A. Îbn Kayyım El-Cevziyye'nin Yaşadığı Dönem:
B. İbn Kayyim'in Hayatı, Yetişmesi Ve Hocaları:
C. Âlimlerin ve Öğrencilerinin Dilinden İbn Kayyım:
HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) SEÇİLMESİ
9— Günlerden ve Aylardan Seçmesi:
İKİNCİ BÖLÜM ÖRNEK İNSAN HZ. PEYGAMBER (S.A.)
A) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) NESEBİ
5— Peygamber Oluşu ve İlk Vahiy:
B) HZ. PEYGAMBER İN (S.A.) HUSUSÎ VE RESMÎ ÇEVRESİ
6— İslâm Hukuku Konularındaki Mektupları
7— Hükümdarlara Gönderdiği Mektupları ve Elçileri:
C) HZ. PEYGAMBER’İN (S.A) BEŞERİ TAVIRLARI
6— Aliş-verişi ve Bazı Muameleleri:
8— Yalnız Başına ve Arkadaşlarıyla Birlikte Yürüyüşü:
11- Fıtrat ve İlgili Konulardaki Tutumları:
12— Bıyıklan Kısaltmadaki Tutumları:
13— Konuşması, Susması, Gülüşü, Ağlayışı:
HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) İBADETLER
3— Teyemmüm Konusundaki Tutumu:
4— Namazı Uzatması veya Kısa Tutması:
7— Kıyam mı Secde mi Daha Faziletlidir:
9 - Son Teşehhüddeki Teverrük Şekli:
10— Namazda Dua Ettiği Yerler:
13— Namaz İçindeki Bazı Tutumları:
1— Sabah Namazında Kunut Okuması:
2— Felâket Zamanlarında Kunut Okuması:
3— Kunut Hadisi Üzerindeki Tartışma:
1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Yaptığı Sehiv Secdeleri:
E) NAMAZDAN SONRAKİ TUTUMLARI'
1— Namazdan Sonra Okuduğu Dualar:
2— Farz Namazların Sonunda Âyet el-Kürsî Okuması:
1— Vitir mi, Sabahın Sünneti mi Daha Üstündür?
2— Sabahın Sünnetinden Sonra Yatması;
G) ÜZ. PEYGAMBER'IN (S.A.) GECE NAMAZI
1— Hz. Peygamber'in (S.A.) Gece Namazı İle Vitir Namazı:
2— Hz. Peygamber'in (s.a.) Vitirde Kunut Okuması:
3— Hz.Peygamber'in (s.a.) Kur'an Okuyuşu:
4— Hayvan Üzerinde Nafile Namaz Kılması:
H) KUŞLUK NAMAZI KONUSUNDAKİ TUTUMU
2— Bu Konudaki Uydurma Hadisler:
1-Hz. Peygamber'in (s.a.) Şükür Secdesi:
İ) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) CUMA KONUSUNDAKİ TUTUMLARI
3— Hz. Peygamber'in (s.a.) İlk Hutbesi:
1. Cuma Günleri Sabah Namazında Secde ve Dehr Sûrelerini Okun
2- Hz. Peygamber'e (s.a.) Çokça
Salavat Getirmek:
3- Cuma Namazı ve Müslümanların Toplanması:
8. Hutbeye Kadar îbadtle Meşgul
Olmak:
10. Cuma Günü Kehf Sûresini Okumak:
12. Cuma Namazında Okunan Sureler:
16- Cuma günü Yolculuğa Çıkmak:
18. Cuma Günü Günahlara Keffarettir:
19. Diğer Günlerde Cehennem Kızıştırılır:
23. Cuma Gününü İbadete Ayırmak:
24. Cuma Günü Erkenden Camiye
Gitmek:
29. Allah'ın Bu Ümmete Sakladığı Gün:
31. Ruhların Bedenlerle Buluştuğu Gün:
33. insanların Bir Araya Geldiği Gün:
5— Hz. Peygamber'in (s.a.) Hutbelerinin Özellikleri:
6— Hz. Peygamber'in (s.a.) Hutbe
Esnasındaki Tavırları:
7— Cuma Namazından Önce Sünnet Namaz Yoktur:
Cumadan önce Sünnet Namazın Varlığını Söyleyenlerin Delilleri ve
Münakaşası:
8— Cumadan Sonraki Sünnet Namaz:
J) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) BAYRAM NAMAZLARI
1— Bayram Namazlarını Musallada Kıldırması:
5— Namaza Değişik Yollardan Gidip Gelmesi:
K) HZ.PEYGAMBER'IN GÜNEŞ TUTULMASINDA KILDIĞI
1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Küsuf Namazı Kılması:
L) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) YAĞMUR DUASINDAKİ TUTUMLARI
I— Hz. Peygamber'in (s.a.) Yağmur Duaları:
M) HZ. PEYGAMBER'IN (S.A.) YOLCULUKLARI VE YOLCULUK ESNASINDAKİ İBADETLERİ
1- Hz. Peygamber'ın (s.a.) Yolculukları:
3— Yolculukta Namazı Kısaltması:
4— Yolculukta Nafile Namaz Kılması:
5— Hayvan Üstünde Namaz Kılması:
N) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) KUR'AN OKUYUŞU VE DİNLEYİŞİ
1— Hz. Peygamber'!n Kur'an Okuyuşu ve Dinleyişi:
2— Kur'an'ı Nağmeli Okuma Konusundaki Görüş Ayrılıkları:
4— Karşı Çıkanların Delilleri:
O) HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) HASTA ZİYARETLERİ
1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Hasta ile İlgili Tavırları:
Ö) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) CENAZE KONUSUNDAKİ TUTUMLARI
1— Hz. Peygamber'in (s.a.)
Cenazeyle İlgili Tavırları:
3— Cenaze Namazının Mescidde
Kılınması:
4— Cenazenin Yıkanması ve Kefenlenmesi:
10— Çocuğun Cenaze Namazını Kılması:
11— Cenaze Namazı Kılınanlar ve Kılınmayanlar:
12— Namazdan Sonra Cenazeyi Takibi:
14— Cenaze İçin Ayağa Kalkmak:
16— Mezarlarla İlgili Yasakları:
17— Hz. Peygamber'in (s.a.) Mezar Ziyareti:
P) HZ PEYGAMBERİN (S.A.) KORKU NAMAZINDAKİ TUTUMLARI
1— Korku Namazının Çeşitli Kılınış Şekilleri:
Hamd, Allah'a... O'na
hamdeder* O'ndan yardım ve bağışlanma dileriz. Nefislerimizin şerlerinden ve
kötü amellerimizden Allah'a sığınırız. Allah'ın doğru yola ilettiğini
saptıracak, saptırdığını da doğru yola iletecek yoktur. Şehadet ederim ki,
Allah'tan başka tanrı yoktur ve O'nun hiçbir ortağı yoktur. Yine şehadet ederim
ki, Hz. Muhammed (s.a.) O'nun kulu ve rasûlüdür.
Peygamberimiz Hz. Muhammed
(s.a.) peygamberlerin sonuncusu, ra-sullerin önderi ve Allah'ın bütün insanlara
karşı hüccetidir. Allah Teâlâ, onu en mükemmel bir din ve dosdoğru bir yolla
göndermiş ve kıyamete kadar bütün insanlara peygamber kılmıştır.
Allah, onunla eğri
yolu doğrulttu; onun getirdiği hidayetle kör gözleri, sağır kulakları ve
paslanmış kalpleri açtı. Onunla, yolunu şaşırmış insanlığı en doğru, en berrak
ve en güzel yola iletti.
Allah Teâlâ, kullara,
ona itaati, ona saygı ve sevgiyi, onun hareket tarzını takip etmeyi ve
sünnetine uymayı farz kıldı. İzzet, kuvvet, zafer, hükümranlık ve yeryüzünde
otorite kurmayı, onun hidayetine uyanlara ve onun adımlarını takip edenlere;
zillet, küçüklük, perişanlık, bedbahtlık, zayıflık ve aşağılığı da ona karşı
gelip isyan edenlere verdi.
Allah Teâlâ'ya nasıl
ibadet edileceğini bilmek ve O'nun dünya ve ahi-rette kulların iyi halde
olmaları için indirdiği dinle amel etmenin gerçekleşmesi, ancak Allah
Rasûlü'nün (s.a.) kendisine gelen ilk vahiyden Allah Teâlâ'nın bu dini tamama
erdirinceye kadar geçen süre içinde Allah'ın şeriatını pratik olarak açıklayış
tarzını ve onun tutumlarını bilmeye bağlıdır.
Hadis, meğâzi, tarih
ve şemail kitapları Hz. Peygamber'in (s.a.) çocukluk çağından Allah'ın onu
kendi yanına tercih edip almasına kadar geçen sürede —özellikle peygamberlik
görevini sürdürdüğü dönemde— söylediği sözleri, yaptığı fiilleri ve onun şahsi
özelliklerini toplamış; onun küçük-büyük demeden hiçbir işini ve hiçbir
durumunu bırakmaksızın derleyip toplamıştır. Öyle ki, bu kitaplarda Hz.
Peygamber'in (s.a.) oturup kalkmasını, uyuyup uyanmasını, gülme ve tebessüm
tarzım, gece ve gündüz yaptığı ibadetlerini, nasıl banyo yaptığını, nasıl yiyip
içtiğini, ne giydiğini, insanlarla karşılaştığında onlara nasıl davrandığını,
hangi renkleri sevdiğini, dış görünümünün ve vücut yapısının nasıl olduğunu ve
ne gibi huylara sahip olduğunu bulmak mümkündür.
Tarih, peygamberlerin
sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.)'in hayatının ayrıntılarından sözettiği kadar,
dünyada yaşamış hiçbir büyük kişinin hayatından bahsetmemiştir dersek, gerçeği
söylemiş oluruz.
Bu konudaki en geniş
kitaplardan biri, feyizli kalem, geniş bilgi ve doğru görüş sahibi, İslâm
ilimlerinin gerek usul, gerekse furuunun büyüğünde-küçüğünde derin bilgisi
bulunan İmam Şemsuddin Ebu Abdil-lah Muhammed b. Ebi Bekr b. Eyyûb b. Sa'd
ez-Zer'î ed-Dımeşkî'nin Zâdu'l-Meâd Fî Hedyi Hayri'l-îböd adlı eseridir.
İbn Kayyım, bu
kitabında Hz. Peygamber'in (s.a.) genel ve özel işlerindeki tutumlarını bir
araya getirdi. O'nun, her müslümanm bilmesi ve araştırması gereken
tavırlarından, karşılaştığı olaylardan ve ele aldığı işlerden ayrıntılı bir
şekilde sözetti. Merhum bütün eserlerinde güzellik ve sağlamlık bakımından bir
tek stilde ve konuyu, kendisinden sonra gelen bir araştırıcıya söyleyecek herhangi
bir şey bırakmayacak kadar çepeçevre bütün boyutlarıyla kuşatarak ele alır.
İbn Kayyim'in
eserlerini dikkat ve titizlikle okuyan herkes, merhumun gerek ezber, gerekse
anlayış yönünden kendisinden önce yahut sonra yaşamış pek çok âlimde benzerini
göremeyeceğimiz ölçüde Kur'art ve sünnet ilimlerini şahsında toplamış; selefin
sözlerini, mezheplerin söz ve görüşlerini ihata etmiş bir âlim olduğunu
hakkıyla anlar.
İbn Kayyım
el-Cevziyye, Hz. Peygamber'den (s.a.) sağlam jyolla gelen hadislere son derece
önem veren, onları alıp gerekleriyle amel etmeye ve bunlar dışında kalanları
bırakmaya çok özen gösteren ve aynı zamanda hadislere muhalefet eden yahut
onları olmayacak şekilde yorumlayan kim olursa olsun onun sözüne değer vermeyen
bir âlimdi. Her ne kadar üstadı Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin (r.h.) yolunda
yürümüş ve onun pek çok ferfilî ictihadlarını kabul etmişse de üstadına göre
muhaliflere karşı daha yumuşak, daha mutedildir.
Müellifin, bu kıymetli eseri
yolculuk esnasında yazmış olması, gerçekten hayreti mucibdir. Daha da
şaşırtıcı olan yanı, bu eserde yer alan binlerce kavlî ve fiilî sünnet ve
hadis, sahabe sözleri ve sair rivayetlerin kaynağı olan hiçbir eserin onun
yanında bulunmamasıdır. Oysa bu rivayetler, Sahih, Sünen, Müsned, Mu'cem ve
Siyer adlarını taşıyan eserlerde yer almaktadır. Bu durum, İbn Kayyim'in
hadisleri mfzetmedeki maharet ve derecesini gösterir. O'nun, Ahmed b.
Hanbeî'in otuz binin üstünde hadisi ihtiva eden Müsned'ım ezbere bildiğini de
ilâve etmeliyiz. [1]
İbn Kayyim 7. hicri
asrın sonlan ile 8. hicri asrın ilk yarısında yaşamıştır. O dönemde İslâm
ülkelerinin siyasî durumu içler açışıydı. İslâm devleti paramparça idi, hepsi
de Acem ve Memlûk hükümdarlarının hüküm sürdükleri küçük memleketler halinde
idi. O devirde İslâm hilâfetinin yalnız ismi ve şekli kalmıştı. Pratikteki
liderlik Acem ve Memlûk sultanlarına aitti. Dilediklerini görevden alıyorlar,
dilediklerini görevlendiriyorlardı.
el-Bidaye ve'n-Nihaye
adlı eserin sahibi İbn Kesîr, 737 h./1336 m. senesinin önemli olaylarım
anlatırken şu olayı kaydediyor: Sultan Nasır Muhammed b. Kalavun, Halife
el-Müstekfibillah'ı tevkif ettirip, insanlarla buluşmasını engelledi. Sonra onu
serbest bıraktı. Ancak çok geçmeden Sultan onu, ailesi ve çoluk-çocuğu ile
birlikte Mısır'daki Said eyaletinin bir şehri olan Kus'a sürgün etti. Halife
vefatına kadar orada kaldı.
Kral Nasır, ölümüne
kadar bu şekilde tek otorite olarak istibdadını sürdürdü. Sonra 742 h./1341 m.
senesinde oğlu Seyfeddin Mansur'a biat edildi. İşte bu sultan,
el-Müstekfibillah'ın oğlu Halife Ebu'l-Kasım Ah-med'e babasının hilâfet
veliahtı olarak biat etti ve halife, sultanla birlikte bir tahta oturdu.
O dönemde İslâm
devletinin zayıflayışı Batı'nın gözünü İslâm âlemine çevirdi. Pusu kurup İslâm
dünyasını avlamak için harekete geçtiler. Birbirini takip eden baskınlar
düzenlediler. Bunlara ortaçağda "Haçlı seferleri" adı verildi. Öte
yandan İslâm âlemi kuzeyden Moğolların istilâlarına maruz kaldı. Moğollar
Bağdat'ı düşürüp kütüphaneleri yıktılar, kitapları Dicle nehrine attılar. Aynı
şekilde Beytü'l-Makdis'e girip orayı da harabeye çevirdiler. Böylece bir
taraftan haçlılarla, diğer taraftan da Moğollarla savaşlar alevlendi.
Sosyal hayat da pek
iyi değildi. Öyle ki, 695 h./1295 m. senesinde Mısır kıtlığa maruz kaldı.
Öldürücü bir pahalılık dalgası İslâm ülkelerinin hepsini kasıp kavurdu.
İnsanlar köpeklen, eşekleri, atları ve katırları yemek zorunda kaldılar.
Bu sıkıntılar ve
felâketler hüküm sürerken akıllar boşaldı, anlayışlar kıtlaşti ve zihinler
donup kaldı. Bir insanın fıkhı hükümlerde ictihad etmesi zorlaştı ve insanlar
inanç konularında geçmişleri taklidle yetindiler. İnanç esaslarında Ebu'l-Hasan
el-Eş'arî'nin mezhebine sarıldılar. Fıkıhta dört mezhepten başkasına uymak
haram sayıldı. Bu asırda âlimler selef-i salihe uyup eser vermede onların
metoduyla hareket etmeye yöneldiler.
İşte böyle bir
ortamda, bir ilim ve fazilet adamı olarak İbn Kayyım ortaya çıktı. [2]
Adı: Muhammed b. Ebu
Bekr b.Eyyûb b. Sa'd b. Harîz ez-Zer'î ed-Dımeşkî. Lâkabı: Şemsuddin. Künyesi:
Ebu Abdillah. Meşhur olduğu adı: îbn Kayyim el-Cevziyye ( = Cevziye Medresesi
kayyımının oğlu). Çünkü babası, Muhyiddin Ebu'I-Mehasin Yusuf b. Abdurrahrnan'in
(v.656 h./1258 m.) inşa ettirdiği Cevziye Medresesinde kayyımlık görevi
yapmıştır. Bu ismi daha da kısaltılarak îbn Kayyim şeklinde yaygın kullanım
kazanmıştır.
İbn Kayyim tefsir,
usul, kelâm, fıkıh ve nahiv ilimlerinde derin bilgisi olan araştırmacı,
tetkikçi ve bol eser veren, keskin zekâlı mutlak müctehid büyük bir İslâm
âlimidir. 751 h. senesinde vefat
etmiştir.
İbn Kayyim, 691 h.
senesi Safer ayının yedinci günü ( = 29 Ocak 1292 m. Pazartesi günü) Şam'a 55
mil uzaklıkta ve bu şehrin güneydoğusunda bulunan Havran kasabasının Zer'
köyünde bir ilim ve irfan ocağında dünyaya geldi. Şam'a gitti. Orada bir grup
âlime öğrencilik yaptı.
Babasından feraiz
ilmini okudu. Babası bu ilimde ileri gelen şahsiyetlerdendi. Hafız îbn Hacer,
ed-Dürerü'I-Kâmine'âe (1/472) onu çok ibadet eden ve pek tekellüf göstermeyen
biri olarak nitelemiş ve 723 h./1323 m. senesinde vefat ettiğini yazmıştır.
Şihab en-Nâbulusî,
Kadı Takıyüddin b. Süleyman, Ebu Bekr b. Abdüddaim, İsa el-Mut'im, İsmail b.
Mektum, Fatıma bt. Cevher ve başka muhaddislerden hadis tahsil etti.
Arapçayı İbn
Ebu'l-Feth el-Ba'lî'den tahsil etti. Ondan Ebu'l-Beka'nın el-Mülahhas'ım,
el-Cürcaniyye''yi, İbn Mâlik'in Elfiye'sini, el-Kâfiyetü'ş-Şâftye'nin büyük
bölümünü ve et-TeshîV'm. bir kısmını okudu. Ayrıca Şeyh Mecdüddin et-Tunusî'den
İbn Usfur'un el-Mukarrab'ından bir bölüm okudu.
Fıkıh ve usul-i fıkhı
Şeyh Safiyüddin el-Hindî, Şeyhülislâm îbn Tey-miye ve Şeyh ismail b. Muhammed
el-Harranî'den tahsil etti. Onlardan, İbn Kudame el-Makdisî'nin er-Ravza'sım,
el-Amidî'nin el-îhkâm'mı, Fah-reddin er-Razî'nin el-Muhassal> el-Mahsul,
el-Erbaîn adlı eserlerini ve Mec-düddîn İbn Teymiye'nin el-Muharraf'mı okudu.
Şeyhülislâm İbn
Teymiye'nin 712 h./1312 m. senesinde Mısır'dan dönüşünden 728 h./1327 m.
senesinde ölümüne kadar îbn Kayyim, bu hocasının derslerine tam bir devamlılık
gösterdi. O zamanlar imamımız gençliğinin baharında, kuvvetinin zirvesinde ve
anlayışının en yüksek noktasında idi. Onun geniş ilminin feyzinden kana kana
içti. Olgun ve doğru fikirlerine kulak verdi. Hocasının sevgisi onu sardı.
Hocasının ictihadlarmın çoğunluğunu kabullenip onları savundu. Bu ictihadların
doğruluklarının ve aykırı olanların zayıflıklarının delillerim geniş geniş
anlattı. Hocasının kitaplarını düzenleyip onun ilmini neşretti.
Ondan en çok
yararlandığı konuların başhcaları: Allah Teâlâ'nm kitabına ve Peygamberinin
sahih sünnetine uymaya ve bağlanmaya, onları selef-i salihin anladığı şekilde
anlamaya, Kitap ve sünnete aykırı olanları bırakmaya, doğru dinin
öğretilerinden kaybolup gidenleri yenilemeye; müslü-manların geçen asırlarda,
gerileme, donukluk ve kör taklid devirlerinde kendi kendilerine çıkardıkları
çürük metodları ayıklamaya ve müslümanla-rı, islâm düşüncesine sinen tasavvufî
hurafelerden, Yunan mantığından ve Hind zühdünden sakmdırmaya çağrı.
Çeşitli konulardaki
pek çok eserinde, ısrarla Allah Teâlâ'nın kitabına eğilmiş, devamlı surette onu
araştırıp incelemiş, âyetlerini ve manalarını düşünme suretiyle bu yüce kitabın
hakkını vermiştir. Sahih sünnetin kıymetini açıklayıp onu yükseltmiş, Kur'ân-ı
beyân ile mücmelini tafsil eden, manâlarını vuzuha kavuşturan, O'nun
hakikatlerini destekleyen, insanları ellerinden tutup, taklid ve donukluk
şaibelerinden arınmış sahîh ilme ulaştıran dosdoğru yolun öğretilerini kendilerine
açıklayan sünnete gerekli önemi vermiştir. Bütün bunlar, hocası İbn
Teymiye'nin, onun üzerindeki büyük tesirini gösterir. İbn Kayyim, eserlerine
dağılmış fikirleriyle, çağdaşlarmin ve onlardan sonra günümüze kadar gelenlerin
akıllarını aydınlatan ve kalblerini nurlandıran; kalblerine bulaşan şüphe ve
donukluk pasını açan, zihinlerindeki sapıklık ve şüphe düğümlerini çözen
ıslahatçı düşünürler züm-resindendir. [3]
Öğrencisi Hafız İbn
Receb anlatıyor:
"Üstadımız 691 h.
senesinde dünyaya geldi. Şihab en-Nâbulusî vs. mu-haddislerden hadis dinledi.
Hanbelî mezhebi fıkhını öğrendi ve bu sahada uzmanlaştı. Fetva verdi. Şeyh
Takiyüddîn'in derslerine devam etti, ondan tahsil gördü. İslâmî ilimlerin her branşında
bilgi sahibi oldu. Bildiği ilimler: 1- Tefsir: Bu konuda onunla yarış
edilemezdi. 2- Akaid: Doruk noktasındaydı. 3- Hadis: Hadisin anlamları ondan
çıkacak fıkhı hükümler ve hadisten hüküm elde etme incelikleri konularında ona
ulaşılamazdı. 4, 5, 6- Fıkıh, usul-i fıkıh ve arapça sahasında geniş bilgisi
vardı. 7- Kelâm ilmi, 8- îlm-i Sülûk'de âlim bir zat olup tasavvuf ehlinin
sözlerini, işaretlerini, metinlerini ve bazı büyüklerini iyi bilir,
tanırdı."
Yine aynı öğrencisi
diyor ki:
"Allah rahmet etsin,
üstadımız ibadete düşkün, gece namazlarına kalkan, namazı oldukça uzun kılan
bir zattı. Kendini ibadete verdi. Zikre çok düşkündü. Gönlü Allah aşkıyla yanıp
tutuşmaktaydı. Sürekli tevbe eder, Allah'a yalvarıp yakarır, O'na boyun büker
ve O'nun önünde kulluğunu sergilerdi. Bu hususta onun gibisini görmedim. Ondan
daha geniş bilgisi olan, Kur'an'ın ve Sünnet'in manalarını, iman hakikatlerini
ondan daha iyi bilen birini görmedim. O, masum değil; ama bu manada onun
gibisini görmedim. Başından pek çok imtihan geçti, defalarca eziyet gördü. Son
defasında Şeyh Takiyyüddin ile birlikte ondan ayrı olarak kaleye hapsedildi.
Hapisten ancak Şeyh'in ölümünden sonra kurtuldu. Hapis müdde-tince Kur'an
okumakla, tefekkürle, düşünmekle meşgul oldu."
öğrencisi ve arkadaşı
İbn Kesir de şöyle anlatıyor:
"Hadis dinledi ve
ilimle meşgul oldu. Pek çok İlimde bilhassa tefsir, hadis, usul-i fıkıh ve
akaid ilimlerinde uzmanlaştı. Şeyh Takiyyüddin İbn Teymiye 712 h. senesinde
Mısır'dan dönünce onun derslerine üstadın ölümüne kadar devam etti. Daha önce
öğrendikleri yanında İbn Teymiye'den çok ilim öğrendi. Gece-gündüz çokça
araştırması ve çok ibadetle meşgul olması yanında pek çok branşta sahasında tek
adam oldu. Güzel Kur'an okurdu. Güzel ahlâklıydı. Başkalarını çok severdi. Hiç
kimseye haset etmez, eziyet vermezdi. Hiç kimsenin kusurunu araştırmaz ve hiç
kimseye kin duymazdı. Onunla en çok düşüp kalkan ve onun en çok sevdiği insan
bendim. Zamanımızda bu dünyada ondan daha çok ibadet eden birini tanımıyorum.
Kendine has bir namaz kılışı vardı; namazı oldukça uzatırdı. Namazda secde ve
rükûu uzatır ve (bu yüzden) bazı zamanlar çok arkadaşı onu kınar; ama o, bundan
vazgeçmezdi. Allah rahmet eylesin.
Cenazesinde tıklım
tıklım dolu bir kalabalık vardı. Kadılar, ileri gelenler, sarihler ve halk
cenazeye katılmış naşını taşımak için insanlar izdiham oluşturmuşlardı. Vefat
ettiğinde 60 yaşındaydı. Allah rahmet eylesin."
Hafız Zehebî diyor ki:
"Hadis ilmine, hadis metinlerine ve bazı râvile-rine özen gösterdi.
Fıkıhla uğraşır ve fıkhı iyi açıklardı. Nahivle uğraşır, öğretirdi. Usul-i
Fıkıh ve akaidle de meşgul olurdu. İlimle meşgul olmayı her işin önüne geçirdi
ve ilim neşretti."
İbn Nasır ed-Dımeşkî
anlatıyor: "İlmin pek çok branşında bilhassa tefsirde ve usulün mantûk ve
mefhumunda bilgi sahibiydi. Ebu Bekr Mu-hammed b. el-Muhib diyor ki: Üstadımız
el-Mizzî'nin huzurunda, İbn Kay-yim, İbn Huzeyme derecesinde midir? diye
sordum. O bu zamanda, kendi zamanında İbn Huzeyme neyse odur, cevabını
verdi."
Kadı Burhaneddin
ez-Zer'î diyor ki: "Gökkubbe altında ondan daha geniş bilgi sahibi kimse
yoktur. Sadriye Medresesinde ders verdi, Cevziye'-de imamlık yaptı. Kendi el
yazısıyla, anlatılamayacak derecede çok şey yazdı. Gerçekten muhtelif ilimlerde
pek çok eserler verdi. İlmi yazmayı, okumayı, kitap haline getirmeyi ve ilim
kitapları edinmeyi çok severdi. Başkalarının elde edemeyeceği kadar çok kitap
elde etmişti."
Feîhu 'I-Bârî adh
eserinde, ismini gerek zikrederek, gerek atlayarak İbn Kayyim'in Zâdu'l-Meâd
vs. eserlerinden çokça alıntılar yapan Hafız îbn Hacer, onu şu kelimelerle
anlatıyor: "Cesur kalpli, geniş bilgi sahibi, hilaf ilmini ve selefin
görüşlerini bilen bir zattı."
İmam Şevkânî, îbn
Kayyim'in şu özelliklerine dikkat çeker: "Sahih delillere bağlı, onlarla
amel etmekten hoşlanır, şahsi görüşe dayanmaz, hakkı aşikâre söyler ve bu
konuda hiç kimseden çekinmezdi." [4]
Daha hocası hayatta
iken pek çok büyük âlim İbn KayyinJ'den vefatına kadar tahsil gördü ve ondan
yararlandı. Bazı öğrencilerini sayacak olursak:
1- Hafız Zeynüddîn Ebu'l-Ferec Abdurrahman b.
Ahmed b. Receb el-Bağdadî ed-Dımeşkî el-Hanbelî: Âlim, zahid, örnek, sika bir
şahıstır. Hadis, fıkıh ve tarih konularında pek çok faydalı eser vermiştir.
Hocası İbn Kayyim ölünceye kadar derslerine devam etmiştir. îbn Receb
el-Hanbelî diye meşhur olan bu âlim 795 h./1392 m. senesinde vefat etmiştir.
2- Hafız
îmadüddin İsmail b. Ömer b. Kesir el-Basrî ed-Dımeşkî: Şam'da yetişti ve
Şam'ın ileri gelen âlimlerinden ders aldı. Özellikle hadis ilmine yöneldi ve
hadis metinleri ile râvileri hakkında pek çok şey okudu. Pek çok eseri olan bu
âlimin, İbn Kesir Tefsiri diye şöhret yapan tefsiri ve bir tarih kitabı olan
eî-Bidaye ve'n-Nihaye'si oldukça meşhur iki eseridir. Zehebî, Mu'cem'mde onu
İmam, müfti, muhaddis, mahir, fakih, çok dalda uzman ve işini iyi yapan,
müfessir biri olarak nitelemektedir. 774 h./I372 m. senesinde vefat etmiştir.
3- Hafız Şemsüddin Ebu Abdillah Muhammed b.
Ahmed el-Makdisî el-Cemaîlî es-Salihî: Hadis ve hadis türlerine, râvilere ve
hadislerin illetlerine özen gösterdi. Fıkıh öğrendi, fetva verdi, ders okuttu,
bilgi devşirdi, kitap yazdı. İlmin-çeşitli dallarıyla uğraştı ve çeşitli
branşlarda eserler verdi. Zehebî: "Onunla her buluşmamda mutlaka ondan
bir şey öğrenmişim-dir." diyor. 744 h./1343 m. senesinde vefat etmiştir.
4- Şemsüddin Ebu Abdillah Muhammed b. Abdülkadir
en-Nâbulusî el-Hanbelî: Nâbulus'da doğdu ve orada Abdullah b. Muhammed b. Yusuf
dan ders gördü. Hafız el-Alâî, Şeyh İbrahim gibi sayılamayacak kadar çok
âlimden okudu. îbn Kayyim'le arkadaşlık kurdu, ondan fıkıh öğrendi ve
eserlerinin ekserisini kendisinden okudu. Pek çok ilim bildiği için kendine
"Cennet11 denirdi. Çünkü cennette herkesin istediği vardır. Onda da her
talebenin istediği bulunmaktaydı. 797 h./1394 m. vefat etmiştir.
5- Oğlu İbrahim: Zehebî, Mu'cem'inde:
"Babasından fıkıh öğrendi, Arapçayla meşgul oldu, hadis dinledi, ilim
okudu ve ilimle meşgul oldu." diyor. îbn Kesir ise "Nahiv ve fıkıhda
babasının metodu üzere ileri derecede bilgi sahibi bir zattı." diyor. 767
h./1365 m. senesinde vefat etmiştir.
6- Oğlu Şerefüddin Abdullah: Babasının yerine
geçip Sadriye Medresesinde ders verdi.
[5]
îbn Kayyim büyük bir ilmî
servet bırakmıştır. 'Hocasından elde ettiği bilgileri kendi görüşlerini de
ekleyerek ustalıkla ve büyük bir hoşgörü içinde kitaplaştırmıştır. Eserlerine
baktığımızda hocası İbn Teymiye'nin eserlerinde görülen cedel ve münakaşa
üslubu pek görülmez. İncelediği konulan iki zıt kutup açısından ele alır ve
mutedil bir görüşe varmaya çalışır. O eserlerini sakin ve mutmain bir tavırla
yazar. Eserleri derin düşüncenin, geniş ufkun ve sağlam bir himmetin ürünüdür.
Tertipleri ve bölümlere ayrılışları son derece güzeldir. Fikirler bir uyum
içinde birbirini takip etmekte ve tatlı bir üslubla okuyuculara sunulmaktadır.
Onun eserlerinde selefin nuru ve geçmiş büyüklerin hikmeti göze çarpar. Kur'an
ve sünnet ışığı altında ele aldığı tasavvufî görüşlerini selef-i sâlihin
—Sahabe ve tabiînin— sözlerini aktararak zenginleştirir. Çoğu basılmış olan
eserlerinin başlıcalan şunlardır:
Tefsir:
1- Şerhu Esmâi'I-Kitabi'l-Azîz.
2- Emsâlu'l-Kur'an.
3- et-Tibyân fi Aksami'l-Kur'an
(Eymanü'l-Kur'an).
Hadis ve Siyer:
4- Zâdu'1-Meâd fi Hedyi Hayri'1-İbâd.
(Tercümesini sunduğu eseridir).
5- Tehzîbu Sünen-i Ebî Davud (İzahu îlelihi ve
Müşkilâtih
6- Zâdu'l-Müsafirin ila Menâzili's-Süada fi
Hedyi Hatemi'I-I
Fıkıh ve Usûlü:
7- İ'lamu'l-Muvakkıîn an Rabbi'l-ÂIemin.
8- et-Turuku'1-Hükmiyye
fi's-Siyâseti'ş-Şer'iyye.
9- Tuhfetu'l-Mevdûd fi Ahkâmi'l-Mevlûd.
10- İğâsetü'l-Lehfân fi Talâkı'I-Gadbân.
11- Beyânu'd-Delîl alâ İstiğnâi'l-Müsabaka
ani't-Tahlîl.
12- Ahkâmu Ehli'z-Zimme.
13- el-Furûsiyye.
14- Hükmü Târiki's-Salât.
15- Nikâhu'l-Muhrim.
16- Ref'ul-Yedeyn fi's-Salât.
17- Hükmü îğmâmi Hilali Ramazan.
18- et-Tahrîr fimâ Yehillu ve Yahrimu min
Libasi'l-Harîr.
Kelâm ve Akâid:
19-
eş-Şâfiyetü'1-Kâfiye fi'1-İntisar U'l-Fırkati'n-Nâciye.
20- es-Savâıku'l-Mürsele ale'l-Cehmiyye ve'I-Muattala.
21- Şifâu'1-Alîl fi Mesâili'1-Kazâ ve'1-Kader
ve'I-Hikmeti ve't-Ta'lîl.
22- Hidâyetü'l-Hayârâ mine'l-Yehudi
ve'n-Nasârâ.
23- Hâdi'l-Ervâh ila Bilâdi'l-Efrâh ( = Kitabu
Sıfati'I-Cennet).
24- Kitabu'r-Rûh.
25- İctimau'l-Cuyûşi'l-İslâmiyye alâ
Gazvi'l-Fırkati'l-Cehmiyye.
26- Cevâbatu Âbidi's-Suiban ve inne Mâhüm Aleyhi
Dinü'ş-Şeytân.
27- Kitabu'l-Kebâir.
Ahlâk, Tasavvuf, İrşad
ve Diğer İlimler:
28- Medâricü's-Sâlikîn.
29- Uddetü's-Sabirîn ve Zahîretü'ş-Şâkirîn.
30- Seferu'l-Hicreteyn ve Bâbu's-Saadeteyn.
31-
Merâhilü's-Sâirîn Beyne Menâzili İyyâke Na'büdü ve İyyâke Nestaîn
32- Akdü
Muhkemi'I-Ahkâd
Beyne'l-Kelimi't-Tayyib ve'I-Ameli's
Salihi'l-Merfû ile 's-Semâ.
33- Tarîku'l-Hicreteyn ve Bâbü's-Seadeteyn.
34- Miftâhü Dâri's-Saade.
35- Nuru'l-Mü'min ve Hayatüh.
36- İğâsetü'I-Lehfân min Mekâyidi's-Şeytan.
37- Nüzhetü'I-Müştâkîn ve Ravzatu'l-Muhibbîn.
38- ed-Dâu ve'd-Devâ.
39- Mesâyidü'ş-Şeytan.
40- Tafdîlu Mekke alâ Medine.
41- Fazlu'1-îlmi.
42- el-Fark Beyne'l-Hulleti ve'I-Mahabbeti ve
Münazaratü'l-Halil li-Kavmihi.
43- el-Fethu'I-Kudsi
-ve't-Tuhfetü'1-Mekkiyye.
44- Şerhu Esmâi'l-Hüsnâ.
45- Kitabu't-Tâun.
46- es-Sıratü'I-Müstakîm fi Ahkâmı
Ehli'l-Cahîm.
47- el-Mesâilu't-Trablûsiyye.
48- Bedâiu'l-Fevâid.
49- el-Fevâid.
50- Cilâu'l-Efhâm fi's-Salât ve's-Selâm ala
Hayri'I-Enâm.
51- Butlânu'l-Kimya min Erbaîne Veçhen.
52- el-Kelâmu't-Tayyib ve'I-Ameli's-Salih.
53- Nakdu'l-Menkûl ve'1-Mihakku'l-Mümeyyiz
beyne'l-Merdûd vj'l-Makbûl.
54- el-Cevâbü'1-Kâfi
li-men Seele ani'd-Devâi'ş-Şâfî.
İslâm'ın, dünya
gündeminin —gerek entellektüel, gerek siyasi, gerekse daha başka yönlerden—
önemli bir bölümünü oluşturduğu günümüzde elbet bu dinin peygamberinin
etraflıca tanınması, O'nun gerçekleştirdiği mükemmel toplum yapısını anlamanın
en kestirme yoludur. İslâm O'nun şahsında temsil edilmiş ve O'nun önderliğinde
kendini insanlığa sunmuş bir sistemdir.
O'nun hayatı ve yaşayış
tarzı incelendiğinde görülecektir ki, hayata yaklaşımı tek boyutlu değildir.
Hayatın her yönünü kuşatır. Peygamberdir, devlet başkanıdır, ordu komutanıdır,
hâkimdir, kılıcını çekip Allah düşmanlarıyla savaşan bir mücahiddir,
tüccardır. Namaz kılan, oruç tutan, hac yapan, gece namazlarına kalkan, devamlı
zikir ve tefekkürle meşgul olan bir âbiddir. Hayatı iman, aşk ve cihaddır.
Evlenir, alış-veriş yapar, hastaları tedavi eder, elbisesinin söküğünü diker,
ayakkabısını tamir eder, çocuklarla şakalaşır, pehlivanlarla güreşir, hanımıyla
koşu yarışı yapar. Hayat dolu mükemmel bir insandır O. Kısacası Allah'ın bütün
insanlara sunduğu en güzel örnektir, O. Hz. Peygamber'in (s.a.) hayatının her
yönünü ele alan ve kendisine has tatlı bir üslupla anlatan İbn Kayyim'in,
sahasında ilk ve en orijinal eseri Zâdu'l-Meâd1 in Türkçeye kazandırılması, bu
örnek insanı izlemek durumunda olan müslümanlar ve O'nu en doğru, en güvenilir
kaynaklardan öğrenmek isteyenler için kaçınılmaz bir zaruretti. Okuyanlara yeni
ufuklar açacağına inandığftnız bu eserin tercümesinde esas aldığımız Arapça
aslı, Şuayb el-Arnaûd ve Abdülkadir el-Arnaûd adlı iki değerli araştırıcının
tahkikiyle 1985'de ikinci baskısını yapan beş ciltlik baskısıdır. Bu iki
araştırıcının dipnotlarından yararlanmakla birlikte biz de bir takım dipnotlar
ekledik. Ayrıca Buharı hadislerinin kitap ve bab numaraları tarafımızdan
tes-bit edilmiştir. Hadislerin senedleri arasındaki tahdis sigaları rivayet
tekniği sayılabileceği için zikredilmemiş, onlar yerine (-) işareti konmuştur.
Konular arasına uygun yerlerde zaman zaman tarafımızdan başlıklar konulmuştur.
İlmî çalışmalarımda
bana yol gösteren sayın hocam Doç.Dr. Hayred-din Karaman'a saygı ve
şükranlarımı sunar, eseri yayınlamayı üstlenen İklim Yayınlarına teşekkürlerimi
arzederim.
Hatalarımıza muttali
olan kardeşlerimizin bizi haberdar etmesini eder, Cenab-ı Hak'dan okuyanlara
fayda vermesini temenni ederi;
Gayret bizden, başarı
Aüah'dan.
Şükrü Özej
Üsküdar, 1988[6]
KAYNAKLAR:
Şuayb el-Arnaûd ve
Abdülkadir el-Arnaûd, Zâdu'l-Meâd neşrine yazdıkları mukaddime, Beyrut, 1985.
îbn Kesîr, el-Bidâye
ve'n-Nihâye, C. 14, s. 234-35, Beyrut, 1982.
Muhammed Ebu
Zehra, tbn Teymiye
—Hayatuhu ve Asrııhu—,
Kahire, 1977.
Dr. Seyyid el-Cemîlî,
İbnü'l-Kayyim'in er-Rûh adlı eserine yazdığı tanıtım yazısı, Beyrut, 1986.
lbnu'1-İmâd
el-hanbelî, Şezerâtu'z-Zeheb fi Ahbari Men Ze-fıeb, Dâru
İhyâi'ı-Türâsi'l-Arabiyye, Beyrut, ts. [7]
Hamd, âlemlerin Rabbi
Allah'a.... Sonuç inananların. Düşmanlık, yalnız zalimlere... Allah'tan başka
tapılacak yoktur. O, öncekilerin ve sonrakilerin tanrısı, göklerin ve yerlerin
idarecisi, din gününün sahibidir. Kurtuluş, O'na itaattedir. Üstünlük O'nun
azametine boyun eğmek; zenginlik, O'-nun rahmetine ihtiyaç duymaktır. Doğru
yol, ancak O'nun nuruyla aranırsa bulunur. Hayat, O'nun hoşnutluğunu elde
etmekle mümkündür. Cennet nimetleri ancak O'na yakınlıkla sağlanır. Kalbin
olgunlaşması ve kurtuluşa ermesi yalnızca O'na karşı ihlaslı olmak ve O'nu
sevgide birlemekle elde edilir. O, kendisine itaat edildiğinde karşılığını
verir; isyan edildiğinde tev-bekârın tevbesini kabul eder, bağışlar; dua
edildiğinde duaları kabul kendisi için bir davranışta bulunulduğunda
mükâfatlandırır.
Hamd, Allah'a... Bütün
yaratıkları O'nun'Rab olduğuna tanıklık et? miş, bütün sanatsal yapıtları
tanrılığını kabullenmiş onlara nakşettiği hayranlık uyandıran sanatları ve
harika eserleriyle O'nun, kendisinden başka tanrı bulunmayan Allah olduğuna
tanıklık etmişlerdir. Allah her türlü eksik ve noksandan münezzehtir.
Yaratıkları sayısınca, kendi hoşnutluğunca, -Arş* inin ağırlığınca ve
kelimelerinin mürekkebi çokiuğunca O'na hamd... Tanrı yalnızca Allah'tır.
Rabliğinde ortağı bulunmadığı gibi tanrılığında da ortağı yoktur. O'nun ne
zatında (öz varlığında) ne fiillerinde, ne de sıfatlarında bir benzeri vardır.
Allah yüceler yücesidir. Allah'a çokça hamd ü senalar... Sabah-akşam Allah'ı
her türlü eksiklikten tenzih ederim. Gökg ler ile gökteki melekler; yıldızlar
ile yörüngeleri; yeryüzü ve sakinleri; di nizler ile içindeki balıklar;
yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar, tepelei ovalar; her yaş ve kuru; her ölü
ve diri O'nu teşbih eder. "Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar
O'nu teşbih eder. O'na hamdederek tesbin etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz
onların teşbihlerini anlamazsınız. Doğrusu o halimdir, bağışlayandır.'[8]
''Tanıklık ederim ki,
tanrı yalnız Allah'tır. O'nun ortağı yoktur. " sözüyle yer ve gökler ayakta
durmaktadır. Bütün yaratıklar bunun için yaratılmışlardır. Bunun için Allah
Teâlâ peygamberlerini gönderdi, kitaplarını indirdi ve kanunlarını koydu.
Bundan dolayı mizanlar kurulur, divanlar tertiplenir; cennet ve cehennem pazarı
kurulur. Bu söz ile insanlar mü'min-kâfir, iyi-kötü ayrımına tâbi tutulur, bu
söz, yaratma ve emrin, sevap ve azabın kaynağıdır. İnsanların yaratılma sebebi
olan hak işte budur. Sorgu ve hesap ondan ve onun hukukundan olacaktır. Sevap
ve azap ona göre verilecektir. Kıble, onun üzerine kurulmuş, dinin temeli yine
onun üzerine atılmıştır. Allah'ın bütün kullar üzerindeki hukuku olan cihadın
kılıçları bu söz için kınından sıyrılmıştır. İslâm sözü ve kurtuluş yurdunun
anahtarı işte bu sözdür; öncekiler ve sonrakiler ondan sorguya çekilecektir. Şu
iki soru sorulmadan kulun ayakları Allah'ın huzurundan ayrılmayacak: 1) Neye
kulluk ediyordunuz? 2) Peygamberlere ne cevap verdiniz?
Birincinin cevabı;
bilgi, kabullenme ve davranış açısından "Allah'tan başka tanrı
yoktur" gerçeğini tasdik etmek,
İkincinin cevabı;
bilgi, kabullenme, boyun eğme ve itaat açısından "Hz. Muhammed şüphesiz
Allah'ın rasûlüdür" gerçeğini tasdik etmektir.
Tanıklık ederim ki,
Hz. Muhammed şüphesiz O'nun kulu ve rasûlüdür; vahyini güvenip teslim ettiği,
yaratıkları arasından seçtiği, kendisi ile kullan arasında elçisidir; sağlam
bir din ve dosdoğru bir yol ile gönderilmiştir. Allah onu âlemlere bir rahmet,
Allah'tan korkanlara bir lider ve bütün insanlara bir hüccet olarak
göndermiştir. Peygamberlerin ardı arkası kesildiği bir vakitte (fetret
devrinde) onu peygamber olarak göndermiş ve en doğru yolu, en aydınlık caddeyi
ona göstermiş; insanlara ona itaat ve yardım etmelerini, saygı göstermelerini,
onu sevmelerini, onun haklarını gözetmelerini farz kılmış; cennetinin önündeki
yolları kapamış ve artık onun yolundan gelmeyen hiç kimseye yolların
açılmayacağını belirtmiştir. Allah, onun gönlünü açmış, şanını yükseltmiş ve
(belini büken) yükünü üzerinden indirmiş, küçülme ve alçalmayı onun emrine
karşı gelenlere yüklemiştir.
Müsned'de Ebu Münîb
el-Curaşî yoluyla Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayet edilen bir hadise göre
Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet öncesinde yalnızca
ortağı bulunmayan tek Allah'a ibadet edilinceye kadar kılıçla (mücadele vermek
için) gönderildim. Rızkım mızrağımın gölgesi altına konulmuştur. Küçülme ve
alçalma ise benim emrime karşı gelenlere yüklenmiştir. Kim bir kavme benzerse
o da onlardandır.[9]. Alçalma onun emrine
karşı gelenlere yüklenmişse de şeref ve üstünlük ona itaat edip uyanlarındır.
Allah Teâlâ buyuruyor ki:
"Gevşemeyin,
üzülmeyin; inanmışsamz mutlaka en üstün olan sizler-siniz.[10]
"Şeref ve
üstünlük Allah'ın, Peygamberinin ve inananlarındır."[11]
"Sizler daha
üstün olduğunuz halde (düşman karşısında) gevşeyip de barış istemek durumunda
kalmayın. Allah sizinle beraberdir.[12]
"Ey Peygamber!
Allah sana ve sana uyan mü'minlere yeter. "[13] Yani
Allah tek başına hem sana hern de sana uyanlara yeter. Artık P'nun yanında
başka hiç kimseye ihtiyaç duymazsınız.
Bu son âyette iki
olasılık vardır:
1- bağlacının kelimesini mecrûr kef harfine
bağlamış olması. Tercih edilen görüşe göre mecrur zamire, harf-i cer iade
edilmeksizin atıf yapılması caizdir. Bunun örnekleri çoktur. Olamayacağı
yolundaki şüpheler çürüktür.
2- bağlacının "yanında" anlamına gelen
olması ve kelimesinin, mahal üzerine atfedilerek nasb mahallinde bulunması da
mümkündür. Çünsana kâfidir" anlamındadır. Yani Allah sana yeter ve sana
uyanlara yeter. Nitekim Araplar der ki: "Sana ve Zeyd'e bir dirhem
yeter." Şâir diyor ki:j"Harb çıkıp birlik bozulduğunda artık sana ve
Dahhâk'e bir keskin Hind kılıcı yeter."
Bu ikisi, en doğru
olasılıklardır.
3- Üçüncü bir olasılık daha vardır: kelimesinin
mübteda olmak üzere merfû bulunması. O zaman mana şöyle olur: "Sana uyan
mü'-minlere de Allah yeter."
4- Dördüncü bir olasılık daha vardır ki, anlam
yönünden hatalıdır: kelimesinin merfû mahalde olup "Allah" ismine
atfedilmiş olması. O zaman ise mana şöyle olur: "Sana, Allah ile sana
uyanlar yeter." Her ne kadar bazı insanlar âyetin bu anlamda olduğunu
söylemişlerse de bu, apaçık bir
hatadır; âyeti bu anlama almak
caiz değildir. Çünkü
"yeterlilik" ve "kifayet" tevekkül, takva ve ibadette
olduğu gibi yalnızca Allah'a ait kavramlardır. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
"Seni aldatmak isterlerse bil ki, şüphesiz Allah sana yeter. Seni
yardımıyla ve inananlarla destekleyen O*dur.[14]
Görüldüğü gibi Allah,
yeterlilik ile destekleme arasını ayırmakta; ye-terii olmayı yalnız kendisine
ait bir husus, desteklemeyi ise hem kendi yardımına, hem de kullarına ait bir
husus olarak kullanmaktadır.
Allah Teâlâ, yalnız
kendisinin yeterli olduğunu söyleyen tevhid ve tevekkül sahibi kullarını
öğmektedir. Buyuruyor ki: "insanlar onlara: '(Düşmanınız olan) İnsanlar
size karşı bir ordu topladılar; onlardan korkun' dediklerinde bu onların
imanını artırdı da: 'Allah bize yeter; O ne güzel vekildir' dediler.'[15]
"Allah ve Rasûlü bize yeter" demediler. Öyleyse onlar bu sözü
söylemişler ve Rab Teâlâ bu sözlerinden dolayı onları öğmüşse Allah nasıl
peygamberine: "Sana, Allah ve sana uyanlar yeter" demiş olabilir?
Hz. Peygamber'e uyanlar, yalnız Rab Teâlâ'nın yeterli olduğunu söylemis ve bu
konuda O'nunla Peygamberini ortak tutmamışlarsa nasıl olur da Allah onlarla
kendisini Peygamberine yeterli olmada ortak tutmuş oia-bilir? Bu en imkânsız ve
en olmaz şeydir.
Bu konuda bir başka
örnek de şu âyettir:
"Şayet onlar,
Allah ve Peygamberinin kendilerine verdiği şeylere razı olsalar ve: 'Allah bize
yeter. O ve Peygamberi bol nimetinden bize verecektir. Biz gerçekten Allah'a
gönül bağlayanlardanız' deselerdi...[16]
"Peygamber size
ne verirse onu alın."[17]
âyetinde de görüldüğü gibi Allah (örnek olarak aldığımız bu âyette) nasıl verme
işini Allah ve Rasûlü-ne, yeterli olmayı ise yalnızca kendisine ait saymış,
düşünün. "Allah ve Rasûlü bize yeter, deselerdi..." demeyip bunu
yalnızca kendi hakkı saymıştır. Nitekim "Biz gerçekten Allah'a gönül
bağlayanlardanız." demiş, "Ve peygamberine" dememiş; gönül bağlamayı
yalnızca kendine ait bir hak saymıştır. Nitekim bir âyette: "Öyleyse bir
işi bitirdiğinde diğerine giriş. Ve yalnızca Rabbine gönül bağla.[18] Şu
halde gönül bağlama, tevekkül, inâbe (tövbe), yeterlilik kavramları tıpkı
ibadet, takva ve secde gibi yalnız Allah'a ait kavramlardır. Adak ve yemin
yalnız Allah Teâlâ adına yapılır.
Bir diğer örnek olarak
da şu âyeti verebiliriz: "Allah, kuluna yeterli değil mi?'[19]
kâfi, yeterli anlamındadır. Allah Teâlâ, tek basına kendisinin kuluna yeterli
olduğunu haber vermektedir. Şu halde bu yeterlilik işinde "Ona
uyanlar" nasıl Allah'la beraber sayılabilir!? Bu sakat yorumun
asılsızlığını gösteren deliller burada anlatılamayacak kadar çoktur.
Sözün özü; hidayet,
felah ve kurtuluş nasıl ki Peygambere uyma derecesine göre elde edilir; tıpkı
bunun gibi izzet ve şeref, kifayet (imdada yetişmek) ve zafer de ona uyma
derecesine göre kazanılır. Allah Teâlâ iki cihan saadetini ona uymaya ve iki
cihan bedbahtlığını da ona karşı gelmeye bağladı. Artık hidayet-emniyet, felah
ve izzet; kifayet ve zafer, yakınlık ve destek, dünya ve ahirette iyi yaşam
onun yolundan gidenlerin; zillet ve alçaklık, korku ve sapıklık, hem dünyada
hem ahirette rüsvâyhk ve bedbahtlık ona karşı gelenlerindir. Hz. Peygamber
(s.a.) yemin ederek: "Herhangi biriniz beni çocuğundan, babasından ve
bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz." buyurmuştur."[20]
Allah Teâiâ da onu, başkasıyla aralarında çekiştikleri her konuda hakem tutup,
sonra onun verdiği hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe
ve onun hükmüne boyun eğmedikçe bir kimsenin inanmış olmayacağını yeminle söylemektedir
.[21] Bir
âyette de buyuruyor ki:
"Allah ve
Peygamberi bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde
başka yolu seçmek yaraşmaz.'[22]
Görüldüğü gibi Allah
Teâlâ, kendisinin ve Peygamberinin verdiği hükümden sonra artık seçeneğin
kalmadığını kesin oiarak belirtmektedir. Artık Hz. Peygamber'in (s.a.)
hükmünden sonra herhangi bir inanmış kimsenin bir tercihte bulunması sözkonusu
değildir. O emir verince, emir kesindir. Seçenek yalnızca O'ndan başkasının
sözünde sözkonusudur. Tabiî ki, bu durumda O'nun emri gizli kalacak ve bu başka
kimse O'nun emrini ve sünnetini bilen ilim adamlarından olacaktır. îşte bu
şartlarla O'ndan başkasının sözü uyulabilir —uyulması zorunlu değil—
olmaktadır. Hiç kimsenin O'ndan başka herhangi bir kimsenin sözüne uyması
vacib (farz, zorunlu) değildir; olsa olsa uyması caiz olur. O'ndan başkasının
sözüne uymasa ne Allah'a ne de Peygamberine âsi olmuş olur. Bütün
mükelleflerin kendisine uymaları vacib, karşı gelmeleri haram ve herkesin
sözünü O'nun sözünden dolayı terketmeleri vacib olan kişi nerde, şu nerde?!
O'nun hükmü yanında hiç kimsenin hükmü, O'nun sözü yanında hiç kimsenin sözü
geçerli değildir. Nitekim O'nun kanun koyuculuğu yanında da hiç kimsenin kanun
koyucu olması düşünülemez .O'nun dışındaki herkesin O'nun emir ve yasaklarına
uyması, emrettiği şeyleri yapıp yasakladığı şeylerden kaçınması vacibtir. Diğer
kimseler yâlnızca tebliğci ve haberci olabilirler;
yeniden hüküm icad
edici ve kanun koyucu olamazlar. Şu halde bir kimse kendi anlayış ve
yorumlayışı çerçevesinde görüşler ileri sürer, kaideler ortaya koyarsa ümmetin
bunlara uyması ve davalarını bunlar çerçevesinde halletmeye çalışması vacib
olmaz, ne zaman ki bunlar Peygamber'in getirdikleriyle karşılaştırılır,
aralarında mutabakat ve uyum bulunur ve Peygamberin getirdiği esaslar bu
görüşlerin doğruluğuna tanıklık ederlerse o zaman kabul görürler; aralarında
çelişki bulunursa bu görüşlerin reddedilmeleri ve bir kenara bırakılmaları
vacib olur. Bunlar hakkında bu iki durumdan biri belirginleşmezse, çekimser
kalınır. En iyisi ise bunlarla hüküm ve fetva verip vermemenin caiz olmasıdır.
Vacip olması ve kesinleşmesi mümkün değil, olamaz.
Şüphesiz Allah Teâlâ,
yaratma ve yaratıklar arasından beğenip seçme ( = ihtiyar) konularında tektir.
O şöyle buyurmaktadır:
"Rabbin
dilediğini yaratır ve seçer.>[23]
Buradaki
"seçme" sözü ile anlatılmak istenen, keîamcıların "Allah, fâtl-i
muhtardır" sözlerinde işaret ettikleri "irade" değildir. Evet,
Allah Subhanehu öyledir. Ancak buradaki "seçme" sözü ile anlatılmak
istenen bu anlam değildir. Bu anlamdaki "seçme", âyetin
"dilediğini yaratır" kısmında vardır. Çünkü Allah, ancak seçerek —ki
bu "dilediğini" sözünde vardır— yaratır. Zira dilemek, seçme
demektir. Buradaki "seçme" kelimesi ile anlatılmak istenen halis ve
seçkin olanı seçme, tercih etmedir. Şu halde bu, yaratmadan sonraki bir
seçimdir, seçmedir. Genel anlamdaki seçim yaratmadan önceki seçim olup, en
genel anlamlı ve en öncedir. Buradaki ise daha özel anlamlı ve sonra olup
yaratıklar arasından yapılan seç-medir. Birincisi yaratma için seçimdir.
İki görüşün en doğrusu
"ve seçer" sözünde tam vakıf yapmaktır (durmaktır). Bu durumda
âyetin devamındaki şu kısım:olumsuzluk ifade eder. O zaman mana şu olur:
"Onlar için bu seçim hakk yoktur." Bu yalnızca yaratana has bir
iştir. Yalnız yaratan O olduğu gib yaratıklar arasından seçimde bulunan da
yalnızca O'dur. O'ndan başkî hiç kimsenin yaratma ve seçme hakkı yoktur. Çünkü
Allah Teâlâ yapacağı tercihin lâyık olduğu yerleri, rızasının bulunduğu
mahalleri ve neyin seçilmeye lâyık olduğunu, neyin olmadığım en iyi bilendir.
Bu konuda başkaları hiçbir yönden O'na ortak olamaz.
İşin gerçeğini
bilmeyen tahsilsiz kimseler âyetin kısmındaki
nın ism-i mevsûl olup "seçer" fiilinin tümleci olduğunu
savunmuşlardır ki, o zaman anlam şu olur: "Allah onlar için seçme hakkı
bulunanı seçer." Bu birkaç yönden bâtıldır:
1- Bu
durumda sıla cümlesi, âid zamiri içermez. Çünkü kelimesi, nakıs fiilinin ismi
olup merfû ve de haberdir. O zaman
anlam şöyle olur: "Onlar için seçme olan şeyi seçer." Böyle bir cümle
kuruluşu söylemek imkânsızdır.
Soru: Âid zamirini
mahzuf kabul ederek cümlenin tashihi mümkündür. Cümle şu şekilde düşünülebilir:
Bu durumda anlam şu
olur: "Seçiminde onlar için seçme nan şeyi seçer.'
Cevap: Bu 3a bir başka
yönden bozuktur .Çünkü bu âid zamirinin hazfi caiz olan yerlerden değildir.
Zira âid zamiri, ancak anlam aynı kalmak şartıyla, misliyle ism-i mevsûlün
mecrur olduğu bir harf-i cer ile mec-rur olduğu zaman mecrur şekliyle
hazfedilir. Meselâ şu âyet ve benzerlerinde bu şartlar var olduğu için
hazfedilmiştir:[24]
Arapça gramer
açısından şöyle demek caiz olmaz:
2- Şayet bu
anlam kastedilseydi kelimesi mansub
kılınır, sıla cümlesindeki fiil, ism-i mevsûle dönen bir zamirle iştigal
edilirdi ve sanki şöyle demiş olurdu: "Onlar için seçim hakkı olan şeyin
aynını seçer". Ancak böyle okuyan hiçbir kıraat imamı yoktur. Bu şekli
varsayarak sözün tevcih edildiği de unutulmamalı.
3- Allah
Teâlâ kâfirlerin seçim önerilerini ve kendileri için seçim hakkının
bulunmasını istemelerini hikaye ediyor, kendisinin tek olduğunu açıklıyor.
Nitekim başka bir yerde böyle buyuruyor:
"Bu Kur'an, iki
şehrin birindeki bir büyük adama indirilmeli değil iniydi? dediler. Rabbinin
rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini
aralarında Biz taksim ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine
derecelerle üstün kıldık, Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden
daha iyidir.[25]
Görüldüğü üzere Allah
Teâlâ, onların kendisine karşı seçimde bulunmalarını tanımamış ve haber
vermiştir ki, onlar için böyle bir hak yoktur. Bu hak yalnızca onların
aralarında nzik ve ecel müddetlerini de kapsayan geçimlerini taksim edene
aittir. Yine aynı şekilde O, yapacağı seçimin (uygun) yerlerini ve kimin buna
lâyık olup olmadığını da kendi bilgisine göre ayarlayarak lütuf ve ihsanını
fazilet ehli arasında taksim edecektir. İnsanları birbirine göre dereceler
bakımından üstün kılan, aralarında geçimliklerini ve tercih derecelerini
taksim eden de O'dur. Bunları taksim eden başkası değil, yalnızca O'dur. İşte
bu ayet de aynı şekilde yaratan ve tercihte bulunanın yalnızca Allah olduğunu
ve O'nun yapacağı tercihin (uygun) yerlerini en iyi bildiğini açıklamıştır.
Nitekim bir âyette buyuruyor ki: "Onlara bir âyet geldiği zaman:
'Allah'ın peygamberlerine verilen bize de verilmedikçe inanmayız' derler.
Allah, elçilik görevini nereye (kime) vereceğini daha iyi bilir. '[26] Yani
Allah, peygamberlik ve elçilik vazifesi için hangi mahallin seçilmesi,
yükseltilmesi ve tahsis edilmesinin diğerlerine göre daha uygun olacağını en
iyi bilir.
4- Allah
Teâlâ, onların ortak olmalarından doğacak teklif ve tercih etme haklarından
kendisini uzak tutmuş ve: "Onlar için seçim hakkı yoktur. Allah, onların
koştukları ortaklardan münezzehtir ve yücedir. "[27] buyurmuştur.
Onların ortak koşmaları, O'ndan başka bir yaratıcı kabullenmeyi gerektirmeli
ki, Allah kendisini bundan uzak tutsun. Bunu iyi düşün. Çünkü son derece ince
bir mesele.
5- Bu âyetin
benzerleri:
a) Allah
Teâlâ "Sizlerin Allah'ı bırakıp taptıklarınız gelseler, bir sinek bile
yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa o şeyi ondan kurtaramazlar.
İsteyen de, istenen de âciz! Allah'ı gereği gibi takdir edemediler. Şüphesiz
Allah, kuvvetli ve güçlüdür." buyuruyor; ardından da: "Allah,
meleklerden ve insanlardan elçiler seçer. Doğrusu, Allah işitir ve görür. O,
geçmişlerini ve geleceklerini bilir. Bütün işler sonunda yalnız Allah'a dönecektir.[28]
diyor.
b) "Rabbin
gönüllerinin gizlediklerini de,
açığa vurduklarını bilir.'[29]
c)
"Allah, elçilik görevini nereye (kime) vereceğini daha iyi bilir. "[30]
Bütün bu âyetlerde
Allah Teâlâ, kendisinin tercih ettiği mahalleri {ah-sis etmesi anlamını taşıyan
bilgisi ile o yerleri tahsis ettiğini, çünkü yalnızca o yerlerin tahsise
uygunluğunu bildiğini haber vermektedir. Bu âyetlerde sözün akışını düşünürsen
bu anlamı kendi anlamına ek olarak ihtiva ettiğini göreceksin. En iyi bilen
Allah'tır.
6- Bu âyet
(Kasas: 28/68), şu âyetin peşinde verilmiştir: "O gün Allah onlara
(müşriklere) seslenir: Peygamberlere ne cevap verdiniz? der. O gün, haberler
onlara görünmez olur, verilecek cevapları kalmaz; artık birbirlerine de
soramazlar. Fakat kim tevbe eder, inanır, yararlı işler yaparsa, kurtuluşa
erenler arasında olması umulur, Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. [31]
Onları yaratan yalnızca Allah Teâlâ olduğu gibi, onlar arasından tevbe eden,
inanan ve yararlı iş yapanları da O seçer. Böylece onlar, Allah'ın hoş kullan,
hayırlı yaratıkları olurlar. Bu seçim lâyık olanlar için olup, Allah Teâlâ'nın
ilim ve hikmetine dayanır; yoksa o müşriklerin seçim ve önerilerine değil.
Allah, müşriklerin ortak tuttuklarından münezzehtir, yücedir. [32]
Şu yaratıkların
hallerini düşünürsen, onlar arasındaki bu seçim ve tahsisin Allah Teâlâ'nın
Rabhğını, birliğini, hikmet, ilim ve kudretinin sonsuzluğunu, O'nun yalnızca
kendisinden başka bir tanrı bulunmayan Allah olduğunu, O'nun ortağı bulunmadığını,
istediği gibi yarattığını, istediği gibi seçtiğini, istediği gibi idare
ettiğini gösteren bir delil olduğunu görürsün. Eseri şu âlemde görülen bu
seçim, bu idare ve tahsis O'nun Rab olduğunun en muazzam delillerinden;
birliğini, kemal sıfatlarını ve peygamberlerinin doğruluğunu gösteren en büyük
şahitlerdendir. Şimdi ateşine karşı daha uyarıcı ve daha başkalarına götürücü
olması için bunların birazına işaret etmeye çalışacağız: [33]
Allah, göğü yedi kat
yarattı. Bunlar arasından en yücesini seçti/ Orasını mukarrab meleklerinin
karargâhı yaptı. Kürsî'sine ve Arş'ına yakın seçti ve yaratıklarından
dilediğini oraya yerleştirdi. Şu halde bu gök katının diğer göklere göre bir
meziyet ve üstünlüğü vardır. Hiçbir şey olmasa Allah Teâlâ'ya yakınlığı yeter.
Göklerin maddesinin
eşitliği yanında bu üstün kılma ve tahsis, O'nun kudret ve hikmetinin
sonsuzluğunu, dilediğini yaratıp seçtiğini gösjeren en açık delillerdendir. [34]
Allah Teâlâ'nin
Firdevs Cennetini diğer cennetlerden üstün kılması ve onu Arşı'nın tavanı
yaparak tahsis etmesi de bunlardan biridir.[35]
Âsâr'-ın birinde denilmektedir ki: "Firdevs cennetinin fidanlarını Allah
Teâlâ kendi eliyle dikti ve orasını hayırlı halkı için seçti." [36]
Cebrail, Mikâil ve
İsrafil gibi seçkin melekleri diğerleri arasından seçmesi de bu kabildendir.
Hz. Peygamber (s.a.) şöyle dua ederdi:
"Cebrail, Mikâîİ
ve İsrafil'in Rabbi, göklerin ve yerin yaratıcısı, gizliyi, aşikârı bilen
Allah'ım! Ayrılığa düştükleri konularda kulların arasında Sen hükmedersin.
İzninle hak yolunda ayrılığa düşüldüğünde beni doğruya ulaştır. Şüphesiz Sen
dilediğini doğru yola eriştirensin. [37]
Melekler arasından bu
üçünü, onların kamilen seçkin özel yerleri ve Allah'a yakınlıkları bulunduğu
için anmıştır. Oysa göklerde onlardan başka nice melekler vardır; ama bu üçten
başkasının adını anmamıştır. Cebrail, kalblerin ve ruhların sayesinde hayat
bulduğu vahyi getiren melektir. Mikâil, yeryüzünün, hayvanların ve bitkilerin
hayatı olan yağmuru yağdıran melektir. İsrafil, Sûr'a üfleyecek melektir;
Sûr'a üfleyince onun üflemesi Allah'ın izniyle ölüleri diriltecek ve onları
kabirlerinden çıkartacaktır. [38]
Ahmed'in, Müsned'de ve
İbn Hibbân'in Sahih'dc Ebu Zer'den aktardıkları bir hadise göre Hz. Âdem'in
(a.s.) soyundan sayıları yüz yirmi dört bin olan nebîleri ve onlar arasından da
sayıları üç yüz on üç olan rasûlleri seçmesi de bu kabildendir. [39]Ayrıca
bu rasûller arasından ülulazm diye adlandırılan, Ahzâb ve Şûra sûrelerinde
geçen şu beş peygamberi seçmesi de böyledir:
"Hani
peygamberlerden söz almıştık. Ey Muhammedi Senden, Nuh'-dan, İbrahim'den,
Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan sağlam bir söz almışızdır. [40]
"Allah, Nuh'a
buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur. Sana vahyetük; İbrahim'e,
Musa'ya ve İsa'ya da buyurduk ki: 'Dini ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin'.[41]
Allah bu ülulazm
peygamberlerden de iki dostu İbrahim ve Muham-med'i seçti. Allah onlara ve
ailelerine salat ve selâm eylesin. [42]
Âdemoğulları soyundan
îsmail soyunu seçmiştir. Onlar arasından da Huzeyme'den olan Kinane
oğullarından Kureyş'i. Kureyş'ten Hâşijnoğullarını, HâşimoğuHarından da
Âdemoğullannın efendisi Hz. Muhammed'i (s.a.)
seçti.[43]
Yine Allah, âlemler
içinde Hz. Muhammed'in (s.a.) arkadaşlarım (ashabını), onlar içinden ilk önce
iman edenleri, onlar arasından Bedir savaşına katılanları ve Rıdvan bey'atında
bulunanları seçmiştir. Onlar için en mükemmel dini, en üstün şeriatı ve en
temiz en hoş en pak huylan seçmiştir. [44]
Hz.Muhammed'in (s.a.)
ümmetini diğer ümmetlere tercih etmiştir. Nitekim İmam Ahmed'in Müsned'mâç ve
diğer hadis kitaplarında Behz b. Hakim b. Muaviye b. Hayde —babası— dedesi
yoluyla aktarıldığı üzere, Allah Rasûlü (s.a.) buyurdular ki: "Siz yetmiş
ümmete bedelsiniz. Siz, Allah katında onların en hayırlı ve en
değerlisisiniz".[45] Ali
b. el-Medinî ve Ahmed: "Behz b. Hakim'in babası ve dedesi aracılığıyla
aktardığı hadis sahihtir." demişlerdir.
Bu seçimin eseri,
onların davranışlarında, ahlâklarında, tevhid inançlarında, cennetteki konak
yerlerinde ve kalacakları makamlarında ortaya çıkmaktadır. Zira bu ümmet diğer
insanlardan daha yukarıda, daha üstte bir tepe üzerinde olacak ve onlara o tepeden
bakacaktır. Tirmizî'de Bürey-de b. Husayb el-Eslemî'den rivayet edildiğine göre
Allah Rasûlü (s.a.): "Cennet halkı, yüz yirmi sıradır. Sekseni bu
ümmetten, kırkı da diğer ümmetlerdendir." buyurdu.[46]Tirmizî:
"Bu hadis hasendir." diyor. Sahih-i Müslim'de Cehenneme gönderilenler
konusunda Ebu Saîd el-Hudrî'den gelen bir hadiste Hz.Peygamber (s.a.): "Canım elinde olan Allah'a yemin
ederim, gerçekten ben
sizin cennet halkının yarısı olmanızı çok ümit ediyorum." buyurdu[47] ve
bundan fazlasını söylemedi. Ya bu hadis daha sahihtir demeli, ya da Hz.
Peygamber (s.a.) ümmetinin cennet halkının yarısı olmasını istedi, bunun
üzerine Rabbi ona ümmetinin yüz yirmi saflık cennet halkının seksen safını
oluşturacağını bildirdi .[48] Şu
halde iki hadis arasında bir çelişki yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.
Allah'ın bu ümmete,
başka ümmetlere bağışlamadığı ilim ve hilimi (yumuşak huyluluk) bağışlamış
olması da bu ümmeti, Cenab-ı Hakk'ın üstün ve seçkin kıldığını gösterir.
Bezzar'ın Müsned'indç ve diğer bazı hadis kitaplarında rivayet edildiğine göre
Ebu'd-Derda diyor ki: Ebu'l-Kasim'ın (s.a.) şu hâdiseyi anlattığını işittim:
"Allah Teâlâ, Meryem oğlu İsa'ya: Ben, senden sonra bir ümmet
göndereceğim. Onlar başlarına sevdikleri bir-şey gelse hamdedip şükrederler. Başlarına
hoşlanmadıkları birşey gelse — hilim ve ilim bulunmadığı halde— sevabını benden
bekleyip sabrederler, buyurdu. İsa: Rabbim! Hilim ve ilim bulunmadığı halde bu
nasıl mümkün olabilir? diye sordu. Allah Teâlâ; Ben onlara kendi hilim ve
ilmimden vereceğim, buyurdu.[49]
Mekânların, beldelerin
en hayırlısı ve en şereflisi Haram ke)'yi tercih edip seçmesi de bu
cümledendir.
a) Zira
Allah Teâlâ, bu şehri Peygamber'i (s.a.) için seçmiş ve kullan için ibadet yeri
yapmış, uzak-yakın her yandan oraya gelmelerini farz kılmış ve oraya ancak
mütevazı alçak gönüllü, niyaz ederek, yalvarıp yakara-rak, başlarını açarak ve
dünya ehlinin elbiselerinden soyunarak (kefeni andıran ihrama bürünerek-Ş.Ö.)
girebilirler. Allah bu beldeyi güvenli ve kutlu (=Harem) bir bölge kılmıştır.
Orada kan dökülmez, ağaç kesilmez, av kovalanmaz, yeşil ot kopanlmaz ve bulunan
bir mal mülk edinmek için alınmaz; alınırsa yalnız ve yalnız ilan etmek için
alınır.
b) Oraya gitmeye niyetlenmek, geçmiş günahları
örtbas eden, suçlan silen ve hataları gideren bir sebep kılınmıştır. Nitekim
Sahihayn'da. Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.):
"Bir kimse Bey-tullah 'a gelir ve hac esnasında fena sözler söylemez,
günah işlemezse günahlarından arınarak annesinden doğduğu gibi hacdan
döner." buyurmuştur.[50]
Allah oraya niyetlenen kimse için cennetten öte bir şeye razı olmamıştır.
Sünen'de Abdullah b. Mes'ûd'dan (r.a.) rivayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü
{s.a.): "Hac ve umreyi ardarda yapın (yani haccettiğinizde umre yapın;
umre yaptığınızda hac da yapın). Çünkü hac ve umre fakirliği ve günahları tıpkı
körüğün demir, altın ve gümüşün cürufunu temizlediği gibi temizler. Kusursuz
ifâ edilen makbul (=mebrûr) bir haccın cennetten öte bir sevabı yoktur." buyurmuştur.[51]
Sahihayn'âa Ebu Hureyre'den nakledilen bir hadiste ise Allah Rasûlü (s.a.)
buyuruyor ki: "Bir umreden diğer umreye kadar bu arada işlenen günahlara
(son umre) keffarettir. Kusursuz ifâ edilen makbul bir haccın mükâfatı ise
ancak cennettir.)[52]
Şayet Emin Belde
(Mekke), Allah'ın en hayırlı beldesi onun en sevdiği şehri ve beldeler
arasından seçtiği belde olmasaydı oranın arazisini kulları için ibadetgâh
yapmazdı. Oysa oraya niyetlenmeyi kullarına farz kılmış, bu ibadeti İslâm'ın en
güçlü farzlarından saymış ve yüce Kitabının iki yerinde bu belde adına yemin
etmiştir: 1- "Ve şu Emin Belde'ye yemin olsun ki..."[53] 2-
"Hayır, hayır. Şu beldeye yemin ederim ki...'[54]
Yeryüzünde, her gücü yetenin kendisinde bulunan bir eve koşması ve orasını
tavaf etmesi farz olan bir mıntıka daha yoktur. Yine yeryüzünde, Hacer-i Esved
ve Rükn-i Yemani dışında öpülmesi ve selâmlanması meşru olan, günahların ve
hataların silindiği başka bir yer yoktur.
c) Hz.Peygamber'den (s.a.) gelen sağlam bir
rivayete göre Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz, diğer yerlerde kılman yüz
bin namaza bedeldir. Sünen-i Nesâî i!e Müsned'de sahih isnâdla Abdullah b.
Zübeyr'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.): "Şu mescidimde
kılman bir namaz, —Mescid-i Haram dışında— diğer mescidlerde kılınan bin namazdan
daha faziletlidir. Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz ise şu mescidimde
kılınan namazdan yüz kat daha faziletlidir. " buyurmuştur[55]. Hadisi
İbn Hibbân da Sahihimde rivayet etmiştir. Bu hadis de açıkça gösteriyor ki,
Mescid-i Haram genel olarak bütün yeryüzünün en üstün bölgesidir. Bu yüzden
hazırlık yapıp ona doğru yola çıkmak farz olduğu haide, diğerleri için yola
çıkmak müstehabtır, farz değildir. Müsned, Tirmizî ve Nesâî'de rivayet
edildiğine göre Abdullah b. Adiy b. el-Hamra, Allah Ra-sûlü'nün (s.a.)
Mekke'nin Hazvera semtinde devesi üzerinde: "Vallahi, şüphesiz sen (ey
Mekke), Allah'ın arzının en hayırlısısın ve Allah'ın arzının, Allah katında en
sevimlisisin. Senden çıkartılmasaydım gerçekten çıkmazdım." dediğini işitmiştir.
Tirmizî: "Bu hadis, hasen, sahihtir." diyor.[56]
d) Hatta bütün yeryüzü halkının kıblesi olması
da onun hususiyetle-rindendir. Yeryüzünde ondan başka bir kıble yoktur.
e) Yine tuvalet yaparken oraya doğru arkayı ve
önü çevirmenin haram olması da onun özelliklerinden biridir; yeryüzünün diğer
bölgeleri için böyle bir şey sözkonusu değildir. Bu meseledeki en doğru görüşe
göre, başka yerde zikredilen on küsur delilden dolayı açık olanla bina içinde
olma arasında bu konuda bir fark yoktur.
0 Mescid-i Haram'm
yeryüzünde ilk inşa edilen mescid olması da Mekke'nin bir diğer hususiyetidir.
Nitekim Sahihayn (Buharî ve Müslim'in Sahih adlı hadis kitapların)'da rivayet
edildiğine göre Ebu Zer diyor ki: "Allah Rasûlü'ne (s.a.) yeryüzünde ilk
inşa edilen mescidi sordum: 'Mescid-i Haram'dır', cevabım verdi. 'Sonra
hangisi?'diye sordum; 'Mescid-i Aksa'dır' karşılığını verdi. 'Aralarında ne
kadar vardır?' şeklindeki sorumu da: 'Kırk sene' diye cevapladı.[57]
Ne kastedildiğini
anlamayanlara bu hadis bir mesele oldu. Dediler ki:
"Malum, Mescid-i
Aksâ'yı yapan Hz. Davud'un oğlu Hz. Süleyman'ındır. Onunla Hz. İbrahim arasında
ise bin seneden daha fazla zaman farkı vardır." Bu sözler, söyleyenin
cehaletini gösteriyor. Zira Hz. Süleyman, Mescid-i Aksa'yı yalnızca yenilemiştir,
baştan kurmuş değildir. Hz. İbrahim'in Kabe'yi yapmasından bu kadar zaman
geçtikten sonra onu kuran, tesis eden Hz. İshak'ın oğlu Hz. Yakub'tur. Allah
her ikisine ve ailelerine salât ü selâm eylesin.
g) Mekke'nin
üstünlüğünü gösteren delillerden birisi de şudur: Allah bu şehrin, ümmü'l-kurâ-
şehirlerin anası olduğunu haber vermiştir[58]. Bütün
şehirler ona tâbi ve onun bir uzantısıdır. O, şehirlerin kökenidir. Bu yüzden
şehirler içinde ona denk bulunmaması gerekir. Nasıl ki Hz. Peygamber (s.a.),
Fatiha'nm Ümtnü'l-Kur'an^Kur'an'ın anası olduğunu haber vermiştir' [59]bu
yüzden diğer ilâhî kitaplarda ona denk olacak bir sûre yoktur.
h)
İhtiyaçları sürekli yenilenenler dışındaki kimselerin oraya ihramsız
girmelerinin caiz olmaması da bir diğer hususiyetidir. Hiçbir şehir bu meziyette
ona ortak olamaz. Bu meseleyi insanlar İbn Abbas'tan (r.a.) almışlardır. Merfû
hadis olmaya elverişli olmayan bir senedle İbn Abbas'tan rivayet edildiğine
göre: "Hiç kimse Mekke'ye —ister ora halkından olsun, isler olmasın—
ihramsız giremez." Bu rivayeti Ebu Ahmed b. Adiy kaydetmiştir. Ancak
seneddeki Haccac b. Ertât ve ondan önceki diğer bir râvi zayıf râvilerdendir.
Bu konuda fakihlerin
üç görüşü vardır:
1. Olumsuz (hiç kimse ihramsız Mekke'ye
giremez),
2. Olumlu (İhramsız Mekke'ye girilebilir),
3. Mîkatlar[60]
içinde olanlarla, mîkatlar gerisinde kalanlar arasında
fark gözetilir:
Mîkatlar ötesinde kalanlar oraları ihramsız geçemezler; taraflarda olanlar ise,
Mekke halkı hükmündedirler. Bu görüş Ebu Hanî-J fe'nindir. İlk iki görüş ise Şafiî ve Ahmed'e aittir.
i) Mekke'de
günah işlemeyi kafada tasarlayıp kuran kimse, tasarladı-! ğını yapmasa da
cezalandırılır. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
"Kim orada
(Mescid-i Haram'da) hak yoldan saparak zulmetmek -l terse (yani tasarlarsa) can
yakan bir azabdan ona tattırırız.[61]
Burada! isteme (irade) fiili nasıl bâ edatı ile geçişli yapıldı, bir düşün. 1
"Şöyle yapmak istedim." dendiğinde bu cümle mutlaka "tasarlajj di, kafasında kurdu' fiilinin
anlamını taşıdığından "şöyle yapj mayı tasarladım" denilir. Görüldüğü
gibi Allah Teâlâ, orada zulmetmeyi tasarlayan kimseyi, can yakan azabı
tattırmakla tehdit etmektedir.
Orada işlenen
günahların niceliklerinin değil de miktarlarının kat kal artırılması da
bundandır. Zira işlenen bir kötülüğün karşılığı bir günahi ancak büyük bir
günahtır. Cezası da ona denktir. Küçük günahın cezasjj da kendisine denktir. O
halde Allah'ın Harem'inde, beldesinde ve arzı üzejjj rinde işlenen bir günah,
yeryüzünün diğer taraflarından birinde işlenen güj nahtan daha kuvvetli ve daha
büyüktür. Bu yüzdendir ki, hükümdara, hat] kim olduğu ülkede isyan eden kimse,
ona yurdundan ve ülkesinden uzak; bir yerde isyan eden kimse gibi değildir.
İşte günahların katlanması konu| sundaki tartışmanın çözümü budur. En iyi bilen
Allah'tır.
Bu üstün kılma ve
seçimin sırrı, gönüllerin bu Emin Belde'nin cazib sine kapılmasında, kalblerin
onu arzulamasında, ona meyletmesinde ve mu| habbet göstermesinde ortaya
çıkmaktadır. Bu beldenin kalbleri çekimi, mık| natısın demiri çekiminden daha
muazzamdır. Şairin şu beytine en uygui düşen odur:
"Onun
güzellikleri, her türlü güzelliğin ilk maddesi ve erkeklerin gö nüllerinin
mıknatısıdır."
Bundan dolayı Allah
Teâlâ onun insanlar için bir toplanma yeri o ğunu haber vermiştir. Yani ardı
arkası kesilmeksizin her sene her ülkeden gelen insan, orada toplanır, ama bir
daha arzulamayacak şekilde gönüllerinin susuzluğunu gidermiş olmazlar. Aksine
ne kadar çok ziyaret etseler, o kadar çok iştiyakları artar.
"Görünce göz onu,
bakmaktan vazgeçmez. Yeniden döner ona müştak olarak göz."
Onun yolunda
öldürülen, çılgına dönen, yaralanan niceleri vardır. Onun sevgisi uğrunda nice
mallar, nice canlar feda edilmiştir. Âşık, önündeki türlü türlü korkulu
yerleri, tehlikeleri, sarp engelleri ve zorlukları karşısına alarak
ciğerparelerinden, ailesinden, dostlarından, vatanından ayrılmaya razı olmuş;
bunların hepsinden zevk alıyor; lezzet duyuyor; kalblerinde muhabbet sultanı
taht kursa bütün bunları tatlı, lüks ve lezzetli nimetlerden daha hoş buluyor.
"Sevgilisi hoşnut
olduğu halde, onun verdiği sıkıntıyı azap sayan âşık değildir."
İşte bütün bunlar,
"evimi temiz tut" âyetinde[62]
Allah Teâlâ'nın onu kendisine izafe etmesinin sırrıdır. Bu özel izafet, şu
tazim, saygı ve muhabbetten icap ettiği kadarını icap ettirmiştir. Nitekim
kulunu ve Rasülünü de kendisine izafe etmesi de bunlardan icap ettirdiği
kadarını icap ettirmiştir. Yine aynı şekilde mü'min kullarını kendisine nisbet
etmesi de onlara haşmet, muhabbet ve ağırbaşlılıktan giydireceğini
giydirmiştir. Rab Teâlâ'nın kendisine izafe ettiği herşeyin başkalarına karşı
—seçip ayırmayı icap ettiren— bir üstünlüğü ve ayrıcalığı vardır. Sonra Allah,
ona bu izafet sayesinde başka bir üstünlük ve izafetten önce var olana ilave
olarak bir tahsis ve bir azamet giydirir. Asıl maddeler, davranışlar, zamanlar
ve mekânlar arasında eşitlik görenler bu manayı anlamaya muvaffak olamadılar
ve hiçbir şeyin diğer birşeyden üstün -olamayacağını ve bunun tercih edici
bulunmaksızın yapılan kuru bir tercih olacağını iddia etmişlerdir. Bu görüş,
buranın dışında başka bir yerde kaydettiğim kırkı aşkın sebepten dolayı
bâtıldır. Bu bâtıl görüşü şöyle bir zihinde düşünmek bile onun saçmalığını
anlamaya yeter. Bu görüş ki, zorunlu neticesi şudur: Peygamberlerin zatları
hakikaten düşmanlarının zatları gibidir. Üstünlük olsa olsa başkasında
bulunmayan meziyet ve sıfatlara bakarak zatların seçimini ilgilendirmeyen bir
durumdan dolayıdır. Aynı şekilde mevkilerin kendileri de zat itibariyle birdir;
birinin diğerine asla üstünlüğü yoktur. Üstünlük yalnızca orada yapılan salih
amellerden dolayıdır. O halde Beytullah'm Mescid-i Harâm'ın, Minâ'nın,
Arafat'ın ve Meş'ar-ı Haram'ın mevkilerinin yeryüzünün adım saydığımız
herhangi bir bölgesine üstünlüğü yoktur. Üstün tutmada yalnızca bölge dışında
ve ne ona, ne de orada bulunan bir vasfa ait olmayan bir durum gözönüne
alınır...
Allah Teâlâ, bu bâtıl
görüşü şu âyetle reddetmiştir: "Onlara bir âyet geldiği zaman: Allah'ın
peygamberlerine verilen bize de verilmedikçe inanmayız, derler. Allah, elçilik
görevini nereye (kime) vereceğini daha iyi bi-lir. [63] Yani
herkes, O'nun elçiliğini yüklenmeye ehil ve uygun değildir. Aksine bu işin özel
mahalleri vard.r, ancak oralara lâyık olur ve ancak oralara uygun düşer. Allah
bu mahalleri sizden daha iyi bilir... Şayet bunların dediği gibi varlıkların
zatları birbirine eşit olsalardı burada onlara bir reddiye sözkonusu olmazdı.
Aynı şekilde şu âyetle de Allah Teâlâ bu görüşü reddetmektedir: "İşte
böylece: Allah aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu? demeleri için onları birbiriyle
sınadık. Allah şükredenleri en iyi bilen değil midir?[64]Yani
Allah Teâlâ verdiği nimete şükredeni daha iyi bilir ve onu şükretmeyenden
ayırarak ona hassaten ihsanda bulunur ve iyilik eder. Her mahal, O'nun şükrün
karşılığını vermesine, yapacağı ihsanı yüklenmeye ve hâsseten ikramda
bulunmasına uygun değildir.
Allah'ın seçip
ayırdığı asıl maddeler, mekânlar, şahıslar vs.'nin zatları kendileriyle var
olan ve başkalarında bulunmayan birtakım sıfatlara ve durumlara sahiptirler;
Allah onları bunlardan dolayı süzüp ayırmıştır. Bu sıfatlarla onları üstün
kılan ve seçim yapmakla onlara özel bir kıymet veren Allah Teâlâ'nın
kendisidir. İşte yaratması ve işte seçim! "Rabbin dilediğini yaratır ve
seçer.[65] Bir
görüş ki; Beytullah,'ın yerinin diğer mekânlara, Hacer-i Esved'in zatının diğer
taşlara, Allah Resulünün (s.a.) zatının diğer insanların zatlarına eşit
olduğunu, bu şeylerdeki üstünlüğün yalnızca zatları dışındaki birtakım
durumlarda ve onlarla var olan sıfatlarda bulunduğunu ileri sürüyor... Bâtıl
olduğuna bundan daha açık delil mi olur! Bu ve benzeri görüşler kelâmciların
şeriata karşı işledikleri ve şeriat bundan masum iken ona nisbet ettikleri
cinayetlerdendir. Zatların genel bir durumda müşterek olmalarından daha fazla
tutunabilecekleri bir delilleri yoktur. Bu da öz itibariyle ( = hakikat'te)
eşit olmalarını gerektirmez. Çünkü muhtelif şeyler, özlerine ait sıfatlarda
ayrılmakla birlikte genel bir durumda birleşe-bilirler. Allah Teâlâ asla,
misk'in zatı ile idrarın zatını, suyun zatı ile ateşin zatını birbirine eşit
yaratmamıştır. Şerefli mekânlarla zıtları ve üstün zatlarla zıtları arasındaki
bu açık fark, buradaki farktan çok daha muazzamdır. Hz. Musa'nın (a.s.) zatı
ile Firavun'un zatı arasındaki fark misk ile dışkı arasmdakinden daha büyüktür.
Aynı şekilde Kabe'nin kendisi ile sultanın sarayı arasındaki fark da buradaki
farktan çok daha muazzamdır. O halde orada yapılan ibadetlere, çekilen
zikirlere, edilen dualara bakarak iki yer, nasıl özde ve üstünlükte eşit
tutulabilir?!
Burada biz bu rezîl ve
çürütülmüş görüşü etraflıca çürütmeyi kastetmedik. Amacımız, onu tasvir
etmekti. Karar vermek akıllı, zeki ve âdil kimseye kalmış. Allah ve O'nun
kulları başka hiçbir şeye kıymet vermez. Allah Teâlâ, seçmeyi ve üstün kılmayı
gerektiren bir mana olmaksızın hiçbir şeyi seçmez. Üstün kılmaz ve tercih
etmez. Evet, bu tercih sebebini veren, bağışlayan O'dur. Onu yaratan,
yarattıktan sonra seçen de O'dur. Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. [66]
Günleri ve ayları
birbirine üstün kılması da Allah'ın seçim yaptığım gösteren bir delildir.
a) Allah
katında en hayırlı gün kurban günü ( = kurban bayramının ilk günü)dür. Bu gün
en büyük hac günüdür. Nitekim Sünen* de rivayet edilen bir hadiste Hz.
Peygamber (s.a.): "Allah katında en faziletli gün kurban günüdür; sonra
(kurbanın ikinci günü olan) yevmü'l-karr'dtr." bu-yurmuştur[67].
Arefe gününün ondan daha faziletli olduğu söylenmiştir ki, Şâfiîlerce tanınan
görüş budur. Diyorlar ki: "Zira bu gün en büyük hac
günüdür. Bu günde
tutulan oruç iki senelik günaha keffaret olur[68]. Allah,
kullarını arefe gününde cehennemden âzâd ettiği kadar, başka hiçbir günde —o
kadar çok— âzâd etmemiştir'[69]'.
Çünkü o gün Allah kullarına yaklaşır, sonra meleklerine mevkıf ehli (Arafat'ta
vakfe yapanlar) ile Övünür." Doğrusu birinci görüştür. Zira bunun delili
olan hadisle çelişen ona karşı koyabilecek hiçbir hadis yoktur. Doğrusu şu
âyetten dolayı en büyük hac günü, kurban günüdür. "En büyük hac günü,
Allah ve Peygamber'! insanlara Allah ve Rasûlünün müşriklerden uzak olduğunu
ilan eder-ler.[70]. Sahihayn'daki bir
hadiste sabittir ki, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali —Allah onlardan razı olsun— bu
ilanı arefe günü değil, kurban günü yap-tılar[71]. Ebu
Davud'un Sünen'inde en sahih senedle rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü
(s.a.): "En büyük hac günü, kurban günüdür." buyur-muştur[72]. Ebu
Hureyre ve bir gurup sahabî de aynı şeyi söylemişlerdir.
Arefe günü, kurban
gününün öncesinde, onun bir mukaddimesi niteliğindedir. O gün Arafat'ta vakfe
yapılır. Allah'a yalvarıp niyaz edilir, tevbe edilir, yakarılır, af dilenir.
Ondan sonra gelen kurban günü ise huzura çıkılıp, ziyaret yapılır. Bundan
dolayı o gün yapılan tavafa "ziyaret tavafı" adı verilmiştir. Çünkü
hacılar, arefe günü günahlarından temizlenmiş olduklarından Rableri onlara
kurban günü kendisini ziyaret ve evinde huzuruna çıkma izni vermiştir. Kurban
kesimi, baş tıraşı, şeytan taşlama ve hac fiillerinin büyük bir bölümü bu
sebeple o günde yapılır. Arefe günü yapılanlar ise bu gün öncesinde yapılan
temizlenme ve yıkanma gibidir.
b) Zilhicce
ayının (ilk) on gününün diğer günlere üstün kılınması da böyledir. Zira bu
günler Allah katında en faziletli günlerdir. Sahih-i Buha-rî'de İbn Abbas'tan
—Allah ondan ve babasından razı olsun— rivayet edilmektedir ki: "Allah
Rasûlü (s.a.); Salih amelin Allah katında bu on günden daha sevimli olduğu
günler yoktur, buyurdu. Allah yolunda cihad da mı? diye sordular. Evet, Allah
yolunda cihad da. Ancak bir adam ki, canını malını ortaya koyup cihada
çıkıyor, sonra bunlardan hiçbir şeyle geri dönmüyor. İşte bu müstesna,
karşılığını verdi."[73].
Allah'ın kitabında: "Tan yerinin ağarmasına ve on geceye and olsun.
.."[74] diyerek adlarına yemin
ettiği on gün işte bunlardır. Bu sebeple o günlerde bol bol tekbir getirmek
"Lâ ilahe illallah" ve "Elhamdülillah" demek müstehabtır.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.): "O günlerde bol bol tekbir getirin; Lâ
ilahe illallah ve Elhamdülillah deyin." buyurmuştur.[75] Bu
günlerin diğer günlere nisbeti, hac vazifesinin ifâ edildiği yerlerin diğer
mevkilere nisbeti gibidir.
c) Ramazan
ayının diğer aylara ve bu ayın son on gecesinin diğer gecelere; kadir
gecesinin bin geceye üstün kılınması da böyledir.
Soru: Hangi on gün
—Zilhicce'nin (ilk) on günü mü, yoksa Rama-zan'ın son on günü mü— daha
faziletlidir? Kadir gecesi mi yoksa İsrâ (ve Mİrac) gecesi mi, daha
faziletlidir?
Cevap: Birinci
soruyu-ele alalım. Bu konuda "Ramazan'm son on gecesi Zilhicce'nin (ilk)
on gecesinden; Zilhicce'nin on günü, Ramazan'm on gününden daha
faziletlidir." demek doğru olur. Bu açıklama sayesinde problem ortadan
kalkar. Bunu gösteren delil de şudur: Ramazan'm on gecesi gecelerden biri olan
Kadir gecesi itibariyle üstün kılınmıştır. Zilhicce'nin on günü ise günleri
itibariyle üstün kılınmıştır. Çünkü kurban günü,
arefe günü ve tevriye
günü[76] bu
günler arasındadır.
İkinci soruya gelince;
Şeyhülislâm İbn Teymiye'ye —Allah ona rahmet etsin— sordular: Adamın biri:
"İsra gecesi, Kadir gecesinden daha faziletlidir" diyor, bir diğeri
de: "Hayır, Kadir gecesi daha faziletlidir" diyor. Şimdi hangisi
isabetlidir?
Cevaben dedi ki:
Allah'a hamdoîsun. "İsra gecesi, Kadir gecesinden daha faziletlidir"
diyen bu sözüyle Hz. Peygamber'ın (s.a.) isrâ buyurulduğu (Allah tarafından
bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götürüldüğü) gece ve her sene bu
güne rastlayan geceler Hz. Muhammed (s.a.) ümmeti için Kadir gecesinden daha
faziletli olup bu yüzden bu gecede kılınacak namaz ve yapılacak dua Kadir
gecesindekinden daha faziletlidir, demek istemişse bu bâtıldır, bunu hiçbir
müslüman söylememiş ve bunun çürüklüğü İslâm dininde baştan beri yaygın ve
muttasıl olarak bilinmektedir. İsra gecesi muayyen olduğunda durum böyle. Oysa
ne hangi ayda, rie hangi on günde ne de belli hangi günde olduğunu gösterir
bilinen bir delil vardır, ya bu durumda ne demeli?! Bu konuda aktarılan
rivayetler (sened itibariyle) munkatı-kesik ve (metin itibariyle) çelişkilidir.
Aralarında kesin olan bir rivayet yoktur. Hem —Kadir gecesinin aksine— İsrâ gecesi
zannedilen geceyi namaz vs. ibadetlere ayırma müslümanlara meşru da kılınmış
değildir. Oysa Sahihayn'da. var olan bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.):
"Kadir gecesini Ramazan'ın son on gecesinde arayınız" buyurmuş-tur[77].
Yine Sahihayn'daki bir hadiste ise: "Kadir gecesini inanarak ve sevabını
Allah'tan umarak ibadetle geçiren kimsenin geçmiş günahları bağışlanır. "
buyurmuştur'[78]. Allah Teâlâ da Kur'an-ı
Kerim'de Kadir gecesinin bin aydan daha hayırlı olduğunu ve Kur'an'ın o gece
indirildiğini haber vermiştir.
Şayet bu sözüyle,
namaz ve ibadetle tahsis meşru sayılmaksızın Hz. Peygamber'ın (s.a.) isrâ
buyurulduğu ve başka gecelerde eline geçmeyen şeylerin geçtiği belli gecenin
(üstünlüğünü) kasdetmişse bu doğrudur. Allah, Peygamberine (s.a.) bir mekân
yahut zamanda bir fazilet verdiği vakit, bu zaman ve mekânın, bütün zaman ve
mekânlardan faziletli olması gerekmez. Tabii, Allah Teâlâ'nm Peygamberine Isrâ
gecesinde yaptığı ihsanın, Kadir gecesinde Kur'an'ın indirilmesi gibi ona
sunduğu nimetlerden daha muazzam olduğuna bir delil varsa!
Böyle konularda
konuşmak için hem işlerin gerçek yüzlerim ve hem de vahiy olmadan kendileri
hakkında bilgi edinilmeyecek nimetlerin miktarlarını bilmeye ihtiyaç vardır.
Bu konularda hiç kimsenin ilimsiz konuşması caiz değildir. Ne müslümanlardan
herhangi birinin, İsrâ gecesinin diğer gecelere, bilhassa Kadir gecesine bir
üstünlüğü olduğunu söylediği, ne de sahabe ile onlara güzellikle uyan tabiînin
tsrâ gecesini herhangi bir şeyle tahsise niyetlendikleri bilinmektedir. Hatta
adını bile anmazlardı. Bu yüzden her ne kadar İsrâ hâdisesi Hz. Peygamber'in (s.a.)
en muazzam faziletlerinden ise de hangi gece olduğu bilinmemektedir. Maamafih,
özellikle ne o zamanda, ne de o mekânda şer'î bir ibadette bulunmak meşru kılınmıştır.
Hatta vahyin ilk gelmeye başladığı ve Hz. Peygamber'in (s.a.) peygamberlikten
önce vaktini geçirdiği Hirâ mağarasına —peygamberlikten sonra Mekke'de kaldığı
süre içinde— ne kendisi, ne de ashabından biri teveccüh etmiş, ne de
vahyin'geldiği günde bir ibadet vs. yapmayı belirlemiş ve ne de vahyin ilk
gelmeye başladığı zaman ve mekânı bir şey yapmaya tahsis etmiştir. Kim kendi
kendine bu ve benzeri sebeplerden dolayı özel zaman ve mekânlarda ibadet etmeyi
çıkarırsa, Hz. İsa'nın doğum günü, çarmıha gerilme günü... gibi başına gelen
çeşitli olayların geçtiği zamanları tören ve ibadet günü yapan Ehl-i Kitap
(Hıristiyanlar) gibi olur. Hz. Ömer Îbnü'l-Hattâb —Allah ondan razı olsun— bir
grup insanın bir yerde namaz kılmak için yarıştıklarını gördü ve "Bu
nedir?'* diye sordu. "Allah Rasûlü'nün (s.a.) namaz kıldığı bir yerdir."
cevabını alınca: ''Peygamberlerinizin bıraktığı eserleri mescid mi yapmak
istiyorsunuz?! Sizden öncekiler ancak bu yüzden helak oldu. Namaz vakti
kendisine burada erişen namazım kılsın, yoksa yoluna devam etsin." dedi[79].
Bazıları da diyorlar
ki: tsrâ gecesi Hz. Peygamber (s.a.) hakkında Kadir gecesinden daha
faziletlidir. Kadir gecesi, ümmete nisbetle İsrâ gecesinden daha faziletlidir.
O halde bu gece ümmet hakkında onlar için daha faziletli, îsrâ gecesi de Allah
Rasülü (s.a.) hakkında kendisi için daha faziletlidir.
Soru: Cuma günü mü,
yoksa arefe günü mü, hangisi daha faziletlidir? İbn Hibbân Sahih'inde Ebu
Hureyre'den naklen Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Cuma gününden daha faziletli bir gün üzerine güneş ne doğar, ne
balar.>[80]. Yine aynı kaynakta Evs
b. Evs'ten rivayet edilen bir hadiste: "Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı
gün, cuma günüdür." Duyurulmaktadır[81].
Cevap: Bazı âlimler bu
hadisi delil göstererek, cuma gününün airefe gününden daha faziletli olduğu
görüşünü savunmuşlardır. Kadı Ebu Ya'Iâ cuma gecesinin Kadir gecesinden daha
faziletli olduğu yolunda İmam Ah-med b. Hanbel'den bir rivayet aktarmaktadır.
Doğrusu, cuma günü haftanın en faziletli günü; arefe ve kurban günleri de senenin
en faziletli günleridir. Kadir gecesi ve cuma gecesi de böyledir (yani Kadir
gecesi senenin en faziletli gecesi, cuma gecesi de haftanın en faziletli
gecesidir. -Ş.Ö.) Bu yüzden cumaya rastlayan arefe gününde yapılan vakfenin
diğer günlere göre pek çok yönden bir üstünlüğü vardır:
1- Günlerin en faziletlileri olan iki günün
çakışması.
2- Yapılan duanın muhakkak kabul edileceği
saatin bulunduğu gündür. Çoğunlukta olan görüşe göre bu saat, ikindiden
sonraki en son saattir[82]. O
vakitte mevkıftakilerin hepsi dua ve tazarru için bekleşmekte, vakfe
yapmaktadırlar.
3- Allah Rasûlünün (s.a.) vakfe yaptığı güne
rastlaması,
4- O gün yeryüzünün her yanında insanlar hutbe
ve cuma namazı için toplanırlar. Bu da hacıların arefe günü Arafat'ta
toplanmalarına rastlar. Böylece müslümanların camilerde ve mevkıfta
toplanmalarından ortaya başka hiçbir günde görülmeyen dua ve yakarışlar çıkar.
5- Cuma günü bayram günüdür. Arefe günü ise,
Arafat'takilerin bayram günüdür. Bu yüzden Arafat'taki kimsenin oruç tutması
mekruh sayılmıştır. Nesâî'nin rivayetine göre Ebu Hureyre diyor ki:
"Allah Rasûlîi (s.a.) arefe günü Arafat'ta oruç tutmayı yasakladı.[83]. Bu
hadisin isnadı biraz şüphelidir. Çünkü senedinde geçen Mehdî b. Harb
el-Abedî'nin kimliği bilinmiyor. Senedin eksenini de o teşkil ediyor. Ancak
Sahih'de kaydedilen bir hadise göre insanlar arefe günü Ümmü'l-Fazl'm yanında
Allah Rasû-lü'nün (s.a.) oruçlu olup olmadığını tartışırlar. Kimisi
"Oruçludur" der, kimisi "Oruçlu değildir" der. Bunun
üzerine Ümmü'I-Fazl, Hz. Peygam-ber'e (s.a.) bir bardak süt gönderir. Bu sırada
Hz. Peygamber (s.a.), Arafat'ta devesi üzerinde vakfe yapmaktadır. Bardağı
ahr, içer.[84]
Arefe günü Arafat'ta
oruç tutmamanın müstehab oluşunun hikmeti konusunda farklı görüşler ileri
sürülmüş; el-Hırakî ve bir grup âlim duada güçlü olmak için derken, diğerleri
de —Şeyhülislâm İbn Teymiye bunlardan- biridir— diyorlar ki: Bunun hikmeti, bu
günün Arafat'takilerin bayramı olmasıdır. Bu sebeple o gün oruç tutmaları
müstehap olmaz. Delili ise Sünen'de rivayet edilen şu hadistir: Hz. Peygamber
(s.a.) buyuruyor ki: "Arefe günü, kurban günü ve Minâ günleri biz
müslümanların bayramıdır.[85]
Üstadımız diyor ki:
Arefe günü yalnızca Arafat'takiler için bayram olur. Çünkü orada
toplanmaktadırlar. Diğer şehirlerde bulunanlar için durum farklıdır. Zira
kurban günü toplanırlar. Dolayısıyla o gün onlar için bayram olur. Sözün özü,
arefe günü cuma gününe rastlarsa iki bayram birleşmiş olur.
6- Allah Teâlâ'nın, dinini mü'min kulları için
ikmal ettiği ve onlara nimetlerini tamamladığı güne rastlamaktadır. Nitekim
Sahih-i BuharFde Târik b. Şihâb'dan rivayet edildiğine göre: Bir yahudi Hz.
Ömer İbnü'l-Hattâb'a geldi ve: "Ey
mü'minlerin emiri! Kitabınızda okuduğunuz
bir âyet var ki, biz yahudilere inmiş olsaydı ve âyetin indiği günü bilseydik o
günü bayram yapardık." dedi. Hz. Ömer: "Hangi âyet?" diye sordu.
Yahudi: "Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım
ve din olarak sizin için İslâm'ı beğenip seçtim." âyetini[86]
okudu. Bunun üzerine Hz. Ömer İbnü'l-Hattâb: "Doğrusu ben, bu âyetin hangi
gün indiğini ve nerede indiğini kesinlikle biliyorum. Allah Rasûlüne (s.a.)
cuma günü Arafat'ta,
biz onunla birlikte
Arafat'ta vakfe yaparken indi.[87]
7-
Kıyametteki en büyük toplantı ve en muazzam beklenti gününe rastlamaktadır.
Çünkü kıyamet, cuma günü kopacaktır. Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün
cuma günüdür. Hz. Âdem o gün yaratıldı. O gün cennete konuldu. O gün oradan
çıkartıldı. Kıyamet o gün kopacaktır. O günde bir saat vardır ki, bir müslüman
kul namaz kıldığı halde o saate rastlar da Allah'tan bir hayır dilerse mutlaka
Allah onun dileğini yerine getirir. "[88]
Bundan dolayı Aliah
Teâlâ kullan için, toplanıp bir araya gelecekleri ve yaratılış, yeniden
diriltiliş, cennet, cehennem konularından söz edecekleri bir günü
meşrûlaştırmıştır. Aliah Teâlâ bu ümmet için cuma gününü saklamıştır. Çünkü
yaratılış bu günde vuku bulmuş ve yeniden diriltiliş de bu günde vuku
bulacaktır. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.) cuma günü sabah namazında Hz.
Âdem'in yaratılışı, ilk yaratılış ve yeniden diriliş, cennet ve cehenneme giriş
gibi bu günde olmuş ve olacak olayları içerdikleri için Secde ve Dehr (=
İnsan) sûrelerini okur[89],
ümmete cuma günü, bu günde olmuş ve olacak olayları hatırlatırdı.
Aynı şekilde insan,
dünyadaki bu en büyük bekleyiş yer ve zamanında —ki bu arefe günüdür— aynen Rab
Teâlâ'nm huzurundaki en muazzam durak yerini ve cennetlikler yerlerine, cehennemlikler
de kendi yerlerine yerleşinceye kadar adaletin tamamen yerini bulmuş olmayacağı
günü düşünür.
8- Müslümanlar cuma günü ve cuma gecesi diğer
günlere oranla daha çok itaatkâr olurlar, daha çok ibadet ederler. Hatta
günahlar içinde yüzenlerin çoğunluğu cuma günü ve gecesine hürmet ederler ve
bu günde Allah'a (c.c.) karşı günah işlemeye cüret edenleri, Allah'ın mühlet
vermeden derhal cezalandıracağını düşünürler. Bu, onlarda yerleşmiş ve çeşitli
deneyimlerle bildikleri birşey haline gelmiştir. Tabii ki bütün bunlar bu günün
Allah katında yüce ve şerefli olmasının, Allah Teâlâ'nın onu diğer günler
arasından süzüp seçmesinin neticesidir. Şüphesiz o günde yapılan vakfenin
diğer günlere oranla bir ayrıcalığı vardır.
9-
Cennetteki mezîd gününe rastlamaktadır. Bu mezîd gününde cennet halkı geniş bir
vadide toplanır, onlar için misk tepecikleri üzerine gümüş minberler, akın
minberler, zeberced ve yakut minberler dikilir. Yüce Rab-lerine bakarlar.
Rableri onlara tecelli eder, O'nu gözleriyle ayan beyan görürler[90].
Onların işi en hızlı görüleni (cuma gününde) camiye en erken gidenleri
olacaktır. Allah'a-en yakınları da imama en yakın namaz kılanları olacaktır.
Cennet halkı mezid gününe —o günde pek çok ihsanlara nail oldukları için—
hasret ve sevgi doludurlar. Mezîd günü, cuma günüdür. Bir de arefe gününe
rastlarsa o zaman başka günlerde bulunmayan fazlaca bir üstünlük, ayrıcalık ve
fazilete sahip olur.
10- Yüce
Rab, arefe günü akşamı mevkıfta bekleşenlere yaklaşır; sonra onlarla meleklere
övünür ve der ki: "Bunlar ne istiyor? Sizi şahit tutuyorum, ben bunları
bağışladım. [91] Allah Teâlâ'nın onlara
yaklaşmasın-
dan, herhangi bir
hayır İsteyenin dileğinin geri çevrilmeyeceği saat olan icabet saati hasıl
olur. Bu saatte dua ve tazarru ile Allah'a yaklaşırlar; Allah Teâlâ da onlara
iki türlü yaklaşır:
1. O saatte
yapılacak duanın mutlaka kabul görüp gerçekleşmesi ya-ıkınlığı,
2. Allah'ın
Arafat'ta vakfe yapanlara has yakınlaşması ve onlarla meleklerine Övünmesi.
îman ehli kişilerin kalbleri bu durumları farkeder, güçlerine güç katılır;
neşe, sevinç ve mutlulukları, Rablerinin ihsan ve keremine olan ümitleri kat
kat artar. Bunlar ve diğer bazı sebeplerden ötürü cuma günü yapılan vakfe
diğer günlerde yapılanlardan faziletli kılınmıştır.
Halkın dilinde dolaşan
"Bu (arefenin cumaya rastladığı zamanda yapılan hac -Ş.Ö.) yetmiş iki
hacca bedeldir" sözü bâtıldır, aslı yoktur, ne Allah Rasûlünden (s.a.) ne
de sahabe ve tabiînin herhangi birinden bu konuda bir rivayet vardır. En iyi
bilen Allah'tır.
Sözün özü, Allah Teâlâ
yaratıkların her cinsinden, —başkasını değil— en hoş ve temiz olanını seçmiş,
onu kendisine has kılmış ve ondan hoşnut olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ, hoştur;
ancak hoş olanı sever. Amelin, sözün ve sadakanın yalnız hoş ve temiz olanını
kabul eder. O halde herşeyin hoş olanı Allah Teâlâ'nın seçtiği demektir.
Allah Teâlâ'nın
yaratması ise her iki türü de kapsar. Kulun mutluluk yurduna mı, yoksa
bedbahtlık yurduna mı gideceği bununla bilinir. Çünkü hoş ve temiz olan kişi,
ancak hoş olana uyum sağlar. Ancak ondan hoşnut kalır, yalnız onda teskin olur
ve kalbi yalnızca onunla tatmin olur. Öyle hoş ve güzel sözler söyler ki, zaten
yalnız o sözler Allah Teâlâ'ya yükselir. Ve çok çirkin söz söylemekten; diline
âdi çirkin ve kötü sözleri almaktan; yalan, dedikodu, koğuculuk, iftira, yalan
yere şahitlik... ve her türlü pis sözlerden nefret eder.
Aynı şekilde davranış
ve fiillerin de ancak en hoş olanlarına yatkın ve alışık olur. Bunlar ise
güzellikleri konusunda temiz fıtratların peygamberlere gelen şeriatlarla
birlik sağladıkları, sağlam akılların övdüğüme gü-
zelliklerinde
şeriatın, aklın ve fıtratın ittifak ettikleri fiil ve davranışlardır. Meselâ,
kişinin yalnız tek Allah'a tapması, O'na hiçbir şeyi ortak tutmaması, O'nun
rızasını kendi heva ve arzusuna tercih etmesi, bütün olanca varlığı ile O'nu
sevmeye çalışıp çabalaması, gücü yettiği kadarıyla O'nun yaratıklarına iyilik
etmesi, kendisine ne yapmalarından, nasıl davranmalarından hoşnut oluyorsa
onlara da öylece davranması, kendisine yapmalarını istemediği şeyleri onlara
da yapmaması, kendisine öğütlediği şeyleri onlara da öğütlemesi; yine
kendisine hükmedilmesini istediği gibi onlar hakkında yargıda bulunması,
onlardan gelecek eza ve cefaya tahammül göstermesi, fakat kendisinin onlara
eziyet etmemesi, onların ırzlarına, namuslarına dil uzatmaması, kendi şerefine
karşı dil uzattıklarında ise aynı şekilde karşılık vermemesi, bir iyiliklerini
görürse anlatıp yayması, kötülüklerini görürse gizlemesi; şerîati ibtal
etmeyecek ve Allah'ın bir emir ve yasağı ile çatışmayacaksa mümkün olduğu
kadarıyla özür ve kabahatlarını doğru anlama çekmeye çalışması böyledir.
Yine hoş ve temiz
(yaratılışlı) kişi; hih'm (yumuşak huyluluk), vakar, ağırbaşlılık, merhamet,
sabır, vefa, kolaylık göstermek, uysallık, doğruluk; gönlün aldatma,
düşmanlık, kin ve hasetten (çekememezlikten) pak olması; tevazu
(alçakgönüllülük); iman ve izzet sahiplerine kanat germek, Allah'ın
düşmanlarına sert davranmak, Allah'tan başkasına yüz suyu dökmekten ve kendini
alçaltmaktan kaçınmak, iffet, şecaat, cömertlik, insanlık gibi,
güzelliklerinde şeriatların, fıtratların ve akılların ittifak ettikleri bütün
güzel huylara sahiptir.
Yiyeceklerin de ancak
en hoş ve temiz olanlarını seçer. Bu yiyecekler ise, yenildiklerinde kişinin
kötü sonuçlarla karşılaşması tehlikesinden uzak, beden ve ruhun en güzel
biçimde gıdalarını almasını sağlayan helâl, leziz ve hazmı kolay faydalı
yiyeceklerdir.
Yine aynı şekilde
nikâhlanacağı zaman kadınların en hoş, en temiz olanlarını, koku sürüneceği
zaman en hoş, en temiz kokuları; arkadaş ve dostların da hoş ve iyi karakterli
olanlarım seçer. Ruhu hoş, bedeni hoş, huyu hoş, işi hoş, sözü hoş, yiyeceği
hoş, içeceği hoş, giyeceği hoş, nikâhlanacağı hanım hoş, girdiği yer hoş,
çıktığı yer hoş, döndüğü yer hoş, kaldığı yer hoş, hepsi hoş! İşte böyle olan
kişi Allah Teâlâ'nın haklarında: "Melekler onların canını temizlenmiş
olarak alırken: 'Selâm size; yaptıklarınıza karşılık girin cennete, derler, [92]
buyurduğu ve cennet bekçilerinin kendilerine:
"Selâm size, tertemiz ve hoşsunuz. Girin, temelli kalacağın bu
yere.[93]
dedikleri kimselerdendir. Bu ikinci âyette geçen ed ti nedensellik anlamını
icabettirir. Buna göre âyet, tertemiz ve hoş olduğ nuzdan dolayı girin buraya,
anlamına gelir. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Kö ü kadınlar, kötü erkeklere;
kötü erkekler, kötü kadınlara yakışırlar. İyi k r-dınlar, iyi erkeklere; iyi
erkekler, iyi kadınlara yakışırlar.[94]
(Arapç^Ca dişilik alâmeti taşıyan kelimelerin cansız varlıklar ve soyut şeyler
için:|< e kullanımı gözönüne alınarak -Ş.Ö.). Bu âyet kötü kelimeler kötü
kişiler:, iyi kelimeler de iyi kişilere yaraşır, şeklinde tefsir edildiği gibi,
iyi kadınl. ,r iyi erkeklere, kötü kadınlar kötü erkeklere yaraşır, şeklinde de
tefsir ed I-miştir. Âyet hem bu anlamı, hem başka anlamları da kapsar. Şu hake
iyi (hoş) kelimeler, davranışlar ve kadınlar kendilerine münasip olan iyîl
:-re; kötü kelimeler, davranışlar ve kadınlar ise kendilerine münasip olan
kötülere yaraşırlar.
Allah Teâlâ, bütün yönleriyle iyi (hoş ve temiz) olanı cennete; bütün yönleriyle
kötü olanı da cehenneme koydu. Yurtlan ü}e ayırdı: 1) Yalnız iyi olanlara ait
yurt. İyi olmayan kişilere bu yurt harari-dir. Her türlü güzellikleri
bünyesinde toplamıştır. Bu yurt cennettir. 2) Yalnız kötü ve kötülüklere
ayrılan yurt. Oraya sadece kötü olanlar girer. Bu yurt cehennemdir. 3) İyinin
ve kötünün bir arada bulunduğu ve karıştığı yu O da bu dünyadır. Bundan dolayı
bu karışıklık ve iyinin kötünün iç j bulunması sebebiyle imtihan ve deneme var
olmuştur. Bu da ilâhî hikmetin icabıdır. İnsanların yeniden diriltiliş günü
gelince Allah, iyiyi kötüden a'yı-racak, iyiyi ve iyilik sahiplerini bir yere
koyacak, o yurda onlardan başkası karışmayacak; kötüyü ve kötülük sahiplerini
bir yere koyacak oraya |<:a onlardan başkası karışmayacak. Neticede yalnızca
iki yurt kalacak: 1) Cennet: İyilerin yurdu, 2) Cehennem: Kötülerin yurdu.
Allah Teâlâ, her iki grubun yaptıkları fiil ve davranışlardan onların sevap ve
azaplarını türetecek^ Ve bunların güzel sözlerini, amellerini ve ahlâklarım,
faydalanacakları nimet ve lezzetleri aynı kılacak ve onlar için o şeylerinden
dolayı en mükemmel konfor ve neşe sebeplerini yaratacak; diğerlerinin kötü
sözlerini, amellerini ve ahlâklarını ise çarptırılacakları azap ve elemleri
aynı kılacak ve onlar için bu şeylerlerden en büyük azap ve elem sebeplerini
yaratacaktır. Tam yerinde hikmet, göz kamaştırıcı kahir izzet! Böylece Allah
kullarına hem rubûbiyetinin kemalini; hem de hikmetinin, ilminin, adaletinin ve
merhametinin kemalini göstermiş olacak ve düşmanlarına, sadık ve vazifelerini hakkıyla
yapan peygamberlerinin değil, kendilerinin asıl iftiracı ve yalancılar
olduklarını onlara bildirecektir. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Ölen kimseyi
Allah çürütmeyecektir, diyerek Allah 'a alabildiğine yemin ederler. Ama hiç de
öyle değil. Ayrılığa düştükleri konuda onlara açıklama yapmayı ve inkarcıların
asıl kendilerinin yalancı olduklarını bildirmeyi Allah gerçekten va'detmiştir.
Fakat insanların çoğu bilmezler. "[95]
Sözün özü, Allah Teâlâ
mutluluk ve bedbahtlığa (yani kişinin cennetlik mi, cehennemlik mi olduğuna)
bir alâmet koymuştur ki, onun sayesinde bu iki durum anlaşılır, iyi ve temiz
karakterli olan mutlu kişiye ancak iyi yaraşır, o kişi ancak iyi olana gelir,
ondan yalnız iyi şeyler sudur eder ve o kimse yalnız iyi olanla ilişki kurar.
Kötü olan bedbaht kişiye ise ancak kötü yaraşır. O kişi ancak kötü olana gelir,
ondan sırf kötü sudur eder. Şu halde kötü kişinin kalbinden, diline ve
organlarına kötülük fışkırır; iyi kişinin kalbinden diline ve organlarına ise
iyilik fışkırır. Bazan bir şahısta her iki madde de bulunabilir. Hangisi baskın
gelirse o taraftan olur. Şayet Allah, ona bir iyilik dilerse, tamamen
kötülükler onu kaplamadan kötü maddeden arındırır, kıyamet günü tertemiz yapar,
artık cehennemle arındırılmasına gerek kalmaz. Allah kötülüklerden temizlemek
için, onu samimi ve bir daha dönmemecesine yapılan tevbeye, günahları silen
iyilikler yapmaya muvaffak kılar ve günahlarına keffaret olacak musibetler
verir. Böylece o kişi Allah'a kavuştuğunda üzerinde hiçbir günah kalmamış
olur. Allah diğerinden ise temizleme maddelerini engeller, O kişi kıyamet günü
kötü ve iyi madde bir arada olarak Allah'a kavuşur. İlâhî hikmet bu, Allah
kendi yurdunda hiç kimseye, o kişinin kötülükleri var oldukça yakın olmaz. Onu,
temizlemesi, arındırması ve cürufunu süzüp yeni kalıba dökmesi için cehenneme
atar. İmanının külçesi kötülükten arınınca, artık Allah'a yakın olmaya ve
Allah'ın iyi kulları ile bir arada oturmaya lâyık duruma gelir. Bu gruptaki
insanların cehennemde bırakılma süreleri, bu kötülüklerin kendilerinden hızlı
yahut yavaş ayrılmasına göredir. Daha çabuk temizlenen ve arınan kimse daha
erken, daha geç temizlenen de daha sonra çıkacaktır. Herkese yaptığının tam
karşılığı verilir. Rabbin kullara asla zul-medici değildir.
Müşriklerin (Allah'a
ortak tutanın) maddesi ve özü pis olduğundan onun pisliğini cehennem de
temizleyemez. Nash ki, köpek denize girse çıksa temizlenemez, tıpkı bunun gibi
o da cehennemden çıksa, olduğu gibi yine pis olarak döner. Bu sebepten Allah
Teâlâ müşrike cenneti haramkılmıştır.
Hoş ve temiz olan
mü'min de kötülük ve pisliklerden uzak; olduğu için cehennem de ona haramdır.
Çünkü onun orada temizlenmesini icab ettirecek bir şeyi yoktur. Hikmeti akıllan
ve zekâları hayran bırakan; kullarının fıtrat ve akılları O'nun hakimler
hakimi ve âlemlerin Rabbi olduğuna, O'ndan başka tanrı bulunmadığına tanıklık
eden yüce Allah'ı her türlü eksiklikten tenzih ederim. [96]
Buradan, kulların
herşeyden daha çok Peygamber ve onun getirdiklerini tanımaya, haber verdiği
hususlarda onu tasdik etmeye ve emrettiği konularda ona uymaya zorunlu
oldukları bilinmiş ve anlaşılmış olur. Çünkü hem dünyada hem de ahirette
kurtuluş ve mutluluğun yolu ancak peygamberlerden geçer. İyi ve kötü bütün
inceliklerine kadar ancak onlardan öğrenilir. Allah'ın hoşnutluğu onların
aracılığı olmaksızın asla elde edilemez. Davranışların, sözlerin ve huyların
iyi olanları onların sünnetlerinden ve getirdikleri hususlardan başkası
değildir. Ölçüm işini yapan terazi onlardır. Sözler, huylar ve davranışlar
onların söz, huy ve davranışlarıyla ölçülür. Doğru yoldakiler, sapıklardan
onlara uymalanyla ayrılırlar. Onlara duyulan ihtiyaç bedenin ruha, gözün ışığa
ve ruhun hayata olan ihtiyacından daha muazzamdır. Hangi zorunluluk ve ihtiyaç
farzedilirse edilsin, kulun peygamberlere olan ihtiyaç ve gereksinimi ondan kat
kat fazladır. Göz açıp kapayıncaya kadar, sünneti ve getirdiği şey hatırından
çıksa kalbin bozulacak ve sudan çıkarılıp tavaya konmuş balık gibi olacak,
böyle bir kimse hakkında ne düşünürsün! İşte kalb, peygamberlerin getirdiği
şeylerden ay-rılırsa, kul bu hale hatta daha korkunç bir hale düşmüş gibi olur.
Ancak bunu yalnızca diri kalp anlar. Oysa (şâir Mütenebbî'nin de dediği gibi)
yara, ölüye hiç acı vermez.
Kulun her iki
cihandaki mutluluğu Hz. Peygamber'in (s.a.) hedyine ( = sünnetine,
davranışlarına, tutumlarına) bağlı olduğuna göre kendisi için hayır düşünen,
kurtuluş ve mutluluğunu isteyen herkesin O'nun hedyini, sîretini ve hallerini
bu konuda cahillikten kurtulacak ve O'nun tabileri, taraftarları ve cemaatı
arasında sayılacak kadar bilmesi gereklidir. Bu konuda kimi insanlar bağımsız
olacak kadar engin bilgiye kimileri epey bilgiye sahip, kimileri de bilgiden
mahrum. Lütuf Allah'ın elindedir, dilediğine verir. Allah büyük lütuf
sahibidir.
İşte birkaç söz...
Bunlar, Peygamber'ini (s.a.), onun sîretini ve hedyi-ni bilmeye en küçük bir
arzusu olan insanın müstağni kalamayacağı bilgilerdir. Kusur ve günahlarına
bakmadan mağlup kalbim bunları sunmayı gerekli gördü. Oysa, malım evlerin
kapılarının açılmasına bile gerek duyulmayacağı ve çekememezlikten dolayı hep
birbirini geçmek isteyen kimselerin dahi aldırmayacağı kadar değersiz olmakla
birlikte bu işe kalkıştım. Hem memleketimde yerleşik olmayıp yolculukta idim.
Kalbimin herbir parçası ayrı bir vadide dolaşıyordu. Düşüncem darmadağınıktı.
Yanımda kitap yoktu. îlmî bir konuyu açıp tartışacak bir kimse de
bulunmuyordu. Oysa mutluluğa kefil olan faydalı ilim ağacı kurumuş, hanesi
sakinlerinden yaban kalmış ve bomboş hale dönmüştü. Âlimin dili, cahillerin
baskın gelmelerinden dolayı spekülasyonlarla doluydu. Sapmışlar ve saptıranlar
o kadar çoktu ki, âlime şifa verecek kaynaklar onun için tehlike halini almıştı.
Artık onun için tek dayanak güzellikle sabretmektir. Onun tek Allah'dan başka
yardımcısı, destekleyicisi yoktur. Allah bize yeter. O ne güzel vekildir. [97]
Hz. Peygamber (s.a.)
kayıtsız-şartsız yeryüzü halkının neseb yönünden en hayırhsıdır. Nesebinin
şerefi en yüksek doruk noktasındadır. Buna düşmanları bile şahitlik ederlerdi.
Bu yüzden o zamanlar düşmanı olan Ebu Süfyân, Bizans hükümdarınının huzurunda
bu şekilde tanıklıkta bulunmuştu.[98]. En
şerefli kavim onun kavmi, en şerefli kabile onun kabilesi ve en şerefli aile
onun ailesidir
Soy kütüğü şöyledir:
Muhammed-Abdullah-Abdülmuttalib-Hâşim-Abdümenâf-Kusay,
Kilâb-Mürra-Kâ'b-Lüey-Gâlib-Fihr-Mâlik-en-Nadr, Kinâne-Huzeyme-Müdrike-İlyâs-Mudar,
Nizâr-Mead-Adnan [99]Buraya
kadar olan kısmı doğru olarak bilinmekte ve bu konuda neseb uzmanları arasında
görüşbirliği sağlanmışolup asla ihtilaf bulunmamaktadır. Adnan'dan yukarısında
ihtilaf edilmiştir. Ama Adnan'ın İsmail (a.s.) soyundan geldiğinde neseb
uzmanları arasında ihtilaf yoktur. Sahabe, tâbi-ûn ve onlardan sonraki neslin
âlimlerince doğru kabul edilen görüşe göre (babası Hz. İbrahim tarafından Allah
yolunda -Ş.Ö.) kurban edilmek istenen Hz. İsmail'dir.
Kurban edilmek istenen
Hz. İshak'tı görüşü ise yirmiyi aşkın sebepten ötürü asılsızdır. Şeyhülislâm
İbn Teymiye'nin —Allah ruhunu mukaddeseylesin— şöyle dediğini işittim: Bu görüş
Ehl-i Kitap'tan devşirilmiştir. Oysa onların kendi kitaplarının açık ifadesine
göre de asılsızdır. Zira orada; "Allah, İbrahim'e bekâr —bir metine göre
biricik— oğlunu kurban etmesini emretti." deniyor. Müslümanlarla birlikte
Ehl-i Kitap da İsmail'in onun bekâr evladı olduğunda şüphe etmezler. Bu görüş
sahiplerini aldatan, ellerindeki Tevrat'ta geçen "Oğlun İshak'ı kurban
et." ifadesidir. Bu ilâve onların tahrif ve yalanlanndandir. Çünkü:
"Bekâr ve biricik oğlunu kurban et" sözüyle çelişmektedir. Ancak
yahudiler îsmailoğullarımn bu şerefini çekemedikleri için ve bu şerefin
araplara değil kendilerine ait olmasını istediklerinden kendilerine çekmeyi ve
üzerine konmayı arzu ettiler. Oysa Allah ihsanını ancak lâyık olana verir.
Allah Teâla annesine Hz.İshak'ı ve onun oğlu Yakub'u müjdelediği halde
"Kurban edilen İshak'tır." demek nasıl mümkün olabilir? Allah Teâlâ
müjdeyi getirmek için Hz. İbrahim'e gelen meleklerin ona: "Korkma. Biz
Lût kavmine gönderildik." dediklerini aktarır ve hemen ardından şöyle
buyurur: "Bu sırada onun (ibrahim'in) hanımı ayakta idi, güldü. Biz, ona
îshak'ı ve İshak'm arkasından (torunu) Yakub'u müjdeledik.[100] Şu
halde Allah'ın ona bir çocuğu olacağını müjdeleyip sonra arkasından kurban
edilmesini emretmesi olmayacak bir şeydir. Şüphe yok" ki, Yakub (a.s.)
müjdeye dahildir. Söz içinde müjdenin İshak ve Yakub'u içerisi birdir. Sözün
dış görünüşü ve akışı budur.
Soru: Sizin dediğiniz
gibi olsaydı âyette geçen "Yakub" kelimesi "İshak" üzerine
atfedildiğinden mecrur olurdu. Bu durumda kıraat, Yakub kelimesinin (gayri
munsarıf olduğu için) fethah okunması suretiyle gerçekleşirdi ki, anlam
"...ve Yakub'u tshak'in arkasından müjdeledik." şeklinde olurdu.
Cevap: Merfû olması
Yakub'un müjdelenmiş olmasına engel değildir. Zira müjdeleme, mahsus bir sözdür
ve aynı zamanda doğru ve sevindirici bir haberin evvelidir, "...ve îshak'm
arkasından Yakub'u" kısmı ise bu kayıtlan taşıyan bir cümle olduğundan
müjde demektir. Hatta gerçek müjde haber cümlesidir. Müjdeleme bir söz olup bu
cümlenin irabdan mahalli, mekûl-i kavi olmak üzere nasb olunca anlam sanki
şöyle oldu: "O kadına İshak'ın arkasından Yakub'u vereceğimizi
söyledik." Bir kimse: "Filanca şahsa kardeşinin ve onun peşinden de
misafirinin geleceğini müjdeledim." sözünü söylediği zaman bu sözden ancak
her iki şeyle de müjdelediği anlaşılır. Anlayış sahibi hiç kimse bunda asla
şüphe etmez. Sonra hem kelimenin mecrur olmasını bir başka şey daha
zayıflatır: sözünün zayıflığı. Çünkü atıf edatı (bağlaç) cer harfi yerine
geçer. Bu yüzden cer harfi ile mecruru arasını ayırmak olmayacağı gibi atıf
edatı ile mecruru arasını ayırmak da olmaz. Bunu gösteren bir başka delil de
şudur: Allah Teâlâ, Saffât sûresinde Hz. İbrahim ile kurban edilen oğlunun
kıssasını: "İbrahim ve oğlu Allah'a teslim olup, (İbrahim) onu alnı üzere
yere yıkınca Biz ona: Ey İbrahim! Rü'yana sadakat gösterdin. Şüphesiz biz iyilik
yapanları böyle mükâfatlandırırız, diye seslendik. Gerçekten bu, apaçık
(samimiyeti ortaya koyan) bir imtihandı. Ona fidye olarak büyük bir kurbanlık
verdik. Sonra gelenler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık. Selâm İbrahim'e!
İyileri işte böyle mükâfatlandırırız. O gerçekten inanmış
kulla-nmızdandı." şeklinde anlattıktan sonra hemen arkasından: "Ona
salihler-den bir peygamber olarak İshak'ı müjdeledik." buyuruyor[101]'.
Görüldüğü üzere bu, emre karşı sabrettiği için Allah Teâlâ'nın ona yaptığı işin
karşılığını verme müjdesidir. Müjdelenenin birinciden başka olduğu konusunda
gerçekten açık (zahir) bir ifadedir; hatta bu konuda nas gibidir.
Denilirse ki: İkinci
müjde onun peygamberliğinin müjdesidir. Bin diğer ifade ile baba emre karşı
sabredip evlat da Allah'ın emrine teslim olunca buna karşılık Allah,
peygamberlik vererek onu mükâfatlandırdı.
Cevap: Müjde hepsinin
zatının, varlığının ve peygamber olmasının müjdesidir. Bu
yüzden"Peygamber olarak" kelimesi mukadder bir hal olmak üzere nasb
olmuştur. O zaman anlam "Peygamberliği mukadder olarak İshak'ı
müjdeledik." şeklinde olur. Müjdelemenin esas olan için yapılmasını bir
yana bırakıp fazlalık gibi olan ilinti bir hale bağlanması imkânı yoktur. Böyle
bir söz olamaz. Aksine peygamber olacağı müjdesi veriliyorsa onun var olacağı
müjdesinin verilmesi daha uygun ve daha lâyıktır.
Hem şüphe yok ki,
kurban edilen çocuk Mekke'de idi. Bu sebeple İsmail ve annesinin başlarından
geçenleri hatırlatması ve Allah'ın zikrini gerçekleştirmesi için nasıl ki Safa
ve Merve tepeleri arasında koşma (sa'y),şeytan taşlama Mekke'de icra edilecek
ibadetlerden kilınmışsa, aynen bu şekilde kurban bayramında kurban kesimi de
orada yapılacak ibadetlerden kılınmıştır. Malumdur ki, Mekke'de bulunanlar
İshak ile annesi değil, İsmail ile annesi idi. Bu nedenle kurban kesim yeri ve
zamanı, yapımına İbrahim ile İsmail'in iştirak ettikleri Beytullah'a
bitişiktir. Mekke'deki kurban kesimi, zaman ve mekân itibariyle yapımı İbrahim
ve oğlu İsmail'in elinde gerçekleşen Beytullah'm ziyaretini tamamlayıcı
niteliktedir. Şayet çocuğun kurban edilmesi teşebbüsü Ehl-i Kitab'ın ve
onlardan tahsil görenlerin iddia ettikleri gibi Şam'da olsaydı, kurban ve
kurban kesimi Mekke'de değil Şam'da olurdu.
Bir diğer husus, Allah
Teâlâ kurban edilen çocuğu halım (yumuşak huylu) diye adlandırdı. Çünkü,
Rabbine itaat için teslimiyetle kendisinin kurban edilmesine rıza gösterenden
daha yumuşak huylu bulunmaz. Oysa İshak'ı andığında onu alîm ( = çok bilgi
sahibi) diye adlandırdı. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "İbrahim'in şerefli
misafirlerinin haberi sana geldi mi? Hani onun yanma girdikleri vakit: Selâm,
demişlerdi de o da: Selâm, (içinden de bunlar) tanınmamış bir grup (kim
olabilir?) demişti... (Misafirler): Korkma dediler ve onu çok bilgin bir oğulla
müjdelediler.[102]. İşte bu oğul şüphesiz
İshak'tır. Çünkü hanımından olmadır ve kendisine evlat müjdelenen de
hanımıdır. İsmail ise cariyeden olmadır. Hem İbrahim ve hanımı yaşlanmışlar ve
artık çocuk sahibi olmalarından ümit kesilmiş olmalarına rağmen çocukla
müjdelenmişlerdi. İsmail'de durum bunun aksinedir. Çünkü o, anne ve babası bu
duruma gelmeden önce doğmuştu.
Bir başka husus, Allah
Teâlâ'nın insanlığa koyduğu bir âdet vardır. Çocukların bekâr olanlarının
sevgileri anne ve babalan katında, bekâr olmayanlardan daha fazladır. İbrahim
(a.s.) Rabbinden çocuk isteyip Allah da ona çocuk bağışlayınca İbrahim'in
(a.s.) kalbinden bir parça o çocuğun sevgisine takılı kaldı. Oysa Allah Teâlâ
onu dost edinmişti. Dostluk ise mahbubun sevgide birlenmesini ve o konuda
onunla başkası arasında ortaklık kurulmamasını icabettiren bir makamdır. Çocuk
babanın kalbinin bir bölümünü tutup işgal edince, dostun kalbinden onu söküp
atması kıskançlığı geldi; mahbubun kurban edilmesini emretti. Bu emir üzerine
onu kurban etmeye kalkışınca da Allah sevgisi onun katında çocuk sevgisinden
daha büyük oldu. Bu durumda dostluk, ortaklık şaibelerinden kurtuldu ve artık
kurban etmede bir fayda kalmadı. Çünkü fayda ancak ona azmetmekte ve bu işte
nefsin karar kılmasındadır. İstenen hasıl olunca, emir yürürlükten kaldırıldı
ve kurban edilecek çocuğa bedel fidye verildi. Dost rüyaya sadakat gösterdi,
Rabbin muradı hasıl oldu.
Malumdur ki, bu
imtihan ve denetleme sırf ilk çocukta oldu. Zaten birincide olmayıp sonraki
çocukta olacak değil ya! Hem sonraki çocukta, kurban edilmesini emretmeyi
gerektirecek bir dostluk rekabeti de sözkonu-su değildi. Bu apaçıktır.
Hem dost İbrahim'in
(a.s.) hanımı Sâre, Hâcer'i ve oğlunu en katı bir tavırla kıskandı. Çünkü o bir
cariye idi. İsmail'i doğurup da babası onu sevince Sâre'nin kıskançlığı arttı.
Bunun üzerine Allah Teâlâ, Sâre'nin kıskançlık harareti yatışsın diye, Hâcer
ile oğlunu uzaklara götürüp Mekke arazisinde yerleştirmesini Hz. İbrahim'e
emretti. Bu, Allah Teâlâ'nın şefkat ve merhametindendir. Durum böyleyken Allah
Teâlâ nasıl onun oğlunun kurban edilip de cariyenin oğlunun oîduğu hal üzere
bırakılmasını emretmiş olabilir? Allah'ın ona merhameti, ondan zararı
uzaklaştırması ve ona iyilikte bulunması yanında artık bundan sonra cariyenin
oğlunu bırakıp nasıl onun oğlunu kurban etmeyi emreder? Aksine O'nun yerinde
hikmeti, cariyenin çocuğunun kurban edilmesini buyurmayı icabettirmiştir. İşte
o zaman o cariye ve çocuğuna karşı hanımefendinin yüreği sızlar ve
kıskançlıktan doğan katılık merhamete dönüşür; bu cariye ile çocuğunun bereketi
ona görünür ve Allah'ın cariye ile çocuğunu azıksız bırakmadığını görür. Hem
böylece Allah kullarına, daraltmanın ardından yaptığı iyiliği, zorluğun
ardından verdiği lütfü ve Hâcer ile oğlunun uzaklık, yalnızlık, gurbet,
çocuğunu kurban edecek kadar teslimiyet konularındaki sabırlarının
neticesinin; onların bıraktığı izlerin ve ayaklarının çiğnediği yerlerin inanan
kullar için kıyamet gününe kadar nasıl hac ve ibadet yerleri haline
getirildiğim göstermiş olur. İşte bu Allah Teâlâ'nın; ezildikten, zillete uğratıldıktan
ve kırıldıktan sonra, kendisine iyilikte bulunmak suretiyle yaratıklarından
dilediği kişiyi yükseltme konusundaki kanunudur. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
"Biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilenlere iyilikte bulunalım, onları liderler
ve varisler yapalım.[103] Bu
Allah'ın bir îütfudur, dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir. [104]
Maksada dönüp Hz.
Peygamber'in (s.a.) sîretini, sünnetini ve ahlâkını anlatmaya devam edelim. Hz.
Peygamber'in (s.a.) Mekke'nin merkezinde Fil hâdisesinin cereyan ettiği sene
doğduğunda hiç ihtilaf yoktur. Fil hâdisesi, Allah'ın Peygamberine ve evine
sunduğu bir armağandır. Yoksa fil sahipleri ehl-i kitap ( = kitaplı)
hristiyanlardı ve onların dini o zamanki Mekke halkının dininden daha hayırlı
idi. Çünkü Mekkeliler putperest idiler. Allah, ehl-i kitaba karşı onlara,
Mekke'den çıkan Peygambere (s.a.) bir armağan, bir irhâs[105] ve
Beytullah'a saygı olsun diye insan katkısı bulunmayan bir yardımda bulundu.
Babası Abdullah, Allah
Rasûlü (s.a.) ana rahminde iken mi vefat etti, yoksa doğumundan sonra mı vefat
etti? Bu konuda iki ayrı görüş ortaya! atılmıştır. Allah Rasûlü (s.a.) ana
rahminde iken babasının vefat etmiş olması, bu iki görüşün en doğru olanıdır.
İkinci görüşe göre doğumundan yedi ay sonra vefat etmiştir. İhtilafsız, annesi
oğlunun dayılarını ziyaret edip Medine'den dönerken Mekke ile Medine arasındaki
Ebvâ denilen yerde vefat etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) o vakit daha yedi
yaşına basmamıştı.
Bakımını dedesi
Abdülmuttalib üstlendi. Dedesi vefat ettiğinde Allah Rasûlü (s.a.) sekiz
yaşlarında idi. O vakit Hz. Peygamber'in (s.a.) altı yahut on yaşında olduğunu
söyleyenler de vardır. Sonra bakımım amcası Ebu Tâlib üstlendi. Onun bakımı
sürekli oldu. Hz. Peygamber (s.a.) on iki yaşına bastığında amcası onu Şam
yolculuğuna çıkardı. O zaman dokuz yaşında olduğunu söyleyenler de vardır. İşte
bu gidişte Rahip Bahîra onu gördü ve yahudilerden ona bir zarar gelir
korkusuyla amcasına onu Şam'a götürmemesini emretti. Bunun üzerine amcası onu
kölelerinden biriyle Mekke'ye gönderdi. Tirmizî'nin kitabında[106]' ve
daha başka kitaplarda amcasının, Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında Bilâl'i
gönderdiği kaydedilmişse de bu açık bir yanlıştır. Çünkü o zamanlar Bilâl belki
mevcut değildi. Olsabile ne amcası ile, ne de Ebu Bekir ile birlikte idi.
Bezzar bu hadisi Müs-necTinde kaydetmiş, ama amcası onunla birlikte Bilâl'ı
gönderdi dememiş aksine "Bir adam gönderdi" ifadesini kullanmıştır.
Yirmi beş yaşına
varınca bir ticaret kervanı ile Şam yolculuğuna çıktı. Busrâ denilen yere kadar
varıp geri döndü. Döndükten sonra Huveylid'in kızı Hatice ile evlendi.
Evlendiğinde Hz. Peygamber'in {s.a.) otuz yahut yirmi bir yaşında olduğunu
söyleyenler de vardır. Hatice kırk yaşında idi. O ilk evlendiği kadın ve ilk
ölen hanımıdır. Onun üzerine başka birini nikâhlamamıştır. Cebrail, Rabbinden
ona selâm getirdiğini söylemesini Hz. Peygamber'e (s.a.) emretti'[107].
Sonra Allah, ona
halveti ve Rabbine ibadet etmeyi sevdirdi. Hirâ Mağarasında halvete çekilir,
orada pekçok geceler ibadet ederdi[108].
Putlardan ve toplumunun dininden nefret ettirildi. Onun nazarında bunlardan
daha iğrenç bir şey yoktur.
Tam kırk yaşına
ulaşınca üzerinde peygamberlik nuru panldadı. Allah Teâlâ ona, elçiliği
görevini lütfetti. Yarattığı insanlara peygamber olarak gönderdi, ona seçkin
bir şeref ve saygınlık kazandırdı ve kendisi ile kulları arasında onu kendi
emîni kıldı. Peygamberlik ile görevlendirildiği günün pazartesi olduğunda
ihtilaf yoksa da, hangi ayda peygamber olduğu konusunda görüş ayrılıkları
çıkmış; kimisi: "Fil hâdisesinin cereyan ettiği sene başlangıç itibar
edilen takvime göre 41 senesinin Rebiulevvel ayının sekizinci gününde"
demiştir ki, bu çoğunluğun görüşüdür. Kimisi de: "Hayır bu olay Ramazan'da
idi" demiştir. Bunlar bir âyette geçen: "Kur'an'ın indirildiği
Ramazan ayı...[109]
ifadesini delil gösterekek: "Allah Teâlâ ona ilk olarak peygamberük
görevini lütfettiğinde Kur'an'ı indirdi." diyorlar. Yahya es-Sarsarî'nin
de içinde bulunduğu bir grup bu görüşü savunmaktadır. Yahya es-Sarsarî[110] ,
nûn kafiyeli şiirinin bir beytinde diyor ki:
"Kırk yaşına
geldiğinde Ramazan'da ondan peygamberlik güneşi doğdu."
Birinci grup diyor ki:
Kur'an'ın Ramazan'da indirilmesi, Kadir gecesinde Beytü'I-îzzet'e bir kerede
toptan indirilmesidir. Sonra buradan olaylara göre 23 senede parça parça
indirilmiştir.[111]
Bir grup da diyor ki:
Kur'an o ayda indirildi, yani onun şanının yüceltilmesi, onda orucun farz
kılınması için indirildi.
Kimileri de: İlk
olarak peygamberlik görevi Recep ayında başlamıştı, diyorlar.
Vahyin Geliş
Şekilleri:
Allah Hz. Peygamber'e
(s.a.) vahiy mertebelerinden pek çoğunu tamamladı:
1. Sadık rüya: Vahyin başlangıcı bu şekilde idi.
Hz. Peygamber (s.a.) ne rüya görse sabah aydınlığı gibi gerçekleşirdi.
2. Hz. Peygamber (s.a.) görmeksizin, melek onun
zihnine ve kalbine yerleştirirdi. Nitekim kendisi buyuruyor ki: "Ruhu'I
Kudüs (= Cebrail) hiç kimsenin rızkım tamamlamadan kesinlikle ölmeyeceğini
zihnime üfledi. Allah'tan sakının ve rızık talebi konusunda iyi davranın.
Rızkın yavaşlığı ve gecikmesi sizi, Allah 'a isyan ederek onu talep etmeye
sevketmesin. Çünkü Allah katmdakiler ancak O'na itaatla elde edilir. [112]
3. Melek, Hz. Peygamber'e (s.a.) bir erkek
suretinde görünür; onunla konuşur ve Hz. Peygamber (s.a.) de onun
söylediklerini bellerdi. Bu mer-tebede zaman zaman sahabiler de meleği
görürlerdi.[113]
4. Zil sesi şeklinde gelirdi ki, bu şekli Hz.
Peygamber'e (s.a.) en ağırj geleniydi. Melek ona iyice sokulur, öyle ki, soğuğu
şiddetli bir günde bile| alnından ter boşanırdı'[114].
Hatta eğer deve üzerinde ise devesi yere çöker-! di[115] Bir
keresinde uyluğu, Zeyd b. Sâbit'in uyluğu üzerinde iken ona( vahiy bu şekilde
gelmişti, o kadar ağırlık çökmüştü ki, neredeyse Zeyd'in; bacağı ezilecekti.[116] !
5. Hz. Peygamber (s.a.) meleği yaratıldığı asıl
suretinde görür, melek; Allah'ın vahyedilmesini istediği âyetleri ona
vahyederdi. Allah'ın Necm sûresinde (âyet: 7,13) belirttiği gibi bu şekil iki
kere meydana gelmişti[117]..
6. Göklerin üstünde iken Allah'ın, Mi'rac gecesi
ona namazın farz kılınması ve benzeri hususları vahyettiği şekil.
7. Hiçbir melek aracılığı olmaksızın Allah'ın
ona bildirmek istediği şeyleri tıpkı İmrân oğlu Hz. Musa'ya söylediği gibi doğrudan
doğruya söylemesi. Bu mertebe Hz. Musa için Kur'an'ın kesin nassı ile
sabitken, bizim Peygamberimiz (s.a.) için gerçekleştiği ise İsrâ olayının
anlatıldığı hadiste geçmektedir.
Bazıları sekizinci bir
mertebe olarak Allah'ın ona hiçbir perde, hiçbir engel bulunmadan karşı karşıya
konuşmasını ilâve etmektedirler. Bu, Hz. Peygamber (s.a.) Rabbi Tebâreke ve
Teâlâ'yı gördü, diyenlere göredir. Bu konu ise —her ne kadar sahabenin
çoğunluğu hatta hepsi (Hz. Peygamber'in (s.a.) Rabbini gördüğünü söyleyen yanılmıştır
diyen -Ş.Ö.) Hz. Âişe ile aynı görüşü paylaşmış olsalar da— selef ve halef
arasında tartışmalı bir konudur. Osman b. Saîd ed-Dârîmî sahabenin (Hz.
Âişe'nin görüşünde) icmâ ettiklerini aktarmaktadır. [118]
Bu konuda üç görüş ortaya
çıkmıştır:
Birinci görüş: Hz.
Peygamber (s.a.) sünnetli ve göbeği kesik doğmuştur. Bu konuda Ebu'İ-Ferec
İbnu'l-Cevzî'nin el-Mevzûât'ta kaydettiği ancak sahih olmayan bir hadis
vardır. Bu konuda hiçbir sağlam hadis yoktur. Bu şekil doğma Hz. Peygamber'e
(s.a.) has bir özellik değildir. Çünkü pek çok insan sünnetli doğmaktadır.
el-Meymûnî anlatıyor:
Ebu Abdillah (Ahmed) b. Hanbel'e, bana sorulan "Bir sünnetçi bir çocuğu
sünnet etse, işi tam beceremese ne yapmalı?" sorusunu yönelttim, şöyle
cevapladı: "Sünnet edilen kısım haşefenin yarısından daha yukarıya
taşmışsa yeniden sünnet etmez. Çünkü haşefe kalınlaşır. Her kahnlaştığında
sünnet edilen kısım yukarı çıkar. Şayet sünnet edilen kısım yarıdan az ise
yeniden sünnet etmesi gerektiği görüşündeyim."
"Peki yinelenmesi
çok zor olur, yinelenmesinde bir zarar gelmesinden korkulursa?" dedim,
"Bilmiyorum." cevabını verdikten sonra bana dedi ki: "burada bir
adam var. Sünnetli bir oğlu dünyaya geldi. Bundan dolayı çok üzüldü. Ona: Allah
senin rızkını karşılamışsa buna neden üzülüyorsun? dedim."
Beytü'l-Makdis'te muhaddis olan arkadaşımız Ebu Abdillah Muhammed b. Osman
el-HalîIî kendisinin bu şekilde doğduğunu, ailesinin onu sünnet etmediğini bana
söyledi. Halk, bu şekilde doğan çocuk için:
"Onu ay sünnet
etti" der ki, bu onların hurafelerindendir.
İkinci görüş: Süt
annesi Halirne'nin yanında iken melekler kardığı gün sünnet edilmiştir.
Üçüncü görüş: Dedesi
Abdülmuttalib, doğumunun yedinci günü onu sünnet etti, bir yemek ziyafeti verdi
ve ona "Muhammed" adını koydu.
Ebu Ömer İbn Abdilber
diyor ki: Bu konuda müsned-garîb bir hadis vardır. Senedi ve metni şöyledir:
Ahmed b. Muhammed b. Ahmed-Muhammed b. İsâ-Yahya b. Eyyûb el-Allâf-Muhammed b.
Ebu's-Serî el-Askalânî-Velîd b. Müslim-Şuayb-Atâ el-Horasânî-İkrime-îbn Abbas:
"Abdülmuttalib, doğumunun yedinci günü Hz. Peygamber'i (s.a.) sünnet
etti, bir yemek ziyafeti verdi ve ona Muhammed adını koydu."[119]
Yahya b. Eyyub diyor ki: "Bu hadisi araştırdım, îbn Ebi's-Serî dışında
karşılaştığım hadisçilerden hiçbirinde bulamadım." Bu konu iki büyük adam
arasında tartışma konusu haline geldi. Bunlardan birisi olan Kemâleddin b.
Talha, Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetli doğduğu konusunda bir eser yazdı ve bu
eserde ne gemi, ne yuları olan hadisleri topladı. Kemâleddin İbnü'1-Adîm ise
ona reddiye yazmış ve bu reddiyesinde Hz. Peygamber'in (s.a.) Arap âdeti üzere
sünnet edildiğini ve bu âdetin bütün Araplar arasında yaygın olmasının bu
konuda belli bir nakil bulunmasına ihtiyaç göstermediğini açıklamıştır. En iyi
bilen Allah'tır. [120]
1- Ebu
Leheb'in cariyesi Süveybe[121].
Hz. Peygamber'i (s.a.) günlerce emzirdi. Oğlu Mesrûh'un sütü ile hem Hz.
Peygamber'i (s.a.) emzirdi, hem Abdullah b. Abdülesed el-Mahzûmî'yi ve hem de
Hz. Peygamber'in (s.a.) amcası Hamza b. Abdülmuttalib'i emzirdi. Bu süt annenin
müslüman olup olmadığı tartışmalıdır. Doğrusunu en iyi Allah bilir.
2- Sonra onu
Halime es-Sa'diyye, oğlu Abdullah'ın sütünden emzirdi. Abdullah, Haris b.
Abdüluzzâ b. Rifâa es-Sa'dî'nin çocukları olan Üneyse ve Cüdame'nin kardeşidir.
Cüdame'nin diğer adı ise Şeymâ'dır. Hz. Pey-gamber'in (s.a.) süt annesi ve
babasının müslümanhkİarı tartışmalıdır. Şu halde doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır. Halime, onunla birlikte önceleri Allah Rasûlünün (s.a.) azılı
düşmanı olup da sonra Fetih senesi Islâmiyeti seçen ve iyi bir müslüman olan
amca oğlu Ebu Süfyan b. Haris b. Abdül-muttalib'i de emzirdi. Amcası Hz. Hamza,
Sa'd b. Bekir oğulları arasında süt çocuğu idi. Onun annesi, Allah Rasûlünü
(s.a.) süt annesi Halime'nin yanında bir gün emzirdi. O halde Hz. Hamza, iki
yönden, hem Süveybe ve hem de Halime es-Sa'diyye cihetinden Allah Rasûlünün
(s.a.) süt kardeşidir. [122]
1- Annesi Âmine: Vehb b. Abdimenâf b. Zühre b.
Kilâb'm kızıdır.
2- Süveybe.
3, 4- Halime
ve kızı Şeymâ: Şeymâ Hz. Peygamber'in (s.a.) süt kardeşidir, annesi ile
birlikte Hz. Peygamber'e (s.a.) dadılık yapardı. Hevâzin heyeti içinde Hz.
Peygamber'in (s.a.) huzuruna çıkarıldı. Hz. Peygamber (s.a.) onun hakkına
riâyet için ridâsını yere serdi ve üzerine oturttu.
5- Habeşli, saygın ve faziletli hanım Ümmü Eymen
Bereke. Bu hanım (cariye olduğundan) babasından, miras kalmıştı ve onun dadısı
idi. Hz. Peygamber (s.a.) onu, peygamber âşığı Zeyd b. Harise ile evlendirdi.
Bu evlilikten Üsâme dünyaya geldi. Hz. Peygamber'in (s.a.) vefatından sonra
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, Ümmü Eymen'in huzuruna girdiler. Ağlıyordu. Dediler
ki: "Ey Ümmü Eymen! Neden ağlıyorsun? Allah katında var olanlar O'nun
Peygarnber'i için daha hayırlıdır.*' Cevap verdi: "Elbet biliyorum ki,
Allah katında var olanlar, O'nun Peygamber'i için daha hayırlıdır. Ben
ağlıyorsam göğün haberi (yani vahiy) kesildiği için ağlıyorum." Bu
sözleriyle onları ağlamaya tahrik etti; onlar da ağladılar.[123] [124]
Allah, onu kırk
yaşının başında peygamber olarak gönderdi. Bu yaş kemâl ( = olgunluk) yaşıdır.
Peygamberlerin bu yaşta görevlendirildikleri söylenmektedir. "Hz. İsa,
otuz üç yaşında iken göğe yükseltildi" sözüne gelince, bu sözün muttasıl
senedle aktarılan bir rivayeti bilinmediğinden böyle bir şeyi kabullenmek
zorunlu değildir.
Allah Rasûlünün (s.a.)
peygamberliği ilk olarak rüya şeklinde başladı. Gördüğü her rüya mutlaka sabah
aydınlığı gibi gün yüzüne çıkardı[125]. Deniliyor
ki: Bu rüya dönemi altı aydır. Peygamberlik müddeti yirmi üç senedir. Şu halde
bu rüya peygamberliğin kırk altıda biridir. En iyi bilen Allah'tır,
Sonra Allah Teâlâ ona
peygamberlik lütfetti. Hirâ mağarasında bulunduğu bir sırada melek geldi. Kendisi
halvete çekilmeyi severdi. İlk gelen âyetler: "Yaratan Rabbinin adıyla
oku..." diye başlayan Alâk sûresinin ilk âyetleridir. Bu, Hz. Âişe[126] ile
çoğunluğun görüşüdür.
Câbir ise: "İlk
inen âyetler: 'Ey bürünen! Kalk da uyar..."diye başlayan Müddessir sûresinin
ilk âyetleridir." diyor[127]. Şu
sebeplerden ötürü doğrusu Hz. Âişe'nin görüşüdür:
1- Hz. Peygamber'in (s.a.), meleğin ilk
gelişinde "Ben okuma bilmem" sözü daha önce hiçbir şey okumadığını
gösterir açık bir ifadedir.
2- Sıra
itibariyle okumayı emir, uyarmayı emirden öncedir. Çünkü içinden okuduğunda,
okuduğu şey ile uyardı. O halde Allah ona önce okumayı emretti, sonra ikinci
defa okuduğu ile uyarmayı emretti.
3- Câbir
hadisinde geçen "İlk inen âyetler: 'Ey bürünen! kalk da uyar... diye
başlayan Müddessir sûresinin ilk âyetleridir" sözü, Câbir'in sözüdür. Hz.
Âişe ise, Hz. Peygamber'in (s.a.) başından geçen olayı doğrudan doğruya
kendisinden aktararak haber vermektedir.
4- Delil olarak ileri sürülen Câbir hadisinde,
daha Müddesir sûresi inmeden önce Hz. Peygamber'e (s.a.) meleğin geldiği açıkça
ifade edilmektedir. Çünkü bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.) diyor ki:
"...Başımı kaldırdım, ne göreyim! Bana Hirâ'da gelen melek orada değil mi?
Derhal ailemin yanına döndüm. Beni örtünüz! Üzerimi kapatınız! dedim. Bunun
üzerine Allah: 'Ey bürünen! Kalk da uyar...1 âyetini indirdi." Oysa Hz.
Peygamber (s.a.) Hirâ'da kendisine gelen meleğin: "Yaratan Rabbinin
adıyla oku..." âyetini getirdiğini haber vermiştir. Şu halde Câbir hadisi
Müddes-sir sûresinin daha sonra geldiğini göstermektedir. Onun görüşü değil,
rivayeti hüccettir. En iyi bilen Allah'tır.
Davetin
Aşamaları:
1- Peygamberlik,
2- Yakın akrabalarını uyarması,
3- Kavmini uyarması,
4- Kendisinden önce hiç bir uyarıcının gelmediği
bir kavmi, yani bütün Arap milletini uyarması,
5- Zamanın sonu (olan kıymete) kadar davetinin
ulaştığı bütün cinleri ve insanları uyarması.
Bundan sonra Hz.
Peygamber (s.a.) üç sene insanları Allah Teâlâ'ya gizlice davet ederek bekledi.
Sonra "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve müşriklerden yüz çevir" âyeti[128]
inince davetini herkese ilan etti. Kavmi açıktan açığa ona düşmanlık gösterdi.
Ona ve müslümanlara karşı yapılan eza şiddetini artırdı ve nihayet Allah onlara
iki kez (Habeşistan'a) hicret etme izni verdi.
[129]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) isimlerinin hepsi övgü isimleridir; sırf şahsı belirleyici olsun diye
konmuş özel isimler değildir. Onda var olan, medhe-dilmesi ve olgunluğunu icap
ettiren birtakım sıfatlardan türetilmiş isimlerdir. Bunlardan bazıları:
1- Muhammed:
En meşhur ismidir. Tevrat'ta bu ismiyle açık bir şekilde anılmıştır. Nitekim
bu hususu: Cilâu'l-Efhâm fiFazli's-Salât ve's-Selâm ala Hayri'l-Enâm adlı eserimizde
açık ve kesin delille açıkladık. Bu kitabımız, anlattığı konu itibariyle
eşsiz, faydalarının çokluğu ve bolluğu bakımından da benzeri daha önce
yazılmamış bir eserdir. Bu kitapta Hz. Pey-gamber'e (s.a.) salât ü selâm
getirme konusunda gelen hadisleri aktardık ve sahih, hasen ya da malul
olanlarını açıkladık. Malul olaniarındaki illetleri yeteri kadar açıkladıktan
sonra sırasıyla; bu duanın esrarengiz yönlerini, şerefini ve içerdiği hüküm ve
faydalarını, Hz. Peygamber'e (s.a.) sala-vat getirilecek yer ve mahalleri de
açıkladık. Daha sonra bunlardan ne kadarının gerekli olduğu, ilim adamlarının
bu konudaki görüş ayrılıkları, aeırlıklı olanların tercihi, çürük olanların
çürüklüklerinin gösterimi konu-l tanrıdan söz ettik. Kitabın okunup incelenerek
öylece karar verilmesi anla-| tımından üstündür.
Sözün özü, onun ismi,
ehl-i kitabın inanan kesiminden her âlimin bül görüşe katılacağı bir tarzda,
Tevrat'ta Muhammed olarak açıkça geçmektedir.!
2- Ahmed: Sözünü ettiğimiz kitapta anlattığımız
bir sırdan dolayı Hz.| İsa, onu işte bu isimle anmıştır.
3- Mütevekkil, 4- Mâhî, 5- Haşir, 6- Âkıb, 7-
Mukaffî, 8- Nebiyyü't-Tevbe, 9- Nebiyyü'r-Rahme, 10- Nebiyyü'l-Melhame, 11-
Fâtih, 12- Emin.)
Bu isimlere şunlar da
ilâve edilebilir: Şâhid, Mübeşşir, Beşîr, Nezîr, Kasım, Dahûk, Kattâl,
Abdullah, es-Sirâcü'1-Münîr, Seyyidu Veledi Âdem, Sâhibu Livâu'1-Hamd,
Sâhibû'l-Makâmi'l-Mahmûd... vs. Çünkü onun isimleri övgü sıfatları olursa her
sıfatından bir ismi olur. Ancak ona has, yahut onda çoğunlukla bulunup da
kendisinden onun için bir isim türetilen vasıfla; müşterek olup da bu yüzden
ona mahsus bir isim olmayacak vasfın arasını ayırmak gerekir.
Cübeyr b. Mut'im diyor
ki: Allah Rasûlü (s.a.) bize, kendisinin isimlerini şöyle sıraladı: "Ben
Muhammed'i m. Ben Ahmed'im. Ben Mâhî'yim: Allah küfrü benimle mahvedecektir.
Ben Haşir'im: İnsanlar benim önümde haşrolunacaklardır. Ben Âkıb'im: Benden
sonra peygamber gelmeyecektir.'[130]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) isimleri iki türlüdür:
1) Ona has
olup başka peygamberlerin kendisine ortak olmadıkları. Muhammed, Ahmed, Âkıb,
Haşir, Mukaffî ve Nebiyyü'l-Melhame... gibi.
2) Anlamında
başka peygamberlerin ortak olup da ancak onda kemâli bulunan isimler. Ona has
olan kısmı aslı değil, kemâl derecesidir. Rasûlul-lah, Nebiyullah, Abdullah,
Şahid, Mübeşşir, Nezîr, Nebiyyu'r-Rahme, Nebiyyu't-Tevbe... gibi.
Şayet ona; Sâdık,
Masdûk, Raûf-Rahîm... vb. gibi vasıflarından her-biri alınarak bir ad konacak
olsa isimleri iki yüzü aşar. İşte "Allah'ın bin ismi, Hz. Peygamber'in
(s.a.) de bin ismi vardır." sözünü söyleyenler bu
anlamı
kasdetmislerdir. Bunu söyleyen Ebu'I-Hattâb b.Dıhye [131]olup
isimlerden maksadı vasıflardır. [132]
Muhammed:
"Hamide" kökünden gelen "Hammede" fiilinden türetilmiş
ism-i mef'ûl ( = edilgen çatı)dür. Övgüyle karşılanacak huyları çok olana
"Muhammed" denir. Bu yüzden "Mahmûd" kelimesinden daha mübalağalıdır.
Zira "Mahmûd" kelimesi asıl kökü üç harfli olan (-sülâsî mücerred)
fiilden türetilmiş; "Muhammed" kelimesinin ise mübalağa ifade etmesi
için harfleri artırılmıştır. O halde "Muhammed" övülen diğer insanlara
göre daha çok övülen, yüceltilen demektir. Hem onun, hem dinin ve hem de
ümmetinin Tevrat'ta ifade edilen övülmüş üstün niteliklerinin çokluğundan
dolayı olacak ki, —Allah daha iyi bilir ya— bu yüzden Tevrat'ta bu adla
anılmıştır. Hatta övülen niteliklerinin çokluğundan dolayı Hz. Musa (a.s.) bu
ümmetten olmayı temenni etmiştir. Bu anlama şahid olacak hususları orada
(yukarıda adı geçen eserde) anlattık. Ayrıca işi tersine çeviren, Hz.
Peygamber'in (s.a.) Tevrat'taki adının Ahmed olduğunu söyleyen Ebu'l-Kâsım
es-Süheylî'nin[133]
yanılgısını da açıkladık.
Ahmed:
"Ef'ale" vezninde ism-i tafdîldir (yani ismin daha üstünlük, en
üstünlük bildiren halidir -Ş.Ö.). Bu da yine "hamd" kökünden
türetil-, mistir. Fail ( = etken çatı) mi, mef'ûl (edilgen çatı) mü anlamında
olduğun-j da insanlar görüş ayrılığına düşmüş; kimisi, fail anlamında olduğunu
yanij onun Allah'a hamdedişi, diğerlerinin hamdedişinden daha fazladır, anla-j
mına geldiğini söylemiştir. Bu durumda anlamı:
"Rab-I bine hamdedenlerin en çok hamdedenidir." olur. Bu
görüşü şundan tercih ediyorlar: İsm-İ tafdîl, gramer kaidelerine uygun ( =
kıyası) olarak mef'ûlj ( = nesne) üzerinde gerçekleşen fiilden değil, fail ( =
özne)in yaptığı fiildenj türetilir.
Diyorlar ki: Üzerinde
gerçekleşen darb = vurma işi gözönüne alınarak; ne "Zeyd ne
dövülmüştür!", ne "Zeyd,| Amr'dan daha dövülmüştür" denir; ne
de"Suyu ne de içi-rilmiştir!" ve
"Ekmeği ne de yedirilmiştir!" vs. denir. Çün-j kü ism-i tafdîl
ile fiil-i taaccüb ( = şaşkınlık ve hayret ifade eden fiil) yal-j nızca lâzım (
= geçişsiz) fiilden türetilir. Bundan dolayı "feale" ve
"feile" vezinlerinden "feule" veznine aktarıldığı takdir
edilir. Bu sebeple hemzej ile mef'ûle geçişli yapılır. Şu
halde hemzesi geçişlilik
içindir. Meselâ: "Zeyd ne zarif!" ve"Amr ne
cömert!" örneklerinde olduğu gibi. Bu iki kelimenin (ezrafe ve ekrame)
aslı vedir. Hem şu da var ki, taaccub edilen şey aslında faildir. Doiayı-|
siyla fiilinin müteaddî ( = geçişli)
olmaması gerekir.l "Zeyd, Amr'ı ne dövdü!" vb. örneklere
gelince buradaki edrabe taaccubl fiili, "feaîe" vezninden
"feule" veznine aktarılmıştır. Sonra iş bu halde! iken hemze ile
geçişli kılınmıştır. Bunun delili Arapların lâm ile getirerek demeleridir. Şayet
geçişli olarak kalsa
idi denirdi. Çünkü bu fiil, bir mef'ûle doğrudan doğruya, bir başkasına
ise geçişlilik hemzesi ile geçişlidir. Araplar mef'ûle geçişlilik sağlayan
hemze-ile geçişli kıldıklarında diğerine ise lâm ile geçişli kıldılar. İşte bu
durum; ism-i tafdîl ile fiil-i taaccüb, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiilden
değil, failin yaptığı fiilden türetilirler, demelerini icap ettirmiştir.
Ötekiler bu konuda
onlara karşı gelerek diyorlar ki: İsm-i tafdîl ile fiil-i taaccübün hem failin
yaptığı fiilden, hem de mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiilden türetilmeleri
caizdir. Bunun Arapçada çok kullanımı caizliğinin en açık delillerinden di r.
Arap:"Şu şeyle ne kadar da meşgul oldu!" der ki, buradaki
"eşgale" "şugile = meşgul oldu" kelimesinden gelmekte olup "meşgul"
anlamındadır. Aynı şekilde Araplar:
"Şu şeye ne kadar meftun oldu!" derler ki buradaki "Şu
şeye meftun oldu, gönlünü kaptırdı" cümlesinde olduğu gibidir ve
"Gönlü kaptırılmış" anlamındadır ki, bu yalnız ve yalnız mef'ûl için
kurulmuştur."O bana ne kadar sevimli!" derler ki, bu da mefûlün
fiilinden ve sana mahbûb olmasından bir taaccübdür."O bana ne kadar
menfur!" ve "O bana göre ne kadar kızılan biri!" cümleleri de
böyledir.
Burada Sîbeveyh'in
(v.180/796) sözünü ettiği meşhur bir mesele vardır: Hoşlanmayıp nefret eden
sen isen: "Ona ne kadar buğ-zettim!"; seven sen isen: "Onu ne
kadar sevdim!" ve kızan sen isen: "Ona ne kadar kızdım!" dersin.
Ama nefret edilen sen isen: "Ona
göre ben ne kadar menfur biriyim!"; kızılan sen isen: "Ona göre ben ne kadar kızılacak
biriyim!" ve sevilen sen isen:
"onun tarafından ne kadar sevilen biriyim!" dersin. Böylece
mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiilden taaccüb eden sen olursun. O halde
"lâm" ile olan fail içindir; "ilâ" ile olan mef'ûl içindir.
Nahivcilerin (gramercilerin) çoğunluğu bu şekilde sebep gösterip değerlendirmiyorlar.
Sebep olarak söylenen —Allah daha iyi blir ya— şudur: "Lâm", anlam
itibariyle fail içindir. Meselâ: "bu kimin?"
sorusuna"Zeydin" cevabı verilir, lâm ile getirilir. "İlâ"
ise anlam itibariyle mef'ûl içindir.
"Bu kitap (yahut mektup) kime ulaşacak?" sorusuna cevaben:
"Abdullah'a"dersin. Bunun sırrı şudur: Aslında "lâm"
mülkiyet ve bir şeye aidiyet (= ihtisas) bildirmek içindir. İstihkak ise ancak
mâlik ve hak sahibi olan faile aittir. "İlâ" ise gayeye (sona) eriş
ifade eder. Gaye, fiilin icap ettirdiği şeyin sonudur ve mef'ûle daha lâyıktır.
Çünkü fiilin icap ettirdiği şeyin tamamındandır. Şâir Kâ'b b. Züheyr'in Hz.
Peygamber (s.a.) hakkında söylediği şu beyitler mef-ûlün fiiline taaccüb örneklerindendir:
"Artık o,
kendisiyle konuştuğum vakit benim gözümde -daha önce bana: 'Sen yakalanıp
öldürüleceksin' denildiğinden— peşpeşe inlerin sıralandığı Asser vadisindeki
korulukta mesken edinmiş yatıp duran arslanla-
rın kralından daha
korkulacak halde idi.[134]
Buradaki kelimesi "korktu" kelimesinden
değil "korkuldu" kelimesinden
gelmektedir ki"korkunç ve tehlikeli yer" anlamındadır. Aynı şekilde: "Zeyd ne kadar çılgın!"
cümlesindeki kelimesi de "delirdi,
çıldırtıldı" kelimesinden gelmektedir ki
"deli, çarpılmış, çıldırtılmış" anlamındadır. Bu Kûfelilerin ve onlara katılanların
görüşüdür.
Basralılar diyorlar
ki: Bunların hepsi kaide dışıdır, itimad edilemez. Bunlarla kîdeleri altüst
edemeyiz. Araplar arasında kullanıldığı kadarıyla kalmaları gerekir.
Kûfeliler diyorlar ki:
Bunun gerek nesir, gerekse nazım şeklinde arap-ların konuşmalarında çokça
rastlanması, kaide dışı olduğunu söylemekten bizi ahkoyar. Zira kaide dışı
olan, onların kullanımlarına ve konuşmalarında sık sık geçene aykırı düşen demektir.
Bu ise onlara aykırı düşmemektedir. Sizin, fiilin "feule" vezninde
olması gerektiği ve bu vezne aktarıldığı, şeklindeki düşünce ve yorumunuza
gelince, bu delilsiz bir söz söylemedir ve keyfîliktir. Tutunduğunuz hemze ile
geçişlilik sağlama deliline gelince,, bu konuda iş sizin savunduğunuz gibi
değildir. Bu yapıda hemze geçişlilik için değil, yalnızca taaccüb ve tafdîl ( =
üstün tutma) anlamını göstermek içindir. Meselâ "fail" kelimesindeki
elif, "mef'ûl" kelimesindeki mim ve vâv harfleri; iftiâl veznindeki
ve mutavaat için olan vezinlerdeki tâ harfi ve bunlara benzer asıl kökü üç
harfli olan fiile, yalın halindeki anlamından fazla bir anlam taşıdığım
göstermek için getirilen ilâve harfler gibidir. İşte bu hemzeyi çeken, fiilin
geçişli kılınması değil bu sebeptir.
Diyorlar ki: Bunun
delili şudur: Hemze ile geçişli kılınan fiilin harf-icer ve şedde ile de
geçişli yapılması caizdir. Meselâ:"Onu oturttum" ve "Onu ayağa kaldırdım" vb. örneklerde
olduğu gibi. Burada hemze yerine başkası geçemez. Böylece hemzenin yine sırf
geçişlilik için olmadığı anlaşılmıştır. Çünkü geçişlilik sağiayan
"bâ" harfi ile bir arada getirilir. Meselâ "ne kadar cömert!" ve.. "Ne
kadar güzel!" örneklerinde böyle olmuştur. Bir fiil üze-> rinde iki
geçişlilik birleştirilemez.
Hem Araplar şu
cümleleri kullanırlar: "Ona ne dirhemler
verdi!" ve "Ona ne elbiseler
giydirdi!" Buradaki
taaccüb fiilleri
"verdi" geçiş "giydirdi" fiillerindendir. Anlam
bozulacağından dolayı "el uzatıp almak" anlamındaki kelimesine aktarılıp sonra ona geçişlilik
hemzesi getirildiğini düşünmek doğru olmaz. Çünkü taaccüb atv'dan yani el
uzatıp almaktan değil, i'tâ'dan ( = vermekten) kaynaklanmaktadır. Ondaki hemze,
taaccüb ve tafdîl hem-zesidir ve fiilindeki hemzesi hazfedilmiştir. Şu halde bu
hemzenin geçişlilik için olduğunu söylemek doğru olmaz.
Diyorlar ki: vb.
örneklerde olduğu gibi Iâm ile geçişli yapılmıştır, sözünüze gelince; burada
lâm'ın getirilmesi, söylediğiniz gibi fiilin lâzım (-geçişsiz) olmasından
kaynaklanmıyor. Fiil, tasarruftan ( = çekimden) men olunmakla zayıfladığı ve
fiillerin yollarından dışarı bir yola sevkedilip görev ve amelini ifadan zayıf
kaldığı için destek olarak Iâm getirilmiştir. Nasıl ki ma'mûlü (yani i'rabında
etkili olduğu kelime) kendisinden Öce geldiğinde ve yan cümle olduğunda fiil
Iâm ile takviye edilir, tıpkı aynı şekilde burada da Iâm ile takviye
edilmiştir... Gördüğünüz gibi tercih edilecek görüş budur.
Artık maksada dönelim.
Diyoruz ki: "Ahmed" kelimesinin takdiri, birincilerin görüşüne göre:
"İnsanların Rabbini en çok hamdedeni" şeklinde; bunların görüşüne
göre ise "Övülmeye insanların en lâyık ve en münasibi" şeklindedir.
Bu durumda anlam itibariyle "Muhammed" gibi olur. Ancak aralarındaki
fark şudur: "Muhammed" kelimesi, "övülen nitelikleri çok
olan"; "Ahmed" kelimesi ise "O övülen, başka övülenlerden
daha üstündür." anlamındadır. Şu halde çokluk ve nicelik bakımından
"Muhammed", özellik ve nitelik bakımından da "Ahmed"dir.
Hz. Peygamber (s.a.), lâyık olan öteki insanlardan daha çok övülmeye lâyık ve
diğerlerinin lâyık olduğundan daha üstün övgüye lâyıktır. İnsanların yaptığı en
çok ve en üstün övgüler ona yapılır. Böylece her iki ismi de mefûl üzerinde
gerçekleşmektedir. Bu, hem onu övgüde daha edebî ve daha yerinde ve hem de
anlam itibariyle daha mükemmeldir. Şayet fail anlamı kastedilmiş olsa,
"Hammâd" yani çok ham-deden adı verilirdi. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.), Rabbine en çok hamde-den insandır. Eğer Rabbine hamdetmesi gözönüne
alınarak "Ahmed" ismi verilmiş olsa "Hammâd" adının konması
şüphesiz daha münasip olurdu. Nitekim ümmeti bu adla anılmıştır.
Hem bu iki isim onun
Muhammed ve Ahmed adlarını almasına sebep olan övülmüş ahlâkından ve
niteliklerinden türetilmişlerdir. Sayanların, hesap edenlerin sayamayacaklan
kadar çok olan övülen niteliklerinden dolayı göktekiler, yerdekiler,
dünyadakiler, ahirettekiler hep O'nu öveceklerdir. Bu konuyu es-Salâtu
ve's-Selâmu Aleyhi adlı yukarıda anılan kitapta doyurucu genişlikte anlattık.
Burada yalnızca yolcunun halinin, kaib ve zihninin dağınıklığının müsaade
ettiği ölçüde birkaç söz söyledik. Yardım Allah'tan beklenir ve O'na
güvenilir.
Mütevekkil:
Sahih-i Buhârî'deki bir rivayette Abdullah b. Amr diyor ki: Tevrat'ta Hz.
Peygamber'in (s.a.) şu şekilde anlatıldığını okudum: "Muhammed, Allah'ın
rasûlüdür. Kurumdur, rasülümdür. O'na Mütevekkil adını koydum. Ne kabadır, ne
katı kalblidir ve ne de çarşıda, pazarda bağırıp çağırır. Kötülüğe kötülükle
karşılık vermez. Aksine affeder, bağışlar. Çarpıtılmış dini onunla düzeltip
insanlar: "Lâ ilahe illallah" deyinceye kadar asla onun canını
almayacağım."[135].
Hz. Peygamber (s.a.) bu isme en lâyık insandır. Çünkü dini düzeltmek,
yerleştirmek yolunda Allah'a gösterdiği tevekkülde hiç kimse ona ortak olamaz.
Mâhî, Haşir, Mukaffî
ve Âkıb isimlerine gelince; bunlar Cübeyr Mut'im'in aktardığı hadiste
açıklanmıştır.
Mâhî:
Allah'ın kendisiyle küfrü mahvedeceği kişi demektir. Küfür, Hz. Peygamber
(s.a.) ile mahvedildiği kadar hiçbir kimse ile mahvedilmemiştir. O, peygamber
olarak görevlendirildiğinde —Ehl-i Kitab'dan arta kalanlar dışında— yeryüzünde
yaşayanların hepsi kâfir idiler. İnsanlar ya putperestlerden, gazaba uğramış
yahudilerden, sapık hristiyanlardan, ne Rab ne âhiret tanıyan materyalist
sâbiîlerden; ya da yıldızlara tapanlardan, ateşperestlerden, peygamberlerin
getirdikleri şeriatları tanımayan ve kabullenmeyen filozoflardan oluşmaktaydı.
Allah Teâlâ bunları Rasûlü ile mahvetti ve Allah'ın dini her dine galip geldi.
O'nun dini gece ve gündüzün ulaştığı yere (yani dünyanın her yerine) ulaştı.
O'nun daveti, güneş ışınlarının yayılışı gibi bütün bölgelere yayıldı.
Haşir: Bu
kelimenin kökü olan "haşr", katlamak ve bir araya getirmek
anlamındadır. İnsanlar onun önünde haşrolunacaklardır. Sanki o, insanları
hasretmek için peygamber olarak görevlendirilmiştir.
Âkıb:
Peygamberlerin en sonuncusu olarak gelen. O'ndan sonra peygamber
gelmeyecektir. Çünkü Âkıb kelimesi "âhirden sonuncu'/ anlamındadır. O, mühür
gibidir. Bundan dolayı kayıtsız şartsız Âkıb diye ad aridı-nlmıştır. Yani
peygamberlerin ardından en son olarak gelen.
Mukaffî:
Yine aynı anlamdadır. Kendisinden Öncekilerin izlerini kapatan anlamına
gelmektedir. Allah, onunla daha önceki peygamberlerin izlerini kapatmıştır. Bu
kelime "izlemek, geride
kalmak" kökünden türetilmiştir. Bir kimse birinden geri kaldığı zaman ( tâ
) "Ondan geri kaldı "Ondan geri kalır" denir. ( .-Başın ense
kısmı" ve"Beytin kâfiyesi" sözleri de buradan gelmektedir. O halde
Mukaffî: Kendisinden önceki peygamberleri takip edip onların mühürleyi-cisi ve
sonuncusu olan demektir.
Nebiyyü't-Tevbe
(Tevbe Peygamberi): Allah'ın kendisi ile yeryüzü halkına tevbe kapısını açtığı
kimse demektir. Allah onların tevbelerini, ondan önceki yeryüzü halkına benzeri
nasip olmayan bir tarzda kabul etti. Hz. Peygamber (s.a.) en çok af dileyen ve
tevbe eden insandı. Hatta bir tek oturumda yüz kere şöyle dediğini saymışlardı:
"Rabbim! Beni bağışla, tev-betnizi kabul et. Doğrusu tevbeleri kabul eden
ve günahları bağışlayan ancak Sen'sin."[136]
Derdi ki: "Ey
insanlar! Rabbiniz Allah'a tevbe edin. Zira ben, günde yüz kere Allah'a tevbe
ederim."[137]. Aynı şekilde onun
ümmetinin tevbesi diğer ümmetlerin tevbelerinden daha mükemmel, kabulü daha
çabuk ve yapılması daha kolaydır. Onlardan öncekilerin tevbeleri ı güç
işlerdendi. Hatta İsrâiloğullarının buzağıya tapmalarının tevbesi, kendilerini
öldürmekti. Bu ümmete gelince, Allah Teâlâ katında bir üstünlüğe sahip
olduklarından dolayı Allah, onların tevbelerini pişmanlık ve günahı terketmek
saymıştır.
Nebiyyü'l-Melhame
(Savaş Peygamberi): Allah'ın düşmanları ile cihad etmek görevi verilen
demektir. Hiçbir peygamber ile ümmeti, Allah Rasülü (s.a.) ile ümmetinin
yaptığı cihad kadar asla cihad yapmamışlardır. O'nun ümmeti ile kâfirler
arasında meydana gelen ve meydana gelecek olan büyük savaşların benzerleri
ondan önce hiç görülmemiştir. Zira O'nun ümmeti, birbirini kovalayan asırlar
boyunca yeryüzünün her tarafında kâfirleri öldürmüşler ve onlara öyle savaşlar
açmışlardır ki, kendilerinden başka hiçbir ümmet bunu yapmamıştır.
Nebiyyu'r-Rahme
(Merhamet Peygamberi): Allah'ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği peygamber
demektir. Allah, O'nun sayesinde mü'min, kâfir demeden bütün yeryüzü halkına
merhamet etmiştir. Mü'minler, merhametten en çok nasib alanlardır. Kâfirlere
gelince, onların ehl-i kitap olanları onun gölgesinde, onun eman ve
güvencesinde yaşamışlar; O'nun ve ümmetinin öldürdüğü kâfirler ise O'ndan
dolayı derhal cehenneme atılmışlar ve böylece, sırf ahiretteki azaplarının
şiddetini artıran uzun hayattan kurtulmuş oldular.
Fâtih: Allah'ın
kendisiyle, kilitlenmiş hidayet kapısını açtığı kimse demektir. Allah, O'nunla
kör gözleri, sağır kulakları ve kapalı kalpleri açtığı ve O'na kâfirlerin
ülkelerini fetih nasib etti. O'nunla cennetin kapılarını açtı. Faydalı ilmin ve
salih amelin yollarını O'nunla gösterdi. O halde O'nunla dünya ve âhireti,
kalbleri, kulakları, gözleri ve ülkeleri açtı.
Emîn: Varlıklar
dünyasında bu isme en lâyık olan O'dur. Vahiy ve din konularında Allah'ın
kendisine güvendiği kimse O'dur. O, hem gökte-kilerin ve hem de yerdekilerin
güvendiği şahıstır. Bundan dolayı peygamberlikten önce O'na
"el-Emîn" derlerdi.
Dahûk-Kattâl (Çok
gülen-çok öldüren): Bu iki isim birbiriyle iç içedir; biri diğerinden ayrılmaz.
Zira Hz. Peygamber (s.a.) mü'minlerin yüzlerine karşı çok tebessüm eder ve
onlara yüzünü ekşitmez, kaşlarını çatmaz, öfkelenmez ve sert davranmazdı.
Allah düşmanlarını ise perişan eder,.bu konuda hiç kimsenin kınamasından
çekinmezdi.
Beşîr: İtaat
edene sevap müjdesi veren, Nezîr: İsyan edeni a2apla k< kutan. Allah,
kitabının pekçok yerinde O'nu, kendisinin Kulu olarak a landirmıştır:
"Allah'ın kulu,
O'na dua etmek için namaza durduğunda neredey üzerine örtülüyorlardı. "[138]
"Hakkı bâtıldan
ayırdeden Kur'ân'ı kuluna indiren Allah yücelercesidir.[139]
"O anda Allah
artık kuluna vahyedeceğini vahyetti[140]"Kulumuza
indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız...[141]
Sahih bir hadiste Hz.
Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu aktarılmaktadır: "Ben, kıyamet günü, Âdemoğullarının
efendisiyim ( = Seyyidu veled-i Âdem).
Bunda övünç yok. "[142]
Allah, O'nu,
aydınlatan bir kandil, es-Sirâcu'l-Münîr[143]ve
ziyası yanıp ışık veren bir kandil, es-Sirâcu'l-Vehhâc[144]olarak
adlandırmıştır. Münir; Vehhâc'ın aksine yakmaksızın aydınlatan, ışık veren
demektir. Veh-hâc'da ise bir tür yakma ve yanma anlamı vardır. [145]
Müslümanlar çoğalıp
kâfirler onlardan korkmaya başlayınca Hz. Pey-gamber'e (s.a.) yaptıkları ezâ ve
müslümanlara verdikleri işkence şiddetini artırdı. Bunun üzerine Allah Rasûlü
(s.a.) müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi ve: "Orada
bir hükümdar vardır. Onun yanında insanlara zulüm yapılmaz," buyurdu.
Müslümanlardan 12 erkek, 4 kadın oraya hicret etti. Aralarında Hz. Osman b.
Affân da vardı. Yola ilk çıkan Hz. Osman idi, Allah Rasûlü'nün (s.a.) kızı olan
hanımı Rukiyye de beraberinde idi. Müslümanlar Habeşistan'da en iyi şartları
içeren bir yerde yerleştiler. Kureyş'in müslüman olduğu haberi kendilerine
gelince —ki bu haber yalandı— Mekke'ye geri döndüler. (Yolda) durumun
olduğundan daha şiddetli bir hal aldığı haberi kendilerine ulaşınca bir kısmı
geri döndü. Bir grup ise Mekke'ye girdi; Kureyş'in pek şiddetli bir eziyeti ile
karşılaştılar. Şehre girenler arasında Abdullah b. Mes'ûd da vardı..
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.) ikinci kez müslümanlara Habeşistan'a hicret izni verdi. Bunun üzerine
—şayet, şüpheli olmakla birlikte aralarında Am-mâr var ise— 83 erkek ve 18
kadın oraya hicret ettiler ve Necâşî'nin yanında iyi bir şekilde yerleştiler.
Bu durum Kureyş'e ulaşınca derhal harekete geçip Necâşî'nin yanında onları
tuzağa düşürmek amacıyla Amr İbnü'1-Âs ve Abdullah b. Rabîa başkanlığında bir
heyet gönderdiler. Allah, onlar tuzaklarını kursaklarında bıraktı. Bunun
üzerine Allah Rasûlü'ne (s.a,) vdlr dikleri eziyet şiddetlendi; onu ve ailesini
Ebu Tâlib'in vadisinde (yahut mî hailesinde) üç sene —bir görüşe göre iki sene—
kuşatma altına aldıla'". Hz. Peygamber (s.a.) kuşatmadan çıktığında 49
—bir görüşe göre de 48-^-yaşında idi. Bundan birkaç ay sonra Amcası Ebu Tâlib
87 yaşında öld Vadide iken Abdullah b. Abbas dünyaya geldi. (Ebu Tâlib'in ölümü
üzefl ne) kâfirler ona şiddetli eziyet verdiler. Bundan kısa bir süre sonra da
hanımı Hz. Hatice vefat etti. Kâfirlerin ona verdikleri eziyet şiddetini
artırdı. Bunun üzerine Allah Teâlâ yoluna davet için Taife gitti. Günlerce (on
gün) orada kaldı. Hiç kimse davetini kabullenmedi. O'na eziyet ettiler,
memleketlerinden kovdular ve yol kenarlarına iki sıra olup onu taşladılar. Öyle
ki topukları kana bulandı. Allah Rasûlü (s.a.) onlardan ayrılıp Mekke'ye
döndü. Yolda hristiyan Addâs ile karşılaştı. Addâs ona inanıp tasdik etti. Yine
yolda iken, Nahle denilen yerde kendisine Nasîbîn halkından yedi kişilik bir
cin grubu gönderildi ve bu cinler Kur'an'i dinleyip müslüman oldular'[146]'.
İşte bu yolculuğu esnasında Allah, "dağların meleğini" gönderip ona
uymasını ve şayet isterse Mekke'nin iki büyük dağını (Ebu Kubeys ve Ahmer
dağlarını) kavminin üzerine geçirmesini emretmiş, o ise: "Hayır. Onlara
yumuşak davranılmasını, mühlet tanınmasını istiyorum. Belki Allah, onların
sulblerinden kendisine ibadet edecek ve O'na hiçbir şeyi ortak tutmayacak
kimseler çıkaracaktır[147]demişti.
Yolda iken şu Sonra Mut'im b. Adiy'in emanında Mekke'ye girdi. Daha sonra da
ruhu ve bedeniyle Mescid-i Aksâ'ya gece götürüldü (İsrâ hâdisesi). Oradan
göklerin ötesine bedeni ve ruhu ile Allah Teâlâ'ya çıkarıldı (Mi'râc hâdisesi).
Allah, onunla konuştu ve ona namazları (beş vakit namazı) farz kıldı. Bu yalnız
bir kere oldu. Görüşlerin en doğrusu budur. Kimisi: "Bu hâdise uykuda
olmuştu.", kimisi: "Hz Peygamber (s.a.) gece götürüldü, denir; uykuda
yahut uyanıkken oldu, denilmez." kimisi: "İsrâ hâdisesi Beyt-i
Mak-dis'e kadar uyanıkken, oradan göğe ise uykada gerçekleşti.", kimisi:
"İsrâ hâdisesi biri uyanıkken, biri uykuda olmak üzere iki kere
oldu." ve kimisi de: "Hz. Peygamber (s.a.) İsrâ hâdisesini üç kere
yaşadı." diyor. Bu hâdisenin peygamberlikten sonra olduğunda görüşbirliği
vardır.
Şerîk'in rivayetinde[148]bu
olayın Hz. Peygamber'e (s.a.) vahiy gelmeden önce gerçekleştiği yer almaktadır
ki, bu, Şerîk'in İsrâ olayım aktarırken yaptığı sekiz hatadan biri ve onun
yanlış anlaması olarak değerlendirilmiştir'[149]Bu
rivayeti kimileri: "Uykuda olan İsrâ vahiy gelmeden önce, uyanıkken olan
İsrâ ise peygamberlikten sonra idi." diye yorumlamaya kalkışırken,
kimileri de: "Buradaki vahiy, mukayyeddir, (yani belli özel ve sınırlı
anlamı vardır -Ş.Ö.) yoksa peygamberliğin başlangıcı olan mutlak vahiy
değildir. Maksat, Hz. Peygamber'e (s.a.) İsrâ olayı hakkınaa vahiy gelmeden,
daha önceden haber vermeksizin, ansızın Hz. Peygamber'in (s.a.) isrâ
buyurulduğudur." demektedirler. En doğrusunu Allah bilir.
Mekke'de kaldığı
sürece kabileleri Allah Teâlâ'ya davet ediyor ve kendisini her hac mevsiminde
onlara arzediyor, Rabbinin elçiliğini yapabilmesi için kendisini
barındırmalarını istiyor, dileğini yerine getirirlerse cennete gideceklerini
söylüyordu. Hiçbir kabile çağrısını kabul etmedi. Bu işi Allah, Ensâr'a bir
şeref olarak sakladı. Allah Teâlâ dinini açığa çıkarmak, va'dini yerine
getirmek, Peygamberine yardım etmek, Allah sözünü yüceltmek ve düşmanlarından
intikam almak isteyince —kendilerine bir şeref bahşetmek dileğiyle— Ensâr'ı,
O'na gönderdi. Hz. Peygamber (s.a.) hac mevsiminde onlardan altı —bir görüşe
göre sekiz— kişilik bir grubun yanına yaklaştı. Mİna'da Akabe denilen yerde
başlarını tıraş ediyorlardı. Yanlarına oturdu. Onları Allah'a davet etti ve
onlara Kur'an okudu. Onlar da Allah ve Rasûlünün davetini kabul edip Medine'ye
döndüler. Kavimlerini İslâm'a davet ettiler. Aralarında İslâm yayıldı. Allah
Rasûlünün (s.a.) adı geçmeyen hiçbir Ensâr evi kalmadı. Medine'de ilk defa
içinde Kur'an okunan mescid Züraykoğuiları Mescidi'dir.
Sonra ertesi sene
aralarında ilk altıdan beş kişinin de bulunduğu 112 erkekten oluşan bir Ensâr
grubu geldi. Allah Rasûlüne (s.a.) Akabe'de' gelecek sene buluşmak üzere bîat
ettiler; sonra Medine'ye döndüler. Ertesi yıl 73 erkek, 2 kadın Hz. Peygamber'e
(s.a.) geldiler. —bunlar son Akabe grubu oluyorlar— Allah Rasülü'ne (s.a.)
kadınlarını, çocuklarını ve kendilerini korudukları şeylerden O'nu da korumak
üzere bîat ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) ile arkadaşları onların
yanlarına göçtüler. Allah Rasûlü (s.a.) bu son Akabe grubu arasından 12 nakîb (
= temsilci) seçti.
Allah Rasûlü (s.a.)
arkadaşlarının Medine'ye hicret etmelerine izin verdi. Bunun üzerine birbirini
takiben, bölük bölük yola çıktılar. Bir görüşe göre ilk çıkan Ebu Seleme b.
Abdülesed el-Mahzûmî, bir görüşe göre de Mus'ab b. Umeyr'dir'[150]Gelenler
Ensâr evlerinde konuk oldular. (Ensâr adını alan! bu Medineli müslümanlar)
hicret edenleri yanlarında barındırdılar, onlara yardım ettiler. Böylece İslâm
Medine'de yayıldı.
Sonra Allah, Rasûlünün
(s.a.) hicret etmesine izin verdi. Hz. Peygamber (s.a.) Rebîülevvel —bir görüşe
göre Safer— ayında pazartesi günü Mekke'den yola çıkti[151]O
zaman 53 yaşında idi. Beraberinde Ebu Bekir es-Sıddîk ve Ebu Bekir'in kölesi
Âmir b. Füheyre vardı. Kılavuzları Abdullah b. Uraykıt el-Leysî idi. Hz.
Peygamber (s.a.) İle Hz. Ebu Bekir, Sevr mağarasına girip orada üç gün
kaldılar. Sonra sahil yolunu tuttular. Rabîü-levvel ayının 12. gecesi pazartesi
günü —bu konuda farklı görüşler ileri sürenler de vardır— Medine'ye ulaşınca,
Medine'nin üst taraflarında Kubâ denilen yerde Arnr b. Avf oğullarının konuğu
oldu. —bir görüşe göre Gülsüm b. el-Hidm'in, diğer bir görüşe göre de Sa'd b.
Hayseme'nin konuğu olduğu ileri sürülmüşse de birincisi daha meşhurdur—. Hz.
Peygamber (s.a.) onların yanında 14 gün kaldı ve Kubâ Mescidini tesis etti.
Sonra cuma günü yola koyuldu. Salim oğullarına vardığında cuma vakti girdi.
Yanındaki yüz müslümanla birlikte onlara cuma namazını kıldırdı. Sonra da devesine
binip yola koyuldu. İnsanlar, kendilerinin yanında konuk olması için onunla
konuşmaya ve devesinin yularını tutmaya başladılar. Bunun üzerine: "Yolunu
açın. Zira o, nerede duracağı hakkında gerekli emri almıştır." buyurdu[152].
Deve bugünkü Mescid-i Nebevî'nin bulunduğu yerin yakınına çöktü. Burası Neccâr
oğullarından Sehl ve Süheyl adında iki çocuğun hurma kuruttukları bir yerdi.
Devesinden inip Ebu Eyyûb el-Ensârî'nin evine konuk oldu. Sonra hurma kurutulan
bu yerde arkadaşlarıyla beraber kendi eliyle hurma dalları ve kerpiçten kendi
mescidini yaptı[153].
Sonra da mescidin yanına kendisinin ve hanımlarının odalarını yaptı. O'nun
odasına en yakın olanı Hz.Âişe'nin odasıydı. Yedi ay kaldıktan sonra Ebu
Eyyûb'-un evinden kendi evine taşındı.
Habeşistan'daki
arkadaşlarına Medme'ye hicret ettiği haberi ulaşınca onlardan otuz üçü geri
döndü. Bunlardan yedisi Mekke'de hapsedildi. Geri kalanlar Medine'ye varıp
Allah Rasûİü'ne (s.a.) katıldılar. Sonra (Habeşistan'daki müslümanlardan)
orada kalanlar Hayber savaşının olduğu hicretin yedinci senesi bir gemi ile
hicret ettiler.[154].
İlki, Kâsım'dır. Hz.
Peygamber (s.a.) onunla künyelenmiştir. (Ebu'l-Kâsım diye). Daha küçük çocuk
iken öldü. Hayvana binecek, uslu deve üzerinde gezinecek çağa gelinceye kadar
yaşadığı da söylenmektedir.
Sonra Zeyneb dünyaya
gelmiştir. Kâsım'dan daha büyük olduğu da söylenmektedir. Sonra Rukiyye, Ümmü
Gülsüm ve Fâtıma dünyaya gelmiştir. Herbiri hakkında "Diğer iki
kızkardeşinden daha büyüktü" diyenler vardır. İbn Abbas'tan gelen bir
rivayete göre, Rukiyye üç kızın en büyüğü ve Ümmü Gülsüm onların en küçüğüdür.
Sonra oğlu Abdullah
dünyaya geldi. Abdullah, peygamberlikten sonra mı, önce mi dünyaya geldi? Bu
konuda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları peygamberlikten sonra
dünyaya geldiği görüşünün doğru olduğunu söylemişlerdir. Tayyib ve Tahir, o
mudur, yoksa ondan ayrı iki çocuk mudur? Bu konuda da iki görüş ortaya
atılmıştır. Doğrusu bu iki isim onun lâkablarıdir. En doğrusunu bilen
Allah'tır.
Bu çocukların hepsi
Hz. Hatice'dendir. Hz. Peygamber'in (s.a.) ondan başka bir hanımından çocuğu
dünyaya gelmemiştir.
Sonra Medine'de,
hicretin sekizinci senesinde Mısır yerlisi bir hamım olan cariyesi Mariye'den
oğlu İbrahim dünyaya geldi. Oğlunun dünyaya geldiğini azadlı kölesi Ebu Râfi'
müjdeledi; Hz. Peygamber (s.a.) de ona bir köle bağışladı. İbrahim daha sütten
kesilmeden bebek iken öldü. Cenaze namazının kılınıp kılınmadığı konusunda iki
ayrı görüş ileri sürülmüştür.
Hz. Fâtıma dışında
bütün çocukları kendisinden önce vefat etti. Hz. Fâtıma ise kendisinden altı ay
sonra vefat etti[155]Sabrına,
tahammülüne ve mükâfatım Allah'tan beklemesine karşılık Allah diğer bütün
kadınlardan üstün gelecek şekilde onun derecelerini yükseltti. Hz. Fâtıma
kayıtsız şartsız, Hz. Peygamber'in (s.a.) kızlarının en faziletlisidir.
Kimileri Hz. Fâtıma'nın, kimileri annesi Hz. Hatice'nin, kimileri de Hz.
Âişe'nin bütün kadınların en faziletlisi olduğunu söylerken; kimileri de bu
konuda görüş belirtmemeyi savunmaktadır.
[156]
1- Allah'ın ve
Rasûlünün aslanı, şehidlerin efendisi Abdülmuttaîib oğlu Hz. Hamza, 2- Abbas,
3- Ebu Tâlib: Adı Abdümenâf'tır, 4- Ebu Le-heb: Adı Abdüluzzâ'dir, 5- Zübeyr,
6- Abdülkâbe, 7- Mukavvim, 8- Dırâr, 9- Kuşem, 10- Muğîre: Lâkabı Hacel'dir,
11- Gaydâk: Adı Mus'ab'dır; Nevfel olduğu da söylenmiştir. Bazıları bu listeye
Avvâm'ı da ilâve etmektedir. Bunlardan yalnızca Hz. Hamza ve Hz. Abbas
müslüman olmuşlardır. [157]
1- Safiyye: Zübeyr b.
Avvâm'm annesidir, 2- Âtike, 3- Berra, 4- Ervâ, 5- Ümeyme, 6- Ümmü Hakîm
el-Beyzâ. Bunlardan Safiyye müslüman olmuştur. Âtike ve Ervâ'nın müslüman olup
olmadıklarında ihtilaf edilmiş, bazıları Ervâ'nın müslüman olduğunu
doğrulamışlardır.
Amcalarının en yaşlısı
Haris, en küçüğü ise Hz. Abbas'tır. Hz.Ab-bas'ın nesli devam etti ve yeryüzünü
çocukları doldurdu. "Me'mûn zamanında onun soyunun nüfus sayımı yapıldı.
Altı yüz bine ulaştıkları görüldü." denmişse de bunda —açıkça görüldüğü
üzere— bir abartma sözkonu-sudur. Aynı şekilde Ebu Tâlib'in de soyu devam edip
çoğaldı. Haris ile Ebu Leheb'in de soyları devam etti. Bazıları Haris ile
Mukavvim'in, bazıları da Gaydâk ile Hacel'in aynı şahıs olduklarım
söylemişlerdir. [158]
İlki, Kureyşli Esed
kabilesinden Huveylid kızı Hz. Hatice'dir. Hz. Peygamber (s.a) peygamber olmadan
önce, Hz. Hatice kırk yaşında iken onunla evlendi. Bu hanımı ölünceye kadar da
üzerine evlenmedi. İbrahim dışında bütün çocukları bu hanımından dünyaya
gelmiştir. Peygamberlik görevinde Hz. Peygamber'e (s.a) yardım eden, onunla
birlikte çırpınıp didinen, cihad eden ve canını, malını onun yoluna koyan işte
bu hanımıdır. Allah, ona Cebrail ile selâm göndermiştir. Ondan başka hiçbir
kadında görülmeyen bir meziyettir bu. Hicretten üç sene önce vefat etmiştir.
Hz. Hatice'nin
vefatından günler sonra Kureyşli Zem'a kızı Şevde ile evlendi. Hz. Peygamber
(s.a) ile geceleme hakkını Hz. Âişe'ye bağışlayan bu hanımdır.
SevdeMen sonra yedi
kat gökler ötesinden beraatına hükmedilen Ebu Bekir es-Sıddîk'm kızı Ümmü
Abdillah Âişe es-Sıddîka ile evlendi. Allah Rasûlü'nün (s.a) sevgilisi Âişe,
Ebu Bekir es-Sıddîk'ın kızı... Nikahlamadan önce melek onu Hz. Peygamber'e
(s.a) bir ipek kumaş içinde sundu ve "Bu, senin eşindir." dedi[159]Hz.
Peygamber (s.a) onunla Şevval a- yında
evlendi. Âişe altı yaşında idi. Hicretin birinci senesi Şevval ayında dokuz
yaşına bastığında onunla zifafa girdi. Ondan başka bakire ile evlenmedi ve
ondan başka hiçbir kadının yorganı altında iken kendisine vahiy gelmedi. Âişe,
onun en çok sevdiği insandı. (Ona iftira atıldığında) Mazeret tezkeresi gökten
inmiştir. Ümmet, ona zina iftirasında bulunanın kâfir olacağında görüşbirüğine
varmıştır. Âişe, Hz.Peygamber'in (s.a) hanımlarının en fakihi ve en âlimidir.
Hatta kayıtsız-şartsız bu ümmetin kadınlarının en fakihi ve en âlimidir. Hz.
Peygamber'in (s.a.) arkadaşlarının ileri gelenleri bile onun görüşüne müracaat
ederler ve ondan fetva sorarlardı. Hz. Peygamber'den (s.a.) bir düşük (çocuk)
dünyaya getirdiği söylenmişse de bu haber sağlam değildir.
Sonra Hz. Ömer
Îbnü'l-Hattâb'ın (r.a.) kızı Hafsa ile evlendi. Ebu Davud, Hz. Peygamber'in
(s.a.) onu boşadığını ve sonra ona geri döndüğünü kaydetmektedir[160]
Sonra Kays kabilesinin
Hilâl b. Âmir oğullarından Huzeyme b. Hâ-ris'in kızı Zeyneb ile evlendi. Bu
hanımı, evlendikten iki ay kadar sonra yanında vefat etti (v.3/625).Sonra
Kureyşli Manzum oğullarından Ebu Ümeyye'nin kızı Ümmü Seleme Hind ile evlendi.
Ebu Ümeyye'nin adı Huzeyfe b. Muğîre'dir. Ümmü Seleme, Hz. Peygamber'in (s.a.)
en son ölen hanımıdır. En son ölen hanımının Safiyye olduğu da söylenmiştir.
Nikâhta Ümmü Seleme'nin velisinin kim olduğu konusunda farklı görüşler ileri
sürülmüştür. İbn Sa'd, Taba-kât'mda. diyor ki: Hz. Peygamber (s.a.) ile
nikâhında onun velisi Seleme b. Ebî Seleme idi; ailesinden başka biri değildi.
Hz. Peygamber (s.a.) Seleme b. Ebî Seleme'yi, hakkında Ali, Cafer ve Zeyd'in
birbirleriyle çekiştikleri Hamza'nın kızı Ümame ile evlendirince:
"Seleme'ye karşılık verdim mi?" dedi([161].
Böyle diyor; çünkü Ümmü Seleme'yi Hz. Peygamber'e (s.a.) veren, ailesinden
başka biri değil, Seleme'nin kendisi idi. İbn Sa'd bunları, Seleme'nin
biyografisinde anlatıyor. Sonra Ümmü Seleme'nin biyografisinde ise: VâkidıMen
Mücmi' b. Yakub —Ebu Bekir b. Muhammed b. Ömer b. Ebî Seleme— babası Muhammed
b. Ömer senediyle rivayet ettiğine göre Allah Rasûlü (s.a.), Ümmü Seleme'yi bu
hanımın oğlu Ömer b. Ebî Seleme'den istedi. O da o zamanlar küçük bir çocuk
olduğu halde annesini Allah Rasülü'ne (s.a.) verdi, diyor.[162]
İmam Ahmed'in
Müsned'de Affân -Hammâd b. Ebî Seleme -Sabit -İbn Ömer b. Ebî Seleme- babası
Ebu Seleme senediyle aktardığı bir rivayete göre kocası Ebu Seleme'den (sonra
evlenebilmesi için beklemesi gereken -Ş.Ö) iddet müddeti dolan Ümmü Seleme'ye
Allah Rasûlü (s.a.) tâlib olur. Ümmü Seleme: "Merhaba, Allah'ın Elçisi!
Ben başka bir kadınım. Benim çocuğum var. Hem velilerimden hiçbiri de burada
değil..." diye karşılık verir. Bu hadiste Ümmü Seleme'nin, oğlu Ömer'e:
"Kalk, Allah Rasûlü'nün (s.a.) nikâhım kıy" dediği ve onun da nikâh
kıydığı aktarıl-maktadır[163]Bu
rivayet düşündürücüdür. Çünkü burada adı geçen Ömer, İbn Sa'd'ın kaydettiğine
göre Allah Rasûlü (s.a.) vefat ettiğinde dokuz yaşındaydı. Allah Rasûlü (s.a.)
ise Ümmü Seleme ile hicretin 4. senesi Şevval ayında evlendi. Bu durumda Ömer o
vakit üç yaşında olur. Böyle bir çocuk ise nikâh kıyamaz. Bunu, İbn Sa'd ve
diğerleri söylemektedir. Bu durum İmam Ahmed'e söylenildiğinde: "Ömer
küçüktü diye kim diyor?" demiştir. Ebu'l-Ferec İbnü'l-Cevzî diyor ki:
"Herhalde Ahmed, bunu Ömer'in yaşının ne kadar olduğunu araştırıp
öğrenmeden önce söylemiştir. Oysa bir grup tarihçi —İbn Sa'd ve diğerleri— onun
kaç yaşında olduğunu kaydetmiştir." Deniliyor ki: Ümmü Seleme'yi Allah
Rasûlü'ne (s.a.) veren, onun amcasının oğlu Ömer İbnü'l-Hattâb'tır. Hadis:
"Kalk, ya Ömer! Allah Rasûlü'nü (s.a.) nikâhla" şeklindedir. Hz.
Ömer ile Ümmü Seleme'nin nesebleri (atalan) Kâ'b'da birleşmektedir. Hz. Ömer'in
nesebi: Ömer-Hattâb-Nüfeyl-Abdüluzzâ-Riyâh-AbduUah-Kurt-Rezâh -Adiy-Kâ'b...
Ümmü Seleme'nin nesebi: Ümmü Seleme-Ebu
Ümeyye-Muğîre-Abdullah-Mahzûm-Yakaza-Mürra-Kâ'b... Ümmü Seleme'nin oğlu Ömer'in
adı onun adı ile tuttu. Ümmü Seleme: "Kalk, ya Ömer! Allah Rasûlü'nü
(s.a.) nikâhla" deyince, râvîlerden biri bunu onun oğlu zannetti; olayı,
anlamı esas olarak aktardı ve "Ümmü Seleme oğluna dedi ki..."
şeklinde rivayet edip, onun Hz. Peygamber'e (s.a.) çocuğunun yaşının
küçüklüğünü mazeret olarak göstermesini dikkatinden kaçırdı. Bu yanılgının bir
benzeri, fakihlerden bazılarının bu hadis konusunda vehme kapılıp hadisi Allah
Rasûlü (s.a.): "Kalk, ey çocuk! Anneni nikâhla" buyurdu şeklinde
rivayet etmeliridir. Ebu'l-Ferec İbnü'l-Cevzî diyor ki: Bu şekil metni, bu
hadiste bilmiyoruz. Şayet gerçekten böyle bir metin varsa muhtemel ki, Hz.
Peygamber (s.a.) bunu küçükle şakalaşmak için söylemiştir. Çünkü o vakit daha üç
yaşındaydı. Allah Rasûlü (s.a.) ise Ümmü Seleme ile hicretin dördüncü senesi
evlendi. Hz. Peygamber (s.a.) vefat ettiğinde Ömer dokuz yaşındaydı. Hem Allah
Rasûlü'nün (s.a.) nikâhı veliye ihtiyaç göstermez. İbn Akıl diyor ki: İmam
Ahmed'în sözünden anlaşılan Hz. Peygamber'in (s.a.) nikâhında veli şart
değildir ve bu onun hususiyetlerindendir.
Sonra Esed b. Huzeyme
oğullarından Cahş'ın kızı Zeyneb ile evlendi. Zeyneb, halası Ümeyye'nin
kızıdır. "Sonra Zeyd, eşi (Zeyneb) ile ilgisini kesince onu seninle
evlendirdik." âyeti[164]onun
hakkında inmiştir. Bundan dolayı Hz. Peygamber'in (s.a.) diğer hanımlarına
övünür: "Sizi aileleriniz evlendirdi. Beni ise yedi kat ötesinden Allah
evlendirdi." derdi[165]Allah
Teâlâ'mn onun velisi olması ve gökler ötesinden onu Rasûlü ile evlendirmesi
sırf ona ait olan hususiyetlerdendir. Hz. Ömer İbnü'l Hattâb'm hilâfetinin ilk
zamanlarında vefat etmiştir. İlk önce Zeyd b. Harise ile evli idi. Allah Rasûlü
(s.a.) Zeyd'i evlat edinmişti. Zeyd, Zeyneb'i boşayınca Allah Teâlâ evlat
edinenlerin onların hanımları ile evlenebilecekleri konusunda ümmeti için
uyulacak bir numune olmak üzere Peygamberini onunla evlendirdi.
Hz.Peygamber (s.a.),
Mustahk oğullarından Haris b. Ebî Dırâr'ın kızı Cüveyriye ile evlendi. Bu hanım
Mustahk oğullarından alınan esirler arasında idi. Hz. Peygamber'e (s.a.) gelip
ondan kölelik sözleşmesine yardım etmesini istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.) onun kölelikten kurtulması için vâdedilen parayı ödedi ve onunla
evlendi.
Sonra Kureyş'in
Emevîler kolundan Ebu Süfyân Sahr b. Harb'in Ramle adlı kızı Ümmü Habibe ile
evlendi. Adının Hind olduğu da söylenmektedir. Hz. Peygamber (s.a.) kendisiyle
evlendiğinde bu kadın Habeşistan'da muhacir idi. Hz. Peygamber (s.a.) adına
Necâşî ona dörtyüz dinar mehir verdi. Ümmü Habibe, oradan Hz. Peygamber'e
(s.a.) (gelin) getirildi. Kardeşi Muâviye devrinde vefat etti. Siyerciler ve
tarihçilere göre mütevâtir ve malum olan budur. Onlara göre Hz. Peygamber'in
(s.a.) Hatice ile Mekke'de, Hafsa ile Medine'de ve Safiyye ile Hayber'den sonra
evlendiği nasıl biliniyorsa, bu (Habeşistan'dan gelin getirme olayı) da aynı
şekilde bilinmektedir.
İkrime b. Ammar'm Ebu
Zümeyl aracılığıyla İbn Abbas'tan: Ebu Süfyân, Hz. Peygamber'e (s.a.)
"Senden üç şey istiyorum" dedi ve Hz. Peygamber (s.a.) de
isteklerini kabul etti. Bunlardan biri olarak Ebu Süfyân: "Ümmü Habîbe
adında arabın en güzeli bir kızım var. Onu sana nikahlamak istiyorum."
dedi... şeklindeki hadis[166]apaçık
bir hatadır. Ebu Mu-hammemd İbn Hazm: "Bu hadis şüphesiz uydurmadır.
İkrime b. Ammar bu yalanı söylemiştir" diyor. Bu hadis hakkında
İbnü'l-Cevzî diyor ki: Bu, râvilerden birinin yanılgısıdır. Bunda ne şüphe ne
tereddüt vardır. Burada İkrime b. Ammar'ı itham etmişlerdir. Çünkü tarihçiler
şu konularda görüşbirliğine varmışlardır: Ümmü Habîbe, Abdullah b. Cahş ile
nikâhlı idi ve ondan çocuğu dünyaya geldi. Abdullah b. Cahş, her ikisi de
müslü-man iken onunla Habeşistan'a hicret etti. Sonra kendisi hristiyan oldu;
Ümmü Habibe ise İslâm üzere sebat etti. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.)
Necâşî'ye heyet göndererek Ümmü Habîbe'ye talib oldu. Necâşî, Hz. Peygamber
(s.a.) ile onu nikahladı ve Hz.Peygamber (s.a.) adına ona mehir verdi. Bunlar
hicretin yedinci senesinde oldu. Ebu Süfyân mütareke zamanında gelip Ümmü
Habîbe'nin yanına girdi. Bunun üzerine Ümmü Habî-be, üzerine oturmaması için
derhal Allah Rasûlü'nün (s.a.) yatağını topladı. Ebu Süfyân ile Muâviye'nin
hicretin sekizinci senesi Mekke fethinde müslüman olduklarında ihtilaf yoktur.
Hem bu hadiste Ebu
Süfyân'ın Hz.Peygamber'e (s.a.) "Müslümanlarla savaştığım gibi kâfirlerle
savaşmak için beni komutan tayin etmeni istiyorum." dediği ve Hz.
Peygamber'in (s.a.) de: "evet, kabul" cevabım verdiği
kaydedilmektedir ki, Hz. Peygamber'in (s.a.) Ebu Süfyân'ı komutan tayin ettiği
hiç mi hiç bilinmemektedir.
Âlimler bu hadis
hakkında çok söz söylediler ve yorumunda izledikleri yolların sayıları kabardı.
Kimileri dedi ki: "Doğrusu bu hadisten dolayı Hz.Peygamber (s.a.) Ümmü
Habîbe ile Fetih'ten sonra evlenmiştir. Tarihçilerin nakilleri ile bu
reddedilemez." Siyeri ve geçmişte olan olayların tarihlerini az buçuk
bilen kimse katında büe bu metod bâtıldır.
Bir grup da: "Ebu
Süfyân, Hz. Peygamber'in (s.a.) kalbini hoş etmek için ondan nikâh akdini
tazelemeyi istemiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) Ümmü Habîbe ile onun rızası
olmadan evlenmişti." demiştir. Bu da bâtıldır. Hz. Peygamber (s.a.) için
böyle birşey düşünülemez ve hem de Ebu Süfyân'ın aklına yakışık almaz. Hiç böyle birşey olmamıştır.
Beyhakî ve
el-Münzirî'nin de aralarında bulundukları bir grup ise diyor ki:
"Muhtemel ki bu mesele Ebu Süfyân kâfir iken kızı Ümmü Habîbe'nin
kocasının Habeşistan'da öldüğü haberini duyduğu vakit Medine'ye yaptığı
yolculuklardan biri esnasında olmuştu." Bunlara Ebu Süfyân'ın Hz.
Peygamber'den (s.a.) kâfirlerle savaşmak için kendisini komutan tayin etmesini
ve oğlunu kâtip edinmesini istemesi gibi, reddetme çareleri bulunmayan
hususlar hatırlatılınca diyorlar ki: "Herhalde bu ikisini Ebu Süfyân,
Fetih'ten sonra istemiş, ama râvi bütün bunları bir tek hadiste toplamıştır."
Bu sözdeki aşırı zorakilik ve saplantı cevap vermeye bile gerek bırakmaz.
Bir grup ise diyor ki:
"Hadisin bir başka sahih yorumu sözkonusu-dur. Hadisin anlamı şöyledir:
Şimdi senin hanımın olmasından razıyım. Zira ben bundan önce razı değildim.
Şimdi gerçekten razı oldum. Artık hanımın olmasını istiyorum." Şayet bu ve
benzeri sözlerle sayfalar karalanmamış, bu konuda kitaplar yazılmamış ve
insanlar bu yorumu yapmamış olsalardı; bunu yazmaya, dinlemeye ve bununla
uğraşmaya zamanımız az olduğu için bundan sözetmekten kaçınmamız daha münasip
olurdu. Çünkü gönülleri alevlendiren, coşturan şeylerden değil, aksine
karartan şeylerdendir.
Bir grup ise şöyle
diyor: "Ebu Süfyân, Allah Rasûlü'nün (s.a.) hanımlarına ilâ (cinsel
yaklaşımda bulunmama yemini) yaptığında onları bo-şadığıni işitince, Medine'ye
geldi ve kızının da Hz. Peygamber'in
(s.a.) boşadıkları arasında olduğunu sanarak ona bu sözleri söyledi." Bu
da bir önceki gibidir.
Bir grup da diyor ki:
Aksine hadis sahihtir. Ancak Ümmü Habîbe'nin adının verilmesinde râvilerden
biri yanılgıya düşmüş, hata etmiştir. Ebu Süfyân, Ümmü Seleme'nin kızkardeşi
Ramle'yi Hz. Peygamber'e (s.a.) vermek istemiştir. İki kızkardeşi bir arada
almanın haram olmasının Ebu Süf-yân'a gizli kalması uzak ihtimal değildir.
Hatta bu durum ondan daha fakih ve daha âlim olan kızına bile gizli kalmıştı da
Allah Rasûİü'ne (s.a.): "Ebu Süfyân'ın kızı olan kardeşimde gözün var
mı?" diye sormuştu. Hz. Peygamber (s.a.): "Ne yapacağım?" demiş;
o da: "Nikâhlarsın" karşıhğnı vermişti. Hz. Peygamber (s.a.):
"Bunu istiyor musun?" diye sorunca: "Ben sana engel olmam.
Hayırda bana ortak olmasını en çok istediğim kişi, kız-kardeşimdir."
demiş; Hz. Peygamber (s.a.) ise ona: "Ama o, bana helâl olmaz." cevabını
vermişti[167]İşte Ebu Süfyân'ın, Hz.
Peygamber'e (s.a.) teklif ettiği kızı, (Ümmü Hâbibe'nin kardeşi olan) bu
kızıydı. Râvînin kendisi onun adını Ümmü Habîbe diye belirtti. Hatta o kızın
künyesinin de Ümmü Habîbe olduğu söylenmektedir...
Şayet hadiste geçen:
"Allah Rasûlü (s.a.) ona istediklerini verdij'l cümlesi olmasaydı, bu
cevap güzeldi. Bu durumda artık "Bu cümle râvinin bir yanılgısıdır. Zira
Hz. Peygamber (s.a.) ona isteklerinin bir kısmım verdi; ama râvi Hz.
Peygamber'in (s.a) ona istediklerini verdiğini söyledi. Yahut râvî, muhatap,
Hz. Peygamber (s.a.) ona isteklerinden verilmesi caiz olanları verdi, şeklinde
anlar diye güvenerek sözü mutlak söyledi." denir.
Hz. Musa'nın kardeşi,
İmran oğlu Hz. Harun soyundan gelen ve Na-dîr oğullarının reisi olan Huyey b.
Ahtab'ın kızı Safiyye ile evlendi. Şu halde Safiyye, peygamber kızı ve
peygamber hanımıdır. Dünyanın en güzel kadınlanndandı. Hz. Peygamber'e (s.a.)
Safiy'den[168]bir cariye olarak geçmiş
ve Hz. Peygamber (s.a.) onu âzâd edip azadını mehri saymıştı. Böylece bu tutum
kıyamet gününe kadar ümmet için bir sünnet oldu: Kişi cariyesini âzâd eder ve
azadını onun mehri sayar; böylece o cariye bu kişinin hanımı olur. Bir kimse:
"Cariyemi âzâd ettim ve onun azadını ona mehir saydım" yahut:
"Cariyemin azadını ona mehir saydım" derse bu âzâd ve nikâh sahihtir
ve yeniden bir akide, bir veliye ihtiyaç duyulmaksızm o cariye, adamın karısı
olur. İmam Ahmed'in ve ehl-i hadisten pek çoğunun mez-heblerinden anlaşılan
budur.
Bir grup diyor ki:
"Bu, Hz. Peygamber'e (s.a.) hastır ve Allah'ın nikâh konusunda O'na
ayrıcalık tanıdığı şeylerdendir, ümmet için geçerli değildir." Üç imam
(Ebu Hanîfe, Şafiî ve Mâlik) ve onlara uyanlar bu görüştedirler. Doğrusu
birinci görüştür. Çünkü aslolan, bir delil bulunmadıkça bir konunun yalnız, Hz.
Peygamber'e (s.a.) has olmamasıdır. Allah Teâlâ mehrini bağışlayan kadınla
nikâhlanmayı yalnız O'na has kılınca bu konuda: "Mü'mirilerden ayrı, sırf
sana has olarak..." buyurdu'62'; ama âzâd edilen kadın hakkında böyle bir
şey demedi. Aynı şekilde Allah Rasûlü (s.a.) de bu konuda ümmetin kendisini
örnek almalarını engellemek için böyle bir şey söylemedi. Allah Teâlâ,
evlatlıklarının (boşadıkları) hanımla-nyla nikâhlanmalannda ümmet üzerine bir
günah (yahut zorluk) olmadığını göstermek için O'na evlatlığının (boşadığı)
karısı ile nikâhlanmayı mubah kılmıştır. Bu da gösterir ki, Hz. Peygamber
(s.a.) bir nikâh akdi yaptığında —Allah ve Rasûlünden Hz. Peygamber'e (s.a.)
has olduğuna ve dolayısıyla örnek alınamayacağına dair açık bir ifade (-nas)
gelmedikçe— ümmet o konuda ona uyabilir.
Bu açıktır.
Bu meselenin iyice
izah edileceği, yapılan münakaşanın genişçe anlatılacağı ve böyle meselelerin
caiz olmalarının usul ve kıyas gereği olduğunun açıklanacağı yer başkadır. Biz
burada yalnızca bir uyarıda bulunduk.
Sonra Hilâl
oğullarından Haris kızı Meymûne ile evlendi. En son evlendiği kadındır. Doğru
olan görüşe göre onunla Mekke'de kaza umresi sırasında ihramdan çıktıktan sonra
evlendi. İhramlı iken evlendiği de söylenmiştir. Bu görüş İbn Abbas'mdır. îbn
Abbas —Allah ondan razı olsun— burada yanılmıştır. Çünkü nikâhta aralarında
elçilik yapmış olması sebebiyle olayı en iyi bilen kişi olan Ebu Rafı' Hz.
Peygamber'in (s.a,) Meymûne ile ihramsız iken evlendiğini haber vermiş ve:
"Aralarında elçi ben idim" demiştir. İbn ^\bbas, o vakit aşağı yukarı
on yaşlarında idi; olayı görmemiş ve olayın cereyan ettiği sırada orada
bulunmamıştı. Ebu Rafı' ergen bir adam ve hem de olay onun önünde olmuştur. En
iyi bilen odur. Böyle bir tercih sebebinin esas alınmasının gerekli olduğu
gözden kaçmaz. Meymûne, Muâviye devrinde vefat etti. Kabri Şeriftedir.
Deniyor ki:
Hanımlarından biri de Nadîr oğullarından Zeyd kızı Rey-hane'dir. Bu hanımın
Kurayza oğullarından olduğu, Kurayza oğullan ile yapılan savaşta esir alındığı
ve Allah Rasûlünün (s.a.) ganimet paylaştırılmadan seçip aldıkları (—safiy)
arasında bulunduğu, Hz. Peygamber'in (s.a.) âzâd edip onunla evlendiği, sonra
onu bir talâkla boşadığı ve sonra geri döndüğü de söylenmektedir.
Bir grup da diyor ki:
"Aksine Reyhane, onun cariyesi idi. Hz. Peygamber (s.a.) vefat edinceye
kadar, onunla milk-i yemîn ( = cariyelik mülkiyeti) sayesinde cinsel ilişkide
bulunmuştur." O halde bu kadın, hanımları arasında değil cariyeleri
arasında sayılır. Evvelki görüş Vâkidî'nin tercihidir. Şerefuddin ed-Dimyatî
de bu konuda ona muvafakat etmiş ve: "İlim adamları nezdinde en sağlam
olan görüş budur." demiştir. Bu söz laf götürür. Zira bilinen, bu kadının
Hz. Peygamber'in (s.a.) odalıklarından ve cariyelerinden olmasıdır. En
doğrusunu bilen Allah'tır.[169]İşte
Hz. Peygamber'in (s.a.) kendileriyle zifafa girdiği bilinen hanımları
bunlardır. Ama evlilik teklif edip de evlenmediği ve kadın kendisini (yani
mehrini) O'na bağışladığı halde nikahlamadığı kadınlar ise dört, beş civarındadır.
Bazıları, bunların sayısının otuz olduğunu söylemişlerse de O'nun sîretini ve
hallerini bilen ilim adamları böyle bir şey tanımıyorlar, aksine inkâr
ediyorlar. Onlarca bilinen şu ki, Hz. Peygamber (s.a.) evlenmek kastıyla
Cevneli kadına dünürcü gönderdi. Teklif için yanına girdiğinde kadın ondan
Allah'a sığındığını söyleyince, o da onu korudu ve onunla evlenmedi. Aynı şey
Kelb kabilesinden bir kadının başına da geldi. Böğründe bir beyazlık gördüğü
kadınla da aynı şey oldu; onun da yanına girmedi. Kendisini ( = mehrini) O'na
bağışlayan kadını, mehir olarak ona Kur'-an'dan birkaç sûre öğretmesi
karşılığında başka bir adamla evlendirdi. Bilinen budur. En doğrusunu Allah
bilir.
Tartışmasız Hz.
Peygamber (s.a.) vefat ettiğinde dokuz hanımı vardı. Gecelerini şu sekizi
arasında taksim yaparak nöbetleşe geçirirdi: Âişe, Haf-sa, Zeyneb Binti Cahş,
Ümmü Seleme, Safiyye, Ümmü Habîbe, Meymûne, Şevde ve Cüveyriye.
Hz. Peygamber (s.a.) vefat
ettikten sonra en evvel kendisine kavuşan hicrî 20/640 senesinde ölen Zeyneb
Binti Cahş olmuştur. En son ölen ise 62/681 senesinde Yezid'in hilâfeti
sırasında ölen Ümmü Seleme'dir. En iyi bilen Allah'tır. [170]
Ebu Ubeyde diyor ki: Dört
cariyesi vardı: 1-vlâriye: Oğlu İbrahim'in annesi, 2- Reyhane, 3- Esir alınan
savaşlardan birinde hissesine düşen diğer güzel bir cariye, 4- Zeyneb Binti
Cahş'ın ona bağışladığı bir cariye. [171]
1- Zeyd b.
Harise b. Şerâhîl: Allah Rasû gamber (s.a.) onu âzâd edip cariyesi Ümmü ile
evlendirildi.Bu evli likten Üsâme dünyaya geldi.
2- Eşlem, 3-
Ebu Râfi\ 4- Sevbân, 5- Ebu Kebşe Süleym, 6- Şükran: Adı Salih'tir; 7- Rabâh
Nûbî, 8- Yesâr Nûbî: Ureyneliler tarafından öldürülmüştür; 9- Mid'am[172]\
10- Kirkire Nûbî[173]Hz.
Peygamber'in (s.a.) eşyalarının muhafızı idi. Hayber savaşında, savaş
esnasında onun devesinin yularını tutuyordu. Sahih-i BuharVdeki rivayete göre o
gün ganimet malları arasından şemle[174]çalmış
ve savaşta öldürülmüş; Hz. Peygamber (s.a.) de: "O semle muhakkak ona ateş
püskürtecektir" buyurmuştu[175].
Mu-vatta'ûa ise şemleyi çalanın Mid'am olduğu rivayet edilmektedir'[176].
Her ikisi de Hayber savaşında öldürüldü. Doğrusunu en iyi Allah bilir.
11- Enceşe el-Hâdi[177]12-
Sefine b. Ferrûh: Adı Mihrân'dir. Sefine adını ona Allah Rasûlü (s.a.) koydu.
Çünkü yolculukta (arkadaşları) eşyalarını ona taşıtıyorlardı. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.): "Sen sefine ( = gemi)sin" buyurmuştu[178]Ebu
Hatim: "Onu Allah Rasûlü (s.a.) âzâd etti" derken, diğerleri; Ümmü
Seleme'nin âzâd ettiğini söylemektedirler.'[179]
13- Enese: Künyesi Ebu
Mişrah'tır; 14- Eflah, 15- Ubeyd, 16- Tah-mân: Diğer adı Keysân'dır. 17-
Zekvan, 18- Mihrân, 19- Mervân. Deniliyor ki: "bu (son üçü) Tahmân'ın
ismi konusunda ileri sürülen farklı isimlerdir." Doğrusunu en iyi Allah
bilir.
20- Huneyn, 21-
Sender, 22- Fudâle Yemânî, 23- Mâbûr Husâ, 24-Vâkıd, 25- Eby Vâkıd, 26- Kassam,
27- Ebu Asîb, 28- Ebu Müveyhibe.
Kadınlardan: 1- Selmâ Ümmü
Rafı', 2- Sa'd kızı Meymûne, 3- Hudra, 4- Radvâ, 5- Rezîne, 6- Ümmü Dumeyra, 7-
Ebu Asîb kızı Meymûne, 8-Mâriye, 9- Reyhane. [180]
1- Enes b. Mâlik:
İhtiyaçlarını görürdü; 2- Abdullah b. Mes'ûd: Ayakkabısına ve misvaklarına
sahip olurdu; 3- Ukbe b. Âmir el-Cühenî: Katırına sahip olur, onu
yolculuklarda sürerdi; 4- Esla' b. Şerik: devesine göz-kulak olurdu;
5,6-Müezzin Bilâl b. Rabâh ve Sa'd: Bu ikisi Hz. Ebu Bekir es-Siddîk'ın âzâdlı
köleleri idi; 7- Ebu Zer el-Gıfârî, 8,9- Eymen b. Ubeyd ve annesi Ümmü Eymen:
Bu ikisi Hz. Peygamber'in (s.a.) âzâdlıları idi. Eymen, Hz. Peygamber'in (s.a.)
temizlik ve tuvalet işlerine bakardı. [181]
1- Hz. Ebu Bekir, 2- Hz.
Ömer, 3- Hz. OsmanJ|4- Hz. Ali, 5- Zübeyr, 6- Âmir b. Füheyre, 7- Amr b. Âs, 8-
Übey b. Kâ'b, 9- Abdullah b. Er-kam, 10- Sabit b. Kays b. Şemmâs, 11- Hanzala
b. Rabî el-Üseydî, 12-Muğîre b. Şu'be, 13- Abdullah b. Revâha, 14- Halid b.
Velîd, 15- Halid b. Saîd b. Âs: Bu zatın, Hz. Peygamber'in (s.a.) ilk kâtibi
olduğu söylenmektedir; 16- Muâviye b. Ebu Süfyân, 17- Zeyd b. Sâbit:[182] Bu
işle en çok ilgilenen ve en uzman olanları bu sahabî idi. [183]
1- Hz. Ebu Bekir'in yanında bulundurduğu zekât
konularını içeren mektubu. Hz. Ebu Bekir, Bahreyn'e gönderdiği Enes b. Mâlik'e
bu mektubu yazdı[184]Cumhur
( = âlimler çoğunluğu) bu mektuba göre amel etmektedir.
2- Yemenlilere gönderdiği mektup. Ebu Bekir b.
Amr b. Hazm'ın babasından, onun da dedesinden rivayet ettiği mektup işte
budur. Aynı şekilde bu mektubu Müstedrek'inde Hâkim, Nesâî vs. muhaddisler
müsned —muttasıl bir senedle rivayet etmişlerdir. Ebu Davud vs. muhaddisler ise
mürsel senedle kaydetmişlerdir[185]Bu,
uzunca bir mektuptur. Bu mektupta zekât, diyetler, ahkâm, büyük günahların
adları, boşama, köle âzâdı, bir tek elbise ile namaz kılmanın ve örtünmenin
hükümleri, mushafa (abdest-siz) el sürme... gibi fıkhın değişik pekçok konulan
anlatılmaktadır.
İmam Ahmed diyor ki:
Allah Rasûlünün (s.a.) bu mektubu yazdığında şüphe yoktur. Fakîhlerin hepsi
diyetlerin miktarları konusunda bu mektubu kaynak almışlardır.
3- Züheyr oğullarına gönderdiği mektubu,
4- Hz. Ömer İbnüM-Hattâb'ın yanında bulunan ve
zekât nisablan vs. konularını içeren mektubu[186].
Hudeybiye'den dönünce
yeryüzü krallarına mektup yazdı ve onlara elçilerini gönderdi. Bu cümleden
olarak Bizans hükümdarına bir mektup yazdı. Kendisine, "(Bizanslılar)
Mühürsüz hiçbir mektubu okumazlar" denilince, bir gümüş mühür edindi ve
üzerine üç satır yazdırdı: "Muhammed" bir satır, "Rasûl"
bir satır ve "Allah" bir satır[187]Krallara
gönderdiği mektupları bununla mühürledi. Hicretin yedinci senesi Muharrem
ayında bir gün içinde altı neferi elçi olarak gönderdi.
Bunların ilki, Amr b.
Ümeyye ed-Damrî: Bu elçiyi Necâşî'ye gönderdi. Necâşî'nin adı Ashame b.
Ebcer'dir. "Ashame"nin Arapça karşılığı, Atıyye (Türkçe karşılığı ise
Bağış -Ş.Ö.)dir. Necâşî, Hz. Peygamber'in (s.a.) mektubuna saygı gösterdi ve
sonra müslüman olup şehadet getirdi. İnciri en iyi bilenlerdendi. O
Habeşistan'da öldüğü gün Hz. Peygamber (s.a.) Medine'de cenaze namazını
kıldırdı. Vâkıdî vs.'nin de içinde bulundukları bir grup tarihçi böyle
demekteyse de iş bunların dediği gibi değildir. Zira Allah Rasûlünün (s.a.)
cenaze namazını kıldırdığı Necâşî Ashame, mektup gönderdiği Necâşî değildir.
Birincisinin aksine, bu ikincisinin Müslüman olduğu bilinmiyor. Oysa birincisi
müslüman olarak ölmüştür'[188]'.
Müslim Sahih'inde Katâde yoluyla Enes'in şöyle dediğini rivayet eder:
"Allah Rasûlü (s.a.) Kisrâ'ya, Kayser'e, Necâşî'ye ve herbir saltanat
sahibine, onları Allah Teâlâ'ya davet için birer mektup gönderdi. Buradaki
Necâşî Allah Rasûlünün (s.a.) cenaze namazını kıldırdığı Necâşî değildir. [189]Ebu
Mu-hammed îbn Hazm diyor ki: "Allah Rasûlünün (s.a.) kendisine Amr b.
Ümeyye ed-Damrî'yi gönderdiği bu Necâşî müslüman olmamıştır." Birincisi
İbn Sa'd vs. tarihçilerin tercihidir. Aşikâre olan İbn Hazm'ın görüşüdür.
Dıhye b. Halîfe
el-Kelbî'yi Bizans hükümdarı Kayser'e gönderdi. Kay-ser'in adı Hirakl
(Heraklius, 610-641) idi. Müslüman olmayı kurdu. Neredeyse olacaktı; ama
olmadı. Müslüman olduğu söylenmişse de bu sözün bir değeri yoktur.
Ebu Hatim İbn
Hibbân'm, Sahih'inde rivayet ettiğine göre Enes b. Mâlik anlatıyor: Allah
Rasûlü (s.a.): "Şu mektubumu kim Kayser'e götürüp cenneti kazanmak
ister?" diye sordu. Cemaatten birisi: "Ya mektubu kabul
etmezse?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Kabul etmese de (götürene
cennet vardır)" buyurdu. Kayser, Beyt-i Makdis'e gelirken elçi ona rastladı.
Yere bir hah serilmişti. Üzerinde ondan başkası yürümüyordu. Elçi mektubu
halının üzerine attı ve yana çekildi. Kayser, mektubun yanına varınca eline
aldı ve: "Bu mektubun sahibi kim ise güvencededir." diye nida etti.
Adam gelip: "Benim" dedi. Kayser: "Memleketime geldiğinde bana
gel" dedi. Adam, gelince onun yanına gitti. Kayser'in emri ile sarayın
kapıları kapatıldı: Sonra bir tellâla şöyle nida etmesi için emir verdi:
"Haberiniz olsun, Kayser, Muhammed'e uydu ve hristiyanlığı bıraktı."
Bunu duyan ordusu derhal silahlarını çekip geldiler ve onu çembere aldılar.
Bunun üzerine Allah Rasûlü'nün (s.a.) elçisine: "Görüyorsun, tahtım elden
gidecek." dedikten sonra tellâlına şöyle nida etmesini emretti:
"Dikkat, dikkat! Kayser, davranışınızdan hoşnut oldu[190]. O
sadece sizi sınayıp sizin dininize ne kadar sıkı tutunduğunuzu görmek istedi.
Artık geri dönün, gidin." Allah Rasûîü'ne (s.a.): "Ben
müslümanım" diye yazdı ve O'na dinarlar gönderdi. Mektup eline geçince
Allah Rasûlü (s.a.): "Allah'ın düşmanı yalan söyledi. O müslüman değil,
hristiyandır."
Abdullah b. Huzâfe
es-Sehmî'yi, Kisrâ'ya gönderdi. Nuşirevan oğlu Hürmüz'ün oğlu olan Kisrâ'mn adı
İbreviz (Perviz) idi. Hz. Peygamber'in (s.a.) mektubunu parçaladı. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'ım! Onun saltanatını parçala."
diye beddua etti. Allah, onun saltanatını ve milletinin memleketini parçaladı[191]'
Hâtıb b. Ebî
Beltea'yı, Cüreyc b. Mînâ adındaki İskenderiye kralı ve Kıptîlerin lideri olan
Mukavkis'a gönderdi. Mukavkıs, iyi şeyler söyledi ve yakınlık gösterdi. Ama
müslüman olmadı. Hz. Peygamber'e (s.a.) Mâ-riye'yi ve onun kızkardeşleri Şîrîn
ile Kayserâ'yı hediye etti. Hz. Peygamber (s.a.) Mâriye'yi odalık edindi ve
Sîrîn'i Hassan b. Sâbit'e hediye etti.
Mukavkıs, Hz.
Peygamber'e (s.a.) ayrıca şu hediyeleri de göndermiştir: Bir başka câriye, bin
miskal altın, Mısır kubâtî kumaşından yirmi parça elbise, bir boz katır
—Düldül—, bir boz eşek —Ufeyr—, Mâbur adında bir hadım köle —bu kölenin
Mâriye'nin amcasının oğlu olduğunu söylenmektedir—, bir at —Lizâz—, bir cam
kadeh ve bir miktar bal. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Pis adam,
saltanatına kıyamadı. Saltanatı sürmeyecektir. [192]dedi.
Şucâ b. Vehb
el-Esedî'yi, Belkâ kralı Haris b .Ebu Şemir el-Gassânî'ye gönderdi. Bunu İbn
İshak ve Vâkidî söylemiştir. Kimisi: "Şucâ, Cebele b. Eyhem'e gitti",
kimisi: ıtHer ikisine de gitti." ve kimisi de: "Dıhye b. Halîfe ile
birlikte Hirakl'e gitti." demiştir. Doğrusunu en iyi Allah bilir.
Selît b. Amr'ı,
Yemâme'deki Hanîfe oğulları (reisi) Hevze b. Ali'ye gönderdi. Hevze, elçiye
ikramda bulundu. Deniliyor ki: Hz. Peygamber (s.a.) Selît b. Amr'ı, Hanîfe
oğullarından Hevze ile Sümâme b. Üsâl'e gönderdi.
İşte Allah Rasûlü'nün
(s.a.) aynı gün gönderdiği söylenen altı elçi bunlardır.
Hicretin sekizinci
senesi Zilkade ayında Amr b. Âs'ı, Ummân'dakî Ezd oğullarından el-Cülendî'nin
oğullan Ceyfer ile Abdullah'a elçi olarak gönderdi. Bu ikisi müslüman olup
zekâtlarını verdiler. Amr'm önüne zekât toplama ve aralarında hükmetme yolunu
açtılar. Amr, Allah Rasûlü'nün (s.a.) vefat haberi kendisine ulaşıncaya kadar
aralarında kaldı.
Ci'râne'den ayrılmadan
önce —bir görüşe göre Fetih'den önce— Alâ el-Hadramî'yi, Bahreyn kralı Münzir
b. Sâvâ el-Abdî'ye gönderdi. Münzir müslüman oldu ve zekâtını (vergisini)
verdi.
Muhacir b. Ebû Ümeyye
el-Mahzûmî'yi, Yemen'deki Hâns b. Abdi-külâl el-Himyerî'ye gönderdi. Hâns:
"Durumumu iyiden iyiye düşünüp taşınacağım." dedi.
Tebük seferinden
dönünce —bir görüşe göre hicretin sekizinci senesi Rebîulevvel ayında —Ebû Musa
ile Muâz b. Cebel'i İslâm davetçileri olarak Yemen'e gönderdi. Yemen halkı
toptan, savaşsız, isteyerek müslüman oldu. Daha sonra Hz. AH b. Ebu Tâlib'i
onlara gönderdi. Hz. Ali, veda haccı esnasında Mekke'de Hz. Peygamber'in (s.a.)
yanına çıkageldi.
Cerîr b. Abdullah
el-Becelî'yi, Zu'1-Kelâ el-Hımyerî ile Zû Amr'a, onları İslâm'a davet için
gönderdi. Bu zatlar müslüman oldular. Allah Rasû-lü (s.a.) vefat ettiğinde
Cerîr onların yanında idi.
Amr b. Ümeyye
ed-Damrî'yi bir mektupla (yalancı peygamber) Müseylemetü'l-Kezzâb'a gönderdi.
Ayrıca ona Zübeyr'in kardeşi Sâib b. el-Avvâm ile bir başka mektup daha
gönderdi; ama müslüman olmadı.
İslâm'a davet için
Ferve b. Amr el-Cüzâmî'ye elçi gönderdi. Elçi göndermediği de söylenmektedir.
Ferve, Kayser'in Maan valisi idi; müslüman oldu ve Hz. Peygamber'e (s.a.)
müslüman olduğunu bir mektupla bildirdi. Ayrıca Mes'ûd b. Sa'd ile O'na şu
hediyeleri gönderdi: Fızza adında bir boz katır, Zarib adında bir at ve Ya'fûr
adında bir eşek. Bir grup âlim böyle demiştir. Aşikâr olan o iki —Allah daha
iyi bilir ya— Ufeyr ve Ya'fûr aynı eşektir; Ufeyr, kelimesi Ya'fûr kelimesinin
terhîm şeklindeki ism-i tasgiridir.
Ayrıca değişik
kumaşlar ve altınla süslü ipek bir kaftan gönderdi. Hz. Peygamber (s.a.)
hediyelerini kabul etti ve Mes'ûd b. Sa'd'a on iki buçuk ukiyye bağış yaptı.
Ayyaş b. Ebî Rabîa
el-Mahzûmî'yi bir mektupla Himyer'den Abdikü-lâİ'in oğullan Haris, Mesrûh ve
Nuaym'a gönderdi. [193]
Dört tane olup ikisi
Medine'de idi: 1- Bilâl b. Rabâh: Allah Rasûlü-nün (s.a.) ilk müezzinidir; 2-
Kureyşli Âmir oğullarından Ümmü Mektüm'-un oğlu kör Amr (İbn Ümmü Mektüm), 3-
Küba'da: Ammar b. Yasir'in âzâdlısı Sa'd el-Karaz; 4- Mekke'de: Ebu Mahzura;
Adı, Evs b. Muğîre el-Cumhî'dir.
Müezzinlerden Ebu Mahzura
ezanda tercî' yapar[194]
(yani şehadet kelimelerinin herbirini yavaşça söyledikten sonra tekrar yüksek
sesle söyler -Ş.Ö.) ve kameti iki kere tekrarlardı. Bilâl ise tercî' yapmaz,
kameti bir kere söylerdi. İmam Şafiî (r.h.) ile Mekkeliler Ebu Mahzûra'nın
ezanını, Bilâl'ın kametini; Ebu Hanîfe (r.h.) ile Iraklılar Bilâl'ın ezanını,
Ebu Mah-zûra'nm kametini; İmam Ahmed (r.h.), ehl-i hadis ve Medineliler ise Bilâl'ın
hem ezanını, hem de kametini almışlardır .Mâlik (r.h.) iki yerde —tekbirin
yinelenmesi ve kamet (Kad kemâti's-salâtu) sözünün iki kere söylenmesi—
muhalefet etmiştir. O, kameti tekrar etmiyor. [195]
Bâzân b. Sâsân: Behrâm
Cûr'un neslindendir. Allah Rasûlü (s.a.), Kis-ra'nın ölümünden sonra onu bütün
Yemen halkının başına geçirdi. İslâm'da Yemen'e tayin edilen ilk validir. Aynı
zamanda ilk müslüman olan Acem kralıdır.
Allah Rasûlü (s.a.)
Bâzân'ın ölümünden sonra San'â ve civarındaki köy ve kasabalara onun oğlu Şehr
b. Bâzân'ı vali tayin etti. Sonra Şehr öldürülünce Allah Rasûlü (s.a.) San'â'ya
Halid b. Saîd b. Âs'ı vali yaptı.
Allah Rasûlü (s.a.)
Muhacir b. Ebu Ümeyye el-Mahzûmî'yi Kinde ve Sadif'e vali tayin etti. Allah
Rasûlü (s.a.) vefat ettiğinde daha görev yerine gitmemişti. Bunun üzerine Hz.
Ebu Bekir, onu dinden dönen (mürted) bir takım insanlarla savaşması için (bir
müfrezenin başında) gönderdi.
Ziyâd b. Ümeyye
el-Ensârî'yi, Hadramevt'e;
Ebu Musa el-Eş'arî'yi,
Zübeyd, Aden ve Sâhil'e;
Muaz b. Cebel'i,
Cened'e;
Ebu Süfyân Sahr b.
Harb'i, Necrân'a;
Ve (Ebu Süfyân'ın)
oğlu Yezîd'i, Teymâ'ya vali olarak gönderdi.
Attâb b. Esîd'i,
Mekke'ye vali tayin etti ve hicretin sekizinci senesi müslümanlara hac ibadeti
yaptırma görevini ona verdi. O vakit 20 yaşında yoktu.
Ali b. Ebu Tâlib'i, humusları
(beşte birlik vergilen) toplama ve kadılık yapma görevleriyle Yemen'e
gönderdi.
Amr b. Âs'ı, Umman'a
ve çevresine vali tayin etti.
Zekât toplama işine
pekçok grup görevlendirdi. Zira her kabilenin zekâtlarını toplayan bir görevli
vardı. Bundan dolayı zekât memurlarının sayısı kabardı.
Hz. Ebu Bekir'i
hicretin dokuzuncu senesi haccı idare etme işiyle görevlendirdi ve onun
ardından Hz. Ali'yi halka Berâet ( = Tevbe) sûresini okuması için gönderdi.
Kimisi: "Çünkü bu sûrenin evveli, Hz. Ebu Bekir hacca gittikten sonra
inmiştir."; kimisi: "Zira Arabın âdetidir; akitleri sadece kendisine
itaat edilen birisi yahut kişinin ailesinden bir şahıs yapar-bozar."
diyor, kimi ise diyor ki: Hz. Ali'yi, Hz. Ebu Bekir'e yardımcı ve destek olsun
diye arkasından gönderdi. Bu yüzden Hz. Sıddîk Hz. Ali'ye: "Âmir misin,
memur musun?" diye sormuş, o da: "Hayır, memurum." cevabını
vermişti[196]Allah'ın düşmanları
Rafizîler ise: "Hz. Peygamber (s.a.) onu görevinden azledip yerine Hz.
Ali'yi geçirdi." diyorlar. Bu, onların yeni çıkmış iftiralarından ve
bühtanlarından başkası değildir,
"Nesî olayından
dolayı bu hac Zilhicce ayında mı, yoksa Zilkade ayında mı yapılmıştı?" Bu
konuda âlimler görüş ayrılığına düşmüşler ve iki ayrı görüş ileri sürmüşlerdir.
En doğrusunu Allah bilir. [197]
10- Sa'd b. Muâz: Bedir savaşında gölgelikte uyurken muhafızlığım yapmıştır. 2-
Muhammed b. Mesleme: Uhud savaşında muhafızlığını yaptı. 3- Zübeyr b. Avvâm:
Hendek savaşında muhafızlığını yaptı. 4- Abbâd b. Bişr: Muhafızlık işlerine
bakan bu zattı.
Bu şahıslar dışında
başka kişiler de Hz. Peygamber'in (s.a.) muhafızlığını yapmışlardır.
"Allah seni insanlardan korur" âyeti[198]inince,
insanların karşısına çıktı, âyeti onlara haber verdi ve muhafızları gönderdi[199]
Fedaileri:
I- Ali b. Ebu Tâlib, 2- Zübeyr b. Avvâm, 3-
Mikdâd b. Amr, 4-Muhammed b. Mesleme, 5- Âsim b. Sabit b. Ebu'l-Aklah, 6-
Dahhâk b. Süfyân el-Kilâbî.
Valiye göre emniyet
müdürü (sahibu'ş-şurta) ne ise Hz. Peygamber'e (s.a.) göre de Kays b. Sa'd b.
Ubâde el-Ensârî o idi.[200]
Hudeybiye günü Muğîre
b. Şu'be kılıcıyla Hz. Peygamber'in (s.a.) başında bekledi.
Nafaka işlerine
bakanlar; yüzüğüne, ayakkabısına ve misvakına göz-kulak olanlar; huzuruna
girilmesine izin verenler:
Bilâl, nafaka işlerine
bakardı. Muaykîb b. Ebu Fâtıma ed-Devsî mü-hürüne, İbn Mes'ûd misvakına ve
ayakkabısına bakardı.
Huzuruna girilmesine müsaade
edenler (yani kapıcıları) şunlardı: 1-Rebâh el-Esved, 2- Enese: Bu ikisi kölesi
idiler; 3- Enes b. Mâlik, 4-Jıbu Musa el-Eş'arî. [201]
İslâm'ı müdafaa eden
şairleri: 1- Kâ'b b. Mâlik, 2- Abdullah b. Revâ-ha, 3- Hassan b. Sabit.
Kâfirlere karşı en katı olanları Hassan b. Sabit idi. Kâ'b b. Mâlik ise
kâfirleri, küfürlerinden ve şirklerinden dolayı ayıplardı.
Hatibi, Sabit b. Kays
b. Şemmâs idi.[202]
Yolculukta önünde şarkı söyleyerek deve sürenler:
me b. Ekvâ'. Sahih-i
Müslim'de rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü'nün (s.a.) güzel sesli, şarkı
söyleyen bir deve sürücüsü vardı. Alİah Rasûlü (s.a.) ona: "Yavaş ol, ya
Enceşe! Cam kâseleri (yani yufka yürekli kadınları incitip) kırmayasın."
buyurdu.[203]
Bütün gazaları,
seriyeleri ve ba'sları[204]hicretten
sonraki 10 sene zarfında olmuştur. Gazalarının sayısı 27'dir. 25 yahut 29
olduğunu söyleyenler ve daha başka rakamlar verenler de vardır. Şu dokuz
gazada savaşmıştır: Bedir, Uhud, Hendek, Kurayza, Mustalık, Hayber, Fetih,
Huneyn ve Tâif. Hayber kasabalarından Vâdi'UKurâ'da, Gâbe'de (Şam bölgesinde Medine'ye
yakın bir yer adı) ve Benî Nadir ile yapılan savaşlara da iştirak ettiği
söylenmiştir.
Seriye ve ba'sları altmışa
yakındır. Asıl büyük gazalar yedi tanedir: Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Fetih,
Huneyn ve Tebük. Bu gazalar hakkında Kur'an âyetleri inmiştir. Enfâl sûresi,
Bedir savaşının anlatıldığı sûredir. Uhud savaşı hakkında Âl-i İmrân sûresinin
sonlarındaki: "Hani sen inananları mevzilere yerleştirmek üzere, erkenden
evinden ayrılmıştın..." âyetinden[205]sûrenin
bitiminden az öncesine kadar olan kısmı inmiştir. Hendek, Kurayza ve Hayber
savaşları hakkında Ahzâb sûresinin başı; Benî Nadîr savaşı hakkında Haşr sûresi
ve Hudeybiye olayı ile Hayber hakkında Fetih sûresi inmiş ve ayrıca bu sûrede
(Mekke) Fethine işaret edilmiştir. Nasr sûresinde ise Fetih açıkça
zikredilmiştir. [206]
Dokuz kılıcı vardı:
1- Me'sûr: Sahip
olduğu ilk kılıçtır. Babasından miras kaldı. 2- Adb, 3- Zülfikar yahut
Zülfekar: Hemen hemen bu kılıcını hiç yanından ayırmazdı. Bu kılıcın kabzası,
kabzasının pervazesi, halkası, tepe kısmı, zînet için olan halkaları ve kınının
dilciği hep gümüştendi. 4- Kal'î, 5- Bettâr, 6- Hatf, 7- Rasûb, 8- Mıhzem, 9-
Kadîb.
Kılıcının kınının
dilciği tamamen gümüş ve bunun arasında kalan kısım gümüş halkalar
şeklindeydi. Kılıcı Zülfikar'ı Bedir savaşında ganimet olarak almıştı. (Uhud
savaşında) kendisine gösterilen rüya da bu kılıç üzerinde idi. Fetih günü
Mekke'ye geldiğinde kılıcının üzerinde akın ve gümüş vardı. ,
Yedi zırhı vardı:
1- Zâtu'l-Fudûl: İşte bu zırhı, ailesi için
yahudi Ebu Şahm'dan 30 sa'arpa aldığında o yahudinin yanında rehin bırakmıştı.
Borç bir seneye kadar Ödenecekti. Zırh demirdendi.
2- Zâtu'l-Vişâh, 3- Zâtu'l-Havâşî, 4- Sa'diyye,
5- Fızza, 6- Betrâ, 7-Hirnık. Altı, yayı vardı:
1- Zevrâ, 2- Ravhâ, 3-
Safra, 4- Beyzâ, 5- Ketum: Uhud savaşında kırıldı; Katâde b. Nu'mân aldı; 6-
Sedâd.
Kâfur adında bir
sadağı, üç gümüş halkası bulunan menşur deriden bir kemeri, bir gümüş tokası ve
bir gümüş tırnak makası vardı. Bazıları böyle demişse de Şeyhülislâm îbn
Teymiye: "Hz. Peygamber'in (s.a.) kemer kuşandığı bize ulaşmadı."
diyor.
Zeiûk adında bir
kalkanı ve Fütak adında başka bir kalkanı vardı. Deniliyor ki, kendisine
üzerinde put resmi bulunan bir kalkan hediye edildi. Elini onun üzerine koydu,
Allah o putu giderdi.
Beş mızrağı vardı.
Birisine Müsvî, diğerine Müsnî denirdi. Neb'a adm-da bir hançeri vardı. Beyzâ
adında bir büyük mızrağı daha vardı. Bastona benzer, Aneze adında başka bir
küçük mızrağı daha vardı ki, bayramlarda onu önüne alarak yürür ve bu mızrağı
önüne dikerlerdi. Böylece onu namaz kıldığı tarafa diktiği sütre yapmış
olurdu. Zaman zaman bu mıziakla yürüdüğü olurdu.
Muvaşşah adında, sarı
bakırla kaplı bir demir miğferi ve Sebûğ yahut Zü's-Sebûğ adında bir başka
miğferi vardı.
Harb esnasında giydiği
üç cübbesi vardı. Harb esnasında yeşil ince ipekten bir cübbe giydiği de
söylenmektedir. Bilinen o ki, Urve b. Zübeyr'-in, astarı yeşil ince ipek olan,
ipek bir yelmuku (kaftanı) vardı, harb esnasında giyerdi. İki rivayetten
birine göre İmam Ahmed, harb esnasında ipek giymeyi caiz görmektedir.
Ukâb adında siyah bir
bayrağı vardı. Sünen-i Ebu Davutf'daki bir rivayete göre sahabeden biri:
"Allah Rasûlü'nün (s.a.) bayrağını gördüm, sarı idi." demektedir. Hz.
Peygamber'in (s.a.) beyaz sancakları vardı. Ba-zan bunlara siyah desenler de
verirdi.
el-Kin adında bir kıl
çadırı vardı. Bir arşın yahut daha fazla uzunlukta ucu çengelli bir bastonu
vardı, ona dayanarak yürür, devesi üzerinde iken önüne asardı. Urcûn adında bir
bastonu; Memşûk adında kayın ağacından yapılma bir âsâsı vardı. Deniliyor ki,
halifelerin birbirlerinden aldıkları âsâ budur.
Reyyân ve Muğnî
adlarını taşıyan bir kadehi ve gümüş zincir takılmış başka bir kadehi vardı.
Cam bir kadehi ve
divanının altına konan, gece içine küçük abdest bozduğu hurma ağacından bir
kadehi vardı. Sâdır adında bir kırbası vardı. Abdest almak için bir taş
maşrapası (ibriği) bulunduğu söylenmektedir. San bakırdan bir su teknesi, Sea
adında bir leğeni, İçinde yıkandığı bakır bir kabı, bir yağ şişesi, ayna ve
tarak koyduğu bir küçük sandığı vardı. Tarağın fiidişinden olduğu
söylenmektedir. Bir de uyuyacağı zaman her iki gözüne de kendisinden üçer kere
sürme çektiği bir sürmedanhğı vardı. Küçük sandığında makas ve misvak da
bulunurdu. Dört erkeğin aralarında taşıdıkları dört halkası bulunan Garrâ
adında bir çanağı vardı. Bir sa'ı, bir müddü, bir tüylü saçaklı büyük keçesi,
Es'ad b. Zürâre'nin hediye ettiği ayaklan Hind ardıcından bir divanı ve dolgu
maddesi Uf olan deri bir yatağı vardı.
Bunların hepsi değişik
hadislerde dağınık olarak rivayet edilmiştir.
Taberanî, Mu'cem'mûe İbn
Abbas'tan Hz. Peygamter'in (s.a.) kaplarını bir arada sıralayan şöyle toplu
bir hadis rivayet eder: "Allah Rasûlü'nün (s.a) kabzası ve kabza başı
gümüşten olan Züîfikar adında bir kılıcı, Sedâd adında bir yayı, Cem' adında
sadağı, bakırla kaplı Zâtu'l-Fudûl adında bir zırhı, Neb'â adında bir hançeri,
Dakn adında bir ucu çengelli bastonu, Mûciz adında beyaz bir kalkanı, Sekb
adında siyah bir atı, Dâc adında bir eğeri, Düldül adında boz bir katın, Kasvâ
adında dişi bir devesi, Ya'fûr adında bir eşeği, el-Kin adında bir halısı,
Kamra adında bir bastonu, Sâdıra adında bir kırbası, Cami' adında bir makası,
bir aynası ve Mevt adında, kayın ağacından yapılma bir âsâsı vardı." [207]
Atlan:
1- Sekb: Sahip olduğu
ilk at olduğu söylenir. Kendisinden on ukiyyeye satın aldığı bedevi arabın
yanında iken adı Dırs idi. Alnında ve ayaklarında beyazlık ve sağ ayağında bir
deri bukağı vardı. Siyaha yakın al renkte idi. Nitekim siyah olduğu da
söylenmektedir. 2- Mürtecez: Boz bir attı. İşte, Huzeyme b. Sâbit'in şahitlikte
bulunduğu at, buydu, 3- Luhayf, 4-Lizâz, 5- Zarib, 6- Sebha, 7- Verd.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bu yedi ata sahip olduğunda görüşbirliği vardır. Bunları İmam Ebu
Abdillah Muhammed b. İshak b. Cemâr eş-Şâfiî bir beyitte şu şekilde topladı:
Bu beyti bana, oğlu
İmam Ebu Amr İzzeddin Abdülaziz haber Allah, onu taatı ile aziz eylesin.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) daha başka on beş atı olduğu söylenir, bunlar ihtilaflıdır. Atının eğerinin iki yanı liften idi.
Katırları:
1- Düldül:
Boz idi. (Mısır kralı) Mukavkıs'ın hediyesidir, 7
2- Fizza ( =
Gümüş) adında Ferve el-Cüzâmî'nin hediye ettiği verdi. \ncak başka bir katır,
3- Eyle kralının hediye ettiği boz katır,
4- Dûmetu'I-Cendel hükümdarının hediye ettiği
bir başka katır,
5- Necâşî'nin bir katır hediye ettiği ve Hz.
Peygamber'in (s.a.) ona bindiği de söylenmektedir.
Eşekleri:
1- Ufeyr:
Boz idi. Kıptî kralı Mukavkıs hediye etmişti.
2- Ferve el-Cüzâmî'nin hediye ettiği bir başka
eşek,
3- Sa'd b. Ubâde'nin Hz. Peygamberi (s.a.) bir
eşek verdiği h Hz. Peygamber'in (s.a.) de ona bindiği söylenmektedir.
Develeri:
1- Kasvâ: Bu
deve üzerinde hicret ettiği söylenmektedir.
( 2,3- Azbâ (= Kulaksız) ve Ced'â (= Burunsuz) Bu iki devede ne culak, ne
de burun vardı. Bu sebeple böyle adlandırıldılar. Kulağında kesiklik olduğu
için bu adla anıldığı da söylenmektedir. Azbâ ve Ced'â bir deve adı mıdır,
yoksa iki ayrı deve adı mıdır? Bu konuda ihtilaf vardır. Azbâ, yarışlarda geçilmez
bir deve idi. Sonra iş devesi üzerinde bir bedevi arap çıkageldi ve onu geçti.
Bu müslümanların ağırına gitti. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.):
"Dünyada herhangi bir şeyi yükseltirse mutlaka onu al-çattmak Allah
üzerine bir haktır.*' buyurdu.[208]
4- Hz.
Peygamber (s.a.), Bedir savaşında Ebu Cehil'in, burnunda gümüş bir halka
bulunan ve attan hızlı giden Mehr kabilesinden aldığı devesini ganimet olarak
ele geçirdi. Müşrikleri öfkelerinden çatlatmak için bu deveyi Hudeybiye günü
birine hediye olarak verdi.[209]
Kırk beş adet sağmal
devesi vardı. Ayrıca Sa'd b. Ubâde'nin Akîl oğulları develerinden ona
gönderdiği Mehr kabilesi develerinden bir devesi vardı.
Yüz koyunu vardı. Bu sayıdan
fazla olmasını istemezdi. Çobanı her ne zaman bir kuzu doğduğunu haber etse,
onun yerine bir koyun keserdi. Yedi tane hediye keçisi vardı; onları Ümmü Eymen
otlatırdı. [210]
"Sehab =
bulut" adında bir sarığı vardı, onu Hz. Ali'ye giydirdi. Sarık sarar,
sarığın altına da kalensüve (fes, takke, başlık vb.) giyerdi. Kâh kalensüveyi
sanksız giyer, kâh sarığı kalensüvesiz sarardı. Sarık sardığı zaman sarığım
omuzları arasına sarkıtırdı. Nitekim Müslim, Sahih'inde Amr b. Hâris'in şöyle
dediğini rivayet eder: "Allah Rasûlü'nü (s.a.) minberde hutbe okurken
gördüm. Başında, iki ucunu omuzları arasına sarkıttığı siyah bir sarığı vardı.
[211]
Yine Müslim'de Câbir
b. Abdullah'dan rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.), (Fetih Günü)
Mekke'ye başında siyah bir sarıkla girdi[212]Câ-bir'in
rivayet ettiği bu hadiste sarığın ucu anıimamıştır. Bu da gösterir ki, Hz.
Peygamber (s.a.) sarığın ucunu daima omuzlan arasına sarkıtmazdı. Denilir ki,
Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'ye üzerinde savaş takımı ve başında miğferi ile
girdi. O halde her yerde münasip olanı giymiştir.
Üstadımız Ebu'l-Abbas
İbn Teymiye —Allah, ruhunu cennetle mukaddes kılsın— sarığın ucunun
sarkıtılması konusunda şahane bir sebep söylemektedir ki, o da şudur: Hz.
Peygamber (s.a.) Medine'de gördüğü rüyada, İzzet sahibi Allah Tebâreke ve Teâlâ
Hazretlerini müşahede ettiği gecenin sabahında sarığının ucunu omuzlan arasına
sarkıtmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) anlatıyor: "Allah, bana: 'Ey Muhammedi
Mele-i A'lâ hangi konuda birbiriyle çekişiyor, biliyor musun?' diye sordu.
'Bilmiyorum' dedim. Bunun üzerine elini iki kürek kemiğimin arasına koyduk[213]
Böylece gök ile yer arasında olanı bildim..."[214] Bu
hadis Tirmizî'dedir[215]
Buharî'-ve hadisin durumu sorulunca "sahih" cevabını verdi.
Üstadımız: "İşte bu halden dolayı Hz. Peygamber (s.a.) sarığının ucunu
omuzları arasına sarkıtmıştır" dedi. Bu açıklama, cahillerin lisan ve
kalblerinin inkâr edeceği ilimdendir. Sarık ucunun sarkıtıldığının
söylenilmesi konusunda onun dışında bu açıklamayı yapanı görmedim.
Gömlek giymiştir.
Zaten en sevdiği elbise gömlekti. Gömleğinin kolu bileğine kadardı. Cübbe,
kaftana benzer(ense tarafından yırtmaçlı bir elbise) olan ferrûc ve ferace
giymiştir. Ayrıca kaftan da giymiştir. Yolculukta yenleri dar bir cübbe
giymiştir. (Belden aşağı giyilen peştemal gibi bir giyecek olan) izâr ve
(bedeni örten üsten giyilen şal gibi bir örtü olan) ridâ giymiştir. Vâkıdî
diyor ki: Hz. Peygamber'in (s.a.) ridâsı ve abasının uzunluğu altı arşın, eni
üç arşın bir karış; izan ise Umman dokumalarındandı ve uzunluğu dört arşın bir
karış, eni iki arşın bir karıştı.
Kırmızı hülle
giymiştir. Hülle izâr ve ridâdan oluşan takıma denir. Bu iki giyecek birlikte
olursa ancak o zaman hülle adını alır. Hz. Peygamber'in (s.a.) hüllesinin,
başka renk katışmamış sade kırmızı olduğunu sanan kişi yanılgıya düşmüştür.
Kırmızı hülle, diğer Yemen bürdelerinde olduğu gibi siyahla karışık, kırmızı
desenlerle dokunmuş iki Yemen bürde-sinden oluşmaktaydı. Kırmızı çizgiler
bulunması itibariyle bu adla tanınmaktadır. Yoksa sade kırmızı şiddetle
yasaklanmıştır.[216]
Sahih-i Buharî'dc rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), kırmızı eğer
minderini (yahut üstlük libasını) yasakladı[217]
Sünen-i Ebu Davud'da
yer alan rivayete göre ise Abdullah b. Ömer şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber
(s.a.) üzerimde usfurla boyalı (düz desenli dikişsiz pelerin gibi bir giyecek
olan - Ş.Ö.) bir rayta gördü. "Üzerindeki bu rayta nedir?" diye
sordu. Yüz ifadesinden hoşlanmadığını anladım. Aileme geldiğimde tandır
yakıyorlardı. Raytayı tandıra attım. Ertesi gün Hz. Peygamber'e (s.a.) geldim.
"Raytayı ne yaptın, Abdullah?" diye sordu. Olayı anlattım. Bunun
üzerine: "Hanımlarından birine giydirsen olmaz mıydı? Kadınların
giymesinde bir sakınca yoktur" dedi.[218]
Sahih-i Müslim'de
rivayet edilen bir hadiste yine Abdullah b. Ömer şöyle diyor: Hz. Peygamber
(s.a.) üzerimde usfuria boyalı iki giyecek gördü. Bunun üzerine "Bu,
kâfirlerin giy siler indendir. Onu giyme" buyurdu.[219]
Yine Sahih-i Müslim'de Hz. Ali'nin (r.a.): "Hz. Peygamber (s.a.) usfurla
boyalı elbise giymeyi yasakladı" dediği rivayet edilir.[220] Bu
tür elbisenin yalnızca, kırmızı boya ile boyandığı malumdur.
Sünenlerden birinde şu
olay anlatılıyor: Hz. Peygamber (s.a.) ve arkadaşları bir yolculukta birlikte
idiler. Hz. Peygamber (s.a.) arkadaşlarının yük develeri üzerinde kırmızı
çizgili örtüler gördü. "Şu kırmızılığın sizi yenilgiye uğrattığını
görüyorum, dikkat edin." buyurdu. Allah Rasulü'nün (s.a.) bu sözleri
üzerine depara kalktık. Öyle ki, develerimizden biri ürküp kaçtı. Örtüleri
ellerimizle tutup çekip kopardık" Hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.[221]
Kırmızı elbise, kumaş
vs. giymenin caizliğinde şüphe gözükmektedir. Mekruhluğu ise gerçekten
kuvvetlidir. Hz. Peygamber'in (s.a.) sade kırmızı giymiş olabileceği nasıl
düşünülebilir? Hayır, hayır... Allah, onu bundan korumuştur. Şüphe yalnızca
"kırmızı hülle" sözünden kaynaklanmıştır. En iyi bilen Allah'tır.
Hz. Peygamber (s.a.)
gerek alemli, gerek sade hamîsa (dört köşeli, iki tarafı zencefilli bir tür
siyah aba) giymiştir. Siyah elbise de giymiştir. Ayrıca kenarlarına ince ipek
çekilmiş kürk de giymiştir.
İmam Ahmed ve Ebu
Davud kendi senedleriyle Enes b. Mâlik'in: "Bizans imparatoru Hz.
Peygamber'e (s.a.) ipek bir müşte hediye etti. Hz. Peygamber (s.a.) onu
giyindi. Müştenin, Hz. Peygamber'in (s.a.) kolunda sallanışı, kımıldanışı hâlâ
gözlerimin önünde." dediğini rivayet ederler.[222]
ei-Esmaî: "Müşte, yenleri uzun kürke denir" diyor. Hattâbî der ki:
"Bu müştenin, kenarları ipekle çevrilmiş olmalıdır. Zira kürkün kendisi
ipek olmaz."
Hz. Peygamber (s.a.)
sirval (şalvar, geniş pantolon yahut uzun-geniş külot) satın almıştır. Görünen
o ki, bunu giymek için satın almıştır. Birçok hadiste sirval giydiği rivayet
edilmiştir. Sahabîler de O'nun izniyle sirval giyerlerdi.
Mest ve
"tâsûme" adlı ayakkabı giymiştir. Yüzük takınmıştır. "Yüzüğü
sağ eline mi, sol eline mi takmıştır?" Bu konuda hadisler arasında ihtilaf
vardır. Ama hadislerin hepsi de sahih senedlidir.
"Hûze =
tolga" adlı bir miğfer ve "zerdiyye = örgülü zırh" adında bir
zırh giyinmiştir. Uhud savaşında iki zırhı üstüste birbirine geçirerek giyinmiştir.
Sahîh-i Müslim'de
rivayet edildiğine göre Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma: "İşte bu, Allah
Rasulü'nün (s.a.) cübbesidir." demiş ve ipek cepli ön ve arkasının aşağı
kısmındaki yırtmaçları ipek olan tran hükümdarlarına has kalın şal cübbe
çıkarttı. Ardından şunları söyledi: "Bu, vefatına kadar Âişe'nin yanında
idi. O vefat edince ben aldım. Hz. Peygamber (s.a.) bunu giyerdi. Şimdi ise
biz, şifa bulmaları dileğiyle hastalar için yıkıyoruz."[223]
İki yeşil abası, bir
siyah elbisesi, keçeden kırmızı bir elbisesi ve bir yün elbisesi vardı. Gömleği
pamuktan olup kısa boylu, kısa yenli idi. Heybe gibi sarkan şimdiki uzun-geniş
yenli elbiseleri ne Hz. Peygamber (s.a.) ne de ashabından herhangi biri
giymiştir. Bunlar, Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetine aykırıdır. Bu şekil
elbiselerin giyiminin caizİiğine şüphe ile bakılır. Çünkü bunlar kibir
cinsindendir.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) en çok sevdiği elbise gömlek ve hıbere idi. Hıbere, kırmızı desenleri
bulunan (pamuk veya ketenden mamul) bir tür abadır.
En çok hoşlandığı renk
beyaz idi. Buyurur ki: "Elbiselerinizin en hayırlısı beyaz olanıdır. Beyaz
giyinin ve ölülerinizi onunla kefenleyin, "[224]
Sahih'âe rivayet edildiğine göre Hz. Âişe, bir keçe elbise ve kalın bir izâr
çıkarmış ve: "Allah Rasûİü (s.a.) ruhunu bu ikisi içinde teslim etti"
demistir. [225]
Altın bir yüzük
takınmış, sonra çıkarıp atmış ve altın yüzük kullanmayı yasaklamıştır. Sonra
gümüş yüzük takınmış ve onu yasaklamamıştır. Ebu Davud'un, Hz. Peygamber'in
(s.a.) yasakladığı şeyleri anlatırken: "Devlet başkanı dışındaki
insanların yüzük kullanmasını yasakladı" ifadesine gelince[226] bu
hadisin durumunu ve sebebini bilmiyorum. En iyi bilen Allah'tır.
Yüzüğünün kaşını
avucunun içine gelecek şekilde takardı. Tirmizı, Hz. Peygamber'in (s.a.)
tuvalete girdiği zaman yüzüğünü çıkardığını rivayet edip, bu rivayetin
sahih olduğunu söylüyor. Ebu
Davud ise hadisi münker;. Sayıyor.[227]
Ne Hz. Peygamber'in
(s.a.), ne de ashabından birinin taylesan O şal, pelerin) giyindiği
nakledilmiştir. Aksine Sahîh-i Müslim'de, Enes b. Mâ-lik'den rivayet edilen bir
hadiste Hz. Peygamber (s.a.), Deccâl'i anlatırken: "Onunla beraber,
üzerlerinde şal bulunan yetmiş bin Isfahan yahudisi çıkacak" demiştir[228]
Enes, üzerlerinde şal bulunan bir grup insan gördü ve "Hayber yahudilerine
ne kadar da benziyorlar!" dedi. Bu yüzden selef ve haleften bir grup âlim,
şal giyilmesini mekruh saymışlardır. Zira Ebû Davud'un ve Müstedrek\t Hâkim'in
İbn Ömer'den rivayet ettikleri bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) "Kim bir
kavme benzerse, o da onlardan-dır>[229]
Tirmizî'nin rivayet ettiği hadiste de: "Bizden başka bir kavme benzeyen
bizden değildir" buyur mu ştur.[230]
Hicretin anlatıldığı
hadiste Hz. Peygamber'in (s.a.) gündüzün sıcağında Hz. Ebu Bekir'in yanına,
başına (maske gibi) bir bürgü geçirerek gelmesi ise Hz. Peygamber'in (s.a.) o
saat gizlenmek için yaptığı birşeydi. İhtiyaçtan dolayı yapmıştı. Yoksa başına
bürgü bürünmek âdeti değildi. Maamafih Enes, Hz, Peygamber'in (s.a.)
başörtüsünü çokça kullandığını da rivayet etmektedir. Allah daha iyi bilir ya,
Hz. Peygamber (s.a.) bunu yalnızca sıcak vb. durumlar gibi ihtiyaçtan ötürü
yapmıştır. Hem başörtüsü kullanmak şal bürünmek demek değildir.
Hz. Peygamber (s.a.)
ve ashabı çoğunlukla pamuk dokuma giyerlerdi. Yün ve keten dokuma giydikleri de
olurdu. Şeyh Ebu İshak el-Isbahanî'nin sahih senedle Câbir b. Eyyûb'dan
rivayetine göre Salt b.Râşid, üzerinde yün cübbe, yün izâr ve yün sarıkla
Muhammed b. Sîrîn'in huzuruna girdi. Muhammed ondan tiksindi ve şunları
söyledi: "Sanıyorum bir takım kimseler yün giyip; 'Meryem oğlu İsa da yün
giyinmişti' diyorlar. İtham edemeyeceğim birisi bana Hz. Peygamber'in (s.a.)
keten, yün ve pamuk giyinmiş olduğunu haber verdi. Peygamberimizin sünneti
kendisine uyulmaya daha lâyıktır." İbn Şîrîn bu sözlerle demek istiyor ki,
bir takım insanlar daima yün elbise giyinmenin, başka şeyden mamul elbise
giymekten daha faziletli olduğunu sanıyorlar da, bu yüzden de yün giyinmekte
diretiyorlar ve kendilerini başka elbise giymekten alıkoyuyorlar. Aynı şekilde
tek tip elbise giymenin daha iyi olacağını düşünüyorlar ve bir takım şekiller,
kalıplar ve görünümler arıyor, bunlardan dışarı çıkmayı kötülük sayıyorlar.
Oysa asıl kötülük bunlarla şartlanmak; devamlı bu şekiller, kalıplar ve görünümler
içinde olmak ve bunlar dışına çıkmamaktır.
Doğrusu yolların en
üstünü Allah Rasulü'nün (s.a.) açtığı, kendisinden gidilmesini buyurduğu,
teşvik ettiği ve kendisinin de devamlı izlediği yoldur. O'nun giyecekler
konusundaki tutumu kolayına geleni giyinme şeklindeydi. Bu yüzden kimi zaman
yün, kimi zaman pamuk ve kimi zaman da keten giyinirdi.
Giyindiği giyecekler:
Yemen abaları (bürd-i yemânî), yeşil aba, cübbe kaftan, gömlek, şalvar, izâr,
ridâ, mest ve ayakkabı. Kimi zaman sarığının ucunu arkasına
salıverdi kimi zaman
salıvermedi. Sarığı çene
altın dolardı.[231]
Yeni bir elbise
giyindiğinde adını belirterek şu duayı okurdu:
"Allah'ım! Bu
gömleği —yahut ridayı, yahut da sarığı— sen bana giydirdin. Onun hayırlı
olmasını ve yapıldığı amaçta hayırla kullanılmasını Senden dilerim. Onun
şerrinden ve kötü amaçla yapılmışsa bu amacın şerrinden Sana sığınırım."[232]
Gömleğini giyinirken
sağından başlardı. Siyah yünden mamul elbise giyinmişti. Nitekim Müslim, SahîH*
inde Hz. Âişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Allah Rasulü (s.a.)
üzerinde siyah yünden mamul, deseni deve eğeri resimieriyle süslü bir elbise
ile (bir sabah) dışarı çıktı."[233]Sahihayn'da.
rivayet edilen bir hadiste Katâde diyor ki: Enes'e: "Allah Rasulü'nün
(s.a.) en çok sevdiği giyecek neydi?" diye sorduk; "Hıbere idi"
cevabını verdi. [234]Hibere,
bir tür Yemen mamulü abadır (süslü keten yahut pamuktan imal edilir). Çünkü
Arapların çoğunluk giyecekleri —kendilerine yakın olduğu için— Yemen
dokumalarından yapılırdı. Araplar eski Mısır yerlileri Kıbtîlerin dokuduğu bir
tür keten dokuma olan kabâtî denilen giyecekte olduğu gibi zaman zaman Şam ve
Mısır'dan getirilen ithal elbiseler de giyerlerdi. Sünen-i NesâPdeki bir
rivayete göre "Hz. Aişe Hz. Peygamber'e (s.a.) yünden bir hırka ördü. Hz.
Peygamber (s.a.) onu giyindi. Terleyip yünün kokusunu hissedince çıkardı. Hoş
kokuyu severdi."[235] Ebu
Davud'un Sünen 'indeki bir rivayete göre İbn Abbas: "Allah Rasulü'nün
(s.a.) üzerinde olabilecek en güzel bir hülle (-altlık ve üstlükten oluşan
takım elbise) gördüm." diyor.[236]
Nesâî'nin Sünen'indeki bir rivayete göre ise Ebu: Rimse: "Allah Rasulü'nü
(s.a.) üzerinde iki yeşil bürde (^çubuklu kumaş-l tan yapılmış ihram gibi
bürünülen bir tür elbise, aba) olduğu halde hutbe1 okurken gördüm" diyor.[237]
Yeşil bürde diye
—aynen kırmızı hulle'de olduğu gibi— üzerinde yeşili çizgiler bulunan bürdeye
denir. "Kırmızı hülle" sözünden saf kırmızı anlayanların, "yeşil
bürde" sözünden de saf yeşil anlamaları gerekir ki, böyle) diyen hiç kimse
çıkmamıştır.
Yastığı tabaklanmış
deriden olup dolgu maddesi lif idi. Allah'ın mubah kıldığı giyeceklerden,
yiyeceklerden ve kadınlardan, zahidlik yapmak ve kendini ibadete vermek amacıyla
yüz çevirenlerin zıt kutbunda onlara karşı bir grup vardır ki, bunlar da
yalnızca en kıymetli giyecekleri giyiyor,' en hoş yiyecekleri yiyorlar; katı
giyinme ve yemeyi kibir ve böbürlenme^ olarak görmüyorlar. Her iki grubun
davranışı da Hz. Peygamber'in (s.a.)j tutum ve davranışlarına aykırıdır. Bundan
dolayı seleften bazıları: "Eskit ler şu iki tür şöhret elbisesini hoş
görmezlerdi: 1- Lüks, 2- Adî," demişler^ dir. Sünen'de İbn Ömer'den gelen
bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.): "Kim şöhret elbisesi^ giyerse.
Allah ona kıyamet günü zillet elbisesi[238]
giydirir, sonra da onun içerisinde ateşe atılır." buyurmuştur.[239]
Kişinin bu şekil cezalandırılmasının sebebi, onun bu tür elbise giyinmekle
kibir ve böbürlenme kastını taşımasıdır. İşte bu yüzden Allah, tersi ile
cezalandırıp onu küçük düşürecektir. Nitekim elbisesini kibirinden uzatan
kimseyi de ceza olarak yerin altına geçirmiş, şimdi o, kıyamet gününe kadar
orada dibe doğru inmektedir. Sahihayn'da İbn Ömer'den gelen bir rivayette Allah
Rasûlü (s.a.): "Bir kimse çalım satarak eteklerini yerde sürürse, Allah
kıyamet günü onun yüzüne bakmaz." buyurmuştur.[240]
Sünen1 de yine İbn Ömer'den gelen rivayette ise Hz. Peygamber (s.a.):
"Giyeceklerde uzatılanlar gömlek, izâr ve sarıktır. Eğer bir kimse
bunlardan birini çalım satmak için yerde sürürse Allah kıyamet günü, onun
yüzüne bakmaz." buyurmuştur[241]
Sünedeki bir rivayete göre yine İbn Ömer: "Allah Rasu-lü (s.a.) izâr
hakkında ne demişse, aynen gömlekte de geçerlidir" de-miştir.[242]
Aynı şekilde adi elbise
giymek de bir yerde kınanmış, bir yerde övülmüştür: Şöhret ve çalım satmak
için olursa yerilmiş, tevazu ve alçak gönüllülükten giyinilmişse övülmüştür.
Nitekim pahalı elbiseler giyinmek şayet kibir, böbürlenme ve çalım satmak
içinse yerilmiş, güzelleşmek ve Allah'ın nimetini göstermek içinse övülmüştür.
Müslim'in Sahih'mdekı bir rivayette İbn Mes'ûd anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.)
"Kalbinde hardal tanesi ağırlığında kibir bulunan kimse cennete giremez.
Kalbinde hardal tanesi ağırlığında iman bulunan kimse de cehenneme
girmez" buyurdu. Bunun üzerine bir adam: "Ey Allah'ın Rasûlü! Doğrusu
ben, elbisemin ve ayakkabımın güzel olmasını severim. Bu da mı kibirdir?"
diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.) cevaben buyurdu ki: "Hayır. Allah
güzeldir, güzelliği sever. Kibir, gururdan dolayı hakkı kabullenmemek ve
insanları hor görmektir.'[243]
Yemek konusundaki
tutum ve davranışları da böyleydi. Var olanı reddetmez, bulunmayanı
araştırmazdı. Önüne hoş yiyeceklerden ne konursa yerdi. Ancak tiksindiği birşey
olursa kendisi yemez, başkalarına da hararn kılmazdı. Hiçbir zaman bir yemeğe
kusur bulmamıştır. İştahı olursa yer, olmazsa yemezdi. Nitekim alışık olmadığı
için keler yememişti. Ama üni-metin yemesini de haram kılmadı. Hatta sofrasında
gözü önünde keler yediler. :
Helva ve bal yedi;
bunları severdi. Deve, koyun ve tavuk eti, toy ku£iı eti, yaban eşeği ve tavşan
eti, deniz hayvanları yedi, kebap yedi. Yaş ve kuru hurma yedi. Hem halis hem
de (su ile) karışık süt içti. Kavut (urı çorbası) içti. Bah suyla karıştırarak
(şerbet yapıp) içti. Hurma şırası içti. Hazîre —süt ile undan yapılan çorba—
içti. Hıyarı yaş hurma ile yedi. Ekit[244]
(denen bir tür çökelek) yedi. Kuru hurmayı ekmekle yedi. Ekmeği sirke İle yedi.
Serid —etli ekmek— yedi. Eritilmiş iç yağı yedi. Ciğer kebabından yedi.
Pastırma yedi. Kabak yemeği yedi; bu yemeği severdi. Haşlama yedi. Etli ekmeği
eritilmiş sade yağa banıp yedi. Peynir yedi. Ekmdği zeytin yağına banıp yedi.
Kavunu yaş hurma ile birlikte yedi. Kuru hurrrtâ-yı tereyağıyla yedi; bunu
severdi.
Lezzetli ve has olanı
geri çevirmez, onu elde etmek için de çabalamaz-dı. Hazır bulduğunu yemek O'nun
tutumuydu. Şayet yemek bulamazsa sabrederdi. Hatta açlıktan karnına taş
bağladığı olurdu. Hilal görülür, hilal görülür, hilal görülürdü (yani aylar
geçerdi) de evinde ateş yandığı ölmazdı. Çoğunlukla yemeğini yere serdiği meşin
bir sofra üzerine kordu.
Üç parmağıyla yemek
yer, yemeğini bitirince parmaklarını yalardı. Bu tutum, yemek yiyenlerin
yapabilecekleri en mükemmel bir tutumdur. Çünkü kibirli kimse bir tek parmağı
ile yer, açgözlü ve hırslı kimse ise beş parmağı ile yer, avucuyla da (ağzına)
basar.
Dayanarak yemek
yemezdi. Dayanmaksa türlüdür: 1- Yana dayanmak, 2- Bağdaş kurup oturmak, 3- Bir
eline dayanıp diğeriyle yemek. Her üç türü de kötülenmiştir.
Yemeğin başlangıcında
besmele çeker, sonunda da hamdederdi. Yemeği bitirince şu duayı okurdu:
"Ey Rabbimiz!
Hoş, mübarek, kifayet olunmamış, talebinden vazgeçilmemiş ve müstağni
kahnamayan bir hamd ile sana çokça hamde-deriz."[245]
Bazan şu duayı okurdu:
"Yediren, fakat
yedirilemeyen; lütfedip bizi doğru yola eriştiren, bizi yediren-içiren, her
türlü güzel imtihanlarla bizi imtihan eden Allah'a ham-dolsun.
Bize yemekten yediren,
sudan içiren, bizi çıplakken giydiren, şaşkınlık ve sapıklıktan kurtarıp doğru
yola ileten, görmeyen gözümüzü görür yapan ve bizi yarattığı varlıkların pek
çoğundan üstün kılan Allah'a hamdoisun.
Hamd, âlemlerin Rabbi
Allah'a."[246]
Bazan da şu duayı okurdu:
"Yediren, içiren,
kolaylıkla boğazdan geçiren (ve bir çıkış yolu ya tan) Allah'a hamdoisun."[247]
Yemeğini bitirince
parmaklarını yalardı. (Hz. Peygamber (s.a.) ile| ashabının) ellerini
silecekleri (ayrıca) elbezleri yoktu. Her yemek yediklerinde ellerini yıkama
alışkanlıkları da yoktu.
Çoğunlukla oturarak su
içerdi. Hatta ayakta içmekten menetmişti.[248] Bir
keresinde kendisi ayakta içti.[249]
(O'nun bu tutumunu yorumlayanlardan) bir kısmı bu davranışı, yasağı
yürürlükten kaldırmak içindi; bir kısmı da: Hayır. Her iki şekil içmenin de
caiz olduğunu göstermek için böyle yapmıştı, diyorlar. Allah daha iyi bilir ya,
görülen o ki, bu özeJ bir hâdise idi, bir özürden dolayı ayakta içmişti.
Anlatılan hikâyenin akışı da bunu göstermektedir. Zira Hz. Peygamber (s.a.)
zemzem kuyusuna geldiğinde, oradan su çekiyorlardı. Kovayı aldı ve ayakta içti.
Bu konuda doğru olan
şudur: Ayakta içmek yasaklanmış, oturmaya engel bir özür bulunursa caiz
sayılmıştır. Böylece bu konudaki hadislerin arası uzlaştınlmış olur.[250] En
iyi bilen Allah'tır.
Kendisi içtiğinde, solunda
daha büyük birisi bulunsa da, bardağı sa-amdakine uzatırdı.[251]
Sahih senedle Enes'ten
(r.a.) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.): "Dünyanızdan bana
kadınlar ve hoş koku sevdirildi. Gözümün aydın olması namaza bağlı
kılındı" buyurmuştur.[252]
Hadisin metni bu şekildedir. "Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi."
şeklinde rivayet eden yanılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.) "üç şey"
tabirini kullanmamıştır. Çünkü namaz, izafe edildiği dünya işlerinden değildir.
Hz. Peygamber'in (s.a.) en çok sevdiği şey, kadınlar ve güzel koku idi. Bir
gece içinde hanımlarını dolaşırdı.[253]
Kendisine cinsel ilişki, vs. konularda otuz erkek gücü verilmişti. Allah,
bunlardan Hz. Peygamber'e (s.a.) ümmetinden hiç kimseye mubah kılmadığı
miktarını mubah kılmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.)
geceleme, yanında kalma ve nafaka konularında hanımları arasında eşitliğe
uyardı. Sevgi konusuna gelince: "Allah'ım! Gücümün yettiği konularda işte
taksimim. Gücümün yetmediği konularda beni kınama." buyurmuştur.[254]
Deniliyor ki, Hz. Peygamber'in (s.a.) gücünün yetmediğini söylediği şeyler
sevgi ve cinsel ilişkidir. Bu konuda eşit davranma farz değildir. Çünkü bu, güç
yetirilemeyecek hususlardandır. Hanımları arasında bu şekil taksimle eşit
davranması ona farz mıydı, yoksa bu taksime gerek duymadan onlarla istediği
gibi hoşça geçinebilir miydi?
Fakihler bu konuda
farklı iki görüş ileri sürmüşlerdir.
Ümmetin en çok hanıma
sahip olanı o idi. İbn Abbas: "Evlenin, kü bu ümmetin en hayırlısı, hanımı
en çok olandır" diyor.[255]
Hz. Peygamber (s.a.)
boşama, ric'at ve bir ay süreli îlâ[256]
yapmıştır. Ama asla zıhâr yapmamıştır. "Hz. Peygamber (s.a.) zıhâr
yaptı" diyen büyük bir hata işlemiştir. Burada uyarmak için bu meseleye
değindim ki, böylece bu sözü söyleyen kişinin Hz. Peygamber (s.a.) hakkında,
Allah'ın onu düşmekten koruduğu birşeyi yaptı demesinin ve işlediği hatanın
çirkinliğinden haberdar olunsun.
Hz. Peygamber (s.a.)
hanımlarına karşı iyi davranır, onlarla iyi geçinirdi.
Medineli müshımanlann
(Ensâr'ın) kızlarını küme küme Hz. Âişe'ye yollar, onunla oynamalarını isterdi.
Hz. Âişe, sakıncası olmayan birşey arzu ettiği zaman, Hz. Peygamber (s.a.) o
konuda ona muvafakat gösterir, yardım ederdi. Âişe, bir kaptan (su) içtiği
zaman kendisi o kabı eline alır; ağzım hanımının ağzının değdiği yere kor
içerdi. Yine Âişe, kemiğin üzerindeki eti dişleriyle sıyırarak yediğinde
Peygamberimiz (s.a.) etli kemiği eline alır ağzını, onun ağzının değdiği yere
kor öyle yerdi. Âişe'nin kucağına yaslanır, başı onun kucağında iken Kur'an
okurdu. Bu durumda Âişe, aybaşı halinde olabilirdi, O aybaşı halinde iken Hz.
Peygamber (s.a.) ona peştemal tutunmasını söyler, sonra onunla münasebet
kurardı. Kendisi oruçlu iken onu öperdi. Hz. Âişe'ye oynama imkânını sağlaması
ve Âişe kendisinin omuzlarına dayanmış bakar bir vaziyette iken ona mescidde
oynayan Habeşlileri seyrettirmesi Hz. Peygamber'in (s.a.) iyi huyluluğundan ve
na-zikliğindendir. Hz. Peygamber (s.a.) yolculuk esnasında iki kere Hz. Âişe
ile koşu müsabakası yaptı. Bir keresinde de evden çıkarlarken itiştiler.
Yolculuğa çıkmak
istediği zaman hanımları arasında kura ;çeker, kimin şansına çıkarsa onu
beraberinde götürür, geri kalanlara hiçbir telafide* bulunmazdı. Âlimlerin
çoğunluğunun görüşü bu yoldadır.
"En hayırlınız,
hanımına karşı en iyi davranandır. Sizler içinde ailesine en iyi davranan
benim" derdi.[257]
Hanımlarından herhangi
birine diğerlerinin yanında
elini uzattığı.,) olurdu.[258]
İkindi namazını
kılınca hanımlarını dolaşır, onlara yaklaşıp hal ve hatırlarını sorardı. Gece
olunca nöbet (geceleme) sırası kendine gelen hanımının odasına kapanır, bütün
geceyi ona tahsis ederdi. Hz. Âişe diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.)
hanımları arasında yaptığı paylaştırmada onların yanında eğleşme konusunda
bizi birbirimizden üstün tutmazdı. Çok nadir günler dışında hepimizi dolaşır,
nöbet sırası gelen hanımına varıncaya kadar her hanımına cinsel münasebet
kurmaksızın yaklaşır, nöbet sırası gelen hanımına gelince onun yanında geceyi
geçirirdi. "[259]
Hz. Peygamber (s.a.)
dokuzuncu hanımı hariç olmak üzere sekiz hanımı arasında geceleme taksimi
yapardı. Sahîh-i Müstim'de[260]
Atâ'nın: "Hz. Peygamber'in (s.a.) geceleme taksimine katmadığı hanımı
Safiyye Binti Hu-yey idi." dediği rivayet edilmekte ise de bu Atâ'nın
—Allah ona rahmet etsin— bir yanılgısıdır. Çünkü bu hanımı Şevde olacaktır.
Şevde yaşlanınca, nöbet sırasını Hz. Âişe'ye bağışladı. Hz. Peygamber (s.a.)
Hz. Âişe'ye hem kendisinin gününü, hem de Sevde'nin gününü tahsis eder, bu iki
günde geceyi onunla geçirirdi. Allah daha iyi bilir ya, bu yanılgının sebebi şu
olsa gerektir: Hz. Peygamber (s.a.) bir konuda Safiyye'ye öfkelenmişti. Bu olay
üzerine Safiyye, Hz. Âişe'ye: "Sen, Allah Rasûlü'nü (s.a.) benden hoşnut
edebilir misin, sana günümü bağışlayayım?" demiş, o da: "Evet"
demişti. Hz. Âişe, Safiyye'nin günü gelince, Hz. Peygamber'in (s.a.)
yanı-başına oturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Benden uzak dur,
Âişe. Bugün senin günün değil" dedi. Hz. Âişe: "Bu Allah'ın bir
lutfudur, kime dilerse verir" diyerek olayı anlattı. Hz. Peygamber (s.a.)
de ondan hoşnut oldu.[261]
Safiyye, yalnızca o gününü ve özel olarak o geceki nöbet sırasını bağışlamıştı.
Böyle olduğu belirginlik kazanmaktadır. Aksi halde Hz. Peygamber (s.a.)
hanımlarından yedisine taksim yapmış olur ki, bu, sekizine taksim yaptığı
yolunda gelen ve sahihliğinde şüphe bulunmayan hadise aykırı düşer. En iyi bilen Allah'tır.
Soru: Böyle bir olay
ikiden fazla hanımı bulunan birinin başına gelse; hanımlarından biri kendi
gününü bir diğerine bağışlasa, koca, kendisine bağış yapılan hanımının asıl
gecesi ile bağışlanan gecesini —bağışlayanın gecesi onun gecesini takip eden
gece olmasa da— ardarda getirebilir mi, yoksa ona bağışlanan geceyi
bağışlayanın hakkı olan belli gece de,mi geçirmesi gerekiyor?
Cevap: Bu konuda Ahmed
vs.'nin mezheplerinde iki ayrı görüş vardır. (Yani soru içinde geçen iki ayrı
görüş değişik âlimlerce benimsenmiştir -Ş.Ö.).
Hz. Peygamber (s.a.)
gerek gecenin sonunda, gerekse evvelinde hanımına yaklaşırdı. Gecenin
evvelinde cinsel ilişki kurduğunda bazan gusledip uyur, bazan da abdest alıp
uyurdu. Ebu İshak es-Sebîî, Esved yoluyla Hz. Âişe'nin: "Hz. Peygamber
(s.a.) bu durumda bazan da hiç suya dokunmadan uyurdu"[262]dediğini
aktanyorsa da bu, hadis imamlannca bir yanılgı olarak değerlendirilmektedir.
Tehzîbu Sünen-i Ebî Dâvud adlı eserimizde bu konuyu ve hadisin illetlerini ve
problem olan yanlarını doyurucu bir açıklama ile sunduk.
Hanımlarını bir tek
gusülle dolaşırdı. Bazan da herbirinin yanında gus-lederdi. Hem onu, hem bunu
yapmıştır.
Geceleyin yolculuktan dönüp
şehre girdiği zaman kendisi ailesinin yanına girmez, başkalarını da
ailelerinin yanına girmekten menederdi.[263]
Kimi zaman yatakta,
kimi zaman post üzerinde, kimi zaman hasır üzerinde, kimi zaman yerde, kimi
zaman zinetlerle bezenmiş divan üzerinde ve kimi zaman da siyah kilim üzerinde
uyurdu. Abbâd b. Temîm, amcasının şöyle dediğini aktarır: "Allah
Rasûlü'nün (s.a.) mescidde bir ayağını diğerinin üzerine koyarak arkası üstü
yattığını gördüm. "[264]
Yatağı tabaklanmış
deri olup dolgu maddesi lif idi. Bir kıl keçesi (yahut abası) vardı, onu ikiye
katlar üzerinde uyurdu. Bir gün dörde katladılar. (Ertesi gün) bundan
menederek: "İlk haline çevirin. Bu gece beni namazdan alıkoydu"
buyurdu[265]Sözün Özü, Hz. Peygamber
(s.a.) yatakta uyudu, üzerini yorganla örttü ve hanımlarına da; "Ben
—Âişe dışında— sizlerden biriyle bir yorgan altında iken Cebrail bana
gelmedi" dedi.[266]
Yastığı tabaklanmış
deri olup dolgu maddesi de lif idi. Uyumak için yatağına yattığında:
Bilâl gelir, onu
namaza çağırırdı. Kalkar, guslederdi. Ben de, başından suyun akışını
seyrederdim. Sonra dışarı çıkıp mescide gider, sabah namazını kıldırırken
sesini işitti-rirdi. Sonra da orucuna devam ederdi." Mutarrif diyor ki:
Âmir'e: "Ramazan'da mı?" diye sordum. "Evet. İster Ramazan'da
olsun, ister başka zaman." cevabını verdi. Hadisin senedi sahihtir. Bu
anlatılanlara bakarak müellifin, bu hadisin, hadis ımamlarmca yanılgı olarak
değerlendirildiği iddiasının bir hata olduğunu anlarsın.
"Senin adınla,
Allah'ım! Dirilirim, ölürüm." derdi[267]Avuçlarını
birleştirir, içlerine üfler îhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini okur, sonra
bedeninin ön kısımlarından, başı ve yüzünden başlamak üzere avuçlarını
vücuduriun sürebildiği yerlerine sürerdi.
Bunu üç kere yapardı.[268]
Sağ yanı üzerine yatar
uyur, sağ elini sağ yanağının altına kor sonra: "Allah'ım! Kullarını
yeniden dirilteceğin günde beni azabından koru." ye dua ederdi.[269]
Yatağına girdiğinde
şöyle derdi:
"Bizi yediren
içiren, bizi koruyan, bize sığınak olan Allah'a harrid olsun. Nice kimseler var
ki, kendisine yeterli olacak, onu koruyacak, barındıracak kimsesi
yoktur." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir![270]
Yatağına yattığında şu
duayı okuduğu da rivayet edilmiştir:
"Göklerin ve
yerin Rabbi, yüce Arş'ın Rabbi, bizim ve herşeyin Rab-bi, daneyi, çekirdeği
filizlendiren, Tevrat'ı, İncil'i ve Furkân (Kur'an)'ı indiren Allah'ım!
Perçeminden yakaladığın her şerli varlığın şerrinden Sana sığnırım. İlk Sensin,
Senden önce hiçbir şey yoktur. Son Sensin, Senden sonra hiçbir şey yoktur.
Varlığın aşikârdır. Senden daha aşikâr hiçbir şey yoktur. Senin mahiyetin
gizlidir, Senden daha gizli yoktur. Bizim borcumuzu Öde, fakirlikten bizi
zenginleştir."[271]
Geceleyin uykusundan
uyandığı zaman şu duayı okurdu:
"Senden başka
tanrı yoktur. Seni her türlü eksiklikten tenzih ederim. Allah'ım! Günahımı
bağışlamam diler, merhametini isterim. Allah'ım! İlmimi artır. Beni doğru yola
iletmişken kalbimi eğriltme. Katından bana rahmet bağışla. Şüphesiz sen sonsuz
bağışta bulunansın."[272]
Uykudan uyanınca:
"Bizi öldürdükten
sonra dirilten Allah'a hamd olsun. Kıyamet'te O'-nun huzurunda
haşrolacağız."[273]
der, sonra dişlerini misvaklar ve zaman zaman da Âl-i İmrân sûresinin son on
âyetini (3/190-200) okur<[274],
şöyle dua ederdi:
"Allah'ım! Hamd
sana. Göklerin, yerin ve bunların içindekilerin nurusun sen. Hamd sana.
Göklerin, yeri nve bunların içindekilerin idarecisi-sin sen. Hamd sana. Senin
va'din haktır. Sana kavuşmak, cennet, cehennem, peygamberler, Muhammed ve
kıyamet hepsi haktır. Allah'ım! Sana teslim oldum. Sana inandım. Sana bel
bağladım, tevekkül ettim. Sana yöneldim. Şikâyetim sana. Seni hakem edindim.
Yapmış olduğum ve yapacağım gizli-âşikar bütün günahlarımı bağışla. İlâhım
sensin. Senden başka ilâh yoktur."[275]
Gecenin evvelinde
uyur, ahirinde kalkardı. Müslümanların işleriyle uğraştığı zamanlarda gecenin
evvelini uykusuz geçirirdi. Gözleri uyur, kalbi uyumazdı. Uyuduğu vakit,
kendisi uyanıncaya kadar başkaları O'nu uyandırmazdı. Gece (yolculukta)
istirahate çekildiğinde sağ yanı üzerine yatardı. Sabaha yakın istirahate
çekildiğinde ise elinin parmak uçlarından dirseğe kadar olan kısmını diker,
başını avucuna kordu. Tirmizî bu şekilde rivayet etmiştir.[276] Ebu
Hatim ise Sahih'inde: "Hz. Peygamber (s.a.) gece istirahate çekildiğinde,
sağ elini yastık yapardı. Sabaha karşı istirahate çekildiğinde ise bileğini
dikerdi." şeklinde rivayet etmiştir. Sanırım bu bir yanılgıdır. Doğrusu;
Tirmizî'nin rivayet ettiği hadistir. Ebu Hatim (bizim istirahate çekilme diye
tercüme ettiğimiz ta'ris kelimesi hakkında -Ş.Ö.): "1 rîs yalnızca sabaha
karşı olana denir" diyor.
Onun uykusu, en mutedil ve
olabilecek en faydalı uyku idi. Dokto diyorlar ki: Böyle bir uyku gece ile
gündüzün üçte birini teşkil eden sd saatlik uykudur. [277]
Hz. Peygamber (s.a.)
atlara, develere, katırlara ve eşeklere lazan eğerli, bazan da çıplak ata
binmiştir. Bazı zamanlar atıir. Bu Meymûne'nin yanında geçiren İbn Abbas o
geceyi şöyle anlatıyor: Ben yastığın enine yattım. Allah Rasûlü (s.a.) ile
hanımı da yastığın boyuna yattılar. Allah Rasûlü (s.a.) uyudu. Gece yansı yahut
gece yansına az bir zaman kala Allah Rasûlü (s.a.) uyanıp oturdu. Uykusu
açılması için eliyle yüzünü sıvazladı. Sonra Âl-i İmrân süresinin son on
âyetini okudu. Sonra kalkıp asılı duran su tulumunu aldı; güzelce abdestini
aldıktan sonra namaz kılmaya durdu. Ben de O'nun yaptığı gibi yaptım...
da olurdu. Hayvana
çoğunlukla yalnız binerdi. Deve üzerinde iken terkisine birini aldığı olurdu.
Bazan da terkisine bir kişi, önüne bir kişi bindirir ve böylece bir deve
üzerinde üç kişi olurlardı. Erkekleri terkisine almıştır. Hanımlarından
bazısını da terkisine bindirmiştir.
Çoğunlukla bineği at
ve deve idi. Katıra gelince, bilinen o ki, yalnızca krallardan birinin
kendisine hediye ettiği bir tek katın vardı. Zaten Arap memleketinde katır
yaygın değildi. Hatta Hz. Peygamber'e (s.a.) katır hediye edilince:
"Atları eşeklere aştıralım mı?" diye sordular. "Bunu ancak
bilgisizler yapar" cevabını verdi.[278]
Allah Rasûlü (s.a.)
sürü sahibi idi. Yüz koyunu vardı. Yüzden fazla olmasını istemezdi. Bir kuzu
artsa, onun yerine bir başkasını (koyun) keserdi.
Cariyelere ve kölelere
sahipti. Âzâdh köleleri cariyelerden daha çoktu. Tirmizî'nin, el-Câmfde Ebu
Ümâme ve diğer sahabîlerden rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.)
buyurmuştur ki: "Herhangi bir kimse, müslüman bir erkeği âzâd ederse; o
âzâd edilen kişi, âzâd edenin cehennemden kurtuluş fidyesi olur; âzâd edilenin
herbir organı âzâd edenin bir organına karşılık olur. Herhangi bir müslüman
kişi müslüman iki kadını âzâd ederse, o kadınlar, onun cehennemden kurtuluş
fidyesi olurlar; onların iki organı, onun bir organına karşılık olur."
Tirmizî: "bu hadis sahihtir" di-yor.[279] Bu
hadis de gösteriyor ki, erkek kölenin âzâd edilmesi daha faziletlidir ve aynı
zamanda iki cariye azadına bedeldir. Hz. Peygamber'in (s.a.) âzâdlılarının
çoğunluğunu erkek köleler oluştururdu. İşte kadının» erkeğin yarısı olduğu beş
yerden birisi budur. îkincisi, akîkadır[280];
çünkü âlimlerin çoğunluğuna göre kız için bir, erkek için iki kurban kesilir.
Bu konuda pekçok sahih ve hasen hadis vardır. Üçüncüsü, şahitlik: Zira iki
kadının şahitliği bir erkeğin şahitliği demektir. Dördüncüsü miras ve beşincisi
diyettir. [281]
Allah Rasülü (s.a.)
ahm-satım işleri yapmıştır. Allah Teâlâ'nın kenM-sine Peygamberlik görevini
ihsan etmesinden sonraki satın alımı, satımından daha çoktu. Hicretten sonra
da bir kâse ile atın eğeri altına çekilen bir çulu fazla fiyat verene satması[282]Ebu
Mezkûr'un müdebber kölesi ( = efendisi ölünce hürriyete kavuşacak olan) Yakub'u
satması[283], zenci bir köleyi iki
köle karşılığı satması[284]gibi
çoğunluğu başkası adına olan birkaç olay dışında hemen hemen satım yaptığı
bilinmemektedir. Ama satın alımı çoktur.
Hz. Peygamber (s.a.)
hem kiraya vermiş, hem kiralamıştır. Kiralaması, kiraya vermesine göre daha
çok olmuştur. O'ndan bu konuda bize intikal eden yalnızca peygamberlikten önce
ücretle sürü gütmesi ve bir yolculuğu sırasında Hz. Hatice'nin malını Şam'a
ücretli götürmesi olaylarıdır. (Bilinen, yalnız bu olaylarda emeğini kiraya
verdiğidir).
Şayet akit, mudarebe
(emek-sermaye ortaklığı) akdi ise, bu akitte mu-darib olan (emeğini ortaya
koyan) kimse hem emin el, hem işçi, hem vekil, hem de ortak durumundadır. Şöyle
ki, malı teslim alınca emin el, malda tasarruf edince vekil, doğrudan doğruya
kendisinin yaptığı işlerde işçi ve kâr elde edilirse ortak durumuna geçer.
Hâkim, Müstedrek'inde Rebî b. Bedr yoluyla Ebu'z-Zübeyr'den Câbir'in şöyle
dediğini aktarır: "Allah Rasûlü (s.a.), Hatice b. Huveylid adına Ceraş'a
her yolculuk genç bir dişi deve karşılığı olmak üzere ücretle iki yolculuk
yaptı."[285]Hâkim "Hadisin
isnadı sahihtir" diyor.
Nihâye adlı eserde
deniyor ki: "Curaş" Yemen'deki konaklama yerle-rindendir.
"Ceraş" ise Şam bölgesinde bir beldedir.
Ben derim ki: Hadis
sahihse, Şam'da bir belde olan Ceraş olması gerekir. Ama hadis sahih değildir.
Çünkü senedde geçen Rebî b. Bedr, Uleyle adlı kişidir.[286] Onu
hadis imamları zayıf saymışlardır. Nesâî, Dârakutnî ve el-Ezdî, onun metruk
olduğunu söylemişlerdir. Herhalde Hâkim, onun, Talha b. Ubeydullah'ın âzâdlısı
Rebî b. Bedr olduğunu sanmıştır.
Allah Rasûiü (s.a.)
ortaklık yapmıştı ve ortağı huzuruna gelince ona: "Beni tanımıyor
musun?" diye sormuş, o da: "Sen ortağım değil miydin? Hem de ne hoş
ortaktın. Aldatmaz ve münakaşa etmezdin" demişti.[287]
Metinde geçen
"aldatmazdın" kelimesinin kökü, hakkı savunma anlamındaki müdarae de
olabilir, en güzel şekilde savuşturma anlamındaki mü-dârâ da olabilir.
Hz. Peygamber (s.a.)
hem kendisine vekil tayin etmiş, hem de kendisi başkasına vekil olmuştur.
Yalnız vekil tayini, vekil olmasına oranla daha çoktur.
Hediye vermiş, hediye
kabul etmiş ve hediyenin karşılığını vermiştir. Bağış yapmış, bağış kabul
etmiştir. Seleme b. Ekva'nın payına ganimetten bir cariye düşmüştü. Hz. Peygamber
(s.a.), ona: "Bunu bana bağışla" buyurmuş, o da bağışlamıştı. Hz.
Peygamber (s.a.) o cariyeyi müslüman esirleri kurtarmak için Mekkeli müşriklere
fidye olarak vermişti.[288]
Gerek rehin karşılığı,
gerek rehinsiz borç almıştır. Hem ödünç aldığı; olmuş, hem de gerek peşin,
gerekse veresiye ahş-verişte bulunmuştur.
ı
Rabbinden bir takım
amellere karşı özel bir kefalet (garanti) almış| ve kim o amelleri işlerse, o
kişinin cennete gitmesine kefil olacağım bildir-1 mistir. Umumî olarak, vefat
edip de geride borcunu karşılayacak mal bı-j rakmayan müslümanların borçlarına
kefil olmuş, onları kendisinin Ödeye-1 ceğini söylemiştir[289]Deniliyor
ki; bu hüküm, Hz. Peygamber'den (s.a.)i sonra gelen devlet başkanları (imam,
halife) için de geçerli umumi bir hükümdür. Bundan dolayı sultan, geride
borcunu karşılayacak mal bırakmayan müslümanların borçlarının kefilidir; bu
borçları hazineden öder. Diyorlar ki, bir müslüman öldüğünde vârisi bulunmazsa
nasıl ki onun varisi sultan olur (yani mal hazineye kalır), tıpkı bunun gibi
müslüman kişi borçlu ölüp de borcunu karşılayacak mal bırakmazsa onun borcunu
sultan öder. Yine böyle hayatta iken kendisinin nafakasını (geçimini) temin
edecek kimsesi bulunmayan kişinin nafakasını sultan temin eder.
Allah Rasûiü (s.a.),
sahibi bulunduğu bir arazisini vakfedip Allah luna sadaka olarak bağışladı.
Hem kendisi
arabuluculuk yaptı, hem de araya aracılar sokularak kendisine müracaat edildi.
Berire adlı kadın, ayrıldığı kocası Muğîs'e geri dön-j mesi için Hz. Peygamber
(s.a.) tarafından yapılan arabulucuk girişimini! reddetti. Peygamberimiz (s.a.)
ona ne kızdı, ne de onu azarladı[290]'
İşt en güzel örnek, işte önder!
Seksenden fazla yerde
yemin etti. Allah Teâlâ, şu üç yerde ona yemin etmesini buyurdu:
1- "O (sonsuz azap) gerçek midir?"
diye senden sorarlar. De ki: "Evet, Rabbime yemin ederim, o şüphesiz
gerçektir. "[291]
2- Kâfirler: "Bize kıyamet
gelmeyecektir" dediler. De ki: "Hayır öyle değil. Rabbime yemin
ederim, muhakkak başınıza gelecektir."[292]
3- İnkâr edenler, tekrar dirilmeyeceklerini ileri
sürerler. De ki: "Hayır, dediğiniz gibi değil. Rabbime yemin ederim,
şüphesiz diriltileceksiniz ve sonra yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu,
Allah'a kolaydır."[293]
Kadı İsmail b. İshak,
Ebu Bekr Muhammed b. Davud ez-Zâhirî ile müzakerede bulunur, ama ona fakîh
demezdi. Bir gün, Ebu Bekr ile hasmı olan bir adam Kadı İsmail'in huzuruna
mahkemeye çıkarlar. Ebu Bekr b. Davud'a yemin yöneltilir. Ebu Bekr tam yemin
etmeye hazırlanırken Kadı İsmail: "Yemin edecek misin? Senin gibi birisi
hiç yemin eder mi, ey Ebu Bekir?" der. O da: "Beni yemin etmekten
alıkoyan ne? Allah Teâ-lâ kitabının üç yerinde Peygamberine yemin etmesini
emrediyor!" diye karşılık verdi. Kadı: "Onlar nerede?" diye
sorunca, Ebu Bekir hepsini teker teker sıraladı. Bu Kadı İsmail'in çok hoşuna
gitti ve o günden sonra ona fakîh diye hitap eder oldu.
Hz. Peygamber (s.a.)
kimi zaman yemin ederken (inşallah diyerek) istisna yapar, kimi zaman (herhangi
bir sebeple geri almak istediğinde) yeminine keffaret[294]
öder, kimi zaman da yeminini sürdürürdü. İstisna, yeminin bir tasarruf olarak
gerçekleşmesini engeller; keffaret ise yapılan yemini çözer. Bu yüzden Allah
keffâreti, "tehılle = çözüm" diye adlandırmıştır.[295]
Allah Rasûlü (s.a.)
şakalaşır ve şakasında yalnız hakikati söylerdi. Tev-riyeli[296]
konuşur, ancak tevriyesinde yine yalnız hakikati söylerdi. Meselâ bir yöne
doğru yola çıkmak istediğinde o yönle doğrudan ilişkili olmayan "Yolu
nasıldır? Suları, güzergâhı nasıldır?" gibi sorular sorardı.
Hem kişilere
danışmanlık yapar yol gösterir, hem de kendisi bir iş yapacağı zaman
başkalarına danışırdı. Hastalananı ziyaret eder, cenazeye katılır, davete
icabet eder; dul kadınların, düşkün, yoksul kimselerin ihtiyaçlarını gidermek
için onlarla birlikte giderdi.
Kendisini öven bir
şiir (methiye) dinledi ve onun mükâfatını verdi. Ancak O'nun hakkında söylenen
methiyeler, gerçekten O'nun öğülecek yönlerine oranla çok cüz'î kalmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.) hakikate karşılık olmak üzere mükâfaat vermiştir. O'ndan
gayrı insanların övgüsü çoğunlukla yalanla dolar. Bu yüzden Peygamberimiz
(s.a.) meddahların ( = dalkavukların) yüzlerine toprak serpilmesini
buyurmuştur.[297]
Allah Rasulü (s.a.)
bizzat koşu yarışı yaptı ve güreşti.[298]Kendi
eliyle ayakkabısını onardı ve yine kendi eliyle elbisesini yamadı, kovasını
tamir etti, koyununun sütünü sağdı, elbisesini temizledi, ailesinin ve
kendisinin hizmetini gördü. (Hicretten hemen sonra) mescit yapılırken diğer
müslü-manlarla birlikte kerpiç taşıdı. Kimi zaman açlıktan kimi zaman tokluktan
karnına taş bağladı. Hem misafirliğe gitti, hem de evinde misafir ağırladı.
Başının ortasından ve
ayağının üst tarafından kan aldırdı. Omuzlan arasından ve iki boyun damarından
da kan aldırdı. Hastalanınca tedavi oldu. Hastayı dağladı, ama kendisi
dağlanmadı. Okuyarak tedavi yaptı, ama kendisini başkasının okumasını istemedi.
Hastaya kendisine zarar verecek şeyleri yemesini yasakladı (perhiz verdi).
Tıbbın usûlü üçtür: 1-
Perhiz, 2- Hıfzussıhha (koruyucu hekimlik), 3- Zarar veren maddeyi boşaltmak.
Allah, hem O'nun için, hem de ümmeti için kitabının üç yerinde bütün bu
prensipleri şu şekilde topladı:
1- Zarar verir korkusuyla hastayı su
kullanmaktan men etti:
"Şayet hasta veya
yolculukta iseniz ya da tuvaletten gelmişseniz yahut da kadınlara
yaklaşmışsanız ve su buîamamışsamz temiz bir toprağa teyemmüm edin."[299]
Görüldüğü üzere bu âyette teyemmümü suyu bıilama-yana mubah kıldığı gibi hasta
için de mubah kılmıştır.
'
2- Sağlığı korumaya yönelik olarak da şöyle
buyuruyor: "Hastalanır yahut yolculukta olursanız, tutamadığınız günler
sayısınca diğer günlerde tutarsınız."[300]'
Allah Teâla, bu âyette, yolculuk meşakkatine bir de orucun meşakkatleri
katılarak yolcunun güç ve sağlığını zayıflatmamak ve sağlığını korumak
amacıyla ona Ramazan'da orucu yemeyi mubah kılmıştır.
3- Zararlı maddeyi boşaltmaya yönelik olarak
ihramlı kişinin başını tıraş ettirmesi konusunda ise şöyle buyuruyor:
"İçinizde hasta olan veya başından rahatsız bulunan varsa fidye olarak ya
oruç tutsun, ya sadaka versin ya da kurban kessin."[301]
Görüldüğü üzere hasta olan veya başında bir rahatsızlık bulunan ihramlı
kimsenin başını tıraş etmesini ve Kâ'b b.Ac-ra'nın basma geldiği gibi
bitlenmeye yahut hastalığa neden olan pis kokuları ve zararlı maddeleri
gidermesini mubah kılmıştır.
İşte bu üçü tıbbın
prensipleri ve usûlüdür. Böylece Allah (c.c), kullarına merhamet, ihsan ve
şefkat olsun diye perhiz verme, sağlıklarını koruma altına alma ve zarar veren
maddelerden arındırma gibi benzeri konularda, kendisinin kullan üzerindeki
nimetine dikkat çekmek için bu prensip ve usûllerin her cinsinden birşey
zikretmiştir. O, çok şefkatli ve çok merhametlidir. [302]
Hz. Peygamber (s.a.)
en iyi muamelede bulunan insandı. Bir borç aldığında öderken aldığı şeyden
daha iyisini verirdi.[303]
Herhangi bir kimseden borç aldığında borcunu öder ve o kimse için dua eder,
derdi ki: "Allah ailenin ve malının bereketini versin. Borcun karşılığı
yalnızca teşekkür ve ödemektir. [304]"
Bir adamdan 40 sa'[305]
borç aldı. Ensâr'dan olan bu adam ihtiyaç duydu, Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi.
Hz. Peygamber (s.a.) "Henüz bize birşey gelmedi" dedi. Bunun üzerine
adam laf etmek isteyince, Allah Rasûlü (s.a.): "İyilik dışında bir şey
söyleme. Ben borç alanların en hayırlısıytm." buyurdu ve adama kırkı borç
karşılığı, kırk da fazladan olmak üzere seksen (sa') verdi. Bu olayı Bezzâr
rivayet etmiştir.[306]
Bir deve ödünç
almıştı. Sahibi borcunu almak üzere geldi. Hz. Pey-gamber'e (s.a.) ağır sözler
söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in (s.a.) arkadaşları adamı haklamak
istediler. Fakat Peygamberimiz (s.a.): "Bırakın, onu. Hak sahibinin söz
söylemeye hakkı vardır" buyurdu.[307]
Bir keresinde birşey
satın aldı. Ancak yanında verecek parası yoktu. Kendisine kâr teklif edilince o
şeyi sattı, kârını Abdülmuttalib oğullarının dullarına sadaka olarak verdi ve
"Bundan sonra yanımda alacak para olmadan birşey satın atmam"
buyurdu.[308] Hadisi Ebu Davud rivayet
etmiştir. Bu hadis bir müddete kadar zimmette (borçlanarak) alış-veriş yapmaya
çelişik düşmez. Çünkü o başka, bu başka şey...
Bir alacaklısı Hz. Peygamber'e
(s.a.) borcunu istemeye geldi ve sert konuştu. Bunun üzerine Ömer b. Hattâb,
adamı haklamak istedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Ağır ol, ey Ömer! Ben, bana
borcumu ödememi emretmene; o da kendisine sabrı emretmene daha muhtaç"
buyurdu.[309]
Bir yahudi Hz. Peygamber'e
(s.a.) bir müddete kadar veresiye birşey sattı. Yahudi daha müddet dolmadan
parasını almaya geldi. Hz. Peygamber (s.a.): "Müddet dolmadı" dedi.
Yahudi: "Ey Abdülmuttalib oğulları! Siz gerçekten borcunuzu oyalayıp
geciktiriyorsunuz." dedi. Bunun üzerine ashab adamı haklamak istediler.
Hz. Peygamber (s.a.) onlara engel oldu. Bu durum ancak O'nun yumuşak
huyluluğunu artırdı. Bunu gören yahudi: "O'nda Peygamberlik alâmetlerinden
hepsini bildim, gördüm. Yalnız biri kalmıştı. O da kendisine karşı yapılan
aşırı cahilane tavırların, ancak onun yumuşak huyluluğunu artırmasıydı. Onu da
bilmek istedim." dedi ve yahudi müslüman oldu.[310]
Hz. Peygamber (s.a.)
yürürken vücudu dik yürürdü. En hızlı, en güzel ve en sakin yürüyen insan o
idi. Ebu Hureyye anlatıyor: "Allah Rasulü'-nden (s.a.) daha güzel birşey
görmedim, sanki güneş yüzünde yüzerdi. Allah Rasulü (s.a.)'nden daha hızlı
yürüyen bir kimse görmedim; sanki yer ayaklarının altında durulurdu. Aldırmadan
yürür gider, biz ise (ona yetişe-im diye) kendimizi zorlardık". Hz. Ali b.
Ebî Tâlib (r.a.): "Allah Rasulü s.a.) yokuştan aşağı iniyormuşcasına
vücudu dik bir vaziyette yürürdü." diyor. Yine Hz. Ali bir keresinde
"Hz. Peygamber (s.a.) yürüdüğü zaman takallu ederdi" demiştir.
Takallu, yokuştan inen biri gibi tamamen yerden yukarı doğrulmak demektir ki,
bu yürüyüş şekli azim, himmet ve şecaat sahiplerinin yürüyüşüdür. Yine bu en
mutedil, organlar için en rahat ve hafifmeşreb, zebun ve ölümsek tür yürüyüşlerden
en uzak olan yürüyüş şeklidir. Zira yürüyen kimse ya yürürken ölü gibi yürür,
sanki yüklenilmez odun gibi bir tek stilde gider ki bu kötü, çirkin bir yürüyüş
şeklidir; ya densiz deve gibi bir o yana bir bu yana çalkanarak yürür, bu da
kötü bir yürüyüş şeklidir; ya da ağırbaşlı yürür. Bu son yürüyüş şekli,
Kitab'ın-da anlattığı üzere, Rahman'm (has) kullarının yürüyüş şeklidir. Allah
(c.c.) buyuyor ki: "Rahman'm kulları yeryüzünde ağırbaşlı yürürler. "[311]
Seleften pekçoğu bu âyeti tefsir sadedinde "Onlar kibirli ve ölümsek
değil, seki-netle vakarla yükselir. Bu Allah Rasulünün (s.a.) yürüyüşüdür"
diyor. Bu şekil yürümekle birlikte yine de Hz. Peygamber (s.a.), sanki yokuştan
aşağı iniyormuş ve âdeta yer ayaklarının altında dürülüyormuşcasma bir haldedir;
hatta öyle ki onunla beraber yürüyen kişi kendisini zorlar. Allah Rasulü (s.a.)
ise aldırmazdı. Bu da iki şeyi gösterir. Hz. Peygamber'in (s.a.) yürüyüşü ne
ölümsekti, ne de zebundu. Aksine onunki en mutedil yürüyüştü.
Yürüyüş on türlüdür:
Üçü yukarıda geçenler.
4. Koşma (sa'y)
5. Remel: Kısa adımlı ve en hızlı yürüyüştür.
Buna "habeb" de denir. Sahih'de Ibn Ömer'den rivayet edildiğine göre
Hz.Peygamber (s.a.) tavaf ederken üç kere remel yapar, dört kere yürürdü.[312]
6. Neselan: Yürüyen kişiyi yormayacak şekilde
hafif koşmak. Müs-ned'lerden birinde rivayet edildiğine göre yayalar, Veda
haccı sırasında Allah Rasulüne (s.a.) yürümekten yakındılar. Hz.Peygamber
(s.a.) de: "Ne-selândan yardım isteyin" buyurdu.[313]
7. Havzelâ: Salını salını yüiümek. Bu yürüyüşte,
kırıtma ve züppelik vardır, deniliyor.
8. Kahkara: Arka arka yürümek.
9. Cemeza: Yürüyen kimsenin (kurt gibi) sıçraya
sıçraya gitmesi.
10. Çalımlı yürümek (tebahtür): Kendini beğenmiş,
kibirli kimselerin yürüyüşüdür. İşte Allah (c.c), bu şekilde kendini beğenmiş,
çalım satarak yürüyen kimseyi yerin altına geçirmişti. Şimdi o, Kıyamet gününe
kadar yerin dibine geçmektedir.[314]
Bu yürüyüş
şekillerinin en mutedili, vakarla ve vücudu dik rünen şeklidir.
Arkadaşlarıyla
birlikte yürüyüşüne gelince; kendisi arkada yürür, arkadaşları ise önünde
giderlerdi. "Arkamı meleklere bırakın" derdi.[315] Bu
yüzden bir hadiste "Arkadaşlarını sevkederdi" denilmektedir. Kâh
yalınayak, kâh ayakkabılı yürürdü. Yürürken arkadaşlarıyla tek tek ve toplu
yürürdü. Bir keresinde yaptığı savaşlardan birinde yürürken parmağı kanadı ve
parmağından kan aktı. Bunun üzerine şu beyti söyledi:
"Sen yalnız
kanayan bir parmak değil misin? Allah yolunda gelmiştir başına gelen."[316]
Seferde arkadaşlarının
gerisinden gider, güçsüz kişiyi alır, terkine bindirir ve onlara dua ederdi.
Bu rivayeti Ebu Davud nakletmiştir.[317]
Hz. Peygamber (s.a.)
gerek toprak üzerine, gerekse hasır ve halı üzerine otururdu. Mahreme'nin kızı
Kayle anlatıyor: "Allah Rasulü'nün (s.a.) yanına geldim, kaynaklarını yere
koyup uyluklarını karnına doğru çekip dizlerini dikerek ellerini kemer gibi
inciklerinden geçirmiş bir vaziyette oturmaktaydı. Allah Rasulünü (s.a.)
mütevazi, dalgın oturan biri gibi görünce korkudan titredim." Adiy b.
Hatim (Medine'ye) gelince, Hz. Peygamber (s.a.) onu evine davet etti. Cariye
oturması için ona yastık verdi, yastığı kendisi ile Adiy arasına
Hz. Peygamber'in (s.a.) zaman
zaman sırt üstü yatıp uzandığı olurdu. Bazan ayak ayak üzerine atardı. Yastığa
dayanarak otururdu. Kimi zaman sol yanına, kimi zaman sağ yanına yaslanırdı.
Halsiz kaldığı zamanlarda dışarı çıkmak ihtiyacı duyduğunda arkadaşlarından
birine dayanarak çıkardı. [318]
Tuvalete girerken şu
duayı okurdu:
"Allah'ım!
Görünen-görünmeyen, maddi-manevî bütün pisliklerden, kovulmuş şeytandan sana
sığınırım."[319]
Çıkınca da
"Bağışla, Rabbim" derdi.[320]
Tuvalet temizliğini
bazan su ile, bazan taşlarla, bazan da ikisini bif te kullanarak yapardı.
Yolculuk esnasında
tuvalete gideceği zaman arkadaşları tarafından görülmeyecek kadar
giderdi. Bazan iki mil kadar uzaklaştığı
olurdu.
Tuvaletini yaparken
bazan yüksek bir yerin, bazan hurma ağaçlarının» bazan da vadideki ağaçların
arkasına gizlenirdi.
Sert bir yerde küçük
abdest bozacağı zaman yerden bir odun alır, toprağın nemi belirinceye kadar
onunla yeri eşeler sonra abdestini bozardı.
Küçük abdest bozmak
için yumuşak topraklı yer arardı. Çoğunlukla oturarak bevlederdi ( = küçük
abdest bozardı). Hatta Hz. Âişe: "Size kim Hz. Peygamber (s.a.) ayakta
bevlederdi, diye söylerse onu tasdik etmeyin. Hz. Peygamber (s.a.) daima
oturarak beviederdi." demiştir.[321]
Oysa Müslim, Sahihimde Huzeyfe'den, Hz. Peygamber'in (s.a.) ayakta
bevlettiğini rivayet etmiştir.[322] (Bu
hadis hakkında farklı yorumlar yapılmış) kimisi
Hz. Peygamber (s.a.)
ayakta bevletmenin caiz olduğunu göstermek için böyle yapmıştır derken, kimisi
dizinin iç yüzündeki bir ağrıdan dolayı, kimisi de şifa olsun diye böyle
yapmıştır, şeklinde yorumlar ileri sürmüştür. Şafiî (r.h.): "Araplar bel
ağrısını ayakta bevletmekle iyileştirmeye çalışırlar" diyor. Doğrusu Hz.
Peygamber (s.a.) bunu idrar sıçramasından sakınmak, uzak durmak amacıyla
yapmıştır. Çünkü o, bir kabilenin süprüntülerini attıkları bir çöplüğe
uğradığında bu şekil bevletmiştir. Çöplerin atıldığı yere mezbele denir ve
mezbele yüksek olur. Şayet bir kimse oraya oturarak bevletse, idrarı üzerine
geri döner. Oysa Hz. Peygamber (s.a.), mezbeleyi, kendisini gizleyecek tarzda,
kendisi ile duvar arasına alırdı. Elbet bu durumda ayakta abdest bozacaktır.
En iyi bilen Allah'tır.
Tirmizî, Ömer b.
Hattâb'ın şöyle dediğini aktarıyor: Ayakta abdest bozuyordum, Hz. Peygamber
(s.a.) beni gördü ve bana: "Ey Ömer, ayakla abdest bozma" dedi.
Ondan sonra bir daha ayakta abdest bozmadım. [323]
Tirmizî diyor ki: Bu hadisi sadece Abdülkerim b. Ebu'l-Mehârık merfü olarak
rivayet etmiştir; o da hadisçiler katında zayıftır.
Bezzâr'ın Müsned'ınde
ve diğer hadis kitaplarında Abdullah b. Bürey-de'den babası yoluyla gelen şu
rivayet yer almaktadır: Allah Rasulü (s.a.) buyurdular ki: "Şu üç şey
cefadır: 1- Adamın ayakta abdest bozması, 2-Namazını bitirmeden alınım silmesi,
3- Secdede iken üflemesi."[324] Hadisi
Tirmizî rivayet etmiş ve "Bu hadis mahfuz değildir" demiştir. Bezzâr
ise "Bu hadisi Abdullah b. Büreyde'den, Saîd b. Ubeydullah'tan başkasının
rivayet ettiğini bilmiyoruz" demiş; ama onu cerhetmemiştir. İbn Ebî Hatim
"O (Saîd b. Ubeydullah) Basralı, sika, meşhur bir râvidir" diyor.
Tuvaletten çıkar
Kur'an okurdu. Tuvalette sol eliyle temizlenir; suyu ve taşı sol eliyle
kullanırdı. Vesveseye kapılanların yaptıkları gibi zekeri çekme, öksürme,
sıçrama, ip bağlama, yürüyüşe çıkma, zeker deliğine pamuk sokma ve içine su
dökme, tekrar tekrar bakıp kontrol etme, vs. bid'-atlerden hiçbirini yapmazdı.
Rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) küçük abdest bozduğu zaman zekerini içinde
idrar kalmaması için üç kere çekerdi. [325]
Ayrıca bunu emrettiği rivayet edilmişse de, Ebu Cafer el-Ukeylî'nin dediğine
göre, Hz. Peygamber'in (s.a.) ne kendisinin bunu yaptığı ne de böyle
yapılmasını emrettiği sahihtir.
Abdestini bozarken
birisi kendisine selâm verirse, onun selâmını almazdı. Bunu Müslim, Sahih'indc
İbn Ömer'den rivâyeet etmiştir. [326]
Bezzâr, Müsned'mde bu
olayda Hz. Peygamber'in (s.a.) selâmı aldığını ve sonra şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Selâm verdim selâmımı almadı, demenden korktuğum İçin selâmını
aldım. Bir daha beni bu halde görürsen selâm verme. Çünkü selâmını almam."
Bazıları bu olay
herhalde iki defa meydana gelmiştir, diyorlar. Bazıları da diyorlar ki:
Müslim'in hadisi daha sahihtir. Zira hadis, Dahhâk b. Osman -Nâfî- İbn Ömer
senediyle rivayet edilmiştir. Bezzâr'ın hadisi ise, Abdullah b. Ömer evladından
Ebu Bekr künyeli bir adam tarafından Nâ-fi'den, o da İbn Ömer'den naklen
rivayet edilmiştir. Bu Ebu Bekir'in, Ebu Bekr b. Ömer b. Abdurrahman, b.
Abdullah b. Ömer[327]
olduğu söylenmiş olup Mâlik, vs. muhaddisler ondan rivayette bulunmuşlardır.
Dahhâk ondan daha sikadır.
Su ile temizlenirse sonra
elini yere sürerdi. Abdest bozmakjiçin oturacağı vakit yere yaklaşmadan
elbisesini kaldırmazdı. [328]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) sünnetli mi doğduğu yoksa göğsünün ilk !ay-rıldığı gün melekler
tarafından mı sünnet edildiği yahut dedesi Abdülmut-talib'in mi sünnet ettiği
konusundaki görüş ayrılıkları yukarıda geçmişti.
Ayakkabı giyme, saç
tarama, temizlenme, birşey alıp verme konularında sağdan başlamaktan
hoşlanırdı. Yemek, içmek ve temizlik konularında sağ elini, tuvalet vb. gibi
ezayı giderme konularında ise sol elini kullanırdı.
Başının ya tamamını
tıraş ederdi, ya da tamamım bırakırdı. Bir kısmını tıraş edip bir kısmını
bırakmazdı. Hac dışında başını (tamamen) tıraş ettiği rivayet edilmemiştir.
Dişlerini misvakla
fırçalamayı severdi. Misvak kullanımında oruçlu olup olmaması farketmezdi.
Uykudan uyandığında, abdest alırken, namaz kılacağı zaman ve eve girdiği vakit
misvakla dişlerini fırçalardı. Bu iş için misvak ağacından yapılan ağaç çubuk
kullanırdı.
Çokça koku sürünürdü.
Güzel kokuyu severdi. Hamamda avret yerlerinin tüylerini dökmek için hamam otu
kullandığı söylenmektedir.[330] Önceleri
saçlarını sahverirdi. Sonra ikiye ayırdı. İkiye ayırması saçını, her bölüm bir
kakül olacak şekilde iki bölüme ayırmasıdır. Salıvermesi ise arkasından
serbest bırakması ve iki bölüme ayırmamasıdır.
Asla hiçbir hamama
girmemiştir. Belki onu gözüyle görmemiştir de. Hamam konusunda hiçbir sahih
hadis de yoktur.[331]
Bir sürmedanlığı
vardı, her gece uykudan önce iki gözüne de ondan sürme çekerdi.tır[332]
Sahabîler, Hz. Peygamber'in (s.a.) saçına kına yakınıp yakınmadığında ihtilaf
etmişlerdir. Enes: "Kına yakınmam ıştır" derken, Ebu Hureyre
"Kına yakındı" diyor. Hammad b. Seleme, Humeyd yoluyla Enes'in:
"Allah Rasulü'nün (s.a.) saçım kınalı gördüm" dediğini aktarır.
Hammad diyor ki: Abdullah b. Muhammed b. Akîl, bana: "Allah Rasulü'nün
(s.a.) saçını Enes b. Mâlik'in yanında kınalanmış gördüm" diye haber
verdi. Bir grup da "Allah Rasulü (s.a.) çokça güzel koku kullandığından
saçı kızıllaşmıştı. Bundan dolayı da kına yakınmadığı halde yakınmış
zannedilirdi" diyor.
Ebu Rimse anlatıyor:
Oğlumla birlikte Allah Rasulü'ne (s.a.) geldim. Bana: "Bu, senin oğlun
mu?" diye sordu. "Evet öyledir. Ben buna tanıklık ederim"
şeklinde karşılık verdim. Bunun üzerine: "Sen onu günaha sürüklemezsen, o
da seni günaha sürüklemez" buyurdu. Baktım, saçının akları .kırmızıydı.[333]
Tirmizî diyor ki: Bu hadis, bu konuda rivayet edilen en hasen ve en açık
hadistir. Çünkü sahih rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a.), saçı sakalı
ağaracak yaşa ulaşmamıştı.
Hammad b. Seleme,
Simâk b. Harb'e dayanarak anlatıyor: Câbir b. Semüre'ye sordular: "Hz.
Peygamber'in (s.a.) başında beyazlık var mıydi?" O da: "Başındaki saç
ayrımı yerindeki birkaç saç telinden başka O'-nun saçında beyazlık yoktu.
Onların beyazlığını ise saçını yağladığı vakit yağ ortaya çıkarırdı."
karşılığını verdi.
Enes diyor ki: Allah
Rasulü (s.a.) başını ve sakalını çokça yağlar, saçının parlaklığını artırırdı.
Elbisesi sanki zeytinyağı satıcısının elbisesine dönerdi[334]
Saç taramayı severdi.
Saçını bazan kendisi, bazan da Hz.Âişe tarardı. Saçı kulak yumuşağından aşağıda
omuzdan yukarıda kalacak kadar uzatırdı.[335]
Kulak yumuşağına kadar uzayan saçı kulaklarının yumuşağını biraz aşardı. Saçı
uzayınca dört örgü yapardı. Ümmü Hânî "Allah Rasulü (s.a.) Mekke'de bir
keresinde bize geldiğinde başında dört saç örgüsü vardı." diyor. Bu hadis
sahihtir.[336]
Hz. Peygamber (s.a.)
kendisine sunulan güze! kokuyu geri çevirmezdi. Sahih-i Müslim'de O'nun şöyle
buyurduğu sabit olmuştur: "Kendisine fesleğen sunulan kimse onu geri
çevirmesin. Çünkü o hoş kokulu, yükü hafif bir çiçektir". Hadisin lafzı bu
şekildedir. Bazıları ise bu hadisi: "Kendisine güzel koku sunulan kimse
geri çevirmesin" şeklinde rivayet ediyor."[337] Bu
ise yukarıdaki hadis ile aynı anlamda değildir. Zira fesleğenin —misk, an-ber,
esans[338] vb. güzel kokuların
aksine— alınmasında pek minnet olmaz. Çünkü onun harcanmasında tolerans âdet
haline gelmiştir. Ancak Azrâ b. Sâbit'in Sümame yoluyla Enes'ten rivayet ettiği
şu hadis sabittir: "Allah Rasulü (s.a.) güzel kokuyu geri
çevirmezdi."[339] İbn
Ömer'in Hz. Peygamber'den (s.a.) rivâyeyt ettiği: "Üç şey geri çevrilmez:
Yastık, yağ ve süt" hadisi ise ma'lul (illetli = kusurlu)dur. Bunu Tirmizî
rivayet etmiş ve illetini belirtmiştir. Ama ben şimdi bu konuda ne denildiğini
hatırlamıyorum. Yalnız bu hadisin Abdullah b. Müslim b. Cündüb, onun babası Müslim
b. Cündüb, onun da İbn Ömer'den gelen bir senedle rivayet edildiğini
hatırlıyorum.[340]
Ebu Osman en-Nehdî'nin
mürsel olarak rivayet ettiği hadislerden biri ne göre Allah Rasulü (s.a.)
buyurmuştur ki: "Herhangi birinize fesleğet çiçeği verilirse onu geri
çevirmesin. Çünkü o, cennetten çıkmıştır.'[341]
Allah Rasulü'nün (s.a.),
kıymetli koku bulunan bir kabı vardı, ondai sürünündü. En çok sevdiği koku misk
idi. Kına çiçeğinden de hoşlanırdı[342]
Ebu Ömer b. Abdilber
diyor ki: Hasan b. Salih, Simâk-İkrime-İbn Abbas (r.a.) senediyle rivayet eder
ki, Allah Rasulü (s.a.) bıyığını kısaltır ve Hz. İbrahim'in de bıyığını
kısalttığını söylerdi[344]Bir
grup, bu işi yapanın İbn Abbas olduğunu söylemektedir. Tirmizî, Allah
Rasulü'nün (s.a.): "Bıyığından almayan bizden değildir" buyurduğunu
Zeyd b. Erkam'dan naklediyor ve: "Bu hadis sahihtir" diyor.[345]
Sahih-i Müslim'de Ebu Hu-reyre'den rivayet edilen bir hadise göre Allah Rasulü
(s.a.) "Bıyıklan kısaltın, sakallan bırakın, böylece mecûsilere muhalefet
edin" buyurmuştur.[346]
Sahihayn'da İbn Ömer'den rivayet edilen bir hadise göre ise Hz. Peygamber
(s.a.): "Müşriklere muhalefet edin; Sakalları uzatın, bıyıkları iyice
kısaltın." buyurmuştur. [347]Sahih-i
Müslim'de yer alan bir rivayete göre Enes demiştir ki: "Hz. Peygamber
(s.a.), bıyığı kısaltma ve tırnakları kesme konularında bize vakit sınırlaması
getirdi. Bu işleri kırk gün kırk geceden daha fazla aksatmama sınırım
koydu."[348]
Selef, bıyığın
kısaltılmasının mı, tıraş edilmesinin mi daha faziletli olduğu konusunda görüş
ayrılığına düşmüştür. Mâlik, Muvatta'mda diyor ki: "Dudağın etrafı yani
yay gibi olan çevresi görünecek kadar bıyıktan alınır. Kişi bıyığını kırpıp da
kendisine işkence etmemelidir". İbn Abdilha-kem, Mâlik'in: "Bıyık
iyice kısaltılır, sakallar salıverilir. Bıyığın iyice kısaltılması tıraş
edilmesi demek değildir. Bıyığını tıraş eden kimsenin tâzir cezasına
çarptırılmasını uygun görürüm." dediğini; İbnü'l-Kâsım ise: "Bıyığı
iyice kısaltmak, tıraş etmek bence işkencedir" dediğini haber veriyor.
Mâlik: "Hz. Peygamber'in (s.a.) bıyığın iyice kısaltılması hadisi dudak
çevresinin kısaltılması anlamını taşır."diyor. Kendisi bıyığın üst
kısmından alınmasını mekruh sayardı. Yine demiştir ki: "Bıyığın tıraş
edilmesinin bid'at olduğuna şahitlik ederim ve tıraş eden kimsenin acı verecek
derecede dövülmesini uygun görürüm." Yine Mâlik diyor ki: "Hz. Ömer
b. el-Hattâb'i bir iş sıktığı zaman oflar, bıyığını kıvırarak ayağını cübbesine
basardı". Ömer b. Abdülaziz: "Bıyık konusunda sünnet olan, dudak
çevresinin ortaya çıkmasıdır" demiştir.
Tahâvî diyor ki:
Şafiî'nin bu konuda bir açıklamasına rastlamadım. Onun gördüğümüz
arkadaşlarından Müzenî ve Rebî'ise bıyıklarım iyice kı-saltırlardı. Bu da,
onların bunu Şafiî'den (r.h.) aldıklarını gösterir. Ebu Hanîfe, Züfer, Ebu
Yusuf ve Muhammed'in saç ve bıyıklar konusundaki görüşlerine göre iyice kısaltma,
kısaltmadan daha faziletlidir.
Mâlikî âlim İbn Huveyz
Mendad, Şafiî'nin bıyığı traş etme konusundaki görüşünün Ebu Hanîfe'nin görüşü
gibi olduğunu söyler. Ebu Ömer İbn Abdilber'in görüşü de budur.
İmam Ahmed'e gelince;
el-Esrem diyor ki: İmam Ahmed b. Hanbel'in bıyığını çokça kısalttığını gördüm.
Bir keresinde ona, bıyığı iyice kısaltma konusunda sünnet sorulduğunda şöyle
cevâp verdiğini işittim: Kişi "Bıyıkları iyice kısaltın" hadisinde
Hz. Peygamber'in (s.a.) belirttiği gibi iyice kısaltır.
Hanbel (v.273)
anlatıyor: Ebu Abdillah'a (Ahmed b. Hanbel) sordular: "Bir adamın
bıyığını kesmesini mi, yoksa cildin beyazı görünecek kadar iyice kısaltmasını
mı yahut nasıl kesmesini uygun görürsün?" Cevaben şöyle dedi: "Şayet
cildin beyazı görünecek kadar iyice kısaltırsa bir sakıncası yoktur.
Kısaltırsa bunda da bir sakınca yoktur." Ebu Muhammmed b. Kudâme
el-Makdisî, el-Muğnî adlı eserinde diyor ki: "Kişi, bıyığını cildinin
beyazı görünecek kadar iyice kısaltmakla böyİe yapmaksızın kısaltmak arasında
hürdür."
Tahâvî der ki: Mugîre
b. Şu'be, Allah Rasûlü'nün (s.a.) kendisinin bıyığından biraz aldığını rivayet
ediyor. [349]İşte burada iyice
kısaltma söz konusu olmaz. İyice kısaltmayı caiz görmeyenler Hz.Âişe ve Ebu
Hurey-re'nin rivayet ettikleri "On şey fıtrat (sünnet)tandır."[350]
hadisinde fıtrat olan şeyler arasında sayılan bıyıkları kısaltma kısmını delil
olarak kullanmaktadırlar. Buharî ve Müslim'in rivayetlerinde "Fıtrat
beştir..;" hadisinde"[351]
bıyıklan kısaltma yer almaktadır.
İyice kısaltma
görüşünü savunanlar ise, iyice kısaltmayı emreden sahih hadisleri ve İbn
Abbas'ın rivayet ettiği: "Allah Rasûlü (s.a.) bıyığını keserdi"
hadisini[352] delil göstermektedirler.
Tahâvî diyor ki: İşte bu hadiste çoğunluk ihtimal, iyice kısaltmaktır; İki
yöne de ihtimal vardır. el-Alâ b. Abdurrahman'ın, babasından, onun da Ebu
Hureyre'den rivayet ettiği bir hadiste:
"Bıyıklan kesin, sakallan salıverin" buyurulmaktadır.[353]
Muhtemelen bu hadiste
de iyice kısaltma kastedilmiştir. Tahâvî, Ebu Saîd, Ebu Useyd, Râfi' b. Hadîc,
Sehl b. Sa'd, Abdullah b. Ömer, Câbir ve Ebu Hureyre'nin bıyıklarını iyice
kısalttıklarını senedleriyle vermektedir. İbrahim b. Muhammed b. Hatîb:
"İbn Ömer'i bıyığım yolarcasına iyice kısaltırken gördüm" diyor.
Bazıları da: "İbn Ömer, cildinin beyazlığı gördüm" diyor. Bazıları
da: "İbn Ömer, cüdinin beyazlığı görülecek kadar kısaitirdı" diyor.
Tahâvî der ki: Kısaltma bütün
âlimlerce sünnet olduğuna göre başın saçlarına kıyaslanarak bıyığı tıraş
etmenin daha faziletli olduğu söylenebilir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.)
saçlarını tıraş edenlere üç, kısaltanlara bir kere dua etmiştir.[354]
Başın tıraş edilmesini, kısaltılmasından daha faziletli saymıştır. Bıyık da
işte böyledir. [355]
Allah'ın yaratıkları
arasında en fasih ve en tatlı konuşanı, anlatmak istediğini en kısa bir şekilde
yerli yerinde anlatabilen ve en tatlı sözlü olan Hz. Peygamber (s.a.) idi. Öyle
ki, O'nun konuşması kalblerin kavşaklarım tutar, ruhları esir ederdi, buna
düşmanları da tanıklık ederdi. Konuştuğu zaman açık sözle tane tane konuşurdu,
sözlerini biri saymaya kalksa sayabilirdi. Ne ezberlenemeyecek kadar çarçabuk,
ne de konuşmasının kelimeleri arasında anlam kopukluğuna sebep olacak kadar
aralıklar vererek, kesik kesik konuşurdu. Aksine onun bu konudaki tutumu, en
mükemmel bir tutumdu. Hz.Âişe der ki: "Allah Rasûlü (s.a.), sizin şu
konuşmalarınız gibi sözü peşipeşine siralamazdı. Ancak açık bir sözle tane tane
konuşur, meclisinde bulunanlar konuştuklarını ezberleyebilirdi.[356]
Çoğu zaman iyi anlaşılsın diye sözü üç kere tekrar ederdi. Selâm verdiğinde de
üç kere seiâm verirdi. Uzun zaman susardı. Gereksiz konuşmazdı. Söze
avurtlany-îa başlar, yine onlarla noktalardı. Konuşmalarında az sözle çok mana
ifade edecek cümleler kullanırdı. Anlatacağını ayrıntılarıyla anlatır, ne boş
yere, zahir, ne de gereksiz kısaltmalarda bulunurdu. Lüzumsuz konularda
konuşmazdı. Yalnızca sevabını umduğu konularda konuşurdu, Birşeyden
hoşlanmadığı yüzünden anlaşılırdı. Sözleri ve davranışları arasında aşın ve
çirkin şeyler bulunmazdı; gürültücü, şamatacı ve bağıra bağıra konuşan biri
değildi.
Çoğunlukla gülüşü
tebessüm idi, hatta hepsi tebessüm idi. En fazla güldüğünde azı dişleri
görünürdü. Gülünecek şeylere gülerdi. Onlar ise öylesine şaşılan, ender ve
seyrek olarak rastlanan şeylerdi. Gülmenin pekçok sebebi vardır. Birisi budur.
Diğer bazıları ise şunlardır: 2- Neşe gülüşü: Kendisini sevindiren şeyi
görmesinden yahut nimetin eserini üzerinde görmesinden kaynaklanır. 3- Öfke
gülüşü: Çoğunlukla bu şiddetli öfkelenen kişide görülür. Sebebi ise öfkeli
kişinin öfkesinin kendisine getirdiği şeylerden hayrete düşmesi ve kendisinin
hasmma karşı güçlü durumda ve hasmının kendi avucunda olduğunu hissetmesidir.
Bazan kişi hiddet anında kendisine sahip olur, kızdığı kişiden yüz çevirir ve
ona aldırmayarak da gülebilir.
Hz.Peygamber'in (s.a.)
ağlaması ise gülüşü gibiydi. Nasıl kahkaha ile gülmez idiyse, ağlarken de
bağıra bağıra feryat ederek ağlamazdı. Ancak gözleri yaşla dolar, boşalırdı.
Göğsünden bir inilti duyulurdu.
Kimi zaman ölüye
merhametinden, kimi zaman ümmeti için korktuğundan ve onlara olan şefkatinden,
kimi zaman Allah korkusundan, kimi zaman da Kur'an dinlerken ağlardı. Kur'an
dinlerken ağlayışı; korku ve haşyet ile hemdem olan bir iştiyak, muhabbet ve
saygı ağlayışıdır. Oğlu İbrahim öldüğünde gözleri yaşla doldu ve ona olan
merhametinden ağladı ve buyurdu ki: "Göz yaşla dolar, kalp mahzun olur.
Rabbimizi hoşnut etmeyecek şey söylemeyiz. Biz sana gerçekten üzülüyoruz, ey
ibrahim!>>[357]
Kızlarından birini ruhunu teslim edeceği zaman gördüğünde de ağladı. îbn Mes'ûd
ona Nisa sûresini okurken "Her ümmete bir şahid getirdiğimiz ve seni de
(ey Muhammed) bunlara şahid getirdiğimiz vakit halleri ne olacak.[358]
âyetine geldiğinde Peygamberimiz (s.a.) ağladı[359] Osman
b.
Maz'ûn[360]
vefat ettiğinde de ağladı. Güneş tutulduğunda ağladı, kusûf namazı kıldı.
Namazında ağlamaya oflamaya başladı ve şöyle dedi: "Rab-biml Sen bana, ben
onların arasında iken ve onlar bağışlanma dilerken onlara azap etmeyeceğini
va'detmemiş"miydin?'"[361]
Kızlarından birinin mezarının üzerine oturduğunda da ağladı.[362]
Zaman zaman gece namazında ağlardı.
Ağlamanın çeşitleri:
1- Merhamet ve şefkat ağlayışı,
2- Korku ve haşyet ağlayışı,
3- Sevgi ve arzu ağlayışı,
4- Sevinç ve neşe ağlayışı,
5- Başa acı veren bir durumun gelmesinden ötürü
sızlanma ve dayanâ-mama ağlayışı,
6- Hüzün ağlayışı. Bu tür ağlayış ile korku
ağlayışı arasındaki fark şudur: Hüzün ağlayışı geçmişte istenmeyen, hoşa
gitmeyen bir durumun başa gelmesi yahut sevilen birşeyi elden kaçırmaktan
dolayı olur. Korku ağlayışı ise, gelecekte böyle bir durumun başa gelmesi
endişesinden olur. Sevinç ve neşe ağlayışı ile hüzün ağlayışı arasındaki fark
da şudur: Sevinç gözyaşı soğuktur, bu halde kalb sevinçlidir. Hüzün gözyaşı ise
sıcaktır, bu halde kalb mahzundur. Bu yüzden sevinilen şey için: "Gözün
aydın olacağı şey", "Allah gözünü aydın etti"; üzüntü duyulan
şey için ise: "Gözü sıcak yapan", "Allah, gözünü sıcak
etti," denir.
7- Güçsüzlük ve zayıflık ağlayışı,
8- Münafıklık ağlayışı: Kalb katı iken göz yaşla
doluyor; bunun üzerine sahibi, insanların en katı kalblisi olduğu halde huşu
gösteriyor.
9- Ödünç alınan, kiralanan ağlayış: Ücretle
ölülere bağırıp çağırarak ağlayan kadının ağlamasında olduğu gibi. Böylesi bir
İcadın Hz. Ömer b. el-Hattâb'ın dediği gibi gözyaşını satıyor, başkasının
üzüntüsüne ağlıyor.
10- Uyum gösterme ağlayışı: Bir adam, insanların,
başlarına gelen bir işten dolayı ağladıklarını görüyor, onlarla birlikte
ağlıyor, niçin ağladıklarını da bilmiyor. Ama onların ağladıklarını görüp
kendisi de ağlıyor. (İşte buna uyum gösterme ağlayışı denir).
Sessiz olan ağlayış,
kısa ağlayıştır. Sesli oian ise seslerin yapısına göre uzatılmış
ağlayıştır.
Şair bir beyitte der
ki:
"Gözüm ağladı,
hakkıdır onun ağlamak.
Ne ağlamak fayda
verir, ne de sızlanmak"[363]
Zoraki ağlamaya
"yapmacık ağlama" denir. Bu da iki türlüdür. 1-İyi olan, 2- Kötü
olan. İyi olan görsünler, duysunlar diye değil de ince kalblilik ve Allah
korkusu elde etmek için ağlar görünmedir. Kötü olan ise halk için ağlar
görünmeye çalışmaktır. Hz. Ömer b. el-Hattâb, Hz. Peygamber (s.a.) ve Ebu
Bekir'i Bedir esirlerinin haline ağlarken bulur ve Hz. Peygamber'e (s.a.)
sorar: "Seni ağlatan nedir? söyle bana, ey Allah'ın Rasûlü! Şayet
ağlayabilirsem ağlayayım. Ağlayamazsam, siz ağladığınız için ben de ağlar
görüneyim."[364] Hz.
Peygamber (s.a.), onu bundan alıkoymadı. Seleften biri demiştir ki: "Allah korkusundan ağlayın.
Ağlayamazsamz, yapmacıktan ağlayın."[365]
Hz. Peygamber (s.a.),
yerde, minber üzerinde, erkek ve dişi develer üstünde hutbe okumuştur.
Hutbeye çıktığı zaman
gözleri kızarır, sesi yükselir, öfkesi artar; sanki heyecanlı heyecanlı:
"Düşman üstünüze sabah-akşam saldırmak üzeredir" diye haber vererek
bir orduyu uyarıyormuşçasına bir hal alır, ardından: "Benim Peygamber
olarak gönderilmemle kıyamet arasındaki müddet şu ikisi gibidir" buyurur,
işaret ve orta parmaklarım birbirine yanaştırırdı. Derdi ki: "Şüphesiz
sözlerin en hayırlısı Allah'ın Kitabıdır. En iyi yol, Muharnmed'in (s.a.)
yoludur. İşlerin en fenası (uydurulup dine katılan) bid'atlerdir. Her bid'at sapıklıktır.
[366]
Her hutbesine Allah'a
hamdederek başlardı. Pekçok fakîh ise: "Yağmur duası hutbesine
istiğfarla, bayram hutbelerine de tekbirle başlardı" diyor ki, Hz.
Peygamber'den (s.a.) bu konuda onlara destek olacak bir tek sünnet bile asla
nakl olunmuş değildir. O'nun sünneti bunun aksini yani bütün hutbelere
"el-Hamdülillah" ile başlamayı icabettir/ir. Bu görüş Hanbelî
âlimlerince ortaya atılan üç görüşten biridir. Aynı zamanda Üstadımız İbn
Teymiye'nin —Allah ruhunu aziz etsin— de tercihidir.
Hutbeyi ayakta okurdu.
Atâ gibi bir takım tabiîlerin mürsel rivayetlerine göre Hz. Peygamber (s.a.),
minbere çıktığında yüzünü cemaata çevirmiş ve: "es-selâmü aleykûm"
diye cemaatı selâmlamıştı. Şa'bî diyor ki: "Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer de
böyle yaparlardı."[367] Hz.
Peygamber (s.a.) hutbesini istiğfarla bitirirdi. Çoğu zaman hutbelerinde Kur'an
okurdu. Müslim'in Sahihinde Ümmü Hişâm bt. Hârise'nin şöyle dediği nakledilir:
"Kâf sûresini
yalnızca Hz. Peygamber'in (s.a.) dilinden öğrendim. Her cuma minber üzerinde halka
hitap ederken bu sûreyi okurdu."[368]
Ebu Davud'un İbn
Mes'ûd'dan naklettiğine göre Allah Rasûlü (s;i şehadet getireceği zaman şöyle
derdi:
"Hamd Allah'a
mahsustur. O'ndan yardım diler, O'ndan bağışlama bekleriz. Nefislerimizin
şerlerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın doğru yola ilettiğini hiç kimse
saptıramaz, saptırdığını da hiç kimse doğru yola erdiremez. Tanıklık ederim
ki, Allah'tan başka tapılacak yoktur; o tektir, ortağı yoktur. Yine tanıklık
ederim ki, Muhammed şüphesiz O'nun kulu ve elçisi-dir. Kıyamet saati önünde
Allah, onu müjdeleyici ve uyarıcı olarak hakla göndermiştir. Allah ve RasûhVne
itaat eden doğru yolu bulmuştur. Onlara isyan edense yalnızca kendisine zarar
vermiş olur. Allah'a hiçbir zarar ve-remez."[369]
Ebu Davud diyor ki:
Yunus, İbn Şihâb'a (Zührî), Allah Rasûlü'nün (s.a.) cuma günü okuduğu şehadet
kelimesini sordu. O da bu (yukarıdaki) şekil şehadeti şu farkla zikretmiştir:
"...Onlara isyan edense Sapmış, azgınlığa düşmüştür..."[370]
İbn Şihâb der ki: Bize
kadar ulaştığına göre Hz. Peygamber (s.a.) hutbe okuduğunda şöyle derdi:
"Her gelecek olan
yakındır. Gelecek olana uzaklık yoktur. Allah hiç kimsenin acelesi için acele
etmez; insanların işini basite almaz. İnsanların dilediği değil, Allah'ın
dilediği olur. Allah, birşey diler, insanlar başka bir-şey. İnsanlar istemese
de Allah'ın dilediği olur. Allah'ın yakınlaştırdığını uzaklaştıracak, O'nun
uzaklaştırdığını yakınlaştıracak hiçbir şey yoktur. Allah'ın izni olmadan
hiçbir şey olmaz."[371]
Hutbelerinde ağırlığı
şu hususlar teşkil ederdi: Verdiği nimetlerden üstün ve övgüye lâyık
vasıflarından dolayı Allah'a hamdetme ve O'na övgüde bulunma; İslâm dininin
temel preniplerini öğretme, cennet, cehennem ve âhiret ahvalini anlatma,
Allah'tan korkmayı emretme; Allah'ın gazap-landığı ve hoşnut olduğu hususları
açıklama... İşte hutbelerinin yörüngesi bunun üzerine kurulmuştu.
Hutbelerinde derdi ki:
"Ey insanlar! Doğrusu sizler benim emrettiğim herşeyi yapmaya güç
yetiremeyeceksiniz yahut yapamayacaksınız. Ancak doğru olan (doğru olursanız)
müjde size![372]
Karşıdaki insanların
ihtiyaç ve faydalarına göre her vakitte hutbe okurdu. Okuduğu her hutbeye
mutlaka Allah'a hamdederek başlai yine her hutbede şehadet getirir ve şehadet
esnasında kendini özel ismiylfjj (Muhammed diye) anardı.
Şöyle buyurduğu
sabittir: "Şehadet getirmeden okunan herp sik el gibidir."[373]
hutbel
Evinden çıkarken
önünden yürüyecek bir çavuşu (yaveri) yoktu.'Bu günkü hatiplerin giyindikleri
gibi giyinmezdi. Bunlar gibi ne omuzlar şal atardı, ne de geniş yakalı elbise
giyerdi.
Minberi üç basamaklı
idi. Minbere çıkıp cemaata yönelince müezzin yalnızca ezan okur, ezandan önce
veya sonra hiçbir şey söylemezdi. Hz. Peygamber (s.a.) hutbeye başlayınca hiç
kimse —ne müezzin, ne de başkası— herhangi birşey söylemek için asla sesini
çıkarmazdı.
Hutbe okumak için
ayağa kalktığında eline bir sopa alır; minberde iken ona dayanırdı. Bu hadisi
Ebu Davud, îbn Şihâb'dan nakletmiştir.[374]
Hz.^eygamber'den
(s.a.) sonraki üç halife de aynı şekilde yapardı. Bazı zamanlar bir yay'a
dayandığı da olurdu. (Hutbe esnasında) bir kılıca dayanmış olduğuna dair bir
haber yoktur. Pekçok cahil kimse, Hz. Peygamber'in (s.a.) dinin ancak kılıçla
kurulduğunu göstermek için minberde iken eline kılıç aldığını sanmaktadır. Bu
iki yönden çirkin bir cehalettir:
1- Bize
gelen haberlere göre Hz. Peygamber (s.a.) yay ve sapaya dayanmıştır. 2- Din
ancak vahiyle kurulmuştur. Kılıç ise dalâlet ve şirk içinde olan* ların kökünü
kazımak için lâzımdır. Hz. Peygamber'in (s.a.) içinde hutb& okuduğu
Peygamber şehri, kılıçla değil, Kur'anMa fetholunmuştur.
Hutbe esnasında yeni
bir durumla karşı karşıya geldiğinde (önce) onunla meşgul olur, sonra hutbeye
devam ederdi. Bir keresinde hutbe okuyordu. Bu sırada kırmızı gömlekler içinde
torunları Hasan ile Hüseyin tökezleye tökezleye çıkageldiler. Bunun üzerine
konuşmasını kesip minberden indi. Torunlarını kucakladığı gibi minbere geri
döndü. Sonra şöyle buyurdu: "Yüce Allah doğru söyledi: 'Gerçekten
mallarınız ve çocuklarınız sadece fitnedir.[375]
Gömlekleri içinde şu ikisinin tökezleye tökezleye geldiklerini gördüm,
dayanamadım. Hatta konuşmamı kesip onları kucaklayıp taşıdım."[376]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) hutbe okuduğu bir sırada Gatafanlı Süleyk geldi; doğruca oturdu. Hz.
Peygamber (s.a.) ona hitaben: "Kalk, ey Sü-teyk! Hafif iki rekât namaz
kıl." dedi. Sonra minberde iken şöyle buyurdu: "Herhangi biriniz
cuma günü imam hutbe okurken geldiğinde hafif iki rekât namaz kılsın. "[377]
Cemaatin ihtiyacına göre
hutbeyi bazan kısa tutar, bazan uzatırdı. Ârizî sebeple okuduğu hutbe, düzenü
okuduğu hutbeden daha uzundu. Bayramlarda ayrıca yalnız kadınlara mahsus olmak
üzere hutbe okur, onları sadaka vermeye teşvik ederdi.[378]
Allah en iyi bilendir. [379]
Hz. Peygamber (s.a.)
genellikle her namaz için abdest alırdı. Bazan birden çok namazı bir abdestle
kıldığı da olurdu [380]
Bazan bir müd [381]bazan
bir müddün üçte ikisi, bazan da daha fazla oranda su ile abdest alırdı. Bu da
Şam ukiyyesine göre dört, üç ya da iki ukiyye demektir. En az abdest suyu
harcayan o idi. Ümmetini, abdest alırken çok su kullanıp israf etmekten
sakındınrdı. Ümmeti arasında temizlikte aşırılığa kaçacak kimselerin
çıkacağını haber verdi.[382]
Buyurdu ki: "Abdeste musallat olan Velhân adında bir şeytan vardır. Siz,
suyun şüphe vereninden kaçının. "[383] Bir
keresinde Sa'd'ın yanına uğradı. Sa'd abdest alıyordu. Hz, Peygamber (s.a.):
"Suyu israf etme" buyurdu. Sa'd: "Suda israf olur mu?" dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) "Evet, akarsu kenarında olsan da",
buyurdu.[384]
Abdest uzuvlarını kâh
birer, kâh ikişer, kâh üçer kere yıkayarak; kâh uzuvlarının bir kısmım ikişer,
bir kısmını da üçer kere yıkayarak abdest aldığı sahih olarak rivayet edilmiştir.
Bazan bir, bazan iki,
bazan da üç avuç su alarak ağzını ve burnunu yıkardı. Ağza ve burna birlikte su
alır; bir avuç suyun yarısını ağzına alır, yarısını da burnuna çekerdi. Zaten
bir avuç suyla da ancak böyle yapılır. İki-üç avuç alınan suyun ise hem ayrı
ayrı ağza ve burna verilmesi, hem de bir arada aynı avuçtan hem ağza, hem burna
verilmesi mümkündür. Ancak Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti ağza ve burna birlikte
su verme şeklindeydi. Nitekim Sahîhayn'da Abdullah b. Zeyd'den rivayet
edildiğine göre "Hz. Peygamber (s.a.) bir tek avuç sudan hem ağzını
çalkaladı, hem de burnuna çekti. Bunu üç kere yaptı". Hadis şu ifadeyle de
rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.) ağzını ve burnunu üç avuç suyla
yıkadı'.[385] Abdestte ağzı ve burnu
yıkama konusunda rivayet edilen hadislerin en sahihi bu hadistir. Hz.
Peygamber'in (s.a.)» ağzını ve burnunu ayrı ayrı yıkadığına dair hiçbir sahih
hadis yoktur. Ancak Talha b. Musarrif in babasından onun da dedesinden:
"Hz. Peygamber'in (s.a.) ağzım ve burnunu ayrı ayrı yıkadığını
gördüm" şeklinde rivayet ettiği bir hadis varsa da, bu hadis sadece
Talha-babasi-dedesi senediyle rivayet edilmiş olup dedesinin Hz. Pey-gamber'i
(s.a.) gördüğü (yani sahabîliği) bilinmemektedir.[386]
Sağ eliyle burnuna su
alır, sol eliyle sümkürürdü.
Başının tamamını
meshederdi. Bazan ellerini öne-arkaya doğru götürerek başım meshederdi ki,
"Başını iki kere mesnetti" hadisi buna yorum-lanmalıdir. Doğru olan,
başını meshetme işlemini yenilemediğidir. Abdest uzuvlarım tekrar tekrar
yıkadığında başım bir kere meshederdi. Böyle yaptığı açık ifadelerle
aktarılmıştır. Aksini yaptığına dair sahih hiçbir rivayet yoktur. Bundan başka
rivayetler sahabenin: "Hz, Peygamber (s.a.) abdest uzuvlarını üçer kere
yıkamak suretiyle abdest aldı" ve "Başını iki kere mesnetti"
sözlerinde olduğu gibi ya sahih olup sarih (açık) değildir; ya da şu hadislerde
olduğu gibi sarihtir, ama sahih değildir: 1- İbnu'l-Beylemânî, babasından, o da
Hz. Ömer'den şu hadisi rivayet ediyor: Hz. Peygamber (s.a.): "Kim abdest
alır ellerini üç kere yıkarsa..." buyurup sözünün devamında "...ve
başını üç kere meshederse" diye ekliyor. Bu hadis delil olarak
kullanılamaz. Her ne kadar babanın hali daha iyi ise de, İbnü'l-Beyİemânî ve
babası hadis rivayetinde zayıf bulunmuşlardır.[387] 2-
Ebu Davud, Hz. Osman'ın: "Hz. Peygamber (s.a.) başını üç kere
mesnetti." dediğini rivayet etmiş[388] ve:
"Hz. Osman'dan naklolunan sahih hadislerin hepsi, Hz. Peygamberin (s.a.)
başını bir kere meshettiğini göstermektedir" demiştir.
Başının sadece bir
kısmını meshetmekle yetindiğine dair hiçbir sahih hadis yoktur. Ancak kâkülüne
meshettiğinde sarık üzerine (meshederek mes-hi) tamamlardı[389].
Ebu Davud'un rivayetine göre Enes diyor ki: "Allah Rasûlü'nü (s.a.) abdest
alırken gördüm. Başında Katar mamulü bir sarık vardı. Elini sarığının altına
soktu, başının ön kısmını mesnetti, sarığım çözmedi. "[390]
İşte Enes'in bu hadisteki ifadelerle kasdettiği şey, Hz. Peygamber'in (s.a.)
saçlarının tamamına kaplama mesh yapmak için sarığını çözmemiş olmasıdır. Yoksa
sarık üzerine tamamlamadığını söylemek istememiştir. Muğîre b, Şu'be ve diğer
bazı sahabüer Hz. Peygamber'in (s.a.) sarık üzerine meshederek meshi
tamamladığını belirtmişlerdir. Enes'in bunu belirtmemesi O'nun yapmadığım
göstermez.
Her abdest alışında
mutlaka ağzını ve burnunu yıkamıştır. Bu âdetini tek bir kere bile olsa elden
bıraktığı bilinmemektedir. Abdestini, uzuvlarını sıra ile peşipeşine yıkayarak
alır, yine bunu bir kere bile olsa asla elden bırakmazdı.
Bazan başına, bazan
sarığına, bazan da hem kâkülüne hem de sarığına birlikte meshederdi. Daha önce
de geçtiği üzere sadece kâküle rneshetmekle yetindiği bilinmemektedir.[391]
Mest ve çorap
giymediği zamanlarda ayaklarını yıkardı. Mest yahut çorap giydiği zamanlarda
ise onlar üzerine meshederdi.[392]
Başı ile beraber kulaklarının içini ve dışını da meshederdi. Kulaklarını
meshetmek için yeniden su aldığına dair ondan nakledilmiş sabit bir rivayet
yoksa da İbn Ömer'in böyle yaptığına dair sahih bir rivayet mevcuttur.[393]
Boynu mes-hetme konusunda hiçbir sahih hadis nakledilmemiştir.
Abdestten önce (ve
abdest esnasında) besmeleden başka herhangi bir şey okuduğu bilinmemektedir.
Abdestte okunan zikirler hakkında naklolunan her hadis yalan ve uydurmadır.
Hz. Peygamber (s.a.) onlardan hiçbirini okumamış ve ümmetine öğretmemiştir.
Ondan bize kadar ulaşan -rabdestin başında besmele çekmekten başka—[394]
sağlam bir rivayet yoktur. Şu duayı abdestin sonunda okurdu:
"Bir tek
Allah'tan başka tanrı ve O'nun ortağı bulunmadığına şeha-det ederim. Hz.
Muhammed (s.a.), O'nun kulu ve Peygamberidir.
Allah'ım! Beni
tevbekârlardan eyle. Beni (her türlü maddî-manevi pisliklerden) arınmış
kimselerden eyle."[395]
Yine abdestten sonra
okunan dualardan biri Nesâî'nin Soner'inde bir başka hadiste şu şekilde
geçmektedir:
"Allah'ım! Her
türlü eksiklikten münezzehsin. Hamd Sana, şükran Sana! Şehadet ederim, Senden
başka tanrı yoktur. Affına sığınır, Sana (günahlarımdan) tevbe ederim. "[396]
Abdestin başında ne
"Hadesi gidermeye niyet ettim" ne de "Namaz kılma yolunun
açılmasına niyet ettim" şeklinde ne O, ne de ashabından herhangi birisi
bir şey söylerdi. Bu konuda ondan —ister sahih ister zayıf senedle olsun— bir
tek harf bile nakledilmemiştir.[397]
Hiçbir zaman abdest
uzuvlarını üçten fazla yıkamazdı. Dirsekleri ve topukları aşacak şekilde
(kollarını ve ayaklarını) yıkadığı da sabit değildir. Fakat Ebu Hureyre böyle
yapar ve abdest uzuvlarının parlaklığını yaygınlaştırma hadisini[398] bu
şekilde yorumlardı. Ebu Hureyre'nin, Hz. P'eygam-ber'in (s.a.) abdest alış
şekli konusunda: "Pazularına varıncaya kadar ellerini, inciklerine
varıncaya kadar da ayaklarını yıkadı" diye rivayet ettiği hadis[399]
abdestte dirsek ve topukların yıkanacağını gösterir, ama daha fazla
yaygınlaştırma konusuna delil teşkil etmez.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) abdestten sonra uzuvlarını kurulama alışkanlığı yoktu. Bu konuda,
ondan, bir tek sahih hadis bile nakledilmemiştir; ama tersine (kurulamadığına
dair) sahih hadis vardır. Hz. Âişe'den rivayet edilen "Hz. Peygamber'in
(s.a) abdestten sonra silinip kurulanmak için bir havlusu vardı" hadisi
ile Muaz b. Cebel'den naklolunan "Hz.Peygam-ber'i (s.a.) abdest alırken
gördüm, (abdestten sonra) elbisesinin kenarıyla yüzünü sildi" hadisi[400]
zayıftır. Böyle hadisler delil gösterilemez. Birinci hadisin senedindeki
Süleyman b. Erkam metruk, ikincisinin senedindeki Abdurrahman b. Ziyâd b. En'am
el-Efrîkî ise zayıftır. Tirmizî diyor ki: "Bu konuda Hz. Peygamberden
(s.a.) sahih hiçbir rivayet yoktur."
Her abdest alışında,
abdest suyunun başkası tarafından dökülmesi Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti
değildi. Fakat bazan abdest suyunu kendisi döker; bazan da bir İhtiyaç gereği
başka biri abdest suyunu dökerek ona yardım ederdi. Nitekim Sahihayn'da rivayet
edildiğine göre Muğîre b.Şu'-be, bir sefer sırasında Hz. Peygamber'in (s.a.)
abdest suyunu dökmüştür.[401]
Zaman zaman sakalının
arasını su ile ovalardı. Fakat bunu sürekli olarak yapmazdı. Bu konuda hadis
otoriteleri değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Tirmizî gibi bazı hadisçiler
Hz. Peygamber'in (s.a.) sakalının aralarını su ile ovaladığının sahih olduğunu
söylerlerken[402], Ahmed ve Ebu Zür'a:
"Sakalı su ile ovalama konusunda sabit hiçbir hadis yoktur" demişlerdir.
Yine aynı şekilde
parmaklar arasını su ile ovalama işlemini de her abdest alışında sürekli
yapmazdı. Sünen kitaplarında Müstevrid b. Şed-dâd'in: "Hz. Peygamber'i
(s.a.) abdest alırken gördüm, ayak parmaklarını küçük parmağı ile
ovuyordu." dediği naklolunmaktadır.[403] Bu
hadis sağ-lamsa bu işlemi ancak Hz. Peygamber'in (s.a.) zaman zaman yaptığını
gösterir. Bu yüzden Hz. Osman, Hz. Ali, Abdullah b. Zeyd, Rubeyyi' gibi Hz.
Peygamber'in (s.a.) abdest alış şeklini zihinlerine kaydetmeye özen gösteren
sahabîler nakletmemişlerdir. Oysa yukarıdaki hadisin senedinde bir de (zayıf
râvi olan) Abdullah b. Lehîa vardır.
Yüzüğünü oynattığına dair ise
Ma'mer b. Muhammed b. Ubeydullah b. Ebu Râfi -babası-dedesi senediyle:
"Hz. Peygamber (s.a.) abdest aldığında yüzüğünü oynatırdı." diye bir
hadis rivayet edilmekteyse de bu hadis zayıftır.[404]
Çünkü Ma'mer ve babası zayıftırlar. Bunu Dârakutnî söylüyor. [405]
Sahih rivayetlere göre
Hz. Peygamber (s.a.) hem ikamet halinde, hem de yolculukta mestler üzerine
meshetmiştir. Bu hüküm yürürlükten kaldırılmamış, Hz. Peygamber (s.a.) bu
hüküm yürürlükte iken vefat etmiştir. Ondan aktarılan pek çok hasen ve sahih hadislere
göre mestler üzerine meshetmeyi mukîm (yolcu olmayan, memleketinde yerleşik
olan kişi) için bir gün bir gecelik, yolcu için de üç gün üç gecelik bir
zamanla sınırlandırmıştır.
Mestlerin üst kısmına
meshederdi. Altlarına meshettiğine dair hiçbir sahih hadis yoktur; yalnızca bir
munkatf hadis vardır. Ama aksini gösteren sahih hadis çoktur.
Hem çoraplar hem de
ayakkabılar üzerine mesnetti.[406]
(Başına mes-hederken) kâh sadece sarığına, kâh kakülü ile beraber sarığına
mesnetti. Pekçok hadiste bunu yaptığı da emrettiği de sabit olmuştur. Ancak bu
durum muayyen hükümlerdeki zaruret ve ihtiyaç durumlarına has olabileceği gibi
mestler üzerine meshetmede olduğu gibi genel olması da muhtemeldir ki bu
(ikinci ihtimal) daha açık görünmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Ayaklarının bulundukları
halin aksini yapmaya çalışmazdı. Yani ayaklan mestli ise mestleri çıkarmadan
üzerlerine mesheder; ayakları çıplaksa ayaklarını yıkar, meshetmek için mest
giymezdi. Ayakların meshedilmesi mi, yıkanması mı daha faziletli olduğu
konusunda ortaya çıkan görüşlerin en mutedili bu görüştür. Bunu üstadımız (Ibn
Teymiye) söylemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [407]
Ellerini sadece bir
kere toprağa vurur, onunla da hem yjizüne hem de ellerine teyemmüm ederdi. [408]Ellerini
iki kere toprağa vurarak teyemmüm ettiğine dair sahih bir rivayet gelmediği
gibi, dirseklere kadar da teyemmüm ettiğine dair sahih hiçbir rivayet yoktur.[409]
İmam Ahmed: "Kim teyemmüm dirseklere kadardır derse, bu söz onun
kendisinin ortaya attığı fazladan bir sözdür" demiştir,[410]
Yine aynı şekilde
ister normal toprak, ister çorak, isterse kum olsun üzerinde namaz kıldığı (her
türlü) yeryüzü parçasıyla teyemmüm ederdi. Bir sahih hadiste Hz. Peygamber'în
(s.a.) şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Ümmetimden herhangi birine
namaz vakti nerede erişirse erişsin, mescidi de, temizleyicisi de yanındadır. [411]
Namaz vakti kime kumlukta erişirse, kumun, onun için temizleyici olduğu
hususunda bu hadis, açık bir nastır. Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı Tebük
seferi esnasında yol almak için bu kumlukları aştılar. Yanlarında sulan oldukça
azdı. Ama bununla birlikte yanlarında ne toprak taşıdıkları, ne Hz.
Peygamber'in (s.a.) böyle birşeyi emrettiği, ne de ashabından birinin bunu
yaptığı nakledilmektedir. Oysa kesindir ki çöllerde, toprağa oranla kum daha
çoktur. Hicaz arazisi ve diğer araziler de böyledir. Bunu iyi düşünen kimse
kesin olarak —Allah daha iyi bilir ya— Hz. Peygamber'in (s.a.) kum ile teyemmüm
ettiği sonucuna varır. Bu da cumhurun (âlimler çoğunluğunun) görüşüdür.
Teyemmümün yapılış
şekli hakkında: *'Teyemmüm yapacak kimse, sol elinin parmaklarının iç
taraflarını sağ elin dış yüzü üzerine kor, sonra dirseğe kadar yürütür, sonra
da avuç içini kolun iç kısmı üzerine döndürür; sol baş parmağını tıpkı müezzin
gibi doğrultur, sağ baş parmağına ulaşıncaya kadar bu şekilde tutar ve onun
üzerine kaplar" diye anlatılan bu şeyleri Hz. Peygamber'in (s.a.)
yapmadığı, ashabından birine de öğretmediği, bu şekilde yapmayı emretmediği ve
hoş da karşılamadığı kesinlikle bilinen gerçeklerdendir. Onun yapış şekli ve
tarzı ortada! Münakaşayı halletmede başvurulacak makam, onnn yapış
şeklidir.
Her namaz için teyemmüm
yaptığına ve bunu emrettiğine dair de sahih hiçbir hadis nakledilmemektedir.
Teyemmümü, abdestin yerini tutacak şekilde kısıtlamasız olarak serbest bıraktı.[412] Bu
durum teyemmümün ab-dest hükmünde olmasını icab ettirir; ancak delilin aksini
icabettiren hususlar varsa onlar başka. [413]
Namaza kalktığında
"Allahu ekber" derdi. Bundan önce hiçbir şey söylemez, niyeti asla
diliyle telaffuz etmezdi. "Allah rızası için falan vaktin dört rekât
farzını kıbleye yönelik olarak bana uyan cemaata kıldırmaya yahut uydum hazır
olan imama" demediği gibi "edâ olarak", "kaza olarak"
ve "vaktin farzını kılıyorum" sözlerini de söylemezdi. Bu on bid'atın
hiçbir kelimesini, ister sahih, ister zayıf; ister müsned, ister mürsel bir
senedle olsun Hz. Peygamber'den (s.a.) hiç kimse nakletmemiştir. Hatta O'nun
ashabından herhangi birinin bunlardan birini söylediği bile nakledilmemiş; ne
tabiînden biri, ne de dört imam (Ebu Hanîfe, Mâlik, Şafiî ve Ahmed) bunları hoş
görmüştür. Ancak İmam Şafiî'nin —Allah ondan razı olsun— "Namaz, oruç gibi
değildir. Ona hiç kimse zikirsiz giremez." sözü, sonra gelen bazı âlimleri[414]
yanılttı ve zannettiler ki; zikir, namaz kılan kimsenin niyeti söylemesidir.
Oysa Şafiî'nin —Allah rahmet etsin— zikir'den maksadı başlangıç tekbirinden
başka birşey değildir. İmam Şafiî, Hz. Peygam-ber'in (s.a.) hiçbir namazda
yapmadığı ve onun halifelerinden ve ashabından hiç birinin tatbik etmediği bir
şeyi nasıl müstehap sayabilir?! Onların tutum ve davranışları ortada. Eğer biri
çıkar da bu konuda onlardan bir nakil bulursa kabul eder, rıza ve hoşnutlukla
karşılarız. Onların yolundan daha mükemmel bir yol yoktur. Şerîat sahibi Hz.
Muhammed'den (s.a.) öğrendiklerinden başka da sünnet yoktur.
Namaza başlarken
sadece "AUahu Ekber"der, başka birşey söylemezdi, âdeti buydu. Hiç
kimse onun bundan başka birşey söylediğini naklet-memiştir.
Tekbir getirirken
ellerini, parmakları açık ve kıbleye yönelik bir şekilde kulaklarının üst
kısmına kadar kaldırırdı. Ellerini omuzlarına kadar kaldırdığı da rivayet
edilmiştir. Ebu Humeyd es-Sâidî ve onun takipçileri: "Eller omuz hizasına
kadar kaldırılır." demişlerdir ki, İbn Ömer de bu görüştedir. Vâil b.
Hucr, kulakların hizasına kadar; Berâ ise kulaklara yakın kaldırılır
demişlerdir. Bir görüşe göre bu iş serbest bırakılmış fiillerdendir (isteyen
istediğini yapabilir). Diğer bir görüşe göre parmak uçlarını kulakların üst
kısmına kadar, avuçlarım ise omuzlara kaldırır. Şu halde ihtilaf yoktur. Bu
kaldırmanın bizzat kendisinde ihtilaf edilmemiştir (yani tekbir getirirken
elleri kaldırma —değişik şekillerde olsa da— vardır).
Sonra sağ elini sol
elinin üzerine kor, şu dualardan birini okurdu:
1-
"Allah'ım! Benimle günahlarımın arasını doğu ile batı arasım ayırdığın
gibi ayır.Allah'ım! Hatalarımı su ile, kar ile, dolu ile yıka. Allah'ım! Beyaz
elbise kirden nasıl arındırılırsa beni de günah ve hatalardan öylece
arındır."[415]
2-
"Yüzümü, göğsü inanç dolu bir müslüman olarak gökleri ve yeri yaratana
çevirdim. Ben, O'na ortak koşanlardan değilim. Kıldığım namaz, yaptığım bütün
ibadetler, hayatım ve ölümüm ortağı bulunmayan, âlemlerin Rabbi Allah'a
aittir. Ben bununla emrolundum. Ben müslümanların ilkiyim.
Allah'ım! Hükümran
Sensin. Senden başka tanrı yoktur. Sen Rabbimsin. Ben Senin kulunum. Kendime
zulmettim, günahımı itiraf ettim. Bağışla, bütün günahlarımı, Rabbinu Günahları
ancak Sen bağışlarsın. Beni en güzel huylara ulaştır. Zaten en güzellerine
ancak Sen ulaştırırsın. Kötü huylan benden uzaklaştır. Onları Senden başkası
benden uzaklaştıramaz. Buyur Allah'ım, buyur! Bu kulun canla başla emrine
uyar. Hayrın tamamı Senin ellerinde. Şer Sana değildir. Ben Seninleyim, Sana
döneceğim. Sen yücelerden yücesin. Affına sığınıyor, Sana yöneliyorum."[416] Ancak
bu başlangıç duasını gece namazlarında okuduğu bilinmektedir.[417]
3- "Cebrail, Mikâil ve İsrafil'in Rabbi,
göklerin ve yerin yaratıcısı, gizliyi-aşikârı bilen Allah'ım! Ayrılığa
düştükleri konularda kulların arasında Sen hükmedersin. İzninle, hakta
ayrılığa düşülürse beni hakka ulaştır. Şüphesiz Sen dilediğini doğru yola
eriştirensin."[418]
4- "Allah'ım! Hamd Sana. Sen göklerin,
yerin ve bunların içindekilerin nurusun..." diye başlayan duayı okurdu[419]. Bu
hadisin İbn Abbas'tan (r.a.) gelen bazı sahih rivayetlerinde Hz. Peygamber'in
(s.a.) tekbir alıp bu duayı okuduğu yakında gelecektir.
5- "Allah en büyüktür. Allah en büyüktür.
Allah en büyüktür. Allah'a çok çok hamd-ü senalar. Allah'a çok çok hamd-ü
senalar. Allah'a çok çok hamd-ü senalar. Sabah-akşam Allah'ı eksikliklerden
tenzih ederim. Sabah-akşam Allah'ı eksikliklerden tenzih ederim. Sabah-akşam
Allah'ı eksikliklerden tenzih ederim. Şeytanın kışkırtmasından, üflemesinden
ve fısıldamasından Sana sığınırım."[420]
6- Sırasıyla
on kere "Allahu Ekber", on kere "Subhanallah", on kere
"Elhamdülillah11, on kere "La ilahe illallah", on kere de
"Estağfirullah" der, sonra da on kere şu duayı okurdu:
"Allah'ım! Beni
bağışla, Beni doğru yola eriştir. Beni rızıklandır. Bana afiyet ihsan
et."
Bu duayı da okuduktan
sonra on kere de şu duayı okurdu;
Şu duayı okuyarak da
namaza başladığı rivayet edilmiştir:
"Allah'ım! Kıyamet günü yer darlığından Sana
sığınırım."[421]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bütün bu çeşit çeşit duaları okuduğu sAr senedlerle rivayet edilmiştir.
"Allah'ım! Seni
her türlü eksiklikten tenzih eder, yalnız Sana hamde-derim. Senin adın övgüye
lâyıktır. Senin şanın yücedir. Senden başka ilâh yoktur."
Bu hadisi sünen
sahipleri Ali b. Ali er-Rıfâî-Ebu'l-Mütevekkil en-Nâcî-Ebu Saîd senediyle
mürsel olarak rivayet etmişlerdir. Buna benzer bir hadis de Hz. Âişe'den
(r.a.) rivayet edilmiştir.[422]
Bundan önceki hadisler daha sağlamdır. Ancak bir sahih rivayette Hz. Ömer
İbnu'l-Hattâb'ın (r.a.) bu (sübhaneke) duasını Hz. Peygamber (s.a.)in makamında
namaza başlarken açıktan okuduğu ve insanlara öğrettiği nakledilmiştir.[423]
İmam Ah-med: "Ben ise Hz. Ömer'den rivayet edileni kabul ederim."
demiştir. Namaz kılan kimse Hz. Peygamber'den (s.a.) naklolunan başlangıç
dualarından birini okusa iyi olur.
İmam Ahmed bu duayı on
sebepten tercih etmiştir. Bu sebepleri başka yerlerde anlattım. Bazıları
şunlardır:
1- Sahabeye öğretmek için Hz. Ömer'in açıktan
okuması,
2- Bu duanın, Kur'an'dan sonra en üstün olan
sözleri içermesi. Çünkü Kur'an'dan sonra en üstün söz şudur:
"Allah her türlü
eksiklikten münezzehtir. Hamd, yalnız O'nadır. Allah'tan başka tanrı yoktur.
Allah en büyüktür." Namazın başında okunan bu "Sübhaneke" duası
başlangıç tekbiri ile birlikte Kur'an'dan sonra en üstün olan bu sözü de
içermektedir.
3- Allah'a
yapılan övgülerin en samimisidir. Diğerleri dua anlamı taşımaktadırlar. Övgü
ise duadan daha üstündür. Bu yüzden İhlâs sûresi Kur'-an'ın üçte birine
denktir. Çünkü Rahman olan şanı yüce ulu Allah'ı en samimi bir biçimde
anlatmakta, O'na övgüde bulunmaktadır. Bundan dolayı: sözü Kur'an'dan sonra en
üstün söz olmuştur. Şu halde bu dua ile başlamak diğer dualarla başlamaktan
daha faziletli olmalıdır.
4- Diğer başlangıç dualarının çoğunluğu gece
kılınan nafile namazlar hakkındadır. Bu duayı ise Hz. Ömer, farzlarda okur,
insanlara öğretirdi.
5- Bu başlangıç duası yüce Rabbe övgü ile dua
olduğu gibi aynı zamanda O'nun kemal ve celâl sıfatlarını da haber
vermektedir. "yüzümü... çevirdim" duası ise kulun, kulluğundan
bahsetmektedir. Aralarındaki fark yaratan ile kul arasındaki fark kadardır.
6- duasını
okumayı tercih eden tamamını okuyamaz; hadisin yalnız bir kısmını alır,
gerisini bırakır. Ama
duasını okumada böyle bir şey söz
konusu değildir. Çünkü bunu okumaya başlayan sonuna kadar tamamını okur.
Başlangıç duasını
okuduktan sonra:
"Lanetlenmiş
şeytandan Allah'a sığınırım" der, peşinden Fâtiha'yı okurdu. Besmeleyi
bazan açıktan çoğunlukla da içinden okurdu.[424]
Şüphe yok ki, ister ikamet halinde, ister yolculuk haünde olsun asla sürekli
olarak gece-gündüz günde beş kere açıktan okumazdı. Böyle birşey (yani açıktan
okuma) Hz. Peygamber'in (s.a.) Râşid halifelerine, ashabının çoğunluğuna ve
O'nun üstün çağlarda yaşamış olan memleketi halkına gizli kalsın!.. Bu son
derece imkânsızdır. Bu konuda kapalı sözlere, çürük hadislere sarılmaya gerek
yoktur. (Açıktan okuma konusundaki) hadislerin sahih olanı sarih (açık) değildir;
sarih olanı da sahih değildir. Bu konu büyük bir cilt eser yazmayı gerektirir. [425]
Kur'an okurken med ile
(uzatarak) okur, her âyet sonunda sesini uzatırdı.[426]
Fâtiha'yı okuyup
bitirince "Âmin" derdi. Açıktan okunan namazda olursa,
"Âmin" sözünü yüksek sesle telaffuz ederdi. Arkasında bulunanlar da
aynı kelimeyi söylerlerdi.[427]
İki yerde sükut ederdi
(yani sesini bir müddet keser açıktan birşey okumazdı): 1- Tekbîrle kıraat
arasındaki sükut. Ebu Hureyre'nin (Hz. Pey-gamber'e bu arada ne okuduğunu)
sorduğu sükut işte bu sükuttur.[428]
2- İkinci
sükut hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür:
a) Fatihadan sonra olduğu naklolunmuştur.
b) Kırâattan sonra, rükûdan öncedir,
denilmiştir.
c) Birinciden başka iki yerde daha yapılan
sükuttur, denilmiştir ki, bu durumda sükut edilen yerler üçe ulaşır.
Doğrusu sükut,
yalnızca iki yerdedir. Üçüncüsü ise yeniden nefes almak ve kıraatin rükûa
bitişmemesini sağlamak amacıyla yapılan, gerçekten son derece ince bir özelliğe
sahip bir sükuttur. Birinci sükutta durum böyle değildir. Çünkü o, başlangıç
duasını-(süfehaneke'yi) okuyacak kadar sürer. İkincisinin, imamın
arkasmdakilerin kıraati yetiştirebilmeleri için olduğu söylenmektedir. Buna
göre ikinci sükutu Fatiha okuyacak kadar uzatmak gerekir. Üçüncüsü ise yalnızca
rahatlama ve nefes, alma için yapılan ince bir özelliğe sahip sükuttur. Bu
üçüncü sükuttan bahsetmeyenler, kısa sürdüğü için bahsetmemektedirler. Ona
önem verenler ise üçüncü bir sükut saymaktadırlar. Bu durumda her iki rivayet
arasında farklılık yok demektir. Bu
hadis hakkında söylenenlerin görünüşte en uygun olanı budur.
Ebu Hâtim'in,
Sahih'inde naklettiğine göre Hz. Peygamber'in (s.a.) iki yerde sükut ettiği
Semûre b. Cündüb, Übey b. Kâ'b ve İmrân b. Hu/ sayn'dan sahih senedle
nakledilmiştir. Böylece Hz. Peygamber'in (s.a.) iki yerde sükut ettiğini
rivayet edenlerden birinin de Semûre b. Cündüb olduğu ortaya çıkmıştır. Semûre
diyor ki: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) biri tekbir aldığında, diğeri Fatiha
sûresini bitirdiğinde olmak üzere iki yerde sükut buyurduklarını bizzat
kendisinden belledim."[429] Bu
hadisin diğer rivayetlerinde: "Kıraati bitirince susardı"
denilmektedir. Şu halde bu ikinci rivayet mücmel gibidir. Birinci rivayetin
lafzı ise bunu açıklayıcı ve tefsir edicidir.
Bu yüzden Ebu Seleme
b. Abdurrahman demiştir ki: "İmam iki yerde susar; bu yerlerde Fâtiha'yı
okumayı fırsat bilin: 1- Namaza başladığında, 2- Fâtiha'yı bitirdiğinde".
Şu da var ki bu iki sükut yerinin tayini yalnızca Katâde'nin açıklamasına dayanmaktadır.
Çünkü Katâde bu hadisi Hasan yoluya Semûre'den şu şekilde nakletmiştir:
"Allah Rasûlü'nün (s.a.) iki yerde sükut buyurduklarını kendilerinden
belledim." (Hasan el-Basrî diyor ki:) İmrân bunu yadırgamış ve demiştir
ki: "Biz, Hz. Peygamber'in (s.a.) bir yerde sükut buyurduklarını
belledik." Bunun üzerine Medine'deki Übey b. Kâ'b'a bir mektup yazıp
meseleyi sorduk. Übey, cevap mektubunda Semûre'nin iyi bellemiş olduğunu yazdı.
Saîd b. Ebû Arûbe (v.
156/772) der ki: Katâde'ye: "Şu iki sükut ne zamandır?" diye sorduk.
"Birisi namaza girdiğinde diğeri kıraati bitirdiğinde" cevabını
verdi. Daha sonra "Fâtiha'nm bitiminde" olduğunu söyledi. Kendisi
kıraatin bitiminde nefesini toplamak için sükut etmekten hoşlanırdı.[430]
Hasan'ın Semûre'den naklettiği rivayeti delil alanlar bunu delil
göstermektedirler. [431]
Fâtiha'yı bitirince
başka bir sûreye başlardı. Bazan zammı sûreyi uzatır, bazan da yolculuk gibi
bir takım sebeplerle kısa tutardı. Çoğu zaman orta yolu tutardı.
Sabah namazı:
Sabah namazında 60-100 âyet okurdu. Sabah namazını Rûm sûresi ile kıldınrdı.[432]
Tekvîr sûresi ile kıldırırdı. Zilzâl sûresini iki rekâtta okuyarak kıldırdı.
Feiâk ve Nâs sûreleri ile de kıldırdı. Bir yolculuk esnasında sabah namazını
kıldırırken Mü'minûn sûresini okumaya başlamıştı. Birinci rek'âtta Musa ve
Harun kıssasına gelince öksürük tuttu, hemen rükûa gitti.
Cuma günü sabah
namazını birinci rekâtta Secde, diğerinde Dehr — İnsan sûrelerinin tamamını
okuyarak kıldınrch. Günümüzdeki pekçok insanın yaptığı gibi iki rekâtın
birinde sûrelerden birinin bir kısmını, diğerinde öteki sûrenin bir kısmını
okumazdı. Ayrıca her iki rekâtta yalnızca Secde sûresini de okumazdı. Günümüz
insanlarının yaptıkları sünnete aykırıdır. Pekçok cahilin, cuma günü sabah
namazının secde" âyeti okunmakla şereflen-dirildiğini sanmaları ise büyük
bir cehalettir. Bu yüzden bazı imamlar bu zandan dolayı Secde sûresini okumayı
mekruh saymışlardır.
Hz. Peygamber (s.a.),
bu iki sûrede (Secde ile Dehr) yaratılış ve yeniden diriliş, Âdem'in yaratılışı,
cennet ve cehenneme giriş gibi cuma günü olmuş ve olacak olaylardan
bahsedildiği için onları okurdu. Cuma sabah namazında Hz. Peygamber (s.a.), bu
günün hâdiselerini ümmetine hatırlatmak için bu günde olmuş ve olacak
hâdiseleri içeren sûreleri okurdu. Nitekim bayram ve cuma namazları gibi
kalabalık cemaatların bulunduğu namazlarda (bu hâdiselerden bahseden) Kâf,
Kamer, A'lâ ve Gâşiye sûrelerini okurdu.
Öğle namazı:
Bu namazda bazı zamanlar oldukça uzun okurdu. Hatta Ebu Saîd der ki : Öğle
namazı kılınmaya başlanır. Bu sırada cemaaten biri Bakî mezarlığına kadar
gider. Abdest bozar. Sonra ailesinin yanma gelir. Abdestini alır. Hz.
Peygamber'in (s.a.) uzun uzun kıldırdığı birinci rekâta yetişirdi. Bu hadisi
Müslim rivayet etmiştir.[433]
Öğle namazında bazan
Secde sûresi kadar bir sûre, bazan A'lâ[434]
Leyi, bazan da Burûc ve Târik sûrelerini okurdu.
ikindi namazı:
Kıraat uzun olduğunda öğle namazı kırâatından yarım fazla, kısa olduğunda ise
öğle namazı kadardır.
Akşam namazı:
Hz. Peygamber'in (s.a.) akşam namazı kıraatındaki tutumları günümüz
insanlarının amellerinin tersinedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) akşam namazını
kimi zaman A'râf sûresini iki rekâta paylaştırmak suretiyle, kimi zaman da Tûr
ve Mürselât sûrelerinden biriyle kıldırmıştır.
Ebu Amr İbn Abdilber
diyor ki: "Rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a.) alcşam namazlarından
birinde A'râf, birinde Saffât, birinde Duhân, birinde A'lâ[435]
birinde Tîn, birinde Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs) diğer birinde de Mürselât
sûresini okumuştur. Yine akşam namazında kısa mufassal sûreler[436]
okuduğu da naklolunur. Bu rivayetlerin hepsi sahih ve meşhur haberlerdir."
Sürekli olarak kısa
mufassal sûreler okuma Mervan b. el-Hakem'in fiilidir. Bundan dolayı Zeyd b.
Sabit, onu bundan yasaklamış ve: "Sana ne oluyor ki, akşam namazında kısa
mufassal okuyorsun?! Allah Rasûlü'nün (s.a.) akşam namazında iki uzun sûrenin
en uzununu okuduğunu gördüm." (Râvî) diyor ki: "İki sûrenin en uzunu
hangisidir?" diye sordum. "A'râf sûresi" cevabını verdi. Bu
hadis sahih olup Sünen sahiplerince nakledilmiştir.[437]
Nesâî'nin Hz. Âişe'den
(r.anhâ) naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) akşam namazında A'râf sûresini
iki rekâta paylaştırarak okumuştur.[438]
Devamlı surette kısa
bir âyet yahut kısa mufassaldan bir sûre okumak sünnete aykırıdır, Mervân b. el-Hakem'in
fiilidir.
Yatsı namazı:
Hz. Peygamber (s.a.) bu namazda Tîn sûresini okumuştur. Muaz'a da Şems, A'lâ,
Leyi... vb. (orta mufassal) sûreleri okumasını tayin etmiş, Bakara sûresini
cemaata namaz kıldırırken okumasını yasaklamıştır. Malum olduğu üzere Muaz,
Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber yatsıyı kıldıktan sonra Amr b. Avf kabilesine
gider, gece epey ilerledikten sonra o kabileye yatsı namazını kıldırırdı. Yine
böyle bir yatsı namazında Bakara sûresini okumuştu. Bu yüzden Hz. Peygamber
(s.a.) ona: "Sen çılgın mısın, Muaz?" diye çıkışmiştı.[439]
Müfrit araştırıcılar sözün başına sonuna bakmadan Hz. Peygamber'in (s.a.) bu
sözüne takılıp kaldılar.
Cuma namazı:
Bu namazda birinci rekâtta Cuma, ikinci rekâtta Mü-nâfikûn sûrelerinin tamamını
veya birinci rekâtta A'lâ sûresini, ikinci rekâtta ise Gâşiye sûresini okurdu.
Cuma ve Münâfikûn
sûrelerinin yalnızca son taraflarındaki "Ey iman edenler!" kısmından
başlayıp sonlarına kadar okuma işlemini Hz. Peygamber (s.a.) hiçbir zaman
yapmamıştır. Bu durum Hz. Peygamber'in (s.a.) -devamlı tavrına aykırıdır.
Bayram namazları: Bazan Kâf ve Kamer sûrelerinin tamamını, bazan da A*lâ ve Gâşiye
sûrelerini okurdu.
Bu tutum Hz.
Peygamber'in (s.a.) Mevlâsına kavuşuncaya kadar devam ettirdiği bir tutumdur.
Bu tutumunu yürürlükten kaldıracak (neshede-cek) hiçbir rivayet naklolunmuş
değildir. Bu yüzden ondan sonra Hulefâ-i Râşidîn bu tavrı devam ettirmişlerdir.
Bir keresinde Hz.Ebu Bekir (r.a.) sabah namazında Bakara sûresini okudu; güneş
doğmaya yakın selâm verdi. Bunun üzerine: "Ey Allah Rasulü'nün halifesi!
Az kalsın güneş doğacaktı!" dediler. Hz .Ebu Bekir (r.a.): "Doğmuş
olsaydı bizi gafil bulmazdı." diye karşılık verdi.
Hz. Ömer (r.a.) da
sabah namazında Yûsuf, Nahl, Hûd, İsrâ vb. sûreleri okurdu. Şayet Hz.
Peygamber'in (s.a.) kıraati uzatması yürürlükten kaldırılmış (mensûh) olsaydı,
bu durum Hulefâ-i Râşidîn'e gizli kalıp, müfrit araştırıcılar tarafından ortaya
konmuş olmazdı.
Müslim'in
Scr/ı/TTindeCâbir b. Semûre'den naklettiği "Hz. Peygamber (s.a.), sabah
namazında Kâf sûresini okudu. Sonraki namazları (uzun değil) hafifti"
şeklindeki hadiste[440]
geçen "Sonraki..." sözüyle "sabah namazından sonra"
kastedilmektedir. Yani Hz. Peygamber (s.a.), sabah namazında kıraati, diğer
namazlara göre daha uzun tutardı, sabah namazından sonraki namazları hafif
demektir. Böyle olduğuna, İbn Abbas'ın Mür-selât sûresini okuduğunu işiten
Ünırnü'l-Fazl'ın şu sözü de delâlet eder: "Yavrucuğum! Bu sûreyi okumakla
geçmiş bir hatıramı canlandırdın. Allah Rasulü'nün (s.a.) akşam namazında okuduğunu
en son işittiğim sûre, bu sûredir."[441]
Görüldüğü üzere en son durum ortada.
Hem "sonraki
namazları" sözü, bir sınır noktasını bildirmekte, fakat bu sınır
noktasının nisbet edildiği (yer ve zaman) bildirilmemiştir. Sözün akışının
(siyakın) delâlet etmeyeceği birşeyi kapalı bırakmak ve sözün akışının zorunlu
olarak icab ettireceği anlamı gizli tutmamak caiz değildir. Burada sözün akışı
sabah namazından sonraki namazlarının hafif (kısa) olmasını icabettirir, ama o
günden sonraki bütün namazlarının böyle olduğunu icabettirmez. Hem buna lâfız
da delalet etmez. Maksat bu olsaydı Hulefâ-i Râşidîn'e bu durum gizli kalıp da
hükmü yürürlükten kaldıran (nâsih) delili bırakıp hükmü yürürlükten kalkmış
(mensûh) delile tutun-mazlardı. [442]
Hz. Peygamber'in
(s.a.): "Hanginiz insanlara imam olursa kısa kıldırsın. "[443]
buyurmalarına ve Enes'in (r.a.): "Allah Rasûlü (s.a.) namazı enkısa tutan
insan olduğu halde (rükün ve sünnetlerinden hiçbirini eksiltmeden) tam bir
şekilde kildınrdı." demesine[444]
gelince, namazı kısa tutma işlemi, neticesi cemaatın arzusuna değil, Hz.
Peygamber'in (s.a.) yapmış olduğu ve devam ettirdiği fiile varan nisbî bir
durumdur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) cemaate birşey emredip kendisi o emre
aykırı davranmazdı-. Biliyordu ki, arkasında yaşlı, güçsüz-dermansız ve iş-güç
sahibi insanlar vardı. O'nun emrettiği kısa tutma, kendisinin yaptığıdır. Kendi
başına kıldığı namazın bundan kat kat uzun olması mümkündür. Böyle bir namaz
dahi daha uzuna oranla kısadır. Hz. Peygamber'in (s.a.) sürekli tutumları,
birbiriyle çekişenlerin her türlü davalarında hakem ve yargılayıcıdır.
Nesâî ve diğer
muhaddislerin Ibn Ömer'den (r.a.) naklettikleri şu hadis de bunu gösterir. îbn
Ömer diyor ki: "Allah Rasülü (s.a.) bize namazı kısa tutmayı emrederdi.
Kendisi bize imam olduğunda Saffât sûresini okurdu.[445] Şu
halde Saffât sûresini okuma Hz. Peygamber'in (s.a.) emrettiği kısa tutmadır.
Allah en iyi bilendir.
Hz. Peygamber (s.a.)
Cuma ve bayram namazları dışında hiçbir namazda devamlı surette okumak üzere
herhangi bir sûre tayin etmezdi. Cuma ve bayram namazları dışındaki namazlara
gelince; Ebu Davud'un Amr b. Şuayb'dan onun da babasından, babası da dedesinden
nakleder ki bı • zat şöyle demiştir:
"Küçük veya büyük
hiçbir mufassal sûre yok ki, onu farz namazlardî cemaata imam olduğunda Allah
Rasulü'nden (s.a.) işitmiş olmayayım."[446]
Bir sûreyi tamamen
okumak Hz. Peygamber'in (s.a.) tutumlanndan-dı. Bazan bir sûreyi iki rekâtta
okuduğu da olurdu. Hatta bazan da sûrenin başını okurdu. Sûrelerin sonlarını
veya ortalarını okuduğu naklolun-mamıştır. İki sûreyi bir rekâtta ise nafile
namazlarda okurdu; farz namazda böyle yaptığı rivayet edilmemiştir.
îbn Mes'ûd'un (r.a.)
"Ben, şüphesiz Allah Rasûlü'nün (s.a.) uzunluk ça birbirine yakın
sûrelerin hangilerini bir araya getirdiğini biliyorum. He bir rekâtta ikişer
ikişer olmak üzere şu sûreleri bir arada okurdu: 1- Rahman ile Necm, 2- Kamer
ile Hakka, 3- Tûr ile Zâriyat, 4- Vakıa ile Nûn..."[447]
şeklinde naklettiği hadis, farzda mı, nafilede mi olduğu belirtilmeyen bir
fiilin anlatımından ibarettir. Bu ise içine ihtimal taşımaktadır.
Bir tek sûreyi her iki
rekâtta okuduğu çok nadirdir. Ebu Davud'un Cüheyne kabilesine mensub bir adamdan
naklettiğine göre bu zât, Hz. Peygamber'in (s.a.) sabah namazını kıldırırken
her iki rekâtta Zilzâl sûresini okuduğunu işitmişti. O zât devamla diyor ki:
"Hz. Peygamber (s.a.) unuttu mu, yoksa bunu kasden mi okudu
bilemiyorum."[448]
Hz. Peygamber (s.a.)
gerek sabah namazında, gerekse bütün diğer namazlarda birinci rekâtı ikinciden
uzun tutardı. Bazan (cemaate gelenlerini) ayak sesleri işitilmez oluncaya kadar
birinci rekâtı uzattığı olurdu.
Sabah namazını diğer
namazlardan daha uzun tutardı:
1- Çünkü sabah namazının kıraatine şahitlik
edilmekte; Allah T< ve melekleri buna şahid olmaktadır.
2- Denilir ki, gece ile gündüz melekleri bu
namazda hazır bulunurlar. Bu iki görüş "nüzûl-i ilâhî" sabah
namazının bitimine kadar mı, yoksa tanyeri ağanncaya kadar mı devam eder
ihtilafına dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Her iki hususta da haber varid
olmuştur.
(Hz. Peygamber'in
(s.a.) sabah namazını uzun tutmasının yukarıda zikredilenlere ek olarak şu
hikmetleri de vardır):
3- Sabah namazının rekâtlarının sayısı
diğerlerinden noksan olduğu için bu sayıca noksanlığa bedel kıraat
uzatılmıştır.
4- Sabah
namazı uykunun peşinden insanların dinlenmiş oldukları bir vakitte
kılınmaktadır.
5- O vakitte
insanlar daha henüz geçim ve dünya işlerine yönelmemişlerdir.
6- Sabah namazı kulak, dil ve kalbin boş
olmalarından ve henüz herhangi bir şeyle meşgul edilmediklerinden dolayı
birbirleriyle uyum içinde bulundukları bir vakitte kılınmaktadır. Bu yüzden
kişi okunan Kur'ân'ı anlar ve düşünür.
7- Eylemin
(amelin) temeli ve başıdır. Bu sebepten ona çok fazla önem verilmiş ve buna
nisbeten de uzun tutulmuştur.
Bunlar, yalnızca
şeriatın sırları, maksatları ve hikmetlerine göz atanların bilebileceği
sırlardır. Yalnız Allah'dan yardım dilenir. [449]
Hz. Peygamber (s.a.)
kıraati bitirince yeniden nefes alacak kadar bir müddet susar; sonra daha önce
de geçtiği üzere ellerini kaldırır, tekbir alarak rükûa gider, ellerini
dizleri üzerine sanki onları avuçluyormuşcasına koyar, ellerini yay gibi yapar
ve yanlarından uzaklaştırır, sırtını dümdüz edip uzatır ve mutedil bir vaziyet
alırdı. Başını yukarı dikmez, aşağı eğmez; sırtının hizasına getirir, ona eşit
seviyede tutardı.
Rükûda şöyle derdi:
"Yüce Rabbimi
tenzih ederim"[450]
Bazan da bu söze ek
olarak veya yalnızca şöyle dediği de olurdu:
"Rabbimiz olan
Allah'ım! Sana hamdederek Seni her türlü eksiklikten tenzih ederim. Allah'ım!
Beni bağışla"[451]
Mutad olan rükûsu on
teşbih getirecek ( = on kere subhanallah diyecek) kadardı. Secdesi de
böyleydi. Berâ b. Âzib'den (r.a.) nakledilen şu hadise gelince; Berâ diyor ki:
"Hz. Peygamber'in (s.a.) arkasında onun kıldırdığı namazı izledim.
Sırasıyla kıyamı, rükûsu, itidali, secdesi ve iki secde arasındaki oturuşu
takriben birbirine yakındı."[452] Bu
hadisten bazıları Hz. Peygamber'in (s.a.), kıyamda durduğu kadar rükûda,
secdede ve itidalde durduğunu anlamışlardır. Bu anlayışta bir bozukluk vardır.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) sabah namazında yüz âyet veya buna yakın oranda
Kur'an okurdu. Yukarıda da geçtiği üzere akşam namazında A'râf, Tûr ve Mürselât
sûrelerinden birini okuduğu olmuştur. Malum olduğu üzere rükû ve secdesi,
bu-kıraat kadar uzun olmamıştır. Sünen sahiplerinin Enes'-ten rivayet ettikleri
şu hadis de bunu gösterir; Enes "Allah Rasûîü'nün (s.a.) vefatından sonra
şu genç —yani Ömer b. Abdülaziz— dışında namaz kıldınşı Allah Rasûîü'nün
(s.a.) namaz kıldınşına benzeyen hiç kimsenin arkasında namaz kılmadım."
diyor ve ekliyor: "Onun rükû ve secdesinin on teşbih miktarı olduğunu
tahmin ettik."[453]
Bir de Enes'in, Hz.
Peygamber'in (s.a.) kendilerine imam olduğunda Saffât sûresini okuduğunu
söylemesi dikkate alınırsa —Allah en iyi bilir ya— Berâ b .Âzib'in maksadı şu
olsa gerektir: Hz. Peygamber'in (s.a.) namazı mutedil idi. Kıyamı uzatınca rükû
ve secdeyi de uzatır, kıyamı kısa tutunca rükû ve secdeyi de kısa tutardı.
Bazan rükû ve secdeyi kıyam kadar tutardı. Ancak bunu yalnızca gece
namazlarına mahsus olmak üzere zaman zaman yapardı. Küsûf (güneş tutulması)
namazında da takriben böyle yapmıştı. Namazı denkleştirmek ve rükûnlannm
birbirleriyle uyum içinde olmasını sağlamak Hz. Peygamber'in (s.a.) genel
tutumlarıydı.
Rükûda şöyle de dediği
olurdu:
"O Allah, her
türlü noksanlıktan münezzeh Sübbûh, Kuddûs isinifl nin sahibi, meleklerin ve
Rûh'un Rabbidir."[454]
Bazan da şöyle derdi:
"Allah'ım! Sana
rükû ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, beynim, kemiğim,
sinirim hep senin önünde eğildi."[455] Ancak
bunu yalnızca gece namazlarında okuduğu nakledilmiştir.
Sonra:
"Semiallahü limen hamiden" diyerek başım kaldırırdı.[456]
Daha önce geçtiği üzere rükûdan doğrulurken ellerini de kaldırırdı. Bu üç
yerde (tekbir alırken, rükûa giderken ve rükûdan doğrulurken) Hz. Peygamber'in
(s.a.) ellerini kaldırdığım içlerinde Aşere-i Mübeş-şere'nin[457] de
bulunduğu 30 kadar sahabî rivayet etmiştir. Bunun aksine bir rivayet asla sabit
olmamıştır. Tam tersine Hz. Peygamber (s.a.) dünyadan ayrılıncaya kadar
sürekli bu (üç yerde ellerini kaldırma) tavrını devam ettirmiştir. Berâ'nm
naklettiği hadisteki: "Sonra bir daha yapmazdı" sö-zü[458]sahih
senedle nakledilmemiş olup bu Yezîd b. Zıyâd'm ilavesidir.
İbn Mes'ûd'un ellerini
kaldırmaması, Hz. Peygamber'in (s.a.) malum tavrından öne alınacak birşey
değildir. İbn Mes'ûd'un namaz konusundaki bazı fiilleri terkedilmiştir ki, bu
fiillerin karşı delilleri elleri kaldırma hadisleri kuvvetinde bile değildir.[459]
Onun fiillerinden terkedilenlerin bazıları şunlardır: Rükû ederken iki avucu
birbirine yapıştırıp iki dizin arasına getirmek (tatbik)[460],
secdede kolları yere yaymak (iftirâş), iki kişiye imam olunduğunda ileriye
geçmeden aralarında durmak, devlet adamlarının geciktirmelerinden dolayı evde
arkadaşlarıyla farz namaz kılarken ezansız ve kametsiz kılması... Elleri
kaldırma hadisleri nerde, bunun aksini ifade eden hadisler nerde! Üstelik
elleri kaldırma hadisleri hem çok, hem sahih, hem açık ve hem de amel edilen
hadislerdir. Başarı Allah'tandır.
Rükûdan kalktığında ve
iki secde arasında daima belini doğrulturdu. Buyururlardı ki: "Bir
kimsenin rükû ve secdede belini doğrultmadan kıldığı namaz, namaz olmaz."[461]
Hadisi İbn Huzeyme Sahih'inde rivayet etmiştir.
Ayakta tam
doğrulduğunda: mz Sanadır." derdi.
Bazan:
"Rabbimiz hamd
yalnız Sanadır", bazan da "Rabbimiz olan Allah'ım! Hamd yalnız
Sanadır" derdi. Bunları söylediği sahih olarak rivayet edilmiştir.
"Allahümme" lafzı iie "ve" edatını birleştirerek
"Alîahümme Rabbena ve leke'I-hamd" dediği sahih olarak
nakledilmemiştir[462]
Bu rüknü (yani rükûdan
sonra ayakta durmayı) rükû ve secde miktarı uzatmak Hz. Peygamber'in (s.a.)
âdetiydi. Bu esnada şöyle dediği sahih senedle nakledilmiştir:
"Allah, kendisine
hamdedeni dinler. Ey Rabbimiz olan Allah'ım! Hamd yalnız Sanadır. Gökler
dolusu, yer dolusu, bunlardan öte ne yaratmayı diledinse hepsinin dolusu hamd
sana... Övgüye, yüceliğe lâyık olan Allahim! Herhangi bir kulun —ki hepimiz de
sana kuluz— dediği en gerçek; söz şudur: Allah'ım! Senin verdiğine engel olacak
yok, vermediğini verecek yok. Senin rızan olmadan hiç kimseye bahtı yar
olmaz."[463]
Bu sırada şu duayı
okuduğu da sahih senedle nakledilmiştir:
"Allah'ım!
Hatalarımı su ile ,kar ile, dolu ile tertemiz yıka. Beyaz kumaş kirden nasıl
temizlenirse beni günah ve hatalardan öylece temizle. Beni günahlarımdan doğu
ile batı arasım açtığın gibi uzak tut."[464]
Rükû miktarmca
şu cümleyi rükûdan
kalkışta okuduğu sahihtir: "Hamd yalnız Rabbimedir. Hamd
yalnız Rabbi-medir."[465]
Rükûdan başını
kaldırdığında o kadar ayakta durup bekler, bu rüknü uzatırdı ki gören 'secdeye
gitmeyi unuttu' derdi. Müslim'in nakline göre Enes (r.a.) diyor ki: Allah
Rasûlü (s.a.): deyip doğrul-duğunda biz 'galiba secdeye varmaktan vazgeçti'
diyecek duruma gelinceye dek ayakta kalır, sonra secde ederdi, sonra iki secde
arasında o kadar otururdu ki biz artık 'secdeye varmaktan vazgeçti' diyecek
olurduk.[466]
Yine Hz. Peygamber'den
(s.a) sahih senedle nakledildiğine göre küsûf (güneş tutulması) namazmda
rükûdan sonraki bu rüknü takriben rükû kadar uzatmış, rükûda da takriben
kıyamda durduğu kadar durmuştu.
İşte Hz. Peygamberin
(s.a.) herhangi bir karşı delilin bulunmadığı malum âdeti buydu.
Buharî'nin Berâ b. Âzib'den
naklettiği: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) kıyâmı ile tahiyyât için oturuşu
istisna edilirse, rükûu, secdesi, iki secde arasındaki oturuşu ve rükûdan baş
kaldırıp durması takriben birbirine eşitti." hadisine'4[467]
gelince, bu iki rüknün (kıyam ile tahiyyât için oturuş) kısa olduğunu
zannedenler bu hadise tutunmuşlardır. Oysa bu hadiste onlar için tutunacak bir
dal yoktur. Çünkü hadis bu iki rüknün kendi aralarında, diğer rükünlerin de
yine kendi aralarında eşit olduğunu açıkça ifade etmektedir. Şayet istisna
edilen kıyam ve ka'de ile rükûdan sonraki kıyam ve iki secde arasındaki oturuş
kastedilmiş olsaydı bir tek hadisin kendi içinde çelişkili olması gerekirdi. O
halde kıyamın kıraat için olan kıyam, ka'denin de tahiyyât için olan ka'de
olduğu ortaya çıkmıştır. Bu yüzdendir ki, bu iki rüknü (kıyam ile tahiyyâta
oturma) diğer rükünlerden uzun tutmak —daha Önce açıklaması geçtiği üzere— Hz.
Peygamber'in (s.a.) âdetiydi. Allah'a şükür bu da açıktır. Bu mesele Allah
Rasûlü'nün (s.a.) Allah'ın kendilerine gizli kalmasını dilediği kimselere
gizli kalan âdetlerindendir.
Üstadımız (İbn
Teymiye) diyor ki: Bu iki rüknü kısaltma işlemi Emevî devlet adamlarının
namazdaki tasarruf ve bid'atlerindendir. —Nitekim namazda tekbiri itmam
etmemek[468]', namazı fazlaca
geciktirmek gibi Hz. Peygamber'in (s.a.) tavırlarına aykırı daha başka şeyler
de ihdas etmişlerdir.— Onların bu konudaki bid'atlerine de bayağı aldananlar
oldu; hatta bu bid'-atin sünnet olduğunu sandılar. [469]
(Rükûdan kalktıktan)
sonra ellerini kaldırmadan tekttir alır, secdeye giderdi.[470] Bu
esnada ellerini kaldırdığı da nakledilmiştir.[471] Bu
ikinci rivâyeti, Ebu Muhammed İbn Hazm (r.h.) gibi bazı hafız muhaddisler sahih
saymışlardır ki, bu bir vehimdir. Bu rivayet asla sahih değildir. İbn Hazm'ı
yanıltan, râvinin: '"Hz. Peygamber (s.a.) her kalkıp eğildikçe tekbir
alırdı" diye başlayan ve: "Her kalkıp eğildikçe ellerini
kaldırırdı" diye devam eden sözü olmuştur. Râvinin kendisi sika olsa da
sözünün bu son kısmı yanlıştır. İbn Hazm, râvinin yanılma ve vehmetme
sebebinin farkına varmadığından rivayetin sahih olduğunu söylemiştir. Yine de
en iyi bilen Allah'tır.
Hz. Peygamber (s.a.)
secdeye giderken önce dizlerini sonra ellerini, daha sonra da alnını ve burnunu
yere koyardı. Sahih rivayet işte bu rivayet olup Şerîk-Asım b. Küleyb-babası
Küleyb senediyle Vâil b. Hucr'un şöyle dediği nakledilir: "Allah Rasûlü'nü
(s.a.) gözetledim; secde ederken dizlerini ellerinden önce yere koydu.
Secdeden kalkarken de ellerini dizlerinden önce yerden kaldırdı. "[472]
Bunun aksini yaptığı nakledilmemiştir.(54)
Ebu Hureyre'nin Hz.
Peygamber'den (s,a.) naklettiği: "Herhangi biriniz secde edeceği zaman
deve gibi çökmesin; ellerini dizlerinden Önce yere koysun" hadisinde[473]
—Allah en iyi bilir ya— râvilerden biri vehmetmiş (yanılmıştır). Çünkü hadisin
başı sonuyla çelişmektedir. Zira ellerini dizlerinden önce yere koyduğunda
deve gibi çökmüş olur. Çünkü deve önce ellerini ( = ön ayaklarını) yere kor. Bu
görüşü savunanlar durumu bildiklerinden: "Devenin dizleri (arka)
ayaklarında değil, ön ayaklarındadır. Deve yere çökerken Önce dizlerini yere
kor. İşte hadiste yasaklanan fiil budur" demişlerdir. Bu söz pek çok
yönden sakattır:
1- Deve yere
çökerken önce önayaklarım yere kor; arka ayaklan dik kalır. Kalkacağı zaman
önce arka ayaklarını kaldırır; bu esnada ön ayakları yerde kalır. İşte Hz.
Peygamber'in (s.a.) yasakladığı ve aksini yaptığı şey budur.
Uzuvlarını yakınlık
derecelerine göre —yere en yakın olan ilk dokunacak şekilde— yere indirirdi.
Yerden kalkarken de yine en üstteki uzvu ilk kaldırmak suretiyle diğerlerini de
sırasıyla kaldırırdı. Yere önce dizlerini, sonra ellerini daha sonra da alnını
kordu. Kalkacağı zaman da önce başını, sonra ellerini, daha sonra da dizlerini
kaldırırdı. Bu durum deve iniş ve kalkışının aksinedir. Hz. Peygamber (s.a.)
namazda hayvanlara benzemeyi yasaklamıştır. Böylece deve gibi çökmekten, tilki
gibi sağa-sola bakmaktan, canavar gibi kollan yere sermekten köpek gibi kaba
etleri yere dayayıp bacakları dikmekten, karga gibi gagalamaktan (yani secdeleri
alelacele yapmaktan)[474] ve
selâm verirken elleri kötü huylu atlann diretirken kuyruklannı kaldırdıkları
gibi kaldırmaktan menetmiştir.[475] Şu
halde namaz kılan kişinin hareketlen, hayvanların hareketlerine aykırı
demektir.
2- "Devenin dizleri ön ayaklarındadır"
demeleri ise makul bir söz değildir. Hem lügat bilginleri de böyle bir tanım
yapmamaktadırlar.[476]'
Diz yalnızca arka ayaklardadır. Devenin ön ayaklarmdakilere diz adı verilmesi
tağlîb (galib kılma) yoluyladır.
3- Onların dedikleri gibi olsaydı, Hz. Peygamber
(s.a.): "Deve gibi çoksun" buyururdu. Çünkü devenin yere ilk gelen
kısmı elleridir. Problemin iç yüzü şudur: Kim devenin çöküş şeklini düşünür ve
Hz. Peygamber'-in (s.a.) de deve gibi çökmeyi yasakladığını bilirse Vâil b.
Hucr hadisinin doğru olduğunu da bilir. Allah en iyi bilendir.
Bana öyle geliyordu ki
Ebu Hureyre'nin naklettiği hadis, daha önce de söylediğimiz gibi, metni ve aslı
râvilerinden biri tarafından tersine çevrilmiş (maklûb) bir hadistir. Her
halde aslı: "Dizlerini ellerinden önce yere koysun" şeklindedir.
Böyle râvüeri tarafından tersine çevrilen bir kaç hadisi örnek olarak
zikredecek olursak:
a)
Râvilerden biri İbn Ömer'den nakledilen: "Bilâl gece ezan okur. Siz, İbn
Ümmi Mektûm ezan okuyuncaya kadar yeyin, için." hadisini tersine çevirip:
"İbn Ümmi Mektûm gece ezan okur. Siz, Bilâl ezan okuyuncaya kadar yeyin,
için" şeklinde nakletmiştik[477]
b) Bazıları
da "Cehennemlikler ahirette cehenneme atıldıkça, cehennem: Daha yok mu?
diye soracak... Cennete gelince, Allah onun için yeniden bir halk yaratır,
onları cennete yerleştirir."[478]
hadisini "Cehenneme gelince; Allah, onun için yeniden bir halk yaratır,
onları, cehenneme yerleştirir." şeklinde rivayet etmişlerdir.
Nitekim konumuz olan
hadisi Ebu Bekir İbn Ebî Şeybe'nin aynen bu şekilde rivayet ettiğini gördüm:
İbn Ebî Şeybe, Muhammed b. Fudayl-Abdullah b. Saîd-dedesi-Ebu Hureyre senediyle
Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduklarını nakleder:
"Herhangi biriniz
secdeye gideceğinde ellerinden önce dizlerini yere koymakla secdeye başlasın.
Erkek deve gibi çökmesin."[479]
Esrem de bu hadisi, Sünen'inde Hz. Ebu Bekir'den aynı şekilde nakleder.
•Ebu Hureyre yoluyla
Hz. Peygamber'den (s.a.) bunu doğrulayıcı ve Vâil b. Hucr hadisine muvafık bir
hadis nakledilmiştir. İbn Ebî Davud, Yusuf b. Adiy-Muhammed b. Fudayl-Abdullah
b. Saîd-Dedesi-Ebu Hureyre senediyle rivayet eder ki Hz. Peygamber (s.a.)
ellerinden önce dizlerini yere koyarak secdeye başlardı.
İbn Huzeyme,
Sahih'inde Mus'ab b.Sa'd'ın, babası (Sa'd b.Ebî Vak-kâs)'dan şu sözleri
duyduğunu nakleder: Elleri dizlerden önce yere koyardık. Bize dizleri ellerden
önce yere koyma emredildi[480]'
Buna göre Ebu
grup âlim hadisin
maklûb olduğunu ve'bölümdeki (Bilâl gece ezan okur...) hadisinin doğruluğunu
iddia etmişlerdir. Hadisin, İbn Huzeyme'nin Sahİh'inde iki ayrı senedle Hz.
Âişe'den nakledildiğini ve bazı lafızlarında hata edilmiş olması ihtimalini
azaltan şu sözleri görünceye kadar ben de bu görüşe meylederdim: "Amr'ın
ezan okuması sizi aldatmasın; çünkü onun gözü kördür. Bilâl ezan okuyunca hiç
kimse birşey yemesin."
Hureyre hadisi sağlam
ulaştırılmış olsa bile mensuh demektir. Nitekim el-Muğnl sahibi (İbn Kudâme) ve
bazı müelliflerin düşünceleri de bu yoldadır. Ancak bu hadisin iki illeti var:
1- Naklettiği hadisler delil teşkil etmeyecek
biri olan Yahya b. Seleme b. Küheyl tarafından nakledilmiştir. Onun hakkında
en-Nesâî: "Metruk" İbn Hıbbân: "Cidden münkeru'l-hadistir.
Naklettiği hadis delil olmaz" ve İbn Maîn "Hiçtir" demiştir.
2- Mus'ab b. Sa'd'ın babasından naklettiği
sağlam yolla ulaştırılmış rivayet tatbîk[481]
olayıdır; Sa'd'ın sözü de: "Biz böyle yapardık; ellerimizi dizler üzerine
koymamız emredildi", şeklindedir.
el'Muğnî sahibinin Ebu
Saîd'den naklettiği: "Elleri dizlerden önce yere koyardık. Bize dizleri
ellerden önce yere koyma emredildi." sözü ise —doğrusunu en iyi Allah
bilir ya— isimde bir yanılgıdır; Ebu Saîd değil, Sa'd olacaktır. Yukarıda
geçtiği üzere metinde de yanılgı var; hadis konumuz hakkında değil, tatbik
hakkındadır. En iyi bilen Allah'tır.
Yukarıda geçen Ebu
Hureyre hadisini Buharı, Tirmizî, ve Dârakutnî illetli saymışlardır. Buharî
"Muhammed b. Abdullah b. Hasan'a mütabaat edilmez. Ebu'z-Zinâd'dan işitip
işitmediğini de bilmiyorum." demiş. Tirmizî ise: "Hadîs garibdir.
Hadisin Ebu'z-Zinâd'dan bu yol dışında başka bir yoldan nakledildiğini
bilmiyoruz." demiştir.
Dârakutnî de diyor ki:
"Tek başına bu hadisi Abdülaziz ed-Derâverdî, Muhammed b. Abdullah b.
Hasan el-Alevî yoluyla Ebu'z-Zinâd'dan nak-letmiştir." Oysa en-Nesâî,
Kuteybe - Abdulah b. Nâfi' - Muhammed b. Abdullah b. Hasan el-Alevî -
Ebu'z-Zinâd - el-A'rac - Ebu Hureyre senediyle Hz. Peygamber'in (s.a.):
"Biriniz namazına kastediyor, deve gibi çöküyor!" buyurduğunu başka
ilâve getirmeden nakletmiştir.[482]
Ebu Bekir b. Ebu Davud
ise: "Bu sünneti yalnızca Medineliler naklet-miştir .Onlar da bu sünnetin
iki senedine sahipler: Birisi, bu sened, diğeri de Ubeydullah-Nâfi'-îbn
Ömer-Hz. Peygamber (s.a.) senedi."
Ben derim ki: (İkinci)
hadisle, Esbağ b. Ferec-ed-Derâverdî-UbeyduIlah-Nâfi' senediyle nakledilen:
"îbn Ömer ellerini dizlerinden önce yere kor ve Hz. Peygamber'in (s.a.) de
böyle yaptığım söylerdi." hadisini kastediyor. Yine bu hadisi Hâkim,
Müstedrek'inde Mihrez b. Seleme yoluyla ed-Derâverdî'den nakledip:
"Müslim'in şartlarım taşıyor" demiştir.[483]
Hâkim, Hafs b. Gıyâs-Âsim el-Ahvel senediyle Enes'in şöyle dediğini nakleder:
"Allah Rasûlü'nü(s.a.) tekbir alıp secdeye inerken gördüm; dizleri
ellerinden önce yere değdi!" Hakim: "Bu hadis Buhârî ve Müslim'in
şartlarını taşıyor. Hiçbir illetini bilmiyorum" diyor[484].
Ben derim ki:
Abdurrahman b. Ebu Hatim "Bu hadisi babama sordum. Bu hadis münkerdir,
dedi" diyor. Ebu Hâtim'in hadisi münker sayması —Allah daha iyi bilir ya—
Hafs b. Gıyâs'dan el-Alâ b. İsmail el-Attâr'in nakletmiş olmasından
kaynaklanıyor. Çünkü bu el-Alâ adlı zat Kutüb-i Sitte'de adı geçmeyen meçhul
bir zattır. Görüldüğü üzere her iki tarafın da (delil gösterdikleri) merfû
hadisler bunlar.
Sahabeden nakledilen
eserlere gelince; Abdurrezzak, İbnü'l-Münzir... vs.'nin naklettiklerine göre
Ömer İbnü'l-Hattâb (r.a.) dizlerini ellerinden önce yere kordu.[485] İbn
Mes'ûd'un (r.a.)'da böyle yaptığı nakledilmiştir. Tahâvî, Fehd-Ömer b.
Hafs-babası Hafs-el-A'meş-İbrahim (en-Nehâî) yoluyla Abdullah'ın (İbn Mes'ûd)
öğrencileri olan Alkame ve el-Esved'in: "Öğrendiğimize göre Hz. Ömer,
rükûdan sonra, devenin çöktüğü gibi dizleri üzerine çöker; dizlerini
ellerinden önce yere kordu" dediklerim naklettikten sonra el-Haccâc
b.Ertât yoluyla İbrahim en-NehâTnin: "Nakledildiğine göre, Abdullah b.
Mes'ûd'un dizleri, yere ellerinden önce dokunurdu." sözünü serdetmiştir.
Ayrıca (Tahâvî), Ebu Merzûk-Vehb-Şu'be-Muğîre yoluyla şunu nakleder: Muğîre
diyor ki: "İbrahim'e, secde edeceği zaman ellerini dizlerinden önce yere
koyan adamın durumunu sordum. Bunu ahmak ya da deliden başka kim yapar!
dedi".
İbnü'l-Münzir diyor
ki: Bu konuda ilim adamları görüş ayrılığına düştüler;
1- Dizlerini ellerinden önce yere kor
diyenlerden bazıları şunlardır: Ömer Îbnü'l-Hattâb (r.a.), en-Nehaî, Müslim b.
Yesâr, es-Sevrî, eş-Şâfiî, Ah-med, İshak, Ebu Hanîfe ve arkadaşları ile Kûfeli
fakihler.
2- Bir grup ellerini dizlerinden Önce yere kor
demişlerdir... Mâlik bu görüştedir.
el-Evzâî: "Ulaştığımız insanlar
ellerini dizlerinden önce koyarlardı" diyor. İbn Ebî Davud ise: "Bu görüş hadis ehlinin
görüşüdür." diyor.
Ben derim ki: Ebu
Hureyre hadisi Beyhakî tarafından başka bir lafızla şu şekilde rivayet
edilmiştir: "Herhangi biriniz secde edeceği zaman deve gibi çökmesin,
ellerini dizlerinin üzerine koysun."[486]
Beyhakî: "Bu hadis sağlam yolla rivayet edilmiş (mahfuz) ise secdeye
inerken ellerin dizlerden önce yere konacağına delil olur" diyor.
Vâil b. Hucr hadisi,
şu yönlerden tercihe şayandır[487]:
1- el-Hattâbî gibi bazı âlimlerin söyledikleri
üzere Vâil hadisi, Ebu Hureyre hadisinden daha sağlamdır.
2- Yukarıda da geçtiği üzere Ebu Hureyre hadisi
,metni muztarib bir hadistir. Kimileri "Ellerini dizlerinden önce yere
koysun" şeklinde rivayet ederken kimileri tam tersini rivayet etmiş;
kimileri ise, "Ellerini dizlerinin üzerine koysun" şeklinde rivayet
ederken kimileri de tamamen bu cümleyi kaldırmıştır.
3- Yukarıda geçtiği üzere Buharı, Dârakutnî,
v.s. muhaddisier Ebu Hureyre hadisini illetli saymışlardır.
4- Ebu Hureyre hadisinin sabit olduğu kabul
edilse bile, bir grup ilim adamı hadisin nesholunduğunu savunmuştur.
îbnü'I-Münzir diyor ki: "Bazı arkadaşlarımız elleri dizlerden önce yere
koymanın nesholunduğunu sanmaktadırlar." Nitekim bu husus yukarıda
geçmişti.
5- Ebu Hureyre hadisinin aksine, Vâil hadisi Hz.
Peygamber'in (s.a.) namazda iken deve gibi çökme yasağına paralellik
arzetmektedir.
6- Ömer İbnü'l-Hattâb, oğlu (Abdullah b.Ömer) ve
Abdullah b. Mes'-üd gibi sahabeden nakledilenlere de uygundur. Kendisinden
gelen rivayet farklılığına rağmen yine de Hz. Ömer'i (r.a.) istisna edersek
hiçbir sahabeden Ebu Hureyre hadisine muvafık bir rivayet gelmemiştir.
7- Yukarıda geçtiği üzere İbn Ömer, Enes gibi
sahabîlerden naklolunan şahid hadisler de mevcuttur. Ebu Hureyre hadisi için
tek bir şâhid hadis yoktur. Her iki hadis birbirine karşı koyacak derecede olsa
bile şa-hidlerinden dolayı Vâil b. Hucr hadisi yine öne alınır. Oysa yukarıda
geçtiği üzere Vâil hadisi daha güçlüdür!
8- Çoğunluğun görüşü de Vâil hadisi üzerinde
birleşmektedir. Diğer görüş yalnız el-Evzâî ve Mâlik'ten naklolunmuştur. İbn
Ebî Davud'un: "Bu görüş hadis ehlinin görüşüdür." demesine gelince,
İbn Ebî Davud bu sözüyle onların .bir kısmını kasdetmiştir. Yoksa Ahmed, Şafiî
ve İshâk (hadis ehlinden oldukları halde) o görüşün muhalifidirler.
9- Vâil hadisinde, Hz. Peygamber'in (s.a.)
fiilini anlatmak için serde-dilmiş hikâyesi olan bir olay geçmektedir. Bu
yüzden sağlam naklolunmuş olması akla daha uygundur. Çünkü hadiste hikâye
olunan bir olay bulunması onun sağlam naklolunduğunu gösterir.
10- Bu konuda naklolunan bütün fiiller başkaları
tarafından'da sahih ve sağlam olarak naklolunmuştur. Bunlar bilinen sahih
fiillerdir. Bu fiil de onlardan biridir. Buna da o fiillerin hükmü verilir.
Çelişik olan ise buna karşı koyamaz. Şu halde Vâil hadisinin tercihe şayan
olduğu belirginlik kazanmıştır. En iyi bilen Allahtır.
Hz. Peygamber (s.a.)
alnı ve burnu üzerine secde ederdi. Sarığının kıvrımına secde etmezdi.
Sarığının kıvrımı üzerine secde ettiğine dair ne bir sahih, ne bir hasen hadis
sabit olmuştur. Ancak Abdürrezzak, Musan-ne/inde Ebu Hureyre'nin: "Allah
Rasûlü (s.a.) sarığının kıvrımı üzerine secde ederdi" dediğini
nakletmektedir[488] Bu
hadis, metruk bir râvi olan Abdullah b. Muharrar tarafından rivayet edilmiştir.
Ayrıca bu hadisi Ebu Ahmed ez-Zübeyrî, Hz. Câbir'den nakletmiştir. Ancak bu
hadisi ikisi de metruk râvi olan Amr b.Şemir - Cabir el-Ca'fî yoluyla Hz.
Câbir'den nakletmiştir. Ebu Davud'un Merâsîî adlı eserinde anlattığına göre
Allah Rasûlü (s.a.) mescidde namaz kılmakta olan ve alnının üzerine sarık
sardığı için şakağına secde eden bir adam gördü. Bunun üzerine Allah Rasûlü
(s.a.) adamın alnını açtı.
Allah Rasûlü (s.a.)
çoğunlukla yere (toprağa) secde ederdi. Suya, çamura, hurma yaprağından
örülmüş küçük örtüye, yine hurma yaprağından örülmüş hasıra ve tabaklanmış post
üzerine secde ederdi.
Secde ettiğinde alnını
ve burnunu yere iyice yerleştirir, ellerini yanlarından o kadar dışarı
çıkarır, uzaklaştırırdı ki, koltuklarının aklığı gözükür, hatta bir kuzu
altlarından geçmek istese geçebilirdi.
Ellerini, omuzları ve
kulakları hizasında yere kordu. Müslim, Sahih'-inde Berâ'dan naklen Hz.
Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Secde ettiğinde avuç
içlerini yere koy; dirseklerini yukarı kaldır."[489]
Secdede bütün uzuvları
düzgün (itidal halinde) durur, ayak parmaklarının uçlarını kıbleye yöneltirdi.
Avuçlarını ve
parmaklarını yere yayar; parmak aralarını ne ayırır, ne de sıkardı. İbn
Hıbbân'ın Sahih'inde ise rükû ettiğinde parmaklarını ayırdığı, secde ettiğinde
parmaklarını bitiştirdiği rivayet edilmektedir[490]
Secde esnasında şu
dualardan birini okurdu: ^ Sübhâne
Rabbiye'l-A'lâ=
1- "En
yüce olan Rabbimi tenzih ederim."[491] Bu
duayı okumayı emretmiştir.
2-
"Rabbimiz olan Allah'ım! Sana hamdederek Seni her «uiü eksiklikten tenzih
ederim. Allah'ım! Beni bağışla."[492]
3- "O
Allah, her türlü noksanlıktan münezzeh Sübbûh, Kuddûs' lerinin sahibi,
meleklerin ve Ruh'un sahibidir,"[493]
4-
"Allah'ım! Sana hamdederek Seni her türlü eksiklikten tenzili rim. Senden
başka tanrı yoktur."[494]
5-
"Allah'ım! Gazabından hoşnutluğuna, azabından affına! sığınırım. Senden
yine Sana sığınırım. Sana övgüler sıraîayamam. Sen kendini övdüğün
gibisin."'[495]'
6-
"Allah'ım! Sana secde ettim, Sana inandım. Sana teslim oldum. Yüzüm secde
etti, kendisini yaratan, şekillendiren, göz-kulak veren Allah'a. En güzel
yaratıcı olan Allah'ın şanı ne yücedir."[496]
7-
"Allah'ım! Bütün günahlarımı,
ufağmi-büyüğünü, ilkini sonunu, açığını-gizlisini bağışla!"[497]
8-
"Allah'ım! Günahımı, bilgisizliğimi, isimdeki savurganlığımı ve benden
daha iyi bildiğin kusurlarımı bağışla.
Allah'ım! Benim
tarafımdan olan ciddi-şaka, hatah-kasıtlı bütün kusurlarımı bağışla.
Allah'ım!
Gelmiş-geçmiş, gizli-açık yaptığım günahlarımı bağışla! Sen benim Hanımsın.
Senden başka tanrı yoktur."[498]
9-
"Allah'ım! Kalbimde bir nur, kulağımda bir nur gözümde bir nur, sağımda
bir nur, solumda bir nur, önümde bir nur, arkamda bir nur, üstümde bir nur,
altımda bir nur var et! Benim için bir
nur yarat."[499]
Secdede dua etmeye
çalışmayı emretmiş ve: "Bu şekil duanız kabule lâyıktır"
buyurmuştur.'[500] Burada secdede iken çok
dua etmek mi, yoksa dua edecek bir kimse herhangi bir yerde dua edeceği zaman
secdede etsin diye mi emrolunmaktadır? İkisi arasında fark vardır. Hadisin
yorumlanabileceği en güzel anlam şudur: Dua iki türlüdür: 1- Övgü duası, 2-
İstek duası. Hz. Peygamber (s.a.) secdede iken her iki tür duadan çokça okurdu.
Secdede okunmasını
emrettiği dua her ikisini de kapsar.
Duanın kabulü de iki
türlüdür: 1- İsteklinin isteği verilmek usretiyle duanın kabulü, 2- Övgü
söyleyene sevab bahşedilmek suretiyle duasının kabulü. "Bana dua
ettiğinde, dua edenin, duasını kabul ederim." âyeti[501] her
iki türden biriyle tefsir edilmiştir. Doğrusu bu âyet her ikisini de kapsar. [502]
Âlimler kıyam ve
secdeden hangisinin daha faziletli olduğunda göMş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir
grup şu yönlerden kıyamı tercih etmiştir?
1- Kıyamdaki zikir, zikirlerin en üstünüdür.
Öyleyse rüknü de rüki lerin en üstünüdür.
2- Allah (c.c.) buyuruyor ki: "İhlash bir
halde Allah için narrâ durun. "[503]
3- Hz.
Peygamber buyuruyor ki: "En
üstün namaz kıyamı .-*1Hn olandır. "[504]
Bir grup ise secde
daha üstündür, diyor. Delilleri:
1- Hz. Peygamber (s.a.): "Kulun Rabbine en
yakın olduğu hal] secdedeki halidir." buyurmuştur.[505]
2- Ma'dân b. Ebî Talha anlatıyor: Allah
Rasûlü'nün kölesi Sevbân'a rastladım. Bana faydalı olacak bir söz söyle, dedim,
secde etmene bak; Çünkü Allah Rasûlü'nün (s.a.): "Herhangi bir kul Allah'a
yalnız bir secdej etse muhakkak Allah o secdeye karşılık o kulu bir derece
yükseltir ve birj günahını affeder" buyurduğunu işittim, dedi. Ma'dân
devamla diyor kij Sonra Ebu'd-Derdâ'ya rastladım, ondan bir tavsiye istedim,
benzer cevabı verdi.[506]
3- Cennette refakatçisi olmak isteyen Rabîa b.
Kâ'b el-Eslemî'ye Alj lah Rasûlü (s.a.): "Sen dediğimi yap, çok secde et.
Böylece bana bu isteğini yerine getirmemde yardımcı olursun. "[507]
4- En doğru görüşe göre Allah Rasûîü'ne (s.a.)
indirilmiş ilk sûre olan Alâk sûresi: "Secde et, yaklaş"[508]'
âyetiyle son bulmaktadır.
5- Secde
ulvî-süflî bütün yaratıklar tarafından Allah'a yapılan bir ibadet şeklidir.
Secde kişinin Rabbine karşı en zelîl olduğu ve en fazla boyun eğdiği bir andır.
Bu ise kulun en şerefli halidir. Bu yüzden Rabbine en yakın hali bu hal
olmuştur. Secde kulluk sırrının ta kendisidir. Çünkü kulluk zelil olmaktır,
boyun eğmektir. Araplar "Tarîk'un muabbed'un = kul-laşmış yol"
sözüyle ayakların basıp geçtiği, çiğnediği yolu kastederler. Kulun en zelîl
olduğu ve en fazla boyun eğdiği hali secdedeki halidir.
Bir başka grup ise;
"Geceleyin kıyamı uzun tutmak daha faziletlidir. Gündüzse çokça rükû ve
secde etmek daha faziletlidir." diyor. Bu grubun delili:
Gece namazına özel olarak
"kıyam" ismi verilir. Çünkü Allah (c.c): "Gece kıyama kalk"[509] Hz.
Peygamber (s.a.) ise: "Kim Ramazan'da ina-nanarak ve sevabını AUah'tan
bekleyerek (gece) kıyama kalkarsa günahı affolunur" buyurmaktadır[510]' Bu
yüzden "Gece kıyamı" sözü kullanılır da "Gündüz kıyamı"
sözü kullanılmaz." Diyorlar ki: İşte Hz. Peygam-ber'in (s.a.) sünneti
buydu. Zira o, gece 11 yahut 13 rekattan fazla namaz kılmazdı.
Bazı gecelerde Bakara,
Âl-i İmrân ve Nisa sûrelerini bir rekâtta okuyarak namaz kılardı[511]'
Gündüz ise böyle bir şey yaptığı nakiediimemiştir. Aksine sünnetleri hafif
tutardı.
Üstadımız (İbn
Teymiye) der ki: Doğrusu kıyam ve secde faziletçe birbirlerine eşittir. Kıyam,
Kur'ân okuma (kıraat) şeklindeki zikrinden dolayı daha faziletli, secde ise
vaziyet itibariyle daha faziletlidir. Secde vaziyeti kıyam vaziyetinden, kıyam
zikri secde zikrinden daha faziletledir. Hz. Pey-gamber'in (s.a.) tutumu işte
böyleydi. Küsüf ve gece namazlarında yaptığı gibi kıyamı uzatınca rükû ve
secdeyi uzatırdı; kıyamı kısa tutunca da ve secdeyi kısa tutardı. Farz namazda
da aynen böyle yapardı. Nitekim; el-Berâ b. Âzıb: "Hz. Peygamber'in (s.a.)
kıyamı, rükûu, secdesi ve itidali takriben birbirine yakındı" diyor.[512]' En
iyi bilen Allah'tır. [513]
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.) ellerini kaldırmaksızın tekbîr alarak başı-' nı kaldırırdı. Başını
secdeden, ellerinden önce kaldırır; sonra yaygın vaziyette otururdu: Sol
ayağını yere yayar, üzerine oturur, sağ ayağını dikerdi. Nesâî'nin nakline göre
İbn Ömer: "Sağ ayağı dikip parmaklarını kıbleye çevirmek ve sol ayak
üzerine oturmak namazın sünnetlerindendir." diyor.[514]
Burada Hz. Peygamber'den (s.a.) bundan başka bir oturuş nakle-dilmemiştir.
Ellerini uylukları
üzerine kor; dirseğini uyluğu ve elinin uç kısmım ise dizi üzerine kordu,1
Parmaklarından ikisini çeker, bir halka yapar, sonra da bir parmağını dua
etmek için kaldırır, hareket ettirirdi. Vâil b. Hucr Hz. Peygamber'in (s,a.)
işte böyle yaptığım söylemiştir[515]'
Ebu Davud'un Abdullah
b. ez-Zübeyr'den naklettiği "Hz. Peygamber] (s.a.) dua edeceği zaman bir
parmağı ile işaret eder, ama parmağını hare-j ket ettirmezdi." hadisindeki[516]'
ilâvenin sıhhati şüphelidir. Çünkü Müs|ı| lim, Sahih'inde hadisi Abdullah
b.ez-Zübeyr'den bütün uzunluğu ile naklettiği halde bu ilâveyi belirtmemiştir.
Aksine şu şekilde rivayet etmiştir:
"Allah Rasûlü
(s.a.) namazda oturduğu zaman sol ayağını uyluğu ile inciği (diz ile ayak
arasında kalan kısım) arasına kor; sağ ayağını yayar; sol elini sol dizi
üzerine, sağ elini sağ uyluğu üzerine kor, parmağı ile işare ederdi."[517]
Hem Ebu Davud'un
naklettiği hadiste bu fiilin namazda olduğuna dair birşey de yoktur.
Hem de namazda olsa
bile bu hadis inkâr, Vâil b. Hucr hadisi ise isbat edicidir. İsbat edici olan
Vâil hadisi Ebu Hâtim'in Sahihimde zikrettiğine göre sahih bir hadistir[518];
öne alınır.
Sonra iki secde
arasında İbn Abbas'ın (r.a.) rivayetine göre şu duayı okurdu:
"Allah'ım! Beni
bağışla, bana acı, bana bağışta bulun, beni doğru yola ilet, beni azıklarıdır.
"[519]
Huzeyfe'nin rivayetine
göre ise şu duayı okurdu:
"Rabbim! Bağışla beni. Rabbim! Bağışla beni."[520]
Hz. Peygamber (s.a.)
bu rüknü (iki secde arasında oturmayı) secde miktarı uzatırdı. Bütün hadislerde
ondan gelen sağlam rivayetler bu merkezdedir. (Müslim'in) Sahih'inde Enes'in
(r.a.): "Allah Rasûlü (s.a.) iki secde arasında o kadar otururdu ki,
herhalde devamından vazgeçti, derdik" dediği nakloIunmaktadır.[521] Bu
sünneti, sahabe devri son bulduktan sonra insanlar terkettiler. Bu yüzden Sabit
demiştir ki: "Enes, sizin yaptığınızı görmediğim birşey yapardı. İki secde
arasında o kadar beklerdi ki herhalde unuttu yahut herhalde vazgeçti
derdik."[522]
Kim sünneti hakem
tanır, ona aykırı olana iltifat etmezse Hz. Peygamber'in (s.a.) bu tavrına
aykırı düşen şeylere aldırış etmez.
Sonra Vâil ve Ebu
Hureyre'nin anlattıklarına göre Hz. Peygamber (s.a.) uyluklarına dayanarak
ayaklarının ön kısmı ve dizleri üzerinde (ikinci rekâta) kalkardı.[523]
Elleriyle yere dayanmazdı.[524]'
Mâlik b. el-Huveyris'in nakline göre doğrulup oturuncaya kadar ayağa kalkmazdı.[525]
İşte "istirahat oturuşu" adı verilen oturuş budur.
Fakîhler bu oturuş
hakkında farklı iki görüş açıklamışlardır:
1- Namazın herkesin yapması müstehab
sünnetlerinden midir?
2- Yoksa sünnetlerden olmayıp yalnızca ihtiyaç
duyanın yaptığı fiillerden midir? Her iki görüş de Ahmed b. Hanbel'den (r.a.)
nakledilmiştir. el-HalIâl diyor ki: Ahmed, istirahat oturuşu konusunda Mâlik b.
el-Huveyris hadisine dönmüştür. Dedi ki: Yusuf b. Musa'nın bana haber verdiğine
göre Ebu Ümâme'ye (secdeden) ayağa kalkış sorulmuş; o da: "Rıfâa hadisine
göre ayakların ön kısmı üzerine kalkılır" cevabım vermiş. İbn Aclân'ın
naklettiği hadis, ayaklarının ön kısmı üzerine kalktığını göstermektedir. Bu
hadis Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabından ve onun namazını anlatan diğer pek çok
kimseden nakledildiği halde bu oturuş anılmamış, yalnızca Ebu Humeyd ve Mâlik
b. el-Huveyris hadislerinde anılmıştır. Şayet bu fiil Hz. Peygamber'in (s.a.)
sürekli yaptığı bir fiil olsaydı, onun namazını anlatan herkes bundan
sözederdi. Hz. Peygamber'in (s.a.) yalnızca bu fiili yapmış olması» o fiilin
namazın sünnetlerinden olduğunu göstermez. Ancak o fiili uyulacak bir sünnet
olarak yaptığı bilinirse sünnet olur. İhtiyaçtan dolayı yaptığı düşünüiebilirse
bu durum o fiilin, namazın sünnetlerinden biri olduğunu göstermez.
İşte bu meselede
illetin tahkiki (tahkîku'l-menât) budur[526]
Ayağa kalkınca kıraate
başlardı. Namaza başlarken sustuğu gibi sus-mazdı. Fakihler bu yerin başlangıç
duası (Subhaneke, v.s.) okuma yeri olmadığında görüş birliğine vardıktan sonra,
"eûzu" okuma yeri olup olmadığında iki ayrı görüş
açıklamışlardır.Ahmed'den her iki görüş de nakledilmiştir. Müntesiblerinden
bazıları bu iki görüşü: 1- Namaz
kıraati bir tek kıraat mıdır ki, bir tek "eûzu" çekme yeterli olsun;
2- Yoksa her rekâtın kıraati başlı başına ayrı bir kıraat mıdır? esaslarına
dayandırmışlardır. Başlangıç duasının namazın bütünü için olduğunda aralarında
bir anlaşmazlık yoktur. Bir tek eûzü ile yetinme daha açık gözükmektedir. Zira
Ebu Hureyre'den gelen sahih bir hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.) ikinci rekâta
kalkınca arada susmadan Fatiha sûresini okumaya başladı[527]'
Tek bir eûzü yeter. Çünkü iki kıraat arasına sükut değil zikir girmiştir. Böyle
bir kıraat araya Allah'a hamd, teşbih, tehlîl yahut Hz. Peygamber'e (s.a.)
salâtu selâm vb. şeyler girdiğinde bir tek kıraat gibi olur.[528]
Şu dört yer dışında
Hz. Peygamber (s.a.) ikinci rekâtı aynen birinci rekât gibi kılardı: 1- Sükut,
2- Başlangıç duası (Subhaneke, vs.), 3- Başlangıç tekbiri, 4- Birinci rekât
gibi uzatma. Zira Hz. Peygamber (s.a.) ikinci rekâtta başlangıç duası okumaz,
arada sükut etmez, başlangıç tekbiri almazdı ve ikinci rekâtı birinciden kısa
tutardı. Daha önce de geçtiği üzere bütün namazlarda birinci rekâtı
ikincisinden daha fazla uzatırdı.
Teşehhüd (et-Tehiyyâtü
okumak) için oturduğunda sol elini sol uyluğu üzerine, sağ elini de sağ uyluğu
üzerine kor, işaret parmağı ile işaret ederdi. Parmağını ne tamamen diker, ne
hareketsiz bırakır. Vâil b. Hucr hadisinde de geçtiği üzere parmağını bir, iki
kat büker, bir hareket ettirirdi. İki parmağını —küçük parmak ile yüzük
parmağını— toplar, orta ve baş parmak ile bir halka yapar, dua etmek üzere
işaret parmağım kaldırır, ona doğru bakardı. Sol avucunu sol uyluğu üzerine
yayar, onun üzerine yüklenirdi.
Oturuş şekli, yukarıda
geçtiği üzere tıpkı iki secde arasındaki oturuşu gibiydi. Sol ayağı üzerine
oturur, sağ ayağını dikerdi. Bu oturma konusunda Hz Peygamber'den bu şekil
oturuşdan başkası nakledilmemiştir.
Müslim'in Sahih'inde
Abdullah b. Zübeyr'den (r.a.) rivayet ettiği: "Allah Rasûlü (s.a.)
namazda oturduğu zaman sol ayağını uyluğu ile inciği arasına kor, sağ ayağını
yayardı." hadisi[529],
yakında geleceği üzere son teşehhüd hakkındadır. Bu rivayet Hz. Peygamber'den
(s.a.) naklolunan iki oturuş şeklinden birisini göstermektedir. Buharı ve Müslim'in
Sahih'le-rinde[530] Hz.
Peygamber'in (s.a.) namaz kılış şekli konusunda Ebu Hu-meyd'den nakledilen
hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) iki rekâtı tamamlayıp oturunca sol ayağı
üzerine oturur, ötekini dikerdi. Son rekâtta oturunca da sol ayağını ileri
alır, sağ ayağını diker, kalçası üzerine otururdu. Ebu Humeyd, sağ ayağını
diktiğini, İbnü'z-Zübeyr ise sağ ayağım yaydığını söylemiş; ama hiç kimse Hz.
Peygamber'in (s.a.) ilk teşehhüddeki oturuş şekli işte budur, dememiştir.
Böyle diyen hiç kimse bilmiyorum. Ancak âlimler bu konuda şu görüşleri ileri
sürmüşlerdir: 1- Her iki teşehhüdde de teverrük[531]
edilir. Mâlik (r.h.) bu görüştedir, 2- Her ikisinde de ifti-raş edilir; yani
sağ ayak dikilir, sol ayak yayılıp üzerine oturulur. Ebu Hanîfe (r.h.) bu
görüştedir. 3- Peşinden selâm gelen
her teşehhüdde tever-rük, diğerlerinde ise iftirâş edilir. Şafiî (r.h.) de bu
görüştedir. 4- İki oturuş arasındaki farkı göstermek için iki teşehhüdlü bütün
namazlarda son turuşta teverrük edilir, tmam Ahmed (r.h.) ise bu görüştedir. Şu
halde Îbnü'z-Zübeyr'in (r.a.): "Hz. Peygamber (s.a.) sağ ayağını
yayardı" demesinin anlamı şudur: Hz. Peygamber (s.a.) bu oturuşta kalçası
üzerine otururdu. Bu durumda sağ ayağı yaygın, sol ayağı uyluğu ile inciği
arasında ve kalçası ise yerde olurdu. Bu oturuşta sağ ayağının vaziyetinde
yani yaygın mı idi, dik mi idi konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu
ihtilaf —Allah daha iyi bilir ya— gerçekte bir ihtilaf değildir. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.) ayağı üzerine oturmazdı. Ayağını sağından dışarı çıkarırdı.
Bu durumda ayak diklik ile yaygınlık arasında olurdu. Böylece bu ayak sağ iç
tarafı üzerinde olurdu. Şu halde "sağ ayak yaygındır** sözü, Hz. Peygamber
(s.a.) onu dikmedi, ökçesi üzerine oturmadı anlamında; "sağ ayak
dikilmiştir" sözü, Hz. Peygamber (s.a.) onun iç tarafı üzerine oturmadı,
ayağın dışı yere değmedi anlamında. Artık Ebu Humeyd ve beraberindekilerin
görüşü ile Abdullah b. Zübeyr'in görüşünün doğru olduğu anlaşılmıştır. Yahut
şöyle de denebilir. Hz. Peygamber (s.a.) onu da bunu da yapardı. Hem ayağını
diker, hem de rahat olduğunda zaman zaman da yayardı. Allah en iyi bilendir.
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.) bu (ilk) oturuşta daima teşehhüd (et-Tehiyyâtü) okur, ashabına da
okumaları için öğretirdi:
"Selâmlar, dualar
ve bütün güzel şeyler yalnız Allah için.
Ey Peygamber! Selâm
sana. Allah'ın rahmeti ve bereketleri sana.
Selâm bize ve Allah'ın
salih kullarına.
Allah'tan başka tann
olmadığına şahitlik ederim ve Hz. Muhammed*-in O'nun kulu ve elçisi olduğuna
şahitlik ederim."[532]
en-Nesâî, Ebu'z-Zübeyr
yoluyla Câbir'in şöyle dediğini nakleder: Allah Rasülü (s.a.), bize teşehhüdü,
sanki Kur'an'dan bir sûre öğretiyormuş-casına öğretirdi:
"Allah'ın adıyla
ve Allah ile.
Selâmlar, dualar ve
bütün iyi şeyler yalnız Allah için.
Ey Peygamber! Selâm
sana. Allah'ın rahmeti ve bereketleri sana.
Selâm bize ve Allah'ın
salih kullarına.
Allah'tan başka tanrı
olmadığına şahitlik ederim ve Hz. Muhammed'-in O'nun kulu ve elçisi olduğuna
şahitlik ederim.
Allah'tan cenneti
dilerim. Cehennemden Allah'a sığınırım."
Bu hadis dışında başka
bir hadisde teşehhüdün başında besmele leceği nakledilmemiştir. Bu hadisin İse
Ebu'z-Zübeyr'in (Câbir'den) mu-an'an yolla rivayette bulunmuş olmasından başka
bir illeti daha vardır.[533]
Hz. Peygamber (s.a.)
bu (ilk) teşehhüdü, kızgın taş üzerinde oturuyor-muşçasına kısa tutardı. Bu
teşehhüd içinde kendisine ve ailesine salat getirdiği; kabir azabından,
cehennem azabından, Ölü ve dirilerin fitnesinden ve Mesih DeccâPin fitnesinden
Allah'a sığındığı konusunda hiçbir hadis naklolunmamıştır. (İlk oturuşta bu
duaların okunmasını) müstehab sayanlar bu duaların yerinin son oturuş olduğu
ve yalnızca son oturuşta okunacağı konusunda sahih yolla nakledilen hadislerin
genel ve mutlak ifadelerinden hareketle müstahab saymışlardır.
Sonra yukarıda geçtiği
üzere tekbir alıp uyluğuna dayanarak ayaklarının ön kısmı ve dizleri üzerinde
(üçüncü rekâta) kalkardı. Müslim'in Sa-hih'inde Abdullah b. Ömer'den (r.a.)
naklettiğine göre burada Hz. Peygamber (s.a.) ellerini (namaza başlarken
kaldırdığı gibi) kaldırdı. Buhârînin bir rivayetinde de bu ilâve yer
almaktadır.[534] Şu halde bu ilâve Abdullah
b. Ömer'den müttefekun aleyh[535]
olarak nakledilmemekte ve râ-vilerinin çoğunluğu bunu anmamaktadır. Ancak bu
ilâve Ebu Humeyd es-Sâidî'nin naklettiği hadiste açıkça anılmaktadır. Ebu
Humeyd diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) namaza kalkınca tekbir alır, sonra
ellerini omuzları hizasına kadar kaldırır, her bir uzvu yerli yerinde
doğrultur, sonra okumaya başlar, sonra ellerini omuzlar hizasına kadar
kaldırır, sonra rükû eder, başını belinden ne aşağı eğer ne yukarı kaldırır,
dümdüz (mu'tedil) bir vaziyette avuçlarını dizlerine kor; sonra
"Semiallahu limen hamiden" der, ellerini omuzlan hizasına kadar
kaldırır her kemik yerine gelinceye kadar (ayakta kalır); sonra yere iner,
ellerini yanlarından uzak tutar, sonra başını kaldırır, ayağım büker üzerine
oturur, secde ettiğinde ayak parmaklarını bükerek mafsal yerleri üzerine basar;
sonra tekbir alır, sol ayağı üzerine —her kemik yerine gelinceye kadar— oturur;
sonra' ayağa kalkar, diğer rekâtta da bu rekâtta yaptığı gibi yapar; sonra iki
rekâtı bitirip ayağa kalkınca namazın başlangıcında yaptığı gibi ellerini
omuzları hizasına kadar kaldırır; sonra namazın geri kalan kısmını bu şekilde
kıldırırdı. Selâm vereceği son rekâtın secdesini tamamlayınca ayaklarını
dışarı çıkarır, sol yanı üzerine teverrük vaziyetinde otururdu.[536] Bu
anlatım Ebu Hâtim'in Sahih1 indedir. Müslim'in Sahih'inde de vardır.
Tirmizî'nin de sahih saydığı bir senedle Ali b. Ebî Talib'den (r.a.)
naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) bu yerlerde ellerini kaldırırdı. Sonra
(üçüncü rekâta kalkınca) yalnızca Fâtiha'yı okurdu. Son iki rekâtta Fâtiha'dan
sonra herhangi bir şey okuduğu sabit olmamıştır. Kendisinden naklolunan iki
görüşten birine göre Şafiî ile bazı âlimler son iki rekâtta Fâtiha'ya ek
olarak Kur'an okumanın müstehab olduğunu savunmuşlardır. Bu görüşe delil
olarak Sahih'de Ebu Saîd'den naklolunan şu hadis ileri sürülmüştür. Ebu Saîd
diyor ki:
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) öğlenin ilk iki rekâtında Secde sûresini, son iki rekâtında ise bunun
yansını okuyacak kadar kıyamda durduğunu tahmin ediyoruz. İkindinin ilk iki
rekâtında öğlenin son iki rekâtı, son iki rekâtında ise bunun (öğlenin son iki
rekâtının) yansı kadar ayakta durduğunu tahmin ediyoruz.[537]
Buharî ve Müslim'in
rivayet ettikleri Ebu Katâde hadisi son iki rekâtta yalnız Fatiha ile yetinme
konusunda zahirdir.
Ebu Katâde (r.a.)
diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.) bize namaz kıldırırdı da öğle ve ikindinin
ilk iki rekâtında Fatiha ile birer sûre okurdu. Gizli okuduğu âyeti zaman zaman
bize duyururdu" Müslim ayrıca "Son iki rekâtta Fâtiha'yı
okurdu" cümlesini ekliyor.[538]
Her iki hadis de
tartışma konusunda açık (= sarîh) değildir. Ebu Saîd hadisi,' yalnızca
sahabenin takdir ve tahmininden ibarettir; Hz. Peygamber'in (s.a.) doğrudan
doğruya fiilinin açıklamasını haber verme değildir. Ebu Katâde hadisine
gelince, bununla Hz. Peygamber'in (s.a.) yalnız Fatiha ile yetindiğini
kasdetmiş de olabilir; Fâtiha'yı son iki rekâtta asla terket-meyip ilk iki
rekâtta okuduğu gibi o rekâtlarda da okuduğunu, böylece her rekâtta Fâtiha'yı
okumuş olduğunu da kasdetmiş olabilir. Her ne kadar Ebu Katâde hadisi Fatiha
ile yetinme konusunda daha zahir ise de tafsil alanında serdedildiğinden
"ilk iki rekâtta Fatiha ve birer sûre, son iki rekâtta ise Fatiha
okurdu" sözü, her kısmın, anıldığı şeyle hususiyet kazandığı konusunda bir
açıklama gibi olur. Buna göre "Hz. Peygamber'in (s.a.) çoğunlukla yaptığı
buydu. Bazan da son iki rekâtta —Ebu Saîd hadisinin de delâlet ettiği üzere—
Fâtiha'ya ek bir şey daha okurdu" demek mümkündür. Nitekim sabah
namazında kıraati uzatmak, zaman zaman da hafif tutmak; akşam namazında
kıraati hafif tutmak zaman zaman da uzatmak; sabah namazında kunût okumamak,
zaman zaman da okumak, öğle ile ikindide gizli okumak, zaman zaman da sahabeye
okunan âyeti işittirmek; besmeleyi açıktan okumamak[539],
zaman zaman da açıktan okumak[540]tıpkı
söz konusu meselemizde olduğu gibi— Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetiydi.
Sözün özü, Hz.
Peygamber (s.a.) namazda aniden ortaya çıkan bir durumdan dolayı zaman zaman
düzenli fiillerinden olmayan bazı şeyler yapardı. Meselâ Hz. Peygamber (s.a.)
öncü olarak bir süvari göndermiş, ardından namaza durmuştu. Namaz esnasında
öncünün geleceği vadiye bakar dururdu[541]'
Oysa namazda sağa-sola bakmak Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti değildi. Buhârî'nin
Sahihimde nakledildiğine göre Hz. Âişe (r.anha) diyor ki: Allah Rasûlü'ne
(s.a.) namazda başı sağa-sola çevirmeyi (iltifât'ı) sordum. "Kulun
namazından şeytanın aşırıp kaçtığı bir şeydir" buyurdu.[542]
Tirmizî, Saîd b.
Müseyyeb yoluyla Enes'in (r.a.) şöyle dediğini nakleder: Allah Rasûlü (s.a.)
bana: "Yavrum, sakın namazda iken sağa-sola bakma. Zira namazda sağa-sola
bakmak helaktir. îlle de gerekliyse bari nafilede olsun, farzda olmasın"
buyurdu.[543] Ancak bu hadisin iki
illeti vardır:
1- Saîd'in Enes'ten hadis rivayet ettiği
bilinmiyor.
2- Senedinde Ali b. Zeyd b. Cud'ân vardır (ki
zayıf râvidir). Bezzâr, Müsned'inde Yusuf b. Abdullah b. Selâm yoluyla
Ebu'd-Derdâ'dan Hz. Peygamber'in (s.a.): "Başını sağa-sola çevirenin
(yahut sağa-sola bakanın) namazı kabul değildir" buyurduğunu nakleder.[544]
"Allah Rasûlü (s.a.) namazda iken sağa-sola bakar, ancak boynunu arkaya
doğru çevirmezdi." şeklinde İbn Abbas'ın naklettiği bu hadis sabit
değildir. Tirmizî bu hadis hakkında: "Garib hadis" demiş, başkaca
birşey söylememiştir.[545]
el-Hallâl diyor ki:
el-Meymûnî'nin bana haber verdiğine göre Ebu Ab-dillah'a (Ahmet b. Hanbel):
"Bazı kimseler Hz. Peygamber (s.a.) namazda sağa, sola bakardı diye
isnadda bulunmaktalar" denilince buna şiddetle karşı geldi. Hatta çehresi
değişti, yüzünün rengi attı, bedeni titremeye başladı. Onu asla bundan daha
kötü bir halde görmemiştim. İnkâr ederek: "Hz. Peygamber (s.a.) namazda
sağa-sola baktı, ha?!" dedi. Sanırım: "Bu hadisin isnadı yok"
dedi ve ekledi: "Bunu kim rivayet etti!? Bu yalnızca Saîd b.
Müseyyeb'den". Sonra arkadaşlarımızdan biri bana: "Ebu Abdil-lah,
Saîd'in bu hadisini gevşek buldu ve isnadını zayıf saydı." deyip devamla
"Bu hadis yalnızca (adı bilinmeyen) bir adamın Saîd'den rivayetidir"
dedi. Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah diyor ki: Babama Hassan b.
İbrahim-Kûfeli Abdülmelik-el-Alâ-Mekhûl-Ebu Ümâme ve Vasile senediyle "Hz.
Peygamber (s.a.) namaza durduğunda sağa-sola bakmaz, gözünü secde yerine
dikerdi" hadisini naklettim, tamamen inkâr etti ve: "üstüne çizgi
çek" dedi.
Ahmed (r.h.) onu da
bunu da inkâr etti. Birincisini inkârı daha şiddetli oldu; çünkü hem senedi,
hem metni bâtıldır. İkincisinin ise yalnızca senedini inkâr etti. Yoksa metni
münker değildir. En iyi bilen Allah'tır.
Birincisi sabit olmuş
olsa bile, Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı bir fiilin aktarımı olurdu. Belki
de bu fiili Hz. Peygamber (s.a.), namazdayken Ebu Bekir, Ömer ve Zülyedeyn ile
namaza ait bir fayda sebebiyle konuşmasında olduğu gibi ya namazın faydasına
ya da şu hadiste olduğu gibi müslümanlann yararına yapmıştır: Ebû Davud'un, Ebu
Kebşe es-Selûlî yoluyla Sehl b.el-Hanzeliye'den rivayetine göre sabah namazı
için kamet getirildi. Allah Rasûlü (s.a.) vadiye gözünü çevirip baka baka
namaz kıldırmaya başladı. Ebu Davud der ki: "Yani Hz. Peygamber (s.a.)
gece koruculuk için bir süvariyi vadiye göndermişti (de onu gözetlemek için
namazda vadiye bakmıştı)."[546]
Buradaki gözü çevirip
bakma namaz içinde cihad ile meşgul olmadır ki, o da korku namazı gibi ibadetler
cümlesindendir. Hz. Ömer'in: "Ben ordumu namazda iken donatırım" sözü
buna yakın anlamdadır. Öyleyse bu, cihad ile namazı bir araya getirmektir.
Meselâ, namazda iken Kur'an'-ın manalarını düşünmek ve ondaki ilim hazinelerini
ortaya çıkarmak da böyledir. Bu da namaz ile ilmi bir araya getirmektir. Bu
başka bir renk, boş şeylerle oyalanan gafillerin sağa-sola bakmaları ve onların
düşünceleri bambaşka bir renk! Başarı yalnız Allah'tandır.
Dört rekâtlı
namazlarda ilk iki rekâtı, son iki rekâttan daha fazla uzatmak ve ilk iki
rekâtın birincisini ikincisinden uzun tutmak Hz. Peygamber'in (s.a.) devamlı
sünnetlerindendir. Bundan dolayı Sa'd (b.Ebî Vak-kâs), Hz. Ömer'e: "tik
iki rekâtta kıraati uzatırım, son iki rekâtta ise haz-federim. Allah Rasûlü'nün
(s.a.) namazına uymak konusunda hiçbir şeyden çekinmem." demiştir.
Yukarıda geçtiği gibi
sabah namazını diğer namazlardan daha fazla uzatmak yine aynı şekilde Hz.
Peygamber'in (s.a.) sünnetlerindendir. Hz. Âişe diyor ki: "Allah namazı
farz kıldığında (akşam namazından başka namazları) ikişer rekât olarak farz
kılmıştı. Allah Rasûlü (s.a.) hicret edince ikamet halindeki namazlara (ikişer
rekât) ilâve edildi. Bundan, sabah namazı kıraatinin uzunluğu sebebiyle aynen
bırakıldığı için, akşam namazı da gündüzün vitri olduğu için müstesna
tutulmuşlardır." Bu sözü Ebu Hatim b. Hibbân Sahih'indt nakletmiştir.[547]
Aslı Buharf nin Sahih'mde mevcuttur. [548]
İşte diğer
namazlarında da başını sonundan daha fazla uzatmak Hz. Peygamber'in (s.a.)
sünnetiydi. Nitekim küsûf namazında da böyle yapardı. Gece ibadetlerinde de
uzunca iki rekât sonra bir önceki iki rekâttan kısa iki rekât, sonra bir
öncekilerden kısa iki rekât... namaz kılar, bu şekilde namazını tamamlardı. Bu
durum Hz. Peygamber'in (s.a.) gece namazına iki hafif rekâtla başlaması ve
bunu emretmesiyle çelişmez. Zira bu iki rekât, gece namazının anahtarıdır.
Sabah namazı ve diğer namazların sünneti mesabesindedirler. Hz. Peygamber'in
(s.a.): "Gece kıldığınız en son namaz vitir olsun." buyurmaları[549]
yanında zaman zaman vitirden sonra bazan oturarak, bazan ayakta kıldıkları iki
rekâtta da durum böyledir. Çünkü bu iki rekât şu emre aykırı değildir. Nitekim
akşam gündüzün vitiri [550]
olduğu halde, ondan sonra kılınan çift rekâth sünnet namaz onu gündüzün vitri
olmaktan çıkarmaz. Aynı şekilde vitir başlı başına ayrı bir ibadet —gecenin
vitri— olduğu için akşamın sünneti, farza göre neyse vitirden sonra kılman iki
rekât da vitre göre odur. Akşam namazı farz olduğu için Hz. Peygamber (s.a.),
akşamın sünnetine vitrin sünnetinden daha çok devam buyurmuşlardır. Bu durum
vitrin vâcib olduğunu söyleyenlerin usulü bakımından gerçekten açıktır.
Inşaalllah biraz ilerde bu iki rekât hakkında daha fazJa açıklama gelecektir.
Bu konu belki hiçbir eserde göremeyeceğin önemli bir konudur. Başarı yalnız
Allah'tandır. [551]
Hz. Peygamber (s.a.)
son teşehhüdde oturduğunda teverrük vaziyetinde otururdu. Kalçasını yere
salıverir, ayağını tek bir yandan dışarı çıkarırdı.
Hz. Peygamber'den
(s.a.) teverrük konusunda naklolulan üç şekilden birisi budur. Ebu Davud bu
hadisi Abdullah b. Lehîa yoluyla Ebu Hu-meyd es-Sâidî'den nak!etmiştir.[552]
Ayrıca Ebu Hâtım bu şekil oturuşu, Sahih'inde, Ebu Humeyd es-Sâidî'den, İbn
Lehîa yolundan başka bir yolla rivayet etmiştir; bu hadis yukarıda geçmiştir.[553]
İkinci şekil: Buharî,
Sahih'mde yine Ebu Humeyd'den nakleder ki, Hz. Peygamber (s.a.) son rekâtta
oturunca soî ayağını ileri alır, sağ ayağını diker, oturağı üzerine otururdu.[554]
Kalça üzerine oturma konusunda bu şekil, birinci şekle uygundur. Fakat buradaki
rivayette ayakların duruş şekline dair birinci rivayetin değinmediği bir ilâve
anlatım vardır.
Üçüncü şekil:
Müslim'in Sahih'mde Abdullah b. Zübeyr'den naklettiğine göre Hz. Peygamber
(s.a.) sol ayağım uyluğu ile inciği arasına kor, sağ ayağını yayardı.[555]
Ebu'l-Kâsım el-Hırakînin[556]
Muhtasarında tercih ettiği şekil bu olmakla birlikte bu şekil, sol ayağı sağ
taraftan çıkarıp sağ ayağı dikme konusundaki ilk iki şekle aykırıdır. Herhalde
Hz. Peygamber (s.a.) bazan öyle, bazan böyle yapardı. Bu daha açık
görünmektedir.
Râvilerin ihtilafından
kaynaklanması da muhtemeldir. Bu teverrük şekli Hz. Peygamber'den (s.a.)
nakilde yalnızca peşinden selâm gelen teşehhüd-de anılmıştır. İmam Ahmed ve ona
muvafakat edenler derler ki: Bu şekil iki teşehhüdiü namazlara mahsustur. Bu
teverrük, bu namazlarda hafif tutulması sünnet olan ve böylece oturan kişinin
ayağa kalkmaya hazır bir vaziyette olduğu birinci teşehhüddeki oturuş ile
oturan kişinin tamamen yerleşmiş bir vaziyette olduğu ikinci teşehhüddeki oturuş
arasını ayırmak için getirilmiştir.
Hem böylece iki ayrı
oturuş şekli, iki teşehhüd arasını ayırıcı ve namaz kılana buralardaki halini
hatırlatıcı olmuş olur.
Hem de Ebu Humeyd, Hz.
Peygamber'in (s.a.) bu şekil, teşehhüdde oturduğunu aktarmıştır. Çünkü o, Hz.
Peygamber'in birinci teşehhüddeki oturuşunda iftiraş vaziyetinde oturduğunu
anlatmış sonra: "Son rekâtta oturunca" başka bir rivayete ise:
"Dördüncü rekâtta oturunca...*' diye sözüne devam etmiştir.
Hadisin bazı
rivâyetlerindeki: "Selam vereceği son rekâtın oturuşuna gelince sol
ayağını dışarı çıkarır yanı üzerine teverrük vaziyetinde otururdu."
sözünü, peşinden selâm gelen her teşehhüdde teverrükün meşru olduğu
dolayısıyla ikinci teşehhüdde teverrük edileceği görüşünde olanlar delil olarak
ileri sürmekteler. Şafiî bu görüştedir. Ancak hadisin buna delâleti açık
değildir. Hadisin gelişi yalnızca bunun dört ve üç rekâtlı namazlarda, peşinden
selâm gelen (son) teşehhüdde olduğunu göstermektedir. Çünkü bu rivayette râvi,
Hz. Peygamber'in (s.a.) birinci teşehhüdde oturuş ve bu teşehhüdden kalkış
şeklini anlatıp sonra: "Selâm vereceği son rekâtın secdesini tamamlayınca
teverrük vaziyetinde otururdu" demiştir. Bu anlatımın gelişi, bu oturuş
şeklinin ikinci teşehhüde mahsus olduğu konusunda açıktır.
Hz. Peygamber (s.a.)
teşehhüde oturunca sağ elini sol uyluğu üzerine kor, üç parmağını toplar,
işaret parmağını dikerdi. Başka bir metinde üç parmağını yumar ve sol elini sol
uyluğu üzerine kordu, denilmektedir. Bu hadisi Müslim, İbn Ömer'den nakletmiştir.[557]
Vâil b. Hucr diyor ki:
"Sağ dirseğinin ucunu sağ uyluğu üzerine koydu; sonra parmaklarından
ikisini yumdu, bir halka yaptı. Sonra (işaret)j parmağını kaldırdı, parmağını
hareket ettirerek dua ettiğini gördüm." Buj hadis Sünen'de
nakledilmektedir.'[558]
Müslim'in Sahih'inde
İbn Ömer'den nakledilen bir hadiste: elli üç yaptı" denilmektedir.[559]
'Eliyle!
Bu rivayetlerin hepsi
de birdir. Zira: "Üç parmağını yumdu'* diyen, orta parmak toplu idi,
işaret parmağı gibi yaygın değildi anlamını kasdet-miştir. "Parmaklarından
ikisini yumdu" diyen de, orta parmak, yüzük parmağı ile birlikte yumuk
değil, küçük parmak ile yüzük parmağı —orta parmaktan hariç olarak— yumulma
konusunda eşittiler, anlamım kasdet-miştir. "Eliyle elli üç yaptı"
diyen ise bunu açıkça ortaya koymuştur. Çün-! kü orta parmak el ile elli üç
yaparken toplu olur, yüzük parmağı ile birlik-^ te yumuk olmaz.
Pekçok büyük insan bu
işi karışık buldu. Zira el ile elli üç yapmakj, anlatılan iki şekilden biriyle
uyuşmamaktadır. Çünkü küçük parmağın buş durumda yüzük parmağına bitişmesi
kaçınılmazdır.
Buna bazı büyük
insanlar şöyle cevap verdiler: El ile elli üç yapmada! üç'ün biri eski, biri
yeni olmak üzere iki durumu vardır. Eskisi: İbn Ömerj hadisinde zikredilen olup
bu durumda baş parmağm orta parmak ile halka yapılması yanında üç parmak toplu
olur. Yenisi: Bugün matematikçileri arasında bilinen şekli. En iyi bilen
Allah'tır.
(Sağ) kolunun dirsek
ile el arasındaki kısmım uyluğu üzerine kor, dı-| şan taşırmazdı. Böylece
dirseğinin ucu uyluğunun en gerisinde dururdu; Sol el ise, parmaklar, sol uyluk
üzerine uzatılmış şekilde bulunurdu.
Ellerini (kulakları
hizasına) kaldırırken, rükûda, secdede ve teşehhüdn de parmaklarını kıbleye
çevirirdi. Secdede ayak parmaklarım da kıbleyç çevirirdi. Her iki rekâtta bir,
et-Tahiyyâtü okurdu. [560]
1- Başlangıç tekbirinden sonra (Sübhâneke vb.
gibi) başlangıç duası okuma mahallinde,
2- Vitir namazında rükû'dan önce, kıraati
bitirdikten sonra.[561] Sabah
namazında okunan geçici (ârizî) kunut —şayet rivayet sahihse— rükûdan öncedir.
Ancak bu rivayette şüphe vardır.
3- Rükûdan doğrulduktan sonra. Nitekim Sahih-i
Müslim'de Abdullah b. Ebî Evfâ'dan nakledildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.)
başını rukû'-dan kaldırınca şu duayı okurdu:
«
"Allah kendisine
hamdedeni dinler. Ey Rabbimiz olan Allah'ım! Hamd yalnız Sanadır; gökler
dolusu, yer dolusu, bunlardan öte ne yaratmayı di-ledinse hepsinin dolusu hamd
Sana...
Allah'ım! Beni kar
ile, dolu ile ve soğuk su ile tertemiz eyle!
Allah'ım! Beni
günahlardan ve hatalardan beyaz kumaş kirden nasıl arınırsa öylece
temizle."[562]
4- Rükûda şu
duayı okurdu:
"Rabbimiz olan
Allah'ım! Sana hamdederek Seni her türlü eksiklikten tenzih ederim. Allah'ım!
Beni bağışla."[563]
5- Secdede. Çoğunlukla dualarını secdede
yapardı.
6- İki secde arasında.
7- Teşehhüdden (tahiyyâttan) sonra, selâmdan
önce. Ebu Hureyre[564] ile
Fudâle b. Ubeyd'in[565]'
naklettikleri hadislerde bunu emretmiştir. Ayrıca secdede dua etmeyi de
emretmiştir.
Namazdan selâm verip
çıktıktan sonra kıbleye yahut cemaata yönelip dua etmek asla Hz. Peygamber'in
(s.a.) âdeti değildi. Böyle yaptığına dair ne bir sahih, ne bir hasen hadis
nakledilmiştir.
Özellikle sabah ve
ikindi namazlarından sonra dua etmeye gelince; ne O, ne de halifelerinden biri
bunu yapmıştır. Kendisi de ümmetine bunu öğretmemiştir.
Bu yalnızca, bu durumu
sabah ve ikindiden sonraki sünnetlere bedel görenlerin güzel bulduğu bir
istihsandır. —En iyi bilen Allah'tır— Namazla ilgili duaların umumunu namazın
içinde yapmış ve namazın içinde yapılmalarını emretmiştir. Namaz kılanın
haline uygun olan da budur. Çünkü o, Rabbine yönelmiş, namazda olduğu sürece
O'na münacaat ediyor. Selâm verince bu münacaatı kesilir; önündeki bu makam ve
Allah'a yakınlık kaybolur gider. Münacaatı halinde tam O'na yakınken, O'na
yönelmişken nasıl isteklerini bırakır da O'ndan ayrıldıktan sonra ister?!
Şüphesiz bu durumun tersi, namaz kılan için daha elverişlidir. Ancak burada
ince bir nükte vardır: Namaz kılan kişi, namazından ayrılıp namazın arkasında
meşru zikirlerle Allah'ı zikreder, tehlîl (Lâ ilahe illallah demek), teşbih
(Subha-nallah demek), tahmîd (el-Hamdülillah demek) ve tekbir (Allahu ekber demek)
getirirse bundan sonra Hz. Peygamber'e (s.a.) salât u selâm getirmesi,
dilediği kadar dua etmesi müstehab olur. Bunun peşindeki duası ikinci bir
ibadet olur; yoksa namazın arkasında olduğu için değil. Çünkü Allah'ı zikreden,
O'na hamdeden ve övgüde bulunan, Allah Rasûlü'ne (s.a.) salât u selâm getiren
herkesin bunların peşinde dua etmesi müstehabtır. Nitekim Fudâle b. Ubeyd'in
naklettiği hadiste buyuruluyor ki: "Herhangi biriniz namaz kıldığında,
önce Allah'a hamd ve övgü ile başlasın. Sonra Hz. Peygamber'e (s.a.) salât u
selâm getirsin. Sonra dilediği şekilde dua etsin." Tirmizî: "bu hadis
sahihtir" diyor.[566]
Sonra Hz. Peygamber
(s.a) sağına: "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah" diye selâm verirdi.
Aynı şekilde soluna da selâm verirdi. Bu O'nun râtib ( = düzenli, devamlı,
müekked) sünnetiydi. Böyle olduğunu on beş sahabî rivayet etmiştir. Adları
şöyledir: 1- Abdullah b. Mes'ûd, 2- Sa'd b. Ebî Vakkâs, 3- Sehl b. Sa'd
es-Sâidî, 4- Vâil b. Hucr, 5- Ebu Musa ei-Eş'arî, 6- Huzeyfe b. el-Yemân, 7-
Ammar b. Yâsir, 8-Abdullah b. Ömer, 9- Câbir b. Semûre, 10- Berâ b. Âzib, 11-
Ebu Mâlik el-Eş'arî, 12- Talk b. Ali, 13- Evs b. Evs, 14- Ebu Ramse, 15- Adiyy
b. Umeyre, Allah onlardan razı olsun.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) yüzü istikametinde bir kere selâm verdiği[567]
rivayet edilmişse de, ancak bu rivayet ondan sahih bir senedle sabit olmamıştır.
Bu konudaki en ceyyid senedli hadis Hz. Âişe'nin (r.anha) rivayet ettiği şu
hadistir: "Hz. Peygamber (s.a.) "es-selâmu aleykûm" diyerek bir
kere selâm verir, sesini bizi uyandıracak kadar yükseltirdi. "[568] Bu
hadis Sünen'de (Sünen-i Ebu Davud'da) nakledilmiş olup ma'lûl bir hadistir. Ancak
bu hadis gece (teheccüd) namazı hakkındadır. Hz. Peygamber'in (s.a.) iki kere
selâm verdiğini nakledenler, farz ve nafilede gördüklerini naklet-mekteler. Hem
de Hz. Âişe'nin hadisi bir tek selâmla yetinme konusunda açık değildir. Aksine
Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.) kendilerini uyandıracak şekilde bir tek
selâm verdiğini haber vermiş, diğer selâmı inkâr etmemiş, hatta ondan söz
etmeyip susmuştur. Onun bu sükutu ikinci selâmı iyice belleyen, zihinlerine
kaydeden insanların rivayetlerinden öne alınamaz. Çünkü bunların sayısı daha
çok ve hadisleri daha sahih olup hadislerinden pek çoğu sahih, geri kalanları
ise hasen hadislerdir.
Ebu Ömer İbn Abdilber
diyor ki: Sa'd b. Ebî Vakkâs, Hz. Aişe ve Enes'ten gelen hadislerde rivayet
edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) bir tek selâm verirdi. Ancak, bu
hadislerin hepsi ma'lûldür; bunları hadis bilim adamları sahih bulmuyorlar.
Sonra (İbn Abdilber) Sa'd'ın rivayet ettiği: "Hz. Peygamber (s.a.)
namazda bir tek selâm verirdi." hadisinin illetini belirterek diyor ki:
Bu bir vehim ve bir yanılgıdır. Hadis: "Allah Rasûlü (s.a.) sağına ve
soluna selâm verirdi" şeklindedir. İbn Abdilber sonra
İbnü'l-Mübârek-Mus'ab b. Sâbit-îsmail b. Muhammed b. Sa'd-Âmir b. Sa'd-Babası
Sa'd yoluyla hadisi şu şekilde aktarıyor: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) sağına
ve soluna selâm verdiğini gördüm. Hatta şimdi yüzünün yan tarafını görür
gibiyim. [569] Bu hadisi işiten Zührî:
"Bu hadisin Allah Rasûlü'nün (s.a.) hadisi olduğunu işitmedik?"
diyerek (inkâra kalkıştı). Bunun üzerine orada bulunan İsmail b. Muhammed ile
Zührî, arasında şu konuşma geçti. İsmail:
— Allah Rasûlü'nün her hadisini işittin mi?
— Hayır.
— Peki yansım?
— Hayır.
— Öyleyse bunu da işitmediğin yarı arasında
say/[570]
İbn Abdilber devamla
diyor ki: Hz. Âişe'nin (r.anha) rivayet ettiği: "Hz. Peygamber (s.a.) bir
tek selâm verirdi" hadisine gelince; Hişâm b. Urve-Babası Urve
(b.ez-Zübeyr)-Hz.Âişe yoluyla bu hadisi yalnızca Zü-heyr b. Muhammed merfû
olarak rivayet etmiştir. Ondan da Amr b. Ebî Seleme ve diğerleri rivayet
etmiştir. Züheyr b. Muhammed, bütün muhad-disler katında zayıf bir râvi olup
çok hata eden bir kimse olduğu için rivayet ettiği hadis delil olarak
kullanılmaz. Yahya b. Maîn'e bu hadis anılınca: "Amr b. Ebî Seleme ve
Züheyr'in hadisleri zayıftır, hüccet olmazlar." dedi.[571]
İbn Abdilber diyor ki:
Enes hadisi ise Enes'ten Eyyub es-Sahtiyânî yolundan başka bir yolla
gelmemiştir. Eyyub ise muhaddislere göre Enes'-ten hiçbir şey işitmemiştir.
Hasan (Basrî)'dan mürsel olarak rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.),
Ebu Bekir ve Ömer (Allah onlardan razı olsun) bir tek selâm veriyorlardı. Bir
selâm verileceğini söyleyenlerin, Medine halkının uygulamasından (amelu ehli
Medine)[572]' başka tutunacak dalları
yoktur. Diyorlar ki: "Bu, Medinelilerin nesilden nesile büyüklerinden alıp
uyguladıkları bir gelenektir. Böylesi bir şeyi delil olarak ele almak doğrudur.
Çünkü her gün defalarca uygulandığı için gizli kalmaz." Bu metodda diğer
fakîhler bunlara muhalefet etmekteler. Doğrusu da onların görüşüdür. Allah
Rasûlü'nden (s.a.) geldikleri sabit olan sünnetler kim olurlarsa olsunlar
hiçbir şehir halkının uygulaması ile geri itilemez, reddoluna-maz. Komutanlar,
Medine ve diğer şehirlerde namaz konusunda uygulamanın süregeldiği pekçok şey
icat etmişlerdir. Onların süregelmelerine iltifat edilmemiştir. Medine
halkının delil olabilecek uygulaması Râşid Halifeler devrinde bulunandır.
Medineliler'in onların ölümünden ve orada bulunan sahabenin devri
tamamlandıktan sonraki uygulamaları ile diğerlerinin uygulamaları arasında bir
fark yoktur. İnsanlar arasında sünnet hüküm verir; Allah Rasülü (s.a.) ve onun
halifelerinden sonraki herhangi bir kimsenin uygulaması değil. Başarı yalnız
Allah'tandır. [573]
Namaz içinde şöyle dua
ederdi:
"Allah'ım! Ben
kabir azabından sana sığınırım. Mesih Deccâl fitnesinden sana sığınırım. Hayat
ve ölümün fitnelerinden sana sığınırım.
Allah'ım! Ben, günah
ve borçlanmaktan sana sığınırım. "[574]Namazında
iken şu duayı okuduğu da olurdu:
"Allah'ım!
Günahımı bağışla. Yardımı (ahirette) geniş eyle. Banajp-zık olarak verdiklerini
benim için mübarek eyle (bereketli kıl).
[575]Şu duayı da okurdu:
"Allah'ım! Senden
işimde sebat ve doğru yolda kararlılık dilerim. Nimetine şükür ve sana güzel
ibadet edebilmeyi dilerim. Senden selim bir kalb, doğru bir lisan dilerim.
Bildiklerinin hayırlısını dilerim. Bildiklerinin şerrinden sana sığınırım.
Bildiğin şeyler için senden bağışlanma di-lerim."[576]
Secdede şu duayı
okurdu:
"Rabbim! Nefsime
takvasını ver, onu arındır. Onu arındıracak en hayırlı zat sensin. Sen onun
velisi ve Mevlâsısm."[577]
Rükûda, secdede,
oturuşta ve rukûdan doğrulduğunda okuduğu duaların bir kısmı yukarıda verildi.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) namazda okuduğu dualar- "Rabbim! Beni bağışla, bana acı, beni doğru
yola ilet" duasında[578] ve
ondan bize aktarılan diğer dualannda olduğu gibi— hep tekil şahıs lafzıyladır.
Bunlardan biri de başlangıç duası olarak okuduğu şu duadır:
ipi;
"Allah'ım! Hatalarımı kar ile, su ile, dolu ile yıka.
Allah'ım! Benimle
günahlarımın arasını doğu ile batı arasını ayırdığın gibi ayır..."[579]
İmam Ahmed (r.h.) ve
Sünen sahiblerinin Sevbân'dan rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.):
"Bir kul, bir cemaate imam olduğunda cemaati katmadan yalnız kendisi için
herhangi bir dua etmemeli. Şayet böyle yapacak olursa o cemaate hiyanet etmiş
olur," buyurmuştur.[580] İbn
Huzeyme, Sahih'inde: "Allah'ım benimle günahlarımın arasını doğu ile batı
arasını ayırdığın gibi ayır..." hadisini verdikten sonra diyor ki: Bu
hadisde: "Bir kul, bir cemaata imam olduğunda cemaati katmadan yalnız
kendisi için herhangi bir dua etmemeli. Şayet böyle yapacak olursa o cemaate
hiyanet etmiş olur." uydurma hadisinin reddolunacağına delil vardır.[581]
Şeyhülislâm İbn
Teymiye'nin şöyle dediğini işittim: Bu hadis bence kunût vb. dualarda olduğu
gibi imamın kendisi ve cemaat için yaptığı, hepsinin de ortak oldukları dua
hakkındadır. En iyi bilen Allah'tır. [582]
Hz. Peygamber (s.a.)
namaza durduğunda İmam Ahmed'in (r.h.) naklettiğine göre başım öne eğerdi.
Yukarıda da geçtiği üzere teşehhüd esnasında gözünün bakışı işaret parmağım
aşmazdı. Allah Teâlâ, namazı onun gözünün nuru, sevinci, neşesi, ruhu kılmıştı.
"Bilâl! Bizi namazla rahatlat. " buyururdu.[583]
"Gözümün aydın olması namaza bağlandı" derdi.[584]
Cemaatın ve cemaat
haricindekilerin hallerini gözetme gibi şeyler, Allah Teâlâ'ya olan yöneliş ve
yakınlığının mükemmelliğinden, O'nun huzurunda kalb huzurunu bulup tamamen
(düşünce ve benliğini) O'nda topladığından dolayı hiç meşgul etmezdi.
Uzunca bir namaz
kılmak niyetiyle namaza girip de bir çocuğun ağladığını duyunca anasına zahmet
vermemek için namazını kısa keserdi. Bir keresinde bir süvarisini öncü olarak
sefere göndermişti. Kalkıp namaza durduğunda süvarinin geleceği vadi tarafına
bakar dururdu.[585]'
Ama süvarisinin durumunu gözetmek onu meşgul etmemişti.
Yine aynı şekilde kızı
Zeynep ile damadı Ebu'l-Âs b. er-Rebî'nin kızı olan (torunu) Ümame'yi omuzunda
taşıyarak farz namaz kılardı. Ayağa kalktığında onu taşır, rükû ve secdeye
vardığında yere kordu.[586]
Hz. Peygamber (s.a.)
namaz kılarken Hasan yahut Hüseyin gelir, sırtına binerdi. Bunun üzerine onu,
sırtından düşürmek istemediği için secdeyi uzatırdı.[587]
O namaz kılarken, Hz.
Âişe (tuvalet) ihtiyacını görür gelir, o sırada kapı kapalı olursa (kapıya
kadar) yürür, ona kapıyı açar, sonra namaza .dönerdi.[588]
Namazda selâm alması:
Namaz kılarken
kendisine selâm verenin selâmını işaretle alırdı.
Câbir diyor ki:
"Allah Rasûlü (s.a.) beni bir iş için göndermişti. Son-_a ona namaz
kılarken yetiştim ve kendisine selam verdim. O da işaretle selâmımı aldı."
Bu hadisi Müslim, Sahîh'inde rivayet etmiştir.[589]
Enes (r.a.) der ki:
"Hz. Peygamber (s.a.) namazda işaret ederdi.'1 İBu rivayeti İmam Ahmed
(r.h.) zikretmektedir.[590]
Suheyb diyor ki;
"Allah Rasûlü (sa..) namaz kılarken yanına uğradım; Ona selâm verdim. O
da İşaretle selâmı aldı." Hadisin râvisi: "Ancak 'parmağıyla işaret
ederek selâmı aldı, dediğini biliyorum" diyor. Bu rivayet, Sünen ile
Müsned'dedir.[591]
Abdullah b. Ömer
(r.a.) anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) namaz kılmak için Küba'ya çıktı. Ensârdan
bazı kimseler gelip ona namazda iken selâm verdiler. Bilâl'e: "Namaz
kılarken kendisine selâm verenlerin selâmını Allah Rasûlü'nün (s.a.) nasıl
aldığını gördün?" diye sordum. Bilâl: "Şöyle derdi" şeklinde
karşılık verdi. Hadisin râvilerinden Cafer b. Avn (işaretle selâmın nasıl
olduğunu göstermek için) avucunu açtı, içini aşağı, sırtını yukarı getirdi.[592] Bu
rivayet, Sünen ve Müsned'dedir. Tirmizî bu hadisi sahih saymıştır. Ondaki
metin: "Eliyle işaret ederdi" şeklindedir.
Abdullah b. Mes'ûd
(r.a.) anlatıyor: "Habeşistan'dan döndüğümde Hz. Peygamber'e (s.a.)
geldim, namaz kılıyordu. Ona selâm verdim, başıyla işaret etti." Bu
hadisi Beyhakî nakletmiştir.[593]
Allah Rasûlü (s.a.):
"Kim namazda iken anlam ifade edecek şekilde bir işarette bulunursa
namazını iade etsin" buyurdu, şeklinde Ebu Gata-fân'ın Ebu Hureyre'den
(r.a.) naklettiği hadis, bâtıl bir hadistir. Bunu Dâ-rakutnî rivayet etmiş[594] ve
şöyle demiştir: İbn Ebî Davud, bize: "Bu Ebu Gatafân meçhul bir
adamdır." dedi.[595]
Sahîh rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) namazda iken işaret ederdi. Onun
işaret ettiğini Enes, Câbir, v.s. sahabîler rivayet etmişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a.),
kendisi ile kıble arasında H^. Âişe, uzanmış yatarken namaz kılardı. Allah
Resulü (s.a.) secdeye vardığı zaman eliyle dürterdi. O da ayaklarını toplardı.
Secdeden kalktığında yine uzatırdı.[596]
Hz. Peygamber (s.a.)
namaz kılarken, namazını bozdurmak için şeytan yanına geldiğinde, şeytanı
yakalayıp salyası mübarek eli üzerine akın-caya kadar boğazını sıktı.[597]'
Minber üzerinde namaz
kılar, orada rükû eder, secde zamanı geldiğinde arkaya arkaya iner, yere secde
eder; sonra minberin üstüne tekrar çıkardı.[598]
Duvara doğru namaz
kılarken önünden geçmek için bir kuzu geldi. Yumuşaklıkla kovalamak için o
kadar uğraştı ki, sonunda karnı duvara yapıştı ve kuzu arkasından geçti.[599]
Namaz kılıyordu. Abdülmuttalib oğullarından, birbirleriyle dövüşmüş iki genç
kız çıkageldi. Elleriyle onları yakalayıp, daha namazda iken, o iki kızı
birbirlerinden ayırdı .[600] Bu
hadisin Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki metni şöyledir: Kızlar Hz.
Pey-gamber'in (s.a.) dizlerine tutundular. Hz. Peygamber (s.a.) de aralarını
ayırdı. Ama kendisi namazından ayrılmadı.[601]
Yine namaz kılıyordu.
Önüne bir erkek çocuğu geçti. Eliyle şu tarafa çekil işareti yaptı. Çocuk dönüp
gitti. Önüne bir kız çocuğu geçti, yine eliyle şu tarafa çekil işareti yaptı,
ama çocuk dinlemeyip geçip gitti. Allah Rasulü (s.a.) namazı kılıp bitirince
"Onlar (kadınlar) dik başlıdır" buyurdu.[602] Bu
hadisi, İmam Ahmed nakletmiştir. Sünen'dt de mevcuttur.
îmam Ahmed'in nakline
ve Sünen'dçki rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) namazda oflardı (veya
üflerdi).[603]"Namazda oflamak
(veya üfle-mek) konuşmadır" hadisinin aslı yoktur; Allah Rasûlünden (s.a.)
böyle bir hadis nakledilmemiştir. Bunu yalnızca Sünen*inde Saîd (b. Mansûr)
—şayet sahihse— İbn Abbas'ın (r.a.) sözü olarak rivayet etmiştir.[604]
Namaz kılarken
ağlardı. Namazda öksürürdü. Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) anlatıyor: "Allah
Rasulü (s.a.) bana bir saatini ayırmıştı. Ona o saatte gelirdim. Kapıya gelince
girmek için izin isterdim. Namaz kılarken gelmiş isem aksınr ben de içeri
girerdim. Boş bir zamanına rastlamış isem bana izin verirdi." Bu hadisi
Nesâî ve Ahmed rivayet etmişlerdir. Ahmed'in ri-vayetindeki metin şöyledir:
"Gece ve gündüz Allah Rasûlü'nün (s.a.) huzuruna iki kere girmek vaktim
var idi. O namaz kılarken girmiş isem, öksürürdü." Bu hadisi Ahmed
rivayet edip [605]bununla amel etmiştir. O
da namazda öksürür ve öksürmeyi namazı bozan şeylerden saymazdı.
Bazan yalın ayak,
bazan da ayakkabılarıyla[606]
namaz kılardı. Abdullah b. Amr, O'nun böyle yaptığım nakletmiştir.[607]
Yahudilere muhalefet olsun diye ayakkabı ile namaz kılmayı da emretmiştir.[608]
Bazan bir tek elbise [609]çoğunlukla
da iki kat elbise içinde namaz kılardı. [610]
Bir ay sabah namazında
rükûdan sonra kunut okumuş, sonra terket-miştir. Sabah namazında sürekli kunut
okuma, Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti değildir. Hem şu var ki Allah Rasûlü'nün
(s.a.) her sabah namazında rükûdan doğrulduktan sonra:
diyerek yüksek sesle
konut okuması, kendisi dünyadan ayrılıncaya kadarj daima Ashabının bu duaya
"âmin" demesi, sonra bunun ümmet tarafın-, dan bilinmemesi, hatta
ümmetinin çoğunluğu ile Ashabının büyük kesimir. nin, hatta hepsinin bunu zayi
edip öyleki bazılarının —nakledeceğimiz şu? rivayette olduğu gibi— buna
"bid'at" demesi imkânsızdır. Sa'd b.Tânk el-Eşcaî diyor ki: Babama: "Babacığım!
Sen, Allah Rasûlü'nün (s.a.), Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin —Allah onlardan
razı olsun— arkasında burada, Kûfe'de beş yıldan beri namaz kıldın. Onlar sabah
namazında kunut okurlar mıydı?" diye sordum. Cevab olarak: "Ey
yavrum! Bu bid'attir" dedi.[611] Bu rivayeti,
Sünen sahipleri ile Ahmed nakletmiş ve Tirmizî hadis hakkında:
"hasen-sahîh" sözünü sarfetmiştir.
Dârakutnî'nin
rivayetine göre Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir. İbn Abbas'ın: "Sabah
namazında kunut okumak bid'attuv şahidlik ederim.[612]
dediğini işittiğime
Beyhakî'nin rivayetine
göre Ebu Miclez diyor ki: Sabah namazını İbn Ömer'le birlikte kıldım; kunut
okumadı. Bunun üzerine "Senin kunut okuduğunu görmüyorum" dedim. O
da: "Bunu arkadaşlarımızdan herhangi birinin okuduğunu
hatırlamıyorum" diye karşılık verdi.[613]
Kesinlikle
bilinmektedir ki, Allah Rasûlü (s.a.) her sabah kunut okusa, bu duayı etse ve
sahabîler de duaya "âmin" deselerdi, bütün ümmet bunu tıpkı sabah
namazında kıraatin açıktan okunduğunu, sabah namazının kaç rekât olduğunu ve
vaktini nasıl nakletmişlerse öylece naklederlerdi. Kunut işini zayi etmeleri
mümkün olsaydı, bütün bunları da zayi etmeleri mümkün olurdu. Zira arada fark
yoktur. Yine bu yolla biliyoruz ki, sürekli, her gün her gece günde beş kere
besmeleyi açıktan okumak Hz. Pey-gamber'in (s.a.) âdeti olup da sonradan
ümmetin çoğunluğu bunu zayi etmiş ve bu durum onlara gizli kalmış değildir.
Böyle birşey son derece imkânsızdır. Şayet böyle birşey olsaydı; tıpkı
namazların sayısı, rekâtların sayısı, açıktan okuma, gizli okuma, secdelerin
sayısı, rükünlerin yerleri ve sıraları... vb. gibi hususlar nasıl
nakledilmişlerse öylece nakledilirdi. Başarıya ulaştıran yalnızca Allah'tır.
İnsaflı bir âlimin
hoşnut kalacağı insaf şunu gerektirir ki, Hz. Peygamber (s.a.) besmeleyi açık
da, gizli de okumuştur; (sabah namazında) hem kunut okumuş, hem de
terketmiştir. Ancak (besmeleyi) gizli okuması açık okumasına; kunut okumaması
da okumasına oranla daha çoktur. Hz. Peygamber (s.a.) yalnızca felâket ve
musibet zamanlarında (musibete uğrayan müslüman) topluluğa dua, diğerlerine
(kâfirlere) de beddua etmek için kunut okurdu. Sonra kendileri için dua ettiği
kimseler esirlikten kurtulup döndüklerinde ve beddua ettiği kimseler de
müslüman olup tevbe ederek geldiklerinde kunut okumayı terkederdi. Şu halde bir
sebebe dayalı olarak kunut okurdu. O durum ortadan kalkınca, kunut okumayı
bırakırdı. Yalnızca sabah namazına özgü kılmayıp sabah ve akşam namazlarında
kunut okurdu. Bunu, Buharî Sahih'inde Enes'ten[614]
Müslim de BerâMan[615]
nak-letmiştir.
İmam Ahmed'in rivayetine
göre İbn Abbas şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) peşipeşine tam bir ay öğle,
ikindi, akşam, yatsı ve sabahleyin her namazın arkasında son rekâtta:
"Semiallahu limen hamiden" dedikten sonra kunut okudu. Bu kunutunda
Süleym oğullarından Ri'l, Zekvân ve Usayye kabilelerine beddua eder, arkasında
namaz kılanlar da "âmin" derlerdi. Bu hadisi Ebu Davud da rivayet
etmiştir.[616]
Yalnızca musibet ve
felâket zamanlarında, müslümanların başına önemli bir olay geldiğinde kunut
okuma Hz. Peygamber'in (s.a.) âdetiydi. Böyle bir durum söz konusu olmadığında
okumazdı. Ayrıca kunut okuması sabah namazına da Özgü değildi. Ancak şu
sebeplerden ötürü çoğunlukla sabah namazında kunut okurdu: Sabah namazını
uzatmak meşrudur; bu namaz gece namazına bitişik olup seher vaktine, icabet
saatine ve tenezzül-1 i ilâhiye yakındır; bu namaz Allah'ın ve meleklerinin
yahut gece ve gündüz-meleklerinin tanık olduğu meşhud (gözlenmiş, tanık
olunmuş) namazdır.-Nitekim "Şüphesiz sabah (namazının) kıraati
meşhuddur" âyetinin[617]
her-iki şekilde (yani Allah ve melekleri yahut gece ve gündüz melekleri
tarafın^ dan gözlenen namaz) tefsir edildiği rivayet edilmiştir.
İbn Ebî
Füdeyk-Abdullah b. Saîd b. Ebî Saîd el-Makbûrî-babası (Saîd1 b. Ebî Saîd) -Ebu
Hureyre senediyle nakledildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) sabah namazında
ikinci rekâtta başını rükûdan kaldırınca, ellerini kaldırır. Şu duayı okurdu:
"Allah'ım! Doğru
yola ilettiklerinin araşma beni de kat. Sıhhat ve afiyet verdiklerinin arasına
beni de kat. Sevdiklerinin arasına beni de kat. Bana her neyi bağışlarsan
bereketli ve devamlı kıl. Hükmettiğin şeylerin şerrinden beni koru. Hükmeden
şüphesiz Sensin. Sana hükmedilmez. Senin sevdiğin (kolladığın) zelil olmaz.
Yücesin, ulusun ey Rabbimiz!"
Bu hadis sahih yahut
hasen olsaydı ne kadar da istidlale elverişli olurdu. Ancak bu seneddeki
Abdullah (b. Saîd) ile istidlal edilemez. Her ne kadar Hâkim, Kunût'ta onun
Ahmed b. Abdullah el-Müzenî-Yusuf b. Musa-Ahmed b. Sâlih-İbn Ebî Fudeyl
senediyle rivayet ettiği hadisi sahih saymış-sa da.[618]
Evet sahih yolla Ebu Hureyre'nin "Vallahi sizin Allah Rasûlü'nün (s.a.)
namazına en yakın namaz kılanınız şüphesiz benim" dediği ve Ebu
Hureyre'nin sabah namazının son rekâtında "semiallahu limen hamiden"
dedikten sonra kunut okuduğu ve bu kunutunda mü'minlere dua, kâfirlere lanet
ettiği rivayet edilmiştir.[619]
Şüphesiz, Allah Rasûlü
(s.a.) bunu yaptı, sonra terketti. Öyleyse Ebu Hureyre, onlara bu şekil kunutun
sünnet olduğunu ve Allah Rasûlü'nün (s.a.) bunu yaptığım öğretmek istemiştir.
Bu da ister felâket ve musibet zamanlarında, isterse başka zamanlarda olsun
herhalükârda sabah namazında kunut okumayı mekruh sayan ve "bu sünnet
mensûhtur ve onu yapmak bid'attir" diyen Kûfelilere[620]
reddiyedir. Hadis ehli ise bunlarla felâket ve musîbet zamanlarında da başka
zamanlarda da kunut okumanın müstehab olduğunu savunanların arasında orta yolu
tutmuştur. Bu grup hadise uymada diğer iki gruptan daha muvaffak olmuştur.
Çünkü bunlar, Allah Rasûlü'nün (s.a.) kunut okuduğu yerde kunut okuyorlar,
terkettiği yerde terkediyorlar. Yapmada da terketmede de ona uyuyorlar ve:
"Yapmak da sünnet, terketmek de sünnet" diyorlar. Bunun yanında kunut
okumaya devam edeni ayıplamıyor, kunutun okunmasını mekruh görmüyor, bid'at
saymıyor ve okuyanı sünnete aykırı davranan kişi olarak nitelemiyorlar.
Nitekim aynı şekilde felâket ve musibet zamanlarında okunmasını ayıplayanları
ayıplamıyor, terkedilmesini bid'at saymıyor ve terkedeni sünnete aykırı
davranan kişi olarak da nitelemiyorlar. Aksine kunut okuyan iyi etmiş olur,
okumayı terkeden de iyi etmiş olur, onlara göre.
Rükûdan doğrulma
rüknü, dua ve sena (Allah'a övgü) mahallidir. Hz. Peygamber (s.a.) bu rükünde
her ikisini de birlikte yapmıştır. Kunut duası hem duadır, hem de sena. Bu
yüzden bu mahalde okunması daha uygun olur. İmamın cemaate öğretmek amacıyla
kunutu zaman zaman açıktan okumasında bir sakınca yoktur. Hz. Ömer, cemaate
öğretmek amacıyla (Sübhaneke, vb.) başlangıç duasını açıktan okumuştur. İbn
Abbas da cenaze namazında, sünnet olduğunu öğretmek için, Fâtiha'yı açıktan
okumuştur. İmamın açıktan "amin" demesi de böyledir.
Bu konudaki ihtilaf,
mubah ihtilaf türündendir; yapan da terkeden de kınanamaz. Bu ihtilaf, namazda
elleri kaldırıp kaldırmama konusundaki ihtilaf gibidir. Yine bu ihtilaf,
teşehhüd (et-Tehiyyâtü) türlerindeki, ezan ve kamet türlerindeki ile haccın
ifrâd, kıran ve temettü türlerindeki ihtilaf gibidir.
Bizim maksadımız ise
sadece Hz. Peygamber'in (s.a.) bizzat kendisinin yapmış olduğu hedyi (-sünnet
ve âdetini) anlatmaktır. Çünkü onun hedyi bizim maksadımızın kıbiesidir. Bu
kitapta yöneliş sadece onadır. Araştırma ve inceleme onun etrafında
dönmektedir. Bu başka birşey, yapılıp yapılmaması ayıp sayılmayan caiz, başka
birşeydir. Biz bu kitapta caiz olup olmayan şeylere ei atmadık. Buradaki
maksadımız, yalnızca Hz. Peygamber'in (s.a.) kendisi için tercih ettiği hedyi
ortaya koymaktır. Çünkü onun hedyi en mükemmel, en faziletli hedydir. Devamlı
olarak sabah namazında kunut okumak, (namazlarda) besmeleyi açıktan söylemek
Hz. Peygamber'in (s.a.) hedyi değildi, dediğimizde bu söz, başkasının ne
mekruh, ne de bid'at olduğunu gösterir. Ancak O'nun (s.a.) hedyi en mükemmel,
en faziletli hedydir. Yainız Allah'tan yardım dilenir. [621]
Ebu Cafer
er-Râzî-er-Rebî b. Enes-Enes yoluyla Müsned, Tirmizî, vs. kitaplarda rivayet
edilen: "Allah Rasûlü (s.a.) dünyadan ayrılıncaya kadar sabah namazında
kunut okumayı bırakmadı" hadisine[622]
gelince, sened-deki Ebu Cafer'i, Ahmed ve diğerleri zayıf saymış, onun hakkında
îbnü'l-Medînî: "Karıştırırdı", Ebu Zür'a: "Çok vehme
düşerdi." ve İbn Hıbbân: "Tek başına meşhur râvüerden münker
rivayetlerde bulunurdu" demişlerdir.
Üstadımız İbn Teymiye
—Allah ruhunu şad etsin— bana dedi ki: Bu sened, "Hani Rabbin
AdemoğuUarından onların sırtlarından zürriyetlerini aldığı zaman..." diye
başlayan âyet[623] hakkında Übey b.
Kâ'b'dan nakledilen uzunca bir hadisin senedinin aynıdır. Bu hadiste şöyle
deniyor: "İsa Aleyhisseiâm'ın ruhu, Allah'ın Âdem zamanında ahd ve misak
aldığı bu ruhlardandır. Bu ruhu, Allah, Meryem Aleyhisselâm, ailesinden ayrılıp
doğu tarafına çekildiğinde ona göndermişti. Allah, bu ruhu insan suretinde
göndermiş ve bu ruh, Hz. Meryem'e tam mutedil bir insan suretinde görünmüştü.
Böylece Hz. Meryem, kendisine hitap edene hamile kalmıştı. Bu ruh, Meryem'in
ağzından girmişti."[624] Bu
rivayet tam bir hatadır. Çünkü Hz. Meryem'e gönderilen melek, ona: "Ben
yalnızca sana salih bir çocuk bağışlamak için Rabbin tarafından gönderilmiş
bir elçiyim"[625]
demişti. Bu sözlerle Hz. Meryem'e hitap eden Meryem'in oğlu İsa değildi. Böyle
olması imkânsızdır.
Sözün özü, Ebu Cafer
er-Râzî münker hadisler rivayet eden bir râvi-dir, hadisçilerden hiç biri, onun
tek başına rivayet ettiği hadisi asla delil olarak kullanmaz. Bu hadis sahih
olsa bile onda bu muayyen kunuta asla, bir delil bulunmamaktadır. Çünkü bu
hadiste kunutun bu dua olduğu belirtilmemiştir. [626]Zira
kunut kelimesi (aşağıdaki âyetlerde de görüleceği üzere) kıyam, sükut, devamlı
ibadet etme, dua, teşbih ve huşu anlamlarına gelir:
"Göklerde ve
yerde kim varsa O'nundur. Hepsi O'na
boyun eğicidir."
"Yoksa, o kimse
âhiret (azabından) korkarak, Rabbinin rahmetini umarak gece vakitlerinde
secdeye kapanır, kıyamda durur bir halde taat ve ibadet eden kimse (gibi)
midir?"[627]
"O (Meryem)
Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik ettii'»jj devamlı itaat
edenlerdendi."[628]
Hz. Peygamber (s.a.)
buyurdular ki: "Namazın en faziletlisi kunlnu (kıyamı) uzun
olanıdır."[629]
Zeyd b. Erkam diyor
ki: "Allah'ın (divanına) tam bir huşu ve taatle durun" âyeti[630]
inince sükut etmemiz emredildi ve konuşmamız yaf saklandı.[631]
Enes (r.a.); "Hz.
Peygamber (s.a.) rükûdan kalktıktan sonra yüksek sesle: "Allahümmehdinî fî
men hedeyte..." diye başlayan duayı sonuna kadar okuyarak devamlı kunut
duasında bulunurdu, arkasındakiler de âmîn derdi." demiştir. Şüphesiz Hz.
Peygamber'in (s.a.) sonuna kadar okuduğu şu dua ve sena da kunuttur :[632]
Bu (rükûdan kalkıp
doğrulma durumu olan) rükün kunuttur; kı|&ati uzatmak kunuttur, bu muayyen
dua da kunuttur. Şu halde Enes'in kunutun diğer kısımlarını değil de bu muayyen
duayı kastettiğini nereden biliyorsunuz?!
Şu sözler yerinde
değildir: Kunutu, diğer namazları bırakıp yalnızca sabah namazına tahsis etmiş
olması muayyen duanın kastedildiğine bir delildir. Çünkü zikrettiğiniz kunutun
Öteki kısımları, sabah namazı ile diğer namazlar arasında ortaktır. Enes ise
kunutu diğer namazları bırakıp yalnızca sabah namazına has kılmıştır. Kunut,
kâfirlere beddua, zayıf müslü-manlara duadır, denemez. Zira Enes, Hz.
Peygamber'in (s.a.) bir ay kunut okuduğunu, sonra terkettiğini haber vermişti.
Böylece Hz. Peygamber'in (s.a.) devam buyurduğu bu duanın bilinen kunut olduğu
ortaya çıkmıştır. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Berâ b. Âzib, Ebu Hureyre,
Abdullah b. Abbâs, Ebu Musa el-Eş'arî, Enes b. Mâlik vs. sahabîler de kunut
okumuştur. [633]
Bu itirazlara birkaç
şekilde cevap verilebilir:
1-
Buharî'nin aktardığına göre Enes, Hz. Peygamber'in (s.a.) sabah ve akşam
namazlarında kunut okuduğunu haber vermiş, kunutu yalnız sabah namazında
okuduğunu söylememiştir. Berâ b. Âzib de aynısını bildirmiştir. O halde kunut
neden sabah namazına mahsus kılınsın?!
"Akşam kunutu
mensûhtur ( = kaldırılmıştır)" derseniz, Kûfelilerden size karşı gelenler:
"Sabahın kunutu da aynen böyle mensûhtur" derlerse, akşam kunutunun
neshedildiğine dair getireceğiniz her delil, sabah kunutunun neshedildiğine de
aynen delil olacak ve asla akşam kunutunun neshedildiğine ve sabah kunutunun
hükmünün geçerliliğine bir delil ortaya koymanız mümkün olmayacaktır.
"Akşam kunutu
felâket ve musibet zamanlarında okunan bir kunuttu; râtib ( = devamlı) kunut
değildi." derseniz, hadîs ehlinden size karşı gelenler ise: "Evet,
öyledir. Sabah kunutu da aynen bu şekildedir. Ne farkı var ki?" derler.
Bunlar şöyle diyorlar: Sabah kunutunun felâket ve musibet zamanlarında okunan
bir kunut olduğunu, râtib bir kunut olmadığını Enes'in bizzat kendisinin böyle
haber vermiş olması da göstermektedir. Râtib kunut olduğu konusunda tek
dayanağınız yalnızca Enes'tir. Enes ise onun, felâket ve musibet zamanında Hz.
Peygamber'in (s.a.) okuduğu, sonra da terkettiği bir kunut olduğunu haber
vermiştir. Sahthayn'da Enes'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Allah
Rasûlü (s.a.), Arab kabilelerinden birine beddua ederek bir ay kunut okudu,
sonra bunu terketti."
2- Şebâbe,
Kays b. er-Rebî yoluyla Âsim b. Süleyman'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Enes b. Mâlik'e: "Bazı kimseler, Hz. Peygamber'in (s.a.) sabah namazında
sürekli kunut okuduğunu iddia ediyorlar" dedik, o da cevaben:
"Yanlışları var. Allah Rasûlü (s.a.), Arab kabilelerinden birine beddua
ederek yalnızca bir ay kunut okudu" dedi.
Kays b.er-Rebî'in, her
ne kadar Yahya b. Mam zayıf olduğunu söyle-mişse de diğerleri onun sika ( =
güvenilir) olduğunu belirtmişlerdir. Kays, Ebu Cafer er-Râzî'den daha alt
seviyede değildir. O halde nasıl Ebu Cafer: "Aüah Rasûlü (s.a.) dünyadan
ayrılıncaya kadar sabah namazında kunut okumayı bırakmadı" sözünde
güvenilir bir delil oluyor da Kays bu hadiste güvenilir bir delil olmuyor? Oysa
Kays, Ebu Cafer'den daha sika yahut onun dengidir. Ebu Caferi zayıf sayanlar,
Kays'ı zayıf sayanlardan daha çoktur. Kays'ı yalnızca Yahya'nın zayıf saydığı
bilinmektedir ve o da zayıf saymasının sebebini söylemiştir. Ahmed b. Saîd b.
Ebî Meryem diyor ki: Yahya'ya Kays b. er-Rebî'i sordum, "Zayıftır. Rivayet
ettiği hadis yazılmaz. Mansûr'dan aldığı hadisi, Ubeyde'den almış gibi rivayet
ederdi." diye cevap verdi. Böylesi bir durum râvinin rivayet ettiği
hadisi reddetmeyi gerektirmez. Çünkü en nihayetinde olsa olsa Mansûr'a bedel,
Ubeyde'nin söylenmesinde yanılgı ve hata vardır. Muhaddislerden bundan kurtulabilen
kim vardır ki?
3- Enes
kendilerinin (önceleri) kunut okumadıklarm ve kunutun başlangıcının Hz.
Peygamber'in (s.a.) Ri'l ile Zekvân kabilelerine beddua etmek için okuduğu
kunut olduğunu haber vermiştir. Sahihayn'da Abdülaziz b. Suheyb'den rivayet
edildiğine göre Enes şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.), Kurrâ denilen yetmiş
adamı bir iş için gönderdi. Maûne Kuyusu denilen bir kuyu başında Süleym
oğullarından Ri'l ve Zekvân kabileleri karşılarına çıktı. Bu eşkıyaya kafile:
"Vallahi, niyetimiz siz değilsiniz. Biz yalnızca Allah Rasûlü'nün (s.a.)
bir işini görmek için yola çıktık." dediyse de eşkıya, onları öldürdü.
Allah Rasûlü (s.a.) bir ay sabah namazında o kâfirlere beddua etti. Kunut'un
başlangıcı işte budur. Biz daha önceleri kunut okumazdık.[634]
Bu da gösterir ki,
devamlı kunut okumak Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti değildi. Enes'in
"Kunutun başlangıcı işte budur" sözü ile "Bir ay kunut okudu,
sonra terketti" sözü, okunduğunu söylediği kunutla felâket ve musibet
zamanlarında okunan kunutu kastettiğine bir delildir. Bu, Enes'in bir aylık
zamanla sınırladığı kunuttur. Yatsı namazında bir ay süreyle okunan kunuta
benzemektedir. Nitekim Sahihayn'da. Yahya b. Ebî Kesîr —Ebu Seleme— Ebu Hureyre
senediyle rivayet edildiğine göre Allah Rasû-lü (s.a.) bir ay süreyle yatsı
namazmda şöyle diyerek kunut okudu: "Allah'ım! Velîd b. Velid'i kurtar.
Allah'ım! Seleme b. Hişâm'ı kurtar. Allah'ım! Ayyaş b. Ebî Rabîa'yı kurtar.
Allah'ım! Zayıf ve âciz Müslümanları kurtar. Allah'ım! Mudar kabilesini daha
beter çiğne. Allah'ım! Bu yıllan onlara Yûsuf'un yılları gibi (kıtlık ve zorluk
yılları) yap." Ebu Hureyre diyor ki: "Bir gün oldu, onlar için dua
etmedi. O'na bunu hatırlattım. Bunun üzerine bana: "Geldiklerinden
haberin yok mu?" dedi.[635]
Hz. PeygamberMn (s.a.)
sabah namazında okuduğu kunut da işte aynen böyle müslümanların başına önemli
bir iş, felâket ve musibet geldiğinde okuduğu kunuttu. Bundan dolayı Enes, bu
kunutun bir ay okunduğunu söyledi.
Ebu Hureyre'nin de o
sahabîler için sabah namazında bir ay kunut okuduğu rivayet edilmiştir. Her
ikisi (Hz. Peygamber (s.a.) ile Ebu Hureyre'nin kunut okuması) de sahihtir.
İkrime'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiği: "Allah Rasûlü (s.a.) peşipeşine
bir ay öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarında kunut okudu"
hadisi yukarıda geçmişti. Bu hadis, Ebu Da-vud, vs.'nin rivayet ettiği sahih
bir hadistir.[636]
Taberânî'nin
A/u'cem'inde Muhammed b. Enes-Mutarrif b. Tarîf-Ebu'l-Cehm-Berâ b. Âzib
senediyle rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) kıldığı her farz namazda kunut
okumuştur.[637] Taberânî: "Bu
hadisi, Mutarrif-ten yalnızca Muhammed b. Enes rivayet etmiştir." diyor.
Her ne kadar bu isnad
delil teşkil etmezse de hadis, mana itibariyle sahihtir. Çünkü kunut, duadır.
Malumdur ki, yukarıda geçtiği üzere Allah Rasûlü (s.a.) kıldığı her farz
namazda dua etmiştir. Şayet sahih ise, Ebu Cafer er-Râzi'nin rivayet ettiği
"Hz. Peygamber (s.a.) dünyadan aynlıncaya kadar kunut okumayı
bırakmadı" hadisi hakkında Enes'in kastettiği işte budur. Biz bunun doğru
olduğunda ve Hz. Peygamber'in {s.a.) dünyadan ayrılıncaya kadar sabah
namazında sürekli dua ettiğinde şüphe ve tereddüt etmiyoruz.
4- Enes'in rivayet
ettiği hadislerin senedleri, maksadı ortaya koymakta ve bu senedler
birbirlerini doğrulamaktadır. Bunlar arasında bir çelişki de yoktur. Sahihayn'da
rivayet edildiğine göre Âsim el-Ahvel diyor ki: Enes b. Mâlik'e namazda kunut
okumayı sordum: "Vaktiyle kunut vardı" cevabını verdi. Tekrar:
"Rükûdan önce miydi, yoksa sonra mıydı?" diye sordum.
"Önceydi" karşılığını verdi. Ben de: "Falan bana, senin: Hz.
Peygamber (s.a.) rükûdan sonra kunut okudu, dediğini haber verdi." dedim.
Bunun üzerine yanlışı var. Ben yalnızca, Allah Rasûlü (s.a.) rükûdan sonra bir
ay kunut okudu, dedim" cevabını verdi.[638]
Bi'r grup sanmaktadır
ki, bu hadis ma'lûldür; Âsim, onu tek başına rivayet etmiştir ve hadisi
Enes'ten rivayet eden diğer râviler ona muhalefet etmişlerdir. "Âsim
gerçekten sika = güvenilir biridir. Ancak iki kunutun yeri konusunda Enes'in
talebelerine muhalefet etmiştir. Hafız da bazan vehme düşer, küheylan at da
bazan sürçer" diyorlar ve İmam Ahmed'in bu hadisi illetli saydığını hikâye
ediyorlar.
el-Esrem anlatıyor:
Ebu Abdillah Ahmed b. Hanbel'e: "Enes'ten rivayet edilen hadiste, Âsim
el-Ahvel'den başka herhangi bir râvi, Allah Rasûlü (s.a.) rükûdan önce kunut
okudu, demiş midir?" diye sordum. O da: "Ondan başka birinin
söylediğini bilmiyorum.' 'cevabını verdi.
Ebu Abdillah (Ahmed b.
Hanbel) dedi ki: Âsim, Enes'ten gelen dört senedin hepsine de muhalefet etti:
1- Hişâm-Katâde-Enes,
2- et-Teymî-Ebu Miclez-Enes: Hz. Peygamber
(s.a.) rükûdan sş kunut okudu,
3- Eyyüb-Muhammed b. Şîrîn: Enes'e sordum,
4- Hanzale es-Sedûsi-Enes.
Âsim ise: "Enes'e
sordum... O da: Yanlışları var, Hz. Peygamber (s.a.) rükûdan sonra yalnızca bir
ay kunut okudu, diye cevap verdi." demiştir.
Ahmed b. Hanbel'e:
"Bu hadisi Âsım'dan kim rivayet etmiştir?" diye sordular: "Ebu Muâviye, vs." cevabım verdi.
Ebu Abdillah'a
sordular: "Diğer hadisler, rükûdan sonra kunut okunduğu yolunda değil
midir?" O da: "Evet, öyledir. Hepsi de Hufâf b. îmâ b. Rahda ve Ebu
Hureyre'den rivayet edilmiştir" diye cevap verdi.
Ben (el-Esrem), Ebu
Abdillah'a: "Öyleyse, kunutun rükûdan sonra olduğu yolundaki hadis sahih
iken, neden rükûdan önce kunut okunmasına ruhsat veriyorsun?" diye
sorunca, şöyle cevap verdi: "Sabah namazında kunut, rükûdan sonradır;
vitirde ise rükûdan sonra olması tercih edilir. Kim de rükûdan önce kunut
okursa —Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabının böyle yapmış olmalarından ve bu
konuda ihtilaf etmelerinden dolayı— bir sakıncası yoktur. Sabah namazında ise,
rükûdan sonradır."
Artık denilmektedir
ki: Ebu Cafer er-Râzî, Kays b. er-Rebî, Amr b. Eyyûb, Amr b. Ubeyd, Dînâr,
Câbir el-Ca'fî gibi râvilerin rivayet ettikleri hadislerle istidlal edip de
sika, sebt (-güvenilir) hafız imamların rivayet ettiği ve sıhhatinde ittifak
edilen bu sahih hadisi illetli göstermek, ne kadar şaşılacak bir durum! Bir
mezhebi yüklenip de her konuda ona yardım etmeye çalışan kimsenin bu yola
başvurmaya mecbur kalmaması pek nadirdir.
Yalnız Allah'tan
başarı dileyerek deriz ki: Enes'ten gelen hadislerin hepsi de sahih olup
birbirlerini doğrulamaktadırlar. Aralarında bir çelişki yoktur. Rükûdan önce
olduğunu söylediği kunut, rükûdan sonra olduğunu söylediği kunuttan; vakitle
sınırladığı da mutlak ( = kayıtsız ve şartsız) bıraktığından başkadır. Rükûdan
önce olduğunu söylediği, kıraat için kıyamı uzatmaktır ki, Hz. Peygamber
(s.a.) bu konuda: "Namazın en faziletlisi kunutu ( = kıyamı) uzun
olanıdır" buyurmuştur.[639]
Rükûdan sonra olduğunu söylediği ise dua için kıyamı uzatmaktır; Hz. Peygamber
(s.a.) bu işlemi biruopluluğa beddua, bir topluluğa da dua etmek için bir ay
yaptı; sonra bu rüknü, dünyadan ayrılıncaya kadar, dua ve sena için uzatmaya
devam buyurdu. Nitekim Sahihayn'da rivayet edildiğine göre Sabit, Enes'in "Allah
Rasûlü (s.a.) bize nasıl namaz kıldırdıysa size de öylece namaz kıldırmaktan
vazgeçmeyeceğim" dediğini naklediyor ve ekliyor: "Enes, sizin
yaptığınız görmediğim bir şey yapardı: Başını rükûdan kaldırınca gören (secde
etmeği) unuttu diyecek kadar ayakta dikilirdi. Başını secdeden kaldırdığı vakit
de (iki secde arasında) gören unuttu diyecek ka-darbeklerdi."[640]
İşte Hz. Peygamber'in (s.a.) dünyadan ayrılıncaya kadar bırakmadığı kunut
budur.
Bilinmektedir ki, Hz.
Peygamber (s.a.) bu kadar uzun bekleyiş esnasında sükut etmezdi. Rabbine sena
eder, O'na tazimde bulunur ve dua ederdi. Bu ise bir ayla sınırlı kunuttan
başkadır. Çünkü bu, Ri'l, Zekvân, Usayye ve Benû Lihyân kabilelerine beddua;
Mekke'de bulunan zayıf ve âciz müslümanlar için de duadır. Bunun, sabah
namazına mahsus gösterilmesi ise soran kişinin sorusuna göre bir cevap
olmasından kaynaklanmaktadır. Zira o kişi, sadece sabah kunutunu sormuştu; O
da kendisine sorulana cevap vermişti. Bir de şu var ki, Hz. Peygamber (s.a.)
sabah namazını, diğer namazlara göre daha çok uzatır ve bu namazda 60-100 âyet
okurdu. Berâ b. Âzib'in de dediği gibi rükûsu, rükûdan sonra ayakta bekleyişi (
= i'tidâli), secdesi ve kıyamı takriben birbirine yakındı. Sabah namazında
rükûdan sonra —bu namazı uzatmasından dolayı— diğer namazlarda yap-tığı
görülmeyen şeyler yaptığı görülürdü. Bilinmektedir ki, yukarıdaki hadislerde
de geçtiği üzere bu i'tidal esnasında Rabbine dua ve sena eder, tazimde
bulunurdu. Bu da şüphesiz onun kunutudur. Artık biz, Hz. Peygamber'in (s.a.) dünyadan
ayrılıncaya kadar sabah namazında kunuttan vazgeçmediğinde ne şüphe ediyoruz,
ne de tereddüt.
Kunut kelimesi,
fakihlerin ve halkın çoğunluğunun dilinde "Allahüm-mehdinî fî men
hedeyte..." diye başlayan bu meşhur dua anlamında kullanılıp Hz. Peygamber'in
(s.a.) dünyadan ayrılıncaya kadar sabah namazında kunuttan vazgeçmediğini,
aynı şekilde Râşid Halifeler ve diğer sahabîle-rin buna devam ettiklerini
duydukları vakit, sahabenin kullanımındaki kunut kelimesini kendi terimleri
olan "kunut" kelimesi anlamına aldılar. Arkadan bundan başkasını
bilmeyenler ortaya çıktılar ve böylece Allah Rasûlü (s.a.) ile ashabının her
sabah ona devam ettiklerinde şüphe etmez oldular. İşte âlimlerin çoğunluğunun
onlara karşı çıktıkları ve: "Bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) râtib
fiillerinden değildi. Hatta, onun bunu yaptığı da sabit değildir."
dedikleri bu husustur. [641]
Neticede bu kunuta
dair Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet edilen', bunu Hasan b. Ali'ye öğretmesi
hadisidir. Müsned ve Dört Sünen'de Hasan b, Ali'nin şöyle dediği rivayet
edilmektedir: (Dedem) Allah Rasûlü (s.a.) bana vitirde okumam için şu duayı
öğretti.[642]
Tirmizî diyor ki: Bu
hadis hasendir. (Vitirde) kunut okumaya dair Hz. Peygamber'den (s.a.) bu
hadisten daha hasen bir hadis nakledildiğini bilmiyoruz.
Parantez içi cümleyi
Beyhakî eklemiştir.[643]
Enes'in, rükûdan
sonraki kunuttan maksadının, dua ve seria için kıyamda durmak olduğunu
gösteren delillerden biri de şu rivayettir: Süleyman b. Harb, Ebu Hilâl
yoluyla Katâde Mescidi'nin imamı Hanzale es-Sedûsî'nin şöyle dediğini nakleder:
Ben ve Katâde, sabah namazındaki kunut hakkında ihtilafa düştük. Katâde
"Rükûdan öncedir" dedi, ben de "Rükûdan sonradır" dedim.
Enes b. Mâlik'e gittik, ona durumu anlattık. Bunun üzerine Enes şunları
söyledi: "Sabah namazında Hz. Peygamber'e (s.a.) gittim. Tekbîr aldı,
rükûa vardı, başını kaldırdı, sonra secde etti. Sonra da ikinci rekâta kalktı,
(kıraati tamamlayınca) tekbir aldı, rukûa vardı, sonra başını kaldırdı, bir
müddet ayakta durdu, sonra secdeye kapandı."[644]
Bu hadis, Sâbİt'in
yine Enes'ten rivayet ettiği hadisle aynı gibidir; Enes'in kunutla neyi
kastettiğini açıklığa kavuşturmaktadır. Çünkü Enes, bu hadisi "Rükûdan
sonra kunut yaptı" diyene deiil olarak zikretmiştir. İşte bu kıyam ve uzatma
işlemi Enes'in maksadının ta kendisidir. Böylece ondan gelen bütün hadisler
bir noktada —ittifak etmiş oldu — toplanmış oldu. [645]
Sahabeden rivayet
edilen kunut ise iki türlüdür:
1-
Müslümanların başına önemli bir iş geldiğinde, felâket ve musibet zamanlarında
okunan kunut: Ebu Bekir es-Sıddîk'ın (r.a.), sahabe (yalancı peygamber)
Müseylime ile savaşırken; Hz. Ömer'in Ehl-i Kitab (Yahudi ve Hristiyanlar) ile
savaşılırken; Hz. Ali'nin Muaviye ve Şamlılar ile savaşırken okudukları kunut...
gibi.
2-, Mutlak
(kayıt ve şarta bağlı olmayan) kunut: Bunu Sahabeden nakleden kimsenin bununla
kastı bu rüknü dua ve sena için uzatmaktır. En iyi bilen Allah'tır. [646]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) şöyle buyurduğu sabittir: "Ben de sizin gibi bir insanım. Sizin
unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Unuttuğum zaman bana hatırlatınız.[647]
Onun namazda yanılması
Allah'ın ümmete nimetini tamamlaması, dinlerini kemale erdirmesidir ki,
böylece yanılma durumunda Hz. Peygamber'in (s.a.) kendileri için meşru kıldığı
şeylerde ona uyabilsinler. Muvatta'da rivayet edilen şu munkatı' hadis de bu
manayı ifade etmektir: "Benim unutmam yahut unutturulmam ancak şeriat ve
kaide koymak (çığır açmak) içindir.[648]
Hz. Peygamber (s.a.)
unutur, böylece onun yanılmasına bağh olarak kıyamete kadar yanılmaları halinde
ümmetinin yapması gereken şer'î hükümler düzenlenmiş olurdu. Bir keresinde
dört rekâtlı namazda iki rekâtı kıldıktan sonra arada oturmadan ayağa kalktı.
Namazını bitirince selâm vermeden önce iki secde yaptı, sonra selâm verdi. Bu
olaydan şu kaide çıkarıldı: "Kim yamlarak (dalgınlıkla) namazın
rükünlerinden olmayan bir şeyi terkederse, selâmdan önce o şey için secde
eder." Bu hadisin yollarından birinden de şu kaide çıkarılmıştır: Bunu
(namazın rükünlerinden olmayan şeyi) terkedip bir rükne başlarsa terkolunan
şeye geri dönmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ayağa kalkınca, arkasındaki cemaat
teşbih ettiler (sub-hanallah dediler); o da onlara kalkın işareti yaptı.
Bu secdenin nerede
yapılacağı konusunda Hz. Peygamber'den (s.a.) farklı şeyler rivayet edilmiştir.
Sahihayn'da Abdullah b. Buhayne'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Hz.
Peygamber (s.a.) öğle namazında iki rekâtı kıldıktan sonra arada oturmadan
ayağa kalktı. Namazını bitirince iki secde yaptı, bundan sonra da selâm verdi.
" Yine aynı hadisin Buharî ve Müslim tarafından nakledilen başka bir
rivayetinde "Oturduğu halde selâm vermesinden önce her secdede tekbir
alarak unuttuğu oturma yerine iki secde yaptı" deniliyor.[649]
Mû'sned'de, Yezîd b.
Harun el-Mes'ûdî yoluyla Ziyâd b. Ilâka'nın şunları söylediği rivayet
edilmektedir: Mugîre b. Şu'be bize namaz kıldırıyordu. İki rekâtı kılınca
oturmadan ayağa kalktı. Arkasındakiler ona teşbih getirerek hatırlatma
yaptılar. O da cemaate kalkın işareti yaptı. Namazını bitirince selâm verdi.
Sonra iki secde yapıp (yine) selâm verdi ve ardından: "Allah Rasûlü (s.a.)
de bize böyle yaptı" dedi.[650]
Tirmizî bu hadisin sa-"hih olduğunu söylemiştir.
Beyhakî'nin rivayetine
göre Abdurrahman b. Şimâse el-! Mehrî şöyle anlatıyor: Ukbe b. Amir el-Cühenî
bize namaz kıldırıyordu. Oturması gerekli olduğu halde ayağa kalktı.
Arkasındaki insanlar: "Sübhanallah, Sübhanallah" diye hatırlatma
yaptılar. Ama o, oturmadı, kıyamına devam etti. Namazın sonuna gelince oturduğu
halde iki yanılma secdesi yaptı. Seİâm verince: "Biraz önce sizin, oturmam
için Sübhanallah dediğinizi işittim.
Ancak sünnet olan, benim
yaptiğımdır" dedi.[651]
Üç sebepten Abdullah
b. Buhayne hadisi daha münasibtir:
1- Muğîre hadisinden daha sahihtir.
2- Yine Muğîre hadisinden anlamı daha açıktır.
Çünkü Muğîre'nin: "Allah Rasûlü (s.a.) de bize böyle yaptı" sözünün
kendisinin yaptıklarının hepsine ait olması mümkündür; bu durumda Hz. Peygamber
(s.a.) bu yanılma halinde bir kere selâmdan önce, bir kere de selâmdan sonra
secde etmiş olur. Şu halde îbn Buhayne de, Muğîre de gördüklerini anlatmış
olurlar ki, böylece her ikisini yapmak da caiz olmuş olur. Yukarıdaki sözüyle,
Muğîre'nin, Hz. Paygamber (s.a.) ayağa kalktı, geri dönmedi, sonra yanılmadan
dolayı secde etti, anlamını kastetmiş olması da mümkündür.
3- Muğîre, herhalde selâmdan önce yapacağı
secdeyi unuttu da, bu secdeyi selâmdan sonra yaptı. Bu yanılmanın özelliğidir.
Şu halde selâmdan önceki secde hakkında bunu söylemek mümkün değildir. En iyi
bilen Allah'tır. [652]
1- Hz.
Peygamber (s.a.) bir defasında zevalden güneş batımına kadar olan vakitteki
namazlardan birini -ya öğleyi, ya da ikindiyi- kıldırırken iki rekâtta selâm
verdi. Sonra konuştu. Sonra da namazı tamamlayıp selâm verdi. Ardından selâm
ve konuşmadan sonra iki secde yaptı. Secde ederken ve başını secdeden kaldırırken
tekbir alıyordu.[653]
2- Ebu Davud ve Tirmizî'nin rivayetlerine göre
Hz. Peygamber (s.a.) ashabına namaz kıldırırken (yanıldı) secde yaptı, sonra
teşehhüd okudu, sonra da selâm verdi.[654]
Tirmizî: "Bu hadis,
hasen-garîbtir" diyor.
3- Bir gün namaz kıldı, selâm verip ayrıldı.
Oysa namazın bir rekâtı kalmıştı. Talha b. Ubeydullah derhal ona yetişip
"Namazın bir rekâtını unuttun" dedi. Bunun üzerine geri döndü,
mescide girdi ve Bilâl'e emredip namaz için kamet getirtti. Cemaate bir rekât
namaz kıldırdı. Bu olayı İmam Ahmed (r.h.) nakletmiştir.[655]
4- Bir keresinde öğle namazını beş rekât
kıldırdı. Bunun üzerine (selâm verince) kendisine: "Namaz arttırıldı
mı?" diye soruldu. O da: "Ne oldu ki?" diye sordu. "Beş
rekât kıldın" şeklinde cevap vermeleri üzerine selâm verdikten sonra iki
secde yaptı. Bu olayı Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.[656]
5- İkindi namazını üç rekât kıldırdı, sonra
evine girdi. Cemaat durumu ona hatırlattı. Bunun üzerine dışarı çıktı. Onlara
bir rekât kıldırdı, sonra selâm verip iki secde yaptı. Sonra selâm verdi.[657]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) namazdaki yanılmalarından bilinenlerin tamamı işte bu beş yerdir. Bu
yerlerden bazılarında selâmdan önce, bazılarında da selâmdan sonra secde
ettiği anlaşılmaktadır.
İmam Şafiî (r.h.)
diyor ki: Hepsi selâmdan öncedir. Ebu Hanîfe (r.h.) diyor ki: Hepsi selâmdan sonradır.
Mâlik (r.h.) diyor ki:
Namazda eksiltme şeklinde olan her yanılma için yapılacak secde, selâmdan
öncedir. Namazda artırma şeklinde olan her yanılma için yapılacak secde ise
selâmdan sonradır. Hem artırma, hem eksiltme şeklinde ortaya çıkacak iki
yanılma için yapılacak secde de selâmdan öncedir.
(Mâlikî âlimlerinden)
Ebu Ömer İbn Abdilber diyor ki: İşte Mâlik'in görüşü budur. Bu konuda ondan
gelen rivayetlerde ayrıcalık yoktur. Ona göre bir kimse bunun aksine yanılma
secdesi yaparak secdeyi hep selâmdan sonra yahut hep selâmdan önce yapsa hiçbir
şey olmaz. Çünkü ona göre bu konuda gelen hadislerin ve bu ümmetin selefinin
kendi aralarında ihtilaflı o-lmalarından dolayı bu secde hâkimin kendi
içtihadıyla hükmetmesi kabilindendir.
İmam Ahmed'e (r.h.)
gelince; el-Esrem anlatıyor: Ahmed b. Hanbel'e yanılma secdesinin selâmdan önce
mi, yoksa sonra mı olduğunun sorulduğunu İşittim. Şöyle cevap verdi: Bazı
yerlerde selâmdan önce, bazı yerlerde selâmdan sonradır. Zülyedeyn olayı
hakkında Ebu Hureyre'den nakledilen hadise göre Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı
gibi, iki rekâtta selâm verdiğinde selâmdan sonra secde eder.
Üç rekâtta selâm veren
kimse İmrân b. Husayn hadisine[658]
göre yine selâmdan sonra secde eder (şüphe edip doğruyu) taharri = araştırma
halinde İbn Mes'ûd hadisine göre selâmdan sonra secde eder. İki rekâtta oturmadan
ayağa kalkma halinde İbn Buhayne hadisine göre selâmdan önce secde eder.
Namazda (kaç rekât kıldığında) şüphe ederse Ebu Saîd el-Hudrî[659] ve
Adurrahman b. Avf[660]
hadislerine göre namazı yakîn (kesin bildiği adet) üzerine bina eder ve
selâmden önce secde yapar.
el-Esrem diyor ki:
Ahmed b. Hanbel'e: "Bu yerlerin dışında ne yapar?" diye sordum,
şöyle cevap verdi: "Hepsinde de selâmdan önce secde eder. Çünkü secde,
namazının eksiğini tamamlamaktadır" Yine Ahmed b. Hanbel diyor ki:
"Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet edilenler olmasaydi, secdelerin hepsinin
selâmdan önce olması görüşüne varırdım. Zira secde, namazın tabiatındandır. Bu
yüzden (namaz kılan) onu selâmdan önce yerine getirir. Ancak diyorum ki: Hz.
Peygamberdin selâmdan sonra secde ettiği rivayet edilen her yerde selâmdan
sonra secde eder. Diğer yanılma durumlarında ise selâmdan önce secde
yapar."
Davud b. Ali diyor ki:
Hiç kimse yanılmadan dolayı Allah Rasulü'-nün (s.a.) secde ettiği beş yer
dışında secde etmez. [661]
Şüphe, Hz. Peygamber'e
(s.a.) arız olmamıştır. Ancak şüphe edilirse yakın (kesin bilgi) üzerine bina
edilmesini, şüpheye itibar edilmemesini ve selâmdan önce secde yapılmasını
emretmiştir. İmam Ahmed diyor ki: Şüphe iki cihetlidir: 1- Yakın, 2- Taharrî.
Artık Ebu Saîd el-Hudrî hadisine göre yakînde karar kılan kimse şüpheyi ibtal
eder, selâmdan önce iki yanılma secdesi yapar. Mansûr'un rivayet ettiği îbn
Mes'ûd hadisine göre taharride yani galib zanda karar kılan kimse ise selâmdan
sonra iki yanılma secdesi yapar.
İmam Ahmed'in
kastettiği Ebu Saîd hadisi şudur: "Biriniz namazında şüphe edip de üç mü,
yoksa dört mü kıldı bilemezse şüpheyi atsın yakînen bildiği (adet) üzerine bina
etsin. Sonra selâm vermeden önce iki secde yapsın.[662]
İbn Mes'ûd hadisi ise
şudur: "Biriniz namazında şüphe ettiğinde doğruyu araştırsın
(ihtimallerin doğruya en yakın olanında karar kılsın), sonra iki secde
yapsın." İki hadis de Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir.
Sahihayn'daki başka bir metinde: "Sonra selâm versin, sonra da iki secde
yapsın" deniliyor. İşte İmam Ahmed'in "taharride karar kılarsa
selâmdan sonra secde eder" dediği budur.
Ona göre taharrî ile yakîn
arasındaki fark şudur: Namaz kılan bir kimse imam ise (şüphe ettiğinde) gaüb
zanmna ve zihninde çoğunlukla ihtimal verdiği şeye göre hareket eder. İşte bu
taharridir. İbn Mes'ûd hadisine göre de bu durumdan dolayı selâmdan sonra secde
eder. Şayet namazı tek başına kılıyorsa Ebu Saîd hadisine göre yakîn üzerine
bina eder ve selâmdan önce secde eder. Onun zahir mezhebini ortaya koymada
müntesiblerinin çoğunluğunun yolu işte budur. Ondan ayrıca iki rivayet daha
nakledilmiştir: 1- Her halükârda yakîn üzerine bina eder. Şafiî ile Mâlik'in
görüşleri budur. 2- Her halükârda galib zannına göre hareket eder. Onun
ifadelerinin görünüşüne bakılırsa gerçekten şüphe ile güçlü galib zan arasında
fark gözettiği ortaya çıkar. Namaz kılan kimse şüphe ettiğinde yakîn üzerine
bina eder; zihninde çoğunluk ihtimal yahut galib zan belirdiğinde araştırır. (O
çoğunluk ihtimal yahut galib zanna göre hareket eder). Verdiği cevapların
odağını bu teşkil etmekte olup iki hadisi iki (ayrı) hâle hamletmektedir. En
iyi bilen Allah'tır.
Ebu Hanîfe (r.h.)
şüphe konusunda diyor ki: Şüphe kendisine ilk defa ânz olmuşsa namazı yeniden
kılar. Çokça arız olmuşsa ve bir tarafa galib zannı var ise ona göre hareket
eder. Zannı yoksa yakîne bina eder. [663]
Namazda gözlerini
yummak Hz. Paygamber'in (s.a.) âdeti değildi. Yu- j karıda da geçtiği üzere
teşehhüdde dua ederken gözüyle parmağına işaret >! ederdi. Ve gözünün bakışı
işaret parmağını aşmazdı.[664]
Buharî'nin Sahih'inde
rivayet ettiğine göre Enes (r.a.) şöyle demiştir: Hz. Âişe'nin, odasının bir
tarafını örttüğü bir perdesi vardı. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Şu perdeni
karşımdan al. Üzerindeki resimler, namazdaj iken hep bana görünüp
duruyor." dedi.[665]
Hz, Peygamber (s.a.)
namazda iken gözlerini yumuyor olsaydı resimler ona görünmezdi. Bu hadisi
delil olarak ileri sürmek pek o kadar uygun! değildir. Çünkü namazda İken ona
görünen şey, daha önce görülmüş olan| bu resimlerin hatırlanması mı, yoksa
bizzat onların gözle görülmesi mi?j Bu da muhtemel, şu da muhtemel. Delil olma
bakımından bu hadisten daha açık olanı Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet edilen şu
hadistir: Hz. Peygam-^ ber (s.a.) üzerinde işaretler bulunan bir hamisa (yünden
dört köşeli, ikij tarafı zencefilli bir tür siyah aba) içinde namaz kıldı.
(Namaz kılarken): üstündeki işaretlere şöyle bir bakmıştı. Namazdan çıkınca:
"Benim şu ha-\ misamı Ebu Cehm'e (geri) götürün de bana Ebî Cehm'in (nakışsız,
yumu-ı şak fakat kalın saf aba olan) enbicâniyyesini getirin. Zira demin namazım dan beni (az kalsın)
alıkoyacaktı'' buyurdu.[666]
Bu hadisi delil olarak
almak da pek mümkün değildir. Çünkü neticede hamisaya bir kerecik bakmış ve bu
bakış onu meşgui etmişti. Bir süvariyi öncü olarak gönderdiğinde (namaz
kılarken) süvarinin geleceği vadiye doğru baktığı yolundaki hadis de delil
olmaz. Çünkü bu bakış ve iltifat onun, ordunun işleriyle ilgilenmesinden dolayı
gerekli olduğu içindi.
Belki kusûf namazında
cenneti gördüğünde bir üzüm salkımı almak için elini uzatması olayı buna delil
olabilir. Yine bu namazda cehennemi, kediye işkence eden kadını ve (hacıların
mallarını çomağı ile çalan, farkına varıldığında da, çomağıma takıldı diyen)
çomaklı adamı[667] cehennemde görmesi; yine
namaz kılarken önünden geçmek isteyen hayvanı savuşturmaması, erkek ve kız
çocuğu geri çevirmesi, dövüşen iki genç kızın arasını ayırması, namazda iken
kendisine selâm veren kimsenin selâmım işaretle alması —çünkü ancak gördüğü
kimseye işeret edebilirdi—, yine namaz kılarken şeytanın O'na saldırması ve
O'nun da şeytanı yakalayıp boğazını sıkması -ki bu gözle görmedir- olayları
hakkında rivayet edilen bu ve bunun gibi hadislerin toplamından Hz.
Peygamber'in (s.a.) namazda iken gözlerini yummadığı bilgisi elde edilebilir.
Fakihler, gözleri
yummanın mekruh olup olmadığında görüş ayrılığına düşmüşlerdir: İmam Ahmed ve
bazıları mekruh saymış ve: "Bu Yahudi işidir" demişlerdir. Bir grup
ise mubah görmüş, mekruh saymamış ve: "Namazın ruhu sırrı ve maksadı olan
huşûu elde etmeye daha yakın olabilir" demişlerdir.
Doğrusu şöyle
demektir: Şayet gözleri açmak huşua zarar vermiyorsa bu daha faziletlidir.
Şayet kıblesinde kalbini karıştıran süslemeler ve nakışlar bulunuyor ve bunlar
huşûuna engel oluyorlars'a, işte o zaman gözlerini kapamak kesinlikle mekruh
olmaz. Bu durumda gözleri kapamanın müste-hab olduğu görüşü şeriatın usuİ ve
maksatlarına, mekruh olduğu görüşünden daha yakındır. En iyi bilen Allah'tır. [668]
Selâm verince üç kere
istiğfar eder (Estağfirullah demek) ve (ofippn sonra da) şöyle derdi:
"Allah'ım! Selâm
sensin. Yalnız sendendir, selâmet. Çok ulusun, ey Celâl ve İkram sahibi!".[669]
Kıbleye yönelik olarak
ancak bunları söyleyecek kadar bekler, hemen kendisine uyan cemaata yönelirdi.
Namazı bitirince hem
sağından, hem solundan çıkıp giderdi. İbn Mes'ûd: "Allah Rasûlünün (s.a.)
solundan çıkıp gittiğini çok gördüm." diyor. Enes ise: "Allah
Rasûlü'nün (s.a.) çoğunlukla sağından çıkıp gittiğini gördüm." diyor.
Birincisi Sahihayn'da[670]
ikincisi ise Müslim'dedir.[671]
Abdullah b. Amr da: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) namazdan ayrılınca sağından
ve solundan çıkıp gittiğini gördüm." diyor.[672]
Sonra yüzünü cemaata
çevirirdi. Cemaatın herhangi bir tarafına özel davranmazdı.
Sabah namazını kılınca
güneş doğuncaya kadar namaz -kıldığı yerde otururdu.[673]
Her farz namazın
arkasında şu duayı okurdu: ,
"Yegâne Allah'tan
başka tanrı yoktur. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd, O'na
mahsustur. O'nun her şeye gücü yeter. Allah'ım! Senin verdiğine hiç engel
yoktur. Senin vermediğini verebilecek hiç yoktur. Hiç kimseye sahip olduğu
makam ve serveti, Sana karşı koyup fayda veremez. [674]
;
Şu duayı da
okurdu:
"Yegâne Allah'tan
başka tanrı yoktur. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd O'na
mahsustur. O'nun herşeye gücü yeter. Güç, kuvvet yalnız Allah ile beraberdir.
Allah'tan başka tanrı yoktur. Yalnız O'na kulluk ederiz. Nimet O'nundur. Fazlu
kerem O'nundur. Güzel övünç O'nundur. Allah'tan başka tanrı yoktur. Yalnız
O'nun adına dinî görevlerimizi halisane yerine getiririz. İsterse kâfirler hoşlanmasınlar."[675]
Ebu Davud'un Ali b.
Ebî Tâlib (r.a.)'dan naklettiğine göre Allah Ra-sûlü (s.a.), selâm verip
namazdan çıkınca şu duayı okurdu:
"Allah'ım! Önden
işlediğim, geriye bıraktığım, gizlediğim, aşikâre işj lediğim, israf ettiğim ve
benden daha iyi bildiğin bütün günahlarımı bağiş+ la. Öne geçiren, geri bırakan
yanlız sensin Senden başka tanrı yoktur."[676]
Bu dua, Müslim'in[677],
Hz. Peygamber'in (s.a.) namaza başlangıçta; rükû ve secdede okuduğu dualara
dair Hz. Ali'den rivayet ettiği uzunca bir hadisin bir parçasıdır. Müslim'in bu
rivayetinde yukarıdaki duanın nerede okunduğu hususunda iki ayrı şey
söylenmiştir:
1- Hz. Peygamber (s.a.) bu duayı teşehhüd ile
selâm arasında okurdul Doğru olan budur.
2- Selâmdan sonra okurdu. Herhalde iki yerde de
okumuştur. Enlim bilen Allah'tır.
İmam Ahmed'in Zeyd b.
Erkam'dan rivayetine göre:
Allah Rasulü (s.a.)
her namazın sonunda şu duayı okurdu:
"Rabbimiz,
herşeyin Rabbi ve hükümranı olan Allah'ım! Yegâne Rab olduğuna, ortağın
bulunmadığına ben şahidim.
Rabbimiz, herşeyin
Rabbi olan Allah'ım! Muhammed'in, Senin kulun ve elçin olduğuna ben şahidim.
Rabbimiz, herşeyin
Rabbi olan Allah'ım! Kulların hepsinin kerdeş olduklarına ben şahidim.
Rabbimiz, herşeyin
Rabbi olan Allah'ım! Dünya ve âhiretin her saatinde beni ve ailemi Sana karşı
ihlâslı kıl. Ey celâl ve ikram sahibi! Dinle, kabul buyur. Allah en büyük, en
büyüktür. Allah, göklerin ve yerin nurudur. Allah en büyük, en büyüktür. Bana
Allah yeter. O ne güzel vekil. Allah en büyük, en büyüktür." Bu hadisi Ebu
Davud da rivayet etmiştir.[678]
Hz. Peygamber (s.a.)
ümmetini, her namazın arkasında otuz üç kere "Sübhanallah", otuz üç
kere "el-hamdülillah" ve otuz üç kere "Allahuekber" deyip
yüze tamamlamak için şu duayı okumaya teşvik etmiştir:
"Yegâne Allah'tan
başka tanrı yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd O'na mahsustur.
O'nun herşeye gücü yeter."[679]
Bir diğer tarz olarak,
otuz dört tekbir getirerek yüze tamamlama tavsiye edilmektedir.[680]
Bir başka rivayette,
şu şekil ortaya konmaktadır: Yirmi beş teşbih, bir o kadar tahmid, bir o kadar
tekbir ve bir o kadar da şunları söylemek.[681]
Bir başka şekil olarak
on teşbih, on tahmid ve on tekbir tavsiye edilmektedir.[682]
Bir başka şekil olarak
da-Sahih-i Müslim'de Ebu Hureyre'den nakledilen hadisin rivayetlerinin birinde
olduğu üzere - on birer kere söyleme tavsiye edilmiştir: "Her namazın
arkasında otuz üç kere teşbih, tahmid ve tekbir getirirler. Herbirinden on
birer kere, böylece hepsi otuz üç eder."[683] Bu
şekil tavsiyede gözüken o ki, bu tarz, râvilerden birinin tasarruf ve
yorumudur. Çünkü hadisin metni: ''Her namazın arkasında otuz üç kere teşbih,
tahmid ve tekbir getirirler." şeklindedir. Bundan maksadı da, teşbih,
tahmîd ve tekbir kelimelerinden her birinin otuz üç olmasıdır. Yani: "otuz
üç kere Subhânallah, el-Hamdülülah ve Allahu ekber" deyiniz. Zira hadisin
râvisi Sümey, bu hadisi Ebu Salih es-Semmân'dan nakletmektedir. Ebu Salih,
ona, hadisi bu şekilde şöylece yorumlamıştır: "Subhânallah, el-Hamdülülah
ve Allahu Ekber kelimelerinin hepsinden otuz üç adet oluncaya kadar söyleyin."
Özellikle on bir
rakamının belirtilmesinin, zikirler içinde bir benzeri yoktur. Ama yüz
rakamında durum bunun aksinedir. Çünkü onun pekçok benzerleri vardır. On
rakamının da yine pekçok benzerleri mevcuttur. Nitekim Sünen'&e Ebu
Zer'den nakledilen bir hadise göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim sabah
namazının arkasından daha ayaklarını bükmüş otururken, konuşmadan önce on
kere;
derse onun adına on
sevab yazılır, on günahı silinir, derecesi on kat yükseltilir ve o gün her
türlü belâdan emniyet içinde olur, şeytandan korunur ve o gün Allah'a ortak
koşma dışında herbir günahın ona yaklaşması mümkün olmaz." Tirmizî:
"Bu hadis, hasen-sahih'tir" diyor.[684]
îmam Ahmed'in
Müsned'inde, Ümmü Seleme'den nakledilen bir hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.)
hizmetçi istemek için gelen kızı Fâtıma'ya uyuyacağı zaman otuz üç kere Allah'ı
teşbih etmesini, otuz üç kere O'na tahmîd okumasını ve otuz üç kere de O'na
tekbir getirmesini; sabah namazını kılınca on kere ve akşam namazından sonra
on kere:
demesini öğretmiş ve
ona emretmiştir.[685]
Sahih-i tbn Hibbân'da
Ebû Eyyûb el- Ensârî'den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: Kim sabah uyanınca on kere:
derse, bunlara
karşılık onun adına on sevab yazılır, on günahı silinir, derecesi on kat yükseltilir,
bu sözler onun için dört köle âzâd etmeye denk ve akşama kadar şeytandan
korunmak için sığınak olurlar. Bunları akşam namazını kılınca, namazın
arkasında söyleyen kimse için de sabaha kadar aynen sabahleyin söyleyen kimseye
verilenlerin misli verilir.[686]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) namaza başlangıçta okuduğu dualar arasında yukarıda da geçtiği üzere on
kere "Allahu Ekber" on kere "el-Hamdülillah", on kere
"La ilahe illallah", on kere "Estağfirullah" der; sonra on
kere "Allahümmağfir lî vehdini zuknî" diye dua eder, on kere de
kıyamet gününde yer darlığından Allah'a sığınırdı. Zikirler ve dualar arasında
on kere tekrarlananlar çoktur. Dua ve zikirlerin herhangi birinde on bir kere
tekrarlama ise-yukanda geçen Ebu Hureyre hadisinin senedlerinden biri dışında-asla
nakledilip gelmemiştir. En iyi bilen Allah'tır.
Ebu Hâtim'in Sahihimde
naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) namaz kılıp bitirince şu duayı okurdu:
"Allah'ım!
Halimin düzelmesine vesile kıldığın dinimi benim için ıslah ,k. Geçinme
kaynaklarımı kendisinde yarattığın dünyamı benim için ıslah et.
Allah'ım! Gazabından
hoşnutluğuna sığınırım. Azabından affına sığınırım .Senden yine Sana
sığınırım. Senin verdiğine hiç engel yoktur. Senin vermediğini verebilecek hiç
yoktur. Hiç kimseye, sahip olduğu makam ve serveti, Sana karşı koyup fayda
veremez."[687]
Hâkim, Müstedrek'mde
Ebu Eyyub'un şöyle dediğini nakleder: Peygamberinizin (s.a.) arkasında namaz
kıldığımda mutlaka namazını bitirince şu duayı okuduğunu işitirdim: .
"Allah'ım! Bütün
hata ve günahlarımı bağışla.
Allah'ım! Bana nimet
ihsan et, beni dirilt, bana nzık ver. Beni salih amel ve huylara yönelt. Zira
Senden başkası onların salih olanına yönelte-mez ve yine Senden başkası onların
kötü olanından alıkoyamaz. "[688]
İbn Hibbân'ın
Sahih'inde naklettiğine göre Haris b. Müslim et-Temîmî diyor ki: Hz. Peygamber
(s.a.) bana buyurdu kj: "Sabah namazını kılınca konuşmadan yedi kere Allah'ım! Beni
Cehennem ate-
şinden koru, diye dua
et. O gün ölecek olursan Allah, cehennem ateşinden uzak kalman için bir
ahidname yazar. Akşam namazını kılınca konuşmadan yedi kere Allah'ım! Beni cehennem ateşinden koru, diye
dua et. O gece ölecek olursan Allah, cehennem ateşinden uzak kalman için bir
ahidname yazar. "[689]
Nesâî'nin esSünenü
'l-Kebîr'de Ebu Ümâme'den naklettiğine göre Allah Rasulü (s.a.): "Kim her
farz namazın arkasında Âyet el-Kürsî'yi okursa ,onu cennete girmekten yalnızca
ölmemesi alıkor."[690]
buyurmuştur. Bu hadisi Muhammed b. Hımyer, tek başına, Muhammed b. Ziyad
el-Elhânî aracılığıyla Ebu Ümâme'den nakletmiştir. Nesâî ise hadisi Hüseyn b.
Bişr yoluyla Muhammed b. Himyer'den rivayet etmiştir. Bu hadisi kimileri sahih
saymış ve demişlerdir ki: Hüseyn b. Bişr hakkında Nesâî: "Bir sakıncası
yok", başka bir yerde de: "sika" demiştir. Her iki Muhammed ile
de Buharı, Sahih'inde istidlal etmiştir; o halde hadis, onun onayım almıştır,
diyorlar. Kimileri de: "Bu hadis uydurmadır" diyor. Ebul-Ferec
İbnü'l-Cevzî bu hadisi el-Mevzuât adîı kitabına almış ve Muhammed b. Hımyer'e
takılmış, Ebu Hatim er-Râzî'nin onun hakkında: "Onunla istidlal
edilmez" ve Yakub b. Süfyân'ın: "Güçlü değil" sözlerini esas
almıştır. Hafızlardan bazısı onun bu tutumuna karşı gelmiş ve Muhammed'i
"sika" saymışlardır. Bunlardan biri diyor ki: O (Muhammed b. Hımyer)
hadis uyduracak adam değildir. Sahih hadisleri toplayıp kitap haline
getirenlerin en büyüğü —Buharı— onunla istidlal etmiştir. Hadis râvileri
hakkında son derece sen sözlü biri olan Yahya b. Maîn bile onu sika saymıştır.
Yine bu hadisi Taberânî, Mu'cem'inde Abdulah b. Hasan —babası— dedesi yoluyla
şu şekilde rivayet eder: Allah Rasuîü (s.a.) buyurdu ki: "Kim farz
namazın arkasında Âyet el-Kürsî'yi okursa, öteki namaza kadar Allah'ın koruması
altında olur. [691]
Bu hadis, Ebû Ümâme,
Ali b. Ebî Talib, Abdullah b.Ömer, Muğîre b.Şu'be, Câbir b.Abdullah ve Enes b.
Mâlik'ten de rivayet edilmiştir. Bunların hepsi de zayıftır. Ancak farklı
yollan ve ayrı ayrı kaynaklarıyla birlikte birbirine eklendiklerinde hadisin
bir aslının bulunduğunu ve uydurma olmadığını gösterirler. Kulağıma geldiğine
göre üstadımız Ebu'l-Abbas İbn Teymiye —Allah, ruhunu şad etsin— "Hiçbir
namazın sonunda Âyet el-Kürsî okumayı terketmedim" demiş.
Müsned ve Sünen'de,
Ukbe b. Âmir'in şöyle dediği rivayet edilir: "Allah Rasûlü (s.a.) her
namazın arkasında Muavvizât (İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini) okumamı
emretti."[692] Bu
hadisi Ebu Hatim îbn Hibbân, Sahih'in-de; Hâkim ise Müstedrek\e rivayet etmiştir.
Hâkim: "Müslim'in şartına göre sahihtir" diyor. Tirmizî'de hadisin
metni "Muavvizeteyn-Felak ve Nâs sûrelerini okumamı emretti"
şeklindedir.
Taberânî'nin Mu'cem'i
ile Ebu Ya'lâ el-Mavsılî'nin Müsned'inde Ömer b. Nebhân'ın —bu râvî hakkında
söz edilmiştir— Câbir'den rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuş:
"İmanı olup da şu üç şeyi yapan kimse cennetin kapılarından dilediğinden
girer, dilediği kadar huri ile evlendirilir: I- Katilini affeden, 2- Gizli
borç ödeyen, 3- Her farz namazın arkasında da on kere Kul hüvallahu ahad
sûresini okuyan." Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a.): "Yahut
bunlardan birisini yaparsa da mı, ey Allah'ın Rasûlü?" dedi. O da cevaben:
"Evet, bunlardan birisi yaparsa da" buyurdu.[693]
Hz. Peygamber (s.a.),
Muaz'a, her namazın arkasında: "Allah'ım! Seni zikredebilmem, Sana
şükredebil-mem ve Sana iyi kulluk edebilmem için bana yardım et." diye dua
etmesini tavsiye buyurdu.[694]
"Namazın
arkası" sözünde, selâmdan önce ve sonra olma ihtimali vardır. Üstadımız,
selâmdan önce olmasını, tercih ederdi. Neden böyle düşündüğünü sordum;
"Herşeyin arkası kendisindendir; 'hayvanın arkası' sözünde olduğu gibi1'
diye karşılık verdi. [695]
Allah Rasûlü (s.a.)
duvara doğru namaz kılacağı zaman duvarla kendisi arasında bir koyun geçecek
kadar açıklık bırakırdı. Duvardan uzak durmazdı. Aksine sütreye yakın olmayı
emrederdi. Bir oduna, direğe yahut ağaca doğru namaz küacağı zaman o şeyi sağ
yahut sol kaşı hizasına alır, tam karşısına almazdı.
Yolculukta ve açık
alanda bulunduğunda yere bir hançer diker, ona doğru namaz kılardı. Böylece bu
hançer, onun sütresi olurdu. Devesini enlemesine yatırıp ona karşı namaz
kıldığı da olurdu. (Deve kalkıp giderse) semeri alıp diker ve onun art kaşına
doğru namaz kılardı.[697]
Namaz kılacak kimsenin
bir ok yahut değnek iie de olsa önüne sütre dikmesini, şayet bulamazsa yere çizgi
çizmesini emretmiştir.[698] Ebu
Da-vud diyor ki: Ahmed b. Hanbel'in; "Çizgi, hilâl gibi enlemesine
oiacak" dediğini işittim. Abdullah da: "Çizgi uzunlamasına
olacak" dedi. Değnek ise dimdik dikilir.
Önünde sütre yapacak
birşey yoksa, sahih yolla nakledildiğine göre Hz. Peygamber'in (s.a.) namazını
''kadın, eşek ve siyah köpek" keserdi. Bu rivayet, O'ndan Ebu Zer[699],
Ebu Hureyre[700] İbn Abbas[701] ve
Abdullan b. Mugaffel'[702]
tarafından sağlam yolla nakledilmiştir. Bu hadislerin çelişiği olan hadisler
iki kısımdır: 1- Sahih, ama sarih {konuya delâleti açık) değil, 2- Sarih, ama
sahih değil. Durumları böyle olan aykırı hadislerden dolayı bunlarla (yukarıda
râvilerinin adları verilen sahih hadislerle) amel terkedilmez. Allah Rasûlü
(s.a.), Hz.Âişe (r.anha) kıblesi tarafında uyurken namaz kılardı.[703]
Herhalde böyle olması, namaz kılanın önünden geçen durumunda olmamasmdandır.
Çünkü erkeğin, namaz kılanın önünden geçmesi haram olduğu halde önünde durması
mekruh değildir. İşte bunun gibi kadının da durması değil, geçmesi namazı
kesmektedir. En İyi bilen Allah'tır. [704]
Hz. Peygamber (s.a.)
yolculuk dışında, ikâmet halinde iken on rekât (sünnet) namaza devam buyururdu.
Bunlar da İbn Ömer'in naklettiği şu hadiste bildirilenlerdir: "Hz.
Peygamberden (s.a.) on rekât namaz belledim: İki rekât öğle namazından önce,
iki rekât da ondan sonra, akşam namazından sonra evde iki rekât, yatsı
namazından sonra evde iki rekât ve sabah namazından önce iki rekât. "[706]
Bu namazları Hz.
Peygamber (s.a.) ikâmet halinde iken asla bırakmazdı. Öğleden sonraki iki
rekâtı kaçırmıştı da, onları ikindiden sonra kaza etmişti. Bu iki rekât namaza
devam buyurmuştur.*3^ Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) bir amele başladı mı, onda
sebat ederdi. Yasak vakitlerde râtibe sünnetleri kaza etme, hem O'nun hakkında
hem de ümmeti hakkında genel hükümdür. Yasak vakitte bu iki rekât namaza devam
etme ise -inşâallah, açıklaması Hz. Peygamber'in (s.a.) hususiyetleri bölümünde
geleceği üzere- yalnız O'na mahsustur.
Zaman zaman öğleden
önce dört rekât kılardı. Nitekim Sahih-i Buha-rî'de Hz. Âişe'nin (r.a.):
"Hz. Peygamber (s.a.) Öğleden önce dört, sabahtan önce de iki rekât
sünnet namaz kılmayı terketmezdi." dediği rivayet.[707]
edilir'[708]. Şu
halde ya Hz. Peygamber (s.a.) evinde kıldığında dört, camide kıldığında iki
rekât kılardı demek gerekir -ki bu daha açık gözükmektedir-ya da öyle de
yapardı, böyle de, demelidir. Hepsi de Hz. Âişe ve İbn Ömer'den gözlem
niteliğinde aktarılmıştır. Her iki hadis de sahihtir; ikisinden birisinde
kusur yoktur. "Bu dört rekât namaz, öğlenin sünneti değildi; zevalden
sonra kıldığı başlı başına müstakil bir namazdı" da denilebilir. Nitekim
İmam Ahmed'in Abdullah b. Sâib'den rivayetine göre Allah Ra-sûlü (s.a.),
güneşin zevalinden sonra dört rekât namaz kılardı ve: "Bu saat, göğün
kapılarının açıldığı saattir. Bu vakitte salih bir amelimin (Arş'a)
yükselmesini arzu ederim." buyururdu.[709]
Yine Hz. Âişe'den
(r.anha), Sünen'de nakledildiğine göre Allah Rasû-lü (s.a.) öğleden önce dört
rekât kılamadığında, bu dört rekâtı öğleden sonra kılardı[710].
İbn Mâce diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.) öğleden önceki dört rekâtı
kaçırdığında, onları Öğleden sonraki İki rekâtın arkasında kılardı."[711]
Tirmizî'de, Ali b. Ebu Tâlib'in (r.a.) şöyle dediği nakledilir: "Allah
Rasûlü (s.a.) öğleden önce dört, ondan sonra da iki rekât namaz kılardı.
"[712]Yine İbn Mâce, Hz.
Âişe'nin şöyle dediğini aktarır: "Allah Rasûlü (s.a.) öğleden önce dört
rekât namaz kılardı. Bu dört rekâtta kıyamı uzatır; rükû ve secdeyi güzel
yapardı."[713] Hz.
Âişe'nin, Hz. Peygamber (s.a.) terketmezdi diye kastettiği işte -Allah daha iyi
bilir ya- bu dört rekâttır.
Öğlenin sünneti ise
İbn Ömer'in söylediği iki rekâttır. Diğer namazların sünnetlerinin ikişer
rekât olması ve insanların en boş bulundukları bir vakit olduğu halde sabahın
sünnetinin iki rekât olması bunu açıklığa kavuşturur. Buna göre öğleden önceki
bu dört rekât» sebebi günün yarılanması ve güneşin zevali olan müstakil bir
virddir. Abdullah b. Mes'ûd, zevalden sonra sekiz rekât namaz kılar ve:
"Bunlar, misilleriyle gece namazına bedeldirler" derdi. Allah daha
iyi bilir ya, bunun sırrı şudur: Gündüzün ortası, gecenin yarısına karşılıktır.
Göğün kapıları zevalden sonra açılır. Nüzûl-i ilâhî (ilâhî iniş) ise gece
yansından sonra gerçekleşir. Bu iki vakit, yakınlık ve rahmet vakitleridir.
Birinde göğün kapıları açılır, diğerinde Rab Tebâreke ve Teâlâ dünya göğüne
iner.
Müslim'in Sahih 'indeki
rivayetine göre Ümmü Habîbe diyor ki: Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu
işittim: "Kim bir gün, bir gecede on iki rekât namaz kılarsa, o namazlara
karşılık o kimse için cennette bir ev bina edilir." Nesâî ve Tirmizî, bu
hadise şu İlâveyi getiriyorlar: "Dört öğleden önce, iki rekât sonra, iki
rekât akşamdan sonra, iki rekât yatsıdan sonra, iki rekât sabah namazından
önce. " Nesâî: "İki rekât yatsıdan sonra" yerine: "İki
rekât ikindiden önce" şeklinde rivayet ediyor. Tirmizî, bu hadisin sahih
olduğunu söylemiştir.'[714] îbn
Mâce, Hz. Âişe aracılığıyla Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu
naklediyor: "Kim şu on iki rekât sünnet namaza devam ederse Allah onun
için cennette bir ev bina eder; Dört rekât Öğleden önce, iki rekât ondan sonra,
iki rekât akşamdan sonra, iki rekât yatsıdan sonra, iki rekât sabahtan
önce."[715]Yine İbn Mâce'nin Ebu
Hureyre kanalıyla Hz. Peygamber'den (s.a.) naklettiği buna benzer bir hadiste
şöyle deniliyor: "İki rekât sabahtan önce, iki rekât öğleden Önce, iki
rekât ondan sonra, iki rekât -zannederim- ikindiden önce, iki rekât akşadan
sonra, -zannederim- iki rekât da yatsıdan sonra." [716] Bu
açıklamanın, râvilerin birinin sözünün hadise sokuşturulmuş (müdrec) şekli
olması da, doğrudan doğruya Hz. Peygamber'in (s.a.) sözü (merfû hadis) olması
da muhtemeldir. Allah en iyi bilendir.
İkindiden önceki dört
rekâta gelince; Hz. Peygamber'in (s.a.) bu dört rekât namazı kıldığına dair,
Âsim b. Damra'mn Hz. Ali'den naklettiği uzun bir hadisten başka sahih bir hadis
yoktur. Bu hadiste deniyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.) gündüzün on altı
rekât (sünnet) namaz kılardı: Güneşin şuradan yüksekliği, öğle namazına buradan
yüksekliği gibi kalınca dört rekât namaz kılardı. Öğleden önce dört rekât,
öğleden sonra iki rekât ve ikindiden önce dört rekât namaz kılardı." Bu
hadisin bir başka metninde şöyle deniliyor: "Güneş şuradan (tam tepeden)
kayıp ikindi vaktinde buradan yüksekliği gibi bir yükseklikte olunca iki rekât
namaz kılardı. Güneşin şuradan yüksekliği, öğle vaktinde buradan yüksekliği
gibi olunca dört rekât namaz kılardı. Öğlenin farzından Önce dört ve ondan
sonra iki rekât kılardı. İkindiden önce dört rekât kılar ve her iki rekâtın
arasım Mukarreb Meleklere, (Peygamberlere) ve onların yolundan giden mü'min ve
müslümaniara selâm vermek suretiyle ayırırdı.[717]
Şeyhülislâm İbn
Teymiye'nin bu hadisi inkâr ettiğini, hiddetle reddettiğini ve: "Bu hadis
mevzu = uydurmadır" dediğini işittim. Ebu İshak el-Cüzcânî'nin hadisi
inkâr ettiğini söylerdi.
Ahmed, Ebu Davud ve
Tirmizî'nin İbn Ömer'den rivayetlerine göre Hz. Peygamber (s.a.): "Allah,
ikindiden önce dört rekât kılan kimseye rahmet etsin" buyurmuştur.[718] Bu
hadis hakkında farklı görüşler ileri sürülmüş, İbn Hibbân sahih saymış,
diğerleri ise illetli (muallel) bulmuştur. İbn Ebî Hatim anlatıyor: Babam Ebu
Hâtim'in şöyle dediğini işittim: Ebu'I-Velîd et-Tayâlisî'ye, Muhammed b. Müslim
b. el-Müsennâ'mn, babası Müslim b. el-Müsennâ yoluyla İbn Ömer'den, onun da
Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet ettiği: "Allah, ikindiden önce dört rekât
kılan kimseye rahmet etsin'* hadisini sordum, o da; karşılığında "Bırak
şunu!" dedi. Bunun üzerine: ('Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir"
dedim; şöyle karşılık verdi: Ebu'l-Velîd der ki: îbn Ömer: "Hz.
Peygamber'den (s.a.) bir gün ve gecede on rekât belledim" derdi. Şayet bu
(ikindiden önceki dört rekât) da olsaydı, elbet onu da sayardı... Babam (Ebu
Hatim) dedi ki: Yani İbn Ömer o zaman: "On iki rekât belledim" derdi.
Bu durum hadis için asla bir illet değildir. Çünkü İbn Ömer, yalnızca Hz.
Peygamber'den (s.a.) bellediği fiili haber vermiş, bundan başka birşeyi haber
vermiş değildir. Öyleyse asla iki hadis arasında çelişki yoktur.
Akşamdan önceki iki
rekât namaza gelince; Hz. Peygamber'in (s.a.) bu iki rekâtı kıldığı
naklolunmamıştır. Ancak arkadaşlarının bu namazı kılmalarına ses çıkarmamıştır.
Onların kıldığını gördüğü halde ne onlara bunu emretmiş, ne de yasaklamıştır.
Sahihayn'da Abdullah el-Müzenî'den nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.):
"Akşamdan önce namaz kılınız. Akşamdan önce namaz kılınız" buyurmuş
ve üçüncüde halkın bu namazı (ileride) âdet edinmelerinden çekindiği için
(bunun önüne geçmek isteyerek): "Dileyen kılsın" demiştir.[719] Bu
iki rekât hakkında doğru olan görüş işte budur. Yani bu iki rekât namaz
müstehabtır, mendubtur; diğer
râtibe sünnetler gibi
bir râtibe sünnet değildir.[720]
Hz, Peygamber (s.a.)
genellikle sünnetleri, bir sebebe bağlı olmayan nafile namazları ve bilhassa
akşamın sünnetini evinde kılardı. Akşamın sünnetini camide kıldığı kesinlikle
nakledilmemiştir.
Hanbel'in rivayetine
göre îmam Ahmed (b.Hanbel) diyor ki: Kişinin, akşamdan sonraki iki rekâtı
evinde kılması sünnettir. Hz. Peygamber (s.a.) ve O'nun sahabîlerinden bu
şekilde rivayet edilmiştir. Sâib b. Yezîd: "Ömer İbnü'l-Hattâb devrinde
insanların akşam namazını kılınca hep birden dağıldığını, camide bir tek kimse
bile kalmadığını gördüm. Herhalde akşamdan sonra ailelerinin yanma dönünceye
kadar da namaz kılmazlardı." diyordu.
Bir kimse iki rekâtı
camide kılarsa onun için yeterli oiur mu ve bu iki rekât (akşamdan sonra evde
kılman) namaz yerine geçer mi? Bu konuda İmam Ahmed'den farklı görüşler
naklolunmuştur. Oğlu Abdullah, şöyle dediğini rivayet ediyor: Bir adamın -İmam
Ahmed, o adamın adını vermiştir- şöyle dediği kulağıma kadar geldi: "Bir
adam iki rekât (sünneti) akşamdan sonra camide kıisa kâfi gelmez" Bu sözü
naklettikten sonra îmam Ahmed: "Bu adamın sözü ne kadar güzel! Kaçındığı
şey ne kadar hoş!" dedi. Ebu Hafs der ki: "İmamın böyle demesinin
sebebi, Hz. Peygamber'-in (s.a.) bu namazı evlerde kılmayı emretmiş
olmasıdır." el-Mervezî ise: "Kim akşamdan sonra camide iki rekât
kılarsa âsî olur" dedi.
Ahmed b. Hanbel:
"Bunu bilmiyorum" dedi. Ben (oğlu Abdullah) de ona: "Ebu
Sevr'in: O kimse âsîdir, dediği söyleniyor" dedim. "Herhalde Hz.
Peygamber'in (s.a.): Akşamın sünnetini evlerinizde kılın, hadisi [721]doğrultusunda
bu görüşe varmıştır" dedi. Ebu Hafs diyor ki: "Bu sözlerin yorumu
şöyledir: Bir kimse farzı evinde kılıp camiyi terketse namazı yerini bulur.
Sünnet namaz da işte böyledir." Ahmed'e göre durum böyle değildir.
Sözünün yorumu ancak şöyle olabilir: Sünnet namazlar için belli bir yer ve
cemaat şartı yoktur. Hem evde hem de camide kihnabilirler. En iyi bilen
Allah'tır.
Akşam sünnetinde
(uyulacak) iki sünnet vardır:
Birinci sünnet:
Akşamın farzı ile sünneti arası sözle bölünmemelidir. el-Meymûnî ve
el-Mervezî'nin rivayetlerine göre Ahmed (r.h.): "Akşamın farzından sonra,
iki rekât sünnetten önce bu iki rekât sünneti kılıncaya kadar kişinin
konuşmaması müstehabdır." demiştir. Hasan b. Muhammed anlatıyor:
"Ahmed'in akşam namazından selâm verip çıktığım, ayağa kalktığını; evine
girmeden önce camide namaz kılmadığını ve bu arada konuşmadığım gördüm."
Ebu Hafs diyor ki: "Ahmed'in böyle yapmasının sebebi Mekhûl'ün şu
sözüdür: Allah Rasûlü (s.a.) buyurdular ki: 'Kim akşamdan sonra konuşmadan iki
rekât kılarsa, kıldığı bu namaz İlliyyîn'e yükseltilir.[722]
Zira böylece nafile, farza bitişmiş olur."
İkinci sünnet: Evde
kılmak. Nesâî, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Kâ'b b. Ucra'dan naklettiklerine göre
Hz. Peygamber (s.a.) Abdüleşhel oğullarının mescidine geldi, orada akşam
namazını kıldırdı. Namazlarını bitirince Hz. Peygamber (s.a.) baktı ki nafile
namaz kılıyorlar. Bunun üzerine: "Bu, evlerin namazıdır." buyurdu.[723] Bu
hadisi İbn Mâce, Râfi' b. Hadîc'den rivayet etmiş ve o rivayete göre Hz. Peygamber
(s.a.): "Bu iki rekâtı evlerinizde kılınız" buyurmuştur.
Sözün özü, genellikle
sünnetleri ve nafile namazları evde kılma Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti idi.
Nitekim Sahih'dc nakledildiği üzere İbn Ömer şöyle demiştir: "Hz.
Peygamber'den (s.a.) on rekât namaz belledim: İki rekât öğleden Önce, iki rekât
da ondan sonra, akşamdan sonra evde iki rekât, yatsıdan sonra evde iki rekât ve
sabah namazından önce iki rekât."[724]
Sahih-i Müslim'de Hz.
Âişe'nin (r.anha) şöyle dediği nakledilir: "Hz. Peygamber (s.a.) evimde,
öğleden önce dört rekât namaz kılar, sonra mescide gider cemaata namaz
kıldırırdi. Sonra gelir iki rekât namaz kılardı. Cemaata akşam namazını
kıldırır; sonra gelir, iki rekât namaz kılardı. Cemaata yatsıyı kıldırıp evime
gelir iki rekât kılardı. [725]
Sabah namazının
sünneti hususunda O'ndan gelen sahih rivayet de böyledir. Bu namazı Hafsa'nın
da söylediği üzere evinde kılardı. [726]
Sahihayn'da İbn
Ömer'den gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) evinde cumadan sonra iki
rekât namaz kılardı .[727] Cumadan
önce ve sonra kılınan sünnet namaz hakkında, -inşaallahuteâlâ- Hz.
Peygamber'in (s.a.) cuma konusundaki âdet ve tutumları anlatılırken, söz
edilecektir. Bu durum Hz. Peygamber'in (s.a.) şu sözüne muvafıktır: "Ey
insanlar! Namazlarınızı evlerinizde kılınız. Çünkü farz namaz hariç, kişinin
kıldığı en faziletli namaz, evinde kıldığıdır.[728]
Sünnetleri ve
nafileleri -bir arızî durum olmazsa- evde kılma Hz. Pey-gamber'in (s.a.)
âdetiydi. Nitekim yolculuk, hastalık, vb. gibi camiye gitmeyi engelleyen arızî
bir durum bulunmadığında farzları camide kılmak da O'nun âdetiydi.
Sabah namazının
sünnetini kılmaya bütün nafile namazlardan daha çok dikkat eder, bu namaza daha
fazla devam buyururdu. Bu yüzden hem bu namazı, hem de vitir namazım ne
yolculuk esnasında,ne de ikamet halinde terkederdi. Yolculukta sabah namazının
sünnetine ve vitire diğer sünnetlerden öte bütün nafilelerden daha fazla devam
buyururdu. Yolculukta, bu iki namazdan başka bir râtibe sünnet kıldığı
naklolunmamışım Bundan dolayı tbn Ömer (yolculukta) iki rekâttan fazla kılmaz
ve: "Allah Rasûlü (s.a.) ile, Ebu Bekir ve Ömer ile -Allah onlardan razı
olsun- yolculuk ettim. Yolculukta iki rekâttan fazla kılmazlardı." derdi.[729] Her
ne kadar bu söz, onların sünnet namaz kılmayip farz namazı ise dört rekâta
tamamlamadıkları ihtimalini taşıyorsa da sağlam yoldan tesbit edildiğine göre
İbn Ömer'e yolculukta öğlenin sünnetini kılma meselesi sorulmuş, o da: "Nafile
namaz kılacak olsaydım, namazı (dört rekâta) tamamlardım." demiştir. Bu,
onun -Allah ondan razı olsun- fakîhliğinin göstergelerindendir. Çünkü Allah
Teâlâ, yolcudan hafifletmek kastıyla dört rekâtlı namazın yarısını
kaldırmıştır. Şayet o kisalmış namazdan önce veya sonra iki rekât namazı
meşrûlaştıracak olsaydı, bu namazı (dört rekâta) tamamlaması daha uygun olurdu. [730]
Fakihler, sabah
namazının sünneti mi, yoksa vitir mi daha güçlü (mü-ekked) sünnettir, sorusuna
iki ayrı görüşle cevap vermişlerdir. Fakihlerin vitirin vacibliği konusunda
ihtilaf etmiş olmalarım ileri sürerek tercih yapmak mümkün değildir. Çünkü
sabah namazının sünnetinin de vacib olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir.
Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin şöyle dediğini işittim: "Sabahın sünneti
amelin başlangıcı, vitir ise sonu mesabesindedir. Bundan dolayı Hz. Peygamber
(s.a.), sabahın sünnetini ve vitiri kılarken ihlâs sûrelerini (Kul hüvallahu
ahad ile Kul ya eyyühe'l-kâfirûn'u) okurdu. Bu iki sûre ilim-amel,
marifet-irâde ve inanç-niyet tevhidlerini bünyelerinde toplamışlardır."
"Kul hüvallahu
ahad" sûresi, şu hususları içerir: İnanç ve marifet tevhidini; ve Rab
Teâlâda varlığına inanılması gerekli şu konuları: Her yönden mutlak surette
ortaklığa aykırı anlam taşıyan ahadiyyet = teklik vasfını; hiçbir şekilde
noksanlığın ilişemeyeceği sıfatların hepsinin O'nda varlığını gösteren
samediyyet vasfını; samediyyetin ayrılmaz özelliklerinden olan çocuksuzluk ve
babasızlık durumunu ve teşbih, temsil, başkalarıyla benzer olma özelliklerini
ortadan kaldırma anlamını taşıyan herşeyden müstağnî olması, ahadiyyeti ve
denginin bulunmaması özelliklerini. Bu sûre O'nda her türlü üstün özelliklerin
varlığını, O'nda hiçbir noksanlığın bulunmadığını, üstünlüğünde O'nadenk yahut
benzer birinin olmadığını ve mutlak surette O'nun ortağının olamayacağını ifade
etmektedir. İşte bu temel esaslar, itikadî-ilmî tevhidin kavşak noktalarıdır.
Bu tevhide sahib olan kimse, bütün sapık ve müşrik fırkalardan ayrılır. Bundan
dolayı bu sûre, Kur'an'ın üçte birine denktir. Çünkü Kur'an'ın esası haber ve
inşâya dayanır. înşâ üç kısımdır: 1- Emir, 2- Nehiy (yasaklama), 3- İbâha
(mubah kılma). Haber ise iki çeşittir: 1- Yaratıcıdan (c.c), O'nun
isimlerinden, sıfatlarından ve hükümlerinden haber, 2- O'nun yaratıklarından
haber. "Kul hüvallahu ahad" sûresi, tamamen yalnızca O'ndan, O'nun
isimlerinden ve sıfatlarından haber vermektedir. Bundan dolayı da Kur'an'ın
üçte birine denktir. "Kul ya eyyühe'l-kâfirûn" sûresi (kendisine
inanan okuyucusunu) kasdî, iradî ve amelî (pratik) şirkten kurtardığı gibi bu
sûre de kendisine inanan okuyucusunu ilmî şirkten kurtarır. İlim, amelden önce
ve amelin önderi, lideri, komutanı, ona hükmeden hâkimi, onu uygun yerlere
oturtan yönlendiricisi olduğu için "Kul hüvallahu ahad" sûresi,
Kur'an'ın üçte birine denktir. Bunu bildiren hadisler neredeyse mütevâtirlik
derecesine ulaşmaktadır. "Kul yâ eyyühe'l-kâfirûn" sûresi, Kur'an'ın
dörtte birine denktir. Bunu bildiren hadis, Tirmizî'de İbn Abbas (r.a.) yoluyla
şu şekilde nakledilmektedir: "İzâ zülzilet sûresi, Kur'an'ın yarısına
denktir. Kul hüvallahu ahad sûresi, Kur'an'ın üçte birine denktir. Kul yâ
eyyühe'l-kâfirûn sûresi, Kur'an'ın dörtte birine denktir.'[731] Bu
hadisi Hâkim de Müstedrek'tz rivayet etmiş ve "isnadı sahih"
demiştir.
Nefisler nevalarına
uydukları için ve birtakım maksatlara ulaşmak yolunda pekçoklarmın, zararlı ve
bâtıl olduklarını bildikleri halde nevalarına kapıldıkları için iradeye dayalı
amelî şirk, nefisler üzerinde daha baskın rol oynamaktadır. Bu şirki
nefislerden temizlemek, söküp atmak, ilmî şirkin temizlenmesinden, sökülüp
atılmasından daha zor, daha güçtür. Çünkü ilmî şirk, ilim ve delil ile yok
olur gider; böyle bir şirk içinde bulunan kimse bir şeyi olduğundan başka bir
şekilde bilme imkânına sahip değildir. Ama kasıt ve irade şirkinde durum böyle
değildir. Çünkü bu şirkin içinde olan kimse, nevasının baskınlığı iie şehvet ve
gazap sultasının, nefsi egemenliği altına alması sebebiyle ilmin bâtıl ve
zararlı olduğunu gösterdiği şeylere kapılır. [732] Bu
yüzden amelî şirki gidermeyi üstlenen "Kul yâ eyyühe'l-kâfirûn" sûresinde,
benzeri "Kulhuvallahu ahad" sûresinde görülmeyen bir tekrar ve
vurgulama sözkonusu olmuştur. Kur'an iki bölüm olduğundan; bir bölümü dünyaya,
onun ahkâmına, onunla ilişkili hususlara ve orada yaşayan mükelleflerin
davranışları vs. konulara; diğer bölümü de âhiret ve orada olacaklara dairdir.
"İzâ zülzilet" sûresi, başından sonuna kadar yalnızca bu (ikinci)
bölüme ayrılmış olup, bu sûrede sadece ahiret ve o zamanda yeryüzü ile yeryüzü
sakinlerinin durumlarının ne olacağı anlatılmıştır. Bunun için Kur'an'ın
yarısına denk olmuştur. Bu hadisin -Allah daha iyi bilir ya- sahih olması çok
uygundur. İşte bu sebepten Hz. Peygamber (s.a.) iki rekât tavaf namazında bu
iki sûreyi okurdu.[733] Çünkü
bu sûreler, ihlâs ve tevhîd sûreleridir. Hz. Peygamber (s.a.) bu sûrelerle
günün ameline başlar, onlaria son buldururdu.[734]
Tevhidin sembolü olan hacda bu iki sûreyi okurdu. [735]
Hz. Peygamber (s.a.)
sabahın sünnetini kıldıktan sonra sağ yanı üzerine yatardı. Sahihayn'da Hz.
Âişe'den (r.anha) gelen rivayet işte budur.[736]
Tirmizî, Ebu
Hureyre'den (r.a.) şu hadisi nakleder: Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki:
"Herhangi biriniz sabah namazından önceki iki rekâtı kılınca sağ yanı
üzerine yatsın.[737]
Tirmizî der ki: Bu hadis, hasen-sahih-garîbtir.
İbn Teymiye'nin şöyle
dediğini işittim: Bu hadis bâtıldır, sahih değildir. Sahih olan Hz.
Peygamber'in (s.a.) bunu emretmiş olması değil, sadece yapmasıdır. Emir
şeklinde yalnızca Abdülvâhid b. Ziyâd rivayet etmiş ve bu rivayetinde
yanılmıştır. İbn Hazm ve onun peşinden gidenler bu yatışı farz sayıyorlar ve
İbn Hazm bu hadise dayanarak yatmayanın namazını bâtıl sayıyor. Bu, onun
ümmetten ayrıldığı noktalardan biridir. Arkadaşlarından birinin yazmış olduğu
bir ciltlik bir kitap gördüm. Abdürrezzak'ın Musannef'te [738]
Ma'mer'den, onun Eyyub'dan, onun da İbn Sîrîn'den naklettiğine göre; Ebu Musa
(el-Eş'arî), Rafı' b. Hadîc ve Enes b. Mâlik -Allah onlardan razı olsun-
sabahın iki rekât sünnetini kıldıktan sonra yatarlar ve bunu da emrederlerdi.
Yine Abdürrezzak, Ma'mer -Eyyub-Nâfı', senediyle İbn Ömer'in bunu yapmadığını
ve: "Selâm vermemiz yeterlidir" dediğini aktarır. Ayrıca İbn
Cüreyc'in şöyle dediğini nakleder: Güvenilir bulduğum birisi bana haber verdi
ki, Hz. Âişe (r.anha) "Hz. Peygamber (s.a.) sünnet olduğundan yatmazdı.
Gece boyunca yorulurdu da, onun için istirahat ederdi." derdi. (İbn
Cüreyc) diyor ki: İbn Ömer sağ yanlan üzerine yatanları görünce üzerlerine
çakıl taşı atardı.
îbn Ebî Şeybe'nin,
Ebu's-Sıddîk en-Nâcî'den naklettiğine göre Ibn Ömer, sabahın iki rekât
sünnetinden sonra yatan bir grup gördü; bunun üzerine birini gönderip onları
menetti. Onlar: "Biz bununla sünnete uymak istiyoruz" dediler. Bu
cevap üzerine İbn Ömer (adamına): "Dön, onlara bid'at olduğunu
söyle" dedi. Ebu Miclez der ki: îbn Ömer'e, bu yatma işini sordum;
"Şeytan sizinle oynuyor." cevabını verdi. İbn Ömer demiştir ki: Ne
oluyor adama ki, iki rekâtı kılınca toprağa bulanan eşeğin yaptığını yapıyor?!
Bu yatış konusunda iki
grup aşırılığa düşmüş, bir üçüncü grup da orta yolu tutmuştur. Zahirîlerin bir
bölümü bu yatışı farz saymıştır. İbn Hazm ve ona uyanlar, yatılmadığında
namazın bâtıl olacağını savunmuşlardır. Fakihlerin bir bölümü bu yatışı mekruh
görmüş ve "bid'at" diye isimlendirmiştir. Mâlik, vs. âlimler bu
konuda orta yolu tutmuş ve rahatlamak maksadıyla yatan kimse için bu yatışın
bir sakıncası olmadığı, sünnet kastıyla yatan kimse içinse mekruh olduğu
görüşüne varmışlardır. Bir grup ise her halükârda -ister istirahat için olsun,
ister olmasın- müstehab saymış ve Ebu Hureyre hadisini delil olarak ileri
sürmüşlerdir.
Mekruh görenlerin bir
kısmı İbn Ömer vs. gibi sahabilerin söz ve davranışlarım -İbn Ömer'in
yatanlara çakıl taşı atması gibi- delil olarak ileri sürmüş; bir kısmı ise Hz.
Peygamber'in (s.a.) yattığını inkâr etmiş ve demişlerdir ki: Sahih olan şudur:
îbn Abbas hadisinde de belirtildiği üzere Hz. Peygamber'in (s.a.) yatışı
vitirden sonra, sabahın iki rekât sünnetinden önce idi. Hz. Âişe hadisine
gelince, seneddeki tbn Şihâb'ın ne dediği konusunda farklı şeyler söylenmiştir.
Mâlik ondan rivayetinde: "Gece namazını bitirince, müezzin çağırmaya
gelinceye kadar sağ yanı üzerine yatardı. Müezzin gelince kısa iki rekât namaz
kılardı" demiştir.[739]
İşte burada yatışiri sabah namazının sünnetinden önce olduğu açıkça görülmektedir.
Mâlik dışında İbn
Şihâb'dan nakledenler ise: "Hz. Peygamber (s.a.) müezzin sabah ezanını
okuyup sustuktan ve tanyerinin ağardığım anladıktan, çağırmak için müezzin de
geldikten sonra kalkıp kısa iki rekât namaz kılar, sonra sağ yanına yatardı"
demektedirler.[740]
(Mekruh olduğu görüşünü savunanlar) diyorlar ki: İbn Şihâb'ın talebeleri
ihtilaf ederlerse söz, Mâlik'in söylediğidir. Çünkü îbn Şihâb konusunda onların
en sağlam ve en hafız olanı odur. Diğerleri ise diyorlar ki: Bu konuda doğru, Mâlik'e
muhalif olanlarla birliktedir. Ebu Bekir el-Hatîb der ki: "Mâlik'in,
Zührî-Urve-Hz. Âişe yoluyla rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) geceleyin on
bir rekât namaz kılar. Bu on bir rekâttan biriyle vitir yapardı. Gece namazını
bitirince, müezzin çağırmaya gelinceye kadar sağ yanı üzerine yatardı. Müezzin
gelince kısa iki rekât namaz kılardı.[741]
Ukayl, Yûnus, Şuayb, îbn Ebî Zi'b, el-Evzâî ve diğerleri burada Mâlik'e
muhalefet etmişler ve hadisi Zührî'den: 'Hz.Peygamber (s.a.) iki rekât sabah
sünneti kılar, sonra müezzin gelinceye kadar sağ yanı üzerine yatardı. Müezzin
gelince, onunla birlikte çıkardı.' şeklinde rivayet etmişlerdir. Mâlik, Hz.
Peygamber'in (s.a.) yatışının, sabahın sünnetinden önce olduğunu söylemiştir.
Grubun rivayet ettiği hadiste ise, sabahın sünnetinden sonra yattığı
belirtilmiştir. Âlimler Mâlik'in hata, diğerlerinin ise isabet ettiğine
hükmetmişlerdir."[742]
Ebu Tâlib anlatıyor:
Ahmed'e: "Ebu's-Salt, Ebu Küdeyne-Süheyl b.Ebî Salih-babası (Ebu Salih)-
Ebu Hureyre senediyle Hz. Peygamber'in (s.a.) sabahın sünnetinden sonra
yattığını bize rivayet etti" dedim. O da: "Şu'be bu hadisi
Peygamber'e nisbet etmiyor." dedi. "însan yatmazsa bir şey olur
mu?" diye sordum. "Hayır. Hz. Âişe rivayet ediyor, İbn Ömer inkâr ediyor."
cevabını verdi.
Hallâl anlatıyor:
el-Mervezî bize haber etti ki; Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel): "Ebu
Hureyre hadisi böyle değildir" dedi. "el-A'meş, bu hadisi Ebu Salih
yoluyla Ebu Hureyre'den naklediyor1' dedim. "Abdulvâhid, tek başına bu
hadisi rivayet ediyor" dedi. İbrahim b. el-Hâis diyor ki: Ebu Abdilah
(Ahmed b. Hanbel)'a, sabahın iki rekât sünnetinden sonra yatma meselesi
sorulunca şu cevabı verdi: "Ben yatmam. Herhangi bir kimse yatarsa,
iyidir."
Abdulvâhid b. Ziyâd'ın
el-A'meş yoluyla Ebu Salih'ten rivayet ettiği hadis İmam Ahmed'e göre sahih
olsaydı; bu işin, onun bakış açısından, en alt derecesi müstehab olmasıydı.
Denilir ki, Hz. Âişe (r.anha) hem onu, hem bunu rivayet etmiştir: Hz. Peygamber
(s.a.) bazan öyle, bazan böyle yapardı; bu konuda ihtilaf yoktur; Çünkü bu iş
mubahtır. En iyi bilen Allah'tır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) sağ yanı üzerine yatışında şu incelik vardır. Kalb, sol yanda asılıdır.
însan sol yanı üzerine uyuyunca ağır uykuya dalar. Sakin ve rahat olduğu için
uykusu ağırlaşır. Sağ yanı üzerine uyuyunca kalbin sallanmasından ve yerine
yerleşmek isteyerek oraya doğru meyletmesinden dolayı hareket halinde olduğu
için uykuya dalamaz. Bundan dolayı hekimler daha rahat etmek ve hoş
uyuyabilmek için sol yana yatıp uyumayı iyi sayarlar. Şeriat sahibi (Hz. Peygamber
s.a.) ise uykusu ağırla-şıp gece ibadetinden geri kalmamak için sağ yana yatıp
uyumayı tercih
etmiştir. Sağ yana
yatmak kalb için, sol yana yatmak ise beden için d faydalıdır. En iyi bilen
Allah'tır. [743]
Gerek selef, gerek
halef âlimleri teheccüd namazının Hz. Peygamber'e (s.a.) farz mı, nafile mi
olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Her iki grup da: "Gecenin bir
kısmında kendin için nâfüe olarak namaz kıl." âyetini'"[744]
delil gösterirler. Diyorlar ki: Bu âyet, (teheccüdün) farz olmadığı konusunda
açıktır. Ötekiler de diyorlar ki: Bu sûrede Allah, Hz. Peygamber'e (s.a.)
teheccüdü emretti. Nitekim "Ey elbiselerine bürünen (Peygamber)! Gece
kalk biraz namaz kıl." âyetinde[745] de
emretmişti. Bu namazı Hz. Peygamber'den (s.a.) kaldıran (nesheden) bir âyet
gelmemiştir. Âyetin; "...Kendin için nafile olarak..." kısmından
maksat "nâfüe namaz" olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) için nafile
olmakla tahsis etmezdi. Buradaki "nafile", "ziyâde = ilâve, ek,
fazlalık" anlamındadır. Kayıtsız, şartsız olan ziyade kelimesi ise nafile
namaz anlamına gelmez. Allah (c.c.) buyuruyor ki: "Ona (ibrahim'e) îshâk'ı
bağışladık, nâfüe olarak da Yâkub'u. [746]
Yani evladına (İshak'a) ilâve olarak (torun Yâkub'u İbrahim'e) bağışladık. Hz.
Peygamber'in (s.a.) teheccüdündeki nafile de aynı şekilde derecelerinde ve
sevabında artış demektir. Bu yüzden Ailah teheccüdü Hz. Peygamber'e (s.a.) has
kılmıştır. Zira gece namazı diğer insanlar hakkında mubah olup onların
günahlarına keffarettir. Hz. Peygamber'in (s.a.) ise Allah, geçmiş ve gelecek
bütün günahlarını affetmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) derecelerinin artması ve
mertebelerinin yükselmesi için, diğerleri ise günahlarına kef-faret olması için
ibadet eder. Mücâhid der ki: Hz. Peygamber (s.a.) İçin nafile olmuştur; çünkü
onun geçmiş-gelecek bütün günahları bağışlanmıştır. Bu yüzden onun ibadeti
nafile, yani sevabında artıştır, ondan başkası için ise günahlarına
keffarettir.
İbnü'l-Münzir,
Tefstr'mde; Ya'lâ b. Ebu Ubeyd el-Haccâc-tbn Cüreyc-Abdullah b. Kesîr yoluyla
Mücâhid'in şöyle dediğini nakleder: Farz dışında kalan namaz, günahların
keffareti için kılınmadığından dolayı nafiledir. Sair insanlar için nafile
yoktur. Nafile yalnız Hz. Peygamber'e (s.a.) mahsustur. Bütün insanlar, farz
dışındaki namazları günahlarına keffaret olsun diye kılarlar.[747]
Muhammed b. Nasr,
Abdullah - Amr - Saîd ve Kubeysa - Süfyân - Ebu Osman yoluyla Hasan
(el-Basrî)'nin, "Gecenin bir kısmında kendin için nafile olarak namaz
kıl." ayeti hakkında: "Gece nafilesi, yalnız Hz, Peygamber'e (s.a.)
mahsustur" dediğini rivayet eder. Dahhâk'm da: "Nafile yalnız Hz.
Peygamber'e (s.a.) mahsustur" dediğini zikreder.[748]
Süleym b. Hayyâr, Ebu
Gâlib yoluyla Ebu Ümâme'nin şöyle dediğini zikreder: "Yerli yerince abdest
aldığında bağışlanmış olarak yerinden kalkarsın. Kalkıp namaz kıldığında, bu
namaz senin için bir fazilet ve sevap olur." Bunun üzerine bir adam:
"Ey Ebu Ümâme! Bir kimse kalkıp namaz kılınca onun için nafile olur mu,
ne dersin?" diye sordu. Ebu Ümâme: "Hayır, olmaz. Nafile yalnız Hz.
Peygamber'e (s.a.) mahsustur. Günahlar, hatalar içinde yüzen bir adam için
nasıl nafile olabilir?! Onun için bir fazilet ve sevab olur." cevabını
verdi.'[749]
Ben derim ki: Sözün
özü, âyetteki "nafile" kelimesi ile-müstehab ve mendub gibi- yapılıp
yapılmaması caiz olan şey kastedümemiştir. "Senin için nafile olarak"
sözü, emrin deiâlet ettiği vücûbu ( = farziyyeti) ortadan kaldırıcı olmaz.
İnşâallahuteâlâ, Hz. Peygamber'in (s.a.) hususiyetleri anlatılırken bu
meselenin daha fazla açıklaması yapılacaktır.
Hz. Peygamber (s.a.)
gerek ikamet halinde, gerek sefer halinde gece namazını bırakmazdı. Uyku yahut
ağrı bastırıp da (gece kılamaz ise) gündüz on iki rekât namaz kılardı.[750]Şeyhülislâm
İbn Teymiye'nin şu anlamda sözler söylediğini işittim: "Bu hadiste vitir
namazının, yerini savuşturduğu için kaza olunmayacağına delil vardır. Vitir
namazı, tahiyyetü'l-mescid, küsûf, yağmur duası vb. namazlar gibidir. Bu
namazdan maksat, gece namazının sonunun tek olmasıdır. Nitekim Akşam namazı da
gündüz namazlarının sonudur. Gece sona erip sabah namaz kılınınca artık vitir
namazı, yerine gelmez."
Ebu göre Hz.
Davud ve İbn Mâce'nin
Ebu Saîd el-Hudrî'den naklettiklerine Peygamber (s.a.): "Kim vitiri
kılmadan uyur yahut onu kılmayı
unutursa,'sabahleyin
yahut hatırladığında kılsın." Buyurmuştur. [751]ncak
bu hadisin bir takım illetleri vardır:
1- Zayıf bir
râvi olan Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem tarafından rivayet edilmiştir.[752]
2- Doğrusu bu hadis (Abdurrahman'ın) babası
yoluyla Hz. Peygam-ber'den (s.a.) naklettiği mürsel bir hadistir. Tirmizî:
"Bu, daha sahihtir" yani mürseldir, diyor.[753]
3- İbn Mâce, Ebu Saîd hadisini naklettikten
sonra Muhammed b.Yahya'dan hikâye eder ki: Doğrusu Hz. Peygamber (s.a.):
"Sabaha çıkmadan önce vitri kılın" buyurmuştur.[754] İbn
Mâce diyor ki: Bu hadis, Abdurrahman'ın naklettiği hadisin vahi (boş) olduğunu
gösterir.
tbn Abbas ve Hz.
Âişe'nin söyledikleri üzere Hz. Peygamber (s.a.) gece on bir yahut on üç rekât
namaz kılardı. Bu iki sahabîden her iki rivayet de sabittir. Sahihayn'da Hz.
Âişe'nin "Allah Rasulü (s.a.), ne Ramazanda ne de başka zamandaki
(gecelerde) on bir rekâttan fazla namaz kılmış değildir" dediği
nakledilir.[755] Sahihayn'da. yine Hz.
Âişe'den: "Allah Rasûlü (s.a.) gece on üç rekât namaz kılardı. Bunlardan
beşi ile vitrini kılar, bu beş rekâtın da yalnız son rekâtında (selâm
teşehhüdüne) otururdu"[756]
dediği rivayet
olunmaktadır.[757]
Hz. Âişe'den gelen bu
iki rivayetin doğrusu, birincisidir. On bir rekâtın üzerindeki iki rekât sabah
namazının iki rekât sünnetidir. Aynı hadiste, Hz. Âişe tarafından açıklanmış
olarak bu şekilde gelmiştir. Müslim'in Sa-hih'indc zikrettiğine göre (Hz.
Âişe): "Allah Rasûlü (s.a.) sabah namazının iki rekât sünneti ile beraber
(geceleyin) on üç rekât namaz kılardı" demiştir.[758]'
Buharı ise bu hadisin lafzını şöyle vermektedir: "Allah Rasûlü (s.a.)
geceleyin on üç rekât namaz kılardı. Sonra sabah ezanını işitince kısa iki
rekât namaz kılardı."[759]
Sahihayn'da nakledildiğine göre Kasım b. Muhammed diyor ki: Âişe'nin (r.anha)
şöyle dediğini işittim: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) geceleyin kıldığı namaz,
on rekât idi. Bir rekâtla da vitir kılar ve sonra sabah namazının iki rekât
sünnetini kılardı. İşte on üç rekât bunlardır.[760] Hz.
Âişe'nin bu sözleri müfessir ve açıklayıcıdır.
İbn Abbas'ın ne dediği
konusunda da ihtilaf edilmiştir. Sahihayn'da Ebu Cemre'den nakledildiğine göre
İbn Abbas şöyle demiştir: "Allah Ra-sulü'nün (s.a.) geceleyin kıldığı
namaz on üç rekâttı."[761]
Fakat bu rivayet ondan, sabah namazının iki rekât sünnetiyle birlikte olduğu
açıklamasıyla nakledilmiştir. Şa'bî diyor ki: Abdullah İbn Abbas ile Abdullah
İbn Ömer'e -Allah ikisinden razı olsun- Allah Rasûlü'nün (s.a.) gece kıldığı
namazı sordum: "On üç rekâttı. Onlardan sekizi gece namazı, üçü vitir
namazı, ikisi de sabah namazının farzından önceki iki rekât (sünnet) namazdır"
dediler.
Sahihayn'da Küreyb'den
nakledilen, İbn Abbas'ın, teyzesi Meymûne Bint el-Hâris'in yanında gecelemesi
olayında İbn Abbas'ın şunları söylediği de rivayet olunmaktadır: "Hz.
Peygamber (s.a.) on üç rekât namaz kıldı. Sonra yattı uyudu, hatta horladı.
Tanyeri ağarınca kısa iki rekât namaz kıldı." Bu hadisin diğer bir
lafzında şöyle denmektedir: "Sonra iki rekât, yine iki rekât, yine iki
rekât, yine iki rekât, yine iki rekât, yine iki rekât kılıp ondan sonra tek
rekâtlı bir namaz kıldı. Sonra müezzin çağırmaya gelinceye kadar yine uzandı. Daha sonra kalktı, kısa
iki rekât namaz kıldı. Sonra da sabah namazını kıldırmak için dışarı
çıktı."[762]
Böylece on bir rekât üzerinde
birleşme sağlanmış oldu. Son kılman iki rekâtın sabah namazının sünneti mi,
yoksa başka bir namaz mı olduğu konusunda görüş ayrılığı ortaya çıktı. Bunlar
da Hz. Peygamber'in (s.a.) devamlı kıldığı farz ve râtibe sünnetlerin rekât
sayısına eklendiğinde Hz. Peygamber'in (s.a.) gece ile gündüz kıldığı toplam
devamlı virdi kırk rekât olur. Hz. Peygamber (s.a.) on yedi farz, on yahut on
iki râtibe sünnet, on bir yahut on üç gece namazı olmak üzere toplam kırk rekât
namaza sürekli devam buyururdu. Bunlardan fazlası -sekiz rekât fetih namazı[763],
seferden döndüğünde kıldığı kuşluk namazı, ziyaretinde bulunduğu kimsenin
yanında kıldığı namaz, tahiyyetü'l-mescid... vb. namazlarda olduğu gibi- râtib
(düzenli ve sürekli) değil, arızîdir. Öyleyse kulun, bu virde ölüme kadar
devam etmesi gerekir. Her gün, her gece kırk kere kapıyı çalan kimsenin isteğine
ne çabuk karşılık verilir, kapı nasıl hemen açılır, düşünü-le! Kendisinden
yardım dilenecek yalnız Allah'tır. [764]
Hz. Âişe (r.anha) der
ki: Allah Rasûlü (s.a.) yatsıyı kılıp da yanıma geldiğinde mutlaka dört yahut
altı rekât namaz kılardı.[765]
Sonra yatağına yatardı.
İbn Abbas, Hz.
Peygamber'in (s.a.) yanında geçirdiği bir geceyi anlatırken: "Yatsıyı
kıldı. Sonra geldi. Biraz geçince namaz kıldı, sonra da uyudu" diyor.[766] Bu
iki rivayeti de Ebu Davud nakletmiştir.
Uyanınca önce
dişlerini misvaklar, sonra Allah Teâlâ'yı zikrederdi. -Uyandığında okuduğu
zikir yukarıda geçmiştir- Sonra abdest alır, kısa iki rekât namaz kılardı.
Nitekim Sahîh-i Müslim'de Hz. Âişe'nin şöyle dediği rivayet olunmuştur:
"Allah Rasûlü (s.a) gece namazına kalktığında namazına önce kısa iki rekât
kılmakla başlardı."[767]
Yine Müslim'in Ebu Hureyre'den
(r.a.) naklettiği bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.): "Herhangi biriniz
gece namaz kılmaya kalktığında, namazına önce kısa iki rekât kılmakla
başlasın" diyerek bunu emretmiştir.[768]
Bazan gece yarı olunca
veya gece yarısından biraz önce ya da biraz sonra kalkar; bazan da horoz
ötüşünü işitince kalkardı. Horoz yalnızca gecenin ikinci yarısında öter. Bazan
virdine ara verir, bazan da çoğunlukla ardarda devam ederdi. İbn Abbas'ın, Hz.
Peygamber'in (s.a.) yamnda ge-celeyişini anlattığı şu hadiste de söylediği
üzere ara verirdi: Hz. Peygamber (s.a) uykusundan uyandı, dişlerini misvakladı
ve: ''Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca
gelişinde elbette akıl sahipleri için (Allah'ın varlığına dair) alâmetler
vardır. [769] âyetini okuyarak abdest
aldı. Bu âyetleri, sûrenin sonuna varıncaya kadar okudu. Sonra kalkıp kıyam,
rükû ve secdeyi iyice uzatarak iki rekât namaz kıldı. Sonra namazı bırakıp
horlaymcaya kadar uyudu. Sonra bunu, altı rekât kılmak suretiyle üç kere
tekrarladı. Her keresinde dişlerini misvakhyor, abdest alıyor ve bu âyetleri
okuyordu. Sonra üç rekâtla vitir namazını kıldı. Peşinden müezzin ezan okudu
ve Hz, Peygamber (s.a.) şu duayı okuyarak namaza çıktı:
"Allah'ım!
Kalbimde bir nur, dilimde bir nur kıl. Kulağımda bir nur kıl. Gözümde bir nur
kıl. Arkamda bir nur, önümde bir nur kıl. Üstümde bir nur, altımda bir nur kıl.
Allah'ım! Bana bir nur ver." Hadisi, Müslim rivayet etmiştir.[770]
İbn Abbas, Hz.
Âişe'nin söylediği, Hz. Peygamber'in (s.a.) kısa iki rekâtla başladığı sözünü
anmamıştır. Ya Hz. Peygamber (s.a.) bazan öyle, bazan böyle yapardı, ya da Hz.
Âişe, İbn Abbas'ın bellemediği bir şeyi belleyip aktarmıştır. Bu ikinci şık
daha doğru gözükmektedir. Çünkü Hz. Aişe, Hz. Peygamber'e (s.a.) daha yakın
olduğundan bunu iyice gözlemlemiştir. Hem Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.)
gece namazını en iyi bilen insandır. İbn Abbas ise teyzesinin yanında kaldığı gece gözlemlemiştir.
İbn Abbas İle Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.) gece kıldığı namazın herhangi
bir konusunda ayrılığa düşerlerse söz, Hz. Âişe'nin sözü olur.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) gece namazı ve vitri türlü türlü idi. Bunla dan biri işte İbn Abbas'ın
anlattığı bu şekli idi.
İkinci tür: Hz.
Âişe'nin anlattığıdır ki, Hz. Peygamber (s.a.) namazına kısa iki rekâtla
başlar, sonra virdini on bir rekât olarak tamamlardı. Her iki rekâtta bir selâm
verirdi. Bir rekâtla da vitir kılardı.
Üçüncü tür: Aynı bu
şekilde on üç rekât.
Dördüncü tür: Her iki
rekâtta bir selâm vererek sekiz rekât namaz kılar, sonra peşipeşine bir düzende
beş rekât vitir namazı kılar, bu beş rekâtın da yalnız son rekâtında (selâm
teşehhüdüne) otururdu.[771]
Beşinci tür: Dokuz
rekât. Bunların sekizinin hiçbirinde oturmadan peşipeşine kılar, sekizincide
oturur, Allah Teâlâ'yı zikreder, O'na hamdedip dua eder; sonra selâm vermeden
ayağa kalkar, dokuzuncu rekâtı kılar, sonra oturur, Tahiyyât okur, selâm
verirdi. Ardından selâm verdikten sonra oturarak iki rekât namaz kılardı .[772]
Altıncı tür: Az önce
anlatılan dokuz rekât gibi yedi rekât namaz kılar; sonra iki rekât daha
oturarak namaz kılardı.
Yedinci tür: Gece
namazını, ikişer rekât ikişer rekât kılar; sonra aralarını ayırmaksızın üç
rekât vitir namazı kılardı.[773]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) aralarını ayırmaksızın üç rekât vitir kıldığını İmam Ahmed (r.h.), Hz.
Âişe'den rivayet etmektedir[774].
Nesâî'nin yine Hz. Âişe'den rivayetine göre ise Hz. Peygamber (s.a.) vitir
namazının iki rekâtında selâm vermezdi.[775] Bu
anlatım biraz şüphelidir. Çünkü Ebu Hâtim İbn Hibbân'm Sahih'inde Ebu
Hureyre'den naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) "Vitiri üç rekât
kılmayınız. Ya beş, ya yedi rekât kılınız. Akşam namazına benzetmeyiniz"
buyurmuştur.[776] Dârukutnî: "Bu hadisin
râvîlerinin hepsi sikadır" diyor. Mühennâ anlatıyor: Ebu Abdillah'a (Ahmed
b. Hanbe!) sordum: "Vitir konusunda görüşün nedir, iki rekâtta mı selâm
verirsin?" "Evet" dedi. "Neden?" diye tekrar sordum.
"Çünkü iki rekâtta selâm verdiğine dair Hz. Peygamber'den (s.a.) gelen
hadisler daha güçlü ve daha çoktur. Zührî, Urve yoluyla Hz. Peygamber'in (s.a.)
iki rekâtta selâm verdiğini nakletmiştir."[777]
cevabını verdi. Harb diyor ki: Ahmed'e vitir namazını sordular; o da: "İki
rekâtta selâm verir. Selâm vermezse bir zararı olacağını ummuyorum. Ancak Hz.
Peygamber'in (s.a.) selâm verdiği rivayeti daha sağlam yolla
nakledilmiştir." karşılığım verdi.
Ebu Tâlib anlatıyor:
Ebu Abdillah Ahmed b. Hanbel'e sordum: "Vitir konusunda hangi hadise
uyuyorsun?" Şu karşılığı verdi: "Hepsine uyuyorum: Beş rekât kılan,
yalnız bu rekâtların sonuncusunda oturur. Yedi rekât kılan, yine yalnız bu
rekâtların sonuncusunda oturur. Zürâre b. Evfâ yoluyla Hz. Âişe'den nakledilen
bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.), dokuz rekât vitir kılar, sekizinci
rekâtta otururdu.'[778]
Ancak daha çok sayıda ve daha güçlü hadislere göre vitir, bir rekâttır. Benim
görüşüm de budur." Dedim ki: "İbn Mes'ûd üç rekâttır, diyor".
"Evet. Hatta Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın bir rekât kılmasını ayıplamış; Sa'd da
ona karşılık olarak bir şeyler söylemiş." dedi.
Sekizinci tür:
Nesâî'nin naklettiğine göre Huzeyfe, Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte bir
Ramazan'da namaz kıldı. Hz. Peygamber (s.a.) rükûa varıp, ayakta durduğu kadar:
"Sübhâne Rabbiye'1-azîm" dedi. Sonra ayakta durduğu kadar:
"Rabbiğfîrlî, Rabbiğfirlî" diyerek oturdu. Sonra secde edip ayakta
durduğu kadar "Sübhâne Rabbiye'I-a'lâ" dedi. Ancak dört rekât namaz
kılmıştık. Bilâl sabah namazına çağırmak için geldi.[779]
Hz. Peygamber (s.a.)
gecenin evvelinde, ortasında ve sonunda vitir kıldı. Tam bir gece boyunca
sabaha kadar bir âyeti tekrar tekrar okuyarak geceyi ihya etti (yahut namaz
kıldı). Tekrar ettiği âyet: "Şayet onlara azap edersen onlar Senin
kulların"[780]
âyetidir.[781]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) gece namazı üç türlüydü:
1- Çoğunluk ayakta kıldığı namaz.
2- Oturarak namaz kılar, oturarak rükû ederdi.
3- Oturarak kıraat eder; kıraatinin az bir kısmı
kalınca ayağa kalkar, ayakta rükû ederdi. Bu üç tür namaz kılış şekli de Hz.
Peygamber'den (s.a.) sahih yolla nakledilmiştir.
Kıyam yerindeki
oturuşunun şekline gelince; Sünen-i Nesât'de Abdullah b. Şakîk yoluyla
nakledildiğine göre Hz. Âişe: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) bağdaş kurarak
namaz kıldığını gördüm." diyor[782]
Nesâî der ki: Bu hadisi Ebu Davud el-Hafrî'den başka birinin rivayet ettiğini
bilmiyorum. Ebu Davud sika râvidir. Bu hadisin olsa olsa hata olduğunu
zannediyorum. Allah en iyi bilendir.
Sağlam yoîla
nakledilmiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.) vitirden sonra bazan oturarak iki rekât
namaz kılardı. Bazan da bu iki rekâtta oturarak kıraat eyler; rükû etmek
istediğinde ayağa kalkıp rükû ederdi. Sahih-i Müslim'de nakledildiğine göre
Ebu Seleme diyor ki: Hz. Âişe'den (r.a.), Allah Rasûlü'nün (gece kıldığı)
namazını sordum. Şöyle dedi: "On üç rekât namaz kılardı: Önce sekiz rekât
kılardı. Sonra (bir rekât) vitiri kılardı. Daha sonra da oturarak iki rekât
namaz kılar; rükû etmek istediğinde ayağa kalkıp rükû ederdi. Sonra sabah namazının ezanı ile
ikâmeti (kameti) arasında iki rekât kılardı."[783]
Müsned'de Ümmü
Seleme'den nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), vitirden sonra oturarak
kısa iki rekât namaz kılardı'.[784]
Tirmizî diyor ki: Hz. Âişe, Ebu Ümâme ve pek çok sahabî tarafından Hz.
Peygamber'den (s.a.) buna benzer hadisler rivayet edilmiştir.
Yine Müsned'de Ebu
Ümame'den rivayet edilmektedir ki, Allah Rasû-lü (s.a.) vitirden sonra oturarak
iki rekât namaz kılardı. Bu iki rekâtta "İzâ zülzilet" ile "Kul
yâ eyyühel-kâfirûn" sûrelerini okurdu.'[785]
Dârakutnî de buna
benzer bir hadisi Enes'ten (r.a.) nakletmektedir.[786]
Bu durum pekçok insana
problem oldu. Hz. Peygamber'in (s.a.): "Gece kıldığınız en son namaz vitir
otsun" hadisine'[787]
aykırı olduğunu zannettiler. Mâlik (r.h.), bu iki rekât namazı inkâr etmiş;
Ahmed ise: "Ne kılarım, ne de kılanı menederim" demiş ve sözüne şöyle
devam etmiştir: "Mâlik bu namazı inkâr etti. Bir grup da 'Hz. Peygamber
(s.a.) bu iki rekât namazı, yalnızca, vitirden sonra namaz kılmanın caiz
olduğunu ve vitiri kılmanın, nafile namaza engel teşkil etmeyeceğini göstermek
için kılmıştır.' deyip 'Gece kıldığınız en son namaz vitir olsun' hadisini
müstehablık, vitirden sonraki iki rekât namazı da caizlik anlamına
yorumlamışlardır."
Doğru olan şöyle demektir: Bu
iki rekât namaz, sünnet namaz ve vitiri ikmal etme anlamına gelir. Çünkü vitir
-bilhassa vâcib olduğu söylenirse-başlı başına müstakil bir ibadettir; ondan
sonra kılınacak iki rekât namaz, akşam namazının farzından sonra kılınan sünnet
gibi olur. Zira akşam namazı gündüz vitridir, ondan sonraki iki rekât da onu
ikmaldir. Gece vitrinden sonraki iki rekât da aynen böyledir. Allah en iyi
bilendir. [788]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) vitirde kunut okuduğu yalnızca İbn Mâce'nin rivayet ettiği şu hadiste
mahfuzdur: İbn Mâce, Ali b.Meymûn er-Rakk-Mahled b. Yezid -Süfyân -Zübeyd el
Yâmî- Saîd b. Abdurrahman b. Eb-zâ - babası (Abdurrahman b. Ebzâ) - Übeyy b.
Kâ'b senediyle nakleder ki, Allah Rasûlü (s.a.) vitir namazını kılarken rükûdan
önce kunut okurdu.[789]
Oğlu Abdullah'ın
rivayetine göre Ahmed demiştir ki: "Rükûdan sonra kunut okumayı tercih
ederim. Hz. Peygamber'den (s.a.) kunut hakkında sabit her rivayet, yalnızca
sabah namazı hakkında olup, o da rükûdan başını kaldırıncadır. Vitir kunutunun
ise rükûdan sonra olmasını tercih ederim. Önce veya sonra olsun vitir kunutuna
dair Hz. Peygamber'den (s.a.) sahih hiçbir hadis yoktur." Hallâl diyor ki:
Muhammed b. Yahya el-Kehhâl bana, kendisinin Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'a
vitirdeki kunutu sorduğunu, onun da: "Bu konuda Hz. Peygamber'den (s.a.)
hiçbir şey naklolunmuş değildir. Ancak Hz. Ömer seneden seneye kunut
okurdu" dediğini haber verdi.
Ahmed ile Sünen
sahiplerinin rivayetlerine göre Hz. Hasan bipAli (r.a.) diyor ki: (Dedem) Allah
Rasûlü (s.a.) bana vitirde okumam için şu duayı öğretti: .;
"Allah'ım! Doğru
yola ilettiklerinin arasına beni de kat. Sıhhat ve afiyet verdiklerinin arasına
beni de kat. Sevdiklerin arasına beni de kat. Bana her neyi bağışlarsan
bereketli ve devamlı kıl. Hükmettiğin şeylerin şerrinden beni koru. Hükmeden
şüphesiz Sensin, Sana hükmedilmez. Senin sevdiğin zelil kalmaz. (Senin düşman
olduğun kimse de aziz olmaz). Yücesin, ulusun ey Rabbimiz! (Allah, Peygamber'e
salât eylesin)" .[790]
Dua içindeki birinci
parantez içi cümleyi Beyhakî ve Nesâî[791],
ikinci parantez cümlesini de Nesâî[792]
ilave olarak rivayet etmiştir. Hâkim Müs-tedrek'tt ilaveli olarak: "Allah
Rasûlü (s.a.) vitir namazımda başımı kaldırıp yalnız secde etmek kaldığında
okuyacağım şu duayı öğretmiştir" şeklinde rivayet etmiştir. Aynı hadisi
îbn Hibbân da Sahih'ınde nakletmiş ve: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle dua
ettiğini işittim" sözüyle vermiştir.
Tirmizî diyor ki: Bu
konuda Hz. Ali'den (r.a.) de hadis rivayet olunmuştur. Bu hadis hasendir.
Yalnızca Ebul-Havrâ es-Sa'dî yoluyla nakledildiğini biliyoruz. Bu şahsın ismi
Rabîa b. Seyhan'dır. Vitirde kunut okumaya dair Hz. Peygamber'den (s.a.) bu
hadisten daha hasen bir hadis nakledildiğini bilmiyoruz.
Vitirde kunut okuma
Hz. Ömer ve İbn Mes'ud'dan mahfuzdur. Onlardan gelen bu rivayet, sabah namazı
kunutu rivayetinden daha sahihtir. Hz. Peygamber'den (s.a.) sabah namazı
kunutuna dair gelen rivayet ise, vitir kunutu konusundaki rivayetten daha
sahihtir. Allah en iyi bilendir.
Ebu Davud, Tirmizî ve
Nesâî'nin Ali b. Ebu Tâlib'den (r.a.) naklettiklerine göre Allah Rasulü (s.a.)
vitrin sonunda şu duayı okurdu:
"Allah'ım!
Gazabından hoşnutluğuna, azabından affına sığımnm. Senden yine Sana sığımnm
(Çok istesem de) Sana övgüler sıralayamam. Sen kendini övdüğün gibisin,"[793]
Ancak bu duanın,
vitiri kılıp bitirmeden önce olması da sonra olması da muhtemeldir. Nesâî'nin
rivayetlerinin birinde: "Namazını bitirip yatağına yatınca okurdu*'
denilmektedir. Yine bu rivayette (yukarıda parantez içinde tercüme edilen)
"Çok istesem de Sana övgüler sıralayamam" cümlesi nakledilmektedir.
Hz. Peygamber'in (s.a.) bu duayı secdede okuduğu sabittir. Herhalde Hz. Peygamber (s.a.) hem namaz
içinde, hem de namazdan sonra okumuştur.
Hâkim'in,
Müstedrek'te, Hz. Peygamber'in (s.a.) (Gece) Namazı ve Vitiri bahsinde İbn
Abbas'tan naklettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: Sonra vitir namazını
kıldı. Namazını bitirince şu duayı okuduğunu işittim:
"Allah'ım!
Kalbimde bir nur, gözümde bir nur, kulağımda bir nur, sağımda bir nur, solumda
bir nur, üstümde bir nur, altımda bir nur, önümde bir nur,, arkamda bir nur
kıl. Sana kavuşma gününde benim için bir nur kıl."[794]
Râvî Küreyb diyor ki:
Kunutta yedi kelime daha vardı. (onları unuttum). Daha sonra Abbas
oğullarından biriyle karşılaştım. Bana onlan anlatarak: "Etimi, kanımı,
sinirimi, saçımı ve derimi" deyip iki hasleti (yani nefs ve dil) de
zikretti.
Nesâî'nin rivayetinde
bu hadiste: "Bu duayı secdede okurdu" denilmektedir. [795]
Müslim'in bir rivayetinde ise bu hadiste "Ardından şu duayı okuyarak sabah
namazına çıktı" deniyor ve bu dua zikrediliyor. Yine onun bir rivayetinde:
"Dilimde bir nur, nefsimde bir nur kıl. Benim için büyük bir nur
yarat" denilmekte; bir başka rivayetinde ise "Beni bir nur yap"
denilmektedir.[796]
Ebu Davud ve Nesâî'nin
Übeyy b. Kâ'b'dan naklettiklerine göre Allah Rasûlü (s.a.) vitir namazında
"Sebbihisme Rabbike'1-a'lâ", "Kul yâ Eyyühelkâfîrûn" ve
"Kul hüvallahu ehad" sûrelerini okurdu. Selâm verince üç kere şöyle
derdi: "Hükümran ve Kuddûs olan Allah'ı her türlü noksanlıktan tenzih
ederim." Üçüncü söyleyişinde sesini uzatır ve yükseltirdi. Bu Nesâî'nin
lafzıdır.[797] Dârakutnî ilâve olarak
şu sözleri nakletmiştir. "Meleklerin ve Ruh'un Rabbi...[798]
Kesik kesik kıraat
ederdi. Her âyette dururdu. Okurken "El-Hamdülillahi
Rabbi'l-ÂIemîn"de durur, "er-Rahmâni'r-Rahîm"de durur,
"Mâliki yevmiddîn"de dururdu.[799]
Zührî zikreder ki,
Allah Rasûlü'nün (s.a.) kıraati âyet âyetti. En faziletli olan da budur.
Devamlarıyla ilişkili olsalar bile âyetlerin başlarında durulmalıdır. Kurrâdan
bazıları, maksatların ve anlamların araştırılıp bunlar tamam olunca durulması
görüşünü savunmuşlardır. Oysa Hz. Peygam-ber'in (s.a.) tavrına ve sünnetine
uymak daha iyidir.
Bunu zikredenler
arasında Beyhakî - Şu'abu'l-îman adlı kitabında - ve diğer bazı âlimler vardır.
Beyhakî devamlarıyla ilişkili olsalar bile âyetlerin başlarında durmayı tercih
etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.)
sûreyi o kadar itinalı, yavaş ve sakin (tertîl üze-olurdu. Bir âyeti sabaha kadar tekrar ederek geceyi ihya
ettiği de olmuştur.[800]
Tertîl üzere okuyup az
okumak mı, yoksa hızlı okuyup çok okumak mı daha faziletlidir? Bu konuda
âlimler iki görüş ileri sürmüşlerdir.
1- Birinci
grup: İbn Mes'ûd (r.a.), İbn Abbas (r.a.) vs. âlimler; az okumakla birlikte
tertîl üzere düşünerek okumanın hızlı okuyup çok okumaktan daha faziletli
olduğunu savunmuşlardır. Bu görüş sahipleri delil olarak şunları ileri
sürüyorlar: Kur'an okumaktan maksat onu anlamak, onu düşünmektir. Onun
inceliklerini bulmak (fıkıh), onunla amel etmektir. Onu okuma ve ezberleme,
manalarına ulaştıncı araçlardır. Nitekim seleften bazıları: Kur'an, kendisiyle
amel olunmak için inmiştir. Onu okumayı iş edinin, demişlerdir. Bu yüzden
Kur'an ehli, kalbleriyle ezberlememiş olsalar bile, onu bilen ve onun içindekilerle
amel edenlerdir. Kur'an'i ezbere bilen, ama onu anlamayan, içindekilerle amel
etmeyen kimse, harflerini ok gibi doğrultsa da Kur'an ehlinden değildir.
Diyorlar ki: Çünkü
iman, amellerin en fazüetlisidir. Kur'an'ı anlamak ve onu düşünmek, işte iman
meyvesini verecek budur. Anlamadan, düşünmeden sırf okuma işini ise iyi kimse
de, kötü kimse de, mü'min de, münafık da yapar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)
buyurmuşlardır ki: "Kur'an okuyan münafıkın örneği ise, kokusu güzel fakat
tadı acı fesleğen çiçeği örneğidir. "[801]
Bu konuda insanlar
dört mertebedir: 1) Kur'an ve iman ehli. Bunlar insanların en üstünüdürler. 2)
Kur'an ve imana sahib olmayanlar, 3) Kur'-an'a sahib olup imana sahib
olmayanlar, 4) İman sahibi olup Kur'an sahibi olmayanlar.
Diyorlar ki: Nasıl ki,
Kur'an'sız iman sahibi olanlar, imansız Kur'an sahibi olanlardan daha üstündür;
tıpkı bunun gibi okurken düşünen ve anlayan da düşünmeden hızlı ve çok
okuyandan daha üstündür. Yine derler ki: İşte Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti
ortada. O, sûreyi o kadar tertîl üzere okurdu ki okuduğu sûre, kendisinden daha
uzun olan sûreden de uzun olurdu. Bir âyetle sabaha kadar namaz kılardı.
2- İkinci
grup: İmam Şafiî'nin (r.h.) müntesibleri, çok okumanın daha faziletli olduğunu
söylüyorlar. Delil olarak îbn Mes'ûd'un (r.a.) rivayet ettiği şu hadisi ileri
sürüyorlar. Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: "Kim Allah'ın kitabından bir
harf okursa ona bir sevab yazılır. Her sevaba karşılık on misli verilir. Elif
lam mîm, bir harftir demiyorum. Elif bir harf, lam bir harf, mîm bir harftir.'[802] Bu
hadisi Tirmizî rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir.
Diyorlar ki: Zira
Osman bin Affân bir rekâtta Kur'an'ın tamamım okumuştur. Bu grup kendilerine
delil olması bakımından çok okuma konusunda, pekçok seleften âsâr nakletmektedirler.
Bu konuda şöyle demek
doğrudur: Tertîl üzere ve düşünerek okuma sevabının değeri daha büyük ve daha
yüksektir. Çok okumanın sevabı ise daha çok sayıdadır. Birincisi, büyük bir
mücevheri sadaka olarak veren yahut fiyatı gerçekten pahalı olan bir köle âzâd
eden kimsenin haline benzer. İkincisi ise, çok sayıda dirhem sadaka veren
yahut fiyatı ucuz olan birkaç köle âzâd edenin halini andırır. Sahih-i
Buharî'de nakledilir ki; Ka-tâde şöyle demiştir: Enes'e, Hz. Peygamber'in
(s.a.) kıraatini sordum: "Med ile, uzatarak okurdu" cevabını verdi.[803]
Şu'be der ki: Ebu
Cemre bize şu olayı anlattı: İbn Abbas'a dedim ki: "Ben çok hızlı okuyan
bir adamım. Bazan Kur'an'ı bir gecede bir-iki kere okuduğum olur." Bunun
üzerine İbn Abbas şunları söyledi: "Bence bir tek sûre okumam senin
yaptığın gibi yapmaktan çok daha iyidir. İlle de öyle yapacaksan kulaklarının
işiteceği, kalbinin belleyeceği bir şekilde oku."
İbrahim (Nehaî) der
ki: Alkame, İbn Mes'ûd'a okudu. Sesi güzeldi. İbn Mes'ûd ona: "Anam, babam
yoluna feda! Tertîl üzere oku. Zira böyle okumak, Kur'an'ın süsüdür" dedi.
İbn Mes'ud diyor ki:
Kur'an'ı, şiir gibi manalarını düşünmeden hızlıca okumayın. Âdi hurmanın
salkımından ağır ağır düşmesi gibi de dağıtmayın. İnsanı hayran bırakan
güzelliklerinde durun düşünün. Onunla kalbleri coşturun. Hiç birinizin
düşüncesi sûreyi sona erdirmek olmasın.
Yine Abdullah b.
Mes'ud der ki: Allah'ın "ey iman edenler!" dediğim işittiğinde,
kulağını derhal ona ver. Çünkü o söz, ya sana yapman emredilen bir hayırdır,
ya da kaçınman gereken bir serdir.
Abdurrahman b. Ebî
Leylâ diyor ki: Yanıma bir kadın girdi. Ben Hûd sûresini okuyordum. Kadın bu
durumu görünce: "Hûd sûresi böyle mi okunur?! Vallahi ben altı aydır bu
sûredeyim, daha onu okuyup bitireme-dim." dedi.
Allah Rasûlü (s.a.)
gece namazında bazan gizli bazan açıktan okur, bazan kıyamı uzatır, bazan kısa
tutardı. Vitir namazını çoğunlukla gecenin sonunda, bazan başında, bazan da
ortasında kılardı. [804]
Hz.Peygamber (s.a.)
gece ve gündüz seferde devesi üzerinde, hayvan nereye yönelirse yönelsin o
tarafa doğru nafile namaz kılardı.[805]
Hayvan üzerinde îma ile rükû ve secde ederdi. Secdede, rükûdan daha çok
eğilirdi. Ahmed ve Ebu Davud'un Enes b. Mâlik'den rivayet ettiklerine göre,
Allah Rasûlü (s.a.) devesi üzerinde nafile namaz kılmak istediğinde kıbleye
yönelir, namaz için tekbir alır, sonra hayvanını salıverirdi. Sonra da hayvan
nereye yönelirse yönelsin namaz kılardı.[806]
Ahmed'in görüşünü
nakledenler, buna (yani hayvanını kıbleye çevirmeye) güç yetiren kimsenin
böyle yapması gerekir mi, gerekmez mi olduğu konusunda iki farklı görüş
nakletmişlerdir. Namazın bütününde hevdec yahut amâriyye denilen deve üzerine
kurulan mahfe (tahtırevan) içinde oimak gibi kıbleye yönelmek mümkün olan
yerlerde kıbleye yönelmek gerekli midir, yoksa hayvanın yöneldiği her yöne
doğru kılınabilir mi? Muhammed b. Hakem, mahfede kılan kimse hakkında Ahmed'in:
"Kıbleye yönelmeden kılması kâfi gelmez. Çünkü onun kıbleye dönmesi
mümkündür. Ama deve ve diğer dört ayaklı hayvanlar üzerinde olanlar için bu
durum mümkün olmaz." dediğini nakleder. Ebu Tâlib de onun: "Mahfe
içinde dönmek çok zordur. Onun için yüzü ne tarafa olursa o tarafa doğru namaz
kılar" dediğini rivayet eder.
Mahfede secde etme
konusunda da ondan farklı rivayetler gelmiştir. Oğlu Abdullah onun: "Şayet
mahfe ise, mahfede secde etmeye güç yetire-bileceği için secde eder."
dediğini; el-Meymûnî, "Mahfede namaz kıldığında, secde etmesi benim
bakış'açıma göre daha iyidir. Çünkü secde etme imkânı vardır" dediğini;
Fazl b. Ziyâd, "Mümkün olursa mahfede secde eder" dediğini; Cafer b.
Muhammed, "Mahfede bulunduğu zaman koltuk yastığı üzerine secde eder"
dediğini nakleder.
Hz. Peygamber (s.a.)
bazan deve üzerinde birşeye yaslanır, ama yine de îma ile kılardı. Secdede
rükûdan daha fazla eğilirdi. Ebu Davud, O'nun böyle yaptığını rivayet etmiştir.
[807]
Buharî, Sahih'inde Hz.
Aişe'nin (r.anha): "Aüah Rasulü'nün (s.a.) kuşluk vakti nâfile'namaz
kıldığını görmedim. Ancak ben bu nafile namazı kılarım" dediğini
nakleder.'[808] Yine Buharı, Müverrik
el-Iclî ile İbn Ömer arasındaki şu konuşmayı aktarır. Müverrik diyor ki: İbn
Ömer'e:
— Kuşluk namazını kılar mısın? diye sordum.
— Hayır, dedi.
— Ömer kılar mıydı?
— Hayır.
— Ebu Bekir kılar mıydı?
— Hayır.
— Hz. Peygamber (s.a.) kılar mıydı?
— Hayır. Zannettem.[809]
Yine Buharı, İbn Ebî
Leylî'nin şöyle dediğini zikreder: (Hz. Ali'nin kızkardeşi) Ümm-i Hânî'den
başka hiç kimse bize Hz. Peygamber'i (s.a.) kuşluk namazı kılarken gördüğünü
haber vermemiştir. O da diyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.) Mekke fethedildiği
gün evime girdi, gusül abdesti aldı. Sekiz rekât namaz kıldı. Bu namazdan daha
hafif bir namaz kıldığını asla görmedim. Ancak rükû ve secdeleri tam olarak
yaptı."[810]
Müslim'in Sahihinde naklettiğine
göre, Abdullah b.Şakîk diyor ki: Hz. Âişe'ye: "Allah Rasulü (s.a.) kuşluk
namazı kilar mıydı?" diye sordum. "Hayır, sadece seferden döndüğünde
kılardı" cevabını verdi. "Namazda sûreleri Allah Rasûlü'nün (s.a.)
bir arada okuduğu olur muydu" diye sordum. "Mufassai sûrelerden bir
arada okurdu" karşılığını verdi.[811]
Müslim, Sahih'inde Hz.
Âişe'nin şöyle dediğini nakleder: Allah Rasû-lü (s.a.) kuşluk namazını dört
rekât ve daha fazla -Allah'ın dilediği kadar-kılardı.[812]
Buharı ve Müslim'in
Sahih lerinde Ümm-i Hânı'den naklettiklerine göre Allah Rasulü (s.a.), Fetih
günü sekiz rekât namaz kıldı; o vakit kuşluk-tu.[813]
Hâkim, Müstedrek'te,
el-Esam -es-Sağanî- İbn Ebî Meryem - Bekir b. Mudar - Amr. b. el-Hâris - Bekir
b.el-Eşec - Dahhâk b. Abdullah yoluyla Enes'in (r.a.) şöyle dediğini nakleder:
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) bir sefer esnasında sekiz rekât kuşluk namazı kıldığını gördüm. Namazı
bitirince şöyie dedi: "Ben ümit ve korku namazı kıldım. Rabbimden üç şey
istedim; ikisini verdi, birini vermedi. Ümmetimi kıtlıklarla zelil etmemesini
istedim, dileğimi yerine getirdi. Hiçbir düşmanı onlara galip getirmemesini
istedim; dileğimi yerine getirdi. Onları gruplara ayırmamasını istedim; bu
isteğimi kabul etmedi." Hâkim bu hadis sahihtir, diyor.[814] Ben
derim ki: Seneddeki şu el-Dahhâk b. Abdullah araştırılmalı. Kimdir, hali
nedir?
Fazlu'd-Duhâ kitabında
Hâkim; Fakîh Ebu Bekir -Bişr b. Yahya- Muhammed b. Salih ed-Dûlâbî - Halid
b.Abdullah b. el-Husayn - Hilâl b. Ye-sâf - Zâdân yoluyla Hz. Âişe'den (r.anha)
nakleder ki:
Allah Rasulü (s.a.)
kuşluk namazını kıldı, sonra yüz kere şu duayı okudu:
"Allah'ım! Beni
bağışla, bana acı, tevbemi kabul et. Şüphesiz tevbell ri kabu! eden, acıyan,
bağışlayan yalnız Sen'sin."[815]
Ebu'l-Abbas el-Esam -
Esed b. Âsim - el-Husayn b. Hafs - Süfyârf Ömer b. Zer - Mücâhid senediyle
naklettiğine göre:
Allah Rasulü (s.a.) kuşluk
namazını iki, dört, altı ve sekiz rekli kıldı.[816]
İmam Ahmed,
Hâşimoğuüannm (mevlâsı) azâdh kölesi Ebu Sâi Osman b. Abdülmelik el-Amrî - Âişe
bt. Sa'd yoluyla Ümmü Zerr'in şöfl le dediğini nakleder:
Hz. Âişe'nin (r.anha)
kuşluk namazı kıldığını gördüm ve onun: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) dört
rekâttan başka kıldığım görmedim." dediğini işittim.[817]
Yine Hâkim'in, Ebu
Ahmed Bekir b. Muhammed el-Mervezî - Ebu Kılâbe - Ebu'l - Velîd - Ebu Avâne -
Husayn b. Abdurrahman - Amr b. Mürre - İmâre b. Umeyr - Cübeyr b. Mut'im'in
oğlu (Nâfî) yoluyla naklettiğine göre Cübeyr b. Mut'im Allah Rasûlü'nün (s.a.)
kuşluk namazı kıldığını gördü.[818]
Yine Hâkim, İsmail b.
Muhammed - Muhammed b. Adiyy b. Kâmil -Vehb b. Bakıyye el-Vâsıtî - Hâlid b.
Abdullah - Muhammed b. Kays - Câbir b. Abdullah yoluyla nakleder ki: Hz.
Peygamber (s.a.) kuşluk namazını altı rekât kıldı.[819]
Sonra Hâkim, îshak b.
Beşîr el-Mehâmilî - İsa b.Musa - Câbir - Ömer b. Subh - Mukâtil b. Hayyân -
Müslim b. Sabîh - Mesrûk yoluyla Hz. Âişe (r.anha) ve Ümm-i Seleme'nin
(r.anha) "Allah Rasulü (s.a.) kuşluk namazını on iki rekât kılardı."
dediklerini nakledip uzunca bir hadis zikrediyor.[820]
Hâkim'in, Ebu Ahmed
b. Muhammed es-Sayrafî - Ebu Kılâbe
er-Rakkâsî - Ebu'l-Velîd - Şu'be - Ebu îshak - Âsim b. Dumra - Hz. Ali (r.a.)
senediyle rivayetine göre Hz.Peygamber
(s.a.) kuşluk namazı kılardı.[821]
Yine Ebu'l-Velîd'e
kadar aynı senedle rivayetine başlayıp Ebu'l-Velîd -Ebu Avâne - Husayn b.
Abdurrahman - Amr b.Mürre - İmâre b.Umeyr el-Abedî - Cübeyr b. Mut'îm'in oğlu
(Nâfi') senediyle Cübeyr b. Mut'im'-in, Allah RasûTü'nü (s.a.) kuşluk namazı
kılarken gördüğünü nakleder.[822]
Hâkim der ki: Bu
konuda şu sahabîlerden de hadis nakledilmiştir: 1- Ebu Sâid el-Hudrî, 2- Ebu
Zer el-Gıfârî, 3- Zeyd b.Erkam, 4- Ebu Hu-reyre, 5- Büreyde el-Eslemî, 6-
Ebu'd-Derdâ, 7- Abdullah b.Ebî Evfâ, 8-İtbân b. Mâlik, 9- Enes b. Mâlik, 10-
Utbe b. Abdullah es-Sülemî, 11-Nuaym b. Hemmâr el-Gatafânî, 12- Ebu Umâme
el-Bâhilî - Allah hepsinden razı olsun - , kadınlardan 13- Ebu Bekir'in kızı
Hz. Âişe, 14- Ümm-i Hânı ve 15- Ümm-i Seleme- Allah onlardan razı olsun-. Bu
sahabîlerin hepsinin şahitliklerine göre Hz. Peygamber (s.a.) bu (kuşluk)
namazını kılardı.
Taberânî'nin Hz. Ali,
Enes, Hz. Âişe ve Câbir'den nakline göre Hz. Peygamber (s.a.) kuşluk namazım
altı rekât kılardı.[823]
Âlimler bu hadisler
hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir:
1- Birinci
grup: Hz. Peygamber'in (s.a.) bu namazı kıldığı rivayetini, -kılmadığını
söyleyenlere gizli kalmış fazla bir bilgi içerdiği için- kılmadığı rivayetine
tercih etmişlerdir. Diyorlar ki; Böyle birşey hakkında bilgi pek-çok insana
gizli kalıp azınlık tarafından bilinebilir. Hz. Âişe, Enes, Câbir, Ümm-i Hânî
ve Ali b. Ebî Tâlib Hz. Peygamber'in (s.a.) bu namazı kıldığını haber
vermişlerdir. Bu namazı tavsiye, ona devam, kılana da övgü
ve medih içerikli sahih hadisler bunu
kuvvetlendirir. Buharı ve Müslim'in Sahih 'lerinde rivayetlerine göre Ebu
Hureyre (r.a.): "Dostum Muhammed (s.a.) bana, her ay üç gün oruç tutmamı,
iki rekât kuşluk namazı kılmamı ve uyumadan önce vitir namazını kılmamı tavsiye
etti" demiştir.[824]
Buna benzer bir hadis
de Müslim'in Sahih'indt Ebu'd-Derdâ'dan nakledilmektedir.[825]
Müslim, Sahih'inde Ebu
Zer'den naklen Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Sizlerin herbirinin vücudunun herbir eklem ve organına (faydaları, sıhhat
ve selâmetine karşılık) her sabah bir sadaka gereklidir. Her teşbih
(Sübhanallah demek) bir sadakadır. Her tahmîd (elhamdülillah demek) bir
sadakadır. Her tehlîl (Lâ ilahe illallah demek) bir sadakadır. Her tekbîr
(Allâhu ekber demek) bir sadakadır. İyiliği emretmek bir sadakadır. Kötülükten
nehyetmek bir sadakadır. Kişinin kılacağı iki rekât kuşluk namazı bunlardan
(bir kısmına) bedel olur."[826]
İmam Ahmed'in,
Müsned'inde Muaz b. Enes el-Cühenî'den naklettiğine göre Allah Rasûlü (s.a.)
şöyle buyurdular:
"Kim sabah
namazını kılınca, iki rekât kuşluk namazı kılıncaya kadar namazgahında oturur,
hayırdan başka birşey söylemezse Allah onun günahlarım affeder. İsterse
denizin köpüğü kadar (çok) olsun, "[827]
Tirmizî ve İbn
Mâce'nin Sünen lerinde Ebu Hureyre'den (r.a.) nakledildiğine göre Allah Rasulü
(s.a.): "Kim nafile kuşluk namazına devam ederse günahları affolunur.
İsterse denizin köpüğü kadar çok olsun.>[828]
Müsned ve Sünen'de
rivayete göre Nuaym b. Hemmâr, Allah Rasulü'-nün (s.a) şöyle dediğini işittim
demiştir: "Allah (c.c) buyuruyor ki: "Ey Âdemoğlu! Gündüzün evvelinde
dört rekât namaz kılmaktan geri durma, sonunda sana gelecek zararlardan seni
koruyayım.'[829] Bu hadisi Tirmizî
Ebu'd-Derdâ ve Ebu Zer'den rivayet etmiştir.[830]
Tirmizî'nin Câmi'inde
ve İbn Mâce'nin Sünenlnde Enes'ten Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Kim kuşluk namazını on iki rekât kılarsa Allah, onun
için cennette altından bir köşk bina eder. "[831]
Müslim'in Sahih'inde
naklettiğine göre, Zeyd b. Erkam Kubâ Mesctf dinde kuşluk vakti namaz kılan bir
bölük insan gördü. Bunun üzerine şöy le dedi: "Bunlar bu saatin dışında
namaz kılmanın daha faziletli olduğunu elbet bilmişlerdir. Çünkü Allah Rasûlü
(s.a.) "Evvâbtn namazı, deve yavrularının ayakları kavrulduğu
vakittedir." buyurdu.[832]
"Deve
yavrularının ayaklarının kavrulması" sözü "Günün harareti şid;
detlenir. Bu sırada deve yavruları (ayaklarının derileri ince olduğundan,)
güneşten ısınan yerin yakıcı hararetini hissederler." anlamındadır.
Sahih'âe
nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Itbân b. Mâlik'ir evinde kuşluk
namazını iki rekât kıldı.[833]
Hâkim'in
Müstedrek'inde Halid b, Abdullah el-Vâsıtî -Muhammed b. Amr -Ebu Seleme- Ebu
Hureyre senediyle nakledildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu:
"Kuşluk namazına
ancak evvâb (- kendini Allah'a adayan) devam eder.'[834]
Hâkim diyor ki: Bu
hadis Müslim b. el-Haccâc'ın benzeriyle istidlal ettiği bir senedle rivayet
olunmuştur. Çünkü Müslim, üstadlarından, Muhammed b. Amr-Ebu Seleme-Ebu
Hureyre (r.a) yoluyla Hz. Peygamber'in (s.a.): "Allah herhangi bir
peygambere Kur'an'ı tegannî etmesine izin verdiği kadar hiçbir şeye izin
vermemiştir." buyurduğunu'[835]
nakletmektedir. Biri çıkıp da: "Hammâd b. Seleme ve Abdülaziz b. Muhammed
ed-Derâverdî bu hadisi Muhammed b. Amr'dan mürsel olarak rivayet
etmişlerdir." diyecek olursa, ona cevaben: "Halid b. Abdullah
sikadır; sikanın ilâvesi makbuldür" denilir.
Hâkim, sonra Abdan
b. Yezid - Muhammed b. Muğîre es-Sükkerî - Kasım b. Hakem el-Uranî -
Süleyman b. Davud el-Yemâmî - Yahya b. Ebî Kesir - Ebu Seleme - Ebu Hureyre
senediyle Allah Rasulü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu nakleder:
"Cennetin, Kuşluk
Kapısı adında bir kapısı vardır. Kıyamet günü olunca bir münâdi şöyle bağırır:
Nerede kuşluk namazına devam edenler? İşte kapınız! Allah'ın rahmetiyle girin o
kapıdan. "[836]
Tirmizî, el-Câmi' adlı
eserinde Ebu Kürayb Muhammed b. Alâ - Yunus b. Bükeyr - Muhammed b. İshak -
Musa b. Fülân - Amcası Sümâme b. Enes b. Mâlik - Enes b. Mâlik senediyle Allah
Rasulü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu nakleder:
"Kim kuşluk
namazını on iki rekât kılarsa, Allah onun için cennette altından bir köşk bina
eder."
Tirmizî diyor ki: Bu
hadis garîb bir hadistir. Yalnız bu yoldan biliyoruz. [837]
İmam Ahmed, bu konudaki en sahih hadis olarak Ümm-i Hânî hadisini görürdü.
Derim ki: Senedde geçen Musa b. Fülân, Musa b. Abdullah b. el-Müsennâ b. Enes
b. Mâlik'tir. (Enes b. Mâlik'in oğlu el-Müsennâ'nın oğlu Abdullah'ın oğlu
Musa'dır.)
Yine e/-Câmi'de Atıyye
el-Avfî'den Ebu Saîd el-Hudrî'nin şöyle dediğini nakleder: Allah Rasulü (s.a.)
kuşluk namazına o kadar devam ederdi ki; '"Arlık bırakmaz" derdik. O
kadar da terkederdi ki: "Artık kılmaz" derdik.[838]
lirmizî: "Bu hadis, hasen garîbtir'' diyor.
İmam Ahmed,
Müsned'inde Ebu'l-Yemân - İsmail b. Ayyaş - Yahya b. el-Hâris ez-Zimârî -
el-Kâsım - Ebu Ümâme yoluyla Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu
nakleder:
"Kim temizlenmiş
olarak farz bir namaza giderse, ona ihramh hacı sevabı verilir. Kim de kuşluk
nafilesine yürürse, umre yapmış sevabım alır. Aralarında bâtıl ve boş şey
yapılmayan bir namazın ardındaki bir namaz İlliyyîn'de yazılır." Ebu Ümâme
diyor ki: "Şu mescidlere sabah akşam gidip gelme Allah (c.c.) yolunda
cihaddır."[839]Hâkim'in
Ebu'l-Abbas -Muhammed b. İshak es-Sağânî - Ebu'l-Müverri' Muhâdır b.
el-Muverri' -el-Ahvas b. Hakîm - Abdullah b. Âmir el-Elhânî - Münîb b. Uyeyne
b. Abdullah es-Sülemî - Ebu Ümâme senediyle naklettiğine göre Allah Rasûlü
(s.a.) şöyle buyururdu:
"Kim sabah
namazını cemaatle bir mescidde kılar; sonra kuşluk vaktine kadar orada bekler;
sonra da ku$luk nafilesini kılarsa, o kimseye tam bir hac yahut umre yapmış kimsenin hac ve umresi
kendisine aittir. "[840]
sevabı gibi sevap
verilir. Yine onun İbn
Ebî Şeybe, Hatim b. İsmail - Humeyd b. Sahr el-Makburî -el-A'rac- Ebu Hureyre
(r.a.) senediyle i nakleder ki:
Hz. Peygamber (s.a.)
bir ordu gönderdi. Bu ordu büyük ganimet elde etti ve hızlı hamle yaptı. Bir
adam: "Ey Allah'ın Rasûlü (s.a.)! Bu ordudan daha hızlı hamle yapan daha
çok ganimet elde eden bir ordu hiç görmedik." dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.), "Size daha hızlı hamle yapan ve daha çok ganimet elde
edeni haber vereyim mi? Evinde güzelce abdest alıp sonra mescide yönelen ve orada
sabah namazını kılıp sonra bekleyip kuşluk namazını kılan kişi gerçekten hızlı
hamle yapmış ve çok ganimet elde etmiştir." buyurdu[841]
Bu konuda bunlardan
başka hadisler de vardır. Ancak bunlar en iyileri. Hâkim diyor ki: Güçlü hadis
otoriteleri ve hafızlardan bir grupla arkadaşlık ettim. Hepsinin de bu sayıyı
-yani dört rekâtı- tercih ettiklerini ve bu konudaki sahih haberlerin
mütevâtirliklerinden dolayı bu namazı dört rekât kıldıklarım gördüm. Nakledilen
haberlere uymak, hadis üstadlarınm yolundan gitmek için ben de bu görüşü
savunuyor ve ona çağırıyorum.
İbn Cerîr et-Taberî,
kuşluk namazı ve sayısının farklılığı konusunda Hz. Peygamber'e (s.a.) isnâd
olunan haberleri sıraladıktan sonra diyor ki: Bu hadisler içinde karşı tarafı
susturacak bir hadis yoktur. Çünkü mümkündür ki, dört rekât kıldığını nakleden
O'nu dört rekât kılarken görmüştür; başka birisi başka bir vakitte onun iki
rekât kıldığını görmüştür; bir başkası başka bir vakitte sekiz rekât kıldığını
görmüştür; daha başka
biri altı rekât kılınmasına teşvik ettiğini işitmiştir; diğer biri iki rekât,
bir başkası on rekât, daha başka biri de on iki rekât kılınmasına teşvik
ettiğini işitmiştir. Böylece herbiri gördüğünü, işittiğini haber vermiştir.
Sözümüzün doğruluğuna Zeyd b. Eslem'den naklolunan şu hadisi delil gösterebiliriz:
Zeyd b. Eşlem diyor ki: Abdullah b. Ömer'in Ebu Zerr'e "Amca, bana
tavsiyede bulun" dediğini, Ebu Zerr'in de ona: "Senin benden
istediğini ben de Allah Rasulünden (s.a.) istemiştim de bana şunları söyledi."
deyip şu hadisi naklettiğini işittim: "Kim iki rekât kuşluk namazı kılarsa,
gafiller içine yazılmaz. Dört kılan âbidler içine yazılır. Altı kılana o gün
hiçbir günah ilişmez- Sekiz kılan, halis kullar içine yazılır. On kılana Allah
cennette onun için bir ev bina[842]
Mücahid der ki: "Allah Rasûlü (s.a.)
kuşluk namazını bir gün iki rekât, bir gün dört rekât, bir gün altı rekât, bir
gün sekiz rekât kıldı, sonra terketti." Bu haber de, yukarıda adı geçen
herbir habercinin, kuşluk namazı konusunda görüp gözettiği kadarıyla haber
vermiş olması ihtimalinden sözetmemizin doğruluğunu ortaya koymuştur.
İş böyle olunca
doğrusu, dileyen dilediği sayıda kılabilir. Bu görüş seleften bir grup âlimden
de nakledilmiştir. İbn Humeyd bize, ona Cerîr, ona da İbrahim (en-Nehaî) haber
vermiştir ki, bir adam el-Esved'e: "Kuşluk namazını kaç rekât
kılayım?" diye sordu, o da: "Ne kadar istersen" cevabını verdi.
2- İkinci
grup: Bunlar kuşluk namazının kılınmamasi hadislerine bağlanmışlar ve bu
görüşü, hadislerin senedlerinin sıhhati ve de sahabenin bu hadislerin gereğince
amel etmiş olmaları yönünden tercih etmişlerdir. Bu-harî'nin İbn Ömer'den
naklettiğine göre bu namazı ne İbn Ömer'in kendisi, ne Ebu Bekir, ne de Ömer
kılardı. "Hz. Peygamber (s.a.) kılar mıydı?" sorusuna İbn Ömer:
"Hayır, zannettem" cevabını verdi.[843]
Vekî, Süfyân es-Sevrî
- Âsim b. Küleyb - babası Küleyb yoluyla Ebu Hureyre'nin: "Allah Rasulünün
(s.a.) kuşluk namazını yalnız bir gün kıldığını gördüm." dediğini
nakleder.[844]
Ali b.
el-Medinî'nin, Muaz b.
Muaz - Şu'be - Fudayl b. Fedâle -Abdurrahman b. Ebî Bekre yoluyla
nakline göre, Ebu Bekre, kuşluk namazını kılan bir grup insan gördü ve dedi
ki: "Siz ne Allah Rasulü (s.a.), ne de ashabının umumu tarafından kılman
bir namaz kılıyorsunuz!"'[845]
Muvatta'da. Mâlik -
İbn Şihâb (ez-Zührî) - Urve yoluyla Hz. Âişe'nin şöyle dediği nakledilir: Allah
Rasulü (s.a.) asla kuşluk nafilesi kırmamıştır. Ancak ben bu nafile namazı
kılarım. Allah Rasulü (s.a.) birtakım hayırlı işleri yapmak istediği halde
halk, onlarla amel ederse üzerlerine farz kılınır korkusuyla o hayır işlerini
bırakırdı.[846]
Ebu'l-Hasan Ali b.
Battal diyor ki: Seleften bir grup âlim Hz. Âişe hadisini kabul edip kuşluk
namazını caiz görmemekteler. Bir grup ise: "Bid'attir" diyor. Şa'bî,
Kays b. Ubeyd'in şöyle dediğini naklediyor: "Bütün sene boyunca İbn
Mes'ud'a gidip gelirdim. Ama kuşluk namazı kıldığını görmedim."
Şu'be'nin, Sa'd b. İbrahim yoluyla Sa'd'm babası İbrahim'den naklettiğine
göre, Abdurrahman b. Avf kuşluk namazını kılmazdı. Mücâhid anlatıyor: Ben ve
Urve b. Zübeyr mescide girdik. Baktık, İbn Ömer, Hz. Âişe'nin odası yanıbaşmda
oturuyor. Halk ise mescidde kuşluk namazı kılıyor. İbn Ömer'e onların namazını
sorduk: "Bid'attir." dedi. Bir keresinde de "Ne güzel bid'at!"
dedi.[847]
Şa'bî diyor ki: İbn
Ömer'in "Müslümanların ortaya çıkardıkları bid'at namazlar içinde kuşluk
namazından daha faziletlisi yoktur." Enes b. Mâlik'e kuşluk namazını
sordular "Namazlar beştir" cevabını verdi.[848]
3- Üçüncü
grup: Kuşluk namazının ara sıra kılınmasının müstehab olduğunu, dolayısıyla
bazı günlerde kılınabileceği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bu görüş Ahmed'den
nakledilen iki görüşten biridir. Taberî, bu görüşte olan bir grup âlimin
ismini sıralamış ve demiştir ki: Delil olarak Cürey-rî'nin Abdullah b.
Şakîk'ten naklettiği hadisi ileri sürmüşlerdir. Abdullah b. Şakîk diyor ki: Hz.
Âişe'ye: "Allah Rasulü (s.a.) kuşluk namazı kılar Taberî sonra Ebu Sâid'in
şu sözünü veriyor: Allah Rasulü (s.a.) kuşluk namazına o kadar devam ederdi
ki; "Artık bırakmaz." derdik. O kadar da terkederdi ki; "Artık
(bir daha) kılmaz." derdik. Bu hadis yukarıda geçti. Sonra Taberî diyor
ki: Seleften bu namazı kılanların bu şekil kıldıkları nakledilmektedir. Şu'be,
Habîb b. Şehid'ten naklen İkrime'nin: "İbn Abbas, kuşluk namazını bir gün
kılar, on gün terkederdi." dediğini rivayet etmektedir. Yine Şu'be'nin
Abdullah b. Dinar'dan naklettiğine göre İbn Ömer kuşluk namazı kılmazdı. Kubâ
mescidine gelince kılardı. Kubâ mescidine ise her cumartesi gelirdi. Süfyân,
Mansûr'un: "Kuşluk namazına farz namaz gibi devam etmeyi (sahabîler)
mekruh görürlerdi. Onlar hem kılar, hem terk ederlerdi." dediğini
nakleder. Saîd b. Cübeyr diyor ki: "Üzerime farz olduğunu zannedebileceğim
korkusuyla çok arzu ettiğim halde kuşluk namazını terkederim," Mesrûk
anlatıyor: "Biz mescidde okurduk. İbn Mes'ûd .kalkıp gittikten sonra
mescidde kalır, sonra ayağa kalkar kuşluk namazı kılardık. Bu durum İbn
Mes'ûd'un kulağına gitti. Bunun üzerine: Allah'ın kullarına, Allah'ın
yüklemediği şeyleri neden yüklüyorsunuz?! Eğer ille de kılacaksamz evlerinizde
kılın, dedi." Ebu Miclez, kuşluk namazını evinde kılardı.
Bunlar diyorlar ki:
Böyle olması herhangi bir kimsenin, ona devam suretiyle farz yahut devamlı
(müekked) sünnet olduğu kuruntusuna kapıl-maması için daha uygundur. Bu yüzden
Hz. Âişe "Benim için anam ve babam kabirlerinden çıkarılsalar yine de bu
namazı terketmem." demiştir.[849]
Çünkü Hz. Âişe bu namazı halkın göremeyeceği bir yerde, evinde kılardı.
4- Dördüncü
grup: Bunlar, bir sebebe bağlı olarak kılınır; Hz. Peygamber (s.a.) de bu
namazı bir sebebe dayalı olarak kılmıştır, görüşünü ileri sürüyorlar. Diyorlar
ki: Hz. Peygamber'in (s.a.) Fetih günü sekiz rekât kuşlukta namaz kılması
yalnız Fetih sebebiyledir. Fetih vaktinde sekiz rekât namaz kılmak Fethin
sünnetidir. Komutanlar bu namaza "Fetih Namazı" derler. Taberî,
Tarih'inde Şa'bî'nin şöyle dediğini nakleder: Ha-lid b. Velîd, Hîre'yi
fethedince selâm vermeden sekiz rekât Fetih namazı kıldı. Sonra yerinden
ayrıldı.
Diyorlar ki: Ümm-i
Hânî: "O vakit kuşluktu" sözüyle bu namazın kılınışının kuşluk vakti
olduğunu kastediyor; kuşluk bu namazın ismidir anlamını kasdetmiyor. Hz. Peygamber'in (s.a.) Itbân b.
Mâlik'in evinde kıldığı namaz da yine ancak bir sebebe bağlıydı. Çünkü Itbân,
ona: "Gözlerimde hayır kalmadı. Benimle kabilemin mescidi arasına seller
giriyor. Gönlüm isterdi ki, gelip evimde namaz kıldırsan da, senin namaz
kıldırdığın yeri mescid edineyim." demiş, Hz.Peygamber (s.a.) de:
"înşaallah isteğini yaparım." demişti. Itbân der ki; Ertesi sabah
Allah Rasulü (s.a.) yanında Ebu Bekir ile gün ilerlediği bir vakitte bana
geldi. Hz. Peygamber (s.a.) eve girmek için izin istedi, ben-de ona izin
verdim. Oturmadan: "Evinin neresinde namaz kılmamı istersin?" diye
sordu. Kılmasını istediğim yeri ona gösterdim. Bunun üzerine namaza durdu. Biz
de arkasında saf olduk. Namaz kılıp selâm verdi. O selâm verince biz de selâm
verdik. Hadis, Buharı ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir[850]
Bu namazın aslı,
hikâyesi ve Buharı' nin rivâyetindeki lafzı işte böyle. Itbân'dan
nakledenlerden biri bu lafzı kısaltıp: "Allah Rasulü (s.a.) evimde kuşluk
nafilesini kıldı. Arkasına bir cemaat durdu, onlar da namaz kıldılar"
şekline çevirdi.
Hz. Âişe'nin:
"Allah Rasulü (s.a.) seferden dönmesi dışında kuşluk namazı kılmazdı."
sözü, Hz. Peygamber'in (s.a.) bu namazı ancak bir sebebe bağlı olarak
kıldığını gösteren en açık delillerdendir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) seferden
dönünce ilk önce mescidden başlar, orada iki rekât namaz kılardı[851]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) tutumu işte böyleydi. Hz. Âişe hem onu, hem bunu haber vermiştir. Aynı
zamanda: "Allah Rasulü (s.a.) asla kuşluk namazı kılmamıştır." diyen
de odur.
Hz. Âişe'nin müsbet
(olumlu) rivayeti, sefer ve fetihten dönüş, bir kabileyi ziyaret gibi-bir
sebeple Hz. Peygamber'in (s.a.) bu namazı kıldığını göstermektedir. (İbn
Ömer'in) Kubâ mescidine gelmesi de, aynı şekilde orada namaz kılmak içindir. Şu
rivayet de böyledir: Yusuf b. Ya'kûb'un Muhammed b. Ebu Bekir - Seleme b. Recâ
yoluyla rivayetine göre eş-Şa'sâ: "Ebu CehlMn başının kesildiği müjdesi
verildiği gün İbn Ebî Evfâ'nm iki rekât kuşluk namazı kıldığını gördüm"
demiştir. Şayet bu olay sahih ise bu namaz fetih için kılınan şükür namazı gibi
kuşluk vaktine rastlayan bir şükür namazıdır.
Hz. Âişe'nin menfî
rivayeti ise halkın yaptığı şekildir ki, bir sebebe bağlı olmaksızın bu namazı
kılıyorlar. O: "Bu mekruhtur. Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetine
aykırıdır." dememiştir. Fakat bu namazın sebepsiz kılınması Hz.
Peygamber'in (s.a.) tavrı değildir. Ama kılınmasını tavsiyeJ teşvik ve arzu
etmiştir. Kendisi ise gece namazı kıldığı için bu namazdan] müstağni kalırdı.
Çünkü gece kıldığı (teheccüd) namazı buna gerek bırak-f mazdı. Kuşluk namazı
teheccüd namazına bedel gibidir. Allah (c.c.) buyuı ruyor ki: "Gece ile
gündüzü tefekkür etmek yahut şükretmek isteyen içil (birbirine) bedel kılan
O'dur."[852] İbn Abbas, el-Hasan ve
Katâde bu âyeİ tin tefsirinde diyorlar ki: Birini diğerinin yerine geçecek
şekilde bedel ve" halef yaptı. İkisinden birisinde yapacağı bir ameli
yapmayıp kaçıran kimse diğerinde kaza eder.
Katâde der ki: Şu gece
ile gündüzde hayır işlerinizden Allah için yapacaklarınızı yapın. Çünkü gece
ile gündüz, insanları ecellerine ulaştıran, her uzağı yakın eden, her yeniyi
eskiten, her va'dolunam kıyamet gününe getiren bineklerdir.
Şakîk anlatıyor: Bir
adam Ömer İbnü'l-Hattâb'a (r.a.) gelip: "Bu gece namazı kaçırdım."
dedi. Hz. Ömer (r.a.) ona şöyle dedi: "Gecende kaçırdığına gündüzünde
ulaş. Çünkü Allah (c.c.) gece ile gündüzü tefekkür etmek yahut şükretmek
isteyen için birbirine bedel kılmıştır."
Diyorlar ki: Sahabenin
-Allah onlardan razı olsun- davranışı da bunu göstermektedir. Çünkü îbn Abbas
bir gün kılar, on gün terkederdi. İbn Ömer kılmazdı. Kubâ mescidine gelince
kılardı; oraya ise her cumartesi gelirdi. Süfyân, Mansûr'un "Kuşluk
namazına farz namaz gibi devam etmeyi (sahabîler) mekruh görürlerdi. Onlar hem
kılar, hem terkederlerdi." dediğini nakleder.
Diyorlar ki: Enes'ten
nakledilen şu sahih hadis de bu kabildendir: En-sâr*dan bir adam şişmandı. Hz.
Peygamber'e (s.a.) "Ben seninle namaz kılmaya gelemiyorum." dedi. Bu
zât Hz. Peygamber (s.a.) için yemek yapıp evine davet etti. Hz. Peygamber'in
(s.a.) namaz kılması için bir hasırın kenarına su serpip (yere yaydı). Hz.
Peygamber (s.a.) o hasır üzerinde iki rekât namaz kıldı. Enes diyor ki: "O
günden başka Hz. Peygamber'in (s.a.) kuşluk kıldığını görmedim." Hadisi
Buharı rivayet etmiştir.[853]
Bu merfû' hadisler ve
sahabe âsârı üzerinde düşünen kimse, bunların yalnızca bu görüşe delil
olduklarını görür. Teşvik ve tavsiye hadislerine telince, bunların —Ebu Hureyre
ve Ebu Zer hadisleri gibi— sahih olanları bu namazın herkes için müekked
(devamlı) sünnet olduğuna delil olmazlar. Ebu Hureyre'ye bu namazı tavsiye
etmiştir. Çünkü nakledildiğine göre Ebu Hureyre, gece hadis çalışmayı namaza
tercih ederdi. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.) ona gece namazına bedel kuşluk
namazını emretmiştir. Bundan dolayı ona vitir namazını kılmcaya kadar
uyumamasını emretmiş, ama Ebu Bekir, Ömer ve sahabîlere emretmemiştir. [854]
Konunun hadislerinin
isnâdları hakkında söz edilmiştir. Kiminin isnadı munkatı' kimininki ise
uydurmadır, kendisiyle istidlal helâl değildir. Meselâ, Enes'ten merfû' olarak
rivayet edilen şu hadis gibi: "Kim kuşluk namazına devam eder, özürsüz
kesmezse, o kimse nurdan bir denizde, nurdan bir kayık içinde benimle birlikte
olur." Bu sözü, Zekeriyya b. Düveyd el-Kindî, Humeyd'e isnâd ederek hadis
diye uydurmuştur.
Ya'lâ b. Eşdak'ın
Abdullah b. Cerrâd'dan naklettiği: "Sizden kim kuşluk namazını kıîacaksa
mütezellil bir vaziyette kılsın. Çünkü kişi bu namazı bir sene boyunca kılar,
sonra unutur, terkeder. Artık o namaza dişi devenin kaybettiği yavrusuna
duyduğu özlem gibi bir özlem duyar."hadise gelince; hayret doğrusu! Hâkim
nasıl oluyor da bu ve emsali hadislerle istidlal edebiliyor?! Zira bu hadisi
kuşluk namazına ayırdığı bir kitapta rivayet ediyor. Oysa Ya'lâ b. Eşdak'ın bu
nüshası, Hz. Peygamber (s.a.) adına uydurulmuş düzmece bir nüshadır. İbn Adiyy
diyor ki: Ya'lâ b. el-Eşdak, amcası Abdullah b. Cerrâd yoluyla Hz.
Peygamber'den (s.a.) pek çok münker hadis rivayet etmiştir. O ve amcası bilinen
kimseler değillerdir. Kulağıma kadar geldiğine göre Ebu Müshir demiş ki: Ya'lâ
b. Eşdak'a: "Amcan Allah Rasulünün (s.a.) hadislerinden neler işitti?"
diye sordum; "Süfyân'm Cami'ini, Mâlik'in Muvatta'ım ve Fevâid'den bir
bölüm." cevabını verdi. Ebu Hatim b. Hibbân der ki: Ya'lâ, Abdullah b.
Cerrâd ile buluştu. Yaşlanınca dinsizler etrafında toplandı, onun adına iki yüz
kadar hadis uydurdular. O da bilmeden bu hadisleri rivayet etmeye başladı. Ona
arkadaşlarımızın ileri gelenlerinden biri: "Abdullah b. Cerrâd'dan ne
işittin?" diye sorduğunda "Bu nüshayı ve Süfyân'ın Câmi'mi"
cevabını verdi. Herhalükârda ondan rivayet helâl olmaz.
Ömer b. Subh'un Mukâtil
b. Hayyân'dan naklettiği Hz. Âişe'nin yukanda geçen: "Allah Rasulü (s.a.)
kuşluk namazını on İki rekât kıldı." hadisi, Hâkim tarafından
Salâtu'd-Duhâ adlı kitapta zikredilen uzun bir hadis olup uydurmadır.
Uydurmakla itham edilen kişi, Ömer b. Subh'dur. Buharı diyorki: Yahya bana AH
b. Cerîr'in şöyle dediğini haber verdi: Ömer b. Subh'un: "Hz. Peygamber'in
(s.a.) hutbesini ben uydurdum" dediğini işittim.
Önün hakkında İbn
Adiyy: "münkeruM-hadis", İbn Hibbân "Sika râvîlere nisbet
-'derek hadis uydururdu. Onun hadislerini yazmak, taaccüb ederek yazma dışında
helâl olmaz.", Dârakutnî: "metruk" ve el-Ezdî: "Yalancı =
kezzâb" demiştir.
Yine Hâkiirfin,
Abdülaziz b. Ebân -es-Sevrî- Haccâc b. Furâfisa-Mekhül- Ebu Hureyre senediyle
Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbet ederek naklettiği: "Kim kuşluk nafilesine
devam ederse günahları affolunur; çekirge sayısınca ve deniz köpüğünden daha
çok olsa bile" hadisi de böyledir. Seneddeki Abdülazîz hakkında İbn
Nümeyr: "O yalancıdır", Yahya; "Hiçtir. Pis bir yalancıdır,
hadis uydurur."; Buharî, Nesâî ve Dârakutnî: "Metrüku'l-hadîs -
Rivayet ettiği hadis bırakılır." demişlerdir.
en-Nehhâs b. Kahm
—-Şeddâd— Ebu Hureyre yoluyla Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbet edilerek rivayet
edilen: "kim çift rekât kuşluk namazına devam ederse, günahları affolunur;
denizin köpüğünden çok olsa bile" hadisi[855] de
böyledir. en-Nehhâs hakkında Yahya: "Bir hiçtir, zayıftır. Atâ yoluyla İbn
Abbas'tan pek çok münker şey rivayet ederdi.", Nesâî: "Zayıftır",
İbn Adiyy: "Hiçbir şeyin dengi değildir", İbn Hibbân: "Meşhurlardan
münker rivayetlerde bulunur, sika râvilere aykırı düşerdi. Onu delil almak caiz
değildir" ve Dârakutnî: "Muztaribu'l-hadis = Naklettiği hadisler
muztaribtir. Yahya el-Kattân onu bırakmıştır." diyor.
Humeyd b. Sahr
-el-Makburî- Ebu Hureyre senediyle yukarıda geçen: "Allah Rasûlü (s.a.)
bir ordu gönderdi..." hadisine gelince; buradaki se-nedde geçen Humeyd'i,
Nesâî ile Yahya b. Maîn zayıf saymış, diğerler ise sika kabul etmişlerdir.
Humeyd'in bazı hadisleri münker bulunmuştur. Bu şahıs, tek kaldığında
kendisiyle istidlal edilmeyecek biridir. En iyi bilen Allah'tır.
Muhammed b. İshak
-Musa- Abdullah el-Müsennâ -Enes- Enes'in amcası Sümâme senediyle rivayet
edilen: "Kim kuşluk namazını kılarsa, Allah onun için cennette altından
bir köşk bina eder." hadisi ise garîb hadislerdendir. Tirmizî bu hadis
hakkında: "Bu hadis garîbdir. Yalnız bu yoldan biliyoruz." diyor.
Nuaym b. Hemmâr'ın
rivayet ettiği: "Ey Âdemoğlu! Gündüzün evvelinde benim için dört rekât
namaz kılmaktan geri durma, sonunda sana gelecek zararlardan seni
koruyayım." hadisi ile yine aynı şekilde Ebu'd-Derdâ ve Ebu Zer hadisleri
hakkında Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin: "Hadiste geçen bu dört rekât bence
sabah namazının farzı ve sünnetidir." dediğini işittim. [856]
Bir felâket atlatılır
yahut sevinilecek yeni bir durum ortaya çıkarsa gerek Hz. Peygamber (s.a.),
gerekse ashabı şükür secdesi ederlerdi. Nitekim Müsned'âe Ebu Bekre'den
nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), sevinç verecek bir durum ortaya
çıktığında Allah Teâlâ'ya şükür için yerlere kapanır, Allah'a secde ederdi.[857]
İbn Mâce'nin Enes'ten
naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) bîr ihtiyacının görüldüğü müjdesini
almca Allah'a secde ederdi."[858]
Buharî'nin hadis alma
şartlarını taşıyan bir senedle Beyhakî naklediyor: Hz. Ali (r.a.)> Hz.
Peygamber'e (s.a) Yemen'deki Hemdân kabilesinin müslüman olduğunu yazınca Hz.
Peygamber (s.a.) secdeye kapandı, sonra başını kaldırarak: "Hemdanhlara
selâm! Hemdanldara selâm!" dedi. Hadisin başı Buharî'nin Sahih'inde de
nakledilmiştir.[859]
Buraya aldığımız hadis ise Beyhakî tarafından senediyle rivayet edilen hadisin
tamamıdır.[860]
Müsned'de Abdurrahman
b. Avf'dan nakledilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.), Rabbi katından:
"Senin için dua edene tsalavât getirene) rahmeî ederim. Sana selâm verene, selâm ederim"
müjdesini alınca şükür secdemi etti.'[861]
Ebu Davud, Sünen'inde
Sa'd b. Ebî Vakkâs'tan naklediyor: Hz. Peygamber (s.a.) ellerini kaldırdı, bir
saat kadar Allah'a dua edip bazı isteklerde bulundu. Sonra üç kere secde etti
ve ardından buyurdu: "Rabbime dua ettim, ümmetim için şefaat ettim. Bana
ümmetimin üçte birini verdi. Rabbime şükür için secde ederek yerlere kapandım.
Sonra başımı kaldırdım, yine Rabbimden ümmetimi istedim. Bana ikinci üçte biri
verdi. Bunun üzerine Rabbime şükür için secde ederek yerlere kapandım. Sonra
ba->ımı kaldırdım; Rabbimden ümmetimi istedim. Bana diğer üçte biri de verdi. Bunun üzerine yerlere kapanıp Rabbime secde
ettim."[862]
Buharî nakleder ki,
Kâ'b b. Mâlik (r.a.), Allah'ın tevbesini kabul ettiği müjdesini alınca secde
etmişti.'[863]
Ahmed b. Hanbel
(Müsned'de), Hz. Ali'nin (r.a.), Zü's-Südeyye'nin cesedini sa\aşta ölen
Haricîler arasında bulduğunda secde ettiğini anlatır.[864]
Saîd b. Mansur da Hz.
Ebu Bekir Sıddîk'ın (r.a.) (yalancı peygamber) Müseyleme'nin öldürüldüğü haberi
gelince secde ettiğini zikreder.[865]
Hz. Peygamber {s.a.)
bir secde âyetiyle karşılaştığında tekbir alır, secde ederdi. Secdede bazan:
"Yüzüm secde
etti, güç ve kudretiyle kendi-,ini yaratan, şekillendiren, göz-kulak veren
Allah'a" duasını okurı[866] ve
bazan da:
"Allah'ım! Bu
secdeme karşı bir günahımı sil, benim adıma bir sevap yaz ve onu kendi katında
muhafaza et. Kulun Davud'dan kabul buyurduğun gibi benden de kabul buyur."
duasını okurdu.[867] Her
iki duayı da Sünen sahipleri zikretmişlerdir.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bu secdeden kalkmak için tekbir aldığı nakle-dilmemiştir. Bundan dolayı
el-Hırakî ve (hanbelî mezhebinin) ileri gelen ilk devir âlimleri bundan
bahsetmemişlerdir. Yine Hz. Peygamber'in (s.a.! bu secdede ne tahiyyat okuduğu,
ne de selâm verdiği nakledilmiştir. İmam Ahmed b. Hanbeî ve İmam Şafiî bu
secdede selâm bulunduğunu reddetmişlerdir. Hatta İmam Şafiî'nin açık
ifadesince ne tahiyyat okumak vardır, ne de selâm vermek. İmam Ahmed:
"Selâm vermeye gelince, nedi: bilmiyorum." demiştir. Aksine bir şey
söylenilmemesi gerekli olan doğru görüş budur.
Hz. PeygamberMn (s.a.)
"Secde (32/15), Sad (38/24), Necm (53/62), 'înşikâk (84/21) ve Alâk
(96/19)" sûrelerinde secde ettikleri sahih olarak nakledilmiştir.
Ebu Davud'un nakline
göre Hz. Peygamber (s.a.), Amr b. el-As'a iüçü mufassalda[868],
ikisi Hac sûresinde olmak üzere 15 secde âyeti okutmuştur.[869]
hbu'd-Derdâ tarafından
rivayet edilen: "Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte 11 yerde secde ettim,
bunların arasında mufassaldan hiçbir sûre yok-ıu. Onlar da: A'râf (7/205) Ra'd
(13/15), Nahl (16/49), İsrâ (17/107), Meryem (19/58), Hac (22/18), Furkân
(25/60), Nemi (27/25), Secde (32/15), Sad (38/24), Fussilet (41/37) sûreleri idi"
hadisi hakkında Ebu Davud: "Ebu'd-Derdâ, Hz. Peygamber'den (s.a.) 11 secde
âyeti nakletti. Bu rivayetin senedi vâhid - çürüktür" dedi.[870]
"Hz. Peygamber
(s.a.), Medine'ye taşındıktan beri mufassal sûrelerde secde etmemiştir"
şeklinde, Ebu Davud'un İbn Abbas'tan (r.anhüma) naklettiği hadis ise zayıftır.[871]
Senedinde, rivayet ettiği hadis delil teşkil etmez biri olan Ebu Kudâme
el-Hâris b. Ubeyd vardır. Onun hakkında İmam Ahmed: "Ebu Kudâme'nin
naklettiği hadis muztaribtir"; Yahya b. Maîn "zayıftır"; Nesâî:
"sadûktur = doğru biridir, münker rivayetlerde bulunur"; Ebu Hatim
el-Büstî de: "Salih bir râvi olmakla beraber vehmi çok olanlardandı"
demiştir. İbnü'l-Kattân ise hadisi, Matar el-Verrâk'tan dolayı illetli bulmuş
ve onun hakkında: "Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Leylâ, hafıza zayıflığı
(sû-i hıfz) konusunda ona benzerdi. Bu yüzden onun hadisini kitabına alması,
Müslim için kusur sayılmıştır" demektedir.
Onun rivayet ettiği
hadisi almış olması Müslim için kusur sayılmaz. Çünkü o, sika râvinin yanlışlık
yaptığını bildiği hadisleri almayıp terkettiği gibi böyle (hafıza zayıflığı
olan) râvinin de, ezberleyip iyi muhafaza ettiğini bildiği hadisleri süzüp
kitabına almıştır. Bu yüzden burada hem sika râvi tarafından rivayet edilmiş
olup da onun kitabına almadığı bütün hadisleri toplayanlar hem de hafıza
zayıflığı bulunan (seyyiu'1-hıfz) râvinin naklettiği bütün hadisleri zayıf
sayanlar (yanılmışlardır). Bu iki yoldan birincisi Hâkim ve emsalinin, ikincisi
ise Ebu Muhammed İbn Hazm ve benzerlerinin yoludur. Müslim'in yolu İse bu
sahanın imamlarının yoludur. Kendisinden yardım dilenecek yalnız Allah'tır.
Ebu Hureyre'nin Hz.
Peygamber (s.a.) ile beraber Alâk ve 'İnşikâk sürelerinde secde ettiği
kendisinden sahih senedle nakledilmiştir.[872] Ebu
Hu-reyre, Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye hicretinden altı veya yedi yıl sonra
müslüman olmuştur. İki hadis her yönden çelişse ve sahihlik bakımından
birbirine karşı koysalar bu durumda Ebu Hureyre'nin naklettiği hadisin öne
alınması belirginlik kazanır. Çünkü o, İbn Abbas'a gizli kalan fazladan bir
bilgiye sahip olma yanında bir de isbat edici durumdadır..Hem de Ebu Hureyre
hadisi, sıhhatinde görüş birliğine varılmış son derece sahih bir hadistir. İbn
Abbas hadisi ise zayıf mı zayıf! Allah en iyi bilendir. [873]
Buharı ve Müslim'in
Sahihlerinde, Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurdukları naklolunmaktadır:
"Bizler (diğer semavi din mensublarına göre) en sonra gelenleriz; kıyamet
günü ise en başa geçecek ilkleriz. Şöyle ki, bizden öncekilere kitap
gönderildi. Ardından onlar, Allah'ın kendilerine/arz kıldığı gün, bu (cuma
günü) iken, bu konuda görüş ayrılığına düştüler (de başka günleri takdis
ettiler). Allah bugünü tayin edip bizi doğruya ulaştırdı. Artık bu meselede
insanlar bize uymuştur. Yahudilerin (ibadet günü) yarın, hıristiyanlarınki ise
öbür gündür. "[874]
Müslim Sahih'mâe Ebu
Hureyre (r.a.) ve Huzeyfe'den (r.a.) rivayet eder ki, Hz. Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmuşlardır: "Allah, bizden öncekileri cumadan şaşırttı.
Yahudilerin özel günü cumartesi, hıristiyanlarınki ise pazar oldu. Derken
Allah, bizi dünyaya getirdi ve bize cuma gününü gösterdi. Böylece cuma,
cumartesi, pazar günlerini (ibadet günü) kılmış oldu. İşte bu şekilde onlar
kıyamet günü yine bizim peşimizden geleceklerdir. Bizler en son gelen
dünyalılarız. Kıyamet günü en başta gelen bizler olacağız. Herkesten önce
lehine hüküm verilenler bizler olacağız. "[875]
Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'inde ve Sünen kitaplarında Evs b. Evs yoluyla Hz. Peygamber'den (s.a.) şu hadis
naklolunmaktadır: "Günlerinizin en faziletli olanlarından biri de cuma
günüdür. Allah Âdem'i o gün yarattı. Âdem'in ruhu o gün alındı. Sûr'a o gün
üflenecek ve o gün kıyamet kopacaktır. Bu sebeple o gün bana çok salât ü selâm
gönderiniz. Çünkü salât ü selâmlarınız bana arzolunur." Sordular:
—Ey Allah'ın Rasûlü!
Sen çürümüşken bizim salât ü selâmlarımız sana nasıl arzolunur?
Şu cevabı verdi:
"Şüphesiz Allah,
yere, peygamberlerin cesedlerini yemeyi haram etmiştir." Ayrıca bu hadisi
Hâkim Müstedrek\t, İbn Hibbân da Sahihimde rivayet etmiştir[876]
Tirmizî Sünen'inde Ebu
Hureyre'den Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı cuma günüdür. O gün Allah,
Âdem'i yaratmıştır. Âdem o gün cennete konulmuş ve yine o gün çıkarılmıştır.
Kıyamet de cumadan başka bir günde kopmayacaktır." Tirmizî "Bu hadis
hasen-sahîhtir" demiş, Hâkim ise sahih hükmünü vermiştir.[877]
Yine Müstedrek'te, Ebu
Hureyre'den merfû yolla (Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbet edilerek) şu hadis
nakledilmektedir: "Günlerin efendisi, cuma günüdür. Âdem o gün yaratılmış,
o gün cennete konulmuş ve o gün cennetten çıkarılmıştır. Kıyamet de cumadan
başka bir günde kopmayacaktır.[878]
İmam Mâlik, Muvatta
adlı eserinde Ebu Hureyre'den aktardığı şu hadisi kaydeder: "Üzerine
güneş doğan günlerin en hayırlısı cuma günüdür. Âdem o gün yaratılmış, o gün
(yeryüzüne) indirilmiş, o gün tevbesi kabul edilmiş ve o gün vefat etmiştir.
Kıyamet o gün kopacaktır. Cinler ve insanlar dışında bütün yaratıklar cuma günü
mutlaka tanyeri ağardıktan gün doğuncaya kadar, kıyamet belki bugün kopar
korkusuyla kulak kabartırlar. O gün içinde öyle bir saat vardır ki, müslüman
bir kul namaz kıldığı halde o saate rastlar da Allah'tan bir şey dilerse
muhakkak Allah, onun dileğini yerine getirir." Ebu Hureyre sözlerine
devamla şu olayı anlatıyor: Kâ'b (el-Ahbâr): "Bu, her senede bir
gündür" dedi. Ben: "Hayır, her cumadır" dedim. Bunun üzerine
Kâ'b gitti Tevrat'ı okudu ve: "Allah Rasûlü (s.a.) doğru söylemiş"
dedi. Bu olaydan sonra Abdullah b. Selâm'Ia karşılaştım. Ona, Kâ'b'la görüşmemi
anlattım. îbn Selâm: "O saatin hangi saat olduğunu biliyorum." dedi.
"Öyleyse bana söyle" dedim. "Cuma günü içindeki en son
saattir" dedi. "Nasıl olur? Hz. Peygamber (s.a.): Müslüman bir kul
namaz kıldığı halde ona rastlarsa... buyurdular; bu (en son) saatte ise namaz
kılınmaz" diye itiraz ettim, tbn Selâm: "Hz. Peygamber (s.a.): Namaz
kılmak için bir yere oturup bekleyen kişi, namaz kılıncaya kadar namazdadır,
buyurmadılar mı?" diye karşılık verdi.[879]
İbn Hibbân da
Sahihinde merfû olarak şu hadis-i şerifi naklediyor: "Güneş, cuma gününden
daha hayırlı bir gün üzerine doğmamıştır. "[880]
İmam Şafiî'nin
Müsned'inde Enes b. Mâlik'den (r.a.) rivayet edilen şu hadis yer almaktadır:
Enes diyor ki: Cibril (a.s.), Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi. Elinde beyaz bir
ayna ve aynada (siyah) bir nokta vardı. Hz. Peygamber (s.a.) sordu:
—Bu nedir? Cibril
cevap verdi:
—Bu, cuma günüdür. Sen
ve ümmetin bu günle taltif olundunuz. İnsanlar, yahudi ve hıristiyanlar bu
günde size uymuşlardır. Bu günde sizin için hayır vardır. Bu günde bir ân
vardır ki, inançlı bir kul o anda" Allah'a dua edip hayır dilerse,
muhakkak duası kabul olunur. Biz bugüne "Mezîd =
Bereketli gün" diyoruz.
Hz. Peygamber (s.a.):
—Ey Cibril! Mezîd
günü, ne demektir? diye sordu.
—Rabbin, Firdevs
cennetinde, içinde miskten tepecikler bulunan çok geniş bir vadi yarattı. Cuma
günü olunca Allah (c.c.) meleklerinden dilediği kadar indirir. (Vadinin)
etrafında, üzerlerinde peygamberlerin oturakları bulunan nurdan minberler
vardır. Allah bu minberleri yakut ve zeberced-lerle süslü altın minberlerle
kuşatmıştır; bunların üzerlerinde de şehitler ve siddıklar bulunmaktadır.
Peygamberlerin arkasından şehidler ve sıddik-lar o tepeciklere otururlar. Allah
(c.c), onlara hitaben buyurur ki: "Ben, sizin Rabbinizim. Ben size olan
va'dimi tuttum. Şimdi benden isteyin iste-yebildiğinizi, vereyim." Onlar
da cevaben: "Rabbimiz! Biz, Senin rızanı istiyoruz." derler. Bunun
üzerine Allah (c.c): "Ben, sizden razıyım. İstediğiniz her şey sizindir.
Benim katımda dahası var." buyurur. Onlar da cuma gününü, bu günde Rableri
kendilerine hayırlar ihsan ettiği için severler... İşte bu gün, yüceler yücesi
Rabbinin (c.c), Arş üzerine istiva ettiği gündür. O gün Âdem'i yarattı. Kıyamet
de o gün kopacaktır.[881]
İmam Şafiî, bu hadisi
şu senedle rivayet etmiştir: İbrahim b. Muham-med - Musa b. Ubeyde -
Ebu'l-Ezher Muâviye b. İshak b. Talha - Abdullah b. Ubeyd - Umeyr b. Enes.
Sonra Şafiî diyor ki:
İbrahim, Ebu İmrân İbrahim b. el-Ca'd'dan, o da Enes'ten buna benzer bir hadis
nakletmektedir.'[882]
İmam Şafiî, bu üstadı
İbrahim hakkında iyi düşünürdü. Fakat İmam Ahmed b. Hanbel (r.h.) onun
hakkında: Mutezilîdir, cehmîdir, kaderidir... Onda her belâ vardır"
demiştir.
Bu hadisi ayrıca
Ebu'l-Yemân el-Hakem b. Nâfi, Safvân'dan, o da Enes'ten, Enes de: Hz. Peygamber
(s.a.) buyurdular ki: "Cibril, bana geldi..." şeklinde hadisi
nakletmektedir.
Muhammed b. Şuayb da,
Gufra'nm âzâdü kölesi Ömer yoluyla Enes'ten nakletmektedir.
Ebu Zahye de Osman b.
Umeyr yoluyla Enes'ten rivayet etmektedir.
Ebu Bekir b. Ebî
Davud, bu hadisin bütün rivayet yollarım bir araya toplamıştır.
Ahmed b. Hanbel,
Müsned'inde Ali b. Ebî Talha yoluyla Ebu Hurey-re'den şu hadisi rivayet ediyor:
Hz. Peygamber'e (s.a.) birisi sordu: "Niçin bu güne cuma adı
verildi?" Efendimiz (s.a.) buyurdular: "Çünkü o günde baban Âdem'in
çamuruna şekil verildi. Bütün canlılar o gün ölecektir. Yeniden diriliş o
gündür. Allah'ın yakalaması o gündür. O günün sonunda üç saat vardır ki,
bunlardan birinde Allah'a dua edenin duası kabul olu-
nur.[883]
Hasan b. Süfyân
en-Nesevî[884] Müsned'mûe, Ebu Mervân
Hişâm b. Hâlid el-Ezrak-Hasan b. Yahya el-Huşenî-Gufra'nın âzâdlı kölesi Ömer
b. Abdillah-Enes b. Mâlik zinciriyle rivayet eder ki Enes, Hz. Peygamber'-in
(s.a.) şöyle buyurduğunu işitmiş: "Elinde, ortasında siyah bir benek
bulunan beyaz ayna şeklinde bir şeyle Cibril, bana geldi. Sordum:
—Ey Cibril! Bu nedir?
Cevap verdi:
—Bu, Cumadır. Senin
için ve senden sonra da ümmetin için bayram olsun diye bunu sana getirmekle
görevlendirildim.
—Ey Cibril! O günde
bizim için ne var?
—O gün sizin için
pekçok hayır vardır. Sizler, en sonra gelenlersiniz. Kıyamet günü ise siz başa
geçeceksiniz. O günde bir saat vardır ki, müslü-man bir kul o saatte namaz
kılar, Allah'tan herhangi bir şey dilerse, mutlaka Allah ona dilediğini verir.
—Ey Cibril! Öyleyse bu
siyah nokta nedir?
—Bu, cuma günündeki
bir saattir. Cuma, günlerin efendisidir. Biz, ona "Mezîd Günü" deriz.
—Ey Cibril! Mezîd Günü
ne demektir?
—Rabbın, Cennette
beyaz miskten, çok geniş bir vadi yarattı. Âhiret günlerinden cuma günü olunca
Rab (c.c). Arş'ından, Kürsî'sine iner.[885]
Kürsî nurdan
minberlerle kuşatılır. Bu minberlere peygamberler oturur. Minberler, altın
kürsîlerle kuşatılır. Onlara 4a sıddıklar ve şehidler oturur. Köşk sahipleri
köşklerinden iner misk tepeciklerine otururlar. Minber ve kümlerde oturanların
meclisteki üstünlüklerini görmezler. Sonra ceiâl ve ikram sahibi yüceler yücesi
Mevlâ zuhur eder ve şöyle der: "İsteyin Benden isteyebildiğinizi" Hep
birden derler: "Ey Rab! Senden hoşnutluk dileriz.11 Allah, onlardan hoşnut
olduğunu söyler, ardından ekler: "İsteyin Benden isteyebildiğinizi"
Herkes dileklerini bildirir. Nihayet onlardan herbir kulun ihtiyacı sona erer.
(Cibril devamla) der
ki: Sonra onlara hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir
insanın hatırına bile gelmeyen şeyler verilir. Sonra da Cebbar olan Allah,
Kürsî'sinden Arşına, köşk sahipleri de köşklerine yükselir.,
Onlar ya beyaz
inciden, ya kırmızı yakuttan ya da yeşil zümrütten birer odadır. Onlarda ne bir
yarık, ne bir çatlak vardır. İçleri apaydınlıktır. Nehirleri içlerindedir.
Yahut da (Cibril) şöyle dedi: Hepsi bir ayardadır, birbirine yakındır.
Meyveleri içlerindedir. İçlerinde hanımlar, hizmetçiler ve meskenler vardır.
(Cibril) dedi ki: Tıpkı dünya halkının dünyada birbirlerine yağmuru
müjdeledikleri gibi cennet halkı da cennette birbirlerine cuma gününü
müjdelerler. "[886]
İbn Ebî'd-Dünyâ
Sıfatu'l-Cenne adlı kitabında Ezher b. Mervân er-Rakkâşî-Abdullah b. Arafe
es-Şeybânî-Kâsim b. Mutayyib-el-A'meş-Ebu Vâil-Huzeyfe zinciriyle Hz.
Peygamber'den (s.a.) şu hadisi nakletmektedir: Cibril, elinde en güzel, en
parlak görünüşlü bir ayna ile yanıma geldi. Fakat ne görelim, aynanın
ortasında siyah bir parıltı yok mu! Sordum:
—Aynada gördüğüm bu
parıltı nedir?
—Cumadır.
—Cuma ne demek?
—Rabbinin günlerinden
büyük bir gündür. Şimdi sana onun dünyadaki şeref ve faziletini, dünyadakiler
için o günden beklenen faydalan ve bugünün âhirette hangi isimle anıldığını
haber vereceğim. Dünyadaki şeref ve faziletine gelince; Çünkü Allah (c.c.) halkın işini
o günde bir araya getirmiştir. Dünyadakiler için o günden beklenen fayda da
şudur: Bu günde öyle bir an vardır ki, o anda, kadın olsun erkek olsun
müslüman bir kul Allah'tan (c.c.) bir hayır dilerlerse mutlaka Allah, onların
dileklerini yerine getirir, Âhiretteki şerefine, faziletine ve ismine gelince;
Allah (c.c), cennetlikleri cennete, cehennemlikleri de cehenneme yollayınca
üzerlerinden bu günler ve geceler geçmeye başlar. O gece ve gündüzlerin
içindeki her gece ve gündüzün miktarını ve anlarım ancak Allah (c.c.) bilir.
Cuma günü olup cennet halkı cumalarına çıkınca bir tellal cennet halkına:
"Ey cennet halkı! Mezîd vadisine çıkın!" diye bağırır. Mezîd
vadisinin uzunluk ve genişliğini Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Bu vadide
dorukları gökte misk tepecikleri vardır.
Peygamberlerin
hizmetçileri nurdan minberler, mü'minlerin hizmetçileri de yakut kürsîler
çıkarırlar. Bu minber ve kürsîler yerlerine konup herkes yerini alınca Allah,
onların (Peygamberler ve mü'minlerin) üzerlerine Müsîre denilen bir rüzgâr
gönderir. Bu rüzgâr misk yayar. Miski, peygamberler ve mü'minlerin elbiseleri
altından girdirir, yüzlerinde ve saçlarında (ortaya) çıkartır.
O miskle ne
yapılacağını -kendisine yeryüzündeki bütün güzel kokular verilse herhangi
biriniz karısı ne yapabilirse- işte bu rüzgâr o kadından daha iyi bilir.
Sonra Allah (c.c.)
Arş'ı taşıyan meleklere: "Onu, oradakilerin aralarına bırakın" diye
vahyeder. Allah'tan işittikleri ilk söz şu olur: "Beni görmeden Bana baş
eğen, peygamberlerimi tasdik eden, emrime uyan kullarım! Yaklaşın Bana.
İsteyin isteyebildiğinizi. Bu gün, Mezîd günüdür." Hep bir ağızdan:
"Rabbimiz! Yüzünü görmek isteriz" derler. Allah (c.c.) perdeleri
aralar, onlara tecellî eder. Onları O'nun nurundan bir tek parça öyle bir bürür
ki, şayet yanmamalanna hükmetmiş olmasa onları bürüyen o nurdan yanar
kavrulurlardı. Sonra onlara: "Yerlerinize dönün" komutu verilir.
Allah herbirine daha önceki derecesinden bir kat daha fazlasını verir. Herkes
yerine döner. Fakat onları bürüyen Allah'ın nurundan dolayı birbirlerini
göremezler. Artık hanımlarının yanlarına varınca nur onlardan ayrılır, böylece
ilk suretlerine dönerler. Hanımları: "Yanımızdan çıktığınızda çehreniz
başkaydı, şimdi bir başka!" diye şaşkınlıklarını belirtirler. Onlar da:
"Çünkü Allah (c.c.) bize tecellî etti. O'ndan görebildiğimizi
gördük". derler.
Vallahi, hiçbir
yaratık Allah'ı ihata edemez. Ancak Allah, onlara dilediği kadarıyla celâl ve
azametini gösterir. İşte onların "O'ndan görebildiğimizi gördük"
demeleri de bundandır.
Onlar (peygamberler ve
mü'minler) cennetin misk kokuları ve nimetleri içinde her hafta bir öncekine
göre bir kat daha derece itibariyle yükseltilmiş olarak rahat bir hayat
sürerler.
Hz. Peygamber (s.a.)
buyurdular ki: "İşte bu âyet bunu gösterir: Yaptıklarına karşılık onlar
için saklanan, gözleri ışıl ışıl edecek nimetleri hiç kimse bilemez. [887]Ayrıca
bu hadisi, buna benzer ifadelerle Ebu Nuaym, Sıfatu'l-Cenne adlı eserinde isme
b. Muhammed - Musa b. Ukbe - Ebu Salih-Enes senediyle rivayet etmiştir.
Ebu Nuaym yine
Sıfatu'l-Cenne adlı eserinde el-Mes'ûdî-el Minhâl-Ebu Ubeyde yoluyla Abdullah
(b.Mes'ûd)'un şöyle dediğini nakleder: Dünyadayken cumaya koşuşun. Çünkü Allah
(c.c), her cuma beyaz kâfurdan bir tepe üzerinde cennet halkına gözükür.
Allah'a yakınlıkları, cumaya acele etmeleri ölçüsündedir. Allah, onlara daha
önce görmedikleri yeni ihsanlarda bulunur. Ailelerinin yanına kendilerine
sunulan yeni yeni ihsanları almış olarak dönerler.[888]
İbn İshak der ki:
Muhammed b. Ebî Ümâme b. Sehl b. Huneyf bana babası (Ebu (jmâme)'den, o da
Abdurrahman b. Kâ'b b. Mâlik'den rivayet etti. Abdurrahman: "Babam Kâ'b
gözlerini kaybettikten sonra onu ben gözetir oldum. Cuma namazına götürdüğümde
ne zaman cuma ezanını işitse Ebu Ümâme, Es'ad b. Zürâre için rahmet dilerdi.
Böyle bir müddet devam etti. Sonra kendi kendime: Nedir bu, niçin bunun
sebebini babama sormuyorum? dedim. Her zaman olduğu gibi yine (bir gün) onu
cumaya götürdüm. Yine cuma ezanını işitince Es'ad b. Zürâre'ye rahmet diledi.
Sordum:
—Babacığım! Her zaman
cuma ezanını işittiğinde Es'ad b. Zürâre'ye rahmet okuyorsun. Bunun sebebi
nedir?
—Ey yavrucuğum! Çünkü
Es'ad, bize Nakîu'l-Hadamât denilen bir kara taşlıktaki Beyâda oğullarının
köyünde Hezmü'n-Nebît semtinde Hz.Peygamber (s.a.) gelmeden önce Medine'de ilk
cuma namazını kıldıran kişidir.
—O gün kaç kişiydiniz?
—Kırk erkek idik."<[889]
Beyhakî der ki:
"Muhammed İbn İshak râviden işittiğini (semâmı) söyler, râvî de sika
(güvenilir) biri olursa sened doğrulur. Bu hadisin senedi hasen-sahihtir."
Derim ki: Bu olay,
cumanın başlangıcı oldu. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye geldi. İbn
İshak'ın da dediği gibi Küba'da Amr b. Avf oğullan yanında pazartesi, salı,
çarşamba ve perşembe günleri kaldı ve bu esnada onların mescidlerini tesis
etti. Sonra cuma günü (yola) çıktı. Salim b. Avf oğullarının yanlarına
vardığında cuma vakti girdi. (Ranûnâ) vadisinin ortasındaki mescidde cuma
namazını kıldırdı. Bu namaz Hz. Peygam-ber'in (s.a.) Medine'de kıldırdığı ilk
cuma namazı oldu. Bu olay Hz. Peygamber (s.a,) kendi mescidini inşa etmezden
önce gerçekleşmişti.[890]
İbn İshak dedi ki: Ebu
Seleme b. Abdurrahman'dan bana ulaşan bir habere göre -Hz. Peygamber'e (s.a.)
söylemediğini söyledi göstermekten Allah'a sığınırız- Hz. Peygamber'in (s.a.)
ilk hutbesi şöyle olmuştu: Hitabet için cemaatın arasında ayağa kalktı.
Allah'a yaraşır bir şekilde O'na hamd etti, övgüde bulundu. Sonra şunları
söyledi:
Ey insanlar! Kendiniz
için âhirete önceden azık gönderiniz. Elbet bilirsiniz ki vallahi herbiriniz
ölecek, sürüsünü çobansız bırakacaktır. Sonra Rabbi Allah -arada ne bir
tercüman, ne bir alıkoyucu engel bulunacak-ona şöyle diyecektir: "Sana,
Benim elçim gelip buyruklarımı tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, ihsanda
bulundum. Ya sen kendin için âhirete ne gönderdin!" O da sağma-soluna
bakacak, hiçbir şey göremeyecek. Sonra önüne bakacak, orada da cehennemden
başkasını göremeyecek. Öyleyse yarım hurma ile de olsa kendisini cehennemden
korumaya gücü yeten (o hayrı) işlesin. Onu da bulamayan güzel sözie kendini
korumaya çalışsın.
Çünkü bir iyiliğe
karşılık on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir. Selâm size. Allah'ın
rahmet ve bereketleri üzerinizde bulunsun.'[891]
İbn İshak diyor ki:
Hz. Peygamber (s.a.) bir sonraki hutbesinde şöyle buyurdular:
—Şüphesiz hamd,
Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım dilerim. Nefislerimizin
şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın doğru
yola ilettiğini hiç kimse saptıramaz. Saptırdığını da hiç kimse doğru yola
iletemez. Tanıklık ederim ki, Allah'tan başka tapılacak yoktur. O tekdir,
ortağı yoktur. Sözlerin en güzeli Allah'ın Kitab'ıdır. Allah, kimin kalbini
Kur'an'Ia süsler ve onu küfürden sonra islâmiyete girdirir, o da Kur'an'ı
insanların sözlerine tercih ederse, işte o kimse kurtuluşa ermiştir. Şüphesiz
Kur'an, sözlerin en güzeli ve en belağat-hsidır. Allah'ın sevdiğini seviniz!
Allah'ı bütün kalbinizle seviniz! Allah'ın kelâmını (okumaktan) ve Allah'ı
anmaktan usanmayınız. Allah'ın kelâmına karşı kalbleriniz katı kalmasın. Çünkü
O, Allah'ın yarattığı herşeyin en hayırlısını ayırıp, seçer. Allah, Kitabında
amellerin hayırlısını, kulların seçkinlerini, sözlerin iyisini ve insanlar için
helâl-haram ne varsa hepsini zikreder. Allah'a kulluk ediniz, O'na hiçbir şeyi
ortak tutmayınız. O'na yaraşır şekilde O'ndan saakmınız. Kendi ağızlarınızla
Allah'a verdiğiniz güzel sözleri tutunuz. Allah'ın aranıza ihsan ettiği tek bir
ruhla birbirinizi seviniz. Şunu bilesiniz ki Allah, kendisine verilen sözün
yerine getirilmemesine gazaplanır. Selâm size. Allah'ın rahmeti ve bereketleri
üzerinizde bulunsun.[892]'
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bir kısım hutbeleri, O'nun hutbelerdeki tavırları bahsinde yukarıda
geçti. [893]
Bu güne tazim ve saygı
göstermek, başka günlerde yapmadığı ibadetleri bu günde yapmak Hz.
Peygamber'in (s.a.) özel tavırlarındandı. Âlimler, cumanın mı yoksa arefe
gününün mü daha faziletli olduğunda iki farklı görüş ileri sürmüşlerdir: Bu
iki görüş tmam Şafiî'ye müntesip âlimlerce ileri sürülmüştür. [895]
1- Hz.
Peygamber (s.a.), cuma günleri sabah namazında Secde ve Dehr sûrelerini okurdu.[896]
Bilgisiz pekçok kimse bu sûreleri okumaktan maksat (Secde sûresinde secde âyeti
geçtiği için) bu namaza ait olmak üzere fazladan bir secde yapmak olduğunu
zannediyor ve bu secdeye "Cuma secdesi" adını veriyor; bu sûreyi
okumadıklarında, içinde secde âyeti geçen başka bir sûre okumayı müstehap
görüyorlar. Bundan dolayı cahillerin kuruntularına meydan vermemek için cuma
günleri sabah namazında devamlı bu sûreyi okumayı bazı imamlar mekruh
saymışlardır. Şeyhülislâm İbn Tey-mıye'nin şöyle dediğini işittim:
"Hz. Peygamber
(s.a.) cuma günleri sabah namazında bu iki sûreyi okurdu. Çünkü bu sûreler,
cuma günü olmuş ve olacak hâdiseleri içermektedir. Bu iki sûrede Hz. Âdem'in
yaratılışı, âhiret hayatının tasviri ve kulların yeniden diriltilişleri
anlatılmaktadır ki, bütün bu olaylar cuma günü olacaktır. Bu sûrelerin bu günde
okunması, o günde olmuş ve olacak şeyleri ümmete hatırlatma hedefine
yöneliktir. (Namaz sonunda yapılan) secde ise (okunan sûreye) tâbi olarak
gelmiştir; yoksa doğrudan doğruya hedef olup da namaz kılanın, uygun düştüğü
yerde maksatlı olarak okuyacağı bir şey değildir."İşte bu durum cuma
gününün hususiyetlerinden biridir. [897]
Cuma günü ve gecesi
Hz. Peygamber'e (s.a.) çokça salavat getirme müstehab kılınmıştır. Allah elçisi (s.a.) buyuruyor
ki: "Cuma günü ve cuma gecesi bana çokça salavat getiriniz." [898]
Allah Rasûlü (s.a.)
insanların efendisi, cuma günü ise günlerin efendisidir. Bu günde O'na salavat
getirmede diğer günlerde olmayan bir meziyetin mevcudiyeti yanında bir başka
hikmet vardır ki o da şudur: Hz. Pey-gamber'in (s.a.) ümmeti dünya ve âhirette
her ne hayra nail olmuşlarsa O'nun sayesinde nail olmuşlardır. Allah, O'nun
yüzü suyu hürmetine hem dünya hem âhiret saadetini onlara bahsetmiştir. Onlara
verilecek en büyük lütuf ve ihsanlar, cuma günü ellerine geçecektir: Cennetteki
köşk ve saraylarına o gün gönderileceklerdir; cennete girdikleri zaman
kendilerine fazladan ihsanlar bahşedilecek olan Mezîd günü, o gündür; dünyada
iken o gün onlar için bayram günüdür; o gün Allah (c.c.) hepsinin isteklerini
yerine getirip, ihtiyaçlarını giderir, hiçbirinin isteğini geri çevirmez.
Bütün bunlar sadece O'nu peygamber tanımalarına karşılık olarak O'nun sayesinde
ve O'nun aracılığıyla kendilerine verilmiştir. O halde teşekkür etmek, minnet
borcundan kurtulmak ve birazcık da olsa hakkını ödeyebilmek için cuma günü ve
gecesi O'na çokça salât u selâm yollamalıyız. [899]
Cuma namazı: İslâm'ın
en kuvvetli farzlarından ve müslümanların en büyük toplantılanndandır. Arefe
günü Arafat'ta bir araya gelişi istisna edersek, cuma toplantısı, en kalabalık
bir toplantı ve müslümanların uymaları gerekli en kuvvetli bir farzdır.
Küçümseyerek bu toplantıyı
terkedenin kalbini Allah mühürler.'[900] Kıyamet
günü cennet halkının (Allah'a) yakınlığı ve Mezîd günü ziyarete gitme
önceliği, imama cuma günkü yakınlıkları ve cumaya erken gelişlerine göre
olacaktır. [901]
Cuma günü gusül emredilmiştir.
Bu emir gerçekten müekked (kuvvetli) bir emirdir. Bu guslün vücubu, şu
hususların vücubundan daha kuvvetlidir: Vitir namazı, namazda besmele okuma;
kadınlara dokunma, erkeklik aletine el sürme, namazda kahkaha atma, burun
kanaması, kan aldırma ve
kusma gibi hususların birinden dolayı abdest alma; Hz. Peygamber'e (s.a.) son
teşehhüdde salât u selâm gönderme ve imama uymuş kişinin (Kur'-an)
okuması".
Cuma guslünün vücubu
(farziyeti) hususunda âlimlerce üç görüş ortaya atılmıştır: 1) Olumsuz (yani
farz değildir), 2) Olumlu (farzdır), 3) Tafsile tabidir: Kendisinde
giderilmesi gereken bir koku bulunan kimseye vacip, böyle bir koku bulunmayan
kimseye ise müstehaptır. Bu üç görüş hanbelî âlimlerce ileri sürülmüştür[902]
Güzel koku sürünmek. O
gün güzel koku sürünmek haftanın diğer günlerinde sürünmekten daha
faziletlidir. [903]
Misvak kullanmak
(dişleri temizlemek). O gün misvak kullanmanın diğer günlerdekine oranla bir
üstünlüğü vardır. [904]
Cuma namazı için
camiye erken gitmek. [905]
İmam minbere çıkıncaya
kadar namaz kılma, zikir çekme, Kur'an okuma gibi ibadetlerle meşgul olma. [906]
İki görüşten en doğru
olanına göre, hatibin hutbe okuduğunu işiten kimseye susmak farzdır. Şayet
susmazsa asılsız ve boş yere konuşan biri durumuna düşer ki, bu duruma düşen
cuma sevabından mahrum kalır. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Hz. Peygamber'in
(s.a.) şöyle buyurdukları rivayet edilir. "Yamndakine sesini kes, diyene
cuma sevabı yoktur. "[907]
O gün Kehf sûresini
okumak. Hz. Peygamberden (s.a.) şu hadis nakledilmektedir: "Cuma günü
Kehf sûresini okuyanın ayaklarının altından ufuklara doğru bir nur yükselir, bu
nur, kıyamet günü onu aydınlatır. Ayrıca iki cuma arasında işlediği günahlar
affedilir."[908]
Bu hadisi, Saîd b.
Mansûr, Ebu Saîd el-Hudri'nin sözü olarak vermiştir ki, bu daha uygundur. [909]
İmam Şafiî (r.h.) ve ona
uyanlara göre cuma günü zeval vaktinde (yani güneş tam ortadayken) namaz
kılmak mekruh değildir. Üstadımız Ebu'l-Abbas İbn Teymiye'nin tercihi de budur.
Üstadımız bu görüşünde Leys (b. Ebî Süleym)'in Mücahid-Ebu'1-Halîl-Ebu Katâde
senediyle Hz. Pey-gamber'den (s.a.) rivayetinde Allah Rasûlü'nün (s.a.) cuma
günü dışında diğer günlerde günün tam ortasında namaz kılmayı mekruh saydığı
ve: "Şüphesiz cehennem -cuma dışında- alevlendirilir" buyurduğu
hadise[910] itimad etmiş değildir.
O, cumaya gelen kişinin, imam minbere çıkıncaya kadar namaz kılmasının
müstahabhğı noktasına dayanmaktadır. Sahih bir hadiste şöyle Duyurulmaktadır:
"Bir kimse cuma
günü gusleder, temizlenebildiği kadar temizlenir, yağından yağlanır, yahut
evindeki-güzel kokulardan sürünür de camiye çıkar ve yan yana oturan iki kişi
arasım ayırmadan bir yere oturur, sonra kendi-sine takdir edilen namazı kılar,
sonra da imam minberde konuşmaya başlayınca susarsa, o cuma ile diğer cuma
arasındaki günahları bağışlanır." Hadisi Buharı rivayet etmiştir/26*[911]
Bu hadisde Hz,
Peygamber (s.a.) cumaya gelen kişiyi kendisine takdir edilmiş namazları klimaya
teşvik etmiş, namaz kılmaktan -imamın minbere çıkma vakti dışında-
menetmemiştir.
Bu yüzden İmam Ahmed
b. Hanbel'in tabî olduğu ve Hz. Ömer îbnu'l-Hattâb'ın (r.a.) içinde bulunduğu
seleften pek çok âlim şöyle demiştir: "îma-mın minbere çıkması namaza,
hutbesi de konuşmaya mânidir." Namaza mâni olarak günün yan olmasını
değil, imamın minbere çıkmasını görmüşlerdir.
Bir de insanlar
mescidde, tavan altında bulunduklarından zeval vaktinin farkına varmıyorlardı.
Camideki kimse namazla meşgul olduğundan zeval vaktini bilemezdi. İnsanların
omuzlarına basarak dışarı çıkıp güneşe bakarak yeniden yerine dönmesi de mümkün
olmazdı. Böyle yapması da zaten meşru değildi.
Yukarıda geçen Ebu
Katâde hadisi hakkında Ebu Davud der ki: Hadis mürseldir. Çünkü Ebu'l-Halîi,
Ebu Katâde'den hadis işitmemiştir. Mürsel hadisle amel edilmiş ve kıyasla yahut
sahabî kavliyle destek görmüş, ya da mürsel rivayette bulunan râvinin mürselleri
imamlar tarafından tercih edildiği ve bu râvinin zayıf, metruk... vb.
râvilerden rivayette bulunmadığının bilinmiş olması gibi takviye edici
hususlar bulunursa böyle bir mür-selle amel edilir.
Bu hadisi başka şahid
hadisler de kuvvetlendirmektedir: îmam Şafiî'nin kitabında zikrettiği hadis:
İshak b. Abdullah - Saîd b. Ebî Saîd - Ebu Hureyre senediyle Hz. Peygamber'in
(s.a.), cuma dışında diğer günlerde gündüzün tam ortasında güneş zevalden
ayrılıncaya kadar namaz kılmaktan nehyettiği rivayet edilmiştir.[912]
İmam Şafiî (r.h.) bu
hadisi Ihtilafu'I-Hadîs adlı eserinde aynen bu şekilde rivayet etmiştir.
Kitabu'l-Cuma adlı eserinde ise şu senedle naklediyor: İbrahim b. Muhammed -
İshak (b.Adullah)...
Abu Halid el-Ahmer de
Abdullah b. Saîd el-Makburî adlı Medineli bir şeyh-Ebu Hureyre - Hz. Peygamber {s.a.) senediyle
rivayet etmiştir.
Beyhakî ise hadisi,
el-Ma'rife adlı eserinde Atâ b. Aclân - Ebu Nadra - Ebu Saîd (eİ-Hudrî) ve Ebu
Hureyre senediyle (bu iki sahabîden) şu ifadelerle naklediyor: "Hz.
Peygamber (s.a.), cuma günü dışında, gündüzün tam ortasında namaz kılmaktan
nehyederdi." Ancak Beyhakî'nin de dediği gibi bu hadisin senedinde sözü
delil teşkil etmeyecek şahıs vardır. Beyhakî: "Ancak bu hadisler Ebu
Katâde hadisine eklenince biraz kuvvet kazanırlar" diyor.
İmam Şafiî der ki:
"Cumaya erken gidip imam minbere çıkıncaya kadar namaz kılmak, insanların
önemli işlerindendir." Beyhakî diyor ki: Şafiî'nin işaret ettiği husus
sahih hadislerde mevcuttur ki, o da şudur: Hz. Peygamber (s.a.) cumaya erken
gitmeye ve herhangi bir istisna getirmeksizin imam minbere çıkıncaya kadar
namaz kılmaya teşvik etmiştir. Böylece cuma günü gündüzün tam ortasında namaz
kılmayı mubah gösteren bu hadislere uygun düşmektedir. Bize Atâ, Tavus, Hasan
ve Mekhûl'den bu konuda ruhsat olduğu nakledilmiştir.
Ben derim ki: Günün
tam ortasında namaz kılmanın mekruh oİup olmadığında âlimler görüş ayrılığına
düşmüş ve ortaya üç görüş çıkmıştır:
a) Bu vakit, hiçbir zaman kerahet vakti
değildir. İmam Mâlik bu görüştedir.
b) Hem cuma günü, hem de diğer günlerde kerahet
vaktidir. Ebu Ha-nîfe'nin ve meşhur rivayete göre İmam Ahmed'in görüşü budur.
c) Cuma günü dışında kerahet vaktidir. Cuma günü
ise kerahet vakti değildir. İmam Şafiî de bu görüştedir. [913]
Cuma namazında Cuma ve
Münâfikûn yahut AMâ ve Gâşiye sûrelerini okumak. Müslim'in Sahih'inde
naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), cuma namazında bu sûreleri okurdu.[914]
Yine Müslim'in
Sahih'inde Hz. Peygamber'in (s.a.) cuma namazında Cuma ile Gâşiye sûrelerini
okuduğu nakledilmektedir[915]Bu
rivayetlerin hepsi Hz. Peygamber'den (s.a.) menkûl sabit
rivayetlerdir.
(Yukarıda zikri geçen)
her sûreden bir bölüm okumak yahut bu iki sûreden birini iki rekâtta okumak
müstehap değildir. Sünnete aykırıdır. Oysa cahil imamlar devamlı böyle
yapmaktadırlar. [916]
Cuma, her hafta
yinelenen bir bayram günüdür. Ebu Abdillah İbn Mâce, Sünen 'inde, Ebu Lübâbe b.
Abdilmünzir'den Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Cuma günü, günlerin efendisi ve Allah katında en büyük bir gündür. Allah
katında bu gün hem Kurban, hem de Ramazan bayramı günlerinden daha büyük bir
gündür. Onda beş üstün özellik vardır:
1) Allah, Âdem'i o gün yarattı.
2) Âdem'i o gün yeryüzüne indirdi.
3) Allah Âdem'in o gün canını aldı.
4) O günde
öyle bir an vardır ki, o anda kul -haram dışında- Allah'tan ne isterse Allah,
onun isteğini muhakkak yerine getirir.
5) Kıyamet, o gün kopacaktır. Bu yüzden mukarreb melek,
gök, yer, rüzgâr, dağ, ağaç ne varsa hepsi cuma gününden korku duyar. "[917]
O gün herkesin
bulabildiği en güzel elbiseleri giymesi müstehabdır. İmam Ahmed, Müsned'mde Ebu
Eyyûb'un Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim dediğini rivayet
ediyor: "Bir kimse cuma günü gusleder, varsa güzel koku sürünür, en
güzel-elbiselerinden birini giyer de vakarlı, ağırbaşlı bir şekilde evinde
çıkıp camiye gider sonra da hatırına gelirse namaz kılar ve kimseye eziyet
vermezse ve de imamın minbere çıkmasından itibaren namazı kılıp bitirinceye
kadar ses çıkarmazsa bunlar iki cuma arasındaki günahları için keffâret
olur."[918]
Ebu Davud'un
Sünen'inde nakledildiğine göre Abdullah b. Selâm» Hz. Peygamber'in (s.a.) cuma
günü minberde şöyle dediğini işitmiş; "Ne olur, herbiriniz iş elbisesinden
başka cuma için iki parça elbise alıverse?"[919]
İbn Mâce'nin
Sünen'indc Hz. Âişe'den (r.anha) yapılan bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.)
cuma günü cemaata hitap ediyordu; üzerlerinde yamalı elbiseler gördü. Bunun
üzerine şöyle buyurdu: "Ne olur, herbiriniz iş elbisesinden başka cuma
günleri için iki parça elbise alsa?!"[920]
O gün camiyi
tütsülemek müstehabdır. Saîd b. Mansûr'un Nuaym b. Abdullah el-Mücmir'den
naklettiğine göre Hz. Ömer İbnü'l-Hattâb (r.a.) her cuma, gün yarılanınca
Medine Camiinin tütsülenmesini emrederdi.
Derim ki: Nuaym, bu
yüzden "el-Mücmir = tütsücü" lâkabını almıştır. [921]
Cuma günü, cuma vakti
girdikten sonra kendisine namaz farz olan kimsenin, namazı kılmadan yolculuğa
çıkması, caiz değildir. Vakit girmeden önce çıkılması konusunda ise âlimlerce
üç görüş ileri sürülmüştür. Bunların hepsi de İmam Ahmed'in görüşü olarak
aktarılmıştır: 1) Caiz değildir, 2) Caizdir, 3) Özellikle cihad için olursa
caizdir.
İmam Şafiî (r.h.)
mezhebince, cuma günü zevalden sonra yola çıkmak haramdır. İbadet ve taat için
yolculuğa çıkma konusunda Şafiî mezhebinde iki farklı bakış açısı vardır: 1)
Haramdır; Nevevî'nin tercihi budur, 2) Caizdir; Râfiî'nin tercihi de budur.
Zevalden önce
yolculuğa çıkma konusunda iki içtihad nakledilmiştir: Bu içtihadlardan eski
olanına göre caiz; yenisine göre ise zevalden sonra yolculuğa çıkmak gibidir
(yani haramdır).
Mâlikî mezhebine
gelince; et-TefrV adlı eserin sahibi (İbn Cellâb; Ö.378/988) Jlİyor ki: Hiç
kimse cuma günü zevalden sonra namazı kılmadan yolculuğa çıkamaz. Zevalden
önce çıkmakta bir sakınca yoktur. Mukîm kimsenin tanyeri ağardıktan sonra cuma
kılmadan yola çıkmaması daha tercihe şayandır.
Ebu Hanîfe ise sefere
çıkmanın şart aranmaksızın mutlak surette caiz olduğu görüşündedir. Dârakutnî,
el-Efrâd adlı eserinde İbn Ömer'den (r.anhüma) Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle
buyurduklarını rivayet ediyor: "Kim cuma günü yerleşik olduğu yerden
yolculuğa çıkarsa, melekler seferinde hiç kimsenin ona arkadaşlık etmemesi için
beddua ederler." Bu hadisin râvileri arasında İbn Lehîa vardır (ki o da
ihtilaflı bir râvidir).
İmam Ahmed,
Müsned'înde Hakem-Miksem-İbn Abbas senediyle rivayet eder ki: Allah Rasûlü
(s.a.), Abdullah b. Ravâha'yı bir müfreze içinde gönderdi. Bu hal cuma gününe
rastlamıştı. Abdullah'ın arkadaşları yola koyuldu. Abdullah ise; arkada kalır,
Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber namazımı kılar, sonra onların arkasından
yetişirim, diye düşünerek müfreze ile birlikte çıkmadı. Hz. Peygamber (s.a.),
namazı kıldırınca onu gördü ve sordu: "Arkadaşlarınla beraber gitmekten
seni alıkoyan nedir?" Abdullah: "Seninle beraber namaz kılıp sonra
onların arkasından yetişmek istedim." cevabını verdi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.): "Yeryüzünde ne varsa Allah için sadaka olarak versen,
yine de onların yola koyulmalarının savabına ulaşamazsın." buyurdular[922]
Bu hadis, Hakem'in
Miksem'den hadis işitmemiş olmasından dolayı illetli (kusurlu) bulunmuştur.
Yolcu, yol
arkadaşlarını kaçırmaktan korkmazsa durum böyledir. Ama arkadaşlarını
kaçırmaktan ve arkadaşlarına yetişemeyeceğınden korkarsa, onun için her
halükârda yolculuk caizdir. Çünkü bu cumaya ve cemaata gitmeyi düşüren bir
özürdür. Herhalde EvzâTnin "Hayvanına eğer vurmuş olan bir yolcu cuma
ezanını işittiğinde durum ne olur?" sorusuna verdiği cevabında
"yoluna devam etsin" dediği rivayeti de bu şekilde yorumlanabilir.
Aynı şekilde İbn Ömer'in (r.a.): "Cuma, yolculuktan alıkoymaz" sözü
de böyle yorumlanmalıdır. Şayet maksatları mutlak surette seferin caiz olması
ise işte bu tartışma konusudur. Artık arada hakem, delildir. Abdürrezzak
Musannef adlı eserinde Ma'mer-Halid el-Hazza'-İbn Şîrîn yahut başka biri
aracılığıyla rivayet eder ki: Hz. Ömer cuma namazını kıldıktan sonra üzerinde
yol elbisesi bulunan bir adam görünce sordu: "Bu ne hal?" Adam:
"Yolculuğa çıkmaya niyetlendim. Fakat namaz kılmadan yola çıkmak
istemedim" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Vakti girmedikçe cuma,
yolculuktan seni alıkoymaz." diye karşılık verdi.[923]. Bu
da zevalden sonra yolculuğu yasaklayıp zevalden Öncesinde ise yasaklamayan lan
n görüşüdür.
Yine Abdürrezzak,
es-Sevrî-el-Esved b. Kays-El-Esved'in babası Kays senediyle nakleder ki: Hz.
Ömer İbnü'l-Hattâb, yolcu görünümlü bir adam gördü. Adam: "Bugün cuma
olmasaydı yola çıkacaktım" dedi. Hz. Ömer, bunun üzerine: "Cuma,
yolcuyu yolundan alıkoymaz. Zeval vakti girmedikçe yola çıkabilirsin."
diye karşılık verdi.[924]
Yine (Abdürrezzak),
es-Sevrî - İbn Ebî Zi'b-Salih b. Kesîr senediyle ez-Zührî'nin: "Allah
Rasûlü (s.a.) cuma günü kuşluk vaktinde namaz kılmadan önce yola çıktı."
dediğini nakleder.![925]
Ma'mer'in de şöyle
dediğini zikrediyor: Yahya b. Ebî Kesîr'e: "Bir adam cuma günü yolculuğa
çıkabilir mi?" diye sordum; mekruh olduğunu söyledi. Bu konuda ruhsat
bulunduğunu anlatmaya başladım. Bunun üzerine bana: "Bir adamın cuma günü
yolculuğa çıkıp da mekruh sayacağı (yahut hoşuna gitmeyen) hususlarla
karşılaşmaması pek nadirdir. Bu konuyu incelersen sen de bu sonuca
ulaşırsın." dedi.'[926]
İbnü'I-Mübârek,
el-Evzâî'den nakille Hassan b. Ebî Atıyye'nin şöyle dediğini zikreder:
"Bir adam cuma günü yolculuğa çıkınca gündüzün bizzat kendisi onun
aleyhinde, ihtiyaç halinde yardım görmemesi ve yolculuğunda hiç kimsenin
onunla arkadaşlık etmemesi için beddua eder."[927]
el-Evzâî,
İbnü'l-Müseyyeb'in: "Cuma günü yolculuk, namazdan sonradır."
dediğini zikrediyor.
İbn Cüreyc diyor ki:
Atâ'ya: "Bir adam cuma gecesini büyük bir köyde geçirirse, cumayı
kıhncaya kadar oradan ayrılmasın, denildiği sana ulaştı mı?" diye sordum.
"Evet, bu mekruhtur" cevabını verdi. "Peki perşembeden yola
çıkarsa?" diye sordum. "Hayır, mekruh değildir. O gündüz ona zarar
vermez" karşılığını verdi.[928]
Cumaya gidenin her
adımına bir yıllık (nafile) oruç ve namaz sevabı vardır.
Abdürrezzak,
Ma'mer-Yahya b. Ebî Kesîr-Ebu Kılâbe- Ebu'l-Eş'as es-San'ânî-Evs b. Evs
senediyle Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduklarım rivayet eder: "Kim
cuma günü guslettirir ve kendisi de gusleder, erkenden camiye gider, ilk
safları tutar ve imama yakın olur da ses çıkarmadan hutbeyi dinlerse, attığı
her adıma bir senelik -nafile- oruç ve namaz sevabı verilir. Bu, Allah'a
kolaydır." Bu hadisi İmam Ahmed de Musned'indc rivayet etmiştir.[929]
İmam Ahmed diyor ki:
"Guslettirmek" sözü hanımıyla cinsî münasebette bulunmak anlamına
gelir. Vekî (v. 197/812) de bu sözün, bu anlama geldiğini söylemiştir. [930]
Bu gün günahların
silindiği gündür. İmam Ahmed, Müsned'ınûc Sel-mân'dan naklediyor: Hz. Peygamber
(s.a.) bana "Cuma günü nedir, bilir misin?" diye sordu. Ben de: "Allah'ın,
babanız Âdem'i yarattığı gündür." diye cevap verdim. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.) buyurdular ki: "Fakat cumanın ne olduğunu ben bilirim.
Bir adam temizlenir, ama çok iyi temizlenir, sonra cumaya gelir de imam namazım
bitirinceye kadar susarsa ölüme sebep (büyük günahlarından) sakınıldığı
müddetçe bütün bu amelleri o cuma ile gelecek cuma arasındaki günahlarına
keffaret olur."'[931]
Yine Müsned'Ğt Atâ
el-Horasânî'den yapılan rivayete göre Nübeyse el-Hüzelî, Hz. Peygamber'in
(s.a.) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Müslüman cuma günü gusleder,
sonra evinden çıkıp hiç kimseyi incitmeden camiye gelir; şayet İmam daha henüz
minbere çıkmamışsa münasip gördüğü kadar namaz kılar, çıkmışsa oturur sonra da
imam sözünü bitirip cuma namazını kıldırmcaya kadar imama kulak verip dinlerse
o cumada bütün günahlan bağışlanmazsa ertesi cumaya keffaret olur."[932]
Buharî'nin Sahihimde
Selmân'dan şu hadis rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.) buyururlar ki:
"Bir kimse cuma günü gusleder, temizlenebildiği kadar temizlenir,
yağından yağlanır yahut evindeki güzel kokulardan sürünür de camiye çıkar ve
yanyana oturan iki kişi arasım ayırmadan bir yere oturur, sonra kendisine
takdir edilen namazı kılar, sonra da imam minberde konuşmaya başlayınca
susarsa, o cuma ile diğer cuma arasındaki günahları bağışlanır, "[933]
Ahmed'in Müsned'indz
de Ebu'd-Derdâ'dan rivayet edilir ki; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdular:
"Bir kimse cuma günü gusleder, sonra elbiselerini giyer, varsa güzel koku
sürünür, ardından ağırbaşlı vakarlı adımlarla cumaya gider, hiç kimseyi
çiğnemez ve incitmez, kendisine takdir edilen namazı kılar sonra imam görevini
tamamlayıp arkasına dönünceye kadar (ses çıkarmadan) beklerse, iki cuma
arasında işlediği günahları bağışlanır.[934]
Cuma günü dışında
diğer bütün günlerde cehennem kızıştırılır, alevlendirilir. Bu konuda Ebu
Katâde hadisi yukarıda geçmişti.[935]
Allah daha iyi bilir ya, bunun sırrı şudur: O gün Allah katında en faziletli
gündür. O günde cehennemin alevlenmesini ve kızışmasını önleyecek taatlar, ibadetler
yapılarak Allah'a dualar edilir, yalvanlıp yakanhr. Bu yüzden o günde,
mü'minler diğer günlere oranla daha az günah işlerler. Hatta serkeşler dahi
cumartesi ve diğer günlerde yapmaktan sakınmadıkları şeyleri o gün yapmaktan
sakınırlar.
Bu hadisten açıkça
anlaşılacağı üzere burada kastolunan, cehennemin dünyada iken alevlen dirilmesi
ve cuma dışında her gün tutuşturulup kıziştı-rılmasıdır. Kıyamet günü ise
cehennem azabı aralıksız sürer, bir günlük dahi olsa oraya düşenlerden azap
hafifletilmez. Bundan dolayı cehennem halkı, cehennem bekçilerinden rica
ederler, bir gün dahi olsa azaplarını hafifletmesi için Rablerine dua etsinler diye. Ancak
onlar, bu ricalarına kulak asmazlar. [936]
Cuma günü içinde
"saatü'l-icâbe" adı verilen bir an vardır ki, o anda müslüman bir kul
Allah'tan bir şey dilese muhakkak Allah o dileğini verir. Buharî ve Müslim'in
Sahih irinde Ebu Hureyre'den (r.a.) nakledilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.)
"Cuma günü içinde öyle bir vakit vardır ki, müslüman bir kul namaz kıldığı
halde o vakte rastlar da Allah'tan bir şey dilerse muhakkak Allah onun dileğini
yerine getirir." buyururlar. Bu sözleri söylerken de eliyle bu vaktin çok
kısa olduğuna işaret ediyordu.[937]
Müsned'de, Ebu Lübâbe
b. Abdiîmünzir yoluyla Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurdukları naklediliyor:
"Cuma günü, günlerin efendisi ve Allah katında en büyük bir gündür. Allah
katında bu gün, hem Kurban, hem de Ramazan bayramı günlerinden daha büyük bir
gündür. Onda beş üstün özellik vardır:
1) Allah, Âdem'i o gün yarattı.
2) Âdem'i o gün yeryüzüne indirdi.
3) Allah, Âdem'in o gün canım aldı.
4) O günde
öyle bir an vardır ki, o anda kul -haram dışında- Allah'tan ne isterse Allah,
onun isteğini muhakkak yerine getirir.
5) Kıyamet o gün kopacaktır; bu yüzden mukarreb
melek, gök, yer, rüzgâr, dağ, ağaç ne varsa hepsi cuma gününden korku
duyar."[938]
Âlimler bu saat
hakkında görüş ayrılığına düşmüşler, kaldırıldığı yahut devam ettiği konusunda
iki ayrı görüş ileri sürmüşlerdir. "Kaldırılmamıştır, halen devam
ediyor" diyenler de "Günün belli bir vaktinde midir, yoksa belli
değil midir?'* sorusuna birbirine zıt iki cevap vermişlerdir. Belli olmadığını
söyleyenler de bu sefer "Günün saatleri içinde oynar mı, oynamaz
mı?" sorusuna da yine iki farklı cevap sunmuşlardır. Belli olduğunu
söyleyenler ise 11 değişik görüş ileri sürmüşlerdir:
1) İbnü'l-Münzir der ki: Bize nakledildiğine
göre Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: Tanyeri ağardıktan güneş doğuncaya ve
ikindi namazından güneş batıncaya kadar.
2) Zeval vaktinde. İbnü'l-Münzir, bu görüşü
Hasan el-Basrî ve Ebu1!-Âliye'nin görüşü olarak vermiştir.
3) Müezzin cuma namazı ezanım okuduğunda.
İbnü'l-Münzir, bu görüş bize Hz. Âişe'den (r.anha) nakledilmiştir, diyor.
4) İmam minberde hutbe okurken oturup (namazdan)
ayrılıncaya kadar, İbnü'l-Münzir, bu görüş Hasan el-Basrî'den nakledilmiştir
diyor.
5) Ebu Bürde'nin görüşü: Allah'ın namaz için
tercih ettiği saat.
6) Ebu's-Sevvâr el-Adevî'nin (V.101/719) görüşü:
Diyor ki: Güneşin zevalinden itibaren namaz vakti girinceye kadar bu arada dua
kabul olunur, derlerdi
7) Ebu Zerr'in görüşü: Güneşin bir karış
yükselmesinden itibaren başlayıp bir kulaç yükselinceye kadar devam eden
müddet.
8) İkindi namazı ile güneşin batımı arasındaki müddet.
Bu görüşte olanlar: Ebu Hureyre, Atâ, Abdullah b. Selâm, Tavus. Buraya kadar
olan bütün bu görüşleri İbnü'l-Münzir nakletmiştir.
9) İkindi (namazından) sonraki en son saat. Bu
görüş İmam Ahmed ile sahabe ve tabiînin cumhurunun görüşüdür.
10) İmamın minbere çıkmasından namazı bitirinceye
kadar geçen müddet. Nevevî ve diğer bazı âlimler nakletmişlerdir.
11) Gündüzün üçüncü saati. el-Muğnî sahibi (ibn
Kudâme) adı geçen eserinde nakletmiştir. Kâ'b der ki: "Bir insan, cuma
günlerim zaman dilimlerine ayırsa, o saati yakalar." [939]Hz.
Ömer de: "Bir günde bir ihtiyaç talebi pek kolaydır." demiştir.
Bütün bu= görüşlerin
en ağır basanları, sabit hadislerin de ihtiva ettiği iki görüştür; herbiri
diğerinden daha ağırlıklıdır:
Birincisi:
İmamın iki hutbe arasında oturmasından namaz bitinceye kadar geçen müddet. Bu
görüşün delili, Müslim'in Sahih'inde Ebu Musa el-Eş'arî'nin oğlu Ebu Bürde'den
naklettiği şu hadistir: İbn Ömer, Ebu Bürde'ye soruyor: "Cuma saati
hakkında baban, Hz. Peygamber'den (s.a.) nakille sana bir şey söyledi mi?"
"Evet, diyor Ebu Bürde. Allah Rasûlü'-nden (s.a.) işittiği şu hadisi
anlatırken babamın ağzından duydum: O saat, imamın hutbede oturmasından namaz
kıiıncaya kadar geçen müddettir,"[940]
İbn Mâce ve Tirmizî,
Amr b. Avf el-Müzenî'den Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduklarım rivayet
ederler: "Cuma gününde bir saat vardır ki, o saatta kul Allah'tan ne
dilerse muhakkak Allah ona dilediğini verir." Sordular: "Ey Allah'ın
Elçisi! Hangi saattir, o?" Cevap verdi: "Cuma namazının kılınmaya
başlamasından itibaren namazdan çıkıncaya kadar geçen süredir."[941]
İkincisi: İkindiden
sonra. İki görüşün en ağır basanı da budur. Abdullah b. Selâm, Ebu Hureyre,
İmam Ahmed ve daha pek çok kimse bu görüştedir. Bu görüşün delili; İmam Ahmed,
Müsned'inde Ebu Saîd (el-Hudrî) ve Ebu Hureyre'den naklen Hz. Peygamber'in
(s.a.) şöyle buyurduklarını rivayet eder: "Cuma günü öyle bir saat vardır
ki, müslüman bir kul Allah'tan bir hayır dilemeyi o saate rastgetirirse
mutlaka Allah, onun dileğini yerine getirir. O saat, ikindiden sonradır." [942]
Ebu Davud ve Nesâî,
Câbir'den naklen Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduklarını rivayet ederler:
"Cuma günü, on iki saattir. O günde bir saat vardır ki, o saatte bir
müslüman Allah'tan bir şey dilerse muhakkak Allah, onun dileğini yerine
getirir. O saati, ikindiden sonraki en son saatte arayınız. "[943]
Saîd b. Mansûr,
Sünen'indc Ebu Seleme b. Abdurrahman'dan nakleder ki; Hz. Peygamber'in (s.a.)
ashabından bazı zatlar bir araya gelip cuma günü içindeki "saati"
görüştüler. Dağıldıklarında bu saatin, cuma gününün en son saati olduğunda
aralarında bir görüş ayrılığı yoktu.
İbn Mâce'nin
Sünen'inde Abdullah b. Selâm'ın şöyle dediği naklediliyor: Allah Rasûlü'nün
(s.a.) hazır bulunduğu bir toplantıda şunları söyledim: "Biz, gerçekten
Allah'ın Kitabında (yani Tevrat'ta), cuma günü öyle bir saat vardır ki, o saate
mü'min bir kul namaz kılarken rastgelir ve Allah'tan (c.c.) bir şey dilerse,
Allah mutlaka onun arzusunu yerine getirir, diye bir hüküm buluyoruz."
Abdullah diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) "yahut bir saatin bir parçası"
diye bana işarette bulundu. Ben de: "Doğru söyledin, ey Allah'ın elçisi!
Yahut bir saatin bir parçası" dedim. "O, hangi saattir?" diye
sordum. "Gündüz saatlerinin en sonuncusudur" cevabını verdi.
"Ama o saat, namaz saati değil ki" dedim. "Evet, öyle. Mü'min
kul, namazını kılar, sonra bir yere oturur ve oturmasına sebep de yalnız
namazsa o kul, namazdadır." buyurdular.[944]
İmam Ahmed'in
Mtisned'inde Ebu Hureyre'den yapılan bir rivayete göre Hz. Peygamber'e (s.a.)
sordular: "Niçin bu güne cuma adı verildi?" Efendimiz (s.a.)
buyurdular: "Çünkü o günde baban Âdem'in çamuruna şekil verildi. Bütün
canlılar toptan o gün ölecektir. Yeniden diriliş o gündür. Allah'ın yakalaması
o gündür. O günün sonunda üç saat vardır ki, bunlardan birinde Allah'a dua
edenin duası kabul olunur."[945]
Ebu Davud, Tirmizî ve
Nesâî Sünelerinde Ebu Seleme b. Abdurrah-man yoluyla Ebu Hureyre'den naklen Hz.
Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu naklederler: "Üzerine güneş doğan
günlerin en hayırlısı cuma günüdür. Âdem o gün yaratılmış, o gün (yeryüzüne)
indirilmiş, o gün tev-besi kabul edilmiş ve o gün vefat etmiştir. Kıyamet o gün
kopacaktır. Cinler ve insanlar dışında bütün yaratıklar mutlak cuma günü
tanyeri ağardık-tan gün doğuncaya kadar, kıyamet belki bu gün kopar korkusuyla
kulak kabartırlar. O gün içinde öyle bir saat vardır ki, müslüman bir kul namaz
kıldığı halde o saate rastlar da Allah'tan bir istekte bulunursa muhakkak Allah
onun arzusunu yerine getirir." .... Kâ'b (el-Ahbâr): "Bu, her senede
bir gündür." dedi. Bunun üzerine ben
(Ebu Hureyre): "Hayır, her cumadadır." dedim. Kâ'b gitti. Tevrat'ı
okudu ve: "Allah Rasûlü (s.a.) doğru söyledi" dedi... Ebu Hureyre der
ki: Sonra Abdullah b. Selâm'la karşılaştım. Ona, Kâ'b'la yaptığım görüşmeyi
anlattım. İbn Selâm: "O saatin hangi saat olduğunu biliyorum" dedi.
"Öyleyse bana haber ver" dedim. "Cuma günü içindeki en son
saattir." dedi. "Nasıl olur? Hz. Peygamber (s.a.): Müslüman bir kul
namaz kıldığı halde ona rastlarsa... buyurdular; bu (en son) saatte ise namaz
kılınmaz?" diye itiraz ettim. İbn Selâm: "Hz. Peygamber (s.a.):
Namaz kılmak için bir yere oturup bekleyen kişi, namaz kıhncaya kadar
namazdadır, buyurmadilar mı?" diye karşıladı. "Evet, öyle"
dedim. "İşte bu da böyledir."
cevabını verdi.[946]
Tirmizî der ki: Bu
hadis, hasen-sahihtir. Bir kısmı Sahihayn'da rivayet edilmiştir.
İcabet saati, imamın
hutbeye başlamasından, namazı bitirinceye kadar geçen süredir diyenler,
Müslim'in Sahih'inde Ebu Musa el-Eş'arî'nin oğlu Ebu Bürde'den rivayet ettiği
şu hadisi delil olarak ileri sürerler: Ebu Bürde diyor ki: Abdullah b. Ömer
bana sordu: "Cuma saati hakkında baban, Hz. Peygamber'den (s.a.) nakille
sana birşey söyledi mi?" Ben de cevap verdim: "Evet, Allah
Rasûlü'nden (s.a.) işittiği şu hadisi anlatırken babamın ağzından duydum: O
saat, imamın hutbede oturmasından namazı kıl-dırıncaya kadar geçen
süredir."[947]
Namaz saatidir
diyenler ise Tirmizî ve İbn Mâce'nin Amr b. Avf el-Müzenî'den naklettikleri
hadisi delil gösterirler. Amr diyor ki; Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle
buyurduklarını işittim: "Cuma gününde bir saat vardır ki, o saatta kul
Allah'tan ne dilerse muhakkak Allah ona dilediğini verir." Sordular:
"Ey Allah'ın Elçisi! Hangi saattir o?" Cevap verdiler: "Cuma
namazının kılınmaya başlanmasından itibaren namazdan çıkıncaya kadar geçen
süredir."[948]
Ancak bu hadis zayıftır.
Ebu Ömer İbn Abdilber
(v.463/1070) diyor ki: Bildiğim kadarıyla bu hadisi yalnızca Kesîr b. Abdullah
b. Amr b. Avf, babası yoluyla dedesinden nakletmiştir. Kesîr ise rivayet ettiği
hadis delil olacak bir kimse değildir.
Oysa, Ravh b. Ubâde (V.205/820),
Avf-Muâviye b. Kurre - Ebu Bür-de senediyle nakleder ki: Ebu Musa (el-Eş'arî),
Abdullah b. Ömer'e: "İcabet saati, imamın hutbeye çıkmasından namazın
kılınmasına kadar geçen süredir." demiş ve buna karşılık İbn Ömer, ona:
"Allah, seni isabet ettirdi" demiştir.
Abdurrahman b.
Huceyre'nin (V.83/702) rivayetine göre Ebu Zer'e, karısı, cuma günü mü'min
kulun duasının kabul olunduğu saati sordu. Ebu Zer, karısına: "Güneşin çok
az yükselmesiyle birliktedir. Ondan sonra bana soru sorarsan, sen boşsun"
dedi.
Bu görüşü (yani imanı
hutbeye çıkıp namaz bitinceye kadar geçen zaman olduğunu) savunanlar bir de
Ebu Hureyre hadisinde geçen "namaz kıldığı halde..." sözünü delil
olarak ileri sürmüşlerdir. Çünkü ikindi namazından sonraki vakitte namaz
kılınmaz. Hadisin zahir (açık) ifadesini kabul evlâdır. Ebu Ömer (İbn Abdilber)
diyor ki: Bu görüşü savunanlar, ayrıca Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'den (s.a.)
rivayet ettiği şu hadisi delil getirirler: "Güneş zevalden kayıp gölgeler
doğuya yönelince ve ruhlar rahatlayınca Allah'a dileklerinizi arzediniz. Çünkü
o saat tevbekârlarm saatidir." Sonra Hz. Peygamber (s.a.): "O,
şüphesiz tevbe edenleri bağışlayıcıdır."'[949]'
âyetini okudu.'[950]»
Saîd b. Cübeyr, İbn
Abbas'm (r.anhüma) şöyle dediğini rivayet eder: "Cuma günü adı geçen saat,
ikindi namazı ile güneşin batması arasında geçen süredir." Saîd b. Cübeyr,
ikindi namazını kılınca güneş batıncaya kadar hiç kimse ile konuşmazdı. Selefin
çoğunluğunun görüşü budur; hadislerin de ekseri bunu göstermektedir. Bunu,
icabet saati namaz saatidir, görüşü takip eder. Geri kalan görüşlerin delilleri
yoktur.
Bence, namaz saati de
icabet umudu bulunan bir saattir. O halde her ikisi birden (yani hem namaz saati, hem ikindiden
sonraki süre) icabet saatidir. Her ne kadar hususî saat ikindiden sonraki en
son saat olsa da... Bu en son saati günün belli bir saatidir, ne öne geçer ne
geri kalır. Namaz saati ise önce geçse de, geri kalsa da her halükârda namaza
bağlıdır. Çünkü müslümanların bir araya gelip namaz kılmalarının, niyazlarının
Allah'a (c.c.) yalvarıp yakarmalarının, duaların kabulünde tesiri vardır.
Öyleyse müslümanların bir araya geldikleri saat, duaların kabulü umulan bir
saattir. Bütün hadisler bunda ittifak eder. Hz. Peygamber (s.a.) ümmetini bu
iki saatte Allah'a (c.c.) yalvarıp yakarmaya, dua etmeye teşvik etmiş olur.
Bu meseleye örnek
olarak şu hadisi gösterebiliriz: Takva üzere kurulan mescidin hangi mescid
olduğu sorulduğunda Hz. Peygamber (s.a.): "O, sizin şu
mescidinizdir." buyurup eliyle Medine mescidine işaret etmiştir.[951] Bu
durum âyetin, kendisi hakkında indiği Kubâ mescidinin takva üzere kurulmuş
olmasına aykırı düşmez. Aksine her ikisi de takva üzere kurulmuştur.
Aynı şekilde, cuma
içindeki saat hakkında Hz. Peygamber'in (s.a.) "Cuma namazının kılınmaya
başlanmasından itibaren namazdan çıkıncaya kadar geçen süredir"
buyurmasıyla diğer hadiste geçen "Onu ikindiden sonraki en son saatte
arayınız" buyurması arasında bir çelişki yoktur.
İsimlerde buna benzer
bir durum da Hz. Peygamber'in (s.a.) şu hadis-i şerifleridir: Allah Rasûlü
(s.a.), ashabına şu soruyu yöneltir: "Siz aranızda rakûb (çocuk isteyen)
diye kime dersiniz?" Cevap verdiler: "Çocuğu doğmayana!" Bunun
üzerine Efendimiz (s.a.) buyururlar: "Rakûb, çocuklarından hiçbirini
kendinden önce (ahirete) göndermeyendir."[952]
Hz. Peygamber (s.a.),
rakûb'un böyle bir durum içinde bulunan kimse olduğunu haber verdi. Çünkü o
kimse, "kendinden önce ahirete çocuklarından birini gönderen kimseye
verilen sevabı elde edememiştir. Bu da çocuğu doğmayana rakûb denmesine aykırı
düşmez.
Diğer bir örneği; Hz.
Peygamber (s.a.) ashabına şu soruyu sorar: "Sizler aranızda müflis (iflas
etmiş) diye kime dersiniz?" Karşılık verirler: "Parası, malı
olmayana!" Hz. Peygamber (s.a.) "Kıyamet günü dağlar gibi se-vablarla
gelen, ama şunu tokatlamış bunu dövmüş, ötekinin kanını dökmüş bir halde gelen
bu yüzden de tokatlanan, dövülen... kimseler tarafından sevabından alınan
kimse, işte iflas eden odur."[953]
Bir başka örnek: Hz.
Peygamber (s.a.) buyururlar ki: "Yoksul; etrafta dolaşan ve bir iki
lokma, bir iki hurma ile çevirilebilen kişi değildir. Asıl yoksul insanlardan
istemeyen, farkına varılmadığı için de kendisine sadaka verilemeyen kimsedir.
"[954]
İkindiden sonraki en
son saat olan bu saat bütün din sâliklerince tazim edilmektedir. Ehl-i Kitab'a
göre de bu saat icabet saatidir. Bu mesele değiştirmede, tahrifte bir
garazkârlıklarının bulunabileceği şeylerden değildir. Onların iman edenleri de
bunu itiraf etmiştir.
Gün içinde oynadığım
kabullenenlerin görüşüne gelince: Bunlar, bu görüşü ileri sürmekle, Kadir
gecesi konusunda söylenen şeyleri burada da tekrarlayarak hadisler arasını
uzlaştırmayı düşünmüş olmalıdırlar. Ama bu görüş güçlü değildir. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.) Kadir gecesi hakkında: "Siz onu ya Ramazan'dan beş gece
kala yahut yedi gece kala, yahut da dokuz gece kala arayımz."[955]
buyurmuşlardır. Fakat cuma saati hakkında böyle bir hadis gelmemiştir.
Hem Kadir gecesi
hakkında gelen hadisler arasında, bu gecenin açıkça şu veya bu gece olduğunu ifade
eden hiçbir hadis yoktur. Ama cuma saati konusundaki hadisler bunun aksinedir.
Öyleyse aralarındaki fark ortaya çıktı demektir.
Bu saatin
kaldırıldığını savunanların görüşüne gelince; bu görüş tıpkı, Kadir gecesi
kaldırıldı diyenin görüşüne benzemektedir. Şayet bu sözü söyleyen kimse bu
saat biliniyordu; fakat ona dair bilgi ümmetten kaldırıldı demek istiyorsa ona
şu cevap verilir: Ona dair bilgi bütün ümmetten kalkmış değildir, bazılarından
kaldırılmıştır. Eğer gerçekliği, icabet saati oluşu kaldırılmıştır demek
istiyorsa, bu söz açık ve sahih hadislere aykırı batı! bir sözdür, itimad
edilmez. Allah en iyi bilendir. [956]
Cuma günü içinde,
toplanıp bir araya gelme, özel sayıda cemaat, vatanında veya herhangi bir
yerde yerleşik olma şartı, imamın açıktan okuması... gibi diğer farz
namazlarda bulunmayan özelliklere sahip olan "cuma namazı" vardır.
İkindi namazını istisna edersek bu namaz konusundaki sıkılığa benzer bir
sıkılık hiçbir namaz hakkında söz konusu olmamıştır. Dört Sünen kitabında,
Sahabî Ebu'1-Ca'd ed-Damrî'den naklen Hz. Pey-gamber'in (s.a.) şöyle
buyurdukları rivayet edilir:
"Kim üç cuma
namazını önemsemediğinden dolayı terkederse Allah onun kalbini mühürler, "[957]
Tirmizî diyor ki: Hadis, hasendir. Ebu'1-Ca'd ed-Damrî'nin adını Muhammed b.
İsmail'e (yani İmam Buharî'ye) sordum; "Adı bilinmiyor" dedi ve
ekledi: "Bu hadisten başka Hz". Peygamber'den (s.a.) onun rivayet
ettiği bir hadis bilmiyorum."
Yine Sünen
kitaplarında nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) cumayı kılmayanın bir
dinar, bulamazsa yarım dinar sadaka vermesini emretmiştir. Bu hadisi Ebu Davud
ve Nesâî, Kudâme b. Vebere yoluyla Se-mûre b. Cündüb'den rivayet etmişlerdir.[958]
Ancak Ahmed b. Hanbel: "Kudâme b. Vebere kimdir bilinmiyor." demiş,
Yahya b. Maîn ise onun "sika = güvenilir" olduğunu söylemiştir.
Buharî'nin de "Onun Semûre'den işitmiş olması sıhhatli değildir."
dediği naklediliyor.
Müslümanlar cumanın
farz-ı ayn olduğunda icma etmişlerdir. Ancak İmam Şafiî'nin farz-ı kifâyedir
dediğine dair bir söz hikâye edilmekteyse de bu ona yapılan yanlış bir
yakıştırmadır. Bu yanlış şuradan kaynaklanmaktadır: İmam Şafiî: "Bayram
namazı, cuma kendilerine vâcib olanlara vâcibtir." demiş, yukarıdaki
yanlış sözü- nakleden de buradan hareketle bayram namazı farz-ı kifâye olduğuna
göre Cuma da böyle olsa gerek zannetmiştir. Bu doğru değildir. Aksine îmam
Şafiî'nin bu sözü, onun bayram namazının bütün topluma vâcib olduğu görüşünde
olduğunu açıkça ifade
eder. Bu söz iki ihtimal taşır: Bayram namazının; 1) Cuma gibi farz-i ayn
olması, 2) Farz-ı kifâye olması. Zira farz-ı kifâye, farz-ı aynlar gibi eşit
oiaraktan bütün topluma farzdır. Sadece vâcib olduktan sonra bir kısmının
yapmasıyla diğerlerinden düşüp düşmemesi konusunda birbirlerinden
ayrılırlar... [959]
O gün hutbe okunur ki,
bunda şu gayeler güdülür: Allah'a övgü ve tazim; O'nun birliğine ve Peygamberi
Hz. Muhammed'in (s.a.) gerçek peygamber olduğuna tanıklık; kullara, Allah
katında önemli günleri hatırlatma; onları Allah'ın cezasından ve azabından
sakındırma; Allah'a ve O'nun cennetlerine yaklaştıracak şeyler tavsiye etme;
O'nun gazabına uğratacak, cehennemine götürecek şeylerden menetme... İşte
hutbenin, cuma günü camide hutbe dinlemek için toplanmanın gayesi budur. [960]
Cuma gününü ibadete
ayırmak müstahabdır. Bu günde farz ve müste-hab türünden çeşitli ibadetler
yapmanın diğer günlerdekine göre bir üstünlüğü vardır. Allah (c.c), her dinin
sâliklerine, ibadetle meşgul olacakları ve her türlü dünya meşguliyetlerinden uzak
kalacakları bir gün tayin etmiştir. İşte cuma günü de ibadet günüdür. Günler
içinde bugün, aylar içinde Ramazan ayı gibidir. Bu gün içindeki "icabet
saati" ise, Ramazan ayı içindeki Kadir gecesi gibidir. Bu yüzden bu günü
kusursuz ve noksansız olanın diğer günleri de kusursuz olur; Ramazan'ı kusursuz
ve noksansız geçenin de senesinin diğer günleri kusursuz olur; haccı kusursuz
ve noksansız olanın da ömrünün geri kalan günleri kusursuz olur. O halde cuma
günü haftanın, Ramazan senenin ve hac da ömrün ölçüsüdür. Başarı Allah'tandır. [961]
Hafta içinde cuma günü
sene içindeki bayram gibi olduğundan; bayram, namaz ve kurbanı ihtiva ettiği
ve cuma günü de namaz günü olduğundan dolayı Allah (c.c.) bu günde erkenden camiye
gitmeyi kurbana bedel ve onun yerini tutan bir ibadet saymıştır. Cuma günü
erkenden camiye gidene hem namaz, hem de kurban sevabı verilir.
Sahîhayn'&a. Ebu Hurey-re'den nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmuşlardır:
"İlk saatte (cuma
namazına) giden bir deve, ikinci saatte giden bir inek, üçüncü saatte giden de
boynuzlu bir koç kurban etmiş gibi sevap alır."'[962]
Burada hadiste geçen
saatler hakkında fakihlerJki ayrı görüş ortaya koymuşlardır:
1) Bu
saatler gündüzün evvelinden (yani güneşin doğumundan) başlar. ŞâfİÎ, Ahmed b.
Hanbel ve diğerlerinin bilinen görüşleri budur.
2) Zeval vaktinden sonraki altıncı saatin küçük
bölümleri. İmam Mâlik mezhebinde bilinen ve bazı Şâfülerin de tercih ettikleri
görüş budur. Bu grubu temsil edenler görüşlerini doğrulamak için iki delil
ileri sürdüler:
a) Hadiste geçen "ravâh" sözcüğü,
yalnızca zevalden sonra gitmek anlamına kullanılır. Bu sözcük, sadece zevalden
önce gitme anlamına gelen "gudüvv" sözcüğünün karşıtıdır. Allah
(c.c.) buyurur ki: "Sabah vakti gidişi (gudüvvü) bir aylık mesafe, öğleden
sonra gidişi (ravâhı) bir aylık mesafe."[963]
Lügat bilgini el-Cevherî diyor ki: "Ravâh, yalnız zevalden sonra
olur."
b) Selef,
şüphesiz hayra son derece rağbetliydiler. Oysa cumaya güneş doğar doğmaz
gitmezlerdi.[964] İmam Mâlik, gündüzün
evvelinde erkenden camiye gitmeyi inkâr etmiş ve; "Medinelilerin böyle
yaptıklarını görmedik" demiştir.
Birinci görüşü
savunanlar Câbir'in (r.a.), Hz. Peygamber'den (s.a.) naklettiği şu hadisi delil
olarak ileri sürerler: "Cuma günü, on iki saat-tir."[965]
Derler ki: Bilinen saatler, işte bu, on iki saattir. Onlar da iki türlüdür: 1) Ta'dil saatleri, 2) Zaman saatleri.
Derler ki: Hz.
Peygamber (s.a.), (yukarıdaki hadiste erken gelmenin faziletlerini sayarken)
altıya kadar çıktı. Bundan fazlasını söylemedi. Bu da bizim görüşümüze delil
olur. Çünkü saat, içinde cumanın şartlarının icra edildiği saatin küçük
bölümleri demek olsaydı -o saatten maksadın herkesçe bilinen saatler olmasının
aksine- altı küçük bölüme inhisar etmezdi. Zira altıncı saat çıkıp yedinci
saat girince imam minbere çıkar amel defterleri dürülür ve bundan sonra hiç
kimsenin ibadeti yazılmaz. Nitekim Ebu Davud'un Sünen'inde Hz. Ali'den (r.a.)
nakledilen bir hadiste bu husus açıkça belirtilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyorlar
ki:
"Cuma günü olunca
şeytanlar sancaklarını ellerine alıp çarşı-pazara koşarlar. İnsanlara
ihtiyaçlarını, önemli işlerini hatırlatarak oyalarlar ve onları çeşitli
bahanelerle cumadan alıkoymaya (çalışırlar). Melekler de koşup mescidlerin
kapılarına oturur, ta imam minbere çıkıncaya kadar birinci saatte geleni,
ikinci saatte geleni... yazarlar."[966]
Ebu Ömer b. Abdilber
der ki: İlim adamları bu saatler konusunda farklı görüşler ileri sürdüler. Bir
kısmı, Hz. Peygamber (s .a.), bunlarla güneşin doğmasından ve aydınlanmasından
itibaren başlayan saatleri kas-detmiştir, dediler. Onlara göre bu vakitte
erkenden cumaya gitmek daha faziletlidir. es-Sevrî, Ebu Hanîfe, Şafiî ve
âlimlerin çoğunluğu bu görüştedir. Hatta hepsi erkenden cumaya gitmeyi müstehab
sayar.
İmam Şafiî (r.h.)
diyor ki: Bir kimse tan ağardıktan sonra, güneş doğmadan cuma namazı için
erkenden camiye gitse iyi olur.
el-Esrem anlatıyor:
Ahmed b. Hanbel'e, İmam Mâlik b. Enes'in "Cuma günü sabah erkenden gitmek
gerekmez" dediğini haber verdiler. Bunun üzerine İmam Ahmed: Bu söz Hz.
Peygamber'in (s.a.) hadisine aykırıdır. Subhanallah! Hayret doğrusu! Hz.
Peygamber (s.a.) böyle erken giden kimse için "Deve kurban eden
gibidir" buyurduğu halde, o nasıl bu görüşü ortaya atabilmiştir?!
îbn Abdilber diyor ki:
İmam Mâlik'e gelince; Yahya b. Ömer'in Har-mele'den naklettiğine göre Harmele:
"Bu gündüzün ilk saatlerinde gitmek midir, yoksa Hz. Peygamber (s.a.) bu
sözüyle zevalden sonra gitmeyi mi kasdetmiştir?" diye bu saatlerin ne anlama
geldiğini îbn Vehb'e soruyor. İbn Vehb de cevap veriyor: Bunu Mâlik'e sordum,
şöyle dedi: "Kalbime gelen
şudur: Hz. Peygamber (s.a.), bu sözleriyle içinde o saatlerin bulunduğu tek
bir saati kasdetmiş olsa gerektir. İşte bu saatin birinci, ikinci, üçüncü,
dördüncü, beşinci yahut altıncı vaktinde gelenlere (hadiste anılan sevaplar
verilecektir). Bu şekilde olmasaydı, ikindi vaktinde gündüz saati dokuz yahut
buna yakın oluncaya kadar cuma kılınmış olmazdı."
İbn Habib Mâlik'in bu
görüşüne karşı gelir ve birinci görüşe eğilim gösterirdi. İbn Habib diyor ki:
Mâlik'in bu sözü, hadisin yorumunda bir tahriftir ve kabulü birkaç yönden
imkânsızdır. Bu saatlerin, bir tek saat olmasının imkânsızlığını şu husus sana
gösterir: Güneş, gündüzün altıncı saatinde göğün tam ortasından batıya yönelir
(yani zeval vakti girer). Bu saat ise ezan okuma ve imamın hutbeye çıkma
vaktidir. Bu da gösterir ki bu hadiste geçen saatler, gündüzün bilinen
saatleridir. Hz. Peygamber (s.a.) sözlerine günün ilk saatleriyle başlayarak:
"Kim birinci saatte gelirse deve kurban etmiş gibi olur..."
buyurdular. Sonra "...beşinci saatte yumurta sadaka vermiş gibi
olur." buyurdular. Sonra da erken gelme kesildi, ezan vakti girdi. Artık
hadisin anlamı sözlerinden açıkça anlaşılmaktadır.
Ancak, sözün yeri
değiştirilip tahrif edilmiş; hiç olmayacak bir tarzda, akla-mantığa aykırı bir
şekilde açıklanmıştır. Bu yorumu getiren kişi Hz. Peygamber'in (s.a.) teşvik
ettiği bir konuya -sabah erkenden camiye gitme konusuna- insanların değer
vermemeleri yolunu açmış ve hadiste anlatılan bütün hususların, güneşin
zevaline yakın bir tek saatte olup bittiğini iddia etmiştir. Oysa bu konu
hadislerde gündüzün evvelinde erkenden cumaya gitme şeklinde gelmiştir. Bu
meseleyi Vâzıhu's-Sünen adlı kitabımızın konuyla ilgili bölümünde yeter derece
açıklığa kavuşturduk ve o hadisleri kaydettik.
Bu sözlerin hepsi
Abdülmelik b. Habîb'in sözleridir.
Sonra Ebu Ömer (tbn
Abdilber), onun bu sözlerine cevap vermiş ve demiştir ki: Bu, onun İmam Mâlik'e
(r.h.) haksız hücumlarıdır. Karşı geldiği, akla mantığa aykırı ve tahrif
edilmiş bir yorum saydığı sözü söyleyen asıl kendisidir. Mâlik'in görüşüne,
imamların naklettiği sahih hadisler şahittir. Yine onun görüşünün bir diğer
şahidi de ona göre (şer'î-fer'î delillerden olan) Medinelilerin amelidir.[967] Bu
konuda Medinelilerin amelini delil saymak doğru olur. Çünkü bu mesele her cuma
tekrarlanan bir meseledir, bütün âlimlere kapalı kalmaz. İmam Mâlik'in delil
saydığı hadislerden
biri şudur: ez-Zührî,
Saîd b. el-Müseyyeb yoluyla Ebu Hureyre'den nakleder ki, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:
"Cuma günü
olunca, mescid kapılarının herbirinde birtakım melekler durur, mescide giren
insanları teker teker sırasıyla yazarlar. Cumaya erkenden gelen, bir deve
kurban etmiş olur, onun peşinden gelen bir inek kurban etmiş gibi olur; onu
takip eden bir koç kesmiş gibi olur... -Hz. Peygamber (s.a.), tavuk ve
yumurtaya varıncaya kadar zikredip devamla buyurdular ki: -İmam, minberde
oturunca amel defterleri dürülür, melekler de hutbeyi dinlemeye koyulurlar."[968]
İbn Abdilber sözünü
sürdürerek diyor ki; Hadisteki sözlere dikkat ediniz! Hz. Peygamber (s.a.),
meleklerin insanları teker teker sırasıyla yazdıklarım, cumaya erken gelenin
(müheccir) bir deve, onu takip edenin bir inek... kurban etmiş gibi olacağım söylemiş
ve ilk geleni "müheccir" diye nitelemiştir. Bu sözcük
"el-hâcira^ sıcağın şiddetli zamanı olan gündüz ortası" ve
"et-tehcîr = günün ortası olup ısısı artmak, öğle sıcağında yürümek"
kökünden türetilmiştir. Bu hal ise cumaya kalkılan vakitte olur, güneşin doğma
vaktinde değil. Zira güneşin doğma vakti ne hâciradır, ne de tehcirdir.
Hadiste "Sonra
onun peşinden gelen, ... sonra da onun peşinden gelen..." denilmiş,
saat^zikredilmemiştir. Hadis bu lâfızla pekçok yoldan rivayet edilmiştir,
et-Temhîd adlı eserimizde bütün bu rivayetler zikredilmiştir. Rivayetlerin bir
kısmında: "Cumaya çabuk davranan bir deve kurban etmiş gibi olur"
şeklindeyse de ekserisinde: "Erken giden bir deve kurban etmiş gibi
olur." lafzı mevcuttur. Bir kısmında da cumaya ilk saatin başında gidenin
bir deve kurban etmiş gibi olacağına ve o saatin sonunda giden için de aynen
bunun geçerliîiği söz konusu olduğuna; ikinci saatin ister başında, ister
sonunda gidenin bir inek kurban etmiş gibi olacağına delil teşkil edecek sözler
vardır.
İmam Şafiî'nin
müntesiblerinden bazıları derler ki: Hz. Peygamber, (s.a.): "Cumaya erken
giden, bir deve kurban etmiş gibi olur." sözüyle kızgın öğle sıcağında
cumaya gitmeyi kasdetmemiştir. Bu sözüyle, cumaya gitmek için dünyevî gayeler
taşıyan iş ve meşgaleleri terketmekle, bir deve kurban etmiş gibi olur demek
istemiştir. Bu kelime, vatanı terkedip başka yerlere gitmek
anlamına gelen "hicret' kökünden
türetilmiştir.
"Muhâcirûn =
hicret edenler" de bu yüzden bu adı almışlardır. İmam Şafiî (r.a.) der
ki: "En iyisi cumaya yürüyerek
erken gitrnendir."
Buraya kadar
nakledilen bütün bu sözler Ebu Ömer (İbn Abdilber)'in sözleridir.
Ben derim ki: Gündüzün
evvelinde erkenden cumaya gitmeye karşı oluş üç noktadan kaynaklanıyor:
1- Ravâh
sözüğü: Bu sözcük sadece zevalden sonra için kullanılır deniyor, 2- Tehcir
sözcüğü: Bu da yalnızca sıcağın şiddetli olduğu öğle vaktinde olur deniyor, 3-
Medinelilerin tatbikatı: Çünkü onlar gündüzün evvelinde erkenden camiye
gitmezlerdi, deniyor.
1)
"Ravâh" sözcüğüne gelince; şüphe yok ki, zevalden sonra gitme
anlamına kullanılır. Bu anlama gelişi daha çok "guduvv" kelimesiyle
birlikte kullanıldığındadır.
"Sabah vakti
gidişi bir aylık mesafe, öğleden sonra gidişi bir aylık mesafe" âyetinde[969]ve
"Kim erkenden mescide gider ve geç dönerse, her erken gidişinde yahut geç
dönüşünde Allah onun için cennette bir konak hazırlar. "[970]
hadisinde olduğu gibi şair de aşağıdaki beyitte bu anlama kullanmıştır:
"Sabah-akşam
ihtiyaçlarımız için koştururuz. Yaşayanın ihtiyacı tükenmez."[971]
Ravâh, bazan gitmek,
yürümek manalarına kullanılır. Bu manalara gelmesi, " kelimesiyle birlikte
kullanılmadığı zaman sözkonusu-dur.
Lügat bilgini
el-Ezherî, et-Tehzîb adlı eserinde der ki: Bazı araplann "ravâh"
kelimesini, her vakitte yürüyüş için kullandıklarını işittim. Kalabalık
yürüdüğünde diyorlar. Aynı şekilde "gadev" de bu manaya
kullanılıyor. Onlardan biri bir arkadaşına "yürü" diyor;
arkadaş grubuna hitap
ederken de "yürüyün" diyor. Diğer biri ise: "yürümez
misiniz?" diye soruyor. Sahih ve sabit hadislerde (cumaya gitme
konusunda) gelen bu sözcük de bu anlama gelir; cumaya gitmek ve cumaya koşmak
anlamındadır: Zevalden sonra gitmek anlamında değildir.[972]
2)
"et-tehcîr" ve "el-müheccir" lâfızlarına gelince; bu
lâfızlar "el-hecîr" ve "el-hâcir" köklerinden
türetilmiştir. el-Cevherî der ki: Bu (İki lâfız) sıcağın şiddetli olduğu öğle
ortası anlamına gelir. Bu manaya gelmek üzere Arapçada şu söz kullanılır:
"Gün kızıştı"
Şair Îmruü'1-Kays, bir
beytinde der ki:
"O (sevgiliyi
anmayı) bırak! Teselli bulmak için
Hızlı koşan genç,
dinamik bir deveyle uğraş;
Öğle vakti güneş
tepeye dikilip gün kızıştığında" [973]
"Ailemize hâcira
(öğleyin güneşin kızışma) vaktinde geldik." derler. Tehcir ve teheccür
kelimeleri öğle sıcağında yürümek anlamına gelir. Medinelilerin ortaya
attıkları görüş de buna dayanmaktadır.
Başkaları da şöyle
diyor: Tehcîr lafzı hakkında söylenebilecek söz, ravâh lâfzı hakkında
söylenilen söz gibidir. Çünkü bu lâfız mutlak olarak söylenildiğinde erken
gitmek kasdolunur.
el-Ezherî, et-Tehztb'ûc
diyor ki: İmam Mâlik, Sümey (v.131/748) -Ebu Salih- Ebu Hureyre yoluyla Hz.
Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduklarını rivayet eder: "insanlar camiye
erken gitmenin (tehcirin) sevabını bilselerdi, birbirleriyle yarış ederlerdi.
"[974]
Başka bir merfû hadisde
Hz. Peygamber (s.a.) buyururlar ki: "Cumaya erken giden (müheccir) bir
kurban kesmiş gibi olur."
el-Ezherî devamla der
ki: Pekçok insan bu hadislerde geçen "tehcîr" kelimesinin zeval
vaktinde sıcağın kızıştığı gün ortası anlamına gelen "hâcira"dan tef'îl
vezninde türetilmiş bir kelime olduğu görüşünü ileri sürer. Oysa bu yanlıştır.
Doğrusu, Ebu Davud el-Mesâhifî'nin en-Nadr b. Şü-meyl'den (v.203/818)
naklettiği şu sözdür: "Cuma için olsun, başka şeyler için olsun tehcîr
etmek, herşeyde erken davranmak ve acele etmek demektir. Halil'in (v. 170/786)
de böyle dediğini işittim." Bu sözleri, bu hadisin yorumu münasebetiyle
söylemiştir.
el-Ezherî diyor ki:
Doğru olan da budur. Hicazhların ve |o civarda bulunan Kays kabilesinin
kullanımı böyledir. Şair Lebîd bir beytinde der ki:
"Cariyeler ve
köleler topluluğu erken davrandıktan sonra (. sıcağında yola koyuldular. Artık
Selmâ onlara yetişemez... On maz da."[975]
ahcak) öğle . arı
bıraka-
Şair bu beytinde
"hecr-öğle sıcağı" kelimesi ile "ibtikâr = erken davranma"
kelimesini bir arada kullanmıştır. Hicaz ve civarında'ravâh kelimesi gitmek,
yürümek anlamında kullanılır.
Hangi vakitte
olursa olsun, bir topluluk,
hızla geçip
derler.
Hz. Peygamber (s.a.)
ise "İnsanlar camiye erken gitmenin sevabını bilselerdi, birbirleriyle
yanş ederlerdi" buyurmakla bütün namazlara erken gitmeyi, yani hepsinin de
ilk vakitlerinde camiye gitmeyi kasdetmiştir. el-Ezherî diyor ki: Diğer (Hicaz
ve civarı dışındaki) Araplar ise derler; bu sözle adamın öğle vaktinde yola
çıktığım kasdederler. Hâcira, günün ortası demektir.
el-Ezherî devamla
şöyle diyor: Îbnü'l-Arâbî'nin Nevâdir'inden Sa'leb'e aktarılan Ci'sine b.
Cevvâs er-Rabeî'nin Hevesine hitaben söylediği bir şiiri el-Münzirî bana okudu.
Şiirde şöyle deniyordu:
"Hatırlar mısın
adağımı, yeminimi? Hani sen, Cefr'deki daracık bir yoldaydın, Bana karşı hızlı
koşan küheylan gibi coşkundun; Ama Hacr sâ'ı ile değil, Hâlidî sâ'ı ile, [976]Kırk
çeken yükümü taşıyamamıştın. Tan ağarınca erkenden yola çıkan develerle Bir
yolculuk esnasında arkadaşlık etmemiştin. Sonra onların yürüdüğü gecede sen
yürümemiş, gece yola devam etmemiştin.
Onlar İse dar ve tozlu
yolların enlerini dürüp gidiyorlardı. Sanki tacir çırağının, ticaret kumaşlarını
dürmesi gibi."[977]
el-Ezherî diyor ki:
Şiirde geçen tinde erkenden yola çıkmak anlamındadır.
3)
Medinelilerin günün evvelinde cumaya gitmediklerine gelince; bu, sonuçta
onların İmam Mâlik (r.h.) zamanındaki tatbikatından başka birşey değildir. Bu
da delil teşkil etmez. Hatta Medinelilerin icmâının (şer'î) delil olduğunu
ileri sürenlere göre bile bu durum delil olamaz. Çünkü bunun içinde sadece
günün erken saatinde cumaya gitmemek yatmaktadır. Bu da kesinlikle caiz bir
durumdur. Kişinin hem kendisinin hem de ailesinin faydasına olan şeylerle,
geçim işleriyle ve diğer dinî ve dünyevî işlerle uğraşması bazan günün
evvelinde cumaya gitmesinden daha faziletli olabilir. Şüphesiz namazdan sonra
diğer bir namazı beklemek ve bir kimsenin diğer bir namazı kılıncaya kadar
namaz kıldığı yerde oturması, gidip tekrar ikinci bir namazı kılmak için başka
bir vakitte geri dönmesinden daha faziletlidir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)
buyururlar ki:
"(Bir namazı
kılıp başka bir) namazı bekleyen sonra imamla birlikte kılan kişinin sevabı,
namazı kılıp ailesinin yanma dönen kimseninkinden daha fazladır."[978]
"Namazı bekleyen
kimse namaz kıldığı yerde oturduğu müddetçe melekler devamlı onun için dua
ederler."[979]
Hz. Peygamber (s.a.),
bir namazı kıldıktan sonra başka bir namazı kılmak için beklemenin, Allah
tarafından günahların silinip derecelerin yükseltilmesine vesile olan
amellerden ve bağlılığın sembollerinden olduğunu haber vermiştir,[980]
Diğer bir hadiste
şöyle buyrulmuştur:
"Bir farz namazı
kılıp bir başkasını daha kılmak için oturup bekleyen kimseyle Allah meleklerine
övünür."[981]
Bu hadisler gösteriyor
ki, sabah namazını kıldıktan sonra oturup cumayı bekleyene, gidip sonra
vaktinde gelene verilenden daha çok sevab verilir. Medinelilerin yahut
diğerlerinin böyle yapmamış olmaları, bu amelin mekruh olduğunu göstermez.
Günün evvelinde erken davranarak cumaya gelmek konusu da aynen böyledir. Allah
en iyi bilendir. [982]
Cuma gününde sadaka
vermenin, diğer günlerde vermeye göre bir üstünlüğü vardır. Haftanın diğer
günlerine bakarak bu günde verilen sadaka, diğer aylara bakarak Ramazan'da
verilen sadaka gibidir.
Şeyhülislâm İbn
Teymiye'yi -Allah ruhunu aziz etsin- gözetledim; cuma kılmak için evinden
çıktığında evinde ekmek yahut başka bir şey ne bulursa yanına alır yolda
gizlice sadaka olarak verirdi. Kendisinden dinledim, diyordu ki: "Allah,
Hz. Peygamber'e (s.a.) münacaattan önce sadaka vermemizi emrettiğine göre,
(Allah'a) münacaattan önce sadaka vermek hem daha faziletli hem de fazilete
daha lâyıktır."
Ahmed b. Züheyr b.
Harb, babası Ebu Hayseme Züheyr b. Harb -Cerîr - Mansûr - Mücâhid - İbn Abbas
senediyle nakleder ki: Ebu Hureyre ile Kâ'b bir araya geldi. Ebu Hureyre:
"Cuma günü içinde öyle bir saat vardır ki, bir müslüman adam namaz
kılarken o saate rastgelir, Allah'tan (c.c.) bir dilekte bulunursa muhakkak
Allah dedi. Bunun üzerine Kâ'b söze başladı: "Ben, size cuma gününden
bahsedeceğim: Cuma günü olunca insanoğlu ve şeytanlar dışındaki bütün varlıklar
gökler, yer, kara, deniz, dağlar, ağaçlar.... o gün (kıyametin kopmasından)
endişe ederler, korku içinde olurlar... Melekler, camilerin kapılarını tutar.
İmam minbere çıkıncaya kadar gelenleri sırayla yazarlar. İmam minbere çıkınca
defterlerini kapatırlar. Artık bundan sonra gelenler üzerlerine farz olan Allah
hakkı için gelmiş olurlar. O gün tıpkı cünüplükten gusleder gibi gusletmek
ergenlik çağına girmiş herkesin vazifesidir. O günde verilen sadakanın sevabı,
diğer günlerde verilen sadakanın sevabından daha büyüktür. Güneş, cuma günü
gibi bir gün üzerine ne doğdu, ne battı."
Bu sözleri nakleden
ibn Abbas diyor ki: "Kâ'b ve Ebu Hureyre'nin konuşmaları bu kadar. Bence
bir kimse, şayet hanımının güzel kokusu varsa sürünmelidir."[983]
O gün Allah (c.c.)
cennetteki mü'min dostlarına tecellî edecek, onlar da O'nu ziyaret
edeceklerdir. Allah'a en yakın olacak kişi, imama en yakın olandır; ziyarete en
başta gidecek olan da cuma namazına en önce giden olacaktır.
Yahya b. Yemân,
Şerîk'den Ebu'l-Yakzân yoluyla Enes b. Mâlik'in "katımızda fazlası da
vardı"[984]âyeti hakkında
"Allah, her cuma mü'-minlere tecellî eder" dediğini nakletmiştir.[985]
Teberânî, el-Mu'cem
(el-Kebîr) adlı eserinde Ebu Nuaym el-Mes'ûdî-el-Minhâl b. Amr - Ebu Ubeyde
senediyle Abdullah (b.Mes'ûd'un) şöyle dediğini nakleder: "Cumaya gitmekte
yarışın. Çünkü Allah (c.c.) her cuma kâfurdan bir tepe üzerinde cennet halkına
gözükür. Allah'a yakınlıkları, cumaya acele etmeleri ölçüsüncedir. Allah,
onlara daha Önce görmedikleri yeni ihsanlarda bulunur. Ailelerinin yanına,
kendilerine sunulan yeni ihsanları almış olarak dönerler." Sonra Abdullah
camiye girdi, iki adamla karşılaştı. Bunun üzerine: "İki adam... Ben,
üçüncüyüm. Dilerse Allah, üçüncüye de ihsanda bulunur" dedi.[986]
Beyhakî, Şu'abu'l-İman
adlı eserinde Alkame b. Kays'ın şöyle dediğini zikrediyor: Abdullah b. Mes'ûd
(r.a.) ile birlikte bir cumaya gittim. Abdullah, kendinden önce camiye üç
kişinin gelmiş olduğunu görünce: Dört kişinin dördüncüsüyüm. Dördün dördüncüsü
de uzak değildir, deyip Hz. Peygamber'den (s.a.) işittiğini söylediği şu hadisi
nakletti: "İnsanlar, kıyamet günü cumaya gitme önceliklerine göre Allah'a
yakın oturacaklardır. En önde ilk giden, ondan sonra ikinci, ondan sonra
üçüncü, ondan sonra da dördüncü... giden oturacaktır." Sonra Abdullah:
"Dördün dördüncüsü de uzak değildir" dedi.[987]
Dârakutnî,
Kitabu'r-Ru'yet adlı eserinde Ahmed b. Seimân ti. el-Hasan-Muhammed b. Osman b.
Muhammed- Mervân b. Câfer-Hâşimoğullannın âzâdlı kölesi Ebu'l-Hasan Nâfi'-Atâ
b. Ebî Meymüne-Enes b. Mâlik (r.a.) senediyle Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle
buyurduklarını nakleder:
"Cuma günü olunca
mü'min erkekler Rablerini görecektir. Allah'a ilk önce bakacak kişi her cuma
erkenden camiye giden olacaktır. Mü'min kadınlar ise Ramazan ve Kurban bayramı
günleri Allah'ı göreceklerdir. "[988]
(Yine Dârakutnî),
Muhammed b. Nuh- Muhammed b. Musa b. Süf-yân es-Sükkerî- Abdullah b. el-Cehm
er-Râzî- Amr b. Ebu Kays-Ebu Tayyibe-Âsım- Ebu'l-Yakzân Osman b. Umeyr - Enes
b. Mâlik (r.a.) yoluyla rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.)
buyururlar ki:
"Cibril yanıma
geldi. Elinde beyaz bir ayna, aynada siyah benek gibi bir şey vardı. Sordum:
—Ey Cibril! Bu nedir?
Cevap verdi:
—Bu, cumadır. Allah,
hem senin hem de senden sonra ümmetin için bayram olsun diye bu günü sana
sunuyor.
—O günde bizim için ne
vardır?
—Sizin için o günde
hayır vardır. O günde sen ilk olacaksın. Yahudî ve hıristiyanlar sırada senden
sonra gelecekler. Senin için o gün içinde bir saat vardır ki bir kul, o saatte
Allah'tan (s.c.) kendi payına düşen bir
şey istese mutlaka
verir. Kendi payına düşen bir şey yoksa ondan daha üstün olanını verir. O kulun
başına gelmesi takdir edilen bir serden de Allah onu korur. Böyle bir şey yoksa
bundan daha büyük bir şerri ondan
defeder.
—Peki, bu siyah benek nedir?
—Cuma günündeki
saattir. Cuma günü bizim gözümüzde günlerin efendisidir. Ahiret halkı ona
"Mezîd Günü" der.
—Ey Cibril! Mezîd günü
ne demek?
—Anlatayım. Rabbin,
cennette beyaz miskten, çok geniş bir vadi yarattı. Cuma günü olunca Kürsî'sine
iner. Sonra Kürsî nurdan minberlerle kuşatılır. Peygamberler gelir, onların
üzerine otururlar. Sonra bu minberler, altın minberlerle kuşatılır. Sıddıklar
ve şehidler gelir, onlar da bu altın minberlerin üzerine otururlar. Köşk
sahipleri gelir tepecikler üzerine otururlar.
Sonra Rableri Allah
(c.c.) onlara tecellî eder; O'nu seyrederler. Allah buyurur: "Ben, size
karşı sözümü yerine getirdim, nimetlerimi tamamladım. Burası Benim lütuf,
ihsan yerimdir. İsteyin Ben'den isteyebildiğini-zi." Onlar da hoşnutluk
isterler. Allah buyurur: "Benim hoşnutluğum, sizi (cennet) yurdumda konuk
etti, ihsanımı size ulaştırdı. İsteyin Ben'den isteyebildiğiniz!." Yine
hoşnutluk isterler; Allah da hoşnut olduğunu bildirir. Sonra kullar,
istekleri, arzuları bitip tükeninceye kadar isteyebildikleri-ni isterler. Sonra
onlar için bu anda bir kapı açılır, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın
işitmediği ve hiçbir insanın kalbine gelmeyen şeylerle karşılaşırlar. Daha
sonra izzet sahibi Hz. Allah yükselir; peygamberler ve şehidler de O'nunla
birlikte yükselir. Köşk sahipleri köşklerine dönerler. Her köşk yarık ve çatlak
bulunmayan bir tek inciden yahut kırmızı bir yakuttan ya da yeşil zebercedden
oluşmaktadır. Kapıları, üst odaları, sofaları ve kilitleri de hep aynı madenlerdendir.
İçlerinde nehirleri devamlı akar. Meyveler içlerine sarkmış vaziyettedir.
Köşklerin içinde hanımlar, hizmetçiler vardır. Allah'ın (c.c.) ihsanlarını
daha fazla elde etmek ve O'nun mübarek yüzüne bakma dolayısıyla cuma gününe
ihtiyaçları olduğu kadar başka hiçbir şeye muhtaç değildirler. O gün ise Mezîd
Günüdür. "[989]
Bu hadisin pekçok
senedleri vardır. Ebu'l-Hasan ed-Dârakutnî, hepsini de Kitabu'r-Ru'yeî adlı
eserinde vermiştir. [990]
Allah'ın Kitab'ında
kendisine yemin ettiği "şâhid"[991]cuma
günü olarak tefsîr edilmiştir.
Humeyd b. Zenceveyh,
Abdullah b. Musa- Musa b. Ubeyde- Eyyub b. Halid- Abdullah b. Râfi'-Ebu Hureyre
senediyle Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduklarım nakleder:
"Va'dolunan gün
kıyamet günü, meşhûd gün arefe günü, şâhid ise cuma günüdür. Cuma gününden daha
üstün bir gün üzerine güneş ne doğdu, ne battı. O gün içinde öyle bir saat
vardır ki, o saatte mü'min bir kul Allah'tan bir hayır dilerse Allah muhakkak
dileğini yerine getirir yahut bir serden Allah'a sığınırsa Allah, onu o serden
mutlaka korur."'[992]
Bu hadisi Müsned'indc
Haris b. Ebî Üsâme, Ravh yoluyla Musa b. Ubeyde'den nakletmiştir.
Taberânî, Mu'cem'mdt
Muhammed b. İsmail b. Ayyaş -onun babası İsmail- Damdan b. Zür'a- Şurayh b.
Ubeyd- Ebu Mâlik el-Eş'arî senediyle Hz. Peygamber'in şöyle buyurduklarım
nakleder:
"Va'dolunan gün
kıyamet günü, şâhid cuma günü ve meşhûd arefe günüdür. Cuma gününü AKah bizim
için saklamıştır. Orta namaz ikindi namazıdır."[993]
Bu hadis Cübeyr b.
Mut'im'den de rivayet edilmiştir.[994]
Ben derim ki: Doğrusu
-Allah en iyi bilendir- bu açıklama, Ebu Hureyre'nin tefsiri olsa gerek. İmam
Ahmed b. Hanbel diyor ki: Muhammed b. Ca'fer, Şu'be'den o da AH b. Zeyd ve
Yunus b. Ubeyd'den onlar da Haşim oğullarının âzâdh kölesi Ammar'dan o da Ebu
Hureyre'den bize naklederler ki -Ali b. Zeyd, Hz. Peygamber'e (s.a.) kadar
çıkardı. Yunus ise Ebu Hureyre'yi aşmadı - (iki farklı rivayete göre Hz.
Peygamber (s.a.) veya Ebu Hureyre) "Şâhid ve meşhuda andolsun ki"
âyetini tefsir ederken, "Şahid cuma günü, meşhûd arefe günü ve va'dolunan
gün kıyamet günü'dür." demiştir.'[995]
İnsanlar ve cinler
dışında bütün yaratıklar, gökler, yer, dağlar, denizler... o günden (kıyamet
kopacak diye) korku duyar, heyecan içinde olurlar.
Ebu'l-Cevvâb, Ammâr b.
Ruzeyk- Mansûr- Mücâhid- İbn Abbas senediyle rivayet ediyor: Kâ'b ve Ebu
Hureyre bir araya geldiler. Ebu Hureyre söze başladı: Hz. Peygamber (s.a.)
buyurdular ki: "Cuma içinde öyle bir saat vardır ki, o saatte müslüman bir
kul Allah'tan dünya ve ahiret hayrı dilerse muhakkak Allah onun dileğini yerine
getirir." Bunun üzerine Kâ'b söz aldı: "Şimdi size cumadan
bahsedeceğim: Cuma günü olunca insanoğlu ve şeytanlar dışındaki bütün
yaratıklar, gökler, yer, dağlar, denizler... o günden (kıyamet kopar diye)
korku içinde olurlar. Melekler camilerin kapılarını tutar, imam minbere
çıkıncaya kadar gelenleri sırayla yazarlar. İmam minbere çıkınca defterlerini
kapatırlar. Artık bundan sonra gelenler üzerlerine farz olan Allah hakkı için
gelmiş olurlar. O gün tıpkı cünüpîükten gusleder gibi gusletmek, ergenlik
çağına girmiş herkesin vazifesidir. O günde verilen sadakanın sevabı diğer
günlerde verilen sadakanın sevabından daha üstündür. Güneş, cuma günü gibi bir
gün üzerine ne doğdu, ne battı."
îbn Abbas diyor ki:
"Kâ'b ve Ebu Hureyre'nin sözleri bu kadar. Bence bir kimse, o gün şayet
hanımının güzel kokusu varsa sürünmelidir."[996]
Ebu Hureyre'nin Hz.
Peygamber'den (s.a.) naklettiği bir hadis-i şerif-de şöyle buyurulmaktadır:
"Güneş, cuma gününden daha üstün bir gün üzerine ne doğar, ne batar. Şu
iki grup yaratıktan -insan ve çinlerden-başka bütün canlılar cuma gününden
korku duyarlar." [997]Bu
hadis sahihtir.
Bütün yaratıkların
cuma gününden korku duymaları şundan kaynaklanmaktadır: Kıyamet o gün kopacak,
kâinat katlanacak, o gün dünya harab olacak, insanlar cennet veya cehennemde
kalacakları yerlere o gün gönderilecek. [998]
Cuma, Allah'ın bu
ümmet için sakladığı ve onlardan önceki kitap ehlini şaşırttığı bir gündür.
Buharî'nin Sa/nTi'inde
Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki:
"Güneş, cuma gününden daha hayırlı bir gün üzerine ne doğdu, ne battı. Allah
bu günü tayin edip bizi doğruya ulaştırdı. Diğer ümmetler ise şaşırdılar. Artık
bu meselede insanlar bize uymuştur. Yahudilerin (ibadet günü) cumartesi,
hıristiyanlarınki ise pazardır."[999]
Başka bir hadiste: "Allah, oau bize sakladı" ilâvesi vardır.
İmam Ahmed b. Hanbel,
Ali b. Âsım-Husayn b. Abdurrahman - Ömer b. Kays- Muhammed b. el-Eş'as yoluyla
Hz. Âişe'den rivayet ediyor: Hz. Âişe diyor ki: Hz. Peygamber'in (s.a.)
yanındaydım. Bir Yahudi girmek için izin istedi. Hz. Peygamber (s.a.) izin
verdiler. Yahudi: "es-Sâmü aley-ke"[1000]dedi.
Hz. Peygamber (s.a.): "Ve aleyke = senin üzerine de olsun" diye
karşılık verdi. Hz. Âişe diyor ki: İçimden bir söz söylemek geldi ama
söylemedim. Sonra ikincisi geldi, aynı şekilde söyledi. Hz. Peygamber (s.a.) de
"Ve aleyke" diye karşılık verdi: Yine içimden bir söz söylemek geldi
ama söylemedim. Üçüncüsü geldi: "es-Sâmü aleyküm = ölüm üzerinize
olsun" dedi. Bunun üzerine ben: "Hayır... Ölüm ve Allah'ın gazabı,
sizin üzerinize olsun, maymunların, domuzların kardeşleri! Allah'ın Elçisini,
Allah'ın (c.c.) selâmlamadığı bir şekilde mi selâmlıyorsunuz?!" diye söze
karıştım. Hz. Peygamber (s.a.) bana baktı ve buyurdular: "Sakin ol!
Allah, çirkin söz söylemeyi
de çirkin sözlerle atışmayı da sevmez. Onlar bir söz söylediler, biz de
sözlerini onlara iade ettik. Bize hiçbir zararı dokunmadı; ama kıyamete kadar
onlara bağlı kalır. Onlar, bize, şu meselelerde hased ettikleri gibi hiçbir
şeyde hased etmezler: 1- Cuma günü: Allah bize onu tayin edip gösterdi, onlar
ise şaşırdılar, 2- Kıble: Allah bize onu tayin edip,
gösterdi, onlar
şaşırdılar, 3- İmamın arkasında söylediğimiz "amin" SÖZÜ.[1001]
Buharı ve Müslim'in
Sahihlerinde Ebu Hureyre'den naklen Hz. Pey-gamber'in (s.a.) şöyle buyurdukları
rivayet edilir: "Bizler (diğer semavî din mensublarına göre) en sonra
gelenleriz. Ama kıyamet günü en başa geçecek olan biziz. Ancak onlara bizden
önce kitap gönderildi, onlardan sonra da bize gönderildi. (Yahut onlara bizden
önce kitap gönderilmiş ve onlardan sonra da bize gönderilmiş olmasına rağmen) Allah'm
kendilerine farz kıldığı gün, bu (cuma günü) iken, bu konuda görüş ayrılığına
düştüler (de başka günleri takdis ettiler). Allah bu günü tayin edip bizi
doğruya ulaştırdı. Artık bu meselede insanlar bize uymuştur. Yahudilerin
(ibadet günü) yarın, hıristiyanlarınki ise öbür gündür."[1002]
Hadiste geçen
"beyde" kelimesi Ebu Ubeyd'in anlattığına göre iki türlü
kullanılmaktadır: 1- Beyde şeklinde "b" ile, bu kullanım yaygındır,
2- Meyde şeklinde "m" ile. Bu kelimenin anlamı konusunda iki görüş
vardır: 1) "Ancak, yalnız, başka" manalarına gelen "gayr"
kelimesiyle aynı manadadır. İki mananın en yaygın kullanımı budur. 2)
"üzerinde, üzerine, rağmen" anlamlarına gelen "alâ"
kelimesiyle aynı anlamdadır. Ebu Ubeyd, bu anlama geldiğini gösteren şu beyti,
nakletmiştir:
"Helak olsam da
ses çıkarmayacağını tahminime rağmen, Kasden yaptım bunu." [1003]
Cuma günü Allah'ın,
haftanın günleri arasından seçtiği gündür. Nitekim Allah senenin ayları
arasından Ramazan ayım, geceler arasından Kadir gecesini, yeryüzü içinde
Mekke'yi ve yarattığı insanlar arasından da Hz. Muhammed'i (s.a.) seçmiştir.
Âdem b. İyâs, Ebu
Muâviye Şeybân - Asım b. Ebu'n-Necûd - Ebu Salih yoluyla Kâ'b el - Ahbâr'ın
şöyle dediğini nakleder:
Allah (c.c.) aylar
arasında tercih yaptı, Ramazan ayını tercih etti. Günler arasında tercih yaptı,
cuma gününü tercih etti. Geceler arasında tercih yaptı, Kadir gecesini tercih
etti. Saatler arasında tercih yaptı, namaz saatini tercih etti. Cuma (namazı),
o cumadan diğer cumaya kadar işlenen (küçük) günahlara keffaret olur, sevabı da
üç kat artırır. Ramazan orucu, o Ramazanla diğer Ramazan arasındaki günahları
affettirir. Hac vazifesini yapmak, o hac ile diğer hac arasındaki günahları
affettirir. Yapılan umre, kendisiyle diğer umre arasındaki günahları
affettirir. Kişi iki sevap arasında, işlediği sevap ile yapmak istediği sevap
arasında -yani iki namaz arasında-vefat eder. Ramazanda şeytanlar zincirlerle
bağlanır. Cehennemin kapıları kapatılır, cennetin kapıları açılır. Bu ayda;
"Ey hayrı arayan! Gel! Bütün istediklerin Ramazan'dadir." diye nida
edilir. Hiçbir gecede yapılan ibadet, Ramazanın son on gecesinde yapılan
ibadet kadar Allah katında sevimli ve makbul değildir. [1004]
Cuma günü ölülerin
ruhları kabirlerine yaklaşır, bedenlerle irtibat kurarlar. Bu günde
kendilerini ziyaret edenleri, yanlarından geçenleri, selâm verenleri ve
aralarına katılanları (ölenleri) diğer günlerdeki tanımalarına nazaran çok daha
iyi tanır ve bilirler. O gün ölülerin,dirilerin buluştuğu gündür. O gün kıyamet
kopunca öncekiler-sonrakiler, yeryüzü-gözyüzü sakinleri, Allah-kul, amel eden
ve yaptığı amel, zulüm gören ona zulmeden zalim ve güneş-ay buluşurlar. Oysa bu
ikililer o zamana kadar daha Önce hiç bir araya gelmemişlerdi. O gün buluşma ve
kaynaşma günüdür. Bu yüzden insanlar dünyada iken diğer günlere bakarak bu
günde daha sık buluşur, görüşürler. O gün karşılaşma günüdür.
Ebu't-Teyyâh Yezîd b.
Humeyd anlatıyor: Mutarrif b. Abdullah kırlara çıkardı. Cuma gecesi olunca gece
yeni başlarken atına biner yola çıkardı. Yolunu kamçısı aydınlatırdı. Yine
böyle bir gece yola çıktı. Mezarlığa varınca atı üzerinde hafifçe kestirdi.
Mutarrif diyor ki: Bu esnada kabirde-kileri gördüm. Kabirdeki her şahıs kabri
üzerine oturmuştu. Beni görünce;
"Siz cuma gününü
biliyor musunuz?" diye sordum. "Evet, dediler. O gün kuşların ne
dediğini de biliriz." 'Teki, kuşlar ne derler?" diye sordum.
"Hayırlı günden selâm size, selâm size! derler." diye cevap verdiler[1005]
İbn Ebi'd-Dünyâ,
el-Menâmâl ve diğer eserlerinde, Âsim el-Hacderî'nin ailesinden bir zatın
anlattığı şu rüyayı kaydediyor: Ölümünden iki yıl sonra Âsim el-Hacderî'yi
rüyamda gördüm. Aramızda şu konuşma geçti; sordum:
—Sen ölmemiş miydin?
—Evet, öyle.
—Peki şimdi neredesin?
—Yeminle söylüyorum,
cennet bahçelerinden birindeyim. Ben ve bir grup arkadaşım her cuma gecesi ve
sabahı Bekir b. Abdullah el-Müzenî'nin yanında toplanıyor, sizin haberlerinizi
alıyoruz.
—Toplanıp bir araya
gelen cisimleriniz mi yoksa ruhlarınız mı? —Heyhat, cisimler çürüdü toprak
oldu! Buluşanlar sadece ruhlardır. —Sizi ziyaretimizin farkına varıyor musunuz?
—Cuma akşamı, bütün
cuma günü boyunca ve cumartesi gecesi güneş doğuncaya kadar ziyaretinizi
biliriz.
—Neden bu durum diğer
bütün günler için geçerli olmuyor? —Çünkü cuma gününün bir üstünlüğü ve
yüceliği vardır.
Yine İbn Ebi'd-Dünyâ
anlatıyor: Muhammed b. Vâsi' her cumartesi seher vaktinde mezarlığa gider
kabirlerin başında durur, onları selâmlar, onlar için dua eder, sonra dönüp
gelirdi. Dediler ki: "Ziyaretinizi bu gün yerine pazartesi günü
yapsanız!" Bunun üzerine: "Bana kadar ulaşan bir habere göre Öiüler,
cuma günü ile ondan bir önceki ve bir sonraki günde kendilerini ziyaret
edenleri bilirlermiş" diye karşılık verdi.
Süfyan es-Sevrî'den
naklediyor: Diyor ki: Bana ulaştığına göre Dah-hâk demiştir ki: "Kim
cumartesi günü güneş doğmadan önce bir kabri ziyaret ederse ölü, onun
ziyaretini bilir." Sordular: "Bu nasıl olur?" Cevap verdi:
"Cuma gününün şerefinden dolayı."[1006]
Tek olarak yalnızca
cuma günü oruç tutmak mekruhtur, trnam Ah-med'in açık ifadesi böyledir.
el-Esrem anlatıyor:
Ebu Abdillah'a (Ahmed b. Hanbel) cuma günü oruç tutma meselesini sordular. O da
yalnızca o güne mahsus olmak üzere oruç tutmayı yasaklayan hadisi söyledi.
Sonra ardından dedi ki: "ancak tutmakta olduğu oruç o güne denk gelmişse
caizdir. Yalnızca o güne mahsus olarak oruç tutmak ise caiz değildir."
Bu sözler üzerine
sordum: "Bir adam, bir gün oruç tutuyor, bir gün yiyor, iftarı perşembeye,
orucu cumaya ve yine iftarı cumartesiye rastgeli-yor. Bu durumda yalnızca cuma
orucu tutmuş gibi mi oluyor?" İmam Ahmed, bu soruma karşılık: "Caiz
olmayan, kasden o güne özgü olmak üzere oruç tutmaktır. Sadece cuma günü kasıtlı
oruç tutmak mekruhtur."
Mâlik ve Ebu Hanîfe o
gün oruç tutmayı diğer günlerde olduğu gibi mubah saymışlardır. Mâlik diyor ki:
"İlim ve fıkıh adamlarından ve kendilerine uyulan imamlardan hiçbirinin
cuma günü oruç tutmayı yasakladığım işitmedim. O gün oruç tutmak güzeldir.
İJim adamlarından birisinin o gün oruç tuttuğunu gördüm, onun bu konuyu
araştırdığını sanıyorum."
İbn Abdilber der ki:
Cuma orucu konusunda Hz. Peygamber'den (s.a.) nakledilen hadisler birbirini
tutmamaktadır. İbn Mes'ûd (r.a.), Hz. Pey-gamber'in (s.a.) her ay üç gün oruç
tuttuğunu naklediyor ve: "Cuma günü O'nun iftar ettiğini çok az
görmüşümdür" diyor. Bu hadis, sahihtir[1007]İbn
Ömer'in (r,anhüma) de "Allah Rasûlü'nün (s.a.) cuma günü iftar ettiğini
hiç görmedim" dediği rivayet ediliyor. Bu hadisi İbn Ebî Şeybe, Hafs b.
Gıyâs - Leys b. Ebî Süleym - Umeyr b. Ebî Umeyr - îbn Ömer senediyle
zikretmiştir.[1008]
İbn Abbas da devamlı o
gün oruç tuttuğunu nakletmiştir.
Mâlik'in sözettiği
ilim adamının Muhammed b. el-Münkedir (v. 130/|47) olduğunu söylüyorlar. Bazıları
ise Safvan b. Süleym'dir (v. 132/749) diyorlar:
ed-Derâverdî, Safvân
b. Süleym'den naklen Cûşem oğullarından bir adamın, Ebu Hureyre'nin Hz.
Peygamber'den (s.a.) şu hadisi rivayet ettiğini işittiğini naklediyor:
"Kim cuma günü oruç tutarsa, ona, dünya günlerine benzemez ay gibi berrak
ve parlak on ahiret günü sevabı yazılır."[1009]
Cuma orucunda aslolan
bir hayır ameli olmasıdır. Yalnızca muhalifi bulunmayan bir delille
yasaklanabilir.
Derim ki: Asla kusur
bulunamaz bir sıhhatte olan muhalif-sahih hadis vardır. Buharî ve Müslim'in
Sa/i/Tî'lerinde Muhammed b. Abbad'dan naklediliyor: Muhammed diyor ki;
Câbir'e: "Allah Rasûlü (s.a.) cuma orucunu yasakladı mı?" diye
sordum, "Evet" cevabını verdi.[1010]
Müslim'in Sahihimde
Muhammed b. Abbâd'ın şöyle dediği rivayet edilmekte: Câbir b. Abdullah'a,
Beytullah'ı tavaf ettiği bir sırada; "Allah Rasûlü (s.a.) cuma orucunu
yasakladı mı?" diye sordum. "Şu yapının Rabbi-ne yemin ederim ki,
evet." diye karşılık verdi.'[1011]
Buharî ve Müslim, Ebu
Hureyre'den naklediyor: Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduklarını işittim:
"Hiçbiriniz bir gün öncesinde yahut bir gün sonrasında oruç tutmadıkça
cuma günü oruç tutmasın." Bu lâfızla Buharî rivayet etmiştir.[1012]
Müslim'in Sahih'indc
Ebu Hureyre'den naklediliyor: Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki: "Geceler
arasında yalnız cuma gecesini ibadete ayırmayın. Günler içinde yalnız cuma
günü oruç tutmayın; ancak birinizin tuttuğu oruç o güne denk gelirse
tutabilir."[1013]
Buharî'nin Sahih'inde,
Peygamberimizin hanımı Cüveyriye bt. Hâris'-den naklen anlatıldığına göre Hz.
Peygamber (s.a.), bu hanımının oruçlu olduğu bir cuma günü yanına girdiğinde
ona soruyor: "Dün oruç tuttun mu?" "Hayır" cevabını alıyor.
"Peki yarın tutmak istiyor musun?" sorusuna: "Hayır" cevabını alınca da
"Orucunu boz" diyor.[1014]
Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'inde İbn Abbas'tan naklen Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurdukları
naklediliyor: "Yalnız cuma günü oruç tutmayın." [1015]
Yine Müsned'de
nakledildiğine göre; Cünûde el-Ezdî anlatıyor: Bir cuma Ezd kabilesinden yedi
kişiyle birlikte Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna girdim. Ben sekizincileri
idim. Hz. Peygamber (s.a.) kahvaltı yapıyordu. "Kahvaltıya buyrun"
dedi. Biz: "Oruçluyuz, ey Allah'ın Rasûlü!" dedik. "Dün oruç
tuttunuz mu?" diye sordu. "Hayır" diye karşılık verdik. "Peki,
yarın tutacak mısınız?" diye sordu; bu sefer de: "Hayır"
cevabını verdik. "O halde orucunuzu bozun." dedi. Artık Hz.
Peygamber (s.a.) ile beraber yedik. Cuma vaktinde hitap etmek için minbere
çıkıp oturduğunda bir kap su istedi, minber üzerindeyken halkın gözü önünde
suyu içti. Bu davranışıyla Hz. Peygamber (s.a.), cuma günü oruç tutmadığını
halka göstermek istemişti.'[1016]
Yine Müsned'dc Ebu
Hureyre'den nakledilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) buyururlar ki:
"Cuma günü, bayram günüdür. Bayram gününüzü, oruç günü haline getirmeyin.
Ancak o günden önceki veya sonraki günde oruç tutacaksanız o gün de
tutabilirsiniz."[1017]
İbn Ebî Şeybe, Süfyân
b. Uyeyne - İmrân b. Zabyân - Hukeym b. Sa'd senediyle Hz. Ali b. Ebî Tâlib'in
(r.a.) şöyle dediğini nakleder: "Herhangi biriniz ay içerisinde bazı
günlerde nafile oruç tutarsa perşembe günü oruçlu olsun, cuma günü oruç
tutmasın. Çünkü o gün, yemek, içmek ve zikir günüdür. Allah o kimse için iki
yararlı günü bir araya getirmiş olur: 1) Oruç tuttuğu gün, 2) Müslümanlarla beraber
ibadet ettiği gün."[1018]
İbn Cerîr, Muğîre'den
naklen İbrahim (en-Nehaî)'nin şu sözünü zikreder: "Onlar (sahabe) cuma
orucunu, namaza güç elde etmek için mekruh sayarlardı."
Derim ki: Cuma
orucunun niçin mekruh olduğunda gözönünde bulundurulacak üç husus vardır:
1- Birisi (İbrahim en-Nehaî'nin zikrettiği) bu
husus. Ancak ek olarak, bir gün önce veya sonra oruç tutulduğunda mekruhluğun
ortadan kalkması burada problem olmaktadır.
2- O gün
bayram günüdür. Hz. Peygamber (s.a.) buna işaret etmiştir. Bu husus illet
gösterildiğinde iki problem ileri sürülüyor: 1) Bayram günü oruç tutmak haram
olduğu halde cuma günü oruç tutmak haram değildir. 2) Mekruhluk, yalnız o güne
özgü olarak oruç tutmamakla ortadan kalkmaktadır. Bu iki probleme şöyle cevap
verilir: Cuma günü yılın bayramı değil, haftanın bayramıdır. Haramhk sadece
yılın bayramında oruç tutmada sözkonusudur. Bir gün önce yahut sonra oruç
tutarsa o gün cuma ve bayram olduğu için oruç tutmuş olmaz. O güne mahsus oruç
tıkmaktan doğan kusur ortadan kalkmış olur. Hatta cuma oruç tuttuğu günler
arasına bağımlı olarak girmiş olur. İmam Ahmed'in (r.h.) Müsned'mûe, Nesâî ve
Tirmizî'nin Sürtenlerinde Abdullah b. Mes'ûd'dan rivayet ettikleri: "Cuma
günü Allah Rasûlü'nün (s.a.) iftar ettiğini çok az görmüşümdür." ha-disi[1019]
-şayet sahihse- buna bağlanır. Eğer bu hadis sahihse o zaman Hz. Peygamber'in
(s.a.) oruç tuttuğu günler arasına, cuma bağımlı olarak girerdi; yoksa yalnız
o güne mahsus oruç tuttuğu olmazdı diye yorumlamak belirginleşir. Çünkü
kendisinden nakledilen yalnız o güne mahsus oruç tutmayı yasaklayan sahih
hadis vardır. Buharî ve Müslim'in Sahihlerinde ri-| vâyet edilen yasaklayıcı
sabit hadisler nerede, Sahih sahihlerinden hiçbirinin rivayet etmediği ve
Tirmizî'nin de garîblİğine hükmettiği cevaz hadisi nerede! Açık ve sahih
hadislere nasıl karşı gelebilir, sonra da onların önüne geçebilir?!
3- Sedd-i zerîa[1020]:
Dinde olmayan şeyleri dine katma ve dünyevî işlerden tamamen sıyrılarak bazı
günleri ibadete ayırmak suretiyle Hıristiyan ve yahudilere benzeme vesilesi olan kapıları kapamak.
Buna ek olarak şöyle de denebilir. Bu günün, diğer günlerden üstünlüğü açık
olduğundan dolayı o günde oruç tutmaya çağıran sebep güçlüdür. Halkın
birbirlerine bakarak cuma orucunu sürekli hale getirmeleri ve diğer günlerin
orucu için düzenlemedikleri tören ve merasimleri düzenlemeleri büyük
ihtimaldir. Burada da şeriattan olmayanı şeriata katma sözkonusudur. Bu amaçla
-Allah en iyi bilendir ya- geceler arasında yalnız cuma gecesini ibadete
ayırmak yasaklanmıştır. Çünkü bu gece, en faziletli gecelerden biridir. Hatta
bazıları, Kadir gecesinden de üstün saymıştır. İmam Ahmed'den gelen bir rivayet
bu görüş doğrultusundadır. Böyle olduğu içindir ki o geceyi ibadete ayırmak
ihtimali büyüktür. Sâri' bu yüzden vasıtayı kesti ve o geceyi ibadete ayırmayı
yasaklamakla bu kapıyı kapadı. Allah en iyi bilendir.
Soru: Başka bir günü
oruca ayırma konusunda ne dersiniz?
Cevap: Pazartesi,
arefe ve aşure günü gibi bizzat Şâri'in belirlediği günleri ayırmak sünnettir.
Cumartesi, salı, pazar, çarşamba gibi başka bir günü ayırmak ise mekruhtur.
Bunların en mekruh ve harama en yakın olanı da oruç tutmak, tazim göstermek
için kâfirlerin bayram günlerini ayırmalarına en çok benzeyenidir. [1021]
O gün insanların bir
araya geldiği ve kendilerine, varlık sahasına çıkış ve yeniden dirilişin
hatırlatıldığı bir gündür. Allah (c.c), her ümmet için ibadetle uğraşacakları,
varlık sahasına çıkışı ve yemden dirilişi anmak için toplanacakları ve
âlemlerin Rabbi Allah önünde ayakta durup en büyük toplantıyı yapacakları günü
hatırlayacakları, hafta içinde bir gün tayin etmiştir. Bu gözetilen maksada en
uygun gün de Allah'ın yaratıkları bir arada toplayacağı gün olan cuma günüdür.
Allah o günü şeref ve üstünlüğe sahip bu ümmet için saklamıştır. Kendisine
itaat için bugünde toplanmayı meşru kılmış ve lütfuna ulaşmak için bu ümmetin
diğer ümmetlerle o günde buluşmalarını takdir buyurmuştur. Öyleyse o gün
dünyada şer'an, ahi-rette ise takdiren toplantı günüdür.
Gün yarılanınca, hutbe
ve namaz vakti boyunca cennet ve cehennem halkı yerlerinde bulunurlar. Nitekim
birçok yönden gelen rivayete göre Ibn Mes'ûd: "Kıyamet günü, gün
yarılanınca cennet halkı konaklarına cehennem halkı yerlerine çekilir, öğle
uykusuna yatarlar." demiş: "O gün, cennetliklerin kalacakları yer
çok iyi, öğle uykusuna yatıp dinlenecekleri yer çok güzeldir."[1022] ve
"Sonra gerçekten öğleyin dinlenecekleri yer cehennemdir. "[1023]
âyetlerini okumuştur. Onun kıraatinde âyet aynen bu şekildedir.
Bu yüzden günlerin
yedi olduğunu, sadece kendilerine kitap gönderilen milletler bilebilir.
Kitapları bulunmayan milletler bunu bilemezler; ama bunlar arasından,
peygamberlerin ümmetlerinden bilgi alan kimseler bilebilirler. Çünkü burada
günlerin yedi olduğunu gösteren ve duyularla algılanabilen bir alâmet yoktur;
ay, sene ve mevsimleri gösteren alâmetler vardır. Allah gökleri, yeri ve
bunlar arasındaki varlıkları altı günde yaratıp peygamberleri ve elçileri
aracılığıyla kullarına bunu tanıtınca kullar için hafta içerisinde bunları,
yaratılma hikmetini ve niçin yaratıldıklarını, kâinatın müddetini, gökler ve
yerin katlanmasını, işin tıpkı Allah'ın yarattığı ilk zamana geri döneceğini ve
bütün bunların gerçek bir vaad ve doğru bir söz olduğunu hatırlatıcı bir gün
tayin edip meşrulaştırdı. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.) cuma günü sabah
namazında Secde ve Dehr sûrelerini okurdu. Çünkü bu iki sûre yaratılış,
diriliş, yaratıkların haşri, kabirlerinden çıkartılıp cennet yahut cehenneme
gönderilmeleri gibi olmuş ve olacak hâdiseleri ihtiva etmektedir. İlmi ve
bilgisi kıt bazı kimselerin zannettikleri gibi Hz. Peygamber (s.a.), bu sûreyi
içinde secde âyeti geçtiği için okumamıştır. Bu kimseler bu yanlış
düşüncelerinden dolayı başka bir sûreden secde âyeti okuyor, cuma sabah
namazının secde âyeti okumakla üstün tutulduğuna inanıyor ve bunu yapmayana da
hoşgörüyle bakmıyorlar.
Hz. Peygamber (s.a.)
bayramlar ve diğer günlerdeki büyük toplantılarda aynen böyle tevhidden,
yaratılış ve yeniden dirilişten, peygamberlerin ümmetleriyle geçirdikleri
hâdiselerden, peygamberleri yalanlayan ve onlara küfredenleri Allah'ın nasıl
helak edip bedbaht eylediğinden, inanan ve onları tasdik edenleri ise nasıl
kurtarıp sağlık ve selâmete ulaştırdığından bahseden bir sûre okurdu.
Nitekim bayram
namazlarında Kâf ve Kamer sûrelerini[1024];
bazan da A'lâ ile Gâşiye
sûrelerini okurdu.[1025]
Cuma namazında bazan Cuma sûresini okurdu.[1026]
Çünkü bu sûre cuma namazını kılma, ona koşma ve namaza engel her türlü işi
terketme emri ile iki cihanda kurtuluşa ermek için Allah'ı çokça anma emrini
ihtiva etmektedir. Zira Allah'ı (c.c.) anmayı unutmak iki cihanda da
perişanlığa ve helâka sebep olur. ikinci rekâtta Münâfikûn sûresini okurdu.
Böylece ümmeti koyu münafıklıktan sakındırdığı gibi mallarının ve çocuklarının
onları cuma namazından ve Allah'ı anmaktan alıkoymasından da sakındırmış ve
böyle yaparlarsa kesinlikle perişan olacaklarım bildirmiş, kurtuluşlarının en
büyük sebeplerinden biri olan sadaka verme fiiline teşvik etmiş; ölüm zamanı
gelip çattığında ecelin ertelenmesini ister, yeniden dünyaya dönüşü temenni
eder, fakat istek ve temennilerine kulak asılmaz bir duruma düşmemeleri için
uyarıda bulunmuş olurdu. Hz. Peygamber (s.a.) huzuruna bir heyet çıktığında
onlara Kur'an dinletmek isterse işte böyle yapardı. Bu yüzden açıktan okunan
namazlarda kıraati uzatırdı. Nitekim akşam namazını hem A'râf (iki rekâta
paylaştırmak suretiyle) hem de Tûr ve Kâf süreleriyle kıldırmıştır. Sabah
namazını yüz kadar âyet okuyarak kıldırırdı. [1027]
Hz. Peygamber (s.a.)
hutbelerinde, inanç esasları olan Allah'a, meleklerine, kitablanna,
peygamberlerine, Allah'a kavuşmaya imandan cennet ve cehennemden; Allah'ın
dostları ve buyruğuna uyanlar için hazırladığı mükâfatlar ile düşmanları ve
kendisine isyan edenlere hazırladığı cezalardan bahsederken aynı üslubla
bunları zihinlere yerleştirirdi. Onun hutbesinden kalbler iman ve tevhidle,
marifetulleh (Allah'ı tanıma, Allah bilgisi) ve Allah'ın günlerinin bilgisiyle
dolup taşardı. Başkalarının hutbeleri gibi yalnızca bütün canlılar arasında
ortak olan -geçen hayata ağlayıp sızlanma, ölümle korkutma gibi- hususları
ihtiva etmezdi. Çünkü böyle hutbeler kalbde Allah'a iman, tevhid, Allah'a özgü
bilgi, O'nun günlerini hatırlama hasıl etmez; nefisleri Allah sevgisine, O'na
kavuşma arzusuna sürüklemez. Dinleyiciler, öleceklerini, mallarının
paylaştırılacağını, toprağın cesedlerini çürüteceğini öğrenmekten başka hiçbir
fayda elde etmeden çıkıp giderler.
Keşke böyle bir
hutbeyle hangi iman, hangi tevhid, hangi marifet, hangi faydalı ilim hasıl
olur, bir bilebilsem?!
Hz. Peygamber (s.a.)
ve ashabının hutbelerini düşünen kişi görür ki, bu hutbeler hidayet ve tevhidi
açıklamaya; Allah'ın (c.c.) sıfatlarını ve temel iman esaslarını anlatmaya;
Allah'a davet etmeye, Allah'ı kullarına sevdiren nimetleri ile O'nun
gazabından korkutan günlerini anlatmaya; onlara kendisini sevdiren Allah'ı anma
ve O'na şükretme emri vermeye yeterliydiler. Allah'ı kullara sevdiren
isimlerini, sıfatlarını ve O'nun azametini zikrederler; kullan Allah'a
sevdiren ibadet, şükür ve zikir gibi hususları emrederlerdi. Dinleyenler O'nu
sevmiş, O da onları sevmiş olarak dönerlerdi. Sonra uzun zaman geçti. Nübüvvet
nuru gizlendi. Şer'î kanunlar ve emirler, hakikatleri ve maksatları gözetilmeksizin
yapılan merasimler halini aldı. Bu şer'î kanun ve emirlere merasim şeklini
verdiler, onları nelerle istiyorlarsa bunları da o şeylerle süsler oldular.
Ardından bu merasim ve törenleri terkedilmez âdetler haline getirdiler; asıl
terkedilmemesi gereken maksatları terkettiler. Hutbeleri kafiyeli sözlerle,
şiirlerle, nüktelerle ve edebiyatın süsleme sanatlarıyla süsler oldular.
Böylece kalblerin hutbede alacakları nasib noksanlaştı, hatta yok oldu.
Hutbenin maksadı yitirildi.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) hutbelerinden muhafaza edilenlere bakılacak olursa, hutbesinden daha çok
Kur'an ve bilhassa Kâf sûresini okuduğu görülür. Haris b. Nu'man'ın kızı Ümmü
Hişâm diyor ki: "Ben Kâf sûresini ezberlediysem, yalnızca Hz. Peygamber
(s.a.) minber üzerinde hutbe söylerken O'nun mübarek ağızlarından
ezberlemişimdir."[1028]
Alî b. Zeyd b.
Ced'ân'ın rivayet ettiği zayıf bir senedle nakledilen, Hz. Peygamber'in (s.a.)
hutbelerinden bize kadar intikal eden bir hutbesi şöyledir:
"Ey insanlar!
Ölmeden önce Allah'a (c.c.) tevbe ediniz. Meşgul olmadan Önce hayır ameller
işlemeye hız veriniz. Rabbinizle aranızdaki bağlan O'nu çok zikretmek,
gizli-aşikâr sadaka vermek suretiyle güçlendiriniz. Hem böylece mükâfat alır,
övülür, rızıklandınlırsınız.
Bilesiniz ki, Allah
(c.c), şu makamımda, şu ayımda, şu yılımda kıyamete kadar cuma. namazını
üzerinize farz kılmıştır. Bir kimse, başında adil veya zalim bir devlet başkam
olduğu halde cumayı kılmaya imkân bulup
da inkâr ettiğinden
yahut hafife aldığından dolayı ben hayattayken yahut ölümümden sonra terkeder
kılmazsa, Allah iki yakasını bir araya getirmesin, işinde bereket vermesin.
Dikkat ediniz! Tevbe edinceye kadar böyle bir kimsenin kıldığı namaz namaz
değil, aldığı abdest abdest değil, tuttuğu oruç oruç değil, verdiği zekât zekât
değil, yaptığı hac hac değil! O'na bereket de yoktur. Şayet tevbe ederse Allah
tevbesini kabul buyurur. Dikkat ediniz! Kadın erkeğe, a'rabî muhacire, serkeş
kimse mü'mine imamlık etmesin! Ancak sultan, otoritesiyle onu bu işe zorlar ve
sultanı nkıhcından, kırbacından korkması hali müstesna."[1029]
Diğer bir hutbesi de
şöyledir:
'
"Hamd Allah'a
mahsustur. O'ndan yardım diler, O'ndan bağışlama bekleriz. Nefislerimizin
şerlerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın doğru yola ilettiğini hiç kimse
saptıramaz; saptırdığını da hiç kimse doğru yola erdiremez. Tanıklık ederim
ki, Allah'tan başka tapılacak yoktur; O tektir, ortağı yoktur. Yine tanıklık
ederim ki, Muhammed (s.a.) şüphesiz O'nun kulu ve elçisidir. Kıyamet saati
önünde onu müjdeleyici ve uyarıcı olarak hakla göndermiştir. Allah ve Rasûiüne
itaat eden doğru yolu bulmuştur. Onlara isyan edense yalnızca kendisine zarar
vermiş olur. Allah'a hiçbir zarar veremez." Bu hadisi Ebu Davud rivayet
etmiştir.[1030] İnşaallah, Hz. Peygamber'in
(s.a.) hac esnasında yaptığı hitabeler ileride (hac bahsinde) gelecektir. [1031]
Hutbeye çıktığı zaman
gözleri kızarır, sesi yükselir, öfkesi artar; sanki heyecanlı heyecanlı:
"Düşman üstünüze sabah-akşam saldırmak üzeredir" diye haber vererek
bir orduyu uyanyormuşçasma bir hal alır, ardından: "Benim peygamber
olarak.gönderilmemle kıyamet arasındaki müddet şu ikisi gibidir." buyurur,
işaret ve orta parmaklarını birbirine yanaştırır ve derdi ki: "Şüphesiz
sözlerin en hayırlısı Allah'ın kitabıdır. En iyi yol Mu-hammed'in yoludur,
işlerin en fenası uydurulup dine katılan bid'atlerdir. Her bid'at
sapıklıktır." Sonra da şöyle buyururlardı: "Ben, her mümine kendi
canından daha yakın, daha lâyıkım. Kim vefat eder, geride bir mal bırakırsa
ailesine kalır. Kim de bir borç yahut çoluk çocuk bırakırsa borcunu ben öder,
çoluk çocuğuna ben bakarım." Hadisi, Müslim rivayet etmiştir.[1032]
Müslim'in aynı hadisi
başka lafızlarla naklettiği diğer bir rivayette "Hz. Peygamber (s.a.) cuma
hutbesinde Allah'a hamdeder, O'na övgüler söyler; sonra bunun peşinden yüksek
sesle konuşmayabaşlardi..." deniliyor ve hadisin geri kalan kısmı
zikrediliyor.
Hadisin diğer bir
rivayet şekli de şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.) Allah'a hamdeder, O'na lâyık
olduğu şekilde övgüler söyler, sonra: "Allah kimi doğru yola iletirse, onu
hiç kimse sapıtamaz. Sapıttığını da hiç kimse doğru yola iletemez. Sözlerin en
iyisi Allah'ın Kitabıdır."
Nesâî'nin naklettiği
diğer bir lafız ise şöyledir: "Her bid'at sapıklıktır. Her sapıklık
cehennemdedir."
Hamd, övgü ve
şehadetten sonra hutbelerinde "Eramâ ba'du" derdi.[1033]
Hutbeyi kısa tutar,
namazı uzatır, çokça zikreder ve az sözle çok mana ifade eden kelimeler
seçerdi. "Doğrusu kişinin namazının uzunluğu ve hutbesinin kısalığı onun
fıkhını ( = ince anlayış sahibi olduğunu) gösterir." buyururdu.'[1034]
Hutbede, ashabına
İslâm'ın prensiplerini ve şer'î kanunları öğretir; hutbe söylerken içeri giren
sahabîye iki rekât namaz kılmasını emretmesinde[1035]
olduğu gibi, şayet hutbe esnasında emredilmesi yahut yasaklanması gereken bir
durum ortaya çıkarsa onlara yapmalarını yahut yapmamalarını emrederdi.
İnsanların omuzlarına
basa basa ileri geçmeye çalışan kimseyi menede-rek oturmasını emretmiştir.[1036]
O esnada ortaya çıkan
bir ihtiyaçtan dolayı yahut ashabından birisinin soru sorması üzerine hutbeyi
keser, ona cevap verir, sonra kaldığı yerden hutbesine devam eder, tamamlardı.
Bazan gerek duyarsa
minberden iner sonra geri dönerek hutbesini tamamladığı da olurdu. Nitekim bir
keresinde torunları Hasan ile Hüseyin'i (r.anhümâ) almak için minberden inmiş,
onları kucaklayıp minbere çıkartmış ve hutbesini tamamlamıştır.[1037]
Hutbe esnasında bir
adama: "Ey falan, buraya gel! Ey falan, otur! Ey falan, namaz kıl!"
diye seslendiği olurdu.
Duruma göre ashabına
hutbede emirler verirdi. Aralarında sıkıntı içinde, ihtiyaç sahibi birini
görünce onlara, o kişiye sadaka vermelerini emreder ve buna teşvikte
bulunurdu.[1038]
Hutbe esnasında Allah
Teâlâ'yı anarken ve O'na dua ederken işareti parmağı ile işaret ederdi.[1039]
Yağmur yağmadığı için
kuraklık başgösterince hutbede ashabı için yağ-' mur duası ederdi."[1040]
İnsanların toplanması
için biraz zaman tanırdı. Halk toplandığında tek başına onların yanına çıkardı.
Böyle anlarda Önünde tellallık yapacak bir çavuşu yoktu, ne başına ne
omuzlarına şal atardı, ne de siyah giyerdi. Camiye girince, orada bulunanlara
selâm verirdi. Minbere çıktığında yüzünü halka çevirir, selâm verirdi. Kıbleye
yönelik dua etmezdi. Sonra oturur, Bilâl ezana başlardı. Ezan bitince Hz.
Peygamber (s.a.) ayağa kalkar; bir haber vermek gibi herhangi bir şeyle ezan
ile hutbe arasını ayırmaksızın hutbeye başlardı.
Eline ne bir kılıç
alırdı ne de başka bir şey. Minber yapılmadan önceler!
bir yay'a yahut
bastona dayanırdı. Savaş halinde yay'a, cumada ise bastona dayanırdı.[1041]
Kılıca dayandığına dair herhangi bir nakil yoktur. Bazı cahillerin, Hz.
Peygamber (s.a.) daima kılıca dayanırdı, bunun sebebi ise dinin kılıçla ayakta
durduğunu göstermektir, şeklindeki zanları aşırı ceha-letlerindendir. Çünkü Hz.
Peygamber'in (s.a.) minber yapıldıktan sonra kılıç, yay gibi herhangi bir
şeyle, minber yapılmadan önce de elinde kılıç minbere çıktığına dair hiçbir
nakil yoktur. O yalnız ve yalnız bir bastona yahut yaya dayanarak hutbe okurdu.
"Minberi üç
basamaklıydı. Minber yapılmazdan önce bir hurma kütüğüne dayanarak hutbe
okurdu. Minbere geçince hurma kütüğü acı acı inledi, bütün camide bulunanlar
işitti. Hz. Peygamber (s.a.) minberden inip onu kucakladı.[1042]
Enes diyor ki: "Hurma kütüğü, daha önce dinler olduğu vahyi dinleyemez
olduğundan ve Hz. Peygamber'in (s.a.) yakınlığım kaybettiğinden acı acı inlemiştir."
Minber mescidin
ortasına konmadı, batı tarafına duvara yakın bir yere yerleştirildi. Minberle
duvar arasında bir koyun geçecek kadar boşluk bırakılmıştı.[1043]
Hz. Peygamber (s.a.)
cuma dışında onun üzerine oturduğunda yahut cumada ayakta hutbe okurken, ashabı
yüzlerini O'na doğru çevirirlerdi, Hz. Peygamberin'in (s.a.) mübarek yüzü hutbe
esnasında onların kıblesi olurdu.
Ayağa kalkar, hutbe
okur; sonra birazcık oturur, tekrar ayağa kalkar ikinci hutbeyi okurdu. İkinci
hutbe bitince Bilâl kamet getirmeye başlardı. Halka, kendisine yaklaşmalarını
ve susup dinlemelerini emrederdi. Bir adam yamndakine "sus" derse boş
konuşmuş olacağım bildirir[1044]:
"Boş konuşan cuma sevabından mahrum kalır" b uçururlar di.[1045]
Yine buyururlardı ki: "Cuma günü imam hutbe okurken konuşan, kitap taşıyan
merkep gibij-dir. Yanmdakine, sus diyene cuma sevabı yoktur." Bu hadisi
İmam Ahmed rivayet etmiştir.[1046]
Übey b. Kâ'b
anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) Cuma günü ayakta Tebâ-reke sûresini okudu. Bize,
Allah'ın günlerini hatırlattı. Ebu'd-Derdâ yahut Ebu Zer bana kaş göz edip
duruyor "Şu sûre ne zaman indirildi? Şimdiye kadar işitmemiştim"
diyordu. Übey, kendisine soru soran zata sus diye işaret etti. Namazdan
dağılınca o zat, Übeyy'e "Sana, şu sûre ne zaman indirildi diye sordum,
söylemedin!" dedi. Bunun üzerine Übey: "Bugün, namazından hiçbir
sevap elde edemedin, boş sözden başka." diye karşılık verdi. O zat, Hz.
Peygamber'e (s.a.) gitti, durumu anlattı ve Übeyy'in kendisine söylediği
sözleri de nakletti. Allah Rasûlü (s.a.): "Übeyy doğru söylemiş."
buyurdular[1047] Bu hadisi İbn Mâce ve
Saîd b. Mansûr naklet-mişlerdir, aslı Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde mevcuttur.
Hz. Peygamber (s.a.)
buyuruyorlar ki: "Cumaya üç kısım insan gelir: 1) Cumaya gelir boş yere
konuşur. İşte onun cumadan nasibi budur. 2) Biri de gelir dua eder. İşte bu,
Allah'tan (c.c.) bir şey istemiş bir kimsedir. Allah dilerse isteğini verir,
dilerse vermeyiverir. 3) Diğer biri de gelir sükût eder dinler; hiçbir müslümanın
üzerinden atlayıp ileri geçmez, kimseyi incitmez, sıkıntı vermez. İşte bu
davranışlar o cuma ile peşinden gelen cumaya ve ondan sonraki üç güne kadar
işlenen (küçük) günahlara keffarettir. Çünkü Allah Teâlâ 'Kim bir iyilik
yaparsa kendisine on katı verilir.[1048]
buyurmaktadır."[1049] Bu
hadisi Ahmed b. Hanbel ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir. [1050]
Bilâl ezam bitirince
Hz. Peygamber (s.a.) hutbeye başlar; hiç kimse iki rekât namaz kılmak için asla
ayağa kalkmazdı. Sadece bir kere ezan okunurdu. Bu da gösterir ki, cuma, bayram
gibidir, cumadan önce sünnet namaz yoktur. Âlimlerce ileri sürülen iki görüşün
en doğrusu budur, sünnetteki uygulama da bunu gösterir. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.) evinden çıkıp
camiye gelirdi. Minbere çıkınca da, Bilâl cuma ezanına başlardı. Bilâl ezanı
bitirince Hz. Peygamber (s.a.) ara vermeden hutbeye başlardı. Gözle görülen
budur. Peki sünneti ne zaman kılıyorlardı?! Bilâl (r.a.) ezam bitirince hepsi
ayağa kalkar, iki rekât namaz kılarlardı diye tahmin yürüten kimse, sünnet
konusunda bilgisi en kıt cahil insan demektir. Cumadan önce sünnet namaz
yoktur şeklinde ileri sürdüğümüz görüş, İmam Mâlik ile kendisinden yapılan en
yaygın nakle göre İmam Ahmed'in görüşleri ve Şafiî âlimlerin ileri sürdüğü iki
görüşten biri de budur.
:
1- Cumadan önce sünnet namazın varlığını
söyleyenlerden bir kısmı şu delili ileri sürmüşlerdir: Cuma kısaltılmış bir
öğle namazıdır. Bu yüzden burada da öğle namazının hükümleri geçerlidir.
Bu son derece zayıf
bir delildir. Çünkü cuma, açıktan okuma, cemaat sayısı, hutbe ve muteber
olabilmesi için ileri sürülen şartlarla öğle namazından ayrılan, vakit
konusunda onunla uyuşan başlı başına bir namazdır. Münakaşa konusu olan
meseleyi, birleştikleri noktalara katmak, ayrıldıkları noktalara katmaktan
daha münasip değildir. Aksine ayrıldıkları noktalara katmak daha münasiptir.
Zira ayrılık noktaları birleşme noktalarından daha fazladır.
2- Kimileri de öğle namazına kıyas ederek sünnet
namazının varlığım isbata çalışmıştır. Yine bu da fasid bir kıyastır. Çünkü
sünnet, Hz. Pey-gamber'den (s.a.) gelen söz ya fiildir, yahut da Hulefâ-i
Râşid'inin sünnetidir. Bizim meselemizde ise bunlardan hiçbiri yoktur.[1051]
Böyle bir konuda kıyas yoluyla sünnet ortaya koymak caiz değildir. Zira bu,
yapılış sebebi Hz. Peygamber (s.a.) devrinde kesinleşen şeylerdendir. O
yapmamış, meşru da görmemişse bu durumda o şeyin yapılmaması sünnettir. Bayram
namazından önce veya sonra kıyas yoluyla bir sünnet namaz meşrulaştırmak da
buna benzer. Bundan dolayı geceyi Müzdelife'de geçirene gusletmek sünnet
olmadığı gibi şeytan taşlamak, tavaf etmek, ay ve güneş tutulmasında namaz
kılmak, yağmur duasında bulunmak için de gusletmek sünnet değildir. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.) ve ashabı bütün bu ibadetleri yaptıkları halde bunlar için
gusletmemişlerdir.
3- Bir kısmı
da Buharî'nin Sahihimde zikrettiği şu hususu delil olarak ileri sürmüşlerdir.
Buharı, "Cumadan önce ve sonra namaz kılma bahsi" diye bir başlık
koyarak Abdullah b. Yusuf - Mâlik - Nâfi' - İbn Ömer yoluyla rivayet ediyor ki;
"Hz. Peygamber (s.a.) öğle namazından önce ve sonra ikişer rekât, akşamdan
sonra evinde iki rekât ve yatsıdan önce iki rekât namaz kılardı. Evine
dönünceye kadar cumadan sonra namaz kılmazdı. Eve varınca iki rekât namaz
kılardı. "[1052]
Bu hadis delil
gösterilemez. Buharı bu sözüyle cumadan önce sünnet namaz olduğunu isbat etmek
istememiştir. Onun maksadı, yalnızca cumadan Önce veya sonra namaz kılma
konusunda herhangi bir hadis nakledilip edilmediğini ortaya koymaktır. Sonra bu
hadisi zikretmiş, böylece Hz. Peygamberin (s.a.) sadece cumadan sonra sünnet
namaz kıldığını, öncesinde kıldığı konusunda ise herhangi bir rivayet
gelmediğini göstermek istemiştir.
Buharı aynı şeyi
"Bayram Namazı" bölümünde de yapmıştır. Orada "Bayram namazından
önce ve sonra namaz kılma bahsi" diye bir başlık atıyor ve
Ebu'l-Muallâ'nın; "Saîd'den işittim, diyordu ki, İbn Abbas bayram
namazından önce namaz kılmayı mekruh sayardı." dediğini nakle-dip[1053]
sonra Saîd b. Cübeyr yoluyla İbn Abbas'tan şu rivayette bulunuyor: "Hz.
Peygamber (s.a.) evinden çıktı, camiye gelince iki rekât namaz kıldırdı. Bundan
ne önce, ne sonra namaz kıldı. Yanında Bilâl vardı. .."[1054]
Bayram için de aynen
cuma için attığı başlığı atmış, bayram namazından önce ve sonra namaz kılmanın
meşru olmadığını gösteren bir hadis zikretmiştir. Bu tutumu da gösterir ki,
cumadan maksadı da aynıdır.
4- Bazıları da şu zanm ileri sürüyor: Cuma öğle
namazına bedeldir. Hadiste de öğle namazından önce ve sonra namaz kılmanın
sünnet olduğu zikredilmiştir ki, cumanın da böyle olduğunu gösterir. Hz.
Peygamber (s.a.) "evine dönünceye kadar cumadan sonra namaz
kılmazdı." şeklinde nakledilen bu sözü İbn Ömer, cumadan sonraki sünnet
namazın nerede kılınacağını bildirmek ve bunun eve döndükten sonra
kılınacağını açıklamak için söylemiştir.
Bu, yanlış bir zandır.
Çünkü Buharı, "Farz namazlardan sonra nafile kılma bahsi"nde, İbn
Ömer'in (r.a.) şöyle dediğini naklediyor: "Allah Ra-sûlü (s.a.) ile
beraber öğle namazından önce ve sonra ikişer rekat, akşamdan sonra iki rekât,
yatsıdan sonra iki rekât ve cumadan sonra iki rekât namaz kıldım."[1055] Bu
da apaçık gösteriyor ki, sahabeye göre cuma namazı öğleden ayrı başlı başına
bir namazdır. Aksi halde "öğle" adı altına gireceği için onun adını
anmaya gerek duymazdı. Öyleyse, yalnızca cumadan sonra sünnet namaz var
olduğunu söylediğine göre cumadan önce sünnet namazın olmadığı bilinmiş olur.
5- Kimileri de İbn Mâce'nin, Sünen'inde Ebu
Hureyre ve Câbir'den naklettiği şu hadisi delil olarak ileri sürüyor: Hz.
Peygamber (s.a.) hutbedeyken Süleyk el-Gatafânî geldi. Peygamberimiz (s.a.)
ona: "Gelmeden önce İki rekât namaz kıldın mı?" diye sordu.
"Hayır" cevabım alınca: "Öyleyse hemen hafifçe iki rekât namaz
kıl." buyurdu. Hadisin senedindeki râviler, sika (güvenilir) râvilerdir.[1056]
Ebu'I-Berekât İbn
Teymiye (v.652/1254) diyor ki: Hz. Peygamber'in (s.a.) "Gelmeden
önce..." buyurmaları, bu iki rekât namazın cumanın sünneti olduğunu ve
tahiyyetü'l-mescid namazı olmadığını gösterir.
Bu zatın torunu,
üstadımız Ebu'l-Abbas İbn Teymiye dedesinin bu sözlerine karşı diyor ki[1057]:
Bu yanlıştır (galattır). Buharî ve Müslim'in Sa/z/A'lerinde Câbir'den nakledilen malum bir hadiste
deniyor ki: Hz. Peygamber (s.a.) cuma günü hutbedeyken bir adam içeri girdi.
Peygamberimiz (s.a.): "Namaz kıldın mı?" diye sordu.
"Hayır" cevabını alınca da "İki rekât namaz kıl." diye emir
buyurdu.[1058] Yine Hz. Peygamber
(s.a.) "İçinizden biri imam hutbedeyken cumaya gelirse hafifçe iki rekât
namaz kılsın." buyurmuşlardır.'[1059] Bu
hadiste tam muhafazalı olan işte budur. İbn Mâce'nin tek olarak rivayet ettiği
hadisler çoğu zaman sahih değildir.
Anlam itibariyle
üstadın sözleri böyle.
Üstadımız Ebu'l-Haccâc
Hafız el-Mizzî der ki: Bu, râvilerin kelimeyi yanlış söylemelerinden (tashîf)
kaynaklanmaktadır. Aslı "Oturmadan önce namaz kıldın mı?"
şeklindeydi. İstinsah eden yanlış yazdı. İbn Mâce'nin kitabını, itina
göstermeyen râviler elden ele dolaştırırlardı. Buharı ve Müslim'in Sahihlerinde
durum tersinedir. Çünkü bu kitapları hafızlar elden ele dolaştırmışlar ve
zabtına, tashihine itina göstermişlerdir. Bu yüzden İbn Mâce'nin Sözen'inde pek
çok yanlışlıklar ve değiştirmeler ( = tashif) vuku bulmuştur.
Ben derim ki: Bunun
doğruluğunu şu da gösterir: Cuma namazından önceki ve sonraki sünnetleri kayıt
etmeye itina gösteren ve bu konuda eser veren fakihler olsun, muhaddisler olsun
ve diğerleri olsun bunlardan hiçbiri bu hadisi, cuma namazından önceki sünnet
konusunda zikretmemişler-dir. Yalnızca, imam minberdeyken camiye girenin
tahiyyetü'l-mescid namazı kılmasının müstehab olduğu konusunda
zikretmişlerdir. Bu durumda tahiyyetü'l-mescid namazı kılmayı menedenlere karşı
bu hadisi delil olarak ileri sürmektedirler. Şayet bu namaz, cumanın sünneti
olsaydı orada zikredilmesi, konuya bu başlığın verilmesi, bu şekilde
ezberlenip şöhret yapması tahiyyetü'l-mescid namazına göre daha münasib olurdu.
Yine Hz. Peygamber'in
(s.a.) bu iki rekât namazı kılmayı yalnız içeri girene emretmesi de, bu namazın
tahiyyetü'l-mescid olmasından kaynaklandığını gösterir. Şayet cumanın sünneti
olsaydı, elbet orada oturanlara da emreder, yalnızca içeri girene özgü bir
namaz saymazdı. '
6- Bir kısmı
da Ebu Davud'un Sünen'inde Müsedded-İsmail-Eyyûb-Nâff yoluyla naklettiği şu
haberi delil gösteriyor: İbn Ömer, cumadan önce namazı uzatırdı. Cumadan sonra
evinde iki rekât kılardı. Kendisi, "Hz. Peygamber {s.a.) de böyle
yapardı" diye nakletmiştir.[1060]
Bu rivayette, cumadan
önce sünnet namaz olduğunu gösteren bir delil yoktur. "Hz. Peygamber
(s.a.) de böyle yapardı." demekle, yalnızca Hz. Peygamber (s.a.) cumadan
sonra evinde iki rekât namaz kılardı, bu iki rekâtı camide kılmazdı demek
istemiştir. En faziletli olanı da bu iki rekâtı evde kılmaktır. Nitekim Buharî
ve Müslim'de, İbn Ömer'in: "Allah Rasû-lü (s.a.), cumadan sonra evinde iki
rekât namaz kılardı." dediği nakledilmektedir. Yine Ebu Davud'un
Sünen'mde nakledildiğine göre: İbn Ömer, Mekke'de iken cuma namazını kılınca
öne doğru ilerledi, iki rekât namaz kıldı. Sonra tekrar ilerledi, dört rekât
daha kıldı. Medine'de ise cumayı kılınca evine döndü, iki rekât namaz kıldı,
camide namaz kılmadı. Bu durum kendisine hatırlatılınca: "Allah Rasûlü
(s.a.) de böyle yapardı." demiştir.[1061]
İbn Ömer'in cumadan önce kıldığı uzun namaz ise herhangi bir nafile namazdır.
Cumaya gelen kimsenin imam minbere çıkıncaya kadar namazla meşgul olması en
uygun olanıdır. Nitekim bu husus daha önce Ebu Hureyre ve Nübeyşe
el-Huzelî'nin Hz. Peygamber'den (s.a.) naklettikleri hadiste geçmiştir.
Ebu Hureyre, Hz.
Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu naklediyor: "Kim cuma günü gusleder,
sonra camiye gelir, kendisi için takdir olunan namazı kılar; ardından imam
hutbeyi bitirinceye kadar susar dinler, sonra da onunla birlikte namaz kılarsa,
o cuma ile diğer cuma arasındaki günahları -bunların üç günlük ilâvesiyle
beraber- affolunur."[1062]
Nübeyşe el-Huzelî'nin
naklettiği hadiste de Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyorlar ki: "Müslüman
cuma günü gusleder, sonra evinden çıkıp hiç kimseyi incitmeden camiye gelir, şayet
imam daha henüz minbere çıkma-mışsa münasip gördüğü kadar namaz kılar, çıkmışsa
oturur; sonra da imam sözünü bitirip cuma namazını kılc^nncaya kadar imama
kulak verir dinlerse, o cumada bütün günahları bağışlanmazsa ertesi cumaya
keffaret olur."[1063]
Sahabenin de -Allah
onlardan razı olsun- tutumları işte böyleydi.
İbnü'l-Münzir diyor
ki: Bize, İbn Ömer'in cumadan önce on iki rekât namaz kıldığı nakledilmiştir.
Rivayete göre İbn
Abbas sekiz rekât kılardı. Bu da gösterir ki onlar bu namazı herhangi bir nafile
olarak kılmaktaydılar. Bu yüzden bu konuda kendilerinden nakledilen rekât
sayısında ihtilaf edilmiştir. Tirmizî, Sü-nen'ınĞe der ki: Nakledildiğine göre
İbn Mes'ûd cumadan önce ve sonra dörder rekât kılardı[1064]
İbnü'l-Mübârek ve es-Sevrî, bu görüşü benimsemişlerdir.
İshak b. İbrahim b.
Hânî en-Nisâburı anlatıyor: Ebu Abdillah'ı (Ah-med b. Hanbel) izledim. Cuma
günü olunca güneşin zeval vaktine yaklaştığını bilinceye dek namaz kılardı.
Zevale yaklaşınca müezzin ezan okuyun-caya kadar namaz kılmazdı. Müezzin ezana
başlayınca kalkar, iki rekât yahut aralarını selâmla ayırarak dört rekât namaz
kılardı. Cumanın farzını kılınca camide bekler, sonra çıkardı. Cuma camisinin
civarındaki bir mescide gelir, orada iki rekât namaz kılar, sonra otururdu.
Bazan dört rekât kılıp oturduğu da olurdu. Sonra kalkar ayrıca iki rekât daha
namaz kılardı. Bu altı rekât Hz. Ali'den gelen hadise göredir. Bazan altı
rekâttan sonra bir altı rekât, yahut daha az veya daha çok namaz kıldığı da
olurdu. Onun bu tatbikatından, kendisine müntesip bazı âlimler, cumadan önce
iki yahut dört rekât kılmak sünnettir rivayetini çıkardılar. Oysa bu apaçık
olmadığı gibi olayın akışından da çıkartılabilecek bir şey değildir. Çünkü
Ahmed b. Hanbel yasak vakitte namaz kılmazdı. Yasak vakit geçince ayağa
kalkar, imam minbere çıkıncaya kadar nafile namazım tamamlardı. Bazan dört
rekât yetiştirebilirdi, bazan da ancak iki rekât kılabilirdi.
7- Bazıları
da cumadan önce sünnet namazın var olduğuna İbn Mâce'-nin Sürten'inde, Muhammed
b. Yahya - Yezîd b. Abdirabbih - Bakıyye - Mübeşşir b. Ubeyd - Haccâc b. Ertât
- Atıyye - Avî - İbn Abbas senediyle rivayet ettiği şu hadisi delil gösteriyor.
İbn Abbas diyor ki:w
"Hz. Peygamber
(s.a.) cumadan önce dört rekât namaz:*kilardı. Bu dört rekâtın arasım hiçbir
şeyle ayırmazdı."
İbn Mâce "Cumadan
önce namaz kılma bahsi" diye bir başlık atmış ve bu hadisi zikretmiştir.[1065]
Bu hadisin senedinde
pekçok belâ vardır:
1) Bakıyye b. el-Velîd. Tedlîsçilerin lideridir.
Bu hadisi mu'anan rivayet metoduyla nakletmiştir. İşittiğini (semâ') açıkça belirtmemiştir.
2) Mübeşşir b. Ubeyd. Rivayet ettiği hadisler
münkerdir (münkeru'l-hadis). Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah diyor ki: Babamın
şöyle dediğini işittim: "Mübeşşir
b. Ubeyd isimli râvi Humus'tadtr. Onun Kûfeli olduğunu sanıyorum. Bakıyye ve
Ebu'l-Muğîre ondan hadis nakletmişler-dir. Onun hadisleri, düzmece yalan
hadislerdir." Dârakutnî de: "Mübeşşir b. Ubeyd'in naklettiği hadisler
metruktür (metrukü'1-hadîs). Onun hadislerine mütâbaat edilmez."
3) Haccac b. Ertât, zayıf ve müdellistir.
4) Atıyye el-Avfı. Buharı: "Hüşeym onun
hakkında iyi söylemezdi" diyor. Ahmed b. Hanbel ve bazı âlimler onu zayıf
bulmuşlardır.
Beyhakî diyor ki:
"Atıyye el-Avfî'nin naklettiği hadisler delil olarak kullanılamaz. Mübeşşir
b. Ubeyd el-Hımsî'nin hadis uyduran biri olduğu söylenmektedir. Haccâc b.
Ertât'ın naklettiği hadisler de delil olarak kullanılamaz."
Kimileri de diyor ki:
Herhalde bu üç zayıf adamdan biri tarafından hadis - zabt ve itina gösterme
sıfatlarına sahip olmadıkları için - tersine çevrilmiş (maklûb) olsa gerektir
ve dolayısıyla hadis "cumadan sonra" şeklinde iken "cumadan
Önce dört rekât..." şeklinde olması halinde Sahih'&z nakledilene
uygunluk arzeder. Buna benzer bir durum olarak İmam Şafiî'nin, Abdullah b.
Ömer el-Amrî'den nakledilen "Ganimetten, süvariye iki piyadeye bir pay
verilir" hadisi hakkında söylediği bu sözler zikredilebilir. Şafiî diyor
ki: Herhalde Abdullah b. Ömer el-Amrî, Nâfi'in "Ganimetten ata iki,
piyadeye bir pay verilir." dediğini işitti de bundan sonra "Ganimetten
süvariye iki, piyadeyedir pay verilir." diye rivayette bulundu. Böyle bir
tahminle kardeşi Ubeydullah'm rivayet ettiği hadise uygunluğu sağlanmış olur.
Ubeydullah b. Ömer'in hafıza bakımından kardeşi Abdullah'tan daha ileri
olduğunda ilim adamlarından hiçbiri şüphe etmez.
Derim ki: Şeyhülislâm
İbn Teymiye'nin, Ebu Hureyre tarafından nakledilen şu hadis hakkında söylediği
söz de böyledir: "Cehennemlikler ahi-rette cehenneme atıldıkça, cehennem:
Daha yok mu? diye soracak. Bu durum izzet sahibi Allah'ın ayağını oraya
basarak cehennemde kilerin birbiri üstüne yığılıp cehennemin: Yetişir! Yetişir!
demesine kadar sürecektir. Cennete gelince; Allah, onun için yeniden bir halk
yaratır."[1066]
Üstad îbn Teymiye diyor ki: Râvilerden biri tersine çevirip "Cehenneme
gelince; Allah, onun için yeniden bir halk yaratır." demiştir.
Derim ki; Yine bu
duruma diğer bir örnek, Hz. Âişe'nin naklettiği şu hadistir: "Bilâl gece
ezan okur. Siz İbn Ümmi Mektûm ezan okuyunca-ya kadar yiyin, için." Bu
hadis, Buharı ve Müslim'de rivayet edilmiştir.[1067]Râvilerden
biri tersine çevirip: "İbn Ümmi Mektûm gece ezan okur. Siz, Bilâl ezan
okuyuncaya kadar yiyin, için." diye nakletmiştir.
Bana göre Ebu
Hureyre'nin naklettiği şu hadis de yine bu duruma örnek verilebilir:
"Herhangi biriniz namaz kılarken (secdeye gideceğinde) devenin çöküşü gibi
çökmesin. Dizlerinden önce ellerini yere koysun."[1068]
Zannederim Ebu Hureyre -Allah daha iyi bilir ya- Hz. Peygamber'in, "Ellerinden
önce dizlerini yere koysun" sözünde yanılmış, yukarıdaki gibi rivayet
etmiştir. Nitekim Vâil b. Hucr diyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.) secde
edeceği zaman ellerinden önce dizlerini yere koyardı."[1069]
Hattâbî gibi bazı âlimler: "Vâil b. Hucr hadisi, Ebu Hureyre hadisinden
daha sahihtir." diyorlar. Bu mesele genişçe bu kitapta daha önce
incelendi. Allah'a ham-dolsun. [1070]
Hz. Peygamber (s.a.)
cumayı kılınca evine girer, iki rekât sünnet namaz kılardı. Cumayı kılanlara,
cumadan sonra dört rekât namaz kılmayı emretmiştir. Üstadımız Ebu'l-Abbas İbn
Teymiye: "Camide kılarsa dört, evinde kılarsa iki rekât namaz kılar."
demiştir. Onun bu sözüne hadisler delildir. Ebu Davud, İbn Ömer'in camide
kılarsa dört, evinde kılarsa iki rekât namaz kıldığım naklediyor.[1071]
Buharî ve Müslim'de İbn
Ömer'den gelen bir hadiste: "Hz. Peygamber (s.a.), cumadan sonra evinde
iki rekât namaz kılardı." deniliyor.[1072]
Müslim'in Ebu
Hureyre'den naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.): "Herhangi biriniz
cumayı kılınca, ondan sonra dört rekât namaz kılsın." buyurmuşlardır.'[1073]!
Allah en iyi bilendir. [1074]
Hz. Peygamber (s.a.)
bayram namazlarını musallada = namazgahta"[1075]kılardı.
Bu musalla Medine'nin batı kapısında olup hacıların (iki kişinin deveye
binebilmesi için deve üzerine çattıkları) mahmülerini indirdikleri yerdir. Hz.
Peygamber (s.a.) Mescid-i Nebevî'de yalnız bir kere bayram namazı
kildırmıştır. O da —şayet Ebu Davud ve İbn Mâce'nin Sürtenlerinde nakledilen
hadis sabitse— yağmur yağdığı için bayram namazım mescidde kıldırmaları
hadisesidir[1076]
Hz. Peygamber (s.a.) sürekli olarak bayram namazlarını musallada kıldırırdı. [1077]
Bayram namazına
çıkarken en güzel elbisesini giyerdi. Bayramlarda ve cumada giydiği, özel takım
elbisesi vardı. Bazan iki yeşil bürdesini[1078]
bazan da kırmızı bürdesini giyerdi. Bazılarının zannettikleri gibi bu bürde,
tek renkten oluşan saf kırmızı bir giysi değildi. Onda Yemen bürdelerinde
olduğu gibi kırmızı çizgiler vardı. Bu yüzden
ondaki bu özellik gözönüne alınarak "kırmızı" denildi. Peygamber'in
(s.a.) kırmızı ve usfurla boyalı elbise giymeyi yasakladığı sahih yoldan
nakledilmiştir. Bu nakle karşı koyacak başka bir nakil de yoktur. Abdullah b.
Ömer'in üzerinde kırmızı iki elbise görünce ona bu elbiseleri yakmasını
emretmişti.[1079]
Hz. Peygamber (s.a.) kırmızıya karşı bu denli sert bir tutum takmarak mekruh
gördüğünü belirtirken sonra kalkıp kendisinin giymesi düşünülemez. Şer'î
delil, kırmızı giymek haram mıdır yahut tahrîmen mekruh mudur, konusu üzerinde
durmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.)
Ramazan bayramına çıkmadan önce, sayısı tek olmak üzere, birkaç tane hurma
yerdi. Kurban bayramında ise musalladan dönmeden hiçbir şey yemezdi. Döndüğünde
kesilen kurbandan yerdi.
Bayramlarda
guslederdi. Bu konuda rivayet edilen hadis sahihtir. İki de zayıf hadis vardır:
1- Cubâre b. Mugallis'ten gelen İbn Abbas hadisi,'[1080] 2-
Yusuf b. Hâlid es-Semtî'den gelen Fâkih b. Sa'd hadisi.[1081]
Ancak sünnete son derece bağlı olan İbn Ömer'in bayram günü namaza çıkmadan
önce guslettiği sahih yoldan nakledilmiştir.[1082]
Hz. Peygamber (s.a.)
yaya olarak namaza çıkar, önünden küçük bir mızrak götürülür, musallaya varınca
bu mızrağa doğru namaz kıldırması için Peygamberimizin önüne dikilirdi. Çünkü o
zamanlar musalla açık alandan ibaretti; orada ne bir bina, ne de bir duvar
vardı. Kısa bir mızrak sütre vazifesi görürdü.[1083]
Ramazan bayramında
namazı geciktirir; kurban bayramında ise daha erken kildınrdı. Sünnete son
derece bağlı olan İbn Ömer, güneş doğmadan namaza çıkmaz ve evinden musallaya
varıncaya kadar tekbir getirirdi.
Hz. Peygamber (s.a.)
musallaya varınca ezansız, kâmetsiz[1084] ve
"esSalâtü câmiaten = Haydin cemaatle namaza!" dedirtmeden doğrudan
doğruya namaza başlardı. Bunlardan hiçbirini yapmamak sünnettir. Ne Peygamberimiz,
ne de ashabı musallaya vardıklarında; ne namazdan önce, ne de sonra herhangi
bir namaz kılarlardı[1085]
Hutbeden önce namazı
kıldırmakla işe başlar, iki rekât namaz kıldınr-dı. Birinci rekâtta başlangıç
tekbiriyle birlikte peşpeşe yedi tekbir alır her iki tekbir arasında çok az bir
müddet susardı. Tekbirler arasında belli bir zikir söylediği nakledilmemiştir.
Ancak Hallâl'ın nakline göre İbn Mes'ûd bu aralarda Allah'a hamdeder, O'na
övgüde bulunur ve Hz. Peygambere (s.a.) salât ü selâm getirirdi. Gereğini
yapmak için sünneti araştıran İbn Ömer, her tekbirde ellerini kaldırırdı.
Hz. Peygamber (s.a.)
tekbirleri bitirince kıraate başlardı. Fâtiha'yı okur sonra rekâtların
birisinde "Kâf" diğerinde de "Kamer" sûresini okurdu.[1086]
Bazan da "A'lâ" ve "Gâşiye" sûrelerini okurdu[1087]
Her iki rivayet de sahihtir. Bunlar dışında, Hz. Peygamber'in (s.a.) başka
sûreler okuduğuna dair, hiçbir sahih rivayet yoktur.
Kıraati bitirince
tekbir alır, rükûa giderdi. Sonra birinci rekâtı tamamlayıp secdeden kalkar,
peşipeşine beş kere tekbir alırdı. Tekbir almayı bitirince kıraate başlardı.
Öyleyse her iki rekâtta da ilk yaptığı şey tekbir getirmektir. Kıraatin peşini
rükû izliyordu. Hz. Peygamber'in (s.a.) iki kıraati birbiri ardınca yaptığı,
önce tekbir aldığı sonra kıraat eyleyip rükûa gittiği, ikinci rekâtta kalkınca
okuduğu, tekbiri kıraatten sonraya bıraktığı nakle-dilmekteyse de bu nakil
sabit değildir. Çünkü Muhammed b. Muâviye en-Nisaburî tarafından rivayet
edilmiştir. Beyhakî onun hakkında: "Pek çokları onu yalan söylemekle
suçlamıştır." diyor.
Tirmizî, Kesîr b.
Abdullah b. Amr b. Avf —babasıAbdullahb. Amr-dedesi Amr b. Avf yoluyla rivayet
eder ki: Hz. Peygamber (s.a.) bayram namazlarının ilk rekâtinde kıraatten önce
yedi diğer rekâtta yine kıraatten önce beş tekbir ahrdı.[1088]
Tirmizî diyor ki: "Bu hadisi Muhatnmed'e, yani
Buharî'ye sordum. Bana
"Bu konuda bu hadisten daha sahihi yoktur" cevabını verdi. Benim
görüşüm de budur. Bu konuda Abdullah b. Abdur-rahman et-Tâifî - Amr b. Şuayb -
babası - dedesi yoluyla rivayet edilen hadis de sahihtir."
Ben derim ki: Tirmizî,
Abdullah b. Abdurrahman hadisiyle şu hadisi kastediyor; "Hz. Peygamber
(s.a.) bayram namazında ilk rekâtta yedi, ikincide beş olmak üzere toplam on
iki tekbir aldı. Ne öncesinde, ne sonrasında namaz kıldı. " İmam Ahmed:
"Ben de bu görüşü savunuyorum" diyor. Yine aynı İmam Ahmed,
Müsned'mde, bu Kesir b. Abdullah b. Amr'in hadisine çatmış ve: "Onun
naklettiği hadisin hiçbir değeri yoktur' demiştir. Tirmizî de bazan onun
naklettiği hadisi sahih sayarken, bazan da hasen sayıyor. Oysa Buharı bu konuda
naklolunan en sahih hadisin bu olduğunu belirtmiş, bizzat Tirmizî'de Amr b.
Şuayb hadisinin sahihliğine hükmedip kendisinin de Buharî'nin görüşünde
olduğunu haber vermiştir. En iyi bilen Allah'tır. [1089]
Hz. Peygamber (s.a.)
namazı tamamladığında, cemaat saflarında otururken onlara karşı dönüp ayakta
kendilerine va'zeder, tavsiyelerde bulunur, ne emredilecekse emreder ne
yasaklanacaksa yasaklardı. Bu esnada kimilerini gazaya göndermek gerekirse
gönderir, bir şeyin yapılmasını emredecek olursa emrederdi[1090]'
Orada üzerine çıkıp konuşacağı bir minber yoktu. Medine'deki minberi dışan
çıkardığı da olmazdı. Toprak üzerinde ayakta durarak halka hitap ederdi.
Câbir diyor ki:
"Bir bayram namazında Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber bulundum. Önce
ezansız ve kâmetsiz olarak hutbeye geçmeden namazı kıldırdı. Sonra Biiâl'e dayanarak
ayağa kalktı. Allah'tan sakınmayı emredip, O'nun emirlerine uymaya teşvik
etti. Halka va'z ve nasihat ettikten sonra yürüdü, kadınların yanlarına kadar
gitti. Onlara da va'z ve nasihat etti." Hadis, Buharî ve Müslim tarafından
rivayet edilmiştir[1091]
Ebu Saîd el-Hudrî
anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.) Ramazan ve Kurban bayramı günlerinde
musallaya çıkardı. İlk yaptığı iş namaz olurdu. Sonra cemaat saflarında
otururken ayakta onlara dönüp kendilerine vâ'z ve nasihat ederdi." Hadisi,
Müslim rivayet etmiştir[1092]
Yine Ebu Saîd el-Hudrî
anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) bayram günü çıkar, insanlara iki rekât namaz
kıldırırdı. Selâm verip namazdan çıkınca, cemaat saflarında otuıurken onlara
dönüp —devesi— üzerinde durur: "Bağış yapın" buyururdu. En çok bağış
yapan kadınlar olur, küpe, yüzük ve neleri varsa verirlerdi. Şayet bir
ihtiyacı olur, bir bölük ordu-asker göndermek gereği duyarsa cemaate
hatırlatırdı. Böyle birşey olmazsa döner giderdi[1093]
Hafız Bakî b.
Mahled'in, bu hadisi Müsned'inde zikrettiğini görünceye kadar bunun bir vehim
olduğunu, çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) bayram namazına, önünde mızrak
götürülür şekilde yaya olarak çıktığını sadece kurban bayramı günü (veda
haccmda) Minâ'da devesi üzerinde hutbe söylediğini düşünürdüm. Hafız Bakî b.
Mahled bu hadisi Müsned'mde, Ebu Bekir b. Ebî Şeybe -Abdullah b. Nümeyr -Davud
b. Kays- Iyâz b. Abdullah b. Sa'd b. Ebu Serh-Ebu Saîd el-Hudrî senediyle
"Allah Rasûlü (s.a.) Ramazan bayramı günü çıkar, cemaata şu iki rekât
namazı kıldırırdı. Selâm verince cemaata döner, onlara: Bağış yapınız,
buyururdu. En çok bağış yapan kadınlar olurdu..." diye rivayet edip
hadisin devamını zikrediyor.
Sonra Hafız Bakî, Ebu
Bekir b. Hallâd -Ebu Âmir- Davud -Iyâz- Ebu Saîd senediyle: "Hz. Peygamber
(s.a.) Ramazan bayramı günü çıkar cemaata namaz kıldırırdı. İlk iş olarak iki
rekât namazı kıldırdıktan sonra oturan cemaata karşı döner, onlara: Bağış
yapınız, buyururdu." hadisini rivayet edip yukandakine benzer şekilde
devamını zikrediyor. Hadisi aynı se-nedle, ancak senetteki Ebu Küreyb
-Ebu-Üsâme- Davud farkıyla, İbn Mâ-ce de rivayet etmiştir[1094]
Herhalde Câbir'in de: "Bilâl'e dayanarak ayağa kalktı" sözünde olduğu
gibi "sonra ayaküstü durdu," şeklinde olup, kâtip tarafından yapılan
bir hata ile "devesi üstünde" şekline çevrilmiş olsa gerektir. Allah
en iyi bilendir.
Soru: Buharî ve Müslim
Sû/î/Vı'Ierinde îbn Abbas'ın şöyle anlattığını rivayet ederler: "Ben Ramazan bayramı namazında
Hz. Peygamber (s.a.) ile, Ebu Bekir, Ömer ve Osman -Allah onlardan razı olsun-
ile beraber bulundum. Hepsi de namazı hutbeden önce kıldırırlar, sonra hutbe
okurlardı. Allah Rasûlü (s.a.) hutbeden indi. -Eliyle erkeklere oturun diye
işaret ettiği hâlâ gözümün önündedir.- Sonra erkeklerin saflarını yararak kadın
saflarına kadar gitti. Bilâl de beraberinde idi. Hz. Peygamber (s.a.): 'Ey
Peygamber! Mü'min kadınlar sana gelip de Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak
üzere biat etmek isterlerse../ âyetin[1095]
sonuna kadar okudu. [1096]
Yine Buhârî ve
Müslim'in Sahih'lennde C^bir'den nakledilen diğer bir hadise göre: "Hz. Peygamber
(s.a.) ayağa kalktı önce namaz kıldırdı. Sonra ardından cemaata hitap etti.
Allah'ın Peygamberi fs.a.) hutbeyi bitirip indi. Kadınların yanlarına kadar
geldi, onlara va'z etti...[1097]
Bu hadisler, Hz.
Peygamber'in (s.a.) bir minber yahut devesi üzerinde hutbe okuduğunu gösterir.
Belki de kerpiç, çamur veya buna benzer bir şeyden onun için bir minber
yapılmış olabilir?
Cevap: Bu iki hadisin
sahih olduğunda şüphe yoktur. Yine Mescid-i Nebevî'deki minberin dışarı
çıkartılmadığında ve onu ilk defa Mervan b. Hakem'in dışarı çıkartmış
olduğunda, hatta ona bu yüzden karşı gelindiğinde de şüphe yoktur. Kerpiç ve
çamurdan yapılan minbere gelince; Buharı ve Müslim'in Sahih'lerinde
naklettikleri üzere böyle bir minberi ilk olarak yapan -Mervan'm Medine
emirliği sırasında- Kesîr b. Salt olmuştur.[1098]
Herhalde Hz. Peygamber (s.a.) musallada yüksekçe kürsü üzerinde dururdu. Sonra
oradan aşağı iner, kadınların yanına giderdi. Karşılarında durur, onlara hitap
eder; va'z ve nasihatta bulunurdu. Allah en iyi bilendir.
Bütün hutbelerine
Allah'a hamdederek başlardı. Bayram hutbelerinde tekbirle başladığına dair bir
tek hadis bile nakledilmemiştir. Yalnız İbn Mâce, Sünen'mdt Peygamberimizin
müezzini Sa'd el-Karaz'dan nakleder ki. Allah Rasûlü (s.a."i hutbe
aralarında ve bayramlardaki hutbelerde çokça tekbir getirirdi.[1099] Bu
hadis, Hz. Peygamber'in (s.a.) bayram hutbesi' ne tekbirle başladığına delil
olmaz.
Bayramlarda ve yağmur
duasında okunan hutbelere hangi sözle başlanılacağında âlimler farklı görüşler
ileri sürmüşlerdir. Kimileri her ikisine de tekbirle başlanacağını, kimileri
yağmur duası hutbesine istiğfar ederek başlanacağını ve kimileri de her ikisine
Allah'a hamdederek başlanacağını söylemiştir. Şeyhülislâm İbn Teymiye diyor ki:
Doğru olan bu üçüncüsü-dür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'a hamdla
başlanılmayan her önemli iş sonuçta eksiktir. "[1100]
buyurmuştur.
Bütün hutbelerine
Allah'a hamdederek başlardı.
Hz. Peygamber (s.a.)
bayram namazına katılan kimseleri, hutbeyi dinlemek için oturmakla gitmek
arasında serbest bırakmıştır. Bayram cumaya denk geldiğinde onlara bayram
namazıyla yetinebileceklerini ,cumaya gelmelerinin gerekli olmadığını bir
ruhsat olarak bildirmiştir.[1101]
Hz. Peygamber (s.a.)
bayram günü yolunu değiştirirdi. Giderken bir yoldan, dönerken başka bir yoldan
yürümeyi tercih ederdi.[1102] Bu
davranışının hikmeti konusunda şu görüşler ileri sürülmüştür:
1- Her iki
yoldaki halka selâm vermek için,
2- Her iki grubun da onun bereketinden istifade
etmesi için,
3- O yollarda bulunan ihtiyaç sahiplerinin
ihtiyaçlarını gidermek için,
4- Diğer yol ve geçitlerde de îslâm dininin
-simge- sembollerini göstermek için,
5- Münafıkların, islâm'ın ve müslümanlann
hâkimiyetlerini, İslâm dininin sembollerinin ayakta durduğunu görüp
öfkelerinden kendi kendilerini yiyip tüketmelerini sağlamak için,
6- Çok yerin kıyamette lehine şahitlik etmesi
için. Çünkü camiye ve namazgaha giden kimsenin attığı iki adımdan biriyle
derecesi bir basamak yükselir, diğeriyle bir günahı silinir. Bu durum evine
dönünceye kadar sürer.
7- En doğrusu Hz. Peygamber'in (s.a.) böyle
davranmasının hikmeti bütün bunlarla birlikte O'nun davranışlarında mutlak
surette bulunan diğer hikmetlerdir. [1103]
Arefe günü sabah
namazından başlamak üzere en son teşrik gününün ikindi namazına kadar şu
şekilde tekbir getirmekte olduğu rivayet ediliyor:
"Allah en
büyüktür. Allah en büyüktür. Allah'tan başka tanrı yoktur. Allah en büyüktür,
Allah en büyüktür. Hamd yalnız Allah'adır.[1104]
Güneş tutulunca Hz.
Peygamber (s.a.) ridâsını sürüyerek korku ve endişe içinde hızlıca mescide
gitti. Güneş doğup günün ilk vakitlerinde iki-üç mızrak boyu yükseldikten sonra
tutulmuştu. Öne geçip iki rekât namaz kıldı. İlk rekâtta açıktan Fatiha ve
uzunca bir sûre okudu. Sonra rükûa vardı ve rükûu uzattı. Sonra başını rükûdan
kaldırdı ve kıyamı uzattı ise de bu ikinci kıyam evvelki kıyamdan az sürdü.
Başını rükûdan kaldırdığında: deyip kıraate başladı. Sonra rükûa vardı ve
rükûu uzattı ise de bu ikinci rükû evvelki rükûdan az sürdü. Sonra başını kaldırdı,
ardından secdeye gidip uzun bir secde etti. Secdeyi bayağı uzattı. Sonra ikinci
rekâtta, birinci rekâtta yaptığı gibi yaptı. Böylece her-bir rekâtta iki rükû
iki secde yapılmış oldu. îki rekâtta toplam dört rükû dört secdeye tamamlanmış
oldu. [1105]
Bu namazında cennet ve
cehennemi gördü. İnsanlara göstermek için cennetten bir salkım üzüm almayı
düşündüyse de almadı. Azap çekecek olanları da cehennemde gördü. Bir kadının
bir yere kapatıp aç ve susuz bırarak ölmesine sebep olduğu bir kedinin o kadını
tırmaladığını gördü. Hz. İbrahim'in dinini ilk değiştiren Amr b. Mâlik'in
cehennemde bağırsaklarım sürüdüğünü gördü. Hac eden birinin mallarını çalan
kimsenin de azap çektiğini gördü. Sonra dönüp son derece edebî ve etkili bir hutbe
okudu. Bu hutbesinden bize kadar gelen bölümleri şöyle sıralayabiliriz:
"Şüphe etmeyiniz
ki, güneş ve ay Allah'ın (kendi varlığına delâlet eden)-açık alâmet-
âyetlerinden iki âyettirler. Bunlar, hiç kimsenin ölümü veya dirimi için
tutulmazlar. Tutulduklarını görünce Allah'a dua edin, tekbir alın, namaz kılın,
sadaka verin. Ey Muhammed ümmeti! Allah'a yemin ederim ki, erkek veya kadın bir
kulunun zina edişinden dolayı Allah kadar kıskanç hiçbir kimse yoktur. Ey
Muhammed ümmeti! Allah'a yemin ederim ki, benim bildiğimi bilseniz az güler,
çok ağlardınız."
"Size va'dolunan
herşeyi şu makamımda -yemin olsun- gördüm. Hatta ileri atıldığımı gördüğünüzde
cennetten bir salkım üzüm almak arzu ettiğimi hissettim. Geri çekildiğimi
gördüğünüzde ise cehennemdekilerin birbiri üzerine yığıldığım gördüm."
"Cehennemi de
gördüm. Ömrümde bugün gördüğüm kadar iğrenç bir manzara görmemiştim. Baktım ki,
cehennem halkının çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor."
Sordular: "Neden,
ya Rasûlallah?" Cevap verdi: "Küfrettiklerinden" Tekrar:
"Allah'a mı küfrediyorlar?" diye sordular. Cevaben: "Kocalarına
ve kendilerine yapılan iyiliklere (nankörlük) ederler. İçlerinden birine dünya
durdukça iyilik etsen, sonra da senden hoşlanmayacağı birşey görse: Şimdiye
kadar senden hiçbir hayır görmedim ki, der." buyurdular.
"Bana vahyolundu
ki, sizler kabirlerinizde Deccâl fitnesine benzer -yahut yakın-[1106]
bir imtihana tâbi tutulacaksınız. Herhangi birinize gelip: Bu adam hakkında ne
biliyorsun? diye soracaklar. Mü'min -yahut mûkın = kesin inançlı- kimse:
'Allah'ın elçisi Muhammed'dir. Bize açık deliller ve hidayet sundu. Biz de
onun isteğine cevap verdik, inandık, peşine düştük.' diye cevap verecek. Ona:
'Rahat uyu! Senin gerçek mü'min olduğunu anladık.' diyecekler. Münafık -yahut
şüphe eden- kimse: 'Bilmiyorum. Halkın birşey dediğini duydum, ben de
söyledim' diyecektir."[1107]
Başka bir yoldan Ahmed
b. Hanbel (r.h.) de şöyle naklediyor: Hz. Peygamber (s.a.) namazdan selâm verip
çıkınca Allah'a hamdetti. O'na övgüde bulundu, Allah'tan başka tanrı bulunmadığına
ve kendisinin O'-nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık etti. Sonra: "Ey
insanlar! Size Allah için
soruyorum, söyleyin bana Rabbimin mesajım sizlere iletmekte herhangi bir kusur
gösterdim de bunu bana haber vermediğiniz oldu mu?" diye sordu. Bunun
üzerine bir adam ayağa kalktı ve: "Tanıklık ederiz ki, Rab-binin mesajını
ilettin, ümmetine nasihat ettin, üzerine düşen vazifeyi yaptın." dedi.
Sonra Hz.Peygamber (s.a.) buyurdular ki:
"Bazı insanlar
yeryüzü halkından büyük adamların ölümlerinden dolayı ay ve güneşin
tutulduklarını, yıldızların yerlerinden kaydıklarını iddia ediyorlar. Şüphesiz
bunlar yalan söylüyorlar. İş onların dediği gibi değil. Bu hâdiseler Allah
Teâlâ'nın, kullarına ibret almaları ve kimin tevbe edip etmediğini kontrol
etmek için verdiği âyetlerden birkaçıdır."
"Allah'a yemin
ederim ki, az önce namaza durduğum müddet içinde sizlerin dünya ve âhiret
işlerinizde karşılaşacağınız herşeyi gördüm. Allah en iyi bilendir ya, otuz
yalancı çıkıncaya kadar kıyamet kopmayacak. Onların sonuncuları sol yüzü
bulunmayan şaşı Deccâl'dir. Gözü sanki -o devirde Hz. Peygamber'le (s.a.) Hz.
Âişe'nin odası arasında oturan Ensar'-dan bir ihtiyar olan- Ebu Tihyâ'mn gözü
gibidir. Deccâl ortaya çıktığında Allah olduğunu iddia edecektir. Ona inanan,
söylediğim kabullenen ve onun yolundan gidene daha Önce işlediği hiçbir iyilik
fayda vermez. Onu inkâr edip söylediği sözleri yalanlayan da daha önce yaptığı
hiçbir günahın cezasını çekmeyecektir. Deccâl, Harem ve Beytü'l-Makdis dışında
bütün yeryüzüne galip gelecektir. Mü'minleri Beytül'l Makdis'e sıkıştıracak;
mü'minler çok şiddetli bir sarsıntıya uğrayacaklar, sonra Allah (c.c.) Deccâl'i
ve ordusunu helak edecektir. Hatta öyle ki, duvarın temeli yahut kökü ile ağaç
kökleri bile: 'Ey müslüman! Ey inanan! Orada bir yahudi -yahut kâfir-vardır!
Gel buraya, öldür onu!' diye bağıracaktır. İçinizdeki durumları kalb-lerinize
korku salacak derecede olan birtakım işleri görüp birbirinize: 'Peygamberiniz
size bunlardan hiç bahsetmiş miydi?' diye soruşturuncaya ve dağlar yerlerinden
kayıncaya kadar bunlar olmayacaktır. Bunlar olduktan sonra bütün canlar
alınacaktır."[1108]
Hz. Peygamber'den
(s.a.) güneş tutulması (küsûf) namazı ve hutbesi ile ilgili naklolunan sahih
rivayetler işte böyledir. Bu namazı başka şekillerde kıldırdığı da
naklolunmustur: 1- Her rekât üç rükû üe[1109],
2- Her rekât dört rükû ile[1110]
3- Küsûf namazı da, her rekâtta bir rükû ile
kılınan herhangi bir namaz gibidir. Ancak İmam Ahmed, Buharı ve Şafiî gibi
büyük imamlar bu rivayeti sahih bulmuyor, yanlış sayıyorlar. [1111]
Bir şahıs İmam
Şafiî'ye: "Bazıları Hz. Peygamber'in (s.a.) (küsûf namazını) herbir
rekâtta üç rükû ile kıldırdığını naklediyorlar?" diye sormuştu. Olayı
anlatan İmam Şafiî diyor ki: O şahsa: "Sen de bu görüşte misin?"
diye sordum. "Hayır. Ancak ben bu hadis sizin kabul ettiğiniz bir rekâtta
iki rükû hadisine ilâve bir hüküm getirdiği halde niçin kabul etmediniz, onu
merak ediyorum." diye cevap verdi. Ben de ona dedim ki: "Birinci
sebep, munkatı = kesik olması. Biz munkatı hadisi başlıbaşına sabit bir delil
olarak görmüyoruz. Diğer bir sebep -Allah en iyi bilendir ya- bu hadisi yanlış
(galat) buluyoruz."
Beyhakî diyor ki:
"Şafiî'nin "munkatı"dan maksadı Ubeyd b. Umeyr'in 'Doğruluğuna
güvendiğim biri bana anlattı.' sözüdür. Atâ: Zannederim Ubeyd bu sözüyle Hz.
Âişe'yi kastediyor, deyip hadisi naklediyor. Bu hadiste: 'Hz. Peygamber (s.a,)
her rekâtta üç rükû, dört secde yaptı.' deniliyor. Katâde, Atâ -Ubeyd b.
Umeyr-Hz. Âişe senediyle Hz. Peygamber'in (s.a.) altı rükû, dört secde ile
kıldırdığını rivayet etmiştir. Öyleyse Atâ, Hz. Âişe'ye bu rivayeti kesin
bildiğinden değil, zan ve tahminle isnâd etmiştir. Bu rivayet Hz. Âişe'den
nasıl naklolunmuş olabilir? Oysa Urve ve Amra'mn (v.98/716) Hz. Âişe'den aksini
rivayet ettikleri sabittir. Urve ve Amra, Ubeyd b.Umeyr'e göre Hz. Âişe ile
daha yakın ilişki içinde bulunmuşlardır.[1112]
Hem bunlar iki kişidir. İki kişinin rivayetinin sağlam olması akla daha
yakındır. Şafiî'nin yanlış bulduğu hadis, zannederim Atâ'nın Câbir'den
naklettiği şu hadistir: 'Hz. Peygamber fs.a.) devrinde Hz. Peygamber'in (s.a.)
oğlu İbrahim'in öldüğü gün güneş tutuldu. Halk: Güneş, İbrahim'in ölümünden
dolayı tutuldu, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a,) ayağa kalkıp altı
rükû, dört secde ile halka namaz kıldırdı...'"
Beyhakî der ki:
"Bu hadiste geçen olay ile Ebu'z-Zübeyr'in naklettiği
hadiste geçen olayı inceleyen kimse, bu
ikisinin aynı olay olduğunu naklolunan namazı Hz. Peygamber'in (s.a.) sadece
bir kere kıldırdığını, onu da oğlu İbrahim'in (a.s.) öldüğü gün kıldırmış
olduğunu anlar."
"Sonra bir de
Abdülmelik b. Ebî Süleyman -Atâ- Câbir senedi ile Hişâm ed-Destevâî
-Ebu'z-Zübeyr- Câbir senedinden gelen iki rivayette herbir rekâttaki rükûların
adedi farklı gösterilmiştir. Biz Hişâm'ın rivayetini, yani herbir rekâtta
yalnızca iki rükû rivayetini daha münasib bulduk. Zira Hişâm, Ebu'z-Zübeyr ile
birlikte Abdülmelik'ten daha sağlam hafızaya sahiptir. Hem rükûların sayısı
konusunda ondan gelen rivayet de, Amra ve Urve'nin Hz. Âişe'den; Kesîr b. Abbas
ve Atâ b. Yesâr'ın İbn Abbas'tan; Ebu Süleym'in Abdullah b. Amr'dan yaptıkları
rivayetler ile Yahya b. Sü-leym gibi birtakım râvilerin yaptıkları rivayetlere
uygundur. Abdülmelik'in Atâ'dan yaptığı rivayete muhalefet edilmiş; İbn Cüreyc
ve Katâde, Atâ'-dan, o da Ubeyd b. Umeyr'den altı rükû, dört secde ile
kılındığını rivayet etmişlerdir. Ayrılık bulunmayan ve pekçok sayıda kimsenin
muvafakat ettiği, Hişâm -Ebu'z-Zübeyr- Câbir rivayeti, Atâ'dan gelen iki
rivayetten doğruya daha çok yakındır. Çünkü bu iki rivayetten birisinin senedi
teveh-hümle sabit olmuş, diğerini ise pekçok hadiste yanlışlık yapmakla
suçlanan Abdülmelik b. Ebî Süleyman tek başına rivayet etmiştir."
"Habîb b. Ebî
Sabit, Tâvûs aracılığıyla İbn Abbas'ın şu rivayette bulunduğunu naklediyor:
Hz.Peygamber (s.a.) bir güneş tutulması münasebetiyle namaz kıldı. Namazda
kırâat'tan sonra rükûa gitti. Sonra yine kıraat eyleyip rükûa gitti. Sonra
yine kıraat eyleyip rükûa gitti. Sonra yine kıraat eyleyip rükûa gitti. Sonra
secdeye gitti. Diğer rekâtı da yine aynı şekilde (dört rükû ile) kıldı."
"Bu hadisi
Müslim, Sahih'inde rivayet etmiştir[1113]Hadis,
Habîb b. Ebî Sâbit'in tek kaldığı hadislerdendir. Habîb her ne kadar sika bir
râvî ise de tedlîs yapardı. Burada da (muan'an rivayetle naklederek) Tâvûs'tan
hadisi işittiğini açıklamamıştır. Bu durumu, güvenilir olmayan birinden nakil
yapmasına yüklemek uygun olur. Bu hadisin Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbetinde ve
metninde Süleyman el-Mekkî el-Ahvel, ona muhalefet etmiş ve hadisi Tâvûs
aracılığıyla bir rekâtta üç rükû şeklinde İbn Abbas'ın fiili olarak
nakletmiştir. Süleyman'a da rükûların adedinde muhalefet edilmiştir. Bir
topluluk bu hadisi İbn Abbas'ın fiili olarak nakletmiştir. Nitekim
Atâ b.Yesâr gibi bir kısım râviler de tbn
Abbas'tan Hz. Peygamber'in (s.a.) herbir rekâtta iki rükû yaptığını rivayet
etmişlerdir."
"Muhammed b.
İsmail el-Buharî bu üç rivayetten de yüz çevirmiş; senedi daha sahih, râvi
sayısı daha çok ve râvileri daha güvenli olan hadise aykırı oldukları için
bunlardan hiçbirini Sahih'inc almamıştır. Ebu İsa et-Tirmizî'nin nakline göre
Buharı şöyle demiştir: Küsûf namazı konusunda gelen rivayetlerin bana göre en
sahih olanı dört rükû, dört secde rivayetidir..."
Beyhakî der ki:
"Huzeyfe'den Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbetle rivayet edilen: 'Her bir
rekâtta dört rükû' hadisinin senedi zayıftır."[1114]
"Übey b. Kâ'b'tan
da Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbetîe 'Herbir rekâtta beş rükû' hadisi[1115]
naklolunmaktadır. Sahih sahipleri (Buharı ile Müslim) bu hadisin senedinde
olduğu gibi böyle bir senedi delil olarak kullanmamışlardır."
Yine Beyhakî diyor ki:
"Hadisçilerden bir topluluk rükûların sayısı konusunda gelen bütün
rivayetleri sahih sayma yolunu tutmuş ve bu rivayetleri Hz. Peygamber'in
(s.a.) bu namazı defalarca kıldırdığına, dolayısıyla bütün bu şekillerin caiz
olduğuna yüklemişlerdir. İshak b. Rahûyeh, Muhammed b. İshak b. Huzeyme, Ebu
Bekir b. İshak ed-Dabî ve Ebu Süleyman el-Hattâbî bu görüştedirler.
İbnu'l-Münzir de bu görüşü güzel bulmuştur. Buharı ve Şafiî'nin haberler
arasında tercih yapma görüşleri daha uygundur. Çünkü daha önce de belirttiğimiz
üzere, bütün haberler Hz. Peygamber'in (s.a.) oğlunun vefat ettiği gün
kıldırdığı namazın anlatımı ile ilgilidir."
Ben derim ki:
Kendisinden aktarılan açıklamaya göre İmam Ahmed de sadece herbir rekâtta iki
rükû iki secde ile kılındığına dair Hz. Âişe'den naklolunan hadisi esas
almıştır. Mervezî'nin nakline göre: "Küsûf namazının herbir rekâtta iki
rükû iki secde olmak üzere dört rükû, dört secde ile kılınacağı görüşündeyim.
Bu konuda Hz. Âişe'den naklolunan hadisi izliyorum. Hadislerin çoğunluğu bu
noktadadır." demiştir. Hanbelîlerden Ebu Bekir (v.311/923) ile ilk devir
hanbelî âlimleri bu görüşü tercvh etmişlerdir. Üstadımız Ebu'l-Abbas İbn
Teymiye de bunu tercih etmiş olup buna muhalif olan bütün hadisleri zayıf sayar
ve: "Bunlar yanlıştır! Hz. Peygamber (s.a.) küsûf namazım yalnız bir kere
-oğlu İbrahim'in öldüğü gün-kıldırmıştır." derdi. Allah en iyi
bilendir.
Hz. Peygamber (s.a.),
güneş tutulduğunda Allah'ın zikredilmesini, namaz kılınmasını, dua edilmesini,
Allah'tan af dilenmesini, sadaka verilmesini ve köle âzâd edilmesini
emretmiştir. Allah en iyi bilendir. [1116]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) pekçok şekilde yağmur duasında bulunduğu sabittir: .
Birinci şekil: Cuma
günü hutbe esnasında minberde yağmur duasında bulunmuştur ve şöyle dua
etmiştir:
"Allah'ım,
imdadımıza yetiş! Allah'ım, imdadımıza yetiş! Allah'ım, imdadımıza yetiş!
Allah'ım, bize yağmur ver! Allah'ım, bize yağmur ver! Allah'ım, bize yağmur
ver!"[1117]
İkinci şekil: Halka,
namazgaha çıkıp yağmur duasında bulunacağı bir gün vadetti. Güneş doğunca
gösterişsiz giyimli, mütevâzi, alçak gönüllü, vakarlı ve yalvarır bir vaziyette
evinden çıktı.[1118]
Namazgaha varınca -doğruysa- minbere çıktı; -çünkü bu konuda kalbimde bir
tereddüt vardır-Ardından Allah'a hamdetti. O'na övgüde bulundu ve O'nun
büyüklüğünü belirtti. O esnada söylediği hutbe ve duadan günümüze kadar geleni
şöyledir:
"Hamd âlemlerin
Rabbi, Rahman-Rahim ve din gününün sahibi Allah'a! Allah'tan başka tanrı
yoktur. O, dilediğini yapar. Allah'ım! Allah Sensin, Senden başka tanrı yoktur.
Zengin Sensin, bizler muhtacız. Üzerimize yağmur yağdır. Yağdırdığını da bize
kuvvet ve bir zamana kadar kalıcı kıl."[1119]
Sonra ellerini göğe
doğru kaldırdı. Yalvarmaya, niyaz ve dua etmeye başladı. Ellerini göğe o kadar
kaldırdı ki, koltuklarının beyazı göründü. Sonra sırtını cemaata dönüp kıbleye
yöneldi. İşte o sırada kıbleye yönelmişken ridâsının şeklini değiştirdi.
Sağını sola, solunu sağa attı ve ridânın dışını içine, içini dışına çevirdi.
Ridâsı siyah dört köşe bir aba idi. Kıbleye yönelik vaziyette dua etmeye
başladı. Cemaat da aynı vaziyette idi. Sonra inip cemaata ezansız, kâmetsiz ve
herhangi bir sesleniş olmadan bayram namazı gibi iki rekât bir namaz kıldırdı.
Her iki rekâtta da açıktan okudu. Birinci rekâtta Fâtiha'dan sonra A'lâ sûresini,
ikincide ise Gâşiye sûresini okudu.
Üçüncü şekil: Hz.
Peygamber (s.a.), cuma dışında bir günde Medine minberinde sade bir yağmur
duasında bulundu. Bu yağmur duasında herhangi bir namaz kıldırdığı
naklolunmamıştır.[1120]
Dördüncü şekil:
Mescidde otururken yağmur duasında bulundu. Ellerini göğe kaldırıp Allah'a
(c.c.) dua etti. O zaman yaptığı duadan bize intikal edeni şöyledir:
"Allah'ım bize
can kurtaran, bereketli, her yeri kaplayan âcil -gecikmez, faydalı- zarar
vermez bir yağmur ihsan et."[1121]
Beşinci şekil: Medine
mescidinin bugün Bâbü's-Selâm denilen kapısına bir taş atımlık mesafede ve
mescidin o kapısından dışarı çıkanın sağına düşen Zevrâ mevkiine yakın bir yer
olan Ahcâru'z-Zeyt'de yağmur duasında bulundu.[1122]
Altıncı şekil: Bir
gaza sırasında müşrikler erken davranıp suyu tutmuşlar, müslümanlar susuz
kalmışlardı. Bunun üzerine müslümanlar, Allah Rasûlüne (s.a.) yakındılar.
Münafıklardan birisi de: "Şayet peygamber olsaydı, Hz. Musa'nın kaymi için
yağmur duasında bulunduğu gibi o da kendi kavmi için yağmur duasında
bulunurdu." dedi. Bunlar Hz. Peygam-ber'in (s.a.) kulağına gidince:
"Gerçekten bunu söylediler mi? Belki Rab-biniz size yağmur gönderir."
buyurdu. Sonra ellerini kaldırdı, dua etti. Üzerlerine bir bulut geldi ve
yağmur yağmaya başladı. Sel suları vadiyi doldurdu. İnsanlar kana kana içtiler.
Suya ihtiyaçları kalmadı. Yağmur
duasında okuduğu dualardan bize intikal edenlerden bazıları:
"Allah'ım,
kullarını, dilsiz hayvanlarını sula; rahmetini yay, öhî ülkeni dirilt !"[1123]
"Allah'ım, bize
can kurtaran, bereketli, hoş, faydalı, zarar vermez, âcil-gecikmez bir yağmur
ihsan et.[1124]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) her yağmur duasında bulunmasının ardından yağmur yağmıştır.
Bir keresinde yağmur
duasında bulundu. Bunun üzerine Ebu Lübâbe ayağa kalkıp: "Ey Allah'ın Rasûlü!
Hurmalar kurutma kaplarında!" diyerek (yağmur suyundan hurmaların
bozulacağı kaygısını belirtti). Hz. Peygamber (s.a.) "Allah'ım, Ebu
Lübâbe çıplak kalkıp kurutma kabının su deliğini futasıyla tıkamaya mecbur
kalıncaya kadar bize yağmur ver!" diye dua edince yağmur yağmaya başladı.
Sahabîler Ebu Lübâbe'nin yanında toplanıp:
"Sen Hz.
Peygamber'in (s.a.) söylediği gibi çıplak olarak kalkıp kurutma kabının su
deliğini futanla kapamadıkça kesinlikle yağmur kesilmeyecek" dediler.
Bunun üzerine dediklerini yaptı; hava derhal a'çıldı.[1125]
Yağmur yoğun bir
şekilde yağmaya devam edince Hz.Peygamberden (s.a.) havanın açılması için dua
etmesini istediler. Hz, Peygamber (s.a.) de havanın açılması için şu şekilde
dua etti:
"Allah'ım,
etrafımıza yağdır, üzerimize değil! Allah'ım, tepelere, dağlara, bayırlara,
vadi içlerine ve otlaklara yağdır. "[1126]
Hz. Peygamber (s.a.)
yağmur yağdığını görünce:
"Allah'ım, bize
faydalı yağmur ver!" diye dua ederdi."[1127]
Yağmur yağarken
elbisesini (avret olmayan yerinden) açar, yağmurun (bedenine) dokunmasını
sağlardı. Bunun sebebi sorulunca da: "Yakında yaratıldığı için Rabbi ile
yakında buluşmuşlardır." buyurmuştur.[1128]
Şafiî diyor ki: İtham
edemeyeceğim birisi Yezîd b. el-Hâd'dan rivayet eder ki, Hz. Peygamber (s.a.)
sel aktığı zaman ashabına: "Haydin Allah'ın temizleyici kıldığı şu şeyin
yanına çıkıp onunla temizlenelim, bundan dolayı da Allah'a hamdedelim"
dedi.[1129]
Şafiî devamla diyor
ki: İtham edemeyeceğim birinin bana İshâk b. Abdullah'tan naklettiğine göre Hz.
Ömer, sel aktığı zaman arkadaşlarını sele doğru götürür ve "Her birimizin
buraya gelmesinden maksadı, yıkanmaktan başka birşey değildir." derdi.
Hz. Peygamber (s.a.)
bulut ve rüzgârı görünce, bu durum yüzünden belli olur, bir ileri bir geri
giderdi. Yağmur yağınca bu durumu geçer, sakinleşirdi. Böyle davranması o anda
azap gelmesi endişesi taşıdığından kaynaklanmaktaydı. Şafiî diyor ki: Salim b.
Abdullah babası Abdullah b. Ömer aracılığıyla Hz. Peygamber'in (s.a.) yağmur
duasında şu duayı okuduğunu nakletmiştir:
"Allah'ım! Bize
can kurtaran, içe sinçn, bereketli, hoş, bo^/fi hayırlı, sırılsıklam eden, her
tarafı kaplayan bol sulu, yerleri örten, sirekli, devamlı bir yağmur ver.
Allah'ım! Bize yağmur
yağdır. Bizi ümitsizliğe düşenlerde! eyleme!
Allah'ım! Kulların,
toprakların, hayvanların ve diğer yarattı ların öyle bir kıtlığa, öyle bir
sıkıntıya, öyle bir darlığa düştüler başkasına durumumuzu açamayız. '
yHak Peygamber
Allah'ım! Ekinlerimizi
yeşert, hayvanlarımızın memelerini doldur. Göğün bereketlerinden bize bereket
yağdır. Yerin bereketlerinden bizim için bitkiler çıkar.
Allah'ım! Bizden
yoksulluğu, çıplaklığı, açlığı kaldır. Senden başkasının def edemeyeceği
belâyı bizden defet.
Allah'ım! Sen'den af
diliyoruz. Çünkü Sen şüphesiz çok affedicisin. Artık bize gökten bol bol yağmur
yağdır."[1130]
Şafiî (r.h.) diyor ki:
İmamın bu duayı okumasını müstehap görüyorum. Bana ulaştığına göre, Hz.
Peygamber (s.a.) yağmur duasında bulunacağı zaman ellerini göğe kaldırırdı.[1131]
Yine bize kadar ulaşan bir haberde deniliyor ki, Hz. Peygamber (s.a.) yağmur
yağmaya başladığı ilk vakitlerde yağmur altında kalır, bedenine yağmurun
dokunmasını sağlardı. Bana gelen bir başka haberde de Hz. Peygamberin (s.a.)
ashabından birisi sabah kalktığında yağmur yağmış olduğunu gördüğü zaman:
"Allah'ın insanlara verdiği herhangi bir rahmeti önleyebilecek yoktur.
"[1132] âyetini okur-du.[1133]
Şafiî der ki, hakkında
kötü düşünmeyeceğim birisinin Abdülazîz b. Ömer'den, onun da Mekhûrden
naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:
"Ordular
karşılaşıp (savaşırken), namaza kamet getirilirken ve yağmur yağarken duanızın
kabulünü isteyin. "[1134]
Pek çok kimsenin yağmur
yağarken ve namaza kamet getirilirken dualarının kabulünü istediklerini
duydum.
Beyhakî diyor ki: Bize
Sehl b. Sa'd'dan mevsûî olarak nakledilen bir hadiste Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurdukları
rivayet olunmaktadır: "Dua, ezan okunurken, savaş anında ve yağmur altında
geri çevrilmez.[1135]
Ebu Ümâme'den bize
gelen bir hadiste de Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Dört yerde
göğün kapıları açılır, dualar kabul olunur: I-Ordular karşılaştığında, 2~
Yağmur yağarken, 3- Namaza kamet getirilirken, 4- Kabe görüldüğünde.[1136]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) yolculuklan dört bölümde toplanabilir. 1- Hicret yolculuğu, 2- Cihad
yolculuğu, -yolculuklarının çoğunluğu bu sebeple idi-, 3- Umre yolculuğu, 4-
Hac yolculuğu.
Yolculuğa çıkmak
istediği zaman hanımları arasında kura çeker, kimin nasibine çıkarsa onunla
yolculuk ederdi.'[1137]
Hac yolculuğuna çıktığında ise hepsini beraberinde götürmüştü.
Yolculuğa çıkacağı
zaman günün evvelinde yola koyulurdu. Perşembe günü yola çıkmayı tercih ederdi.[1138]
Yola giden ümmetinin hayırlısıyla erkenden dönüp gelmesi için Allah Teâlâ'ya
dua ederdi[1139]
Bir müfreze yahut ordu
göndereceği vakit, günün evvelinde gönderirdi. Üç kişi oldukları zaman,
yolculara, içlerinden.birini başkan tayin etmelerini emrederdi.[1140]
Bir kişinin tek başına yolculuk etmesini yasaklamış[1141]ve
bir süvarinin bir şeytan, iki süvarinin iki şeytan, üçünün ise kafile oluşturacağım
haber vermiştir.[1142]
Rivayete göre Hz.
Peygamber (s.a.) yolculuk için toparlanırken şu duayı okurdu:
"Allah'ım! Sana
yöneldim, Sana sığındım. Allah'ım! Beni kederlendirip üzecek şeylerden kolla.
Allah'ım! Bana takva azığı lutfeyle. Günahımı bağışla. Her nereye yönelsem beni
hayra yönelt."[1143]
Binmesi için hayvanı
önüne getirilip ayağını özengiye basarken "Bismillah" der, hayvanın
sırtına bindiğinde de şu duaları sırasıyla okurdu:
"Bunları emrimize
veren Allah'a hamdolsun; zaten bizim takatimiz bunlara yetmezdi. Şüphesiz biz
Rabbimize döneceğiz.[1144]
Hamdolsun Allah'a. Hamdolsun Allah'a. Hamdolsun Allah'a. En büyük Allah. En büyük
Allah. En büyük Allah. Sen her türlü eksiklikten uzaksın, Allah'ım! Gerçekten
zulmettim kendime. Bağışla beni. Senden gayrı yoktur günahları bağışlayan.
"[1145]
Şu duayı da okuduğu
olurdu:
"Allah'ım! Bu
yolculuğumuzda Senden hayır ve takva diler, bize Senin hoşnut olacağın işler
yaptırmanı isteriz. Allah'ım! Bize bu yolculuğumuzu kolaylaştır. Uzak yolumuzu
yakmlaştir. Allah'ım! Sen yolculukta arkadaş, geride kalan ailem için de
halifesin. Allah'ım! Yolculuğun zorluklarından, dönülecek yerin tasasından,
döndüğümde ailem ve malımda kötü manzarayla karşılaşmaktan Sana
sığınırım."Yolculuktan dönünce de bu duayı okur ve şu sözleri ilâve
ederdi:
"Tevbekâr olarak,
günahlarımızdan dönerek, Rabbimize kulluk ve O'na hamdederek geri geldik."[1146]
Hz. Peygamber (s.a.)
ve ashabı dağ tepelerine çıktıklarında tekbîr alırlar, vadilere indiklerinde
de tesbîh (Sübhânallah) getirirlerdi.[1147]
Bir köye yaklaşıp
girmek üzere olduğu vakit de şu duayı okurdu:
"Allah'ım! Yedi
gök ve onların gölgeledikleri şeylerin Rabbi! Yedi kat yer ve onların
yüklendikleri şeylerin Rabbi! Şeytanlar ve onların saptırdıklarının Rabbi!
Rüzgârlar ve onların sürükledikleri şeylerin Rabbi! Sen-
den bu köyün hayrını
ve halkının hayrını diliyorum. Bu köyün şerrinden, halkının şerrinden ve orada
bulunanların şerrinden Sana sığımyorum."'[1148]'
Şu duayı okuduğu da
rivayet edilmektedir:
"Allah'ım! Senden
şu köyün ve orada topladığın şeylerin hayırlısından istiyorum. Şu köyün
şerrinden ve orada topladığın şeylerin şerrinden Sana sığınıyorum. Allah'ım! Bu
köyün rızkından bize tattır; bizi vebasından koru. Halkına bizi sevdir.
Halkının salih kullarım da bize sevdir."[1149]
Yolculuğa çıkmasından
itibaren Medine'ye dönünceye kadar dört re-kâtlı namazları ikişer rekât
kılardı. Yolculuk esnasında dört rekâtlı bir namazı tam kıldığı, asla sabit
olmamıştır. Hz.Âişe'den rivayet edilen: "Hz.Peygamber (s.a.) yolculukta
kâh namazı kısaltır, kâh tam kılardı; kâh orucunu bozar, kâh oruç
tutardı." hadisi[1150]
sahih değildir. Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin: "Bu, Allah Rasulüne (s.a.)
atfedilen bir yalandır" dediğini işittim. Rivayet edilir ki, Hz. Peygamber
(s.a.) kısaltır, Hz. Âişe tam kılardı; yine Hz. Peygamber (s.a.) orucunu
bozar, Hz. Âişe oruç tutardı. Yani her iki yerde de Hz. Âişe (ruhsat tarafına
değil) azimet tarafına uyardı. Üstadımız İbn Teymiye der ki: Bu asılsızdır.
Mü'minlerin annesi Hz. Âişe, Allah Rasûlü'ne (s.a.) ve onun bütün arkadaşlarına
muhalefet edip onların namazlarının tersine namaz kılacak biri değildir. Oysa
onun şöyle dediği sahihtir: "Allah namazı ikişer rekât farzetmişti. Allah
Rasûlü (s.a.) Medine'ye hicret edince yolculuk namazı olduğu gibi bırakıldı
da, ikâmet halindeki namaza (iki rekât) ilâve edildi."[1151]
Durum böyle iken,nasıl Hz.Âişe'nin, Hz. Peygamber (s.a.) ve arkadaşlarının
kıldıkları namaza aykırı namaz kıldığı düşünülebilir?
Ben (İbnü'l-Kayyim)
derim ki: Gerçekten Hz. Âişe, Hz. Peygamberin (s.a.) vefatından sonra namazı
tam kılmış ve İbn Abbas vs. sahabîler onun I hakkında: "O da Hz. Osman
gibi te'vil (yani kısaltmanın ruhsat, kısaltmamanın azîmet olduğu yorumu)
yoluna gitmiştir." demişlerdir.[1152]
Hz. Peygamber (s.a.) daima namazı kısalardı. Râvilerden birisi iki hadisi
birleştirip bir hadis yapmış ve: "Allah Rasûlü (s.a.) kısaltır, Hz. Âişe
tam kılardı." demiştir. Bunun üzerine râvilerden biri yanılgıya düşüp:
"Hz. Peygamber (s.a.) kâh kısaltır, kâh tamam kılardı." demiştir.
Hz. Âişe'nin yaptığı
yorumda ihtilaf edilmiştir. Âlimlerden bir kısmı demişlerdir ki: "Hz.
Âişe, namazın kısaltılması için yolculuk esnasında korku haii bulunmasının şart
olduğunu, dolayısıyle korku geçtiğinde kısaltma sebebinin ortadan kalktığını
savunmuştur." Ancak bu yorum doğru değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.)
emniyet içinde yolculuk etmiş, yine de namazı kısaltmiştı. Bu konudaki âyet[1153],
Hz. Ömer vs. sahabîlere problem olmuş ve bu âyeti Allah Rasulüne (s.a.)
sormuşlar; O da yeterli cevabı vererek, bunun Allah'ın bir bağışı olduğunu
söylemiş'[1154] ve böylece bu yolu
ümmete meşru kılmıştır. Onun bu açıklaması (muhalif) mefhûmun (yani yolculukta
korkulacak bir durum bulunmazsa namazın kısaltılmayacağı) hükmünün
kastedilmediğini ve ister emniyet, ister korku içinde olsun bir kimsenin namazı
kısaltması halinde ondan günahın kaldırılmış olduğunu göstermektedir. Neticede
bu açıklama, (muhalif) mefhûmu tahsîs yahut onun hükmünü ortadan kaldırmadır.
Denilebilir ki; âyet,
hem hafifletme suretiyle rükünleri kısaltmayı, hem de İki rekât eksiltme
suretiyle rekât sayısını azaltmayı kapsayan bir kısaltma işini gerektirmekte
olup bu da iki şeyle; yeryüzün'de yolculuk etme ve korku ile kayıtlanmıştır. Bu
iki durum bulununca her iki kısaltma da mubahtır. Böyle durumda (Hz. Peygamber
(s.a.) ve ashabı) rekât sayısı ve rükünleri kısaltılmış olan korku namazı
kılarlardı. Her iki durum da bulunmayıp ikâmet halinde emniyet içinde
olduklarında yine her iki tür kısaltma ortadan kalkar, tam kâmil bir namaz
kılarlardı. Sebeplerden biri bulununca yalnızca o sebebe dayalı kısaltma şekii
lüzumlu olurdu. Şu halde ikâmet halinde korku ve endişe edilecek bir durum
bulunursa rükünler kısaltılır, rekât sayısı tamamlanır ki, bu da bir tür
kısaltmadır; ancak âyetteki mutlak (kayıtsız-şartsız) kısaltma değildir.
Yolculukta emniyet içinde olunduğunda ise rekât sayısı azaltılır, rükünler
yerli yerince tamamlanır. Buna "salâtü emn" "güvenlik
namazı" denir. Bu da bir tür kısaltmadır; ama mutlak kısaltma değildir. Bu
namaza rekât sayısının eksikliğinden dolayı "kısaltılmış",
rükünlerinin tamamen yerine getirilmesinden ve âyetteki kısaltmaya
girmemesinden dolayı da "tam" namaz denilebilir. Birincisi (kısaltılmış
namaz) sonra gelen fakihlerln pek çoğunun kullandığı terimdir. Hz. Âişe ve îbn
Abbas gibi sahabîlerin sözleri de ikincisini (tam namaz) göstermektedir. Hz.
Âişe: "Namaz ikişer rekât farz edilmişti. Allah Rasû-lü (s.a.) Medine'ye
hicret edince yolculuk namazı olduğu gibi bırakıldı da, ikâmet halindeki namaza
ilâve edildi." demiştir. Bu söz gösterir ki, Hz. Aişe'ye göre yolculuk
namazı dört rekâttan kısaltılmamış, aksine bu şekilde farz kılınmıştır;
yolcuya farz olan iki rekâttır. İbn Abbas ise: "Allah, Peygamberinizin
dilinden namazı ikâmet halinde dört, yolculukta iki, korku halinde ise bir
rekât olarak farz kıldı." demiştir. Hz. Âişe hadisi, Buharı ve Müslim
tarafından ittifaklı olarak; İbn Abbas hadisi[1155]
ise yalnızca Müslim tarafından rivayet edilmiştir.
Hz. Ömer (r.a.) diyor
ki: "Muhammed'in (s.a.) dilinden söylüyorum: Yolculuk namazı iki rekâttır.
Cuma namazı iki rekâttır. Bayram namazı iki rekâttır. Bu ikişer rekât tamamdır,
kısaltılmış değildir. İftira eden ziyan etmiştir."[1156]
Hz. Ömer'in (r.a.) bu sözü söylediği sabittir. O, Hz. Pey-gamber'e (s.a.):
"Emniyet içinde olduğumuz halde neden hâlâ namazı kısaltıyoruz?"
diye sormuş, Allah Rasûlü (s.a.) de ona: "Bu, Allah'ın size bahşettiği bir
sadakadır. Sadakasını kabul ediniz." diye karşılık vermişti.[1157]
Hz. Ömer'in rivayet
ettiği iki hadis arasında bir çelişki yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ona
cevaben: "Bu, Allah'ın size bir sadakasıdır ve O'nun kolay, müsamahalı
dinidir" dediğinde Hz. Ömer, âyetten kastolu-nan anlamın, pekçok insanın
anladığı gibi rekât adedinin azaltılması olmadığını kavrayarak: "Yolculuk
namazı iki rekâttir. Bu iki rekât tamdır, (dörtten) kısaltılmış
değildir." demiştir. Buna göre âyette: "Rekât adedini azaltmak
mubahtır; böyle yapmanın günahı kaldırılmıştır. Artık dileyen namazı kısaltır,
dileyen tamamlar." anlamı yoktur.
Allah Rasûlü (s.a.)
yolculuklarında devamlı ikişer rekât kılardı. Korku namazının biri dışında asla
dört rekât kılmamıştır. İnşâallah o konu geldiğinde bunu anlatıp
açıklayacağız.
Enes diyor ki:
"Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber Medine'den Mekke'ye doğru yola çıktık.
Medine'ye geri dönünceye kadar namazları ikişer rekât kıldırdı." Bu
rivayet, Buharî ve Müslim tarafından nakledilmiştir[1158]
Abdullah b. Mes'ûd'un
kulağına Hz. Osman b. Affân'ın namazı Mi-nâ'da dört rekât kıldırdığı haberi
ulaşınca: (Allah'a aidiz, ancak O'na döneceğiz.'[1159]
diye istircâ ettikten sonra şunları söyledi: "Minâ'da Allah Rasûlü'nün
(s.a.) arkasında iki rekât kıldım. Ebu Bekr'in arkasında Minâ'da iki rekât
kıldım. Ömer b. el-Hattâb'ın arkasında Minâ'da iki rekât kıldım. Ah, nasibim o
dört rekât olacağına keski kabul olunmuş iki rekât olsa!" Bu hadisi, Buharı ve Müslim rivayet
etmiştir.[1160]
İbn Mes'ud, herhalde
Hz. Osman'ın aralarında tercih yapmak caiz iki şeyden birini, hatta bir görüşe
göre daha münasib olanı yapmasından dolayı istircâda bulunacak değildir. O,
olsa olsa ancak Hz. Peygamber (s.a.) ve halifelerinin yolculukta devamlı olarak
namazları iki rekât kıldıklarını görmüş olmasından dolayı istircâda
bulunmuştur.
Sahihu'l'Bııharî'de
rivayet edildiğine göre İbn Ömer (r.a.) demiştir ki: "Ben, Allah Rasülüne
(s.a.) yol arkadaşlığı yaptım. Yolculukta ne o, ne Ebu Bekir, ne Ömer, ne de
Osman iki rekâttan fazla kıldırırdı."'[1161]'
Hz. Osman'ın hilâfetinin başlarını kastediyor. Yoksa Hz. Osman hilâfetinin
sonlarında tam kılmış ve bu da ona karşı gelinen sebeblerden biri olmuştur.
Onun bu davranışına şu yorumlar yapılmıştır:
Birinci yorum: Çöl
arapları o sene hacca gelmişlerdi. Hz. Osman, onların hem ikâmet, hem yolculuk
halinde namazın iki rekât olduğu zannına kapılmamaları için namazın farzının
dört rekât olduğunu öğretmek istemişti. Bu yoruma şöyle cevap verilmiştir.
Onlara bu durumun Hz. Peygamberin (s.a.) yaptığı hacda öğretilmesi daha
münasibti. Çünkü onlar İslâm'a yeni kavuşmuşlardı; namaza başlamaları yeniydi.
Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.) namazı onlara dört rekât olarak
kıldırmamıştı.
İkinci yorum: O,
halkın devlet başkanıydı. Devlet başkanı konakladığı yerde, sanki hükümet
merkezindeymiş gibi davranır. O yer, sanki onun vatanı durumuna geçer. Bu
yoruma da şöyle cevap verildi: Kayıtsız-şartsız insanların lideri olan Allah
Rasûlü (s.a.) buna daha lâyıktı, mutlak liderdi; ama o, dört rekât
kıldırmamıştır.
Üçüncü yorum: Minâ
kurulup köy halini alınca, Hz. Osman devrinde orada meskenler çoğaldı. Bunlar,
Allah Rasûlü (s.a.) devrinde yoktu; hatta orası boş bir arazi idi. Bundan
dolayı Hz. Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Senin için Minâ'da
seni sıcaktan gölgeleyecek bir ev yapalım mı?" denildiğinde O:
"Hayır... Minâ, geçenin konaklayacağı yerdir." buyurmuştu.[1162]
İşte Hz. Osman, kısaltmanın ancak yolculuk haline mahsus
olduğu şeklinde yoruma gitmişti. Bu yorum da:
"Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'de on gün kaldı; ama namazı
kısaltırdı" denilerek bertaraf edilmiştir.
Dördüncü yorum: Hz.
Osman, Minâ'da üç gün kalmıştı. Oysa Hz. Peygamber (s.a.): "Muhacir,
haccmı tamamladıktan sonra üç gün ikamet eder"[1163]diyerek
üç gün kalanı mukîm ( = ikamet haiinde olan) kişi olarak niteledi. Mukîm ise
yolcu olmayan kişidir. Bu yoruma karşılık şöyle cevap verildi: Bu, yolculuk
esnasında olmakla kayıtlı bir ikamettir; yoicu-Iuğun karşıtı olan ikamet
değildir. Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'de on gün kaldı, ama namazı kısaltırdı.
Hac vazifesinden sonra da üç şeytan taşlama günü boyunca Minâ'da kaldı, yine
namazı kısaltırdı.
Beşinci yorum: Hz.
Osman, Minâ'da kalıp yerleşmeye ve orasını hilâfet merkezi yapmaya karar
verdiği için namazı tam kılmıştı. Sonra görüşünü değiştirip Medine'ye dönmeye
karar verdi. Bu da güçlü bîr yorum değildir. Çünkü Hz. Osman (r.a.) ilk
muhacirlerdendir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.), muhacirlere hac vazifelerini tamamladıktan
sonra Mekke'de kalmayı yasaklamış, onların orada yalnızca üç gün kalmalarına
müsaade etmişti. Hz. Peygamber (s.a.) bunu yasaklayıp orada yalnızca üç gün
kalmalarına müsaade etmişken Hz. Osman'ın orada kalması düşünülemez. Zira
onlar. Mekke'yi Allah için terketmişîerdi. Allah için terkedilen bir yere dönülmez,
dönmek de istenilmez. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.), sadaka veren kimsenin
verdiği sadakayı satın almasını yasaklamış ve Hz. Ömer'e: "Onu satın alma.
Verdiğin sadakaya geri dönme." buyurmuştu.'[1164]'
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber (s.a.), parasıyla satın aldığı halde, onu verdiği
sadakaya geri dönen olarak niteledi.
Altıncı yorum: Hz.
Osman, Minâ'da evlenmişti. Yolcu, bir yerde yerleşip orada evlenirse yahut
orda bir hanımı bulunursa namazını tam kılar. Bu konuda Hz. Peygamber'den
(s.a.) merfû bir hadis de rivayet edilmektedir. İkrime b. İbrahim el-Ezdî, İbn
Ebî Zübâb yoluyla onun babası Ebu: Zübâb'ın şöyle dediğini rivayet eder: Hz.
Osman, Minâ halkına namazı dört rekât olarak kıldırdı ve dedi ki: Ey insanlar!
Ben buraya gelince evlendim. Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu
işittim: "Bir adam bir şehirde evlenirse orada mukîm (yerleşik) kişi gibi
namaz kılar.'[1165]
Bu hadisi İmam Ahmed
(r.h.) Müsned'inde ve Abdullah b. Zübeyr el-Humeydî de kendi Müsnedlnöc rivayet
etmiştir. Hadisi, Beyhakî sened kopukluğu (inkıta) ve İkrime b. İbrahim'i zayıf
sayması sebepleriyle illetli bulmuştur. Ebu'l Berekât İbn Teymiye diyor ki:
Zayıflık sebebini bertaraf etmek mümkündür. Çünkü Buharî, bu râviyi Tarih' inde
anlatmış; ama onun herhangi bir kusuru bulunduğunu söylememiştir. Oysa cerh ve
mecruhları (cerhedilenleri) söylemek onun âdetidir. Ahmed ve ondan önce de İbn
Abbâs, yolcu, bir yerde evlenirse orada namazı tam kılması gerektiğini
belirtmişlerdir ki, bu aynı zamanda Ebu Hanîfe, Mâlik ve onların arkadaşlarının
görüşüdür. Hz. Osman adına gösterilen mazeretlerin en güzeli budur.
Hz. Âişe adına da
mazeret olarak, onun, mü'minlerin annesi durumunda olması ve bu sebeple
konakladığı yerin onun vatanı olacağı gösterilmişse de bu gösterilen mazeret
çürüktür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) de mü'minlerin babasıdır; hanımlarının
anneliği, O'nun babalığının bir dalıdır. O, bu sebepten dolayı namazını tam
kılmış değildir. Hişâm b. Urve, babası Urve'nin şöyle dediğini rivayet eder:
Hz. Âişe, yolculukta namazı dört rekât kılardı. Ona: "İki rekât
kılsana" dedim. O da cevaben: "A yeğenim! Bana zor gelecek değil ya!" dedi.'[1166]
Şafiî (r.h.) diyor ki:
Yolcuya farz olan, iki rekât olsaydı namazı ne Osman, ne Âişe, ne de İbn Mes'ûd
tam (dört rekâtlı) kılardı. Yolcunun da mukîm imam arkasında namazı tam kılması
caiz olmazdı. Hz. Âişe: "Allah Rasûlü (s.a.) şunların hepsini yaptı: Hem
tam kıldı, hem de kısalttı." demiştir. İmam Şafiî, sonra İbrahim b.
Muhammed -Talha b. Amr-Atâ b. Ebî Rebâh yoluyla Hz. Âişe'nin: "Hz.
Peygamber (s.a.) şunların hepsini yaptı; yolculukta namazı kâh kısalttı, kâh
tam kıldı." dediğini rivayet etmiştir.[1167]Beyhakî
diyor ki: Bu hadisi aynı şekilde Muğîre b. Ziyâd da Atâ'dan
rivayet etmiştir. Hadisin en sahih senedi
şöyledir: Ebu Bekr el-Hârisî Dârakutnî - el-Mehâmilî - Saîd b. Muhammed b.
Sevvâb- Ebu Âsim – Ömer b.
Saîd - Atâ - Âişe: "Hz. Peygamber
(s.a.) (yolculuk esnasında) namazı kâh kısaltır, kâh tam kılardı; kâh oruç tutar, kâh
tutmazdı.'*.
Dârakutnî: "Bu
sened sahihtir" deyip[1168]
sonra Ebu Bekr en-Nisâburî -Abbas ed-Dûrî - Ebu Nuaym - el-Alâ b. Züheyr -
Abdurrahman b. el-Esved senediyle rivayet eder ki: Hz. Âişe, Hz. Peygamber
(s.a.) ile beraber umre yapmak için Medine'den Mekke'ye doğru yola çıktı. Mekke'ye
vardığı zaman Hz. Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Anam, babam
yoluna feda! Sen (yolda) namazı kısalttın, ben tam kıldım; sen oruç tuttun, ben
tutmadım." deyince Hz. Peygamber (s.a.): "İyi etmişsin, Âişe"
dedi.[1169]
Şeyhülislâm İbn
Teymiye'nin şöyle dediğini işittim: Bu hadis, Aişe'ye atfedilen bir yalandır.
Âişe, Allah Rasûlü (s.a.) ve diğer sahabîlerin kılmasının aksine namaz kılacak
biri değildi. Onların kısalttıklarını görsün, sonra kalkıp sebepsiz yere tek
başına namazı tam kılsın! Nasıl olur?! Oysa "Namaz ikişer rekât
farzedilmişti. Yolculuk namazı olduğu gibi bırakıldı da, ikamet halindeki
namaza ilâve edildi." diyen odur. O halde Allah'ın farz ettiğine ilâve
edip Allah Rasûlü (s.a.) ve arkadaşlarına muhalefet etmesi nasıl düşünülebilir?
Zührî, Âişe'nin böyle
yaptığını kendisine anlatan Urve'ye: "Namazı neden tam kılardı?" diye
sorunca Urve: "O da Osman gibi te'vîl yoluna gitmişti." diye karşılık
verdi. Şayet Hz. Peygamber (s.a.) onun davranışını güzel bulmuş ve bunu tasvîb
etmişse o halde yoruma gerek kalmaz. Bu takdirde onun namazı tam kılmasını
yoruma bağlamak doğru olmaz. İbn Ömer haber vermektedir ki: "Yolculukta ne
Allah Rasûlü (s.a.), ne Ebu Bekr, ne de Ömer iki rekâttan fazla
kıldırırdı."[1170]
Onların kısalttıklarım gördüğü halde mü'minlerin annesi Hz. Âişe'nin onlara
muhalefeti düşünülebilir mi? Ancak Hz. Peygamber'in (s.a.) vefatından sonra o
da Osman gibi namazı tam kıldı. Her ikisi de bir te'vîl yolu tutmuştur. Delil,
onların (sahabenin Hz. Peygamber Men) rivayetidir; yoksa onlardan birinin,
başkalarının muhalefeti yanında yaptığı yorum delil olmaz. En iyi bilen
Allah'tır.
Ümeyye b. Hâlid,
Abdullah b. Ömer'e: "Biz, Kur'an'da ikamet namazı ile korku namazım
buluyoruz da, yolculuk namazını bulamıyoruz?" diye sorduğunda îbn Ömer,
ona: "A kardeşim! Biz hiçbir şey bilmiyorduk, Allah, Muhammed'i (s.a.)
peygamber olarak gönderdi. Muhammed'i (s.a.) nasıl yapıyor gördükse biz de
ancak öyle yaparız." dedi.[1171]
Enes demiştir ki:
Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber Medine'den Mekke'ye doğru yola çıktık.
Medine'ye geri dönünceye kadar namazları ikişer rekât kıldırdı.'[1172]
İbn Ömer diyor ki:
"Ben, Allah Rasûlü'ne (s.a.) yol arkadaşlığı yaptım. Yolculukta ne o, ne
Ebu Bekir, ne Ömer, ne de Osman -Allah onlardan razı olsun- iki rekâttan fazla
kıldınrdı."[1173] Bu
hadislerin hepsi sahihtir. [1174]
Yolculuk esnasında Hz.
Peygamber'in (s.a.) yalnızca farz namazları kılmak âdeti idi. Onun (s.a.) vitir
ve sabahın sünneti dışında farz namazdan önceki ve sonraki namazları kıldığı
bilinmemektedir. Vitir ve sabahın sünnetini ise ne yerleşik hayatta, ne de
yolculuk halinde terkederdi.
İbn Ömer'e bu konu
sorulduğunda: "Hz. Peygamber'e (s.a.) yol arkadaşlığı yaptım. Onun
yolculukta tesbîh kıldığını görmedim." deyip "Muhakkak Allah Rasûlünde
sizin için güzel bir örnek vardır.[1175]
âyetini okudu. [1176]İbn
Ömer'in tesbîh'den maksadı râtibe sünnettir. Yoksa Hz. Peygamber'in (s.a.),
yüzü ne yöne gelirse gelsin devesinin sırtında nafile namaz kıldığı sahih
yolla rivayet edilmiştir. Sahthayn' da İbn Ömer'in şöyle dediği
nakledilmektedir: "Allah Rasûlü (s.a.) yolculuk esnasında binek devesi
üzerinde deve yönünü hangi tarafa çevirirse çevirsin farzlar dışındaki
namazları kılar; gece namazını îma ile eda ederdi. Vitir namazını da binek
devesi üzerinde kılardı. "[1177]
Şafiî (r.h.),
"Hz. Peygamber'in (s.a.) namazı kısalttığı halde geceleyin nafile kıldığı
sabittir." diyor. Sahîhayn'da rivayet edildiğine göre Âmir b. Rabîa, Hz.
Peygamber'in (s.a.) yolculuk esnasında geceleyin binek devesi üzerinde nafile
kıldığını görmüştür.[1178]
İşte bu namaz, gece (teheccüd) namazıdır.
İmam Ahmed'e (r.h.)
yolculukta nafile kılma konusunu sormuşlar, o da: "Yolculukta nafile
kılmanın bir sakıncası olmayacağını umarım."demiştir. Hasan el-Basrî'nin:
"Allah Rasûlü'nün (s.a.) arkadaşları yolculuğa çıktıklarında farzdan
önceki ve sonraki nafile namazları kılarlardı" dediği rivayet edilir.'[1179]
Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes'ûd, Câbir, Enes, İbn Abbas ve Ebu Zerr'in böyle
yaptıkları rivayet edilir.
İbn Ömer ise ne
farzdan önce, ne de sonra nafile namaz kılardı. Ancak gecenin ortasında
vitirle birlikte nafile de kılardı. Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti olarak açıkça
gözüken odur ki, kısaltılmış farzdan ne önce, ne de sonra bir namaz kılardı.
Ama farzdan önce ve sonra nafile kılmaktan da kimseyi menetmezdi. Bu nafile
namaz, yerleşik halde iken kılınan namazın sünneti gibi râtibe sünnet değil,
serbest nafile gibidir. Bu görüşün bir dayanağı da şudur: Dört rekâtlı namaz
yolcuya kolaylık olsun diye iki rekâta indirilmiştir. O halde farz iki rekâta indirilmişken
nasıl olur da bir de onun yanında sürekli kılınacak bir râtibe sünnet konulmuş
olabilir? Şayet yolcuya kolaylık gösterilmek istenilmemiş olsaydı farzı tam
kılması daha münasib olurdu. Bu yüzden Abdullah b. Ömer: "Nafile kılacak
olsaydım, farzı tam kılardım." demiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) Fetih günü,
o vakit yolcu iken sekiz rekât kuşluk kıldığı sabittir.
Ebu Davud ve
Tirmizî'nin, Sortilerinde Leys-Safvân b. Süleym-Ebu Büsra el-Gifârî senediyle
Berâ b. Âzib'den rivayet ettikleri: "Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte on
sekiz seferde bulundum. Öğleden önce gün devrildiğinde iki rekât namaz kılmayı
terkettiğini hiç görmedim." hadisine[1180]
gelince; Tirmizî hadis hakkında şunları söylüyor: "Bu hadis garîbtir.
Muham-med'e (Buharî'ye) bu hadisi sordum; yalnız Leys b. Sa'd'ın rivayet
ettiğini, Ebu Büsra'mn ismini bilmediğini ve hadisin hasen olduğunu
söyledi."
Buharî'nin Sahihinde
Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet ettiği: "Hz. Peygamber (s.a.) öğleden önce
dört ve ondan sonra iki rekât kılmayı hiç bırakmazdı." hadisi ise Hz.
Peygamber'in (s.a.) bu namazları yolculukta da kıldığı konusunda açık değildir.
Herhalde Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.) çoğunluk yani ikamet halini haber
vermiştir. O'nun yolculuk halini erkekler, kadınlardan daha iyi bilir. İbn
Ömer, Peygamberimizin (s.a.) iki rekâttan fazla kılmadığını haber vermiştir.
İbn Ömer'in kendisi de yolculukta farzdan önce de, sonra da hiç namaz kılmazdı.
En iyi bilen Allah'tır. [1181]
Binek devesi üzerinde,
deve her nereye yönelirse yönelsin, rükû ile secdede başı ile îmâ ederek ve
secdede rükûdan daha ziyade eğilerek nafile namaz kılmak Hz. Peygamber'in
(s.a.) sünneti idi.
Ahmed ve Ebu Davud'un
Enes'ten rivayetlerine göre Hz. Peygamber (s.a.) başlangıçta tekbîr alırken
devesini kıbleye çevirir, sonra namazın geri kalan kısmını deve her nereye
yönelirse yönelsin o tarafa doğru kılardı.[1182]
Ancak bu hadiste biraz durmak gerekir. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.), devesi
üzerinde namaz kılışını anlatan Âmir b. Rabîa, Abdullah b. Ömer, Câbir b.
Abdullah gibi diğer sahabîler onun, deve her nereye yönelirse yönelsin o tarafa
doğru namaz kıldığını kayıtsız ve şartsız olarak söylemişler ve bundan ne
başlangıç tekbîrini, ne de başka bir şeyi müstesna tutmuşlardır. Bu
sahabîlerin rivayet ettikleri hadisler, bu Enes hadisinden daha sahihtir. En
iyi bilen Allah'tır.
Hz. Peygamber (s.a.)
hem binek devesi üzerinde, hem de -şayet sahihse-eşek üzerinde namaz kılmıştır.
Bu ikincisini Müslim, Sahih'mdz İbn Ömer'den rivayet etmiştir.[1183]
Haber sahihse Hz. Peygamber
(s.a.), yağmur ve çamurdan dolayı ashabına farz namazı binek develeri üzerinde
kıldırmıştir. Ahmed, Tirmizî ve Nesâfnin rivayetlerine göre Hz. Peygamber
(s.a.) arkadaşlarıyla birlikte bir dar geçide ulaştı. Binek devesi üzerindeydi.
Tepelerinden yağmur, altlarından sel akıyordu. Namaz vakti girmişti. Emretti,
müezzin ezan okudu ve kamet getirdi. Sonra Allah Rasûlü (s.a.) binek devesi
üzerinde öne geçti; onlara îma ile namaz kıldırdı. Secdede rükûdan daha ziyade
eğildi.[1184] Tirmizî diyor ki: Bu
hadis garîbtir. Ömer b. Rammâh tek başına rivayet etmiştir. Bu olay Enes'ten
kendi fiili olarak sabittir. [1185]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) âdetindendir ki, gün devrilmeden önce yola çıktığında öğle namazını
ikindi vaktine kadar geciktirdikten sonra inip her iki namazı bir arada
kıldınrdı. Yola çıkmadan evvel gün devrildiği takdirde öğle namazını kıldırır,
sonra hayvanına binerdi. Yolculukta acele sürüp gittiğinde akşam namazını
geciktirip yatsı vaktinde akşam ile yatsıyı birleştirir, bir arada kıldınrdı.
Rivayete göre Hz.
Peygamber (s.a.) Tebûk seferi sırasında yola çıkmadan önce gün devrilirse,
öğle ile ikindiyi birlikte kıldınrdı. Şayet gün devrilmeden önce yola çıkarsa
öğle namazını geciktirir, ikindi vakti iner, her iki namazı birlikte kıldınrdı-
Akşam ve yatsı namazlarını da böyle yapardı. Ancak bu hadisin sıhhatinde görüş
ayrılıkları ortaya çıkmış; kimileri sahih, kimileri hasen sayarken kimileri de
kusurlu olduğunu belirterek -Hâkim gibi- uydurma saymışlardır.
Hadisin senedi sahih
şartlarını taşımaktadır. Fakat tuhaf bir illet ortaya atılmıştır. Hâkim diyor
ki: Ebu Bekr b. Muhammed b. Ahmed b. Bâlû-yeh, Musa b. Harun - Kuteybe b. Saîd
- Leys b. Sa'd - Yezîd b. Ebî Ha-bîb - Ebu't-Tufeyl - Muâz b. Cebel senediyle
bize nakleder ki; Hz. Peygamber (s.a.) Tebûk seferi sırasında gün devrilmeden
önce yola çıktığında öğle namazını ikindiye birleştirecek kadar geciktirir ve
her iki namazı bir arada kıldırırdı. Gün devrildikten sonra yola çıktığında ise
öğle ile ikindiyi beraber kıldırır, sonra yola çıkardı. Akşamdan önce yola
çıktığında akşam namazını geciktirir, yatsı namazı ile beraber kıldınrdı.
Akşamdan sonra yola çıktığında ise yatsıyı vakti girmeden akşam namazı ile
birlikte kildırır-dı.[1186]
Hâkim der ki: Bu
hadisin râvileri sika imamlardır. Ama sened ve metni şazdır. Hem sonra bunun
bir illetini de bilmiyoruz ki, ona dayanarak yerin darlığından yahut yer çamur ve su olduğundan
dolayı yere inemez de îma yoluyla hayvan üzerinde namaz kılarsa, kıldığı namaz
sahih olur.
o sayede illetli
sayalım. Hadis, Leys - Ebu'z-Zübeyr - Ebu't-Tufeyl senediyle rivayet edilmiş
olsa bu senedle hadisi illetli sayardık; Yezîd b. Ebî Habîb - Ebu't-Tufeyl
senediyle rivayet edilmiş olsa bu sefer de bu senedle illetli sayardık. Artık
her iki illeti de bulamadığımıza göre hadis illetli olmaktan çıkmıştır. Sonra
baktık, Yezîd b. Ebî Habîb'in Ebu't-TufeyPden bir rivayetine rastlamadık. Bu
metnin bu şekil anlatımla ne Ebu't-Tufeyl'in öğrencilerinden birinden, ne de
onun dışında Muâz b. Cebel'den rivayette bulunan herhangi bir kimseden
nakledildiğine rastladık. Bunun üzerine: "Hadis şazdır" dedik.
Ebu'l-Abbas es-Sekafî'nin şöyle dediğini söylediler: Kuteybe b. Saîd, bize:
"Bu hadis üzerinde Ahmed b. Hanbel, Ali b. el-Medînî, Yahya b. Maîn, Ebu
Bekr b. Ebî Şeybe ve Ebu Hayseme'nin alâmeti var." derdi. Kuteybe, bu
muhaddisler meyanmda bu hadisi ondan yazan yedi hadis imamım saymıştır. Hadis
İmamları, bu hadisi Kuteybe'-den yalnızca sened ve metninde taaccüb ettikleri
için dinleyip almışlardır. Hem sonra onlardan hiç birinden bu hadisin bir
illetini zikrettiği kulağımıza gelmemiştir.
Sonra (Hâkim):
"Baktık ki, ne görelim; hadis uydurma değil mi?! Kuteybe ise sika,
güvenilir bir râvi!" diyor, hadisin Buharî'ye kadar olan senedini veriyor
ve ekliyor: Kuteybe b. Saîd'e: "Yezîd b. Ebî HabuVin Ebu't-Tufeyl'den
aktardığı hadisi, Leys b. Sa'd'dan, kiminle birlikte yazdın?" diye
sordum; "Ebu'l-Heysem Hâlid b. Kasım el-Medâinî ile birlikte yazdım."
cevabını verdi. Buharî: "Ebu'l-Heysem Hâlid b. Kasım el-Medâinî, büyük
üstadların hadislerine hadisler katardı" demiştir.
Ben derim ki:
"Hâkim'in bu hadisin uydurma olduğu kararını vermesi kabul edilemez.
Çünkü Ebu Davud, hadisi Yezîd b. Hâlid b. Abdullah b. Mevheb er-Ramlî-Mufaddal
b. Fudâle-Leys b. Sa'd-Hişâm b. Sa'd-Ebu'z-Zübeyr-Ebu't-Tufeyl-Muâz senediyle
nakletmiştir.[1187] Bu
seneddeki Mufad-dal, Kuteybe'ye mütâbaat etmiştir. Her ne kadar Kuteybe,
Mufaddal'dan daha büyük ve daha
hafız ise de, Kuteybe'nin teferrüdü ( = tek kalışı) onun sayesinde ortadan
kalkmaktadır. Hem sonra Kuteybe, işittiğini açıkça belirtmek için
"Haddesenâ= Bize söyledi" sözünü kullanmış, an'ane yoluyla rivayet
etmemiştir. Allah, onu emanet, hafıza, güvenilirlik ve adalet bakımlarından
üstün bir mevkiye oturttuğu halde, artık onun semâmda ( = hadisi duymuş
olmasında) nasıl kusur aranabilir?
İshak b. Râhüyeh,
Şebâbe - Leys - Akîl - İbn Şihâb (Zührî) - Enes yoluyla rivayet eder ki;
"Allah Rasûlü (s.a.) yolculukta bulunduğu zaman, güneş tam tepe noktadan
kayınca öğle ve ikindi namazlarını kılar, sonra yola çıkardı. "W* Gördüğün
gibi bu (sahih) bir isnâddır. Senedde adı geçen Şebâbe, rivayet ettiği hadisin
delil olarak kullanılmasında (Buharî ve Müslim tarafından) ittifak edilen sika
râvî Şebâbe b. Sevvâr'dır (v. 206/821). Müslim, Sahihinde, onun Leys b.
Sa'd'dan bu isnadla Şeyhayn (Buharî ve Müslim)'ın şartlarına uygun bir hadisini
rivayet etmektedir. Bu hadis hiç olmazsa, Muâz hadisini takviye edicidir.
Hadisin aslı Sahıhayn 'da mevcuttur. Ancak orada takdim birleştirmesi (bir
namazı vaktinden önceye alıp vaktin namazı ile birlikte kılma) yoktur.
Sonra Ebu Davud diyor
ki: Hişâm, Urve - Hüseyn b. Abdullah - Kü-rayb - İbn Abbas - Hz. Peygamber
(s.a.) senediyle Mufaddal hadisinin yani takdîm birleştirmesi konusundaki Muâz
hadisinin benzerini aktarmıştır. Metni şöyledir: Hüseyn b. Abdullah b.
Ubeydullah b. Abbas, Kürayb'-dan İbn Abbas'in şöyle dediğini aktarır:
"Size Hz. Peygamber'in (s.a.) yolculukta kıldığı namazı anlatayım mı! O,
daha konaklama yerinde iken gün devriimişse öğle ile ikindiyi zeval vaktinde
bir arada kıldınrdı. Gün devrilmeden yola çıkmışsa öğleyi geciktirir, ikindi
vaktinde öğle ile ikindiyi beraber kıldınrdı." Râvi: "Sanırım İbn
Abbas, akşam ve yatsı hakkında da böyle söyledi.'[1188]
diyor. Şafiî bu hadisi İbn Ebî Yahya - Hüseyn ve İbn Aclân - Hüseyn
senedleriyle rivayet etmiştir.
Beyhakî diyor ki:
Büyük muhaddisler hadisi bu şekilde rivayet etmişlerdir. Senedler şöyledir: 1)
Hişâm b. Urve vs. - Hüseyn b. Abdullah. 2) Hadisi Abdürrezzâk, İbn Cüreyc -
Hüseyn - İkrime ve Kürayb - İbn Abbas senediyle rivayet etmiştir. 3) Eyyûb, Ebu
Kılâbe - İbn Abbas senediyle rivayet etmiştir. Bu hadisi yanlız merfû olarak
biliyorum.
îsmail b. îshâk'm,
İsmail b. Ebî îdris - kardeşi (İbn Ebî İdris) - Süleyman b. Mâlik - Hişâm b.
Urve - Kürayb - İbn Abbas senediyle rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) yolda
yürüyüş kızıştığı zaman gün devrilmeden yola çıkmışsa, hayvanına biner yola
koyulurdu. Sonra iner öğle ile ikindiyi beraber kıldınrdı. Gün devrilinceye
kadar yola çıkmamışsa öğle ile ikindiyi birlikte kıldırır, sonra hayvanına
binerdi. Hayvanına binmek istediğinde akşam namazının vakti girmişse akşamla
yatsı namazlarını birlikte kaldırırdı.
Ebu'l-Abbas îbn Süreye
der ki: Yahya b. Abdülhamid'in Ebu Halid el-Ahmer - Haccâc - Hakem - Mıksem -
îbn Abbas senediyle rivayet ettiğine göre;
"Allah Rasûlü
(s.a.) gün devrilinceye kadar yola çıkmamışsa öğle ile ikindiyi birlikte
kıldınrdı. Daha gün devrilmemişse öğleni geciktirir, ikindi vaktinde ikindi
namazı ile birlikte kıldınrdı."
Şeyhülislâm İbn
Teymiye diyor ki: Hacda vakfe yararını gözeterek, dua vakti devamlı olsun ve
ikindi namazı sebebiyle konaklayarak - bunu meşakkatsiz yapmaya imkânı varken -
duayı kesmemek için öğle ile ikindiyi Arafat'ta bir arada kıldırması da takdim
birleştirmesine delil olarak ileri sürülebilir. O halde aynen burada olduğu
gibi meşakkat bulunur, ihtiyaç duyulursa iki namazı bir arada kılmak haydi hay
diye caiz olur.
Şafiî der ki: Arefe
günü ikindi namazıyla duaya ara vermemek için ikindi namazını takdim (öğlenin
vaktinde kılmak), Hz. Peygamber (s.a.) için daha uygundu. Yolculuğa ara vererek
akşam namazını kılmak nedeniyle konaklamamak için de (akşamı yatsı ile
birlikte yatsı vaktinde) Müz-delife'de kılması daha münasib idi. Çünkü böyle
yapmadığı zaman insanlara zorluk vermiş olurdu. En iyi bilen Allah'tır.
Yolculukta, pekçok
insanın yaptığı gibi ne hayvan üzerinde binili bir vaziyette, ne de konakladığı
halde iki namazı bir arada kılmak âdetiydi.
Hz. Peygamber (s.a.)
Tebûk seferi olayında anlattığımız üzere yalnızca yolculuk kızıştığında ve
namazın peşinden yola çıkacağı zaman iki namazı bir arada kıldınrdı. Yolcu
olmayıp bir yerde konaklamışken - Şafiî (r.h.) ve üstadımızın dedikleri gibi
vakfenin sürekliliğini sağlamak için Arafat'ta kılması dışında - iki namazı
bir arada kıldığı nakledilmemiştir.[1189]
Bu yüzden Ebu Hanîfe,
iki namazı bir arada kılmayı Arafat'a mahsus görmüş ve haccın tamamından
saymıştır. Ona göre yolculuğun bu konuda etkisi yoktur.
Ahmed, Mâlik ve Şafiî
ise iki namazı bir arada kılmanın sebebini yolculuk saymışlar ve sonra kendi
aralarında görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Şafiî ve kendisinden gelen
rivayetlerin birine göre Ahmed, uzun yolculuğa vermişler ve Mekkeliler için iki
namazı bir arada kılmayı caiz görmemişlerdir. Mâlik ve kendisinden gelen diğer
rivayete göre Ahmed, Mekkeliler için de Arafat'ta namazları bir arada kılmayı
ve kısaltmayı caiz görmüşlerdir. Üstadımız ve îbâdât adlı eserinde
Ebu'l-Hattâb da bu görüşü tercih etmişlerdir. Sonra Üstadımız bunu genişletip
ister kısa, ister uzun yolculukta olsun namazları kısaltma ve iki namazı bir
arada kılma konusunda bir asıl (dayanak) yapmıştır. Nitekim seleften pekçoğu da
bu görüştedir. Mâlik ve Ebu'l-Hattâb ise bunu yalnızca Mekkelilere mahsus
saymışlardır.
Hz. Peygamber (s.a.)
ümmetine (yolculukta) namazı kısaltabilecekleri ve orucu bozabilecekleri bir
mesafe tayin etmemiştir. Aksine bu konuyu onlara kayıtsız-şartsız olarak
yolculuk ve yeryüzünde yürüme şeklinde serbest bırakmıştır. Nitekim onlara
teyemmüm etmeyi de her yolculukta serbest bırakmıştır. Bir, iki yahut üç günle
sınırladığı rivayetlerine gelince, bilinmektedir ki, bu konuda ondan asla sahih
bir rivayet yoktur. En iyi bilen Allah'tır[1190]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) devamlı okuduğu ve asla bırakmadığı bir hizbi vardı. Tertîl üzere ağır
ağır sükûnetle okurdu; ne hızlı, ne de acele... Öyle bir okuyuşu vardı ki,
harfleri teker teker açık seçik çıkarırdı. Her âyet başında okumayı keserdi.
Med ( = uzatma) harflerinde uzatırdı, "er-Rahmân"ve
"er-Rahim" kelimelerini uzatarak okurdu. Kur'an okuyacağı zaman ilk
önce:
diyerek kovulmuş
şeytandan Allah'a sığınırdı. Bazan da şöyle derdi:
"Allah'ım!
Şeytanın kışkırtmasından, üflemesinden ve fısıldamasından sana sığınırım."[1191]
Eûzü'yü, okumaya
başlamadan önce çekerdi.
Kur'an'ı başkasından
dinlemeyi severdi. Bir keresinde Abdullah b. Mes'ûd'a Kur'an okumasını
buyurmuş, o da Hz. Peygamber (s.a.), kendisini dinlerken okumaya dalmış;
Peygamberimiz (s.a.) İbn Mes'ûd'dan dinlediği Kur'an'a kendini kaptırmış,
gözlerinden yaşlar boşanmıştı[1192]
Ayakta iken,
otururken, uzanırken, abdestli ve abdestsiz iken Kur'an okurdu. Cünüplük
dışında hiçbir şey onun Kur'an okumasına engel olmazdı.
Hz. Peygamber (s.a.),
Kur'an'i tegannî eder (nağmeli okur) ve zaman zaman da Fetih günü, Fetih
sûresini okurken yaptığı gibi sesini tercî[1193]
eder-di.[1194] Abdullah b. Mugaffel,
onun tercî'ini üç kere "a a a" demek şeklinde anlatmaktadır. Bunu
Buharı rivayet etmiştir[1195]
Bu hadisleri,
"Kur'anı seslerinizle süsleyin."[1196]
"Kur'an'ı tegannî etmeyen bizden değildir.'[1197]ve
"Allah, sesi güzel herhangi bir peygambere, Kur'an'ı tegannî etmesine izin
verdiği kadar hiçbir şeye izin vermemiştir. "[1198]hadisleriyle
bir arada düşünürsen; Hz. Peygamber'in (s.a.) bu tercî'i içinden gelerek
yaptığını, yoksa devenin kendisini sallamasından dolayı zorunlu kaldığı için
yapmış olmadığını anlarsın. Çünkü bunu devenin sallamasından dolayı yapmış
olsaydı, istek dışı olmuş olurdu ve bu durumda Abdullah b. Mugaffel, sesi
kesilecek kadar Hz. Peygamber'i (s.a.) devenin salladığını gördüğü halde onu
örnek alıp isteyerek tercî' yapmaz ve sonra: "Hz. Peygamber (s.a.) okurken
tercî' ederdi." deyip tercî'i Peygamberimizin (s.a.) davranışı olarak
anlatmazdı. Devenin sallanmasından dolayı olsa idi, Hz. Peygamber'in (s.a.)
tercî' denilecek bir davranışı olmazdı.
Bir gece Ebu Musa
el-Eş'arî'nin Kur*an okuyuşunu gizlice dinledi; sonra bunu ona anlatınca Ebu
Musa: "Dinlediğini bilseydim, senin için sesimi
güzelleştirirdim. "[1199]yani
güzel sesle okur, sesimi iyice süslerdim, demiştir.
Ebu Davud'un,
Sünen'indc Abdülcebbâr b. Velîd'den, onun da İbn Ebî Müleyke'den rivayetlerine
göre Abdullah b. Ebî Yezîd şöyle anlatıyor: Ebu Lübâbe yanımızdan geçti. Evine
girinceye kadar peşinden gittik. Baktık, orada görünüşü perişan bir adam var.
Şöyle dediğini duydum: Allah Rasûlü'nün (s.a.): "Kur'an'ı tegannî etmeyen
bizden değildir." dediğini işittim. Abdülcebbâr diyor ki: îbn Ebî
Müleyke'ye: "Ey Ebu Muhammedi Adam güzel sesli değilse ne yapsın?"
diye sordum, o da: "gücü yettiğince sesini güzelleştirsin" cevabını
verdi. [1200]
Bu konuyu aydınlatıp
âlimlerin farklı görüşlerini, her grubun delillerini, delil getirirlerken
ortaya çıkan leh ve aleyhlerine olan durumları, Allah Teâlâ'nın güç vermesi ve
yardımıyla burada neyin doğru olduğunu belirlemek gerekmektedir.
a) Bir grup
diyor ki: Nağme yaparak okumak mekruhtur. Ahmed, Mâlik vs. âlimler buna parmak
basmışlardır. Ali b. Saîd'in rivayetine göre nağme yaparak okuma konusunda
Ahmed b. Hanbel: "Hoşuma gitmiyor. Bu iş sonradan ortaya çıkmadır."
demiş, Mervezî'nin rivayetine göre: "Nağme yaparak okumak bid'attir;
dinlenilmez" demiş, Abdurrahmân el-Mütteabbib'in rivayetine göre ise:
"Nağme yaparak okumak bid'attir." demiş, oğlu Abdullah, Yusuf b.
Musa, Yakûb b. Bahtân, Esrem ve İbrahim b. Hâris'in rivayetlerine göre de:
"Nağme yaparak okuma hoşuma gitmiyor. Ancak bu durum hüzünden kaynaklanır
ve Ebu Musa'nın sesi gibi hüzünlü bir sesle okursa o zaman duium
başkadır." demiştir. "Kur'an'ı seslerinizle süsleyin" hadisi
hakkında ise Salih'in rivayetine göre yine Ahmed b. Hanbel: "Süsleme, güzel okumak
anlamındadır" diyor. Merve-zî'nin rivayetine göre de: "Allah, sesi
güze! herhangi bir peygambere, Kur'-an'ı tegannî etmesine izin verdiği kadar
hiçbir şeye izin vermemiştir." hadisi ile "Kur'an'ı tegannî etmeyen
bizden değildir." hadisi hakkında Ahmed diyor ki: "îbn Uyeyne:
Tegannî etmek, onunla istiğna etmek = yetinmek anlamındadır, derdi. Şafiî ise:
Tegannî, sesi yükseltmektir, demişti." Muâviye b. Kurra'nın rivayetine
göre Hz. Peygamber'in (s.a.) Fetih sûresini okuması ve okurken tercî' yapması
olayı kendisine hatırlatılan Ebu Ab-dillah (Ahmed b. Hanbel) bunun, nağme
yapmak anlamına geldiğini kabul etmediği gibi, nağme yapmaya ruhsat bulunduğu
yolunda delil olarak ileri sürülen hadisleri de inkâr etti.
İbnu'l-Kâsım'm
rivayetine göre namazda nağme yapma konusu Mâ-lik'e sorulduğunda şöyle cevap
vermişti: "Hoşlanmam. Bu olsa olsa şarkıcıların para kazanmak için
söyledikleri bir şarkı olur."
Enes b. Mâlik, Saîd b.
Müseyyeb, Saîd b. Cübeyr, Kasım b. Muha-med, Hasan el-Basrî, İbn Şîrîn ve
îbrahim en-Nehâî'nin de bu işi mekruh sayanlardan oldukları rivayet
edilmektedir.
Abdullah b. Yezîd
el-Akberî anlatıyor: Bir adamla Ahmed b. Hanbel arasında şu konuşmanın
geçtiğine şahid oldum. Adam sordu:
—Kur'an'ı nağme
yaparak okuma konusunda ne dersin? —Senin adın ne? —Muhammed.
—Sana, ismin
uzatılarak: "Yâ Muuuhammed!" denmesi hoşuna gider mi?
Kadı Ebu Ya'lâ diyor
ki: Bu tavır, onun nağme yaparak okumayı aşın derecede mekruh gördüğünü ortaya
koyar.
Hasan b. Abdülaziz
el-Ceravî anlatıyor: Adamın biri bana bir vasiyette bulundu. Geride bıraktığı
şeyler arasında nağmeli Kur'an okuyan bir cariye vardı. Bu cariye mîrasın
çoğunluğunu yahut hepsini teşkil ediyordu. Ahmed b. Hanbel, Haris b. Miskin ve
Ebu Ubeyd'e: "Cariyeyi nasıl satayım?'* diye sordum. Onlar da: "Sade
sat" dediler. (Nağmeli okuma Özelliğinden satım esnasında söz etmeden
sat.) O zaman satımında fiyatın düşeceğini söyledimse de, yine: "Sade
sat" dediler.
Kadı Ebu Ya'lâ diyor
ki: Böyle dediler; çünkü o cariyenin nağme yaparak okumasını dinlemek
mekruhtur. Şarkıda olduğu gibi onun bu okuyuş özelliği için de bedel almak
caiz değildir.
b) İbn
Battal diyor ki: Bir grup da: "Kur'an'ı tegannî etmek demek, onu okurken
sesi güzelleştirmek ve okuma esnasında tercî' yapmak demektir." diyor.
Kişinin istediği ses ve nağmelerle tegannî etmesinin caiz olduğu görüşü,
İbnul-Mübârek ve Nadr b. Şümeyl'in görüşüdür. Kur'an'ı nağmeli okumanın caiz
olduğunu söyleyenlerden biri olan Taberî'nin anlattığına göre Hz. Ömer b.
Hattâb (r.a.), Ebu Musa'ya: "Bize Rabbimizi hatırlat" der. Ebu Musa
da nağme yapa yapa okurdu. Hz. Ömer (r.a.): "Ebu Musa gibi Kur'an'ı
tegannî edebilen etsin" demiştir. Ukbe b. Âmir, Kur'an'ı en güzel sesle
okuyanlardandı. Hz. Ömer, ona: "Falan sûreyi bana oku" dedi. O da
okudu. Bunun üzerine Hz. Ömer ağladı ve: "Bu sûre indi sanmıyordum"
dedi. (Yani öyle okudun ki, bana bambaşka bir sûre gibi geldi).
îbn Abbas ve îbn
Mes'ûd, nağmeli okumayı caiz görmüşlerdir. Atâ b. Ebî Rabâh'm da caiz gördüğü
rivayet edilir. Abdurrahman b. Esved b. Yezîd, Ramazan ayında mescidlerde güzel
ses arardı.
Tahâvî'nin rivayetine
göre Ebu Hanîfe ve arkadaşları nağme ile okunan Kur'an'ı dinlerlerdi. Muhammed
b.Abdülhakem: "Babam (Abdülha-kem), Şafiî ve Yusuf b. Ömer'in nağme ile
okunan Kur'an'ı dinlediklerini gördüm" diyor. İbn Cerîr et-Taberî'nin
tercihi de bu görüştür. [1201]
Caiz görenler diyorlar
ki -aöz İbn Cerîr'indir-:
1— Söz
konusu hadisin; şiiri tegannî, dinleyeni şevke getirip coşturan mâkul tegannî
demek olduğu gibi, Kur'an'.ı tegannî de okuyucunun dinleyicisini tatlı tatlı
hüzünlendirdiği mâkul tegannî ve sesi güzelleştirmek anlamına geldiğinin
delili; Süfyân'm Zührî - Ebu Seleme - Ebu Hureyre yoluyla rivayet ettiği şu
hadistir: Hz. Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: ''Allah, terennümü güzel
herhangi bir peygambere, Kur'an'ı terennüm etmesine izin verdiği kadar hiçbir
şeye izin vermemiştir." Akıl sahiplerince mâkuldür ki; terennüm, ancak
terennüm eden kişi sesini güzelleştirir ve nağme yaparsa terennüm olur. Bu
hadis: "Allah, güzel sesli herhangi bir peygambere Kur'an'ı yüksek sesle
okuyarak tegannî etmesine izin verdiği kadar hiçbir şeye izin
vermemiştir." şeklinde de rivayet edilmiştir.
Taberî diyor ki: Bu
hadis, meselenin bizim söylediğimiz gibi olduğunun en açık bir delilidir. İbn
Uyeyne'nin dediği gibi Kur'an'la yetinip başkasına ihtiyaç duymamak anlamında
olsaydı, güzel sesten ve yüksek sesle okumaktan sözedümesinin bir anlamı kalmazdı.
Bilinmektedir ki, Arapça-da "tegannî" yanhzca güzel sesle tercî'
etmek anlamında kullanılmaktadır. Şâir der ki:
"Sen söylemişsen
haydi şiiri tegaiiiü et. Bu şiiri tegannî, yarış alanı-dır."[1202]
sığasının yetindin,
başkasına muhtaç olmadın anlamında kullanımı Arap dilinde yaygındır"
iddiasına gelince; Arap dili uzmanlarından hiçbirinin böyle söylediğini
bilmiyoruz.
Görüşünü doğrulamak
için el-A'şa'nm şu beytini delil olarak ileri sürmesine gelince:
"Ben bir zaman
Irak'ta çevresi saygın ve uzun süre kalmış bir adamdım."[1203]
Şiirde geçen
"tegannîsi uzun" sözüyle "istiğnası uzun" anlamının
kastedildiğini sanmıştır ki, bu onun bir yanılgısıdır. el-A'şâ, buradaki
tegannî kelimesi ile Arapların: "Falan kimse, falanca yerde
yerleşti." sözlerinde olduğu gibi "ikamet = yerleşmek, bir yerde
eğleşmek" anlamını kasdetmiştir. "Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki
yurtlarında hiç eğleşmemişler gibi oldular. "[1204]
âyetinde de bu anlam vardır.
Diğer bir şâirin şu
beytiyle davasına şahit getirmeye çalışmasına gelince:
"İkimizden her
biri diğerinin yaşamasına muhtaç değil. Öldüğümüz zaman da birbirimize daha çok
müstağni kalacağız."[1205]
Bu da onun bir
gafletidir. Çünkü 'dan gelen kelimesi, iki kimseden herbirinin bir diğerine
ihtiyaç duymaması anlamındadır. Nitekim "İki adam dövüştü" cümlesi,
iki adamdan herbiri, diğerini dövdü, anlamındadır. "İki kişi sövüştü"
ve "İki kişi vuruştu" sözleri de böyledir. "Bu iki kişinin
fiilidir" diyen kimsenin benzeri bir durumda bir kişinin fiili olarak ve şeklinde söylemesi imkânı yoktur. Zira
cümlesinin anlamında olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak sözü söyleyen
kimsenin bu sözle, muhtaç olduğu halde muhtaç değilmiş gibi göründü (yani
yapmacıktık) anlamını kastederse mümkün olur. Nitekim "Falanca kimse
kahramanlık tasladı" cümlesi, kahraman olmadığı halde kendini kahramanmış
gibi gösterdiği anlamına gelir. "Cesurluk tasladı" ve "Cömertlik
tasladı" sözleri de böyledir. Şayet Kur'an'la tegannî etmeyi, Arap
dilindeki anlamından uzaklığına rağmen bu anlama alacak olursa bu hatasındaki
felâket daha büyük olur. Çünkü onun bu yorumuna göre adı yüce Allah,
Peygamberine Kur'an'la yetinmesine değil, kendi içinde bulunduğu halin aksini
göstermesine (hâşâ bir tür münafıkhğa-Ş.Ö.) izin vermiş olur. Bunun sakatlığı
ise ortadadır.
İbn Uyeyne'nin
yorumunun sakatlığını ortaya koyan bir delil de şudur: Kur'an'la insanlardan
müstağni kalmak gibi bir sıfatla, kendisine bu konuda izin veriliyor yahut
verilmiyor diye herhangi bir kimsenin tanıtımı imkânsızdır. Yalnız İbn
Uyeyne'ye göre "serbest bırakma ve mubah kılma" anlamına gelen ise,
böyle bir imkân doğar. Ancak bu da iki yönden hatalıdır: I- Lügat (iştikak), 2-
Manayı çarpıtmak. îşti-kak bakımından kelimesi, cümlesinde olduğu gibi kulak
vermek, dinlemek anlamına gelen fiilden türetilmiş bir mastardır. "Rabbine
kulak verdi ve gerçekleştirildi" [1206]
âyetinde de bu anlamdadır. Şair Adiyy b. Yezîd de diyor ki:
"Ey kalb!
Oyun-eğlence ile avun. Hüznüm, dinlemede işitmede."[1207]
Şu halde Hz.
Peygamber'in (s.a.) "Allah hiçbir şeye.... izin vermemiştir" hadisi,
Allah, bir peygamberin Kur'an'Ia tegannîsini dinlediği gibi insan sözünden
hiçbir, şeyi dinlememiştir, anlamındadır. Çünkü Kur'an'la insanlardan müstağni
kalmanın, dinlenir, kulak verilir diye nitelendirilmesi mümkün değildir. ,,
Taberî'nin sözleri
sona erdi. r
Ebu'l-Hasan İbn Battal
diyor ki: Bu konuda, şu rivayetten doiayı bir problem daha kaldı: İbn Ebî
Şeybe'nin, Zeyd b. Habbâb - Musa b. Ali b. Rabâh-babası Ali b. Rabâh-Ukbe b.
Âmir senediyle rivayet ettiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) buyurdular ki:
"Kur'an'ı öğrenin, onunla tegannî edin ve onu yazın. Canım elinde olan
Allah'a yemin ederim ki, Kur'an hafızadan, gebe devenin bağlarından boşanıp
kaçmasından daha süratli boşanıp kaçar.'[1208]
Ömer b. Şebbe rivayet ediyor: Ebu Âsim en-Nebîl'e, tbn Uyey-ne'nin
"Kur'an'la tegannî eder" sözünü, "Onunla istiğna eder =
yetinir" diye yorumladığı anlatılınca şunları söyledi: "İbn Uyeyne
hiç iyi birşey yapmamış, İbn Cüreyc, Atâ yoluyla Ubeyd b. Umeyr'in: Davud
Peygamberin (a.s.), kendisiyle tegannî ettiği, ağlayıp ağlattığı bir çalgı
âleti vardı, dediğini bize haber vermiştir." İbn Abbas: "Hz. Davud,
Zebur'u yetmiş türlü nağme ile okurdu. Öyle okurdu ki, herkes mest olur coşardı"
demiştir. Şafiî'ye (r.h.), îbn Uyeyne'nin yorumu sorulunca şu cevabı vermişti:
Biz bu işi daha iyi biliriz. Şayet Hz. Peygamber (s.a.) istiğna anlamını
kasdetmiş olsa: "Kim Kur'an'la istiğna etmezse..." buyururdu. Ancak
"Kur'an'la tegannî eder" buyurmasından anladık ki, burada tegannîyi
kastediyor.
2- Kur'an'ı
süslemek, güzel sesle okumak, okurken nağme vapmak
ruhlarda daha etkili ve dinlenilmesine,
kulak verilmesine daha iyi bir sebeptir. Kelimeler kulaklara, manalar kalblere
daha iyi yerleştirilmiş olur. Bu da maksada yardımcıdır. Nağme yaparak okumak,
tıpkı hastalığın bulunduğu yere ilacı nüfuz ettirmesi için ilaca konan tatlı
madde; iştahımızı daha iyi çekmesi için yemeğe katılan güzel koku ve baharat;
nikâhın gayelerinin gerçekleşmesine daha iyi sebep olsun diye kadının kocası
için süslenmesi, güzelleşmesi ve güzel koku sürünmesi gibidir.
Nefsin müzik ile mest
olmaya, coşmaya ihtiyacı vardır. Nasıl ki, her türlü haram ve mekruh yerine
onlardan daha hayırlısı geçirilmiş; örneğin fal oklanyla şans denemesinin
yerine halis tevhid ve tevekkül olan istihare, zina yerine nikâh, kumar yerine
ödüllü kılıç oyunları ve at yarışları, şeytanî müzik yerine Rahmânî Kur'an
müziği... konulmuştur; işte tıpkı bunun gibi şarkı nağmesi yerine Kur'an
nağmesi konulmuştur. Bunların örnekleri
gerçekten çoktur.
3- Haram, ağırlıklı yahut katıksız bir zarar
içermelidir. Nağme yaparak, ahenkli söyleyerek Kur'an okumak ise bunlardan
hiçbirini içermemektedir. Çünkü nağme yapmak, sözü asıl konulduğu anlamından
çıkarıp dinleyicinin sözü anlamasına engel olmamaktadır. Bu işe karşı çıkanın
sandığı gibi şayet bu şekil okuyuş, harf ilâvesini gerektiriyor olsaydı; sözü
konulduğu anlamdan çıkarır, dinleyicinin anlamasına engel olur ve dinleyici ne
anlama geldiğini bilmezdi. Oysa varolan gerçeklik bunun tam aksinedir.
4- Bu nağme yapma, ahenkli söyleme işi, söyleyiş
şekline bağlıdır. Ba-zan tabiî ve içten gelerek, bazan da zoraki ve yapmacıktan
olur. Söyleyiş sekileri sözü, konulduğu anlamdan çıkarmaz. Bunlar tıpkı sözün
inceltil-mesi, kalınlaştınlması ve İmâle yapılması, kurrânın uzun ve orta
medleri gibi, okuyanın sesinin sıfatlandır. Ancak şu sayılan şekiller harflerle
ilgili; nağme yapma ve ahenkli söyleme şekilleri ise seslerle ilgilidir.
Harfleri söyleyiş sekilerini nesilden nesile aktarmak mümkün olduğu halde bu
(sesleri) söyleyiş şekilleri konusundaki ilk devir örneklerini ( = âsâr'ı)
aktarmak mümkün değildir. Bu yüzden şu sayılanlar lafızlanyla aktanldıklan
halde berikilerin lafızlanyla aktarılmaları mümkün olmamış, yalnızca bunların
mümkün olduğu kadarı aktarılmıştır. Meselâ Hz. Peygamber'in (s.a.) Fetih
sûresini okurken "a a a" diye yaptığı terci' gibi.
5- Nağme yapma ve ahenkli söyleme iki şeye
bağlıdır: 1- Med (uzatma), 2- Tercî'. Hz. Peygamber'in (s.a.) Kur'an okurken
sesini uzattığı, "er-Rahmân" ve "er-Rahim" kelimelerini
uzatarak okuduğu sabittir. Yukarıda geçtiği üzere tercî' yaptığı da sabittir[1209]
Kur'an'ın tegannî ile
okunmasına karşı çıkanlar diyorlar ki: Delillerimiz şunlardır:
1- Huzeyfe b. Yemân'ın rivayetine göre Hz.
Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Kur'an'ı Arap nağme ve sesleriyle okuyun.
Kitaplıların (hıristiyan ve yahudilerin) ve /asıkların nağmelerinden sakının.
Çünkü benden sonra Kur'an'ı şarkı ve matem türküsü gibi tercV ile okuyacak
kimseler gelecektir. Kur'an, onların boğazlarından aşağı geçmez. Onların ve
hayranlarının kalpleri fitneye uğramıştır. '[1210] Bu
hadisi, Tecrîdü's-Sıhâh'ta Ebu'l-Hasen Razîn ve Nevâdiru'l-Usûl'de Ebu Abdillah
Hakîm et-Tirmizî rivayet etmiştir. Kadı Ebu Ya'Iâ, el-Câmi'de bu hadisi ve bir
başka hadisi delil olarak kullanmıştır ki, o da şudur: Hz. Peygamber (s.a.),
kıyametin alâmetlerini sayarken onlar arasında şu hususu da belirtmiştir: "Kur'an eğlence âleti yapılacak. O
zamanın insanları Kur'an'ı en iyi okuyan ve en faziletli insan olmadığı halde
aralarından birini sırf kendilerine şarkı (gibi Kur'an 'ı) okuması için Öne
çıkaracaklar." [1211]
2- Ziyâd en-Nehdî, beraberinde kurrâ olduğu
halde Enes'in (r.a.) yanına geldi. Ziyâd'a: "Kur'an oku" dediler. O
da sesini yükseltip nağme yaparak okudu. Gür sesli biriydi. Enes -yüzünde siyah
bir peçe vardı- peçeyi açtı ve : "Be adam! Eskiden böyle
yapmazlardı" diye çıkıştı. Enes, kötü ve yanlış saydığı bir durum görünce
yüzündeki peçeyi kaldırırdı.
3- Hz. Peygamber (s.a.), nağme yaparak ezan
okuyan müezzini bundan menetmiştir. Ibn Cüreyc'in Atâ'dan rivayetine göre Ibn
Abbas diyor ki: Allah Rasûlü'nün (s.a.) nağme yaparak ezan okuyan bir müezzini
vardı. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Ezan kolaydır, kolaylıkla okunur. Şayet
kolay ve yumuşak bir tarzda okuyacaksan oku, yoksa okuma." buyurdu.
Bu hadisi Dârakutnî
rivayet etmiştir.[1212]
Hafız Abdülganî b. Saîd, Katâ-de'den, o da Abdurrahman b. Ebî Bekr'den babası
Hz. Ebu Bekir'in şöyle dediğini aktarır: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) okuyuşu
med ( = uzatma) idi. O'nun okuyuşunda tercî' yoktu".
4- Tercî' ve
nağme yaparak okumak hemzeli olmayan kelimeyi hemze-li, med harfi bulunmayan
kelimeyi medli okumayı; bir elifi pekçok elife, bir vâv'ı pek çok vâv'a, bir yâ
harfini de pekçok yâ harfine çevirmeyi gerekli kılar. Bu da Kur'an'a ilâve
yapmaya götürür ki, caiz değildir.
5- Bu işin
caiz olup olmayanı için bir sınır yoktur. Belli bir sınır konacak olursa, bu
Allah Teâlâ'nm kitabında ve dininde dilediğince tasarruf ve hükmetmek olur. Bir
sınır tayin edilmezse bu da, şarkıcıların şarkı sözlerinde ve kurrâdan pek
çoğunun cenazelerin önlerinde yaptıkları gibi, ses sanatçılarının yaptıkları
şekilde, okuyucunun -Allah'ın kitabını tahrif ile onu şiir ve şarkı nağmelerine
benzer bir tarzda müzik gibi okuma sayılacak şekilde- sesleri yankı
yaptırmasının, tercî'lerle şarkıya benzer türlü türlü nağmeler ve makamlar icad
etmesinin serbest bırakılmasına götürür; artık Allah'a ve kitabına karşı
cür'etkârlık göstererek, Kur'an'la oynayarak, şeytanın verdiği süse aklanarak
şarkıda olduğu gibi Kur'an okumada da makamlar icad ederler, tsiâm
âlimlerinden hiçbiri bunu caiz görmez. Malumdur ki, nağme yaparak ahenkli
okuma, buna doğrudan götüren bir sebeptir. O halde bu yasaklama, harama
götüren yollan tıkamak gibidir.
İşte her iki grubun
sonuca ulaşma çabalarının neticesi ve birbirlerine karşı kullandıkları deliller
nihayet bu kadar. [1213]
Tartışma şöylece
sonuca bağlanabilir: Tegannî ve nağme yapmaj türlüdür:
1- İnsan
tabiatının gereği olan, zorlamadan, alıştırma ve öğrenim yapmadan insanın
içinden gelen; öyle ki, kişi tabiatıyla başbaşa kalsa, tabiatı serbest
bırakılsa bu nağme ve tegannî kendiliğinden gelir, işte bu şekli caizdir.
İsterse kişi biraz daha süslemek ve güzelleştirmek maksadıyla tabiatına yardım
etsin, yine caizdir. Nitekim Ebu Musa el-Eş'arî, Hz. Peygamber'e (s.a.):
"Dinlediğini bilseydim, senin için daha güzel okurdum" demiştir.
Hüzünlenen, içinden coşku, sevgi ve şevk gelen bir kimse istese de hüzünlü ve
nağmeli okumayı kendisinden uzaklaştıramaz. Çünkü nefisler onu kabullenmiştir;
tabiatına uygun-geldiği, zorluk duymadığı ve yapmacıkhk göstermediği için
tatlı bulmuşlardır. Böylesi, tabii gösterilmeğe çalışılan birşey değil,
doğrudan doğruya tabiîdir; zoraki değil, aşkla yapılacak birşeydir. îşte bu
tegannî selefin yapıp dinlediğidir; övülen, methedilen tegannîdir. Hem okuyanın,
hem dinleyenin etkilendiği tegannîdir. Caiz olduğunu savunanların bütün
delilleri işte buna bağlanır.
2- İkinci
şekil: Bir sanat olan ve insan tabiatından kolaylıkla gelmeyip ancak zahmet ve
zorlukla emek vererek, alıştırma yaparak elde edilen şeklidir. Bu şekli, tıpkı
özel makamlar ve icad edilmiş notalara göre basit yahut mürekkeb (= birleşik)
türlü türlü nağmelerle şarkı seslerini çıkarmayı öğrenmede olduğu gibi yalnız
öğrenim görmek ve emek vermekle elde edilir. Selefin mekruh gördüğü, ayıpladığı,
kınadığı, yasakladığı, okuyanlara çattığı işte böylesidir. Nağme yaparak
okumanın caiz olmadığını savunanların ileri sürdükleri deliller ancak bu
türlüsünü kapsar. Yaptığımız bu tafsilat ile karışıklık ortadan kalkmış ve
doğru olan, doğru olmayandan ayrılmış olur.
Selefin hal ve
tavırlarını bilen herkes, kesinlikle onların, Ölçülü (nota-Iı), sayılı, sınırlı
makam ve hareketlerden oluşan emek vererek öğrenilen müzik nağmeleri ile Kur'an
okumaktan uzak; bu şekil okuma ve buna izin verme konusunda Allah'tan en çok
korkan kimseler olduklarını da bilir. Yine kesinlikle bilir ki, onlar hüzünlü
hüzünlü ve nağme yaparak Kur'an okurlar; okurken seslerini güzelleştirirlerdi.
Kur'an'ı bazan gamlı, kederli; bazan neşeli, bazan da coşkulu okurlardı.
Bu iş, tabiatlarda
gömülüdür, hakkını almak ister. Kanun koyucu, tabiatlar bundan nasibini almak
isterken tutup bunu yasaklamamış; aksine bu yolu göstermiş, teşvik etmiş, bu
şekilde okuyan kimseyi Allah'ın dinleyeceğini haber vermiş ve: "Kur'an'la
tegannî etmeyen bizden değildir." buyurmuştur. Bu hadiste iki ihtimal
vardır: 1- Hepimizin yaptığı vakıayı haber vermiştir (yani biz hepimiz böyle
yaparız demiştir), 2- Hz. Peygamber (s.a.), tegannî yapmayan kimsenin,
kendisinin sünneti ve yolunda olmadığını bildirmiştir. [1214] ,
Hz. Peygamber (s.a.)
hastalanan sahabîlerini ziyaret ederdi. Kendisine hizmet eden Kitap Ehli bir
çocuğu[1215] ve müşrik amcası Ebu
Tâlib'i hastalıklarında ziyaret etmişi [1216]ve
onlara İslâm'ı sunmuştu. Yahudi çocuk müs-lüman olmuş, amcası ise olmamıştı.
Hastaya yaklaşır, onun
başucuna oturur ve: "Kendini nasıl buluyorsun?" diye halini sorardı.
Rivayete göre hastaya:
"Arzu ettiğin bir şey var mı?" diye ne arzu ettiğini sorar; şayet
hasta, bir şey arzu eder ve Hz. Peygamber (s.a.) de o şeyin hastaya zarar
vermeyeceğini bilirse, isteğinin verilmesini emrederdi.
Sağ elini hastaya
sürer ve şöyle dua ederdi:
"İnsanların Rabbi
Allah'ım! Sıkıntıyı gider, hastaya şifa ver. Şifa veren yalnız Sensin. Senden
başkası şifa veremez. Senin verdiğin şifa hiçbir hastalığı bırakmaz."[1217]
Şu duayı da okurdu:
"İnsanların
Rabbi! Sıkıntıyı gider. Şifa yalnız senin elindedir. Senden başka hastalığı
giderecek yoktur."
Sa'd için yaptığı:
"Allah'ım! Sa'd'a şifa ver. Allah'ım! Sa'd'a şifa ver. Allah'ın! Sa'd'a
şifa ver." şeklindeki duasında olduğu gibi hastaya üç kere dua ederdi[1218]
Hastanın başına
vardığında ona: "Zararı yok, geçer. înşâallah (günahlarını)
temizleyicidir." ve bazan da: "Günahlarına keffâret ve onları
temizleyicidir." derdi.[1219]
Bir yarası, çürüğü
yahut bir rahatsızlığı olan kimseyi okuyarak tedavi ederdi, önce işaret
parmağını yere kor, sonra kaldırır ve şu duayı okurdu:
"Allah'ın adıyla,
dünyamızın toprağı, bazımızın tükrüğü ile hastamız şifa bulur, Rabbimizin
izniyle." Bu hadis, Sahîhayn'da[1220]
Hesaba çekilmeden cennete girecek yetmiş
bin kişinin özellikleri sayılırken: "Onlar okuyarak tedavi yapmazlar ve
okunarak tedavi olmayı da istemezler" şeklinde gelen metni[1221] ,
bu hadis ibtal etmektedir. Zira hadiste geçen "okuyarak tedavi
yapmazlar" sözü hadisi nakleden râvinin bif hatasıdır. Şeyhülislâm îbn
Teymiye'nin şöyle dediğini işittim. Üstadımız; "Hadis yalnız, onlar
okunarak tedavi olmayı istemezler, şeklinde olacaktır" demişti. Ben de
diyorum ki: Çünkü bu yetmiş bin kişi cennete, üstün tev-hid sahibi oldukları
için hesaba çekilmeden gireceklerdir. Bu yüzden onların istirkâ etmeyecekleri
yani insanlardan kendilerini okuyarak tedavi etmelerini istemeyecekleri
bildirilmiştir. İşte bu sebepten Hz. Peygamber (s.a.) hadiste geçen "Onlar
yalnız Rablerine tevekkül ederler" sözünü söylemişe tir. Artık onlar
Rablerine tam tevekkül ettikleri, O'nda sükûnet buldukları, O'na güvendikleri,
O'dan hoşnut oldukları ve ihtiyaçlarını O'na açtıkları için insanlardan hiçbir
şey -ne okuyarak tedavi etmelerini, ne de başka birşey- istemezler. Onların,
yapmak istediklerinden kendilerini alıkoyacak hiçbir uğursuzluk inançları da
yoktur. Çünkü birşeyi uğursuz sayma tevhit di eksiltir ve zayıflatır. Üstadımız
dedi ki: Okuyarak tedavi yapan kişi, sadaka veren, bir iyilikte bulunan
gibidir; okunarak tedavi olmayı isteyen ise dilenci gibidir. Hz. Peygamber
(s.a.) okuyarak tedavi yaptı; ama okunarak tedavi olmayı istemedi ve
"Herhangi biriniz kardeşine faydalı olabilirse olsun" buyurdu.[1222]
Soru: Peki,
Sahthayn'da. Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet edilen şu hadisi ne yapacaksınız?
"Allah Rasûlü (s.a.) yatağına yattığı zaman avuçlanni birleştirir, sonra
onlara üfler ve Kulhüvaîlahu ahad, Kul eûzü bi-Rabbilfelak, Kul eûzü
bi-Rabbinnâs sûrelerini okur, bedeninin ön kısımlarından, başt ve yüzünden
başlamak üzere ellerini, vücudunun sürebildiği yerlerine sü+ rerdi. Bunu üç
kere yapardı. Hz. Â'ışe diyor ki, Allah Rasûlü (s.a.) rahat-*-sızlandığı zaman
bana, kendisine bü şekilde yapmamı emrederdi. "[1223]
Cevap: Bu hadis, üç
ayrı metinle rivayet edilmiştir. 1- Birisi bu rivayet, 2- (Rahatsızlandığı
zaman) kendisine üfler, 3- Hz. Âişe diyor ki: "Ben, ona bu sûreleri okuyup
üfler ve bereketli olduğu için kendi eliyle üzerine sürerdim." Dördüncü
bir metinde ise: "Hz. Peygamber (s.a.) rahatsızlandığında, kendisine
muavvizât = thlâs, Felak, Nâs sûrelerini okur, üflerdi." deniliyor. Bu
metinler birbirini açıklamaktadır: Hz. Peygamber (s.a.) kendisine okuyup
üflerdi. Zayıflığı ve acılan elini bütün bedeni üzerine gezdirmeye engel
olursa bu durumda bizzat kendisi okuyup üfledikten sonra yine kendi elini,
bedeni üzerinde gezdirmesini Hz. Âişe'ye emrederdi. Bu ise asla okunarak tedavi
olmayı isteme değildir. Hz. Âişe de: "Allah Rasûlü (s.a.) kendisine okuyup
üflememi emretti." dememiş, yalmzca Peygamberimizin (s.a.) kendisi okuyup
üfledikten sonra bedeni üzerinde yine onun kendi elini sürdüğünü söylemiş ve
sonra "Bana, kendisine bu şekilde yapmamı emrederdi" yani kendisinin
yaptığı gibi kendi elini bedenine sürmemi emrederdi, demiştir.
Herhangi bir günü,
herhangi bir vakti hasta ziyaretlerine ayırmak Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti
değildi. Aksine ümmeti için hasta ziyaretlerini gece-gündüz vs. vakitlerde
meşru saymıştır. Müsned'deki bir hadiste[1224]
şöyle buyuruyor:
"Bir adam
müsiüman kardeşi hastalandığında ziyaretine gitmek için yola çıktığı zaman
oturuncaya kadar cennet bahçesinde yürür. Oturunca onu rahmet bürür. Eğer vakit
sabahsa akşama kadar yetmiş bin melek ona dua eder. Şayet akşam ise sabaha
kadar yetmiş bin melek ona dua eder."
Bu hadisin bir başka'
metni ise şÖyledir:[1225]
"Bir müslümanm
hastalığında ziyaretine giden bir müsiüman için Allah, gündüzün hangi saatinde
gitmişse o saatten akşama kadar; gecenin hangi saatinde gitmişse o saatten sabaha kadar dua
edecek yetmiş bin melek gönderir."
Göz iltihablanması vs.
hastalıklardan dolayı hastaları ziyarette bulunur; zaman zaman ellerini
hastanın alnına kor, sonra onun göğsüne ve karnına sürer "Allah'ım! Buna
şifa ver" diye dua ederdi.[1226]
Elini hastanın yüzüne sürdüğü de olurdu.
Hastadan ümit kestiği
zaman"Biz şüphesiz Allah'a aidiz ve biz ancak O'na döneceğiz" derdi.[1227]
Buharî ve Müslim. Az
yukarıda Sad'd'dan rivayet edilmişti. [1228]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) cenaze konusundaki tutumu en mükemmel bir tutumdu. O'nun buradaki tutumu
diğer milletlerinkinden tamamen farklıydı. O'nun sünneti öyle şeyler
içermektedir ki, bu sayede hem ölüye iyilik yapılmış, ona kabrinde ve diriliş
gününde fayda verecek muamelelerde bulunulmuş, hem ölünün ailesi ve
yakınlarına iyilik edilmiş ve hem de hayatta kalan kişi, ölüye yapacağı
muamelelerde Bir Allah'a karşı kulluk görevini tam olarak yerine getirmiş olur
(Hz. Peygamber'in (s.a.) bu konudaki tutumları şöylece özetlenebilir): Allah
Teâlâ'ya karşı kulluk görevini en mükemmel şekilde yerine getirir, ölüye
iyilikte bulunur ve onu en güzel, en üstün bir tarzda donatıp Allah'a sunar;
ashabıyla birlikte saf saf durarak Allah'a hamdeder, O'ndan ölüyü
bağışlamasını isterler, ölüye rahmet ve mağfiret dilerler, kusurlarının örtbas
edilmesini niyaz ederler. Sonra cenazenin önünde, cenaze kabre konuncaya kadar
yürür. Sonra da ashabıyla birlikte hep beraber ayağa kalkar, onların önünde
ölünün kabri başında en muhtaç olduğu bir zamanda yine hep birlikte Allah'tan
ölünün (sıratta) ayağım kaydırmamasını isterler. Daha sonra da tıpkı hayatta
olan birinin dünyada iken arkadaşını ziyarete gitmesi gibi ölüyü kabrinde
ziyaret eder, ona selâm verir dua ederdi.
Birinci safhada kişiyi
hastalığında ziyaret eder, ahireti hatırlatır; ona vasiyetini yapmasını, tövbe
etmesini; yanında bulunanlara da son sözü olsun diye "lâ ilahe
illallah" şehadet kelimesini söylemesini telkin etmeleriniemrederdi.[1229]
Sonraki safhada ise kıyamete ve yeniden dirilişe inanmayan milletlerin,
yüzlerini tokatlama, elbiseleri yırtma, başları kazıtma, yüksek sesle ölünün
iyiliklerini sayıp dökme, bağırıp çağırarak ağlama... gibi âdetlerini
yasaklamıştı.
Ölüye saygılı
davranmayı, onun yanında sessiz ağlamayı ve yürekten üzülmeyi sünnet edinmişti.
Kendisi böyle yapar ve: "Gözden yaş boşanır, yürek üzülür. Ama biz Rabbi
hoşnut etmeyecek söz söylemeyiz." derdi.[1230]
Ümmetine böyle bir
durumda Allah'a hamdetmek, istircâda bulunmak ( = İnnâ Iillahi ve innâ ileyhi
râciûn, demek) ve Allah'tan hoşnut olmak yolunu göstermiştir. Bu yol, gözden yaş
boşanması ve yüreğin üzül-mesiyle çelişen bir yol değildir. Bu yüzden Allah'ın
hüküm ve takdirinden en fazla hoşnutluk duyan ve O'na en çok hamdeden insan o
idi. Bununla birlikte o, oğlu İbrahim'in öldüğü gün çocuğuna olan şefkat,
merhamet ve acıma hisleriyle ağlamıştı. Kalbi, Allah'tan (c.c.) hoşnutluk ve
O'nun şükrü ile dolu; dili ise Allah'ı zikir ve O'na hamd ile meşgul idi.
Bu iki halin
uzlaştırılıp bir arada barındırılması konusu, ariflerden birini çocuğu öldüğü
gün daraltınca, arif gülmeye başladı. "Bu durumda nasıl
gülebiliyorsun?" diye sordular. "Allah Teâlâ, hükmetti, hükmü gerçekleşti.
Ben de O'nun hükmüne razı olmak istedim." cevabım verdi. Bu olay, bir grup
ilim adamına problem oldu ve: "Yaratılmışların Allah'tan en hoşnut olanı
Allah Rasûlü (s.a.) iken nasıl oluyor da o, oğlu İbrahim öldüğü gün ağlıyor; bu
arifi ise nza, gülme derecesine ulaştırıyor?" dediler. Şeyhülislâm İbn
Teymiye'nin bu konuda şunları söylediğini işittim: Hz. Peygamber'in (s.a.)
davranışı, bu arifin davranışından daha mükemmeldir. Zira Hz. Peygamber (s.a.)
kulluğun hakkını vermiş; kalbi, hem Allah'dan hoşnut olmayı ve hem de çocuğuna
şefkat, merhamet göstermeyi içine sığdırmış, Allah'a hamdetmiş, O'nun hükmüne
razı olmuş, çocuğuna merhamet ve şefkatinden ağlamıştır. Şefkati, ağlamaya;
Allah'a kulluğu ve O'na olan
sevgisi, rıza ve hamde sevketmiştir. Arifin kalbi ise bu iki şeyi bir arada
banndiramayacak kadar dar gelmiş; içi bunların birlikte bulunmalarını
sağlayacak kadar geniş olamamıştır. Böylece rıza kulluğu, merhamet ve şefkat
kulluğunu bastırmıştır. [1231]
Ölüyü hemen donatıp
Allah'a sunma, yıkama, temizleme, güzel koku sürme ve beyaz kumaşlarla
kefenleme konularında acele edilip sonra ölünün hemen kendisine getirilmesi ve
kendisinin de kalkıp cenaze namazını kıldırması acele ettiği işlerdendi. Daha
önceleri ise ölü can vermek üzereyken çağrılır, can verinceye kadar yanında
kalır, sonra donatım işlerini yapar, sonra da cenaze namazını kıldırır ve
kabrine kadar arkasından giderdi. Daha sonra sahabîler baktılar ki, bu iş Hz.
Peygamber'e (s.a.) meşakkatli oluyor. Bunun üzerine ölü can verince onu
çağırmaya başladılar. Hz. Peygamber (s.a.) gelip donatım, yıkama ve kefenleme
işlerini hazırlardı. Daha sonra baktılar ki, bu da ona meşakkat veriyor. Artık
bunun üzerine ölülerini kendileri donatıp tabut üzerinde taşıyarak Hz.
Peygamber'e (s.a.) götürüyorlar, o da mescid dışında cenaze namazını
kıldırıyordu. [1232]
Cenaze namazını
devamlı camide kıldırmak Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti değildi. Cenaze namazını
yalnız mescid dışında kıldırırdı. Zaman zaman mescidde kıldırdığı da olurdu.
Meselâ, Süheyl b. Beyzâ ile kardeşinin cenaze namazlarım mescidde kıldırmıştı.[1233]
Ancak bu, onun sünneti ve âdeti değildi,
Ebu Davud'un
Sünen'inde Tev'eme'nin âzâdlısı Salih'ten rivayet ettiğine göre Ebu Hureyre
şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.): "Mescidde cenaze namazı kılan lehine
birşey (sevap) yoktur." buyurdu.[1234] Bu
hadisin metninde ihtilaf edilmiştir. Kitâbu's-Sünenln rivayetinde Hatîb diyor
ki: Aslında "Aleyhine birşey yoktur" şeklinde iken ötekiler
"Lehine birşey yoktur" şeklinde rivayet ediyorlar. îbn Mâce, bu
hadisi Sünen'indc "Lehine birşey yoktur" şeklinde rivayet ediyor.
Yalnız imam Ahmed vs. muhaddişler bu hadisi zayıf saymışlardır. İmam Ahmed:
"Bu hadis, Tev'eme'nin âzâdlısı Salih'in tek başına rivayet ettiği
hadislerdendir." diyor. Beyhakî ise: "Bu hadis, Salih'in teklerinden
sayılır. Âişe (Süheyl b. Beyzâ'nın cenaze namazının mescidde kılındığı) hadisi
bundan daha sahihtir. Salih'in âdil olup olmadığında ihtilaf edilmiştir. Mâlik,
onu cerheder (kusurlu bulurdu)" deyip Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in -Allah
onlardan razı olsun-cenaze namazlarının mescidde kılındığını belirtmiştir.
Ben (İbn Kayyim) derim
ki: Gerçekte Salih sikadır. Nitekim Abbas ed-Dûrî şöyle diyor: Onun hakkında
İbn Maîn "O gerçekte sikadır." İbn Ebî Meryem ile Yahya ise
"Sikadır, hüccettir" demişlerdir. İbn Maîn'e, "Malik, onu
bırakmıştır" dedim. O da: "Mâlik, ona bunadıktan sonra yetişmiştir.
Sevrî ancak bunamasından sonra yetişmiş ve ondan hadis dinlemiştir. Yalnız İbn
Ebî Zi'b, ondan bunamadan önce hadis dinlemiştir." dedi. Ali b. el-Medînî:
"O, sikadır; ancak yaşlandı, bunadı. Sevrî, ondan bunadıktan sonra hadis
dinlemiştir. İbn Ebî Zi'b'in ondan hadis dinlemesi bu hal basma gelmeden
öncedir." diyor. İbn Hibbân ise: "Yüz yirmi beş senesinde (h.
125/742) değişti, sika râvilerden uydurmalara benzer hadisler rivayet etmeye
başladı. Artık son rivayet ettiği hadisler ilk rivayet ettiği hadislerle karıştı,
ayırdedüemez oldu. Bu yüzden de terkedilmeye müste-hak oldu." demiştir.
Bu hadis hasendir.
Çünkü Salih'ten rivayette bulunan İbn Ebî Zi'-b'dir. İbn Ebî Zi'b'in ondan
hadis dinlemesi ise eskidir, şuurunun bozulmasından öncedir. Öyleyse şuurunun
bozulması, bozulmadan önce rivayet ettiği hadislerin reddedilmesini
gerektirmez. Tahâvî, bu Ebu Hureyre hadisi ile Hz. Âişe hadisi konusunda başka
bir yol tutup şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in (s.a.), Süheyl b.
Beyzâ'nın cenaze namazını mescidde kılmasının geçerliliği kaldırılmıştır.
Sahabenin genelinin Hz. Âişe'ye karşı çıkmalarına bakılırsa bu işin
terkedilmesi Allah Rasûlü'nün (s.a.) uyguladığı iki şeklin sonuncusudur.
Sahabîlerin böyle davranmalarının sebebi, Hz. Âi-şe'nin anlattığının aksini
bilmiş olmalarındandır." Bir grup âlim -onlar arasında Beyhakî.... vs. de
vardır-Tahâvî'nin bu sözlerini reddetmişlerdir. Beyhakî diyor ki: Şayet Ebu
Hureyre, Hz. Âişe'nin rivayet ettiği hadisin nes-hedildiğine dair bir hadis
bilmiş olsaydı onu, Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk'ın cenazesi mescidde kılındığı
günde, Hz. Ömer b. Hattâb'ın cenazesi mescidde kılındığı ve bir de Hz.
Âişe'nin cenazeyi mescide sokma emri verdiğinde mutlaka söylerdi. Yine Ebu
Hureyre, Hz. Âişe bu konuda bir hadis rivayet etse o hadisi elbet söylerdi. Bu
işe karşı çıkanlar caiz olduğunu bilmediklerinden karşı çıkmışlardır. Hz. Âişe
bu konuda hadis rivayet edince susmuşlar, karşı çıkmamışlar ve bu hadise aykırı
başka bir hadis söylememişlerdir.
Hattabî diyor ki: Hz.
Ebu Bekr ile Hz. Ömer'in -Allah onlardan razı olsun- cenaze namazlarının
mescidde kılındığı sabittir. Muhacirler ile En-sâr'ın büyük kesiminin onların
cenaze namazlarında hazır bulundukları malumdur. Bunların karşı çıkmamış
olmaları caiz olduğunun delilidir. Ebu Hureyre hadisinin anlamının -tabiî hadis
sabitse- sevap eksikliği ile yorumlanmış olması muhtemeldir. Zira cenaze
namazını mescidde kılan kimse çoğunlukla ailesine döner, cenazenin defnine
katılmaz. Cenazeye koşup kabristan yanında namazını kılan kimse defnine de
katılır ve iki kırat ağırlığında sevap elde eder. Adımlarının çokluğu oranında
sevap alabilir. Bu durumda cenaze namazını mescidde kılan kimse, mescid
dışında kılana oranla daha az sevap almış olur.
Bir grup "Ona
birşey yoktur" sözünün anlamını, metinlerin anlamları uzlaşsın, aralarında
çelişki kalmasın diye "Onun aleyhine birşey yoktur" diye yorumlamış
ve buna örnek olarak "Kötülük yaparsanız yine kendi aleyhinizedir"
âyetini[1235] göstermişlerdir.
İşte bu iki hadis
konusunda âlimlerin tuttukları yollar bunlardır. Doğrusu, bizim başta
söylediğimizdir: Bir özür bulunmadıkça cenaze namazını mescid dışında kılmak
Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti ve âdetidir. Her ikisi de caizdir. Ancak mescid
dışında kılmak daha faziletlidir. En iyi bilen Allah'tır. [1236]
Öldüğü vakit ölünün
üzerini örtmek, 'gözlerini yummak, yüzünü ve bedenini kapamak Hz. Peygamber'in
(s.a.) âdeti idi. Osman b. Maz'ûn'u öpüp ağlamasında olduğu [1237]
gibi bazan ölüyü öptüğü de olurdu. Ebu Bekir Sıddîk (r.a.) da Hz. Peygamber'in
(s.a.) vefatından sonra üzerine kapanmış ve onu öpmüştü.[1238]
Yıkayıcının, lüzumuna
göre ölüyü üç, beş defa yahut daha fazla yıkamasını; son yıkayışta ise kâfur
denilen bir koku kullanılmasını emrederdi. Savaş meydanında ölen şehidleri
yıkatmazdı.[1239]
İmam Ahmed'ın rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) onların yıkanmasını
yasaklamıştır. Şehitlerden deri ve demir eşyaları soyar, onları elbiseleri ile
gömer [1240] ve cenaze namazlarını
kılmazdı.
İhramlı biri öldüğü
zaman su ve sidr (Arabistan kirazı ağacının yaprağı) ile yıkanmasını, ihram
giysileri olan izâr ve ridâ adı verilen iki parça kumaşa kefenlenmesin!
emretmiş ve güzel koku sürülmesini, başının örtülmesini yasaklamıştı.[1241]
Ölüyü kefenleme işini
üzerine alan kimseye, ölünün kefenine önem göstermesini ve beyaz kumaşlarla
kefenlemesini emrederdi. Kefenin pahalı kumaşlardan olmasını yasaklardı. Şayet
kefen bütün bedeni örtmeye yetmeyecek kadar kısa olursa başını Örter ve
ayaklan üzerine yeşil ot kordu. [1242]
Cenaze namazını
kıldırması için önüne bir ölü getirildiğinde borcu olup olmadığını sorardı.
Borcu yoksa namazım kıldınrdı. Şayet borcu varsa kendisi kılmaz, ama ashabının
kılmasına izin verirdi. Çünkü onun namazı bir şefaattir. Şefaati ise (affı,
cenneti) icab ettirir. Kul da borcuna rehindir, borcu ödeninceye kadar cennete
giremez. Allah, fetihler nasib edince Hz. Peygamber (s.a.) de borçlunun
namazım kılar oldu. Kendisi, onun borcunu yüklenir ve malı varsa mirasçılarına
birakırdı.[1243]
Cenaze namazını
kılmaya başlayınca tekbîr alır, Allah'a hamdedip övgüde bulunurdu. Bir
keresinde İbn Abbas bir cenaze namazı kıldırdı; ilk tekbirden sonra açıktan
Fâtiha'yı okudu ve "Sünnet olduğunu bilmeniz için böyle yaptım" dedi.[1244]
Ebu Ümâme b. Sehl de aynı şekilde birinci tekbirde, Fatiha okumak sünnettir,
diyor.[1245] Hz. Peygamber'in (s.a.)
cenaze namazında Fatiha okumayı emrettiği rivayet edilirse de isnadı sahih
değildir. Üstadımız: "Cenaze namazında Fatiha okumak vâcib (farz) değil,
sünnettir." diyor. Ebu Ümâme, cenaze namazında Hz. Peygamberce (s.a.) salavât
getirileceğini bir grup sahabeden nakletmektedir.[1246]
Yahya b. Saîd
el-Ensârî'nin Saîd el-Makburî'den rivayetine göre Ebu Hureyre, Ubâde b. Sâmit'e
cenaze namazını sormuş, o da şöyle cevap vermişti: Vallahi, ben sana bunu
anlatacağım. Önce tekbir alır, sonra Hz. Peygamber'e (s.a.) salavât getirir ve
şu duayı okursun:
"Allah'ım!
(Falanca) kulun sana ortak koşmazdı; Sen onu daha iyi bilirsin. İyi idiyse
sevabını artır, kötü idiyse günahlarını bağışla. Allah'ım! Onun mükâfatından
bizi mahrum etme ve ondan sonra da bizi doğru yoldan ayırma."[1247]
Cenaze namazının
maksadı ölüye duadır. Bundan dolayı Fatiha okunacağı, salavât getirileceği
gibi konulardan daha çok Hz. Peygamber'den (s.a.) dua ezberlenip aktarılmıştır.
Ondan bellenen duaların bazıları şunlardır:
1-
"Allah'ım! Onu bağışla, ona merhamet et. Her türlü belâ ve kötülüklerden
uzak tut. Onu affet. Vardığı yerde ona ikram et. Girdiği yeri geniş kıl. Onu
su, kar ve dolu ile yıka. Beyaz kumaşın kirden temizlenmesi gibi onu günahlardan
temizle. Ona dünyadaki yerinden daha hayırlı bir yer, ailesi yerine daha
hayırlı bir aile, eşi yerine daha hayırlı bir eş nasib eyle. Onu cennete
girdir. Kabir ve cehennem azabından koru."[1248]
2-
"Allah'ım! Dirimizi-ölümüzü, küçüğümüzü-büyüğümüzü, erkeğimizi-kadınımızı,
burada hazır olanları-olmayanları bağışla.
Allah'ım! Bizden olup
can verdiklerini İslâm üzere yaşat. Bizden eceli gelenleri de iman üzere öldür.
Allah'ım! Onun
mükâfatından bizi mahrum etme ve ondan sonra da bizi fitneye düşürme. "[1249]
3-
"Allah'ım! Falanın oğlu falan, senin koruma ve emânın altındadır. Onu
kabir fitnesinden ve cehennem azabından koru. Sana vefa ve hak yaraşır. Onu
bağışla ve ona acı. Sen şüphesiz çok bağışlayan, çok merhamet edensin."[1250]
4-
"Allah'ım! Bu kadının Rabbi Sensin. Onu Sen yarattın. Rızkını Sen verdin.
Ona İslâm yolunu Sen gösterdin. Ruhunu Sen aldın. Onun gizli-açık herşeyini
bilen de Sensin. Biz şefaatçi olarak geldik, onu bağışla."[1251]
Hz. Peygamber (s.a.),
ölü için halisane dua edilmesini emrederdi. [1252]
Cenaze namazında dört
tekbir alırdı. Beş tekbir aldığı da sahih yolla rivayet edilmiştir. Onun
vefatından sonra sahabîler dört, beş veya altı tekbirle kıldırırlardı. Bir
keresinde Zeyd b. Erkam beş tekbir almış ve Hz. Peygamber'in (s.a.) de beş tekbir
aldığını söylemişti. Bu rivayeti Müslim aktarmıştır.[1253]
Ali b. Ebî Tâlib
(r.a.), Sehl b. Huneyf'in cenaze namazını altı tekbirle kıldırdı.[1254]
Bedir savaşına katılanlara altı, diğer sahabîlere beş ve öteki
insanlara dört tekbir alırdı. Bu rivayeti
Dârakutnî nakletmiştir.[1255]
Saîd b. Mansûr, Hakem
b. Uteybe'nin: "Bedir savaşına katılanlara beş, altı, yedi tekbir
alırlardı."dediğini aktarmaktadır. Bunlar sahih haberlerdir. Bu çeşit
farklı uygulamalardan menetmek için bir sebep yoktur. Hz. Peygamber (s.a.) dört
tekbirden fazlasını yasaklamamış, bilakis bu artırma işini hem kendisi, hem de
kendisinden sonra ashabı uygulamıştır.
Dört tekbirden
fazlasını yasak sayanların delilleri:
1- Bu görüşü
savunanlardan kimisi İbn Abbas'ın naklettiği: "Hz. Peygamber (s.a.) en
son kıldırdığı cenaze namazında dört tekbir aldı" hadisi-ni[1256]
delil olarak ele almış ve: "İşte bu, iki halin sonuncusudur. Sonuncu olana
uyulur. Hz. Peygamber'in (s.a.) en son yaptığı da budur.'-' demiş-tir.Oysa bu
hadis hakkında Hallâl, el~îlel adlı eserinde şöyle demektedir: Harb'in bana
haber verdiğine göre, îmam Ahmed'e Ebu'l-Müleyh-Meymûn-İbn Abbas senediyle
rivayet edilen bu hadisi sormuşlar, o da şu cevabı vermiş: "Bu yalandır,
ash yoktur. Bunu yalnızca Muhammed ,b. Ziyâd et-Tahhân rivayet etmiştir. O da
hadis uydururdu."
2- Meymûn b.
Mihrân, İbn Abbas'tan şu hadisi rivayet eder: "Melekler, Hz. Âdem'in
(a.s.) cenaze namazını kıldırdıklarında dört tekbir aldılar ve; Ey
âdemoğulları! Bu sizin sünnetinizdir, dediler." Oysa bu rivayet hakkında
el-Esrem diyor ki: Mekke'de oturan Nisâburlu Muhammed b. Muâ-viye'nin adı
geçince Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'in: "Kanaatimce onun hadisleri
uydurmadır" dediğini işittim. Ardından Ahmed, bu uydurma hadisler
cümlesinden olmak üzere onun, fibu'İ-Müleyh-Meymûn b. Mihrân-İbn Abbas
senediyle naklettiği "Melekler, Hz. Âdem'in cenaze namazını
kıldırdıklarında dört tekbir aldılar." hadisini söylemişti. Ebu Abdillah
bunu çok büyülttü ve dedi ki: "Ebu'l-Müfeyh hadis konusunda çok doğru
birisidir. Böyle bir rivayette bulunmakta Allah'tan son derece çekinen bir
şahıstır."
3- Beyhakî'nin Yahya yoluyla Übeyy'den
naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki; "Melekler, Âdem'in
cenaze namazım kıldıklarında dört tekbir aldılar ve: Ey âdemoğullan! Bu sizin
sünnetinizdir, dc4 diler." Bu hadis sahih değildir[1257]
hem merfû, hem mevkuf olarak rivayet edilmiştir.
Muaz'm arkadaşları beş
tekbir alırdı. Alkame diyor ki: Abdullah b.! Mes'ûd'a: "Muaz'ın Şam'dan
gelen arkadaşlarından bazıları ölülerine beş tekbir alıyorlar" dedim. Abdullah
da: "Ölüye tekbir alma konusunda bir vakit ( = sınırlama) yoktur. İmam
tekbir aldıkça sen de al; imam bırakınca sen de bırak." dedi.[1258]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) cenaze namazında selâm veriş şekline gelince? bir rivayete göre bir tek
selâm, diğer bir rivayete göre de iki selâm verirdi .
Beyhakî vs.
muhaddislerin el-Makburî yoluyla Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Hz.
Peygamber (s.a.) bir cenaze namazı kıldırdı; dört tekbir alıp bir tek selâm
verdi.[1259] Ancak Hallâl,
el-îlel'dc yazıyor ki, el-Esrem'in rivayetine göre İmam Ahmed: "Bu hadis
bence uydurmadır" demiştir.
İbrahim el-Hecerî
anlatıyor: Abdullah b. Ebî Evfâ, kızının cenaze namazım kıldırdı. Dört tekbir
aldı; bir müddet bekledi, öyle ki, beşinci bir tekbir alacağını zannettik.
Sonra sağma^ve soluna selâm verdi. Namazı bitirince: "Bu ne iştir?"
diye sorduk. Sorumuza karşılık: "Ben, Allah Ra-sûlü'nün (s.a.) yaptığım
gördüğüm şeyden daha fazlasını yapmadım" yahut "Allah Rasûlü (s.a.)
de böyle yaptı" dedi.[1260] .
îbn Mes'ûd diyor ki;
"Allah Rasûlü'nün (s.a.) yaptığı, (bugün) insan?!
ların terkettiği üç
şey vardır. Biri de cenaze namazında, (normal) namazdaki selâm gibi selâm
vermek."[1261]
Bu iki rivayeti
Beyhakî aktarmaktadır. Ancak Yahya b. Ma'în, Nesâî ve Ebu Hatim; İbrahim b.
Müslim el-Abedî el-Hecerî'nin ve rivayet ettiği bu hadisin zayıf olduğunu
söylemişlerdir. Şafiî, Kitabu Harmele'de Süfyân yoluyla bu hadisi ondan şu
şekilde rivayet eder: "Cenazeye dört tekbir aldı. Sonra bir müddet durdu.
Bunun üzerine cemaat ona tesbîh getirerek hatırlatma yaptı. O da selâm
verdi." Sonra Abdullah b. Ebî Evfâ: "Benim dörtten fazla tekbir
alacağımı zannettiniz. Oysa ben Allah Rasûlü'nün (s.a.) dört tekbir aldığını
gördüm" dedi; ama "Sonra sağına ve soluna selâm verdi." demedi.
İbn Mâce de bu hadisi ondan el-Muhâribî yoluyla aynen bu şekilde rivayet etti;
"Sonra sağına ve soluna selâm verdi" demedi.[1262]
Sağına ve soluna selâm
verdiğini ondan yalnızca Şerik rivayet etmiştir. Beyhakî diyor ki: Sonra onu
yalnızca tekbir yahut hem tekbir, hem başka konularda Hz. Peygamber'e (s.a.)
nisbet etti.
Ben derim ki: İbn Ebî
Evfâ'nın bunun tersini yaptığı bilinmektedir. İmam Ahmed'in belirttiğine göre
İbn Ebî Evfâ bir tek selâm verirdi.Ah-med b. el-Kâsım anlatıyor: Ebu Abdillah
(Ahmed b. Hanbel)'a: "Sahabeden herhangi birinin cenaze namazını iki
selâmla kıldırdığını biliyor mu-sun?"diye sordular. O da: "Hayır.
Ancak sahabeden altısı sağına yalnızca hafif bir selâm verirlerdi." diye
karşılık verip îbn Ömer, İbn Abbas, Ebu Hureyre, Vasile b. el-Eskâ, İbn Ebî
Evfâ ve Zeyd b. Sâbit'in adlarını saydı. Beyhakî ayrıca Ali b. Ebî Tâlib,
Câbir b. Abdillah, Enes b. Mâlik ve Ebu Ümâme b. Sehl b. Huneyf in adlarını da
bunlar arasında saymaktadır. Böylece on sahabî etmektedir. Ebu Ümâme Hz.
Peygamber'e (s.a.) yetişmiş ve Hz. Peygamber (s.a.) ona, ana tarafından dedesi
olan Ebu Ümâme Es'ad b. Zürâre'nin adını vermişti. Bunun için Ebu Ümâme hem
sahabe arasında, hem de tabiînin büyüklerinden sayılmaktadır.
Elleri kaldırmaya
gelince; Şafiî diyor ki: Bu konuda aktarılan eserden dolayı ve namazın
sünnetine kıyasen eller kaldırılır. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.), namazda ayakta iken aldığı her
tekbirde ellerini kaldırırdı.
Derim ki: Eser'den
maksadı İbn Ömer ve Enes b. Mâlik'ten kendisinin naklettiği şu rivayettir:
"Bu iki sahabî, cenaze namazında her tekbir alışlarında ellerini
kaldırırlardı."[1263]
Aktarıldığına göre Hz. Peygamber (s.a.), ilk tekbirde ellerini kaldırır ve sağ
elini sol eli üzerine kordu. Bunu Beyhakî, Sünen'de rivayet etmiştir.
Tirmizî'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.),
cenaze namazında sağ elini sol eli üzerine koydu. Ancak bu hadis, Yezîd b.
Sinan er-Ruhâvî'den dolayı zayıftır.'[1264]
Hz. Peygamber (s.a.)
bir kimsenin cenaze namazım kaçırdığı zaman mezarı üzerinde kılardı.[1265]
Bir keresinde bir gece sonra, bir keresinde ise üç gün sonra[1266]
bir keresinde de bir ay sonra[1267]
kabir üzerinde cenaze namazı kıldırdı. Bu konuda herhangi bir zaman sınırlaması
getirmedi.
Ahmed (r.h.) diyor ki:
"Kabir üzerinde cenaze namazı kılmakta kim şüphe edebilir ki?! Hepsi de
hasen olan altı senedle rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) cenaze
namazını kaçırdığı zaman kabir üzerinde kılardı."
İmam Ahmed, kabir
üzerinde cenaze namazı kılmayı bir ay ile sınırlamıştır. Çünkü Hz.
Peygamber'den (s.a.), daha sonra kıldığı rivayet edilen müddetin en fazlası bu
kadardır. Şafiî (r.h.) ise ölünün kokmaması ile sınırlamıştır. Mâlik ve Ebu
Hanîfe de -Allah onlara rahmet etsin-bunu yasaklamışlar; ancak velîsi, uzakta
bulunduğu için kaçırmişsa kılabileceğini söylemişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a.)
cenaze namazında, cenaze erkek ise başı yanında, kadınsa orta hizasında'[1268]
dururdu. [1269]
Çocuğun cenaze namazım
kılmak Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı işlerdendir. "Çocuğun cenaze namazı kılınır."
buyurduğu da sahihtir.[1270]
Sünen-i îbn Mâce'dz
merfû' olarak rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.):
"Çocuklarınızın cenaze namazlarını kılınız. Çünkü onlar, önden
gönderdiğiniz sevaplarınızdır." buyurmuştur.[1271]
Ahmed b. Ebî Abde
anlatıyor: İmam Ahmed ile aramızda şu konuşma geçti. Ben sordum:
—Düşük bebeğin cenaze
namazının kılınması ne zaman farz olur?
—(Anne karnına
düştükten sonra) dört ay geçince. Çünkü o zaman ruh üflenir.
—Peki, Mugîre b.
Şu'be'nin naklettiği; "Çocuğun ,cenaze namazı kılınır" hadisi?
Sahih ve merfudur.
__ Bunda ne dört ay
,ne de başka bir açıklama var.
__ Onu said
b.el-Müseyyeb söyledi.
Soru: HZ. Peygmber
(s.a.), oğlu İbrahim öldüğü gün onun cenaze namazını kırdırdı mı.
Hz. Aişe'nin (r.a.)
şöyle dediğini aktarır: "Hz. Peygamber'in (s.a.) oğlu İbrahim 18 aylık
iken öldü. Allah Rasûlü (s.a.), onun cenaze namazını kıldırmadı."[1272]
İmam Ahmed bu hadisi
şu senedle rivayet etti: Yakub b, İbrahim -Babam (İbrahim) - İbn İshak -
Abdullah b. Ebî Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm - Amra - Âişe.
Hanbel'in rivayetine
göre İmam Ahmed: "Bu cidden münker bir hadistir" demiş ve İbn İshâk'ı
vâhî ( = zaîf) saymıştır.
Hallâl der ki:
Abdullah'a şu hadis okundu: Babam (Ahmed b. Han-bel) - Esved b. Âmir - İsrail -
Câbir el-Cu'fî - Âmir senediyle rivayet edildiğine göre Berâ b. Âzib şöyle
demiştir:
"Allah Rasûlü
(s.a.), 16 aylık iken ölen oğlu İbrahim'in cenaze namai-zmı kıldırdı."[1273]
Ebu Davud, el-Behiy'in
şöyle dediğini nakleder: "Allah Rasûİü (s.a. oğlu İbrahim öldüğünde onun
cenaze namazını oturaklarda kıldırdı." Bu hadis mürseldir.[1274]el-Behiy'in
ismi Abdullah b. Yesâr'dır; Kûfelidir.
Yine Ebu Davud, Atâ b.
Ebî Rabâh'ın: "Hz. Peygamber (s.a.), 70 gecelik ( = günlük) iken ölen oğlu
İbrahim'in cenaze namazını kıldırdı." dediğini aktarır.[1275] Bu
hadis mürseldir; Atâ burada yanılmıştır. Çünkü İbrahim bir yaşını geçmişti.
Âlimler bu rivayetler
konusunda farklı görüşleri benimsemişlerdir. Kimisi çocuğun cenaze namazının
kılınacağını söyleyip Hz. Âişe hadisinin sahihliğini kabul etmemiştir. Nitekim İmam Ahmed, vs.
bu görüşte olup: "Bu mürsel hadisler, Berâ hadisiyle beraber birbirlerini
kuvvetlendirirler? demişlerdir. Kimisi de Berâ hadisini Câbir el-Cufî'den
dolayı zayıf saymış!, bu mürsel hadislerin zayıf olduğunu söylemiş ve:
"İbn İshak hadisi bunlaf*-dan daha sahihtir" demiştir.
Sonra bu grup kendi
aralarında Hz. Peygamber'in (s.a.) hangi sebepten dolayı çocuğunun cenaze
namazını kılmamış olduğu konusunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmı:
"Allah Rasûlünün (s.a.) oğlu olmasından dolayı onun için şefaat olacak
namaz ibadetine gerek duymamıştır. Nitekim şehitliğinden Ötürü de şehidin
cenaze namazını kılmaya gerek yoktur*"-'diyor. Başkaları da:
"İbrahim, güneş tutulduğu gün ölmüştü. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.)
güneş tutulması namazı kıldırmakla meşgul olduğufl-dan, onun cenaze namazını
kıldıramadı" diyorlar. Bir kısmı ise diyor ki: Bu rivayetler arasında bir
çelişki yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) çocuğunun cenaze namazım
kılmalarını ashabına emretmiştir. Artık buradan hareketle: "İbrahim'in
cenaze namazı kılındı. Ancak Hz. Peygamber (s.a.) güneş tutulması namazıyla
meşgul olduğundan bizzat kendisi o namaza katılamadı." denilmiştir.
"Cenaze namazı kılınmadı" diyenler de vardır. Bir grup ise:
"Kılındığını söyleyenlerin rivayetleri daha elverişlidir. Çünkü bu durumda
fazla bir bilgi var demektir. Olumsuzluk ile olumluluk çeliştiğinde olumluluk
tarafı öne alınır" diyor. [1276]
Hz. Peygamber (s.a.)
intihar edenin, ganimetten çalanın cenaze namazını kılmazdı.[1277]
Recim cezasına
çarptırılan zinakârın durumunda olduğu gibi had cezası uygulanarak öldürülen
bir kimsenin cenaze namazının kılınıp kılınmaya-cağı konusunda Hz.
Peygamber'den (s.a.) farklı şeyler aktarılmıştır. Sahih yolla aktarılmıştır ki
Cüheyne kabilesinden recmettiği bir kadının cenaze1 namazını kılmıştı. Bunun
üzerine Hz. Ömer: "Zina eden bir kadının na^ mazını mı kılıyorsun Ey
Allah'ın Rasûlü?" diye sormuş; o da: "Yeminle söylüyorum, bu kadın
öyle bir tevbe etti ki, tevbesi Medine halkından yet% miş kişi arasında
paylaştırılsa hiç şüphesiz hepsine yeterdi. Kendini Allah Teâlâ'ya sunmaktan
daha üstün bir tevbe mi olur?" buyurmuştu. Bu nadir si Müslim rivayet
etmiştir .[1278]
Buharî'nin Sahihinde
Mâiz b. Mâlik olayında aktardığına göre Hz. Peygamber (s.a.) onun için hayır
söyleyip cenaze namazını kılmıştı.[1279]
Bıi hadisi nakleden Zührî'nin burada cenaze namazını söyleyip söylemediği ko-1
nusunda ondan nâkilde bulunanlar ayrılığa düşmüşlerdir. Mahmud b. Gay-J lân,
Abdürrezzak yoluyla Zührî'den yaptığı rivayette cenaze namazının kılındığını
söylemiş; Abdürrezzak'in öğrenciierinden sekizi ona muhalefet ederek cenaze
namazı konusunu anmamışlardır. Onların ismi şöyledir: I- îs-hak b. Râhüyeh, 2-
Muhammed b. Yahya ez-Zühelî, 3- Nuh b. Habîb, 4- Hasan b. Ali, 5- Muhammed b. Mütevekkil,
6- Humeyd b. Zenceveyh, 7-Ahmed b. Mansûr er-Ramâdî, (8- İshâk b. İbrahim
ed-Deyrî).[1280]
Beyhakî diyor ki:
Mahmûd b. Gaylân'ın: "Cenaze namazını kılmıştı" sözü hatadır; çünkü
Abdürrezzak'in öğrencileri ile Zührî'nin öğrencileri aksine icmâ etmişlerdir.
Mâiz b. Mâlik olayının
anlatımında ayrılığa düşülmüştür. Ebu Saîd el-Hudrî: "Hz. Peygamber
(s.a.), onun için ne bağışlanma diledi, ne de kötü sözler söyledi." diyor.
Büreyde b. Husayb ise: "Hz. Peygamber (s.a.): 'Mâiz b. Mâlik için bağışlanma
dileyin' buyurdu. Bunun üzerine cemaat: Allah, Mâiz b. Mâlik'i affetsin, diye
dua etti" diyor. Her iki rivayeti de Müslim zikretmektedir.[1281]
Buharî'nin nakline göre -ki bu aynı zamanda illetli Abdürrezzak hadisidir-
Câbir: "Hz. Peygamber (s.a.), onun cenaze namazını kıldı" diyor [1282]bu
Davud'un nakline göre ise Ebu Berze el-Eslemî: "Hz. Peygamber (s.a.), ne
onun cenaze namazını kıldı, ne de kılınmasını yasakladı" diyor.[1283]
Ben derim ki: Gâmid
kabilesinden zina eden kadının cenaze namazını Hz. Peygamber'in (s.a.) kıldırdığı
yolundaki hadiste ihtilaf edilmemiştir.[1284]
Mâiz hadisi hakkında ise ya: "Hadisin metinleri arasında çelişki yoktur.
Çünkü bu hadiste geçen salât kelimesi, Hz. Peygamber'in (s.a.) Allah'tan onun
bağışlanmasını dilemek için dua etmesi ve salât'ı terketmesi de cezalandırarak
sakındırmak kasdıyla cenaze namazını kılmaması anlamındadır"; ya da:
"Metinleri çelişiyorsa bundan vazgeçilip Gâmidli kadın hakkındaki hadise
müracaat edilir" demek gerekir.[1285]
Hz. Peygamber (s.a.)
bir ölünün cenaze namazını kıldırdığı zaman önünde yürüyerek mezarlığa kadar
takip ederdi. Kendisinden sonraki Râşid Halifelerinin âdetleri de buydu.
Cenazeyi takip eden kimsenin şayet binitli ise gerisinden, eğer yaya ise
cenazeye yakın olarak ya arkasından veya önünden yahut sağından yahut da
solundan takip etmesini sünnet kılmıştır. Cenazeyi hızla, hatta koşarcasına
götürmelerini emretmiştir. Zamammızdaki insanların yavaş yavaş, adım adım
yürümeleri sünnete aykırı olup Ehl-i Kitab'tan yahudilere benzeyişi içeren
çirkin bir bid'attir. Ebu Bekre, böyle yapan kimseye kırbacı kaldırır ve:
"Yemin olsun, ben Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte koşuşturduğumuz
(günleri) gördüm." derdi.[1286]
İbn Mes'ûd (r.a.)
anlatıyor: Peygamberimize (s.a.) cenazenin yanında nasıl yürüneceğini sorduk.
"At gibi hızlı gitmekten daha yavaş" cevabını verdi. Bu hadisi Sünen
sahipleri rivayet etmiştir.[1287]
Cenazeyi takip ettiğinde yaya yürür ve "Melekler yürürken ben
binemem" derdi.[1288]
Takip ten ayrıldığında bazan yürür, bazan hayvana binerdi.
Takibe koyulduğunda
cenaze konuluncaya kadar oturmazdı. "Cenazeyi takip ettiğinizde
konuluncaya kadar oturmayın" buyurdu.[1289]
Şeyhülislâm İbn
Teymiye (r.h.): "Yere konması kastedilmiştir." dedi. Ben diyorum ki:
Ebu Davud şöyle diyor: Bu hadisi Sevrî, Süheyl - Süheyl*-! in babası - Ebu
Hureyre senediyle rivayet etmiştir. Burada "Yere konuluncaya kadar
oturmayın" denilmektedir; Ebu Muâviye ise Süheyl'den: "Kabrin yanında
kıble tarafına oyulan yarığa konuluncaya (lahd) kadar oturmayın" şeklinde
nakletmektedir. Süfyân es-Sevrî, Ebu Muâviye'den daha hafızdır.
Ebu Davud ve
TirmizFnin rivayetine göre Ubâde b. Sâmit diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.),
lahde konuluncaya kadar cenaze için ayakta durur-du."[1290]
Ancak bu hadisin senedinde Bişr b. Râfi' vardır; onun hakkında Tirmizî;
"Hadiste güçlü değil", Buharî: "Hadisine mutâbaat
edilmez.", Ahmed: "Zayıftır", İbn Maîn: "Münker hadisler
rivayet etmiştir.", Ne-sâî: "Güçlü değil" ve İbn Hibbân:
"Kasıtlıymışçasına uydurma şeyler rivayet eder." demişlerdir. [1291]
Uzakta bulunan her
ölünün cenaze namazını gıyaben kıldırmak Hz. Pey-gamber'in (s.a.) sünneti ve
âdeti değildi. Müslümanlardan pek çok kimse uzaklarda öldü; ama onların cenaze
namazlarını kıldırmadı. Ancak Habe-: şistan hükümdarı (Necâşî Ashame)'nin
gıyabında tıpkı hazır cenazeye kıl-y dırdığı namaz gibi bir namaz kıldırdı.[1292]
Bu konuda âlimler üç
ayrı kola ayrıldılar:
1- Hz. Peygamber'in (s.a.) bu davranışı bir
teşrî' olup, uzakta bulunan herkesin gıyabında cenaze namazı kılmak ümmet için
sünnettir. Şafiî ve iki rivayetten birine göre Ahmed bu görüştedirler.
2- Ebu Hanîfe ve Mâlik: "Bu yalnız Hz.
Peygamber'e (s.a.) mahsustur. Başkası için böyle birşey söz konusu
değildir." diyorlar. Bu imamların müntesibleri diyorlar ki: Necâşî'nin
tabutunun Hz. Peygamber'e (s.a.) yak-laştırılması ve böylece ne kadar uzak
mesafede olursa olsun Peygamberimizin onu görerek tıpkı hazır, gözle görülen
cenazeye kıldırdığı namaz gibi bir namaz kıldırması mümkündür. Sahabîler her ne
kadar cenazeyi görmeseler de namazda Hz. Peygamber'e (s.a.) tabidirler. Hz.
Peygamber'in (s.a.) Necâşî'den başka, uzakta ölenlerin hepsinin gıyâblarında
cenaze namazlarını kıldığının nakledilmemiş olması da bunu gösterir. Onun
yaptığı sünnet olduğu gibi terkettiği de sünnettir. Ondan sonra gelen birinin,
ölünün tabutunu uzak mesafeden gözüyle görmesine ve namazını kılması için cenazenin
kendisine yaklaştırılın asma yol yoktur. Artık bu işin ona mahsus olduğu
anlaşılmıştır. Rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) Muâviye b. Muâviye
el-Leysî'nin gıyabında cenaze namazı kildırmıştır.[1293]
Ancak bu rivayet sahih değildir. Çünkü rivayetin senedinde İbn Zeydil denilen
Alâ b. Zeyd adında biri
vardır. Onun hakkında
Ali b. el-Medînî:
"Hadis uydururdu" demiştir. Bu hadisi Mahbûb b. Hilâl, Atâ b.
Ebî Meymûne yoluyla Enes'ten rivayet etmiştir.[1294]
Buharî: "Ona ( = Mahbûb'a) mutâbaat edilmez" demiştir.
3- Şeyhülislâm İbn Teymiye diyor ki: Doğrusu
şudur: Uzakta olan kimse cenaze namazı kılınmayan bir yerde ölmüşse, onun
gıyabında cenaze namazı kılınır. Nitekim Hz. Peygamber (sia.), Necâşî'nin
cenaze namazını, kâfirler arasında öldüğü ve cenaze namazı kılınmadığı için
gıyaben kılmıştı. Şayet öldüğü yerde cenaze namazı kıhnmışsa artık gıyabında
namazı kılınmaz. Çünkü müslümanların, onun cenaze namazını kılmalarıyla farz
düşmüş olur.[1295]
Hz, Peygamber (s.a.}, uzakta ölen kimsenin gıyabında cenaze namazı kılmış; ama
kılmadığı da olmuştur. Onun yaptığı ve terkettiği sünnettir. Bunun yeri ayrı,
onun yeri ayrı... En iyisini Allah bilir. Hanbelî mezhebi içinde üç görüş
vardır; en doğrusu şu tafsilattır. Ama İmam Ah-med'in müntesiblerince meşhur
olan görüş, her halükârda uzakta bulunan kimsenin gıyabında cenaze namazı
kılınacağı yolundadır. [1296]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) yanından cenaze geçtiğinde ayağa kalktığı ve ayağa kalkmayı emrettiği
sahihtir. Oturup ayağa kalkmadığı da sahih yolla rivayet edilmiş ve bu yüzden
de bu konuda görüş ayrılığına düşülmüştür. Kimisi, "Ayağa kalkmak mensûhtur,
oturmak ise iki durumun en son olanıdır. "[1297]
kimisi: "Hayır. Her ikisi de caizdir. Hz. Peygamber'in (s.a.) ayağa
kalkması müstehab olduğunu, kalkmaması da caizliğini göstermek içindir"
demiştir. Bu ikinci görüş nesih iddiasından daha iyidir. [1298]
Ölüyü güneş doğarken,
batarken ve tam güneş tepede iken defnetmek Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı bir
iş değildi.[1299]
Kabrin kıble tarafına bir yarık oymak (lahd), kabri derinleştirmek ve ölünün
başı ile ayaklarının konacağı yeri genişletmek Hz. Peygamber'in (s.a.)
sünnetiydi. Aktarıldığına söre ölüyü kabre koyarken şu iki cümleden birini söyierdi:[1300]
Yine aktarıldığına göre ölü defnedilince kabrinin
üzerine baş tarafından üç kere toprak serperdi.Şekil 1[1301]
Ölünün defin işi
bittikten sonra ashabiyla birlikte ayağa kalkar ve iman üzere sebat etmesi
(sorguyu şaşırmadan cevaplandırması) için dua eder, orada bulunanlara da aynı
şekilde dua etmelerini emrederdi.[1302]
Günümüz insanlarının
yaptığı gibi kabrin başında oturup Kur'an okumaz, ölüye telkinde bulunmazdı.
Taberânî'nin Mu'cem'inde Ebu Ümâme'-den rivayet ettiği şu hadise gelince; bu
hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki:
"Bir din
kardeşiniz ölüp de kabrinin üzerini toprakla düzlediğinizde içinizden biri
kabrin baş tarafında durup: 'Ey falan!' diye seslensin; o kendisine sesleneni
işitir, ama cevap veremez. Sonra: 'Ey falan kadının oğlu
falan!' diye seslensin; ölü doğrulup
oturacaktır. Sonra yine: 'Ey falan kadının oğlu falan!' diye seslensin; o:
'Bizi irşad et, Allah sana rahmet etsin' diyecektir, ama siz farkına
varmazsınız. Sonra: 'Hatırla. Hani sen dünyadan ayrılırken Allah'tan başka
tanrı bulunmadığına, Hz. Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık
edip inanmıştın; Allah'ı Rab, İslâm'ı din, Hz. Muhammed'i peygamber, Kur'an'ı
lider edinmiş, bunlardan hoşnut olmuştun!' diye seslensin. Şüphesiz Münker ve
Nekir adlı melekler birbirlerinin elini tutar ve: 'Haydi gidelim. Davasının
delili kendisine telkin edilen birinin yanında oturmayalım,' der. Böylece
Allah, onların önünde o kişinin savunucusu durumunda olur. Hz. Peygamber'in
(s.a.) meclisinde bulunan bir adam: 'Ey Allah'ın Elçisi! Peki telkin yapan
kişi, Ölünün annesini bilmezse ne yapar?" diye sorunca, o da: 'Ey
Hawâ"mn oğlu falan, diyerek Havva'ya nisbet eder.' cevabını verdi."[1303]
Bu hadisin Hz.
Peygamber'e (s.a.) nisbeti (ref i) sahih değildir. Ancak, el-Esrem diyor ki:
Ebu Abdillah Ahmed b. Hanbel'e: "Ölü gömülünce bir adam kabrin başında
durup: Ey falan kadının oğlu falan! Hatırla. Hani sen dünyadan ayrılırken
Allah'tan başka tanrı bulunmadığına... inanmıştın! diyor. Halkın yaptığı bu iş
hakkında ne diyorsun?" diye sordum. Bunun üzerine şu cevabı verdi:
"Şamlılar dışında bunu yapan bir kimse görmedim. Ebu'l-Mugîre öldüğünde
birisi geldi, bu sözleri söyledi. Ebu'l-Mugîre, bu konuda Ebu Bekr b. Ebî
Meryem yoluyla, onun üstadlarının böyle yaptığını naklederdi. İbn Ayyâş'ın da
bu konuda bir rivayeti vardı."
Ben derim ki: İbn
Hanbel'in kasdettiği İbn Ayyaş hadisi, Taberânî'-nin Ebu Ümâme'den naklettiği
bu hadistir.
Sâid b. Mansûr, Sünen
inde Râşid b. Sa'd, Damra b.Habîb ile Hakîm b. Umeyr'in şöyle dediklerini
aktarmaktadır: Ölünün kabri düzlenip insanlar dağılınca kabri başında bir
kişinin ölüye üç kere "Ey falan! Allah'tan başka tann yoktur; tanıklık
ederim ki, Allah'tan başka tanrı yoktur! de. Ey falan! Rabbim Allah, dinim
İslâm, peygamberim Hz. Muhammed, de." şeklinde telkinde bulunup
ayrılmasını müstehab sayarlardı. [1304]
Kabirleri yüksek
yapmak; yapımında tuğla, taş ve kerpiç kullanmak, Çamur vs. ile sıvamak,
üzerlerine kubbeler yapmak, Hz. Peygamber'in (s.a.) Sünneti değildi. Bunların
hepsi bid'attir. Mekruhtur; Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetine aykırıdır. Allah
Rasûlü (s.a.), Ali b. Ebî Tâlib'i (r.a.) Yemen'e hiçbir put bırakmadan hepsini
yok etmek ve yüksek olan her kabri yerle bir etmek için göndermişti.[1305] O
halde şu yüksek kabirlerin hepsinin yerle bir edilmesi Hz. Peygamber'in (s.a.)
sünneti demektir. Kabrin kireçle yapılmasını, üzerine bina kondurulmasını ve
yazı yazılmasını yasaklamıştır.[1306]
Ashabının kabirleri ne
yüksek, ne de yere yapışık (yayvan) idi. Onun ve iki arkadaşının (Hz. Ebu Bekir
ile Hz.Ömer) kabirleri de bu şekilde idi. Hz. Peygamber'in (s.a.) kabri deve
hörgücü gibi tümsek ve kızıl arazi çakılları ile kaplanmıştı; yapılı değildi.
Aynı zamanda çamurla sıvanmış da değildi, İki arkadaşının kabri de böyleydi.[1307]
Kabrini belli etmek
istediği kimsenin kabrine! alâmet olarak bir taş dikerdi.[1308]
Allah Rasûlü (s.a.)
mezarların mescid edinilmesini, üzerlerinde kandiller yakılmasını yasaklamiş[1309] ve
bunları yapanları lanetleyerek bu konudaki yasağın şiddetini ortaya koymuştur.
Mezarlara doğru namaz kılmayı yasaklamıştır. Ümmetine, kendi kabrini bayram
yerine çevirmemelerini emretmiş, kabir ziyaretlerini alışkanlık haline getiren
kadınları lânetlemiştir.[1310]
Kabirlere karşı
saygısızca davranmamak, onları çiğnememek, üzerleri ne oturmamak ve yaslanmamak[1311]
saygı göstermek amacıyla kabirleri mes cid haline çevirip yanlarında ve
yakınlarında onlara doğru namaz kılma mak, onları bayram ve put edinmemek Hz.
Peygamber'in (s.a.) sünneti idi[1312]
Hz. Peygamber (s.a.),
ashabının mezarlarını onlara dua etmek, rân met okumak ve onlar için bağışlanma
dilemek amacıyla ziyaret ederdi. Üm metine meşru kılıp onlar için sünnet
yaptığı ziyaret şekli işte budur. Kabir leri ziyaret ettiklerinde şöyle
demelerini emretmişti:
"Ey bu diyarda
yatan iman ehli müsiümanlarl Es-Selâmü aleyküm! Biz de -inşaattan- sizin
aranıza katılacağız. Allah'tan hem bizim, hem sizin için afiyet dileriz. "[1313]
Hz. Peygamber (s.a.),
kabirleri ziyaretinde Ölünün cenaze namazını kıldırırken okuduğu dua gibi dua
eder; Allah'tan rahmet ve af dileklerinde bulunur; cenaze kılarken yaptığını
yapardı. Müşrikler ise ille de dayatıp Hz. Peygamber'in (s.a.) tavrının aksine
ölüye dua eder, onu Allah'a ortak tutar, onun adına Allah üzerine yemin eder,
ihtiyaçlarını ondan ister, ondan yardım diler ve ona yönelirler. Hz.
Peygamber'in (s.a.) tavrı, yalnızca tevhidden, ölüye iyilikte bulunmaktan
ibarettir. Bu müşriklerin tutumları ise hem kendilerine hem de ölüye karşı
kötülükte bulunmak ve şirkten ibarettir. Bunlar üç kısımdır. Ya ölüye dua
ederler, ya onun adıyla ya da onun yanında dua ederler. Öte yandan ölünün
yanında yapılan duanın mes-cidlerde yapılan duaya göre daha çok kabule şayan
olduğuna inanırlar. Kim Allah Rasûlü (s.a.) ve onun ashabının tutumlarını iyice
düşünürse iki durum arasındaki fark ortaya çıkar. Başarı yalnız Allah'tandır. [1314]
Hz. Peygamber (s.a.)
ölünün ailesine taziyede ( = başsağlığı dileklerinde) bulunurdu. Taziye için
toplanmak ve sevabım ölüye bağışlamak üzere kabri yanında veya herhangi bir
yerde Kur'an okumak Hz. Peygamber'in (s.a.) tutumlarından değildi. Bunların
hepsi sonradan ortaya çıkmış çirkin bid'atlerdir.
Allah'ın hükmüne
teslim olup rıza göstermek, Allah'a hamdetmek ve istircâ eylemek Hz.
Peygamber'in (s.a.) davranışlarındandır.[1315]
Yine Peygamberimiz (s.a.), başına gelen musibetten dolayı elbisesini
parçalayandan, yüksek sesle ölünün iyiliklerini sayarak ağlayandan ya da
saçmı-başını yolandan uzak olduğunu bildirmiştir[1316]
Hz. Peygamber (s.a.)
ölünün ailesinin, gelen insanlara yemek hazırlama zahmetinde bulunmamalarını
söylemiş; hatta diğer insanların onlar için yemek yapıp getirmelerini
emretmiştir.[1317] Bu
ise en güzel davranış ve huylardan olup aynı zamanda ölünün ailesine karşı
büyük bir şefkat örneğidir. Çünkü başlarına gelen musîbet onları oyaladığından
insanlara yemek hazırlamaktan alıkoymaktadır.
[1318]
Ölen insanın öldüğünü
ilân etmemek Hz. Peygamber'in (s.a.) tutumlarından biridir. Hatta bundan
meneder ve: "Bu iş, câhiiiyye\ devri âdetlerindendir" derdi. Huzeyfe,
(bir yakını) öldüğünde ailesinin insanlara durumu bildirmesini hoş görmemiş ve:
"Ölüm ilâm olmasından korkarım" demiştir.[1319]
Allah (c.c), korku ve
yolculuk bir arada bulunduğunda namazın rükünlerinin kısaltılmasını ve rekât
sayısının azaltılmasını; yolculukta bulunup da korkulacak bir durum
olmadığında ise yalnızca rekât sayısının azaltılmasını; korkulacak bir durum
bulunup da yolculuk olmadığında da sadece rükünlerin kısaltılmasını mubah
kılmıştır. İşte bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) tutumlanndandır. Âyette geçen
"kasr = kısaltma"nın yeryüzünde gitmek ve korku ile
smirlandırılmasmın hikmeti bu şekilde bilinmiş olur. [1320]
1- Hz.
Peygamber (s.a.) korku namazı kılarken -şayet düşman, kıblesi ile kendisi
arasında ise- bütün müslümanları arkasına saf saf dizer; kendisi tekbir alınca
arkasındakilerin hepsi de tekbir alırdı. Sonra rükû eder, onlar da hep birden
rükû ederler; sonra rükûdan doğrulur, arkasındakiler de onunla beraber hep
birlikte doğrulurlar; sonra *Hz. Peygamber (s.a.) ve özellikle hemen onun
arkasındaki saf secdeye kapanır, diğer saf düşmana karşı ayakta kalırdı. Bu
şekilde birinci rekâtı bitirip ikincisine kalkınca arkadaki saf Hz.
Peygamber'in (s.a.) kalkmasını müteakip iki secde yapıp ayağa kalkar; birinci
saffın yerine ilerler, birinci saf ise gerileyerek onların yerlerine geçerdi.
Böylece her iki grup da birinci safta bulunma faziletini elde etmiş ve tıpkı
ilk rekâtın secdesini birinci saffın Hz. Peygamber (s.a.) ile yaptığı gibi
burada da ikinci saf ikinci rekâtın secdesine yetişip O'nunla birlikte yapmış
olur. Sonuçta her iki grup da hem Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber kılmaya
yetişebildikleri ve hem de kendi başlanna kaza ettikleri namaz bölümlerinde
birbirlerine eşit durumda olurlardı. En âdil oian da budur. Hz. Peygamber
(s.a.) rükû edince her iki grup da ilk kez yaptıkları
gibi yapardı. Hz. Peygamber (s.a.)
teşehhüde oturunca arka saf iki secde yapar, teşehhüdde O'na katılırlar ve Hz.
Peygamber'le (s.a.) beraber hep birlikte selâm verirlerdi.'[1321]'
2- Düşman
kıble yönünde değilse, bu durumda;
a) Kimi zaman cemaatı, bir grup düşman
karşısında duracak ve bir grup da kendisi ile birlikte namaz kılacak şekilde
iki gruba ayırırdı. Gruplardan biri O'nunla birlikte bir rekât kılar; sonra o
grup namaz içinde diğer grubun yerine geçer; diğer grup gelir beriki grubun
yerine geçer, Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte ikinci rekâtı kılar; sonra
selâm verirdi. Her grup imam selâm verdikten sonra birer rekât kaza kılardı.[1322]
b) Kimi zaman iki gruptan birine bir rekât
kıldırır; sonra ikinci rekâta kalkar ve kendisi dururken namaz kıldırdığı grup
bir rekât kaza kılar ve Hz. Peygamber (s.a.) rükû etmeden önce o grup selâm
verirdi. Öteki grup gelir; O'nunla birlikte ikinci rekâtı kılar; Hz. Peygamber
(s.a.) teşehhüde oturunca ayağa kalkarlar; Allah Rasûlü (s.a.) teşehhüdde
onları beklerken bir rekât kaza kılarlar ve teşehhüdü okumalarının ardından Hz.
Peygamber (s.a.) onlara selâm verdirir di.[1323]
c) Kimi zaman iki gruptan birine iki rekât
kıldırır; bu grup Hz. Pey-gamber'den (s.a.) önce selâm verirdi. Öteki grup
gelir, Hz. Peygamber (s.a.) onlara son iki rekâtı kıldırır ve selâm verdirirdi.
Böylece kendisi dört, cemaat ise ikişer rekât kılmış olurdu.[1324]
d) Kimi zaman da iki gruptan birine iki rekât
kıldırır, onlara selâm verdirirdi. Sonra öteki grup gelir, onlara da iki rekât
kıldırır ve selâm verirdi. Böylece her
gruba ayrı bir namaz kıldırmış olurdu.[1325]
e) Kimi zaman ise iki gruptan birine bir rekât
kıldırır; o grup gider hiçbir kaza kılmaz. Diğeri gelir, onlara da bir rekât
kıldırır ve bu grup da hiçbir kaza kılmazdı. Böylece kendisi iki, cemaat ise
birer rekât kılmış olurdu.[1326] Bu
anlatılan çeşit çeşit namazların hepsi de caizdir.
İmam Ahmed, "Korku
namazı konusunda rivayet edilen hadislerin hepsine göre uygulamada bulunmak
caizdir." diyor ve bir başka yerde şunları söylüyor: "Bu konuda altı
veya yedi çeşit rivayet vardır. Hepsi de caizdir."
el-Esrem anlatıyor:
Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'a: "Her hadis kendi yerinde olmak üzere
bütün bu hadislerle amel edileceği görüşünde misin, yoksa bunlardan birini
tercih mi ediyorsun?" diye sordum. O da cevaben: "Ben, kim bunların
hepsiyle amel edileceğini savunuyorsa iyi etmiş olur, diyorum" şeklinde
cevap verdi.
Buna göre İmam Ahmed,
her grubun imamla birlikte birer rekât kılmakla yetinip hiçbir kaza
kılmamalarını caiz görüyor demektir. İbn Ab-bas, Câbir b. Abdillah, Tâvûs,
Mücâhid, Hasan (el-Basri), Katâde, el-Hakem ve İshâk b. Rahûyeh de bu
görüştedirler. el-Mûğnt sahibi (İbn Kudâme): "Ahmed'in sözünün genel
ifadesi bunun caiz olmasım gerektirir; ama mezheb âlimlerimiz bunu inkâr
etmektedirler." diyor.
Hz. Peygamber'den
(s.a.) korku namazının başka kılınış şekilleri de rivayet edilmişse de bunların
hepsi sonuçta yukarıda sıralananlara döner. Bu anlatılanlar, esas olanlarıdır;
metinlerinin bir kısmının farklı gelmesi de muhtemeldir. Bazıları bunları ona
çıkartmıştır. Ebu Muhammed İbn Hazm, onbeş kadar ayrı kılınış şekli anlatmışsa
da doğrusu bizim başta belirttiğimizdir. Bunlar, olayı anlatan ravilerin
rivayet farklarını görür görmez, bu farkları Hz. Peygamber'in (s.a) farklı
uygulama şekilleri olarak alıyorlar. Oysa bu farklar sadece râvilerin
ihtilafından kaynaklanmaktadır. En iyi bilen Allah'tır. [1327]
[1] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/13-15.
[2] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/15-16.
[3] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/16-18.
[4] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/18-19.
[5] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/19-20.
[6] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/20-24.
[7] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/24.
[8] İsrâ, 17/44.
[9] Ahmed, 2/50, 92. Senedi hasendir. İbn Teymiye,
el-fktizâ'da. {s.39), hadisin senedinin ceyyid; Hafız el-Irâkî, İhya'da sahih
olduğunu söylemiş ve Hafız îbn Hacer ise senedi .Fethu'l-Bârt'de (10/230) hasen
saymıştır. Hadisin son cümlesini Ebu Davud (4031) rivayet etmiş ve Buharî,
Sahih'inde bir bölümünü muallak olarak kaydetmiştir. Ayrıca bu konuda hasen bîr
senedle mürsel bir hadis de İbn Ebî Şeybe tarafından rivayet edilmiştir.
[10] Âl-i İmrân, 3/139.
[11] Münâfikûn, 63/8.
[12] Muhammed, 47/35.
[13] Enfâl, 8/64.
[14] Enfâl, 8/62.
[15] ÂI-i İmrân, 3/173.
[16] Tevbe, 9/59.
[17] Haşr, 59/7.
[18] İnşirah, 94/7-S
[19] Zümer, 39/36.
[20] Buharı", 2/8; Müslim, 44; Nesâî, 8/114, 115; İbn
Mâce, 67; Ahmed, Müsned, 3/207. tbn Battal, Kadı Iyaz gibi bazı âlimler
diyorlar ki: Sevgi (muhabbet) üç türlüdür: 1- Saygı gösterme ve büyük sayma
sevgisi. Meselâ, baba sevgisi. 2- Şefkat ve merhamet sevgisi Meselâ, evlat
sevgisi. 3- Hoş ve uygun bulma sevgisi. Meselâ, diğer İnsanları sevmek gibi.
Hz. Peygamber (s.a.) kendi sevgisi konusunda bütün bu sevgi sınıflarını bir
arada kasdetmiştir. Hadiste geçen "iman etmiş olmaz- " sözü, kâmil (
= olgun) bir imana ulaşmış olmaz anlamındadır. Yoksa imanın aslı bu sıfatı elde
etmemiş kimsede de mevcut olur.
[21] Yazarın dikkat çektiği âyet şudur: "Hayır, Rabbine
yemin olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tutup sonra senin
verdiğin hükmü —içlerinde bir sıkıntı duymadan— tamamen kabul etmedikçe inanmış
olmazlar," (Nisa, 4/64).
[22] Ahzâb, 33/36.
[23] Kasas, 28/68.
[24] Mü'minûn, 23/33.
[25] Zuhruf, 43/31-32.
[26] EıTâm, 6/124.
[27] Kasas, 28/68.
[28] Hac, 22/73-76.
[29] Kasas, 28/69.
[30] En'âm, 6/124.
[31] Kasas, 28/65-68.
[32] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/29-38.
[33] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/39.
[34] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/39.
[35] Buharî'de (97/22) Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir
hadiste Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Cennette yüz derece (kat)
vardır. Allah, onları kendi yolunda cihad edenler için hazırladı. Her iki
derecenin arası gök ile yer arası kadardır. Allah'tan dilekte bulunduğunuz
vakit, O'ndan Fîrdevs'i dileyin. Çünkü o, cennetin ortasıdır ve cennetin en
üstün yeridir. Onun üstünde Rahman'ın Arş'ı vardır. Cennetin ırmakları oradan
fışkırır."
[36] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/40.
[37] Müslim, Sahih, 770. Hz. Peygamber (s.a.) bu duayı
teheccüd namazının başlangıcında okurdu.
[38] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/40.
[39] Ahmed, Müsned, 5/178, 179, 265, 266; İbn Hibbân, 94.
Hadisin senedi çok zayıftır. Hâkim, Müstedrek'te (2/262) Ebu Ümame'den rivayet
eder ki, bir adamla Hz. Peygamber (s.a.) arasında şu konuşma geçmiştir. Adam
sordu:
— Ey Allah'ın Rasûlü! Hz. Âdem bir peygamber mi
idi?
— Evet, o, kendisine bilgi verilmiş ve
konuşturulmuş biridir.
— Onunla Hz.
Nûh arasında ne kadar zaman geçmiştir?
— On asır.
— Hz. Nûh ile Hz. İbrahim arasında ne kadar
zaman geçmiştir?
— On asır. Sordular:
— Ey Allah'ın Rasûlü! Ne kadar rasûl geçmiştir?
— Üç yüz on beş kişilik bir grup.
Hâkim, bu hadisin
senedini Müslim'in şartlarına göre sahih saymış, ZehöfcHKfe ona katılmıştır.
[40] Ahzâb 33/7.
[41] Şûra, 42/ia.
[42] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/41.
[43] Müslim, Sahih, 2276. Vasile b. el-Eskâ (r.a.)
anlatıyor: Allah Rasûlü'nün (s.a) şöyle buyurduğunu İşittim: "Allah,
İsmail soyundan Kinane'yi süzüp seçti. Kinane'den Ku-reyş'i süzüp seçti.
Kureyş'ten Hâşimoğullarım süzüp seçti. Hâşimoğullarından da beni süzüp
seçti." Kinane, birkaç kabilenin toplu adıdır. Ataları, Kinâne b. Huzeyme
adında biridir. Tirmizî, bu hadisi benzer bir metinle (3612 ve 2609) rivayet
ettikten sonra diyor ki: "Bu hadis, hasen-sahihtir".
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/41-42.
[44] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/42.
[45] Ahmed, Müsned, 5/5; İbn Mâce, 4288; Tirmizî, 3004.
Senedi hasendir. Tirmizî: "Bu hadis hasendir" demiş; Hâkim ise sahih
olduğunu söylemiş ve Zehebî de ona katılmıştır.
[46] Tirmizî, 2549; Ahmed, 5/347; îbn Mâce, 4289. Senedi
sahihtir. İbn Hibbân ve Hâkim (1/82) sahih olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda
Taberanî'de İbn Abbâs, İbn Mes'ûd ve Ebu Musa'dan hadîs rivayet edilmektedir.
[47] Müslim, Sahih, 222. Ayrıca bu konuda Buharı ve
Müslim'de (221) İbn Mes'ûd'dan hadis
rivayet edilmektedir.
[48] Hafız İbn Hacer, Fethu'l-Barî'de (11/336) diyor ki:
Herhalde Hz. Peygamber (s.a.), Rabbinin merhametini düşünerek ümmetinin, cennet
halkının yansı olmasını ümit edince Allah ona hem umduğunu verdi, hem de buna
ilâve yaptı.
[49] Ahmed, Müsnedt 6/450. tsnâdı hasendir. Heysemî, bu
hadisi Mecma'uz-Zevâid'ds kaydettikten sonra diyor ki: Hadisi, Ahmed, Bezzâr ve
Taberanî (Kebîr ve Evsafta) rivayet etmiştir. Ahmed'in râvileri —Hasen b.
Sevvâr ile Ebu'l-Halbes Yezîd b. Mey-sere dışında— Sahih-i Buharı râvileridir.
Bu iki râvi de sikadır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/42-43.
[50] Buharî, 25/4, 27/9, 27/10; Müslim, 1350. Metin
Müslim'e aittir.
[51] Tirmizî, 810; Nesâî, (5/115); Ahmed, 3669. Senedi
hasendir. Ayrıca bu konuda Ah-med (167) ve Ibn Mâce'de (2887) Hz. Ömer'den;
Nesâî'de (5/115) İbn Abbas'tan şahid hadis vardır. Bu iki hadisle buradaki
hadis sahih mertebesine çıkar.
[52] Buharî, 26/1; Müslim,
1349.
[53] Tîn, 95/3.
[54] Beled, 90/1.
[55] Matbu Sünen-i Nesâfdt yoktur. Herhalde Nesâî'nin
Sünen-i Kübrâ'smda. olacaktır. Hadis, Ahmed'in MüsnecTinde (4/5) rivayet
edilmektedir, tsnâdı sahihtir. İbn Hibbân (1027), sahih olduğunu söylemiştir.
[56] Ahmed, 4/305; Tirmizî, 3921; îbn Mâce, 3108. İsnadı
sahihtir. İbn Hibbân (1025), sahih olduğunu söylemiştir.
[57] Buharî, 60/8; Müslim, 520. Hafız İbn Hacer,
Fethu'I-Bârî'âe diyor ki: Bu hadis, "İnsanlar için kurulan ilk ev,
şüphesiz Mekke'dekidir. " âyetinden ne kastedilidiğini açıklamaktadır.
Buradaki "ev"den maksadın gelişigüzel evler olmadığını, aksine
"ibadet evi" anlamına geldiğini gösterir. Bu durum Hz. Ali'den, tshak
b. Râhuyeh ve İbn Ebî Hâtim'in sahih isnâdla aktardıkları bir rivayette açık
olarak şu şekilde İfade edilmiştir: Kabe'den önce de evler vardı. Ancak
Allah'a ibadet için ilk kurulan ev odur.
[58] En'âm, 6/92; Şûra 42/7.
[59] Müslim'in (395) Ebu Hureyre'den rivayetine göre, Hz.
Peygamber (s.a.), "Kim kıldığı bir namazda Ümmü'l-Kur'ân'ı okumazsa o
namaz noksandır, tam değildir." sözünü üç kere tekrarlamıştır. Ahmed
{5/114), Tîrmizî (3124) ve Nesâî (2/139), Übey b. Kâ'-b'den naklen Allah
RasûhVnün şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Allah
(c.c.J ne Tevrat'ta, ne
de incil'de Ümmü'l-Kur'an gibisini indirmiştir. Seb'-i Mesanî (tekrar tekrar
okunan yedi âyet) odur. Allah: Bu sûre benimle kulum arasında paylaştırılmıştır;
kuluma istediği vardır, buyurdu. " Hadisin isnadı sahihtir. İbn Hİbbân
sahih olduğunu söylemiştir.
[60] Mîkat: Hacıların ihram kuşandıkları yere denir.
Medineliler Zulhuleyfe'de, Iraklılar Zâtu IrVta, Şamlılar Cuhfe'de, Necidliler
Karn'da, Yemenliler Yelemlem'de ve deniz yoluyla Kızıldeniz'den gelenler
Râbîg'de ihrama girerler.
[61] Hac, 22/25.
[62] Hac, 22/26.
[63] En'âm, 6/124.
[64] En'âm, 6/53.
[65] Kasas, 28/67.
[66] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/43-50.
[67] Ebu Davud, 1765; Ahmed, 4/350. Senedi sahihtir. Hâkim
(4/221), sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır. Kurbanın ilk
gününün en büyük hac günü diye isimlendirilmesi, hac fiillerinin büyük
çoğunluğunun o gün yapılmasından kaynaklanmaktadır. Yevmii'l-karr, kurbanın
ikinci günü olup Zilhicce ayının onbirinci günüdür, insanlar o günde Mina'da
karar kıldıkları ve ifaza tavafı ile kurban kesmeyi bitirip istirahata
çekildikleri
için
bu adı almıştır.
[68] Müslim, 1162. Allah Rasûlü'ne (s.a.), arefe günü
tutulan oruç soruldu; "Geçen seneye ve baki seneye keffaret olur"
buyurdu.
[69] Müslim, 1348;
Nesâî, 5/250; İbn Mâce, 3014.
[70] Tevbe, 9/3.
[71] Buharı, Tefsir, 65/2 (Tevbe); Müslim, 1347. Humeyd b.
Abdurrahman, Ebu Hurey-re'nin şunları anlattığını rivayet eder: Hz. Ebu Bekir
(r.a.) veda haccından önceki o haçta beni, İlan yapacak kişiler arasında
gönderdi. Onları, kurban günü Mina'da insanlara: "Dikkat edin! Bu seneden
sonra hiçbir müşrik hac yapmayacak ve hiç kimse Beytullah'ı çıplak olarak
tavaf edemeyecektir." diye ilan etmeleri için göndermişti. Humeyd diyor ki:
Sonra Hz. Peygamber (s.a.) Ali b. Ebî Talib'i terkisine aldı ve ona Beraat
(Tevbe) sûresini ilan etmesini emretti. Ebu Hureyre diyor ki: Hz. Ali, bizimle
beraber kurban'ın ilk günü Mina'dakilere Beraat sûresini, bu seneden sonra
hiçbir müşrikin haccedemeyeceğini ve hiç kimsenin çıplak olarak tavaf
edemeyeceğini İlan etti.
[72] Ebu Davud, 1945; İbn Mâce, 3058. Senedi sahihtir.
Ayrıca Buharı de muallak olarak vermiştir.
[73] Buharı (13/11), şu metinle rivayet ediyor: "Hz.
Peygamber (s.a.): Diğer günlerde amel bu günlerde olduğu kadar faziletli
değildir, buyurdu. Cihan da mı? diye
sordular. Evet, cihad da. Ancak bir adam ki canım, malını tehlikeye atarak
cihada çıkıyor, hiçbir şey getirmiyor, işte bu müstesna, cevabını verdi."
Yukarıda geçen metin şu kaynaklarda yer almaktadır: Ebu Davud, 2438; Tirmizi,
757; İbn Mâce, 1727. İsnadı sahihtir.
[74] Fecr, 89/1-2.
[75] Taberanî, Kebîr, 3/110/1. Hadisin tam metni
şöyledir: "Allah katında
Zilhicce'-nin on gününden daha büyük ve amel işlemenin Allah'a daha sevimli
olduğu günler yoktur. Bu yüzden o günlerde bol bol "Sübhanallah ",
"Elhamdülillah ", "Lâ ilahe illallah " deyin ve çokça
tekbir getirin." Biri dışında hadisin râvileri sikadır. O râvinin, bu
hadisin rivâyetindeki son cümlesine mutabaat edilmemiştir. Bununla birlikte Münzirî,
et-Tergîb ve'l-Terhîb'de (2/24), isnadını ceyyid saymış ve Heysemî de
Mecmau'z-Zevâid'de (4/17): "Râvileri sahih râvilerdir" demiştir.
[76] Tevriye günü: Zilhicce'nin sekizinci günü olup arefe
gününden Önceki gündür. Hacılar o gün Mina'ya gitmeye niyet eder, orada
bulunmadığı için kendilerini ve hayvanlarını gereği gibi suya kandırdıklarından
bu adı almıştır. Yahut Hz. ibrahim (a.s.), oğlunu kurban etme rüyasını o gece
gördü ve adı geçen günde gördüğü rüyayı düşünüp terev-vî (= tefekkür)
etti.'Ertesi gün rüyanın rahmani olduğunu anladı. Onuncu gün oğlunu kesmeye
kalkıştı. Bkz. Asım Efendi, Kâmûs-ı
Okyanus, 4/990, istanbul, 1305.
[77] Buharı, 32/3; Müslim,
1169.
[78] Buharî, 30/6; Müslim, 759.
[79] İbn EM Şeybe, Musannef, 2/84/1. Senedi sahihtir.
[80] İbn Hibbân, Sahih, 551. Senedi hasendir.
[81] Bu metni Müslim (854), Tirmizî (488) ve Nesâî (3/89,
90) Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir. Evs. b. Evs'ten gelen rivayetin ibn
Hibbân'daki (550) metni şöyledir: "Doğrusu cuma günü günlerinizin en
faziletlilerindendir. Allah, Âdem'i o gün yarattı ve canını o gün aldı.
tsrâfıt, Sûr'a o gün üfleyecektir. Bütün canlılar o gün ölecektir. O gün bana
çokça salavat getirin. Zira sizin satavatlartmz bana arzedilir. Ashab: Sen
çürüdüğün halde nasıl satavatlanmız sana arzohtnabilir? diye sordular. Allah
fc.c.) yere bizim /yani peypamberlerin) cesedlerini yemeyi haram kıldı,
karşılığını verdi." Hadisin senedi sahihtir. Ayrıca Ebu Davud (1047) ile
Nesâî (3/91)de rivayet etmiştir.
[82] Ebu Davud, 1048; Nesâî, 3/99, 100. Cabir b. Abdullah'tan
gelen bu hadiste Allah Rasûlü (s.a.) buyuruyor ki: "Cuma günü on ikidir
—saati kastediyor— (o gün öyle bir saat vardırki) herhangi bir müslüman
Allah'tan (c.c.) birşey isterse Allah (c.c.) mutlaka onun dileğini yerine
getirir. O saati ikindiden sonraki en son saatte arayın." Senedi
ceyyiddir. Hâkim sahih savmış (1/279), Zehebî de ona katılmıştır. Nevevî sahih
olduğunu söylerken, Hafız tbn Hacer hasen olduğunu söylüyor. Aynca Tinnizî'nin
(489) Enes b. Mâlik'den: "Cuma günü duanın mutlaka kabulü umulan saati,
ikindiden sonra güneş batımına kadar arayın" metniyle rivayet ettiği bir
şahid hadis daha var ki, bu hadis de şahid hadisler sayesinde hasen
derecesindedir.
[83] Ebu Davud, 2440; îbn Mâce, 1732; Ahmed, 2/304, 446. Senedi zayıftır.
[84] Buhârî, 30/65; Müslim, İ123; Mâlik, Muvatta, 1/375.
Tirmizî (751) rivayet eder ki: İbn Ömer'e, arefe günü oruç tutmayı
sorduklarında, "Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte haccettim, oruç
tutmadı. Ebu Bekir ile birlikte yaptım oruç tutmadı. Ömer ile birlikte yaptım,
oruç tutmadı. Osman île birlikte yaptım oruç tutmadı. Ben de o gün oruç tutmam.
Ancak ne emrederim, ne de yasaklarım." cevabını verdi. Bu hadisin râvileri
sahih râvilerdir.
[85] Ahmed, 4/152; Ebu Davud, 2419; Tirmizî, 773. Hadisin
metni şöyledir: "Arefe günü, kurban günü ve teşrik günleri biz
müslümanlann bayramıdır. O günler yeme, içme günleridir. " Tirmizî hadisin
hasen-sahih olduğunu söylüyor. Hâkim (1/434) ise, sahih saymış ve Zehebi ona
katılmıştır.
[86] Mâide, 3/5.
[87] Buharî, 2/33, 65/2' (Mâide sûresi tefsiri); Müslim,
3017.
[88] Müslim, 852, 854; Mâlik, Muvatta, 1/108; Ebu Davud, 1046; Tirmizî, 488.
[89] Buharî, 11/10; Müslim, 880; Nesâî, 2/159 Ebu
Hureyre'den. Aynca Müslim, 889;| Tirmizî, 520; Ebu Davud, 1074; Nesâî, 2/159; Ahmed, 3/234, İbn
Abbas'tan.
[90] Şâfıî, el-Ümm, 1/185. Zayıf senedle Enes b. Mâlik'den
benzerini rivayet etmiştir. Ta-berî ise Câmiu'l-Beyân'da (26/175), yine zayıf
senedle buradakinden daha geniş olarak rivayet etmiştir.
[91] Müslim (1348), Hz. Âişe'den son cümle dışındaki kısmı
rivayet etmiştir. İbn Huzeyme (1/279/2), İbn Hibbân (1006) ve Begavî
(Şerhu's-Sünne, 1931), Cabir'den rivayet ederler ki: Allah Rasûlü (s.a.) şöyle
buyurdu: "Arefe günü olunca Allah en yakın semaya iner ve Arafat'ta vakfe
yapanlarla meleklerine övünür ve der ki: Bakın, kullarıma! Ta uzaklardan saçtan
başlan dağınık, toz duman içinde kavurucu sıcaklarda bana geldiler. Sizi şahit
tutuyorum, ben bunları bağışladım." Hadisin râvüeri sikadır. Ancak
Ebu'z-Zübeyr'in tedlisi sözkonusudur. Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhîb'de (2/128)
Enes b. Mâlik'den rivayet eder ki: "Hz. Peygamber fs.a.) güneş batacakken
Arafat'ta vakfe yaptı. Ey Bilâl! İnsanlan sustur, beni dinlesinler, buyurdu.
Bilâl ayağa kalktı ve: Susun! Allah Rasûlü'nü (s.a.) dinleyin, diyerek
insanları susturdu. Hz. Peygamber (s.a.) bunun üzerine: Ey insanlar! Az önce
Cebrail bana geldi, Rabbimden selâm getirdi. Allah, Arafat'takileri ve Meş'ar-i
Haram 'dakii'eri bağışladı ve onların geleceklerini garanti altına aldı,
buyurdu. Bu sözler üzerine Ömer İbnü'l-Hattâb ayağa kalkıp. Ey Allah'ın Rasûlü!
Bu yalnızca bize mi mahsus? diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): Sizin için ve
sizden sonra kıyamet gününe kadar gelecekler için, cevabım verdi. Ömer
İbnü'l-Hattâb: Allah'ın hayrı bol ve hoş, dedi." Hadisin isnadı sahihtir.
[92] Nahl,
16/32.
[93] Zümer, 39/73.
[94] Nûr, 24/26.
[95] Nahl, 16/38-39.
[96] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/50-63.
[97] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/65-66.
[98] Buharî'de (1/6) bir zamanlar Peygamber düşmanı olan
Ebu Süfyan'dan rivayet edilen uzunca bir hadiste deniyor ki: "Hirakl bana
ilk olarak; İçinizde nesebi nasıldır? diye sordu; ben de: O, aramızda soylu
birisidir, cevabını verdim,"
[99] Bu isimler silsilesi arasında "oğlu"
anlamına gelen "bin" kelimesi vardı. Gerek duymadığımız için onu
yazmazdık. Bu silsiledeki her önceki isim, bir sonrakinin oğlunun ismidir.
[100] Hûd, 11/70. Kıraat imamları "Ya'kûb"
kelimesinin son harfinin harekesi ne olacağı konusunda ihtilaf etmişler ve İbn
Kesîr, Nâfı, Ebu Amr, Kisâî, Âsım'ın râvisi Ebu Bekir "Ya'kûbu"
şeklinde ref ile; İbn Âmir, Hamza, Âsım'ın râvisi Hafs "Ya'kûbe"
şeklinde nasb ile okumuşlardır. Zeccâc diyor ki: Ya'kub'un ref inde İki vecih
vardır: 1- Muahhar mübteda olmak üzere, anlamı başta imiş gibi verilir. O zaman
anlam şöyle olur: "İshak'm arkasından o kadının Ya'kûb (adlı oğlu) dünyaya
geldi." 2-"İshak'ın arkasından o kadının Ya'kûb (adlı oğlu) sabit
oldu" Nasb üe okuyan manaya yüklemiştir. Mana: O kadına İshak'ı
bağışladık ve yine o kadına Ya'kûb'u bağışladık.
[101] Saffât: 37/103-112.
[102] Zâriyât, 51/24-25,28.
[103] Kasas, 28/5.
[104] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/69-73.
[105] îrhâs: Peygamberlik döneminden önce peygamberlerde
beliren harikulade haller. Meselâ, Hz. Peygamber'in (s.a.) doğduğu yıl Kabe'yi
yıkmaya gelen Ebrehe, komutanlı-ğındaki Yemen ordusu filleriyle saldırıya
geçince Allah, Ebabil kuşlarını göndermiş ve kuşlar askerlere küçük küçük
taşlar atmış ve böylece Yemenliler emellerine ulaşamamışlardır.
[106] Tirmizî, 3624. Senedi sahihtir. Hafız İbn Hacer,
el-fcâbe'de diyor ki: Hadisin râvileri sikadır. Ebu Bekir ile Bilâl'ın bu
hadiste adlarının geçmesi sağlıklı değildir. Hadisi Bezzâr, Müsned*mde;
"Amcasıyla birlikte bir adam gönderdi" metniyle rivayet ediyor. Bkz. tbn Kesîr, el-Bidâye, 2/285-286.
[107] Buharı, 62/20.
[108] Buharı, 1/3; Müslim,
160.
[109] Bakara, 2/185.
[110] Şeyh Cemaleddin Ebu Zekeriyya Yahya b. Yusuf b. Yahya
es-Sarsarî. Sarsar dat'a iki fersah uzaklıkta bir köy adıdır. es-Sarsarî, lügat
bilginidir ve güzel vardır. Divanı ve methiyeleri dillerde dolaşmaktadır. Kendi
asrında Hassan b. gibiydi. 656/1258 senesinde Tatarlar Bağdat'a girdikleri gün
onu Öldürdüler
[111] İbn Cerîr (2/144) ve Hâkim (Müstedrek, 2/530):
"Onun Kadir gecesi indirdik" âyetinin tefsiri konusunda İbn Abbas'ın
şunları söylediğini rivayet ederler: "Kur'an Kadir gecesinde bir defada
toptan dünya semasına indirildi. Yıldızların mevkisinde idi. Allah,
Peygamberine (s.a.) birbiri ardınca oradan indirdi. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
"İnkâr edenler: Kur'an, ona bir defada toptan indirilseydi ya! derler.
Oysa biz onu senin kalbine yerleştirmek için bu şekilde azar azar indirir ve
onu ağır ağır okuruz." (Furkân, 25/32). Bu rivayetin isnadı sahihtir.
Hâkim sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır. Süyûtî de
ed-Dürru'l-Mensûr'da (6/370) kaydetmiş ve ayrıca tbn Dureys, tbn Münzir, İbn
Ebî Hatim, İbn Merdûyeh ve Beyhakf nin —DelâiCds— de rivayet ettiklerini ilâve
etmiştir.
[112] Hadis, şu şahidleri sayesinde sahihtir: 1- Ebu Nuaym,
el-Hıiye, 10/26-27, Ebu Üma-me'den: Senedindeki Ufeyr b. Ma'dân zayıf râvi,
diğerleri sikadır. el-Heysemî bunu Mecmau'z-ZevâicTde (4/72) kaydetmiş ve
Taberanî'nin de el-Kebîr'de rivayet ettiğini belirterek Ufeyr b. Ma'dân'dan
dolayı illetli olduğunu söylemiştir. 2- Hâkim, 2/4, İbn Mes'ûd'dan; 3- İbn Mâce
(2144), İbn Hibbân (1084 ve 1085), Hâkim (2/4, 4/325), Ebu Nuaym (el-Hılye,
3/156 ve 157, 7/158) Câbir'den; 4- Mecmau'z-Zevâid'dt (4/71) kaydedildiğine
göre Bezzâr, Huzeyfe'den bu konuda hadis rivayet etmişlerdir. Şu halde hadîs,
bunlarla sahihlik derecesine ulaşmaktadır.
[113] Müslim, Sahih, 8. Bu uzun hadisin bir bölümünde Hz,
Ömer diyor ki: Hz. Peygamber,! (s.a.) bana: "Ya Ömer! Soru soranın kim
olduğunu biliyor musun?" diye sordu. "Al-sj lan ve Peygamberi daha
iyi bilir" dedim. "O, Cebrail idi. Size dininizi öğretmek: için
gelmişti." buyurdu. Nesâî, sahih senedle İbn Ömer'in: "Cebrail, Hz.
Peygamber'e (s.a.) Dıhye el-Kelbî suretinde gelirdi" dediğini rivayet
eder. '
[114] Buharı, 1/2, 59/6; Müslim, 2333; Ahmed, 6/158, 163,
257; Mâlik, 1/202; Nesâî, 2/146.J 147, 149; Tİrmizı, 3638: Hârİs b. Hişâm,
Allah Rasûlüne (s.a.) sordu: "Ey Allah'ıni Rasûlü! Vahiy sana nasıl
gelir?" Allah Rasûlü (s.a.) şöyle cevap verdi: "Bazı zaman-) tar zil
sesi şeklinde gelir. Bu bana en fazla güçlük verenidir. Melek benden
ayrıldığın-?. da söylediğini bellemiş olurum. Kimi zaman melek bana bir adam
suretinde görünür.l Bana söyler, ben onun söylediklerini bellerim." Hz.
Âişe diyor ki: "Çok soğuk bir\ günde vahiy gelirken onu gördüm. Melek,
O'ndan ayrıldığında alnından ter boşanı-\ yordu."
[115] Ahmed, 6/118: Hz.Âişe diyor ki: "Hz. Peygamber'e
(s.a.) devesi üzerinde vahiy gel-\ diği zaman deve boynunu yere kor ve hareket
edemezdi." Hâkim (2/505) bu hadisij sahih saymış, Zehebî de ona
katılmıştır ki, dedikleri gibidir. Ayrıca Ahmed'in (6/455)3 Esma Binti
Yezîd'den ve Abdullah b. Amr'dan rivayet ettiği iki şahid hadis vardır.!
[116] Buharî, Tefsir, Nİsâ (65/18). Zeyd b. Sabit anlatıyor:
Hz. Peygamber (s.a.) bana:1 "Oturan mü'minler ile Allah yolunda cihad
edenler birbirlerine denk değildir" âyetini! yazdırıyordu, tbn Ümmü Mektûm
geldi. O hâlâ bana âyetleri yazdırıyordu. İbn Üm-; mü Mektûm: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Vallahi seninle cihad etmeye gücüm yetse elbet; cihad ederdim"
dedi. Bu zat, âmâ İdi. Bunun üzerine Allah, Peygamberine (s.a.) va-, hiy
indirdi. Hz. Peygamber'in (s.a.) bacağı bacağımın üzerinde idi. Üzerime o
kadar! ağırlık yaptı ki bacağımın kırılmasından korktum. Sonra vahiy hali
geçti. Allah âye-J tin: "özürlü olanlar hariç" (Nisa, 4/95) kısmını
indirdi.
[117] Müslim, 177.
Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Bu iki yer dışında Cebrail'i yaratıl-}
dığı suret üzere görmedim. Gökten indiğinde gördüm, cisminin büyüklüğünden
gökle\ yer arasını kapatmıştı. " Ahmed b. Hanbel, İbn Mes'ûd'dan rivayet
ettiği hadiste açık-? lamıştır ki: Birincisi, Hz. Peygamber'in (s.a.) Cebrail'den
asıl yaratıldığı surette ken-J dişini göstermesini istediğinde; ikincisi
Mi'rac'da. Tirmİzî (3274) ise Hz. Âişe'nin şöy-İ le dediğini rivayet eder:
"Muhammed, Cebrail'i sadece iki kere asıl suretinde gördü.jj Bir kere
Sidretü'I-Müntehâ'da, bir kere de Ecyâd'da."
[118] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/74-78.
[119] Muhammed b. Serî hakkında Ebu Hâtım: "Hadiste
gevşek" ve Ibn Adiy: "Çok hata eder" demişlerdir. Velid b.
Müslim ise tedliscidir. Burada da Muan'an rivayet etmektedir. Şu halde haber
sahih değildir.
[120] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/78-79.
[121] Buharî, 67/20: Urve anlatıyor: Süveybe, Ube Leheb'in
cariyesi idi ve Ebu Leheb onu âzâd etmişti. Süveybe, Hz. Peygamber'i (s.a.)
emzirmiştir. Ebu Leheb ölünce, ailesinden birisi onu rüyada perişan bir halde
gördü ve "Neyle karşılaştın?" diye sordu. Ebu Leheb de: "Sizden
ayrıldıktan sonra hiç rahat yüzü görmedim. Ancak bir keresinde bana Süveybe'yi
âzâd etmiş olmamdan ötürü —başparmağının altındaki çukurluğu göstererek— şurası
dolusu su verildi." dedi.
[122] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/79-80.
[123] Müslim, 2454.
[124] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/80.
[125] Buharı, 1/3.
[126] Buharı, 65/1 {Nisa), 1/3, 60/21, 91/1; Müslim, 160;
Tirmizî, 3636; Ahmed, MOsrted, 6/153, 232.
[127] Buharı, 65/1 {Müddessir), 65/1 (Alâk), 1/3, 59/6;
Müslim, 161; Ahmed, 3/306, 392.
[128] Hicr: 15/94.
[129] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/81-82.
[130] Buharı, 65/1 (Saf), 61/17; Müslim, 2354; Tirmizî, 2842;
Ahmed, 4/80, 81, 84. Hadisin sonundaki "Benden sonra peygamber
gelmeyecek" cümlesi, râvilerden birinin Âkıb kelimesinin anlamını
açıklamasıdır. Müslim ve Ahmed'deki rivayete göre Ma'mer diyor kî: Zührî'ye:
"Âkıb, ne demektir?" diye sordum; "kendisinden sonra peygamber
gelmeyecek olan demektir", cevabını verdi. Müslim'deki bir başka
rivayette: "Ben kendisinden sonra hiçbir kimsenin gelmeyeceği
Âkıb'im" ve Tirmizî'deki rivayette ise: "Kendisinden sonra hiçbir
peygamber gelmeyecek olan Âkıb, benim" denmektedir.
[131] Ömer b. Hasan
b. Ali b.
Muhammed Ebu'I-Hattâb îbn
Dıhye el-Kelbî (544/1149-633/1235),
Endülüs'teki Belensiye halkından edebiyatçı tarihçi ve hadis hafızı bir
zattır. Danye kadılığına görevlendirildi. Merakeş, Şam, Irak ve Horasan'ı gezdi,
dolaştı, Mısır'da yerleşti. Âlimler ve imamlar hakkında çok sert laflar ederdi.
Bu yüzden bazı çağdaşları onunla konuşmaktan uzaklaştılar ve onun nesebinin
Dıhye'ye ulaştığının yalan olduğunu söyleyerek: "Dıhye el-Kelbî'nin nesli
devam etmedi" dediler. Kahire'de vefat etti. Eserlerinden bazıları:
el-Mutrib min Eş'arî Ehli'l-Mağrib, Nihayetü's-Sûl fi Hasâisi'r-Rasûl,
et-Tahrir fî Mevtidi's-Sirâci'l-Münîr... vs.
[132] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/82-84.
[133] Ebu'l-Kâsım Abdurrahman b.
Abdullah b. Ahmed
el-Has'amî es-Süheylî
(508/1114-581/1185). Endülüs'teki Malaka'dan olup lügat ve siyer âlimidir.
Malaka'-da doğdu. 17 yaşında kör oldu. Mükemmel şiirler söylemeye başladı. Adı
Merakeş sultanının kulağına ulaştı; sultan onu çağırtıp ikramda bulundu. Vefat
edinceye kadar orada kitaplarını yazıp durdu. Süheyl, Malaka köylerindendir.
Bazı eserleri: Îbn Hişam'm es-Siretii'n-Nebeviyye'sinin şerhi olan
er-Ravdu'l-Unf, el-fzah ve't-Tebyîn limâl Übhime min Tefsîri't-Kitâbi'l-Mübîn,
Netâicu'i-Fikr... vs.
[134] Kâ'b b. Züheyr, Divan, s.21.
[135] Buharı, 65/3 (Fetih), 34/54; Ahmed, 2/174.
[136] Tirmizî, 3430; Ebu Davud, 1516; tbn Mâce, 3814; Ahmed,
2/84. İsnadı sahihtir. İbn Hibbân (2459) sahih olduğunu söylemiş ve Tirmizî:
"Bu hadis hasen-sahihtir" demiştir.
[137] Müslim, 2702; Ebu Davud, 1515.
[138] Cin, 72/19. ~
[139] Furkân, 25/1.
[140] Necm, 53/10.
[141] Bakara, 2/23.
[142] Tirmizî, 3618; İbn Mâce, 4308; Ahmed, 3/2. Hadisin
metninin tamamı şöyledir: "Ben, kıyamet günü âdem oğullarının efendisîyim,
bunda övünç yok. Hamd sancağı elimde olacaktır; bunda övünç yok. O gün Adem ve
diğer bütün peygamberler benim sancağım altında toplanacaklardır. îlk defa
yerden ben çıkartılıp diriltileceğim;
bunda övünç yok,"
Biri dışında râvileri sikadır. Bu hadisin, Ahmed'de (3/144) Enes'ten ve Übey b.
Kâ'b'dan (5/138) rivayet edilen iki şahid hadisi vardır; bunlar sayesinde
sahihlik derecesine ulaşır.
Ayrıca bu hadisi Buharı
(İsrâ, 65/5) ve Müslim (194) de buna benzer bir metinle rivayet etmişlerdir.
Müslim'deki (2278) bir başka metin şöyledir: "Ben, kıyamet günü
âdemoğullarının efendisiyim. îlk defa yerden ben çıkartılıp diriltileceğim, tik
şefaat edecek ve şefaati ilk kabul edilecek olan benim."
[143] Ahzâb, 33/46.
[144] Nebe, 78/13.
[145] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/84-92.
[146] İbn Cerîr, Tefsir'inde (26/30) "Hani Kur'an'/
dinleyecek bir grup cinni sana yöneltmiştik..." (Ahkâf: 46/29) âyetinin
açıklaması sadedinde İbn Abbas'ın şöyle dediğini aktarır: "Bu cinler,
Nasîbîn halkından yedi nefer idi. Allah Rasûlü (s.a.) onları, kendi kavimlerine
elçi olarak gönderdi." Rivayetin senedi hasendir.
[147][147] Buharî, 59/6, 97/9; Müslim, 1795. Bu hadis, uzunca bir
hadisin bir bölümüdür. Metnin tamamı şöyledir: Hz. Âişe —Allah ondan razı
ofsun— Hz. Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Uhud savaşının
yapıldığı günden daha zor bir gün geçirdin mi?" diye sordu. Hz. Peygamber
(s.a.) de anlattı: Evet, senin kavminden başıma böylesi bir şey geldi. Onlardan
karşılaştığım şeylerin en zoru Akabe günü idi. Kendimi İbn Abdi Yâleyl b.
Abdikülâl'e arzetmiştim. İsteğimi kabul etmedi. Düşünceli, dalgın oradan
ayrıldım. Ancak ta Karnu's-Seâlib'te kendime geldim. Başımı kaldırdım. Bir de
ne göreyim! Beni bir bulut gölgelemekte değil mi? Baktım, Cebrail orada. Bana
seslendi: "Allah (c.c.) senin kavminin sana söyledikleri sözü ve sana
verdikleri cevabı İşitti. Dağlar meleğini, onlara yapılmasını istediğin şeyi
emredip yaptırman için sana gönderdi." Hz. Peygamber (s.a.) devamla diyor
ki: Dağlar meleği bana seslenip selâm verdi. Sonra: "Ey Muhammed! Allah,
kavminin sana söyledikleri sözü işitti. Ben. dağlar meleğiyim. İstediğini
emretmen için Rabbin beni sana gönderdi. Dilersen, (Mekke vadisinin
kenarlarındaki) şu İki yalçın dağı onların üzerine kapatırım." dedi. Allah
Rasûlü (s.a.) ona şu karşılığı verdi: Umuyorum ki Allah, onların soytarından
yalnız Allah'a ibadet edecek ve O'na hiçbir şeyi ortak tutmayacak kimseler
çıkaracaktır."meşhur duayı yapmıştı:
"Allah'ım! Gücümün zayıflığından, çaresizliğimden Sana
yakınıyorum.,. Bazıları bu duaya "Tâif Duası" adını vermektedir.
Duanın tamamı şöyledir; "Allah'ım! Güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk
nazarında hor görüldüğümü yalnız sana yakmıyorum, ey merhametlilerin en
merhametlisi! Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Sen ezilenlerin, hor
görülenlerin Rabbİsin. Beni kime bıraktın? Bana saldıran uzak bir düşmanın
eline mi, yoksa işimi kendisine teslim ettiğim yakın bir dostun eline mi? Yeter
ki bir gazabın olmasın bana; aldırmam çektiklerime. Ancak şuna inanıyorum ki,
senin affın geniştir bana. Gazabına uğramaktan yahut öfkeni hak etmekten
gökleri ışıklandıran, karanlıkları aydınlatan, dünya ve âhiret işlerini ıslah
eden yüzünün nuruna sığınırım. Hoşnut kalacağın kadar sana memnuniyetimi
sunarım. Güç de senin kuvvet de senin." Mecmau'z-Zevâid'de (6/35)
kaydedildiğine göre bu hadisi Taberanî, Abdullah b. Cafer'den rivayet etmiştir.
Râvilerî sikadır. Ancak İbn İshak'm tedlisi vardır.
[148] Şerik b. Abdullah b. Ebu Nemr: Künyesi Ebu
Abdillah'dır. Medinelidir. Doğru, fakat hata yapan bir râvidir. Buhari'nin
Sahih'inde rivayet ettiği İsrâ hadisinde çelişkilere düşmüş, hadisi yanlış
bellemiş, iyi zabtedememiştir.
[149] Hafız Ibn Hacer, Fethu'l-Bârî'dt (13/399) diyor ki:
"O'na vahiy gelmeden önce" sözünü Hattabî, İbn Hazm, Abdülhak, Kadı
lyâz ve Nevevî inkâr etmiştir. Nevevî'nin ifadesi şöyledir: "Şerîk'in bu
rivayetinde âlimlerin İnkâr ettikleri yanlışlıklar var. Birisi, 'O'na vahiy
gelmeden önce' sözüdür. Bu bir hatadır. Bu konuda ona hiç kimse katılmamıştır.
Âlimler, namazın İsrâ gecesinde farz kılındığında icmâ etmişlerdir. Nasıl
vahiyden önce namaz farz ktfınabilir ki?!" Diğer yanlışlıklar için bk.
a.g. yer.
[150] Buharı, 63/46. Hadisin Berâ b. Âzib'ten gelen metni
şöyledir: "İlkönce bize (Medine'ye) Mus'ab b. Umeyr ile îbn Ümmü MektÛm,
sonra Ammâr b. Yâsir ite Bilâl geldi. Allah onlardan razı olsun."
[151] Hicret olayı Sahih-i Buharî'de (63/45) uzunca bir
hadiste rivayet edilmektedir.
[152] Beyhakî, Delâil'de Enes'ten şu hadisi aktarır: Allah
Rasûlü (s.a.) Medine'ye girdi. Biz şehre girince Ensâr erkeğiyle kadınıyla gelip
hepsi de: "Bize buyur, ey Allah'ın Rasûlü!" dediler. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.}: "Deveyi bırakın. O nereye gideceğine dair emir
almıştır." buyurdu. Deve Ebu Eyyûb1 un kapısında çöktü... Bu hadisin
senedinde geçen İbrahim b. Sırma'yı Dârekutnî zayıf sayarken İbn Maîn onun
yalancı olduğunu söylüyor. İbn Adiy ise: "Onun hadislerinin umumunun sened
ve metni münkerdir." diyor. Beyhakî —ibn Kesîr'in el-Bidâye'de (3/202)
kaydettiğine göre -ed-Delâil'dç, Saîd b. Mansûr- Attâf b. Halid- Sadık b. Musa-
Abdullah b. Zü-beyr senediyle şu hadisi rivayet eder:
Allah Rasûlü (s.a.)
Medine'ye geldi. Devesi Cafer b. Muhammed'in evi ile Hasan b. Zeyd'in evi
arasına çöktü. Halk, O'na gelip hepsi de: "Ya Rasûlullah! Bizim evimize
buyur" dediler. Devesi kalkıp yürümeye başladı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.): "Serbest bırakın O nereye gideceğine dair emir
almıştır." dedi. Sonra deve O'nu götürdü, minberin yerine kadar geldi;
oraya çöktü. Sonra iyice yerleşti. Orada insanların eğleştikleri, gölgelenip serinlendikleri
bir gölgelik vardı. Allah Rasûlü (s.a.) devesinden oraya indî, gölgeye oturdu.
Ebu Eyyûb gelip: "Ya Rasûlullah! Evim sana en yakın ev. Yükünü benim eve
taşı." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Peki" dedi ve yükünü eve
taşıdı. Sonra bir adam gelip: "Ya Rasûlullah! Nerede kalıyorsun?"
diye sordu. "Kişi, yükü nerede ise oradadır." karşılığını verdi. Bk.
îbn Sa'd, Tabakât, 1/236-237.
[153] Buharı, 63/45; Müslim, 3/1623.
[154] Buharı, 64/36. Ebu Musa el-Eş'arî anlatıyor: Biz
Yemen'de iken Hz. Peygamberin (s.a.) yola çıktığını haber aldık. Birinin adı
Ebu Bürde, diğerininki Ebu Ruhm olan iki kardeşimle —Ben onların küçüğü idim—
kavmimden birkaç kişiyle yahut elli üç ya da elli iki adamla —buradaki tereddüt
râvidendir— O'nun yanına gelmek için muhacir olarak yola çıktık. Bir gemiye
bindik. Gemimiz bizi Habeşistan'daki Necâşî'ye çıkardı. Orada Cafer b. Ebu
Tâlib ile karşılaştık. Hep birlikte dönünceye kadar onunla birlikte kaldık.
Hayber fethinde Hz. Peygamber (s.a.) ile karşılaştık. Halktan bazıları, bize
—gemi ile gelenlere— "Sizi geçtik, sizden önce hicret ettik."
diyorlardı. Bizimle birlikte gelenlerden ve hicret edenler arasında Necâşî'ye
hicret eden Esma Bİn-ti Umeys, Hz. Peygamber'İn (s.a.) hanımı Hafsa'yı ziyarete
gitti. Esma orada iken Hafsa'nın yanına (babası) Hz. Ömer geldi. Hz. Ömer,
Esmâ'yi görünce: "Bu kim?" diye sordu. Hafsa: "Umeys'in kızı
Esma" dedi. Hz. Ömer: "Şu Habeşli, şu denizci ha?" dedi. Esma:
"Evet" dedi. Hz. Ömer: "Biz sizden önce hicret ettik. Biz, Allah
Rasûİü'ne sizden daha lâyığız." dedi. Bunun üzerine Esma öfkelendi ve dedi
ki: "Hayır, hayır. Vallahi siz, Allah Rasûlü ile birlikte îdiniz. Açınızı
doyurur, cahilinize öğüt verirdi. Biz ise Habeşistan'da uzak ve şartları hiç de
iyi olmayan bir memlekette, bir ülkede idik. Hepsi Allah için, Rasûlullah
için!... Allah'a yemin ederim ne zaman bir yemek yesem, ne zaman bir su İçsem
hep işkence gördüğümüz, hayatımızdan endişe ettiğimiz zamanlarda Allah
Rasûİü'ne (s.a.) söylediğim sözü hatırlardım. Bunu, Hz. Peygamber'e (s.a.)
anlatacağım. Vallahi, ne yalan söyleyeceğim ne çarpıtacağım, ne de bir ilâve
yapacağım." Hz. Peygamber (s.a.) gelince Esma: "Ey Allah'ın Peygamberi!
Ömer şöyle şöyle söyledi." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Peki sen ne
dedin?" diye sordu. "Şöyle şöyle söyledim." dedi. Hz. Peygamber
(s.a.): "Bana sizden daha lâyık değil. O ve arkadaşları bir tek hicret
yaptılar. Siz gemr halkı ise iki hicret yaptınız..." buyurdu.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/92-97.
[155] Buharı, 78/68. Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor:
Hz.•Peygamber (s.a.) ruhunu teslim ettiği rahatsızlığı esnasında Hz. Fâtıma'yı
çağırdı. Ona birşey fısıldadı. Fâtıma ağladı. Sonra onu çağırdı. Yine birşey
fısıldadı. Bu sefer Fâtıma güldü. Bunu ona sorduk. Dedi ki: "Vefat ettiği
bu hastalığı esnasında ruhunu teslim edeceğini fısıldadı, ben bunun üzerine
ağladım. Sonra ailesinden kendisinin peşinden ilk gelecek kimsenin benim olduğumu
fısıldayıp haber verince güldüm." Buharî'nin bir rivayetine göre Hz. Peygamber
(s.a.) ona: "Sen, cennet halkının kadınlarının yahut, mü'minlerin
kadınlarının hanımefendisi olmayı İstemez misin?" demiştir. Sahih-i
Müslim'de (1759/54) Hz. Âİşe'den geien bir hadîste: "Hz. Fâtıma, Allah
Rasûlünden sonra altı ay daha yaşadı." deniliyor.
[156] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/97-98.
[157] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/99.
[158] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/99.
[159] Buharı, 91/20, 21; Müsüm, 2438. Allah Rasülü (s.a.)
Hz. Âişe'ye dedi ki: "Bana rüyamda iki kere gösterildin. Bakıyorum, bir
adam seni bir ipek kumaş içinde taşıyor ve: Bu senin hanımın/ diyor. Kumaşı
açıyorum, bakıyorum sensin. Bu Allah'tansa gerçekleştirir, diyorum."
Hz. Âişe'nin yedi
yaşında evlendiği ve dokuz yaşında iken Hz. Peygamber (s.a.) ile zifafa girdiği
haberini Buharî (67/38) ve Müslim (1422) rivayet etmişlerdir.
[160] Ebu Davud, 2283; İbn Mâce, 2016; Dârimî, 2/161; Nesâî,
6/213. İsnadı sahihtir.
[161] Hafız tbn Hacer, ei-tsâbe'de (3/117) Seleme b. Ebu
Seleme b. Abdülesed'in biyografisinde diyor ki: tbn tshak dedi ki: Töhmet
edemeyeceğim biri Abdullah b. Şeddad'ın şunları söylediğini bana haber verdi:
Ummü Seleme'yi Hz. Peygamber'e (s.a.) veren, oğlu Seleme b. Ebu Seieme idi. Hz.
Peygamber (s.a.) de onu Ümâme Binti Hamza ile evlendirdi. Bunların her ikisi de
çocuktu. Her ikisi de ölünceye kadar birleşmediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.): "Seleme'ye karşılık verdim mi?" dedi.
[162] İbn Sa'd, Tabakât, 8/,98. Vâkıdî, ilminin genişliği
yanında yine de metruktür.
[163] Ahmed, Müsned, 6/313, 314; Nesâî, 6/81; tbn Sa'd,
Tabakât, 8/89. İsnadı sahihtir. Hafız İbn Hacer, et-İsâbe'de (4/440) NesâTden
aktarmış ve isnadının sahih olduğunu söylemiştir.
[164] Ahzâb: 33/37,
[165] Buharı, 97/22; Tirmizî, 3210. Enes anlatıyor: Zeyd b.
İârise, şikâyet için geldi. Hz. Peygamber (s.a.) "Allah'tan sakm, eşini
bırakma" demeye koyuldu. Enes diyor ki: Şayet Aİiah Rasûlü (s.a.) bir şeyi
gizleyecek olsaydı, bunu gizlerdi. Zeynep Hz. Pey-gamber'İn (s.a.) hanımlarına
karşı Övünür: "Sizi aileleriniz evlendirdi. Beni ise yedi kat göklerin
ötesinden Allah Teâlâ evlendirdi." derdi.
[166] Müslim, 2502; Ebu Davud, 2086. İbn Abbas anlatıyor:
Müslümanlar Ebu Süfyân'ın yüzüne bakmazlar, onunla bir arada oturmazlardı. Hz.
Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Peygamberi! Uç isteğim var, onları kabul
et" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Peki" dedi. Ebu Süfyân:
"Arap güzeli ve dilberi Ümmü Habîbe adında bir kızım var, onu sana
nikahlıyorum." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Peki" cevabını
verdi. "Oğlum Mu-âviye'yi yanına ktip olarak almanı istiyorum." dedi.
Hz. Peygamber (s.a.): "Peki" dedi. "Müslümanlarla savaştığım
gibi kâfirlerle de savaşmam İçin beni komutan tayin etmeni istiyorum."
dedi. Hz. Peygamber (s.a.) yine "Peki" dedi. Râvî Ebu Zümeyl diyor
ki: "Hz. Peygamber"den (s.a.) kendi ağzıyla istemeseydi; bu
isteklerim ona vermezdi. Çünkü her ne istediyse Hz. Peygamber (s.aj yalnızca:
"Peki" cevabıyla yetindi." Bu hadis problemli olmakla meşhur
hadislerdendir. Problem şu: Ebu Süfyân, hicretin sekizinci senesi Mekke'nin
fethedildiği gün müslüman oldu. Bu meşhurdur, ihtilafsızdır. Hz. Peygamber
(s.a.) İse Ümmü Habîbe ile bundan çok uzun bir zaman önce hicretin altıncı —bir
görüşe göre yedinci— senesinde evlendi. Hz. Peygamber'in (s.a.) onunla nerede
evlendiği de tartışmalıdır. Kimisi: "Ümmü Habîbe, Habeşistan'dan geldikten
sonra Medine'de" derken, çoğunluk: "Habeşistan'da iken" diyor.
Bk. fbnü'l-Kayyim, Cüâu'l-Efhâm, s. 185,
195.
[167] Buharî, 67/20, 67/25, .67/26, 67/33, 69/16; Müslim,
1449; Ebu Davud, 2056; îbn Mâce, 1939.
[168] Safiy: Kumandanın paylaştın İmadan önce ganimet
malından kendisi için seçip ayırdığı mala denir.
[169] Ahzâb: 33/50.
[170] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/101-109.
[171] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/110.
[172] Onu, Allah Rasûlü'ne (s.a.) Dubeyb oğullarından Rifâa
b. Zeyd hediye etti. Ganimet arasından semle çalma konusunda Kirkire olayına
benzer bir olay da Vadi'l-Kurâ'da onun başından geçmiştir. Bk. Buharı, 64/37;
Müslim, 115.
[173] Onu, Allah Rasûlü'ne (s.a.) Yemâme hükümdarı Hevze b.
Ali el-Hanefı hediye etti.
[174] Semle: Kadife denen büyük ve tüylü saçaklı, ihramdan
küçük, yufka ihrama denir. Araplar ona bütün bedeni bürünüp sarınırlar. Bk.
Âsim Ef., 3/1388.
[175] Yazar (r.h.) burada Mid'am ile Kirkire'nin başından
geçen ayrı olayları birbirine karıştırmıştır. Zira Kirkire kıssasında "O
semle ona ateş püskürtecek" cümlesi yoktur ve onun çaldığı semle değil,
abadır. Semle Mid'am kıssasında geçmektedir. Mid'am kıssasını Buharı (64/37) ve
Müslim (115) Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet etmişler; Müslim, Mid'am'ın admı
söylememiş, ama Allah Rasûlü'ne (s.a.) onu hediye edenin Rifâa b. Zeyd olduğunu
belirtmiştir. Şemle'yi Vadi'l-Kurâ'da çaldı. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.):
"Hayber savaşının olduğu gün paylaştırılmadan ganimetten aldığı semle
şüphesiz ona ateş olacak. "; Müslim'deki metne göre de: "Semle ona
ateş püskürtecek" buyurmuştur. Kirkire ise, Hayber gazasında pay edilmeden
önce ganimetten bîr aba çaldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) onun
hakkında: "O, ateştedir." buyurdu. Bk. Buharı, 56/190. "O,
ateştedir." sözü, günahının azabım çekecek yahut Allah affetmezse
cehenneme gidecek anlamındadır.
[176] Mâlik, Muvatta, 2/459. İsnadı sahihtir.
[177] Buharı, 78/90; Müslim, 2322.
;
[178] İmam Ahmed, Müsned, 5/221; Ebu Nuaym, el-Hılye, 1/369.
Saîd b. Cümhan anlatıyor: Sefîne'ye: "İsmin nedir?" diye sordum.
"Sana söyleyemem. Allah Rasûlü (s.a.) bana Sefine adını verdi." dedi.
"Sana neden Sefine adını verdi?" diye sordum, anlattı: Allah Rasûlü
(s.a.) ile arkadaşları yola çıktılar. Yükleri onlara ağır geldi. Hz. Peygamber
(s.a.) bana: "Elbiseni yay." dedi. Ben de yaydım. Eşyalarını içine
koydular, sonra onu üzerime yüklediler. Allah Rasûlü (s.a.) bana: "Taşı.
Sen ancak bir sefine (gemisin)." dedi. O gün bana bir, iki, üç, dört, beş,
altı yahut yedi deve yükü yük yükleselerdi onlar hafifietmedikçe bana ağır
gelmezdi..." Hadisin isnadı hasendir. Ah-med'in Müsnedİndeki (5/222) bir
özet rivayette Sefine diyor ki: "Bir yolculuğa çıkmıştık. Ne zaman bir
kimse bitkin düşse, üzerindeki bir kalkan yahut bir kılıcı bana atıyordu.
Öyleki bu şekilde pek çok şey yüklenmiştim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.):
"Sen sefine (gemi)sin" buyurdu." Bu rivayetin isnadı da
hasendir.
[179] Ebu Davud, 3932; İbn Mâce, 2526. Sefine anlatıyor: Ben
Ümmü Seleme'nin kölesi idim. Bana: "Hayatın boyunca Allah Rasûlü'ne (s.a.)
hizmet etmen şartıyla seni âzâd ediyorum." dedi. Ben de: "Şart
koşmasan da hayatım boyunca yine Allah Rasûlün-den (s.a.) ayrılmam."
dedim. Bunun üzerine beni âzâd etti ve bana şart koştu... İsnadı sahihtir.
[180] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/110-111.
[181] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/111-112.
[182] Zeyd b. Sabit: Hafız, zeki, âlim ve akıllı bir zattı.
Sağlam'rivayete göre Allah Rasûlü {s.a.), kendisine yahudilerden gelen
mektupları okuması için ona yahudi yazısını öğrenmesini emretmiş, o da 15 gün
içinde öğrenmişti. Sahihayn'da Enes'ten aktarılan bir rivayette Zeyd'İn Allah
Rasûlü (s.a.) devrinde Kur'an'ı cem' eden kurrâ'dan olduğu bildirilmektedir.
Sayısız yerde AJİah Rasûlü'nün (s.a.) önünde vahyi yazmıştır. Zeyd, Yemâme
savaşma katılmış kendisine bir ok isabet etmiş; ama bir zarar vermemişti. Hz.
Ebu Bekir bundan sonra ona Kur'an'ı araştırmasını ve cem' etmesini (bir kapak
içinde toplamasını) emretti ve dedi ki: "Sen akıllı bir gençsin. Seni
İtham edemeyiz. Allah Rasûlü (s.a.) için vahyi yazardın. Kur'an'ı araştır ve
topla." Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir'in dediğini yaptı. Bunda pekçok hayır
vardı. Hz. Ömer iki defa hacca çıktığında ve bir defa da Şam'a gittiğinde onu
Medine'de nâib olarak bıraktı. Hz. Osman da onu Medine'de nâib olarak
bırakırdı. Hz. Ali onu severdi; o da Hz. Ali'ye saygı gösterir ve onun kadrini
bilirdi. Ama onun yanında hiçbir savaşa katılmadı. Ondan sonra hicri 45
senesine kadar da yaşadı. Kendisi, Hz. Osman'ın diğer uzak memleketlere
gönderip de oralarda okunan ve yazılarının biçimlerinde icmâ ve ittifak hasıl
olan imam mushafları yazanlardandır.
[183] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/112.
[184] Buharı, 24/33, 24/34, 24/35, 24/37, 24/38, 24/39, 47/2,
90/3; Ebu Davud, 1567; Ahmed,
Müsned, 72.
[185] Mâlik, 2/849; Nesâî, 8/57, 58; Hâkim, 1/397;
Dârakutnî, s. 276; İbn Hibbâij Beyhakî, 4/89. Hadisin isnadı zayıftır.
[186] Ebu Davud,
1568; Tirmizî, 621; İbn
Mâce, 1798.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/112-113.
[187] Buharî, 77/51, 77/54.
[188] buyurdu ve dinarları paylaştırdı.(78).
Buharı, 23/65.
[189] Müslim, 1774; Tirmizî, 2859. İran hükümdarlarına
Kisrâ, Bizans hükümdarlarına Kayser. Habeşistan hükümdarlarına Necâşî, Türk
hükümdarlarına Hakan denir.
[190] tbn Hibbân, Sahih,
1628. Hadisin senedi sahihtir. •
[191] Buharı, 64/82; Ahmed,
1/243, 305.
[192] İbn Sa'd, Tabakât, 1/260, 261. Hafız İbn Hacer,
et-hâbe'de; Hâtıb b. Ebî Beltea'mn biyografisinde bu hadisi kaydetmiş ve îbn
Şahin'in rivayet ettiğini söylemiştir. Bk. Fethu'I-Bârî, 7/97.
[193] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/113-116.
[194] Ebu Davud, 502; îbn Mâce, 709; Tirmizî, 192; Nesâî,
1/103; İbn Hibbân, 288; İbn Huzeyme, 377. Tirmizî: "Bu hadis
hasen-sahihtir." diyor. Bilâl hadisini ise Buhari (10/2,3) ve Müslim
(378), Enes'ten rivayet etmişlerdir.
[195] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/116-117.
[196] Nesâî, 5/247, 248; Dârimî, 2/66,67. Râvileri sikadır.
İbn Hibbân hadisin sahih olduğunu söylemiştir. Hadisin metni şöyledir:
"Hz. Ebu Bekir sordu: Âmir olarak mı, yoksa elçi olarak mı gönderdi? Hz.
Ali cevap verdi: Hayır, elçi olarak. Allah Rasûlü fs.a.J beni hac esnasında
Arafat'ta vakfe yaparken insanlara Berâet sûresini okumam için gönderdi."
[197] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/117-118.
[198] 1- Abdullah b. Revâha, 2- Enceşe, 3- Âmir b. Ekva', 4-
Amcasıüfele-
Mâide, 5/67.
[199] Tirmizî, 3049; Taberî, 10/469. Hadisi Hâkim (2/313)
sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır. Hafız İbn Hacer ise Fethu'l-Bâri'de
(6/60) hasen olduğunu belirtip "Mev-sûl mü, mürsel mi olduğunda görüş
ayrılığı vardır." demiştir.
[200] Buharı, 93/12; Tirmizî, 3849.
42 İbn Kayyim
el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/118-119.
[202] Sabit b. Kays b. Şemmâs b. Züheyr b. Mâlik el-Ensârî
el-Hazrecî. Ensâr'ın hatibidir. Uhud ve daha sonraki savaşlara katılmış; Hz.
Ebu Bekir'in hilâfeti sırasında Yemâme savaşında şehit düşmüştür. Bk.
Üsdü'l-Ğâbe, 1/275.
[203] Buhari, 78/90, 78/95, 78/111, 78/116; Müslim, 2323/73;
Dârimî, 2/295; Ahmed, 3/107, 117, 186,
227, 254, 285.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/119-120.
[204] Hz. Peygamber'in (s.a.) bulunduğu cihada gaza ( =
gazve), cihad için gönderdiği üçe varmayan bir grup askere ba's, daha fazlasına
seriye denir.
[205] Âl-i tmrân, 3/121.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/120.
[206] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/120-122.
[207] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/123-124.
[208] Buharı, 81/38, 56/59; Ebu Davud, 4802; Nesâî, 6/227;
Ahmed, 3/103, 253. Hafız İbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de (6/56) diyor ki: Bu
hadisten şu prensipler çıkar: 1- Binmek ve müsabaka yapmak için deve
edinebilir, 2- Her yükselen şeyin mutlaka alçalmasına dikkat çekilerek,
dünyadan yüz çevirmek, 3- Alçak gönüllülüğe teşvik, 4- Hz. Pey-gamber'in (s.a.)
güzel ahlâkı, tevazuu ve arkadaşlarının gönüllerindeki üstün değeri.
[209] Ahmed, 1/261; Ebu Davud, 1749; Tirmizî, 815; îbn Mâce,
3076. İsnadı sahihtir.
[210] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/
[211] Müslim, 1359; Ebu Davud, 4077; Nesâî, 8/211; İbn Mâce,
1104 ve 2821; Ahmed, 4/307.
[212] Müslim, 1357;
Tirmizî, 1679 ve 1735; Ebu Davud, 4076;
Nesâî, 5/201 ve 8/2U; tbn Mâce, 2822; Ahmed, 3/363 ve 387.
[213] Allâme Alî el-Kârî diyor ki: Bu söz, Allah'ın yalnız
Hz. Peygamber'e (s.a.) mahsus olacak şekilde fazlaca lütfetmesinden ve O'na
feyz ve ihsanından kinayedir. Çünkü çok sevdiği kişiye, centilmence davranıp
iyilik yapmak isteyen biri, bu davranışıyla ona saygınlık kazandırdığını ve
destek sağladığını göstermek için eiini o kişinin iki kürek kemiği arasına kor.
[214] Yani Allah, O'na gök ile yer arasında var olan
melekleri ve sair yaratıkları bildirdi. Bu, Allah'ın Hz. Peygamber'e (s.a.)
verdiği ilmin enginliğinden kinayedir. Yoksa Hz. Peygamber (s.a.) göklerde ve
yeryüzünde bulunan bütün varlıkları bilirdi, demek doğru değildir.
[215] Tirmizî, 3233. Tirmizî: "Bu hadis
hasen-sahihtir." diyor. İmam Ahmed, Müsnecfdt (5/243) sahih senedle
rivayet etmiştir. Taberânî, Hâkim, Muhammed b. Nasr, v.s. muhaddisler de bu
hadisi kitaplarında rivayet etmişlerdir. Hadis bütün bu kaynaklarda Muaz b.
Cebel'den (r.a.) rivayet edilmektedir. Ayrıca Tirmizî (3231) ve Ahmed (1/368)
İbn Abbâs'tan; Dârimî ve Beyzavî (Şerhu's-Sünneyde) Abdurrahman b. Âiş'-den
rivayet etmişlerdir.
Mele-i A'lâ (=Yüce
topluluk), mukarreb meleklerdir. Onların çekişmesi ise ya bu amelleri kaydetmek
ve semaya yükseltmek için koşuşturmaları, ya da bunların fazilet ve şerefleri
konusunda birbirleriyle tartışmaları demektir. Allah buna "çekişme"
adını verdi. Çünkü, soru-cevap şeklinde gelmiştir. Bu da çekişme ve tartışmaya
benzer. Bu yüzden burada "çekişme" kelimesinin söylenmesi hoş
kaçmıştır. Hafız İbn Raceb el-Hanbelî bu hadis hakkında "İhtiyâru'l-Evlâ
fî Şerhi Hadisi Îhlisâmî'l-Melei'l-A'lâ" adıyla bir kitap yazmıştır.
[216] İmam Şevkânî diyor ki: "İbnü'l-Kayyim, kırmızı
hulle'nin siyahla karışık, kırmızı desenlerle dokunmuş iki Yemen bürdesinden
oluştuğunu, sade kırmızı olduğunu söyleyenlerin yanıldığını iddia edip: 'Bu
şekildeki huile, bu isimle bilinir, demiştir. Oysa sana da gizli kalmayacağı
gibi lisana vâkıf biri olan sahabî bu hülleyi 'kırmızı' diye nitelemiştir. Bu
sözü, gerçek anlamına yani sade kırmızı anlamına almak gereklidir. İcap
ettirecek herhangi
bir durum olmaksızın bu
sıfat, mecazî anlama alınamaz, yani bir kısminin kırmızı bir kısmının başka
renkte olduğu söylenîlemez. Şayet (İbnü'l-Kayyim), kırmızı hülle sözü, lügatte
bu anlamdadır, demek istemişse lügat kitaplarında buna şahit olacak birşey yoktur.
Eğer bu meselede şer'î hakikat budur demek istemişse, şer'î hakikatler sırf
iddia ile sabit olmaz. Şu halde bu sahabînin sözünü Arapçadaki
kullanımında'almak vâcibtir. Çünkü Arapça, onun ve toplumunun dilidir. Yok
eğer —sade kırmızı idi diyenleri açıkça sert dille eleştirmesine bakılacak
olursa sözünün bu şekil anlaşılmaya müsait olmamasına rağmen— delillerin
arasını bulmak amacıyla bu şekil tefsir ettiğini söylemek istemişse, yukarıda
söylediğimiz gibi buna gerek kalmaksızın da aralarını bulma imkânı olduğundan
tutunacağı bir dal yoktur. Hem 'kırmızı hülle' sözünü söylediği anlama alması
da, anlatımı esnasında delil olarak kullandığı Hz. Peygamber'in (s.a.), yük
develeri üzerinde kırmızı çizgili örtüler bulunduğunu görerek deve sahiplerini
bundan menettiği yolundaki hadisle çelişmektedir. Bu hadiste (kırmızı) çizgiler
bulunanın mekruh olduğuna delil vardır ki, bu hülle de onun yorumuna göre aynen
bu şekildedir." Neylü'l-Evtâr, 2/108-109. Kırmızı giyinme konusunda
detaylı bilgi verip delil ve görüşleri enine boyuna tartı-* şan İmam Şevkânî,
Hz. Peygamber'in (s.a.) Veda Hacc'ından sonra hayatının son günlerinde de
kırmızı giyindiği yolundaki sahih hadislere ve aslî helâlliğe (berâat-i
asliyye) dayanmanın gerekliliğini savunuyor. Geniş bilgi için, bk. Neylü'l-Evtâr,
2/104-110.
[217] Buhârî, 77/28, 77/36, 77/45, 23/2, 46/5, 67/71, 74/28,
75/4, 78/124, 79/8, 83/9; Müslim, 2066; Tirmizî, 2810; Nesâî, 4/54; Ahmed,
4/287 ve 299. Ancak Tirmizî ve Nesâî'nin rivayetlerinde "kırmızı"
kelimesi yoktur. Yasaklanan "kırmızı eğer minderi", acemlerin
ipekten yaptıkları minderdir. Kırmızı diye belirtilmesi ipek sözünün kapsamlı
anlamından daha özet anlam taşır; bu durumda minder ipek olursa hadisin anlamı
imkansızlaşır. (Çünkü kırmızı olmayan ipek minderler helâl sayılacaktır). Şayet
ipek olması yanında bir de kırmızı ise yasak kuvvetlenir.
[218] Ebu Davud, 4066; Ibn Mâce, 3603; Ahmed, 2/196. İsnadı
hasendir.
[219] Müslim, 2077: Nesâî, 8/203; Ahmed, 2/162, 164,
193, 207, 211.
[220] Müslim, 2078; Ebu Davud, 4042, 4045, 4047, 4050, 4051;
Nesâî, 8/204.
[221] Ebu Davud, 4070; Ahmed, 3/463. Senedi zayıftır.
[222] Ahmed, 3/251;
Ebu Davud, 4047. Senedi zayıftır.
[224] Ebu Davud, 3878, 4061; Tirmizî, 994; İbn Mâce, 1472;
Ahmed, 1/247, 274, 328, 353, 363. Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahihtir."
diyor. Ayrıca Tirmİzî (2811), Nesâî (8/205), İbn Mâce (3567) ve Ahmed (5/12,
21) hadisi Semûre b. Cündüb'den (r.a.): "Beyaz giyinin. Çünkü beyaz en
temiz ve en hoş giyecektir, ölülerinizi onunla kefenleyin." metniyle
rivayet ediyorlar.
[225] Buharı", 77/19, 56/89; Müslim, 2080; Tirmizî,
1733; Ebu Davud, 4036; İbn Mâce, 3552; Ahmed, 6/32, 131.
[226] Ebu Davud, 4049; Nesâî, 8/143. Hadisin peşinde Ebu
Davud: "Bu hadiste yüzüğün belirtilmesi şâzdir." diyor. Hadisin
senedi zayıftır. Yüzük diye tercüme ettiğimiz hâ-tem kelimesi, arapçada ayrıca
mühür anlamına da gelir. Hz. Peygamber'in (s.a.) yüzüğü aynı zamanda mührüdür.
[227] Tirmizî, 1746; Ebu Davud, 19; Nesâî, 8/178; İbn Mâce,
303; îbn Hibbân, 125; Hâkim: Hadis zayıftır. Buna rağmen Tirmizî: "Bu
hadis hasen-sahihtir" demişse de Nevevî: "Bu sözü merduttur"
diyerek ona karşı çıkmıştır.
[228] Müsüm, 2944. Taylesan, omuza alınan ve bütün bedeni
kuşatan biçilmeden ve dikilmeden, giyinmek için dokunulan bir tür giyecektir.
Bizim şal dediğimiz giyecek olacaktır. Pelerin diye anlamak da mümkündür.
[229] Ahmed, 2/50, 92; Ebu Davud, 4031. Senedi hasendir.
Müellifin, hadisi Hâkim'in de rivayet ettiğini söylemesi bir yanılgıdır.
[230] Tirmizî, 2696. Senedinde zayıf bir râvî olan İbn Lehîa
varsa da, bir önceki hadisin şahidliği ile hasen derecesine çıkar.
[231] İbn Kudâme, ei-Muğnî'de (1/301) diyor ki: "Sank
üzerine meshetmenin caiz olabilmesi için, sarığın bir kısmının çene altına
gelmesi suretiyle müslümanîann sarıklarının özelliğini taşıması şarttır. İşte
bu şekilde, diğerlerine göre daha iyi örten ve çıkartılması da zor olan arap
sarıkları üzerine meshetme caizdir; ister bu sarıkların sarkan ucu bulunsun
ister bulunmasın durum aynıdır. Bunu Kadı söylemiştir. İster küçük, ister büyük
olsun durum yine aynıdır. Şayet hem çene altına gelen bir kısmı hem de sarkan
ucu bulunmazsa, zimmîlerin sarıklarının özelliğini taşıdığından ve de çıkartılması
zor olmadığından böyle sarıklar üzerine meshetmek caiz değildir.
Çene altına
dolamaksizın sarık sarmanın mekruhluğu konusunda pek çok İslâm âliminden sözler
aktarılmıştır: İmam Ebû Bekir et-Tartûşî: 'Bu çirkin bir bid'attir, ama İslâm
ülkelerinde yaygınlık kazanmıştır'; Ibn Habîb Kitâbu'l-Vazıha adlı eserinde:
'Çene altına dolamamak, Lût kavminin sarıklarının artakalanlarındandır.'; Kadı
Abdülvehhab, Kitâbu'l-Meûne'de: 'Çene altına dolamaksızın sarık sarmak gibi
Arap (İslâm) kıyafetine aykırı olan ve Acem kıyafetine benzeyen şeyler
mekruhtur' diyor." Daha başka örnekler ve daha detaylı bilgi için bk.
Şevkânî, Neytü'l-Evıâr, 2/121-122.
[232] Ebu Davud, 4020; Tirmizî, 1767; Ahmed, 3/30, 50. İsnâd sahihtir, tbn
Huzeyme (1442) ve Tirmizî sahih olduğunu söylemişlerdir.
[233] Müslim, 2081; Tirmizî, 2814; Ebu Davud, 4032.
[234] Buharı, 77/18; Müslim ,2081; Tirmizi, 1788; Ebu Davud,
4060; Nesâî, 8/203; Ahmed, 3/134, 184,
251, 291.
[235] Müellifin (r.h.) kaydettiği gibi Sünen-i Nesâfde
bulamadık. Herhalde el-Kübrâ'ûa olacaktır. Hadisi, Ebu Davud (4074) ve Ahmed
(6/132, 144, 219, 249) sahih senedle rivayet etmişlerdir.
[236] Ebu Davud, 4037. Senedi hasendir. Hâkim (4/182) sahih
saymış, Zehebî de ona katılmıştır.
[237] Nesâî, 8/204; Ebu Davud, 4206; Tirmizî, 2813; Ahmed,
2/227, 228 ve 4/163. tsnâd, sahihtir.
[238] Şöhret elbisesi; Renginin insanların giydiği
elbiselerin renklerinden farklı oluşu sebebiyle halk arasında dikkat çekip
göze çarpan, insanların başlarını çevirip baktıkları, sahibine kibir ve kendini
beğenmişlik hissi veren elbisedir. Şevkânî, Neytü'l-Evtâr, 2/126.
[239] Ebu Davud ,4029; İbn Mâce, 3606; Ahmed, 2/92. İsnadı
hasendir. tbn Mâce (3608) ile Ebu Nuaym {Hılye, 4/190, 191) Ebu Zer'den naklen
Hz. Peygamber'in (s.a.): "Kim şöhre telbisesi giyerse Allah, ondan
elbiseyi cikanncaya kadar —ne zaman çıkarırsa ta o zamana kadar— yüz
çevirir'"buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Beyha-kî'nin (3/273), tabiî
Kinâne b. Nuaym'dan rivayet ettiğine göre "Hz. Peygamber (s.a.) iki tür
şöhretten menetmiştir: 1- Kendisine baktıracak kadar lüks elbise, 2-Kendisine
baktıracak kadar âdi yahut pejmürde elbise". Hadisin senedi sahihtir, ama
mürseldir.
[240] Buharî, 77/5, 77/1, 77/2, 62/5, 78/55; Müslim, 2085;
Tirmizî, 1730; Ebu Davud, 4085; Nesâî, 8/206; İbn Mâce, 3607.
[241] Ebu Davud, 4094; Nesâî, 8/208; tbn Mâce, 3576. Senedi hasendir.
[242] Ebu Davud, 4095. îsnâdı güçlüdür.
[243] Müslim hadisi(91) yukarıdaki gibi değil şu iki ayrı
metinle rivayet etmiştir: 1- Hz. Peygamber (s.a.): "Kalbinde zerre kadar
kibir bulunan kimse cennete giremez * buyurdu. Bir adam: "Kişi
.elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını sever" dedi. Hz. Peygamber
(s.a.): "Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir, gururdan dolayı hakkı kabullenmemek
ve insanları hor görmektir." karşılığını verdi. 2- "Kalbinde hardal
tanesi ağırlığınca iman bulunan hiç kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal
tanesi ağırlığınca kibir bulunan hiç kimse de cennete giremez." Hadis
yukarıdaki metinle şu kaynaklarda rivayet edilmiştir: Ebu Davud, 4091; tbn
Mâce, 4173; Ahmed, 1/399, 412, 416, 456.
Hadisin "Kalbinde
harda! tanesi ağırlığınca iman bulunan hiç kimse cehenneme girmez"
kısmıyla kastedilen, kâfirlerin girmesi ki, onlar orada ebedî kalacaklardır.
Çünkü sahih hadislerde sabit olduğu üzere pekçok günahkâr cehenneme girip orada
azaplarını çektikten sonra şefaatla oradan çıkacaklardır. Dolayısıyla orada,
kalbinde zerre ağniğınca iman bulunan hiç kimse kalmayacak.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/125-134.
[244] Ekıt: Yağı alınmış koyun ve keçi sütünden yapılır.
Türkçe'de keş denen yoğurt kurusu olacaktır. Ayran kaynatılıp katılaştıktan
sonra süzülüp kurutulur. Bk. Âsim Efendi, Kamus-ı Okyanus, 3/21, İstanbul, 1305.
[245] Buharı, 70/54; Tirmiri, 3452; Ebu Davud, 3849; tbn
Mâce 3284; Hâkim, Müstedrek, 4/İ36.
[246] İbn Hibbân, 1352. Senedi kuvvetlidir.
[247] Ebu Davud, 3851; îbn Hibbân, 1351. Parentez içindeki
cümle metinde yok,"akna adı geçen kaynaklarda var olduğu için almayı uygun
bulduk.
[248] Müslim, 2034; Tirmizî, 1880; Ebu Davud, 3717; İbn
Mâce, 3424; Ahmed, 3/199, 250, 291.
[249] Buharı, 74/16; Ebu Davud, 3718; Tirmizî, 48; Nesâî,
1/87. Buharî'deki metin: Hz. Ali (r.a.), (Küfe Mescidİ'nin) Babu'r-Rahabe
denilen kapısını geldi, ayakta su içti ve sonra: "Bazı insanlar ayakta
İçmeyi hoş karşılamıyorlar. Oysa Allah Rasûlü'nün (s.a.), benim yaptığımı
gördüğünüz şekilde yaptığını gördüm." dedi.
[250] Hafız İbn Hacer, Fethu'l-BârPde (10/73,74) diyor ki:
Bu konuda âlimler çeşitli yolları tuttular:
1) Tercih. Ayakta içmenin caizliğini gösteren
hadisler yasaklayıcı hadislerden daha sağlamdır.
2) Yasaklayıcı hadislerin yürürlükten
kaldırıldığı (= neshedildiği) iddiası.
3) Bir tür yorum getirerek iki zıt haber arasını
uzlaştırma.
Diğerleri ise hadisler
arasını, yasaklayıcı hadisleri tenzihen mekruhluğa, cevaz ifade edenleri ise
(haram olmadığını) açıklamaya bağlayarak uzlaştırma yolunu tutmuşlardır.
Hattâbî ile İbn Battal bu yolu benimsemişlerdir. Bu yol, en güzel, en
salim ve itirazdan en
uzak olan yoldur. Esrem, son zamanlarında buna işaret ederek: "Kerahet
sabit olsa bile irşad ve eğitime bağlanır; haram kabul edilmez." demiştir.
Taberî kesinlikle böyle olduğunu söyleyerek fikrini şöyle desteklemiştir: Şayet
caiz olsa sonra haram kılınsaydı yahut haram olsaydı da sonra caiz kılmsaydı,
Hz. Peygamber (s.a.) bunu açıkça beyan ederdi. Bu konuda haberler çelişince
aralarını bu şekilde bulduk.
[251] Buharî, 74/13. Enes b. Mâlik gördüğü şu olayı
anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.), süt içti ve evine geldi. Bir koyunun sütü
sağıldı. Ben de Allah Rasûlü (s.a.) için kuyudan su çektim (sütü su ile)
karıştırdım. Allah Rasûlü (s.a.) bardağı eline aldı, içti. Solunda Hz. Ebu
Bekir, sağında ise bir bedevi arap vardı. Artığını bedevî araba verdi, sonra:
"Sağı takip edin, sağı" buyurdu.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/135-138.
[252] Nesâî, 7/61; Ahmed, 3/128, 199, 285. Senedi hasendir.
Hâkim hadisi başka senedle (6/160) rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiş,
Zehebî de ona katılmıştır.
[253] Buharî, 67/4.
[254] Tirmizî, 1140; Ebu Davud, 2134; Nesâî, 7/64; İbn Mâce,
1971; Dârimî, 2/144; İbn Hibbân, 1305; Hâkim, 2/187. Hâkim hadisin sahih
olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.
[255] Buharî, 67/4. Saîd b. Cübeyr anlatıyor: İbn Abbas
bana: "Evlendin mi?" diye sordu. "Hayır" dedim,
"öyleyse
evlen. Çünkü bu ümmetin
en hayırlısı, hanımı en çok olandır." dedi.
[256] îlâ: Bir kimsenin dört ay ve daha fazla bir süre için
karısına yaklaşmayacağına, Allah üzerine yemin etmesi yahut yaklaşmayı ağır bir
şarta bağlamasıdır. Ric'at: Erkeğe yeni bir nikâha gerek kalmadan boşadığı
eşiyle normal aile hayatına dönme imkânı veren "ric'î talâk" ile
boşanmış bir kimsenin karısına geri dönmesi. Zıhâr: Bir adamın, karısına
"Sen bana anamın sırtı gibisin" demesidir ki, böyle bir durumda
kadın, zıhâr keffâreti ödeyinceye kadar adama haram olur. Bu konular son ciltte
detaylı olarak işlenmektedir.
[257] Tirmizî, 3892; Dârimî, 2/159; İbn Hibbân, Mevârid,
1312; İbn Mâce, 1977. Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahihtir." diyor.
[258] Müslim, 1462. Enes anlatıyor: Hz. Peygamber'in (s.a.)
dokuz hanımı vardı. Aralarında geceleme haklarını taksim ettiğinde birincisine
ancak dokuzuncu gün gelirdi. Bütün hanımları, her gece Hz. Peygamber'in (s.a.)
geleceği hanımın odasına gelirlerdi. Bir keresinde Hz. Âişe'nin odasında idi.
Zeyneb geldi. Hz. Peygamber (s.a.) elini ona uzattı; (Hz. Âişe, o gece kendi
gecesi olduğu için derhal buna engel olmak isteyerek -Ş.Ö.): "Bu,
Zeyneb!" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) elini geri çekti.
[259] Ebu Davud, 2135. Senedi hasendir. Metnin tamamı:
"Şevde Binti Zem'a yaşlanıp da Allah Rasûlü'nün (s.a.) kendisinden
ayrılmasından endişe etmeye başlayınca: Ey Allah'ın Rasûlü! Günüm, Âişe'nin
olsun, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) de onun bu isteğini kabul etti."
Sevde'nin gününü Âişe'ye bağışlaması olayım, Buharî ile Müslim (1463) de
rivayet etmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) dokuz hanımının adları şöyle: 1-
Âişe, 2- Hafsa, 3- Şevde, 4- Zeyneb, 5- Ümmü Seleme, 6- Ümmü Habîbe, 7-
Meymûne, 8- Cüveyriye, 9- Safiyye. Allah hepsinden razı olsun. Şevde (r.anha)
yaşlanınca gününü Âişe'ye bağışladı. Artık AİIah Rasûlü (s.a.) sekiz hanımı
arasında gecelemeyi taksim eder oldu.
[260] Müslim, 1465.
[261] İbn Mâce, 1973.
Senedinde bir meçhul râvi var, diğerleri sikadır.
[262] Ebu Davud, 288; Tirmizî, 118; îbn Mâce, 583. Senedi
kuvvetlidir. Hafız tbn Hacer, Dârakutnî ile Beyhakî'nin bu hadisi sahih
saydıklarım nakleder ve der ki: Hüşeym-Abdülmelik-Atâ-Âişe senediyle gelip de
Ebu İshak-Esved senediyle aktarılan hadisin misli olan bir hadis de bunu takviye
eder. Ayrıca İbn Huzeyme (211) ile İbn Hib-bân'ın (232) rivayet ettikleri şu
hadis de bunu destekler: İbn Ömer Hz. Peygmaber'e (s.a.): "Herhangi
birimiz cünüpken uyuyabilir mi?" diye sordu. "Evet. Dilerse abdest
alır." buyurdu. Aynı hadisi Müslim (306/24): "Evet. Abdest alsın,
sonra dilediği zaman guslediriceye
kadar uyusun." metniyle
rivayet ediyor. İmam
Ahmed (6/101,254) ve İbn Ebî Şeybe'nin (2/173) Mutarrif yoluyla Âmir
eş-Şa'bîden rivayetlerine göre Hz. Âişe anlatıyor: "Allah Rasûlü (s.a.)
geceyi cünüp olarak geçirirdi.
[263] Buharı; 9/296,297, Müslim, 1527/182. Câbir rivayet
ediyor: Allah Rasûlü (s.a.) buyurdular ki: "Uzun müddet ailesinden uzakta
kalan kimse, döndüğünde evine gece girmesin." Yine Buharı ve Müslim'deki (1928) Enes'ten
gelen bir rivayette: "Hz. Peygamber (s.a.) ailesinin yanına gece girmezdi.
Sabah yahut akşama doğru girerdi." deniliyor.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/138-142.
[264] Buharı, 79/44; Müslim, 2100.
[265] Tirmizî, Şemail, 322. Hadis zayıftır.
[266] Buharî, 51/7, 51/8, 62/30; Tirmizî, 3874; Nesâî,
7/68,69.
[267] Buharî, 80/7, 80/8, 80/16, 97/13; Tirmizî, 3413; Ebu
Davud, 5049; Müslim, 2711.
[268] Buharî, 11/107;
Ebu Davud, 5056; Tirmizî, 3399.
[269] Ebu Davud, 5045; Tirmizî, 3395; Huzeyfe'den. Tirmizî,
tbn Hıbbân (2350) ve Hafız İbn Hacer (Fethu 'l-Bârî, U/98), bu hadisin Berâ'dan
gelen rivayetini sahih saymışlardır. Ahmed ise hadisi İbn Mes'üd'dan (1/400,
414, 443) ve Hafsa'dan (6/287, 288) rivayet etmiştir. Yine Hafız bunu sahih
saymıştır.
[270] Müslim, 2715; Tirmizî. 3393; Ebu Davud, 5053; Ahmed,
3/153, 167, 288.
[271] Müslim, 2713; Tirmizî, 3397; Ebu Davud, 5051; Ahmed,
2/381, 404, 536.
[272] Ebu Davud, 5061. Senedinde zayıf râvi vardır. Buna
rağmen Ibn Hibbân (2359) ile Hâkim (1/540) hadisi sahih saymışlar, Zehebî de
buna katılmıştır.
[273] Buharî, 80/7, 80/8, 80/16, 97/13; Müslim, 2711;
Tirmizî 3413; Ebu Davud, 5049; Ibn Mâce, 3880.
[274] Buhari, 4/36; Müslim, 763. Bir geceyi Hz. Peygamber'in
(s.a.) hanımı olan teyzesi
[275] Buharî, 19/1, 80/10, 97/8, 97/24, 97/35; Müslim, 769;
Muvatta, 1/215; Tirmizî, 3414, Nesâî, 3/210; Ibn Mâce, 1355; Ahmed, 1/298, 308,
358.
[276] Tirmizî, Şemail, 257. İsnadı güçlüdür.
[277] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/142-145.
[278] Ebu Davud, 2565;Nesai 6/224; Ahmed 1/78,95,98,100,132,158,İbn
Hibban 1639.İsnadı sahihitir.
[279] Tirmizî, 1547;
Ahmed, 4/235; Ebu Davud, 3967; Îbn Mâce, 2522; Taberânî.
[280] Akîka: Yeni doğan çocuk için Allah'a şükür nişanesi
olarak kesilen kurban. Doğumun yedinci günü kesilir ve çocuğun başı tıraş
edilir.
[281] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/145-146.
[282] Enes b. Mâlik anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) atın
eğeri altına çekilen bir çul ile bir kâse sattı, "bu çul ve kâseyi kim
satın alır?" diye sordu. Bir adam: "Bunları bir dirheme
alıyorum" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Bir dirhemden fazla fiyat
veren yok mu? Bir dirhemden fazla fiyat veren yok mu?" diye tekrar tekrar
sordu. Adamın biri iki dirhem verince, ona iki dirheme sattı. Tirmizî 1236;
Ahmed, 3/100, 114. Hadis hasendir.
[283] Câbir anlatıyor: Ensâr'dan bir adam kendisinin
ölümünden sonra kölesinin âzâd (müdebber) olmasını vasiyet etti. Adam öldü.
Köleden başka da mal bırakmadı. Hz. Peygambe r(s.a.) onu sattı; Nuaym b. Nahhâm
satın aldı. Câbir: "Bu satılan köle
. Kıptî (Mısır yerlisi)
idi. İbnü'z-Zübeyr'in emirliğinin birinci senesi vefat etti" diyor.
Buharı, Keffârât: 7, tkrâh: 4; Müslim, İman, 59; Tirmizî, 1237; îbn Mâce, Itk,
1.
[284] Müslim, 1652. Bir köle geldi, Hz. Peygamber'e (s.a.),
hicret etmek üzere biat etti. Hz. Peygamber (s.a.) onun köle olduğunun farkına
varmadı. Efendisi, köleyi almak için gelince Hz, Peygamber (s.a.) ona:
"Köleyi bana sat" dedi. Bunun üzerine o köleyi, zenci İki köle
mukabili satın aldı. Sonra bir daha köle olup olmadığını sormadan hiç kimseden
biat kabul etmedi,
[285] Hâkim, Müsıedrek, 3/182. Senedi zayıftır.
[286] Müellifin (r.h.), Rabî b. Bedr'den dolayı hadisi
illetli bulması yetmez. Çünkü aynı senedin sika bir ravî olan Hammâd b. Müs'ide
tarafından bir mütâbii vardır.
[287] Ebu Davud, 4836; İbn Mâce, 2287; Ahmed, 3/425. Sâib
anlatıyor: Hz. Peygamber'e (s.a.) geldim. Orada beni konuşmaya, benden övgü ile
sözetmeye başladılar. Bunun üzerine Allah Rasûiü (s.a.): "Ben, onu sizden
daha iyi bilirim" dedi. Ben de: "Anam, babam sana feda! Doğru
söyledin. Sen benim ortağım idin, ne iyi ortaktın. Aldatmaz, münakaşa
etmezdin" dedim. Hadisin senedi zayıftır.
[288] Müslim, 1755; Ebu Davud, 2697; İbn Mâce, 2846; Ahmed,
4/46. Seleme b. Ekva' anlatıyor: Fezâre'ye gazaya çıktık. Allah Rasûiü (s.a.)
başımıza Ebu Bekir'i komutan tayin etmişti. Suyla aramızda bir saatlik mesafe
kalınca Ebu Bekir emir verdi, orada geceyi geçirmek için konakladık. Sonra gece
baskına geçti, suyu geçip kendisine karşı savaşanları öldürdü, esir
alabildiğini esir aldı. Ben ise aralarında çocukların ve kadınların bulunduğu
bir grup insanı gözetliyordum. Bu adamlar dağa kaçıp giderlerse ben onlara
yetişemem diye endişelenince onlarla dağ arasına bir ok attım. Oku görünce
durdular. Onları sürerek getirdim. Aralarında Fezâre oğullarından üzerinde
deri
bir kürk bulunan bir kadın -ve yanında Arap güzeli bir kızı vardı. Ebu Bekir'in
yanına kadar grubu sürüp getirdim. Ebu Bekir, kadının kızım bana ganimet olarak
verdi. Medine'ye döndük. Kızın daha hiç elbisesini açmamıştım. Allah Rasûiü
(s.a.)' çarşıda bana rastladı. "Ey Seleme! Kadını bana bağışla."
buyurdu. Ben de: "Eyİ Allah'ın Rasûiü! Çok hoşuma gitmişti. Daha hiç
elbisesini açmamıştım." dedim.j ,ı Ertesi gün Allah Rasûiü (s.a.) İle yine
çarşıda karşılaştık. Bana: "Ey Seleme! Kadını üi bana bağışla. Ona dokunmadığın
için ne iyi ettin" dedi. Bunun üzerine: "Senin oH sun, Ey Allah'ın
Rasûiü! Vallahi hiç elbisesini açmadım" dedim. Allah Rasûiü (s.a.) kadını
Mekkeli müşriklere gönderdi, Mekke'de esir olan bir grup müslümanı kurtarmak
için fidye olarak verdi.
[289] Buharı, 69/15, 85/4; Müslim, 16r9; Tirmizî, 1070. Ebu
Hureyre'nin rivayet ettiği n bu
hadiste Hz. Peygamebr (s.a.) buyuruyor ki: "Ben mü'minlere kendilerinden
dahd
yakınım. Kim borçlu
vefat ederse onun borcunu ödemek bana düşer. Kim bir ma| •X bırakırsa vârislerine kalır."
i
[290] Cariye Berire'yi sahibi azat ettiğinde köle Muğîs'in
karısı idi. Berire hürriyete kavuş-J makla kendisine sahip oldu ve kendisini
boşadı. Mugîs, onu aşın derecede severi o ise Mugis'den aşırı hoşnutsuzluk
duyardı. Mugîs, bu konuda Allah Rasûiü (s.a.) ile konuştu. Allah Rasûiü (s.a.)
de dönmesi için Berîre ile konuştu. Berîre: "Bana
emir mi ediyorsun, ey
Allah'ın Rasûlü?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): "Hayır. Ben
yalnızca arabuluculuk yapıyorum." karşılığını verince kadın geri
dönmemekte ısrar etti. Ne Allah Rasûlü (s.a.), ne de müslümanlar onu kınadı.
[291] Yunus, 10/53.
[292] Sebe, 34/3.
[293] Tegâbun, 64/7.
[294] Yemin keffâreti ile ilgili şu âyet vardır: "Allah
size rasgele yaptığınız yeminlerden dolayı değil, bile bile ettiğiniz
yeminlerden ötürü hesap sorar. Yeminin keffâreti ise ailenize yedirdiğiniz
yemeğin ortalamasını gözönüne alarak on düşkünü doyurmak yahut onlan giydirmek
ya da bir köle azad etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutsun. Yemin ettiğinizde
(yemininizi geri almak isterseniz) işte yeminlerinizin keffâreti budur.
Yeminlerinizi tutun. Ola ki, şükredersiniz diye Allah size âyetlerini böylece
açıklıyor." (Mâide, 5/89)
[295] "Allah şüphesiz yeminlerinizin çözümünü ( =
keffaret ödemenizi) size meşru kılmıştır." (Tahrîm, 66/2)
[296] Tevriye: Biri yakın, diğeri uzak iki anlamı bulunan
bir kelimenin bir nükteden dolayı uzak anlamını kasdetme sanatı. Meselâ,
Keçecizade İzzet MoUa'mn aşağıdaki beytini ele alırsak:
Koyup kaldırmadan ikide
birde
Kazan devrildi söndürdü
ocağı.
Burada iki manalı söz
"ocak"tır. Yakın mana "ateşin yakıldığı yer", uzak manası
ise "Yeniçeri Ocağı" oluyor. Şair bu ikinci manayı kasdetmiştir. Bk.
Prof.Dr. M. Kaya Bilgegil. Edebiyat Bilgi ve Teorileri, s, 192 vd., Ankara, 1980.
[297] Müslim, 3002; Ebu Davud, 4804; Tirmizî, 2395; İbn
Mâce, 3742. Nevevî diyor ki: "Müslim bu bölümde övgüyü yasaklama konusunda
gelen hadisleri vermektedir. Oysa Sahîhayn'da yüze karşı övgü içeren pek çok
hadis vardır. Âlimler diyorlar ki: Bu hadisler şu şekilde uzlaştınlabilir:
Yasaklama Övgüde ölçüsüzlüğe, sıfatları abartmaya yahut övgüyü işittiğinde
kendini beğenme gibi bir fitneye düşmesinden korkulan kişiyi Övmeye bağlanır.
Ama üstün takvası, derin aklı ve bilgisinden dolayı kişinin böyle bir fitneye
düşmesinden korkulmazsa
ölçüsüzlüğe varmadıkça
onu yüzüne karşı Övmek yasak değildir. Aksine iyiliği arzulamasını, daha çok
iyilik yapmasını yahut iyilikte devam etmesini ya da hayır peşinde gitmesini
sağlamak gibi bir menfaat elde edilecek olursa müstehab olur." Müslim
Şerhi, 18/126, Beyrut, 1972.
[298] "Rükâne, Hz. Peygamber'le (s.a.) güreşti; Hz.
Peygamber (s.a.) onu yendi." Ebu Davud, 4078; Tirmizî, 1785. Hadis
zayıftır.
[299] Nisa, 4/43; Mâide, 5/6.
[300] Bakara, 2/181.
[301] Bakara, 2/196.
[302] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/147-153.
[303] Buharî, 43/4, 6, 7; Müslim, 1601. Ebu Hureyre
anlatıyor: Bir adam Hz. Peygam-ber'e (s.a.) ödünç verdiği bir deveyi almaya
geldi. Adam kabalık etti. Sahabîler, onu edeplendirmek istediler. Hz. Peygamber
(s.a.): "Bırakın onu. Hak sahibinin
söz söylemeye hakkı vardır. Onun adına bir deve satın alm ve ona verin" buyurdu.
Dediler ki: "Yalnız yaş durumu onun devesinin yaşından daha üstün olan
deve bulabiliyoruz." Hz. Peygamber (s.a.): "Onu alın ve adama verin.
Çünkü en hayırlınız borcunu en iyi Ödeyendir." buyurdu.
[304] Nesâî, 7/314; îbn Mâce, 2424; Ahmed, 4/36. isnadı
kuvvetlidir.
[305] Sa': 2.917 kg ağırlığında bir ölçü birimidir.
Genellikle tahıl ölçümünde kullanılır.
[306] Heysemî, Mecmau'z-ZevâieTde (4/141) diyor ki: "Bu
hadisi Bezzâr rivayet etti. Bez-zâr'ın hocası dışındaki râvîler Sahîh (-i
Buharı) râvîleridir. Ama o da
sikadır."
[307] Buharî, 40/6, 40/5, 43/4, 43/6, 43/7, 43/13, 51/23;
Müslim, 1601; Tirmizî, 1317.
[308] Ebu Davud, 3344. Hadis zayıftır.
[309] Hâkim (2/32) benzerini rivayet etmiş ve sahih olduğunu
belirtmiştir. Zehebî ise ona itiraz ederek mürsei olduğunu söylemiştir.
[310] Ibn Hibbân, 2105; Ebu'-Şeyh, Ahlâku'n-Nebî, s. 83-85.
Hafız Ibn Hacer, et-tsâbe'de (2904) seneddeki râvîlerin sika olduğunu
söylemiştir. Ancak bir râvisi tartışmalıdır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/153-154.
[311] Furkân, 25/63.
,
[312] Buharı, 25/80, 25/63; Müslim, 1261; Nesâî, 5/230.
[313] Hâkim (1/443): "Neselân tarzında yürüyün"
metniyle rivayet edip sahîh söylemiş ve Zehebî de ona katılmıştır.
[314] Buharı ve Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir
hadisde Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Bir kimse günlerden birinde
güzet elbise içinde kurularak yürüyordu. Başını taramış, kendi kendine
gururlanıyor, çalım satıyordu. Derken Allah onu yerin altına geçirdi. Şimdi o,
kıyamet gününe kadar yerin dibine geçmektedir."
[315] Ahmed, 3/332;
Ibn Mâce, 246. Câbir (r.a.) diyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.) yürürken
arkadaşları O'nun önünde giderler, sırtını meleklere bırakırlardı." Senedi
kuvvetlidir. Hâkim sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır.
[316] koyup yere oturdu. Adiy "Anladım ki o kral
değil" dedi.
Buharî, 56/9; Müslim, 1796.
[317] Ebu Davud, 2639. isnadı sahîhtir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/154-156.
[318] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/156-157.
[319] Buharî, 4/9, 80/15; Müslim, 375; Tirmizî, 5; Ebu
Davud, 4; Nesâî, İ/20; Ahmed, 3/99, 101, 282. Parantez içindeki kısmı ise tbn
Mâce (299) zayıf senedle rivayet etmiştir.
[320] Tirmizî, 7; Ebu Davud, 30; îbn Mâce, 300; Ahmed,
6/155. Tirmizî: "Bu hadis hasen-garîbtir" diyor. İbn Huzeyme (90),
Ibn Hibbân ve Hâkim (i/158) hadisi sahîh saymışlardır. Nevevî,
Şerhu'l-Mühezzeb'de: "Bu hadis hasen sahîhtir" diyor.
[321] Tirmizî, 12; Nesâî, 1/26; tbn Mâce, 307. Senedindeki
Kadı Şerîk zayıf ise de Ah-med'in (6/136,
192) rivayetinde Süfyân ona mutabaat etmiştir. İsnadı sahîhtir.
[322] Buharî, 4/60, 4/61, 4/62, 46/27; Müslim, 273; Tirmizî,
13; Ebu Davud, 23; Nesâî, 1/25; Ibn Mâce, 305 ve 306; Ahmed, 5/382, 394, 402 ve
4/246.
[323] Tirmizî, 12
(muallak olarak); İbn Mâce, 308 (mevsul olarak). Hadis zayıftır.
[324] Hadisin senedi hasendir. Bedreddin el-Aynî,
Umdetu'l-Kârrde (3/135) sahîh olduğunu söylemiştir. Heysemî,
Mecmau'z-Zevâid'ds (2/83) hadisi Bezzâr ve Taberânî'den (Evsafta) aktardıktan
sonra "Bezzâr'daki hadisin râvileri Sahîh'in râvileridir" diyor.
[325] İbn Mâce, 326; Ahmed, 4/347. Senedi zayıftır.
[326] Müslim, 370; Tirmizî, 90; Ebu Davud, 16; Nesâî, 1/36;
tbn Mâce, 353.
[327] İbnu'l-Cârûd'un, el-Müntekâ (s.27) adlı eserinde ismi
açık olarak bu şekilde verilmiştir. Ebu'l-Abbas es-Serrâc'ın Müsnedlnde de
aynı şeklide geçmektedir. Bu Bezâr hadisinin senedindeki râviler sikadır. Daha fazla
bilgi için Zeylaî'nin Nasbu'r-Râye'sine bakılabilir.
[328] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/157-159.
[329] Fıtrat: Bu kavramın anlamında farklı görüşler ileri
sürülmüştür. Hattâbî, çoğunluk alimlerin fıtratın, "sünnet" anlamında
kullanıldığı görüşünde olduklarını söylüyor. Din anlamında olduğu da
söylenmiştir. Kelimenin kökünden hareket edenler ise yaratılış, ilk var ediliş
anlamını vermişlerdir. Beyzavî diyor ki: Fıtrat,
peygamberlerin
seçtikleri ve şeriatların ittifak ettikleri eski sünnet (gelenek) demektir. Bu
sanki o kadar tabiî birşey ki, peygamberler ve şeriatlar onda birleşmişlerdir.
Bk. Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, 1/123, 130.
[330] Arapçası "nura" olan hamamotu, kireçten ve
zırnıktan yapılan ve kıl dökmek için kullanılan bir şeymiş. Bk. Âsim Ef., Kamus-ı Okyanus, 2/728,
[331] Eseri tahkik edenler diyorlar ki: Müellif (r.h.)
buradaki olumsuz ifadesinde hataya düşmüştür. Çünkü bu konuda da sahih hadis
rivayet edilmiştir: 1) Câbir hadisi:
"Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa hanımını hamama sokmasın. Kim
Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa hamama peştemalsiz girmesin. Kim Allah'a ve
ahiret gününe İnanıyorsa üzerinde içki dolaşan sofraya oturmasın." Hâkim,
Müstedrek, 4/288; Tirmizî, 2802; Nesâî, 1/198 (yalnız birinci cümleyi rivayet etmiştir).
Hâkim hadisi sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Tirmizî İse
hasen-garîb olduğunu söylemiştir. Hafız İbn Hacer isnadını ceyyid bulmuştur. Bu
hadisin pekçok sahihi vardır. Bk.
et-Tergîb ve't-Terhîb, 1/88, 91;
Mecmau'z-Zevâid, 1/277, 279. Şu halde
hadis sahihtir.
2) Ümmü'd-Derdâ hadisi: Bu sahabî hanım
anlatıyor: Hamamdan çıktım, Allah Rasûlü (s.a.) ile karşılaştım. Bana: Nereden
böyle, ey Ümmü'd-Derda!" diye sordu. Ben de: "Hamamdan" dedim.
Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki,
analarından birinin evi dışında elbiselerini soyunan herbir kadın mutlaka
Rahman ile kendisi arasındaki her türlü örtüyü parçalamış demekrir."
Ahmed, 6/361, 362; ed-Dûlûbî bu hadisi el-Künâ ve'l-Elkâb adlı eserinde biri
sahih iki senedle rivayet etmiştir. el-Heysemî ise el-Mecma'da (1/277) hadisi
verdikten sonra: "Ahmed (Müsned'de) ve Taberânî, Kebîr'de değişik
isnadlarla rivayet etmişlerdir. Bu senedlerden birinin râvîleri sahih
ricalidir." diyor.
3) Ebu'l-Müleyh hadisi: Şamlı bir grup kadın
Hz.Âişe'nin (r.a.) huzuruna girer. Hz. Âişe: "Kimlerdensiniz?" diye
sorar. "Şam halkından" karşılığını verirler. "Hz.
Âişe: "Herhalde,
kadınları hamamlara giden vilayettensiniz?" der. "Evet" derler.
"Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim der, Hz. Âişe: Evi
dışında elbisesini soyunan her bir kadın Allah Teâlâ ile kendi arasındaki
(bağı) parçalamış olur." Ebu Davud, 4010; Tirmizî, 2804; İbn Mâce, 3750.
Tirmizî hadisi hasen, Hâkim (4/288) ise sahih saymış ve Zehebî, Hâkim'in bu
görüşüne muvafakat etmiştir. Hadis bu ikisinin dediği gibidir. Bu hadislerde
evlerde hamam (banyo) yapımının meşruiyetinin güçlülüğü gösterilmektedir.
tbn Abbas'dan gelen bir
hadiste ise Hz. Peygamber (s.a.) "Hamam denilen evden sakının!"
buyurur. "Ey Allah'ın Rasulü! Hamam kirleri gideriyor, hastaya fayda
veriyor" derler. Bunun üzerine: "Kim oraya girerse örtünsün"
buyurur. Hâkim, 4/288; Taberânî, Kebir, 3/103; Ziya el-Makdisî, Muhtâre. Hâkim
hadisi sahih saymış, Ze-hebi ona katılmıştır.
Mütercim der ki:
Müellif bu konuda yalnız değildir. Meselâ, et-1'tibâr fi'n-Nâsih ve'l-Afensûh
mine'l-Âsâr (s. 241, Humus, 1966) adlı eserin sahibi diyor ki: "Hamamla
ilgin' hadislerin hepsi lletlidir. Bu konuda yalnızca sahabeden —Allah onlardan
razı olsun— sahih rivayetler vardır." Böyle söyleyen başka muhaddisler de
vardır.
[332] Tirmizî, 2049; İbn Mâce, 3499; Ahmed, 1/354; Tirmizî,
Şemail, 48, 49. Hadis zayıftır. Bu konuda Ebu'ş-Şeyh, Ahlâku'n-Nebî(s.a.) adlı
eserinde (s. 183) ceyyid senedle Enes'den şu hadisi rivayet eder: "Hz. Peygamber1 (s.a.) üç kere sağ, iki
kere de sol gözüne sürme çekerdi." Taberânî, el-Kebîr'dz (3/119/1) İbn
Ömer'den bu hadise şahid olacak bir başka zayıf hadis rivayet eder.
[333] Ebu Davud, 4495; Nesâî, 8/53; Ahmed, 2/226, 227;
Tirmizî, Şemail, 44. İsnadı sahihtir.
[334] Tirmizî, Şemail, 32. Senedi zayıftır.
[335] Tirmizî, 1755 ve Şemail (24); Ebu Davud, 4187; İbn
Mâce 3635; Ahmed, 6/108, 118. Senedi hasendir. Tirmizî "Bu hadis
hasen-garib-sahihtir." diyor.
[336] Tirmizî, 1782; Ebu Davud, 4191; İbn Mâce, 3632; Ahmed,
6/341, 425. İsnadı sahihtir. Tirmizî hasen olduğunu söylemiştir.
[337] Müslim, 2253; Ebu Davud, 4172; Nesâî, 8/189.
[338] Esans diye tercüme ettiğimiz kelimenin Arapçası
"gâliye"dir. Mütercim Asım Efendi diyor ki: Bilinen bir güzel koku
adıdır. Türkçe'de tahrifle kalyemisk derler. Eski terkiplerdendir. İlk önce onu
icadeden Calinus (Galien)'tur. Asıl maddesi misk, an-ber, bân yağı, aselbend
(balmumu?) ve güzel kokulu damıtılmış sulardır. Bu adla amiması kıymetli
olmasından kaynaklanmaktadır. Bk. Kamus-ı Okyanus, 4/1109.
[339] Buharî, 77/80, 51/9; Tirmizî 2790; Nesâî, 8/189.
[340] Tirmizî, 2791; Ebu Nuaym, Tarihu Isbaân, 1/99. Senedi
hasendir; bı^ illeti yoktur. Zira Tirmİzî'nin Abdullah b. Müslim hakkında bir
bilgisi yoktur. Oysa Ebu Zur'a er-Râzî onun hakkında: "Medinelidir. Bir
kusuru yoktur" demiş, tbn Hİbbân ile ei-Iclî onun sika olduğunu
belirtmişlerdir.
[341] Tirmizî, 2792. Mürseldir. Çünkü Ebu Osman en-Nehdî,
Hz. Peygamber'i (s.a.) görmemiştir.
[342] Ebu Davud, 4162; Tirmizî, Şemail, 217. Senedi
hasendir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/159-163.
[343] Bıyıklarla ilgili Arapça'da kullanılan kelimeler
arasında bir anlam kargaşası bulunduğu için şunu hatırlatmakta fayda
görüyoruz: Biz burada "kass" kelimesini kısaltmak, "ihfâ"
kelimesini iyice kısaltmak yahut cildin beyazı görünecek kadar iyice kısaltmak,
"halk" kelimesini de tıraş etmek diye tercüme ettik. Bilhassa
'*ihfâ" kelimesi farklı farklı alimlerce hem tıraş etmek, hem de
kısaltmak anlamlarına alınmış ve hadisler de bunlara göre yorumlanmıştır. Bu
hususun gözden uzak tutuhnamasını rica ederiz.
[344] Tirmizî, 2761. Senedi muztaribtir.
[345] Nesâî, 8/129, 130; Tirmizî, 2762; Ahmed, 4/366, 368.
Senedi sahihtir. Ziya el-Makdisî, ei-Muhtâra adlı seerinde sahih olduğunu
söylemiştir. Hadis de gösterir kî, meşru olan bazılarının yaptığı gibi bıyığı
tamamen tıraş etmek değil, bıyığın bir kısmını yani dudaklar üzerine dökülen
kısmı almaktır.
[346] Müslim, 260.
[347] Buharî, 77/64, 65; Müslim, 254, 259; Tirmizî, 2764;
Nesâî, 1/129; Ahmed, 2/16, 52.
[348] Müslim, 258; Tirmizî, 2759; Nesâî, 1/İ5,
16; Ebu Davud, 4200.
[349] Tahâvî, Şerhu Meâni'l-Âsar, 4/230; Ahmed, 4/252, 255;
Ebu Davud, 188. Hadisin senedi sahihtir. Metnin tamamı şu şekildedir: Mugîre b.
Şu'be anlatıyor: Bir gece Hz. Peygamber'in (s.a.) misafiri oldum. Yanına yaklaşmamı
emretti. Kebap yapmıştı. Eline bıçağı aldı ve bana vermek üzere ondan bir
parça kesmeye başladı. Bu sırada Bilâl geldi, O'nu namaza çağırdı. Bıçağı
elinden bıraktı ve: "eli bol olası, ne oluyor ona?" dedi. Benim
bıyığım bayağı uzamıştı. Allah Rasûlü (s.a.), bıyığımı biraz kısalttı (yahut
Hz. Peygamber: Bıyığını biraz kısaltayım, dedi).
[350] Müslim, 261; Tirmizî, 2758; Ebu Davud, 53; Nesâî,
8/127, 128; tbn Mâce, 293. İmam Ahmed de
rivayet etmiştir: Hadisin tamamı şöyledir: "On şey fıtrattandır: 1- Bıyığı
kısaltmak, 2- Sakal bırakmak, 3- Misvak kullanmak, 4- Burna su çekip
temizlemek, 5- Tırnaklan, kesmek, 6- Parmak boğumlarını yıkamak, 7- Koltuk altı
tüylerini yolmak, 8- Kasık tüylerini tıraş etmek, 9- Su ile
taharetlenmek." Hadisin râvisi Mus'ab diyor ki: "Onuncusunu unuttum.
Herhalde, ağzı su ile çalkalamak olacak."
[351] Buharî, 77/63, 64, 79/51; Müslim, 257; Tirmizî, 2757;
Ebu Davud, 4198; Nesâî, 8/128; İbn Mâce, 292.
[352] Tahâvî, 4/230; Tirmizî, 2761. Metin şöyledir:
"Hz. Peygamber (s.a.) bıyığını kısalardı yahut bıyığından alırdı. Allah
dostu Hz. İbrahim de aynısını yapardı." Sened muztaribtir.
[353] Müslim, 260.
[354] Buharî, 25/127; Müslim, İ302,
1303.
[355] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/163-166.
[356] Tirmizî, 3643 ve Şemail, 223. Buharî ve Müslim (2493)
ise yalnızca: "Allah Rasulü (s.a.) sizin şu konuşmalarınız gibi sözü
peşipeşine sıralamazdı." kısmım rivayet ediyorlar, tsmailî ise ayrıca:
"Allah Rasulü'nün (s.a.) konuşması kalblerin anlayacağı şekilde tane tane
idî." kısmını ilâve ediyor.
[357] Buharî, 23/44; Müslim, 2315; Ebu Davud, 3126; Ahmed,
3/194.
[358] Nisa: 4/41.
[359] Buharî, 65/9 (Tefsir, Nisa); Müslim, 800. Abdullah b.
Mes'ûd anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.): "Bana Kur'an oku" dedi. Ben
de: "Ey Allah'ın Rasulü! Kur'an sana inmişken, ben mi sana Kur'an
okuyayım?" dedim. "Evet" dedi. Nisa sûresini okumaya başladım.
"Her ümmete bir şâhid getirdiğimiz ve seni de (ey Muhammed) bun-
lara şâhid getirdiğimiz
vakit halleri ne olacak?" âyetine geldiğimde O'na baktım, şaşırdım kaldım.
Gözleri yaş dolmuştu.
[360] Osman b. Maz'ûn Cumh kabilesindendir. Bedir'den
döndükten sonra Medine'de ilk ölen muhacirdir. Hz. Peygamber (s.a.) onu ölü
iken öpmüştü. Onun kabir ziyaretine giderdi. Oğlu ibrahim'i onun yanma gömdü.
Osman b. Maz'ûn haram kılınmadan önce İçkiyi, kendisine haram sayanlardandı.
İbadete düşkün, çok gayretli biriydi. Bir keresinde Şair Lebîd b. Rabîa'nın:
"Allah'dan başka herşey boştur" diye bir şiir okuduğunu işitti:
"Doğru söyledin" dedi. Şair: "Her nimet şüphesiz gelip
geçicidir" deyince "Yalan söyledin. Cennetin nimetleri gelip geçici
değil, daimîdir." dedi. Bunun üzerine Lebîd: "Ey Kureyşliler! Ben,
sizin meclisinizde yalanlanıyorum!" diye feryat edince orada bulunanlardan
biri Osman b. Maz'ûn'un yüzüne bir tokat attı; bu yüzden gözü yaşardı. Daha
önce kendisine himaye teklif eden ve reddedilen müşrik Utbe b. Rabîa, ona bu
durumdayken: "Evimde kalsaydm, başına hiçbir şey gelmezdi." dedi.
Osman: "Diğer gözüm Allah yolunda berikinin başına gelene muhtaçtır!"
cevabını verdi. Bu olay İslâm'ın İlk yıllarında meydana gelmişti. Kendisi hicretin
ikinci senesi vefat etmiştir. Allah ondan razı olsun, lbnü'1-lmâd,
Şezerâtu'z-Zeheb, 1/9-10, Beyrut, ts.
[361] Ebu Davud, 1194; Nesâî, 3/137, 138, Ahmed 2/159, 188;
Tirmizî, Şemail, 317. Senedi sahihtir.
[362] Buharî, 23/72. Enes anlatıyor: Hz. Peygamber'in (s.a.)
bir kızının cenazesine katıldık. Allah Rasölü kabrin üzerine oturdu.
Gözlerinden yaşlar boşandığını gördüm. "Bu gece ailesiyle cinsel ilişkide
bulunmayan var mı?"
diye sordu. Ebu Talha:
"Ben varım" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Kabre in"
dedi. O da Hz. Peygamber'in (s.a.) kızının kabrine indi.
[363] Beyit, Hassan b. Sabit yahut Abdullah b. Ravâha yahut
da Ka'b b. Mâlik'e aittir. Bk. el-Muktedab, 4/292; Şerhu Şevâhidi'ş-Şâftye,
4/66; Mecâlisu Sa'leb, ,1109; el-Kâmil,
189; es-Sîretu'n-Nebevî, 2/162.
[364] Müslim, 1763.
[365] Ibn Mace (1337) bu sözü Sa'd b. Ebî Vakkâs'dan
"8u Kur'an hüzünlü inmiştir. Okuduğunuz zaman ağlayın. Ağlayamazsamz ağlar
gibi yapın" metniyle hadis olarak rivayet etmiştir. Ancak bu hadis zayıftır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/166-170.
[366] Müslim, 867; Nesâî, 3/188, İ89;
Ibn Mâce, 45.
[367] Abdürrezzak, Musannef, 5281. Hadis sahihtir. Yine
Abdürrezzak (5281) ile tbn Ebî Şeybe (339), Şa'bî'nin şöyle dediğini rivayet ederler:
Allah Rasûlü (s.a.) minbere çıktığı zaman yüzünü cemaata çevirir
"es-Selâmu aleyküm" derdi. Hz. Peygamber'den (s.a.) sonra Hz.
Ebubekİr ve Hz. Ömer de (kendi hilafetleri devrinde) böyle yaparlardı... îbn
Mace (1109) bu hadisi zayıf senedle rivayet etmiştir. Bu konuda Taberânî'-nin
£V.w/'ında İbn Ömer'den bir hadis vardır. Heysemî, Mecmau'z-Zevâicfde (2/184)
bu hadisin zayıf
olduğunu söylüyor. Beyhakî (3/204, 205) Câbir ve İbn Ömer'den hadis rivayet
etmiştir. Bu konuda ayrıca Ibn Abbas, İbnü'z-Zübeyr ve Ömer b. Ab-dülaziz'den
rivayetler vardır.
[368] Müslim, 873; Ebu Davud, 1100,
1102; Nesâî, 2/157.
[369] Ebu Davud, 1097. Buradaki hadis zayıfsa da bir başka
senedİe ve bir başka metinle İbn Mes'ûd'dan Abdürrezzak (10449), Ahmed (4116 ve
3721), Nesâî (6/89), Tirmizî (1105), İbn Mâce (1892), Tahâvî (Müşkilû'l-Âsâr,
1/4) ve Beyhakî (Sünen, 3/214) sahih senedle şu hadisi rivayet ederler: İbn
Mes'ûd anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) hacet hutbesini bize şu şekil öğretti:
"Şüphesiz hamd Allah'a mahsustur. O'na ham-deder, O'ndan yardım diler,
O'ndan bağışlama bekleriz. Nefislerimizin şerlerinden Allah'a sığınırız.
Allah'ın doğru yola ilettiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını da hiç kimse
doğru yola erdiremez. Tanıklık ederim ki, Allah'tan başka tanrı yoktur,
O
tekdir, ortağı yoktur. Yine tanıklık ederim ki, Hz. Muhammed O'nun kulu ve
elçisidir." Sonra şu üç âyeti okurdu: 1- "Ey inananlar! Allah'dan
gerektiği gibi korkun. Ancak müslüman olarak can verin." (Âl-i îmrân,
3/102), 2- "Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'ın ve
akrabaların haklarını gözetmemekten sakının. Şüphesiz Allah size
gözcüdür." (Nisa: 4/1), 3- "Ey İnananlar! Allah'dan sakının, doğru
söz söyleyin ki Allah işlerinizi size yararlı kılsın ve günahlarınızı bağışlasın.
Kİm Allah'a ve Peygamberine itaat ederse gerçekten büyük bir kurtuluşa ermiş
olur." (Ahzâb: 33/70-71). Bu hadisin senedi kuvvetlidir. Tirmizî hasen
olduğunu söylemiştir. Metinde geçen zayıf hadisde münker bir cümle
—"Onlara isyan ederse" cümlesi— vardır. Hz .Peygamber'in (s.a) bu
şekil söyleyişi yasakladığı sahihtir: Adiy b. Hatim anlatıyor: Adamın biri Hz.
Peygamber'in (s.a.) huzurunda hitabette bulundu. Hitabet esnasında:
"Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eden doğru yolu bulmuştur. Onlara isyan
edense azılmıştır." dedi. Allah Rasûlü (s.a.) buna müdahale ederek:
"Sen ne kötü
hatipsin.
Allah'a ve Rasûlü'ne isyan eden... de" buyurdu. Müslim, 870.
[370] Ebu Davud, 1098. Râvıleri sikadır; ancak hadis mürsel
olduğundan delil teşkil etmez.
[371] Ebu Davud, Merâsil. Hadis mürseldir. ez-Zerkânî,
Şerhu'l-Mevâhibi'l-Ledünniyye'âe (7/447) kaydetmiştir.
[372] Ebu Davud,
1096; Ahmed, 4/212. Senedi hasendir.
[373] Tirmizî, 1106; Ebu Davud, 4841; Ahmed, 2/302, 343.
Senedi kuvvetlidırTTirnıizî hasen olduğunu söylüyor.
[374] Herhalde Ebu Davud, İbn Şihab'dan AferânV'inde rivayet
etmiştir. Sünen'inde (1096) Hakem b. Hazn el-Kelefî'nİn şu olayı anlattığını
rivayet eder: Ben, Allah Rasûlü'ne (s.a.) yedi kişilik elçi heyetinin yedincisi
—yahut dokuz kişilik heyetin dokuzuncusu— olarak geldim. Hz. Peygamber'in (s.a.)
huzuruna girdik; "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz seni ziyarete geldik. Bize hayır
duada bulun" dedik. Hz. Peygamber (s.a.) bize ikram olarak hurma
getirmelerini emretti. Çünkü o zamanlar refah seviyesi düşüktü. Birkaç gün
orada kaldık. Bu sırada bir cuma namazını Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte
kıldık. Hutbe okumak için bir değnek yahut yay üzerine dayalı bir vaziyette
ayakta durdu. Sonra: '*Ey insanlar! Doğrusu sizler benim emrettiğim herşeyi
yapmaya güç yetiremeyeceksiniz yahut yapmayacaksınız. Ancak doğru olun, müjde
size!" buyurdu. Hadisin senedi hasendir. Hafız tbn Hacer,
ei-Telhîs'&t hasen olduğunu söylemiştir. Bu hadisin Berâ b.Âzib'den gelen
Ebu Davud'da (1145): "Hz. Peygamber'e (s.a.) bayram günü bir yay
bağışlandı, ona dayanarak hutbe okudu." metniyle rivayet edilen bir şahidi
vardır. Hafız diyor ki: Ahmed ve Taberânî bu hadisi uzun bir metinle rivayet
etmişlerdir. İbnü's-Seken İse sahih olduğunu söylemiştir. Bu konuda
îbnü'z-Zübeyr'den Ebu'ş-Şeyh'in A hlöku'n-NebP sinde (s. 155-156) zayıf bir hadis
daha rivayet edilmektedir; ancak şahid hadisler sayesinde hasen kabul
edilir.
[375] Enfâİ: 8/28.
[376] Tirmizî, 3776; Ebu Davud, 1109; Nesâî, 3/108; Ibn
Mâce, 3600. isnadı hasendir. Tirmizî hasen olduğunu belirtmiştir.
[377] Buharı,
11/32, U/33, 19/25; Müslim, 875
(59); Tirmizî, 510; Ebu Davud, 1115, i 116 ve 1117; Nesâî, 3/103; Ibn
Mâce, 1112.
[378] Buharı, 13/19.
[379] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/170-174.
[380] Müslim, 277; Ebu Davud, 172; Tirmizî, 61; Nesâî, 1/86.
Büreyde b. Husayb anlari yor: Hz. Peygamber (s.a.) Fetih günü namazları bir
abdestle kıldı ve mestleri üzerine meshetti. Bunu gören Hz. Ömer, ona:
"Bugün şimdiye kadar hiç yapmadığın bİrşey yaptın" dedi. Hz.
Peygamber (s.a.) cevaben: "Kasden yaptım, Ömer" dedi.
[381] Müd: Bir hacim ölçüsü birimidir, ülkelere göre
değişiklik arzeder. Iraklılara göre 2 rıtıl, Hicâzlılara göre 1 1/3 ntıldır. 1
ntıl = 12 ukiyye; 1 ukiyye = 40 veya 12 dirhem; 1 dirhem = 3,2 gr. Ukiyye, 40
dirhem kabul edilirse Iraklılara göre 1 müd = 3072 gr. Hicazhlara göre 1 müd =
2048 gr; Ukiyye 12 dirhem kabul edilirse Iraklılara göre 1 müd = 921,6 gr.,
Hicazlılara göre 1 müd = 614,4 gr.
[382] Ebu Davud, 96; Ahmed, 4/86, 87, 5/55. Abdullah b.
Mugaffel diyor ki: Allah Rasû-lü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim: "Bu
ümmet içinde temizlik ve dua konularında aşırılığa kaçacak bir topluluk
çıkacaktır." Hadisin senedi kuvvetlidir. Ebu Davud (135), Nesâî (1/88),
İbn Mâce (422) ve Ahmed'in (6684) rivayetlerine göre Abdullah b. Amr anlatıyor:
Bir bedevi Arap Hz. Peygamber'e (s.a.) abdesti sormak için geldi. Hz. Peygamber
(s.a.) uzuvlarını üçer kere yıkıyarak bedeviye abdesti gösterdi, sonra:
"İşte abdest böyledir. Kim buna ilâve yaparsa kötülük yapmış, aşırılık
etmiş olur." buyurdu. Hadisin isnadı basendir. Ebu Davud'daki "Yahut
bundan noksan yaparsa" kısmı, münker yahut şazdır. Çünkü görünüşe göre,
üçten noksan yıkamak kötulen-
mıştır. Oysa üçten
noksan yıkamak caizdir ve aynı zamanda Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı
birşeydir. Bu konudaki hadisler sahihtir. Hz. Peygamber (s.a.) hakkında nasıl
kötülük yaptı yahut zulmetti denilebilir?
[383] Tirmizî, 57; İbn Mâce, 421; Ahmed, 5/136. Hadis
zayıftır.
[384] İbn Mâce, 425; A'hmed, 2/221. tsnâd zayıftır.
[385] Buharî, 4/39, 4!; Müslim, 235.
[386] Ebu Davud,
139. Senedi zayıftır.
[387] Dârakutnî,
1/93. Senedi zayıftır.
[388] Ebu Davud, 110.
Senedi zayıftır.
[389] Müslim, 274 (83).
[390] Ebu Davud, 147. Hadisin senedinde sikalıklan
tartışmalı iki râvi vardırj
[391] Buna şüphe ile bakılır. Fethu'l-Bâri'de (1/304)
deniliyor ki İmam Şafiî'nin Atâ'dan rivayet ettiğine göre Allah Rasûlü (s.a.)
abdest alırken başından sarığını açtı ve başının ön kısmına mesnetti. Bu hadis
mürseldir. Ancak Ebu Davud'da (147) bir başka senedle Enes'ten mevsûl olarak
gelmesiyle kuvvet kazanmaktadır. Bu rivayetin senedinde de meçhul bir râvî
vardır. Şu halde mürsel ve mevsûl birbirlerine omuz verirler ve böylece toplam
suretten bir kuvvet doğar. Yine bu konuda abdestin alınış şeklini anlatırken
Hz. Osman'dan Saîd b. Mansûr'un rivayet ettiği: "...Ve başının ön kısmını
mesnetti" kısmı vardır; fakat bunun da senedinde ihtilaflı bir râvî
vardır. İbn Ömer'in başının bir kısmını meshetmekle yetindiği rivayeti
sahihtir. tbnü'l-Münzir ve diğerleri: "Sahabenin buna karşı geldiği sahih
değildir. Bunu İbn Hazm söylemektedir." diyorlar. Bütün bunların hepsi
yukarıda geçen mürseli takviye ederler. En İyi bilen Allah'tır.
Mütercim der ki:
Tahkikçiler bu sözleri aktarmakla boşuna yorulmuşlardır. Zira İbnü'l-Kayyim:
"Sadece kâküle meshetmekle yetindiği mahfuz değildir (bilinmemektedir)"
diyor. Nitekim görüldüğü üzere rivayetlerin hepsi hadis usûlü ıstılahınca
zayıftır. Sahabeden birinin bu işi yaptığı sahih yolla rivayet edilmiştir ki,
sahabe söz ve davranışına mevkuf rivayet denir. Burada unutulmaması gereken
bir husus, müellif hep sözlerini ihtiyatla kullanıp "Sağlam yolla
nakledilmemiştir", "Mahfuz değildir", "Sahih
değildir." gibi sözler söylüyor. O bu sözleri söylerken zayıf rivayetlerin
de olmadığını asla söylemiyor ki, bundan dolayı tenkit edilsin. Böyle söylediği
konuların hemen hepsinde zayıf rivayetler vardır.
[392] Çoraplar üzerine meshetme konusunda sahih, sağlam
hadisler vardır. Üstad Cemâled-din el-Kâsımî bu hadisleri bir kitapçıkta
toplamış ve kaynaklarını belirtmiştir. Üstad Ahmed Muhammed Şâkir —Allah ona
rahmet etsin— de bu eserin kaynaklarına ilâveler yapmıştır.
[393] Mâlik, Muvatta, 1/34. Senedi sahihtir, imam Şâfıî
(r.h.) bu görüşü benimsemiş ve: "Kulaklar için yeni bir su alır."
demiştir. Âlimlerin çoğunluğu ise kulakları başa dahil saydıktan için, başla
birlikte meshedileceklerini söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar şu âlimlerdir:
Saîd b..Müseyyeb, Atâ, Hasan el-Basrî, îbn Şîrîn, Saîd b. Cübeyr, Nehaî, Sevrî
tbnü'l-Mübârek, Mâlik, re'yciler (Ebu Hanîfe ve arkadaşları), Ahmed b. Hanbei
ve İshak.
[394] Ebu Davud (101), Ahmed (2/418), İbn Mâce (399),
Dârakutnî (1/29), Hakim (1/146), ve Beyhakî (1/43) Ebu Hureyre'den Allah
Rasûlû'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu rivâ-' yet ederler: "Abdest almayanın
namazı yoktur. Besmele çekmeyenin abdesti yoktur."f Senedi zayıftır.
Dârakutnî (1/26) ve Beyhâkî (1/44), Ebu Hureyre'den şu metinle rivayet
ederler: "Besmele çekmeyen abdest almamış; abdest almayan namaz kılmamış
demektir." Hadisin senedi zayıftır.
Taberânî, Evsat'ta Ebu
Hureyre'den şöyle nakleder: Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Ey Ebu Hureyre!
Abdest aldığında: Bismillahi velhamdüliilah, de. Zira Hafaza melekleri bu
abdestin bozuluncaya kadar senin için sevap yazar dururlar." Bu hadisi
Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (1/220) hasen saymıştır. Hadisin Ahmed, Tirmizî,
İbn Mâce, v.s.de Ebu Saîd el-Hudrî'den; Tirmizî, İbn Mâce, Ahmed ve
Dârakutnî'de Saîd b.J-Zeyd'den; İbn Mâce ve Taberânî'de Sehl b. Sa'd'dan gelen
şâhid hadisleri vardır.1' Bu hadisler sayesinde hasen sayılır ve onlar
sayesinde kuvvet kazanır. Hafız İbn Hacer el-Telhîs'de: "Açıkçası bu hadislerin
toplamından bu işin bir aslı olduğunu gösteren bir kuvvet doğar" diyor.
Hafız Münzirî ise et-Terğîb'de (1/128) diyor ki: Hasan (el- ' Basrî), Ishâk b.
Râhüyeh ve Zahirîler, abdestte besmele çekmenin vâcib (farz) olduğu
görüşündedirler. Hatta bunlara göre bir kimse kasden çekmese abdesti yeniden
alır. ' Bir rivayete göre îmam Ahmed de bu görüştedir. Şüphesiz bu konuda gelen
hadislerin hepsi her ne kadar söz edilmekten kurtulamamışlarsa da rivayet
yollarının çokluğu" ile birbirlerine destek olur ve bir kuvvet kazanırlar.
[395] Tirmizî (55), bu metinle rivayet etmiştir. Müslim
(234) ise, şehadet dışındaki kısmı rivayet etmiştir. Tirmizî'nin ilâvesi
basendir; îbn Hacer'in Telhîs'de, Bezzâr ve Tabe-rânî'den (Evsat'ta)
aktardığına göre Sevban'dan gelen, "Kim abdest suyu ister, sonra abdestini
alır, bitirdiği zaman şu duayı okursa..." diye başlayan rivayette aynı dua
geçmektedir ki, bu hadis Tirmizî'nin rivayetine şâhid olur.
[396] İbnü's-Sünni, Amelu'l-Yevm ve'l-Leyle, s. 21. Senedi
zayıftır.
[397] Yazarın belirttiği gibi yukarıdaki cümleler hadis
olarak rivayet edilmemiştir. Niyet kalp işidir. Ancak amellerin niyetlere göre
olduğunu ifade eden sahih hadisler vardır. Hanefîler abdestte niyeti sünnet
sayarlar. Bk. Merginânî, el-Hidâye 1/13.
[398] Buharî, 4/3; Müslim, 236. Hadisin metni:
"Ümmetim, kıyamet günü abdestin eserinden dolayı abdest uzuvları pırıl
pırıl parlayarak gelir. Parlaklığım yaygınlaştırabilen yaygınlaştıran."
Ancak "Parlaklığını yaygınlaştırabilen yaygınlaştırsın" kısmı
Münzi-rî, İbn Hacer, v.s. muhakkik âlimlerin belirttikleri üzere Allah
Rasûlü'nün (s.a.) sözü değil, Ebu Hureyre'nin (r.a.) sözü olup hadise
katılmıştır (MUdrec).
[399] Müslim, 246. Müellif şu iki hadisi birleştirmiştir: 1-
Nuaym b. Abdullah el-Mücmir anlatıyor: Ebu Hureyre'yi
abdest alırken İzledim.
Yüzünü yıkadı, abdest suyunu iyice yaydı. Sonra sağ elini pazusuna varıncaya
kadar yıkadı. Sonra sol elini pazusuna varıncaya kadar yıkadı. 2- Yine Nuaym
b. Abdullah el-Mücmİr'den aktarıldığına göre Ebu Hureyre'yi abdest alırken
İzlemiş. Ebu Hureyre yüzünü ve neredeyse omuzlarına kadar ellerini yıkadı.
Sonra inciklerine kadar çıkartarak ayaklarını yıkadı.
[400] Tirmizî, 53 ve 54.
[401] Buharî, 4/48, 4/49, 8/7, 8/25, 56/90, 64/80, 77/10,
77/11; Müslim, 274; Muvatta, 1/36; Tirmizî, 98; Ebu Davud, 149,
150, 151, 152; Nesâı, 1/83; İbn Mâce, 389.
[402] Hadis sahihtir. Tirmizî, 31; tbn Mâce, 430; ibn
Hibbân, Mevâridu'z-Zam'ân, 154; Hâkim, Müstedrek, 1/149. Senedinde yalnız bir
zayıf râvi vardır. Ebu Davud'da (145) bir şahid hadis vardır. Hâkim, îbn Adiy
ve Zühelî tarafından değişik senedlerie rivayet edilmiştir. Ahmed'İn
Müsned'inde Hz. Âişe'den, İbn Ebî Şeybe'de Ebu Ümâme'-den, Tirmizî ve tbn
Mâce'de Ammâr'dan, Taberânî'de (Evsat'tB) tbn Ömer'den gelen şâhid hadisler
vardır. Bk. İbn Hacer, Telhis, 1/85-87.
[403] Ahmed, 4/229; Ebu Davud, 148; Tirmizî, 40; ibn Mâce, 446. Senedde İbn
Lehîa olduğu İçin hadis zayıftır. Ancak Hafız ibn Hacer Telhîs'de diyor ki:
"Leys b. Sa'd ve Amr b. Haris ona mutâbaat etmişlerdir. Bunu Beyhakî
rivayet etmiştir. Ebu Bişr ed-Dûlâbî ve Dârakutnî Garâibu Mâlik adlı eserde İbn
Vehb yoluyla üç râviden naklediyorlar. Ibnu'l-Kattân hadisi sahih
saymıştır." Lakît b. Sabira'dan gelen bir hadiste parmak aralarını
ovalamayı Hz. Peygamber'in (s.a.) emrettiği sabit olmuştur. Bu hadisi Şafiî
(1/30, 31), Ebu Davud (142, 143), Ahmed (4/33), Nesâî (1/66), tbn Mâce (407) ve
Tirmizî (38) şu metinle rivayet etmektedirler: "Abdest uzuvlarını iyice
yıka. Parmaklar arasını ovala. Oruç değilsen burnunu aşın şekilde temizle.'*
ibn Hibbân
(159) ve Hâkim (I/147-
148) bu hadisi sam'h saymışlar, Zehebî de buna katılmıştır. Dedikleri gibidir.
Ayrıca İbnü'l-Kattân, Nevevî ve Ibn Hacer de sahih saymaktadırlar.
[404] Ibn Mâce, 449. İsnadı zayıftır.
[405] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/177-184.
[406] Tirmizî, 1/167, 168. Tahkik: Ahmed Şâkir.
[407] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/184.
[408] Buharı, 7/5, 7/8; Müslim, 368 (112).
[409] Hanefîlere
göre teyemmüm, elleri iki kere yere vuruş ve biriyle yüzü, diğeriyle elleri
dirseklere kadar sıvazlamadır. Bk. Merginâni, el-Hidâye, 1/25.
[410] Geniş bilgi için bk. Nasbu'r-Râye, 1/151,
154; Telhisu'l-Habîr, 1/152, 153.
[411] Ahmed, Müsned, 5/248. İsnadı sahihtir: Metnin tamamı
şöyledir: "Rabbim beni diğer peygamberlere (a.s.) —yahut ümmetlere— dört
şeyle üstün kıldı: î- Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim, 2- Bütün
yeryüzü benim için bir mescid ve temizlik aracı kılındı. Ümmetimden herhangi
birine namaz vakti nerede erişirse erişsin, mescidi de temizleyicisi de
yanındadır, 3- Bir aylık yoldan Allah tarafından düşmanlarımın kalblerine korku
salınmakla yardım gördüm, 4- Ganimetler bana helâl kılındı."
[412] Ebu Davud, 332, 333; Tirmizî, 124; Nesâî, 1/İ7İ;
Ahmed, 5/146, 147, 155, 180. Allah Rasulu (s.a.): "Temiz toprak müslümantn
abdest suyudur, İsterse on sene su bulamasın. Suyu Bulunca onunla cildini
yıkasın. Bu şüphesiz daha hayırlıdır." İbn Hibbân (126) ve Hâkim (1/176,
177) hadisi sahih saymışlar ve Zehebî de buna katılmıştır. Bir de Bezzâr'da
Ebu Hureyre'den, kuvvetli senedle bir şâhid hadis vardır.
[413] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/184-186.
[414] Şâfiîlerden eş-Şâsî diyor ki: Niyet namazın farzıdır.
Yeri kalbdir. Mezhep âlimlerimizden biri: "Diliyle söylemedikçe niyet
yeterli olmaz" diyerek hataya düşmüştür. Bu sözün bir değeri yoktur. Bk.
Seyfüddin Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed eş-Şâsî el-Kaffâl (v.507/1113), Htlyeiu'I
Ulemâ Jî Ma'rifeti Mezâhibi'l-Fukahâ, c.II, s.70, Amman, 1980. Nevevî, yamlan
alimin Mâverdi olduğunu belirtmiştir. Bk. el-Mecmû, c. III, s. 243.
Hanefiler "Ameller
niyetlere göredir" hadisini esas alarak namazda niyet edilmesi
gerektiğini; niyetin ise "irade" demek olduğunu, kişinin hangi namazı
kıldığını kalbiyle bilmesinin şart olduğunu belirtip dille söylemenin gerekli
olmadığını, ancak kişinin azmini toplaması açısından iyi olacağını
söylemişlerdir. Bk. Merginâni, et-Hidaye, 1/44-45.
[415] Buharı, 10/89; Müslim, 598 (147); Ebu Davud, 781;
Nesâî 2/129. Ebu Hureyre diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) kıraate başlamadan önce
bir müddet sustu. "Ey Allah'ın Ra-sulü! Anam, babam sana feda olsun.
Tekbirle kıraat arasında sustuğunda ne okuyorsun?" diye sordum. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.) — yukarıdaki duayı— söyledi.
[416] Müslim, 771; Ebu Davud, 760; Ahmet 729; İbn Hibbân,
445; Nesâî, 2/130. "Şer sana değildir" sözü şu anlama gelir: Şer,
kendisi ile sana ibadet edilecek şeylerden değildir. Şu yorumlar da ileri
sürülmüştür. 1) Şer sana yükselmez. Sana yalnızca hoş olan —hayır— yükselir. 2)
Saygı olsun diye başlı başına şer sana nisbet edilmez... Allah Teâlâ hayır ve
şerrin yaratıcısıdır. Şer, O'nun bir kısım yaratıklanndan-dır, yoksa O'nun
yaratmasında ve fiilinde şer yoktur. Bu yüzden, asıl anlamı birşeyi uygun olan
yere koymamak demek olan zulümden Allah (c.c.) uzaktır. Allah herşeyi mutlaka
lâyık olduğu yere kor. Bu da tamamen hayırdır. Şer ise birşeyi uygun olmayan
yere koymak demektir. Uygun olan yere konursa şer olmaz. O halde şerrin O'na
ait olmadığı anlaşılmış demektir. Bk. tbnü'MCayyim, Şifâu'l-Altl. "Ben
müslümanların ilkiyim" sözü ise emredilen şeyi yerine getirmede acele etme
konusunda ilkiyim anlamına gelir. Bir diğer ifade ile "Ben, bana emredilen
şeyi derhal yerine getirmeye hazırım" demektir.
[417] Farz namazda da okurdu, ibn Huzeyme'nin Sahîh'inde
(1/307) bir hadiste açıkça belirtilmektedir. Bu hadisin
isnadı sahihtir.
[418] Müslim, 770.
[419] Buharı, 19/1; Müslim, 769. Duanın tamamı "Hz.
Peygamber'in (s.a.) Uyuması ve Uyanışı" bölümünde yukarıda geçti.
[420] Ahmed, 4/80, 85; Ebu Davud, 764; Ibn Mâce, 807.
Senedinde bir tartışmalı râvi
varsa da îbn Hibbân
(443) ve Hâkim (1/235) onun bu hadisini sahih saymışlar, Zehe-bı de buna
katılmıştır.
Ahmed (3/50), Ebu Dâvud
(775) ve Tirmizî'nin (242) Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayetlerine göre:
"Allah Rasûlü (s.a.) gece kıyama kalktığında rekbir alır, sonra
Sıibha-neke duasını okur. üç kere "Lâ ilahe illallah", üç kere
"Allahu ekbcru kebîran" der ve "Eûzü billahisemîiralîmi
mineşşeyîanirracîmi min hemzihi ve nefhihî ve nefsihî" diyerek kıraate
başlardı." Hadisin senedi hasendir. Müslim (601) ve Ebu Avâne'nin
rivayetlerine göre İbn Ömer anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber namaz
kılıyorduk. Birden cemaatten birisi: "Allahu ekberu kebîran. Velhamdu
lillahi ktsîran ve Sübhânallahi bükraten ve asîlâ." dedi. Bunun üzerine
Allah Rasülu (s.a.): "Şöyle şöyle diyen kimdir" diye sordu. Cemaattan
birisi: "benim, ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.):
"Şaştım kaldım. Bu söz üzerine göğün kapılan açıldı" buyurdu.
[421] Hadis sahihtir. Ebu Davud, 766; İbn Mâce, 1356; Nesâî.
3/209; Ahmed, \fusned, 6 143; Taberânî, Evsat, 2/62.
[422] Ahmed, 3/50; Tirmizî, 242; Ebu Davud, 775: Nesâî,
2/132; Ibn Mâce, 804. Hepsi de Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet etmişlerdir.
Hadisin senedi hasendir. Şu kaynaklarda da Hz. Âişe'den rivayet edilmiştir:
Tirmizî, 243; Ebu Davud, 776; İbn Mâce. 806; Dârakutnî, 1/112; Hâkim, 1/235. Râvileri sikadır. Şu halde hadis
sahihiir.
[423] Müslim, 399 (52). Tahâvî, Şerhu Meâni't-Âsâr'da.
(1/111), Arar b. Meyraûn'un şöyle dediğini rivayet eder: "Hz. Ömer (r.a.)
bize Zulhuleyfe'de namaz kıldırdı, tekbir alıp Sübhaneke duasını okudu."
Râvileri sikadır.
[424] Hz. Peygamber'in (s.a.) besmeleyi açıktan okumadığı
sabittir. Buharî'nin (10/89), Enes'den rivayetine göre: "Hz. Peygamber
(s.a.), Ebu Bekir ve Ömer namaza El-hamdülİllahi Rabbil'âlemin İle
başlarlardı." Tirmİzî (246) aynı hadisi rivayet etmiş; fakat
"namaza" kelimesi yerine "kıraate" kelimesini kullanmış ve
bir de Hz. Osman'ı ilâve etmiştir. Müslim (399) ise şu metinle rivayet eder:
"Allah Rasulü, Ebu Bekir, Ömer ve Osman'la birlikte namaz kıldım.
Hiçbirinin besmeleyi açıktan okuduklarını işitmedim." Ahmed (3/264),
Tahâvî (1/119) ve Dârakutnî (119): "Besmeleyi açıktan okumazlardı"
şeklinde rivayet ediyorlar. Ibn Hibbân, Sahih'inde: "Eî-hamdülillahi
rabbil'âlemin'i açıktan okurlardı" ilâvesiyle rivayet ediyor. Nesâî
(2/135) ve tbn Hibbân'daki bir metinde: "Onlardan hiçbirinin besmeleyi
açıktan okuduğunu işitmedim" deniliyor. Ebu Ya'Iâ el-Mavsılî'nİn
MüsnecTinde ise: "Kıraati açıktan okunan namazlarda Elhamdül illahi rabbil
âlemin ile başlarlardı" rivayeti vardır. Taberânî (Mu'cem'de), Ebu Nuaym
(Hıiye'dc), tbn Huzeyme (Sahih, 498'de) ve Tahâvî (Şerhu Meâni'l-Âsâr,
1/119'da): "Besmeleyi içlerinden okurlardı" metnini rivayet
ediyorlar. Zeylaî, Nasbu'r-Râye'de (1/327): "Bu rivayetlerin hepsinin
râvileri sikadır ve hepsinin de Sahîh(-i Buharîfde rivayetleri vardır"
diyor.
[425] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/187-193.
[426] Buharı, 66/29. Enes'e sordular: "Hz. Peygamber'in
(s.a.) kıraati, nasıldı?" Enes: "Med idi" cevabını verdi; sonra
besmeleyi BismİHâh'ı uzatarak, er-Rahmân'ı uzatarak ve er-Rahîm'i uzatarak
okudu. Bu hadisin bir rivayetinde ise Enes: "Hz. Pey-
gamber (s.a.) uzatarak
(med ile) okurdu" demiştir. Ebu Davud (4001). Tirmizî (2928) ve Ahmed
(6/302) Ümmü Seleme'nin şöyle dediğini rivayet ederler: Allah Rasûlü'-nün
(s.a.) kıraati "Bismillahirrahmânirrahim" "Elhamdülülahi
rabİll'âlemîn" "er-Rahmânirrahîm" 'mâlikiyevmiddîn"...
şeklinde idi ki, her âyette kıraatini keserdi. Dârakutnî ve Hâkim (1/232) bu
hadisi sahîh saymışlar, Zehebî de buna katılmıştır. ed-Dânî, el-Müktefa adh eserinde
(5/2) bu hadisi rivayet ettikten sonra diyor ki: Bu hadisin pek çok tarîki ( =
rivayet yolu) vardı. Bu konuda bir asıldır. Geçmiş imamlardan ve kurrâdan bir
cemaat âyetler birbirine bağlı olsalar da (bir diğer ifade ile lanlam bütünlüğü
sağlanmasa da) âyet sonlannda kıraati kesmeyi müstehab sayarlardı.
[427] Ebu Davud, 932; Tirmizî, 248. Vâil b. Hucr diyor ki:
"Allah Rasûlü (s.a.) Fâtiha'yı okuyup bitirince âmin derdi. Bu sözü yüksek
sesle söylerdi." Senedi sahihtir. Hafız İbn Hacer, et-Telhîs'de (s.90) bu
hadisi kaydederek Dârakutnî ve tbh Hibbân'tn da rivayet ettiklerini ilave etmiş
ve "senedi sahihtir" demiştir. İbn Hibbân (462), Ebu Hureyre'nin
şöyle dediğini rivayet eder: "Allah Rasûlü (s.a.), Fâtiha'yı okumayı bitirince
sesini yükseltir, âmîn derdi." Dârakutnî, bu hadisi Sünen'inde (1/127)
hasen saymıştır.
[428] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 2.
[429] Ahmed, 5/7, 15, 20, 21, 23; Ebu Davud, 779; Tirmizî,
251; İbn Mâce, 844. Hadisi Semûre b. Cündüb ve İmrân b. Husayn'dan rivayet eden
Hasan el-Basrî'nin onlardan hadis işitmediği söylenerek rivayet munkatı kabul
edilmiştir. Ebu Davud (778), Hasan el-Basrî, yoluyla Semûre'nin şöyle dediğini
rivayet eder: "Hz. Peygamber (s.a.) İki yerde susardı: 3) Namaza
başladığında başlangıç duasını okurken, 2) Kıraati tamamen bitirince."
Tirmizî diyor ki: "Bu, ilim adamlarından birçoğunun görüşüdür; imamın
namaza başladıktan sonra ve bir de kıraati tamamladıktan sonra susmasını
müstehab sayıyorlar. Ahmed, Ishak ve arkadaşlarımız (ehl-i hadis) da bu
görüştedirler."
Mütercim der ki: Hasan
el-Basrî'nin Semûre'den hadis işitip işitmediği tartışmalı ise de inceleme
sonucu işittiği kanaatine varılabilir. Meselâ, Buharı, Tirmizî, Hâkim.,,
vs.'nin naklettiklerine göre Ali b.el-Medînî bu senedi sahih sayıyor. Hadisi
Tirmizî hasen saymıştır. İmam Şevkânî, sahih kabul etmenin uygun olacağına
meylediyor ve delillerini sıralıyor.
Bk. Neytü'l-Evtâr, C.I, s. 276 ve C.H, s. 266-267.
[430] Tirmizî, 251.
[431] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/193-195.
[432] İmam Ahmed, 3/472; Nesâî, 2/156. Allah Rasûlü {s.a.)
sabah namazım kıldırıyordu. Rûm sûresini okuyordu, yanıldı. Namazı bitirince:
"Kıraatimiz karışıyor. Çünkü bir kısmınız iyice abdest almadan bizimle
birlikte namaz kılıyor. Bizimle birlikte namaz kılan abdestini iyi aisın."
buyurdu. Senedi hasendir. Hafız îbn Kesîr, Tefsir'inde Rûm sûresinin sonunda bu
hadisi kaydettikten sonra diyor ki: tsnad da hasen, metin de hasen ( = güzel)
dir. Bu hadisde hayran eden bir sır ve enteresan bir olay vardır: Hz. Peygamber
(s.a.) kendisine uyan cemaatin eksik abdestinden etkileniyor! Bu da gösteriyor
ki, imama uyan kişinin namazı, imamın namazına bağlıdır.
[433] Müslim, 454.
[434] İbn Huzeyme, Sahîh, 512. Enes b. Mâlik'in dediğine
göre Hz. Peygamber (s.a.)'in öğle namazında A'lâ ve Gâşiye sûrelerini okuyuşundaki
nağmesini işitirlerdi. Bu hadisin isnadı sahihtir, tbn Hibbân (469) sahih
olduğunu söylemiştir.
[435] Nesâî, 2/168 Câbir anlatıyor: Muaz akşam namazını
kıldırırken oradan su taşıyan iki hayvanla geçmekte olan Ensâr'dan bir adam da
namaza katıldı. Muâz, Bakara sûresini okumaya başladı. Bunun üzerine adam
ayrılıp namazını tek başına kıldı gitti. Bu olay Hz. Peygamber'in (s.a.)
kulağına gidince: "Sen çılgın mısın, Muaz?! Sen çılgın mısın, Muâz?! A'lâ,
Şems, vb. sûreleri okusan olmaz mıydı?" diye çıkıştı. Hadisin senedi
sahihtir. Hz. Peygamber'in (s.a.) akşam namazında Duhân sûresini okuduğunu
Nesâî (2/169) rivayet ediyor. Bu rivayetin râvüeri sika, senedi hasendir.
[436] Mufassal: Muhammed ( = Kıtal) yahut Fetih yahut da Kâf
sûrelerinden başlamak üzere Kur'an'm sonuna
kadar olan sûreler
bu isimle anılırlar.
Bu mufassal ( = bölünmüş,
ayrılmış) ismini almaları sık sık besmele ile bölünmelerinden kaynaklanmaktadır.
Mufassal sûreler üçe ayrılır:
1) Kısa mufassal: Beyyine sûresinden Kur'an'ın
sonuna kadar olan kısım,
2) Orta mufassal: Burûc'dan Beyyine suresine
kadar olan kısım,
3) Uzun mufassal: Muhammed yahut Fetih'den...
başlayıp Burûc'a kadar olan.sûge-ler. Bk. Bedruddîn el-Aynî, Umdetu'l-Kârît
c.VI, s. 24, Beyrut, ts.
[437] Buhari, 10/98, İki sûrenin en uzununun açıklaması
Buhari'nin rivayetinde yoktur. Ebu Davud, 812; Nesâî, 2/170. Senedi sahihtir.
[438] Nesâî, 2/170. İsnadı sahihtir.
[439] Buharı, 78/74, 10/60, 10/66; Müslim, 465; Ebu Davud,
790; Nesâî, 2/97, 98; tbn Mâce, 986; Ahmed, Müsned, 3/124, 299, 300, 308, 369.
[440] Müslim, 458.
[441] Mâlik, Muvatta,
1/78; Buharî, 10/98; Müslim, 462.
[442] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/196-199.
[443] Uzunca bir hadisin bir bölümüdür. Buhari, 10/62; Müslim, 467; Muvatta* 1/134;
Tirmizî, 236; Ebu Davud,
794; Nesâî, 2/94; Ahmed, Müsned, 2/256, 271, 486, 502, 537.
[444] Buharı, 10/64;
M,üsüm, 469; Tirmizî, 237; Nesâî, 2/94; Îbn Mâce, 985 Müsned, 3/255.
[445] Nesâî, 2/95. tsnadı sahihtir.
[446] Ebu Davud, 814. isnadı hasendir.
[447] Ebu Davud, 1396. Hadisin devamı şöyledir: "...5)
Meâric ile Nâziât, 6) Mutaffîfîn ile Abese, 7) Müddessir ile Müzzemmil, 8) Dehr
ile Kıyamet, 9) Amme ile Mürselât, 10) Duhân ile Tekvîr." tsnâdı
kuvvetlidir. Buharî ve Müslim'in (722) rivayetlerine göre Îbn Mes'ûd: "Ben
şüphesiz Allah Rasûlü'nün (s.a.) uzunlukça birbirine yakın sûrelerden
hangilerini ikişer ikişer bir araya getirerek bir rekâtta okuduğunu
biliyorum" deyip mufassaldan yirmi, Hâ-mîm'le başlayan sûrelerden de iki
sûrenin adlarını saydı.
[448] Ebu Davud, 816. Senedi kuvvetlidir.
[449] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/199-202.
[450] Müslim, 772; Tirmizî, 262; Ebu Davud, 871; Nesâî,
2/190; İbn Mâce, 888; Ahmed, 5/382, 384, 389, 394, 397, 398. Rükûda bu teşbihin
üç kere söyleneceği birçok saha-bîden rivayet edilmiştir. Bunu Dârakutnî
(1/341) ile Tahâvî (1/235) Huzeyfe ve Cü-beyr b. Mut'ım'dan; Dârakutnî (1/342,
343) Abdullah b. Akram'dan; Tirmizî (261), Ebu Davud (886), tbn Mâce (890) ve
Dârakutnî (1/343) Abdullah b. Mes'üd'dan; Bezzâr ve Taberânî (Kebîr'de) Ebu
Bekre*den; Taberânî (Kebtr'de) Ebu Mâlik el-Eş'arî'den rivayet etmişlerdir. Bk.
Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 2/128. Hadis sahihtir,
[451] Buharî, 10/123; Müslim, 484; Ebu Davud, 877; Nesâî,
2/190; tbn Mâce, 880; Ahmed, Müsned. 6/43, 49,
100, 190.
[452] Buharı, 10/121;
Müslim, 471.
[453] Ebu Davud, 888; Nesâî, 2/225; Ahmed, 3/162, 163. Senedinde sikahgi tartışman yalmz bir
râvi var, diğerleri sikadır.
[454] Müslim, 487; Ebu Davud, 872; Nesâî, 2/191; Ahmed,
Müsned, 6/35, 94, 115, 14», 149,
176, 193, 200, 244, 266.
[455] Müslim, 771.
[456] Ebu Hureyre'den Buharı (10/124) ve Müslim rivayet
etmiştir. Bu konuda Abdullah b. Ebî Evfâ, Abdullah b. Ömer ve Mâlik b.
Huveyris'den hadis rivayet edilmektedir.
[457] Aşere-i Mübeşşere: Cennetle müjdelenen 10 sahabîye
verilen addır. Bu sahabîler şunlardır: 1- Ebu Bekir es-Sıddîk, 2- Ömer
İbnü'l-Hattâb, 3- Osman b. Affân, 4- Aü b. Ebî Talip, 5- Talha b. Ubeydullah,
6- Zübeyr Îbnü'l-Avvâm, 7- Sa'd b. Ebî Vak-kâs, 8- Saîd b. Zeyd, 9- Abdurrahman
b.Avf, 10- Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh.
[458] Ebu Davud, 749, 750. Yezid b. Ebî Ziyâd-Abdurrahman b.
Ebî Leylâ-Berâ senediyle rivayet edilen bu hadisde deniyor ki: "Allah
Rasûlü (s.a.) namaz için tekbir aldığında ellerini kulaklarına yakın kaldırır,
sonra bir daha (bu hareketi) yapmazdı." Se-nedde geçen Yezid b. Ebî
Ziyâd'dan dolayı hadis zayıftır. Bu konuda Ebu Davud (748), Tirmizî (257),
Nesâî (2/195) ve Ahmed (1/442) İbn Mes'ûd'dan şunları naklederler: İbn Mes'ûd;
"Size Allah Rasûlü'nün (s.a.) kıldırdığı gibi bir namaz kıldırayım
mı?" diyor ve namaz kıldırıyor ve yalnız bir kere ellerini kaldırıyor.
Rivayetin senedindeki râviler sikadır. Ancak bir takım illetleri olduğu
söylenmiştir. Geniş bilgi için bk. Nasbu'r-Râye, 1/394, 397, 401.
[459] Hanefi mezhebine göre başlangıç tekbiri dışında eller
kaldırılmaz. Bk. Mergİnâni el-Hidâye,
1/51.,
[460] Tatbik hakkında geniş bilgi için bk. Ahmed Naim,
Tecrtd-i Sarih Tercemesİ ve Şerhi, C.II, s.791-793, Ankara, 1980.
[461] İbn Huzeyme, 591, 592, 666; Tirmizî, 265; Ebu Davud, 855;
Nesâî, 2/183; tbn Mâ-ce, 870; Ahmed 4/119, 122. İsnadı sahihtir, tbn Hibbân
(501) sahîh olduğunu söylemiş, Tirmizî de "hasen-sahihtir" demiştir.
[462] Aksine sahihtir. Buharî (10/124) ve Nesâî (2/195)
rivayet ederler ki: Hz. Peygamber (s.a.) "Semiallahü limen hamideh"
sözünü söyleyip "Allahümme Rabbena ve lekeM-hamd" derdi. Bu konuda
tbn Mâce'de (877) Ebu Saîd el-Hudrf den; Dârimî'de (1/300) tbn Ömer'den;
nesâî'de Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayetler vardır.
[463] Müslim, 477 ve 478; Nesâî, 3/198; Ebu Davud, 847; Ibn
Mace, 879.
[464] Müslim, 476. Buradaki rivayette bir takım farklılıklar
vardır. Son cümle kayıtsız dualar arasında Buharî ve Müslim'de (589) rivayet
edilmiş olup rükûdan kalkınca okunduğuna dair bir rivayet yoktur. Ancak bu
kısmın başlangıç duası olarak okunduğu yukarıda geçmişti.
[465] Ebu Davud, 874; Nesâî, 2/199, 200; Ahmed, Müsned,
5/398. İsnadı sahihtir, fi
[466] Müslim, 473; Ebu Davud, 553; Ahmed, 3/247.
[467] Buharî, 10/120, 10/127, 10/140; Müslim, 471; Tirmizî,
279; Ebu Davud, 854; Nesâî, 2/197, 198.
[468] Tekbiri itmam etmek: Bir rükünden diğerine geçerken
tekbirin önceki rükünde başlayıp varılan rükünde sona ermesi.
[469] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/202-207.
[470] Buharî'nin (10/85) rivayetine göre İbn Ömer diyor ki:
Hz. Peygamber'i (s.a.) izledim; namaza başlangıç tekbiri aldı, ellerini
omuzlan hizasına gelecek şekilde kaldırdı. Rükû için tekbir aldığında da böyle
yaptı. "Semiallahu limen hamideh" dediğinde de aynı şeyi yaptı ve
"Rabbena ve leke'1-hamd" dedi. Bunu (yani ellerini kaldırma
işlemini) ne secdeye giderken, ne de secdeden başını kaldırırken yaptı.
[471] Ebu Davud, 723; Ahmed, 4/317. Bu hadiste şöyle
deniyor: "Hz. Peygamber (s.a.) sonra secde etti, yüzünü etleri arasına
koydu. Başını secdeden kaldırınca yine ellerini kaldırdı." Senedi
sahihtir. Müellif (r.h.) Bedâiu'i-Fevâid (4/89) adlı eserinde diye ki: Esrem
anlatıyor: İmam Ahmed'e elleri kaldırma konusu sorulunca: "Her iniş,
kalkışta" cevabını verdi. Ebu Abdillah'm (Ahmed b. Hanbel) namazda her
İniş, kalkışta ellerini kaldırdığını gördüm.
[472] Ebu Davud, 838; Tirmizî, 268;,Nesâî, 2/207; İbn Mâce,
882; İbn Hibbân, 487. Se-nedde geçen Şerîk, sadûk ise de çok hata yapan
biridir. Hemmâm, Şerîk'e, Âsim yoluyla (Âsim'ın) babasından mürsel olarak
rivayette bulunarak mütâbaat etmiştir. Dârakutnî, Hâkim (1/226) ve Beyhakî
Enes'den rivayet eder ki: "Hz. Peygamber (s.a.) sonra tekbir alarak yere
indi, dizleri ellerinden önce yere dokundu." Beyhakî: "Bu hadisi
meçhul bir râvi olan el-Alâ b. İsmail el-Attâr tek başına rivayet etmiştir."
diyor. Tirmizî ise Şerîk'in rivayet ettiği hadis hakkında diyor ki: Bu hadis
hasen-garibtir. Şerîk'den başkasının rivayet ettiğini bilmiyoruz. Çoğunluk ilim
adamının ameli bu hadis üzeredir, namaz kılan adam dizlerini ellerinden önce
yere kor, görüşündedirler.
[473] Ebu Davud, 840; Nesâî, 2/207; Ahmed, Müsned, 2/381.
İsnadı sahihtir. Âlimler elleri ya da dizleri önce koyma konusunda fazlaca
görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Evzâî ve Mâlik elleri
dizlerden önce yere koymanın müstehab olduğunu savunmuşlardır. Muğnî sahibi
İbn Kudâme'nin (1/514) kaydettiğine göre İmam Ahmed'den gelen bir rivayet de bu
yoldadır. Pekçok muhaddis de bu görüşü paylaşmaktadırlar. îbn Ömer'in yapıp Hz.
Peygamber'in (s.a.) de aynısını yaptığım haber verdiği sabitleş-mistir. Buharî,
Sahth'inde (10/128) diyor ki: Nâfi: "İbn Ömer ellerini dizlerinden önce
yere kordu" demiştir. İbn Huzeyme (627), Hâkim (1/226) ve Beyhakî (2/100),
Buharî'nin ta'lîkan verdiği bu rivayeti muttasıl senedle ve sahih bir isnadla
rivayet etmişlerdir. Şafiî ise secde ederken önce dizlerin, sonra ellerin
konmasını müstehab saymaktadır. Tirmizî ve el-Hattâbî: "Âlimlerin
çoğunluğu bu görüştedir" diyorlar. Kadı Ebu't-Tayyib, fakîhlerin umumunun
bu görüşte olduğunu aktarır, İbnü'I-Münzir ise Hz. Ömer, en-Nehaî, Müslim b.
Yesâr, Süfyân es-Sevrî, Ahmed, tshâk ve re'yci-lerin (Ebu Hanîfe ve
arkadaşları) bu görüşte olduğunu kaydettikten sonra "Benim görüşüm de
budur" der.
Allâme Ahmed Şâkir
(r.h.), Tirmizî'ye yazdığı ta'lîkında (2/58,59) diyor ki: İki hadisin
İlletlerinin gösteriminde âlimlerin söyledikleri sözlerden anlaşılan o ki; bu
Ebu Hureyre hadisi, sahîh bir hadisdir. Vâil hadisinden daha sahihtir ve aynı
zamanda kavlî (= söz ile ifade edilmiş) bir hadis olup — usulcülerce en
tercihe şayan görüşe göre— kavlî hadis fiilî hadise tercih edilir. Bk.
Fethu'l-Bâri, 2/241; Tuhfetu'i-Ahvezî, 2/134, 140; Sübülü's-Selâm, 1/263, 265;
Tirmizî, 2/58, 59 (Ahmed Şâkir tahkiklisi olan); Nevevî, Şerhu'l-Mühezzeb,
3/393,395.
[474] Ebu Davud (862), İbn Mâce (1429), Nesâî (2/214),
Dârimî (1/303) ve Ahmed'in (3/428, 444) rivayetlerine göre "Allah Rasûlü
(s.a.) karga gibi gagalamaktan, canavar gibi kollan yere yaymaktan ve bir
kimsenin mescidde deve gibi yer tutmasından menet-ti." Hadisin senedinde
yalnızca bir zayıf râvî vardır. Bu hadise şâhid bir hadisi Ahmed (5/447), Ebu
Seleme'den rivayet ediyor. Ancak bu da zayıftır. Münzirî'nin isnadını sahîh
saydığı ve Ahmed'in (2/265,311) rivayet ettiği bir hadisde Ebu Hureyre diyor
ki: "Dostum (Hz. Peygamber) bana üç şeyi tavsiye etti ve beni üç şeyden
yasakladı. Beni horoz gibi gagalamaktan, köpek gibi kaba etleri yere dayayıp
bacakları dikmekten ve tilki gibi sağa-soia bakmaktan
yasakladı,..".Buharî (2/249), Müslim (493),
Ebu Davud (897) ve
Tİrmizî (276) Enes'in şöyle dediğini rivayet ederler: Allah Rasû-lü (s.a.):
"Secdede itidal üzere olun. Herhangi biriniz kollarını köpek gibi yere yaymasın.
" buyurdu.
[475] Müslim, 430; Nesâî, 3/5.
[476] Aksine bir çok lügat bilgini bu şekilde tarif
etmiştir. Lîsanu'l-Arab'da "r-k-b" maddesinde: "Devenin dizi
elinde (ön ayağında)dir... her dört ayaklı hayvanın dizleri
önayaklanndadır." denilmektedir. Tahâvî'nin Şerhu Meâni'l-Âsar adlı
eserinde (1/254) hadisi tesbit, tashih ve ondan imkânsızlığı gidermek sadedinde
deniyor ki: Devenin dizleri —aynı şekilde diğer dört ayakiı hayvanlarınki de—
ön ayaklarındadır. İnsano-ğulununki böyle değildir. Bu yüzden: "Devenin ön
ayaklanndaki dizleri üzerine çöktüğü gibi namaz kılan kişi ayaklanndaki
dizleri üzerine çökmesin. Önce kendilerinde diz bulunmayan ellerini, sonra
dizlerini yere koysun. Böylece bu konuda devenin yaptığının aksini yapmış
olur" buyurmuştur. İmam Kasım b.
Sabit es-Serakustî, Garîbu'I-Hadîs adlı eserinde (2/70) Ebu Hureyre'den sahih
bir senedle "Hiç kimse serseri deve gibi çökmesin" hadisini rivayet
eder ve der ki: "Bu secdededir. Demek istiyor ki, önce dizlerini yere
koyan huysuz, serseri deve gibi kendini yere atmasın. Sakince iniş yapsın, önce
ellerini sonra dizlerini yere koysun. Bu konuda açıklayıcı bir merfû hadis
rivayet edilmiştir." Sonra İmâm bu hadisi kaydediyor.
[477] Hafız İbn Hacer, Fethu'i-Bârî (2/58) adlı eserinde
diyor ki: İbn Abdilber ve bir
[478] Buharı, 65/1; Müslim, 2846 (36). Maklûb rivayet de
Buharî'dedir. Ebu'I-Hasen el-Kâbisî diyor ki: Burada bilinen, "Allah
cennet için yeniden bir halk yaratır. Cehenneme gelince, Allah ayağını onun
için basar..." şeklinde olmasıdır. Bu (maklûb hadis) dışında hiçbir
hadisde "Allah cehennem için yeniden bir halk yaratır" dendiğini
bilmiyorum.
[479] Hadis zayıftır. İkinci rivayeti Beyhakî, Sünen'inde
(2/100) rivayet etmiştir ki, o da zayıftır.
[480] İbn Huzeyme, Sahîh, 628; Beyhakî, 2/100. Hadis
zayıftır. Hafız İbn Hacer, Fethu'l-BârFde (2/241) diyor ki: İbn Huzeyme, Ebu
Hureyre hadisinin bu Sa'd hadisi ile mensüh olduğunu iddia etmiştir. Hadîs
sahih olsa tartışmayı keserdi. Ancak İbrahim b. İsmail b. Yahya b. Seleme b.
KüheyPin, babasından, yalnız başına rivayet ettiği hadislerdendir. Hem o, hem
de babası zayıf râvidirler.
[481] Tatbîk: Rükû ederken iki avucu birbirine yapıştırıp
iki dizin arasına koymak. Bk. dipnot: 42.
[482] Tirmizî, 269; Ebu Davud, 841; Nesâî, 2/207. isnadı
ceyyiddir.
[483] Hâkim, Müstedrek, 1/226; Beyhakî, Sünen, 2/100; İbn
Huzeyme, Sahih, 627. İsnadı sahihtir. Hâkim sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de
ona katılmıştır.
[484] Hâkim, 1/226. Seneddeki el-Alâ b. ismail meçhuldür.
Hafız Ibn Hacer, Lisanu'l-Mîzan'da. onun biyografisini anlatırken diyor ki: Bu
hadisi Dârakutnî (1/345) rivayet etti. el-Alâ bu hadisin rivayetinde yalnız
kalmıştır. Hafs b. Gıyâs'ın oğlu Ömer, ona muhalif rivayette bulunmuştur. Ömer
ise babasının rivayetlerini en sağlam bilen insandır. Ömer, babası Hafs b.
Gıyâs-el-A'meş-lbrahim-Alkame vs. kanalıyla Hz. Ömer'in davranışı olarak
(mevkuf) rivayet ederler. Mahfuz olan da budur.
[485] Abdürrezzak, Musannef, 2955.
[486] Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, 2/100.
[487] Yukarıda geçen dipnotlara müracaat edildiğinde görülür
ki, tercihe şayan olan müellifin görüşünün aksidir; Ebu Hureyre hadisi sahîh
senedü olması bakımından Vâil hadisine tercih edilir. Bu hadisde muztariblik
bulunduğu iddiası ise tztırâb bulunan bütün rivayetlerin zayıf olmasından
dolayı ortadan kalkar.
[488] Abdürrezzak, Musannef,
1564.
[489] Müslim, 194; Ahmed, 4/283, 294.
[490] İbn Hibbân, Mevârid, 488; İbn Huzeyme, Sahîh, 594;
Hâkim, Müstearek, 1/727. Hâkim hadisi sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.) namazını iyi kılmayan birine böyle yapmasını emrederek:
"Rükû ettiğinde avuçlarını dizlerin üzerine koy. Sonra parmak aralarını
aç" buyurmuştur. Bu hadisi İbn Huzeyme ve (bn Hibbân rivayet etmişlerdir.
[491] Müslim, 772; Tinnizî, 262; Ebu Davud, 871; Nesâî, 2/224;
İbn Mâce, 888; Ahmed, 5/382, 384, 389, 394, 397, 398, 400. Bu konuda ayrıca
Tirmİzî (261) ve Ebu Davud'da (886) Abdullah b. Mes'üd'dan hadis rivayet
edilmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu sözü rükûda söylemeyi emrettiğini ise
Ahmed, Ebu Davud (869) ve İbn Mâce (878), Ukbe b. Âmir'den nakletmişlerdir.
[492] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 34.
[493] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 37.
[494] Müslim, 485; Nesâî, 2/223; Ahmed, 6/15.
[495] Müslim, 486; Ebu Davud, 879; Nesâî, 2/222; Ahmed,
6/58, 201.
[496] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 38.
[497] Müslim, 483; Ebu Davud, 878.
[498] Buharı, 80/60; Müslim, 2719. Ancak bu dua yer ve
zamanla kayıtsız gelmiş, hadisde söyleneceği yer belirtilmemiştir. Son bölümü,
Hz. Peygamber'in (s.a.) tahiyyât ile selâm arasında okuduğu Müslim'de (771),
Hz.Ali'den rivayet edilmiş, yine Müslim'de (769) aynı bölüm İbn Abbas'dan yer
tayin edilmeksizin nakledilmiştir.
[499] Müslim, 736 (187).
[500] Müslim, 479; Ebu Davud, 876; Nesâî, 2/217, 218;
Ahmed, 1/219.
[501] Bakara: 2/187.
[502] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/207-219.
[503] Bakara: 2/238.
[504] Müslim, 756; Tirmizî, 387; İbn Mâce, 142; Ahmed,
3/302, 391, 412; Nesâî, 5/85
[505] Müslim, 482; Ebu Davud, 875; Nesâî, 2/226. Hadisin
devamında: "Çokça dua ediniz' buyuruluyor.
[506] Müslim, 488; Tirmizî, 388; Nesâî, 2/228; İbn
Mâce, 1423.
[507] Müslim, 489; Ebu Davud, 1320; Nesâî, 2/227.
[508] Alâk, 96/19.
[509] Müzzemmil: 73/î.
[510] Buhârî, 2/25, 2/27, 30/6, 31/1, 32/1. Müslim, 759;
Muvatta, 1/113; Tirmizî, 683; Ebu Davud,
1371; Nesâî, 3/201.
[511] Müslim, 772; Ahmed, 5/384, 397.
[512] Buharı, 10/121; Müslim, 471.
[513] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/219-221.
[514] Nesâî, 3/36. Bu hadisde deniyor ki: "Hz.
Peygamber (s.a.) sağ ayağını dikti, s ayağını yatırdı." Buharı (10/145)
ise İbn Ömer'in: "Namazda sünnet olan otun sağ ayağım dikip sol ayağını
kıvırmandir." dediğini rivayet ediyor.
[515] Ebu Davud, 957; Nesâî, 3/35; Ahmed, 4/318. Senedi
sahihtir. İbn Huzeyme (71 ve İbn Hibbân (485) sahih olduğunu belirtmişlerdir.
[516] Ebu Davud, 988; Nesâî, 3/37, 38. Senedi hasendir.
Nevevî, ei-Mecmû'da (3/45 sahih olduğunu söylemiştir,
[517] Müslim, 579.
[518] Mevârid, 485.
İsnadı sahihtir.
[519] Tirmizî, 284; Ebu Davud, 850; İbn Mâce, 898; Beyhakî,
2/122. Hâkim (1/271) hadisi sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır.
[520] İbn Mâce, 897; Ebu Davud, 874; Nesâî, 2/231. Senedi
hasendir. Hâkim (1/271) cümleyi tekrarstz rivayet etmiş ve sahih olduğunu
söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.
[521] Müslim, 473.
[522] Buharı, 10/140;
Müslim, 472. Metnin tamamı şöyledir: Enes; "Allah Rasûlü'nün (s.a.)
bize kıldırdığı gibi size namaz kıldırmayı bırakmam." dedi. (Sabit) diyor
ki: "Enes, sizin yaptığınızı görmediğim birşey yapardı: Başını rükûdan
kaldırdığında o kadar ayakta dikilirdi ki, kimileri: 'Galiba unuttu' derdi.
Başını secdeden kaldırdığında da o kadar beklerdi ki kimeleri 'Galiba unuttu'
derdi." "Herhalde vazgeçti" kısmı bu rivayette değil ondan
önceki rivayette vardır.
[523] Vâil hadisi yukarıda geçti. Bk. dipnot: 53. Ebu
Hiıreyre hadisini ise —Hafız İbn Hacer'in Fethu'l-BârVdç (2/250) dediğine göre—
Saîd b. Mansûr zayıf bir senedle rivayet etmiştir.
[524] Bu cümle Buharî'nin (10/143) Mâlik b. el-Huveyris'den
naklettiği şu hadise aykırı düşmektedir: "Hz. Peygamber (s.a.) başını
ikinci secdeden kaldırınca oturur, yere dayanır sonra ayağa kalkardı."
İshâk el-Harbî'nin sâlih bir senedle rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.)
namazda ayağa kalkacağı zaman elleri üzerine dayanarak kalkardı. Beyhakî,
sahih bir senedle bu anlamda bir hadis rivayet etmiştir.
[525] Buharî, 10/142;
Tirmizî, 287; Ebu Davud, 844; Nesâî, 2/234.
[526] Nevevî, el-Mecmû'da (3/443) diyor ki: Mezhebimizde
doğru ve meşhur görüşe göre bu (istirahat oturuşu) müstehabtır. Mâlik b.
el-Huveyris, Ebu Humeyd, Ebu Katade ve daha bir grup sahabî —Allah onlardan
razı olsun—, Ebu Küâbe gibi tabiîler bu görüştedirler. Tirmizî: "Arkadaşlarımız
bu görüştedir. Davud'un ve bir rivayete göre Ahmed'in görüşü de budur."
diyor. Çok kimse yahut çoğunluk ise bunun müstehab olmadığını, kişinin başını
secdeden kaldırınca ayağa kalkacağını söylemişlerdir. İbn Mes'ûd, İbn Ömer, îbn
Abbas, Ebu'z-Zİnâd, Mâlik, es-Sevrî, re'yciler (Ebu Hanîfe ve arkadaşları),
Ahmed ve îshak'ın bu görüşte olduklarını aktaran Îbnü'l-Münzir diyor ki: Nu'man
b. Ebî Ayyaş; "Hz. Peygamber'in (s.a.) arkadaşlarından birçoğuna eriştim,
bunu yapmazlardı" demiştir. Ahmed ise: "Hadislerin çoğunluğu bu
merkezdedir" deyip namazını iyi kılmayan kişiyi Hz. Peygamber'in (s.a.)
uyarıp ona tekrar kılmasını emrettiği hadiste bu oturuşun anılmamasını
kendilerine delil göstermiştir. Nevevî diyor ki: Arkadaşlarımız Mâlik
b.el-Huveyris hadisini delil olarak İleri sürmektedirler ki, bu hadise göre
Mâlik b.el-Huveyris, Hz. Peygamber'in (s.a.) namaz kıldığını izlemiş, O'nun
namazının tek rekâtlarında doğrulup oturuncaya kadar ayağa kalkmadığını
görmüştü.
Mütercim der ki:
"Namazını iyi kılmayan kişi" hadisinde İstirahat oturuşunun
anılmadığını söylemekle Nevevî yanılmıştır. Sahîh-i Buharı gibi bazı hadis
kitaplarında bundan söz edilmiştir. Ancak Buharı, buna kuşku ile bakmıştır.
Geniş bilgi İçin bk. Şevkânî, Neyiii'l-Evtâr, 2/296 ve 301.
[527] Müslim, 599.
[528] Nevevî, el-Mecmû'da (3/326) diyor ki: Mezhebimizde
(Şâfîî mezhebinde) en doğru görüşe göre her rekâtta eûzü çekmek müstehabtır.
îbn Şîrîn de bu görüştedir. Atâ, Hasan (el-Basrî), (ibrahim) en-Nehâî, es-Sevrî
ve Ebu Hanîfe eûzü çekmek birinci rekâta mahsustur diyorlar.
[529] Müslim, 579.
[530] Buharî, 10/145.
Müslim'e nisbet edilmesi yanılgıdır.
[531] Teverrük: Açıklaması ve farklı yorumlan ileride
gelecektir. Ancak burada şunu l/«-... telim ki, yaygın kullanımı ile teverrük,
sol kaynağı yere koyup her iki ayağı sol yandan dışarı çıkarmaktır. Bu oturuş
hanefîlerce kadınların namazda oturuş şekli kabul edilmiş ve erkekler için ise
mekruh sayılmıştır.
[532] Buharî, 10/148, 10/150, 21/4, 79/3, 79/28, 80/17,
97/5; Müslim, 402; Tirmizî, 289; Ebu Davud, 968; Nesâî, 2/237, 238, 239; Ibn
Mâce, 899; Ahmed, 1/376, 382, 408, 413, 414, 422, 423, 428, 431, 437, 439, 440,
450, 459, 464. Hepsi de Abdullah Ibn Mes'ûd'dan (r.a.) rivayet etmişlerdir.
[533] Nesâî, 2/243; tbn Mâce, 902. Diğer illet, seneddeki
Eymen b. NflbU'in vehimli râvi olmasıdır.
[534] Buharî, 10/86. Bu rivayette deniyor ki: tbn Ömer
"Semiallahu limen hamideh" deyince ellerini kaldırırdı; iki rekâtı
tamamlayıp kalkınca da ellerini kaldırırdı. İbn Ömer, Hz. Peygamber'in (s.a.)
de böyle yaptığım haber verdi. Ebu Davud'un (741 ve 743) rivayetine göre İbn
Ömer: "Allah Rasûlü (s.a.) iki rekâtı tamamlayıp kalkınca tekbir alıp
ellerini kaldırırdı", NesâTnin (3/3) rivayetine göre ise: "Hz.
Peygamber (s.a.) namaza girerken, rükûa giderken ve başını rükûdan kaldırınca
ellerini kaldırırdı, iki rekâtı tamamlayıp ayağa kalktığında da aynı şekilde
ellerini omuz hizasına kadar kaldırırdı." demiştir. Hadisin senedi
sahihtir. Müellifin kaydettiği gibi Müslim'in Sa-hîh'inde bulamadık. Bu onun
bir yanılgısıdır.
[535] Müttefekun aleyhi: Buhârî ve Müslim'in rivayet
ettikleri ortak hadise denir.
[536] İbn Hibbân, 1858. Ayrıca özet olarak Nesâî (3/3), tbn
Mâce (862) ve Buharî de rivayet etmiştir.
Bir önceki dipnotta da geçtiği üzere Müslim'de yoktur.
[537] Buharî, 10/96;
Müslim, 452; Ebu Davud, 804; Ahmed, 3/2.
[538] Müslim, 451; Ebu Davud, 798, 799, 800; Nesaî, 2/164;
İbn Mâce, 819.
[539] Müslim, 399; Tirmizî, 246; Ebu Davud, 782; Nesâî,
2/135; tbn Mâce,
[540] Tirmizî, 245; Dârakutnî, 114; Beyhakî, 2/47. Senedinde
meçhul râvi vardır. el-"Besmelenin açıktan okunması konusunda sahih hiçbir
hadis yoktur" diyor
[541] Ebu Davud, 916 ve 2501. Senedi sahihtir. Hâkim (1/237)
sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.
[542] Buharı", 10/93, 59/11; Tirmizî, 590; Ebu Davud,
910, Nesâî, 3/8; Ahmed, 6/106.
[543] Tirmizî, 589. Senedinde zayıf bir râvî olmasına rağmen
Tirmizî: "Bu hadis hasen-garîbtir" demiştir.
[544] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (2/80) Taberânî'nin üç ayn
kitabında (el-Mu'cemu'l-Kebîr, el-Afu'cemu'İ-Evsat, el-Mu'cemu's-Sagîr) hadisi
rivayet ettiğini söylemiş ve hepsinin de zayıf olduğuna dikkatleri
çekmiştir.,Bildiğimiz kadarıyla hiç kimse Bezzâr'ın rivayet ettiğini
söylememiştir.
[545] Tirmizî, 587; Ahmed, 1/275, 306; Nesâî, 3/9. İsnadı
sahihtir. Hâkim (1/236) sahîh olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.
Hadis sahihtir. Bk. Nasbu'r-Râye, 2/90.
[546] Ebu Davud, 916. senedi sahihtir.
[547] İbn Hibbân, 544; tbn huzeyme, Sahîh, 305, Hadis
zayıftır. Müsned'de (6/241, 265) munkatı senedle rivayet edilmiştir.
[548] Buharı, 8/1, 18/5, 63/47; Müslim, 785; Ebu Davud,
1198; Nesâî, 1/225, 226; Mâlik, Muvattd1,
İ/146..
[549] Buharî, 14/4;
Müslim, 751; Ebu Davud, 1438; Nesâî,
3/231.
[550] Dârakutnî, İbn Mes'ûd'dan Hz. Peygamber'in (s.a.):
"Gece vitiri, gündüz vitiri olan akşam namazı gibi üç rekâttır."
buyurduğunu rivayet eder.
[551] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/221-233.
[552] Ebu Davud, 965. İbn Lehîa hakkında söz söylenmişse de
hadis Ebu Humeyd ve diğer bazılarından başka senedierle rivayet edilmiş olduğu
için onlardan takviye alır. Tirmİzî: "Bu hadis hasen-sahihtir" diyor.
[553] Mevâridu'z-Zam'ân, 491; İbn Huzeyme, 1/347. Senedi
sahihtir.
[554] Buharî, 10/145. Hafız îbn Hacer, Fethu'l-BârVte diyor
ki: Bu hadis, ilk teşehhüddeki oturuş şekli, son teşehhüddeki oturuş şeklinden
farklıdır diyen Şafiî ve onun görüşünü benimseyenler için güçlü bit delildir.
Bu konuda mâlikîler ve hanefîler ona muhalefet edip: "Her ikisinde de
aynı şekilde oturur" demişlerdir. Ancak mâlikîler —son teşehhüd hakkında
gelen rivayette olduğu gibi— her ikisinde de teverrük vaziyetinde oturur
demişler, diğerleri (hanefîler) ise tersine çevirmişlerdir. Şafiî bu hadisten
sabah namazının teşehhüdünün diğer namazlardaki son teşehhüd gibi olduğunu
çıkarmıştır. Çünkü hadisde geçen "son rekât" sözü umum ifade eder. Bu
konuda İmam Ahmed'den farklı görüşler aktarılmıştır. Ondan gelen meşhur görüşe
göre teverrük yalnızca iki teşehhüdlü namazlara mahsustur.
[555] Müslim, 579; Ebu Davud, 988; Nesâî, 2/237.
[556] Bağdatlı Ebu'l-Kâsım Ömer b. Hüseyin b. Abdullah
el-Hırakî, Hanbelî bir fakîhtir. Ahmed b. Hanbel'in oğullarından ders
okumuştur. 334/945 tarihinde Şam'da vefat tmiştir. Allah rahmet eylesin. Pekçok
eseri vardı, bir yangında yandı. Yalnızca Muhtasar adlı eseri kaldı. Bu eser
hanbelî fıkhına ait olup Mühtasaru'l-Hırakî diye bilinir. Pek çok alim ona
şerh yazmıştır. Şerhlerin en muazzamı Şeyhülislâm Muvaffa-kuddin b. Kudâme el-Makdisî'nin (r.h.) el-Muğm adh
eseridir.
[557] Müslim, 580; Tirmizî, 294; Nesâî, 3/37; İbn Mâce, 913;
Ahmed, 2/45, 73, 119, 131, 147.
[558] Ebu Davud, 957; Nesâî, 2/126, 127, 3/37; Ahmed, 4/318;
tbn Mâce (özet olarak) 912. Senedi sahihtir.
[559] Müslim, 580. Arapça elli üç rakamı şu şekilde
yazılır:
[560] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/233-235.
[561] Beyhakî diyor ki: Hz. Peygamber'in (s.a.) rükûdan önce
kunut okuduğu da sahihtir. Ancak rükûdan sonra kunut okuduğunu nakledenler daha
çok oiup aynı zamanda daha hafız kimselerdir. Şu halde bu kabule daha
elverişlidir. En meşhur ve çoğunluk rivayetlere göre Hulefâ-i Râsidîn bu yolda
yürümüşlerdir.
[562] Müslim, 476. Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 46.
[563] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 34.
[564] Müslim, 588; Ebu Davud, 983; Nesâî, 3/58; İbn Mâce,
909; Ahmed, 2/237.
[565] Tirmizî, 3475; Ebu Davud, 1481; Nesâî, 3/44. Tirmizî:
"Bu hadis sahihtir" diyor. Hadisi, Hâkim (1/218) sahih saymış, Zehebî
de ona katılmıştır.
[566] Bir önceki dipnota bakınız.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/236-238.
[567] Hadis sahihtir. Tirmizî, 296; İbn Mâce, 919; tbn
Huzeyme, 729; Hâkim, 1/230. Bu kaynaklardaki rivayet sağlam değilse de îbn
Hibbân (669) başka bir yoldan Müslim'in şartlarına uygun bir yolla rivayet
etmiştir. Ayrıca bu konuda İbn Mâce'de (918, 920) Sehl b. Sa'd es-Sâidî ve
Seleme b. Ekva'dan; Taberânî'de (Kebîr ve Evsafta, 2/32) Enes'den rivayet
edilmiş hadisler vardır. Heysemî, Mecntau'z-Zevâitfde "Râ-vileri, Sahih
râvileridir" diyor.
[568] Ahmed, 6/236; Ebu Davud, 1346; tbn Hibbân, 669; tsnâdı
Müslim'in şartlarına göre sahihtir.
[569] Müslim, 582; Nesâî, 3/61; tbn Mâce, 915. Bu konuda pek
çok hadis vardır. Müslim (581), Tirmizî (295), Ebu Davud (996), Nesâî ve ibn
Mâce'nin (914) Abdullah b. Mes'ûd'dan rivayetlerine göre Allah Rasûlü (sa..)
"esselâmu aleykum ve rahmetullah" diye sağına ve soluna selam verince
(arkadan) yanağının beyazlığı görünürdü.
[570] Beyhakî, Sünen, 2/178. Hadis zayıftır.
[571] Aksine Züheyr b. Muhammed yoluyla yukarıda geçen Hz.
Âİşe hadisinin —geçtiği üzere— takviye aldığı şâhid hadisler vardır. Hâkim,
Müstedrek'te (1/231) senediyle Hz. Âişe'nin bir tek selâm verdiğini rivayet
ettikten sonra: "Bu sened sahihtir" diyor. Bu rivayeti, Bakî b.
Mahled, zayıf senedle Müs/iccTinde nakletmiştir. İbn Hib
bân Sahih'inde,
Ebu'l-Abbas es-Serrâc ise Müsned'inde bir başka senedle Hz. Âişe'-den rivayet
ederler ki; Hz. Peygamber (s.a.) dokuz rekâthk vitir kıldığında ancak sekizinci
rekâtta oturur. Allah'a hamdeder, O'nu zikreder, sonra dua edip selâm vermeden
ayağa kalkar, dokuzuncu rekâtı kılar, oturur. Allah'ı zikreder, dua eder; sonra
bir selâm verirdi. Sonra da oturduğu halde iki rekât namaz kılardı... Hadisin
isnadı Müslim'in şartlarını taşımaktadır.
Şevkânî,
NeylÜ'l-Evtâr'da (2/333) diyor ki: Bir tek selâm vermenin meşru olduğu görüşünü
savunan; sahabeden îbn Ömer, Enes, Seleme b. Ekva', Hz.Âişe; tabiînden Hasan
(el-Basrî), İbn Şîrîn, Ömer b. Abdülaziz; Mâlik, Evzâî, İmâmiyye, iki görüşünden
birine göre Şafiî... îki selâm vermenin meşruluğunu savunanlar ise ikincisinin
vâcib olup olmadığında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Cumhur, müstehab olduğu
görüşündedir. Nevevî, Müslim şerhinde "önemli âlimler yalnız bir kere
selâm vermenin vâcib olduğunda icmâ etmişlerdir." diyor. Tahâvî ve diğerleri,
Hasan b. Salih'in her iki selâmı vâcib gördüğünü aktarıyorlar ki, bir rivayete
göre Ahmed, Mâlik'in arkadaşlarından bazıları ve —İbn Abdüberr'in nakline göre—
bazı Zahirîler de bu görüşü benimsemişlerdir.
[572] Amelü ehli'l-Medîne: Medinelilerin tatbikatı. İmam
Mâlik ve taraftarlarmca şer'î delillerden biri olarak kabul edilmiştir. Şu
mantıkla yola çıkarlar: Medine'de yerleşik bir âdet önceki nesilden aktarılmış,
onlara da daha öncekilerden... aktarılmış demektir. Sonuçta Hz. Peygamber
(s.a.) devrine kadar çıkar. O devirden beri değişmeden,ayrılık çıkmadan devam
edegelen bu âdetten Hz. Peygamber'İn (s.a.) haberdar olması lâzımdır. O halde
H2. Peygamber (s.a.) bu âdeti kaldırmadığına göre takrir buyurmuşlar demektir.
Bu ise takriri sünnet anlamını taşır. Sayıları mütevâtir haddine ulaşan bir
halk kitlesi tarafından uygulana geldiği İçin de bu âdete aykırı bir haber-i
vâhid kabul edilmez, reddedilir. Ancak sonraki devirlerde ortaya çıkan örf ve
âdetlere itibar edilmez.
[573] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/238-240.
[574] Buharî, 10/149, 43/10, 92/26; Müslim, 589; Ebu Davud,
880; Nesâî, 3/56, 57; Ahmed, 6/244. Hadisin sonunda deniyor ki: Hz. Peygamber
(s.a.) bu duayı okuyunca adamın biri: "Ne de çok borçtan Allah'a
sığmıyorsun!" dedi. Cevaben Hz. Peygamber (s.a.): "Kişi borçlanınca
konuşsa yalan söyler, söz verse sözünden cayar." buyurdu.
[575] İbnü's-Sünnî, Amelu'l-Yevm ve'l-Leyle, s.2!'de
Abdestin sonunda okuduğu dualar bölümünde kaydetmiştir. Senedi sahihtir.
Nevevî, el-Ezkâr'da, abdestte okunan dualar bölümünde bu hadisin sahih
olduğunu söylemiştir. Tirmizî (3496) rivayet eder ki: Bir adam Hz. Peygamber'e
(s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Gece yaptığın duayı işittim, kulağıma
geldiğine göre şöyle diyordun..." demiş ve yukarıdaki dua metnini söylemiştir.
Müellifin söylediği gibi bu duayı namaz duaları arasında kaydedene rastlamadık.
[576] Tirmizî, 3404; Nesâî, 3/54; Ahmed, 4/125. Hadis
zayıftır. Ahmed'in (4/123) bir başka rivayetine göre Hassan b. Atiyye
anlatıyor: Şeddâd b. Evs bir yolculuk esnasında bir yerde konakladı. Kölesine:
"Getir usturayı, biraz onunla oyalanalım." dedi. Ona karşı geldim.
Bunun üzerine dedi ki: "Müslüman olduğumdan beri —şu sözüm dışında— ne
zaman konuşmuşsam mutlaka ölçülü, yerinde konuşmuşumdur. Bu sözleri benim
aleyhime olacak şekilde hafızanızda saklamayın. Şimdi size söyle-ceklerimi iyi
belleyin. Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu işitti: "İnsanlar
altın ve gümüş biriktirip yığarken siz şu kelimeleri servet edinin..." Hz.
Peygamber (s.a.) burada yukarıdaki duayı talim ediyor ve son cümle olarak duaya
şu sözleri ilâve ediyor: "Şüphesiz
sen gözlere görünmeyenleri çok iyi bilirsin" Bu hadisin senedindeki
râviler sikadır.
[577] Ahmed (6/209) bu metinle secde kaydıyla hadisi Hz.
Âişe'den (r.anha) munkati se-nedle rivayet ediyor. Duayı ise Müslim (2722),
Nesâî (8/260) ve Ahmed (4/371) bura-dakinden daha uzun bir şekilde Zeyd b.
Erkam'dan (r.a.) rivayet ediyorlar.
[578] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 99. Hadis sahihtir. Müslim
(2699), Sa'd b. Ebî Vakkâs'-dan rivayet eder ki: Bir bedevi arap Allah
RasûlÜ'ne (s.a.) gelir: "Bana okuyacağım bir dua öğret"der. O da:
"Yegâne Allah'tan
başka tanrı yoktur; O'nun ortağı yoktur. Allah yüceler yücesidir. Allah'a çok
hamdolsun. Âlemlerin Rabbi Allah her türlü eksiklikten münezzehtir. Güç ve
kuvvet Azîz ve Hakîm olan Allah'ındır" sözünü söylemesini tavsiye eder.
Bedevi "Bu sözler Rabbim için. Ya benim için?" der. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.):
"Allah'ım Beni
bağışla. Bana merhamet et. Beni doğru yola ilet. Rızkımı ver." demesini
öğütler.
[579] Buharı, 10/89;
Müslim, 598.
[580] Ahmed, 5/280; Tirmizî, 357; Ebu Davud, 90. Senedi
hasendir.
[581] Müellifin kaydettiği hadisin devamında İbn Huzeyme'nin
Sahih'inde bu sözünü bulamadık. Herhalde başka bir yerinde olsa gerek. Şayet
böyle dediği sabitse bu durumda doğrudan uzaklaşmış demektir. Çünkü cerh ve
ta'dîl kitaplarından anlaşılacağı üzere hadisin senedi hasen mertebesinden
aşağı inmez.
[582] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/241-243.
[583] Ebu Davud, 4985, 4986; Ahmed, 5/394, 371. Senedi
sahihtir.
[584] Nesâî, 7/6İ; Ahmed, 3/128, 199, 285. Senedi hasendir.
Hâkim sahih, el-Irâkî ceyyid ve İbn Hacer hasen olduğunu söylemiştir. Yukarıda
geçti. Bk. Ailesiyle Hoşgeçimi Konusundaki Tutumları bölümü.
[585] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 121.
[586] Buharı, 8/106, 78/18; Müslim, 543; Muvatta', 1/170;
Ebu Davud, 917, Nesâî, 3/10.
[587] Ahmed, 3/493, 494; Nesâî, 2/229, 230; Beyhakî (2/263);
Şeddâd b. el-Hâd anlatıyor: Allah Rasülü (s.a.) gündüz namazlarından birinde
Hasan yahut Hüseyn'i yüklenmiş olarak evinden çıkıp mescide yanımıza geldi, öne
geçip, çocuğu yere indirdi, sonra namaza başlama tekbiri aldı. Namaz kıldırmaya
başladı. Namaz arasında bir secdeyi o kadar uzattı ki başımı kaldırıp baktım,
ne göreyim, çocuk secde eden Allah Rasû-lü'nün (s.a.) sırtında değil mi!
Secdeme döndüm. Allah Rasûlü (s.a.) namazı bitirince insanlar: "Ey
Allah'ın Rasûlü! Bu namazında bir secde ettin, öyle uzattın ki, birşey oldu
yahut sana vahiy geldi zannettik" dediler. Hz. Peygamber {s.a.):
"Bunlardan hiçbiri olmadı. Fakat şu yavrum sırtıma bindi. İşini bitirsin
diye acele etmeyi istemedim." dedi. Hadisin senedi sahihtir. Hâkim hadisi
sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır. Bu konuda Ebu Hureyre'den Ahmed
(2/513) hasen senedle bir hadis daha rivayet etmektedir.
[588] Tirmizî, 601; Ebu Davud, 922; Nesâî, 3/11; Ahmed,
6/183, 234. Senedi kuvvetlidir. 5Îî
Tirmizî hasen olduğunu söylemiştir.
[589] Müslim, 540; Ebu Davud, 966; Nesâî, 3/6; ibn
Mâce, 1018.
[590] Ahmed, 3/138. Senedi sahihtir.
[591] Tirmizî, 367; Ebu Davud, 925; Nesâî, 3/5. Senedi hasendir.
Ahmed, 2/10; İbn Mâce, 1017. Bu kaynaklardaki sened sahihtir. İbn Huzeyme
(888) sahih olduğunu söylemiştir.
[592]
Tirmizî,367;EbuDavud,927Senedisahihtir.Tirmizî:"Buhadishasen-sahihtir.diyor.
[593] Beyhakî, 2/260.
Senedinde sadûk ve vehimli bir râvi vardır.
[594] Dârakutnî, İ95; Ebu Davud, 944; Beyhakî,
es-Sünenu'l-Kübrâ, 2/262. Tedlîs şüphesi vardır. Bk. Nasbu'r-Râye, 2/90, 91.
[595] et-Takrîb'de kaydedildiği üzere Ebu Gatafân sikadır.
İşin aslı şudur: îbn Ebî Davud onun meçhul olduğunu iddia ederek tek kalmıştır.
Kendisine sorulduğunda Dârakut-nî'nin de söylediği gibi îbn Ebî Davud hadis
konusunda konuşurken çok hata yapan biridir, demiştir.
[596] Buharı, 8/22, 8/104, 21/10; Müslim, 512; Muvatta',
1/17; Ebu Davud, 712; Nesâî, 1/102; Ahmed, 6/44, 55, 148, 225, 255. Hz. Âişe
diyor ki: "Ben, Allah Rasûlü'nün (s.a.) önünde ayaklarım onun kıblesinde
olduğu halde uyurdum. Secde edeceği zaman eliyle bana dokunur, ben de
ayaklarımı toplardım. Ayağa kalktığında tekrar uzatırdım. O günlerde evlerde
lamba yoktu."
[597] Buharî, 21/10, 8/75, 59/11, 60/40, 65/2 (Sâd sûresi);
Müslim, 541. Buharî'deki metin şöyledir: Hz. Peygambe r(s.a.) bir namaz kıldı
ve buyurdu ki: "Bana şeytan sataştı, namazımı kesmeye çalıştı. Bunun
üzerine Allah bana güç verdi onu kıskıvrak yakalayıp perişan ettim, içimden bir
direğe bağlayıp sabah olduğunda size göstermeyi kurdum. Ancak Süleyman'ın
—selâm ona—: "Rabbim, benden sonra hiç kimseye nasib olmayacak bir
hükümdarlık ver bana" diye dua ettiğini hatırladım. Bunun üzerine Allah
onu defetti.
[598] Buharî, 11/26; Müslim, 544. Hz. Peygamber (s.a.)
anlatılan gibi yaptıktan sonra: "Ey insanlar! Bunu bana uyasmız ve
namazımı bilesiniz diye yaptım" buyurdu.
[599] Ebu Davud, 708. îsnâdı hasendir. Bu konuda İbn Huzeyme
(827) ile Hâkim (1/254) sahih, senedle bir hadis rivayet etmektedirler.
[600] Ebu Davud, 716, 717; Nesâî, 2/65. Senedi
hasendir.
[601] İbn Mâce, 948; Ahmed, 6/294. Senedi zayıftır.
[602] İbn Mâce, 948; Ahmed, 6/294. Senedi zayıftır.
[603] Nesâî, 3/137, 138; Ahmed, 2/159, 188. İsnadı sahihtir.
Buharî ise temrîz sigasıyla ta'lîkan rivayet etmiştir (21/12).
[604] İbn Ebî Şeybe, Musannefinde ceyyid isnâdla ibn
Abbas'ın "Namazda oflamak konuşmadır", sahih isnâdla yine onun:
"Namazda oflamak namazı bozar" dediğini rivayet eder. Beyhakî sahih
isnâdla tbn Abbas'ın: "Namazda oflamanın konuşma olmasından korkulur"
dediğini nakleder. Bk. el-Aynî, Umdetu'İ-Kârî, 7/292.
[605] Ahmed, 647; Nesâî, 3/12; İbn Huzeyme, 902. Hadis
zayıftır.
[606] Buharî, 8/24; Müslim, 555 (60).
[607] Ebu Davud, 653; İbn Mâce, 1038; Ahmed, 2/174, 178,
179, 190, 206, 215. Senedi hasendir. Nesâî, '3/82; isnadı hasendir.
[608] Ebu Davud, 652. Senedi kuvvetlidir. Hâkim sahih
saymış, Zehebî de ona katılmıştır. Ayrıca Beyhakî (2/432) de rivayet etmiştir.
[609] Buharî, 8/4; Müslim, 515 (277).
[610] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/243-248.
[611] Tirmin, 402; İbn Mâce, 1241; Ahmed, 3/472 ve 6/394;
Beyhakî, 2/213. isnadı sahihtir.
[612] Dârakutnî, Sünen, 2/41. Senedi zayıftır.
[613] Beyhakî, es-Sünenü't-Kübrâ, 2/213. İsnadı
hasendir.
[614] Buharı, 14/7,
23/41, 64/38, 80/58; Müslim, 677; AhAd, 3/167, 255.
[615] Müslim, 678 (305, 306); Ebu Davud 1444; Tirmizî,
401;JNesâî, 2/202. Tirmizî: hadis hasen-sahihtir" diyor.
[616] Ebu Davud, 1443; Ahmed, 1/301. İsnadı hasendir. Hâkim,
Müstedrek'le (1/225) sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/249-251.
[617] Isrâ, 17/78.
[618] Hafız tbn Hacer, et-Takrîb'de Abdullah b. Saîd b. Ebî
Saîd el-Makbûrî'nin metruk râvi olduğunu söylemiştir.
[619] Buharı ve Müslim.
[620] Buna şüphe İle bakılır. Zira hanefî âlimlerinden
Allâme İbrahim el-Halebî, Şerhu'l-Kebîr adlı eserinde (s.420) diyor ki: Felâket
zamanlarında kunut okumanın meşruiyeti devamlıdır ki, bu, Hz. Peygamber'den
(s.a.) sonraki devirde kunut okuyan sahabîlerin kunut okuduğu mahaldir.
Mezhebimizin — hanelilerin— görüşü budur. Çoğunluk da bu görüşü benimsemiştir.
İmam Ebu Cafer Tahâvî: "Bize göre sabah namazında yalnızca bir felaket
durumu sözkonusu olmadığında kunut okunmaz. Bir fitne baş gösterir yahut bir
felâket olursa kunut okumanın sakıncası yoktur. Bu, Allah Rasülü'nün (s.a.)
yaptığı bir şeydir." dedi.
Hafız İbn Hacer,
ed-Dirâye'de (s. 117) diyor ki: Bu konudaki haberlerden şu sonuç elde edilir.
Hz. Peygmaber (s.a.) yalnızca felâket zamanlarında kunut okurdu. Böyle olduğu
hadislerde açıkça gelmiştir, tbn Hibbân'in Ebu Hureyre'den rivayetine göre
Allah Rasûlü (s.a.) sabah namazında sadece ya bir kavme dua etmek için ya da
bir kavme beddua etmek İçin kunut okurdu, tbn Huzeyme (620) de Enes'ten buna
benzer bir hadis rivayet etmektedir. Her iki rivayetin isnadı da sahihtir.
[621] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/251-253.
[622] Hadisi Tirmizî rivayet etmemiş, hadis yalnızca şu
kaynaklarda rivayet edilmiştir: Ahmed, 3/162; Beyhakî, es-Sünenü't-Kübrâ,
2/201; Dârakutnî, 2/39; Tahâvî, s.143. Hadis zayıftır.
[623] A'râf, 7/172.
[624] Hâkim, Müstedrek, 2/323, 324. Rivayetin senedinde Ebu
Cafer er-Râzi vardır. Yukarıda geçtiği üzere zayıf râvidir. Bu yüzden Hafız
tbn Kesîr, Tefsîr'inde (3/114) diyor ki: Bu rivayet sem derece garîb ve
münkerdir. Herhalde Israiliyâttandır. Hâkim ve Zehebî sahih saymakla hata
etmişlerdir.
[625] Meryem, 19/19.
[626] Rûm, 30/26.
[627] Zümer, 39/9.
[628] Tahrîm, 66/12.
[629] Müslim, 756; Tirmizî, 387; İbn Mâce, 142; Nesâî, 5/58;
Ahmed, 3/302, 391,
[630] Bakara, 2/238.
[631] Buharî, 21/2, 65/43; Müslim, 539; Tirmizî, 405 ve
2989; Ebu Davud, 949; Nesat,
[632] Bk. dipnot: 45.
[633] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/253-256.
[634] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 4.
[635] Buharı, 15/2, 56/98, 60/19, 65/9 (Âl-İ tmrân), 65/21
(Nisa), 78/110, 80/58, 89/1; Müslim, 675;Nesâî, 2/201; Îbn Mâce, 1244; Ebu
Davud, İ442.
[636] Ebu Davud, 1443; Ahmed, 1/301. İsnadı hasendir. Bk.
dipnot: 6.
[637] Râvileri sikadır. Ancak Muhammed b. Enes, sadık bir
râvi olmakla birlikte garîb rivayetlerde bulunur. Hadisi, Heysemî
Mecmau'z-Zevâid'de (2/138) Taberânî'nin Ev-sat'ınûan aktarıp "Râvileri
sikadır" demiştir.
[638] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 4.
[639] Müslim, 756. Bk. dipnot: 18.
[640] Buharî, 10/140;
Müslim, 472; Ahmed, 3/226.
[641] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/256-261.
[642] Tirmizî, 464; Ebu Davud, 1425; îbn Mâce, 1178; Nesâî,
3/248; Ahmed, 1/199, 200; Dârimî, 1/373; Tayâlisî, 1/101. isnadı sahihtir.
Hâkim (3/172) sahih olduğunu söylemiştir. Tirmizî diyor ki: Bu hadis hasendir;
yalnızca bu senedle Ebu'l-Havrâ es-Sa'dî -Rabiâ b. Şeybân hadisi olarak
bilmekteyiz. Vitirde kunut okumak konusunda Hz. Peygamber'den (s.a.) bundan
daha hasen bir rivayet geldiğini bilmiyoruz, ilim adamları vitirde kunut
okunup okunmayacağında görüş ayrılığına düştüler. Abdullah b.Mes'-ûd bütün sene
boyunca vitirde kunut okunacağı görüşünü savunup kunutun rükûdan önce olmasını
tercih etti. Bazı ilim adamSarı da bu görüştedirler. Süfyân es-Sevrî,
İbnü'l-Mübârek, Ishak ve Kûfeliler (Ebû Hanîfe ve arkadaşları) bu görüşü
benimsemişlerdir.
Duanın tercümesi
yukarıda geçti. Bk. dipnot: 8.
[643] Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 2/209. Bu ilâve hasendir.
[644] tsnâdı zayıftır.
[645] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/261-263.
[646] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/263.
[647] Buharı, 8/31, 8/32, 22/2, 83/15, 95/1; Müslim, 572;
Tirmizî, 392; Ebu Davud, 1020; Nesâî, 3/29,lbn MĞce,211. Abdullah b. Mes'ûd
anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) namaz küdınyordu.(Râvi İbrahim diyor ki, namazda
bir ilâve veya noksan yaptı). Selâm verince Hz, Peygamber'e (s.a.): "Ey
Allah'ın Rasûlü! Namazda bir değişiklik mi oldu?" diye sordular. "Ne
oldu ki?" diye karşılık verdi. Namazı şöyle şöyle kıldın, demeleri üzerine
ayaklarını kıvırdı, kıbleye yöneldi, iki secde yaptı, sonra selâm verdi,
ardından bize doğru yüzünü çevirdi ve: "Namazda bir
değişiklik olsaydı size
haber verirdim. Ancak ben de bir insanım. Sizin gibi ben de unuturum.
Unuttuğumda bana hatırlatınız. Herhangi biriniz namazında şüphe ederse doğruyu
araştırsın, ona göre namazını tamamlasın, sonra secde yapsın" buyurdu.
Ancak Tirmizî'deki metin şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.) öğle namazını beş rekât
kıldırdı. Bunun üzerine: "Namaza İlâve mi edildi!" diye sordular. Hz.
Peygamber (s.a.) selâm verdikten sonra iki secde yaptı.
[648] Muvatta, 1/100. İsnadı munkatı'dır. îbn Abdilber diyor
kî: Bu hadisin Hz. Peygam-ber'den (s.a.) bu sened dışında ne müsned, ne maktu
olarak rivayet edildiğini biliyorum. Bu hadis, Muvatta'âa bulunup da ondan
başka kaynaklarda ne müsned, ne mürset olarak bulunan dört hadisten biridir.
[649] Buharı, 22/2, 22/5, 10/146, I0/I47, 83/15; Müslim, 570
(85, 86); Tirmizî, 391; Ebu Davud, 1034;
Nesâî, 3/19; İbn Mâce, 1206, 1207.
[650] Ahmed, Müsned, 4/247;Ebu Davud, 1037; Tirmiri, 364, 365.
[651] Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 2/344, İsnadı sahihtir.
[652] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/265-267.
[653] Buharî, 8/88; Müslim, 573. Ebu Hureyre anlatıyor:
Allah Rasûlü (s.a.) bize bir defasında zevalden güneş batımına kadar olan
vakitteki namazlarda birini -ya öğleyi, ya ikindiyi- kıldırırken İki rekâtta
selam verdi. Sonra mescidin kıblesindekî bir hurma gövdesine geldi, öfkeli bir
şekilde ona dayandı. Cemaatın arasında Hz. Ebu
Bekir ve Hz. Ömer de
vardı. Her ikisi de konuşmaktan çekindiler. İnsanlar hi2İa çıkıp gittiler.
Birbirlerine: "Namaz kısaldı" dediler. Zülyedeyn ayağa kalktı, Hz.
Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Namaz kısaldı mı, yoksa unuttun
mu? diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.) bir sağa, bir sola baktı ve
"Zülyedeyn ne diyor?" diye oradakilere sordu. "Doğru söyledi.
Yalnız iki rekât kıldırdın." dediler. Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a.)
iki rekât daha kıldırdı, selâm verdi, sonra tekbir aldı, sonra secde etti,
sonra tekbir aldı, başını kaldırdı, sonra tekbir aldı secde etti. Sonra tekbir
aldt, başını kaldırdı.
[654] Tirmizî 395; Ebu Davud, 1039; Nesâî, 3/26. Hafız İbn
Hacer, Fethu'l-Bârrde bu hadisi kaydedip Tirmizî'nin hasen garîb dediğini
yazdıktan sonra şöyle diyor: Hâkim: "Bu hadis, Buharı ve Müslim'in
şartlarına göre sahihtir" dedi. Beyhakî, tbn Abdil-ber, v.s. ise zayıf
saydılar. Burada Eş'as'ın hafızlara aykırı olarak İbn Sîrîn'den yaptığı bu
rivayeti kusurlu buldular. Çünkü bilinen o ki, tbn Sîrîn'in İmrân'dan rivayet
ettiği hadiste teşehhüd geçmiyor. Serrâc, Seleme yoluyla bu olay hakkında
Alkame*-den şunları rivayet eder: îbn Sîrîn'e: "Peki teşehhüd?" diye
sordum. "Teşehhüd konusunda birşey işitmedim" dedi. Aynı şekilde bu
senedle Hâlid el-Hazzâ'nın tmrân'dan rivayet ettiği sağlam hadiste -Müslim'in
rivayetine göre- teşehhüd anümamaktadır. Şu halde Eş'as'ın ilâvesi şâz
demektir. Bu yüzden İbnü'l-Münzir diyor ki: Sehiv secdesinde teşehhüd
okunduğunun sabit olacağını sanmıyorum. Ancak sehiv secdesinde teşehhüd
olduğuna dair İbn Mes'ûd'dan Ebu Davud ve Nesâî'de; Muğîre'den Beyhakî'de
rivayet vardır. Her iki rivayetin isnadında da zayıflık vardır. Teşehhüd
konusundaki bu üç hadis birleştiğinde hasen derecesine yükselir, denilebilir. Alâî:
"Bu uzak değildir, ibn Ebî Şeybe tarafından sahih senedle tbn Mes'ûd'un
sözü olarak rivayet edilmiştir" diyor.
[655] Ahmed, Müsned, 6/401; Ebu Davud, 1023, İsnadı sahihtir.
[656] Buharı, 22/2; Müslim, 572(91). Müslim'de son cümle
"...cevap vermeleri üzerine iki secde yaptı, sonra selâm
verdi"seklindedir,
[657] Müslim, 574.
[658] Müslim, 574; Ebu Davud, 1018; Nesâî, 3/26; İbn Mâce, 1275.
[659] Müslim, 571; Tirmizî, 396; Ebu Davud, 1024; Nesâî, 3/27; İbn Mâce, 1210
[660] Ahmed, 1/190; Tirmizî, 398; İbn Mâce, 1209; Beyhakî,
2/332; Tahâvî, 1/43: Râvileri sikadır. Hâkim (1/324) sahih saymış, Zehebî de
ona mavafakat etmiştir.
[661] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/267-270.
[662] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 12.
[663] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/270-271.
[664] Ahmed, Müsned, 4/3; Nesâî, 3/29; Ebu Davud, 990.
Senedi hasendir.
[665] Buharî, 8/15, 77/93; Ahmed, 3/151, 283.
[666] Buharı, 8/14,
10/93, 77/19; Müslim, 556; Ebu Davud, 914; Nesâî, 2/72; Ahmed, 6/37,
46, 177,
199, 208.
[667] Buharı 16/9,10; Müslim, 904(10); Ahmed, 3/318, 2/188, 4/245;
Nesâî, 3/149.
[668] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/271-272.
[669] Müslim, 591 (135); Tirmizî, 300; Ebu Davud, 1513;
Nesâî, 3/68; İbn Mâce, 928; Ahmed, Müsned, 5/275, 279. Ayrıca Müslim, 592.
[670] Buharı, 10/159; Mpslim, 707; Ebu Davud, 1042; Nesâî,
3/81; Ahmed, Müsned, 1/383, 429, 464. Müslim'deki
metin
şöyledir: "Allah Rasülünün (s.a.) çoğunlukla solundan çıkıp gittiğini
gördüm."
[671] Müslim, 708; Nesâî, 3/81.
[672] tbn Mâce, 931; Ahmed, Müsned, 2/174, 190, 215.
Müsned'deki metin şöyledir: "Allah Rasûtü'nün (s.a.) hem sağından ve hem
solundan çıkıp gittiğini gördüm. Hem yalın ayak, hem ayakkabı ile namaz
kıldığını gördüm. Hem ayakta, hem oturarak su içtiğini gördüm." İsnadı
hasendir. Bu konuda Nesâî (3/82), Tirmizî (201), Ebu
Davud
(1041) ve İbn Mâce (929) hasen senedle hadis rivayet etmektedirler.
[673] Müslim, 670; Nesâî, 3/80, 81. İsnadı hasendir.
[674] Buharı, 10/155, 80/15, 81/22, 82/12, 97/3; Müslim, 593
(137); Ebu Davud, 1505; Nesâî, 3/70, 71.
[675] Müslim, 594 (139); Ebu Davud, 1506; Nesâî, 30/69, 70.
[676] Ebu Davud,
1509; Tirmizî, 3419. İsnadı sahihtir.
[677] Müslim, 771
(201, 202).
[678] Ebu Davud,
1508; Ahmed, 4/369, Senedi zayıftır
[679] Müslim, 597 (146).
[680] Müslim, 596 (144,
145); Nesâî, 3/75; Tirmizî, 3409.
[681] Tirmizî, 3410; Nesâî, 3/76. Tirmizî: "Hadis,
hasen-sahihtir" diyor. Nesâî'nin (3/76) bu konuda kuvvetli senedle bir
başka rivayeti daha vardır.
[682] Nesâî, 3/52, 3/74; Tirmizî, 3407; Ebu Davud, 5075.
İsnadı sahihtir.
[683] Müslim, 595 (143).
[684] Tirmizî, 3470; Ahmed, 4/227. Seneddeki Şehr b. Havşeb'ten dolayı hadis zayıftır. Ancak Ahmed
(4/60), Ebu
Davud
(5077) ve îbn Mâce'nin (3867) bu anlamda rivayet ettikleri bir hadis hasen;
yine bu anlamda Ahmed'in
(5/420) Ebu Eyyûb'dan
rivayet ettiği hadis sahihtir.
[685] Ahmed, 6/298. Hadis zayıftır. Ancak birinci kısmını
Buharî (80/11) ve Müslim (2727) şu şekilde rivayet etmişlerdir. Hz. Ali anlatıyor:
Hz. Fatima'nın değirmende un öğütmekten elleri rahatsızlanmıştı. Bu sırada Hz.
Peygamber'e (s.a.) bir esir gelmişti. Hz. Fatıma babasına gitti; O'nu bulamadı.
Hz. Âişe ile karşılaştı. Durumu ona anlattı. Hz. Peygamber (s.a.) gelince Hz.
Âişe, Hz. Fatıma'nın kendisine geldiğini haber verdi. Hz. Peygamber (s.a.)
bize geldi. Geldiğinde yataklarımıza yatmıştık. Derhal kalkmak için hamle
yaptık. Fakat Hz. Peygamber (s.a.): "Yerinizde kalın" dedi. Aramıza
oturdu, öyle kî ayağının soğukluğunu göğsümde hissettim. Sonra şöyle buyurdu:
"Şimdi size istediğinizden daha hayırlı birşey öğreteceğim. Yatağınıza
yattığınızda 34 kere tekbir, 33 kere teşbih ve 33 kere tahmid getirirseniz bu
sizin için hizmetçiden daha hayırlıdır. " Hadisin ikinci kısmına ise
hemen sonra gelen hadis şahit olur.
[686] Mevâridu'z-Zam'ân 2341; Ahmed, 5/415. Yalnız bir
râvisi tartışmalıdır; ancak yukarıda geçen Ümmü Seleme hadisi ile Münzirî'nin
et-Tergîb'de (1/269): "İsnadı hasendir" dediği, Taberânî tarafından
rivayet edilen hadis buna destek sağlar.
[687] îbn Hibbân, 541. Hadis zayıftır. Bu rivayette Kâ'b:
"Hz. Musa'ya denizi yarıp açan Allah'a yemin ederim ki, biz Tevrat'ta
Davud Peygamber'in (a.s.) namazdan ayrıldığında şöyle dediğini
buluyoruz..." diyor ve yukarıdaki duayı söylüyor. Sahih-i Müslim'de
(2720), Hz. Peygamber'in (s.a.) söylediği kaydı getirilmeden buna benzer bir
rivayet Ebu Hureyre'den aktarılmıştır.
[688] Hâkim,-3/462. Senedi zayıftır. İbnü's-Sünnî'de (114)
Ebu Ümâme'den bu konuda
zayıf senedle bir hadis
rivayet ediliyor.
[689] tbn Hibbân, 2341; Ebu Davud, 5079. Hadis zayıftır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/273-280.
[690] Ibn Hibbân, Muhammed b. Hımyer -Muhammed b. Ziyad
el-Elhânî -Ebû Ümâme senediyle rivayet etmektedir. Sened sahihtir. Münzirî,
et-Terğîb'de (2/261) diyor ki: Hadisi Nesâî ve Taberânî, değişik senedlerle
rivayet etmişlerdir. Bunlardan birisi sahihtir. Üstadımız Ebu'l-Hasen,
"Buharî'nin şartına uygundur" diyor, îbn Hibbân, Kitâbu's-Saiât'ta
rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir. Taberânî, senedlerden birindeki
rivayette "ve kim Kulhüvallahu ahad sûresini okursa" ilâvesini
getiriyor. Bu ilâve ceyyiddir. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (10/102) diyor ki:
Bu hadisi Taberânî, Kebîr ve Evsat'ta —biri ceyyid— değişik senedlerle rivayet
etmiştir. Ebu Ümâme hadisini tbnü's-Sünnî (120) ve Muğîre b.Şu'be hadisini Ebu
Nuaym (Hıiye, 3/121) hasen senedle.rivayet etmiştir.
[691] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 2/148. Diyor ki: Hadisi
Taberânî Kebîr'de rivayet etmiştir; isnadı hasendir.
[692] Ahmed, 4/211; Ebu Davud, 1523; Tirmiri, 2905; Nesâî,
3/68; İbn Hibbân, 2347; Hâkim, 1/253. Hâkim hadisi sahih saymış, Zehebî'de ona
katılmıştır. Dedikleri gibidir.
[693] Heysemî, a.g.e.,
10/102. Zayıftır.
[694] Ebu Davud,
1522; nesâî, 3/53. tsnâdı sahihtir, tbn Hibbân (2345) sahih oldugjınu
söylemiştir.
[695] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/280-282.
[696] Sütre: Açık alanda namaz kılarken, önünden insan,
hayvan vb. varlıkların geçmesi mümkün olan yerlerde namaz kılanın, namaz
kıldığına alâmet olmak üzere secde edeceği yerin az ötesine diktiği değnek,
mızrak vb, şey
[697] Buharî, 1/479.
[698] Ebu Davud, 689; İbn Mâce, 943. senedi zayıftır.
[699] Müslim, 510; Tirmizî, 338; Ebu Davud, 702; Nesâî,
2/63; İbn Mâce, 952. Ebu Zer anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) "Herhangi
biriniz namaza duracağı zaman eğer (semer/ kaşı gibi birşey de olsa önüne bir
sütre, önünde eğer kaşı gibi birşey bulunmazsa onun namazını eşek, kadın ve
siyah köpek keser. " buyurdu. Ebu Zerr'i dinleyen râvi diyor ki: "Ey
Ebu Zer! Siyah köpeğin, kızıl köpekten, san köpekten ne farkı vardır ki?"
diye sordum. "A yeğenim! Ben de senin gibi bunu Allah Rasuİü'ne (s.a.) sordum:
Siyah köpek şeytandır, buyurdu" dedi.
[700] Müslim, 511; İbn Mâce, 950. Ebu Hureyre'nin rivayetine
göre Allah Rasûlü (s.a.) buyurdular ki;
"Namazı kadın, eşek ve köpek keser. Eğer kaşı gibi birşey bundan
korur."
[701] Ebu Davud, 703; İbn Mâce, 949. tbn Abbas'm rivayetine
göre Hz. Peygamber (s.a.):
"Siyah köpek ve
aybaşılı kadın namazı keser" buyurmuştur. Ebu Davud diyor ki: Hadisi Şu'be
merfû1 olarak rivayet etmiştir. Yani bu hadis Katâde'nİn öğrencilerinden
yalnızca Şu'be tarafından Hz. Peygamber'in sözü olarak aktarılmıştır. Saîd ve
Hişâm gibi diğer öğrencileri İse İbn Abbas'm sözü olarak (mevkuf) rivayet etmişlerdir.
[702] İbn Mâce, 951. Abdullah b. Mugaffel Hz. Peygamber'in
(s.a.) "Namazı, kadın, köpek ve eşek keser" buyurduğunu aktarır.
Ancak senedde zayıflık vardır.
[703] Buharı, 8/105; Müslim, 512 (270). Hz. Âişe'nin yanında
namazı kesen şeyler olarak köpek, eşek ve kadın sayılınca Hz. Âişe: "Bizi
eşeklere, köpeklere benzeniniz. Vallahi, ben Hz. Peygamber'in (s.a.) kıblesi
tarafında divan üzerinde yatarken O'nun namaz kıldığını gördüm" dedi.
Mâlik (Muvatta, 1/155, 156), Buharı (8/90) ve Müslim'in (504) rivayetlerine
göre îbn Abbas şöyle anlatıyor: "Bir dişi eşek üzerinde geldim. O günler
ergenlik çağıma yaklaşmıştım. Allah Rasûlü (s.a.) insanlara Mina'da namaz
kıldırıyordu. Saflardan birinin Önünden geçtim; indim eşeği otlaması için
salıverdim. Safa katıldım. Hiç kimse bundan dolayı bana bir şey demedi."
Ebu Davud (719), Dârakutnî (s. 141) ve Beyhakî (2/178) Ebu Saîd'den rivayet
ederler ki, Allah Rasûlü (s.a.): "Namazı hiçbir şey kesmez. Mümkün
olduğunca önünüzden geçeni engelieme-ye çalışın. Çünkü o şeytandır." buyurdu.
Bu hadis zayıfsa da Dârakutnî'nin (s. 141) Ebu Ümâme'den naklettiği:
"Namazı hiçbir şey kesmez" şeklindeki hasen hadisle kuvvet kazanır.
(Bk. Heysemî, Mecmau 'z-Zevâid, 2/62; Taberânî'nin Kebîr'mden naklen). Yine
Dârakutnî'nin Ebu HureyreMen rivayet ettiği: "Kişinin namazını kadın,
köpek ve eşek kesmez. Önünden geçeni mümkün olduğunca engelle." hadisi ve
Enes'ten rivayet ettiği: "Namazı hiçbir şey kesmez" hadisi sayesinde güç kazanır. Bu şâhid
hadisler birbirlerini takviye ederek bu hadise güç katarlar. Hafız İbn Hacer
diyor ki: Saîd b.Mansûr, sahih isnâdla Hz. Ali, Hz. Osman, vs. sahabeden buna
benzer ifadeleri, onların sözü (mevkuf) olarak rivayet etmiştir. Muvatta'da
(1/156) sahih se-nedle rivayet edildiğine göre, Abdullah b.
Ömer: "Namazı, namaz
kılanın önünden geçen hiçbir şey kesmez" derdi. Bu naslarda, sahabe ve
onlardan sonra gelen ilim adamlarının çoğunluğunun, namaz kılanın önünden geçen
hiçbir şeyin namazı kesmeyeceği yolundaki görüşlerini ispatlayan delil vardır.
Bu görüş Hz.Ali, Hz. Osman ve İbn Ömer'in görüşüdür. Aynı zamanda
İbnü'l-Müseyyeb, Şa'bî ve Urve gibi tabiîler; Mâlik, Sevrî, Şâfİî ve re'yciler
(Ebu Hanife ve taraftarları) da bu görüştedirler. İmam Ahmed ise: "Siyah
köpek namazı keser. Kadın ve eşek konusunda kalbimde bir tereddüt vardır"
diyor.
[704] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/282-283.
[706] Buharı, 19/34, 19/25, 19/29, 11/39; Müslim, 729;
Tirmizî, 433; Ebu Davud, 1252; Nesâî, 2/119; Muvatta, 1/166, Ahmed, 2/117.
[707] Müslim, 834/297, 835/299. Bu rivayette Hz. Âişe:
"Allah Rasûlü (s.a.) benim yanımda ikindiden sonra İki rekât kılmayı asla
terketmedi." diyor.
[708] Buharı, 19/34;
Ebu Davud, 1253; Nesâî, 3/256
[709] Ahmed, Müsned,
3/411; Tirmizî, 478; Tayâiisî,
1/113. İsnadı hasendiri
[710] Tirmizî, 426.
tsnâdı hasendir.
[711] İbn Mâce, 1158.
Bir önceki hadis sebebiyle hasendir (hasen ligayrihi)
[712] Tirmizî, 424. Senedi hasendir.
[713] İbn Mâce, 1156.
Senedinde yalnız bir zayıf râvi vardır.
[714] Müslim, 728; Tirmizî, 415; Ebu Davud, 1250; Nesâî,
3/261; İbn Mâce, 1141; İbn Hıbbân, 614.
İbn Hibbân hadisin sahih olduğunu, Tirmizî ise hasen-sah!h olduğunu
söylemiştir.
[715] İbn Mâce, 1140;
Tirmizî, 414; Nesâî, 3/260, 261. Senedi
hasendir.
[716] İbn Mâce,
1142; Nesaî, 3/264. Senedi
hasendir.
[717] Ahmed, Müsned,
1/85, 142, 143, 146; Tirmizî,
595, 596; İbn Mâce, 1161. Tirmizî diyor ki: Bu hadis hasendir. ishak b.Rahûyeh:
"Hz. Peygamber'in (s.a.) nafile namazları konusunda rivayet edilen en
hasen hadis budur" demiştir.
[718] Ahmed, Müsned, 2/117; Tirmizî, 430; Ebu Davud, 1271.
Senedi hasendir. İbn Hibbân (616), bu hadisi sahih saymıştır.
[719] Buharî, 19/35, 96/27 ; Ebu Davud, 1281; Ahmed, Müsned,
5/55; Müslim, 838 (304).
[720] Akşam namazından önce namaz kılma konusunda farklı
rivayetler gelmiş, ancak incelendiğinde kılındığı yolundaki rivayetlerin daha
sağlam ve daha çok olduğu görülür. Biz şimdi bunlardan bir kısmını sunacağız:
a) Hz. Peygamber (s.a.) üç kere: "Her iki
ezan (yani ezanla kamet) arasında bir (sünnet, nafile) namaz vardır"
buyurdu, üçüncüsünde "Dileyen kılar" dedi (Buharî, 19/35, 10/14,
10/16; Müsüm, 838/304).
b) Mersed b. Abdullah el-Yezenî anlatıyor: Ukbe
b. Âmir el-Cühenî'ye geldim ve: "Şu Ebu Temim'e şaşmaz mısın, akşam
namazından önce iki rekât kılıyor?!" dedim. Ukbe: "Allah Rasûlü
(s.a.) hayatta iken biz de kılardık" deyince ben: "Peki şimdi seni
alıkoyan ne?" diye sordum. "İş
güç" cevabını verdi. (Buhari, 19/35).
c) Muhtar b. Fülfül anlatıyor: Enes b. Mâlik'e
ikindiden sonra nafile kılmanın hükmünü sordum, "Hz. Ömer ikindiden sonra
kılınan bir namazdan dolayı ellere vururdu. Bİz Allah Rasûlü (s.a.) devrinde
güneş battıktan sonra akşam namazından önce iki rekât kılardık" diye
karşılık verdi. Ben: "Allah Rasûlü (s.a.) bu İki rekât namazı kılar
mıydı?" diye sorunca: "O, bizim kıldığımızı görürdü; ama bize ne
emrederdi, ne de bizi ondan menederdî" cevabım verdi. (Müslim, 836/302).
d) Enes b. Mâlik diyor ki: Biz Medine'de iken
müezzin akşam ezanını.okuyunca, cemaat direklere koşuşurlar iki rekât namaz
kılarlardı, öyle ki, mescide giren bir yabancı bu namazı kılanların
çokluğundan akşam namazının kılındığı zanmna kapılırdı (Müsüm, 837/303).
e) tbn Hibban (617),
sahih bir isnâdla şu hadisi rivayet eder: Allah Rasûlü (s.a.) akşam namazından
önce iki rekât namaz kıldı.
0 Ebu Umâme diyor ki:
Biz Allah Rasûlü (s.a.) zamanında akşamdan ince iki rekât kılmayı terketmezdik.
Bu hadislere aykırı
olarak gelen hadisler de vardır. Ancak yukarıda da belirttiğimiz üzere bunlar
diğer hadisler kadar güçlü değildir:
a) İbn Ömer'e akşamdan
önce iki rekât namaz kılma konusu sorulunca: "Aİlah Rasûlü (s.a.)
devrinden bu iki rekâtı kılan hiç kimse görmedim, ikindiden sonra iki rekât
kılmaya ruhsat vermiştir." dedi (Ebu Davud). Hadis ihtilaflıdır.
b) Abdullah b. Büreyde,
babası Büreyde'den naklen Allah Rasûlü'nün (s.a.) "Akşam dışında her iki
ezan arasında bir İki rekâtlık namaz vardır" buyurduğunu nakîeder
(Dârakutnî, Beyhakî). Hadis zayıftır. Geniş bilgi için bk. el-
Aynî, Umdetu'l-Kâfi,
c.VII, s.246.
[721] Ahmed, Müsned, 5/428; Ibn Mâce, 1165. İsnadı
kuvvetlidir. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'öc (2/229, 230) kaydediyor ve:
"Ahmed rivayet etmiştir. Râvîleri sikadır" diyor.
[722] Münzirî, et-Tergîb'de (1/205) zikretmiş ve bir başka
rivayette "iki rekât" yerine "dört rekât" şeklinde
geldiğine dikkat çekip "Bu hadisi Razîn kaydetmiştir. Temel kaynaklarda
göremedim." demiştir. Mekhûl, tabiînden olduğu için hadis mürseldir.
[723] Nesâî, 3/198; Tirmizî, 604; Ebu Davud, 1300. Senedinde
yalnız bir meçhul râvi vltrsa da yukarıda (bk. dipnot: 17) geçen hadis bunu
destekler. İbn Mâce'nin rivâyetj ettiği Râfi' b. Hadîc hadisi ise metruktür.
[724] Buharî, 19/29; Müslim, 729 (104); Mâlik, 1/166; Ebu
Davud, 1252; Nesâî, 2/119; Tirmizî, 433, 434.
[725] Müslim, 730 (105).
[726] Buharî, 10/12; Müslim, 723 (87). Hafsa diyor ki: Allah
Rasûlü (s.a.) müezzin sabah ezanını bitirince ve ortalık ağannca, sabahın farzı
kılınmadan önce kısa iki rekât namaz kılardı.
[727] Buharî, 11/39;
Müslim, 882 (70, 71, 72).
[728] Buharî, 96/3,
10/80, 78/75; Müslim, 781 (213).
[729] Buharı", 18/11; Müsüm, 694 (16).
[730] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/285-292.
[731] Tirmizî, 2896; Hâkim, Müstedrek, 1/566. Hadis
zayıftır. Ancak "Kulhüvallahu ahad, Kur'an'ın üçte birine denktir"
kısmı, Buharı ve Müslim'in So/i/Vilerİnde rivayet edilmiştir. "Kul ya
eyyühe'l-kâfirûn, Kur'an'ın dörtte birine denktir" kısmı ise Hâkim (1/566)
ve Taberânî (et-Mu'çemu'l-Kebîr, 3/203) tarafından rivayet edilmiştir. Bu rivayet
zayıfsa da Ahmed (3/146, 147) ve Tirmizî'nin (2897) Enes'ten rivayet ettikleri
ve Taberânî'nin (Sagîr, s.32) Sa'd b. Ebî Vakkas'tan naklettiği hadisler buna
destek sağlar, bunlar sayesinde sıhhat kazanır, kuvvet bulur.
[732] Günümüzde alkollü içkiler, uyuşturucular, sigara vb.
şeylerin zararlı olduklarını bile bile içenleri burada hatırlamak yerinde olur,
[733] Müslim, 1218.
[734] Sabahın sünnetinde okuduğu rivayeti: Müslim, 726; Ebu
Davud, 1256; Nesâî, 2/155, 156. Vitirde okuduğu rivayeti: Tirmizî, 462; Nesâî,
3/136. Senedi hasendir. Ayrıca bu İkincisini .Nesâî, (3/245) Hz.Âişe'den sahih
İsnâdla rivayet etmiştir ki bu hadisi Hâkim (1/305) sahih saymış, Zehebî de ona
katılmıştır.
[735] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/292-294.
[736] Buhari, 19/23; Müslim, 736 (121, 122); Ebu Davud,
1262; îbn Mâce, 1198; Ahmed, 6/121, 133.
[737] Tirmizî, 420; Ebu Davud, 1261; Ibn Mâce, 1199; Ahmed, 2/415. İsnadı hasendir. İbn
Huzeyme (1120) ve İbn Hibbân (612) ise sahih saymıştır.
[738] Abdürrezzak, MusanneJ, 3/42, 44.
[739] Mâlik, Muvatta, 1/120; Müslim, 736 (121). Muvatta'da.
îbn Şihâb'dan gelen metin şöyledir: "Allah Rasûîü (s.a.) bîri vitir olmak
üzere gece on bir rekât namaz kılardı. Bitirince sağ yanı üzerine
yatardı."
[740] Müslim, 736(122).
[741] Müslim. 736(121); Muvatta, 1/120.
[742] Hafız ibn Hacer, Fethu't-Bâri (3/36)'de diyor ki:
Müslim'in, Mâlik-Zührî (îrin Şi-hâb)-Urve-Âişe yoluyla rivayet ettiği;
"Hz. Peygamber (s.a.) vitirden sonra yatardı" hadisinin naklinde
Urve'den rivayette bulunan Zühri'iün talebeleri, Mâlik'e muhalefet etmişler ve
yatma işinin sabah namazından sonra olduğunu belirtmişlerdir. Doğru olan da
budur. Bu hadisle yatmanın müstehab olmadığım isbatlamaya çalışanlar isabet etmemişlerdir.
[743] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/294-297.
[744] İsrâ, 17/79.
[745] Müzzemmil, 73/1.
[746] Enbiyâ, 21/3.
[747] Bu rivayeti, Suyûtî, ed-Durru 'l-Mensûr'da (4/196)
kaydetmiş ve fazla olarak İbn Cerîr (15/143), Muhammed b. Nasr ve Beyhakî'nin
(Detöil'de) de rivayet ettiğini belirtmiştir.
[748] Suyûtî, a.g.e., 4/196. Muhammed b. Nasr'dan aktarıyor.
[749] Ahmed, Müsned, 5/255. İsnadı hasendir. Suyûtî,
ed-Durru'l-Mensûr'da (4/196, 197) kaydetmiş ve fazla olarak Tayâlisî, tbn Nasr, Taberânî, İbn Merdûyeh, Beyhakî
(Şu'abu'l-îmân) ve Hatîb'in (Tarih) rivayet ettiğini belirtmiştir.
[750] Müslim, 746.
[751] Ebu Davud, 1431. İsnadı sahihtir. İbn Mâce, 1188;
Tirmizî, 465; Ahmed, Müsned, 3/41, 44; Beyhakî, 2/480. Hâkim (1/302) hadisi
sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.
[752] Ancak bu illetli bulma, Tirmizî ve tbn Mâce'deki
senede yöneltilebilir. Ebu Davud, Hâkim ve Beyhakî'deki sened ise sahihtir.
Çünkü bunlar şu senedle rivayet etmişlerdir: Ebu Gassân - Muhammed b. Mutarrif
el-Medenî - Zeyd b.Eşlem - Atâ b.Yesâr -Ebu Saîd el-Hu'dri. Bu ise sahih bir
seneddir.
[753] Tirmizî, 466.
[754] İbn Mâce,
1189; Müsüm, 754 (160)
[755] Buharî, 19/16,
31/1; Müslim, 738(125); Tirmizî, 439; Nesâî, 3/234.
[756] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/299-301.
[757] Buharî, 19/10; Müslim, 737(123). Buharî'deki metin
şöyledir: "Hz.Peygamber (s.a.) gece, bir rekâtı vitir, ikisi sabahın
sünneti olmak üzere toplam on üç rekât namaz kılardı."
[758] Müslim, 737(124). Buharî ise bundan önceki hadiste
geçtiği üzere bu hadisin anlamım rivayet etmiştir.
[759] Buharî, 19/28.
[760] Müslim, 738(128). Bu metinle rivayet eden Müslim'dir
[761] Buharî, 19/10;
Müslim, 764(194); Tirmizî, 442.
[762] Buharî, 21/1, 3/41, 4/5, 4/36, 10/57, 10/58,
10/59, 10/79, 10/161,
14/1, 65/17, 65/18, 65/19, 65/20, 77/71, 77/118, 80/10, 97/27; Müslim,
763(182); Mâlik, Muvat-ta, 1/121, 122.
[763] Buharî, 19/31; Müslim, 336. Bu namaz hakkında Kuşluk
namazı bölümünde (bk. dipnot: 3) bilgi, verilecektir.
[764] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/302-303.
[765] Ebu Davud,
1303. Senedinde sika olup olmadığı tartışmalı yalnız bir râvi
[766] Ebu Davud,
1357. İsnadı sahihtir.
[767] Müslim, 767(197); Ahmed, Mesned, 6/30.
[768] Müslim, 767(198); Ahmed, Müsned,2/399.
[769] Âi-i Imrân, 3/190.
[770] Müslim, 765(191).
[771] Müslim, 737; Tirmizî, 495.
[772] Müslim, 737(139).
[773] Hanefî
mezhebine göre de vitir, üç rekâttır; rekâtların arası selâmla ayrılmaz,Bk.
Merginâni, el-Hidaye, 1/66.
[774] Ahmed, Müsned, 6/155, 156. Metnin tamamı şöyledir:
"Allah Rasulü (s.a.) yatsı namazını kılınca eve girer, sonra iki rekât
namaz kılar, sonra önce kıldığı iki rekâttan daha uzun iki rekât daha namaz
kılar, sonra aralarını ayırmaksızın üç rekâtla da vitiri kılar, sonra oturduğu
yerde iki rekât namaz kılar, rükû ve secdeyi oturduğu halde yapardı."
[775] Nesâî, 3/234; Hâkim, 1/304; Dârakutnî, s. 175; Tahâvî,
1/280; Beyhakî, 3/32. İsnadı
sahihtir. Nevevî,
Şerhu'l-Mühezzeb'dç (4/7): "Bu hadisi Nesâî hasen senedle, Beyhakî| ise
es-Sünenü'l-Kübrâ'dz sahih senedle rivayet etmiştir" diyor.
[776] tbn Hibbân, 680; Dârakutnî, 2/24; Tahâvî, s.172;
Hâkim, 1/304; Beyhakî, 3/31; Mu-' hammed b. Nasr, Ktyâmu'l-Leyl, s.125. Hâkim
hadisi sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Dârakutnî:
"Râvîleri sikadır"; Hafız İbn Hacer: "Râvîlerinin hepsi
sikadır"; el-Irâkî: "İsnadı
sahihtir." diyor.
[777] Ahmed, Müsned,
6/74, 143; Müslim, 736 Ebu Davud,
1336.
[778] Müslim, 746(139).
[779] Nesâî, 3/226. Râvîleri sika İse de Nesâî: "Bu
hadis bence mürseîdir" diyor ve sebebini belirtiyor.
[780] Mâide, 5/118.
[781] Ahmed, 5/156; Nesâî, 2/177; Hâkim, 1/241; İbn Huzeyme,
1/70(1).
[782] Nesâî, 3/224. Râvîleri sikadır. Mâlik'in Muvatta'da
(1/89) sahih bir senedle Abdullah b. Ömer'in derslerine katılan Abdullah b.
Dînâr'dan naklettiğine göre, bir adam Abdullah b. Ömer'in yanında namaz kıldı;
namazda bağdaş kurarak ve ayaklarını kıvırıp bükerek oturdu. Namazı bitirince
Abdullah, bu yaptığını ayıpladı. Adam: "Ama sen de böyle yapıyorsun"
deyince, Abdullah: "Benim rahatsızlığım var" dedi. Buharî'nin
(10/145) rivayetine göre Abdullah b. Ömer'in oğlu Abdullah diyor ki: Babam
Abdullah b. Ömer'in namazda oturunca bağdaş kurduğunu gördüm. Ben de aynısını
yaptım. Daha o zamanlar yaşım küçüktü. Babam Abdullah b. Ömer, beni bundan
mene-derek: "Namazda sünnet olan oturuş, sağ ayağım dikip sol ayağını
kıvırıp oturmandır" dedi. "Ama sen de böyle yapıyorsun" dedim.
Bunun üzerine: "Ayaklarım beni taşımıyor" diye kargılık verdi.
[783] Müslim, 738(126).
[784] Ahmed, Müsned,
6/298, 299. Râvileri sikadır.
[785] Ahmed, Müsned,
5/260. İsnadı hasendir.
[786] Dârakutnî, 2/41.
Senedi zayıftır. Bk.Nasbu'r-Râye,
[787] Buharî, 14/4; Müslim, 751; Ebu Davud, 1438; Nesâî,
3/231; Ahmed, Mesned, 2/119. 135,
143, 150.
[788] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/303-308.
[789] Nesâî, 2/235; İbn Mâce, 1182; Muhammed b. Nasr.
Kıyâmu'l-Leyl, s.131. Senedi hasendir. Bu konuda Hatîb'in Kitâbu'l-Kunû t 'unda
Abdullah b.Mes'ûd'dan, Ebu Nu-aym'ın Hılye'sinde İbn Abbas'tan, Taberânî'nin
Evsafında İbn Ömer'den hadis rivayet edilmiştir. Bütün bu hadisler zayıf
olmalarına rağmen Übey b. Kâ'b hadisini takviye ederler.
,
[790] Ahmed, Müsned,
1718; Tirmizî, 464; Ebu Davud, 1425; Nesâî, 3/248; İbn Mâce,
1178; Dârimî, 1/373,
374; Beyhakî, 4/209. İsnadı sahihtir. Ibn Hibbân (512 ve 513) ve Hâkim (3/172)
sahih olduğunu belirtmişlerdir.
[791] Bu ilâve sahihtir.
[792] Bu ilâve zayıftır. el-Fütûhâtu'r-Rabbâniye, 2/292.
[793] Tirmizî, 3571; Ebu Davud, 1427; Nesâî, 3/248, 249; İbn
Mâce, 1179; Hâkim, Müsted-rek, İ/306. Hâkim sahih saymış, Zehebî de ona
katılmıştır. Söyledikleri gibi sahihtir.
[794] Hâkim, Müstedrek, 3/536. Hâkim sahih saymış, Zehebî de
ona katılmıştır.
[795] Nesâî, 2/218. İsnadı sahihtir.
[796] Müslim, 763.
[797] Ebu Davud, 1423; Nesâî, 3/244, 245; İbn Mâce, 1171,
İsnadı sahihtir.
[798] Dârakutnî, s.175. İsnadı sahihtir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/308-311.
[799] Ahmed, Müsned, 6/302; Tirmizî, 2928; Ebu Davud, 4001;
Hâkim, Müstedrek, 2/232. Hâkim sahih saymış,
Zehebî de ona
katılmıştır. Söyledikleri gibidir.
[800] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 35.
[801] Buharı, 13/447; Müslim, 797; Ebu Davud, 4829; Tirmizî,
2869; Nesâî, 8/125; İbn Mâce, 214; Ahmed, Müsned, 4/397.
[802] Tirmizî (2912) hasen olduğunu söylemiş; Hâkim, sahih
saymış ve Zehebî ona katılmış^ | tır. Hadis onların dediği gibidir.
[803] Buharî, 66/29; Nesâî, 2/179; tbn Mâce, 1353; Ahmed, 3/127, 198.
[804] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/312-314.
[805] Buharî, 18/7;
Müslim, 700, 701.
[806] Ahmed, Müsned, 3/126, 203; Ebu Dâvud, 1225. İsnadı
kuvvetlidir.
[807] Ebu Davud, 1227; Tirmizî, 351; Beyhakî, 2/5; İbn
Huzeyme, 1270. isnadı sahihtir. Bu hadisi Câbir'şöyİe anlatıyor: "Allah
Rasûlü (s.a.) beni bir işe gönderdi. Geldiğimde devesi üzerinde doğuya doğru
namaz kılıyordu. Secdede, rükûdan daha fazla eğiliyordu."
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/314-315.
[808] Buharı, 19/32;
Müslim, 718; Ebu Davud, 1293; Ahmed,
Mtisned, 6/86, 177, 215, 223, 237.
Hadisin devamında Hz. Âişe şöyle diyor: "Allah Rasûlü (s.aj yapmak istediği
bir ameli, insanlar onu yapar da onlara farz kılınır korkusuyla yapmazdı."
[809] Buharı, 19/31
[810] Buharî,
19/31, 18/12, 64/50; Müslim,
336(80); Tirmizî, 474; Ebu Davud, 1291.
[811] Müslim, 717; Ebu Davud, 1292; Nesâî, 4/152; Ahmed, Müsned, 6/171,
204, 218.
[812] Müslim, 719; tbn Mâce,
1381.
[813] Az yukarıda geçti. Bk. dipnot:2
[814] Hâkim, 1/314;
İbn Huzeyme, 1228; Ahmed, Müsned, 3/146. Dahhâk b. Abdullah dışındaki râviler
sika, o ise meçhuldür. Buna rağmen Hâkim sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat
etmiştir.
[815] Senedinde meçhul râvi vardır.
[816] Mürseldir. Senedinde meçhul râvi vardır.
[817] Ahmed, Müsned, 6/106.
[818] Râvileri sikadır." Heysemî bu hadisi
Afecmau'z-ZevâUPdc (2/238) vermiş ve Taberanı -nin Kebir'de rivayet ettiğini
belirterek hadisin hasen olduğunu söylemiştir.
[819] Senedde geçen Muhammed b. KaysM İbn Hibbân'dan başka
sika kabul eden yoktur.
[820] Müellif az aşağıda haberin uydurma olduğunu
söyleyecektir.
[821] Râvileri sikadır.
[822] Râvileri sikadır.
Az yukarıda geçti.
[823] Enes'ten gelen rivayeti Heysemî, Mecmau'z-ZevâicTde
(2/237) zikretmiş ve Taberânî'nin Evsafla, rivayet ettiğini söylemiştir.
Rivayet zayıftır. Câbir'den gelen rivayeti ise yine Taberânî, Evsafta rivayet
etmiştir. Muhammed b. Kays nakletmiştir. Hz. Âişe'-den gelen rivayeti ise
Heysemî, adı geçen eserinde (2/235) zikrediyor ve diyor ki: Hz. Âişe: "Hz.
Peygamber (s.a.) Mekke Fethi günü dışında kuşluk kılmamıştır." demiştir.
Bunu Bezzâr rivayet
etmiştir. Râvileri
sikadır. Bazıları hakkında söz varsa da zarar vermez. Hz. Ali'nin: "Allah
Rasülü (s.a.) kuşluk vakti namaz kılardı." şeklindeki hadisini Ahmed ve
Ebu Ya'lâ rivayet etmişlerdir; ancak Hz. Ali:
"Kuşluk kılardı" demiştir. Ahmed'in râvileri sikadır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/317-320.
[824] Buharı, 19/33, 30/60, Müslim, 721; Ebu Davud, 1432;
Nesaî, 3/229.
[825] Müslim, 722; Ebu Davud, 1433.
[826] Müslim, 720; Ebu Davud, 1285.
[827] Ahmed, Müsned, 3/439; Beyhakf, 3/49. Hadis zayıftır.
[828] Tirmizî, 476; İbn Mâce, 1382; Ahmed, Müsned, 2/443, 497, 499. Senedi
za^if
[829] Ahmed, Müsned, 5/286, 287; Ebu Davud, 1289. İsnadı sahihtir.
[830] Tirmizî, 475.
İsnadı kuvvetlidir.
[831] Tirmizî, 473; İbn Mâce, 1380. Senedinde meçhul râvi vardır.
[832] Müslim, 748; Dârimî, 1/340; Ahmed, Müsned, 4/366, 367,
372, 375.
[833] Az aşağıda gelecektir.
[834] Hâkim, Müstedrek, 1/314; tbn Huzeyme, İ224. Senedi hasendir.
Hâkim, hadisin Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de
ona muvafakat etmiştir. Oysa Müslim, senedde geçen Muhammed b. Amr'dan yalnızca
mütâbaat İçin rivayette bulunmuştur.
[835] Buharı, 97/32, 97/52, 66/19; Müslim, 792; Ebu Davud, 1473;
Nesaî, 2/180; Ahmed, Müsned, 2/271, 285, 450.
[836] Taberânî, Evsat,
1/59-1. Hadis zayıftır.
[837] Tirmizî, 473; İbn Mâce, 1380. Hadis zayıftır.
[838] Tirmizî, 477; Ahmed, Müsned, 3/21, 35. Hadis zayıftır.
[839] Ahmed, Müsned, 5/268; Ebu Davud, 1288. İsnadı hasendir.
[840] İsnadı zayıftır.
[841] Senedini hasen. saymak mümkündür, ibn Hibbân (629),
İbn Ebî Şeybe yoluyla rivayet etmiştir. Münzirî et-Terğtb ve't-Terhîb (1/427, 428) adlı eserinde
kaydetmiş ve "Ebu Ya'lâ
rivayet etmiştir. Râvileri sahih râvilerdir. Ayrıca Bezzâr da rivayet
etmiştir." demektedir.
[842] Bezzâr, Münzirî, et-Terğîb (l/430)'de Ebu'd-Derdâ'dan
rivayet etmiş ve: "Taberânî, Kebîr'de rivayet etti. Râvileri sikadır. Musa
b. Yâkub ez-Zemeî'de ihtilaf vardır. Bir grup sahabîden değişik yollarla
rivayet edilmiştir. Senedlerin en haseni budur." demiştir. Bk.
Mecmau'Z'Zevâid, 2/237.
[843] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 2.
[844] tsnâdı sahihtir.
[845] İsnadı sahihtir.
[846] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 2.
[847] Hafız İbn Hacer'in (Fethu'l-Bâri, 3/43) yazdığına göre
îbn Ebî Şeybe sahih bir isnâd-la rivayet etmiştir. Abdürrezzak {Musannef, 4868)
ise Abdullah b. Ömer'in: "Osman öldürülünceye kadar hiç kimse bu (kuşluk)
namazını kılmamıştir. İnsanlar bence ondan daha iyi birşey ihdas
etmemişlerdir." dediğini sahih senedle rivayet ediyor.
[848] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 4.
[849] Mâlik, Muvatta,
1/153. İsnadı sahihtir.
[850] Buharı, 8/45, 8/46, 10/40, 10/50, 10/153, 10/154,
19/36, 64/11, 70/15, 81/6, 88/9; Müslim, 33 (263); Nesaî, 2/105; tbn Mâce, 754; Ahmed, Müsned, 5/449, 450.
[851] Buha"
8/59, Müslim, 716; Ebu Davud, 2781; Nesaî 2/54; Ahmed, Müsned, 6/31.
[852] Furkân 25/62.
[853] Buharı,
10/41, 19/33, 78/65; Ahmed,
Müsned, 3/130, 184, 291.
[854] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/320-330.
[855] Tirmizî, 476; İbn Mâce, 1382.
[856] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/330-332.
[857] Ahmed, Müsned, 5/45; Tirmizî, 1578; Ebu Davud, 2774;
İbn Mâce, 1394|* İsnadı hasendir.
[858] İbn Mâce, 1392.
Hadis hasendir.
[859] Buharı, 64/61.
[860] Beyhakî, Sünen,
2/369.
[861] Ahmed,
1/191. Hadis hasendir.
[862] Ebu Davud,
2775. Senedi zayıftır.
[863] Buharî, 55/16, 56/103, 63/43, 64/78, 65/17, 65/18,
65/19, 79/21, 83/24; Müslim, 2769; Tirmizî, 3)01; Ebu Davud, 2202; Ahmed,
Müsned, 3/459, 460; Taberî, 17447. Aslında oldukça uzun olan bu hadise göre
Kâ'b b. Mâlik, Tebük seferine çıkılacağı zaman Hz. Peygamber'in (s.a.) cihad
çağrısına rağmen işi ağırdan alması sebebiyle orduya katılmamıştı. Sefer
dönüşünde Hz. Peygamber {s.a.) ve diğer müslümanlarca bu durum iyi karşılanmadı. Hatla onunla bütün ilişkileri kopardılar.
Kâ'b büyük bir hüzünle Allah'a içten levbe etti. Allah Teâlâ da o ve diğer iki
arkadaşı Hilâl b. Ümeyye, Mürâre b. Rabî için bir âyet indirerek tevbelerini
kabul etti. (Tevbe, 9/118)
[864] Ahmed, Müsned, 844 ve 1254. Hadis hasendir.
[865] Beyhakî, 2/371.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/333-334.
[866] Ahmed, Müsned, 6/31, 217; Tirmizî, 580; Ebu Davud,
1414; Nesâî, 2/222. İsnadı hasendir. Tirmizî; "Bu hadis hasen
sahihtir" diyor. Hakim (1 220) ise
sahih caymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.
[867] Tirmizî. 579; İbn Mâce, 1053. Senedi tartışmalıdır.
Buna rağmen İbn Huzeyme (562), İbn Hibbân (691) ve Hâkim (1/219, 290) hadisi
sahih saymışlar; Zehebî de muvafakat etmiştir.
[868] Mufassal: Kur'an'ın sonlarına doğru sık s-k besmele
ile aralan ayrılan küçük sûrelerdir. Zaten "mufassal" kelimesi,
arası avnlmış anlamına gelir. Mufassal sûrelerin nereden başladığı âlimierce
İhtilaf konusu olmuş; Kâf, Hucurât, Muhammed ( = Kııâl), Câsiye, Saffât, Saff,
Tebâreke, Feth, Rahman, İnsan, Duhâ... sûrelerinden herbiri farklı âiimierce
başlangıç kabul edilmiştir. Genel olarak hanefî, maliki ve şâfiilere göre
Hucurât'tan, hanbelîlere göre de Kâf sûresinden başlatılır.
[869] Ebu Davud,
1401; İbn Mâce, 1057; Hâkim, 1-223. Senedi zayıftır.
[870] Tirmizî, 568, 569; ibn Mâce, 1056. Senedi zayıftır.
[871] Ebu Davud,
1403.
[872] Müslim, 578; Tirmizî, 573, 574; Ebu Davud, 1407;
Nesâî, 2/162; İbn Mâce, 1058.
[873] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/334-337.
[874] Buharı,
11/1, 12; Müslim, 855; Nesâî,
3/85, 86; tbn Mâce, 1083.
[875] Müslim, 856; Nesâî, 3/87; tbn Mâce, 1083.
[876] Ahmed, Müsned, 4/8; Ebu Davud, 1047; Nesâî, 3/91, 92;
îbn Mâce, 1085. Hadisin isnadı
sahihtir. İbn Huzeyme(1733), Ibn Hibbân (550) ve Hâkim (1/278) hadisi
sahih saymışlar, Zehebî de buna muvafakat
etmiştir. Münzirî ve ibn Hacer ise hasen olduğunu söylemişlerdir. Nevevî de el-Ezkâr adlı
eserinde sahihliğini belirtmiştir.Ibn Mâce'nin (1637) Ebu'd-Derdâ'dan,
Beyhakî'nin Ebu Ümâme'den aktardıkları bu hadise destek sağlayacak hadisler de vardır.
[877] Müslim, 854; Tirmizî, 488; Nesâî, 3/89, 90; Hâkim,
Müstedrek, 1/278. Zehebî, Hâkim'İn verdiği sahih hükmüne muvafakat etmiştir.
[878] Hâkim (1/277) hadisin sahih olduğunu söylemiş, Zehebî
de ona muvafakat etmiştir.
[879] Mâlik, Muvatta,
1/108, 110; Tirmizî, 491; Ebu Davud, 1046; Nesâî, 3/113, 115; Ahmed,
2/486. İsnadı sahihtir. Hâkim (İ/278, 279) hadisi sahih saymış, Tirmizî İse
hasen-sahih olduğunu söylemiştir.
[880] İbn Hibbân, 551. Hadisin tam metin tercümesi şöyledir:
"Cuma gününden daha faziletli bir gün üzerine güneş ne doğdu, ne battı. Şu
iki topluluk -cinler ve insanlar-dişında bütün yaratıklar cuma günü mutlaka
dehşete kapılırlar." Hadisin senedi güçlüdür.
[881] Şafiî, 1/148.
Hadis zayıftır.
[882] Şafiî, aynı yer. İmam Şafiî'nin adlarını verdiği
râviler zayıf olduğundan hadis de zayıftır.
[883] Ahmed, Müsned, 2/311. Hadis zayıftır.
[884] Bu zat, Horasan şeyhi Hafız Ebu'l-Abbas eş-Şeybânî
en-Nesevî'dir. el-Müsnedü'l-Kebîr ve el-Erbaîn adlı eserleri vardır. 303/915
tarihinde vefat etmiştir.
[885] "Allah'ın inmesi, oturması" gibi sözler
fnüteşâbihat'tandır. Dolayısıyla bunları sözlük anlamlarına almak doğru
değildir. Müteşâbih âyet ve hadislerin yorumlanıp yo-rumlanamayacağı konusu ise
âlimler arasında büyük görüş ayrılıklarına neden olmuştur. Tefsir usûlü, fıkıh
usûlü ve kelâm kitaplarında bu konuda geniş bilgi sunulmaktadır..
[886] Hadis zayıftır
[887] Secde, 32/17. İbn Ebi'd-Dünyâ'mn rivayet ettiği bu
hadis de zayıftır.
[888] Rivayetin senedi zayıftır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/339-346.
[889] Ebu Davud, 1069; İbn Mâce, 1082; Hâkim, 1/281;
Beyhakî, 3/176; ibn Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye, 1/435. Rivayetin senedi kuvvetlidir. Beyâda
oğullarının köyü, Medine'ye bir mil uzaklıktadır.
[890] tbn Hişâm,
es-Sîretu'n-Nebeviyye, 1/494.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/346-347.
[891] fbn Hişâm, a.g.e., 1/500-501. İbn İshak, Ebu Seleme b.
Abdurrahman'ı görmüş, ancak ondan rivayette bulunmamıştır. Ebu Seleme,
sahabenin bir kısmından rivayette bulunmuş, ama Allah Rasûlü'ne (s.a.)
yetişmemiştir. 94/712 senesinde vefat etmiştir.
[892] İbn Hişâm, a.g.e., 2/500; İbn îshâk'dan senedsiz
aktarmıştır.
[893] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/347-348.
[894] Celâleddîn Süyûtî, İbnü'l-Kayyim'in kitabının bu
bölümünü esas alarak Nûru'l-Lüma' Jî Hasâisi'l-Cuma adlı bir eser kaleme almış
ve cumanın hususiyetlerini 101'e çıkarmıştır. Fakat burada anlatılanlardan
daha orijinal sayılacak şeyler ortaya koymamış, çoğu zaman farklılıklar
tertipden ve birkaç husus ilâvesinden kaynaklanmıştır. Bk. -
Mecmûâtu'r-Resâiü'l-Münîriyye, c.l, s.188-223, Kahire, 1984.
[895] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/348-349.
[896] Müslim, 879 ve 880; Tirmizî, 520; Ebu Davud, 1074;
Nesâî, 2/159; Ahmed, Müs-ned, 1/226, 334, 340. Hadisin metni: "Hz.
Peygamber (s.a.) cuma günü sabah namazında Secde ve Dehr sûrelerini, cuma
namazında ise Cuma ve Münâfıkûn sûrelerini okurdu."
[897] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/349.
[898] Beyhakî. Hadis hasendir.
[899] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/349-350.
[900] Bu cümle aynı zamanda şu kaynaklarda rivayet edilen
bir hadis mealidir: Ahmed, Ebu Davud, Nesâî, Tirmizî, tbn Mâce, Hâkim, İbn
Hibbân, Bezzâr.
[901] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/350.
[902] Hanefi mezhebine göre sünnettir. Bk. Merginâni,
el-Hidaye, 1/17.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/350-351.
[903] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/351.
[904] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/351.
[905] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/351.
[906] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/351.
[907] Ahmed, 1/93; Ebu Davud, 1051. Hz. Ali'den rivayet
edilen bu hadisin metni şöyledir: "Kim cuma günü yamndakine, sus, derse
uygunsuz davranmış olur. Usulsüzlük yapanın kıldığı cumadan eline hiç sevap
geçmez." Bu hadisin senedi zayıftır. Buharı (11/35), Müslim (851) ve
Muvatta'da (1/103) ise Ebu Hureyre'den şu metinle kaydedilmektedir: "Cuma
günü imam hutbe okurken yanındakine sesini kes dersen uygunsuz davranmış
olursun". Ebu Davud (347) da îbn Ömer'den şu hadisi nakleder: "Ktm
cuma günü gusleder, sonra hanımının -şayet onun varsa- güzel kokusundan
sürünür, iyi elbisesini giyinir, sonra insanların (ileri geçmek için) boyunlarını
çiğnemez, vaaz edilirken (hutbe okunurken) uygunsuz davranmazsa, bütün bu
yaptıkları iki cuma arasındaki günühlarına keffaret olur. Kim de uygunsuz
davranır yahut boyunları çiğnerse onun için kayıp olur." Bu hadisin senedi
hasendir; tbn Huzeyme (1810) ise sahih saymıştır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/351.
[908] Hadis sahihtir. Hâkim (2/368) ve Beyhakî rivayet
etmiştir. Dârimî, Müsnedrmâe (2/454) sahih senedle Ebu Saîd'in sözü olarak
rivayet ediyorsa da böyle bir söz re'y ve ictihadla söylenemeyeceği için hükmen
merfû hadis sayılır. Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhîb (2/33) adlı eserinde hadisi
İbn Ömer'den kusursuz (=lâ be'se bih) bir İsnadla Ebu Bekr b. Merdûyeh'İn
Tefsirinde kaydettiğini belirtir. el-Ahâdisü'1-Muhtâra adlı eserinde Ziya
el-Makrfisî, Hz. Ali'den (r.a.) şu zayıf hadisi kaydeder: Allah Rasûlü (s.a.)
buyurdular ki; "Kim cuma günü Kehf sûresini okursa sekiz gün için her
türlü fitneden korunur. Deccâl çıkmış olsa, ondan da korunur."
[909] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/352.
[910] Ebu Davud,
1083. Hadis zayıftır.
[911] Buharî,
U/6, 11/19.
[912] Şâfıî, 1/52. Hadis zayıftır.
[913] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/352-354.
[914] Müslim, 877; Ebu Davud, 1124; Tirmizî, 519; İbn Mâce 1118
[915] Müslim, 878
[916] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/354-355.
[917] İbn Mâce, 1084;
Ahmed, Müsned, 3/430.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/355.
[918] Ahmed, a.g.e., 5/420. İsnadı basendir. İbn Huzeyme
1(1775) ise sahih saymıştır.
[919] Ebu Davud,
1078; İbn Mâce, 1095. Senedi
sahihtir.
[920] İbn Mâce, 1096; İbn Huzeyme, 1765. Bu hadis zayıf ise
de bir Önceki sahih hadis buna destek sağlar.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/355-356.
[921] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/356.
[922] Ahmed, Müsned,
1/224; Tirmizî, 527.
[923] Abdürrezzak, Musannef, 5536. Râvileri sikadır.
[924] Abdürrezzak, a.g.e., 5537. Râviîeri sikadır.
[925] Aynı eser, 5540. Hadis mürseldir. Seneddeki Salih b.
Kesîr'in kimliği meçhuldür.
[926] Aynı eser, 5541.
[927] Aynı eser, 5542.
[928] Aynı eser, 5543.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/356-358.
[929] Aynı eser, 5570; Ahmed, Müsned, 4/8; Tirmizî, 496; Ebu
Davud, 345; Nesâî, 3/95; ibn Mâce, 1087. Hadisin isnadı sahihtir, tbn Huzeyme
(1758 ve 1767) sahih olduğunu söylemiştir.
[930] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/358-359.
[931] Ahmed,
Müsned, 5/439. Ravileri sikadır. Heysemî, Mecmau'z - Zevâid'de (2/174) kaydetmiş
ve Taberânî'nm el-Mu 'cemu'I-Kebîr'de hasen senedle rivayet ettiğini söylemiştir.
[932] Ahmed, Müsned, S/15. Münzirî, et-Tergib ve't-Terhîb
(2/6,7) adlı eserinde diyor ki: "Bu hadisi Ahmed rivayet etmiştir.
Bildiğim kadarıyla Atâ, Nübeyşe'den hadis işitmemiştir." Heysemî ise
Mecmau'z-Zevâid'de (2/171): "Ahmed rivayet etmiştir. Senedindeki râviler
-Ahmed'in şeyhi dışındakiler- Buharî râvileridir. Ahmed'in şeyhi de
sikadır." diyor.
[933] Buharî,
11/6, 19.
[934] Ahmed, a.g.e., 5/198. Hadisin senedinde şüphe varsa da
bu konuda Ebu Saîd, Ebu Hureyre ve Ebu Zer'den rivayet edilen hadisler buna
destek sağlar; bu sayede sıhhat kazanır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/359-360.
[935] Bk. dipnot: 25.
[936] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/360-361.
[937] Buharî, 11/37,
68/24, 80/61; Müslim, 852; Nesâî, 3/1İ5; tbn Mâce, 1137.
[938] Ahmed, Müsned, 3/430; Ibn Mâce, 1084. Hadis hasendir.
[939] İbnü'l-Münzir bu sözün anlamını şöyle açıklıyor: Kişi
bir cuma günü, gündüzün evvelinden başlar belli bir vakte kadar dua eder. Sonra
diğer cumada bu (bıraktığı) vakitten başlar, diğer bir vakte kadar... dua eder.
Gündüzün sonuna gelinceye kadar böyle devam eder. Bk. Süyûtî, a.g.e., c.l,
s.207 (Bu eserde Süyûtî, ihtilafları 33'e çıkarıyor; ancak pekçoğu birbiri
içine girdirilebilir).
[940] Müslim, 853. Muhaddisler bu hadisi munkatı ve muztarib
bularak illetli saymışlardır. Dârakutnî ise, hadisin mevkuf sayılmasının doğru
olacağına karar vermiştir.
[941] İbn Mâce, 1138; Tirmizî, 490. Tirmizî, hadisin
hasen-garîb olduğunu söylemişse de muhaddisler, onun bu hükmünü hatalı bularak
hadisi zayıf saymışlardır.
[942] Ahmed, Müsned, 2/272. Bu hadis zayıfsa da hemen sonra
gelen hadis onu destekler.
[943] Ebu Davud, 1048; Nesâî, 3/99, 100. İsnadı ceyyiddir.
Hâkim (1/279) hadisi sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Ayrıca,
Nevevî sahih, İbn Hacer hasen saymıştır. Tirmizî diyor ki: Ahmed b. Hanbel;
"Duanın kabulünün umulduğu icabet saati hakkındaki hadislerin çoğunluğu
ikindi namazından sonra olduğu yolundadır. Güneşin tepeden kaymasından sonra
olması ümidi de vardır." demiştir.
[944] Ibn Mâce,
1139. İsnadı hasendir.
[945] Ahmed, Müsned, 2/31!. Hadis zayıftır.
[946] Ebu Davud, 1046; Tirmizî, 491; Nesâî, 3/114, 115;
Mâlik, Muvatta, 1/182, 183. İsnadı sahihtir.
[947] Bk. dipnot: 50.
[948] Bk. dipnot: 51.
[949] Isrâ, 17/25.
[950] Hafız tbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de (2/347) der ki: Bu
hadisi, Îbnü'l-Münzir, Ebu'i-Âliye'den aktarmıştır. Benzeri bir hadis Hz.
Ali'den gelen başka bir hadis arasında rivayet edilmiştir. İbn Asâkir, Saîd b.
Ebî Arûbe yoluyia Katâde'nin şöyle dediğini nakleder: Duanın kabul olunacağı
saatin güneş tepeden kaydığı zamanda olduğu görüşündeydiler. Onların bu konuda
dayandıkları nokta, bu zamanın meleklerin iop-land ıklan zaman olması, cuma
vaktinin başlangıcı, ezanın başlangıcı vb. zaman olmasıdır.
[951] Müslim, 1398.
[952] Müslim, 2608; Ahmed, Müsned, 1/382, 383. Hadis
hakkında Nevevî şu açıklamayı yapar: Rakûb, Arapçada çocuğu yaşamayan kimse
anlamına gelir. Hadisin anlamı şöyledir: Sizler rakûb ve mahzun olan kişinin,
çocuklarının ölümüyle musibete uğrayan kişi olduğunu sanırsınız. Oysa şer'an
böyle değildir. Asıl rakûb, kendisi daha hayatta iken çocuklarından hiç biri
ölmemiş olup bu yüzden böyle bir musibet ve acıya katlanma sevabının amel
defterine yazılmasını ve bunun ahirette kendisine faydalanabileceği bir ön
hazırlık ve azık olmasını ümit etmeyen kimsedir. Bk. Sahî-hu Müslim
bi-Şerhi'n-Nevevî, c.XVl, s.162, Beyrut,
1972.
[953] Ahmed,
Mûsned, 2/303, 334, 372; Müslim, 2581.
[954] Buharı, 24/53, 65/48; Müslim, 1039; Mâlik, Uuvatta, 2/923, Nesâî, 5/85.
[955] Buharı, 2/36, 32/3, 78/44; Ebu Davud, 1381.
[956] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/361-368.
[957] Tirmizî,
500; Ebu Davud, 1052; Nesâî, 3/88 ; İbn Mâce, 1125; Ahmed, Mûsned, 3/424, 425.
Senedi hasendir. tbn Hibbân (554) ve Hâkim (i/280) hadisi sahih saymış, Zehebî
buna muvafakat etmiştir.
[958] Ebu Davud, 1053; Nesâî, 3/89; Ahmed, 5/8, 14. Hadisin
senedinde geçen Kudâme b. Vebere meçhul bir râvidir. Bununla birlikte îbn
Hibbân (582) ve Hâkim (1/280) hadisin sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de
Hâkim'in görüşüne katılmıştır. Ayrıca İbn Mâce (İ128), aynı hadisi Hasan
el-Basrî yoluyla Semûre'den rivayet etmiştir.
[959] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/369-370.
[960] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/370.
[961] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/370.
[962] Buharı, 11/4; Müslim, 850; Mâlik, Muvatta, 1/101;
Tirmizî, 499; Ebu Davud| Nesâî, 3/99.
[963] Sebe, 34/12
[964] Bu delili ileri sürenler demek istiyorlar ki, şayet iş
bizim dediğimiz gibi olmasa ve "ravâh" kelimesi gündüzün evvelinde
gitmek anlamına gelseydi, ilk devir müslü-manları böyle bir hayrı kaçırmak
istemez, gündüzün evvelinde camiye gitme konusunda birbirleriyle yarış
ederlerdi. Oysa onların güneş doğar doğmaz camiye gitmediklerini bilmekteyiz,
[965] Ebu Davud,
1048; Nesâî, 3/99. Senedi kuvvetlidir.
[966] Yukarıda geçti. Hadis zayıftır.
[967] Bk. Namaz Bölümü.
[968] Buharı, 11/31; Müslim, 850; Nesâî, 3/98; İbn Mâce,
1092.
[969] Sebe, 34/12.
[970] Buharî, 10/26;
Müslim, 669; Ahmed, Müsned, 2/509.
[971] Beyit, Şair Saletân es-Sa'dî'ye aittir. Câhiz,
Kitabu'I - Hayevân adlı eserinde kaydetmiştir.
[972] et-tehzîb, 5/221, 222.
[973] Îmruü'1-Kays, Divan, s.63.
[974] Mâlik, Muvatta, 1/68. Aynca Buharı (10/9) de rivayet
etmiştir.
[975] Lebîd, Divan,
s.45.
[976] Cefr ve Hacr yer isimleridir. Sa' ise 2.917 kg
ağırlığında bir ağırlık ölçüsü birimidir. Ancak çeşitli yörelere göre
değişmektedir.
[977] et-Tehzîb, 6/43,45.
[978] Buharî, 10/31; Müslim, 662.
[979] Buharî, 10/36;
Müslim, 649; Mâlik, Muvatta, İ/160.
[980] onun dileğini yerine getirir."
Müslim, 251; Mâlik, Muvatta,
1/161.
[981] tbn Mâce, 801. İsnadı sahihtir.
[982] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/370-379.
[983] Râvileri sikadır. İsnadı sahihtir. Aynı zamanda
Musannefıe 5558 no'lu hadistir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/379-380.
[984] Kâf, 50/35.
[985] Bezzâr, tbn Ebî Hatim. Rivayet zayıftır.
[986] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (2/178) TaberânTnin
et-Mu'cemu7-Kebîr''inden nak-letmiştir. Senedi munkatı'dır.
[987] İbn Mâce, 1094. İsnadı hasendir.
[988] Senedinde meçhul bir râvi vardır.
[989] Şafiî, Müsned, 1/148; Süyûtî, ed-Durru'l-Merisûr adlı
tefsirinde (56/108) bu hadisi kaydederek, rivayet kaynaklarını şöyle
sıralamıştır: İbn Ebî Şeybe, Bezzâr, Ebu Ya'lâ, İbn Ebi'd-Dünya
(Sı/atu'l-Cennel adlı eserinde), tbn Cerîr, İbnü'l-Münzir, Taberânî
(Evsat'ta), İbn Merdûyeh, Acürrî (eş-Şerîa'da.), Beyhakî (Ru'yet'te), Ebu Nasr
es-Sİczî (el-îbâne'de). Hadisin isnâdt zayıftır.
[990] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/380-383.
[991] Bürûc sûresi, 85/2-3. Âyette şöyle buyurulmaktadır:
"Va'dolunan güne, şahide ve şâhid olunana andolsun ki..."
[992] Tirmizî, 3336. Aynca İbn Kesîr'in, Tefsir'iade (4/491)
söylediğine göre, îbn Huzey-me; Süyûtî'nin ed-Durru'l-Mensür'da kaydettiğine
göre de Abd b. Humeyd, îbn Ebi'd-Dünyâ (Usül'de), îbn Cerir (30/129),
Îbnü'l-Münzir, İbn Ebî Hatim, İbn Mer-düyeh ve Beyhakî ('Sünen'de) rivayet
etmiştir. Senedi zayıftır.
[993] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 7/135; Süyûtî, a.g.e., 6/332
(tbn Cerîr ve Taberânî'nin rivayet ettiklerini söyler). Sened zayıftır.
[994] Süyûtî (6/332), İbn Merdûyeh ve İbn Asâkir'in
naklettiklerini söylüyor.
[995] Ahmed, Müsned, 2/298; Hâkim, 2/519. Hadis merfû ve
mevkuf olarak rivayet edilmiştir. Bu açıklamanın, Ebu Hureyre'nin tefsiri
olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Ebu Hureyre'nin sözü olduğunu nakledenler
sağlam râvilerdir. Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbet eden Ali b. Zeyd ise zayıf
râvidir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/383-384.
[996] Az yukarıda geçti. Hadis sahihtir.
[997] Yukarıda geçti.
Bk. dipnot 7.
[998] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/384-385.
[999] Yukarıda geçti.
[1000] "ölüm üzerine olsun" demektir.
[1001] Ahmed, 6/134,
135. Senedi hasendir.
[1002] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 1.
[1003] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/385-386.
[1004] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/386-387.
[1005] Müellif bu olayı er-Rûh adlı eserinde (s.26, Beyrut,
1986) İbn Ebi'd-Dünyâ'nın Kitabu'l-Kubûr'undan aktarmaktadır. Ancak biz gerek
bu eserinde, gerekse diğer eserinde bu olayın anlatımında karışıklık bulunduğu
için tercümede Ebu Nuaym'm Hilyetü'I-Evİiyâ'sım (c.II, s.205, Mısır, 1974) esas aldık.
[1006] Müellif bu bölümdeki haberleri er-Rûh'da da
zikretmiştir. Bk. s.26 vd.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/387-388.
[1007] Ahmed, Mtisned, 1/406; Tirmizî, 742; Nesâî, 4/204; Ebu
Davud, 2450, Senedi ha-sendir. Bu hadis cuma günü oruç tutmayı yasaklayan
hadislerle çelişmez. Çünkü şöyle açıklanabilir. Hz. Peygamber (s.a.), cuma
şayet oruç tuttuğu günler arasında kalırsa o gün orucunu bozmazdı. Bu da yalnız
cumaya mahsus olmak üzere tutulan orucun mekruh sayılmasına zıt değildir.
Böylece Hz. Peygamber'in (s.a.) söz ve fiili uzlaştınlmış olur.
[1008] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (3/200) bu anlamda bir
hadis rivayet etmiş ve rivayet edenlerin Ebu Ya'lâ ile Bezzâr olduğunu
söylemiştir. Hadis zayıftır.
[1009] Hadis sayıftır.
[1010] Buhari, 30/63; Müslim, 1143.
[1011] Müslim ,1143.
[1012] Buhari, 30/63; Müslim, 1144.
[1013] Müslim ,1144.
[1014] Buharî, 30/63; Ebu Davud, 2422.
[1015] Müsned, 1/288.
Hadis zayıftır.
[1016] Ahmed ve Hâkim (3/608). Hafız İbn Hacer, îsâbe'de
(1198) Nesâî'nin rivayet ettiğini söylüyor. Hadis zayıftır.
[1017] Ahmed, 2/303, 532; Hâkim, 1/437. Bu hadis zayıfsa da
bu anlamda Buharî ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadis yukarıda geçti.
[1018] Senedi zayıftır.
[1019] Yukarıda geçti. Bkz. dipnot: 108.
[1020] Sedd-i zerîa: Tamlama olarak bir şeye ulaşmayı mümkün
kılan yolu, sebebi, vasıtası, fırsatı, bahaneyi tıkamak anlamına gelir. Terim
anlamı ise, dış görünüşleri itibariyle mubah olan fakat harama götüren, her
türlü sebep ve vasıtaların önünü kesmek anlamına kullanılır. Meselâ,
müşriklerin arasında onların putlarına sövmek yasaklanmıştır. Çünkü onlar da
karşı tarafın ilâhına -AJiah'a- söverler. Bu prensip daha çok malikîler ve
hanbelîlerce kullanılmıştır. Daha geniş bilgi için, bk. İbnü'l-Kayyim
el-Cevziyye, I'îâmu'l-Muvakkıîn, C.III, s.147-171. Şevkini, Îrşâdul-Fuhûi,
246-248.
[1021] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/389-393.
[1022] Furkân, 25/24.
[1023] Saffât, 37/68. İkinci âyetteki "makîl = öğleyin
dinlenecekleri yer" kısmı mütevâtir kıraatlerde "merci* = dönecekleri yer"
şeklindedir. Bu kıraat müellifin de belirttiği üzere İbn Mes'ûd'un kendi kıraati olup onun tefsiri
mahiyetindedir.
[1024] Ahmed, Müsned, 5/217, 218; Müslim, 891; Tirmizî, 534;
Ebu Davud, 1154; Nesâî, 3/İ83, 184.
[1025] Müslim, 878; Tirmizî, 533; Nesâî, 3/183; İbn
Mâce, 1281.
[1026] Müslim, 877; Ebu Davud, 1124.
[1027] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/393-395.
[1028] Müslim, 872; Ebu Davud, 1102 ve 1103; Nesâî, 2/157.
[1029] İbn Mâce, 1082. Hadis zayıftır. Ayrıca Münzirî,
et-Tergîb ve't-Terhîb adlı eserinde bu hutbeyi kaydetmiş ve Taberânî'nin
Evsat'ta rivayet ettiğini belirtmiştir.
[1030] Ebu Davud, 1097. Hadis zayıftır. Ayrıca metinde geçen
"Onlara isyan edense" sözünü Hz. Peygamber'in (s.a.) hoş
karşılamadığı sahih yolla rivayet edilmiştir. Müslim (870), Ebu Davud (1099),
Nesâî (6/90) ve Ahmed b. HanbePin (4/256, 379) Adiy b. Hâtim'den rivayetlerine
göre bir adam Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda hitabede bulundu ve şöyle dedi:
"Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse muhakkak doğru yolu bulmuştur.
Onlara isyan edense şüphesiz azıtıp sapılmıştır". Bunun üzerine Allah
Rasûlü (s.a.): "Sen ne kötü hatipsin! Allah'a ve Rasûlü'ne isyan edense,
şeklinde de" diyerek adamı uyardı. Âlimler diyorlar ki: Hz. Peygamber
(s.a.) hatibi, kendisini zamirle Allah'a eş tuttuğu için uyarmış, onu bundan
engellemiş ve Allah Teâlâ'ya tazim olsun diye O'nun ismini öne almasını
emretmiştir. Nitekim bir diğer hadiste şöyle buyurulmuştur: "Herhangi
biriniz, Allah dilerse ve filan dilerse, demesin; Allah dilerse sonra filan
dilerse desin." Sindî'nin, Nesâî haşiyesinde kaydettiğine göre, üstad
İzzeddin b. Abdüsselâm diyor ki: Hz. Peygamber'in (s.a.) özelliklerinden biri
de O'nun kendisi İle Rabbini (c.c.) bir zamirde bir araya getirmesinin caiz
olmasıdır. Bu durum başkaları için caiz
değildir. O'dan başkası için bunun caiz olmaması şundandır. Başka biri bir
arada zikrederse onun söylemesi eşit kılma
vehmi verir. Oysa Hz.
Peygamber için böyle bir durum sözkonusu değildir. Böyle bir vehim uyandırma,
onun makamına yol bulamaz.
[1031] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/395-397.
[1032] Müslim, 867; Nesâî, 3/188, 189.
[1033] Buharı, 11/29. Emmâ ba'du: Sözlük anlamıyla
"Şimdi, bundan sonra" demek olan bu söz, "Şimdi asıl maksada
gelelim" anlamında kullanılmaktadır.
[1034] Ahmed, Müsned, 4/263; Müslim, 869. Müslim'in
rivayetinde şu ilâve vardır: "Namazı uzatın, hutbeyi kısa tutun. Şüphesiz
öyle anlatımlar var ki büyüleyicidirler."
[1035] Buharı, U/33; Müslim, 875; Ebu Davud, 1115; Nesâî,
3/103; îbn Mâce, 1162. Câ-bir b. Abdullah'ın rivayet ettiği bu hadiste deniyor
ki: Cuma günü Hz. Peygamber (s.a.) hutbe okurken içeri bir adam girdi. Hz.
Peygamber (s.a.) ona sordu: "Namaz kıldın mı?" Adam;
"Hayır" cevabını verince: "O halde iki rekât kıl." buyurdu.
[1036] Ebu Davud, 1118; Nesâî, 3/103. Ebu'z-Zâhiriyye Hudeyr
b. Küreyb anlatıyor: Bir cuma günü Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabından Abdullah
b, Büsr'ün yanında idik. İnsanların omuzlarına basa basa bir adam geldi. Bunun
üzerine Abdullah b. Büsr dedi ki: Cuma günü Hz. Peygamber (s.a.) hutbe okurken
adamın biri insanların omuzlarına basa basa (öne) geldi. Hz. Peygamber (s.a.)
ona: "Otur, sıkıntı verdin" buyurdu. Rivayetin isnadı hasendir.
[1037] Tirmizî, 3776; Ebu Davud, 1109; Nesâî, 3/108; tbn
Mâce, 1600. tsnâdı hasendir.
[1038] Müslim, 1017. Cerîr b. Abdullah el-Becelî anlatıyor:
Günün evvelinde Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikteydik. Kaplan derisi gibi
benekli yün elbiseleri yahut abaları yırtık, kılıçlarını kuşanmış, yalın ayak,
çıplak ve çoğunluğu hatta hepsi Mudar kabilesinden olan bir topluluk Hz.
Peygamber'in (s.a.) yanma geldi. Onlarda gördüğü yoksulluktan dolayı Allah
Rasûlü'nün (s.a.) yüzünün rengi değişti. Bunun üzerine içeri girdi, sonra
çıktı. Bilâl'e emretti, Bilâl ezan okuyup kamet getirdi. Hz. Peygamber (s.a.)
namaz kıldırıp: "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan Rabbinİzden
korkun... Allah üzerinizde gözcüdür." (Nisa, 4/1) ve Haşr süresindeki:
"Ey iman edenler Allah'tan korkun. Herkes yarın için önden ve gönderdiğine
baksın." (Haşr, 59/18) âyetlerini okudu ve şöyle buyurdu: "Allah'tan
korkun. Herkes dinar, dirhem, elbise, bir sa' buğday, bir sa' hurma... yarım
hurma da olsa sadaka olarak versin." Ensâr'dan bir adam avucunun zor
aldığı, hatta avucuna sığmayan bir kese getirdi bıraktı. Sonra insanlar
birbirini takip etti. Öyle ki yiyecek ve giyecekten oluşan iki yığın
oluştuğunu gördüm. Allah Rasûlü'nün (s.a.) sevinçten yü2ünün parıl parıl gümüş
gibi parladığmi gördüm. Allah Rasûlü (s.a.) bunun üzerine şöyle buyurdu:
"İslâm'da kim güzel bir çığır açarsa o kimseye hem açtığı bu çığırın
mükâfat!, hem de ondan sonra o çığırı takip edenlerin mükâfatı -onların
mükâfatlarından bir-şey eksiltilmeksizîn- verilir. Kim de İslâm'da kötü bir
çığır açarsa o kimseye hem açtığı bu çığırın günahı, hem de ondan sonra o
çığırı takip edenlerin günahı -onların günahlarından birşey eksiltilmeksizin-
verilir."
[1039] Müslim, 874; Ebu Davud, 1104; Nesâî, 3/108: Umâre b.
Ruaybe, Bişr b. Mervân'-ın minberde ellerini kaldırdığını görünce: "Allah,
şu elleri fena yapsın. Allah Rasü-lü'nü (s.a.) gördüm; eliyle şöyle yapmaktan
fazla birşey yapmazdı" diyerek parmağıyla işaret parmağını gösterdi.
[1040] Buharı, H/35; Müslim, 897; Enes b. Mâlik anlatıyor:
Hz. Peygamber (s.a.) devrinde insanlar arasında kıtlık başgösterdi. Hz.
Peygamber (s.a.) cuma günü hutbe okurken bir a'râbî ayağa kalkıp: "Ey
Allah'ın Rasûlü! Mallar helak oldu, çoluk-çocuk aç kaldı. Allah'a bizim için
dua et." dedi. Bu istek üzerine Hz. Peygamber (s.a.) ellerini göğe
kaldırdı. Gökte bir parça bulut bile göremiyorduk. Canım elinde olan Allah'a
yemin ederim ki, Hz.
Peygamber (s.a.)
ellerini indirir indirmez dağ gibi bulutlar gözüktü. Daha o minberden inmeden
sakalından yağmur aktığını gördüm. O gün, ertesi gün, daha sonraki gün... ve ta
ertesi cumaya kadar yağmur yağdı. O a'râbî (yahut başka biri) kalkıp: "Ey
Allah'ın Rasûlü! Binalar yıkıldı, mallar suya gömüldü. Bizim için Allah'a dua
et." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) ellerini kaldırıp: "Allah'ım!
Üzerimize değil, etrafımıza yağdır." diye dua etti. Eliyle bulutun neresine
işaret ederse o taraf mutlaka açılıyordu. Mediue ova gibi oldu. Bir ay boyunca
vadi su kanalı gibi aktı. Nereden bir
kimse gelse sağnak yağışından sözetti.
[1041] Ebu Davud, 1096, 1145. Hafız ibn Hacer'in Telhîs'de
(2/65) söylediği üzere hadisiâ senedi hasendir. İbn Huzeyme ise sahih
saymıştır.
\
[1042] Buharı, 61/25; Tirmizî, 505; Nesâî, 3/102; İbn Mâce,
1417 ve 1415; Tirmizî, I416İ 1414, 3631. Bu hadis şu sahabîlerden rivayet
edilmiştir: İbn Ömer, Câbir, Enesİ Sehl ve Übey b. Kâ'b. Bk. İbn Kesîr,
Şemâilu'r-Rasûl, s. 239, 251.
[1043] Buharî, 8/91; Müslim, 509; Ebu Davud, 1082.
[1044] Buharı, 11/36;
Müslim, 851; Ebu Davud, 1112; Nesâî,
3/104; İbn Mace 1110
[1045] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 23.
[1046] Ahmed, 3/203, İbn Abbas'tan. Senedi zayıftır. Heysemî,
Mecmau'z-Zevâid'de (2/184) kaydetmiş ve ilâve olarak Bezzâr ile'Taberânî'nin
(Evsat'ta) rivayet ettiklerini söylemiştir.
[1047] Ahmed, Müsned, 5/143; îbn Mâce, 1111. İsnadı hasendir.
Ayrıca benzeri bir hadisi de îbn Hibbân (577) rivayet etmiştir. Bk.
Mecmau'z-Zevâid, 2/184.
[1048] En'âm, 6/160
[1049] Ahmed, Müsned, 2/214; Ebu Davud, 1113. İsnadı hasendir.
[1050] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/398-402.
[1051] Hafız îbn Hacer diyor ki: Cumadan önce iki rekât namaz
kılmanın meşruluğu konusunda tutunulan en kuvvetli delil, İbn Hibbân'ın sahih
olduğunu söylediği şu Abdullah b. Zübeyr hadisinin genel hükmüdür:
"Öncesinde iki rekât sünnet namaz bulunmayan hiçbir farz namaz
yoktur." Yine buna benzer bir hadis de Abdullah b. Mugaffel'İn naklettiği:
"Her iki ezan arasında bir namaz vardır." hadisi. Mütercim der ki:
Ancak birinci hadisle çelişen bir durum olarak akşam namazını gösterebiliriz.
Şu var ki, müellifin tenkit ettiği deliller incelenecek olursa, cumadan önce
sünnet namazın varolduğu görüşünün de pek çürük olmadığı görülür. En azından
böyle bir namazın bid'at olmadığı, aksine seleften bir kısmı tarafından
kılındığı ortaya çıkar.
[1052] Buharı, 11/39.
[1053] Buharı, 13/26.
Ta'lîk olarak rivayet etmiştir.
[1054] Buharî, 13/26;
Müslim, 884; Nesâî, 3/193; Ebu Davud, 1159, İbn Mâce,
1291.
[1055] Buharî, 19/29.
[1056] Ebu Davud,
1116; îbn Mâce, 1114.
[1057] Bu iki zat çoğunlukla birbirine karıştırılır. Daha çok
şöhret yapan ve pekçok münakaşalara sebep olan Ibnü'l-Kayyim'in devamlı
"üstad" diye yad ettiği ikincisidir. Dede tbn Teymiye'nin ismi
şöyledir: Ebu'l-Berekât Mecdüddîn Abdüsselâm b. Abdullah. Münteka'l-Ahbâr
isimli ahkâm hadislerini topladığı pek kıymetli bir eseri vardır ki, İmam
Şevkânî, bu eseri Neylü'l-Evtâr adıyla şerhetmiştir. Torun İbn Teymiye'nin
ismi ise şöyledir: Şeyhülislâm Takiyyüddîn Ahmed b. Abdülhalîm b. Abdüsselâm.
îslâm dünyasında şöhret yapmış olan zat budur. Görüldüğü üzere karşısında
dedesi de olsa hakikati en keskin şekilde söylemekten çekinmeyen bir mizaca
sahip! Aynca
Takiyyüddin Ahmed'in babası, Mecdüddin Abdüsselâm'ın oğlu Ab-dülhalîm de âlim
bir zat imiş. Bu üçünün yazdığı bir usûl-i fıkıh kitabı vardır, yayınlanmıştır.
[1058] Buharı, 11/33;
Müslim, 875.
[1059] Müslim, 875; Ebu Davud, 1117.
[1060] Ebu Davud,
1128; Nesâî, 3/113. İsnadı sahihtir.
[1061] Ebu Davud, 1130. İsnadı hasendir.
[1062] Müslim, 857.
[1063] Yukarıda geçti. Müsned, 5/75. Bk. dipnot: 43.
[1064] Tirmizî, 523; Abdürrezzak, Musannef, 5524, 5525.
Senedi sahihtir.
[1065] İbn Mâce, 1129.
Senedi çok zayıftır.
[1066] Buharî, 65/1; Müslim, 2846; Tirmizî, 2560.
[1067] Buharî,
10/13, 30/17; Müslim, 1092.
[1068] Ebu Davud, 840 ve 841; Nesâî, 2/207; Tirmizî, 269;
Ahmed, Afüsned, 2/381. Hadis sahihtir. Müellif (r.h.) anlayışta hata etmiş ve
bu rivayetin vehim olduğunu sanmıştır. Bu hadis secde ile ilgili bahiste
geçti. Oradaki dipnota bakınız.
[1069] Tirmizî, 268; Ebu Davud, 838; Nesâî, 2/207. Senedinde
zayıf râvi vardır.
[1070] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/402-410.
[1071] Ebu Davud,
1130. Senedi kuvvetlidir.
[1072] Buharî, 11/39;
Müslim, 882; Tirmizî, 521; Ebu Davud,
1132; Nesâî, 3/113.
[1073] Müslim, 881.
[1074] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/410-411.
[1075] Musalla: Namazgah, namaz kılınan yer demek olup, Medine'de
Mescid-i Nebevî'nin kapısına bir arşın uzaklıkta bir yerin adı idi. Bayram
namazları Mescid-i Nebevî'de değü, burada kılınırdı.
[1076] Ebu Davud,
1160; fbn Mâce, 1313. Senedi
zayıftır.
[1077] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/413.
[1078] "Takım elbise" diye tercüme ettiğimiz kelime
"hülle" karşılığıdır. Hülle, üstten giyilen ridâ ve belden aşağı
giyilen izârdan oluşan elbiseye denir. Bürde ise yemen işi olup bîr tür çizgili
kumaş adıdır. Cübbe ve hırka anlamına da gelir. Hz. Peygamber'in (s.a.) giydiği
elbiseler konusunda bu kitabın baştaraflarında geniş bilgi verilmiştir.
[1079] Müslim, 2077 (22); Nesâî, 8/203.
[1080] İbn Mâce, 1315. Metni şöyledir: "Allah Rasûlü
(s.a.) Ramazan ve Kurban bayramı günleri guslederdi. " Senedi çok
zayıftır.
[1081] İbn Mâce, 1316. Yusuf b. Halid es-Semtî hakkında tbn
Hibbân: "O, hadis uydururdu" demiştir.
[1082] Mâlik, Muvatta,
î/177; Abdürrezzak, Musannef, 5754. İsnadı sahihtir.
[1083] Buharı, 13/14;
Ibn Mâce, 1304.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/413-414.
[1084] Buharî, 13/7;
Müslim, 886 (6) ve 887; Ebu Davud, 1148;
Tirmizî, 532.
[1085] Buharı, 13/26;
Tirmizî, 537; Nesâî, 3/193; îbn
Mâce, 1291.
[1086] Müslim, 891; Nesâî, 3/183; Tirmizî, 534; îbn
Mâce, 1282.
[1087] Müslim, 878; Tirmizî, 533; Nesâî, 3/184; İbn
Mâce, 1281; Abdürrezzak, 5706.
[1088] Tirmizî, 536; îbn Mâce, 1279; Dârakutnî, 1/181;
Tahâvî, 2/399; Beyhakî, 3/286. İsnadı zayıfsa da pek çok destek hadis
bulunduğu için Tirmizî hadisi hasen saymıştır. Bu konuda şu kaynaklarda
hadisler mevcuttur: Ebu Davud, 1149, 1151; îbn Mâce, 1278, 1280; Tahâvî, 2/399; Hâkim, 1/298; Ûarakutnî, 1/181;Ahmet 2/180 Bk. Nasbu'r-Râye, 2/216,
219.
[1089] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/414-416.
[1090] Buharî, 13/6.
[1091] Buharı, 13/7;
Müslim, 885.
[1092] Müslim, 889.
[1093] İsnadı sahihtir. Az aşağıda müellif, seneddeki
râvileri söyleyecektir.
[1094] tbn Mâce, 1288. İsnadı sahihtir. Ahmed, Müsned, 3/36,
42, 54; Abdürrezzak, Musan-nef, 5634; Beyhakî, Sünen, 3/297.
[1095] Mümtehine: 60/12.
'
[1096] Buharı, 13/19; Müslim, 884; Ebu Davud, 1143 ve 1144;
Nesâî, 3/184; İbn Mâce, 1273.
[1097] Buharı, 13/19;
Müslim, 885; Ebu Davud, 1141.
[1098] Buharı, 13/6; Müslim, 889; Ebu Davud, 1140; ibn Mâce,
1275. Kesîr b. Salt b. Ma'-dîkerb, Abdülmelik b. Mervan'ın mektup kâtibiydi.
[1099] îbn Mâce, 1287.
Senedi zayıftır.
[1100] Ahmed, Müsned, 8697; Ebu Davud, 4840; tbn Mâce, 1894;
îbn Hibbân, 1/135. Senedi zayıftır.
[1101] Ebu Davud, 1073; İbn Mâce, 1311: Ebu Hureyre'nin
rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) buyurdular ki: "Bu gününüzde iki
bayram bir araya geldi. Dileyen cumayı kılmayabilir. Biz cumayı kılarız."
Senedi hasendir. Busîrî, Zevâiifde sahih olduğunu söylemiştir. Bu konuda şu
kaynaklarda da hadisler vardır: Ahmed 4/372; Ebu Davud, 1070; Nesâî, 3/194; İbn
Mâce, 1310 ve 1312. İbn Kudâme, el-Muğnî (2/358)'de diyor ki: Bayram cuma gününe
rastlarsa, İmam {devlet
başkanı) dışında, bayram namazım kılanlardan cumanın farziyeti düşer. Ama
cumayı kıldıracağı kimseler bulunmaması hali dışında imamdan farziyet asla
düşmez. Denildi ki: İmama bu durumda farz olup olmaması hususunda iki görüş
vardır: 1- Düşeceğini söyleyenler; Şa'bî, Nehaî ve Evzâ-î'dir. Hz. Ömer, Hz.
Osman, Hz. Ali, Saîd, İbn Ömer, İbn Abbas ve İbn Zübeyr'in de bu görüşte olduğu
söylenmektedir. 2- Fakihlerin çoğunluğu farz olur diyor.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/416-419.
[1102] Buharî, 13/24;
Tirmizî, 541; İbn Mâce, 1299/1300, 1301;
Ebu Davud, 1157.
[1103] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/419-420.
[1104] tbn Ebî Şeybe, Ebu'l-Esved'in söyle dediğini rivayet
eder: Abdullah b. Mes'üd, arefe günü sabah namazından başlayıp kurban gününün
ikindi namazına kadar: "Allahu ekber Allahu ekber. Lâ ilahe illallahu
vallahu ekber. Allahu ekber ve Iillahilhamd" diye tekbir getirirdi.
Rivayetin senedindeki râvüer sikadır. Yine İbn Ebî Şeybe, Hz. Ali'nin arefe
günü sabah namazından sonra başlayıp en son teşrik gününün ikindi namazına
kadar tekbir getirdiğini rivayet eder ki, isnadı sahihtir. Hâkim, Müstedrek
<l/299)'de der ki: "Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b.
Mes'ûd'-un, arefe günü sabah namazından teşrik günlerinin sonuncusuna kadar
tekbir getirdikleri sahih yolla aktarılmıştır." Dârakutnî, Sünen'inde (s.
182) senedleriyle İbn Ömer, Ebu Saîd el-Hudrî, Zeyd b. Sabit ve Osman b.
Affân'ın kurbanın ilk günü öğle namazından sonra başlayıp teşrik günlerinin
sonuncusunun öğle namazına kadar tekbir getirdiklerini rivayet etmiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/420.
[1105] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/421.
[1106] Bu hadiste geçen şüphe ifadeleri nakledene aittir.
Râvinin, Hz. Peygamber'in (s.a.) bu iki sözden hangisini söylediğini tayin
edememesinden kaynaklanmaktadır.
[1107] Konunun başından buraya kadar olan kısım kaynaklardaki
pasajlar birleştirilerek verilmiştir. Kaynaklar şöyledir: Buharî, 16/2, 16/4,
16/5, 16/9, 16/13, 16/19, 2/21, 4/37, 8/51, 10/91, 59/4, 67/88; Müslim, 901,
903, 907, 904, 905; Muvatta, 1/186, 187, 188, 189.
[1108] Ahmed, 5/16; Ebu Davud, 1184; Nesât, 3/140.
[1109] Müsüm, 901; Ebu Davud, 1177; Nesâî, 3/129, 130.
[1110] Müsİim, 908, 909; Ebu Davud, 1183.
[1111] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/421-424.
[1112] Çünkü Urve, Hz.Âişe'nin ablası Esmâ'mn oğludur, yani
yeğenidir. Amra ise hanım sahabî olup Hz. Âişe'nin gözetiminde yetişmiştir.
[1113] Müslim, 909.
[1114] Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 3/359. Heysemî,
Mecmau'z-Zevâid'da (2/208) kaydetmiş ve Bezzâr'ın rivayet ettiğini
söylemiştir.
[1115] Ebu Davud,
1182. İsnadı zayıftır.
[1116] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/424-427.
[1117] Buharî,
15/6-11; Müslim, 897; Nesâî, 3/160,
161.
[1118] Ebu Davud, 1165; tbn Mâce, 1266; Nesâî, 3/157; Tahâvî,
1/191, 192; Tirmizî, 558. Hadisin isnadı hasendir. Tirmizî: "Bu hadis
hasen-sahih'tir" demiş; tbn Huzeyme (1405 ve 1408) ile İbn Hibbân (603)
hadisi sahîh saymışlardır.
[1119] Ebu Davud, 1173. et-Takrîb yazan bu hadisin senedinde
adı geçen Yunus b. Yezîd el-Eylî hakkında: "Sikadır. Ancak Zührî dışındaki
râvilerden yaptığı rivayette hata vardır. Bu hadis de onlardandır." diyor.
Buna rağmen tbn Hİbbân (604) ve Hâkim (1/328) hadisi sahih saymış, Zehebî de
buna muvafakat etmiştir. Ebu Davud ise: "Bu hadis garîbtİr, isnadı
ceyyiddir." diyor. Buharî, Sahihinde (15/4) Abdullah b. Zeyd'-in:
"Hz- Peygamber (s.a.) namazgaha çıktı, yağmur duasında bulundu. Kıbleye yöneldi,
ridâsının şeklini değiştirdi ve iki rekât namaz kıldı." dediğini rivayet
ediyor.
[1120] tbn Mâce, 1270.
[1121] Ebu Davud, 1169; Beyhakî, 3/355. tsnâdı sahihtir.
Hâkim (1/327) bu hadisi sal
saymış, Zehebî de ona
muvafakat etmiştir.
[1122] Ebu Davud, 1168; Ahmed, 5/223. Senedi sahihtir. Hâkim
(1/327) hadisi sahîh saymış,Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Ayrıca bk. Nesâî,
3/159; Tirmİzî, 557.
[1123] Ebu Davud,
1176; Mâlik, Muvatta, 1/190, 191.
[1124] Bk. Dipnot: 5.
[1125] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 2/215; Taberanî, Beyhakî,
Ebu Nuaym el-Isfehânî, dis zayıftır.
[1126] Buharî, Müslim, Nesâî, Mâlik.
[1127] Buharı, 15/23;
Nesâî, 3/164.
[1128] Müslim, 898; Ebu Davud, 5100.
[1129] Şafiî,
el-Ümm, 1/252, 253;
Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 3/359. Be munkatı' olduğunu, çünkü Yezîd b.
Abdullah b. el-Hâd'ın Hz. doğrudan doğruya rivayette bulunmadığım söylüyor.
[1130] et-Ümm, 1/251. Hadisin senedinin Şafiî'den Salim b.
Abdullah'a kadar olan kısmı kesiktir.
[1131] Mâlik, Muvatta, 1/192; el-Ümm, 1/223. Buharı ve
Müslim'de (895) ise Enes b. Mâ-lik'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber
(s.a.) yağmur duası dışında hiçbir duasında ellerini kaldırmazdı. Yağmur
duasında ise ellerini koltuklarının beyazı gözükecek şekilde kaldırırdı.
[1132] Fâtır, 35/2.
[1133] Mâlik, Muvatta,
1/192. İsnadı mu'daldir.
[1134] Şâfıî, el-Ümm, î/223. Hadis mürseldir; çünkü Mekhûl
Hz. Peygamber'e (s.a.) yetişmemiştir.
[1135] Ebu Davud, 2540. Beyhakî (3/360) ise şu şekilde
rivayet ediyor: "/*/ şey reddolunmaz yahut hemen hemen reddolunmaz: I-
Ezan okunurken yapılan dua, 2- Savaş anında, ordular birbirleriyle vuruşurken
yapılan dua." Hadisin senedi hasendir. tbn Hibbân (297 ve 298) hadisi
sahih saymıştır. Ebu Davud ve Beyhakî tarafından rivayet edilen "yağmur
altında" sözünün geçtiği hadisin senedinde bilinmeyen bir râvi vardır.
[1136] Beyhakî, 3/360. Hadis zayıftır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/429-435.
[1137] Buharî, 56/64.
[1138] Buharî, 56/103.
[1139] Dârimî, 2/214; Ebu Davud, 2606; Tirmizî, 1212; İbn
Mâce, 2236; Ahmed, 3/416, 417, 431, 432 ve 4/384, 390, 391, Sahr el-Gâmidî.
Hadis sahihtir.
[1140] Ebu Davud, 2608, 2609. Hadis hasendir.
[1141] Buharî, 56/135; Tirmizî, 1673. îbn Ömer'in rivayet
ettiği bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyorlar ki: "İnsanlar
yalnızlık konusunda benim bildiklerimi bilselerdi, hiçbir süvari gece tek
başına yola çıkmazdı."
[1142] Mâlik, Muvatta, îsti'zân, 2/978; Tirmizî, 1674;.Eba
Davud, 2607. İsnadı hasendir. îbn Huzeyme ve Hâkim sahih saymışlardır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/437-438.
[1143] İbnü's-Sünnî, Amelü'l-Yevm ve'l-Leyle, s.185. Hadis
zayıftır. Hafız Îbn Hacer, Tahrtcu'I-Ezkâr'âaı "Bu hadîs garîbdir"
demektedir.
[1144] Bu kısım âyettir, bk. Zuhraf, 43/13-14.
[1145] Tirmizî, 3443; Ebu Davud, 2602. Senedi hasendir. îbn
Hibbân (2380, 2381) ve Hâkim (2/98) bu hadisi sahih saymışlardır.
[1146] Müslim, Hac, 1342; Tirmizî, 3444; Ebu Davud, 2599.
[1147] Ebu Davud (2599), bu cümleyi bir önceki hadisin
peşinden vermiştir. Müslim ise bu cümleyi vermemiştir. Hadis, bir önceki
hadisin senediyle rivayet edilmediğinden müdrectir. Bu hadisi, Musannef'te
(5/160) Abdürrezzâk, îbn Cüreyc'den mu'dal se-nedle rivayet etmiştir. Bu, araya
yapılan ilâvenin farkında olunmalıdır; çünkü gerçekten incedir. İmam Nevevî
(r.h.) bile yanılıp bu cümleyi, Riyâzu's-Salihîn ve el-Ezkâr adlı eserlerinde
hadisin tamamıymış gibi sunmaktadır. Îbn Allân'm, el-Fütûhâtu'r-Rabbâniyye adlı
eserinde aktardığına göre Hafız îbn Hacer, Emâii'l-Ezkâr'ûz bu konuda
Nevevî'ye tenkitlerini yöneltip cevap vermiştir.
[1148] Îbnü's-Sünnî, Amelü'l-Yevm ve'I-Leyle, s.197; ibn
Hibbân, 2377; Hâkim, 2/100. Senedi hasendir. Hâkim sahih saymış, Zehebî de ona
muvafakat etmiştir. Hafız tbn Hacer ise Emâli'I-Ezkâr'da hadisin hasen olduğunu
belirtmektedir.
[1149] lbnti's-Sünnî, Amelü'l-Yevm ve'I-Leyle, s. 196. Hadîs zayıftır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/438-440.
[1150] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (2/157) aktarmış ve
Bezzâr'ın rivayet ettiğini söylemiştir. Hadis zayıftır.
[1151] Buharı, 18/5; Müslim, 685.
[1152] Aynı yerler. Zührî, Urve'den Hz. Âişe'nin şöyle
dediğini aktarıyor: "Namaz ilk olarak ikişer rekât olarak farz
kılınmıştı. Yolculuk namazı olduğu gibi bırakıldı da, ikamet halindeki namaza
(iki rekât) ilâve edildi." Zührî devamla diyor ki: Urve'ye: "Ne
oluyor da Hz. Âişe, yolculuk esnasında namazı tam kılıyor?" diye sordum.;
"O da Hz. Osman gibi te'vil yoluna gitti.", karşılığını verdi.
Hafız îbn Hacer diyor
ki: Bize intikal ettiğine göre Hz. Osman'ın yolculukta namazları tam
kılmasının sebebi şuydu: Hz. Osman'a göre namazı kısaltma bilfiil yolculukta
bulunana mahsustur. Yolculuğu esnasında bir yerde kalan kimseye mukîm hükmü
verilir. Dolayısıyla namazım tam kılar. Bu konuda delil, Ahmed'in (4/94), hasen
senedle rivayet ettiği şu rivayettir: Abbâd b. Abdulah b. Zübeyr anlatıyor:
Muâviye, haccetmek için memleketimize geldiğinde, Mekke'de bize öğle namazını
iki rekât kıldırdı. Sonra Dârunnedve'ye gitti. Mervân ve Amr b. Osman huzuruna
çıktılar ve ona: "Amcanoğluna karşı ayıb ettin. Çünkü o, namazı tam
kılmıştı." dediler. O da şöyle karşılık verdi; "Hz. Osman, Mekke'ye
geldiğinde namazı tam yani orada öğle, ikindi ve yatsı namazlarını dörder rekât
kılmıştı. Sonra Minâ ve Arafat'a çıktığında namazı kısaltmıştı. Hacci bitirip
Minâ'da ikamet ettiğinde İse namazı tam kılmıştı."
[1153] "Yeryüzünde yolculuk ettiğinizde eğer kâfirlerin
size bir fenalık yapmalarından kor-karsanız namazı kısaltmanızda bir günah
yoktur. " (Nisa, 4/101).
[1154] Müslim, 686; Ebu Davud, 1199; Tirmizî, 3037; İbn Mâce,
1065. Hadisin tamamı metinde az ileride gelecektir.
[1155] Müslim, 687; Ebu Avâne, 2/335; Ahmed, 2124, 2177,
2293; Ebu Davud, 1247; Ne-sâî, 3/169.
[1156] Nesâî, 3/118; İbn Mâce, 1064; Ahmed, 1/37; Tayâlisî (1/124) son cümle dışında
kalan kısmı rivayet etmiştir. Hadisin senedi sahihtir. İbn Hibbân (544) sahih
olduğunu söylemiştir.
[1157] Bk. dipnot: 17.
[1158] Buharî, 18/1; Müslim, 693; Tirmiri, 548; Nesâî, 3/121;
İbn Mâce, 1077g
[1159] Bakara, 2/156.
'
[1160] Buhari, 18/2;
Müslim, 695; Nesâî: 3/120.
[1161] Buharı, 18/11;
Müslim, 689.
[1162] Tirmizî, 881; Ebu Davud, 2019; İbn Mâce, 300İS; Ahmed,
6/187, 207. Hâkim, hadisin sahih olduğun
Hâkim, 1/466, 467;
Dârimî, 2/73; u söylemiş, Zehebî ona muvafakat etmiş; Tirmizî ise hadisi, hasen saymıştır.
[1163] Buharî, 63/47; Müslim,
1352.
[1164] Buharî, 24/59; Müslim, 1621; Muvatta, Zekât, 1/282; Nesâî 5/109.
[1165] Ahmed, Müsned,
1/62. Senedi zayıftİr.
[1166] Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 3/143. Senedi sahihtir.
Zeylaî ve îbn Hacer sahih olduğunu söylemişlerdir.
[1167] İmam Şafiî, el-Ümm, 1/159 ve Miisned, 1/114;
Dârakutnî, 1/242; Beyhakî, 3/142. Seneddeki Talha b. Amr b. Osman el-Hadramî
metruk râvidir.
[1168] Beyhakî, 3/141; Dârakutnî, 2/189.
[1169] Beyhakî, 3/142; Dârakutnî, 2/188. Senedi sahihtir. Bk.
Nasbur-Râye, 2/191]
[1170] Bk. dipnot: 24.
[1171] Beyhakî, Sünen, 3/136, isnadı hasendir.
[1172] Bk. Dipnot: 21.
[1173] Bk. Dipnot: 24 ve 33.
[1174] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/440-448.
[1175] Ahzâb, 33/21.
[1176] Buharî, 18/11; Müslim, 689.
[1177] Buharî, 2/407; Müslim, 700.
[1178] Buharî, 2/474; Müslim, 701.
[1179] Tahkikçiler "Bu rivayet, Hasan el-Basrî Allah
Rasülü'ne (s.a.) yetişmediği için mür-seldir." diyorlar ki, bu söz bir
yanlış anlamanın eseridir. Çünkü Hasan el-Basrî, yukarıdaki metinden de
anlaşılacağı üzere "Ben Allah Rasûlü'nün (s.a.) zamanına eriştim"
demiyor, aksine "Ben Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabının zamanına
eriştim" diyor. Onun, sahabe devrine yetiştiği şüphe götürmez bir
gerçektir.
[1180] Abu Davud, 1222; Tinnia, 550 ve 552.
[1181] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/448-449.
[1182] Ahmed, Müsned, 3/203; Ebu Davud, 1225. isnadı
hasendir. Münzirî hasen, birçok kimse de sahîh saymıştır.
[1183] Müslim (700/35), Mâlik - Amr b. Yahya el-Mâzinî - Saîd
b. Yesâr senediyle İbn Ömer'in: "Ben, Allah Rasûlü'nün (s.a.), Hayber'e
yönelmiş vaziyette bir eşek üzerinde namaz kıldığını gördüm." dediğini
nakleder. Dârakutnî vs. muhaddisler diyorlar ki: "Bu, Amr b. Yahya
eİ-Mâzinî'mn bir yamlgısıdır. Zira Hz. Peygamber'in (s.a.) yük devesi veya
binek devesi üzerinde namaz kıldığı bilinen bir gerçektir. Doğrusu, eşek
üzerinde namaz - Müslim'in (702) de zikrettiği üzere- Enes'in fiilidir"
[1184] Ahmed, 4/174; Tirmizî, 411. Ebu Bekr tbnü'l-Arabî
diyor ki: Bu, Ya'lâ hadisi sened itibariyle zayıf, anlam İtibariyle sahihtir.
Bir kimse vaktin çıkmasından korkar ve
[1185] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/450.
[1186] Hâkim bunu, Utûmu'l-Hadts adlı eserinde zikretmiştir.
Ayrıca hadisi Ahmed, Ebu Davud (1220) ve Tirmizî (553) de rivayet etmiştir.
Hafız ibn Hacer, Fethu'l-Bârt'de (2/480) diyor ki: Bu hadisi bir grup hadis
imamı, Kutebye'nin Leys'ten tek başına rivayet etmiş olmasından dolayı illetli
saymıştır. Hâkim'in Uiûmu'l-Hadîs'te anlattığına göre Buharı, zayıf râvilerden
birinin onu Kuteybe'ye nisbet ettiğine dikkati çekmiştir.
[1187] Ebu Davud, 1208, K. Salât, B. el-Cem'
beyne's-salâteyn. Bu hadisin senedinde adı geçen Hişâm b. Sa'd'ın
güvenirliğinde görüş ayrılıkları vardır. Ebu'z-Zübeyr'in, Mâlik, Sevrî, Kurra
b. Hâlid vs. öğrencileri Hişâm'a muhalefet ederek, rivayetlerinde takdim
suretiyle birleştirmeyi zikr etmemişlerdir. Bu konuda İmam Şafiî (1/116, 117)
ve tmam Ahmed (1/367), İbn Abbas'tan bir hadis rivayet etmişlerdir; ama bu
hadis zayıftır. Yalnız Ahmed (2191) ve Beyhakî (3/164) tbn Abbas'tan sahih
senedle bu hadise şahid bir hadis rivayet etmişlerse de, Hafız İbn Hacer'in de
dediği gibi: "Bu hadisin Hz. Peygamber'e (s.a.) isnadı şüphelidir.
Bilinen, bunun İbn Abbas'a isnadıdır. Nitekim Beyhakî, bir başka senedle tbn
Abbas'a kesin isnâd ederek rivayet etmektedir."
[1188] Beyhakî, 3/162. İsnadı sahihtir.
[1189] Abdullah b. Abbas; "Allah Rasûlü <s.a.) korku
ve yolculuk bulunmadığı halde Medine'de öğle ile ikindiyi bir arada
kıldırdı." diyor. Hz. Peygamberdin (s.a.) bunu neden yaptığını sorana da:
"Ümmetini zorluğa düşürmemek (günaha sokmamak) için yaptı." cevabım
veriyor. Bk. Müslim, Sahih, 705/50.
[1190] Hanefî mezhebine göre Kurban bayramının birinci günü
Arafat'ta öğle ile ikindiyi, Müzdelife'de akşam ile yatsıyı cemetme dışında
namazlar cemedilemez. Bu konuda geniş bilgi için Prof. Kamil Miras'ın Tecrid-i
Sarih Tercemesi'tideki 571 no'lu hadisin açıklamasına bakılabilir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/451—455.
[1191] Ahmed, 4/80, 85; Ebu Davud, 764; İbn Mâce, 807; İbn
Hibbân (443) ve Hâkim (1/235) hadisi sahih saymış, Zehebî de buna muvafakat
etmiştir. Ayrıca hasen bir senedİe Tirmizî (242), Ebu Davud (775) ve Ahmed
(3/50) tarafından da rivayet edilmiştir.
[1192] Buharı, 66/32; Müslim, 800/248.
[1193] Tercî': Sesi yükseltmek, titretmek ve nağme yapmak
anlamlarına gelir. Ayrıca sözü kendi işitecek kadar söylerken sesi yükseltip
herkese işittirmek anlamında da kullanılır.
[1194] Müslim, 794/237.
[1195] Buharı, 66/20.
[1196] Ebu Davud, 1468; Nesâî, 2/179, 180. İsnadı sahihtir.
Dârimî 2/474; Ahmed, Müs-ned, 4/283, 285, 296, 304; İbn Mâce, 1342. İbn Hibbân
(660) ve Hâkim sahih saymış, Zehebî de buna muvafakat göstermiştir.
[1197] Ebu Davud, 1469, 1470, 1471; Ahmed, Müsned, 1476.
İsnadı sahihtir. Ayrıca Buha-rî, Tevhîd, 97/44.
[1198] Buharı, 66/19, 66/32, 97/44; Müslim, 792; Ebu Davud,
1473; Nesâî, 2/180. Hadiste geçen "izin vermek" diye tercüme edilen
kısım "mükâfat vermek" diye de tercüme edilebilir.
[1199] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (7/170) vermiş ve Ebu
Ya'lâ'nın rivayet ettiğini belirterek bir râviden dolayı hadisin zayıf
olduğunu söylemiştir. Hafız İbn Hacer, Fethu'l-Bâri'de (9/81) diyor ki: İbn
Sa'd'ın, Müslim'in şartlarım taşıyan bir isnâdla Enes'ten rivayet ettiğine göre
Ebu Musa bir gece kalktı, namaza durdu. Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımları onun
sesini işittiler. Ebu Musa tatlı sesli idi. Hanımlar kaikıp onu dinlediler.
Sabah olunca bu durum Ebu Musa'ya aktarıldığında: "Bilseydim, onlar için
sesimi güzelleştirirdim." dedi. Rûyânî'nin rivayetinde ise Ebu Musa;
"Allah Ra-sülü'nün (s.a.) okuduğumu dinlediğini bilseydim okumamı
güzelleştirirdim." demiştir. Buharî (66/31) ve Müslim'in (793)
rivayetlerine göre Allah Rasûlü (s.a.), Ebu Musa'ya: "Benim, bu gece senin
Kur'an okuyuşunu dinleyişimi ah bir görseydin! Gerçekten sana Hz. Davud
ailesinin neylerinden biri verilmiştir."
[1200] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/457-459.
[1201] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/459-461.
[1202] Hassan b. Sabit, Divan, s.420.
[1203] el-A'şâ, Divan, s.25.
[1204] A'râf, 7/92.
[1205] Beyt, el~Hamâsetu'!'Basriyye (2/55) ve el-Egânî
(I3/127)'de Şair Übeyrid'e; Zeyiü'l-Emâlî (s.73)'de de Seyyar b. Hübeyre'ye
nisbet edilmektedir. ei-Kâmil (l/184)'de ise Abdullah b. Muâviye b. Abdullah b.
Ca'fer b. Ebî Tâlib'e ait beyitler arasında geçmektedir. İnşikâk, 84/2.
[1206] İnşikak,84/2.
[1207] Adiyy, Divan, s. 172; tbnü'ş-Şecerî, Emâlî, 2/36.
[1208] İsnadı güçlüdür. Ahmed b. Hanbel (3/İ46)'de:
"Allah'ın kitabım öğrenin, onu okumayı elden bırakmayın ve onunla tegannî
edin. Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Kur'an, ipte bağlı gebe
deveden daha süratli sıyrılıp kurtulur." Müslim (79I/231)'de ise: "Bu
Kur'an'ı okumayı elden bırakmayın. Muhammed'in cam elinde olan Allah 'a yemin
ederim ki, Kur'an ipte bağlı deveden daha süratli sıyrılıp kurtulur. "
şeklinde rivayet edilmektedir.
[1209] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/461-465.
[1210] Taberânî, Evsat; Beyhakî, Şuabu'l-lman. Hadis sahih
değildir.
[1211] Sayılan diğer alâmetler ise şunlardır: Sefihlerin başa
geçmesi, akitlerde şartların çoğalması, hükmün satımı, cana değer vermemek,
akraba ziyaretlerim kesmek. Ahmed b. Hanbel tarafından da (3/494) rivayet
edilen bu hadisin ondaki senedi zayıf olsa bile; Taberânî ve Ibn Şahin
tarafından başka bir senedle rivayet edilmiş olup, aynca bu hadisi destekleyici
Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde (6/22,23) ve Hâkim'in Mûs-tedreklnde (3/443) iki
ayrı hadis vardır. Bunlar toplanınca hadisin sahih olduğu anlaşılır.
[1212] Dârakutnî, 1/239. Hadis çok zayıftır.
[1213] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/466-467.
[1214] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/467-468.
[1215] Buharı, 23/80; Ebu Davud, 3095: Hz. Peygamber'e (s.a.)
hizmette bulunan bir yahu-dî çocuk vardı, hastalandı. Hz. Peygamber (s.a.)
ziyaretine gitti, başucuna oturdu. Çocuğa: "Müslüman ol." dedi.
Çocuk, yanında oturan babasına baktı. Babası: "Ebu'l-Kâsım'a (s.a.) itaat
et, oğlum" deyince, çocuk müslüman oldu- Hz. Peygamber (s.a.): "Bunu
ateşten kurtaran Allah'a hamdolsun" diyerek yanından ayrıldı.
[1216] Buharı, 23/81; Müslim, 24: Ebu Tâlib'İn vefat zamanı
yaklaşınca Allah Rasûlü (s.a.) yanına geldi. Orada Ebu Cehl b. Hişâm ve
Abdullah b. Ebî Umeyye b. Mugîre ile karşılaştı. Allah Rasûlü (s.a.): "Amca, Lâilâhe
illallah kelimesini söyie Allah'ın huzurunda senin için şahitlik edeyim"
dedi. Bunun üzerine Ebu Cehl ve Abdullah b. Ebî Ümeyye: "Ya Ebu Tâlib,
baban Abdülmuttalib'in dininden yüz mü çevireceksin?!" diye söze
karıştılar. Allah Rasûlü (s.a.) isteğinde ısrar etti, onlar da bu sözü
tekrarladılar. Nihayet Ebu Tâlib en son olarak onlara kendisinin, babası
Abdülmuttalib'in dini üzere olduğunu söyleyerek Lâilâhe illallah demekten
çekindi. Allah Rasûlü (s.a.): "Haberin olsun, Vallahi bana yasak
konulmadıkça senin için şüphen olmasın af dileyeceğim." dedi. Bunun
üzerine Allah (c.c): "Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba
bile olsalar müşrikler için af dilemek Peygamber'e ve mü'minlere
yaraşmaz." (Tevbe, 9/113) âyetini indirdi. Allah Teâlâ, Ebu Tâlib hakkında
ise: "Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin. Ama Allah, dilediğini
doğru yola eriştirir. Doğru yolu seçecekleri en iyi O bilir. " (Kasas,
28/56) âyetini indirdi.
[1217] Buhari, 786/38; Müslim, 2191. Hemen peşindeki rivayet
de Buharî'dedir.
[1218] Buharı, 75/13; Müslim, 3/1253 (8).
,., .
[1219] Buharî, 75/10. Peşindeki rivayet, Ibnu's-Sünnf dedir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/469-470.
[1220] Buharî, 76/38; Müslim, 2194; Ebu Davud, 3895.
[1221] Buharî, 76/42 (Burada, okuyarak tedavi olmazlar, kısmı
yok); Müslim, 220 aynı kısım Müslim'in yalnız bir rivayetinde zikredilmiştir.)
[1222] Müslim, 2199.
[1223] Buharî, 76/39, 66/14, 80/12; Müslim, 2192; Ebu Davud,
5056.
[1224] Ahmed, Müsrted, 612; îbn Mâce, 1442. İsnadı kavîdir.
[1225] Ahmed, 754; Tirmizî, 969; Ebu Davud, 3098. Ebu Davud
diyor ki: "Bu hadis, Hz. Ati yoluyla sahih olmayan bir senedle Hz.
Peygamber'e (s.a.) isnâd edilmiştir." Hâkim (3/341) hadisin senedlerinden
birini sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.
[1226] Ahmed, 754; Tirmizî, 969; Ebu Davud, 3098. Ebu Davud
diyor ki: "Bu hadis, Hz. Ati yoluyla sahih olmayan bir senedle Hz.
Peygamber'e (s.a.) isnâd edilmiştir." Hâkim (3/341) hadisin senedlerinden
birini sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.
[1227] Bu metni bulamadık. Ancak Hafız Heysemî,
Mecmau'z-Zevâid'de (2/331) bu anlamda bir hadisi Taberânî'nin
el-Mu'cemu'I'-Kebîrinden naklen şu şekilde rivayet edi-j yor: İbn Abbas (r.a.)
diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.): "ölümün bir korkusu vardır. Herhangi
biriniz kardeşinin vefatında hazır bulununca: înnâ lülahi ve innâ ileyhi râci~
ûn, desin." buyurmuştur. Hadis zayıftır.
[1228] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/470-473.
[1229] Müslim, 916; Tirmirf, 976; Ebu Davud, 3117; Nesâî,
4/5. Ebu Saîd el-Hudri'den gelen bu rivayete göre Allah Rasûlü (s.a.):
"ölülerinize Lâ ilahe illallah kelimesini telkin ediniz" buyurmuştur.
Ebu Davud (3116), Hâkim (1/351) ve Ahmed b. Hanbel'in (5/233) hasen senedle
Muaz b. Cebel'den rivayet ettikleri bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.): "Kimin
son sözü Lâ ilahe illallah olursa cennete girer." buyurmuştur. İbn
Hibbân'ın (719), Ebu Hureyre'den rivayetine göre ise: "Ölülerinize Lâ
ilahe illallah kelimesini telkin ediniz. Kimin ölüm anındaki son sözü Lâ İlahe
illallah olursa, daha önce basına ne gelmiş olursa olsun bir gün gelir cennete
girer." buyurmuştur.
[1230] Buharî, 23/44; Müslim, 2315; Ebu Davud, 3126.
[1231] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/475-477.
[1232] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/477.
[1233] Müslim, 973, Ebu Davud, 3189 ve 3190; İbn Mâce, 1518.
[1234] Ebu Davud, 3191; tbn Mâce, 1517; Ahmed, 2/444, 445;
Tahâvî s.284; Beyhakî, 4/51. Senedi kavidir. ÇünkU İbn Ebî Zi'b hadisi
Salih'ten, bunamasından önce dinlemiştir.
[1235] Isrâ, 17/7.
[1236] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/477-479.
[1237] Ebu Davud, 3163; Tirmizî, 989; tbn Mâce, 1456. Tirmizî
"Bu hadis hasen-sahihtir" diyor. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'dç (3/20)
Muaz b. Rabîa'dan bir destek (şâhİd) hadis rivayet ediyor ve: "Bu hadisi
Bezzâr rivayet etmiştir, tsnâdı hasendir." diyor.
[1238] Buharî, 23/3.
[1239] Buhari, 64/26. Allah Rasûlü (s.a.), Uhud şehidlerini
bir kefen içinde iki kişiyi bir mezara koyarak defnediyor, sonra: "Hangisi
daha çok Kur'an biliyor?" diye soruyor, birisine işaret edilince onu
kabrin ön kısmına yerleştiriyor ve:
"Ben, kıyamet günü bunlara şahidim." diyordu. Uhud
şehitlerinin guslettirilmeden kanlarıyla gömülmelerini emretmiş, cenazelerini
küdırmamıştı.
[1240] Ebu Davud, 3134; İbn Mâce, 1515; Abdürrezzak,
Musannef, 6579; Tahâvî, 1/284; Beyhakî, 4/15. Bunların İbn Abbas'tan
rivayetlerine göre Allah Rasûlü (s.a.), Uhud şehidlerinin üzerlerinden demir ve
deri eşyaların alınmasını ve kanlı elbiseleriyle gömülmelerini emretmişti.
Hadisin senedinde geçen Atâ b. Sâİb'in sonradan şuurunu kaybettiği
söylenmiştir. Şehidin cenaze namazının kılınmayacağı görüşü Mâlik, Şâfıî ve
Ahmed'in görüşüdür. Ebu Hanîfe ve arkadaşları, Sevrî, Müzenî, Hasan el-Basrî,
İbnu'l-Müseyyeb ve îshak ise şehidin cenaze namazının kılınacağı
görüşündedirler. Çünkü Hâkim'in (2/119, 120) Câbir'den rivayetine göre Hz.
Peygamber (s.a.), Hz. Hamza'nın cenazesinin başına gelip namazım kıldı. Sonra
diğer şehidler getirilip Hz. Hamza'nın yanına konuldu. Hz. Peygamber (s.a.) onların
da cenazelerini kıldırdı. Bu konuda sahih senedle Ahmed b. Hanbel (1/363) İbn
Mes'ûd'dan; îbn Mâce (1513), Dârakutnî (2/474), Hâkim (3/198), Beyhakî (2/12)
ve Tahâvî (1/290) İbn Abbas'tan; yine Tahâvî (1/290) kavî senedle Abdullah b.
Zübeyr'den hadis rivayet etmektedir. Bu son rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.),
Hz. Hamza'nın cenaze namazım dokuz tekbirle kıldırmış; sonra diğer şehidler
getirilip önüne saf saf dizildi, onların -ve bu arada onlarla birlikte Hz.
Hamza'nın da- cenaze namazlarım kıldırdı. Müellif (r.h.), Tehzîbü's-Sünen
(4/295) adlı eserinde diyor ki: Doğrusu bu konuda, her iki türlü de rivayetler
bulunduğu için şehidlerin cenaze namazlarının kılınıp kıhnmaması serbesttir.
İmam Ahmed'den gelen rivayetlerden biri de bu şekildedir. Onun usulüne ve
mezhebine en uygun olan da budur.
[1241] Buhari, 28/21; Müslim, 1206 (99). tbn Abbas'tan gelen
bu rivayete göre Hz. Peygam-ber'in (s.a.) yanındaki ihramlı bir adamm boynunu
devesi kırdı, adam öldü. Allah Rasûlü (s.a.):
"Su ve sidr ile yıkayın, (üstündeki izar ve ridâdan oluşan) iki
parça lbise ile kefenleyin,
güzel koku sürmeyin, başını örtmeyin. Çünkü kıyamet günü tel-biye eder bir
vaziyette diril t'ıiecektir." buyurdu.
[1242] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/479-480.
[1243] Buhari, 69/15; Müslim, 1619; Tirmizî, 1070. Ebu
Hureyre'nin rivayet ettiği bu hadiste deniyor ki, Allah Rasûlü'ne (s.a.),
borçlu ölmüş biri getirildiği zaman "Borcundan fazla mal bıraktı mı?"
diye sorar; şayet bıraktığı malın, borcunu karşılayacağı bildiri-lirse namazını
kıldınrdı. Aksi halde kendisi kılmaz, müslümanlara "Arkadaşınızın namazını
kılın" derdi. Allah, ona fetihler nasib edince: "Ben, mü'minlere
kendilerinden daha yakınım. Vefat eden herhangi bir mü'min geride bir borç
bırakmışsa, onu ödemek bana düşer. Kim bir mal bırakırsa vârislerine
kalır" buyurdu.
[1244] Buharı, 23/6; Tirmizî,
1027; Ebu Davud, 3198; Nesâî, 4/75.
[1245] Abdürrezzak'm M usannef (6428)'de rivayet ettiğine
göre Ebu Ümâme b. Sehl b. Hu-neyf demiştir ki: "Cenaze namazında sünnet
olan önce tekbir almak, sonra sırasıyla Fatiha okumak, Hz. Peygamber'e (s.a.)
salavât getirmek, yalnız ölü için dua etmek; sadece ilk tekbirde okumak
(kıraat), en sonunda da içinden sağına selâm vermek." Hafız ibn Hacer'in
Fet hu't-Bari'de söylediği üzere, hadisin isnadı sahihtir. Hâkim de
Müstedrek'le (1/360) rivayet etmiş ve sahih saymıştır; ayrıca Zehebî de onun bu
hükmüne muvafakat göstermiştir.-
[1246] Şafiî, el-Ümm,
1/270; Hâkim, 1/360; Beyhakî, 4/39. Bu hadise göre Ensar'ın ileri
gelenlerinden, bilginlerinden ve Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte Bedir
savaşına katılanlardan biri olan Ebu Ümâme b. Sehi b. Huneyf'e, Hz.
Peygamber'in (s.a.) ashabından bir gmp insan, cenaze namazında imamın tekbir
alacağını, sonra Hz. Peygamber'e (s.a.) salavât getireceğini ve üç tekbîrde
namazı bitireceğim haber vermişlerdir. Hâkim hadisin sahih olduğunu söylemiş,
Zehebî de muvafakat göstermiştir. Dedikleri
gibidir.
[1247] Beyhakî, 4/40. Bu dua okunurken parantez içindeki
kelime yerine Ölen kimsenin adı söylenir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/481-482.
[1248] Müslim, 963; Tirmizî,
1025; Nesâî, 4/73; İbn Mâce,
!500; Ahmed, 6/23 ve 28.
[1249] Tirmizî, 1024; Ebu Davud, 3201; Nesâî, 4/74; İbn Mâce,
1498. Hadisi, îbn Hibbân (757) ve Hâkim (1/358) sahih saymış; Zehebî de buna
muvafakat göstermiştir. Dedikleri doğrudur. Her ne kadar hadisin mürsel olduğu
vurgulanarak illet gösterilmeye çalışılmışsa da zarar vermez. Çünkü mevsûî
olarak rivayet edenler bir cemaattır. Onların rivayetleri daha tercihli ve
daha sağlamdır.
[1250] Ebu Davud, 3202; tbn Mâce, 1499; Ahmed, 3/491. Hafız îbn Hacer'in
Tahrîcu'l-Ezkâr'dâ söylediği gibi hadisin isnadı hasendir. İbn Hİbbân (758) ise
sahih saymıştır.
[1251] Ebu Davud, 3200. Hadisin senedinde geçen Ali b.
Şemmân'ı, İbn Hibbân'dan başkası
sika saymamıştır.
Senedin geri kalan râvileri sikadır. Hafız, hadisi Taberânî'den aktardıktan
sonra "Bu hadis hasendir. Nesâî, es-Sünenu'I-Kübrâ'da rivayet
etmiştir." diyor. (Hadisin metninden de anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber
(s.a.) bu duayı, bir kadının cenazesinde okumuştur.)
[1252] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/482-484.
[1253] Müslim, 957; Tirmizî,
1023; Ebu Davud, 3157; Nesâî, 4/72; İbn Mâce, 1505.
[1254] Beyhakî, Sünen, 4/36. Rivayetin isnadı sahihtir.
Buharı, Sahih'inin Kitâbu'l-Megâzî bölümünde, Sehl b. Huneyf'in cenaze namazını
Hz. Ali'nin kıldırıp "O, Bedir savaşına katıldı" dediğini rivayet
etmiş, ama tekbir sayısını belirtmemiştir. Hafız İbn Hacer, Fethu'l-Bârî
(7/245)'de şunları yazıyor: Ebu Nuaym, Müstahrec'Ğz Buharı'den bu se-nedle
hadisi veriyor ve orada "Hz. Ali beş tekbir aldı." ilâvesini ekliyor.
Begavî, Mu'cemu's-Sahâbe'de Muhammed b. Abbâd'dan bu senedle; İsmaîlî, Berkânî
ve Hâkim yine onun yoluyla: "Altı tekbir aldı" şeklinde rivayet
ediyorlar. Yine aynı şekilde Buhârî, Tarih'te Muhammed b. Abbâd'dan rivayet
etmiştir. Saîd b. Mansûr da İbn Uyeyne'den rivayet etmiş ve "Beş tekbir
aldı" metniyle vermiştir. Hâkim bu rivayete: "Hz. Ali bize baktı ve:
O, Bedir savaşına katılanlardandır, dedi" ilâvesini getiriyor. Hz. Ali
(r.a.): "O, Bedir savaşına katıldı." sözüyle, Bedir savaşına
katılanların her şeyde, hatta cenazede alınan tekbirlerde bile diğer insanlara
karşı bir üstünlükleri vardır demeye getiriyor. Bu da gösterir ki, tekbirin
dört olduğu onlarca da meşhur bir konu olup aynı zamanda sahabenin çoğunluğunun
görüşüdür. Bazılarından tekbirin beş olduğu rivayet edilmiştir. Bu konuda
Müslim'in Sahİh'inde Zeyd b. Erkam'dan merfû' bir hadis rivayet edilmiştir.
Yukarıda geçtiği üzere Enes: "Cenaze tekbiri üçtür. Birincisi başlangıç
tekbiridir" demiştir, tbn Ebî Hayseme başka bir senedle merfû' olarak
rivayet eder ki; Hz. Peygamber (s.a.) dört, beş, altı, yedi veya sekiz tekbirle
kıldınrdı. Necâşî ölünce dört tekbir aldı ve ölünceye kadar da bunda sebat
etti. Ebu Ömer (İbn Abdilber) diyor ki: "Cenazeye dört tekbir
getirileceğinde icmâ' kesinleşmiştir. İbn Ebî Leylâ dışında şehirlerin (ileri
gelen) fakîhlerinden hiçbirinin beş tekbirle kılınır dediğini
bilmiyoruz". Mebsût'ta hanefîlerden Ebu Yusuf'tan da (İbn Ebî Leylâ'nın
görüşünün) benzeri bir görüş rivayet edilmiştir. Nevevî, Şerhu'l-Mühezzeb'de
diyor ki: Sahabe arasında görüş ayrılığı vardı, sonra yok oldu. Dört tekbirle
kılınacağında İcmâ' ettiler. Ancak imam beş tekbîr alsa -unutarak almışsa-
namazı bâtıl olmaz. Doğru görüşe göre kasten almış olsa da yine bâtıl olmaz.
Fakat doğru olan görüşe göre arkadaki cemaat imama uymaz. En iyi bilen
Allah'dır.
[1255] Dârakutnî, 2/73; Tahâvî, i/287; Beyhakî, 4/37. Senedi sahihtir.
[1256] Beyhakî, 4/37. Hadis zayıftır. Beyhakî diyor ki: Bu
metin, hepsi de zayıf başka sened-lerle de rivayet edilmiştir. Ancak sahabenin
-Allah onlardan razı olsun- çoğunluğunun dört tekbirde görüş birliğine
varmaları buna delil gibidir.
[1257] Beyhakî, 4/36. Hadis zayıftır.
[1258] Abdürrezzak, Musannef, 6403; Beyhakî, 4/37; Ibn Hazm,
Muhaüâ, 5/126. Senedi sahihtir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/484-486.
[1259] Dârakutnî, 2/72; Hâkim, 1/360; Beyhakî, 4/43. Bu
hadiste deniyor ki, Allah Rasûlü (s.a.) bir cenaze namazı kıldırdı; dört tekbir aldı, bir tek selâm
verdi. Hadisin senedi hasendir.
Hâkim diyor ki: Cenaze namazında bir tek selâm verileceği konusunda AJi
b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Ömer, Abdullah
b. Abbas, Câbir b. Abdullah, Abdullah b. Ebî Evfâ ve Ebu Hureyre'den sahih rivayetler vardır.
Bütün bu sahabîîer cenaze namazında
bir tek selâm verirlerdi. Bk. Musannef,
3/493-494.
[1260] Beyhakî, Sünen, 4/43. Hafız Ibn Hacer'in Takrîb'de
söylediği gibi senedde geçen tbrahim el-Hecerî, hadis rivayetinde gevşek ve
mevkufları merfû' gibi rivayet eden biridir'jıAncak nemen sonra 8elen *bn
Mes'ûd hadisi ona destek sağlar.
[1261] Beyhakî, Sünen, 4/43. İsnadı hasendir. Heysemî, bu
hadisi Mecmau'z-Zevâid (3/34)'de vermiş ve şunları söylemiştir: Taberânî,
Kebîr'de rivayet etti. Râvileri sikadır. Nevevî, el-Mecmû'dz (5/239):
"Senedi ceyyiddir" diyor.
[1262] İbn Mâce, Î5O3. Senedinde İbrahim el-Hecerî vardır.
Yukarıda geçtiği üzere zayıf bir râvidir.
[1263] Beyhakî, Sünen, 4/44. Ibn Ömer'den gelen rivayetin
senedi sahihtir. Beyhakî: "Enes'-in, cenaze namazında her tekbir alışında
ellerini kaldırdığı rivayet edilir. Elleri kaldırma konusunda merfû' olarak
Hz. Peygamber'den (s.a.) bir rivayet sabit olmamıştır." diyor. Tirmizî de
şunları söylüyor: İlim adamları bu konuda görüş ayrılığına düştüler. Gerek Hz.
Peygamber'in (s.a.) ashabından, gerek diğerlerinden olsun çoğunhık ilim
adamları, cenaze namazında her tekbirde ellerin kaldırılacağı görüşündedirler.
İbnu'l-Mübârek, Şafiî, Ahmed ve tshak da bu görüştedirler. Bazı ilim adamları
ise, yalnızca ilk tekbirde ellerin kaldırılacağını söylemişlerdir. Sevrî ve
Kûfelilerin (Ebu Hanîfe, Ebu Yusuf, Muhammed... vs.) görüşü de budur.
[1264] Beyhakî, Sünen, 4/38; Tirmizî, 1077. Hadis zayıftır.
İbn Hazm, Muhallâ (5/128)'da diyor ki: Elleri kaldırmaya gelince; yalnız ilk
tekbir dışında Hz. Peygamber'in (s.a.) cenaze namazındaki tekbirlerde ellerini
kaldırdığına dair bir rivayet gelmemiştir. Böyle yapmak caiz değildir. Çünkü,
bu nas bulunmadığı halde namazda amelde bulunmak olur... Hanefî mezhebinin,
vs.nin görüşü de budur.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/486-488.
[1265] Buharı, 23/67; Müslim, 954. Bu konuda Buharî ve
Müslim'de (956) Ebu Hureyre'den; Beyhakî (4/48)'de Hz. Peygamber'in (s.a.)
ashabından birinden -bu rivayetin senedi sahihtir- hadis rivayet edilmektedir.
[1266] Beyhakî, 4/47.
[1267] Beyhakî, 4/48. Beyhakî: "Hadis mürsel-sahihtir."
diyor.
[1268] Bu konuda iki sahih hadis vardır. Birincisini Ebu
Davud (3194), Tirmizî (1034), Tahâ-vî (1/283), Tayâlisî (2149) ve Ahmed
(3/118,204) Enes b. Mâlik'ten; ikincisini Buharî (23/63), Müsüm (964), Ebu
Davud (3195), Nesâî (4/70,71), Tirmizî (1035), Ahmed (5/14,19) ve Tayâlisî
(902) Semûre b. Cündüb'den rivayet ediyorlar. Semûre diyor ki: Lohusa iken ölen
bir kadının cenaze namazında Hz. Peygamber'in (s.a.) arkasında bulundum. Allah
Rasûlü (s.a.) kadının cenaze namazını kıldırmak için orta hizasında durdu.
[1269] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/488-489.
[1270] Ahmed, 4/247, 248, 252; Ebu Davud, 3180; Nesâî, 4/55,
56; Tirmizî, 1031; İbn Mâce, 1481 ve 1507. Mugîre b. Şu'be'nin rivayet ettiği
bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Bir hayvana binmiş olan
cenazenin arkasından gider. Yaya İse cenazenin arkasma-önüne, sağma-soluna
yakın olarak yürür. Düşüğün cenaze namazı kılınır; ana-babası için bağışlanma
ve rahmet dilenir." İsnadı sahihtir. Tirmizî, îbn Hib-bân (769) ve Hâkim
(1/355, 363) hadisi sahih saymış; Zehebî de buna muvafakat etmiştir.
[1271] İbn Mâce, 1509. Hadis zayıftır.
[1272] Ebu Davud, 3187; Ahmed, 1/267. Râvileri sikadır. Hafız
İbn Hacer, el-hâbe'de hadisi hasen saymıştır.
[1273] Ahmed, Miisned, 4/283. Hadis zayıftır.
[1274] Ebu Davud, 3188. Bk. Nasbu'r-Râye, 2/279,280.
[1275] Ebu Davud, 3188; Beyhakî, 4/9.
[1276] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/489-491.
[1277] Müslim, 978; Tirmizî, 1068; îbn Mâce, 1526; Nesâî,
4/66; Hâkim, 1/364; Ebu Davud Tayâlisî, 779; Ahmed, 5/87, 91, 92, 94, 96,97,
102, 107. Câbir b. Semüre'nin rivayet ettiği bu hadiste deniyor kî: "Sivri
uçlu mızrakla kendisini öldüren bir adamın cenazesi Hz. Peygamber'e (s.a.)
getirildi. Allah Rasûlü (s.a.) onun cenaze namazını kılmadı." Bu hadisi
Ebu Davud (3185) uzunca rivayet etmiştir. Tirmizî diyor ki: Bu hadis hasendir.
ilim adamları bu konuda ihtilaf ettiler. Bir kısmı, "Kıbleye yönelip namaz
kılan herkesin ve İntihar edenin namazı kılınır" diyor. Bu Sevrî ve
İshak'm görüşüdür. Ahmed diyor ki: "İmam ( = devlet başkanı) intihar
edenin cenaze namazını kılmaz. İmamdan gaynları kılabilir." Bu hadisi,
Mâlik, Muvatta, 2/458'de; Nesâî, 4/64; Ebu Davud, 2710; İbn Mâce, 2848; Ahmed
4/114 ve 5/192'de Zeyd b. Hâlid el-Cühenî'den şu şekilde rivayet ediyorlar: Hz.
Peygamber'in (s.a.) ashabından bir adam Hayber savaşında vefat etti. Bu durumu
Allah Rasûlü'ne (s.a.) bildirdiler. Hz. Peygamber (s.a.): "Arkadaşınızın
namazını kılın" buyurdu. Bunun üzerine insanların yüz-
lerinin rengi attı.
Allah Rasûlü (s.a.): "Arkadaşınız, Allah yolunda ganimetten çaldı."
dedi. Ölenin eşyalarını karıştırdık, içinde fiyatı iki dirhem etmez bir yahudi
boncuk salkımı bulduk. Hadisin isnadı sahihtir. Hâkim (2/127) hadisi sahih
saymış, Zehebî de ona muvafakat göstermiştir. Hanefîlere göre yol kesiciler ve
meşru devlete karşı geien isyancılar dışındaki fâsıktann namazları kılınır. Bk.
Merginâni, el-Hidaye, 1/95; Şevkânî, Neylu'l-evtör, 4/53-54.
[1278] Müslim,
1696; Tirmizî, 1435;
Ebu Davud, 440;
Nesâî, 4/51; Ahmed,
Müsned, 4/430,435,437,440 İmrân b.
Husayn (r.a.)'dan.
[1279] Buharî, 86/25.
[1280] Zâdu'I-Meâd'da bu isim yoktur. Neylu'I-Evtâr'dan
aldık. Bk.c.IV, s.54.
[1281] Müslim, 1694 ve
1695.
[1282] Bk. dipnot: 45.
[1283] Ebu Davud, 3186. Râvileri sikadır.
[1284] Müslim,
1695/23; Ebu Davud, 4442.
[1285] Hanefi mezhebine
göre kısas veya had cezası tatbiki sonucu ölen kimse yıkanır ve namazı
kılınır. Bk. Merginâni, et-Hiduyet 1/95.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/491-493.
.
[1286] Ebu Davud, 3182; Nesâî, 4/43; Tayâlisî, 883; Ahmed,
5/36, 38; Tahâvî, 1/276. İsnadı sahihtir. Hâkim (1/355) bu hadisi sahih saymış,
Zehebî de ona muvafakat etmiştir. İmam Nevevî de el-Mecmû (5/272)'da sahih
olduğunu söylemiştir.
[1287] Ahmed, Müsned, 1/394, 415, 419 492; Tirmizî, 1011; Ebu
Davud, 3184. Hadis zayıftır.
[1288] Ebu Davud, 3177. tsnâdı sahihtir. Hâkim sahih saymış,
Zehebî de ona muvafakat göstermiştir.
[1289] Buharî, 23/49; Müslim, 959; Ebu Davud, 3173.
[1290] Ebu Davud, 3176; Tirmizî, 1020; îbn Mâce, 1545. Hadis zayıftır.
[1291] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/493-494.
[1292] Hz. Peygamber'in (s.a.), Necâşî'nin cenaze namazını
kıldırdığı bir grup sahabeden rivayet edilmiştir:
a) Ebu Hureyre'den:
Buharî, 23/4, 55, 61, 65; Müslim, 951; Ebu Davud, 3204; Tayâlisî, 2300; ibn
Mâce, 1534; Nesâî, 4/70; Tirmizî, 1022.
b) Câbir b. Abdullah'tan: Buharî, 23/55; Müslim,
952; Nesâî, 4/69; Tayâlisî, 1681; Ahmed, 3/295,319.
c) İmrân b. Husayn'dan: Müslim, 953; Nesâî,
4/70; İbn Mâce, 1535; Tayâlisî, 749; ^ Ahmed, 4/431,433; Tirmizî, 1039.
d) Huzeyfe b. Üseyd'den: Tayâlisî, 1068; İbn Mâce, 1537; Ahmed, 4/7.
e) Mecma' b. Harise el-Ensârî'den: İbn
Mâce, 1536; Ahmed, 4/64 ve 5/376. 0
Abdullah b. Ömer'den: ibn Mâce, 1538.
g) Cerîr b.
Abdullah'tan: Ahmed, 4/260,263. Bu hadiste Allah Rasûlü (s.a.) buyuruyor
kİ: "Kardeşiniz Necâşî
Öldü. Onun için istiğfar edin". Hadis hasendir.
[1293] Beyhakî, Sünen. 4/50. Hadis zayıftır.
[1294] Beyhakî, Sünen, 4/5!. Hadis zayıftır.
[1295] İbn Teymiye'den önce İmam Ebu Süleyman el-Hattâbî bu
aynmı yapmıştır. el-Hattâbî, Meâlimu's-Sünen'de diyor ki: "Necâşî, Allah
Rasûlti'ne (s.a.) inanan ve O'nun peygamberliğini tasdik eden müslüman bir
adamdır. Ancak imanını gizlerdi. Bir müslü-man öldüğü zaman, onun cenaze
namazını kılmak müslümanlara farz olur. Fakat Necâşî, kâfirlerin arasında
bulunduğundan ve orada cenaze namazını kıhp hakkım ödeyecek kimse bulunmadığı
için Allah Rasûlü'nün (s.a.) bunu yapması gerekti. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.),
onun peygamberi, velisi ve en yakınıdır, işte bu durum -Allah daha iyi bilir
ya- Hz. Peygamber'in (s.a.), onun cenaze namazım gıyabında
kılmasına çağıran
sebeptir. Buna göre herhangi bir beldede ölen müslümanın cenaze namazı
kılınarak hakkı yerine getirilirse başka şehirde bulunan kimseler gıyabında
namaz kılmaz. Şayet bir mâni, bir engel bir özür bulunduğu için cenaze
namazının kılınmadığı bilinirse sünnet olan, cenaze namazının kılınması ve
mesafenin uzaklığından dolayı bunun terkedilmemesidir. Böyle bir kimsenin
cenaze namazını kılacakları zaman, eğer ölü kıble cihetinde değilse bile
kıbleye yönelirler, ölünün bulunduğu memlekete yönel-mezler." el-Hattâbî'nin
bu görüşünü Rûyânî güzel bulmuştur.
[1296] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/494-496.
[1297] Müslim, 962; İbn Mâce, 1544; Ebu Davud, 3175; Mâlik,
1/232; Tahâvî, 1/383 ve 1/282; Tayâlisî,
150; Ahmed, 627; Beyhakî, 4/27.
[1298] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/496.
[1299] Müslim, 831; Ebu Davud, 3192; Nesâî, 4/82; Tirmizî,
1030; İbn Mâce, 1519; Tayâlisî,
1001; Ahmed. 4/152.
Ukbe b. Âmir'den rivayet edilen bu hadiste deniliyor ki: "Üç vakitte,
Allah Rasûlü (s.a.) namaz kılmamızı yahut ölülerimizi gömmemizi yasakladı: 1-
Güneş doğmak üzereyken, doğup yükselinceye kadar, 2- Güneş tam göğün ortasında
iken, batıya meyledinceye kadar, 3- Güneş batmak üzere olup batıncaya
kadar." el-Hattâbî, Meâlimu's-Sünen (4/327)'de diyor ki: "Bu üç vakitte
cenaze namazı kılmanın, ölüyü defnetmenin caiz olup olmadığında âlimler
ihtilaf ettiler. İlim adamlarının çoğunluğu, namaz kılmak mekruh olan
vahitlerde cenaze namazı kılmanın mekruh olduğu görüşünü savunmuştur. Bu görüş
İbn Ömer'den rivayet edilmiş olup aynı zamanda Atâ, Nehaî ve Evzâî'nin
görüşüdür. Süfyân es-Sevrf, re'yciler (Ebu Hanîfe ve arkadaşları), Ahmed b.
Hanbel ve îshak b. Râhüyeh de yine bu görüşte olduklarını söylemişlerdir. İmam
Şafiî ise, gece yahut gündüzün hangi saatinde olursa olsun hem cenaze namazı
kılmanın, hem de ölü defnetmenin caiz olduğu görüşünü savunmuştur. Ben
(el-Hattâbî) diyorum ki: Hadise uygun düştüğü için cemaatın görüşü daha uygundur."
[1300] Tirmizî, 1036; îbn Mâce, 1550; Ebu Davud, 3213; Ahmed,
4990, 5233, 5370, 6111; Beyhâkî, 4/55. Hadisi Tirmizî hasen saymış; îbn Hibbân
(773) ile Hâkim (1/366) sahih olduğunu söylemiş, Zehebî buna muvafakat
göstermiştir. Dedikleri gibidir. Hâkim, hasen senedle buna destek sağlayacak
(şâhid) bir hadis de rivayet etmektedir.
[1301] İbn Mâce, 1565. Nevevî'nin el-Mecmû (5/292)'da dediği
gibi senedi ceyyiddir. Hafız İbn Hacer, Telhtsu'l-Habîr (2/131)'de buna şâhid
hadisler sıralamıştır.
[1302] Ebu Davud, 3221; Beyhakî, 4/56. Hâkim (1/370) hadisi
sahih saymış. Zehebî de ona muvafakat göstermiştir. Dedikleri gibidir. Nevevî
ise el-Mecmû (5/292)'da isnadım ceyyid saymıştır.
[1303] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid (3/45)'de vermiş ve: "Bu
hadisi Taberânî, Kebîr'de rivayet etmitir. Senedinde tanımadığım bir cemaat
vardır." demiştir. Hafız İbn Hacer, Emâli'l-Ezkâr'da, hadisi ibn AUân'ın
el-Fütâhâtu'r-Rabbâniye (4/196) adlı eserinde zikretmiş olduğunu söyledikten
sonra: "Bu hadis garîbtir" diyor. Her iki yoldan da hadisin senedi
çok zayıftır.
[1304] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/496-498.
[1305] Müslim, 969; Tirmizî, 1049; Ebu Davud, 3218; Nesâî,
4/88; Hâkim, 1/369; Tayâlijiî, 155; Ahmed, 741 ve 1064.
[1306] Müslim, 970;
Ebu Davud 3226; Nesâî, 4/86; tbn Mâce,
1563. "Yazı yazılmasını
yasakladı" kısmı bunlar arasında
yalnız İbn Mâce'de vardır, bu rivayet seneddeki kopukluktan dolayı zayıftır.
Ancak Hâkim, Müstedrek (l/370)'de muttasıl senedle rivayet etmiştir.
[1307] Buharı, 23/96.
[1308] Ebu Davud, 3206; Beyhakî, 3/312: Muttalib b. Ebî Vedâa
(r.a.) anlatıyor: Osman b. Maz'ûn ölünce cenazesi dışarı götürülüp defnedildi.
Hz. Peygamber (s.a.), bir adama birtaş getirmesini emretti. Adam taşı
kaldıramadı. Allah Rasûlü (s.a.) taşın yanına vardı, kollarını sığadı ve sığar
sığmaz taşı yüklendi, götürüp kabrin başına koydu. Şöyle buyurdu: "Bununla
kardeşimin kabrini öğrenmiş olur, ailemden Öleni buraya defnederim. "
Deriz ki: Şayet taş, kabirlerin çokluğundan ve birbirlerinden ayırdedile-mez
olduğundan dolayı isteneni gerçekleştirmezse, bu takdirde Ölünün ismi bir levhaya
yazılıp, akrabaları ve dostları yerini bilsinler diye kabrinin başına konulursa
doğru olur.
[1309] Ahmed, 1/229, 287, 321, 337; Ebu Davud, 3236; Tirmizî,
320; Nesâî, 4/94, 95; İbn Mâce, 1575; îbn Hibbân, 788. İbn Abbas'tan gelen bu
hadiste: "Allah Rasûlü (s.a.)
mezar
ziyaretlerim alışkanlık haline getiren kadınları, mezarların üzerlerini mescid
yapanları ve kandil yakanları lanetledi." deniliyor. Bu hadis zayıf ise
de ilk iki fıkrasını destekleyecek şu hadisler rivayet edilmiştir: Ebu
Hureyre'den, Ahmed (2/337, 356), Tirmizî (1056), İbn Mâce (1576), İbn Hibbân
(789); Hassân'dan, Ahmed (3/442, 443), İbn Mâce (1574) ve Hâkim (1/374).
Mezarları mescid edinmenin yasak olduğu pek çok yolla sahih
olarak
rivayet edilmiştir. Bu konudaki hadisler yukarıda geçti.
[1310] Bir önceki dipnotta geçen "Allah Rasûlü (s.a.)
mezar ziyaretlerini alışkanlık haline getiren kadınları... lanetledi"
hadisinde, kadınların, sık sık kabir ziyaretlerinin mekruh olduğuna delil
vardır. Zaman zaman ziyaretleri ise meşrudur. Hâkim (1/376) ile Beyhakî'nin
(4/78) sahih senedle Hz. Âişe'den; yine Müslim (974/103), Ahmed ve NesâFnin
ondan rivayet ettikleri bir hadiste Hz. Âişe, Hz. Peygamber'e (s.a.) mezarda
ölülere ne diyeceğini sormuş, Allah Rasulü (s.a.) de ona aşağıdaki fasılda
gelecek oian duayı Öğretmişti. Bir de Hz. Peygamber (s.a.) bir mezar başında
çocuğuna ağlayan bir kadın görmüş; ama ses çıkarmamış ve ona: "Allah'tan
kork, sabret" demişti. Bunu Buharî, Enes'ten rivayet etmiştir.
[1311] Müslim, 971; Ebu Davud, 3228; Nesâî, 4/95; İbn Mâce,
1566. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor
ki: "Herhangi birinizin, bir kor üzerine oturması ve o korun, o kişinin
elbisesini yakarak derisine kadar varması, bir kabir üzerine oturmasından daha
hayırlıdır."
[1312] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/499-500.
[1313] Müslim (975), Nesâî (4/94), Ahmed (5/353, 359, 360)
Büreyde'den. Müslim (974) ve Ahmed (6/180) Hz. Âişe'den. Müslim (249) ve Ahmed (2/300, 408) Ebu
Hureyre'den.
[1314] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/500-501.
[1315] Hz. Peygamber (s.a.) şu âyetin emrine uyarak böyle
yapardı. "Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan,
Ürünlerden biraz eksiltme ile deneriz. (Ey Muhammedi) Sabredenleri müjdele.
Onların başına bir musibet geldiğinde: Biz Allah'ınız ve elbet O'na döneceğiz,
derler. îşte Rablerinin bağışlama ve rahmeti onlaradır ve işte onlar doğru
yolda olanlardır." (Bakara; 2/155-157). Müslim (Sahih, 918)de ve İbn Mâce
(1598)'de Üramii Seleme yoluyla Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu
rivayet ederler: "Başına musibet gelen herhangi bir müslüman: 'Biz
Allah'ınız ve elbet O'na döneceğiz. Allah'ım! Musibetime karşılık beni
mükâfatlandır ve bana ondan daha hayırlısını ver' diye dua ederse mutlaka
Allah, onun musibetine karşılık mükâfat verir ve ona daha hayırlı bir ihsanda
bulunur."
[1316] Buharî, 23/38 (ta'Iîkan); Müslim, 104. Ebu Musa
el-Eş'arî'nin rivayet ettiği bu hadiste
"Allah Rasûlü
(s.a,), bağırıp çağırarak ağlayan, saçım yolan ve elbisesini parçalayan
kadından uzak olduğunu söylemiştir." deniliyor. Buharı (23/36, 39, 40) ve
Müslim'in (103) Abdullah b. Mes'ûd'dan rivayetlerine göre Allah Rasûlü {s.a.):
"Yüzlerine vuran, ceplerini parçalayan ve câhiliye devrinde olduğu gibi
ağlayan bizden değildir." buyurmuştur. Müslim'in (934), Ebu Mâlik
el-Eşârî'den rivayetine göre ise Hz. Pey-; gamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetim arasında câhiliye âdetlerinden dört şey vardır, onları
îerketmeyecekler: 1- Soy sopla öğünmek, 2- Soy sopa ta'netmek, 3-Yıldızlar
adına yağmur duasında bulunmak, 4- Yüksek sesle ölünün iyiliklerini saya-' rak
ağlamak."
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/501.
[1317] Şafiî, 1/208; Ahmed, 1/205; Ebu Davud, 3132; Tirmizî,
998; İbn Mâce, 3610; Dâra-kutnî, s.194, 197; Beyhakî, 4/61. AbduUah,b.
Ca'fer'den gelen bu hadiste deniliyor ki: Ca'fer (Tayyâr)in ölüm haberi gelince
Hz. Peygamber (s.a.): "Ca'fer ailesi için yemek hazırlayın. Çünkü
başlarına meşgul edecek bir hal geldi." buyurdu. Hadisin isnadı hasendir.
Tirmizî hasen saymış; Hâkim (1/372) ise sahih olduğunu söylemiş ve Zehebî de
ona muvafakat göstermiştir. Ahmed (2/204) ve îbn Mâce (1612), Cerîr b. Abdullah
el-Becelî (r.a)'nin: "Biz definden sonra ölünün ailesinin başına toplanıp
yemek yapmayı, bağırıp çağırarak, ölünün iyiliklerini sayarak ağlama
sayardık" dediğini rivayet ederler. Bu rivayetin senedi sahihtir. Hadisi
el-Mecmû (5/320)'da Nevevî, Zevâid'ûe Sûsirî sahih saymıştır. Kemal
İbnü'i-Humâm ise Fethu'l-Kadir (l/473)'de,; ölünün ailesinin yemeğinden ziyafet
yapmanın mekruhluğunu belirtmiş ve "Bu çirkin bir bid'attir. Murtâvî'nin
el-tnsâf (2/565) adlı eserinde yazdığı üzere Hanbelîlerin görüşü de
budur." demiştir.
[1318] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/502.
[1319] Ahmed, 5/406; Tirmizî, 986; Ibn Mâce, 1476; Beyhakî,
4/74. Bu kaynaklardaki rivayete göre Huzeyfe b. Yemân, bir ölüsü olduğu zaman
"Kimseye haber etmeyin. Ölüm ilam olmasından korkarım. Çünkü Allah
RasûSü'nün (s.a.), ölümü ilan etmeyi yasakladığını işittim" derdi. Bu
rivayetin senedi Hafız İbn Hacer'in Fethu'l-Barî (3/93)'de
söylediği üzere hasendir. Yasaklanan ölüm
ilam, câhiliye devri insanlarının yaptıkları gibi ev ve sokak kapılarına,
ölünün öldüğü haberini ilan etmek için adam gönderme şeklinde olanıdır. Ama
insanlara, yakınlarının ölüm haberini bildirmek mubahtır. Nitekim Buharî ve
Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadise göre Hz. Peygamber (s.a.),
Necâşî'nin öldüğü gün ölüm haberini vermişti. Buharî'nin Enes'ten rivayet
ettiği hadiste ise Mûte savaşı olurken Hz. Peygamber (s.a.) Medine'de olayı
anlatıyor ve diyordu ki: "Şimdi sancağı Zeyd aldı. Zeyd isabet aldı. Sonra
sancağı Ca'fer kaptı, o da isabet aldı. Sonra Abdullah b. Ravâha aldı, o da
isabet aldı..." Buharî, bu iki hadis için "Kişinin, ölünün ailesine
ölüm haberini bizzat bildirmesi babı" diye bir başlık koymuştur.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/502.
[1320] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/505.
[1321] Müslim, 840, Câbir b. Abdullah'dan; Ebu Davud (1236)
ve Nesâî (3/177,178), Ebu Ayyaş ez-Zerkî'den Ebu Ayyaş diyor ki: "Usfân'da
Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikleydik. Müşriklerin başında Halid b. Velîd vardı.
Biz öğle namazını kıldık. Müşrikler: "Şansa konduk. Onlar namazda İken
saldırırız" dediler. Bunun üzerine öğle ile İkindi arasında namazı
kısaltma âyeti nazil oldu. ikindi olunca Allah Rasûlü (s.a.), müşrikler önünde
olacak bir vaziyette kıbleye karşı durdu. Allah Rasûlünün (s.a.) arkasında bir
saf oluşturuldu..." Devamında yukarıdaki gibi korku namazı kıldıklarını
anlatıyor.
[1322] Buharı,
64/31, 12/1, 65/44; Müslim, 839; Ebu Davud, 1243; Tirmizî, 564; Nesâî, 3/171.
[1323] Buharî, 64/31; Müslim, 842; Ebu Davud, 1238; Mâlik,
1/183.
[1324] Buharî, 64/31 (ta'lîkan); Müslim, 843; Ebu Avâne,
2/365. Câbir b. Abdullah'tan gelen bu rivayette deniyor ki: Allah Rasûlü (s.a.)
ile birlikte Zâtu'r-Rikâ denilen yere kadar geldik. Gölgeli bir ağaca
rastlarsak, onu Allah Rasulü'ne (s.a.) terkederdik. Hz. Peygamber (s.a.)
ağacın gölgesinde dinlenirken müşriklerden biri çıkageldi. Allah Rasülü'-nün
(s.a.) kılıcı ağaçta asılı idi. Adam, Allah'ın Peygamberinin (s.a.) kılıcını
aldı, kınından çıkardı ve Allah Rasulü'ne (s.a.): "Benden korkmuyor
musun?" dedi. "Hayır" cevabını aidi. Adam: "Peki seni benim
elimden kim kurtaracak?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Allah, beni
senden kurtaracak" karşılığım verdi. Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabı adamı
tehdid ederek korkuttular. Bunun üzerine adam kılıcı kınına soktu ve
ağaca astı. Daha sonra ezan okundu. Hz.
Peygamber (s.a.) bir gruba iki rekât kıldırflı! onlar gerilediler. Sonra diğer
gruba iki rekât kıldırdı. Böylece Allah Rasûlü (s.a.) dört, cemaat iki rekât
kılmış oldu.
[1325] Nesâî, 2/178; Dârakutnî, 1/186; Beyhakî, 3/295.
Seneddeki râviler sika; ancak Hasan el-Basri'nin muan'an rivâyetiyîe olduğu
için hadisin sıhhatinde şüphe vardır.
[1326] Nesâî, 2/169 (isnadı sahihtir); Ahmed, Müsned, 2063 ve
3364; Tahâvî, 1/182; Hâkim, 1/335. Bu konuda Huzeyfe'den şu kaynaklarda hadis
rivayet edilmiştir: Ahmed, 5/385, 399, 404; Ebu Davud, 1247; Nesâî, 3/167;
Tahâvî, 1/183. Bu rivayetin râvileri sikadır. Hâkim (1/335) hadisi sahih
saymış, Zehebî de ona muvafakat göstermiştir. Aynca Nesâî (3/168), Zeyd b.
Sâbit'ten hasen senedle rivayet etmiştir.
[1327] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
1/505-508.