ÖNSÖZ. 5

A. Îbn Kayyım El-Cevziyye'nin Yaşadığı Dönem: 6

B. İbn Kayyim'in Hayatı, Yetişmesi Ve Hocaları: 6

C. Âlimlerin ve Öğrencilerinin Dilinden İbn Kayyım: 7

D. Öğrencileri: 8

E. Eserleri: 8

BİRİNCİ KİTAP GİRİŞ. 10

BİRİNCİ BÖLÜM.. 10

HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) SEÇİLMESİ 10

A) ALLAH TEÂLÂ'NIN SEÇMESİ 10

B) YARATIKLARINDAN SEÇMESİ 14

1— Göklerden Seçmesi: 14

2—  Cennetlerden Seçmesi: 14

3—  Meleklerden Seçmesi: 14

4— Peygamberlerden Seçmesi: 15

5— Âdemoğullanndan Seçmesi: 15

6— Ashabtan Seçmesi: 15

7— Ümmetlerden Seçmesi: 15

8— Beldelerden Seçmesi: 16

9— Günlerden ve Aylardan Seçmesi: 19

C) PEYGAMBERLERE  OLAN   İHTİYAÇ.. 24

İKİNCİ BÖLÜM ÖRNEK İNSAN HZ. PEYGAMBER (S.A.) 24

A) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) NESEBİ 24

1— Doğumu ve Yetişmesi: 26

2— Sünnet Olması: 28

3— Süt Anneleri: 29

4—  Dadıları: 29

5— Peygamber Oluşu ve İlk Vahiy: 29

6-  İsimleri: 30

7__ İsimlerinin Açıklanması: 31

8— Birinci ve İkinci Hicret: 34

9— Çocukları: 36

10—  Amcaları: 37

11—  Halaları: 37

B) HZ. PEYGAMBER İN (S.A.) HUSUSÎ VE RESMΠ  ÇEVRESİ 37

1— Hanımları: 37

2— Cariyeleri: 41

3— Köleleri: 41

4— Hizmetçileri: 42

5— Kâtipleri: 42

6— İslâm Hukuku Konularındaki Mektupları 42

7— Hükümdarlara Gönderdiği Mektupları ve Elçileri: 42

8— Müezzinleri: 44

9— Komutanları ve Valileri: 44

II—  Şairleri ve Hatipleri: 45

12— Gazaları ve Seriyeleri: 45

13— Silahlan ve Eşyaları: 46

14— Hayvanları: 46

C) HZ. PEYGAMBER’İN (S.A) BEŞERİ TAVIRLARI 47

1) Giyinişi: 47

2—  Yemek Yeyişî: 51

3— Ailesiyle Hoş Geçimi: 52

4— Uyuması ve Uyanışı: 54

5— Hayvana Binişi: 55

6— Aliş-verişi ve Bazı Muameleleri: 55

7— Muamelelerin deki Tutumu: 58

8— Yalnız Başına ve Arkadaşlarıyla Birlikte Yürüyüşü: 59

9— Oturuşu ve Yaslamşi: 60

10— Tuvalet Adabı: 60

11- Fıtrat ve İlgili Konulardaki Tutumları: 61

12— Bıyıklan Kısaltmadaki Tutumları: 63

13— Konuşması, Susması, Gülüşü, Ağlayışı: 64

14— Hutbelerindeki Tavırları: 65

İKİNCİ KİTAP. 67

HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) İBADETLER.. 67

TUTUMLARI 67

BİRİNCİ BÖLÜM NAMAZ. 67

A) ABDEST ALIŞI 67

I— Abdest Alışı: 67

2— Mestler Üzerine Meshedişi: 70

3— Teyemmüm Konusundaki Tutumu: 70

B) NAMAZ KILIŞI 71

1— Namaza Başlaması: 71

2--Kıraati: 73

3— Zammı Sûre Kıraati: 74

4— Namazı Uzatması veya Kısa Tutması: 76

5— Rükû Edişi: 77

6— Secde Edişi: 79

7— Kıyam mı Secde mi Daha Faziletlidir: 83

8— Teşehhüde Oturuşu: 84

9 - Son Teşehhüddeki Teverrük Şekli: 88

10— Namazda Dua Ettiği Yerler: 90

11— Namazdan Çıkış Selâmı: 90

12— Namaz İçindeki Duaları: 92

13— Namaz İçindeki Bazı Tutumları: 93

C) KUNUT OKUMASI 94

1— Sabah Namazında Kunut Okuması: 94

2— Felâket Zamanlarında Kunut Okuması: 95

3— Kunut Hadisi Üzerindeki Tartışma: 96

4— Tartışmanın Çözümü: 97

5— Vitir Namazında ki Kunut: 99

6— Sahabenin Kunutu: 100

D) YANILMA < = SEHİV) SECDESİ 100

1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Yaptığı Sehiv Secdeleri: 101

2— Namazda Şüphe: 102

3— Namazda Gözleri Kapama: 103

E) NAMAZDAN SONRAKİ TUTUMLARI' 103

1— Namazdan Sonra Okuduğu Dualar: 103

2— Farz Namazların Sonunda Âyet el-Kürsî Okuması: 105

3— Sütre Yapması: 106

F) KÂTİBE SÜNNETLERİ 107

1— Vitir mi, Sabahın Sünneti mi Daha Üstündür?. 110

2— Sabahın Sünnetinden Sonra Yatması; 111

G) ÜZ. PEYGAMBER'IN (S.A.) GECE NAMAZI 112

1— Hz. Peygamber'in (S.A.) Gece Namazı İle Vitir Namazı: 114

2— Hz. Peygamber'in (s.a.) Vitirde Kunut Okuması: 116

3— Hz.Peygamber'in (s.a.) Kur'an Okuyuşu: 118

4— Hayvan Üzerinde Nafile Namaz Kılması: 119

H) KUŞLUK NAMAZI KONUSUNDAKİ TUTUMU.. 119

1— Alimlerin İhtilâfı: 121

2— Bu Konudaki Uydurma Hadisler: 125

I) ŞÜKÜR SECDESİ 125

1-Hz. Peygamber'in (s.a.) Şükür Secdesi: 125

2— Kur'an Secdeleri: 126

İ) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) CUMA KONUSUNDAKİ TUTUMLARI 127

1— Cuma Gününün Üstünlüğü: 127

2— İlk Cuma Namazı: 130

3— Hz. Peygamber'in (s.a.) İlk Hutbesi: 130

4— Cumanın Özellikleri : 131

1. Cuma Günleri Sabah Namazında Secde ve Dehr Sûrelerini Okun. 131

2-  Hz. Peygamber'e (s.a.) Çokça Salavat Getirmek: 131

3- Cuma Namazı ve Müslümanların Toplanması: 132

4. Cuma Günü Gusletmek: 132

5.   Güzel Koku Sürünmek: 132

6.  Misvak Kullanmak: 132

7.  Namaza Erken Gitmek: 132

8.   Hutbeye Kadar îbadtle Meşgul Olmak: 132

9.   Hutbe Okunurken Susmak: 132

10.  Cuma Günü Kehf Sûresini Okumak: 133

11. Zeval Vaktinde Namaz: 133

12. Cuma Namazında Okunan Sureler: 134

13- Cuma Bayram Günüdür; 134

14.  Cuma Günü Güzel Giyinmek: 134

15- Camiyi Tüisülemek: 134

16- Cuma günü Yolculuğa Çıkmak: 135

17- Namaza Yürüyerek Gitmek: 136

18. Cuma Günü Günahlara Keffarettir: 136

19. Diğer Günlerde Cehennem Kızıştırılır: 136

20. İcabet Saati: 137

21- Cuma Namazı: 140

22.  Hutbe: 140

23.   Cuma Gününü İbadete Ayırmak: 141

24.   Cuma Günü Erkenden Camiye Gitmek: 141

25. Cuma Günü Sadaka  Vermek: 144

26. Meztd Günü: 144

27.   "Şahid" Cuma Günüdür: 146

28. Kıyametin Kopacağı Gün: 146

29. Allah'ın Bu Ümmete Sakladığı Gün: 147

30. Allah'ın Seçtiği Gün; 147

31. Ruhların Bedenlerle Buluştuğu Gün: 147

32.  Cuma Orucu: 148

33. insanların Bir Araya Geldiği Gün: 150

5— Hz. Peygamber'in (s.a.) Hutbelerinin Özellikleri: 151

6— Hz.  Peygamber'in (s.a.) Hutbe Esnasındaki Tavırları: 152

7— Cuma Namazından Önce Sünnet Namaz Yoktur: 154

Cumadan önce Sünnet Namazın Varlığını Söyleyenlerin Delilleri ve Münakaşası: 154

8— Cumadan Sonraki Sünnet Namaz: 157

J) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) BAYRAM NAMAZLARI 157

1— Bayram Namazlarını Musallada Kıldırması: 157

2— Bayram Namazına Çıkışı: 158

3— Bayram Namazını Kıldırışı: 158

4— Bayram Hutbesi: 159

5— Namaza Değişik Yollardan Gidip Gelmesi: 160

6— Teşrik Tekbirleri: 160

K) HZ.PEYGAMBER'IN GÜNEŞ TUTULMASINDA KILDIĞI 161

1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Küsuf Namazı Kılması: 161

2— Küsuf Namazındaki Hutbesi: 161

3— Diğer Rivayetler: 162

L) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) YAĞMUR DUASINDAKİ TUTUMLARI 163

I— Hz. Peygamber'in (s.a.) Yağmur Duaları: 163

M) HZ. PEYGAMBER'IN (S.A.) YOLCULUKLARI VE YOLCULUK ESNASINDAKİ İBADETLERİ 165

1- Hz. Peygamber'ın (s.a.) Yolculukları: 165

2— Yolculuk Duaları: 166

3— Yolculukta Namazı  Kısaltması: 166

4— Yolculukta Nafile Namaz Kılması: 169

5— Hayvan Üstünde Namaz Kılması: 170

6— İki Namazı Birleştirmesi: 171

N) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) KUR'AN OKUYUŞU VE DİNLEYİŞİ 173

1— Hz. Peygamber'!n Kur'an Okuyuşu ve Dinleyişi: 173

2— Kur'an'ı Nağmeli Okuma Konusundaki Görüş Ayrılıkları: 174

3— Caiz Görenlerin Delilleri: 174

4— Karşı Çıkanların Delilleri: 176

5— Tartışmanın Çözümü: 177

O) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) HASTA ZİYARETLERİ 177

1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Hasta ile İlgili Tavırları: 177

2— Okuyarak Tedavi Yapması: 178

Ö) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) CENAZE KONUSUNDAKİ TUTUMLARI 179

1— Hz. Peygamber'in (s.a.)  Cenazeyle İlgili Tavırları: 179

2—  Cenazenin Hazırlanması: 180

3—  Cenaze Namazının Mescidde Kılınması: 180

4— Cenazenin Yıkanması ve Kefenlenmesi: 181

5_ Cenaze Namazını Kılışı: 181

6— Cenaze Duaları: 182

7— Cenaze Tekbirleri: 182

8— Selâm Vermesi: 183

9— Kabir Üzerinde Namaz: 184

10— Çocuğun Cenaze Namazını Kılması: 185

11— Cenaze Namazı Kılınanlar ve Kılınmayanlar: 185

12— Namazdan Sonra Cenazeyi Takibi: 186

13— Gıyabî Cenaze Namazı: 187

14— Cenaze İçin Ayağa Kalkmak: 188

15— Gömme Vakti ve Telkin: 188

16— Mezarlarla İlgili Yasakları: 189

17— Hz. Peygamber'in (s.a.) Mezar Ziyareti: 189

18— Yas ve Taziye: 190

19—  Ölünün Ailesine Ziyafet: 190

20—  Ölüm İlânı: 190

P) HZ PEYGAMBERİN (S.A.) KORKU NAMAZINDAKİ TUTUMLARI 190

1— Korku Namazının Çeşitli Kılınış Şekilleri: 191

 

ÖNSÖZ

 

Hamd, Allah'a... O'na hamdeder* O'ndan yardım ve bağışlanma dile­riz. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah'a sığınırız. Al­lah'ın doğru yola ilettiğini saptıracak, saptırdığını da doğru yola iletecek yoktur. Şehadet ederim ki, Allah'tan başka tanrı yoktur ve O'nun hiçbir ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki, Hz. Muhammed (s.a.) O'nun kulu ve rasûlüdür.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) peygamberlerin sonuncusu, ra-sullerin önderi ve Allah'ın bütün insanlara karşı hüccetidir. Allah Teâlâ, onu en mükemmel bir din ve dosdoğru bir yolla göndermiş ve kıyamete kadar bütün insanlara peygamber kılmıştır.

Allah, onunla eğri yolu doğrulttu; onun getirdiği hidayetle kör gözle­ri, sağır kulakları ve paslanmış kalpleri açtı. Onunla, yolunu şaşırmış in­sanlığı en doğru, en berrak ve en güzel yola iletti.

Allah Teâlâ, kullara, ona itaati, ona saygı ve sevgiyi, onun hareket tarzını takip etmeyi ve sünnetine uymayı farz kıldı. İzzet, kuvvet, zafer, hükümranlık ve yeryüzünde otorite kurmayı, onun hidayetine uyanlara ve onun adımlarını takip edenlere; zillet, küçüklük, perişanlık, bedbahtlık, zayıflık ve aşağılığı da ona karşı gelip isyan edenlere verdi.

Allah Teâlâ'ya nasıl ibadet edileceğini bilmek ve O'nun dünya ve ahi-rette kulların iyi halde olmaları için indirdiği dinle amel etmenin gerçekleş­mesi, ancak Allah Rasûlü'nün (s.a.) kendisine gelen ilk vahiyden Allah Teâlâ'nın bu dini tamama erdirinceye kadar geçen süre içinde Allah'ın şe­riatını pratik olarak açıklayış tarzını ve onun tutumlarını bilmeye bağlıdır.

Hadis, meğâzi, tarih ve şemail kitapları Hz. Peygamber'in (s.a.) çocukluk çağından Allah'ın onu kendi yanına tercih edip almasına kadar ge­çen sürede —özellikle peygamberlik görevini sürdürdüğü dönemde— söyle­diği sözleri, yaptığı fiilleri ve onun şahsi özelliklerini toplamış; onun küçük-büyük demeden hiçbir işini ve hiçbir durumunu bırakmaksızın derleyip top­lamıştır. Öyle ki, bu kitaplarda Hz. Peygamber'in (s.a.) oturup kalkması­nı, uyuyup uyanmasını, gülme ve tebessüm tarzım, gece ve gündüz yaptığı ibadetlerini, nasıl banyo yaptığını, nasıl yiyip içtiğini, ne giydiğini, insan­larla karşılaştığında onlara nasıl davrandığını, hangi renkleri sevdiğini, dış görünümünün ve vücut yapısının nasıl olduğunu ve ne gibi huylara sahip olduğunu bulmak mümkündür.

Tarih, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.)'in hayatının ayrıntılarından sözettiği kadar, dünyada yaşamış hiçbir büyük kişinin ha­yatından bahsetmemiştir dersek, gerçeği söylemiş oluruz.

Bu konudaki en geniş kitaplardan biri, feyizli kalem, geniş bilgi ve doğru görüş sahibi, İslâm ilimlerinin gerek usul, gerekse furuunun büyüğünde-küçüğünde derin bilgisi bulunan İmam Şemsuddin Ebu Abdil-lah Muhammed b. Ebi Bekr b. Eyyûb b. Sa'd ez-Zer'î ed-Dımeşkî'nin Zâdu'l-Meâd Fî Hedyi Hayri'l-îböd adlı eseridir.

İbn Kayyım, bu kitabında Hz. Peygamber'in (s.a.) genel ve özel işle­rindeki tutumlarını bir araya getirdi. O'nun, her müslümanm bilmesi ve araştırması gereken tavırlarından, karşılaştığı olaylardan ve ele aldığı işler­den ayrıntılı bir şekilde sözetti. Merhum bütün eserlerinde güzellik ve sağ­lamlık bakımından bir tek stilde ve konuyu, kendisinden sonra gelen bir araştırıcıya söyleyecek herhangi bir şey bırakmayacak kadar çepeçevre bü­tün boyutlarıyla kuşatarak ele alır.

İbn Kayyim'in eserlerini dikkat ve titizlikle okuyan herkes, merhumun gerek ezber, gerekse anlayış yönünden kendisinden önce yahut sonra yaşa­mış pek çok âlimde benzerini göremeyeceğimiz ölçüde Kur'art ve sünnet ilimlerini şahsında toplamış; selefin sözlerini, mezheplerin söz ve görüşleri­ni ihata etmiş bir âlim olduğunu hakkıyla anlar.

İbn Kayyım el-Cevziyye, Hz. Peygamber'den (s.a.) sağlam jyolla gelen hadislere son derece önem veren, onları alıp gerekleriyle amel etmeye ve bunlar dışında kalanları bırakmaya çok özen gösteren ve aynı zamanda hadislere muhalefet eden yahut onları olmayacak şekilde yorumlayan kim olursa olsun onun sözüne değer vermeyen bir âlimdi. Her ne kadar üstadı Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin (r.h.) yolunda yürümüş ve onun pek çok ferfilî ictihadlarını kabul etmişse de üstadına göre muhaliflere karşı daha yu­muşak, daha mutedildir.

Müellifin, bu kıymetli eseri yolculuk esnasında yazmış olması, gerçek­ten hayreti mucibdir. Daha da şaşırtıcı olan yanı, bu eserde yer alan binler­ce kavlî ve fiilî sünnet ve hadis, sahabe sözleri ve sair rivayetlerin kaynağı olan hiçbir eserin onun yanında bulunmamasıdır. Oysa bu rivayetler, Sa­hih, Sünen, Müsned, Mu'cem ve Siyer adlarını taşıyan eserlerde yer almak­tadır. Bu durum, İbn Kayyim'in hadisleri mfzetmedeki maharet ve derece­sini gösterir. O'nun, Ahmed b. Hanbeî'in otuz binin üstünde hadisi ihtiva eden Müsned'ım ezbere bildiğini de ilâve etmeliyiz. [1]

 

 

A. Îbn Kayyım El-Cevziyye'nin Yaşadığı Dönem:

 

İbn Kayyim 7. hicri asrın sonlan ile 8. hicri asrın ilk yarısında yaşa­mıştır. O dönemde İslâm ülkelerinin siyasî durumu içler açışıydı. İslâm devleti paramparça idi, hepsi de Acem ve Memlûk hükümdarlarının hü­küm sürdükleri küçük memleketler halinde idi. O devirde İslâm hilâfetinin yalnız ismi ve şekli kalmıştı. Pratikteki liderlik Acem ve Memlûk sultanla­rına aitti. Dilediklerini görevden alıyorlar, dilediklerini görevlendiriyorlardı.

el-Bidaye ve'n-Nihaye adlı eserin sahibi İbn Kesîr, 737 h./1336 m. senesinin önemli olaylarım anlatırken şu olayı kaydediyor: Sultan Nasır Muhammed b. Kalavun, Halife el-Müstekfibillah'ı tevkif ettirip, insanlarla buluşmasını engelledi. Sonra onu serbest bıraktı. Ancak çok geçmeden Sultan onu, ailesi ve çoluk-çocuğu ile birlikte Mısır'daki Said eyaletinin bir şehri olan Kus'a sürgün etti. Halife vefatına kadar orada kaldı.

Kral Nasır, ölümüne kadar bu şekilde tek otorite olarak istibdadını sürdürdü. Sonra 742 h./1341 m. senesinde oğlu Seyfeddin Mansur'a biat edildi. İşte bu sultan, el-Müstekfibillah'ın oğlu Halife Ebu'l-Kasım Ah-med'e babasının hilâfet veliahtı olarak biat etti ve halife, sultanla birlikte bir tahta oturdu.

O dönemde İslâm devletinin zayıflayışı Batı'nın gözünü İslâm âlemine çevirdi. Pusu kurup İslâm dünyasını avlamak için harekete geçtiler. Birbi­rini takip eden baskınlar düzenlediler. Bunlara ortaçağda "Haçlı seferleri" adı verildi. Öte yandan İslâm âlemi kuzeyden Moğolların istilâlarına ma­ruz kaldı. Moğollar Bağdat'ı düşürüp kütüphaneleri yıktılar, kitapları Dic­le nehrine attılar. Aynı şekilde Beytü'l-Makdis'e girip orayı da harabeye çevirdiler. Böylece bir taraftan haçlılarla, diğer taraftan da Moğollarla sa­vaşlar alevlendi.

Sosyal hayat da pek iyi değildi. Öyle ki, 695 h./1295 m. senesinde Mısır kıtlığa maruz kaldı. Öldürücü bir pahalılık dalgası İslâm ülkelerinin hepsini kasıp kavurdu. İnsanlar köpeklen, eşekleri, atları ve katırları ye­mek zorunda kaldılar.

Bu sıkıntılar ve felâketler hüküm sürerken akıllar boşaldı, anlayışlar kıtlaşti ve zihinler donup kaldı. Bir insanın fıkhı hükümlerde ictihad etme­si zorlaştı ve insanlar inanç konularında geçmişleri taklidle yetindiler. İnanç esaslarında Ebu'l-Hasan el-Eş'arî'nin mezhebine sarıldılar. Fıkıhta dört mez­hepten başkasına uymak haram sayıldı. Bu asırda âlimler selef-i salihe uyup eser vermede onların metoduyla hareket etmeye yöneldiler.

İşte böyle bir ortamda, bir ilim ve fazilet adamı olarak İbn Kayyım ortaya çıktı. [2]

 

B. İbn Kayyim'in Hayatı, Yetişmesi Ve Hocaları:              

 

Adı: Muhammed b. Ebu Bekr b.Eyyûb b. Sa'd b. Harîz ez-Zer'î ed-Dımeşkî. Lâkabı: Şemsuddin. Künyesi: Ebu Abdillah. Meşhur olduğu adı: îbn Kayyim el-Cevziyye ( = Cevziye Medresesi kayyımının oğlu). Çünkü ba­bası, Muhyiddin Ebu'I-Mehasin Yusuf b. Abdurrahrnan'in (v.656 h./1258 m.) inşa ettirdiği Cevziye Medresesinde kayyımlık görevi yapmıştır. Bu is­mi daha da kısaltılarak îbn Kayyim şeklinde yaygın kullanım kazanmıştır.

İbn Kayyim tefsir, usul, kelâm, fıkıh ve nahiv ilimlerinde derin bilgisi olan araştırmacı, tetkikçi ve bol eser veren, keskin zekâlı mutlak müctehid büyük bir İslâm âlimidir.  751 h. senesinde vefat etmiştir.

İbn Kayyim, 691 h. senesi Safer ayının yedinci günü ( = 29 Ocak 1292 m. Pazartesi günü) Şam'a 55 mil uzaklıkta ve bu şehrin güneydoğusunda bulunan Havran kasabasının Zer' köyünde bir ilim ve irfan ocağında dün­yaya geldi. Şam'a gitti. Orada bir grup âlime öğrencilik yaptı.

Babasından feraiz ilmini okudu. Babası bu ilimde ileri gelen şahsiyet­lerdendi. Hafız îbn Hacer, ed-Dürerü'I-Kâmine'âe (1/472) onu çok ibadet eden ve pek tekellüf göstermeyen biri olarak nitelemiş ve 723 h./1323 m. senesinde vefat ettiğini yazmıştır.

Şihab en-Nâbulusî, Kadı Takıyüddin b. Süleyman, Ebu Bekr b. Abdüddaim, İsa el-Mut'im, İsmail b. Mektum, Fatıma bt. Cevher ve başka muhaddislerden hadis tahsil etti.

Arapçayı İbn Ebu'l-Feth el-Ba'lî'den tahsil etti. Ondan Ebu'l-Beka'nın el-Mülahhas'ım, el-Cürcaniyye''yi, İbn Mâlik'in Elfiye'sini, el-Kâfiyetü'ş-Şâftye'nin büyük bölümünü ve et-TeshîV'm. bir kısmını okudu. Ayrıca Şeyh Mecdüddin et-Tunusî'den İbn Usfur'un el-Mukarrab'ından bir bölüm okudu.

Fıkıh ve usul-i fıkhı Şeyh Safiyüddin el-Hindî, Şeyhülislâm îbn Tey-miye ve Şeyh ismail b. Muhammed el-Harranî'den tahsil etti. Onlardan, İbn Kudame el-Makdisî'nin er-Ravza'sım, el-Amidî'nin el-îhkâm'mı, Fah-reddin er-Razî'nin el-Muhassal> el-Mahsul, el-Erbaîn adlı eserlerini ve Mec-düddîn İbn Teymiye'nin el-Muharraf'mı okudu.

Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin 712 h./1312 m. senesinde Mısır'dan dö­nüşünden 728 h./1327 m. senesinde ölümüne kadar îbn Kayyim, bu ho­casının derslerine tam bir devamlılık gösterdi. O zamanlar imamımız genç­liğinin baharında, kuvvetinin zirvesinde ve anlayışının en yüksek noktasın­da idi. Onun geniş ilminin feyzinden kana kana içti. Olgun ve doğru fikir­lerine kulak verdi. Hocasının sevgisi onu sardı. Hocasının ictihadlarmın çoğunluğunu kabullenip onları savundu. Bu ictihadların doğruluklarının ve aykırı olanların zayıflıklarının delillerim geniş geniş anlattı. Hocasının kitaplarını düzenleyip onun ilmini neşretti.

Ondan en çok yararlandığı konuların başhcaları: Allah Teâlâ'nm kita­bına ve Peygamberinin sahih sünnetine uymaya ve bağlanmaya, onları selef-i salihin anladığı şekilde anlamaya, Kitap ve sünnete aykırı olanları bırak­maya, doğru dinin öğretilerinden kaybolup gidenleri yenilemeye; müslü-manların geçen asırlarda, gerileme, donukluk ve kör taklid devirlerinde kendi kendilerine çıkardıkları çürük metodları ayıklamaya ve müslümanla-rı, islâm düşüncesine sinen tasavvufî hurafelerden, Yunan mantığından ve Hind zühdünden sakmdırmaya çağrı.

Çeşitli konulardaki pek çok eserinde, ısrarla Allah Teâlâ'nın kitabına eğilmiş, devamlı surette onu araştırıp incelemiş, âyetlerini ve manalarını düşünme suretiyle bu yüce kitabın hakkını vermiştir. Sahih sünnetin kıy­metini açıklayıp onu yükseltmiş, Kur'ân-ı beyân ile mücmelini tafsil eden, manâlarını vuzuha kavuşturan, O'nun hakikatlerini destekleyen, insanları ellerinden tutup, taklid ve donukluk şaibelerinden arınmış sahîh ilme ulaş­tıran dosdoğru yolun öğretilerini kendilerine açıklayan sünnete gerekli öne­mi vermiştir. Bütün bunlar, hocası İbn Teymiye'nin, onun üzerindeki bü­yük tesirini gösterir. İbn Kayyim, eserlerine dağılmış fikirleriyle, çağdaşlarmin ve onlardan sonra günümüze kadar gelenlerin akıllarını aydınlatan ve kalblerini nurlandıran; kalblerine bulaşan şüphe ve donukluk pasını açan, zihinlerindeki sapıklık ve şüphe düğümlerini çözen ıslahatçı düşünürler züm-resindendir. [3]

 

C. Âlimlerin ve Öğrencilerinin Dilinden İbn Kayyım:

 

Öğrencisi Hafız İbn Receb anlatıyor:

"Üstadımız 691 h. senesinde dünyaya geldi. Şihab en-Nâbulusî vs. mu-haddislerden hadis dinledi. Hanbelî mezhebi fıkhını öğrendi ve bu sahada uzmanlaştı. Fetva verdi. Şeyh Takiyüddîn'in derslerine devam etti, ondan tahsil gördü. İslâmî ilimlerin her branşında bilgi sahibi oldu. Bildiği ilim­ler: 1- Tefsir: Bu konuda onunla yarış edilemezdi. 2- Akaid: Doruk nokta­sındaydı. 3- Hadis: Hadisin anlamları ondan çıkacak fıkhı hükümler ve ha­disten hüküm elde etme incelikleri konularında ona ulaşılamazdı. 4, 5, 6- Fıkıh, usul-i fıkıh ve arapça sahasında geniş bilgisi vardı. 7- Kelâm ilmi, 8- îlm-i Sülûk'de âlim bir zat olup tasavvuf ehlinin sözlerini, işaretlerini, metinlerini ve bazı büyüklerini iyi bilir, tanırdı."

Yine aynı öğrencisi diyor ki:

"Allah rahmet etsin, üstadımız ibadete düşkün, gece namazlarına kal­kan, namazı oldukça uzun kılan bir zattı. Kendini ibadete verdi. Zikre çok düşkündü. Gönlü Allah aşkıyla yanıp tutuşmaktaydı. Sürekli tevbe eder, Allah'a yalvarıp yakarır, O'na boyun büker ve O'nun önünde kullu­ğunu sergilerdi. Bu hususta onun gibisini görmedim. Ondan daha geniş bilgisi olan, Kur'an'ın ve Sünnet'in manalarını, iman hakikatlerini ondan daha iyi bilen birini görmedim. O, masum değil; ama bu manada onun gibisini görmedim. Başından pek çok imtihan geçti, defalarca eziyet gördü. Son defasında Şeyh Takiyyüddin ile birlikte ondan ayrı olarak kaleye hap­sedildi. Hapisten ancak Şeyh'in ölümünden sonra kurtuldu. Hapis müdde-tince Kur'an okumakla, tefekkürle, düşünmekle meşgul oldu."

öğrencisi ve arkadaşı İbn Kesir de şöyle anlatıyor:

"Hadis dinledi ve ilimle meşgul oldu. Pek çok İlimde bilhassa tefsir, hadis, usul-i fıkıh ve akaid ilimlerinde uzmanlaştı. Şeyh Takiyyüddin İbn Teymiye 712 h. senesinde Mısır'dan dönünce onun derslerine üstadın ölü­müne kadar devam etti. Daha önce öğrendikleri yanında İbn Teymiye'den çok ilim öğrendi. Gece-gündüz çokça araştırması ve çok ibadetle meşgul olması yanında pek çok branşta sahasında tek adam oldu. Güzel Kur'an okurdu. Güzel ahlâklıydı. Başkalarını çok severdi. Hiç kimseye haset et­mez, eziyet vermezdi. Hiç kimsenin kusurunu araştırmaz ve hiç kimseye kin duymazdı. Onunla en çok düşüp kalkan ve onun en çok sevdiği insan bendim. Zamanımızda bu dünyada ondan daha çok ibadet eden birini ta­nımıyorum. Kendine has bir namaz kılışı vardı; namazı oldukça uzatırdı. Namazda secde ve rükûu uzatır ve (bu yüzden) bazı zamanlar çok arkadaşı onu kınar; ama o, bundan vazgeçmezdi. Allah rahmet eylesin.

Cenazesinde tıklım tıklım dolu bir kalabalık vardı. Kadılar, ileri gelen­ler, sarihler ve halk cenazeye katılmış naşını taşımak için insanlar izdiham oluşturmuşlardı. Vefat ettiğinde 60 yaşındaydı. Allah rahmet eylesin."

Hafız Zehebî diyor ki: "Hadis ilmine, hadis metinlerine ve bazı râvile-rine özen gösterdi. Fıkıhla uğraşır ve fıkhı iyi açıklardı. Nahivle uğraşır, öğretirdi. Usul-i Fıkıh ve akaidle de meşgul olurdu. İlimle meşgul olmayı her işin önüne geçirdi ve ilim neşretti."

İbn Nasır ed-Dımeşkî anlatıyor: "İlmin pek çok branşında bilhassa tefsirde ve usulün mantûk ve mefhumunda bilgi sahibiydi. Ebu Bekr Mu-hammed b. el-Muhib diyor ki: Üstadımız el-Mizzî'nin huzurunda, İbn Kay-yim, İbn Huzeyme derecesinde midir? diye sordum. O bu zamanda, kendi zamanında İbn Huzeyme neyse odur, cevabını verdi."

Kadı Burhaneddin ez-Zer'î diyor ki: "Gökkubbe altında ondan daha geniş bilgi sahibi kimse yoktur. Sadriye Medresesinde ders verdi, Cevziye'-de imamlık yaptı. Kendi el yazısıyla, anlatılamayacak derecede çok şey yazdı. Gerçekten muhtelif ilimlerde pek çok eserler verdi. İlmi yazmayı, okumayı, kitap haline getirmeyi ve ilim kitapları edinmeyi çok severdi. Başkalarının elde edemeyeceği kadar çok kitap elde etmişti."

Feîhu 'I-Bârî adh eserinde, ismini gerek zikrederek, gerek atlayarak İbn Kayyim'in Zâdu'l-Meâd vs. eserlerinden çokça alıntılar yapan Hafız îbn Hacer, onu şu kelimelerle anlatıyor: "Cesur kalpli, geniş bilgi sahibi, hilaf ilmini ve selefin görüşlerini bilen bir zattı."

İmam Şevkânî, îbn Kayyim'in şu özelliklerine dikkat çeker: "Sahih delillere bağlı, onlarla amel etmekten hoşlanır, şahsi görüşe dayanmaz, hakkı aşikâre söyler ve bu konuda hiç kimseden çekinmezdi." [4]

 

D. Öğrencileri:

 

Daha hocası hayatta iken pek çok büyük âlim İbn KayyinJ'den vefatına kadar tahsil gördü ve ondan yararlandı. Bazı öğrencilerini sayacak olursak:

1-  Hafız Zeynüddîn Ebu'l-Ferec Abdurrahman b. Ahmed b. Receb el-Bağdadî ed-Dımeşkî el-Hanbelî: Âlim, zahid, örnek, sika bir şahıstır. Hadis, fıkıh ve tarih konularında pek çok faydalı eser vermiştir. Hocası İbn Kayyim ölünceye kadar derslerine devam etmiştir. îbn Receb el-Hanbelî diye meşhur olan bu âlim 795 h./1392 m. senesinde vefat etmiştir.

2- Hafız îmadüddin İsmail b. Ömer b. Kesir el-Basrî ed-Dımeşkî: Şam'­da yetişti ve Şam'ın ileri gelen âlimlerinden ders aldı. Özellikle hadis ilmine yöneldi ve hadis metinleri ile râvileri hakkında pek çok şey okudu. Pek çok eseri olan bu âlimin, İbn Kesir Tefsiri diye şöhret yapan tefsiri ve bir tarih kitabı olan eî-Bidaye ve'n-Nihaye'si oldukça meşhur iki eseridir. Zehebî, Mu'cem'mde onu İmam, müfti, muhaddis, mahir, fakih, çok dal­da uzman ve işini iyi yapan, müfessir biri olarak nitelemektedir. 774 h./I372 m. senesinde vefat etmiştir.

3-  Hafız Şemsüddin Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Makdisî el-Cemaîlî es-Salihî: Hadis ve hadis türlerine, râvilere ve hadislerin illetleri­ne özen gösterdi. Fıkıh öğrendi, fetva verdi, ders okuttu, bilgi devşirdi, kitap yazdı. İlmin-çeşitli dallarıyla uğraştı ve çeşitli branşlarda eserler ver­di. Zehebî: "Onunla her buluşmamda mutlaka ondan bir şey öğrenmişim-dir." diyor. 744 h./1343 m. senesinde vefat etmiştir.

4-  Şemsüddin Ebu Abdillah Muhammed b. Abdülkadir en-Nâbulusî el-Hanbelî: Nâbulus'da doğdu ve orada Abdullah b. Muhammed b. Yu­suf dan ders gördü. Hafız el-Alâî, Şeyh İbrahim gibi sayılamayacak kadar çok âlimden okudu. îbn Kayyim'le arkadaşlık kurdu, ondan fıkıh öğren­di ve eserlerinin ekserisini kendisinden okudu. Pek çok ilim bildiği için kendine "Cennet11 denirdi. Çünkü cennette herkesin istediği vardır. Onda da her talebenin istediği bulunmaktaydı. 797 h./1394 m. vefat etmiştir.

5-  Oğlu İbrahim: Zehebî, Mu'cem'inde: "Babasından fıkıh öğrendi, Arapçayla meşgul oldu, hadis dinledi, ilim okudu ve ilimle meşgul oldu." diyor. îbn Kesir ise "Nahiv ve fıkıhda babasının metodu üzere ileri derece­de bilgi sahibi bir zattı." diyor. 767 h./1365 m. senesinde vefat etmiştir.

6-  Oğlu Şerefüddin Abdullah: Babasının yerine geçip Sadriye Medre­sesinde ders verdi.   [5]                                            

 

E. Eserleri:                                                   

 

îbn Kayyim büyük bir ilmî servet bırakmıştır. 'Hocasından elde ettiği bilgileri kendi görüşlerini de ekleyerek ustalıkla ve büyük bir hoşgörü için­de kitaplaştırmıştır. Eserlerine baktığımızda hocası İbn Teymiye'nin eserle­rinde görülen cedel ve münakaşa üslubu pek görülmez. İncelediği konulan iki zıt kutup açısından ele alır ve mutedil bir görüşe varmaya çalışır. O eserlerini sakin ve mutmain bir tavırla yazar. Eserleri derin düşüncenin, geniş ufkun ve sağlam bir himmetin ürünüdür. Tertipleri ve bölümlere ay­rılışları son derece güzeldir. Fikirler bir uyum içinde birbirini takip etmekte ve tatlı bir üslubla okuyuculara sunulmaktadır. Onun eserlerinde selefin nuru ve geçmiş büyüklerin hikmeti göze çarpar. Kur'an ve sünnet ışığı al­tında ele aldığı tasavvufî görüşlerini selef-i sâlihin —Sahabe ve tabiînin— sözlerini aktararak zenginleştirir. Çoğu basılmış olan eserlerinin başlıcalan şunlardır:

Tefsir:

1-  Şerhu Esmâi'I-Kitabi'l-Azîz.

2-  Emsâlu'l-Kur'an.

3-  et-Tibyân fi Aksami'l-Kur'an (Eymanü'l-Kur'an).

Hadis ve Siyer:

4-  Zâdu'1-Meâd fi Hedyi Hayri'1-İbâd. (Tercümesini sunduğu eseridir).

5-  Tehzîbu Sünen-i Ebî Davud (İzahu îlelihi ve Müşkilâtih

6-  Zâdu'l-Müsafirin ila Menâzili's-Süada fi Hedyi Hatemi'I-I

Fıkıh ve Usûlü:

7-  İ'lamu'l-Muvakkıîn an Rabbi'l-ÂIemin.

8-  et-Turuku'1-Hükmiyye fi's-Siyâseti'ş-Şer'iyye.

9-  Tuhfetu'l-Mevdûd fi Ahkâmi'l-Mevlûd.

10-  İğâsetü'l-Lehfân fi Talâkı'I-Gadbân.

11-  Beyânu'd-Delîl alâ İstiğnâi'l-Müsabaka ani't-Tahlîl.

12-  Ahkâmu Ehli'z-Zimme.

13-  el-Furûsiyye.

14-  Hükmü Târiki's-Salât.

15-  Nikâhu'l-Muhrim.

16-  Ref'ul-Yedeyn fi's-Salât.

17-  Hükmü îğmâmi Hilali Ramazan.

18-  et-Tahrîr fimâ Yehillu ve Yahrimu min Libasi'l-Harîr.

Kelâm ve Akâid:

19- eş-Şâfiyetü'1-Kâfiye fi'1-İntisar U'l-Fırkati'n-Nâciye.

20-  es-Savâıku'l-Mürsele ale'l-Cehmiyye ve'I-Muattala.

21-  Şifâu'1-Alîl fi Mesâili'1-Kazâ ve'1-Kader ve'I-Hikmeti ve't-Ta'lîl.

22-  Hidâyetü'l-Hayârâ mine'l-Yehudi ve'n-Nasârâ.                       

23-  Hâdi'l-Ervâh ila Bilâdi'l-Efrâh ( = Kitabu Sıfati'I-Cennet).    

24-  Kitabu'r-Rûh.                                                                             

25-  İctimau'l-Cuyûşi'l-İslâmiyye alâ Gazvi'l-Fırkati'l-Cehmiyye.  

26-  Cevâbatu Âbidi's-Suiban ve inne Mâhüm Aleyhi Dinü'ş-Şeytân.

27-  Kitabu'l-Kebâir.

Ahlâk, Tasavvuf, İrşad ve Diğer İlimler:

28-  Medâricü's-Sâlikîn.

29-  Uddetü's-Sabirîn ve Zahîretü'ş-Şâkirîn.

30-  Seferu'l-Hicreteyn ve Bâbu's-Saadeteyn.

31- Merâhilü's-Sâirîn Beyne Menâzili İyyâke Na'büdü ve İyyâke Nestaîn

32-   Akdü  Muhkemi'I-Ahkâd  Beyne'l-Kelimi't-Tayyib   ve'I-Ameli's Salihi'l-Merfû ile 's-Semâ.                                                                     

33-  Tarîku'l-Hicreteyn ve Bâbü's-Seadeteyn.                                 

34-  Miftâhü Dâri's-Saade.                                                               

35-  Nuru'l-Mü'min ve Hayatüh.

36-  İğâsetü'I-Lehfân min Mekâyidi's-Şeytan.

37-  Nüzhetü'I-Müştâkîn ve Ravzatu'l-Muhibbîn.

38-  ed-Dâu ve'd-Devâ.

39-  Mesâyidü'ş-Şeytan.

40-  Tafdîlu Mekke alâ Medine.

41-  Fazlu'1-îlmi.

42-  el-Fark Beyne'l-Hulleti ve'I-Mahabbeti ve Münazaratü'l-Halil li-Kavmihi.

43-  el-Fethu'I-Kudsi -ve't-Tuhfetü'1-Mekkiyye.              

44-  Şerhu Esmâi'l-Hüsnâ.                                              

45-  Kitabu't-Tâun.                                                                 

46-  es-Sıratü'I-Müstakîm fi Ahkâmı Ehli'l-Cahîm.                   

47-  el-Mesâilu't-Trablûsiyye.

48-  Bedâiu'l-Fevâid.

49-  el-Fevâid.

50-  Cilâu'l-Efhâm fi's-Salât ve's-Selâm ala Hayri'I-Enâm.

51-  Butlânu'l-Kimya min Erbaîne Veçhen.

52-  el-Kelâmu't-Tayyib ve'I-Ameli's-Salih.

53-  Nakdu'l-Menkûl ve'1-Mihakku'l-Mümeyyiz beyne'l-Merdûd vj'l-Makbûl.

54- el-Cevâbü'1-Kâfi li-men Seele ani'd-Devâi'ş-Şâfî.

İslâm'ın, dünya gündeminin —gerek entellektüel, gerek siyasi, gerekse daha başka yönlerden— önemli bir bölümünü oluşturduğu günümüzde el­bet bu dinin peygamberinin etraflıca tanınması, O'nun gerçekleştirdiği mü­kemmel toplum yapısını anlamanın en kestirme yoludur. İslâm O'nun şah­sında temsil edilmiş ve O'nun önderliğinde kendini insanlığa sunmuş bir sistemdir.

O'nun hayatı ve yaşayış tarzı incelendiğinde görülecektir ki, hayata yaklaşımı tek boyutlu değildir. Hayatın her yönünü kuşatır. Peygamberdir, devlet başkanıdır, ordu komutanıdır, hâkimdir, kılıcını çekip Allah düş­manlarıyla savaşan bir mücahiddir, tüccardır. Namaz kılan, oruç tutan, hac yapan, gece namazlarına kalkan, devamlı zikir ve tefekkürle meşgul olan bir âbiddir. Hayatı iman, aşk ve cihaddır. Evlenir, alış-veriş yapar, hastaları tedavi eder, elbisesinin söküğünü diker, ayakkabısını tamir eder, çocuklarla şakalaşır, pehlivanlarla güreşir, hanımıyla koşu yarışı yapar. Hayat dolu mükemmel bir insandır O. Kısacası Allah'ın bütün insanlara sunduğu en güzel örnektir, O. Hz. Peygamber'in (s.a.) hayatının her yönünü ele alan ve kendisine has tatlı bir üslupla anlatan İbn Kayyim'in, sahasında ilk ve en orijinal eseri Zâdu'l-Meâd1 in Türkçeye kazandırılması, bu örnek insanı izlemek du­rumunda olan müslümanlar ve O'nu en doğru, en güvenilir kaynaklardan öğrenmek isteyenler için kaçınılmaz bir zaruretti. Okuyanlara yeni ufuklar açacağına inandığftnız bu eserin tercümesinde esas aldığımız Arapça aslı, Şuayb el-Arnaûd ve Abdülkadir el-Arnaûd adlı iki değerli araştırıcının tah­kikiyle 1985'de ikinci baskısını yapan beş ciltlik baskısıdır. Bu iki araştırı­cının dipnotlarından yararlanmakla birlikte biz de bir takım dipnotlar ek­ledik. Ayrıca Buharı hadislerinin kitap ve bab numaraları tarafımızdan tes-bit edilmiştir. Hadislerin senedleri arasındaki tahdis sigaları rivayet tekniği sayılabileceği için zikredilmemiş, onlar yerine (-) işareti konmuştur. Konu­lar arasına uygun yerlerde zaman zaman tarafımızdan başlıklar konulmuştur.

İlmî çalışmalarımda bana yol gösteren sayın hocam Doç.Dr. Hayred-din Karaman'a saygı ve şükranlarımı sunar, eseri yayınlamayı üstlenen İk­lim Yayınlarına teşekkürlerimi arzederim.

Hatalarımıza muttali olan kardeşlerimizin bizi haberdar etmesini eder, Cenab-ı Hak'dan okuyanlara fayda vermesini temenni ederi;

Gayret bizden, başarı Aüah'dan.

Şükrü Özej Üsküdar,  1988[6]

 

KAYNAKLAR:

 

Şuayb el-Arnaûd ve Abdülkadir el-Arnaûd, Zâdu'l-Meâd neş­rine yazdıkları mukaddime, Beyrut,  1985.

îbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, C. 14, s. 234-35, Beyrut, 1982.

Muhammed   Ebu   Zehra,   tbn   Teymiye   —Hayatuhu   ve Asrııhu—, Kahire,  1977.

Dr. Seyyid el-Cemîlî, İbnü'l-Kayyim'in er-Rûh adlı eserine yazdığı tanıtım yazısı, Beyrut,  1986.

lbnu'1-İmâd el-hanbelî, Şezerâtu'z-Zeheb fi Ahbari Men Ze-fıeb, Dâru İhyâi'ı-Türâsi'l-Arabiyye, Beyrut, ts. [7]

 

BİRİNCİ KİTAP GİRİŞ

BİRİNCİ BÖLÜM                  

HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) SEÇİLMESİ

 

A) ALLAH TEÂLÂ'NIN SEÇMESİ

 

Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a.... Sonuç inananların. Düşmanlık, yalnız zalimlere... Allah'tan başka tapılacak yoktur. O, öncekilerin ve sonrakile­rin tanrısı, göklerin ve yerlerin idarecisi, din gününün sahibidir. Kurtuluş, O'na itaattedir. Üstünlük O'nun azametine boyun eğmek; zenginlik, O'-nun rahmetine ihtiyaç duymaktır. Doğru yol, ancak O'nun nuruyla aranır­sa bulunur. Hayat, O'nun hoşnutluğunu elde etmekle mümkündür. Cennet nimetleri ancak O'na yakınlıkla sağlanır. Kalbin olgunlaşması ve kurtuluşa ermesi yalnızca O'na karşı ihlaslı olmak ve O'nu sevgide birlemekle elde edilir. O, kendisine itaat edildiğinde karşılığını verir; isyan edildiğinde tev-bekârın tevbesini kabul eder, bağışlar; dua edildiğinde duaları kabul kendisi için bir davranışta bulunulduğunda mükâfatlandırır.

Hamd, Allah'a... Bütün yaratıkları O'nun'Rab olduğuna tanıklık et? miş, bütün sanatsal yapıtları tanrılığını kabullenmiş onlara nakşettiği hay­ranlık uyandıran sanatları ve harika eserleriyle O'nun, kendisinden başka tanrı bulunmayan Allah olduğuna tanıklık etmişlerdir. Allah her türlü ek­sik ve noksandan münezzehtir. Yaratıkları sayısınca, kendi hoşnutluğunca, -Arş* inin ağırlığınca ve kelimelerinin mürekkebi çokiuğunca O'na hamd... Tanrı yalnızca Allah'tır. Rabliğinde ortağı bulunmadığı gibi tanrılığında da ortağı yoktur. O'nun ne zatında (öz varlığında) ne fiillerinde, ne de sıfatlarında bir benzeri vardır. Allah yüceler yücesidir. Allah'a çokça hamd ü senalar... Sabah-akşam Allah'ı her türlü eksiklikten tenzih ederim. Gökg ler ile gökteki melekler; yıldızlar ile yörüngeleri; yeryüzü ve sakinleri; di nizler ile içindeki balıklar; yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar, tepelei ovalar; her yaş ve kuru; her ölü ve diri O'nu teşbih eder. "Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O'nu teşbih eder. O'na hamdederek tesbin etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız. Doğrusu o halimdir, bağışlayandır.'[8]

''Tanıklık ederim ki, tanrı yalnız Allah'tır. O'nun ortağı yoktur. " sö­züyle yer ve gökler ayakta durmaktadır. Bütün yaratıklar bunun için yara­tılmışlardır. Bunun için Allah Teâlâ peygamberlerini gönderdi, kitaplarını indirdi ve kanunlarını koydu. Bundan dolayı mizanlar kurulur, divanlar tertiplenir; cennet ve cehennem pazarı kurulur. Bu söz ile insanlar mü'min-kâfir, iyi-kötü ayrımına tâbi tutulur, bu söz, yaratma ve emrin, sevap ve azabın kaynağıdır. İnsanların yaratılma sebebi olan hak işte budur. Sorgu ve hesap ondan ve onun hukukundan olacaktır. Sevap ve azap ona göre verilecektir. Kıble, onun üzerine kurulmuş, dinin temeli yine onun üzerine atılmıştır. Allah'ın bütün kullar üzerindeki hukuku olan cihadın kılıçları bu söz için kınından sıyrılmıştır. İslâm sözü ve kurtuluş yurdunun anahtarı işte bu sözdür; öncekiler ve sonrakiler ondan sorguya çekilecektir. Şu iki soru sorulmadan kulun ayakları Allah'ın huzurundan ayrılmayacak: 1) Ne­ye kulluk ediyordunuz? 2) Peygamberlere ne cevap verdiniz?

Birincinin cevabı; bilgi, kabullenme ve davranış açısından "Allah'tan başka tanrı yoktur" gerçeğini tasdik etmek,

İkincinin cevabı; bilgi, kabullenme, boyun eğme ve itaat açısından "Hz. Muhammed şüphesiz Allah'ın rasûlüdür" gerçeğini tasdik etmektir.

Tanıklık ederim ki, Hz. Muhammed şüphesiz O'nun kulu ve rasûlü­dür; vahyini güvenip teslim ettiği, yaratıkları arasından seçtiği, kendisi ile kullan arasında elçisidir; sağlam bir din ve dosdoğru bir yol ile gönderil­miştir. Allah onu âlemlere bir rahmet, Allah'tan korkanlara bir lider ve bütün insanlara bir hüccet olarak göndermiştir. Peygamberlerin ardı arkası kesildiği bir vakitte (fetret devrinde) onu peygamber olarak göndermiş ve en doğru yolu, en aydınlık caddeyi ona göstermiş; insanlara ona itaat ve yardım etmelerini, saygı göstermelerini, onu sevmelerini, onun haklarını gözetmelerini farz kılmış; cennetinin önündeki yolları kapamış ve artık onun yolundan gelmeyen hiç kimseye yolların açılmayacağını belirtmiştir. Allah, onun gönlünü açmış, şanını yükseltmiş ve (belini büken) yükünü üzerinden indirmiş, küçülme ve alçalmayı onun emrine karşı gelenlere yüklemiştir.

Müsned'de Ebu Münîb el-Curaşî yoluyla Abdullah b. Ömer'den (r.a.) ri­vayet edilen bir hadise göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kı­yamet öncesinde yalnızca ortağı bulunmayan tek Allah'a ibadet edilinceye kadar kılıçla (mücadele vermek için) gönderildim. Rızkım mızrağımın göl­gesi altına konulmuştur. Küçülme ve alçalma ise benim emrime karşı ge­lenlere yüklenmiştir. Kim bir kavme benzerse o da onlardandır.[9]. Alçal­ma onun emrine karşı gelenlere yüklenmişse de şeref ve üstünlük ona itaat edip uyanlarındır. Allah Teâlâ buyuruyor ki:

"Gevşemeyin, üzülmeyin; inanmışsamz mutlaka en üstün olan sizler-siniz.[10]

"Şeref ve üstünlük Allah'ın, Peygamberinin ve inananlarındır."[11]

"Sizler daha üstün olduğunuz halde (düşman karşısında) gevşeyip de barış istemek durumunda kalmayın. Allah sizinle beraberdir.[12]

"Ey Peygamber! Allah sana ve sana uyan mü'minlere yeter. "[13] Yani Allah tek başına hem sana hern de sana uyanlara yeter. Artık P'nun yanın­da başka hiç kimseye ihtiyaç duymazsınız.                         

Bu son âyette iki olasılık vardır:                                   

1-  bağlacının kelimesini mecrûr kef harfine bağlamış ol­ması. Tercih edilen görüşe göre mecrur zamire, harf-i cer iade edilmeksizin atıf yapılması caizdir. Bunun örnekleri çoktur. Olamayacağı yolundaki şüp­heler çürüktür.

2-  bağlacının "yanında" anlamına gelen olması ve kelimesinin, mahal üzerine atfedilerek nasb mahallinde bulunması da mümkündür. Çünsana kâfidir" anlamındadır. Ya­ni Allah sana yeter ve sana uyanlara yeter. Nitekim Araplar der ki: "Sana ve Zeyd'e bir dirhem yeter." Şâir diyor ki:j"Harb çıkıp birlik bozulduğunda artık sana ve Dahhâk'e bir keskin Hind kılıcı yeter."

Bu ikisi, en doğru olasılıklardır.

3-  Üçüncü bir olasılık daha vardır: kelimesinin mübteda ol­mak üzere merfû bulunması. O zaman mana şöyle olur: "Sana uyan mü'-minlere de Allah yeter."

4-  Dördüncü bir olasılık daha vardır ki, anlam yönünden hatalıdır: kelimesinin merfû mahalde olup "Allah" ismine atfedilmiş olma­sı. O zaman ise mana şöyle olur: "Sana, Allah ile sana uyanlar yeter." Her ne kadar bazı insanlar âyetin bu anlamda olduğunu söylemişlerse de bu,  apaçık bir hatadır;  âyeti bu  anlama almak  caiz değildir.  Çünkü "yeterlilik" ve "kifayet" tevekkül, takva ve ibadette olduğu gibi yalnızca Allah'a ait kavramlardır. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Seni aldatmak ister­lerse bil ki, şüphesiz Allah sana yeter. Seni yardımıyla ve inananlarla des­tekleyen O*dur.[14]

Görüldüğü gibi Allah, yeterlilik ile destekleme arasını ayırmakta; ye-terii olmayı yalnız kendisine ait bir husus, desteklemeyi ise hem kendi yar­dımına, hem de kullarına ait bir husus olarak kullanmaktadır.

Allah Teâlâ, yalnız kendisinin yeterli olduğunu söyleyen tevhid ve te­vekkül sahibi kullarını öğmektedir. Buyuruyor ki: "insanlar onlara: '(Düş­manınız olan) İnsanlar size karşı bir ordu topladılar; onlardan korkun' dediklerinde bu onların imanını artırdı da: 'Allah bize yeter; O ne güzel vekildir' dediler.'[15] "Allah ve Rasûlü bize yeter" demediler. Öyleyse on­lar bu sözü söylemişler ve Rab Teâlâ bu sözlerinden dolayı onları öğmüşse Allah nasıl peygamberine: "Sana, Allah ve sana uyanlar yeter" demiş ola­bilir? Hz. Peygamber'e uyanlar, yalnız Rab Teâlâ'nın yeterli olduğunu söylemis ve bu konuda O'nunla Peygamberini ortak tutmamışlarsa nasıl olur da Allah onlarla kendisini Peygamberine yeterli olmada ortak tutmuş oia-bilir? Bu en imkânsız ve en olmaz şeydir.

Bu konuda bir başka örnek de şu âyettir:                       

"Şayet onlar, Allah ve Peygamberinin kendilerine verdiği şeylere razı olsalar ve: 'Allah bize yeter. O ve Peygamberi bol nimetinden bize verecek­tir. Biz gerçekten Allah'a gönül bağlayanlardanız' deselerdi...[16]

"Peygamber size ne verirse onu alın."[17] âyetinde de görüldüğü gibi Allah (örnek olarak aldığımız bu âyette) nasıl verme işini Allah ve Rasûlü-ne, yeterli olmayı ise yalnızca kendisine ait saymış, düşünün. "Allah ve Rasûlü bize yeter, deselerdi..." demeyip bunu yalnızca kendi hakkı say­mıştır. Nitekim "Biz gerçekten Allah'a gönül bağlayanlardanız." demiş, "Ve peygamberine" dememiş; gönül bağlamayı yalnızca kendine ait bir hak saymıştır. Nitekim bir âyette: "Öyleyse bir işi bitirdiğinde diğerine giriş. Ve yalnızca Rabbine gönül bağla.[18] Şu halde gönül bağlama, te­vekkül, inâbe (tövbe), yeterlilik kavramları tıpkı ibadet, takva ve secde gibi yalnız Allah'a ait kavramlardır. Adak ve yemin yalnız Allah Teâlâ adına yapılır.

Bir diğer örnek olarak da şu âyeti verebiliriz: "Allah, kuluna yeterli değil mi?'[19] kâfi, yeterli anlamındadır. Allah Teâlâ, tek bası­na kendisinin kuluna yeterli olduğunu haber vermektedir. Şu halde bu ye­terlilik işinde "Ona uyanlar" nasıl Allah'la beraber sayılabilir!? Bu sakat yorumun asılsızlığını gösteren deliller burada anlatılamayacak kadar çoktur.

Sözün özü; hidayet, felah ve kurtuluş nasıl ki Peygambere uyma dere­cesine göre elde edilir; tıpkı bunun gibi izzet ve şeref, kifayet (imdada ye­tişmek) ve zafer de ona uyma derecesine göre kazanılır. Allah Teâlâ iki cihan saadetini ona uymaya ve iki cihan bedbahtlığını da ona karşı gelme­ye bağladı. Artık hidayet-emniyet, felah ve izzet; kifayet ve zafer, yakınlık ve destek, dünya ve ahirette iyi yaşam onun yolundan gidenlerin; zillet ve alçaklık, korku ve sapıklık, hem dünyada hem ahirette rüsvâyhk ve bedbahtlık ona karşı gelenlerindir. Hz. Peygamber (s.a.) yemin ederek: "Herhangi biriniz beni çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz." buyurmuştur."[20] Allah Teâiâ da onu, baş­kasıyla aralarında çekiştikleri her konuda hakem tutup, sonra onun verdiği hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe ve onun hükmüne boyun eğmedikçe bir kimsenin inanmış olmayacağını yeminle söy­lemektedir .[21] Bir âyette de buyuruyor ki:

"Allah ve Peygamberi bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz.'[22]

Görüldüğü gibi Allah Teâlâ, kendisinin ve Peygamberinin verdiği hü­kümden sonra artık seçeneğin kalmadığını kesin oiarak belirtmektedir. Ar­tık Hz. Peygamber'in (s.a.) hükmünden sonra herhangi bir inanmış kimse­nin bir tercihte bulunması sözkonusu değildir. O emir verince, emir kesin­dir. Seçenek yalnızca O'ndan başkasının sözünde sözkonusudur. Tabiî ki, bu durumda O'nun emri gizli kalacak ve bu başka kimse O'nun emrini ve sünnetini bilen ilim adamlarından olacaktır. îşte bu şartlarla O'ndan başkasının sözü uyulabilir —uyulması zorunlu değil— olmaktadır. Hiç kim­senin O'ndan başka herhangi bir kimsenin sözüne uyması vacib (farz, zo­runlu) değildir; olsa olsa uyması caiz olur. O'ndan başkasının sözüne uy­masa ne Allah'a ne de Peygamberine âsi olmuş olur. Bütün mükelleflerin kendisine uymaları vacib, karşı gelmeleri haram ve herkesin sözünü O'nun sözünden dolayı terketmeleri vacib olan kişi nerde, şu nerde?! O'nun hük­mü yanında hiç kimsenin hükmü, O'nun sözü yanında hiç kimsenin sözü geçerli değildir. Nitekim O'nun kanun koyuculuğu yanında da hiç kimse­nin kanun koyucu olması düşünülemez .O'nun dışındaki herkesin O'nun emir ve yasaklarına uyması, emrettiği şeyleri yapıp yasakladığı şeylerden kaçınması vacibtir. Diğer kimseler yâlnızca tebliğci ve haberci olabilirler;

yeniden hüküm icad edici ve kanun koyucu olamazlar. Şu halde bir kimse kendi anlayış ve yorumlayışı çerçevesinde görüşler ileri sürer, kaideler orta­ya koyarsa ümmetin bunlara uyması ve davalarını bunlar çerçevesinde hal­letmeye çalışması vacib olmaz, ne zaman ki bunlar Peygamber'in getirdik­leriyle karşılaştırılır, aralarında mutabakat ve uyum bulunur ve Peygambe­rin getirdiği esaslar bu görüşlerin doğruluğuna tanıklık ederlerse o zaman kabul görürler; aralarında çelişki bulunursa bu görüşlerin reddedilmeleri ve bir kenara bırakılmaları vacib olur. Bunlar hakkında bu iki durumdan biri belirginleşmezse, çekimser kalınır. En iyisi ise bunlarla hüküm ve fetva verip vermemenin caiz olmasıdır. Vacip olması ve kesinleşmesi mümkün değil, olamaz.

Şüphesiz Allah Teâlâ, yaratma ve yaratıklar arasından beğenip seçme ( = ihtiyar) konularında tektir. O şöyle buyurmaktadır:

"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer.>[23]

Buradaki "seçme" sözü ile anlatılmak istenen, keîamcıların "Allah, fâtl-i muhtardır" sözlerinde işaret ettikleri "irade" değildir. Evet, Allah Subhanehu öyledir. Ancak buradaki "seçme" sözü ile anlatılmak istenen bu anlam değildir. Bu anlamdaki "seçme", âyetin "dilediğini yaratır" kıs­mında vardır. Çünkü Allah, ancak seçerek —ki bu "dilediğini" sözünde vardır— yaratır. Zira dilemek, seçme demektir. Buradaki "seçme" kelime­si ile anlatılmak istenen halis ve seçkin olanı seçme, tercih etmedir. Şu halde bu, yaratmadan sonraki bir seçimdir, seçmedir. Genel anlamdaki se­çim yaratmadan önceki seçim olup, en genel anlamlı ve en öncedir. Bura­daki ise daha özel anlamlı ve sonra olup yaratıklar arasından yapılan seç-medir. Birincisi yaratma için seçimdir.

İki görüşün en doğrusu "ve seçer" sözünde tam vakıf yapmaktır (dur­maktır). Bu durumda âyetin devamındaki şu kısım:olum­suzluk ifade eder. O zaman mana şu olur: "Onlar için bu seçim hakk yoktur." Bu yalnızca yaratana has bir iştir. Yalnız yaratan O olduğu gib yaratıklar arasından seçimde bulunan da yalnızca O'dur. O'ndan başkî hiç kimsenin yaratma ve seçme hakkı yoktur. Çünkü Allah Teâlâ yapacağı tercihin lâyık olduğu yerleri, rızasının bulunduğu mahalleri ve neyin seçil­meye lâyık olduğunu, neyin olmadığım en iyi bilendir. Bu konuda başkala­rı hiçbir yönden O'na ortak olamaz.

İşin gerçeğini bilmeyen tahsilsiz kimseler âyetin kıs­mındaki  nın ism-i mevsûl olup "seçer" fiilinin tümleci olduğunu savunmuşlardır ki, o zaman anlam şu olur: "Allah onlar için seçme hakkı bulunanı seçer." Bu birkaç yönden bâtıldır:

1- Bu durumda sıla cümlesi, âid zamiri içermez. Çünkü keli­mesi, nakıs fiilinin ismi olup merfû ve  de haberdir. O za­man anlam şöyle olur: "Onlar için seçme olan şeyi seçer." Böyle bir cümle kuruluşu söylemek imkânsızdır.

Soru: Âid zamirini mahzuf kabul ederek cümlenin tashihi mümkün­dür. Cümle şu şekilde düşünülebilir:

Bu durumda anlam şu olur: "Seçiminde onlar için seçme nan şeyi seçer.'

Cevap: Bu 3a bir başka yönden bozuktur .Çünkü bu âid zamirinin hazfi caiz olan yerlerden değildir. Zira âid zamiri, ancak anlam aynı kal­mak şartıyla, misliyle ism-i mevsûlün mecrur olduğu bir harf-i cer ile mec-rur olduğu zaman mecrur şekliyle hazfedilir. Meselâ şu âyet ve benzerlerin­de bu şartlar var olduğu için hazfedilmiştir:[24]

Arapça gramer açısından şöyle demek caiz olmaz:

2- Şayet bu anlam kastedilseydi  kelimesi mansub kılınır, sıla cümlesindeki fiil, ism-i mevsûle dönen bir zamirle iştigal edilirdi ve sanki şöyle demiş olurdu: "Onlar için seçim hakkı olan şeyin aynını seçer". An­cak böyle okuyan hiçbir kıraat imamı yoktur. Bu şekli varsayarak sözün tevcih edildiği de unutulmamalı.

3- Allah Teâlâ kâfirlerin seçim önerilerini ve kendileri için seçim hak­kının bulunmasını istemelerini hikaye ediyor, kendisinin tek olduğunu açık­lıyor. Nitekim başka bir yerde böyle buyuruyor:

"Bu Kur'an, iki şehrin birindeki bir büyük adama indirilmeli değil iniydi? dediler. Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya ha­yatında onların geçimliklerini aralarında Biz taksim ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık, Rabbinin rahme­ti, onların biriktirdikleri şeylerden daha iyidir.[25]

Görüldüğü üzere Allah Teâlâ, onların kendisine karşı seçimde bulun­malarını tanımamış ve haber vermiştir ki, onlar için böyle bir hak yoktur. Bu hak yalnızca onların aralarında nzik ve ecel müddetlerini de kapsayan geçimlerini taksim edene aittir. Yine aynı şekilde O, yapacağı seçimin (uy­gun) yerlerini ve kimin buna lâyık olup olmadığını da kendi bilgisine göre ayarlayarak lütuf ve ihsanını fazilet ehli arasında taksim edecektir. İnsan­ları birbirine göre dereceler bakımından üstün kılan, aralarında geçimlikle­rini ve tercih derecelerini taksim eden de O'dur. Bunları taksim eden baş­kası değil, yalnızca O'dur. İşte bu ayet de aynı şekilde yaratan ve tercihte bulunanın yalnızca Allah olduğunu ve O'nun yapacağı tercihin (uygun) yer­lerini en iyi bildiğini açıklamıştır. Nitekim bir âyette buyuruyor ki: "Onla­ra bir âyet geldiği zaman: 'Allah'ın peygamberlerine verilen bize de veril­medikçe inanmayız' derler. Allah, elçilik görevini nereye (kime) vereceğini daha iyi bilir. '[26] Yani Allah, peygamberlik ve elçilik vazifesi için hangi mahallin seçilmesi, yükseltilmesi ve tahsis edilmesinin diğerlerine göre daha uygun olacağını en iyi bilir.

4- Allah Teâlâ, onların ortak olmalarından doğacak teklif ve tercih etme haklarından kendisini uzak tutmuş ve: "Onlar için seçim hakkı yok­tur. Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir ve yücedir. "[27] bu­yurmuştur. Onların ortak koşmaları, O'ndan başka bir yaratıcı kabullen­meyi gerektirmeli ki, Allah kendisini bundan uzak tutsun. Bunu iyi düşün. Çünkü son derece ince bir mesele.

5- Bu âyetin benzerleri:

a) Allah Teâlâ "Sizlerin Allah'ı bırakıp taptıklarınız gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa o şeyi ondan kurtaramazlar. İsteyen de, istenen de âciz! Allah'ı gereği gibi takdir edemediler. Şüphesiz Allah, kuvvetli ve güçlüdür." buyuruyor; ar­dından da: "Allah, meleklerden ve insanlardan elçiler seçer. Doğrusu, Al­lah işitir ve görür. O, geçmişlerini ve geleceklerini bilir. Bütün işler sonun­da yalnız Allah'a dönecektir.[28] diyor.

b)   "Rabbin  gönüllerinin  gizlediklerini  de,   açığa  vurduklarını bilir.'[29]

c) "Allah, elçilik görevini nereye (kime) vereceğini daha iyi bilir. "[30]

Bütün bu âyetlerde Allah Teâlâ, kendisinin tercih ettiği mahalleri {ah-sis etmesi anlamını taşıyan bilgisi ile o yerleri tahsis ettiğini, çünkü yalnızca o yerlerin tahsise uygunluğunu bildiğini haber vermektedir. Bu âyetlerde sözün akışını düşünürsen bu anlamı kendi anlamına ek olarak ihtiva ettiği­ni göreceksin. En iyi bilen Allah'tır.

6- Bu âyet (Kasas: 28/68), şu âyetin peşinde verilmiştir: "O gün Allah onlara (müşriklere) seslenir: Peygamberlere ne cevap verdiniz? der. O gün, haberler onlara görünmez olur, verilecek cevapları kalmaz; artık birbirleri­ne de soramazlar. Fakat kim tevbe eder, inanır, yararlı işler yaparsa, kur­tuluşa erenler arasında olması umulur, Rabbin dilediğini yaratır ve se­çer. [31] Onları yaratan yalnızca Allah Teâlâ olduğu gibi, onlar arasın­dan tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapanları da O seçer. Böylece onlar, Allah'ın hoş kullan, hayırlı yaratıkları olurlar. Bu seçim lâyık olanlar için olup, Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmetine dayanır; yoksa o müşriklerin seçim ve önerilerine değil. Allah, müşriklerin ortak tuttuklarından münezzehtir, yücedir. [32]

 

B) YARATIKLARINDAN SEÇMESİ

 

Şu yaratıkların hallerini düşünürsen, onlar arasındaki bu seçim ve tah­sisin Allah Teâlâ'nın Rabhğını, birliğini, hikmet, ilim ve kudretinin son­suzluğunu, O'nun yalnızca kendisinden başka bir tanrı bulunmayan Allah olduğunu, O'nun ortağı bulunmadığını, istediği gibi yarattığını, istediği gi­bi seçtiğini, istediği gibi idare ettiğini gösteren bir delil olduğunu görürsün. Eseri şu âlemde görülen bu seçim, bu idare ve tahsis O'nun Rab olduğu­nun en muazzam delillerinden; birliğini, kemal sıfatlarını ve peygamberle­rinin doğruluğunu gösteren en büyük şahitlerdendir. Şimdi ateşine karşı daha uyarıcı ve daha başkalarına götürücü olması için bunların birazına işaret etmeye çalışacağız: [33]

 

1— Göklerden Seçmesi:

 

Allah, göğü yedi kat yarattı. Bunlar arasından en yücesini seçti/ Orası­nı mukarrab meleklerinin karargâhı yaptı. Kürsî'sine ve Arş'ına yakın seçti ve yaratıklarından dilediğini oraya yerleştirdi. Şu halde bu gök katının di­ğer göklere göre bir meziyet ve üstünlüğü vardır. Hiçbir şey olmasa Allah Teâlâ'ya yakınlığı yeter.

Göklerin maddesinin eşitliği yanında bu üstün kılma ve tahsis, O'nun kudret ve hikmetinin sonsuzluğunu, dilediğini yaratıp seçtiğini gösjeren en açık delillerdendir. [34]

 

2—  Cennetlerden Seçmesi:

 

Allah Teâlâ'nin Firdevs Cennetini diğer cennetlerden üstün kılması ve onu Arşı'nın tavanı yaparak tahsis etmesi de bunlardan biridir.[35] Âsâr'-ın birinde denilmektedir ki: "Firdevs cennetinin fidanlarını Allah Teâlâ kendi eliyle dikti ve orasını hayırlı halkı için seçti." [36]

 

3—  Meleklerden Seçmesi:

 

Cebrail, Mikâil ve İsrafil gibi seçkin melekleri diğerleri arasından seç­mesi de bu kabildendir. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle dua ederdi:

"Cebrail, Mikâîİ ve İsrafil'in Rabbi, göklerin ve yerin yaratıcısı, gizli­yi, aşikârı bilen Allah'ım! Ayrılığa düştükleri konularda kulların arasında Sen hükmedersin. İzninle hak yolunda ayrılığa düşüldüğünde beni doğruya ulaştır. Şüphesiz Sen dilediğini doğru yola eriştirensin. [37]

Melekler arasından bu üçünü, onların kamilen seçkin özel yerleri ve Allah'a yakınlıkları bulunduğu için anmıştır. Oysa göklerde onlardan baş­ka nice melekler vardır; ama bu üçten başkasının adını anmamıştır. Cebra­il, kalblerin ve ruhların sayesinde hayat bulduğu vahyi getiren melektir. Mikâil, yeryüzünün, hayvanların ve bitkilerin hayatı olan yağmuru yağdı­ran melektir. İsrafil, Sûr'a üfleyecek melektir; Sûr'a üfleyince onun üfle­mesi Allah'ın izniyle ölüleri diriltecek ve onları kabirlerinden çıkartacaktır. [38]

 

4— Peygamberlerden Seçmesi:

 

Ahmed'in, Müsned'de ve İbn Hibbân'in Sahih'dc Ebu Zer'den aktar­dıkları bir hadise göre Hz. Âdem'in (a.s.) soyundan sayıları yüz yirmi dört bin olan nebîleri ve onlar arasından da sayıları üç yüz on üç olan rasûlleri seçmesi de bu kabildendir. [39]Ayrıca bu rasûller arasından ülulazm diye adlandırılan, Ahzâb ve Şûra sûrelerinde geçen şu beş peygamberi seçmesi de böyledir:

"Hani peygamberlerden söz almıştık. Ey Muhammedi Senden, Nuh'-dan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan sağlam bir söz almı­şızdır. [40]

"Allah, Nuh'a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur. Sa­na vahyetük; İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya da buyurduk ki: 'Dini ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin'.[41]

Allah bu ülulazm peygamberlerden de iki dostu İbrahim ve Muham-med'i seçti. Allah onlara ve ailelerine salat ve selâm eylesin. [42]

 

5— Âdemoğullanndan Seçmesi:

 

Âdemoğulları soyundan îsmail soyunu seçmiştir. Onlar arasından da Huzeyme'den olan Kinane oğullarından Kureyş'i. Kureyş'ten Hâşijnoğullarını, HâşimoğuHarından da Âdemoğullannın efendisi Hz. Muhammed'i (s.a.)

seçti.[43]

 

6— Ashabtan Seçmesi:

 

Yine Allah, âlemler içinde Hz. Muhammed'in (s.a.) arkadaşlarım (as­habını), onlar içinden ilk önce iman edenleri, onlar arasından Bedir savaşı­na katılanları ve Rıdvan bey'atında bulunanları seçmiştir. Onlar için en mükemmel dini, en üstün şeriatı ve en temiz en hoş en pak huylan seçmiştir. [44]

 

7— Ümmetlerden Seçmesi:

 

Hz.Muhammed'in (s.a.) ümmetini diğer ümmetlere tercih etmiştir. Ni­tekim İmam Ahmed'in Müsned'mâç ve diğer hadis kitaplarında Behz b. Hakim b. Muaviye b. Hayde —babası— dedesi yoluyla aktarıldığı üzere, Allah Rasûlü (s.a.) buyurdular ki: "Siz yetmiş ümmete bedelsiniz. Siz, Al­lah katında onların en hayırlı ve en değerlisisiniz".[45] Ali b. el-Medinî ve Ahmed: "Behz b. Hakim'in babası ve dedesi aracılığıyla aktardığı hadis sahihtir." demişlerdir.

Bu seçimin eseri, onların davranışlarında, ahlâklarında, tevhid inanç­larında, cennetteki konak yerlerinde ve kalacakları makamlarında ortaya çıkmaktadır. Zira bu ümmet diğer insanlardan daha yukarıda, daha üstte bir tepe üzerinde olacak ve onlara o tepeden bakacaktır. Tirmizî'de Bürey-de b. Husayb el-Eslemî'den rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.): "Cennet halkı, yüz yirmi sıradır. Sekseni bu ümmetten, kırkı da diğer üm­metlerdendir." buyurdu.[46]Tirmizî: "Bu hadis hasendir." diyor. Sahih-i Müslim'de Cehenneme gönderilenler konusunda Ebu Saîd el-Hudrî'den ge­len bir hadiste Hz.Peygamber (s.a.):  "Canım elinde olan Allah'a yemin

ederim, gerçekten ben sizin cennet halkının yarısı olmanızı çok ümit ediyo­rum." buyurdu[47] ve bundan fazlasını söylemedi. Ya bu hadis daha sa­hihtir demeli, ya da Hz. Peygamber (s.a.) ümmetinin cennet halkının yarısı olmasını istedi, bunun üzerine Rabbi ona ümmetinin yüz yirmi saflık cen­net halkının seksen safını oluşturacağını bildirdi .[48] Şu halde iki hadis ara­sında bir çelişki yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.

Allah'ın bu ümmete, başka ümmetlere bağışlamadığı ilim ve hilimi (yumuşak huyluluk) bağışlamış olması da bu ümmeti, Cenab-ı Hakk'ın üs­tün ve seçkin kıldığını gösterir. Bezzar'ın Müsned'indç ve diğer bazı hadis kitaplarında rivayet edildiğine göre Ebu'd-Derda diyor ki: Ebu'l-Kasim'ın (s.a.) şu hâdiseyi anlattığını işittim: "Allah Teâlâ, Meryem oğlu İsa'ya: Ben, senden sonra bir ümmet göndereceğim. Onlar başlarına sevdikleri bir-şey gelse hamdedip şükrederler. Başlarına hoşlanmadıkları birşey gelse — hilim ve ilim bulunmadığı halde— sevabını benden bekleyip sabrederler, buyurdu. İsa: Rabbim! Hilim ve ilim bulunmadığı halde bu nasıl mümkün olabilir? diye sordu. Allah Teâlâ; Ben onlara kendi hilim ve ilmimden ve­receğim, buyurdu.[49]

 

8— Beldelerden Seçmesi:

 

Mekânların, beldelerin en hayırlısı ve en şereflisi Haram ke)'yi tercih edip seçmesi de bu cümledendir.

a) Zira Allah Teâlâ, bu şehri Peygamber'i (s.a.) için seçmiş ve kullan için ibadet yeri yapmış, uzak-yakın her yandan oraya gelmelerini farz kıl­mış ve oraya ancak mütevazı alçak gönüllü, niyaz ederek, yalvarıp yakara-rak, başlarını açarak ve dünya ehlinin elbiselerinden soyunarak (kefeni an­dıran ihrama bürünerek-Ş.Ö.) girebilirler. Allah bu beldeyi güvenli ve kut­lu (=Harem) bir bölge kılmıştır. Orada kan dökülmez, ağaç kesilmez, av kovalanmaz, yeşil ot kopanlmaz ve bulunan bir mal mülk edinmek için alınmaz; alınırsa yalnız ve yalnız ilan etmek için alınır.

b)  Oraya gitmeye niyetlenmek, geçmiş günahları örtbas eden, suçlan silen ve hataları gideren bir sebep kılınmıştır. Nitekim Sahihayn'da. Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.): "Bir kimse Bey-tullah 'a gelir ve hac esnasında fena sözler söylemez, günah işlemezse gü­nahlarından arınarak annesinden doğduğu gibi hacdan döner." buyurmuş­tur.[50] Allah oraya niyetlenen kimse için cennetten öte bir şeye razı olma­mıştır. Sünen'de Abdullah b. Mes'ûd'dan (r.a.) rivayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü {s.a.): "Hac ve umreyi ardarda yapın (yani haccettiğinizde umre yapın; umre yaptığınızda hac da yapın). Çünkü hac ve umre fakirliği ve günahları tıpkı körüğün demir, altın ve gümüşün cürufunu temizlediği gibi temizler. Kusursuz ifâ edilen makbul (=mebrûr) bir haccın cennetten öte bir sevabı yoktur." buyurmuştur.[51] Sahihayn'âa Ebu Hureyre'den nakledilen bir hadiste ise Allah Rasûlü (s.a.) buyuruyor ki: "Bir umreden diğer umreye kadar bu arada işlenen günahlara (son umre) keffarettir. Ku­sursuz ifâ edilen makbul bir haccın mükâfatı ise ancak cennettir.)[52]

Şayet Emin Belde (Mekke), Allah'ın en hayırlı beldesi onun en sevdiği şehri ve beldeler arasından seçtiği belde olmasaydı oranın arazisini kulları için ibadetgâh yapmazdı. Oysa oraya niyetlenmeyi kullarına farz kılmış, bu ibadeti İslâm'ın en güçlü farzlarından saymış ve yüce Kitabının iki ye­rinde bu belde adına yemin etmiştir: 1- "Ve şu Emin Belde'ye yemin olsun ki..."[53] 2- "Hayır, hayır. Şu beldeye yemin ederim ki...'[54] Yeryüzün­de, her gücü yetenin kendisinde bulunan bir eve koşması ve orasını tavaf etmesi farz olan bir mıntıka daha yoktur. Yine yeryüzünde, Hacer-i Esved ve Rükn-i Yemani dışında öpülmesi ve selâmlanması meşru olan, günahla­rın ve hataların silindiği başka bir yer yoktur.

c)   Hz.Peygamber'den (s.a.) gelen sağlam bir rivayete göre Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz, diğer yerlerde kılman yüz bin namaza bedel­dir. Sünen-i Nesâî i!e Müsned'de sahih isnâdla Abdullah b. Zübeyr'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.): "Şu mescidimde kılman bir namaz, —Mescid-i Haram dışında— diğer mescidlerde kılınan bin namaz­dan daha faziletlidir. Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz ise şu mesci­dimde kılınan namazdan yüz kat daha faziletlidir. " buyurmuştur[55]. Ha­disi İbn Hibbân da Sahihimde rivayet etmiştir. Bu hadis de açıkça gösteri­yor ki, Mescid-i Haram genel olarak bütün yeryüzünün en üstün bölgesi­dir. Bu yüzden hazırlık yapıp ona doğru yola çıkmak farz olduğu haide, diğerleri için yola çıkmak müstehabtır, farz değildir. Müsned, Tirmizî ve Nesâî'de rivayet edildiğine göre Abdullah b. Adiy b. el-Hamra, Allah Ra-sûlü'nün (s.a.) Mekke'nin Hazvera semtinde devesi üzerinde: "Vallahi, şüp­hesiz sen (ey Mekke), Allah'ın arzının en hayırlısısın ve Allah'ın arzının, Allah katında en sevimlisisin. Senden çıkartılmasaydım gerçekten çıkmaz­dım." dediğini işitmiştir. Tirmizî: "Bu hadis, hasen, sahihtir." diyor.[56]

d)  Hatta bütün yeryüzü halkının kıblesi olması da onun hususiyetle-rindendir. Yeryüzünde ondan başka bir kıble yoktur.

e)  Yine tuvalet yaparken oraya doğru arkayı ve önü çevirmenin haram olması da onun özelliklerinden biridir; yeryüzünün diğer bölgeleri için böy­le bir şey sözkonusu değildir. Bu meseledeki en doğru görüşe göre, başka yerde zikredilen on küsur delilden dolayı açık olanla bina içinde olma ara­sında bu konuda bir fark yoktur.

0 Mescid-i Haram'm yeryüzünde ilk inşa edilen mescid olması da Mek­ke'nin bir diğer hususiyetidir. Nitekim Sahihayn (Buharî ve Müslim'in Sa­hih adlı hadis kitapların)'da rivayet edildiğine göre Ebu Zer diyor ki: "Al­lah Rasûlü'ne (s.a.) yeryüzünde ilk inşa edilen mescidi sordum: 'Mescid-i Haram'dır', cevabım verdi. 'Sonra hangisi?'diye sordum; 'Mescid-i Aksa'dır' karşılığını verdi. 'Aralarında ne kadar vardır?' şeklindeki sorumu da: 'Kırk sene' diye cevapladı.[57]

Ne kastedildiğini anlamayanlara bu hadis bir mesele oldu. Dediler ki:  

"Malum, Mescid-i Aksâ'yı yapan Hz. Davud'un oğlu Hz. Süleyman'ındır. Onunla Hz. İbrahim arasında ise bin seneden daha fazla zaman farkı var­dır." Bu sözler, söyleyenin cehaletini gösteriyor. Zira Hz. Süleyman, Mescid-i Aksa'yı yalnızca yenilemiştir, baştan kurmuş değildir. Hz. İbrahim'in Ka­be'yi yapmasından bu kadar zaman geçtikten sonra onu kuran, tesis eden Hz. İshak'ın oğlu Hz. Yakub'tur. Allah her ikisine ve ailelerine salât ü selâm eylesin.

g) Mekke'nin üstünlüğünü gösteren delillerden birisi de şudur: Allah bu şehrin, ümmü'l-kurâ- şehirlerin anası olduğunu haber vermiştir[58]. Bü­tün şehirler ona tâbi ve onun bir uzantısıdır. O, şehirlerin kökenidir. Bu yüzden şehirler içinde ona denk bulunmaması gerekir. Nasıl ki Hz. Pey­gamber (s.a.), Fatiha'nm Ümtnü'l-Kur'an^Kur'an'ın anası olduğunu ha­ber vermiştir' [59]bu yüzden diğer ilâhî kitaplarda ona denk olacak bir sû­re yoktur.

h) İhtiyaçları sürekli yenilenenler dışındaki kimselerin oraya ihramsız girmelerinin caiz olmaması da bir diğer hususiyetidir. Hiçbir şehir bu mezi­yette ona ortak olamaz. Bu meseleyi insanlar İbn Abbas'tan (r.a.) almış­lardır. Merfû hadis olmaya elverişli olmayan bir senedle İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre: "Hiç kimse Mekke'ye —ister ora halkından olsun, isler olmasın— ihramsız giremez." Bu rivayeti Ebu Ahmed b. Adiy kay­detmiştir. Ancak seneddeki Haccac b. Ertât ve ondan önceki diğer bir râvi zayıf râvilerdendir.

Bu konuda fakihlerin üç görüşü vardır:

1.  Olumsuz (hiç kimse ihramsız Mekke'ye giremez),

2.   Olumlu (İhramsız Mekke'ye girilebilir),

3.   Mîkatlar[60] içinde olanlarla, mîkatlar gerisinde kalanlar arasında

fark gözetilir: Mîkatlar ötesinde kalanlar oraları ihramsız geçemezler; taraflarda olanlar ise, Mekke halkı hükmündedirler. Bu görüş Ebu Hanî-J fe'nindir.  İlk iki görüş ise Şafiî ve Ahmed'e aittir.

i) Mekke'de günah işlemeyi kafada tasarlayıp kuran kimse, tasarladı-! ğını yapmasa da cezalandırılır. Allah Teâlâ buyuruyor ki:

"Kim orada (Mescid-i Haram'da) hak yoldan saparak zulmetmek -l terse (yani tasarlarsa) can yakan bir azabdan ona tattırırız.[61] Burada! isteme (irade) fiili nasıl bâ edatı ile geçişli yapıldı, bir düşün. 1 "Şöyle yapmak istedim." dendiğinde bu cümle mutlaka  "tasarlajj di, kafasında kurdu' fiilinin anlamını taşıdığından "şöyle yapj mayı tasarladım" denilir. Görüldüğü gibi Allah Teâlâ, orada zulmetmeyi tasarlayan kimseyi, can yakan azabı tattırmakla tehdit etmektedir.       

Orada işlenen günahların niceliklerinin değil de miktarlarının kat kal artırılması da bundandır. Zira işlenen bir kötülüğün karşılığı bir günahi ancak büyük bir günahtır. Cezası da ona denktir. Küçük günahın cezasjj da kendisine denktir. O halde Allah'ın Harem'inde, beldesinde ve arzı üzejjj rinde işlenen bir günah, yeryüzünün diğer taraflarından birinde işlenen güj nahtan daha kuvvetli ve daha büyüktür. Bu yüzdendir ki, hükümdara, hat] kim olduğu ülkede isyan eden kimse, ona yurdundan ve ülkesinden uzak; bir yerde isyan eden kimse gibi değildir. İşte günahların katlanması konu| sundaki tartışmanın çözümü budur. En iyi bilen Allah'tır.

Bu üstün kılma ve seçimin sırrı, gönüllerin bu Emin Belde'nin cazib sine kapılmasında, kalblerin onu arzulamasında, ona meyletmesinde ve mu| habbet göstermesinde ortaya çıkmaktadır. Bu beldenin kalbleri çekimi, mık| natısın demiri çekiminden daha muazzamdır. Şairin şu beytine en uygui düşen odur:

"Onun güzellikleri, her türlü güzelliğin ilk maddesi ve erkeklerin gö nüllerinin mıknatısıdır."

Bundan dolayı Allah Teâlâ onun insanlar için bir toplanma yeri o ğunu haber vermiştir. Yani ardı arkası kesilmeksizin her sene her ülkeden gelen insan, orada toplanır, ama bir daha arzulamayacak şekilde gönülleri­nin susuzluğunu gidermiş olmazlar. Aksine ne kadar çok ziyaret etseler, o kadar çok iştiyakları artar.

"Görünce göz onu, bakmaktan vazgeçmez. Yeniden döner ona müştak olarak göz."

Onun yolunda öldürülen, çılgına dönen, yaralanan niceleri vardır. Onun sevgisi uğrunda nice mallar, nice canlar feda edilmiştir. Âşık, önündeki türlü türlü korkulu yerleri, tehlikeleri, sarp engelleri ve zorlukları karşısına alarak ciğerparelerinden, ailesinden, dostlarından, vatanından ayrılmaya razı olmuş; bunların hepsinden zevk alıyor; lezzet duyuyor; kalblerinde muhab­bet sultanı taht kursa bütün bunları tatlı, lüks ve lezzetli nimetlerden daha hoş buluyor.

"Sevgilisi hoşnut olduğu halde, onun verdiği sıkıntıyı azap sayan âşık değildir."

İşte bütün bunlar, "evimi temiz tut" âyetinde[62] Allah Teâlâ'nın onu kendisine izafe etmesinin sırrıdır. Bu özel izafet, şu tazim, saygı ve muhab­betten icap ettiği kadarını icap ettirmiştir. Nitekim kulunu ve Rasülünü de kendisine izafe etmesi de bunlardan icap ettirdiği kadarını icap ettirmiş­tir. Yine aynı şekilde mü'min kullarını kendisine nisbet etmesi de onlara haşmet, muhabbet ve ağırbaşlılıktan giydireceğini giydirmiştir. Rab Teâlâ'­nın kendisine izafe ettiği herşeyin başkalarına karşı —seçip ayırmayı icap ettiren— bir üstünlüğü ve ayrıcalığı vardır. Sonra Allah, ona bu izafet sayesinde başka bir üstünlük ve izafetten önce var olana ilave olarak bir tahsis ve bir azamet giydirir. Asıl maddeler, davranışlar, zamanlar ve me­kânlar arasında eşitlik görenler bu manayı anlamaya muvaffak olamadılar ve hiçbir şeyin diğer birşeyden üstün -olamayacağını ve bunun tercih edici bulunmaksızın yapılan kuru bir tercih olacağını iddia etmişlerdir. Bu gö­rüş, buranın dışında başka bir yerde kaydettiğim kırkı aşkın sebepten dola­yı bâtıldır. Bu bâtıl görüşü şöyle bir zihinde düşünmek bile onun saçmalı­ğını anlamaya yeter. Bu görüş ki, zorunlu neticesi şudur: Peygamberlerin zatları hakikaten düşmanlarının zatları gibidir. Üstünlük olsa olsa başka­sında bulunmayan meziyet ve sıfatlara bakarak zatların seçimini ilgilendir­meyen bir durumdan dolayıdır. Aynı şekilde mevkilerin kendileri de zat itibariyle birdir; birinin diğerine asla üstünlüğü yoktur. Üstünlük yalnızca orada yapılan salih amellerden dolayıdır. O halde Beytullah'm Mescid-i Harâm'ın, Minâ'nın, Arafat'ın ve Meş'ar-ı Haram'ın mevkilerinin yeryü­zünün adım saydığımız herhangi bir bölgesine üstünlüğü yoktur. Üstün tut­mada yalnızca bölge dışında ve ne ona, ne de orada bulunan bir vasfa ait olmayan bir durum gözönüne alınır...

Allah Teâlâ, bu bâtıl görüşü şu âyetle reddetmiştir: "Onlara bir âyet geldiği zaman: Allah'ın peygamberlerine verilen bize de verilmedikçe inan­mayız, derler. Allah, elçilik görevini nereye (kime) vereceğini daha iyi bi-lir. [63] Yani herkes, O'nun elçiliğini yüklenmeye ehil ve uygun değildir. Aksine bu işin özel mahalleri vard.r, ancak oralara lâyık olur ve ancak oralara uygun düşer. Allah bu mahalleri sizden daha iyi bilir... Şayet bun­ların dediği gibi varlıkların zatları birbirine eşit olsalardı burada onlara bir reddiye sözkonusu olmazdı. Aynı şekilde şu âyetle de Allah Teâlâ bu görüşü reddetmektedir: "İşte böylece: Allah aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu? demeleri için onları birbiriyle sınadık. Allah şükredenleri en iyi bilen değil midir?[64]Yani Allah Teâlâ verdiği nimete şükredeni daha iyi bilir ve onu şükretmeyenden ayırarak ona hassaten ihsanda bulunur ve iyilik eder. Her mahal, O'nun şükrün karşılığını vermesine, yapacağı ihsa­nı yüklenmeye ve hâsseten ikramda bulunmasına uygun değildir.

Allah'ın seçip ayırdığı asıl maddeler, mekânlar, şahıslar vs.'nin zatları kendileriyle var olan ve başkalarında bulunmayan birtakım sıfatlara ve du­rumlara sahiptirler; Allah onları bunlardan dolayı süzüp ayırmıştır. Bu sı­fatlarla onları üstün kılan ve seçim yapmakla onlara özel bir kıymet veren Allah Teâlâ'nın kendisidir. İşte yaratması ve işte seçim! "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer.[65] Bir görüş ki; Beytullah,'ın yerinin diğer mekânlara, Hacer-i Esved'in zatının diğer taşlara, Allah Resulünün (s.a.) zatının diğer insanların zatlarına eşit olduğunu, bu şeylerdeki üstünlüğün yalnızca zatla­rı dışındaki birtakım durumlarda ve onlarla var olan sıfatlarda bulunduğu­nu ileri sürüyor... Bâtıl olduğuna bundan daha açık delil mi olur! Bu ve benzeri görüşler kelâmciların şeriata karşı işledikleri ve şeriat bundan ma­sum iken ona nisbet ettikleri cinayetlerdendir. Zatların genel bir durumda müşterek olmalarından daha fazla tutunabilecekleri bir delilleri yoktur. Bu da öz itibariyle ( = hakikat'te) eşit olmalarını gerektirmez. Çünkü muhtelif şeyler, özlerine ait sıfatlarda ayrılmakla birlikte genel bir durumda birleşe-bilirler. Allah Teâlâ asla, misk'in zatı ile idrarın zatını, suyun zatı ile ateşin zatını birbirine eşit yaratmamıştır. Şerefli mekânlarla zıtları ve üstün zat­larla zıtları arasındaki bu açık fark, buradaki farktan çok daha muazzam­dır. Hz. Musa'nın (a.s.) zatı ile Firavun'un zatı arasındaki fark misk ile dışkı arasmdakinden daha büyüktür. Aynı şekilde Kabe'nin kendisi ile sul­tanın sarayı arasındaki fark da buradaki farktan çok daha muazzamdır. O halde orada yapılan ibadetlere, çekilen zikirlere, edilen dualara bakarak iki yer, nasıl özde ve üstünlükte eşit tutulabilir?!

Burada biz bu rezîl ve çürütülmüş görüşü etraflıca çürütmeyi kastet­medik. Amacımız, onu tasvir etmekti. Karar vermek akıllı, zeki ve âdil kimseye kalmış. Allah ve O'nun kulları başka hiçbir şeye kıymet vermez. Allah Teâlâ, seçmeyi ve üstün kılmayı gerektiren bir mana olmaksızın hiç­bir şeyi seçmez. Üstün kılmaz ve tercih etmez. Evet, bu tercih sebebini veren, bağışlayan O'dur. Onu yaratan, yarattıktan sonra seçen de O'dur. Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. [66]

 

9— Günlerden ve Aylardan Seçmesi:

 

Günleri ve ayları birbirine üstün kılması da Allah'ın seçim yaptığım gösteren bir delildir.

a) Allah katında en hayırlı gün kurban günü ( = kurban bayramının ilk günü)dür. Bu gün en büyük hac günüdür. Nitekim Sünen* de rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.): "Allah katında en faziletli gün kurban günüdür; sonra (kurbanın ikinci günü olan) yevmü'l-karr'dtr." bu-yurmuştur[67]. Arefe gününün ondan daha faziletli olduğu söylenmiştir ki, Şâfiîlerce tanınan görüş budur. Diyorlar ki: "Zira bu gün en büyük hac

günüdür. Bu günde tutulan oruç iki senelik günaha keffaret olur[68]. Al­lah, kullarını arefe gününde cehennemden âzâd ettiği kadar, başka hiçbir günde —o kadar çok— âzâd etmemiştir'[69]'. Çünkü o gün Allah kullarına yaklaşır, sonra meleklerine mevkıf ehli (Arafat'ta vakfe yapanlar) ile Övü­nür." Doğrusu birinci görüştür. Zira bunun delili olan hadisle çelişen ona karşı koyabilecek hiçbir hadis yoktur. Doğrusu şu âyetten dolayı en büyük hac günü, kurban günüdür. "En büyük hac günü, Allah ve Peygamber'! insanlara Allah ve Rasûlünün müşriklerden uzak olduğunu ilan eder-ler.[70]. Sahihayn'daki bir hadiste sabittir ki, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali —Allah onlardan razı olsun— bu ilanı arefe günü değil, kurban günü yap-tılar[71]. Ebu Davud'un Sünen'inde en sahih senedle rivayet edildiğine gö­re Allah Rasûlü (s.a.): "En büyük hac günü, kurban günüdür." buyur-muştur[72]. Ebu Hureyre ve bir gurup sahabî de aynı şeyi söylemişlerdir.

Arefe günü, kurban gününün öncesinde, onun bir mukaddimesi niteliğinde­dir. O gün Arafat'ta vakfe yapılır. Allah'a yalvarıp niyaz edilir, tevbe edi­lir, yakarılır, af dilenir. Ondan sonra gelen kurban günü ise huzura çıkılıp, ziyaret yapılır. Bundan dolayı o gün yapılan tavafa "ziyaret tavafı" adı verilmiştir. Çünkü hacılar, arefe günü günahlarından temizlenmiş oldukla­rından Rableri onlara kurban günü kendisini ziyaret ve evinde huzuruna çıkma izni vermiştir. Kurban kesimi, baş tıraşı, şeytan taşlama ve hac fiil­lerinin büyük bir bölümü bu sebeple o günde yapılır. Arefe günü yapılan­lar ise bu gün öncesinde yapılan temizlenme ve yıkanma gibidir.

b) Zilhicce ayının (ilk) on gününün diğer günlere üstün kılınması da böyledir. Zira bu günler Allah katında en faziletli günlerdir. Sahih-i Buha-rî'de İbn Abbas'tan —Allah ondan ve babasından razı olsun— rivayet edil­mektedir ki: "Allah Rasûlü (s.a.); Salih amelin Allah katında bu on gün­den daha sevimli olduğu günler yoktur, buyurdu. Allah yolunda cihad da mı? diye sordular. Evet, Allah yolunda cihad da. Ancak bir adam ki, canı­nı malını ortaya koyup cihada çıkıyor, sonra bunlardan hiçbir şeyle geri dönmüyor. İşte bu müstesna, karşılığını verdi."[73]. Allah'ın kitabında: "Tan yerinin ağarmasına ve on geceye and olsun. .."[74] diyerek adlarına yemin ettiği on gün işte bunlardır. Bu sebeple o günlerde bol bol tekbir getirmek "Lâ ilahe illallah" ve "Elhamdülillah" demek müstehabtır. Ni­tekim Hz. Peygamber (s.a.): "O günlerde bol bol tekbir getirin; Lâ ilahe illallah ve Elhamdülillah deyin." buyurmuştur.[75] Bu günlerin diğer gün­lere nisbeti, hac vazifesinin ifâ edildiği yerlerin diğer mevkilere nisbeti gibidir.

c) Ramazan ayının diğer aylara ve bu ayın son on gecesinin diğer gece­lere; kadir gecesinin bin geceye üstün kılınması da böyledir.

Soru: Hangi on gün —Zilhicce'nin (ilk) on günü mü, yoksa Rama-zan'ın son on günü mü— daha faziletlidir? Kadir gecesi mi yoksa İsrâ (ve Mİrac) gecesi mi, daha faziletlidir?

Cevap: Birinci soruyu-ele alalım. Bu konuda "Ramazan'm son on gecesi Zilhicce'nin (ilk) on gecesinden; Zilhicce'nin on günü, Ramazan'm on gününden daha faziletlidir." demek doğru olur. Bu açıklama sayesinde problem ortadan kalkar. Bunu gösteren delil de şudur: Ramazan'm on gecesi gecelerden biri olan Kadir gecesi itibariyle üstün kılınmıştır. Zilhic­ce'nin on günü ise günleri itibariyle üstün kılınmıştır. Çünkü kurban günü,

arefe günü ve tevriye günü[76] bu günler arasındadır.

İkinci soruya gelince; Şeyhülislâm İbn Teymiye'ye —Allah ona rah­met etsin— sordular: Adamın biri: "İsra gecesi, Kadir gecesinden daha faziletlidir" diyor, bir diğeri de: "Hayır, Kadir gecesi daha faziletlidir" diyor. Şimdi hangisi isabetlidir?

Cevaben dedi ki: Allah'a hamdoîsun. "İsra gecesi, Kadir gecesinden daha faziletlidir" diyen bu sözüyle Hz. Peygamber'ın (s.a.) isrâ buyurul­duğu (Allah tarafından bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya gö­türüldüğü) gece ve her sene bu güne rastlayan geceler Hz. Muhammed (s.a.) ümmeti için Kadir gecesinden daha faziletli olup bu yüzden bu gece­de kılınacak namaz ve yapılacak dua Kadir gecesindekinden daha faziletli­dir, demek istemişse bu bâtıldır, bunu hiçbir müslüman söylememiş ve bu­nun çürüklüğü İslâm dininde baştan beri yaygın ve muttasıl olarak bilin­mektedir. İsra gecesi muayyen olduğunda durum böyle. Oysa ne hangi ay­da, rie hangi on günde ne de belli hangi günde olduğunu gösterir bilinen bir delil vardır, ya bu durumda ne demeli?! Bu konuda aktarılan rivayetler (sened itibariyle) munkatı-kesik ve (metin itibariyle) çelişkilidir. Araların­da kesin olan bir rivayet yoktur. Hem —Kadir gecesinin aksine— İsrâ ge­cesi zannedilen geceyi namaz vs. ibadetlere ayırma müslümanlara meşru da kılınmış değildir. Oysa Sahihayn'da. var olan bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.): "Kadir gecesini Ramazan'ın son on gecesinde arayınız" buyurmuş-tur[77]. Yine Sahihayn'daki bir hadiste ise: "Kadir gecesini inanarak ve se­vabını Allah'tan umarak ibadetle geçiren kimsenin geçmiş günahları bağış­lanır. " buyurmuştur'[78]. Allah Teâlâ da Kur'an-ı Kerim'de Kadir gecesi­nin bin aydan daha hayırlı olduğunu ve Kur'an'ın o gece indirildiğini ha­ber vermiştir.

Şayet bu sözüyle, namaz ve ibadetle tahsis meşru sayılmaksızın Hz. Peygamber'ın (s.a.) isrâ buyurulduğu ve başka gecelerde eline geçmeyen şeylerin geçtiği belli gecenin (üstünlüğünü) kasdetmişse bu doğrudur. Allah, Peygamberine (s.a.) bir mekân yahut zamanda bir fazilet verdiği va­kit, bu zaman ve mekânın, bütün zaman ve mekânlardan faziletli olması gerekmez. Tabii, Allah Teâlâ'nm Peygamberine Isrâ gecesinde yaptığı ih­sanın, Kadir gecesinde Kur'an'ın indirilmesi gibi ona sunduğu nimetlerden daha muazzam olduğuna bir delil varsa!

Böyle konularda konuşmak için hem işlerin gerçek yüzlerim ve hem de vahiy olmadan kendileri hakkında bilgi edinilmeyecek nimetlerin mik­tarlarını bilmeye ihtiyaç vardır. Bu konularda hiç kimsenin ilimsiz konuş­ması caiz değildir. Ne müslümanlardan herhangi birinin, İsrâ gecesinin di­ğer gecelere, bilhassa Kadir gecesine bir üstünlüğü olduğunu söylediği, ne de sahabe ile onlara güzellikle uyan tabiînin tsrâ gecesini herhangi bir şeyle tahsise niyetlendikleri bilinmektedir. Hatta adını bile anmazlardı. Bu yüz­den her ne kadar İsrâ hâdisesi Hz. Peygamber'in (s.a.) en muazzam fazi­letlerinden ise de hangi gece olduğu bilinmemektedir. Maamafih, özellikle ne o zamanda, ne de o mekânda şer'î bir ibadette bulunmak meşru kılın­mıştır. Hatta vahyin ilk gelmeye başladığı ve Hz. Peygamber'in (s.a.) pey­gamberlikten önce vaktini geçirdiği Hirâ mağarasına —peygamberlikten sonra Mekke'de kaldığı süre içinde— ne kendisi, ne de ashabından biri teveccüh etmiş, ne de vahyin'geldiği günde bir ibadet vs. yapmayı belirle­miş ve ne de vahyin ilk gelmeye başladığı zaman ve mekânı bir şey yapma­ya tahsis etmiştir. Kim kendi kendine bu ve benzeri sebeplerden dolayı özel zaman ve mekânlarda ibadet etmeyi çıkarırsa, Hz. İsa'nın doğum gü­nü, çarmıha gerilme günü... gibi başına gelen çeşitli olayların geçtiği za­manları tören ve ibadet günü yapan Ehl-i Kitap (Hıristiyanlar) gibi olur. Hz. Ömer Îbnü'l-Hattâb —Allah ondan razı olsun— bir grup insanın bir yerde namaz kılmak için yarıştıklarını gördü ve "Bu nedir?'* diye sordu. "Allah Rasûlü'nün (s.a.) namaz kıldığı bir yerdir." cevabını alınca: ''Pey­gamberlerinizin bıraktığı eserleri mescid mi yapmak istiyorsunuz?! Sizden öncekiler ancak bu yüzden helak oldu. Namaz vakti kendisine burada eri­şen namazım kılsın, yoksa yoluna devam etsin." dedi[79].

Bazıları da diyorlar ki: tsrâ gecesi Hz. Peygamber (s.a.) hakkında Ka­dir gecesinden daha faziletlidir. Kadir gecesi, ümmete nisbetle İsrâ gecesin­den daha faziletlidir. O halde bu gece ümmet hakkında onlar için daha faziletli, îsrâ gecesi de Allah Rasülü (s.a.) hakkında kendisi için daha fazi­letlidir.

Soru: Cuma günü mü, yoksa arefe günü mü, hangisi daha faziletlidir? İbn Hibbân Sahih'inde Ebu Hureyre'den naklen Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Cuma gününden daha faziletli bir gün üzerine güneş ne doğar, ne balar.>[80]. Yine aynı kaynakta Evs b. Evs'ten rivayet edilen bir hadiste: "Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün, cuma günüdür." Duyurulmaktadır[81].                                                      

Cevap: Bazı âlimler bu hadisi delil göstererek, cuma gününün airefe gününden daha faziletli olduğu görüşünü savunmuşlardır. Kadı Ebu Ya'Iâ cuma gecesinin Kadir gecesinden daha faziletli olduğu yolunda İmam Ah-med b. Hanbel'den bir rivayet aktarmaktadır. Doğrusu, cuma günü hafta­nın en faziletli günü; arefe ve kurban günleri de senenin en faziletli günle­ridir. Kadir gecesi ve cuma gecesi de böyledir (yani Kadir gecesi senenin en faziletli gecesi, cuma gecesi de haftanın en faziletli gecesidir. -Ş.Ö.) Bu yüzden cumaya rastlayan arefe gününde yapılan vakfenin diğer günlere göre pek çok yönden bir üstünlüğü vardır:

1-  Günlerin en faziletlileri olan iki günün çakışması.

2-  Yapılan duanın muhakkak kabul edileceği saatin bulunduğu gün­dür. Çoğunlukta olan görüşe göre bu saat, ikindiden sonraki en son saat­tir[82]. O vakitte mevkıftakilerin hepsi dua ve tazarru için bekleşmekte, vak­fe yapmaktadırlar.                                                                  

3-  Allah Rasûlünün (s.a.) vakfe yaptığı güne rastlaması,  

4-  O gün yeryüzünün her yanında insanlar hutbe ve cuma namazı için toplanırlar. Bu da hacıların arefe günü Arafat'ta toplanmalarına rastlar. Böylece müslümanların camilerde ve mevkıfta toplanmalarından ortaya başka hiçbir günde görülmeyen dua ve yakarışlar çıkar.

5-  Cuma günü bayram günüdür. Arefe günü ise, Arafat'takilerin bay­ram günüdür. Bu yüzden Arafat'taki kimsenin oruç tutması mekruh sayıl­mıştır. Nesâî'nin rivayetine göre Ebu Hureyre diyor ki: "Allah Rasûlîi (s.a.) arefe günü Arafat'ta oruç tutmayı yasakladı.[83]. Bu hadisin isnadı biraz şüphelidir. Çünkü senedinde geçen Mehdî b. Harb el-Abedî'nin kimliği bi­linmiyor. Senedin eksenini de o teşkil ediyor. Ancak Sahih'de kaydedilen bir hadise göre insanlar arefe günü Ümmü'l-Fazl'm yanında Allah Rasû-lü'nün (s.a.) oruçlu olup olmadığını tartışırlar. Kimisi "Oruçludur" der, kimisi "Oruçlu değildir" der. Bunun üzerine Ümmü'I-Fazl, Hz. Peygam-ber'e (s.a.) bir bardak süt gönderir. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.), Ara­fat'ta devesi üzerinde vakfe yapmaktadır. Bardağı ahr, içer.[84]

Arefe günü Arafat'ta oruç tutmamanın müstehab oluşunun hikmeti konusunda farklı görüşler ileri sürülmüş; el-Hırakî ve bir grup âlim duada güçlü olmak için derken, diğerleri de —Şeyhülislâm İbn Teymiye bunlar­dan- biridir— diyorlar ki: Bunun hikmeti, bu günün Arafat'takilerin bayra­mı olmasıdır. Bu sebeple o gün oruç tutmaları müstehap olmaz. Delili ise Sünen'de rivayet edilen şu hadistir: Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Arefe günü, kurban günü ve Minâ günleri biz müslümanların bayra­mıdır.[85]

Üstadımız diyor ki: Arefe günü yalnızca Arafat'takiler için bayram olur. Çünkü orada toplanmaktadırlar. Diğer şehirlerde bulunanlar için du­rum farklıdır. Zira kurban günü toplanırlar. Dolayısıyla o gün onlar için bayram olur. Sözün özü, arefe günü cuma gününe rastlarsa iki bayram birleşmiş olur.

6-  Allah Teâlâ'nın, dinini mü'min kulları için ikmal ettiği ve onlara nimetlerini tamamladığı güne rastlamaktadır. Nitekim Sahih-i BuharFde Târik b. Şihâb'dan rivayet edildiğine göre: Bir yahudi Hz. Ömer İbnü'l-Hattâb'a geldi ve:  "Ey mü'minlerin emiri!  Kitabınızda okuduğunuz bir âyet var ki, biz yahudilere inmiş olsaydı ve âyetin indiği günü bilseydik o günü bayram yapardık." dedi. Hz. Ömer: "Hangi âyet?" diye sordu. Yahudi: "Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamam­ladım ve din olarak sizin için İslâm'ı beğenip seçtim." âyetini[86] okudu. Bunun üzerine Hz. Ömer İbnü'l-Hattâb: "Doğrusu ben, bu âyetin hangi gün indiğini ve nerede indiğini kesinlikle biliyorum. Allah Rasûlüne (s.a.) cuma   günü   Arafat'ta,   biz  onunla  birlikte   Arafat'ta  vakfe   yaparken indi.[87]

7- Kıyametteki en büyük toplantı ve en muazzam beklenti gününe rast­lamaktadır. Çünkü kıyamet, cuma günü kopacaktır. Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki:  "Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün cuma günüdür. Hz. Âdem o gün yaratıldı. O gün cennete konuldu. O gün oradan çıkartıl­dı. Kıyamet o gün kopacaktır. O günde bir saat vardır ki, bir müslüman kul namaz kıldığı halde o saate rastlar da Allah'tan bir hayır dilerse mutla­ka Allah onun dileğini yerine getirir. "[88]

Bundan dolayı Aliah Teâlâ kullan için, toplanıp bir araya gelecekleri ve yaratılış, yeniden diriltiliş, cennet, cehennem konularından söz edecekle­ri bir günü meşrûlaştırmıştır. Aliah Teâlâ bu ümmet için cuma gününü saklamıştır. Çünkü yaratılış bu günde vuku bulmuş ve yeniden diriltiliş de bu günde vuku bulacaktır. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.) cuma günü sabah namazında Hz. Âdem'in yaratılışı, ilk yaratılış ve yeniden diriliş, cennet ve cehenneme giriş gibi bu günde olmuş ve olacak olayları içerdikle­ri için Secde ve Dehr (= İnsan) sûrelerini okur[89], ümmete cuma günü, bu günde olmuş ve olacak olayları hatırlatırdı.

Aynı şekilde insan, dünyadaki bu en büyük bekleyiş yer ve zamanında —ki bu arefe günüdür— aynen Rab Teâlâ'nm huzurundaki en muazzam durak yerini ve cennetlikler yerlerine, cehennemlikler de kendi yerlerine yerleşinceye kadar adaletin tamamen yerini bulmuş olmayacağı günü dü­şünür.

8-  Müslümanlar cuma günü ve cuma gecesi diğer günlere oranla daha çok itaatkâr olurlar, daha çok ibadet ederler. Hatta günahlar içinde yüzen­lerin çoğunluğu cuma günü ve gecesine hürmet ederler ve bu günde Allah'a (c.c.) karşı günah işlemeye cüret edenleri, Allah'ın mühlet vermeden derhal cezalandıracağını düşünürler. Bu, onlarda yerleşmiş ve çeşitli deneyimlerle bildikleri birşey haline gelmiştir. Tabii ki bütün bunlar bu günün Allah katında yüce ve şerefli olmasının, Allah Teâlâ'nın onu diğer günler arasın­dan süzüp seçmesinin neticesidir. Şüphesiz o günde yapılan vakfenin diğer günlere oranla bir ayrıcalığı vardır.

9- Cennetteki mezîd gününe rastlamaktadır. Bu mezîd gününde cennet halkı geniş bir vadide toplanır, onlar için misk tepecikleri üzerine gümüş minberler, akın minberler, zeberced ve yakut minberler dikilir. Yüce Rab-lerine bakarlar. Rableri onlara tecelli eder, O'nu gözleriyle ayan beyan gö­rürler[90]. Onların işi en hızlı görüleni (cuma gününde) camiye en erken gidenleri olacaktır. Allah'a-en yakınları da imama en yakın namaz kılanla­rı olacaktır. Cennet halkı mezid gününe —o günde pek çok ihsanlara nail oldukları için— hasret ve sevgi doludurlar. Mezîd günü, cuma günüdür. Bir de arefe gününe rastlarsa o zaman başka günlerde bulunmayan fazlaca bir üstünlük, ayrıcalık ve fazilete sahip olur.

10- Yüce Rab, arefe günü akşamı mevkıfta bekleşenlere yaklaşır; son­ra onlarla meleklere övünür ve der ki: "Bunlar ne istiyor? Sizi şahit tutu­yorum, ben bunları bağışladım. [91] Allah Teâlâ'nın onlara yaklaşmasın-

dan, herhangi bir hayır İsteyenin dileğinin geri çevrilmeyeceği saat olan icabet saati hasıl olur. Bu saatte dua ve tazarru ile Allah'a yaklaşırlar; Allah Teâlâ da onlara iki türlü yaklaşır:

1. O saatte yapılacak duanın mutlaka kabul görüp gerçekleşmesi ya-ıkınlığı,

2. Allah'ın Arafat'ta vakfe yapanlara has yakınlaşması ve onlarla me­leklerine Övünmesi. îman ehli kişilerin kalbleri bu durumları farkeder, güç­lerine güç katılır; neşe, sevinç ve mutlulukları, Rablerinin ihsan ve keremi­ne olan ümitleri kat kat artar. Bunlar ve diğer bazı sebeplerden ötürü cu­ma günü yapılan vakfe diğer günlerde yapılanlardan faziletli kılınmıştır.

Halkın dilinde dolaşan "Bu (arefenin cumaya rastladığı zamanda ya­pılan hac -Ş.Ö.) yetmiş iki hacca bedeldir" sözü bâtıldır, aslı yoktur, ne Allah Rasûlünden (s.a.) ne de sahabe ve tabiînin herhangi birinden bu ko­nuda bir rivayet vardır. En iyi bilen Allah'tır.

Sözün özü, Allah Teâlâ yaratıkların her cinsinden, —başkasını değil— en hoş ve temiz olanını seçmiş, onu kendisine has kılmış ve ondan hoşnut olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ, hoştur; ancak hoş olanı sever. Amelin, sö­zün ve sadakanın yalnız hoş ve temiz olanını kabul eder. O halde herşeyin hoş olanı Allah Teâlâ'nın seçtiği demektir.

Allah Teâlâ'nın yaratması ise her iki türü de kapsar. Kulun mutluluk yurduna mı, yoksa bedbahtlık yurduna mı gideceği bununla bilinir. Çünkü hoş ve temiz olan kişi, ancak hoş olana uyum sağlar. Ancak ondan hoşnut kalır, yalnız onda teskin olur ve kalbi yalnızca onunla tatmin olur. Öyle hoş ve güzel sözler söyler ki, zaten yalnız o sözler Allah Teâlâ'ya yükselir. Ve çok çirkin söz söylemekten; diline âdi çirkin ve kötü sözleri almaktan; yalan, dedikodu, koğuculuk, iftira, yalan yere şahitlik... ve her türlü pis sözlerden nefret eder.

Aynı şekilde davranış ve fiillerin de ancak en hoş olanlarına yatkın ve alışık olur. Bunlar ise güzellikleri konusunda temiz fıtratların peygam­berlere gelen şeriatlarla birlik sağladıkları, sağlam akılların övdüğüme gü-

zelliklerinde şeriatın, aklın ve fıtratın ittifak ettikleri fiil ve davranışlardır. Meselâ, kişinin yalnız tek Allah'a tapması, O'na hiçbir şeyi ortak tutma­ması, O'nun rızasını kendi heva ve arzusuna tercih etmesi, bütün olanca varlığı ile O'nu sevmeye çalışıp çabalaması, gücü yettiği kadarıyla O'nun yaratıklarına iyilik etmesi, kendisine ne yapmalarından, nasıl davranmala­rından hoşnut oluyorsa onlara da öylece davranması, kendisine yapmaları­nı istemediği şeyleri onlara da yapmaması, kendisine öğütlediği şeyleri on­lara da öğütlemesi; yine kendisine hükmedilmesini istediği gibi onlar hak­kında yargıda bulunması, onlardan gelecek eza ve cefaya tahammül göster­mesi, fakat kendisinin onlara eziyet etmemesi, onların ırzlarına, namusları­na dil uzatmaması, kendi şerefine karşı dil uzattıklarında ise aynı şekilde karşılık vermemesi, bir iyiliklerini görürse anlatıp yayması, kötülüklerini görürse gizlemesi; şerîati ibtal etmeyecek ve Allah'ın bir emir ve yasağı ile çatışmayacaksa mümkün olduğu kadarıyla özür ve kabahatlarını doğru anlama çekmeye çalışması böyledir.

Yine hoş ve temiz (yaratılışlı) kişi; hih'm (yumuşak huyluluk), vakar, ağırbaşlılık, merhamet, sabır, vefa, kolaylık göstermek, uysallık, doğru­luk; gönlün aldatma, düşmanlık, kin ve hasetten (çekememezlikten) pak olması; tevazu (alçakgönüllülük); iman ve izzet sahiplerine kanat germek, Allah'ın düşmanlarına sert davranmak, Allah'tan başkasına yüz suyu dök­mekten ve kendini alçaltmaktan kaçınmak, iffet, şecaat, cömertlik, insan­lık gibi, güzelliklerinde şeriatların, fıtratların ve akılların ittifak ettikleri bütün güzel huylara sahiptir.

Yiyeceklerin de ancak en hoş ve temiz olanlarını seçer. Bu yiyecekler ise, yenildiklerinde kişinin kötü sonuçlarla karşılaşması tehlikesinden uzak, beden ve ruhun en güzel biçimde gıdalarını almasını sağlayan helâl, leziz ve hazmı kolay faydalı yiyeceklerdir.

Yine aynı şekilde nikâhlanacağı zaman kadınların en hoş, en temiz olanlarını, koku sürüneceği zaman en hoş, en temiz kokuları; arkadaş ve dostların da hoş ve iyi karakterli olanlarım seçer. Ruhu hoş, bedeni hoş, huyu hoş, işi hoş, sözü hoş, yiyeceği hoş, içeceği hoş, giyeceği hoş, nikâh­lanacağı hanım hoş, girdiği yer hoş, çıktığı yer hoş, döndüğü yer hoş, kal­dığı yer hoş, hepsi hoş! İşte böyle olan kişi Allah Teâlâ'nın haklarında: "Melekler onların canını temizlenmiş olarak alırken: 'Selâm size; yaptıkla­rınıza karşılık girin cennete, derler, [92] buyurduğu ve cennet bekçilerinin kendilerine:  "Selâm size, tertemiz ve hoşsunuz. Girin, temelli kalacağın bu yere.[93] dedikleri kimselerdendir. Bu ikinci âyette geçen ed ti nedensellik anlamını icabettirir. Buna göre âyet, tertemiz ve hoş olduğ nuzdan dolayı girin buraya, anlamına gelir. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Kö ü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler, kötü kadınlara yakışırlar. İyi k r-dınlar, iyi erkeklere; iyi erkekler, iyi kadınlara yakışırlar.[94] (Arapç^Ca dişilik alâmeti taşıyan kelimelerin cansız varlıklar ve soyut şeyler için:|< e kullanımı gözönüne alınarak -Ş.Ö.). Bu âyet kötü kelimeler kötü kişiler:, iyi kelimeler de iyi kişilere yaraşır, şeklinde tefsir edildiği gibi, iyi kadınl. ,r iyi erkeklere, kötü kadınlar kötü erkeklere yaraşır, şeklinde de tefsir ed I-miştir. Âyet hem bu anlamı, hem başka anlamları da kapsar. Şu hake iyi (hoş) kelimeler, davranışlar ve kadınlar kendilerine münasip olan iyîl :-re; kötü kelimeler, davranışlar ve kadınlar ise kendilerine münasip olan

kötülere yaraşırlar. Allah Teâlâ, bütün yönleriyle iyi (hoş ve temiz) olanı cennete; bütün yönleriyle kötü olanı da cehenneme koydu. Yurtlan ü}e ayırdı: 1) Yalnız iyi olanlara ait yurt. İyi olmayan kişilere bu yurt harari-dir. Her türlü güzellikleri bünyesinde toplamıştır. Bu yurt cennettir. 2) Yalnız kötü ve kötülüklere ayrılan yurt. Oraya sadece kötü olanlar girer. Bu yurt cehennemdir. 3) İyinin ve kötünün bir arada bulunduğu ve karıştığı yu O da bu dünyadır. Bundan dolayı bu karışıklık ve iyinin kötünün iç j bulunması sebebiyle imtihan ve deneme var olmuştur. Bu da ilâhî hikmetin icabıdır. İnsanların yeniden diriltiliş günü gelince Allah, iyiyi kötüden a'yı-racak, iyiyi ve iyilik sahiplerini bir yere koyacak, o yurda onlardan başkası karışmayacak; kötüyü ve kötülük sahiplerini bir yere koyacak oraya |<:a onlardan başkası karışmayacak. Neticede yalnızca iki yurt kalacak: 1) Cennet: İyilerin yurdu, 2) Cehennem: Kötülerin yurdu. Allah Teâlâ, her iki grubun yaptıkları fiil ve davranışlardan onların sevap ve azaplarını türetecek^ Ve bunların güzel sözlerini, amellerini ve ahlâklarım, faydalanacakları nimet ve lezzetleri aynı kılacak ve onlar için o şeylerinden dolayı en mükemmel konfor ve neşe sebeplerini yaratacak; diğerlerinin kötü sözlerini, amellerini ve ahlâklarını ise çarptırılacakları azap ve elemleri aynı kılacak ve onlar için bu şeylerlerden en büyük azap ve elem sebeplerini yaratacaktır. Tam yerinde hikmet, göz kamaştırıcı kahir izzet! Böylece Allah kullarına hem rubûbiyetinin kemalini; hem de hikmetinin, ilminin, adaletinin ve merha­metinin kemalini göstermiş olacak ve düşmanlarına, sadık ve vazifelerini hakkıyla yapan peygamberlerinin değil, kendilerinin asıl iftiracı ve yalancı­lar olduklarını onlara bildirecektir. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Ölen kim­seyi Allah çürütmeyecektir, diyerek Allah 'a alabildiğine yemin ederler. Ama hiç de öyle değil. Ayrılığa düştükleri konuda onlara açıklama yapmayı ve inkarcıların asıl kendilerinin yalancı olduklarını bildirmeyi Allah gerçekten va'detmiştir. Fakat insanların çoğu bilmezler. "[95]

Sözün özü, Allah Teâlâ mutluluk ve bedbahtlığa (yani kişinin cennet­lik mi, cehennemlik mi olduğuna) bir alâmet koymuştur ki, onun sayesinde bu iki durum anlaşılır, iyi ve temiz karakterli olan mutlu kişiye ancak iyi yaraşır, o kişi ancak iyi olana gelir, ondan yalnız iyi şeyler sudur eder ve o kimse yalnız iyi olanla ilişki kurar. Kötü olan bedbaht kişiye ise ancak kötü yaraşır. O kişi ancak kötü olana gelir, ondan sırf kötü sudur eder. Şu halde kötü kişinin kalbinden, diline ve organlarına kötülük fışkırır; iyi kişinin kalbinden diline ve organlarına ise iyilik fışkırır. Bazan bir şahısta her iki madde de bulunabilir. Hangisi baskın gelirse o taraftan olur. Şayet Allah, ona bir iyilik dilerse, tamamen kötülükler onu kaplamadan kötü maddeden arındırır, kıyamet günü tertemiz yapar, artık cehennemle arındı­rılmasına gerek kalmaz. Allah kötülüklerden temizlemek için, onu samimi ve bir daha dönmemecesine yapılan tevbeye, günahları silen iyilikler yap­maya muvaffak kılar ve günahlarına keffaret olacak musibetler verir. Böy­lece o kişi Allah'a kavuştuğunda üzerinde hiçbir günah kalmamış olur. Allah diğerinden ise temizleme maddelerini engeller, O kişi kıyamet günü kötü ve iyi madde bir arada olarak Allah'a kavuşur. İlâhî hikmet bu, Al­lah kendi yurdunda hiç kimseye, o kişinin kötülükleri var oldukça yakın olmaz. Onu, temizlemesi, arındırması ve cürufunu süzüp yeni kalıba dök­mesi için cehenneme atar. İmanının külçesi kötülükten arınınca, artık Al­lah'a yakın olmaya ve Allah'ın iyi kulları ile bir arada oturmaya lâyık duru­ma gelir. Bu gruptaki insanların cehennemde bırakılma süreleri, bu kötü­lüklerin kendilerinden hızlı yahut yavaş ayrılmasına göredir. Daha çabuk temizlenen ve arınan kimse daha erken, daha geç temizlenen de daha sonra çıkacaktır. Herkese yaptığının tam karşılığı verilir. Rabbin kullara asla zul-medici değildir.

Müşriklerin (Allah'a ortak tutanın) maddesi ve özü pis olduğundan onun pisliğini cehennem de temizleyemez. Nash ki, köpek denize girse çık­sa temizlenemez, tıpkı bunun gibi o da cehennemden çıksa, olduğu gibi yine pis olarak döner. Bu sebepten Allah Teâlâ müşrike cenneti haramkılmıştır.

Hoş ve temiz olan mü'min de kötülük ve pisliklerden uzak; olduğu için cehennem de ona haramdır. Çünkü onun orada temizlenmesini icab ettirecek bir şeyi yoktur. Hikmeti akıllan ve zekâları hayran bırakan; kul­larının fıtrat ve akılları O'nun hakimler hakimi ve âlemlerin Rabbi olduğu­na, O'ndan başka tanrı bulunmadığına tanıklık eden yüce Allah'ı her türlü eksiklikten tenzih ederim. [96]                                                        

 

C) PEYGAMBERLERE  OLAN   İHTİYAÇ

 

Buradan, kulların herşeyden daha çok Peygamber ve onun getirdikle­rini tanımaya, haber verdiği hususlarda onu tasdik etmeye ve emrettiği ko­nularda ona uymaya zorunlu oldukları bilinmiş ve anlaşılmış olur. Çünkü hem dünyada hem de ahirette kurtuluş ve mutluluğun yolu ancak peygam­berlerden geçer. İyi ve kötü bütün inceliklerine kadar ancak onlardan öğre­nilir. Allah'ın hoşnutluğu onların aracılığı olmaksızın asla elde edilemez. Davranışların, sözlerin ve huyların iyi olanları onların sünnetlerinden ve getirdikleri hususlardan başkası değildir. Ölçüm işini yapan terazi onlardır. Sözler, huylar ve davranışlar onların söz, huy ve davranışlarıyla ölçülür. Doğru yoldakiler, sapıklardan onlara uymalanyla ayrılırlar. Onlara duyu­lan ihtiyaç bedenin ruha, gözün ışığa ve ruhun hayata olan ihtiyacından daha muazzamdır. Hangi zorunluluk ve ihtiyaç farzedilirse edilsin, kulun peygamberlere olan ihtiyaç ve gereksinimi ondan kat kat fazladır. Göz açıp kapayıncaya kadar, sünneti ve getirdiği şey hatırından çıksa kalbin bozula­cak ve sudan çıkarılıp tavaya konmuş balık gibi olacak, böyle bir kimse hakkında ne düşünürsün! İşte kalb, peygamberlerin getirdiği şeylerden ay-rılırsa, kul bu hale hatta daha korkunç bir hale düşmüş gibi olur. Ancak bunu yalnızca diri kalp anlar. Oysa (şâir Mütenebbî'nin de dediği gibi) yara, ölüye hiç acı vermez.

Kulun her iki cihandaki mutluluğu Hz. Peygamber'in (s.a.) hedyine ( = sünnetine, davranışlarına, tutumlarına) bağlı olduğuna göre kendisi için hayır düşünen, kurtuluş ve mutluluğunu isteyen herkesin O'nun hedyini, sîretini ve hallerini bu konuda cahillikten kurtulacak ve O'nun tabileri, taraftarları ve cemaatı arasında sayılacak kadar bilmesi gereklidir. Bu konuda kimi insanlar bağımsız olacak kadar engin bilgiye kimileri epey bilgi­ye sahip, kimileri de bilgiden mahrum. Lütuf Allah'ın elindedir, dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.

İşte birkaç söz... Bunlar, Peygamber'ini (s.a.), onun sîretini ve hedyi-ni bilmeye en küçük bir arzusu olan insanın müstağni kalamayacağı bilgi­lerdir. Kusur ve günahlarına bakmadan mağlup kalbim bunları sunmayı gerekli gördü. Oysa, malım evlerin kapılarının açılmasına bile gerek duyul­mayacağı ve çekememezlikten dolayı hep birbirini geçmek isteyen kimsele­rin dahi aldırmayacağı kadar değersiz olmakla birlikte bu işe kalkıştım. Hem memleketimde yerleşik olmayıp yolculukta idim. Kalbimin herbir par­çası ayrı bir vadide dolaşıyordu. Düşüncem darmadağınıktı. Yanımda ki­tap yoktu. îlmî bir konuyu açıp tartışacak bir kimse de bulunmuyordu. Oysa mutluluğa kefil olan faydalı ilim ağacı kurumuş, hanesi sakinlerinden yaban kalmış ve bomboş hale dönmüştü. Âlimin dili, cahillerin baskın gel­melerinden dolayı spekülasyonlarla doluydu. Sapmışlar ve saptıranlar o kadar çoktu ki, âlime şifa verecek kaynaklar onun için tehlike halini almıştı. Ar­tık onun için tek dayanak güzellikle sabretmektir. Onun tek Allah'dan baş­ka yardımcısı, destekleyicisi yoktur. Allah bize yeter. O ne güzel vekildir. [97]

 

İKİNCİ BÖLÜM ÖRNEK İNSAN HZ. PEYGAMBER (S.A.)

A) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) NESEBİ

 

Hz. Peygamber (s.a.) kayıtsız-şartsız yeryüzü halkının neseb yönün­den en hayırhsıdır. Nesebinin şerefi en yüksek doruk noktasındadır. Buna düşmanları bile şahitlik ederlerdi. Bu yüzden o zamanlar düşmanı olan Ebu Süfyân, Bizans hükümdarınının huzurunda bu şekilde tanıklıkta bu­lunmuştu.[98]. En şerefli kavim onun kavmi, en şerefli kabile onun kabilesi ve en şerefli aile onun ailesidir

Soy kütüğü şöyledir: Muhammed-Abdullah-Abdülmuttalib-Hâşim-Abdümenâf-Kusay, Kilâb-Mürra-Kâ'b-Lüey-Gâlib-Fihr-Mâlik-en-Nadr, Kinâne-Huzeyme-Müdrike-İlyâs-Mudar, Nizâr-Mead-Adnan [99]Buraya kadar olan kısmı doğru olarak bilinmekte ve bu konuda neseb uzmanları arasında görüşbirliği sağlanmışolup asla ihtilaf bulunmamakta­dır. Adnan'dan yukarısında ihtilaf edilmiştir. Ama Adnan'ın İsmail (a.s.) soyundan geldiğinde neseb uzmanları arasında ihtilaf yoktur. Sahabe, tâbi-ûn ve onlardan sonraki neslin âlimlerince doğru kabul edilen görüşe göre (babası Hz. İbrahim tarafından Allah yolunda -Ş.Ö.) kurban edilmek iste­nen Hz. İsmail'dir.

Kurban edilmek istenen Hz. İshak'tı görüşü ise yirmiyi aşkın sebepten ötürü asılsızdır. Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin —Allah ruhunu mukaddeseylesin— şöyle dediğini işittim: Bu görüş Ehl-i Kitap'tan devşirilmiştir. Oy­sa onların kendi kitaplarının açık ifadesine göre de asılsızdır. Zira orada; "Allah, İbrahim'e bekâr —bir metine göre biricik— oğlunu kurban etme­sini emretti." deniyor. Müslümanlarla birlikte Ehl-i Kitap da İsmail'in onun bekâr evladı olduğunda şüphe etmezler. Bu görüş sahiplerini aldatan, elle­rindeki Tevrat'ta geçen "Oğlun İshak'ı kurban et." ifadesidir. Bu ilâve onların tahrif ve yalanlanndandir. Çünkü: "Bekâr ve biricik oğlunu kur­ban et" sözüyle çelişmektedir. Ancak yahudiler îsmailoğullarımn bu şerefi­ni çekemedikleri için ve bu şerefin araplara değil kendilerine ait olmasını istediklerinden kendilerine çekmeyi ve üzerine konmayı arzu ettiler. Oysa Allah ihsanını ancak lâyık olana verir. Allah Teâla annesine Hz.İshak'ı ve onun oğlu Yakub'u müjdelediği halde "Kurban edilen İshak'tır." de­mek nasıl mümkün olabilir? Allah Teâlâ müjdeyi getirmek için Hz. İbra­him'e gelen meleklerin ona: "Korkma. Biz Lût kavmine gönderildik." de­diklerini aktarır ve hemen ardından şöyle buyurur: "Bu sırada onun (ibra­him'in) hanımı ayakta idi, güldü. Biz, ona îshak'ı ve İshak'm arkasından (torunu) Yakub'u müjdeledik.[100] Şu halde Allah'ın ona bir çocuğu ola­cağını müjdeleyip sonra arkasından kurban edilmesini emretmesi olmaya­cak bir şeydir. Şüphe yok" ki, Yakub (a.s.) müjdeye dahildir. Söz içinde müjdenin İshak ve Yakub'u içerisi birdir. Sözün dış görünüşü ve akışı budur.

Soru: Sizin dediğiniz gibi olsaydı âyette geçen "Yakub" kelimesi "İshak" üzerine atfedildiğinden mecrur olurdu. Bu durumda kıraat, Ya­kub kelimesinin (gayri munsarıf olduğu için) fethah okunması suretiyle ger­çekleşirdi ki, anlam "...ve Yakub'u tshak'in arkasından müjdeledik." şek­linde olurdu.

Cevap: Merfû olması Yakub'un müjdelenmiş olmasına engel değildir. Zira müjdeleme, mahsus bir sözdür ve aynı zamanda doğru ve sevindirici bir haberin evvelidir, "...ve îshak'm arkasından Yakub'u" kısmı ise bu kayıtlan taşıyan bir cümle olduğundan müjde demektir. Hatta gerçek müjde haber cümlesidir. Müjdeleme bir söz olup bu cümlenin irabdan mahalli, mekûl-i kavi olmak üzere nasb olunca anlam sanki şöyle oldu: "O kadına İshak'ın arkasından Yakub'u vereceğimizi söyledik." Bir kimse: "Filanca şahsa kardeşinin ve onun peşinden de misafirinin geleceğini müjdeledim." sözünü söylediği zaman bu sözden ancak her iki şeyle de müjdelediği anla­şılır. Anlayış sahibi hiç kimse bunda asla şüphe etmez. Sonra hem kelime­nin mecrur olmasını bir başka şey daha zayıflatır: sözünün zayıflığı. Çünkü atıf edatı (bağlaç) cer harfi yerine geçer. Bu yüz­den cer harfi ile mecruru arasını ayırmak olmayacağı gibi atıf edatı ile mecruru arasını ayırmak da olmaz. Bunu gösteren bir başka delil de şudur: Allah Teâlâ, Saffât sûresinde Hz. İbrahim ile kurban edilen oğlunun kıssa­sını: "İbrahim ve oğlu Allah'a teslim olup, (İbrahim) onu alnı üzere yere yıkınca Biz ona: Ey İbrahim! Rü'yana sadakat gösterdin. Şüphesiz biz iyi­lik yapanları böyle mükâfatlandırırız, diye seslendik. Gerçekten bu, apaçık (samimiyeti ortaya koyan) bir imtihandı. Ona fidye olarak büyük bir kur­banlık verdik. Sonra gelenler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık. Selâm İbrahim'e! İyileri işte böyle mükâfatlandırırız. O gerçekten inanmış kulla-nmızdandı." şeklinde anlattıktan sonra hemen arkasından: "Ona salihler-den bir peygamber olarak İshak'ı müjdeledik." buyuruyor[101]'. Görüldüğü üzere bu, emre karşı sabrettiği için Allah Teâlâ'nın ona yaptığı işin karşılı­ğını verme müjdesidir. Müjdelenenin birinciden başka olduğu konusunda gerçekten açık (zahir) bir ifadedir; hatta bu konuda nas gibidir.     

Denilirse ki: İkinci müjde onun peygamberliğinin müjdesidir. Bin di­ğer ifade ile baba emre karşı sabredip evlat da Allah'ın emrine teslim olun­ca buna karşılık Allah, peygamberlik vererek onu mükâfatlandırdı.

Cevap: Müjde hepsinin zatının, varlığının ve peygamber olmasının müj­desidir. Bu yüzden"Peygamber olarak" kelimesi mukadder bir hal olmak üzere nasb olmuştur. O zaman anlam "Peygamberliği mukad­der olarak İshak'ı müjdeledik." şeklinde olur. Müjdelemenin esas olan için yapılmasını bir yana bırakıp fazlalık gibi olan ilinti bir hale bağlanması imkânı yoktur. Böyle bir söz olamaz. Aksine peygamber olacağı müjdesi veriliyorsa onun var olacağı müjdesinin verilmesi daha uygun ve daha lâyıktır.

Hem şüphe yok ki, kurban edilen çocuk Mekke'de idi. Bu sebeple İsmail ve annesinin başlarından geçenleri hatırlatması ve Allah'ın zikrini gerçekleştirmesi için nasıl ki Safa ve Merve tepeleri arasında koşma (sa'y),şeytan taşlama Mekke'de icra edilecek ibadetlerden kilınmışsa, aynen bu şekilde kurban bayramında kurban kesimi de orada yapılacak ibadetlerden kılınmıştır. Malumdur ki, Mekke'de bulunanlar İshak ile annesi değil, İs­mail ile annesi idi. Bu nedenle kurban kesim yeri ve zamanı, yapımına İbrahim ile İsmail'in iştirak ettikleri Beytullah'a bitişiktir. Mekke'deki kur­ban kesimi, zaman ve mekân itibariyle yapımı İbrahim ve oğlu İsmail'in elinde gerçekleşen Beytullah'm ziyaretini tamamlayıcı niteliktedir. Şayet ço­cuğun kurban edilmesi teşebbüsü Ehl-i Kitab'ın ve onlardan tahsil görenle­rin iddia ettikleri gibi Şam'da olsaydı, kurban ve kurban kesimi Mekke'de değil Şam'da olurdu.

Bir diğer husus, Allah Teâlâ kurban edilen çocuğu halım (yumuşak huylu) diye adlandırdı. Çünkü, Rabbine itaat için teslimiyetle kendisinin kurban edilmesine rıza gösterenden daha yumuşak huylu bulunmaz. Oysa İshak'ı andığında onu alîm ( = çok bilgi sahibi) diye adlandırdı. Allah Teâ­lâ buyuruyor ki: "İbrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi? Hani onun yanma girdikleri vakit: Selâm, demişlerdi de o da: Selâm, (için­den de bunlar) tanınmamış bir grup (kim olabilir?) demişti... (Misafirler): Korkma dediler ve onu çok bilgin bir oğulla müjdelediler.[102]. İşte bu oğul şüphesiz İshak'tır. Çünkü hanımından olmadır ve kendisine evlat müjdele­nen de hanımıdır. İsmail ise cariyeden olmadır. Hem İbrahim ve hanımı yaşlanmışlar ve artık çocuk sahibi olmalarından ümit kesilmiş olmalarına rağmen çocukla müjdelenmişlerdi. İsmail'de durum bunun aksinedir. Çün­kü o, anne ve babası bu duruma gelmeden önce doğmuştu.

Bir başka husus, Allah Teâlâ'nın insanlığa koyduğu bir âdet vardır. Çocukların bekâr olanlarının sevgileri anne ve babalan katında, bekâr ol­mayanlardan daha fazladır. İbrahim (a.s.) Rabbinden çocuk isteyip Allah da ona çocuk bağışlayınca İbrahim'in (a.s.) kalbinden bir parça o çocuğun sevgisine takılı kaldı. Oysa Allah Teâlâ onu dost edinmişti. Dostluk ise mahbubun sevgide birlenmesini ve o konuda onunla başkası arasında or­taklık kurulmamasını icabettiren bir makamdır. Çocuk babanın kalbinin bir bölümünü tutup işgal edince, dostun kalbinden onu söküp atması kıs­kançlığı geldi; mahbubun kurban edilmesini emretti. Bu emir üzerine onu kurban etmeye kalkışınca da Allah sevgisi onun katında çocuk sevgisinden daha büyük oldu. Bu durumda dostluk, ortaklık şaibelerinden kurtuldu ve artık kurban etmede bir fayda kalmadı. Çünkü fayda ancak ona azmetmekte ve bu işte nefsin karar kılmasındadır. İstenen hasıl olunca, emir yürürlükten kaldırıldı ve kurban edilecek çocuğa bedel fidye verildi. Dost rüyaya sadakat gösterdi, Rabbin muradı hasıl oldu.

Malumdur ki, bu imtihan ve denetleme sırf ilk çocukta oldu. Zaten birincide olmayıp sonraki çocukta olacak değil ya! Hem sonraki çocukta, kurban edilmesini emretmeyi gerektirecek bir dostluk rekabeti de sözkonu-su değildi. Bu apaçıktır.

Hem dost İbrahim'in (a.s.) hanımı Sâre, Hâcer'i ve oğlunu en katı bir tavırla kıskandı. Çünkü o bir cariye idi. İsmail'i doğurup da babası onu sevince Sâre'nin kıskançlığı arttı. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Sâre'nin kıskançlık harareti yatışsın diye, Hâcer ile oğlunu uzaklara götürüp Mekke arazisinde yerleştirmesini Hz. İbrahim'e emretti. Bu, Allah Teâlâ'nın şef­kat ve merhametindendir. Durum böyleyken Allah Teâlâ nasıl onun oğlu­nun kurban edilip de cariyenin oğlunun oîduğu hal üzere bırakılmasını em­retmiş olabilir? Allah'ın ona merhameti, ondan zararı uzaklaştırması ve ona iyilikte bulunması yanında artık bundan sonra cariyenin oğlunu bıra­kıp nasıl onun oğlunu kurban etmeyi emreder? Aksine O'nun yerinde hik­meti, cariyenin çocuğunun kurban edilmesini buyurmayı icabettirmiştir. İş­te o zaman o cariye ve çocuğuna karşı hanımefendinin yüreği sızlar ve kıskançlıktan doğan katılık merhamete dönüşür; bu cariye ile çocuğunun bereketi ona görünür ve Allah'ın cariye ile çocuğunu azıksız bırakmadığını görür. Hem böylece Allah kullarına, daraltmanın ardından yaptığı iyiliği, zorluğun ardından verdiği lütfü ve Hâcer ile oğlunun uzaklık, yalnızlık, gurbet, çocuğunu kurban edecek kadar teslimiyet konularındaki sabırları­nın neticesinin; onların bıraktığı izlerin ve ayaklarının çiğnediği yerlerin inanan kullar için kıyamet gününe kadar nasıl hac ve ibadet yerleri haline getirildiğim göstermiş olur. İşte bu Allah Teâlâ'nın; ezildikten, zillete uğra­tıldıktan ve kırıldıktan sonra, kendisine iyilikte bulunmak suretiyle yaratık­larından dilediği kişiyi yükseltme konusundaki kanunudur. Allah Teâlâ bu­yuruyor ki: "Biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilenlere iyilikte bulunalım, on­ları liderler ve varisler yapalım.[103] Bu Allah'ın bir îütfudur, dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir. [104]

 

1— Doğumu ve Yetişmesi:

 

Maksada dönüp Hz. Peygamber'in (s.a.) sîretini, sünnetini ve ahlâkını anlatmaya devam edelim. Hz. Peygamber'in (s.a.) Mekke'nin merkezinde Fil hâdisesinin cereyan ettiği sene doğduğunda hiç ihtilaf yoktur. Fil hâdi­sesi, Allah'ın Peygamberine ve evine sunduğu bir armağandır. Yoksa fil sahipleri ehl-i kitap ( = kitaplı) hristiyanlardı ve onların dini o zamanki Mekke halkının dininden daha hayırlı idi. Çünkü Mekkeliler putperest idiler. Al­lah, ehl-i kitaba karşı onlara, Mekke'den çıkan Peygambere (s.a.) bir ar­mağan, bir irhâs[105] ve Beytullah'a saygı olsun diye insan katkısı bulunma­yan bir yardımda bulundu.

Babası Abdullah, Allah Rasûlü (s.a.) ana rahminde iken mi vefat etti, yoksa doğumundan sonra mı vefat etti? Bu konuda iki ayrı görüş ortaya! atılmıştır. Allah Rasûlü (s.a.) ana rahminde iken babasının vefat etmiş ol­ması, bu iki görüşün en doğru olanıdır. İkinci görüşe göre doğumundan yedi ay sonra vefat etmiştir. İhtilafsız, annesi oğlunun dayılarını ziyaret edip Medine'den dönerken Mekke ile Medine arasındaki Ebvâ denilen yer­de vefat etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) o vakit daha yedi yaşına basmamıştı.

Bakımını dedesi Abdülmuttalib üstlendi. Dedesi vefat ettiğinde Allah Rasûlü (s.a.) sekiz yaşlarında idi. O vakit Hz. Peygamber'in (s.a.) altı ya­hut on yaşında olduğunu söyleyenler de vardır. Sonra bakımım amcası Ebu Tâlib üstlendi. Onun bakımı sürekli oldu. Hz. Peygamber (s.a.) on iki yaşına bastığında amcası onu Şam yolculuğuna çıkardı. O zaman dokuz yaşında olduğunu söyleyenler de vardır. İşte bu gidişte Rahip Bahîra onu gördü ve yahudilerden ona bir zarar gelir korkusuyla amcasına onu Şam'a götürmemesini emretti. Bunun üzerine amcası onu kölelerinden biriyle Mek­ke'ye gönderdi. Tirmizî'nin kitabında[106]' ve daha başka kitaplarda amcası­nın, Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında Bilâl'i gönderdiği kaydedilmişse de bu açık bir yanlıştır. Çünkü o zamanlar Bilâl belki mevcut değildi. Olsabile ne amcası ile, ne de Ebu Bekir ile birlikte idi. Bezzar bu hadisi Müs-necTinde kaydetmiş, ama amcası onunla birlikte Bilâl'ı gönderdi dememiş aksine "Bir adam gönderdi" ifadesini kullanmıştır.

Yirmi beş yaşına varınca bir ticaret kervanı ile Şam yolculuğuna çıktı. Busrâ denilen yere kadar varıp geri döndü. Döndükten sonra Huveylid'in kızı Hatice ile evlendi. Evlendiğinde Hz. Peygamber'in {s.a.) otuz yahut yirmi bir yaşında olduğunu söyleyenler de vardır. Hatice kırk yaşında idi. O ilk evlendiği kadın ve ilk ölen hanımıdır. Onun üzerine başka birini nikâhlamamıştır. Cebrail, Rabbinden ona selâm getirdiğini söylemesini Hz. Peygamber'e (s.a.) emretti'[107].

Sonra Allah, ona halveti ve Rabbine ibadet etmeyi sevdirdi. Hirâ Ma­ğarasında halvete çekilir, orada pekçok geceler ibadet ederdi[108]. Putlar­dan ve toplumunun dininden nefret ettirildi. Onun nazarında bunlardan daha iğrenç bir şey yoktur.

Tam kırk yaşına ulaşınca üzerinde peygamberlik nuru panldadı. Allah Teâlâ ona, elçiliği görevini lütfetti. Yarattığı insanlara peygamber olarak gönderdi, ona seçkin bir şeref ve saygınlık kazandırdı ve kendisi ile kulları arasında onu kendi emîni kıldı. Peygamberlik ile görevlendirildiği günün pazartesi olduğunda ihtilaf yoksa da, hangi ayda peygamber olduğu konu­sunda görüş ayrılıkları çıkmış; kimisi: "Fil hâdisesinin cereyan ettiği sene başlangıç itibar edilen takvime göre 41 senesinin Rebiulevvel ayının seki­zinci gününde" demiştir ki, bu çoğunluğun görüşüdür. Kimisi de: "Hayır bu olay Ramazan'da idi" demiştir. Bunlar bir âyette geçen: "Kur'an'ın indirildiği Ramazan ayı...[109] ifadesini delil gösterekek: "Allah Teâlâ ona ilk olarak peygamberük görevini lütfettiğinde Kur'an'ı indirdi." diyorlar. Yahya es-Sarsarî'nin de içinde bulunduğu bir grup bu görüşü savunmakta­dır. Yahya es-Sarsarî[110] , nûn kafiyeli şiirinin bir beytinde diyor ki:

"Kırk yaşına geldiğinde Ramazan'da ondan peygamberlik güneşi doğ­du."

Birinci grup diyor ki: Kur'an'ın Ramazan'da indirilmesi, Kadir gece­sinde Beytü'I-îzzet'e bir kerede toptan indirilmesidir. Sonra buradan olay­lara göre 23 senede parça parça indirilmiştir.[111]

Bir grup da diyor ki: Kur'an o ayda indirildi, yani onun şanının yücel­tilmesi, onda orucun farz kılınması için indirildi.

Kimileri de: İlk olarak peygamberlik görevi Recep ayında başlamıştı, diyorlar.

Vahyin Geliş Şekilleri:

Allah Hz. Peygamber'e (s.a.) vahiy mertebelerinden pek çoğunu ta­mamladı:

1.  Sadık rüya: Vahyin başlangıcı bu şekilde idi. Hz. Peygamber (s.a.) ne rüya görse sabah aydınlığı gibi gerçekleşirdi.

2.  Hz. Peygamber (s.a.) görmeksizin, melek onun zihnine ve kalbine yerleştirirdi. Nitekim kendisi buyuruyor ki: "Ruhu'I Kudüs (= Cebrail) hiç kimsenin rızkım tamamlamadan kesinlikle ölmeyeceğini zihnime üfledi. Al­lah'tan sakının ve rızık talebi konusunda iyi davranın. Rızkın yavaşlığı ve gecikmesi sizi, Allah 'a isyan ederek onu talep etmeye sevketmesin. Çün­kü Allah katmdakiler ancak O'na itaatla elde edilir. [112]

3.  Melek, Hz. Peygamber'e (s.a.) bir erkek suretinde görünür; onunla konuşur ve Hz. Peygamber (s.a.) de onun söylediklerini bellerdi. Bu mer-tebede zaman zaman sahabiler de meleği görürlerdi.[113]

4.  Zil sesi şeklinde gelirdi ki, bu şekli Hz. Peygamber'e (s.a.) en ağırj geleniydi. Melek ona iyice sokulur, öyle ki, soğuğu şiddetli bir günde bile| alnından ter boşanırdı'[114]. Hatta eğer deve üzerinde ise devesi yere çöker-! di[115] Bir keresinde uyluğu, Zeyd b. Sâbit'in uyluğu üzerinde iken ona( vahiy bu şekilde gelmişti, o kadar ağırlık çökmüştü ki, neredeyse Zeyd'in; bacağı ezilecekti.[116]                                                                                    !

5.  Hz. Peygamber (s.a.) meleği yaratıldığı asıl suretinde görür, melek; Allah'ın vahyedilmesini istediği âyetleri ona vahyederdi. Allah'ın Necm sû­resinde (âyet: 7,13) belirttiği gibi bu şekil iki kere meydana gelmişti[117]..

6.  Göklerin üstünde iken Allah'ın, Mi'rac gecesi ona namazın farz kılınması ve benzeri hususları vahyettiği şekil.

7.   Hiçbir melek aracılığı olmaksızın Allah'ın ona bildirmek istediği şeyleri tıpkı İmrân oğlu Hz. Musa'ya söylediği gibi doğrudan doğruya söy­lemesi. Bu mertebe Hz. Musa için Kur'an'ın kesin nassı ile sabitken, bizim Peygamberimiz (s.a.) için gerçekleştiği ise İsrâ olayının anlatıldığı hadiste geçmektedir.

Bazıları sekizinci bir mertebe olarak Allah'ın ona hiçbir perde, hiçbir engel bulunmadan karşı karşıya konuşmasını ilâve etmektedirler. Bu, Hz. Peygamber (s.a.) Rabbi Tebâreke ve Teâlâ'yı gördü, diyenlere göredir. Bu konu ise —her ne kadar sahabenin çoğunluğu hatta hepsi (Hz. Peygam­ber'in (s.a.) Rabbini gördüğünü söyleyen yanılmıştır diyen -Ş.Ö.) Hz. Âişe ile aynı görüşü paylaşmış olsalar da— selef ve halef arasında tartışmalı bir konudur. Osman b. Saîd ed-Dârîmî sahabenin (Hz. Âişe'nin görüşün­de) icmâ ettiklerini aktarmaktadır. [118]

 

2— Sünnet Olması:

 

Bu konuda üç görüş ortaya çıkmıştır:

Birinci görüş: Hz. Peygamber (s.a.) sünnetli ve göbeği kesik doğmuş­tur. Bu konuda Ebu'İ-Ferec İbnu'l-Cevzî'nin el-Mevzûât'ta kaydettiği an­cak sahih olmayan bir hadis vardır. Bu konuda hiçbir sağlam hadis yok­tur. Bu şekil doğma Hz. Peygamber'e (s.a.) has bir özellik değildir. Çünkü pek çok insan sünnetli doğmaktadır.

el-Meymûnî anlatıyor: Ebu Abdillah (Ahmed) b. Hanbel'e, bana soru­lan "Bir sünnetçi bir çocuğu sünnet etse, işi tam beceremese ne yapmalı?" sorusunu yönelttim, şöyle cevapladı: "Sünnet edilen kısım haşefenin yarı­sından daha yukarıya taşmışsa yeniden sünnet etmez. Çünkü haşefe kalın­laşır. Her kahnlaştığında sünnet edilen kısım yukarı çıkar. Şayet sünnet edilen kısım yarıdan az ise yeniden sünnet etmesi gerektiği görüşündeyim."

"Peki yinelenmesi çok zor olur, yinelenmesinde bir zarar gelmesinden korkulursa?" dedim, "Bilmiyorum." cevabını verdikten sonra bana dedi ki: "burada bir adam var. Sünnetli bir oğlu dünyaya geldi. Bundan dolayı çok üzüldü. Ona: Allah senin rızkını karşılamışsa buna neden üzülüyor­sun? dedim." Beytü'l-Makdis'te muhaddis olan arkadaşımız Ebu Abdillah Muhammed b. Osman el-HalîIî kendisinin bu şekilde doğduğunu, ailesinin onu sünnet etmediğini bana söyledi. Halk, bu şekilde doğan çocuk için:

"Onu ay sünnet etti" der ki, bu onların hurafelerindendir.

İkinci görüş: Süt annesi Halirne'nin yanında iken melekler kardığı gün sünnet edilmiştir.

Üçüncü görüş: Dedesi Abdülmuttalib, doğumunun yedinci günü onu sünnet etti, bir yemek ziyafeti verdi ve ona "Muhammed" adını koydu.

Ebu Ömer İbn Abdilber diyor ki: Bu konuda müsned-garîb bir hadis vardır. Senedi ve metni şöyledir: Ahmed b. Muhammed b. Ahmed-Muhammed b. İsâ-Yahya b. Eyyûb el-Allâf-Muhammed b. Ebu's-Serî el-Askalânî-Velîd b. Müslim-Şuayb-Atâ el-Horasânî-İkrime-îbn Abbas: "Ab­dülmuttalib, doğumunun yedinci günü Hz. Peygamber'i (s.a.) sünnet etti, bir yemek ziyafeti verdi ve ona Muhammed adını koydu."[119] Yahya b. Eyyub diyor ki: "Bu hadisi araştırdım, îbn Ebi's-Serî dışında karşılaştığım hadisçilerden hiçbirinde bulamadım." Bu konu iki büyük adam arasında tartışma konusu haline geldi. Bunlardan birisi olan Kemâleddin b. Talha, Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetli doğduğu konusunda bir eser yazdı ve bu eserde ne gemi, ne yuları olan hadisleri topladı. Kemâleddin İbnü'1-Adîm ise ona reddiye yazmış ve bu reddiyesinde Hz. Peygamber'in (s.a.) Arap âdeti üzere sünnet edildiğini ve bu âdetin bütün Araplar arasında yaygın olmasının bu konuda belli bir nakil bulunmasına ihtiyaç göstermediğini açıklamıştır. En iyi bilen Allah'tır. [120]

 

3— Süt Anneleri:

 

1- Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe[121]. Hz. Peygamber'i (s.a.) günlerce emzirdi. Oğlu Mesrûh'un sütü ile hem Hz. Peygamber'i (s.a.) emzirdi, hem Abdullah b. Abdülesed el-Mahzûmî'yi ve hem de Hz. Peygamber'in (s.a.) amcası Hamza b. Abdülmuttalib'i emzirdi. Bu süt annenin müslüman olup olmadığı tartışmalıdır. Doğrusunu en iyi Allah bilir.

2- Sonra onu Halime es-Sa'diyye, oğlu Abdullah'ın sütünden emzirdi. Abdullah, Haris b. Abdüluzzâ b. Rifâa es-Sa'dî'nin çocukları olan Üneyse ve Cüdame'nin kardeşidir. Cüdame'nin diğer adı ise Şeymâ'dır. Hz. Pey-gamber'in (s.a.) süt annesi ve babasının müslümanhkİarı tartışmalıdır. Şu halde doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Halime, onunla birlikte önceleri Allah Rasûlünün (s.a.) azılı düşmanı olup da sonra Fetih senesi Islâmiyeti seçen ve iyi bir müslüman olan amca oğlu Ebu Süfyan b. Haris b. Abdül-muttalib'i de emzirdi. Amcası Hz. Hamza, Sa'd b. Bekir oğulları arasında süt çocuğu idi. Onun annesi, Allah Rasûlünü (s.a.) süt annesi Halime'nin yanında bir gün emzirdi. O halde Hz. Hamza, iki yönden, hem Süveybe ve hem de Halime es-Sa'diyye cihetinden Allah Rasûlünün (s.a.) süt kar­deşidir. [122]

 

4—  Dadıları:                                                                        

 

1-  Annesi Âmine: Vehb b. Abdimenâf b. Zühre b. Kilâb'm kızıdır.

2-  Süveybe.

3, 4- Halime ve kızı Şeymâ: Şeymâ Hz. Peygamber'in (s.a.) süt karde­şidir, annesi ile birlikte Hz. Peygamber'e (s.a.) dadılık yapardı. Hevâzin heyeti içinde Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna çıkarıldı. Hz. Peygamber (s.a.) onun hakkına riâyet için ridâsını yere serdi ve üzerine oturttu.

5-  Habeşli, saygın ve faziletli hanım Ümmü Eymen Bereke. Bu hanım (cariye olduğundan) babasından, miras kalmıştı ve onun dadısı idi. Hz. Pey­gamber (s.a.) onu, peygamber âşığı Zeyd b. Harise ile evlendirdi. Bu evli­likten Üsâme dünyaya geldi. Hz. Peygamber'in (s.a.) vefatından sonra Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, Ümmü Eymen'in huzuruna girdiler. Ağlıyordu. Dediler ki: "Ey Ümmü Eymen! Neden ağlıyorsun? Allah katında var olan­lar O'nun Peygarnber'i için daha hayırlıdır.*' Cevap verdi: "Elbet biliyo­rum ki, Allah katında var olanlar, O'nun Peygamber'i için daha hayırlıdır. Ben ağlıyorsam göğün haberi (yani vahiy) kesildiği için ağlıyorum." Bu sözleriyle onları ağlamaya tahrik etti; onlar da ağladılar.[123] [124]

 

5— Peygamber Oluşu ve İlk Vahiy:

 

Allah, onu kırk yaşının başında peygamber olarak gönderdi. Bu yaş kemâl ( = olgunluk) yaşıdır. Peygamberlerin bu yaşta görevlendirildikleri söylenmektedir. "Hz. İsa, otuz üç yaşında iken göğe yükseltildi" sözüne gelince, bu sözün muttasıl senedle aktarılan bir rivayeti bilinmediğinden böyle bir şeyi kabullenmek zorunlu değildir.

Allah Rasûlünün (s.a.) peygamberliği ilk olarak rüya şeklinde başladı. Gördüğü her rüya mutlaka sabah aydınlığı gibi gün yüzüne çıkardı[125]. De­niliyor ki: Bu rüya dönemi altı aydır. Peygamberlik müddeti yirmi üç sene­dir. Şu halde bu rüya peygamberliğin kırk altıda biridir. En iyi bilen Allah'tır,

Sonra Allah Teâlâ ona peygamberlik lütfetti. Hirâ mağarasında bu­lunduğu bir sırada melek geldi. Kendisi halvete çekilmeyi severdi. İlk gelen âyetler: "Yaratan Rabbinin adıyla oku..." diye başlayan Alâk sûresinin ilk âyetleridir. Bu, Hz. Âişe[126] ile çoğunluğun görüşüdür.

Câbir ise: "İlk inen âyetler: 'Ey bürünen! Kalk da uyar..."diye başla­yan Müddessir sûresinin ilk âyetleridir." diyor[127]. Şu sebeplerden ötürü doğrusu Hz. Âişe'nin görüşüdür:

1-  Hz. Peygamber'in (s.a.), meleğin ilk gelişinde "Ben okuma bilmem" sözü daha önce hiçbir şey okumadığını gösterir açık bir ifadedir.

2- Sıra itibariyle okumayı emir, uyarmayı emirden öncedir. Çünkü için­den okuduğunda, okuduğu şey ile uyardı. O halde Allah ona önce okuma­yı emretti, sonra ikinci defa okuduğu ile uyarmayı emretti.

3- Câbir hadisinde geçen "İlk inen âyetler: 'Ey bürünen! kalk da uyar... diye başlayan Müddessir sûresinin ilk âyetleridir" sözü, Câbir'in sözüdür. Hz. Âişe ise, Hz. Peygamber'in (s.a.) başından geçen olayı doğrudan doğ­ruya kendisinden aktararak haber vermektedir.

4-  Delil olarak ileri sürülen Câbir hadisinde, daha Müddesir sûresi inmeden önce Hz. Peygamber'e (s.a.) meleğin geldiği açıkça ifade edilmek­tedir. Çünkü bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.) diyor ki: "...Başımı kaldırdım, ne göreyim! Bana Hirâ'da gelen melek orada değil mi? Derhal aile­min yanına döndüm. Beni örtünüz! Üzerimi kapatınız! dedim. Bunun üze­rine Allah: 'Ey bürünen! Kalk da uyar...1 âyetini indirdi." Oysa Hz. Pey­gamber (s.a.) Hirâ'da kendisine gelen meleğin: "Yaratan Rabbinin adıyla oku..." âyetini getirdiğini haber vermiştir. Şu halde Câbir hadisi Müddes-sir sûresinin daha sonra geldiğini göstermektedir. Onun görüşü değil, riva­yeti hüccettir. En iyi bilen Allah'tır.

Davetin Aşamaları:                                           

1-  Peygamberlik,                                              

2-  Yakın akrabalarını uyarması,

3-  Kavmini uyarması,

4-  Kendisinden önce hiç bir uyarıcının gelmediği bir kavmi, yani bü­tün Arap milletini uyarması,

5-  Zamanın sonu (olan kıymete) kadar davetinin ulaştığı bütün cinleri ve insanları uyarması.

Bundan sonra Hz. Peygamber (s.a.) üç sene insanları Allah Teâlâ'ya gizlice davet ederek bekledi. Sonra "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve müşriklerden yüz çevir" âyeti[128] inince davetini herkese ilan etti. Kavmi açıktan açığa ona düşmanlık gösterdi. Ona ve müslümanlara karşı yapılan eza şiddetini artırdı ve nihayet Allah onlara iki kez (Habeşistan'a) hicret etme izni verdi. [129]

 

6-  İsimleri:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) isimlerinin hepsi övgü isimleridir; sırf şahsı belirleyici olsun diye konmuş özel isimler değildir. Onda var olan, medhe-dilmesi ve olgunluğunu icap ettiren birtakım sıfatlardan türetilmiş isimler­dir. Bunlardan bazıları:

1- Muhammed: En meşhur ismidir. Tevrat'ta bu ismiyle açık bir şekil­de anılmıştır. Nitekim bu hususu: Cilâu'l-Efhâm fiFazli's-Salât ve's-Selâm ala Hayri'l-Enâm adlı eserimizde açık ve kesin delille açıkladık. Bu kitabı­mız, anlattığı konu itibariyle eşsiz, faydalarının çokluğu ve bolluğu bakı­mından da benzeri daha önce yazılmamış bir eserdir. Bu kitapta Hz. Pey-gamber'e (s.a.) salât ü selâm getirme konusunda gelen hadisleri aktardık ve sahih, hasen ya da malul olanlarını açıkladık. Malul olaniarındaki illetleri yeteri kadar açıkladıktan sonra sırasıyla; bu duanın esrarengiz yönleri­ni, şerefini ve içerdiği hüküm ve faydalarını, Hz. Peygamber'e (s.a.) sala-vat getirilecek yer ve mahalleri de açıkladık. Daha sonra bunlardan ne kadarının gerekli olduğu, ilim adamlarının bu konudaki görüş ayrılıkları, aeırlıklı olanların tercihi, çürük olanların çürüklüklerinin gösterimi konu-l tanrıdan söz ettik. Kitabın okunup incelenerek öylece karar verilmesi anla-| tımından üstündür.

Sözün özü, onun ismi, ehl-i kitabın inanan kesiminden her âlimin bül görüşe katılacağı bir tarzda, Tevrat'ta Muhammed olarak açıkça geçmektedir.!

2-  Ahmed: Sözünü ettiğimiz kitapta anlattığımız bir sırdan dolayı Hz.| İsa, onu işte bu isimle anmıştır.

3-  Mütevekkil, 4- Mâhî, 5- Haşir, 6- Âkıb, 7- Mukaffî, 8- Nebiyyü't-Tevbe, 9- Nebiyyü'r-Rahme, 10- Nebiyyü'l-Melhame, 11- Fâtih, 12- Emin.)

Bu isimlere şunlar da ilâve edilebilir: Şâhid, Mübeşşir, Beşîr, Nezîr, Kasım, Dahûk, Kattâl, Abdullah, es-Sirâcü'1-Münîr, Seyyidu Veledi Âdem, Sâhibu Livâu'1-Hamd, Sâhibû'l-Makâmi'l-Mahmûd... vs. Çünkü onun isim­leri övgü sıfatları olursa her sıfatından bir ismi olur. Ancak ona has, yahut onda çoğunlukla bulunup da kendisinden onun için bir isim türetilen vasıf­la; müşterek olup da bu yüzden ona mahsus bir isim olmayacak vasfın arasını ayırmak gerekir.

Cübeyr b. Mut'im diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) bize, kendisinin isim­lerini şöyle sıraladı: "Ben Muhammed'i m. Ben Ahmed'im. Ben Mâhî'yim: Allah küfrü benimle mahvedecektir. Ben Haşir'im: İnsanlar benim önüm­de haşrolunacaklardır. Ben Âkıb'im: Benden sonra peygamber gelmeye­cektir.'[130]

Hz. Peygamber'in (s.a.) isimleri iki türlüdür:

1) Ona has olup başka peygamberlerin kendisine ortak olmadıkları. Muhammed, Ahmed, Âkıb, Haşir, Mukaffî ve Nebiyyü'l-Melhame... gibi.

2) Anlamında başka peygamberlerin ortak olup da ancak onda kemâli bulunan isimler. Ona has olan kısmı aslı değil, kemâl derecesidir. Rasûlul-lah, Nebiyullah, Abdullah, Şahid, Mübeşşir, Nezîr, Nebiyyu'r-Rahme, Nebiyyu't-Tevbe... gibi.

Şayet ona; Sâdık, Masdûk, Raûf-Rahîm... vb. gibi vasıflarından her-biri alınarak bir ad konacak olsa isimleri iki yüzü aşar. İşte "Allah'ın bin ismi, Hz. Peygamber'in (s.a.) de bin ismi vardır." sözünü söyleyenler bu

anlamı kasdetmislerdir. Bunu söyleyen Ebu'I-Hattâb b.Dıhye [131]olup isimlerden maksadı vasıflardır. [132]

 

7__ İsimlerinin Açıklanması:

 

Muhammed: "Hamide" kökünden gelen "Hammede" fiilinden türe­tilmiş ism-i mef'ûl ( = edilgen çatı)dür. Övgüyle karşılanacak huyları çok olana "Muhammed" denir. Bu yüzden "Mahmûd" kelimesinden daha mü­balağalıdır. Zira "Mahmûd" kelimesi asıl kökü üç harfli olan (-sülâsî mücerred) fiilden türetilmiş; "Muhammed" kelimesinin ise mübalağa ifade etmesi için harfleri artırılmıştır. O halde "Muhammed" övülen diğer in­sanlara göre daha çok övülen, yüceltilen demektir. Hem onun, hem dinin ve hem de ümmetinin Tevrat'ta ifade edilen övülmüş üstün niteliklerinin çokluğundan dolayı olacak ki, —Allah daha iyi bilir ya— bu yüzden Tev­rat'ta bu adla anılmıştır. Hatta övülen niteliklerinin çokluğundan dolayı Hz. Musa (a.s.) bu ümmetten olmayı temenni etmiştir. Bu anlama şahid olacak hususları orada (yukarıda adı geçen eserde) anlattık. Ayrıca işi ter­sine çeviren, Hz. Peygamber'in (s.a.) Tevrat'taki adının Ahmed olduğunu söyleyen Ebu'l-Kâsım es-Süheylî'nin[133] yanılgısını da açıkladık.

Ahmed: "Ef'ale" vezninde ism-i tafdîldir (yani ismin daha üstünlük, en üstünlük bildiren halidir -Ş.Ö.). Bu da yine "hamd" kökünden türetil-, mistir. Fail ( = etken çatı) mi, mef'ûl (edilgen çatı) mü anlamında olduğun-j da insanlar görüş ayrılığına düşmüş; kimisi, fail anlamında olduğunu yanij onun Allah'a hamdedişi, diğerlerinin hamdedişinden daha fazladır, anla-j mına geldiğini söylemiştir. Bu durumda anlamı:  "Rab-I bine hamdedenlerin en çok hamdedenidir." olur. Bu görüşü şundan tercih ediyorlar: İsm-İ tafdîl, gramer kaidelerine uygun ( = kıyası) olarak mef'ûlj ( = nesne) üzerinde gerçekleşen fiilden değil, fail ( = özne)in yaptığı fiildenj türetilir.

Diyorlar ki: Üzerinde gerçekleşen darb = vurma işi gözönüne alınarak; ne "Zeyd ne dövülmüştür!", ne "Zeyd,| Amr'dan daha dövülmüştür" denir; ne de"Suyu ne de içi-rilmiştir!" ve  "Ekmeği ne de yedirilmiştir!" vs. denir. Çün-j kü ism-i tafdîl ile fiil-i taaccüb ( = şaşkınlık ve hayret ifade eden fiil) yal-j nızca lâzım ( = geçişsiz) fiilden türetilir. Bundan dolayı "feale" ve "feile" vezinlerinden "feule" veznine aktarıldığı takdir edilir. Bu sebeple hemzej ile mef'ûle geçişli yapılır.  Şu  halde hemzesi  geçişlilik içindir.  Meselâ:  "Zeyd ne zarif!" ve"Amr ne cömert!" ör­neklerinde olduğu gibi. Bu iki kelimenin (ezrafe ve ekrame) aslı vedir. Hem şu da var ki, taaccub edilen şey aslında faildir. Doiayı-| siyla fiilinin müteaddî ( = geçişli)  olmaması gerekir.l "Zeyd, Amr'ı ne dövdü!" vb. örneklere gelince buradaki edrabe taaccubl fiili, "feaîe" vezninden "feule" veznine aktarılmıştır. Sonra iş bu halde! iken hemze ile geçişli kılınmıştır. Bunun delili Arapların lâm ile getirerek demeleridir.    Şayet    geçişli    olarak    kalsa   idi denirdi. Çünkü bu fiil, bir mef'ûle doğrudan doğruya, bir başkasına ise geçişlilik hemzesi ile geçişlidir. Araplar mef'ûle geçişlilik sağlayan hemze-ile geçişli kıldıklarında diğerine ise lâm ile geçişli kıldılar. İşte bu durum; ism-i tafdîl ile fiil-i taaccüb, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiilden değil, failin yaptığı fiilden türetilirler, demelerini icap ettirmiştir.

Ötekiler bu konuda onlara karşı gelerek diyorlar ki: İsm-i tafdîl ile fiil-i taaccübün hem failin yaptığı fiilden, hem de mef'ûl üzerinde gerçekle­şen fiilden türetilmeleri caizdir. Bunun Arapçada çok kullanımı caizliğinin en açık delillerinden di r. Arap:"Şu şeyle ne kadar da meşgul oldu!" der ki, buradaki "eşgale" "şugile = meşgul oldu" kelimesinden gelmekte olup "meşgul" anlamındadır. Aynı şekilde Araplar:  "Şu şeye ne kadar meftun oldu!" derler ki buradaki "Şu şeye meftun oldu, gönlünü kaptırdı" cümlesinde olduğu gibidir ve "Gönlü kaptırılmış" anlamındadır ki, bu yalnız ve yalnız mef'­ûl için kurulmuştur."O bana ne kadar sevimli!" derler ki, bu da mefûlün fiilinden ve sana mahbûb olmasından bir taaccübdür."O bana ne kadar menfur!" ve "O bana göre ne kadar kızılan biri!" cümleleri de böyledir.

Burada Sîbeveyh'in (v.180/796) sözünü ettiği meşhur bir mesele var­dır: Hoşlanmayıp nefret eden sen isen: "Ona ne kadar buğ-zettim!"; seven sen isen: "Onu ne kadar sevdim!" ve kızan sen isen: "Ona ne kadar kızdım!" dersin. Ama nefret edilen sen isen:  "Ona göre ben ne kadar menfur biriyim!"; kızı­lan sen isen:  "Ona göre ben ne kadar kızılacak biriyim!" ve sevilen sen isen:  "onun tarafından ne kadar sevilen biri­yim!" dersin. Böylece mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiilden taaccüb eden sen olursun. O halde "lâm" ile olan fail içindir; "ilâ" ile olan mef'ûl içindir. Nahivcilerin (gramercilerin) çoğunluğu bu şekilde sebep gösterip değerlen­dirmiyorlar. Sebep olarak söylenen —Allah daha iyi blir ya— şudur: "Lâm", anlam itibariyle fail içindir. Meselâ: "bu kimin?" sorusuna"Zeydin" cevabı verilir, lâm ile getirilir. "İlâ" ise anlam itibariyle mef'ûl içindir.  "Bu kitap (yahut mektup) kime ula­şacak?" sorusuna cevaben: "Abdullah'a"dersin. Bunun sırrı şudur: Aslında "lâm" mülkiyet ve bir şeye aidiyet (= ihtisas) bildirmek içindir. İstihkak ise ancak mâlik ve hak sahibi olan faile aittir. "İlâ" ise gayeye (sona) eriş ifade eder. Gaye, fiilin icap ettirdiği şeyin sonudur ve mef'ûle daha lâyıktır. Çünkü fiilin icap ettirdiği şeyin tamamındandır. Şâir Kâ'b b. Züheyr'in Hz. Peygamber (s.a.) hakkında söylediği şu beyitler mef-ûlün fiiline taaccüb örneklerindendir:

"Artık o, kendisiyle konuştuğum vakit benim gözümde -daha önce bana: 'Sen yakalanıp öldürüleceksin' denildiğinden— peşpeşe inlerin sıra­landığı Asser vadisindeki korulukta mesken edinmiş yatıp duran arslanla-

rın kralından daha korkulacak halde idi.[134]

Buradaki  kelimesi "korktu" kelimesinden değil  "korkuldu" kelimesinden gelmektedir ki"korkunç ve tehlikeli yer" anlamındadır. Aynı şekilde:  "Zeyd ne kadar çılgın!" cümlesindeki  kelimesi de "delirdi, çıldırtıldı" kelimesinden gelmektedir ki  "deli, çarpılmış, çıldırtılmış" anlamın­dadır.  Bu Kûfelilerin ve onlara katılanların görüşüdür.

Basralılar diyorlar ki: Bunların hepsi kaide dışıdır, itimad edilemez. Bunlarla kîdeleri altüst edemeyiz. Araplar arasında kullanıldığı kadarıyla kalmaları gerekir.

Kûfeliler diyorlar ki: Bunun gerek nesir, gerekse nazım şeklinde arap-ların konuşmalarında çokça rastlanması, kaide dışı olduğunu söylemekten bizi ahkoyar. Zira kaide dışı olan, onların kullanımlarına ve konuşmala­rında sık sık geçene aykırı düşen demektir. Bu ise onlara aykırı düşmemek­tedir. Sizin, fiilin "feule" vezninde olması gerektiği ve bu vezne aktarıldığı, şeklindeki düşünce ve yorumunuza gelince, bu delilsiz bir söz söylemedir ve keyfîliktir. Tutunduğunuz hemze ile geçişlilik sağlama deliline gelince,, bu konuda iş sizin savunduğunuz gibi değildir. Bu yapıda hemze geçişlilik için değil, yalnızca taaccüb ve tafdîl ( = üstün tutma) anlamını göstermek içindir. Meselâ "fail" kelimesindeki elif, "mef'ûl" kelimesindeki mim ve vâv harfleri; iftiâl veznindeki ve mutavaat için olan vezinlerdeki tâ harfi ve bunlara benzer asıl kökü üç harfli olan fiile, yalın halindeki anlamından fazla bir anlam taşıdığım göstermek için getirilen ilâve harfler gibidir. İşte bu hemzeyi çeken, fiilin geçişli kılınması değil bu sebeptir.

Diyorlar ki: Bunun delili şudur: Hemze ile geçişli kılınan fiilin harf-icer ve şedde ile de geçişli yapılması caizdir. Meselâ:"Onu oturttum" ve  "Onu ayağa kaldırdım" vb. örnekler­de olduğu gibi. Burada hemze yerine başkası geçemez. Böylece hemzenin yine sırf geçişlilik için olmadığı anlaşılmıştır. Çünkü geçişlilik sağiayan "bâ" harfi ile bir arada getirilir. Meselâ  "ne kadar cömert!" ve.. "Ne kadar güzel!" örneklerinde böyle olmuştur. Bir fiil üze-> rinde iki geçişlilik birleştirilemez.                                                               

Hem Araplar şu cümleleri kullanırlar:  "Ona ne dir­hemler verdi!" ve  "Ona ne elbiseler giydirdi!" Buradaki

taaccüb fiilleri "verdi" geçiş "giydirdi" fiillerindendir. Anlam bozulacağından dolayı "el uzatıp almak" anlamındaki  ke­limesine aktarılıp sonra ona geçişlilik hemzesi getirildiğini düşünmek doğru olmaz. Çünkü taaccüb atv'dan yani el uzatıp almaktan değil, i'tâ'dan ( = vermekten) kaynaklanmaktadır. Ondaki hemze, taaccüb ve tafdîl hem-zesidir ve fiilindeki hemzesi hazfedilmiştir. Şu halde bu hemzenin geçişlilik için olduğunu söylemek doğru olmaz.

Diyorlar ki: vb. örneklerde olduğu gibi Iâm ile geçişli yapılmıştır, sözünüze gelince; burada lâm'ın getirilmesi, söylediğiniz gibi fiilin lâzım (-geçişsiz) olmasından kaynaklanmıyor. Fiil, tasarruftan ( = çekimden) men olunmakla zayıfladığı ve fiillerin yollarından dışarı bir yola sevkedilip görev ve amelini ifadan zayıf kaldığı için destek olarak Iâm getirilmiştir. Nasıl ki ma'mûlü (yani i'rabında etkili olduğu kelime) kendisinden Öce geldiğinde ve yan cümle olduğunda fiil Iâm ile takviye edilir, tıpkı aynı şekilde burada da Iâm ile takviye edilmiştir... Gördüğünüz gibi tercih edilecek görüş budur.

Artık maksada dönelim. Diyoruz ki: "Ahmed" kelimesinin takdiri, birincilerin görüşüne göre: "İnsanların Rabbini en çok hamdedeni" şeklinde; bunların görüşüne göre ise "Övülmeye insanların en lâyık ve en münasibi" şeklindedir. Bu durumda anlam itibariyle "Muhammed" gibi olur. Ancak aralarındaki fark şudur: "Muhammed" kelimesi, "övülen nitelikleri çok olan"; "Ahmed" kelimesi ise "O övülen, başka övülenlerden daha üstündür." anlamındadır. Şu hal­de çokluk ve nicelik bakımından "Muhammed", özellik ve nitelik bakı­mından da "Ahmed"dir. Hz. Peygamber (s.a.), lâyık olan öteki insanlar­dan daha çok övülmeye lâyık ve diğerlerinin lâyık olduğundan daha üstün övgüye lâyıktır. İnsanların yaptığı en çok ve en üstün övgüler ona yapılır. Böylece her iki ismi de mefûl üzerinde gerçekleşmektedir. Bu, hem onu övgüde daha edebî ve daha yerinde ve hem de anlam itibariyle daha mü­kemmeldir. Şayet fail anlamı kastedilmiş olsa, "Hammâd" yani çok ham-deden adı verilirdi. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Rabbine en çok hamde-den insandır. Eğer Rabbine hamdetmesi gözönüne alınarak "Ahmed" ismi verilmiş olsa "Hammâd" adının konması şüphesiz daha münasip olurdu. Nitekim ümmeti bu adla anılmıştır.

Hem bu iki isim onun Muhammed ve Ahmed adlarını almasına sebep olan övülmüş ahlâkından ve niteliklerinden türetilmişlerdir. Sayanların, hesap edenlerin sayamayacaklan kadar çok olan övülen niteliklerinden dolayı göktekiler, yerdekiler, dünyadakiler, ahirettekiler hep O'nu öveceklerdir. Bu konuyu es-Salâtu ve's-Selâmu Aleyhi adlı yukarıda anılan kitapta doyuru­cu genişlikte anlattık. Burada yalnızca yolcunun halinin, kaib ve zihninin dağınıklığının müsaade ettiği ölçüde birkaç söz söyledik. Yardım Allah'tan beklenir ve O'na güvenilir.                                                                    

Mütevekkil: Sahih-i Buhârî'deki bir rivayette Abdullah b. Amr diyor ki: Tevrat'ta Hz. Peygamber'in (s.a.) şu şekilde anlatıldığını okudum: "Mu­hammed, Allah'ın rasûlüdür. Kurumdur, rasülümdür. O'na Mütevekkil adını koydum. Ne kabadır, ne katı kalblidir ve ne de çarşıda, pazarda bağırıp çağırır. Kötülüğe kötülükle karşılık vermez. Aksine affeder, bağışlar. Ça­rpıtılmış dini onunla düzeltip insanlar: "Lâ ilahe illallah" deyinceye kadar asla onun canını almayacağım."[135]. Hz. Peygamber (s.a.) bu isme en lâ­yık insandır. Çünkü dini düzeltmek, yerleştirmek yolunda Allah'a göster­diği tevekkülde hiç kimse ona ortak olamaz.

Mâhî, Haşir, Mukaffî ve Âkıb isimlerine gelince; bunlar Cübeyr Mut'im'in aktardığı hadiste açıklanmıştır.

Mâhî: Allah'ın kendisiyle küfrü mahvedeceği kişi demektir. Küfür, Hz. Peygamber (s.a.) ile mahvedildiği kadar hiçbir kimse ile mahvedilmemiştir. O, peygamber olarak görevlendirildiğinde —Ehl-i Kitab'dan arta kalanlar dışında— yeryüzünde yaşayanların hepsi kâfir idiler. İnsanlar ya putperest­lerden, gazaba uğramış yahudilerden, sapık hristiyanlardan, ne Rab ne âhiret tanıyan materyalist sâbiîlerden; ya da yıldızlara tapanlardan, ateşperestler­den, peygamberlerin getirdikleri şeriatları tanımayan ve kabullenmeyen fi­lozoflardan oluşmaktaydı. Allah Teâlâ bunları Rasûlü ile mahvetti ve Al­lah'ın dini her dine galip geldi. O'nun dini gece ve gündüzün ulaştığı yere (yani dünyanın her yerine) ulaştı. O'nun daveti, güneş ışınlarının yayılışı gibi bütün bölgelere yayıldı.

Haşir: Bu kelimenin kökü olan "haşr", katlamak ve bir araya getir­mek anlamındadır. İnsanlar onun önünde haşrolunacaklardır. Sanki o, in­sanları hasretmek için peygamber olarak görevlendirilmiştir.

Âkıb: Peygamberlerin en sonuncusu olarak gelen. O'ndan sonra pey­gamber gelmeyecektir. Çünkü Âkıb kelimesi "âhirden sonuncu'/ anlamın­dadır. O, mühür gibidir. Bundan dolayı kayıtsız şartsız Âkıb diye ad aridı-nlmıştır. Yani peygamberlerin ardından en son olarak gelen.

Mukaffî: Yine aynı anlamdadır. Kendisinden Öncekilerin izlerini kapa­tan anlamına gelmektedir. Allah, onunla daha önceki peygamberlerin izle­rini kapatmıştır. Bu kelime  "izlemek, geride kalmak" kökünden türetilmiştir. Bir kimse birinden geri kaldığı zaman ( tâ ) "Ondan geri kaldı "Ondan geri kalır" denir. ( .-Başın ense kısmı" ve"Beytin kâfiyesi" sözleri de buradan gelmektedir. O halde Mukaffî: Kendisinden önceki peygamberleri takip edip onların mühürleyi-cisi ve sonuncusu olan demektir.

Nebiyyü't-Tevbe (Tevbe Peygamberi): Allah'ın kendisi ile yeryüzü hal­kına tevbe kapısını açtığı kimse demektir. Allah onların tevbelerini, ondan önceki yeryüzü halkına benzeri nasip olmayan bir tarzda kabul etti. Hz. Peygamber (s.a.) en çok af dileyen ve tevbe eden insandı. Hatta bir tek oturumda yüz kere şöyle dediğini saymışlardı: "Rabbim! Beni bağışla, tev-betnizi kabul et. Doğrusu tevbeleri kabul eden ve günahları bağışlayan an­cak Sen'sin."[136]

Derdi ki: "Ey insanlar! Rabbiniz Allah'a tevbe edin. Zira ben, günde yüz kere Allah'a tevbe ederim."[137]. Aynı şekilde onun ümmetinin tevbesi diğer ümmetlerin tevbelerinden daha mükemmel, kabulü daha çabuk ve yapılması daha kolaydır. Onlardan öncekilerin tevbeleri ı güç işlerdendi. Hatta İsrâiloğullarının buzağıya tapmalarının tevbesi, kendilerini öldürmekti. Bu ümmete gelince, Allah Teâlâ katında bir üstünlüğe sahip olduklarından dolayı Allah, onların tevbelerini pişmanlık ve günahı terketmek saymıştır.

Nebiyyü'l-Melhame (Savaş Peygamberi): Allah'ın düşmanları ile cihad etmek görevi verilen demektir. Hiçbir peygamber ile ümmeti, Allah Rasülü (s.a.) ile ümmetinin yaptığı cihad kadar asla cihad yapmamışlardır. O'nun ümmeti ile kâfirler arasında meydana gelen ve meydana gelecek olan bü­yük savaşların benzerleri ondan önce hiç görülmemiştir. Zira O'nun üm­meti, birbirini kovalayan asırlar boyunca yeryüzünün her tarafında kâfirle­ri öldürmüşler ve onlara öyle savaşlar açmışlardır ki, kendilerinden başka hiçbir ümmet bunu yapmamıştır.

Nebiyyu'r-Rahme (Merhamet Peygamberi): Allah'ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği peygamber demektir. Allah, O'nun sayesinde mü'min, kâfir demeden bütün yeryüzü halkına merhamet etmiştir. Mü'minler, merhametten en çok nasib alanlardır. Kâfirlere gelince, onların ehl-i kitap olanları onun gölgesinde, onun eman ve güvencesinde yaşamışlar; O'nun ve ümme­tinin öldürdüğü kâfirler ise O'ndan dolayı derhal cehenneme atılmışlar ve böylece, sırf ahiretteki azaplarının şiddetini artıran uzun hayattan kurtul­muş oldular.

Fâtih: Allah'ın kendisiyle, kilitlenmiş hidayet kapısını açtığı kimse de­mektir. Allah, O'nunla kör gözleri, sağır kulakları ve kapalı kalpleri açtığı ve O'na kâfirlerin ülkelerini fetih nasib etti. O'nunla cennetin kapılarını açtı. Faydalı ilmin ve salih amelin yollarını O'nunla gösterdi. O halde O'­nunla dünya ve âhireti, kalbleri, kulakları, gözleri ve ülkeleri açtı.

Emîn: Varlıklar dünyasında bu isme en lâyık olan O'dur. Vahiy ve din konularında Allah'ın kendisine güvendiği kimse O'dur. O, hem gökte-kilerin ve hem de yerdekilerin güvendiği şahıstır. Bundan dolayı peygam­berlikten önce O'na "el-Emîn" derlerdi.

Dahûk-Kattâl (Çok gülen-çok öldüren): Bu iki isim birbiriyle iç içedir; biri diğerinden ayrılmaz. Zira Hz. Peygamber (s.a.) mü'minlerin yüzlerine karşı çok tebessüm eder ve onlara yüzünü ekşitmez, kaşlarını çatmaz, öf­kelenmez ve sert davranmazdı. Allah düşmanlarını ise perişan eder,.bu konuda hiç kimsenin kınamasından çekinmezdi.

Beşîr: İtaat edene sevap müjdesi veren, Nezîr: İsyan edeni a2apla k< kutan. Allah, kitabının pekçok yerinde O'nu, kendisinin Kulu olarak a landirmıştır:

"Allah'ın kulu, O'na dua etmek için namaza durduğunda neredey üzerine örtülüyorlardı. "[138]

"Hakkı bâtıldan ayırdeden Kur'ân'ı kuluna indiren Allah yücelercesidir.[139]

"O anda Allah artık kuluna vahyedeceğini vahyetti[140]"Kulumuza indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız...[141]

Sahih bir hadiste Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu aktarıl­maktadır:  "Ben, kıyamet günü, Âdemoğullarının efendisiyim ( = Seyyidu veled-i Âdem).  Bunda övünç yok. "[142]

Allah, O'nu, aydınlatan bir kandil, es-Sirâcu'l-Münîr[143]ve ziyası ya­nıp ışık veren bir kandil, es-Sirâcu'l-Vehhâc[144]olarak adlandırmıştır. Mü­nir; Vehhâc'ın aksine yakmaksızın aydınlatan, ışık veren demektir. Veh-hâc'da ise bir tür yakma ve yanma anlamı vardır. [145]

 

8— Birinci ve İkinci Hicret:

 

Müslümanlar çoğalıp kâfirler onlardan korkmaya başlayınca Hz. Pey-gamber'e (s.a.) yaptıkları ezâ ve müslümanlara verdikleri işkence şiddetini artırdı. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi ve: "Orada bir hükümdar vardır. Onun yanında in­sanlara zulüm yapılmaz," buyurdu. Müslümanlardan 12 erkek, 4 kadın oraya hicret etti. Aralarında Hz. Osman b. Affân da vardı. Yola ilk çıkan Hz. Osman idi, Allah Rasûlü'nün (s.a.) kızı olan hanımı Rukiyye de bera­berinde idi. Müslümanlar Habeşistan'da en iyi şartları içeren bir yerde yer­leştiler. Kureyş'in müslüman olduğu haberi kendilerine gelince —ki bu ha­ber yalandı— Mekke'ye geri döndüler. (Yolda) durumun olduğundan daha şiddetli bir hal aldığı haberi kendilerine ulaşınca bir kısmı geri döndü. Bir grup ise Mekke'ye girdi; Kureyş'in pek şiddetli bir eziyeti ile karşılaştılar. Şehre girenler arasında Abdullah b. Mes'ûd da vardı..

Sonra Hz. Peygamber (s.a.) ikinci kez müslümanlara Habeşistan'a hicret izni verdi. Bunun üzerine —şayet, şüpheli olmakla birlikte aralarında Am-mâr var ise— 83 erkek ve 18 kadın oraya hicret ettiler ve Necâşî'nin yanın­da iyi bir şekilde yerleştiler. Bu durum Kureyş'e ulaşınca derhal harekete geçip Necâşî'nin yanında onları tuzağa düşürmek amacıyla Amr İbnü'1-Âs ve Abdullah b. Rabîa başkanlığında bir heyet gönderdiler. Allah, onlar tuzaklarını kursaklarında bıraktı. Bunun üzerine Allah Rasûlü'ne (s.a,) vdlr dikleri eziyet şiddetlendi; onu ve ailesini Ebu Tâlib'in vadisinde (yahut mî hailesinde) üç sene —bir görüşe göre iki sene— kuşatma altına aldıla'". Hz. Peygamber (s.a.) kuşatmadan çıktığında 49 —bir görüşe göre de 48-^-yaşında idi. Bundan birkaç ay sonra Amcası Ebu Tâlib 87 yaşında öld Vadide iken Abdullah b. Abbas dünyaya geldi. (Ebu Tâlib'in ölümü üzefl ne) kâfirler ona şiddetli eziyet verdiler. Bundan kısa bir süre sonra da ha­nımı Hz. Hatice vefat etti. Kâfirlerin ona verdikleri eziyet şiddetini artırdı. Bunun üzerine Allah Teâlâ yoluna davet için Taife gitti. Günlerce (on gün) orada kaldı. Hiç kimse davetini kabullenmedi. O'na eziyet ettiler, memleketlerinden kovdular ve yol kenarlarına iki sıra olup onu taşladılar. Öyle ki topukları kana bulandı. Allah Rasûlü (s.a.) onlardan ayrılıp Mek­ke'ye döndü. Yolda hristiyan Addâs ile karşılaştı. Addâs ona inanıp tasdik etti. Yine yolda iken, Nahle denilen yerde kendisine Nasîbîn halkından yedi kişilik bir cin grubu gönderildi ve bu cinler Kur'an'i dinleyip müslü­man oldular'[146]'. İşte bu yolculuğu esnasında Allah, "dağların meleğini" gönderip ona uymasını ve şayet isterse Mekke'nin iki büyük dağını (Ebu Kubeys ve Ahmer dağlarını) kavminin üzerine geçirmesini emretmiş, o ise: "Hayır. Onlara yumuşak davranılmasını, mühlet tanınmasını istiyorum. Belki Allah, onların sulblerinden kendisine ibadet edecek ve O'na hiçbir şeyi ortak tutmayacak kimseler çıkaracaktır[147]demişti. Yolda iken şu Sonra Mut'im b. Adiy'in emanında Mekke'ye girdi. Daha sonra da ruhu ve bedeniyle Mescid-i Aksâ'ya gece götürüldü (İsrâ hâdisesi). Oradan göklerin ötesine bedeni ve ruhu ile Allah Teâlâ'ya çıkarıldı (Mi'râc hâdise­si). Allah, onunla konuştu ve ona namazları (beş vakit namazı) farz kıldı. Bu yalnız bir kere oldu. Görüşlerin en doğrusu budur. Kimisi: "Bu hâdise uykuda olmuştu.", kimisi: "Hz Peygamber (s.a.) gece götürüldü, denir; uykuda yahut uyanıkken oldu, denilmez." kimisi: "İsrâ hâdisesi Beyt-i Mak-dis'e kadar uyanıkken, oradan göğe ise uykada gerçekleşti.", kimisi: "İsrâ hâdisesi biri uyanıkken, biri uykuda olmak üzere iki kere oldu." ve kimisi de: "Hz. Peygamber (s.a.) İsrâ hâdisesini üç kere yaşadı." diyor. Bu hâdi­senin peygamberlikten sonra olduğunda görüşbirliği vardır.

Şerîk'in rivayetinde[148]bu olayın Hz. Peygamber'e (s.a.) vahiy gelme­den önce gerçekleştiği yer almaktadır ki, bu, Şerîk'in İsrâ olayım aktarır­ken yaptığı sekiz hatadan biri ve onun yanlış anlaması olarak değerlendiril­miştir'[149]Bu rivayeti kimileri: "Uykuda olan İsrâ vahiy gelmeden önce, uyanıkken olan İsrâ ise peygamberlikten sonra idi." diye yorumlamaya kalkışırken, kimileri de: "Buradaki vahiy, mukayyeddir, (yani belli özel ve sınırlı anlamı vardır -Ş.Ö.) yoksa peygamberliğin başlangıcı olan mutlak vahiy değildir. Maksat, Hz. Peygamber'e (s.a.) İsrâ olayı hakkınaa vahiy gelmeden, daha önceden haber vermeksizin, ansızın Hz. Peygamber'in (s.a.) isrâ buyurulduğudur." demektedirler. En doğrusunu Allah bilir.

Mekke'de kaldığı sürece kabileleri Allah Teâlâ'ya davet ediyor ve ken­disini her hac mevsiminde onlara arzediyor, Rabbinin elçiliğini yapabilmesi için kendisini barındırmalarını istiyor, dileğini yerine getirirlerse cennete gideceklerini söylüyordu. Hiçbir kabile çağrısını kabul etmedi. Bu işi Al­lah, Ensâr'a bir şeref olarak sakladı. Allah Teâlâ dinini açığa çıkarmak, va'dini yerine getirmek, Peygamberine yardım etmek, Allah sözünü yücelt­mek ve düşmanlarından intikam almak isteyince —kendilerine bir şeref bah­şetmek dileğiyle— Ensâr'ı, O'na gönderdi. Hz. Peygamber (s.a.) hac mev­siminde onlardan altı —bir görüşe göre sekiz— kişilik bir grubun yanına yaklaştı. Mİna'da Akabe denilen yerde başlarını tıraş ediyorlardı. Yanları­na oturdu. Onları Allah'a davet etti ve onlara Kur'an okudu. Onlar da Allah ve Rasûlünün davetini kabul edip Medine'ye döndüler. Kavimlerini İslâm'a davet ettiler. Aralarında İslâm yayıldı. Allah Rasûlünün (s.a.) adı geçmeyen hiçbir Ensâr evi kalmadı. Medine'de ilk defa içinde Kur'an oku­nan mescid Züraykoğuiları Mescidi'dir.

Sonra ertesi sene aralarında ilk altıdan beş kişinin de bulunduğu 112 erkekten oluşan bir Ensâr grubu geldi. Allah Rasûlüne (s.a.) Akabe'de' gelecek sene buluşmak üzere bîat ettiler; sonra Medine'ye döndüler. Ertesi yıl 73 erkek, 2 kadın Hz. Peygamber'e (s.a.) geldiler. —bunlar son Akabe grubu oluyorlar— Allah Rasülü'ne (s.a.) kadınlarını, çocuklarını ve kendi­lerini korudukları şeylerden O'nu da korumak üzere bîat ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) ile arkadaşları onların yanlarına göçtüler. Allah Rasûlü (s.a.) bu son Akabe grubu arasından 12 nakîb ( = temsilci) seçti.

Allah Rasûlü (s.a.) arkadaşlarının Medine'ye hicret etmelerine izin verdi. Bunun üzerine birbirini takiben, bölük bölük yola çıktılar. Bir görüşe göre ilk çıkan Ebu Seleme b. Abdülesed el-Mahzûmî, bir görüşe göre de Mus'ab b. Umeyr'dir'[150]Gelenler Ensâr evlerinde konuk oldular. (Ensâr adını alan! bu Medineli müslümanlar) hicret edenleri yanlarında barındırdılar, onlara yardım ettiler. Böylece İslâm Medine'de yayıldı.

Sonra Allah, Rasûlünün (s.a.) hicret etmesine izin verdi. Hz. Peygamber (s.a.) Rebîülevvel —bir görüşe göre Safer— ayında pazartesi günü Mek­ke'den yola çıkti[151]O zaman 53 yaşında idi. Beraberinde Ebu Bekir es-Sıddîk ve Ebu Bekir'in kölesi Âmir b. Füheyre vardı. Kılavuzları Abdullah b. Uraykıt el-Leysî idi. Hz. Peygamber (s.a.) İle Hz. Ebu Bekir, Sevr ma­ğarasına girip orada üç gün kaldılar. Sonra sahil yolunu tuttular. Rabîü-levvel ayının 12. gecesi pazartesi günü —bu konuda farklı görüşler ileri sürenler de vardır— Medine'ye ulaşınca, Medine'nin üst taraflarında Kubâ denilen yerde Arnr b. Avf oğullarının konuğu oldu. —bir görüşe göre Gül­süm b. el-Hidm'in, diğer bir görüşe göre de Sa'd b. Hayseme'nin konuğu olduğu ileri sürülmüşse de birincisi daha meşhurdur—. Hz. Peygamber (s.a.) onların yanında 14 gün kaldı ve Kubâ Mescidini tesis etti. Sonra cuma günü yola koyuldu. Salim oğullarına vardığında cuma vakti girdi. Yanın­daki yüz müslümanla birlikte onlara cuma namazını kıldırdı. Sonra da de­vesine binip yola koyuldu. İnsanlar, kendilerinin yanında konuk olması için onunla konuşmaya ve devesinin yularını tutmaya başladılar. Bunun üzerine: "Yolunu açın. Zira o, nerede duracağı hakkında gerekli emri al­mıştır." buyurdu[152]. Deve bugünkü Mescid-i Nebevî'nin bulunduğu yerin yakınına çöktü. Burası Neccâr oğullarından Sehl ve Süheyl adında iki ço­cuğun hurma kuruttukları bir yerdi. Devesinden inip Ebu Eyyûb el-Ensârî'nin evine konuk oldu. Sonra hurma kurutulan bu yerde arkadaşlarıyla beraber kendi eliyle hurma dalları ve kerpiçten kendi mescidini yaptı[153]. Sonra da mescidin yanına kendisinin ve hanımlarının odalarını yaptı. O'nun odasına en yakın olanı Hz.Âişe'nin odasıydı. Yedi ay kaldıktan sonra Ebu Eyyûb'-un evinden kendi evine taşındı.

Habeşistan'daki arkadaşlarına Medme'ye hicret ettiği haberi ulaşınca onlardan otuz üçü geri döndü. Bunlardan yedisi Mekke'de hapsedildi. Geri kalanlar Medine'ye varıp Allah Rasûİü'ne (s.a.) katıldılar. Sonra (Habeşis­tan'daki müslümanlardan) orada kalanlar Hayber savaşının olduğu hicre­tin yedinci senesi bir gemi ile hicret ettiler.[154].

 

9— Çocukları:

 

İlki, Kâsım'dır. Hz. Peygamber (s.a.) onunla künyelenmiştir. (Ebu'l-Kâsım diye). Daha küçük çocuk iken öldü. Hayvana binecek, uslu deve üzerinde gezinecek çağa gelinceye kadar yaşadığı da söylenmektedir.

Sonra Zeyneb dünyaya gelmiştir. Kâsım'dan daha büyük olduğu da söylenmektedir. Sonra Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma dünyaya gel­miştir. Herbiri hakkında "Diğer iki kızkardeşinden daha büyüktü" diyen­ler vardır. İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, Rukiyye üç kızın en bü­yüğü ve Ümmü Gülsüm onların en küçüğüdür.

Sonra oğlu Abdullah dünyaya geldi. Abdullah, peygamberlikten sonra mı, önce mi dünyaya geldi? Bu konuda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları peygamberlikten sonra dünyaya geldiği görüşünün doğru olduğu­nu söylemişlerdir. Tayyib ve Tahir, o mudur, yoksa ondan ayrı iki çocuk mudur? Bu konuda da iki görüş ortaya atılmıştır. Doğrusu bu iki isim onun lâkablarıdir. En doğrusunu bilen Allah'tır.

Bu çocukların hepsi Hz. Hatice'dendir. Hz. Peygamber'in (s.a.) on­dan başka bir hanımından çocuğu dünyaya gelmemiştir.

Sonra Medine'de, hicretin sekizinci senesinde Mısır yerlisi bir hamım olan cariyesi Mariye'den oğlu İbrahim dünyaya geldi. Oğlunun dünyaya geldiğini azadlı kölesi Ebu Râfi' müjdeledi; Hz. Peygamber (s.a.) de ona bir köle bağışladı. İbrahim daha sütten kesilmeden bebek iken öldü. Cena­ze namazının kılınıp kılınmadığı konusunda iki ayrı görüş ileri sürülmüştür.

Hz. Fâtıma dışında bütün çocukları kendisinden önce vefat etti. Hz. Fâtıma ise kendisinden altı ay sonra vefat etti[155]Sabrına, tahammülüne ve mükâfatım Allah'tan beklemesine karşılık Allah diğer bütün kadınlar­dan üstün gelecek şekilde onun derecelerini yükseltti. Hz. Fâtıma kayıtsız şartsız, Hz. Peygamber'in (s.a.) kızlarının en faziletlisidir. Kimileri Hz. Fâtıma'nın, kimileri annesi Hz. Hatice'nin, kimileri de Hz. Âişe'nin bütün kadınların en faziletlisi olduğunu söylerken; kimileri de bu konuda görüş belirtmemeyi savunmaktadır.  [156]                            

 

10—  Amcaları:

 

1- Allah'ın ve Rasûlünün aslanı, şehidlerin efendisi Abdülmuttaîib oğ­lu Hz. Hamza, 2- Abbas, 3- Ebu Tâlib: Adı Abdümenâf'tır, 4- Ebu Le-heb: Adı Abdüluzzâ'dir, 5- Zübeyr, 6- Abdülkâbe, 7- Mukavvim, 8- Dırâr, 9- Kuşem, 10- Muğîre: Lâkabı Hacel'dir, 11- Gaydâk: Adı Mus'ab'dır; Nevfel olduğu da söylenmiştir. Bazıları bu listeye Avvâm'ı da ilâve etmek­tedir. Bunlardan yalnızca Hz. Hamza ve Hz. Abbas müslüman olmuşlardır. [157]

 

11—  Halaları:

 

1- Safiyye: Zübeyr b. Avvâm'm annesidir, 2- Âtike, 3- Berra, 4- Ervâ, 5- Ümeyme, 6- Ümmü Hakîm el-Beyzâ. Bunlardan Safiyye müslüman ol­muştur. Âtike ve Ervâ'nın müslüman olup olmadıklarında ihtilaf edilmiş, bazıları Ervâ'nın müslüman olduğunu doğrulamışlardır.

Amcalarının en yaşlısı Haris, en küçüğü ise Hz. Abbas'tır. Hz.Ab-bas'ın nesli devam etti ve yeryüzünü çocukları doldurdu. "Me'mûn zama­nında onun soyunun nüfus sayımı yapıldı. Altı yüz bine ulaştıkları görül­dü." denmişse de bunda —açıkça görüldüğü üzere— bir abartma sözkonu-sudur. Aynı şekilde Ebu Tâlib'in de soyu devam edip çoğaldı. Haris ile Ebu Leheb'in de soyları devam etti. Bazıları Haris ile Mukavvim'in, bazı­ları da Gaydâk ile Hacel'in aynı şahıs olduklarım söylemişlerdir. [158]

 

B) HZ. PEYGAMBER İN (S.A.) HUSUSÎ VE RESMΠ  ÇEVRESİ

 

1— Hanımları:

 

İlki, Kureyşli Esed kabilesinden Huveylid kızı Hz. Hatice'dir. Hz. Pey­gamber (s.a) peygamber olmadan önce, Hz. Hatice kırk yaşında iken onunla evlendi. Bu hanımı ölünceye kadar da üzerine evlenmedi. İbrahim dışında bütün çocukları bu hanımından dünyaya gelmiştir. Peygamberlik görevin­de Hz. Peygamber'e (s.a) yardım eden, onunla birlikte çırpınıp didinen, cihad eden ve canını, malını onun yoluna koyan işte bu hanımıdır. Allah, ona Cebrail ile selâm göndermiştir. Ondan başka hiçbir kadında görülme­yen bir meziyettir bu. Hicretten üç sene önce vefat etmiştir.

Hz. Hatice'nin vefatından günler sonra Kureyşli Zem'a kızı Şevde ile evlendi. Hz. Peygamber (s.a) ile geceleme hakkını Hz. Âişe'ye bağışlayan bu hanımdır.

SevdeMen sonra yedi kat gökler ötesinden beraatına hükmedilen Ebu Bekir es-Sıddîk'm kızı Ümmü Abdillah Âişe es-Sıddîka ile evlendi. Allah Rasûlü'nün (s.a) sevgilisi Âişe, Ebu Bekir es-Sıddîk'ın kızı... Nikahlama­dan önce melek onu Hz. Peygamber'e (s.a) bir ipek kumaş içinde sundu ve "Bu, senin eşindir." dedi[159]Hz. Peygamber (s.a) onunla Şevval   a- yında evlendi. Âişe altı yaşında idi. Hicretin birinci senesi Şevval ayında dokuz yaşına bastığında onunla zifafa girdi. Ondan başka bakire ile evlen­medi ve ondan başka hiçbir kadının yorganı altında iken kendisine vahiy gelmedi. Âişe, onun en çok sevdiği insandı. (Ona iftira atıldığında) Maze­ret tezkeresi gökten inmiştir. Ümmet, ona zina iftirasında bulunanın kâfir olacağında görüşbirüğine varmıştır. Âişe, Hz.Peygamber'in (s.a) hanımla­rının en fakihi ve en âlimidir. Hatta kayıtsız-şartsız bu ümmetin kadınları­nın en fakihi ve en âlimidir. Hz. Peygamber'in (s.a.) arkadaşlarının ileri gelenleri bile onun görüşüne müracaat ederler ve ondan fetva sorarlardı. Hz. Peygamber'den (s.a.) bir düşük (çocuk) dünyaya getirdiği söylenmişse de bu haber sağlam değildir.

Sonra Hz. Ömer Îbnü'l-Hattâb'ın (r.a.) kızı Hafsa ile evlendi. Ebu Davud, Hz. Peygamber'in (s.a.) onu boşadığını ve sonra ona geri döndü­ğünü kaydetmektedir[160]

Sonra Kays kabilesinin Hilâl b. Âmir oğullarından Huzeyme b. Hâ-ris'in kızı Zeyneb ile evlendi. Bu hanımı, evlendikten iki ay kadar sonra yanında vefat etti (v.3/625).Sonra Kureyşli Manzum oğullarından Ebu Ümeyye'nin kızı Ümmü Se­leme Hind ile evlendi. Ebu Ümeyye'nin adı Huzeyfe b. Muğîre'dir. Ümmü Seleme, Hz. Peygamber'in (s.a.) en son ölen hanımıdır. En son ölen hanı­mının Safiyye olduğu da söylenmiştir. Nikâhta Ümmü Seleme'nin velisinin kim olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. İbn Sa'd, Taba-kât'mda. diyor ki: Hz. Peygamber (s.a.) ile nikâhında onun velisi Seleme b. Ebî Seleme idi; ailesinden başka biri değildi. Hz. Peygamber (s.a.) Sele­me b. Ebî Seleme'yi, hakkında Ali, Cafer ve Zeyd'in birbirleriyle çekiştik­leri Hamza'nın kızı Ümame ile evlendirince: "Seleme'ye karşılık verdim mi?" dedi([161]. Böyle diyor; çünkü Ümmü Seleme'yi Hz. Peygamber'e (s.a.) veren, ailesinden başka biri değil, Seleme'nin kendisi idi. İbn Sa'd bunları, Seleme'nin biyografisinde anlatıyor. Sonra Ümmü Seleme'nin biyografisin­de ise: VâkidıMen Mücmi' b. Yakub —Ebu Bekir b. Muhammed b. Ömer b. Ebî Seleme— babası Muhammed b. Ömer senediyle rivayet ettiğine göre Allah Rasûlü (s.a.), Ümmü Seleme'yi bu hanımın oğlu Ömer b. Ebî Sele­me'den istedi. O da o zamanlar küçük bir çocuk olduğu halde annesini Allah Rasülü'ne (s.a.) verdi, diyor.[162]

İmam Ahmed'in Müsned'de Affân -Hammâd b. Ebî Seleme -Sabit -İbn Ömer b. Ebî Seleme- babası Ebu Seleme senediyle aktardığı bir riva­yete göre kocası Ebu Seleme'den (sonra evlenebilmesi için beklemesi gere­ken -Ş.Ö) iddet müddeti dolan Ümmü Seleme'ye Allah Rasûlü (s.a.) tâlib olur. Ümmü Seleme: "Merhaba, Allah'ın Elçisi! Ben başka bir kadınım. Benim çocuğum var. Hem velilerimden hiçbiri de burada değil..." diye karşılık verir. Bu hadiste Ümmü Seleme'nin, oğlu Ömer'e: "Kalk, Allah Rasûlü'nün (s.a.) nikâhım kıy" dediği ve onun da nikâh kıydığı aktarıl-maktadır[163]Bu rivayet düşündürücüdür. Çünkü burada adı geçen Ömer, İbn Sa'd'ın kaydettiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) vefat ettiğinde dokuz ya­şındaydı. Allah Rasûlü (s.a.) ise Ümmü Seleme ile hicretin 4. senesi Şevval ayında evlendi. Bu durumda Ömer o vakit üç yaşında olur. Böyle bir ço­cuk ise nikâh kıyamaz. Bunu, İbn Sa'd ve diğerleri söylemektedir. Bu du­rum İmam Ahmed'e söylenildiğinde: "Ömer küçüktü diye kim diyor?" demiştir. Ebu'l-Ferec İbnü'l-Cevzî diyor ki: "Herhalde Ahmed, bunu Ömer'­in yaşının ne kadar olduğunu araştırıp öğrenmeden önce söylemiştir. Oysa bir grup tarihçi —İbn Sa'd ve diğerleri— onun kaç yaşında olduğunu kay­detmiştir." Deniliyor ki: Ümmü Seleme'yi Allah Rasûlü'ne (s.a.) veren, onun amcasının oğlu Ömer İbnü'l-Hattâb'tır. Hadis: "Kalk, ya Ömer! Al­lah Rasûlü'nü (s.a.) nikâhla" şeklindedir. Hz. Ömer ile Ümmü Seleme'nin nesebleri (atalan) Kâ'b'da birleşmektedir. Hz. Ömer'in nesebi: Ömer-Hattâb-Nüfeyl-Abdüluzzâ-Riyâh-AbduUah-Kurt-Rezâh -Adiy-Kâ'b... Ümmü Sele­me'nin nesebi: Ümmü Seleme-Ebu Ümeyye-Muğîre-Abdullah-Mahzûm-Yakaza-Mürra-Kâ'b... Ümmü Seleme'nin oğlu Ömer'in adı onun adı ile tuttu. Ümmü Seleme: "Kalk, ya Ömer! Allah Rasûlü'nü (s.a.) nikâhla" deyince, râvîlerden biri bunu onun oğlu zannetti; olayı, anlamı esas olarak aktardı ve "Ümmü Seleme oğluna dedi ki..." şeklinde rivayet edip, onun Hz. Peygamber'e (s.a.) çocuğunun yaşının küçüklüğünü mazeret olarak göstermesini dikkatinden kaçırdı. Bu yanılgının bir benzeri, fakihlerden ba­zılarının bu hadis konusunda vehme kapılıp hadisi Allah Rasûlü (s.a.): "Kalk, ey çocuk! Anneni nikâhla" buyurdu şeklinde rivayet etmeliridir. Ebu'l-Ferec İbnü'l-Cevzî diyor ki: Bu şekil metni, bu hadiste bilmiyoruz. Şayet gerçekten böyle bir metin varsa muhtemel ki, Hz. Peygamber (s.a.) bunu küçükle şakalaşmak için söylemiştir. Çünkü o vakit daha üç yaşın­daydı. Allah Rasûlü (s.a.) ise Ümmü Seleme ile hicretin dördüncü senesi evlendi. Hz. Peygamber (s.a.) vefat ettiğinde Ömer dokuz yaşındaydı. Hem Allah Rasûlü'nün (s.a.) nikâhı veliye ihtiyaç göstermez. İbn Akıl diyor ki: İmam Ahmed'în sözünden anlaşılan Hz. Peygamber'in (s.a.) nikâhında veli şart değildir ve bu onun hususiyetlerindendir.

Sonra Esed b. Huzeyme oğullarından Cahş'ın kızı Zeyneb ile evlendi. Zeyneb, halası Ümeyye'nin kızıdır. "Sonra Zeyd, eşi (Zeyneb) ile ilgisini kesince onu seninle evlendirdik." âyeti[164]onun hakkında inmiştir. Bun­dan dolayı Hz. Peygamber'in (s.a.) diğer hanımlarına övünür: "Sizi ailele­riniz evlendirdi. Beni ise yedi kat ötesinden Allah evlendirdi." derdi[165]Allah Teâlâ'mn onun velisi olması ve gökler ötesinden onu Rasûlü ile ev­lendirmesi sırf ona ait olan hususiyetlerdendir. Hz. Ömer İbnü'l Hattâb'm hilâfetinin ilk zamanlarında vefat etmiştir. İlk önce Zeyd b. Harise ile evli idi. Allah Rasûlü (s.a.) Zeyd'i evlat edinmişti. Zeyd, Zeyneb'i boşayınca Allah Teâlâ evlat edinenlerin onların hanımları ile evlenebilecekleri konu­sunda ümmeti için uyulacak bir numune olmak üzere Peygamberini onunla evlendirdi.

Hz.Peygamber (s.a.), Mustahk oğullarından Haris b. Ebî Dırâr'ın kızı Cüveyriye ile evlendi. Bu hanım Mustahk oğullarından alınan esirler ara­sında idi. Hz. Peygamber'e (s.a.) gelip ondan kölelik sözleşmesine yardım etmesini istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) onun kölelikten kur­tulması için vâdedilen parayı ödedi ve onunla evlendi.

Sonra Kureyş'in Emevîler kolundan Ebu Süfyân Sahr b. Harb'in Ramle adlı kızı Ümmü Habibe ile evlendi. Adının Hind olduğu da söylenmekte­dir. Hz. Peygamber (s.a.) kendisiyle evlendiğinde bu kadın Habeşistan'da muhacir idi. Hz. Peygamber (s.a.) adına Necâşî ona dörtyüz dinar mehir verdi. Ümmü Habibe, oradan Hz. Peygamber'e (s.a.) (gelin) getirildi. Kar­deşi Muâviye devrinde vefat etti. Siyerciler ve tarihçilere göre mütevâtir ve malum olan budur. Onlara göre Hz. Peygamber'in (s.a.) Hatice ile Mek­ke'de, Hafsa ile Medine'de ve Safiyye ile Hayber'den sonra evlendiği nasıl biliniyorsa, bu (Habeşistan'dan gelin getirme olayı) da aynı şekilde bilin­mektedir.

İkrime b. Ammar'm Ebu Zümeyl aracılığıyla İbn Abbas'tan: Ebu Süf­yân, Hz. Peygamber'e (s.a.) "Senden üç şey istiyorum" dedi ve Hz. Pey­gamber (s.a.) de isteklerini kabul etti. Bunlardan biri olarak Ebu Süfyân: "Ümmü Habîbe adında arabın en güzeli bir kızım var. Onu sana nikahla­mak istiyorum." dedi... şeklindeki hadis[166]apaçık bir hatadır. Ebu Mu-hammemd İbn Hazm: "Bu hadis şüphesiz uydurmadır. İkrime b. Ammar bu yalanı söylemiştir" diyor. Bu hadis hakkında İbnü'l-Cevzî diyor ki: Bu, râvilerden birinin yanılgısıdır. Bunda ne şüphe ne tereddüt vardır. Bu­rada İkrime b. Ammar'ı itham etmişlerdir. Çünkü tarihçiler şu konularda görüşbirliğine varmışlardır: Ümmü Habîbe, Abdullah b. Cahş ile nikâhlı idi ve ondan çocuğu dünyaya geldi. Abdullah b. Cahş, her ikisi de müslü-man iken onunla Habeşistan'a hicret etti. Sonra kendisi hristiyan oldu; Ümmü Habibe ise İslâm üzere sebat etti. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) Necâşî'ye heyet göndererek Ümmü Habîbe'ye talib oldu. Necâşî, Hz. Pey­gamber (s.a.) ile onu nikahladı ve Hz.Peygamber (s.a.) adına ona mehir verdi. Bunlar hicretin yedinci senesinde oldu. Ebu Süfyân mütareke zamanında gelip Ümmü Habîbe'nin yanına girdi. Bunun üzerine Ümmü Habî-be, üzerine oturmaması için derhal Allah Rasûlü'nün (s.a.) yatağını topla­dı. Ebu Süfyân ile Muâviye'nin hicretin sekizinci senesi Mekke fethinde müslüman olduklarında ihtilaf yoktur.

Hem bu hadiste Ebu Süfyân'ın Hz.Peygamber'e (s.a.) "Müslümanlar­la savaştığım gibi kâfirlerle savaşmak için beni komutan tayin etmeni isti­yorum." dediği ve Hz. Peygamber'in (s.a.) de: "evet, kabul" cevabım ver­diği kaydedilmektedir ki, Hz. Peygamber'in (s.a.) Ebu Süfyân'ı komutan tayin ettiği hiç mi hiç bilinmemektedir.

Âlimler bu hadis hakkında çok söz söylediler ve yorumunda izledikleri yolların sayıları kabardı. Kimileri dedi ki: "Doğrusu bu hadisten dolayı Hz.Peygamber (s.a.) Ümmü Habîbe ile Fetih'ten sonra evlenmiştir. Tarih­çilerin nakilleri ile bu reddedilemez." Siyeri ve geçmişte olan olayların ta­rihlerini az buçuk bilen kimse katında büe bu metod bâtıldır.

Bir grup da: "Ebu Süfyân, Hz. Peygamber'in (s.a.) kalbini hoş etmek için ondan nikâh akdini tazelemeyi istemiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) Ümmü Habîbe ile onun rızası olmadan evlenmişti." demiştir. Bu da bâtıl­dır. Hz. Peygamber (s.a.) için böyle birşey düşünülemez ve hem de Ebu Süfyân'ın aklına yakışık almaz.  Hiç böyle birşey olmamıştır.

Beyhakî ve el-Münzirî'nin de aralarında bulundukları bir grup ise di­yor ki: "Muhtemel ki bu mesele Ebu Süfyân kâfir iken kızı Ümmü Habî­be'nin kocasının Habeşistan'da öldüğü haberini duyduğu vakit Medine'ye yaptığı yolculuklardan biri esnasında olmuştu." Bunlara Ebu Süfyân'ın Hz. Peygamber'den (s.a.) kâfirlerle savaşmak için kendisini komutan tayin etmesini ve oğlunu kâtip edinmesini istemesi gibi, reddetme çareleri bulun­mayan hususlar hatırlatılınca diyorlar ki: "Herhalde bu ikisini Ebu Süf­yân, Fetih'ten sonra istemiş, ama râvi bütün bunları bir tek hadiste topla­mıştır." Bu sözdeki aşırı zorakilik ve saplantı cevap vermeye bile gerek bırakmaz.

Bir grup ise diyor ki: "Hadisin bir başka sahih yorumu sözkonusu-dur. Hadisin anlamı şöyledir: Şimdi senin hanımın olmasından razıyım. Zira ben bundan önce razı değildim. Şimdi gerçekten razı oldum. Artık hanımın olmasını istiyorum." Şayet bu ve benzeri sözlerle sayfalar kara­lanmamış, bu konuda kitaplar yazılmamış ve insanlar bu yorumu yapma­mış olsalardı; bunu yazmaya, dinlemeye ve bununla uğraşmaya zamanımız az olduğu için bundan sözetmekten kaçınmamız daha münasip olurdu. Çün­kü gönülleri alevlendiren, coşturan şeylerden değil, aksine karartan şeylerdendir.

Bir grup ise şöyle diyor: "Ebu Süfyân, Allah Rasûlü'nün (s.a.) ha­nımlarına ilâ (cinsel yaklaşımda bulunmama yemini) yaptığında onları bo-şadığıni işitince, Medine'ye geldi ve kızının da Hz.  Peygamber'in (s.a.) boşadıkları arasında olduğunu sanarak ona bu sözleri söyledi." Bu da bir önceki gibidir.

Bir grup da diyor ki: Aksine hadis sahihtir. Ancak Ümmü Habîbe'nin adının verilmesinde râvilerden biri yanılgıya düşmüş, hata etmiştir. Ebu Süfyân, Ümmü Seleme'nin kızkardeşi Ramle'yi Hz. Peygamber'e (s.a.) ver­mek istemiştir. İki kızkardeşi bir arada almanın haram olmasının Ebu Süf-yân'a gizli kalması uzak ihtimal değildir. Hatta bu durum ondan daha fakih ve daha âlim olan kızına bile gizli kalmıştı da Allah Rasûİü'ne (s.a.): "Ebu Süfyân'ın kızı olan kardeşimde gözün var mı?" diye sormuştu. Hz. Peygamber (s.a.): "Ne yapacağım?" demiş; o da: "Nikâhlarsın" karşıhğnı vermişti. Hz. Peygamber (s.a.): "Bunu istiyor musun?" diye sorunca: "Ben sana engel olmam. Hayırda bana ortak olmasını en çok istediğim kişi, kız-kardeşimdir." demiş; Hz. Peygamber (s.a.) ise ona: "Ama o, bana helâl olmaz." cevabını vermişti[167]İşte Ebu Süfyân'ın, Hz. Peygamber'e (s.a.) teklif ettiği kızı, (Ümmü Hâbibe'nin kardeşi olan) bu kızıydı. Râvînin ken­disi onun adını Ümmü Habîbe diye belirtti. Hatta o kızın künyesinin de Ümmü Habîbe olduğu söylenmektedir...                                    

Şayet hadiste geçen: "Allah Rasûlü (s.a.) ona istediklerini verdij'l cüm­lesi olmasaydı, bu cevap güzeldi. Bu durumda artık "Bu cümle râvinin bir yanılgısıdır. Zira Hz. Peygamber (s.a.) ona isteklerinin bir kısmım ver­di; ama râvi Hz. Peygamber'in (s.a) ona istediklerini verdiğini söyledi. Ya­hut râvî, muhatap, Hz. Peygamber (s.a.) ona isteklerinden verilmesi caiz olanları verdi, şeklinde anlar diye güvenerek sözü mutlak söyledi." denir.

Hz. Musa'nın kardeşi, İmran oğlu Hz. Harun soyundan gelen ve Na-dîr oğullarının reisi olan Huyey b. Ahtab'ın kızı Safiyye ile evlendi. Şu halde Safiyye, peygamber kızı ve peygamber hanımıdır. Dünyanın en güzel kadınlanndandı. Hz. Peygamber'e (s.a.) Safiy'den[168]bir cariye olarak geç­miş ve Hz. Peygamber (s.a.) onu âzâd edip azadını mehri saymıştı. Böylece bu tutum kıyamet gününe kadar ümmet için bir sünnet oldu: Kişi cariyesi­ni âzâd eder ve azadını onun mehri sayar; böylece o cariye bu kişinin hanı­mı olur. Bir kimse: "Cariyemi âzâd ettim ve onun azadını ona mehir saydım" yahut: "Cariyemin azadını ona mehir saydım" derse bu âzâd ve nikâh sahihtir ve yeniden bir akide, bir veliye ihtiyaç duyulmaksızm o cariye, adamın karısı olur. İmam Ahmed'in ve ehl-i hadisten pek çoğunun mez-heblerinden anlaşılan budur.

Bir grup diyor ki: "Bu, Hz. Peygamber'e (s.a.) hastır ve Allah'ın ni­kâh konusunda O'na ayrıcalık tanıdığı şeylerdendir, ümmet için geçerli de­ğildir." Üç imam (Ebu Hanîfe, Şafiî ve Mâlik) ve onlara uyanlar bu görüş­tedirler. Doğrusu birinci görüştür. Çünkü aslolan, bir delil bulunmadıkça bir konunun yalnız, Hz. Peygamber'e (s.a.) has olmamasıdır. Allah Teâlâ mehrini bağışlayan kadınla nikâhlanmayı yalnız O'na has kılınca bu konu­da: "Mü'mirilerden ayrı, sırf sana has olarak..." buyurdu'62'; ama âzâd edilen kadın hakkında böyle bir şey demedi. Aynı şekilde Allah Rasûlü (s.a.) de bu konuda ümmetin kendisini örnek almalarını engellemek için böyle bir şey söylemedi. Allah Teâlâ, evlatlıklarının (boşadıkları) hanımla-nyla nikâhlanmalannda ümmet üzerine bir günah (yahut zorluk) olmadığı­nı göstermek için O'na evlatlığının (boşadığı) karısı ile nikâhlanmayı mu­bah kılmıştır. Bu da gösterir ki, Hz. Peygamber (s.a.) bir nikâh akdi yaptı­ğında —Allah ve Rasûlünden Hz. Peygamber'e (s.a.) has olduğuna ve do­layısıyla örnek alınamayacağına dair açık bir ifade (-nas) gelmedikçe— ümmet o konuda ona uyabilir.  Bu açıktır.

Bu meselenin iyice izah edileceği, yapılan münakaşanın genişçe anlatı­lacağı ve böyle meselelerin caiz olmalarının usul ve kıyas gereği olduğunun açıklanacağı yer başkadır. Biz burada yalnızca bir uyarıda bulunduk.

Sonra Hilâl oğullarından Haris kızı Meymûne ile evlendi. En son ev­lendiği kadındır. Doğru olan görüşe göre onunla Mekke'de kaza umresi sırasında ihramdan çıktıktan sonra evlendi. İhramlı iken evlendiği de söy­lenmiştir. Bu görüş İbn Abbas'mdır. îbn Abbas —Allah ondan razı olsun— burada yanılmıştır. Çünkü nikâhta aralarında elçilik yapmış olması sebe­biyle olayı en iyi bilen kişi olan Ebu Rafı' Hz. Peygamber'in (s.a,) Mey­mûne ile ihramsız iken evlendiğini haber vermiş ve: "Aralarında elçi ben idim" demiştir. İbn ^\bbas, o vakit aşağı yukarı on yaşlarında idi; olayı görmemiş ve olayın cereyan ettiği sırada orada bulunmamıştı. Ebu Rafı' ergen bir adam ve hem de olay onun önünde olmuştur. En iyi bilen odur. Böyle bir tercih sebebinin esas alınmasının gerekli olduğu gözden kaçmaz. Meymûne, Muâviye devrinde vefat etti. Kabri Şeriftedir.

Deniyor ki: Hanımlarından biri de Nadîr oğullarından Zeyd kızı Rey-hane'dir. Bu hanımın Kurayza oğullarından olduğu, Kurayza oğullan ile yapılan savaşta esir alındığı ve Allah Rasûlünün (s.a.) ganimet paylaştırıl­madan seçip aldıkları (—safiy) arasında bulunduğu, Hz. Peygamber'in (s.a.) âzâd edip onunla evlendiği, sonra onu bir talâkla boşadığı ve sonra geri döndüğü de söylenmektedir.

Bir grup da diyor ki: "Aksine Reyhane, onun cariyesi idi. Hz. Pey­gamber (s.a.) vefat edinceye kadar, onunla milk-i yemîn ( = cariyelik mül­kiyeti) sayesinde cinsel ilişkide bulunmuştur." O halde bu kadın, hanımları arasında değil cariyeleri arasında sayılır. Evvelki görüş Vâkidî'nin tercihi­dir. Şerefuddin ed-Dimyatî de bu konuda ona muvafakat etmiş ve: "İlim adamları nezdinde en sağlam olan görüş budur." demiştir. Bu söz laf gö­türür. Zira bilinen, bu kadının Hz. Peygamber'in (s.a.) odalıklarından ve cariyelerinden olmasıdır. En doğrusunu bilen Allah'tır.[169]İşte Hz. Peygamber'in (s.a.) kendileriyle zifafa girdiği bilinen hanımla­rı bunlardır. Ama evlilik teklif edip de evlenmediği ve kadın kendisini (ya­ni mehrini) O'na bağışladığı halde nikahlamadığı kadınlar ise dört, beş civarındadır. Bazıları, bunların sayısının otuz olduğunu söylemişlerse de O'nun sîretini ve hallerini bilen ilim adamları böyle bir şey tanımıyorlar, aksine inkâr ediyorlar. Onlarca bilinen şu ki, Hz. Peygamber (s.a.) evlen­mek kastıyla Cevneli kadına dünürcü gönderdi. Teklif için yanına girdiğin­de kadın ondan Allah'a sığındığını söyleyince, o da onu korudu ve onunla evlenmedi. Aynı şey Kelb kabilesinden bir kadının başına da geldi. Böğ­ründe bir beyazlık gördüğü kadınla da aynı şey oldu; onun da yanına gir­medi. Kendisini ( = mehrini) O'na bağışlayan kadını, mehir olarak ona Kur'-an'dan birkaç sûre öğretmesi karşılığında başka bir adamla evlendirdi. Bi­linen budur. En doğrusunu Allah bilir.

Tartışmasız Hz. Peygamber (s.a.) vefat ettiğinde dokuz hanımı vardı. Gecelerini şu sekizi arasında taksim yaparak nöbetleşe geçirirdi: Âişe, Haf-sa, Zeyneb Binti Cahş, Ümmü Seleme, Safiyye, Ümmü Habîbe, Meymûne, Şevde ve Cüveyriye.

Hz. Peygamber (s.a.) vefat ettikten sonra en evvel kendisine kavuşan hicrî 20/640 senesinde ölen Zeyneb Binti Cahş olmuştur. En son ölen ise 62/681 senesinde Yezid'in hilâfeti sırasında ölen Ümmü Seleme'dir. En iyi bilen Allah'tır. [170]

 

2— Cariyeleri:

 

Ebu Ubeyde diyor ki: Dört cariyesi vardı: 1-vlâriye: Oğlu İbrahim'in annesi, 2- Reyhane, 3- Esir alınan savaşlardan birinde hissesine düşen diğer güzel bir cariye, 4- Zeyneb Binti Cahş'ın ona bağışladığı bir cariye. [171]

 

3— Köleleri:

 

1- Zeyd b. Harise b. Şerâhîl: Allah Rasû gamber (s.a.) onu âzâd edip cariyesi Ümmü ile evlendirildi.Bu evli likten Üsâme dünyaya geldi.

2- Eşlem, 3- Ebu Râfi\ 4- Sevbân, 5- Ebu Kebşe Süleym, 6- Şükran: Adı Salih'tir; 7- Rabâh Nûbî, 8- Yesâr Nûbî: Ureyneliler tarafından öldü­rülmüştür; 9- Mid'am[172]\ 10- Kirkire Nûbî[173]Hz. Peygamber'in (s.a.) eş­yalarının muhafızı idi. Hayber savaşında, savaş esnasında onun devesinin yularını tutuyordu. Sahih-i BuharVdeki rivayete göre o gün ganimet malla­rı arasından şemle[174]çalmış ve savaşta öldürülmüş; Hz. Peygamber (s.a.) de: "O semle muhakkak ona ateş püskürtecektir" buyurmuştu[175]. Mu-vatta'ûa ise şemleyi çalanın Mid'am olduğu rivayet edilmektedir'[176]. Her ikisi de Hayber savaşında öldürüldü. Doğrusunu en iyi Allah bilir.

11- Enceşe el-Hâdi[177]12- Sefine b. Ferrûh: Adı Mihrân'dir. Sefine adını ona Allah Rasûlü (s.a.) koydu. Çünkü yolculukta (arkadaşları) eşya­larını ona taşıtıyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Sen sefine ( = gemi)sin" buyurmuştu[178]Ebu Hatim: "Onu Allah Rasûlü (s.a.) âzâd etti" derken, diğerleri; Ümmü Seleme'nin âzâd ettiğini söylemektedirler.'[179]

13- Enese: Künyesi Ebu Mişrah'tır; 14- Eflah, 15- Ubeyd, 16- Tah-mân: Diğer adı Keysân'dır. 17- Zekvan, 18- Mihrân, 19- Mervân. Denili­yor ki: "bu (son üçü) Tahmân'ın ismi konusunda ileri sürülen farklı isim­lerdir." Doğrusunu en iyi Allah bilir.

20- Huneyn, 21- Sender, 22- Fudâle Yemânî, 23- Mâbûr Husâ, 24-Vâkıd, 25- Eby Vâkıd, 26- Kassam, 27- Ebu Asîb, 28- Ebu Müveyhibe.

Kadınlardan: 1- Selmâ Ümmü Rafı', 2- Sa'd kızı Meymûne, 3- Hudra, 4- Radvâ, 5- Rezîne, 6- Ümmü Dumeyra, 7- Ebu Asîb kızı Meymûne, 8-Mâriye, 9- Reyhane. [180]

 

4— Hizmetçileri:

 

1- Enes b. Mâlik: İhtiyaçlarını görürdü; 2- Abdullah b. Mes'ûd: Ayak­kabısına ve misvaklarına sahip olurdu; 3- Ukbe b. Âmir el-Cühenî: Katırı­na sahip olur, onu yolculuklarda sürerdi; 4- Esla' b. Şerik: devesine göz-kulak olurdu; 5,6-Müezzin Bilâl b. Rabâh ve Sa'd: Bu ikisi Hz. Ebu Bekir es-Siddîk'ın âzâdlı köleleri idi; 7- Ebu Zer el-Gıfârî, 8,9- Eymen b. Ubeyd ve annesi Ümmü Eymen: Bu ikisi Hz. Peygamber'in (s.a.) âzâdlıları idi. Eymen, Hz. Peygamber'in (s.a.) temizlik ve tuvalet işlerine bakardı. [181]

 

5— Kâtipleri:

 

1- Hz. Ebu Bekir, 2- Hz. Ömer, 3- Hz. OsmanJ|4- Hz. Ali, 5- Zübeyr, 6- Âmir b. Füheyre, 7- Amr b. Âs, 8- Übey b. Kâ'b, 9- Abdullah b. Er-kam, 10- Sabit b. Kays b. Şemmâs, 11- Hanzala b. Rabî el-Üseydî, 12-Muğîre b. Şu'be, 13- Abdullah b. Revâha, 14- Halid b. Velîd, 15- Halid b. Saîd b. Âs: Bu zatın, Hz. Peygamber'in (s.a.) ilk kâtibi olduğu söylen­mektedir; 16- Muâviye b. Ebu Süfyân, 17- Zeyd b. Sâbit:[182] Bu işle en çok ilgilenen ve en uzman olanları bu sahabî idi. [183]

 

6— İslâm Hukuku Konularındaki Mektupları

 

1-  Hz. Ebu Bekir'in yanında bulundurduğu zekât konularını içeren mektubu. Hz. Ebu Bekir, Bahreyn'e gönderdiği Enes b. Mâlik'e bu mektu­bu yazdı[184]Cumhur ( = âlimler çoğunluğu) bu mektuba göre amel et­mektedir.

2-  Yemenlilere gönderdiği mektup. Ebu Bekir b. Amr b. Hazm'ın ba­basından, onun da dedesinden rivayet ettiği mektup işte budur. Aynı şekilde bu mektubu Müstedrek'inde Hâkim, Nesâî vs. muhaddisler müsned —muttasıl bir senedle rivayet etmişlerdir. Ebu Davud vs. muhaddisler ise mürsel senedle kaydetmişlerdir[185]Bu, uzunca bir mektuptur. Bu mektupta zekât, diyetler, ahkâm, büyük günahların adları, boşama, köle âzâdı, bir tek elbise ile namaz kılmanın ve örtünmenin hükümleri, mushafa (abdest-siz) el sürme... gibi fıkhın değişik pekçok konulan anlatılmaktadır.

İmam Ahmed diyor ki: Allah Rasûlünün (s.a.) bu mektubu yazdığın­da şüphe yoktur. Fakîhlerin hepsi diyetlerin miktarları konusunda bu mek­tubu kaynak almışlardır.

3-  Züheyr oğullarına gönderdiği mektubu,

4-  Hz. Ömer İbnüM-Hattâb'ın yanında bulunan ve zekât nisablan vs. konularını içeren mektubu[186].

 

7— Hükümdarlara Gönderdiği Mektupları ve Elçileri:

 

Hudeybiye'den dönünce yeryüzü krallarına mektup yazdı ve onlara elçilerini gönderdi. Bu cümleden olarak Bizans hükümdarına bir mektup yazdı. Kendisine, "(Bizanslılar) Mühürsüz hiçbir mektubu okumazlar" de­nilince, bir gümüş mühür edindi ve üzerine üç satır yazdırdı: "Muhammed" bir satır, "Rasûl" bir satır ve "Allah" bir satır[187]Krallara gönderdiği mektupları bununla mühürledi. Hicretin yedinci senesi Muharrem ayında bir gün içinde altı neferi elçi olarak gönderdi.

Bunların ilki, Amr b. Ümeyye ed-Damrî: Bu elçiyi Necâşî'ye gönder­di. Necâşî'nin adı Ashame b. Ebcer'dir. "Ashame"nin Arapça karşılığı, Atıyye (Türkçe karşılığı ise Bağış -Ş.Ö.)dir. Necâşî, Hz. Peygamber'in (s.a.) mektubuna saygı gösterdi ve sonra müslüman olup şehadet getirdi. İnciri en iyi bilenlerdendi. O Habeşistan'da öldüğü gün Hz. Peygamber (s.a.) Medine'de cenaze namazını kıldırdı. Vâkıdî vs.'nin de içinde bulundukları bir grup tarihçi böyle demekteyse de iş bunların dediği gibi değildir. Zira Allah Rasûlünün (s.a.) cenaze namazını kıldırdığı Necâşî Ashame, mektup gönderdiği Necâşî değildir. Birincisinin aksine, bu ikincisinin Müslüman olduğu bilinmiyor. Oysa birincisi müslüman olarak ölmüştür'[188]'. Müslim Sahih'inde Katâde yoluyla Enes'in şöyle dediğini rivayet eder: "Allah Ra­sûlü (s.a.) Kisrâ'ya, Kayser'e, Necâşî'ye ve herbir saltanat sahibine, onları Allah Teâlâ'ya davet için birer mektup gönderdi. Buradaki Necâşî Allah Rasûlünün (s.a.) cenaze namazını kıldırdığı Necâşî değildir. [189]Ebu Mu-hammed îbn Hazm diyor ki: "Allah Rasûlünün (s.a.) kendisine Amr b. Ümeyye ed-Damrî'yi gönderdiği bu Necâşî müslüman olmamıştır." Birin­cisi İbn Sa'd vs. tarihçilerin tercihidir. Aşikâre olan İbn Hazm'ın görüşüdür.

Dıhye b. Halîfe el-Kelbî'yi Bizans hükümdarı Kayser'e gönderdi. Kay-ser'in adı Hirakl (Heraklius, 610-641) idi. Müslüman olmayı kurdu. Nere­deyse olacaktı; ama olmadı. Müslüman olduğu söylenmişse de bu sözün bir değeri yoktur.

Ebu Hatim İbn Hibbân'm, Sahih'inde rivayet ettiğine göre Enes b. Mâlik anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.): "Şu mektubumu kim Kayser'e götü­rüp cenneti kazanmak ister?" diye sordu. Cemaatten birisi: "Ya mektubu kabul etmezse?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Kabul etmese de (götürene cennet vardır)" buyurdu. Kayser, Beyt-i Makdis'e gelirken elçi ona rastla­dı. Yere bir hah serilmişti. Üzerinde ondan başkası yürümüyordu. Elçi mek­tubu halının üzerine attı ve yana çekildi. Kayser, mektubun yanına varınca eline aldı ve: "Bu mektubun sahibi kim ise güvencededir." diye nida etti. Adam gelip: "Benim" dedi. Kayser: "Memleketime geldiğinde bana gel" dedi. Adam, gelince onun yanına gitti. Kayser'in emri ile sarayın kapıları kapatıldı: Sonra bir tellâla şöyle nida etmesi için emir verdi: "Haberiniz olsun, Kayser, Muhammed'e uydu ve hristiyanlığı bıraktı." Bunu duyan ordusu derhal silahlarını çekip geldiler ve onu çembere aldılar. Bunun üze­rine Allah Rasûlü'nün (s.a.) elçisine: "Görüyorsun, tahtım elden gidecek." dedikten sonra tellâlına şöyle nida etmesini emretti: "Dikkat, dikkat! Kay­ser, davranışınızdan hoşnut oldu[190]. O sadece sizi sınayıp sizin dininize ne kadar sıkı tutunduğunuzu görmek istedi. Artık geri dönün, gidin." Allah Rasûîü'ne (s.a.): "Ben müslümanım" diye yazdı ve O'na dinarlar gönder­di. Mektup eline geçince Allah Rasûlü (s.a.): "Allah'ın düşmanı yalan söy­ledi. O müslüman değil, hristiyandır."

Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî'yi, Kisrâ'ya gönderdi. Nuşirevan oğlu Hürmüz'ün oğlu olan Kisrâ'mn adı İbreviz (Perviz) idi. Hz. Peygamber'in (s.a.) mektubunu parçaladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'­ım! Onun saltanatını parçala." diye beddua etti. Allah, onun saltanatını ve milletinin memleketini parçaladı[191]'

Hâtıb b. Ebî Beltea'yı, Cüreyc b. Mînâ adındaki İskenderiye kralı ve Kıptîlerin lideri olan Mukavkis'a gönderdi. Mukavkıs, iyi şeyler söyledi ve yakınlık gösterdi. Ama müslüman olmadı. Hz. Peygamber'e (s.a.) Mâ-riye'yi ve onun kızkardeşleri Şîrîn ile Kayserâ'yı hediye etti. Hz. Peygam­ber (s.a.) Mâriye'yi odalık edindi ve Sîrîn'i Hassan b. Sâbit'e hediye etti.

Mukavkıs, Hz. Peygamber'e (s.a.) ayrıca şu hediyeleri de göndermiş­tir: Bir başka câriye, bin miskal altın, Mısır kubâtî kumaşından yirmi par­ça elbise, bir boz katır —Düldül—, bir boz eşek —Ufeyr—, Mâbur adında bir hadım köle —bu kölenin Mâriye'nin amcasının oğlu olduğunu söylenmektedir—, bir at —Lizâz—, bir cam kadeh ve bir miktar bal. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Pis adam, saltanatına kıyamadı. Sal­tanatı sürmeyecektir. [192]dedi.

Şucâ b. Vehb el-Esedî'yi, Belkâ kralı Haris b .Ebu Şemir el-Gassânî'ye gönderdi. Bunu İbn İshak ve Vâkidî söylemiştir. Kimisi: "Şucâ, Cebele b. Eyhem'e gitti", kimisi: ıtHer ikisine de gitti." ve kimisi de: "Dıhye b. Halîfe ile birlikte Hirakl'e gitti." demiştir. Doğrusunu en iyi Allah bilir.

Selît b. Amr'ı, Yemâme'deki Hanîfe oğulları (reisi) Hevze b. Ali'ye gönderdi. Hevze, elçiye ikramda bulundu. Deniliyor ki: Hz. Peygamber (s.a.) Selît b. Amr'ı, Hanîfe oğullarından Hevze ile Sümâme b. Üsâl'e gönderdi.

İşte Allah Rasûlü'nün (s.a.) aynı gün gönderdiği söylenen altı elçi bun­lardır.

Hicretin sekizinci senesi Zilkade ayında Amr b. Âs'ı, Ummân'dakî Ezd oğullarından el-Cülendî'nin oğullan Ceyfer ile Abdullah'a elçi olarak gönderdi. Bu ikisi müslüman olup zekâtlarını verdiler. Amr'm önüne zekât toplama ve aralarında hükmetme yolunu açtılar. Amr, Allah Rasûlü'nün (s.a.) vefat haberi kendisine ulaşıncaya kadar aralarında kaldı.

Ci'râne'den ayrılmadan önce —bir görüşe göre Fetih'den önce— Alâ el-Hadramî'yi, Bahreyn kralı Münzir b. Sâvâ el-Abdî'ye gönderdi. Münzir müslüman oldu ve zekâtını (vergisini) verdi.

Muhacir b. Ebû Ümeyye el-Mahzûmî'yi, Yemen'deki Hâns b. Abdi-külâl el-Himyerî'ye gönderdi. Hâns: "Durumumu iyiden iyiye düşünüp ta­şınacağım." dedi.

Tebük seferinden dönünce —bir görüşe göre hicretin sekizinci senesi Rebîulevvel ayında —Ebû Musa ile Muâz b. Cebel'i İslâm davetçileri ola­rak Yemen'e gönderdi. Yemen halkı toptan, savaşsız, isteyerek müslüman oldu. Daha sonra Hz. AH b. Ebu Tâlib'i onlara gönderdi. Hz. Ali, veda haccı esnasında Mekke'de Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına çıkageldi.

Cerîr b. Abdullah el-Becelî'yi, Zu'1-Kelâ el-Hımyerî ile Zû Amr'a, on­ları İslâm'a davet için gönderdi. Bu zatlar müslüman oldular. Allah Rasû-lü (s.a.) vefat ettiğinde Cerîr onların yanında idi.

Amr b. Ümeyye ed-Damrî'yi bir mektupla (yalancı peygamber) Müseylemetü'l-Kezzâb'a gönderdi. Ayrıca ona Zübeyr'in kardeşi Sâib b. el-Avvâm ile bir başka mektup daha gönderdi; ama müslüman olmadı.

İslâm'a davet için Ferve b. Amr el-Cüzâmî'ye elçi gönderdi. Elçi gön­dermediği de söylenmektedir. Ferve, Kayser'in Maan valisi idi; müslüman oldu ve Hz. Peygamber'e (s.a.) müslüman olduğunu bir mektupla bildirdi. Ayrıca Mes'ûd b. Sa'd ile O'na şu hediyeleri gönderdi: Fızza adında bir boz katır, Zarib adında bir at ve Ya'fûr adında bir eşek. Bir grup âlim böyle demiştir. Aşikâr olan o iki —Allah daha iyi bilir ya— Ufeyr ve Ya'­fûr aynı eşektir; Ufeyr, kelimesi Ya'fûr kelimesinin terhîm şeklindeki ism-i tasgiridir.

Ayrıca değişik kumaşlar ve altınla süslü ipek bir kaftan gönderdi. Hz. Peygamber (s.a.) hediyelerini kabul etti ve Mes'ûd b. Sa'd'a on iki buçuk ukiyye bağış yaptı.

Ayyaş b. Ebî Rabîa el-Mahzûmî'yi bir mektupla Himyer'den Abdikü-lâİ'in oğullan Haris, Mesrûh ve Nuaym'a gönderdi. [193]

 

8— Müezzinleri:

 

Dört tane olup ikisi Medine'de idi: 1- Bilâl b. Rabâh: Allah Rasûlü-nün (s.a.) ilk müezzinidir; 2- Kureyşli Âmir oğullarından Ümmü Mektüm'-un oğlu kör Amr (İbn Ümmü Mektüm), 3- Küba'da: Ammar b. Yasir'in âzâdlısı Sa'd el-Karaz; 4- Mekke'de: Ebu Mahzura; Adı, Evs b. Muğîre el-Cumhî'dir.

Müezzinlerden Ebu Mahzura ezanda tercî' yapar[194] (yani şehadet ke­limelerinin herbirini yavaşça söyledikten sonra tekrar yüksek sesle söyler -Ş.Ö.) ve kameti iki kere tekrarlardı. Bilâl ise tercî' yapmaz, kameti bir kere söylerdi. İmam Şafiî (r.h.) ile Mekkeliler Ebu Mahzûra'nın ezanını, Bilâl'ın kametini; Ebu Hanîfe (r.h.) ile Iraklılar Bilâl'ın ezanını, Ebu Mah-zûra'nm kametini; İmam Ahmed (r.h.), ehl-i hadis ve Medineliler ise Bi­lâl'ın hem ezanını, hem de kametini almışlardır .Mâlik (r.h.) iki yerde —tek­birin yinelenmesi ve kamet (Kad kemâti's-salâtu) sözünün iki kere söylenmesi— muhalefet etmiştir. O, kameti tekrar etmiyor. [195]

 

9— Komutanları ve Valileri:

 

Bâzân b. Sâsân: Behrâm Cûr'un neslindendir. Allah Rasûlü (s.a.), Kis-ra'nın ölümünden sonra onu bütün Yemen halkının başına geçirdi. İslâm'­da Yemen'e tayin edilen ilk validir. Aynı zamanda ilk müslüman olan Acem kralıdır.

Allah Rasûlü (s.a.) Bâzân'ın ölümünden sonra San'â ve civarındaki köy ve kasabalara onun oğlu Şehr b. Bâzân'ı vali tayin etti. Sonra Şehr öldürülünce Allah Rasûlü (s.a.) San'â'ya Halid b. Saîd b. Âs'ı vali yaptı.

Allah Rasûlü (s.a.) Muhacir b. Ebu Ümeyye el-Mahzûmî'yi Kinde ve Sadif'e vali tayin etti. Allah Rasûlü (s.a.) vefat ettiğinde daha görev yerine gitmemişti. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir, onu dinden dönen (mürted) bir takım insanlarla savaşması için (bir müfrezenin başında) gönderdi.

Ziyâd b. Ümeyye el-Ensârî'yi, Hadramevt'e;

Ebu Musa el-Eş'arî'yi, Zübeyd, Aden ve Sâhil'e;

Muaz b. Cebel'i, Cened'e;

Ebu Süfyân Sahr b. Harb'i, Necrân'a;

Ve (Ebu Süfyân'ın) oğlu Yezîd'i, Teymâ'ya vali olarak gönderdi.

Attâb b. Esîd'i, Mekke'ye vali tayin etti ve hicretin sekizinci senesi müslümanlara hac ibadeti yaptırma görevini ona verdi. O vakit 20 yaşında yoktu.

Ali b. Ebu Tâlib'i, humusları (beşte birlik vergilen) toplama ve kadı­lık yapma görevleriyle Yemen'e gönderdi.

Amr b. Âs'ı, Umman'a ve çevresine vali tayin etti.

Zekât toplama işine pekçok grup görevlendirdi. Zira her kabilenin ze­kâtlarını toplayan bir görevli vardı. Bundan dolayı zekât memurlarının sa­yısı kabardı.

Hz. Ebu Bekir'i hicretin dokuzuncu senesi haccı idare etme işiyle gö­revlendirdi ve onun ardından Hz. Ali'yi halka Berâet ( = Tevbe) sûresini okuması için gönderdi. Kimisi: "Çünkü bu sûrenin evveli, Hz. Ebu Bekir hacca gittikten sonra inmiştir."; kimisi: "Zira Arabın âdetidir; akitleri sa­dece kendisine itaat edilen birisi yahut kişinin ailesinden bir şahıs yapar-bozar." diyor, kimi ise diyor ki: Hz. Ali'yi, Hz. Ebu Bekir'e yardımcı ve destek olsun diye arkasından gönderdi. Bu yüzden Hz. Sıddîk Hz. Ali'­ye: "Âmir misin, memur musun?" diye sormuş, o da: "Hayır, memu­rum." cevabını vermişti[196]Allah'ın düşmanları Rafizîler ise: "Hz. Pey­gamber (s.a.) onu görevinden azledip yerine Hz. Ali'yi geçirdi." diyorlar. Bu, onların yeni çıkmış iftiralarından ve bühtanlarından başkası değildir,

"Nesî olayından dolayı bu hac Zilhicce ayında mı, yoksa Zilkade ayında mı yapılmıştı?" Bu konuda âlimler görüş ayrılığına düşmüşler ve iki ayrı görüş ileri sürmüşlerdir. En doğrusunu Allah bilir. [197]

 

10- Sa'd b. Muâz: Bedir savaşında gölgelikte uyurken muhafızlığım yap­mıştır. 2- Muhammed b. Mesleme: Uhud savaşında muhafızlığını yaptı. 3- Zübeyr b. Avvâm: Hendek savaşında muhafızlığını yaptı. 4- Abbâd b. Bişr: Muhafızlık işlerine bakan bu zattı.

Bu şahıslar dışında başka kişiler de Hz. Peygamber'in (s.a.) muhafızlığını yapmışlardır. "Allah seni insanlardan korur" âyeti[198]inince, insan­ların karşısına çıktı, âyeti onlara haber verdi ve muhafızları gönderdi[199]

Fedaileri:

I-  Ali b. Ebu Tâlib, 2- Zübeyr b. Avvâm, 3- Mikdâd b. Amr, 4-Muhammed b. Mesleme, 5- Âsim b. Sabit b. Ebu'l-Aklah, 6- Dahhâk b. Süfyân el-Kilâbî.

Valiye göre emniyet müdürü (sahibu'ş-şurta) ne ise Hz. Peygamber'e (s.a.) göre de Kays b. Sa'd b. Ubâde el-Ensârî o idi.[200]

Hudeybiye günü Muğîre b. Şu'be kılıcıyla Hz. Peygamber'in (s.a.) ba­şında bekledi.

Nafaka işlerine bakanlar; yüzüğüne, ayakkabısına ve misvakına göz-kulak olanlar; huzuruna girilmesine izin verenler:

Bilâl, nafaka işlerine bakardı. Muaykîb b. Ebu Fâtıma ed-Devsî mü-hürüne, İbn Mes'ûd misvakına ve ayakkabısına bakardı.

Huzuruna girilmesine müsaade edenler (yani kapıcıları) şunlardı: 1-Rebâh el-Esved, 2- Enese: Bu ikisi kölesi idiler; 3- Enes b. Mâlik, 4-Jıbu Musa el-Eş'arî. [201]

 

II—  Şairleri ve Hatipleri:                                               

 

İslâm'ı müdafaa eden şairleri: 1- Kâ'b b. Mâlik, 2- Abdullah b. Revâ-ha, 3- Hassan b. Sabit. Kâfirlere karşı en katı olanları Hassan b. Sabit idi. Kâ'b b. Mâlik ise kâfirleri, küfürlerinden ve şirklerinden dolayı ayıplardı.

Hatibi, Sabit b. Kays b. Şemmâs idi.[202] Yolculukta önünde şarkı söyleyerek deve sürenler:

me b. Ekvâ'. Sahih-i Müslim'de rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü'nün (s.a.) güzel sesli, şarkı söyleyen bir deve sürücüsü vardı. Alİah Rasûlü (s.a.) ona: "Yavaş ol, ya Enceşe! Cam kâseleri (yani yufka yürekli kadınları incitip) kırmayasın." buyurdu.[203]

 

12— Gazaları ve Seriyeleri:

 

Bütün gazaları, seriyeleri ve ba'sları[204]hicretten sonraki 10 sene zar­fında olmuştur. Gazalarının sayısı 27'dir. 25 yahut 29 olduğunu söyleyen­ler ve daha başka rakamlar verenler de vardır. Şu dokuz gazada savaşmış­tır: Bedir, Uhud, Hendek, Kurayza, Mustalık, Hayber, Fetih, Huneyn ve Tâif. Hayber kasabalarından Vâdi'UKurâ'da, Gâbe'de (Şam bölgesinde Me­dine'ye yakın bir yer adı) ve Benî Nadir ile yapılan savaşlara da iştirak ettiği söylenmiştir.

Seriye ve ba'sları altmışa yakındır. Asıl büyük gazalar yedi tanedir: Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Fetih, Huneyn ve Tebük. Bu gazalar hak­kında Kur'an âyetleri inmiştir. Enfâl sûresi, Bedir savaşının anlatıldığı sû­redir. Uhud savaşı hakkında Âl-i İmrân sûresinin sonlarındaki: "Hani sen inananları mevzilere yerleştirmek üzere, erkenden evinden ayrılmıştın..." âyetinden[205]sûrenin bitiminden az öncesine kadar olan kısmı inmiştir. Hen­dek, Kurayza ve Hayber savaşları hakkında Ahzâb sûresinin başı; Benî Nadîr savaşı hakkında Haşr sûresi ve Hudeybiye olayı ile Hayber hakkında Fetih sûresi inmiş ve ayrıca bu sûrede (Mekke) Fethine işaret edilmiştir. Nasr sûresinde ise Fetih açıkça zikredilmiştir. [206]

 

13— Silahlan ve Eşyaları:

 

Dokuz kılıcı vardı:

1- Me'sûr: Sahip olduğu ilk kılıçtır. Babasından miras kaldı. 2- Adb, 3- Zülfikar yahut Zülfekar: Hemen hemen bu kılıcını hiç yanından ayır­mazdı. Bu kılıcın kabzası, kabzasının pervazesi, halkası, tepe kısmı, zînet için olan halkaları ve kınının dilciği hep gümüştendi. 4- Kal'î, 5- Bettâr, 6- Hatf, 7- Rasûb, 8- Mıhzem, 9- Kadîb.

Kılıcının kınının dilciği tamamen gümüş ve bunun arasında kalan kı­sım gümüş halkalar şeklindeydi. Kılıcı Zülfikar'ı Bedir savaşında ganimet olarak almıştı. (Uhud savaşında) kendisine gösterilen rüya da bu kılıç üze­rinde idi. Fetih günü Mekke'ye geldiğinde kılıcının üzerinde akın ve gümüş vardı.   ,

Yedi zırhı vardı:

1-  Zâtu'l-Fudûl: İşte bu zırhı, ailesi için yahudi Ebu Şahm'dan 30 sa'arpa aldığında o yahudinin yanında rehin bırakmıştı. Borç bir seneye kadar Ödenecekti. Zırh demirdendi.

2-  Zâtu'l-Vişâh, 3- Zâtu'l-Havâşî, 4- Sa'diyye, 5- Fızza, 6- Betrâ, 7-Hirnık. Altı, yayı vardı:

1- Zevrâ, 2- Ravhâ, 3- Safra, 4- Beyzâ, 5- Ketum: Uhud savaşında kırıldı; Katâde b. Nu'mân aldı; 6- Sedâd.

Kâfur adında bir sadağı, üç gümüş halkası bulunan menşur deriden bir kemeri, bir gümüş tokası ve bir gümüş tırnak makası vardı. Bazıları böyle demişse de Şeyhülislâm îbn Teymiye: "Hz. Peygamber'in (s.a.) ke­mer kuşandığı bize ulaşmadı." diyor.

Zeiûk adında bir kalkanı ve Fütak adında başka bir kalkanı vardı. Deniliyor ki, kendisine üzerinde put resmi bulunan bir kalkan hediye edil­di. Elini onun üzerine koydu, Allah o putu giderdi.

Beş mızrağı vardı. Birisine Müsvî, diğerine Müsnî denirdi. Neb'a adm-da bir hançeri vardı. Beyzâ adında bir büyük mızrağı daha vardı. Bastona benzer, Aneze adında başka bir küçük mızrağı daha vardı ki, bayramlarda onu önüne alarak yürür ve bu mızrağı önüne dikerlerdi. Böylece onu na­maz kıldığı tarafa diktiği sütre yapmış olurdu. Zaman zaman bu mıziakla yürüdüğü olurdu.

Muvaşşah adında, sarı bakırla kaplı bir demir miğferi ve Sebûğ yahut Zü's-Sebûğ adında bir başka miğferi vardı.

Harb esnasında giydiği üç cübbesi vardı. Harb esnasında yeşil ince ipekten bir cübbe giydiği de söylenmektedir. Bilinen o ki, Urve b. Zübeyr'-in, astarı yeşil ince ipek olan, ipek bir yelmuku (kaftanı) vardı, harb esna­sında giyerdi. İki rivayetten birine göre İmam Ahmed, harb esnasında ipek giymeyi caiz görmektedir.

Ukâb adında siyah bir bayrağı vardı. Sünen-i Ebu Davutf'daki bir ri­vayete göre sahabeden biri: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) bayrağını gördüm, sarı idi." demektedir. Hz. Peygamber'in (s.a.) beyaz sancakları vardı. Ba-zan bunlara siyah desenler de verirdi.

el-Kin adında bir kıl çadırı vardı. Bir arşın yahut daha fazla uzunlukta ucu çengelli bir bastonu vardı, ona dayanarak yürür, devesi üzerinde iken önüne asardı. Urcûn adında bir bastonu; Memşûk adında kayın ağacından yapılma bir âsâsı vardı. Deniliyor ki, halifelerin birbirlerinden aldıkları âsâ budur.

Reyyân ve Muğnî adlarını taşıyan bir kadehi ve gümüş zincir takılmış başka bir kadehi vardı.

Cam bir kadehi ve divanının altına konan, gece içine küçük abdest bozduğu hurma ağacından bir kadehi vardı. Sâdır adında bir kırbası vardı. Abdest almak için bir taş maşrapası (ibriği) bulunduğu söylenmektedir. San bakırdan bir su teknesi, Sea adında bir leğeni, İçinde yıkandığı bakır bir kabı, bir yağ şişesi, ayna ve tarak koyduğu bir küçük sandığı vardı. Tarağın fiidişinden olduğu söylenmektedir. Bir de uyuyacağı zaman her iki gözüne de kendisinden üçer kere sürme çektiği bir sürmedanhğı vardı. Küçük sandığında makas ve misvak da bulunurdu. Dört erkeğin aralarında taşıdıkları dört halkası bulunan Garrâ adında bir çanağı vardı. Bir sa'ı, bir müddü, bir tüylü saçaklı büyük keçesi, Es'ad b. Zürâre'nin hediye etti­ği ayaklan Hind ardıcından bir divanı ve dolgu maddesi Uf olan deri bir yatağı vardı.

Bunların hepsi değişik hadislerde dağınık olarak rivayet edilmiştir.

Taberanî, Mu'cem'mûe İbn Abbas'tan Hz. Peygamter'in (s.a.) kapla­rını bir arada sıralayan şöyle toplu bir hadis rivayet eder: "Allah Rasûlü'­nün (s.a) kabzası ve kabza başı gümüşten olan Züîfikar adında bir kılıcı, Sedâd adında bir yayı, Cem' adında sadağı, bakırla kaplı Zâtu'l-Fudûl adında bir zırhı, Neb'â adında bir hançeri, Dakn adında bir ucu çengelli bastonu, Mûciz adında beyaz bir kalkanı, Sekb adında siyah bir atı, Dâc adında bir eğeri, Düldül adında boz bir katın, Kasvâ adında dişi bir deve­si, Ya'fûr adında bir eşeği, el-Kin adında bir halısı, Kamra adında bir bas­tonu, Sâdıra adında bir kırbası, Cami' adında bir makası, bir aynası ve Mevt adında, kayın ağacından yapılma bir âsâsı vardı." [207]

 

14— Hayvanları:

 

Atlan:

1- Sekb: Sahip olduğu ilk at olduğu söylenir. Kendisinden on ukiyyeye satın aldığı bedevi arabın yanında iken adı Dırs idi. Alnında ve ayakların­da beyazlık ve sağ ayağında bir deri bukağı vardı. Siyaha yakın al renkte idi. Nitekim siyah olduğu da söylenmektedir. 2- Mürtecez: Boz bir attı. İşte, Huzeyme b. Sâbit'in şahitlikte bulunduğu at, buydu, 3- Luhayf, 4-Lizâz, 5- Zarib, 6- Sebha, 7- Verd.

Hz. Peygamber'in (s.a.) bu yedi ata sahip olduğunda görüşbirliği var­dır. Bunları İmam Ebu Abdillah Muhammed b. İshak b. Cemâr eş-Şâfiî bir beyitte şu şekilde topladı:

Bu beyti bana, oğlu İmam Ebu Amr İzzeddin Abdülaziz haber Allah, onu taatı ile aziz eylesin.

Hz. Peygamber'in (s.a.) daha başka on beş atı olduğu söylenir, bunlar ihtilaflıdır.  Atının eğerinin iki yanı liften idi.

Katırları:

1- Düldül: Boz idi. (Mısır kralı) Mukavkıs'ın hediyesidir, 7  

2- Fizza ( = Gümüş) adında Ferve el-Cüzâmî'nin hediye ettiği verdi. \ncak başka bir katır,

3-  Eyle kralının hediye ettiği boz katır,

4-  Dûmetu'I-Cendel hükümdarının hediye ettiği bir başka katır,

5-  Necâşî'nin bir katır hediye ettiği ve Hz. Peygamber'in (s.a.) ona bindiği de söylenmektedir.

Eşekleri:

1- Ufeyr: Boz idi. Kıptî kralı Mukavkıs hediye etmişti.

2-  Ferve el-Cüzâmî'nin hediye ettiği bir başka eşek,

3-  Sa'd b. Ubâde'nin Hz. Peygamberi (s.a.) bir eşek verdiği h Hz. Peygamber'in (s.a.) de ona bindiği söylenmektedir.

Develeri:                                                                            

1- Kasvâ: Bu deve üzerinde hicret ettiği söylenmektedir.     ( 2,3- Azbâ (= Kulaksız) ve Ced'â (= Burunsuz) Bu iki devede ne culak, ne de burun vardı. Bu sebeple böyle adlandırıldılar. Kulağında kesiklik olduğu için bu adla anıldığı da söylenmektedir. Azbâ ve Ced'â bir deve adı mıdır, yoksa iki ayrı deve adı mıdır? Bu konuda ihtilaf vardır. Azbâ, yarışlarda geçilmez bir deve idi. Sonra iş devesi üzerinde bir bedevi arap çıkageldi ve onu geçti. Bu müslümanların ağırına gitti. Bunun üzerine Al­lah Rasûlü (s.a.): "Dünyada herhangi bir şeyi yükseltirse mutlaka onu al-çattmak Allah üzerine bir haktır.*' buyurdu.[208]

4- Hz. Peygamber (s.a.), Bedir savaşında Ebu Cehil'in, burnunda gü­müş bir halka bulunan ve attan hızlı giden Mehr kabilesinden aldığı devesi­ni ganimet olarak ele geçirdi. Müşrikleri öfkelerinden çatlatmak için bu deveyi Hudeybiye günü birine hediye olarak verdi.[209]

Kırk beş adet sağmal devesi vardı. Ayrıca Sa'd b. Ubâde'nin Akîl oğulları develerinden ona gönderdiği Mehr kabilesi develerinden bir devesi vardı.

Yüz koyunu vardı. Bu sayıdan fazla olmasını istemezdi. Çobanı her ne zaman bir kuzu doğduğunu haber etse, onun yerine bir koyun keserdi. Yedi tane hediye keçisi vardı; onları Ümmü Eymen otlatırdı. [210]

 

 

C) HZ. PEYGAMBER’İN (S.A) BEŞERİ TAVIRLARI

 

1) Giyinişi:

 

"Sehab = bulut" adında bir sarığı vardı, onu Hz. Ali'ye giydirdi. Sa­rık sarar, sarığın altına da kalensüve (fes, takke, başlık vb.) giyerdi. Kâh kalensüveyi sanksız giyer, kâh sarığı kalensüvesiz sarardı. Sarık sardığı za­man sarığım omuzları arasına sarkıtırdı. Nitekim Müslim, Sahih'inde Amr b. Hâris'in şöyle dediğini rivayet eder: "Allah Rasûlü'nü (s.a.) minberde hutbe okurken gördüm. Başında, iki ucunu omuzları arasına sarkıttığı si­yah bir sarığı vardı. [211]

Yine Müslim'de Câbir b. Abdullah'dan rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.), (Fetih Günü) Mekke'ye başında siyah bir sarıkla girdi[212]Câ-bir'in rivayet ettiği bu hadiste sarığın ucu anıimamıştır. Bu da gösterir ki, Hz. Peygamber (s.a.) sarığın ucunu daima omuzlan arasına sarkıtmazdı. Denilir ki, Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'ye üzerinde savaş takımı ve başın­da miğferi ile girdi. O halde her yerde münasip olanı giymiştir.

Üstadımız Ebu'l-Abbas İbn Teymiye —Allah, ruhunu cennetle mu­kaddes kılsın— sarığın ucunun sarkıtılması konusunda şahane bir sebep söylemektedir ki, o da şudur: Hz. Peygamber (s.a.) Medine'de gördüğü rüyada, İzzet sahibi Allah Tebâreke ve Teâlâ Hazretlerini müşahede ettiği gecenin sabahında sarığının ucunu omuzlan arasına sarkıtmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) anlatıyor: "Allah, bana: 'Ey Muhammedi Mele-i A'lâ hangi konuda birbiriyle çekişiyor, biliyor musun?' diye sordu. 'Bilmiyorum' de­dim. Bunun üzerine elini iki kürek kemiğimin arasına koyduk[213] Böylece gök ile yer arasında olanı bildim..."[214] Bu hadis Tirmizî'dedir[215] Buharî'-ve hadisin durumu sorulunca "sahih" cevabını verdi. Üstadımız: "İşte bu halden dolayı Hz. Peygamber (s.a.) sarığının ucunu omuzları arasına sarkıtmıştır" dedi. Bu açıklama, cahillerin lisan ve kalblerinin inkâr edece­ği ilimdendir. Sarık ucunun sarkıtıldığının söylenilmesi konusunda onun dışında bu açıklamayı yapanı görmedim.

Gömlek giymiştir. Zaten en sevdiği elbise gömlekti. Gömleğinin kolu bileğine kadardı. Cübbe, kaftana benzer(ense tarafından yırtmaçlı bir elbi­se) olan ferrûc ve ferace giymiştir. Ayrıca kaftan da giymiştir. Yolculukta yenleri dar bir cübbe giymiştir. (Belden aşağı giyilen peştemal gibi bir giye­cek olan) izâr ve (bedeni örten üsten giyilen şal gibi bir örtü olan) ridâ giymiştir. Vâkıdî diyor ki: Hz. Peygamber'in (s.a.) ridâsı ve abasının uzun­luğu altı arşın, eni üç arşın bir karış; izan ise Umman dokumalarındandı ve uzunluğu dört arşın bir karış, eni iki arşın bir karıştı.

Kırmızı hülle giymiştir. Hülle izâr ve ridâdan oluşan takıma denir. Bu iki giyecek birlikte olursa ancak o zaman hülle adını alır. Hz. Peygamber'in (s.a.) hüllesinin, başka renk katışmamış sade kırmızı olduğunu sa­nan kişi yanılgıya düşmüştür. Kırmızı hülle, diğer Yemen bürdelerinde ol­duğu gibi siyahla karışık, kırmızı desenlerle dokunmuş iki Yemen bürde-sinden oluşmaktaydı. Kırmızı çizgiler bulunması itibariyle bu adla tanın­maktadır. Yoksa sade kırmızı şiddetle yasaklanmıştır.[216] Sahih-i Buharî'dc rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), kırmızı eğer minderini (yahut üstlük libasını) yasakladı[217]

Sünen-i Ebu Davud'da yer alan rivayete göre ise Abdullah b. Ömer şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) üzerimde usfurla boyalı (düz desenli dikişsiz pelerin gibi bir giyecek olan - Ş.Ö.) bir rayta gördü. "Üzerindeki bu rayta nedir?" diye sordu. Yüz ifadesinden hoşlanmadığını anladım. Ai­leme geldiğimde tandır yakıyorlardı. Raytayı tandıra attım. Ertesi gün Hz. Peygamber'e (s.a.) geldim. "Raytayı ne yaptın, Abdullah?" diye sordu. Olayı anlattım. Bunun üzerine: "Hanımlarından birine giydirsen olmaz mıy­dı? Kadınların giymesinde bir sakınca yoktur" dedi.[218]

Sahih-i Müslim'de rivayet edilen bir hadiste yine Abdullah b. Ömer şöyle diyor: Hz. Peygamber (s.a.) üzerimde usfuria boyalı iki giyecek gör­dü. Bunun üzerine "Bu, kâfirlerin giy siler indendir. Onu giyme" buyur­du.[219] Yine Sahih-i Müslim'de Hz. Ali'nin (r.a.): "Hz. Peygamber (s.a.) usfurla boyalı elbise giymeyi yasakladı" dediği rivayet edilir.[220] Bu tür el­bisenin yalnızca, kırmızı boya ile boyandığı malumdur.

Sünenlerden birinde şu olay anlatılıyor: Hz. Peygamber (s.a.) ve ar­kadaşları bir yolculukta birlikte idiler. Hz. Peygamber (s.a.) arkadaşlarının yük develeri üzerinde kırmızı çizgili örtüler gördü. "Şu kırmızılığın sizi yenilgiye uğrattığını görüyorum, dikkat edin." buyurdu. Allah Rasulü'nün (s.a.) bu sözleri üzerine depara kalktık. Öyle ki, develerimizden biri ürküp kaçtı. Örtüleri ellerimizle tutup çekip kopardık" Hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.[221]

Kırmızı elbise, kumaş vs. giymenin caizliğinde şüphe gözükmektedir. Mekruhluğu ise gerçekten kuvvetlidir. Hz. Peygamber'in (s.a.) sade kırmı­zı giymiş olabileceği nasıl düşünülebilir? Hayır, hayır... Allah, onu bundan korumuştur. Şüphe yalnızca "kırmızı hülle" sözünden kaynaklanmıştır. En iyi bilen Allah'tır.

Hz. Peygamber (s.a.) gerek alemli, gerek sade hamîsa (dört köşeli, iki tarafı zencefilli bir tür siyah aba) giymiştir. Siyah elbise de giymiştir. Ayrıca kenarlarına ince ipek çekilmiş kürk de giymiştir.

İmam Ahmed ve Ebu Davud kendi senedleriyle Enes b. Mâlik'in: "Bi­zans imparatoru Hz. Peygamber'e (s.a.) ipek bir müşte hediye etti. Hz. Peygamber (s.a.) onu giyindi. Müştenin, Hz. Peygamber'in (s.a.) kolunda sallanışı, kımıldanışı hâlâ gözlerimin önünde." dediğini rivayet ederler.[222] ei-Esmaî: "Müşte, yenleri uzun kürke denir" diyor. Hattâbî der ki: "Bu müştenin, kenarları ipekle çevrilmiş olmalıdır. Zira kürkün kendisi ipek olmaz."

Hz. Peygamber (s.a.) sirval (şalvar, geniş pantolon yahut uzun-geniş külot) satın almıştır. Görünen o ki, bunu giymek için satın almıştır. Birçok hadiste sirval giydiği rivayet edilmiştir. Sahabîler de O'nun izniyle sirval giyerlerdi.

Mest ve "tâsûme" adlı ayakkabı giymiştir. Yüzük takınmıştır. "Yüzü­ğü sağ eline mi, sol eline mi takmıştır?" Bu konuda hadisler arasında ihti­laf vardır. Ama hadislerin hepsi de sahih senedlidir.

"Hûze = tolga" adlı bir miğfer ve "zerdiyye = örgülü zırh" adında bir zırh giyinmiştir. Uhud savaşında iki zırhı üstüste birbirine geçirerek giyin­miştir.

Sahîh-i Müslim'de rivayet edildiğine göre Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma: "İşte bu, Allah Rasulü'nün (s.a.) cübbesidir." demiş ve ipek cepli ön ve arkasının aşağı kısmındaki yırtmaçları ipek olan tran hükümdarlarına has kalın şal cübbe çıkarttı. Ardından şunları söyledi: "Bu, vefatına kadar Âişe'nin yanında idi. O vefat edince ben aldım. Hz. Peygamber (s.a.) bunu giyerdi. Şimdi ise biz, şifa bulmaları dileğiyle hastalar için yıkıyoruz."[223]

İki yeşil abası, bir siyah elbisesi, keçeden kırmızı bir elbisesi ve bir yün elbisesi vardı. Gömleği pamuktan olup kısa boylu, kısa yenli idi. Hey­be gibi sarkan şimdiki uzun-geniş yenli elbiseleri ne Hz. Peygamber (s.a.) ne de ashabından herhangi biri giymiştir. Bunlar, Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetine aykırıdır. Bu şekil elbiselerin giyiminin caizİiğine şüphe ile bakı­lır. Çünkü bunlar kibir cinsindendir.

Hz. Peygamber'in (s.a.) en çok sevdiği elbise gömlek ve hıbere idi. Hıbere, kırmızı desenleri bulunan (pamuk veya ketenden mamul) bir tür abadır.

En çok hoşlandığı renk beyaz idi. Buyurur ki: "Elbiselerinizin en hayırlısı beyaz olanıdır. Beyaz giyinin ve ölülerinizi onunla kefenleyin, "[224] Sahih'âe rivayet edildiğine göre Hz. Âişe, bir keçe elbise ve kalın bir izâr çıkarmış ve: "Allah Rasûİü (s.a.) ruhunu bu ikisi içinde teslim etti" demistir. [225]

Altın bir yüzük takınmış, sonra çıkarıp atmış ve altın yüzük kullan­mayı yasaklamıştır. Sonra gümüş yüzük takınmış ve onu yasaklamamıştır. Ebu Davud'un, Hz. Peygamber'in (s.a.) yasakladığı şeyleri anlatırken: "Dev­let başkanı dışındaki insanların yüzük kullanmasını yasakladı" ifadesine gelince[226] bu hadisin durumunu ve sebebini bilmiyorum. En iyi bilen Al­lah'tır.

Yüzüğünün kaşını avucunun içine gelecek şekilde takardı. Tirmizı, Hz. Peygamber'in (s.a.) tuvalete girdiği zaman yüzüğünü çıkardığını rivayet edip, bu  rivayetin  sahih olduğunu söylüyor.  Ebu Davud  ise hadisi münker;. Sayıyor.[227]                                                                                                   

Ne Hz. Peygamber'in (s.a.), ne de ashabından birinin taylesan O şal, pelerin) giyindiği nakledilmiştir. Aksine Sahîh-i Müslim'de, Enes b. Mâ-lik'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.), Deccâl'i anlatır­ken: "Onunla beraber, üzerlerinde şal bulunan yetmiş bin Isfahan yahudisi çıkacak" demiştir[228] Enes, üzerlerinde şal bulunan bir grup insan gördü ve "Hayber yahudilerine ne kadar da benziyorlar!" dedi. Bu yüzden selef ve haleften bir grup âlim, şal giyilmesini mekruh saymışlardır. Zira Ebû Davud'un ve Müstedrek\t Hâkim'in İbn Ömer'den rivayet ettikleri bir ha­diste Hz. Peygamber (s.a.) "Kim bir kavme benzerse, o da onlardan-dır>[229] Tirmizî'nin rivayet ettiği hadiste de: "Bizden başka bir kavme ben­zeyen bizden değildir" buyur mu ştur.[230]

Hicretin anlatıldığı hadiste Hz. Peygamber'in (s.a.) gündüzün sıcağın­da Hz. Ebu Bekir'in yanına, başına (maske gibi) bir bürgü geçirerek gel­mesi ise Hz. Peygamber'in (s.a.) o saat gizlenmek için yaptığı birşeydi. İhtiyaçtan dolayı yapmıştı. Yoksa başına bürgü bürünmek âdeti değildi. Maamafih Enes, Hz, Peygamber'in (s.a.) başörtüsünü çokça kullandığını da rivayet etmektedir. Allah daha iyi bilir ya, Hz. Peygamber (s.a.) bunu yalnızca sıcak vb. durumlar gibi ihtiyaçtan ötürü yapmıştır. Hem başörtü­sü kullanmak şal bürünmek demek değildir.

Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı çoğunlukla pamuk dokuma giyerlerdi. Yün ve keten dokuma giydikleri de olurdu. Şeyh Ebu İshak el-Isbahanî'nin sahih senedle Câbir b. Eyyûb'dan rivayetine göre Salt b.Râşid, üzerinde yün cübbe, yün izâr ve yün sarıkla Muhammed b. Sîrîn'in huzuruna girdi. Muhammed ondan tiksindi ve şunları söyledi: "Sanıyorum bir takım kim­seler yün giyip; 'Meryem oğlu İsa da yün giyinmişti' diyorlar. İtham ede­meyeceğim birisi bana Hz. Peygamber'in (s.a.) keten, yün ve pamuk giyin­miş olduğunu haber verdi. Peygamberimizin sünneti kendisine uyulmaya daha lâyıktır." İbn Şîrîn bu sözlerle demek istiyor ki, bir takım insanlar daima yün elbise giyinmenin, başka şeyden mamul elbise giymekten daha faziletli olduğunu sanıyorlar da, bu yüzden de yün giyinmekte diretiyorlar ve kendilerini başka elbise giymekten alıkoyuyorlar. Aynı şekilde tek tip elbise giymenin daha iyi olacağını düşünüyorlar ve bir takım şekiller, ka­lıplar ve görünümler arıyor, bunlardan dışarı çıkmayı kötülük sayıyorlar. Oysa asıl kötülük bunlarla şartlanmak; devamlı bu şekiller, kalıplar ve gö­rünümler içinde olmak ve bunlar dışına çıkmamaktır.

Doğrusu yolların en üstünü Allah Rasulü'nün (s.a.) açtığı, kendisin­den gidilmesini buyurduğu, teşvik ettiği ve kendisinin de devamlı izlediği yoldur. O'nun giyecekler konusundaki tutumu kolayına geleni giyinme şek­lindeydi. Bu yüzden kimi zaman yün, kimi zaman pamuk ve kimi zaman da keten giyinirdi.

Giyindiği giyecekler: Yemen abaları (bürd-i yemânî), yeşil aba, cübbe kaftan, gömlek, şalvar, izâr, ridâ, mest ve ayakkabı. Kimi zaman sarığının ucunu   arkasına  salıverdi   kimi   zaman  salıvermedi.   Sarığı  çene  altın dolardı.[231]

Yeni bir elbise giyindiğinde adını belirterek şu duayı okurdu:

"Allah'ım! Bu gömleği —yahut ridayı, yahut da sarığı— sen bana giydirdin. Onun hayırlı olmasını ve yapıldığı amaçta hayırla kullanılmasını Senden dilerim. Onun şerrinden ve kötü amaçla yapılmışsa bu amacın şer­rinden Sana sığınırım."[232]

Gömleğini giyinirken sağından başlardı. Siyah yünden mamul elbise giyinmişti. Nitekim Müslim, SahîH* inde Hz. Âişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Allah Rasulü (s.a.) üzerinde siyah yünden mamul, deseni deve eğeri resimieriyle süslü bir elbise ile (bir sabah) dışarı çıktı."[233]Sahihayn'da. ri­vayet edilen bir hadiste Katâde diyor ki: Enes'e: "Allah Rasulü'nün (s.a.) en çok sevdiği giyecek neydi?" diye sorduk; "Hıbere idi" cevabını ver­di. [234]Hibere, bir tür Yemen mamulü abadır (süslü keten yahut pamuk­tan imal edilir). Çünkü Arapların çoğunluk giyecekleri —kendilerine yakın olduğu için— Yemen dokumalarından yapılırdı. Araplar eski Mısır yerlileri Kıbtîlerin dokuduğu bir tür keten dokuma olan kabâtî denilen giyecekte olduğu gibi zaman zaman Şam ve Mısır'dan getirilen ithal elbiseler de gi­yerlerdi. Sünen-i NesâPdeki bir rivayete göre "Hz. Aişe Hz. Peygamber'e (s.a.) yünden bir hırka ördü. Hz. Peygamber (s.a.) onu giyindi. Terleyip yünün kokusunu hissedince çıkardı. Hoş kokuyu severdi."[235] Ebu Davud'­un Sünen 'indeki bir rivayete göre İbn Abbas: "Allah Rasulü'nün (s.a.) üzerinde olabilecek en güzel bir hülle (-altlık ve üstlükten oluşan takım elbise) gördüm." diyor.[236] Nesâî'nin Sünen'indeki bir rivayete göre ise Ebu: Rimse: "Allah Rasulü'nü (s.a.) üzerinde iki yeşil bürde (^çubuklu kumaş-l tan yapılmış ihram gibi bürünülen bir tür elbise, aba) olduğu halde hutbe1 okurken gördüm" diyor.[237]                                                                     

Yeşil bürde diye —aynen kırmızı hulle'de olduğu gibi— üzerinde yeşili çizgiler bulunan bürdeye denir. "Kırmızı hülle" sözünden saf kırmızı anlayanların, "yeşil bürde" sözünden de saf yeşil anlamaları gerekir ki, böyle) diyen hiç kimse çıkmamıştır.

Yastığı tabaklanmış deriden olup dolgu maddesi lif idi. Allah'ın mu­bah kıldığı giyeceklerden, yiyeceklerden ve kadınlardan, zahidlik yapmak ve kendini ibadete vermek amacıyla yüz çevirenlerin zıt kutbunda onlara karşı bir grup vardır ki, bunlar da yalnızca en kıymetli giyecekleri giyiyor,' en hoş yiyecekleri yiyorlar; katı giyinme ve yemeyi kibir ve böbürlenme^ olarak görmüyorlar. Her iki grubun davranışı da Hz. Peygamber'in (s.a.)j tutum ve davranışlarına aykırıdır. Bundan dolayı seleften bazıları: "Eskit ler şu iki tür şöhret elbisesini hoş görmezlerdi: 1- Lüks, 2- Adî," demişler^ dir. Sünen'de İbn Ömer'den gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.): "Kim şöhret elbisesi^ giyerse. Allah ona kıyamet günü zillet elbisesi[238] giydirir, sonra da onun içerisinde ateşe atılır." buyurmuştur.[239] Kişinin bu şekil cezalandırılmasının sebebi, onun bu tür elbise giyinmekle kibir ve bö­bürlenme kastını taşımasıdır. İşte bu yüzden Allah, tersi ile cezalandırıp onu küçük düşürecektir. Nitekim elbisesini kibirinden uzatan kimseyi de ceza olarak yerin altına geçirmiş, şimdi o, kıyamet gününe kadar orada dibe doğru inmektedir. Sahihayn'da İbn Ömer'den gelen bir rivayette Al­lah Rasûlü (s.a.): "Bir kimse çalım satarak eteklerini yerde sürürse, Allah kıyamet günü onun yüzüne bakmaz." buyurmuştur.[240] Sünen1 de yine İbn Ömer'den gelen rivayette ise Hz. Peygamber (s.a.): "Giyeceklerde uzatı­lanlar gömlek, izâr ve sarıktır. Eğer bir kimse bunlardan birini çalım sat­mak için yerde sürürse Allah kıyamet günü, onun yüzüne bakmaz." bu­yurmuştur[241] Sünedeki bir rivayete göre yine İbn Ömer: "Allah Rasu-lü (s.a.) izâr hakkında ne demişse, aynen gömlekte de geçerlidir" de-miştir.[242]

Aynı şekilde adi elbise giymek de bir yerde kınanmış, bir yerde övül­müştür: Şöhret ve çalım satmak için olursa yerilmiş, tevazu ve alçak gönül­lülükten giyinilmişse övülmüştür. Nitekim pahalı elbiseler giyinmek şayet kibir, böbürlenme ve çalım satmak içinse yerilmiş, güzelleşmek ve Allah'ın nimetini göstermek içinse övülmüştür. Müslim'in Sahih'mdekı bir rivayette İbn Mes'ûd anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) "Kalbinde hardal tanesi ağırlı­ğında kibir bulunan kimse cennete giremez. Kalbinde hardal tanesi ağırlı­ğında iman bulunan kimse de cehenneme girmez" buyurdu. Bunun üzerine bir adam: "Ey Allah'ın Rasûlü! Doğrusu ben, elbisemin ve ayakkabımın güzel olmasını severim. Bu da mı kibirdir?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.) cevaben buyurdu ki: "Hayır. Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir, gururdan dolayı hakkı kabullenmemek ve insanları hor görmektir.'[243]

 

2—  Yemek Yeyişî:

 

Yemek konusundaki tutum ve davranışları da böyleydi. Var olanı red­detmez, bulunmayanı araştırmazdı. Önüne hoş yiyeceklerden ne konursa yerdi. Ancak tiksindiği birşey olursa kendisi yemez, başkalarına da hararn kılmazdı. Hiçbir zaman bir yemeğe kusur bulmamıştır. İştahı olursa yer, olmazsa yemezdi. Nitekim alışık olmadığı için keler yememişti. Ama üni-metin yemesini de haram kılmadı. Hatta sofrasında gözü önünde keler yediler.                                                                                                   :

Helva ve bal yedi; bunları severdi. Deve, koyun ve tavuk eti, toy ku£iı eti, yaban eşeği ve tavşan eti, deniz hayvanları yedi, kebap yedi. Yaş ve kuru hurma yedi. Hem halis hem de (su ile) karışık süt içti. Kavut (urı çorbası) içti. Bah suyla karıştırarak (şerbet yapıp) içti. Hurma şırası içti. Hazîre —süt ile undan yapılan çorba— içti. Hıyarı yaş hurma ile yedi. Ekit[244] (denen bir tür çökelek) yedi. Kuru hurmayı ekmekle yedi. Ekmeği sirke İle yedi. Serid —etli ekmek— yedi. Eritilmiş iç yağı yedi. Ciğer keba­bından yedi. Pastırma yedi. Kabak yemeği yedi; bu yemeği severdi. Haşla­ma yedi. Etli ekmeği eritilmiş sade yağa banıp yedi. Peynir yedi. Ekmdği zeytin yağına banıp yedi. Kavunu yaş hurma ile birlikte yedi. Kuru hurrrtâ-yı tereyağıyla yedi; bunu severdi.

Lezzetli ve has olanı geri çevirmez, onu elde etmek için de çabalamaz-dı. Hazır bulduğunu yemek O'nun tutumuydu. Şayet yemek bulamazsa sabrederdi. Hatta açlıktan karnına taş bağladığı olurdu. Hilal görülür, hi­lal görülür, hilal görülürdü (yani aylar geçerdi) de evinde ateş yandığı ölmazdı. Çoğunlukla yemeğini yere serdiği meşin bir sofra üzerine kordu.

Üç parmağıyla yemek yer, yemeğini bitirince parmaklarını yalardı. Bu tutum, yemek yiyenlerin yapabilecekleri en mükemmel bir tutumdur. Çün­kü kibirli kimse bir tek parmağı ile yer, açgözlü ve hırslı kimse ise beş parmağı ile yer, avucuyla da (ağzına) basar.

Dayanarak yemek yemezdi. Dayanmaksa türlüdür: 1- Yana dayanmak, 2- Bağdaş kurup oturmak, 3- Bir eline dayanıp diğeriyle yemek. Her üç türü de kötülenmiştir.

Yemeğin başlangıcında besmele çeker, sonunda da hamdederdi. Ye­meği bitirince şu duayı okurdu:

"Ey Rabbimiz! Hoş, mübarek, kifayet olunmamış, talebinden vazge­çilmemiş ve müstağni kahnamayan bir hamd ile sana çokça hamde-deriz."[245]

Bazan şu duayı okurdu:

"Yediren, fakat yedirilemeyen; lütfedip bizi doğru yola eriştiren, bizi yediren-içiren, her türlü güzel imtihanlarla bizi imtihan eden Allah'a ham-dolsun.

Bize yemekten yediren, sudan içiren, bizi çıplakken giydiren, şaşkınlık ve sapıklıktan kurtarıp doğru yola ileten, görmeyen gözümüzü görür ya­pan ve bizi yarattığı varlıkların pek çoğundan üstün kılan Allah'a hamdoisun.

Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a."[246] Bazan da şu duayı okurdu:

"Yediren, içiren, kolaylıkla boğazdan geçiren (ve bir çıkış yolu ya tan) Allah'a hamdoisun."[247]

Yemeğini bitirince parmaklarını yalardı. (Hz. Peygamber (s.a.) ile| as­habının) ellerini silecekleri (ayrıca) elbezleri yoktu. Her yemek yediklerinde ellerini yıkama alışkanlıkları da yoktu.

Çoğunlukla oturarak su içerdi. Hatta ayakta içmekten menetmişti.[248] Bir keresinde kendisi ayakta içti.[249] (O'nun bu tutumunu yorumlayanlar­dan) bir kısmı bu davranışı, yasağı yürürlükten kaldırmak içindi; bir kısmı da: Hayır. Her iki şekil içmenin de caiz olduğunu göstermek için böyle yapmıştı, diyorlar. Allah daha iyi bilir ya, görülen o ki, bu özeJ bir hâdise idi, bir özürden dolayı ayakta içmişti. Anlatılan hikâyenin akışı da bunu göstermektedir. Zira Hz. Peygamber (s.a.) zemzem kuyusuna geldiğinde, oradan su çekiyorlardı. Kovayı aldı ve ayakta içti.

Bu konuda doğru olan şudur: Ayakta içmek yasaklanmış, oturmaya engel bir özür bulunursa caiz sayılmıştır. Böylece bu konudaki hadislerin arası uzlaştınlmış olur.[250] En iyi bilen Allah'tır.

Kendisi içtiğinde, solunda daha büyük birisi bulunsa da, bardağı sa-amdakine uzatırdı.[251]

 

3— Ailesiyle Hoş Geçimi:

 

Sahih senedle Enes'ten (r.a.) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.): "Dünyanızdan bana kadınlar ve hoş koku sevdirildi. Gözümün ay­dın olması namaza bağlı kılındı" buyurmuştur.[252] Hadisin metni bu şe­kildedir. "Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi." şeklinde rivayet eden ya­nılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.) "üç şey" tabirini kullanmamıştır. Çünkü namaz, izafe edildiği dünya işlerinden değildir. Hz. Peygamber'in (s.a.) en çok sevdiği şey, kadınlar ve güzel koku idi. Bir gece içinde hanımlarını dolaşırdı.[253] Kendisine cinsel ilişki, vs. konularda otuz erkek gücü veril­mişti. Allah, bunlardan Hz. Peygamber'e (s.a.) ümmetinden hiç kimseye mubah kılmadığı miktarını mubah kılmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.) geceleme, yanında kalma ve nafaka konularında hanımları arasında eşitliğe uyardı. Sevgi konusuna gelince: "Allah'ım! Gü­cümün yettiği konularda işte taksimim. Gücümün yetmediği konularda be­ni kınama." buyurmuştur.[254] Deniliyor ki, Hz. Peygamber'in (s.a.) gücü­nün yetmediğini söylediği şeyler sevgi ve cinsel ilişkidir. Bu konuda eşit davranma farz değildir. Çünkü bu, güç yetirilemeyecek hususlardandır. Ha­nımları arasında bu şekil taksimle eşit davranması ona farz mıydı, yoksa bu taksime gerek duymadan onlarla istediği gibi hoşça geçinebilir miydi?

Fakihler bu konuda farklı iki görüş ileri sürmüşlerdir.

Ümmetin en çok hanıma sahip olanı o idi. İbn Abbas: "Evlenin, kü bu ümmetin en hayırlısı, hanımı en çok olandır" diyor.[255]

Hz. Peygamber (s.a.) boşama, ric'at ve bir ay süreli îlâ[256] yapmıştır. Ama asla zıhâr yapmamıştır. "Hz. Peygamber (s.a.) zıhâr yaptı" diyen büyük bir hata işlemiştir. Burada uyarmak için bu meseleye değindim ki, böylece bu sözü söyleyen kişinin Hz. Peygamber (s.a.) hakkında, Allah'ın onu düşmekten koruduğu birşeyi yaptı demesinin ve işlediği hatanın çirkin­liğinden haberdar olunsun.

Hz. Peygamber (s.a.) hanımlarına karşı iyi davranır, onlarla iyi geçinirdi.

Medineli müshımanlann (Ensâr'ın) kızlarını küme küme Hz. Âişe'ye yollar, onunla oynamalarını isterdi. Hz. Âişe, sakıncası olmayan birşey arzu ettiği zaman, Hz. Peygamber (s.a.) o konuda ona muvafakat gösterir, yardım ederdi. Âişe, bir kaptan (su) içtiği zaman kendisi o kabı eline alır; ağzım hanımının ağzının değdiği yere kor içerdi. Yine Âişe, kemiğin üze­rindeki eti dişleriyle sıyırarak yediğinde Peygamberimiz (s.a.) etli kemiği eline alır ağzını, onun ağzının değdiği yere kor öyle yerdi. Âişe'nin kucağı­na yaslanır, başı onun kucağında iken Kur'an okurdu. Bu durumda Âişe, aybaşı halinde olabilirdi, O aybaşı halinde iken Hz. Peygamber (s.a.) ona peştemal tutunmasını söyler, sonra onunla münasebet kurardı. Kendisi oruçlu iken onu öperdi. Hz. Âişe'ye oynama imkânını sağlaması ve Âişe kendisi­nin omuzlarına dayanmış bakar bir vaziyette iken ona mescidde oynayan Habeşlileri seyrettirmesi Hz. Peygamber'in (s.a.) iyi huyluluğundan ve na-zikliğindendir. Hz. Peygamber (s.a.) yolculuk esnasında iki kere Hz. Âişe ile koşu müsabakası yaptı. Bir keresinde de evden çıkarlarken itiştiler.

Yolculuğa çıkmak istediği zaman hanımları arasında kura ;çeker, kimin şansına çıkarsa onu beraberinde götürür, geri kalanlara hiçbir telafide* bulunmazdı. Âlimlerin çoğunluğunun görüşü bu yoldadır.

"En hayırlınız, hanımına karşı en iyi davranandır. Sizler içinde ailesi­ne en iyi davranan benim" derdi.[257]

Hanımlarından  herhangi   birine  diğerlerinin  yanında  elini   uzattığı.,) olurdu.[258]                                                                                                 

İkindi namazını kılınca hanımlarını dolaşır, onlara yaklaşıp hal ve ha­tırlarını sorardı. Gece olunca nöbet (geceleme) sırası kendine gelen hanımı­nın odasına kapanır, bütün geceyi ona tahsis ederdi. Hz. Âişe diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.) hanımları arasında yaptığı paylaştırmada onların ya­nında eğleşme konusunda bizi birbirimizden üstün tutmazdı. Çok nadir günler dışında hepimizi dolaşır, nöbet sırası gelen hanımına varıncaya ka­dar her hanımına cinsel münasebet kurmaksızın yaklaşır, nöbet sırası gelen hanımına gelince onun yanında geceyi geçirirdi. "[259]

Hz. Peygamber (s.a.) dokuzuncu hanımı hariç olmak üzere sekiz hanı­mı arasında geceleme taksimi yapardı. Sahîh-i Müstim'de[260] Atâ'nın: "Hz. Peygamber'in (s.a.) geceleme taksimine katmadığı hanımı Safiyye Binti Hu-yey idi." dediği rivayet edilmekte ise de bu Atâ'nın —Allah ona rahmet etsin— bir yanılgısıdır. Çünkü bu hanımı Şevde olacaktır. Şevde yaşlanın­ca, nöbet sırasını Hz. Âişe'ye bağışladı. Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Âişe'ye hem kendisinin gününü, hem de Sevde'nin gününü tahsis eder, bu iki günde geceyi onunla geçirirdi. Allah daha iyi bilir ya, bu yanılgının sebebi şu olsa gerektir: Hz. Peygamber (s.a.) bir konuda Safiyye'ye öfkelenmişti. Bu olay üzerine Safiyye, Hz. Âişe'ye: "Sen, Allah Rasûlü'nü (s.a.) benden hoşnut edebilir misin, sana günümü bağışlayayım?" demiş, o da: "Evet" demişti. Hz. Âişe, Safiyye'nin günü gelince, Hz. Peygamber'in (s.a.) yanı-başına oturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Benden uzak dur, Âişe. Bugün senin günün değil" dedi. Hz. Âişe: "Bu Allah'ın bir lutfudur, kime dilerse verir" diyerek olayı anlattı. Hz. Peygamber (s.a.) de ondan hoşnut oldu.[261] Safiyye, yalnızca o gününü ve özel olarak o geceki nöbet sırasını bağışlamıştı. Böyle olduğu belirginlik kazanmaktadır. Aksi halde Hz. Peygamber (s.a.) hanımlarından yedisine taksim yapmış olur ki, bu, sekizine taksim yaptığı yolunda gelen ve sahihliğinde şüphe bulunmayan hadise aykırı düşer.  En iyi bilen Allah'tır.                                  

Soru: Böyle bir olay ikiden fazla hanımı bulunan birinin başına gelse; hanımlarından biri kendi gününü bir diğerine bağışlasa, koca, kendisine bağış yapılan hanımının asıl gecesi ile bağışlanan gecesini —bağışlayanın gecesi onun gecesini takip eden gece olmasa da— ardarda getirebilir mi, yoksa ona bağışlanan geceyi bağışlayanın hakkı olan belli gece de,mi geçir­mesi gerekiyor?                                                                             

Cevap: Bu konuda Ahmed vs.'nin mezheplerinde iki ayrı görüş var­dır. (Yani soru içinde geçen iki ayrı görüş değişik âlimlerce benimsenmiştir -Ş.Ö.).

Hz. Peygamber (s.a.) gerek gecenin sonunda, gerekse evvelinde hanı­mına yaklaşırdı. Gecenin evvelinde cinsel ilişki kurduğunda bazan gusledip uyur, bazan da abdest alıp uyurdu. Ebu İshak es-Sebîî, Esved yoluyla Hz. Âişe'nin: "Hz. Peygamber (s.a.) bu durumda bazan da hiç suya dokunma­dan uyurdu"[262]dediğini aktanyorsa da bu, hadis imamlannca bir yanılgı olarak değerlendirilmektedir. Tehzîbu Sünen-i Ebî Dâvud adlı eserimizde bu konuyu ve hadisin illetlerini ve problem olan yanlarını doyurucu bir açıklama ile sunduk.

Hanımlarını bir tek gusülle dolaşırdı. Bazan da herbirinin yanında gus-lederdi. Hem onu, hem bunu yapmıştır.

Geceleyin yolculuktan dönüp şehre girdiği zaman kendisi ailesinin ya­nına girmez, başkalarını da ailelerinin yanına girmekten menederdi.[263]

 

4— Uyuması ve Uyanışı:

 

Kimi zaman yatakta, kimi zaman post üzerinde, kimi zaman hasır üzerinde, kimi zaman yerde, kimi zaman zinetlerle bezenmiş divan üzerin­de ve kimi zaman da siyah kilim üzerinde uyurdu. Abbâd b. Temîm, am­casının şöyle dediğini aktarır: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) mescidde bir ayağı­nı diğerinin üzerine koyarak arkası üstü yattığını gördüm. "[264]

Yatağı tabaklanmış deri olup dolgu maddesi lif idi. Bir kıl keçesi (ya­hut abası) vardı, onu ikiye katlar üzerinde uyurdu. Bir gün dörde katladılar. (Ertesi gün) bundan menederek: "İlk haline çevirin. Bu gece beni namaz­dan alıkoydu" buyurdu[265]Sözün Özü, Hz. Peygamber (s.a.) yatakta uyu­du, üzerini yorganla örttü ve hanımlarına da; "Ben —Âişe dışında— siz­lerden biriyle bir yorgan altında iken Cebrail bana gelmedi" dedi.[266]

Yastığı tabaklanmış deri olup dolgu maddesi de lif idi. Uyumak için yatağına yattığında:                                           

Bilâl gelir, onu namaza çağırırdı. Kalkar, guslederdi. Ben de, başından suyun akışını seyrederdim. Sonra dışarı çıkıp mescide gider, sabah namazını kıldırırken sesini işitti-rirdi. Sonra da orucuna devam ederdi." Mutarrif diyor ki: Âmir'e: "Ramazan'da mı?" diye sordum. "Evet. İster Ramazan'da olsun, ister başka zaman." cevabını verdi. Hadisin senedi sahihtir. Bu anlatılanlara bakarak müellifin, bu hadisin, hadis ımamlarmca yanılgı olarak değerlendirildiği iddiasının bir hata olduğunu anlarsın.

"Senin adınla, Allah'ım! Dirilirim, ölürüm." derdi[267]Avuçlarını bir­leştirir, içlerine üfler îhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini okur, sonra bedeninin ön kısımlarından, başı ve yüzünden başlamak üzere avuçlarını vücuduriun sürebildiği yerlerine sürerdi.  Bunu üç kere yapardı.[268]                       

Sağ yanı üzerine yatar uyur, sağ elini sağ yanağının altına kor sonra: "Allah'ım! Kullarını yeniden dirilteceğin günde beni azabından koru." ye dua ederdi.[269]

Yatağına girdiğinde şöyle derdi:

"Bizi yediren içiren, bizi koruyan, bize sığınak olan Allah'a harrid olsun. Nice kimseler var ki, kendisine yeterli olacak, onu koruyacak, ba­rındıracak kimsesi yoktur." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir![270]

Yatağına yattığında şu duayı okuduğu da rivayet edilmiştir:

"Göklerin ve yerin Rabbi, yüce Arş'ın Rabbi, bizim ve herşeyin Rab-bi, daneyi, çekirdeği filizlendiren, Tevrat'ı, İncil'i ve Furkân (Kur'an)'ı in­diren Allah'ım! Perçeminden yakaladığın her şerli varlığın şerrinden Sana sığnırım. İlk Sensin, Senden önce hiçbir şey yoktur. Son Sensin, Senden sonra hiçbir şey yoktur. Varlığın aşikârdır. Senden daha aşikâr hiçbir şey yoktur. Senin mahiyetin gizlidir, Senden daha gizli yoktur. Bizim borcu­muzu Öde, fakirlikten bizi zenginleştir."[271]

Geceleyin uykusundan uyandığı zaman şu duayı okurdu:

"Senden başka tanrı yoktur. Seni her türlü eksiklikten tenzih ederim. Allah'ım! Günahımı bağışlamam diler, merhametini isterim. Allah'ım! İl­mimi artır. Beni doğru yola iletmişken kalbimi eğriltme. Katından bana rahmet bağışla. Şüphesiz sen sonsuz bağışta bulunansın."[272]

Uykudan uyanınca:

"Bizi öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamd olsun. Kıyamet'te O'-nun huzurunda haşrolacağız."[273] der, sonra dişlerini misvaklar ve zaman zaman da Âl-i İmrân sûresinin son on âyetini (3/190-200) okur<[274], şöyle dua ederdi:

"Allah'ım! Hamd sana. Göklerin, yerin ve bunların içindekilerin nu­rusun sen. Hamd sana. Göklerin, yeri nve bunların içindekilerin idarecisi-sin sen. Hamd sana. Senin va'din haktır. Sana kavuşmak, cennet, cehen­nem, peygamberler, Muhammed ve kıyamet hepsi haktır. Allah'ım! Sana teslim oldum. Sana inandım. Sana bel bağladım, tevekkül ettim. Sana yö­neldim. Şikâyetim sana. Seni hakem edindim. Yapmış olduğum ve yapaca­ğım gizli-âşikar bütün günahlarımı bağışla. İlâhım sensin. Senden başka ilâh yoktur."[275]

Gecenin evvelinde uyur, ahirinde kalkardı. Müslümanların işleriyle uğ­raştığı zamanlarda gecenin evvelini uykusuz geçirirdi. Gözleri uyur, kalbi uyumazdı. Uyuduğu vakit, kendisi uyanıncaya kadar başkaları O'nu uyan­dırmazdı. Gece (yolculukta) istirahate çekildiğinde sağ yanı üzerine yatar­dı. Sabaha yakın istirahate çekildiğinde ise elinin parmak uçlarından dirse­ğe kadar olan kısmını diker, başını avucuna kordu. Tirmizî bu şekilde riva­yet etmiştir.[276] Ebu Hatim ise Sahih'inde: "Hz. Peygamber (s.a.) gece is­tirahate çekildiğinde, sağ elini yastık yapardı. Sabaha karşı istirahate çekil­diğinde ise bileğini dikerdi." şeklinde rivayet etmiştir. Sanırım bu bir ya­nılgıdır. Doğrusu; Tirmizî'nin rivayet ettiği hadistir. Ebu Hatim (bizim is­tirahate çekilme diye tercüme ettiğimiz ta'ris kelimesi hakkında -Ş.Ö.): "1 rîs yalnızca sabaha karşı olana denir" diyor.

Onun uykusu, en mutedil ve olabilecek en faydalı uyku idi. Dokto diyorlar ki: Böyle bir uyku gece ile gündüzün üçte birini teşkil eden sd saatlik uykudur. [277]

 

5— Hayvana Binişi:

 

Hz. Peygamber (s.a.) atlara, develere, katırlara ve eşeklere lazan eğerli, bazan da çıplak ata binmiştir. Bazı zamanlar atıir. Bu Meymûne'nin yanında geçiren İbn Abbas o geceyi şöyle anlatıyor: Ben yastığın enine yattım. Allah Rasûlü (s.a.) ile hanımı da yastığın boyuna yattılar. Allah Rasûlü (s.a.) uyudu. Gece yansı yahut gece yansına az bir zaman kala Allah Rasûlü (s.a.) uyanıp oturdu. Uykusu açılması için eliyle yüzünü sıvazladı. Sonra Âl-i İmrân süresinin son on âyetini okudu. Sonra kalkıp asılı duran su tulumunu aldı; güzelce abdestini aldık­tan sonra namaz kılmaya durdu. Ben de O'nun yaptığı gibi yaptım...

da olurdu. Hayvana çoğunlukla yalnız binerdi. Deve üzerinde iken terkisi­ne birini aldığı olurdu. Bazan da terkisine bir kişi, önüne bir kişi bindirir ve böylece bir deve üzerinde üç kişi olurlardı. Erkekleri terkisine almıştır. Hanımlarından bazısını da terkisine bindirmiştir.

Çoğunlukla bineği at ve deve idi. Katıra gelince, bilinen o ki, yalnızca krallardan birinin kendisine hediye ettiği bir tek katın vardı. Zaten Arap memleketinde katır yaygın değildi. Hatta Hz. Peygamber'e (s.a.) katır he­diye edilince: "Atları eşeklere aştıralım mı?" diye sordular. "Bunu ancak bilgisizler yapar" cevabını verdi.[278]

Allah Rasûlü (s.a.) sürü sahibi idi. Yüz koyunu vardı. Yüzden fazla olmasını istemezdi. Bir kuzu artsa, onun yerine bir başkasını (koyun) keserdi.

Cariyelere ve kölelere sahipti. Âzâdh köleleri cariyelerden daha çoktu. Tirmizî'nin, el-Câmfde Ebu Ümâme ve diğer sahabîlerden rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: "Herhangi bir kimse, müslü­man bir erkeği âzâd ederse; o âzâd edilen kişi, âzâd edenin cehennemden kurtuluş fidyesi olur; âzâd edilenin herbir organı âzâd edenin bir organına karşılık olur. Herhangi bir müslüman kişi müslüman iki kadını âzâd eder­se, o kadınlar, onun cehennemden kurtuluş fidyesi olurlar; onların iki or­ganı, onun bir organına karşılık olur." Tirmizî: "bu hadis sahihtir" di-yor.[279] Bu hadis de gösteriyor ki, erkek kölenin âzâd edilmesi daha fazi­letlidir ve aynı zamanda iki cariye azadına bedeldir. Hz. Peygamber'in (s.a.) âzâdlılarının çoğunluğunu erkek köleler oluştururdu. İşte kadının» erkeğin yarısı olduğu beş yerden birisi budur. îkincisi, akîkadır[280]; çünkü âlimle­rin çoğunluğuna göre kız için bir, erkek için iki kurban kesilir. Bu konuda pekçok sahih ve hasen hadis vardır. Üçüncüsü, şahitlik: Zira iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliği demektir. Dördüncüsü miras ve beşincisi diyettir. [281]

 

6— Aliş-verişi ve Bazı Muameleleri:

 

Allah Rasülü (s.a.) ahm-satım işleri yapmıştır. Allah Teâlâ'nın kenM-sine Peygamberlik görevini ihsan etmesinden sonraki satın alımı, satımın­dan daha çoktu. Hicretten sonra da bir kâse ile atın eğeri altına çekilen bir çulu fazla fiyat verene satması[282]Ebu Mezkûr'un müdebber kölesi ( = efendisi ölünce hürriyete kavuşacak olan) Yakub'u satması[283], zenci bir köleyi iki köle karşılığı satması[284]gibi çoğunluğu başkası adına olan bir­kaç olay dışında hemen hemen satım yaptığı bilinmemektedir. Ama satın alımı çoktur.

Hz. Peygamber (s.a.) hem kiraya vermiş, hem kiralamıştır. Kiralama­sı, kiraya vermesine göre daha çok olmuştur. O'ndan bu konuda bize inti­kal eden yalnızca peygamberlikten önce ücretle sürü gütmesi ve bir yolcu­luğu sırasında Hz. Hatice'nin malını Şam'a ücretli götürmesi olaylarıdır. (Bilinen, yalnız bu olaylarda emeğini kiraya verdiğidir).

Şayet akit, mudarebe (emek-sermaye ortaklığı) akdi ise, bu akitte mu-darib olan (emeğini ortaya koyan) kimse hem emin el, hem işçi, hem vekil, hem de ortak durumundadır. Şöyle ki, malı teslim alınca emin el, malda tasarruf edince vekil, doğrudan doğruya kendisinin yaptığı işlerde işçi ve kâr elde edilirse ortak durumuna geçer. Hâkim, Müstedrek'inde Rebî b. Bedr yoluyla Ebu'z-Zübeyr'den Câbir'in şöyle dediğini aktarır: "Allah Ra­sûlü (s.a.), Hatice b. Huveylid adına Ceraş'a her yolculuk genç bir dişi deve karşılığı olmak üzere ücretle iki yolculuk yaptı."[285]Hâkim "Hadisin isnadı sahihtir" diyor.

Nihâye adlı eserde deniyor ki: "Curaş" Yemen'deki konaklama yerle-rindendir. "Ceraş" ise Şam bölgesinde bir beldedir.

Ben derim ki: Hadis sahihse, Şam'da bir belde olan Ceraş olması gere­kir. Ama hadis sahih değildir. Çünkü senedde geçen Rebî b. Bedr, Uleyle adlı kişidir.[286] Onu hadis imamları zayıf saymışlardır. Nesâî, Dârakutnî ve el-Ezdî, onun metruk olduğunu söylemişlerdir. Herhalde Hâkim, onun, Talha b. Ubeydullah'ın âzâdlısı Rebî b. Bedr olduğunu sanmıştır.

Allah Rasûiü (s.a.) ortaklık yapmıştı ve ortağı huzuruna gelince ona: "Beni tanımıyor musun?" diye sormuş, o da: "Sen ortağım değil miydin? Hem de ne hoş ortaktın. Aldatmaz ve münakaşa etmezdin" demişti.[287]

Metinde geçen "aldatmazdın" kelimesinin kökü, hakkı savunma anla­mındaki müdarae de olabilir, en güzel şekilde savuşturma anlamındaki mü-dârâ da olabilir.

Hz. Peygamber (s.a.) hem kendisine vekil tayin etmiş, hem de kendisi başkasına vekil olmuştur. Yalnız vekil tayini, vekil olmasına oranla daha çoktur.

Hediye vermiş, hediye kabul etmiş ve hediyenin karşılığını vermiştir. Bağış yapmış, bağış kabul etmiştir. Seleme b. Ekva'nın payına ganimetten bir cariye düşmüştü. Hz. Peygamber (s.a.), ona: "Bunu bana bağışla" buyurmuş, o da bağışlamıştı. Hz. Peygamber (s.a.) o cariyeyi müslüman esirleri kurtarmak için Mekkeli müşriklere fidye olarak vermişti.[288]

Gerek rehin karşılığı, gerek rehinsiz borç almıştır. Hem ödünç aldığı; olmuş, hem de gerek peşin, gerekse veresiye ahş-verişte bulunmuştur.    ı

Rabbinden bir takım amellere karşı özel bir kefalet (garanti) almış| ve kim o amelleri işlerse, o kişinin cennete gitmesine kefil olacağım bildir-1 mistir. Umumî olarak, vefat edip de geride borcunu karşılayacak mal bı-j rakmayan müslümanların borçlarına kefil olmuş, onları kendisinin Ödeye-1 ceğini söylemiştir[289]Deniliyor ki; bu hüküm, Hz. Peygamber'den (s.a.)i sonra gelen devlet başkanları (imam, halife) için de geçerli umumi bir hü­kümdür. Bundan dolayı sultan, geride borcunu karşılayacak mal bırakma­yan müslümanların borçlarının kefilidir; bu borçları hazineden öder. Di­yorlar ki, bir müslüman öldüğünde vârisi bulunmazsa nasıl ki onun varisi sultan olur (yani mal hazineye kalır), tıpkı bunun gibi müslüman kişi borç­lu ölüp de borcunu karşılayacak mal bırakmazsa onun borcunu sultan öder. Yine böyle hayatta iken kendisinin nafakasını (geçimini) temin edecek kim­sesi bulunmayan kişinin nafakasını sultan temin eder.

Allah Rasûiü (s.a.), sahibi bulunduğu bir arazisini vakfedip Allah luna sadaka olarak bağışladı.

Hem kendisi arabuluculuk yaptı, hem de araya aracılar sokularak ken­disine müracaat edildi. Berire adlı kadın, ayrıldığı kocası Muğîs'e geri dön-j mesi için Hz. Peygamber (s.a.) tarafından yapılan arabulucuk girişimini! reddetti. Peygamberimiz (s.a.) ona ne kızdı, ne de onu azarladı[290]' İşt en güzel örnek, işte önder!

Seksenden fazla yerde yemin etti. Allah Teâlâ, şu üç yerde ona yemin etmesini buyurdu:

1-  "O (sonsuz azap) gerçek midir?" diye senden sorarlar. De ki: "Evet, Rabbime yemin ederim, o şüphesiz gerçektir. "[291]

2-  Kâfirler: "Bize kıyamet gelmeyecektir" dediler. De ki: "Hayır öyle değil. Rabbime yemin ederim, muhakkak başınıza gelecektir."[292]

3-  İnkâr edenler, tekrar dirilmeyeceklerini ileri sürerler. De ki: "Ha­yır, dediğiniz gibi değil. Rabbime yemin ederim, şüphesiz diriltileceksiniz ve sonra yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu, Allah'a kolaydır."[293]

Kadı İsmail b. İshak, Ebu Bekr Muhammed b. Davud ez-Zâhirî ile müzakerede bulunur, ama ona fakîh demezdi. Bir gün, Ebu Bekr ile hasmı olan bir adam Kadı İsmail'in huzuruna mahkemeye çıkarlar. Ebu Bekr b. Davud'a yemin yöneltilir. Ebu Bekr tam yemin etmeye hazırlanırken Kadı İsmail: "Yemin edecek misin? Senin gibi birisi hiç yemin eder mi, ey Ebu Bekir?" der. O da: "Beni yemin etmekten alıkoyan ne? Allah Teâ-lâ kitabının üç yerinde Peygamberine yemin etmesini emrediyor!" diye kar­şılık verdi. Kadı: "Onlar nerede?" diye sorunca, Ebu Bekir hepsini teker teker sıraladı. Bu Kadı İsmail'in çok hoşuna gitti ve o günden sonra ona fakîh diye hitap eder oldu.

Hz. Peygamber (s.a.) kimi zaman yemin ederken (inşallah diyerek) istisna yapar, kimi zaman (herhangi bir sebeple geri almak istediğinde) ye­minine keffaret[294] öder, kimi zaman da yeminini sürdürürdü. İstisna, ye­minin bir tasarruf olarak gerçekleşmesini engeller; keffaret ise yapılan yemini çözer. Bu yüzden Allah keffâreti, "tehılle = çözüm" diye adlandır­mıştır.[295]

Allah Rasûlü (s.a.) şakalaşır ve şakasında yalnız hakikati söylerdi. Tev-riyeli[296] konuşur, ancak tevriyesinde yine yalnız hakikati söylerdi. Meselâ bir yöne doğru yola çıkmak istediğinde o yönle doğrudan ilişkili olmayan "Yolu nasıldır? Suları, güzergâhı nasıldır?" gibi sorular sorardı.

Hem kişilere danışmanlık yapar yol gösterir, hem de kendisi bir iş yapacağı zaman başkalarına danışırdı. Hastalananı ziyaret eder, cenazeye katılır, davete icabet eder; dul kadınların, düşkün, yoksul kimselerin ihti­yaçlarını gidermek için onlarla birlikte giderdi.

Kendisini öven bir şiir (methiye) dinledi ve onun mükâfatını verdi. Ancak O'nun hakkında söylenen methiyeler, gerçekten O'nun öğülecek yön­lerine oranla çok cüz'î kalmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.) hakikate karşı­lık olmak üzere mükâfaat vermiştir. O'ndan gayrı insanların övgüsü ço­ğunlukla yalanla dolar. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.) meddahların ( = dalkavukların) yüzlerine toprak serpilmesini buyurmuştur.[297]

Allah Rasulü (s.a.) bizzat koşu yarışı yaptı ve güreşti.[298]Kendi eliyle ayakkabısını onardı ve yine kendi eliyle elbisesini yamadı, kovasını tamir etti, koyununun sütünü sağdı, elbisesini temizledi, ailesinin ve kendisinin hizmetini gördü. (Hicretten hemen sonra) mescit yapılırken diğer müslü-manlarla birlikte kerpiç taşıdı. Kimi zaman açlıktan kimi zaman tokluktan karnına taş bağladı. Hem misafirliğe gitti, hem de evinde misafir ağırladı.

Başının ortasından ve ayağının üst tarafından kan aldırdı. Omuzlan arasından ve iki boyun damarından da kan aldırdı. Hastalanınca tedavi oldu. Hastayı dağladı, ama kendisi dağlanmadı. Okuyarak tedavi yaptı, ama kendisini başkasının okumasını istemedi. Hastaya kendisine zarar ve­recek şeyleri yemesini yasakladı (perhiz verdi).

Tıbbın usûlü üçtür: 1- Perhiz, 2- Hıfzussıhha (koruyucu hekimlik), 3- Zarar veren maddeyi boşaltmak. Allah, hem O'nun için, hem de ümme­ti için kitabının üç yerinde bütün bu prensipleri şu şekilde topladı:

1-  Zarar verir korkusuyla hastayı su kullanmaktan men etti:

"Şayet hasta veya yolculukta iseniz ya da tuvaletten gelmişseniz yahut da kadınlara yaklaşmışsanız ve su buîamamışsamz temiz bir toprağa te­yemmüm edin."[299] Görüldüğü üzere bu âyette teyemmümü suyu bıilama-yana mubah kıldığı gibi hasta için de mubah kılmıştır.                  '

2-  Sağlığı korumaya yönelik olarak da şöyle buyuruyor: "Hastalanır yahut yolculukta olursanız, tutamadığınız günler sayısınca diğer günlerde tutarsınız."[300]' Allah Teâla, bu âyette, yolculuk meşakkatine bir de oru­cun meşakkatleri katılarak yolcunun güç ve sağlığını zayıflatmamak ve sağ­lığını korumak amacıyla ona Ramazan'da orucu yemeyi mubah kılmıştır.

3-  Zararlı maddeyi boşaltmaya yönelik olarak ihramlı kişinin başını tıraş ettirmesi konusunda ise şöyle buyuruyor: "İçinizde hasta olan veya başından rahatsız bulunan varsa fidye olarak ya oruç tutsun, ya sadaka versin ya da kurban kessin."[301] Görüldüğü üzere hasta olan veya başında bir rahatsızlık bulunan ihramlı kimsenin başını tıraş etmesini ve Kâ'b b.Ac-ra'nın basma geldiği gibi bitlenmeye yahut hastalığa neden olan pis koku­ları ve zararlı maddeleri gidermesini mubah kılmıştır.

İşte bu üçü tıbbın prensipleri ve usûlüdür. Böylece Allah (c.c), kulla­rına merhamet, ihsan ve şefkat olsun diye perhiz verme, sağlıklarını koruma altına alma ve zarar veren maddelerden arındırma gibi benzeri konular­da, kendisinin kullan üzerindeki nimetine dikkat çekmek için bu prensip ve usûllerin her cinsinden birşey zikretmiştir. O, çok şefkatli ve çok merha­metlidir. [302]

 

7— Muamelelerin deki Tutumu:

 

Hz. Peygamber (s.a.) en iyi muamelede bulunan insandı. Bir borç al­dığında öderken aldığı şeyden daha iyisini verirdi.[303] Herhangi bir kimse­den borç aldığında borcunu öder ve o kimse için dua eder, derdi ki: "Al­lah ailenin ve malının bereketini versin. Borcun karşılığı yalnızca teşekkür ve ödemektir. [304]"

Bir adamdan 40 sa'[305] borç aldı. Ensâr'dan olan bu adam ihtiyaç duy­du, Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi. Hz. Peygamber (s.a.) "Henüz bize bir­şey gelmedi" dedi. Bunun üzerine adam laf etmek isteyince, Allah Rasûlü (s.a.): "İyilik dışında bir şey söyleme. Ben borç alanların en hayırlısıytm." buyurdu ve adama kırkı borç karşılığı, kırk da fazladan olmak üzere sek­sen (sa') verdi. Bu olayı Bezzâr rivayet etmiştir.[306]

Bir deve ödünç almıştı. Sahibi borcunu almak üzere geldi. Hz. Pey-gamber'e (s.a.) ağır sözler söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in (s.a.) arkadaşları adamı haklamak istediler. Fakat Peygamberimiz (s.a.): "Bıra­kın, onu. Hak sahibinin söz söylemeye hakkı vardır" buyurdu.[307]

Bir keresinde birşey satın aldı. Ancak yanında verecek parası yoktu. Kendisine kâr teklif edilince o şeyi sattı, kârını Abdülmuttalib oğullarının dullarına sadaka olarak verdi ve "Bundan sonra yanımda alacak para olmadan birşey satın atmam" buyurdu.[308] Hadisi Ebu Davud rivayet etmiş­tir. Bu hadis bir müddete kadar zimmette (borçlanarak) alış-veriş yapmaya çelişik düşmez. Çünkü o başka, bu başka şey...

Bir alacaklısı Hz. Peygamber'e (s.a.) borcunu istemeye geldi ve sert konuştu. Bunun üzerine Ömer b. Hattâb, adamı haklamak istedi. Hz. Pey­gamber (s.a.): "Ağır ol, ey Ömer! Ben, bana borcumu ödememi emretme­ne; o da kendisine sabrı emretmene daha muhtaç" buyurdu.[309]

Bir yahudi Hz. Peygamber'e (s.a.) bir müddete kadar veresiye birşey sattı. Yahudi daha müddet dolmadan parasını almaya geldi. Hz. Peygam­ber (s.a.): "Müddet dolmadı" dedi. Yahudi: "Ey Abdülmuttalib oğulları! Siz gerçekten borcunuzu oyalayıp geciktiriyorsunuz." dedi. Bunun üzerine ashab adamı haklamak istediler. Hz. Peygamber (s.a.) onlara engel oldu. Bu durum ancak O'nun yumuşak huyluluğunu artırdı. Bunu gören yahudi: "O'nda Peygamberlik alâmetlerinden hepsini bildim, gördüm. Yalnız biri kalmıştı. O da kendisine karşı yapılan aşırı cahilane tavırların, ancak onun yumuşak huyluluğunu artırmasıydı. Onu da bilmek istedim." dedi ve ya­hudi müslüman oldu.[310]

 

8— Yalnız Başına ve Arkadaşlarıyla Birlikte Yürüyüşü:

 

Hz. Peygamber (s.a.) yürürken vücudu dik yürürdü. En hızlı, en güzel ve en sakin yürüyen insan o idi. Ebu Hureyye anlatıyor: "Allah Rasulü'-nden (s.a.) daha güzel birşey görmedim, sanki güneş yüzünde yüzerdi. Al­lah Rasulü (s.a.)'nden daha hızlı yürüyen bir kimse görmedim; sanki yer ayaklarının altında durulurdu. Aldırmadan yürür gider, biz ise (ona yetişe-im diye) kendimizi zorlardık". Hz. Ali b. Ebî Tâlib (r.a.): "Allah Rasulü s.a.) yokuştan aşağı iniyormuşcasına vücudu dik bir vaziyette yürürdü." diyor. Yine Hz. Ali bir keresinde "Hz. Peygamber (s.a.) yürüdüğü zaman takallu ederdi" demiştir. Takallu, yokuştan inen biri gibi tamamen yerden yukarı doğrulmak demektir ki, bu yürüyüş şekli azim, himmet ve şecaat sahiplerinin yürüyüşüdür. Yine bu en mutedil, organlar için en rahat ve hafifmeşreb, zebun ve ölümsek tür yürüyüşlerden en uzak olan yürüyüş şeklidir. Zira yürüyen kimse ya yürürken ölü gibi yürür, sanki yüklenilmez odun gibi bir tek stilde gider ki bu kötü, çirkin bir yürüyüş şeklidir; ya densiz deve gibi bir o yana bir bu yana çalkanarak yürür, bu da kötü bir yürüyüş şeklidir; ya da ağırbaşlı yürür. Bu son yürüyüş şekli, Kitab'ın-da anlattığı üzere, Rahman'm (has) kullarının yürüyüş şeklidir. Allah (c.c.) buyuyor ki: "Rahman'm kulları yeryüzünde ağırbaşlı yürürler. "[311] Selef­ten pekçoğu bu âyeti tefsir sadedinde "Onlar kibirli ve ölümsek değil, seki-netle vakarla yükselir. Bu Allah Rasulünün (s.a.) yürüyüşüdür" diyor. Bu şekil yürümekle birlikte yine de Hz. Peygamber (s.a.), sanki yokuştan aşa­ğı iniyormuş ve âdeta yer ayaklarının altında dürülüyormuşcasma bir hal­dedir; hatta öyle ki onunla beraber yürüyen kişi kendisini zorlar. Allah Rasulü (s.a.) ise aldırmazdı. Bu da iki şeyi gösterir. Hz. Peygamber'in (s.a.) yürüyüşü ne ölümsekti, ne de zebundu. Aksine onunki en mutedil yürüyüştü.

Yürüyüş on türlüdür: Üçü yukarıda geçenler.

4.   Koşma (sa'y)

5.  Remel: Kısa adımlı ve en hızlı yürüyüştür. Buna "habeb" de denir. Sahih'de Ibn Ömer'den rivayet edildiğine göre Hz.Peygamber (s.a.) tavaf ederken üç kere remel yapar, dört kere yürürdü.[312]

6.  Neselan: Yürüyen kişiyi yormayacak şekilde hafif koşmak. Müs-ned'lerden birinde rivayet edildiğine göre yayalar, Veda haccı sırasında Al­lah Rasulüne (s.a.) yürümekten yakındılar. Hz.Peygamber (s.a.) de: "Ne-selândan yardım isteyin" buyurdu.[313]

7.  Havzelâ: Salını salını yüiümek. Bu yürüyüşte, kırıtma ve züppelik vardır, deniliyor.

8.   Kahkara: Arka arka yürümek.

9.   Cemeza: Yürüyen kimsenin (kurt gibi) sıçraya sıçraya gitmesi.

10.  Çalımlı yürümek (tebahtür): Kendini beğenmiş, kibirli kimselerin yürüyüşüdür. İşte Allah (c.c), bu şekilde kendini beğenmiş, çalım satarak yürüyen kimseyi yerin altına geçirmişti. Şimdi o, Kıyamet gününe kadar yerin dibine geçmektedir.[314]

Bu yürüyüş şekillerinin en mutedili, vakarla ve vücudu dik rünen şeklidir.

Arkadaşlarıyla birlikte yürüyüşüne gelince; kendisi arkada yürür, ar­kadaşları ise önünde giderlerdi. "Arkamı meleklere bırakın" derdi.[315] Bu yüzden bir hadiste "Arkadaşlarını sevkederdi" denilmektedir. Kâh yalına­yak, kâh ayakkabılı yürürdü. Yürürken arkadaşlarıyla tek tek ve toplu yürürdü. Bir keresinde yaptığı savaşlardan birinde yürürken parmağı kana­dı ve parmağından kan aktı. Bunun üzerine şu beyti söyledi:

"Sen yalnız kanayan bir parmak değil misin? Allah yolunda gelmiştir başına gelen."[316]                

Seferde arkadaşlarının gerisinden gider, güçsüz kişiyi alır, terkine bin­dirir ve onlara dua ederdi. Bu rivayeti Ebu Davud nakletmiştir.[317]

 

9— Oturuşu ve Yaslamşi:

 

Hz. Peygamber (s.a.) gerek toprak üzerine, gerekse hasır ve halı üzeri­ne otururdu. Mahreme'nin kızı Kayle anlatıyor: "Allah Rasulü'nün (s.a.) yanına geldim, kaynaklarını yere koyup uyluklarını karnına doğru çekip dizlerini dikerek ellerini kemer gibi inciklerinden geçirmiş bir vaziyette otur­maktaydı. Allah Rasulünü (s.a.) mütevazi, dalgın oturan biri gibi görünce korkudan titredim." Adiy b. Hatim (Medine'ye) gelince, Hz. Peygamber (s.a.) onu evine davet etti. Cariye oturması için ona yastık verdi, yastığı kendisi ile Adiy arasına

Hz. Peygamber'in (s.a.) zaman zaman sırt üstü yatıp uzandığı olurdu. Bazan ayak ayak üzerine atardı. Yastığa dayanarak otururdu. Kimi zaman sol yanına, kimi zaman sağ yanına yaslanırdı. Halsiz kaldığı zamanlarda dışarı çıkmak ihtiyacı duyduğunda arkadaşlarından birine dayanarak çıkardı. [318]

 

10— Tuvalet Adabı:

 

Tuvalete girerken şu duayı okurdu:

"Allah'ım! Görünen-görünmeyen, maddi-manevî bütün pisliklerden, kovulmuş şeytandan sana sığınırım."[319]                                            

Çıkınca da "Bağışla, Rabbim" derdi.[320]

Tuvalet temizliğini bazan su ile, bazan taşlarla, bazan da ikisini bif te kullanarak yapardı.

Yolculuk esnasında tuvalete gideceği zaman arkadaşları tarafından gö­rülmeyecek kadar giderdi.  Bazan iki mil kadar uzaklaştığı olurdu.

Tuvaletini yaparken bazan yüksek bir yerin, bazan hurma ağaçlarının» bazan da vadideki ağaçların arkasına gizlenirdi.

Sert bir yerde küçük abdest bozacağı zaman yerden bir odun alır, top­rağın nemi belirinceye kadar onunla yeri eşeler sonra abdestini bozardı.

Küçük abdest bozmak için yumuşak topraklı yer arardı. Çoğunlukla oturarak bevlederdi ( = küçük abdest bozardı). Hatta Hz. Âişe: "Size kim Hz. Peygamber (s.a.) ayakta bevlederdi, diye söylerse onu tasdik etmeyin. Hz. Peygamber (s.a.) daima oturarak beviederdi." demiştir.[321] Oysa Müs­lim, Sahihimde Huzeyfe'den, Hz. Peygamber'in (s.a.) ayakta bevlettiğini rivayet etmiştir.[322] (Bu hadis hakkında farklı yorumlar yapılmış) kimisi

Hz. Peygamber (s.a.) ayakta bevletmenin caiz olduğunu göstermek için böyle yapmıştır derken, kimisi dizinin iç yüzündeki bir ağrıdan dolayı, ki­misi de şifa olsun diye böyle yapmıştır, şeklinde yorumlar ileri sürmüştür. Şafiî (r.h.): "Araplar bel ağrısını ayakta bevletmekle iyileştirmeye çalışırlar" diyor. Doğrusu Hz. Peygamber (s.a.) bunu idrar sıçramasından sakınmak, uzak durmak amacıyla yapmıştır. Çünkü o, bir kabilenin süprüntülerini attıkları bir çöplüğe uğradığında bu şekil bevletmiştir. Çöplerin atıldığı ye­re mezbele denir ve mezbele yüksek olur. Şayet bir kimse oraya oturarak bevletse, idrarı üzerine geri döner. Oysa Hz. Peygamber (s.a.), mezbeleyi, kendisini gizleyecek tarzda, kendisi ile duvar arasına alırdı. Elbet bu du­rumda ayakta abdest bozacaktır. En iyi bilen Allah'tır.

Tirmizî, Ömer b. Hattâb'ın şöyle dediğini aktarıyor: Ayakta abdest bozuyordum, Hz. Peygamber (s.a.) beni gördü ve bana: "Ey Ömer, ayak­la abdest bozma" dedi. Ondan sonra bir daha ayakta abdest bozma­dım. [323] Tirmizî diyor ki: Bu hadisi sadece Abdülkerim b. Ebu'l-Mehârık merfü olarak rivayet etmiştir; o da hadisçiler katında zayıftır.

Bezzâr'ın Müsned'ınde ve diğer hadis kitaplarında Abdullah b. Bürey-de'den babası yoluyla gelen şu rivayet yer almaktadır: Allah Rasulü (s.a.) buyurdular ki: "Şu üç şey cefadır: 1- Adamın ayakta abdest bozması, 2-Namazını bitirmeden alınım silmesi, 3- Secdede iken üflemesi."[324] Ha­disi Tirmizî rivayet etmiş ve "Bu hadis mahfuz değildir" demiştir. Bezzâr ise "Bu hadisi Abdullah b. Büreyde'den, Saîd b. Ubeydullah'tan başkası­nın rivayet ettiğini bilmiyoruz" demiş; ama onu cerhetmemiştir. İbn Ebî Hatim "O (Saîd b. Ubeydullah) Basralı, sika, meşhur bir râvidir" diyor.

Tuvaletten çıkar Kur'an okurdu. Tuvalette sol eliyle temizlenir; suyu ve taşı sol eliyle kullanırdı. Vesveseye kapılanların yaptıkları gibi zekeri çekme, öksürme, sıçrama, ip bağlama, yürüyüşe çıkma, zeker deliğine pa­muk sokma ve içine su dökme, tekrar tekrar bakıp kontrol etme, vs. bid'-atlerden hiçbirini yapmazdı. Rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) küçük abdest bozduğu zaman zekerini içinde idrar kalmaması için üç kere çeker­di. [325] Ayrıca bunu emrettiği rivayet edilmişse de, Ebu Cafer el-Ukeylî'nin dediğine göre, Hz. Peygamber'in (s.a.) ne kendisinin bunu yaptığı ne de böyle yapılmasını emrettiği sahihtir.

Abdestini bozarken birisi kendisine selâm verirse, onun selâmını al­mazdı. Bunu Müslim, Sahih'indc İbn Ömer'den rivâyeet etmiştir. [326]

Bezzâr, Müsned'mde bu olayda Hz. Peygamber'in (s.a.) selâmı aldığı­nı ve sonra şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Selâm verdim selâmımı alma­dı, demenden korktuğum İçin selâmını aldım. Bir daha beni bu halde gö­rürsen selâm verme.  Çünkü selâmını almam."

Bazıları bu olay herhalde iki defa meydana gelmiştir, diyorlar. Bazıla­rı da diyorlar ki: Müslim'in hadisi daha sahihtir. Zira hadis, Dahhâk b. Osman -Nâfî- İbn Ömer senediyle rivayet edilmiştir. Bezzâr'ın hadisi ise, Abdullah b. Ömer evladından Ebu Bekr künyeli bir adam tarafından Nâ-fi'den, o da İbn Ömer'den naklen rivayet edilmiştir. Bu Ebu Bekir'in, Ebu Bekr b. Ömer b. Abdurrahman, b. Abdullah b. Ömer[327] olduğu söylen­miş olup Mâlik, vs. muhaddisler ondan rivayette bulunmuşlardır. Dahhâk ondan daha sikadır.                                                                   

Su ile temizlenirse sonra elini yere sürerdi. Abdest bozmakjiçin otura­cağı vakit yere yaklaşmadan elbisesini kaldırmazdı. [328]

 

11- Fıtrat[329] ve İlgili Konulardaki Tutumları:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetli mi doğduğu yoksa göğsünün ilk !ay-rıldığı gün melekler tarafından mı sünnet edildiği yahut dedesi Abdülmut-talib'in mi sünnet ettiği konusundaki görüş ayrılıkları yukarıda geçmişti.

Ayakkabı giyme, saç tarama, temizlenme, birşey alıp verme konularında sağdan başlamaktan hoşlanırdı. Yemek, içmek ve temizlik konuların­da sağ elini, tuvalet vb. gibi ezayı giderme konularında ise sol elini kullanırdı.

Başının ya tamamını tıraş ederdi, ya da tamamım bırakırdı. Bir kısmı­nı tıraş edip bir kısmını bırakmazdı. Hac dışında başını (tamamen) tıraş ettiği rivayet edilmemiştir.

Dişlerini misvakla fırçalamayı severdi. Misvak kullanımında oruçlu olup olmaması farketmezdi. Uykudan uyandığında, abdest alırken, namaz kıla­cağı zaman ve eve girdiği vakit misvakla dişlerini fırçalardı. Bu iş için mis­vak ağacından yapılan ağaç çubuk kullanırdı.

Çokça koku sürünürdü. Güzel kokuyu severdi. Hamamda avret yerle­rinin tüylerini dökmek için hamam otu kullandığı söylenmektedir.[330] Ön­celeri saçlarını sahverirdi. Sonra ikiye ayırdı. İkiye ayırması saçını, her bö­lüm bir kakül olacak şekilde iki bölüme ayırmasıdır. Salıvermesi ise arka­sından serbest bırakması ve iki bölüme ayırmamasıdır.

Asla hiçbir hamama girmemiştir. Belki onu gözüyle görmemiştir de. Hamam konusunda hiçbir sahih hadis de yoktur.[331]

Bir sürmedanlığı vardı, her gece uykudan önce iki gözüne de ondan sürme çekerdi.tır[332] Sahabîler, Hz. Peygamber'in (s.a.) saçına kına yakınıp yakınmadığında ihtilaf etmişlerdir. Enes: "Kına yakınmam ıştır" derken, Ebu Hureyre "Kına yakındı" diyor. Hammad b. Seleme, Humeyd yoluyla Enes'in: "Allah Rasulü'nün (s.a.) saçım kınalı gördüm" dediğini aktarır. Hammad diyor ki: Abdullah b. Muhammed b. Akîl, bana: "Allah Rasu­lü'nün (s.a.) saçını Enes b. Mâlik'in yanında kınalanmış gördüm" diye haber verdi. Bir grup da "Allah Rasulü (s.a.) çokça güzel koku kullandı­ğından saçı kızıllaşmıştı. Bundan dolayı da kına yakınmadığı halde yakın­mış zannedilirdi" diyor.

Ebu Rimse anlatıyor: Oğlumla birlikte Allah Rasulü'ne (s.a.) geldim. Bana: "Bu, senin oğlun mu?" diye sordu. "Evet öyledir. Ben buna tanık­lık ederim" şeklinde karşılık verdim. Bunun üzerine: "Sen onu günaha sürüklemezsen, o da seni günaha sürüklemez" buyurdu. Baktım, saçının akları .kırmızıydı.[333] Tirmizî diyor ki: Bu hadis, bu konuda rivayet edi­len en hasen ve en açık hadistir. Çünkü sahih rivayetlere göre Hz. Peygam­ber (s.a.), saçı sakalı ağaracak yaşa ulaşmamıştı.

Hammad b. Seleme, Simâk b. Harb'e dayanarak anlatıyor: Câbir b. Semüre'ye sordular: "Hz. Peygamber'in (s.a.) başında beyazlık var mıydi?" O da: "Başındaki saç ayrımı yerindeki birkaç saç telinden başka O'-nun saçında beyazlık yoktu. Onların beyazlığını ise saçını yağladığı vakit yağ ortaya çıkarırdı." karşılığını verdi.

Enes diyor ki: Allah Rasulü (s.a.) başını ve sakalını çokça yağlar, saçı­nın parlaklığını artırırdı. Elbisesi sanki zeytinyağı satıcısının elbisesine dönerdi[334]

Saç taramayı severdi. Saçını bazan kendisi, bazan da Hz.Âişe tarardı. Saçı kulak yumuşağından aşağıda omuzdan yukarıda kalacak kadar uzatır­dı.[335] Kulak yumuşağına kadar uzayan saçı kulaklarının yumuşağını bi­raz aşardı. Saçı uzayınca dört örgü yapardı. Ümmü Hânî "Allah Rasulü (s.a.) Mekke'de bir keresinde bize geldiğinde başında dört saç örgüsü var­dı." diyor. Bu hadis sahihtir.[336]

Hz. Peygamber (s.a.) kendisine sunulan güze! kokuyu geri çevirmezdi. Sahih-i Müslim'de O'nun şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Kendisine fes­leğen sunulan kimse onu geri çevirmesin. Çünkü o hoş kokulu, yükü hafif bir çiçektir". Hadisin lafzı bu şekildedir. Bazıları ise bu hadisi: "Kendisine güzel koku sunulan kimse geri çevirmesin" şeklinde rivayet ediyor."[337] Bu ise yukarıdaki hadis ile aynı anlamda değildir. Zira fesleğenin —misk, an-ber, esans[338] vb. güzel kokuların aksine— alınmasında pek minnet ol­maz. Çünkü onun harcanmasında tolerans âdet haline gelmiştir. Ancak Azrâ b. Sâbit'in Sümame yoluyla Enes'ten rivayet ettiği şu hadis sabittir: "Allah Rasulü (s.a.) güzel kokuyu geri çevirmezdi."[339] İbn Ömer'in Hz. Peygamber'den (s.a.) rivâyeyt ettiği: "Üç şey geri çevrilmez: Yastık, yağ ve süt" hadisi ise ma'lul (illetli = kusurlu)dur. Bunu Tirmizî rivayet etmiş ve illetini belirtmiştir. Ama ben şimdi bu konuda ne denildiğini hatırlamı­yorum. Yalnız bu hadisin Abdullah b. Müslim b. Cündüb, onun babası Müslim b. Cündüb, onun da İbn Ömer'den gelen bir senedle rivayet edildi­ğini hatırlıyorum.[340]

Ebu Osman en-Nehdî'nin mürsel olarak rivayet ettiği hadislerden biri ne göre Allah Rasulü (s.a.) buyurmuştur ki: "Herhangi birinize fesleğet çiçeği verilirse onu geri çevirmesin. Çünkü o, cennetten çıkmıştır.'[341]

Allah Rasulü'nün (s.a.), kıymetli koku bulunan bir kabı vardı, ondai sürünündü. En çok sevdiği koku misk idi. Kına çiçeğinden de hoşlanırdı[342]

 

12— Bıyıklan Kısaltmadaki Tutumları:[343]

 

Ebu Ömer b. Abdilber diyor ki: Hasan b. Salih, Simâk-İkrime-İbn Abbas (r.a.) senediyle rivayet eder ki, Allah Rasulü (s.a.) bıyığını kısaltır ve Hz. İbrahim'in de bıyığını kısalttığını söylerdi[344]Bir grup, bu işi ya­panın İbn Abbas olduğunu söylemektedir. Tirmizî, Allah Rasulü'nün (s.a.): "Bıyığından almayan bizden değildir" buyurduğunu Zeyd b. Erkam'dan naklediyor ve: "Bu hadis sahihtir" diyor.[345] Sahih-i Müslim'de Ebu Hu-reyre'den rivayet edilen bir hadise göre Allah Rasulü (s.a.) "Bıyıklan kı­saltın, sakallan bırakın, böylece mecûsilere muhalefet edin" buyurmuş­tur.[346] Sahihayn'da İbn Ömer'den rivayet edilen bir hadise göre ise Hz. Peygamber (s.a.): "Müşriklere muhalefet edin; Sakalları uzatın, bıyıkları iyice kısaltın." buyurmuştur. [347]Sahih-i Müslim'de yer alan bir rivayete göre Enes demiştir ki: "Hz. Peygamber (s.a.), bıyığı kısaltma ve tırnakları kesme konularında bize vakit sınırlaması getirdi. Bu işleri kırk gün kırk geceden daha fazla aksatmama sınırım koydu."[348]

Selef, bıyığın kısaltılmasının mı, tıraş edilmesinin mi daha faziletli ol­duğu konusunda görüş ayrılığına düşmüştür. Mâlik, Muvatta'mda diyor ki: "Dudağın etrafı yani yay gibi olan çevresi görünecek kadar bıyıktan alınır. Kişi bıyığını kırpıp da kendisine işkence etmemelidir". İbn Abdilha-kem, Mâlik'in: "Bıyık iyice kısaltılır, sakallar salıverilir. Bıyığın iyice kı­saltılması tıraş edilmesi demek değildir. Bıyığını tıraş eden kimsenin tâzir cezasına çarptırılmasını uygun görürüm." dediğini; İbnü'l-Kâsım ise: "Bı­yığı iyice kısaltmak, tıraş etmek bence işkencedir" dediğini haber veriyor. Mâlik: "Hz. Peygamber'in (s.a.) bıyığın iyice kısaltılması hadisi dudak çev­resinin kısaltılması anlamını taşır."diyor. Kendisi bıyığın üst kısmından alın­masını mekruh sayardı. Yine demiştir ki: "Bıyığın tıraş edilmesinin bid'at olduğuna şahitlik ederim ve tıraş eden kimsenin acı verecek derecede dö­vülmesini uygun görürüm." Yine Mâlik diyor ki: "Hz. Ömer b. el-Hattâb'i bir iş sıktığı zaman oflar, bıyığını kıvırarak ayağını cübbesine basardı". Ömer b. Abdülaziz: "Bıyık konusunda sünnet olan, dudak çevresinin orta­ya çıkmasıdır" demiştir.

Tahâvî diyor ki: Şafiî'nin bu konuda bir açıklamasına rastlamadım. Onun gördüğümüz arkadaşlarından Müzenî ve Rebî'ise bıyıklarım iyice kı-saltırlardı. Bu da, onların bunu Şafiî'den (r.h.) aldıklarını gösterir. Ebu Hanîfe, Züfer, Ebu Yusuf ve Muhammed'in saç ve bıyıklar konusundaki görüşlerine göre iyice kısaltma, kısaltmadan daha faziletlidir.

Mâlikî âlim İbn Huveyz Mendad, Şafiî'nin bıyığı traş etme konusun­daki görüşünün Ebu Hanîfe'nin görüşü gibi olduğunu söyler. Ebu Ömer İbn Abdilber'in görüşü de budur.

İmam Ahmed'e gelince; el-Esrem diyor ki: İmam Ahmed b. Hanbel'in bıyığını çokça kısalttığını gördüm. Bir keresinde ona, bıyığı iyice kısaltma konusunda sünnet sorulduğunda şöyle cevâp verdiğini işittim: Kişi "Bıyık­ları iyice kısaltın" hadisinde Hz. Peygamber'in (s.a.) belirttiği gibi iyice kısaltır.

Hanbel (v.273) anlatıyor: Ebu Abdillah'a (Ahmed b. Hanbel) sordu­lar: "Bir adamın bıyığını kesmesini mi, yoksa cildin beyazı görünecek ka­dar iyice kısaltmasını mı yahut nasıl kesmesini uygun görürsün?" Cevaben şöyle dedi: "Şayet cildin beyazı görünecek kadar iyice kısaltırsa bir sakın­cası yoktur. Kısaltırsa bunda da bir sakınca yoktur." Ebu Muhammmed b. Kudâme el-Makdisî, el-Muğnî adlı eserinde diyor ki: "Kişi, bıyığını cil­dinin beyazı görünecek kadar iyice kısaltmakla böyİe yapmaksızın kısalt­mak arasında hürdür."

Tahâvî der ki: Mugîre b. Şu'be, Allah Rasûlü'nün (s.a.) kendisinin bıyığından biraz aldığını rivayet ediyor. [349]İşte burada iyice kısaltma söz konusu olmaz. İyice kısaltmayı caiz görmeyenler Hz.Âişe ve Ebu Hurey-re'nin rivayet ettikleri "On şey fıtrat (sünnet)tandır."[350] hadisinde fıtrat olan şeyler arasında sayılan bıyıkları kısaltma kısmını delil olarak kullan­maktadırlar. Buharî ve Müslim'in rivayetlerinde "Fıtrat beştir..;" hadisin­de"[351] bıyıklan kısaltma yer almaktadır.                                  

İyice kısaltma görüşünü savunanlar ise, iyice kısaltmayı emreden sahih hadisleri ve İbn Abbas'ın rivayet ettiği: "Allah Rasûlü (s.a.) bıyığını keserdi" hadisini[352] delil göstermektedirler. Tahâvî diyor ki: İşte bu hadiste ço­ğunluk ihtimal, iyice kısaltmaktır; İki yöne de ihtimal vardır. el-Alâ b. Abdurrahman'ın, babasından, onun da Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadiste:  "Bıyıklan kesin, sakallan salıverin"  buyurulmaktadır.[353]

Muhtemelen bu hadiste de iyice kısaltma kastedilmiştir. Tahâvî, Ebu Saîd, Ebu Useyd, Râfi' b. Hadîc, Sehl b. Sa'd, Abdullah b. Ömer, Câbir ve Ebu Hureyre'nin bıyıklarını iyice kısalttıklarını senedleriyle vermekte­dir. İbrahim b. Muhammed b. Hatîb: "İbn Ömer'i bıyığım yolarcasına iyice kısaltırken gördüm" diyor. Bazıları da: "İbn Ömer, cildinin beyazlığı gördüm" diyor. Bazıları da: "İbn Ömer, cüdinin beyazlığı görülecek ka­dar kısaitirdı" diyor.

Tahâvî der ki: Kısaltma bütün âlimlerce sünnet olduğuna göre başın saçlarına kıyaslanarak bıyığı tıraş etmenin daha faziletli olduğu söylenebi­lir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) saçlarını tıraş edenlere üç, kısaltanlara bir kere dua etmiştir.[354] Başın tıraş edilmesini, kısaltılmasından daha fa­ziletli saymıştır. Bıyık da işte böyledir. [355]

 

 

13— Konuşması, Susması, Gülüşü, Ağlayışı:

 

Allah'ın yaratıkları arasında en fasih ve en tatlı konuşanı, anlatmak istediğini en kısa bir şekilde yerli yerinde anlatabilen ve en tatlı sözlü olan Hz. Peygamber (s.a.) idi. Öyle ki, O'nun konuşması kalblerin kavşaklarım tutar, ruhları esir ederdi, buna düşmanları da tanıklık ederdi. Konuştuğu zaman açık sözle tane tane konuşurdu, sözlerini biri saymaya kalksa saya­bilirdi. Ne ezberlenemeyecek kadar çarçabuk, ne de konuşmasının kelime­leri arasında anlam kopukluğuna sebep olacak kadar aralıklar vererek, ke­sik kesik konuşurdu. Aksine onun bu konudaki tutumu, en mükemmel bir tutumdu. Hz.Âişe der ki: "Allah Rasûlü (s.a.), sizin şu konuşmalarınız gibi sözü peşipeşine siralamazdı. Ancak açık bir sözle tane tane konuşur, meclisinde bulunanlar konuştuklarını ezberleyebilirdi.[356] Çoğu zaman iyi anlaşılsın diye sözü üç kere tekrar ederdi. Selâm verdiğinde de üç kere seiâm verirdi. Uzun zaman susardı. Gereksiz konuşmazdı. Söze avurtlany-îa başlar, yine onlarla noktalardı. Konuşmalarında az sözle çok mana ifade edecek cümleler kullanırdı. Anlatacağını ayrıntılarıyla anlatır, ne boş yere, zahir, ne de gereksiz kısaltmalarda bulunurdu. Lüzumsuz konularda konuşmazdı. Yalnızca sevabını umduğu konularda konuşurdu, Birşeyden hoşlanmadığı yüzünden anlaşılırdı. Sözleri ve davranışları arasında aşın ve çirkin şeyler bulunmazdı; gürültücü, şamatacı ve bağıra bağıra konuşan biri değildi.

Çoğunlukla gülüşü tebessüm idi, hatta hepsi tebessüm idi. En fazla güldüğünde azı dişleri görünürdü. Gülünecek şeylere gülerdi. Onlar ise öy­lesine şaşılan, ender ve seyrek olarak rastlanan şeylerdi. Gülmenin pekçok sebebi vardır. Birisi budur. Diğer bazıları ise şunlardır: 2- Neşe gülüşü: Kendisini sevindiren şeyi görmesinden yahut nimetin eserini üzerinde gör­mesinden kaynaklanır. 3- Öfke gülüşü: Çoğunlukla bu şiddetli öfkelenen kişide görülür. Sebebi ise öfkeli kişinin öfkesinin kendisine getirdiği şeyler­den hayrete düşmesi ve kendisinin hasmma karşı güçlü durumda ve hasmı­nın kendi avucunda olduğunu hissetmesidir. Bazan kişi hiddet anında ken­disine sahip olur, kızdığı kişiden yüz çevirir ve ona aldırmayarak da gülebilir.

Hz.Peygamber'in (s.a.) ağlaması ise gülüşü gibiydi. Nasıl kahkaha ile gülmez idiyse, ağlarken de bağıra bağıra feryat ederek ağlamazdı. Ancak gözleri yaşla dolar, boşalırdı. Göğsünden bir inilti duyulurdu.

Kimi zaman ölüye merhametinden, kimi zaman ümmeti için korktu­ğundan ve onlara olan şefkatinden, kimi zaman Allah korkusundan, kimi zaman da Kur'an dinlerken ağlardı. Kur'an dinlerken ağlayışı; korku ve haşyet ile hemdem olan bir iştiyak, muhabbet ve saygı ağlayışıdır. Oğlu İbrahim öldüğünde gözleri yaşla doldu ve ona olan merhametinden ağladı ve buyurdu ki: "Göz yaşla dolar, kalp mahzun olur. Rabbimizi hoşnut etmeyecek şey söylemeyiz. Biz sana gerçekten üzülüyoruz, ey ibrahim!>>[357] Kızlarından birini ruhunu teslim edeceği zaman gördüğünde de ağladı. îbn Mes'ûd ona Nisa sûresini okurken "Her ümmete bir şahid getirdiğimiz ve seni de (ey Muhammed) bunlara şahid getirdiğimiz vakit halleri ne olacak.[358] âyetine geldiğinde Peygamberimiz (s.a.) ağladı[359] Osman b.

Maz'ûn[360] vefat ettiğinde de ağladı. Güneş tutulduğunda ağladı, kusûf namazı kıldı. Namazında ağlamaya oflamaya başladı ve şöyle dedi: "Rab-biml Sen bana, ben onların arasında iken ve onlar bağışlanma dilerken onlara azap etmeyeceğini va'detmemiş"miydin?'"[361] Kızlarından birinin mezarının üzerine oturduğunda da ağladı.[362] Zaman zaman gece nama­zında ağlardı.

 Ağlamanın çeşitleri:                                                                          

1-  Merhamet ve şefkat ağlayışı,

2-  Korku ve haşyet ağlayışı,                                                            

3-  Sevgi ve arzu ağlayışı,                                                                 

4-  Sevinç ve neşe ağlayışı,                                                                 

5-  Başa acı veren bir durumun gelmesinden ötürü sızlanma ve dayanâ-mama ağlayışı,

6-  Hüzün ağlayışı. Bu tür ağlayış ile korku ağlayışı arasındaki fark şudur: Hüzün ağlayışı geçmişte istenmeyen, hoşa gitmeyen bir durumun başa gelmesi yahut sevilen birşeyi elden kaçırmaktan dolayı olur. Korku ağlayışı ise, gelecekte böyle bir durumun başa gelmesi endişesinden olur. Sevinç ve neşe ağlayışı ile hüzün ağlayışı arasındaki fark da şudur: Sevinç gözyaşı soğuktur, bu halde kalb sevinçlidir. Hüzün gözyaşı ise sıcaktır, bu halde kalb mahzundur. Bu yüzden sevinilen şey için: "Gözün aydın olacağı şey", "Allah gözünü aydın etti"; üzüntü duyulan şey için ise: "Gözü sıcak yapan", "Allah, gözünü sıcak etti," denir.

7-  Güçsüzlük ve zayıflık ağlayışı,

8-  Münafıklık ağlayışı: Kalb katı iken göz yaşla doluyor; bunun üzeri­ne sahibi, insanların en katı kalblisi olduğu halde huşu gösteriyor.

9-  Ödünç alınan, kiralanan ağlayış: Ücretle ölülere bağırıp çağırarak ağlayan kadının ağlamasında olduğu gibi. Böylesi bir İcadın Hz. Ömer b. el-Hattâb'ın dediği gibi gözyaşını satıyor, başkasının üzüntüsüne ağlıyor.

10-  Uyum gösterme ağlayışı: Bir adam, insanların, başlarına gelen bir işten dolayı ağladıklarını görüyor, onlarla birlikte ağlıyor, niçin ağladıkla­rını da bilmiyor. Ama onların ağladıklarını görüp kendisi de ağlıyor. (İşte buna uyum gösterme ağlayışı denir).

Sessiz olan ağlayış, kısa ağlayıştır. Sesli oian ise seslerin yapısına göre uzatılmış ağlayıştır.                                                                         

Şair bir beyitte der ki:

"Gözüm ağladı, hakkıdır onun ağlamak.                        

Ne ağlamak fayda verir, ne de sızlanmak"[363]           

Zoraki ağlamaya "yapmacık ağlama" denir. Bu da iki türlüdür. 1-İyi olan, 2- Kötü olan. İyi olan görsünler, duysunlar diye değil de ince kalblilik ve Allah korkusu elde etmek için ağlar görünmedir. Kötü olan ise halk için ağlar görünmeye çalışmaktır. Hz. Ömer b. el-Hattâb, Hz. Peygamber (s.a.) ve Ebu Bekir'i Bedir esirlerinin haline ağlarken bulur ve Hz. Peygamber'e (s.a.) sorar: "Seni ağlatan nedir? söyle bana, ey Al­lah'ın Rasûlü! Şayet ağlayabilirsem ağlayayım. Ağlayamazsam, siz ağladı­ğınız için ben de ağlar görüneyim."[364] Hz. Peygamber (s.a.), onu bundan alıkoymadı. Seleften biri demiştir ki:  "Allah korkusundan ağlayın. Ağlayamazsamz, yapmacıktan ağlayın."[365]

 

14— Hutbelerindeki Tavırları:

 

Hz. Peygamber (s.a.), yerde, minber üzerinde, erkek ve dişi develer üstünde hutbe okumuştur.                                                              

Hutbeye çıktığı zaman gözleri kızarır, sesi yükselir, öfkesi artar; sanki heyecanlı heyecanlı: "Düşman üstünüze sabah-akşam saldırmak üzeredir" diye haber vererek bir orduyu uyarıyormuşçasına bir hal alır, ardından: "Benim Peygamber olarak gönderilmemle kıyamet arasındaki müddet şu ikisi gibidir" buyurur, işaret ve orta parmaklarım birbirine yanaştırırdı. Derdi ki: "Şüphesiz sözlerin en hayırlısı Allah'ın Kitabıdır. En iyi yol, Muharnmed'in (s.a.) yoludur. İşlerin en fenası (uydurulup dine katılan) bid'atlerdir. Her bid'at sapıklıktır. [366]

Her hutbesine Allah'a hamdederek başlardı. Pekçok fakîh ise: "Yağ­mur duası hutbesine istiğfarla, bayram hutbelerine de tekbirle başlardı" diyor ki, Hz. Peygamber'den (s.a.) bu konuda onlara destek olacak bir tek sünnet bile asla nakl olunmuş değildir. O'nun sünneti bunun aksini yani bütün hutbelere "el-Hamdülillah" ile başlamayı icabettir/ir. Bu görüş Hanbelî âlimlerince ortaya atılan üç görüşten biridir. Aynı zamanda Üsta­dımız İbn Teymiye'nin —Allah ruhunu aziz etsin— de tercihidir.

Hutbeyi ayakta okurdu. Atâ gibi bir takım tabiîlerin mürsel rivayetle­rine göre Hz. Peygamber (s.a.), minbere çıktığında yüzünü cemaata çevir­miş ve: "es-selâmü aleykûm" diye cemaatı selâmlamıştı. Şa'bî diyor ki: "Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer de böyle yaparlardı."[367] Hz. Peygamber (s.a.) hutbesini istiğfarla bitirirdi. Çoğu zaman hutbelerinde Kur'an okur­du. Müslim'in Sahihinde Ümmü Hişâm bt. Hârise'nin şöyle dediği nak­ledilir:

"Kâf sûresini yalnızca Hz. Peygamber'in (s.a.) dilinden öğrendim. Her cuma minber üzerinde halka hitap ederken bu sûreyi okurdu."[368]

Ebu Davud'un İbn Mes'ûd'dan naklettiğine göre Allah Rasûlü (s;i şehadet getireceği zaman şöyle derdi:                                              

"Hamd Allah'a mahsustur. O'ndan yardım diler, O'ndan bağışlama bekleriz. Nefislerimizin şerlerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın doğru yola ilettiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını da hiç kimse doğru yola erdire­mez. Tanıklık ederim ki, Allah'tan başka tapılacak yoktur; o tektir, ortağı yoktur. Yine tanıklık ederim ki, Muhammed şüphesiz O'nun kulu ve elçisi-dir. Kıyamet saati önünde Allah, onu müjdeleyici ve uyarıcı olarak hakla göndermiştir. Allah ve RasûhVne itaat eden doğru yolu bulmuştur. Onlara isyan edense yalnızca kendisine zarar vermiş olur. Allah'a hiçbir zarar ve-remez."[369]

Ebu Davud diyor ki: Yunus, İbn Şihâb'a (Zührî), Allah Rasûlü'nün (s.a.) cuma günü okuduğu şehadet kelimesini sordu. O da bu (yukarıdaki) şekil şehadeti şu farkla zikretmiştir: "...Onlara isyan edense Sapmış, azgın­lığa düşmüştür..."[370]

İbn Şihâb der ki: Bize kadar ulaştığına göre Hz. Peygamber (s.a.) hutbe okuduğunda şöyle derdi:

"Her gelecek olan yakındır. Gelecek olana uzaklık yoktur. Allah hiç kimsenin acelesi için acele etmez; insanların işini basite almaz. İnsanların dilediği değil, Allah'ın dilediği olur. Allah, birşey diler, insanlar başka bir-şey. İnsanlar istemese de Allah'ın dilediği olur. Allah'ın yakınlaştırdığını uzaklaştıracak, O'nun uzaklaştırdığını yakınlaştıracak hiçbir şey yoktur. Allah'ın izni olmadan hiçbir şey olmaz."[371]

Hutbelerinde ağırlığı şu hususlar teşkil ederdi: Verdiği nimetlerden üs­tün ve övgüye lâyık vasıflarından dolayı Allah'a hamdetme ve O'na övgü­de bulunma; İslâm dininin temel preniplerini öğretme, cennet, cehennem ve âhiret ahvalini anlatma, Allah'tan korkmayı emretme; Allah'ın gazap-landığı ve hoşnut olduğu hususları açıklama... İşte hutbelerinin yörüngesi bunun üzerine kurulmuştu.

Hutbelerinde derdi ki: "Ey insanlar! Doğrusu sizler benim emrettiğim herşeyi yapmaya güç yetiremeyeceksiniz yahut yapamayacaksınız. Ancak doğru olan (doğru olursanız) müjde size![372]

Karşıdaki insanların ihtiyaç ve faydalarına göre her vakitte hutbe okurdu. Okuduğu her hutbeye mutlaka Allah'a hamdederek başlai yine her hutbede şehadet getirir ve şehadet esnasında kendini özel ismiylfjj (Muham­med diye) anardı.

Şöyle buyurduğu sabittir: "Şehadet getirmeden okunan herp sik el gibidir."[373]

hutbel

Evinden çıkarken önünden yürüyecek bir çavuşu (yaveri) yoktu.'Bu günkü hatiplerin giyindikleri gibi giyinmezdi. Bunlar gibi ne omuzlar şal atardı, ne de geniş yakalı elbise giyerdi.                           

Minberi üç basamaklı idi. Minbere çıkıp cemaata yönelince müezzin yalnızca ezan okur, ezandan önce veya sonra hiçbir şey söylemezdi. Hz. Peygamber (s.a.) hutbeye başlayınca hiç kimse —ne müezzin, ne de başkası— herhangi birşey söylemek için asla sesini çıkarmazdı.

Hutbe okumak için ayağa kalktığında eline bir sopa alır; minberde iken ona dayanırdı. Bu hadisi Ebu Davud, îbn Şihâb'dan nakletmiştir.[374]

Hz.^eygamber'den (s.a.) sonraki üç halife de aynı şekilde yapardı. Bazı zamanlar bir yay'a dayandığı da olurdu. (Hutbe esnasında) bir kılıca dayanmış olduğuna dair bir haber yoktur. Pekçok cahil kimse, Hz. Pey­gamber'in (s.a.) dinin ancak kılıçla kurulduğunu göstermek için minberde iken eline kılıç aldığını sanmaktadır. Bu iki yönden çirkin bir cehalettir:

1- Bize gelen haberlere göre Hz. Peygamber (s.a.) yay ve sapaya dayanmıştır. 2- Din ancak vahiyle kurulmuştur. Kılıç ise dalâlet ve şirk içinde olan* ların kökünü kazımak için lâzımdır. Hz. Peygamber'in (s.a.) içinde hutb& okuduğu Peygamber şehri, kılıçla değil, Kur'anMa fetholunmuştur.

Hutbe esnasında yeni bir durumla karşı karşıya geldiğinde (önce) onunla meşgul olur, sonra hutbeye devam ederdi. Bir keresinde hutbe okuyordu. Bu sırada kırmızı gömlekler içinde torunları Hasan ile Hüseyin tökezleye tökezleye çıkageldiler. Bunun üzerine konuşmasını kesip minberden indi. Torunlarını kucakladığı gibi minbere geri döndü. Sonra şöyle buyurdu: "Yüce Allah doğru söyledi: 'Gerçekten mallarınız ve çocuklarınız sadece fitnedir.[375] Gömlekleri içinde şu ikisinin tökezleye tökezleye geldiklerini gördüm, dayanamadım. Hatta konuşmamı kesip onları kucaklayıp ta­şıdım."[376]

Hz. Peygamber'in (s.a.) hutbe okuduğu bir sırada Gatafanlı Süleyk geldi; doğruca oturdu. Hz. Peygamber (s.a.) ona hitaben: "Kalk, ey Sü-teyk! Hafif iki rekât namaz kıl." dedi. Sonra minberde iken şöyle buyur­du: "Herhangi biriniz cuma günü imam hutbe okurken geldiğinde hafif iki rekât namaz kılsın. "[377]

Cemaatin ihtiyacına göre hutbeyi bazan kısa tutar, bazan uzatırdı. Ârizî sebeple okuduğu hutbe, düzenü okuduğu hutbeden daha uzundu. Bayram­larda ayrıca yalnız kadınlara mahsus olmak üzere hutbe okur, onları sada­ka vermeye teşvik ederdi.[378] Allah en iyi bilendir. [379]

 

İKİNCİ KİTAP

HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) İBADETLER

TUTUMLARI

BİRİNCİ BÖLÜM NAMAZ

A) ABDEST ALIŞI

 

 

I— Abdest Alışı:

 

Hz. Peygamber (s.a.) genellikle her namaz için abdest alırdı. Bazan birden çok namazı bir abdestle kıldığı da olurdu [380] Bazan bir müd [381]ba­zan bir müddün üçte ikisi, bazan da daha fazla oranda su ile abdest alırdı. Bu da Şam ukiyyesine göre dört, üç ya da iki ukiyye demektir. En az abdest suyu harcayan o idi. Ümmetini, abdest alırken çok su kullanıp israf etmekten sakındınrdı. Ümmeti arasında temizlikte aşırılığa kaçacak kimse­lerin çıkacağını haber verdi.[382] Buyurdu ki: "Abdeste musallat olan Velhân adında bir şeytan vardır. Siz, suyun şüphe vereninden kaçının. "[383] Bir keresinde Sa'd'ın yanına uğradı. Sa'd abdest alıyordu. Hz, Peygamber (s.a.): "Suyu israf etme" buyurdu. Sa'd: "Suda israf olur mu?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) "Evet, akarsu kenarında olsan da", buyurdu.[384]

Abdest uzuvlarını kâh birer, kâh ikişer, kâh üçer kere yıkayarak; kâh uzuvlarının bir kısmım ikişer, bir kısmını da üçer kere yıkayarak abdest aldığı sahih olarak rivayet edilmiştir.

Bazan bir, bazan iki, bazan da üç avuç su alarak ağzını ve burnunu yıkardı. Ağza ve burna birlikte su alır; bir avuç suyun yarısını ağzına alır, yarısını da burnuna çekerdi. Zaten bir avuç suyla da ancak böyle yapılır. İki-üç avuç alınan suyun ise hem ayrı ayrı ağza ve burna verilmesi, hem de bir arada aynı avuçtan hem ağza, hem burna verilmesi mümkündür. Ancak Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti ağza ve burna birlikte su verme şek­lindeydi. Nitekim Sahîhayn'da Abdullah b. Zeyd'den rivayet edildiğine gö­re "Hz. Peygamber (s.a.) bir tek avuç sudan hem ağzını çalkaladı, hem de burnuna çekti. Bunu üç kere yaptı". Hadis şu ifadeyle de rivayet edil­miştir: "Hz. Peygamber (s.a.) ağzını ve burnunu üç avuç suyla yıkadı'.[385] Abdestte ağzı ve burnu yıkama konusunda rivayet edilen hadislerin en sa­hihi bu hadistir. Hz. Peygamber'in (s.a.)» ağzını ve burnunu ayrı ayrı yıka­dığına dair hiçbir sahih hadis yoktur. Ancak Talha b. Musarrif in babasın­dan onun da dedesinden: "Hz. Peygamber'in (s.a.) ağzım ve burnunu ayrı ayrı yıkadığını gördüm" şeklinde rivayet ettiği bir hadis varsa da, bu hadis sadece Talha-babasi-dedesi senediyle rivayet edilmiş olup dedesinin Hz. Pey-gamber'i (s.a.) gördüğü (yani sahabîliği) bilinmemektedir.[386]

Sağ eliyle burnuna su alır, sol eliyle sümkürürdü.               

Başının tamamını meshederdi. Bazan ellerini öne-arkaya doğru götü­rerek başım meshederdi ki, "Başını iki kere mesnetti" hadisi buna yorum-lanmalıdir. Doğru olan, başını meshetme işlemini yenilemediğidir. Abdest uzuvlarım tekrar tekrar yıkadığında başım bir kere meshederdi. Böyle yap­tığı açık ifadelerle aktarılmıştır. Aksini yaptığına dair sahih hiçbir rivayet yoktur. Bundan başka rivayetler sahabenin: "Hz, Peygamber (s.a.) abdest uzuvlarını üçer kere yıkamak suretiyle abdest aldı" ve "Başını iki kere mesnetti" sözlerinde olduğu gibi ya sahih olup sarih (açık) değildir; ya da şu hadislerde olduğu gibi sarihtir, ama sahih değildir: 1- İbnu'l-Beylemânî, babasından, o da Hz. Ömer'den şu hadisi rivayet ediyor: Hz. Peygamber (s.a.): "Kim abdest alır ellerini üç kere yıkarsa..." buyurup sözünün deva­mında "...ve başını üç kere meshederse" diye ekliyor. Bu hadis delil ola­rak kullanılamaz. Her ne kadar babanın hali daha iyi ise de, İbnü'l-Beyİemânî ve babası hadis rivayetinde zayıf bulunmuşlardır.[387] 2- Ebu Davud, Hz. Osman'ın: "Hz. Peygamber (s.a.) başını üç kere mesnetti." dediğini riva­yet etmiş[388] ve: "Hz. Osman'dan naklolunan sahih hadislerin hepsi, Hz. Peygamberin (s.a.) başını bir kere meshettiğini göstermektedir" demiştir.

Başının sadece bir kısmını meshetmekle yetindiğine dair hiçbir sahih hadis yoktur. Ancak kâkülüne meshettiğinde sarık üzerine (meshederek mes-hi) tamamlardı[389]. Ebu Davud'un rivayetine göre Enes diyor ki: "Allah Rasûlü'nü (s.a.) abdest alırken gördüm. Başında Katar mamulü bir sarık vardı. Elini sarığının altına soktu, başının ön kısmını mesnetti, sarığım çözmedi. "[390] İşte Enes'in bu hadisteki ifadelerle kasdettiği şey, Hz. Pey­gamber'in (s.a.) saçlarının tamamına kaplama mesh yapmak için sarığını çözmemiş olmasıdır. Yoksa sarık üzerine tamamlamadığını söylemek iste­memiştir. Muğîre b, Şu'be ve diğer bazı sahabüer Hz. Peygamber'in (s.a.) sarık üzerine meshederek meshi tamamladığını belirtmişlerdir. Enes'in bu­nu belirtmemesi O'nun yapmadığım göstermez.

Her abdest alışında mutlaka ağzını ve burnunu yıkamıştır. Bu âdetini tek bir kere bile olsa elden bıraktığı bilinmemektedir. Abdestini, uzuvlarını sıra ile peşipeşine yıkayarak alır, yine bunu bir kere bile olsa asla elden bırakmazdı.

Bazan başına, bazan sarığına, bazan da hem kâkülüne hem de sarığı­na birlikte meshederdi. Daha önce de geçtiği üzere sadece kâküle rneshetmekle yetindiği bilinmemektedir.[391]

Mest ve çorap giymediği zamanlarda ayaklarını yıkardı. Mest yahut çorap giydiği zamanlarda ise onlar üzerine meshederdi.[392] Başı ile beraber kulaklarının içini ve dışını da meshederdi. Kulaklarını meshetmek için ye­niden su aldığına dair ondan nakledilmiş sabit bir rivayet yoksa da İbn Ömer'in böyle yaptığına dair sahih bir rivayet mevcuttur.[393] Boynu mes-hetme konusunda hiçbir sahih hadis nakledilmemiştir.

Abdestten önce (ve abdest esnasında) besmeleden başka herhangi bir şey okuduğu bilinmemektedir. Abdestte okunan zikirler hakkında naklolu­nan her hadis yalan ve uydurmadır. Hz. Peygamber (s.a.) onlardan hiçbiri­ni okumamış ve ümmetine öğretmemiştir. Ondan bize kadar ulaşan -rabdestin başında besmele çekmekten başka—[394] sağlam bir rivayet yoktur. Şu duayı abdestin sonunda okurdu:

"Bir tek Allah'tan başka tanrı ve O'nun ortağı bulunmadığına şeha-det ederim. Hz. Muhammed (s.a.), O'nun kulu ve Peygamberidir.

Allah'ım! Beni tevbekârlardan eyle. Beni (her türlü maddî-manevi pis­liklerden) arınmış kimselerden eyle."[395]

Yine abdestten sonra okunan dualardan biri Nesâî'nin Soner'inde bir başka hadiste şu şekilde geçmektedir:

"Allah'ım! Her türlü eksiklikten münezzehsin. Hamd Sana, şükran Sana! Şehadet ederim, Senden başka tanrı yoktur. Affına sığınır, Sana (günahlarımdan) tevbe ederim. "[396]

Abdestin başında ne "Hadesi gidermeye niyet ettim" ne de "Namaz kılma yolunun açılmasına niyet ettim" şeklinde ne O, ne de ashabından herhangi birisi bir şey söylerdi. Bu konuda ondan —ister sahih ister zayıf senedle olsun— bir tek harf bile nakledilmemiştir.[397]

Hiçbir zaman abdest uzuvlarını üçten fazla yıkamazdı. Dirsekleri ve topukları aşacak şekilde (kollarını ve ayaklarını) yıkadığı da sabit değildir. Fakat Ebu Hureyre böyle yapar ve abdest uzuvlarının parlaklığını yaygın­laştırma hadisini[398] bu şekilde yorumlardı. Ebu Hureyre'nin, Hz. P'eygam-ber'in (s.a.) abdest alış şekli konusunda: "Pazularına varıncaya kadar elle­rini, inciklerine varıncaya kadar da ayaklarını yıkadı" diye rivayet ettiği hadis[399] abdestte dirsek ve topukların yıkanacağını gösterir, ama daha fazla yaygınlaştırma konusuna delil teşkil etmez.

Hz. Peygamber'in (s.a.) abdestten sonra uzuvlarını kurulama alışkan­lığı yoktu. Bu konuda, ondan, bir tek sahih hadis bile nakledilmemiştir; ama tersine (kurulamadığına dair) sahih hadis vardır. Hz. Âişe'den rivayet edilen "Hz. Peygamber'in (s.a) abdestten sonra silinip kurulanmak için bir havlusu vardı" hadisi ile Muaz b. Cebel'den naklolunan "Hz.Peygam-ber'i (s.a.) abdest alırken gördüm, (abdestten sonra) elbisesinin kenarıyla yüzünü sildi" hadisi[400] zayıftır. Böyle hadisler delil gösterilemez. Birinci hadisin senedindeki Süleyman b. Erkam metruk, ikincisinin senedindeki Abdurrahman b. Ziyâd b. En'am el-Efrîkî ise zayıftır. Tirmizî diyor ki: "Bu konuda Hz. Peygamberden (s.a.) sahih hiçbir rivayet yoktur."

Her abdest alışında, abdest suyunun başkası tarafından dökülmesi Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti değildi. Fakat bazan abdest suyunu kendisi dö­ker; bazan da bir İhtiyaç gereği başka biri abdest suyunu dökerek ona yardım ederdi. Nitekim Sahihayn'da rivayet edildiğine göre Muğîre b.Şu'-be, bir sefer sırasında Hz. Peygamber'in (s.a.) abdest suyunu dökmüştür.[401]

Zaman zaman sakalının arasını su ile ovalardı. Fakat bunu sürekli olarak yapmazdı. Bu konuda hadis otoriteleri değişik görüşler ileri sürmüş­lerdir. Tirmizî gibi bazı hadisçiler Hz. Peygamber'in (s.a.) sakalının arala­rını su ile ovaladığının sahih olduğunu söylerlerken[402], Ahmed ve Ebu Zür'a: "Sakalı su ile ovalama konusunda sabit hiçbir hadis yoktur" de­mişlerdir.

Yine aynı şekilde parmaklar arasını su ile ovalama işlemini de her abdest alışında sürekli yapmazdı. Sünen kitaplarında Müstevrid b. Şed-dâd'in: "Hz. Peygamber'i (s.a.) abdest alırken gördüm, ayak parmaklarını küçük parmağı ile ovuyordu." dediği naklolunmaktadır.[403] Bu hadis sağ-lamsa bu işlemi ancak Hz. Peygamber'in (s.a.) zaman zaman yaptığını gös­terir. Bu yüzden Hz. Osman, Hz. Ali, Abdullah b. Zeyd, Rubeyyi' gibi Hz. Peygamber'in (s.a.) abdest alış şeklini zihinlerine kaydetmeye özen gös­teren sahabîler nakletmemişlerdir. Oysa yukarıdaki hadisin senedinde bir de (zayıf râvi olan) Abdullah b. Lehîa vardır.

Yüzüğünü oynattığına dair ise Ma'mer b. Muhammed b. Ubeydullah b. Ebu Râfi -babası-dedesi senediyle: "Hz. Peygamber (s.a.) abdest aldığında yüzüğünü oynatırdı." diye bir hadis rivayet edilmekteyse de bu hadis zayıftır.[404] Çünkü Ma'mer ve babası zayıftırlar. Bunu Dârakutnî söylüyor. [405]

 

2— Mestler Üzerine Meshedişi:

 

Sahih rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a.) hem ikamet halinde, hem de yolculukta mestler üzerine meshetmiştir. Bu hüküm yürürlükten kaldı­rılmamış, Hz. Peygamber (s.a.) bu hüküm yürürlükte iken vefat etmiştir. Ondan aktarılan pek çok hasen ve sahih hadislere göre mestler üzerine meshetmeyi mukîm (yolcu olmayan, memleketinde yerleşik olan kişi) için bir gün bir gecelik, yolcu için de üç gün üç gecelik bir zamanla sınırlandır­mıştır.

Mestlerin üst kısmına meshederdi. Altlarına meshettiğine dair hiçbir sahih hadis yoktur; yalnızca bir munkatf hadis vardır. Ama aksini göste­ren sahih hadis çoktur.

Hem çoraplar hem de ayakkabılar üzerine mesnetti.[406] (Başına mes-hederken) kâh sadece sarığına, kâh kakülü ile beraber sarığına mesnetti. Pekçok hadiste bunu yaptığı da emrettiği de sabit olmuştur. Ancak bu durum muayyen hükümlerdeki zaruret ve ihtiyaç durumlarına has olabile­ceği gibi mestler üzerine meshetmede olduğu gibi genel olması da muhte­meldir ki bu (ikinci ihtimal) daha açık görünmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Ayaklarının bulundukları halin aksini yapmaya çalışmazdı. Yani ayaklan mestli ise mestleri çıkarmadan üzerlerine mesheder; ayakları çıplaksa ayak­larını yıkar, meshetmek için mest giymezdi. Ayakların meshedilmesi mi, yıkanması mı daha faziletli olduğu konusunda ortaya çıkan görüşlerin en mutedili bu görüştür. Bunu üstadımız (Ibn Teymiye) söylemiştir. Doğrusu­nu en iyi bilen Allah'tır. [407]

 

3— Teyemmüm Konusundaki Tutumu:

 

Ellerini sadece bir kere toprağa vurur, onunla da hem yjizüne hem de ellerine teyemmüm ederdi. [408]Ellerini iki kere toprağa vurarak teyem­müm ettiğine dair sahih bir rivayet gelmediği gibi, dirseklere kadar da te­yemmüm ettiğine dair sahih hiçbir rivayet yoktur.[409] İmam Ahmed: "Kim teyemmüm dirseklere kadardır derse, bu söz onun kendisinin ortaya attığı fazladan bir sözdür" demiştir,[410]

Yine aynı şekilde ister normal toprak, ister çorak, isterse kum olsun üzerinde namaz kıldığı (her türlü) yeryüzü parçasıyla teyemmüm ederdi. Bir sahih hadiste Hz. Peygamber'în (s.a.) şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Ümmetimden herhangi birine namaz vakti nerede erişirse erişsin, mescidi de, temizleyicisi de yanındadır. [411] Namaz vakti kime kumlukta erişirse, kumun, onun için temizleyici olduğu hususunda bu hadis, açık bir nastır. Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı Tebük seferi esnasında yol almak için bu kumlukları aştılar. Yanlarında sulan oldukça azdı. Ama bununla birlikte yanlarında ne toprak taşıdıkları, ne Hz. Peygamber'in (s.a.) böyle birşeyi emrettiği, ne de ashabından birinin bunu yaptığı nakledilmektedir. Oysa kesindir ki çöllerde, toprağa oranla kum daha çoktur. Hicaz arazisi ve diğer araziler de böyledir. Bunu iyi düşünen kimse kesin olarak —Allah daha iyi bilir ya— Hz. Peygamber'in (s.a.) kum ile teyemmüm ettiği sonucu­na varır. Bu da cumhurun (âlimler çoğunluğunun) görüşüdür.

Teyemmümün yapılış şekli hakkında: *'Teyemmüm yapacak kimse, sol elinin parmaklarının iç taraflarını sağ elin dış yüzü üzerine kor, sonra dir­seğe kadar yürütür, sonra da avuç içini kolun iç kısmı üzerine döndürür; sol baş parmağını tıpkı müezzin gibi doğrultur, sağ baş parmağına ulaşın­caya kadar bu şekilde tutar ve onun üzerine kaplar" diye anlatılan bu şeyleri Hz. Peygamber'in (s.a.) yapmadığı, ashabından birine de öğretme­diği, bu şekilde yapmayı emretmediği ve hoş da karşılamadığı kesinlikle bilinen gerçeklerdendir. Onun yapış şekli ve tarzı ortada! Münakaşayı hal­letmede başvurulacak makam, onnn yapış şeklidir.                   

Her namaz için teyemmüm yaptığına ve bunu emrettiğine dair de sa­hih hiçbir hadis nakledilmemektedir. Teyemmümü, abdestin yerini tutacak şekilde kısıtlamasız olarak serbest bıraktı.[412] Bu durum teyemmümün ab-dest hükmünde olmasını icab ettirir; ancak delilin aksini icabettiren husus­lar varsa onlar başka. [413]

 

B) NAMAZ KILIŞI

 

1— Namaza Başlaması:

 

Namaza kalktığında "Allahu ekber" derdi. Bundan önce hiçbir şey söylemez, niyeti asla diliyle telaffuz etmezdi. "Allah rızası için falan vak­tin dört rekât farzını kıbleye yönelik olarak bana uyan cemaata kıldırmaya yahut uydum hazır olan imama" demediği gibi "edâ olarak", "kaza olarak" ve "vaktin farzını kılıyorum" sözlerini de söylemezdi. Bu on bid'atın hiç­bir kelimesini, ister sahih, ister zayıf; ister müsned, ister mürsel bir senedle olsun Hz. Peygamber'den (s.a.) hiç kimse nakletmemiştir. Hatta O'nun ashabından herhangi birinin bunlardan birini söylediği bile nakledilmemiş; ne tabiînden biri, ne de dört imam (Ebu Hanîfe, Mâlik, Şafiî ve Ahmed) bunları hoş görmüştür. Ancak İmam Şafiî'nin —Allah ondan razı olsun— "Namaz, oruç gibi değildir. Ona hiç kimse zikirsiz giremez." sözü, sonra gelen bazı âlimleri[414] yanılttı ve zannettiler ki; zikir, namaz kılan kimsenin niyeti söylemesidir. Oysa Şafiî'nin —Allah rahmet etsin— zikir'den mak­sadı başlangıç tekbirinden başka birşey değildir. İmam Şafiî, Hz. Peygam-ber'in (s.a.) hiçbir namazda yapmadığı ve onun halifelerinden ve ashabın­dan hiç birinin tatbik etmediği bir şeyi nasıl müstehap sayabilir?! Onların tutum ve davranışları ortada. Eğer biri çıkar da bu konuda onlardan bir nakil bulursa kabul eder, rıza ve hoşnutlukla karşılarız. Onların yolundan daha mükemmel bir yol yoktur. Şerîat sahibi Hz. Muhammed'den (s.a.) öğrendiklerinden başka da sünnet yoktur.

Namaza başlarken sadece "AUahu Ekber"der, başka birşey söylemez­di, âdeti buydu. Hiç kimse onun bundan başka birşey söylediğini naklet-memiştir.

Tekbir getirirken ellerini, parmakları açık ve kıbleye yönelik bir şekil­de kulaklarının üst kısmına kadar kaldırırdı. Ellerini omuzlarına kadar kal­dırdığı da rivayet edilmiştir. Ebu Humeyd es-Sâidî ve onun takipçileri: "Eller omuz hizasına kadar kaldırılır." demişlerdir ki, İbn Ömer de bu görüşte­dir. Vâil b. Hucr, kulakların hizasına kadar; Berâ ise kulaklara yakın kal­dırılır demişlerdir. Bir görüşe göre bu iş serbest bırakılmış fiillerdendir (is­teyen istediğini yapabilir). Diğer bir görüşe göre parmak uçlarını kulakla­rın üst kısmına kadar, avuçlarım ise omuzlara kaldırır. Şu halde ihtilaf yoktur. Bu kaldırmanın bizzat kendisinde ihtilaf edilmemiştir (yani tekbir getirirken elleri kaldırma —değişik şekillerde olsa da— vardır).

Sonra sağ elini sol elinin üzerine kor, şu dualardan birini okurdu:

1- "Allah'ım! Benimle günahlarımın arasını doğu ile batı arasım ayır­dığın gibi ayır.Allah'ım! Hatalarımı su ile, kar ile, dolu ile yıka. Allah'ım! Beyaz elbise kirden nasıl arındırılırsa beni de günah ve hatalardan öylece arındır."[415]

2- "Yüzümü, göğsü inanç dolu bir müslüman olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben, O'na ortak koşanlardan değilim. Kıldığım namaz, yaptığım bütün ibadetler, hayatım ve ölümüm ortağı bulunmayan, âlemle­rin Rabbi Allah'a aittir. Ben bununla emrolundum. Ben müslümanların ilkiyim.

Allah'ım! Hükümran Sensin. Senden başka tanrı yoktur. Sen Rab­bimsin. Ben Senin kulunum. Kendime zulmettim, günahımı itiraf ettim. Bağışla, bütün günahlarımı, Rabbinu Günahları ancak Sen bağışlarsın. Be­ni en güzel huylara ulaştır. Zaten en güzellerine ancak Sen ulaştırırsın. Kötü huylan benden uzaklaştır. Onları Senden başkası benden uzaklaştıra­maz. Buyur Allah'ım, buyur! Bu kulun canla başla emrine uyar. Hayrın tamamı Senin ellerinde. Şer Sana değildir. Ben Seninleyim, Sana dönece­ğim. Sen yücelerden yücesin. Affına sığınıyor, Sana yöneliyorum."[416] An­cak bu başlangıç duasını gece namazlarında okuduğu bilinmektedir.[417]

3-  "Cebrail, Mikâil ve İsrafil'in Rabbi, göklerin ve yerin yaratıcısı, gizliyi-aşikârı bilen Allah'ım! Ayrılığa düştükleri konularda kulların ara­sında Sen hükmedersin. İzninle, hakta ayrılığa düşülürse beni hakka ulaş­tır. Şüphesiz Sen dilediğini doğru yola eriştirensin."[418]

4-  "Allah'ım! Hamd Sana. Sen göklerin, yerin ve bunların içindekile­rin nurusun..." diye başlayan duayı okurdu[419]. Bu hadisin İbn Abbas'tan (r.a.) gelen bazı sahih rivayetlerinde Hz. Peygamber'in (s.a.) tekbir alıp bu duayı okuduğu yakında gelecektir.

5-  "Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Al­lah'a çok çok hamd-ü senalar. Allah'a çok çok hamd-ü senalar. Allah'a çok çok hamd-ü senalar. Sabah-akşam Allah'ı eksikliklerden tenzih ede­rim. Sabah-akşam Allah'ı eksikliklerden tenzih ederim. Sabah-akşam Al­lah'ı eksikliklerden tenzih ederim. Şeytanın kışkırtmasından, üflemesinden ve fısıldamasından Sana sığınırım."[420]

6- Sırasıyla on kere "Allahu Ekber", on kere "Subhanallah", on kere "Elhamdülillah11, on kere "La ilahe illallah", on kere de "Estağfirullah" der, sonra da on kere şu duayı okurdu:

"Allah'ım! Beni bağışla, Beni doğru yola eriştir. Beni rızıklandır. Ba­na afiyet ihsan et."

Bu duayı da okuduktan sonra on  kere de şu duayı okurdu;

Şu duayı okuyarak da namaza başladığı rivayet edilmiştir:

"Allah'ım!  Kıyamet günü yer darlığından Sana sığınırım."[421]

Hz. Peygamber'in (s.a.) bütün bu çeşit çeşit duaları okuduğu sAr senedlerle rivayet edilmiştir.

"Allah'ım! Seni her türlü eksiklikten tenzih eder, yalnız Sana hamde-derim. Senin adın övgüye lâyıktır. Senin şanın yücedir. Senden başka ilâh yoktur."

Bu hadisi sünen sahipleri Ali b. Ali er-Rıfâî-Ebu'l-Mütevekkil en-Nâcî-Ebu Saîd senediyle mürsel olarak rivayet etmişlerdir. Buna benzer bir ha­dis de Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet edilmiştir.[422] Bundan önceki hadisler da­ha sağlamdır. Ancak bir sahih rivayette Hz. Ömer İbnu'l-Hattâb'ın (r.a.) bu (sübhaneke) duasını Hz. Peygamber (s.a.)in makamında namaza baş­larken açıktan okuduğu ve insanlara öğrettiği nakledilmiştir.[423] İmam Ah-med: "Ben ise Hz. Ömer'den rivayet edileni kabul ederim." demiştir. Na­maz kılan kimse Hz. Peygamber'den (s.a.) naklolunan başlangıç duaların­dan birini okusa iyi olur.

İmam Ahmed bu duayı on sebepten tercih etmiştir. Bu sebepleri başka yerlerde anlattım. Bazıları şunlardır:

1-  Sahabeye öğretmek için Hz. Ömer'in açıktan okuması,

2-  Bu duanın, Kur'an'dan sonra en üstün olan sözleri içermesi. Çünkü Kur'an'dan sonra en üstün söz şudur:

"Allah her türlü eksiklikten münezzehtir. Hamd, yalnız O'nadır. Al­lah'tan başka tanrı yoktur. Allah en büyüktür." Namazın başında okunan bu "Sübhaneke" duası başlangıç tekbiri ile birlikte Kur'an'dan sonra en üstün olan bu sözü de içermektedir.

3- Allah'a yapılan övgülerin en samimisidir. Diğerleri dua anlamı taşı­maktadırlar. Övgü ise duadan daha üstündür. Bu yüzden İhlâs sûresi Kur'-an'ın üçte birine denktir. Çünkü Rahman olan şanı yüce ulu Allah'ı en samimi bir biçimde anlatmakta, O'na övgüde bulunmaktadır. Bundan do­layı: sözü Kur'an'dan sonra en üs­tün söz olmuştur. Şu halde bu dua ile başlamak diğer dualarla başlamak­tan daha faziletli olmalıdır.

4-  Diğer başlangıç dualarının çoğunluğu gece kılınan nafile namazlar hakkındadır. Bu duayı ise Hz. Ömer, farzlarda okur, insanlara öğretirdi.

5-  Bu başlangıç duası yüce Rabbe övgü ile dua olduğu gibi aynı za­manda O'nun kemal ve celâl sıfatlarını da haber vermektedir. "yüzümü... çevirdim" duası ise kulun, kulluğundan bahsetmektedir. Ara­larındaki fark yaratan ile kul arasındaki fark kadardır.

6- duasını okumayı tercih eden tamamını okuyamaz; hadisin yalnız bir kısmını alır, gerisini bırakır. Ama                             duasını okumada böyle bir şey söz konusu değildir. Çünkü bunu okumaya başlayan sonuna kadar tamamını okur.

Başlangıç duasını okuduktan sonra:

"Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım" der, peşinden Fâtiha'yı okur­du. Besmeleyi bazan açıktan çoğunlukla da içinden okurdu.[424] Şüphe yok ki, ister ikamet halinde, ister yolculuk haünde olsun asla sürekli olarak gece-gündüz günde beş kere açıktan okumazdı. Böyle birşey (yani açıktan okuma) Hz. Peygamber'in (s.a.) Râşid halifelerine, ashabının çoğunluğuna ve O'nun üstün çağlarda yaşamış olan memleketi halkına gizli kalsın!.. Bu son derece imkânsızdır. Bu konuda kapalı sözlere, çürük hadislere sa­rılmaya gerek yoktur. (Açıktan okuma konusundaki) hadislerin sahih olanı sarih (açık) değildir; sarih olanı da sahih değildir. Bu konu büyük bir cilt eser yazmayı gerektirir. [425]

 

2­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­--Kıraati:

 

Kur'an okurken med ile (uzatarak) okur, her âyet sonunda sesini uzatırdı.[426]

Fâtiha'yı okuyup bitirince "Âmin" derdi. Açıktan okunan namazda olursa, "Âmin" sözünü yüksek sesle telaffuz ederdi. Arkasında bulunan­lar da aynı kelimeyi söylerlerdi.[427]

İki yerde sükut ederdi (yani sesini bir müddet keser açıktan birşey okumazdı): 1- Tekbîrle kıraat arasındaki sükut. Ebu Hureyre'nin (Hz. Pey-gamber'e bu arada ne okuduğunu) sorduğu sükut işte bu sükuttur.[428]

2- İkinci sükut hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür:

a)  Fatihadan sonra olduğu naklolunmuştur.

b)  Kırâattan sonra, rükûdan öncedir, denilmiştir.

c)  Birinciden başka iki yerde daha yapılan sükuttur, denilmiştir ki, bu durumda sükut edilen yerler üçe ulaşır.

Doğrusu sükut, yalnızca iki yerdedir. Üçüncüsü ise yeniden nefes al­mak ve kıraatin rükûa bitişmemesini sağlamak amacıyla yapılan, gerçekten son derece ince bir özelliğe sahip bir sükuttur. Birinci sükutta durum böyle değildir. Çünkü o, başlangıç duasını-(süfehaneke'yi) okuyacak kadar sürer. İkincisinin, imamın arkasmdakilerin kıraati yetiştirebilmeleri için olduğu söylenmektedir. Buna göre ikinci sükutu Fatiha okuyacak kadar uzatmak gerekir. Üçüncüsü ise yalnızca rahatlama ve nefes, alma için yapılan ince bir özelliğe sahip sükuttur. Bu üçüncü sükuttan bahsetmeyenler, kısa sür­düğü için bahsetmemektedirler. Ona önem verenler ise üçüncü bir sükut saymaktadırlar. Bu durumda her iki rivayet arasında farklılık yok demektir.  Bu hadis hakkında söylenenlerin görünüşte en uygun olanı budur.

Ebu Hâtim'in, Sahih'inde naklettiğine göre Hz. Peygamber'in (s.a.) iki yerde sükut ettiği Semûre b. Cündüb, Übey b. Kâ'b ve İmrân b. Hu/ sayn'dan sahih senedle nakledilmiştir. Böylece Hz. Peygamber'in (s.a.) iki yerde sükut ettiğini rivayet edenlerden birinin de Semûre b. Cündüb oldu­ğu ortaya çıkmıştır. Semûre diyor ki: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) biri tekbir aldığında, diğeri Fatiha sûresini bitirdiğinde olmak üzere iki yerde sükut buyurduklarını bizzat kendisinden belledim."[429] Bu hadisin diğer rivayet­lerinde: "Kıraati bitirince susardı" denilmektedir. Şu halde bu ikinci riva­yet mücmel gibidir. Birinci rivayetin lafzı ise bunu açıklayıcı ve tefsir edicidir.

Bu yüzden Ebu Seleme b. Abdurrahman demiştir ki: "İmam iki yerde susar; bu yerlerde Fâtiha'yı okumayı fırsat bilin: 1- Namaza başladığında, 2- Fâtiha'yı bitirdiğinde". Şu da var ki bu iki sükut yerinin tayini yalnızca Katâde'nin açıklamasına dayanmaktadır. Çünkü Katâde bu hadisi Hasan yoluya Semûre'den şu şekilde nakletmiştir: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) iki yerde sükut buyurduklarını kendilerinden belledim." (Hasan el-Basrî diyor ki:) İmrân bunu yadırgamış ve demiştir ki: "Biz, Hz. Peygamber'in (s.a.) bir yerde sükut buyurduklarını belledik." Bunun üzerine Medine'deki Übey b. Kâ'b'a bir mektup yazıp meseleyi sorduk. Übey, cevap mektubunda Semûre'nin iyi bellemiş olduğunu yazdı.

Saîd b. Ebû Arûbe (v. 156/772) der ki: Katâde'ye: "Şu iki sükut ne zamandır?" diye sorduk. "Birisi namaza girdiğinde diğeri kıraati bitirdiğinde" cevabını verdi. Daha sonra "Fâtiha'nm bitiminde" olduğunu söyledi. Kendisi kıraatin bitiminde nefesini toplamak için sükut etmekten hoşlanırdı.[430] Hasan'ın Semûre'den naklettiği rivayeti delil alanlar bunu delil göstermektedirler. [431]

 

3— Zammı Sûre Kıraati:

 

Fâtiha'yı bitirince başka bir sûreye başlardı. Bazan zammı sûreyi uza­tır, bazan da yolculuk gibi bir takım sebeplerle kısa tutardı. Çoğu zaman orta yolu tutardı.

Sabah namazı: Sabah namazında 60-100 âyet okurdu. Sabah namazını Rûm sûresi ile kıldınrdı.[432] Tekvîr sûresi ile kıldırırdı. Zilzâl sûresini iki rekâtta okuyarak kıldırdı. Feiâk ve Nâs sûreleri ile de kıldırdı. Bir yolculuk esnasında sabah namazını kıldırırken Mü'minûn sûresini okumaya başla­mıştı. Birinci rek'âtta Musa ve Harun kıssasına gelince öksürük tuttu, he­men rükûa gitti.

Cuma günü sabah namazını birinci rekâtta Secde, diğerinde Dehr — İnsan sûrelerinin tamamını okuyarak kıldınrch. Günümüzdeki pekçok insanın yap­tığı gibi iki rekâtın birinde sûrelerden birinin bir kısmını, diğerinde öteki sûrenin bir kısmını okumazdı. Ayrıca her iki rekâtta yalnızca Secde sûresi­ni de okumazdı. Günümüz insanlarının yaptıkları sünnete aykırıdır. Pek­çok cahilin, cuma günü sabah namazının secde" âyeti okunmakla şereflen-dirildiğini sanmaları ise büyük bir cehalettir. Bu yüzden bazı imamlar bu zandan dolayı Secde sûresini okumayı mekruh saymışlardır.

Hz. Peygamber (s.a.), bu iki sûrede (Secde ile Dehr) yaratılış ve yeni­den diriliş, Âdem'in yaratılışı, cennet ve cehenneme giriş gibi cuma günü olmuş ve olacak olaylardan bahsedildiği için onları okurdu. Cuma sabah namazında Hz. Peygamber (s.a.), bu günün hâdiselerini ümmetine hatırlat­mak için bu günde olmuş ve olacak hâdiseleri içeren sûreleri okurdu. Nite­kim bayram ve cuma namazları gibi kalabalık cemaatların bulunduğu na­mazlarda (bu hâdiselerden bahseden) Kâf, Kamer, A'lâ ve Gâşiye sûreleri­ni okurdu.

Öğle namazı: Bu namazda bazı zamanlar oldukça uzun okurdu. Hatta Ebu Saîd der ki : Öğle namazı kılınmaya başlanır. Bu sırada cemaaten biri Bakî mezarlığına kadar gider. Abdest bozar. Sonra ailesinin yanma gelir. Abdestini alır. Hz. Peygamber'in (s.a.) uzun uzun kıldırdığı birinci rekâta yetişirdi. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[433]

Öğle namazında bazan Secde sûresi kadar bir sûre, bazan A'lâ[434] Leyi, bazan da Burûc ve Târik sûrelerini okurdu.

ikindi namazı: Kıraat uzun olduğunda öğle namazı kırâatından yarım fazla, kısa olduğunda ise öğle namazı kadardır.

Akşam namazı: Hz. Peygamber'in (s.a.) akşam namazı kıraatındaki tutumları günümüz insanlarının amellerinin tersinedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) akşam namazını kimi zaman A'râf sûresini iki rekâta paylaştırmak suretiyle, kimi zaman da Tûr ve Mürselât sûrelerinden biriyle kıldırmıştır.

Ebu Amr İbn Abdilber diyor ki: "Rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a.) alcşam namazlarından birinde A'râf, birinde Saffât, birinde Duhân, birinde A'lâ[435] birinde Tîn, birinde Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs) diğer birinde de Mürselât sûresini okumuştur. Yine akşam namazında kısa mu­fassal sûreler[436] okuduğu da naklolunur. Bu rivayetlerin hepsi sahih ve meşhur haberlerdir."

Sürekli olarak kısa mufassal sûreler okuma Mervan b. el-Hakem'in fiilidir. Bundan dolayı Zeyd b. Sabit, onu bundan yasaklamış ve: "Sana ne oluyor ki, akşam namazında kısa mufassal okuyorsun?! Allah Rasûlü'nün (s.a.) akşam namazında iki uzun sûrenin en uzununu okuduğunu gör­düm." (Râvî) diyor ki: "İki sûrenin en uzunu hangisidir?" diye sordum. "A'râf sûresi" cevabını verdi. Bu hadis sahih olup Sünen sahiplerince nak­ledilmiştir.[437]

Nesâî'nin Hz. Âişe'den (r.anhâ) naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) akşam namazında A'râf sûresini iki rekâta paylaştırarak okumuştur.[438]

Devamlı surette kısa bir âyet yahut kısa mufassaldan bir sûre okumak sünnete aykırıdır, Mervân b. el-Hakem'in fiilidir.

Yatsı namazı: Hz. Peygamber (s.a.) bu namazda Tîn sûresini okumuş­tur. Muaz'a da Şems, A'lâ, Leyi... vb. (orta mufassal) sûreleri okumasını tayin etmiş, Bakara sûresini cemaata namaz kıldırırken okumasını yasakla­mıştır. Malum olduğu üzere Muaz, Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber yatsı­yı kıldıktan sonra Amr b. Avf kabilesine gider, gece epey ilerledikten sonra o kabileye yatsı namazını kıldırırdı. Yine böyle bir yatsı namazında Bakara sûresini okumuştu. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Sen çılgın mı­sın, Muaz?" diye çıkışmiştı.[439] Müfrit araştırıcılar sözün başına sonuna bakmadan Hz. Peygamber'in (s.a.) bu sözüne takılıp kaldılar.

Cuma namazı: Bu namazda birinci rekâtta Cuma, ikinci rekâtta Mü-nâfikûn sûrelerinin tamamını veya birinci rekâtta A'lâ sûresini, ikinci re­kâtta ise Gâşiye sûresini okurdu.

Cuma ve Münâfikûn sûrelerinin yalnızca son taraflarındaki "Ey iman edenler!" kısmından başlayıp sonlarına kadar okuma işlemini Hz. Peygamber (s.a.) hiçbir zaman yapmamıştır. Bu du­rum Hz. Peygamber'in (s.a.) -devamlı tavrına aykırıdır.

Bayram namazları: Bazan Kâf ve Kamer sûrelerinin tamamını, bazan da A*lâ ve Gâşiye sûrelerini okurdu.

Bu tutum Hz. Peygamber'in (s.a.) Mevlâsına kavuşuncaya kadar de­vam ettirdiği bir tutumdur. Bu tutumunu yürürlükten kaldıracak (neshede-cek) hiçbir rivayet naklolunmuş değildir. Bu yüzden ondan sonra Hulefâ-i Râşidîn bu tavrı devam ettirmişlerdir. Bir keresinde Hz.Ebu Bekir (r.a.) sabah namazında Bakara sûresini okudu; güneş doğmaya yakın selâm ver­di. Bunun üzerine: "Ey Allah Rasulü'nün halifesi! Az kalsın güneş doğa­caktı!" dediler. Hz .Ebu Bekir (r.a.): "Doğmuş olsaydı bizi gafil bulmaz­dı." diye karşılık verdi.

Hz. Ömer (r.a.) da sabah namazında Yûsuf, Nahl, Hûd, İsrâ vb. sûre­leri okurdu. Şayet Hz. Peygamber'in (s.a.) kıraati uzatması yürürlükten kaldırılmış (mensûh) olsaydı, bu durum Hulefâ-i Râşidîn'e gizli kalıp, müfrit araştırıcılar tarafından ortaya konmuş olmazdı.

Müslim'in Scr/ı/TTindeCâbir b. Semûre'den naklettiği "Hz. Peygamber (s.a.), sabah namazında Kâf sûresini okudu. Sonraki namazları (uzun de­ğil) hafifti" şeklindeki hadiste[440] geçen "Sonraki..." sözüyle "sabah na­mazından sonra" kastedilmektedir. Yani Hz. Peygamber (s.a.), sabah na­mazında kıraati, diğer namazlara göre daha uzun tutardı, sabah namazın­dan sonraki namazları hafif demektir. Böyle olduğuna, İbn Abbas'ın Mür-selât sûresini okuduğunu işiten Ünırnü'l-Fazl'ın şu sözü de delâlet eder: "Yavrucuğum! Bu sûreyi okumakla geçmiş bir hatıramı canlandırdın. Al­lah Rasulü'nün (s.a.) akşam namazında okuduğunu en son işittiğim sûre, bu sûredir."[441] Görüldüğü üzere en son durum ortada.

Hem "sonraki namazları" sözü, bir sınır noktasını bildirmekte, fakat bu sınır noktasının nisbet edildiği (yer ve zaman) bildirilmemiştir. Sözün akışının (siyakın) delâlet etmeyeceği birşeyi kapalı bırakmak ve sözün akı­şının zorunlu olarak icab ettireceği anlamı gizli tutmamak caiz değildir. Burada sözün akışı sabah namazından sonraki namazlarının hafif (kısa) olmasını icabettirir, ama o günden sonraki bütün namazlarının böyle oldu­ğunu icabettirmez. Hem buna lâfız da delalet etmez. Maksat bu olsaydı Hulefâ-i Râşidîn'e bu durum gizli kalıp da hükmü yürürlükten kaldıran (nâsih) delili bırakıp hükmü yürürlükten kalkmış (mensûh) delile tutun-mazlardı. [442]

 

4— Namazı Uzatması veya Kısa Tutması:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.): "Hanginiz insanlara imam olursa kısa kıldır­sın. "[443] buyurmalarına ve Enes'in (r.a.): "Allah Rasûlü (s.a.) namazı enkısa tutan insan olduğu halde (rükün ve sünnetlerinden hiçbirini eksiltme­den) tam bir şekilde kildınrdı." demesine[444] gelince, namazı kısa tutma işlemi, neticesi cemaatın arzusuna değil, Hz. Peygamber'in (s.a.) yapmış olduğu ve devam ettirdiği fiile varan nisbî bir durumdur. Çünkü Hz. Pey­gamber (s.a.) cemaate birşey emredip kendisi o emre aykırı davranmazdı-. Biliyordu ki, arkasında yaşlı, güçsüz-dermansız ve iş-güç sahibi insanlar vardı. O'nun emrettiği kısa tutma, kendisinin yaptığıdır. Kendi başına kıl­dığı namazın bundan kat kat uzun olması mümkündür. Böyle bir namaz dahi daha uzuna oranla kısadır. Hz. Peygamber'in (s.a.) sürekli tutumları, birbiriyle çekişenlerin her türlü davalarında hakem ve yargılayıcıdır.

Nesâî ve diğer muhaddislerin Ibn Ömer'den (r.a.) naklettikleri şu ha­dis de bunu gösterir. îbn Ömer diyor ki: "Allah Rasülü (s.a.) bize namazı kısa tutmayı emrederdi. Kendisi bize imam olduğunda Saffât sûresini okur­du.[445] Şu halde Saffât sûresini okuma Hz. Peygamber'in (s.a.) emrettiği kısa tutmadır. Allah en iyi bilendir.

Hz. Peygamber (s.a.) Cuma ve bayram namazları dışında hiçbir na­mazda devamlı surette okumak üzere herhangi bir sûre tayin etmezdi. Cu­ma ve bayram namazları dışındaki namazlara gelince; Ebu Davud'un Amr b. Şuayb'dan onun da babasından, babası da dedesinden nakleder ki bı • zat şöyle demiştir:                                                                     

"Küçük veya büyük hiçbir mufassal sûre yok ki, onu farz namazlardî cemaata imam olduğunda Allah Rasulü'nden (s.a.) işitmiş olmayayım."[446]

Bir sûreyi tamamen okumak Hz. Peygamber'in (s.a.) tutumlanndan-dı. Bazan bir sûreyi iki rekâtta okuduğu da olurdu. Hatta bazan da sûre­nin başını okurdu. Sûrelerin sonlarını veya ortalarını okuduğu naklolun-mamıştır. İki sûreyi bir rekâtta ise nafile namazlarda okurdu; farz namaz­da böyle yaptığı rivayet edilmemiştir.

îbn Mes'ûd'un (r.a.) "Ben, şüphesiz Allah Rasûlü'nün (s.a.) uzunluk ça birbirine yakın sûrelerin hangilerini bir araya getirdiğini biliyorum. He bir rekâtta ikişer ikişer olmak üzere şu sûreleri bir arada okurdu: 1- Rah­man ile Necm, 2- Kamer ile Hakka, 3- Tûr ile Zâriyat, 4- Vakıa ile Nûn..."[447] şeklinde naklettiği hadis, farzda mı, nafilede mi olduğu belir­tilmeyen bir fiilin anlatımından ibarettir. Bu ise içine ihtimal taşımaktadır.

Bir tek sûreyi her iki rekâtta okuduğu çok nadirdir. Ebu Davud'un Cüheyne kabilesine mensub bir adamdan naklettiğine göre bu zât, Hz. Pey­gamber'in (s.a.) sabah namazını kıldırırken her iki rekâtta Zilzâl sûresini okuduğunu işitmişti. O zât devamla diyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.) unut­tu mu, yoksa bunu kasden mi okudu bilemiyorum."[448]

Hz. Peygamber (s.a.) gerek sabah namazında, gerekse bütün diğer na­mazlarda birinci rekâtı ikinciden uzun tutardı. Bazan (cemaate gelenlerini) ayak sesleri işitilmez oluncaya kadar birinci rekâtı uzattığı olurdu.

Sabah namazını diğer namazlardan daha uzun tutardı:            

1-  Çünkü sabah namazının kıraatine şahitlik edilmekte; Allah T< ve melekleri buna şahid olmaktadır.

2-  Denilir ki, gece ile gündüz melekleri bu namazda hazır bulunurlar. Bu iki görüş "nüzûl-i ilâhî" sabah namazının bitimine kadar mı, yoksa tanyeri ağanncaya kadar mı devam eder ihtilafına dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Her iki hususta da haber varid olmuştur.

(Hz. Peygamber'in (s.a.) sabah namazını uzun tutmasının yukarıda zikredilenlere ek olarak şu hikmetleri de vardır):

3-  Sabah namazının rekâtlarının sayısı diğerlerinden noksan olduğu için bu sayıca noksanlığa bedel kıraat uzatılmıştır.

4- Sabah namazı uykunun peşinden insanların dinlenmiş oldukları bir vakitte kılınmaktadır.

5- O vakitte insanlar daha henüz geçim ve dünya işlerine yönelmemiş­lerdir.

6-  Sabah namazı kulak, dil ve kalbin boş olmalarından ve henüz her­hangi bir şeyle meşgul edilmediklerinden dolayı birbirleriyle uyum içinde bulundukları bir vakitte kılınmaktadır. Bu yüzden kişi okunan Kur'ân'ı anlar ve düşünür.

7- Eylemin (amelin) temeli ve başıdır. Bu sebepten ona çok fazla önem verilmiş ve buna nisbeten de uzun tutulmuştur.

Bunlar, yalnızca şeriatın sırları, maksatları ve hikmetlerine göz atanla­rın bilebileceği sırlardır. Yalnız Allah'dan yardım dilenir. [449]

 

5— Rükû Edişi:

 

Hz. Peygamber (s.a.) kıraati bitirince yeniden nefes alacak kadar bir müddet susar; sonra daha önce de geçtiği üzere ellerini kaldırır, tekbir ala­rak rükûa gider, ellerini dizleri üzerine sanki onları avuçluyormuşcasına koyar, ellerini yay gibi yapar ve yanlarından uzaklaştırır, sırtını dümdüz edip uzatır ve mutedil bir vaziyet alırdı. Başını yukarı dikmez, aşağı eğ­mez; sırtının hizasına getirir, ona eşit seviyede tutardı.

Rükûda şöyle derdi:

"Yüce Rabbimi tenzih ederim"[450]

Bazan da bu söze ek olarak veya yalnızca şöyle dediği de olurdu:

"Rabbimiz olan Allah'ım! Sana hamdederek Seni her türlü eksiklik­ten tenzih ederim. Allah'ım! Beni bağışla"[451]

Mutad olan rükûsu on teşbih getirecek ( = on kere subhanallah diye­cek) kadardı. Secdesi de böyleydi. Berâ b. Âzib'den (r.a.) nakledilen şu hadise gelince; Berâ diyor ki: "Hz. Peygamber'in (s.a.) arkasında onun kıldırdığı namazı izledim. Sırasıyla kıyamı, rükûsu, itidali, secdesi ve iki secde arasındaki oturuşu takriben birbirine yakındı."[452] Bu hadisten ba­zıları Hz. Peygamber'in (s.a.), kıyamda durduğu kadar rükûda, secdede ve itidalde durduğunu anlamışlardır. Bu anlayışta bir bozukluk vardır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) sabah namazında yüz âyet veya buna yakın oranda Kur'an okurdu. Yukarıda da geçtiği üzere akşam namazında A'râf, Tûr ve Mürselât sûrelerinden birini okuduğu olmuştur. Malum olduğu üzere rükû ve secdesi, bu-kıraat kadar uzun olmamıştır. Sünen sahiplerinin Enes'-ten rivayet ettikleri şu hadis de bunu gösterir; Enes "Allah Rasûîü'nün (s.a.) vefatından sonra şu genç —yani Ömer b. Abdülaziz— dışında na­maz kıldınşı Allah Rasûîü'nün (s.a.) namaz kıldınşına benzeyen hiç kimse­nin arkasında namaz kılmadım." diyor ve ekliyor: "Onun rükû ve secdesi­nin on teşbih miktarı olduğunu tahmin ettik."[453]

Bir de Enes'in, Hz. Peygamber'in (s.a.) kendilerine imam olduğunda Saffât sûresini okuduğunu söylemesi dikkate alınırsa —Allah en iyi bilir ya— Berâ b .Âzib'in maksadı şu olsa gerektir: Hz. Peygamber'in (s.a.) namazı mutedil idi. Kıyamı uzatınca rükû ve secdeyi de uzatır, kıyamı kısa tutunca rükû ve secdeyi de kısa tutardı. Bazan rükû ve secdeyi kıyam ka­dar tutardı. Ancak bunu yalnızca gece namazlarına mahsus olmak üzere zaman zaman yapardı. Küsûf (güneş tutulması) namazında da takriben böyle yapmıştı. Namazı denkleştirmek ve rükûnlannm birbirleriyle uyum içinde olmasını sağlamak Hz. Peygamber'in (s.a.) genel tutumlarıydı.

Rükûda şöyle de dediği olurdu:

"O Allah, her türlü noksanlıktan münezzeh Sübbûh, Kuddûs isinifl nin sahibi, meleklerin ve Rûh'un Rabbidir."[454]

Bazan da şöyle derdi:

"Allah'ım! Sana rükû ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Kula­ğım, gözüm, beynim, kemiğim, sinirim hep senin önünde eğildi."[455] An­cak bunu yalnızca gece namazlarında okuduğu nakledilmiştir.

Sonra: "Semiallahü limen hamiden" diyerek başım kaldırırdı.[456] Daha önce geçtiği üzere rükûdan doğrulurken ellerini de kal­dırırdı. Bu üç yerde (tekbir alırken, rükûa giderken ve rükûdan doğrulur­ken) Hz. Peygamber'in (s.a.) ellerini kaldırdığım içlerinde Aşere-i Mübeş-şere'nin[457] de bulunduğu 30 kadar sahabî rivayet etmiştir. Bunun aksine bir rivayet asla sabit olmamıştır. Tam tersine Hz. Peygamber (s.a.) dünya­dan ayrılıncaya kadar sürekli bu (üç yerde ellerini kaldırma) tavrını devam ettirmiştir. Berâ'nm naklettiği hadisteki: "Sonra bir daha yapmazdı" sö-zü[458]sahih senedle nakledilmemiş olup bu Yezîd b. Zıyâd'm ilavesidir.

İbn Mes'ûd'un ellerini kaldırmaması, Hz. Peygamber'in (s.a.) malum tavrından öne alınacak birşey değildir. İbn Mes'ûd'un namaz konusunda­ki bazı fiilleri terkedilmiştir ki, bu fiillerin karşı delilleri elleri kaldırma hadisleri kuvvetinde bile değildir.[459] Onun fiillerinden terkedilenlerin bazıları şunlardır: Rükû ederken iki avucu birbirine yapıştırıp iki dizin arasına getirmek (tatbik)[460], secdede kolları yere yaymak (iftirâş), iki kişiye imam olunduğunda ileriye geçmeden aralarında durmak, devlet adamlarının ge­ciktirmelerinden dolayı evde arkadaşlarıyla farz namaz kılarken ezansız ve kametsiz kılması... Elleri kaldırma hadisleri nerde, bunun aksini ifade eden hadisler nerde! Üstelik elleri kaldırma hadisleri hem çok, hem sahih, hem açık ve hem de amel edilen hadislerdir. Başarı Allah'tandır.

Rükûdan kalktığında ve iki secde arasında daima belini doğrulturdu. Buyururlardı ki: "Bir kimsenin rükû ve secdede belini doğrultmadan kıldı­ğı namaz, namaz olmaz."[461] Hadisi İbn Huzeyme Sahih'inde rivayet et­miştir.       

Ayakta tam doğrulduğunda: mz Sanadır." derdi.

Bazan:

"Rabbimiz hamd yalnız Sanadır", bazan da "Rabbimiz olan Allah'ım! Hamd yalnız Sanadır" derdi. Bunları söylediği sahih olarak rivayet edilmiştir. "Allahümme" lafzı iie "ve" edatını birleştirerek "Alîahümme Rabbena ve leke'I-hamd" dediği sahih olarak nakledilmemiştir[462]

Bu rüknü (yani rükûdan sonra ayakta durmayı) rükû ve secde miktarı uzatmak Hz. Peygamber'in (s.a.) âdetiydi. Bu esnada şöyle dediği sahih senedle nakledilmiştir:

"Allah, kendisine hamdedeni dinler. Ey Rabbimiz olan Allah'ım! Hamd yalnız Sanadır. Gökler dolusu, yer dolusu, bunlardan öte ne yaratmayı diledinse hepsinin dolusu hamd sana... Övgüye, yüceliğe lâyık olan Allahim! Herhangi bir kulun —ki hepimiz de sana kuluz— dediği en gerçek; söz şudur: Allah'ım! Senin verdiğine engel olacak yok, vermediğini vere­cek yok. Senin rızan olmadan hiç kimseye bahtı yar olmaz."[463]

Bu sırada şu duayı okuduğu da sahih senedle nakledilmiştir:

"Allah'ım! Hatalarımı su ile ,kar ile, dolu ile tertemiz yıka. Beyaz kumaş kirden nasıl temizlenirse beni günah ve hatalardan öylece temizle. Beni günahlarımdan doğu ile batı arasım açtığın gibi uzak tut."[464]

Rükû  miktarmca  şu  cümleyi  rükûdan  kalkışta  okuduğu  sahihtir: "Hamd yalnız Rabbimedir. Hamd yalnız Rabbi-medir."[465]

Rükûdan başını kaldırdığında o kadar ayakta durup bekler, bu rüknü uzatırdı ki gören 'secdeye gitmeyi unuttu' derdi. Müslim'in nakline göre Enes (r.a.) diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.): deyip doğrul-duğunda biz 'galiba secdeye varmaktan vazgeçti' diyecek duruma gelinceye dek ayakta kalır, sonra secde ederdi, sonra iki secde arasında o kadar otu­rurdu ki biz artık 'secdeye varmaktan vazgeçti' diyecek olurduk.[466]

Yine Hz. Peygamber'den (s.a) sahih senedle nakledildiğine göre küsûf (güneş tutulması) namazmda rükûdan sonraki bu rüknü takriben rükû ka­dar uzatmış, rükûda da takriben kıyamda durduğu kadar durmuştu.

İşte Hz. Peygamberin (s.a.) herhangi bir karşı delilin bulunmadığı malum âdeti buydu.

Buharî'nin Berâ b. Âzib'den naklettiği: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) kıyâmı ile tahiyyât için oturuşu istisna edilirse, rükûu, secdesi, iki secde arasındaki oturuşu ve rükûdan baş kaldırıp durması takriben birbirine eşit­ti." hadisine'4[467] gelince, bu iki rüknün (kıyam ile tahiyyât için oturuş) kı­sa olduğunu zannedenler bu hadise tutunmuşlardır. Oysa bu hadiste onlar için tutunacak bir dal yoktur. Çünkü hadis bu iki rüknün kendi araların­da, diğer rükünlerin de yine kendi aralarında eşit olduğunu açıkça ifade etmektedir. Şayet istisna edilen kıyam ve ka'de ile rükûdan sonraki kıyam ve iki secde arasındaki oturuş kastedilmiş olsaydı bir tek hadisin kendi içinde çelişkili olması gerekirdi. O halde kıyamın kıraat için olan kıyam, ka'denin de tahiyyât için olan ka'de olduğu ortaya çıkmıştır. Bu yüzdendir ki, bu iki rüknü (kıyam ile tahiyyâta oturma) diğer rükünlerden uzun tut­mak —daha Önce açıklaması geçtiği üzere— Hz. Peygamber'in (s.a.) âde­tiydi. Allah'a şükür bu da açıktır. Bu mesele Allah Rasûlü'nün (s.a.) Al­lah'ın kendilerine gizli kalmasını dilediği kimselere gizli kalan âdetlerindendir.

Üstadımız (İbn Teymiye) diyor ki: Bu iki rüknü kısaltma işlemi Emevî devlet adamlarının namazdaki tasarruf ve bid'atlerindendir. —Nitekim na­mazda tekbiri itmam etmemek[468]', namazı fazlaca geciktirmek gibi Hz. Pey­gamber'in (s.a.) tavırlarına aykırı daha başka şeyler de ihdas etmişlerdir.— Onların bu konudaki bid'atlerine de bayağı aldananlar oldu; hatta bu bid'-atin sünnet olduğunu sandılar. [469]

 

6— Secde Edişi:

 

(Rükûdan kalktıktan) sonra ellerini kaldırmadan tekttir alır, secdeye giderdi.[470] Bu esnada ellerini kaldırdığı da nakledilmiştir.[471] Bu ikinci rivâyeti, Ebu Muhammed İbn Hazm (r.h.) gibi bazı hafız muhaddisler sahih saymışlardır ki, bu bir vehimdir. Bu rivayet asla sahih değildir. İbn Hazm'ı yanıltan, râvinin: '"Hz. Peygamber (s.a.) her kalkıp eğildikçe tekbir alırdı" diye başlayan ve: "Her kalkıp eğildikçe ellerini kaldırırdı" diye devam eden sözü olmuştur. Râvinin kendisi sika olsa da sözünün bu son kısmı yanlış­tır. İbn Hazm, râvinin yanılma ve vehmetme sebebinin farkına varmadı­ğından rivayetin sahih olduğunu söylemiştir. Yine de en iyi bilen Allah'tır.

Hz. Peygamber (s.a.) secdeye giderken önce dizlerini sonra ellerini, daha sonra da alnını ve burnunu yere koyardı. Sahih rivayet işte bu rivayet olup Şerîk-Asım b. Küleyb-babası Küleyb senediyle Vâil b. Hucr'un şöyle dediği nakledilir: "Allah Rasûlü'nü (s.a.) gözetledim; secde ederken dizle­rini ellerinden önce yere koydu. Secdeden kalkarken de ellerini dizlerinden önce yerden kaldırdı. "[472] Bunun aksini yaptığı nakledilmemiştir.(54)

Ebu Hureyre'nin Hz. Peygamber'den (s,a.) naklettiği: "Herhangi biri­niz secde edeceği zaman deve gibi çökmesin; ellerini dizlerinden Önce yere koysun" hadisinde[473] —Allah en iyi bilir ya— râvilerden biri vehmetmiş (yanılmıştır). Çünkü hadisin başı sonuyla çelişmektedir. Zira ellerini dizle­rinden önce yere koyduğunda deve gibi çökmüş olur. Çünkü deve önce ellerini ( = ön ayaklarını) yere kor. Bu görüşü savunanlar durumu bildikle­rinden: "Devenin dizleri (arka) ayaklarında değil, ön ayaklarındadır. Deve yere çökerken Önce dizlerini yere kor. İşte hadiste yasaklanan fiil budur" demişlerdir. Bu söz pek çok yönden sakattır:

1- Deve yere çökerken önce önayaklarım yere kor; arka ayaklan dik kalır. Kalkacağı zaman önce arka ayaklarını kaldırır; bu esnada ön ayakla­rı yerde kalır. İşte Hz. Peygamber'in (s.a.) yasakladığı ve aksini yaptığı şey budur.

Uzuvlarını yakınlık derecelerine göre —yere en yakın olan ilk dokuna­cak şekilde— yere indirirdi. Yerden kalkarken de yine en üstteki uzvu ilk kaldırmak suretiyle diğerlerini de sırasıyla kaldırırdı. Yere önce dizlerini, sonra ellerini daha sonra da alnını kordu. Kalkacağı zaman da önce başını, sonra ellerini, daha sonra da dizlerini kaldırırdı. Bu durum deve iniş ve kalkışının aksinedir. Hz. Peygamber (s.a.) namazda hayvanlara benzemeyi yasaklamıştır. Böylece deve gibi çökmekten, tilki gibi sağa-sola bakmak­tan, canavar gibi kollan yere sermekten köpek gibi kaba etleri yere daya­yıp bacakları dikmekten, karga gibi gagalamaktan (yani secdeleri alelacele yapmaktan)[474] ve selâm verirken elleri kötü huylu atlann diretirken kuyruklannı kaldırdıkları gibi kaldırmaktan menetmiştir.[475] Şu halde namaz kılan kişinin hareketlen, hayvanların hareketlerine aykırı demektir.

2-  "Devenin dizleri ön ayaklarındadır" demeleri ise makul bir söz de­ğildir. Hem lügat bilginleri de böyle bir tanım yapmamaktadırlar.[476]' Diz yalnızca arka ayaklardadır. Devenin ön ayaklarmdakilere diz adı verilmesi tağlîb (galib kılma) yoluyladır.

3-  Onların dedikleri gibi olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.): "Deve gibi çoksun" buyururdu. Çünkü devenin yere ilk gelen kısmı elleridir. Proble­min iç yüzü şudur: Kim devenin çöküş şeklini düşünür ve Hz. Peygamber'-in (s.a.) de deve gibi çökmeyi yasakladığını bilirse Vâil b. Hucr hadisinin doğru olduğunu da bilir. Allah en iyi bilendir.

Bana öyle geliyordu ki Ebu Hureyre'nin naklettiği hadis, daha önce de söylediğimiz gibi, metni ve aslı râvilerinden biri tarafından tersine çev­rilmiş (maklûb) bir hadistir. Her halde aslı: "Dizlerini ellerinden önce yere koysun" şeklindedir. Böyle râvüeri tarafından tersine çevrilen bir kaç ha­disi örnek olarak zikredecek olursak:

a) Râvilerden biri İbn Ömer'den nakledilen: "Bilâl gece ezan okur. Siz, İbn Ümmi Mektûm ezan okuyuncaya kadar yeyin, için." hadisini ter­sine çevirip: "İbn Ümmi Mektûm gece ezan okur. Siz, Bilâl ezan okuyun­caya kadar yeyin, için" şeklinde nakletmiştik[477]

b) Bazıları da "Cehennemlikler ahirette cehenneme atıldıkça, cehen­nem: Daha yok mu? diye soracak... Cennete gelince, Allah onun için yeni­den bir halk yaratır, onları cennete yerleştirir."[478] hadisini "Cehenneme gelince; Allah, onun için yeniden bir halk yaratır, onları, cehenneme yer­leştirir." şeklinde rivayet etmişlerdir.

Nitekim konumuz olan hadisi Ebu Bekir İbn Ebî Şeybe'nin aynen bu şekilde rivayet ettiğini gördüm: İbn Ebî Şeybe, Muhammed b. Fudayl-Abdullah b. Saîd-dedesi-Ebu Hureyre senediyle Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduklarını nakleder:

"Herhangi biriniz secdeye gideceğinde ellerinden önce dizlerini yere koymakla secdeye başlasın. Erkek deve gibi çökmesin."[479] Esrem de bu hadisi, Sünen'inde Hz. Ebu Bekir'den aynı şekilde nakleder.

•Ebu Hureyre yoluyla Hz. Peygamber'den (s.a.) bunu doğrulayıcı ve Vâil b. Hucr hadisine muvafık bir hadis nakledilmiştir. İbn Ebî Davud, Yusuf b. Adiy-Muhammed b. Fudayl-Abdullah b. Saîd-Dedesi-Ebu Hu­reyre senediyle rivayet eder ki Hz. Peygamber (s.a.) ellerinden önce dizleri­ni yere koyarak secdeye başlardı.

İbn Huzeyme, Sahih'inde Mus'ab b.Sa'd'ın, babası (Sa'd b.Ebî Vak-kâs)'dan şu sözleri duyduğunu nakleder: Elleri dizlerden önce yere koyar­dık. Bize dizleri ellerden önce yere koyma emredildi[480]' Buna göre Ebu

grup âlim hadisin maklûb olduğunu ve'bölümdeki (Bilâl gece ezan okur...) hadisinin doğruluğunu iddia etmişlerdir. Hadisin, İbn Huzeyme'nin Sahİh'inde iki ayrı senedle Hz. Âişe'den nakledildiğini ve bazı lafızlarında hata edilmiş olması ihtimalini azaltan şu sözleri görünceye kadar ben de bu görüşe meylederdim: "Amr'ın ezan okuması sizi aldatmasın; çünkü onun gözü kördür. Bilâl ezan okuyunca hiç kimse birşey ye­mesin."

Hureyre hadisi sağlam ulaştırılmış olsa bile mensuh demektir. Nitekim el-Muğnl sahibi (İbn Kudâme) ve bazı müelliflerin düşünceleri de bu yolda­dır. Ancak bu hadisin iki illeti var:

1-  Naklettiği hadisler delil teşkil etmeyecek biri olan Yahya b. Seleme b. Küheyl tarafından nakledilmiştir. Onun hakkında en-Nesâî: "Metruk" İbn Hıbbân: "Cidden münkeru'l-hadistir. Naklettiği hadis delil olmaz" ve İbn Maîn "Hiçtir" demiştir.

2-  Mus'ab b. Sa'd'ın babasından naklettiği sağlam yolla ulaştırılmış rivayet tatbîk[481] olayıdır; Sa'd'ın sözü de: "Biz böyle yapardık; ellerimizi dizler üzerine koymamız emredildi", şeklindedir.

el'Muğnî sahibinin Ebu Saîd'den naklettiği: "Elleri dizlerden önce ye­re koyardık. Bize dizleri ellerden önce yere koyma emredildi." sözü ise —doğrusunu en iyi Allah bilir ya— isimde bir yanılgıdır; Ebu Saîd değil, Sa'd olacaktır. Yukarıda geçtiği üzere metinde de yanılgı var; hadis konu­muz hakkında değil, tatbik hakkındadır. En iyi bilen Allah'tır.

Yukarıda geçen Ebu Hureyre hadisini Buharı, Tirmizî, ve Dârakutnî illetli saymışlardır. Buharî "Muhammed b. Abdullah b. Hasan'a mütabaat edilmez. Ebu'z-Zinâd'dan işitip işitmediğini de bilmiyorum." demiş. Tir­mizî ise: "Hadîs garibdir. Hadisin Ebu'z-Zinâd'dan bu yol dışında başka bir yoldan nakledildiğini bilmiyoruz." demiştir.

Dârakutnî de diyor ki: "Tek başına bu hadisi Abdülaziz ed-Derâverdî, Muhammed b. Abdullah b. Hasan el-Alevî yoluyla Ebu'z-Zinâd'dan nak-letmiştir." Oysa en-Nesâî, Kuteybe - Abdulah b. Nâfi' - Muhammed b. Abdullah b. Hasan el-Alevî - Ebu'z-Zinâd - el-A'rac - Ebu Hureyre sene­diyle Hz. Peygamber'in (s.a.): "Biriniz namazına kastediyor, deve gibi çö­küyor!" buyurduğunu başka ilâve getirmeden nakletmiştir.[482]

Ebu Bekir b. Ebu Davud ise: "Bu sünneti yalnızca Medineliler naklet-miştir .Onlar da bu sünnetin iki senedine sahipler: Birisi, bu sened, diğeri de Ubeydullah-Nâfi'-îbn Ömer-Hz. Peygamber (s.a.) senedi."

Ben derim ki: (İkinci) hadisle, Esbağ b. Ferec-ed-Derâverdî-UbeyduIlah-Nâfi' senediyle nakledilen: "îbn Ömer ellerini dizlerinden önce yere kor ve Hz. Peygamber'in (s.a.) de böyle yaptığım söylerdi." hadisini kastedi­yor. Yine bu hadisi Hâkim, Müstedrek'inde Mihrez b. Seleme yoluyla ed-Derâverdî'den nakledip: "Müslim'in şartlarım taşıyor" demiştir.[483] Hâkim, Hafs b. Gıyâs-Âsim el-Ahvel senediyle Enes'in şöyle dediğini nakleder: "Al­lah Rasûlü'nü(s.a.) tekbir alıp secdeye inerken gördüm; dizleri ellerinden önce yere değdi!" Hakim: "Bu hadis Buhârî ve Müslim'in şartlarını taşı­yor. Hiçbir illetini bilmiyorum" diyor[484].

Ben derim ki: Abdurrahman b. Ebu Hatim "Bu hadisi babama sor­dum. Bu hadis münkerdir, dedi" diyor. Ebu Hâtim'in hadisi münker say­ması —Allah daha iyi bilir ya— Hafs b. Gıyâs'dan el-Alâ b. İsmail el-Attâr'in nakletmiş olmasından kaynaklanıyor. Çünkü bu el-Alâ adlı zat Kutüb-i Sitte'de adı geçmeyen meçhul bir zattır. Görüldüğü üzere her iki tarafın da (delil gösterdikleri) merfû hadisler bunlar.

Sahabeden nakledilen eserlere gelince; Abdurrezzak, İbnü'l-Münzir... vs.'nin naklettiklerine göre Ömer İbnü'l-Hattâb (r.a.) dizlerini ellerinden önce yere kordu.[485] İbn Mes'ûd'un (r.a.)'da böyle yaptığı nakledilmiştir. Tahâvî, Fehd-Ömer b. Hafs-babası Hafs-el-A'meş-İbrahim (en-Nehâî) yo­luyla Abdullah'ın (İbn Mes'ûd) öğrencileri olan Alkame ve el-Esved'in: "Öğrendiğimize göre Hz. Ömer, rükûdan sonra, devenin çöktüğü gibi diz­leri üzerine çöker; dizlerini ellerinden önce yere kordu" dediklerim naklet­tikten sonra el-Haccâc b.Ertât yoluyla İbrahim en-NehâTnin: "Nakledildi­ğine göre, Abdullah b. Mes'ûd'un dizleri, yere ellerinden önce dokunur­du." sözünü serdetmiştir. Ayrıca (Tahâvî), Ebu Merzûk-Vehb-Şu'be-Muğîre yoluyla şunu nakleder: Muğîre diyor ki: "İbrahim'e, secde edeceği zaman ellerini dizlerinden önce yere koyan adamın durumunu sordum. Bunu ah­mak ya da deliden başka kim yapar! dedi".

İbnü'l-Münzir diyor ki: Bu konuda ilim adamları görüş ayrılığına düştüler;

1-  Dizlerini ellerinden önce yere kor diyenlerden bazıları şunlardır: Ömer Îbnü'l-Hattâb (r.a.), en-Nehaî, Müslim b. Yesâr, es-Sevrî, eş-Şâfiî, Ah-med, İshak, Ebu Hanîfe ve arkadaşları ile Kûfeli fakihler.

2-  Bir grup ellerini dizlerinden Önce yere kor demişlerdir... Mâlik bu görüştedir.   el-Evzâî:    "Ulaştığımız   insanlar   ellerini   dizlerinden   önce koyarlardı" diyor.  İbn Ebî Davud ise: "Bu görüş hadis ehlinin görüşü­dür." diyor.

Ben derim ki: Ebu Hureyre hadisi Beyhakî tarafından başka bir lafızla şu şekilde rivayet edilmiştir: "Herhangi biriniz secde edeceği zaman deve gibi çökmesin, ellerini dizlerinin üzerine koysun."[486] Beyhakî: "Bu hadis sağlam yolla rivayet edilmiş (mahfuz) ise secdeye inerken ellerin dizlerden önce yere konacağına delil olur" diyor.

Vâil b. Hucr hadisi, şu yönlerden tercihe şayandır[487]:

1-  el-Hattâbî gibi bazı âlimlerin söyledikleri üzere Vâil hadisi, Ebu Hureyre hadisinden daha sağlamdır.

2-  Yukarıda da geçtiği üzere Ebu Hureyre hadisi ,metni muztarib bir hadistir. Kimileri "Ellerini dizlerinden önce yere koysun" şeklinde rivayet ederken kimileri tam tersini rivayet etmiş; kimileri ise, "Ellerini dizlerinin üzerine koysun" şeklinde rivayet ederken kimileri de tamamen bu cümleyi kaldırmıştır.

3-  Yukarıda geçtiği üzere Buharı, Dârakutnî, v.s. muhaddisier Ebu Hureyre hadisini illetli saymışlardır.

4-  Ebu Hureyre hadisinin sabit olduğu kabul edilse bile, bir grup ilim adamı hadisin nesholunduğunu savunmuştur. îbnü'I-Münzir diyor ki: "Bazı arkadaşlarımız elleri dizlerden önce yere koymanın nesholunduğunu san­maktadırlar." Nitekim bu husus yukarıda geçmişti.

5-  Ebu Hureyre hadisinin aksine, Vâil hadisi Hz. Peygamber'in (s.a.) namazda iken deve gibi çökme yasağına paralellik arzetmektedir.

6-  Ömer İbnü'l-Hattâb, oğlu (Abdullah b.Ömer) ve Abdullah b. Mes'-üd gibi sahabeden nakledilenlere de uygundur. Kendisinden gelen rivayet farklılığına rağmen yine de Hz. Ömer'i (r.a.) istisna edersek hiçbir sahabe­den Ebu Hureyre hadisine muvafık bir rivayet gelmemiştir.

7-  Yukarıda geçtiği üzere İbn Ömer, Enes gibi sahabîlerden naklolu­nan şahid hadisler de mevcuttur. Ebu Hureyre hadisi için tek bir şâhid hadis yoktur. Her iki hadis birbirine karşı koyacak derecede olsa bile şa-hidlerinden dolayı Vâil b. Hucr hadisi yine öne alınır. Oysa yukarıda geçti­ği üzere Vâil hadisi daha güçlüdür!

8-  Çoğunluğun görüşü de Vâil hadisi üzerinde birleşmektedir. Diğer görüş yalnız el-Evzâî ve Mâlik'ten naklolunmuştur. İbn Ebî Davud'un: "Bu görüş hadis ehlinin görüşüdür." demesine gelince, İbn Ebî Davud bu sö­züyle onların .bir kısmını kasdetmiştir. Yoksa Ahmed, Şafiî ve İshâk (hadis ehlinden oldukları halde) o görüşün muhalifidirler.

9-  Vâil hadisinde, Hz. Peygamber'in (s.a.) fiilini anlatmak için serde-dilmiş hikâyesi olan bir olay geçmektedir. Bu yüzden sağlam naklolunmuş olması akla daha uygundur. Çünkü hadiste hikâye olunan bir olay bulun­ması onun sağlam naklolunduğunu gösterir.

10-  Bu konuda naklolunan bütün fiiller başkaları tarafından'da sahih ve sağlam olarak naklolunmuştur. Bunlar bilinen sahih fiillerdir. Bu fiil de onlardan biridir. Buna da o fiillerin hükmü verilir. Çelişik olan ise buna karşı koyamaz. Şu halde Vâil hadisinin tercihe şayan olduğu belirginlik kazanmıştır. En iyi bilen Allahtır.

Hz. Peygamber (s.a.) alnı ve burnu üzerine secde ederdi. Sarığının kıvrımına secde etmezdi. Sarığının kıvrımı üzerine secde ettiğine dair ne bir sahih, ne bir hasen hadis sabit olmuştur. Ancak Abdürrezzak, Musan-ne/inde Ebu Hureyre'nin: "Allah Rasûlü (s.a.) sarığının kıvrımı üzerine secde ederdi" dediğini nakletmektedir[488] Bu hadis, metruk bir râvi olan Abdullah b. Muharrar tarafından rivayet edilmiştir. Ayrıca bu hadisi Ebu Ahmed ez-Zübeyrî, Hz. Câbir'den nakletmiştir. Ancak bu hadisi ikisi de metruk râvi olan Amr b.Şemir - Cabir el-Ca'fî yoluyla Hz. Câbir'den nak­letmiştir. Ebu Davud'un Merâsîî adlı eserinde anlattığına göre Allah Rasûlü (s.a.) mescidde namaz kılmakta olan ve alnının üzerine sarık sardığı için şakağına secde eden bir adam gördü. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) adamın alnını açtı.

Allah Rasûlü (s.a.) çoğunlukla yere (toprağa) secde ederdi. Suya, ça­mura, hurma yaprağından örülmüş küçük örtüye, yine hurma yaprağından örülmüş hasıra ve tabaklanmış post üzerine secde ederdi.

Secde ettiğinde alnını ve burnunu yere iyice yerleştirir, ellerini yanla­rından o kadar dışarı çıkarır, uzaklaştırırdı ki, koltuklarının aklığı gözü­kür, hatta bir kuzu altlarından geçmek istese geçebilirdi.

Ellerini, omuzları ve kulakları hizasında yere kordu. Müslim, Sahih'-inde Berâ'dan naklen Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Secde ettiğinde avuç içlerini yere koy; dirseklerini yukarı kaldır."[489]

Secdede bütün uzuvları düzgün (itidal halinde) durur, ayak parmakla­rının uçlarını kıbleye yöneltirdi.

Avuçlarını ve parmaklarını yere yayar; parmak aralarını ne ayırır, ne de sıkardı. İbn Hıbbân'ın Sahih'inde ise rükû ettiğinde parmaklarını ayır­dığı, secde ettiğinde parmaklarını bitiştirdiği rivayet edilmektedir[490]

Secde esnasında şu dualardan birini okurdu:      ^ Sübhâne Rabbiye'l-A'lâ=                                  

1- "En yüce olan Rabbimi tenzih ederim."[491] Bu duayı okumayı emretmiştir.                                                                       

2- "Rabbimiz olan Allah'ım! Sana hamdederek Seni her «uiü eksik­likten tenzih ederim. Allah'ım!  Beni bağışla."[492]                

3- "O Allah, her türlü noksanlıktan münezzeh Sübbûh, Kuddûs' lerinin sahibi, meleklerin ve Ruh'un sahibidir,"[493]

4- "Allah'ım! Sana hamdederek Seni her türlü eksiklikten tenzili rim. Senden başka tanrı yoktur."[494]

5- "Allah'ım! Gazabından hoşnutluğuna, azabından affına! sığınırım. Senden yine Sana sığınırım. Sana övgüler sıraîayamam. Sen kendini övdü­ğün gibisin."'[495]'

6- "Allah'ım! Sana secde ettim, Sana inandım. Sana teslim oldum. Yüzüm secde etti, kendisini yaratan, şekillendiren, göz-kulak veren Allah'a. En güzel yaratıcı olan Allah'ın şanı ne yücedir."[496]                 

7- "Allah'ım!  Bütün günahlarımı, ufağmi-büyüğünü, ilkini sonunu, açığını-gizlisini bağışla!"[497]

8- "Allah'ım! Günahımı, bilgisizliğimi, isimdeki savurganlığımı ve ben­den daha iyi bildiğin kusurlarımı bağışla.

Allah'ım! Benim tarafımdan olan ciddi-şaka, hatah-kasıtlı bütün ku­surlarımı bağışla.

Allah'ım! Gelmiş-geçmiş, gizli-açık yaptığım günahlarımı bağışla! Sen benim Hanımsın. Senden başka tanrı yoktur."[498]

9- "Allah'ım! Kalbimde bir nur, kulağımda bir nur gözümde bir nur, sağımda bir nur, solumda bir nur, önümde bir nur, arkamda bir nur, üs­tümde bir nur, altımda bir nur var et!  Benim için bir nur yarat."[499]

Secdede dua etmeye çalışmayı emretmiş ve: "Bu şekil duanız kabule lâyıktır" buyurmuştur.'[500] Burada secdede iken çok dua etmek mi, yoksa dua edecek bir kimse herhangi bir yerde dua edeceği zaman secdede etsin diye mi emrolunmaktadır? İkisi arasında fark vardır. Hadisin yorumlana­bileceği en güzel anlam şudur: Dua iki türlüdür: 1- Övgü duası, 2- İstek duası. Hz. Peygamber (s.a.) secdede iken her iki tür duadan çokça okurdu.

Secdede okunmasını emrettiği dua her ikisini de kapsar.

Duanın kabulü de iki türlüdür: 1- İsteklinin isteği verilmek usretiyle duanın kabulü, 2- Övgü söyleyene sevab bahşedilmek suretiyle duasının kabulü. "Bana dua ettiğinde, dua edenin, duasını kabul ederim." âyeti[501] her iki türden biriyle tefsir edilmiştir. Doğrusu bu âyet her ikisini de kapsar. [502]

 

7— Kıyam mı Secde mi Daha Faziletlidir:

 

Âlimler kıyam ve secdeden hangisinin daha faziletli olduğunda göMş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir grup şu yönlerden kıyamı tercih etmiştir?

1-  Kıyamdaki zikir, zikirlerin en üstünüdür. Öyleyse rüknü de rüki lerin en üstünüdür.

2-  Allah (c.c.) buyuruyor ki: "İhlash bir halde Allah için narrâ durun. "[503]

3-   Hz.  Peygamber buyuruyor ki:  "En üstün namaz kıyamı .-*1Hn olandır. "[504]

Bir grup ise secde daha üstündür, diyor. Delilleri:

1-  Hz. Peygamber (s.a.): "Kulun Rabbine en yakın olduğu hal] secde­deki halidir." buyurmuştur.[505]

2-  Ma'dân b. Ebî Talha anlatıyor: Allah Rasûlü'nün kölesi Sevbân'a rastladım. Bana faydalı olacak bir söz söyle, dedim, secde etmene bak; Çünkü Allah Rasûlü'nün (s.a.): "Herhangi bir kul Allah'a yalnız bir secdej etse muhakkak Allah o secdeye karşılık o kulu bir derece yükseltir ve birj günahını affeder" buyurduğunu işittim, dedi. Ma'dân devamla diyor kij Sonra Ebu'd-Derdâ'ya rastladım, ondan bir tavsiye istedim, benzer cevabı verdi.[506]

3-  Cennette refakatçisi olmak isteyen Rabîa b. Kâ'b el-Eslemî'ye Alj lah Rasûlü (s.a.): "Sen dediğimi yap, çok secde et. Böylece bana bu isteğini yerine getirmemde yardımcı olursun. "[507]

4-  En doğru görüşe göre Allah Rasûîü'ne (s.a.) indirilmiş ilk sûre olan Alâk sûresi: "Secde et, yaklaş"[508]' âyetiyle son bulmaktadır.

5- Secde ulvî-süflî bütün yaratıklar tarafından Allah'a yapılan bir iba­det şeklidir. Secde kişinin Rabbine karşı en zelîl olduğu ve en fazla boyun eğdiği bir andır. Bu ise kulun en şerefli halidir. Bu yüzden Rabbine en yakın hali bu hal olmuştur. Secde kulluk sırrının ta kendisidir. Çünkü kul­luk zelil olmaktır, boyun eğmektir. Araplar "Tarîk'un muabbed'un = kul-laşmış yol" sözüyle ayakların basıp geçtiği, çiğnediği yolu kastederler. Ku­lun en zelîl olduğu ve en fazla boyun eğdiği hali secdedeki halidir.

Bir başka grup ise; "Geceleyin kıyamı uzun tutmak daha faziletlidir. Gündüzse çokça rükû ve secde etmek daha faziletlidir." diyor. Bu grubun delili:

Gece namazına özel olarak "kıyam" ismi verilir. Çünkü Allah (c.c): "Gece kıyama kalk"[509] Hz. Peygamber (s.a.) ise: "Kim Ramazan'da ina-nanarak ve sevabını AUah'tan bekleyerek (gece) kıyama kalkarsa günahı affolunur" buyurmaktadır[510]' Bu yüzden "Gece kıyamı" sözü kullanılır da "Gündüz kıyamı" sözü kullanılmaz." Diyorlar ki: İşte Hz. Peygam-ber'in (s.a.) sünneti buydu. Zira o, gece 11 yahut 13 rekattan fazla namaz kılmazdı.

Bazı gecelerde Bakara, Âl-i İmrân ve Nisa sûrelerini bir rekâtta oku­yarak namaz kılardı[511]' Gündüz ise böyle bir şey yaptığı nakiediimemiştir. Aksine sünnetleri hafif tutardı.

Üstadımız (İbn Teymiye) der ki: Doğrusu kıyam ve secde faziletçe bir­birlerine eşittir. Kıyam, Kur'ân okuma (kıraat) şeklindeki zikrinden dolayı daha faziletli, secde ise vaziyet itibariyle daha faziletlidir. Secde vaziyeti kıyam vaziyetinden, kıyam zikri secde zikrinden daha faziletledir. Hz. Pey-gamber'in (s.a.) tutumu işte böyleydi. Küsüf ve gece namazlarında yaptığı gibi kıyamı uzatınca rükû ve secdeyi uzatırdı; kıyamı kısa tutunca da ve secdeyi kısa tutardı. Farz namazda da aynen böyle yapardı. Nitekim; el-Berâ b. Âzıb: "Hz. Peygamber'in (s.a.) kıyamı, rükûu, secdesi ve itidali takriben birbirine yakındı" diyor.[512]' En iyi bilen Allah'tır. [513]

 

8— Teşehhüde Oturuşu:

 

Sonra Hz. Peygamber (s.a.) ellerini kaldırmaksızın tekbîr alarak başı-' nı kaldırırdı. Başını secdeden, ellerinden önce kaldırır; sonra yaygın vazi­yette otururdu: Sol ayağını yere yayar, üzerine oturur, sağ ayağını dikerdi. Nesâî'nin nakline göre İbn Ömer: "Sağ ayağı dikip parmaklarını kıbleye çevirmek ve sol ayak üzerine oturmak namazın sünnetlerindendir." di­yor.[514] Burada Hz. Peygamber'den (s.a.) bundan başka bir oturuş nakle-dilmemiştir.

Ellerini uylukları üzerine kor; dirseğini uyluğu ve elinin uç kısmım ise dizi üzerine kordu,1 Parmaklarından ikisini çeker, bir halka yapar, son­ra da bir parmağını dua etmek için kaldırır, hareket ettirirdi. Vâil b. Hucr Hz. Peygamber'in (s,a.) işte böyle yaptığım söylemiştir[515]'

Ebu Davud'un Abdullah b. ez-Zübeyr'den naklettiği "Hz. Peygamber] (s.a.) dua edeceği zaman bir parmağı ile işaret eder, ama parmağını hare-j ket ettirmezdi." hadisindeki[516]' ilâvenin sıhhati şüphelidir. Çünkü Müs|ı| lim, Sahih'inde hadisi Abdullah b.ez-Zübeyr'den bütün uzunluğu ile nak­lettiği halde bu ilâveyi belirtmemiştir. Aksine şu şekilde rivayet etmiştir:

"Allah Rasûlü (s.a.) namazda oturduğu zaman sol ayağını uyluğu ile inciği (diz ile ayak arasında kalan kısım) arasına kor; sağ ayağını yayar; sol elini sol dizi üzerine, sağ elini sağ uyluğu üzerine kor, parmağı ile işare ederdi."[517]

Hem Ebu Davud'un naklettiği hadiste bu fiilin namazda olduğuna da­ir birşey de yoktur.

Hem de namazda olsa bile bu hadis inkâr, Vâil b. Hucr hadisi ise isbat edicidir. İsbat edici olan Vâil hadisi Ebu Hâtim'in Sahihimde zikret­tiğine göre sahih bir hadistir[518]; öne alınır.

Sonra iki secde arasında İbn Abbas'ın (r.a.) rivayetine göre şu duayı okurdu:

"Allah'ım! Beni bağışla, bana acı, bana bağışta bulun, beni doğru yola ilet, beni azıklarıdır. "[519]

Huzeyfe'nin rivayetine göre ise şu duayı okurdu:

"Rabbim!  Bağışla beni. Rabbim!  Bağışla beni."[520]

Hz. Peygamber (s.a.) bu rüknü (iki secde arasında oturmayı) secde miktarı uzatırdı. Bütün hadislerde ondan gelen sağlam rivayetler bu mer­kezdedir. (Müslim'in) Sahih'inde Enes'in (r.a.): "Allah Rasûlü (s.a.) iki secde arasında o kadar otururdu ki, herhalde devamından vazgeçti, derdik" dediği nakloIunmaktadır.[521] Bu sünneti, sahabe devri son bulduktan sonra insanlar terkettiler. Bu yüzden Sabit demiştir ki: "Enes, sizin yaptığınızı görmediğim birşey yapardı. İki secde arasında o kadar beklerdi ki herhalde unuttu yahut herhalde vazgeçti derdik."[522]

Kim sünneti hakem tanır, ona aykırı olana iltifat etmezse Hz. Pey­gamber'in (s.a.) bu tavrına aykırı düşen şeylere aldırış etmez.

Sonra Vâil ve Ebu Hureyre'nin anlattıklarına göre Hz. Peygamber (s.a.) uyluklarına dayanarak ayaklarının ön kısmı ve dizleri üzerinde (ikinci re­kâta) kalkardı.[523] Elleriyle yere dayanmazdı.[524]' Mâlik b. el-Huveyris'in nakline göre doğrulup oturuncaya kadar ayağa kalkmazdı.[525] İşte "isti­rahat oturuşu" adı verilen oturuş budur.

Fakîhler bu oturuş hakkında farklı iki görüş açıklamışlardır:

1-  Namazın herkesin yapması müstehab sünnetlerinden midir?

2-  Yoksa sünnetlerden olmayıp yalnızca ihtiyaç duyanın yaptığı fiiller­den midir? Her iki görüş de Ahmed b. Hanbel'den (r.a.) nakledilmiştir. el-HalIâl diyor ki: Ahmed, istirahat oturuşu konusunda Mâlik b. el-Huveyris hadisine dönmüştür. Dedi ki: Yusuf b. Musa'nın bana haber verdiğine gö­re Ebu Ümâme'ye (secdeden) ayağa kalkış sorulmuş; o da: "Rıfâa hadisine göre ayakların ön kısmı üzerine kalkılır" cevabım vermiş. İbn Aclân'ın naklettiği hadis, ayaklarının ön kısmı üzerine kalktığını göstermektedir. Bu hadis Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabından ve onun namazını anlatan diğer pek çok kimseden nakledildiği halde bu oturuş anılmamış, yalnızca Ebu Humeyd ve Mâlik b. el-Huveyris hadislerinde anılmıştır. Şayet bu fiil Hz. Peygamber'in (s.a.) sürekli yaptığı bir fiil olsaydı, onun namazını anlatan herkes bundan sözederdi. Hz. Peygamber'in (s.a.) yalnızca bu fiili yapmış olması» o fiilin namazın sünnetlerinden olduğunu göstermez. Ancak o fiili uyulacak bir sünnet olarak yaptığı bilinirse sünnet olur. İhtiyaçtan dolayı yaptığı düşünüiebilirse bu durum o fiilin, namazın sünnetlerinden biri ol­duğunu  göstermez.   İşte  bu  meselede  illetin   tahkiki   (tahkîku'l-menât) budur[526]

Ayağa kalkınca kıraate başlardı. Namaza başlarken sustuğu gibi sus-mazdı. Fakihler bu yerin başlangıç duası (Subhaneke, v.s.) okuma yeri olmadığında görüş birliğine vardıktan sonra, "eûzu" okuma yeri olup ol­madığında iki ayrı görüş açıklamışlardır.Ahmed'den her iki görüş de nak­ledilmiştir. Müntesiblerinden bazıları bu iki görüşü: 1- Namaz kıraati bir tek kıraat mıdır ki, bir tek "eûzu" çekme yeterli olsun; 2- Yoksa her rekâ­tın kıraati başlı başına ayrı bir kıraat mıdır? esaslarına dayandırmışlardır. Başlangıç duasının namazın bütünü için olduğunda aralarında bir anlaş­mazlık yoktur. Bir tek eûzü ile yetinme daha açık gözükmektedir. Zira Ebu Hureyre'den gelen sahih bir hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.) ikinci rekâta kalkınca arada susmadan Fatiha sûresini okumaya başladı[527]' Tek bir eûzü yeter. Çünkü iki kıraat arasına sükut değil zikir girmiştir. Böyle bir kıraat araya Allah'a hamd, teşbih, tehlîl yahut Hz. Peygamber'e (s.a.) salâtu selâm vb. şeyler girdiğinde bir tek kıraat gibi olur.[528]

Şu dört yer dışında Hz. Peygamber (s.a.) ikinci rekâtı aynen birinci rekât gibi kılardı: 1- Sükut, 2- Başlangıç duası (Subhaneke, vs.), 3- Başlan­gıç tekbiri, 4- Birinci rekât gibi uzatma. Zira Hz. Peygamber (s.a.) ikinci rekâtta başlangıç duası okumaz, arada sükut etmez, başlangıç tekbiri almazdı ve ikinci rekâtı birinciden kısa tutardı. Daha önce de geçtiği üzere bütün namazlarda birinci rekâtı ikincisinden daha fazla uzatırdı.

Teşehhüd (et-Tehiyyâtü okumak) için oturduğunda sol elini sol uyluğu üzerine, sağ elini de sağ uyluğu üzerine kor, işaret parmağı ile işaret eder­di. Parmağını ne tamamen diker, ne hareketsiz bırakır. Vâil b. Hucr hadi­sinde de geçtiği üzere parmağını bir, iki kat büker, bir hareket ettirirdi. İki parmağını —küçük parmak ile yüzük parmağını— toplar, orta ve baş parmak ile bir halka yapar, dua etmek üzere işaret parmağım kaldırır, ona doğru bakardı. Sol avucunu sol uyluğu üzerine yayar, onun üzerine yüklenirdi.

Oturuş şekli, yukarıda geçtiği üzere tıpkı iki secde arasındaki oturuşu gibiydi. Sol ayağı üzerine oturur, sağ ayağını dikerdi. Bu oturma konusun­da Hz Peygamber'den bu şekil oturuşdan başkası nakledilmemiştir.

Müslim'in Sahih'inde Abdullah b. Zübeyr'den (r.a.) rivayet ettiği: "Al­lah Rasûlü (s.a.) namazda oturduğu zaman sol ayağını uyluğu ile inciği arasına kor, sağ ayağını yayardı." hadisi[529], yakında geleceği üzere son teşehhüd hakkındadır. Bu rivayet Hz. Peygamber'den (s.a.) naklolunan iki oturuş şeklinden birisini göstermektedir. Buharı ve Müslim'in Sahih'le-rinde[530] Hz. Peygamber'in (s.a.) namaz kılış şekli konusunda Ebu Hu-meyd'den nakledilen hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) iki rekâtı tamamla­yıp oturunca sol ayağı üzerine oturur, ötekini dikerdi. Son rekâtta oturun­ca da sol ayağını ileri alır, sağ ayağını diker, kalçası üzerine otururdu. Ebu Humeyd, sağ ayağını diktiğini, İbnü'z-Zübeyr ise sağ ayağım yaydığı­nı söylemiş; ama hiç kimse Hz. Peygamber'in (s.a.) ilk teşehhüddeki otu­ruş şekli işte budur, dememiştir. Böyle diyen hiç kimse bilmiyorum. Ancak âlimler bu konuda şu görüşleri ileri sürmüşlerdir: 1- Her iki teşehhüdde de teverrük[531] edilir. Mâlik (r.h.) bu görüştedir, 2- Her ikisinde de ifti-raş edilir; yani sağ ayak dikilir, sol ayak yayılıp üzerine oturulur. Ebu Hanîfe (r.h.) bu görüştedir. 3- Peşinden selâm gelen her teşehhüdde tever-rük, diğerlerinde ise iftirâş edilir. Şafiî (r.h.) de bu görüştedir. 4- İki otu­ruş arasındaki farkı göstermek için iki teşehhüdlü bütün namazlarda son turuşta teverrük edilir, tmam Ahmed (r.h.) ise bu görüştedir. Şu halde Îbnü'z-Zübeyr'in (r.a.): "Hz. Peygamber (s.a.) sağ ayağını yayardı" de­mesinin anlamı şudur: Hz. Peygamber (s.a.) bu oturuşta kalçası üzerine otururdu. Bu durumda sağ ayağı yaygın, sol ayağı uyluğu ile inciği arasın­da ve kalçası ise yerde olurdu. Bu oturuşta sağ ayağının vaziyetinde yani yaygın mı idi, dik mi idi konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu ihtilaf —Allah daha iyi bilir ya— gerçekte bir ihtilaf değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ayağı üzerine oturmazdı. Ayağını sağından dışarı çıkarır­dı. Bu durumda ayak diklik ile yaygınlık arasında olurdu. Böylece bu ayak sağ iç tarafı üzerinde olurdu. Şu halde "sağ ayak yaygındır** sözü, Hz. Peygamber (s.a.) onu dikmedi, ökçesi üzerine oturmadı anlamında; "sağ ayak dikilmiştir" sözü, Hz. Peygamber (s.a.) onun iç tarafı üzerine otur­madı, ayağın dışı yere değmedi anlamında. Artık Ebu Humeyd ve berabe­rindekilerin görüşü ile Abdullah b. Zübeyr'in görüşünün doğru olduğu an­laşılmıştır. Yahut şöyle de denebilir. Hz. Peygamber (s.a.) onu da bunu da yapardı. Hem ayağını diker, hem de rahat olduğunda zaman zaman da yayardı. Allah en iyi bilendir.

Sonra Hz. Peygamber (s.a.) bu (ilk) oturuşta daima teşehhüd (et-Tehiyyâtü) okur, ashabına da okumaları için öğretirdi:

"Selâmlar, dualar ve bütün güzel şeyler yalnız Allah için.

Ey Peygamber! Selâm sana. Allah'ın rahmeti ve bereketleri sana.

Selâm bize ve Allah'ın salih kullarına.

Allah'tan başka tann olmadığına şahitlik ederim ve Hz. Muhammed*-in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim."[532]

en-Nesâî, Ebu'z-Zübeyr yoluyla Câbir'in şöyle dediğini nakleder: Allah Rasülü (s.a.), bize teşehhüdü, sanki Kur'an'dan bir sûre öğretiyormuş-casına öğretirdi:

"Allah'ın adıyla ve Allah ile.

Selâmlar, dualar ve bütün iyi şeyler yalnız Allah için.

Ey Peygamber! Selâm sana. Allah'ın rahmeti ve bereketleri sana.

Selâm bize ve Allah'ın salih kullarına.

Allah'tan başka tanrı olmadığına şahitlik ederim ve Hz. Muhammed'-in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim.

Allah'tan cenneti dilerim. Cehennemden Allah'a sığınırım."

Bu hadis dışında başka bir hadisde teşehhüdün başında besmele leceği nakledilmemiştir. Bu hadisin İse Ebu'z-Zübeyr'in (Câbir'den) mu-an'an yolla rivayette bulunmuş olmasından başka bir illeti daha vardır.[533]

Hz. Peygamber (s.a.) bu (ilk) teşehhüdü, kızgın taş üzerinde oturuyor-muşçasına kısa tutardı. Bu teşehhüd içinde kendisine ve ailesine salat getir­diği; kabir azabından, cehennem azabından, Ölü ve dirilerin fitnesinden ve Mesih DeccâPin fitnesinden Allah'a sığındığı konusunda hiçbir hadis naklolunmamıştır. (İlk oturuşta bu duaların okunmasını) müstehab sayan­lar bu duaların yerinin son oturuş olduğu ve yalnızca son oturuşta okuna­cağı konusunda sahih yolla nakledilen hadislerin genel ve mutlak ifadele­rinden hareketle müstahab saymışlardır.

Sonra yukarıda geçtiği üzere tekbir alıp uyluğuna dayanarak ayakları­nın ön kısmı ve dizleri üzerinde (üçüncü rekâta) kalkardı. Müslim'in Sa-hih'inde Abdullah b. Ömer'den (r.a.) naklettiğine göre burada Hz. Pey­gamber (s.a.) ellerini (namaza başlarken kaldırdığı gibi) kaldırdı. Buhârînin bir rivayetinde de bu ilâve yer almaktadır.[534] Şu halde bu ilâve Ab­dullah b. Ömer'den müttefekun aleyh[535] olarak nakledilmemekte ve râ-vilerinin çoğunluğu bunu anmamaktadır. Ancak bu ilâve Ebu Humeyd es-Sâidî'nin naklettiği hadiste açıkça anılmaktadır. Ebu Humeyd diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) namaza kalkınca tekbir alır, sonra ellerini omuzları hizasına kadar kaldırır, her bir uzvu yerli yerinde doğrultur, sonra okuma­ya başlar, sonra ellerini omuzlar hizasına kadar kaldırır, sonra rükû eder, başını belinden ne aşağı eğer ne yukarı kaldırır, dümdüz (mu'tedil) bir vaziyette avuçlarını dizlerine kor; sonra "Semiallahu limen hamiden" der, ellerini omuzlan hizasına kadar kaldırır her kemik yerine gelinceye kadar (ayakta kalır); sonra yere iner, ellerini yanlarından uzak tutar, sonra başını kaldırır, ayağım büker üzerine oturur, secde ettiğinde ayak parmaklarını bükerek mafsal yerleri üzerine basar; sonra tekbir alır, sol ayağı üzerine —her kemik yerine gelinceye kadar— oturur; sonra' ayağa kalkar, diğer rekâtta da bu rekâtta yaptığı gibi yapar; sonra iki rekâtı bitirip ayağa kal­kınca namazın başlangıcında yaptığı gibi ellerini omuzları hizasına kadar kaldırır; sonra namazın geri kalan kısmını bu şekilde kıldırırdı. Selâm ve­receği son rekâtın secdesini tamamlayınca ayaklarını dışarı çıkarır, sol yanı üzerine teverrük vaziyetinde otururdu.[536] Bu anlatım Ebu Hâtim'in Sa­hih1 indedir. Müslim'in Sahih'inde de vardır. Tirmizî'nin de sahih saydığı bir senedle Ali b. Ebî Talib'den (r.a.) naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) bu yerlerde ellerini kaldırırdı. Sonra (üçüncü rekâta kalkınca) yalnız­ca Fâtiha'yı okurdu. Son iki rekâtta Fâtiha'dan sonra herhangi bir şey okuduğu sabit olmamıştır. Kendisinden naklolunan iki görüşten birine gö­re Şafiî ile bazı âlimler son iki rekâtta Fâtiha'ya ek olarak Kur'an okuma­nın müstehab olduğunu savunmuşlardır. Bu görüşe delil olarak Sahih'de Ebu Saîd'den naklolunan şu hadis ileri sürülmüştür. Ebu Saîd diyor ki:

Allah Rasûlü'nün (s.a.) öğlenin ilk iki rekâtında Secde sûresini, son iki rekâtında ise bunun yansını okuyacak kadar kıyamda durduğunu tahmin ediyoruz. İkindinin ilk iki rekâtında öğlenin son iki rekâtı, son iki rekâtın­da ise bunun (öğlenin son iki rekâtının) yansı kadar ayakta durduğunu tahmin ediyoruz.[537]

Buharî ve Müslim'in rivayet ettikleri Ebu Katâde hadisi son iki rekâtta yalnız Fatiha ile yetinme konusunda zahirdir.

Ebu Katâde (r.a.) diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.) bize namaz kıldırırdı da öğle ve ikindinin ilk iki rekâtında Fatiha ile birer sûre okurdu. Gizli okuduğu âyeti zaman zaman bize duyururdu" Müslim ayrıca "Son iki re­kâtta Fâtiha'yı okurdu" cümlesini ekliyor.[538]

Her iki hadis de tartışma konusunda açık (= sarîh) değildir. Ebu Saîd hadisi,' yalnızca sahabenin takdir ve tahmininden ibarettir; Hz. Peygam­ber'in (s.a.) doğrudan doğruya fiilinin açıklamasını haber verme değildir. Ebu Katâde hadisine gelince, bununla Hz. Peygamber'in (s.a.) yalnız Fati­ha ile yetindiğini kasdetmiş de olabilir; Fâtiha'yı son iki rekâtta asla terket-meyip ilk iki rekâtta okuduğu gibi o rekâtlarda da okuduğunu, böylece her rekâtta Fâtiha'yı okumuş olduğunu da kasdetmiş olabilir. Her ne ka­dar Ebu Katâde hadisi Fatiha ile yetinme konusunda daha zahir ise de tafsil alanında serdedildiğinden "ilk iki rekâtta Fatiha ve birer sûre, son iki rekâtta ise Fatiha okurdu" sözü, her kısmın, anıldığı şeyle hususiyet kazandığı konusunda bir açıklama gibi olur. Buna göre "Hz. Peygamber'­in (s.a.) çoğunlukla yaptığı buydu. Bazan da son iki rekâtta —Ebu Saîd hadisinin de delâlet ettiği üzere— Fâtiha'ya ek bir şey daha okurdu" de­mek mümkündür. Nitekim sabah namazında kıraati uzatmak, zaman za­man da hafif tutmak; akşam namazında kıraati hafif tutmak zaman za­man da uzatmak; sabah namazında kunût okumamak, zaman zaman da okumak, öğle ile ikindide gizli okumak, zaman zaman da sahabeye oku­nan âyeti işittirmek; besmeleyi açıktan okumamak[539], zaman zaman da açıktan okumak[540]tıpkı söz konusu meselemizde olduğu gibi— Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetiydi.

Sözün özü, Hz. Peygamber (s.a.) namazda aniden ortaya çıkan bir durumdan dolayı zaman zaman düzenli fiillerinden olmayan bazı şeyler yapardı. Meselâ Hz. Peygamber (s.a.) öncü olarak bir süvari göndermiş, ardından namaza durmuştu. Namaz esnasında öncünün geleceği vadiye ba­kar dururdu[541]' Oysa namazda sağa-sola bakmak Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti değildi. Buhârî'nin Sahihimde nakledildiğine göre Hz. Âişe (r.anha) diyor ki: Allah Rasûlü'ne (s.a.) namazda başı sağa-sola çevirmeyi (iltifât'ı) sordum. "Kulun namazından şeytanın aşırıp kaçtığı bir şeydir" buyurdu.[542]

Tirmizî, Saîd b. Müseyyeb yoluyla Enes'in (r.a.) şöyle dediğini nakle­der: Allah Rasûlü (s.a.) bana: "Yavrum, sakın namazda iken sağa-sola bakma. Zira namazda sağa-sola bakmak helaktir. îlle de gerekliyse bari nafilede olsun, farzda olmasın" buyurdu.[543] Ancak bu hadisin iki illeti vardır:

1-  Saîd'in Enes'ten hadis rivayet ettiği bilinmiyor.

2-  Senedinde Ali b. Zeyd b. Cud'ân vardır (ki zayıf râvidir). Bezzâr, Müsned'inde Yusuf b. Abdullah b. Selâm yoluyla Ebu'd-Derdâ'dan Hz. Peygamber'in (s.a.): "Başını sağa-sola çevirenin (yahut sağa-sola bakanın) namazı kabul değildir" buyurduğunu nakleder.[544] "Allah Rasûlü (s.a.) namazda iken sağa-sola bakar, ancak boynunu arkaya doğru çevirmezdi." şeklinde İbn Abbas'ın naklettiği bu hadis sabit değildir. Tirmizî bu hadis hakkında: "Garib hadis" demiş, başkaca birşey söylememiştir.[545]

el-Hallâl diyor ki: el-Meymûnî'nin bana haber verdiğine göre Ebu Ab-dillah'a (Ahmet b. Hanbel): "Bazı kimseler Hz. Peygamber (s.a.) namaz­da sağa, sola bakardı diye isnadda bulunmaktalar" denilince buna şiddetle karşı geldi. Hatta çehresi değişti, yüzünün rengi attı, bedeni titremeye başladı. Onu asla bundan daha kötü bir halde görmemiştim. İnkâr ederek: "Hz. Peygamber (s.a.) namazda sağa-sola baktı, ha?!" dedi. Sanırım: "Bu hadisin isnadı yok" dedi ve ekledi: "Bunu kim rivayet etti!? Bu yalnızca Saîd b. Müseyyeb'den". Sonra arkadaşlarımızdan biri bana: "Ebu Abdil-lah, Saîd'in bu hadisini gevşek buldu ve isnadını zayıf saydı." deyip de­vamla "Bu hadis yalnızca (adı bilinmeyen) bir adamın Saîd'den rivayetidir" dedi. Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah diyor ki: Babama Hassan b. İbrahim-Kûfeli Abdülmelik-el-Alâ-Mekhûl-Ebu Ümâme ve Vasile senediyle "Hz. Peygamber (s.a.) namaza durduğunda sağa-sola bakmaz, gözünü secde yerine dikerdi" hadisini naklettim, tamamen inkâr etti ve: "üstüne çizgi çek" dedi.

Ahmed (r.h.) onu da bunu da inkâr etti. Birincisini inkârı daha şiddet­li oldu; çünkü hem senedi, hem metni bâtıldır. İkincisinin ise yalnızca se­nedini inkâr etti. Yoksa metni münker değildir. En iyi bilen Allah'tır.

Birincisi sabit olmuş olsa bile, Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı bir fii­lin aktarımı olurdu. Belki de bu fiili Hz. Peygamber (s.a.), namazdayken Ebu Bekir, Ömer ve Zülyedeyn ile namaza ait bir fayda sebebiyle konuş­masında olduğu gibi ya namazın faydasına ya da şu hadiste olduğu gibi müslümanlann yararına yapmıştır: Ebû Davud'un, Ebu Kebşe es-Selûlî yo­luyla Sehl b.el-Hanzeliye'den rivayetine göre sabah namazı için kamet geti­rildi. Allah Rasûlü (s.a.) vadiye gözünü çevirip baka baka namaz kıldırma­ya başladı. Ebu Davud der ki: "Yani Hz. Peygamber (s.a.) gece koruculuk için bir süvariyi vadiye göndermişti (de onu gözetlemek için namazda vadi­ye bakmıştı)."[546]

Buradaki gözü çevirip bakma namaz içinde cihad ile meşgul olmadır ki, o da korku namazı gibi ibadetler cümlesindendir. Hz. Ömer'in: "Ben ordumu namazda iken donatırım" sözü buna yakın anlamdadır. Öyleyse bu, cihad ile namazı bir araya getirmektir. Meselâ, namazda iken Kur'an'-ın manalarını düşünmek ve ondaki ilim hazinelerini ortaya çıkarmak da böyledir. Bu da namaz ile ilmi bir araya getirmektir. Bu başka bir renk, boş şeylerle oyalanan gafillerin sağa-sola bakmaları ve onların düşünceleri bambaşka bir renk! Başarı yalnız Allah'tandır.

Dört rekâtlı namazlarda ilk iki rekâtı, son iki rekâttan daha fazla uzat­mak ve ilk iki rekâtın birincisini ikincisinden uzun tutmak Hz. Peygam­ber'in (s.a.) devamlı sünnetlerindendir. Bundan dolayı Sa'd (b.Ebî Vak-kâs), Hz. Ömer'e: "tik iki rekâtta kıraati uzatırım, son iki rekâtta ise haz-federim. Allah Rasûlü'nün (s.a.) namazına uymak konusunda hiçbir şey­den çekinmem." demiştir.

Yukarıda geçtiği gibi sabah namazını diğer namazlardan daha fazla uzatmak yine aynı şekilde Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetlerindendir. Hz. Âişe diyor ki: "Allah namazı farz kıldığında (akşam namazından başka namazları) ikişer rekât olarak farz kılmıştı. Allah Rasûlü (s.a.) hicret edin­ce ikamet halindeki namazlara (ikişer rekât) ilâve edildi. Bundan, sabah namazı kıraatinin uzunluğu sebebiyle aynen bırakıldığı için, akşam namazı da gündüzün vitri olduğu için müstesna tutulmuşlardır." Bu sözü Ebu Ha­tim b. Hibbân Sahih'indt nakletmiştir.[547] Aslı Buharf nin Sahih'mde mev­cuttur. [548]

İşte diğer namazlarında da başını sonundan daha fazla uzatmak Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetiydi. Nitekim küsûf namazında da böyle yapar­dı. Gece ibadetlerinde de uzunca iki rekât sonra bir önceki iki rekâttan kısa iki rekât, sonra bir öncekilerden kısa iki rekât... namaz kılar, bu şe­kilde namazını tamamlardı. Bu durum Hz. Peygamber'in (s.a.) gece nama­zına iki hafif rekâtla başlaması ve bunu emretmesiyle çelişmez. Zira bu iki rekât, gece namazının anahtarıdır. Sabah namazı ve diğer namazların sünneti mesabesindedirler. Hz. Peygamber'in (s.a.): "Gece kıldığınız en son namaz vitir olsun." buyurmaları[549] yanında zaman zaman vitirden sonra bazan oturarak, bazan ayakta kıldıkları iki rekâtta da durum böyle­dir. Çünkü bu iki rekât şu emre aykırı değildir. Nitekim akşam gündüzün vitiri [550] olduğu halde, ondan sonra kılınan çift rekâth sünnet namaz onu gündüzün vitri olmaktan çıkarmaz. Aynı şekilde vitir başlı başına ayrı bir ibadet —gecenin vitri— olduğu için akşamın sünneti, farza göre neyse vi­tirden sonra kılman iki rekât da vitre göre odur. Akşam namazı farz oldu­ğu için Hz. Peygamber (s.a.), akşamın sünnetine vitrin sünnetinden daha çok devam buyurmuşlardır. Bu durum vitrin vâcib olduğunu söyleyenlerin usulü bakımından gerçekten açıktır. Inşaalllah biraz ilerde bu iki rekât hakkında daha fazJa açıklama gelecektir. Bu konu belki hiçbir eserde göreme­yeceğin önemli bir konudur. Başarı yalnız Allah'tandır. [551]

 

9 - Son Teşehhüddeki Teverrük Şekli:

 

Hz. Peygamber (s.a.) son teşehhüdde oturduğunda teverrük vaziyetin­de otururdu. Kalçasını yere salıverir, ayağını tek bir yandan dışarı çıkarırdı.

Hz. Peygamber'den (s.a.) teverrük konusunda naklolulan üç şekilden birisi budur. Ebu Davud bu hadisi Abdullah b. Lehîa yoluyla Ebu Hu-meyd es-Sâidî'den nak!etmiştir.[552] Ayrıca Ebu Hâtım bu şekil oturuşu, Sahih'inde, Ebu Humeyd es-Sâidî'den, İbn Lehîa yolundan başka bir yolla rivayet etmiştir; bu hadis yukarıda geçmiştir.[553]

İkinci şekil: Buharî, Sahih'mde yine Ebu Humeyd'den nakleder ki, Hz. Peygamber (s.a.) son rekâtta oturunca soî ayağını ileri alır, sağ ayağını diker, oturağı üzerine otururdu.[554] Kalça üzerine oturma konusunda bu şekil, birinci şekle uygundur. Fakat buradaki rivayette ayakların duruş şekline dair birinci rivayetin değinmediği bir ilâve anlatım vardır.

Üçüncü şekil: Müslim'in Sahih'mde Abdullah b. Zübeyr'den nakletti­ğine göre Hz. Peygamber (s.a.) sol ayağım uyluğu ile inciği arasına kor, sağ ayağını yayardı.[555] Ebu'l-Kâsım el-Hırakînin[556] Muhtasarında ter­cih ettiği şekil bu olmakla birlikte bu şekil, sol ayağı sağ taraftan çıkarıp sağ ayağı dikme konusundaki ilk iki şekle aykırıdır. Herhalde Hz. Peygamber (s.a.) bazan öyle, bazan böyle yapardı. Bu daha açık görünmektedir.

Râvilerin ihtilafından kaynaklanması da muhtemeldir. Bu teverrük şekli Hz. Peygamber'den (s.a.) nakilde yalnızca peşinden selâm gelen teşehhüd-de anılmıştır. İmam Ahmed ve ona muvafakat edenler derler ki: Bu şekil iki teşehhüdiü namazlara mahsustur. Bu teverrük, bu namazlarda hafif tutulması sünnet olan ve böylece oturan kişinin ayağa kalkmaya hazır bir vaziyette olduğu birinci teşehhüddeki oturuş ile oturan kişinin tamamen yerleşmiş bir vaziyette olduğu ikinci teşehhüddeki oturuş arasını ayırmak için getirilmiştir.

Hem böylece iki ayrı oturuş şekli, iki teşehhüd arasını ayırıcı ve na­maz kılana buralardaki halini hatırlatıcı olmuş olur.

Hem de Ebu Humeyd, Hz. Peygamber'in (s.a.) bu şekil, teşehhüdde oturduğunu aktarmıştır. Çünkü o, Hz. Peygamber'in birinci teşehhüddeki oturuşunda iftiraş vaziyetinde oturduğunu anlatmış sonra: "Son rekâtta oturunca" başka bir rivayete ise: "Dördüncü rekâtta oturunca...*' diye sözüne devam etmiştir.

Hadisin bazı rivâyetlerindeki: "Selam vereceği son rekâtın oturuşuna gelince sol ayağını dışarı çıkarır yanı üzerine teverrük vaziyetinde oturur­du." sözünü, peşinden selâm gelen her teşehhüdde teverrükün meşru oldu­ğu dolayısıyla ikinci teşehhüdde teverrük edileceği görüşünde olanlar delil olarak ileri sürmekteler. Şafiî bu görüştedir. Ancak hadisin buna delâleti açık değildir. Hadisin gelişi yalnızca bunun dört ve üç rekâtlı namazlarda, peşinden selâm gelen (son) teşehhüdde olduğunu göstermektedir. Çünkü bu rivayette râvi, Hz. Peygamber'in (s.a.) birinci teşehhüdde oturuş ve bu teşehhüdden kalkış şeklini anlatıp sonra: "Selâm vereceği son rekâtın secdesini tamamlayınca teverrük vaziyetinde otururdu" demiştir. Bu anla­tımın gelişi, bu oturuş şeklinin ikinci teşehhüde mahsus olduğu konusunda açıktır.

Hz. Peygamber (s.a.) teşehhüde oturunca sağ elini sol uyluğu üzerine kor, üç parmağını toplar, işaret parmağını dikerdi. Başka bir metinde üç parmağını yumar ve sol elini sol uyluğu üzerine kordu, denilmektedir. Bu hadisi Müslim,  İbn Ömer'den nakletmiştir.[557]

Vâil b. Hucr diyor ki: "Sağ dirseğinin ucunu sağ uyluğu üzerine koy­du; sonra parmaklarından ikisini yumdu, bir halka yaptı. Sonra (işaret)j parmağını kaldırdı, parmağını hareket ettirerek dua ettiğini gördüm." Buj hadis Sünen'de nakledilmektedir.'[558]                                                     

Müslim'in Sahih'inde İbn Ömer'den nakledilen bir hadiste: elli üç yaptı" denilmektedir.[559]

'Eliyle!

Bu rivayetlerin hepsi de birdir. Zira: "Üç parmağını yumdu'* diyen, orta parmak toplu idi, işaret parmağı gibi yaygın değildi anlamını kasdet-miştir. "Parmaklarından ikisini yumdu" diyen de, orta parmak, yüzük parmağı ile birlikte yumuk değil, küçük parmak ile yüzük parmağı —orta parmaktan hariç olarak— yumulma konusunda eşittiler, anlamım kasdet-miştir. "Eliyle elli üç yaptı" diyen ise bunu açıkça ortaya koymuştur. Çün-! kü orta parmak el ile elli üç yaparken toplu olur, yüzük parmağı ile birlik-^ te yumuk olmaz.                                                                                 

Pekçok büyük insan bu işi karışık buldu. Zira el ile elli üç yapmakj, anlatılan iki şekilden biriyle uyuşmamaktadır. Çünkü küçük parmağın buş durumda yüzük parmağına bitişmesi kaçınılmazdır.

Buna bazı büyük insanlar şöyle cevap verdiler: El ile elli üç yapmada! üç'ün biri eski, biri yeni olmak üzere iki durumu vardır. Eskisi: İbn Ömerj hadisinde zikredilen olup bu durumda baş parmağm orta parmak ile halka yapılması yanında üç parmak toplu olur. Yenisi: Bugün matematikçileri arasında bilinen şekli. En iyi bilen Allah'tır.

(Sağ) kolunun dirsek ile el arasındaki kısmım uyluğu üzerine kor, dı-| şan taşırmazdı. Böylece dirseğinin ucu uyluğunun en gerisinde dururdu; Sol el ise, parmaklar, sol uyluk üzerine uzatılmış şekilde bulunurdu.

Ellerini (kulakları hizasına) kaldırırken, rükûda, secdede ve teşehhüdn de parmaklarını kıbleye çevirirdi. Secdede ayak parmaklarım da kıbleyç çevirirdi. Her iki rekâtta bir, et-Tahiyyâtü okurdu. [560]

 

10— Namazda Dua Ettiği Yerler:

 

1-  Başlangıç tekbirinden sonra (Sübhâneke vb. gibi) başlangıç duası okuma mahallinde,

2-  Vitir namazında rükû'dan önce, kıraati bitirdikten sonra.[561] Sa­bah namazında okunan geçici (ârizî) kunut —şayet rivayet sahihse— rükû­dan öncedir. Ancak bu rivayette şüphe vardır.

3-  Rükûdan doğrulduktan sonra. Nitekim Sahih-i Müslim'de Abdul­lah b. Ebî Evfâ'dan nakledildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) başını rukû'-dan kaldırınca şu duayı okurdu:     «

"Allah kendisine hamdedeni dinler. Ey Rabbimiz olan Allah'ım! Hamd yalnız Sanadır; gökler dolusu, yer dolusu, bunlardan öte ne yaratmayı di-ledinse hepsinin dolusu hamd Sana...

Allah'ım! Beni kar ile, dolu ile ve soğuk su ile tertemiz eyle!

Allah'ım! Beni günahlardan ve hatalardan beyaz kumaş kirden nasıl arınırsa öylece temizle."[562]

4- Rükûda şu duayı okurdu:   

"Rabbimiz olan Allah'ım! Sana hamdederek Seni her türlü eksiklik­ten tenzih ederim. Allah'ım! Beni bağışla."[563]

5-  Secdede. Çoğunlukla dualarını secdede yapardı.

6-  İki secde arasında.

7-  Teşehhüdden (tahiyyâttan) sonra, selâmdan önce. Ebu Hureyre[564] ile Fudâle b. Ubeyd'in[565]' naklettikleri hadislerde bunu emretmiştir. Ayrı­ca secdede dua etmeyi de emretmiştir.

Namazdan selâm verip çıktıktan sonra kıbleye yahut cemaata yönelip dua etmek asla Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti değildi. Böyle yaptığına dair ne bir sahih, ne bir hasen hadis nakledilmiştir.

Özellikle sabah ve ikindi namazlarından sonra dua etmeye gelince; ne O, ne de halifelerinden biri bunu yapmıştır. Kendisi de ümmetine bunu öğretmemiştir.

Bu yalnızca, bu durumu sabah ve ikindiden sonraki sünnetlere bedel görenlerin güzel bulduğu bir istihsandır. —En iyi bilen Allah'tır— Namazla ilgili duaların umumunu namazın içinde yapmış ve namazın içinde yapıl­malarını emretmiştir. Namaz kılanın haline uygun olan da budur. Çünkü o, Rabbine yönelmiş, namazda olduğu sürece O'na münacaat ediyor. Se­lâm verince bu münacaatı kesilir; önündeki bu makam ve Allah'a yakınlık kaybolur gider. Münacaatı halinde tam O'na yakınken, O'na yönelmişken nasıl isteklerini bırakır da O'ndan ayrıldıktan sonra ister?! Şüphesiz bu durumun tersi, namaz kılan için daha elverişlidir. Ancak burada ince bir nükte vardır: Namaz kılan kişi, namazından ayrılıp namazın arkasında meşru zikirlerle Allah'ı zikreder, tehlîl (Lâ ilahe illallah demek), teşbih (Subha-nallah demek), tahmîd (el-Hamdülillah demek) ve tekbir (Allahu ekber de­mek) getirirse bundan sonra Hz. Peygamber'e (s.a.) salât u selâm getirme­si, dilediği kadar dua etmesi müstehab olur. Bunun peşindeki duası ikinci bir ibadet olur; yoksa namazın arkasında olduğu için değil. Çünkü Allah'ı zikreden, O'na hamdeden ve övgüde bulunan, Allah Rasûlü'ne (s.a.) salât u selâm getiren herkesin bunların peşinde dua etmesi müstehabtır. Nitekim Fudâle b. Ubeyd'in naklettiği hadiste buyuruluyor ki: "Herhangi biriniz namaz kıldığında, önce Allah'a hamd ve övgü ile başlasın. Sonra Hz. Peygamber'e (s.a.) salât u selâm getirsin. Sonra dilediği şekilde dua etsin." Tirmizî: "bu hadis sahihtir" diyor.[566]

 

11— Namazdan Çıkış Selâmı:

 

Sonra Hz. Peygamber (s.a) sağına: "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah" diye selâm verirdi. Aynı şekilde soluna da selâm verirdi. Bu O'nun râtib ( = düzenli, devamlı, müekked) sünnetiydi. Böyle olduğunu on beş sahabî rivayet etmiştir. Adları şöyledir: 1- Abdullah b. Mes'ûd, 2- Sa'd b. Ebî Vakkâs, 3- Sehl b. Sa'd es-Sâidî, 4- Vâil b. Hucr, 5- Ebu Musa ei-Eş'arî, 6- Huzeyfe b. el-Yemân, 7- Ammar b. Yâsir, 8-Abdullah b. Ömer, 9- Câbir b. Semûre, 10- Berâ b. Âzib, 11- Ebu Mâlik el-Eş'arî, 12- Talk b. Ali, 13- Evs b. Evs, 14- Ebu Ramse, 15- Adiyy b. Umeyre, Allah onlardan razı olsun.

Hz. Peygamber'in (s.a.) yüzü istikametinde bir kere selâm verdiği[567] rivayet edilmişse de, ancak bu rivayet ondan sahih bir senedle sabit olma­mıştır. Bu konudaki en ceyyid senedli hadis Hz. Âişe'nin (r.anha) rivayet ettiği şu hadistir: "Hz. Peygamber (s.a.) "es-selâmu aleykûm" diyerek bir kere selâm verir, sesini bizi uyandıracak kadar yükseltirdi. "[568] Bu hadis Sünen'de (Sünen-i Ebu Davud'da) nakledilmiş olup ma'lûl bir hadistir. An­cak bu hadis gece (teheccüd) namazı hakkındadır. Hz. Peygamber'in (s.a.) iki kere selâm verdiğini nakledenler, farz ve nafilede gördüklerini naklet-mekteler. Hem de Hz. Âişe'nin hadisi bir tek selâmla yetinme konusunda açık değildir. Aksine Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.) kendilerini uyandı­racak şekilde bir tek selâm verdiğini haber vermiş, diğer selâmı inkâr etme­miş, hatta ondan söz etmeyip susmuştur. Onun bu sükutu ikinci selâmı iyice belleyen, zihinlerine kaydeden insanların rivayetlerinden öne alına­maz. Çünkü bunların sayısı daha çok ve hadisleri daha sahih olup hadisle­rinden pek çoğu sahih, geri kalanları ise hasen hadislerdir.

Ebu Ömer İbn Abdilber diyor ki: Sa'd b. Ebî Vakkâs, Hz. Aişe ve Enes'ten gelen hadislerde rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) bir tek selâm verirdi. Ancak, bu hadislerin hepsi ma'lûldür; bunları hadis bi­lim adamları sahih bulmuyorlar. Sonra (İbn Abdilber) Sa'd'ın rivayet etti­ği: "Hz. Peygamber (s.a.) namazda bir tek selâm verirdi." hadisinin illeti­ni belirterek diyor ki: Bu bir vehim ve bir yanılgıdır. Hadis: "Allah Rasûlü (s.a.) sağına ve soluna selâm verirdi" şeklindedir. İbn Abdilber sonra İbnü'l-Mübârek-Mus'ab b. Sâbit-îsmail b. Muhammed b. Sa'd-Âmir b. Sa'd-Babası Sa'd yoluyla hadisi şu şekilde aktarıyor: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) sağına ve soluna selâm verdiğini gördüm. Hatta şimdi yüzünün yan tarafını görür gibiyim. [569] Bu hadisi işiten Zührî: "Bu hadisin Allah Rasûlü'nün (s.a.) hadisi olduğunu işitmedik?" diyerek (inkâra kalkıştı). Bunun üzerine ora­da bulunan İsmail b. Muhammed ile Zührî, arasında şu konuşma geçti. İsmail:

  Allah Rasûlü'nün her hadisini işittin mi?

  Hayır.

  Peki yansım?

  Hayır.

  Öyleyse bunu da işitmediğin yarı arasında say/[570]

İbn Abdilber devamla diyor ki: Hz. Âişe'nin (r.anha) rivayet ettiği: "Hz. Peygamber (s.a.) bir tek selâm verirdi" hadisine gelince; Hişâm b. Urve-Babası Urve (b.ez-Zübeyr)-Hz.Âişe yoluyla bu hadisi yalnızca Zü-heyr b. Muhammed merfû olarak rivayet etmiştir. Ondan da Amr b. Ebî Seleme ve diğerleri rivayet etmiştir. Züheyr b. Muhammed, bütün muhad-disler katında zayıf bir râvi olup çok hata eden bir kimse olduğu için riva­yet ettiği hadis delil olarak kullanılmaz. Yahya b. Maîn'e bu hadis anılın­ca: "Amr b. Ebî Seleme ve Züheyr'in hadisleri zayıftır, hüccet olmazlar." dedi.[571]

İbn Abdilber diyor ki: Enes hadisi ise Enes'ten Eyyub es-Sahtiyânî yolundan başka bir yolla gelmemiştir. Eyyub ise muhaddislere göre Enes'-ten hiçbir şey işitmemiştir. Hasan (Basrî)'dan mürsel olarak rivayet edildi­ğine göre Hz. Peygamber (s.a.), Ebu Bekir ve Ömer (Allah onlardan razı olsun) bir tek selâm veriyorlardı. Bir selâm verileceğini söyleyenlerin, Me­dine halkının uygulamasından (amelu ehli Medine)[572]' başka tutunacak dal­ları yoktur. Diyorlar ki: "Bu, Medinelilerin nesilden nesile büyüklerinden alıp uyguladıkları bir gelenektir. Böylesi bir şeyi delil olarak ele almak doğrudur. Çünkü her gün defalarca uygulandığı için gizli kalmaz." Bu metodda diğer fakîhler bunlara muhalefet etmekteler. Doğrusu da onların görüşüdür. Allah Rasûlü'nden (s.a.) geldikleri sabit olan sünnetler kim olur­larsa olsunlar hiçbir şehir halkının uygulaması ile geri itilemez, reddoluna-maz. Komutanlar, Medine ve diğer şehirlerde namaz konusunda uygula­manın süregeldiği pekçok şey icat etmişlerdir. Onların süregelmelerine ilti­fat edilmemiştir. Medine halkının delil olabilecek uygulaması Râşid Halife­ler devrinde bulunandır. Medineliler'in onların ölümünden ve orada bulu­nan sahabenin devri tamamlandıktan sonraki uygulamaları ile diğerlerinin uygulamaları arasında bir fark yoktur. İnsanlar arasında sünnet hüküm verir; Allah Rasülü (s.a.) ve onun halifelerinden sonraki herhangi bir kim­senin uygulaması değil. Başarı yalnız Allah'tandır. [573]

 

12— Namaz İçindeki Duaları:

 

Namaz içinde şöyle dua ederdi:

"Allah'ım! Ben kabir azabından sana sığınırım. Mesih Deccâl fitne­sinden sana sığınırım. Hayat ve ölümün fitnelerinden sana sığınırım.

Allah'ım! Ben, günah ve borçlanmaktan sana sığınırım. "[574]Namazında iken şu duayı okuduğu da olurdu:

"Allah'ım! Günahımı bağışla. Yardımı (ahirette) geniş eyle. Banajp-zık olarak verdiklerini benim için mübarek eyle (bereketli kıl).

[575]Şu duayı da okurdu:

"Allah'ım! Senden işimde sebat ve doğru yolda kararlılık dilerim. Ni­metine şükür ve sana güzel ibadet edebilmeyi dilerim. Senden selim bir kalb, doğru bir lisan dilerim. Bildiklerinin hayırlısını dilerim. Bildiklerinin şerrinden sana sığınırım. Bildiğin şeyler için senden bağışlanma di-lerim."[576]

Secdede şu duayı okurdu:

"Rabbim! Nefsime takvasını ver, onu arındır. Onu arındıracak en ha­yırlı zat sensin. Sen onun velisi ve Mevlâsısm."[577]

Rükûda, secdede, oturuşta ve rukûdan doğrulduğunda okuduğu duala­rın bir kısmı yukarıda verildi.

Hz. Peygamber'in (s.a.) namazda okuduğu dualar- "Rabbim! Beni bağışla, bana acı, beni doğru yola ilet" duasında[578] ve ondan bize akta­rılan diğer dualannda olduğu gibi— hep tekil şahıs lafzıyladır. Bunlardan biri de başlangıç duası olarak okuduğu şu duadır:

 ipi;

"Allah'ım!  Hatalarımı kar ile, su ile, dolu ile yıka.

Allah'ım! Benimle günahlarımın arasını doğu ile batı arasını ayırdığın gibi ayır..."[579]

İmam Ahmed (r.h.) ve Sünen sahiblerinin Sevbân'dan rivayet ettikle­rine göre Hz. Peygamber (s.a.): "Bir kul, bir cemaate imam olduğunda cemaati katmadan yalnız kendisi için herhangi bir dua etmemeli. Şayet böyle yapacak olursa o cemaate hiyanet etmiş olur," buyurmuştur.[580] İbn Huzeyme, Sahih'inde: "Allah'ım benimle günahlarımın arasını doğu ile batı arasını ayırdığın gibi ayır..." hadisini verdikten sonra diyor ki: Bu hadisde: "Bir kul, bir cemaata imam olduğunda cemaati katmadan yalnız kendisi için herhangi bir dua etmemeli. Şayet böyle yapacak olursa o ce­maate hiyanet etmiş olur." uydurma hadisinin reddolunacağına delil vardır.[581]

Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin şöyle dediğini işittim: Bu hadis bence kunût vb. dualarda olduğu gibi imamın kendisi ve cemaat için yaptığı, hepsinin de ortak oldukları dua hakkındadır. En iyi bilen Allah'tır. [582]

 

13— Namaz İçindeki Bazı Tutumları:

 

Hz. Peygamber (s.a.) namaza durduğunda İmam Ahmed'in (r.h.) naklettiğine göre başım öne eğerdi. Yukarıda da geçtiği üzere teşehhüd esna­sında gözünün bakışı işaret parmağım aşmazdı. Allah Teâlâ, namazı onun gözünün nuru, sevinci, neşesi, ruhu kılmıştı. "Bilâl! Bizi namazla rahat­lat. " buyururdu.[583] "Gözümün aydın olması namaza bağlandı" derdi.[584]

Cemaatın ve cemaat haricindekilerin hallerini gözetme gibi şeyler, Al­lah Teâlâ'ya olan yöneliş ve yakınlığının mükemmelliğinden, O'nun huzu­runda kalb huzurunu bulup tamamen (düşünce ve benliğini) O'nda topla­dığından dolayı hiç meşgul etmezdi.

Uzunca bir namaz kılmak niyetiyle namaza girip de bir çocuğun ağla­dığını duyunca anasına zahmet vermemek için namazını kısa keserdi. Bir keresinde bir süvarisini öncü olarak sefere göndermişti. Kalkıp namaza dur­duğunda süvarinin geleceği vadi tarafına bakar dururdu.[585]' Ama süvari­sinin durumunu gözetmek onu meşgul etmemişti.

Yine aynı şekilde kızı Zeynep ile damadı Ebu'l-Âs b. er-Rebî'nin kızı olan (torunu) Ümame'yi omuzunda taşıyarak farz namaz kılardı. Ayağa kalktığında onu taşır, rükû ve secdeye vardığında yere kordu.[586]

Hz. Peygamber (s.a.) namaz kılarken Hasan yahut Hüseyin gelir, sır­tına binerdi. Bunun üzerine onu, sırtından düşürmek istemediği için secde­yi uzatırdı.[587]

O namaz kılarken, Hz. Âişe (tuvalet) ihtiyacını görür gelir, o sırada kapı kapalı olursa (kapıya kadar) yürür, ona kapıyı açar, sonra namaza .dönerdi.[588]

Namazda selâm alması:

Namaz kılarken kendisine selâm verenin selâmını işaretle alırdı.

Câbir diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.) beni bir iş için göndermişti. Son-_a ona namaz kılarken yetiştim ve kendisine selam verdim. O da işaretle selâmımı aldı." Bu hadisi Müslim, Sahîh'inde rivayet etmiştir.[589]

Enes (r.a.) der ki: "Hz. Peygamber (s.a.) namazda işaret ederdi.'1 İBu rivayeti İmam Ahmed (r.h.) zikretmektedir.[590]

Suheyb diyor ki; "Allah Rasûlü (sa..) namaz kılarken yanına uğra­dım; Ona selâm verdim. O da İşaretle selâmı aldı." Hadisin râvisi: "Ancak 'parmağıyla işaret ederek selâmı aldı, dediğini biliyorum" diyor. Bu riva­yet, Sünen ile Müsned'dedir.[591]

Abdullah b. Ömer (r.a.) anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) namaz kılmak için Küba'ya çıktı. Ensârdan bazı kimseler gelip ona namazda iken selâm verdiler. Bilâl'e: "Namaz kılarken kendisine selâm verenlerin selâmını Al­lah Rasûlü'nün (s.a.) nasıl aldığını gördün?" diye sordum. Bilâl: "Şöyle derdi" şeklinde karşılık verdi. Hadisin râvilerinden Cafer b. Avn (işaretle selâmın nasıl olduğunu göstermek için) avucunu açtı, içini aşağı, sırtını yukarı getirdi.[592] Bu rivayet, Sünen ve Müsned'dedir. Tirmizî bu hadisi sahih saymıştır. Ondaki metin: "Eliyle işaret ederdi" şeklindedir.

Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) anlatıyor: "Habeşistan'dan döndüğümde Hz. Peygamber'e (s.a.) geldim, namaz kılıyordu. Ona selâm verdim, başıy­la işaret etti." Bu hadisi Beyhakî nakletmiştir.[593]

Allah Rasûlü (s.a.): "Kim namazda iken anlam ifade edecek şekilde bir işarette bulunursa namazını iade etsin" buyurdu, şeklinde Ebu Gata-fân'ın Ebu Hureyre'den (r.a.) naklettiği hadis, bâtıl bir hadistir. Bunu Dâ-rakutnî rivayet etmiş[594] ve şöyle demiştir: İbn Ebî Davud, bize: "Bu Ebu Gatafân meçhul bir adamdır." dedi.[595] Sahîh rivayete göre Hz. Peygam­ber (s.a.) namazda iken işaret ederdi. Onun işaret ettiğini Enes, Câbir, v.s. sahabîler rivayet etmişlerdir.

Hz. Peygamber (s.a.), kendisi ile kıble arasında H^. Âişe, uzanmış yatarken namaz kılardı. Allah Resulü (s.a.) secdeye vardığı zaman eliyle dürterdi. O da ayaklarını toplardı. Secdeden kalktığında yine uzatırdı.[596]

Hz. Peygamber (s.a.) namaz kılarken, namazını bozdurmak için şey­tan yanına geldiğinde, şeytanı yakalayıp salyası mübarek eli üzerine akın-caya kadar boğazını sıktı.[597]'

Minber üzerinde namaz kılar, orada rükû eder, secde zamanı geldiğin­de arkaya arkaya iner, yere secde eder; sonra minberin üstüne tekrar çıkardı.[598]

Duvara doğru namaz kılarken önünden geçmek için bir kuzu geldi. Yumuşaklıkla kovalamak için o kadar uğraştı ki, sonunda karnı duvara yapıştı ve kuzu arkasından geçti.[599] Namaz kılıyordu. Abdülmuttalib oğullarından, birbirleriyle dövüşmüş iki genç kız çıkageldi. Elleriyle onları ya­kalayıp, daha namazda iken, o iki kızı birbirlerinden ayırdı .[600] Bu hadi­sin Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki metni şöyledir: Kızlar Hz. Pey-gamber'in (s.a.) dizlerine tutundular. Hz. Peygamber (s.a.) de aralarını ayırdı. Ama kendisi namazından ayrılmadı.[601]

Yine namaz kılıyordu. Önüne bir erkek çocuğu geçti. Eliyle şu tarafa çekil işareti yaptı. Çocuk dönüp gitti. Önüne bir kız çocuğu geçti, yine eliyle şu tarafa çekil işareti yaptı, ama çocuk dinlemeyip geçip gitti. Allah Rasulü (s.a.) namazı kılıp bitirince "Onlar (kadınlar) dik başlıdır" buyur­du.[602] Bu hadisi, İmam Ahmed nakletmiştir. Sünen'dt de mevcuttur.

îmam Ahmed'in nakline ve Sünen'dçki rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) namazda oflardı (veya üflerdi).[603]"Namazda oflamak (veya üfle-mek) konuşmadır" hadisinin aslı yoktur; Allah Rasûlünden (s.a.) böyle bir hadis nakledilmemiştir. Bunu yalnızca Sünen*inde Saîd (b. Mansûr) —şayet sahihse— İbn Abbas'ın (r.a.) sözü olarak rivayet etmiştir.[604]

Namaz kılarken ağlardı. Namazda öksürürdü. Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) anlatıyor: "Allah Rasulü (s.a.) bana bir saatini ayırmıştı. Ona o saatte gelirdim. Kapıya gelince girmek için izin isterdim. Namaz kılarken gelmiş isem aksınr ben de içeri girerdim. Boş bir zamanına rastlamış isem bana izin verirdi." Bu hadisi Nesâî ve Ahmed rivayet etmişlerdir. Ahmed'in ri-vayetindeki metin şöyledir: "Gece ve gündüz Allah Rasûlü'nün (s.a.) hu­zuruna iki kere girmek vaktim var idi. O namaz kılarken girmiş isem, ök­sürürdü." Bu hadisi Ahmed rivayet edip [605]bununla amel etmiştir. O da namazda öksürür ve öksürmeyi namazı bozan şeylerden saymazdı.

Bazan yalın ayak, bazan da ayakkabılarıyla[606] namaz kılardı. Ab­dullah b. Amr, O'nun böyle yaptığım nakletmiştir.[607] Yahudilere muha­lefet olsun diye ayakkabı ile namaz kılmayı da emretmiştir.[608]

Bazan bir tek elbise [609]çoğunlukla da iki kat elbise içinde namaz kılardı. [610]

 

C) KUNUT OKUMASI

 

1— Sabah Namazında Kunut Okuması:

 

Bir ay sabah namazında rükûdan sonra kunut okumuş, sonra terket-miştir. Sabah namazında sürekli kunut okuma, Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti değildir. Hem şu var ki Allah Rasûlü'nün (s.a.) her sabah namazında rükûdan doğrulduktan sonra:

diyerek yüksek sesle konut okuması, kendisi dünyadan ayrılıncaya kadarj daima Ashabının bu duaya "âmin" demesi, sonra bunun ümmet tarafın-, dan bilinmemesi, hatta ümmetinin çoğunluğu ile Ashabının büyük kesimir. nin, hatta hepsinin bunu zayi edip öyleki bazılarının —nakledeceğimiz şu? rivayette olduğu gibi— buna "bid'at" demesi imkânsızdır. Sa'd b.Tânk el-Eşcaî diyor ki: Babama: "Babacığım! Sen, Allah Rasûlü'nün (s.a.), Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin —Allah onlardan razı olsun— arkasında burada, Kûfe'de beş yıldan beri namaz kıldın. Onlar sabah namazında ku­nut okurlar mıydı?" diye sordum. Cevab olarak: "Ey yavrum! Bu bid'attir" dedi.[611] Bu rivayeti, Sünen sahipleri ile Ahmed nakletmiş ve Tirmizî hadis hakkında: "hasen-sahîh" sözünü sarfetmiştir.

Dârakutnî'nin rivayetine göre Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir. İbn Abbas'ın: "Sabah namazında kunut okumak bid'attuv şahidlik ederim.[612]

dediğini işittiğime

Beyhakî'nin rivayetine göre Ebu Miclez diyor ki: Sabah namazını İbn Ömer'le birlikte kıldım; kunut okumadı. Bunun üzerine "Senin kunut oku­duğunu görmüyorum" dedim. O da: "Bunu arkadaşlarımızdan herhangi birinin okuduğunu hatırlamıyorum" diye karşılık verdi.[613]

Kesinlikle bilinmektedir ki, Allah Rasûlü (s.a.) her sabah kunut oku­sa, bu duayı etse ve sahabîler de duaya "âmin" deselerdi, bütün ümmet bunu tıpkı sabah namazında kıraatin açıktan okunduğunu, sabah namazı­nın kaç rekât olduğunu ve vaktini nasıl nakletmişlerse öylece naklederlerdi. Kunut işini zayi etmeleri mümkün olsaydı, bütün bunları da zayi etmeleri mümkün olurdu. Zira arada fark yoktur. Yine bu yolla biliyoruz ki, sürek­li, her gün her gece günde beş kere besmeleyi açıktan okumak Hz. Pey-gamber'in (s.a.) âdeti olup da sonradan ümmetin çoğunluğu bunu zayi etmiş ve bu durum onlara gizli kalmış değildir. Böyle birşey son derece imkânsızdır. Şayet böyle birşey olsaydı; tıpkı namazların sayısı, rekâtların sayısı, açıktan okuma, gizli okuma, secdelerin sayısı, rükünlerin yerleri ve sıraları... vb. gibi hususlar nasıl nakledilmişlerse öylece nakledilirdi. Başa­rıya ulaştıran yalnızca Allah'tır.

İnsaflı bir âlimin hoşnut kalacağı insaf şunu gerektirir ki, Hz. Pey­gamber (s.a.) besmeleyi açık da, gizli de okumuştur; (sabah namazında) hem kunut okumuş, hem de terketmiştir. Ancak (besmeleyi) gizli okuması açık okumasına; kunut okumaması da okumasına oranla daha çoktur. Hz. Peygamber (s.a.) yalnızca felâket ve musibet zamanlarında (musibete uğra­yan müslüman) topluluğa dua, diğerlerine (kâfirlere) de beddua etmek için kunut okurdu. Sonra kendileri için dua ettiği kimseler esirlikten kurtulup döndüklerinde ve beddua ettiği kimseler de müslüman olup tevbe ederek geldiklerinde kunut okumayı terkederdi. Şu halde bir sebebe dayalı olarak kunut okurdu. O durum ortadan kalkınca, kunut okumayı bırakırdı. Yal­nızca sabah namazına özgü kılmayıp sabah ve akşam namazlarında kunut okurdu. Bunu, Buharî Sahih'inde Enes'ten[614] Müslim de BerâMan[615] nak-letmiştir.

İmam Ahmed'in rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Allah Ra­sûlü (s.a.) peşipeşine tam bir ay öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabahleyin her namazın arkasında son rekâtta: "Semiallahu limen hamiden" dedikten sonra kunut okudu. Bu kunutunda Süleym oğullarından Ri'l, Zekvân ve Usayye kabilelerine beddua eder, arkasında namaz kılanlar da "âmin" der­lerdi. Bu hadisi Ebu Davud da rivayet etmiştir.[616]

 

2— Felâket Zamanlarında Kunut Okuması:

 

Yalnızca musibet ve felâket zamanlarında, müslümanların başına önemli bir olay geldiğinde kunut okuma Hz. Peygamber'in (s.a.) âdetiydi. Böyle bir durum söz konusu olmadığında okumazdı. Ayrıca kunut okuması sa­bah namazına da Özgü değildi. Ancak şu sebeplerden ötürü çoğunlukla sabah namazında kunut okurdu: Sabah namazını uzatmak meşrudur; bu namaz gece namazına bitişik olup seher vaktine, icabet saatine ve tenezzül-1 i ilâhiye yakındır; bu namaz Allah'ın ve meleklerinin yahut gece ve gündüz-meleklerinin tanık olduğu meşhud (gözlenmiş, tanık olunmuş) namazdır.-Nitekim "Şüphesiz sabah (namazının) kıraati meşhuddur" âyetinin[617] her-iki şekilde (yani Allah ve melekleri yahut gece ve gündüz melekleri tarafın^ dan gözlenen namaz) tefsir edildiği rivayet edilmiştir.                           

İbn Ebî Füdeyk-Abdullah b. Saîd b. Ebî Saîd el-Makbûrî-babası (Saîd1 b. Ebî Saîd) -Ebu Hureyre senediyle nakledildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) sabah namazında ikinci rekâtta başını rükûdan kaldırınca, ellerini kaldırır. Şu duayı okurdu:

"Allah'ım! Doğru yola ilettiklerinin araşma beni de kat. Sıhhat ve afiyet verdiklerinin arasına beni de kat. Sevdiklerinin arasına beni de kat. Bana her neyi bağışlarsan bereketli ve devamlı kıl. Hükmettiğin şeylerin şerrinden beni koru. Hükmeden şüphesiz Sensin. Sana hükmedilmez. Se­nin sevdiğin (kolladığın) zelil olmaz. Yücesin,  ulusun ey Rabbimiz!"

Bu hadis sahih yahut hasen olsaydı ne kadar da istidlale elverişli olur­du. Ancak bu seneddeki Abdullah (b. Saîd) ile istidlal edilemez. Her ne kadar Hâkim, Kunût'ta onun Ahmed b. Abdullah el-Müzenî-Yusuf b. Musa-Ahmed b. Sâlih-İbn Ebî Fudeyl senediyle rivayet ettiği hadisi sahih saymış-sa da.[618] Evet sahih yolla Ebu Hureyre'nin "Vallahi sizin Allah Rasûlü'­nün (s.a.) namazına en yakın namaz kılanınız şüphesiz benim" dediği ve Ebu Hureyre'nin sabah namazının son rekâtında "semiallahu limen hamiden" dedikten sonra kunut okuduğu ve bu kunutunda mü'minlere dua, kâfirlere lanet ettiği rivayet edilmiştir.[619]

Şüphesiz, Allah Rasûlü (s.a.) bunu yaptı, sonra terketti. Öyleyse Ebu Hureyre, onlara bu şekil kunutun sünnet olduğunu ve Allah Rasûlü'nün (s.a.) bunu yaptığım öğretmek istemiştir. Bu da ister felâket ve musibet zamanlarında, isterse başka zamanlarda olsun herhalükârda sabah nama­zında kunut okumayı mekruh sayan ve "bu sünnet mensûhtur ve onu yap­mak bid'attir" diyen Kûfelilere[620] reddiyedir. Hadis ehli ise bunlarla felâ­ket ve musîbet zamanlarında da başka zamanlarda da kunut okumanın müstehab olduğunu savunanların arasında orta yolu tutmuştur. Bu grup hadise uymada diğer iki gruptan daha muvaffak olmuştur. Çünkü bunlar, Allah Rasûlü'nün (s.a.) kunut okuduğu yerde kunut okuyorlar, terkettiği yerde terkediyorlar. Yapmada da terketmede de ona uyuyorlar ve: "Yapmak da sünnet, terketmek de sünnet" diyorlar. Bunun yanında kunut oku­maya devam edeni ayıplamıyor, kunutun okunmasını mekruh görmüyor, bid'at saymıyor ve okuyanı sünnete aykırı davranan kişi olarak nitelemi­yorlar. Nitekim aynı şekilde felâket ve musibet zamanlarında okunmasını ayıplayanları ayıplamıyor, terkedilmesini bid'at saymıyor ve terkedeni sün­nete aykırı davranan kişi olarak da nitelemiyorlar. Aksine kunut okuyan iyi etmiş olur, okumayı terkeden de iyi etmiş olur, onlara göre.

Rükûdan doğrulma rüknü, dua ve sena (Allah'a övgü) mahallidir. Hz. Peygamber (s.a.) bu rükünde her ikisini de birlikte yapmıştır. Kunut duası hem duadır, hem de sena. Bu yüzden bu mahalde okunması daha uygun olur. İmamın cemaate öğretmek amacıyla kunutu zaman zaman açıktan okumasında bir sakınca yoktur. Hz. Ömer, cemaate öğretmek amacıyla (Sübhaneke, vb.) başlangıç duasını açıktan okumuştur. İbn Abbas da ce­naze namazında, sünnet olduğunu öğretmek için, Fâtiha'yı açıktan oku­muştur. İmamın açıktan "amin" demesi de böyledir.

Bu konudaki ihtilaf, mubah ihtilaf türündendir; yapan da terkeden de kınanamaz. Bu ihtilaf, namazda elleri kaldırıp kaldırmama konusunda­ki ihtilaf gibidir. Yine bu ihtilaf, teşehhüd (et-Tehiyyâtü) türlerindeki, ezan ve kamet türlerindeki ile haccın ifrâd, kıran ve temettü türlerindeki ihtilaf gibidir.

Bizim maksadımız ise sadece Hz. Peygamber'in (s.a.) bizzat kendisi­nin yapmış olduğu hedyi (-sünnet ve âdetini) anlatmaktır. Çünkü onun hedyi bizim maksadımızın kıbiesidir. Bu kitapta yöneliş sadece onadır. Araş­tırma ve inceleme onun etrafında dönmektedir. Bu başka birşey, yapılıp yapılmaması ayıp sayılmayan caiz, başka birşeydir. Biz bu kitapta caiz olup olmayan şeylere ei atmadık. Buradaki maksadımız, yalnızca Hz. Peygam­ber'in (s.a.) kendisi için tercih ettiği hedyi ortaya koymaktır. Çünkü onun hedyi en mükemmel, en faziletli hedydir. Devamlı olarak sabah namazında kunut okumak, (namazlarda) besmeleyi açıktan söylemek Hz. Peygamber'in (s.a.) hedyi değildi, dediğimizde bu söz, başkasının ne mekruh, ne de bid'­at olduğunu gösterir. Ancak O'nun (s.a.) hedyi en mükemmel, en faziletli hedydir. Yainız Allah'tan yardım dilenir.    [621]             

 

3— Kunut Hadisi Üzerindeki Tartışma:

 

Ebu Cafer er-Râzî-er-Rebî b. Enes-Enes yoluyla Müsned, Tirmizî, vs. kitaplarda rivayet edilen: "Allah Rasûlü (s.a.) dünyadan ayrılıncaya kadar sabah namazında kunut okumayı bırakmadı" hadisine[622] gelince, sened-deki Ebu Cafer'i, Ahmed ve diğerleri zayıf saymış, onun hakkında îbnü'l-Medînî: "Karıştırırdı", Ebu Zür'a: "Çok vehme düşerdi." ve İbn Hıbbân: "Tek başına meşhur râvüerden münker rivayetlerde bulunurdu" demişlerdir.

Üstadımız İbn Teymiye —Allah ruhunu şad etsin— bana dedi ki: Bu sened, "Hani Rabbin AdemoğuUarından onların sırtlarından zürriyetlerini aldığı zaman..." diye başlayan âyet[623] hakkında Übey b. Kâ'b'dan nakle­dilen uzunca bir hadisin senedinin aynıdır. Bu hadiste şöyle deniyor: "İsa Aleyhisseiâm'ın ruhu, Allah'ın Âdem zamanında ahd ve misak aldığı bu ruhlardandır. Bu ruhu, Allah, Meryem Aleyhisselâm, ailesinden ayrılıp do­ğu tarafına çekildiğinde ona göndermişti. Allah, bu ruhu insan suretinde göndermiş ve bu ruh, Hz. Meryem'e tam mutedil bir insan suretinde gö­rünmüştü. Böylece Hz. Meryem, kendisine hitap edene hamile kalmıştı. Bu ruh, Meryem'in ağzından girmişti."[624] Bu rivayet tam bir hatadır. Çün­kü Hz. Meryem'e gönderilen melek, ona: "Ben yalnızca sana salih bir ço­cuk bağışlamak için Rabbin tarafından gönderilmiş bir elçiyim"[625] demiş­ti. Bu sözlerle Hz. Meryem'e hitap eden Meryem'in oğlu İsa değildi. Böyle olması imkânsızdır.

Sözün özü, Ebu Cafer er-Râzî münker hadisler rivayet eden bir râvi-dir, hadisçilerden hiç biri, onun tek başına rivayet ettiği hadisi asla delil olarak kullanmaz. Bu hadis sahih olsa bile onda bu muayyen kunuta asla, bir delil bulunmamaktadır. Çünkü bu hadiste kunutun bu dua olduğu be­lirtilmemiştir. [626]Zira kunut kelimesi (aşağıdaki âyetlerde de görüleceği üzere) kıyam, sükut, devamlı ibadet etme, dua, teşbih ve huşu anlamlarına gelir:

"Göklerde ve yerde kim varsa O'nundur.  Hepsi O'na boyun eği­cidir."

"Yoksa, o kimse âhiret (azabından) korkarak, Rabbinin rahmetini uma­rak gece vakitlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir halde taat ve ibadet eden kimse (gibi) midir?"[627]

"O (Meryem) Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik ettii'»jj de­vamlı itaat edenlerdendi."[628]                                                    

Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki: "Namazın en faziletlisi kunlnu (kıyamı) uzun olanıdır."[629]

Zeyd b. Erkam diyor ki: "Allah'ın (divanına) tam bir huşu ve taatle durun" âyeti[630] inince sükut etmemiz emredildi ve konuşmamız yaf saklandı.[631]                                                                                        

Enes (r.a.); "Hz. Peygamber (s.a.) rükûdan kalktıktan sonra yüksek sesle: "Allahümmehdinî fî men hedeyte..." diye başlayan duayı sonuna kadar okuyarak devamlı kunut duasında bulunurdu, arkasındakiler de âmîn derdi." demiştir. Şüphesiz Hz. Peygamber'in (s.a.) sonuna kadar okuduğu şu dua ve sena da kunuttur :[632]

Bu (rükûdan kalkıp doğrulma durumu olan) rükün kunuttur; kı|&ati uzatmak kunuttur, bu muayyen dua da kunuttur. Şu halde Enes'in kunutun diğer kısımlarını değil de bu muayyen duayı kastettiğini nereden bili­yorsunuz?!

Şu sözler yerinde değildir: Kunutu, diğer namazları bırakıp yalnızca sabah namazına tahsis etmiş olması muayyen duanın kastedildiğine bir de­lildir. Çünkü zikrettiğiniz kunutun Öteki kısımları, sabah namazı ile diğer namazlar arasında ortaktır. Enes ise kunutu diğer namazları bırakıp yal­nızca sabah namazına has kılmıştır. Kunut, kâfirlere beddua, zayıf müslü-manlara duadır, denemez. Zira Enes, Hz. Peygamber'in (s.a.) bir ay kunut okuduğunu, sonra terkettiğini haber vermişti. Böylece Hz. Peygamber'in (s.a.) devam buyurduğu bu duanın bilinen kunut olduğu ortaya çıkmıştır. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Berâ b. Âzib, Ebu Hureyre, Abdullah b. Abbâs, Ebu Musa el-Eş'arî, Enes b. Mâlik vs. sahabîler de kunut okumuştur. [633]

 

4— Tartışmanın Çözümü:

 

Bu itirazlara birkaç şekilde cevap verilebilir:

1- Buharî'nin aktardığına göre Enes, Hz. Peygamber'in (s.a.) sabah ve akşam namazlarında kunut okuduğunu haber vermiş, kunutu yalnız sa­bah namazında okuduğunu söylememiştir. Berâ b. Âzib de aynısını bildir­miştir. O halde kunut neden sabah namazına mahsus kılınsın?!

"Akşam kunutu mensûhtur ( = kaldırılmıştır)" derseniz, Kûfelilerden size karşı gelenler: "Sabahın kunutu da aynen böyle mensûhtur" derlerse, akşam kunutunun neshedildiğine dair getireceğiniz her delil, sabah kunutu­nun neshedildiğine de aynen delil olacak ve asla akşam kunutunun neshe­dildiğine ve sabah kunutunun hükmünün geçerliliğine bir delil ortaya koy­manız mümkün olmayacaktır.

"Akşam kunutu felâket ve musibet zamanlarında okunan bir kunuttu; râtib ( = devamlı) kunut değildi." derseniz, hadîs ehlinden size karşı gelen­ler ise: "Evet, öyledir. Sabah kunutu da aynen bu şekildedir. Ne farkı var ki?" derler. Bunlar şöyle diyorlar: Sabah kunutunun felâket ve musi­bet zamanlarında okunan bir kunut olduğunu, râtib bir kunut olmadığını Enes'in bizzat kendisinin böyle haber vermiş olması da göstermektedir. Râtib kunut olduğu konusunda tek dayanağınız yalnızca Enes'tir. Enes ise onun, felâket ve musibet zamanında Hz. Peygamber'in (s.a.) okuduğu, sonra da terkettiği bir kunut olduğunu haber vermiştir. Sahthayn'da Enes'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Allah Rasûlü (s.a.), Arab kabilelerinden birine beddua ederek bir ay kunut okudu, sonra bunu terketti."

2- Şebâbe, Kays b. er-Rebî yoluyla Âsim b. Süleyman'ın şöyle dediği­ni rivayet etmektedir: Enes b. Mâlik'e: "Bazı kimseler, Hz. Peygamber'in (s.a.) sabah namazında sürekli kunut okuduğunu iddia ediyorlar" dedik, o da cevaben: "Yanlışları var. Allah Rasûlü (s.a.), Arab kabilelerinden birine beddua ederek yalnızca bir ay kunut okudu" dedi.

Kays b.er-Rebî'in, her ne kadar Yahya b. Mam zayıf olduğunu söyle-mişse de diğerleri onun sika ( = güvenilir) olduğunu belirtmişlerdir. Kays, Ebu Cafer er-Râzî'den daha alt seviyede değildir. O halde nasıl Ebu Cafer: "Aüah Rasûlü (s.a.) dünyadan ayrılıncaya kadar sabah namazında kunut okumayı bırakmadı" sözünde güvenilir bir delil oluyor da Kays bu hadiste güvenilir bir delil olmuyor? Oysa Kays, Ebu Cafer'den daha sika yahut onun dengidir. Ebu Caferi zayıf sayanlar, Kays'ı zayıf sayanlardan daha çoktur. Kays'ı yalnızca Yahya'nın zayıf saydığı bilinmektedir ve o da zayıf saymasının sebebini söylemiştir. Ahmed b. Saîd b. Ebî Meryem diyor ki: Yahya'ya Kays b. er-Rebî'i sordum, "Zayıftır. Rivayet ettiği hadis yazıl­maz. Mansûr'dan aldığı hadisi, Ubeyde'den almış gibi rivayet ederdi." di­ye cevap verdi. Böylesi bir durum râvinin rivayet ettiği hadisi reddetmeyi gerektirmez. Çünkü en nihayetinde olsa olsa Mansûr'a bedel, Ubeyde'nin söylenmesinde yanılgı ve hata vardır. Muhaddislerden bundan kurtulabilen kim vardır ki?

3- Enes kendilerinin (önceleri) kunut okumadıklarm ve kunutun baş­langıcının Hz. Peygamber'in (s.a.) Ri'l ile Zekvân kabilelerine beddua et­mek için okuduğu kunut olduğunu haber vermiştir. Sahihayn'da Abdülaziz b. Suheyb'den rivayet edildiğine göre Enes şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.), Kurrâ denilen yetmiş adamı bir iş için gönderdi. Maûne Kuyusu denilen bir kuyu başında Süleym oğullarından Ri'l ve Zekvân kabileleri karşılarına çıktı. Bu eşkıyaya kafile: "Vallahi, niyetimiz siz değilsiniz. Biz yalnızca Allah Rasûlü'nün (s.a.) bir işini görmek için yola çıktık." dediyse de eşkıya, onları öldürdü. Allah Rasûlü (s.a.) bir ay sabah namazında o kâfirlere beddua etti. Kunut'un başlangıcı işte budur. Biz daha önceleri kunut okumazdık.[634]

Bu da gösterir ki, devamlı kunut okumak Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti değildi. Enes'in "Kunutun başlangıcı işte budur" sözü ile "Bir ay kunut okudu, sonra terketti" sözü, okunduğunu söylediği kunutla felâket ve musibet zamanlarında okunan kunutu kastettiğine bir delildir. Bu, Enes'in bir aylık zamanla sınırladığı kunuttur. Yatsı namazında bir ay süreyle oku­nan kunuta benzemektedir. Nitekim Sahihayn'da. Yahya b. Ebî Kesîr —Ebu Seleme— Ebu Hureyre senediyle rivayet edildiğine göre Allah Rasû-lü (s.a.) bir ay süreyle yatsı namazmda şöyle diyerek kunut okudu: "Al­lah'ım! Velîd b. Velid'i kurtar. Allah'ım! Seleme b. Hişâm'ı kurtar. Al­lah'ım! Ayyaş b. Ebî Rabîa'yı kurtar. Allah'ım! Zayıf ve âciz Müslüman­ları kurtar. Allah'ım! Mudar kabilesini daha beter çiğne. Allah'ım! Bu yıllan onlara Yûsuf'un yılları gibi (kıtlık ve zorluk yılları) yap." Ebu Hu­reyre diyor ki: "Bir gün oldu, onlar için dua etmedi. O'na bunu hatırlat­tım. Bunun üzerine bana: "Geldiklerinden haberin yok mu?" dedi.[635]

Hz. PeygamberMn (s.a.) sabah namazında okuduğu kunut da işte ay­nen böyle müslümanların başına önemli bir iş, felâket ve musibet geldiğin­de okuduğu kunuttu. Bundan dolayı Enes, bu kunutun bir ay okunduğunu söyledi.

Ebu Hureyre'nin de o sahabîler için sabah namazında bir ay kunut okuduğu rivayet edilmiştir. Her ikisi (Hz. Peygamber (s.a.) ile Ebu Hurey­re'nin kunut okuması) de sahihtir. İkrime'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiği: "Allah Rasûlü (s.a.) peşipeşine bir ay öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarında kunut okudu" hadisi yukarıda geçmişti. Bu hadis, Ebu Da-vud, vs.'nin rivayet ettiği sahih bir hadistir.[636]

Taberânî'nin A/u'cem'inde Muhammed b. Enes-Mutarrif b. Tarîf-Ebu'l-Cehm-Berâ b. Âzib senediyle rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) kıldığı her farz namazda kunut okumuştur.[637] Taberânî: "Bu hadisi, Mutarrif-ten yalnızca Muhammed b. Enes rivayet etmiştir." diyor.

Her ne kadar bu isnad delil teşkil etmezse de hadis, mana itibariyle sahihtir. Çünkü kunut, duadır. Malumdur ki, yukarıda geçtiği üzere Allah Rasûlü (s.a.) kıldığı her farz namazda dua etmiştir. Şayet sahih ise, Ebu Cafer er-Râzi'nin rivayet ettiği "Hz. Peygamber (s.a.) dünyadan aynlıncaya kadar kunut okumayı bırakmadı" hadisi hakkında Enes'in kastettiği işte budur. Biz bunun doğru olduğunda ve Hz. Peygamber'in {s.a.) dünya­dan ayrılıncaya kadar sabah namazında sürekli dua ettiğinde şüphe ve te­reddüt etmiyoruz.

4- Enes'in rivayet ettiği hadislerin senedleri, maksadı ortaya koymakta ve bu senedler birbirlerini doğrulamaktadır. Bunlar arasında bir çelişki de yoktur. Sahihayn'da rivayet edildiğine göre Âsim el-Ahvel diyor ki: Enes b. Mâlik'e namazda kunut okumayı sordum: "Vaktiyle kunut vardı" ce­vabını verdi. Tekrar: "Rükûdan önce miydi, yoksa sonra mıydı?" diye sordum. "Önceydi" karşılığını verdi. Ben de: "Falan bana, senin: Hz. Peygamber (s.a.) rükûdan sonra kunut okudu, dediğini haber verdi." de­dim. Bunun üzerine yanlışı var. Ben yalnızca, Allah Rasûlü (s.a.) rükûdan sonra bir ay kunut okudu, dedim" cevabını verdi.[638]

Bi'r grup sanmaktadır ki, bu hadis ma'lûldür; Âsim, onu tek başına rivayet etmiştir ve hadisi Enes'ten rivayet eden diğer râviler ona muhalefet etmişlerdir. "Âsim gerçekten sika = güvenilir biridir. Ancak iki kunutun yeri konusunda Enes'in talebelerine muhalefet etmiştir. Hafız da bazan vehme düşer, küheylan at da bazan sürçer" diyorlar ve İmam Ahmed'in bu hadisi illetli saydığını hikâye ediyorlar.

el-Esrem anlatıyor: Ebu Abdillah Ahmed b. Hanbel'e: "Enes'ten riva­yet edilen hadiste, Âsim el-Ahvel'den başka herhangi bir râvi, Allah Rasû­lü (s.a.) rükûdan önce kunut okudu, demiş midir?" diye sordum. O da: "Ondan başka birinin söylediğini bilmiyorum.' 'cevabını verdi.

Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel) dedi ki: Âsim, Enes'ten gelen dört senedin hepsine de muhalefet etti:

1-  Hişâm-Katâde-Enes,

2-  et-Teymî-Ebu Miclez-Enes: Hz. Peygamber (s.a.) rükûdan sş kunut okudu,

3-  Eyyüb-Muhammed b. Şîrîn: Enes'e sordum,

4-  Hanzale es-Sedûsi-Enes.

Âsim ise: "Enes'e sordum... O da: Yanlışları var, Hz. Peygamber (s.a.) rükûdan sonra yalnızca bir ay kunut okudu, diye cevap verdi." de­miştir.

Ahmed b. Hanbel'e: "Bu hadisi Âsım'dan kim rivayet etmiştir?" diye sordular:  "Ebu Muâviye, vs." cevabım verdi.

Ebu Abdillah'a sordular: "Diğer hadisler, rükûdan sonra kunut okun­duğu yolunda değil midir?" O da: "Evet, öyledir. Hepsi de Hufâf b. îmâ b. Rahda ve Ebu Hureyre'den rivayet edilmiştir" diye cevap verdi.

Ben (el-Esrem), Ebu Abdillah'a: "Öyleyse, kunutun rükûdan sonra olduğu yolundaki hadis sahih iken, neden rükûdan önce kunut okunması­na ruhsat veriyorsun?" diye sorunca, şöyle cevap verdi: "Sabah namazın­da kunut, rükûdan sonradır; vitirde ise rükûdan sonra olması tercih edilir. Kim de rükûdan önce kunut okursa —Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabının böyle yapmış olmalarından ve bu konuda ihtilaf etmelerinden dolayı— bir sakıncası yoktur. Sabah namazında ise, rükûdan sonradır."

Artık denilmektedir ki: Ebu Cafer er-Râzî, Kays b. er-Rebî, Amr b. Eyyûb, Amr b. Ubeyd, Dînâr, Câbir el-Ca'fî gibi râvilerin rivayet ettikleri hadislerle istidlal edip de sika, sebt (-güvenilir) hafız imamların rivayet ettiği ve sıhhatinde ittifak edilen bu sahih hadisi illetli göstermek, ne kadar şaşılacak bir durum! Bir mezhebi yüklenip de her konuda ona yardım et­meye çalışan kimsenin bu yola başvurmaya mecbur kalmaması pek nadirdir.

Yalnız Allah'tan başarı dileyerek deriz ki: Enes'ten gelen hadislerin hepsi de sahih olup birbirlerini doğrulamaktadırlar. Aralarında bir çelişki yoktur. Rükûdan önce olduğunu söylediği kunut, rükûdan sonra olduğunu söylediği kunuttan; vakitle sınırladığı da mutlak ( = kayıtsız ve şartsız) bı­raktığından başkadır. Rükûdan önce olduğunu söylediği, kıraat için kıya­mı uzatmaktır ki, Hz. Peygamber (s.a.) bu konuda: "Namazın en faziletli­si kunutu ( = kıyamı) uzun olanıdır" buyurmuştur.[639] Rükûdan sonra ol­duğunu söylediği ise dua için kıyamı uzatmaktır; Hz. Peygamber (s.a.) bu işlemi biruopluluğa beddua, bir topluluğa da dua etmek için bir ay yaptı; sonra bu rüknü, dünyadan ayrılıncaya kadar, dua ve sena için uzat­maya devam buyurdu. Nitekim Sahihayn'da rivayet edildiğine göre Sabit, Enes'in "Allah Rasûlü (s.a.) bize nasıl namaz kıldırdıysa size de öylece namaz kıldırmaktan vazgeçmeyeceğim" dediğini naklediyor ve ekliyor: "Enes, sizin yaptığınız görmediğim bir şey yapardı: Başını rükûdan kaldı­rınca gören (secde etmeği) unuttu diyecek kadar ayakta dikilirdi. Başını secdeden kaldırdığı vakit de (iki secde arasında) gören unuttu diyecek ka-darbeklerdi."[640] İşte Hz. Peygamber'in (s.a.) dünyadan ayrılıncaya kadar bırakmadığı kunut budur.

Bilinmektedir ki, Hz. Peygamber (s.a.) bu kadar uzun bekleyiş esna­sında sükut etmezdi. Rabbine sena eder, O'na tazimde bulunur ve dua ederdi. Bu ise bir ayla sınırlı kunuttan başkadır. Çünkü bu, Ri'l, Zekvân, Usayye ve Benû Lihyân kabilelerine beddua; Mekke'de bulunan zayıf ve âciz müslümanlar için de duadır. Bunun, sabah namazına mahsus gösteril­mesi ise soran kişinin sorusuna göre bir cevap olmasından kaynaklanmak­tadır. Zira o kişi, sadece sabah kunutunu sormuştu; O da kendisine sorula­na cevap vermişti. Bir de şu var ki, Hz. Peygamber (s.a.) sabah namazını, diğer namazlara göre daha çok uzatır ve bu namazda 60-100 âyet okurdu. Berâ b. Âzib'in de dediği gibi rükûsu, rükûdan sonra ayakta bekleyişi ( = i'tidâli), secdesi ve kıyamı takriben birbirine yakındı. Sabah namazında rükûdan sonra —bu namazı uzatmasından dolayı— diğer namazlarda yap-tığı görülmeyen şeyler yaptığı görülürdü. Bilinmektedir ki, yukarıdaki ha­dislerde de geçtiği üzere bu i'tidal esnasında Rabbine dua ve sena eder, tazimde bulunurdu. Bu da şüphesiz onun kunutudur. Artık biz, Hz. Pey­gamber'in (s.a.) dünyadan ayrılıncaya kadar sabah namazında kunuttan vazgeçmediğinde ne şüphe ediyoruz, ne de tereddüt.

Kunut kelimesi, fakihlerin ve halkın çoğunluğunun dilinde "Allahüm-mehdinî fî men hedeyte..." diye başlayan bu meşhur dua anlamında kulla­nılıp Hz. Peygamber'in (s.a.) dünyadan ayrılıncaya kadar sabah namazın­da kunuttan vazgeçmediğini, aynı şekilde Râşid Halifeler ve diğer sahabîle-rin buna devam ettiklerini duydukları vakit, sahabenin kullanımındaki ku­nut kelimesini kendi terimleri olan "kunut" kelimesi anlamına aldılar. Ar­kadan bundan başkasını bilmeyenler ortaya çıktılar ve böylece Allah Rasû­lü (s.a.) ile ashabının her sabah ona devam ettiklerinde şüphe etmez oldu­lar. İşte âlimlerin çoğunluğunun onlara karşı çıktıkları ve: "Bu, Hz. Pey­gamber'in (s.a.) râtib fiillerinden değildi. Hatta, onun bunu yaptığı da sa­bit değildir." dedikleri bu husustur. [641]

 

5— Vitir Namazında ki Kunut:

 

Neticede bu kunuta dair Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet edilen', bu­nu Hasan b. Ali'ye öğretmesi hadisidir. Müsned ve Dört Sünen'de Hasan b, Ali'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: (Dedem) Allah Rasûlü (s.a.) bana vitirde okumam için şu duayı öğretti.[642]

Tirmizî diyor ki: Bu hadis hasendir. (Vitirde) kunut okumaya dair Hz. Peygamber'den (s.a.) bu hadisten daha hasen bir hadis nakledildiğini bilmiyoruz.

Parantez içi cümleyi Beyhakî eklemiştir.[643]

Enes'in, rükûdan sonraki kunuttan maksadının, dua ve seria için kı­yamda durmak olduğunu gösteren delillerden biri de şu rivayettir: Süley­man b. Harb, Ebu Hilâl yoluyla Katâde Mescidi'nin imamı Hanzale es-Sedûsî'nin şöyle dediğini nakleder: Ben ve Katâde, sabah namazındaki ku­nut hakkında ihtilafa düştük. Katâde "Rükûdan öncedir" dedi, ben de "Rükûdan sonradır" dedim. Enes b. Mâlik'e gittik, ona durumu anlattık. Bunun üzerine Enes şunları söyledi: "Sabah namazında Hz. Peygamber'e (s.a.) gittim. Tekbîr aldı, rükûa vardı, başını kaldırdı, sonra secde etti. Sonra da ikinci rekâta kalktı, (kıraati tamamlayınca) tekbir aldı, rukûa vardı, sonra başını kaldırdı, bir müddet ayakta durdu, sonra secdeye ka­pandı."[644]

Bu hadis, Sâbİt'in yine Enes'ten rivayet ettiği hadisle aynı gibidir; Enes'­in kunutla neyi kastettiğini açıklığa kavuşturmaktadır. Çünkü Enes, bu hadisi "Rükûdan sonra kunut yaptı" diyene deiil olarak zikretmiştir. İşte bu kıyam ve uzatma işlemi Enes'in maksadının ta kendisidir. Böylece on­dan gelen bütün hadisler bir noktada —ittifak etmiş oldu — toplanmış oldu. [645]

 

6— Sahabenin Kunutu:

 

Sahabeden rivayet edilen kunut ise iki türlüdür:

1- Müslümanların başına önemli bir iş geldiğinde, felâket ve musibet zamanlarında okunan kunut: Ebu Bekir es-Sıddîk'ın (r.a.), sahabe (yalancı peygamber) Müseylime ile savaşırken; Hz. Ömer'in Ehl-i Kitab (Yahudi ve Hristiyanlar) ile savaşılırken; Hz. Ali'nin Muaviye ve Şamlılar ile sava­şırken okudukları kunut... gibi.

2-, Mutlak (kayıt ve şarta bağlı olmayan) kunut: Bunu Sahabeden nak­leden kimsenin bununla kastı bu rüknü dua ve sena için uzatmaktır. En iyi bilen Allah'tır.    [646]                                                                                  

 

 

D) YANILMA < = SEHİV) SECDESİ

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu sabittir: "Ben de sizin gibi bir insanım. Sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Unuttuğum zaman bana hatırlatınız.[647]

Onun namazda yanılması Allah'ın ümmete nimetini tamamlaması, din­lerini kemale erdirmesidir ki, böylece yanılma durumunda Hz. Peygam­ber'in (s.a.) kendileri için meşru kıldığı şeylerde ona uyabilsinler. Muvatta'da rivayet edilen şu munkatı' hadis de bu manayı ifade etmektir: "Benim unutmam yahut unutturulmam ancak şeriat ve kaide koymak (çığır açmak) içindir.[648]

Hz. Peygamber (s.a.) unutur, böylece onun yanılmasına bağh olarak kıyamete kadar yanılmaları halinde ümmetinin yapması gereken şer'î hü­kümler düzenlenmiş olurdu. Bir keresinde dört rekâtlı namazda iki rekâtı kıldıktan sonra arada oturmadan ayağa kalktı. Namazını bitirince selâm vermeden önce iki secde yaptı, sonra selâm verdi. Bu olaydan şu kaide çıkarıldı: "Kim yamlarak (dalgınlıkla) namazın rükünlerinden olmayan bir şeyi terkederse, selâmdan önce o şey için secde eder." Bu hadisin yolların­dan birinden de şu kaide çıkarılmıştır: Bunu (namazın rükünlerinden ol­mayan şeyi) terkedip bir rükne başlarsa terkolunan şeye geri dönmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ayağa kalkınca, arkasındaki cemaat teşbih ettiler (sub-hanallah dediler); o da onlara kalkın işareti yaptı.

Bu secdenin nerede yapılacağı konusunda Hz. Peygamber'den (s.a.) farklı şeyler rivayet edilmiştir. Sahihayn'da Abdullah b. Buhayne'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Hz. Peygamber (s.a.) öğle namazında iki rekâtı kıl­dıktan sonra arada oturmadan ayağa kalktı. Namazını bitirince iki secde yaptı, bundan sonra da selâm verdi. " Yine aynı hadisin Buharî ve Müslim tarafından nakledilen başka bir rivayetinde "Oturduğu halde selâm verme­sinden önce her secdede tekbir alarak unuttuğu oturma yerine iki secde yaptı" deniliyor.[649]

Mû'sned'de, Yezîd b. Harun el-Mes'ûdî yoluyla Ziyâd b. Ilâka'nın şun­ları söylediği rivayet edilmektedir: Mugîre b. Şu'be bize namaz kıldırıyor­du. İki rekâtı kılınca oturmadan ayağa kalktı. Arkasındakiler ona teşbih getirerek hatırlatma yaptılar. O da cemaate kalkın işareti yaptı. Namazını bitirince selâm verdi. Sonra iki secde yapıp (yine) selâm verdi ve ardından: "Allah Rasûlü (s.a.) de bize böyle yaptı" dedi.[650] Tirmizî bu hadisin sa-"hih olduğunu söylemiştir.                                                     

Beyhakî'nin rivayetine göre Abdurrahman b. Şimâse el-! Mehrî şöyle anlatıyor: Ukbe b. Amir el-Cühenî bize namaz kıldırıyordu. Oturması ge­rekli olduğu halde ayağa kalktı. Arkasındaki insanlar: "Sübhanallah, Sübhanallah" diye hatırlatma yaptılar. Ama o, oturmadı, kıyamına devam etti. Namazın sonuna gelince oturduğu halde iki yanılma secdesi yaptı. Seİâm verince: "Biraz önce sizin, oturmam için Sübhanallah dediğinizi işittim.  Ancak sünnet olan, benim  yaptiğımdır" dedi.[651]

Üç sebepten Abdullah b. Buhayne hadisi daha münasibtir:

1-  Muğîre hadisinden daha sahihtir.

2-  Yine Muğîre hadisinden anlamı daha açıktır. Çünkü Muğîre'nin: "Allah Rasûlü (s.a.) de bize böyle yaptı" sözünün kendisinin yaptıklarının hepsine ait olması mümkündür; bu durumda Hz. Peygamber (s.a.) bu ya­nılma halinde bir kere selâmdan önce, bir kere de selâmdan sonra secde etmiş olur. Şu halde îbn Buhayne de, Muğîre de gördüklerini anlatmış olurlar ki, böylece her ikisini yapmak da caiz olmuş olur. Yukarıdaki sö­züyle, Muğîre'nin, Hz. Paygamber (s.a.) ayağa kalktı, geri dönmedi, sonra yanılmadan dolayı secde etti, anlamını kastetmiş olması da mümkündür.

3-  Muğîre, herhalde selâmdan önce yapacağı secdeyi unuttu da, bu secdeyi selâmdan sonra yaptı. Bu yanılmanın özelliğidir. Şu halde selâm­dan önceki secde hakkında bunu söylemek mümkün değildir. En iyi bilen Allah'tır. [652]

 

1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Yaptığı Sehiv Secdeleri:

 

1- Hz. Peygamber (s.a.) bir defasında zevalden güneş batımına kadar olan vakitteki namazlardan birini -ya öğleyi, ya da ikindiyi- kıldırırken iki rekâtta selâm verdi. Sonra konuştu. Sonra da namazı tamamlayıp se­lâm verdi. Ardından selâm ve konuşmadan sonra iki secde yaptı. Secde ederken ve başını secdeden kaldırırken tekbir alıyordu.[653]

2-  Ebu Davud ve Tirmizî'nin rivayetlerine göre Hz. Peygamber (s.a.) ashabına namaz kıldırırken (yanıldı) secde yaptı, sonra teşehhüd okudu, sonra da selâm verdi.[654] Tirmizî:  "Bu hadis, hasen-garîbtir" diyor.

3-  Bir gün namaz kıldı, selâm verip ayrıldı. Oysa namazın bir rekâtı kalmıştı. Talha b. Ubeydullah derhal ona yetişip "Namazın bir rekâtını unuttun" dedi. Bunun üzerine geri döndü, mescide girdi ve Bilâl'e emredip namaz için kamet getirtti. Cemaate bir rekât namaz kıldırdı. Bu olayı İmam Ahmed (r.h.) nakletmiştir.[655]

4-  Bir keresinde öğle namazını beş rekât kıldırdı. Bunun üzerine (se­lâm verince) kendisine: "Namaz arttırıldı mı?" diye soruldu. O da: "Ne oldu ki?" diye sordu. "Beş rekât kıldın" şeklinde cevap vermeleri üzerine selâm verdikten sonra iki secde yaptı. Bu olayı Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.[656]

5-  İkindi namazını üç rekât kıldırdı, sonra evine girdi. Cemaat duru­mu ona hatırlattı. Bunun üzerine dışarı çıktı. Onlara bir rekât kıldırdı, sonra selâm verip iki secde yaptı. Sonra selâm verdi.[657]

Hz. Peygamber'in (s.a.) namazdaki yanılmalarından bilinenlerin ta­mamı işte bu beş yerdir. Bu yerlerden bazılarında selâmdan önce, bazıla­rında da selâmdan sonra secde ettiği anlaşılmaktadır.

İmam Şafiî (r.h.) diyor ki: Hepsi selâmdan öncedir. Ebu Hanîfe (r.h.) diyor ki:  Hepsi selâmdan sonradır.

Mâlik (r.h.) diyor ki: Namazda eksiltme şeklinde olan her yanılma için yapılacak secde, selâmdan öncedir. Namazda artırma şeklinde olan her yanılma için yapılacak secde ise selâmdan sonradır. Hem artırma, hem eksiltme şeklinde ortaya çıkacak iki yanılma için yapılacak secde de selâm­dan öncedir.

(Mâlikî âlimlerinden) Ebu Ömer İbn Abdilber diyor ki: İşte Mâlik'in görüşü budur. Bu konuda ondan gelen rivayetlerde ayrıcalık yoktur. Ona göre bir kimse bunun aksine yanılma secdesi yaparak secdeyi hep selâmdan sonra yahut hep selâmdan önce yapsa hiçbir şey olmaz. Çünkü ona göre bu konuda gelen hadislerin ve bu ümmetin selefinin kendi aralarında ihti­laflı o-lmalarından dolayı bu secde hâkimin kendi içtihadıyla hükmetmesi kabilindendir.

İmam Ahmed'e (r.h.) gelince; el-Esrem anlatıyor: Ahmed b. Hanbel'e yanılma secdesinin selâmdan önce mi, yoksa sonra mı olduğunun soruldu­ğunu İşittim. Şöyle cevap verdi: Bazı yerlerde selâmdan önce, bazı yerlerde selâmdan sonradır. Zülyedeyn olayı hakkında Ebu Hureyre'den nakledilen hadise göre Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı gibi, iki rekâtta selâm verdi­ğinde selâmdan sonra secde eder.

Üç rekâtta selâm veren kimse İmrân b. Husayn hadisine[658] göre yine selâmdan sonra secde eder (şüphe edip doğruyu) taharri = araştırma halin­de İbn Mes'ûd hadisine göre selâmdan sonra secde eder. İki rekâtta otur­madan ayağa kalkma halinde İbn Buhayne hadisine göre selâmdan önce secde eder. Namazda (kaç rekât kıldığında) şüphe ederse Ebu Saîd el-Hudrî[659] ve Adurrahman b. Avf[660] hadislerine göre namazı yakîn (kesin bildiği adet) üzerine bina eder ve selâmden önce secde yapar.

el-Esrem diyor ki: Ahmed b. Hanbel'e: "Bu yerlerin dışında ne ya­par?" diye sordum, şöyle cevap verdi: "Hepsinde de selâmdan önce secde eder. Çünkü secde, namazının eksiğini tamamlamaktadır" Yine Ahmed b. Hanbel diyor ki: "Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet edilenler olmasaydi, secdelerin hepsinin selâmdan önce olması görüşüne varırdım. Zira sec­de, namazın tabiatındandır. Bu yüzden (namaz kılan) onu selâmdan önce yerine getirir. Ancak diyorum ki: Hz. Peygamberdin selâmdan sonra secde ettiği rivayet edilen her yerde selâmdan sonra secde eder. Diğer yanılma durumlarında ise selâmdan önce secde yapar."

Davud b. Ali diyor ki: Hiç kimse yanılmadan dolayı Allah Rasulü'-nün (s.a.) secde ettiği beş yer dışında secde etmez. [661]

 

2— Namazda Şüphe:

 

Şüphe, Hz. Peygamber'e (s.a.) arız olmamıştır. Ancak şüphe edilirse yakın (kesin bilgi) üzerine bina edilmesini, şüpheye itibar edilmemesini ve selâmdan önce secde yapılmasını emretmiştir. İmam Ahmed diyor ki: Şüp­he iki cihetlidir: 1- Yakın, 2- Taharrî. Artık Ebu Saîd el-Hudrî hadisine göre yakînde karar kılan kimse şüpheyi ibtal eder, selâmdan önce iki yanıl­ma secdesi yapar. Mansûr'un rivayet ettiği îbn Mes'ûd hadisine göre ta­harride yani galib zanda karar kılan kimse ise selâmdan sonra iki yanılma secdesi yapar.

İmam Ahmed'in kastettiği Ebu Saîd hadisi şudur: "Biriniz namazında şüphe edip de üç mü, yoksa dört mü kıldı bilemezse şüpheyi atsın yakînen bildiği (adet) üzerine bina etsin. Sonra selâm vermeden önce iki secde yapsın.[662]

İbn Mes'ûd hadisi ise şudur: "Biriniz namazında şüphe ettiğinde doğ­ruyu araştırsın (ihtimallerin doğruya en yakın olanında karar kılsın), sonra iki secde yapsın." İki hadis de Buhari ve Müslim tarafından rivayet edil­miştir. Sahihayn'daki başka bir metinde: "Sonra selâm versin, sonra da iki secde yapsın" deniliyor. İşte İmam Ahmed'in "taharride karar kılarsa selâmdan sonra secde eder" dediği budur.

Ona göre taharrî ile yakîn arasındaki fark şudur: Namaz kılan bir kimse imam ise (şüphe ettiğinde) gaüb zanmna ve zihninde çoğunlukla ihti­mal verdiği şeye göre hareket eder. İşte bu taharridir. İbn Mes'ûd hadisine göre de bu durumdan dolayı selâmdan sonra secde eder. Şayet namazı tek başına kılıyorsa Ebu Saîd hadisine göre yakîn üzerine bina eder ve selâmdan önce secde eder. Onun zahir mezhebini ortaya koymada müntesiblerinin çoğunluğunun yolu işte budur. Ondan ayrıca iki rivayet daha nakledilmiştir: 1- Her halükârda yakîn üzerine bina eder. Şafiî ile Mâlik'in görüşleri budur. 2- Her halükârda galib zannına göre hareket eder. Onun ifadelerinin görünüşüne bakılırsa gerçekten şüphe ile güçlü galib zan ara­sında fark gözettiği ortaya çıkar. Namaz kılan kimse şüphe ettiğinde yakîn üzerine bina eder; zihninde çoğunluk ihtimal yahut galib zan belirdiğinde araştırır. (O çoğunluk ihtimal yahut galib zanna göre hareket eder). Verdi­ği cevapların odağını bu teşkil etmekte olup iki hadisi iki (ayrı) hâle ham­letmektedir. En iyi bilen Allah'tır.                                                         

Ebu Hanîfe (r.h.) şüphe konusunda diyor ki: Şüphe kendisine ilk defa ânz olmuşsa namazı yeniden kılar. Çokça arız olmuşsa ve bir tarafa galib zannı var ise ona göre hareket eder. Zannı yoksa yakîne bina eder. [663]

 

3— Namazda Gözleri Kapama:                                                           

 

Namazda gözlerini yummak Hz. Paygamber'in (s.a.) âdeti değildi. Yu- j karıda da geçtiği üzere teşehhüdde dua ederken gözüyle parmağına işaret >! ederdi. Ve gözünün bakışı işaret parmağını aşmazdı.[664]

Buharî'nin Sahih'inde rivayet ettiğine göre Enes (r.a.) şöyle demiştir: Hz. Âişe'nin, odasının bir tarafını örttüğü bir perdesi vardı. Hz. Peygam­ber (s.a.) ona: "Şu perdeni karşımdan al. Üzerindeki resimler, namazdaj iken hep bana görünüp duruyor." dedi.[665]

Hz, Peygamber (s.a.) namazda iken gözlerini yumuyor olsaydı resim­ler ona görünmezdi. Bu hadisi delil olarak ileri sürmek pek o kadar uygun! değildir. Çünkü namazda İken ona görünen şey, daha önce görülmüş olan| bu resimlerin hatırlanması mı, yoksa bizzat onların gözle görülmesi mi?j Bu da muhtemel, şu da muhtemel. Delil olma bakımından bu hadisten daha açık olanı Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet edilen şu hadistir: Hz. Peygam-^ ber (s.a.) üzerinde işaretler bulunan bir hamisa (yünden dört köşeli, ikij tarafı zencefilli bir tür siyah aba) içinde namaz kıldı. (Namaz kılarken): üstündeki işaretlere şöyle bir bakmıştı. Namazdan çıkınca: "Benim şu ha-\ misamı Ebu Cehm'e (geri) götürün de bana Ebî Cehm'in (nakışsız, yumu-ı şak fakat kalın saf aba olan) enbicâniyyesini getirin.   Zira demin namazım dan beni (az kalsın) alıkoyacaktı'' buyurdu.[666]

Bu hadisi delil olarak almak da pek mümkün değildir. Çünkü neticede hamisaya bir kerecik bakmış ve bu bakış onu meşgui etmişti. Bir süvariyi öncü olarak gönderdiğinde (namaz kılarken) süvarinin geleceği vadiye doğ­ru baktığı yolundaki hadis de delil olmaz. Çünkü bu bakış ve iltifat onun, ordunun işleriyle ilgilenmesinden dolayı gerekli olduğu içindi.

Belki kusûf namazında cenneti gördüğünde bir üzüm salkımı almak için elini uzatması olayı buna delil olabilir. Yine bu namazda cehennemi, kediye işkence eden kadını ve (hacıların mallarını çomağı ile çalan, farkına varıldığında da, çomağıma takıldı diyen) çomaklı adamı[667] cehennemde görmesi; yine namaz kılarken önünden geçmek isteyen hayvanı savuştur­maması, erkek ve kız çocuğu geri çevirmesi, dövüşen iki genç kızın arasını ayırması, namazda iken kendisine selâm veren kimsenin selâmım işaretle alması —çünkü ancak gördüğü kimseye işeret edebilirdi—, yine namaz kı­larken şeytanın O'na saldırması ve O'nun da şeytanı yakalayıp boğazını sıkması -ki bu gözle görmedir- olayları hakkında rivayet edilen bu ve bu­nun gibi hadislerin toplamından Hz. Peygamber'in (s.a.) namazda iken gözlerini yummadığı bilgisi elde edilebilir.

Fakihler, gözleri yummanın mekruh olup olmadığında görüş ayrılığına düşmüşlerdir: İmam Ahmed ve bazıları mekruh saymış ve: "Bu Yahudi işidir" demişlerdir. Bir grup ise mubah görmüş, mekruh saymamış ve: "Na­mazın ruhu sırrı ve maksadı olan huşûu elde etmeye daha yakın olabilir" demişlerdir.

Doğrusu şöyle demektir: Şayet gözleri açmak huşua zarar vermiyorsa bu daha faziletlidir. Şayet kıblesinde kalbini karıştıran süslemeler ve nakış­lar bulunuyor ve bunlar huşûuna engel oluyorlars'a, işte o zaman gözlerini kapamak kesinlikle mekruh olmaz. Bu durumda gözleri kapamanın müste-hab olduğu görüşü şeriatın usuİ ve maksatlarına, mekruh olduğu görüşün­den daha yakındır. En iyi bilen Allah'tır. [668]

E) NAMAZDAN SONRAKİ TUTUMLARI'

 

1— Namazdan Sonra Okuduğu Dualar:

 

Selâm verince üç kere istiğfar eder (Estağfirullah demek) ve (ofippn sonra da) şöyle derdi:

"Allah'ım! Selâm sensin. Yalnız sendendir, selâmet. Çok ulusun, ey Celâl ve İkram sahibi!".[669]

Kıbleye yönelik olarak ancak bunları söyleyecek kadar bekler, hemen kendisine uyan cemaata yönelirdi.

Namazı bitirince hem sağından, hem solundan çıkıp giderdi. İbn Mes'ûd: "Allah Rasûlünün (s.a.) solundan çıkıp gittiğini çok gördüm." diyor. Enes ise: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) çoğunlukla sağından çıkıp gittiğini gördüm." diyor. Birincisi Sahihayn'da[670] ikincisi ise Müslim'dedir.[671] Abdullah b. Amr da: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) namazdan ayrılınca sağından ve solundan çıkıp gittiğini gördüm." diyor.[672]

Sonra yüzünü cemaata çevirirdi. Cemaatın herhangi bir tarafına özel davranmazdı.

Sabah namazını kılınca güneş doğuncaya kadar namaz -kıldığı yerde otururdu.[673]

Her farz namazın arkasında şu duayı okurdu:     ,

"Yegâne Allah'tan başka tanrı yoktur. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd, O'na mahsustur. O'nun her şeye gücü yeter. Al­lah'ım! Senin verdiğine hiç engel yoktur. Senin vermediğini verebilecek hiç yoktur. Hiç kimseye sahip olduğu makam ve serveti, Sana karşı koyup fayda veremez. [674]                                                 ;

Şu duayı da okurdu:                                          

"Yegâne Allah'tan başka tanrı yoktur. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd O'na mahsustur. O'nun herşeye gücü yeter. Güç, kuvvet yalnız Allah ile beraberdir. Allah'tan başka tanrı yoktur. Yalnız O'na kul­luk ederiz. Nimet O'nundur. Fazlu kerem O'nundur. Güzel övünç O'nun­dur. Allah'tan başka tanrı yoktur. Yalnız O'nun adına dinî görevlerimizi halisane yerine getiririz.  İsterse kâfirler hoşlanmasınlar."[675]

Ebu Davud'un Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)'dan naklettiğine göre Allah Ra-sûlü (s.a.), selâm verip namazdan çıkınca şu duayı okurdu:

"Allah'ım! Önden işlediğim, geriye bıraktığım, gizlediğim, aşikâre işj lediğim, israf ettiğim ve benden daha iyi bildiğin bütün günahlarımı bağiş+ la. Öne geçiren, geri bırakan yanlız sensin Senden başka tanrı yoktur."[676]

Bu dua, Müslim'in[677], Hz. Peygamber'in (s.a.) namaza başlangıçta; rükû ve secdede okuduğu dualara dair Hz. Ali'den rivayet ettiği uzunca bir hadisin bir parçasıdır. Müslim'in bu rivayetinde yukarıdaki duanın nerede okunduğu hususunda iki ayrı şey söylenmiştir:                            

1-  Hz. Peygamber (s.a.) bu duayı teşehhüd ile selâm arasında okurdul Doğru olan budur.

2-  Selâmdan sonra okurdu. Herhalde iki yerde de okumuştur. Enlim bilen Allah'tır.

İmam Ahmed'in Zeyd b. Erkam'dan rivayetine göre:

Allah Rasulü (s.a.) her namazın sonunda şu duayı okurdu:         

"Rabbimiz, herşeyin Rabbi ve hükümranı olan Allah'ım! Yegâne Rab olduğuna, ortağın bulunmadığına ben şahidim.

Rabbimiz, herşeyin Rabbi olan Allah'ım! Muhammed'in, Senin kulun ve elçin olduğuna ben şahidim.

Rabbimiz, herşeyin Rabbi olan Allah'ım! Kulların hepsinin kerdeş ol­duklarına ben şahidim.

Rabbimiz, herşeyin Rabbi olan Allah'ım! Dünya ve âhiretin her saa­tinde beni ve ailemi Sana karşı ihlâslı kıl. Ey celâl ve ikram sahibi! Dinle, kabul buyur. Allah en büyük, en büyüktür. Allah, göklerin ve yerin nuru­dur. Allah en büyük, en büyüktür. Bana Allah yeter. O ne güzel vekil. Allah en büyük, en büyüktür." Bu hadisi Ebu Davud da rivayet et­miştir.[678]

Hz. Peygamber (s.a.) ümmetini, her namazın arkasında otuz üç kere "Sübhanallah", otuz üç kere "el-hamdülillah" ve otuz üç kere "Allahuekber" deyip yüze tamamlamak için şu duayı okumaya teşvik et­miştir:

"Yegâne Allah'tan başka tanrı yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd O'na mahsustur. O'nun herşeye gücü yeter."[679]

Bir diğer tarz olarak, otuz dört tekbir getirerek yüze tamamlama tav­siye edilmektedir.[680]

Bir başka rivayette, şu şekil ortaya konmaktadır: Yirmi beş teşbih, bir o kadar tahmid, bir o kadar tekbir ve bir o kadar da şunları söylemek.[681]

Bir başka şekil olarak on teşbih, on tahmid ve on tekbir tavsiye edil­mektedir.[682]

Bir başka şekil olarak da-Sahih-i Müslim'de Ebu Hureyre'den nakle­dilen hadisin rivayetlerinin birinde olduğu üzere - on birer kere söyleme tavsiye edilmiştir: "Her namazın arkasında otuz üç kere teşbih, tahmid ve tekbir getirirler. Herbirinden on birer kere, böylece hepsi otuz üç eder."[683] Bu şekil tavsiyede gözüken o ki, bu tarz, râvilerden birinin ta­sarruf ve yorumudur. Çünkü hadisin metni: ''Her namazın arkasında otuz üç kere teşbih, tahmid ve tekbir getirirler." şeklindedir. Bundan maksadı da, teşbih, tahmîd ve tekbir kelimelerinden her birinin otuz üç olmasıdır. Yani: "otuz üç kere Subhânallah, el-Hamdülülah ve Allahu ekber" deyi­niz. Zira hadisin râvisi Sümey, bu hadisi Ebu Salih es-Semmân'dan naklet­mektedir. Ebu Salih, ona, hadisi bu şekilde şöylece yorumlamıştır: "Subhânallah, el-Hamdülülah ve Allahu Ekber kelimelerinin hepsinden otuz üç adet oluncaya kadar söyleyin."

Özellikle on bir rakamının belirtilmesinin, zikirler içinde bir benzeri yoktur. Ama yüz rakamında durum bunun aksinedir. Çünkü onun pekçok benzerleri vardır. On rakamının da yine pekçok benzerleri mevcuttur. Ni­tekim Sünen'&e Ebu Zer'den nakledilen bir hadise göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim sabah namazının arkasından daha ayaklarını bükmüş oturur­ken, konuşmadan önce on kere;

derse onun adına on sevab yazılır, on günahı silinir, derecesi on kat yük­seltilir ve o gün her türlü belâdan emniyet içinde olur, şeytandan korunur ve o gün Allah'a ortak koşma dışında herbir günahın ona yaklaşması müm­kün olmaz." Tirmizî: "Bu hadis, hasen-sahih'tir" diyor.[684]

îmam Ahmed'in Müsned'inde, Ümmü Seleme'den nakledilen bir hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.) hizmetçi istemek için gelen kızı Fâtıma'ya uyuyacağı zaman otuz üç kere Allah'ı teşbih etmesini, otuz üç kere O'na tahmîd okumasını ve otuz üç kere de O'na tekbir getirmesini; sabah nama­zını kılınca on kere ve akşam namazından sonra on kere:

demesini öğretmiş ve ona emretmiştir.[685]

Sahih-i tbn Hibbân'da Ebû Eyyûb el- Ensârî'den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Kim sabah uyanınca on kere:

derse, bunlara karşılık onun adına on sevab yazılır, on günahı silinir, dere­cesi on kat yükseltilir, bu sözler onun için dört köle âzâd etmeye denk ve akşama kadar şeytandan korunmak için sığınak olurlar. Bunları akşam namazını kılınca, namazın arkasında söyleyen kimse için de sabaha kadar aynen sabahleyin söyleyen kimseye verilenlerin misli verilir.[686]

Hz. Peygamber'in (s.a.) namaza başlangıçta okuduğu dualar arasında yukarıda da geçtiği üzere on kere "Allahu Ekber" on kere "el-Hamdülillah", on kere "La ilahe illallah", on kere "Estağfirullah" der; sonra on kere "Allahümmağfir lî vehdini zuknî" diye dua eder, on kere de kıyamet gü­nünde yer darlığından Allah'a sığınırdı. Zikirler ve dualar arasında on kere tekrarlananlar çoktur. Dua ve zikirlerin herhangi birinde on bir kere tek­rarlama ise-yukanda geçen Ebu Hureyre hadisinin senedlerinden biri dışında-asla nakledilip gelmemiştir. En iyi bilen Allah'tır.

Ebu Hâtim'in Sahihimde naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) na­maz kılıp bitirince şu duayı okurdu:

"Allah'ım! Halimin düzelmesine vesile kıldığın dinimi benim için ıslah ,k. Geçinme kaynaklarımı kendisinde yarattığın dünyamı benim için ıslah et.

Allah'ım! Gazabından hoşnutluğuna sığınırım. Azabından affına sığı­nırım .Senden yine Sana sığınırım. Senin verdiğine hiç engel yoktur. Senin vermediğini verebilecek hiç yoktur. Hiç kimseye, sahip olduğu makam ve serveti, Sana karşı koyup fayda veremez."[687]

Hâkim, Müstedrek'mde Ebu Eyyub'un şöyle dediğini nakleder: Pey­gamberinizin (s.a.) arkasında namaz kıldığımda mutlaka namazını bitirince şu duayı okuduğunu işitirdim:                                                              .

"Allah'ım! Bütün hata ve günahlarımı bağışla.

Allah'ım! Bana nimet ihsan et, beni dirilt, bana nzık ver. Beni salih amel ve huylara yönelt. Zira Senden başkası onların salih olanına yönelte-mez ve yine Senden başkası onların kötü olanından alıkoyamaz. "[688]

İbn Hibbân'ın Sahih'inde naklettiğine göre Haris b. Müslim et-Temîmî diyor ki: Hz. Peygamber (s.a.) bana buyurdu kj: "Sabah namazını kılınca konuşmadan yedi kere                              Allah'ım! Beni Cehennem ate-

şinden koru, diye dua et. O gün ölecek olursan Allah, cehennem ateşinden uzak kalman için bir ahidname yazar. Akşam namazını kılınca konuşma­dan yedi kere  Allah'ım! Beni cehennem ateşinden ko­ru, diye dua et. O gece ölecek olursan Allah, cehennem ateşinden uzak kalman için bir ahidname yazar. "[689]

 

2— Farz Namazların Sonunda Âyet el-Kürsî Okuması:

 

Nesâî'nin esSünenü 'l-Kebîr'de Ebu Ümâme'den naklettiğine göre Al­lah Rasulü (s.a.): "Kim her farz namazın arkasında Âyet el-Kürsî'yi okur­sa ,onu cennete girmekten yalnızca ölmemesi alıkor."[690] buyurmuştur. Bu hadisi Muhammed b. Hımyer, tek başına, Muhammed b. Ziyad el-Elhânî aracılığıyla Ebu Ümâme'den nakletmiştir. Nesâî ise hadisi Hüseyn b. Bişr yoluyla Muhammed b. Himyer'den rivayet etmiştir. Bu hadisi kimileri sa­hih saymış ve demişlerdir ki: Hüseyn b. Bişr hakkında Nesâî: "Bir sakın­cası yok", başka bir yerde de: "sika" demiştir. Her iki Muhammed ile de Buharı, Sahih'inde istidlal etmiştir; o halde hadis, onun onayım almış­tır, diyorlar. Kimileri de: "Bu hadis uydurmadır" diyor. Ebul-Ferec İbnü'l-Cevzî bu hadisi el-Mevzuât adîı kitabına almış ve Muhammed b. Hımyer'e takılmış, Ebu Hatim er-Râzî'nin onun hakkında: "Onunla istidlal edilmez" ve Yakub b. Süfyân'ın: "Güçlü değil" sözlerini esas almıştır. Hafızlardan bazısı onun bu tutumuna karşı gelmiş ve Muhammed'i "sika" saymışlar­dır. Bunlardan biri diyor ki: O (Muhammed b. Hımyer) hadis uyduracak adam değildir. Sahih hadisleri toplayıp kitap haline getirenlerin en büyüğü —Buharı— onunla istidlal etmiştir. Hadis râvileri hakkında son derece sen sözlü biri olan Yahya b. Maîn bile onu sika saymıştır. Yine bu hadisi Ta­berânî, Mu'cem'inde Abdulah b. Hasan —babası— dedesi yoluyla şu şe­kilde rivayet eder: Allah Rasuîü (s.a.) buyurdu ki: "Kim farz namazın arkasında Âyet el-Kürsî'yi okursa, öteki namaza kadar Allah'ın koruması altında olur. [691]

Bu hadis, Ebû Ümâme, Ali b. Ebî Talib, Abdullah b.Ömer, Muğîre b.Şu'be, Câbir b.Abdullah ve Enes b. Mâlik'ten de rivayet edilmiştir. Bun­ların hepsi de zayıftır. Ancak farklı yollan ve ayrı ayrı kaynaklarıyla bir­likte birbirine eklendiklerinde hadisin bir aslının bulunduğunu ve uydurma olmadığını gösterirler. Kulağıma geldiğine göre üstadımız Ebu'l-Abbas İbn Teymiye —Allah, ruhunu şad etsin— "Hiçbir namazın sonunda Âyet el-Kürsî okumayı terketmedim" demiş.

Müsned ve Sünen'de, Ukbe b. Âmir'in şöyle dediği rivayet edilir: "Allah Rasûlü (s.a.) her namazın arkasında Muavvizât (İhlâs, Felak ve Nâs sûrele­rini) okumamı emretti."[692] Bu hadisi Ebu Hatim îbn Hibbân, Sahih'in-de; Hâkim ise Müstedrek\e rivayet etmiştir. Hâkim: "Müslim'in şartına göre sahihtir" diyor. Tirmizî'de hadisin metni "Muavvizeteyn-Felak ve Nâs sûrelerini okumamı emretti" şeklindedir.

Taberânî'nin Mu'cem'i ile Ebu Ya'lâ el-Mavsılî'nin Müsned'inde Ömer b. Nebhân'ın —bu râvî hakkında söz edilmiştir— Câbir'den rivayetine gö­re Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuş: "İmanı olup da şu üç şeyi yapan kimse cennetin kapılarından dilediğinden girer, dilediği kadar huri ile ev­lendirilir: I- Katilini affeden, 2- Gizli borç ödeyen, 3- Her farz namazın arkasında da on kere Kul hüvallahu ahad sûresini okuyan." Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a.): "Yahut bunlardan birisini yaparsa da mı, ey Allah'ın Rasûlü?" dedi. O da cevaben: "Evet, bunlardan birisi yaparsa da" buyurdu.[693]

Hz. Peygamber (s.a.), Muaz'a, her namazın arkasında: "Allah'ım! Seni zikredebilmem, Sana şükredebil-mem ve Sana iyi kulluk edebilmem için bana yardım et." diye dua etmesi­ni tavsiye buyurdu.[694]

"Namazın arkası" sözünde, selâmdan önce ve sonra olma ihtimali vardır. Üstadımız, selâmdan önce olmasını, tercih ederdi. Neden böyle dü­şündüğünü sordum; "Herşeyin arkası kendisindendir; 'hayvanın arkası' sö­zünde olduğu gibi1' diye karşılık verdi. [695]

 

3— Sütre[696] Yapması:

 

Allah Rasûlü (s.a.) duvara doğru namaz kılacağı zaman duvarla ken­disi arasında bir koyun geçecek kadar açıklık bırakırdı. Duvardan uzak durmazdı. Aksine sütreye yakın olmayı emrederdi. Bir oduna, direğe yahut ağaca doğru namaz küacağı zaman o şeyi sağ yahut sol kaşı hizasına alır, tam karşısına almazdı.

Yolculukta ve açık alanda bulunduğunda yere bir hançer diker, ona doğru namaz kılardı. Böylece bu hançer, onun sütresi olurdu. Devesini enlemesine yatırıp ona karşı namaz kıldığı da olurdu. (Deve kalkıp giderse) semeri alıp diker ve onun art kaşına doğru namaz kılardı.[697]

Namaz kılacak kimsenin bir ok yahut değnek iie de olsa önüne sütre dikmesini, şayet bulamazsa yere çizgi çizmesini emretmiştir.[698] Ebu Da-vud diyor ki: Ahmed b. Hanbel'in; "Çizgi, hilâl gibi enlemesine oiacak" dediğini işittim. Abdullah da: "Çizgi uzunlamasına olacak" dedi. Değnek ise dimdik dikilir.

Önünde sütre yapacak birşey yoksa, sahih yolla nakledildiğine göre Hz. Peygamber'in (s.a.) namazını ''kadın, eşek ve siyah köpek" keserdi. Bu rivayet, O'ndan Ebu Zer[699], Ebu Hureyre[700] İbn Abbas[701] ve Abdullan b. Mugaffel'[702] tarafından sağlam yolla nakledilmiştir. Bu hadislerin çelişiği olan hadisler iki kısımdır: 1- Sahih, ama sarih {konuya delâleti açık) değil, 2- Sarih, ama sahih değil. Durumları böyle olan aykırı hadislerden dolayı bunlarla (yukarıda râvilerinin adları verilen sahih hadislerle) amel terkedilmez. Allah Rasûlü (s.a.), Hz.Âişe (r.anha) kıblesi tarafında uyur­ken namaz kılardı.[703] Herhalde böyle olması, namaz kılanın önünden ge­çen durumunda olmamasmdandır. Çünkü erkeğin, namaz kılanın önünden geçmesi haram olduğu halde önünde durması mekruh değildir. İşte bunun gibi kadının da durması değil, geçmesi namazı kesmektedir. En İyi bilen Allah'tır. [704]                                                                     

 

F) KÂTİBE SÜNNETLERİ[705]

 

Hz. Peygamber (s.a.) yolculuk dışında, ikâmet halinde iken on rekât (sünnet) namaza devam buyururdu. Bunlar da İbn Ömer'in naklettiği şu hadiste bildirilenlerdir: "Hz. Peygamberden (s.a.) on rekât namaz belle­dim: İki rekât öğle namazından önce, iki rekât da ondan sonra, akşam namazından sonra evde iki rekât, yatsı namazından sonra evde iki rekât ve sabah namazından önce iki rekât. "[706]

Bu namazları Hz. Peygamber (s.a.) ikâmet halinde iken asla bırak­mazdı. Öğleden sonraki iki rekâtı kaçırmıştı da, onları ikindiden sonra kaza etmişti. Bu iki rekât namaza devam buyurmuştur.*3^ Çünkü Hz. Pey­gamber (s.a.) bir amele başladı mı, onda sebat ederdi. Yasak vakitlerde râtibe sünnetleri kaza etme, hem O'nun hakkında hem de ümmeti hakkın­da genel hükümdür. Yasak vakitte bu iki rekât namaza devam etme ise -inşâallah, açıklaması Hz. Peygamber'in (s.a.) hususiyetleri bölümünde ge­leceği üzere- yalnız O'na mahsustur.

Zaman zaman öğleden önce dört rekât kılardı. Nitekim Sahih-i Buha-rî'de Hz. Âişe'nin (r.a.): "Hz. Peygamber (s.a.) Öğleden önce dört, sabah­tan önce de iki rekât sünnet namaz kılmayı terketmezdi." dediği rivayet.[707]   

edilir'[708]. Şu halde ya Hz. Peygamber (s.a.) evinde kıldığında dört, camide kıldığında iki rekât kılardı demek gerekir -ki bu daha açık gözükmektedir-ya da öyle de yapardı, böyle de, demelidir. Hepsi de Hz. Âişe ve İbn Ömer'den gözlem niteliğinde aktarılmıştır. Her iki hadis de sahihtir; ikisin­den birisinde kusur yoktur. "Bu dört rekât namaz, öğlenin sünneti değildi; zevalden sonra kıldığı başlı başına müstakil bir namazdı" da denilebilir. Nitekim İmam Ahmed'in Abdullah b. Sâib'den rivayetine göre Allah Ra-sûlü (s.a.), güneşin zevalinden sonra dört rekât namaz kılardı ve: "Bu sa­at, göğün kapılarının açıldığı saattir. Bu vakitte salih bir amelimin (Arş'a) yükselmesini arzu ederim." buyururdu.[709]

Yine Hz. Âişe'den (r.anha), Sünen'de nakledildiğine göre Allah Rasû-lü (s.a.) öğleden önce dört rekât kılamadığında, bu dört rekâtı öğleden sonra kılardı[710]. İbn Mâce diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.) öğleden önceki dört rekâtı kaçırdığında, onları Öğleden sonraki İki rekâtın arkasında kılar­dı."[711] Tirmizî'de, Ali b. Ebu Tâlib'in (r.a.) şöyle dediği nakledilir: "Al­lah Rasûlü (s.a.) öğleden önce dört, ondan sonra da iki rekât namaz kılar­dı. "[712]Yine İbn Mâce, Hz. Âişe'nin şöyle dediğini aktarır: "Allah Rasûlü (s.a.) öğleden önce dört rekât namaz kılardı. Bu dört rekâtta kıyamı uza­tır; rükû ve secdeyi güzel yapardı."[713] Hz. Âişe'nin, Hz. Peygamber (s.a.) terketmezdi diye kastettiği işte -Allah daha iyi bilir ya- bu dört rekâttır.

Öğlenin sünneti ise İbn Ömer'in söylediği iki rekâttır. Diğer namazla­rın sünnetlerinin ikişer rekât olması ve insanların en boş bulundukları bir vakit olduğu halde sabahın sünnetinin iki rekât olması bunu açıklığa ka­vuşturur. Buna göre öğleden önceki bu dört rekât» sebebi günün yarılan­ması ve güneşin zevali olan müstakil bir virddir. Abdullah b. Mes'ûd, ze­valden sonra sekiz rekât namaz kılar ve: "Bunlar, misilleriyle gece namazı­na bedeldirler" derdi. Allah daha iyi bilir ya, bunun sırrı şudur: Gündüzün ortası, gecenin yarısına karşılıktır. Göğün kapıları zevalden sonra açılır. Nüzûl-i ilâhî (ilâhî iniş) ise gece yansından sonra gerçekleşir. Bu iki vakit, yakınlık ve rahmet vakitleridir. Birinde göğün kapıları açılır, diğerinde Rab Tebâreke ve Teâlâ dünya göğüne iner.

Müslim'in Sahih 'indeki rivayetine göre Ümmü Habîbe diyor ki: Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim: "Kim bir gün, bir gecede on iki rekât namaz kılarsa, o namazlara karşılık o kimse için cennette bir ev bina edilir." Nesâî ve Tirmizî, bu hadise şu İlâveyi getiriyorlar: "Dört öğleden önce, iki rekât sonra, iki rekât akşamdan sonra, iki rekât yatsıdan sonra, iki rekât sabah namazından önce. " Nesâî: "İki rekât yatsıdan sonra" yerine: "İki rekât ikindiden önce" şeklinde rivayet ediyor. Tirmizî, bu ha­disin sahih olduğunu söylemiştir.'[714] îbn Mâce, Hz. Âişe aracılığıyla Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu naklediyor: "Kim şu on iki rekât sünnet namaza devam ederse Allah onun için cennette bir ev bina eder; Dört rekât Öğleden önce, iki rekât ondan sonra, iki rekât akşamdan sonra, iki rekât yatsıdan sonra, iki rekât sabahtan önce."[715]Yine İbn Mâce'nin Ebu Hureyre kanalıyla Hz. Peygamber'den (s.a.) naklettiği buna benzer bir hadiste şöyle deniliyor: "İki rekât sabahtan önce, iki rekât öğleden Önce, iki rekât ondan sonra, iki rekât -zannederim- ikindiden önce, iki rekât akşadan sonra, -zannederim- iki rekât da yatsıdan sonra." [716] Bu açıklamanın, râvilerin birinin sözünün hadise sokuşturulmuş (müdrec) şek­li olması da, doğrudan doğruya Hz. Peygamber'in (s.a.) sözü (merfû ha­dis) olması da muhtemeldir. Allah en iyi bilendir.

İkindiden önceki dört rekâta gelince; Hz. Peygamber'in (s.a.) bu dört rekât namazı kıldığına dair, Âsim b. Damra'mn Hz. Ali'den naklettiği uzun bir hadisten başka sahih bir hadis yoktur. Bu hadiste deniyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.) gündüzün on altı rekât (sünnet) namaz kılardı: Güneşin şuradan yüksekliği, öğle namazına buradan yüksekliği gibi kalınca dört rekât namaz kılardı. Öğleden önce dört rekât, öğleden sonra iki rekât ve ikindiden önce dört rekât namaz kılardı." Bu hadisin bir başka metninde şöyle deniliyor: "Güneş şuradan (tam tepeden) kayıp ikindi vaktinde bura­dan yüksekliği gibi bir yükseklikte olunca iki rekât namaz kılardı. Güneşin şuradan yüksekliği, öğle vaktinde buradan yüksekliği gibi olunca dört re­kât namaz kılardı. Öğlenin farzından Önce dört ve ondan sonra iki rekât kılardı. İkindiden önce dört rekât kılar ve her iki rekâtın arasım Mukarreb Meleklere, (Peygamberlere) ve onların yolundan giden mü'min ve müslümaniara selâm vermek suretiyle ayırırdı.[717]

Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin bu hadisi inkâr ettiğini, hiddetle reddet­tiğini ve: "Bu hadis mevzu = uydurmadır" dediğini işittim. Ebu İshak el-Cüzcânî'nin hadisi inkâr ettiğini söylerdi.

Ahmed, Ebu Davud ve Tirmizî'nin İbn Ömer'den rivayetlerine göre Hz. Peygamber (s.a.): "Allah, ikindiden önce dört rekât kılan kimseye rahmet etsin" buyurmuştur.[718] Bu hadis hakkında farklı görüşler ileri sü­rülmüş, İbn Hibbân sahih saymış, diğerleri ise illetli (muallel) bulmuştur. İbn Ebî Hatim anlatıyor: Babam Ebu Hâtim'in şöyle dediğini işittim: Ebu'I-Velîd et-Tayâlisî'ye, Muhammed b. Müslim b. el-Müsennâ'mn, babası Müs­lim b. el-Müsennâ yoluyla İbn Ömer'den, onun da Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet ettiği: "Allah, ikindiden önce dört rekât kılan kimseye rah­met etsin'* hadisini sordum, o da; karşılığında "Bırak şunu!" dedi. Bunun üzerine: ('Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir" dedim; şöyle karşılık ver­di: Ebu'l-Velîd der ki: îbn Ömer: "Hz. Peygamber'den (s.a.) bir gün ve gecede on rekât belledim" derdi. Şayet bu (ikindiden önceki dört rekât) da olsaydı, elbet onu da sayardı... Babam (Ebu Hatim) dedi ki: Yani İbn Ömer o zaman: "On iki rekât belledim" derdi. Bu durum hadis için asla bir illet değildir. Çünkü İbn Ömer, yalnızca Hz. Peygamber'den (s.a.) bel­lediği fiili haber vermiş, bundan başka birşeyi haber vermiş değildir. Öy­leyse asla iki hadis arasında çelişki yoktur.

Akşamdan önceki iki rekât namaza gelince; Hz. Peygamber'in (s.a.) bu iki rekâtı kıldığı naklolunmamıştır. Ancak arkadaşlarının bu namazı kılmalarına ses çıkarmamıştır. Onların kıldığını gördüğü halde ne onlara bunu emretmiş, ne de yasaklamıştır. Sahihayn'da Abdullah el-Müzenî'den nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.): "Akşamdan önce namaz kılınız. Akşamdan önce namaz kılınız" buyurmuş ve üçüncüde halkın bu namazı (ileride) âdet edinmelerinden çekindiği için (bunun önüne geçmek isteye­rek): "Dileyen kılsın" demiştir.[719] Bu iki rekât hakkında doğru olan gö­rüş işte budur. Yani bu iki rekât namaz müstehabtır, mendubtur; diğer

râtibe sünnetler gibi bir râtibe sünnet değildir.[720]

Hz, Peygamber (s.a.) genellikle sünnetleri, bir sebebe bağlı olmayan nafile namazları ve bilhassa akşamın sünnetini evinde kılardı. Akşamın sün­netini camide kıldığı kesinlikle nakledilmemiştir.

Hanbel'in rivayetine göre îmam Ahmed (b.Hanbel) diyor ki: Kişinin, akşamdan sonraki iki rekâtı evinde kılması sünnettir. Hz. Peygamber (s.a.) ve O'nun sahabîlerinden bu şekilde rivayet edilmiştir. Sâib b. Yezîd: "Ömer İbnü'l-Hattâb devrinde insanların akşam namazını kılınca hep birden da­ğıldığını, camide bir tek kimse bile kalmadığını gördüm. Herhalde akşam­dan sonra ailelerinin yanma dönünceye kadar da namaz kılmazlardı." di­yordu.

Bir kimse iki rekâtı camide kılarsa onun için yeterli oiur mu ve bu iki rekât (akşamdan sonra evde kılman) namaz yerine geçer mi? Bu konu­da İmam Ahmed'den farklı görüşler naklolunmuştur. Oğlu Abdullah, şöy­le dediğini rivayet ediyor: Bir adamın -İmam Ahmed, o adamın adını vermiştir- şöyle dediği kulağıma kadar geldi: "Bir adam iki rekât (sünneti) akşamdan sonra camide kıisa kâfi gelmez" Bu sözü naklettikten sonra îmam Ahmed: "Bu adamın sözü ne kadar güzel! Kaçındığı şey ne kadar hoş!" dedi. Ebu Hafs der ki: "İmamın böyle demesinin sebebi, Hz. Peygamber'-in (s.a.) bu namazı evlerde kılmayı emretmiş olmasıdır." el-Mervezî ise: "Kim akşamdan sonra camide iki rekât kılarsa âsî olur" dedi.

Ahmed b. Hanbel: "Bunu bilmiyorum" dedi. Ben (oğlu Abdullah) de ona: "Ebu Sevr'in: O kimse âsîdir, dediği söyleniyor" dedim. "Herhal­de Hz. Peygamber'in (s.a.): Akşamın sünnetini evlerinizde kılın, hadisi [721]doğrultusunda bu görüşe varmıştır" dedi. Ebu Hafs diyor ki: "Bu sözlerin yorumu şöyledir: Bir kimse farzı evinde kılıp camiyi terketse namazı yerini bulur. Sünnet namaz da işte böyledir." Ahmed'e göre durum böyle değil­dir. Sözünün yorumu ancak şöyle olabilir: Sünnet namazlar için belli bir yer ve cemaat şartı yoktur. Hem evde hem de camide kihnabilirler. En iyi bilen Allah'tır.

Akşam sünnetinde (uyulacak) iki sünnet vardır:

Birinci sünnet: Akşamın farzı ile sünneti arası sözle bölünmemelidir. el-Meymûnî ve el-Mervezî'nin rivayetlerine göre Ahmed (r.h.): "Akşamın farzından sonra, iki rekât sünnetten önce bu iki rekât sünneti kılıncaya kadar kişinin konuşmaması müstehabdır." demiştir. Hasan b. Muhammed anlatıyor: "Ahmed'in akşam namazından selâm verip çıktığım, ayağa kalk­tığını; evine girmeden önce camide namaz kılmadığını ve bu arada konuş­madığım gördüm." Ebu Hafs diyor ki: "Ahmed'in böyle yapmasının sebe­bi Mekhûl'ün şu sözüdür: Allah Rasûlü (s.a.) buyurdular ki: 'Kim akşam­dan sonra konuşmadan iki rekât kılarsa, kıldığı bu namaz İlliyyîn'e yüksel­tilir.[722] Zira böylece nafile, farza bitişmiş olur."

İkinci sünnet: Evde kılmak. Nesâî, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Kâ'b b. Ucra'dan naklettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.) Abdüleşhel oğulları­nın mescidine geldi, orada akşam namazını kıldırdı. Namazlarını bitirince Hz. Peygamber (s.a.) baktı ki nafile namaz kılıyorlar. Bunun üzerine: "Bu, evlerin namazıdır." buyurdu.[723] Bu hadisi İbn Mâce, Râfi' b. Hadîc'den rivayet etmiş ve o rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.): "Bu iki rekâtı evle­rinizde kılınız" buyurmuştur.

Sözün özü, genellikle sünnetleri ve nafile namazları evde kılma Hz. Pey­gamber'in (s.a.) âdeti idi. Nitekim Sahih'dc nakledildiği üzere İbn Ömer şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'den (s.a.) on rekât namaz belledim: İki rekât öğleden Önce, iki rekât da ondan sonra, akşamdan sonra evde iki rekât, yatsıdan sonra evde iki rekât ve sabah namazından önce iki rekât."[724]

Sahih-i Müslim'de Hz. Âişe'nin (r.anha) şöyle dediği nakledilir: "Hz. Peygamber (s.a.) evimde, öğleden önce dört rekât namaz kılar, sonra mes­cide gider cemaata namaz kıldırırdi. Sonra gelir iki rekât namaz kılardı. Cemaata akşam namazını kıldırır; sonra gelir, iki rekât namaz kılardı. Ce­maata yatsıyı kıldırıp evime gelir iki rekât kılardı. [725]

Sabah namazının sünneti hususunda O'ndan gelen sahih rivayet de böyledir. Bu namazı Hafsa'nın da söylediği üzere evinde kılardı. [726]

Sahihayn'da İbn Ömer'den gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) evinde cumadan sonra iki rekât namaz kılardı .[727] Cumadan önce ve son­ra kılınan sünnet namaz hakkında, -inşaallahuteâlâ- Hz. Peygamber'in (s.a.) cuma konusundaki âdet ve tutumları anlatılırken, söz edilecektir. Bu du­rum Hz. Peygamber'in (s.a.) şu sözüne muvafıktır: "Ey insanlar! Namaz­larınızı evlerinizde kılınız. Çünkü farz namaz hariç, kişinin kıldığı en fazi­letli namaz, evinde kıldığıdır.[728]

Sünnetleri ve nafileleri -bir arızî durum olmazsa- evde kılma Hz. Pey-gamber'in (s.a.) âdetiydi. Nitekim yolculuk, hastalık, vb. gibi camiye git­meyi engelleyen arızî bir durum bulunmadığında farzları camide kılmak da O'nun âdetiydi.

Sabah namazının sünnetini kılmaya bütün nafile namazlardan daha çok dikkat eder, bu namaza daha fazla devam buyururdu. Bu yüzden hem bu namazı, hem de vitir namazım ne yolculuk esnasında,ne de ikamet ha­linde terkederdi. Yolculukta sabah namazının sünnetine ve vitire diğer sün­netlerden öte bütün nafilelerden daha fazla devam buyururdu. Yolculukta, bu iki namazdan başka bir râtibe sünnet kıldığı naklolunmamışım Bundan dolayı tbn Ömer (yolculukta) iki rekâttan fazla kılmaz ve: "Allah Rasûlü (s.a.) ile, Ebu Bekir ve Ömer ile -Allah onlardan razı olsun- yolculuk et­tim. Yolculukta iki rekâttan fazla kılmazlardı." derdi.[729] Her ne kadar bu söz, onların sünnet namaz kılmayip farz namazı ise dört rekâta tamam­lamadıkları ihtimalini taşıyorsa da sağlam yoldan tesbit edildiğine göre İbn Ömer'e yolculukta öğlenin sünnetini kılma meselesi sorulmuş, o da: "Na­file namaz kılacak olsaydım, namazı (dört rekâta) tamamlardım." demiş­tir. Bu, onun -Allah ondan razı olsun- fakîhliğinin göstergelerindendir. Çünkü Allah Teâlâ, yolcudan hafifletmek kastıyla dört rekâtlı namazın yarısını kaldırmıştır. Şayet o kisalmış namazdan önce veya sonra iki rekât namazı meşrûlaştıracak olsaydı, bu namazı (dört rekâta) tamamlaması daha uygun olurdu. [730]

 

1— Vitir mi, Sabahın Sünneti mi Daha Üstündür?

 

Fakihler, sabah namazının sünneti mi, yoksa vitir mi daha güçlü (mü-ekked) sünnettir, sorusuna iki ayrı görüşle cevap vermişlerdir. Fakihlerin vitirin vacibliği konusunda ihtilaf etmiş olmalarım ileri sürerek tercih yap­mak mümkün değildir. Çünkü sabah namazının sünnetinin de vacib olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin şöyle dediği­ni işittim: "Sabahın sünneti amelin başlangıcı, vitir ise sonu mesabesinde­dir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.), sabahın sünnetini ve vitiri kılar­ken ihlâs sûrelerini (Kul hüvallahu ahad ile Kul ya eyyühe'l-kâfirûn'u) okur­du. Bu iki sûre ilim-amel, marifet-irâde ve inanç-niyet tevhidlerini bünyele­rinde toplamışlardır."

"Kul hüvallahu ahad" sûresi, şu hususları içerir: İnanç ve marifet tevhidini; ve Rab Teâlâda varlığına inanılması gerekli şu konuları: Her yönden mutlak surette ortaklığa aykırı anlam taşıyan ahadiyyet = teklik vas­fını; hiçbir şekilde noksanlığın ilişemeyeceği sıfatların hepsinin O'nda var­lığını gösteren samediyyet vasfını; samediyyetin ayrılmaz özelliklerinden olan çocuksuzluk ve babasızlık durumunu ve teşbih, temsil, başkalarıyla benzer olma özelliklerini ortadan kaldırma anlamını taşıyan herşeyden müstağnî olması, ahadiyyeti ve denginin bulunmaması özelliklerini. Bu sûre O'nda her türlü üstün özelliklerin varlığını, O'nda hiçbir noksanlığın bulunmadı­ğını, üstünlüğünde O'nadenk yahut benzer birinin olmadığını ve mutlak surette O'nun ortağının olamayacağını ifade etmektedir. İşte bu temel esaslar, itikadî-ilmî tevhidin kavşak noktalarıdır. Bu tevhide sahib olan kimse, bü­tün sapık ve müşrik fırkalardan ayrılır. Bundan dolayı bu sûre, Kur'an'ın üçte birine denktir. Çünkü Kur'an'ın esası haber ve inşâya dayanır. înşâ üç kısımdır: 1- Emir, 2- Nehiy (yasaklama), 3- İbâha (mubah kılma). Ha­ber ise iki çeşittir: 1- Yaratıcıdan (c.c), O'nun isimlerinden, sıfatlarından ve hükümlerinden haber, 2- O'nun yaratıklarından haber. "Kul hüvallahu ahad" sûresi, tamamen yalnızca O'ndan, O'nun isimlerinden ve sıfatların­dan haber vermektedir. Bundan dolayı da Kur'an'ın üçte birine denktir. "Kul ya eyyühe'l-kâfirûn" sûresi (kendisine inanan okuyucusunu) kasdî, iradî ve amelî (pratik) şirkten kurtardığı gibi bu sûre de kendisine inanan okuyucusunu ilmî şirkten kurtarır. İlim, amelden önce ve amelin önderi, lideri, komutanı, ona hükmeden hâkimi, onu uygun yerlere oturtan yön­lendiricisi olduğu için "Kul hüvallahu ahad" sûresi, Kur'an'ın üçte birine denktir. Bunu bildiren hadisler neredeyse mütevâtirlik derecesine ulaşmak­tadır. "Kul yâ eyyühe'l-kâfirûn" sûresi, Kur'an'ın dörtte birine denktir. Bunu bildiren hadis, Tirmizî'de İbn Abbas (r.a.) yoluyla şu şekilde nakle­dilmektedir: "İzâ zülzilet sûresi, Kur'an'ın yarısına denktir. Kul hüvallahu ahad sûresi, Kur'an'ın üçte birine denktir. Kul yâ eyyühe'l-kâfirûn sûresi, Kur'an'ın dörtte birine denktir.'[731] Bu hadisi Hâkim de Müstedrek'tz ri­vayet etmiş ve "isnadı sahih" demiştir.

Nefisler nevalarına uydukları için ve birtakım maksatlara ulaşmak yo­lunda pekçoklarmın, zararlı ve bâtıl olduklarını bildikleri halde nevalarına kapıldıkları için iradeye dayalı amelî şirk, nefisler üzerinde daha baskın rol oynamaktadır. Bu şirki nefislerden temizlemek, söküp atmak, ilmî şir­kin temizlenmesinden, sökülüp atılmasından daha zor, daha güçtür. Çün­kü ilmî şirk, ilim ve delil ile yok olur gider; böyle bir şirk içinde bulunan kimse bir şeyi olduğundan başka bir şekilde bilme imkânına sahip değildir. Ama kasıt ve irade şirkinde durum böyle değildir. Çünkü bu şirkin içinde olan kimse, nevasının baskınlığı iie şehvet ve gazap sultasının, nefsi ege­menliği altına alması sebebiyle ilmin bâtıl ve zararlı olduğunu gösterdiği şeylere kapılır. [732] Bu yüzden amelî şirki gidermeyi üstlenen "Kul yâ eyyühe'l-kâfirûn" sûresinde, benzeri "Kulhuvallahu ahad" sûresinde gö­rülmeyen bir tekrar ve vurgulama sözkonusu olmuştur. Kur'an iki bölüm olduğundan; bir bölümü dünyaya, onun ahkâmına, onunla ilişkili hususla­ra ve orada yaşayan mükelleflerin davranışları vs. konulara; diğer bölümü de âhiret ve orada olacaklara dairdir. "İzâ zülzilet" sûresi, başından sonu­na kadar yalnızca bu (ikinci) bölüme ayrılmış olup, bu sûrede sadece ahiret ve o zamanda yeryüzü ile yeryüzü sakinlerinin durumlarının ne olacağı anlatılmıştır. Bunun için Kur'an'ın yarısına denk olmuştur. Bu hadisin -Allah daha iyi bilir ya- sahih olması çok uygundur. İşte bu sebepten Hz. Peygamber (s.a.) iki rekât tavaf namazında bu iki sûreyi okurdu.[733] Çün­kü bu sûreler, ihlâs ve tevhîd sûreleridir. Hz. Peygamber (s.a.) bu sûrelerle günün ameline başlar, onlaria son buldururdu.[734] Tevhidin sembolü olan hacda bu iki sûreyi okurdu. [735]

 

2— Sabahın Sünnetinden Sonra Yatması;

 

Hz. Peygamber (s.a.) sabahın sünnetini kıldıktan sonra sağ yanı üzeri­ne yatardı. Sahihayn'da Hz. Âişe'den (r.anha) gelen rivayet işte budur.[736]

Tirmizî, Ebu Hureyre'den (r.a.) şu hadisi nakleder: Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Herhangi biriniz sabah namazından önceki iki rekâtı kılınca sağ yanı üzerine yatsın.[737] Tirmizî der ki: Bu hadis, hasen-sahih-garîbtir.

İbn Teymiye'nin şöyle dediğini işittim: Bu hadis bâtıldır, sahih değil­dir. Sahih olan Hz. Peygamber'in (s.a.) bunu emretmiş olması değil, sade­ce yapmasıdır. Emir şeklinde yalnızca Abdülvâhid b. Ziyâd rivayet etmiş ve bu rivayetinde yanılmıştır. İbn Hazm ve onun peşinden gidenler bu yatı­şı farz sayıyorlar ve İbn Hazm bu hadise dayanarak yatmayanın namazını bâtıl sayıyor. Bu, onun ümmetten ayrıldığı noktalardan biridir. Arkadaşla­rından birinin yazmış olduğu bir ciltlik bir kitap gördüm. Abdürrezzak'ın Musannef'te [738] Ma'mer'den, onun Eyyub'dan, onun da İbn Sîrîn'den nak­lettiğine göre; Ebu Musa (el-Eş'arî), Rafı' b. Hadîc ve Enes b. Mâlik -Allah onlardan razı olsun- sabahın iki rekât sünnetini kıldıktan sonra ya­tarlar ve bunu da emrederlerdi. Yine Abdürrezzak, Ma'mer -Eyyub-Nâfı', senediyle İbn Ömer'in bunu yapmadığını ve: "Selâm vermemiz yeterlidir" dediğini aktarır. Ayrıca İbn Cüreyc'in şöyle dediğini nakleder: Güvenilir bulduğum birisi bana haber verdi ki, Hz. Âişe (r.anha) "Hz. Peygamber (s.a.) sünnet olduğundan yatmazdı. Gece boyunca yorulurdu da, onun için istirahat ederdi." derdi. (İbn Cüreyc) diyor ki: İbn Ömer sağ yanlan üzeri­ne yatanları görünce üzerlerine çakıl taşı atardı.

îbn Ebî Şeybe'nin, Ebu's-Sıddîk en-Nâcî'den naklettiğine göre Ibn Ömer, sabahın iki rekât sünnetinden sonra yatan bir grup gördü; bunun üzerine birini gönderip onları menetti. Onlar: "Biz bununla sünnete uy­mak istiyoruz" dediler. Bu cevap üzerine İbn Ömer (adamına): "Dön, on­lara bid'at olduğunu söyle" dedi. Ebu Miclez der ki: îbn Ömer'e, bu yat­ma işini sordum; "Şeytan sizinle oynuyor." cevabını verdi. İbn Ömer de­miştir ki: Ne oluyor adama ki, iki rekâtı kılınca toprağa bulanan eşeğin yaptığını yapıyor?!

Bu yatış konusunda iki grup aşırılığa düşmüş, bir üçüncü grup da orta yolu tutmuştur. Zahirîlerin bir bölümü bu yatışı farz saymıştır. İbn Hazm ve ona uyanlar, yatılmadığında namazın bâtıl olacağını savunmuş­lardır. Fakihlerin bir bölümü bu yatışı mekruh görmüş ve "bid'at" diye isimlendirmiştir. Mâlik, vs. âlimler bu konuda orta yolu tutmuş ve rahatlamak maksadıyla yatan kimse için bu yatışın bir sakıncası olmadığı, sünnet kastıyla yatan kimse içinse mekruh olduğu görüşüne varmışlardır. Bir grup ise her halükârda -ister istirahat için olsun, ister olmasın- müstehab saymış ve Ebu Hureyre hadisini delil olarak ileri sürmüşlerdir.

Mekruh görenlerin bir kısmı İbn Ömer vs. gibi sahabilerin söz ve dav­ranışlarım -İbn Ömer'in yatanlara çakıl taşı atması gibi- delil olarak ileri sürmüş; bir kısmı ise Hz. Peygamber'in (s.a.) yattığını inkâr etmiş ve de­mişlerdir ki: Sahih olan şudur: îbn Abbas hadisinde de belirtildiği üzere Hz. Peygamber'in (s.a.) yatışı vitirden sonra, sabahın iki rekât sünnetin­den önce idi. Hz. Âişe hadisine gelince, seneddeki tbn Şihâb'ın ne dediği konusunda farklı şeyler söylenmiştir. Mâlik ondan rivayetinde: "Gece na­mazını bitirince, müezzin çağırmaya gelinceye kadar sağ yanı üzerine ya­tardı. Müezzin gelince kısa iki rekât namaz kılardı" demiştir.[739] İşte bu­rada yatışiri sabah namazının sünnetinden önce olduğu açıkça görülmekte­dir.

Mâlik dışında İbn Şihâb'dan nakledenler ise: "Hz. Peygamber (s.a.) müezzin sabah ezanını okuyup sustuktan ve tanyerinin ağardığım anladık­tan, çağırmak için müezzin de geldikten sonra kalkıp kısa iki rekât namaz kılar, sonra sağ yanına yatardı" demektedirler.[740] (Mekruh olduğu görü­şünü savunanlar) diyorlar ki: İbn Şihâb'ın talebeleri ihtilaf ederlerse söz, Mâlik'in söylediğidir. Çünkü îbn Şihâb konusunda onların en sağlam ve en hafız olanı odur. Diğerleri ise diyorlar ki: Bu konuda doğru, Mâlik'e muhalif olanlarla birliktedir. Ebu Bekir el-Hatîb der ki: "Mâlik'in, Zührî-Urve-Hz. Âişe yoluyla rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) geceleyin on bir rekât namaz kılar. Bu on bir rekâttan biriyle vitir yapardı. Gece namazını bitirince, müezzin çağırmaya gelinceye kadar sağ yanı üzerine yatardı. Mü­ezzin gelince kısa iki rekât namaz kılardı.[741] Ukayl, Yûnus, Şuayb, îbn Ebî Zi'b, el-Evzâî ve diğerleri burada Mâlik'e muhalefet etmişler ve hadisi Zührî'den: 'Hz.Peygamber (s.a.) iki rekât sabah sünneti kılar, sonra müez­zin gelinceye kadar sağ yanı üzerine yatardı. Müezzin gelince, onunla bir­likte çıkardı.' şeklinde rivayet etmişlerdir. Mâlik, Hz. Peygamber'in (s.a.) yatışının, sabahın sünnetinden önce olduğunu söylemiştir. Grubun rivayet ettiği hadiste ise, sabahın sünnetinden sonra yattığı belirtilmiştir. Âlimler Mâlik'in hata, diğerlerinin ise isabet ettiğine hükmetmişlerdir."[742]

Ebu Tâlib anlatıyor: Ahmed'e: "Ebu's-Salt, Ebu Küdeyne-Süheyl b.Ebî Salih-babası (Ebu Salih)- Ebu Hureyre senediyle Hz. Peygamber'in (s.a.) sabahın sünnetinden sonra yattığını bize rivayet etti" dedim. O da: "Şu'be bu hadisi Peygamber'e nisbet etmiyor." dedi. "însan yatmazsa bir şey olur mu?" diye sordum. "Hayır. Hz. Âişe rivayet ediyor, İbn Ömer inkâr edi­yor." cevabını verdi.

Hallâl anlatıyor: el-Mervezî bize haber etti ki; Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel): "Ebu Hureyre hadisi böyle değildir" dedi. "el-A'meş, bu ha­disi Ebu Salih yoluyla Ebu Hureyre'den naklediyor1' dedim. "Abdulvâhid, tek başına bu hadisi rivayet ediyor" dedi. İbrahim b. el-Hâis diyor ki: Ebu Abdilah (Ahmed b. Hanbel)'a, sabahın iki rekât sünnetinden sonra yatma meselesi sorulunca şu cevabı verdi: "Ben yatmam. Herhangi bir kimse yatarsa, iyidir."

Abdulvâhid b. Ziyâd'ın el-A'meş yoluyla Ebu Salih'ten rivayet ettiği hadis İmam Ahmed'e göre sahih olsaydı; bu işin, onun bakış açısından, en alt derecesi müstehab olmasıydı. Denilir ki, Hz. Âişe (r.anha) hem onu, hem bunu rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (s.a.) bazan öyle, bazan böyle yapardı; bu konuda ihtilaf yoktur; Çünkü bu iş mubahtır. En iyi bilen Allah'tır.

Hz. Peygamber'in (s.a.) sağ yanı üzerine yatışında şu incelik vardır. Kalb, sol yanda asılıdır. însan sol yanı üzerine uyuyunca ağır uykuya da­lar. Sakin ve rahat olduğu için uykusu ağırlaşır. Sağ yanı üzerine uyuyunca kalbin sallanmasından ve yerine yerleşmek isteyerek oraya doğru meylet­mesinden dolayı hareket halinde olduğu için uykuya dalamaz. Bundan do­layı hekimler daha rahat etmek ve hoş uyuyabilmek için sol yana yatıp uyumayı iyi sayarlar. Şeriat sahibi (Hz. Peygamber s.a.) ise uykusu ağırla-şıp gece ibadetinden geri kalmamak için sağ yana yatıp uyumayı tercih

etmiştir. Sağ yana yatmak kalb için, sol yana yatmak ise beden için d faydalıdır. En iyi bilen Allah'tır. [743]

 

G) ÜZ. PEYGAMBER'IN (S.A.) GECE NAMAZI

 

Gerek selef, gerek halef âlimleri teheccüd namazının Hz. Peygamber'e (s.a.) farz mı, nafile mi olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Her iki grup da: "Gecenin bir kısmında kendin için nâfüe olarak namaz kıl." âyeti­ni'"[744] delil gösterirler. Diyorlar ki: Bu âyet, (teheccüdün) farz olmadığı ko­nusunda açıktır. Ötekiler de diyorlar ki: Bu sûrede Allah, Hz. Peygam­ber'e (s.a.) teheccüdü emretti. Nitekim "Ey elbiselerine bürünen (Peygam­ber)! Gece kalk biraz namaz kıl." âyetinde[745] de emretmişti. Bu namazı Hz. Peygamber'den (s.a.) kaldıran (nesheden) bir âyet gelmemiştir. Âye­tin; "...Kendin için nafile olarak..." kısmından maksat "nâfüe namaz" olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) için nafile olmakla tahsis etmezdi. Buradaki "nafile", "ziyâde = ilâve, ek, fazlalık" anlamındadır. Kayıtsız, şartsız olan ziyade kelimesi ise nafile namaz anlamına gelmez. Allah (c.c.) buyuruyor ki: "Ona (ibrahim'e) îshâk'ı bağışladık, nâfüe olarak da Yâkub'u. [746] Yani evladına (İshak'a) ilâve olarak (torun Yâkub'u İbrahim'e) bağışladık. Hz. Peygamber'in (s.a.) teheccüdündeki nafile de aynı şekilde derecelerinde ve sevabında artış demektir. Bu yüzden Ailah teheccüdü Hz. Peygamber'e (s.a.) has kılmıştır. Zira gece namazı diğer insanlar hakkında mubah olup onların günahlarına keffarettir. Hz. Peygamber'in (s.a.) ise Allah, geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) dereceleri­nin artması ve mertebelerinin yükselmesi için, diğerleri ise günahlarına kef-faret olması için ibadet eder. Mücâhid der ki: Hz. Peygamber (s.a.) İçin nafile olmuştur; çünkü onun geçmiş-gelecek bütün günahları bağışlanmış­tır. Bu yüzden onun ibadeti nafile, yani sevabında artıştır, ondan başkası için ise günahlarına keffarettir.

İbnü'l-Münzir, Tefstr'mde; Ya'lâ b. Ebu Ubeyd el-Haccâc-tbn Cüreyc-Abdullah b. Kesîr yoluyla Mücâhid'in şöyle dediğini nakleder: Farz dışın­da kalan namaz, günahların keffareti için kılınmadığından dolayı nafiledir. Sair insanlar için nafile yoktur. Nafile yalnız Hz. Peygamber'e (s.a.) mah­sustur. Bütün insanlar, farz dışındaki namazları günahlarına keffaret olsun diye kılarlar.[747]

Muhammed b. Nasr, Abdullah - Amr - Saîd ve Kubeysa - Süfyân - Ebu Osman yoluyla Hasan (el-Basrî)'nin, "Gecenin bir kısmında kendin için nafile olarak namaz kıl." ayeti hakkında: "Gece nafilesi, yalnız Hz, Peygamber'e (s.a.) mahsustur" dediğini rivayet eder. Dahhâk'm da: "Na­file yalnız Hz. Peygamber'e (s.a.) mahsustur" dediğini zikreder.[748]

Süleym b. Hayyâr, Ebu Gâlib yoluyla Ebu Ümâme'nin şöyle dediğini zikreder: "Yerli yerince abdest aldığında bağışlanmış olarak yerinden kal­karsın. Kalkıp namaz kıldığında, bu namaz senin için bir fazilet ve sevap olur." Bunun üzerine bir adam: "Ey Ebu Ümâme! Bir kimse kalkıp na­maz kılınca onun için nafile olur mu, ne dersin?" diye sordu. Ebu Ümâ­me: "Hayır, olmaz. Nafile yalnız Hz. Peygamber'e (s.a.) mahsustur. Gü­nahlar, hatalar içinde yüzen bir adam için nasıl nafile olabilir?! Onun için bir fazilet ve sevab olur." cevabını verdi.'[749]

Ben derim ki: Sözün özü, âyetteki "nafile" kelimesi ile-müstehab ve mendub gibi- yapılıp yapılmaması caiz olan şey kastedümemiştir. "Senin için nafile olarak" sözü, emrin deiâlet ettiği vücûbu ( = farziyyeti) ortadan kaldırıcı olmaz. İnşâallahuteâlâ, Hz. Peygamber'in (s.a.) hususiyetleri an­latılırken bu meselenin daha fazla açıklaması yapılacaktır.

Hz. Peygamber (s.a.) gerek ikamet halinde, gerek sefer halinde gece namazını bırakmazdı. Uyku yahut ağrı bastırıp da (gece kılamaz ise) gün­düz on iki rekât namaz kılardı.[750]Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin şu anlamda sözler söylediğini işittim: "Bu hadiste vitir namazının, yerini savuştur­duğu için kaza olunmayacağına delil vardır. Vitir namazı, tahiyyetü'l-mescid, küsûf, yağmur duası vb. namazlar gibidir. Bu namazdan maksat, gece na­mazının sonunun tek olmasıdır. Nitekim Akşam namazı da gündüz namaz­larının sonudur. Gece sona erip sabah namaz kılınınca artık vitir namazı, yerine gelmez."

Ebu göre Hz.

Davud ve İbn Mâce'nin Ebu Saîd el-Hudrî'den naklettiklerine Peygamber (s.a.): "Kim vitiri kılmadan uyur yahut onu kılmayı

unutursa,'sabahleyin yahut hatırladığında kılsın." Buyurmuştur. [751]ncak bu hadisin bir takım illetleri vardır:

1- Zayıf bir râvi olan Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem tarafından riva­yet edilmiştir.[752]

2-  Doğrusu bu hadis (Abdurrahman'ın) babası yoluyla Hz. Peygam-ber'den (s.a.) naklettiği mürsel bir hadistir. Tirmizî: "Bu, daha sahihtir" yani mürseldir, diyor.[753]

3-  İbn Mâce, Ebu Saîd hadisini naklettikten sonra Muhammed b.Yah­ya'dan hikâye eder ki: Doğrusu Hz. Peygamber (s.a.): "Sabaha çıkmadan önce vitri kılın" buyurmuştur.[754] İbn Mâce diyor ki: Bu hadis, Abdur­rahman'ın naklettiği hadisin vahi (boş) olduğunu gösterir.

tbn Abbas ve Hz. Âişe'nin söyledikleri üzere Hz. Peygamber (s.a.) gece on bir yahut on üç rekât namaz kılardı. Bu iki sahabîden her iki rivayet de sabittir. Sahihayn'da Hz. Âişe'nin "Allah Rasulü (s.a.), ne Ra­mazanda ne de başka zamandaki (gecelerde) on bir rekâttan fazla namaz kılmış değildir" dediği nakledilir.[755] Sahihayn'da. yine Hz. Âişe'den: "Al­lah Rasûlü (s.a.) gece on üç rekât namaz kılardı. Bunlardan beşi ile vitrini kılar, bu beş rekâtın da yalnız son rekâtında (selâm teşehhüdüne) otururdu"[756]

dediği rivayet olunmaktadır.[757]

Hz. Âişe'den gelen bu iki rivayetin doğrusu, birincisidir. On bir rekâ­tın üzerindeki iki rekât sabah namazının iki rekât sünnetidir. Aynı hadiste, Hz. Âişe tarafından açıklanmış olarak bu şekilde gelmiştir. Müslim'in Sa-hih'indc zikrettiğine göre (Hz. Âişe): "Allah Rasûlü (s.a.) sabah namazı­nın iki rekât sünneti ile beraber (geceleyin) on üç rekât namaz kılardı" demiştir.[758]' Buharı ise bu hadisin lafzını şöyle vermektedir: "Allah Rasû­lü (s.a.) geceleyin on üç rekât namaz kılardı. Sonra sabah ezanını işitince kısa iki rekât namaz kılardı."[759] Sahihayn'da nakledildiğine göre Kasım b. Muhammed diyor ki: Âişe'nin (r.anha) şöyle dediğini işittim: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) geceleyin kıldığı namaz, on rekât idi. Bir rekâtla da vitir kılar ve sonra sabah namazının iki rekât sünnetini kılardı. İşte on üç rekât bunlardır.[760] Hz. Âişe'nin bu sözleri müfessir ve açıklayıcıdır.

İbn Abbas'ın ne dediği konusunda da ihtilaf edilmiştir. Sahihayn'da Ebu Cemre'den nakledildiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir: "Allah Ra-sulü'nün (s.a.) geceleyin kıldığı namaz on üç rekâttı."[761] Fakat bu riva­yet ondan, sabah namazının iki rekât sünnetiyle birlikte olduğu açıklama­sıyla nakledilmiştir. Şa'bî diyor ki: Abdullah İbn Abbas ile Abdullah İbn Ömer'e -Allah ikisinden razı olsun- Allah Rasûlü'nün (s.a.) gece kıldığı namazı sordum: "On üç rekâttı. Onlardan sekizi gece namazı, üçü vitir namazı, ikisi de sabah namazının farzından önceki iki rekât (sünnet) namazdır" dediler.

Sahihayn'da Küreyb'den nakledilen, İbn Abbas'ın, teyzesi Meymûne Bint el-Hâris'in yanında gecelemesi olayında İbn Abbas'ın şunları söylediği de rivayet olunmaktadır: "Hz. Peygamber (s.a.) on üç rekât namaz kıldı. Sonra yattı uyudu, hatta horladı. Tanyeri ağarınca kısa iki rekât namaz kıldı." Bu hadisin diğer bir lafzında şöyle denmektedir: "Sonra iki rekât, yine iki rekât, yine iki rekât, yine iki rekât, yine iki rekât, yine iki rekât kılıp ondan sonra tek rekâtlı bir namaz kıldı. Sonra müezzin çağırmaya gelinceye kadar yine uzandı. Daha sonra kalktı, kısa iki rekât namaz kıldı. Sonra da sabah namazını kıldırmak için dışarı çıktı."[762]

Böylece on bir rekât üzerinde birleşme sağlanmış oldu. Son kılman iki rekâtın sabah namazının sünneti mi, yoksa başka bir namaz mı olduğu konusunda görüş ayrılığı ortaya çıktı. Bunlar da Hz. Peygamber'in (s.a.) devamlı kıldığı farz ve râtibe sünnetlerin rekât sayısına eklendiğinde Hz. Peygamber'in (s.a.) gece ile gündüz kıldığı toplam devamlı virdi kırk rekât olur. Hz. Peygamber (s.a.) on yedi farz, on yahut on iki râtibe sünnet, on bir yahut on üç gece namazı olmak üzere toplam kırk rekât namaza sürekli devam buyururdu. Bunlardan fazlası -sekiz rekât fetih namazı[763], seferden döndüğünde kıldığı kuşluk namazı, ziyaretinde bulunduğu kimse­nin yanında kıldığı namaz, tahiyyetü'l-mescid... vb. namazlarda olduğu gibi- râtib (düzenli ve sürekli) değil, arızîdir. Öyleyse kulun, bu virde ölü­me kadar devam etmesi gerekir. Her gün, her gece kırk kere kapıyı çalan kimsenin isteğine ne çabuk karşılık verilir, kapı nasıl hemen açılır, düşünü-le! Kendisinden yardım dilenecek yalnız Allah'tır. [764]

 

1— Hz. Peygamber'in (S.A.) Gece Namazı İle Vitir Namazı:

 

Hz. Âişe (r.anha) der ki: Allah Rasûlü (s.a.) yatsıyı kılıp da yanıma geldiğinde mutlaka dört yahut altı rekât namaz kılardı.[765] Sonra yatağına yatardı.

İbn Abbas, Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında geçirdiği bir geceyi anla­tırken: "Yatsıyı kıldı. Sonra geldi. Biraz geçince namaz kıldı, sonra da uyudu" diyor.[766] Bu iki rivayeti de Ebu Davud nakletmiştir.

Uyanınca önce dişlerini misvaklar, sonra Allah Teâlâ'yı zikrederdi. -Uyandığında okuduğu zikir yukarıda geçmiştir- Sonra abdest alır, kısa iki rekât namaz kılardı. Nitekim Sahîh-i Müslim'de Hz. Âişe'nin şöyle de­diği rivayet olunmuştur: "Allah Rasûlü (s.a) gece namazına kalktığında namazına önce kısa iki rekât kılmakla başlardı."[767] Yine Müslim'in Ebu Hureyre'den (r.a.) naklettiği bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.): "Her­hangi biriniz gece namaz kılmaya kalktığında, namazına önce kısa iki re­kât kılmakla başlasın" diyerek bunu emretmiştir.[768]

Bazan gece yarı olunca veya gece yarısından biraz önce ya da biraz sonra kalkar; bazan da horoz ötüşünü işitince kalkardı. Horoz yalnızca gecenin ikinci yarısında öter. Bazan virdine ara verir, bazan da çoğunlukla ardarda devam ederdi. İbn Abbas'ın, Hz. Peygamber'in (s.a.) yamnda ge-celeyişini anlattığı şu hadiste de söylediği üzere ara verirdi: Hz. Peygamber (s.a) uykusundan uyandı, dişlerini misvakladı ve: ''Göklerin ve yerin yara­tılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde elbette akıl sahipleri için (Allah'ın varlığına dair) alâmetler vardır. [769] âyetini okuyarak abdest aldı. Bu âyetleri, sûrenin sonuna varıncaya kadar okudu. Sonra kalkıp kıyam, rükû ve secdeyi iyice uzatarak iki rekât namaz kıldı. Sonra namazı bırakıp horlaymcaya kadar uyudu. Sonra bunu, altı rekât kılmak suretiyle üç kere tekrarladı. Her keresinde dişlerini misvakhyor, abdest alıyor ve bu âyetleri okuyordu. Sonra üç rekâtla vitir namazını kıldı. Peşinden mü­ezzin ezan okudu ve Hz, Peygamber (s.a.) şu duayı okuyarak namaza çıktı:

"Allah'ım! Kalbimde bir nur, dilimde bir nur kıl. Kulağımda bir nur kıl. Gözümde bir nur kıl. Arkamda bir nur, önümde bir nur kıl. Üstümde bir nur, altımda bir nur kıl. Allah'ım! Bana bir nur ver." Hadisi, Müslim rivayet etmiştir.[770]

İbn Abbas, Hz. Âişe'nin söylediği, Hz. Peygamber'in (s.a.) kısa iki rekâtla başladığı sözünü anmamıştır. Ya Hz. Peygamber (s.a.) bazan öyle, bazan böyle yapardı, ya da Hz. Âişe, İbn Abbas'ın bellemediği bir şeyi belleyip aktarmıştır. Bu ikinci şık daha doğru gözükmektedir. Çünkü Hz. Aişe, Hz. Peygamber'e (s.a.) daha yakın olduğundan bunu iyice gözlemle­miştir. Hem Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.) gece namazını en iyi bilen insandır. İbn Abbas ise teyzesinin yanında kaldığı gece gözlemlemiştir. İbn Abbas İle Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.) gece kıldığı namazın herhangi bir konusunda ayrılığa düşerlerse söz, Hz. Âişe'nin sözü olur.

Hz. Peygamber'in (s.a.) gece namazı ve vitri türlü türlü idi. Bunla dan biri işte İbn Abbas'ın anlattığı bu şekli idi.  

İkinci tür: Hz. Âişe'nin anlattığıdır ki, Hz. Peygamber (s.a.) namazı­na kısa iki rekâtla başlar, sonra virdini on bir rekât olarak tamamlardı. Her iki rekâtta bir selâm verirdi. Bir rekâtla da vitir kılardı.

Üçüncü tür: Aynı bu şekilde on üç rekât.

Dördüncü tür: Her iki rekâtta bir selâm vererek sekiz rekât namaz kılar, sonra peşipeşine bir düzende beş rekât vitir namazı kılar, bu beş rekâtın da yalnız son rekâtında (selâm teşehhüdüne) otururdu.[771]

Beşinci tür: Dokuz rekât. Bunların sekizinin hiçbirinde oturmadan pe­şipeşine kılar, sekizincide oturur, Allah Teâlâ'yı zikreder, O'na hamdedip dua eder; sonra selâm vermeden ayağa kalkar, dokuzuncu rekâtı kılar, sonra oturur, Tahiyyât okur, selâm verirdi. Ardından selâm verdikten son­ra oturarak iki rekât namaz kılardı .[772]

Altıncı tür: Az önce anlatılan dokuz rekât gibi yedi rekât namaz kılar; sonra iki rekât daha oturarak namaz kılardı.

Yedinci tür: Gece namazını, ikişer rekât ikişer rekât kılar; sonra arala­rını ayırmaksızın üç rekât vitir namazı kılardı.[773]

Hz. Peygamber'in (s.a.) aralarını ayırmaksızın üç rekât vitir kıldığını İmam Ahmed (r.h.), Hz. Âişe'den rivayet etmektedir[774]. Nesâî'nin yine Hz. Âişe'den rivayetine göre ise Hz. Peygamber (s.a.) vitir namazının iki rekâtında selâm vermezdi.[775] Bu anlatım biraz şüphelidir. Çünkü Ebu Hâtim İbn Hibbân'm Sahih'inde Ebu Hureyre'den naklettiğine göre Hz. Pey­gamber (s.a.) "Vitiri üç rekât kılmayınız. Ya beş, ya yedi rekât kılınız. Akşam namazına benzetmeyiniz" buyurmuştur.[776] Dârukutnî: "Bu hadi­sin râvîlerinin hepsi sikadır" diyor. Mühennâ anlatıyor: Ebu Abdillah'a (Ahmed b. Hanbe!) sordum: "Vitir konusunda görüşün nedir, iki rekâtta mı selâm verirsin?" "Evet" dedi. "Neden?" diye tekrar sordum. "Çünkü iki rekâtta selâm verdiğine dair Hz. Peygamber'den (s.a.) gelen hadisler daha güçlü ve daha çoktur. Zührî, Urve yoluyla Hz. Peygamber'in (s.a.) iki rekâtta selâm verdiğini nakletmiştir."[777] cevabını verdi. Harb diyor ki: Ahmed'e vitir namazını sordular; o da: "İki rekâtta selâm verir. Selâm vermezse bir zararı olacağını ummuyorum. Ancak Hz. Peygamber'in (s.a.) selâm verdiği rivayeti daha sağlam yolla nakledilmiştir." karşılığım verdi.

Ebu Tâlib anlatıyor: Ebu Abdillah Ahmed b. Hanbel'e sordum: "Vi­tir konusunda hangi hadise uyuyorsun?" Şu karşılığı verdi: "Hepsine uyu­yorum: Beş rekât kılan, yalnız bu rekâtların sonuncusunda oturur. Yedi rekât kılan, yine yalnız bu rekâtların sonuncusunda oturur. Zürâre b. Evfâ yoluyla Hz. Âişe'den nakledilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.), do­kuz rekât vitir kılar, sekizinci rekâtta otururdu.'[778] Ancak daha çok sayı­da ve daha güçlü hadislere göre vitir, bir rekâttır. Benim görüşüm de bu­dur." Dedim ki: "İbn Mes'ûd üç rekâttır, diyor". "Evet. Hatta Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın bir rekât kılmasını ayıplamış; Sa'd da ona karşılık olarak bir şeyler söylemiş." dedi.

Sekizinci tür: Nesâî'nin naklettiğine göre Huzeyfe, Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte bir Ramazan'da namaz kıldı. Hz. Peygamber (s.a.) rükûa varıp, ayakta durduğu kadar: "Sübhâne Rabbiye'1-azîm" dedi. Sonra ayakta dur­duğu kadar: "Rabbiğfîrlî, Rabbiğfirlî" diyerek oturdu. Sonra secde edip ayakta durduğu kadar "Sübhâne Rabbiye'I-a'lâ" dedi. Ancak dört rekât namaz kılmıştık. Bilâl sabah namazına çağırmak için geldi.[779]

Hz. Peygamber (s.a.) gecenin evvelinde, ortasında ve sonunda vitir kıldı. Tam bir gece boyunca sabaha kadar bir âyeti tekrar tekrar okuyarak geceyi ihya etti (yahut namaz kıldı). Tekrar ettiği âyet: "Şayet onlara azap edersen onlar Senin kulların"[780] âyetidir.[781]

Hz. Peygamber'in (s.a.) gece namazı üç türlüydü:

1-  Çoğunluk ayakta kıldığı namaz.

2-  Oturarak namaz kılar, oturarak rükû ederdi.

3-  Oturarak kıraat eder; kıraatinin az bir kısmı kalınca ayağa kalkar, ayakta rükû ederdi. Bu üç tür namaz kılış şekli de Hz. Peygamber'den (s.a.) sahih yolla nakledilmiştir.

Kıyam yerindeki oturuşunun şekline gelince; Sünen-i Nesât'de Abdul­lah b. Şakîk yoluyla nakledildiğine göre Hz. Âişe: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) bağdaş kurarak namaz kıldığını gördüm." diyor[782] Nesâî der ki: Bu ha­disi Ebu Davud el-Hafrî'den başka birinin rivayet ettiğini bilmiyorum. Ebu Davud sika râvidir. Bu hadisin olsa olsa hata olduğunu zannediyorum. Allah en iyi bilendir.

Sağlam yoîla nakledilmiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.) vitirden sonra bazan oturarak iki rekât namaz kılardı. Bazan da bu iki rekâtta oturarak kıraat eyler; rükû etmek istediğinde ayağa kalkıp rükû ederdi. Sahih-i Müs­lim'de nakledildiğine göre Ebu Seleme diyor ki: Hz. Âişe'den (r.a.), Allah Rasûlü'nün (gece kıldığı) namazını sordum. Şöyle dedi: "On üç rekât na­maz kılardı: Önce sekiz rekât kılardı. Sonra (bir rekât) vitiri kılardı. Daha sonra da oturarak iki rekât namaz kılar; rükû etmek istediğinde ayağa kalkıp rükû ederdi. Sonra sabah namazının ezanı ile ikâmeti (kameti) ara­sında iki rekât kılardı."[783]

Müsned'de Ümmü Seleme'den nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), vitirden sonra oturarak kısa iki rekât namaz kılardı'.[784] Tirmizî diyor ki: Hz. Âişe, Ebu Ümâme ve pek çok sahabî tarafından Hz. Peygamber'den (s.a.) buna benzer hadisler rivayet edilmiştir.

Yine Müsned'de Ebu Ümame'den rivayet edilmektedir ki, Allah Rasû-lü (s.a.) vitirden sonra oturarak iki rekât namaz kılardı. Bu iki rekâtta "İzâ zülzilet" ile "Kul yâ eyyühel-kâfirûn" sûrelerini okurdu.'[785]

Dârakutnî de buna benzer bir hadisi Enes'ten (r.a.) nakletmektedir.[786]

Bu durum pekçok insana problem oldu. Hz. Peygamber'in (s.a.): "Gece kıldığınız en son namaz vitir otsun" hadisine'[787] aykırı olduğunu zannetti­ler. Mâlik (r.h.), bu iki rekât namazı inkâr etmiş; Ahmed ise: "Ne kılarım, ne de kılanı menederim" demiş ve sözüne şöyle devam etmiştir: "Mâlik bu namazı inkâr etti. Bir grup da 'Hz. Peygamber (s.a.) bu iki rekât nama­zı, yalnızca, vitirden sonra namaz kılmanın caiz olduğunu ve vitiri kılma­nın, nafile namaza engel teşkil etmeyeceğini göstermek için kılmıştır.' de­yip 'Gece kıldığınız en son namaz vitir olsun' hadisini müstehablık, vitir­den sonraki iki rekât namazı da caizlik anlamına yorumlamışlardır."

Doğru olan şöyle demektir: Bu iki rekât namaz, sünnet namaz ve vitiri ikmal etme anlamına gelir. Çünkü vitir -bilhassa vâcib olduğu söylenirse-başlı başına müstakil bir ibadettir; ondan sonra kılınacak iki rekât namaz, akşam namazının farzından sonra kılınan sünnet gibi olur. Zira akşam namazı gündüz vitridir, ondan sonraki iki rekât da onu ikmaldir. Gece vitrinden sonraki iki rekât da aynen böyledir. Allah en iyi bilendir. [788]

 

 

2— Hz. Peygamber'in (s.a.) Vitirde Kunut Okuması:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) vitirde kunut okuduğu yalnızca İbn Mâce'nin rivayet ettiği şu hadiste mahfuzdur: İbn Mâce, Ali b.Meymûn er-Rakk-Mahled b. Yezid -Süfyân -Zübeyd el Yâmî- Saîd b. Abdurrahman b. Eb-zâ - babası (Abdurrahman b. Ebzâ) - Übeyy b. Kâ'b senediyle nakleder ki, Allah Rasûlü (s.a.) vitir namazını kılarken rükûdan önce kunut okurdu.[789]

Oğlu Abdullah'ın rivayetine göre Ahmed demiştir ki: "Rükûdan son­ra kunut okumayı tercih ederim. Hz. Peygamber'den (s.a.) kunut hakkın­da sabit her rivayet, yalnızca sabah namazı hakkında olup, o da rükûdan başını kaldırıncadır. Vitir kunutunun ise rükûdan sonra olmasını tercih ede­rim. Önce veya sonra olsun vitir kunutuna dair Hz. Peygamber'den (s.a.) sahih hiçbir hadis yoktur." Hallâl diyor ki: Muhammed b. Yahya el-Kehhâl bana, kendisinin Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'a vitirdeki kunutu sor­duğunu, onun da: "Bu konuda Hz. Peygamber'den (s.a.) hiçbir şey naklo­lunmuş değildir. Ancak Hz. Ömer seneden seneye kunut okurdu" dediğini haber verdi.

Ahmed ile Sünen sahiplerinin rivayetlerine göre Hz. Hasan bipAli (r.a.) diyor ki: (Dedem) Allah Rasûlü (s.a.) bana vitirde okumam için şu duayı öğretti:                                                                                          .;

"Allah'ım! Doğru yola ilettiklerinin arasına beni de kat. Sıhhat ve afiyet verdiklerinin arasına beni de kat. Sevdiklerin arasına beni de kat. Bana her neyi bağışlarsan bereketli ve devamlı kıl. Hükmettiğin şeylerin şerrinden beni koru. Hükmeden şüphesiz Sensin, Sana hükmedilmez. Se­nin sevdiğin zelil kalmaz. (Senin düşman olduğun kimse de aziz olmaz). Yücesin, ulusun ey Rabbimiz! (Allah, Peygamber'e salât eylesin)" .[790]

Dua içindeki birinci parantez içi cümleyi Beyhakî ve Nesâî[791], ikinci parantez cümlesini de Nesâî[792] ilave olarak rivayet etmiştir. Hâkim Müs-tedrek'tt ilaveli olarak: "Allah Rasûlü (s.a.) vitir namazımda başımı kaldı­rıp yalnız secde etmek kaldığında okuyacağım şu duayı öğretmiştir" şek­linde rivayet etmiştir. Aynı hadisi îbn Hibbân da Sahih'ınde nakletmiş ve: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle dua ettiğini işittim" sözüyle vermiştir.

Tirmizî diyor ki: Bu konuda Hz. Ali'den (r.a.) de hadis rivayet olun­muştur. Bu hadis hasendir. Yalnızca Ebul-Havrâ es-Sa'dî yoluyla nakledil­diğini biliyoruz. Bu şahsın ismi Rabîa b. Seyhan'dır. Vitirde kunut okuma­ya dair Hz. Peygamber'den (s.a.) bu hadisten daha hasen bir hadis nakle­dildiğini bilmiyoruz.

Vitirde kunut okuma Hz. Ömer ve İbn Mes'ud'dan mahfuzdur. On­lardan gelen bu rivayet, sabah namazı kunutu rivayetinden daha sahihtir. Hz. Peygamber'den (s.a.) sabah namazı kunutuna dair gelen rivayet ise, vitir kunutu konusundaki rivayetten daha sahihtir. Allah en iyi bilendir.

Ebu Davud, Tirmizî ve Nesâî'nin Ali b. Ebu Tâlib'den (r.a.) naklet­tiklerine göre Allah Rasulü (s.a.) vitrin sonunda şu duayı okurdu:

"Allah'ım! Gazabından hoşnutluğuna, azabından affına sığımnm. Sen­den yine Sana sığımnm (Çok istesem de) Sana övgüler sıralayamam. Sen kendini övdüğün gibisin,"[793]

Ancak bu duanın, vitiri kılıp bitirmeden önce olması da sonra olması da muhtemeldir. Nesâî'nin rivayetlerinin birinde: "Namazını bitirip yatağı­na yatınca okurdu*' denilmektedir. Yine bu rivayette (yukarıda parantez içinde tercüme edilen) "Çok istesem de Sana övgüler sıralayamam" cümle­si nakledilmektedir. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu duayı secdede okuduğu sabittir. Herhalde Hz. Peygamber (s.a.) hem namaz içinde, hem de namaz­dan sonra okumuştur.

Hâkim'in, Müstedrek'te, Hz. Peygamber'in (s.a.) (Gece) Namazı ve Vitiri bahsinde İbn Abbas'tan naklettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: Sonra vitir namazını kıldı. Namazını bitirince şu duayı okuduğunu işittim:

"Allah'ım! Kalbimde bir nur, gözümde bir nur, kulağımda bir nur, sağımda bir nur, solumda bir nur, üstümde bir nur, altımda bir nur, önümde bir nur,, arkamda bir nur kıl. Sana kavuşma gününde benim için bir nur kıl."[794]

Râvî Küreyb diyor ki: Kunutta yedi kelime daha vardı. (onları unut­tum). Daha sonra Abbas oğullarından biriyle karşılaştım. Bana onlan an­latarak: "Etimi, kanımı, sinirimi, saçımı ve derimi" deyip iki hasleti (yani nefs ve dil) de zikretti.

Nesâî'nin rivayetinde bu hadiste: "Bu duayı secdede okurdu" denil­mektedir. [795] Müslim'in bir rivayetinde ise bu hadiste "Ardından şu duayı okuyarak sabah namazına çıktı" deniyor ve bu dua zikrediliyor. Yine onun bir rivayetinde: "Dilimde bir nur, nefsimde bir nur kıl. Benim için büyük bir nur yarat" denilmekte; bir başka rivayetinde ise "Beni bir nur yap" denilmektedir.[796]

Ebu Davud ve Nesâî'nin Übeyy b. Kâ'b'dan naklettiklerine göre Allah Rasûlü (s.a.) vitir namazında "Sebbihisme Rabbike'1-a'lâ", "Kul yâ Eyyühelkâfîrûn" ve "Kul hüvallahu ehad" sûrelerini okurdu. Selâm verin­ce üç kere şöyle derdi: "Hükümran ve Kuddûs olan Allah'ı her türlü nok­sanlıktan tenzih ederim." Üçüncü söyleyişinde sesini uzatır ve yükseltirdi. Bu Nesâî'nin lafzıdır.[797] Dârakutnî ilâve olarak şu sözleri nakletmiştir. "Meleklerin ve Ruh'un Rabbi...[798]

 

3— Hz.Peygamber'in (s.a.) Kur'an Okuyuşu:

 

Kesik kesik kıraat ederdi. Her âyette dururdu. Okurken "El-Hamdülillahi Rabbi'l-ÂIemîn"de durur, "er-Rahmâni'r-Rahîm"de durur, "Mâliki yevmiddîn"de dururdu.[799]

Zührî zikreder ki, Allah Rasûlü'nün (s.a.) kıraati âyet âyetti. En fazi­letli olan da budur. Devamlarıyla ilişkili olsalar bile âyetlerin başlarında durulmalıdır. Kurrâdan bazıları, maksatların ve anlamların araştırılıp bun­lar tamam olunca durulması görüşünü savunmuşlardır. Oysa Hz. Peygam-ber'in (s.a.) tavrına ve sünnetine uymak daha iyidir.

Bunu zikredenler arasında Beyhakî - Şu'abu'l-îman adlı kitabında - ve diğer bazı âlimler vardır. Beyhakî devamlarıyla ilişkili olsalar bile âyetlerin başlarında durmayı tercih etmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.) sûreyi o kadar itinalı, yavaş ve sakin (tertîl üze-olurdu.  Bir âyeti sabaha kadar tekrar ederek geceyi ihya ettiği de olmuştur.[800]

Tertîl üzere okuyup az okumak mı, yoksa hızlı okuyup çok okumak mı daha faziletlidir? Bu konuda âlimler iki görüş ileri sürmüşlerdir.

1- Birinci grup: İbn Mes'ûd (r.a.), İbn Abbas (r.a.) vs. âlimler; az okumakla birlikte tertîl üzere düşünerek okumanın hızlı okuyup çok oku­maktan daha faziletli olduğunu savunmuşlardır. Bu görüş sahipleri delil olarak şunları ileri sürüyorlar: Kur'an okumaktan maksat onu anlamak, onu düşünmektir. Onun inceliklerini bulmak (fıkıh), onunla amel etmektir. Onu okuma ve ezberleme, manalarına ulaştıncı araçlardır. Nitekim selef­ten bazıları: Kur'an, kendisiyle amel olunmak için inmiştir. Onu okumayı iş edinin, demişlerdir. Bu yüzden Kur'an ehli, kalbleriyle ezberlememiş ol­salar bile, onu bilen ve onun içindekilerle amel edenlerdir. Kur'an'i ezbere bilen, ama onu anlamayan, içindekilerle amel etmeyen kimse, harflerini ok gibi doğrultsa da Kur'an ehlinden değildir.

Diyorlar ki: Çünkü iman, amellerin en fazüetlisidir. Kur'an'ı anlamak ve onu düşünmek, işte iman meyvesini verecek budur. Anlamadan, düşün­meden sırf okuma işini ise iyi kimse de, kötü kimse de, mü'min de, münafık da yapar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) buyurmuşlardır ki: "Kur'an okuyan münafıkın örneği ise, kokusu güzel fakat tadı acı fesleğen çiçeği örneğidir. "[801]

Bu konuda insanlar dört mertebedir: 1) Kur'an ve iman ehli. Bunlar insanların en üstünüdürler. 2) Kur'an ve imana sahib olmayanlar, 3) Kur'-an'a sahib olup imana sahib olmayanlar, 4) İman sahibi olup Kur'an sahi­bi olmayanlar.

Diyorlar ki: Nasıl ki, Kur'an'sız iman sahibi olanlar, imansız Kur'an sahibi olanlardan daha üstündür; tıpkı bunun gibi okurken düşünen ve anlayan da düşünmeden hızlı ve çok okuyandan daha üstündür. Yine der­ler ki: İşte Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti ortada. O, sûreyi o kadar tertîl üzere okurdu ki okuduğu sûre, kendisinden daha uzun olan sûreden de uzun olurdu. Bir âyetle sabaha kadar namaz kılardı.

2- İkinci grup: İmam Şafiî'nin (r.h.) müntesibleri, çok okumanın daha faziletli olduğunu söylüyorlar. Delil olarak îbn Mes'ûd'un (r.a.) rivayet ettiği şu hadisi ileri sürüyorlar. Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: "Kim Al­lah'ın kitabından bir harf okursa ona bir sevab yazılır. Her sevaba karşılık on misli verilir. Elif lam mîm, bir harftir demiyorum. Elif bir harf, lam bir harf, mîm bir harftir.'[802] Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir.

Diyorlar ki: Zira Osman bin Affân bir rekâtta Kur'an'ın tamamım okumuştur. Bu grup kendilerine delil olması bakımından çok okuma ko­nusunda, pekçok seleften âsâr nakletmektedirler.

Bu konuda şöyle demek doğrudur: Tertîl üzere ve düşünerek okuma sevabının değeri daha büyük ve daha yüksektir. Çok okumanın sevabı ise daha çok sayıdadır. Birincisi, büyük bir mücevheri sadaka olarak veren yahut fiyatı gerçekten pahalı olan bir köle âzâd eden kimsenin haline ben­zer. İkincisi ise, çok sayıda dirhem sadaka veren yahut fiyatı ucuz olan birkaç köle âzâd edenin halini andırır. Sahih-i Buharî'de nakledilir ki; Ka-tâde şöyle demiştir: Enes'e, Hz. Peygamber'in (s.a.) kıraatini sordum: "Med ile, uzatarak okurdu" cevabını verdi.[803]

Şu'be der ki: Ebu Cemre bize şu olayı anlattı: İbn Abbas'a dedim ki: "Ben çok hızlı okuyan bir adamım. Bazan Kur'an'ı bir gecede bir-iki kere okuduğum olur." Bunun üzerine İbn Abbas şunları söyledi: "Bence bir tek sûre okumam senin yaptığın gibi yapmaktan çok daha iyidir. İlle de öyle yapacaksan kulaklarının işiteceği, kalbinin belleyeceği bir şekilde oku."

İbrahim (Nehaî) der ki: Alkame, İbn Mes'ûd'a okudu. Sesi güzeldi. İbn Mes'ûd ona: "Anam, babam yoluna feda! Tertîl üzere oku. Zira böyle okumak, Kur'an'ın süsüdür" dedi.

İbn Mes'ud diyor ki: Kur'an'ı, şiir gibi manalarını düşünmeden hızlı­ca okumayın. Âdi hurmanın salkımından ağır ağır düşmesi gibi de dağıt­mayın. İnsanı hayran bırakan güzelliklerinde durun düşünün. Onunla kalbleri coşturun. Hiç birinizin düşüncesi sûreyi sona erdirmek olmasın.

Yine Abdullah b. Mes'ud der ki: Allah'ın "ey iman edenler!" dediğim işittiğinde, kulağını derhal ona ver. Çünkü o söz, ya sana yapman emredi­len bir hayırdır, ya da kaçınman gereken bir serdir.

Abdurrahman b. Ebî Leylâ diyor ki: Yanıma bir kadın girdi. Ben Hûd sûresini okuyordum. Kadın bu durumu görünce: "Hûd sûresi böyle mi okunur?! Vallahi ben altı aydır bu sûredeyim, daha onu okuyup bitireme-dim." dedi.

Allah Rasûlü (s.a.) gece namazında bazan gizli bazan açıktan okur, bazan kıyamı uzatır, bazan kısa tutardı. Vitir namazını çoğunlukla gecenin sonunda, bazan başında, bazan da ortasında kılardı. [804]

 

4— Hayvan Üzerinde Nafile Namaz Kılması:

 

Hz.Peygamber (s.a.) gece ve gündüz seferde devesi üzerinde, hayvan nereye yönelirse yönelsin o tarafa doğru nafile namaz kılardı.[805] Hayvan üzerinde îma ile rükû ve secde ederdi. Secdede, rükûdan daha çok eğilirdi. Ahmed ve Ebu Davud'un Enes b. Mâlik'den rivayet ettiklerine göre, Allah Rasûlü (s.a.) devesi üzerinde nafile namaz kılmak istediğinde kıbleye yöne­lir, namaz için tekbir alır, sonra hayvanını salıverirdi. Sonra da hayvan nereye yönelirse yönelsin namaz kılardı.[806]

Ahmed'in görüşünü nakledenler, buna (yani hayvanını kıbleye çevir­meye) güç yetiren kimsenin böyle yapması gerekir mi, gerekmez mi olduğu konusunda iki farklı görüş nakletmişlerdir. Namazın bütününde hevdec yahut amâriyye denilen deve üzerine kurulan mahfe (tahtırevan) içinde oimak gibi kıbleye yönelmek mümkün olan yerlerde kıbleye yönelmek gerekli mi­dir, yoksa hayvanın yöneldiği her yöne doğru kılınabilir mi? Muhammed b. Hakem, mahfede kılan kimse hakkında Ahmed'in: "Kıbleye yönelme­den kılması kâfi gelmez. Çünkü onun kıbleye dönmesi mümkündür. Ama deve ve diğer dört ayaklı hayvanlar üzerinde olanlar için bu durum müm­kün olmaz." dediğini nakleder. Ebu Tâlib de onun: "Mahfe içinde dön­mek çok zordur. Onun için yüzü ne tarafa olursa o tarafa doğru namaz kılar" dediğini rivayet eder.

Mahfede secde etme konusunda da ondan farklı rivayetler gelmiştir. Oğlu Abdullah onun: "Şayet mahfe ise, mahfede secde etmeye güç yetire-bileceği için secde eder." dediğini; el-Meymûnî, "Mahfede namaz kıldığın­da, secde etmesi benim bakış'açıma göre daha iyidir. Çünkü secde etme imkânı vardır" dediğini; Fazl b. Ziyâd, "Mümkün olursa mahfede secde eder" dediğini; Cafer b. Muhammed, "Mahfede bulunduğu zaman koltuk yastığı üzerine secde eder" dediğini nakleder.

Hz. Peygamber (s.a.) bazan deve üzerinde birşeye yaslanır, ama yine de îma ile kılardı. Secdede rükûdan daha fazla eğilirdi. Ebu Davud, O'nun böyle yaptığını rivayet etmiştir. [807]

 

H) KUŞLUK NAMAZI KONUSUNDAKİ TUTUMU

 

Buharî, Sahih'inde Hz. Aişe'nin (r.anha): "Aüah Rasulü'nün (s.a.) kuşluk vakti nâfile'namaz kıldığını görmedim. Ancak ben bu nafile namazı kılarım" dediğini nakleder.'[808] Yine Buharı, Müverrik el-Iclî ile İbn Ömer arasındaki şu konuşmayı aktarır. Müverrik diyor ki: İbn Ömer'e:

   Kuşluk namazını kılar mısın? diye sordum.

   Hayır, dedi.

  Ömer kılar mıydı?

   Hayır.

  Ebu Bekir kılar mıydı?

  Hayır.

  Hz. Peygamber (s.a.) kılar mıydı?

  Hayır. Zannettem.[809]

Yine Buharı, İbn Ebî Leylî'nin şöyle dediğini zikreder: (Hz. Ali'nin kızkardeşi) Ümm-i Hânî'den başka hiç kimse bize Hz. Peygamber'i (s.a.) kuşluk namazı kılarken gördüğünü haber vermemiştir. O da diyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.) Mekke fethedildiği gün evime girdi, gusül abdesti aldı. Sekiz rekât namaz kıldı. Bu namazdan daha hafif bir namaz kıldığını asla görmedim. Ancak rükû ve secdeleri tam olarak yaptı."[810]

Müslim'in Sahihinde naklettiğine göre, Abdullah b.Şakîk diyor ki: Hz. Âişe'ye: "Allah Rasulü (s.a.) kuşluk namazı kilar mıydı?" diye sor­dum. "Hayır, sadece seferden döndüğünde kılardı" cevabını verdi. "Na­mazda sûreleri Allah Rasûlü'nün (s.a.) bir arada okuduğu olur muydu" diye sordum. "Mufassai sûrelerden bir arada okurdu" karşılığını verdi.[811]

Müslim, Sahih'inde Hz. Âişe'nin şöyle dediğini nakleder: Allah Rasû-lü (s.a.) kuşluk namazını dört rekât ve daha fazla -Allah'ın dilediği kadar-kılardı.[812]

Buharı ve Müslim'in Sahih lerinde Ümm-i Hânı'den naklettiklerine göre Allah Rasulü (s.a.), Fetih günü sekiz rekât namaz kıldı; o vakit kuşluk-tu.[813]

Hâkim, Müstedrek'te, el-Esam -es-Sağanî- İbn Ebî Meryem - Bekir b. Mudar - Amr. b. el-Hâris - Bekir b.el-Eşec - Dahhâk b. Abdullah yoluyla Enes'in (r.a.) şöyle dediğini nakleder:

Allah Rasûlü'nün (s.a.) bir sefer esnasında sekiz rekât kuşluk namazı kıldığını gördüm. Namazı bitirince şöyie dedi: "Ben ümit ve korku namazı kıldım. Rabbimden üç şey istedim; ikisini verdi, birini vermedi. Ümmetimi kıtlıklarla zelil etmemesini istedim, dileğimi yerine getirdi. Hiçbir düşmanı onlara galip getirmemesini istedim; dileğimi yerine getirdi. Onları gruplara ayırmamasını istedim; bu isteğimi kabul etmedi." Hâkim bu hadis sahih­tir, diyor.[814] Ben derim ki: Seneddeki şu el-Dahhâk b. Abdullah araştırıl­malı. Kimdir, hali nedir?

Fazlu'd-Duhâ kitabında Hâkim; Fakîh Ebu Bekir -Bişr b. Yahya- Mu­hammed b. Salih ed-Dûlâbî - Halid b.Abdullah b. el-Husayn - Hilâl b. Ye-sâf - Zâdân yoluyla Hz. Âişe'den (r.anha) nakleder ki:

Allah Rasulü (s.a.) kuşluk namazını kıldı, sonra yüz kere şu duayı okudu:

"Allah'ım! Beni bağışla, bana acı, tevbemi kabul et. Şüphesiz tevbell ri kabu! eden, acıyan, bağışlayan yalnız Sen'sin."[815]

Ebu'l-Abbas el-Esam - Esed b. Âsim - el-Husayn b. Hafs - Süfyârf Ömer b. Zer - Mücâhid senediyle naklettiğine göre:

Allah Rasulü  (s.a.) kuşluk  namazını iki, dört, altı ve sekiz rekli kıldı.[816]                                                                                                

İmam Ahmed, Hâşimoğuüannm (mevlâsı) azâdh kölesi Ebu Sâi Osman b. Abdülmelik el-Amrî - Âişe bt. Sa'd yoluyla Ümmü Zerr'in şöfl le dediğini nakleder:                                                                               

Hz. Âişe'nin (r.anha) kuşluk namazı kıldığını gördüm ve onun: "Al­lah Rasûlü'nün (s.a.) dört rekâttan başka kıldığım görmedim." dediğini işittim.[817]

Yine Hâkim'in, Ebu Ahmed Bekir b. Muhammed el-Mervezî - Ebu Kılâbe - Ebu'l - Velîd - Ebu Avâne - Husayn b. Abdurrahman - Amr b. Mürre - İmâre b. Umeyr - Cübeyr b. Mut'im'in oğlu (Nâfî) yoluyla naklet­tiğine göre Cübeyr b. Mut'im Allah Rasûlü'nün (s.a.) kuşluk namazı kıldı­ğını gördü.[818]

Yine Hâkim, İsmail b. Muhammed - Muhammed b. Adiyy b. Kâmil -Vehb b. Bakıyye el-Vâsıtî - Hâlid b. Abdullah - Muhammed b. Kays - Câbir b. Abdullah yoluyla nakleder ki: Hz. Peygamber (s.a.) kuşluk namazını altı rekât kıldı.[819]

Sonra Hâkim, îshak b. Beşîr el-Mehâmilî - İsa b.Musa - Câbir - Ömer b. Subh - Mukâtil b. Hayyân - Müslim b. Sabîh - Mesrûk yoluyla Hz. Âi­şe (r.anha) ve Ümm-i Seleme'nin (r.anha) "Allah Rasulü (s.a.) kuşluk na­mazını on iki rekât kılardı." dediklerini nakledip uzunca bir hadis zikrediyor.[820]

Hâkim'in, Ebu Ahmed b.  Muhammed es-Sayrafî - Ebu Kılâbe er-Rakkâsî - Ebu'l-Velîd - Şu'be - Ebu îshak - Âsim b. Dumra - Hz. Ali (r.a.) senediyle rivayetine göre Hz.Peygamber (s.a.) kuşluk namazı kılardı.[821]

Yine Ebu'l-Velîd'e kadar aynı senedle rivayetine başlayıp Ebu'l-Velîd -Ebu Avâne - Husayn b. Abdurrahman - Amr b.Mürre - İmâre b.Umeyr el-Abedî - Cübeyr b. Mut'îm'in oğlu (Nâfi') senediyle Cübeyr b. Mut'im'-in, Allah RasûTü'nü (s.a.) kuşluk namazı kılarken gördüğünü nakleder.[822]

Hâkim der ki: Bu konuda şu sahabîlerden de hadis nakledilmiştir: 1- Ebu Sâid el-Hudrî, 2- Ebu Zer el-Gıfârî, 3- Zeyd b.Erkam, 4- Ebu Hu-reyre, 5- Büreyde el-Eslemî, 6- Ebu'd-Derdâ, 7- Abdullah b.Ebî Evfâ, 8-İtbân b. Mâlik, 9- Enes b. Mâlik, 10- Utbe b. Abdullah es-Sülemî, 11-Nuaym b. Hemmâr el-Gatafânî, 12- Ebu Umâme el-Bâhilî - Allah hepsin­den razı olsun - , kadınlardan 13- Ebu Bekir'in kızı Hz. Âişe, 14- Ümm-i Hânı ve 15- Ümm-i Seleme- Allah onlardan razı olsun-. Bu sahabîlerin hepsinin şahitliklerine göre Hz. Peygamber (s.a.) bu (kuşluk) namazını kılardı.

Taberânî'nin Hz. Ali, Enes, Hz. Âişe ve Câbir'den nakline göre Hz. Peygamber (s.a.) kuşluk namazım altı rekât kılardı.[823]

 

1— Alimlerin İhtilâfı:

 

Âlimler bu hadisler hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir:

1- Birinci grup: Hz. Peygamber'in (s.a.) bu namazı kıldığı rivayetini, -kılmadığını söyleyenlere gizli kalmış fazla bir bilgi içerdiği için- kılmadığı rivayetine tercih etmişlerdir. Diyorlar ki; Böyle birşey hakkında bilgi pek-çok insana gizli kalıp azınlık tarafından bilinebilir. Hz. Âişe, Enes, Câbir, Ümm-i Hânî ve Ali b. Ebî Tâlib Hz. Peygamber'in (s.a.) bu namazı kıldı­ğını haber vermişlerdir. Bu namazı tavsiye, ona devam, kılana da övgü ve medih içerikli sahih hadisler bunu kuvvetlendirir. Buharı ve Müslim'in Sahih 'lerinde rivayetlerine göre Ebu Hureyre (r.a.): "Dostum Muhammed (s.a.) bana, her ay üç gün oruç tutmamı, iki rekât kuşluk namazı kılmamı ve uyumadan önce vitir namazını kılmamı tavsiye etti" demiştir.[824]

Buna benzer bir hadis de Müslim'in Sahih'indt Ebu'd-Derdâ'dan nak­ledilmektedir.[825]

Müslim, Sahih'inde Ebu Zer'den naklen Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Sizlerin herbirinin vücudunun herbir eklem ve organına (faydaları, sıhhat ve selâmetine karşılık) her sabah bir sadaka gereklidir. Her teşbih (Sübhanallah demek) bir sadakadır. Her tahmîd (el­hamdülillah demek) bir sadakadır. Her tehlîl (Lâ ilahe illallah demek) bir sadakadır. Her tekbîr (Allâhu ekber demek) bir sadakadır. İyiliği emret­mek bir sadakadır. Kötülükten nehyetmek bir sadakadır. Kişinin kılacağı iki rekât kuşluk namazı bunlardan (bir kısmına) bedel olur."[826]

İmam Ahmed'in, Müsned'inde Muaz b. Enes el-Cühenî'den nakletti­ğine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdular:

"Kim sabah namazını kılınca, iki rekât kuşluk namazı kılıncaya kadar namazgahında oturur, hayırdan başka birşey söylemezse Allah onun gü­nahlarım affeder. İsterse denizin köpüğü kadar (çok) olsun, "[827]

Tirmizî ve İbn Mâce'nin Sünen lerinde Ebu Hureyre'den (r.a.) nakle­dildiğine göre Allah Rasulü (s.a.): "Kim nafile kuşluk namazına devam ederse günahları affolunur. İsterse denizin köpüğü kadar çok olsun.>[828]

Müsned ve Sünen'de rivayete göre Nuaym b. Hemmâr, Allah Rasulü'-nün (s.a) şöyle dediğini işittim demiştir: "Allah (c.c) buyuruyor ki: "Ey Âdemoğlu! Gündüzün evvelinde dört rekât namaz kılmaktan geri durma, sonunda sana gelecek zararlardan seni koruyayım.'[829] Bu hadisi Tirmizî Ebu'd-Derdâ ve Ebu Zer'den rivayet etmiştir.[830]

Tirmizî'nin Câmi'inde ve İbn Mâce'nin Sünenlnde Enes'ten Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim kuşluk namazını on iki rekât kılarsa Allah, onun için cennette altından bir köşk bina eder. "[831]

Müslim'in Sahih'inde naklettiğine göre, Zeyd b. Erkam Kubâ Mesctf dinde kuşluk vakti namaz kılan bir bölük insan gördü. Bunun üzerine şöy le dedi: "Bunlar bu saatin dışında namaz kılmanın daha faziletli olduğunu elbet bilmişlerdir. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) "Evvâbtn namazı, deve yav­rularının ayakları kavrulduğu vakittedir." buyurdu.[832]

"Deve yavrularının ayaklarının kavrulması" sözü "Günün harareti şid; detlenir. Bu sırada deve yavruları (ayaklarının derileri ince olduğundan,) güneşten ısınan yerin yakıcı hararetini hissederler." anlamındadır.       

Sahih'âe nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Itbân b. Mâlik'ir evinde kuşluk namazını iki rekât kıldı.[833]                                           

Hâkim'in Müstedrek'inde Halid b, Abdullah el-Vâsıtî -Muhammed b. Amr -Ebu Seleme- Ebu Hureyre senediyle nakledildiğine göre Allah Rasû­lü (s.a.) şöyle buyurdu:

"Kuşluk namazına ancak evvâb (- kendini Allah'a adayan) devam eder.'[834]

Hâkim diyor ki: Bu hadis Müslim b. el-Haccâc'ın benzeriyle istidlal ettiği bir senedle rivayet olunmuştur. Çünkü Müslim, üstadlarından, Mu­hammed b. Amr-Ebu Seleme-Ebu Hureyre (r.a) yoluyla Hz. Peygamber'in (s.a.): "Allah herhangi bir peygambere Kur'an'ı tegannî etmesine izin ver­diği kadar hiçbir şeye izin vermemiştir." buyurduğunu'[835] nakletmektedir. Biri çıkıp da: "Hammâd b. Seleme ve Abdülaziz b. Muhammed ed-Derâverdî bu hadisi Muhammed b. Amr'dan mürsel olarak rivayet etmişlerdir." di­yecek olursa, ona cevaben: "Halid b. Abdullah sikadır; sikanın ilâvesi makbuldür" denilir.

Hâkim, sonra Abdan b.  Yezid - Muhammed b.  Muğîre es-Sükkerî - Kasım b. Hakem el-Uranî - Süleyman b. Davud el-Yemâmî - Yahya b. Ebî Kesir - Ebu Seleme - Ebu Hureyre senediyle Allah Rasulü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu nakleder:

"Cennetin, Kuşluk Kapısı adında bir kapısı vardır. Kıyamet günü olunca bir münâdi şöyle bağırır: Nerede kuşluk namazına devam edenler? İşte kapınız! Allah'ın rahmetiyle girin o kapıdan. "[836]

Tirmizî, el-Câmi' adlı eserinde Ebu Kürayb Muhammed b. Alâ - Yu­nus b. Bükeyr - Muhammed b. İshak - Musa b. Fülân - Amcası Sümâme b. Enes b. Mâlik - Enes b. Mâlik senediyle Allah Rasulü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu nakleder:

"Kim kuşluk namazını on iki rekât kılarsa, Allah onun için cennette altından bir köşk bina eder."

Tirmizî diyor ki: Bu hadis garîb bir hadistir. Yalnız bu yoldan biliyo­ruz. [837] İmam Ahmed, bu konudaki en sahih hadis olarak Ümm-i Hânî hadisini görürdü. Derim ki: Senedde geçen Musa b. Fülân, Musa b. Ab­dullah b. el-Müsennâ b. Enes b. Mâlik'tir. (Enes b. Mâlik'in oğlu el-Müsennâ'nın oğlu Abdullah'ın oğlu Musa'dır.)

Yine e/-Câmi'de Atıyye el-Avfî'den Ebu Saîd el-Hudrî'nin şöyle dedi­ğini nakleder: Allah Rasulü (s.a.) kuşluk namazına o kadar devam ederdi ki; '"Arlık bırakmaz" derdik. O kadar da terkederdi ki: "Artık kılmaz" derdik.[838] lirmizî: "Bu hadis, hasen garîbtir'' diyor.

İmam Ahmed, Müsned'inde Ebu'l-Yemân - İsmail b. Ayyaş - Yahya b. el-Hâris ez-Zimârî - el-Kâsım - Ebu Ümâme yoluyla Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu nakleder:

"Kim temizlenmiş olarak farz bir namaza giderse, ona ihramh hacı sevabı verilir. Kim de kuşluk nafilesine yürürse, umre yapmış sevabım alır. Aralarında bâtıl ve boş şey yapılmayan bir namazın ardındaki bir namaz İlliyyîn'de yazılır." Ebu Ümâme diyor ki: "Şu mescidlere sabah akşam gidip gelme Allah (c.c.) yolunda cihaddır."[839]Hâkim'in Ebu'l-Abbas -Muhammed b. İshak es-Sağânî - Ebu'l-Müverri' Muhâdır b. el-Muverri' -el-Ahvas b. Hakîm - Abdullah b. Âmir el-Elhânî - Münîb b. Uyeyne b. Abdullah es-Sülemî - Ebu Ümâme senediyle naklettiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyururdu:                     

"Kim sabah namazını cemaatle bir mescidde kılar; sonra kuşluk vak­tine kadar orada bekler; sonra da ku$luk nafilesini kılarsa, o kimseye tam bir hac yahut umre yapmış kimsenin hac ve umresi kendisine aittir. "[840]

sevabı gibi sevap verilir. Yine onun İbn Ebî Şeybe, Hatim b. İsmail - Humeyd b. Sahr el-Makburî -el-A'rac- Ebu Hureyre (r.a.) senediyle i nakleder ki:

Hz. Peygamber (s.a.) bir ordu gönderdi. Bu ordu büyük ganimet elde etti ve hızlı hamle yaptı. Bir adam: "Ey Allah'ın Rasûlü (s.a.)! Bu ordu­dan daha hızlı hamle yapan daha çok ganimet elde eden bir ordu hiç gör­medik." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.), "Size daha hızlı hamle yapan ve daha çok ganimet elde edeni haber vereyim mi? Evinde güzelce abdest alıp sonra mescide yönelen ve orada sabah namazını kılıp sonra bekleyip kuşluk namazını kılan kişi gerçekten hızlı hamle yapmış ve çok ganimet elde etmiştir." buyurdu[841]

Bu konuda bunlardan başka hadisler de vardır. Ancak bunlar en iyile­ri. Hâkim diyor ki: Güçlü hadis otoriteleri ve hafızlardan bir grupla arka­daşlık ettim. Hepsinin de bu sayıyı -yani dört rekâtı- tercih ettiklerini ve bu konudaki sahih haberlerin mütevâtirliklerinden dolayı bu namazı dört rekât kıldıklarım gördüm. Nakledilen haberlere uymak, hadis üstadlarınm yolundan gitmek için ben de bu görüşü savunuyor ve ona çağırıyorum.

İbn Cerîr et-Taberî, kuşluk namazı ve sayısının farklılığı konusunda Hz. Peygamber'e (s.a.) isnâd olunan haberleri sıraladıktan sonra diyor ki: Bu hadisler içinde karşı tarafı susturacak bir hadis yoktur. Çünkü müm­kündür ki, dört rekât kıldığını nakleden O'nu dört rekât kılarken gör­müştür; başka birisi başka bir vakitte onun iki rekât kıldığını görmüş­tür; bir başkası başka bir vakitte sekiz rekât kıldığını görmüştür; daha başka biri altı rekât kılınmasına teşvik ettiğini işitmiştir; diğer biri iki re­kât, bir başkası on rekât, daha başka biri de on iki rekât kılınmasına teş­vik ettiğini işitmiştir. Böylece herbiri gördüğünü, işittiğini haber vermiştir. Sözümüzün doğruluğuna Zeyd b. Eslem'den naklolunan şu hadisi delil gös­terebiliriz: Zeyd b. Eşlem diyor ki: Abdullah b. Ömer'in Ebu Zerr'e "Am­ca, bana tavsiyede bulun" dediğini, Ebu Zerr'in de ona: "Senin benden istediğini ben de Allah Rasulünden (s.a.) istemiştim de bana şunları söyle­di." deyip şu hadisi naklettiğini işittim: "Kim iki rekât kuşluk namazı kı­larsa, gafiller içine yazılmaz. Dört kılan âbidler içine yazılır. Altı kılana o gün hiçbir günah ilişmez- Sekiz kılan, halis kullar içine yazılır. On kılana Allah cennette onun için bir ev bina[842] Mücahid der ki: "Allah Rasûlü (s.a.) kuşluk namazını bir gün iki re­kât, bir gün dört rekât, bir gün altı rekât, bir gün sekiz rekât kıldı, sonra terketti." Bu haber de, yukarıda adı geçen herbir habercinin, kuşluk na­mazı konusunda görüp gözettiği kadarıyla haber vermiş olması ihtimalin­den sözetmemizin doğruluğunu ortaya koymuştur.

İş böyle olunca doğrusu, dileyen dilediği sayıda kılabilir. Bu görüş seleften bir grup âlimden de nakledilmiştir. İbn Humeyd bize, ona Cerîr, ona da İbrahim (en-Nehaî) haber vermiştir ki, bir adam el-Esved'e: "Kuş­luk namazını kaç rekât kılayım?" diye sordu, o da: "Ne kadar istersen" cevabını verdi.

2- İkinci grup: Bunlar kuşluk namazının kılınmamasi hadislerine bağ­lanmışlar ve bu görüşü, hadislerin senedlerinin sıhhati ve de sahabenin bu hadislerin gereğince amel etmiş olmaları yönünden tercih etmişlerdir. Bu-harî'nin İbn Ömer'den naklettiğine göre bu namazı ne İbn Ömer'in kendi­si, ne Ebu Bekir, ne de Ömer kılardı. "Hz. Peygamber (s.a.) kılar mıydı?" sorusuna İbn Ömer: "Hayır, zannettem" cevabını verdi.[843]

Vekî, Süfyân es-Sevrî - Âsim b. Küleyb - babası Küleyb yoluyla Ebu Hureyre'nin: "Allah Rasulünün (s.a.) kuşluk namazını yalnız bir gün kıl­dığını gördüm." dediğini nakleder.[844]                                      

Ali   b.  el-Medinî'nin,   Muaz   b.   Muaz - Şu'be - Fudayl   b.   Fedâle -Abdurrahman b. Ebî Bekre yoluyla nakline göre, Ebu Bekre, kuşluk na­mazını kılan bir grup insan gördü ve dedi ki: "Siz ne Allah Rasulü (s.a.), ne de ashabının umumu tarafından kılman bir namaz kılıyorsunuz!"'[845]

Muvatta'da. Mâlik - İbn Şihâb (ez-Zührî) - Urve yoluyla Hz. Âişe'nin şöyle dediği nakledilir: Allah Rasulü (s.a.) asla kuşluk nafilesi kırmamıştır. Ancak ben bu nafile namazı kılarım. Allah Rasulü (s.a.) birtakım hayırlı işleri yapmak istediği halde halk, onlarla amel ederse üzerlerine farz kılınır korkusuyla o hayır işlerini bırakırdı.[846]

Ebu'l-Hasan Ali b. Battal diyor ki: Seleften bir grup âlim Hz. Âişe hadisini kabul edip kuşluk namazını caiz görmemekteler. Bir grup ise: "Bid'attir" diyor. Şa'bî, Kays b. Ubeyd'in şöyle dediğini naklediyor: "Bü­tün sene boyunca İbn Mes'ud'a gidip gelirdim. Ama kuşluk namazı kıldı­ğını görmedim." Şu'be'nin, Sa'd b. İbrahim yoluyla Sa'd'm babası İbra­him'den naklettiğine göre, Abdurrahman b. Avf kuşluk namazını kılmaz­dı. Mücâhid anlatıyor: Ben ve Urve b. Zübeyr mescide girdik. Baktık, İbn Ömer, Hz. Âişe'nin odası yanıbaşmda oturuyor. Halk ise mescidde kuşluk namazı kılıyor. İbn Ömer'e onların namazını sorduk: "Bid'attir." dedi. Bir keresinde de "Ne güzel bid'at!" dedi.[847]

Şa'bî diyor ki: İbn Ömer'in "Müslümanların ortaya çıkardıkları bid'­at namazlar içinde kuşluk namazından daha faziletlisi yoktur." Enes b. Mâlik'e kuşluk namazını sordular "Namazlar beştir" cevabını verdi.[848]

3- Üçüncü grup: Kuşluk namazının ara sıra kılınmasının müstehab ol­duğunu, dolayısıyla bazı günlerde kılınabileceği görüşünü ileri sürmüşler­dir. Bu görüş Ahmed'den nakledilen iki görüşten biridir. Taberî, bu görüş­te olan bir grup âlimin ismini sıralamış ve demiştir ki: Delil olarak Cürey-rî'nin Abdullah b. Şakîk'ten naklettiği hadisi ileri sürmüşlerdir. Abdullah b. Şakîk diyor ki: Hz. Âişe'ye: "Allah Rasulü (s.a.) kuşluk namazı kılar Taberî sonra Ebu Sâid'in şu sözünü veriyor: Allah Rasulü (s.a.) kuş­luk namazına o kadar devam ederdi ki; "Artık bırakmaz." derdik. O ka­dar da terkederdi ki; "Artık (bir daha) kılmaz." derdik. Bu hadis yukarıda geçti. Sonra Taberî diyor ki: Seleften bu namazı kılanların bu şekil kıldık­ları nakledilmektedir. Şu'be, Habîb b. Şehid'ten naklen İkrime'nin: "İbn Abbas, kuşluk namazını bir gün kılar, on gün terkederdi." dediğini rivayet etmektedir. Yine Şu'be'nin Abdullah b. Dinar'dan naklettiğine göre İbn Ömer kuşluk namazı kılmazdı. Kubâ mescidine gelince kılardı. Kubâ mes­cidine ise her cumartesi gelirdi. Süfyân, Mansûr'un: "Kuşluk namazına farz namaz gibi devam etmeyi (sahabîler) mekruh görürlerdi. Onlar hem kılar, hem terk ederlerdi." dediğini nakleder. Saîd b. Cübeyr diyor ki: "Üzerime farz olduğunu zannedebileceğim korkusuyla çok arzu ettiğim halde kuşluk namazını terkederim," Mesrûk anlatıyor: "Biz mescidde okurduk. İbn Mes'ûd .kalkıp gittikten sonra mescidde kalır, sonra ayağa kalkar kuş­luk namazı kılardık. Bu durum İbn Mes'ûd'un kulağına gitti. Bunun üzeri­ne: Allah'ın kullarına, Allah'ın yüklemediği şeyleri neden yüklüyorsunuz?! Eğer ille de kılacaksamz evlerinizde kılın, dedi." Ebu Miclez, kuşluk na­mazını evinde kılardı.

Bunlar diyorlar ki: Böyle olması herhangi bir kimsenin, ona devam suretiyle farz yahut devamlı (müekked) sünnet olduğu kuruntusuna kapıl-maması için daha uygundur. Bu yüzden Hz. Âişe "Benim için anam ve babam kabirlerinden çıkarılsalar yine de bu namazı terketmem." demiş­tir.[849] Çünkü Hz. Âişe bu namazı halkın göremeyeceği bir yerde, evinde kılardı.

4- Dördüncü grup: Bunlar, bir sebebe bağlı olarak kılınır; Hz. Pey­gamber (s.a.) de bu namazı bir sebebe dayalı olarak kılmıştır, görüşünü ileri sürüyorlar. Diyorlar ki: Hz. Peygamber'in (s.a.) Fetih günü sekiz re­kât kuşlukta namaz kılması yalnız Fetih sebebiyledir. Fetih vaktinde sekiz rekât namaz kılmak Fethin sünnetidir. Komutanlar bu namaza "Fetih Namazı" derler. Taberî, Tarih'inde Şa'bî'nin şöyle dediğini nakleder: Ha-lid b. Velîd, Hîre'yi fethedince selâm vermeden sekiz rekât Fetih namazı kıldı. Sonra yerinden ayrıldı.

Diyorlar ki: Ümm-i Hânî: "O vakit kuşluktu" sözüyle bu namazın kılınışının kuşluk vakti olduğunu kastediyor; kuşluk bu namazın ismidir anlamını kasdetmiyor. Hz. Peygamber'in (s.a.) Itbân b. Mâlik'in evinde kıldığı namaz da yine ancak bir sebebe bağlıydı. Çünkü Itbân, ona: "Göz­lerimde hayır kalmadı. Benimle kabilemin mescidi arasına seller giriyor. Gönlüm isterdi ki, gelip evimde namaz kıldırsan da, senin namaz kıldırdı­ğın yeri mescid edineyim." demiş, Hz.Peygamber (s.a.) de: "înşaallah is­teğini yaparım." demişti. Itbân der ki; Ertesi sabah Allah Rasulü (s.a.) yanında Ebu Bekir ile gün ilerlediği bir vakitte bana geldi. Hz. Peygamber (s.a.) eve girmek için izin istedi, ben-de ona izin verdim. Oturmadan: "Evinin neresinde namaz kılmamı istersin?" diye sordu. Kılmasını istediğim yeri ona gösterdim. Bunun üzerine namaza durdu. Biz de arkasında saf olduk. Namaz kılıp selâm verdi. O selâm verince biz de selâm verdik. Hadis, Bu­harı ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir[850]

Bu namazın aslı, hikâyesi ve Buharı' nin rivâyetindeki lafzı işte böyle. Itbân'dan nakledenlerden biri bu lafzı kısaltıp: "Allah Rasulü (s.a.) evim­de kuşluk nafilesini kıldı. Arkasına bir cemaat durdu, onlar da namaz kıldılar" şekline çevirdi.

Hz. Âişe'nin: "Allah Rasulü (s.a.) seferden dönmesi dışında kuşluk namazı kılmazdı." sözü, Hz. Peygamber'in (s.a.) bu namazı ancak bir se­bebe bağlı olarak kıldığını gösteren en açık delillerdendir. Çünkü Hz. Pey­gamber (s.a.) seferden dönünce ilk önce mescidden başlar, orada iki rekât namaz kılardı[851]

Hz. Peygamber'in (s.a.) tutumu işte böyleydi. Hz. Âişe hem onu, hem bunu haber vermiştir. Aynı zamanda: "Allah Rasulü (s.a.) asla kuşluk namazı kılmamıştır." diyen de odur.

Hz. Âişe'nin müsbet (olumlu) rivayeti, sefer ve fetihten dönüş, bir kabileyi ziyaret gibi-bir sebeple Hz. Peygamber'in (s.a.) bu namazı kıldığı­nı göstermektedir. (İbn Ömer'in) Kubâ mescidine gelmesi de, aynı şekilde orada namaz kılmak içindir. Şu rivayet de böyledir: Yusuf b. Ya'kûb'un Muhammed b. Ebu Bekir - Seleme b. Recâ yoluyla rivayetine göre eş-Şa'sâ: "Ebu CehlMn başının kesildiği müjdesi verildiği gün İbn Ebî Evfâ'nm iki rekât kuşluk namazı kıldığını gördüm" demiştir. Şayet bu olay sahih ise bu namaz fetih için kılınan şükür namazı gibi kuşluk vaktine rastlayan bir şükür namazıdır.

Hz. Âişe'nin menfî rivayeti ise halkın yaptığı şekildir ki, bir sebebe bağlı olmaksızın bu namazı kılıyorlar. O: "Bu mekruhtur. Hz. Peygam­ber'in (s.a.) sünnetine aykırıdır." dememiştir. Fakat bu namazın sebepsiz kılınması Hz. Peygamber'in (s.a.) tavrı değildir. Ama kılınmasını tavsiyeJ teşvik ve arzu etmiştir. Kendisi ise gece namazı kıldığı için bu namazdan] müstağni kalırdı. Çünkü gece kıldığı (teheccüd) namazı buna gerek bırak-f mazdı. Kuşluk namazı teheccüd namazına bedel gibidir. Allah (c.c.) buyuı ruyor ki: "Gece ile gündüzü tefekkür etmek yahut şükretmek isteyen içil (birbirine) bedel kılan O'dur."[852] İbn Abbas, el-Hasan ve Katâde bu âyeİ tin tefsirinde diyorlar ki: Birini diğerinin yerine geçecek şekilde bedel ve" halef yaptı. İkisinden birisinde yapacağı bir ameli yapmayıp kaçıran kimse diğerinde kaza eder.

Katâde der ki: Şu gece ile gündüzde hayır işlerinizden Allah için yapa­caklarınızı yapın. Çünkü gece ile gündüz, insanları ecellerine ulaştıran, her uzağı yakın eden, her yeniyi eskiten, her va'dolunam kıyamet gününe geti­ren bineklerdir.

Şakîk anlatıyor: Bir adam Ömer İbnü'l-Hattâb'a (r.a.) gelip: "Bu ge­ce namazı kaçırdım." dedi. Hz. Ömer (r.a.) ona şöyle dedi: "Gecende kaçırdığına gündüzünde ulaş. Çünkü Allah (c.c.) gece ile gündüzü tefekkür etmek yahut şükretmek isteyen için birbirine bedel kılmıştır."

Diyorlar ki: Sahabenin -Allah onlardan razı olsun- davranışı da bunu göstermektedir. Çünkü îbn Abbas bir gün kılar, on gün terkederdi. İbn Ömer kılmazdı. Kubâ mescidine gelince kılardı; oraya ise her cumartesi gelirdi. Süfyân, Mansûr'un "Kuşluk namazına farz namaz gibi devam et­meyi (sahabîler) mekruh görürlerdi. Onlar hem kılar, hem terkederlerdi." dediğini nakleder.

Diyorlar ki: Enes'ten nakledilen şu sahih hadis de bu kabildendir: En-sâr*dan bir adam şişmandı. Hz. Peygamber'e (s.a.) "Ben seninle namaz kılmaya gelemiyorum." dedi. Bu zât Hz. Peygamber (s.a.) için yemek ya­pıp evine davet etti. Hz. Peygamber'in (s.a.) namaz kılması için bir hasırın kenarına su serpip (yere yaydı). Hz. Peygamber (s.a.) o hasır üzerinde iki rekât namaz kıldı. Enes diyor ki: "O günden başka Hz. Peygamber'in (s.a.) kuşluk kıldığını görmedim." Hadisi Buharı rivayet etmiştir.[853]

Bu merfû' hadisler ve sahabe âsârı üzerinde düşünen kimse, bunların yalnızca bu görüşe delil olduklarını görür. Teşvik ve tavsiye hadislerine telince, bunların —Ebu Hureyre ve Ebu Zer hadisleri gibi— sahih olanları bu namazın herkes için müekked (devamlı) sünnet olduğuna delil olmazlar. Ebu Hureyre'ye bu namazı tavsiye etmiştir. Çünkü nakledildiğine göre Ebu Hureyre, gece hadis çalışmayı namaza tercih ederdi. Bu yüzden Hz. Pey­gamber (s.a.) ona gece namazına bedel kuşluk namazını emretmiştir. Bun­dan dolayı ona vitir namazını kılmcaya kadar uyumamasını emretmiş, ama Ebu Bekir, Ömer ve sahabîlere emretmemiştir. [854]

 

2— Bu Konudaki Uydurma Hadisler:

 

Konunun hadislerinin isnâdları hakkında söz edilmiştir. Kiminin isna­dı munkatı' kimininki ise uydurmadır, kendisiyle istidlal helâl değildir. Meselâ, Enes'ten merfû' olarak rivayet edilen şu hadis gibi: "Kim kuşluk namazına devam eder, özürsüz kesmezse, o kimse nurdan bir denizde, nur­dan bir kayık içinde benimle birlikte olur." Bu sözü, Zekeriyya b. Düveyd el-Kindî, Humeyd'e isnâd ederek hadis diye uydurmuştur.

Ya'lâ b. Eşdak'ın Abdullah b. Cerrâd'dan naklettiği: "Sizden kim kuş­luk namazını kıîacaksa mütezellil bir vaziyette kılsın. Çünkü kişi bu nama­zı bir sene boyunca kılar, sonra unutur, terkeder. Artık o namaza dişi devenin kaybettiği yavrusuna duyduğu özlem gibi bir özlem duyar."hadise gelince; hayret doğrusu! Hâkim nasıl oluyor da bu ve emsali hadislerle istidlal edebiliyor?! Zira bu hadisi kuşluk namazına ayırdığı bir kitapta rivayet ediyor. Oysa Ya'lâ b. Eşdak'ın bu nüshası, Hz. Peygamber (s.a.) adına uydurulmuş düzmece bir nüshadır. İbn Adiyy diyor ki: Ya'lâ b. el-Eşdak, amcası Abdullah b. Cerrâd yoluyla Hz. Peygamber'den (s.a.) pek çok münker hadis rivayet etmiştir. O ve amcası bilinen kimseler değillerdir. Kulağıma kadar geldiğine göre Ebu Müshir demiş ki: Ya'lâ b. Eşdak'a: "Amcan Allah Rasulünün (s.a.) hadislerinden neler işitti?" diye sordum; "Süfyân'm Cami'ini, Mâlik'in Muvatta'ım ve Fevâid'den bir bölüm." ce­vabını verdi. Ebu Hatim b. Hibbân der ki: Ya'lâ, Abdullah b. Cerrâd ile buluştu. Yaşlanınca dinsizler etrafında toplandı, onun adına iki yüz kadar hadis uydurdular. O da bilmeden bu hadisleri rivayet etmeye başla­dı. Ona arkadaşlarımızın ileri gelenlerinden biri: "Abdullah b. Cerrâd'dan ne işittin?" diye sorduğunda "Bu nüshayı ve Süfyân'ın Câmi'mi" cevabını verdi. Herhalükârda ondan rivayet helâl olmaz.

Ömer b. Subh'un Mukâtil b. Hayyân'dan naklettiği Hz. Âişe'nin yukanda geçen: "Allah Rasulü (s.a.) kuşluk namazını on İki rekât kıldı." hadisi, Hâkim tarafından Salâtu'd-Duhâ adlı kitapta zikredilen uzun bir hadis olup uydurmadır. Uydurmakla itham edilen kişi, Ömer b. Subh'dur. Buharı diyorki: Yahya bana AH b. Cerîr'in şöyle dediğini haber verdi: Ömer b. Subh'un: "Hz. Peygamber'in (s.a.) hutbesini ben uydurdum" dediğini işittim.

Önün hakkında İbn Adiyy: "münkeruM-hadis", İbn Hibbân "Sika râvîlere nisbet -'derek hadis uydururdu. Onun hadislerini yazmak, taaccüb ederek yazma dışında helâl olmaz.", Dârakutnî: "metruk" ve el-Ezdî: "Yalancı = kezzâb" demiştir.

Yine Hâkiirfin, Abdülaziz b. Ebân -es-Sevrî- Haccâc b. Furâfisa-Mekhül- Ebu Hureyre senediyle Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbet ederek nak­lettiği: "Kim kuşluk nafilesine devam ederse günahları affolunur; çekirge sayısınca ve deniz köpüğünden daha çok olsa bile" hadisi de böyledir. Seneddeki Abdülazîz hakkında İbn Nümeyr: "O yalancıdır", Yahya; "Hiçtir. Pis bir yalancıdır, hadis uydurur."; Buharî, Nesâî ve Dârakutnî: "Metrüku'l-hadîs - Rivayet ettiği hadis bırakılır." demişlerdir.

en-Nehhâs b. Kahm —-Şeddâd— Ebu Hureyre yoluyla Hz. Peygam­ber'e (s.a.) nisbet edilerek rivayet edilen: "kim çift rekât kuşluk namazına devam ederse, günahları affolunur; denizin köpüğünden çok olsa bile" ha­disi[855] de böyledir. en-Nehhâs hakkında Yahya: "Bir hiçtir, zayıftır. Atâ yoluyla İbn Abbas'tan pek çok münker şey rivayet ederdi.", Nesâî: "Za­yıftır", İbn Adiyy: "Hiçbir şeyin dengi değildir", İbn Hibbân: "Meşhur­lardan münker rivayetlerde bulunur, sika râvilere aykırı düşerdi. Onu delil almak caiz değildir" ve Dârakutnî: "Muztaribu'l-hadis = Naklettiği hadis­ler muztaribtir. Yahya el-Kattân onu bırakmıştır." diyor.

Humeyd b. Sahr -el-Makburî- Ebu Hureyre senediyle yukarıda geçen: "Allah Rasûlü (s.a.) bir ordu gönderdi..." hadisine gelince; buradaki se-nedde geçen Humeyd'i, Nesâî ile Yahya b. Maîn zayıf saymış, diğerler ise sika kabul etmişlerdir. Humeyd'in bazı hadisleri münker bulunmuştur. Bu şahıs, tek kaldığında kendisiyle istidlal edilmeyecek biridir. En iyi bilen Allah'tır.

Muhammed b. İshak -Musa- Abdullah el-Müsennâ -Enes- Enes'in am­cası Sümâme senediyle rivayet edilen: "Kim kuşluk namazını kılarsa, Allah onun için cennette altından bir köşk bina eder." hadisi ise garîb hadis­lerdendir. Tirmizî bu hadis hakkında: "Bu hadis garîbdir. Yalnız bu yol­dan biliyoruz." diyor.

Nuaym b. Hemmâr'ın rivayet ettiği: "Ey Âdemoğlu! Gündüzün evve­linde benim için dört rekât namaz kılmaktan geri durma, sonunda sana gelecek zararlardan seni koruyayım." hadisi ile yine aynı şekilde Ebu'd-Derdâ ve Ebu Zer hadisleri hakkında Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin: "Ha­diste geçen bu dört rekât bence sabah namazının farzı ve sünnetidir." de­diğini işittim. [856]

 

I) ŞÜKÜR SECDESİ

 

1-Hz. Peygamber'in (s.a.) Şükür Secdesi:

 

Bir felâket atlatılır yahut sevinilecek yeni bir durum ortaya çıkarsa gerek Hz. Peygamber (s.a.), gerekse ashabı şükür secdesi ederlerdi. Nite­kim Müsned'âe Ebu Bekre'den nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), sevinç verecek bir durum ortaya çıktığında Allah Teâlâ'ya şükür için yerle­re kapanır, Allah'a secde ederdi.[857]

İbn Mâce'nin Enes'ten naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) bîr ihti­yacının görüldüğü müjdesini almca Allah'a secde ederdi."[858]

Buharî'nin hadis alma şartlarını taşıyan bir senedle Beyhakî nakledi­yor: Hz. Ali (r.a.)> Hz. Peygamber'e (s.a) Yemen'deki Hemdân kabilesinin müslüman olduğunu yazınca Hz. Peygamber (s.a.) secdeye kapandı, sonra başını kaldırarak: "Hemdanhlara selâm! Hemdanldara selâm!" dedi. Ha­disin başı Buharî'nin Sahih'inde de nakledilmiştir.[859] Buraya aldığımız ha­dis ise Beyhakî tarafından senediyle rivayet edilen hadisin tamamıdır.[860]

Müsned'de Abdurrahman b. Avf'dan nakledilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.), Rabbi katından: "Senin için dua edene tsalavât getirene) rahmeî ederim. Sana selâm verene, selâm ederim" müjdesini alınca şükür secdemi etti.'[861]

Ebu Davud, Sünen'inde Sa'd b. Ebî Vakkâs'tan naklediyor: Hz. Pey­gamber (s.a.) ellerini kaldırdı, bir saat kadar Allah'a dua edip bazı istek­lerde bulundu. Sonra üç kere secde etti ve ardından buyurdu: "Rabbime dua ettim, ümmetim için şefaat ettim. Bana ümmetimin üçte birini verdi. Rabbime şükür için secde ederek yerlere kapandım. Sonra başımı kaldır­dım, yine Rabbimden ümmetimi istedim. Bana ikinci üçte biri verdi. Bu­nun üzerine Rabbime şükür için secde ederek yerlere kapandım. Sonra ba->ımı kaldırdım; Rabbimden ümmetimi istedim. Bana diğer üçte biri de ver­di.  Bunun üzerine yerlere kapanıp Rabbime secde ettim."[862]

Buharî nakleder ki, Kâ'b b. Mâlik (r.a.), Allah'ın tevbesini kabul etti­ği müjdesini alınca secde etmişti.'[863]

Ahmed b. Hanbel (Müsned'de), Hz. Ali'nin (r.a.), Zü's-Südeyye'nin cesedini sa\aşta ölen Haricîler arasında bulduğunda secde ettiğini anlatır.[864]

Saîd b. Mansur da Hz. Ebu Bekir Sıddîk'ın (r.a.) (yalancı peygamber) Müseyleme'nin öldürüldüğü haberi gelince secde ettiğini zikreder.[865]

 

2— Kur'an Secdeleri:

 

Hz. Peygamber {s.a.) bir secde âyetiyle karşılaştığında tekbir alır, sec­de ederdi. Secdede bazan:

"Yüzüm secde etti, güç ve kudretiyle kendi-,ini yaratan, şekillendiren, göz-kulak veren Allah'a" duasını okurı[866] ve bazan da:

"Allah'ım! Bu secdeme karşı bir günahımı sil, benim adıma bir sevap yaz ve onu kendi katında muhafaza et. Kulun Davud'dan kabul buyurdu­ğun gibi benden de kabul buyur." duasını okurdu.[867] Her iki duayı da Sünen sahipleri zikretmişlerdir.

Hz. Peygamber'in (s.a.) bu secdeden kalkmak için tekbir aldığı nakle-dilmemiştir. Bundan dolayı el-Hırakî ve (hanbelî mezhebinin) ileri gelen ilk devir âlimleri bundan bahsetmemişlerdir. Yine Hz. Peygamber'in (s.a.! bu secdede ne tahiyyat okuduğu, ne de selâm verdiği nakledilmiştir. İmam Ahmed b. Hanbeî ve İmam Şafiî bu secdede selâm bulunduğunu reddet­mişlerdir. Hatta İmam Şafiî'nin açık ifadesince ne tahiyyat okumak var­dır, ne de selâm vermek. İmam Ahmed: "Selâm vermeye gelince, nedi: bilmiyorum." demiştir. Aksine bir şey söylenilmemesi gerekli olan doğru görüş budur.

Hz. PeygamberMn (s.a.) "Secde (32/15), Sad (38/24), Necm (53/62), 'înşikâk (84/21) ve Alâk (96/19)" sûrelerinde secde ettikleri sahih olarak nakledilmiştir.

Ebu Davud'un nakline göre Hz. Peygamber (s.a.), Amr b. el-As'a iüçü mufassalda[868], ikisi Hac sûresinde olmak üzere 15 secde âyeti okutmuştur.[869]

hbu'd-Derdâ tarafından rivayet edilen: "Hz. Peygamber (s.a.) ile bir­likte 11 yerde secde ettim, bunların arasında mufassaldan hiçbir sûre yok-ıu. Onlar da: A'râf (7/205) Ra'd (13/15), Nahl (16/49), İsrâ (17/107), Meryem (19/58), Hac (22/18), Furkân (25/60), Nemi (27/25), Secde (32/15), Sad (38/24), Fussilet (41/37) sûreleri idi" hadisi hakkında Ebu Davud: "Ebu'd-Derdâ, Hz. Peygamber'den (s.a.) 11 secde âyeti nakletti. Bu riva­yetin senedi vâhid - çürüktür" dedi.[870]

"Hz. Peygamber (s.a.), Medine'ye taşındıktan beri mufassal sûrelerde secde etmemiştir" şeklinde, Ebu Davud'un İbn Abbas'tan (r.anhüma) nak­lettiği hadis ise zayıftır.[871] Senedinde, rivayet ettiği hadis delil teşkil et­mez biri olan Ebu Kudâme el-Hâris b. Ubeyd vardır. Onun hakkında İmam Ahmed: "Ebu Kudâme'nin naklettiği hadis muztaribtir"; Yahya b. Maîn "zayıftır"; Nesâî: "sadûktur = doğru biridir, münker rivayetlerde bulunur"; Ebu Hatim el-Büstî de: "Salih bir râvi olmakla beraber vehmi çok olanlardandı" demiştir. İbnü'l-Kattân ise hadisi, Matar el-Verrâk'tan do­layı illetli bulmuş ve onun hakkında: "Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Leylâ, hafıza zayıflığı (sû-i hıfz) konusunda ona benzerdi. Bu yüzden onun hadisini kitabına alması, Müslim için kusur sayılmıştır" demektedir.

Onun rivayet ettiği hadisi almış olması Müslim için kusur sayılmaz. Çünkü o, sika râvinin yanlışlık yaptığını bildiği hadisleri almayıp terkettiği gibi böyle (hafıza zayıflığı olan) râvinin de, ezberleyip iyi muhafaza ettiğini bildiği hadisleri süzüp kitabına almıştır. Bu yüzden burada hem sika râvi tarafından rivayet edilmiş olup da onun kitabına almadığı bütün hadisleri toplayanlar hem de hafıza zayıflığı bulunan (seyyiu'1-hıfz) râvinin nakletti­ği bütün hadisleri zayıf sayanlar (yanılmışlardır). Bu iki yoldan birincisi Hâkim ve emsalinin, ikincisi ise Ebu Muhammed İbn Hazm ve benzerleri­nin yoludur. Müslim'in yolu İse bu sahanın imamlarının yoludur. Kendi­sinden yardım dilenecek yalnız Allah'tır.

Ebu Hureyre'nin Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber Alâk ve 'İnşikâk sürelerinde secde ettiği kendisinden sahih senedle nakledilmiştir.[872] Ebu Hu-reyre, Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye hicretinden altı veya yedi yıl son­ra müslüman olmuştur. İki hadis her yönden çelişse ve sahihlik bakımından birbirine karşı koysalar bu durumda Ebu Hureyre'nin naklettiği hadi­sin öne alınması belirginlik kazanır. Çünkü o, İbn Abbas'a gizli kalan faz­ladan bir bilgiye sahip olma yanında bir de isbat edici durumdadır..Hem de Ebu Hureyre hadisi, sıhhatinde görüş birliğine varılmış son derece sahih bir hadistir. İbn Abbas hadisi ise zayıf mı zayıf! Allah en iyi bilendir. [873]

 

İ) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) CUMA KONUSUNDAKİ TUTUMLARI

 

1— Cuma Gününün Üstünlüğü:

 

Buharı ve Müslim'in Sahihlerinde, Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle bu­yurdukları naklolunmaktadır: "Bizler (diğer semavi din mensublarına gö­re) en sonra gelenleriz; kıyamet günü ise en başa geçecek ilkleriz. Şöyle ki, bizden öncekilere kitap gönderildi. Ardından onlar, Allah'ın kendileri­ne/arz kıldığı gün, bu (cuma günü) iken, bu konuda görüş ayrılığına düş­tüler (de başka günleri takdis ettiler). Allah bugünü tayin edip bizi doğruya ulaştırdı. Artık bu meselede insanlar bize uymuştur. Yahudilerin (ibadet günü) yarın, hıristiyanlarınki ise öbür gündür. "[874]

Müslim Sahih'mâe Ebu Hureyre (r.a.) ve Huzeyfe'den (r.a.) rivayet eder ki, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Allah, bizden önce­kileri cumadan şaşırttı. Yahudilerin özel günü cumartesi, hıristiyanlarınki ise pazar oldu. Derken Allah, bizi dünyaya getirdi ve bize cuma gününü gösterdi. Böylece cuma, cumartesi, pazar günlerini (ibadet günü) kılmış oldu. İşte bu şekilde onlar kıyamet günü yine bizim peşimizden gelecekler­dir. Bizler en son gelen dünyalılarız. Kıyamet günü en başta gelen bizler olacağız. Herkesten önce lehine hüküm verilenler bizler olacağız. "[875]

Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde ve Sünen kitaplarında Evs b. Evs yoluyla Hz. Peygamber'den (s.a.) şu hadis naklolunmaktadır: "Günlerini­zin en faziletli olanlarından biri de cuma günüdür. Allah Âdem'i o gün yarattı. Âdem'in ruhu o gün alındı. Sûr'a o gün üflenecek ve o gün kıya­met kopacaktır. Bu sebeple o gün bana çok salât ü selâm gönderiniz. Çün­kü salât ü selâmlarınız bana arzolunur." Sordular:

—Ey Allah'ın Rasûlü! Sen çürümüşken bizim salât ü selâmlarımız sa­na nasıl arzolunur?

Şu cevabı verdi:

"Şüphesiz Allah, yere, peygamberlerin cesedlerini yemeyi haram et­miştir." Ayrıca bu hadisi Hâkim Müstedrek\t, İbn Hibbân da Sahihimde rivayet etmiştir[876]

Tirmizî Sünen'inde Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı cuma günüdür. O gün Allah, Âdem'i yaratmıştır. Âdem o gün cennete konulmuş ve yine o gün çıkarılmıştır. Kıyamet de cumadan başka bir gün­de kopmayacaktır." Tirmizî "Bu hadis hasen-sahîhtir" demiş, Hâkim ise sahih hükmünü vermiştir.[877]

Yine Müstedrek'te, Ebu Hureyre'den merfû yolla (Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbet edilerek) şu hadis nakledilmektedir: "Günlerin efendisi, cuma günüdür. Âdem o gün yaratılmış, o gün cennete konulmuş ve o gün cen­netten çıkarılmıştır. Kıyamet de cumadan başka bir günde kopmayacaktır.[878]

İmam Mâlik, Muvatta adlı eserinde Ebu Hureyre'den aktardığı şu ha­disi kaydeder: "Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı cuma günüdür. Âdem o gün yaratılmış, o gün (yeryüzüne) indirilmiş, o gün tevbesi kabul edilmiş ve o gün vefat etmiştir. Kıyamet o gün kopacaktır. Cinler ve insanlar dışında bütün yaratıklar cuma günü mutlaka tanyeri ağardıktan gün doğuncaya kadar, kıyamet belki bugün kopar korkusuyla kulak kabartır­lar. O gün içinde öyle bir saat vardır ki, müslüman bir kul namaz kıldığı halde o saate rastlar da Allah'tan bir şey dilerse muhakkak Allah, onun dileğini yerine getirir." Ebu Hureyre sözlerine devamla şu olayı anlatıyor: Kâ'b (el-Ahbâr): "Bu, her senede bir gündür" dedi. Ben: "Hayır, her cumadır" dedim. Bunun üzerine Kâ'b gitti Tevrat'ı okudu ve: "Allah Ra­sûlü (s.a.) doğru söylemiş" dedi. Bu olaydan sonra Abdullah b. Selâm'Ia karşılaştım. Ona, Kâ'b'la görüşmemi anlattım. îbn Selâm: "O saatin han­gi saat olduğunu biliyorum." dedi. "Öyleyse bana söyle" dedim. "Cuma günü içindeki en son saattir" dedi. "Nasıl olur? Hz. Peygamber (s.a.): Müslüman bir kul namaz kıldığı halde ona rastlarsa... buyurdular; bu (en son) saatte ise namaz kılınmaz" diye itiraz ettim, tbn Selâm: "Hz. Pey­gamber (s.a.): Namaz kılmak için bir yere oturup bekleyen kişi, namaz kılıncaya kadar namazdadır, buyurmadılar mı?" diye karşılık verdi.[879]

İbn Hibbân da Sahihinde merfû olarak şu hadis-i şerifi naklediyor: "Güneş, cuma gününden daha hayırlı bir gün üzerine doğmamıştır. "[880]

İmam Şafiî'nin Müsned'inde Enes b. Mâlik'den (r.a.) rivayet edilen şu hadis yer almaktadır: Enes diyor ki: Cibril (a.s.), Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi. Elinde beyaz bir ayna ve aynada (siyah) bir nokta vardı. Hz. Pey­gamber (s.a.) sordu:

—Bu nedir? Cibril cevap verdi:

—Bu, cuma günüdür. Sen ve ümmetin bu günle taltif olundunuz. İn­sanlar, yahudi ve hıristiyanlar bu günde size uymuşlardır. Bu günde sizin için hayır vardır. Bu günde bir ân vardır ki, inançlı bir kul o anda" Allah'a dua edip hayır dilerse, muhakkak duası kabul olunur. Biz bugüne "Mezîd  =  Bereketli gün" diyoruz.

Hz. Peygamber (s.a.):

—Ey Cibril! Mezîd günü, ne demektir? diye sordu.

—Rabbin, Firdevs cennetinde, içinde miskten tepecikler bulunan çok geniş bir vadi yarattı. Cuma günü olunca Allah (c.c.) meleklerinden diledi­ği kadar indirir. (Vadinin) etrafında, üzerlerinde peygamberlerin oturakları bulunan nurdan minberler vardır. Allah bu minberleri yakut ve zeberced-lerle süslü altın minberlerle kuşatmıştır; bunların üzerlerinde de şehitler ve siddıklar bulunmaktadır. Peygamberlerin arkasından şehidler ve sıddik-lar o tepeciklere otururlar. Allah (c.c), onlara hitaben buyurur ki: "Ben, sizin Rabbinizim. Ben size olan va'dimi tuttum. Şimdi benden isteyin iste-yebildiğinizi, vereyim." Onlar da cevaben: "Rabbimiz! Biz, Senin rızanı istiyoruz." derler. Bunun üzerine Allah (c.c): "Ben, sizden razıyım. İste­diğiniz her şey sizindir. Benim katımda dahası var." buyurur. Onlar da cuma gününü, bu günde Rableri kendilerine hayırlar ihsan ettiği için sever­ler... İşte bu gün, yüceler yücesi Rabbinin (c.c), Arş üzerine istiva ettiği gündür. O gün Âdem'i yarattı. Kıyamet de o gün kopacaktır.[881]

İmam Şafiî, bu hadisi şu senedle rivayet etmiştir: İbrahim b. Muham-med - Musa b. Ubeyde - Ebu'l-Ezher Muâviye b. İshak b. Talha - Abdul­lah b. Ubeyd - Umeyr b. Enes.

Sonra Şafiî diyor ki: İbrahim, Ebu İmrân İbrahim b. el-Ca'd'dan, o da Enes'ten buna benzer bir hadis nakletmektedir.'[882]

İmam Şafiî, bu üstadı İbrahim hakkında iyi düşünürdü. Fakat İmam Ahmed b. Hanbel (r.h.) onun hakkında: Mutezilîdir, cehmîdir, kaderidir... Onda her belâ vardır" demiştir.

Bu hadisi ayrıca Ebu'l-Yemân el-Hakem b. Nâfi, Safvân'dan, o da Enes'ten, Enes de: Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki: "Cibril, bana gel­di..." şeklinde hadisi nakletmektedir.

Muhammed b. Şuayb da, Gufra'nm âzâdü kölesi Ömer yoluyla Enes'­ten nakletmektedir.

Ebu Zahye de Osman b. Umeyr yoluyla Enes'ten rivayet etmektedir.

Ebu Bekir b. Ebî Davud, bu hadisin bütün rivayet yollarım bir araya top­lamıştır.

Ahmed b. Hanbel, Müsned'inde Ali b. Ebî Talha yoluyla Ebu Hurey-re'den şu hadisi rivayet ediyor: Hz. Peygamber'e (s.a.) birisi sordu: "Niçin bu güne cuma adı verildi?" Efendimiz (s.a.) buyurdular: "Çünkü o günde baban Âdem'in çamuruna şekil verildi. Bütün canlılar o gün ölecektir. Ye­niden diriliş o gündür. Allah'ın yakalaması o gündür. O günün sonunda üç saat vardır ki, bunlardan birinde Allah'a dua edenin duası kabul olu-

nur.[883]

Hasan b. Süfyân en-Nesevî[884] Müsned'mûe, Ebu Mervân Hişâm b. Hâlid el-Ezrak-Hasan b. Yahya el-Huşenî-Gufra'nın âzâdlı kölesi Ömer b. Abdillah-Enes b. Mâlik zinciriyle rivayet eder ki Enes, Hz. Peygamber'-in (s.a.) şöyle buyurduğunu işitmiş: "Elinde, ortasında siyah bir benek bulunan beyaz ayna şeklinde bir şeyle Cibril, bana geldi. Sordum:

—Ey Cibril! Bu nedir?

Cevap verdi:

—Bu, Cumadır. Senin için ve senden sonra da ümmetin için bayram olsun diye bunu sana getirmekle görevlendirildim.

—Ey Cibril! O günde bizim için ne var?

—O gün sizin için pekçok hayır vardır. Sizler, en sonra gelenlersiniz. Kıyamet günü ise siz başa geçeceksiniz. O günde bir saat vardır ki, müslü-man bir kul o saatte namaz kılar, Allah'tan herhangi bir şey dilerse, mut­laka Allah ona dilediğini verir.

—Ey Cibril! Öyleyse bu siyah nokta nedir?

—Bu, cuma günündeki bir saattir. Cuma, günlerin efendisidir. Biz, ona "Mezîd Günü" deriz.

—Ey Cibril! Mezîd Günü ne demektir?

—Rabbın, Cennette beyaz miskten, çok geniş bir vadi yarattı. Âhiret günlerinden cuma günü olunca Rab (c.c). Arş'ından, Kürsî'sine iner.[885]

Kürsî nurdan minberlerle kuşatılır. Bu minberlere peygamberler oturur. Min­berler, altın kürsîlerle kuşatılır. Onlara 4a sıddıklar ve şehidler oturur. Köşk sahipleri köşklerinden iner misk tepeciklerine otururlar. Minber ve küm­lerde oturanların meclisteki üstünlüklerini görmezler. Sonra ceiâl ve ikram sahibi yüceler yücesi Mevlâ zuhur eder ve şöyle der: "İsteyin Benden isteyebildiğinizi" Hep birden derler: "Ey Rab! Senden hoşnutluk dileriz.11 Allah, onlardan hoşnut olduğunu söyler, ardından ekler: "İsteyin Benden isteyebildiğinizi" Herkes dileklerini bildirir. Nihayet onlardan herbir kulun ihtiyacı sona erer.

(Cibril devamla) der ki: Sonra onlara hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın hatırına bile gelmeyen şeyler verilir. Son­ra da Cebbar olan Allah, Kürsî'sinden Arşına, köşk sahipleri de köşklerine yükselir.,

Onlar ya beyaz inciden, ya kırmızı yakuttan ya da yeşil zümrütten birer odadır. Onlarda ne bir yarık, ne bir çatlak vardır. İçleri apaydınlık­tır. Nehirleri içlerindedir. Yahut da (Cibril) şöyle dedi: Hepsi bir ayarda­dır, birbirine yakındır. Meyveleri içlerindedir. İçlerinde hanımlar, hizmet­çiler ve meskenler vardır. (Cibril) dedi ki: Tıpkı dünya halkının dünyada birbirlerine yağmuru müjdeledikleri gibi cennet halkı da cennette birbirleri­ne cuma gününü müjdelerler. "[886]

İbn Ebî'd-Dünyâ Sıfatu'l-Cenne adlı kitabında Ezher b. Mervân er-Rakkâşî-Abdullah b. Arafe es-Şeybânî-Kâsim b. Mutayyib-el-A'meş-Ebu Vâil-Huzeyfe zinciriyle Hz. Peygamber'den (s.a.) şu hadisi nakletmektedir: Cibril, elinde en güzel, en parlak görünüşlü bir ayna ile yanıma geldi. Fa­kat ne görelim, aynanın ortasında siyah bir parıltı yok mu! Sordum:

—Aynada gördüğüm bu parıltı nedir?

—Cumadır.

—Cuma ne demek?

—Rabbinin günlerinden büyük bir gündür. Şimdi sana onun dünyada­ki şeref ve faziletini, dünyadakiler için o günden beklenen faydalan ve bugünün âhirette hangi isimle anıldığını haber vereceğim. Dünyadaki şeref ve faziletine gelince; Çünkü Allah (c.c.) halkın işini o günde bir araya getirmiştir. Dünyadakiler için o günden beklenen fayda da şudur: Bu gün­de öyle bir an vardır ki, o anda, kadın olsun erkek olsun müslüman bir kul Allah'tan (c.c.) bir hayır dilerlerse mutlaka Allah, onların dileklerini yerine getirir, Âhiretteki şerefine, faziletine ve ismine gelince; Allah (c.c), cennetlikleri cennete, cehennemlikleri de cehenneme yollayınca üzerlerin­den bu günler ve geceler geçmeye başlar. O gece ve gündüzlerin içindeki her gece ve gündüzün miktarını ve anlarım ancak Allah (c.c.) bilir. Cuma günü olup cennet halkı cumalarına çıkınca bir tellal cennet halkına: "Ey cennet halkı! Mezîd vadisine çıkın!" diye bağırır. Mezîd vadisinin uzunluk ve genişliğini Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Bu vadide dorukları gök­te misk tepecikleri vardır.

Peygamberlerin hizmetçileri nurdan minberler, mü'minlerin hizmetçi­leri de yakut kürsîler çıkarırlar. Bu minber ve kürsîler yerlerine konup her­kes yerini alınca Allah, onların (Peygamberler ve mü'minlerin) üzerlerine Müsîre denilen bir rüzgâr gönderir. Bu rüzgâr misk yayar. Miski, peygam­berler ve mü'minlerin elbiseleri altından girdirir, yüzlerinde ve saçlarında (ortaya) çıkartır.

O miskle ne yapılacağını -kendisine yeryüzündeki bütün güzel kokular verilse herhangi biriniz karısı ne yapabilirse- işte bu rüzgâr o kadından daha iyi bilir.

Sonra Allah (c.c.) Arş'ı taşıyan meleklere: "Onu, oradakilerin araları­na bırakın" diye vahyeder. Allah'tan işittikleri ilk söz şu olur: "Beni gör­meden Bana baş eğen, peygamberlerimi tasdik eden, emrime uyan kulla­rım! Yaklaşın Bana. İsteyin isteyebildiğinizi. Bu gün, Mezîd günüdür." Hep bir ağızdan: "Rabbimiz! Yüzünü görmek isteriz" derler. Allah (c.c.) perdeleri aralar, onlara tecellî eder. Onları O'nun nurundan bir tek parça öyle bir bürür ki, şayet yanmamalanna hükmetmiş olmasa onları bürüyen o nurdan yanar kavrulurlardı. Sonra onlara: "Yerlerinize dönün" komutu verilir. Allah herbirine daha önceki derecesinden bir kat daha fazlasını ve­rir. Herkes yerine döner. Fakat onları bürüyen Allah'ın nurundan dolayı birbirlerini göremezler. Artık hanımlarının yanlarına varınca nur onlardan ayrılır, böylece ilk suretlerine dönerler. Hanımları: "Yanımızdan çıktığı­nızda çehreniz başkaydı, şimdi bir başka!" diye şaşkınlıklarını belirtirler. Onlar da: "Çünkü Allah (c.c.) bize tecellî etti. O'ndan görebildiğimizi gördük". derler.

Vallahi, hiçbir yaratık Allah'ı ihata edemez. Ancak Allah, onlara dilediği kadarıyla celâl ve azametini gösterir. İşte onların "O'ndan görebildiği­mizi gördük" demeleri de bundandır.

Onlar (peygamberler ve mü'minler) cennetin misk kokuları ve nimetle­ri içinde her hafta bir öncekine göre bir kat daha derece itibariyle yükseltil­miş olarak rahat bir hayat sürerler.                                                     

Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki: "İşte bu âyet bunu gösterir: Yap­tıklarına karşılık onlar için saklanan, gözleri ışıl ışıl edecek nimetleri hiç kimse bilemez. [887]Ayrıca bu hadisi, buna benzer ifadelerle Ebu Nuaym, Sıfatu'l-Cenne adlı eserinde isme b. Muhammed - Musa b. Ukbe - Ebu Salih-Enes senediyle rivayet etmiştir.

Ebu Nuaym yine Sıfatu'l-Cenne adlı eserinde el-Mes'ûdî-el Minhâl-Ebu Ubeyde yoluyla Abdullah (b.Mes'ûd)'un şöyle dediğini nakleder: Dün­yadayken cumaya koşuşun. Çünkü Allah (c.c), her cuma beyaz kâfurdan bir tepe üzerinde cennet halkına gözükür. Allah'a yakınlıkları, cumaya acele etmeleri ölçüsündedir. Allah, onlara daha önce görmedikleri yeni ihsanlar­da bulunur. Ailelerinin yanına kendilerine sunulan yeni yeni ihsanları al­mış olarak dönerler.[888]

 

2— İlk Cuma Namazı:

 

İbn İshak der ki: Muhammed b. Ebî Ümâme b. Sehl b. Huneyf bana babası (Ebu (jmâme)'den, o da Abdurrahman b. Kâ'b b. Mâlik'den rivayet etti. Abdurrahman: "Babam Kâ'b gözlerini kaybettikten sonra onu ben gözetir oldum. Cuma namazına götürdüğümde ne zaman cuma ezanını işitse Ebu Ümâme, Es'ad b. Zürâre için rahmet dilerdi. Böyle bir müddet devam etti. Sonra kendi kendime: Nedir bu, niçin bunun sebebini babama sormu­yorum? dedim. Her zaman olduğu gibi yine (bir gün) onu cumaya götür­düm. Yine cuma ezanını işitince Es'ad b. Zürâre'ye rahmet diledi. Sor­dum:

—Babacığım! Her zaman cuma ezanını işittiğinde Es'ad b. Zürâre'ye rahmet okuyorsun. Bunun sebebi nedir?

—Ey yavrucuğum! Çünkü Es'ad, bize Nakîu'l-Hadamât denilen bir kara taşlıktaki Beyâda oğullarının köyünde Hezmü'n-Nebît semtinde Hz.Peygamber (s.a.) gelmeden önce Medine'de ilk cuma namazını kıldıran ki­şidir.

—O gün kaç kişiydiniz? —Kırk erkek idik."<[889]

Beyhakî der ki: "Muhammed İbn İshak râviden işittiğini (semâmı) söy­ler, râvî de sika (güvenilir) biri olursa sened doğrulur. Bu hadisin senedi hasen-sahihtir."

Derim ki: Bu olay, cumanın başlangıcı oldu. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye geldi. İbn İshak'ın da dediği gibi Küba'da Amr b. Avf oğullan yanında pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kaldı ve bu esnada onların mescidlerini tesis etti. Sonra cuma günü (yola) çıktı. Salim b. Avf oğullarının yanlarına vardığında cuma vakti girdi. (Ranûnâ) vadisi­nin ortasındaki mescidde cuma namazını kıldırdı. Bu namaz Hz. Peygam-ber'in (s.a.) Medine'de kıldırdığı ilk cuma namazı oldu. Bu olay Hz. Pey­gamber (s.a,) kendi mescidini inşa etmezden önce gerçekleşmişti.[890]

 

3— Hz. Peygamber'in (s.a.) İlk Hutbesi:

 

İbn İshak dedi ki: Ebu Seleme b. Abdurrahman'dan bana ulaşan bir habere göre -Hz. Peygamber'e (s.a.) söylemediğini söyledi göstermekten Allah'a sığınırız- Hz. Peygamber'in (s.a.) ilk hutbesi şöyle olmuştu: Hita­bet için cemaatın arasında ayağa kalktı. Allah'a yaraşır bir şekilde O'na hamd etti, övgüde bulundu. Sonra şunları söyledi:

Ey insanlar! Kendiniz için âhirete önceden azık gönderiniz. Elbet bilir­siniz ki vallahi herbiriniz ölecek, sürüsünü çobansız bırakacaktır. Sonra Rabbi Allah -arada ne bir tercüman, ne bir alıkoyucu engel bulunacak-ona şöyle diyecektir: "Sana, Benim elçim gelip buyruklarımı tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, ihsanda bulundum. Ya sen kendin için âhirete ne gönderdin!" O da sağma-soluna bakacak, hiçbir şey göremeyecek. Son­ra önüne bakacak, orada da cehennemden başkasını göremeyecek. Öyleyse yarım hurma ile de olsa kendisini cehennemden korumaya gücü yeten (o hayrı) işlesin. Onu da bulamayan güzel sözie kendini korumaya çalışsın.

Çünkü bir iyiliğe karşılık on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir. Selâm size. Allah'ın rahmet ve bereketleri üzerinizde bulunsun.'[891]

İbn İshak diyor ki: Hz. Peygamber (s.a.) bir sonraki hutbesinde şöyle buyurdular:

—Şüphesiz hamd, Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yar­dım dilerim. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Al­lah'a sığınırız. Allah'ın doğru yola ilettiğini hiç kimse saptıramaz. Saptır­dığını da hiç kimse doğru yola iletemez. Tanıklık ederim ki, Allah'tan baş­ka tapılacak yoktur. O tekdir, ortağı yoktur. Sözlerin en güzeli Allah'ın Kitab'ıdır. Allah, kimin kalbini Kur'an'Ia süsler ve onu küfürden sonra islâmiyete girdirir, o da Kur'an'ı insanların sözlerine tercih ederse, işte o kimse kurtuluşa ermiştir. Şüphesiz Kur'an, sözlerin en güzeli ve en belağat-hsidır. Allah'ın sevdiğini seviniz! Allah'ı bütün kalbinizle seviniz! Allah'ın kelâmını (okumaktan) ve Allah'ı anmaktan usanmayınız. Allah'ın kelâmı­na karşı kalbleriniz katı kalmasın. Çünkü O, Allah'ın yarattığı herşeyin en hayırlısını ayırıp, seçer. Allah, Kitabında amellerin hayırlısını, kulların seçkinlerini, sözlerin iyisini ve insanlar için helâl-haram ne varsa hepsini zikreder. Allah'a kulluk ediniz, O'na hiçbir şeyi ortak tutmayınız. O'na yaraşır şekilde O'ndan saakmınız. Kendi ağızlarınızla Allah'a verdiğiniz güzel sözleri tutunuz. Allah'ın aranıza ihsan ettiği tek bir ruhla birbirinizi seviniz. Şunu bilesiniz ki Allah, kendisine verilen sözün yerine getirilmeme­sine gazaplanır. Selâm size. Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinizde bu­lunsun.[892]'

Hz. Peygamber'in (s.a.) bir kısım hutbeleri, O'nun hutbelerdeki tavır­ları bahsinde yukarıda geçti. [893]

 

4— Cumanın Özellikleri [894]:

 

Bu güne tazim ve saygı göstermek, başka günlerde yapmadığı ibadet­leri bu günde yapmak Hz. Peygamber'in (s.a.) özel tavırlarındandı. Âlimler, cumanın mı yoksa arefe gününün mü daha faziletli olduğunda iki fark­lı görüş ileri sürmüşlerdir: Bu iki görüş tmam Şafiî'ye müntesip âlimlerce ileri sürülmüştür. [895]

 

1. Cuma Günleri Sabah Namazında Secde ve Dehr Sûrelerini Okun

 

1- Hz. Peygamber (s.a.), cuma günleri sabah namazında Secde ve Dehr sûrelerini okurdu.[896] Bilgisiz pekçok kimse bu sûreleri okumaktan maksat (Secde sûresinde secde âyeti geçtiği için) bu namaza ait olmak üzere fazla­dan bir secde yapmak olduğunu zannediyor ve bu secdeye "Cuma secdesi" adını veriyor; bu sûreyi okumadıklarında, içinde secde âyeti geçen başka bir sûre okumayı müstehap görüyorlar. Bundan dolayı cahillerin kuruntu­larına meydan vermemek için cuma günleri sabah namazında devamlı bu sûreyi okumayı bazı imamlar mekruh saymışlardır. Şeyhülislâm İbn Tey-mıye'nin şöyle dediğini işittim:

"Hz. Peygamber (s.a.) cuma günleri sabah namazında bu iki sûreyi okurdu. Çünkü bu sûreler, cuma günü olmuş ve olacak hâdiseleri içermek­tedir. Bu iki sûrede Hz. Âdem'in yaratılışı, âhiret hayatının tasviri ve kul­ların yeniden diriltilişleri anlatılmaktadır ki, bütün bu olaylar cuma günü olacaktır. Bu sûrelerin bu günde okunması, o günde olmuş ve olacak şeyle­ri ümmete hatırlatma hedefine yöneliktir. (Namaz sonunda yapılan) secde ise (okunan sûreye) tâbi olarak gelmiştir; yoksa doğrudan doğruya hedef olup da namaz kılanın, uygun düştüğü yerde maksatlı olarak okuyacağı bir şey değildir."İşte bu durum cuma gününün hususiyetlerinden biridir. [897]

 

2-  Hz. Peygamber'e (s.a.) Çokça Salavat Getirmek:

 

Cuma günü ve gecesi Hz. Peygamber'e (s.a.) çokça salavat getirme müstehab kılınmıştır. Allah elçisi (s.a.) buyuruyor ki: "Cuma günü ve cu­ma gecesi bana çokça salavat getiriniz." [898]

Allah Rasûlü (s.a.) insanların efendisi, cuma günü ise günlerin efendi­sidir. Bu günde O'na salavat getirmede diğer günlerde olmayan bir meziye­tin mevcudiyeti yanında bir başka hikmet vardır ki o da şudur: Hz. Pey-gamber'in (s.a.) ümmeti dünya ve âhirette her ne hayra nail olmuşlarsa O'nun sayesinde nail olmuşlardır. Allah, O'nun yüzü suyu hürmetine hem dünya hem âhiret saadetini onlara bahsetmiştir. Onlara verilecek en büyük lütuf ve ihsanlar, cuma günü ellerine geçecektir: Cennetteki köşk ve saray­larına o gün gönderileceklerdir; cennete girdikleri zaman kendilerine fazla­dan ihsanlar bahşedilecek olan Mezîd günü, o gündür; dünyada iken o gün onlar için bayram günüdür; o gün Allah (c.c.) hepsinin isteklerini yeri­ne getirip, ihtiyaçlarını giderir, hiçbirinin isteğini geri çevirmez. Bütün bunlar sadece O'nu peygamber tanımalarına karşılık olarak O'nun sayesinde ve O'nun aracılığıyla kendilerine verilmiştir. O halde teşekkür etmek, minnet borcundan kurtulmak ve birazcık da olsa hakkını ödeyebilmek için cuma günü ve gecesi O'na çokça salât u selâm yollamalıyız. [899]

 

3- Cuma Namazı ve Müslümanların Toplanması:

 

Cuma namazı: İslâm'ın en kuvvetli farzlarından ve müslümanların en büyük toplantılanndandır. Arefe günü Arafat'ta bir araya gelişi istisna eder­sek, cuma toplantısı, en kalabalık bir toplantı ve müslümanların uymaları gerekli en kuvvetli bir farzdır.

Küçümseyerek bu toplantıyı terkedenin kalbini Allah mühürler.'[900] Kı­yamet günü cennet halkının (Allah'a) yakınlığı ve Mezîd günü ziyarete git­me önceliği, imama cuma günkü yakınlıkları ve cumaya erken gelişlerine göre olacaktır. [901]

 

4. Cuma Günü Gusletmek:

 

Cuma günü gusül emredilmiştir. Bu emir gerçekten müekked (kuvvet­li) bir emirdir. Bu guslün vücubu, şu hususların vücubundan daha kuvvet­lidir: Vitir namazı, namazda besmele okuma; kadınlara dokunma, erkeklik aletine el sürme, namazda kahkaha atma, burun kanaması, kan aldırma ve kusma gibi hususların birinden dolayı abdest alma; Hz. Peygamber'e (s.a.) son teşehhüdde salât u selâm gönderme ve imama uymuş kişinin (Kur'-an) okuması".

Cuma guslünün vücubu (farziyeti) hususunda âlimlerce üç görüş orta­ya atılmıştır: 1) Olumsuz (yani farz değildir), 2) Olumlu (farzdır), 3) Tafsi­le tabidir: Kendisinde giderilmesi gereken bir koku bulunan kimseye vacip, böyle bir koku bulunmayan kimseye ise müstehaptır. Bu üç görüş hanbelî âlimlerce ileri sürülmüştür[902]

 

5.   Güzel Koku Sürünmek:

 

Güzel koku sürünmek. O gün güzel koku sürünmek haftanın diğer günlerinde sürünmekten daha faziletlidir. [903]

 

6.  Misvak Kullanmak:

 

Misvak kullanmak (dişleri temizlemek). O gün misvak kullanmanın diğer günlerdekine oranla bir üstünlüğü vardır. [904]

 

7.  Namaza Erken Gitmek:

 

Cuma namazı için camiye erken gitmek. [905]

 

8.   Hutbeye Kadar îbadtle Meşgul Olmak:

 

İmam minbere çıkıncaya kadar namaz kılma, zikir çekme, Kur'an oku­ma gibi ibadetlerle meşgul olma. [906]

 

9.   Hutbe Okunurken Susmak:

 

İki görüşten en doğru olanına göre, hatibin hutbe okuduğunu işiten kimseye susmak farzdır. Şayet susmazsa asılsız ve boş yere konuşan biri durumuna düşer ki, bu duruma düşen cuma sevabından mahrum kalır. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyur­dukları rivayet edilir. "Yamndakine sesini kes, diyene cuma sevabı yok­tur. "[907]

 

10.  Cuma Günü Kehf Sûresini Okumak:

 

O gün Kehf sûresini okumak. Hz. Peygamberden (s.a.) şu hadis nak­ledilmektedir: "Cuma günü Kehf sûresini okuyanın ayaklarının altından ufuklara doğru bir nur yükselir, bu nur, kıyamet günü onu aydınlatır. Ay­rıca iki cuma arasında işlediği günahlar affedilir."[908]

Bu hadisi, Saîd b. Mansûr, Ebu Saîd el-Hudri'nin sözü olarak vermiş­tir ki, bu daha uygundur. [909]

 

11. Zeval Vaktinde Namaz:

 

İmam Şafiî (r.h.) ve ona uyanlara göre cuma günü zeval vaktinde (ya­ni güneş tam ortadayken) namaz kılmak mekruh değildir. Üstadımız Ebu'l-Abbas İbn Teymiye'nin tercihi de budur. Üstadımız bu görüşünde Leys (b. Ebî Süleym)'in Mücahid-Ebu'1-Halîl-Ebu Katâde senediyle Hz. Pey-gamber'den (s.a.) rivayetinde Allah Rasûlü'nün (s.a.) cuma günü dışında diğer günlerde günün tam ortasında namaz kılmayı mekruh saydığı ve: "Şüphesiz cehennem -cuma dışında- alevlendirilir" buyurduğu hadise[910] itimad etmiş değildir. O, cumaya gelen kişinin, imam minbere çıkıncaya kadar namaz kılmasının müstahabhğı noktasına dayanmaktadır. Sahih bir hadiste şöyle Duyurulmaktadır:

"Bir kimse cuma günü gusleder, temizlenebildiği kadar temizlenir, ya­ğından yağlanır, yahut evindeki-güzel kokulardan sürünür de camiye çıkar ve yan yana oturan iki kişi arasım ayırmadan bir yere oturur, sonra kendi-sine takdir edilen namazı kılar, sonra da imam minberde konuşmaya baş­layınca susarsa, o cuma ile diğer cuma arasındaki günahları bağışlanır." Hadisi Buharı rivayet etmiştir/26*[911]

Bu hadisde Hz, Peygamber (s.a.) cumaya gelen kişiyi kendisine takdir edilmiş namazları klimaya teşvik etmiş, namaz kılmaktan -imamın minbere çıkma vakti dışında- menetmemiştir.

Bu yüzden İmam Ahmed b. Hanbel'in tabî olduğu ve Hz. Ömer îbnu'l-Hattâb'ın (r.a.) içinde bulunduğu seleften pek çok âlim şöyle demiştir: "îma-mın minbere çıkması namaza, hutbesi de konuşmaya mânidir." Namaza mâni olarak günün yan olmasını değil, imamın minbere çıkmasını görmüş­lerdir.

Bir de insanlar mescidde, tavan altında bulunduklarından zeval vakti­nin farkına varmıyorlardı. Camideki kimse namazla meşgul olduğundan zeval vaktini bilemezdi. İnsanların omuzlarına basarak dışarı çıkıp güneşe bakarak yeniden yerine dönmesi de mümkün olmazdı. Böyle yapması da zaten meşru değildi.

Yukarıda geçen Ebu Katâde hadisi hakkında Ebu Davud der ki: Hadis mürseldir. Çünkü Ebu'l-Halîi, Ebu Katâde'den hadis işitmemiştir. Mürsel hadisle amel edilmiş ve kıyasla yahut sahabî kavliyle destek görmüş, ya da mürsel rivayette bulunan râvinin mürselleri imamlar tarafından tercih edildiği ve bu râvinin zayıf, metruk... vb. râvilerden rivayette bulunmadı­ğının bilinmiş olması gibi takviye edici hususlar bulunursa böyle bir mür-selle amel edilir.

Bu hadisi başka şahid hadisler de kuvvetlendirmektedir: îmam Şafiî'­nin kitabında zikrettiği hadis: İshak b. Abdullah - Saîd b. Ebî Saîd - Ebu Hureyre senediyle Hz. Peygamber'in (s.a.), cuma dışında diğer günlerde gündüzün tam ortasında güneş zevalden ayrılıncaya kadar namaz kılmak­tan nehyettiği rivayet edilmiştir.[912]

İmam Şafiî (r.h.) bu hadisi Ihtilafu'I-Hadîs adlı eserinde aynen bu şekilde rivayet etmiştir. Kitabu'l-Cuma adlı eserinde ise şu senedle nakledi­yor: İbrahim b. Muhammed - İshak (b.Adullah)...

Abu Halid el-Ahmer de Abdullah b. Saîd el-Makburî adlı Medineli bir şeyh-Ebu Hureyre - Hz. Peygamber {s.a.) senediyle rivayet etmiştir.

Beyhakî ise hadisi, el-Ma'rife adlı eserinde Atâ b. Aclân - Ebu Nadra - Ebu Saîd (eİ-Hudrî) ve Ebu Hureyre senediyle (bu iki sahabîden) şu ifa­delerle naklediyor: "Hz. Peygamber (s.a.), cuma günü dışında, gündüzün tam ortasında namaz kılmaktan nehyederdi." Ancak Beyhakî'nin de dedi­ği gibi bu hadisin senedinde sözü delil teşkil etmeyecek şahıs vardır. Beyha­kî: "Ancak bu hadisler Ebu Katâde hadisine eklenince biraz kuvvet kazanırlar" diyor.

İmam Şafiî der ki: "Cumaya erken gidip imam minbere çıkıncaya ka­dar namaz kılmak, insanların önemli işlerindendir." Beyhakî diyor ki: Şa­fiî'nin işaret ettiği husus sahih hadislerde mevcuttur ki, o da şudur: Hz. Peygamber (s.a.) cumaya erken gitmeye ve herhangi bir istisna getirmeksi­zin imam minbere çıkıncaya kadar namaz kılmaya teşvik etmiştir. Böylece cuma günü gündüzün tam ortasında namaz kılmayı mubah gösteren bu hadislere uygun düşmektedir. Bize Atâ, Tavus, Hasan ve Mekhûl'den bu konuda ruhsat olduğu nakledilmiştir.

Ben derim ki: Günün tam ortasında namaz kılmanın mekruh oİup olmadığında âlimler görüş ayrılığına düşmüş ve ortaya üç görüş çıkmıştır:

a)  Bu vakit, hiçbir zaman kerahet vakti değildir. İmam Mâlik bu gö­rüştedir.

b)  Hem cuma günü, hem de diğer günlerde kerahet vaktidir. Ebu Ha-nîfe'nin ve meşhur rivayete göre İmam Ahmed'in görüşü budur.

c)  Cuma günü dışında kerahet vaktidir. Cuma günü ise kerahet vakti değildir. İmam Şafiî de bu görüştedir. [913]

 

12. Cuma Namazında Okunan Sureler:

 

Cuma namazında Cuma ve Münâfikûn yahut AMâ ve Gâşiye sûrelerini okumak. Müslim'in Sahih'inde naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), cu­ma namazında bu sûreleri okurdu.[914]

Yine Müslim'in Sahih'inde Hz. Peygamber'in (s.a.) cuma namazında Cuma ile Gâşiye sûrelerini okuduğu nakledilmektedir[915]Bu rivayetlerin hepsi Hz.  Peygamber'den (s.a.) menkûl sabit rivayetlerdir.

(Yukarıda zikri geçen) her sûreden bir bölüm okumak yahut bu iki sûreden birini iki rekâtta okumak müstehap değildir. Sünnete aykırıdır. Oysa cahil imamlar devamlı böyle yapmaktadırlar. [916]

 

13- Cuma Bayram Günüdür;

 

Cuma, her hafta yinelenen bir bayram günüdür. Ebu Abdillah İbn Mâce, Sünen 'inde, Ebu Lübâbe b. Abdilmünzir'den Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Cuma günü, günlerin efendisi ve Al­lah katında en büyük bir gündür. Allah katında bu gün hem Kurban, hem de Ramazan bayramı günlerinden daha büyük bir gündür. Onda beş üstün özellik vardır:

1)  Allah, Âdem'i o gün yarattı.

2)  Âdem'i o gün yeryüzüne indirdi.

3)  Allah Âdem'in o gün canını aldı.

4) O günde öyle bir an vardır ki, o anda kul -haram dışında- Allah'tan ne isterse Allah, onun isteğini muhakkak yerine getirir.

5)  Kıyamet, o gün kopacaktır. Bu yüzden mukarreb melek, gök, yer, rüzgâr, dağ, ağaç ne varsa hepsi cuma gününden korku duyar. "[917]

 

14.  Cuma Günü Güzel Giyinmek:

 

O gün herkesin bulabildiği en güzel elbiseleri giymesi müstehabdır. İmam Ahmed, Müsned'mde Ebu Eyyûb'un Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim dediğini rivayet ediyor: "Bir kimse cuma günü gusle­der, varsa güzel koku sürünür, en güzel-elbiselerinden birini giyer de va­karlı, ağırbaşlı bir şekilde evinde çıkıp camiye gider sonra da hatırına gelir­se namaz kılar ve kimseye eziyet vermezse ve de imamın minbere çıkmasın­dan itibaren namazı kılıp bitirinceye kadar ses çıkarmazsa bunlar iki cuma arasındaki günahları için keffâret olur."[918]

Ebu Davud'un Sünen'inde nakledildiğine göre Abdullah b. Selâm» Hz. Peygamber'in (s.a.) cuma günü minberde şöyle dediğini işitmiş; "Ne olur, herbiriniz iş elbisesinden başka cuma için iki parça elbise alıverse?"[919]

İbn Mâce'nin Sünen'indc Hz. Âişe'den (r.anha) yapılan bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) cuma günü cemaata hitap ediyordu; üzerlerinde yamalı elbiseler gördü. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Ne olur, herbiriniz iş elbisesinden başka cuma günleri için iki parça elbise alsa?!"[920]

 

15- Camiyi Tüisülemek:

 

O gün camiyi tütsülemek müstehabdır. Saîd b. Mansûr'un Nuaym b. Abdullah el-Mücmir'den naklettiğine göre Hz. Ömer İbnü'l-Hattâb (r.a.) her cuma, gün yarılanınca Medine Camiinin tütsülenmesini emrederdi.

Derim ki: Nuaym, bu yüzden "el-Mücmir = tütsücü" lâkabını almıştır. [921]

 

16- Cuma günü Yolculuğa Çıkmak:

 

Cuma günü, cuma vakti girdikten sonra kendisine namaz farz olan kimsenin, namazı kılmadan yolculuğa çıkması, caiz değildir. Vakit girme­den önce çıkılması konusunda ise âlimlerce üç görüş ileri sürülmüştür. Bun­ların hepsi de İmam Ahmed'in görüşü olarak aktarılmıştır: 1) Caiz değil­dir, 2) Caizdir, 3) Özellikle cihad için olursa caizdir.

İmam Şafiî (r.h.) mezhebince, cuma günü zevalden sonra yola çıkmak haramdır. İbadet ve taat için yolculuğa çıkma konusunda Şafiî mezhebinde iki farklı bakış açısı vardır: 1) Haramdır; Nevevî'nin tercihi budur, 2) Ca­izdir; Râfiî'nin tercihi de budur.

Zevalden önce yolculuğa çıkma konusunda iki içtihad nakledilmiştir: Bu içtihadlardan eski olanına göre caiz; yenisine göre ise zevalden sonra yolculuğa çıkmak gibidir (yani haramdır).

Mâlikî mezhebine gelince; et-TefrV adlı eserin sahibi (İbn Cellâb; Ö.378/988) Jlİyor ki: Hiç kimse cuma günü zevalden sonra namazı kılma­dan yolculuğa çıkamaz. Zevalden önce çıkmakta bir sakınca yoktur. Mu­kîm kimsenin tanyeri ağardıktan sonra cuma kılmadan yola çıkmaması da­ha tercihe şayandır.

Ebu Hanîfe ise sefere çıkmanın şart aranmaksızın mutlak surette caiz olduğu görüşündedir. Dârakutnî, el-Efrâd adlı eserinde İbn Ömer'den (r.anhüma) Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduklarını rivayet ediyor: "Kim cuma günü yerleşik olduğu yerden yolculuğa çıkarsa, melekler seferinde hiç kimsenin ona arkadaşlık etmemesi için beddua ederler." Bu hadisin râvileri arasında İbn Lehîa vardır (ki o da ihtilaflı bir râvidir).

İmam Ahmed, Müsned'înde Hakem-Miksem-İbn Abbas senediyle ri­vayet eder ki: Allah Rasûlü (s.a.), Abdullah b. Ravâha'yı bir müfreze için­de gönderdi. Bu hal cuma gününe rastlamıştı. Abdullah'ın arkadaşları yola koyuldu. Abdullah ise; arkada kalır, Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber nama­zımı kılar, sonra onların arkasından yetişirim, diye düşünerek müfreze ile birlikte çıkmadı. Hz. Peygamber (s.a.), namazı kıldırınca onu gördü ve sordu: "Arkadaşlarınla beraber gitmekten seni alıkoyan nedir?" Abdul­lah: "Seninle beraber namaz kılıp sonra onların arkasından yetişmek iste­dim." cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Yeryüzünde ne varsa Allah için sadaka olarak versen, yine de onların yola koyulmaları­nın savabına ulaşamazsın." buyurdular[922]

Bu hadis, Hakem'in Miksem'den hadis işitmemiş olmasından dolayı illetli (kusurlu) bulunmuştur.

Yolcu, yol arkadaşlarını kaçırmaktan korkmazsa durum böyledir. Ama arkadaşlarını kaçırmaktan ve arkadaşlarına yetişemeyeceğınden korkarsa, onun için her halükârda yolculuk caizdir. Çünkü bu cumaya ve cemaata gitmeyi düşüren bir özürdür. Herhalde EvzâTnin "Hayvanına eğer vurmuş olan bir yolcu cuma ezanını işittiğinde durum ne olur?" sorusuna verdiği cevabında "yoluna devam etsin" dediği rivayeti de bu şekilde yorumlana­bilir. Aynı şekilde İbn Ömer'in (r.a.): "Cuma, yolculuktan alıkoymaz" sözü de böyle yorumlanmalıdır. Şayet maksatları mutlak surette seferin caiz olması ise işte bu tartışma konusudur. Artık arada hakem, delildir. Abdürrezzak Musannef adlı eserinde Ma'mer-Halid el-Hazza'-İbn Şîrîn yahut başka biri aracılığıyla rivayet eder ki: Hz. Ömer cuma namazını kıldıktan sonra üzerinde yol elbisesi bulunan bir adam görünce sordu: "Bu ne hal?" Adam: "Yolculuğa çıkmaya niyetlendim. Fakat namaz kılmadan yola çık­mak istemedim" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Vakti girmedikçe cuma, yolculuktan seni alıkoymaz." diye karşılık verdi.[923]. Bu da zevalden son­ra yolculuğu yasaklayıp zevalden Öncesinde ise yasaklamayan lan n görüşü­dür.

Yine Abdürrezzak, es-Sevrî-el-Esved b. Kays-El-Esved'in babası Kays senediyle nakleder ki: Hz. Ömer İbnü'l-Hattâb, yolcu görünümlü bir adam gördü. Adam: "Bugün cuma olmasaydı yola çıkacaktım" dedi. Hz. Ömer, bunun üzerine: "Cuma, yolcuyu yolundan alıkoymaz. Zeval vakti girme­dikçe yola çıkabilirsin." diye karşılık verdi.[924]

Yine (Abdürrezzak), es-Sevrî - İbn Ebî Zi'b-Salih b. Kesîr senediyle ez-Zührî'nin: "Allah Rasûlü (s.a.) cuma günü kuşluk vaktinde namaz kıl­madan önce yola çıktı." dediğini nakleder.![925]

Ma'mer'in de şöyle dediğini zikrediyor: Yahya b. Ebî Kesîr'e: "Bir adam cuma günü yolculuğa çıkabilir mi?" diye sordum; mekruh olduğunu söyledi. Bu konuda ruhsat bulunduğunu anlatmaya başladım. Bunun üze­rine bana: "Bir adamın cuma günü yolculuğa çıkıp da mekruh sayacağı (yahut hoşuna gitmeyen) hususlarla karşılaşmaması pek nadirdir. Bu konu­yu incelersen sen de bu sonuca ulaşırsın." dedi.'[926]

İbnü'I-Mübârek, el-Evzâî'den nakille Hassan b. Ebî Atıyye'nin şöyle dediğini zikreder: "Bir adam cuma günü yolculuğa çıkınca gündüzün biz­zat kendisi onun aleyhinde, ihtiyaç halinde yardım görmemesi ve yolculu­ğunda hiç kimsenin onunla arkadaşlık etmemesi için beddua eder."[927]

el-Evzâî, İbnü'l-Müseyyeb'in: "Cuma günü yolculuk, namazdan son­radır." dediğini zikrediyor.

İbn Cüreyc diyor ki: Atâ'ya: "Bir adam cuma gecesini büyük bir köy­de geçirirse, cumayı kıhncaya kadar oradan ayrılmasın, denildiği sana ulaştı mı?" diye sordum. "Evet, bu mekruhtur" cevabını verdi. "Peki perşem­beden yola çıkarsa?" diye sordum. "Hayır, mekruh değildir. O gündüz ona zarar vermez" karşılığını verdi.[928]

 

17- Namaza Yürüyerek Gitmek:

 

Cumaya gidenin her adımına bir yıllık (nafile) oruç ve namaz sevabı vardır.

Abdürrezzak, Ma'mer-Yahya b. Ebî Kesîr-Ebu Kılâbe- Ebu'l-Eş'as es-San'ânî-Evs b. Evs senediyle Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduklarım rivayet eder: "Kim cuma günü guslettirir ve kendisi de gusleder, erkenden camiye gider, ilk safları tutar ve imama yakın olur da ses çıkarmadan hut­beyi dinlerse, attığı her adıma bir senelik -nafile- oruç ve namaz sevabı verilir. Bu, Allah'a kolaydır." Bu hadisi İmam Ahmed de Musned'indc rivayet etmiştir.[929]

İmam Ahmed diyor ki: "Guslettirmek" sözü hanımıyla cinsî münase­bette bulunmak anlamına gelir. Vekî (v. 197/812) de bu sözün, bu anlama geldiğini söylemiştir. [930]

 

18. Cuma Günü Günahlara Keffarettir:

 

Bu gün günahların silindiği gündür. İmam Ahmed, Müsned'ınûc Sel-mân'dan naklediyor: Hz. Peygamber (s.a.) bana "Cuma günü nedir, bilir misin?" diye sordu. Ben de: "Allah'ın, babanız Âdem'i yarattığı gündür." diye cevap verdim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki: "Fakat cumanın ne olduğunu ben bilirim. Bir adam temizlenir, ama çok iyi temizlenir, sonra cumaya gelir de imam namazım bitirinceye kadar su­sarsa ölüme sebep (büyük günahlarından) sakınıldığı müddetçe bütün bu amelleri o cuma ile gelecek cuma arasındaki günahlarına keffaret olur."'[931]

Yine Müsned'Ğt Atâ el-Horasânî'den yapılan rivayete göre Nübeyse el-Hüzelî, Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Müs­lüman cuma günü gusleder, sonra evinden çıkıp hiç kimseyi incitmeden camiye gelir; şayet İmam daha henüz minbere çıkmamışsa münasip gördü­ğü kadar namaz kılar, çıkmışsa oturur sonra da imam sözünü bitirip cuma namazını kıldırmcaya kadar imama kulak verip dinlerse o cumada bütün günahlan bağışlanmazsa ertesi cumaya keffaret olur."[932]

Buharî'nin Sahihimde Selmân'dan şu hadis rivayet edilir: Hz. Pey­gamber (s.a.) buyururlar ki: "Bir kimse cuma günü gusleder, temizlenebil­diği kadar temizlenir, yağından yağlanır yahut evindeki güzel kokulardan sürünür de camiye çıkar ve yanyana oturan iki kişi arasım ayırmadan bir yere oturur, sonra kendisine takdir edilen namazı kılar, sonra da imam minberde konuşmaya başlayınca susarsa, o cuma ile diğer cuma arasındaki günahları bağışlanır, "[933]

Ahmed'in Müsned'indz de Ebu'd-Derdâ'dan rivayet edilir ki; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdular: "Bir kimse cuma günü gusleder, sonra el­biselerini giyer, varsa güzel koku sürünür, ardından ağırbaşlı vakarlı adım­larla cumaya gider, hiç kimseyi çiğnemez ve incitmez, kendisine takdir edi­len namazı kılar sonra imam görevini tamamlayıp arkasına dönünceye ka­dar (ses çıkarmadan) beklerse, iki cuma arasında işlediği günahları bağışla­nır.[934]

 

19. Diğer Günlerde Cehennem Kızıştırılır:

 

Cuma günü dışında diğer bütün günlerde cehennem kızıştırılır, alev­lendirilir. Bu konuda Ebu Katâde hadisi yukarıda geçmişti.[935] Allah daha iyi bilir ya, bunun sırrı şudur: O gün Allah katında en faziletli gündür. O günde cehennemin alevlenmesini ve kızışmasını önleyecek taatlar, iba­detler yapılarak Allah'a dualar edilir, yalvanlıp yakanhr. Bu yüzden o günde, mü'minler diğer günlere oranla daha az günah işlerler. Hatta serkeşler dahi cumartesi ve diğer günlerde yapmaktan sakınmadıkları şeyleri o gün yap­maktan sakınırlar.

Bu hadisten açıkça anlaşılacağı üzere burada kastolunan, cehennemin dünyada iken alevlen dirilmesi ve cuma dışında her gün tutuşturulup kıziştı-rılmasıdır. Kıyamet günü ise cehennem azabı aralıksız sürer, bir günlük dahi olsa oraya düşenlerden azap hafifletilmez. Bundan dolayı cehennem halkı, cehennem bekçilerinden rica ederler, bir gün dahi olsa azaplarını hafifletmesi için Rablerine dua etsinler diye. Ancak onlar, bu ricalarına kulak asmazlar. [936]

 

20. İcabet Saati:

 

Cuma günü içinde "saatü'l-icâbe" adı verilen bir an vardır ki, o anda müslüman bir kul Allah'tan bir şey dilese muhakkak Allah o dileğini verir. Buharî ve Müslim'in Sahih irinde Ebu Hureyre'den (r.a.) nakledilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) "Cuma günü içinde öyle bir vakit vardır ki, müslüman bir kul namaz kıldığı halde o vakte rastlar da Allah'tan bir şey dilerse muhakkak Allah onun dileğini yerine getirir." buyururlar. Bu sözleri söylerken de eliyle bu vaktin çok kısa olduğuna işaret ediyor­du.[937]

Müsned'de, Ebu Lübâbe b. Abdiîmünzir yoluyla Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurdukları naklediliyor: "Cuma günü, günlerin efendisi ve Allah katında en büyük bir gündür. Allah katında bu gün, hem Kurban, hem de Ramazan bayramı günlerinden daha büyük bir gündür. Onda beş üstün özellik vardır:

1)  Allah, Âdem'i o gün yarattı.

2)  Âdem'i o gün yeryüzüne indirdi.

3)  Allah, Âdem'in o gün canım aldı.

4) O günde öyle bir an vardır ki, o anda kul -haram dışında- Allah'tan ne isterse Allah, onun isteğini muhakkak yerine getirir.

5)  Kıyamet o gün kopacaktır; bu yüzden mukarreb melek, gök, yer, rüzgâr, dağ, ağaç ne varsa hepsi cuma gününden korku duyar."[938]

Âlimler bu saat hakkında görüş ayrılığına düşmüşler, kaldırıldığı ya­hut devam ettiği konusunda iki ayrı görüş ileri sürmüşlerdir. "Kaldırılma­mıştır, halen devam ediyor" diyenler de "Günün belli bir vaktinde midir, yoksa belli değil midir?'* sorusuna birbirine zıt iki cevap vermişlerdir. Belli olmadığını söyleyenler de bu sefer "Günün saatleri içinde oynar mı, oyna­maz mı?" sorusuna da yine iki farklı cevap sunmuşlardır. Belli olduğunu söyleyenler ise 11 değişik görüş ileri sürmüşlerdir:

1)  İbnü'l-Münzir der ki: Bize nakledildiğine göre Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: Tanyeri ağardıktan güneş doğuncaya ve ikindi namazından güneş batıncaya kadar.

2)  Zeval vaktinde. İbnü'l-Münzir, bu görüşü Hasan el-Basrî ve Ebu1!-Âliye'nin görüşü olarak vermiştir.

3)  Müezzin cuma namazı ezanım okuduğunda. İbnü'l-Münzir, bu gö­rüş bize Hz. Âişe'den (r.anha) nakledilmiştir, diyor.

4)  İmam minberde hutbe okurken oturup (namazdan) ayrılıncaya ka­dar, İbnü'l-Münzir, bu görüş Hasan el-Basrî'den nakledilmiştir diyor.

5)  Ebu Bürde'nin görüşü: Allah'ın namaz için tercih ettiği saat.

6)  Ebu's-Sevvâr el-Adevî'nin (V.101/719) görüşü: Diyor ki: Güneşin zevalinden itibaren namaz vakti girinceye kadar bu arada dua kabul olu­nur, derlerdi

7)  Ebu Zerr'in görüşü: Güneşin bir karış yükselmesinden itibaren baş­layıp bir kulaç yükselinceye kadar devam eden müddet.

8)   İkindi namazı ile güneşin batımı arasındaki müddet. Bu görüşte olanlar: Ebu Hureyre, Atâ, Abdullah b. Selâm, Tavus. Buraya kadar olan bütün bu görüşleri İbnü'l-Münzir nakletmiştir.

9)  İkindi (namazından) sonraki en son saat. Bu görüş İmam Ahmed ile sahabe ve tabiînin cumhurunun görüşüdür.

10)  İmamın minbere çıkmasından namazı bitirinceye kadar geçen müd­det. Nevevî ve diğer bazı âlimler nakletmişlerdir.

11)  Gündüzün üçüncü saati. el-Muğnî sahibi (ibn Kudâme) adı geçen eserinde nakletmiştir. Kâ'b der ki: "Bir insan, cuma günlerim zaman di­limlerine ayırsa, o saati yakalar." [939]Hz. Ömer de: "Bir günde bir ihti­yaç talebi pek kolaydır." demiştir.

Bütün bu= görüşlerin en ağır basanları, sabit hadislerin de ihtiva ettiği iki görüştür; herbiri diğerinden daha ağırlıklıdır:

Birincisi: İmamın iki hutbe arasında oturmasından namaz bitinceye kadar geçen müddet. Bu görüşün delili, Müslim'in Sahih'inde Ebu Musa el-Eş'arî'nin oğlu Ebu Bürde'den naklettiği şu hadistir: İbn Ömer, Ebu Bürde'ye soruyor: "Cuma saati hakkında baban, Hz. Peygamber'den (s.a.) nakille sana bir şey söyledi mi?" "Evet, diyor Ebu Bürde. Allah Rasûlü'-nden (s.a.) işittiği şu hadisi anlatırken babamın ağzından duydum: O saat, imamın hutbede oturmasından namaz kıiıncaya kadar geçen müddettir,"[940]

İbn Mâce ve Tirmizî, Amr b. Avf el-Müzenî'den Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduklarım rivayet ederler: "Cuma gününde bir saat vardır ki, o saatta kul Allah'tan ne dilerse muhakkak Allah ona dilediğini verir." Sordular: "Ey Allah'ın Elçisi! Hangi saattir, o?" Cevap verdi: "Cuma namazının kılınmaya başlamasından itibaren namazdan çıkıncaya kadar geçen süredir."[941]

İkincisi: İkindiden sonra. İki görüşün en ağır basanı da budur. Abdul­lah b. Selâm, Ebu Hureyre, İmam Ahmed ve daha pek çok kimse bu gö­rüştedir. Bu görüşün delili; İmam Ahmed, Müsned'inde Ebu Saîd (el-Hudrî) ve Ebu Hureyre'den naklen Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduklarını rivayet eder: "Cuma günü öyle bir saat vardır ki, müslüman bir kul Al­lah'tan bir hayır dilemeyi o saate rastgetirirse mutlaka Allah, onun dileğini yerine getirir. O saat, ikindiden sonradır." [942]

Ebu Davud ve Nesâî, Câbir'den naklen Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduklarını rivayet ederler: "Cuma günü, on iki saattir. O günde bir saat vardır ki, o saatte bir müslüman Allah'tan bir şey dilerse muhakkak Allah, onun dileğini yerine getirir. O saati, ikindiden sonraki en son saatte arayınız. "[943]

Saîd b. Mansûr, Sünen'indc Ebu Seleme b. Abdurrahman'dan nakle­der ki; Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabından bazı zatlar bir araya gelip cu­ma günü içindeki "saati" görüştüler. Dağıldıklarında bu saatin, cuma gü­nünün en son saati olduğunda aralarında bir görüş ayrılığı yoktu.

İbn Mâce'nin Sünen'inde Abdullah b. Selâm'ın şöyle dediği nakledili­yor: Allah Rasûlü'nün (s.a.) hazır bulunduğu bir toplantıda şunları söyle­dim: "Biz, gerçekten Allah'ın Kitabında (yani Tevrat'ta), cuma günü öyle bir saat vardır ki, o saate mü'min bir kul namaz kılarken rastgelir ve Al­lah'tan (c.c.) bir şey dilerse, Allah mutlaka onun arzusunu yerine getirir, diye bir hüküm buluyoruz." Abdullah diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) "yahut bir saatin bir parçası" diye bana işarette bulundu. Ben de: "Doğru söyle­din, ey Allah'ın elçisi! Yahut bir saatin bir parçası" dedim. "O, hangi saattir?" diye sordum. "Gündüz saatlerinin en sonuncusudur" cevabını verdi. "Ama o saat, namaz saati değil ki" dedim. "Evet, öyle. Mü'min kul, namazını kılar, sonra bir yere oturur ve oturmasına sebep de yalnız namazsa o kul, namazdadır." buyurdular.[944]

İmam Ahmed'in Mtisned'inde Ebu Hureyre'den yapılan bir rivayete göre Hz. Peygamber'e (s.a.) sordular: "Niçin bu güne cuma adı verildi?" Efendimiz (s.a.) buyurdular: "Çünkü o günde baban Âdem'in çamuruna şekil verildi. Bütün canlılar toptan o gün ölecektir. Yeniden diriliş o gün­dür. Allah'ın yakalaması o gündür. O günün sonunda üç saat vardır ki, bunlardan birinde Allah'a dua edenin duası kabul olunur."[945]

Ebu Davud, Tirmizî ve Nesâî Sünelerinde Ebu Seleme b. Abdurrah-man yoluyla Ebu Hureyre'den naklen Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle bu­yurduğunu naklederler: "Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı cuma günüdür. Âdem o gün yaratılmış, o gün (yeryüzüne) indirilmiş, o gün tev-besi kabul edilmiş ve o gün vefat etmiştir. Kıyamet o gün kopacaktır. Cin­ler ve insanlar dışında bütün yaratıklar mutlak cuma günü tanyeri ağardık-tan gün doğuncaya kadar, kıyamet belki bu gün kopar korkusuyla kulak kabartırlar. O gün içinde öyle bir saat vardır ki, müslüman bir kul namaz kıldığı halde o saate rastlar da Allah'tan bir istekte bulunursa muhakkak Allah onun arzusunu yerine getirir." .... Kâ'b (el-Ahbâr): "Bu, her senede bir gündür." dedi. Bunun üzerine ben (Ebu Hureyre): "Hayır, her cuma­dadır." dedim. Kâ'b gitti. Tevrat'ı okudu ve: "Allah Rasûlü (s.a.) doğru söyledi" dedi... Ebu Hureyre der ki: Sonra Abdullah b. Selâm'la karşılaş­tım. Ona, Kâ'b'la yaptığım görüşmeyi anlattım. İbn Selâm: "O saatin hangi saat olduğunu biliyorum" dedi. "Öyleyse bana haber ver" dedim. "Cuma günü içindeki en son saattir." dedi. "Nasıl olur? Hz. Peygamber (s.a.): Müslüman bir kul namaz kıldığı halde ona rastlarsa... buyurdular; bu (en son) saatte ise namaz kılınmaz?" diye itiraz ettim. İbn Selâm: "Hz. Pey­gamber (s.a.): Namaz kılmak için bir yere oturup bekleyen kişi, namaz kıhncaya kadar namazdadır, buyurmadilar mı?" diye karşıladı. "Evet, öyle" dedim.  "İşte bu da böyledir." cevabını verdi.[946]

Tirmizî der ki: Bu hadis, hasen-sahihtir. Bir kısmı Sahihayn'da rivayet edilmiştir.

İcabet saati, imamın hutbeye başlamasından, namazı bitirinceye kadar geçen süredir diyenler, Müslim'in Sahih'inde Ebu Musa el-Eş'arî'nin oğlu Ebu Bürde'den rivayet ettiği şu hadisi delil olarak ileri sürerler: Ebu Bürde diyor ki: Abdullah b. Ömer bana sordu: "Cuma saati hakkında baban, Hz. Peygamber'den (s.a.) nakille sana birşey söyledi mi?" Ben de cevap verdim: "Evet, Allah Rasûlü'nden (s.a.) işittiği şu hadisi anlatırken baba­mın ağzından duydum: O saat, imamın hutbede oturmasından namazı kıl-dırıncaya kadar geçen süredir."[947]

Namaz saatidir diyenler ise Tirmizî ve İbn Mâce'nin Amr b. Avf el-Müzenî'den naklettikleri hadisi delil gösterirler. Amr diyor ki; Hz. Pey­gamber'in (s.a.) şöyle buyurduklarını işittim: "Cuma gününde bir saat vardır ki, o saatta kul Allah'tan ne dilerse muhakkak Allah ona dilediğini verir." Sordular: "Ey Allah'ın Elçisi! Hangi saattir o?" Cevap verdiler: "Cuma namazının kılınmaya başlanmasından itibaren namazdan çıkıncaya kadar geçen süredir."[948] Ancak bu hadis zayıftır.

Ebu Ömer İbn Abdilber (v.463/1070) diyor ki: Bildiğim kadarıyla bu hadisi yalnızca Kesîr b. Abdullah b. Amr b. Avf, babası yoluyla dedesinden nakletmiştir. Kesîr ise rivayet ettiği hadis delil olacak bir kimse değil­dir.

Oysa, Ravh b. Ubâde (V.205/820), Avf-Muâviye b. Kurre - Ebu Bür-de senediyle nakleder ki: Ebu Musa (el-Eş'arî), Abdullah b. Ömer'e: "İca­bet saati, imamın hutbeye çıkmasından namazın kılınmasına kadar geçen süredir." demiş ve buna karşılık İbn Ömer, ona: "Allah, seni isabet ettirdi" demiştir.

Abdurrahman b. Huceyre'nin (V.83/702) rivayetine göre Ebu Zer'e, karısı, cuma günü mü'min kulun duasının kabul olunduğu saati sordu. Ebu Zer, karısına: "Güneşin çok az yükselmesiyle birliktedir. Ondan son­ra bana soru sorarsan, sen boşsun" dedi.

Bu görüşü (yani imanı hutbeye çıkıp namaz bitinceye kadar geçen za­man olduğunu) savunanlar bir de Ebu Hureyre hadisinde geçen "namaz kıldığı halde..." sözünü delil olarak ileri sürmüşlerdir. Çünkü ikindi na­mazından sonraki vakitte namaz kılınmaz. Hadisin zahir (açık) ifadesini kabul evlâdır. Ebu Ömer (İbn Abdilber) diyor ki: Bu görüşü savunanlar, ayrıca Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet ettiği şu hadisi delil getirirler: "Güneş zevalden kayıp gölgeler doğuya yönelince ve ruhlar ra­hatlayınca Allah'a dileklerinizi arzediniz. Çünkü o saat tevbekârlarm saati­dir." Sonra Hz. Peygamber (s.a.): "O, şüphesiz tevbe edenleri bağışlayıcı­dır."'[949]' âyetini okudu.'[950]»

Saîd b. Cübeyr, İbn Abbas'm (r.anhüma) şöyle dediğini rivayet eder: "Cuma günü adı geçen saat, ikindi namazı ile güneşin batması arasında geçen süredir." Saîd b. Cübeyr, ikindi namazını kılınca güneş batıncaya kadar hiç kimse ile konuşmazdı. Selefin çoğunluğunun görüşü budur; ha­dislerin de ekseri bunu göstermektedir. Bunu, icabet saati namaz saatidir, görüşü takip eder. Geri kalan görüşlerin delilleri yoktur.

Bence, namaz saati de icabet umudu bulunan bir saattir. O halde her ikisi birden (yani hem namaz saati, hem ikindiden sonraki süre) icabet saatidir. Her ne kadar hususî saat ikindiden sonraki en son saat olsa da... Bu en son saati günün belli bir saatidir, ne öne geçer ne geri kalır. Namaz saati ise önce geçse de, geri kalsa da her halükârda namaza bağlıdır. Çün­kü müslümanların bir araya gelip namaz kılmalarının, niyazlarının Allah'a (c.c.) yalvarıp yakarmalarının, duaların kabulünde tesiri vardır. Öyleyse müslümanların bir araya geldikleri saat, duaların kabulü umulan bir saat­tir. Bütün hadisler bunda ittifak eder. Hz. Peygamber (s.a.) ümmetini bu iki saatte Allah'a (c.c.) yalvarıp yakarmaya, dua etmeye teşvik etmiş olur.

Bu meseleye örnek olarak şu hadisi gösterebiliriz: Takva üzere kuru­lan mescidin hangi mescid olduğu sorulduğunda Hz. Peygamber (s.a.): "O, sizin şu mescidinizdir." buyurup eliyle Medine mescidine işaret etmiştir.[951] Bu durum âyetin, kendisi hakkında indiği Kubâ mescidinin takva üzere kurulmuş olmasına aykırı düşmez. Aksine her ikisi de takva üzere kurul­muştur.

Aynı şekilde, cuma içindeki saat hakkında Hz. Peygamber'in (s.a.) "Cuma namazının kılınmaya başlanmasından itibaren namazdan çıkıncaya kadar geçen süredir" buyurmasıyla diğer hadiste geçen "Onu ikindiden sonraki en son saatte arayınız" buyurması arasında bir çelişki yoktur.

İsimlerde buna benzer bir durum da Hz. Peygamber'in (s.a.) şu hadis-i şerifleridir: Allah Rasûlü (s.a.), ashabına şu soruyu yöneltir: "Siz aranız­da rakûb (çocuk isteyen) diye kime dersiniz?" Cevap verdiler: "Çocuğu doğmayana!" Bunun üzerine Efendimiz (s.a.) buyururlar: "Rakûb, çocuk­larından hiçbirini kendinden önce (ahirete) göndermeyendir."[952]

Hz. Peygamber (s.a.), rakûb'un böyle bir durum içinde bulunan kim­se olduğunu haber verdi. Çünkü o kimse, "kendinden önce ahirete çocukla­rından birini gönderen kimseye verilen sevabı elde edememiştir. Bu da ço­cuğu doğmayana rakûb denmesine aykırı düşmez.

Diğer bir örneği; Hz. Peygamber (s.a.) ashabına şu soruyu sorar: "Sizler aranızda müflis (iflas etmiş) diye kime dersiniz?" Karşılık verirler: "Para­sı, malı olmayana!" Hz. Peygamber (s.a.) "Kıyamet günü dağlar gibi se-vablarla gelen, ama şunu tokatlamış bunu dövmüş, ötekinin kanını dök­müş bir halde gelen bu yüzden de tokatlanan, dövülen... kimseler tarafın­dan sevabından alınan kimse, işte iflas eden odur."[953]

Bir başka örnek: Hz. Peygamber (s.a.) buyururlar ki: "Yoksul; etraf­ta dolaşan ve bir iki lokma, bir iki hurma ile çevirilebilen kişi değildir. Asıl yoksul insanlardan istemeyen, farkına varılmadığı için de kendisine sadaka verilemeyen kimsedir. "[954]

İkindiden sonraki en son saat olan bu saat bütün din sâliklerince ta­zim edilmektedir. Ehl-i Kitab'a göre de bu saat icabet saatidir. Bu mesele değiştirmede, tahrifte bir garazkârlıklarının bulunabileceği şeylerden değil­dir. Onların iman edenleri de bunu itiraf etmiştir.

Gün içinde oynadığım kabullenenlerin görüşüne gelince: Bunlar, bu görüşü ileri sürmekle, Kadir gecesi konusunda söylenen şeyleri burada da tekrarlayarak hadisler arasını uzlaştırmayı düşünmüş olmalıdırlar. Ama bu görüş güçlü değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) Kadir gecesi hakkında: "Siz onu ya Ramazan'dan beş gece kala yahut yedi gece kala, yahut da dokuz gece kala arayımz."[955] buyurmuşlardır. Fakat cuma saati hakkın­da böyle bir hadis gelmemiştir.

Hem Kadir gecesi hakkında gelen hadisler arasında, bu gecenin açıkça şu veya bu gece olduğunu ifade eden hiçbir hadis yoktur. Ama cuma saati konusundaki hadisler bunun aksinedir. Öyleyse aralarındaki fark ortaya çıktı demektir.

Bu saatin kaldırıldığını savunanların görüşüne gelince; bu görüş tıpkı, Kadir gecesi kaldırıldı diyenin görüşüne benzemektedir. Şayet bu sözü söy­leyen kimse bu saat biliniyordu; fakat ona dair bilgi ümmetten kaldırıldı demek istiyorsa ona şu cevap verilir: Ona dair bilgi bütün ümmetten kalk­mış değildir, bazılarından kaldırılmıştır. Eğer gerçekliği, icabet saati oluşu kaldırılmıştır demek istiyorsa, bu söz açık ve sahih hadislere aykırı batı! bir sözdür, itimad edilmez. Allah en iyi bilendir. [956]

 

21- Cuma Namazı:

 

Cuma günü içinde, toplanıp bir araya gelme, özel sayıda cemaat, va­tanında veya herhangi bir yerde yerleşik olma şartı, imamın açıktan oku­ması... gibi diğer farz namazlarda bulunmayan özelliklere sahip olan "cu­ma namazı" vardır. İkindi namazını istisna edersek bu namaz konusunda­ki sıkılığa benzer bir sıkılık hiçbir namaz hakkında söz konusu olmamıştır. Dört Sünen kitabında, Sahabî Ebu'1-Ca'd ed-Damrî'den naklen Hz. Pey-gamber'in (s.a.) şöyle buyurdukları rivayet edilir:

"Kim üç cuma namazını önemsemediğinden dolayı terkederse Allah onun kalbini mühürler, "[957] Tirmizî diyor ki: Hadis, hasendir. Ebu'1-Ca'd ed-Damrî'nin adını Muhammed b. İsmail'e (yani İmam Buharî'ye) sordum; "Adı bilinmiyor" dedi ve ekledi: "Bu hadisten başka Hz". Peygamber'den (s.a.) onun rivayet ettiği bir hadis bilmiyorum."

Yine Sünen kitaplarında nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) cu­mayı kılmayanın bir dinar, bulamazsa yarım dinar sadaka vermesini em­retmiştir. Bu hadisi Ebu Davud ve Nesâî, Kudâme b. Vebere yoluyla Se-mûre b. Cündüb'den rivayet etmişlerdir.[958] Ancak Ahmed b. Hanbel: "Ku­dâme b. Vebere kimdir bilinmiyor." demiş, Yahya b. Maîn ise onun "sika = güvenilir" olduğunu söylemiştir. Buharî'nin de "Onun Semûre'den işitmiş olması sıhhatli değildir." dediği naklediliyor.

Müslümanlar cumanın farz-ı ayn olduğunda icma etmişlerdir. Ancak İmam Şafiî'nin farz-ı kifâyedir dediğine dair bir söz hikâye edilmekteyse de bu ona yapılan yanlış bir yakıştırmadır. Bu yanlış şuradan kaynaklan­maktadır: İmam Şafiî: "Bayram namazı, cuma kendilerine vâcib olanlara vâcibtir." demiş, yukarıdaki yanlış sözü- nakleden de buradan hareketle bayram namazı farz-ı kifâye olduğuna göre Cuma da böyle olsa gerek zan­netmiştir. Bu doğru değildir. Aksine îmam Şafiî'nin bu sözü, onun bay­ram namazının bütün topluma vâcib olduğu görüşünde olduğunu açıkça ifade eder. Bu söz iki ihtimal taşır: Bayram namazının; 1) Cuma gibi farz-i ayn olması, 2) Farz-ı kifâye olması. Zira farz-ı kifâye, farz-ı aynlar gibi eşit oiaraktan bütün topluma farzdır. Sadece vâcib olduktan sonra bir kıs­mının yapmasıyla diğerlerinden düşüp düşmemesi konusunda birbirlerin­den ayrılırlar... [959]

 

22.  Hutbe:

 

O gün hutbe okunur ki, bunda şu gayeler güdülür: Allah'a övgü ve tazim; O'nun birliğine ve Peygamberi Hz. Muhammed'in (s.a.) gerçek pey­gamber olduğuna tanıklık; kullara, Allah katında önemli günleri hatırlat­ma; onları Allah'ın cezasından ve azabından sakındırma; Allah'a ve O'nun cennetlerine yaklaştıracak şeyler tavsiye etme; O'nun gazabına uğratacak, cehennemine götürecek şeylerden menetme... İşte hutbenin, cuma günü ca­mide hutbe dinlemek için toplanmanın gayesi budur. [960]

 

23.   Cuma Gününü İbadete Ayırmak:

 

Cuma gününü ibadete ayırmak müstahabdır. Bu günde farz ve müste-hab türünden çeşitli ibadetler yapmanın diğer günlerdekine göre bir üstün­lüğü vardır. Allah (c.c), her dinin sâliklerine, ibadetle meşgul olacakları ve her türlü dünya meşguliyetlerinden uzak kalacakları bir gün tayin etmiş­tir. İşte cuma günü de ibadet günüdür. Günler içinde bugün, aylar içinde Ramazan ayı gibidir. Bu gün içindeki "icabet saati" ise, Ramazan ayı için­deki Kadir gecesi gibidir. Bu yüzden bu günü kusursuz ve noksansız olanın diğer günleri de kusursuz olur; Ramazan'ı kusursuz ve noksansız geçenin de senesinin diğer günleri kusursuz olur; haccı kusursuz ve noksansız ola­nın da ömrünün geri kalan günleri kusursuz olur. O halde cuma günü haftanın, Ramazan senenin ve hac da ömrün ölçüsüdür. Başarı Allah'tan­dır. [961]

 

24.   Cuma Günü Erkenden Camiye Gitmek:

 

Hafta içinde cuma günü sene içindeki bayram gibi olduğundan; bay­ram, namaz ve kurbanı ihtiva ettiği ve cuma günü de namaz günü oldu­ğundan dolayı Allah (c.c.) bu günde erkenden camiye gitmeyi kurbana be­del ve onun yerini tutan bir ibadet saymıştır. Cuma günü erkenden camiye gidene hem namaz, hem de kurban sevabı verilir. Sahîhayn'&a. Ebu Hurey-re'den nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

"İlk saatte (cuma namazına) giden bir deve, ikinci saatte giden bir inek, üçüncü saatte giden de boynuzlu bir koç kurban etmiş gibi sevap alır."'[962]

Burada hadiste geçen saatler hakkında fakihlerJki ayrı görüş ortaya koymuşlardır:

1) Bu saatler gündüzün evvelinden (yani güneşin doğumundan) başlar. ŞâfİÎ, Ahmed b. Hanbel ve diğerlerinin bilinen görüşleri budur.

2)  Zeval vaktinden sonraki altıncı saatin küçük bölümleri. İmam Mâ­lik mezhebinde bilinen ve bazı Şâfülerin de tercih ettikleri görüş budur. Bu grubu temsil edenler görüşlerini doğrulamak için iki delil ileri sürdüler:

a)  Hadiste geçen "ravâh" sözcüğü, yalnızca zevalden sonra gitmek anlamına kullanılır. Bu sözcük, sadece zevalden önce gitme anlamına gelen "gudüvv" sözcüğünün karşıtıdır. Allah (c.c.) buyurur ki: "Sabah vakti gidişi (gudüvvü) bir aylık mesafe, öğleden sonra gidişi (ravâhı) bir aylık mesafe."[963] Lügat bilgini el-Cevherî diyor ki: "Ravâh, yalnız zevalden son­ra olur."

b) Selef, şüphesiz hayra son derece rağbetliydiler. Oysa cumaya güneş doğar doğmaz gitmezlerdi.[964] İmam Mâlik, gündüzün evvelinde erkenden camiye gitmeyi inkâr etmiş ve; "Medinelilerin böyle yaptıklarını görmedik" demiştir.

Birinci görüşü savunanlar Câbir'in (r.a.), Hz. Peygamber'den (s.a.) naklettiği şu hadisi delil olarak ileri sürerler: "Cuma günü, on iki saat-tir."[965] Derler ki: Bilinen saatler, işte bu, on iki saattir. Onlar da iki tür­lüdür:  1) Ta'dil saatleri, 2) Zaman saatleri.

Derler ki: Hz. Peygamber (s.a.), (yukarıdaki hadiste erken gelmenin faziletlerini sayarken) altıya kadar çıktı. Bundan fazlasını söylemedi. Bu da bizim görüşümüze delil olur. Çünkü saat, içinde cumanın şartlarının icra edildiği saatin küçük bölümleri demek olsaydı -o saatten maksadın herkesçe bilinen saatler olmasının aksine- altı küçük bölüme inhisar etmez­di. Zira altıncı saat çıkıp yedinci saat girince imam minbere çıkar amel defterleri dürülür ve bundan sonra hiç kimsenin ibadeti yazılmaz. Nitekim Ebu Davud'un Sünen'inde Hz. Ali'den (r.a.) nakledilen bir hadiste bu hu­sus açıkça belirtilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyorlar ki:

"Cuma günü olunca şeytanlar sancaklarını ellerine alıp çarşı-pazara koşarlar. İnsanlara ihtiyaçlarını, önemli işlerini hatırlatarak oyalarlar ve onları çeşitli bahanelerle cumadan alıkoymaya (çalışırlar). Melekler de ko­şup mescidlerin kapılarına oturur, ta imam minbere çıkıncaya kadar birin­ci saatte geleni, ikinci saatte geleni... yazarlar."[966]

Ebu Ömer b. Abdilber der ki: İlim adamları bu saatler konusunda farklı görüşler ileri sürdüler. Bir kısmı, Hz. Peygamber (s .a.), bunlarla güneşin doğmasından ve aydınlanmasından itibaren başlayan saatleri kas-detmiştir, dediler. Onlara göre bu vakitte erkenden cumaya gitmek daha faziletlidir. es-Sevrî, Ebu Hanîfe, Şafiî ve âlimlerin çoğunluğu bu görüşte­dir. Hatta hepsi erkenden cumaya gitmeyi müstehab sayar.

İmam Şafiî (r.h.) diyor ki: Bir kimse tan ağardıktan sonra, güneş doğ­madan cuma namazı için erkenden camiye gitse iyi olur.

el-Esrem anlatıyor: Ahmed b. Hanbel'e, İmam Mâlik b. Enes'in "Cu­ma günü sabah erkenden gitmek gerekmez" dediğini haber verdiler. Bu­nun üzerine İmam Ahmed: Bu söz Hz. Peygamber'in (s.a.) hadisine aykırı­dır. Subhanallah! Hayret doğrusu! Hz. Peygamber (s.a.) böyle erken giden kimse için "Deve kurban eden gibidir" buyurduğu halde, o nasıl bu görü­şü ortaya atabilmiştir?!

îbn Abdilber diyor ki: İmam Mâlik'e gelince; Yahya b. Ömer'in Har-mele'den naklettiğine göre Harmele: "Bu gündüzün ilk saatlerinde gitmek midir, yoksa Hz. Peygamber (s.a.) bu sözüyle zevalden sonra gitmeyi mi kasdetmiştir?" diye bu saatlerin ne anlama geldiğini îbn Vehb'e soruyor. İbn Vehb de cevap veriyor: Bunu Mâlik'e sordum, şöyle dedi: "Kalbime gelen şudur: Hz. Peygamber (s.a.), bu sözleriyle içinde o saatlerin bulun­duğu tek bir saati kasdetmiş olsa gerektir. İşte bu saatin birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci yahut altıncı vaktinde gelenlere (hadiste anılan sevaplar verilecektir). Bu şekilde olmasaydı, ikindi vaktinde gündüz saati dokuz yahut buna yakın oluncaya kadar cuma kılınmış olmazdı."

İbn Habib Mâlik'in bu görüşüne karşı gelir ve birinci görüşe eğilim gösterirdi. İbn Habib diyor ki: Mâlik'in bu sözü, hadisin yorumunda bir tahriftir ve kabulü birkaç yönden imkânsızdır. Bu saatlerin, bir tek saat olmasının imkânsızlığını şu husus sana gösterir: Güneş, gündüzün altıncı saatinde göğün tam ortasından batıya yönelir (yani zeval vakti girer). Bu saat ise ezan okuma ve imamın hutbeye çıkma vaktidir. Bu da gösterir ki bu hadiste geçen saatler, gündüzün bilinen saatleridir. Hz. Peygamber (s.a.) sözlerine günün ilk saatleriyle başlayarak: "Kim birinci saatte gelirse deve kurban etmiş gibi olur..." buyurdular. Sonra "...beşinci saatte yu­murta sadaka vermiş gibi olur." buyurdular. Sonra da erken gelme kesildi, ezan vakti girdi. Artık hadisin anlamı sözlerinden açıkça anlaşılmaktadır.

Ancak, sözün yeri değiştirilip tahrif edilmiş; hiç olmayacak bir tarzda, akla-mantığa aykırı bir şekilde açıklanmıştır. Bu yorumu getiren kişi Hz. Peygamber'in (s.a.) teşvik ettiği bir konuya -sabah erkenden camiye gitme konusuna- insanların değer vermemeleri yolunu açmış ve hadiste anlatılan bütün hususların, güneşin zevaline yakın bir tek saatte olup bittiğini iddia etmiştir. Oysa bu konu hadislerde gündüzün evvelinde erkenden cumaya gitme şeklinde gelmiştir. Bu meseleyi Vâzıhu's-Sünen adlı kitabımızın ko­nuyla ilgili bölümünde yeter derece açıklığa kavuşturduk ve o hadisleri kay­dettik.

Bu sözlerin hepsi Abdülmelik b. Habîb'in sözleridir.

Sonra Ebu Ömer (tbn Abdilber), onun bu sözlerine cevap vermiş ve demiştir ki: Bu, onun İmam Mâlik'e (r.h.) haksız hücumlarıdır. Karşı gel­diği, akla mantığa aykırı ve tahrif edilmiş bir yorum saydığı sözü söyleyen asıl kendisidir. Mâlik'in görüşüne, imamların naklettiği sahih hadisler şa­hittir. Yine onun görüşünün bir diğer şahidi de ona göre (şer'î-fer'î deliller­den olan) Medinelilerin amelidir.[967] Bu konuda Medinelilerin amelini de­lil saymak doğru olur. Çünkü bu mesele her cuma tekrarlanan bir mesele­dir, bütün âlimlere kapalı kalmaz. İmam Mâlik'in delil saydığı hadislerden

biri şudur: ez-Zührî, Saîd b. el-Müseyyeb yoluyla Ebu Hureyre'den nakle­der ki, Hz.  Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

"Cuma günü olunca, mescid kapılarının herbirinde birtakım melekler durur, mescide giren insanları teker teker sırasıyla yazarlar. Cumaya er­kenden gelen, bir deve kurban etmiş olur, onun peşinden gelen bir inek kurban etmiş gibi olur; onu takip eden bir koç kesmiş gibi olur... -Hz. Peygamber (s.a.), tavuk ve yumurtaya varıncaya kadar zikredip devamla buyurdular ki: -İmam, minberde oturunca amel defterleri dürülür, melek­ler de hutbeyi dinlemeye koyulurlar."[968]

İbn Abdilber sözünü sürdürerek diyor ki; Hadisteki sözlere dikkat edi­niz! Hz. Peygamber (s.a.), meleklerin insanları teker teker sırasıyla yazdık­larım, cumaya erken gelenin (müheccir) bir deve, onu takip edenin bir inek... kurban etmiş gibi olacağım söylemiş ve ilk geleni "müheccir" diye nitele­miştir. Bu sözcük "el-hâcira^ sıcağın şiddetli zamanı olan gündüz ortası" ve "et-tehcîr = günün ortası olup ısısı artmak, öğle sıcağında yürümek" kökünden türetilmiştir. Bu hal ise cumaya kalkılan vakitte olur, güneşin doğma vaktinde değil. Zira güneşin doğma vakti ne hâciradır, ne de tehcir­dir.

Hadiste "Sonra onun peşinden gelen, ... sonra da onun peşinden ge­len..." denilmiş, saat^zikredilmemiştir. Hadis bu lâfızla pekçok yoldan ri­vayet edilmiştir, et-Temhîd adlı eserimizde bütün bu rivayetler zikredilmiş­tir. Rivayetlerin bir kısmında: "Cumaya çabuk davranan bir deve kurban etmiş gibi olur" şeklindeyse de ekserisinde: "Erken giden bir deve kurban etmiş gibi olur." lafzı mevcuttur. Bir kısmında da cumaya ilk saatin başın­da gidenin bir deve kurban etmiş gibi olacağına ve o saatin sonunda giden için de aynen bunun geçerliîiği söz konusu olduğuna; ikinci saatin ister başında, ister sonunda gidenin bir inek kurban etmiş gibi olacağına delil teşkil edecek sözler vardır.

İmam Şafiî'nin müntesiblerinden bazıları derler ki: Hz. Peygamber, (s.a.): "Cumaya erken giden, bir deve kurban etmiş gibi olur." sözüyle kızgın öğle sıcağında cumaya gitmeyi kasdetmemiştir. Bu sözüyle, cumaya gitmek için dünyevî gayeler taşıyan iş ve meşgaleleri terketmekle, bir deve kurban etmiş gibi olur demek istemiştir. Bu kelime, vatanı terkedip başka yerlere   gitmek   anlamına   gelen   "hicret'   kökünden   türetilmiştir.

"Muhâcirûn = hicret edenler" de bu yüzden bu adı almışlardır. İmam Şafiî (r.a.) der ki:  "En iyisi cumaya yürüyerek erken gitrnendir."

Buraya kadar nakledilen bütün bu sözler Ebu Ömer (İbn Abdilber)'in sözleridir.

Ben derim ki: Gündüzün evvelinde erkenden cumaya gitmeye karşı oluş üç noktadan kaynaklanıyor:

1- Ravâh sözüğü: Bu sözcük sadece zevalden sonra için kullanılır deni­yor, 2- Tehcir sözcüğü: Bu da yalnızca sıcağın şiddetli olduğu öğle vaktin­de olur deniyor, 3- Medinelilerin tatbikatı: Çünkü onlar gündüzün evvelin­de erkenden camiye gitmezlerdi, deniyor.

1) "Ravâh" sözcüğüne gelince; şüphe yok ki, zevalden sonra gitme anlamına kullanılır. Bu anlama gelişi daha çok "guduvv" kelimesiyle bir­likte kullanıldığındadır.

"Sabah vakti gidişi bir aylık mesafe, öğleden sonra gidişi bir aylık mesafe" âyetinde[969]ve "Kim erkenden mescide gider ve geç dönerse, her erken gidişinde yahut geç dönüşünde Allah onun için cennette bir konak hazırlar. "[970] hadisinde olduğu gibi şair de aşağıdaki beyitte bu anlama kullanmıştır:

"Sabah-akşam ihtiyaçlarımız için koştururuz. Yaşayanın ihtiyacı tükenmez."[971]

Ravâh, bazan gitmek, yürümek manalarına kullanılır. Bu manalara gelmesi, " kelimesiyle birlikte kullanılmadığı zaman sözkonusu-dur.

Lügat bilgini el-Ezherî, et-Tehzîb adlı eserinde der ki: Bazı araplann "ravâh" kelimesini, her vakitte yürüyüş için kullandıklarını işittim. Kala­balık yürüdüğünde diyorlar. Aynı şekilde "gadev" de bu ma­naya kullanılıyor. Onlardan biri bir arkadaşına "yürü" diyor;

arkadaş grubuna hitap ederken de "yürüyün" diyor. Diğer biri ise: "yürümez misiniz?" diye soruyor. Sahih ve sabit hadis­lerde (cumaya gitme konusunda) gelen bu sözcük de bu anlama gelir; cu­maya gitmek ve cumaya koşmak anlamındadır: Zevalden sonra gitmek an­lamında değildir.[972]

2) "et-tehcîr" ve "el-müheccir" lâfızlarına gelince; bu lâfızlar "el-hecîr" ve "el-hâcir" köklerinden türetilmiştir. el-Cevherî der ki: Bu (İki lâfız) sıcağın şiddetli olduğu öğle ortası anlamına gelir. Bu manaya gelmek üzere Arapçada şu söz kullanılır: "Gün kızıştı"

Şair Îmruü'1-Kays, bir beytinde der ki:

"O (sevgiliyi anmayı) bırak! Teselli bulmak için

Hızlı koşan genç, dinamik bir deveyle uğraş;

Öğle vakti güneş tepeye dikilip gün kızıştığında" [973]

"Ailemize hâcira (öğleyin güneşin kızışma) vaktinde geldik." derler. Tehcir ve teheccür kelimeleri öğle sıcağında yürümek anla­mına gelir. Medinelilerin ortaya attıkları görüş de buna dayanmaktadır.

Başkaları da şöyle diyor: Tehcîr lafzı hakkında söylenebilecek söz, ravâh lâfzı hakkında söylenilen söz gibidir. Çünkü bu lâfız mutlak olarak söylenildiğinde erken gitmek kasdolunur.

el-Ezherî, et-Tehztb'ûc diyor ki: İmam Mâlik, Sümey (v.131/748) -Ebu Salih- Ebu Hureyre yoluyla Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduk­larını rivayet eder: "insanlar camiye erken gitmenin (tehcirin) sevabını bil­selerdi, birbirleriyle yarış ederlerdi. "[974]

Başka bir merfû hadisde Hz. Peygamber (s.a.) buyururlar ki: "Cuma­ya erken giden (müheccir) bir kurban kesmiş gibi olur."

el-Ezherî devamla der ki: Pekçok insan bu hadislerde geçen "tehcîr" kelimesinin zeval vaktinde sıcağın kızıştığı gün ortası anlamına gelen "hâcira"dan tef'îl vezninde türetilmiş bir kelime olduğu görüşünü ileri sürer. Oysa bu yanlıştır. Doğrusu, Ebu Davud el-Mesâhifî'nin en-Nadr b. Şü-meyl'den (v.203/818) naklettiği şu sözdür: "Cuma için olsun, başka şeyler için olsun tehcîr etmek, herşeyde erken davranmak ve acele etmek demek­tir. Halil'in (v. 170/786) de böyle dediğini işittim." Bu sözleri, bu hadisin yorumu münasebetiyle söylemiştir.                                       

el-Ezherî diyor ki: Doğru olan da budur. Hicazhların ve |o civarda bulunan Kays kabilesinin kullanımı böyledir. Şair Lebîd bir beytinde der ki:

"Cariyeler ve köleler topluluğu erken davrandıktan sonra (. sıcağında yola koyuldular. Artık Selmâ onlara yetişemez... On maz da."[975]

ahcak) öğle . arı bıraka-

Şair bu beytinde "hecr-öğle sıcağı" kelimesi ile "ibtikâr = erken davranma" kelimesini bir arada kullanmıştır. Hicaz ve civarında'ravâh ke­limesi gitmek, yürümek anlamında kullanılır.

Hangi  vakitte  olursa olsun,  bir  topluluk,  hızla  geçip derler.

Hz. Peygamber (s.a.) ise "İnsanlar camiye erken gitmenin sevabını bilselerdi, birbirleriyle yanş ederlerdi" buyurmakla bütün namazlara erken gitmeyi, yani hepsinin de ilk vakitlerinde camiye gitmeyi kasdetmiştir. el-Ezherî diyor ki: Diğer (Hicaz ve civarı dışındaki) Araplar ise derler; bu sözle adamın öğle vaktinde yola çıktığım kasdederler. Hâcira, günün ortası demektir.

el-Ezherî devamla şöyle diyor: Îbnü'l-Arâbî'nin Nevâdir'inden Sa'leb'e aktarılan Ci'sine b. Cevvâs er-Rabeî'nin Hevesine hitaben söylediği bir şiiri el-Münzirî bana okudu. Şiirde şöyle deniyordu:                           

"Hatırlar mısın adağımı, yeminimi? Hani sen, Cefr'deki daracık bir yoldaydın, Bana karşı hızlı koşan küheylan gibi coşkundun; Ama Hacr sâ'ı ile değil, Hâlidî sâ'ı ile, [976]Kırk çeken yükümü taşıyamamıştın. Tan ağarınca erkenden yola çıkan develerle Bir yolculuk esnasında arkadaşlık etmemiştin. Sonra onların yürüdüğü gecede sen yürümemiş, gece yola devam et­memiştin.

Onlar İse dar ve tozlu yolların enlerini dürüp gidiyorlardı. Sanki tacir çırağının, ticaret kumaşlarını dürmesi gibi."[977]

el-Ezherî diyor ki: Şiirde geçen tinde erkenden yola çıkmak anlamındadır.

3) Medinelilerin günün evvelinde cumaya gitmediklerine gelince; bu, sonuçta onların İmam Mâlik (r.h.) zamanındaki tatbikatından başka birşey değildir. Bu da delil teşkil etmez. Hatta Medinelilerin icmâının (şer'î) delil olduğunu ileri sürenlere göre bile bu durum delil olamaz. Çünkü bunun içinde sadece günün erken saatinde cumaya gitmemek yatmaktadır. Bu da kesinlikle caiz bir durumdur. Kişinin hem kendisinin hem de ailesinin fay­dasına olan şeylerle, geçim işleriyle ve diğer dinî ve dünyevî işlerle uğraş­ması bazan günün evvelinde cumaya gitmesinden daha faziletli olabilir. Şüphesiz namazdan sonra diğer bir namazı beklemek ve bir kimsenin diğer bir namazı kılıncaya kadar namaz kıldığı yerde oturması, gidip tekrar ikin­ci bir namazı kılmak için başka bir vakitte geri dönmesinden daha faziletli­dir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) buyururlar ki:

"(Bir namazı kılıp başka bir) namazı bekleyen sonra imamla birlikte kılan kişinin sevabı, namazı kılıp ailesinin yanma dönen kimseninkinden daha fazladır."[978]

"Namazı bekleyen kimse namaz kıldığı yerde oturduğu müddetçe me­lekler devamlı onun için dua ederler."[979]

Hz. Peygamber (s.a.), bir namazı kıldıktan sonra başka bir namazı kılmak için beklemenin, Allah tarafından günahların silinip derecelerin yük­seltilmesine vesile olan amellerden ve bağlılığın sembollerinden olduğunu haber vermiştir,[980]

Diğer bir hadiste şöyle buyrulmuştur:

"Bir farz namazı kılıp bir başkasını daha kılmak için oturup bekleyen kimseyle Allah meleklerine övünür."[981]

Bu hadisler gösteriyor ki, sabah namazını kıldıktan sonra oturup cu­mayı bekleyene, gidip sonra vaktinde gelene verilenden daha çok sevab verilir. Medinelilerin yahut diğerlerinin böyle yapmamış olmaları, bu ame­lin mekruh olduğunu göstermez. Günün evvelinde erken davranarak cuma­ya gelmek konusu da aynen böyledir. Allah en iyi bilendir. [982]

 

25. Cuma Günü Sadaka  Vermek:

 

Cuma gününde sadaka vermenin, diğer günlerde vermeye göre bir üs­tünlüğü vardır. Haftanın diğer günlerine bakarak bu günde verilen sadaka, diğer aylara bakarak Ramazan'da verilen sadaka gibidir.

Şeyhülislâm İbn Teymiye'yi -Allah ruhunu aziz etsin- gözetledim; cu­ma kılmak için evinden çıktığında evinde ekmek yahut başka bir şey ne bulursa yanına alır yolda gizlice sadaka olarak verirdi. Kendisinden dinle­dim, diyordu ki: "Allah, Hz. Peygamber'e (s.a.) münacaattan önce sada­ka vermemizi emrettiğine göre, (Allah'a) münacaattan önce sadaka vermek hem daha faziletli hem de fazilete daha lâyıktır."

Ahmed b. Züheyr b. Harb, babası Ebu Hayseme Züheyr b. Harb -Cerîr - Mansûr - Mücâhid - İbn Abbas senediyle nakleder ki: Ebu Hureyre ile Kâ'b bir araya geldi. Ebu Hureyre: "Cuma günü içinde öyle bir saat vardır ki, bir müslüman adam namaz kılarken o saate rastgelir, Allah'tan (c.c.) bir dilekte bulunursa muhakkak Allah dedi. Bunun üzerine Kâ'b söze başladı: "Ben, size cuma gününden bahse­deceğim: Cuma günü olunca insanoğlu ve şeytanlar dışındaki bütün varlık­lar gökler, yer, kara, deniz, dağlar, ağaçlar.... o gün (kıyametin kopmasın­dan) endişe ederler, korku içinde olurlar... Melekler, camilerin kapılarını tutar. İmam minbere çıkıncaya kadar gelenleri sırayla yazarlar. İmam min­bere çıkınca defterlerini kapatırlar. Artık bundan sonra gelenler üzerlerine farz olan Allah hakkı için gelmiş olurlar. O gün tıpkı cünüplükten gusleder gibi gusletmek ergenlik çağına girmiş herkesin vazifesidir. O günde verilen sadakanın sevabı, diğer günlerde verilen sadakanın sevabından daha bü­yüktür. Güneş, cuma günü gibi bir gün üzerine ne doğdu, ne battı."

Bu sözleri nakleden ibn Abbas diyor ki: "Kâ'b ve Ebu Hureyre'nin konuşmaları bu kadar. Bence bir kimse, şayet hanımının güzel kokusu var­sa sürünmelidir."[983]

 

26. Meztd Günü:

 

O gün Allah (c.c.) cennetteki mü'min dostlarına tecellî edecek, onlar da O'nu ziyaret edeceklerdir. Allah'a en yakın olacak kişi, imama en yakın olandır; ziyarete en başta gidecek olan da cuma namazına en önce giden olacaktır.

Yahya b. Yemân, Şerîk'den Ebu'l-Yakzân yoluyla Enes b. Mâlik'in "katımızda fazlası da vardı"[984]âyeti hakkında "Allah, her cuma mü'-minlere tecellî eder" dediğini nakletmiştir.[985]

Teberânî, el-Mu'cem (el-Kebîr) adlı eserinde Ebu Nuaym el-Mes'ûdî-el-Minhâl b. Amr - Ebu Ubeyde senediyle Abdullah (b.Mes'ûd'un) şöyle dediğini nakleder: "Cumaya gitmekte yarışın. Çünkü Allah (c.c.) her cu­ma kâfurdan bir tepe üzerinde cennet halkına gözükür. Allah'a yakınlıkla­rı, cumaya acele etmeleri ölçüsüncedir. Allah, onlara daha Önce görmedik­leri yeni ihsanlarda bulunur. Ailelerinin yanına, kendilerine sunulan yeni ihsanları almış olarak dönerler." Sonra Abdullah camiye girdi, iki adamla karşılaştı. Bunun üzerine: "İki adam... Ben, üçüncüyüm. Dilerse Allah, üçüncüye de ihsanda bulunur" dedi.[986]

Beyhakî, Şu'abu'l-İman adlı eserinde Alkame b. Kays'ın şöyle dediği­ni zikrediyor: Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) ile birlikte bir cumaya gittim. Abdullah, kendinden önce camiye üç kişinin gelmiş olduğunu görünce: Dört kişinin dördüncüsüyüm. Dördün dördüncüsü de uzak değildir, deyip Hz. Peygamber'den (s.a.) işittiğini söylediği şu hadisi nakletti: "İnsanlar, kıya­met günü cumaya gitme önceliklerine göre Allah'a yakın oturacaklardır. En önde ilk giden, ondan sonra ikinci, ondan sonra üçüncü, ondan sonra da dördüncü... giden oturacaktır." Sonra Abdullah: "Dördün dördüncüsü de uzak değildir" dedi.[987]

Dârakutnî, Kitabu'r-Ru'yet adlı eserinde Ahmed b. Seimân ti. el-Hasan-Muhammed b. Osman b. Muhammed- Mervân b. Câfer-Hâşimoğullannın âzâdlı kölesi Ebu'l-Hasan Nâfi'-Atâ b. Ebî Meymüne-Enes b. Mâlik (r.a.) senediyle Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduklarını nakleder:

"Cuma günü olunca mü'min erkekler Rablerini görecektir. Allah'a ilk önce bakacak kişi her cuma erkenden camiye giden olacaktır. Mü'min kadınlar ise Ramazan ve Kurban bayramı günleri Allah'ı göreceklerdir. "[988]

(Yine Dârakutnî), Muhammed b. Nuh- Muhammed b. Musa b. Süf-yân es-Sükkerî- Abdullah b. el-Cehm er-Râzî- Amr b. Ebu Kays-Ebu Tayyibe-Âsım- Ebu'l-Yakzân Osman b. Umeyr - Enes b. Mâlik (r.a.) yo­luyla rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) buyururlar ki:

"Cibril yanıma geldi. Elinde beyaz bir ayna, aynada siyah benek gibi bir şey vardı. Sordum:

—Ey Cibril! Bu nedir? Cevap verdi:

—Bu, cumadır. Allah, hem senin hem de senden sonra ümmetin için bayram olsun diye bu günü sana sunuyor.

—O günde bizim için ne vardır?

—Sizin için o günde hayır vardır. O günde sen ilk olacaksın. Yahudî ve hıristiyanlar sırada senden sonra gelecekler. Senin için o gün içinde bir saat vardır ki bir kul, o saatte Allah'tan (s.c.) kendi payına düşen bir

şey istese mutlaka verir. Kendi payına düşen bir şey yoksa ondan daha üstün olanını verir. O kulun başına gelmesi takdir edilen bir serden de Allah onu korur. Böyle bir şey yoksa bundan daha büyük bir şerri ondan

defeder.                                                     

 —Peki, bu siyah benek nedir?       

—Cuma günündeki saattir. Cuma günü bizim gözümüzde günlerin efen­disidir. Ahiret halkı ona "Mezîd Günü" der.

—Ey Cibril! Mezîd günü ne demek?

—Anlatayım. Rabbin, cennette beyaz miskten, çok geniş bir vadi ya­rattı. Cuma günü olunca Kürsî'sine iner. Sonra Kürsî nurdan minberlerle kuşatılır. Peygamberler gelir, onların üzerine otururlar. Sonra bu minber­ler, altın minberlerle kuşatılır. Sıddıklar ve şehidler gelir, onlar da bu altın minberlerin üzerine otururlar. Köşk sahipleri gelir tepecikler üzerine otu­rurlar.

Sonra Rableri Allah (c.c.) onlara tecellî eder; O'nu seyrederler. Allah buyurur: "Ben, size karşı sözümü yerine getirdim, nimetlerimi tamamla­dım. Burası Benim lütuf, ihsan yerimdir. İsteyin Ben'den isteyebildiğini-zi." Onlar da hoşnutluk isterler. Allah buyurur: "Benim hoşnutluğum, sizi (cennet) yurdumda konuk etti, ihsanımı size ulaştırdı. İsteyin Ben'den isteyebildiğiniz!." Yine hoşnutluk isterler; Allah da hoşnut olduğunu bildi­rir. Sonra kullar, istekleri, arzuları bitip tükeninceye kadar isteyebildikleri-ni isterler. Sonra onlar için bu anda bir kapı açılır, hiçbir gözün görmedi­ği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın kalbine gelmeyen şeylerle kar­şılaşırlar. Daha sonra izzet sahibi Hz. Allah yükselir; peygamberler ve şe­hidler de O'nunla birlikte yükselir. Köşk sahipleri köşklerine dönerler. Her köşk yarık ve çatlak bulunmayan bir tek inciden yahut kırmızı bir yakut­tan ya da yeşil zebercedden oluşmaktadır. Kapıları, üst odaları, sofaları ve kilitleri de hep aynı madenlerdendir. İçlerinde nehirleri devamlı akar. Meyveler içlerine sarkmış vaziyettedir. Köşklerin içinde hanımlar, hizmet­çiler vardır. Allah'ın (c.c.) ihsanlarını daha fazla elde etmek ve O'nun mü­barek yüzüne bakma dolayısıyla cuma gününe ihtiyaçları olduğu kadar başka hiçbir şeye muhtaç değildirler. O gün ise Mezîd Günüdür. "[989]

Bu hadisin pekçok senedleri vardır. Ebu'l-Hasan ed-Dârakutnî, hepsi­ni de Kitabu'r-Ru'yeî adlı eserinde vermiştir. [990]

 

27.   "Şahid" Cuma Günüdür:

 

Allah'ın Kitab'ında kendisine yemin ettiği "şâhid"[991]cuma günü ola­rak tefsîr edilmiştir.

Humeyd b. Zenceveyh, Abdullah b. Musa- Musa b. Ubeyde- Eyyub b. Halid- Abdullah b. Râfi'-Ebu Hureyre senediyle Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduklarım nakleder:

"Va'dolunan gün kıyamet günü, meşhûd gün arefe günü, şâhid ise cuma günüdür. Cuma gününden daha üstün bir gün üzerine güneş ne doğ­du, ne battı. O gün içinde öyle bir saat vardır ki, o saatte mü'min bir kul Allah'tan bir hayır dilerse Allah muhakkak dileğini yerine getirir yahut bir serden Allah'a sığınırsa Allah, onu o serden mutlaka korur."'[992]

Bu hadisi Müsned'indc Haris b. Ebî Üsâme, Ravh yoluyla Musa b. Ubeyde'den nakletmiştir.

Taberânî, Mu'cem'mdt Muhammed b. İsmail b. Ayyaş -onun babası İsmail- Damdan b. Zür'a- Şurayh b. Ubeyd- Ebu Mâlik el-Eş'arî senediyle Hz. Peygamber'in şöyle buyurduklarım nakleder:

"Va'dolunan gün kıyamet günü, şâhid cuma günü ve meşhûd arefe günüdür. Cuma gününü AKah bizim için saklamıştır. Orta namaz ikindi namazıdır."[993]

Bu hadis Cübeyr b. Mut'im'den de rivayet edilmiştir.[994]

Ben derim ki: Doğrusu -Allah en iyi bilendir- bu açıklama, Ebu Hu­reyre'nin tefsiri olsa gerek. İmam Ahmed b. Hanbel diyor ki: Muhammed b. Ca'fer, Şu'be'den o da AH b. Zeyd ve Yunus b. Ubeyd'den onlar da Haşim oğullarının âzâdh kölesi Ammar'dan o da Ebu Hureyre'den bize naklederler ki -Ali b. Zeyd, Hz. Peygamber'e (s.a.) kadar çıkardı. Yunus ise Ebu Hureyre'yi aşmadı - (iki farklı rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) veya Ebu Hureyre) "Şâhid ve meşhuda andolsun ki" âyetini tefsir eder­ken, "Şahid cuma günü, meşhûd arefe günü ve va'dolunan gün kıyamet günü'dür." demiştir.'[995]

 

28. Kıyametin Kopacağı Gün:

 

İnsanlar ve cinler dışında bütün yaratıklar, gökler, yer, dağlar, deniz­ler... o günden (kıyamet kopacak diye) korku duyar, heyecan içinde olur­lar.

Ebu'l-Cevvâb, Ammâr b. Ruzeyk- Mansûr- Mücâhid- İbn Abbas se­nediyle rivayet ediyor: Kâ'b ve Ebu Hureyre bir araya geldiler. Ebu Hurey­re söze başladı: Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki: "Cuma içinde öyle bir saat vardır ki, o saatte müslüman bir kul Allah'tan dünya ve ahiret hayrı dilerse muhakkak Allah onun dileğini yerine getirir." Bunun üzerine Kâ'b söz aldı: "Şimdi size cumadan bahsedeceğim: Cuma günü olunca insanoğlu ve şeytanlar dışındaki bütün yaratıklar, gökler, yer, dağlar, de­nizler... o günden (kıyamet kopar diye) korku içinde olurlar. Melekler ca­milerin kapılarını tutar, imam minbere çıkıncaya kadar gelenleri sırayla yazarlar. İmam minbere çıkınca defterlerini kapatırlar. Artık bundan son­ra gelenler üzerlerine farz olan Allah hakkı için gelmiş olurlar. O gün tıpkı cünüpîükten gusleder gibi gusletmek, ergenlik çağına girmiş herkesin vazi­fesidir. O günde verilen sadakanın sevabı diğer günlerde verilen sadakanın sevabından daha üstündür. Güneş, cuma günü gibi bir gün üzerine ne doğ­du, ne battı."

îbn Abbas diyor ki: "Kâ'b ve Ebu Hureyre'nin sözleri bu kadar. Ben­ce bir kimse, o gün şayet hanımının güzel kokusu varsa sürünmelidir."[996]

Ebu Hureyre'nin Hz. Peygamber'den (s.a.) naklettiği bir hadis-i şerif-de şöyle buyurulmaktadır: "Güneş, cuma gününden daha üstün bir gün üzerine ne doğar, ne batar. Şu iki grup yaratıktan -insan ve çinlerden-başka bütün canlılar cuma gününden korku duyarlar." [997]Bu hadis sa­hihtir.                                                                                   

Bütün yaratıkların cuma gününden korku duymaları şundan kaynak­lanmaktadır: Kıyamet o gün kopacak, kâinat katlanacak, o gün dünya harab olacak, insanlar cennet veya cehennemde kalacakları yerlere o gün gönderilecek. [998]

 

29. Allah'ın Bu Ümmete Sakladığı Gün:

 

Cuma, Allah'ın bu ümmet için sakladığı ve onlardan önceki kitap eh­lini şaşırttığı bir gündür.

Buharî'nin Sa/nTi'inde Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki: "Güneş, cuma gününden daha hayırlı bir gün üzerine ne doğdu, ne battı. Allah bu günü tayin edip bizi doğruya ulaştırdı. Diğer ümmetler ise şaşırdılar. Artık bu meselede insanlar bize uymuştur. Yahudilerin (ibadet günü) cumartesi, hıristiyanlarınki ise pazar­dır."[999] Başka bir hadiste: "Allah, oau bize sakladı" ilâvesi vardır.

İmam Ahmed b. Hanbel, Ali b. Âsım-Husayn b. Abdurrahman - Ömer b. Kays- Muhammed b. el-Eş'as yoluyla Hz. Âişe'den rivayet ediyor: Hz. Âişe diyor ki: Hz. Peygamber'in (s.a.) yanındaydım. Bir Yahudi girmek için izin istedi. Hz. Peygamber (s.a.) izin verdiler. Yahudi: "es-Sâmü aley-ke"[1000]dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Ve aleyke = senin üzerine de olsun" diye karşılık verdi. Hz. Âişe diyor ki: İçimden bir söz söylemek geldi ama söylemedim. Sonra ikincisi geldi, aynı şekilde söyledi. Hz. Peygamber (s.a.) de "Ve aleyke" diye karşılık verdi: Yine içimden bir söz söylemek geldi ama söylemedim. Üçüncüsü geldi: "es-Sâmü aleyküm = ölüm üzerinize olsun" dedi. Bunun üzerine ben: "Hayır... Ölüm ve Allah'ın gazabı, sizin üzerinize olsun, maymunların, domuzların kardeşleri! Allah'ın Elçisini, Al­lah'ın (c.c.) selâmlamadığı bir şekilde mi selâmlıyorsunuz?!" diye söze ka­rıştım. Hz. Peygamber (s.a.) bana baktı ve buyurdular: "Sakin ol! Allah, çirkin söz söylemeyi de çirkin sözlerle atışmayı da sevmez. Onlar bir söz söylediler, biz de sözlerini onlara iade ettik. Bize hiçbir zararı dokunmadı; ama kıyamete kadar onlara bağlı kalır. Onlar, bize, şu meselelerde hased ettikleri gibi hiçbir şeyde hased etmezler: 1- Cuma günü: Allah bize onu tayin edip gösterdi, onlar ise şaşırdılar, 2- Kıble: Allah bize onu tayin edip,

gösterdi, onlar şaşırdılar, 3- İmamın arkasında söylediğimiz "amin" SÖ­ZÜ.[1001]

Buharı ve Müslim'in Sahihlerinde Ebu Hureyre'den naklen Hz. Pey-gamber'in (s.a.) şöyle buyurdukları rivayet edilir: "Bizler (diğer semavî din mensublarına göre) en sonra gelenleriz. Ama kıyamet günü en başa geçecek olan biziz. Ancak onlara bizden önce kitap gönderildi, onlardan sonra da bize gönderildi. (Yahut onlara bizden önce kitap gönderilmiş ve onlardan sonra da bize gönderilmiş olmasına rağmen) Allah'm kendilerine farz kıldığı gün, bu (cuma günü) iken, bu konuda görüş ayrılığına düştüler (de başka günleri takdis ettiler). Allah bu günü tayin edip bizi doğruya ulaştırdı. Artık bu meselede insanlar bize uymuştur. Yahudilerin (ibadet günü) yarın, hıristiyanlarınki ise öbür gündür."[1002]

Hadiste geçen "beyde" kelimesi Ebu Ubeyd'in anlattığına göre iki türlü kullanılmaktadır: 1- Beyde şeklinde "b" ile, bu kullanım yaygındır, 2- Meyde şeklinde "m" ile. Bu kelimenin anlamı konusunda iki görüş vardır: 1) "An­cak, yalnız, başka" manalarına gelen "gayr" kelimesiyle aynı manadadır. İki mananın en yaygın kullanımı budur. 2) "üzerinde, üzerine, rağmen" anlamlarına gelen "alâ" kelimesiyle aynı anlamdadır. Ebu Ubeyd, bu an­lama geldiğini gösteren şu beyti, nakletmiştir:

"Helak olsam da ses çıkarmayacağını tahminime rağmen, Kasden yaptım bunu." [1003]

 

30. Allah'ın Seçtiği Gün;

 

Cuma günü Allah'ın, haftanın günleri arasından seçtiği gündür. Nite­kim Allah senenin ayları arasından Ramazan ayım, geceler arasından Ka­dir gecesini, yeryüzü içinde Mekke'yi ve yarattığı insanlar arasından da Hz. Muhammed'i (s.a.) seçmiştir.

Âdem b. İyâs, Ebu Muâviye Şeybân - Asım b. Ebu'n-Necûd - Ebu Salih yoluyla Kâ'b el - Ahbâr'ın şöyle dediğini nakleder:

Allah (c.c.) aylar arasında tercih yaptı, Ramazan ayını tercih etti. Günler arasında tercih yaptı, cuma gününü tercih etti. Geceler arasında tercih yap­tı, Kadir gecesini tercih etti. Saatler arasında tercih yaptı, namaz saatini tercih etti. Cuma (namazı), o cumadan diğer cumaya kadar işlenen (küçük) günahlara keffaret olur, sevabı da üç kat artırır. Ramazan orucu, o Rama­zanla diğer Ramazan arasındaki günahları affettirir. Hac vazifesini yap­mak, o hac ile diğer hac arasındaki günahları affettirir. Yapılan umre, kendisiyle diğer umre arasındaki günahları affettirir. Kişi iki sevap arasın­da, işlediği sevap ile yapmak istediği sevap arasında -yani iki namaz arasında-vefat eder. Ramazanda şeytanlar zincirlerle bağlanır. Cehennemin kapıları kapatılır, cennetin kapıları açılır. Bu ayda; "Ey hayrı arayan! Gel! Bütün istediklerin Ramazan'dadir." diye nida edilir. Hiçbir gecede yapılan iba­det, Ramazanın son on gecesinde yapılan ibadet kadar Allah katında se­vimli ve makbul değildir. [1004]

 

31. Ruhların Bedenlerle Buluştuğu Gün:

 

Cuma günü ölülerin ruhları kabirlerine yaklaşır, bedenlerle irtibat ku­rarlar. Bu günde kendilerini ziyaret edenleri, yanlarından geçenleri, selâm verenleri ve aralarına katılanları (ölenleri) diğer günlerdeki tanımalarına nazaran çok daha iyi tanır ve bilirler. O gün ölülerin,dirilerin buluştuğu gündür. O gün kıyamet kopunca öncekiler-sonrakiler, yeryüzü-gözyüzü sa­kinleri, Allah-kul, amel eden ve yaptığı amel, zulüm gören ona zulmeden zalim ve güneş-ay buluşurlar. Oysa bu ikililer o zamana kadar daha Önce hiç bir araya gelmemişlerdi. O gün buluşma ve kaynaşma günüdür. Bu yüzden insanlar dünyada iken diğer günlere bakarak bu günde daha sık buluşur, görüşürler. O gün karşılaşma günüdür.

Ebu't-Teyyâh Yezîd b. Humeyd anlatıyor: Mutarrif b. Abdullah kırla­ra çıkardı. Cuma gecesi olunca gece yeni başlarken atına biner yola çıkar­dı. Yolunu kamçısı aydınlatırdı. Yine böyle bir gece yola çıktı. Mezarlığa varınca atı üzerinde hafifçe kestirdi. Mutarrif diyor ki: Bu esnada kabirde-kileri gördüm. Kabirdeki her şahıs kabri üzerine oturmuştu. Beni görünce;

"Siz cuma gününü biliyor musunuz?" diye sordum. "Evet, dediler. O gün kuşların ne dediğini de biliriz." 'Teki, kuşlar ne derler?" diye sordum. "Hayırlı günden selâm size, selâm size! derler." diye cevap verdiler[1005]

İbn Ebi'd-Dünyâ, el-Menâmâl ve diğer eserlerinde, Âsim el-Hacderî'nin ailesinden bir zatın anlattığı şu rüyayı kaydediyor: Ölümünden iki yıl sonra Âsim el-Hacderî'yi rüyamda gördüm. Aramızda şu konuşma geçti; sor­dum:

—Sen ölmemiş miydin?

—Evet, öyle.

—Peki şimdi neredesin?

—Yeminle söylüyorum, cennet bahçelerinden birindeyim. Ben ve bir grup arkadaşım her cuma gecesi ve sabahı Bekir b. Abdullah el-Müzenî'nin yanında toplanıyor, sizin haberlerinizi alıyoruz.

—Toplanıp bir araya gelen cisimleriniz mi yoksa ruhlarınız mı? —Heyhat, cisimler çürüdü toprak oldu! Buluşanlar sadece ruhlardır. —Sizi ziyaretimizin farkına varıyor musunuz?

—Cuma akşamı, bütün cuma günü boyunca ve cumartesi gecesi güneş doğuncaya kadar ziyaretinizi biliriz.

—Neden bu durum diğer bütün günler için geçerli olmuyor? —Çünkü cuma gününün bir üstünlüğü ve yüceliği vardır.

Yine İbn Ebi'd-Dünyâ anlatıyor: Muhammed b. Vâsi' her cumartesi seher vaktinde mezarlığa gider kabirlerin başında durur, onları selâmlar, onlar için dua eder, sonra dönüp gelirdi. Dediler ki: "Ziyaretinizi bu gün yerine pazartesi günü yapsanız!" Bunun üzerine: "Bana kadar ulaşan bir habere göre Öiüler, cuma günü ile ondan bir önceki ve bir sonraki günde kendilerini ziyaret edenleri bilirlermiş" diye karşılık verdi.

Süfyan es-Sevrî'den naklediyor: Diyor ki: Bana ulaştığına göre Dah-hâk demiştir ki: "Kim cumartesi günü güneş doğmadan önce bir kabri ziyaret ederse ölü, onun ziyaretini bilir." Sordular: "Bu nasıl olur?" Ce­vap verdi: "Cuma gününün şerefinden dolayı."[1006]

 

32.  Cuma Orucu:

 

Tek olarak yalnızca cuma günü oruç tutmak mekruhtur, trnam Ah-med'in açık ifadesi böyledir.                                                   

el-Esrem anlatıyor: Ebu Abdillah'a (Ahmed b. Hanbel) cuma günü oruç tutma meselesini sordular. O da yalnızca o güne mahsus olmak üzere oruç tutmayı yasaklayan hadisi söyledi. Sonra ardından dedi ki: "ancak tutmakta olduğu oruç o güne denk gelmişse caizdir. Yalnızca o güne mah­sus olarak oruç tutmak ise caiz değildir."

Bu sözler üzerine sordum: "Bir adam, bir gün oruç tutuyor, bir gün yiyor, iftarı perşembeye, orucu cumaya ve yine iftarı cumartesiye rastgeli-yor. Bu durumda yalnızca cuma orucu tutmuş gibi mi oluyor?" İmam Ahmed, bu soruma karşılık: "Caiz olmayan, kasden o güne özgü olmak üzere oruç tutmaktır. Sadece cuma günü kasıtlı oruç tutmak mekruhtur."

Mâlik ve Ebu Hanîfe o gün oruç tutmayı diğer günlerde olduğu gibi mubah saymışlardır. Mâlik diyor ki: "İlim ve fıkıh adamlarından ve ken­dilerine uyulan imamlardan hiçbirinin cuma günü oruç tutmayı yasakladı­ğım işitmedim. O gün oruç tutmak güzeldir. İJim adamlarından birisinin o gün oruç tuttuğunu gördüm, onun bu konuyu araştırdığını sanıyorum."

İbn Abdilber der ki: Cuma orucu konusunda Hz. Peygamber'den (s.a.) nakledilen hadisler birbirini tutmamaktadır. İbn Mes'ûd (r.a.), Hz. Pey-gamber'in (s.a.) her ay üç gün oruç tuttuğunu naklediyor ve: "Cuma günü O'nun iftar ettiğini çok az görmüşümdür" diyor. Bu hadis, sahihtir[1007]İbn Ömer'in (r,anhüma) de "Allah Rasûlü'nün (s.a.) cuma günü iftar etti­ğini hiç görmedim" dediği rivayet ediliyor. Bu hadisi İbn Ebî Şeybe, Hafs b. Gıyâs - Leys b. Ebî Süleym - Umeyr b. Ebî Umeyr - îbn Ömer senediyle zikretmiştir.[1008]

İbn Abbas da devamlı o gün oruç tuttuğunu nakletmiştir.

Mâlik'in sözettiği ilim adamının Muhammed b. el-Münkedir (v. 130/|47) olduğunu söylüyorlar. Bazıları ise Safvan b. Süleym'dir (v. 132/749) diyorlar:

ed-Derâverdî, Safvân b. Süleym'den naklen Cûşem oğullarından bir adamın, Ebu Hureyre'nin Hz. Peygamber'den (s.a.) şu hadisi rivayet etti­ğini işittiğini naklediyor: "Kim cuma günü oruç tutarsa, ona, dünya günle­rine benzemez ay gibi berrak ve parlak on ahiret günü sevabı yazılır."[1009]

Cuma orucunda aslolan bir hayır ameli olmasıdır. Yalnızca muhalifi bulunmayan bir delille yasaklanabilir.

Derim ki: Asla kusur bulunamaz bir sıhhatte olan muhalif-sahih hadis vardır. Buharî ve Müslim'in Sa/i/Tî'lerinde Muhammed b. Abbad'dan nak­lediliyor: Muhammed diyor ki; Câbir'e: "Allah Rasûlü (s.a.) cuma orucu­nu yasakladı mı?" diye sordum,  "Evet" cevabını verdi.[1010]

Müslim'in Sahihimde Muhammed b. Abbâd'ın şöyle dediği rivayet edil­mekte: Câbir b. Abdullah'a, Beytullah'ı tavaf ettiği bir sırada; "Allah Ra­sûlü (s.a.) cuma orucunu yasakladı mı?" diye sordum. "Şu yapının Rabbi-ne yemin ederim ki, evet." diye karşılık verdi.'[1011]

Buharî ve Müslim, Ebu Hureyre'den naklediyor: Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduklarını işittim: "Hiçbiriniz bir gün öncesinde yahut bir gün sonrasında oruç tutmadıkça cuma günü oruç tutmasın." Bu lâfızla Buharî rivayet etmiştir.[1012]

Müslim'in Sahih'indc Ebu Hureyre'den naklediliyor: Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki: "Geceler arasında yalnız cuma gecesini ibadete ayır­mayın. Günler içinde yalnız cuma günü oruç tutmayın; ancak birinizin tut­tuğu oruç o güne denk gelirse tutabilir."[1013]

Buharî'nin Sahih'inde, Peygamberimizin hanımı Cüveyriye bt. Hâris'-den naklen anlatıldığına göre Hz. Peygamber (s.a.), bu hanımının oruçlu olduğu bir cuma günü yanına girdiğinde ona soruyor: "Dün oruç tuttun mu?" "Hayır" cevabını alıyor. "Peki yarın tutmak istiyor musun?" sorusuna:  "Hayır" cevabını alınca da "Orucunu boz" diyor.[1014]

Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde İbn Abbas'tan naklen Hz. Peygam­ber'in (s.a.) şöyle buyurdukları naklediliyor: "Yalnız cuma günü oruç tut­mayın." [1015]

Yine Müsned'de nakledildiğine göre; Cünûde el-Ezdî anlatıyor: Bir cuma Ezd kabilesinden yedi kişiyle birlikte Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna girdim. Ben sekizincileri idim. Hz. Peygamber (s.a.) kahvaltı yapıyordu. "Kahvaltıya buyrun" dedi. Biz: "Oruçluyuz, ey Allah'ın Rasûlü!" dedik. "Dün oruç tuttunuz mu?" diye sordu. "Hayır" diye karşılık verdik. "Pe­ki, yarın tutacak mısınız?" diye sordu; bu sefer de: "Hayır" cevabını ver­dik. "O halde orucunuzu bozun." dedi. Artık Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber yedik. Cuma vaktinde hitap etmek için minbere çıkıp oturduğunda bir kap su istedi, minber üzerindeyken halkın gözü önünde suyu içti. Bu davranışıyla Hz. Peygamber (s.a.), cuma günü oruç tutmadığını halka gös­termek istemişti.'[1016]

Yine Müsned'dc Ebu Hureyre'den nakledilen bir hadiste Hz. Peygam­ber (s.a.) buyururlar ki: "Cuma günü, bayram günüdür. Bayram gününü­zü, oruç günü haline getirmeyin. Ancak o günden önceki veya sonraki günde oruç tutacaksanız o gün de tutabilirsiniz."[1017]

İbn Ebî Şeybe, Süfyân b. Uyeyne - İmrân b. Zabyân - Hukeym b. Sa'd senediyle Hz. Ali b. Ebî Tâlib'in (r.a.) şöyle dediğini nakleder: "Her­hangi biriniz ay içerisinde bazı günlerde nafile oruç tutarsa perşembe günü oruçlu olsun, cuma günü oruç tutmasın. Çünkü o gün, yemek, içmek ve zikir günüdür. Allah o kimse için iki yararlı günü bir araya getirmiş olur: 1) Oruç tuttuğu gün, 2) Müslümanlarla beraber ibadet ettiği gün."[1018]

İbn Cerîr, Muğîre'den naklen İbrahim (en-Nehaî)'nin şu sözünü zikre­der: "Onlar (sahabe) cuma orucunu, namaza güç elde etmek için mekruh sayarlardı."

Derim ki: Cuma orucunun niçin mekruh olduğunda gözönünde bulun­durulacak üç husus vardır:

1-  Birisi (İbrahim en-Nehaî'nin zikrettiği) bu husus. Ancak ek olarak, bir gün önce veya sonra oruç tutulduğunda mekruhluğun ortadan kalkma­sı burada problem olmaktadır.

2- O gün bayram günüdür. Hz. Peygamber (s.a.) buna işaret etmiştir. Bu husus illet gösterildiğinde iki problem ileri sürülüyor: 1) Bayram günü oruç tutmak haram olduğu halde cuma günü oruç tutmak haram değildir. 2) Mekruhluk, yalnız o güne özgü olarak oruç tutmamakla ortadan kalk­maktadır. Bu iki probleme şöyle cevap verilir: Cuma günü yılın bayramı değil, haftanın bayramıdır. Haramhk sadece yılın bayramında oruç tutma­da sözkonusudur. Bir gün önce yahut sonra oruç tutarsa o gün cuma ve bayram olduğu için oruç tutmuş olmaz. O güne mahsus oruç tıkmaktan doğan kusur ortadan kalkmış olur. Hatta cuma oruç tuttuğu günler arası­na bağımlı olarak girmiş olur. İmam Ahmed'in (r.h.) Müsned'mûe, Nesâî ve Tirmizî'nin Sürtenlerinde Abdullah b. Mes'ûd'dan rivayet ettikleri: "Cu­ma günü Allah Rasûlü'nün (s.a.) iftar ettiğini çok az görmüşümdür." ha-disi[1019] -şayet sahihse- buna bağlanır. Eğer bu hadis sahihse o zaman Hz. Peygamber'in (s.a.) oruç tuttuğu günler arasına, cuma bağımlı olarak gi­rerdi; yoksa yalnız o güne mahsus oruç tuttuğu olmazdı diye yorumlamak belirginleşir. Çünkü kendisinden nakledilen yalnız o güne mahsus oruç tut­mayı yasaklayan sahih hadis vardır. Buharî ve Müslim'in Sahihlerinde ri-| vâyet edilen yasaklayıcı sabit hadisler nerede, Sahih sahihlerinden hiçbiri­nin rivayet etmediği ve Tirmizî'nin de garîblİğine hükmettiği cevaz hadisi nerede! Açık ve sahih hadislere nasıl karşı gelebilir, sonra da onların önü­ne geçebilir?!

3-  Sedd-i zerîa[1020]: Dinde olmayan şeyleri dine katma ve dünyevî iş­lerden tamamen sıyrılarak bazı günleri ibadete ayırmak suretiyle Hıristiyan ve yahudilere benzeme vesilesi olan kapıları kapamak. Buna ek olarak şöy­le de denebilir. Bu günün, diğer günlerden üstünlüğü açık olduğundan do­layı o günde oruç tutmaya çağıran sebep güçlüdür. Halkın birbirlerine ba­karak cuma orucunu sürekli hale getirmeleri ve diğer günlerin orucu için düzenlemedikleri tören ve merasimleri düzenlemeleri büyük ihtimaldir. Bu­rada da şeriattan olmayanı şeriata katma sözkonusudur. Bu amaçla -Allah en iyi bilendir ya- geceler arasında yalnız cuma gecesini ibadete ayırmak yasaklanmıştır. Çünkü bu gece, en faziletli gecelerden biridir. Hatta bazı­ları, Kadir gecesinden de üstün saymıştır. İmam Ahmed'den gelen bir riva­yet bu görüş doğrultusundadır. Böyle olduğu içindir ki o geceyi ibadete ayırmak ihtimali büyüktür. Sâri' bu yüzden vasıtayı kesti ve o geceyi iba­dete ayırmayı yasaklamakla bu kapıyı kapadı. Allah en iyi bilendir.

Soru: Başka bir günü oruca ayırma konusunda ne dersiniz?

Cevap: Pazartesi, arefe ve aşure günü gibi bizzat Şâri'in belirlediği günleri ayırmak sünnettir. Cumartesi, salı, pazar, çarşamba gibi başka bir günü ayırmak ise mekruhtur. Bunların en mekruh ve harama en yakın olanı da oruç tutmak, tazim göstermek için kâfirlerin bayram günlerini ayırmalarına en çok benzeyenidir. [1021]

 

33. insanların Bir Araya Geldiği Gün:

 

O gün insanların bir araya geldiği ve kendilerine, varlık sahasına çıkış ve yeniden dirilişin hatırlatıldığı bir gündür. Allah (c.c), her ümmet için ibadetle uğraşacakları, varlık sahasına çıkışı ve yemden dirilişi anmak için toplanacakları ve âlemlerin Rabbi Allah önünde ayakta durup en büyük toplantıyı yapacakları günü hatırlayacakları, hafta içinde bir gün tayin et­miştir. Bu gözetilen maksada en uygun gün de Allah'ın yaratıkları bir ara­da toplayacağı gün olan cuma günüdür. Allah o günü şeref ve üstünlüğe sahip bu ümmet için saklamıştır. Kendisine itaat için bugünde toplanmayı meşru kılmış ve lütfuna ulaşmak için bu ümmetin diğer ümmetlerle o gün­de buluşmalarını takdir buyurmuştur. Öyleyse o gün dünyada şer'an, ahi-rette ise takdiren toplantı günüdür.

Gün yarılanınca, hutbe ve namaz vakti boyunca cennet ve cehennem halkı yerlerinde bulunurlar. Nitekim birçok yönden gelen rivayete göre Ibn Mes'ûd: "Kıyamet günü, gün yarılanınca cennet halkı konaklarına cehen­nem halkı yerlerine çekilir, öğle uykusuna yatarlar." demiş: "O gün, cen­netliklerin kalacakları yer çok iyi, öğle uykusuna yatıp dinlenecekleri yer çok güzeldir."[1022] ve "Sonra gerçekten öğleyin dinlenecekleri yer cehen­nemdir. "[1023] âyetlerini okumuştur. Onun kıraatinde âyet aynen bu şekil­dedir.

Bu yüzden günlerin yedi olduğunu, sadece kendilerine kitap gönderi­len milletler bilebilir. Kitapları bulunmayan milletler bunu bilemezler; ama bunlar arasından, peygamberlerin ümmetlerinden bilgi alan kimseler bile­bilirler. Çünkü burada günlerin yedi olduğunu gösteren ve duyularla algı­lanabilen bir alâmet yoktur; ay, sene ve mevsimleri gösteren alâmetler var­dır. Allah gökleri, yeri ve bunlar arasındaki varlıkları altı günde yaratıp peygamberleri ve elçileri aracılığıyla kullarına bunu tanıtınca kullar için hafta içerisinde bunları, yaratılma hikmetini ve niçin yaratıldıklarını, kâi­natın müddetini, gökler ve yerin katlanmasını, işin tıpkı Allah'ın yarattığı ilk zamana geri döneceğini ve bütün bunların gerçek bir vaad ve doğru bir söz olduğunu hatırlatıcı bir gün tayin edip meşrulaştırdı. Bundan dola­yı Hz. Peygamber (s.a.) cuma günü sabah namazında Secde ve Dehr sûre­lerini okurdu. Çünkü bu iki sûre yaratılış, diriliş, yaratıkların haşri, kabir­lerinden çıkartılıp cennet yahut cehenneme gönderilmeleri gibi olmuş ve olacak hâdiseleri ihtiva etmektedir. İlmi ve bilgisi kıt bazı kimselerin zan­nettikleri gibi Hz. Peygamber (s.a.), bu sûreyi içinde secde âyeti geçtiği için okumamıştır. Bu kimseler bu yanlış düşüncelerinden dolayı başka bir sûreden secde âyeti okuyor, cuma sabah namazının secde âyeti okumakla üstün tutulduğuna inanıyor ve bunu yapmayana da hoşgörüyle bakmıyor­lar.

Hz. Peygamber (s.a.) bayramlar ve diğer günlerdeki büyük toplantı­larda aynen böyle tevhidden, yaratılış ve yeniden dirilişten, peygamberlerin ümmetleriyle geçirdikleri hâdiselerden, peygamberleri yalanlayan ve onlara küfredenleri Allah'ın nasıl helak edip bedbaht eylediğinden, inanan ve on­ları tasdik edenleri ise nasıl kurtarıp sağlık ve selâmete ulaştırdığından bah­seden bir sûre okurdu.

Nitekim bayram namazlarında Kâf ve Kamer sûrelerini[1024]; bazan da A'lâ ile Gâşiye sûrelerini okurdu.[1025] Cuma namazında bazan Cuma sû­resini okurdu.[1026] Çünkü bu sûre cuma namazını kılma, ona koşma ve namaza engel her türlü işi terketme emri ile iki cihanda kurtuluşa ermek için Allah'ı çokça anma emrini ihtiva etmektedir. Zira Allah'ı (c.c.) anma­yı unutmak iki cihanda da perişanlığa ve helâka sebep olur. ikinci rekâtta Münâfikûn sûresini okurdu. Böylece ümmeti koyu münafıklıktan sakındır­dığı gibi mallarının ve çocuklarının onları cuma namazından ve Allah'ı anmaktan alıkoymasından da sakındırmış ve böyle yaparlarsa kesinlikle perişan olacaklarım bildirmiş, kurtuluşlarının en büyük sebeplerinden biri olan sadaka verme fiiline teşvik etmiş; ölüm zamanı gelip çattığında ecelin ertelenmesini ister, yeniden dünyaya dönüşü temenni eder, fakat istek ve temennilerine kulak asılmaz bir duruma düşmemeleri için uyarıda bulun­muş olurdu. Hz. Peygamber (s.a.) huzuruna bir heyet çıktığında onlara Kur'an dinletmek isterse işte böyle yapardı. Bu yüzden açıktan okunan namazlarda kıraati uzatırdı. Nitekim akşam namazını hem A'râf (iki rekâ­ta paylaştırmak suretiyle) hem de Tûr ve Kâf süreleriyle kıldırmıştır. Sabah namazını yüz kadar âyet okuyarak kıldırırdı. [1027]

 

5— Hz. Peygamber'in (s.a.) Hutbelerinin Özellikleri:

 

Hz. Peygamber (s.a.) hutbelerinde, inanç esasları olan Allah'a, melek­lerine, kitablanna, peygamberlerine, Allah'a kavuşmaya imandan cennet ve cehennemden; Allah'ın dostları ve buyruğuna uyanlar için hazırladığı mükâfatlar ile düşmanları ve kendisine isyan edenlere hazırladığı cezalar­dan bahsederken aynı üslubla bunları zihinlere yerleştirirdi. Onun hutbe­sinden kalbler iman ve tevhidle, marifetulleh (Allah'ı tanıma, Allah bilgisi) ve Allah'ın günlerinin bilgisiyle dolup taşardı. Başkalarının hutbeleri gibi yalnızca bütün canlılar arasında ortak olan -geçen hayata ağlayıp sızlan­ma, ölümle korkutma gibi- hususları ihtiva etmezdi. Çünkü böyle hutbeler kalbde Allah'a iman, tevhid, Allah'a özgü bilgi, O'nun günlerini hatırlama hasıl etmez; nefisleri Allah sevgisine, O'na kavuşma arzusuna sürüklemez. Dinleyiciler, öleceklerini, mallarının paylaştırılacağını, toprağın cesedlerini çürüteceğini öğrenmekten başka hiçbir fayda elde etmeden çıkıp giderler.

Keşke böyle bir hutbeyle hangi iman, hangi tevhid, hangi marifet, hangi faydalı ilim hasıl olur, bir bilebilsem?!

Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabının hutbelerini düşünen kişi görür ki, bu hutbeler hidayet ve tevhidi açıklamaya; Allah'ın (c.c.) sıfatlarını ve te­mel iman esaslarını anlatmaya; Allah'a davet etmeye, Allah'ı kullarına sev­diren nimetleri ile O'nun gazabından korkutan günlerini anlatmaya; onlara kendisini sevdiren Allah'ı anma ve O'na şükretme emri vermeye yeterliydi­ler. Allah'ı kullara sevdiren isimlerini, sıfatlarını ve O'nun azametini zikre­derler; kullan Allah'a sevdiren ibadet, şükür ve zikir gibi hususları emre­derlerdi. Dinleyenler O'nu sevmiş, O da onları sevmiş olarak dönerlerdi. Sonra uzun zaman geçti. Nübüvvet nuru gizlendi. Şer'î kanunlar ve emir­ler, hakikatleri ve maksatları gözetilmeksizin yapılan merasimler halini al­dı. Bu şer'î kanun ve emirlere merasim şeklini verdiler, onları nelerle isti­yorlarsa bunları da o şeylerle süsler oldular. Ardından bu merasim ve tö­renleri terkedilmez âdetler haline getirdiler; asıl terkedilmemesi gereken mak­satları terkettiler. Hutbeleri kafiyeli sözlerle, şiirlerle, nüktelerle ve edebi­yatın süsleme sanatlarıyla süsler oldular. Böylece kalblerin hutbede alacak­ları nasib noksanlaştı, hatta yok oldu. Hutbenin maksadı yitirildi.

Hz. Peygamber'in (s.a.) hutbelerinden muhafaza edilenlere bakılacak olursa, hutbesinden daha çok Kur'an ve bilhassa Kâf sûresini okuduğu görülür. Haris b. Nu'man'ın kızı Ümmü Hişâm diyor ki: "Ben Kâf sûresi­ni ezberlediysem, yalnızca Hz. Peygamber (s.a.) minber üzerinde hutbe söy­lerken O'nun mübarek ağızlarından ezberlemişimdir."[1028]

Alî b. Zeyd b. Ced'ân'ın rivayet ettiği zayıf bir senedle nakledilen, Hz. Peygamber'in (s.a.) hutbelerinden bize kadar intikal eden bir hutbesi şöyledir:

"Ey insanlar! Ölmeden önce Allah'a (c.c.) tevbe ediniz. Meşgul olma­dan Önce hayır ameller işlemeye hız veriniz. Rabbinizle aranızdaki bağlan O'nu çok zikretmek, gizli-aşikâr sadaka vermek suretiyle güçlendiriniz. Hem böylece mükâfat alır, övülür, rızıklandınlırsınız.

Bilesiniz ki, Allah (c.c), şu makamımda, şu ayımda, şu yılımda kıya­mete kadar cuma. namazını üzerinize farz kılmıştır. Bir kimse, başında adil veya zalim bir devlet başkam olduğu halde cumayı kılmaya imkân bulup

da inkâr ettiğinden yahut hafife aldığından dolayı ben hayattayken yahut ölümümden sonra terkeder kılmazsa, Allah iki yakasını bir araya getirme­sin, işinde bereket vermesin. Dikkat ediniz! Tevbe edinceye kadar böyle bir kimsenin kıldığı namaz namaz değil, aldığı abdest abdest değil, tuttuğu oruç oruç değil, verdiği zekât zekât değil, yaptığı hac hac değil! O'na bereket de yoktur. Şayet tevbe ederse Allah tevbesini kabul buyurur. Dikkat ediniz! Kadın erkeğe, a'rabî muhacire, serkeş kimse mü'mine imamlık etmesin! An­cak sultan, otoritesiyle onu bu işe zorlar ve sultanı nkıhcından, kırbacından korkması hali müstesna."[1029]                                                              

Diğer bir hutbesi de şöyledir:                                                      '

"Hamd Allah'a mahsustur. O'ndan yardım diler, O'ndan bağışlama bekleriz. Nefislerimizin şerlerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın doğru yola ilettiğini hiç kimse saptıramaz; saptırdığını da hiç kimse doğru yola erdire­mez. Tanıklık ederim ki, Allah'tan başka tapılacak yoktur; O tektir, ortağı yoktur. Yine tanıklık ederim ki, Muhammed (s.a.) şüphesiz O'nun kulu ve elçisidir. Kıyamet saati önünde onu müjdeleyici ve uyarıcı olarak hakla göndermiştir. Allah ve Rasûiüne itaat eden doğru yolu bulmuştur. Onlara isyan edense yalnızca kendisine zarar vermiş olur. Allah'a hiçbir zarar ve­remez." Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.[1030] İnşaallah, Hz. Peygam­ber'in (s.a.) hac esnasında yaptığı hitabeler ileride (hac bahsinde) gelecek­tir. [1031]                                                                                                     

 

6— Hz.  Peygamber'in (s.a.) Hutbe Esnasındaki Tavırları:

 

Hutbeye çıktığı zaman gözleri kızarır, sesi yükselir, öfkesi artar; sanki heyecanlı heyecanlı: "Düşman üstünüze sabah-akşam saldırmak üzeredir" diye haber vererek bir orduyu uyanyormuşçasma bir hal alır, ardından: "Benim peygamber olarak.gönderilmemle kıyamet arasındaki müddet şu ikisi gibidir." buyurur, işaret ve orta parmaklarını birbirine yanaştırır ve derdi ki: "Şüphesiz sözlerin en hayırlısı Allah'ın kitabıdır. En iyi yol Mu-hammed'in yoludur, işlerin en fenası uydurulup dine katılan bid'atlerdir. Her bid'at sapıklıktır." Sonra da şöyle buyururlardı: "Ben, her mümine kendi canından daha yakın, daha lâyıkım. Kim vefat eder, geride bir mal bırakırsa ailesine kalır. Kim de bir borç yahut çoluk çocuk bırakırsa borcu­nu ben öder, çoluk çocuğuna ben bakarım." Hadisi, Müslim rivayet etmiştir.[1032]

Müslim'in aynı hadisi başka lafızlarla naklettiği diğer bir rivayette "Hz. Peygamber (s.a.) cuma hutbesinde Allah'a hamdeder, O'na övgüler söyler; sonra bunun peşinden yüksek sesle konuşmayabaşlardi..." deniliyor ve ha­disin geri kalan kısmı zikrediliyor.

Hadisin diğer bir rivayet şekli de şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.) Al­lah'a hamdeder, O'na lâyık olduğu şekilde övgüler söyler, sonra: "Allah kimi doğru yola iletirse, onu hiç kimse sapıtamaz. Sapıttığını da hiç kimse doğru yola iletemez. Sözlerin en iyisi Allah'ın Kitabıdır."

Nesâî'nin naklettiği diğer bir lafız ise şöyledir: "Her bid'at sapıklıktır. Her sapıklık cehennemdedir."

Hamd, övgü ve şehadetten sonra hutbelerinde "Eramâ ba'du" der­di.[1033]

Hutbeyi kısa tutar, namazı uzatır, çokça zikreder ve az sözle çok ma­na ifade eden kelimeler seçerdi. "Doğrusu kişinin namazının uzunluğu ve hutbesinin kısalığı onun fıkhını ( = ince anlayış sahibi olduğunu) gösterir." buyururdu.'[1034]

Hutbede, ashabına İslâm'ın prensiplerini ve şer'î kanunları öğretir; hutbe söylerken içeri giren sahabîye iki rekât namaz kılmasını emretmesinde[1035] olduğu gibi, şayet hutbe esnasında emredilmesi yahut yasaklanması gere­ken bir durum ortaya çıkarsa onlara yapmalarını yahut yapmamalarını em­rederdi.

İnsanların omuzlarına basa basa ileri geçmeye çalışan kimseyi menede-rek oturmasını emretmiştir.[1036]

O esnada ortaya çıkan bir ihtiyaçtan dolayı yahut ashabından birisinin soru sorması üzerine hutbeyi keser, ona cevap verir, sonra kaldığı yerden hutbesine devam eder, tamamlardı.

Bazan gerek duyarsa minberden iner sonra geri dönerek hutbesini ta­mamladığı da olurdu. Nitekim bir keresinde torunları Hasan ile Hüseyin'i (r.anhümâ) almak için minberden inmiş, onları kucaklayıp minbere çıkart­mış ve hutbesini tamamlamıştır.[1037]

Hutbe esnasında bir adama: "Ey falan, buraya gel! Ey falan, otur! Ey falan, namaz kıl!" diye seslendiği olurdu.

Duruma göre ashabına hutbede emirler verirdi. Aralarında sıkıntı için­de, ihtiyaç sahibi birini görünce onlara, o kişiye sadaka vermelerini emre­der ve buna teşvikte bulunurdu.[1038]

Hutbe esnasında Allah Teâlâ'yı anarken ve O'na dua ederken işareti parmağı ile işaret ederdi.[1039]                                                                     

Yağmur yağmadığı için kuraklık başgösterince hutbede ashabı için yağ-' mur duası ederdi."[1040]

İnsanların toplanması için biraz zaman tanırdı. Halk toplandığında tek başına onların yanına çıkardı. Böyle anlarda Önünde tellallık yapacak bir çavuşu yoktu, ne başına ne omuzlarına şal atardı, ne de siyah giyerdi. Camiye girince, orada bulunanlara selâm verirdi. Minbere çıktığında yüzü­nü halka çevirir, selâm verirdi. Kıbleye yönelik dua etmezdi. Sonra oturur, Bilâl ezana başlardı. Ezan bitince Hz. Peygamber (s.a.) ayağa kalkar; bir haber vermek gibi herhangi bir şeyle ezan ile hutbe arasını ayırmaksızın hutbeye başlardı.

Eline ne bir kılıç alırdı ne de başka bir şey. Minber yapılmadan önceler!

bir yay'a yahut bastona dayanırdı. Savaş halinde yay'a, cumada ise basto­na dayanırdı.[1041] Kılıca dayandığına dair herhangi bir nakil yoktur. Bazı cahillerin, Hz. Peygamber (s.a.) daima kılıca dayanırdı, bunun sebebi ise dinin kılıçla ayakta durduğunu göstermektir, şeklindeki zanları aşırı ceha-letlerindendir. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) minber yapıldıktan sonra kılıç, yay gibi herhangi bir şeyle, minber yapılmadan önce de elinde kılıç minbere çıktığına dair hiçbir nakil yoktur. O yalnız ve yalnız bir bastona yahut yaya dayanarak hutbe okurdu.

"Minberi üç basamaklıydı. Minber yapılmazdan önce bir hurma kütü­ğüne dayanarak hutbe okurdu. Minbere geçince hurma kütüğü acı acı inle­di, bütün camide bulunanlar işitti. Hz. Peygamber (s.a.) minberden inip onu kucakladı.[1042] Enes diyor ki: "Hurma kütüğü, daha önce dinler ol­duğu vahyi dinleyemez olduğundan ve Hz. Peygamber'in (s.a.) yakınlığım kaybettiğinden acı acı inlemiştir."                                             

Minber mescidin ortasına konmadı, batı tarafına duvara yakın bir ye­re yerleştirildi. Minberle duvar arasında bir koyun geçecek kadar boşluk bırakılmıştı.[1043]                                                                            

Hz. Peygamber (s.a.) cuma dışında onun üzerine oturduğunda yahut cumada ayakta hutbe okurken, ashabı yüzlerini O'na doğru çevirirlerdi, Hz. Peygamberin'in (s.a.) mübarek yüzü hutbe esnasında onların kıblesi olurdu.                                                                                                        

Ayağa kalkar, hutbe okur; sonra birazcık oturur, tekrar ayağa kalkar ikinci hutbeyi okurdu. İkinci hutbe bitince Bilâl kamet getirmeye başlardı. Halka, kendisine yaklaşmalarını ve susup dinlemelerini emrederdi. Bir adam yamndakine "sus" derse boş konuşmuş olacağım bildirir[1044]: "Boş konu­şan cuma sevabından mahrum kalır" b uçururlar di.[1045] Yine buyururlardı ki: "Cuma günü imam hutbe okurken konuşan, kitap taşıyan merkep gibij-dir. Yanmdakine, sus diyene cuma sevabı yoktur." Bu hadisi İmam Ahmed rivayet etmiştir.[1046]

Übey b. Kâ'b anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) Cuma günü ayakta Tebâ-reke sûresini okudu. Bize, Allah'ın günlerini hatırlattı. Ebu'd-Derdâ yahut Ebu Zer bana kaş göz edip duruyor "Şu sûre ne zaman indirildi? Şimdiye kadar işitmemiştim" diyordu. Übey, kendisine soru soran zata sus diye işaret etti. Namazdan dağılınca o zat, Übeyy'e "Sana, şu sûre ne zaman indirildi diye sordum, söylemedin!" dedi. Bunun üzerine Übey: "Bugün, namazından hiçbir sevap elde edemedin, boş sözden başka." diye karşılık verdi. O zat, Hz. Peygamber'e (s.a.) gitti, durumu anlattı ve Übeyy'in kendisine söylediği sözleri de nakletti. Allah Rasûlü (s.a.): "Übeyy doğru söylemiş." buyurdular[1047] Bu hadisi İbn Mâce ve Saîd b. Mansûr naklet-mişlerdir, aslı Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde mevcuttur.

Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyorlar ki: "Cumaya üç kısım insan gelir: 1) Cumaya gelir boş yere konuşur. İşte onun cumadan nasibi budur. 2) Biri de gelir dua eder. İşte bu, Allah'tan (c.c.) bir şey istemiş bir kimsedir. Allah dilerse isteğini verir, dilerse vermeyiverir. 3) Diğer biri de gelir sükût eder dinler; hiçbir müslümanın üzerinden atlayıp ileri geçmez, kimseyi in­citmez, sıkıntı vermez. İşte bu davranışlar o cuma ile peşinden gelen cuma­ya ve ondan sonraki üç güne kadar işlenen (küçük) günahlara keffarettir. Çünkü Allah Teâlâ 'Kim bir iyilik yaparsa kendisine on katı verilir.[1048] buyurmaktadır."[1049] Bu hadisi Ahmed b. Hanbel ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir. [1050]

 

7— Cuma Namazından Önce Sünnet Namaz Yoktur:

 

Bilâl ezam bitirince Hz. Peygamber (s.a.) hutbeye başlar; hiç kimse iki rekât namaz kılmak için asla ayağa kalkmazdı. Sadece bir kere ezan okunurdu. Bu da gösterir ki, cuma, bayram gibidir, cumadan önce sünnet namaz yoktur. Âlimlerce ileri sürülen iki görüşün en doğrusu budur, sün­netteki uygulama da bunu gösterir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) evinden çıkıp camiye gelirdi. Minbere çıkınca da, Bilâl cuma ezanına başlardı. Bilâl ezanı bitirince Hz. Peygamber (s.a.) ara vermeden hutbeye başlardı. Gözle görülen budur. Peki sünneti ne zaman kılıyorlardı?! Bilâl (r.a.) ezam biti­rince hepsi ayağa kalkar, iki rekât namaz kılarlardı diye tahmin yürüten kimse, sünnet konusunda bilgisi en kıt cahil insan demektir. Cumadan ön­ce sünnet namaz yoktur şeklinde ileri sürdüğümüz görüş, İmam Mâlik ile kendisinden yapılan en yaygın nakle göre İmam Ahmed'in görüşleri ve Şafiî âlimlerin ileri sürdüğü iki görüşten biri de budur.                       :

Cumadan önce Sünnet Namazın Varlığını Söyleyenlerin Delilleri ve Münakaşası:

1-  Cumadan önce sünnet namazın varlığını söyleyenlerden bir kısmı şu delili ileri sürmüşlerdir: Cuma kısaltılmış bir öğle namazıdır. Bu yüzden burada da öğle namazının hükümleri geçerlidir.

Bu son derece zayıf bir delildir. Çünkü cuma, açıktan okuma, cemaat sayısı, hutbe ve muteber olabilmesi için ileri sürülen şartlarla öğle nama­zından ayrılan, vakit konusunda onunla uyuşan başlı başına bir namazdır. Münakaşa konusu olan meseleyi, birleştikleri noktalara katmak, ayrıldık­ları noktalara katmaktan daha münasip değildir. Aksine ayrıldıkları nokta­lara katmak daha münasiptir. Zira ayrılık noktaları birleşme noktaların­dan daha fazladır.

2-  Kimileri de öğle namazına kıyas ederek sünnet namazının varlığım isbata çalışmıştır. Yine bu da fasid bir kıyastır. Çünkü sünnet, Hz. Pey-gamber'den (s.a.) gelen söz ya fiildir, yahut da Hulefâ-i Râşid'inin sünne­tidir. Bizim meselemizde ise bunlardan hiçbiri yoktur.[1051] Böyle bir konu­da kıyas yoluyla sünnet ortaya koymak caiz değildir. Zira bu, yapılış sebebi Hz. Peygamber (s.a.) devrinde kesinleşen şeylerdendir. O yapmamış, meşru da görmemişse bu durumda o şeyin yapılmaması sünnettir. Bayram namazından önce veya sonra kıyas yoluyla bir sünnet namaz meşrulaştır­mak da buna benzer. Bundan dolayı geceyi Müzdelife'de geçirene guslet­mek sünnet olmadığı gibi şeytan taşlamak, tavaf etmek, ay ve güneş tutul­masında namaz kılmak, yağmur duasında bulunmak için de gusletmek sünnet değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı bütün bu ibadetleri yap­tıkları halde bunlar için gusletmemişlerdir.

3- Bir kısmı da Buharî'nin Sahihimde zikrettiği şu hususu delil olarak ileri sürmüşlerdir. Buharı, "Cumadan önce ve sonra namaz kılma bahsi" diye bir başlık koyarak Abdullah b. Yusuf - Mâlik - Nâfi' - İbn Ömer yoluyla rivayet ediyor ki; "Hz. Peygamber (s.a.) öğle namazından önce ve sonra ikişer rekât, akşamdan sonra evinde iki rekât ve yatsıdan önce iki rekât namaz kılardı. Evine dönünceye kadar cumadan sonra namaz kılmazdı. Eve varınca iki rekât namaz kılardı. "[1052]

Bu hadis delil gösterilemez. Buharı bu sözüyle cumadan önce sünnet namaz olduğunu isbat etmek istememiştir. Onun maksadı, yalnızca cuma­dan Önce veya sonra namaz kılma konusunda herhangi bir hadis nakledilip edilmediğini ortaya koymaktır. Sonra bu hadisi zikretmiş, böylece Hz. Pey­gamberin (s.a.) sadece cumadan sonra sünnet namaz kıldığını, öncesinde kıldığı konusunda ise herhangi bir rivayet gelmediğini göstermek istemiştir.

Buharı aynı şeyi "Bayram Namazı" bölümünde de yapmıştır. Orada "Bayram namazından önce ve sonra namaz kılma bahsi" diye bir başlık atıyor ve Ebu'l-Muallâ'nın; "Saîd'den işittim, diyordu ki, İbn Abbas bay­ram namazından önce namaz kılmayı mekruh sayardı." dediğini nakle-dip[1053] sonra Saîd b. Cübeyr yoluyla İbn Abbas'tan şu rivayette bulunu­yor: "Hz. Peygamber (s.a.) evinden çıktı, camiye gelince iki rekât namaz kıldırdı. Bundan ne önce, ne sonra namaz kıldı. Yanında Bilâl vardı. .."[1054]

Bayram için de aynen cuma için attığı başlığı atmış, bayram namazın­dan önce ve sonra namaz kılmanın meşru olmadığını gösteren bir hadis zikretmiştir. Bu tutumu da gösterir ki, cumadan maksadı da aynıdır.

4-  Bazıları da şu zanm ileri sürüyor: Cuma öğle namazına bedeldir. Hadiste de öğle namazından önce ve sonra namaz kılmanın sünnet olduğu zikredilmiştir ki, cumanın da böyle olduğunu gösterir. Hz. Peygamber (s.a.) "evine dönünceye kadar cumadan sonra namaz kılmazdı." şeklinde nakle­dilen bu sözü İbn Ömer, cumadan sonraki sünnet namazın nerede kılınaca­ğını bildirmek ve bunun eve döndükten sonra kılınacağını açıklamak için söylemiştir.

Bu, yanlış bir zandır. Çünkü Buharı, "Farz namazlardan sonra nafile kılma bahsi"nde, İbn Ömer'in (r.a.) şöyle dediğini naklediyor: "Allah Ra-sûlü (s.a.) ile beraber öğle namazından önce ve sonra ikişer rekat, akşam­dan sonra iki rekât, yatsıdan sonra iki rekât ve cumadan sonra iki rekât namaz kıldım."[1055] Bu da apaçık gösteriyor ki, sahabeye göre cuma na­mazı öğleden ayrı başlı başına bir namazdır. Aksi halde "öğle" adı altına gireceği için onun adını anmaya gerek duymazdı. Öyleyse, yalnızca cuma­dan sonra sünnet namaz var olduğunu söylediğine göre cumadan önce sün­net namazın olmadığı bilinmiş olur.

5-  Kimileri de İbn Mâce'nin, Sünen'inde Ebu Hureyre ve Câbir'den naklettiği şu hadisi delil olarak ileri sürüyor: Hz. Peygamber (s.a.) hutbe­deyken Süleyk el-Gatafânî geldi. Peygamberimiz (s.a.) ona: "Gelmeden önce İki rekât namaz kıldın mı?" diye sordu. "Hayır" cevabım alınca: "Öyleyse hemen hafifçe iki rekât namaz kıl." buyurdu. Hadisin senedin­deki râviler, sika (güvenilir) râvilerdir.[1056]

Ebu'I-Berekât İbn Teymiye (v.652/1254) diyor ki: Hz. Peygamber'in (s.a.) "Gelmeden önce..." buyurmaları, bu iki rekât namazın cumanın sün­neti olduğunu ve tahiyyetü'l-mescid namazı olmadığını gösterir.

Bu zatın torunu, üstadımız Ebu'l-Abbas İbn Teymiye dedesinin bu sözlerine karşı diyor ki[1057]: Bu yanlıştır (galattır). Buharî ve Müslim'in Sa/z/A'lerinde Câbir'den nakledilen malum bir hadiste deniyor ki: Hz. Pey­gamber (s.a.) cuma günü hutbedeyken bir adam içeri girdi. Peygamberimiz (s.a.): "Namaz kıldın mı?" diye sordu. "Hayır" cevabını alınca da "İki rekât namaz kıl." diye emir buyurdu.[1058] Yine Hz. Peygamber (s.a.) "İçi­nizden biri imam hutbedeyken cumaya gelirse hafifçe iki rekât namaz kıl­sın." buyurmuşlardır.'[1059] Bu hadiste tam muhafazalı olan işte budur. İbn Mâce'nin tek olarak rivayet ettiği hadisler çoğu zaman sahih değildir.

Anlam itibariyle üstadın sözleri böyle.

Üstadımız Ebu'l-Haccâc Hafız el-Mizzî der ki: Bu, râvilerin kelimeyi yanlış söylemelerinden (tashîf) kaynaklanmaktadır. Aslı "Oturmadan önce namaz kıldın mı?" şeklindeydi. İstinsah eden yanlış yazdı. İbn Mâce'nin kitabını, itina göstermeyen râviler elden ele dolaştırırlardı. Buharı ve Müs­lim'in Sahihlerinde durum tersinedir. Çünkü bu kitapları hafızlar elden ele dolaştırmışlar ve zabtına, tashihine itina göstermişlerdir. Bu yüzden İbn Mâce'nin Sözen'inde pek çok yanlışlıklar ve değiştirmeler ( = tashif) vuku bulmuştur.

Ben derim ki: Bunun doğruluğunu şu da gösterir: Cuma namazından önceki ve sonraki sünnetleri kayıt etmeye itina gösteren ve bu konuda eser veren fakihler olsun, muhaddisler olsun ve diğerleri olsun bunlardan hiçbi­ri bu hadisi, cuma namazından önceki sünnet konusunda zikretmemişler-dir. Yalnızca, imam minberdeyken camiye girenin tahiyyetü'l-mescid na­mazı kılmasının müstehab olduğu konusunda zikretmişlerdir. Bu durumda tahiyyetü'l-mescid namazı kılmayı menedenlere karşı bu hadisi delil olarak ileri sürmektedirler. Şayet bu namaz, cumanın sünneti olsaydı orada zikre­dilmesi, konuya bu başlığın verilmesi, bu şekilde ezberlenip şöhret yapması tahiyyetü'l-mescid namazına göre daha münasib olurdu.

Yine Hz. Peygamber'in (s.a.) bu iki rekât namazı kılmayı yalnız içeri girene emretmesi de, bu namazın tahiyyetü'l-mescid olmasından kaynak­landığını gösterir. Şayet cumanın sünneti olsaydı, elbet orada oturanlara da emreder, yalnızca içeri girene özgü bir namaz saymazdı.    '

6- Bir kısmı da Ebu Davud'un Sünen'inde Müsedded-İsmail-Eyyûb-Nâff yoluyla naklettiği şu haberi delil gösteriyor: İbn Ömer, cumadan ön­ce namazı uzatırdı. Cumadan sonra evinde iki rekât kılardı. Kendisi, "Hz. Peygamber {s.a.) de böyle yapardı" diye nakletmiştir.[1060]

Bu rivayette, cumadan önce sünnet namaz olduğunu gösteren bir delil yoktur. "Hz. Peygamber (s.a.) de böyle yapardı." demekle, yalnızca Hz. Peygamber (s.a.) cumadan sonra evinde iki rekât namaz kılardı, bu iki rekâtı camide kılmazdı demek istemiştir. En faziletli olanı da bu iki rekâtı evde kılmaktır. Nitekim Buharî ve Müslim'de, İbn Ömer'in: "Allah Rasû-lü (s.a.), cumadan sonra evinde iki rekât namaz kılardı." dediği nakledil­mektedir. Yine Ebu Davud'un Sünen'mde nakledildiğine göre: İbn Ömer, Mekke'de iken cuma namazını kılınca öne doğru ilerledi, iki rekât namaz kıldı. Sonra tekrar ilerledi, dört rekât daha kıldı. Medine'de ise cumayı kılınca evine döndü, iki rekât namaz kıldı, camide namaz kılmadı. Bu du­rum kendisine hatırlatılınca: "Allah Rasûlü (s.a.) de böyle yapardı." de­miştir.[1061] İbn Ömer'in cumadan önce kıldığı uzun namaz ise herhangi bir nafile namazdır. Cumaya gelen kimsenin imam minbere çıkıncaya ka­dar namazla meşgul olması en uygun olanıdır. Nitekim bu husus daha ön­ce Ebu Hureyre ve Nübeyşe el-Huzelî'nin Hz. Peygamber'den (s.a.) nak­lettikleri hadiste geçmiştir.

Ebu Hureyre, Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu naklediyor: "Kim cuma günü gusleder, sonra camiye gelir, kendisi için takdir olunan namazı kılar; ardından imam hutbeyi bitirinceye kadar susar dinler, sonra da onunla birlikte namaz kılarsa, o cuma ile diğer cuma arasındaki günah­ları -bunların üç günlük ilâvesiyle beraber- affolunur."[1062]

Nübeyşe el-Huzelî'nin naklettiği hadiste de Hz. Peygamber (s.a.) bu­yuruyorlar ki: "Müslüman cuma günü gusleder, sonra evinden çıkıp hiç kimseyi incitmeden camiye gelir, şayet imam daha henüz minbere çıkma-mışsa münasip gördüğü kadar namaz kılar, çıkmışsa oturur; sonra da imam sözünü bitirip cuma namazını kılc^nncaya kadar imama kulak verir dinler­se, o cumada bütün günahları bağışlanmazsa ertesi cumaya keffaret olur."[1063]

Sahabenin de -Allah onlardan razı olsun- tutumları işte böyleydi.

İbnü'l-Münzir diyor ki: Bize, İbn Ömer'in cumadan önce on iki rekât namaz kıldığı nakledilmiştir.

Rivayete göre İbn Abbas sekiz rekât kılardı. Bu da gösterir ki onlar bu namazı herhangi bir nafile olarak kılmaktaydılar. Bu yüzden bu konu­da kendilerinden nakledilen rekât sayısında ihtilaf edilmiştir. Tirmizî, Sü-nen'ınĞe der ki: Nakledildiğine göre İbn Mes'ûd cumadan önce ve sonra dörder rekât kılardı[1064] İbnü'l-Mübârek ve es-Sevrî, bu görüşü benimse­mişlerdir.

İshak b. İbrahim b. Hânî en-Nisâburı anlatıyor: Ebu Abdillah'ı (Ah-med b. Hanbel) izledim. Cuma günü olunca güneşin zeval vaktine yaklaştı­ğını bilinceye dek namaz kılardı. Zevale yaklaşınca müezzin ezan okuyun-caya kadar namaz kılmazdı. Müezzin ezana başlayınca kalkar, iki rekât yahut aralarını selâmla ayırarak dört rekât namaz kılardı. Cumanın farzını kılınca camide bekler, sonra çıkardı. Cuma camisinin civarındaki bir mes­cide gelir, orada iki rekât namaz kılar, sonra otururdu. Bazan dört rekât kılıp oturduğu da olurdu. Sonra kalkar ayrıca iki rekât daha namaz kılar­dı. Bu altı rekât Hz. Ali'den gelen hadise göredir. Bazan altı rekâttan son­ra bir altı rekât, yahut daha az veya daha çok namaz kıldığı da olurdu. Onun bu tatbikatından, kendisine müntesip bazı âlimler, cumadan önce iki yahut dört rekât kılmak sünnettir rivayetini çıkardılar. Oysa bu apaçık olmadığı gibi olayın akışından da çıkartılabilecek bir şey değildir. Çünkü Ahmed b. Hanbel yasak vakitte namaz kılmazdı. Yasak vakit geçince aya­ğa kalkar, imam minbere çıkıncaya kadar nafile namazım tamamlardı. Ba­zan dört rekât yetiştirebilirdi, bazan da ancak iki rekât kılabilirdi.

7- Bazıları da cumadan önce sünnet namazın var olduğuna İbn Mâce'-nin Sürten'inde, Muhammed b. Yahya - Yezîd b. Abdirabbih - Bakıyye - Mübeşşir b. Ubeyd - Haccâc b. Ertât - Atıyye - Avî - İbn Abbas senediyle rivayet ettiği şu hadisi delil gösteriyor. İbn Abbas diyor ki:w

"Hz. Peygamber (s.a.) cumadan önce dört rekât namaz:*kilardı. Bu dört rekâtın arasım hiçbir şeyle ayırmazdı."                       

İbn Mâce "Cumadan önce namaz kılma bahsi" diye bir başlık atmış ve bu hadisi zikretmiştir.[1065]

Bu hadisin senedinde pekçok belâ vardır:

1)  Bakıyye b. el-Velîd. Tedlîsçilerin lideridir. Bu hadisi mu'anan riva­yet metoduyla nakletmiştir.  İşittiğini (semâ') açıkça belirtmemiştir.

2)  Mübeşşir b. Ubeyd. Rivayet ettiği hadisler münkerdir (münkeru'l-hadis). Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah diyor ki: Babamın şöyle dedi­ğini işittim:  "Mübeşşir b. Ubeyd isimli râvi Humus'tadtr. Onun Kûfeli olduğunu sanıyorum. Bakıyye ve Ebu'l-Muğîre ondan hadis nakletmişler-dir. Onun hadisleri, düzmece yalan hadislerdir." Dârakutnî de: "Mübeşşir b. Ubeyd'in naklettiği hadisler metruktür (metrukü'1-hadîs). Onun hadisle­rine mütâbaat edilmez."

3)  Haccac b. Ertât, zayıf ve müdellistir.

4)  Atıyye el-Avfı. Buharı: "Hüşeym onun hakkında iyi söylemezdi" diyor. Ahmed b. Hanbel ve bazı âlimler onu zayıf bulmuşlardır.

Beyhakî diyor ki: "Atıyye el-Avfî'nin naklettiği hadisler delil olarak kullanılamaz. Mübeşşir b. Ubeyd el-Hımsî'nin hadis uyduran biri olduğu söylenmektedir. Haccâc b. Ertât'ın naklettiği hadisler de delil olarak kulla­nılamaz."

Kimileri de diyor ki: Herhalde bu üç zayıf adamdan biri tarafından hadis - zabt ve itina gösterme sıfatlarına sahip olmadıkları için - tersine çevrilmiş (maklûb) olsa gerektir ve dolayısıyla hadis "cumadan sonra" şek­linde iken "cumadan Önce dört rekât..." şeklinde olması halinde Sahih'&z nakledilene uygunluk arzeder. Buna benzer bir durum olarak İmam Şafiî'­nin, Abdullah b. Ömer el-Amrî'den nakledilen "Ganimetten, süvariye iki piyadeye bir pay verilir" hadisi hakkında söylediği bu sözler zikredilebilir. Şafiî diyor ki: Herhalde Abdullah b. Ömer el-Amrî, Nâfi'in "Ganimetten ata iki, piyadeye bir pay verilir." dediğini işitti de bundan sonra "Gani­metten süvariye iki, piyadeyedir pay verilir." diye rivayette bulundu. Böy­le bir tahminle kardeşi Ubeydullah'm rivayet ettiği hadise uygunluğu sağ­lanmış olur. Ubeydullah b. Ömer'in hafıza bakımından kardeşi Abdullah'­tan daha ileri olduğunda ilim adamlarından hiçbiri şüphe etmez.

Derim ki: Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin, Ebu Hureyre tarafından nak­ledilen şu hadis hakkında söylediği söz de böyledir: "Cehennemlikler ahi-rette cehenneme atıldıkça, cehennem: Daha yok mu? diye soracak. Bu du­rum izzet sahibi Allah'ın ayağını oraya basarak cehennemde kilerin birbiri üstüne yığılıp cehennemin: Yetişir! Yetişir! demesine kadar sürecektir. Cennete gelince; Allah, onun için yeniden bir halk yaratır."[1066] Üstad îbn Teymiye diyor ki: Râvilerden biri tersine çevirip "Cehenneme gelince; Al­lah, onun için yeniden bir halk yaratır." demiştir.

Derim ki; Yine bu duruma diğer bir örnek, Hz. Âişe'nin naklettiği şu hadistir: "Bilâl gece ezan okur. Siz İbn Ümmi Mektûm ezan okuyunca-ya kadar yiyin, için." Bu hadis, Buharı ve Müslim'de rivayet edilmiştir.[1067]Râvilerden biri tersine çevirip: "İbn Ümmi Mektûm gece ezan okur. Siz, Bilâl ezan okuyuncaya kadar yiyin, için." diye nakletmiştir.

Bana göre Ebu Hureyre'nin naklettiği şu hadis de yine bu duruma örnek verilebilir: "Herhangi biriniz namaz kılarken (secdeye gideceğinde) devenin çöküşü gibi çökmesin. Dizlerinden önce ellerini yere koysun."[1068] Zannederim Ebu Hureyre -Allah daha iyi bilir ya- Hz. Peygamber'in, "El­lerinden önce dizlerini yere koysun" sözünde yanılmış, yukarıdaki gibi ri­vayet etmiştir. Nitekim Vâil b. Hucr diyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.) secde edeceği zaman ellerinden önce dizlerini yere koyardı."[1069] Hattâbî gibi bazı âlimler: "Vâil b. Hucr hadisi, Ebu Hureyre hadisinden daha sahihtir." diyorlar. Bu mesele genişçe bu kitapta daha önce incelendi. Allah'a ham-dolsun. [1070]

 

8— Cumadan Sonraki Sünnet Namaz:

 

Hz. Peygamber (s.a.) cumayı kılınca evine girer, iki rekât sünnet na­maz kılardı. Cumayı kılanlara, cumadan sonra dört rekât namaz kılmayı emretmiştir. Üstadımız Ebu'l-Abbas İbn Teymiye: "Camide kılarsa dört, evinde kılarsa iki rekât namaz kılar." demiştir. Onun bu sözüne hadisler delildir. Ebu Davud, İbn Ömer'in camide kılarsa dört, evinde kılarsa iki rekât namaz kıldığım naklediyor.[1071]

Buharî ve Müslim'de İbn Ömer'den gelen bir hadiste: "Hz. Peygam­ber (s.a.), cumadan sonra evinde iki rekât namaz kılardı." deniliyor.[1072]

Müslim'in Ebu Hureyre'den naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.): "Herhangi biriniz cumayı kılınca, ondan sonra dört rekât namaz kılsın." buyurmuşlardır.'[1073]! Allah en iyi bilendir. [1074]

 

J) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) BAYRAM NAMAZLARI

 

1— Bayram Namazlarını Musallada Kıldırması:

 

Hz. Peygamber (s.a.) bayram namazlarını musallada = namazgahta"[1075]kılardı. Bu musalla Medine'nin batı kapısında olup hacıların (iki kişinin deveye binebilmesi için deve üzerine çattıkları) mahmülerini indirdikleri yer­dir. Hz. Peygamber (s.a.) Mescid-i Nebevî'de yalnız bir kere bayram na­mazı kildırmıştır. O da —şayet Ebu Davud ve İbn Mâce'nin Sürtenlerinde nakledilen hadis sabitse— yağmur yağdığı için bayram namazım mescidde kıldırmaları hadisesidir[1076] Hz. Peygamber (s.a.) sürekli olarak bayram na­mazlarını musallada kıldırırdı. [1077]

 

2— Bayram Namazına Çıkışı:

 

Bayram namazına çıkarken en güzel elbisesini giyerdi. Bayramlarda ve cumada giydiği, özel takım elbisesi vardı. Bazan iki yeşil bürdesini[1078] bazan da kırmızı bürdesini giyerdi. Bazılarının zannettikleri gibi bu bürde, tek renkten oluşan saf kırmızı bir giysi değildi. Onda Yemen bürdelerinde olduğu gibi kırmızı çizgiler vardı. Bu yüzden ondaki bu özellik gözönüne alınarak "kırmızı" denildi. Peygamber'in (s.a.) kırmızı ve usfurla boyalı elbise giymeyi yasakladığı sahih yoldan nakledilmiştir. Bu nakle karşı ko­yacak başka bir nakil de yoktur. Abdullah b. Ömer'in üzerinde kırmızı iki elbise görünce ona bu elbiseleri yakmasını emretmişti.[1079] Hz. Peygam­ber (s.a.) kırmızıya karşı bu denli sert bir tutum takmarak mekruh gördü­ğünü belirtirken sonra kalkıp kendisinin giymesi düşünülemez. Şer'î delil, kırmızı giymek haram mıdır yahut tahrîmen mekruh mudur, konusu üze­rinde durmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.) Ramazan bayramına çıkmadan önce, sayısı tek olmak üzere, birkaç tane hurma yerdi. Kurban bayramında ise musalladan dönmeden hiçbir şey yemezdi. Döndüğünde kesilen kurbandan yerdi.

Bayramlarda guslederdi. Bu konuda rivayet edilen hadis sahihtir. İki de zayıf hadis vardır: 1- Cubâre b. Mugallis'ten gelen İbn Abbas hadi­si,'[1080] 2- Yusuf b. Hâlid es-Semtî'den gelen Fâkih b. Sa'd hadisi.[1081] Ancak sünnete son derece bağlı olan İbn Ömer'in bayram günü namaza çıkmadan önce guslettiği sahih yoldan nakledilmiştir.[1082]

Hz. Peygamber (s.a.) yaya olarak namaza çıkar, önünden küçük bir mızrak götürülür, musallaya varınca bu mızrağa doğru namaz kıldırması için Peygamberimizin önüne dikilirdi. Çünkü o zamanlar musalla açık alan­dan ibaretti; orada ne bir bina, ne de bir duvar vardı. Kısa bir mızrak sütre vazifesi görürdü.[1083]                                                       

 

3— Bayram Namazını Kıldırışı:

 

Ramazan bayramında namazı geciktirir; kurban bayramında ise daha erken kildınrdı. Sünnete son derece bağlı olan İbn Ömer, güneş doğmadan namaza çıkmaz ve evinden musallaya varıncaya kadar tekbir getirirdi.

Hz. Peygamber (s.a.) musallaya varınca ezansız, kâmetsiz[1084] ve "esSalâtü câmiaten = Haydin cemaatle namaza!" dedirtmeden doğrudan doğ­ruya namaza başlardı. Bunlardan hiçbirini yapmamak sünnettir. Ne Pey­gamberimiz, ne de ashabı musallaya vardıklarında; ne namazdan önce, ne de sonra herhangi bir namaz kılarlardı[1085]

Hutbeden önce namazı kıldırmakla işe başlar, iki rekât namaz kıldınr-dı. Birinci rekâtta başlangıç tekbiriyle birlikte peşpeşe yedi tekbir alır her iki tekbir arasında çok az bir müddet susardı. Tekbirler arasında belli bir zikir söylediği nakledilmemiştir. Ancak Hallâl'ın nakline göre İbn Mes'ûd bu aralarda Allah'a hamdeder, O'na övgüde bulunur ve Hz. Peygambere (s.a.) salât ü selâm getirirdi. Gereğini yapmak için sünneti araştıran İbn Ömer, her tekbirde ellerini kaldırırdı.

Hz. Peygamber (s.a.) tekbirleri bitirince kıraate başlardı. Fâtiha'yı okur sonra rekâtların birisinde "Kâf" diğerinde de "Kamer" sûresini okurdu.[1086] Bazan da "A'lâ" ve "Gâşiye" sûrelerini okurdu[1087] Her iki rivayet de sahihtir. Bunlar dışında, Hz. Peygamber'in (s.a.) başka sûreler okuduğuna dair, hiçbir sahih rivayet yoktur.

Kıraati bitirince tekbir alır, rükûa giderdi. Sonra birinci rekâtı tamam­layıp secdeden kalkar, peşipeşine beş kere tekbir alırdı. Tekbir almayı biti­rince kıraate başlardı. Öyleyse her iki rekâtta da ilk yaptığı şey tekbir getir­mektir. Kıraatin peşini rükû izliyordu. Hz. Peygamber'in (s.a.) iki kıraati birbiri ardınca yaptığı, önce tekbir aldığı sonra kıraat eyleyip rükûa gittiği, ikinci rekâtta kalkınca okuduğu, tekbiri kıraatten sonraya bıraktığı nakle-dilmekteyse de bu nakil sabit değildir. Çünkü Muhammed b. Muâviye en-Nisaburî tarafından rivayet edilmiştir. Beyhakî onun hakkında: "Pek çok­ları onu yalan söylemekle suçlamıştır." diyor.

Tirmizî, Kesîr b. Abdullah b. Amr b. Avf —babasıAbdullahb. Amr-dedesi Amr b. Avf yoluyla rivayet eder ki: Hz. Peygamber (s.a.) bayram namazlarının ilk rekâtinde kıraatten önce yedi diğer rekâtta yine kıraatten önce beş tekbir ahrdı.[1088] Tirmizî diyor ki: "Bu hadisi Muhatnmed'e, yani

Buharî'ye sordum. Bana "Bu konuda bu hadisten daha sahihi yoktur" cevabını verdi. Benim görüşüm de budur. Bu konuda Abdullah b. Abdur-rahman et-Tâifî - Amr b. Şuayb - babası - dedesi yoluyla rivayet edilen hadis de sahihtir."

Ben derim ki: Tirmizî, Abdullah b. Abdurrahman hadisiyle şu hadisi kastediyor; "Hz. Peygamber (s.a.) bayram namazında ilk rekâtta yedi, ikin­cide beş olmak üzere toplam on iki tekbir aldı. Ne öncesinde, ne sonrasın­da namaz kıldı. " İmam Ahmed: "Ben de bu görüşü savunuyorum" diyor. Yine aynı İmam Ahmed, Müsned'mde, bu Kesir b. Abdullah b. Amr'in hadisine çatmış ve: "Onun naklettiği hadisin hiçbir değeri yoktur' demiş­tir. Tirmizî de bazan onun naklettiği hadisi sahih sayarken, bazan da hasen sayıyor. Oysa Buharı bu konuda naklolunan en sahih hadisin bu olduğunu belirtmiş, bizzat Tirmizî'de Amr b. Şuayb hadisinin sahihliğine hükmedip kendisinin de Buharî'nin görüşünde olduğunu haber vermiştir. En iyi bilen Allah'tır. [1089] 

 

4— Bayram Hutbesi:

 

Hz. Peygamber (s.a.) namazı tamamladığında, cemaat saflarında otu­rurken onlara karşı dönüp ayakta kendilerine va'zeder, tavsiyelerde bulu­nur, ne emredilecekse emreder ne yasaklanacaksa yasaklardı. Bu esnada kimilerini gazaya göndermek gerekirse gönderir, bir şeyin yapılmasını em­redecek olursa emrederdi[1090]' Orada üzerine çıkıp konuşacağı bir minber yoktu. Medine'deki minberi dışan çıkardığı da olmazdı. Toprak üzerinde ayakta durarak halka hitap ederdi.

Câbir diyor ki: "Bir bayram namazında Allah Rasûlü (s.a.) ile bera­ber bulundum. Önce ezansız ve kâmetsiz olarak hutbeye geçmeden namazı kıldırdı. Sonra Biiâl'e dayanarak ayağa kalktı. Allah'tan sakınmayı emre­dip, O'nun emirlerine uymaya teşvik etti. Halka va'z ve nasihat ettikten sonra yürüdü, kadınların yanlarına kadar gitti. Onlara da va'z ve nasihat etti." Hadis, Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir[1091]

Ebu Saîd el-Hudrî anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.) Ramazan ve Kur­ban bayramı günlerinde musallaya çıkardı. İlk yaptığı iş namaz olurdu. Sonra cemaat saflarında otururken ayakta onlara dönüp kendilerine vâ'z ve nasihat ederdi." Hadisi, Müslim rivayet etmiştir[1092]

Yine Ebu Saîd el-Hudrî anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) bayram günü çıkar, insanlara iki rekât namaz kıldırırdı. Selâm verip namazdan çıkınca, cemaat saflarında otuıurken onlara dönüp —devesi— üzerinde durur: "Bağış yapın" buyururdu. En çok bağış yapan kadınlar olur, küpe, yüzük ve nele­ri varsa verirlerdi. Şayet bir ihtiyacı olur, bir bölük ordu-asker göndermek gereği duyarsa cemaate hatırlatırdı. Böyle birşey olmazsa döner giderdi[1093]

Hafız Bakî b. Mahled'in, bu hadisi Müsned'inde zikrettiğini görünce­ye kadar bunun bir vehim olduğunu, çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) bay­ram namazına, önünde mızrak götürülür şekilde yaya olarak çıktığını sa­dece kurban bayramı günü (veda haccmda) Minâ'da devesi üzerinde hutbe söylediğini düşünürdüm. Hafız Bakî b. Mahled bu hadisi Müsned'mde, Ebu Bekir b. Ebî Şeybe -Abdullah b. Nümeyr -Davud b. Kays- Iyâz b. Abdullah b. Sa'd b. Ebu Serh-Ebu Saîd el-Hudrî senediyle "Allah Rasûlü (s.a.) Ramazan bayramı günü çıkar, cemaata şu iki rekât namazı kıldırırdı. Selâm verince cemaata döner, onlara: Bağış yapınız, buyururdu. En çok bağış yapan kadınlar olurdu..." diye rivayet edip hadisin devamını zikrediyor.

Sonra Hafız Bakî, Ebu Bekir b. Hallâd -Ebu Âmir- Davud -Iyâz- Ebu Saîd senediyle: "Hz. Peygamber (s.a.) Ramazan bayramı günü çıkar cema­ata namaz kıldırırdı. İlk iş olarak iki rekât namazı kıldırdıktan sonra otu­ran cemaata karşı döner, onlara: Bağış yapınız, buyururdu." hadisini riva­yet edip yukandakine benzer şekilde devamını zikrediyor. Hadisi aynı se-nedle, ancak senetteki Ebu Küreyb -Ebu-Üsâme- Davud farkıyla, İbn Mâ-ce de rivayet etmiştir[1094] Herhalde Câbir'in de: "Bilâl'e dayanarak ayağa kalktı" sözünde olduğu gibi "sonra ayaküstü durdu," şeklinde olup, kâtip tarafından yapılan bir hata ile "devesi üstünde" şekline çevrilmiş olsa ge­rektir. Allah en iyi bilendir.

Soru: Buharî ve Müslim Sû/î/Vı'Ierinde îbn Abbas'ın şöyle anlattığını rivayet ederler: "Ben Ramazan bayramı namazında Hz. Peygamber (s.a.) ile, Ebu Bekir, Ömer ve Osman -Allah onlardan razı olsun- ile beraber bulundum. Hepsi de namazı hutbeden önce kıldırırlar, sonra hutbe okur­lardı. Allah Rasûlü (s.a.) hutbeden indi. -Eliyle erkeklere oturun diye işa­ret ettiği hâlâ gözümün önündedir.- Sonra erkeklerin saflarını yararak ka­dın saflarına kadar gitti. Bilâl de beraberinde idi. Hz. Peygamber (s.a.): 'Ey Peygamber! Mü'min kadınlar sana gelip de Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere biat etmek isterlerse../ âyetin[1095] sonuna kadar okudu. [1096]

Yine Buhârî ve Müslim'in Sahih'lennde C^bir'den nakledilen diğer bir hadise göre: "Hz. Peygamber (s.a.) ayağa kalktı önce namaz kıldırdı. Son­ra ardından cemaata hitap etti. Allah'ın Peygamberi fs.a.) hutbeyi bitirip indi. Kadınların yanlarına kadar geldi, onlara va'z etti...[1097]

Bu hadisler, Hz. Peygamber'in (s.a.) bir minber yahut devesi üzerinde hutbe okuduğunu gösterir. Belki de kerpiç, çamur veya buna benzer bir şeyden onun için bir minber yapılmış olabilir?

Cevap: Bu iki hadisin sahih olduğunda şüphe yoktur. Yine Mescid-i Nebevî'deki minberin dışarı çıkartılmadığında ve onu ilk defa Mervan b. Hakem'in dışarı çıkartmış olduğunda, hatta ona bu yüzden karşı gelindi­ğinde de şüphe yoktur. Kerpiç ve çamurdan yapılan minbere gelince; Bu­harı ve Müslim'in Sahih'lerinde naklettikleri üzere böyle bir minberi ilk olarak yapan -Mervan'm Medine emirliği sırasında- Kesîr b. Salt olmuş­tur.[1098] Herhalde Hz. Peygamber (s.a.) musallada yüksekçe kürsü üzerin­de dururdu. Sonra oradan aşağı iner, kadınların yanına giderdi. Karşıların­da durur, onlara hitap eder; va'z ve nasihatta bulunurdu. Allah en iyi bilendir.

Bütün hutbelerine Allah'a hamdederek başlardı. Bayram hutbelerinde tekbirle başladığına dair bir tek hadis bile nakledilmemiştir. Yalnız İbn Mâce, Sünen'mdt Peygamberimizin müezzini Sa'd el-Karaz'dan nakleder ki. Allah Rasûlü (s.a."i hutbe aralarında ve bayramlardaki hutbelerde çokça tekbir getirirdi.[1099] Bu hadis, Hz. Peygamber'in (s.a.) bayram hutbesi' ne tekbirle başladığına delil olmaz.

Bayramlarda ve yağmur duasında okunan hutbelere hangi sözle başla­nılacağında âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Kimileri her ikisine de tekbirle başlanacağını, kimileri yağmur duası hutbesine istiğfar ederek başlanacağını ve kimileri de her ikisine Allah'a hamdederek başlanacağını söylemiştir. Şeyhülislâm İbn Teymiye diyor ki: Doğru olan bu üçüncüsü-dür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'a hamdla başlanılmayan her önem­li iş sonuçta eksiktir. "[1100] buyurmuştur.

Bütün hutbelerine Allah'a hamdederek başlardı.

Hz. Peygamber (s.a.) bayram namazına katılan kimseleri, hutbeyi din­lemek için oturmakla gitmek arasında serbest bırakmıştır. Bayram cumaya denk geldiğinde onlara bayram namazıyla yetinebileceklerini ,cumaya gel­melerinin gerekli olmadığını bir ruhsat olarak bildirmiştir.[1101] 

 

5— Namaza Değişik Yollardan Gidip Gelmesi:

 

Hz. Peygamber (s.a.) bayram günü yolunu değiştirirdi. Giderken bir yoldan, dönerken başka bir yoldan yürümeyi tercih ederdi.[1102] Bu davra­nışının hikmeti konusunda şu görüşler ileri sürülmüştür:

1- Her iki yoldaki halka selâm vermek için,

2-  Her iki grubun da onun bereketinden istifade etmesi için,

3-  O yollarda bulunan ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gidermek için,

4-  Diğer yol ve geçitlerde de îslâm dininin -simge- sembollerini göster­mek için,

5-  Münafıkların, islâm'ın ve müslümanlann hâkimiyetlerini, İslâm di­ninin sembollerinin ayakta durduğunu görüp öfkelerinden kendi kendileri­ni yiyip tüketmelerini sağlamak için,

6-  Çok yerin kıyamette lehine şahitlik etmesi için. Çünkü camiye ve namazgaha giden kimsenin attığı iki adımdan biriyle derecesi bir basamak yükselir, diğeriyle bir günahı silinir. Bu durum evine dönünceye kadar sürer.

7-  En doğrusu Hz. Peygamber'in (s.a.) böyle davranmasının hikmeti bütün bunlarla birlikte O'nun davranışlarında mutlak surette bulunan di­ğer hikmetlerdir.  [1103]                                                                     

 

6— Teşrik Tekbirleri:                                                          

 

Arefe günü sabah namazından başlamak üzere en son teşrik gününün ikindi namazına kadar şu şekilde tekbir getirmekte olduğu rivayet ediliyor:

"Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah'tan başka tanrı yok­tur. Allah en büyüktür, Allah en büyüktür. Hamd yalnız Allah'adır.[1104]

 

K) HZ.PEYGAMBER'IN GÜNEŞ TUTULMASINDA KILDIĞI

 

1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Küsuf Namazı Kılması:

 

Güneş tutulunca Hz. Peygamber (s.a.) ridâsını sürüyerek korku ve en­dişe içinde hızlıca mescide gitti. Güneş doğup günün ilk vakitlerinde iki-üç mızrak boyu yükseldikten sonra tutulmuştu. Öne geçip iki rekât namaz kıldı. İlk rekâtta açıktan Fatiha ve uzunca bir sûre okudu. Sonra rükûa vardı ve rükûu uzattı. Sonra başını rükûdan kaldırdı ve kıyamı uzattı ise de bu ikinci kıyam evvelki kıyamdan az sürdü. Başını rükûdan kaldırdığın­da: deyip kıraate başladı. Sonra rükûa vardı ve rükûu uzattı ise de bu ikinci rükû evvelki rükûdan az sürdü. Sonra başını kaldırdı, ardından secdeye gidip uzun bir secde etti. Secdeyi bayağı uzattı. Sonra ikinci rekâtta, birinci rekâtta yaptığı gibi yaptı. Böylece her-bir rekâtta iki rükû iki secde yapılmış oldu. îki rekâtta toplam dört rükû dört secdeye tamamlanmış oldu. [1105]

 

2— Küsuf Namazındaki Hutbesi:

 

Bu namazında cennet ve cehennemi gördü. İnsanlara göstermek için cennetten bir salkım üzüm almayı düşündüyse de almadı. Azap çekecek olanları da cehennemde gördü. Bir kadının bir yere kapatıp aç ve susuz bırarak ölmesine sebep olduğu bir kedinin o kadını tırmaladığını gördü. Hz. İbrahim'in dinini ilk değiştiren Amr b. Mâlik'in cehennemde bağırsak­larım sürüdüğünü gördü. Hac eden birinin mallarını çalan kimsenin de azap çektiğini gördü. Sonra dönüp son derece edebî ve etkili bir hutbe okudu. Bu hutbesinden bize kadar gelen bölümleri şöyle sıralayabiliriz:

"Şüphe etmeyiniz ki, güneş ve ay Allah'ın (kendi varlığına delâlet eden)-açık alâmet- âyetlerinden iki âyettirler. Bunlar, hiç kimsenin ölümü veya dirimi için tutulmazlar. Tutulduklarını görünce Allah'a dua edin, tekbir alın, namaz kılın, sadaka verin. Ey Muhammed ümmeti! Allah'a yemin ederim ki, erkek veya kadın bir kulunun zina edişinden dolayı Allah kadar kıskanç hiçbir kimse yoktur. Ey Muhammed ümmeti! Allah'a yemin ede­rim ki, benim bildiğimi bilseniz az güler, çok ağlardınız."

"Size va'dolunan herşeyi şu makamımda -yemin olsun- gördüm. Hat­ta ileri atıldığımı gördüğünüzde cennetten bir salkım üzüm almak arzu etti­ğimi hissettim. Geri çekildiğimi gördüğünüzde ise cehennemdekilerin birbi­ri üzerine yığıldığım gördüm."

"Cehennemi de gördüm. Ömrümde bugün gördüğüm kadar iğrenç bir manzara görmemiştim. Baktım ki, cehennem halkının çoğunluğunu kadın­lar oluşturuyor."

Sordular: "Neden, ya Rasûlallah?" Cevap verdi: "Küfrettiklerinden" Tekrar: "Allah'a mı küfrediyorlar?" diye sordular. Cevaben: "Kocalarına ve kendilerine yapılan iyiliklere (nankörlük) ederler. İçlerinden birine dün­ya durdukça iyilik etsen, sonra da senden hoşlanmayacağı birşey görse: Şimdiye kadar senden hiçbir hayır görmedim ki, der." buyurdular.

"Bana vahyolundu ki, sizler kabirlerinizde Deccâl fitnesine benzer -yahut yakın-[1106] bir imtihana tâbi tutulacaksınız. Herhangi birinize gelip: Bu adam hakkında ne biliyorsun? diye soracaklar. Mü'min -yahut mûkın = kesin inançlı- kimse: 'Allah'ın elçisi Muhammed'dir. Bize açık de­liller ve hidayet sundu. Biz de onun isteğine cevap verdik, inandık, peşine düştük.' diye cevap verecek. Ona: 'Rahat uyu! Senin gerçek mü'min oldu­ğunu anladık.' diyecekler. Münafık -yahut şüphe eden- kimse: 'Bilmiyo­rum. Halkın birşey dediğini duydum, ben de söyledim' diyecektir."[1107]

Başka bir yoldan Ahmed b. Hanbel (r.h.) de şöyle naklediyor: Hz. Peygamber (s.a.) namazdan selâm verip çıkınca Allah'a hamdetti. O'na övgüde bulundu, Allah'tan başka tanrı bulunmadığına ve kendisinin O'-nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık etti. Sonra: "Ey insanlar! Size Allah için soruyorum, söyleyin bana Rabbimin mesajım sizlere iletmekte herhan­gi bir kusur gösterdim de bunu bana haber vermediğiniz oldu mu?" diye sordu. Bunun üzerine bir adam ayağa kalktı ve: "Tanıklık ederiz ki, Rab-binin mesajını ilettin, ümmetine nasihat ettin, üzerine düşen vazifeyi yap­tın." dedi. Sonra Hz.Peygamber (s.a.) buyurdular ki:

"Bazı insanlar yeryüzü halkından büyük adamların ölümlerinden do­layı ay ve güneşin tutulduklarını, yıldızların yerlerinden kaydıklarını iddia ediyorlar. Şüphesiz bunlar yalan söylüyorlar. İş onların dediği gibi değil. Bu hâdiseler Allah Teâlâ'nın, kullarına ibret almaları ve kimin tevbe edip etmediğini kontrol etmek için verdiği âyetlerden birkaçıdır."

"Allah'a yemin ederim ki, az önce namaza durduğum müddet içinde sizlerin dünya ve âhiret işlerinizde karşılaşacağınız herşeyi gördüm. Allah en iyi bilendir ya, otuz yalancı çıkıncaya kadar kıyamet kopmayacak. On­ların sonuncuları sol yüzü bulunmayan şaşı Deccâl'dir. Gözü sanki -o de­virde Hz. Peygamber'le (s.a.) Hz. Âişe'nin odası arasında oturan Ensar'-dan bir ihtiyar olan- Ebu Tihyâ'mn gözü gibidir. Deccâl ortaya çıktığında Allah olduğunu iddia edecektir. Ona inanan, söylediğim kabullenen ve onun yolundan gidene daha Önce işlediği hiçbir iyilik fayda vermez. Onu inkâr edip söylediği sözleri yalanlayan da daha önce yaptığı hiçbir günahın ceza­sını çekmeyecektir. Deccâl, Harem ve Beytü'l-Makdis dışında bütün yeryü­züne galip gelecektir. Mü'minleri Beytül'l Makdis'e sıkıştıracak; mü'minler çok şiddetli bir sarsıntıya uğrayacaklar, sonra Allah (c.c.) Deccâl'i ve or­dusunu helak edecektir. Hatta öyle ki, duvarın temeli yahut kökü ile ağaç kökleri bile: 'Ey müslüman! Ey inanan! Orada bir yahudi -yahut kâfir-vardır! Gel buraya, öldür onu!' diye bağıracaktır. İçinizdeki durumları kalb-lerinize korku salacak derecede olan birtakım işleri görüp birbirinize: 'Pey­gamberiniz size bunlardan hiç bahsetmiş miydi?' diye soruşturuncaya ve dağlar yerlerinden kayıncaya kadar bunlar olmayacaktır. Bunlar olduktan sonra bütün canlar alınacaktır."[1108]

Hz. Peygamber'den (s.a.) güneş tutulması (küsûf) namazı ve hutbesi ile ilgili naklolunan sahih rivayetler işte böyledir. Bu namazı başka şekillerde kıldırdığı da naklolunmustur: 1- Her rekât üç rükû üe[1109],

2-  Her rekât dört rükû ile[1110]

3-  Küsûf namazı da, her rekâtta bir rükû ile kılınan herhangi bir na­maz gibidir. Ancak İmam Ahmed, Buharı ve Şafiî gibi büyük imamlar bu rivayeti sahih bulmuyor, yanlış sayıyorlar. [1111]

 

3— Diğer Rivayetler:

 

Bir şahıs İmam Şafiî'ye: "Bazıları Hz. Peygamber'in (s.a.) (küsûf na­mazını) herbir rekâtta üç rükû ile kıldırdığını naklediyorlar?" diye sormuş­tu. Olayı anlatan İmam Şafiî diyor ki: O şahsa: "Sen de bu görüşte mi­sin?" diye sordum. "Hayır. Ancak ben bu hadis sizin kabul ettiğiniz bir rekâtta iki rükû hadisine ilâve bir hüküm getirdiği halde niçin kabul etme­diniz, onu merak ediyorum." diye cevap verdi. Ben de ona dedim ki: "Bi­rinci sebep, munkatı = kesik olması. Biz munkatı hadisi başlıbaşına sabit bir delil olarak görmüyoruz. Diğer bir sebep -Allah en iyi bilendir ya- bu hadisi yanlış (galat) buluyoruz."

Beyhakî diyor ki: "Şafiî'nin "munkatı"dan maksadı Ubeyd b. Umeyr'in 'Doğruluğuna güvendiğim biri bana anlattı.' sözüdür. Atâ: Zannederim Ubeyd bu sözüyle Hz. Âişe'yi kastediyor, deyip hadisi naklediyor. Bu ha­diste: 'Hz. Peygamber (s.a,) her rekâtta üç rükû, dört secde yaptı.' denili­yor. Katâde, Atâ -Ubeyd b. Umeyr-Hz. Âişe senediyle Hz. Peygamber'in (s.a.) altı rükû, dört secde ile kıldırdığını rivayet etmiştir. Öyleyse Atâ, Hz. Âişe'ye bu rivayeti kesin bildiğinden değil, zan ve tahminle isnâd et­miştir. Bu rivayet Hz. Âişe'den nasıl naklolunmuş olabilir? Oysa Urve ve Amra'mn (v.98/716) Hz. Âişe'den aksini rivayet ettikleri sabittir. Urve ve Amra, Ubeyd b.Umeyr'e göre Hz. Âişe ile daha yakın ilişki içinde bulun­muşlardır.[1112] Hem bunlar iki kişidir. İki kişinin rivayetinin sağlam olması akla daha yakındır. Şafiî'nin yanlış bulduğu hadis, zannederim Atâ'nın Câbir'den naklettiği şu hadistir: 'Hz. Peygamber fs.a.) devrinde Hz. Pey­gamber'in (s.a.) oğlu İbrahim'in öldüğü gün güneş tutuldu. Halk: Güneş, İbrahim'in ölümünden dolayı tutuldu, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygam­ber (s.a,) ayağa kalkıp altı rükû, dört secde ile halka namaz kıldırdı...'"

Beyhakî der ki: "Bu hadiste geçen olay ile Ebu'z-Zübeyr'in naklettiği hadiste geçen olayı inceleyen kimse, bu ikisinin aynı olay olduğunu naklo­lunan namazı Hz. Peygamber'in (s.a.) sadece bir kere kıldırdığını, onu da oğlu İbrahim'in (a.s.) öldüğü gün kıldırmış olduğunu anlar."

"Sonra bir de Abdülmelik b. Ebî Süleyman -Atâ- Câbir senedi ile Hişâm ed-Destevâî -Ebu'z-Zübeyr- Câbir senedinden gelen iki rivayette herbir rekâttaki rükûların adedi farklı gösterilmiştir. Biz Hişâm'ın rivayetini, yani herbir rekâtta yalnızca iki rükû rivayetini daha münasib bulduk. Zira Hi­şâm, Ebu'z-Zübeyr ile birlikte Abdülmelik'ten daha sağlam hafızaya sa­hiptir. Hem rükûların sayısı konusunda ondan gelen rivayet de, Amra ve Urve'nin Hz. Âişe'den; Kesîr b. Abbas ve Atâ b. Yesâr'ın İbn Abbas'tan; Ebu Süleym'in Abdullah b. Amr'dan yaptıkları rivayetler ile Yahya b. Sü-leym gibi birtakım râvilerin yaptıkları rivayetlere uygundur. Abdülmelik'in Atâ'dan yaptığı rivayete muhalefet edilmiş; İbn Cüreyc ve Katâde, Atâ'-dan, o da Ubeyd b. Umeyr'den altı rükû, dört secde ile kılındığını rivayet etmişlerdir. Ayrılık bulunmayan ve pekçok sayıda kimsenin muvafakat et­tiği, Hişâm -Ebu'z-Zübeyr- Câbir rivayeti, Atâ'dan gelen iki rivayetten doğ­ruya daha çok yakındır. Çünkü bu iki rivayetten birisinin senedi teveh-hümle sabit olmuş, diğerini ise pekçok hadiste yanlışlık yapmakla suçlanan Abdülmelik b. Ebî Süleyman tek başına rivayet etmiştir."

"Habîb b. Ebî Sabit, Tâvûs aracılığıyla İbn Abbas'ın şu rivayette bu­lunduğunu naklediyor: Hz.Peygamber (s.a.) bir güneş tutulması münase­betiyle namaz kıldı. Namazda kırâat'tan sonra rükûa gitti. Sonra yine kı­raat eyleyip rükûa gitti. Sonra yine kıraat eyleyip rükûa gitti. Sonra yine kıraat eyleyip rükûa gitti. Sonra secdeye gitti. Diğer rekâtı da yine aynı şekilde (dört rükû ile) kıldı."

"Bu hadisi Müslim, Sahih'inde rivayet etmiştir[1113]Hadis, Habîb b. Ebî Sâbit'in tek kaldığı hadislerdendir. Habîb her ne kadar sika bir râvî ise de tedlîs yapardı. Burada da (muan'an rivayetle naklederek) Tâvûs'tan hadisi işittiğini açıklamamıştır. Bu durumu, güvenilir olmayan birinden na­kil yapmasına yüklemek uygun olur. Bu hadisin Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbetinde ve metninde Süleyman el-Mekkî el-Ahvel, ona muhalefet etmiş ve hadisi Tâvûs aracılığıyla bir rekâtta üç rükû şeklinde İbn Abbas'ın fiili olarak nakletmiştir. Süleyman'a da rükûların adedinde muhalefet edilmiş­tir. Bir topluluk bu hadisi İbn Abbas'ın fiili olarak nakletmiştir. Nitekim Atâ b.Yesâr gibi bir kısım râviler de tbn Abbas'tan Hz. Peygamber'in (s.a.) herbir rekâtta iki rükû yaptığını rivayet etmişlerdir."

"Muhammed b. İsmail el-Buharî bu üç rivayetten de yüz çevirmiş; senedi daha sahih, râvi sayısı daha çok ve râvileri daha güvenli olan hadise aykırı oldukları için bunlardan hiçbirini Sahih'inc almamıştır. Ebu İsa et-Tirmizî'nin nakline göre Buharı şöyle demiştir: Küsûf namazı konusunda gelen rivayetlerin bana göre en sahih olanı dört rükû, dört secde rivayeti­dir..."

Beyhakî der ki: "Huzeyfe'den Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbetle rivayet edilen: 'Her bir rekâtta dört rükû' hadisinin senedi zayıftır."[1114]

"Übey b. Kâ'b'tan da Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbetîe 'Herbir rekâtta beş rükû' hadisi[1115] naklolunmaktadır. Sahih sahipleri (Buharı ile Müslim) bu hadisin senedinde olduğu gibi böyle bir senedi delil olarak kullanma­mışlardır."

Yine Beyhakî diyor ki: "Hadisçilerden bir topluluk rükûların sayısı konusunda gelen bütün rivayetleri sahih sayma yolunu tutmuş ve bu riva­yetleri Hz. Peygamber'in (s.a.) bu namazı defalarca kıldırdığına, dolayısıy­la bütün bu şekillerin caiz olduğuna yüklemişlerdir. İshak b. Rahûyeh, Muhammed b. İshak b. Huzeyme, Ebu Bekir b. İshak ed-Dabî ve Ebu Süleyman el-Hattâbî bu görüştedirler. İbnu'l-Münzir de bu görüşü güzel bulmuştur. Buharı ve Şafiî'nin haberler arasında tercih yapma görüşleri daha uygundur. Çünkü daha önce de belirttiğimiz üzere, bütün haberler Hz. Peygamber'in (s.a.) oğlunun vefat ettiği gün kıldırdığı namazın anlatı­mı ile ilgilidir."

Ben derim ki: Kendisinden aktarılan açıklamaya göre İmam Ahmed de sadece herbir rekâtta iki rükû iki secde ile kılındığına dair Hz. Âişe'den naklolunan hadisi esas almıştır. Mervezî'nin nakline göre: "Küsûf namazı­nın herbir rekâtta iki rükû iki secde olmak üzere dört rükû, dört secde ile kılınacağı görüşündeyim. Bu konuda Hz. Âişe'den naklolunan hadisi izliyorum. Hadislerin çoğunluğu bu noktadadır." demiştir. Hanbelîlerden Ebu Bekir (v.311/923) ile ilk devir hanbelî âlimleri bu görüşü tercvh etmiş­lerdir. Üstadımız Ebu'l-Abbas İbn Teymiye de bunu tercih etmiş olup buna muhalif olan bütün hadisleri zayıf sayar ve: "Bunlar yanlıştır! Hz. Pey­gamber (s.a.) küsûf namazım yalnız bir kere -oğlu İbrahim'in öldüğü gün-kıldırmıştır." derdi. Allah en iyi bilendir.                             

Hz. Peygamber (s.a.), güneş tutulduğunda Allah'ın zikredilmesini, na­maz kılınmasını, dua edilmesini, Allah'tan af dilenmesini, sadaka verilme­sini ve köle âzâd edilmesini emretmiştir. Allah en iyi bilendir. [1116]

 

L) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) YAĞMUR DUASINDAKİ TUTUMLARI

 

I— Hz. Peygamber'in (s.a.) Yağmur Duaları:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) pekçok şekilde yağmur duasında bulunduğu sabittir:                            .                                                                      

Birinci şekil: Cuma günü hutbe esnasında minberde yağmur duasında bulunmuştur ve şöyle dua etmiştir:

"Allah'ım, imdadımıza yetiş! Allah'ım, imdadımıza yetiş! Allah'ım, imdadımıza yetiş! Allah'ım, bize yağmur ver! Allah'ım, bize yağmur ver! Allah'ım, bize yağmur ver!"[1117]

İkinci şekil: Halka, namazgaha çıkıp yağmur duasında bulunacağı bir gün vadetti. Güneş doğunca gösterişsiz giyimli, mütevâzi, alçak gönüllü, vakarlı ve yalvarır bir vaziyette evinden çıktı.[1118] Namazgaha varınca -doğruysa- minbere çıktı; -çünkü bu konuda kalbimde bir tereddüt vardır-Ardından Allah'a hamdetti. O'na övgüde bulundu ve O'nun büyüklüğünü belirtti. O esnada söylediği hutbe ve duadan günümüze kadar geleni şöyledir:

"Hamd âlemlerin Rabbi, Rahman-Rahim ve din gününün sahibi Al­lah'a! Allah'tan başka tanrı yoktur. O, dilediğini yapar. Allah'ım! Allah Sensin, Senden başka tanrı yoktur. Zengin Sensin, bizler muhtacız. Üzeri­mize yağmur yağdır. Yağdırdığını da bize kuvvet ve bir zamana kadar kalı­cı kıl."[1119]

Sonra ellerini göğe doğru kaldırdı. Yalvarmaya, niyaz ve dua etmeye başladı. Ellerini göğe o kadar kaldırdı ki, koltuklarının beyazı göründü. Sonra sırtını cemaata dönüp kıbleye yöneldi. İşte o sırada kıbleye yönel­mişken ridâsının şeklini değiştirdi. Sağını sola, solunu sağa attı ve ridânın dışını içine, içini dışına çevirdi. Ridâsı siyah dört köşe bir aba idi. Kıbleye yönelik vaziyette dua etmeye başladı. Cemaat da aynı vaziyette idi. Sonra inip cemaata ezansız, kâmetsiz ve herhangi bir sesleniş olmadan bayram namazı gibi iki rekât bir namaz kıldırdı. Her iki rekâtta da açıktan okudu. Birinci rekâtta Fâtiha'dan sonra A'lâ sûresini, ikincide ise Gâşiye sûresini okudu.

Üçüncü şekil: Hz. Peygamber (s.a.), cuma dışında bir günde Medine minberinde sade bir yağmur duasında bulundu. Bu yağmur duasında her­hangi bir namaz kıldırdığı naklolunmamıştır.[1120]

Dördüncü şekil: Mescidde otururken yağmur duasında bulundu. Elle­rini göğe kaldırıp Allah'a (c.c.) dua etti. O zaman yaptığı duadan bize intikal edeni şöyledir:

"Allah'ım bize can kurtaran, bereketli, her yeri kaplayan âcil -gecikmez, faydalı- zarar vermez bir yağmur ihsan et."[1121]

Beşinci şekil: Medine mescidinin bugün Bâbü's-Selâm denilen kapısına bir taş atımlık mesafede ve mescidin o kapısından dışarı çıkanın sağına düşen Zevrâ mevkiine yakın bir yer olan Ahcâru'z-Zeyt'de yağmur duasın­da bulundu.[1122]

Altıncı şekil: Bir gaza sırasında müşrikler erken davranıp suyu tut­muşlar, müslümanlar susuz kalmışlardı. Bunun üzerine müslümanlar, Al­lah Rasûlüne (s.a.) yakındılar. Münafıklardan birisi de: "Şayet peygamber olsaydı, Hz. Musa'nın kaymi için yağmur duasında bulunduğu gibi o da kendi kavmi için yağmur duasında bulunurdu." dedi. Bunlar Hz. Peygam-ber'in (s.a.) kulağına gidince: "Gerçekten bunu söylediler mi? Belki Rab-biniz size yağmur gönderir." buyurdu. Sonra ellerini kaldırdı, dua etti. Üzerlerine bir bulut geldi ve yağmur yağmaya başladı. Sel suları vadiyi doldurdu. İnsanlar kana kana içtiler. Suya ihtiyaçları kalmadı. Yağmur duasında okuduğu dualardan bize intikal edenlerden bazıları:

"Allah'ım, kullarını, dilsiz hayvanlarını sula; rahmetini yay, öhî ülkeni dirilt !"[1123]

"Allah'ım, bize can kurtaran, bereketli, hoş, faydalı, zarar vermez, âcil-gecikmez bir yağmur ihsan et.[1124]

Hz. Peygamber'in (s.a.) her yağmur duasında bulunmasının ardından yağmur yağmıştır.

Bir keresinde yağmur duasında bulundu. Bunun üzerine Ebu Lübâbe ayağa kalkıp: "Ey Allah'ın Rasûlü! Hurmalar kurutma kaplarında!" diye­rek (yağmur suyundan hurmaların bozulacağı kaygısını belirtti). Hz. Pey­gamber (s.a.) "Allah'ım, Ebu Lübâbe çıplak kalkıp kurutma kabının su deliğini futasıyla tıkamaya mecbur kalıncaya kadar bize yağmur ver!" diye dua edince yağmur yağmaya başladı. Sahabîler Ebu Lübâbe'nin yanında toplanıp:

"Sen Hz. Peygamber'in (s.a.) söylediği gibi çıplak olarak kalkıp ku­rutma kabının su deliğini futanla kapamadıkça kesinlikle yağmur kesilmeyecek" dediler. Bunun üzerine dediklerini yaptı; hava derhal a'çıldı.[1125]                                                                                                                   

Yağmur yoğun bir şekilde yağmaya devam edince Hz.Peygamberden (s.a.) havanın açılması için dua etmesini istediler. Hz, Peygamber (s.a.) de havanın açılması için şu şekilde dua etti:

"Allah'ım, etrafımıza yağdır, üzerimize değil! Allah'ım, tepelere, dağ­lara, bayırlara, vadi içlerine ve otlaklara yağdır. "[1126]

Hz. Peygamber (s.a.) yağmur yağdığını görünce:

"Allah'ım, bize faydalı yağmur ver!" diye dua ederdi."[1127]

Yağmur yağarken elbisesini (avret olmayan yerinden) açar, yağmurun (bedenine) dokunmasını sağlardı. Bunun sebebi sorulunca da: "Yakında yaratıldığı için Rabbi ile yakında buluşmuşlardır." buyurmuştur.[1128]

Şafiî diyor ki: İtham edemeyeceğim birisi Yezîd b. el-Hâd'dan rivayet eder ki, Hz. Peygamber (s.a.) sel aktığı zaman ashabına: "Haydin Allah'ın temizleyici kıldığı şu şeyin yanına çıkıp onunla temizlenelim, bundan dola­yı da Allah'a hamdedelim" dedi.[1129]

Şafiî devamla diyor ki: İtham edemeyeceğim birinin bana İshâk b. Abdullah'tan naklettiğine göre Hz. Ömer, sel aktığı zaman arkadaşlarını sele doğru götürür ve "Her birimizin buraya gelmesinden maksadı, yıkan­maktan başka birşey değildir." derdi.

Hz. Peygamber (s.a.) bulut ve rüzgârı görünce, bu durum yüzünden belli olur, bir ileri bir geri giderdi. Yağmur yağınca bu durumu geçer, sa­kinleşirdi. Böyle davranması o anda azap gelmesi endişesi taşıdığından kay­naklanmaktaydı. Şafiî diyor ki: Salim b. Abdullah babası Abdullah b. Ömer aracılığıyla Hz. Peygamber'in (s.a.) yağmur duasında şu duayı okuduğunu nakletmiştir:

"Allah'ım! Bize can kurtaran, içe sinçn, bereketli, hoş, bo^/fi hayırlı, sırılsıklam eden, her tarafı kaplayan bol sulu, yerleri örten, sirekli, de­vamlı bir yağmur ver.

Allah'ım! Bize yağmur yağdır. Bizi ümitsizliğe düşenlerde! eyleme!

Allah'ım! Kulların, toprakların, hayvanların ve diğer yarattı ların öyle bir kıtlığa, öyle bir sıkıntıya, öyle bir darlığa düştüler başkasına durumumuzu açamayız.                                            '

yHak Peygamber

Allah'ım! Ekinlerimizi yeşert, hayvanlarımızın memelerini doldur. Gö­ğün bereketlerinden bize bereket yağdır. Yerin bereketlerinden bizim için bitkiler çıkar.

Allah'ım! Bizden yoksulluğu, çıplaklığı, açlığı kaldır. Senden başkası­nın def edemeyeceği belâyı bizden defet.

Allah'ım! Sen'den af diliyoruz. Çünkü Sen şüphesiz çok affedicisin. Artık bize gökten bol bol yağmur yağdır."[1130]

Şafiî (r.h.) diyor ki: İmamın bu duayı okumasını müstehap görüyo­rum. Bana ulaştığına göre, Hz. Peygamber (s.a.) yağmur duasında buluna­cağı zaman ellerini göğe kaldırırdı.[1131] Yine bize kadar ulaşan bir haberde deniliyor ki, Hz. Peygamber (s.a.) yağmur yağmaya başladığı ilk vakitler­de yağmur altında kalır, bedenine yağmurun dokunmasını sağlardı. Bana gelen bir başka haberde de Hz. Peygamberin (s.a.) ashabından birisi sa­bah kalktığında yağmur yağmış olduğunu gördüğü zaman: "Allah'ın in­sanlara verdiği herhangi bir rahmeti önleyebilecek yoktur. "[1132] âyetini okur-du.[1133]

Şafiî der ki, hakkında kötü düşünmeyeceğim birisinin Abdülazîz b. Ömer'den, onun da Mekhûrden naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

"Ordular karşılaşıp (savaşırken), namaza kamet getirilirken ve yağ­mur yağarken duanızın kabulünü isteyin. "[1134]

Pek çok kimsenin yağmur yağarken ve namaza kamet getirilirken dua­larının kabulünü istediklerini duydum.

Beyhakî diyor ki: Bize Sehl b. Sa'd'dan mevsûî olarak nakledilen bir hadiste Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurdukları rivayet olunmaktadır: "Dua, ezan okunurken, savaş anında ve yağmur altında geri çevrilmez.[1135]

Ebu Ümâme'den bize gelen bir hadiste de Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Dört yerde göğün kapıları açılır, dualar kabul olunur: I-Ordular karşılaştığında, 2~ Yağmur yağarken, 3- Namaza kamet getirilir­ken, 4- Kabe görüldüğünde.[1136]

 

M) HZ. PEYGAMBER'IN (S.A.) YOLCULUKLARI VE YOLCULUK ESNASINDAKİ İBADETLERİ

 

1- Hz. Peygamber'ın (s.a.) Yolculukları:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) yolculuklan dört bölümde toplanabilir. 1- Hicret yolculuğu, 2- Cihad yolculuğu, -yolculuklarının çoğunluğu bu sebeple idi-, 3- Umre yolculuğu, 4- Hac yolculuğu.

Yolculuğa çıkmak istediği zaman hanımları arasında kura çeker, ki­min nasibine çıkarsa onunla yolculuk ederdi.'[1137] Hac yolculuğuna çıktığın­da ise hepsini beraberinde götürmüştü.

Yolculuğa çıkacağı zaman günün evvelinde yola koyulurdu. Perşembe günü yola çıkmayı tercih ederdi.[1138] Yola giden ümmetinin hayırlısıyla er­kenden dönüp gelmesi için Allah Teâlâ'ya dua ederdi[1139]

Bir müfreze yahut ordu göndereceği vakit, günün evvelinde gönderir­di. Üç kişi oldukları zaman, yolculara, içlerinden.birini başkan tayin etme­lerini emrederdi.[1140] Bir kişinin tek başına yolculuk etmesini yasaklamış[1141]ve bir süvarinin bir şeytan, iki süvarinin iki şeytan, üçünün ise kafile oluş­turacağım haber vermiştir.[1142]

 

2— Yolculuk Duaları:

 

Rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) yolculuk için toparlanırken şu du­ayı okurdu:

"Allah'ım! Sana yöneldim, Sana sığındım. Allah'ım! Beni kederlendi­rip üzecek şeylerden kolla. Allah'ım! Bana takva azığı lutfeyle. Günahımı bağışla. Her nereye yönelsem beni hayra yönelt."[1143]

Binmesi için hayvanı önüne getirilip ayağını özengiye basarken "Bismillah" der, hayvanın sırtına bindiğinde de şu duaları sırasıyla okurdu:

"Bunları emrimize veren Allah'a hamdolsun; zaten bizim takatimiz bunlara yetmezdi. Şüphesiz biz Rabbimize döneceğiz.[1144] Hamdolsun Al­lah'a. Hamdolsun Allah'a. Hamdolsun Allah'a. En büyük Allah. En bü­yük Allah. En büyük Allah. Sen her türlü eksiklikten uzaksın, Allah'ım! Gerçekten zulmettim kendime. Bağışla beni. Senden gayrı yoktur günahları bağışlayan. "[1145]

Şu duayı da okuduğu olurdu:

"Allah'ım! Bu yolculuğumuzda Senden hayır ve takva diler, bize Se­nin hoşnut olacağın işler yaptırmanı isteriz. Allah'ım! Bize bu yolculuğu­muzu kolaylaştır. Uzak yolumuzu yakmlaştir. Allah'ım! Sen yolculukta arkadaş, geride kalan ailem için de halifesin. Allah'ım! Yolculuğun zorluk­larından, dönülecek yerin tasasından, döndüğümde ailem ve malımda kötü manzarayla karşılaşmaktan Sana sığınırım."Yolculuktan dönünce de bu duayı okur ve şu sözleri ilâve ederdi:

"Tevbekâr olarak, günahlarımızdan dönerek, Rabbimize kulluk ve O'na hamdederek geri geldik."[1146]

Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı dağ tepelerine çıktıklarında tekbîr alır­lar, vadilere indiklerinde de tesbîh (Sübhânallah) getirirlerdi.[1147]

Bir köye yaklaşıp girmek üzere olduğu vakit de şu duayı okurdu:

"Allah'ım! Yedi gök ve onların gölgeledikleri şeylerin Rabbi! Yedi kat yer ve onların yüklendikleri şeylerin Rabbi! Şeytanlar ve onların saptır­dıklarının Rabbi! Rüzgârlar ve onların sürükledikleri şeylerin Rabbi! Sen-

den bu köyün hayrını ve halkının hayrını diliyorum. Bu köyün şerrinden, halkının şerrinden ve orada bulunanların şerrinden Sana sığımyorum."'[1148]'

Şu duayı okuduğu da rivayet edilmektedir:

"Allah'ım! Senden şu köyün ve orada topladığın şeylerin hayırlısın­dan istiyorum. Şu köyün şerrinden ve orada topladığın şeylerin şerrinden Sana sığınıyorum. Allah'ım! Bu köyün rızkından bize tattır; bizi vebasın­dan koru. Halkına bizi sevdir. Halkının salih kullarım da bize sevdir."[1149]

 

3— Yolculukta Namazı  Kısaltması:                                            

 

Yolculuğa çıkmasından itibaren Medine'ye dönünceye kadar dört re-kâtlı namazları ikişer rekât kılardı. Yolculuk esnasında dört rekâtlı bir na­mazı tam kıldığı, asla sabit olmamıştır. Hz.Âişe'den rivayet edilen: "Hz.Pey­gamber (s.a.) yolculukta kâh namazı kısaltır, kâh tam kılardı; kâh orucu­nu bozar, kâh oruç tutardı." hadisi[1150] sahih değildir. Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin: "Bu, Allah Rasulüne (s.a.) atfedilen bir yalandır" dediğini işittim. Rivayet edilir ki, Hz. Peygamber (s.a.) kısaltır, Hz. Âişe tam kılar­dı; yine Hz. Peygamber (s.a.) orucunu bozar, Hz. Âişe oruç tutardı. Yani her iki yerde de Hz. Âişe (ruhsat tarafına değil) azimet tarafına uyardı. Üstadımız İbn Teymiye der ki: Bu asılsızdır. Mü'minlerin annesi Hz. Âişe, Allah Rasûlü'ne (s.a.) ve onun bütün arkadaşlarına muhalefet edip onların namazlarının tersine namaz kılacak biri değildir. Oysa onun şöyle dediği sahihtir: "Allah namazı ikişer rekât farzetmişti. Allah Rasûlü (s.a.) Medi­ne'ye hicret edince yolculuk namazı olduğu gibi bırakıldı da, ikâmet halindeki namaza (iki rekât) ilâve edildi."[1151] Durum böyle iken,nasıl Hz.Âi­şe'nin, Hz. Peygamber (s.a.) ve arkadaşlarının kıldıkları namaza aykırı na­maz kıldığı düşünülebilir?

Ben (İbnü'l-Kayyim) derim ki: Gerçekten Hz. Âişe, Hz. Peygamberin (s.a.) vefatından sonra namazı tam kılmış ve İbn Abbas vs. sahabîler onun I hakkında: "O da Hz. Osman gibi te'vil (yani kısaltmanın ruhsat, kısaltma­manın azîmet olduğu yorumu) yoluna gitmiştir." demişlerdir.[1152] Hz. Pey­gamber (s.a.) daima namazı kısalardı. Râvilerden birisi iki hadisi birleşti­rip bir hadis yapmış ve: "Allah Rasûlü (s.a.) kısaltır, Hz. Âişe tam kılar­dı." demiştir. Bunun üzerine râvilerden biri yanılgıya düşüp: "Hz. Pey­gamber (s.a.) kâh kısaltır, kâh tamam kılardı." demiştir.

Hz. Âişe'nin yaptığı yorumda ihtilaf edilmiştir. Âlimlerden bir kısmı demişlerdir ki: "Hz. Âişe, namazın kısaltılması için yolculuk esnasında korku haii bulunmasının şart olduğunu, dolayısıyle korku geçtiğinde kısaltma se­bebinin ortadan kalktığını savunmuştur." Ancak bu yorum doğru değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) emniyet içinde yolculuk etmiş, yine de nama­zı kısaltmiştı. Bu konudaki âyet[1153], Hz. Ömer vs. sahabîlere problem ol­muş ve bu âyeti Allah Rasulüne (s.a.) sormuşlar; O da yeterli cevabı vererek, bunun Allah'ın bir bağışı olduğunu söylemiş'[1154] ve böylece bu yolu ümmete meşru kılmıştır. Onun bu açıklaması (muhalif) mefhûmun (yani yolculukta korkulacak bir durum bulunmazsa namazın kısaltılmayacağı) hükmünün kastedilmediğini ve ister emniyet, ister korku içinde olsun bir kimsenin namazı kısaltması halinde ondan günahın kaldırılmış olduğunu göstermektedir. Neticede bu açıklama, (muhalif) mefhûmu tahsîs yahut onun hükmünü ortadan kaldırmadır.

Denilebilir ki; âyet, hem hafifletme suretiyle rükünleri kısaltmayı, hem de İki rekât eksiltme suretiyle rekât sayısını azaltmayı kapsayan bir kısalt­ma işini gerektirmekte olup bu da iki şeyle; yeryüzün'de yolculuk etme ve korku ile kayıtlanmıştır. Bu iki durum bulununca her iki kısaltma da mu­bahtır. Böyle durumda (Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı) rekât sayısı ve rükünleri kısaltılmış olan korku namazı kılarlardı. Her iki durum da bu­lunmayıp ikâmet halinde emniyet içinde olduklarında yine her iki tür kı­saltma ortadan kalkar, tam kâmil bir namaz kılarlardı. Sebeplerden biri bulununca yalnızca o sebebe dayalı kısaltma şekii lüzumlu olurdu. Şu hal­de ikâmet halinde korku ve endişe edilecek bir durum bulunursa rükünler kısaltılır, rekât sayısı tamamlanır ki, bu da bir tür kısaltmadır; ancak âyet­teki mutlak (kayıtsız-şartsız) kısaltma değildir. Yolculukta emniyet içinde olunduğunda ise rekât sayısı azaltılır, rükünler yerli yerince tamamlanır. Buna "salâtü emn" "güvenlik namazı" denir. Bu da bir tür kısaltmadır; ama mutlak kısaltma değildir. Bu namaza rekât sayısının eksikliğinden do­layı "kısaltılmış", rükünlerinin tamamen yerine getirilmesinden ve âyetteki kısaltmaya girmemesinden dolayı da "tam" namaz denilebilir. Birincisi (kı­saltılmış namaz) sonra gelen fakihlerln pek çoğunun kullandığı terimdir. Hz. Âişe ve îbn Abbas gibi sahabîlerin sözleri de ikincisini (tam namaz) göstermektedir. Hz. Âişe: "Namaz ikişer rekât farz edilmişti. Allah Rasû-lü (s.a.) Medine'ye hicret edince yolculuk namazı olduğu gibi bırakıldı da, ikâmet halindeki namaza ilâve edildi." demiştir. Bu söz gösterir ki, Hz. Aişe'ye göre yolculuk namazı dört rekâttan kısaltılmamış, aksine bu şekil­de farz kılınmıştır; yolcuya farz olan iki rekâttır. İbn Abbas ise: "Allah, Peygamberinizin dilinden namazı ikâmet halinde dört, yolculukta iki, kor­ku halinde ise bir rekât olarak farz kıldı." demiştir. Hz. Âişe hadisi, Bu­harı ve Müslim tarafından ittifaklı olarak; İbn Abbas hadisi[1155] ise yalnızca Müslim tarafından rivayet edilmiştir.

Hz. Ömer (r.a.) diyor ki: "Muhammed'in (s.a.) dilinden söylüyorum: Yolculuk namazı iki rekâttır. Cuma namazı iki rekâttır. Bayram namazı iki rekâttır. Bu ikişer rekât tamamdır, kısaltılmış değildir. İftira eden ziyan etmiştir."[1156] Hz. Ömer'in (r.a.) bu sözü söylediği sabittir. O, Hz. Pey-gamber'e (s.a.): "Emniyet içinde olduğumuz halde neden hâlâ namazı kı­saltıyoruz?" diye sormuş, Allah Rasûlü (s.a.) de ona: "Bu, Allah'ın size bahşettiği bir sadakadır. Sadakasını kabul ediniz." diye karşılık vermişti.[1157]

Hz. Ömer'in rivayet ettiği iki hadis arasında bir çelişki yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ona cevaben: "Bu, Allah'ın size bir sadakasıdır ve O'nun kolay, müsamahalı dinidir" dediğinde Hz. Ömer, âyetten kastolu-nan anlamın, pekçok insanın anladığı gibi rekât adedinin azaltılması olma­dığını kavrayarak: "Yolculuk namazı iki rekâttir. Bu iki rekât tamdır, (dört­ten) kısaltılmış değildir." demiştir. Buna göre âyette: "Rekât adedini azalt­mak mubahtır; böyle yapmanın günahı kaldırılmıştır. Artık dileyen namazı kısaltır, dileyen tamamlar." anlamı yoktur.

Allah Rasûlü (s.a.) yolculuklarında devamlı ikişer rekât kılardı. Korku namazının biri dışında asla dört rekât kılmamıştır. İnşâallah o konu geldi­ğinde bunu anlatıp açıklayacağız.

Enes diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber Medine'den Mekke'ye doğru yola çıktık. Medine'ye geri dönünceye kadar namazları ikişer rekât kıldırdı." Bu rivayet, Buharî ve Müslim tarafından nakledilmiştir[1158]

Abdullah b. Mes'ûd'un kulağına Hz. Osman b. Affân'ın namazı Mi-nâ'da dört rekât kıldırdığı haberi ulaşınca: (Allah'a aidiz, ancak O'na döneceğiz.'[1159] diye istircâ ettikten sonra şunları söyledi: "Minâ'da Allah Rasûlü'nün (s.a.) arkasında iki rekât kıldım. Ebu Bekr'in arkasında Minâ'da iki rekât kıldım. Ömer b. el-Hattâb'ın arkasın­da Minâ'da iki rekât kıldım. Ah, nasibim o dört rekât olacağına keski kabul olunmuş iki rekât olsa!" Bu hadisi, Buharı ve Müslim rivayet etmiş­tir.[1160]

İbn Mes'ud, herhalde Hz. Osman'ın aralarında tercih yapmak caiz iki şeyden birini, hatta bir görüşe göre daha münasib olanı yapmasından dolayı istircâda bulunacak değildir. O, olsa olsa ancak Hz. Peygamber (s.a.) ve halifelerinin yolculukta devamlı olarak namazları iki rekât kıldık­larını görmüş olmasından dolayı istircâda bulunmuştur.

Sahihu'l'Bııharî'de rivayet edildiğine göre İbn Ömer (r.a.) demiştir ki: "Ben, Allah Rasülüne (s.a.) yol arkadaşlığı yaptım. Yolculukta ne o, ne Ebu Bekir, ne Ömer, ne de Osman iki rekâttan fazla kıldırırdı."'[1161]' Hz. Osman'ın hilâfetinin başlarını kastediyor. Yoksa Hz. Osman hilâfetinin sonlarında tam kılmış ve bu da ona karşı gelinen sebeblerden biri olmuş­tur. Onun bu davranışına şu yorumlar yapılmıştır:

Birinci yorum: Çöl arapları o sene hacca gelmişlerdi. Hz. Osman, on­ların hem ikâmet, hem yolculuk halinde namazın iki rekât olduğu zannına kapılmamaları için namazın farzının dört rekât olduğunu öğretmek iste­mişti. Bu yoruma şöyle cevap verilmiştir. Onlara bu durumun Hz. Pey­gamberin (s.a.) yaptığı hacda öğretilmesi daha münasibti. Çünkü onlar İs­lâm'a yeni kavuşmuşlardı; namaza başlamaları yeniydi. Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.) namazı onlara dört rekât olarak kıldırmamıştı.

İkinci yorum: O, halkın devlet başkanıydı. Devlet başkanı konakladığı yerde, sanki hükümet merkezindeymiş gibi davranır. O yer, sanki onun vatanı durumuna geçer. Bu yoruma da şöyle cevap verildi: Kayıtsız-şartsız insanların lideri olan Allah Rasûlü (s.a.) buna daha lâyıktı, mutlak liderdi; ama o, dört rekât kıldırmamıştır.

Üçüncü yorum: Minâ kurulup köy halini alınca, Hz. Osman devrinde orada meskenler çoğaldı. Bunlar, Allah Rasûlü (s.a.) devrinde yoktu; hatta orası boş bir arazi idi. Bundan dolayı Hz. Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'­ın Rasûlü! Senin için Minâ'da seni sıcaktan gölgeleyecek bir ev yapalım mı?" denildiğinde O: "Hayır... Minâ, geçenin konaklayacağı yerdir." bu­yurmuştu.[1162] İşte Hz. Osman, kısaltmanın ancak yolculuk haline mahsus olduğu şeklinde yoruma gitmişti.   Bu yorum da:  "Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'de on gün kaldı; ama namazı kısaltırdı" denilerek bertaraf edilmiştir.

Dördüncü yorum: Hz. Osman, Minâ'da üç gün kalmıştı. Oysa Hz. Peygamber (s.a.): "Muhacir, haccmı tamamladıktan sonra üç gün ikamet eder"[1163]diyerek üç gün kalanı mukîm ( = ikamet haiinde olan) kişi ola­rak niteledi. Mukîm ise yolcu olmayan kişidir. Bu yoruma karşılık şöyle cevap verildi: Bu, yolculuk esnasında olmakla kayıtlı bir ikamettir; yoicu-Iuğun karşıtı olan ikamet değildir. Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'de on gün kaldı, ama namazı kısaltırdı. Hac vazifesinden sonra da üç şeytan taşlama günü boyunca Minâ'da kaldı, yine namazı kısaltırdı.

Beşinci yorum: Hz. Osman, Minâ'da kalıp yerleşmeye ve orasını hilâ­fet merkezi yapmaya karar verdiği için namazı tam kılmıştı. Sonra görüşü­nü değiştirip Medine'ye dönmeye karar verdi. Bu da güçlü bîr yorum değil­dir. Çünkü Hz. Osman (r.a.) ilk muhacirlerdendir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.), muhacirlere hac vazifelerini tamamladıktan sonra Mekke'de kalma­yı yasaklamış, onların orada yalnızca üç gün kalmalarına müsaade etmişti. Hz. Peygamber (s.a.) bunu yasaklayıp orada yalnızca üç gün kalmalarına müsaade etmişken Hz. Osman'ın orada kalması düşünülemez. Zira onlar. Mekke'yi Allah için terketmişîerdi. Allah için terkedilen bir yere dönül­mez, dönmek de istenilmez. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.), sadaka ve­ren kimsenin verdiği sadakayı satın almasını yasaklamış ve Hz. Ömer'e: "Onu satın alma. Verdiğin sadakaya geri dönme." buyurmuştu.'[1164]' Gö­rüldüğü üzere Hz. Peygamber (s.a.), parasıyla satın aldığı halde, onu ver­diği sadakaya geri dönen olarak niteledi.

Altıncı yorum: Hz. Osman, Minâ'da evlenmişti. Yolcu, bir yerde yer­leşip orada evlenirse yahut orda bir hanımı bulunursa namazını tam kılar. Bu konuda Hz. Peygamber'den (s.a.) merfû bir hadis de rivayet edilmekte­dir. İkrime b. İbrahim el-Ezdî, İbn Ebî Zübâb yoluyla onun babası Ebu: Zübâb'ın şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Osman, Minâ halkına namazı dört rekât olarak kıldırdı ve dedi ki: Ey insanlar! Ben buraya gelince ev­lendim. Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim: "Bir adam bir şehirde evlenirse orada mukîm (yerleşik) kişi gibi namaz kılar.'[1165]

Bu hadisi İmam Ahmed (r.h.) Müsned'inde ve Abdullah b. Zübeyr el-Humeydî de kendi Müsnedlnöc rivayet etmiştir. Hadisi, Beyhakî sened kopukluğu (inkıta) ve İkrime b. İbrahim'i zayıf sayması sebepleriyle illetli bulmuştur. Ebu'l Berekât İbn Teymiye diyor ki: Zayıflık sebebini bertaraf etmek mümkündür. Çünkü Buharî, bu râviyi Tarih' inde anlatmış; ama onun herhangi bir kusuru bulunduğunu söylememiştir. Oysa cerh ve mec­ruhları (cerhedilenleri) söylemek onun âdetidir. Ahmed ve ondan önce de İbn Abbâs, yolcu, bir yerde evlenirse orada namazı tam kılması gerektiğini belirtmişlerdir ki, bu aynı zamanda Ebu Hanîfe, Mâlik ve onların arkadaş­larının görüşüdür. Hz. Osman adına gösterilen mazeretlerin en güzeli budur.

Hz. Âişe adına da mazeret olarak, onun, mü'minlerin annesi duru­munda olması ve bu sebeple konakladığı yerin onun vatanı olacağı göste­rilmişse de bu gösterilen mazeret çürüktür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) de mü'minlerin babasıdır; hanımlarının anneliği, O'nun babalığının bir da­lıdır. O, bu sebepten dolayı namazını tam kılmış değildir. Hişâm b. Urve, babası Urve'nin şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Âişe, yolculukta namazı dört rekât kılardı. Ona: "İki rekât kılsana" dedim. O da cevaben: "A yeğenim!  Bana zor gelecek değil ya!" dedi.'[1166]

Şafiî (r.h.) diyor ki: Yolcuya farz olan, iki rekât olsaydı namazı ne Osman, ne Âişe, ne de İbn Mes'ûd tam (dört rekâtlı) kılardı. Yolcunun da mukîm imam arkasında namazı tam kılması caiz olmazdı. Hz. Âişe: "Allah Rasûlü (s.a.) şunların hepsini yaptı: Hem tam kıldı, hem de kısalt­tı." demiştir. İmam Şafiî, sonra İbrahim b. Muhammed -Talha b. Amr-Atâ b. Ebî Rebâh yoluyla Hz. Âişe'nin: "Hz. Peygamber (s.a.) şunların hepsini yaptı; yolculukta namazı kâh kısalttı, kâh tam kıldı." dediğini ri­vayet etmiştir.[1167]Beyhakî diyor ki: Bu hadisi aynı şekilde Muğîre b. Ziyâd da Atâ'dan rivayet etmiştir. Hadisin en sahih senedi şöyledir: Ebu Bekr el-Hârisî Dârakutnî - el-Mehâmilî - Saîd b. Muhammed b. Sevvâb- Ebu Âsim – Ömer b. Saîd - Atâ - Âişe:  "Hz. Peygamber (s.a.) (yolculuk esnasında) namazı kâh kısaltır, kâh tam kılardı; kâh oruç tutar, kâh tutmazdı.'*.

Dârakutnî: "Bu sened sahihtir" deyip[1168] sonra Ebu Bekr en-Nisâburî -Abbas ed-Dûrî - Ebu Nuaym - el-Alâ b. Züheyr - Abdurrahman b. el-Esved senediyle rivayet eder ki: Hz. Âişe, Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber umre yapmak için Medine'den Mekke'ye doğru yola çıktı. Mekke'ye vardığı za­man Hz. Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Anam, babam yoluna feda! Sen (yolda) namazı kısalttın, ben tam kıldım; sen oruç tuttun, ben tutmadım." deyince Hz. Peygamber (s.a.): "İyi etmişsin, Âişe" dedi.[1169]

Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin şöyle dediğini işittim: Bu hadis, Aişe'ye atfedilen bir yalandır. Âişe, Allah Rasûlü (s.a.) ve diğer sahabîlerin kılma­sının aksine namaz kılacak biri değildi. Onların kısalttıklarını görsün, sonra kalkıp sebepsiz yere tek başına namazı tam kılsın! Nasıl olur?! Oysa "Na­maz ikişer rekât farzedilmişti. Yolculuk namazı olduğu gibi bırakıldı da, ikamet halindeki namaza ilâve edildi." diyen odur. O halde Allah'ın farz ettiğine ilâve edip Allah Rasûlü (s.a.) ve arkadaşlarına muhalefet etmesi nasıl düşünülebilir?

Zührî, Âişe'nin böyle yaptığını kendisine anlatan Urve'ye: "Namazı neden tam kılardı?" diye sorunca Urve: "O da Osman gibi te'vîl yoluna gitmişti." diye karşılık verdi. Şayet Hz. Peygamber (s.a.) onun davranışını güzel bulmuş ve bunu tasvîb etmişse o halde yoruma gerek kalmaz. Bu takdirde onun namazı tam kılmasını yoruma bağlamak doğru olmaz. İbn Ömer haber vermektedir ki: "Yolculukta ne Allah Rasûlü (s.a.), ne Ebu Bekr, ne de Ömer iki rekâttan fazla kıldırırdı."[1170] Onların kısalttıklarım gördüğü halde mü'minlerin annesi Hz. Âişe'nin onlara muhalefeti düşünü­lebilir mi? Ancak Hz. Peygamber'in (s.a.) vefatından sonra o da Osman gibi namazı tam kıldı. Her ikisi de bir te'vîl yolu tutmuştur. Delil, onların (sahabenin Hz. Peygamber Men) rivayetidir; yoksa onlardan birinin, başka­larının muhalefeti yanında yaptığı yorum delil olmaz. En iyi bilen Allah'tır.

Ümeyye b. Hâlid, Abdullah b. Ömer'e: "Biz, Kur'an'da ikamet na­mazı ile korku namazım buluyoruz da, yolculuk namazını bulamıyoruz?" diye sorduğunda îbn Ömer, ona: "A kardeşim! Biz hiçbir şey bilmiyor­duk, Allah, Muhammed'i (s.a.) peygamber olarak gönderdi. Muhammed'i (s.a.) nasıl yapıyor gördükse biz de ancak öyle yaparız." dedi.[1171]

Enes demiştir ki: Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber Medine'den Mekke'ye doğru yola çıktık. Medine'ye geri dönünceye kadar namazları ikişer rekât kıldırdı.'[1172]

İbn Ömer diyor ki: "Ben, Allah Rasûlü'ne (s.a.) yol arkadaşlığı yap­tım. Yolculukta ne o, ne Ebu Bekir, ne Ömer, ne de Osman -Allah onlar­dan razı olsun- iki rekâttan fazla kıldınrdı."[1173] Bu hadislerin hepsi sa­hihtir. [1174]

 

4— Yolculukta Nafile Namaz Kılması:

 

Yolculuk esnasında Hz. Peygamber'in (s.a.) yalnızca farz namazları kılmak âdeti idi. Onun (s.a.) vitir ve sabahın sünneti dışında farz namaz­dan önceki ve sonraki namazları kıldığı bilinmemektedir. Vitir ve sabahın sünnetini ise ne yerleşik hayatta, ne de yolculuk halinde terkederdi.

İbn Ömer'e bu konu sorulduğunda: "Hz. Peygamber'e (s.a.) yol ar­kadaşlığı yaptım. Onun yolculukta tesbîh kıldığını görmedim." deyip "Mu­hakkak Allah Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır.[1175] âyetini oku­du. [1176]İbn Ömer'in tesbîh'den maksadı râtibe sünnettir. Yoksa Hz. Pey­gamber'in (s.a.), yüzü ne yöne gelirse gelsin devesinin sırtında nafile na­maz kıldığı sahih yolla rivayet edilmiştir. Sahthayn' da İbn Ömer'in şöyle dediği nakledilmektedir: "Allah Rasûlü (s.a.) yolculuk esnasında binek de­vesi üzerinde deve yönünü hangi tarafa çevirirse çevirsin farzlar dışındaki namazları kılar; gece namazını îma ile eda ederdi. Vitir namazını da binek devesi üzerinde kılardı. "[1177]

Şafiî (r.h.), "Hz. Peygamber'in (s.a.) namazı kısalttığı halde geceleyin nafile kıldığı sabittir." diyor. Sahîhayn'da rivayet edildiğine göre Âmir b. Rabîa, Hz. Peygamber'in (s.a.) yolculuk esnasında geceleyin binek devesi üzerinde nafile kıldığını görmüştür.[1178] İşte bu namaz, gece (teheccüd) na­mazıdır.

İmam Ahmed'e (r.h.) yolculukta nafile kılma konusunu sormuşlar, o da: "Yolculukta nafile kılmanın bir sakıncası olmayacağını umarım."demiştir. Hasan el-Basrî'nin: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) arkadaşları yolculu­ğa çıktıklarında farzdan önceki ve sonraki nafile namazları kılarlardı" de­diği rivayet edilir.'[1179] Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes'ûd, Câbir, Enes, İbn Abbas ve Ebu Zerr'in böyle yaptıkları rivayet edilir.

İbn Ömer ise ne farzdan önce, ne de sonra nafile namaz kılardı. An­cak gecenin ortasında vitirle birlikte nafile de kılardı. Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti olarak açıkça gözüken odur ki, kısaltılmış farzdan ne önce, ne de sonra bir namaz kılardı. Ama farzdan önce ve sonra nafile kılmak­tan da kimseyi menetmezdi. Bu nafile namaz, yerleşik halde iken kılınan namazın sünneti gibi râtibe sünnet değil, serbest nafile gibidir. Bu görüşün bir dayanağı da şudur: Dört rekâtlı namaz yolcuya kolaylık olsun diye iki rekâta indirilmiştir. O halde farz iki rekâta indirilmişken nasıl olur da bir de onun yanında sürekli kılınacak bir râtibe sünnet konulmuş olabilir? Şayet yolcuya kolaylık gösterilmek istenilmemiş olsaydı farzı tam kılması daha münasib olurdu. Bu yüzden Abdullah b. Ömer: "Nafile kılacak ol­saydım, farzı tam kılardım." demiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) Fetih gü­nü, o vakit yolcu iken sekiz rekât kuşluk kıldığı sabittir.

Ebu Davud ve Tirmizî'nin, Sortilerinde Leys-Safvân b. Süleym-Ebu Büsra el-Gifârî senediyle Berâ b. Âzib'den rivayet ettikleri: "Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte on sekiz seferde bulundum. Öğleden önce gün devrildiğin­de iki rekât namaz kılmayı terkettiğini hiç görmedim." hadisine[1180] gelin­ce; Tirmizî hadis hakkında şunları söylüyor: "Bu hadis garîbtir. Muham-med'e (Buharî'ye) bu hadisi sordum; yalnız Leys b. Sa'd'ın rivayet ettiğini, Ebu Büsra'mn ismini bilmediğini ve hadisin hasen olduğunu söyledi."

Buharî'nin Sahihinde Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet ettiği: "Hz. Pey­gamber (s.a.) öğleden önce dört ve ondan sonra iki rekât kılmayı hiç bı­rakmazdı." hadisi ise Hz. Peygamber'in (s.a.) bu namazları yolculukta da kıldığı konusunda açık değildir. Herhalde Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.) çoğunluk yani ikamet halini haber vermiştir. O'nun yolculuk halini erkek­ler, kadınlardan daha iyi bilir. İbn Ömer, Peygamberimizin (s.a.) iki rekât­tan fazla kılmadığını haber vermiştir. İbn Ömer'in kendisi de yolculukta farzdan önce de, sonra da hiç namaz kılmazdı. En iyi bilen Allah'tır. [1181]

 

5— Hayvan Üstünde Namaz Kılması:

 

Binek devesi üzerinde, deve her nereye yönelirse yönelsin, rükû ile secdede başı ile îmâ ederek ve secdede rükûdan daha ziyade eğilerek nafile namaz kılmak Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti idi.

Ahmed ve Ebu Davud'un Enes'ten rivayetlerine göre Hz. Peygamber (s.a.) başlangıçta tekbîr alırken devesini kıbleye çevirir, sonra namazın geri kalan kısmını deve her nereye yönelirse yönelsin o tarafa doğru kılardı.[1182] Ancak bu hadiste biraz durmak gerekir. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.), devesi üzerinde namaz kılışını anlatan Âmir b. Rabîa, Abdullah b. Ömer, Câbir b. Abdullah gibi diğer sahabîler onun, deve her nereye yönelirse yönelsin o tarafa doğru namaz kıldığını kayıtsız ve şartsız olarak söylemiş­ler ve bundan ne başlangıç tekbîrini, ne de başka bir şeyi müstesna tutmuş­lardır. Bu sahabîlerin rivayet ettikleri hadisler, bu Enes hadisinden daha sahihtir. En iyi bilen Allah'tır.

Hz. Peygamber (s.a.) hem binek devesi üzerinde, hem de -şayet sahihse-eşek üzerinde namaz kılmıştır. Bu ikincisini Müslim, Sahih'mdz İbn Ömer'­den rivayet etmiştir.[1183]

Haber sahihse Hz. Peygamber (s.a.), yağmur ve çamurdan dolayı as­habına farz namazı binek develeri üzerinde kıldırmıştir. Ahmed, Tirmizî ve Nesâfnin rivayetlerine göre Hz. Peygamber (s.a.) arkadaşlarıyla birlikte bir dar geçide ulaştı. Binek devesi üzerindeydi. Tepelerinden yağmur, altla­rından sel akıyordu. Namaz vakti girmişti. Emretti, müezzin ezan okudu ve kamet getirdi. Sonra Allah Rasûlü (s.a.) binek devesi üzerinde öne geç­ti; onlara îma ile namaz kıldırdı. Secdede rükûdan daha ziyade eğildi.[1184] Tirmizî diyor ki: Bu hadis garîbtir. Ömer b. Rammâh tek başına rivayet etmiştir. Bu olay Enes'ten kendi fiili olarak sabittir. [1185]             

 

6— İki Namazı Birleştirmesi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) âdetindendir ki, gün devrilmeden önce yola çık­tığında öğle namazını ikindi vaktine kadar geciktirdikten sonra inip her iki namazı bir arada kıldınrdı. Yola çıkmadan evvel gün devrildiği takdir­de öğle namazını kıldırır, sonra hayvanına binerdi. Yolculukta acele sürüp gittiğinde akşam namazını geciktirip yatsı vaktinde akşam ile yatsıyı birleş­tirir, bir arada kıldınrdı.

Rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) Tebûk seferi sırasında yola çık­madan önce gün devrilirse, öğle ile ikindiyi birlikte kıldınrdı. Şayet gün devrilmeden önce yola çıkarsa öğle namazını geciktirir, ikindi vakti iner, her iki namazı birlikte kıldınrdı- Akşam ve yatsı namazlarını da böyle ya­pardı. Ancak bu hadisin sıhhatinde görüş ayrılıkları ortaya çıkmış; kimileri sahih, kimileri hasen sayarken kimileri de kusurlu olduğunu belirterek -Hâkim gibi- uydurma saymışlardır.

Hadisin senedi sahih şartlarını taşımaktadır. Fakat tuhaf bir illet orta­ya atılmıştır. Hâkim diyor ki: Ebu Bekr b. Muhammed b. Ahmed b. Bâlû-yeh, Musa b. Harun - Kuteybe b. Saîd - Leys b. Sa'd - Yezîd b. Ebî Ha-bîb - Ebu't-Tufeyl - Muâz b. Cebel senediyle bize nakleder ki; Hz. Pey­gamber (s.a.) Tebûk seferi sırasında gün devrilmeden önce yola çıktığında öğle namazını ikindiye birleştirecek kadar geciktirir ve her iki namazı bir arada kıldırırdı. Gün devrildikten sonra yola çıktığında ise öğle ile ikindiyi beraber kıldırır, sonra yola çıkardı. Akşamdan önce yola çıktığında akşam namazını geciktirir, yatsı namazı ile beraber kıldınrdı. Akşamdan sonra yola çıktığında ise yatsıyı vakti girmeden akşam namazı ile birlikte kildırır-dı.[1186]

Hâkim der ki: Bu hadisin râvileri sika imamlardır. Ama sened ve met­ni şazdır. Hem sonra bunun bir illetini de bilmiyoruz ki, ona dayanarak yerin darlığından yahut yer çamur ve su olduğundan dolayı yere inemez de îma yo­luyla hayvan üzerinde namaz kılarsa, kıldığı namaz sahih olur.

o sayede illetli sayalım. Hadis, Leys - Ebu'z-Zübeyr - Ebu't-Tufeyl sene­diyle rivayet edilmiş olsa bu senedle hadisi illetli sayardık; Yezîd b. Ebî Habîb - Ebu't-Tufeyl senediyle rivayet edilmiş olsa bu sefer de bu senedle illetli sayardık. Artık her iki illeti de bulamadığımıza göre hadis illetli ol­maktan çıkmıştır. Sonra baktık, Yezîd b. Ebî Habîb'in Ebu't-TufeyPden bir rivayetine rastlamadık. Bu metnin bu şekil anlatımla ne Ebu't-Tufeyl'in öğrencilerinden birinden, ne de onun dışında Muâz b. Cebel'den rivayette bulunan herhangi bir kimseden nakledildiğine rastladık. Bunun üzerine: "Hadis şazdır" dedik. Ebu'l-Abbas es-Sekafî'nin şöyle dediğini söylediler: Kuteybe b. Saîd, bize: "Bu hadis üzerinde Ahmed b. Hanbel, Ali b. el-Medînî, Yahya b. Maîn, Ebu Bekr b. Ebî Şeybe ve Ebu Hayseme'nin alâ­meti var." derdi. Kuteybe, bu muhaddisler meyanmda bu hadisi ondan yazan yedi hadis imamım saymıştır. Hadis İmamları, bu hadisi Kuteybe'-den yalnızca sened ve metninde taaccüb ettikleri için dinleyip almışlardır. Hem sonra onlardan hiç birinden bu hadisin bir illetini zikrettiği kulağımı­za gelmemiştir.

Sonra (Hâkim): "Baktık ki, ne görelim; hadis uydurma değil mi?! Kuteybe ise sika, güvenilir bir râvi!" diyor, hadisin Buharî'ye kadar olan senedini veriyor ve ekliyor: Kuteybe b. Saîd'e: "Yezîd b. Ebî HabuVin Ebu't-Tufeyl'den aktardığı hadisi, Leys b. Sa'd'dan, kiminle birlikte yaz­dın?" diye sordum; "Ebu'l-Heysem Hâlid b. Kasım el-Medâinî ile birlikte yazdım." cevabını verdi. Buharî: "Ebu'l-Heysem Hâlid b. Kasım el-Medâinî, büyük üstadların hadislerine hadisler katardı" demiştir.

Ben derim ki: "Hâkim'in bu hadisin uydurma olduğu kararını verme­si kabul edilemez. Çünkü Ebu Davud, hadisi Yezîd b. Hâlid b. Abdullah b. Mevheb er-Ramlî-Mufaddal b. Fudâle-Leys b. Sa'd-Hişâm b. Sa'd-Ebu'z-Zübeyr-Ebu't-Tufeyl-Muâz senediyle nakletmiştir.[1187] Bu seneddeki Mufad-dal, Kuteybe'ye mütâbaat etmiştir. Her ne kadar Kuteybe, Mufaddal'dan daha büyük ve daha hafız ise de, Kuteybe'nin teferrüdü ( = tek kalışı) onun sayesinde ortadan kalkmaktadır. Hem sonra Kuteybe, işittiğini açıkça be­lirtmek için "Haddesenâ= Bize söyledi" sözünü kullanmış, an'ane yoluyla rivayet etmemiştir. Allah, onu emanet, hafıza, güvenilirlik ve adalet ba­kımlarından üstün bir mevkiye oturttuğu halde, artık onun semâmda ( = hadisi duymuş olmasında) nasıl kusur aranabilir?

İshak b. Râhüyeh, Şebâbe - Leys - Akîl - İbn Şihâb (Zührî) - Enes yo­luyla rivayet eder ki; "Allah Rasûlü (s.a.) yolculukta bulunduğu zaman, güneş tam tepe noktadan kayınca öğle ve ikindi namazlarını kılar, sonra yola çıkardı. "W* Gördüğün gibi bu (sahih) bir isnâddır. Senedde adı ge­çen Şebâbe, rivayet ettiği hadisin delil olarak kullanılmasında (Buharî ve Müslim tarafından) ittifak edilen sika râvî Şebâbe b. Sevvâr'dır (v. 206/821). Müslim, Sahihinde, onun Leys b. Sa'd'dan bu isnadla Şeyhayn (Buharî ve Müslim)'ın şartlarına uygun bir hadisini rivayet etmektedir. Bu hadis hiç olmazsa, Muâz hadisini takviye edicidir. Hadisin aslı Sahıhayn 'da mev­cuttur. Ancak orada takdim birleştirmesi (bir namazı vaktinden önceye alıp vaktin namazı ile birlikte kılma) yoktur.

Sonra Ebu Davud diyor ki: Hişâm, Urve - Hüseyn b. Abdullah - Kü-rayb - İbn Abbas - Hz. Peygamber (s.a.) senediyle Mufaddal hadisinin yani takdîm birleştirmesi konusundaki Muâz hadisinin benzerini aktarmış­tır. Metni şöyledir: Hüseyn b. Abdullah b. Ubeydullah b. Abbas, Kürayb'-dan İbn Abbas'in şöyle dediğini aktarır: "Size Hz. Peygamber'in (s.a.) yolculukta kıldığı namazı anlatayım mı! O, daha konaklama yerinde iken gün devriimişse öğle ile ikindiyi zeval vaktinde bir arada kıldınrdı. Gün devrilmeden yola çıkmışsa öğleyi geciktirir, ikindi vaktinde öğle ile ikindiyi beraber kıldınrdı." Râvi: "Sanırım İbn Abbas, akşam ve yatsı hakkında da böyle söyledi.'[1188] diyor. Şafiî bu hadisi İbn Ebî Yahya - Hüseyn ve İbn Aclân - Hüseyn senedleriyle rivayet etmiştir.

Beyhakî diyor ki: Büyük muhaddisler hadisi bu şekilde rivayet etmiş­lerdir. Senedler şöyledir: 1) Hişâm b. Urve vs. - Hüseyn b. Abdullah. 2) Hadisi Abdürrezzâk, İbn Cüreyc - Hüseyn - İkrime ve Kürayb - İbn Abbas senediyle rivayet etmiştir. 3) Eyyûb, Ebu Kılâbe - İbn Abbas senediyle ri­vayet etmiştir. Bu hadisi yanlız merfû olarak biliyorum.

îsmail b. îshâk'm, İsmail b. Ebî îdris - kardeşi (İbn Ebî İdris) - Süley­man b. Mâlik - Hişâm b. Urve - Kürayb - İbn Abbas senediyle rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) yolda yürüyüş kızıştığı zaman gün devrilmeden yola çıkmışsa, hayvanına biner yola koyulurdu. Sonra iner öğle ile ikindiyi beraber kıldınrdı. Gün devrilinceye kadar yola çıkmamışsa öğle ile ikindiyi birlikte kıldırır, sonra hayvanına binerdi. Hayvanına binmek istediğinde akşam namazının vakti girmişse akşamla yatsı namazlarını birlikte kaldırır­dı.

Ebu'l-Abbas îbn Süreye der ki: Yahya b. Abdülhamid'in Ebu Halid el-Ahmer - Haccâc - Hakem - Mıksem - îbn Abbas senediyle rivayet ettiği­ne göre;

"Allah Rasûlü (s.a.) gün devrilinceye kadar yola çıkmamışsa öğle ile ikindiyi birlikte kıldınrdı. Daha gün devrilmemişse öğleni geciktirir, ikindi vaktinde ikindi namazı ile birlikte kıldınrdı."

Şeyhülislâm İbn Teymiye diyor ki: Hacda vakfe yararını gözeterek, dua vakti devamlı olsun ve ikindi namazı sebebiyle konaklayarak - bunu meşakkatsiz yapmaya imkânı varken - duayı kesmemek için öğle ile ikindi­yi Arafat'ta bir arada kıldırması da takdim birleştirmesine delil olarak ileri sürülebilir. O halde aynen burada olduğu gibi meşakkat bulunur, ihtiyaç duyulursa iki namazı bir arada kılmak haydi hay diye caiz olur.

Şafiî der ki: Arefe günü ikindi namazıyla duaya ara vermemek için ikindi namazını takdim (öğlenin vaktinde kılmak), Hz. Peygamber (s.a.) için daha uygundu. Yolculuğa ara vererek akşam namazını kılmak nede­niyle konaklamamak için de (akşamı yatsı ile birlikte yatsı vaktinde) Müz-delife'de kılması daha münasib idi. Çünkü böyle yapmadığı zaman insan­lara zorluk vermiş olurdu. En iyi bilen Allah'tır.

Yolculukta, pekçok insanın yaptığı gibi ne hayvan üzerinde binili bir vaziyette, ne de konakladığı halde iki namazı bir arada kılmak âdetiydi.

Hz. Peygamber (s.a.) Tebûk seferi olayında anlattığımız üzere yalnız­ca yolculuk kızıştığında ve namazın peşinden yola çıkacağı zaman iki na­mazı bir arada kıldınrdı. Yolcu olmayıp bir yerde konaklamışken - Şafiî (r.h.) ve üstadımızın dedikleri gibi vakfenin sürekliliğini sağlamak için Ara­fat'ta kılması dışında - iki namazı bir arada kıldığı nakledilmemiştir.[1189]

Bu yüzden Ebu Hanîfe, iki namazı bir arada kılmayı Arafat'a mahsus gör­müş ve haccın tamamından saymıştır. Ona göre yolculuğun bu konuda etkisi yoktur.

Ahmed, Mâlik ve Şafiî ise iki namazı bir arada kılmanın sebebini yol­culuk saymışlar ve sonra kendi aralarında görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Şafiî ve kendisinden gelen rivayetlerin birine göre Ahmed, uzun yolculuğa vermişler ve Mekkeliler için iki namazı bir arada kılmayı caiz görmemişler­dir. Mâlik ve kendisinden gelen diğer rivayete göre Ahmed, Mekkeliler için de Arafat'ta namazları bir arada kılmayı ve kısaltmayı caiz görmüşler­dir. Üstadımız ve îbâdât adlı eserinde Ebu'l-Hattâb da bu görüşü tercih etmişlerdir. Sonra Üstadımız bunu genişletip ister kısa, ister uzun yolcu­lukta olsun namazları kısaltma ve iki namazı bir arada kılma konusunda bir asıl (dayanak) yapmıştır. Nitekim seleften pekçoğu da bu görüştedir. Mâlik ve Ebu'l-Hattâb ise bunu yalnızca Mekkelilere mahsus saymışlardır.

Hz. Peygamber (s.a.) ümmetine (yolculukta) namazı kısaltabilecekleri ve orucu bozabilecekleri bir mesafe tayin etmemiştir. Aksine bu konuyu onlara kayıtsız-şartsız olarak yolculuk ve yeryüzünde yürüme şeklinde ser­best bırakmıştır. Nitekim onlara teyemmüm etmeyi de her yolculukta ser­best bırakmıştır. Bir, iki yahut üç günle sınırladığı rivayetlerine gelince, bilinmektedir ki, bu konuda ondan asla sahih bir rivayet yoktur. En iyi bilen Allah'tır[1190]

 

N) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) KUR'AN OKUYUŞU VE DİNLEYİŞİ

 

1— Hz. Peygamber'!n Kur'an Okuyuşu ve Dinleyişi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) devamlı okuduğu ve asla bırakmadığı bir hiz­bi vardı. Tertîl üzere ağır ağır sükûnetle okurdu; ne hızlı, ne de acele... Öyle bir okuyuşu vardı ki, harfleri teker teker açık seçik çıkarırdı. Her âyet başında okumayı keserdi. Med ( = uzatma) harflerinde uzatırdı, "er-Rahmân"ve "er-Rahim" kelimelerini uzatarak okurdu. Kur'an okuyacağı zaman ilk önce:

diyerek kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırdı. Bazan da şöyle derdi:

"Allah'ım! Şeytanın kışkırtmasından, üflemesinden ve fısıldamasın­dan sana sığınırım."[1191]

Eûzü'yü, okumaya başlamadan önce çekerdi.

Kur'an'ı başkasından dinlemeyi severdi. Bir keresinde Abdullah b. Mes'ûd'a Kur'an okumasını buyurmuş, o da Hz. Peygamber (s.a.), kendisini dinlerken okumaya dalmış; Peygamberimiz (s.a.) İbn Mes'ûd'dan dinlediği Kur'an'a kendini kaptırmış, gözlerinden yaşlar boşanmıştı[1192]

Ayakta iken, otururken, uzanırken, abdestli ve abdestsiz iken Kur'an okurdu. Cünüplük dışında hiçbir şey onun Kur'an okumasına engel olmaz­dı.

Hz. Peygamber (s.a.), Kur'an'i tegannî eder (nağmeli okur) ve zaman zaman da Fetih günü, Fetih sûresini okurken yaptığı gibi sesini tercî[1193] eder-di.[1194] Abdullah b. Mugaffel, onun tercî'ini üç kere "a a a" demek şeklin­de anlatmaktadır. Bunu Buharı rivayet etmiştir[1195]

Bu hadisleri, "Kur'anı seslerinizle süsleyin."[1196] "Kur'an'ı tegannî et­meyen bizden değildir.'[1197]ve "Allah, sesi güzel herhangi bir peygambere, Kur'an'ı tegannî etmesine izin verdiği kadar hiçbir şeye izin vermemiştir. "[1198]hadisleriyle bir arada düşünürsen; Hz. Peygamber'in (s.a.) bu tercî'i için­den gelerek yaptığını, yoksa devenin kendisini sallamasından dolayı zorun­lu kaldığı için yapmış olmadığını anlarsın. Çünkü bunu devenin sallama­sından dolayı yapmış olsaydı, istek dışı olmuş olurdu ve bu durumda Ab­dullah b. Mugaffel, sesi kesilecek kadar Hz. Peygamber'i (s.a.) devenin salladığını gördüğü halde onu örnek alıp isteyerek tercî' yapmaz ve sonra: "Hz. Peygamber (s.a.) okurken tercî' ederdi." deyip tercî'i Peygamberimi­zin (s.a.) davranışı olarak anlatmazdı. Devenin sallanmasından dolayı olsa idi, Hz. Peygamber'in (s.a.) tercî' denilecek bir davranışı olmazdı.

Bir gece Ebu Musa el-Eş'arî'nin Kur*an okuyuşunu gizlice dinledi; sonra bunu ona anlatınca Ebu Musa: "Dinlediğini bilseydim, senin için sesimi güzelleştirirdim. "[1199]yani güzel sesle okur, sesimi iyice süslerdim, demiştir.

Ebu Davud'un, Sünen'indc Abdülcebbâr b. Velîd'den, onun da İbn Ebî Müleyke'den rivayetlerine göre Abdullah b. Ebî Yezîd şöyle anlatıyor: Ebu Lübâbe yanımızdan geçti. Evine girinceye kadar peşinden gittik. Bak­tık, orada görünüşü perişan bir adam var. Şöyle dediğini duydum: Allah Rasûlü'nün (s.a.): "Kur'an'ı tegannî etmeyen bizden değildir." dediğini işittim. Abdülcebbâr diyor ki: îbn Ebî Müleyke'ye: "Ey Ebu Muhammedi Adam güzel sesli değilse ne yapsın?" diye sordum, o da: "gücü yettiğince sesini güzelleştirsin" cevabını verdi. [1200]

 

2— Kur'an'ı Nağmeli Okuma Konusundaki Görüş Ayrılıkları:

 

Bu konuyu aydınlatıp âlimlerin farklı görüşlerini, her grubun delilleri­ni, delil getirirlerken ortaya çıkan leh ve aleyhlerine olan durumları, Allah Teâlâ'nın güç vermesi ve yardımıyla burada neyin doğru olduğunu belirle­mek gerekmektedir.

a) Bir grup diyor ki: Nağme yaparak okumak mekruhtur. Ahmed, Mâlik vs. âlimler buna parmak basmışlardır. Ali b. Saîd'in rivayetine göre nağme yaparak okuma konusunda Ahmed b. Hanbel: "Hoşuma gitmiyor. Bu iş sonradan ortaya çıkmadır." demiş, Mervezî'nin rivayetine göre: "Nağ­me yaparak okumak bid'attir; dinlenilmez" demiş, Abdurrahmân el-Mütteabbib'in rivayetine göre ise: "Nağme yaparak okumak bid'attir." demiş, oğlu Abdullah, Yusuf b. Musa, Yakûb b. Bahtân, Esrem ve İbra­him b. Hâris'in rivayetlerine göre de: "Nağme yaparak okuma hoşuma gitmiyor. Ancak bu durum hüzünden kaynaklanır ve Ebu Musa'nın sesi gibi hüzünlü bir sesle okursa o zaman duium başkadır." demiştir. "Kur'­an'ı seslerinizle süsleyin" hadisi hakkında ise Salih'in rivayetine göre yine Ahmed b. Hanbel: "Süsleme, güzel okumak anlamındadır" diyor. Merve-zî'nin rivayetine göre de: "Allah, sesi güze! herhangi bir peygambere, Kur'-an'ı tegannî etmesine izin verdiği kadar hiçbir şeye izin vermemiştir." ha­disi ile "Kur'an'ı tegannî etmeyen bizden değildir." hadisi hakkında Ah­med diyor ki: "îbn Uyeyne: Tegannî etmek, onunla istiğna etmek = yetin­mek anlamındadır, derdi. Şafiî ise: Tegannî, sesi yükseltmektir, demişti." Muâviye b. Kurra'nın rivayetine göre Hz. Peygamber'in (s.a.) Fetih sûresi­ni okuması ve okurken tercî' yapması olayı kendisine hatırlatılan Ebu Ab-dillah (Ahmed b. Hanbel) bunun, nağme yapmak anlamına geldiğini kabul etmediği gibi, nağme yapmaya ruhsat bulunduğu yolunda delil olarak ileri sürülen hadisleri de inkâr etti.

İbnu'l-Kâsım'm rivayetine göre namazda nağme yapma konusu Mâ-lik'e sorulduğunda şöyle cevap vermişti: "Hoşlanmam. Bu olsa olsa şarkı­cıların para kazanmak için söyledikleri bir şarkı olur."

Enes b. Mâlik, Saîd b. Müseyyeb, Saîd b. Cübeyr, Kasım b. Muha-med, Hasan el-Basrî, İbn Şîrîn ve îbrahim en-Nehâî'nin de bu işi mekruh sayanlardan oldukları rivayet edilmektedir.

Abdullah b. Yezîd el-Akberî anlatıyor: Bir adamla Ahmed b. Hanbel arasında şu konuşmanın geçtiğine şahid oldum. Adam sordu:

—Kur'an'ı nağme yaparak okuma konusunda ne dersin? —Senin adın ne? —Muhammed.

—Sana, ismin uzatılarak: "Yâ Muuuhammed!" denmesi hoşuna gider mi?

Kadı Ebu Ya'lâ diyor ki: Bu tavır, onun nağme yaparak okumayı aşın derecede mekruh gördüğünü ortaya koyar.

Hasan b. Abdülaziz el-Ceravî anlatıyor: Adamın biri bana bir vasiyet­te bulundu. Geride bıraktığı şeyler arasında nağmeli Kur'an okuyan bir cariye vardı. Bu cariye mîrasın çoğunluğunu yahut hepsini teşkil ediyordu. Ahmed b. Hanbel, Haris b. Miskin ve Ebu Ubeyd'e: "Cariyeyi nasıl sata­yım?'* diye sordum. Onlar da: "Sade sat" dediler. (Nağmeli okuma Özelli­ğinden satım esnasında söz etmeden sat.) O zaman satımında fiyatın düşe­ceğini söyledimse de, yine: "Sade sat" dediler.

Kadı Ebu Ya'lâ diyor ki: Böyle dediler; çünkü o cariyenin nağme ya­parak okumasını dinlemek mekruhtur. Şarkıda olduğu gibi onun bu oku­yuş özelliği için de bedel almak caiz değildir.

b) İbn Battal diyor ki: Bir grup da: "Kur'an'ı tegannî etmek demek, onu okurken sesi güzelleştirmek ve okuma esnasında tercî' yapmak demek­tir." diyor. Kişinin istediği ses ve nağmelerle tegannî etmesinin caiz olduğu görüşü, İbnul-Mübârek ve Nadr b. Şümeyl'in görüşüdür. Kur'an'ı nağmeli okumanın caiz olduğunu söyleyenlerden biri olan Taberî'nin anlattığına göre Hz. Ömer b. Hattâb (r.a.), Ebu Musa'ya: "Bize Rabbimizi hatırlat" der. Ebu Musa da nağme yapa yapa okurdu. Hz. Ömer (r.a.): "Ebu Musa gibi Kur'an'ı tegannî edebilen etsin" demiştir. Ukbe b. Âmir, Kur'an'ı en güzel sesle okuyanlardandı. Hz. Ömer, ona: "Falan sûreyi bana oku" dedi. O da okudu. Bunun üzerine Hz. Ömer ağladı ve: "Bu sûre indi sanmıyordum" dedi. (Yani öyle okudun ki, bana bambaşka bir sûre gibi geldi).

îbn Abbas ve îbn Mes'ûd, nağmeli okumayı caiz görmüşlerdir. Atâ b. Ebî Rabâh'm da caiz gördüğü rivayet edilir. Abdurrahman b. Esved b. Yezîd, Ramazan ayında mescidlerde güzel ses arardı.

Tahâvî'nin rivayetine göre Ebu Hanîfe ve arkadaşları nağme ile oku­nan Kur'an'ı dinlerlerdi. Muhammed b.Abdülhakem: "Babam (Abdülha-kem), Şafiî ve Yusuf b. Ömer'in nağme ile okunan Kur'an'ı dinlediklerini gördüm" diyor. İbn Cerîr et-Taberî'nin tercihi de bu görüştür. [1201]

 

3— Caiz Görenlerin Delilleri:

 

Caiz görenler diyorlar ki -aöz İbn Cerîr'indir-:

1— Söz konusu hadisin; şiiri tegannî, dinleyeni şevke getirip coşturan mâkul tegannî demek olduğu gibi, Kur'an'.ı tegannî de okuyucunun dinle­yicisini tatlı tatlı hüzünlendirdiği mâkul tegannî ve sesi güzelleştirmek anla­mına geldiğinin delili; Süfyân'm Zührî - Ebu Seleme - Ebu Hureyre yoluy­la rivayet ettiği şu hadistir: Hz. Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: ''Allah, terennümü güzel herhangi bir peygambere, Kur'an'ı terennüm etmesine izin verdiği kadar hiçbir şeye izin vermemiştir." Akıl sahiplerince mâkuldür ki; terennüm, ancak terennüm eden kişi sesini güzelleştirir ve nağme yapar­sa terennüm olur. Bu hadis: "Allah, güzel sesli herhangi bir peygambere Kur'an'ı yüksek sesle okuyarak tegannî etmesine izin verdiği kadar hiçbir şeye izin vermemiştir." şeklinde de rivayet edilmiştir.

Taberî diyor ki: Bu hadis, meselenin bizim söylediğimiz gibi olduğu­nun en açık bir delilidir. İbn Uyeyne'nin dediği gibi Kur'an'la yetinip baş­kasına ihtiyaç duymamak anlamında olsaydı, güzel sesten ve yüksek sesle okumaktan sözedümesinin bir anlamı kalmazdı. Bilinmektedir ki, Arapça-da "tegannî" yanhzca güzel sesle tercî' etmek anlamında kullanılmaktadır. Şâir der ki:

"Sen söylemişsen haydi şiiri tegaiiiü et. Bu şiiri tegannî, yarış alanı-dır."[1202]                                                 

sığasının yetindin, başkasına muhtaç olmadın anlamında kullanımı Arap dilinde yaygındır" iddiasına gelince; Arap dili uzmanlarından hiçbirinin böyle söylediğini bilmiyoruz.

Görüşünü doğrulamak için el-A'şa'nm şu beytini delil olarak ileri sür­mesine gelince:

"Ben bir zaman Irak'ta çevresi saygın ve uzun süre kalmış bir adam­dım."[1203]

Şiirde geçen "tegannîsi uzun" sözüyle "istiğnası uzun" anlamının kastedildiğini sanmıştır ki, bu onun bir yanılgısıdır. el-A'şâ, bu­radaki tegannî kelimesi ile Arapların: "Falan kimse, falanca yerde yerleşti." sözlerinde olduğu gibi "ikamet = yerleşmek, bir yerde eğleşmek" anlamını kasdetmiştir. "Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç eğleşmemişler gibi oldular. "[1204] âyetinde de bu an­lam vardır.

Diğer bir şâirin şu beytiyle davasına şahit getirmeye çalışmasına gelince:

"İkimizden her biri diğerinin yaşamasına muhtaç değil. Öldüğümüz zaman da birbirimize daha çok müstağni kalacağız."[1205]

Bu da onun bir gafletidir. Çünkü 'dan gelen kelimesi, iki kimseden herbirinin bir diğerine ihtiyaç duymaması anlamındadır. Nite­kim "İki adam dövüştü" cümlesi, iki adamdan herbiri, diğerini dövdü, anlamındadır. "İki kişi sövüştü" ve "İki kişi vuruştu" sözleri de böyledir. "Bu iki kişinin fiilidir" diyen kim­senin benzeri bir durumda bir kişinin fiili olarak  ve şeklinde söylemesi imkânı yoktur. Zira cümlesi­nin anlamında olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak sözü söyleyen kimsenin bu sözle, muhtaç olduğu halde muhtaç değilmiş gibi göründü (yani yapmacıktık) anlamını kastederse mümkün olur. Nite­kim "Falanca kimse kahramanlık tasladı" cümlesi, kahraman olmadığı halde kendini kahramanmış gibi gösterdiği anlamına gelir. "Cesurluk tasladı" ve "Cömertlik tasladı" sözleri de böyledir. Şa­yet Kur'an'la tegannî etmeyi, Arap dilindeki anlamından uzaklığına rağ­men bu anlama alacak olursa bu hatasındaki felâket daha büyük olur. Çünkü onun bu yorumuna göre adı yüce Allah, Peygamberine Kur'an'la yetinmesine değil, kendi içinde bulunduğu halin aksini göstermesine (hâşâ bir tür münafıkhğa-Ş.Ö.) izin vermiş olur. Bunun sakatlığı ise ortadadır.

İbn Uyeyne'nin yorumunun sakatlığını ortaya koyan bir delil de şu­dur: Kur'an'la insanlardan müstağni kalmak gibi bir sıfatla, kendisine bu konuda izin veriliyor yahut verilmiyor diye herhangi bir kimsenin tanıtımı imkânsızdır. Yalnız İbn Uyeyne'ye göre "serbest bırakma ve mu­bah kılma" anlamına gelen ise, böyle bir imkân doğar. Ancak bu da iki yönden hatalıdır: I- Lügat (iştikak), 2- Manayı çarpıtmak. îşti-kak bakımından kelimesi, cümle­sinde olduğu gibi kulak vermek, dinlemek anlamına gelen fiilden türetilmiş bir mastardır. "Rabbine kulak verdi ve gerçekleştirildi" [1206] âyetinde de bu anlamdadır. Şair Adiyy b. Yezîd de diyor ki:

"Ey kalb! Oyun-eğlence ile avun. Hüznüm, dinlemede işitmede."[1207]

Şu halde Hz. Peygamber'in (s.a.) "Allah hiçbir şeye.... izin vermemiştir" hadisi, Allah, bir peygamberin Kur'an'Ia tegannîsini dinlediği gibi insan sözünden hiçbir, şeyi dinlememiştir, anlamındadır. Çünkü Kur'an'la insan­lardan müstağni kalmanın, dinlenir, kulak verilir diye nitelendirilmesi müm­kün değildir.                                           ,,

Taberî'nin sözleri sona erdi.              r

Ebu'l-Hasan İbn Battal diyor ki: Bu konuda, şu rivayetten doiayı bir problem daha kaldı: İbn Ebî Şeybe'nin, Zeyd b. Habbâb - Musa b. Ali b. Rabâh-babası Ali b. Rabâh-Ukbe b. Âmir senediyle rivayet ettiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) buyurdular ki: "Kur'an'ı öğrenin, onunla tegannî edin ve onu yazın. Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Kur'an hafıza­dan, gebe devenin bağlarından boşanıp kaçmasından daha süratli boşanıp kaçar.'[1208] Ömer b. Şebbe rivayet ediyor: Ebu Âsim en-Nebîl'e, tbn Uyey-ne'nin "Kur'an'la tegannî eder" sözünü, "Onunla istiğna eder = yetinir" diye yorumladığı anlatılınca şunları söyledi: "İbn Uyeyne hiç iyi birşey yapmamış, İbn Cüreyc, Atâ yoluyla Ubeyd b. Umeyr'in: Davud Peygam­berin (a.s.), kendisiyle tegannî ettiği, ağlayıp ağlattığı bir çalgı âleti vardı, dediğini bize haber vermiştir." İbn Abbas: "Hz. Davud, Zebur'u yetmiş türlü nağme ile okurdu. Öyle okurdu ki, herkes mest olur coşardı" demiş­tir. Şafiî'ye (r.h.), îbn Uyeyne'nin yorumu sorulunca şu cevabı vermişti: Biz bu işi daha iyi biliriz. Şayet Hz. Peygamber (s.a.) istiğna anlamını kasdetmiş olsa: "Kim Kur'an'la istiğna etmezse..." buyururdu. Ancak "Kur'­an'la tegannî eder" buyurmasından anladık ki, burada tegannîyi kastedi­yor.

2- Kur'an'ı süslemek, güzel sesle okumak, okurken nağme vapmak ruhlarda daha etkili ve dinlenilmesine, kulak verilmesine daha iyi bir se­beptir. Kelimeler kulaklara, manalar kalblere daha iyi yerleştirilmiş olur. Bu da maksada yardımcıdır. Nağme yaparak okumak, tıpkı hastalığın bu­lunduğu yere ilacı nüfuz ettirmesi için ilaca konan tatlı madde; iştahımızı daha iyi çekmesi için yemeğe katılan güzel koku ve baharat; nikâhın gaye­lerinin gerçekleşmesine daha iyi sebep olsun diye kadının kocası için süs­lenmesi, güzelleşmesi ve güzel koku sürünmesi gibidir.

Nefsin müzik ile mest olmaya, coşmaya ihtiyacı vardır. Nasıl ki, her türlü haram ve mekruh yerine onlardan daha hayırlısı geçirilmiş; örneğin fal oklanyla şans denemesinin yerine halis tevhid ve tevekkül olan istihare, zina yerine nikâh, kumar yerine ödüllü kılıç oyunları ve at yarışları, şeyta­nî müzik yerine Rahmânî Kur'an müziği... konulmuştur; işte tıpkı bunun gibi şarkı nağmesi yerine Kur'an nağmesi konulmuştur. Bunların örnekleri

gerçekten çoktur.

3-  Haram, ağırlıklı yahut katıksız bir zarar içermelidir. Nağme yapa­rak, ahenkli söyleyerek Kur'an okumak ise bunlardan hiçbirini içermemek­tedir. Çünkü nağme yapmak, sözü asıl konulduğu anlamından çıkarıp dinleyicinin sözü anlamasına engel olmamaktadır. Bu işe karşı çıkanın san­dığı gibi şayet bu şekil okuyuş, harf ilâvesini gerektiriyor olsaydı; sözü konulduğu anlamdan çıkarır, dinleyicinin anlamasına engel olur ve dinleyi­ci ne anlama geldiğini bilmezdi. Oysa varolan gerçeklik bunun tam aksine­dir.

4-  Bu nağme yapma, ahenkli söyleme işi, söyleyiş şekline bağlıdır. Ba-zan tabiî ve içten gelerek, bazan da zoraki ve yapmacıktan olur. Söyleyiş sekileri sözü, konulduğu anlamdan çıkarmaz. Bunlar tıpkı sözün inceltil-mesi, kalınlaştınlması ve İmâle yapılması, kurrânın uzun ve orta medleri gibi, okuyanın sesinin sıfatlandır. Ancak şu sayılan şekiller harflerle ilgili; nağme yapma ve ahenkli söyleme şekilleri ise seslerle ilgilidir. Harfleri söy­leyiş sekilerini nesilden nesile aktarmak mümkün olduğu halde bu (sesleri) söyleyiş şekilleri konusundaki ilk devir örneklerini ( = âsâr'ı) aktarmak müm­kün değildir. Bu yüzden şu sayılanlar lafızlanyla aktanldıklan halde beri­kilerin lafızlanyla aktarılmaları mümkün olmamış, yalnızca bunların mümkün olduğu kadarı aktarılmıştır. Meselâ Hz. Peygamber'in (s.a.) Fetih sûresini okurken "a a a" diye yaptığı terci' gibi.

5-  Nağme yapma ve ahenkli söyleme iki şeye bağlıdır: 1- Med (uzat­ma), 2- Tercî'. Hz. Peygamber'in (s.a.) Kur'an okurken sesini uzattığı, "er-Rahmân" ve "er-Rahim" kelimelerini uzatarak okuduğu sabittir. Yu­karıda geçtiği üzere tercî' yaptığı da sabittir[1209]

 

4— Karşı Çıkanların Delilleri:                                                    

 

Kur'an'ın tegannî ile okunmasına karşı çıkanlar diyorlar ki: Delilleri­miz şunlardır:                                                                                  

1-  Huzeyfe b. Yemân'ın rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyur­du ki: "Kur'an'ı Arap nağme ve sesleriyle okuyun. Kitaplıların (hıristiyan ve yahudilerin) ve /asıkların nağmelerinden sakının. Çünkü benden sonra Kur'an'ı şarkı ve matem türküsü gibi tercV ile okuyacak kimseler gelecek­tir. Kur'an, onların boğazlarından aşağı geçmez. Onların ve hayranlarının kalpleri fitneye uğramıştır. '[1210] Bu hadisi, Tecrîdü's-Sıhâh'ta Ebu'l-Hasen Razîn ve Nevâdiru'l-Usûl'de Ebu Abdillah Hakîm et-Tirmizî rivayet etmiş­tir. Kadı Ebu Ya'Iâ, el-Câmi'de bu hadisi ve bir başka hadisi delil olarak kullanmıştır ki, o da şudur: Hz. Peygamber (s.a.), kıyametin alâmetlerini sayarken onlar arasında şu hususu da belirtmiştir:  "Kur'an eğlence âleti yapılacak. O zamanın insanları Kur'an'ı en iyi okuyan ve en faziletli insan olmadığı halde aralarından birini sırf kendilerine şarkı (gibi Kur'an 'ı) oku­ması için Öne çıkaracaklar." [1211]

2-  Ziyâd en-Nehdî, beraberinde kurrâ olduğu halde Enes'in (r.a.) ya­nına geldi. Ziyâd'a: "Kur'an oku" dediler. O da sesini yükseltip nağme yaparak okudu. Gür sesli biriydi. Enes -yüzünde siyah bir peçe vardı- peçe­yi açtı ve : "Be adam! Eskiden böyle yapmazlardı" diye çıkıştı. Enes, kötü ve yanlış saydığı bir durum görünce yüzündeki peçeyi kaldırırdı.

3-  Hz. Peygamber (s.a.), nağme yaparak ezan okuyan müezzini bun­dan menetmiştir. Ibn Cüreyc'in Atâ'dan rivayetine göre Ibn Abbas diyor ki: Allah Rasûlü'nün (s.a.) nağme yaparak ezan okuyan bir müezzini var­dı. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Ezan kolaydır, kolaylıkla okunur. Şayet kolay ve yumuşak bir tarzda okuyacaksan oku, yoksa okuma." buyurdu.

Bu hadisi Dârakutnî rivayet etmiştir.[1212] Hafız Abdülganî b. Saîd, Katâ-de'den, o da Abdurrahman b. Ebî Bekr'den babası Hz. Ebu Bekir'in şöyle dediğini aktarır: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) okuyuşu med ( = uzatma) idi. O'nun okuyuşunda tercî' yoktu".

4- Tercî' ve nağme yaparak okumak hemzeli olmayan kelimeyi hemze-li, med harfi bulunmayan kelimeyi medli okumayı; bir elifi pekçok elife, bir vâv'ı pek çok vâv'a, bir yâ harfini de pekçok yâ harfine çevirmeyi gerekli kılar. Bu da Kur'an'a ilâve yapmaya götürür ki, caiz değildir.

5- Bu işin caiz olup olmayanı için bir sınır yoktur. Belli bir sınır kona­cak olursa, bu Allah Teâlâ'nm kitabında ve dininde dilediğince tasarruf ve hükmetmek olur. Bir sınır tayin edilmezse bu da, şarkıcıların şarkı söz­lerinde ve kurrâdan pek çoğunun cenazelerin önlerinde yaptıkları gibi, ses sanatçılarının yaptıkları şekilde, okuyucunun -Allah'ın kitabını tahrif ile onu şiir ve şarkı nağmelerine benzer bir tarzda müzik gibi okuma sayılacak şekilde- sesleri yankı yaptırmasının, tercî'lerle şarkıya benzer türlü türlü nağmeler ve makamlar icad etmesinin serbest bırakılmasına götürür; artık Allah'a ve kitabına karşı cür'etkârlık göstererek, Kur'an'la oynayarak, şey­tanın verdiği süse aklanarak şarkıda olduğu gibi Kur'an okumada da ma­kamlar icad ederler, tsiâm âlimlerinden hiçbiri bunu caiz görmez. Malum­dur ki, nağme yaparak ahenkli okuma, buna doğrudan götüren bir sebep­tir. O halde bu yasaklama, harama götüren yollan tıkamak gibidir.

İşte her iki grubun sonuca ulaşma çabalarının neticesi ve birbirlerine karşı kullandıkları deliller nihayet bu kadar. [1213]

 

5— Tartışmanın Çözümü:

 

Tartışma şöylece sonuca bağlanabilir: Tegannî ve nağme yapmaj türlüdür:

1- İnsan tabiatının gereği olan, zorlamadan, alıştırma ve öğrenim yap­madan insanın içinden gelen; öyle ki, kişi tabiatıyla başbaşa kalsa, tabiatı serbest bırakılsa bu nağme ve tegannî kendiliğinden gelir, işte bu şekli caiz­dir. İsterse kişi biraz daha süslemek ve güzelleştirmek maksadıyla tabiatına yardım etsin, yine caizdir. Nitekim Ebu Musa el-Eş'arî, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Dinlediğini bilseydim, senin için daha güzel okurdum" demiştir. Hüzünlenen, içinden coşku, sevgi ve şevk gelen bir kimse istese de hüzünlü ve nağmeli okumayı kendisinden uzaklaştıramaz. Çünkü nefisler onu ka­bullenmiştir; tabiatına uygun-geldiği, zorluk duymadığı ve yapmacıkhk gös­termediği için tatlı bulmuşlardır. Böylesi, tabii gösterilmeğe çalışılan birşey değil, doğrudan doğruya tabiîdir; zoraki değil, aşkla yapılacak birşeydir. îşte bu tegannî selefin yapıp dinlediğidir; övülen, methedilen tegannîdir. Hem okuyanın, hem dinleyenin etkilendiği tegannîdir. Caiz olduğunu sa­vunanların bütün delilleri işte buna bağlanır.

2- İkinci şekil: Bir sanat olan ve insan tabiatından kolaylıkla gelmeyip ancak zahmet ve zorlukla emek vererek, alıştırma yaparak elde edilen şek­lidir. Bu şekli, tıpkı özel makamlar ve icad edilmiş notalara göre basit yahut mürekkeb (= birleşik) türlü türlü nağmelerle şarkı seslerini çıkarma­yı öğrenmede olduğu gibi yalnız öğrenim görmek ve emek vermekle elde edilir. Selefin mekruh gördüğü, ayıpladığı, kınadığı, yasakladığı, okuyan­lara çattığı işte böylesidir. Nağme yaparak okumanın caiz olmadığını savu­nanların ileri sürdükleri deliller ancak bu türlüsünü kapsar. Yaptığımız bu tafsilat ile karışıklık ortadan kalkmış ve doğru olan, doğru olmayandan ayrılmış olur.

Selefin hal ve tavırlarını bilen herkes, kesinlikle onların, Ölçülü (nota-Iı), sayılı, sınırlı makam ve hareketlerden oluşan emek vererek öğrenilen müzik nağmeleri ile Kur'an okumaktan uzak; bu şekil okuma ve buna izin verme konusunda Allah'tan en çok korkan kimseler olduklarını da bilir. Yine kesinlikle bilir ki, onlar hüzünlü hüzünlü ve nağme yaparak Kur'an okurlar; okurken seslerini güzelleştirirlerdi. Kur'an'ı bazan gamlı, kederli; bazan neşeli, bazan da coşkulu okurlardı.

Bu iş, tabiatlarda gömülüdür, hakkını almak ister. Kanun koyucu, tabiatlar bundan nasibini almak isterken tutup bunu yasaklamamış; aksine bu yolu göstermiş, teşvik etmiş, bu şekilde okuyan kimseyi Allah'ın dinle­yeceğini haber vermiş ve: "Kur'an'la tegannî etmeyen bizden değildir." buyurmuştur. Bu hadiste iki ihtimal vardır: 1- Hepimizin yaptığı vakıayı haber vermiştir (yani biz hepimiz böyle yaparız demiştir), 2- Hz. Peygam­ber (s.a.), tegannî yapmayan kimsenin, kendisinin sünneti ve yolunda ol­madığını bildirmiştir.    [1214]                       ,

 

O) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) HASTA ZİYARETLERİ

 

1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Hasta ile İlgili Tavırları:

 

Hz. Peygamber (s.a.) hastalanan sahabîlerini ziyaret ederdi. Kendisine hizmet eden Kitap Ehli bir çocuğu[1215] ve müşrik amcası Ebu Tâlib'i hasta­lıklarında ziyaret etmişi [1216]ve onlara İslâm'ı sunmuştu. Yahudi çocuk müs-lüman olmuş, amcası ise olmamıştı.

Hastaya yaklaşır, onun başucuna oturur ve: "Kendini nasıl buluyor­sun?" diye halini sorardı.

Rivayete göre hastaya: "Arzu ettiğin bir şey var mı?" diye ne arzu ettiğini sorar; şayet hasta, bir şey arzu eder ve Hz. Peygamber (s.a.) de o şeyin hastaya zarar vermeyeceğini bilirse, isteğinin verilmesini emrederdi.

Sağ elini hastaya sürer ve şöyle dua ederdi:

"İnsanların Rabbi Allah'ım! Sıkıntıyı gider, hastaya şifa ver. Şifa ve­ren yalnız Sensin. Senden başkası şifa veremez. Senin verdiğin şifa hiçbir hastalığı bırakmaz."[1217]

Şu duayı da okurdu:

"İnsanların Rabbi! Sıkıntıyı gider. Şifa yalnız senin elindedir. Senden başka hastalığı giderecek yoktur."

Sa'd için yaptığı: "Allah'ım! Sa'd'a şifa ver. Allah'ım! Sa'd'a şifa ver. Allah'ın! Sa'd'a şifa ver." şeklindeki duasında olduğu gibi hastaya üç kere dua ederdi[1218]

Hastanın başına vardığında ona: "Zararı yok, geçer. înşâallah (gü­nahlarını) temizleyicidir." ve bazan da: "Günahlarına keffâret ve onları temizleyicidir." derdi.[1219]

 

2— Okuyarak Tedavi Yapması:

 

Bir yarası, çürüğü yahut bir rahatsızlığı olan kimseyi okuyarak tedavi ederdi, önce işaret parmağını yere kor, sonra kaldırır ve şu duayı okurdu:

"Allah'ın adıyla, dünyamızın toprağı, bazımızın tükrüğü ile hastamız şifa bulur, Rabbimizin izniyle." Bu hadis, Sahîhayn'da[1220] Hesaba çekilmeden cennete girecek yetmiş bin kişinin özellikleri sayı­lırken: "Onlar okuyarak tedavi yapmazlar ve okunarak tedavi olmayı da istemezler" şeklinde gelen metni[1221] , bu hadis ibtal etmektedir. Zira hadis­te geçen "okuyarak tedavi yapmazlar" sözü hadisi nakleden râvinin bif hatasıdır. Şeyhülislâm îbn Teymiye'nin şöyle dediğini işittim. Üstadımız; "Hadis yalnız, onlar okunarak tedavi olmayı istemezler, şeklinde olacaktır" demişti. Ben de diyorum ki: Çünkü bu yetmiş bin kişi cennete, üstün tev-hid sahibi oldukları için hesaba çekilmeden gireceklerdir. Bu yüzden onla­rın istirkâ etmeyecekleri yani insanlardan kendilerini okuyarak tedavi et­melerini istemeyecekleri bildirilmiştir. İşte bu sebepten Hz. Peygamber (s.a.) hadiste geçen "Onlar yalnız Rablerine tevekkül ederler" sözünü söylemişe tir. Artık onlar Rablerine tam tevekkül ettikleri, O'nda sükûnet buldukla­rı, O'na güvendikleri, O'dan hoşnut oldukları ve ihtiyaçlarını O'na açtıkla­rı için insanlardan hiçbir şey -ne okuyarak tedavi etmelerini, ne de başka birşey- istemezler. Onların, yapmak istediklerinden kendilerini alıkoyacak hiçbir uğursuzluk inançları da yoktur. Çünkü birşeyi uğursuz sayma tevhit di eksiltir ve zayıflatır. Üstadımız dedi ki: Okuyarak tedavi yapan kişi, sadaka veren, bir iyilikte bulunan gibidir; okunarak tedavi olmayı isteyen ise dilenci gibidir. Hz. Peygamber (s.a.) okuyarak tedavi yaptı; ama oku­narak tedavi olmayı istemedi ve "Herhangi biriniz kardeşine faydalı olabi­lirse olsun" buyurdu.[1222]                                                                             

Soru: Peki, Sahthayn'da. Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet edilen şu hadisi ne yapacaksınız? "Allah Rasûlü (s.a.) yatağına yattığı zaman avuçlanni birleştirir, sonra onlara üfler ve Kulhüvaîlahu ahad, Kul eûzü bi-Rabbilfelak, Kul eûzü bi-Rabbinnâs sûrelerini okur, bedeninin ön kısımlarından, başt ve yüzünden başlamak üzere ellerini, vücudunun sürebildiği yerlerine sü+ rerdi. Bunu üç kere yapardı. Hz. Â'ışe diyor ki, Allah Rasûlü (s.a.) rahat-*-sızlandığı zaman bana, kendisine bü şekilde yapmamı emrederdi. "[1223]

Cevap: Bu hadis, üç ayrı metinle rivayet edilmiştir. 1- Birisi bu riva­yet, 2- (Rahatsızlandığı zaman) kendisine üfler, 3- Hz. Âişe diyor ki: "Ben, ona bu sûreleri okuyup üfler ve bereketli olduğu için kendi eliyle üzerine sürerdim." Dördüncü bir metinde ise: "Hz. Peygamber (s.a.) rahatsızlan­dığında, kendisine muavvizât = thlâs, Felak, Nâs sûrelerini okur, üflerdi." deniliyor. Bu metinler birbirini açıklamaktadır: Hz. Peygamber (s.a.) ken­disine okuyup üflerdi. Zayıflığı ve acılan elini bütün bedeni üzerine gezdir­meye engel olursa bu durumda bizzat kendisi okuyup üfledikten sonra yine kendi elini, bedeni üzerinde gezdirmesini Hz. Âişe'ye emrederdi. Bu ise asla okunarak tedavi olmayı isteme değildir. Hz. Âişe de: "Allah Rasûlü (s.a.) kendisine okuyup üflememi emretti." dememiş, yalmzca Peygambe­rimizin (s.a.) kendisi okuyup üfledikten sonra bedeni üzerinde yine onun kendi elini sürdüğünü söylemiş ve sonra "Bana, kendisine bu şekilde yap­mamı emrederdi" yani kendisinin yaptığı gibi kendi elini bedenine sürme­mi emrederdi, demiştir.

Herhangi bir günü, herhangi bir vakti hasta ziyaretlerine ayırmak Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti değildi. Aksine ümmeti için hasta ziyaretlerini gece-gündüz vs. vakitlerde meşru saymıştır. Müsned'deki bir hadiste[1224] şöy­le buyuruyor:

"Bir adam müsiüman kardeşi hastalandığında ziyaretine gitmek için yola çıktığı zaman oturuncaya kadar cennet bahçesinde yürür. Oturunca onu rahmet bürür. Eğer vakit sabahsa akşama kadar yetmiş bin melek ona dua eder. Şayet akşam ise sabaha kadar yetmiş bin melek ona dua eder."

Bu hadisin bir başka' metni ise şÖyledir:[1225]

"Bir müslümanm hastalığında ziyaretine giden bir müsiüman için Al­lah, gündüzün hangi saatinde gitmişse o saatten akşama kadar; gecenin hangi saatinde gitmişse o saatten sabaha kadar dua edecek yetmiş bin me­lek gönderir."

Göz iltihablanması vs. hastalıklardan dolayı hastaları ziyarette bulu­nur; zaman zaman ellerini hastanın alnına kor, sonra onun göğsüne ve karnına sürer "Allah'ım! Buna şifa ver" diye dua ederdi.[1226] Elini hasta­nın yüzüne sürdüğü de olurdu.

Hastadan ümit kestiği zaman"Biz şüphesiz Allah'a aidiz ve biz ancak O'na döneceğiz" derdi.[1227]

Buharî ve Müslim. Az yukarıda Sad'd'dan rivayet edilmişti. [1228]

 

Ö) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) CENAZE KONUSUNDAKİ TUTUMLARI

 

1— Hz. Peygamber'in (s.a.)  Cenazeyle İlgili Tavırları:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) cenaze konusundaki tutumu en mükemmel bir tutumdu. O'nun buradaki tutumu diğer milletlerinkinden tamamen fark­lıydı. O'nun sünneti öyle şeyler içermektedir ki, bu sayede hem ölüye iyilik yapılmış, ona kabrinde ve diriliş gününde fayda verecek muamelelerde bu­lunulmuş, hem ölünün ailesi ve yakınlarına iyilik edilmiş ve hem de hayat­ta kalan kişi, ölüye yapacağı muamelelerde Bir Allah'a karşı kulluk görevi­ni tam olarak yerine getirmiş olur (Hz. Peygamber'in (s.a.) bu konudaki tutumları şöylece özetlenebilir): Allah Teâlâ'ya karşı kulluk görevini en mükemmel şekilde yerine getirir, ölüye iyilikte bulunur ve onu en güzel, en üstün bir tarzda donatıp Allah'a sunar; ashabıyla birlikte saf saf dura­rak Allah'a hamdeder, O'ndan ölüyü bağışlamasını isterler, ölüye rahmet ve mağfiret dilerler, kusurlarının örtbas edilmesini niyaz ederler. Sonra ce­nazenin önünde, cenaze kabre konuncaya kadar yürür. Sonra da ashabıyla birlikte hep beraber ayağa kalkar, onların önünde ölünün kabri başında en muhtaç olduğu bir zamanda yine hep birlikte Allah'tan ölünün (sıratta) ayağım kaydırmamasını isterler. Daha sonra da tıpkı hayatta olan birinin dünyada iken arkadaşını ziyarete gitmesi gibi ölüyü kabrinde ziyaret eder, ona selâm verir dua ederdi.

Birinci safhada kişiyi hastalığında ziyaret eder, ahireti hatırlatır; ona vasiyetini yapmasını, tövbe etmesini; yanında bulunanlara da son sözü ol­sun diye "lâ ilahe illallah" şehadet kelimesini söylemesini telkin etmeleriniemrederdi.[1229] Sonraki safhada ise kıyamete ve yeniden dirilişe inanmayan milletlerin, yüzlerini tokatlama, elbiseleri yırtma, başları kazıtma, yüksek sesle ölünün iyiliklerini sayıp dökme, bağırıp çağırarak ağlama... gibi âdet­lerini yasaklamıştı.

Ölüye saygılı davranmayı, onun yanında sessiz ağlamayı ve yürekten üzülmeyi sünnet edinmişti. Kendisi böyle yapar ve: "Gözden yaş boşanır, yürek üzülür. Ama biz Rabbi hoşnut etmeyecek söz söylemeyiz." derdi.[1230]

Ümmetine böyle bir durumda Allah'a hamdetmek, istircâda bulun­mak ( = İnnâ Iillahi ve innâ ileyhi râciûn, demek) ve Allah'tan hoşnut ol­mak yolunu göstermiştir. Bu yol, gözden yaş boşanması ve yüreğin üzül-mesiyle çelişen bir yol değildir. Bu yüzden Allah'ın hüküm ve takdirinden en fazla hoşnutluk duyan ve O'na en çok hamdeden insan o idi. Bununla birlikte o, oğlu İbrahim'in öldüğü gün çocuğuna olan şefkat, merhamet ve acıma hisleriyle ağlamıştı. Kalbi, Allah'tan (c.c.) hoşnutluk ve O'nun şükrü ile dolu; dili ise Allah'ı zikir ve O'na hamd ile meşgul idi.

Bu iki halin uzlaştırılıp bir arada barındırılması konusu, ariflerden bi­rini çocuğu öldüğü gün daraltınca, arif gülmeye başladı. "Bu durumda nasıl gülebiliyorsun?" diye sordular. "Allah Teâlâ, hükmetti, hükmü ger­çekleşti. Ben de O'nun hükmüne razı olmak istedim." cevabım verdi. Bu olay, bir grup ilim adamına problem oldu ve: "Yaratılmışların Allah'tan en hoşnut olanı Allah Rasûlü (s.a.) iken nasıl oluyor da o, oğlu İbrahim öldüğü gün ağlıyor; bu arifi ise nza, gülme derecesine ulaştırıyor?" dedi­ler. Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin bu konuda şunları söylediğini işittim: Hz. Peygamber'in (s.a.) davranışı, bu arifin davranışından daha mükemmeldir. Zira Hz. Peygamber (s.a.) kulluğun hakkını vermiş; kalbi, hem Allah'dan hoşnut olmayı ve hem de çocuğuna şefkat, merhamet göstermeyi içine sığ­dırmış, Allah'a hamdetmiş, O'nun hükmüne razı olmuş, çocuğuna merha­met ve şefkatinden ağlamıştır. Şefkati, ağlamaya; Allah'a kulluğu ve O'na olan sevgisi, rıza ve hamde sevketmiştir. Arifin kalbi ise bu iki şeyi bir arada banndiramayacak kadar dar gelmiş; içi bunların birlikte bulunmala­rını sağlayacak kadar geniş olamamıştır. Böylece rıza kulluğu, merhamet ve şefkat kulluğunu bastırmıştır. [1231]

 

2—  Cenazenin Hazırlanması:

 

Ölüyü hemen donatıp Allah'a sunma, yıkama, temizleme, güzel koku sürme ve beyaz kumaşlarla kefenleme konularında acele edilip sonra ölü­nün hemen kendisine getirilmesi ve kendisinin de kalkıp cenaze namazını kıldırması acele ettiği işlerdendi. Daha önceleri ise ölü can vermek üzerey­ken çağrılır, can verinceye kadar yanında kalır, sonra donatım işlerini ya­par, sonra da cenaze namazını kıldırır ve kabrine kadar arkasından gider­di. Daha sonra sahabîler baktılar ki, bu iş Hz. Peygamber'e (s.a.) meşak­katli oluyor. Bunun üzerine ölü can verince onu çağırmaya başladılar. Hz. Peygamber (s.a.) gelip donatım, yıkama ve kefenleme işlerini hazırlardı. Daha sonra baktılar ki, bu da ona meşakkat veriyor. Artık bunun üzerine ölülerini kendileri donatıp tabut üzerinde taşıyarak Hz. Peygamber'e (s.a.) götürüyorlar, o da mescid dışında cenaze namazını kıldırıyordu. [1232]

 

3—  Cenaze Namazının Mescidde Kılınması:

 

Cenaze namazını devamlı camide kıldırmak Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti değildi. Cenaze namazını yalnız mescid dışında kıldırırdı. Zaman za­man mescidde kıldırdığı da olurdu. Meselâ, Süheyl b. Beyzâ ile kardeşinin cenaze namazlarım mescidde kıldırmıştı.[1233] Ancak bu, onun sünneti ve âdeti değildi,

Ebu Davud'un Sünen'inde Tev'eme'nin âzâdlısı Salih'ten rivayet etti­ğine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.): "Mescidde ce­naze namazı kılan lehine birşey (sevap) yoktur." buyurdu.[1234] Bu hadisin metninde ihtilaf edilmiştir. Kitâbu's-Sünenln rivayetinde Hatîb diyor ki: Aslında "Aleyhine birşey yoktur" şeklinde iken ötekiler "Lehine birşey yoktur" şeklinde rivayet ediyorlar. îbn Mâce, bu hadisi Sünen'indc "Lehi­ne birşey yoktur" şeklinde rivayet ediyor. Yalnız imam Ahmed vs. muhaddişler bu hadisi zayıf saymışlardır. İmam Ahmed: "Bu hadis, Tev'eme'nin âzâdlısı Salih'in tek başına rivayet ettiği hadislerdendir." diyor. Beyhakî ise: "Bu hadis, Salih'in teklerinden sayılır. Âişe (Süheyl b. Beyzâ'nın cena­ze namazının mescidde kılındığı) hadisi bundan daha sahihtir. Salih'in âdil olup olmadığında ihtilaf edilmiştir. Mâlik, onu cerheder (kusurlu bulur­du)" deyip Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in -Allah onlardan razı olsun-cenaze namazlarının mescidde kılındığını belirtmiştir.

Ben (İbn Kayyim) derim ki: Gerçekte Salih sikadır. Nitekim Abbas ed-Dûrî şöyle diyor: Onun hakkında İbn Maîn "O gerçekte sikadır." İbn Ebî Meryem ile Yahya ise "Sikadır, hüccettir" demişlerdir. İbn Maîn'e, "Malik, onu bırakmıştır" dedim. O da: "Mâlik, ona bunadıktan sonra yetişmiştir. Sevrî ancak bunamasından sonra yetişmiş ve ondan hadis din­lemiştir. Yalnız İbn Ebî Zi'b, ondan bunamadan önce hadis dinlemiştir." dedi. Ali b. el-Medînî: "O, sikadır; ancak yaşlandı, bunadı. Sevrî, ondan bunadıktan sonra hadis dinlemiştir. İbn Ebî Zi'b'in ondan hadis dinlemesi bu hal basma gelmeden öncedir." diyor. İbn Hibbân ise: "Yüz yirmi beş senesinde (h. 125/742) değişti, sika râvilerden uydurmalara benzer hadisler rivayet etmeye başladı. Artık son rivayet ettiği hadisler ilk rivayet ettiği hadislerle karıştı, ayırdedüemez oldu. Bu yüzden de terkedilmeye müste-hak oldu." demiştir.

Bu hadis hasendir. Çünkü Salih'ten rivayette bulunan İbn Ebî Zi'-b'dir. İbn Ebî Zi'b'in ondan hadis dinlemesi ise eskidir, şuurunun bozul­masından öncedir. Öyleyse şuurunun bozulması, bozulmadan önce rivayet ettiği hadislerin reddedilmesini gerektirmez. Tahâvî, bu Ebu Hureyre hadi­si ile Hz. Âişe hadisi konusunda başka bir yol tutup şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in (s.a.), Süheyl b. Beyzâ'nın cenaze namazını mescidde kılma­sının geçerliliği kaldırılmıştır. Sahabenin genelinin Hz. Âişe'ye karşı çık­malarına bakılırsa bu işin terkedilmesi Allah Rasûlü'nün (s.a.) uyguladığı iki şeklin sonuncusudur. Sahabîlerin böyle davranmalarının sebebi, Hz. Âi-şe'nin anlattığının aksini bilmiş olmalarındandır." Bir grup âlim -onlar ara­sında Beyhakî.... vs. de vardır-Tahâvî'nin bu sözlerini reddetmişlerdir. Bey­hakî diyor ki: Şayet Ebu Hureyre, Hz. Âişe'nin rivayet ettiği hadisin nes-hedildiğine dair bir hadis bilmiş olsaydı onu, Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk'ın cenazesi mescidde kılındığı günde, Hz. Ömer b. Hattâb'ın cenazesi mescid­de kılındığı ve bir de Hz. Âişe'nin cenazeyi mescide sokma emri verdiğinde mutlaka söylerdi. Yine Ebu Hureyre, Hz. Âişe bu konuda bir hadis rivayet etse o hadisi elbet söylerdi. Bu işe karşı çıkanlar caiz olduğunu bilmedikle­rinden karşı çıkmışlardır. Hz. Âişe bu konuda hadis rivayet edince susmuşlar, karşı çıkmamışlar ve bu hadise aykırı başka bir hadis söylememişler­dir.

Hattabî diyor ki: Hz. Ebu Bekr ile Hz. Ömer'in -Allah onlardan razı olsun- cenaze namazlarının mescidde kılındığı sabittir. Muhacirler ile En-sâr'ın büyük kesiminin onların cenaze namazlarında hazır bulundukları ma­lumdur. Bunların karşı çıkmamış olmaları caiz olduğunun delilidir. Ebu Hureyre hadisinin anlamının -tabiî hadis sabitse- sevap eksikliği ile yorum­lanmış olması muhtemeldir. Zira cenaze namazını mescidde kılan kimse çoğunlukla ailesine döner, cenazenin defnine katılmaz. Cenazeye koşup kab­ristan yanında namazını kılan kimse defnine de katılır ve iki kırat ağırlığın­da sevap elde eder. Adımlarının çokluğu oranında sevap alabilir. Bu du­rumda cenaze namazını mescidde kılan kimse, mescid dışında kılana oran­la daha az sevap almış olur.

Bir grup "Ona birşey yoktur" sözünün anlamını, metinlerin anlamları uzlaşsın, aralarında çelişki kalmasın diye "Onun aleyhine birşey yoktur" diye yorumlamış ve buna örnek olarak "Kötülük yaparsa­nız yine kendi aleyhinizedir" âyetini[1235] göstermişlerdir.

İşte bu iki hadis konusunda âlimlerin tuttukları yollar bunlardır. Doğ­rusu, bizim başta söylediğimizdir: Bir özür bulunmadıkça cenaze namazını mescid dışında kılmak Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti ve âdetidir. Her ikisi de caizdir. Ancak mescid dışında kılmak daha faziletlidir. En iyi bilen Allah'tır. [1236]

 

4— Cenazenin Yıkanması ve Kefenlenmesi:

 

Öldüğü vakit ölünün üzerini örtmek, 'gözlerini yummak, yüzünü ve bedenini kapamak Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti idi. Osman b. Maz'ûn'u öpüp ağlamasında olduğu [1237] gibi bazan ölüyü öptüğü de olurdu. Ebu Be­kir Sıddîk (r.a.) da Hz. Peygamber'in (s.a.) vefatından sonra üzerine ka­panmış ve onu öpmüştü.[1238]

Yıkayıcının, lüzumuna göre ölüyü üç, beş defa yahut daha fazla yıkamasını; son yıkayışta ise kâfur denilen bir koku kullanılmasını emrederdi. Savaş meydanında ölen şehidleri yıkatmazdı.[1239] İmam Ahmed'ın rivayeti­ne göre Hz. Peygamber (s.a.) onların yıkanmasını yasaklamıştır. Şehitler­den deri ve demir eşyaları soyar, onları elbiseleri ile gömer [1240] ve cenaze namazlarını kılmazdı.

İhramlı biri öldüğü zaman su ve sidr (Arabistan kirazı ağacının yapra­ğı) ile yıkanmasını, ihram giysileri olan izâr ve ridâ adı verilen iki parça kumaşa kefenlenmesin! emretmiş ve güzel koku sürülmesini, başının örtül­mesini yasaklamıştı.[1241]

Ölüyü kefenleme işini üzerine alan kimseye, ölünün kefenine önem göstermesini ve beyaz kumaşlarla kefenlemesini emrederdi. Kefenin pahalı kumaşlardan olmasını yasaklardı. Şayet kefen bütün bedeni örtmeye yet­meyecek kadar kısa olursa başını Örter ve ayaklan üzerine yeşil ot kordu. [1242]

 

5_ Cenaze Namazını Kılışı:

 

Cenaze namazını kıldırması için önüne bir ölü getirildiğinde borcu olup olmadığını sorardı. Borcu yoksa namazım kıldınrdı. Şayet borcu varsa kendisi kılmaz, ama ashabının kılmasına izin verirdi. Çünkü onun namazı bir şefa­attir. Şefaati ise (affı, cenneti) icab ettirir. Kul da borcuna rehindir, borcu ödeninceye kadar cennete giremez. Allah, fetihler nasib edince Hz. Pey­gamber (s.a.) de borçlunun namazım kılar oldu. Kendisi, onun borcunu yüklenir ve malı varsa mirasçılarına birakırdı.[1243]

Cenaze namazını kılmaya başlayınca tekbîr alır, Allah'a hamdedip öv­güde bulunurdu. Bir keresinde İbn Abbas bir cenaze namazı kıldırdı; ilk tekbirden sonra açıktan Fâtiha'yı okudu ve "Sünnet olduğunu bilmeniz için böyle yaptım" dedi.[1244] Ebu Ümâme b. Sehl de aynı şekilde birinci tekbirde, Fatiha okumak sünnettir, diyor.[1245] Hz. Peygamber'in (s.a.) ce­naze namazında Fatiha okumayı emrettiği rivayet edilirse de isnadı sahih değildir. Üstadımız: "Cenaze namazında Fatiha okumak vâcib (farz) değil, sünnettir." diyor. Ebu Ümâme, cenaze namazında Hz. Peygamberce (s.a.) salavât getirileceğini bir grup sahabeden nakletmektedir.[1246]

Yahya b. Saîd el-Ensârî'nin Saîd el-Makburî'den rivayetine göre Ebu Hureyre, Ubâde b. Sâmit'e cenaze namazını sormuş, o da şöyle cevap ver­mişti: Vallahi, ben sana bunu anlatacağım. Önce tekbir alır, sonra Hz. Peygamber'e (s.a.) salavât getirir ve şu duayı okursun:

"Allah'ım! (Falanca) kulun sana ortak koşmazdı; Sen onu daha iyi bilirsin. İyi idiyse sevabını artır, kötü idiyse günahlarını bağışla. Allah'ım! Onun mükâfatından bizi mahrum etme ve ondan sonra da bizi doğru yol­dan ayırma."[1247]

 

6— Cenaze Duaları:

 

Cenaze namazının maksadı ölüye duadır. Bundan dolayı Fatiha oku­nacağı, salavât getirileceği gibi konulardan daha çok Hz. Peygamber'den (s.a.) dua ezberlenip aktarılmıştır. Ondan bellenen duaların bazıları şunlar­dır:

1- "Allah'ım! Onu bağışla, ona merhamet et. Her türlü belâ ve kötü­lüklerden uzak tut. Onu affet. Vardığı yerde ona ikram et. Girdiği yeri geniş kıl. Onu su, kar ve dolu ile yıka. Beyaz kumaşın kirden temizlenmesi gibi onu günahlardan temizle. Ona dünyadaki yerinden daha hayırlı bir yer, ailesi yerine daha hayırlı bir aile, eşi yerine daha hayırlı bir eş nasib eyle. Onu cennete girdir. Kabir ve cehennem azabından koru."[1248]

2- "Allah'ım! Dirimizi-ölümüzü, küçüğümüzü-büyüğümüzü, erkeğimizi-kadınımızı, burada hazır olanları-olmayanları bağışla.

Allah'ım! Bizden olup can verdiklerini İslâm üzere yaşat. Bizden eceli gelenleri de iman üzere öldür.

Allah'ım! Onun mükâfatından bizi mahrum etme ve ondan sonra da bizi fitneye düşürme. "[1249]

3- "Allah'ım! Falanın oğlu falan, senin koruma ve emânın altındadır. Onu kabir fitnesinden ve cehennem azabından koru. Sana vefa ve hak yaraşır. Onu bağışla ve ona acı. Sen şüphesiz çok bağışlayan, çok merha­met edensin."[1250]

4- "Allah'ım! Bu kadının Rabbi Sensin. Onu Sen yarattın. Rızkını Sen verdin. Ona İslâm yolunu Sen gösterdin. Ruhunu Sen aldın. Onun gizli-açık herşeyini bilen de Sensin. Biz şefaatçi olarak geldik, onu bağış­la."[1251]

Hz. Peygamber (s.a.), ölü için halisane dua edilmesini emrederdi. [1252]

 

7— Cenaze Tekbirleri:

 

Cenaze namazında dört tekbir alırdı. Beş tekbir aldığı da sahih yolla rivayet edilmiştir. Onun vefatından sonra sahabîler dört, beş veya altı tek­birle kıldırırlardı. Bir keresinde Zeyd b. Erkam beş tekbir almış ve Hz. Peygamber'in (s.a.) de beş tekbir aldığını söylemişti. Bu rivayeti Müslim aktarmıştır.[1253]

Ali b. Ebî Tâlib (r.a.), Sehl b. Huneyf'in cenaze namazını altı tekbirle kıldırdı.[1254] Bedir savaşına katılanlara altı, diğer sahabîlere beş ve öteki insanlara dört tekbir alırdı. Bu rivayeti Dârakutnî nakletmiştir.[1255]

Saîd b. Mansûr, Hakem b. Uteybe'nin: "Bedir savaşına katılanlara beş, altı, yedi tekbir alırlardı."dediğini aktarmaktadır. Bunlar sahih haber­lerdir. Bu çeşit farklı uygulamalardan menetmek için bir sebep yoktur. Hz. Peygamber (s.a.) dört tekbirden fazlasını yasaklamamış, bilakis bu artırma işini hem kendisi, hem de kendisinden sonra ashabı uygulamıştır.

Dört tekbirden fazlasını yasak sayanların delilleri:

1- Bu görüşü savunanlardan kimisi İbn Abbas'ın naklettiği: "Hz. Pey­gamber (s.a.) en son kıldırdığı cenaze namazında dört tekbir aldı" hadisi-ni[1256] delil olarak ele almış ve: "İşte bu, iki halin sonuncusudur. Sonuncu olana uyulur. Hz. Peygamber'in (s.a.) en son yaptığı da budur.'-' demiş-tir.Oysa bu hadis hakkında Hallâl, el~îlel adlı eserinde şöyle demektedir: Harb'in bana haber verdiğine göre, îmam Ahmed'e Ebu'l-Müleyh-Meymûn-İbn Abbas senediyle rivayet edilen bu hadisi sormuşlar, o da şu cevabı vermiş: "Bu yalandır, ash yoktur. Bunu yalnızca Muhammed ,b. Ziyâd et-Tahhân rivayet etmiştir. O da hadis uydururdu."

2- Meymûn b. Mihrân, İbn Abbas'tan şu hadisi rivayet eder: "Melek­ler, Hz. Âdem'in (a.s.) cenaze namazını kıldırdıklarında dört tekbir aldılar ve; Ey âdemoğulları! Bu sizin sünnetinizdir, dediler." Oysa bu rivayet hak­kında el-Esrem diyor ki: Mekke'de oturan Nisâburlu Muhammed b. Muâ-viye'nin adı geçince Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'in: "Kanaatimce onun hadisleri uydurmadır" dediğini işittim. Ardından Ahmed, bu uydurma ha­disler cümlesinden olmak üzere onun, fibu'İ-Müleyh-Meymûn b. Mihrân-İbn Abbas senediyle naklettiği "Melekler, Hz. Âdem'in cenaze namazını kıldırdıklarında dört tekbir aldılar." hadisini söylemişti. Ebu Abdillah bu­nu çok büyülttü ve dedi ki: "Ebu'l-Müfeyh hadis konusunda çok doğru birisidir. Böyle bir rivayette bulunmakta Allah'tan son derece çekinen bir şahıstır."

3-  Beyhakî'nin Yahya yoluyla Übeyy'den naklettiğine göre Hz. Pey­gamber (s.a.) buyurdular ki; "Melekler, Âdem'in cenaze namazım kıldıklarında dört tekbir aldılar ve: Ey âdemoğullan! Bu sizin sünnetinizdir, dc4 diler." Bu hadis sahih değildir[1257] hem merfû, hem mevkuf olarak riva­yet edilmiştir.

Muaz'm arkadaşları beş tekbir alırdı. Alkame diyor ki: Abdullah b.! Mes'ûd'a: "Muaz'ın Şam'dan gelen arkadaşlarından bazıları ölülerine beş tekbir alıyorlar" dedim. Abdullah da: "Ölüye tekbir alma konusunda bir vakit ( = sınırlama) yoktur. İmam tekbir aldıkça sen de al; imam bırakınca sen de bırak." dedi.[1258]                                                                

 

8— Selâm Vermesi:                                                                             

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) cenaze namazında selâm veriş şekline gelince? bir rivayete göre bir tek selâm, diğer bir rivayete göre de iki selâm verirdi .

Beyhakî vs. muhaddislerin el-Makburî yoluyla Ebu Hureyre'den riva­yet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.) bir cenaze namazı kıldırdı; dört tekbir alıp bir tek selâm verdi.[1259] Ancak Hallâl, el-îlel'dc yazıyor ki, el-Esrem'in rivayetine göre İmam Ahmed: "Bu hadis bence uydurmadır" de­miştir.

İbrahim el-Hecerî anlatıyor: Abdullah b. Ebî Evfâ, kızının cenaze na­mazım kıldırdı. Dört tekbir aldı; bir müddet bekledi, öyle ki, beşinci bir tekbir alacağını zannettik. Sonra sağma^ve soluna selâm verdi. Namazı bitirince: "Bu ne iştir?" diye sorduk. Sorumuza karşılık: "Ben, Allah Ra-sûlü'nün (s.a.) yaptığım gördüğüm şeyden daha fazlasını yapmadım" ya­hut "Allah Rasûlü (s.a.) de böyle yaptı" dedi.[1260]                              .

îbn Mes'ûd diyor ki; "Allah Rasûlü'nün (s.a.) yaptığı, (bugün) insan?!

ların terkettiği üç şey vardır. Biri de cenaze namazında, (normal) namazda­ki selâm gibi selâm vermek."[1261]

Bu iki rivayeti Beyhakî aktarmaktadır. Ancak Yahya b. Ma'în, Nesâî ve Ebu Hatim; İbrahim b. Müslim el-Abedî el-Hecerî'nin ve rivayet ettiği bu hadisin zayıf olduğunu söylemişlerdir. Şafiî, Kitabu Harmele'de Süfyân yoluyla bu hadisi ondan şu şekilde rivayet eder: "Cenazeye dört tekbir aldı. Sonra bir müddet durdu. Bunun üzerine cemaat ona tesbîh getirerek hatırlatma yaptı. O da selâm verdi." Sonra Abdullah b. Ebî Evfâ: "Benim dörtten fazla tekbir alacağımı zannettiniz. Oysa ben Allah Rasûlü'nün (s.a.) dört tekbir aldığını gördüm" dedi; ama "Sonra sağına ve soluna selâm verdi." demedi. İbn Mâce de bu hadisi ondan el-Muhâribî yoluyla aynen bu şekilde rivayet etti; "Sonra sağına ve soluna selâm verdi" demedi.[1262]

Sağına ve soluna selâm verdiğini ondan yalnızca Şerik rivayet etmiştir. Beyhakî diyor ki: Sonra onu yalnızca tekbir yahut hem tekbir, hem başka konularda Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbet etti.

Ben derim ki: İbn Ebî Evfâ'nın bunun tersini yaptığı bilinmektedir. İmam Ahmed'in belirttiğine göre İbn Ebî Evfâ bir tek selâm verirdi.Ah-med b. el-Kâsım anlatıyor: Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'a: "Sahabe­den herhangi birinin cenaze namazını iki selâmla kıldırdığını biliyor mu-sun?"diye sordular. O da: "Hayır. Ancak sahabeden altısı sağına yalnızca hafif bir selâm verirlerdi." diye karşılık verip îbn Ömer, İbn Abbas, Ebu Hureyre, Vasile b. el-Eskâ, İbn Ebî Evfâ ve Zeyd b. Sâbit'in adlarını say­dı. Beyhakî ayrıca Ali b. Ebî Tâlib, Câbir b. Abdillah, Enes b. Mâlik ve Ebu Ümâme b. Sehl b. Huneyf in adlarını da bunlar arasında saymak­tadır. Böylece on sahabî etmektedir. Ebu Ümâme Hz. Peygamber'e (s.a.) yetişmiş ve Hz. Peygamber (s.a.) ona, ana tarafından dedesi olan Ebu Ümâ­me Es'ad b. Zürâre'nin adını vermişti. Bunun için Ebu Ümâme hem saha­be arasında, hem de tabiînin büyüklerinden sayılmaktadır.

Elleri kaldırmaya gelince; Şafiî diyor ki: Bu konuda aktarılan eserden dolayı ve namazın sünnetine kıyasen eller kaldırılır. Çünkü Hz. Peygamber  (s.a.), namazda ayakta iken aldığı her tekbirde ellerini kaldırırdı.

Derim ki: Eser'den maksadı İbn Ömer ve Enes b. Mâlik'ten kendisi­nin naklettiği şu rivayettir: "Bu iki sahabî, cenaze namazında her tekbir alışlarında ellerini kaldırırlardı."[1263] Aktarıldığına göre Hz. Peygamber (s.a.), ilk tekbirde ellerini kaldırır ve sağ elini sol eli üzerine kordu. Bunu Beyhakî, Sünen'de rivayet etmiştir. Tirmizî'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.), cenaze namazında sağ elini sol eli üzerine koydu. Ancak bu hadis, Yezîd b. Sinan er-Ruhâvî'den dola­yı zayıftır.'[1264]

 

9— Kabir Üzerinde Namaz:         

 

Hz. Peygamber (s.a.) bir kimsenin cenaze namazım kaçırdığı zaman mezarı üzerinde kılardı.[1265] Bir keresinde bir gece sonra, bir keresinde ise üç gün sonra[1266] bir keresinde de bir ay sonra[1267] kabir üzerinde cenaze namazı kıldırdı. Bu konuda herhangi bir zaman sınırlaması getirmedi.

Ahmed (r.h.) diyor ki: "Kabir üzerinde cenaze namazı kılmakta kim şüphe edebilir ki?! Hepsi de hasen olan altı senedle rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) cenaze namazını kaçırdığı zaman kabir üzerinde kı­lardı."                                                

İmam Ahmed, kabir üzerinde cenaze namazı kılmayı bir ay ile sınırla­mıştır. Çünkü Hz. Peygamber'den (s.a.), daha sonra kıldığı rivayet edilen müddetin en fazlası bu kadardır. Şafiî (r.h.) ise ölünün kokmaması ile sınırlamıştır. Mâlik ve Ebu Hanîfe de -Allah onlara rahmet etsin-bunu ya­saklamışlar; ancak velîsi, uzakta bulunduğu için kaçırmişsa kılabileceğini söylemişlerdir.

Hz. Peygamber (s.a.) cenaze namazında, cenaze erkek ise başı yanın­da, kadınsa orta hizasında'[1268] dururdu. [1269] 

 

10— Çocuğun Cenaze Namazını Kılması:

 

Çocuğun cenaze namazım kılmak Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı iş­lerdendir.  "Çocuğun cenaze namazı kılınır." buyurduğu da sahihtir.[1270]

Sünen-i îbn Mâce'dz merfû' olarak rivayet edildiğine göre Hz. Pey­gamber (s.a.): "Çocuklarınızın cenaze namazlarını kılınız. Çünkü onlar, önden gönderdiğiniz sevaplarınızdır." buyurmuştur.[1271]

Ahmed b. Ebî Abde anlatıyor: İmam Ahmed ile aramızda şu konuş­ma geçti. Ben sordum:

—Düşük bebeğin cenaze namazının kılınması ne zaman farz olur?

—(Anne karnına düştükten sonra) dört ay geçince. Çünkü o zaman ruh üflenir.

—Peki, Mugîre b. Şu'be'nin naklettiği; "Çocuğun ,cenaze namazı kılınır" hadisi?

Sahih ve merfudur.

__ Bunda ne dört ay ,ne de başka bir açıklama var.

__ Onu said b.el-Müseyyeb söyledi.

Soru: HZ. Peygmber (s.a.), oğlu İbrahim öldüğü gün onun cenaze namazını kırdırdı mı.

Hz. Aişe'nin (r.a.) şöyle dediğini aktarır: "Hz. Peygamber'in (s.a.) oğlu İbrahim 18 aylık iken öldü. Allah Rasûlü (s.a.), onun cenaze namazını kıldırmadı."[1272]

İmam Ahmed bu hadisi şu senedle rivayet etti: Yakub b, İbrahim -Babam (İbrahim) - İbn İshak - Abdullah b. Ebî Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm - Amra - Âişe.

Hanbel'in rivayetine göre İmam Ahmed: "Bu cidden münker bir hadistir" demiş ve İbn İshâk'ı vâhî ( = zaîf) saymıştır.

Hallâl der ki: Abdullah'a şu hadis okundu: Babam (Ahmed b. Han-bel) - Esved b. Âmir - İsrail - Câbir el-Cu'fî - Âmir senediyle rivayet edildi­ğine göre Berâ b. Âzib şöyle demiştir:

"Allah Rasûlü (s.a.), 16 aylık iken ölen oğlu İbrahim'in cenaze namai-zmı kıldırdı."[1273]

Ebu Davud, el-Behiy'in şöyle dediğini nakleder: "Allah Rasûİü (s.a. oğlu İbrahim öldüğünde onun cenaze namazını oturaklarda kıldırdı." Bu hadis mürseldir.[1274]el-Behiy'in ismi Abdullah b. Yesâr'dır; Kûfelidir.

Yine Ebu Davud, Atâ b. Ebî Rabâh'ın: "Hz. Peygamber (s.a.), 70 gecelik ( = günlük) iken ölen oğlu İbrahim'in cenaze namazını kıldırdı." dediğini aktarır.[1275] Bu hadis mürseldir; Atâ burada yanılmıştır. Çünkü İb­rahim bir yaşını geçmişti.

Âlimler bu rivayetler konusunda farklı görüşleri benimsemişlerdir. Ki­misi çocuğun cenaze namazının kılınacağını söyleyip Hz. Âişe hadisinin sahihliğini kabul etmemiştir. Nitekim İmam Ahmed, vs. bu görüşte olup: "Bu mürsel hadisler, Berâ hadisiyle beraber birbirlerini kuvvetlendirirler? demişlerdir. Kimisi de Berâ hadisini Câbir el-Cufî'den dolayı zayıf saymış!, bu mürsel hadislerin zayıf olduğunu söylemiş ve: "İbn İshak hadisi bunlaf*-dan daha sahihtir" demiştir.

Sonra bu grup kendi aralarında Hz. Peygamber'in (s.a.) hangi sebep­ten dolayı çocuğunun cenaze namazını kılmamış olduğu konusunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmı: "Allah Rasûlünün (s.a.) oğlu olmasından dolayı onun için şefaat olacak namaz ibadetine gerek duymamıştır. Nite­kim şehitliğinden Ötürü de şehidin cenaze namazını kılmaya gerek yoktur*"-'diyor. Başkaları da: "İbrahim, güneş tutulduğu gün ölmüştü. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.) güneş tutulması namazı kıldırmakla meşgul olduğufl-dan, onun cenaze namazını kıldıramadı" diyorlar. Bir kısmı ise diyor ki: Bu rivayetler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ço­cuğunun cenaze namazım kılmalarını ashabına emretmiştir. Artık buradan hareketle: "İbrahim'in cenaze namazı kılındı. Ancak Hz. Peygamber (s.a.) güneş tutulması namazıyla meşgul olduğundan bizzat kendisi o namaza katılamadı." denilmiştir. "Cenaze namazı kılınmadı" diyenler de vardır. Bir grup ise: "Kılındığını söyleyenlerin rivayetleri daha elverişlidir. Çünkü bu durumda fazla bir bilgi var demektir. Olumsuzluk ile olumluluk çelişti­ğinde olumluluk tarafı öne alınır" diyor. [1276] 

 

11— Cenaze Namazı Kılınanlar ve Kılınmayanlar:

 

Hz. Peygamber (s.a.) intihar edenin, ganimetten çalanın cenaze nama­zını kılmazdı.[1277]

Recim cezasına çarptırılan zinakârın durumunda olduğu gibi had ceza­sı uygulanarak öldürülen bir kimsenin cenaze namazının kılınıp kılınmaya-cağı konusunda Hz. Peygamber'den (s.a.) farklı şeyler aktarılmıştır. Sahih yolla aktarılmıştır ki Cüheyne kabilesinden recmettiği bir kadının cenaze1 namazını kılmıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Zina eden bir kadının na^ mazını mı kılıyorsun Ey Allah'ın Rasûlü?" diye sormuş; o da: "Yeminle söylüyorum, bu kadın öyle bir tevbe etti ki, tevbesi Medine halkından yet% miş kişi arasında paylaştırılsa hiç şüphesiz hepsine yeterdi. Kendini Allah Teâlâ'ya sunmaktan daha üstün bir tevbe mi olur?" buyurmuştu. Bu nadir si Müslim rivayet etmiştir .[1278]

Buharî'nin Sahihinde Mâiz b. Mâlik olayında aktardığına göre Hz. Peygamber (s.a.) onun için hayır söyleyip cenaze namazını kılmıştı.[1279] Bıi hadisi nakleden Zührî'nin burada cenaze namazını söyleyip söylemediği ko-1 nusunda ondan nâkilde bulunanlar ayrılığa düşmüşlerdir. Mahmud b. Gay-J lân, Abdürrezzak yoluyla Zührî'den yaptığı rivayette cenaze namazının kı­lındığını söylemiş; Abdürrezzak'in öğrenciierinden sekizi ona muhalefet ede­rek cenaze namazı konusunu anmamışlardır. Onların ismi şöyledir: I- îs-hak b. Râhüyeh, 2- Muhammed b. Yahya ez-Zühelî, 3- Nuh b. Habîb, 4- Hasan b. Ali, 5- Muhammed b. Mütevekkil, 6- Humeyd b. Zenceveyh, 7-Ahmed b. Mansûr er-Ramâdî, (8- İshâk b. İbrahim ed-Deyrî).[1280]

Beyhakî diyor ki: Mahmûd b. Gaylân'ın: "Cenaze namazını kılmıştı" sözü hatadır; çünkü Abdürrezzak'in öğrencileri ile Zührî'nin öğrencileri aksine icmâ etmişlerdir.

Mâiz b. Mâlik olayının anlatımında ayrılığa düşülmüştür. Ebu Saîd el-Hudrî: "Hz. Peygamber (s.a.), onun için ne bağışlanma diledi, ne de kötü sözler söyledi." diyor. Büreyde b. Husayb ise: "Hz. Peygamber (s.a.): 'Mâiz b. Mâlik için bağışlanma dileyin' buyurdu. Bunun üzerine cemaat: Allah, Mâiz b. Mâlik'i affetsin, diye dua etti" diyor. Her iki rivayeti de Müslim zikretmektedir.[1281] Buharî'nin nakline göre -ki bu aynı zamanda illetli Abdürrezzak hadisidir- Câbir: "Hz. Peygamber (s.a.), onun cenaze namazını kıldı" diyor [1282]bu Davud'un nakline göre ise Ebu Berze el-Eslemî: "Hz. Peygamber (s.a.), ne onun cenaze namazını kıldı, ne de kı­lınmasını yasakladı" diyor.[1283]

Ben derim ki: Gâmid kabilesinden zina eden kadının cenaze namazını Hz. Peygamber'in (s.a.) kıldırdığı yolundaki hadiste ihtilaf edilmemiştir.[1284] Mâiz hadisi hakkında ise ya: "Hadisin metinleri arasında çelişki yoktur. Çünkü bu hadiste geçen salât kelimesi, Hz. Peygamber'in (s.a.) Allah'tan onun bağışlanmasını dilemek için dua etmesi ve salât'ı terketmesi de ceza­landırarak sakındırmak kasdıyla cenaze namazını kılmaması anlamında­dır"; ya da: "Metinleri çelişiyorsa bundan vazgeçilip Gâmidli kadın hak­kındaki hadise müracaat edilir" demek gerekir.[1285]

 

12— Namazdan Sonra Cenazeyi Takibi:

 

Hz. Peygamber (s.a.) bir ölünün cenaze namazını kıldırdığı zaman önün­de yürüyerek mezarlığa kadar takip ederdi. Kendisinden sonraki Râşid Ha­lifelerinin âdetleri de buydu. Cenazeyi takip eden kimsenin şayet binitli ise gerisinden, eğer yaya ise cenazeye yakın olarak ya arkasından veya önün­den yahut sağından yahut da solundan takip etmesini sünnet kılmıştır. Ce­nazeyi hızla, hatta koşarcasına götürmelerini emretmiştir. Zamammızdaki insanların yavaş yavaş, adım adım yürümeleri sünnete aykırı olup Ehl-i Kitab'tan yahudilere benzeyişi içeren çirkin bir bid'attir. Ebu Bekre, böyle yapan kimseye kırbacı kaldırır ve: "Yemin olsun, ben Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte koşuşturduğumuz (günleri) gördüm." derdi.[1286]

İbn Mes'ûd (r.a.) anlatıyor: Peygamberimize (s.a.) cenazenin yanında nasıl yürüneceğini sorduk. "At gibi hızlı gitmekten daha yavaş" cevabını verdi. Bu hadisi Sünen sahipleri rivayet etmiştir.[1287] Cenazeyi takip ettiğinde yaya yürür ve "Melekler yürürken ben binemem" derdi.[1288] Takip ten ayrıldığında bazan yürür, bazan hayvana binerdi.

Takibe koyulduğunda cenaze konuluncaya kadar oturmazdı. "Cena­zeyi takip ettiğinizde konuluncaya kadar oturmayın" buyurdu.[1289]

Şeyhülislâm İbn Teymiye (r.h.): "Yere konması kastedilmiştir." dedi. Ben diyorum ki: Ebu Davud şöyle diyor: Bu hadisi Sevrî, Süheyl - Süheyl*-! in babası - Ebu Hureyre senediyle rivayet etmiştir. Burada "Yere konulun­caya kadar oturmayın" denilmektedir; Ebu Muâviye ise Süheyl'den: "Kabrin yanında kıble tarafına oyulan yarığa konuluncaya (lahd) kadar oturmayın" şeklinde nakletmektedir. Süfyân es-Sevrî, Ebu Muâviye'den daha hafızdır.

Ebu Davud ve TirmizFnin rivayetine göre Ubâde b. Sâmit diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.), lahde konuluncaya kadar cenaze için ayakta durur-du."[1290] Ancak bu hadisin senedinde Bişr b. Râfi' vardır; onun hakkında Tirmizî; "Hadiste güçlü değil", Buharî: "Hadisine mutâbaat edilmez.", Ahmed: "Zayıftır", İbn Maîn: "Münker hadisler rivayet etmiştir.", Ne-sâî: "Güçlü değil" ve İbn Hibbân: "Kasıtlıymışçasına uydurma şeyler ri­vayet eder." demişlerdir. [1291] 

 

13— Gıyabî Cenaze Namazı:

 

Uzakta bulunan her ölünün cenaze namazını gıyaben kıldırmak Hz. Pey-gamber'in (s.a.) sünneti ve âdeti değildi. Müslümanlardan pek çok kimse uzaklarda öldü; ama onların cenaze namazlarını kıldırmadı. Ancak Habe-: şistan hükümdarı (Necâşî Ashame)'nin gıyabında tıpkı hazır cenazeye kıl-y dırdığı namaz gibi bir namaz kıldırdı.[1292]                                               

Bu konuda âlimler üç ayrı kola ayrıldılar:

1-  Hz. Peygamber'in (s.a.) bu davranışı bir teşrî' olup, uzakta bulu­nan herkesin gıyabında cenaze namazı kılmak ümmet için sünnettir. Şafiî ve iki rivayetten birine göre Ahmed bu görüştedirler.

2-  Ebu Hanîfe ve Mâlik: "Bu yalnız Hz. Peygamber'e (s.a.) mahsus­tur. Başkası için böyle birşey söz konusu değildir." diyorlar. Bu imamların müntesibleri diyorlar ki: Necâşî'nin tabutunun Hz. Peygamber'e (s.a.) yak-laştırılması ve böylece ne kadar uzak mesafede olursa olsun Peygamberi­mizin onu görerek tıpkı hazır, gözle görülen cenazeye kıldırdığı namaz gibi bir namaz kıldırması mümkündür. Sahabîler her ne kadar cenazeyi görme­seler de namazda Hz. Peygamber'e (s.a.) tabidirler. Hz. Peygamber'in (s.a.) Necâşî'den başka, uzakta ölenlerin hepsinin gıyâblarında cenaze namazla­rını kıldığının nakledilmemiş olması da bunu gösterir. Onun yaptığı sünnet olduğu gibi terkettiği de sünnettir. Ondan sonra gelen birinin, ölünün ta­butunu uzak mesafeden gözüyle görmesine ve namazını kılması için cena­zenin kendisine yaklaştırılın asma yol yoktur. Artık bu işin ona mahsus olduğu anlaşılmıştır. Rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) Muâviye b. Muâ­viye el-Leysî'nin gıyabında cenaze namazı kildırmıştır.[1293] Ancak bu riva­yet sahih değildir. Çünkü rivayetin senedinde İbn Zeydil denilen Alâ b. Zeyd   adında  biri  vardır.   Onun   hakkında  Ali   b.   el-Medînî:   "Hadis uydururdu" demiştir. Bu hadisi Mahbûb b. Hilâl, Atâ b. Ebî Meymûne yoluyla Enes'ten rivayet etmiştir.[1294] Buharî: "Ona ( = Mahbûb'a) mutâ­baat edilmez" demiştir.

3-  Şeyhülislâm İbn Teymiye diyor ki: Doğrusu şudur: Uzakta olan kimse cenaze namazı kılınmayan bir yerde ölmüşse, onun gıyabında cenaze namazı kılınır. Nitekim Hz. Peygamber (sia.), Necâşî'nin cenaze namazını, kâfirler arasında öldüğü ve cenaze namazı kılınmadığı için gıyaben kılmış­tı. Şayet öldüğü yerde cenaze namazı kıhnmışsa artık gıyabında namazı kılınmaz. Çünkü müslümanların, onun cenaze namazını kılmalarıyla farz düşmüş olur.[1295] Hz, Peygamber (s.a.}, uzakta ölen kimsenin gıyabında ce­naze namazı kılmış; ama kılmadığı da olmuştur. Onun yaptığı ve terkettiği sünnettir. Bunun yeri ayrı, onun yeri ayrı... En iyisini Allah bilir. Hanbelî mezhebi içinde üç görüş vardır; en doğrusu şu tafsilattır. Ama İmam Ah-med'in müntesiblerince meşhur olan görüş, her halükârda uzakta bulunan kimsenin gıyabında cenaze namazı kılınacağı yolundadır. [1296] 

 

14— Cenaze İçin Ayağa Kalkmak:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) yanından cenaze geçtiğinde ayağa kalktığı ve ayağa kalkmayı emrettiği sahihtir. Oturup ayağa kalkmadığı da sahih yolla rivayet edilmiş ve bu yüzden de bu konuda görüş ayrılığına düşülmüştür. Kimisi, "Ayağa kalkmak mensûhtur, oturmak ise iki durumun en son ola­nıdır. "[1297] kimisi: "Hayır. Her ikisi de caizdir. Hz. Peygamber'in (s.a.) ayağa kalkması müstehab olduğunu, kalkmaması da caizliğini göstermek içindir" demiştir. Bu ikinci görüş nesih iddiasından daha iyidir. [1298] 

 

15— Gömme Vakti ve Telkin:

 

Ölüyü güneş doğarken, batarken ve tam güneş tepede iken defnetmek Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı bir iş değildi.[1299] Kabrin kıble tarafına bir yarık oymak (lahd), kabri derinleştirmek ve ölünün başı ile ayaklarının konacağı yeri genişletmek Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetiydi. Aktarıldığına söre ölüyü kabre koyarken şu iki cümleden birini söyierdi:[1300]

Yine aktarıldığına göre ölü defnedilince kabrinin üzerine baş tarafın­dan üç kere toprak serperdi.Şekil 1[1301]

Ölünün defin işi bittikten sonra ashabiyla birlikte ayağa kalkar ve iman üzere sebat etmesi (sorguyu şaşırmadan cevaplandırması) için dua eder, orada bulunanlara da aynı şekilde dua etmelerini emrederdi.[1302]

Günümüz insanlarının yaptığı gibi kabrin başında oturup Kur'an oku­maz, ölüye telkinde bulunmazdı. Taberânî'nin Mu'cem'inde Ebu Ümâme'-den rivayet ettiği şu hadise gelince; bu hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki:

"Bir din kardeşiniz ölüp de kabrinin üzerini toprakla düzlediğinizde içinizden biri kabrin baş tarafında durup: 'Ey falan!' diye seslensin; o ken­disine sesleneni işitir, ama cevap veremez. Sonra: 'Ey falan kadının oğlu falan!' diye seslensin; ölü doğrulup oturacaktır. Sonra yine: 'Ey falan ka­dının oğlu falan!' diye seslensin; o: 'Bizi irşad et, Allah sana rahmet etsin' diyecektir, ama siz farkına varmazsınız. Sonra: 'Hatırla. Hani sen dünya­dan ayrılırken Allah'tan başka tanrı bulunmadığına, Hz. Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık edip inanmıştın; Allah'ı Rab, İs­lâm'ı din, Hz. Muhammed'i peygamber, Kur'an'ı lider edinmiş, bunlardan hoşnut olmuştun!' diye seslensin. Şüphesiz Münker ve Nekir adlı melekler birbirlerinin elini tutar ve: 'Haydi gidelim. Davasının delili kendisine telkin edilen birinin yanında oturmayalım,' der. Böylece Allah, onların önünde o kişinin savunucusu durumunda olur. Hz. Peygamber'in (s.a.) meclisinde bulunan bir adam: 'Ey Allah'ın Elçisi! Peki telkin yapan kişi, Ölünün an­nesini bilmezse ne yapar?" diye sorunca, o da: 'Ey Hawâ"mn oğlu falan, diyerek Havva'ya nisbet eder.' cevabını verdi."[1303]

Bu hadisin Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbeti (ref i) sahih değildir. An­cak, el-Esrem diyor ki: Ebu Abdillah Ahmed b. Hanbel'e: "Ölü gömülün­ce bir adam kabrin başında durup: Ey falan kadının oğlu falan! Hatırla. Hani sen dünyadan ayrılırken Allah'tan başka tanrı bulunmadığına... inan­mıştın! diyor. Halkın yaptığı bu iş hakkında ne diyorsun?" diye sordum. Bunun üzerine şu cevabı verdi: "Şamlılar dışında bunu yapan bir kimse görmedim. Ebu'l-Mugîre öldüğünde birisi geldi, bu sözleri söyledi. Ebu'l-Mugîre, bu konuda Ebu Bekr b. Ebî Meryem yoluyla, onun üstadlarının böyle yaptığını naklederdi. İbn Ayyâş'ın da bu konuda bir rivayeti vardı."

Ben derim ki: İbn Hanbel'in kasdettiği İbn Ayyaş hadisi, Taberânî'-nin Ebu Ümâme'den naklettiği bu hadistir.

Sâid b. Mansûr, Sünen inde Râşid b. Sa'd, Damra b.Habîb ile Hakîm b. Umeyr'in şöyle dediklerini aktarmaktadır: Ölünün kabri düzlenip insan­lar dağılınca kabri başında bir kişinin ölüye üç kere "Ey falan! Allah'tan başka tann yoktur; tanıklık ederim ki, Allah'tan başka tanrı yoktur! de. Ey falan! Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Hz. Muhammed, de." şeklinde telkinde bulunup ayrılmasını müstehab sayarlardı. [1304] 

 

16— Mezarlarla İlgili Yasakları:

 

Kabirleri yüksek yapmak; yapımında tuğla, taş ve kerpiç kullanmak, Çamur vs. ile sıvamak, üzerlerine kubbeler yapmak, Hz. Peygamber'in (s.a.) Sünneti değildi. Bunların hepsi bid'attir. Mekruhtur; Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetine aykırıdır. Allah Rasûlü (s.a.), Ali b. Ebî Tâlib'i (r.a.) Yemen'e hiçbir put bırakmadan hepsini yok etmek ve yüksek olan her kabri yerle bir etmek için göndermişti.[1305] O halde şu yüksek kabirlerin hepsinin yerle bir edilmesi Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti demektir. Kabrin kireçle ya­pılmasını, üzerine bina kondurulmasını ve yazı yazılmasını yasaklamıştır.[1306]

Ashabının kabirleri ne yüksek, ne de yere yapışık (yayvan) idi. Onun ve iki arkadaşının (Hz. Ebu Bekir ile Hz.Ömer) kabirleri de bu şekilde idi. Hz. Peygamber'in (s.a.) kabri deve hörgücü gibi tümsek ve kızıl arazi çakılları ile kaplanmıştı; yapılı değildi. Aynı zamanda çamurla sıvanmış da değildi, İki arkadaşının kabri de böyleydi.[1307]

Kabrini belli etmek istediği kimsenin kabrine! alâmet olarak bir taş dikerdi.[1308]

Allah Rasûlü (s.a.) mezarların mescid edinilmesini, üzerlerinde kandil­ler yakılmasını yasaklamiş[1309] ve bunları yapanları lanetleyerek bu konu­daki yasağın şiddetini ortaya koymuştur. Mezarlara doğru namaz kılmayı yasaklamıştır. Ümmetine, kendi kabrini bayram yerine çevirmemelerini emretmiş, kabir ziyaretlerini alışkanlık haline getiren kadınları lânetlemiştir.[1310]

Kabirlere karşı saygısızca davranmamak, onları çiğnememek, üzerleri ne oturmamak ve yaslanmamak[1311] saygı göstermek amacıyla kabirleri mes cid haline çevirip yanlarında ve yakınlarında onlara doğru namaz kılma mak, onları bayram ve put edinmemek Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti idi[1312] 

 

17— Hz. Peygamber'in (s.a.) Mezar Ziyareti:

 

Hz. Peygamber (s.a.), ashabının mezarlarını onlara dua etmek, rân met okumak ve onlar için bağışlanma dilemek amacıyla ziyaret ederdi. Üm metine meşru kılıp onlar için sünnet yaptığı ziyaret şekli işte budur. Kabir leri ziyaret ettiklerinde şöyle demelerini emretmişti:                             

"Ey bu diyarda yatan iman ehli müsiümanlarl Es-Selâmü aleyküm! Biz de -inşaattan- sizin aranıza katılacağız. Allah'tan hem bizim, hem sizin için afiyet dileriz. "[1313]

Hz. Peygamber (s.a.), kabirleri ziyaretinde Ölünün cenaze namazını kıldırırken okuduğu dua gibi dua eder; Allah'tan rahmet ve af dileklerinde bulunur; cenaze kılarken yaptığını yapardı. Müşrikler ise ille de dayatıp Hz. Peygamber'in (s.a.) tavrının aksine ölüye dua eder, onu Allah'a ortak tutar, onun adına Allah üzerine yemin eder, ihtiyaçlarını ondan ister, on­dan yardım diler ve ona yönelirler. Hz. Peygamber'in (s.a.) tavrı, yalnızca tevhidden, ölüye iyilikte bulunmaktan ibarettir. Bu müşriklerin tutumları ise hem kendilerine hem de ölüye karşı kötülükte bulunmak ve şirkten iba­rettir. Bunlar üç kısımdır. Ya ölüye dua ederler, ya onun adıyla ya da onun yanında dua ederler. Öte yandan ölünün yanında yapılan duanın mes-cidlerde yapılan duaya göre daha çok kabule şayan olduğuna inanırlar. Kim Allah Rasûlü (s.a.) ve onun ashabının tutumlarını iyice düşünürse iki durum arasındaki fark ortaya çıkar. Başarı yalnız Allah'tandır. [1314] 

 

18— Yas ve Taziye:                                                                    

 

Hz. Peygamber (s.a.) ölünün ailesine taziyede ( = başsağlığı dileklerin­de) bulunurdu. Taziye için toplanmak ve sevabım ölüye bağışlamak üzere kabri yanında veya herhangi bir yerde Kur'an okumak Hz. Peygamber'in (s.a.) tutumlarından değildi. Bunların hepsi sonradan ortaya çıkmış çirkin bid'atlerdir.

Allah'ın hükmüne teslim olup rıza göstermek, Allah'a hamdetmek ve istircâ eylemek Hz. Peygamber'in (s.a.) davranışlarındandır.[1315] Yine Pey­gamberimiz (s.a.), başına gelen musibetten dolayı elbisesini parçalayandan, yüksek sesle ölünün iyiliklerini sayarak ağlayandan ya da saçmı-başını yo­landan uzak olduğunu bildirmiştir[1316]

19—  Ölünün Ailesine Ziyafet:

 

Hz. Peygamber (s.a.) ölünün ailesinin, gelen insanlara yemek hazırla­ma zahmetinde bulunmamalarını söylemiş; hatta diğer insanların onlar için yemek yapıp getirmelerini emretmiştir.[1317] Bu ise en güzel davranış ve huy­lardan olup aynı zamanda ölünün ailesine karşı büyük bir şefkat örneğidir. Çünkü başlarına gelen musîbet onları oyaladığından insanlara yemek ha­zırlamaktan alıkoymaktadır. [1318]

 

20—  Ölüm İlânı:

 

Ölen insanın öldüğünü ilân etmemek Hz. Peygamber'in (s.a.) tutum­larından biridir. Hatta bundan meneder ve: "Bu iş, câhiiiyye\ devri âdetlerindendir" derdi. Huzeyfe, (bir yakını) öldüğünde ailesinin insanlara durumu bildirmesini hoş görmemiş ve: "Ölüm ilâm olmasından korkarım" demiştir.[1319]

 

P) HZ PEYGAMBERİN (S.A.) KORKU NAMAZINDAKİ TUTUMLARI

 

Allah (c.c), korku ve yolculuk bir arada bulunduğunda namazın rü­künlerinin kısaltılmasını ve rekât sayısının azaltılmasını; yolculukta bulu­nup da korkulacak bir durum olmadığında ise yalnızca rekât sayısının azal­tılmasını; korkulacak bir durum bulunup da yolculuk olmadığında da sa­dece rükünlerin kısaltılmasını mubah kılmıştır. İşte bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) tutumlanndandır. Âyette geçen "kasr = kısaltma"nın yeryüzünde gitmek ve korku ile smirlandırılmasmın hikmeti bu şekilde bilinmiş olur. [1320]

 

1— Korku Namazının Çeşitli Kılınış Şekilleri:

 

1- Hz. Peygamber (s.a.) korku namazı kılarken -şayet düşman, kıblesi ile kendisi arasında ise- bütün müslümanları arkasına saf saf dizer; kendisi tekbir alınca arkasındakilerin hepsi de tekbir alırdı. Sonra rükû eder, onlar da hep birden rükû ederler; sonra rükûdan doğrulur, arkasındakiler de onunla beraber hep birlikte doğrulurlar; sonra *Hz. Peygamber (s.a.) ve özellikle hemen onun arkasındaki saf secdeye kapanır, diğer saf düşmana karşı ayakta kalırdı. Bu şekilde birinci rekâtı bitirip ikincisine kalkınca arkadaki saf Hz. Peygamber'in (s.a.) kalkmasını müteakip iki secde yapıp ayağa kalkar; birinci saffın yerine ilerler, birinci saf ise gerileyerek onların yerlerine geçerdi. Böylece her iki grup da birinci safta bulunma faziletini elde etmiş ve tıpkı ilk rekâtın secdesini birinci saffın Hz. Peygamber (s.a.) ile yaptığı gibi burada da ikinci saf ikinci rekâtın secdesine yetişip O'nunla birlikte yapmış olur. Sonuçta her iki grup da hem Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber kılmaya yetişebildikleri ve hem de kendi başlanna kaza ettikleri namaz bölümlerinde birbirlerine eşit durumda olurlardı. En âdil oian da budur. Hz. Peygamber (s.a.) rükû edince her iki grup da ilk kez yaptıkları gibi yapardı. Hz. Peygamber (s.a.) teşehhüde oturunca arka saf iki secde yapar, teşehhüdde O'na katılırlar ve Hz. Peygamber'le (s.a.) beraber hep birlikte selâm verirlerdi.'[1321]'

2- Düşman kıble yönünde değilse, bu durumda;

a)  Kimi zaman cemaatı, bir grup düşman karşısında duracak ve bir grup da kendisi ile birlikte namaz kılacak şekilde iki gruba ayırırdı. Grup­lardan biri O'nunla birlikte bir rekât kılar; sonra o grup namaz içinde diğer grubun yerine geçer; diğer grup gelir beriki grubun yerine geçer, Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte ikinci rekâtı kılar; sonra selâm verirdi. Her grup imam selâm verdikten sonra birer rekât kaza kılardı.[1322]

b)  Kimi zaman iki gruptan birine bir rekât kıldırır; sonra ikinci rekâta kalkar ve kendisi dururken namaz kıldırdığı grup bir rekât kaza kılar ve Hz. Peygamber (s.a.) rükû etmeden önce o grup selâm verirdi. Öteki grup gelir; O'nunla birlikte ikinci rekâtı kılar; Hz. Peygamber (s.a.) teşehhüde oturunca ayağa kalkarlar; Allah Rasûlü (s.a.) teşehhüdde onları beklerken bir rekât kaza kılarlar ve teşehhüdü okumalarının ardından Hz. Peygam­ber (s.a.) onlara selâm verdirir di.[1323]

c)  Kimi zaman iki gruptan birine iki rekât kıldırır; bu grup Hz. Pey-gamber'den (s.a.) önce selâm verirdi. Öteki grup gelir, Hz. Peygamber (s.a.) onlara son iki rekâtı kıldırır ve selâm verdirirdi. Böylece kendisi dört, cemaat ise ikişer rekât kılmış olurdu.[1324]

d)  Kimi zaman da iki gruptan birine iki rekât kıldırır, onlara selâm verdirirdi. Sonra öteki grup gelir, onlara da iki rekât kıldırır ve selâm ve­rirdi.  Böylece her gruba ayrı bir namaz kıldırmış olurdu.[1325]

e)  Kimi zaman ise iki gruptan birine bir rekât kıldırır; o grup gider hiçbir kaza kılmaz. Diğeri gelir, onlara da bir rekât kıldırır ve bu grup da hiçbir kaza kılmazdı. Böylece kendisi iki, cemaat ise birer rekât kılmış olurdu.[1326] Bu anlatılan çeşit çeşit namazların hepsi de caizdir.

İmam Ahmed, "Korku namazı konusunda rivayet edilen hadislerin hepsine göre uygulamada bulunmak caizdir." diyor ve bir başka yerde şunları söylüyor: "Bu konuda altı veya yedi çeşit rivayet vardır. Hepsi de caizdir."

el-Esrem anlatıyor: Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'a: "Her hadis kendi yerinde olmak üzere bütün bu hadislerle amel edileceği görüşünde misin, yoksa bunlardan birini tercih mi ediyorsun?" diye sordum. O da cevaben: "Ben, kim bunların hepsiyle amel edileceğini savunuyorsa iyi et­miş olur, diyorum" şeklinde cevap verdi.

Buna göre İmam Ahmed, her grubun imamla birlikte birer rekât kıl­makla yetinip hiçbir kaza kılmamalarını caiz görüyor demektir. İbn Ab-bas, Câbir b. Abdillah, Tâvûs, Mücâhid, Hasan (el-Basri), Katâde, el-Hakem ve İshâk b. Rahûyeh de bu görüştedirler. el-Mûğnt sahibi (İbn Kudâme): "Ahmed'in sözünün genel ifadesi bunun caiz olmasım gerektirir; ama mezheb âlimlerimiz bunu inkâr etmektedirler." diyor.

Hz. Peygamber'den (s.a.) korku namazının başka kılınış şekilleri de rivayet edilmişse de bunların hepsi sonuçta yukarıda sıralananlara döner. Bu anlatılanlar, esas olanlarıdır; metinlerinin bir kısmının farklı gelmesi de muhtemeldir. Bazıları bunları ona çıkartmıştır. Ebu Muhammed İbn Hazm, onbeş kadar ayrı kılınış şekli anlatmışsa da doğrusu bizim başta belirttiğimizdir. Bunlar, olayı anlatan ravilerin rivayet farklarını görür gör­mez, bu farkları Hz. Peygamber'in (s.a) farklı uygulama şekilleri olarak alıyorlar. Oysa bu farklar sadece râvilerin ihtilafından kaynaklanmaktadır. En iyi bilen Allah'tır. [1327]

 

 



[1] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/13-15.

 

[2] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/15-16.

 

[3] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/16-18.

[4] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/18-19.

[5] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/19-20.

 

[6] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/20-24.

[7] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/24.

[8] İsrâ,   17/44.

[9] Ahmed, 2/50, 92. Senedi hasendir. İbn Teymiye, el-fktizâ'da. {s.39), hadisin senedinin ceyyid; Hafız el-Irâkî, İhya'da sahih olduğunu söylemiş ve Hafız îbn Hacer ise senedi .Fethu'l-Bârt'de (10/230) hasen saymıştır. Hadisin son cümlesini Ebu Davud (4031) rivayet etmiş ve Buharî, Sahih'inde bir bölümünü muallak olarak kaydetmiştir. Ayrıca bu konuda hasen bîr senedle mürsel bir hadis de İbn Ebî Şeybe tarafından rivayet edilmiştir.

[10] Âl-i İmrân, 3/139.

[11] Münâfikûn, 63/8.

[12] Muhammed, 47/35.                                                

[13] Enfâl, 8/64.                                             

[14] Enfâl, 8/62.

[15] ÂI-i İmrân, 3/173.

[16] Tevbe, 9/59.

[17] Haşr, 59/7.

[18] İnşirah, 94/7-S

[19] Zümer, 39/36.

[20] Buharı", 2/8; Müslim, 44; Nesâî, 8/114, 115; İbn Mâce, 67; Ahmed, Müsned, 3/207. tbn Battal, Kadı Iyaz gibi bazı âlimler diyorlar ki: Sevgi (muhabbet) üç türlüdür: 1- Saygı gösterme ve büyük sayma sevgisi. Meselâ, baba sevgisi. 2- Şefkat ve merha­met sevgisi Meselâ, evlat sevgisi. 3- Hoş ve uygun bulma sevgisi. Meselâ, diğer İnsan­ları sevmek gibi. Hz. Peygamber (s.a.) kendi sevgisi konusunda bütün bu sevgi sınıfla­rını bir arada kasdetmiştir. Hadiste geçen "iman etmiş olmaz- " sözü, kâmil ( = olgun) bir imana ulaşmış olmaz anlamındadır. Yoksa imanın aslı bu sıfatı elde etmemiş kim­sede de mevcut olur.

[21] Yazarın dikkat çektiği âyet şudur: "Hayır, Rabbine yemin olsun ki, aralarında çekiş­tikleri şeylerde seni hakem tutup sonra senin verdiğin hükmü —içlerinde bir sıkıntı duymadan— tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar," (Nisa, 4/64).

[22] Ahzâb, 33/36.

[23] Kasas, 28/68.

[24] Mü'minûn, 23/33.

[25] Zuhruf, 43/31-32.

[26] EıTâm, 6/124.

[27] Kasas, 28/68.

[28] Hac, 22/73-76.

[29] Kasas, 28/69.

[30] En'âm, 6/124.

[31] Kasas, 28/65-68.

[32] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/29-38.

[33] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/39.

[34] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/39.

[35] Buharî'de (97/22) Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Cennette yüz derece (kat) vardır. Allah, onları kendi yolunda cihad edenler için hazırladı. Her iki derecenin arası gök ile yer arası kadardır. Allah'tan dilekte bulunduğunuz vakit, O'ndan Fîrdevs'i dileyin. Çünkü o, cennetin ortasıdır ve cennetin en üstün yeridir. Onun üstünde Rahman'ın Arş'ı vardır. Cennetin ırmak­ları oradan fışkırır."

[36] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/40.

[37] Müslim, Sahih, 770. Hz. Peygamber (s.a.) bu duayı teheccüd namazının başlangıcında okurdu.

[38] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/40.

[39] Ahmed, Müsned, 5/178, 179, 265, 266; İbn Hibbân, 94. Hadisin senedi çok zayıftır. Hâkim, Müstedrek'te (2/262) Ebu Ümame'den rivayet eder ki, bir adamla Hz. Pey­gamber (s.a.) arasında şu konuşma geçmiştir. Adam sordu:

  Ey Allah'ın Rasûlü! Hz. Âdem bir peygamber mi idi?

  Evet, o, kendisine bilgi verilmiş ve konuşturulmuş biridir.

  Onunla Hz.  Nûh arasında ne kadar zaman geçmiştir?

  On asır.

  Hz. Nûh ile Hz. İbrahim arasında ne kadar zaman geçmiştir?

  On asır. Sordular:

  Ey Allah'ın Rasûlü! Ne kadar rasûl geçmiştir?

  Üç yüz on beş kişilik bir grup.

Hâkim, bu hadisin senedini Müslim'in şartlarına göre sahih saymış, ZehöfcHKfe ona katılmıştır.

[40] Ahzâb 33/7.

[41] Şûra, 42/ia.

[42] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/41.

[43] Müslim, Sahih, 2276. Vasile b. el-Eskâ (r.a.) anlatıyor: Allah Rasûlü'nün (s.a) şöyle buyurduğunu İşittim: "Allah, İsmail soyundan Kinane'yi süzüp seçti. Kinane'den Ku-reyş'i süzüp seçti. Kureyş'ten Hâşimoğullarım süzüp seçti. Hâşimoğullarından da beni süzüp seçti." Kinane, birkaç kabilenin toplu adıdır. Ataları, Kinâne b. Huzeyme adın­da biridir. Tirmizî, bu hadisi benzer bir metinle (3612 ve 2609) rivayet ettikten sonra diyor ki: "Bu hadis, hasen-sahihtir".

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/41-42.

[44] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/42.

[45] Ahmed, Müsned, 5/5; İbn Mâce, 4288; Tirmizî, 3004. Senedi hasendir. Tirmizî: "Bu hadis hasendir" demiş; Hâkim ise sahih olduğunu söylemiş ve Zehebî de ona katılmıştır.

[46] Tirmizî, 2549; Ahmed, 5/347; îbn Mâce, 4289. Senedi sahihtir. İbn Hibbân ve Hâkim (1/82) sahih olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda Taberanî'de İbn Abbâs, İbn Mes'ûd ve Ebu Musa'dan hadîs rivayet edilmektedir.

[47] Müslim, Sahih, 222. Ayrıca bu konuda Buharı ve Müslim'de (221)  İbn Mes'ûd'dan hadis rivayet edilmektedir.

[48] Hafız İbn Hacer, Fethu'l-Barî'de (11/336) diyor ki: Herhalde Hz. Peygamber (s.a.), Rabbinin merhametini düşünerek ümmetinin, cennet halkının yansı olmasını ümit edince Allah ona hem umduğunu verdi, hem de buna ilâve yaptı.

[49] Ahmed, Müsnedt 6/450. tsnâdı hasendir. Heysemî, bu hadisi Mecma'uz-Zevâid'ds kaydettikten sonra diyor ki: Hadisi, Ahmed, Bezzâr ve Taberanî (Kebîr ve Evsafta) rivayet etmiştir. Ahmed'in râvileri —Hasen b. Sevvâr ile Ebu'l-Halbes Yezîd b. Mey-sere dışında— Sahih-i Buharı râvileridir. Bu iki râvi de sikadır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/42-43.

[50] Buharî, 25/4, 27/9, 27/10; Müslim, 1350. Metin Müslim'e aittir.

[51] Tirmizî, 810; Nesâî, (5/115); Ahmed, 3669. Senedi hasendir. Ayrıca bu konuda Ah-med (167) ve Ibn Mâce'de (2887) Hz. Ömer'den; Nesâî'de (5/115) İbn Abbas'tan şahid hadis vardır. Bu iki hadisle buradaki hadis sahih mertebesine çıkar.

[52] Buharî, 26/1; Müslim,  1349.

[53] Tîn, 95/3.

[54] Beled, 90/1.

[55] Matbu Sünen-i Nesâfdt yoktur. Herhalde Nesâî'nin Sünen-i Kübrâ'smda. olacaktır. Hadis, Ahmed'in MüsnecTinde (4/5) rivayet edilmektedir, tsnâdı sahihtir. İbn Hibbân (1027), sahih olduğunu söylemiştir.

[56] Ahmed, 4/305; Tirmizî, 3921; îbn Mâce, 3108. İsnadı sahihtir. İbn Hibbân (1025), sahih olduğunu söylemiştir.

[57] Buharî, 60/8; Müslim, 520. Hafız İbn Hacer, Fethu'I-Bârî'âe diyor ki: Bu hadis, "İn­sanlar için kurulan ilk ev, şüphesiz Mekke'dekidir. " âyetinden ne kastedilidiğini açık­lamaktadır. Buradaki "ev"den maksadın gelişigüzel evler olmadığını, aksine "ibadet evi" anlamına geldiğini gösterir. Bu durum Hz. Ali'den, tshak b. Râhuyeh ve İbn Ebî Hâtim'in sahih isnâdla aktardıkları bir rivayette açık olarak şu şekilde İfade edil­miştir: Kabe'den önce de evler vardı. Ancak Allah'a ibadet için ilk kurulan ev odur.

[58] En'âm, 6/92; Şûra 42/7.

[59] Müslim'in (395) Ebu Hureyre'den rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.), "Kim kıldığı bir namazda Ümmü'l-Kur'ân'ı okumazsa o namaz noksandır, tam değildir." sözünü üç kere tekrarlamıştır. Ahmed {5/114), Tîrmizî (3124) ve Nesâî (2/139), Übey b. Kâ'-b'den naklen Allah RasûhVnün şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Allah

(c.c.J ne Tevrat'ta, ne de incil'de Ümmü'l-Kur'an gibisini indirmiştir. Seb'-i Mesanî (tekrar tekrar okunan yedi âyet) odur. Allah: Bu sûre benimle kulum arasında paylaştırılmış­tır; kuluma istediği vardır, buyurdu. " Hadisin isnadı sahihtir. İbn Hİbbân sahih oldu­ğunu söylemiştir.

[60] Mîkat: Hacıların ihram kuşandıkları yere denir. Medineliler Zulhuleyfe'de, Iraklılar Zâtu IrVta, Şamlılar Cuhfe'de, Necidliler Karn'da, Yemenliler Yelemlem'de ve deniz yoluyla Kızıldeniz'den gelenler Râbîg'de ihrama girerler.

[61] Hac, 22/25.

[62] Hac, 22/26.

[63] En'âm, 6/124.

[64] En'âm, 6/53.

[65] Kasas, 28/67.

[66] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/43-50.

 

[67] Ebu Davud, 1765; Ahmed, 4/350. Senedi sahihtir. Hâkim (4/221), sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır. Kurbanın ilk gününün en büyük hac günü diye isimlendirilmesi, hac fiillerinin büyük çoğunluğunun o gün yapılmasından kaynaklan­maktadır. Yevmii'l-karr, kurbanın ikinci günü olup Zilhicce ayının onbirinci günüdür, insanlar o günde Mina'da karar kıldıkları ve ifaza tavafı ile kurban kesmeyi bitirip istirahata çekildikleri

için bu adı almıştır.

[68] Müslim, 1162. Allah Rasûlü'ne (s.a.), arefe günü tutulan oruç soruldu; "Geçen seneye ve baki seneye keffaret olur" buyurdu.

[69] Müslim,  1348; Nesâî, 5/250; İbn Mâce, 3014.

[70] Tevbe, 9/3.

[71] Buharı, Tefsir, 65/2 (Tevbe); Müslim, 1347. Humeyd b. Abdurrahman, Ebu Hurey-re'nin şunları anlattığını rivayet eder: Hz. Ebu Bekir (r.a.) veda haccından önceki o haçta beni, İlan yapacak kişiler arasında gönderdi. Onları, kurban günü Mina'da insanlara: "Dikkat edin! Bu seneden sonra hiçbir müşrik hac yapmayacak ve hiç kim­se Beytullah'ı çıplak olarak tavaf edemeyecektir." diye ilan etmeleri için göndermişti. Humeyd diyor ki: Sonra Hz. Peygamber (s.a.) Ali b. Ebî Talib'i terkisine aldı ve ona Beraat (Tevbe) sûresini ilan etmesini emretti. Ebu Hureyre diyor ki: Hz. Ali, bizimle beraber kurban'ın ilk günü Mina'dakilere Beraat sûresini, bu seneden sonra hiçbir müşrikin haccedemeyeceğini ve hiç kimsenin çıplak olarak tavaf edemeyeceğini İlan etti.

[72] Ebu Davud, 1945; İbn Mâce, 3058. Senedi sahihtir. Ayrıca Buharı de muallak olarak vermiştir.

[73] Buharı (13/11), şu metinle rivayet ediyor: "Hz. Peygamber (s.a.): Diğer günlerde amel bu günlerde olduğu kadar faziletli değildir, buyurdu.  Cihan da mı? diye sordular. Evet, cihad da. Ancak bir adam ki canım, malını tehlikeye atarak cihada çıkıyor, hiçbir şey getirmiyor, işte bu müstesna, cevabını verdi." Yukarıda geçen metin şu kaynaklarda yer almaktadır: Ebu Davud, 2438; Tirmizi, 757; İbn Mâce, 1727. İsnadı sahihtir.

[74] Fecr, 89/1-2.

[75] Taberanî, Kebîr, 3/110/1. Hadisin tam metni şöyledir:  "Allah katında Zilhicce'-nin on gününden daha büyük ve amel işlemenin Allah'a daha sevimli olduğu günler yok­tur. Bu yüzden o günlerde bol bol "Sübhanallah ", "Elhamdülillah ", "Lâ ilahe illallah " deyin ve çokça tekbir getirin." Biri dışında hadisin râvileri sikadır. O râvinin, bu hadisin rivâyetindeki son cümlesine mutabaat edilmemiştir. Bununla birlikte Münzirî, et-Tergîb ve'l-Terhîb'de (2/24), isnadını ceyyid saymış ve Heysemî de Mecmau'z-Zevâid'de (4/17): "Râvileri sahih râvilerdir" demiştir.

[76] Tevriye günü: Zilhicce'nin sekizinci günü olup arefe gününden Önceki gündür. Hacılar o gün Mina'ya gitmeye niyet eder, orada bulunmadığı için kendilerini ve hayvanlarını gereği gibi suya kandırdıklarından bu adı almıştır. Yahut Hz. ibrahim (a.s.), oğlunu kurban etme rüyasını o gece gördü ve adı geçen günde gördüğü rüyayı düşünüp terev-vî (= tefekkür) etti.'Ertesi gün rüyanın rahmani olduğunu anladı. Onuncu gün oğlunu kesmeye kalkıştı.  Bkz. Asım Efendi, Kâmûs-ı Okyanus, 4/990, istanbul,  1305.

[77] Buharı, 32/3; Müslim,  1169.

[78] Buharî, 30/6; Müslim, 759.

[79] İbn EM Şeybe, Musannef, 2/84/1. Senedi sahihtir.

[80] İbn Hibbân, Sahih, 551. Senedi hasendir.

[81] Bu metni Müslim (854), Tirmizî (488) ve Nesâî (3/89, 90) Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir. Evs. b. Evs'ten gelen rivayetin ibn Hibbân'daki (550) metni şöyledir: "Doğ­rusu cuma günü günlerinizin en faziletlilerindendir. Allah, Âdem'i o gün yarattı ve canını o gün aldı. tsrâfıt, Sûr'a o gün üfleyecektir. Bütün canlılar o gün ölecektir. O gün bana çokça salavat getirin. Zira sizin satavatlartmz bana arzedilir. Ashab: Sen çürüdüğün halde nasıl satavatlanmız sana arzohtnabilir? diye sordular. Allah fc.c.) yere bizim /yani peypamberlerin) cesedlerini yemeyi haram kıldı, karşılığını verdi." Hadisin senedi sahihtir. Ayrıca Ebu Davud (1047) ile Nesâî (3/91)de rivayet etmiştir.

[82] Ebu Davud, 1048; Nesâî, 3/99, 100. Cabir b. Abdullah'tan gelen bu hadiste Allah Rasûlü (s.a.) buyuruyor ki: "Cuma günü on ikidir —saati kastediyor— (o gün öyle bir saat vardırki) herhangi bir müslüman Allah'tan (c.c.) birşey isterse Allah (c.c.) mutlaka onun dileğini yerine getirir. O saati ikindiden sonraki en son saatte arayın." Senedi ceyyiddir. Hâkim sahih savmış (1/279), Zehebî de ona katılmıştır. Nevevî sahih olduğunu söylerken, Hafız tbn Hacer hasen olduğunu söylüyor. Aynca Tinnizî'nin (489) Enes b. Mâlik'den: "Cuma günü duanın mutlaka kabulü umulan saati, ikindi­den sonra güneş batımına kadar arayın" metniyle rivayet ettiği bir şahid hadis daha var ki, bu hadis de şahid hadisler sayesinde hasen derecesindedir.      

[83] Ebu Davud, 2440; îbn Mâce,  1732; Ahmed, 2/304, 446. Senedi zayıftır.

[84] Buhârî, 30/65; Müslim, İ123; Mâlik, Muvatta, 1/375. Tirmizî (751) rivayet eder ki: İbn Ömer'e, arefe günü oruç tutmayı sorduklarında, "Hz. Peygamber (s.a.) ile birlik­te haccettim, oruç tutmadı. Ebu Bekir ile birlikte yaptım oruç tutmadı. Ömer ile bir­likte yaptım, oruç tutmadı. Osman île birlikte yaptım oruç tutmadı. Ben de o gün oruç tutmam. Ancak ne emrederim, ne de yasaklarım." cevabını verdi. Bu hadisin râvileri sahih râvilerdir.

[85] Ahmed, 4/152; Ebu Davud, 2419; Tirmizî, 773. Hadisin metni şöyledir: "Arefe günü, kurban günü ve teşrik günleri biz müslümanlann bayramıdır. O günler yeme, içme günleridir. " Tirmizî hadisin hasen-sahih olduğunu söylüyor. Hâkim (1/434) ise, sahih saymış ve Zehebi ona katılmıştır.                                                   

[86] Mâide, 3/5.

[87] Buharî, 2/33, 65/2' (Mâide sûresi tefsiri); Müslim, 3017.

[88] Müslim, 852, 854; Mâlik, Muvatta,  1/108; Ebu Davud, 1046; Tirmizî, 488.

[89] Buharî, 11/10; Müslim, 880; Nesâî, 2/159 Ebu Hureyre'den. Aynca Müslim, 889;| Tirmizî, 520; Ebu Davud,  1074; Nesâî, 2/159; Ahmed, 3/234, İbn Abbas'tan.

[90] Şâfıî, el-Ümm, 1/185. Zayıf senedle Enes b. Mâlik'den benzerini rivayet etmiştir. Ta-berî ise Câmiu'l-Beyân'da (26/175), yine zayıf senedle buradakinden daha geniş ola­rak rivayet etmiştir.

[91] Müslim (1348), Hz. Âişe'den son cümle dışındaki kısmı rivayet etmiştir. İbn Huzeyme (1/279/2), İbn Hibbân (1006) ve Begavî (Şerhu's-Sünne, 1931), Cabir'den rivayet ederler ki: Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: "Arefe günü olunca Allah en yakın semaya iner ve Arafat'ta vakfe yapanlarla meleklerine övünür ve der ki: Bakın, kullarıma! Ta uzaklardan saçtan başlan dağınık, toz duman içinde kavurucu sıcaklarda bana geldiler. Sizi şahit tutuyorum, ben bunları bağışladım." Hadisin râvüeri sikadır. An­cak Ebu'z-Zübeyr'in tedlisi sözkonusudur. Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhîb'de (2/128) Enes b. Mâlik'den rivayet eder ki: "Hz. Peygamber fs.a.) güneş batacakken Arafat'ta vakfe yaptı. Ey Bilâl! İnsanlan sustur, beni dinlesinler, buyurdu. Bilâl ayağa kalktı ve: Susun! Allah Rasûlü'nü (s.a.) dinleyin, diyerek insanları susturdu. Hz. Peygamber (s.a.) bunun üzerine: Ey insanlar! Az önce Cebrail bana geldi, Rabbimden selâm getirdi. Allah, Arafat'takileri ve Meş'ar-i Haram 'dakii'eri bağışladı ve onların gelecekle­rini garanti altına aldı, buyurdu. Bu sözler üzerine Ömer İbnü'l-Hattâb ayağa kalkıp. Ey Allah'ın Rasûlü! Bu yalnızca bize mi mahsus? diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): Sizin için ve sizden sonra kıyamet gününe kadar gelecekler için, cevabım verdi. Ömer İbnü'l-Hattâb: Allah'ın hayrı bol ve hoş, dedi." Hadisin isnadı sahihtir.

[92] Nahl,  16/32.           

[93] Zümer, 39/73.

[94] Nûr, 24/26.

[95] Nahl, 16/38-39.

[96] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/50-63.

[97] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/65-66.

[98] Buharî'de (1/6) bir zamanlar Peygamber düşmanı olan Ebu Süfyan'dan rivayet edilen uzunca bir hadiste deniyor ki: "Hirakl bana ilk olarak; İçinizde nesebi nasıldır? diye sordu; ben de: O, aramızda soylu birisidir, cevabını verdim,"

[99] Bu isimler silsilesi arasında "oğlu" anlamına gelen "bin" kelimesi vardı. Gerek duy­madığımız için onu yazmazdık. Bu silsiledeki her önceki isim, bir sonrakinin oğlunun ismidir.

[100] Hûd, 11/70. Kıraat imamları "Ya'kûb" kelimesinin son harfinin harekesi ne olacağı konusunda ihtilaf etmişler ve İbn Kesîr, Nâfı, Ebu Amr, Kisâî, Âsım'ın râvisi Ebu Bekir "Ya'kûbu" şeklinde ref ile; İbn Âmir, Hamza, Âsım'ın râvisi Hafs "Ya'kûbe" şeklinde nasb ile okumuşlardır. Zeccâc diyor ki: Ya'kub'un ref inde İki vecih vardır: 1- Muahhar mübteda olmak üzere, anlamı başta imiş gibi verilir. O zaman anlam şöyle olur: "İshak'm arkasından o kadının Ya'kûb (adlı oğlu) dünyaya geldi." 2-"İshak'ın arkasından o kadının Ya'kûb (adlı oğlu) sabit oldu" Nasb üe okuyan ma­naya yüklemiştir. Mana: O kadına İshak'ı bağışladık ve yine o kadına Ya'kûb'u ba­ğışladık.

[101] Saffât: 37/103-112.

[102] Zâriyât, 51/24-25,28.

[103] Kasas, 28/5.

[104] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/69-73.

[105] îrhâs: Peygamberlik döneminden önce peygamberlerde beliren harikulade haller. Me­selâ, Hz. Peygamber'in (s.a.) doğduğu yıl Kabe'yi yıkmaya gelen Ebrehe, komutanlı-ğındaki Yemen ordusu filleriyle saldırıya geçince Allah, Ebabil kuşlarını göndermiş ve kuşlar askerlere küçük küçük taşlar atmış ve böylece Yemenliler emellerine ulaşa­mamışlardır.

[106] Tirmizî, 3624. Senedi sahihtir. Hafız İbn Hacer, el-fcâbe'de diyor ki: Hadisin râvileri sikadır. Ebu Bekir ile Bilâl'ın bu hadiste adlarının geçmesi sağlıklı değildir. Hadisi Bezzâr, Müsned*mde; "Amcasıyla birlikte bir adam gönderdi" metniyle rivayet edi­yor.  Bkz. tbn Kesîr, el-Bidâye, 2/285-286.

[107] Buharı, 62/20.                                                                                                    

[108] Buharı, 1/3; Müslim,  160.                                                                                 

[109] Bakara, 2/185.                                                                                                   

[110] Şeyh Cemaleddin Ebu Zekeriyya Yahya b. Yusuf b. Yahya es-Sarsarî. Sarsar dat'a iki fersah uzaklıkta bir köy adıdır. es-Sarsarî, lügat bilginidir ve güzel vardır. Divanı ve methiyeleri dillerde dolaşmaktadır. Kendi asrında Hassan b. gibiydi. 656/1258 senesinde Tatarlar Bağdat'a girdikleri gün onu Öldürdüler

[111] İbn Cerîr (2/144) ve Hâkim (Müstedrek, 2/530): "Onun Kadir gecesi indirdik" âyeti­nin tefsiri konusunda İbn Abbas'ın şunları söylediğini rivayet ederler: "Kur'an Kadir gecesinde bir defada toptan dünya semasına indirildi. Yıldızların mevkisinde idi. Al­lah, Peygamberine (s.a.) birbiri ardınca oradan indirdi. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "İnkâr edenler: Kur'an, ona bir defada toptan indirilseydi ya! derler. Oysa biz onu senin kalbine yerleştirmek için bu şekilde azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz." (Furkân, 25/32). Bu rivayetin isnadı sahihtir. Hâkim sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır. Süyûtî de ed-Dürru'l-Mensûr'da (6/370) kaydetmiş ve ayrıca tbn Dureys, tbn Münzir, İbn Ebî Hatim, İbn Merdûyeh ve Beyhakf nin —DelâiCds— de rivayet ettiklerini ilâve etmiştir.

[112] Hadis, şu şahidleri sayesinde sahihtir: 1- Ebu Nuaym, el-Hıiye, 10/26-27, Ebu Üma-me'den: Senedindeki Ufeyr b. Ma'dân zayıf râvi, diğerleri sikadır. el-Heysemî bunu Mecmau'z-ZevâicTde (4/72) kaydetmiş ve Taberanî'nin de el-Kebîr'de rivayet ettiğini belirterek Ufeyr b. Ma'dân'dan dolayı illetli olduğunu söylemiştir. 2- Hâkim, 2/4, İbn Mes'ûd'dan; 3- İbn Mâce (2144), İbn Hibbân (1084 ve 1085), Hâkim (2/4, 4/325), Ebu Nuaym (el-Hılye, 3/156 ve 157, 7/158) Câbir'den; 4- Mecmau'z-Zevâid'dt (4/71) kaydedildiğine göre Bezzâr, Huzeyfe'den bu konuda hadis rivayet etmişlerdir. Şu hal­de hadîs, bunlarla sahihlik derecesine ulaşmaktadır.

[113] Müslim, Sahih, 8. Bu uzun hadisin bir bölümünde Hz, Ömer diyor ki: Hz. Peygamber,! (s.a.) bana: "Ya Ömer! Soru soranın kim olduğunu biliyor musun?" diye sordu. "Al-sj lan ve Peygamberi daha iyi bilir" dedim. "O, Cebrail idi. Size dininizi öğretmek: için gelmişti." buyurdu. Nesâî, sahih senedle İbn Ömer'in: "Cebrail, Hz. Peygam­ber'e (s.a.) Dıhye el-Kelbî suretinde gelirdi" dediğini rivayet eder.                        '

[114] Buharı, 1/2, 59/6; Müslim, 2333; Ahmed, 6/158, 163, 257; Mâlik, 1/202; Nesâî, 2/146.J 147, 149; Tİrmizı, 3638: Hârİs b. Hişâm, Allah Rasûlüne (s.a.) sordu: "Ey Allah'ıni Rasûlü! Vahiy sana nasıl gelir?" Allah Rasûlü (s.a.) şöyle cevap verdi: "Bazı zaman-) tar zil sesi şeklinde gelir. Bu bana en fazla güçlük verenidir. Melek benden ayrıldığın-?. da söylediğini bellemiş olurum. Kimi zaman melek bana bir adam suretinde görünür.l Bana söyler, ben onun söylediklerini bellerim." Hz. Âişe diyor ki: "Çok soğuk bir\ günde vahiy gelirken onu gördüm. Melek, O'ndan ayrıldığında alnından ter boşanı-\ yordu."                                                                                                            

[115] Ahmed, 6/118: Hz.Âişe diyor ki: "Hz. Peygamber'e (s.a.) devesi üzerinde vahiy gel-\ diği zaman deve boynunu yere kor ve hareket edemezdi." Hâkim (2/505) bu hadisij sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır ki, dedikleri gibidir. Ayrıca Ahmed'in (6/455)3 Esma Binti Yezîd'den ve Abdullah b. Amr'dan rivayet ettiği iki şahid hadis vardır.!

[116] Buharî, Tefsir, Nİsâ (65/18). Zeyd b. Sabit anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) bana:1 "Oturan mü'minler ile Allah yolunda cihad edenler birbirlerine denk değildir" âyetini! yazdırıyordu, tbn Ümmü Mektûm geldi. O hâlâ bana âyetleri yazdırıyordu. İbn Üm-; mü Mektûm: "Ey Allah'ın Rasûlü! Vallahi seninle cihad etmeye gücüm yetse elbet; cihad ederdim" dedi. Bu zat, âmâ İdi. Bunun üzerine Allah, Peygamberine (s.a.) va-, hiy indirdi. Hz. Peygamber'in (s.a.) bacağı bacağımın üzerinde idi. Üzerime o kadar! ağırlık yaptı ki bacağımın kırılmasından korktum. Sonra vahiy hali geçti. Allah âye-J tin: "özürlü olanlar hariç" (Nisa, 4/95) kısmını indirdi.                                    

[117]    Müslim, 177. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Bu iki yer dışında Cebrail'i yaratıl-} dığı suret üzere görmedim. Gökten indiğinde gördüm, cisminin büyüklüğünden gökle\ yer arasını kapatmıştı. " Ahmed b. Hanbel, İbn Mes'ûd'dan rivayet ettiği hadiste açık-? lamıştır ki: Birincisi, Hz. Peygamber'in (s.a.) Cebrail'den asıl yaratıldığı surette ken-J dişini göstermesini istediğinde; ikincisi Mi'rac'da. Tirmİzî (3274) ise Hz. Âişe'nin şöy-İ le dediğini rivayet eder: "Muhammed, Cebrail'i sadece iki kere asıl suretinde gördü.jj Bir kere Sidretü'I-Müntehâ'da, bir kere de Ecyâd'da."

[118] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/74-78.

[119] Muhammed b. Serî hakkında Ebu Hâtım: "Hadiste gevşek" ve Ibn Adiy: "Çok hata eder" demişlerdir. Velid b. Müslim ise tedliscidir. Burada da Muan'an rivayet etmek­tedir. Şu halde haber sahih değildir.

[120] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/78-79.

[121] Buharî, 67/20: Urve anlatıyor: Süveybe, Ube Leheb'in cariyesi idi ve Ebu Leheb onu âzâd etmişti. Süveybe, Hz. Peygamber'i (s.a.) emzirmiştir. Ebu Leheb ölünce, ailesin­den birisi onu rüyada perişan bir halde gördü ve "Neyle karşılaştın?" diye sordu. Ebu Leheb de: "Sizden ayrıldıktan sonra hiç rahat yüzü görmedim. Ancak bir kere­sinde bana Süveybe'yi âzâd etmiş olmamdan ötürü —başparmağının altındaki çukur­luğu göstererek— şurası dolusu su verildi." dedi.

[122] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/79-80.

[123] Müslim, 2454.

[124] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/80.

[125] Buharı,  1/3.

[126] Buharı, 65/1 {Nisa), 1/3, 60/21, 91/1; Müslim, 160; Tirmizî, 3636; Ahmed, MOsrted, 6/153, 232.

[127] Buharı, 65/1 {Müddessir), 65/1 (Alâk), 1/3, 59/6; Müslim, 161; Ahmed, 3/306, 392.

[128] Hicr:  15/94.

[129] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/81-82.

[130] Buharı, 65/1 (Saf), 61/17; Müslim, 2354; Tirmizî, 2842; Ahmed, 4/80, 81, 84. Hadi­sin sonundaki "Benden sonra peygamber gelmeyecek" cümlesi, râvilerden birinin Âkıb kelimesinin anlamını açıklamasıdır. Müslim ve Ahmed'deki rivayete göre Ma'mer di­yor kî: Zührî'ye: "Âkıb, ne demektir?" diye sordum; "kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan demektir", cevabını verdi. Müslim'deki bir başka rivayette: "Ben kendisinden sonra hiçbir kimsenin gelmeyeceği Âkıb'im" ve Tirmizî'deki rivayette ise: "Kendisinden sonra hiçbir peygamber gelmeyecek olan Âkıb, benim" denmektedir.

[131] Ömer   b.   Hasan   b.   Ali   b.   Muhammed   Ebu'I-Hattâb   îbn   Dıhye   el-Kelbî (544/1149-633/1235), Endülüs'teki Belensiye halkından edebiyatçı tarihçi ve hadis ha­fızı bir zattır. Danye kadılığına görevlendirildi. Merakeş, Şam, Irak ve Horasan'ı gez­di, dolaştı, Mısır'da yerleşti. Âlimler ve imamlar hakkında çok sert laflar ederdi. Bu yüzden bazı çağdaşları onunla konuşmaktan uzaklaştılar ve onun nesebinin Dıhye'ye ulaştığının yalan olduğunu söyleyerek: "Dıhye el-Kelbî'nin nesli devam etmedi" dedi­ler. Kahire'de vefat etti. Eserlerinden bazıları: el-Mutrib min Eş'arî Ehli'l-Mağrib, Nihayetü's-Sûl fi Hasâisi'r-Rasûl, et-Tahrir fî Mevtidi's-Sirâci'l-Münîr... vs.

[132] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/82-84.

[133] Ebu'l-Kâsım    Abdurrahman   b.    Abdullah    b.    Ahmed   el-Has'amî   es-Süheylî (508/1114-581/1185). Endülüs'teki Malaka'dan olup lügat ve siyer âlimidir. Malaka'-da doğdu. 17 yaşında kör oldu. Mükemmel şiirler söylemeye başladı. Adı Merakeş sultanının kulağına ulaştı; sultan onu çağırtıp ikramda bulundu. Vefat edinceye kadar orada kitaplarını yazıp durdu. Süheyl, Malaka köylerindendir. Bazı eserleri: Îbn Hişam'm es-Siretii'n-Nebeviyye'sinin şerhi olan er-Ravdu'l-Unf, el-fzah ve't-Tebyîn limâl Übhime min Tefsîri't-Kitâbi'l-Mübîn, Netâicu'i-Fikr... vs.

[134] Kâ'b b. Züheyr, Divan, s.21.

[135] Buharı, 65/3 (Fetih), 34/54; Ahmed, 2/174.

[136] Tirmizî, 3430; Ebu Davud, 1516; tbn Mâce, 3814; Ahmed, 2/84. İsnadı sahihtir. İbn Hibbân (2459) sahih olduğunu söylemiş ve Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahihtir" demiştir.

[137] Müslim, 2702; Ebu Davud,   1515.

[138] Cin, 72/19.    ~

[139] Furkân, 25/1.

[140] Necm, 53/10.

[141] Bakara, 2/23.

[142] Tirmizî, 3618; İbn Mâce, 4308; Ahmed, 3/2. Hadisin metninin tamamı şöyledir: "Ben, kıyamet günü âdem oğullarının efendisîyim, bunda övünç yok. Hamd sancağı elimde olacaktır; bunda övünç yok. O gün Adem ve diğer bütün peygamberler benim sanca­ğım altında toplanacaklardır. îlk defa yerden ben çıkartılıp diriltileceğim;

bunda övünç yok," Biri dışında râvileri sikadır. Bu hadisin, Ahmed'de (3/144) Enes'ten ve Übey b. Kâ'b'dan (5/138) rivayet edilen iki şahid hadisi vardır; bunlar sayesinde sahihlik derecesine ulaşır.

Ayrıca bu hadisi Buharı (İsrâ, 65/5) ve Müslim (194) de buna benzer bir metinle rivayet etmişlerdir. Müslim'deki (2278) bir başka metin şöyledir: "Ben, kıyamet günü âdemoğullarının efendisiyim. îlk defa yerden ben çıkartılıp diriltileceğim, tik şefaat edecek ve şefaati ilk kabul edilecek olan benim."

[143] Ahzâb, 33/46.

[144] Nebe, 78/13.

[145] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/84-92.

[146] İbn Cerîr, Tefsir'inde (26/30) "Hani Kur'an'/ dinleyecek bir grup cinni sana yönelt­miştik..." (Ahkâf: 46/29) âyetinin açıklaması sadedinde İbn Abbas'ın şöyle dediğini aktarır: "Bu cinler, Nasîbîn halkından yedi nefer idi. Allah Rasûlü (s.a.) onları, kendi kavimlerine elçi olarak gönderdi." Rivayetin senedi hasendir.

[147][147] Buharî, 59/6, 97/9; Müslim, 1795. Bu hadis, uzunca bir hadisin bir bölümüdür. Met­nin tamamı şöyledir: Hz. Âişe —Allah ondan razı ofsun— Hz. Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Uhud savaşının yapıldığı günden daha zor bir gün geçirdin mi?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.) de anlattı: Evet, senin kavminden başıma böylesi bir şey geldi. Onlardan karşılaştığım şeylerin en zoru Akabe günü idi. Kendimi İbn Abdi Yâleyl b. Abdikülâl'e arzetmiştim. İsteğimi kabul etmedi. Düşünceli, dalgın ora­dan ayrıldım. Ancak ta Karnu's-Seâlib'te kendime geldim. Başımı kaldırdım. Bir de ne göreyim! Beni bir bulut gölgelemekte değil mi? Baktım, Cebrail orada. Bana ses­lendi: "Allah (c.c.) senin kavminin sana söyledikleri sözü ve sana verdikleri cevabı İşitti. Dağlar meleğini, onlara yapılmasını istediğin şeyi emredip yaptırman için sana gönderdi." Hz. Peygamber (s.a.) devamla diyor ki: Dağlar meleği bana seslenip selâm verdi. Sonra: "Ey Muhammed! Allah, kavminin sana söyledikleri sözü işitti. Ben. dağlar meleğiyim. İstediğini emretmen için Rabbin beni sana gönderdi. Dilersen, (Mekke vadisinin kenarlarındaki) şu İki yalçın dağı onların üzerine kapatırım." dedi. Allah Rasûlü (s.a.) ona şu karşılığı verdi: Umuyorum ki Allah, onların soytarından yalnız Allah'a ibadet edecek ve O'na hiçbir şeyi ortak tutmayacak kimseler çıkaracaktır."meşhur duayı yapmıştı:  "Allah'ım! Gücümün zayıflığından, çaresizliğim­den Sana yakınıyorum.,. Bazıları bu duaya "Tâif Duası" adını vermektedir. Duanın tamamı şöyledir; "Allah'­ım! Güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü yalnız sana yakmı­yorum, ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Sen ezilenlerin, hor görülenlerin Rabbİsin. Beni kime bıraktın? Bana saldıran uzak bir düşmanın eline mi, yoksa işimi kendisine teslim ettiğim yakın bir dostun eline mi? Yeter ki bir gazabın olmasın bana; aldırmam çektiklerime. Ancak şuna inanıyo­rum ki, senin affın geniştir bana. Gazabına uğramaktan yahut öfkeni hak etmekten gökleri ışıklandıran, karanlıkları aydınlatan, dünya ve âhiret işlerini ıslah eden yüzü­nün nuruna sığınırım. Hoşnut kalacağın kadar sana memnuniyetimi sunarım. Güç de senin kuvvet de senin." Mecmau'z-Zevâid'de (6/35) kaydedildiğine göre bu hadisi Taberanî, Abdullah b. Cafer'den rivayet etmiştir. Râvilerî sikadır. Ancak İbn İshak'm tedlisi vardır.

[148] Şerik b. Abdullah b. Ebu Nemr: Künyesi Ebu Abdillah'dır. Medinelidir. Doğru, fakat hata yapan bir râvidir. Buhari'nin Sahih'inde rivayet ettiği İsrâ hadisinde çelişkilere düşmüş, hadisi yanlış bellemiş, iyi zabtedememiştir.

[149] Hafız Ibn Hacer, Fethu'l-Bârî'dt (13/399) diyor ki: "O'na vahiy gelmeden önce" sözünü Hattabî, İbn Hazm, Abdülhak, Kadı lyâz ve Nevevî inkâr etmiştir. Nevevî'nin ifadesi şöyledir: "Şerîk'in bu rivayetinde âlimlerin İnkâr ettikleri yanlışlıklar var. Biri­si, 'O'na vahiy gelmeden önce' sözüdür. Bu bir hatadır. Bu konuda ona hiç kimse katılmamıştır. Âlimler, namazın İsrâ gecesinde farz kılındığında icmâ etmişlerdir. Na­sıl vahiyden önce namaz farz ktfınabilir ki?!" Diğer yanlışlıklar için bk. a.g. yer.

[150] Buharı, 63/46. Hadisin Berâ b. Âzib'ten gelen metni şöyledir: "İlkönce bize (Medine'­ye) Mus'ab b. Umeyr ile îbn Ümmü MektÛm, sonra Ammâr b. Yâsir ite Bilâl geldi. Allah onlardan razı olsun."

[151] Hicret olayı Sahih-i Buharî'de (63/45) uzunca bir hadiste rivayet edilmektedir.

[152] Beyhakî, Delâil'de Enes'ten şu hadisi aktarır: Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye girdi. Biz şehre girince Ensâr erkeğiyle kadınıyla gelip hepsi de: "Bize buyur, ey Allah'ın Rasûlü!" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.}: "Deveyi bırakın. O nereye gideceğine dair emir almıştır." buyurdu. Deve Ebu Eyyûb1 un kapısında çöktü... Bu hadisin senedinde geçen İbrahim b. Sırma'yı Dârekutnî zayıf sayarken İbn Maîn onun yalancı olduğunu söylüyor. İbn Adiy ise: "Onun hadislerinin umumunun sened ve metni münkerdir." diyor. Beyhakî —ibn Kesîr'in el-Bidâye'de (3/202) kaydettiğine göre -ed-Delâil'dç, Saîd b. Mansûr- Attâf b. Halid- Sadık b. Musa- Abdullah b. Zü-beyr senediyle şu hadisi rivayet eder:

Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye geldi. Devesi Cafer b. Muhammed'in evi ile Hasan b. Zeyd'in evi arasına çöktü. Halk, O'na gelip hepsi de: "Ya Rasûlullah! Bizim evimi­ze buyur" dediler. Devesi kalkıp yürümeye başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Serbest bırakın O nereye gideceğine dair emir almıştır." dedi. Sonra deve O'nu götürdü, minberin yerine kadar geldi; oraya çöktü. Sonra iyice yerleşti. Orada insanların eğleştikleri, gölgelenip serinlendikleri bir gölgelik vardı. Allah Rasûlü (s.a.) devesinden oraya indî, gölgeye oturdu. Ebu Eyyûb gelip: "Ya Rasûlullah! Evim sana en yakın ev. Yükünü benim eve taşı." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Peki" dedi ve yükünü eve taşıdı. Sonra bir adam gelip: "Ya Rasûlullah! Nerede kalıyorsun?" diye sordu. "Kişi, yükü nerede ise oradadır." karşılığını verdi. Bk. îbn Sa'd, Tabakât, 1/236-237.

[153] Buharı, 63/45; Müslim, 3/1623.

[154] Buharı, 64/36. Ebu Musa el-Eş'arî anlatıyor: Biz Yemen'de iken Hz. Peygamberin (s.a.) yola çıktığını haber aldık. Birinin adı Ebu Bürde, diğerininki Ebu Ruhm olan iki kardeşimle —Ben onların küçüğü idim— kavmimden birkaç kişiyle yahut elli üç ya da elli iki adamla —buradaki tereddüt râvidendir— O'nun yanına gelmek için mu­hacir olarak yola çıktık. Bir gemiye bindik. Gemimiz bizi Habeşistan'daki Necâşî'ye çıkardı. Orada Cafer b. Ebu Tâlib ile karşılaştık. Hep birlikte dönünceye kadar onun­la birlikte kaldık. Hayber fethinde Hz. Peygamber (s.a.) ile karşılaştık. Halktan bazı­ları, bize —gemi ile gelenlere— "Sizi geçtik, sizden önce hicret ettik." diyorlardı. Bizimle birlikte gelenlerden ve hicret edenler arasında Necâşî'ye hicret eden Esma Bİn-ti Umeys, Hz. Peygamber'İn (s.a.) hanımı Hafsa'yı ziyarete gitti. Esma orada iken Hafsa'nın yanına (babası) Hz. Ömer geldi. Hz. Ömer, Esmâ'yi görünce: "Bu kim?" diye sordu. Hafsa: "Umeys'in kızı Esma" dedi. Hz. Ömer: "Şu Habeşli, şu denizci ha?" dedi. Esma: "Evet" dedi. Hz. Ömer: "Biz sizden önce hicret ettik. Biz, Allah Rasûİü'ne sizden daha lâyığız." dedi. Bunun üzerine Esma öfkelendi ve dedi ki: "Ha­yır, hayır. Vallahi siz, Allah Rasûlü ile birlikte îdiniz. Açınızı doyurur, cahilinize öğüt verirdi. Biz ise Habeşistan'da uzak ve şartları hiç de iyi olmayan bir memlekette, bir ülkede idik. Hepsi Allah için, Rasûlullah için!... Allah'a yemin ederim ne zaman bir yemek yesem, ne zaman bir su İçsem hep işkence gördüğümüz, hayatımızdan endi­şe ettiğimiz zamanlarda Allah Rasûİü'ne (s.a.) söylediğim sözü hatırlardım. Bunu, Hz. Peygamber'e (s.a.) anlatacağım. Vallahi, ne yalan söyleyeceğim ne çarpıtacağım, ne de bir ilâve yapacağım." Hz. Peygamber (s.a.) gelince Esma: "Ey Allah'ın Pey­gamberi! Ömer şöyle şöyle söyledi." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Peki sen ne de­din?" diye sordu. "Şöyle şöyle söyledim." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Bana sizden daha lâyık değil. O ve arkadaşları bir tek hicret yaptılar. Siz gemr halkı ise iki hicret yaptınız..." buyurdu.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/92-97.

[155] Buharı, 78/68. Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: Hz.•Peygamber (s.a.) ruhunu teslim ettiği rahatsızlığı esnasında Hz. Fâtıma'yı çağırdı. Ona birşey fısıldadı. Fâtıma ağladı. Son­ra onu çağırdı. Yine birşey fısıldadı. Bu sefer Fâtıma güldü. Bunu ona sorduk. Dedi ki: "Vefat ettiği bu hastalığı esnasında ruhunu teslim edeceğini fısıldadı, ben bunun üzerine ağladım. Sonra ailesinden kendisinin peşinden ilk gelecek kimsenin benim ol­duğumu fısıldayıp haber verince güldüm." Buharî'nin bir rivayetine göre Hz. Pey­gamber (s.a.) ona: "Sen, cennet halkının kadınlarının yahut, mü'minlerin kadınları­nın hanımefendisi olmayı İstemez misin?" demiştir. Sahih-i Müslim'de (1759/54) Hz. Âİşe'den geien bir hadîste: "Hz. Fâtıma, Allah Rasûlünden sonra altı ay daha yaşa­dı." deniliyor.

[156] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/97-98.

[157] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/99.

[158] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/99.

[159] Buharı, 91/20, 21; Müsüm, 2438. Allah Rasülü (s.a.) Hz. Âişe'ye dedi ki: "Bana rüyamda iki kere gösterildin. Bakıyorum, bir adam seni bir ipek kumaş içinde taşıyor ve: Bu senin hanımın/ diyor. Kumaşı açıyorum, bakıyorum sensin. Bu Allah'tansa gerçekleştirir, diyorum."

Hz. Âişe'nin yedi yaşında evlendiği ve dokuz yaşında iken Hz. Peygamber (s.a.) ile zifafa girdiği haberini Buharî (67/38) ve Müslim (1422) rivayet etmişlerdir.

[160] Ebu Davud, 2283; İbn Mâce, 2016; Dârimî, 2/161; Nesâî, 6/213. İsnadı sahihtir.

[161] Hafız tbn Hacer, ei-tsâbe'de (3/117) Seleme b. Ebu Seleme b. Abdülesed'in biyografi­sinde diyor ki: tbn tshak dedi ki: Töhmet edemeyeceğim biri Abdullah b. Şeddad'ın şunları söylediğini bana haber verdi: Ummü Seleme'yi Hz. Peygamber'e (s.a.) veren, oğlu Seleme b. Ebu Seieme idi. Hz. Peygamber (s.a.) de onu Ümâme Binti Hamza ile evlendirdi. Bunların her ikisi de çocuktu. Her ikisi de ölünceye kadar birleşmediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Seleme'ye karşılık verdim mi?" dedi.

[162] İbn Sa'd, Tabakât, 8/,98. Vâkıdî, ilminin genişliği yanında yine de metruktür.

[163] Ahmed, Müsned, 6/313, 314; Nesâî, 6/81; tbn Sa'd, Tabakât, 8/89. İsnadı sahihtir. Hafız İbn Hacer, et-İsâbe'de (4/440) NesâTden aktarmış ve isnadının sahih olduğunu söylemiştir.

[164] Ahzâb: 33/37,

[165] Buharı, 97/22; Tirmizî, 3210. Enes anlatıyor: Zeyd b. İârise, şikâyet için geldi. Hz. Peygamber (s.a.) "Allah'tan sakm, eşini bırakma" demeye koyuldu. Enes diyor ki: Şayet Aİiah Rasûlü (s.a.) bir şeyi gizleyecek olsaydı, bunu gizlerdi. Zeynep Hz. Pey-gamber'İn (s.a.) hanımlarına karşı Övünür: "Sizi aileleriniz evlendirdi. Beni ise yedi kat göklerin ötesinden Allah Teâlâ evlendirdi." derdi.

[166] Müslim, 2502; Ebu Davud, 2086. İbn Abbas anlatıyor: Müslümanlar Ebu Süfyân'ın yüzüne bakmazlar, onunla bir arada oturmazlardı. Hz. Peygamber'e (s.a.): "Ey Al­lah'ın Peygamberi! Uç isteğim var, onları kabul et" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Peki" dedi. Ebu Süfyân: "Arap güzeli ve dilberi Ümmü Habîbe adında bir kızım var, onu sana nikahlıyorum." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Peki" cevabını verdi. "Oğlum Mu-âviye'yi yanına ktip olarak almanı istiyorum." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Peki" dedi. "Müslümanlarla savaştığım gibi kâfirlerle de savaşmam İçin beni komutan tayin etmeni istiyorum." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) yine "Peki" dedi. Râvî Ebu Zümeyl diyor ki: "Hz. Peygamber"den (s.a.) kendi ağzıyla istemeseydi; bu isteklerim ona vermezdi. Çünkü her ne istediyse Hz. Peygamber (s.aj yalnızca: "Peki" cevabıyla yetindi." Bu hadis problemli olmakla meşhur hadislerdendir. Problem şu: Ebu Süf­yân, hicretin sekizinci senesi Mekke'nin fethedildiği gün müslüman oldu. Bu meşhur­dur, ihtilafsızdır. Hz. Peygamber (s.a.) İse Ümmü Habîbe ile bundan çok uzun bir zaman önce hicretin altıncı —bir görüşe göre yedinci— senesinde evlendi. Hz. Pey­gamber'in (s.a.) onunla nerede evlendiği de tartışmalıdır. Kimisi: "Ümmü Habîbe, Habeşistan'dan geldikten sonra Medine'de" derken, çoğunluk: "Habeşistan'da iken" diyor. Bk. fbnü'l-Kayyim, Cüâu'l-Efhâm, s.  185, 195.

[167] Buharî, 67/20, 67/25, .67/26, 67/33, 69/16; Müslim, 1449; Ebu Davud, 2056; îbn Mâce,  1939.

[168] Safiy: Kumandanın paylaştın İmadan önce ganimet malından kendisi için seçip ayırdığı mala denir.

[169] Ahzâb: 33/50.

[170] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/101-109.

[171] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/110.

[172] Onu, Allah Rasûlü'ne (s.a.) Dubeyb oğullarından Rifâa b. Zeyd hediye etti. Ganimet arasından semle çalma konusunda Kirkire olayına benzer bir olay da Vadi'l-Kurâ'da onun başından geçmiştir. Bk. Buharı, 64/37; Müslim, 115.

[173] Onu, Allah Rasûlü'ne (s.a.) Yemâme hükümdarı Hevze b. Ali el-Hanefı hediye etti.

[174] Semle: Kadife denen büyük ve tüylü saçaklı, ihramdan küçük, yufka ihrama denir. Araplar ona bütün bedeni bürünüp sarınırlar. Bk. Âsim Ef., 3/1388.

[175] Yazar (r.h.) burada Mid'am ile Kirkire'nin başından geçen ayrı olayları birbirine ka­rıştırmıştır. Zira Kirkire kıssasında "O semle ona ateş püskürtecek" cümlesi yoktur ve onun çaldığı semle değil, abadır. Semle Mid'am kıssasında geçmektedir. Mid'am kıssasını Buharı (64/37) ve Müslim (115) Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet etmişler; Müs­lim, Mid'am'ın admı söylememiş, ama Allah Rasûlü'ne (s.a.) onu hediye edenin Rifâa b. Zeyd olduğunu belirtmiştir. Şemle'yi Vadi'l-Kurâ'da çaldı. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Hayber savaşının olduğu gün paylaştırılmadan ganimetten aldığı semle şüphesiz ona ateş olacak. "; Müslim'deki metne göre de: "Semle ona ateş püskürtecek" buyurmuştur. Kirkire ise, Hayber gazasında pay edilmeden önce ganimetten bîr aba çaldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) onun hakkında: "O, ateştedir." buyurdu. Bk. Buharı, 56/190. "O, ateştedir." sözü, günahının azabım çekecek yahut Allah affetmezse cehenneme gidecek anlamındadır.

[176] Mâlik, Muvatta, 2/459. İsnadı sahihtir.

[177] Buharı, 78/90; Müslim, 2322.                                                  ;

[178] İmam Ahmed, Müsned, 5/221; Ebu Nuaym, el-Hılye, 1/369. Saîd b. Cümhan anlatı­yor: Sefîne'ye: "İsmin nedir?" diye sordum. "Sana söyleyemem. Allah Rasûlü (s.a.) bana Sefine adını verdi." dedi. "Sana neden Sefine adını verdi?" diye sordum, anlat­tı: Allah Rasûlü (s.a.) ile arkadaşları yola çıktılar. Yükleri onlara ağır geldi. Hz. Pey­gamber (s.a.) bana: "Elbiseni yay." dedi. Ben de yaydım. Eşyalarını içine koydular, sonra onu üzerime yüklediler. Allah Rasûlü (s.a.) bana: "Taşı. Sen ancak bir sefine (gemisin)." dedi. O gün bana bir, iki, üç, dört, beş, altı yahut yedi deve yükü yük yükleselerdi onlar hafifietmedikçe bana ağır gelmezdi..." Hadisin isnadı hasendir. Ah-med'in Müsnedİndeki (5/222) bir özet rivayette Sefine diyor ki: "Bir yolculuğa çık­mıştık. Ne zaman bir kimse bitkin düşse, üzerindeki bir kalkan yahut bir kılıcı bana atıyordu. Öyleki bu şekilde pek çok şey yüklenmiştim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Sen sefine (gemi)sin" buyurdu." Bu rivayetin isnadı da hasendir.

[179] Ebu Davud, 3932; İbn Mâce, 2526. Sefine anlatıyor: Ben Ümmü Seleme'nin kölesi idim. Bana: "Hayatın boyunca Allah Rasûlü'ne (s.a.) hizmet etmen şartıyla seni âzâd ediyorum." dedi. Ben de: "Şart koşmasan da hayatım boyunca yine Allah Rasûlün-den (s.a.) ayrılmam." dedim. Bunun üzerine beni âzâd etti ve bana şart koştu... İsna­dı sahihtir.

[180] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/110-111.

[181] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/111-112.

[182] Zeyd b. Sabit: Hafız, zeki, âlim ve akıllı bir zattı. Sağlam'rivayete göre Allah Rasûlü {s.a.), kendisine yahudilerden gelen mektupları okuması için ona yahudi yazısını öğ­renmesini emretmiş, o da 15 gün içinde öğrenmişti. Sahihayn'da Enes'ten aktarılan bir rivayette Zeyd'İn Allah Rasûlü (s.a.) devrinde Kur'an'ı cem' eden kurrâ'dan oldu­ğu bildirilmektedir. Sayısız yerde AJİah Rasûlü'nün (s.a.) önünde vahyi yazmıştır. Zeyd, Yemâme savaşma katılmış kendisine bir ok isabet etmiş; ama bir zarar vermemişti. Hz. Ebu Bekir bundan sonra ona Kur'an'ı araştırmasını ve cem' etmesini (bir kapak içinde toplamasını) emretti ve dedi ki: "Sen akıllı bir gençsin. Seni İtham edemeyiz. Allah Rasûlü (s.a.) için vahyi yazardın. Kur'an'ı araştır ve topla." Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir'in dediğini yaptı. Bunda pekçok hayır vardı. Hz. Ömer iki defa hacca çıktığında ve bir defa da Şam'a gittiğinde onu Medine'de nâib olarak bıraktı. Hz. Osman da onu Medine'de nâib olarak bırakırdı. Hz. Ali onu severdi; o da Hz. Ali'ye saygı gösterir ve onun kadrini bilirdi. Ama onun yanında hiçbir savaşa katılmadı. Ondan sonra hicri 45 senesine kadar da yaşadı. Kendisi, Hz. Osman'ın diğer uzak memleketlere gönderip de oralarda okunan ve yazılarının biçimlerinde icmâ ve ittifak hasıl olan imam mushafları yazanlardandır.

[183] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/112.

[184] Buharı, 24/33, 24/34, 24/35, 24/37, 24/38, 24/39, 47/2, 90/3; Ebu Davud,  1567; Ahmed, Müsned,  72.

[185] Mâlik, 2/849; Nesâî, 8/57, 58; Hâkim, 1/397; Dârakutnî, s. 276; İbn Hibbâij Beyhakî, 4/89. Hadisin isnadı zayıftır.

[186] Ebu Davud,  1568; Tirmizî, 621;  İbn Mâce,  1798.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/112-113.

[187] Buharî, 77/51, 77/54.

[188] buyurdu ve dinarları paylaştırdı.(78).

Buharı, 23/65.

[189] Müslim, 1774; Tirmizî, 2859. İran hükümdarlarına Kisrâ, Bizans hükümdarlarına Kayser. Habeşistan hükümdarlarına Necâşî, Türk hükümdarlarına Hakan denir.

[190] tbn Hibbân, Sahih,  1628. Hadisin senedi sahihtir.            

[191] Buharı, 64/82; Ahmed,  1/243, 305.

[192] İbn Sa'd, Tabakât, 1/260, 261. Hafız İbn Hacer, et-hâbe'de; Hâtıb b. Ebî Beltea'mn biyografisinde bu hadisi kaydetmiş ve îbn Şahin'in rivayet ettiğini söylemiştir. Bk. Fethu'I-Bârî, 7/97.

[193] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/113-116.

[194] Ebu Davud, 502; îbn Mâce, 709; Tirmizî, 192; Nesâî, 1/103; İbn Hibbân, 288; İbn Huzeyme, 377. Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahihtir." diyor. Bilâl hadisini ise Buhari (10/2,3) ve Müslim (378), Enes'ten rivayet etmişlerdir.

[195] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/116-117.

 

[196] Nesâî, 5/247, 248; Dârimî, 2/66,67. Râvileri sikadır. İbn Hibbân hadisin sahih oldu­ğunu söylemiştir. Hadisin metni şöyledir: "Hz. Ebu Bekir sordu: Âmir olarak mı, yoksa elçi olarak mı gönderdi? Hz. Ali cevap verdi: Hayır, elçi olarak. Allah Rasûlü fs.a.J beni hac esnasında Arafat'ta vakfe yaparken insanlara Berâet sûresini okumam için gönderdi."                                                     

[197] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/117-118.

[198] 1- Abdullah b. Revâha, 2- Enceşe, 3- Âmir b. Ekva', 4- Amcasıüfele-

Mâide, 5/67.

[199] Tirmizî, 3049; Taberî, 10/469. Hadisi Hâkim (2/313) sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır. Hafız İbn Hacer ise Fethu'l-Bâri'de (6/60) hasen olduğunu belirtip "Mev-sûl mü, mürsel mi olduğunda görüş ayrılığı vardır." demiştir.

[200] Buharı, 93/12; Tirmizî, 3849.

42 İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/118-119.

 

[202] Sabit b. Kays b. Şemmâs b. Züheyr b. Mâlik el-Ensârî el-Hazrecî. Ensâr'ın hatibidir. Uhud ve daha sonraki savaşlara katılmış; Hz. Ebu Bekir'in hilâfeti sırasında Yemâme savaşında şehit düşmüştür. Bk. Üsdü'l-Ğâbe, 1/275.

[203] Buhari, 78/90, 78/95, 78/111, 78/116; Müslim, 2323/73; Dârimî, 2/295; Ahmed, 3/107, 117,  186, 227, 254, 285.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/119-120.

[204] Hz. Peygamber'in (s.a.) bulunduğu cihada gaza ( = gazve), cihad için gönderdiği üçe varmayan bir grup askere ba's, daha fazlasına seriye denir.

[205] Âl-i tmrân, 3/121.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/120.

[206] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/120-122.

 

[207] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/123-124.

[208] Buharı, 81/38, 56/59; Ebu Davud, 4802; Nesâî, 6/227; Ahmed, 3/103, 253. Hafız İbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de (6/56) diyor ki: Bu hadisten şu prensipler çıkar: 1- Binmek ve müsabaka yapmak için deve edinebilir, 2- Her yükselen şeyin mutlaka alçalmasına dikkat çekilerek, dünyadan yüz çevirmek, 3- Alçak gönüllülüğe teşvik, 4- Hz. Pey-gamber'in (s.a.) güzel ahlâkı, tevazuu ve arkadaşlarının gönüllerindeki üstün değeri.

[209] Ahmed, 1/261; Ebu Davud, 1749; Tirmizî, 815; îbn Mâce, 3076. İsnadı sahihtir.

[210] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/

 

[211] Müslim, 1359; Ebu Davud, 4077; Nesâî, 8/211; İbn Mâce, 1104 ve 2821; Ahmed, 4/307.

[212] Müslim,  1357; Tirmizî,  1679 ve 1735; Ebu Davud, 4076; Nesâî, 5/201 ve 8/2U; tbn Mâce, 2822; Ahmed, 3/363 ve 387.

[213] Allâme Alî el-Kârî diyor ki: Bu söz, Allah'ın yalnız Hz. Peygamber'e (s.a.) mahsus olacak şekilde fazlaca lütfetmesinden ve O'na feyz ve ihsanından kinayedir. Çünkü çok sevdiği kişiye, centilmence davranıp iyilik yapmak isteyen biri, bu davranışıyla ona saygınlık kazandırdığını ve destek sağladığını göstermek için eiini o kişinin iki kürek kemiği arasına kor.

[214] Yani Allah, O'na gök ile yer arasında var olan melekleri ve sair yaratıkları bildirdi. Bu, Allah'ın Hz. Peygamber'e (s.a.) verdiği ilmin enginliğinden kinayedir. Yoksa Hz. Peygamber (s.a.) göklerde ve yeryüzünde bulunan bütün varlıkları bilirdi, demek doğru değildir.

[215] Tirmizî, 3233. Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahihtir." diyor. İmam Ahmed, Müsnecfdt (5/243) sahih senedle rivayet etmiştir. Taberânî, Hâkim, Muhammed b. Nasr, v.s. muhaddisler de bu hadisi kitaplarında rivayet etmişlerdir. Hadis bütün bu kaynaklar­da Muaz b. Cebel'den (r.a.) rivayet edilmektedir. Ayrıca Tirmizî (3231) ve Ahmed (1/368) İbn Abbâs'tan; Dârimî ve Beyzavî (Şerhu's-Sünneyde) Abdurrahman b. Âiş'-den rivayet etmişlerdir.

Mele-i A'lâ (=Yüce topluluk), mukarreb meleklerdir. Onların çekişmesi ise ya bu amelleri kaydetmek ve semaya yükseltmek için koşuşturmaları, ya da bunların fazilet ve şerefleri konusunda birbirleriyle tartışmaları demektir. Allah buna "çekişme" adı­nı verdi. Çünkü, soru-cevap şeklinde gelmiştir. Bu da çekişme ve tartışmaya benzer. Bu yüzden burada "çekişme" kelimesinin söylenmesi hoş kaçmıştır. Hafız İbn Raceb el-Hanbelî bu hadis hakkında "İhtiyâru'l-Evlâ fî Şerhi Hadisi Îhlisâmî'l-Melei'l-A'lâ" adıyla bir kitap yazmıştır.

[216] İmam Şevkânî diyor ki: "İbnü'l-Kayyim, kırmızı hulle'nin siyahla karışık, kırmızı desenlerle dokunmuş iki Yemen bürdesinden oluştuğunu, sade kırmızı olduğunu söy­leyenlerin yanıldığını iddia edip: 'Bu şekildeki huile, bu isimle bilinir, demiştir. Oysa sana da gizli kalmayacağı gibi lisana vâkıf biri olan sahabî bu hülleyi 'kırmızı' diye nitelemiştir. Bu sözü, gerçek anlamına yani sade kırmızı anlamına almak gereklidir. İcap ettirecek herhangi

bir durum olmaksızın bu sıfat, mecazî anlama alınamaz, yani bir kısminin kırmızı bir kısmının başka renkte olduğu söylenîlemez. Şayet (İbnü'l-Kayyim), kırmızı hülle sözü, lügatte bu anlamdadır, demek istemişse lügat kitapların­da buna şahit olacak birşey yoktur. Eğer bu meselede şer'î hakikat budur demek istemişse, şer'î hakikatler sırf iddia ile sabit olmaz. Şu halde bu sahabînin sözünü Arapçadaki kullanımında'almak vâcibtir. Çünkü Arapça, onun ve toplumunun dili­dir. Yok eğer —sade kırmızı idi diyenleri açıkça sert dille eleştirmesine bakılacak olursa sözünün bu şekil anlaşılmaya müsait olmamasına rağmen— delillerin arasını bulmak amacıyla bu şekil tefsir ettiğini söylemek istemişse, yukarıda söylediğimiz gibi buna gerek kalmaksızın da aralarını bulma imkânı olduğundan tutunacağı bir dal yoktur. Hem 'kırmızı hülle' sözünü söylediği anlama alması da, anlatımı esnasın­da delil olarak kullandığı Hz. Peygamber'in (s.a.), yük develeri üzerinde kırmızı çiz­gili örtüler bulunduğunu görerek deve sahiplerini bundan menettiği yolundaki hadisle çelişmektedir. Bu hadiste (kırmızı) çizgiler bulunanın mekruh olduğuna delil vardır ki, bu hülle de onun yorumuna göre aynen bu şekildedir." Neylü'l-Evtâr, 2/108-109. Kırmızı giyinme konusunda detaylı bilgi verip delil ve görüşleri enine boyuna tartı-* şan İmam Şevkânî, Hz. Peygamber'in (s.a.) Veda Hacc'ından sonra hayatının son günlerinde de kırmızı giyindiği yolundaki sahih hadislere ve aslî helâlliğe (berâat-i asliyye) dayanmanın gerekliliğini savunuyor. Geniş bilgi için, bk. Neylü'l-Evtâr, 2/104-110.

[217] Buhârî, 77/28, 77/36, 77/45, 23/2, 46/5, 67/71, 74/28, 75/4, 78/124, 79/8, 83/9; Müslim, 2066; Tirmizî, 2810; Nesâî, 4/54; Ahmed, 4/287 ve 299. Ancak Tirmizî ve Nesâî'nin rivayetlerinde "kırmızı" kelimesi yoktur. Yasaklanan "kırmızı eğer min­deri", acemlerin ipekten yaptıkları minderdir. Kırmızı diye belirtilmesi ipek sözünün kapsamlı anlamından daha özet anlam taşır; bu durumda minder ipek olursa hadisin anlamı imkansızlaşır. (Çünkü kırmızı olmayan ipek minderler helâl sayılacaktır). Şa­yet ipek olması yanında bir de kırmızı ise yasak kuvvetlenir.

[218] Ebu Davud, 4066; Ibn Mâce, 3603; Ahmed, 2/196. İsnadı hasendir.

[219] Müslim, 2077: Nesâî, 8/203; Ahmed, 2/162,  164,  193, 207, 211.

[220] Müslim, 2078; Ebu Davud, 4042, 4045, 4047, 4050, 4051; Nesâî, 8/204.

[221] Ebu Davud, 4070; Ahmed, 3/463. Senedi zayıftır.

[222] Ahmed, 3/251;  Ebu Davud, 4047. Senedi zayıftır.

[223]

[224] Ebu Davud, 3878, 4061; Tirmizî, 994; İbn Mâce, 1472; Ahmed, 1/247, 274, 328, 353, 363. Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahihtir." diyor. Ayrıca Tirmİzî (2811), Nesâî (8/205), İbn Mâce (3567) ve Ahmed (5/12, 21) hadisi Semûre b. Cündüb'den (r.a.): "Beyaz giyinin. Çünkü beyaz en temiz ve en hoş giyecektir, ölülerinizi onunla kefen­leyin." metniyle rivayet ediyorlar.

[225] Buharı", 77/19, 56/89; Müslim, 2080; Tirmizî, 1733; Ebu Davud, 4036; İbn Mâce, 3552; Ahmed, 6/32,  131.

[226] Ebu Davud, 4049; Nesâî, 8/143. Hadisin peşinde Ebu Davud: "Bu hadiste yüzüğün belirtilmesi şâzdir." diyor. Hadisin senedi zayıftır. Yüzük diye tercüme ettiğimiz hâ-tem kelimesi, arapçada ayrıca mühür anlamına da gelir. Hz. Peygamber'in (s.a.) yüzüğü aynı zamanda mührüdür.

[227] Tirmizî, 1746; Ebu Davud, 19; Nesâî, 8/178; İbn Mâce, 303; îbn Hibbân, 125; Hâ­kim: Hadis zayıftır. Buna rağmen Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahihtir" demişse de Nevevî: "Bu sözü merduttur" diyerek ona karşı çıkmıştır.

[228] Müsüm, 2944. Taylesan, omuza alınan ve bütün bedeni kuşatan biçilmeden ve dikil­meden, giyinmek için dokunulan bir tür giyecektir. Bizim şal dediğimiz giyecek ola­caktır. Pelerin diye anlamak da mümkündür.

[229] Ahmed, 2/50, 92; Ebu Davud, 4031. Senedi hasendir. Müellifin, hadisi Hâkim'in de rivayet ettiğini söylemesi bir yanılgıdır.

[230] Tirmizî, 2696. Senedinde zayıf bir râvî olan İbn Lehîa varsa da, bir önceki hadisin şahidliği ile hasen derecesine çıkar.

[231] İbn Kudâme, ei-Muğnî'de (1/301) diyor ki: "Sank üzerine meshetmenin caiz olabil­mesi için, sarığın bir kısmının çene altına gelmesi suretiyle müslümanîann sarıkları­nın özelliğini taşıması şarttır. İşte bu şekilde, diğerlerine göre daha iyi örten ve çıkar­tılması da zor olan arap sarıkları üzerine meshetme caizdir; ister bu sarıkların sarkan ucu bulunsun ister bulunmasın durum aynıdır. Bunu Kadı söylemiştir. İster küçük, ister büyük olsun durum yine aynıdır. Şayet hem çene altına gelen bir kısmı hem de sarkan ucu bulunmazsa, zimmîlerin sarıklarının özelliğini taşıdığından ve de çıkar­tılması zor olmadığından böyle sarıklar üzerine meshetmek caiz değildir.

Çene altına dolamaksizın sarık sarmanın mekruhluğu konusunda pek çok İslâm âliminden sözler aktarılmıştır: İmam Ebû Bekir et-Tartûşî: 'Bu çirkin bir bid'attir, ama İslâm ülkelerinde yaygınlık kazanmıştır'; Ibn Habîb Kitâbu'l-Vazıha adlı eserin­de: 'Çene altına dolamamak, Lût kavminin sarıklarının artakalanlarındandır.'; Kadı Abdülvehhab, Kitâbu'l-Meûne'de: 'Çene altına dolamaksızın sarık sarmak gibi Arap (İslâm) kıyafetine aykırı olan ve Acem kıyafetine benzeyen şeyler mekruhtur' diyor." Daha başka örnekler ve daha detaylı bilgi için bk. Şevkânî, Neytü'l-Evıâr, 2/121-122.

[232] Ebu Davud, 4020; Tirmizî,  1767; Ahmed, 3/30, 50. İsnâd sahihtir, tbn Huzeyme (1442) ve Tirmizî sahih olduğunu söylemişlerdir.

[233] Müslim, 2081; Tirmizî, 2814; Ebu Davud, 4032.

[234] Buharı, 77/18; Müslim ,2081; Tirmizi, 1788; Ebu Davud, 4060; Nesâî, 8/203; Ahmed, 3/134,  184, 251, 291.                                                             

[235] Müellifin (r.h.) kaydettiği gibi Sünen-i Nesâfde bulamadık. Herhalde el-Kübrâ'ûa olacaktır. Hadisi, Ebu Davud (4074) ve Ahmed (6/132, 144, 219, 249) sahih senedle rivayet etmişlerdir.

[236] Ebu Davud, 4037. Senedi hasendir. Hâkim (4/182) sahih saymış, Zehebî de ona ka­tılmıştır.

[237] Nesâî, 8/204; Ebu Davud, 4206; Tirmizî, 2813; Ahmed, 2/227, 228 ve 4/163. tsnâd, sahihtir.

[238] Şöhret elbisesi; Renginin insanların giydiği elbiselerin renklerinden farklı oluşu sebe­biyle halk arasında dikkat çekip göze çarpan, insanların başlarını çevirip baktıkları, sahibine kibir ve kendini beğenmişlik hissi veren elbisedir. Şevkânî, Neytü'l-Evtâr, 2/126.

[239] Ebu Davud ,4029; İbn Mâce, 3606; Ahmed, 2/92. İsnadı hasendir. tbn Mâce (3608) ile Ebu Nuaym {Hılye, 4/190, 191) Ebu Zer'den naklen Hz. Peygamber'in (s.a.): "Kim şöhre telbisesi giyerse Allah, ondan elbiseyi cikanncaya kadar —ne zaman çıkarırsa ta o zamana kadar— yüz çevirir'"buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Beyha-kî'nin (3/273), tabiî Kinâne b. Nuaym'dan rivayet ettiğine göre "Hz. Peygamber (s.a.) iki tür şöhretten menetmiştir: 1- Kendisine baktıracak kadar lüks elbise, 2-Kendisine baktıracak kadar âdi yahut pejmürde elbise". Hadisin senedi sahihtir, ama mürseldir.

[240] Buharî, 77/5, 77/1, 77/2, 62/5, 78/55; Müslim, 2085; Tirmizî, 1730; Ebu Davud, 4085; Nesâî, 8/206; İbn Mâce,  3607.

[241] Ebu Davud, 4094; Nesâî, 8/208;  tbn Mâce, 3576. Senedi hasendir.

[242] Ebu Davud, 4095. îsnâdı güçlüdür.

[243] Müslim hadisi(91) yukarıdaki gibi değil şu iki ayrı metinle rivayet etmiştir: 1- Hz. Peygamber (s.a.): "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez * bu­yurdu. Bir adam: "Kişi .elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını sever" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir, gururdan dolayı hakkı ka­bullenmemek ve insanları hor görmektir." karşılığını verdi. 2- "Kalbinde hardal ta­nesi ağırlığınca iman bulunan hiç kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi ağırlığınca kibir bulunan hiç kimse de cennete giremez." Hadis yukarıdaki metinle şu kaynaklarda rivayet edilmiştir: Ebu Davud, 4091; tbn Mâce, 4173; Ahmed, 1/399, 412, 416, 456.

Hadisin "Kalbinde harda! tanesi ağırlığınca iman bulunan hiç kimse cehenneme girmez" kısmıyla kastedilen, kâfirlerin girmesi ki, onlar orada ebedî kalacaklardır. Çünkü sahih hadislerde sabit olduğu üzere pekçok günahkâr cehenneme girip orada azaplarını çektikten sonra şefaatla oradan çıkacaklardır. Dolayısıyla orada, kalbinde zerre ağniğınca iman bulunan hiç kimse kalmayacak.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/125-134.

[244] Ekıt: Yağı alınmış koyun ve keçi sütünden yapılır. Türkçe'de keş denen yoğurt kuru­su olacaktır. Ayran kaynatılıp katılaştıktan sonra süzülüp kurutulur. Bk. Âsim Efen­di, Kamus-ı Okyanus, 3/21, İstanbul,  1305.

[245] Buharı, 70/54; Tirmiri, 3452; Ebu Davud, 3849; tbn Mâce 3284; Hâkim, Müstedrek, 4/İ36.

[246] İbn Hibbân, 1352. Senedi kuvvetlidir.

[247] Ebu Davud, 3851; îbn Hibbân, 1351. Parentez içindeki cümle metinde yok,"akna adı geçen kaynaklarda var olduğu için almayı uygun bulduk.

[248] Müslim, 2034; Tirmizî, 1880; Ebu Davud, 3717; İbn Mâce, 3424; Ahmed, 3/199, 250, 291.

[249] Buharı, 74/16; Ebu Davud, 3718; Tirmizî, 48; Nesâî, 1/87. Buharî'deki metin: Hz. Ali (r.a.), (Küfe Mescidİ'nin) Babu'r-Rahabe denilen kapısını geldi, ayakta su içti ve sonra: "Bazı insanlar ayakta İçmeyi hoş karşılamıyorlar. Oysa Allah Rasûlü'nün (s.a.), benim yaptığımı gördüğünüz şekilde yaptığını gördüm." dedi.

[250] Hafız İbn Hacer, Fethu'l-BârPde (10/73,74) diyor ki: Bu konuda âlimler çeşitli yolla­rı tuttular:

1)  Tercih. Ayakta içmenin caizliğini gösteren hadisler yasaklayıcı hadislerden daha sağlamdır.

2)  Yasaklayıcı hadislerin yürürlükten kaldırıldığı (= neshedildiği) iddiası.

3)  Bir tür yorum getirerek iki zıt haber arasını uzlaştırma.

Diğerleri ise hadisler arasını, yasaklayıcı hadisleri tenzihen mekruhluğa, cevaz ifade edenleri ise (haram olmadığını) açıklamaya bağlayarak uzlaştırma yolunu tut­muşlardır. Hattâbî ile İbn Battal bu yolu benimsemişlerdir. Bu yol, en güzel, en

salim ve itirazdan en uzak olan yoldur. Esrem, son zamanlarında buna işaret ederek: "Kerahet sabit olsa bile irşad ve eğitime bağlanır; haram kabul edilmez." demiştir. Taberî kesinlikle böyle olduğunu söyleyerek fikrini şöyle desteklemiştir: Şayet caiz olsa sonra haram kılınsaydı yahut haram olsaydı da sonra caiz kılmsaydı, Hz. Pey­gamber (s.a.) bunu açıkça beyan ederdi. Bu konuda haberler çelişince aralarını bu şekilde bulduk.

[251] Buharî, 74/13. Enes b. Mâlik gördüğü şu olayı anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.), süt içti ve evine geldi. Bir koyunun sütü sağıldı. Ben de Allah Rasûlü (s.a.) için kuyudan su çektim (sütü su ile) karıştırdım. Allah Rasûlü (s.a.) bardağı eline aldı, içti. Solun­da Hz. Ebu Bekir, sağında ise bir bedevi arap vardı. Artığını bedevî araba verdi, sonra: "Sağı takip edin, sağı" buyurdu.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/135-138.

[252] Nesâî, 7/61; Ahmed, 3/128, 199, 285. Senedi hasendir. Hâkim hadisi başka senedle (6/160) rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.

[253] Buharî, 67/4.

[254] Tirmizî, 1140; Ebu Davud, 2134; Nesâî, 7/64; İbn Mâce, 1971; Dârimî, 2/144; İbn Hibbân, 1305; Hâkim, 2/187. Hâkim hadisin sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.

[255] Buharî, 67/4. Saîd b. Cübeyr anlatıyor: İbn Abbas bana: "Evlendin mi?" diye sor­du. "Hayır" dedim, "öyleyse

evlen. Çünkü bu ümmetin en hayırlısı, hanımı en çok olandır." dedi.

[256] îlâ: Bir kimsenin dört ay ve daha fazla bir süre için karısına yaklaşmayacağına, Allah üzerine yemin etmesi yahut yaklaşmayı ağır bir şarta bağlamasıdır. Ric'at: Erkeğe yeni bir nikâha gerek kalmadan boşadığı eşiyle normal aile hayatına dönme imkânı veren "ric'î talâk" ile boşanmış bir kimsenin karısına geri dönmesi. Zıhâr: Bir adamın, karısına "Sen bana anamın sırtı gibisin" demesidir ki, böyle bir durum­da kadın, zıhâr keffâreti ödeyinceye kadar adama haram olur. Bu konular son ciltte detaylı olarak işlenmektedir.

[257] Tirmizî, 3892; Dârimî, 2/159; İbn Hibbân, Mevârid, 1312; İbn Mâce, 1977. Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahihtir." diyor.

[258] Müslim, 1462. Enes anlatıyor: Hz. Peygamber'in (s.a.) dokuz hanımı vardı. Arala­rında geceleme haklarını taksim ettiğinde birincisine ancak dokuzuncu gün gelirdi. Bütün hanımları, her gece Hz. Peygamber'in (s.a.) geleceği hanımın odasına gelirler­di. Bir keresinde Hz. Âişe'nin odasında idi. Zeyneb geldi. Hz. Peygamber (s.a.) elini ona uzattı; (Hz. Âişe, o gece kendi gecesi olduğu için derhal buna engel olmak isteye­rek -Ş.Ö.): "Bu, Zeyneb!" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) elini geri çekti.

[259] Ebu Davud, 2135. Senedi hasendir. Metnin tamamı: "Şevde Binti Zem'a yaşlanıp da Allah Rasûlü'nün (s.a.) kendisinden ayrılmasından endişe etmeye başlayınca: Ey Allah'ın Rasûlü! Günüm, Âişe'nin olsun, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) de onun bu isteği­ni kabul etti." Sevde'nin gününü Âişe'ye bağışlaması olayım, Buharî ile Müslim (1463) de rivayet etmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) dokuz hanımının adları şöyle: 1- Âişe, 2- Hafsa, 3- Şevde, 4- Zeyneb, 5- Ümmü Seleme, 6- Ümmü Habîbe, 7- Meymûne, 8- Cüveyriye, 9- Safiyye. Allah hepsinden razı olsun. Şevde (r.anha) yaşlanınca günü­nü Âişe'ye bağışladı. Artık AİIah Rasûlü (s.a.) sekiz hanımı arasında gecelemeyi tak­sim eder oldu.

[260] Müslim,  1465.

[261] İbn Mâce,  1973. Senedinde bir meçhul râvi var, diğerleri sikadır.

[262] Ebu Davud, 288; Tirmizî, 118; îbn Mâce, 583. Senedi kuvvetlidir. Hafız tbn Hacer, Dârakutnî ile Beyhakî'nin bu hadisi sahih saydıklarım nakleder ve der ki: Hüşeym-Abdülmelik-Atâ-Âişe senediyle gelip de Ebu İshak-Esved senediyle aktarılan hadisin misli olan bir hadis de bunu takviye eder. Ayrıca İbn Huzeyme (211) ile İbn Hib-bân'ın (232) rivayet ettikleri şu hadis de bunu destekler: İbn Ömer Hz. Peygmaber'e (s.a.): "Herhangi birimiz cünüpken uyuyabilir mi?" diye sordu. "Evet. Dilerse ab­dest alır." buyurdu. Aynı hadisi Müslim (306/24): "Evet. Abdest alsın, sonra diledi­ği  zaman  guslediriceye  kadar  uyusun."   metniyle  rivayet  ediyor.   İmam  Ahmed (6/101,254) ve İbn Ebî Şeybe'nin (2/173) Mutarrif yoluyla Âmir eş-Şa'bîden rivayet­lerine göre Hz. Âişe anlatıyor: "Allah Rasûlü (s.a.) geceyi cünüp olarak geçirirdi.

[263] Buharı; 9/296,297, Müslim, 1527/182. Câbir rivayet ediyor: Allah Rasûlü (s.a.) bu­yurdular ki: "Uzun müddet ailesinden uzakta kalan kimse, döndüğünde evine gece girmesin."  Yine Buharı ve Müslim'deki (1928) Enes'ten gelen bir rivayette: "Hz. Peygamber (s.a.) ailesinin yanına gece girmezdi. Sabah yahut akşama doğru girer­di." deniliyor.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/138-142.

[264] Buharı, 79/44; Müslim, 2100.

[265] Tirmizî, Şemail, 322. Hadis zayıftır.

[266] Buharî, 51/7, 51/8, 62/30; Tirmizî, 3874; Nesâî, 7/68,69.

[267] Buharî, 80/7, 80/8, 80/16, 97/13; Tirmizî, 3413; Ebu Davud, 5049; Müslim, 2711.

[268] Buharî,  11/107; Ebu Davud, 5056; Tirmizî, 3399.

[269] Ebu Davud, 5045; Tirmizî, 3395; Huzeyfe'den. Tirmizî, tbn Hıbbân (2350) ve Hafız İbn Hacer (Fethu 'l-Bârî, U/98), bu hadisin Berâ'dan gelen rivayetini sahih saymış­lardır. Ahmed ise hadisi İbn Mes'üd'dan (1/400, 414, 443) ve Hafsa'dan (6/287, 288) rivayet etmiştir. Yine Hafız bunu sahih saymıştır.

[270] Müslim, 2715; Tirmizî. 3393; Ebu Davud, 5053; Ahmed, 3/153,   167, 288.

[271] Müslim, 2713; Tirmizî, 3397; Ebu Davud, 5051; Ahmed, 2/381, 404, 536.

[272] Ebu Davud, 5061. Senedinde zayıf râvi vardır. Buna rağmen Ibn Hibbân (2359) ile Hâkim (1/540) hadisi sahih saymışlar, Zehebî de buna katılmıştır.

[273] Buharî, 80/7, 80/8, 80/16, 97/13; Müslim, 2711; Tirmizî 3413; Ebu Davud, 5049; Ibn Mâce, 3880.

[274] Buhari, 4/36; Müslim, 763. Bir geceyi Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımı olan teyzesi

[275] Buharî, 19/1, 80/10, 97/8, 97/24, 97/35; Müslim, 769; Muvatta, 1/215; Tirmizî, 3414, Nesâî, 3/210; Ibn Mâce, 1355; Ahmed, 1/298, 308, 358.

[276] Tirmizî, Şemail, 257. İsnadı güçlüdür.

[277] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/142-145.

 

[278] Ebu Davud, 2565;Nesai 6/224; Ahmed 1/78,95,98,100,132,158,İbn Hibban 1639.İsnadı sahihitir.

[279] Tirmizî,  1547; Ahmed, 4/235; Ebu Davud, 3967; Îbn Mâce, 2522; Taberânî.

[280] Akîka: Yeni doğan çocuk için Allah'a şükür nişanesi olarak kesilen kurban. Doğu­mun yedinci günü kesilir ve çocuğun başı tıraş edilir.

[281] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/145-146.

[282] Enes b. Mâlik anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) atın eğeri altına çekilen bir çul ile bir kâse sattı, "bu çul ve kâseyi kim satın alır?" diye sordu. Bir adam: "Bunları bir dirheme alıyorum" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Bir dirhemden fazla fiyat veren yok mu? Bir dirhemden fazla fiyat veren yok mu?" diye tekrar tekrar sordu. Ada­mın biri iki dirhem verince, ona iki dirheme sattı. Tirmizî 1236; Ahmed, 3/100, 114. Hadis hasendir.

[283] Câbir anlatıyor: Ensâr'dan bir adam kendisinin ölümünden sonra kölesinin âzâd (mü­debber) olmasını vasiyet etti. Adam öldü. Köleden başka da mal bırakmadı. Hz. Peygambe r(s.a.) onu sattı; Nuaym b. Nahhâm satın aldı. Câbir: "Bu satılan köle

. Kıptî (Mısır yerlisi) idi. İbnü'z-Zübeyr'in emirliğinin birinci senesi vefat etti" diyor. Buharı, Keffârât: 7, tkrâh: 4; Müslim, İman, 59; Tirmizî, 1237; îbn Mâce, Itk, 1.

[284] Müslim, 1652. Bir köle geldi, Hz. Peygamber'e (s.a.), hicret etmek üzere biat etti. Hz. Peygamber (s.a.) onun köle olduğunun farkına varmadı. Efendisi, köleyi almak için gelince Hz, Peygamber (s.a.) ona: "Köleyi bana sat" dedi. Bunun üzerine o köleyi, zenci İki köle mukabili satın aldı. Sonra bir daha köle olup olmadığını sorma­dan hiç kimseden biat kabul etmedi,

[285] Hâkim, Müsıedrek, 3/182. Senedi zayıftır.

[286] Müellifin (r.h.), Rabî b. Bedr'den dolayı hadisi illetli bulması yetmez. Çünkü aynı senedin sika bir ravî olan Hammâd b. Müs'ide tarafından bir mütâbii vardır.

[287] Ebu Davud, 4836; İbn Mâce, 2287; Ahmed, 3/425. Sâib anlatıyor: Hz. Peygamber'e (s.a.) geldim. Orada beni konuşmaya, benden övgü ile sözetmeye başladılar. Bunun üzerine Allah Rasûiü (s.a.): "Ben, onu sizden daha iyi bilirim" dedi. Ben de: "Anam, babam sana feda! Doğru söyledin. Sen benim ortağım idin, ne iyi ortaktın. Aldat­maz, münakaşa etmezdin" dedim. Hadisin senedi zayıftır.

[288] Müslim, 1755; Ebu Davud, 2697; İbn Mâce, 2846; Ahmed, 4/46. Seleme b. Ekva' anlatıyor: Fezâre'ye gazaya çıktık. Allah Rasûiü (s.a.) başımıza Ebu Bekir'i komutan tayin etmişti. Suyla aramızda bir saatlik mesafe kalınca Ebu Bekir emir verdi, orada geceyi geçirmek için konakladık. Sonra gece baskına geçti, suyu geçip kendisine karşı savaşanları öldürdü, esir alabildiğini esir aldı. Ben ise aralarında çocukların ve kadın­ların bulunduğu bir grup insanı gözetliyordum. Bu adamlar dağa kaçıp giderlerse ben onlara yetişemem diye endişelenince onlarla dağ arasına bir ok attım. Oku gö­rünce durdular. Onları sürerek getirdim. Aralarında Fezâre oğullarından üzerinde

deri bir kürk bulunan bir kadın -ve yanında Arap güzeli bir kızı vardı. Ebu Bekir'in yanına kadar grubu sürüp getirdim. Ebu Bekir, kadının kızım bana ganimet olarak verdi. Medine'ye döndük. Kızın daha hiç elbisesini açmamıştım. Allah Rasûiü (s.a.)' çarşıda bana rastladı. "Ey Seleme! Kadını bana bağışla." buyurdu. Ben de: "Eyİ Allah'ın Rasûiü! Çok hoşuma gitmişti. Daha hiç elbisesini açmamıştım." dedim.j ,ı Ertesi gün Allah Rasûiü (s.a.) İle yine çarşıda karşılaştık. Bana: "Ey Seleme! Kadını üi bana bağışla. Ona dokunmadığın için ne iyi ettin" dedi. Bunun üzerine: "Senin oH sun, Ey Allah'ın Rasûiü! Vallahi hiç elbisesini açmadım" dedim. Allah Rasûiü (s.a.) kadını Mekkeli müşriklere gönderdi, Mekke'de esir olan bir grup müslümanı kurtar­mak için fidye olarak verdi.                                                                             

[289] Buharı, 69/15, 85/4; Müslim, 16r9; Tirmizî, 1070. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği n       bu hadiste Hz. Peygamebr (s.a.) buyuruyor ki: "Ben mü'minlere kendilerinden dahd

yakınım. Kim borçlu vefat ederse onun borcunu ödemek bana düşer. Kim bir ma| •X      bırakırsa vârislerine kalır."                                                                               i

[290] Cariye Berire'yi sahibi azat ettiğinde köle Muğîs'in karısı idi. Berire hürriyete kavuş-J makla kendisine sahip oldu ve kendisini boşadı. Mugîs, onu aşın derecede severi o ise Mugis'den aşırı hoşnutsuzluk duyardı. Mugîs, bu konuda Allah Rasûiü (s.a.) ile konuştu. Allah Rasûiü (s.a.) de dönmesi için Berîre ile konuştu. Berîre: "Bana

emir mi ediyorsun, ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): "Hayır. Ben yalnızca arabuluculuk yapıyorum." karşılığını verince kadın geri dönmemekte ısrar etti. Ne Allah Rasûlü (s.a.), ne de müslümanlar onu kınadı.

[291] Yunus,  10/53.

[292] Sebe, 34/3.

[293] Tegâbun, 64/7.

[294] Yemin keffâreti ile ilgili şu âyet vardır: "Allah size rasgele yaptığınız yeminlerden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü hesap sorar. Yeminin keffâreti ise ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalamasını gözönüne alarak on düşkünü doyurmak yahut onlan giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutsun. Yemin ettiğinizde (yemininizi geri almak isterseniz) işte yeminlerinizin keffâreti bu­dur. Yeminlerinizi tutun. Ola ki, şükredersiniz diye Allah size âyetlerini böylece açık­lıyor." (Mâide, 5/89)

[295] "Allah şüphesiz yeminlerinizin çözümünü ( = keffaret ödemenizi) size meşru kılmış­tır." (Tahrîm, 66/2)

[296] Tevriye: Biri yakın, diğeri uzak iki anlamı bulunan bir kelimenin bir nükteden dolayı uzak anlamını kasdetme sanatı. Meselâ, Keçecizade İzzet MoUa'mn aşağıdaki beytini ele alırsak:

Koyup kaldırmadan ikide birde

Kazan devrildi söndürdü ocağı.

Burada iki manalı söz "ocak"tır. Yakın mana "ateşin yakıldığı yer", uzak ma­nası ise "Yeniçeri Ocağı" oluyor. Şair bu ikinci manayı kasdetmiştir. Bk. Prof.Dr. M. Kaya Bilgegil. Edebiyat Bilgi ve Teorileri, s,  192 vd., Ankara, 1980.

[297] Müslim, 3002; Ebu Davud, 4804; Tirmizî, 2395; İbn Mâce, 3742. Nevevî diyor ki: "Müslim bu bölümde övgüyü yasaklama konusunda gelen hadisleri vermektedir. Oy­sa Sahîhayn'da yüze karşı övgü içeren pek çok hadis vardır. Âlimler diyorlar ki: Bu hadisler şu şekilde uzlaştınlabilir: Yasaklama Övgüde ölçüsüzlüğe, sıfatları abart­maya yahut övgüyü işittiğinde kendini beğenme gibi bir fitneye düşmesinden korku­lan kişiyi Övmeye bağlanır. Ama üstün takvası, derin aklı ve bilgisinden dolayı kişi­nin böyle bir fitneye düşmesinden korkulmazsa

ölçüsüzlüğe varmadıkça onu yüzüne karşı Övmek yasak değildir. Aksine iyiliği arzulamasını, daha çok iyilik yapmasını yahut iyilikte devam etmesini ya da hayır peşinde gitmesini sağlamak gibi bir menfa­at elde edilecek olursa müstehab olur." Müslim Şerhi,  18/126, Beyrut,  1972.

[298] "Rükâne, Hz. Peygamber'le (s.a.) güreşti; Hz. Peygamber (s.a.) onu yendi." Ebu Davud, 4078; Tirmizî, 1785. Hadis zayıftır.

[299] Nisa, 4/43; Mâide, 5/6.

[300] Bakara, 2/181.

[301] Bakara, 2/196.

[302] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/147-153.

 

[303] Buharî, 43/4, 6, 7; Müslim, 1601. Ebu Hureyre anlatıyor: Bir adam Hz. Peygam-ber'e (s.a.) ödünç verdiği bir deveyi almaya geldi. Adam kabalık etti. Sahabîler, onu edeplendirmek istediler. Hz. Peygamber (s.a.):  "Bırakın onu. Hak sahibinin söz söylemeye hakkı vardır. Onun adına bir deve satın alm ve ona verin" buyurdu. Dediler ki: "Yalnız yaş durumu onun devesinin yaşından daha üstün olan deve bula­biliyoruz." Hz. Peygamber (s.a.): "Onu alın ve adama verin. Çünkü en hayırlınız borcunu en iyi Ödeyendir." buyurdu.

[304] Nesâî, 7/314; îbn Mâce, 2424; Ahmed, 4/36. isnadı kuvvetlidir.

[305] Sa': 2.917 kg ağırlığında bir ölçü birimidir. Genellikle tahıl ölçümünde kullanılır.

[306] Heysemî, Mecmau'z-ZevâieTde (4/141) diyor ki: "Bu hadisi Bezzâr rivayet etti. Bez-zâr'ın hocası dışındaki râvîler Sahîh (-i Buharı) râvîleridir.  Ama o da sikadır."

[307] Buharî, 40/6, 40/5, 43/4, 43/6, 43/7, 43/13, 51/23; Müslim, 1601; Tirmizî, 1317.

[308] Ebu Davud, 3344. Hadis zayıftır.

[309] Hâkim (2/32) benzerini rivayet etmiş ve sahih olduğunu belirtmiştir. Zehebî ise ona itiraz ederek mürsei olduğunu söylemiştir.

[310] Ibn Hibbân, 2105; Ebu'-Şeyh, Ahlâku'n-Nebî, s. 83-85. Hafız Ibn Hacer, et-tsâbe'de (2904) seneddeki râvîlerin sika olduğunu söylemiştir. Ancak bir râvisi tartışmalıdır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/153-154.

[311] Furkân, 25/63.    ,

[312] Buharı, 25/80, 25/63; Müslim,   1261; Nesâî, 5/230.

[313] Hâkim (1/443): "Neselân tarzında yürüyün" metniyle rivayet edip sahîh söylemiş ve Zehebî de ona katılmıştır.

[314] Buharı ve Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadisde Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Bir kimse günlerden birinde güzet elbise içinde kurularak yürü­yordu. Başını taramış, kendi kendine gururlanıyor, çalım satıyordu. Derken Allah onu yerin altına geçirdi. Şimdi o, kıyamet gününe kadar yerin dibine geçmektedir."

[315]   Ahmed, 3/332; Ibn Mâce, 246. Câbir (r.a.) diyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.) yürür­ken arkadaşları O'nun önünde giderler, sırtını meleklere bırakırlardı." Senedi kuv­vetlidir. Hâkim sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır.

[316] koyup yere oturdu. Adiy "Anladım ki o kral değil" dedi.

Buharî, 56/9; Müslim,  1796.

[317] Ebu Davud, 2639. isnadı sahîhtir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/154-156.

[318] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/156-157.

[319] Buharî, 4/9, 80/15; Müslim, 375; Tirmizî, 5; Ebu Davud, 4; Nesâî, İ/20; Ahmed, 3/99, 101, 282. Parantez içindeki kısmı ise tbn Mâce (299) zayıf senedle rivayet etmiştir.

[320] Tirmizî, 7; Ebu Davud, 30; îbn Mâce, 300; Ahmed, 6/155. Tirmizî: "Bu hadis hasen-garîbtir" diyor. İbn Huzeyme (90), Ibn Hibbân ve Hâkim (i/158) hadisi sahîh say­mışlardır. Nevevî, Şerhu'l-Mühezzeb'de: "Bu hadis hasen sahîhtir" diyor.

[321] Tirmizî, 12; Nesâî, 1/26; tbn Mâce, 307. Senedindeki Kadı Şerîk zayıf ise de Ah-med'in (6/136,  192) rivayetinde Süfyân ona mutabaat etmiştir. İsnadı sahîhtir.

[322] Buharî, 4/60, 4/61, 4/62, 46/27; Müslim, 273; Tirmizî, 13; Ebu Davud, 23; Nesâî, 1/25; Ibn Mâce, 305 ve 306; Ahmed, 5/382, 394, 402 ve 4/246.

[323] Tirmizî,  12 (muallak olarak); İbn Mâce, 308 (mevsul olarak). Hadis zayıftır.

[324] Hadisin senedi hasendir. Bedreddin el-Aynî, Umdetu'l-Kârrde (3/135) sahîh olduğu­nu söylemiştir. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'ds (2/83) hadisi Bezzâr ve Taberânî'den (Evsafta) aktardıktan sonra "Bezzâr'daki hadisin râvileri Sahîh'in râvileridir" diyor.

[325] İbn Mâce, 326; Ahmed, 4/347. Senedi zayıftır.

[326] Müslim, 370; Tirmizî, 90; Ebu Davud, 16; Nesâî, 1/36; tbn Mâce, 353.

[327] İbnu'l-Cârûd'un, el-Müntekâ (s.27) adlı eserinde ismi açık olarak bu şekilde verilmiş­tir. Ebu'l-Abbas es-Serrâc'ın Müsnedlnde de aynı şeklide geçmektedir. Bu Bezâr hadisinin senedindeki râviler sikadır. Daha fazla bilgi için Zeylaî'nin Nasbu'r-Râye'sine bakılabilir.

[328] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/157-159.

[329] Fıtrat: Bu kavramın anlamında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Hattâbî, çoğunluk alimlerin fıtratın, "sünnet" anlamında kullanıldığı görüşünde olduklarını söylüyor. Din anlamında olduğu da söylenmiştir. Kelimenin kökünden hareket edenler ise ya­ratılış, ilk var ediliş anlamını vermişlerdir. Beyzavî diyor ki: Fıtrat,

peygamberlerin seçtikleri ve şeriatların ittifak ettikleri eski sünnet (gelenek) demektir. Bu sanki o kadar tabiî birşey ki, peygamberler ve şeriatlar onda birleşmişlerdir. Bk. Şevkânî, Neylü'l-Evtâr,  1/123,  130.

[330] Arapçası "nura" olan hamamotu, kireçten ve zırnıktan yapılan ve kıl dökmek için kullanılan bir şeymiş. Bk.  Âsim Ef., Kamus-ı Okyanus, 2/728,

[331] Eseri tahkik edenler diyorlar ki: Müellif (r.h.) buradaki olumsuz ifadesinde hataya düşmüştür. Çünkü bu konuda da sahih hadis rivayet edilmiştir: 1)  Câbir hadisi: "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa hanımını hamama sok­masın. Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa hamama peştemalsiz girmesin. Kim Allah'a ve ahiret gününe İnanıyorsa üzerinde içki dolaşan sofraya oturmasın." Hâ­kim, Müstedrek, 4/288; Tirmizî, 2802; Nesâî, 1/198 (yalnız birinci cümleyi rivayet etmiştir). Hâkim hadisi sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Tirmizî İse hasen-garîb olduğunu söylemiştir. Hafız İbn Hacer isnadını ceyyid bulmuştur. Bu hadisin pekçok sahihi vardır.  Bk. et-Tergîb ve't-Terhîb,  1/88, 91; Mecmau'z-Zevâid,  1/277, 279. Şu halde hadis sahihtir.

2)  Ümmü'd-Derdâ hadisi: Bu sahabî hanım anlatıyor: Hamamdan çıktım, Allah Rasûlü (s.a.) ile karşılaştım. Bana: Nereden böyle, ey Ümmü'd-Derda!" diye sordu. Ben de: "Hamamdan" dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, analarından birinin evi dışında elbiselerini soyunan herbir kadın mutlaka Rahman ile kendisi arasındaki her türlü örtüyü parçalamış demekrir." Ahmed, 6/361, 362; ed-Dûlûbî bu hadisi el-Künâ ve'l-Elkâb adlı eserinde biri sahih iki senedle rivayet etmiştir. el-Heysemî ise el-Mecma'da (1/277) hadisi verdikten son­ra: "Ahmed (Müsned'de) ve Taberânî, Kebîr'de değişik isnadlarla rivayet etmişler­dir. Bu senedlerden birinin râvîleri sahih ricalidir." diyor.

3)  Ebu'l-Müleyh hadisi: Şamlı bir grup kadın Hz.Âişe'nin (r.a.) huzuruna girer. Hz. Âişe: "Kimlerdensiniz?" diye sorar. "Şam halkından" karşılığını verirler. "Hz.

Âişe: "Herhalde, kadınları hamamlara giden vilayettensiniz?" der. "Evet" derler. "Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim der, Hz. Âişe: Evi dışında elbise­sini soyunan her bir kadın Allah Teâlâ ile kendi arasındaki (bağı) parçalamış olur." Ebu Davud, 4010; Tirmizî, 2804; İbn Mâce, 3750. Tirmizî hadisi hasen, Hâkim (4/288) ise sahih saymış ve Zehebî, Hâkim'in bu görüşüne muvafakat etmiştir. Hadis bu ikisinin dediği gibidir. Bu hadislerde evlerde hamam (banyo) yapımının meşruiyetinin güçlülüğü gösterilmektedir.

tbn Abbas'dan gelen bir hadiste ise Hz. Peygamber (s.a.) "Hamam denilen evden sakının!" buyurur. "Ey Allah'ın Rasulü! Hamam kirleri gideriyor, hastaya fayda veriyor" derler. Bunun üzerine: "Kim oraya girerse örtünsün" buyurur. Hâkim, 4/288; Taberânî, Kebir, 3/103; Ziya el-Makdisî, Muhtâre. Hâkim hadisi sahih saymış, Ze-hebi ona katılmıştır.

Mütercim der ki: Müellif bu konuda yalnız değildir. Meselâ, et-1'tibâr fi'n-Nâsih ve'l-Afensûh mine'l-Âsâr (s. 241, Humus, 1966) adlı eserin sahibi diyor ki: "Hamam­la ilgin' hadislerin hepsi lletlidir. Bu konuda yalnızca sahabeden —Allah onlardan razı olsun— sahih rivayetler vardır." Böyle söyleyen başka muhaddisler de vardır.

[332] Tirmizî, 2049; İbn Mâce, 3499; Ahmed, 1/354; Tirmizî, Şemail, 48, 49. Hadis zayıf­tır. Bu konuda Ebu'ş-Şeyh, Ahlâku'n-Nebî(s.a.) adlı eserinde (s. 183) ceyyid senedle Enes'den şu hadisi rivayet eder:  "Hz. Peygamber1 (s.a.) üç kere sağ, iki kere de sol gözüne sürme çekerdi." Taberânî, el-Kebîr'dz (3/119/1) İbn Ömer'den bu hadise şahid olacak bir başka zayıf hadis rivayet eder.

[333] Ebu Davud, 4495; Nesâî, 8/53; Ahmed, 2/226, 227; Tirmizî, Şemail, 44. İsnadı sahihtir.

[334] Tirmizî, Şemail, 32. Senedi zayıftır.

[335] Tirmizî, 1755 ve Şemail (24); Ebu Davud, 4187; İbn Mâce 3635; Ahmed, 6/108, 118. Senedi hasendir. Tirmizî "Bu hadis hasen-garib-sahihtir." diyor.

[336] Tirmizî, 1782; Ebu Davud, 4191; İbn Mâce, 3632; Ahmed, 6/341, 425. İsnadı sahih­tir. Tirmizî hasen olduğunu söylemiştir.

[337] Müslim, 2253; Ebu Davud, 4172; Nesâî, 8/189.

[338] Esans diye tercüme ettiğimiz kelimenin Arapçası "gâliye"dir. Mütercim Asım Efendi diyor ki: Bilinen bir güzel koku adıdır. Türkçe'de tahrifle kalyemisk derler. Eski terkiplerdendir. İlk önce onu icadeden Calinus (Galien)'tur. Asıl maddesi misk, an-ber, bân yağı, aselbend (balmumu?) ve güzel kokulu damıtılmış sulardır. Bu adla amiması kıymetli olmasından kaynaklanmaktadır. Bk. Kamus-ı Okyanus, 4/1109.

[339] Buharî, 77/80, 51/9; Tirmizî 2790; Nesâî, 8/189.

[340] Tirmizî, 2791; Ebu Nuaym, Tarihu Isbaân, 1/99. Senedi hasendir; bı^ illeti yoktur. Zira Tirmİzî'nin Abdullah b. Müslim hakkında bir bilgisi yoktur. Oysa Ebu Zur'a er-Râzî onun hakkında: "Medinelidir. Bir kusuru yoktur" demiş, tbn Hİbbân ile ei-Iclî onun sika olduğunu belirtmişlerdir.

[341] Tirmizî, 2792. Mürseldir. Çünkü Ebu Osman en-Nehdî, Hz. Peygamber'i (s.a.) gör­memiştir.

[342] Ebu Davud, 4162; Tirmizî, Şemail, 217. Senedi hasendir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/159-163.

[343] Bıyıklarla ilgili Arapça'da kullanılan kelimeler arasında bir anlam kargaşası bulun­duğu için şunu hatırlatmakta fayda görüyoruz: Biz burada "kass" kelimesini kısalt­mak, "ihfâ" kelimesini iyice kısaltmak yahut cildin beyazı görünecek kadar iyice kısaltmak, "halk" kelimesini de tıraş etmek diye tercüme ettik. Bilhassa '*ihfâ" keli­mesi farklı farklı alimlerce hem tıraş etmek, hem de kısaltmak anlamlarına alınmış ve hadisler de bunlara göre yorumlanmıştır. Bu hususun gözden uzak tutuhnamasını rica ederiz.

[344] Tirmizî, 2761. Senedi muztaribtir.

[345] Nesâî, 8/129, 130; Tirmizî, 2762; Ahmed, 4/366, 368. Senedi sahihtir. Ziya el-Makdisî, ei-Muhtâra adlı seerinde sahih olduğunu söylemiştir. Hadis de gösterir kî, meşru olan bazılarının yaptığı gibi bıyığı tamamen tıraş etmek değil, bıyığın bir kısmını yani dudaklar üzerine dökülen kısmı almaktır.

[346] Müslim, 260.

[347] Buharî, 77/64, 65; Müslim, 254, 259; Tirmizî, 2764; Nesâî, 1/129; Ahmed, 2/16, 52.

[348] Müslim, 258; Tirmizî, 2759; Nesâî,  1/İ5,  16; Ebu Davud, 4200.

[349] Tahâvî, Şerhu Meâni'l-Âsar, 4/230; Ahmed, 4/252, 255; Ebu Davud, 188. Hadisin senedi sahihtir. Metnin tamamı şu şekildedir: Mugîre b. Şu'be anlatıyor: Bir gece Hz. Peygamber'in (s.a.) misafiri oldum. Yanına yaklaşmamı emretti. Kebap yapmış­tı. Eline bıçağı aldı ve bana vermek üzere ondan bir parça kesmeye başladı. Bu sırada Bilâl geldi, O'nu namaza çağırdı. Bıçağı elinden bıraktı ve: "eli bol olası, ne oluyor ona?" dedi. Benim bıyığım bayağı uzamıştı. Allah Rasûlü (s.a.), bıyığımı biraz kısalttı (yahut Hz. Peygamber: Bıyığını biraz kısaltayım, dedi).

[350] Müslim, 261; Tirmizî, 2758; Ebu Davud, 53; Nesâî, 8/127,  128; tbn Mâce, 293. İmam Ahmed de rivayet etmiştir: Hadisin tamamı şöyledir: "On şey fıtrattandır: 1- Bıyığı kısaltmak, 2- Sakal bırakmak, 3- Misvak kullanmak, 4- Burna su çekip temizlemek, 5- Tırnaklan, kesmek, 6- Parmak boğumlarını yıkamak, 7- Koltuk altı tüylerini yolmak, 8- Kasık tüylerini tıraş etmek, 9- Su ile taharetlenmek." Hadisin râvisi Mus'ab diyor ki: "Onuncusunu unuttum. Herhalde, ağzı su ile çalkalamak olacak."

[351] Buharî, 77/63, 64, 79/51; Müslim, 257; Tirmizî, 2757; Ebu Davud, 4198; Nesâî, 8/128; İbn Mâce, 292.

[352] Tahâvî, 4/230; Tirmizî, 2761. Metin şöyledir: "Hz. Peygamber (s.a.) bıyığını kısal­ardı yahut bıyığından alırdı. Allah dostu Hz. İbrahim de aynısını yapardı." Sened muztaribtir.

[353] Müslim, 260.

[354] Buharî, 25/127; Müslim,  İ302,  1303.

[355] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/163-166.

[356] Tirmizî, 3643 ve Şemail, 223. Buharî ve Müslim (2493) ise yalnızca: "Allah Rasulü (s.a.) sizin şu konuşmalarınız gibi sözü peşipeşine sıralamazdı." kısmım rivayet edi­yorlar, tsmailî ise ayrıca: "Allah Rasulü'nün (s.a.) konuşması kalblerin anlayacağı şekilde tane tane idî." kısmını ilâve ediyor.

[357] Buharî, 23/44; Müslim, 2315; Ebu Davud, 3126; Ahmed, 3/194.

[358] Nisa: 4/41.

[359] Buharî, 65/9 (Tefsir, Nisa); Müslim, 800. Abdullah b. Mes'ûd anlatıyor: Hz. Pey­gamber (s.a.): "Bana Kur'an oku" dedi. Ben de: "Ey Allah'ın Rasulü! Kur'an sana inmişken, ben mi sana Kur'an okuyayım?" dedim. "Evet" dedi. Nisa sûresini oku­maya başladım. "Her ümmete bir şâhid getirdiğimiz ve seni de (ey Muhammed) bun-

lara şâhid getirdiğimiz vakit halleri ne olacak?" âyetine geldiğimde O'na baktım, şaşırdım kaldım. Gözleri yaş dolmuştu.

[360] Osman b. Maz'ûn Cumh kabilesindendir. Bedir'den döndükten sonra Medine'de ilk ölen muhacirdir. Hz. Peygamber (s.a.) onu ölü iken öpmüştü. Onun kabir ziyaretine giderdi. Oğlu ibrahim'i onun yanma gömdü. Osman b. Maz'ûn haram kılınmadan önce İçkiyi, kendisine haram sayanlardandı. İbadete düşkün, çok gayretli biriydi. Bir keresinde Şair Lebîd b. Rabîa'nın: "Allah'dan başka herşey boştur" diye bir şiir okuduğunu işitti: "Doğru söyledin" dedi. Şair: "Her nimet şüphesiz gelip geçicidir" deyince "Yalan söyledin. Cennetin nimetleri gelip geçici değil, daimîdir." dedi. Bu­nun üzerine Lebîd: "Ey Kureyşliler! Ben, sizin meclisinizde yalanlanıyorum!" diye feryat edince orada bulunanlardan biri Osman b. Maz'ûn'un yüzüne bir tokat attı; bu yüzden gözü yaşardı. Daha önce kendisine himaye teklif eden ve reddedilen müş­rik Utbe b. Rabîa, ona bu durumdayken: "Evimde kalsaydm, başına hiçbir şey gel­mezdi." dedi. Osman: "Diğer gözüm Allah yolunda berikinin başına gelene muhtaç­tır!" cevabını verdi. Bu olay İslâm'ın İlk yıllarında meydana gelmişti. Kendisi hicre­tin ikinci senesi vefat etmiştir. Allah ondan razı olsun, lbnü'1-lmâd, Şezerâtu'z-Zeheb, 1/9-10, Beyrut, ts.

[361] Ebu Davud, 1194; Nesâî, 3/137, 138, Ahmed 2/159, 188; Tirmizî, Şemail, 317. Sene­di sahihtir.

[362] Buharî, 23/72. Enes anlatıyor: Hz. Peygamber'in (s.a.) bir kızının cenazesine katıl­dık. Allah Rasölü kabrin üzerine oturdu. Gözlerinden yaşlar boşandığını gördüm. "Bu gece ailesiyle cinsel ilişkide bulunmayan var mı?"

diye sordu. Ebu Talha: "Ben varım" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Kabre in" dedi. O da Hz. Peygamber'in (s.a.) kızının kabrine indi.

[363] Beyit, Hassan b. Sabit yahut Abdullah b. Ravâha yahut da Ka'b b. Mâlik'e aittir. Bk. el-Muktedab, 4/292; Şerhu Şevâhidi'ş-Şâftye, 4/66; Mecâlisu Sa'leb, ,1109; el-Kâmil,  189; es-Sîretu'n-Nebevî,  2/162.

[364] Müslim,  1763.

[365] Ibn Mace (1337) bu sözü Sa'd b. Ebî Vakkâs'dan "8u Kur'an hüzünlü inmiştir. Okuduğunuz zaman ağlayın. Ağlayamazsamz ağlar gibi yapın" metniyle hadis ola­rak rivayet etmiştir. Ancak bu hadis zayıftır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/166-170.

[366] Müslim, 867; Nesâî, 3/188,  İ89;  Ibn Mâce, 45.

[367] Abdürrezzak, Musannef, 5281. Hadis sahihtir. Yine Abdürrezzak (5281) ile tbn Ebî Şeybe (339), Şa'bî'nin şöyle dediğini rivayet ederler: Allah Rasûlü (s.a.) minbere çık­tığı zaman yüzünü cemaata çevirir "es-Selâmu aleyküm" derdi. Hz. Peygamber'den (s.a.) sonra Hz. Ebubekİr ve Hz. Ömer de (kendi hilafetleri devrinde) böyle yaparlar­dı... îbn Mace (1109) bu hadisi zayıf senedle rivayet etmiştir. Bu konuda Taberânî'-nin £V.w/'ında İbn Ömer'den bir hadis vardır. Heysemî, Mecmau'z-Zevâicfde (2/184)

bu hadisin zayıf olduğunu söylüyor. Beyhakî (3/204, 205) Câbir ve İbn Ömer'den hadis rivayet etmiştir. Bu konuda ayrıca Ibn Abbas, İbnü'z-Zübeyr ve Ömer b. Ab-dülaziz'den rivayetler vardır.

[368] Müslim, 873; Ebu Davud,  1100,   1102; Nesâî, 2/157.

[369] Ebu Davud, 1097. Buradaki hadis zayıfsa da bir başka senedİe ve bir başka metinle İbn Mes'ûd'dan Abdürrezzak (10449), Ahmed (4116 ve 3721), Nesâî (6/89), Tirmizî (1105), İbn Mâce (1892), Tahâvî (Müşkilû'l-Âsâr, 1/4) ve Beyhakî (Sünen, 3/214) sahih senedle şu hadisi rivayet ederler: İbn Mes'ûd anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) hacet hutbesini bize şu şekil öğretti: "Şüphesiz hamd Allah'a mahsustur. O'na ham-deder, O'ndan yardım diler, O'ndan bağışlama bekleriz. Nefislerimizin şerlerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın doğru yola ilettiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını da hiç kimse doğru yola erdiremez. Tanıklık ederim ki, Allah'tan başka tanrı yoktur,

O tekdir, ortağı yoktur. Yine tanıklık ederim ki, Hz. Muhammed O'nun kulu ve elçisidir." Sonra şu üç âyeti okurdu: 1- "Ey inananlar! Allah'dan gerektiği gibi kor­kun. Ancak müslüman olarak can verin." (Âl-i îmrân, 3/102), 2- "Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'ın ve akrabaların haklarını gözetmemekten sakının. Şüphesiz Allah size gözcüdür." (Nisa: 4/1), 3- "Ey İnananlar! Allah'dan sakının, doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi size yararlı kılsın ve günahlarınızı ba­ğışlasın. Kİm Allah'a ve Peygamberine itaat ederse gerçekten büyük bir kurtuluşa ermiş olur." (Ahzâb: 33/70-71). Bu hadisin senedi kuvvetlidir. Tirmizî hasen olduğu­nu söylemiştir. Metinde geçen zayıf hadisde münker bir cümle —"Onlara isyan ederse" cümlesi— vardır. Hz .Peygamber'in (s.a) bu şekil söyleyişi yasakladığı sahihtir: Adiy b. Hatim anlatıyor: Adamın biri Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda hitabette bulun­du. Hitabet esnasında: "Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eden doğru yolu bulmuştur. On­lara isyan edense azılmıştır." dedi. Allah Rasûlü (s.a.) buna müdahale ederek: "Sen ne kötü

hatipsin. Allah'a ve Rasûlü'ne isyan eden... de" buyurdu. Müslim, 870.

[370] Ebu Davud, 1098. Râvıleri sikadır; ancak hadis mürsel olduğundan delil teşkil etmez.

[371] Ebu Davud, Merâsil. Hadis mürseldir. ez-Zerkânî, Şerhu'l-Mevâhibi'l-Ledünniyye'âe (7/447) kaydetmiştir.

[372] Ebu Davud,  1096; Ahmed, 4/212. Senedi hasendir.

[373] Tirmizî, 1106; Ebu Davud, 4841; Ahmed, 2/302, 343. Senedi kuvvetlidırTTirnıizî hasen olduğunu söylüyor.

[374] Herhalde Ebu Davud, İbn Şihab'dan AferânV'inde rivayet etmiştir. Sünen'inde (1096) Hakem b. Hazn el-Kelefî'nİn şu olayı anlattığını rivayet eder: Ben, Allah Rasûlü'ne (s.a.) yedi kişilik elçi heyetinin yedincisi —yahut dokuz kişilik heyetin dokuzuncusu— olarak geldim. Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna girdik; "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz seni ziyarete geldik. Bize hayır duada bulun" dedik. Hz. Peygamber (s.a.) bize ikram olarak hurma getirmelerini emretti. Çünkü o zamanlar refah seviyesi düşüktü. Birkaç gün orada kaldık. Bu sırada bir cuma namazını Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte kıldık. Hutbe okumak için bir değnek yahut yay üzerine dayalı bir vaziyette ayakta durdu. Sonra: '*Ey insanlar! Doğrusu sizler benim emrettiğim herşeyi yapmaya güç yetire­meyeceksiniz yahut yapmayacaksınız. Ancak doğru olun, müjde size!" buyurdu. Ha­disin senedi hasendir. Hafız tbn Hacer, ei-Telhîs'&t hasen olduğunu söylemiştir. Bu hadisin Berâ b.Âzib'den gelen Ebu Davud'da (1145): "Hz. Peygamber'e (s.a.) bay­ram günü bir yay bağışlandı, ona dayanarak hutbe okudu." metniyle rivayet edilen bir şahidi vardır. Hafız diyor ki: Ahmed ve Taberânî bu hadisi uzun bir metinle rivayet etmişlerdir. İbnü's-Seken İse sahih olduğunu söylemiştir. Bu konuda îbnü'z-Zübeyr'den Ebu'ş-Şeyh'in A hlöku'n-NebP sinde (s. 155-156) zayıf bir hadis daha riva­yet edilmektedir; ancak şahid hadisler sayesinde hasen kabul edilir.             

[375] Enfâİ: 8/28.

[376] Tirmizî, 3776; Ebu Davud, 1109; Nesâî, 3/108; Ibn Mâce, 3600. isnadı hasendir. Tirmizî hasen olduğunu belirtmiştir.

[377] Buharı,  11/32,  U/33, 19/25; Müslim, 875 (59); Tirmizî, 510; Ebu Davud, 1115, i 116 ve 1117; Nesâî, 3/103; Ibn Mâce,  1112.

[378] Buharı,  13/19.

[379] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/170-174.

[380] Müslim, 277; Ebu Davud, 172; Tirmizî, 61; Nesâî, 1/86. Büreyde b. Husayb anlari yor: Hz. Peygamber (s.a.) Fetih günü namazları bir abdestle kıldı ve mestleri üzerine meshetti. Bunu gören Hz. Ömer, ona: "Bugün şimdiye kadar hiç yapmadığın bİrşey yaptın" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) cevaben: "Kasden yaptım, Ömer" dedi.

[381] Müd: Bir hacim ölçüsü birimidir, ülkelere göre değişiklik arzeder. Iraklılara göre 2 rıtıl, Hicâzlılara göre 1 1/3 ntıldır. 1 ntıl = 12 ukiyye; 1 ukiyye = 40 veya 12 dirhem; 1 dirhem = 3,2 gr. Ukiyye, 40 dirhem kabul edilirse Iraklılara göre 1 müd = 3072 gr. Hicazhlara göre 1 müd = 2048 gr; Ukiyye 12 dirhem kabul edilirse Iraklılara göre 1 müd = 921,6 gr., Hicazlılara göre 1 müd = 614,4 gr.

[382] Ebu Davud, 96; Ahmed, 4/86, 87, 5/55. Abdullah b. Mugaffel diyor ki: Allah Rasû-lü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim: "Bu ümmet içinde temizlik ve dua konuların­da aşırılığa kaçacak bir topluluk çıkacaktır." Hadisin senedi kuvvetlidir. Ebu Davud (135), Nesâî (1/88), İbn Mâce (422) ve Ahmed'in (6684) rivayetlerine göre Abdullah b. Amr anlatıyor: Bir bedevi Arap Hz. Peygamber'e (s.a.) abdesti sormak için geldi. Hz. Peygamber (s.a.) uzuvlarını üçer kere yıkıyarak bedeviye abdesti gösterdi, sonra: "İşte abdest böyledir. Kim buna ilâve yaparsa kötülük yapmış, aşırılık etmiş olur." buyurdu. Hadisin isnadı basendir. Ebu Davud'daki "Yahut bundan noksan yaparsa" kısmı, münker yahut şazdır. Çünkü görünüşe göre, üçten noksan yıkamak kötulen-

mıştır. Oysa üçten noksan yıkamak caizdir ve aynı zamanda Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı birşeydir. Bu konudaki hadisler sahihtir. Hz. Peygamber (s.a.) hakkında nasıl kötülük yaptı yahut zulmetti denilebilir?

[383] Tirmizî, 57; İbn Mâce, 421; Ahmed, 5/136. Hadis zayıftır.          

[384] İbn Mâce, 425; A'hmed, 2/221. tsnâd zayıftır.

[385] Buharî, 4/39, 4!; Müslim, 235.

[386] Ebu Davud,  139.  Senedi zayıftır.

[387] Dârakutnî,  1/93. Senedi zayıftır.

[388] Ebu Davud,  110. Senedi zayıftır.

[389] Müslim, 274 (83).

[390] Ebu Davud, 147. Hadisin senedinde sikalıklan tartışmalı iki râvi vardırj

[391] Buna şüphe ile bakılır. Fethu'l-Bâri'de (1/304) deniliyor ki İmam Şafiî'nin Atâ'dan rivayet ettiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) abdest alırken başından sarığını açtı ve başı­nın ön kısmına mesnetti. Bu hadis mürseldir. Ancak Ebu Davud'da (147) bir başka senedle Enes'ten mevsûl olarak gelmesiyle kuvvet kazanmaktadır. Bu rivayetin senedin­de de meçhul bir râvî vardır. Şu halde mürsel ve mevsûl birbirlerine omuz verirler ve böylece toplam suretten bir kuvvet doğar. Yine bu konuda abdestin alınış şeklini anlatırken Hz. Osman'dan Saîd b. Mansûr'un rivayet ettiği: "...Ve başının ön kısmını mesnetti" kısmı vardır; fakat bunun da senedinde ihtilaflı bir râvî vardır. İbn Ömer'in başının bir kısmını meshetmekle yetindiği rivayeti sahihtir. tbnü'l-Münzir ve diğerleri: "Sahabenin buna karşı geldiği sahih değildir. Bunu İbn Hazm söylemektedir." diyor­lar. Bütün bunların hepsi yukarıda geçen mürseli takviye ederler. En İyi bilen Allah'tır.

Mütercim der ki: Tahkikçiler bu sözleri aktarmakla boşuna yorulmuşlardır. Zira İbnü'l-Kayyim: "Sadece kâküle meshetmekle yetindiği mahfuz değildir (bilinmemekte­dir)" diyor. Nitekim görüldüğü üzere rivayetlerin hepsi hadis usûlü ıstılahınca zayıftır. Sahabeden birinin bu işi yaptığı sahih yolla rivayet edilmiştir ki, sahabe söz ve davra­nışına mevkuf rivayet denir. Burada unutulmaması gereken bir husus, müellif hep sözlerini ihtiyatla kullanıp "Sağlam yolla nakledilmemiştir", "Mahfuz değildir", "Sahih değildir." gibi sözler söylüyor. O bu sözleri söylerken zayıf rivayetlerin de olmadığını asla söylemiyor ki, bundan dolayı tenkit edilsin. Böyle söylediği konuların hemen hep­sinde zayıf rivayetler vardır.

[392] Çoraplar üzerine meshetme konusunda sahih, sağlam hadisler vardır. Üstad Cemâled-din el-Kâsımî bu hadisleri bir kitapçıkta toplamış ve kaynaklarını belirtmiştir. Üstad Ahmed Muhammed Şâkir —Allah ona rahmet etsin— de bu eserin kaynaklarına ilâve­ler yapmıştır.

[393] Mâlik, Muvatta, 1/34. Senedi sahihtir, imam Şâfıî (r.h.) bu görüşü benimsemiş ve: "Kulaklar için yeni bir su alır." demiştir. Âlimlerin çoğunluğu ise kulakları başa dahil saydıktan için, başla birlikte meshedileceklerini söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar şu âlimlerdir: Saîd b..Müseyyeb, Atâ, Hasan el-Basrî, îbn Şîrîn, Saîd b. Cübeyr, Nehaî, Sevrî tbnü'l-Mübârek, Mâlik, re'yciler (Ebu Hanîfe ve arkadaşları), Ahmed b. Hanbei ve İshak.

[394] Ebu Davud (101), Ahmed (2/418), İbn Mâce (399), Dârakutnî (1/29), Hakim (1/146), ve Beyhakî (1/43) Ebu Hureyre'den Allah Rasûlû'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu rivâ-' yet ederler: "Abdest almayanın namazı yoktur. Besmele çekmeyenin abdesti yoktur."f Senedi zayıftır. Dârakutnî (1/26) ve Beyhâkî (1/44), Ebu Hureyre'den şu metinle riva­yet ederler: "Besmele çekmeyen abdest almamış; abdest almayan namaz kılmamış de­mektir." Hadisin senedi zayıftır.

Taberânî, Evsat'ta Ebu Hureyre'den şöyle nakleder: Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Ey Ebu Hureyre! Abdest aldığında: Bismillahi velhamdüliilah, de. Zira Hafaza melekleri bu abdestin bozuluncaya kadar senin için sevap yazar dururlar." Bu hadisi Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (1/220) hasen saymıştır. Hadisin Ahmed, Tirmizî, İbn Mâce, v.s.de Ebu Saîd el-Hudrî'den; Tirmizî, İbn Mâce, Ahmed ve Dârakutnî'de Saîd b.J-Zeyd'den; İbn Mâce ve Taberânî'de Sehl b. Sa'd'dan gelen şâhid hadisleri vardır.1' Bu hadisler sayesinde hasen sayılır ve onlar sayesinde kuvvet kazanır. Hafız İbn Hacer el-Telhîs'de: "Açıkçası bu hadislerin toplamından bu işin bir aslı olduğunu gösteren bir kuvvet doğar" diyor. Hafız Münzirî ise et-Terğîb'de (1/128) diyor ki: Hasan (el- ' Basrî), Ishâk b. Râhüyeh ve Zahirîler, abdestte besmele çekmenin vâcib (farz) olduğu görüşündedirler. Hatta bunlara göre bir kimse kasden çekmese abdesti yeniden alır. ' Bir rivayete göre îmam Ahmed de bu görüştedir. Şüphesiz bu konuda gelen hadislerin hepsi her ne kadar söz edilmekten kurtulamamışlarsa da rivayet yollarının çokluğu" ile birbirlerine destek olur ve bir kuvvet kazanırlar.

[395] Tirmizî (55), bu metinle rivayet etmiştir. Müslim (234) ise, şehadet dışındaki kısmı rivayet etmiştir. Tirmizî'nin ilâvesi basendir; îbn Hacer'in Telhîs'de, Bezzâr ve Tabe-rânî'den (Evsat'ta) aktardığına göre Sevban'dan gelen, "Kim abdest suyu ister, sonra abdestini alır, bitirdiği zaman şu duayı okursa..." diye başlayan rivayette aynı dua geçmektedir ki, bu hadis Tirmizî'nin rivayetine şâhid olur.

[396] İbnü's-Sünni, Amelu'l-Yevm ve'l-Leyle, s. 21. Senedi zayıftır.

[397] Yazarın belirttiği gibi yukarıdaki cümleler hadis olarak rivayet edilmemiştir. Niyet kalp işidir. Ancak amellerin niyetlere göre olduğunu ifade eden sahih hadisler vardır. Hanefîler abdestte niyeti sünnet sayarlar. Bk. Merginânî, el-Hidâye 1/13.

[398] Buharî, 4/3; Müslim, 236. Hadisin metni: "Ümmetim, kıyamet günü abdestin eserin­den dolayı abdest uzuvları pırıl pırıl parlayarak gelir. Parlaklığım yaygınlaştırabilen yaygınlaştıran." Ancak "Parlaklığını yaygınlaştırabilen yaygınlaştırsın" kısmı Münzi-rî, İbn Hacer, v.s. muhakkik âlimlerin belirttikleri üzere Allah Rasûlü'nün (s.a.) sözü değil, Ebu Hureyre'nin (r.a.) sözü olup hadise katılmıştır (MUdrec).

[399] Müslim, 246. Müellif şu iki hadisi birleştirmiştir: 1- Nuaym b. Abdullah el-Mücmir anlatıyor: Ebu Hureyre'yi

abdest alırken İzledim. Yüzünü yıkadı, abdest suyunu iyice yaydı. Sonra sağ elini pazusuna varıncaya kadar yıkadı. Sonra sol elini pazusuna va­rıncaya kadar yıkadı. 2- Yine Nuaym b. Abdullah el-Mücmİr'den aktarıldığına göre Ebu Hureyre'yi abdest alırken İzlemiş. Ebu Hureyre yüzünü ve neredeyse omuzlarına kadar ellerini yıkadı. Sonra inciklerine kadar çıkartarak ayaklarını yıkadı.

[400] Tirmizî, 53 ve 54.

[401] Buharî, 4/48, 4/49, 8/7, 8/25, 56/90, 64/80, 77/10, 77/11; Müslim, 274; Muvatta, 1/36; Tirmizî, 98; Ebu Davud,  149,  150,  151,  152; Nesâı, 1/83; İbn Mâce, 389.

[402] Hadis sahihtir. Tirmizî, 31; tbn Mâce, 430; ibn Hibbân, Mevâridu'z-Zam'ân, 154; Hâkim, Müstedrek, 1/149. Senedinde yalnız bir zayıf râvi vardır. Ebu Davud'da (145) bir şahid hadis vardır. Hâkim, îbn Adiy ve Zühelî tarafından değişik senedlerie riva­yet edilmiştir. Ahmed'İn Müsned'inde Hz. Âişe'den, İbn Ebî Şeybe'de Ebu Ümâme'-den, Tirmizî ve tbn Mâce'de Ammâr'dan, Taberânî'de (Evsat'tB) tbn Ömer'den gelen şâhid hadisler vardır. Bk. İbn Hacer, Telhis, 1/85-87.

[403] Ahmed, 4/229; Ebu Davud,  148; Tirmizî, 40; ibn Mâce, 446. Senedde İbn Lehîa olduğu İçin hadis zayıftır. Ancak Hafız ibn Hacer Telhîs'de diyor ki: "Leys b. Sa'd ve Amr b. Haris ona mutâbaat etmişlerdir. Bunu Beyhakî rivayet etmiştir. Ebu Bişr ed-Dûlâbî ve Dârakutnî Garâibu Mâlik adlı eserde İbn Vehb yoluyla üç râviden nakle­diyorlar. Ibnu'l-Kattân hadisi sahih saymıştır." Lakît b. Sabira'dan gelen bir hadiste parmak aralarını ovalamayı Hz. Peygamber'in (s.a.) emrettiği sabit olmuştur. Bu ha­disi Şafiî (1/30, 31), Ebu Davud (142, 143), Ahmed (4/33), Nesâî (1/66), tbn Mâce (407) ve Tirmizî (38) şu metinle rivayet etmektedirler: "Abdest uzuvlarını iyice yıka. Parmaklar arasını ovala. Oruç değilsen burnunu aşın şekilde temizle.'* ibn Hibbân

(159) ve Hâkim (I/147- 148) bu hadisi sam'h saymışlar, Zehebî de buna katılmıştır. Dedikleri gibidir. Ayrıca İbnü'l-Kattân, Nevevî ve Ibn Hacer de sahih saymaktadırlar.

[404] Ibn Mâce, 449. İsnadı zayıftır.

[405] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/177-184.

 

[406] Tirmizî,  1/167,  168. Tahkik: Ahmed Şâkir.

[407] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/184.

[408] Buharı, 7/5, 7/8; Müslim, 368 (112).

[409]   Hanefîlere göre teyemmüm, elleri iki kere yere vuruş ve biriyle yüzü, diğeriyle elleri dirseklere kadar sıvazlamadır. Bk. Merginâni, el-Hidâye,  1/25.

[410] Geniş bilgi için bk. Nasbu'r-Râye,  1/151,  154; Telhisu'l-Habîr,  1/152,  153.

[411] Ahmed, Müsned, 5/248. İsnadı sahihtir: Metnin tamamı şöyledir: "Rabbim beni diğer peygamberlere (a.s.) —yahut ümmetlere— dört şeyle üstün kıldı: î- Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim, 2- Bütün yeryüzü benim için bir mescid ve temizlik aracı kılındı. Ümmetimden herhangi birine namaz vakti nerede erişirse erişsin, mescidi de temizleyicisi de yanındadır, 3- Bir aylık yoldan Allah tarafından düşmanlarımın kalblerine korku salınmakla yardım gördüm, 4- Ganimetler bana helâl kılındı."

[412] Ebu Davud, 332, 333; Tirmizî, 124; Nesâî, 1/İ7İ; Ahmed, 5/146, 147, 155, 180. Allah Rasulu (s.a.): "Temiz toprak müslümantn abdest suyudur, İsterse on sene su bulamasın. Suyu Bulunca onunla cildini yıkasın. Bu şüphesiz daha hayırlıdır." İbn Hibbân (126) ve Hâkim (1/176, 177) hadisi sahih saymışlar ve Zehebî de buna katıl­mıştır. Bir de Bezzâr'da Ebu Hureyre'den, kuvvetli senedle bir şâhid hadis vardır.

[413] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/184-186.

 

[414] Şâfiîlerden eş-Şâsî diyor ki: Niyet namazın farzıdır. Yeri kalbdir. Mezhep âlimleri­mizden biri: "Diliyle söylemedikçe niyet yeterli olmaz" diyerek hataya düşmüştür. Bu sözün bir değeri yoktur. Bk. Seyfüddin Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed eş-Şâsî el-Kaffâl (v.507/1113), Htlyeiu'I Ulemâ Jî Ma'rifeti Mezâhibi'l-Fukahâ, c.II, s.70, Amman, 1980. Nevevî, yamlan alimin Mâverdi olduğunu belirtmiştir. Bk. el-Mecmû, c. III, s. 243.

Hanefiler "Ameller niyetlere göredir" hadisini esas alarak namazda niyet edilmesi gerektiğini; niyetin ise "irade" demek olduğunu, kişinin hangi namazı kıldığını kal­biyle bilmesinin şart olduğunu belirtip dille söylemenin gerekli olmadığını, ancak ki­şinin azmini toplaması açısından iyi olacağını söylemişlerdir. Bk. Merginâni, et-Hidaye, 1/44-45.

[415] Buharı, 10/89; Müslim, 598 (147); Ebu Davud, 781; Nesâî 2/129. Ebu Hureyre diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) kıraate başlamadan önce bir müddet sustu. "Ey Allah'ın Ra-sulü! Anam, babam sana feda olsun. Tekbirle kıraat arasında sustuğunda ne okuyor­sun?" diye sordum. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) — yukarıdaki duayı— söyledi.

[416] Müslim, 771; Ebu Davud, 760; Ahmet 729; İbn Hibbân, 445; Nesâî, 2/130. "Şer sana değildir" sözü şu anlama gelir: Şer, kendisi ile sana ibadet edilecek şeylerden değildir. Şu yorumlar da ileri sürülmüştür. 1) Şer sana yükselmez. Sana yalnızca hoş olan —hayır— yükselir. 2) Saygı olsun diye başlı başına şer sana nisbet edil­mez... Allah Teâlâ hayır ve şerrin yaratıcısıdır. Şer, O'nun bir kısım yaratıklanndan-dır, yoksa O'nun yaratmasında ve fiilinde şer yoktur. Bu yüzden, asıl anlamı birşeyi uygun olan yere koymamak demek olan zulümden Allah (c.c.) uzaktır. Allah herşeyi mutlaka lâyık olduğu yere kor. Bu da tamamen hayırdır. Şer ise birşeyi uygun olma­yan yere koymak demektir. Uygun olan yere konursa şer olmaz. O halde şerrin O'na ait olmadığı anlaşılmış demektir. Bk. tbnü'MCayyim, Şifâu'l-Altl. "Ben müslümanla­rın ilkiyim" sözü ise emredilen şeyi yerine getirmede acele etme konusunda ilkiyim anlamına gelir. Bir diğer ifade ile "Ben, bana emredilen şeyi derhal yerine getirmeye hazırım" demektir.

[417] Farz namazda da okurdu, ibn Huzeyme'nin Sahîh'inde (1/307) bir hadiste açıkça belirtilmektedir. Bu hadisin

isnadı sahihtir.

[418] Müslim, 770.

[419] Buharı, 19/1; Müslim, 769. Duanın tamamı "Hz. Peygamber'in (s.a.) Uyuması ve Uyanışı" bölümünde yukarıda geçti.

[420] Ahmed, 4/80, 85; Ebu Davud, 764; Ibn Mâce, 807. Senedinde bir tartışmalı râvi

varsa da îbn Hibbân (443) ve Hâkim (1/235) onun bu hadisini sahih saymışlar, Zehe-bı de buna katılmıştır.

Ahmed (3/50), Ebu Dâvud (775) ve Tirmizî'nin (242) Ebu Saîd el-Hudrî'den riva­yetlerine göre: "Allah Rasûlü (s.a.) gece kıyama kalktığında rekbir alır, sonra Sıibha-neke duasını okur. üç kere "Lâ ilahe illallah", üç kere "Allahu ekbcru kebîran" der ve "Eûzü billahisemîiralîmi mineşşeyîanirracîmi min hemzihi ve nefhihî ve nefsihî" diyerek kıraate başlardı." Hadisin senedi hasendir. Müslim (601) ve Ebu Avâne'nin rivayetlerine göre İbn Ömer anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber namaz kılıyor­duk. Birden cemaatten birisi: "Allahu ekberu kebîran. Velhamdu lillahi ktsîran ve Sübhânallahi bükraten ve asîlâ." dedi. Bunun üzerine Allah Rasülu (s.a.): "Şöyle şöyle diyen kimdir" diye sordu. Cemaattan birisi: "benim, ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Şaştım kaldım. Bu söz üzerine göğün kapılan açıldı" buyurdu.

[421] Hadis sahihtir. Ebu Davud, 766; İbn Mâce, 1356; Nesâî. 3/209; Ahmed, \fusned, 6 143; Taberânî, Evsat, 2/62.

[422] Ahmed, 3/50; Tirmizî, 242; Ebu Davud, 775: Nesâî, 2/132; Ibn Mâce, 804. Hepsi de Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet etmişlerdir. Hadisin senedi hasendir. Şu kaynaklar­da da Hz. Âişe'den rivayet edilmiştir: Tirmizî, 243; Ebu Davud, 776; İbn Mâce. 806; Dârakutnî,   1/112; Hâkim,   1/235. Râvileri sikadır. Şu halde hadis sahihiir.

[423] Müslim, 399 (52). Tahâvî, Şerhu Meâni't-Âsâr'da. (1/111), Arar b. Meyraûn'un şöyle dediğini rivayet eder: "Hz. Ömer (r.a.) bize Zulhuleyfe'de namaz kıldırdı, tekbir alıp Sübhaneke duasını okudu." Râvileri sikadır.

[424] Hz. Peygamber'in (s.a.) besmeleyi açıktan okumadığı sabittir. Buharî'nin (10/89), Enes'den rivayetine göre: "Hz. Peygamber (s.a.), Ebu Bekir ve Ömer namaza El-hamdülİllahi Rabbil'âlemin İle başlarlardı." Tirmİzî (246) aynı hadisi rivayet etmiş; fakat "namaza" kelimesi yerine "kıraate" kelimesini kullanmış ve bir de Hz. Os­man'ı ilâve etmiştir. Müslim (399) ise şu metinle rivayet eder: "Allah Rasulü, Ebu Bekir, Ömer ve Osman'la birlikte namaz kıldım. Hiçbirinin besmeleyi açıktan oku­duklarını işitmedim." Ahmed (3/264), Tahâvî (1/119) ve Dârakutnî (119): "Besmele­yi açıktan okumazlardı" şeklinde rivayet ediyorlar. Ibn Hibbân, Sahih'inde: "Eî-hamdülillahi rabbil'âlemin'i açıktan okurlardı" ilâvesiyle rivayet ediyor. Nesâî (2/135) ve tbn Hibbân'daki bir metinde: "Onlardan hiçbirinin besmeleyi açıktan okuduğunu işitmedim" deniliyor. Ebu Ya'Iâ el-Mavsılî'nİn MüsnecTinde ise: "Kıraati açıktan okunan namazlarda Elhamdül illahi rabbil âlemin ile başlarlardı" rivayeti vardır. Taberânî (Mu'cem'de), Ebu Nuaym (Hıiye'dc), tbn Huzeyme (Sahih, 498'de) ve Ta­hâvî (Şerhu Meâni'l-Âsâr, 1/119'da): "Besmeleyi içlerinden okurlardı" metnini riva­yet ediyorlar. Zeylaî, Nasbu'r-Râye'de (1/327): "Bu rivayetlerin hepsinin râvileri si­kadır ve hepsinin de Sahîh(-i Buharîfde rivayetleri vardır" diyor.

[425] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/187-193.

[426] Buharı, 66/29. Enes'e sordular: "Hz. Peygamber'in (s.a.) kıraati, nasıldı?" Enes: "Med idi" cevabını verdi; sonra besmeleyi BismİHâh'ı uzatarak, er-Rahmân'ı uzata­rak ve er-Rahîm'i uzatarak okudu. Bu hadisin bir rivayetinde ise Enes: "Hz. Pey-

gamber (s.a.) uzatarak (med ile) okurdu" demiştir. Ebu Davud (4001). Tirmizî (2928) ve Ahmed (6/302) Ümmü Seleme'nin şöyle dediğini rivayet ederler: Allah Rasûlü'-nün (s.a.) kıraati "Bismillahirrahmânirrahim" "Elhamdülülahi rabİll'âlemîn" "er-Rahmânirrahîm" 'mâlikiyevmiddîn"... şeklinde idi ki, her âyette kıraatini keserdi. Dârakutnî ve Hâkim (1/232) bu hadisi sahîh saymışlar, Zehebî de buna katılmıştır. ed-Dânî, el-Müktefa adh eserinde (5/2) bu hadisi rivayet ettikten sonra diyor ki: Bu hadisin pek çok tarîki ( = rivayet yolu) vardı. Bu konuda bir asıldır. Geçmiş imam­lardan ve kurrâdan bir cemaat âyetler birbirine bağlı olsalar da (bir diğer ifade ile lanlam bütünlüğü sağlanmasa da) âyet sonlannda kıraati kesmeyi müstehab sayarlardı.

[427] Ebu Davud, 932; Tirmizî, 248. Vâil b. Hucr diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.) Fâtiha'yı okuyup bitirince âmin derdi. Bu sözü yüksek sesle söylerdi." Senedi sahihtir. Hafız İbn Hacer, et-Telhîs'de (s.90) bu hadisi kaydederek Dârakutnî ve tbh Hibbân'tn da rivayet ettiklerini ilave etmiş ve "senedi sahihtir" demiştir. İbn Hibbân (462), Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Allah Rasûlü (s.a.), Fâtiha'yı okumayı biti­rince sesini yükseltir, âmîn derdi." Dârakutnî, bu hadisi Sünen'inde (1/127) hasen saymıştır.

[428] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 2.

[429] Ahmed, 5/7, 15, 20, 21, 23; Ebu Davud, 779; Tirmizî, 251; İbn Mâce, 844. Hadisi Semûre b. Cündüb ve İmrân b. Husayn'dan rivayet eden Hasan el-Basrî'nin onlar­dan hadis işitmediği söylenerek rivayet munkatı kabul edilmiştir. Ebu Davud (778), Hasan el-Basrî, yoluyla Semûre'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Hz. Peygamber (s.a.) İki yerde susardı: 3) Namaza başladığında başlangıç duasını okurken, 2) Kıraati ta­mamen bitirince." Tirmizî diyor ki: "Bu, ilim adamlarından birçoğunun görüşüdür; imamın namaza başladıktan sonra ve bir de kıraati tamamladıktan sonra susmasını müstehab sayıyorlar. Ahmed, Ishak ve arkadaşlarımız (ehl-i hadis) da bu görüştedirler."

Mütercim der ki: Hasan el-Basrî'nin Semûre'den hadis işitip işitmediği tartışmalı ise de inceleme sonucu işittiği kanaatine varılabilir. Meselâ, Buharı, Tirmizî, Hâ­kim.,, vs.'nin naklettiklerine göre Ali b.el-Medînî bu senedi sahih sayıyor. Hadisi Tirmizî hasen saymıştır. İmam Şevkânî, sahih kabul etmenin uygun olacağına meyle­diyor ve delillerini sıralıyor.  Bk. Neytü'l-Evtâr, C.I, s. 276 ve C.H, s. 266-267.

[430] Tirmizî, 251.

[431] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/193-195.

[432] İmam Ahmed, 3/472; Nesâî, 2/156. Allah Rasûlü {s.a.) sabah namazım kıldırıyordu. Rûm sûresini okuyordu, yanıldı. Namazı bitirince: "Kıraatimiz karışıyor. Çünkü bir kısmınız iyice abdest almadan bizimle birlikte namaz kılıyor. Bizimle birlikte namaz kılan abdestini iyi aisın." buyurdu. Senedi hasendir. Hafız îbn Kesîr, Tefsir'inde Rûm sûresinin sonunda bu hadisi kaydettikten sonra diyor ki: tsnad da hasen, metin de hasen ( = güzel) dir. Bu hadisde hayran eden bir sır ve enteresan bir olay vardır: Hz. Peygamber (s.a.) kendisine uyan cemaatin eksik abdestinden etkileniyor! Bu da gösteriyor ki, imama uyan kişinin namazı, imamın namazına bağlıdır.

[433] Müslim, 454.

[434] İbn Huzeyme, Sahîh, 512. Enes b. Mâlik'in dediğine göre Hz. Peygamber (s.a.)'in öğle namazında A'lâ ve Gâşiye sûrelerini okuyuşundaki nağmesini işitirlerdi. Bu ha­disin isnadı sahihtir, tbn Hibbân (469) sahih olduğunu söylemiştir.

[435] Nesâî, 2/168 Câbir anlatıyor: Muaz akşam namazını kıldırırken oradan su taşıyan iki hayvanla geçmekte olan Ensâr'dan bir adam da namaza katıldı. Muâz, Bakara sûresini okumaya başladı. Bunun üzerine adam ayrılıp namazını tek başına kıldı git­ti. Bu olay Hz. Peygamber'in (s.a.) kulağına gidince: "Sen çılgın mısın, Muaz?! Sen çılgın mısın, Muâz?! A'lâ, Şems, vb. sûreleri okusan olmaz mıydı?" diye çıkıştı. Hadisin senedi sahihtir. Hz. Peygamber'in (s.a.) akşam namazında Duhân sûresini okuduğunu Nesâî (2/169) rivayet ediyor. Bu rivayetin râvüeri sika, senedi hasendir.

[436] Mufassal: Muhammed ( = Kıtal) yahut Fetih yahut da Kâf sûrelerinden başlamak üzere  Kur'an'm   sonuna  kadar   olan  sûreler  bu  isimle  anılırlar.   Bu  mufassal ( = bölünmüş, ayrılmış) ismini almaları sık sık besmele ile bölünmelerinden kaynak­lanmaktadır. Mufassal sûreler üçe ayrılır:

1)  Kısa mufassal: Beyyine sûresinden Kur'an'ın sonuna kadar olan kısım,

2)  Orta mufassal: Burûc'dan Beyyine suresine kadar olan kısım,

3)  Uzun mufassal: Muhammed yahut Fetih'den... başlayıp Burûc'a kadar olan.sûge-ler. Bk. Bedruddîn el-Aynî, Umdetu'l-Kârît c.VI, s. 24, Beyrut, ts.

[437] Buhari, 10/98, İki sûrenin en uzununun açıklaması Buhari'nin rivayetinde yoktur. Ebu Davud, 812; Nesâî, 2/170. Senedi sahihtir.

[438] Nesâî, 2/170. İsnadı sahihtir.

[439] Buharı, 78/74, 10/60, 10/66; Müslim, 465; Ebu Davud, 790; Nesâî, 2/97, 98; tbn Mâce, 986; Ahmed, Müsned, 3/124, 299, 300, 308, 369.

[440] Müslim, 458.

[441] Mâlik, Muvatta,  1/78; Buharî,  10/98; Müslim, 462.

[442] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/196-199.

[443] Uzunca bir hadisin bir bölümüdür. Buhari,  10/62; Müslim, 467; Muvatta* 1/134;

Tirmizî, 236; Ebu Davud, 794; Nesâî, 2/94; Ahmed, Müsned, 2/256, 271, 486, 502, 537.

[444] Buharı, 10/64;  M,üsüm, 469; Tirmizî, 237; Nesâî, 2/94; Îbn Mâce, 985 Müsned, 3/255.

[445] Nesâî, 2/95. tsnadı sahihtir.                                                                      

[446] Ebu Davud, 814. isnadı hasendir.

[447] Ebu Davud, 1396. Hadisin devamı şöyledir: "...5) Meâric ile Nâziât, 6) Mutaffîfîn ile Abese, 7) Müddessir ile Müzzemmil, 8) Dehr ile Kıyamet, 9) Amme ile Mürselât, 10) Duhân ile Tekvîr." tsnâdı kuvvetlidir. Buharî ve Müslim'in (722) rivayetlerine göre Îbn Mes'ûd: "Ben şüphesiz Allah Rasûlü'nün (s.a.) uzunlukça birbirine yakın sûrelerden hangilerini ikişer ikişer bir araya getirerek bir rekâtta okuduğunu biliyorum" deyip mufassaldan yirmi, Hâ-mîm'le başlayan sûrelerden de iki sûrenin adlarını saydı.

[448] Ebu Davud, 816. Senedi kuvvetlidir.

[449] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/199-202.

[450] Müslim, 772; Tirmizî, 262; Ebu Davud, 871; Nesâî, 2/190; İbn Mâce, 888; Ahmed, 5/382, 384, 389, 394, 397, 398. Rükûda bu teşbihin üç kere söyleneceği birçok saha-bîden rivayet edilmiştir. Bunu Dârakutnî (1/341) ile Tahâvî (1/235) Huzeyfe ve Cü-beyr b. Mut'ım'dan; Dârakutnî (1/342, 343) Abdullah b. Akram'dan; Tirmizî (261), Ebu Davud (886), tbn Mâce (890) ve Dârakutnî (1/343) Abdullah b. Mes'üd'dan; Bezzâr ve Taberânî (Kebîr'de) Ebu Bekre*den; Taberânî (Kebtr'de) Ebu Mâlik el-Eş'arî'den rivayet etmişlerdir. Bk. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 2/128. Hadis sahihtir,

[451] Buharî, 10/123; Müslim, 484; Ebu Davud, 877; Nesâî, 2/190; tbn Mâce, 880; Ah­med, Müsned. 6/43, 49,  100, 190.

[452] Buharı,  10/121; Müslim, 471.

[453] Ebu Davud, 888; Nesâî, 2/225; Ahmed, 3/162,  163. Senedinde sikahgi tartışman yalmz bir râvi var, diğerleri sikadır.

[454] Müslim, 487; Ebu Davud, 872; Nesâî, 2/191; Ahmed, Müsned, 6/35, 94, 115, 14», 149,  176,  193, 200, 244, 266.

[455] Müslim, 771.

[456] Ebu Hureyre'den Buharı (10/124) ve Müslim rivayet etmiştir. Bu konuda Abdullah b. Ebî Evfâ, Abdullah b. Ömer ve Mâlik b. Huveyris'den hadis rivayet edilmektedir.

[457] Aşere-i Mübeşşere: Cennetle müjdelenen 10 sahabîye verilen addır. Bu sahabîler şun­lardır: 1- Ebu Bekir es-Sıddîk, 2- Ömer İbnü'l-Hattâb, 3- Osman b. Affân, 4- Aü b. Ebî Talip, 5- Talha b. Ubeydullah, 6- Zübeyr Îbnü'l-Avvâm, 7- Sa'd b. Ebî Vak-kâs, 8- Saîd b. Zeyd, 9- Abdurrahman b.Avf, 10- Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh.

[458] Ebu Davud, 749, 750. Yezid b. Ebî Ziyâd-Abdurrahman b. Ebî Leylâ-Berâ senediyle rivayet edilen bu hadisde deniyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.) namaz için tekbir aldığın­da ellerini kulaklarına yakın kaldırır, sonra bir daha (bu hareketi) yapmazdı." Se-nedde geçen Yezid b. Ebî Ziyâd'dan dolayı hadis zayıftır. Bu konuda Ebu Davud (748), Tirmizî (257), Nesâî (2/195) ve Ahmed (1/442) İbn Mes'ûd'dan şunları nakle­derler: İbn Mes'ûd; "Size Allah Rasûlü'nün (s.a.) kıldırdığı gibi bir namaz kıldıra­yım mı?" diyor ve namaz kıldırıyor ve yalnız bir kere ellerini kaldırıyor. Rivayetin senedindeki râviler sikadır. Ancak bir takım illetleri olduğu söylenmiştir. Geniş bilgi için bk. Nasbu'r-Râye,  1/394, 397, 401.

[459] Hanefi mezhebine göre başlangıç tekbiri dışında eller kaldırılmaz. Bk. Mergİnâni el-Hidâye,  1/51.,

[460] Tatbik hakkında geniş bilgi için bk. Ahmed Naim, Tecrtd-i Sarih Tercemesİ ve Şerhi, C.II, s.791-793, Ankara,  1980.

[461] İbn Huzeyme, 591, 592, 666; Tirmizî, 265; Ebu Davud, 855; Nesâî, 2/183; tbn Mâ-ce, 870; Ahmed 4/119, 122. İsnadı sahihtir, tbn Hibbân (501) sahîh olduğunu söyle­miş, Tirmizî de "hasen-sahihtir" demiştir.

[462] Aksine sahihtir. Buharî (10/124) ve Nesâî (2/195) rivayet ederler ki: Hz. Peygamber (s.a.) "Semiallahü limen hamideh" sözünü söyleyip "Allahümme Rabbena ve lekeM-hamd" derdi. Bu konuda tbn Mâce'de (877) Ebu Saîd el-Hudrf den; Dârimî'de (1/300) tbn Ömer'den; nesâî'de Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayetler vardır.

[463] Müslim, 477 ve 478; Nesâî, 3/198; Ebu Davud, 847; Ibn Mace, 879.

[464] Müslim, 476. Buradaki rivayette bir takım farklılıklar vardır. Son cümle kayıtsız dualar arasında Buharî ve Müslim'de (589) rivayet edilmiş olup rükûdan kalkınca okunduğuna dair bir rivayet yoktur. Ancak bu kısmın başlangıç duası olarak okun­duğu yukarıda geçmişti.

[465] Ebu Davud, 874; Nesâî, 2/199, 200; Ahmed, Müsned, 5/398. İsnadı sahihtir,   fi

[466] Müslim, 473; Ebu Davud, 553; Ahmed, 3/247.

[467] Buharî, 10/120, 10/127, 10/140; Müslim, 471; Tirmizî, 279; Ebu Davud, 854; Nesâî, 2/197,  198.

[468] Tekbiri itmam etmek: Bir rükünden diğerine geçerken tekbirin önceki rükünde başla­yıp varılan rükünde sona ermesi.

[469] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/202-207.

[470] Buharî'nin (10/85) rivayetine göre İbn Ömer diyor ki: Hz. Peygamber'i (s.a.) izle­dim; namaza başlangıç tekbiri aldı, ellerini omuzlan hizasına gelecek şekilde kaldır­dı. Rükû için tekbir aldığında da böyle yaptı. "Semiallahu limen hamideh" dediğin­de de aynı şeyi yaptı ve "Rabbena ve leke'1-hamd" dedi. Bunu (yani ellerini kaldır­ma işlemini) ne secdeye giderken, ne de secdeden başını kaldırırken yaptı.

[471] Ebu Davud, 723; Ahmed, 4/317. Bu hadiste şöyle deniyor: "Hz. Peygamber (s.a.) sonra secde etti, yüzünü etleri arasına koydu. Başını secdeden kaldırınca yine ellerini kaldırdı." Senedi sahihtir. Müellif (r.h.) Bedâiu'i-Fevâid (4/89) adlı eserinde diye ki: Esrem anlatıyor: İmam Ahmed'e elleri kaldırma konusu sorulunca: "Her iniş, kalkışta" cevabını verdi. Ebu Abdillah'm (Ahmed b. Hanbel) namazda her İniş, kal­kışta ellerini kaldırdığını gördüm.

[472] Ebu Davud, 838; Tirmizî, 268;,Nesâî, 2/207; İbn Mâce, 882; İbn Hibbân, 487. Se-nedde geçen Şerîk, sadûk ise de çok hata yapan biridir. Hemmâm, Şerîk'e, Âsim yoluyla (Âsim'ın) babasından mürsel olarak rivayette bulunarak mütâbaat etmiştir. Dârakutnî, Hâkim (1/226) ve Beyhakî Enes'den rivayet eder ki: "Hz. Peygamber (s.a.) sonra tekbir alarak yere indi, dizleri ellerinden önce yere dokundu." Beyhakî: "Bu hadisi meçhul bir râvi olan el-Alâ b. İsmail el-Attâr tek başına rivayet etmiştir." diyor. Tirmizî ise Şerîk'in rivayet ettiği hadis hakkında diyor ki: Bu hadis hasen-garibtir. Şerîk'den başkasının rivayet ettiğini bilmiyoruz. Çoğunluk ilim adamının ameli bu hadis üzeredir, namaz kılan adam dizlerini ellerinden önce yere kor, görü­şündedirler.

[473] Ebu Davud, 840; Nesâî, 2/207; Ahmed, Müsned, 2/381. İsnadı sahihtir. Âlimler elleri ya da dizleri önce koyma konusunda fazlaca görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

Evzâî ve Mâlik elleri dizlerden önce yere koymanın müstehab olduğunu savunmuşlar­dır. Muğnî sahibi İbn Kudâme'nin (1/514) kaydettiğine göre İmam Ahmed'den gelen bir rivayet de bu yoldadır. Pekçok muhaddis de bu görüşü paylaşmaktadırlar. îbn Ömer'in yapıp Hz. Peygamber'in (s.a.) de aynısını yaptığım haber verdiği sabitleş-mistir. Buharî, Sahth'inde (10/128) diyor ki: Nâfi: "İbn Ömer ellerini dizlerinden önce yere kordu" demiştir. İbn Huzeyme (627), Hâkim (1/226) ve Beyhakî (2/100), Buharî'nin ta'lîkan verdiği bu rivayeti muttasıl senedle ve sahih bir isnadla rivayet etmişlerdir. Şafiî ise secde ederken önce dizlerin, sonra ellerin konmasını müstehab saymaktadır. Tirmizî ve el-Hattâbî: "Âlimlerin çoğunluğu bu görüştedir" diyorlar. Kadı Ebu't-Tayyib, fakîhlerin umumunun bu görüşte olduğunu aktarır, İbnü'I-Münzir ise Hz. Ömer, en-Nehaî, Müslim b. Yesâr, Süfyân es-Sevrî, Ahmed, tshâk ve re'yci-lerin (Ebu Hanîfe ve arkadaşları) bu görüşte olduğunu kaydettikten sonra "Benim görüşüm de budur" der.

Allâme Ahmed Şâkir (r.h.), Tirmizî'ye yazdığı ta'lîkında (2/58,59) diyor ki: İki hadisin İlletlerinin gösteriminde âlimlerin söyledikleri sözlerden anlaşılan o ki; bu Ebu Hureyre hadisi, sahîh bir hadisdir. Vâil hadisinden daha sahihtir ve aynı zaman­da kavlî (= söz ile ifade edilmiş) bir hadis olup — usulcülerce en tercihe şayan görüşe göre— kavlî hadis fiilî hadise tercih edilir. Bk. Fethu'l-Bâri, 2/241; Tuhfetu'i-Ahvezî, 2/134, 140; Sübülü's-Selâm, 1/263, 265; Tirmizî, 2/58, 59 (Ahmed Şâkir tahkiklisi olan); Nevevî, Şerhu'l-Mühezzeb, 3/393,395.

[474] Ebu Davud (862), İbn Mâce (1429), Nesâî (2/214), Dârimî (1/303) ve Ahmed'in (3/428, 444) rivayetlerine göre "Allah Rasûlü (s.a.) karga gibi gagalamaktan, canavar gibi kollan yere yaymaktan ve bir kimsenin mescidde deve gibi yer tutmasından menet-ti." Hadisin senedinde yalnızca bir zayıf râvî vardır. Bu hadise şâhid bir hadisi Ah­med (5/447), Ebu Seleme'den rivayet ediyor. Ancak bu da zayıftır. Münzirî'nin isnadını sahîh saydığı ve Ahmed'in (2/265,311) rivayet ettiği bir hadisde Ebu Hureyre diyor ki: "Dostum (Hz. Peygamber) bana üç şeyi tavsiye etti ve beni üç şeyden yasakladı. Beni horoz gibi gagalamaktan, köpek gibi kaba etleri yere dayayıp bacakları dikmek­ten ve tilki gibi sağa-soia bakmaktan yasakladı,..".Buharî (2/249), Müslim (493),

Ebu Davud (897) ve Tİrmizî (276) Enes'in şöyle dediğini rivayet ederler: Allah Rasû-lü (s.a.): "Secdede itidal üzere olun. Herhangi biriniz kollarını köpek gibi yere yay­masın. " buyurdu.

[475] Müslim, 430; Nesâî, 3/5.

[476] Aksine bir çok lügat bilgini bu şekilde tarif etmiştir. Lîsanu'l-Arab'da "r-k-b" mad­desinde: "Devenin dizi elinde (ön ayağında)dir... her dört ayaklı hayvanın dizleri önayaklanndadır." denilmektedir. Tahâvî'nin Şerhu Meâni'l-Âsar adlı eserinde (1/254) hadisi tesbit, tashih ve ondan imkânsızlığı gidermek sadedinde deniyor ki: Devenin dizleri —aynı şekilde diğer dört ayakiı hayvanlarınki de— ön ayaklarındadır. İnsano-ğulununki böyle değildir. Bu yüzden: "Devenin ön ayaklanndaki dizleri üzerine çök­tüğü gibi namaz kılan kişi ayaklanndaki dizleri üzerine çökmesin. Önce kendilerinde diz bulunmayan ellerini, sonra dizlerini yere koysun. Böylece bu konuda devenin yaptığının aksini yapmış olur" buyurmuştur.  İmam Kasım b. Sabit es-Serakustî, Garîbu'I-Hadîs adlı eserinde (2/70) Ebu Hureyre'den sahih bir senedle "Hiç kimse serseri deve gibi çökmesin" hadisini rivayet eder ve der ki: "Bu secdededir. Demek istiyor ki, önce dizlerini yere koyan huysuz, serseri deve gibi kendini yere atmasın. Sakince iniş yapsın, önce ellerini sonra dizlerini yere koysun. Bu konuda açıklayıcı bir merfû hadis rivayet edilmiştir." Sonra İmâm bu hadisi kaydediyor.

[477] Hafız İbn Hacer, Fethu'i-Bârî (2/58) adlı eserinde diyor ki:  İbn Abdilber ve bir

[478] Buharı, 65/1; Müslim, 2846 (36). Maklûb rivayet de Buharî'dedir. Ebu'I-Hasen el-Kâbisî diyor ki: Burada bilinen, "Allah cennet için yeniden bir halk yaratır. Cehen­neme gelince, Allah ayağını onun için basar..." şeklinde olmasıdır. Bu (maklûb ha­dis) dışında hiçbir hadisde "Allah cehennem için yeniden bir halk yaratır" dendiğini bilmiyorum.

[479] Hadis zayıftır. İkinci rivayeti Beyhakî, Sünen'inde (2/100) rivayet etmiştir ki, o da zayıftır.

[480] İbn Huzeyme, Sahîh, 628; Beyhakî, 2/100. Hadis zayıftır. Hafız İbn Hacer, Fethu'l-BârFde (2/241) diyor ki: İbn Huzeyme, Ebu Hureyre hadisinin bu Sa'd hadisi ile mensüh olduğunu iddia etmiştir. Hadîs sahih olsa tartışmayı keserdi. Ancak İbrahim b. İsmail b. Yahya b. Seleme b. KüheyPin, babasından, yalnız başına rivayet ettiği hadislerdendir. Hem o, hem de babası zayıf râvidirler.

[481] Tatbîk: Rükû ederken iki avucu birbirine yapıştırıp iki dizin arasına koymak. Bk. dipnot: 42.

[482] Tirmizî, 269; Ebu Davud, 841; Nesâî, 2/207. isnadı ceyyiddir.

[483] Hâkim, Müstedrek, 1/226; Beyhakî, Sünen, 2/100; İbn Huzeyme, Sahih, 627. İsnadı sahihtir. Hâkim sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.

[484] Hâkim, 1/226. Seneddeki el-Alâ b. ismail meçhuldür. Hafız Ibn Hacer, Lisanu'l-Mîzan'da. onun biyografisini anlatırken diyor ki: Bu hadisi Dârakutnî (1/345) rivayet etti. el-Alâ bu hadisin rivayetinde yalnız kalmıştır. Hafs b. Gıyâs'ın oğlu Ömer, ona muhalif rivayette bulunmuştur. Ömer ise babasının rivayetlerini en sağlam bilen in­sandır. Ömer, babası Hafs b. Gıyâs-el-A'meş-lbrahim-Alkame vs. kanalıyla Hz. Ömer'­in davranışı olarak (mevkuf) rivayet ederler. Mahfuz olan da budur.

[485] Abdürrezzak, Musannef, 2955.

[486] Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, 2/100.

[487] Yukarıda geçen dipnotlara müracaat edildiğinde görülür ki, tercihe şayan olan müel­lifin görüşünün aksidir; Ebu Hureyre hadisi sahîh senedü olması bakımından Vâil hadisine tercih edilir. Bu hadisde muztariblik bulunduğu iddiası ise tztırâb bulunan bütün rivayetlerin zayıf olmasından dolayı ortadan kalkar.

[488] Abdürrezzak, Musannef,  1564.

[489] Müslim, 194; Ahmed, 4/283, 294.

[490] İbn Hibbân, Mevârid, 488; İbn Huzeyme, Sahîh, 594; Hâkim, Müstearek, 1/727. Hâkim hadisi sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.) namazı­nı iyi kılmayan birine böyle yapmasını emrederek: "Rükû ettiğinde avuçlarını dizle­rin üzerine koy. Sonra parmak aralarını aç" buyurmuştur. Bu hadisi İbn Huzeyme ve (bn Hibbân rivayet etmişlerdir.

[491] Müslim, 772; Tinnizî, 262; Ebu Davud, 871; Nesâî, 2/224; İbn Mâce, 888; Ahmed, 5/382, 384, 389, 394, 397, 398, 400. Bu konuda ayrıca Tirmİzî (261) ve Ebu Davud'da (886) Abdullah b. Mes'üd'dan hadis rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu sözü rükûda söylemeyi emrettiğini ise Ahmed, Ebu Davud (869) ve İbn Mâce (878), Ukbe b. Âmir'den nakletmişlerdir.

[492] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 34.

[493] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 37.

[494] Müslim, 485; Nesâî, 2/223; Ahmed, 6/15.

[495] Müslim, 486; Ebu Davud, 879; Nesâî, 2/222; Ahmed, 6/58, 201.

[496] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 38.

[497] Müslim, 483; Ebu Davud, 878.      

[498] Buharı, 80/60; Müslim, 2719. Ancak bu dua yer ve zamanla kayıtsız gelmiş, hadisde söyleneceği yer belirtilmemiştir. Son bölümü, Hz. Peygamber'in (s.a.) tahiyyât ile selâm arasında okuduğu Müslim'de (771), Hz.Ali'den rivayet edilmiş, yine Müslim'­de (769) aynı bölüm İbn Abbas'dan yer tayin edilmeksizin nakledilmiştir.

[499] Müslim, 736 (187).

[500] Müslim, 479; Ebu Davud, 876; Nesâî, 2/217, 218; Ahmed,  1/219.

[501] Bakara: 2/187.

[502] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/207-219.

[503] Bakara: 2/238.

[504] Müslim, 756; Tirmizî, 387; İbn Mâce, 142; Ahmed, 3/302, 391, 412; Nesâî, 5/85

[505] Müslim, 482; Ebu Davud, 875; Nesâî, 2/226. Hadisin devamında: "Çokça dua ediniz' buyuruluyor.

[506] Müslim, 488; Tirmizî, 388; Nesâî, 2/228; İbn Mâce,  1423.

[507] Müslim, 489; Ebu Davud,  1320; Nesâî, 2/227.

[508] Alâk, 96/19.

[509] Müzzemmil: 73/î.

[510] Buhârî, 2/25, 2/27, 30/6, 31/1, 32/1. Müslim, 759; Muvatta, 1/113; Tirmizî, 683; Ebu Davud,  1371; Nesâî, 3/201.

[511] Müslim, 772; Ahmed, 5/384, 397.

[512] Buharı,  10/121;  Müslim, 471.

[513] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/219-221.

[514] Nesâî, 3/36. Bu hadisde deniyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.) sağ ayağını dikti, s ayağını yatırdı." Buharı (10/145) ise İbn Ömer'in: "Namazda sünnet olan otun sağ ayağım dikip sol ayağını kıvırmandir." dediğini rivayet ediyor.

[515] Ebu Davud, 957; Nesâî, 3/35; Ahmed, 4/318. Senedi sahihtir. İbn Huzeyme (71 ve İbn Hibbân (485) sahih olduğunu belirtmişlerdir.

[516] Ebu Davud, 988; Nesâî, 3/37, 38. Senedi hasendir. Nevevî, ei-Mecmû'da (3/45 sahih olduğunu söylemiştir,

[517] Müslim, 579.

[518] Mevârid, 485.  İsnadı sahihtir.

[519] Tirmizî, 284; Ebu Davud, 850; İbn Mâce, 898; Beyhakî, 2/122. Hâkim (1/271) hadi­si sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır.

[520] İbn Mâce, 897; Ebu Davud, 874; Nesâî, 2/231. Senedi hasendir. Hâkim (1/271) cümleyi tekrarstz rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.

[521] Müslim, 473.

[522] Buharı, 10/140;  Müslim, 472. Metnin tamamı şöyledir: Enes; "Allah Rasûlü'nün (s.a.) bize kıldırdığı gibi size namaz kıldırmayı bırakmam." dedi. (Sabit) diyor ki: "Enes, sizin yaptığınızı görmediğim birşey yapardı: Başını rükûdan kaldırdığında o kadar ayakta dikilirdi ki, kimileri: 'Galiba unuttu' derdi. Başını secdeden kaldırdı­ğında da o kadar beklerdi ki kimeleri 'Galiba unuttu' derdi." "Herhalde vazgeçti" kısmı bu rivayette değil ondan önceki rivayette vardır.

[523] Vâil hadisi yukarıda geçti. Bk. dipnot: 53. Ebu Hiıreyre hadisini ise —Hafız İbn Hacer'in Fethu'l-BârVdç (2/250) dediğine göre— Saîd b. Mansûr zayıf bir senedle rivayet etmiştir.

[524] Bu cümle Buharî'nin (10/143) Mâlik b. el-Huveyris'den naklettiği şu hadise aykırı düşmektedir: "Hz. Peygamber (s.a.) başını ikinci secdeden kaldırınca oturur, yere dayanır sonra ayağa kalkardı." İshâk el-Harbî'nin sâlih bir senedle rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) namazda ayağa kalkacağı zaman elleri üzerine dayanarak kal­kardı. Beyhakî, sahih bir senedle bu anlamda bir hadis rivayet etmiştir.

[525] Buharî,  10/142; Tirmizî, 287; Ebu Davud, 844; Nesâî, 2/234.

[526] Nevevî, el-Mecmû'da (3/443) diyor ki: Mezhebimizde doğru ve meşhur görüşe göre bu (istirahat oturuşu) müstehabtır. Mâlik b. el-Huveyris, Ebu Humeyd, Ebu Katade ve daha bir grup sahabî —Allah onlardan razı olsun—, Ebu Küâbe gibi tabiîler bu görüştedirler. Tirmizî: "Arkadaşlarımız bu görüştedir. Davud'un ve bir rivayete göre Ahmed'in görüşü de budur." diyor. Çok kimse yahut çoğunluk ise bunun müstehab olmadığını, kişinin başını secdeden kaldırınca ayağa kalkacağını söylemişlerdir. İbn Mes'ûd, İbn Ömer, îbn Abbas, Ebu'z-Zİnâd, Mâlik, es-Sevrî, re'yciler (Ebu Hanîfe ve arkadaşları), Ahmed ve îshak'ın bu görüşte olduklarını aktaran Îbnü'l-Münzir diyor ki: Nu'man b. Ebî Ayyaş; "Hz. Peygamber'in (s.a.) arkadaşlarından birçoğu­na eriştim, bunu yapmazlardı" demiştir. Ahmed ise: "Hadislerin çoğunluğu bu merkezdedir" deyip namazını iyi kılmayan kişiyi Hz. Peygamber'in (s.a.) uyarıp ona tekrar kılmasını emrettiği hadiste bu oturuşun anılmamasını kendilerine delil göster­miştir. Nevevî diyor ki: Arkadaşlarımız Mâlik b.el-Huveyris hadisini delil olarak İleri sürmektedirler ki, bu hadise göre Mâlik b.el-Huveyris, Hz. Peygamber'in (s.a.) na­maz kıldığını izlemiş, O'nun namazının tek rekâtlarında doğrulup oturuncaya kadar ayağa kalkmadığını görmüştü.

Mütercim der ki: "Namazını iyi kılmayan kişi" hadisinde İstirahat oturuşunun anılmadığını söylemekle Nevevî yanılmıştır. Sahîh-i Buharı gibi bazı hadis kitapların­da bundan söz edilmiştir. Ancak Buharı, buna kuşku ile bakmıştır. Geniş bilgi İçin bk. Şevkânî, Neyiii'l-Evtâr, 2/296 ve 301.

[527] Müslim, 599.

[528] Nevevî, el-Mecmû'da (3/326) diyor ki: Mezhebimizde (Şâfîî mezhebinde) en doğru görüşe göre her rekâtta eûzü çekmek müstehabtır. îbn Şîrîn de bu görüştedir. Atâ, Hasan (el-Basrî), (ibrahim) en-Nehâî, es-Sevrî ve Ebu Hanîfe eûzü çekmek birinci rekâta mahsustur diyorlar.

[529] Müslim, 579.

[530] Buharî,  10/145. Müslim'e nisbet edilmesi yanılgıdır.

[531] Teverrük: Açıklaması ve farklı yorumlan ileride gelecektir. Ancak burada şunu l/«-... telim ki, yaygın kullanımı ile teverrük, sol kaynağı yere koyup her iki ayağı sol yan­dan dışarı çıkarmaktır. Bu oturuş hanefîlerce kadınların namazda oturuş şekli kabul edilmiş ve erkekler için ise mekruh sayılmıştır.

[532] Buharî, 10/148, 10/150, 21/4, 79/3, 79/28, 80/17, 97/5; Müslim, 402; Tirmizî, 289; Ebu Davud, 968; Nesâî, 2/237, 238, 239; Ibn Mâce, 899; Ahmed, 1/376, 382, 408, 413, 414, 422, 423, 428, 431, 437, 439, 440, 450, 459, 464. Hepsi de Abdullah Ibn Mes'ûd'dan (r.a.) rivayet etmişlerdir.

[533] Nesâî, 2/243; tbn Mâce, 902. Diğer illet, seneddeki Eymen b. NflbU'in vehimli râvi olmasıdır.

[534] Buharî, 10/86. Bu rivayette deniyor ki: tbn Ömer "Semiallahu limen hamideh" de­yince ellerini kaldırırdı; iki rekâtı tamamlayıp kalkınca da ellerini kaldırırdı. İbn Ömer, Hz. Peygamber'in (s.a.) de böyle yaptığım haber verdi. Ebu Davud'un (741 ve 743) rivayetine göre İbn Ömer: "Allah Rasûlü (s.a.) iki rekâtı tamamlayıp kalkınca tekbir alıp ellerini kaldırırdı", NesâTnin (3/3) rivayetine göre ise: "Hz. Peygamber (s.a.) namaza girerken, rükûa giderken ve başını rükûdan kaldırınca ellerini kaldırırdı, iki rekâtı tamamlayıp ayağa kalktığında da aynı şekilde ellerini omuz hizasına kadar kaldırırdı." demiştir. Hadisin senedi sahihtir. Müellifin kaydettiği gibi Müslim'in Sa-hîh'inde bulamadık. Bu onun bir yanılgısıdır.

[535] Müttefekun aleyhi: Buhârî ve Müslim'in rivayet ettikleri ortak hadise denir.

[536] İbn Hibbân, 1858. Ayrıca özet olarak Nesâî (3/3), tbn Mâce (862) ve Buharî de rivayet etmiştir.  Bir önceki dipnotta da geçtiği üzere Müslim'de yoktur.

[537] Buharî,  10/96; Müslim, 452; Ebu Davud, 804; Ahmed, 3/2.

[538] Müslim, 451; Ebu Davud, 798, 799, 800; Nesaî, 2/164; İbn Mâce, 819.

[539] Müslim, 399; Tirmizî, 246; Ebu Davud, 782; Nesâî, 2/135; tbn Mâce,

[540] Tirmizî, 245; Dârakutnî, 114; Beyhakî, 2/47. Senedinde meçhul râvi vardır. el-"Besmelenin açıktan okunması konusunda sahih hiçbir hadis yoktur" diyor

[541] Ebu Davud, 916 ve 2501. Senedi sahihtir. Hâkim (1/237) sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.

[542] Buharı", 10/93, 59/11; Tirmizî, 590; Ebu Davud, 910, Nesâî, 3/8; Ahmed, 6/106.

[543] Tirmizî, 589. Senedinde zayıf bir râvî olmasına rağmen Tirmizî: "Bu hadis hasen-garîbtir" demiştir.

[544] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (2/80) Taberânî'nin üç ayn kitabında (el-Mu'cemu'l-Kebîr, el-Afu'cemu'İ-Evsat, el-Mu'cemu's-Sagîr) hadisi rivayet ettiğini söylemiş ve hep­sinin de zayıf olduğuna dikkatleri çekmiştir.,Bildiğimiz kadarıyla hiç kimse Bezzâr'ın rivayet ettiğini söylememiştir.

[545] Tirmizî, 587; Ahmed, 1/275, 306; Nesâî, 3/9. İsnadı sahihtir. Hâkim (1/236) sahîh olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır. Hadis sahihtir. Bk. Nasbu'r-Râye, 2/90.

[546] Ebu Davud, 916. senedi sahihtir.

[547] İbn Hibbân, 544; tbn huzeyme, Sahîh, 305, Hadis zayıftır. Müsned'de (6/241, 265) munkatı senedle rivayet edilmiştir.

[548] Buharı, 8/1, 18/5, 63/47; Müslim, 785; Ebu Davud, 1198; Nesâî, 1/225, 226; Mâlik, Muvattd1,  İ/146..

[549] Buharî,  14/4; Müslim, 751; Ebu Davud,  1438; Nesâî, 3/231.

[550] Dârakutnî, İbn Mes'ûd'dan Hz. Peygamber'in (s.a.): "Gece vitiri, gündüz vitiri olan akşam namazı gibi üç rekâttır." buyurduğunu rivayet eder.

[551] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/221-233.

[552] Ebu Davud, 965. İbn Lehîa hakkında söz söylenmişse de hadis Ebu Humeyd ve diğer bazılarından başka senedierle rivayet edilmiş olduğu için onlardan takviye alır. Tirmİzî: "Bu hadis hasen-sahihtir" diyor.

[553] Mevâridu'z-Zam'ân, 491; İbn Huzeyme, 1/347. Senedi sahihtir.

[554] Buharî, 10/145. Hafız îbn Hacer, Fethu'l-BârVte diyor ki: Bu hadis, ilk teşehhüdde­ki oturuş şekli, son teşehhüddeki oturuş şeklinden farklıdır diyen Şafiî ve onun görü­şünü benimseyenler için güçlü bit delildir. Bu konuda mâlikîler ve hanefîler ona mu­halefet edip: "Her ikisinde de aynı şekilde oturur" demişlerdir. Ancak mâlikîler —son teşehhüd hakkında gelen rivayette olduğu gibi— her ikisinde de teverrük vazi­yetinde oturur demişler, diğerleri (hanefîler) ise tersine çevirmişlerdir. Şafiî bu hadis­ten sabah namazının teşehhüdünün diğer namazlardaki son teşehhüd gibi olduğunu çıkarmıştır. Çünkü hadisde geçen "son rekât" sözü umum ifade eder. Bu konuda İmam Ahmed'den farklı görüşler aktarılmıştır. Ondan gelen meşhur görüşe göre te­verrük yalnızca iki teşehhüdlü namazlara mahsustur.

[555] Müslim, 579; Ebu Davud, 988; Nesâî, 2/237.

[556] Bağdatlı Ebu'l-Kâsım Ömer b. Hüseyin b. Abdullah el-Hırakî, Hanbelî bir fakîhtir. Ahmed b. Hanbel'in oğullarından ders okumuştur. 334/945 tarihinde Şam'da vefat tmiştir. Allah rahmet eylesin. Pekçok eseri vardı, bir yangında yandı. Yalnızca Muh­tasar adlı eseri kaldı. Bu eser hanbelî fıkhına ait olup Mühtasaru'l-Hırakî diye bili­nir. Pek çok alim ona şerh yazmıştır. Şerhlerin en muazzamı Şeyhülislâm Muvaffa-kuddin b.  Kudâme el-Makdisî'nin (r.h.) el-Muğm adh eseridir.

 

[557] Müslim, 580; Tirmizî, 294; Nesâî, 3/37; İbn Mâce, 913; Ahmed, 2/45, 73, 119, 131, 147.

[558] Ebu Davud, 957; Nesâî, 2/126, 127, 3/37; Ahmed, 4/318; tbn Mâce (özet olarak) 912. Senedi sahihtir.

[559] Müslim, 580. Arapça elli üç rakamı şu şekilde yazılır: 

[560] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/233-235.

[561] Beyhakî diyor ki: Hz. Peygamber'in (s.a.) rükûdan önce kunut okuduğu da sahihtir. Ancak rükûdan sonra kunut okuduğunu nakledenler daha çok oiup aynı zamanda daha hafız kimselerdir. Şu halde bu kabule daha elverişlidir. En meşhur ve çoğunluk rivayetlere göre Hulefâ-i Râsidîn bu yolda yürümüşlerdir.

[562] Müslim, 476. Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 46.

[563] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 34.

[564] Müslim, 588; Ebu Davud, 983; Nesâî, 3/58; İbn Mâce, 909; Ahmed, 2/237.

[565] Tirmizî, 3475; Ebu Davud, 1481; Nesâî, 3/44. Tirmizî: "Bu hadis sahihtir" diyor. Hadisi, Hâkim (1/218) sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır.

[566] Bir önceki dipnota bakınız.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/236-238.

[567] Hadis sahihtir. Tirmizî, 296; İbn Mâce, 919; tbn Huzeyme, 729; Hâkim, 1/230. Bu kaynaklardaki rivayet sağlam değilse de îbn Hibbân (669) başka bir yoldan Müslim'­in şartlarına uygun bir yolla rivayet etmiştir. Ayrıca bu konuda İbn Mâce'de (918, 920) Sehl b. Sa'd es-Sâidî ve Seleme b. Ekva'dan; Taberânî'de (Kebîr ve Evsafta, 2/32) Enes'den rivayet edilmiş hadisler vardır. Heysemî, Mecntau'z-Zevâitfde "Râ-vileri, Sahih râvileridir" diyor.

[568] Ahmed, 6/236; Ebu Davud, 1346; tbn Hibbân, 669; tsnâdı Müslim'in şartlarına göre sahihtir.

[569] Müslim, 582; Nesâî, 3/61; tbn Mâce, 915. Bu konuda pek çok hadis vardır. Müslim (581), Tirmizî (295), Ebu Davud (996), Nesâî ve ibn Mâce'nin (914) Abdullah b. Mes'ûd'dan rivayetlerine göre Allah Rasûlü (sa..) "esselâmu aleykum ve rahmetullah" diye sağına ve soluna selam verince (arkadan) yanağının beyazlığı görünürdü.

[570] Beyhakî, Sünen, 2/178. Hadis zayıftır.

[571] Aksine Züheyr b. Muhammed yoluyla yukarıda geçen Hz. Âİşe hadisinin —geçtiği üzere— takviye aldığı şâhid hadisler vardır. Hâkim, Müstedrek'te (1/231) senediyle Hz. Âişe'nin bir tek selâm verdiğini rivayet ettikten sonra: "Bu sened sahihtir" di­yor. Bu rivayeti, Bakî b. Mahled, zayıf senedle Müs/iccTinde nakletmiştir. İbn Hib

bân Sahih'inde, Ebu'l-Abbas es-Serrâc ise Müsned'inde bir başka senedle Hz. Âişe'-den rivayet ederler ki; Hz. Peygamber (s.a.) dokuz rekâthk vitir kıldığında ancak sekizinci rekâtta oturur. Allah'a hamdeder, O'nu zikreder, sonra dua edip selâm vermeden ayağa kalkar, dokuzuncu rekâtı kılar, oturur. Allah'ı zikreder, dua eder; sonra bir selâm verirdi. Sonra da oturduğu halde iki rekât namaz kılardı... Hadisin isnadı Müslim'in şartlarını taşımaktadır.

Şevkânî, NeylÜ'l-Evtâr'da (2/333) diyor ki: Bir tek selâm vermenin meşru olduğu görüşünü savunan; sahabeden îbn Ömer, Enes, Seleme b. Ekva', Hz.Âişe; tabiînden Hasan (el-Basrî), İbn Şîrîn, Ömer b. Abdülaziz; Mâlik, Evzâî, İmâmiyye, iki görü­şünden birine göre Şafiî... îki selâm vermenin meşruluğunu savunanlar ise ikincisinin vâcib olup olmadığında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Cumhur, müstehab olduğu görüşündedir. Nevevî, Müslim şerhinde "önemli âlimler yalnız bir kere selâm verme­nin vâcib olduğunda icmâ etmişlerdir." diyor. Tahâvî ve diğerleri, Hasan b. Salih'in her iki selâmı vâcib gördüğünü aktarıyorlar ki, bir rivayete göre Ahmed, Mâlik'in arkadaşlarından bazıları ve —İbn Abdüberr'in nakline göre— bazı Zahirîler de bu görüşü benimsemişlerdir.

[572] Amelü ehli'l-Medîne: Medinelilerin tatbikatı. İmam Mâlik ve taraftarlarmca şer'î de­lillerden biri olarak kabul edilmiştir. Şu mantıkla yola çıkarlar: Medine'de yerleşik bir âdet önceki nesilden aktarılmış, onlara da daha öncekilerden... aktarılmış demek­tir. Sonuçta Hz. Peygamber (s.a.) devrine kadar çıkar. O devirden beri değişmeden,ayrılık çıkmadan devam edegelen bu âdetten Hz. Peygamber'İn (s.a.) haberdar olma­sı lâzımdır. O halde H2. Peygamber (s.a.) bu âdeti kaldırmadığına göre takrir buyur­muşlar demektir. Bu ise takriri sünnet anlamını taşır. Sayıları mütevâtir haddine ula­şan bir halk kitlesi tarafından uygulana geldiği İçin de bu âdete aykırı bir haber-i vâhid kabul edilmez, reddedilir. Ancak sonraki devirlerde ortaya çıkan örf ve âdetle­re itibar edilmez.

[573] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/238-240.

[574] Buharî, 10/149, 43/10, 92/26; Müslim, 589; Ebu Davud, 880; Nesâî, 3/56, 57; Ah­med, 6/244. Hadisin sonunda deniyor ki: Hz. Peygamber (s.a.) bu duayı okuyunca adamın biri: "Ne de çok borçtan Allah'a sığmıyorsun!" dedi. Cevaben Hz. Peygam­ber (s.a.): "Kişi borçlanınca konuşsa yalan söyler, söz verse sözünden cayar." buyurdu.

[575] İbnü's-Sünnî, Amelu'l-Yevm ve'l-Leyle, s.2!'de Abdestin sonunda okuduğu dualar bölümünde kaydetmiştir. Senedi sahihtir. Nevevî, el-Ezkâr'da, abdestte okunan dua­lar bölümünde bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir. Tirmizî (3496) rivayet eder ki: Bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Gece yaptığın duayı işittim, kulağıma geldiğine göre şöyle diyordun..." demiş ve yukarıdaki dua metnini söylemiştir. Müellifin söylediği gibi bu duayı namaz duaları arasında kaydedene rast­lamadık.

[576] Tirmizî, 3404; Nesâî, 3/54; Ahmed, 4/125. Hadis zayıftır. Ahmed'in (4/123) bir başka rivayetine göre Hassan b. Atiyye anlatıyor: Şeddâd b. Evs bir yolculuk esna­sında bir yerde konakladı. Kölesine: "Getir usturayı, biraz onunla oyalanalım." de­di. Ona karşı geldim. Bunun üzerine dedi ki: "Müslüman olduğumdan beri —şu sözüm dışında— ne zaman konuşmuşsam mutlaka ölçülü, yerinde konuşmuşumdur. Bu sözleri benim aleyhime olacak şekilde hafızanızda saklamayın. Şimdi size söyle-ceklerimi iyi belleyin. Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu işitti: "İnsanlar altın ve gümüş biriktirip yığarken siz şu kelimeleri servet edinin..." Hz. Peygamber (s.a.) burada yukarıdaki duayı talim ediyor ve son cümle olarak duaya şu sözleri ilâve ediyor:   "Şüphesiz sen gözlere görünmeyenleri çok iyi bilirsin" Bu hadisin senedindeki râviler sikadır.

[577] Ahmed (6/209) bu metinle secde kaydıyla hadisi Hz. Âişe'den (r.anha) munkati se-nedle rivayet ediyor. Duayı ise Müslim (2722), Nesâî (8/260) ve Ahmed (4/371) bura-dakinden daha uzun bir şekilde Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) rivayet ediyorlar.

[578] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 99. Hadis sahihtir. Müslim (2699), Sa'd b. Ebî Vakkâs'-dan rivayet eder ki: Bir bedevi arap Allah RasûlÜ'ne (s.a.) gelir: "Bana okuyacağım bir dua öğret"der. O da:

"Yegâne Allah'tan başka tanrı yoktur; O'nun ortağı yoktur. Allah yüceler yüce­sidir. Allah'a çok hamdolsun. Âlemlerin Rabbi Allah her türlü eksiklikten münez­zehtir. Güç ve kuvvet Azîz ve Hakîm olan Allah'ındır" sözünü söylemesini tavsiye eder. Bedevi "Bu sözler Rabbim için. Ya benim için?" der. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber (s.a.):

"Allah'ım Beni bağışla. Bana merhamet et. Beni doğru yola ilet. Rızkımı ver." demesini öğütler.

[579] Buharı,  10/89; Müslim, 598.

[580] Ahmed, 5/280; Tirmizî, 357; Ebu Davud, 90. Senedi hasendir.

[581] Müellifin kaydettiği hadisin devamında İbn Huzeyme'nin Sahih'inde bu sözünü bula­madık. Herhalde başka bir yerinde olsa gerek. Şayet böyle dediği sabitse bu durum­da doğrudan uzaklaşmış demektir. Çünkü cerh ve ta'dîl kitaplarından anlaşılacağı üzere hadisin senedi hasen mertebesinden aşağı inmez.

[582] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/241-243.

[583] Ebu Davud, 4985, 4986; Ahmed, 5/394, 371. Senedi sahihtir.

[584] Nesâî, 7/6İ; Ahmed, 3/128, 199, 285. Senedi hasendir. Hâkim sahih, el-Irâkî ceyyid ve İbn Hacer hasen olduğunu söylemiştir. Yukarıda geçti. Bk. Ailesiyle Hoşgeçimi Konusundaki Tutumları bölümü.

[585] Yukarıda geçti. Bk. dipnot:  121.

[586] Buharı, 8/106, 78/18; Müslim, 543; Muvatta', 1/170; Ebu Davud, 917, Nesâî, 3/10.

[587] Ahmed, 3/493, 494; Nesâî, 2/229, 230; Beyhakî (2/263); Şeddâd b. el-Hâd anlatıyor: Allah Rasülü (s.a.) gündüz namazlarından birinde Hasan yahut Hüseyn'i yüklenmiş olarak evinden çıkıp mescide yanımıza geldi, öne geçip, çocuğu yere indirdi, sonra namaza başlama tekbiri aldı. Namaz kıldırmaya başladı. Namaz arasında bir secdeyi o kadar uzattı ki başımı kaldırıp baktım, ne göreyim, çocuk secde eden Allah Rasû-lü'nün (s.a.) sırtında değil mi! Secdeme döndüm. Allah Rasûlü (s.a.) namazı bitirince insanlar: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu namazında bir secde ettin, öyle uzattın ki, birşey oldu yahut sana vahiy geldi zannettik" dediler. Hz. Peygamber {s.a.): "Bunlardan hiçbiri olmadı. Fakat şu yavrum sırtıma bindi. İşini bitirsin diye acele etmeyi isteme­dim." dedi. Hadisin senedi sahihtir. Hâkim hadisi sahih saymış, Zehebî de ona katıl­mıştır. Bu konuda Ebu Hureyre'den Ahmed (2/513) hasen senedle bir hadis daha rivayet etmektedir.

[588] Tirmizî, 601; Ebu Davud, 922; Nesâî, 3/11; Ahmed, 6/183, 234. Senedi kuvvetlidir. 5Îî       Tirmizî hasen olduğunu söylemiştir.

[589] Müslim, 540; Ebu Davud, 966; Nesâî, 3/6; ibn Mâce,  1018.

[590] Ahmed, 3/138. Senedi sahihtir.

[591] Tirmizî, 367; Ebu Davud, 925; Nesâî, 3/5. Senedi hasendir. Ahmed, 2/10; İbn Mâ­ce, 1017. Bu kaynaklardaki sened sahihtir. İbn Huzeyme (888) sahih olduğunu söyle­miştir.

[592] Tirmizî,367;EbuDavud,927Senedisahihtir.Tirmizî:"Buhadishasen-sahihtir.diyor.                                                                                                                    

[593] Beyhakî, 2/260.  Senedinde sadûk ve vehimli bir râvi vardır.                         

[594] Dârakutnî, İ95; Ebu Davud, 944; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, 2/262. Tedlîs şüphesi vardır. Bk. Nasbu'r-Râye, 2/90, 91.

[595] et-Takrîb'de kaydedildiği üzere Ebu Gatafân sikadır. İşin aslı şudur: îbn Ebî Davud onun meçhul olduğunu iddia ederek tek kalmıştır. Kendisine sorulduğunda Dârakut-nî'nin de söylediği gibi îbn Ebî Davud hadis konusunda konuşurken çok hata yapan biridir, demiştir.

[596] Buharı, 8/22, 8/104, 21/10; Müslim, 512; Muvatta', 1/17; Ebu Davud, 712; Nesâî, 1/102; Ahmed, 6/44, 55, 148, 225, 255. Hz. Âişe diyor ki: "Ben, Allah Rasûlü'nün (s.a.) önünde ayaklarım onun kıblesinde olduğu halde uyurdum. Secde edeceği za­man eliyle bana dokunur, ben de ayaklarımı toplardım. Ayağa kalktığında tekrar uzatırdım. O günlerde evlerde lamba yoktu."

[597] Buharî, 21/10, 8/75, 59/11, 60/40, 65/2 (Sâd sûresi); Müslim, 541. Buharî'deki me­tin şöyledir: Hz. Peygambe r(s.a.) bir namaz kıldı ve buyurdu ki: "Bana şeytan sataştı, namazımı kesmeye çalıştı. Bunun üzerine Allah bana güç verdi onu kıskıvrak yakalayıp perişan ettim, içimden bir direğe bağlayıp sabah olduğunda size gösterme­yi kurdum. Ancak Süleyman'ın —selâm ona—: "Rabbim, benden sonra hiç kimseye nasib olmayacak bir hükümdarlık ver bana" diye dua ettiğini hatırladım. Bunun üzerine Allah onu defetti.

[598] Buharî, 11/26; Müslim, 544. Hz. Peygamber (s.a.) anlatılan gibi yaptıktan sonra: "Ey insanlar! Bunu bana uyasmız ve namazımı bilesiniz diye yaptım" buyurdu.

[599] Ebu Davud, 708. îsnâdı hasendir. Bu konuda İbn Huzeyme (827) ile Hâkim (1/254) sahih, senedle bir hadis rivayet etmektedirler.

[600] Ebu Davud, 716, 717; Nesâî, 2/65. Senedi hasendir.                     

[601] İbn Mâce, 948; Ahmed, 6/294. Senedi zayıftır.                             

[602] İbn Mâce, 948; Ahmed, 6/294. Senedi zayıftır.

[603] Nesâî, 3/137, 138; Ahmed, 2/159, 188. İsnadı sahihtir. Buharî ise temrîz sigasıyla ta'lîkan rivayet etmiştir (21/12).

[604] İbn Ebî Şeybe, Musannefinde ceyyid isnâdla ibn Abbas'ın "Namazda oflamak ko­nuşmadır", sahih isnâdla yine onun: "Namazda oflamak namazı bozar" dediğini rivayet eder. Beyhakî sahih isnâdla tbn Abbas'ın: "Namazda oflamanın konuşma olmasından korkulur" dediğini nakleder. Bk. el-Aynî, Umdetu'İ-Kârî, 7/292.

[605] Ahmed, 647; Nesâî, 3/12; İbn Huzeyme, 902. Hadis zayıftır.

[606] Buharî, 8/24; Müslim, 555 (60).

[607] Ebu Davud, 653; İbn Mâce, 1038; Ahmed, 2/174, 178, 179, 190, 206, 215. Senedi hasendir. Nesâî, '3/82; isnadı hasendir.

[608] Ebu Davud, 652. Senedi kuvvetlidir. Hâkim sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır. Ayrıca Beyhakî (2/432) de rivayet etmiştir.

[609] Buharî, 8/4; Müslim, 515 (277).

[610] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/243-248.

[611] Tirmin, 402; İbn Mâce, 1241; Ahmed, 3/472 ve 6/394; Beyhakî, 2/213. isnadı sahihtir.

[612] Dârakutnî, Sünen, 2/41. Senedi zayıftır.

[613] Beyhakî, es-Sünenü't-Kübrâ, 2/213. İsnadı hasendir.   

[614] Buharı,  14/7, 23/41, 64/38, 80/58; Müslim, 677; AhAd, 3/167, 255.

[615] Müslim, 678 (305, 306); Ebu Davud 1444; Tirmizî, 401;JNesâî, 2/202. Tirmizî: hadis hasen-sahihtir" diyor.                                       

[616] Ebu Davud, 1443; Ahmed, 1/301. İsnadı hasendir. Hâkim, Müstedrek'le (1/225) sa­hih saymış, Zehebî de ona katılmıştır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/249-251.

[617] Isrâ,  17/78.

[618] Hafız tbn Hacer, et-Takrîb'de Abdullah b. Saîd b. Ebî Saîd el-Makbûrî'nin metruk râvi olduğunu söylemiştir.

[619] Buharı ve Müslim.

[620] Buna şüphe İle bakılır. Zira hanefî âlimlerinden Allâme İbrahim el-Halebî, Şerhu'l-Kebîr adlı eserinde (s.420) diyor ki: Felâket zamanlarında kunut okumanın meşruiyeti devamlıdır ki, bu, Hz. Peygamber'den (s.a.) sonraki devirde kunut okuyan sahabîlerin kunut okuduğu mahaldir. Mezhebimizin — hanelilerin— görüşü budur. Çoğunluk da bu görüşü benimsemiştir. İmam Ebu Cafer Tahâvî: "Bize göre sabah namazında yal­nızca bir felaket durumu sözkonusu olmadığında kunut okunmaz. Bir fitne baş göste­rir yahut bir felâket olursa kunut okumanın sakıncası yoktur. Bu, Allah Rasülü'nün (s.a.) yaptığı bir şeydir." dedi.

Hafız İbn Hacer, ed-Dirâye'de (s. 117) diyor ki: Bu konudaki haberlerden şu sonuç elde edilir. Hz. Peygmaber (s.a.) yalnızca felâket zamanlarında kunut okurdu. Böyle olduğu hadislerde açıkça gelmiştir, tbn Hibbân'in Ebu Hureyre'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) sabah namazında sadece ya bir kavme dua etmek için ya da bir kavme beddua etmek İçin kunut okurdu, tbn Huzeyme (620) de Enes'ten buna benzer bir hadis rivayet etmektedir. Her iki rivayetin isnadı da sahihtir.

[621] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/251-253.

[622] Hadisi Tirmizî rivayet etmemiş, hadis yalnızca şu kaynaklarda rivayet edilmiştir: Ah­med, 3/162; Beyhakî, es-Sünenü't-Kübrâ, 2/201; Dârakutnî, 2/39; Tahâvî, s.143. Ha­dis zayıftır.

[623] A'râf, 7/172.

[624] Hâkim, Müstedrek, 2/323, 324. Rivayetin senedinde Ebu Cafer er-Râzi vardır. Yuka­rıda geçtiği üzere zayıf râvidir. Bu yüzden Hafız tbn Kesîr, Tefsîr'inde (3/114) diyor ki: Bu rivayet sem derece garîb ve münkerdir. Herhalde Israiliyâttandır. Hâkim ve Zehebî sahih saymakla hata etmişlerdir.

[625] Meryem,  19/19.

[626] Rûm, 30/26.

[627] Zümer, 39/9.

[628] Tahrîm, 66/12.                                                                                                    

[629] Müslim, 756; Tirmizî, 387; İbn Mâce, 142; Nesâî, 5/58; Ahmed, 3/302, 391,

[630] Bakara, 2/238.

[631] Buharî, 21/2, 65/43; Müslim, 539; Tirmizî, 405 ve 2989; Ebu Davud, 949; Nesat,

[632] Bk. dipnot: 45.                                                                                

[633] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/253-256.

[634] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 4.

[635] Buharı, 15/2, 56/98, 60/19, 65/9 (Âl-İ tmrân), 65/21 (Nisa), 78/110, 80/58, 89/1; Müslim, 675;Nesâî, 2/201; Îbn Mâce, 1244; Ebu Davud,  İ442.

[636] Ebu Davud, 1443; Ahmed, 1/301. İsnadı hasendir. Bk. dipnot: 6.

[637] Râvileri sikadır. Ancak Muhammed b. Enes, sadık bir râvi olmakla birlikte garîb rivayetlerde bulunur. Hadisi, Heysemî Mecmau'z-Zevâid'de (2/138) Taberânî'nin Ev-sat'ınûan aktarıp "Râvileri sikadır" demiştir.

[638] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 4.

[639] Müslim, 756. Bk. dipnot:  18.

[640] Buharî,  10/140; Müslim, 472; Ahmed, 3/226.

[641] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/256-261.

[642] Tirmizî, 464; Ebu Davud, 1425; îbn Mâce, 1178; Nesâî, 3/248; Ahmed, 1/199, 200; Dârimî, 1/373; Tayâlisî, 1/101. isnadı sahihtir. Hâkim (3/172) sahih olduğunu söyle­miştir. Tirmizî diyor ki: Bu hadis hasendir; yalnızca bu senedle Ebu'l-Havrâ es-Sa'dî -Rabiâ b. Şeybân hadisi olarak bilmekteyiz. Vitirde kunut okumak konusunda Hz. Peygamber'den (s.a.) bundan daha hasen bir rivayet geldiğini bilmiyoruz, ilim adam­ları vitirde kunut okunup okunmayacağında görüş ayrılığına düştüler. Abdullah b.Mes'-ûd bütün sene boyunca vitirde kunut okunacağı görüşünü savunup kunutun rükûdan önce olmasını tercih etti. Bazı ilim adamSarı da bu görüştedirler. Süfyân es-Sevrî, İbnü'l-Mübârek, Ishak ve Kûfeliler (Ebû Hanîfe ve arkadaşları) bu görüşü benimse­mişlerdir.

Duanın tercümesi yukarıda geçti. Bk. dipnot: 8.

[643] Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 2/209. Bu ilâve hasendir.

[644] tsnâdı zayıftır.

[645] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/261-263.

[646] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/263.

[647] Buharı, 8/31, 8/32, 22/2, 83/15, 95/1; Müslim, 572; Tirmizî, 392; Ebu Davud, 1020; Nesâî, 3/29,lbn MĞce,211. Abdullah b. Mes'ûd anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) namaz küdınyordu.(Râvi İbrahim diyor ki, namazda bir ilâve veya noksan yaptı). Selâm ve­rince Hz, Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Namazda bir değişiklik mi oldu?" diye sordular. "Ne oldu ki?" diye karşılık verdi. Namazı şöyle şöyle kıldın, demeleri üzerine ayaklarını kıvırdı, kıbleye yöneldi, iki secde yaptı, sonra selâm verdi, ardından bize doğru yüzünü çevirdi ve: "Namazda bir

değişiklik olsaydı size haber verirdim. Ancak ben de bir insanım. Sizin gibi ben de unuturum. Unuttuğumda bana hatırlatı­nız. Herhangi biriniz namazında şüphe ederse doğruyu araştırsın, ona göre namazını tamamlasın, sonra secde yapsın" buyurdu. Ancak Tirmizî'deki metin şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.) öğle namazını beş rekât kıldırdı. Bunun üzerine: "Namaza İlâve mi edildi!" diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.) selâm verdikten sonra iki secde yaptı.

[648] Muvatta, 1/100. İsnadı munkatı'dır. îbn Abdilber diyor kî: Bu hadisin Hz. Peygam-ber'den (s.a.) bu sened dışında ne müsned, ne maktu olarak rivayet edildiğini biliyo­rum. Bu hadis, Muvatta'âa bulunup da ondan başka kaynaklarda ne müsned, ne mürset olarak bulunan dört hadisten biridir.

[649] Buharı, 22/2, 22/5, 10/146, I0/I47, 83/15; Müslim, 570 (85, 86); Tirmizî, 391; Ebu Davud,  1034; Nesâî, 3/19; İbn Mâce,  1206, 1207.

[650] Ahmed, Müsned, 4/247;Ebu Davud,  1037; Tirmiri, 364, 365.

[651] Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 2/344, İsnadı sahihtir.

[652] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/265-267.

[653] Buharî, 8/88; Müslim, 573. Ebu Hureyre anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) bize bir defa­sında zevalden güneş batımına kadar olan vakitteki namazlarda birini -ya öğleyi, ya ikindiyi- kıldırırken İki rekâtta selam verdi. Sonra mescidin kıblesindekî bir hurma gövdesine geldi, öfkeli bir şekilde ona dayandı. Cemaatın arasında Hz. Ebu

Bekir ve Hz. Ömer de vardı. Her ikisi de konuşmaktan çekindiler. İnsanlar hi2İa çıkıp gitti­ler. Birbirlerine: "Namaz kısaldı" dediler. Zülyedeyn ayağa kalktı, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Namaz kısaldı mı, yoksa unuttun mu? diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.) bir sağa, bir sola baktı ve "Zülyedeyn ne diyor?" diye oradakilere sordu. "Doğru söyledi. Yalnız iki rekât kıldırdın." dediler. Bunun üzerine, Hz. Pey­gamber (s.a.) iki rekât daha kıldırdı, selâm verdi, sonra tekbir aldı, sonra secde etti, sonra tekbir aldı, başını kaldırdı, sonra tekbir aldı secde etti. Sonra tekbir aldt, başını kaldırdı.

[654] Tirmizî 395; Ebu Davud, 1039; Nesâî, 3/26. Hafız İbn Hacer, Fethu'l-Bârrde bu hadisi kaydedip Tirmizî'nin hasen garîb dediğini yazdıktan sonra şöyle diyor: Hâkim: "Bu hadis, Buharı ve Müslim'in şartlarına göre sahihtir" dedi. Beyhakî, tbn Abdil-ber, v.s. ise zayıf saydılar. Burada Eş'as'ın hafızlara aykırı olarak İbn Sîrîn'den yaptı­ğı bu rivayeti kusurlu buldular. Çünkü bilinen o ki, tbn Sîrîn'in İmrân'dan rivayet ettiği hadiste teşehhüd geçmiyor. Serrâc, Seleme yoluyla bu olay hakkında Alkame*-den şunları rivayet eder: îbn Sîrîn'e: "Peki teşehhüd?" diye sordum. "Teşehhüd ko­nusunda birşey işitmedim" dedi. Aynı şekilde bu senedle Hâlid el-Hazzâ'nın tmrân'dan rivayet ettiği sağlam hadiste -Müslim'in rivayetine göre- teşehhüd anümamaktadır. Şu halde Eş'as'ın ilâvesi şâz demektir. Bu yüzden İbnü'l-Münzir diyor ki: Sehiv secdesin­de teşehhüd okunduğunun sabit olacağını sanmıyorum. Ancak sehiv secdesinde teşeh­hüd olduğuna dair İbn Mes'ûd'dan Ebu Davud ve Nesâî'de; Muğîre'den Beyhakî'de rivayet vardır. Her iki rivayetin isnadında da zayıflık vardır. Teşehhüd konusundaki bu üç hadis birleştiğinde hasen derecesine yükselir, denilebilir. Alâî: "Bu uzak değil­dir, ibn Ebî Şeybe tarafından sahih senedle tbn Mes'ûd'un sözü olarak rivayet edilmiştir" diyor.

[655] Ahmed, Müsned, 6/401; Ebu Davud,  1023, İsnadı sahihtir.

[656] Buharı, 22/2; Müslim, 572(91). Müslim'de son cümle "...cevap vermeleri üzerine iki secde yaptı, sonra selâm verdi"seklindedir,

[657] Müslim, 574.

[658] Müslim, 574; Ebu Davud,  1018; Nesâî, 3/26; İbn Mâce,  1275.

[659] Müslim, 571; Tirmizî, 396; Ebu Davud,  1024; Nesâî, 3/27;  İbn Mâce, 1210

[660] Ahmed, 1/190; Tirmizî, 398; İbn Mâce, 1209; Beyhakî, 2/332; Tahâvî, 1/43: Râvileri sikadır. Hâkim (1/324) sahih saymış, Zehebî de ona mavafakat etmiştir.

[661] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/267-270.

[662] Yukarıda geçti. Bk. dipnot:   12.

[663] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/270-271.

[664] Ahmed, Müsned, 4/3; Nesâî, 3/29; Ebu Davud, 990. Senedi hasendir.

[665] Buharî, 8/15, 77/93; Ahmed, 3/151, 283.

[666] Buharı, 8/14,  10/93, 77/19; Müslim, 556; Ebu Davud, 914; Nesâî, 2/72; Ahmed, 6/37, 46,  177,  199, 208.

[667] Buharı  16/9,10;  Müslim, 904(10); Ahmed, 3/318, 2/188, 4/245; Nesâî, 3/149.

[668] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/271-272.

[669] Müslim, 591 (135); Tirmizî, 300; Ebu Davud, 1513; Nesâî, 3/68; İbn Mâce, 928; Ah­med, Müsned, 5/275, 279.  Ayrıca Müslim,  592.

[670] Buharı, 10/159; Mpslim, 707; Ebu Davud, 1042; Nesâî, 3/81; Ahmed, Müsned, 1/383, 429, 464. Müslim'deki

metin şöyledir: "Allah Rasülünün (s.a.) çoğunlukla solundan çıkıp gittiğini gördüm."

[671] Müslim, 708; Nesâî, 3/81.

[672] tbn Mâce, 931; Ahmed, Müsned, 2/174, 190, 215. Müsned'deki metin şöyledir: "Al­lah Rasûtü'nün (s.a.) hem sağından ve hem solundan çıkıp gittiğini gördüm. Hem yalın ayak, hem ayakkabı ile namaz kıldığını gördüm. Hem ayakta, hem oturarak su içtiğini gördüm." İsnadı hasendir. Bu konuda Nesâî (3/82), Tirmizî (201), Ebu

Davud (1041) ve İbn Mâce (929) hasen senedle hadis rivayet etmektedirler.

[673] Müslim, 670; Nesâî, 3/80, 81. İsnadı hasendir.

[674] Buharı, 10/155, 80/15, 81/22, 82/12, 97/3; Müslim, 593 (137); Ebu Davud,  1505; Nesâî, 3/70, 71.

[675] Müslim, 594 (139); Ebu Davud,  1506; Nesâî, 30/69, 70.

[676] Ebu Davud,  1509; Tirmizî, 3419. İsnadı sahihtir.

[677] Müslim, 771  (201, 202).

[678] Ebu Davud,  1508; Ahmed, 4/369, Senedi zayıftır

[679] Müslim, 597 (146).

[680] Müslim, 596 (144,  145); Nesâî, 3/75; Tirmizî, 3409.

[681] Tirmizî, 3410; Nesâî, 3/76. Tirmizî: "Hadis, hasen-sahihtir" diyor. Nesâî'nin (3/76) bu konuda kuvvetli senedle bir başka rivayeti daha vardır.

[682] Nesâî, 3/52, 3/74; Tirmizî, 3407; Ebu Davud, 5075. İsnadı sahihtir.

[683] Müslim, 595 (143).

[684] Tirmizî, 3470; Ahmed, 4/227. Seneddeki Şehr b.  Havşeb'ten dolayı hadis zayıftır. Ancak Ahmed (4/60), Ebu

Davud (5077) ve îbn Mâce'nin (3867) bu anlamda rivayet ettikleri bir hadis hasen; yine bu anlamda Ahmed'in

(5/420) Ebu Eyyûb'dan rivayet ettiği hadis sahihtir.

[685] Ahmed, 6/298. Hadis zayıftır. Ancak birinci kısmını Buharî (80/11) ve Müslim (2727) şu şekilde rivayet etmişlerdir. Hz. Ali anlatıyor: Hz. Fatima'nın değirmende un öğüt­mekten elleri rahatsızlanmıştı. Bu sırada Hz. Peygamber'e (s.a.) bir esir gelmişti. Hz. Fatıma babasına gitti; O'nu bulamadı. Hz. Âişe ile karşılaştı. Durumu ona anlattı. Hz. Peygamber (s.a.) gelince Hz. Âişe, Hz. Fatıma'nın kendisine geldiğini haber ver­di. Hz. Peygamber (s.a.) bize geldi. Geldiğinde yataklarımıza yatmıştık. Derhal kalk­mak için hamle yaptık. Fakat Hz. Peygamber (s.a.): "Yerinizde kalın" dedi. Aramıza oturdu, öyle kî ayağının soğukluğunu göğsümde hissettim. Sonra şöyle buyurdu: "Şimdi size istediğinizden daha hayırlı birşey öğreteceğim. Yatağınıza yattığınızda 34 kere tek­bir, 33 kere teşbih ve 33 kere tahmid getirirseniz bu sizin için hizmetçiden daha hayır­lıdır. " Hadisin ikinci kısmına ise hemen sonra gelen hadis şahit olur.

[686] Mevâridu'z-Zam'ân 2341; Ahmed, 5/415. Yalnız bir râvisi tartışmalıdır; ancak yuka­rıda geçen Ümmü Seleme hadisi ile Münzirî'nin et-Tergîb'de (1/269): "İsnadı hasendir" dediği, Taberânî tarafından rivayet edilen hadis buna destek sağlar.

[687] îbn Hibbân, 541. Hadis zayıftır. Bu rivayette Kâ'b: "Hz. Musa'ya denizi yarıp açan Allah'a yemin ederim ki, biz Tevrat'ta Davud Peygamber'in (a.s.) namazdan ayrıldı­ğında şöyle dediğini buluyoruz..." diyor ve yukarıdaki duayı söylüyor. Sahih-i Müs­lim'de (2720), Hz. Peygamber'in (s.a.) söylediği kaydı getirilmeden buna benzer bir rivayet Ebu Hureyre'den aktarılmıştır.                                                          

[688] Hâkim,-3/462. Senedi zayıftır. İbnü's-Sünnî'de (114) Ebu Ümâme'den bu konuda

zayıf senedle bir hadis rivayet ediliyor.

[689] tbn Hibbân, 2341; Ebu Davud, 5079. Hadis zayıftır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/273-280.

[690] Ibn Hibbân, Muhammed b. Hımyer -Muhammed b. Ziyad el-Elhânî -Ebû Ümâme senediyle rivayet etmektedir. Sened sahihtir. Münzirî, et-Terğîb'de (2/261) diyor ki: Hadisi Nesâî ve Taberânî, değişik senedlerle rivayet etmişlerdir. Bunlardan birisi sa­hihtir. Üstadımız Ebu'l-Hasen, "Buharî'nin şartına uygundur" diyor, îbn Hibbân, Kitâbu's-Saiât'ta rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir. Taberânî, senedlerden birindeki rivayette "ve kim Kulhüvallahu ahad sûresini okursa" ilâvesini getiriyor. Bu ilâve ceyyiddir. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (10/102) diyor ki: Bu hadisi Tabe­rânî, Kebîr ve Evsat'ta —biri ceyyid— değişik senedlerle rivayet etmiştir. Ebu Ümâme hadisini tbnü's-Sünnî (120) ve Muğîre b.Şu'be hadisini Ebu Nuaym (Hıiye, 3/121) hasen senedle.rivayet etmiştir.

[691] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 2/148. Diyor ki: Hadisi Taberânî Kebîr'de rivayet etmiş­tir; isnadı hasendir.

[692] Ahmed, 4/211; Ebu Davud, 1523; Tirmiri, 2905; Nesâî, 3/68; İbn Hibbân, 2347; Hâkim, 1/253. Hâkim hadisi sahih saymış, Zehebî'de ona katılmıştır. Dedikleri gibidir.

[693] Heysemî, a.g.e.,  10/102. Zayıftır.

[694] Ebu Davud,  1522; nesâî, 3/53. tsnâdı sahihtir, tbn Hibbân (2345) sahih oldugjınu söylemiştir.

[695] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/280-282.

[696] Sütre: Açık alanda namaz kılarken, önünden insan, hayvan vb. varlıkların geçmesi mümkün olan yerlerde namaz kılanın, namaz kıldığına alâmet olmak üzere secde ede­ceği yerin az ötesine diktiği değnek, mızrak vb, şey

[697] Buharî,  1/479.

[698] Ebu Davud, 689; İbn Mâce, 943. senedi zayıftır.

[699] Müslim, 510; Tirmizî, 338; Ebu Davud, 702; Nesâî, 2/63; İbn Mâce, 952. Ebu Zer anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) "Herhangi biriniz namaza duracağı zaman eğer (semer/ kaşı gibi birşey de olsa önüne bir sütre, önünde eğer kaşı gibi birşey bulunmazsa onun namazını eşek, kadın ve siyah köpek keser. " buyurdu. Ebu Zerr'i dinleyen râvi diyor ki: "Ey Ebu Zer! Siyah köpeğin, kızıl köpekten, san köpekten ne farkı vardır ki?" diye sordum. "A yeğenim! Ben de senin gibi bunu Allah Rasuİü'ne (s.a.) sor­dum: Siyah köpek şeytandır, buyurdu" dedi.

[700] Müslim, 511; İbn Mâce, 950. Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) buyurdular ki;  "Namazı kadın, eşek ve köpek keser. Eğer kaşı gibi birşey bundan korur."

[701] Ebu Davud, 703; İbn Mâce, 949. tbn Abbas'm rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.):

"Siyah köpek ve aybaşılı kadın namazı keser" buyurmuştur. Ebu Davud diyor ki: Hadisi Şu'be merfû1 olarak rivayet etmiştir. Yani bu hadis Katâde'nİn öğrencilerinden yalnızca Şu'be tarafından Hz. Peygamber'in sözü olarak aktarılmıştır. Saîd ve Hişâm gibi diğer öğrencileri İse İbn Abbas'm sözü olarak (mevkuf) rivayet etmişlerdir.

[702] İbn Mâce, 951. Abdullah b. Mugaffel Hz. Peygamber'in (s.a.) "Namazı, kadın, kö­pek ve eşek keser" buyurduğunu aktarır. Ancak senedde zayıflık vardır.

[703] Buharı, 8/105; Müslim, 512 (270). Hz. Âişe'nin yanında namazı kesen şeyler olarak köpek, eşek ve kadın sayılınca Hz. Âişe: "Bizi eşeklere, köpeklere benzeniniz. Valla­hi, ben Hz. Peygamber'in (s.a.) kıblesi tarafında divan üzerinde yatarken O'nun na­maz kıldığını gördüm" dedi. Mâlik (Muvatta, 1/155, 156), Buharı (8/90) ve Müslim'in (504) rivayetlerine göre îbn Abbas şöyle anlatıyor: "Bir dişi eşek üzerinde geldim. O günler ergenlik çağıma yaklaşmıştım. Allah Rasûlü (s.a.) insanlara Mina'da namaz kıldırıyordu. Saflardan birinin Önünden geçtim; indim eşeği otlaması için salıverdim. Safa katıldım. Hiç kimse bundan dolayı bana bir şey demedi." Ebu Davud (719), Dârakutnî (s. 141) ve Beyhakî (2/178) Ebu Saîd'den rivayet ederler ki, Allah Rasûlü (s.a.): "Namazı hiçbir şey kesmez. Mümkün olduğunca önünüzden geçeni engelieme-ye çalışın. Çünkü o şeytandır." buyurdu. Bu hadis zayıfsa da Dârakutnî'nin (s. 141) Ebu Ümâme'den naklettiği: "Namazı hiçbir şey kesmez" şeklindeki hasen hadisle kuvvet kazanır. (Bk. Heysemî, Mecmau 'z-Zevâid, 2/62; Taberânî'nin Kebîr'mden naklen). Yine Dârakutnî'nin Ebu HureyreMen rivayet ettiği: "Kişinin namazını kadın, köpek ve eşek kesmez. Önünden geçeni mümkün olduğunca engelle." hadisi ve Enes'ten rivayet ettiği: "Namazı hiçbir şey kesmez"   hadisi sayesinde güç kazanır. Bu şâhid hadisler birbirlerini takviye ederek bu hadise güç katarlar. Hafız İbn Hacer diyor ki: Saîd b.Mansûr, sahih isnâdla Hz. Ali, Hz. Osman, vs. sahabeden buna benzer ifadeleri, onların sözü (mevkuf) olarak rivayet etmiştir. Muvatta'da (1/156) sahih se-nedle rivayet edildiğine göre, Abdullah b.

Ömer: "Namazı, namaz kılanın önünden geçen hiçbir şey kesmez" derdi. Bu naslarda, sahabe ve onlardan sonra gelen ilim adamlarının çoğunluğunun, namaz kılanın önünden geçen hiçbir şeyin namazı kesme­yeceği yolundaki görüşlerini ispatlayan delil vardır. Bu görüş Hz.Ali, Hz. Osman ve İbn Ömer'in görüşüdür. Aynı zamanda İbnü'l-Müseyyeb, Şa'bî ve Urve gibi tabiîler; Mâlik, Sevrî, Şâfİî ve re'yciler (Ebu Hanife ve taraftarları) da bu görüştedirler. İmam Ahmed ise: "Siyah köpek namazı keser. Kadın ve eşek konusunda kalbimde bir tered­düt vardır" diyor.

[704] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/282-283.

[705]

[706] Buharı, 19/34, 19/25, 19/29, 11/39; Müslim, 729; Tirmizî, 433; Ebu Davud, 1252; Nesâî, 2/119; Muvatta,   1/166, Ahmed, 2/117.

[707] Müslim, 834/297, 835/299. Bu rivayette Hz. Âişe: "Allah Rasûlü (s.a.) benim yanım­da ikindiden sonra İki rekât kılmayı asla terketmedi." diyor.

[708] Buharı,  19/34; Ebu Davud,  1253; Nesâî, 3/256

[709] Ahmed, Müsned,  3/411; Tirmizî, 478; Tayâiisî,  1/113. İsnadı hasendiri

[710] Tirmizî, 426.  tsnâdı hasendir.                                                                  

[711] İbn Mâce,  1158. Bir önceki hadis sebebiyle hasendir (hasen ligayrihi)

[712] Tirmizî, 424. Senedi hasendir.                                                                 

[713] İbn Mâce,  1156. Senedinde yalnız bir zayıf râvi vardır.                       

[714] Müslim, 728; Tirmizî, 415; Ebu Davud, 1250; Nesâî, 3/261; İbn Mâce,  1141; İbn Hıbbân, 614. İbn Hibbân hadisin sahih olduğunu, Tirmizî ise hasen-sah!h olduğunu söylemiştir.

[715] İbn Mâce,  1140; Tirmizî, 414; Nesâî, 3/260, 261.  Senedi hasendir.

[716] İbn Mâce,  1142;  Nesaî, 3/264. Senedi hasendir.

[717] Ahmed, Müsned,   1/85, 142, 143,  146; Tirmizî, 595, 596; İbn Mâce, 1161. Tirmizî diyor ki: Bu hadis hasendir. ishak b.Rahûyeh: "Hz. Peygamber'in (s.a.) nafile na­mazları konusunda rivayet edilen en hasen hadis budur" demiştir.

[718] Ahmed, Müsned, 2/117; Tirmizî, 430; Ebu Davud, 1271. Senedi hasendir. İbn Hib­bân (616), bu hadisi sahih saymıştır.

[719] Buharî, 19/35, 96/27 ; Ebu Davud, 1281; Ahmed, Müsned, 5/55; Müslim, 838 (304).

[720] Akşam namazından önce namaz kılma konusunda farklı rivayetler gelmiş, ancak ince­lendiğinde kılındığı yolundaki rivayetlerin daha sağlam ve daha çok olduğu görülür. Biz şimdi bunlardan bir kısmını sunacağız:

a)  Hz. Peygamber (s.a.) üç kere: "Her iki ezan (yani ezanla kamet) arasında bir (sün­net, nafile) namaz vardır" buyurdu, üçüncüsünde "Dileyen kılar" dedi (Buharî, 19/35, 10/14, 10/16; Müsüm, 838/304).

b)  Mersed b. Abdullah el-Yezenî anlatıyor: Ukbe b. Âmir el-Cühenî'ye geldim ve: "Şu Ebu Temim'e şaşmaz mısın, akşam namazından önce iki rekât kılıyor?!" dedim. Ukbe: "Allah Rasûlü (s.a.) hayatta iken biz de kılardık" deyince ben: "Peki şimdi seni alıkoyan ne?" diye sordum.  "İş güç" cevabını verdi. (Buhari, 19/35).

c)  Muhtar b. Fülfül anlatıyor: Enes b. Mâlik'e ikindiden sonra nafile kılmanın hük­münü sordum, "Hz. Ömer ikindiden sonra kılınan bir namazdan dolayı ellere vurur­du. Bİz Allah Rasûlü (s.a.) devrinde güneş battıktan sonra akşam namazından önce iki rekât kılardık" diye karşılık verdi. Ben: "Allah Rasûlü (s.a.) bu İki rekât namazı kılar mıydı?" diye sorunca: "O, bizim kıldığımızı görürdü; ama bize ne emrederdi, ne de bizi ondan menederdî" cevabım verdi. (Müslim, 836/302).

d)  Enes b. Mâlik diyor ki: Biz Medine'de iken müezzin akşam ezanını.okuyunca, cemaat direklere koşuşurlar iki rekât namaz kılarlardı, öyle ki, mescide giren bir ya­bancı bu namazı kılanların çokluğundan akşam namazının kılındığı zanmna kapılırdı (Müsüm, 837/303).

e) tbn Hibban (617), sahih bir isnâdla şu hadisi rivayet eder: Allah Rasûlü (s.a.) ak­şam namazından önce iki rekât namaz kıldı.

0 Ebu Umâme diyor ki: Biz Allah Rasûlü (s.a.) zamanında akşamdan ince iki rekât kılmayı terketmezdik.

Bu hadislere aykırı olarak gelen hadisler de vardır. Ancak yukarıda da belirttiğimiz üzere bunlar diğer hadisler kadar güçlü değildir:

a) İbn Ömer'e akşamdan önce iki rekât namaz kılma konusu sorulunca: "Aİlah Rasû­lü (s.a.) devrinden bu iki rekâtı kılan hiç kimse görmedim, ikindiden sonra iki rekât kılmaya ruhsat vermiştir." dedi (Ebu Davud). Hadis ihtilaflıdır.

b) Abdullah b. Büreyde, babası Büreyde'den naklen Allah Rasûlü'nün (s.a.) "Akşam dışında her iki ezan arasında bir İki rekâtlık namaz vardır" buyurduğunu nakîeder (Dârakutnî, Beyhakî). Hadis zayıftır. Geniş bilgi için bk. el-

Aynî, Umdetu'l-Kâfi, c.VII, s.246.

[721] Ahmed, Müsned, 5/428; Ibn Mâce, 1165. İsnadı kuvvetlidir. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'öc (2/229, 230) kaydediyor ve: "Ahmed rivayet etmiştir. Râvîleri sikadır" di­yor.

[722] Münzirî, et-Tergîb'de (1/205) zikretmiş ve bir başka rivayette "iki rekât" yerine "dört rekât" şeklinde geldiğine dikkat çekip "Bu hadisi Razîn kaydetmiştir. Temel kaynak­larda göremedim." demiştir. Mekhûl, tabiînden olduğu için hadis mürseldir.

[723] Nesâî, 3/198; Tirmizî, 604; Ebu Davud, 1300. Senedinde yalnız bir meçhul râvi vltrsa da yukarıda (bk. dipnot: 17) geçen hadis bunu destekler. İbn Mâce'nin rivâyetj ettiği Râfi' b. Hadîc hadisi ise metruktür.

[724] Buharî, 19/29; Müslim, 729 (104); Mâlik, 1/166; Ebu Davud, 1252; Nesâî, 2/119; Tirmizî, 433, 434.

[725] Müslim, 730 (105).

[726] Buharî, 10/12; Müslim, 723 (87). Hafsa diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) müezzin sabah ezanını bitirince ve ortalık ağannca, sabahın farzı kılınmadan önce kısa iki rekât na­maz kılardı.

[727] Buharî,  11/39; Müslim, 882 (70, 71, 72).

[728] Buharî, 96/3,  10/80, 78/75; Müslim, 781 (213).

[729] Buharı", 18/11; Müsüm, 694 (16).

[730] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/285-292.

[731] Tirmizî, 2896; Hâkim, Müstedrek, 1/566. Hadis zayıftır. Ancak "Kulhüvallahu ahad, Kur'an'ın üçte birine denktir" kısmı, Buharı ve Müslim'in So/i/Vilerİnde rivayet edil­miştir. "Kul ya eyyühe'l-kâfirûn, Kur'an'ın dörtte birine denktir" kısmı ise Hâkim (1/566) ve Taberânî (et-Mu'çemu'l-Kebîr, 3/203) tarafından rivayet edilmiştir. Bu ri­vayet zayıfsa da Ahmed (3/146, 147) ve Tirmizî'nin (2897) Enes'ten rivayet ettikleri ve Taberânî'nin (Sagîr, s.32) Sa'd b. Ebî Vakkas'tan naklettiği hadisler buna destek sağlar, bunlar sayesinde sıhhat kazanır, kuvvet bulur.

[732] Günümüzde alkollü içkiler, uyuşturucular, sigara vb. şeylerin zararlı olduklarını bile bile içenleri burada hatırlamak yerinde olur,

[733] Müslim,  1218.

[734] Sabahın sünnetinde okuduğu rivayeti: Müslim, 726; Ebu Davud, 1256; Nesâî, 2/155, 156. Vitirde okuduğu rivayeti: Tirmizî, 462; Nesâî, 3/136. Senedi hasendir. Ayrıca bu İkincisini .Nesâî, (3/245) Hz.Âişe'den sahih İsnâdla rivayet etmiştir ki bu hadisi Hâkim (1/305) sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır.

[735] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/292-294.

[736] Buhari, 19/23; Müslim, 736 (121, 122); Ebu Davud, 1262; îbn Mâce, 1198; Ahmed, 6/121,  133.

[737] Tirmizî, 420; Ebu Davud, 1261; Ibn Mâce,  1199; Ahmed, 2/415. İsnadı hasendir. İbn Huzeyme (1120) ve İbn Hibbân (612) ise sahih saymıştır.

[738] Abdürrezzak, MusanneJ, 3/42, 44.

[739] Mâlik, Muvatta, 1/120; Müslim, 736 (121). Muvatta'da. îbn Şihâb'dan gelen metin şöyledir: "Allah Rasûîü (s.a.) bîri vitir olmak üzere gece on bir rekât namaz kılardı. Bitirince sağ yanı üzerine yatardı."

[740] Müslim, 736(122).

[741] Müslim. 736(121); Muvatta,  1/120.

[742] Hafız ibn Hacer, Fethu't-Bâri (3/36)'de diyor ki: Müslim'in, Mâlik-Zührî (îrin Şi-hâb)-Urve-Âişe yoluyla rivayet ettiği; "Hz. Peygamber (s.a.) vitirden sonra yatardı" hadisinin naklinde Urve'den rivayette bulunan Zühri'iün talebeleri, Mâlik'e muhalefet etmişler ve yatma işinin sabah namazından sonra olduğunu belirtmişlerdir. Doğru olan da budur. Bu hadisle yatmanın müstehab olmadığım isbatlamaya çalışanlar isabet et­memişlerdir.

[743] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/294-297.

[744] İsrâ,  17/79.

[745] Müzzemmil, 73/1.

[746] Enbiyâ, 21/3.

[747] Bu rivayeti, Suyûtî, ed-Durru 'l-Mensûr'da (4/196) kaydetmiş ve fazla olarak İbn Cerîr (15/143), Muhammed b. Nasr ve Beyhakî'nin (Detöil'de) de rivayet ettiğini belirtmiştir.

[748] Suyûtî, a.g.e., 4/196. Muhammed b. Nasr'dan aktarıyor.

[749] Ahmed, Müsned, 5/255. İsnadı hasendir. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr'da (4/196, 197) kaydetmiş ve fazla olarak Tayâlisî,  tbn Nasr, Taberânî, İbn Merdûyeh, Beyhakî (Şu'abu'l-îmân) ve Hatîb'in (Tarih) rivayet ettiğini belirtmiştir.

[750] Müslim, 746.

[751] Ebu Davud, 1431. İsnadı sahihtir. İbn Mâce, 1188; Tirmizî, 465; Ahmed, Müsned, 3/41, 44; Beyhakî, 2/480. Hâkim (1/302) hadisi sahih saymış, Zehebî de ona muvafa­kat etmiştir.

[752] Ancak bu illetli bulma, Tirmizî ve tbn Mâce'deki senede yöneltilebilir. Ebu Davud, Hâkim ve Beyhakî'deki sened ise sahihtir. Çünkü bunlar şu senedle rivayet etmişler­dir: Ebu Gassân - Muhammed b. Mutarrif el-Medenî - Zeyd b.Eşlem - Atâ b.Yesâr -Ebu Saîd el-Hu'dri. Bu ise sahih bir seneddir.

[753] Tirmizî, 466.

[754] İbn Mâce,   1189; Müsüm, 754 (160)

[755] Buharî,  19/16, 31/1; Müslim, 738(125); Tirmizî, 439; Nesâî, 3/234.

[756] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/299-301.

[757] Buharî, 19/10; Müslim, 737(123). Buharî'deki metin şöyledir: "Hz.Peygamber (s.a.) gece, bir rekâtı vitir, ikisi sabahın sünneti olmak üzere toplam on üç rekât namaz kılardı."

[758] Müslim, 737(124). Buharî ise bundan önceki hadiste geçtiği üzere bu hadisin anlamım rivayet etmiştir.

[759] Buharî,  19/28.

[760] Müslim, 738(128). Bu metinle rivayet eden Müslim'dir

[761] Buharî,  19/10; Müslim, 764(194); Tirmizî, 442.

[762] Buharî, 21/1, 3/41, 4/5, 4/36,  10/57, 10/58,  10/59,  10/79,  10/161,  14/1, 65/17, 65/18, 65/19, 65/20, 77/71, 77/118, 80/10, 97/27; Müslim, 763(182); Mâlik, Muvat-ta,  1/121,   122.

[763] Buharî, 19/31; Müslim, 336. Bu namaz hakkında Kuşluk namazı bölümünde (bk. dipnot: 3) bilgi, verilecektir.

[764] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/302-303.

[765] Ebu Davud,  1303. Senedinde sika olup olmadığı tartışmalı yalnız bir râvi

[766] Ebu Davud,  1357. İsnadı sahihtir.

[767] Müslim, 767(197); Ahmed, Mesned, 6/30.

[768] Müslim, 767(198); Ahmed, Müsned,2/399.

[769] Âi-i Imrân, 3/190.

[770] Müslim, 765(191).

[771] Müslim, 737; Tirmizî, 495.

[772] Müslim, 737(139).

[773]  Hanefî mezhebine göre de vitir, üç rekâttır; rekâtların arası selâmla ayrılmaz,Bk. Merginâni, el-Hidaye,  1/66.                                              

[774] Ahmed, Müsned, 6/155, 156. Metnin tamamı şöyledir: "Allah Rasulü (s.a.) yatsı na­mazını kılınca eve girer, sonra iki rekât namaz kılar, sonra önce kıldığı iki rekâttan daha uzun iki rekât daha namaz kılar, sonra aralarını ayırmaksızın üç rekâtla da vitiri kılar, sonra oturduğu yerde iki rekât namaz kılar, rükû ve secdeyi oturduğu halde yapardı."

[775] Nesâî, 3/234; Hâkim, 1/304; Dârakutnî, s. 175; Tahâvî, 1/280; Beyhakî, 3/32. İsnadı

sahihtir. Nevevî, Şerhu'l-Mühezzeb'dç (4/7): "Bu hadisi Nesâî hasen senedle, Beyhakî| ise es-Sünenü'l-Kübrâ'dz sahih senedle rivayet etmiştir" diyor.

[776] tbn Hibbân, 680; Dârakutnî, 2/24; Tahâvî, s.172; Hâkim, 1/304; Beyhakî, 3/31; Mu-' hammed b. Nasr, Ktyâmu'l-Leyl, s.125. Hâkim hadisi sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Dârakutnî: "Râvîleri sikadır"; Hafız İbn Hacer: "Râvîlerinin hepsi sikadır"; el-Irâkî:  "İsnadı sahihtir." diyor.

[777] Ahmed, Müsned,  6/74,  143; Müslim, 736 Ebu Davud,  1336.

[778] Müslim, 746(139).

[779] Nesâî, 3/226. Râvîleri sika İse de Nesâî: "Bu hadis bence mürseîdir" diyor ve sebebini belirtiyor.

[780] Mâide, 5/118.

[781] Ahmed, 5/156; Nesâî, 2/177; Hâkim, 1/241; İbn Huzeyme, 1/70(1).

[782] Nesâî, 3/224. Râvîleri sikadır. Mâlik'in Muvatta'da (1/89) sahih bir senedle Abdullah b. Ömer'in derslerine katılan Abdullah b. Dînâr'dan naklettiğine göre, bir adam Ab­dullah b. Ömer'in yanında namaz kıldı; namazda bağdaş kurarak ve ayaklarını kıvırıp bükerek oturdu. Namazı bitirince Abdullah, bu yaptığını ayıpladı. Adam: "Ama sen de böyle yapıyorsun" deyince, Abdullah: "Benim rahatsızlığım var" dedi. Buharî'nin (10/145) rivayetine göre Abdullah b. Ömer'in oğlu Abdullah diyor ki: Babam Abdul­lah b. Ömer'in namazda oturunca bağdaş kurduğunu gördüm. Ben de aynısını yap­tım. Daha o zamanlar yaşım küçüktü. Babam Abdullah b. Ömer, beni bundan mene-derek: "Namazda sünnet olan oturuş, sağ ayağım dikip sol ayağını kıvırıp oturmandır" dedi. "Ama sen de böyle yapıyorsun" dedim. Bunun üzerine: "Ayaklarım beni taşımıyor" diye kargılık verdi.

[783] Müslim, 738(126).

[784] Ahmed, Müsned,  6/298, 299. Râvileri sikadır.

[785] Ahmed, Müsned,  5/260. İsnadı hasendir.

[786] Dârakutnî, 2/41.  Senedi zayıftır.  Bk.Nasbu'r-Râye,

[787] Buharî, 14/4; Müslim, 751; Ebu Davud, 1438; Nesâî, 3/231; Ahmed, Mesned, 2/119. 135,   143,   150.

[788] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/303-308.

[789] Nesâî, 2/235; İbn Mâce, 1182; Muhammed b. Nasr. Kıyâmu'l-Leyl, s.131. Senedi hasendir. Bu konuda Hatîb'in Kitâbu'l-Kunû t 'unda Abdullah b.Mes'ûd'dan, Ebu Nu-aym'ın Hılye'sinde İbn Abbas'tan, Taberânî'nin Evsafında İbn Ömer'den hadis riva­yet edilmiştir. Bütün bu hadisler zayıf olmalarına rağmen Übey b. Kâ'b hadisini takvi­ye ederler.                                                                     ,

[790] Ahmed, Müsned,  1718; Tirmizî, 464; Ebu Davud, 1425; Nesâî, 3/248; İbn Mâce,

1178; Dârimî, 1/373, 374; Beyhakî, 4/209. İsnadı sahihtir. Ibn Hibbân (512 ve 513) ve Hâkim (3/172) sahih olduğunu belirtmişlerdir.

[791] Bu ilâve sahihtir.

[792] Bu ilâve zayıftır. el-Fütûhâtu'r-Rabbâniye, 2/292.

[793] Tirmizî, 3571; Ebu Davud, 1427; Nesâî, 3/248, 249; İbn Mâce, 1179; Hâkim, Müsted-rek, İ/306. Hâkim sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır. Söyledikleri gibi sahihtir.

[794] Hâkim, Müstedrek, 3/536. Hâkim sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır.

[795] Nesâî, 2/218. İsnadı sahihtir.

[796] Müslim, 763.

[797] Ebu Davud, 1423; Nesâî, 3/244, 245; İbn Mâce, 1171, İsnadı sahihtir.

[798] Dârakutnî, s.175. İsnadı sahihtir.  

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/308-311.                                                   

[799] Ahmed, Müsned, 6/302; Tirmizî, 2928; Ebu Davud, 4001; Hâkim, Müstedrek, 2/232. Hâkim sahih saymış,

Zehebî de ona katılmıştır. Söyledikleri gibidir.

[800] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 35.                

[801] Buharı, 13/447; Müslim, 797; Ebu Davud, 4829; Tirmizî, 2869; Nesâî, 8/125; İbn Mâce, 214; Ahmed, Müsned, 4/397.

[802] Tirmizî (2912) hasen olduğunu söylemiş; Hâkim, sahih saymış ve Zehebî ona katılmış^ | tır. Hadis onların dediği gibidir.

[803] Buharî, 66/29; Nesâî, 2/179; tbn Mâce,  1353; Ahmed, 3/127,  198.

[804] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/312-314.

[805] Buharî,  18/7; Müslim, 700, 701.

[806] Ahmed, Müsned, 3/126, 203; Ebu Dâvud, 1225. İsnadı kuvvetlidir.

[807] Ebu Davud, 1227; Tirmizî, 351; Beyhakî, 2/5; İbn Huzeyme, 1270. isnadı sahihtir. Bu hadisi Câbir'şöyİe anlatıyor: "Allah Rasûlü (s.a.) beni bir işe gönderdi. Geldiğim­de devesi üzerinde doğuya doğru namaz kılıyordu. Secdede, rükûdan daha fazla eğili­yordu."

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/314-315.

[808] Buharı,  19/32; Müslim, 718; Ebu Davud,  1293; Ahmed, Mtisned, 6/86,  177, 215, 223, 237. Hadisin devamında Hz. Âişe şöyle diyor: "Allah Rasûlü (s.aj yapmak iste­diği bir ameli, insanlar onu yapar da onlara farz kılınır korkusuyla yapmazdı."

[809] Buharı,  19/31

[810] Buharî,  19/31,  18/12, 64/50; Müslim, 336(80); Tirmizî, 474; Ebu  Davud,  1291.

[811] Müslim, 717; Ebu Davud,  1292; Nesâî, 4/152; Ahmed, Müsned, 6/171, 204, 218.

[812] Müslim, 719; tbn Mâce,  1381.

[813] Az yukarıda geçti. Bk. dipnot:2

[814] Hâkim,  1/314; İbn Huzeyme, 1228; Ahmed, Müsned, 3/146. Dahhâk b. Abdullah dışındaki râviler sika, o ise meçhuldür. Buna rağmen Hâkim sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.

[815] Senedinde meçhul râvi vardır.

[816] Mürseldir. Senedinde meçhul râvi vardır.

[817] Ahmed, Müsned, 6/106.                                        

[818] Râvileri sikadır." Heysemî bu hadisi Afecmau'z-ZevâUPdc (2/238) vermiş ve Taberanı -nin Kebir'de rivayet ettiğini belirterek hadisin hasen olduğunu söylemiştir.

[819] Senedde geçen Muhammed b. KaysM İbn Hibbân'dan başka sika kabul eden yoktur.

[820] Müellif az aşağıda haberin uydurma olduğunu söyleyecektir.

[821] Râvileri sikadır.

[822] Râvileri sikadır.  Az yukarıda geçti.

[823] Enes'ten gelen rivayeti Heysemî, Mecmau'z-ZevâicTde (2/237) zikretmiş ve Taberânî'­nin Evsafla, rivayet ettiğini söylemiştir. Rivayet zayıftır. Câbir'den gelen rivayeti ise yine Taberânî, Evsafta rivayet etmiştir. Muhammed b. Kays nakletmiştir. Hz. Âişe'-den gelen rivayeti ise Heysemî, adı geçen eserinde (2/235) zikrediyor ve diyor ki: Hz. Âişe: "Hz. Peygamber (s.a.) Mekke Fethi günü dışında kuşluk kılmamıştır." demiş­tir. Bunu Bezzâr rivayet

etmiştir. Râvileri sikadır. Bazıları hakkında söz varsa da za­rar vermez. Hz. Ali'nin: "Allah Rasülü (s.a.) kuşluk vakti namaz kılardı." şeklindeki hadisini Ahmed ve Ebu Ya'lâ rivayet etmişlerdir; ancak Hz. Ali:  "Kuşluk kılardı" demiştir. Ahmed'in râvileri sikadır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/317-320.

[824] Buharı, 19/33, 30/60, Müslim, 721; Ebu Davud, 1432; Nesaî, 3/229.

[825] Müslim, 722; Ebu Davud,  1433.

[826] Müslim, 720; Ebu Davud,  1285.

[827] Ahmed, Müsned, 3/439; Beyhakf, 3/49. Hadis zayıftır.

[828] Tirmizî, 476; İbn Mâce,  1382; Ahmed, Müsned, 2/443, 497, 499. Senedi za^if

[829] Ahmed, Müsned, 5/286, 287; Ebu Davud,  1289. İsnadı sahihtir.

[830] Tirmizî, 475.  İsnadı kuvvetlidir.

[831] Tirmizî, 473; İbn Mâce,  1380. Senedinde meçhul râvi vardır.

[832] Müslim, 748; Dârimî, 1/340; Ahmed, Müsned, 4/366, 367, 372, 375.

[833] Az aşağıda gelecektir.

[834] Hâkim, Müstedrek, 1/314; tbn Huzeyme, İ224. Senedi hasendir. Hâkim, hadisin Müs­lim'in şartlarına göre sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Oysa Müslim, senedde geçen Muhammed b. Amr'dan yalnızca mütâbaat İçin rivayette bulunmuştur.

[835] Buharı, 97/32, 97/52, 66/19; Müslim, 792; Ebu Davud, 1473; Nesaî, 2/180; Ahmed, Müsned, 2/271, 285, 450.

[836] Taberânî, Evsat,  1/59-1. Hadis zayıftır.

[837] Tirmizî, 473; İbn Mâce, 1380. Hadis zayıftır.

[838] Tirmizî, 477; Ahmed, Müsned, 3/21, 35. Hadis zayıftır.

[839] Ahmed, Müsned, 5/268; Ebu Davud,  1288. İsnadı hasendir.

[840] İsnadı zayıftır.

[841] Senedini hasen. saymak mümkündür, ibn Hibbân (629), İbn Ebî Şeybe yoluyla rivayet etmiştir. Münzirî et-Terğtb ve't-Terhîb (1/427, 428) adlı eserinde kaydetmiş ve "Ebu Ya'lâ rivayet etmiştir. Râvileri sahih râvilerdir. Ayrıca Bezzâr da rivayet etmiştir." demektedir.

[842] Bezzâr, Münzirî, et-Terğîb (l/430)'de Ebu'd-Derdâ'dan rivayet etmiş ve: "Taberânî, Kebîr'de rivayet etti. Râvileri sikadır. Musa b. Yâkub ez-Zemeî'de ihtilaf vardır. Bir grup sahabîden değişik yollarla rivayet edilmiştir. Senedlerin en haseni budur." demiş­tir. Bk. Mecmau'Z'Zevâid, 2/237.

[843] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 2.

[844] tsnâdı sahihtir.

[845] İsnadı sahihtir.

[846] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 2.

[847] Hafız İbn Hacer'in (Fethu'l-Bâri, 3/43) yazdığına göre îbn Ebî Şeybe sahih bir isnâd-la rivayet etmiştir. Abdürrezzak {Musannef, 4868) ise Abdullah b. Ömer'in: "Osman öldürülünceye kadar hiç kimse bu (kuşluk) namazını kılmamıştir. İnsanlar bence on­dan daha iyi birşey ihdas etmemişlerdir." dediğini sahih senedle rivayet ediyor.

[848] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 4.

[849] Mâlik, Muvatta,  1/153. İsnadı sahihtir.

[850] Buharı, 8/45, 8/46, 10/40, 10/50, 10/153, 10/154, 19/36, 64/11, 70/15, 81/6, 88/9; Müslim, 33 (263); Nesaî, 2/105;  tbn Mâce, 754; Ahmed, Müsned, 5/449, 450.

[851] Buha"   8/59, Müslim, 716; Ebu Davud, 2781; Nesaî 2/54; Ahmed, Müsned, 6/31.

[852] Furkân 25/62.

[853] Buharı,  10/41,  19/33, 78/65; Ahmed, Müsned, 3/130, 184, 291.

[854] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/320-330.

[855] Tirmizî, 476; İbn Mâce, 1382.

[856] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/330-332.

[857] Ahmed, Müsned, 5/45; Tirmizî, 1578; Ebu Davud, 2774; İbn Mâce,  1394|* İsnadı hasendir.                                                            

[858] İbn Mâce,  1392. Hadis hasendir.

[859] Buharı, 64/61.

[860] Beyhakî, Sünen,  2/369.

[861] Ahmed,  1/191.  Hadis hasendir.

[862] Ebu  Davud, 2775. Senedi zayıftır.

[863] Buharî, 55/16, 56/103, 63/43, 64/78, 65/17, 65/18, 65/19, 79/21, 83/24; Müslim, 2769; Tirmizî, 3)01; Ebu Davud, 2202; Ahmed, Müsned, 3/459, 460; Taberî, 17447. Aslında oldukça uzun olan bu hadise göre Kâ'b b. Mâlik, Tebük seferine çıkılacağı zaman Hz. Peygamber'in (s.a.) cihad çağrısına rağmen işi ağırdan alması sebebiyle orduya katılmamıştı. Sefer dönüşünde Hz. Peygamber {s.a.) ve diğer müslümanlarca bu durum  iyi karşılanmadı.  Hatla onunla bütün ilişkileri kopardılar. Kâ'b büyük bir hüzünle Allah'a içten levbe etti. Allah Teâlâ da o ve diğer iki arkadaşı Hilâl b. Ümeyye, Mürâre b. Rabî için bir âyet indirerek tevbelerini kabul etti. (Tevbe, 9/118)

[864] Ahmed, Müsned, 844 ve 1254. Hadis hasendir.

[865] Beyhakî,  2/371.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/333-334.

[866] Ahmed, Müsned, 6/31, 217; Tirmizî, 580; Ebu Davud, 1414; Nesâî, 2/222. İsnadı hasendir. Tirmizî; "Bu hadis hasen sahihtir" diyor. Hakim (1  220) ise sahih caymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.

[867] Tirmizî. 579; İbn Mâce, 1053. Senedi tartışmalıdır. Buna rağmen İbn Huzeyme (562), İbn Hibbân (691) ve Hâkim (1/219, 290) hadisi sahih saymışlar; Zehebî de muvafa­kat etmiştir.

[868] Mufassal: Kur'an'ın sonlarına doğru sık s-k besmele ile aralan ayrılan küçük sûreler­dir. Zaten "mufassal" kelimesi, arası avnlmış anlamına gelir. Mufassal sûrelerin ne­reden başladığı âlimierce İhtilaf konusu olmuş; Kâf, Hucurât, Muhammed ( = Kııâl), Câsiye, Saffât, Saff, Tebâreke, Feth, Rahman, İnsan, Duhâ... sûrelerinden herbiri farklı âiimierce başlangıç kabul edilmiştir. Genel olarak hanefî, maliki ve şâfiilere göre Hucurât'tan, hanbelîlere göre de Kâf sûresinden başlatılır.

[869] Ebu Davud,  1401; İbn Mâce,  1057; Hâkim,  1-223. Senedi zayıftır.

[870] Tirmizî, 568, 569; ibn Mâce,  1056. Senedi zayıftır.

[871] Ebu Davud,  1403.

[872] Müslim, 578; Tirmizî, 573, 574; Ebu Davud, 1407; Nesâî, 2/162; İbn Mâce, 1058.

[873] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/334-337.

[874] Buharı,  11/1,  12; Müslim, 855; Nesâî, 3/85, 86; tbn Mâce,  1083.

[875] Müslim, 856; Nesâî, 3/87; tbn Mâce,  1083.

[876] Ahmed, Müsned, 4/8; Ebu Davud, 1047; Nesâî, 3/91, 92; îbn Mâce, 1085. Hadisin isnadı sahihtir. İbn Huzeyme(1733), Ibn Hibbân (550) ve Hâkim (1/278) hadisi sahih saymışlar, Zehebî de buna muvafakat etmiştir. Münzirî ve ibn Hacer ise hasen olduğunu söylemişlerdir. Nevevî de el-Ezkâr adlı eserinde sahihliğini belirtmiştir.Ibn Mâce'nin (1637) Ebu'd-Derdâ'dan, Beyhakî'nin Ebu Ümâme'den aktardıkları bu hadise destek sağlayacak hadisler de vardır.

[877] Müslim, 854; Tirmizî, 488; Nesâî, 3/89, 90; Hâkim, Müstedrek, 1/278. Zehebî, Hâkim'İn verdiği sahih hükmüne muvafakat etmiştir.

[878] Hâkim (1/277) hadisin sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.

[879] Mâlik, Muvatta,  1/108, 110; Tirmizî, 491; Ebu Davud, 1046; Nesâî, 3/113, 115; Ahmed, 2/486. İsnadı sahihtir. Hâkim (İ/278, 279) hadisi sahih saymış, Tirmizî İse hasen-sahih olduğunu söylemiştir.

[880] İbn Hibbân, 551. Hadisin tam metin tercümesi şöyledir: "Cuma gününden daha faziletli bir gün üzerine güneş ne doğdu, ne battı. Şu iki topluluk -cinler ve insanlar-dişında bütün yaratıklar cuma günü mutlaka dehşete kapılırlar." Hadisin senedi güçlüdür.

[881] Şafiî,  1/148. Hadis zayıftır.

[882] Şafiî, aynı yer. İmam Şafiî'nin adlarını verdiği râviler zayıf olduğundan hadis de zayıftır.

[883] Ahmed, Müsned, 2/311. Hadis zayıftır.

[884] Bu zat, Horasan şeyhi Hafız Ebu'l-Abbas eş-Şeybânî en-Nesevî'dir. el-Müsnedü'l-Kebîr ve el-Erbaîn adlı eserleri vardır. 303/915 tarihinde vefat etmiştir.

[885] "Allah'ın inmesi, oturması" gibi sözler fnüteşâbihat'tandır. Dolayısıyla bunları sözlük anlamlarına almak doğru değildir. Müteşâbih âyet ve hadislerin yorumlanıp yo-rumlanamayacağı konusu ise âlimler arasında büyük görüş ayrılıklarına neden ol­muştur. Tefsir usûlü, fıkıh usûlü ve kelâm kitaplarında bu konuda geniş bilgi sunul­maktadır..

[886] Hadis zayıftır

[887] Secde, 32/17. İbn Ebi'd-Dünyâ'mn rivayet ettiği bu hadis de zayıftır.

[888] Rivayetin senedi zayıftır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/339-346.

[889] Ebu Davud, 1069; İbn Mâce, 1082; Hâkim, 1/281; Beyhakî, 3/176; ibn Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye,  1/435. Rivayetin senedi kuvvetlidir. Beyâda oğullarının kö­yü, Medine'ye bir mil uzaklıktadır.

[890]     tbn Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye,  1/494.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/346-347.

[891] fbn Hişâm, a.g.e., 1/500-501. İbn İshak, Ebu Seleme b. Abdurrahman'ı görmüş, ancak ondan rivayette bulunmamıştır. Ebu Seleme, sahabenin bir kısmından riva­yette bulunmuş, ama Allah Rasûlü'ne (s.a.) yetişmemiştir. 94/712 senesinde vefat etmiştir.

[892] İbn Hişâm, a.g.e., 2/500; İbn îshâk'dan senedsiz aktarmıştır.

[893] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/347-348.

[894] Celâleddîn Süyûtî, İbnü'l-Kayyim'in kitabının bu bölümünü esas alarak Nûru'l-Lüma' Jî Hasâisi'l-Cuma adlı bir eser kaleme almış ve cumanın hususiyetlerini 101'e çıkar­mıştır. Fakat burada anlatılanlardan daha orijinal sayılacak şeyler ortaya koyma­mış, çoğu zaman farklılıklar tertipden ve birkaç husus ilâvesinden kaynaklanmıştır. Bk. - Mecmûâtu'r-Resâiü'l-Münîriyye, c.l, s.188-223, Kahire, 1984.

[895] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/348-349.

[896] Müslim, 879 ve 880; Tirmizî, 520; Ebu Davud, 1074; Nesâî, 2/159; Ahmed, Müs-ned, 1/226, 334, 340. Hadisin metni: "Hz. Peygamber (s.a.) cuma günü sabah na­mazında Secde ve Dehr sûrelerini, cuma namazında ise Cuma ve Münâfıkûn sûrele­rini okurdu."

[897] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/349.

[898] Beyhakî. Hadis hasendir.

[899] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/349-350.

[900] Bu cümle aynı zamanda şu kaynaklarda rivayet edilen bir hadis mealidir: Ahmed, Ebu Davud, Nesâî, Tirmizî, tbn Mâce, Hâkim, İbn Hibbân, Bezzâr.

[901] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/350.

[902] Hanefi mezhebine göre sünnettir. Bk. Merginâni, el-Hidaye,  1/17.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/350-351.

[903] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/351.

[904] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/351.

[905] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/351.

[906] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/351.

[907] Ahmed, 1/93; Ebu Davud, 1051. Hz. Ali'den rivayet edilen bu hadisin metni şöyle­dir: "Kim cuma günü yamndakine, sus, derse uygunsuz davranmış olur. Usulsüzlük yapanın kıldığı cumadan eline hiç sevap geçmez." Bu hadisin senedi zayıftır. Buharı (11/35), Müslim (851) ve Muvatta'da (1/103) ise Ebu Hureyre'den şu metinle kayde­dilmektedir: "Cuma günü imam hutbe okurken yanındakine sesini kes dersen uy­gunsuz davranmış olursun". Ebu Davud (347) da îbn Ömer'den şu hadisi nakleder: "Ktm cuma günü gusleder, sonra hanımının -şayet onun varsa- güzel kokusundan sürünür, iyi elbisesini giyinir, sonra insanların (ileri geçmek için) boyunlarını çiğne­mez, vaaz edilirken (hutbe okunurken) uygunsuz davranmazsa, bütün bu yaptıkları iki cuma arasındaki günühlarına keffaret olur. Kim de uygunsuz davranır yahut boyunları çiğnerse onun için kayıp olur." Bu hadisin senedi hasendir; tbn Huzeyme (1810) ise sahih saymıştır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/351.

[908] Hadis sahihtir. Hâkim (2/368) ve Beyhakî rivayet etmiştir. Dârimî, Müsnedrmâe (2/454) sahih senedle Ebu Saîd'in sözü olarak rivayet ediyorsa da böyle bir söz re'y ve ictihadla söylenemeyeceği için hükmen merfû hadis sayılır. Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhîb (2/33) adlı eserinde hadisi İbn Ömer'den kusursuz (=lâ be'se bih) bir İsnadla Ebu Bekr b. Merdûyeh'İn Tefsirinde kaydettiğini belirtir. el-Ahâdisü'1-Muhtâra adlı eserinde Ziya el-Makrfisî, Hz. Ali'den (r.a.) şu zayıf hadisi kaydeder: Allah Rasûlü (s.a.) buyurdular ki; "Kim cuma günü Kehf sûresini okursa sekiz gün için her türlü fitneden korunur. Deccâl çıkmış olsa, ondan da korunur."

[909] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/352.

[910] Ebu Davud,  1083. Hadis zayıftır.

[911] Buharî,  U/6,  11/19.

[912] Şâfıî, 1/52. Hadis zayıftır.

[913] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/352-354.

[914] Müslim, 877; Ebu Davud,  1124; Tirmizî, 519; İbn Mâce   1118

[915] Müslim, 878                                                      

[916] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/354-355.

[917] İbn Mâce,  1084; Ahmed, Müsned, 3/430.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/355.

[918] Ahmed, a.g.e., 5/420. İsnadı basendir. İbn Huzeyme 1(1775) ise sahih saymıştır.

[919] Ebu Davud,  1078; İbn Mâce,  1095. Senedi sahihtir.

[920] İbn Mâce, 1096; İbn Huzeyme, 1765. Bu hadis zayıf ise de bir Önceki sahih hadis buna destek sağlar.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/355-356.

[921] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/356.

[922] Ahmed, Müsned,  1/224; Tirmizî, 527.

[923] Abdürrezzak, Musannef, 5536.  Râvileri sikadır.

[924] Abdürrezzak, a.g.e., 5537.  Râviîeri sikadır.

[925] Aynı eser, 5540. Hadis mürseldir. Seneddeki Salih b. Kesîr'in kimliği meçhuldür.

[926] Aynı eser, 5541.

[927] Aynı eser, 5542.

[928] Aynı eser, 5543.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/356-358.

[929] Aynı eser, 5570; Ahmed, Müsned, 4/8; Tirmizî, 496; Ebu Davud, 345; Nesâî, 3/95; ibn Mâce, 1087. Hadisin isnadı sahihtir, tbn Huzeyme (1758 ve 1767) sahih olduğu­nu söylemiştir.

[930] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/358-359.

[931]     Ahmed, Müsned, 5/439. Ravileri sikadır. Heysemî, Mecmau'z - Zevâid'de (2/174) kaydetmiş ve Taberânî'nm el-Mu 'cemu'I-Kebîr'de hasen senedle rivayet ettiğini söy­lemiştir.

[932] Ahmed, Müsned, S/15. Münzirî, et-Tergib ve't-Terhîb (2/6,7) adlı eserinde diyor ki: "Bu hadisi Ahmed rivayet etmiştir. Bildiğim kadarıyla Atâ, Nübeyşe'den hadis işitmemiştir." Heysemî ise Mecmau'z-Zevâid'de (2/171): "Ahmed rivayet etmiştir. Senedindeki râviler -Ahmed'in şeyhi dışındakiler- Buharî râvileridir. Ahmed'in şeyhi de sikadır." diyor.

[933] Buharî,  11/6,  19.

[934] Ahmed, a.g.e., 5/198. Hadisin senedinde şüphe varsa da bu konuda Ebu Saîd, Ebu Hureyre ve Ebu Zer'den rivayet edilen hadisler buna destek sağlar; bu sayede sıhhat kazanır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/359-360.

[935] Bk. dipnot: 25.

[936] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/360-361.

[937] Buharî,  11/37, 68/24, 80/61; Müslim, 852; Nesâî, 3/1İ5; tbn Mâce, 1137.

[938] Ahmed, Müsned, 3/430; Ibn Mâce, 1084. Hadis hasendir.

[939] İbnü'l-Münzir bu sözün anlamını şöyle açıklıyor: Kişi bir cuma günü, gündüzün evvelinden başlar belli bir vakte kadar dua eder. Sonra diğer cumada bu (bıraktığı) vakitten başlar, diğer bir vakte kadar... dua eder. Gündüzün sonuna gelinceye kadar böyle devam eder. Bk. Süyûtî, a.g.e., c.l, s.207 (Bu eserde Süyûtî, ihtilafları 33'e çıkarıyor; ancak pekçoğu birbiri içine girdirilebilir).

[940] Müslim, 853. Muhaddisler bu hadisi munkatı ve muztarib bularak illetli saymışlar­dır. Dârakutnî ise, hadisin mevkuf sayılmasının doğru olacağına karar vermiştir.

[941] İbn Mâce, 1138; Tirmizî, 490. Tirmizî, hadisin hasen-garîb olduğunu söylemişse de muhaddisler, onun bu hükmünü hatalı bularak hadisi zayıf saymışlardır.

[942] Ahmed, Müsned, 2/272. Bu hadis zayıfsa da hemen sonra gelen hadis onu destek­ler.

[943] Ebu Davud, 1048; Nesâî, 3/99, 100. İsnadı ceyyiddir. Hâkim (1/279) hadisi sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Ayrıca, Nevevî sahih, İbn Hacer hasen saymıştır. Tirmizî diyor ki: Ahmed b. Hanbel; "Duanın kabulünün umulduğu ica­bet saati hakkındaki hadislerin çoğunluğu ikindi namazından sonra olduğu yolunda­dır. Güneşin tepeden kaymasından sonra olması ümidi de vardır." demiştir.

[944] Ibn Mâce,   1139. İsnadı hasendir.

[945] Ahmed, Müsned, 2/31!. Hadis zayıftır.

[946] Ebu Davud, 1046; Tirmizî, 491; Nesâî, 3/114, 115; Mâlik, Muvatta, 1/182, 183. İsnadı sahihtir.

[947] Bk. dipnot: 50.

[948] Bk. dipnot: 51.

[949] Isrâ,  17/25.

[950] Hafız tbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de (2/347) der ki: Bu hadisi, Îbnü'l-Münzir, Ebu'i-Âliye'den aktarmıştır. Benzeri bir hadis Hz. Ali'den gelen başka bir hadis arasında rivayet edilmiştir. İbn Asâkir, Saîd b. Ebî Arûbe yoluyia Katâde'nin şöyle dediğini nakleder: Duanın kabul olunacağı saatin güneş tepeden kaydığı zamanda olduğu görüşündeydiler. Onların bu konuda dayandıkları nokta, bu zamanın meleklerin iop-land ıklan zaman olması, cuma vaktinin başlangıcı, ezanın başlangıcı vb. zaman olmasıdır.

[951] Müslim,  1398.

[952] Müslim, 2608; Ahmed, Müsned, 1/382, 383. Hadis hakkında Nevevî şu açıklamayı yapar: Rakûb, Arapçada çocuğu yaşamayan kimse anlamına gelir. Hadisin anlamı şöyledir: Sizler rakûb ve mahzun olan kişinin, çocuklarının ölümüyle musibete uğra­yan kişi olduğunu sanırsınız. Oysa şer'an böyle değildir. Asıl rakûb, kendisi daha hayatta iken çocuklarından hiç biri ölmemiş olup bu yüzden böyle bir musibet ve acıya katlanma sevabının amel defterine yazılmasını ve bunun ahirette kendisine faydalanabileceği bir ön hazırlık ve azık olmasını ümit etmeyen kimsedir. Bk. Sahî-hu Müslim bi-Şerhi'n-Nevevî, c.XVl, s.162, Beyrut,  1972.

[953]     Ahmed, Mûsned, 2/303, 334, 372; Müslim, 2581.

[954] Buharı, 24/53, 65/48; Müslim,  1039; Mâlik, Uuvatta, 2/923, Nesâî, 5/85.

[955] Buharı, 2/36, 32/3, 78/44; Ebu Davud,  1381.

[956] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/361-368.

[957]     Tirmizî, 500; Ebu Davud, 1052; Nesâî, 3/88 ; İbn Mâce, 1125; Ahmed, Mûsned, 3/424, 425. Senedi hasendir. tbn Hibbân (554) ve Hâkim (i/280) hadisi sahih say­mış, Zehebî buna muvafakat etmiştir.

[958] Ebu Davud, 1053; Nesâî, 3/89; Ahmed, 5/8, 14. Hadisin senedinde geçen Kudâme b. Vebere meçhul bir râvidir. Bununla birlikte îbn Hibbân (582) ve Hâkim (1/280) hadisin sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de Hâkim'in görüşüne katılmıştır. Ayrıca İbn Mâce (İ128), aynı hadisi Hasan el-Basrî yoluyla Semûre'den rivayet etmiştir.

[959] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/369-370.

[960] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/370.

[961] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/370.

[962] Buharı, 11/4; Müslim, 850; Mâlik, Muvatta, 1/101; Tirmizî, 499; Ebu Davud| Nesâî, 3/99.

[963] Sebe, 34/12

[964] Bu delili ileri sürenler demek istiyorlar ki, şayet iş bizim dediğimiz gibi olmasa ve "ravâh" kelimesi gündüzün evvelinde gitmek anlamına gelseydi, ilk devir müslü-manları böyle bir hayrı kaçırmak istemez, gündüzün evvelinde camiye gitme konu­sunda birbirleriyle yarış ederlerdi. Oysa onların güneş doğar doğmaz camiye gitme­diklerini bilmekteyiz,

[965] Ebu Davud,  1048; Nesâî, 3/99. Senedi kuvvetlidir.

[966] Yukarıda geçti. Hadis zayıftır.

[967] Bk. Namaz Bölümü.

[968] Buharı, 11/31; Müslim, 850; Nesâî, 3/98; İbn Mâce, 1092.

[969] Sebe, 34/12.

[970] Buharî,  10/26; Müslim, 669; Ahmed, Müsned, 2/509.

[971] Beyit, Şair Saletân es-Sa'dî'ye aittir. Câhiz, Kitabu'I - Hayevân adlı eserinde kaydet­miştir.

[972] et-tehzîb, 5/221, 222.

[973] Îmruü'1-Kays, Divan, s.63.

[974] Mâlik, Muvatta, 1/68. Aynca Buharı (10/9) de rivayet etmiştir.

[975] Lebîd, Divan,  s.45.

[976] Cefr ve Hacr yer isimleridir. Sa' ise 2.917 kg ağırlığında bir ağırlık ölçüsü birimidir. Ancak çeşitli yörelere göre değişmektedir.

[977] et-Tehzîb, 6/43,45.

[978] Buharî, 10/31; Müslim, 662.

[979] Buharî,  10/36; Müslim, 649; Mâlik, Muvatta,  İ/160.

[980] onun dileğini yerine getirir."

Müslim, 251; Mâlik, Muvatta,  1/161.

[981] tbn Mâce, 801. İsnadı sahihtir.

[982] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/370-379.

[983] Râvileri sikadır. İsnadı sahihtir. Aynı zamanda Musannefıe 5558 no'lu hadistir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/379-380.

[984] Kâf, 50/35.

[985] Bezzâr, tbn Ebî Hatim. Rivayet zayıftır.

[986] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (2/178) TaberânTnin et-Mu'cemu7-Kebîr''inden nak-letmiştir. Senedi munkatı'dır.

[987] İbn Mâce, 1094. İsnadı hasendir.

[988] Senedinde meçhul bir râvi vardır.

[989] Şafiî, Müsned, 1/148; Süyûtî, ed-Durru'l-Merisûr adlı tefsirinde (56/108) bu hadisi kaydederek, rivayet kaynaklarını şöyle sıralamıştır: İbn Ebî Şeybe, Bezzâr, Ebu Ya'lâ, İbn Ebi'd-Dünya (Sı/atu'l-Cennel adlı eserinde), tbn Cerîr, İbnü'l-Münzir, Tabe­rânî (Evsat'ta), İbn Merdûyeh, Acürrî (eş-Şerîa'da.), Beyhakî (Ru'yet'te), Ebu Nasr es-Sİczî (el-îbâne'de). Hadisin isnâdt zayıftır.

[990] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/380-383.

[991] Bürûc sûresi, 85/2-3. Âyette şöyle buyurulmaktadır: "Va'dolunan güne, şahide ve şâhid olunana andolsun ki..."

[992] Tirmizî, 3336. Aynca İbn Kesîr'in, Tefsir'iade (4/491) söylediğine göre, îbn Huzey-me; Süyûtî'nin ed-Durru'l-Mensür'da kaydettiğine göre de Abd b. Humeyd, îbn Ebi'd-Dünyâ (Usül'de), îbn Cerir (30/129), Îbnü'l-Münzir, İbn Ebî Hatim, İbn Mer-düyeh ve Beyhakî ('Sünen'de) rivayet etmiştir. Senedi zayıftır.

[993] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 7/135; Süyûtî, a.g.e., 6/332 (tbn Cerîr ve Taberânî'nin rivayet ettiklerini söyler). Sened zayıftır.

[994] Süyûtî (6/332), İbn Merdûyeh ve İbn Asâkir'in naklettiklerini söylüyor.

[995] Ahmed, Müsned, 2/298; Hâkim, 2/519. Hadis merfû ve mevkuf olarak rivayet edil­miştir. Bu açıklamanın, Ebu Hureyre'nin tefsiri olması kuvvetle muhtemeldir. Çün­kü Ebu Hureyre'nin sözü olduğunu nakledenler sağlam râvilerdir. Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbet eden Ali b. Zeyd ise zayıf râvidir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/383-384.

[996] Az yukarıda geçti. Hadis sahihtir.

[997] Yukarıda geçti.  Bk. dipnot 7.

[998] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/384-385.

[999] Yukarıda geçti.

[1000] "ölüm üzerine olsun" demektir.

[1001] Ahmed, 6/134,  135. Senedi hasendir.

[1002] Yukarıda geçti. Bk. dipnot:  1.

[1003] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/385-386.

[1004] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/386-387.

[1005] Müellif bu olayı er-Rûh adlı eserinde (s.26, Beyrut, 1986) İbn Ebi'd-Dünyâ'nın Kitabu'l-Kubûr'undan aktarmaktadır. Ancak biz gerek bu eserinde, gerekse diğer eserinde bu olayın anlatımında karışıklık bulunduğu için tercümede Ebu Nuaym'm Hilyetü'I-Evİiyâ'sım (c.II, s.205, Mısır,  1974) esas aldık.

[1006] Müellif bu bölümdeki haberleri er-Rûh'da da zikretmiştir.  Bk. s.26 vd.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/387-388.

[1007] Ahmed, Mtisned, 1/406; Tirmizî, 742; Nesâî, 4/204; Ebu Davud, 2450, Senedi ha-sendir. Bu hadis cuma günü oruç tutmayı yasaklayan hadislerle çelişmez. Çünkü şöyle açıklanabilir. Hz. Peygamber (s.a.), cuma şayet oruç tuttuğu günler arasında kalırsa o gün orucunu bozmazdı. Bu da yalnız cumaya mahsus olmak üzere tutulan orucun mekruh sayılmasına zıt değildir. Böylece Hz. Peygamber'in (s.a.) söz ve fiili uzlaştınlmış olur.

[1008] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (3/200) bu anlamda bir hadis rivayet etmiş ve rivayet edenlerin Ebu Ya'lâ ile Bezzâr olduğunu söylemiştir. Hadis zayıftır.

[1009] Hadis sayıftır.

[1010] Buhari, 30/63; Müslim, 1143.

[1011] Müslim ,1143.

[1012] Buhari, 30/63; Müslim, 1144.

[1013] Müslim ,1144.

[1014] Buharî, 30/63; Ebu Davud, 2422.

[1015] Müsned,  1/288. Hadis zayıftır.

[1016] Ahmed ve Hâkim (3/608). Hafız İbn Hacer, îsâbe'de (1198) Nesâî'nin rivayet ettiği­ni söylüyor. Hadis zayıftır.

[1017] Ahmed, 2/303, 532; Hâkim, 1/437. Bu hadis zayıfsa da bu anlamda Buharî ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadis yukarıda geçti.

[1018] Senedi zayıftır.

[1019] Yukarıda geçti. Bkz. dipnot: 108.        

[1020] Sedd-i zerîa: Tamlama olarak bir şeye ulaşmayı mümkün kılan yolu, sebebi, vasıta­sı, fırsatı, bahaneyi tıkamak anlamına gelir. Terim anlamı ise, dış görünüşleri itiba­riyle mubah olan fakat harama götüren, her türlü sebep ve vasıtaların önünü kes­mek anlamına kullanılır. Meselâ, müşriklerin arasında onların putlarına sövmek ya­saklanmıştır. Çünkü onlar da karşı tarafın ilâhına -AJiah'a- söverler. Bu prensip daha çok malikîler ve hanbelîlerce kullanılmıştır. Daha geniş bilgi için, bk. İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye, I'îâmu'l-Muvakkıîn, C.III, s.147-171. Şevkini, Îrşâdul-Fuhûi, 246-248.

[1021] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/389-393.

[1022] Furkân, 25/24.

[1023] Saffât, 37/68. İkinci âyetteki "makîl = öğleyin dinlenecekleri yer" kısmı mütevâtir kıraatlerde "merci* = dönecekleri yer" şeklindedir. Bu kıraat müellifin de belirttiği üzere İbn Mes'ûd'un kendi kıraati olup onun tefsiri mahiyetindedir.

[1024] Ahmed, Müsned, 5/217, 218; Müslim, 891; Tirmizî, 534; Ebu Davud, 1154; Nesâî, 3/İ83,  184.

[1025] Müslim, 878; Tirmizî, 533; Nesâî, 3/183; İbn Mâce,  1281.

[1026] Müslim, 877; Ebu Davud, 1124.

[1027] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/393-395.

[1028] Müslim, 872; Ebu Davud,  1102 ve 1103; Nesâî, 2/157.

[1029] İbn Mâce, 1082. Hadis zayıftır. Ayrıca Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhîb adlı eserinde bu hutbeyi kaydetmiş ve Taberânî'nin Evsat'ta rivayet ettiğini belirtmiştir.

[1030] Ebu Davud, 1097. Hadis zayıftır. Ayrıca metinde geçen "Onlara isyan edense" sö­zünü Hz. Peygamber'in (s.a.) hoş karşılamadığı sahih yolla rivayet edilmiştir. Müs­lim (870), Ebu Davud (1099), Nesâî (6/90) ve Ahmed b. HanbePin (4/256, 379) Adiy b. Hâtim'den rivayetlerine göre bir adam Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda hitabede bulundu ve şöyle dedi: "Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse muhakkak doğru yolu bulmuştur. Onlara isyan edense şüphesiz azıtıp sapılmıştır". Bunun üze­rine Allah Rasûlü (s.a.): "Sen ne kötü hatipsin! Allah'a ve Rasûlü'ne isyan edense, şeklinde de" diyerek adamı uyardı. Âlimler diyorlar ki: Hz. Peygamber (s.a.) hatibi, kendisini zamirle Allah'a eş tuttuğu için uyarmış, onu bundan engellemiş ve Allah Teâlâ'ya tazim olsun diye O'nun ismini öne almasını emretmiştir. Nitekim bir diğer hadiste şöyle buyurulmuştur: "Herhangi biriniz, Allah dilerse ve filan dilerse, deme­sin; Allah dilerse sonra filan dilerse desin." Sindî'nin, Nesâî haşiyesinde kaydettiği­ne göre, üstad İzzeddin b. Abdüsselâm diyor ki: Hz. Peygamber'in (s.a.) özellikle­rinden biri de O'nun kendisi İle Rabbini (c.c.) bir zamirde bir araya getirmesinin caiz olmasıdır.  Bu durum başkaları için caiz değildir. O'dan başkası için bunun caiz olmaması şundandır. Başka biri bir arada zikrederse onun söylemesi eşit kılma

vehmi verir. Oysa Hz. Peygamber için böyle bir durum sözkonusu değildir. Böyle bir vehim uyandırma, onun makamına yol bulamaz.

[1031] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/395-397.

[1032] Müslim, 867; Nesâî, 3/188,  189.

[1033] Buharı, 11/29. Emmâ ba'du: Sözlük anlamıyla "Şimdi, bundan sonra" demek olan bu söz, "Şimdi asıl maksada gelelim" anlamında kullanılmaktadır.

[1034] Ahmed, Müsned, 4/263; Müslim, 869. Müslim'in rivayetinde şu ilâve vardır: "Namazı uzatın, hutbeyi kısa tutun. Şüphesiz öyle anlatımlar var ki büyüleyicidirler."

[1035] Buharı, U/33; Müslim, 875; Ebu Davud, 1115; Nesâî, 3/103; îbn Mâce, 1162. Câ-bir b. Abdullah'ın rivayet ettiği bu hadiste deniyor ki: Cuma günü Hz. Peygamber (s.a.) hutbe okurken içeri bir adam girdi. Hz. Peygamber (s.a.) ona sordu: "Namaz kıldın mı?" Adam; "Hayır" cevabını verince: "O halde iki rekât kıl." buyurdu.

[1036] Ebu Davud, 1118; Nesâî, 3/103. Ebu'z-Zâhiriyye Hudeyr b. Küreyb anlatıyor: Bir cuma günü Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabından Abdullah b, Büsr'ün yanında idik. İnsanların omuzlarına basa basa bir adam geldi. Bunun üzerine Abdullah b. Büsr dedi ki: Cuma günü Hz. Peygamber (s.a.) hutbe okurken adamın biri insanların omuzlarına basa basa (öne) geldi. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Otur, sıkıntı verdin" buyurdu. Rivayetin isnadı hasendir.

[1037] Tirmizî, 3776; Ebu Davud, 1109; Nesâî, 3/108; tbn Mâce,  1600. tsnâdı hasendir.

[1038] Müslim, 1017. Cerîr b. Abdullah el-Becelî anlatıyor: Günün evvelinde Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikteydik. Kaplan derisi gibi benekli yün elbiseleri yahut abaları yırtık, kılıçlarını kuşanmış, yalın ayak, çıplak ve çoğunluğu hatta hepsi Mudar kabilesin­den olan bir topluluk Hz. Peygamber'in (s.a.) yanma geldi. Onlarda gördüğü yok­sulluktan dolayı Allah Rasûlü'nün (s.a.) yüzünün rengi değişti. Bunun üzerine içeri girdi, sonra çıktı. Bilâl'e emretti, Bilâl ezan okuyup kamet getirdi. Hz. Peygamber (s.a.) namaz kıldırıp: "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan Rabbinİzden kor­kun... Allah üzerinizde gözcüdür." (Nisa, 4/1) ve Haşr süresindeki: "Ey iman edenler Allah'tan korkun. Herkes yarın için önden ve gönderdiğine baksın." (Haşr, 59/18) âyetlerini okudu ve şöyle buyurdu: "Allah'tan korkun. Herkes dinar, dir­hem, elbise, bir sa' buğday, bir sa' hurma... yarım hurma da olsa sadaka olarak versin." Ensâr'dan bir adam avucunun zor aldığı, hatta avucuna sığmayan bir kese getirdi bıraktı. Sonra insanlar birbirini takip etti. Öyle ki yiyecek ve giyecekten olu­şan iki yığın oluştuğunu gördüm. Allah Rasûlü'nün (s.a.) sevinçten yü2ünün parıl parıl gümüş gibi parladığmi gördüm. Allah Rasûlü (s.a.) bunun üzerine şöyle buyur­du: "İslâm'da kim güzel bir çığır açarsa o kimseye hem açtığı bu çığırın mükâfat!, hem de ondan sonra o çığırı takip edenlerin mükâfatı -onların mükâfatlarından bir-şey eksiltilmeksizîn- verilir. Kim de İslâm'da kötü bir çığır açarsa o kimseye hem açtığı bu çığırın günahı, hem de ondan sonra o çığırı takip edenlerin günahı -onların günahlarından birşey eksiltilmeksizin- verilir."

[1039] Müslim, 874; Ebu Davud, 1104; Nesâî, 3/108: Umâre b. Ruaybe, Bişr b. Mervân'-ın minberde ellerini kaldırdığını görünce: "Allah, şu elleri fena yapsın. Allah Rasü-lü'nü (s.a.) gördüm; eliyle şöyle yapmaktan fazla birşey yapmazdı" diyerek parma­ğıyla işaret parmağını gösterdi.

[1040] Buharı, H/35; Müslim, 897; Enes b. Mâlik anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) devrin­de insanlar arasında kıtlık başgösterdi. Hz. Peygamber (s.a.) cuma günü hutbe okurken bir a'râbî ayağa kalkıp: "Ey Allah'ın Rasûlü! Mallar helak oldu, çoluk-çocuk aç kaldı. Allah'a bizim için dua et." dedi. Bu istek üzerine Hz. Peygamber (s.a.) elleri­ni göğe kaldırdı. Gökte bir parça bulut bile göremiyorduk. Canım elinde olan Al­lah'a yemin ederim ki, Hz.

Peygamber (s.a.) ellerini indirir indirmez dağ gibi bulut­lar gözüktü. Daha o minberden inmeden sakalından yağmur aktığını gördüm. O gün, ertesi gün, daha sonraki gün... ve ta ertesi cumaya kadar yağmur yağdı. O a'râbî (yahut başka biri) kalkıp: "Ey Allah'ın Rasûlü! Binalar yıkıldı, mallar suya gömüldü. Bizim için Allah'a dua et." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) ellerini kaldırıp: "Allah'ım! Üzerimize değil, etrafımıza yağdır." diye dua etti. Eliyle bulutun neresi­ne işaret ederse o taraf mutlaka açılıyordu. Mediue ova gibi oldu. Bir ay boyunca vadi su kanalı gibi aktı.  Nereden bir kimse gelse sağnak yağışından sözetti.

[1041] Ebu Davud, 1096, 1145. Hafız ibn Hacer'in Telhîs'de (2/65) söylediği üzere hadisiâ senedi hasendir. İbn Huzeyme ise sahih saymıştır.                                                \

[1042] Buharı, 61/25; Tirmizî, 505; Nesâî, 3/102; İbn Mâce, 1417 ve 1415; Tirmizî, I416İ 1414, 3631. Bu hadis şu sahabîlerden rivayet edilmiştir: İbn Ömer, Câbir, Enesİ Sehl ve Übey b. Kâ'b. Bk. İbn Kesîr, Şemâilu'r-Rasûl, s. 239, 251.                 

[1043] Buharî, 8/91; Müslim, 509; Ebu Davud,  1082.                                 

[1044] Buharı,  11/36; Müslim, 851; Ebu Davud,  1112; Nesâî, 3/104;  İbn Mace 1110

[1045] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 23.

[1046] Ahmed, 3/203, İbn Abbas'tan. Senedi zayıftır. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (2/184) kaydetmiş ve ilâve olarak Bezzâr ile'Taberânî'nin (Evsat'ta) rivayet ettiklerini söyle­miştir.

[1047] Ahmed, Müsned, 5/143; îbn Mâce, 1111. İsnadı hasendir. Ayrıca benzeri bir hadisi de îbn Hibbân (577) rivayet etmiştir. Bk. Mecmau'z-Zevâid, 2/184.

[1048] En'âm, 6/160

[1049] Ahmed, Müsned, 2/214; Ebu Davud,  1113. İsnadı hasendir.

[1050] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/398-402.

[1051] Hafız îbn Hacer diyor ki: Cumadan önce iki rekât namaz kılmanın meşruluğu ko­nusunda tutunulan en kuvvetli delil, İbn Hibbân'ın sahih olduğunu söylediği şu Ab­dullah b. Zübeyr hadisinin genel hükmüdür: "Öncesinde iki rekât sünnet namaz bulunmayan hiçbir farz namaz yoktur." Yine buna benzer bir hadis de Abdullah b. Mugaffel'İn naklettiği: "Her iki ezan arasında bir namaz vardır." hadisi. Müter­cim der ki: Ancak birinci hadisle çelişen bir durum olarak akşam namazını göstere­biliriz. Şu var ki, müellifin tenkit ettiği deliller incelenecek olursa, cumadan önce sünnet namazın varolduğu görüşünün de pek çürük olmadığı görülür. En azından böyle bir namazın bid'at olmadığı, aksine seleften bir kısmı tarafından kılındığı or­taya çıkar.

[1052] Buharı,  11/39.

[1053] Buharı,  13/26. Ta'lîk olarak rivayet etmiştir.

[1054] Buharî,  13/26; Müslim, 884; Nesâî, 3/193; Ebu Davud, 1159, İbn Mâce, 1291.

[1055] Buharî,  19/29.

[1056] Ebu Davud,  1116; îbn Mâce,  1114.                                                  

[1057] Bu iki zat çoğunlukla birbirine karıştırılır. Daha çok şöhret yapan ve pekçok müna­kaşalara sebep olan Ibnü'l-Kayyim'in devamlı "üstad" diye yad ettiği ikincisidir. Dede tbn Teymiye'nin ismi şöyledir: Ebu'l-Berekât Mecdüddîn Abdüsselâm b. Ab­dullah. Münteka'l-Ahbâr isimli ahkâm hadislerini topladığı pek kıymetli bir eseri vardır ki, İmam Şevkânî, bu eseri Neylü'l-Evtâr adıyla şerhetmiştir. Torun İbn Tey­miye'nin ismi ise şöyledir: Şeyhülislâm Takiyyüddîn Ahmed b. Abdülhalîm b. Ab­düsselâm. îslâm dünyasında şöhret yapmış olan zat budur. Görüldüğü üzere karşı­sında dedesi de olsa hakikati en keskin şekilde söylemekten çekinmeyen bir mizaca

sahip! Aynca Takiyyüddin Ahmed'in babası, Mecdüddin Abdüsselâm'ın oğlu Ab-dülhalîm de âlim bir zat imiş. Bu üçünün yazdığı bir usûl-i fıkıh kitabı vardır, yayın­lanmıştır.

[1058] Buharı,  11/33; Müslim, 875.

[1059] Müslim, 875; Ebu Davud,  1117.

[1060] Ebu Davud,  1128; Nesâî, 3/113. İsnadı sahihtir.

[1061] Ebu Davud, 1130. İsnadı hasendir.

[1062] Müslim, 857.

[1063] Yukarıda geçti. Müsned,  5/75. Bk. dipnot: 43.

[1064] Tirmizî, 523; Abdürrezzak, Musannef, 5524, 5525. Senedi sahihtir.

[1065] İbn Mâce,  1129. Senedi çok zayıftır.

[1066] Buharî, 65/1; Müslim, 2846; Tirmizî, 2560.

[1067] Buharî,  10/13,  30/17; Müslim,   1092.

[1068] Ebu Davud, 840 ve 841; Nesâî, 2/207; Tirmizî, 269; Ahmed, Afüsned, 2/381. Hadis sahihtir. Müellif (r.h.) anlayışta hata etmiş ve bu rivayetin vehim olduğunu sanmış­tır. Bu hadis secde ile ilgili bahiste geçti. Oradaki dipnota bakınız.

[1069] Tirmizî, 268; Ebu Davud, 838; Nesâî, 2/207. Senedinde zayıf râvi vardır.

[1070] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/402-410.

[1071] Ebu Davud,  1130. Senedi kuvvetlidir.

[1072] Buharî,  11/39; Müslim, 882; Tirmizî, 521; Ebu Davud,  1132; Nesâî, 3/113.

[1073] Müslim, 881.

[1074] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/410-411.

[1075] Musalla: Namazgah, namaz kılınan yer demek olup, Medine'de Mescid-i Nebevî'nin kapısına bir arşın uzaklıkta bir yerin adı idi. Bayram namazları Mescid-i Nebevî'de değü, burada kılınırdı.

[1076] Ebu Davud,  1160; fbn Mâce,  1313. Senedi zayıftır.

[1077] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/413.

[1078] "Takım elbise" diye tercüme ettiğimiz kelime "hülle" karşılığıdır. Hülle, üstten giyi­len ridâ ve belden aşağı giyilen izârdan oluşan elbiseye denir. Bürde ise yemen işi olup bîr tür çizgili kumaş adıdır. Cübbe ve hırka anlamına da gelir. Hz. Peygamber'in (s.a.) giydiği elbiseler konusunda bu kitabın baştaraflarında geniş bilgi verilmiştir.

[1079] Müslim, 2077 (22); Nesâî, 8/203.

[1080] İbn Mâce, 1315. Metni şöyledir: "Allah Rasûlü (s.a.) Ramazan ve Kurban bayramı günleri guslederdi. " Senedi çok zayıftır.

[1081] İbn Mâce, 1316. Yusuf b. Halid es-Semtî hakkında tbn Hibbân: "O, hadis uydururdu" demiştir.

[1082] Mâlik, Muvatta,  î/177; Abdürrezzak, Musannef, 5754. İsnadı sahihtir.

[1083] Buharı,  13/14; Ibn Mâce, 1304.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/413-414.

[1084] Buharî,  13/7; Müslim, 886 (6) ve 887; Ebu Davud,  1148; Tirmizî, 532.

[1085] Buharı,  13/26; Tirmizî, 537; Nesâî, 3/193;  îbn Mâce,  1291.

[1086] Müslim, 891; Nesâî, 3/183; Tirmizî, 534; îbn Mâce,  1282.

[1087] Müslim, 878; Tirmizî, 533; Nesâî, 3/184; İbn Mâce,  1281; Abdürrezzak, 5706.

[1088] Tirmizî, 536; îbn Mâce, 1279; Dârakutnî, 1/181; Tahâvî, 2/399; Beyhakî, 3/286. İs­nadı zayıfsa da pek çok destek hadis bulunduğu için Tirmizî hadisi hasen saymıştır. Bu konuda şu kaynaklarda hadisler mevcuttur: Ebu Davud, 1149, 1151; îbn Mâce, 1278,  1280; Tahâvî, 2/399; Hâkim,  1/298; Ûarakutnî,  1/181;Ahmet 2/180 Bk. Nasbu'r-Râye, 2/216, 219.

[1089] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/414-416.

[1090] Buharî,  13/6.

[1091] Buharı,  13/7; Müslim, 885.

[1092] Müslim, 889.

[1093] İsnadı sahihtir. Az aşağıda müellif, seneddeki râvileri söyleyecektir.

[1094] tbn Mâce, 1288. İsnadı sahihtir. Ahmed, Müsned, 3/36, 42, 54; Abdürrezzak, Musan-nef, 5634; Beyhakî, Sünen, 3/297.

[1095] Mümtehine: 60/12.     '

[1096] Buharı, 13/19; Müslim, 884; Ebu Davud, 1143 ve 1144; Nesâî, 3/184; İbn Mâce, 1273.

[1097] Buharı,  13/19; Müslim, 885; Ebu Davud,  1141.

[1098] Buharı, 13/6; Müslim, 889; Ebu Davud, 1140; ibn Mâce, 1275. Kesîr b. Salt b. Ma'-dîkerb, Abdülmelik b. Mervan'ın mektup kâtibiydi.

[1099] îbn Mâce,  1287. Senedi zayıftır.

[1100] Ahmed, Müsned, 8697; Ebu Davud, 4840; tbn Mâce, 1894; îbn Hibbân, 1/135. Sene­di zayıftır.

[1101] Ebu Davud, 1073; İbn Mâce, 1311: Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) buyurdular ki: "Bu gününüzde iki bayram bir araya geldi. Dileyen cumayı kıl­mayabilir. Biz cumayı kılarız." Senedi hasendir. Busîrî, Zevâiifde sahih olduğunu söylemiştir. Bu konuda şu kaynaklarda da hadisler vardır: Ahmed 4/372; Ebu Davud, 1070; Nesâî, 3/194; İbn Mâce, 1310 ve 1312. İbn Kudâme, el-Muğnî (2/358)'de diyor ki: Bayram cuma gününe

rastlarsa, İmam {devlet başkanı) dışında, bayram namazım kılanlardan cumanın farziyeti düşer. Ama cumayı kıldıracağı kimseler bulunmaması hali dışında imamdan farziyet asla düşmez. Denildi ki: İmama bu durumda farz olup olmaması hususunda iki görüş vardır: 1- Düşeceğini söyleyenler; Şa'bî, Nehaî ve Evzâ-î'dir. Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Saîd, İbn Ömer, İbn Abbas ve İbn Zübeyr'in de bu görüşte olduğu söylenmektedir. 2- Fakihlerin çoğunluğu farz olur diyor.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/416-419.

[1102] Buharî,  13/24; Tirmizî, 541; İbn Mâce,  1299/1300, 1301; Ebu Davud,  1157.

[1103] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/419-420.

[1104] tbn Ebî Şeybe, Ebu'l-Esved'in söyle dediğini rivayet eder: Abdullah b. Mes'üd, arefe günü sabah namazından başlayıp kurban gününün ikindi namazına kadar: "Allahu ekber Allahu ekber. Lâ ilahe illallahu vallahu ekber. Allahu ekber ve Iillahilhamd" diye tekbir getirirdi. Rivayetin senedindeki râvüer sikadır. Yine İbn Ebî Şeybe, Hz. Ali'nin arefe günü sabah namazından sonra başlayıp en son teşrik gününün ikindi namazına kadar tekbir getirdiğini rivayet eder ki, isnadı sahihtir. Hâkim, Müstedrek <l/299)'de der ki: "Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'ûd'-un, arefe günü sabah namazından teşrik günlerinin sonuncusuna kadar tekbir getir­dikleri sahih yolla aktarılmıştır." Dârakutnî, Sünen'inde (s. 182) senedleriyle İbn Ömer, Ebu Saîd el-Hudrî, Zeyd b. Sabit ve Osman b. Affân'ın kurbanın ilk günü öğle nama­zından sonra başlayıp teşrik günlerinin sonuncusunun öğle namazına kadar tekbir ge­tirdiklerini rivayet etmiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/420.

[1105] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/421.

[1106] Bu hadiste geçen şüphe ifadeleri nakledene aittir. Râvinin, Hz. Peygamber'in (s.a.) bu iki sözden hangisini söylediğini tayin edememesinden kaynaklanmaktadır.

[1107] Konunun başından buraya kadar olan kısım kaynaklardaki pasajlar birleştirilerek veril­miştir. Kaynaklar şöyledir: Buharî, 16/2, 16/4, 16/5, 16/9, 16/13, 16/19, 2/21, 4/37, 8/51, 10/91, 59/4, 67/88; Müslim, 901, 903, 907, 904, 905; Muvatta, 1/186, 187, 188, 189.

[1108] Ahmed, 5/16; Ebu Davud, 1184; Nesât, 3/140.

[1109] Müsüm, 901; Ebu Davud, 1177; Nesâî, 3/129, 130.

[1110] Müsİim, 908, 909; Ebu Davud,  1183.

[1111] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/421-424.

[1112] Çünkü Urve, Hz.Âişe'nin ablası Esmâ'mn oğludur, yani yeğenidir. Amra ise hanım sahabî olup Hz. Âişe'nin gözetiminde yetişmiştir.

[1113] Müslim, 909.

[1114] Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 3/359. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'da (2/208) kaydetmiş ve Bezzâr'ın rivayet ettiğini söylemiştir.                                                         

[1115] Ebu Davud,  1182. İsnadı zayıftır.

[1116] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/424-427.

[1117] Buharî,  15/6-11; Müslim, 897; Nesâî, 3/160,  161.

[1118] Ebu Davud, 1165; tbn Mâce, 1266; Nesâî, 3/157; Tahâvî, 1/191, 192; Tirmizî, 558. Hadisin isnadı hasendir. Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahih'tir" demiş; tbn Huzeyme (1405 ve 1408) ile İbn Hibbân (603) hadisi sahîh saymışlardır.

[1119] Ebu Davud, 1173. et-Takrîb yazan bu hadisin senedinde adı geçen Yunus b. Yezîd el-Eylî hakkında: "Sikadır. Ancak Zührî dışındaki râvilerden yaptığı rivayette hata vardır. Bu hadis de onlardandır." diyor. Buna rağmen tbn Hİbbân (604) ve Hâkim (1/328) hadisi sahih saymış, Zehebî de buna muvafakat etmiştir. Ebu Davud ise: "Bu hadis garîbtİr, isnadı ceyyiddir." diyor. Buharî, Sahihinde (15/4) Abdullah b. Zeyd'-in: "Hz- Peygamber (s.a.) namazgaha çıktı, yağmur duasında bulundu. Kıbleye yönel­di, ridâsının şeklini değiştirdi ve iki rekât namaz kıldı." dediğini rivayet ediyor.

[1120] tbn Mâce,  1270.

[1121] Ebu Davud, 1169; Beyhakî, 3/355. tsnâdı sahihtir. Hâkim (1/327) bu hadisi sal

saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.

[1122] Ebu Davud, 1168; Ahmed, 5/223. Senedi sahihtir. Hâkim (1/327) hadisi sahîh saymış,Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Ayrıca bk. Nesâî, 3/159; Tirmİzî, 557.

[1123] Ebu Davud,  1176; Mâlik, Muvatta,  1/190,  191.

[1124] Bk. Dipnot: 5.

[1125] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 2/215; Taberanî, Beyhakî, Ebu Nuaym el-Isfehânî, dis zayıftır.

[1126] Buharî, Müslim, Nesâî, Mâlik.

[1127] Buharı,  15/23; Nesâî, 3/164.

[1128] Müslim, 898; Ebu Davud, 5100.

[1129] Şafiî,  el-Ümm,   1/252,  253;  Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ,  3/359.   Be munkatı' olduğunu, çünkü Yezîd b. Abdullah b. el-Hâd'ın Hz. doğrudan doğruya rivayette bulunmadığım söylüyor.

[1130] et-Ümm, 1/251. Hadisin senedinin Şafiî'den Salim b. Abdullah'a kadar olan kısmı kesiktir.

[1131] Mâlik, Muvatta, 1/192; el-Ümm, 1/223. Buharı ve Müslim'de (895) ise Enes b. Mâ-lik'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.) yağmur duası dışında hiçbir dua­sında ellerini kaldırmazdı. Yağmur duasında ise ellerini koltuklarının beyazı gözüke­cek şekilde kaldırırdı.

[1132] Fâtır, 35/2.

[1133] Mâlik, Muvatta,  1/192. İsnadı mu'daldir.

[1134] Şâfıî, el-Ümm, î/223. Hadis mürseldir; çünkü Mekhûl Hz. Peygamber'e (s.a.) yetiş­memiştir.

[1135] Ebu Davud, 2540. Beyhakî (3/360) ise şu şekilde rivayet ediyor: "/*/ şey reddolunmaz yahut hemen hemen reddolunmaz: I- Ezan okunurken yapılan dua, 2- Savaş anında, ordular birbirleriyle vuruşurken yapılan dua." Hadisin senedi hasendir. tbn Hibbân (297 ve 298) hadisi sahih saymıştır. Ebu Davud ve Beyhakî tarafından rivayet edilen "yağmur altında" sözünün geçtiği hadisin senedinde bilinmeyen bir râvi vardır.

[1136] Beyhakî, 3/360. Hadis zayıftır.   

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/429-435.                                                            

[1137] Buharî, 56/64.

[1138] Buharî, 56/103.

[1139] Dârimî, 2/214; Ebu Davud, 2606; Tirmizî, 1212; İbn Mâce, 2236; Ahmed, 3/416, 417, 431, 432 ve 4/384, 390, 391, Sahr el-Gâmidî. Hadis sahihtir.

[1140] Ebu Davud, 2608, 2609. Hadis hasendir.

[1141] Buharî, 56/135; Tirmizî, 1673. îbn Ömer'in rivayet ettiği bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyorlar ki: "İnsanlar yalnızlık konusunda benim bildiklerimi bilselerdi, hiçbir süvari gece tek başına yola çıkmazdı."

[1142] Mâlik, Muvatta, îsti'zân, 2/978; Tirmizî, 1674;.Eba Davud, 2607. İsnadı hasendir. îbn Huzeyme ve Hâkim sahih saymışlardır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/437-438.

[1143] İbnü's-Sünnî, Amelü'l-Yevm ve'l-Leyle, s.185. Hadis zayıftır. Hafız Îbn Hacer, Tahrtcu'I-Ezkâr'âaı "Bu hadîs garîbdir" demektedir.

[1144] Bu kısım âyettir, bk. Zuhraf, 43/13-14.

[1145] Tirmizî, 3443; Ebu Davud, 2602. Senedi hasendir. îbn Hibbân (2380, 2381) ve Hâ­kim (2/98) bu hadisi sahih saymışlardır.

[1146] Müslim, Hac, 1342; Tirmizî, 3444; Ebu Davud, 2599.

[1147] Ebu Davud (2599), bu cümleyi bir önceki hadisin peşinden vermiştir. Müslim ise bu cümleyi vermemiştir. Hadis, bir önceki hadisin senediyle rivayet edilmediğinden müdrectir. Bu hadisi, Musannef'te (5/160) Abdürrezzâk, îbn Cüreyc'den mu'dal se-nedle rivayet etmiştir. Bu, araya yapılan ilâvenin farkında olunmalıdır; çünkü gerçek­ten incedir. İmam Nevevî (r.h.) bile yanılıp bu cümleyi, Riyâzu's-Salihîn ve el-Ezkâr adlı eserlerinde hadisin tamamıymış gibi sunmaktadır. Îbn Allân'm, el-Fütûhâtu'r-Rabbâniyye adlı eserinde aktardığına göre Hafız îbn Hacer, Emâii'l-Ezkâr'ûz bu ko­nuda Nevevî'ye tenkitlerini yöneltip cevap vermiştir.

[1148] Îbnü's-Sünnî, Amelü'l-Yevm ve'I-Leyle, s.197; ibn Hibbân, 2377; Hâkim, 2/100. Se­nedi hasendir. Hâkim sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Hafız tbn Hacer ise Emâli'I-Ezkâr'da hadisin hasen olduğunu belirtmektedir.

[1149] lbnti's-Sünnî, Amelü'l-Yevm ve'I-Leyle, s.  196. Hadîs zayıftır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/438-440.

[1150] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (2/157) aktarmış ve Bezzâr'ın rivayet ettiğini söyle­miştir. Hadis zayıftır.

[1151] Buharı, 18/5; Müslim, 685.

[1152] Aynı yerler. Zührî, Urve'den Hz. Âişe'nin şöyle dediğini aktarıyor: "Namaz ilk ola­rak ikişer rekât olarak farz kılınmıştı. Yolculuk namazı olduğu gibi bırakıldı da, ikamet halindeki namaza (iki rekât) ilâve edildi." Zührî devamla diyor ki: Urve'ye: "Ne oluyor da Hz. Âişe, yolculuk esnasında namazı tam kılıyor?" diye sordum.; "O da Hz. Osman gibi te'vil yoluna gitti.", karşılığını verdi.

Hafız îbn Hacer diyor ki: Bize intikal ettiğine göre Hz. Osman'ın yolculukta na­mazları tam kılmasının sebebi şuydu: Hz. Osman'a göre namazı kısaltma bilfiil yol­culukta bulunana mahsustur. Yolculuğu esnasında bir yerde kalan kimseye mukîm hükmü verilir. Dolayısıyla namazım tam kılar. Bu konuda delil, Ahmed'in (4/94), hasen senedle rivayet ettiği şu rivayettir: Abbâd b. Abdulah b. Zübeyr anlatıyor: Muâviye, haccetmek için memleketimize geldiğinde, Mekke'de bize öğle namazını iki rekât kıldırdı. Sonra Dârunnedve'ye gitti. Mervân ve Amr b. Osman huzuruna çıktı­lar ve ona: "Amcanoğluna karşı ayıb ettin. Çünkü o, namazı tam kılmıştı." dediler. O da şöyle karşılık verdi; "Hz. Osman, Mekke'ye geldiğinde namazı tam yani orada öğle, ikindi ve yatsı namazlarını dörder rekât kılmıştı. Sonra Minâ ve Arafat'a çıktı­ğında namazı kısaltmıştı. Hacci bitirip Minâ'da ikamet ettiğinde İse namazı tam kıl­mıştı."

[1153] "Yeryüzünde yolculuk ettiğinizde eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmalarından kor-karsanız namazı kısaltmanızda bir günah yoktur. " (Nisa, 4/101).

[1154] Müslim, 686; Ebu Davud, 1199; Tirmizî, 3037; İbn Mâce, 1065. Hadisin tamamı metinde az ileride gelecektir.

[1155] Müslim, 687; Ebu Avâne, 2/335; Ahmed, 2124, 2177, 2293; Ebu Davud, 1247; Ne-sâî, 3/169.

[1156] Nesâî, 3/118; İbn Mâce, 1064; Ahmed,  1/37; Tayâlisî (1/124) son cümle dışında kalan kısmı rivayet etmiştir. Hadisin senedi sahihtir. İbn Hibbân (544) sahih olduğu­nu söylemiştir.

[1157] Bk. dipnot:  17.

[1158] Buharî, 18/1; Müslim, 693; Tirmiri, 548; Nesâî, 3/121; İbn Mâce, 1077g

[1159] Bakara, 2/156.                                                                                      '

[1160] Buhari,  18/2; Müslim, 695; Nesâî: 3/120.

[1161] Buharı,  18/11; Müslim, 689.

[1162] Tirmizî, 881; Ebu Davud, 2019; İbn Mâce, 300İS; Ahmed, 6/187, 207. Hâkim, hadisin sahih olduğun

Hâkim, 1/466, 467; Dârimî, 2/73; u söylemiş, Zehebî ona muvafakat etmiş; Tirmizî ise hadisi, hasen saymıştır.

[1163] Buharî, 63/47; Müslim,  1352.

[1164] Buharî, 24/59; Müslim,  1621; Muvatta, Zekât, 1/282; Nesâî 5/109.

[1165] Ahmed, Müsned,  1/62. Senedi zayıftİr.

[1166] Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 3/143. Senedi sahihtir. Zeylaî ve îbn Hacer sahih oldu­ğunu söylemişlerdir.

[1167] İmam Şafiî, el-Ümm, 1/159 ve Miisned, 1/114; Dârakutnî, 1/242; Beyhakî, 3/142. Seneddeki Talha b. Amr b. Osman el-Hadramî metruk râvidir.        

[1168] Beyhakî, 3/141; Dârakutnî, 2/189.

[1169] Beyhakî, 3/142; Dârakutnî, 2/188. Senedi sahihtir. Bk. Nasbur-Râye, 2/191]

[1170] Bk. dipnot: 24.

[1171] Beyhakî, Sünen, 3/136, isnadı hasendir.

[1172] Bk. Dipnot: 21.

[1173] Bk. Dipnot: 24 ve 33.

[1174] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/440-448.

[1175] Ahzâb, 33/21.

[1176] Buharî, 18/11; Müslim, 689.

[1177] Buharî, 2/407; Müslim, 700.

[1178] Buharî, 2/474; Müslim, 701.

[1179] Tahkikçiler "Bu rivayet, Hasan el-Basrî Allah Rasülü'ne (s.a.) yetişmediği için mür-seldir." diyorlar ki, bu söz bir yanlış anlamanın eseridir. Çünkü Hasan el-Basrî, yu­karıdaki metinden de anlaşılacağı üzere "Ben Allah Rasûlü'nün (s.a.) zamanına eriştim" demiyor, aksine "Ben Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabının zamanına eriştim" diyor. Onun, sahabe devrine yetiştiği şüphe götürmez bir gerçektir.

[1180] Abu Davud, 1222; Tinnia, 550 ve 552.

[1181] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/448-449.

[1182] Ahmed, Müsned, 3/203; Ebu Davud, 1225. isnadı hasendir. Münzirî hasen, birçok kimse de sahîh saymıştır.

[1183] Müslim (700/35), Mâlik - Amr b. Yahya el-Mâzinî - Saîd b. Yesâr senediyle İbn Ömer'in: "Ben, Allah Rasûlü'nün (s.a.), Hayber'e yönelmiş vaziyette bir eşek üzerin­de namaz kıldığını gördüm." dediğini nakleder. Dârakutnî vs. muhaddisler diyorlar ki: "Bu, Amr b. Yahya eİ-Mâzinî'mn bir yamlgısıdır. Zira Hz. Peygamber'in (s.a.) yük devesi veya binek devesi üzerinde namaz kıldığı bilinen bir gerçektir. Doğrusu, eşek üzerinde namaz - Müslim'in (702) de zikrettiği üzere- Enes'in fiilidir"

[1184] Ahmed, 4/174; Tirmizî, 411. Ebu Bekr tbnü'l-Arabî diyor ki: Bu, Ya'lâ hadisi sened itibariyle zayıf, anlam İtibariyle sahihtir. Bir kimse vaktin çıkmasından korkar ve

[1185] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/450.

[1186] Hâkim bunu, Utûmu'l-Hadts adlı eserinde zikretmiştir. Ayrıca hadisi Ahmed, Ebu Davud (1220) ve Tirmizî (553) de rivayet etmiştir. Hafız ibn Hacer, Fethu'l-Bârt'de (2/480) diyor ki: Bu hadisi bir grup hadis imamı, Kutebye'nin Leys'ten tek başına rivayet etmiş olmasından dolayı illetli saymıştır. Hâkim'in Uiûmu'l-Hadîs'te anlattı­ğına göre Buharı, zayıf râvilerden birinin onu Kuteybe'ye nisbet ettiğine dikkati çek­miştir.

[1187] Ebu Davud, 1208, K. Salât, B. el-Cem' beyne's-salâteyn. Bu hadisin senedinde adı geçen Hişâm b. Sa'd'ın güvenirliğinde görüş ayrılıkları vardır. Ebu'z-Zübeyr'in, Mâ­lik, Sevrî, Kurra b. Hâlid vs. öğrencileri Hişâm'a muhalefet ederek, rivayetlerinde takdim suretiyle birleştirmeyi zikr etmemişlerdir. Bu konuda İmam Şafiî (1/116, 117) ve tmam Ahmed (1/367), İbn Abbas'tan bir hadis rivayet etmişlerdir; ama bu hadis zayıftır. Yalnız Ahmed (2191) ve Beyhakî (3/164) tbn Abbas'tan sahih senedle bu hadise şahid bir hadis rivayet etmişlerse de, Hafız İbn Hacer'in de dediği gibi: "Bu hadisin Hz. Peygamber'e (s.a.) isnadı şüphelidir. Bilinen, bunun İbn Abbas'a isnadı­dır. Nitekim Beyhakî, bir başka senedle tbn Abbas'a kesin isnâd ederek rivayet et­mektedir."

[1188] Beyhakî, 3/162. İsnadı sahihtir.

[1189] Abdullah b. Abbas; "Allah Rasûlü <s.a.) korku ve yolculuk bulunmadığı halde Medine'de öğle ile ikindiyi bir arada kıldırdı." diyor. Hz. Peygamberdin (s.a.) bunu neden yaptığını sorana da: "Ümmetini zorluğa düşürmemek (günaha sokmamak) için yap­tı." cevabım veriyor. Bk. Müslim, Sahih, 705/50.

 

[1190] Hanefî mezhebine göre Kurban bayramının birinci günü Arafat'ta öğle ile ikindiyi, Müzdelife'de akşam ile yatsıyı cemetme dışında namazlar cemedilemez. Bu konuda geniş bilgi için Prof. Kamil Miras'ın Tecrid-i Sarih Tercemesi'tideki 571 no'lu hadisin açıklamasına bakılabilir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/451—455.

[1191] Ahmed, 4/80, 85; Ebu Davud, 764; İbn Mâce, 807; İbn Hibbân (443) ve Hâkim (1/235) hadisi sahih saymış, Zehebî de buna muvafakat etmiştir. Ayrıca hasen bir senedİe Tirmizî (242), Ebu Davud (775) ve Ahmed (3/50) tarafından da rivayet edil­miştir.

[1192] Buharı, 66/32; Müslim, 800/248.

[1193] Tercî': Sesi yükseltmek, titretmek ve nağme yapmak anlamlarına gelir. Ayrıca sözü kendi işitecek kadar söylerken sesi yükseltip herkese işittirmek anlamında da kullanı­lır.

[1194] Müslim, 794/237.

[1195] Buharı, 66/20.

[1196] Ebu Davud, 1468; Nesâî, 2/179, 180. İsnadı sahihtir. Dârimî 2/474; Ahmed, Müs-ned, 4/283, 285, 296, 304; İbn Mâce, 1342. İbn Hibbân (660) ve Hâkim sahih saymış, Zehebî de buna muvafakat göstermiştir.

[1197] Ebu Davud, 1469, 1470, 1471; Ahmed, Müsned, 1476. İsnadı sahihtir. Ayrıca Buha-rî, Tevhîd, 97/44.

[1198] Buharı, 66/19, 66/32, 97/44; Müslim, 792; Ebu Davud, 1473; Nesâî, 2/180. Hadiste geçen "izin vermek" diye tercüme edilen kısım "mükâfat vermek" diye de tercüme edilebilir.

[1199] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (7/170) vermiş ve Ebu Ya'lâ'nın rivayet ettiğini belir­terek bir râviden dolayı hadisin zayıf olduğunu söylemiştir. Hafız İbn Hacer, Fethu'l-Bâri'de (9/81) diyor ki: İbn Sa'd'ın, Müslim'in şartlarım taşıyan bir isnâdla Enes'ten rivayet ettiğine göre Ebu Musa bir gece kalktı, namaza durdu. Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımları onun sesini işittiler. Ebu Musa tatlı sesli idi. Hanımlar kaikıp onu dinlediler. Sabah olunca bu durum Ebu Musa'ya aktarıldığında: "Bilseydim, onlar için sesimi güzelleştirirdim." dedi. Rûyânî'nin rivayetinde ise Ebu Musa; "Allah Ra-sülü'nün (s.a.) okuduğumu dinlediğini bilseydim okumamı güzelleştirirdim." demiş­tir. Buharî (66/31) ve Müslim'in (793) rivayetlerine göre Allah Rasûlü (s.a.), Ebu Musa'ya: "Benim, bu gece senin Kur'an okuyuşunu dinleyişimi ah bir görseydin! Gerçekten sana Hz. Davud ailesinin neylerinden biri verilmiştir."

[1200] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/457-459.

[1201] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/459-461.

[1202] Hassan b. Sabit, Divan, s.420.

[1203] el-A'şâ, Divan, s.25.

[1204] A'râf, 7/92.

[1205] Beyt, el~Hamâsetu'!'Basriyye (2/55) ve el-Egânî (I3/127)'de Şair Übeyrid'e; Zeyiü'l-Emâlî (s.73)'de de Seyyar b. Hübeyre'ye nisbet edilmektedir. ei-Kâmil (l/184)'de ise Abdullah b. Muâviye b. Abdullah b. Ca'fer b. Ebî Tâlib'e ait beyitler arasında geç­mektedir.  İnşikâk, 84/2.

[1206] İnşikak,84/2.

[1207] Adiyy, Divan, s. 172; tbnü'ş-Şecerî, Emâlî, 2/36.

[1208] İsnadı güçlüdür. Ahmed b. Hanbel (3/İ46)'de: "Allah'ın kitabım öğrenin, onu oku­mayı elden bırakmayın ve onunla tegannî edin. Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Kur'an, ipte bağlı gebe deveden daha süratli sıyrılıp kurtulur." Müslim (79I/231)'de ise: "Bu Kur'an'ı okumayı elden bırakmayın. Muhammed'in cam elinde olan Allah 'a yemin ederim ki, Kur'an ipte bağlı deveden daha süratli sıyrılıp kurtu­lur. " şeklinde rivayet edilmektedir.

[1209] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/461-465.

[1210] Taberânî, Evsat; Beyhakî, Şuabu'l-lman. Hadis sahih değildir.

[1211] Sayılan diğer alâmetler ise şunlardır: Sefihlerin başa geçmesi, akitlerde şartların ço­ğalması, hükmün satımı, cana değer vermemek, akraba ziyaretlerim kesmek. Ahmed b. Hanbel tarafından da (3/494) rivayet edilen bu hadisin ondaki senedi zayıf olsa bile; Taberânî ve Ibn Şahin tarafından başka bir senedle rivayet edilmiş olup, aynca bu hadisi destekleyici Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde (6/22,23) ve Hâkim'in Mûs-tedreklnde (3/443) iki ayrı hadis vardır. Bunlar toplanınca hadisin sahih olduğu an­laşılır.

[1212] Dârakutnî, 1/239. Hadis çok zayıftır.

[1213] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/466-467.

[1214] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/467-468.

[1215] Buharı, 23/80; Ebu Davud, 3095: Hz. Peygamber'e (s.a.) hizmette bulunan bir yahu-dî çocuk vardı, hastalandı. Hz. Peygamber (s.a.) ziyaretine gitti, başucuna oturdu. Çocuğa: "Müslüman ol." dedi. Çocuk, yanında oturan babasına baktı. Babası: "Ebu'l-Kâsım'a (s.a.) itaat et, oğlum" deyince, çocuk müslüman oldu- Hz. Peygamber (s.a.): "Bunu ateşten kurtaran Allah'a hamdolsun" diyerek yanından ayrıldı.

[1216] Buharı, 23/81; Müslim, 24: Ebu Tâlib'İn vefat zamanı yaklaşınca Allah Rasûlü (s.a.) yanına geldi. Orada Ebu Cehl b. Hişâm ve Abdullah b. Ebî Umeyye b. Mugîre ile karşılaştı. Allah Rasûlü (s.a.): "Amca, Lâilâhe illallah kelimesini söyie Allah'ın hu­zurunda senin için şahitlik edeyim" dedi. Bunun üzerine Ebu Cehl ve Abdullah b. Ebî Ümeyye: "Ya Ebu Tâlib, baban Abdülmuttalib'in dininden yüz mü çevirecek­sin?!" diye söze karıştılar. Allah Rasûlü (s.a.) isteğinde ısrar etti, onlar da bu sözü tekrarladılar. Nihayet Ebu Tâlib en son olarak onlara kendisinin, babası Abdülmut­talib'in dini üzere olduğunu söyleyerek Lâilâhe illallah demekten çekindi. Allah Ra­sûlü (s.a.): "Haberin olsun, Vallahi bana yasak konulmadıkça senin için şüphen ol­masın af dileyeceğim." dedi. Bunun üzerine Allah (c.c): "Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar müşrikler için af dilemek Peygamber'e ve mü'minlere yaraşmaz." (Tevbe, 9/113) âyetini indirdi. Allah Teâlâ, Ebu Tâlib hak­kında ise: "Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin. Ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yolu seçecekleri en iyi O bilir. " (Kasas, 28/56) âyetini indirdi.

[1217] Buhari, 786/38; Müslim, 2191. Hemen peşindeki rivayet de Buharî'dedir.

[1218] Buharı, 75/13; Müslim, 3/1253 (8).                                                              ,.,    .

[1219] Buharî, 75/10. Peşindeki rivayet, Ibnu's-Sünnf dedir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/469-470.

[1220] Buharî, 76/38; Müslim, 2194; Ebu Davud, 3895.

[1221] Buharî, 76/42 (Burada, okuyarak tedavi olmazlar, kısmı yok); Müslim, 220 aynı kısım Müslim'in yalnız bir rivayetinde zikredilmiştir.)

[1222] Müslim, 2199.

[1223] Buharî, 76/39, 66/14, 80/12; Müslim, 2192; Ebu Davud, 5056.

[1224] Ahmed, Müsrted, 612; îbn Mâce, 1442. İsnadı kavîdir.

[1225] Ahmed, 754; Tirmizî, 969; Ebu Davud, 3098. Ebu Davud diyor ki: "Bu hadis, Hz. Ati yoluyla sahih olmayan bir senedle Hz. Peygamber'e (s.a.) isnâd edilmiştir." Hâ­kim (3/341) hadisin senedlerinden birini sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat et­miştir.

[1226] Ahmed, 754; Tirmizî, 969; Ebu Davud, 3098. Ebu Davud diyor ki: "Bu hadis, Hz. Ati yoluyla sahih olmayan bir senedle Hz. Peygamber'e (s.a.) isnâd edilmiştir." Hâ­kim (3/341) hadisin senedlerinden birini sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat et­miştir.

[1227] Bu metni bulamadık. Ancak Hafız Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (2/331) bu anlam­da bir hadisi Taberânî'nin el-Mu'cemu'I'-Kebîrinden naklen şu şekilde rivayet edi-j yor: İbn Abbas (r.a.) diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.): "ölümün bir korkusu vardır. Herhangi biriniz kardeşinin vefatında hazır bulununca: înnâ lülahi ve innâ ileyhi râci~ ûn, desin." buyurmuştur. Hadis zayıftır.

[1228] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/470-473.

[1229] Müslim, 916; Tirmirf, 976; Ebu Davud, 3117; Nesâî, 4/5. Ebu Saîd el-Hudri'den ge­len bu rivayete göre Allah Rasûlü (s.a.): "ölülerinize Lâ ilahe illallah kelimesini telkin ediniz" buyurmuştur. Ebu Davud (3116), Hâkim (1/351) ve Ahmed b. Hanbel'in (5/233) hasen senedle Muaz b. Cebel'den rivayet ettikleri bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.): "Ki­min son sözü Lâ ilahe illallah olursa cennete girer." buyurmuştur. İbn Hibbân'ın (719), Ebu Hureyre'den rivayetine göre ise: "Ölülerinize Lâ ilahe illallah kelimesini telkin ediniz. Kimin ölüm anındaki son sözü Lâ İlahe illallah olursa, daha önce basına ne gelmiş olursa olsun bir gün gelir cennete girer." buyurmuştur.

[1230] Buharî, 23/44; Müslim, 2315; Ebu Davud, 3126.

[1231] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/475-477.

[1232] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/477.

[1233] Müslim, 973, Ebu Davud, 3189 ve 3190; İbn Mâce,  1518.

[1234] Ebu Davud, 3191; tbn Mâce, 1517; Ahmed, 2/444, 445; Tahâvî s.284; Beyhakî, 4/51. Senedi kavidir. ÇünkU İbn Ebî Zi'b hadisi Salih'ten, bunamasından önce dinlemiştir.

[1235] Isrâ,  17/7.

[1236] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/477-479.

[1237] Ebu Davud, 3163; Tirmizî, 989; tbn Mâce, 1456. Tirmizî "Bu hadis hasen-sahihtir" diyor. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'dç (3/20) Muaz b. Rabîa'dan bir destek (şâhİd) hadis rivayet ediyor ve: "Bu hadisi Bezzâr rivayet etmiştir, tsnâdı hasendir." diyor.

[1238] Buharî, 23/3.

[1239] Buhari, 64/26. Allah Rasûlü (s.a.), Uhud şehidlerini bir kefen içinde iki kişiyi bir mezara koyarak defnediyor, sonra: "Hangisi daha çok Kur'an biliyor?" diye soruyor, birisine işaret edilince onu kabrin ön kısmına yerleştiriyor ve:  "Ben, kıyamet günü bunlara şahidim." diyordu. Uhud şehitlerinin guslettirilmeden kanlarıyla gömülmele­rini emretmiş, cenazelerini küdırmamıştı.

[1240] Ebu Davud, 3134; İbn Mâce, 1515; Abdürrezzak, Musannef, 6579; Tahâvî, 1/284; Beyhakî, 4/15. Bunların İbn Abbas'tan rivayetlerine göre Allah Rasûlü (s.a.), Uhud şehidlerinin üzerlerinden demir ve deri eşyaların alınmasını ve kanlı elbiseleriyle gö­mülmelerini emretmişti. Hadisin senedinde geçen Atâ b. Sâİb'in sonradan şuurunu kaybettiği söylenmiştir. Şehidin cenaze namazının kılınmayacağı görüşü Mâlik, Şâfıî ve Ahmed'in görüşüdür. Ebu Hanîfe ve arkadaşları, Sevrî, Müzenî, Hasan el-Basrî, İbnu'l-Müseyyeb ve îshak ise şehidin cenaze namazının kılınacağı görüşündedirler. Çünkü Hâkim'in (2/119, 120) Câbir'den rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Hamza'nın cenazesinin başına gelip namazım kıldı. Sonra diğer şehidler getirilip Hz. Hamza'nın yanına konuldu. Hz. Peygamber (s.a.) onların da cenazelerini kıldırdı. Bu konuda sahih senedle Ahmed b. Hanbel (1/363) İbn Mes'ûd'dan; îbn Mâce (1513), Dârakutnî (2/474), Hâkim (3/198), Beyhakî (2/12) ve Tahâvî (1/290) İbn Abbas'tan; yine Tahâvî (1/290) kavî senedle Abdullah b. Zübeyr'den hadis rivayet etmektedir. Bu son rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Hamza'nın cenaze namazım dokuz tekbirle kıldırmış; sonra diğer şehidler getirilip önüne saf saf dizildi, onların -ve bu arada onlarla birlikte Hz. Hamza'nın da- cenaze namazlarım kıldırdı. Müellif (r.h.), Tehzîbü's-Sünen (4/295) adlı eserinde diyor ki: Doğrusu bu konuda, her iki türlü de rivayetler bulunduğu için şehidlerin cenaze namazlarının kılınıp kıhnmaması ser­besttir. İmam Ahmed'den gelen rivayetlerden biri de bu şekildedir. Onun usulüne ve mezhebine en uygun olan da budur.

[1241] Buhari, 28/21; Müslim, 1206 (99). tbn Abbas'tan gelen bu rivayete göre Hz. Peygam-ber'in (s.a.) yanındaki ihramlı bir adamm boynunu devesi kırdı, adam öldü. Allah Rasûlü (s.a.):  "Su ve sidr ile yıkayın, (üstündeki izar ve ridâdan oluşan) iki parça lbise ile kefenleyin, güzel koku sürmeyin, başını örtmeyin. Çünkü kıyamet günü tel-biye eder bir vaziyette diril t'ıiecektir." buyurdu.

[1242] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/479-480.

[1243] Buhari, 69/15; Müslim, 1619; Tirmizî, 1070. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bu hadiste deniyor ki, Allah Rasûlü'ne (s.a.), borçlu ölmüş biri getirildiği zaman "Borcundan fazla mal bıraktı mı?" diye sorar; şayet bıraktığı malın, borcunu karşılayacağı bildiri-lirse namazını kıldınrdı. Aksi halde kendisi kılmaz, müslümanlara "Arkadaşınızın na­mazını kılın" derdi. Allah, ona fetihler nasib edince: "Ben, mü'minlere kendilerinden daha yakınım. Vefat eden herhangi bir mü'min geride bir borç bırakmışsa, onu öde­mek bana düşer. Kim bir mal bırakırsa vârislerine kalır" buyurdu.

[1244] Buharı, 23/6; Tirmizî,  1027; Ebu Davud, 3198; Nesâî, 4/75.

[1245] Abdürrezzak'm M usannef (6428)'de rivayet ettiğine göre Ebu Ümâme b. Sehl b. Hu-neyf demiştir ki: "Cenaze namazında sünnet olan önce tekbir almak, sonra sırasıyla Fatiha okumak, Hz. Peygamber'e (s.a.) salavât getirmek, yalnız ölü için dua etmek; sadece ilk tekbirde okumak (kıraat), en sonunda da içinden sağına selâm vermek." Hafız ibn Hacer'in Fet hu't-Bari'de söylediği üzere, hadisin isnadı sahihtir. Hâkim de Müstedrek'le (1/360) rivayet etmiş ve sahih saymıştır; ayrıca Zehebî de onun bu hük­müne muvafakat göstermiştir.-

[1246] Şafiî, el-Ümm,  1/270; Hâkim, 1/360; Beyhakî, 4/39. Bu hadise göre Ensar'ın ileri gelenlerinden, bilginlerinden ve Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte Bedir savaşına katılan­lardan biri olan Ebu Ümâme b. Sehi b. Huneyf'e, Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabın­dan bir gmp insan, cenaze namazında imamın tekbir alacağını, sonra Hz. Peygam­ber'e (s.a.) salavât getireceğini ve üç tekbîrde namazı bitireceğim haber vermişlerdir. Hâkim hadisin sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de muvafakat göstermiştir. Dedikleri

gibidir.

[1247] Beyhakî, 4/40. Bu dua okunurken parantez içindeki kelime yerine Ölen kimsenin adı söylenir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/481-482.

[1248] Müslim, 963; Tirmizî,  1025; Nesâî, 4/73; İbn Mâce,  !500; Ahmed, 6/23 ve 28.

[1249] Tirmizî, 1024; Ebu Davud, 3201; Nesâî, 4/74; İbn Mâce, 1498. Hadisi, îbn Hibbân (757) ve Hâkim (1/358) sahih saymış; Zehebî de buna muvafakat göstermiştir. Dedik­leri doğrudur. Her ne kadar hadisin mürsel olduğu vurgulanarak illet gösterilmeye çalışılmışsa da zarar vermez. Çünkü mevsûî olarak rivayet edenler bir cemaattır. Onla­rın rivayetleri daha tercihli ve daha sağlamdır.

[1250] Ebu Davud, 3202; tbn Mâce,  1499; Ahmed, 3/491. Hafız îbn Hacer'in Tahrîcu'l-Ezkâr'dâ söylediği gibi hadisin isnadı hasendir. İbn Hİbbân (758) ise sahih saymıştır.

[1251] Ebu Davud, 3200. Hadisin senedinde geçen Ali b. Şemmân'ı, İbn Hibbân'dan başkası

sika saymamıştır. Senedin geri kalan râvileri sikadır. Hafız, hadisi Taberânî'den ak­tardıktan sonra "Bu hadis hasendir. Nesâî, es-Sünenu'I-Kübrâ'da rivayet etmiştir." diyor. (Hadisin metninden de anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber (s.a.) bu duayı, bir kadının cenazesinde okumuştur.)

[1252] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/482-484.

[1253] Müslim, 957; Tirmizî,  1023; Ebu Davud, 3157; Nesâî, 4/72; İbn Mâce,  1505.

[1254] Beyhakî, Sünen, 4/36. Rivayetin isnadı sahihtir. Buharı, Sahih'inin Kitâbu'l-Megâzî bölümünde, Sehl b. Huneyf'in cenaze namazını Hz. Ali'nin kıldırıp "O, Bedir savaşı­na katıldı" dediğini rivayet etmiş, ama tekbir sayısını belirtmemiştir. Hafız İbn Hacer, Fethu'l-Bârî (7/245)'de şunları yazıyor: Ebu Nuaym, Müstahrec'Ğz Buharı'den bu se-nedle hadisi veriyor ve orada "Hz. Ali beş tekbir aldı." ilâvesini ekliyor. Begavî, Mu'cemu's-Sahâbe'de Muhammed b. Abbâd'dan bu senedle; İsmaîlî, Berkânî ve Hâ­kim yine onun yoluyla: "Altı tekbir aldı" şeklinde rivayet ediyorlar. Yine aynı şekilde Buhârî, Tarih'te Muhammed b. Abbâd'dan rivayet etmiştir. Saîd b. Mansûr da İbn Uyeyne'den rivayet etmiş ve "Beş tekbir aldı" metniyle vermiştir. Hâkim bu rivayete: "Hz. Ali bize baktı ve: O, Bedir savaşına katılanlardandır, dedi" ilâvesini getiriyor. Hz. Ali (r.a.): "O, Bedir savaşına katıldı." sözüyle, Bedir savaşına katılanların her şeyde, hatta cenazede alınan tekbirlerde bile diğer insanlara karşı bir üstünlükleri var­dır demeye getiriyor. Bu da gösterir ki, tekbirin dört olduğu onlarca da meşhur bir konu olup aynı zamanda sahabenin çoğunluğunun görüşüdür. Bazılarından tekbirin beş olduğu rivayet edilmiştir. Bu konuda Müslim'in Sahİh'inde Zeyd b. Erkam'dan merfû' bir hadis rivayet edilmiştir. Yukarıda geçtiği üzere Enes: "Cenaze tekbiri üç­tür. Birincisi başlangıç tekbiridir" demiştir, tbn Ebî Hayseme başka bir senedle merfû' olarak rivayet eder ki; Hz. Peygamber (s.a.) dört, beş, altı, yedi veya sekiz tekbirle kıldınrdı. Necâşî ölünce dört tekbir aldı ve ölünceye kadar da bunda sebat etti. Ebu Ömer (İbn Abdilber) diyor ki: "Cenazeye dört tekbir getirileceğinde icmâ' kesinleş­miştir. İbn Ebî Leylâ dışında şehirlerin (ileri gelen) fakîhlerinden hiçbirinin beş tekbir­le kılınır dediğini bilmiyoruz". Mebsût'ta hanefîlerden Ebu Yusuf'tan da (İbn Ebî Leylâ'nın görüşünün) benzeri bir görüş rivayet edilmiştir. Nevevî, Şerhu'l-Mühezzeb'de diyor ki: Sahabe arasında görüş ayrılığı vardı, sonra yok oldu. Dört tekbirle kılınaca­ğında İcmâ' ettiler. Ancak imam beş tekbîr alsa -unutarak almışsa- namazı bâtıl ol­maz. Doğru görüşe göre kasten almış olsa da yine bâtıl olmaz. Fakat doğru olan görüşe göre arkadaki cemaat imama uymaz. En iyi bilen Allah'dır.

[1255] Dârakutnî, 2/73; Tahâvî,  i/287; Beyhakî, 4/37. Senedi sahihtir.

[1256] Beyhakî, 4/37. Hadis zayıftır. Beyhakî diyor ki: Bu metin, hepsi de zayıf başka sened-lerle de rivayet edilmiştir. Ancak sahabenin -Allah onlardan razı olsun- çoğunluğunun dört tekbirde görüş birliğine varmaları buna delil gibidir.

[1257] Beyhakî, 4/36. Hadis zayıftır.

[1258] Abdürrezzak, Musannef, 6403; Beyhakî, 4/37; Ibn Hazm, Muhaüâ, 5/126. Senedi sahihtir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/484-486.

[1259] Dârakutnî, 2/72; Hâkim, 1/360; Beyhakî, 4/43. Bu hadiste deniyor ki, Allah Rasûlü (s.a.) bir cenaze namazı kıldırdı; dört tekbir aldı, bir tek selâm verdi. Hadisin senedi hasendir. Hâkim diyor ki: Cenaze namazında bir tek selâm verileceği konusunda AJi b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Câbir b. Abdullah, Abdullah b. Ebî Evfâ ve Ebu Hureyre'den sahih rivayetler vardır. Bütün bu sahabîîer cenaze namazında bir tek selâm verirlerdi. Bk. Musannef,  3/493-494.

[1260] Beyhakî, Sünen, 4/43. Hafız Ibn Hacer'in Takrîb'de söylediği gibi senedde geçen tbrahim el-Hecerî, hadis rivayetinde gevşek ve mevkufları merfû' gibi rivayet eden biridir'jıAncak nemen sonra 8elen *bn Mes'ûd hadisi ona destek sağlar.

[1261] Beyhakî, Sünen, 4/43. İsnadı hasendir. Heysemî, bu hadisi Mecmau'z-Zevâid (3/34)'de vermiş ve şunları söylemiştir: Taberânî, Kebîr'de rivayet etti. Râvileri sikadır. Nevevî, el-Mecmû'dz (5/239): "Senedi ceyyiddir" diyor.

[1262] İbn Mâce, Î5O3. Senedinde İbrahim el-Hecerî vardır. Yukarıda geçtiği üzere zayıf bir râvidir.

[1263] Beyhakî, Sünen, 4/44. Ibn Ömer'den gelen rivayetin senedi sahihtir. Beyhakî: "Enes'-in, cenaze namazında her tekbir alışında ellerini kaldırdığı rivayet edilir. Elleri kaldır­ma konusunda merfû' olarak Hz. Peygamber'den (s.a.) bir rivayet sabit olmamıştır." diyor. Tirmizî de şunları söylüyor: İlim adamları bu konuda görüş ayrılığına düştüler. Gerek Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabından, gerek diğerlerinden olsun çoğunhık ilim adamları, cenaze namazında her tekbirde ellerin kaldırılacağı görüşündedirler. İbnu'l-Mübârek, Şafiî, Ahmed ve tshak da bu görüştedirler. Bazı ilim adamları ise, yalnızca ilk tekbirde ellerin kaldırılacağını söylemişlerdir. Sevrî ve Kûfelilerin (Ebu Hanîfe, Ebu Yusuf, Muhammed... vs.) görüşü de budur.

[1264] Beyhakî, Sünen, 4/38; Tirmizî, 1077. Hadis zayıftır. İbn Hazm, Muhallâ (5/128)'da diyor ki: Elleri kaldırmaya gelince; yalnız ilk tekbir dışında Hz. Peygamber'in (s.a.) cenaze namazındaki tekbirlerde ellerini kaldırdığına dair bir rivayet gelmemiştir. Böyle yapmak caiz değildir. Çünkü, bu nas bulunmadığı halde namazda amelde bulunmak olur... Hanefî mezhebinin, vs.nin görüşü de budur.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/486-488.

[1265] Buharı, 23/67; Müslim, 954. Bu konuda Buharî ve Müslim'de (956) Ebu Hureyre'den; Beyhakî (4/48)'de Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabından birinden -bu rivayetin senedi sahihtir- hadis rivayet edilmektedir.

[1266] Beyhakî, 4/47.

[1267] Beyhakî, 4/48. Beyhakî: "Hadis mürsel-sahihtir." diyor.

[1268] Bu konuda iki sahih hadis vardır. Birincisini Ebu Davud (3194), Tirmizî (1034), Tahâ-vî (1/283), Tayâlisî (2149) ve Ahmed (3/118,204) Enes b. Mâlik'ten; ikincisini Buharî (23/63), Müsüm (964), Ebu Davud (3195), Nesâî (4/70,71), Tirmizî (1035), Ahmed (5/14,19) ve Tayâlisî (902) Semûre b. Cündüb'den rivayet ediyorlar. Semûre diyor ki: Lohusa iken ölen bir kadının cenaze namazında Hz. Peygamber'in (s.a.) arkasında bulundum. Allah Rasûlü (s.a.) kadının cenaze namazını kıldırmak için orta hizasında durdu.

[1269] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/488-489.

[1270] Ahmed, 4/247, 248, 252; Ebu Davud, 3180; Nesâî, 4/55, 56; Tirmizî, 1031; İbn Mâce, 1481 ve 1507. Mugîre b. Şu'be'nin rivayet ettiği bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Bir hayvana binmiş olan cenazenin arkasından gider. Yaya İse cenaze­nin arkasma-önüne, sağma-soluna yakın olarak yürür. Düşüğün cenaze namazı kılı­nır; ana-babası için bağışlanma ve rahmet dilenir." İsnadı sahihtir. Tirmizî, îbn Hib-bân (769) ve Hâkim (1/355, 363) hadisi sahih saymış; Zehebî de buna muvafakat etmiştir.

[1271] İbn Mâce, 1509. Hadis zayıftır.

[1272] Ebu Davud, 3187; Ahmed, 1/267. Râvileri sikadır. Hafız İbn Hacer, el-hâbe'de hadi­si hasen saymıştır.

[1273] Ahmed, Miisned, 4/283. Hadis zayıftır.

[1274] Ebu Davud, 3188. Bk. Nasbu'r-Râye, 2/279,280.

[1275] Ebu Davud, 3188; Beyhakî, 4/9.

[1276] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/489-491.

[1277] Müslim, 978; Tirmizî, 1068; îbn Mâce, 1526; Nesâî, 4/66; Hâkim, 1/364; Ebu Davud Tayâlisî, 779; Ahmed, 5/87, 91, 92, 94, 96,97, 102, 107. Câbir b. Semüre'nin rivayet ettiği bu hadiste deniyor kî: "Sivri uçlu mızrakla kendisini öldüren bir adamın cenaze­si Hz. Peygamber'e (s.a.) getirildi. Allah Rasûlü (s.a.) onun cenaze namazını kılma­dı." Bu hadisi Ebu Davud (3185) uzunca rivayet etmiştir. Tirmizî diyor ki: Bu hadis hasendir. ilim adamları bu konuda ihtilaf ettiler. Bir kısmı, "Kıbleye yönelip namaz kılan herkesin ve İntihar edenin namazı kılınır" diyor. Bu Sevrî ve İshak'm görüşü­dür. Ahmed diyor ki: "İmam ( = devlet başkanı) intihar edenin cenaze namazını kıl­maz. İmamdan gaynları kılabilir." Bu hadisi, Mâlik, Muvatta, 2/458'de; Nesâî, 4/64; Ebu Davud, 2710; İbn Mâce, 2848; Ahmed 4/114 ve 5/192'de Zeyd b. Hâlid el-Cühenî'den şu şekilde rivayet ediyorlar: Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabından bir adam Hayber savaşında vefat etti. Bu durumu Allah Rasûlü'ne (s.a.) bildirdiler. Hz. Pey­gamber (s.a.): "Arkadaşınızın namazını kılın" buyurdu. Bunun üzerine insanların yüz-

lerinin rengi attı. Allah Rasûlü (s.a.): "Arkadaşınız, Allah yolunda ganimetten çaldı." dedi. Ölenin eşyalarını karıştırdık, içinde fiyatı iki dirhem etmez bir yahudi boncuk salkımı bulduk. Hadisin isnadı sahihtir. Hâkim (2/127) hadisi sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat göstermiştir. Hanefîlere göre yol kesiciler ve meşru devlete karşı geien isyancılar dışındaki fâsıktann namazları kılınır. Bk. Merginâni, el-Hidaye, 1/95; Şevkânî, Neylu'l-evtör, 4/53-54.

[1278] Müslim,   1696;  Tirmizî,   1435;  Ebu  Davud,   440;   Nesâî,  4/51;  Ahmed,   Müsned, 4/430,435,437,440 İmrân b.  Husayn (r.a.)'dan.

[1279] Buharî, 86/25.

[1280] Zâdu'I-Meâd'da bu isim yoktur. Neylu'I-Evtâr'dan aldık. Bk.c.IV, s.54.

[1281] Müslim,  1694 ve 1695.

[1282] Bk. dipnot: 45.

[1283] Ebu Davud, 3186. Râvileri sikadır.

[1284] Müslim,  1695/23; Ebu Davud, 4442.

[1285]   Hanefi mezhebine göre kısas veya had cezası tatbiki sonucu ölen kimse yıkanır ve namazı kılınır.  Bk. Merginâni, et-Hiduyet  1/95.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/491-493.                                               .

[1286] Ebu Davud, 3182; Nesâî, 4/43; Tayâlisî, 883; Ahmed, 5/36, 38; Tahâvî, 1/276. İsnadı sahihtir. Hâkim (1/355) bu hadisi sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. İmam Nevevî de el-Mecmû (5/272)'da sahih olduğunu söylemiştir.

[1287] Ahmed, Müsned, 1/394, 415, 419 492; Tirmizî, 1011; Ebu Davud, 3184. Hadis zayıftır.

[1288] Ebu Davud, 3177. tsnâdı sahihtir. Hâkim sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat göstermiştir.

[1289] Buharî, 23/49; Müslim, 959; Ebu Davud, 3173.

[1290] Ebu Davud, 3176; Tirmizî,  1020; îbn Mâce,  1545. Hadis zayıftır.

[1291] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/493-494.

[1292] Hz. Peygamber'in (s.a.), Necâşî'nin cenaze namazını kıldırdığı bir grup sahabeden rivayet edilmiştir:

a) Ebu Hureyre'den: Buharî, 23/4, 55, 61, 65; Müslim, 951; Ebu Davud, 3204; Tayâ­lisî, 2300; ibn Mâce,  1534; Nesâî, 4/70; Tirmizî,  1022.

b)  Câbir b. Abdullah'tan: Buharî, 23/55; Müslim, 952; Nesâî, 4/69; Tayâlisî, 1681; Ahmed, 3/295,319.                                                                                              

c)  İmrân b. Husayn'dan: Müslim, 953; Nesâî, 4/70; İbn Mâce, 1535; Tayâlisî, 749; ^ Ahmed, 4/431,433; Tirmizî,  1039.                                                                       

d)  Huzeyfe b. Üseyd'den: Tayâlisî,  1068; İbn Mâce, 1537; Ahmed, 4/7.

e)  Mecma' b. Harise el-Ensârî'den: İbn Mâce,  1536; Ahmed, 4/64 ve 5/376. 0 Abdullah b. Ömer'den: ibn Mâce,  1538.

g) Cerîr b. Abdullah'tan: Ahmed, 4/260,263. Bu hadiste Allah Rasûlü (s.a.) buyuru­yor kİ:  "Kardeşiniz Necâşî

Öldü.  Onun için istiğfar edin". Hadis   hasendir.

[1293] Beyhakî, Sünen. 4/50. Hadis zayıftır.

[1294] Beyhakî, Sünen, 4/5!. Hadis zayıftır.

[1295] İbn Teymiye'den önce İmam Ebu Süleyman el-Hattâbî bu aynmı yapmıştır. el-Hattâbî, Meâlimu's-Sünen'de diyor ki: "Necâşî, Allah Rasûlti'ne (s.a.) inanan ve O'nun pey­gamberliğini tasdik eden müslüman bir adamdır. Ancak imanını gizlerdi. Bir müslü-man öldüğü zaman, onun cenaze namazını kılmak müslümanlara farz olur. Fakat Necâşî, kâfirlerin arasında bulunduğundan ve orada cenaze namazını kıhp hakkım ödeyecek kimse bulunmadığı için Allah Rasûlü'nün (s.a.) bunu yapması gerekti. Çün­kü Allah Rasûlü (s.a.), onun peygamberi, velisi ve en yakınıdır, işte bu durum -Allah daha iyi bilir ya- Hz. Peygamber'in (s.a.), onun cenaze namazım gıyabında

kılmasına çağıran sebeptir. Buna göre herhangi bir beldede ölen müslümanın cenaze namazı kılınarak hakkı yerine getirilirse başka şehirde bulunan kimseler gıyabında namaz kıl­maz. Şayet bir mâni, bir engel bir özür bulunduğu için cenaze namazının kılınmadığı bilinirse sünnet olan, cenaze namazının kılınması ve mesafenin uzaklığından dolayı bunun terkedilmemesidir. Böyle bir kimsenin cenaze namazını kılacakları zaman, eğer ölü kıble cihetinde değilse bile kıbleye yönelirler, ölünün bulunduğu memlekete yönel-mezler." el-Hattâbî'nin bu görüşünü Rûyânî güzel bulmuştur.

[1296] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/494-496.

[1297] Müslim, 962; İbn Mâce, 1544; Ebu Davud, 3175; Mâlik, 1/232; Tahâvî, 1/383 ve 1/282; Tayâlisî,  150; Ahmed, 627; Beyhakî, 4/27.

[1298] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/496.

[1299] Müslim, 831; Ebu Davud, 3192; Nesâî, 4/82; Tirmizî, 1030; İbn Mâce, 1519; Tayâlisî,

1001; Ahmed. 4/152. Ukbe b. Âmir'den rivayet edilen bu hadiste deniliyor ki: "Üç vakitte, Allah Rasûlü (s.a.) namaz kılmamızı yahut ölülerimizi gömmemizi yasakladı: 1- Güneş doğmak üzereyken, doğup yükselinceye kadar, 2- Güneş tam göğün ortasın­da iken, batıya meyledinceye kadar, 3- Güneş batmak üzere olup batıncaya kadar." el-Hattâbî, Meâlimu's-Sünen (4/327)'de diyor ki: "Bu üç vakitte cenaze namazı kıl­manın, ölüyü defnetmenin caiz olup olmadığında âlimler ihtilaf ettiler. İlim adamları­nın çoğunluğu, namaz kılmak mekruh olan vahitlerde cenaze namazı kılmanın mek­ruh olduğu görüşünü savunmuştur. Bu görüş İbn Ömer'den rivayet edilmiş olup aynı zamanda Atâ, Nehaî ve Evzâî'nin görüşüdür. Süfyân es-Sevrf, re'yciler (Ebu Hanîfe ve arkadaşları), Ahmed b. Hanbel ve îshak b. Râhüyeh de yine bu görüşte olduklarını söylemişlerdir. İmam Şafiî ise, gece yahut gündüzün hangi saatinde olursa olsun hem cenaze namazı kılmanın, hem de ölü defnetmenin caiz olduğu görüşünü savunmuştur. Ben (el-Hattâbî) diyorum ki: Hadise uygun düştüğü için cemaatın görüşü daha uygun­dur."

[1300] Tirmizî, 1036; îbn Mâce, 1550; Ebu Davud, 3213; Ahmed, 4990, 5233, 5370, 6111; Beyhâkî, 4/55. Hadisi Tirmizî hasen saymış; îbn Hibbân (773) ile Hâkim (1/366) sahih olduğunu söylemiş, Zehebî buna muvafakat göstermiştir. Dedikleri gibidir. Hâ­kim, hasen senedle buna destek sağlayacak (şâhid) bir hadis de rivayet etmektedir.

[1301] İbn Mâce, 1565. Nevevî'nin el-Mecmû (5/292)'da dediği gibi senedi ceyyiddir. Hafız İbn Hacer, Telhtsu'l-Habîr (2/131)'de buna şâhid hadisler sıralamıştır.

[1302] Ebu Davud, 3221; Beyhakî, 4/56. Hâkim (1/370) hadisi sahih saymış. Zehebî de ona muvafakat göstermiştir. Dedikleri gibidir. Nevevî ise el-Mecmû (5/292)'da isnadım ceyyid saymıştır.

[1303] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid (3/45)'de vermiş ve: "Bu hadisi Taberânî, Kebîr'de riva­yet etmitir. Senedinde tanımadığım bir cemaat vardır." demiştir. Hafız İbn Hacer, Emâli'l-Ezkâr'da, hadisi ibn AUân'ın el-Fütâhâtu'r-Rabbâniye (4/196) adlı eserinde zikretmiş olduğunu söyledikten sonra: "Bu hadis garîbtir" diyor. Her iki yoldan da hadisin senedi çok zayıftır.

[1304] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/496-498.

[1305] Müslim, 969; Tirmizî, 1049; Ebu Davud, 3218; Nesâî, 4/88; Hâkim, 1/369; Tayâlijiî, 155; Ahmed, 741 ve 1064.                     

[1306] Müslim, 970;  Ebu Davud 3226; Nesâî, 4/86; tbn Mâce,  1563.  "Yazı yazılmasını yasakladı"  kısmı bunlar arasında yalnız İbn Mâce'de vardır, bu rivayet seneddeki kopukluktan dolayı zayıftır. Ancak Hâkim, Müstedrek (l/370)'de muttasıl senedle rivayet etmiştir.

[1307] Buharı, 23/96.

[1308] Ebu Davud, 3206; Beyhakî, 3/312: Muttalib b. Ebî Vedâa (r.a.) anlatıyor: Osman b. Maz'ûn ölünce cenazesi dışarı götürülüp defnedildi. Hz. Peygamber (s.a.), bir ada­ma birtaş getirmesini emretti. Adam taşı kaldıramadı. Allah Rasûlü (s.a.) taşın yanına vardı, kollarını sığadı ve sığar sığmaz taşı yüklendi, götürüp kabrin başına koydu. Şöyle buyurdu: "Bununla kardeşimin kabrini öğrenmiş olur, ailemden Öleni buraya defnederim. " Deriz ki: Şayet taş, kabirlerin çokluğundan ve birbirlerinden ayırdedile-mez olduğundan dolayı isteneni gerçekleştirmezse, bu takdirde Ölünün ismi bir levha­ya yazılıp, akrabaları ve dostları yerini bilsinler diye kabrinin başına konulursa doğru olur.

[1309] Ahmed, 1/229, 287, 321, 337; Ebu Davud, 3236; Tirmizî, 320; Nesâî, 4/94, 95; İbn Mâce, 1575; îbn Hibbân, 788. İbn Abbas'tan gelen bu hadiste: "Allah Rasûlü (s.a.)

mezar ziyaretlerim alışkanlık haline getiren kadınları, mezarların üzerlerini mescid ya­panları ve kandil yakanları lanetledi." deniliyor. Bu hadis zayıf ise de ilk iki fıkrasını destekleyecek şu hadisler rivayet edilmiştir: Ebu Hureyre'den, Ahmed (2/337, 356), Tirmizî (1056), İbn Mâce (1576), İbn Hibbân (789); Hassân'dan, Ahmed (3/442, 443), İbn Mâce (1574) ve Hâkim (1/374). Mezarları mescid edinmenin yasak olduğu pek çok yolla sahih

olarak rivayet edilmiştir. Bu konudaki hadisler yukarıda geçti.

[1310] Bir önceki dipnotta geçen "Allah Rasûlü (s.a.) mezar ziyaretlerini alışkanlık haline getiren kadınları... lanetledi" hadisinde, kadınların, sık sık kabir ziyaretlerinin mek­ruh olduğuna delil vardır. Zaman zaman ziyaretleri ise meşrudur. Hâkim (1/376) ile Beyhakî'nin (4/78) sahih senedle Hz. Âişe'den; yine Müslim (974/103), Ahmed ve NesâFnin ondan rivayet ettikleri bir hadiste Hz. Âişe, Hz. Peygamber'e (s.a.) mezarda ölülere ne diyeceğini sormuş, Allah Rasulü (s.a.) de ona aşağıdaki fasılda gelecek oian duayı Öğretmişti. Bir de Hz. Peygamber (s.a.) bir mezar başında çocuğuna ağla­yan bir kadın görmüş; ama ses çıkarmamış ve ona: "Allah'tan kork, sabret" demişti. Bunu Buharî, Enes'ten rivayet etmiştir.

[1311] Müslim, 971; Ebu Davud, 3228; Nesâî, 4/95; İbn Mâce, 1566. Ebu Hureyre'nin riva­yet ettiği bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Herhangi birinizin, bir kor üzerine oturması ve o korun, o kişinin elbisesini yakarak derisine kadar varması, bir kabir üzerine oturmasından daha hayırlıdır."

[1312] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/499-500.

[1313] Müslim (975), Nesâî (4/94), Ahmed (5/353, 359, 360) Büreyde'den. Müslim (974) ve Ahmed (6/180) Hz. Âişe'den. Müslim (249) ve Ahmed (2/300, 408) Ebu Hureyre'den.

[1314] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/500-501.

[1315] Hz. Peygamber (s.a.) şu âyetin emrine uyarak böyle yapardı. "Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, Ürünlerden biraz eksiltme ile deneriz. (Ey Muhammedi) Sabredenleri müjdele. Onların başına bir musibet geldiğinde: Biz Al­lah'ınız ve elbet O'na döneceğiz, derler. îşte Rablerinin bağışlama ve rahmeti onlara­dır ve işte onlar doğru yolda olanlardır." (Bakara; 2/155-157). Müslim (Sahih, 918)de ve İbn Mâce (1598)'de Üramii Seleme yoluyla Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurdu­ğunu rivayet ederler: "Başına musibet gelen herhangi bir müslüman: 'Biz Allah'ınız ve elbet O'na döneceğiz. Allah'ım! Musibetime karşılık beni mükâfatlandır ve bana ondan daha hayırlısını ver' diye dua ederse mutlaka Allah, onun musibetine karşılık mükâfat verir ve ona daha hayırlı bir ihsanda bulunur."

[1316] Buharî, 23/38 (ta'Iîkan); Müslim, 104. Ebu Musa el-Eş'arî'nin rivayet ettiği bu hadiste

"Allah Rasûlü (s.a,), bağırıp çağırarak ağlayan, saçım yolan ve elbisesini parçalayan kadından uzak olduğunu söylemiştir." deniliyor. Buharı (23/36, 39, 40) ve Müslim'in (103) Abdullah b. Mes'ûd'dan rivayetlerine göre Allah Rasûlü {s.a.): "Yüzlerine vu­ran, ceplerini parçalayan ve câhiliye devrinde olduğu gibi ağlayan bizden değildir." buyurmuştur. Müslim'in (934), Ebu Mâlik el-Eşârî'den rivayetine göre ise Hz. Pey-; gamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ümmetim arasında câhiliye âdetlerinden dört şey vardır, onları îerketmeyecekler: 1- Soy sopla öğünmek, 2- Soy sopa ta'netmek, 3-Yıldızlar adına yağmur duasında bulunmak, 4- Yüksek sesle ölünün iyiliklerini saya-' rak ağlamak."

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/501.

[1317] Şafiî, 1/208; Ahmed, 1/205; Ebu Davud, 3132; Tirmizî, 998; İbn Mâce, 3610; Dâra-kutnî, s.194, 197; Beyhakî, 4/61. AbduUah,b. Ca'fer'den gelen bu hadiste deniliyor ki: Ca'fer (Tayyâr)in ölüm haberi gelince Hz. Peygamber (s.a.): "Ca'fer ailesi için yemek hazırlayın. Çünkü başlarına meşgul edecek bir hal geldi." buyurdu. Hadisin isnadı hasendir. Tirmizî hasen saymış; Hâkim (1/372) ise sahih olduğunu söylemiş ve Zehebî de ona muvafakat göstermiştir. Ahmed (2/204) ve îbn Mâce (1612), Cerîr b. Abdullah el-Becelî (r.a)'nin: "Biz definden sonra ölünün ailesinin başına toplanıp yemek yapmayı, bağırıp çağırarak, ölünün iyiliklerini sayarak ağlama sayardık" dedi­ğini rivayet ederler. Bu rivayetin senedi sahihtir. Hadisi el-Mecmû (5/320)'da Nevevî, Zevâid'ûe Sûsirî sahih saymıştır. Kemal İbnü'i-Humâm ise Fethu'l-Kadir (l/473)'de,; ölünün ailesinin yemeğinden ziyafet yapmanın mekruhluğunu belirtmiş ve "Bu çirkin bir bid'attir. Murtâvî'nin el-tnsâf (2/565) adlı eserinde yazdığı üzere Hanbelîlerin gö­rüşü de budur." demiştir.

[1318] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/502.

[1319] Ahmed, 5/406; Tirmizî, 986; Ibn Mâce, 1476; Beyhakî, 4/74. Bu kaynaklardaki riva­yete göre Huzeyfe b. Yemân, bir ölüsü olduğu zaman "Kimseye haber etmeyin. Ölüm ilam olmasından korkarım. Çünkü Allah RasûSü'nün (s.a.), ölümü ilan etmeyi yasak­ladığını işittim" derdi. Bu rivayetin senedi Hafız İbn Hacer'in Fethu'l-Barî (3/93)'de söylediği üzere hasendir. Yasaklanan ölüm ilam, câhiliye devri insanlarının yaptıkları gibi ev ve sokak kapılarına, ölünün öldüğü haberini ilan etmek için adam gönderme şeklinde olanıdır. Ama insanlara, yakınlarının ölüm haberini bildirmek mubahtır. Ni­tekim Buharî ve Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadise göre Hz. Peygam­ber (s.a.), Necâşî'nin öldüğü gün ölüm haberini vermişti. Buharî'nin Enes'ten rivayet ettiği hadiste ise Mûte savaşı olurken Hz. Peygamber (s.a.) Medine'de olayı anlatıyor ve diyordu ki: "Şimdi sancağı Zeyd aldı. Zeyd isabet aldı. Sonra sancağı Ca'fer kaptı, o da isabet aldı. Sonra Abdullah b. Ravâha aldı, o da isabet aldı..." Buharî, bu iki hadis için "Kişinin, ölünün ailesine ölüm haberini bizzat bildirmesi babı" diye bir başlık koymuştur.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/502.

[1320] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/505.

[1321] Müslim, 840, Câbir b. Abdullah'dan; Ebu Davud (1236) ve Nesâî (3/177,178), Ebu Ayyaş ez-Zerkî'den Ebu Ayyaş diyor ki: "Usfân'da Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikleydik. Müşriklerin başında Halid b. Velîd vardı. Biz öğle namazını kıldık. Müşrikler: "Şansa konduk. Onlar namazda İken saldırırız" dediler. Bunun üzerine öğle ile İkindi arasında namazı kısaltma âyeti nazil oldu. ikindi olunca Allah Rasûlü (s.a.), müşrikler önünde olacak bir vaziyette kıbleye karşı durdu. Allah Rasûlünün (s.a.) arkasında bir saf oluş­turuldu..." Devamında yukarıdaki gibi korku namazı kıldıklarını anlatıyor.

[1322]    Buharı, 64/31, 12/1, 65/44; Müslim, 839; Ebu Davud, 1243; Tirmizî, 564; Nesâî, 3/171.

[1323] Buharî, 64/31; Müslim, 842; Ebu Davud, 1238; Mâlik, 1/183.

[1324] Buharî, 64/31 (ta'lîkan); Müslim, 843; Ebu Avâne, 2/365. Câbir b. Abdullah'tan gelen bu rivayette deniyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte Zâtu'r-Rikâ denilen yere kadar geldik. Gölgeli bir ağaca rastlarsak, onu Allah Rasulü'ne (s.a.) terkederdik. Hz. Pey­gamber (s.a.) ağacın gölgesinde dinlenirken müşriklerden biri çıkageldi. Allah Rasülü'-nün (s.a.) kılıcı ağaçta asılı idi. Adam, Allah'ın Peygamberinin (s.a.) kılıcını aldı, kı­nından çıkardı ve Allah Rasulü'ne (s.a.): "Benden korkmuyor musun?" dedi. "Hayır" cevabını aidi. Adam: "Peki seni benim elimden kim kurtaracak?" dedi. Hz. Peygam­ber (s.a.): "Allah, beni senden kurtaracak" karşılığım verdi. Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabı adamı tehdid ederek korkuttular. Bunun üzerine adam kılıcı kınına soktu ve ağaca astı. Daha sonra ezan okundu. Hz. Peygamber (s.a.) bir gruba iki rekât kıldırflı! onlar gerilediler. Sonra diğer gruba iki rekât kıldırdı. Böylece Allah Rasûlü (s.a.) dört, cemaat iki rekât kılmış oldu.

[1325] Nesâî, 2/178; Dârakutnî, 1/186; Beyhakî, 3/295. Seneddeki râviler sika; ancak Hasan el-Basri'nin muan'an rivâyetiyîe olduğu için hadisin sıhhatinde şüphe vardır.

[1326] Nesâî, 2/169 (isnadı sahihtir); Ahmed, Müsned, 2063 ve 3364; Tahâvî, 1/182; Hâkim, 1/335. Bu konuda Huzeyfe'den şu kaynaklarda hadis rivayet edilmiştir: Ahmed, 5/385, 399, 404; Ebu Davud, 1247; Nesâî, 3/167; Tahâvî, 1/183. Bu rivayetin râvileri sikadır. Hâkim (1/335) hadisi sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat göstermiştir. Aynca Ne­sâî (3/168), Zeyd b. Sâbit'ten hasen senedle rivayet etmiştir.

[1327] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/505-508.