HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) ZEKÂT VE SADAKA KONUSUNDAKİ TATBİKATI
A) ZEKÂT KONUSUNDAKİ TATBİKATI
a) Balın Zekâtı Yoktur Diyenler:
b) Balın Zekâtım Kabul Edenler:
B) FITIR SADAKASINDAKİ TATBİKATI
1— Fıtır Sadakası Hakkındaki Hadisler:
3— Fıtır Sadakası Verilecek Kimseler:
C) NAFİLE SADAKA KONUSUNDAKİ TUTUMLARI
2— Sadaka Vermeye Teşvik Etmesi:
D) GÖNLÜ GENİŞLETEN SEBEPLER VE BUNLARIN HZ. PEYGAMBER'DE (S.A.) KEMÂL
DERECESİNDE BULUNUŞU
HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) ORUÇ TUTUŞU
A) ORUCUN HİKMETİ VE FARZ KILINIŞI
1— Ramazan Ayındaki İbadetleri:
C) RAMAZAN HİLÂLİNİN GÖRÜLMESİ (RÜ'YET-İ HİLÂL)
1— Hilâl Görülünce Oruca Başlaması:
D)HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) İFTAR EDİŞİ
3— Oruçlunun Sakınacağı Şeyler:
1— Ramazan'da Yolculuğa Çıkması:
3— Ramazan'da Çıktığı Gazalar:
2— Yemek, İçmek ve Kan Aldırmak:
G) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) NAFİLE ORUÇLARI
2— Pazartesi-Perşembe ve Eyyâm-ı Bîz Oruçları:
7— Cumartesi ve Pazar Günleri Orucu:
8— Bütün Seneyi Oruçlu Geçirmek:
10— Sadece Cuma Günü Tutulan Oruç:
HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) HAC VE UMRELERİNDEKİ
A) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) UMRELERİ
1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Umrelerinde ki Tatbikatı;
2— Hac Aylarında ve Ramazan'da Umre:
3— Hz. Peygamber (s.a.) Senede Bir Kere Umre Yapmıştır:
B) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) HACCI
1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Haccı:
2— Hz. Peygamber'in (s.a.) Hac Yolculuğu:
3— Yola Çıkış Tarihi Hakkında Bir Tartışma:
4— Yol Hazırlığı ve Yola Çıkışı:
5— Hz. Peygamber'in (s.a.) Kıran Haccı Yapmış Olduğunun Delilleri:
6— Hz. Peygamber'in (s.a.) Umreleri, Haccı ve İhramı Konusunda Yanılanlar:
7— Bu Görüşleri Savunanların Gerekçeleri ve Hatalarının Açıklanması:
I— Hz. Peygamber'in (s.a.) Umreleri Konusunda Vurulanlar: a) Recep Ayında
Umre Yapiı Diyenler:
b) Şevval Ayında Umre Yaptı Diyenler:
c) Ten'îm'den İhrama Girip Umre Yaptı Diyenler:
d) Hac Sırasında Hiç Umre Yapmadı Diyenler:
e) Umre İhramından Çıkıp Hac İçin İhrama Girdi Diyenler:
II— Hz. Peygamber'in (s.a.) Haccı Konusunda Yanılanlar:
a) Bir Tek Hac Yaptı, Beraberinde Umre Yapmadı Diyenler:
b) Umre İhramından Çıkıp Hac İçin İhrama Girdi Diyenler:
c) Kurban Sevkettiği İçin İhramdan Çıkmadı Diyenler:
d) İki Tavaf ve İki Sa'y ile Kıran Haccı Yaptı Diyenler:
e) ifrâd Haccı Yaptı Diyenler:
III- Hz. Peygamber'in (s.a.) İhramı Konusunda Yamlanlar:
a) Yalnız Umre İçin Telbiye Getirdi Diyenler:
b) Yalnız Hac İçin Telbiye Getirdi
Diyenler:
c) Yalnız Hac îçin Telbiye Getirdi,
Sonra Umreyi Ekledi Diyenler:
d) Yalnız Umre İçin Telbiye Getirdi, Sonra Hacci Ekledi Diyenler:
e) Hangi İbadet İçin Olduğunu Belirlemeden İhrama Girdi Diyenler:
8— Hz. Peygamber'in (s.a.) Mekke'den Çıkışı:
9— Hz. Peygamber (s.a.) Üsfiye'de:
11— Hz. Peygamber (s.a.) Ebvâ'da:
12— Hz. Peygamber (s.a.) Usfan'da:
13— Hz. Âişe'nin Hayız Olması:
a) Bu Konuda Âlimlerin İhtilâfı:
b) Hz. Âişe İlk Önce Hangi İhrama Girmişti?
c) Hz. Âişe'nin Ten'îm'den Yaptığı Umre:
d) Hz. Âişe'nin Bu Umresi tslâm Umresi Yerine Geçer mi?
e) Hz. Âişe'nin Hayızdan Temizlendiği Yer:
14— Haccin Umreye Çevrilmesi ve Bu Konuda Âlimlerin İhtilâfı:
15— Haccın Umreye Çevrilmesine Muhalefet Edenlerin Gerekçeleri:
A) Bu Hadisler Neshedilmiştir:
c) Aksini İfade Eden Hadisler de Vardır:
d) Diğer Görüşleri ve Tenkidi:
16— Hz, Peygamber'in Mekke'ye Girişi:
20— İhramlı Bir Sahabînin Ölümü:
23— Meş'ar-i Haram'da Vakfe Yapması:
29— Öğle Namazını Mekke'de mi, Mina'da mı Kıldı?
30— Mina'ya Dönüp Cemreleri Taşlaması:
36— Kabe'nin İçine Girip Girmediği:
38— Veda Gecesi Sabah Namazını Nerede Kıldığı:
40— Hz. Peygamber'in (s.a.) Haccı Konusunda Yanılgılar:
KURBAN, HAC KURBANI (HEDY) VE AKÎKA KURBANI
3- Kurbanlık Hayvanın Özellikleri:
4- Kurbanını Namazgahta Kesmesi:
2- Kan Akıtılması Hakkında İhtilâf:
3- Akîka Konusundaki Hadisler:
a) Hasan ve Hüseyin İçin Birer Koç Kesilmesi:
b) Erkek İçin İki, Kız İçin Bir koyun Kesilmesi:
5— Kendisi İçin Akîka Kesmesi:
6— Çocuğun Kulağına Ezan Okuması:
E) ÇOCUKLARA AD KOYMA VE SÜNNET EDİLMELERİ KONUSUNDA HZ. PEYGAMBER'İN
(S.A.)
BİRİNCİ BÖLÜM İSİMLER VE KÜNYELER
HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) İSİMLER VE KÜNYELER KONUSUNDAKİ TUTUMLARI
A) İsimler Konusundaki Tutumları
1- Bazı İsimleri Değiştirmesi:
B) KÜNYELER KONUSUNDAKİ TUTUMLARI
2- Ebu'I-Kâsim Künyesini Yasaklaması:
DİLİ KORUMA VE SÖZLERİ SEÇMEDEKİ TUTUMLARI
2- Zamana Sövmenin Yasaklanması:
3- Kaçınılması Gereken Sözler:
HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) DUALARI
2- Uyandığında Yaptığı Dualar:
3- Evinden Çıktığında Yaptığı Dualar:
4- Mescide Girdiğinde Yaptığı Dualar:
5- Sabah ve Akşam Okuduğu Dualar:
7- Evine Girişinde Yaptığı Dualar:
8- Tuvalete Girerken Yaptığı Dualar:
12- Hilâli Gördüğünde Yaptığı Dualar:
HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) SELAMLAŞMA KONUSUNDAKİ
1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Selâm Verişi:
2— Çocuklara ve Kadınlara Selâm Verişi:
6— Ehl-i Kitab'a Selâm Verişi:
HZ.PEYGAMBERİN (S.A.) EVE GİRERKEN İZİN İSTEMESİ
3— İrin İsteyen "Ben!"
Dememeli:
HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) AKSIRMA KONUSUNDAKİ TUTUMLARI
2— Aksıranın Elhamdülillah, Duyanın Yerhamukellah Demesi:
HZ.PEYGAMBERİN (S.A.) YOLCULUK ÂDABI
7— Yolculuktan Dönene Sarılması:
SEKİZİNCİ BÖLÜM BAZI DUA VE TAVSİYELERİ
HZ. PEYGAMBERİN BAZI DUA VE TAVSİYELERİ
1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Nikâh Duaları:
2— Sevinip Böbürlenen Kimseye Öğrettiği Dua:
3— Üzüntülü Bir Kimseyi Görünce Ne Demeli?
4— Uğursuzluğa Karşı Okunacak Bua:
5— Kötü Rüya Gören Kimsenin Okuyacağı Dua:
6—Vesveseye Karşı Okunacak Dua:
7— Öfkelenen Kimsenin Okuyacağı Dua:
8— Hoşlandığı Kimselere Duası:
9— Eşek Anırması, Horoz Ötüşü, Yangın:
10— Her Toplantıda Allah Zikredilmeli:
11— Uykuda Korkan Kimseye Öğrettiği
12— Söylenilmesin! Hoş Karşılamadığı Sözler:
Hz. Peygamber (s.a.) zekâtın
vakti, miktarı, nisabı, kimlere farz olduğu ve nerelere sarfedileceğı
konularında en mükemmel düzenlemeyi getirmiştir. Zekâtta hem mal sahiplerinin,
hem de yoksulların menfaatini gözetmiştir. Allah Teâlâ da zekâtı hem mal, hem
de mal sahibi için bir temizlik aracı kılmış ve zekâtlarını verirlerse
zenginlere, menfaat sağlayacağını belirtmiştir. Malın menfaatini zekâtını
verenler görür. Hatta Allah zekâtını verenin malını korur, artırır ve mala
gelecek tehlikeleri zekât sayesinde savuşturur, zekâtı mala bir sur, bir kale
ve bir bekçi yapar. [1]
Hz. Peygamber (s.a.)
zekâtın dört sınıf maldan verileceğini belirtmiştir ki, bunlar halk arasmda en
çok dolaşan ve insanların zorunlu ihtiyaçları olan mallardır:
1- Ziraî mahsuller ve meyveler,
2- Hayvanlar: Deve, sığır ve davar.
3- Dünyanın
nizamı kendilerine bağlı olan iki mücevher: Altın ve gümüş.
4- Her türlü ticaret malı. [2]
Zekâtın her sene bir kere
verilmesini farz^ kılmıştır. Tahıllar ve meyvelerden zekât alma zamanını,
olgunlaşma ve kıvamına gelme vakti olarak tayin etmiştir. Bu, olabilecek en
âdil düzenlemedir. Çünkü her ay veyahut her cuma verilmesi farz kılınmış
olsaydı mal sahipleri zarar görürdü. Ömürde bir kere verilmesi farz kılınmış
olsaydı yoksullar zarar görürdü. Şu halde her sene bir kere verilmesinin farz
olmasından daha âdil bir düzenleme olamaz. [3]
Sâri', mal
sahiplerinin mallan elde etme yolunda çalışmalarına, malı elde etmenin
kolaylığına veya zorluğuna göre zekâtın mallardan alınacak miktarlarını
birbirinden farklı, ayrı ayrı düzenlemiştir. İnsanın toplu ve biriktirilmiş bir
vaziyette tesadüf ettiği mallardan yani rikâz ( = define)'dan[4] beşte
bir oranında zekât verilmesini farz kılmış ve bunun için üzerinden bir sene
geçmesini itibara almamış, ne zaman bulmuşsa o zaman beşte bir oranında zekât
vermesini farz kılmıştır.
Elde etme zorluğu,
yorgunluğu ve külfeti bundan daha yukan olan mallarda bu oranın yarısı olan
onda bir oranında zekât verilmesini farz kılmıştır. Bu oran, arazilerinin
sürülmesini ve sulanmasını, tohumlarının ekilmesini insanın bizzat kendisinin
yaptığı; kulun herhangibir külfete katlanmasına, su satın almasına, kuyu açıp
dolap çalıştırmasına gerek kalmaksızın Allah'ın (yağmurla) sulamayı bizzat
kendisinin üstlendiği meyvelerde ve ziraî mahsullerde verilmesi farz olan
orandır.
Kulun külfete katlanarak
kovalar, su çeken develer vs. ile sulamayı üstlendiği mahsulatta yirmide bir
zekât verilmesini farz kılmıştır.
Artışı, mal sahibinin
kimi zaman yolculuğa çıkarak, kimi zaman dolaştırarak ve kimi zaman da
bekleyerek aralıksız çalışmasına bağlı bulunan mallarda bunun yarısı yani
kırkta bir oranında zekât verilmesini farz kılmıştır. Kuşkusuz bunun külfeti
ziraî ürün ve meyvelerin külfetinden daha büyüktür. Hem ziraî ürün ve
meyvelerin artışı, ticaretin artışından daha net ve daha fazladır. Bu yüzden
onlardan verilmesi farz olan zekât, ticaret mallarının zekâtından daha fazla
olmuştur. Yağmur ve nehirlerle sulanan mahsulattaki artışın açıklığı kova ve su
develeriyle sulanan mahsulatınkin-den daha fazladır. Kenz ( = gömülü mal,
hazine) gibi biriktirilmiş ve toplu halde bulunan mallardaki artışın açıklığı
ise diğer bütün mallarmkinden daha fazla ve daha nettir.
Her mal az da olsa
denklik taşımadığından dolayı denklik taşıyan mal için, denk olduğu takdir
edilen ve mal sahiplerini fakir düşürmeyen, yoksulların da işini gören
nisablar tayin etmiştir. İşte bu yüzden gümüşün nisabını 200 dirhem,[5]
altınınkini 20 miskal,[6] tahıllar
ile meyvelerinkini 5 vesk[7] —beş
Arap devesi yükü—, davarınkini 40 baş, sığınnkini 30 baş ve deveninkini de 5
baş olarak tayin etmiştir. Ancak develerin nisabı kendi cinslerinden denklik
taşımadığı için beş devede bir koyun verilmesini farz kılmıştır. Beş deve beş
kere tekrarlanıp 25 olduğunda develerin nisabı bir deveyle denklik taşır ve
dolayısıyla bunun verilmesi farz olur.
Develerin çokluğuna, ve
azlığına göre verilmesi farz olanın yaşını, arttırma ve eksiltme suretiyle bir
yaşını doldurmuş ikisine basmış erkek deve (ibn mehâd) ve dişi deve (binti
mehâd); daha yukarısını iki yaşını doldurmuş üçüne basmış erkek deve (ibn
lebûn) ve dişi deve (binti iebûn); daha yukarısını üç yaşını doldurmuş, dördüne
basmış erkek deve (hıkk) ve dişi deve (hıkka) ve daha yukarısını dört yaşını
-doldurmuş beşine basmış erkek deve (ceze') ve dişi deve (cezea) olarak tayin
etmiş ve develerin sayısı arttığında zekât verilecek devenin yaşını da
arttırmış; işte o zaman malın sayısının artımı karşılığında verilmesi gereken
zekâtın sayısının artımım koymuştur. [8]
Zekâtın hikmeti şudur ki,
Sâri', denkleştirme imkânı taşıyan mallarda, mal sahiplerini fakir düşürmeyen
ve yoksullara yeterli olup artık onların başka bir şeye ihtiyaç duymamalarım
sağlayan bir ölçü getirmiş; zenginlerin mallarında fakirlere yeterli olacak
kadar zekâtı farz kılmıştır. Aksi halde her iki taraftan zulüm ortaya
çıkabilirdi. Zengin üzerine farz olanı vermez, alan da hakkı olmayanı alırdı.
Bu yüzden iki taraf arasından yoksullar aleyhine muazzam bir zarar ve şiddetli
bir yoksulluk doğardı. Bu durum onların türlü türlü hile yollarına sapmalarını
ve dilencilikte ısrar etmelerini icabettir irdi. [9]
İşte Rab Teâlâ zekâtın
paylaştırılmasını bizzat kendisi üstlendi ve onu sekiz bölüme ayırdı. O sekiz
bölümü, toplam iki sınıf insan alır: I- İhtiyaçtan dolayı alanlar: İhtiyaçlarının
şiddet ve zayıflığına, çokluk ve azlığına göre alırlar. Bunlar, fakirler,
yoksullar, köleler ve yolculardır. 2- Menfaatleri için alanlar: Zekât
memurları;' kalbleri İslamiyet'e ısındırılacak olanlar (müellefe-i kulûb),
durumunu düzeltmek için borçlananlar ve Allah yolunda cihad eden gaziler. Şu
halde şayet alan kimse muhtaç değilse ve onda müslümanların bir faydası yoksa
onun zekâtta payı da yoktur.
Hz. Peygamber (s.a.)
bir insanın zekâta müstehak olduğunu bilirse ona zekât verirdi. Şayet zekâta müstehak
olan biri kendisinden ister, fakat kendisi o kimsenin durumunu bilmezse ona,
zenginin ve çalışıp, kazanan güçlü kimsenin zekâtta nasibi olmadığını
bildirdikten sonra zekât verirdi.[10]
Zekâtı, vermeleri gereken kimselerden alıp lâyık olanlara verirdi.
Zekâtı, malın bulunduğu
şehirdeki hak sahiplerine paylaştırırdı. Şayet mal, o şehir halkına
dağıtıldıktan sonra artarsa kendisine getirilir ve Hz. Peygamber (s.a.) bizzat
dağıtırdı. Bu yüzden zekât tahsildarlarını bâdiyele-re gönderir, köylere
göndermezdi. Hatta Muaz b. Cebel'e zekâtı, Yemen halkının zenginlerinden alıp
onların fakirlerine vermesini emretti; zekâtı alıp kendisine getirmesini
emretmedi. [11]
Zekât tahsildarlarını
yalnızca sürüler, ziraî mahsuller ve meyveler gibi görünen açık mal sahiplerine
gönderirdi. Hurma sahiplerine, ağaçlarındaki hurmaları tahmin edecek, kaç vesk
geleceğini araştıracak ve böylece onların ne kadar zekât vermeleri gerektiğini
hesaplayacak bir tahminci (-hâns) gönderirdi[12]
Hurmalara gelebilecek afetlerden dolayı tahminciye, ağaçtaki hurmanın üçte
birini veya dörtte birini mal sahiplerine terketmesini, bu miktar hurmayı
tahminde hesaba katmamasını emrederdi.[13] Bu
tahminî ölçüm işi, meyveler yenmeden ve koparılmadan önce zekât hesaplansın,
sahipleri istedikleri şekilde tasarrufta bulunsunlar ve zekât miktarını tazmin
etsinler diye yapılmaktaydı. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.), kendileriyle
müsâkât ve müzâraat akdi[14]
yaptığı Hayberlilere tahminci gönderir, meyveleri ve ziraî mahsulleri tahminî
olarak hesaplattırır ve bunların yansını onlara tazmin ettirirdi. Onlara
Abdullah b. Ravâha'yı göndermişti. Ona rüşvet vermek istediler. Bunun üzerine
Abdullah: "Bana haram mı yedireceksiniz?! Vallahi, ben size, en sevdiğim
insanın yanından geldim. Siz benim gözümde maymun ve domuz sayılmanızdan daha
iğrençsiniz. Size nefretim ve O'na olan sevgim beni» size âdil davranmamaya
sevket-mez." dedi. Onlar da bu sözler üzerine: "îşte bununla gökler
ve yeryüzü ayakta durur." dediler.[15]
Hz. Peygamber (s.a.)
atlardan, kölelerden, katırlardan, merkeplerden*öîçülemeyen ve muhafaza edilip
saklanılamayan sebzelerden, karpuz ve kavundan, salatalık ve acurdan, üzüm ve
hurma dışındaki meyvelerden zekât almazdı. Üzüm ve hurmanın zekâtım toplu alır,
kurumuş-kurumamış ayırt etmezdi. [16]
Bal .konusunda Hz.
Peygamber'den (s.a.) farklı rivayetler aktarılmıştır. Ebu Davud, Amr b. Şuayb
— babası — dedesi senediyle rivayet eder ki, Müt'ânoğullarmdan Hilâl adında
birisi Allah RasûKVne (s.a.), arılarından elde ettiği balın öşrünü (onda
birini) getirmiş ve O'ndan "Selebe" adındaki bir vadiyi arıların bal
toplama yeri olarak tayin etmesini istemişti. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.)
o vadiyi anlar için bal toplama yeri olarak tayin etmişti. Hz. Ömer
İbnü'l-Hattâb (r.a.) halife olunca, Süfyan b. Vehb bir mektup yazıp bunu sordu.
Hz. Ömer cevap olarak şöyle yazdı: "Şayet Allah Rasûlü'ne (s.a.) ödediği,
arılarından elde ettiği balın öşrünü sana da öderse Selebe'yi onun arılarının
bal toplama yeri olarak bırak. Aksi takdirde arı, yağmur sineğidir..(Bal yapmak
için yağmurlu ve bitek arazi arar). Oralardan dileyen arısına bal toplatabilir.
(Yani dağlarda bulunan balı toplamada önce gelen daha haklıdır.)"[17]
Bu hadisin bir diğer
rivayetinde: "Her on tulum baldan bir tulum zekât verilir."
denmektedir[18]
İbn Mâce'nin,
Sözen'inde Amr b. Şuayb — babası — dedesi senediyle rivayetine göre Hz.
Peygamber (s.a.) baldan öşür almıştır[19]
İmam Ahmed'in
Müsned'indc rivayet* edildiğine göre Ebu Seyyare el-Müteî diyor ki: Hz.
Peygamberce (s.a.) "Ey Allah'ın Rasûlü! Benim arılarım var." dedim.
"Öşür ver." buyurdu. "Ey Allah'ın Rasûîü! Arıların bal topladığı
yeri bana ayır" dedim. O da benim için orasını arılarımın bal toplama yeri
olarak tayin etti.[20]
Abdürrezzak'ın,
Abdullah b. Muharrer — Zührî — Ebu Seleme —Ebu Hureyre senediyle rivayetine göre
Allah Rasûlü (s.a.) Yemenlilere baldan öşür alınmasını yazdı.[21]
Şafiî'nin, Enes b.
Iyâz — Haris b. Abdurrahman b. Ebu Zübâb — babası Abdurrahman senediyle
rivayetine göre Sa'd b. Ebu Zübâb anlatıyor: Allah Rasûlü'ne (s.a.) gelip
müslüman oldum. Sonra: "Ey Allah Rasûlü! Kavmimin mallarını müslüman
oldukları zamandaki şekliyle bırak." dedim. Allah Rasûlü (s.a.) de öyle
yaptı ve beni onlara zekât memuru olarak tayin etti. Sonra Ebu Bekir (r.a.) ve
ondan sonra da Hz. Ömer (r.a.) beni zekât memuru tayin etti. —Râvi diyor ki:
Sa'd, Serât halkın-dandı.— Bal konusunda kavmimle konuştum ve onlara:
"Balda zekât vardır. Zekâtı verilmeyen bir gelirde hayır yoktur."
dedim. "Acaba ne kadar verilecek, senin bu konudaki görüşün nedir?"
diye sordular. "Öşür = onda bir" dedim ve onlardan öşür aldım. Hz.
Ömer İbnü'l-Hattâb (r.a.) ile karşılaştım. Ona olanı haber verdim. Hz. Ömer
aldığım öşrü benden aldı (ve sattı), sonra parasını müslümanların zekâtları
arasına (hazineye) koydu.[22] Bu
hadisi İmam Ahmed rivayet etmiştir. Metin Şafiî'ye aittir. [23]
İlim adamları bu
hadislerde ve hadislerin ifade ettiği hükümde ihtilâf etmişlerdir: Buharı:
"Balın zekâtı konusunda hiç sahih hadis yoktur.", Tirmizî: "Bu
konuda Hz. Peygamber'den (s.a.) aktarılan rivayetlerin çoğu sahih
değildir.", İbnü'l-Münzir: "Balın zekâtının farz olduğuna dair ne
Allah Rasûlü'nden (s.a.) sabit bir hadis, ne de bir icmâ vardır. Balda zekât
yoktur." ve Şafiî: "Baldan öşür alınacağı yolundaki hadis zayıftır; öşür
alınmayacağı konusundaki hadis de zayıftır. Ancak bu ikincisi hakkında Ömer b.
Abdülaziz'den sahih bir rivayet vardır." demiştir.
Bunlar diyorlar ki:
Farz olduğunu ifade eden bütün hadisler illetlidir:
1- İbn Ömer
hadisi: Bu hadis Sadaka b. Abdullah b. Musa b. Yesâr —Nâfi'— îbn Ömer senediyle
rivayet edilmiştir, İmam Ahmed, Yahya b.Maîn ve başkaları senedde geçen Sadaka
adlı râviyi zayıf saymışlar; Buharı: "Bu hadis Nâfi* yoluyla Hz.
Peygamber'den (s.a.) mürsel olarak rivayet edilmiştir." ve Nesâî:
"Sadaka bir hiçtir. Bu hadis münkerdir." demiştir.
2- Ebu Seyyare el-Müteî hadisi: Süleyman b.
Musa, Ebu Seyyâre'den rivayet etmiştir. Buharî: "Süleyman b. Musa, Allah
RasûhVnün (s.a.) ashabından hiçbirine yetişmemiştir." diyor.
3- Hz. Peygamberdin (s.a.) baldan öşür aldığı yolundaki
öteki Amr b. Şuayb hadisi: Bu hadisin senedinde Amr'dan rivayette bulunan Üsame
b. Zeyd b. Eşlem vardır. Onlara göre bu râvi zayıftır. İbn Maîn: "Zeyd'in
üç oğlu da hiçtir" ve Tirmizî: "Zeyd b. Eslem'in çocukları arasında
sika bir râvi yoktur." diyor.
4- Zührî —
Ebu Seleme — Ebu Hureyre senediyle rivayet edilen hadis, Zührî'den bu hadisi
rivayet eden Abdullah b. Muharrer'den arınmış olsa ne açık bir delil olurdu!
Buharî, onun bu hadisi hakkında: "Abdullah b. Muharrer'in rivayet ettiği
hadis terkolunur (metruktür). Balın zekâtı konusunda hiç sahih hadis
yoktur." diyor.
5- Şafiî'nin (r.h.) hadisine gelince: Bu hadisi
Beyhakî, Salt b. Muham-med — Enes b. Iyâz — Haris b. Abdurrahman (yani İbn Ebu
Zübâb) — Müneyyir b. Abdullah — babası Abdullah — Sa'd b. Ebu Zübâb senediyle
rivayet etmiş; yine aynı senedle Safvân b. İsa, Haris b. Ebu Zübâb'-dan rivayet
etmiştir. Buharî: "Sa'd b. Ebu Zübâb'dan rivayette bulunan Müneyyir'in
babası Abdullah'ın rivayet ettiği hadis sahih olmaz. Bana Ali b. el-Medînî: Bu
Müneyyir'i, bü hadis dışında hiç tanımıyoruz, dedi." diyor. Şâfıî diyor
ki: "Sa'd b. Ebu Zübâb'm aktardığı rivayet göstermektedir ki, Allah
Rasûlü (s.a.) ona baldan zekât almasını emretmemiştir, bu yalnızca onun kendi
görüşüdür ve bal sahipleri için, verdikleri bu zekât, nafile sadaka yerine
geçmektedir." Yine Şafiî diyor ki: "Kendilerinden zekât alınan
şeyler hakkında hadisler ve sahabe tatbikatı sabittir. Bu konuda ise sabit
değildir. Herhalde baldan zekât muaf tutulmuştur."
Yahya b. Âdem'in,
Hüseyn b. Zeyd — Cafer b. Muhammed — babası Muhammed senediyle rivayetine göre
Hz. Ali (r.a.): "Balda zekât yoktur." demiştir[24]
Yahya: "Hasan b.
Salih'e bal soruldu; onda gerekli bir şey görmedi.'diyor ve Muaz'm baldan hiç
bir şey almadığını kaydediyor.
Humeydî'nin, Süfyan —
İbrahim b. Meysera — Tavus senediyle rivayetine göre Muaz b. Cebel'e baldan ve
zekât nisabına ulaşmayan sığırdan zekât getirildi. Muaz: "Allah Rasûlü
(s.a.) bana, bu ikisinden herhangi bir şey almamı emretmedi." dedi.[25]
Şafiî'nin Mâlik'den
rivayetine göre Abdullah b. Ebu Bekir diyor ki: Ömer b. Abdülaziz'den (r.a.)
babama Mina'da bulunuyorken at ve baldan zekât almamasını emreden bir mektup
geldi.[26]
Mâlik ve Şafiî bu görüşü benimsemişlerdir. [27]
Ahmed, Ebu Hanife ve bir
grup âlim baldan zekât verilmesi görüşünü benimsemiştir. Onların görüşüne göre
bu rivayetler birbirlerini takviye ederler. Pek çok yoldan değişik senedlerle
rivayet edilmişlerdir. Mürsel olanları, müsned olanlarını güçlendirir. Ebu
Hatim er-Râzî*ye: (<Müneyyir'in babası Abdullah'ın Sa'd b. Ebu Zübâb'dan
rivayet ettiği hadis sahih midir?" diye sorulduğunda "Evet"
cevabını vermiştir.
Bunlar diyorlar ki:
Zira bal, ağaçların çiçeklerinden ve kır çiçeklerinden meydana gelir;
ölçülebilir, saklanabilir bir maldır. Bu yüzden tahıllar ve meyvelerde olduğu
gibi onda da zekât vaciptir. Onun elde edilmesindeki külfet, ziraî mahsuller ve
meyvelerdeki külfetten aşağıdır.
Ayrıca Ebu Hanîfe
diyor ki: Şayet bal, Öşrî arazideki andan elde ediliyorsa zekât olarak öşür
(1/10) gerekir. Eğer harâc araziden elde ediliyorsa hiçbir şey gerekmez. Çünkü
harâc arazinin sahibi, arazide elde ettiği meyvelerden ve ziraî mahsullerden
dolayı harâc vermekle mükelleftir. Harâc arazide, mahsullerden dolayı bir başka
hak gerekmez. Öşrî arazide ise sahibinin zimmetinde, bu araziden dolayı bir
hak gerekmez. Bu yüzden ondan elde edilen şeylerden hakkın alınması gerekir.
İmam Ahmed bu konuda
her iki araziyi eş tuttu ve arazî ister öşrî, ister harâcî olsun kişinin kendi
mülkünden yahut Ölü (mevat) araziden elde etmiş olduğu baldan zekât alınmasını gerekli gördü.
Balda zekâtı gerekli
görenler bunun belli bir nisabı olup olmadığında ihtilâf etmişler ve ortaya iki
görüş atmışlar: 1- İster az, ister çok olsun zekât gerekir. Bu Ebu Hanîfe'nin
(r.h.) görüşüdür. 2- Muayyen bir nisabı vardır. Bu görüşü kabullenenler nisabın
miktarında ihtilâf etmişlerdir: Ebu Yusuf 10 rıtıl ve Muhammed b. Hasan 5
feraktir diyor. Ferak, 36 Irak rıtlına eşittir. Ahmed, balın nisabı 10 ferak
diyor. Sonra Hanbelî âlimleri ferak konusunda üç görüş ortaya atmak suretiyle
ihtilâf etmişlerdir: 1) Ferak, 60 ntıldır, 2) 36 rıtıldır, 3) 16 ntıldır. İmam
Ahmed'in sözünden anlaşılan bu (üçüncüsü)dür. En iyi bilen Allah'dır. [28]
Bir adam zekât
getirdiği zaman Hz. Peygamber (s.a.) ona dua eder; bazan "Allah'ım! Bu
adama bolluk ver, develerini bereketlendir.'[29] ve
bazan da "Allah'ım! Bu şahsa rahmet ve mağfiret eyIe."[30] diye
dua ederdi. Zekâtta malların en iyilerini değil, malın vasat kalitelisini
alırdı. Bundan dolayı Muaz'a, malların en iyilerini almamasını emretmiştir[31]
Hz. Peygamber (s.a.),
zekât veren kimseye, verdiği zekâtı satın almayı yasaklamıştır.[32]
Fakir kimsenin kendisine verilen zekâttan zengine hediye etmesi halinde o
zenginin zekâttan yemesini mubah sayardı. Bizzat Hz.
Peygamber (s.a.), Berîre'ye zekât olarak
verilen etten yemiş ve: zekâttır ve bize ondan hediyedir." demiştir.'[33]
(Bu, ona
Zaman zaman zekât mallarından
müslümanların yararına borç alıp kullanırdı. Nitekim bir keresinde bir ordu
donatmış, develer tükenmişti. Bunun üzerine Abdullah b. Amr'a zekât
develerinden almasını emretti.[34]
Zekât develerine kendi
eliyle damga vururdu[35]
Damgayı develerin kulaklarına vururdu. Başına bir iş geldiğinde zekât verecek
kimselerden zekâtı vaktinden önce alırdı. Nitekim (amcası) Hz. Abbas'tan (r.a.)
iki senelik zekâtı vaktinden önce almıştır.[36]
Allah Rasûlü (s.a.)
fıtır sadakasını müslümana ve onun bakımım üstlendiği küçük-büyük, erkek-kadm,
hür-köle herkese hurmadan bir sa\ yahut arpadan bir sa', yahut keş denen
yoğurt kurusundan bir sa', yahut da kuru üzümden bir sa' olarak farz kıldı[37]
Bir rivayette
"yahut undan bir sa' " denmekte ve bir rivayette de "buğdaydan
yarım sa' ", şeklinde kaydedilmektedir[38]
Bilinen odur ki, bu
sıralanan şeylerden biri sa' yerine, buğdaydan ya-rım sa'ı, Hz. Ömer
Îbnü'l-Hattâb koymuştur. Bunu Ebu Davud kaydetmektedir[39]
Sahihayn'daki rivayete
göre bunu bu*şekilde değerlendiren Muâviye'-dir[40] Bu
konuda Hz. Peygamber'den (s.a.) mürsel ve müsned haberler aktarılmıştır; bu
haberler birbirini takviye eder. Bu hadislerden bazıları şunlardır:
a) Abdullah b. Sa'lebe yahut Sa'lebe b. Abdullah
b. Ebu Suayr'm, babasından rivayet ettiğine göre Allah Rasûlü (s.a.): "Her
iki kişi için buğdaydan bir sa' vermek gereklidir." buyurmuştur. Bu
hadisi İmam Ahmed ve Ebu Davud rivayet etmiştir.[41]
b) Amr b. Şuayb'ın, babasından, onun da
dedesinden rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) Mekke sokaklarında şunu ilan
etmesi için bir tellal gönderdi: "Fıtır sadakası, erkek-kadın, hür-köle,
küçük-büyük her müslü-mana buğdaydan iki müd yahut onun dışındaki bir şeyden
verilecekse bir sa' yiyecek olmak üzere vacibtir." Tirmizî: "Bu
hadis, hasen-garîbtir." diyor[42]
c)
Dârakutnî'nin İbn Ömer'den (r.a.) rivayet ettiği bir hadise göre Allah Rasûlü
(s.a.), fıtır zekâtı konusunda Amr b. Hazm'a, buğdaydan yarım sa' vermesini
emretti.[43] Bu hadisin senedindeki
Süleyman b. Musa'yı kimileri sika sayarken, kimileri de onun hakkında laf
etmişlerdir.
d) Hasan el-Basrî anlatıyor: İbn Abbas,
Ramazan'm sonunda Basra minberinde okuduğu hutbede dedi ki: Orucunuzun
sadakasını verin. Herhalde halk bilmiyor. Burada bulunan Medineliler, kalkın
kardeşlerinize öğretin. Zira onlar bilmiyorlar ki, Allah Rasûlü (s.a.) bu sadakayı,
hür-köle, erkek-kadın, küçük-büyük herkese hurmadan yahut arpadan bir sa' veya
buğdaydan yarım sa', olarak farz kıldı. Hz. Ali (r.a.) geldiğinde fiyatların
ucuzluğunu gördü ve "Allah size bolluk vermiş. Fıtır sadakasını her şeyden
bir sa' verseydiniz ya!" dedi. Bu rivayeti bu metinle Ebu Davud kaydetmiştir.
Nesâî ise şu şekilde kaydediyor: Bunun üzerine Hz. Ali: "Allah size bolluk
verdiği zaman siz de bollaştirın. Fıtır sadakasını buğdaydan ve diğer şeylerden
bir sa' verin." dedi.[44]
Üstadımız bu görüşü
destekler ve derdi ki: îmam Ahmed'in, keffâret-lerde buğdaydan, diğer şeylerden
verilmesi gerekenin yansı verilir görüşüne kıyasla elde edilecek sonuç da' budur. [45]
Hz. Peygamber (s.a.)
bu sadakayı bayram namazından önce verirdi. Sünen'dz O'nun şöyle buyurduğu
kaydedilir: "Kim bu fıtır sadakasını namazdan önce verirse, makbul bir
zekât yerine geçer. Kim namazdan sonra verirse bu da herhangi bir sadaka yerine
geçer."[46]
Sahihayn'dz tbn
Ömer'den rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) fıtır zekâtının, insanlar
namaza çıkmadan önce verilmesini emretmiştir.[47]
Bu iki Hadis gereğince
fıtır sadakasının bayram namazından sonraya tehir edilmesi caiz değildir ve
namazdan çıkmakla fıtır sadakası kaçırılmış olur. Doğru olan budur. Zira bu iki
hadisle çelişen, bunları nesheden bir delil ve bu hadislerle hüküm vermeyi
engelleyen bir icmâ yoktur. Üstadımız bu görüşü destekler ve kollardı. Bu
meselenin bir benzeri de, kurban kesiminin sıra itibariyle namazın vaktini
değil, imamın namazım takip etmesi meselesidir. Zira kim imamın namazı
kıldırmasından önce kurbanını keserse kestiği hayvan kurban olmaz, et için
kesilmiş bir hayvan olur. Öteki meselede doğru olan yine budur. Her iki yerde
de Allah Rasûlü'nün (s.a.) tavrı böyledir.
[48]
Hz. Peygamber (s.a.)
bu sadakayı yoksullara tahsis etmiştir. Bunu, birer tutam birer tutam sekiz
sınıfa paylaştırmazdı. Ne kendisi böyle bir şeyi emretmiş, ne sahabîlerden biri
ve ne de onlardan sonra gelenler böyle bir şey yapmıştır. Hatta mezhebimizdeki
iki görüşten birine göre fıtır sadakası özellikle yoksullara verilmelidir, bu
sadakanın onlardan başkasına verilmesi caiz değildir. Bu görüş fıtır
sadakasının.sekiz sınıfa paylaştırılmasını farz sayan görüşten daha tercihe
şayandır. [49]
Hz. Peygamber (s.a.),
sahibi bulunduğu mallardan en çok sadaka veren insandı. Allah Teâlâ için
verdiği herhangi bir şeyi ne çok, ne az görürdü. O'nun yanında herhangi bir
kimse bir şey istese az olsun, çok olsun mutlaka o şeyi verirdi. Fakirlikten
korkmayan kimsenin verişi gibi bağışta bulunurdu. O'na göre bağışta bulunmak,
sadaka vermek en sevimli bir şeydi. Verdiğinden dolayı duyduğu sevinç ve neşe,
alan kimsenin aldığı şeyden dolayı duyduğu sevinçten daha büyüktü. Hayır
yolunda en çok cömertlik gösteren insandı. Sağ eli esen rüzgâr gibiydi.
Karşısına bir muhtaç
çıksa onu, kendisine tercih eder; bazan yedirmek, bazan da giydirmek suretiyle
ikramda bulunurdu. Bir şey verme ve sadaka etme konusunda türlü türlü yollara
başvururdu: Bazan hibe, bazan sadaka, bazan hediye suretiyle; bazan da Câbir'in
devesinde yaptığı[50] gibi
bir şeyi satın alıp sonra satıcıya hem parayı hem de aldığı şeyi verme
suretiyle ve bazan da bir şey ödünç alıp geri verirken aldığından daha çok,
daha üstün ve daha büyük olarak onu verme[51]
suretiyle bağışlarda bulunurdu. Bir şeyi satın alır, fiyatından daha çok para
verirdi. Hediye kabul eder, karşılığında ondan daha çok yahut kat kat fazla
hediye sunardı. Böylece sadaka ve ihsanın mümkün olan her yoluna başvurmuş,
nezaket ve incelik göstermiştir. Hem sahibi olduğu şeylerle, hem davranışıyla
ve Kem de sözüyle sadaka ve ihsanda bulunurdu. Yanında bulunanı verir, sadaka
verilmesini emir ve teşvik eder; davranışıyla, sözüyle sadaka vermeye çağırırdı.
Pinti, cimri bir kimse O'nu gördüğünde O'nun bu hali, o kişiyi ihsanda
bulunmaya, bağış yapmaya çağırırdı. O'nunla hemdem olan, bir arada bulunan ve
O'nun sîretini gören, kendisini cömertlikten ve hayır yapmaktan alıkoyamazdı. [52]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) sîreti, ihsanda bulunmaya, sadaka vermeye ve iyilik yapmaya çağırırdı.
Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.) gönlü en geniş, nefsi en hoş ve kalbi en
yumuşak insandı. Çünkü sadaka vermenin ve iyilik yapmanın gönül genişliğinde
insanı hayrette bırakan bir tesiri vardır. Bir de üstelik, O'na mahsus olmak
üzere Allah, O'nun gönlünü nübüvvet ve risâlet ve bunun hususiyetleriyle, buna
bağlı hususlarla genişletmiş; ayrıca gözle görülür bir şekilde maddi olarak da
O'nun göğsünü genişletmiş ve şeytanın nasibini oradan çıkarmıştır. [53]
1- Gönlü
genişleten sebeplerin en büyüğü tevhiddir. O'nun kemâline, kuvvetine ve
fazlalığına göre sahibinin gönlü genişler. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
"Ya Allah'ın
gönlünü İslâm'a açtığı kimse? İşte Rabbin'den bir nur üzere olan [54]
"Allah, kimi
hidayete erdirmek isterse onun gönlünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse,
sanki göğe yükseliyormuşcasına o kimsenin gönlünü dar ve sıkışık kılar. [55]
O halde hidayet ve
tevhîd, gönlü genişleten; şirk ve sapıklık da gönlü daraltan sebeplerin en
büyüğüdür.
2- Allah'ın,
kulun kalbine attığı nur, iman nuru: Bu nur, gönlü açar, genişletir ve kalbi
ferahlatır. Bu nur, kulun kalbinden kaybolduğu zaman kalb daralır, sıkışır ve
en dar, en güç bir hapishane şeklini alır.
Tirmizî'nin Cami' adlı
eserinde rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.): "Nur, kalbe girince kalb
açılır, genişler." buyurdu. ''Bunun alâmeti nedir, ey Allah'ın
Rasûlü?" diye sordular. "Ebedîlik yurduna yönelmek, aldanma
yurdundan yüz çevirmek ve gelmeden önce ölüme hazırlanmak.'* diye
cevap verdi.[56] O
halde kul bu nurdan nasibi oranında gönül genişliği elde eder. Duyularla
hissedilen nur ve karanlık da böyledir. Biri gönlü genişletir, diğeri
daraltır.
3- îlim:
Gönlü açar, genişletir ve hatta ilim sayesinde gönül, dünyadan daha geniş olur.
Cehalet ise gönülde darlık, sıkışıklık ve kapalılık meydana getirir. Kulun ilmi
genişledikçe gönlü de açılır, genişler. Bu, her ilim için sözkonusu değildir.
Hz. Rasûl'den (s.a.) aktarılan ilim için söz konusudur ve faydalı ilim de odur.
Bu ilme sahip olanlar, gönülleri en açık, kalbleri en geniş, ahlâkları en güzel
ve yaşayışları en hoş insanlardır.
4- Tevbe edip Allah Teâlâ'ya dönmek, bütün
kalbiyle O'nu sevmek, yüzünü O'na çevirmek ve O'na ibadetten zevk almak: Kulun
gönlünü bundan daha iyi açan bir şey yoktur. Hatta zaman zaman "Böyle bir
vaziyette cennette olsam, o vakit ben gerçekten hoş bir hayat içindeyim
demektir." der. Gönlün açılması, nefsin hoş olması ve kalbin yumuşaması
konusunda sevginin insanı hayrette bırakan bir tesiri vardır. Bunu ancak
hissedenler bilir. Sevgi ne kadar güçlü ve ne kadar şiddetli olursa gönül de o
kadar daha geniş ve daha açık olur. Sadece bu halden sıyrılmış tembelleri gördüğünde
daralır. Onları görme o kimsenin gözünün çöpü ve onlarla birlikte bulunma
ruhunun hummasıdır.
Allah Teâlâ'dan yüz
çevirme, kalbin O'ndan başkasına bağlanması, O'nu hatırlamaktan gaflet gösterme
ve O'ndan başkasını sevme gönül darlığının en büyük sebeplerindendir. Zira
Allah'dan başkasını seven onunla azap görür ve kalbi o başka varlığın sevgisi
içine hapsolur. Artık yeryüzünde ondan daha bedbaht, hali daha perişan, hayatı
daha güç ve kalbi daha bitkin kimse yok demektir. îşte iki sevgi! Birisi
dünyanın cenneti, nefsin sevinci, kalbin lezzeti, ruhun nimeti, gıdası ve
devası hatta hayatı, gözünün nuru, Bu sevgi bütün kalble tek olan Allah'ı
sevmektir; temayül güçlerinin, iradenin ve sevginin hepsinin O'na doğru
çekilmesidir. Diğeri ruhun azabı, nefsin gamı, kalbin hapishanesi, gönlün
darlığı olan sevgi. Bu sevgi elemin, kederin ve zahmetin sebebidir. îşte bu,
Allah Teâlâ'dan başkasını sevmedir.
5- Gönül
açıklığının sebeplerinden biri de her hal ve her yerde devamlı Allah'ı
zikretmedir. Gönül açıklığı ve kalb yumuşaklığında zikrin insanı hayrette
bırakan bir tesiri vardır. Gafletin de gönül darlığı, kapalılığı ve azabı
konusunda yine insanı hayrette bırakan bir etkisi vardır.
6- Halka ihsanda bulunma, sahip olduğu mal ve
makam imkânlarını onların istifadesine sunma, bedeniyle fayda sağlama ve türlü
türlü ihsan yollarına başvurma: İhsanlarda bulunan cömert kimse gönlü en geniş,
nefsi en hoş ve kalbi en yumuşak insandır. Hiçbir ihsanda bulunmayan cimri
kimse ise gönlü en dar, hayatı en güç, gam ve tasası en büyük olan insandır.
Sahih'de kaydedilen bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.) cimri ile sadaka verip
cömertlik yapanı üzerlerinde demirden birer kalkan (cübbe) bulunan iki adama
benzetiyor: Cömert kişi, bir sadaka vermeye karar verince üzerindeki demir
cübbe genişler, yayılır, nihayet o kişi elbisesini ardınca sürüklemeye ve
izlerini silmeye başlar.Cimrinin her ne zaman aklından sadaka vermek geçse
cübbenin herbir demir halkası yerine yapışır, o cimri kişinin üzerindeki bu
cübbe genişlemez.[57] İşte
sadaka veren mü'min kimsenin gönül açıklığı ve kalb genişliğinin misâli ile
cimri kimsenin gönül darlığının ve kalb kapalılığının misâli!
7- Cesaret:
Yiğit ve cesur kimsenin gönlü açık, içi geniş ve kalbi ferahtır. Korkak ise
gönlü en dar, kalbi en kapalı insandır; onda ne ferahlık, ne sevinç, ne lezzet,
ne de mutluluk vardır. Varsa ancak hayvanlarınki cinsindendir. Ruhun sevinci,
lezzeti, mutluluğu ve neşesi ise herbir cimri kimseye ve herbir Allah Teâlâ'dan
yüz çevirmiş, O'nun zikrinden gafil, O'nu, isimlerini, sıfatlarını ve dinini
bilmeyen, kalbi O'ndan başkasına bağlanmış kimseye nasü haramsa herbir korkak
kimseye de öylece haramdır. Çünkü bu mutluluk ve sevinç kabirde bahçe ve cennet
olur. Bu darlık ve kapalılık ise kabirde azap ve hapse döner. Mutluluk —azap,
hapis— serbestlik bakımlarından kulun kabirdeki hali tıpkı kalbin göğüsteki
hali gibidir. Bunun gelip geçici bir halle gönlünün genişlemesine, şunun da
yine gelip geçici bir durumla gönlünün daralmasına itibar edilmez. Zira gelip
geçici durumlar, sebeplerinin ortadan kalkmasıyla yok olurlar. Asıl itimad
edilecek husus, kalbte yerleşip genişlemesine veya daralmasına sebep olan sıfattır.
İşte bu sıfat ölçüdür. Kendisinden yardım istenilen yalnız Allah'dır.
8- Gönül genişliğinin sebeplerinden hatta en
büyük sebeplerinden biri de kalb darlığına ve azabına sebep olan, kalbin şifa
bulmasını engelleyen kötü
sıfatlardan kalb vadisini temizlemek: İnsan, gönlünü genişleten sebeplere
başvurup da bu kötü vasıflan kalbinden çıkarmazsa gönlünün genişlemesinden
hiçbir fayda görmez. Neticede kalbinde, her ikisi de revaçta iki madde bulunur
ve o kimse bunlardan, kendisine ağırlığını koyan maddeye göre hareket eder.
9- Boş yere
bakma, konuşma, dinleme, insanlarla bir arada bulunma, yeme ve uyumayı
terketme: Çünkü bu fuzulî şeyler kalbi saran, hapseden, daraltan ve azaba
uğratan birtakım elemler, gamlar, tasalar haline dönüşür. Hatta dünya ve âhiret
azabının çoğunluğu bunlardandır. Sübhanallah! Bu afetlerin her birinden bir ok
isabet etmiş kimsenin gönlü ne dar, yaşayışı ne zor, hali ne kötü ve kalbi ne
de şiddetli kuşatılmış! Sübhanallah! Şu güzel huyların her birinden bir ok
isabet etmiş, bütün düşüncesi onlara dair olan ve onların çevresinde dönüp
dolaşan kimsenin hayatı ne mutlu! İşte birinin, "İyiler, şüphesiz nimet
içindedirler." âyetinden[58] bol
nasibi ve diğerinin de "Kötüler şüphesiz cehennemdedirler." âyetinden[59]bol
nasibi vardır. Bu ikisi arasında sayılarını ancak Allah Teâlâ'nın bilebilceği
kadar çok, birbirinden farklı mertebeler vardır.
Sözün özü: Allah
Rasûlü (s.a.) gönül açıklığına, kaîb genişliğine, gözün aydın olmasına ve
rahat hayat bulmasına sebeb olan her bir sıfata en mükemmel bir şekilde sahip
insandı. O, kendisine mahsus olan maddi açılma yanında bu şekil açılma, hayat
bulma ve göz aydınlığı konularında da en mükemmel insandı. O'na en mükemmel
şekilde uyan kimse, kalb açıklığı ve lezzetine, göz aydınlığına en mükemmel
şekilde sahip insandır. O'na uyma derecesine göre kul, ulaşabildiği gönül
genişilğine, göz aydınlığına ve ruh lezzetine ulaşır. Hz. Peygamber (s.a.)
gönül genişliği, isim yüceliği ve günahsızlığı konularında mükemmelliğin
zirvesindeydi. O'na uyanların bundan nasipleri, O'na uyma derecelerine
göredir. Kendisinden yardım istenen yalnız Allah'tır.
Aynı şekilde O'na
uyanları Allah'ın koruyup kollaması, kötülüklerden uzak tutması, üstün kılması
ve onlara yardım etmesi de onların uyma derecelerine göredir. Az uyan var, çok
uyan var. Kim bir hayır bulursa Allah'a hamdetsin. Kim
de bundan başka
bir şey bulursa
ancak kendisini
kınasın[60]
Oruçtan beklenen gaye,
nefsi şehevî arzulardan alıkoymak, alışkın olduğu şeylerden koparmak ve şehevî
gücünü düzene sokmak suretiyle onun, içinde mutluluk ve rahatının zirvesi
bulunan şeyi arama ve ebedî hayatı sözkonusu olan, kendisini arındıracak
şeyleri kabul etme istidadı elde etmesini sağlamadır. Açlık ve susuzluk nefsin
hiddet ve şiddetini kırar, açlıktan ciğerleri yanan yoksulların halini
düşündürür. Yenen ve içilen şeylerin yollarının daralmasıyla şeytanın insandaki
dolaşım alanları daralır. Organlarda bulunan güçlerin dünya ve âhiret
hayatında bu organlara zararlı olacak şekilde tabiatın hükmüne boyun eğmeleri
engellenmiş olur. Oruç, her bir organı ve her bir gücü yatıştırır, sahibine isyan
edemez hale getirir ve organlar oruç gemi île gemlenir. Oruç, takva
sahiplerinin gemi, muharible-rin kalkanı, iyilerin ve Allah'a yakın olanların
riyazetidir. Diğer ameller arasında halisane olanı âlemlerin Rabbi için tutulan
oruçtur. Çünkü oruçlu hiçbir şey yapmaz; yalnızca şehvetini, yemesini ve
içmesini Mâbud'u için terkeder. Oruç, Allah sevgisini ve rızasını tercih edip
nefsin sevdiği ve lezzet aldığı şeyleri terketmektir. Oruç, kul ile Rabbi
arasında bir sırdır, O'-ndan başkası bu sırdan haberdar olamaz. Kullar,
görünüşte oruç bozucu şeyleri kişinin terketmiş olmasına muttalî olabilirler.
Ama yemesini, içmesini ve şehvetini Mâbud'u için terketmiş olması hiçbir
insanın muttalî olamayacağı bir şeydir. İşte orucun hakikati.
Orucun, görünen
organların ve iç güçlerin korunmasında, istilâ ettikleri vakit bu organ ve
güçleri ifsad eden zararlı maddeleri kendisine çeken karışımdan onları muhafaza
etmede ve onların sıhhatine engel pis maddelerin boşaltımında insanı hayrette
bırakan bir tesiri vardır. Oruç, kalbin ve organların sıhhatini muhafaza eder;
şehvet ellerinin onlardan çekip aldıkları şeyi onlara geri iade eder. Oruç,
takvaya en büyük yardımcılardandır. Nitekim Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Ey
iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, takva sahibi
olasınız (Allah'a karşı gelmekten konmasınız) diye size de farz kılındı.[61]
Hz. Peygamber (s.a.):
"Oruç kalkandır." buyurdu.[62] Ve
şehevî arzusu kabarıp da evlenmeye gücü yetmeyenlere oruç tutmayı emretti,
orucu bu şehvetin kırıcısı olarak nitelendirdi.[63]
Sözün özü; sağlıklı
akıllar ve düzgün fıtratlar tarafından orucun faydalarına tanık olununca
Allah, kullarına bir rahmet, bir ihsan, bir perhiz ve bir kalkan olmak üzere
orucu meşru kıldı.
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) bu. konudaki tutumu, maksadı en muazzam şekilde elde etmeyi sağlayan,
nefislere en kolay gelen en mükemmel bir tutumdur. [64]
Nefisleri alıştıkları
şeylerden, şehevî arzulardan çekip koparmak en meşakkatli, en zor işlerden
olduğundan orucun farz kılınışı, nefislerin tev-hid ve namaz üzerinde karar
kılıp Kur'an'ın emirlerine ısındığı vakte, İslâm'ın ortasına, hicretten sonraya
kadar gecikti. Farz oluncaya kadar çeşitli'aşamalar geçirdi.
Oruç, hicretin ikinci
senesi (624 m.) farz kılındı. Allah Rasûlü (s.a.) vefat ettiğinde dokuz Ramazan
oruç tutmuştu. İlk olarak oruç, dileyen tutar dileyen de her bir gün için bir
yoksulu doyurur denilerek iki şık arasında serbest bırakılmak suretiyle farz
kılındı. Sonra bu serbest bırakmadan orucun kesin bir şekilde farz kılınışına
geçildi ve yemek yedirme hakkı oruç tutmaya güç yetiremeyen aşırı yaşlı erkek
ve kadınlara tanındı. Bunlar oruç tutmazlar ve her bir gün için bir yoksulu
doyururlar[65]' Hasta veya yolcu olan
kimselerin orucu bozup sonra kaza etmelerine izin verdi. Kendilerine bir zarar
gelmesinden korkan hamile yahut emzikli kadınlara da aynı izni verdi. Hamile
yahut emzikli kadınlar çocuklarına bir zarar gelmesinden korkarlarsa hem kaza
ederler ve hem de her bir gün için bir yoksulu doyururlar[66]
Çünkü bunların oruç yemeleri bir hastalık korku-
suyla değildir.
Sıhhatli oldukları halde orucu bozmaktadırlar. Bu yüzden de İslâm'ın evvelinde
sıhhatli kimsenin oruç tutmamasında olduğu gibi burada da bir yoksulu doyurmak
zorunlu sayılmıştır.
Oruç üç aşamadan
geçmiştir:
1) Oruç tutmak veya bîr fakiri doyurmak arasında
serbest bırakılma özelliği taşımak suretiyle farz kılınışı:
2) Kesin
farz kılınışı: Ancak oruçlu kimse yemek yemeden uyursa ertesi geceye kadar
yemesi içmesi haramdı. Ancak bu haramlık üçüncü aşamada neshedildi.[67]
3),Son
Aşama: Kıyamete kadar meşru olarak kalan da bu şeklidir. [68]
Hz. Peygamber (s.a.)
Ramazan ayı gelince türlü türlü çokça ibadet ederdi. Cebrail (a.s.), Ramazan'da
O'nunla karşılıklı olarak Kur'an okurdu. Cebrail'le buluştuğu zaman Hz.
Peygamber (s.a.) hayır yapmada esen rüzgârdan daha cömert olurdu. O, insanların
en cömerdi idi. En cömert olduğu zaman da Ramazan ayı idi.[69]Bu
ayda bol bol sadaka verir, iyilik yapar, Kur'an okur, namaz kılar, zikir çeker
ve itikâfta bulunurdu. [70]
Ramazan'a mahsus olmak
üzere diğer aylarda yapmadığı ibadetler yapardı. Hana zaman zaman bu ayda gece
ve gündüz saatlerinde ibadete daha çok vakit ayırabilmek için visal orucu[71]tutardı.
Ashabını ise visal orucu tutmaktan menederdi. Kendisine: "Ama sen visal
orucu tutuyorsun?" dedikleri vakit onlara: "Ben sizin durumunuzda
değilim. Ben Rabbimin katında gecelerim —olurum—. O beni yedirir ve
içirir." cevabını
verdi.[72]
Âlimler, hadiste sözü
edilen bu yeme - içme konusunda ihtilâf ederek iki ayrı görüş belirtmişlerdir:
1) Ağız tarafından hissedilen bir yeme--ve
içmedir. Sözün hakikat mânası da budur. Hakikat anlamım bırakmayı icabettiren
bir sebep yoktur.
2) Bundan maksat Allah'ın O'nu beslediği
marifetler, O'nun kalbine akıttığı münâcat zevki, Allah'a ibadetten gözün aydın
olması, Allah sevgisinden mutluluk duyma, Allah'ı arzulama ve buna benzer
kalplerin gıdası, ruhların mutluluğu, gözün aydınlığı, nefislerin, ruhun ve
kalbin neşesi olan haller gibi en büyük, en güzel ve en faydalı gıdalarla
doyuma ulaşmasıdır. Bazan bu gıda öyle bir güç verir ki bir süre cisimlerin
gıdası olan şeylere gerek bırakmaz. Nitekim bir şiirde şöyle denmiştir:
"O (sevgilinin)
hatırında canlanan senin hatıraların var; onu içmekten oyalar, azıktan alıkor.
Senin yüzünde onun bir
nuru var, o nurla aydınlar. Onun topuklarında senin sözünden bir sürücü
var. :
Yürüme yorgunluğundan
şikâyet ettiği zaman onu me|mlekete gelme ruhu tehdit eder; buluşma vaktinde
dirilir,"
Azıcık tecrübe ve
şevki bulunan kimse, kalp ve ruhun gıdalarını almalarıyla cismin pek çok
hayvanı gıdaya ihtiyaç duymaz hale geldiğini bilir. Hele muradına ermiş, sevgilisiyle
gözü aydın olmuş, sevgilisine yakın olmanın mutluluğuna ermiş; sevgilisinin
lütufları, hediyeleri ve armağanları her an kendisine ulaşan, sevgilisi
lütufkâr, onun işine özen gösteren ve kendisine tam muhabbeti yanında ona en
üst derecede ikramlarda bulunan mesut, bahtiyar kimse bunu elbet daha iyi
bilir, anlar. Bütün bunlar şu seven kimse için en muazzam gıdalar değil midir?
Peki sevgilisinden daha büyük, daha muazzam, daha güzel, daha mükemmel ve
ihsanı daha muazzam hiçbir şeyin bulunmadığı bir âşığın kalbi sevgilisinin
muhabbetiyle dolar, onun muhabbeti kalbinin ve uzuvlarının bütün hücrelerini
sarar ve sevgilinin muhabbeti muazzam bir şekilde onun benliğini kuşatırsa!..
İşte
sevgilisine karşı bu
halde bulunan kimse için ya ne demeli? Sevgilisinin yanındaki bu âşığı,
sevgilisi gece gündüz yedirmiş, içirmiş olmaz mı? Bundan dolayı Hz. Peygamber
(s.a.): "Ben Rabbimin katında bulunurum. O beni yedirir ve içirir."
buyurmuştur. Bu, ağızla yeme içme olsaydı Hz. Peygamber (s.a.) visal orucu
tutmaktan öte oruçlu bile olmazdı. Hem bu geceleyin olsa o zaman visal orucu
tutmuş olmaz ve kendisine "Ama sen visal orucu tutuyorsun." diyen
ashabına: "Ben sizin durumunuzda değilim." demez, "Ben visal
orucu tutuyor değilim." derdi. Oysa Hz. Peygamber (s.a.), onların,
kendisinin visal orucu tuttuğunu söylemelerini kabullenmiş ve aradaki farkı
belirtmek suretiyle bu konuda sahabîlerin kendisine katılmalarının önüne
geçmiştir. Nitekim Sahih-i Müslim'de Abdullah İbn Ömer'den rivayet edilen bir
hadise göre Allah Rasûlü (s.a.) Ramazan'da visal orucu tuttu. Hemen insanlar da
visal orucuna başladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) onları menetti.
"Ama sen visal orucu tutuyorsun." demelerine karşı da: "Ben
sizin gibi değilim; yedirilir, içirilirim." buyurdu.[73]
Bu hadisin Buharî'deki
anlatımı şöyledir: Allah Rasûlü (s.a.) visal orucu tutmayı yasakladı. Bunun
üzerine, "Ama sen visal orucu tutuyorsun." dediler. Hz. Peygamber
(s.a.): "Ben sizin gibi değilim; yedirilir, içirilirim." buyurdu.[74]
Sahihayn'da Ebu
Hureyre'den rivayet edilen bir hadise göre, Allah Rasûlü (s.a.) visal orucu
tutmayı yasakladı. Bunun üzerine müslümanlar-dan biri: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Sen visal orucu tutuyorsun, ama!.." dedi. Allah Rasûlü (s.a.):
"Hanginiz benim gibidir. Gece olunca Rabbim beni yedirir, içirir."
buyurdu.[75]
Yine Sahihayn'da
rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) sahabî-leri visal orucu tutmaktan
menedince onlar vazgeçmemekte ısrar ettiler. Hz. Peygamber (s.a.) onlarla bir
gün, sonra bir gün daha (arka arkaya iki gün) visal orucu tuttu. Sonra (üçüncü
gün Şevval ayı) hilâlini gördüklerinde Hz. Peygamber visal orucu tutmaktan
vazgeçmemede ısrar edenleri cezalandırırcasına: "Hilâl daha gecikseydi
(ibret olsun diye) daha da devam ederdim." buyurdu[76]
Bir başka metne göre:
"Ay uzasaydı oruca aralıksız öyle devam ederdim ki, gereğinden fazla
incelik gösterenler bu hallerim terkederlerdi. Ben; sizin gibi değilim."
yahut "Siz benim gibi değilsiniz. Ben sürdürürüm, Rab-bim beni yedirir,
içirir." buyurdu.[77]
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber, visal orucu tutuyor olmakla birlikte kendisinin
yedirilip içirildiğini haber vermiş ve sahabîlerî cezalandırmak, onları çaresiz
bırakmak maksadıyla aralıksız orucuna (üst üste iki gün) devam etmiştir. Şayet
kendisi yiyor ve içiyor olsaydı bu ne cezalandırma, ne çaresiz bırakma, hatta
ne de visal orucu olurdu. Allah'a hamdolsun, bu durum açıktır.
Allah Rasûlü (s.a.)
ümmete merhametinden ötürü visal orucunu yasaklamış ve sehere (sahur yemeği
vaktine) kadar visal yapmaya izin vermiştir. Sahih-i Buhart'dc rivayet
edildiğine göre, Ebu Saîd el-Hudrî, Hz. Pey-gamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu
işitmiştir: "Visal orucu tutmayın. Hanginiz visal orucu tutmak isterse
seher vaktine kadar tutsun. [78]
Soru: Bu meselenin
hükmü nedir? Visal orucu caiz midir, haram mıdır, mekruh mudur?
Cevap: Âlimler bu
meselede ihtilâf etmiş olup ortaya üç görüş çıkmıştır:
1- Gücü
yetene caizdir. Bu görüş, selefden Abdullah b. Zübeyr ve başkalarından rivayet
edilmiştir. İbn Zübeyr, günlerce visal orucu tutardı. Bu görüş sahiplerinin
ileri sürdükleri delil: Hz. Peygamber (s.a.)» sahabîle-ri visal orucu tutmaktan
menettiği halde onlarla visal orucuna devam etmiştir. Nitekim Sahihayn'da Ebu
Hureyre'den rivayet edilen hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) visal orucunu
yasaklamış ve "Ben sizin durumunuzda değilim." buyurmuştu. Visal
orucu tutan sahabîler vazgeçmemekte ısrar edince Hz. Peygamber onlarla bir gün,
sonra bir gün daha visal orucu tutmuştu.[79] îşte
visal orucunu yasakladıktan sonra Hz. Peygamber'in (s.a.) visal orucu tutuşu!
Şayet yasaklama haramhk ifade etseydi, sahabîler vazgeçmemekte ısrar etmezler
ve Hz. Peygamber de bundan sonra onların bu halini tasvib etmezdi. Yasaklamadan
sonra Hz. Peygamber (s.a.) bildiği ve onayladığı halde bunu yaptıklarına göre,
Hz. Peygamber'in onlara merhamet göstermeyi ve onlardan yükü hafifletmeyi
kasdettiği anlaşılmış demektir. Nitekim Hz. Âişe: "Allah Rasûlü (s.a.)
ümmete merhametinden ötürü visal orucunu yasakladı." demektedir. Bu hadisi
Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.[80]
2- Bir başka
grup, visal orucu caiz değildir diyor. Bunlar arasında Mâlik, Ebu Hanife, Şafiî
ve Sevrî —Allah onlara rahmet eylesin— yer almaktadır. îbn Abdilber, bu
âlimlerden bu görüşü aktardıktan sonra: "Bunlar visal orucunu hiç kimseye
caiz görmüyorlar." demektedir. Ben derim ki: Şafiî (r.h.) visal orucunun
mekruh olduğunu açık bir ifade ile belirtmiş, müntesipleri ise bu mekruhun
tahrimen mi, tenzihen mi olduğu konusunda iki ayrı görüş ileri sürmüşlerdir.
Haram sayanlar, Hz.
Peygamber'in (s.a.) yasaklamasını delil gösteriyorlar. Diyorlar ki: Yasaklama
(nehy) haramlığı icabettirir. Hz. Âişe'nin: "Ümmete merhametinden
ötürü" demesi, yasağın haramhk ifade etmesini engellemez, aksine takviye
eder. Çünkü onlara bunu haram kılması, onlara olan merhametindendir. Hatta Hz.
Peygamber'in (s.a.) ümmete yasakladığı diğer şeyler de bir merhamet, bir
koruma, bir kollamadır. Yasakladıktan sonra sahabilerle visal orucu tutması
ise, onların bu davranışlarına ses çıkarmama değildir. Onları bundan
yasakladığı halde nasıl onaylamış olabilir ki? Hz. Peygamber bunu onlara ibret
olsun, ceza olsun diye yapmıştır. Yasaklamasından sonra da onların visal orucu
tutmaları ihtimali bulunduğu için yasağın caydırıcılığım pekiştirmede ve
yasaklamasına sebep olan zararlı durumun ortaya çıkması suretiyle onları bundan
yasaklamanın hikmetini açıklamada fayda bulunduğundan böyle bir yola
başvurmuştur. Visal orucu tutmanın zararını ve bunu yasaklamanın hikmetini
anladıkları zaman bu durum, onların kabullenmelerine ve orucu terketmelerine
daha iyi sebep olmuştur. Zira onlar visal orucu tutma halinde kendilerinde
birtakım haller zuhur edip, ibadette bıkkınlık hissedince, ayrıca visal orucu
tuttuklarından dolayı Allah'ın emirlerine kuvvetle sarılma, farzları konusunda
huşu ve bunların gizli aşikâr haklarını yerine getirme gibi daha mühim, daha
tercihe şâyân dinî vazifelerde taksir görünce, şiddetli açlığın buna aykırı
bulunduğunu ve kula engel olduğunu hissedince, visal orucunun ya-saklanmasının
hikmetini ve bu oruçta Hz. Peygamber (s.a.) için değil de kendileri için var
olan zararı anlarlar. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu ağırlıklı faydadan ötürü
onların visal orucu tutmalarına ses çıkarmaması, kalbini İslâm'a ısındırmak ve
İslâm'dan nefret ettirmemek amacıyla mescide küçük abdest bozan bedevîye[81] ses
çıkarmamasından da daha büyük bir mesele değil, namazını doğru dürüst kılmayan
kimseye namaz esnasında ses çıkarmamasından da daha büyük bir mesele değil.
Oysa Hz. Peygamber (s.a.) o kimsenin kıldığı bu namazın, namaz olmadığını ve
onun namaz kılmamış sayılacağını, hatta bu namazın kendi dininde bâtıl bir
namaz olduğunu haber vermiştir. O kimsenin kıldığı bu namaza ses çıkarmaması,
bitirdikten sonra öğretme ve o kişinin de kabul etme faydasını gözettiği
içindir. Çünkü bu öğretim ve öğrenim konusunda en yerinde bir tutumdur.
Yine Hz. Peygamber
(s.a.): "Size bir şey emretiğim zaman gücünüz yettiği kadar onu yapın.
Size bir şeyi yasakladığım zaman ondan kaçının." buyurmuştur[82]
Caiz görmeyenler
diyorlar ki: Hadiste, visal orucunun Hz. Peygamber'in (s.a.) hususiyetlerinden
olduğunu gösteren "Ben sizin durumunuzda değilim." cümlesi yer
almaktadır. Şayet onlar için bu oruç mubah olsaydı Hz. Peygamber'in (s.a.)
hususiyetlerinden olmazdı. SahıhayrC'da Ömer İbnü'l-Hattâb'dan (r.a.) rivayet
edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.): "Gece şu taraftan (yani doğudan)
yönelip geldiği, gündüz de şu taraftan (yani batıdan) arkasını dönüp gittiği ve
güneş battığı vakit oruçlu, orucunu bozmuştur." buyurmuştur.[83]
Sahihayrfda bunun benzeri bir hadis Abdullah b. Ebî Ev-fâ'dan rivayet
edilmiştir. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.) oruçluyu, iftar vakti
girdiğinde iftar etmese de hükmen orucunu bozmuş saymaktadır. Bu ise visal
orucunu şer'an imkânsız hale getirir.Yine bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.):
"Ümmetim iftarda acele ettiği müddetçe fıtrat üzerinde —yahut hayırda—
devam eder." buyurmuştur[84]
Sünen'dt Ebu
Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste: "İnsanlar iftarda acele ettikleri
müddetçe din galip olarak (aşikâre) devam eder. Yahudiler ve hıristiyanlar
geciktirirler." buyurmuştur.[85]
Yine Sünen'de Ebu
Hureyre yoluyla Hz. Peygamber'den (s.a.) şu hadis rivayet edilmiştir: Allah
(c.c.) buyuruyor ki: "Benim en sevgili kullarım, iftarda en çok acele
edenlerdir."[86] Bu
ise iftarı geciktirmenin mekruh olmasını icabettirir. Ya terkedilmesine ne
demeli?.Mekruh olduğu vakit ibadet olmaz. Zira ibadet derecelerinin en alt basamağım
müstehaplar oluşturur.
3- Üçüncü
görüş, aynı zamanda en doğru olan görüş: Bir seher (sahur yemeği) vaktinden
diğer seher vaktine kadar visal orucu tutmak caizdir. Ahmed ve İshak'dan
bilinen görüş budur. Zira Ebu Saîd el-Hudrî hadisine göre Hz. Peygamber (s.a.):
"Visal orucu tutmayın. Hanginiz visal orucu tutmak isterse seher vaktine
kadar tutsun." buyurulmuştur. Bu hadisi Buharı rivayet etmiştir[87] Bu
en mutedil ve oruçlu için en kolay bir visal orucudur. Hakikatte bu visal
orucu, gecikmiş bir akşam yemeği yerine geçmektedir. Bu orucu tutan kimse bir
gün ve gecede bir defa yemek yemiş olmaktadır. Onu da seher (sahur yemeği)
vakti yediği zaman gecenin evvelinden gecenin sonuna kaydırmış olmaktadır. En
iyi bilen Allah'tır. [88]
Hz. Peygamber (s.a.)
ancak, ya hilâlin muhakkak bir surette (herkes tarafından) görülmesiyle ya da
bir tek şahidin tanıklığı ile Ramazan orucuna başlardı. Nitekim bir keresinde
İbn Ömer'in şahidliği ile[89] ve
bir keresinde de bir bedevînin şahidliği ile[90]
oruca başlamıştı. Onların haberlerine itimad etmiş ve "Şahidlik
ederim" sözünü söylemelerini teklif etmemiştir. Şayet bu iş bir ihbar ise
Ramazan'da bir tek kişinin haberi ile yetinmiş demektir; eğer şahidlik konusu
ise şahide, "Şahidlik ederim" demesini teklif etmemiştir.
Şayet hilâli görmez ve
hiç kimse de hilâli gördüğüne şahidlik etmezse, Şaban ayını otuza tamamlardı.
Otuzuncu gece görüş alanına bir sis yahut bulut girer de hilâli göremezse Şaban ayını otuza
tamamlar, sonra oruç tutardı. Hava bulutlu olduğu gün oruç tutmaz, oruç
tutulmasını da emret-mezdi. Aksine hava bulutlu olduğunda Şaban ayının
günlerinin sayısını otuza tamamlamayı emreder, aynen öyle de yapardı. İşte
yaptığı, işte emri! Bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) "Eğer hava kapalı olur,
hilâli görmenize bir engel bulunursa hilâl için takdir yapın."
buyurmasıyla[91] çelişmez. Çünkü takdir,
burada ölçüp hesap etme demektir. Bundan maksat da ikmâl etme, tamamlamadır.
Nitekim hadis-i şerifte: "Sayıyı ikmâl edin (tamamlayın)."
buyurulmuştur. İkmâlden maksat da hava kapalı bulunan ayın günlerinin sayısını
(otuza) tamamlamaktır. Nitekim Buharî'nin rivayet ettiği sahih hadiste Hz.
Peygamber (s.a.): "Şaban ayının sayısını tamamlayın." buyurmuştur.[92] Yine
bir hadiste: "Hilâli (yani Ramazan hilâlini) görünceye kadar oruç tutmayın
ve hilâli (yani Şevval hilâlini) görünceye kadar da orucu bozmayın. Şayet hava
kapalı olursa sayıyı tamamlayın." buyurulmuştur.[93]
Sayısını tamamlamayı emrettiği ay, gerek oruca başlarken gerekse oruçtan çıkıp
bayram yaparken kapalı olan aydır. Şu hadis bundan daha açıktır: "Bir ay
yirmi dokuz (gündür). Hilâli görmedikçe oruç tutmayınız. Şayet hava kapalı
olursa sayıyı (otuza) tamamlayın."[94] Bu
hadis, lafzı itibariyle ayın evveline, mânâsı itibariyle de ayın sonuna varan
bir anlam ifade etmektedir. Lafzın delâlet ettiğini hükümsüz sayıp mâna
bakımından delâlet ettiği şeye itibar etmek caiz değildir. Hz. Peygamber
(s.a.): "Ay otuz da çeker, yirmi dokuz da. Hava kapalı olursa otuz
sayın." buyurmuştur.[95]
Hz. Peygamber (s.a.)
buyurdu ki: "Ramazan'dan önce oruç tutmayın. Hilâli görünce oruç tutun ve
(öteki) hilâli görünce orucu bozun. Eğer hilâlle aranıza bir bulut girerse
otuza tamamlayın. "[96]
"Hilâli görünceye
veya sayıyı tamamlayıncaya kadar öne geçip aya başlamayın. Hilâli görürseniz
yahut sayıyı tamamlarsanız orucu tutun."[97]
Hz. Âişe diyor ki:
"Allah Rasûlü (s.a.), Şaban hilâlinden öyle sakımr-dı ki, ondan
başkasından hiç o kadar sakınmazdı. Hilâli görünce oruç tutardı. Hava kapalı
olursa Şaban ayını otuz gün sayar ve sonra oruç tutardı." Dârakutnî ve
İbn Hibbân, bu hadisin sahih olduğunu söylemişlerdir[98]
Hz. Peygamber (s.a.)
buyuruyor ki: "Hilâli görünce oruç tutun ve (öteki) hilâli görünce orucu
bozun. Hava kapalı olursa otuz takdir edin."[99]
"Hilâli görünceye
kadar oruç tutmayın ve (öteki) hilâli görünceye kadar orucu bozmayın. Hava
kapalı olursa takdir yapın."[100]
"Bir veya iki gün
önceden oruca başlamak suretiyle Ramazan'a başlamayın —yahut Ramazan'ın önüne
geçmeyin.— Ancak bir kimsenin âdeti olan orucu o günlere rastlarsa işte o kimse
oruç tutsun."[101]
Havanın kapalı olduğu
günün de bu yasağa dahil olduğunun delili, İbn Abbas'ın Hz. Peygamber'den
(s.a.) rivayet ettiği şu hadistir: "Ramazan'dan önce oruç tutmayın.
Hilâli görünce oruç tutun ve (öteki) hilâli görünce orucu bozun. Eğer hilâlle
aranıza bir bulut girerse otuza tamamlayın." Bu hadisi İbn Hibbân, Sahih'mdt
rivayet etmiştir.[102]
Bu hadis, hilâl
görülmeksizin ve ayın günleri otuza tamamlanmaksızın havanın kapalı olduğu
günde tutulan orucun, Ramazan'dan önce tutulan bir oruç demek olduğu konusunda
açıktır.
Hz. Peygamber (s.a.)
buyuruyor ki: "Hilâli görünceye veya sayıyı tamamlayıncaya kadar öne
geçip aya başlamayın. Hilâli görürseniz yahut sayıyı tamamlarsanız orucu tutun."[103]
"Hilâli görünce
oruç tutun ve (öteki) hilâli görünce orucu bozun. Şayet hilâlle aranıza bir
bulut girerse sayıyı otuza tamamlayın, ayı karşılamayın." Tirmizî:
"Bu hadis, hasen-sahihtir." diyor.[104]
Nesâî'nin, Yunus —
Simâk — İkrime — İbn Abbas senediyle rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.):
"Hilâli görünce oruç tutun ve (öteki) hilâli görünce orucu bozun. Şayet
hava kapalı olursa ayı otuz sayın, sonra oruç tutun. Ondan önce bir gün oruç
tutmayın. Şayet hilâlle aranıza bir bulut girerse sayıyı, Şaban'ın sayısını
(otuza) tamamlayın." buyurmuştur.'[105]
Simâk'ın îkrime'den
rivayetine göre İbn Abbas anlatıyor: İnsanlar, Ramazan hilâlinin görülmesi konusunda
tartışmaya giriştiler. Kimileri "bugün" ve kimileri de
"yarın" dediler. Bir bedevî çıkageldi ve Hz. Pey-gamber'e (s.a.)
hilâli gördüğünü söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) ona:
"Allah'tan başka tanrı bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Peygamberi
olduğuna tanıklık eder misin?" diye sordu. Bedevî: "Evet"
cevabını verince Hz. Peygamber (s.a.) Bilâl'e insanlar arasında "Oruç
tutun" diye nida etmesini emretti ve sonra şöyle buyurdu: "Hilâli
görünce oruç tutun ve (öteki) hilâli görünce orucu bozun. Şayet hava kapalı
olursa sayıyı otuza tamamlayın, sonra oruç tutun. Ondan önce bir gün oruç tutmayın.
"[106]
Bütün bu hadisler
sahihtir. Bir kısmı Sahihayn'da ve bir kısmı da İbn Hibbân'ın Sahih'inde,
Hâkim(in Müstedrek'm)de ve başka hadis kitaplarında rivayet edilmiştir.
Maamafih, tamamı ile istidlalde bulunmanın sıhhatine bir kusur getirmeyecek
şekilde bazıları illetli görülmüştür. Bu hadisler, birbirlerini tefsir etmekte
ve bir kısmı diğer bir kısmıyla birlikte itibara alınmaktadır. Hepsi de birbirini
doğrulamaktadır. Hepsinde anlatılmak istenen de birdir. [107]
Soru: Şayet bu Hz.
Peyğamber'in (s.a.) sünneti ise şu sahabî ve tâbiîler O'na nasıl muhalefet
edebilmişlerdir? Ömer İbnü'l-Hattâb, Ali b. Ebu Tâlib, Abdullah b. Ömer, Enes
b. Mâlik, Ebu Hureyre, Muâviye, Amr b. Âs, Hakem b. Eyyub el-Gıfarî, Ebu
Bekir'in kızları Âişe ve Esma; Salim b. Abdullah, Mücâhid, Tavus, Ebu Osman
en-Nehdî, Mutarrif b. Şıh-hîr, Meymûn b. Mihrân, Bekir b. Abdullah el-Müzenî.
Hadis ve sünnet ehlinin imamı Ahmed b. Hanbel nasıl Hz. Peygamber'e (s.a.)
muhalefet etmiş olabilir? Bütün bu zâtların görüşlerini kesiksiz (müsned)
senedlerle ortaya koyabiliriz:
1- Ömer İbnü'l-Hattâb'in (r.a.) rivayeti: Velid
b. Müslim — Sevbân — babası — Mekhûl senediyle rivayet edildiğine göre Ömer
İbnü'l-Hattâb o gece gökyüzü bulutlu olduğu zaman oruç tutar ve "Bu öne
geçmek ve önce başlamak değildir. Bu bir araştırmadır." derdi.[108]
2- Hz.
Ali'den (r.a.) gelen rivayet: Şafiî'nin Abdülaziz b. Muhammed ed-Derâverdî —
Muhammed b. Abdullah b. Amr b. Osman — onun annesi Hüseyin'in kızı Fâtıma
senediyle rivayetine göre Ali b. Ebu Tâlib: "Şa-ban'dan bir gün oruç
tutmam bana göre Ramazan'dan bir gün oruç yememden daha iyidir." demiştir[109]
3- İbn Ömer'den gelen rivayet: Abdürrezzak'ın kitabında,
Ma'mer — Eyyub senediyle rivayet edildiğine göre İbn Ömer, (şek gününde) havada
bulut olduğu vakit oruç tutardı, bulut olmadığı zaman oruç tutmazdı.[110]
Sahihayn'da İbn
Ömer'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.): "Hilâli gördüğünüz
zaman oruç tutun ve (öteki) hilâli gördüğünüz zaman orucu bozun. Şayet hava
kapalı olursa takdir yapın." buyurmuştur.[111]
îmam Ahmed (r.h.) sahih bir senedle Nâfi'in şöyle dediğini ilâve eder: Şaban
ayının yirmi dokuzu olunca Abdullah (İbn Ömer) hilâli gözetlemesi için adam
gönderir, şayet adam hilâli görürse oruca başlardı. Hilâli göre-mezse ve
gökyüzünde görüşünü engelleyecek bir bulut veya sis bulunmazsa oruç tutmazdı.
Eğer gökyüzünde görüşünü engelleyecek bir bulut veya sis bulunursa oruç tutardı[112]
4- Enes'ten gelen rivayet: İmam Ahmed'in, İsmail
b. İbrahim'den rivayetine göre Yahya b. Ebu İshak anlatıyor: Öğle vakti yahut
ona yakın bir vakitte hilâli gördüm. İnsanlardan bir kısmı orucu bozdu. Enes b.
Mâ-lik'e gidip ona hilâlin görüldüğünü ve bir kısım insanların orucu bozduğunu
haber verdik. Dedi ki: Bugün benim için tam otuz bir gün oluyor. Zira Hakem b.
Eyyub, insanlar oruca başlamadan önce bana, "Ben yarın oruç
tutacağım." diye haber gönderdi. Ben de ona muhalefet etmek istemedim,
oruç tuttum. Ben bugünümü geceye tamamlayacağım.
5-
Muâviye'den gelen rivayet: Ahmed'in, Mugîre — Saîd b. Abdülaziz
— Mekhûl ve Yunus b.
Meysera b. Halbes senediyle rivayetine göre Muâ-viye b. Ebu Süfyan:
"Şaban'dan bir gün oruç tutmam bana, Ramazan'dan bir gün yememden daha
iyidir." derdi.[113]
6- Amr b. Âs'tan gelen rivayet: Ahmed'in, Zeyd
b. Habbâb — İbn Lehîa — Abdullah b. Hübeyre senediyle rivayetine göre Amr b.
Âs, Ramazan olup olmadığında şüphe edilen günde oruç tutardı.
7- Ebu
Hureyre'den gelen rivayet: (Ahmed'in) Abdurrahman b. Meh-dî — Muâviye b. Salih
— Ebu Hureyre'nin kölesi Ebu Meryem senediyle rivayetine göre Ebu Hureyre
demiştir ki: Acele edip Ramazan orucuna bir gün Önce başlamam bana göre geri
kalmamdan daha iyidir. Çünkü acele ettiğimde kaçırdığım gün olmaz. Geri kaldığımda
kaçırdığım gün olur.
8- Hz. Âişe'den gelen rivayet: Saîd b. Mansur,
Ebu Avâne — Yezid b. Humeyr senediyle Ramazan olup olmadığında şüphe edilen
günde Hz. Aişe'ye sormak için giden haberciden Hz. Âişe'nin şöyle dediğini
aktarır: Şaban'dan bir gün oruç tutmam bana göre Ramazan'dan bir gün yememden
daha iyidir.
9- Hz. Ebu
Bekir'in kızı Esmâ'dan —Allah her ikisinden de razı olsun— gelen rivayet: Yine
Saîd'in, Yakub b. Abdurrahman — Hişam b. Urve—
Münzir'in kızı Fâtıma senediyle rivayetine göre, Ramazan hilâli, hava
kapah olduğu için görülmediği vakit Esma mutlaka bir gün önce oruca başlar ve
böyle yapılmasını emrederdi.
Ahmed'in, Ravh b.
Abbâd — Hammâd b. Seleme — Hişam b. Urve— Fâtıma senediyle rivayetine göre
Esma, Ramazan olup olmadığı şüpheli olan günde oruç tutardı.
Ahmed'den akladığımız
bütün rivayetler Fazl b. Ziyad'ın ondan derlediği MesâiF dendir.
Esrem'in rivayetine
göre Ahmed: "Gökyüzünde bir bulut yahut görüşü engelleyen bir durum
olursa oruç tutar; gökyüzünde görüşü engelleyen bir durum olmazsa oruç
tutmaz." demiştir. îki oğlu Salih ile Abdullah, el-Mervezî, Fazl b. Ziyad
ve daha başkaları ondan aynı görüşü aktarmışlardır.
Cevap: Birkaç yönden
cevap verilecektir:
1- Sahabeden yaptığınız .nakiller arasında o
günün orucunun farz olduğunu açıkça ifade eden münasip bir rivayet mevcut
değil ki, onların yaptıkları Allah Rasûlü'nün (s.a.) sünnetine aykırı olsun.
Nihayet onlardan gelen nakiller olsa olsa o gün ihtiyaten oruç tutmayı ifade
etmektedirler. Enes, emirlere (ümerâ) muhalefet etmek istemediğinden o gün oruç
tuttuğunu açıkça belirtmiştir. Bu yüzden bir rivayete göre İmam Ahmed:
"Halk, oruca başlama ve orucu bozma konusunda devlet başkanına
bağımlıdır." demiştir. Allah Rasûlü'nden (s.a.) gerek fiil gerek söz
olarak aktardığımız naslar yalnızca hava kapalı olduğu gün oruç tutmanın farz
olmadığım gösterir, haram olduğunu göstermezler. Öyleyse o gün oruç
tutmayanlar caiz olanı yapmış, oruç tutanlar ise ihtiyatlı davranmış olurlar.
2- Sahabenin bir kısmı sizin aktardığınız gibi o
gün oruç tutar, bir kısmı ise tutmazdı. O gün oruç tuttuğu en sahih ve en açık
şekilde rivayet edilen Abdullah îbn Ömer'dir. İbn Abdilber diyor ki: Tavus
el-Yemanî ve Ahmed b. Hanbel de onun görüşündedir. Bunun benzeri Hz. Ebu Bekir'in
kızları Âişe ve Esmâ'dan da rivayet edilmiştir. Bunlardan başka İbn Ömer'in
görüşünü paylaşan kimse bilmiyorum. Şu sahabîlerden şek günü (Ramazan olup
olmadığı bilinmeyen günde) oruç tutmanın mekruh olduğu rivayet edilmiştir: Ömer
İbnü'l-Hattâb, Ali b. Ebu Tâlib, İbn Mes'ûd, Hu-zeyfe, İbn Abbas, Ebu Hureyre
ve Enes b. Mâlik, Allah onlardan razı olsun.
Ben derim ki: Ali,
Ömer, Ammar, Huzeyfe ve îbn Mes'ûd'tan Şa-ban'm son günü nafile oruç tutmanın
yasak olduğu nakledilmiştir. Bu konuda Ammar: "Kim şek gününde oruç
tutarsa muhakkak Ebu'l-Kasım'a (Hz. Muhammed'e, s.a.) isyan etmiş olur."
demiştir.[114]
Hava kapalı olduğu
gün, ihtiyaten, eğer bugün Ramazan ise farz oruç yerine geçer, değilse nafile
oruç olur düşüncesiyle tutulan oruca gelince; sahabeden gelen rivayetler bunun
caizliğini icabettirir. İbn Ömer ve Âişe'-nin yaptığı da budur. Maafnafih Âişe,
"Hz. Peygamber (s.a.) hava kapalı olduğundan Şaban'ın hilâli görülmezse
otuz gün sayar, sonra oruç tutardı." diye rivayette bulunmuştur. Onun bu
hadisi "Şayet sahih olsa Âişe, ona muhalefet etmezdi." denilerek
reddedilmiş ve onun oruç tutması hadiste bir illet sayılmıştır. Ama iş öyle
değildir. Çünkü Âişe o günün orucunu farz saymamış, yalnız ihtiyaten
tutmuştur. Hz. Peygamber'in (s.a.) fiil ve emrinden orucun, sayı tamamlanıncaya
kadar farz olmayacağını anlamıştır. Gerek Âişe, gerekse İbn Ömer bu orucun
caiz olmadığım anlamamıştır.
Bu konudaki en doğru
ve yerinde görüş budur. Hadisler ile sahabe söz ve davranışları bu sayede
birbirleriyle uzlaşmış olurlar. Nitekim şu rivayet de bunu ortaya koymaktadır:
Ma'mer — Eyyub — Nâfi' — İbn Ömer senediyle rivayet edildiğine göre Hz.
Peygamber (s.a.) Ramazan hilâli konusunda: "Onu gördüğünüz zaman oruç
tutun. (Şevval) hilâlini gördüğünüz zaman orucu bozun. Şayet hava kapalı
olursa otuz gün takdir edin." buyurdu. İbn Ebî Ravvâd, bu hadisi Nâfi'
yoluyla İbn Örner'den: "...Şayet hava kapalı olursa sayıyı otuza
tamamlayın." şeklinde rivayet ediyor.
Mâlik ve Ubeydullah,
Nâfi' yoluyla hadisi İbn Ömer'den:, "...takdir edin." şeklinde
rivayet ediyorlar. Bu da gösterir ki, İbn Ömer hadisten otuza tamamlamanın farz
olduğunu değil, caiz olduğunu anlamıştır. Artık o, otuzuncu gün oruç tuttuğu
vakit ihtiyaten iki caizden birini yerine getirmiş olmaktadır. Bunun bir
delili de şudur: İbn Ömer (r.a.) şayet şek günü oruç tutmanın farz olduğunu
savunanların dedikleri gibi Hz. Peygamber'in (s.a.) sözünü "Ayı yirmi
dokuz olarak takdir edin, sonra oruç tutun." şeklinde anlasaydı muhakkak
bunu hem ailesine, hem başkalarına emreder, o gün özellikle sırf kendisi oruç
tutmakla yetinmez, bunu başkalarına emretmemezlik yapmaz ve bu gün oruç
tutmanın insanlara farz olduğunu elbet açıklardı.
İbn Abbas (r.a.) şek
günü oruç tutmaz ve şu hadisi delil gösterirdi: "Hilâli görünceye kadar
oruç tutmayın. Yine (öteki) hilâli görünceye kadar orucu bozmayın. Şayet hava
kapalı olursa sayıyı otuza tamamlayın."
Mâlik bu hadisi,
Mwvö//a'ında, sanki İbn Ömer hadisini ve Hz. Peygamber'in (s.a.) "takdir
edin" sözünü tefsir edici sayarcasına İbn Ömer hadisinin hemen peşinden
kaydetmiştir.
îbn Abbas derdi ki:
Aya bir yahut iki gün önce başlayana şaşarım. Oysa Allah Rasûlü (s.a.):
"Ramazan'a bir yahut iki gün önce başlamayın." buyurdu. Herhalde İbn
Abbas bu sözleriyle İbn Ömer'e karşı gel-* inektedir.
İşte böyle bu iki
büyük sahabîden biri şiddet tarafına meyletse, diğeri , kolaylaştırma tarafına
meylederdi. Bu durum birçok meselede kendini göstermektedir. Abdullah îbn
Ömer, birtakım konularda zorlaştırma yolunu tutmuştur ki, o konularda sahabe
kendisine muvafakat göstermemiştir. İbn Ömer, abdestte gözlerinin içini de
yıkardı. Hatta bu yüzden kör oldu. Başını meshettiği zaman, kulaklarını yeni
su almak suretiyle ayrıca yıkardı. Hamama girmeyi menederdi. Girdiği zaman
bundan dolayı guslederdi. İbn Abbas ise hamama girerdi. İbn Ömer, biri yüz için
diğeri dirseklere kadar eller için olmak üzere iki kere ellerini yere vurmak
suretiyle teyemmüm alır, bir tek vuruşla ve yalnız avuçlar üzerine meshetmekle
yetinmezdi. İbn Abbas ise ona muhalefet eder ve, "Teyemmüm, yüz ve avuçlar
için elleri bir kere yere vurmaktır." derdi. İbn Ömer, karısını öptüğünden
dolayı abdest alır ve bu şekilde fetva verirdi; çocuklarını öptüğü zaman ağzını
su ile çalkalar, sonra namaz kılardı. İbn Abbas ise, "Ha karımı öpmüşüm,
ha fesleğen koklamışım, farketmez." derdi.
îbn Ömer, bir kimse
bir başka namaz kılarken üzerinde bir kaza namazı borcu olduğunu hatırlarsa o
kimsenin,*kıldığı namazı tamamlayıp hatırladığı kaza namazım kılmasını, sonra
da kılmakta olduğu o namazı yeniden kılmasını emrederdi. Ebu Ya'Iâ el-Mavsılî
bu konuda Müsned'inde Hz. Peygamber'den (s.a.) bir hadis rivayet etmekteyse de,
doğrusu bu rivayet İbn Ömer'e ait olup mevkuftur. Beyhakî diyor ki: îbn
Ömer'den merfû hadis olarak rivayet edilmişse de sahih değildir. îbn Abbas'tan
da merfû olarak rivayet edilmiş, ancak bu da sahih değildir.
Sözün özü: Abdullah
İbn Ömer zorlaştırma ve ihtiyat yolunu tutardı. Ma'mer — Eyyub — Nâfi
senediyle rivayet edildiğine göre İbn Ömer, imamın kıldırdığı namazın bir
rekâtına yetiştiği vakit o rekâta başka bir rekât daha ilâve eder, namazını
bitirince iki sehiv secdesi yapardı. Zührî: "Bunu ondan başka hiç
kimsenin yaptığını bilmiyorum." diyor.
Ben derim ki: Her
halde bu secde —oturuşun yeri çift rekâtı müteakip olduğu halde— onun bir
rekâtı müteakip oturmuş olmasındandır.
Sahabenin,
"Şabandan bir gün oruç tutmamız bize göre Ramazan'dan bir gün yememizden
daha iyidir." demeleri, bu günün orucunu farz oruç diye tutmadıklarını
göstermektedir. Şayet bu gün onlara göre kesinlikle Ramazan'dan olsaydı
muhakkak "Bu gün Ramazan'dandır, oruç tutmamamız caiz değlidir."
derlerdi.
Caiz olduğunu
göstermek amacıyla şek günü oruç tutmadıklarını ifade eden rivayetler de
onların bu orucu müstehap ve daha uygun olduğu düşüncesiyle tuttuklarını
gösterir, işte İbn Ömer... Hanbel, MesâiFinde, Ah-med b. Hanbel — Vekî — Süfyân
— Abdülaziz b. Hakim el-Hadramî senediyle İbn Ömer'in: "Şayet bütün sene
oruç tutsam muhakkak Ramazan olup olmadığı şüpheK olan günde oruç
tutmazdım." dediğini rivayet eder.[115]
Hanbel'in, Ahmed b.
Hanbel — Ubeyde b. Humeyd — Abdülaziz b. Hakîm senediyle rivayetine göre ibn
Ömer'e: "Hiçbir günün orucunu kaçırmamak için Ramazan'dan önce oruca
başlayabilir miyiz?" diye sordular, o da: "Of, of!.. Cemaatle
birlikte oruç tutun." dedi. İbn Ömer'in: "Herhangi biriniz ayın asla
önüne geçmesin." dediği sahihtir. Hz. Pey-gamber'in (s,a.) de:
"Hilâli görünce oruç tutun ve (öteki) hilâli görünce orucu bozun. Şayet
hava kapalı olursa ayı otuz gün sayın." buyurduğu sahihtir.
Ali b. Ebu Tâlib
(r.a.) aynı tarzda şöyle demiştir: Hilâli gördüğünüz zaman onu görmüş
olduğunuzdan dolayı oruç tutun. (Öteki) hilâli gördüğünüz zaman orucu bozun.
Şayet hava kapalı olursa sayıyı tamamlayın.
İbn Mes'ûd (r.a.) da:
"Şayet hava kapalı olursa ayı otuz gün sayın." demiştir.
Bu sahabe söz ve
davranışlarının (=âsâr) şayet kendilerinden o günde oruç tutma konusunda
rivayet gelen sahabenin söz ve davranışlarıyla çatıştıkları düşünülürse bu
sahabe söz ve davranışlarının gerek söz, gerekse anlam bakımından merfû
hadislere muvafakat etmelerinden dolayı bunları esas almak daha uygundur. Şayet
aralarında bir çelişki bulunmadığı düşünülürse o zaman iki uzlaştırma yolu
vardır:
1- Şek gününde oruç tutulmayacağını ifade eden
sahabe söz ve davranışlarının, hava kapalı olmadığı zamana yahut o gün oruç
tutmayı farz sayanların yaptıkları gibi ayın sonunda havanın kapalı olmasına
yorumlamak.
2- Kendilerinden şek gününde oruç tuttukları
rivayet edilen sahabenin söz ve davranışlarım farz olarak değil, müstehap
olarak daha uygun olanı yapmaya ve ihtiyatlı davranmaya yorumlamak. Bu sahabe
söz ve davranışları bu orucun farz olmadığı konusunda açıktır. Bu yol naslara
ve şeriat kaidelerine muvafakata daha yakındır. Şek konusunda eşit iki gün
arasını ayırt etmekten de bu yol sayesinde selâmete erişilmiş olur. Böylece
birisi şek günü ve ikincisi —onda da kesinlikle şek bulunduğu halde— yakîn
(kesinlik) günü sayılır. Ramazan mı, değil mi diye şüphe ettiği halde o günün
kesinlikle Ramazan'dan olduğuna inanmasını kula teklif etmek, güç
yetirilemeyecek bir şeyi teklif ve birbirine denk iki şey arasını ayırt etmek
demektir. En iyi bilen Allah'tır. [116]
Hz. Peygamber (s.a.)
halka, bir tek rriüslüman erkeğin şahitliği ile oruca başlamayı ve iki kişinin
şahitliği ile de oruçtan çıkmayı emrederdi.
Bayram (namazı) vakti
çıktıktan sonra iki şahit Şevval hilâlini gördüklerine tanıklık etseler Hz.
Peygamber (s.a.) orucu bozar ve insanlara da oruçlarım bozmayı emreder, ertesi
günü bayram namazını vaktinde kıl-dırırdı[117]
İftarda acele eder ve
acele davramlmasını teşvik ederdi. Kendisi sahur yemeği yer, sahur yemeği
yenilmesini tavsiye ederdi. Sahuru geciktirir, geciktirilmesini de teşvik
ederdi[118]
İftarı, hurma ile,
bulunmazsa su ile açmayı teşvik ederdi. Bu Hz. Pey-gamber'in (s.a.) ümmetine
şefkatinin ve onlar için hayır istemesinin ne denli tam olduğunu gösterir.
Çünkü mide boş iken tabiata tatlı şeyi vermek, o şeyi tabiatın kabul etmesine
ve güçlerin, özellikle de görme gücünün, ondan yararlanmasına daha iyi sebep
olur. Güçler (yahut görme gücü) tatlı şey ile kuvvet kazanır. Medine'nin
tatlısf ve reçeli hurmadır. Medineliler yanında hurma gıdadır, katıktır; yaş
hurma meyvedir. Suya gelince: Oruç tutunca ciğerde bir tür kuruluk meydana
gelir. Su ile ıslatıldığmda bundan sonra gıdadan yararlanması doruk noktada
olur. Bu yüzden susamış aç kimsenin yemekten önce biraz su içip sonra yemek
yemesi daha uygundur. Maamafih hurma ve suda, kalbin iyileşmesine tesir eden
bir Özellik vardır ki, bunu ancak kalp doktorları bilirler. [119]
Hz. Peygamber (s.a.)
akşam namazını kılmadan Önce iftar ederdi. Bulursa birkaç yaş hurma ile, onu
bulamazsa birkaç kuru hurma ile, onu da bulamazsa birkaç yudum su ile orucunu
açardı[120]
Orucunu açarken:
"Allah'ım! Senin rızan için oruç tuttum. Rızkınla orucumu açtım.
Oruçlarımızı kabul et. Sen şüphesiz herşeyi işitir ve bilirsin." diye dua
okuduğu rivayet edilmekteyse de bu rivayet sağlam değildir.[121]
Yine Hz. Peygamberin (s.a.):"Allah'ım! Senin
rızan için oruç tuttum. Rızkınla orucumu açtım." diye dua ettiği rivayet
edilmektedir. Ebu Davud'un, Muaz b. Zehra'dan rivayetine göre Hz. Peygamber'in
(s.a.) böyle dediği onun kulağına ulaşmıştır[122]
Rivayete göre
Hz.Peygamber (s.a.) orucunu açtığı zaman: "Susuzluk gitti, damarlar
ıslandı ve inşâllahu teâlâ ecir sabit oldu." derdi. Ebu Davud bu hadisi,
Hüseyn b. Vâkıd — Mervân b. Salim el-Mukaffa' — İbn Ömer senediyle rivayet
etmiştir.[123]
Rivayete göre,
"Oruçlunun iftar vakti yaptığı bir dua vardır ki, o dua reddolunmaz."
buyurmuştur. Bu hadisi İbn Mâce rivayet etmiştir.[124]
Hz. Peygamber'in
(s.a.): "Gece şu taraftan (yani doğudan) yönelip geldiği ve gündüz de şu
taraftan (yani batıdan) arkasını dönüp gittiği vakit oruçlu, orucunu
bozmuştur." buyurduğu[125]
sahihtir. Bu hadis, iki türlü tefsir olunarak denmiştir ki: Niyet etmese de hükmen
orucunu bozmuş olur, demektir yahut "sabahladı" ve
"akşamladı" sözlerinde olduğu gibi iftar etme vakti girmiş olur
demektir. [126]
Hz. Peygamber (s.a.)
oruçlunun, cinsel ilişki ifade eden çirkin sözler söylemesini, şamata etmesini,
sövmesini ve kendisine sövüldüğünde karşı-hk vermesini yasaklamış; onun, söven
kimseye "Ben oruçluyum." diye cevap vermesini emretmiştir.
Âlimlerden kimileri, bu sözü diliyle söyler diyor —ki daha açık görünen budur—,
kimileri, kendisine oruçlu olduğunu hatırlatmak için kalbiyle söyler diyor ve
kimileri de farz oruç tutuyorsa diliyle, nafile oruç tutuyorsa içinden söyler;
çünkü bu, gösterişten daha uzaktır diyorlar. [127]
Allah Rasûlü (s.a.)
Ramazan'da yolculuğa çıktı; hem oruç tuttu hem de tutmadı. Sahabîleri, oruç
tutup tutmama arasında serbest bıraktı[128]
Düşmanlarına
yaklaştıklarında onlara karşı savaşta güç elde etmeleri için sahabîlere orucu
yemelerini emrederdi.
Böyle bir durumla
mukîm iken karşılaşılsa ve oruç yenildiği takdirde düşmanla karşılaşmaya güç
elde edilecek olsa bu halde müslümanlar oruç^ larını bozabilirler mi? Bu konuda
iki görüş ileri sürülmüştür. Bunların delil bakımından en sağlam olanı bu
haldeki müslümanlann oruçlarını bozabilecekleridir. İbn Teymiye'nin tercihi de
budur. İslâm orduları Şam yakınla^ rında düşmanla karşılaştığında İbn Teymiye
bu şekilde fetva verdi.[129]
Kuş-j
kuşuz bu sebeple orucu
bozma sırf yolculuk sebebiyle oruç bozmaya göre daha uygundur. Hatta yolcunun
orucu yemesinin mubah kılınması bu halde iken orucun yenilmesinin mubah
olduğuna da bir tenbihtir. Çünkü bu hal, oruç yemenin caiz olması için daha
haklı bir sebeptir. Zira diğer halde kuvvet yalnız yolcuya mahsus iken burada
kuvvet, hem orucu yiyen mücâhide ve hem de müslümanlara aittir. Hem cihad
meşakkati, yolculuk meşakkatinden daha büyüktür. Mücahidin oruç tutmamasıyla
elde edilen fayda, yolcunun oruç tutmamasıyla elde edilen faydadan daha
büyüktür. Hem de Allah Teâlâ: "Düşmanlarınıza karşı gücünüz yettiğince
kuvvet hazırlayın." buyurmuştur.[130]
Düşmanla karşılaşıldığında orucu yeme, en büyük kuvvet sebeplerindendir.
Hz. Peygamber (s.a.)
âyette geçen "kuvvet" kelimesini, "ok atmak" ile tefsir
etmiştir.[131] Oruç bozmak, gıda almak
gibi takviye edici, yardım edici şeyler bulunmaksızın ok atmak tam olarak
gerçekleşmez ve ondan beklenen sonuç meydana gelmez. Hz. Peygamber (s.a.)
düşmanlarma yaklaştıkları vakit sahabeye: "Doğrusu düşmanınıza yaklaştınız.
Orucu yemek size daha çok güç katar." buyurdu. Bu bir ruhsattı. Sonra bir
başka yere konakladılar. "Doğrusu siz düşmanınıza hücum etmek üzeresiniz.
Orucu yemek size daha çok güç katar."Orucunuzu yeyin." buyurdu. Bu
ise bir azimettir. Sahabî: "Bu emir üzerine orucu bozduk." diyor.[132] Hz.
Peygamber (s.a.) görüldüğü üzere orucu bozmaya sebep olarak düşmanlarma
yaklaşmalarını ve düşmanla karşılaşmak için kuvvete muhtaç olmalarını
göstermiştir. Bu ise yolculuk dışında bir başka sebeptir. Yolculuk, başlıba-şına
müstakil bir sebeptir. Gösterdiği sebepler arasında ondan söz etmemiş ve ona
işarette de bulunmamıştır. Özelliği olan bu oruç yeme meselesinde
şeriat sahibinin hükümsüz saydığını
itibara alarak bunu sebep göstermek, düşmana karşı konulacak kuvvet vasfını
hükümsüz saymak ve sırf yolculuğu itibara alma şeriat sahibinin itibar ettiği
ve sebep gösterdiği şeyi hüküm* süz sayma demektir.
Toparlayacak olursak;
şeriat sahibinin tenbihi ve hikmeti cihad sebebiyle oruç yemenin sırf yolculuk
sebebiyle oruç yemeye nazaran daha yerli yerinde bir hareket olmasını
icabettirir. Ya bir de Hz. Peygamber (s.a.) sebebe işaret etmiş, ona tenbihte
bulunmuş, hükmünü açıklamış ve bu sebepten Ötürü sahabîlere oruçlarını
bozmalarını emretmişse ne demeli? Şu hadis de bunu göstermektedir: İsa b.
Yunus, Şu'be — Amr b. Dinar — İbn Ömer senediyle rivayet eder ki, Allah Rasûlü
(s.a.) Mekke fethi günü ashabına: "Bugün savaş günüdür. Derhal orucunuzu
bozun." diye buyurdu.[133]
Şu'be'den hadisi, Saîd b. Rebî de rivayet ederek İsa b. Yunus'a mütabaat etti.
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.), savaşı sebep gösterdi ve hemen arkasından
(sebep bildiren) bir edat —fâ edatı— getirmek suretiyle orucu yeme emrini
verdi. Herkes bu sözden orucu bozmanın savaştan ötürü olduğunu anlar. Yolculuk,
cihaddan tecrid edildiği zaman ise Allah Rasûlü (s.a.), orucu bozma konusunda;
bu Allah'tan bir ruhsattır, bu ruhsata kim uyarsa iyi yapmış olur, kim de oruç
tutmak isterse ona bir günah yoktur, derdi. [134]
Allah Rasûlü (s.a.),
en muazzam ve en büyük gazaları olan Bedir Klekke fethi gazalarına Ramazan'da
çıktı.
Hz. Ömer İbnü'l-Hattâb
diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte Ramazan'da iki gaza yaptık: Bedir
gazası ve Mekke fethi. Her iki gazada da oruç tutmadık.[135]
Dârakut-nî ve
başkalarının Hz. Âişe'den rivayet ettiği: "Allah Rasûlü (s.a.) ile
birlikte umre yapmak üzere Ramazan'da yola çıktık. Allah Rasülü oruç tutmadı,
ben tuttum. O, namazı kısaltarak kıldı, ben tam kıldım..." hadisi[136] bir
yanılgıdır. Ya Hz. Âişe'ye atfedilen bir yanılgıdır —daha açık görünen budur—
yahut onun yaptığı bir yanılgı olup şu konuda İbn Ömer'in başına gelen burada
onun başına gelmiştir: îbn Ömer: "Allah Rasûlü (s.a.) Recep ayında umre
yaptı." dediğinde Hz. Âişe: "Allah, Ebu Abdurrah-man'a (İbn Ömer'e)
rahmet etsin. Kendisi Allah Rasûlü'nün (s.a.) yaptığı bütün umrelerinde yanında
bulunmuştur. Allah Rasûlü (s.a.) katiyen Recep ayında umre yapmamıştır."
demişti.[137] Aynı şekilde Hz.
Peygamber'-in (s.a.) yine bütün umreleri Zilkade ayında idi; katiyen o,
Ramazan'da umre yapmamıştır. [138]
Hz. Peygamber (s.a.),
oruçlunun orucu bozabileceği mesafe için bir sınır koymamıştır. Bu konuda Hz.
Peygamber'den (s.a.) sahih bir rivayet gelmemiştir. Dihye b. Halife el-Kelbî,
üç millik bir yolculukta oruç bozmuş ve oruç tutanlara: "Muhammed'in
(a.s.) sünnetini terk ediyorlar."demiştir.[139]
Sahabe-i kiram
yolculuğa çıktıklarında evleri geçmeyi (geride bırakmayı) dikkate almaksızın
oruçlarını bozuyorlar ve bunun Hz. Peygamber'-in (s.a.) sünneti ve prensibi
olduğunu haber veriyorlardı. Nitekim Ubeyd b. Cebr'in rivayetinde de böyledir:
"Rasûlullah'm (s.a.) ashabından Ebu Basra el-Gıfârî ile Ramazan ayında
Fustat'tan bir gemiye bindik. Daha evleri geçmemiştik ki sofranın getirilmesini
istedi ve; buyur, dedi. "Evleri görmüyor musun?" diye özür beyan
ettim. Bunun üzerine Ebu Basra: "Ra-sûlullah'ın sünnetini terk mi
ediyorsun?" dedi. Hadisi Ebu Davud ve Ah-med b. Hanbel (r.h.) rivayet
etmiştir.[140] Ahmed b. Hanbel'in
(r.h.) rivayeti şöyledir: "Ebu Basra ile Fustat'tan İskenderiye'ye giden
bir gemiye bindik. Geminin demirlediği limana yaklaştığımızda yemeğini
getirmelerini emretti. Sofra
kuruldu, sonra beni yemeğe çağırdı —ki bu olay, Ramazan ayı içinde idi.—
"Ebu Basra! Vallahi, daha evler görünüp duruyor, bu nasıl olacak?"
dedim. "Rasûlullah'm (s.a.) sünnetinden yüz mü çeviriyorsun?" dedi.
"Hayır" dedim. "O zaman ye!" dedi. Ebu Basra; "Varıncaya
kadar yeyip içtik," diye de ekledi.
Muhammed b. Kâ'b:
Ramazan ayında Enes b. Mâlik'in yanma vardım: Yolculuğa çıkmak istiyordu.
Devesine eğer vurulmuştu. Yolculuk elbiselerini giyinmişti. Yiyecek bir şeyler
istedi ve yedi. "Bu sünnet mi?" dedim. "Evet, sünnet" dedi
ve devesine bindi.[141]
Tirmizî: Hadis hasen-dir, dedi. Dârakutnî de rivayetinde: Güneş batmaya yüz
tutmuşken yedi, demiştir.
Bu hadisler, Ramazan
ayında yolculuğa çıkanın orucunu bozabileceğini açıkça ortaya koymaktadır.[142]
Hz. Peygamber'in
(s.a.), hanımlarıyla cinsî münasebetten sonra cünüb bir halde fecir vaktine
kadar durduğu da olmuştur. Fecirden sonra gusleder ve oruç tutardı[143]
Ramazan ayında oruçlu iken bazı hanımlarını öperdi, [144]Oruçlunun
öpücüğünü suyla mazmaza yapmaya benzetmiştir[145]
Tirmizî der ki: Bazı
âlimler nefsine sahip olabiliyorsa oruçlunun öpebileceği, yoksa orucunun
selâmette olması İçin öpemeyeceği görüşündedirler. Bu Süfyan, Ahmed ve îs-hak'm
görüşüdür. Hafız İbn Hacer, Fethu'1-Bârî (4/131)'de şöyle der: Menî ya da mezî
getiriyorsa, oruçlunun oynaşmasında, öpmesinde ve bakmasında âlimler ihtilâfa
düş-müştür.Kufeli fakihler ve İmam Şafiî: "Bakma durumu dışında, meni
gelirse orucunu kaza eder; mezî gelmesi durumunda kaza etmez." Mâlik ve
İshak da: "Bütün bunlarda kaza da gerekir, keffâret de; ancak mezîde
keffâret gerekmez, sadece kaza eder." demişlerdir. İbn Kudâme diyor ki:
Öper de meni gelirse orucu bozulur, bunda ihtilâf yoktur.
Ebu Davud'un Misda' b.
Yahya yoluyla Hz. Âişe'den rivayet ettiği Hz. Peygamber'in (s.a.) oruçlu iken
kendisini (Hz. Âişe annemizi) öptüğüne ve dilini emdiğine dair hadise[146]
gelince, bu hadis hakkında ihtilâf edilmiştir. Bir grup hadis âlimi, Mısda'ı
zayıf bulmuştur. Bu râvi hakkında ihtilâf edilmiş ve onun hakkında es-Sa'dî:
"O, yoldan çıkmış ve sapık biridir" demiştir. Bir grup hadis âlimi de
hadisi hasen sayıp adı geçen râvi hakkında: "O, güvenilir (sika), doğru
sözlü bir insandır" demiştir. Nitekim Müslim, Sahih*inde ondan hadis
rivayet etmiştir. Misda' hadisinin senedinde yer alan Muhammed b. Dînâr et-Tâhî
el-Basrî de tenkid edilmiştir. Yahya: "Zayıftır" demiştir. Ondan
gelen bir başka rivayette "Onun rivayetinde bir sakınca yoktur"
şeklinde görüş belirtmiştir. Başkaları da: "Doğru sözlüdür"
demişlerdir. İbn Adiyy ise: "Dilini emerdi" sözünü Muhammed b.
Dinar'dan başkası söylemez, ifadesini kullanmıştır ki, hadisi bu zât rivayet
etmiştir. Yine hadisin senedinde bulunan Sa'd b. Evs hakkında da ihtilâf
vardır. Yahya: "O, Basralı, zayıf bir râvidir" derken başkaları, sika
olduğunu söylemişlerdir. İbn Hibbân ise Sa'd'ı es-Sikât adlı eserinde kaydetmiştir.
Ahmed b. Hanbel ve ibn
Mâce'nin Hz. Peygamber'in (s.a.) cariyesi Meymûne'den rivayet ettikleri hadise
gelelim. Meymûne şöyle rivayet eder: "Hz. Peygamber'e (s.a.), hem hanımı
hem kendisi oruçlu iken hanımını öpen kişinin durumu soruldu: Orucunu bozmuştur,
buyurdu."[147]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) böyle buyurduğu sahih olarak nakledilmemiş-tir. Senedde, Ebu Yezîd
ed-Dınnî vardır ki, bu hadisi Sa'd'ın kızı Meymûne'den rivayet etmiştir.
Dârakutnî, Ebu Yezîd için: "O, tanınmamaktadır ve bu hadis de sabit
değildir" demiştir. Buharı ise: "Bu hadisi rivayet etmem, bu hadis
münkerdir, Ebu Yezîd de meçhul bir râvidir." diyor.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) gençle yaşlı arasında ayrım yaptığı konusunda gelen rivayetler sahih
değildir. Herhangi bir senedle bunu isbat eden bir şey gelmemiştir. Bunlar
arasında en ceyyidi, Ebu Davud'un, Nasr b. Ali — Ebu Ahmed ez-Zübeyrî — İsrail
— Ebu'l-Anbes — el-Eğarr — Ebu Hureyre senediyle rivayet ettiği şu hadistir:
Bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.), oruçlunun hammıyla oynaşmasını sordu; o şahsa
izin verdi.
Başka birisi geldi ve
aynı şeyi sordu; ikinci sorana da yasakladı. İzin verdiği şahıs yaşlı,
yasakladığı şahıs ise gençti.[148]
İsrail her ne kadar Buharı, Müslim ve diğer Kütüb-i Sitte imamları tarafından
delil kabul edilmişse de bu hadisin illeti, İsrail ile el-Eğarr arasında
Ebu'l-Anbes el-Adevî el-Küfî'nin bulunmasıdır. Bu şahsın ismi Haris b.
Ubeyd'dir. O'nun hakkında bir şey söylememişlerdir.[149]
Unutarak bir şey yeyip
içen kişinin orucunu kaza ettirmemesi de Hz Peygamber'in (s.a.) sünnetindendi.
Zira bu kimseyi Allah Teâlâ yediri] içirmiştir. Bu yeme ve içme işi, kula
nisbet edilmemiştir ki bununla orucu nu bozmuş olsun. Ancak bizzat kendi
işlediği bir fiil ile orucunu bozmu, olur. Unutarak yeyip içmesi, uykuda yeyip
içmesi gibidir. Dolayısıyla uyu yanın fiili için herhangi bir mükellefiyet
olmadığı gibi unutanın fiili içir de yoktur.
Şu fiillerin orucu
bozduğu konusunda Hz. Peygamber'd en (s.a.) aktarılan rivayetler sahihtir:
Yemek, içmek, kan aldırmak[150] ve
kusmak.[151]
Kur'an-ı Kerim, yemek
ve içmek gibi cinsel ilişkinin de orucu bozduğunu gösterir. Bu konuda ihtilâf
yoktur. Göze sürme çekme konusunda Hz. Pey-gamber'den (s.a.) nakledilen sahih
hiçbir hadis yoktur.Hz. Peygamber (s.a.)'in oruçlu iken dişlerini misvakladığma
dair nakledilen rivayet sahihtir[152]İmam
Ahmed'in rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a.), oruçlu iken
başına su dökerdi.[153]
Yine oruçlu iken mazmaza (su ile gargara) ve istin-şak (burna su vermek)
yapardı. Ancak oruçluyu buruna su vermekte aşırıya gitmekten alıkoymuştur.[154]
İmam Ahmed'e göre, Hz, Peygamber'in oruçlu iken kan aldırdığına (hacamat) dair
nakledilen rivayet sahih değildir. Oysa Buharî, hadisi Sahih'mdc rivayet
etmiştir. Ahmed ise şöyle söylemiştir: Yahya b. Saîd bize şöyle dedi: Hakem,
oruçlu iken kan aldırma hakkındaki Miksem hadisini yani Saîd — Hakem — Miksem —
İbn Abbas senediyle rivayet edilen: "Hz. Peygamber (s.a.), oruçlu ve
ihramlı iken kan aldırmıştır" hadisini[155]
Miksem'in kendisinden işitmemiştir.
Mühennâ diyor ki:
Ahmed b. Hanbel'e, Hubeyb b. Şehid — Meymun b. Mihran — İbn Abbas yoluyla
rivayet ettiği: "Hz. Peygamber (s.a) oruçlu ve ihramlı iken kan
aldırdı." hadisi hakkındaki görüşünü sordum, şöyle dedi: Sahih değildir.
Yahya b. Saîd el-Ensârî, bu hadisi münker buldu. Meymun b. Mihran, İbn
Abbas'tan ancak 15 kadar hadis rivayet etmiştir.
1 Esrem ise: "Ebu
Abdullah'ı bu hadisi zikrederken işittim; hadisi zayıf gördüğünü ifade
etti." demektedir. Mühennâ şöyle devam etmiştir: Ahmed'e, Kabisa'nın
Süfyan — Hammâd — Saîd b. Cübeyr yoluyla İbn Abbas'tan naklettiği "Hz.
Peygamber (s.a.) oruçlu ve ihramlı iken kan aldırdı." hadisini sordum,
şöyle dedi: Bu, Kabîsa'nm yanılgısıdır. Kabîsa b. iUkbe'yi Yahya'ya sordum. O
da: "Doğru sözlüdür, Süfyan yoluyla Saîd b. Cübeyr'den rivayet ettiği hadis,
onun yanılgısıdır." cevabım verdi. İmam Ahmed der ki: Eşcaî'nin kitabında,
Saîd b. Cübeyr'den mürsel olarak nakledilen "Hz. Peygamber (s.a.),
ihramlı iken kan aldırdı." rivayeti geçmekte, fakat 'oruçlu iken' lafzı
zikredilmemektedir.
Mühennâ dedi ki:
Ahmed'e, İbn Abbas'ın "Hz. Peygamber (s.a.) oruçlu ve ihramlı iken kan
aldırdı." hadisi hakkındaki görüşünü sordum, şöyle dedi: Hadiste
"oruçlu iken" sözü yoktur, yalnızca "ihramlı iken" sözü
vardır, Süfyan — Amr b. Dinar — Tavus —
tbn Abbas senediyle şöyle rivayet etmiştir: "Rasûlullah (s.a.) ihramlı
iken başından kan aldırdı." Ab-dürezzak, Ma'mer — İbn Huseym — Saîd b.
Cübeyr senediyle îbn Ab-bas'tan nakleder ki; Hz. Peygamber (s.a.) ihramlı iken
kan aldırdı. Ravh — Zekeriyya b, îshak — Amr b. Dînâr — Atâ ve Tavus senediyle
de İbn Abbas'tan rivayet eder ki: "Hz. Peygamber (s.a.) ihramlı iken kan
aldırdı." Bu râviler îbn Abbas'm öğrencileri olduktan halde 'oruçlu iken'
sözünü söylememişlerdir.
Hanbel der ki: Ebu
Abdullah'ın (Ahmed b. Hanbel), Vekf — Yasin ez-Zeyyât — bir adam — Enes
senediyle rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.) "Kan alanın da aldıranın
da orucu bozuldu" buyurmasından bir müddet sonra Ramazan ayında kan
aldırdı. Ebu Abdullah şunu da eklemiştir: Senedde "bir adam'* diye
belirtilen râvi, sanırım Ebân b. Ebî Ayyâş'tır, ki bu râvinin rivayeti delil
olmaz.[156]
Esrem dedi ki: Ebu
Abdullah'a, Muhammed b. Muaviye en-Nisâbûrî'nin, Ebu Avâne — Süddî — Enes
senediyle rivayet ettiği "Hz. Peygamber (s.a.) oruçlu iken kan
aldırdı" hadisini sordum. Hadisi münker buldu. Sonra da: "Süddî,
Enes'ten rivayet etti ha!" dedi. "Evet" dedim. Buna hayret etti.
Ahmed: "Kan alan da aldıran da oruçlarını bozmuşlardır" mealindeki
hadis, sabit bir hadis değildir, demiştir. İshak da: "Bu hadis, Hz.
Peygamber'den (s.a.) beş ayrı senedle sabit olmuştur", demiştir.
Sözün özü: Hz.
Peygamber'in (s.a.) oruçlu iken kan aldırdığı sahih değildir. O'nun (s.a.)
günün başında ve sonunda oruçluyu dişleri misvakla-maktan alıkoyduğu
konusundaki rivayetler de sahih değildir. Hatta O'-ndan misvak kullanmayı
teşvik eden rivayetler gelmiştir.
Yine O'ndan şöyle
rivayet edilmiştir: "Misvak kullanmak, oruçlunun en hayırlı
özelliklerindendir." Bunu İbn Mâce, Mücâlid'den aktarmıştır. Hadiste
zayıflık mevcuttur.[157]
Hz. Peygamber'in
(s.a.), oruçlu iken gözüne sürme çektiği ve Ramazan ayında ashabının karşısına
gözleri sürme dolu olarak çıktığı rivayet edilmiştir. Ama bu sahih değildir. Yine sürme hakkında
"Oruçlu onunla takva sahibi olur (korunur)."[158]
buyurduğu da sahih değildir. Ebu Da-vud der ki: Bana, Yahya b. Maîn: "O,
münker bir hadistir" dedi. [159]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) galiba hiç iftar etmeyecek denilinceye kadar oruç tuttuğu da, galiba hiç
oruç tutmayacak denilinceye kadar oruç tutmadığı da olurdu. Ramazan'dan başka
hiçbir ayın tamamım oruçlu geçirmedi. Hiçbir ayda da Şaban ayında tuttuğu
kadar çok oruç tutmadı. Hiçbir ayı oruçsuz geçirmedi .[160]
Üç aylarda da bugün
bazı insanların yaptığı gibi devamlı oruç tutmadı. (Üç ayların tamamını oruçlu
geçirmedi.) Recep ayını kesinlikle oruçlu geçirmedi, bu ayda oruç tutmayı
müstehab da saymadı. Aksine, Receb ayında oruç tutmayı yasakladığı rivayet
edilmiştir. Bunu İbn Mâce rivayet etmiştir.[161]
Hz. Peygamber (s.a.)
pazartesi ve perşembe oruçlarına dikkat ederdi.[162]
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.), ister yolcu ister mukîm olsun, dolunay günleri
(eyyâm-i bîz = ayın 13, 14 ve 15. günleri) oruç tutardı."[163]Hadisi,
Nesâî kaydetmiştir. Dolunay günleri oruç tutmayı teşvik ederdi,[164]
İbn Mes'ûd (r.a.) der
ki: Rasûluliah (s.a.), her kamerî ayın parlak üç günü oruç tutardı. Hadisi Ebu
Davud ve Nesâî rivayet etmişlerdir.[165]
Hz. Âişe (r.anha) der
ki: "Rasûluliah (s.a.), orucu ayın hangi günleri tuttuğuna önem vermezdi."
Hadisi Müslim zikretmiştir.'[166] Bu
rivayetler arasında çelişki yoktur. [167]
Zilhicce'nin 10. günü
orucuna gelince, bu konuda ihtilâf edilmiştir. Hz. Âişe: "Hz. Peygamber'i
(s.a.) Zilhicce'nin onuncu günü kesinlikle oruçlu görmedim." demiştir.
Hadisi Müslim kaydet mistir. [168] Hz.
Hafsa der ki: Rasûluliah (s.a.), dört şeyi terketmemiştir: Aşure günü,
Zilhicce'nin onuncu günü ve her aydan üç gün oruç tutmak ile sabah namazının
iki rekât sünneti.[169]
Hadisi İmam Ahmed (r.h.) rivayet etmiştir.
İmam Ahmed'in,
hanımlarından birinden naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), Zilhicce'nin
dokuzuncu günü, aşure günü (Muharrem'in 10. günü), her aydan üç gün yahut
pazartesi ile perşembe günü oruç tutardı. Başka bir rivayette de: "İki
perşembeyi" şeklinde geçmektedir[170]'
Şayet hadîs sahihse, isbat eden, yasaklayana tercih edilir. [171]
Şevval ayından 6 gün
oruç tutmaya gelince, Hz. Peygarhber'in (s.a.) şöyle buyurduğu sahihtir:
"Ramazanla beraber 6 günlük Şevval orucu, bütün bir yılı oruçlu geçirmeye
denktir."[172]
Aşure orucuna gelince,
Hz. Peygamber (s.a.) bu günün orucunu, diğer günlerin orucuna tercih ediyordu.
Medine'ye gelince, yahudilerin aşure günü oruç tuttuğunu ve bu güne hürmet
ettiğini gördü ve: "Biz Musa'ya (a.s.) daha lâyığız" buyurarak, aşure
günü oruç tuttu ve bu günde oruç tutulmasını emretti. Bu, Ramazan orucu farz
kılınmazdan önce idi. Ramazan orucu farz kılınınca: "Aşure orucunu
dileyen tutar, dileyen de terke-der."[173]
buyurdu. [174]
1- Bazı
âlimler buna karşı çıkarak şöyle demişlerdir: Rasûlullah (s.a.) Medine'ye ancak
Rebîlevvel ayında geldi, nasıl tbn Abbas "Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye
geldiğinde yahudilerin aşure günü oruç tuttuğunu gördü" diyebilir?
2- Bu konuda
başka bir itiraz, Sahihayrfda sabit olan Hz. Âişe hadisidir. Hz. Âişe
anlatıyor: Kureyş, cahiliyye döneminde aşure günü oruç tutardı. Hz. Peygamber
(s.a.) da tutardı. Medine'ye hicret edince aşure günü oruç tuttu ve bu gün oruç
tutmayı emretti. Ramazan orucu farz kılınınca: "(Aşure orucunu) dileyen
tutar, dileyen terkeder."[175]'
buyurdu.
3- Bir başka itiraz da yine Sahihayn'da geçen
bir hadistir: Abdullah b. Mes'ûd, öğle yemeğindeyken Eş'as b. Kays yanma geldi.
İbn Mes'ûd:, Ebu Muhammed, yemeğe buyur. Eş'as: Bugün aşure günü değil mi? İbn Mes'ûd: Aşure günü
nedir, bilir misin? Eş'as: Nedir? İbn Mes'ûd dedi ki: O, Ramazan orucu farz
kılınmazdan önce Rasûlullah'ın (s.a.) oruç tuttuğu bir gündür. Ramazan orucu
farz kılınınca, onu terketti.[176]
Müslim, Sahih'inât İbn
Abbas'tan rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (s.a.) aşure günü oruç tutup,
başkalarına da oruç tutmayı emredince: Ya Rasûlullah! Bu, yahudilerin ve
hıristiyanlann hürmet ettiği bir gündür dediler. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.): "İnşallah önümüzdeki yıl dokuzuncu gün oruç tutarız."
buyurdu. Rasûlullah (s.a.) bir sonraki yılın aşuresi gelmeden vefat etti.[177]
Bu da gösteriyor ki
Rasûlullah'ın (s.a.) aşure günü oruç tutması ve başkalarına da tutmalarını
emretmesi vefatından bir yıl önce idi. Önceki hadiste, bunun Medine'ye
gelişinde tutulduğu ifade ediliyor. İbn Mes'ûd, aşure orucunun Ramazan orucunun
farz kıhnışıyla terk edildiğini haber vermektedir. Yukarıda geçen îbn Abbas
hadisi buna muhalefet etmektedir. Farziyeti terk olundu denilemez, çünkü
Sahihayn'da, Muâviye b. Ebi Süf-yan'dan rivayet olunduğuna göre zaten farz
kılınmamıştır. Muâviye der
ki: Rasûlullah'ı
(s.a.) şöyle buyururken işittim: "Bu, aşure günüdür. Allah Teâlâ bu günde
oruç tutmanızı farz kılmamıştır. Ama ben oruçluyum. Dileyen oruç tutsun,
dileyen tutmasın."[178]
Muâviye bunu kesinlikle Mekke fethinden sonra işitmiştir.
4- Bir başka
itiraz Müslim'in, Sahihimde Abdullah b. Abbas'tan yaptığı şu rivayettir:
Rasûlullah'a (s.a.): "Yahudiler ve hıristiyanlar bu güne hürmet
ediyorlar" denildiğinde, şöyle buyurdu: "Gelecek yıla çıkarsam,
dokuzuncu gün oruç tutacağım." Rasûlullah (s.a.), bir sonraki yılın aşuresini
göremeden vefat etti. Sonra yine Müslim, Sahihimde Hakem b. A'-rac'dan rivayet
etmiştir: Hakem anlatıyor: Abdullah b. Abbas'ın yanına vardım. Zemzem kuyusunun
başında ridasım yastık yapmış yatıyordu. Aşure orucu hakkında bana bilgi verir
misin? dedim. îbn Abbas: Muharrem hilâlini gördüğünde saymaya başla, dokuzuncu
gün gelince oruç tut, dedi, Rasûlullah (s.a.) bu orucu böyle mi tutardı?
deyince; Evet, dedi.[179]
5- Bir başka itiraz: Aşure orucu İslâm'ın ilk
günlerinde farz idiyse Rasûlullah niçin kaza etmelerini emretmedi, halbuki
geceden niyet etmeleri gerekirken edememişlerdi; farz değil idiyse Müsned'de ve
diğer hadis kitaplarında değişik yönlerden gelmiş rivayetlerde geçtiği gibi
Rasûlullah (s.a.) bir şeyler yemiş olanların o andan itibaren oruca
başlamalarını nasıl emir buyurmuş olabilir? Gerçekten de Hz. Peygamber (s.a.),
o gün bir şeyler yiyen kişilerin, günün geri kalanında oruç tutmasını emir
buyurmuştu.[180] Bu durum ancak farz olan
oruç için böyle olabilir. Bir de İbn Mes'ûd'un "Ramazan orucu farz
kılınınca aşure orucu terkedildi, ama müstehab olarak kaldı" sözü nasıl
sahih olur?
6- Bir başka itiraz, İbn Abbas'ın aşure günü olarak
Muharrem'in dokuzuncu gününü belirlemesi ve Rasûlullah'ın (s.a.) da böyle oruç
tuttuğunu haber vermesi: İbn Abbas, Hz. Peygamber'in (s.a.): "Aşure günü
oruç tutunuz, yahudilere muhalefet etmek için de ya bir gün öncesinde ya da bir
gün sonrasında oruç tutunuz."[181]
buyurduğunu rivayet etmiştir. Bunu İmam Ahmed kitabında böyle kaydetmektedir.
Oysa yine İbn Abbas (r.a.): "Hz. Peygamber (s.a.) Muharrem'in onuncu günü,
aşure orucu tutmamızı emretti." demektedir. Hadis Tirmizî'dedir.[182]
Allah'ın yardımı,
desteği ve muvaffak kılması ile bu itirazların cevabı şöyledir:
1- Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye geldiğinde
yahudileri aşure günü oruç tutarken gördüğüne dair birinci itiraza gelince, bu
rivayette onları oruç tutar halde bulduğu günün, hemen geldiği gün olduğuna
dair bir şey yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye RabıuIevvelMn on
ikinci pazartesi günü gelmiştir. Fakat bunu ilk öğrenişi, Medine'ye gelişinden
sonraki ikinci yılda olmuştur. Eğer ehl-i kitap, oruçlarım kamerî takvime göre
hesaplıyorsa, Rasûlullah Mekke'de iken durum böyle değildi. Güneş takvimine
göre hesaplıyorsa, zaten itiraz tamamıyla yok olur. Allah Teâlâ'nın Hz. Musa'yı
(a.s.) kurtardığı gün, Muharrem'in onuncu günü olan aşure, günüdür. Ehl-i kitap
o günü güneş takvimine göre tesbit etmiş olur ki bu ise Hz. Peygamber'in (s.a.)
Rabîulevvel ayında Medine'ye gelişine rastlamaktadır. Ehl-i kitabın orucu
güneş takvimine göre hesaplanmaktadır. Müslümanların orucu ise kameri takvime
göredir. Hacları ve aylar dikkate alınarak yerine getirilen vacip veya
müstehap ibadetlerinin tamamı da böyledir. Artık Hz. Peygamber'in (s.a.):
"Biz Musa'ya sizden daha lâyığız" buyurmasıyla, bu güne hürmet
gösterilmesi ve bu günün belirlenmesinde öncelik hakkının kime ait olduğuna
dair hüküm açıklığa kavuşmuş oldu. Hıristiyanlar, oruçlarını belirleme
konusunda onu yılın değişik aylarına tesadüf eden bir mevsimine denk
getirmekle hata ettikleri gibi; yahudiler de güneş takvimini kullandıklarından
güneş takvimine göre seneyi dolaşan aşure gününün yıldönümünü belirlemede hata
ediyorlardı.
2- Kureyş, cahiliye döneminde aşure günü oruç
tutardı, Hz. Peygamber (s.a.) de tutardı, şeklindeki ikinci itiraza gelince;
Kureyş'in bu güne hürmet ettiğinde hiç şüphe yoktur. O günde Kabe'ye örtü
çekiyorlar ve o günde oruç tutmayı da hürmetin tamamlayıcısı kabul ediyorlardı.
Fakat onu hilâllere göre
hesap ediyorlardı. Halbuki yahudilere göre Muharrem'in onuncu günü idi. Hz.
Peygamber (s.a.) Medine'ye geldiğinde, yahudileri bu onuncu güne hürmet eder ve
oruç tutar halde buldu da sebebini sordu. Yahudiler: "Bugün, Allah
Teâlâ'nın Hz. Musa'yı ve kavmini Firavun'dan kurtardığı gündür." dediler.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) da: "Biz Musa'ya sizden daha lâyığız,
daha yakınız." dedi ve bugünün hürmetini kabul edip destekleyerek hem
kendisi oruç tuttu, hem de ashabının oruç tutmasını emir buyurdu. Hz.
Peygamber (s.a.), kendisinin ve ümmetinin Hz. Musa'ya (a.s.) yahudilerden daha
lâyık ve yakın olduğunu haber vermiştir. Hz. Musa (a.s.) Allah'a şükretmek için
o gün oruç tutmuşsa, biz bu konuda ona uymaya yahudilerden daha yakın ve daha
lâyığız. Özellikle şu: "Şeriatımız aksini söylemedikçe; bizden
öncekilerin şeriatı bizim de şeriatımız-dır." prensibini düşündüğümüzde.
Hz. Musa'nın (a.s.) o
gün oruç tuttuğunu nereden biliyorsunuz? denilirse, biz deriz ki: Sahihayn'da.
sabit olduğuna göre Rasûlulah (s.a.), bunu yahudilere sorduğunda onlar: Bugün,
Allah'ın Musa'yı ve kavmini kurtardığı, Firavun'u ve kavmini boğduğu, büyük
bir gündür. Musa, Allah'a şükretmek için o gün oruç tuttu, biz de bu günde oruç
tutarız, dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) "Biz Musa'ya sizden daha
yakın ve daha lâyığız." dedİ[183] ve
hem oruç tuttu hem de oruç tutulmasını emir buyurdu. Onları bu konuda
destekleyip yalanlamayınca, Hz. Musa'nın (a.s.) o gün, Allah'a şükretmek için
oruç tuttuğu böylece anlaşılmış oldu. Aşure gününe gösterilen bu hürmet,
hicretten önce gösterilen hürmete eklendi ve bu günün değeri daha da arttı.
Hatta Rasûlullah (s.a.), o gün oruç tutulması için, o ana kadar yemiş
olanların da o andan itibaren oruca başlaması için çarşı-pazarda tellâl
çağırttı. Görünen o ki, Hz. Peygamber (s.a.) onlara bunu zorunlu kılmış ve
ileride geleceği gibi onlara bu aşure orucunu farz kılmıştır.
3- Hz.
Peygamber'in (s.a.) Ramazan orucu farz kılınmadan önce aşure günü oruç
tuttuğunu ve Ramazan orucu farz kılınınca onu terkettiğini gösteren üçüncü
itiraza gelince; bundan kurtuluş yoktur. Çünkü Ramazan orucundan önce aşure
günü oruç tutmak farzdı. Bu durumda müstehab oluşu değil, farz oluşu terk
edilmiş olur. Böyle olduğu ortaya çıkar ve kesinleşir. Çünkü, vefatından bir
yıl önce kendisine yahudilerin oruç tuttuğu söylendiğinde Rasûlullah (s.a.):
"Gelecek yıla çıkarsam ^dokuzuncu gün oruç tutacağım" demiştir, ki bu "onuncu
günle birlikte" anlamına gelir. Yine Hz. Peygamber (s.a.):
"Yahudilere muhalefet ediniz. Ya bir gün Öncesinde ya da bir gün
sonrasında oruç tutunuz."[184]
buyurmuştur. Yani aşure günüyle birlikte. Bunun, işin sonunda söylendiğinde
şüphe yoktur. Fakat ilk zamanlarda Hz. Peygamber (s.a.), kendisine bir şey
emredilmeyen konularda ehl-i kitaba uymaktan hoşlanırdı. Böylece aşure
orucunun müstehablığmın terkedilmediği anlaşılmaktadır.
Aşure orucu farz
kılınmadı diyen kişi iki şeyden birini kabul etmelidir: Ya müstehab oluşu
terkedilmiştir demelidir —ki o zaman müstehablık diye bir şey kalmaz — ya da
bunu söyleyen Abdullah b. Mes'ûd'un şahsi görüşü budur ve o aşure günü oruç
tutmanın müstehap olduğunu bilmiyordu demelidir ki bu uzak bir ihtimaldir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ashabını, o gün oruç tutmaya teşvik etmiş ve aşure
orucunun geçmiş yıhn günahlarına keffaret olacağını haber vermiştir.[185]'
Sahabe-i kiram da Hz. Peygam-ber'in (s.a.) vefatına kadar1 aşure orucuna devam
etmişler ve O'ndan (s.a.) aşure orucunu yasakladığına ve mekruh olduğuna dair
bir harf bile rivayet etmemişlerdir. Bundan da müstehap oluşunun değil, farz
oluşunun terk edildiği anlaşılmaktadır.
Buharî ve Müslim'in,
sıhhatinde ittifak ettikleri Muâviye hadisine göre, aşure orucunun farz
olmadığı ve kesinlikle farz kılınmadığı açıktır, denilirse şöyle cevap
verilir:
a) Muâviye hadisi, bu orucun farziyetinin
sürekli olmadığını ve onun artık şimdi farz olmadığını açıkça ortaya
koymaktadır. Bu hadis, daha önce var olup da sonradan neshedilen bir farziyetin
olmadığını ifade etmiyor. Daha önceleri farz olup da sonra farziyeti
neshedilmiş bir oruç olması halinde "Allah Teâlâ onu bize farz
kılmadı" demek imkânsız değildir.
b) İkinci
cevap da şudur: Nihayet olumsuzluk geçmiş zamanı ve bugünü genel olarak
kapsamış olabilir. Dolayısıyla geçmişte farz kılmışının delilleri geçmişe
tahsis olunur ve farzın devamında olumsuzluktan vazgeçilir.
c) Üçüncü bir cevap: Hz. Peygamber (s.a.) aşure
orucunun farziyyeti ve vücubiyeti konusunda Kur'an'dan yararlanarak olumsuz bir
ifade kullanmıştır. Buna, Hz.
Peygamber'in (s.a.) "Allah
Teâlâ onu bize farz kılmadı"
sözü delildir. Bu, âyetten başka, bir delille farz kılınmasına engel değildir.
Allah Teâlâ'nm kullarına farz kıldığı, Hz. Peygamber'in (s.a.) ashaba farz
kılındığını haber verdiğidir. Nitekim Allah Teâlâ "Oruç size farz
kılındı." buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) ise, Allah Teâlâ'nm farz
kıldığı oruca dahil olduğunu vehmedenlerin kuşkusunu gidermek için aşure
orucunun Allah Teâlâ'nm farz kıldığı oruca dahil olmadığını haber vermiştir.
Önceden tutulması emredilip de sonra bu farz oruçla neshedilen aşure orucunun
emredilmesiyle bunun arasında bir çelişki yoktur. Bunu şu husus da ortaya
koyar: Muâviye bu sözü Hz. Peygamber'den (s.a.) Mekke fethinden sonra, Ramazan
orucunun farziyetinin kesinleşmesi ve aşure orucunun farziyetinin de
neshedilmesinin akabinde işitmiştir. Aşure orucunun emredilişine ve o ana kadar
yiyenlerin hemen oruca başlamaları için tellâl çağırtıhşma şahit olanlar,
Rasûlullah'm Medine'ye gelişinde Ramazan orucu farz kılınmadan önce buna da
şahit oldular. Ramazan orucu, hicretin ikinci yılında farz kılındı ve RasûMlah
(s.a.) dokuz Ramazan oruç tuttuktan sonra vefat etti. Aşure orucunun
emredildiğine şahit olanlar, buna, Ramazan orucu farz kılınmadan önce şahit
olmuşlardır. Farziyetinin kaldırılışının haber verildiğine şahit olanlar ise,
buna Ramazan orucu farz kılındıktan sonra, işin sonunda şahit olmuşlardır. Bu
metod izlenmezse bu bölümdeki hadisler çelişir ve çatışır.
Geceden niyet
edilmemiştir ki nasıl farz olsun. Zira Hz. Peygamber (s.a.): "Oruca
geceden niyet etmeyen oruç tutmamıştır."[186]'
buyurmuştur, denilirse; ona da şöyle cevap veririz:
Bu hadisin, Hz.
Peygamber'in (s.a.) sözü mü yoksa Hz. Hafsa ve Hz. Âişe'nin sözü mü olduğunda
ihtilâf vardır. Hz. Hafsa hadisim, Ma'-mer, Zührî, Süfyan b. Uyeyne ve
Zührî'den rivayette bulunan Yunus b. Yezîd el-Eylî bu hadisi mevkuf olarak
rivayet ederken, bazıları da merfû olduğunu söylemişlerdir. Hadisçilerin çoğunluğu;
mevkuf olması daha doğrudur, demişlerdir. Tirmizî: "Bunu Nâfi', İbn
Ömer'den, onun sözü olarak rivayet etti." demiştir. Hadisçilerden bir
kısmı, merfû olarak rivayet eden râvinin güvenilirliği ve adaletli oluşu
sebebiyle hadisin merfûluğunu sahih kabu! etmişlerdir. Hz. Âişe hadisi de merfû ve mevkuf olarak
rivayet edilmiş ve merfû oluşunun sahih olup olmadığında ihtilâf edilmiştir.
Merfû oluşu sabit olmazsa zaten konuşmaya gerek yoktur. Merfû olduğu sabit ise,
hadisin Ramazan orucunun farz kılınmasından sonra söylendiği anlaşılır.
Öyleyse bu, aşure günü orucunun emr ediliş inden sonradır ve bir vacib hükmünün
yenilenmesidir —ki bu da geceden niyet etmektir—, yoksa Allah Teâlâ'nın
hitabıyla sabit olan bir hükmü neshetmek değildir. Aşure günü orucunun gündüz
yapılan bir niyetle geçerli sayılması, Ramazan orucunun ve geceden niyet
etmenin farz kılınmasından öncedir. Sonra Ramazan orucunun farz kıhnmasıyla
aşure orucunun farziyyeti nesholundu ve geceden niyet etmenin farziyyeti
yenilendi. Bu birinci görüştür.
İkincisi ise
Hanefîlerin görüşüdür. Aşure günü orucunun farziyyeti iki şeyi kapsamaktadır:
Aşure günü orucunun farziyyeti ve bu oruca gündüz niyet etmenin caiz olması.
Sonra bir farzın muayyenliği diğer bir farzla nesholundu. Fakat oruca gündüz
niyet etmenin yeterli oluşu neshedilme-den kaldı.
Üçüncü görüş, farzın
bilgiye bağlı oluşudur. Aşure orucunun farz kılındığı gündüz öğrenilmiştir;
bundan ötürü, geceden niyet etme imkânı yoktur. Nitekim niyet, farz
yenilendiği ve bu durum öğrenildiği vakit farz kılındı. Eğer böyle olmasaydı
güç yetirilemez bir teklif olurdu ki, bu imkânsızdır. Bu yolu tutanlar
diyorlar ki: Buna göre Ramazan hilâlinin görüldüğü, gündüz vakti delille sabit
olunca farziyeti öğrenmenin hemen peşinden yapılan bir niyetle orucun geçerli
sayılması da böyledir. İşte oruca gündüz niyet etmenin aslı, aşure günü
orucudur. Bu ise üstadımızın (îbn Teymiy-ye'nin) görüşüdür. Gördüğünüz gibi bu,
en doğru ve şeriatın usul ve kaidelerine en uygun görüş olup, pek çok hadis-i
şerif buna delil olmakta, dağıldığı zannedilen parçalarım bir araya toplayıp
zaruret olmadığı halde nesih vardır iddiasından kurtarmaktadır. Bunun dışındaki
görüşler, şeriatin kaidelerinden bazılarına veya bazı rivayetlere aykırı
düşmekten kurtulamaz. Hz. Peygamber (s.a.) farz kılınan kıble değişikliği
kendilerine ulaşmadığından, nesholunan kıbleye (Mescid-i Aksâ'ya) yönelerek
namaz kılan bazı Küba ahalisine, bir kısmını bu şekilde kıldıkları namazlarını
iade etmelerini nasıl emir buyurmadı ise; yine aşure orucunun farz kılınışı
hakkındaki haber kendilerine ulaşmadığından, ya da farz kılmış sebebini
öğrenmeye imkân bulamadıklarından ötürü yeyip içen kişilere de öylece aşure
orucunu kaza etmelerini emir buyurmadı. Hz. Peygamber (s.a.), farz olan geceden
niyet etmeyi terketmiştir, denilemez. Çünkü geceden niyet etmenin farz ol-ması,
geceden niyet edilecek amelin farz kılmışının bilinmesine bağlıdır. Bu ise
gayet açıktır.
Bu görüşün, şöyle
söyleyenin görüşünden daha sahih olduğunda da şüphe yoktur: Aşure orucu farzdı.
Gündüz vakti niyet etmek suretiyle tutulması yeterliydi. Sonra farziyyetine
ait hüküm nesholundu, dolayısıyla farziyyetine ilişkin diğer hükümler de
neshedilmiş oldu. Onlardan birisi de bu oruca, gündüz niyet etmenin caiz
olmasıydı. Çünkü farziyyetine ilişkin hükümler kendisine tâbidir. Tâbi olunan
ortadan kalkınca, tâbi olanlar ve kendisiyle ilişkili hükümler de onunla
birlikte ortadan kalkar. Gündüzden yapılan bir niyetle farz orucun tutulmasına
yeterli sayılması, bugünün özelliklerine ilişkin hükümlerden değildi. Aksine
farz kılınan oruca ilişkin hükümlerdendi. Farz oruç, ortadan kalkmamış, ancak
tayin olunduğu mekân değişmiştir. Bir yerden bir yere taşınmıştır. Gündüzden
niyet etmenin geçerli olup olmaması asıl orucun tayininden değil, tâbilerindendir.
"Aşure orucu hiç
farz kılınmadı" diyenin görüşünden de üstadın görüşü daha sahihtir. Çünkü
oruç tutma emri sabittir. Emrin genel bir ilanla kuvvetlendirilmesi, ayrıca
yemiş olanların da hemen o andan itibaren oruca başlamalarının emredilmesi
oruç tutma emrini iyice pekiştirmiştir. Bütün bunlar açıktır, farziyyetini
güçlendirmektedir. İbn Mes'ûd: "Ramazan orucu farz kılınınca aşure orucu
terkedildi." diyor. Daha önce yukarıda geçen ve daha başka delillerle
müstehap olarak kaldığı malumdur. Böylece terk edilenin aşure orucunun
farziyyeti olduğu ortaya çıkmıştır. İşte bu konuda insanlar, anlattığımız bu
beş türlü görüştedirler. Allah en iyisini bilendir.
4- Dördüncü
itiraza gelince: Hz. Peygamber (s.a.): "Gelecek yıla sağ çıkarsam,
dokuzuncu gün oruç tutacağım." buyurmuş ve bir sonraki yıla ömrü vefa
etmemişti. İbn Abbas ise: "Rasülullah (s.a.) dokuzuncu gün oruç
tutardı" diye rivayet etmiştir. İbn Abbas hem onu hem bunu rivayet etsin,
her ikisi de sahih olsun ve aralarında çelişki bulunmasın, nasıl olur? İbn
Abbas'm, Hz. Peygamberdin (s.a.) dokuzuncu gün oruç tuttuğunu ve gelecek yıla
sağ çıkarsa, yine dokuzuncu gün oruç tutacağını haber vermiş olması, ya da
Peygamber'in (s.a.) niyetlenmesine ve vâdetmesine dayanarak O'nun
böyle.yaptığını haber vermiş olması mümkündür. Mukayyed bir ifade ile bundan
haber vermesi sahih olur. Yani sağ kalsaydı, böyle yapardı, diye haber
verebilir. Tuttuğunu biliyorsa, o zaman da mutlak bir ifade ile haber vermesi
sahih olur. Her iki ihtimale göre de bu iki hadis birbirini nakzetmez.
5- Beşinci itirazın cevabı yeterince verildi.
6- Altıncı
itiraza gelince, îbn Abbas'ın: "Hazırlan ve dokuzuncu gün olunca oruç
tut" sözü idi. İbn Abbas rivayetlerinin tamamı üzerinde düşünen kişinin
kafasında bu itiraz yok olur ve onun ne kadar geniş bir ilme sahip olduğunu
anlar. Çünkü o, aşure orucunu yalnız dokuzuncu güne tahsis etmemiş, sadece
soruyu sorana: "Dokuzuncu gün oruç tut" demiştir. Bütün insanların
"aşure günü" kabul ettiği Muharrem'in onuncu gününü, soru soranın da
aşure günü olarak bilmesiyle yetinmiş ve soru sorana onuncu günle birlikte
dokuzuncu gün de oruç tutması gerektiğini bildirmiş ve Rasûlullah'ın (s.a.) da
böyle oruç tuttuğunu haber vermiştir. Ya böyle yapmış olmalıdır —ki evlâ olan
budur—, ya da Hz. Peygamber'in (s.a.) fiilini aşure orucunu emretmesine ve
gelecekte onu tutmaya niyetlenmesine hamletmiş olmalıdır. İbn Abbas'ın diğer
rivayetleri de buna delildir: "Ondan ya bir gün öncesinde ya da bir gün
sonrasında oruç tutu-nuz"[187]
hadisini de; "Rasûlullah (s.a.) bize aşure orucunu, Muharrem'in onuncu
günü tutmamızı emretti." hadisini de rivayet eden odur. İbn Abbas'tan gelen
bütün bu rivayetler hem birbirini doğrulamakta hem de desteklemektedir. [188]
Aşure orucu üç
türlüdür. En iyisi, hem bir gün öncesinde hem de bir gün sonrasında oruç
tutmaktır[189] Bunun ardından dokuzuncu
veya onuncu gün ile birlikte oruç tutulması gelmektedir ve hadislerin çoğu
böyle yapılmasına delâlet etmektedir. Bundan sonra da sadece onuncu gün oruç
tutulması gelmektedir.
Sadece dokuzuncu gün
oruç tutulmasına gelince, hadisleri tam olarak anlayamayan, metinlerini ve
senedlerini incelemeyen, dil bilgisinden ve şe-riatdan uzaklaşmıştır. (Yani
yanlışlık yapmıştır.) Doğru olana eriştiren Allah Teâlâ'dır.Bazı âlimler başka
bir yol izleyerek şöyle demişlerdir: Bu ibadeti yeri-ni. ne getirmekle beraber
bundan maksad, ehl-i kitaba muhalefet etmek olduğu aşikârdır. Bu ise iki
şekilde yapılabilir: Ya onuncu günü dokuzuncu güne aktarmakla, ya da her iki
gün oruç tutmakla. Hz. Peygamber'in (s.a.): "Gelecek yıla çıkarsak
dokuzuncu gün oruç tutarız." hadisi iki ihtimali de taşımaktadır. Maksadı
anlaşılmadan Rasûlullah (s.a.) vefat etti. O halde iki gün birden oruç tutmak
ihtiyatlı olur. Daha önce açıkladığımız görüş, Allah'ın izni ile en doğru
görüştür. İbn Abbas hadislerinin tamamı da buna delâlet etmektedir. Çünkü Ahmed
b. Hanbel'in rivayet ettiği hadiste Rasûlullah'ın (s.a.): "Yahudilere
muhalefet etmek için ya bir gün öncesinde ya da bir gün sonrasında oruç
tutunuz."[190] ve
Tirmizî'nin rivayet ettiği hadiste de: "Aşure orucunu onuncu gün tutmamız
emredildi." buyurması, tutmuş olduğumuz yolun doğruluğunu açıklamaktadır.
Allah en iyi bilendir. [191]
Arefe günü Arafat'ta
oruç tutmamak da Hz. Peygamber'in (s.a.) sün-netindendi. Bu, Sahihayn'da rivayet
olunmuştur.[192]
Rivayet edildiğine
göre Hz. Peygamber (s.a.), "Arafat'ta arefe günü orucu tutulmasını
yasaklamıştır." Sünen sahipleri böyle rivayet etmişlerdir.[193]
Yine arefe orucunun, geçen yılın günahlarına keffaret olduğu konusundaki
rivayet de sahihtir. Hadisi Müslim rivayet etmiştir.[194]
Arafat'ta orucunu
bozmasına dair pek çok hikmetler sayılmıştır:
1- Oruç
tutmayan (oruç tutana göre) güçlü olacağı için daha iyi dua eder.
2- Yolculukta oruç bozmak farz oruçtan bile daha
faziletli olduğu göre, nafile oruçtan nasıl olmaz?
3- Hz.
Peygamber'in Veda haccında arefe günü cuma günü idi ve Hz. Peygamber (s.a.);
yalnızca cuma günü tek bir gün oruç tutmayı yasaklamıştı. Her ne kadar cuma
günü için değil arefe günü için oruç tutuyor olsa da, bu vesileyle sadece cuma günü oruç tutmayı
yasakladığını pekiştirmek amacıyla insanlara kendisinin oruç tutmadığını
göstermek istedi.
Üstadımız (İbn
Teymiyye) başka bir yol tutmuştur: Ona göre, insanlar, bayram günlerinde
toplandıkları gibi toplandıklarından dolayı arefe günü, Arafat'takiler için
bayramdı. Ve bu toplantı Arafat'ta olmayanlara değil Arafat'ta olanlara has
kılınmıştı. Nitekim Rasûlullah (s.a.) Sünen sahiplerinin rivayet ettikleri
hadiste buna işaret etmiştir: "Arafat'a çıktığımız gün, kurban kestiğimiz
gün ve Mina'da bulunduğumuz gün biz ehl-i İslâm'ın bayramıdır."[195]
Bayram oluşu o topluluğa dahil olanların bu günlerde toplanmalarından ötürü
olduğu malumdur. Allah en iyisini bilendir. [196]
Rivayete göre Hz.
Peygamber (s.a.), cumartesi ve pazar günleri çok oruç tutar ve bununla yahudi
ve hıristiyanlara muhalefet etmeyi amaçlardı. Nitekim Müsned'de ve Nesâî'nin
Sünen'inde, îbn Abbas'ın kölesi Küreyb'-ten rivayet olunduğuna göre Kûreyb
diyor ki: İbn Abbas ve Hz. Peygam-ber'in (s.a.) ashabından bazıları beni, Ümmü
Seleme'ye Hz. Peygamber'in (s.a.) en çok hangi günler oruç tuttuğunu sormam
için gönderdiler. Ümmü Seleme: "Cumartesi ve pazar" dedi ve Hz.
Peygamber'in (s.a.): "Bu iki gün müşriklerin bayramıdır; ben de onlara
muhalefet etmeyi severim. "[197]
buyurduğunu ilâve etti. Bu hadisin sıhhati şüphelidir. Çünkü hadis, Mu-hammed
b. Ömer b. Ali b. Ebî Tâlib'in rivayeti olup onun bazı hadisleri münker
bulunmuştur. Abdülhak, Ahkâm adlı eserinde İbn Cüreyc'den', o Abbas b. Abdillah
b. Abbas'tan, o da amcası Fazl'dan, Fazl'm: "Hz. Peygamber (s.a.) bize
âit bir vahada (amcası) Abbas'ı ziyaret etti." dediğini rivayet ettikten
sonra da "isnadı zayıftır" diyor. îbn Kattan da: "Hadis,
söylediği gibi zayıftır. Muhammed b. Ömer'in durumu bilinmiyor." diyerek,
cumartesi ve pazar günü orucuna dair Ümmü Seleme'den rivayet ettiği
bu hadisi zikretti ve ekledi: Abdülhak
onu sahih görerek sükût etmiştir, Muhammed b. Ömer'in durumu bilinmemektedir,
ondan rivayette bulunan oğlu Abdullah b. Muhammed b. Ömer'in durumu da
bilinmemektedir. Buna göre ben hadisi "hasen" görüyorum. Allah en
iyisini bilendir.
İmam Ahmed ve Ebu
Davud, Abdullah b. Büsr el-Sülemî'den, o kız-kardeşi Sammâ'dan rivayet
etmiştir: Hz. Peygamber (s.a.): "Üzerinize farz kılınan oruç (Ramazan ayı
içindeki cuma günleri) müstesna cumartesi günü oruç tutmayınız. Sizden biriniz
(cumartesi günü) ancak bir üzüm kapçığı veya bir ağaç parçası bile bulsa onu
çiğnesin (oruç tutmamış olsun)." [198]
buyurmuştur.
Ulemâ bu iki hadis
hakkında ihtilâf etti. Allah rahmet etsin İmam Malik, Abdullah b. Büsr hadisini
kastederek: "Bu yalandır" dedi. Onun böyle dediğini Ebu Davud
kaydetmiştir. Tirmizî: "Bu hadis hasendir", Ebu Davud: "Bu hadis
mensuhtur", Nesâî: "Bu muztarib bir hadistir" dedi. Âlimlerden
bir cemaat şöyle demiştir: "Bu hadisle Ümmü Seleme hadisi arasında çelişki
yoktur. Bu günün orucunun yasaklanması yalnızca cumartesi günü (tek bir gün)
oruç tutmak sebebiyledir. Bunun üzerine Ebu Davud, Sadece Cumartesi Günü Oruç
Tutmanın Yasaklanması Babı diye bir bölüm açmıştır. Cumartesi günü oruç tuttuğu
hadisi, pazar günüyle birlikte tuttuğunu ifade eder." Dediler ki: Bunun
benzeri bir mesele yalnızca cuma günü oruç tutmanın yasaklanması, ancak bir gün
öncesiyle veya bir gün sonrasıyla beraber tutulmasının caiz olması meselesidir.
[199] O
gün oruç tutmanın sözkonusu güne bir tür saygı olduğunu ve saygı göstermek
hususunda ehl-i kitaba muvafakat etmek anlamına geldiğini söyleyenin zannı
böylece giderilir. Karşı çıkmaları o günde oruç tutmayı kapsasa bile, hürmet
ve saygı göstermek ancak tek başına o günde oruç tutmakla olabilir. Şüphesiz
hadis, sadece o gün oruç tutmak hakkında değildir. O gün, bir gün öncesiyle
veya sonrasıyle birlikte oruç tutulmasına gelince, bunda herhangi bir saygı
gösterme sözkonusu değildir. Allah en iyisini bilir. [200]
Peşpeşe, devamlı oruç
tutmak (serd-i savm) ve savm-i dehr (buti bir seneyi oruçlu geçirmek) Rasûlullah'ın (s.a.)
sünnetinden değildi. Aksine: "Dehr orucu tutan, ne oruç tutmuştur, ne de
tutmamıştır."[201] buyurmuştur.
Bu sözüyle oruç tutulması haram kılınan günlerde oruç tutan kimseyi kasdetmiş
değildir. O, bunu, "Dehr orucu tutan kişi hakkında görüşünüz nedir?"
diye soran kimseye cevap olarak söylemiştir. Halbuki haram kılınmış bir şeyi
yapana "Ne tutmuştur, ne de tutmamıştır." denilmez. Çünkü bu cevap,
oruç tutup tutmamasının eşit olduğunu, sevap veya ceza gerektirmeyeceğini
çağrıştırmaktadır. Allah'ın tutulmasını haram kıldığı orucu tutan böyle
değildir (haramı işlediği için cezası vardır). Bu, haram kılman oruca dair
sorulan soruya uygun bir cevap değildir. Aynı zamanda savm-i dehri müstehab
görenlere göre de hem müstehabi, hem de haramı işlemiş olur. Çünkü onîara göre
hem oruç tutulması müstehab günlerde oruç tutarak müstehab işlemiş, hem de
oruç tutulması haram olan günlerde oruç tutarak haram irtikâb etmiştir. Her iki
durumda da "Ne oruç tutmuştur, ne de tutmamıştır" denilmez.
Rasûlullah'ın (s.a.) sözünü buna yorumlamak açık bir yanlıştır.
Hem oruç tutulması
haram olan günler, şeriatte müstesnadır ve o günlerde oruç tutmak şer'an
mümkün değildir. Bu günler şeriate göre gece ve hayız günleri gibidir.
(Geceleyin ve hayız günlerinde oruç tutulmadığı gibi, bu günlerde de tutulmaz.)
Dolayısıyle sahâbe-i kiram o günlerde oruç tutulup tutulmayacağım
sormamışlardır. Çünkü oruç tutulması haram olan günlerin oruca elverişli
olmadığını biliyorlardı. Hem haram kılındığını bil-meselerdi, Hz. Peygamber
(s.a.) sahabeye: "Ne oruç tutmuştur, ne de tutmamıştır." diye cevap
vermezdi. Zira hadisde haram kılınışa dair bir açıklama yoktur.
O'nun kuşku götürmez
sünneti şudur: Bir gü» oruç tutup bir gün yemek savm-i dehrden daha
faziletlidir ve Allah'a daha hoş gelir. Peşpeşe bütün seneyi oruçlu geçirmek
(savm-i dehr) mekruhtur. Mekruh olmasaydı, şu üç imkânsız şeyden biri
gerekirdi:
1) Savm-i
dehrin, Allah Teâlâ'ya bir gün oruç tutup, bir gün tutmamaktan, (Hz. Davud
orucundan) daha hoş gelmesi ve daha faziletli olması gerekirdi. Çünkü savm-i
dehr diğerinden amel olarak daha fazladır. (Savm-i dehr tutan, Hz. Davud orucu
tutandan sayı hesabıyla daha çok oruç tutmuştur.) Fakat şu sahih hadisle bu
reddedilmiştir: "Allah'a en hoş gelen oruç Davud orucudur."[202] Ve
savm-i dehr, Hz. Davud orucundan daha faziletli değildir.
2) Ya da faziletçe eşit olmaları gerekirdi ki bu
da mümkün değildir.
3) Veya her iki kutbu birbirine eşit bir mubah
olmaları, ne müstehab ne de mekruh olmamaları gerekirdi ki, bu da mümkün
değildir. Çünkü ibadetlerde böyle bir özellik bulunmaz. Aksine ya yapılma
tarafı ağır basar, ya da yapılmama. En iyi bilen Allah'dır.
Denilirse ki: Hz.
Peygamber (s.a.): "Kim, Ramazan orucunu tutar, sonra Şevval ayından da 6
gün oruç tutarak ona eklerse, savm-i dehr tutmuş gibi olur."[203],
her aydan üç gün oruç tutan kişi için de: "İşte bu, savm-i dehre
denktir." buyurmuştur.'[204]
Hadis, savm-i dehrin, kendisine denk tutulanlardan daha faziletli ve bunun da
istenen bir şey olduğuna delâlet eder. Sevabı diğer oruç tutanların sevabından
daha çoktur, öyle ki bu oruçları tutanlar kendisine benzetilmiştir.
Cevap: Ölçüsü
belirtilmiş bir konudaki bu teşbihin bizzat kendisi bu orucun müstehab
oluşundan öte caiz olmasını bile gerektirmez. Yalnızca, eğer müstehap olsaydı
sevapda ona benzerdi anlamını icabettirir. Böyle olduğunun delili hadisin
bizzat kendisindedir: Hz. Peygamber (s.a.) her ay üç gün oruç tutmayı savm-i
dehr'e denk görmüştür. Zira bir iyiliğin on kat sevabı vardır. Bu ise, her ay
üç gün oruç tutanın 360 gün oruç tutan sevabını elde etmesini gerektirir. 360
gün oruç tutmanın ise kesinlikle haram olduğu malumdur. Öyleyse burada
kastedilen 360 gün oruç tutmanın meşru olduğunun takdir edilmesi halinde bu
sevabın hasıl olduğudur. Şevval ayında 6 gün oruç tutmanın Ramazan orucuyla
birlikte bir senelik oruç tutmaya denk olduğunu ifade eden hadis de böyledir.
Hz. Peygamber (s.a.) bunu belirttikten sonra: "Kim bir iyilik yaparsa 10
kat sevab kazanır" âyetini[205]
okudu. İşte bu 36 günlük oruç, 360 günlük oruca denk gelir. Oysa 360 gün oruç
tutmak ise ittifakla caiz değildir. Fakat bunun benzeri âdeten kendisine
benzetilenin davranışının mümkün olmadığı hatta muhal olduğu konularda
gelebilir. Hz. Peygamber (s.a.) böyle yapan kimseyi bunu yapmanın mümkün olduğu
takdir edilerek ona benzetmiştir. Nitekim cihada denk bir amelin var olup
olmadığına dair soru soran sahâbiye: "Mü-cahid cihada gittiğinde
(dönünceye kadar) usanmaksızm namaz kılmayj ve bozmaksızın oruç tutmayı
başarabilir misin?" diye karşılık vermiştir.[206]
Şer'an 360 gün oruç tutmak nasıl mümkün değilse bunun da âdeten mümkün
olmayacağı malumdur. Faziletli ameli ara vermeden namaz kılmaya ve oruç tutmaya
benzetmiştir. Bunun açık bir ifadeyle: Allah'ın en çok sevdiği namaz, Hz.
Davud'un namazıdır ve bu namaz, sahih sünnetin açık ifadesiyle gecenin tamamını
namazla geçirmekten daha faziletlidir. Hz. Peygamber (s.a.) yatsı ve sabah
namazlarım cemaatle kılan kişinin bütün bir geceyi namazla geçirmiş gibi
olacağım da örnek vermiştir.[207]
Soru: Peki Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'mdt geçen; Hz. Peygamber (s.a.): "Savm-i dehr tutan
kişinin üzerine cehennem şöyle oluncaya kadar daraltılıp sıkıştırılır"
buyurup avucunu yumdu, şeklindeki Ebu Musa el-Eş'arî hadisi[208]
hakkında ne diyeceksiniz?
Cevap: Hadisin anlamı
hakkında ihtilâf edilmiştir. Bir görüşe göre, başkası ondan daha faziletlidir
diye inandığı, nefsini zahmete soktuğu, ona yük yüklediği ve Hz. Peygamber'in
(s.a.) sünnetinden yüz çevirdiği için bu hususta sadece söz konusu orucu tutana
has bir daraltmadır. Diğerlerine göre ise, bu şahıs için cehennem öyle
daraltıldı ki, ona orada bir yer kalmadı. Bu grup bu te'vili şu sebeple tercih
etti: Oruçlu, nefsine şehvet yollarını oruçla daraltınca Allah da ona cehennemi
daralttı ve orada onun için bir yer kalmadı. Çünkü Allah cehennemin yollarını o
kişi için daralttı. Birinci grup hadisin o şekilde tevilini şu sebeble tercih etti:
Hz. Peygamber (s.a.) bu anlamı kasdetseydi "O kişi için daraltıldı"
derdi. "Kişinin üzerine daraltma" ifadesi, ancak kişi cehennemde
olursa mümkündür. Dediler ki: "Bu te'vil savm-i dehrin mekruh olduğunu
ifade eden hadislere uygundur ve adı geçen orucu tutan oruç tutmamış kişi
gibidir."[209]
Allah en iyisini bilir. [210]
Hz. Peygamber (s.a.)
ailesinin yanına girer ve "Yanınızda, yiyecek bir şey var mı?" diye
sorardı. "Yok" derlerse, "Öyleyse ben oruçluyum" derdi.
Böylece nafile oruca gündüzden niyet ederdi. Zaman zaman nafile oruca niyet
eder, sonra da bozardı. Hz. Âişe (r.anha), Hz. Peygamber'in (s.a.) hem öyle hem
de böyle yaptığını haber vermiştir. İlki Sahih-i Müslim'de, ikincisi de
Nesâî'nin Kitab'ındadır.[211]
Sünen'dt Hz. Âişe'nin rivayet ettiği şu hadise gelince: "Ben ve Hafsa
oruçlu idik. Bize canımızın çektiği bir yiyecek geldi. Ondan yedik. Sonra
Rasûlullah (s.a.) geldi. Hafsa beni atlatarak —ne de olsa babasının kızıydı
—,Rasûlullah'a sordu: Ey Allah'ın Rasûlü, oruçluyduk, bize canımızın çektiği
bir yiyecek geldi. Biz de ondan yedik. Rasûlullah: Yerine bir gün kaza orucu
tutun! buyurdu. "[212]
Hadis illetlidir.
Tirmizî şöyle der:
Mâlik b. Enes, Ma'mer, Abdullah b. Ömer, Ziyad b. Sa'd ve pekçok hadis hafızı
Zührî'den o da Hz. Âişe'den mürsel olarak rivayet etmişler ve senedde
"Urve'den" ifadesini kullanmamışlardır. En sahihi budur. Hadisi Ebu
Davud ve Nesâî, Hayve b. Şurayh — İbnü'1-Hâd —Urve'nin kölesi Zümeyl —Urve
yoluyla Hz. Âişe'den mevsûl olarak rivayet etmişlerdir. Nesâî; "Zümeyl
meşhur değildir." diyor. Buharı ise: "Zü-meyl'in Urve'den, Yezid b.
el-Hâd'ın Zümeyl'den hadis işittiği bilinmiyor, bu hadisle delil
getirilmez", demiştir.
Rasûlullah (s.a.)
oruçlu olduğu halde bir yere misafir olduğunda orucunu tamamlardı, bozmazdı.
Nitekim Ümmü Süleym'in yanma girdiğinde, Ümmü Süleym, Peygamberce (s.a.) hurma
ve yağ getirmişti, "Yağınızı kırbasına ve hurmanızı kabına geri koyun,
çünkü ben oruçluyum" buyurmuştu. [213]
Fakat Ümmü Süleym Rasûlullah'ın (s.a.) yanında ev halkı (ehl-i beyti) gibiydi.
Üstelik Sahih'te Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber
(s.a.): "Biriniz oruçlu iken yemeğe davet edildiğinde 'ben oruçluyum'
desin." buyurmuştur.[214]
İbn Mâce, Tirmizî ve
Beyhakî'nin Hz. Âişe'den merfû olarak rivayet ettikleri; "Bir yere misafir
olan, kendisini ağırlayanların izni olmaksızın oruç tutmasm!"[215]
hadisi hakkında Tirmizî: "Hadis münkerdir, sikalardan hiç birinin bu
hadisi Hişam b. Urve'den rivayet ettiğini bilmiyoruz." demiştir. [216]
Hz. Peygamber (s.a.)
gerek fiil, gerek söz ile yalnız cuma günü oruç tutmanın mekruh olduğunu ifade
etmiştir. Ayrıca^Câbir b. Abdullah,[217] Ebu
Hureyre, Cuveyriye bt. el-Hâris, Abdullah b. Amr, Cünâde el-Ezdî ve daha başka
sahabîlerden Hz. Peygamber'in (s.a.) sadece cuma günü (bir tek gün) oruç
tutmayı yasakladığı sahih olarak rivayet edilmiştir.İmam Ahmed'in rivayetine
göre Hz. Peygamber (s.a.) ashaba cuma günü oruç tutmadığını göstermek için cuma günü minberde iken su
içmiş ve cuma günü oruç tutmanın o günün bayram günü olması sebebiyle
yasaklandığını ifade etmiştir. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in Ebu Hureyre'den
rivayet ettiği hadiste, Hz. Peygamber (s.a.): "Cuma günü bayram günüdür.
Bayram gününüzü oruç günü haline getirmeyiniz. Ancak öncesinde (perşembe) veya
sonrasında (cumartesi) oruç tutarsanız, o başka." buyurmaktadır. [218]
"Bir gün önceki
ve bir gün sonraki günde oruç tutmakla bayram günü oruç tutulmaz."
denilirse, şöyle cevap verilir: Cuma günü bayrama benze-tildiğinde, ona
benzemesinden ötürü, oruç tutmak için özellikle cumayı seçmenin yasak olduğu
sonucu çıkar. Artık bir gün önce veya bir gün sonra oruç tutarsa onu özellikle
seçmiş olmaz. Hükmü de ayın tamamı veya on günü ya da bir gün oruç tutup bir
gün yemek suretiyle tutulan veya arefe ve aşure günü tutulan oruçların Cuma
gününe rastlaması gibidir. Sayılanların hiçbirinde oruç tutmak mekruh
değildir.
Soru: Peki, Abdullah
b. Mes'ûd hadisini ne yapıyorsunuz? Abdullah b. Mes'ûd diyor ki:
"Rasûlullah'ın (s.a.) cuma günü oruç yediğini görmedim." (Yani cuma
günleri devamlı oruç tutardı.) Bu hadisi, Sünen sahipleri kaydetmiştir.[219]
Cevap: Sahihse kabul
ederiz ve bir gün öncesiyle veya bir gün sonrasıyla birlikte oruç tutulacağına
hamledilmesi ortaya çıkmış olur. Sahih değilse reddederiz, çünkü garip
hadislerdendir. Tirmizî de, hadis hakkında: "Bu hadis, hasendir,
garîbtir." demektedir. [220]
Gönlün salâhı ve Allah
Teâlâ'ya gidiş yolunda olması, kendini Allah'a teksif etmesine ve bütünüyle
Allah Teâlâ'ya yönelerek kalbinin dağınıklığını toplamasına bağlıdır. Zira
kalb dağılırsa, onu Allah Teâlâ'ya yönelmekten başka bir şey toplayamaz. Çok
yemek ve içmek, halka çokça karışmak, çok konuşmak, çok uyumak, dağınıklığı
arttıran, her bir vadiye dağıtan ve Allah Teâlâ'ya gidişi kesen, zayıflatan,
engelleyen veya durduran şeylerdendir. Bu sebeple Azız ve Rahim olan Allah'ın
kullarına merhameti gereği, onlar için çok yeme ve içmeyi önleyen ve gönlü
Allah Teâlâ'ya gidişten alıkoyan şehevî kirlerden arındıran orucu koymuştur.
Üstelik Allah Teâlâ bunu ihtiyaç miktannca koymuştur, kul bundan dünya ve
âhirette yararlanır, dünyevî ve uhrevî maslahatlarından da ne zarar görür, ne
de geri kalır. Allah Teâlâ, amacı ve özü kalbin Allah'a yö^ltrfesi ve teksif
olması, O'-nunla başbaşa kalması, halkla ilgisinin kesilmesi ve sadece Allah
Teâlâ ile ilgilenmesi demek olan îtikâfı vaz' etmiştir. Yine îtikâf sayesinde
gönlün endişe ve vesveselerinin yerini Allah'ın zikri, sevgisi ve O'na yöneliş
alır, istilâ eder. Bundan sonra endişelerin tümü Allah'tan, hatıraların tümü Allah'ı
anmak için, düşünceler Allah'ın rızasını kazanmak ve O'na yaklaştıran şeyleri
elde etmek için olur. Halkla kaynaşmasının yerini Allah'ın dostluğu alır.
Böylece hiçbir arkadaşın, dostun ve O'ndan başka sevindirenin bulunmadığı
zamanda, kabirdeki yalnızlık günlerinde Allah'ın dostluğuna hazırlanmış olur.
İşte itikâfın en yüce amacı budur.
Bu amaç ancak oruçla
tamamlanabildiğinden Allah itikâfı, oruç tutulan en faziletli günlere koydu.
Yani Ramazan'ın son on gününe. Hz. Pey-gamber'in (s.a.) oruç tutmadan îtikâfa
girdiği kesinlikle rivayet edilmemiştir. Aksine Hz. Âişe: "Oruçsuz îtikâf
olmaz."[221] demiştir. Allah Teâlâ
îtikâfı hep oruçla birlikte zikretmiş, Rasûlullah (s.a.) da oruçsuz îtikâfa
girmemiştir.
Selefin çoğunluğunun
kabul ettiği, tercih edilen delil; îtikâfta orucun şart olduğudur. Şeyhülislâm
Ebu'l Abbas îbn Teymiyye'nin tercih ettiği görüş de budur.
Konuşmaya gelince;
ümmet için, âhirette fayda vermeyecek herşeyden dili alıkoymak şeriat olmuştur.
Çok uyumaya gelince:
Bu ümmete gece ibadeti olarak en faziletli ve neticesi en iyi olan bir uykusuz
kalma (teheccüd namazı) meşru kılınmıştır. Bu hem kalbe, hem de bedene fayda
veren ve kulu işlerini görmekten alıkoymayan uyku arasına giren bir
uykusuzluktur. Riyâzat ve sülük erbabının riyazeti bu dört temele (az yeyip
içme, halk içine fazla karışmama, az konuşma, az uyuma) dayanır. Onların bu
konuda en mutluları Allah elçisi Hz. Muhammed'in (s.a.) yoluna giren, azıp
sapmışlar gibi yoldan çıkmayan ve aşırıya kaçanlar gibi kusurlu
davranmayanlardır.
Böylece Hz.
Peygamber'in (s.a.) oruç, namaz ve konuşma hususundaki tutumlarını anlatmış
olduk. Şimdi O'nun îtikâf konusundaki tutumlarını anlatalım, [222]
Hz. Peygamber (s.a.),
Allah Teâlâ kendisini katına alıncaya kadar Ra-mazan'ın son on gününde îtikâfa
girerdi.[223] îtikâfı bir defa
terketti, onu da Şevval'de kaza
etti.[224]
Kadir gecesini
araştırdığından, bir defasında Ramazan'ın ilk on günü, sonra ortasındaki on
gün, daha sonra da son on günde îtikâfa girdi. Sonra Kadir gecesinin son on
gününde olduğunu anladı.(141) Rasûlullah (s.a.) da Rabbine kavuşuncaya kadar
Ramazan'ın son on günü îtikâfa girmeye devam etti.
Çadır kurulmasını
emreder, mescidde bir çadır kurulur ve orada RaJ bi azze ve celle ile başbaşa
kalırdı.
îtikâfa girmek
istediğinde, sabah namazım kılar, sonra îtikâfa girerdi. Bir defasında çadır
kurmalarını emretti, kuruldu. Hanımlarının da çadırlarında olmalarını emretti,
onlarınki de kuruldu. Sabah namazını kıldığında baktı ve o çadırları gördü.
Emredip çadırını bozdurdu ve Ramazan ayında îtikâfı terkedip Şevval ayının ilk
on gününde îtikâfa girdi.[225]
Her yıl on gün îtikâfa
girerdi. Vefat ettiği yıl yirmi gün îtikâf yaptı. Cebrail her yıl Kur'ân'ı
Rasûlullah'la bir defa karşılıklı okurdu; o yıl iki defa okudu. Rasûlullah da
Cebrail'e Kur'an'ı her yıl bir defa okurdu» o yıl iki defa okudu.[226]
îtikâfa girdiğinde,
çadırına tek basma girer ve îtikâf halinde iken insanî ihtiyaçları dışında
evine gitmezdi. Başını mescidden Hz. Âişe'nin odasına doğru çıkarır (uzatır)
-kendisi mescidde ve Hz. Âişe de hayızlı olduğu halde- Hz. Âişe Rasûlullah'm
(s.a.) başını tarar ve yıkardı.[227]
Rasûlullah (s.a.) îtikâfta iken hanımlarından biri kendisini ziyaret etmiş,
gitmek için ayağa kalktığında Rasûlullah da onunla birlikte kalkıp, evine kadar
götürmüştür. Bu geceleyin olmuştur.[228]
Fakat îtikâfta iken hanımlarından hiçbirisiyle cinsel ilişkiye girmemiş,
oynaşmamış, öpüşmemiş ve bu türden davranışlarda bulunmamıştır. îtikâfa
girdiğinde yatağı serilir, îtikâfa girdiği yere divanı konulurdu. İhtiyaç için
îtikâftan çıktığında, yolu üzerindeki hastaya uğramış ama ona ne yönelmiş, ne
de hal ve hatırını sormuştur.[229] Bir
defasmda bir Türk çadırında îtikâfa girmiş ve tentesi üzerine hasır koymuştur.
[230]Bütün
bunlar îtikâfın gayesini ve özünü elde etmek içindir; cahillerin, îtikâf yerini
muhabbet ve ziyaretçilerin uğrak yeri haline getirmelerinin, aralarında
dolaşan sözlerle sohbet etmelerinin tersinedir. Bu başka şey, Hz. Peygamber'in
îtikâfı başka şeydir. Tevfik Allah'tandır. [231]
Hz. Peygamber (s.a.)
hicretten sonra hepsi de Zilkade ayında olmak üzere toplam dört umre yaptı:
Birincisi, Hudeybiye
umresi: îlk umresi olup hicretin altıncı senesinde yapmıştır. Müşrikler
Beytullah'ı ziyaretten onu engelleyince, Hudeybiye'de engellendiği yerde
develeri kurban etti. Hem kendisi, hem de ashabı başlarını tıraş ettirdiler.
İhramlarını çıkartıp o sene Medine'ye geri döndüler.[232]
İkincisi, ertesi sene
yaptığı kaza umresi (umreîü'l-kadıyye): Mekke'ye girip orada üç gün kaldı.
Sonra umresini tamamlayıp oradan ayrıldı. Bu umrenin, geçen sene alıkonulduğu
umrenin kazası mı, yoksa yeni baştan bir umre mi olduğu konusunda âlimler iki
farklı görüş ileri sürmüşlerdir. İmam Ahmed'den her ikisi de rivayet
edilmiştir: 1) Kaza umresidir. Ebu Hanife'nin (r.h) görüşü budur. 2) Kaza
umresi değildir. Mâlik (r.h.) de bu görüştedir. Kaza olduğunu söyleyenler delîl
olarak "Bu umre, kaza umresi diye isimlendirilmiştir. Bu isim hükme bağlı
olarak verilmiştir." diyorlar. Diğerleri ise derler ki: Buradaki
"kaza" kelimesi borcunu ödemek, kaza etmek anlamındaki
"kadâ" fiilinden değil, "mukâzât- antlaşma" kelimesinden
gelmektedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) bu umre için Mek-kelilerle antlaşma
yapmıştır. Bu yüzden "umreîü'l-kadıyye = hüküm umresi" diye
adlandırılmıştır. Beytullah'ı ziyaretten ahkonanların sayısı 1400 idi. Bunların
hepsi umretü'l-kadıyyede Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte değildi. Şayet bu
umre, kaza umresi olsaydı bunlardan hiçbiri geri kalmazdı.
Bu görüş daha
doğrudur. Zira Allah Rasûlü (s.a.) beraberinde bulunan kimselere umreyi kaza
etmelerini emr etmemiştir.[233]
Üçüncüsü, haccıyla
birlikte yaptığı umre: İnşallah, yakında vereceğimiz on[234]
küsur delilden anlaşılacaktır ki, Hz. Peygamber (s.a.) "kıran hac-cı"[235]
yapmıştır.
Dördüncüsü, Cirâne'den
yaptığı umre: Huneyn'e çıkıp Mekke'ye geri döndüğünde Cirâne'den (ihrama
girerek) Mekke'ye geldi, umresini yaptı.[236]
Sahihayn'da, Enes b.
Mâlik'in şöyle dediği rivayet edilir: "Allah Rasûlü (s.a.) dört umre
yapmıştır. Hac ile birlikte yaptığı umre dışında umrelerinin hepsini Zilkade
ayında yapmıştır. 1) Hudeybiye'den yahut Hudeybi-ye zamanı (hicretin altıncı
yılında) Zilkade ayında yaptığı umre, 2) Ertesi sene Zilkade ayında yaptığı
umre, 3) Huneyn ganimetlerini taksim ettiği yer olan Cirâne'den (ihrama girip)
Zilkade ayında yaptığı umre, 4) Haccı ile beraber yaptığı umre,"[237] Bu
hadis Sahihayn'da Berâ b. Âzib'den rivayet edilen: "Allah Rasûlü (s.a.)
haccetmeden evvel Zilkade ayında iki kere umre yaptı." hadisi'[238]'
ile çelişmez. Çünkü Berâ bu sözüyle tamamlanan ve hacdan ayrı yapılmış olan
müstakil umreyi kasdetmektedir. Kuşku yok ki, Hz. Peygamber'in (s.a.) bu
şekilde yaptığı umre ikidir. Zira kıran hac-cında yapılan umre müstakil
değildir. Hudeybiye umresini yapmaktan da Hz. Peygamber (s.a.) engellendi ve bu
umreyi tamamlamasına (Mekke müşrikleri tarafından) mani olundu. Bundan dolayı
İbn Abbâs: "Allah Rasûlü (s.a.) dört umre yaptı: 1- Hudeybiye umresi, 2-
Ertesi seneki kaza umresi, 3- Üçüncüsü Ci'râne'den (ihrama girip) yaptığı umre,
4- Dördüncüsü hac-cıyla birlikte yaptığı umre" demiştir.[239] Bu
hadisi İmam Ahmed kaydetmiştir.
Haccıyla birlikte
yaptığı dışındaki umrelerini Zilkade ayında yaptığım ifade eden Enes hadisi
ile, "Allah Rasûlü (s.a.) Zilkade ayı dışında umre yapmamıştır."
şeklinde Âişe ve İbn Abbas'tan rivayet edilen hadis arasında bir çelişki
yoktur. Çünkü kıran haccı ile birlikte yapılan umrenin başlangıcı Zilkade
ayına, sonu ise haccın bitimiyle beraber Zilhicce ayına rastlamaktadır. Âişe
ile îbn Abbas başlangıcını, Enes ise bitimini haber vermektedir.
Abdullah b. Ömer'in
(r.a.) "Hz. Peygamber (s.a.) birisi Recep ayında j olmak üzere dört umre
yaptı." sözü ise bir yanılgıdır. Onun bu sözü Hz. Âişe'nin kulağına
gidince dedi ki: "Allah, Ebu Abdurrahman (İbn Ömer)'a rahmet etsin! Allah
Rasûlü'nün (s.a.) yaptığı her umrede muhakkak kendisi hazır bulunmuştur. Oysa
Hz. Peygamber (s.a.) Recep ayında katiyen umre yapmamıştır."[240]
Dârakutnî, Hz.
Âişe'nin şöyle dediğini aktarır: Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber umre yapmak
için Ramazan'da yola çıktım. O, orucunu yedi, ben tuttum; o, namazını
kısaltarak kıldı, ben tam kıldım. Dedim ki: "Anam-babam yoluna
feda! Sen orucunu yedin, ben tuttum. Sen namazını kısaltarak kıldın, ben ise
tam kıldım." Bu sözlerim üzerine bana: "İyi etmişsin, ya Âişe!"
buyurdu.[241] Bu hadis, yanlıştır.
Zira Allah Rasûlü (s.a.) kesinlikle Ramazan'da umre yapmamıştır. O'nun
umrelerinin sayıları ve zamanı bellidir. Biz diyoruz ki: Allah, mü'minlerin
annesi Hz. Âişe'ye rahmet etsin! Allah Rasûlü (s.a.) katiyen Ramazan'da umre
yapmamıştır. Oysa Hz. Âişe'nin (r.a.) kendisi: "Allah Rasûlü (s.a.)
Zilkade ayı dışında umre yapmadı." demiştir.[242] Bu
hadisi İbn Mâce vs. muhaddisler rivayet etmişlerdir.
İhtilâf yoktur ki, Hz.
Peygamber'in (s.a.) umreleri dördü geçmemektedir. Şayet Recep ayında umre
yapmış olsaydı umrelerinin sayısı beş; Ramazan'da da yapmış olsaydı, sayıları
altı olurdu. Ancak yaptığı umrelerin birini Recep, birini Ramazan ve birini de
Zilkade ayında yapmıştır demek mümkünse de böyle bir şey olmamıştır. Enes
(r.a.), İbn Abbas (r.a.) ve Hz. Âişe'nin (r.a.) söyledikleri gibi, Hz.
Peygamber'in (s.a.) ancak Zilkade ayında umre yaptığı bir gerçektir. Ebu
Davud, Sünen'inde Hz. Âişe'den "Hz. Peygamber (s.a.) Şevval a'yında umre yaptı"
hadisini rivayet eder.[243]
Şayet bu rivayet sağlamsa, herhalde bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) Şevval ayında
yola çıkmış olup da Cirâne'den yaptığı umre olacaktır. Ancak Hz. Peygamber
(s.a.) orada Zilkade ayında' ihrama girmiştir.
[244]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) umreleri arasında bugünkü insanların pek çoğunun yaptığı gibi Mekke'den
çıkarak yaptığı bir umre yoktur. Bütün umrelerini Mekke'ye girince yapmıştır.
Kendisine vahiy gelmeye başladıktan sonra, 13 yıl Mekke'de kaldığı halde O'nun
bu süre içinde Mekke'den dışarı çıkarak umre yaptığı asla naklolunmamıştır.
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) yaptığı ve meşru kıldığı umre, Mekke'ye girip de yaptığı umredir;
Mekke'de bulunan kimsenin umre yapmak için Mekke sınırları dışına çıkarak
yaptığı umre değildir. O'nun devrinde beraberinde olan insanlar arasında Hz.
Âişe'den başka hiçbir kimse bunu yapmamıştır/ Hz. Âişe ise umre niyetiyle
ihrama girmiş; ama ardından hayız olmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in
(s.a.) emriyle haccı, umreye kattı ve böylece kıran haccı yapmış oJdu. Hz.
Peygamber (s.a.), onun Beytullah'ı tavafının ve Safa-Merve tepeleri arasında
yaptığı sa'yının haccı ve umresi için geçerli olduğunu haber verince Hz. Âİşe
(kıskançlık duyup) kederlendi. Kumaları ayrı ayrı hac ve umre yaparak
döneceklerdi. —Çünkü onlar temettü* haccı yapmışlar, hayız olmamışlar ve kıran
haccı yapmamışlardı.— Kendisi ise hac arasında yaptığı umre ile dönecekti.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) onun gönlünü hoş etmek için kardeşine
(Abdurrahman b. Ebu Bekir) Ten'îm'den ona umre yaptırmasını emretti. Bu hac
esnasında ne kendisi ne de beraberinde bulunan sahabılerden herhangi birisi
Ten'îm'den umre yapmamıştır. İnşallah, bu konunun daha fazla ve genişçe bir
açıklaması yakında gelecektir. [245]
Allah Rasûlü (s.a.)
hicretten sonra Mekke'ye, birinci kere dışında beş defa girmiştir. Birinci
keresinde ise Hudeybiye'ye vardığında Mekke'ye girmesine engel olunmuştu. Bu
girişlerinden dördünde ihrama mîkatta girmiş, mîkata gelmeden ihram
giymemiştir. Hudeybiye (anlaşmasının yapıldığı hicrî altı) senesinde Zülhuleyfe
denilen yerde ihrama girmişti. Sonra ertesi yıl ikinci keresinde Mekke'ye girip
umresini kaza etti ve orada üç gün kalıp çıktı. Fetih senesi (hicretin
sekizinci senesi) Ramazan ayında ihramsiz olarak üçüncü defa girdi. Sonra
oradan Huneyn'e gitti. Dönüşünde Cirâne denilen yerde umre niyetiyle ihram
giyip Mekke'ye girdi. Bu umre sırasında Mekke'ye gece girip gece çıktı.
Bugünkü Mekke halkının yaptığı gibi Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'den Cirâne'ye
umre yapmak için çıkmamıştır. Yalnız Mekke'ye girerken orada ihram giymiştir.
Umresini geceleyin kaza edince derhal Cirâne'ye döndü. Geceyi orada geçirdi.
Sabah olup da güneş tepe noktadan batıya yönelince Batn-ı Şerif denilen yerden
çıkıp yol kavşağına (Batn-ı Şeriften giden yolun Medine yoluyla buluştuğu bir
kavşak) kadar vardı. Bundan dolayı bu umre pek çok insana kapalı kaldı.[246]
Sözün özü, Hz.
Peygamber (s.a.) bütün umrelerini müşriklerin tutumlarına aykırı olarak hac
aylan içinde yapmıştır. Müşrikler ise hac aylarında umre yapmayı hoş görmezler,
böyle bir umre için "en büyük günahlardandır" derlerdi. Bu da gösterir
ki, hac aylarında yapılan umre, kuşkusuz Recep ayında yapılan umreden daha
faziletlidir.
Hac aylarında yapılan
umre ile Ramazan'da yapılan umrenin hangisinin daha faziletli olduğu konusu
ise tartışmalıdır. Sahih bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) kendisiyle
birlikte haccetmeyi kaçıran Ümmü Ma'-kıî'a Ramazan'da umre yapmasını buyurmuş
ve Ramazan'da yapılan bir umrenin, bir hacca bedel olduğunu haber vermiştir.[247]
Hem Ramazan umresinde,
en faziletli zaman ve en faziletli mekân bir araya gelmektedir. Ancak Allah,
Peygamberi (s.a.) için umreleri konusunda yalnız en uygun ve en lâyık
vakitleri seçmiştir. Hac aylarında yapılan umre, haccın kendi ayları içinde
yapılması gibidir. Bu ayları, Allah Teâlâ, bu ibadete has kılmış ve bu ibadet
için vakit tayin etmiştir. Umre küçük haçtır. Öyleyse onun için de en uygun
zaman hac aylandır. Zilkade ise bu ayların ortasında yer alır. Bu, hakkında
Allah'a istiharede bulunduğumuz şeylerdendir. Kimde daha çok bir bilgi varsa o
yolu tutsun.
Şöyle de denilebilir:
Allah Rasûlü (s.a.) Ramazan'da umreden daha Önemli ibadetlerle meşgul olurdu.
Bu ibadetlerle umreyi bir vakitte yapması mümkün değildir. Bu sebeple umreyi
hac aylarına tehir eder, Ramazan'da ise tamamen kendini bu ibadetlere verirdi.
Maamafih böyle bir şeyi yapmamış olmasında ümmetine şefkat ve merhameti
sözkonusudur. Şayet Ramazan'da umre yapsaydı, ümmet kuşkusuz aynı şeyi yapmaya
kalkışırdı. Hem umre yapıp hem oruç tutmaları onlara meşakkat verirdi. Belki
çoğunlukla nefisler hem umre, hem de Ramazan orucu sevabı elde etme hırsıyla bu
ibadet sırasında orucu yemeye müsamaha göstermez, böylece meşakkat doğardı.
Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.) umreyi hac aylarına tehir etmiştir.
Malumdur ki, ümmetine meşakkat verir korkusuyla yapmayı arzu ettiği halde pek
çok ameli terkederdi.
Beytullah'a girdiğinde
hüzünlü bir şekilde çıkmış ve Hz. Âişe bunun sebebini sorunca da: "Doğrusu
ben, ümmetime meşakkat vermiş olmamdan korkuyorum." Buyurmuştu.[248]
Zemzem kuyusuna inip, hacılara zemzem çeken (Abdülmuttaliboğulları) ile beraber
zemzem çekmeyi tasarladık Ancak kendisinden sonra gelenlerin, sikâye hizmetini
yürüten bu kabileye galebe çalmalarından endişe ederek bu düşüncesinden
vazgeçti.[249] En doğrusunu Allah
bilir. [250]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bir sene içinde yalnız bir kere umre yaptığı bilinmektedir. Bir sene
içinde iki defa umre yapmamıştır. Bazıları ise onun bir sene içinde iki defa
umre yapmış olduğunu sanmışlar; delil olarak da Ebu Davud'un Sünen'inde Hz.
Âişe'den "Allah Rasûlü (s.a.) iki umre yaptı:
Zilkade ayında bir
umre, Şevval ayında bir umre." şeklinde rivayet ettiği hadisi[251]
göstermişler ve demişler ki: "Bu hadiste anlatılmak istenen Hz.
Peygamber'in (s.a.) yaptığı umrelerin toplamım ifade etmek değildir. Zira Enes,
Âişe ve İbn Abbas gibi sahabîler Hz. Peygamber'in (s.a.) dört umre yaptığını
söylemişlerdir. Böylece anlaşılmıştır ki, Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.)
bir sene içinde biri Zilkade, diğeri Şevval ayında olmak üzere iki umre
yaptığını ifade etmek istemiştir." Şayet Hz. Âişe'den rivayeti sağ-lamsa
bu hadis bir yanılgıdır. Zira böyle bir şey katiyyen olmamıştır. Çünkü Hz.
Peygamber'in (s.a.) dört umre yaptığında şüphe yoktur: Birinci umre, Zilkade
ayındaki Hudeybiye umresidir. Ertesi seneye kadar bir daha umre yapmamıştır.
Kaza umresini (umretü'l-kadıyye) yine Zilkade ayında yapmış, sonra Medine'ye
dönmüş ve sekizinci senenin Ramazan ayında Mekke'yi fethedinceye kadar bir
daha oraya gitmemiştir. Bu Fetih senesinde de umre yapmamıştır. Sonra Şevval ayının
altısında Huneyn'e sefer düzenlemiş ve Allah, düşmanlarını bozguna uğratmış,
ardından Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'ye dönüp umre yapmak üzere ihrama
girmiştir. Bu da Enes ve İbn Abbas'm dediği gibi Zilkade ayında olmuştur. O
halde Hz. Peygamber (sa..) Şevval'de düşmanla karşılaşmış, bu ayda Mekke'den
dışarı çıkmış ve umresini düşmanın işini bitirdikten sonra Zilkade ayında
geceleyin kaza etmiştir. Ne o sene ve ne ondan önceki ne de sonraki senelerde
bir sene içinde iki umre yapmamıştır. Hz. Peygamber'in (s.a.) günlerine,
sîretine ve hallerine özel ilgisi bulunan kimse bunda şüphe etmez, kuşku
duymaz.
Soru: Şayet bunun Hz.
Peygamberden (s.a.) rivayetini sabit görmüyorlarsa bir sene içinde defalarca
umre yapılmasını neye dayanarak müste-hap sayıyorlar?
Cevap: Bu meselede
ihtilâf edilmiştir. İmam Mâlik: "bir sene içinde birden fazla umre
yapılmasını mekruh görürüm." demiş, talebelerinden Mutarrif ile
İbnü'l-Mevvâz (v.269/882) ona muhalefet etmişler, Mutarrif: "Bir sene
içinde defalarca umre yapmakta bir sakınca yoktur." derken, İbnü'l-Mevvâz:
"Bunda bir sakınca olmamasını umarım. Hz. Âişe, bir ay içinde iki defa
umre yapmıştır. Herhangi bir ibadetle Allah'a yakınlaşmaktan ve bir konuda
fazlaca hayır işlemekten hiç kimsenin m en edilmesini uygun görmem. Bu konuda
engelleyici bir nas da yoktur." demiştir. Bu, cumhurun görüşüdür. Ancak
Ebu Hanife (r.h.), arefe günü, kurban günü ve teşrik günleri olmak üzere beş günü istisna etmiş
ve o günlerde umre yapılamayacağını söylemiştir. Ebu Yusuf (r.h.) ise hassaten
kurban gününü ve teşrik günlerini istisna etmiştir. Şâfiîler de teşrik
günlerinde şeytan taşlamak üzere geceyi Mina'da geçiren kimseyi istisna
etmişlerdir. Hz. Âişe, bir sene içinde iki defa umre yapmıştı. (Hz. Âişe'nin
yeğeni) Kâsım'a: "Hiç kimse ona karşı gelmedi mi?" diye sordular. O
da: "Müminlerin annesine mi?!" cevabını verdi. Enes, (hacda tıraş
ettiği) başındaki saçlar kabarınca çıkar, umre yapardı.[252]
Hz. Ali'nin (r.a.) bir
sene içinde defalarca umre yaptığı rivayet edilmektedir,. Hz. Peygamber (s.a.)
ise: "Yapılan bir umre, yapılacak diğer umreye kadar arada işlenen
günahlara keffârettir." buyurmuştur.[253] Bu
konuda Hz. Peygamber'in (s.a.) Hz. Âişe'ye, niyetlenip ihrama girerek
tel-biyeye başladığı umresi dışında ayrıca Ten'îm'den umre yaptırması ve bunun
bir sene içinde olması yeterli bir delildir. "Hz. Âişe umreyi bozmuştu.
İşte Ten'îm'de, niyetlenip ihrama girdiği umre bunun kazasıdır." denemez.
Zira umrenin bozulması sahih olmaz. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Yaptığın
tavaf hem haccın ve hem de umren için geçerli olur."[254]
rivayetin bir başka metnine göre ise: "Her ikisinin de ihramından çıkmış
oldun."[255] buyurmuştu.
Soru: Sahih-i
Buharı'de Hz. Peygamber'in (s.a.) Hz. Âişe'ye: "Umreni boz, başını çöz ve
saçlarını tara.", bir diğer metinde ise "Başım çöz ve saçlarını
tara." ve bir başka metinde de "Hacca niyetlenip telbiye et, umreyi
bırak." buyurduğu rivayet edilmektedir.[256]
İşte bu iki yönden Hz. Âişe'nin umreyi bozduğunu açıkça ifade etmektedir: 1-
Hz. Peygamber'in (s.a.) "Umreyi boz" ve "umreyi bırak" buyurması,
2- Hz. Âişe'ye saçlarını taramasını emretmesi.
Cevap: "Umreyi
boz" sözü, umre fiillerini ve yalnız onu yapmayı bırak, onun yanında bir
de hac yap anlamındadır. Hac amellerini bitirdiğinde Hz. Peygamber'in (s.a.)
ona: "Her ikisinin de ihramından çıkmış oldun." buyurması, ayrıca
"Yaptığın tavaf hem haccm ve hem de umren için geçerli olur." buyurması da burada ifade
edilmek istenenin bu olduğunu ortaya koyar. İşte bu umre ihramının
bozulmadığı, sadece umre amellerinin ve yalnız umre yapmanın bozulduğu, Hz.
Âişe'nin haccının bitimiyle hem haccının hem de umresinin bittiği konusunda
açık bir ifadedir. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) onun gönlünü hoş etmek için ona
Ten'îm'den umre yaptırdı. Böylece o da kumaları gibi müstakil bir umre yapmış
oldu. Bunu
Müslim'in, Sahih'inde
Zührî yoluyla Urve'den rivayet ettiği şu hadis açık bir şekilde ortaya koyar.
Hz. Âişe anlatıyor: "Veda haccı için Allah Rasû-lü (s.a.) ile birlikte
çıktık. Ben hayız oldum. Arefe gününe değin aybaşı halim devam etti. Yalnızca umreye
niyetlenip ihram giymiştim. Allah Ra-sûlü (s.a.) bana başımı çözmemi, saçlarımı
taramamı, hacca niyet edip ihram giymemi ve umreyi bırakmamı emretti. Ben de
denileni yaptım. Haccı-mı bitirince Allah Rasûlü (s.a.) beraberimde (kardeşim)
Abdurrahman b. Ebu Bekr'i gönderdi ve bana, haccı yapmaya başlayınca ihramından
çıkmadığım halde tamamlamadan bıraktığım umrem yerine Ten'îm'den (ihrama
girip) bir umre yapmamı emretti. "[257] Bu
hadis son derece sahih ve açık bir hadis olup Hz. Âişe'nin umresinin ihramından
çıkmadığım ve ih-ramlı iken umreye haccı da kattığını ifade etmektedir. İşte
Hz. Âişe'nin bizzat kendi başından geçenleri anlatımı, işte Allah Rasûlü'nün
(s.a.) ona söylediği söz! Her ikisi de birbirine uygun düşmektedir. Başarı
Allah'tandır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.): "Yapılan bir umre, yapılacak diğer umreye kadar arada işlenen
günahlara keffâreîtir. Kabul edilen haccın karşılığı ise ancak cennettir."
hadisi, hac ile umrenin tekrar bakımından ayırt edildiğinin bir delili olup
aynı zamanda bu konuda bir uyarı niteliği taşımaktadır. Zira umre, hac gibi
senede bir kere yapılan bir ibadet olsaydı, ikisi arasında eşitlik yapar bir
ayrımda bulunmazdı.
Şafiî (r.h.), Hz.
Ali'nin (r.a.): "Her ay bir umre yap." dediğini rivayet etmiştir.[258]
Vekî ise İsrail — Süveyd b. Ebu Naciye — Ebu Ca'fer yoluyla Hz. Ali'nin (r.a.):
"Gücün yeterse bir ay içinde defalarca umre yap." dediğini nakleder.
Saîd b. Mansûr da Süfyân b. Ebu Hüseyn yoluyla Enes'in çocuklarından birinin şöyle dediğini kaydeder:
Enes, Mekke'de bulunduğunda başındaki saçlar kabarınca Ten'îm'e çıkar (orada
ihrama girerek) umre yapardı.[259]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) Medine'ye hicretten sonra bir tek Veda haccı dışında hac yapmadığı
konusu tartışmasızdır. Yine bu haccını hicretin onuncu senesinde yaptığı da
tartışmasızdır.
Hicretten önce hac
yapıp yapmadığı konusu ise tartışmalıdır. Tirmizî, Câbir b. Abdullah'ın (r.a.):
"Hz. Peygamber (s.a.) üç kere hac yaptı: îkisi hicretten önce, biri de
hicretten sonra umre ile birlikte yapmış olduğu hacdır" dediğini rivayet
eder[260] ve
ekler: "Bu hadisin, Süfyân'dan rivayeti garîb-tir. Muhammed'e yani
Buharî'ye bu hadisi sordum, (Süfyân) es-Sevrî'nin hadisi olarak tanımadı."
Bir rivayette de: "Bu hadis, sağlam sayılmaz" demiştir.
Hacan farz kılındığım
belirten âyet inince Allah Rasûlti (s.a.) geciktirmeden derhal hacca koştu.
Haccın farz kılınışı* hicretin dokuzuncu veya onuncu senesine kadar gecikmişti.
Her ne kadar "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın" âyeti[261] hicretin
altıncı yılında Hudeybiye senesi inmişse de bu âyette haccın farz kılındığı
belirtilmemektedir. Bu âyette yalnızca başlanılan hac ve umrenin tamamlanılmasi
emredilmektedir. Yoksa bu âyet hac ve umreye başlamanın farz olmasını icab
ettirmez.
Soru: Haccın, hicretin
dokuzuncu veya onuncu senesine kadar farz kılınmayıp farziyetin geciktirildiğini neye dayanarak
söylüyorsunuz?
Cevap: Çünkü Âl-i
İmrân sûresinin baş tarafındaki âyetler (civar ülkelerden ve kabilelerden
Medine'ye temsilcilerin geldiği) "âmü7-vüfûd = elçiler senesi"nde
inmiştir. O sene, Necran heyeti Allah Rasûlü'ne (s.a.) geldi. Hz, Peygamber
(s.a.) onlarla cizye ödemeleri şartıyla anlaşma yaptı. Cizye (âyeti) ise Tebük
seferinin yapıldığı hicretin dokuzuncu senesi inmiştir. Bu sene içinde Âl-i
İmrân sûresinin ilk kısım âyetleri inmiş ve Allah Rasûlü (s.a.) ehl-i kitapla
münazara yapmış, onları tevhide ve karşılıklı lânetleş-meye (yani yalancı ve
haksız olanın lanete uğraması için Allah'a dua etmeye) çağırmıştır. Şu olay
buna delildir. "Ey iman edenler! Puta tapanlar pistirler. Bundan dolayı bu
yıldan sonra onlar Mescid-i Haram 'a yaklaşmasınlar." âyeti[262]
inince Mekkeliler, putperestlerle olan ticaretlerini kaçırmış olmalarından
dolayı içlerinde bir üzüntü duydular. Allah buna bedel onlara cizye verdi. Bu
âyetlerin inişi ve ilân edilişi hicretin dokuzuncu senesine rastlamaktadır. Hz.
Peygamber (s.a.) Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk'ı bunları ilân etmesi için hac
mevsiminde Mekke'ye yolladı. [263]Arkasından
da Hz. Ali'yi (r.a.) gönderdi. Bizim söylediğimiz bu şeyi seleften pek çok
kimse de söylemiştir. En doğrusunu Allah bilir. [264]
Allah Rasûlü (s.a.)
hac yapmaya karar verince, insanlara hac yapacağını ilân etti. Halk da O'nunla
birlikte yola çıkmak üzere teçhizatlarını hazırladı. Bu durumu haber alan
Medine civarında yaşayanlar da Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber hac yapmak üzere
geldiler. Yolda sayısız insan çıkagelip O'nun kervanına katıldı. Önünde,
arkasında, sağında ve solunda göz alabildiğince insan kaynıyordu. Medine'den
Zilkade ayının bitimine altı gün kala öğleden sonra gündüzün yola çıkmıştı.
Yola çıkmadan önce öğle namazını dört rekât kıldırmıştı. Daha önce de ihram
hakkında, ihramın farzları ve sünnetleri hakkında insanlara bilgi vermek üzere
bir konuşma yapmıştı. [265]
İbn Hazm: "Hz.
Peygamber (s.a.) perşembe günü yola çıktı." demiştir. Ben derim ki: Açık
olan, Hz. Peygamber'in (s.a.) cumartesi günü yola çıkmasıdır. İbn Hazm görüşünü
üç öncül ile destekledi. 1) Hz. Peygamber'in (s.a.) yola çıkışı Zilkâde'nin
bitimine altı gün kalaya rastlar. 2) Zilhicce ayının hilâli perşembe günü
görülmüştür. 3) Arefe günü, cuma gününe rastlamıştır. İbn Hazm, Hz.
Peygamber'in (s.a.) yola çıkışının Zilkâde'-nin bitimine altı gün kalaya
rastladığına delil olarak Buharî'nin İbn Ab-bas'tan rivayet ettiği: "Hz.
Peygamber (s.a.) saçlarını tarayıp güzel kokular süründükten sonra Medine'den
ayrıldı..." şeklinde başlayan hadisi[266]
göstermiştir ki bu hadisin içinde îbn Abbas "Bu iş Zilkâde'nin bitimine
altı gün kalaya rastlamaktadır." demiştir.
îbn Hazm der ki: îbn
Ömer, arefe gününün cumaya rastladığını açıkça ifade etmiştir ki bugün
(Zilhicce'nin) dokuzuncu günüdür. Zilhicce ayının hilâli ise kuşkusuz perşembe
gecesi görülmüştü. O halde Zilkade ayının son günü çarşambaya rastlamaktadır.
Hz. Peygamber'in (s.a.) yola çıkışı Zilkade ayının bitimine altı gün kala
olduğuna göre o gün perşembe demektir. Zira ondan sonra onun dışında altı gece
kalmaktadır.
Görüşümüzü tercih
sebebimiz şudur: Hadis, Hz,-Peygamber'in (s.a.) beş gün kala yola çıktığı
konusunu açık bir şekilde ifade etmektedir ki, o günler de şunlardırî
Cumartesi, pazar, pazartesi, salı ve çarşamba. İşte toplam beştir. Onun
görüşüne göre yedi gün kala çıkmış olması gerekir. Çıkma günü sayılmazsa, altı
gün kala çıkmış olması gerekir. Hangisi olursa olsun hadise aykırıdır. Şayet
geceler ^özönüne alınırsa yola çıkışı beş değil, altı gece kalaya rastlar. Şu
halde perşembe günü çıktığı düşüncesiyle aydan beş gün kalması meselesinin
arasını herhangi bir şekilde uzlaştırmak asla mümkün değildir. Ama yola çıkış
cumartesi günü olarak ele alındığında çıkış günüyle birlikte kalan gün sayısı
şüphesiz beştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) minber üzerinde yaptığı konuşmada
halka ihramın durumu ve ih-ramlı kimsenin giyebileceği şeyler hakkında
Medine'de bilgi vermiş olması da buna delildir. Görünen o ki, bu konuşma cuma
günüydü. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) konuşmada hazır bulunmaları için halkı
topladığı ve sokaklarda ilân ettirdiği naklolunmamıştır. Oysa İbn Ömer (r.a.)
Hz. Peyğamber'in (s.a.) minberi üzerinde Medine'de yaptığı bu konuşmada hazır
bulunmuştu. Her vakit, insanlara ihtiyaç duydukları bilgileri iş ortaya geldiğinde
vermek Hz. Peygamberin (s.a.) âdetiydi. Hac hakkında verilecek bilgiler için en
uygun zaman ise hemen ardından yola çıkılacak olan cumadır. Açıkçası halk
başına toplanmış ve kendisi de halka dini öğretme arzusunu içinde en çok duyan
insan iken, bu muazzam kalabalık tam toplanmış ve halka hem dini hem de haccı
bir arada —herhangi birini bırakmadan— anlatması mümkün iken zaruret olmadığı
halde Hz. Pey-gamber'in (s.a.), bir günden daha az bir zaman kalmışken,
konuşmasını cumadan başka bir vakte ertelemesi düşünülemez. En doğrusunu Allah
bilir.
Ebu Muhammed İbn Hazm,
tbn Abbas (r.a.) ile Hz. Âişe'nin (r.a.): "Hz. Peygamber (s.a.)
Zilkâde'nin bitimine beş gün kala yola çıktı." sözleriyle kendi görüşünün
uyuşmayacağını anlayınca şöyle bir yoruma baş vurdu: Yani Hz. Peygamber (s.a.)
Zülhuleyfe'den ayın bitimine beş gün kala ayrılmıştır... Zülhuleyfe ile Medine
arasında sadece dört millik bir mesafe vardır. Az bir mesafe olduğu için bu
yakın konak hesaba katılmamıştır. Böylece bütün hadisler uzlaşmış olur...
Şayet Medine'den Zilkade ayının bitimine beş gün kala yola çıkmış olsaydı o
vakit şüphe yok ki yola çıkışı cuma gününe rastlamış olurdu. Bu ise hatadır.
Çünkü cuma namazı dört rekat kılınmaz. Oysa Enes, Hz. Peygamber (s.a.) ile
birlikte Medine'de dört rekât öğle kıldıklarını söylemiştir...[267]
İbn Hazm "Bunu daha
çok açığa kavuşturur" deyip Buharî yoluyla Kâ'b b. Mâlik'den şu hadisi
rivayet eder: "Allah Rasûlü (s.a.) yolculuğa çıkacağı zaman nadir haller
dışında hep perşembe günü yola çıkardı." Hadisin bir diğer metninde ise
"Allah Rasûlü (s.a.) perşembe günü yola çıkmayı severdi."
denilmektedir.[268] İbn
Hazm devamla der ki: Şu halde zikrettiğimiz Enes hadisinden dolayı cuma günü
yola çıkmış olması düşünülemez. Aynı zamanda cumartesi günü yola çıkmış olması
da hükümsüz olur. Çünkü bu takdirde Medine'den Zilkâde'nin bitimine dört gün
kala ayrılmış olur. Bunu da hiç kimse dememiştir.
îbn Hazm sözlerini
şöyle sürdürür: Hem Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'den çıktığı günün gecesini
Zülhuleyfe'de geçirdiği sahihtir. Öyle olsaydı —yani cumartesi günü yola
çıkmış olsaydı— Zülhuleyfe'den ayrılışı pazar gününe rastlamış olurdu.
Mekke'ye girmeden önceki geceyi Zîtuvâ'da geçirdiği sahihtir. Aynı zamanda Mekke'ye Zilhicce'nin
dördüncü günü sabah vakti girdiği de sahihtir. Buna göre Medine-Mekke arasında
geçirdiği yolculuğun süresi yedi gün olur. Çünkü böyle"ölmuş olsaydı
Medine'den Zilkâde'nin bitimine dört gün kala çıkmış olur, Mekke'ye ise
Zilhicce'nin üçünde, bu ayın dördüncü gecesini karşılarken girmiş olur. Bu da
toplam yedi gece eder, daha fazla değil. Bu ise icmâ ile yanlıştır, hiç kimse
böyle bir şey dememiştir. Öyleyse Hz. Peygamber'in (s.a.) Zilkade ayının
bitimine altı gün kala yola çıktığı doğrudur. Böylece bütün rivayetler uzîaşmış
ve aralarında görülen çelişki ortadan kalkmıştır. Hamdolsun Allah'a...
Ben derim ki: Bu
rivayetler, Hz. Peygamber'in (s.a,) cumartesi çıkmış olmasıyla birbirleriyle
uyuşur, uzlaşırlar; aralarında bir çelişki de kalmaz. Hem böylece İbn Hazm'm
aktardığımız yorumlarındaki çirkinlik de ortadan kalkmış olur. Ebu Muhammed
İbn Hazm'm "Şayet Medine'den Zilkade ayının bitimine beş gün kala çıkmış
olsaydı, o vakit yola çıkışı cuma gününe rastlamış olurdu." sözü bağlayıcı
değildir. Aksine beş gün kala yola çıkıp da çıkışının cumartesine rastlaması
doğrudur. Râvînin, ancak sayısı belirtilen şey dişi olduğunda hazf edilebilen
"tâ" harfini sayıdan hazfetmiş olduğunu (yani Arapça aslında hams
diye geçen beş rakamının ham-setün şeklinde olmadığını) gören Ebu Muhammed'i bu
durum yanıltmış ve beş gece kala diye anlamasına sebep olmuştur.[269]
Dolayısıyla ona göre, böyle bir şey ise ancak yola çıkış cuma günü olursa
olur, cumartesi günü olsa o zaman dört gece kala yola çıkılmış olur. İbn
Hazm'ın bu görüşü aynen aleyhine^çevrilir. Çünkü perşembe günü yola çıkmış olsa
o vakit yola çıkış beş gece kala olmaz, altı gece kala olur. Bu yüzden adı
geçen beş tarihiyle kayıt düşülmüş ve yola çıkışı, Zülhuleyfe'den ayrılışa
yorumlamak zorunda kalmıştır. Oysa buna hiç gerek yoktu. Zira mümkündür ki,
Zilkade ayı (normal süreden) eksik (yani 30 çekeceğine 29) çekmiştir. Bu
yüzden de yola çıkış tarihi, ayın mutad süresine dayanılarak bitimine beş gün
kala diye verilmiştir. Arapların ve diğer milletlerin tarih verecekleri zaman,
ayın tam süresini gözönüne alarak ayın geri kalan süresine göre tarih
vermeleri, sonra ay bitip noksanlığı anlaşıldıktan sonra da tarihte ihtilâfa
düşmemeleri için aynı şekilde tarih belirtmeleri onların âdet-lericjir.
Herhangi bir kimsenin yirmi dokuz çeken bir ayın yirmi beşinci
günü yazılmış bir şey hakkında "Ayın
bitimine beş gün kala yazdı." si doğrudur.
Hem çıkış günüyle
birlikte geri kalan gün sayısı kuşkusuz beştir. Araplar, tarih verilirken
geceler ve gündüzler bir arada bulunduğu zaman geceler kelimesini (tağlîb
metoduyla) üstün sayarlar. Çünkü gece, ayın başlangıcıdır, günden daha öncedir.
Onlar geceleri söyleyip günleri kastederler. Şu halde günleri gözönüne alarak
"beş kala" demek ve geceleri gözönüne alarak da sayıyı ifade eden
kelimeyi erkekler için kullanılan tarzda (müzek-ker) getirmek doğrudur. İşte o
zaman Hz. Peygamber'in (s.a.) yola çıkışı ayın bitimine beş kalaya rastladığı
halde cuma gününe rastlamış olmaz,
Kâ'b hadisinde Hz.
Peygamber'in (s.a.) perşembe günü dışında asla yola çıkmadığı ifade
edilmemekte, yalnızca çoğunlukla o gün yola çıktığı belirtilmektedir. Kuşkusuz
Hz. Peygamber (s.a.) gazalara çıkışlarında perşembe günü ile sınırlı ve
bağımlı kalmamıştır.
İbn Hazm'm
"Cumartesi günü çıkmış olsaydı, dört gün kala çıkmış olurdu." sözüne
gelince ne geceler, ne de günler gözönüne alındığında böyle bir durumun ortaya
çıkmayacağı artık anlaşılmıştır.
"Hz. Peygamber
(s.a.) Medine'den çıktığı günün gecesini Zülhuleyfe'-de geçirdi..." sözüne
gelince; cumartesi günü yola çıkmış olmasında yolculuk müddetinin yedi gün
olması lâzım gelmez. Tuhaf doğrusu! Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ayın bitimine
beş gün kala yola çıksa ve Zilhicce'nin dördünde Mekke'ye girse Medine'den
yola çıkışıyla Mekke'ye girişi arasında dokuz gün geçmiş olur. Bu hiçbir yönden
problem değildir. Zira Mekke'ye gitmek için takip ettiği Medine-Mekke
arasındaki yol o kadardır. Devamlı seyahat yapan Arabın yol alışı seyahat
edemeyen şehir sakinlerinin yol alışlarından genellikle çok daha hızlıdır.
Özellikle tahterevanlar, develerin yanlarına yüklenmiş sandıklar ve ağır
yükler bulunmadığında. En iyi bilen Allah'tır.
[270]
Yeniden haccını
anlatmaya dönelim. Öğle namazını Medine'de dört rekât kıldırdı. Sonra saçlarını
tarayıp güzel kokular süründü. İzârım (belden aşağı giyilen elbise) ve
ridâsını (üstten giyilen elbise) giydi.
Öğle ile ikindi
arasında yola çıktı. Zülhuleyfe'de konakladı. Orada
ikindi namazını iki rekât kıldırdı. Sonra
geceyi orada geçirdi.[271]
Orada akşam, yatsı, sabah ve öğle namazlarını kıldırdı.'[272]
Böylece toplam beş vakit namaz kıldırmış oldu. Hanımlarının hepsi de beraberinde
idi. o gece hepsini dolaştı.[273]
İhrama girmek
isteyince ilk olarak cinsel ilişkiden dolayı yapmış olduğu gusülden ayrı
olarak ihram için ikinci kere gusletti. îbn Hazm, cünüp-lükten dolayı yapmış
olduğu ilk gusülden başka guslettiğini zikretmemiştir. Yine bazıları da bundan
sözetmemişlerdir. İbn Hazm bundan kendince sabit görmediği için kasden, ya da
unuttuğundan sözetmemiştir. Oysa Zeyd b. Sabit, Hz. Peygamber'in (s.a.) ihram
giymek için soyunup guslettiğini gördüğünü söylemiştir.'[274]
Tirmizî bu hadisin hasen-garîb olduğunu söyler.
Dârakutnî, Hz.
Âişe'nin: "Allah Rasülü (s.a.) ihrama girmek isteyince başını hanım
çiçeği ve çöven otu ile yıkadı." dediğini kaydeder.'[275]
Sonra Hz. Âişe eliyle, Hz. Peygamber'in (s.a.) bedenine ve başına Zerîre
denilen göz otu (yahut Hindistan'dan getirilen bir tür güzel koku) ve içinde
misk bulunan bir güzel koku sürdü. O kadar sürmüştü ki, miskin parıldayışı,
Peygamberimizin (s.a.) saçının ayrım yerlerinde ve sakalında çabucak
far-kedilmekteydi.[276]
Sonra da bu halin devamına müsaade edip kokuyu yıkamadı.
Sonra izârım ve
ridâsını giyindi. İki rekât öğle namazı kıldırdı. Ardından namaz kıldığı yerde
hac ve umreye birlikte niyetlenip ihram giydi, tel-biyeye başladı. Öğleniif
farzından başka, ihram için bir namaz kıldığı aktarılmamıştır.'[277]
İhrama girmeden önce
develerinin boyunlarına ikişer nal parçası taktı ve kurbanlık alâmeti olmak
üzere hörgüçlerinin sağ yanlarını yarıp kan akıttı.'[278]
Biz, Hz. Peygamber'in
(s.a.) kıran haccı yapmış olduğunu bu konudaki sahih ve sarih (açık) yirmiyi
aşkın hadise dayanarak söylüyoruz. Bunlar:
1- Buharı ve Müslim, Sahih'lennâe İbn Ömer'den
rivayet ederler ki: Allah Rasûlü (s.a.) Veda haccında umreyi hacca eklemek
suretiyle temettü' etti. Zülhuieyfe'den beraberinde sürüp getirdiği develeri
kurban etti. Allah Rasûlü (s.a.) ihrama girerken önce umreye niyetlenip
telbiyeye başladı. Sonra hacca niyetlenip telbiye etti...[279]
2- Yine Buharı ve Müslim, SaA/A'lerinde Urve
yoluyla Hz. Âişe'nin Allah Rasûlü'nden (s.a.) aktardığı, İbn Ömer hadisiyle
aynı anlamda benzer bir hadisi rivayet ederler.[280]
3- Müslim, Sahih'nâe Kuteybe —Leys— Nâfi
senediyle rivayet eder ki, İbn Ömer haccı umreye bitiştirdi ve her ikisi için
bir tek tavaf yapıp "Allah Rasûlü (s.a.) de aynen böyle yaptı." dedi.[281]
4- Ebu Davud, es-Sa'lebi — en-Nüfeylî — Züheyr
b. Muâviye — İshak — Mücâhid senediyle rivayet etmektedir ki, îbn Ömer'e:
"Allah Rasûlü (s.a.) kaç umre yaptı?" diye sordular, "iki
defa" cevabım verdi. Bu cevap kulağına gelince Hz. Âişe: "îbn Ömer
elbet biliyor ki, Allah Rasûlü (s.a.) haccıyla birlikte yaptığı dışında üç umre
yapmıştır." dedi.[282]
Bu, îbn Ömer'in:
"Hz. Peygamber (s.a.) hac ile umreyi bitiştirdi." sözüyle çelişmez.
Zira İbn Ömer burada tam ve hacdan ayrı olarak yapılan umreyi kasdetmiştir.
Kuşku yoktur kî, bunlar da kaza umresi ve Cirâne umresi olmak üzere ikidir. Hz.
Âişe ise hem müstakil iki umreyi ve hem de kıran haccıyla birlikte yapılan
umreyi, Hz. Peygamber'in (s.a.) yapmasına engel olunan (Hudeybiye) umresini
kasdetmiştir. Kuşkusuz bunlar dörttür.
5- Süfyân
es-Sevrî, Cafer b. Muhammed —babası Muhammed— Câ-bir b. Abdullah yoluyla
rivayet eder ki, Allah Rasûlü (s.a.) üç kere hac yaptı: İkisi hicretten önce, biri de hicretten sonra
umre ile birlikte yapmış olduğu hacdır. Bu hadisi Tirmizî vs. rivayet etmiştir.[283]
6- Ebu
Davud, en-Nüfeylî ve Kuteybe'den Davud b. Abdurrahman el-Attâr — Amr b. Dinar —
İkrime senediyle İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: Allah Rasûlü (s.a.)
dört umre yaptı: 1) Hudeybiye umresi, 2) Ertesi sene yapılması konusunda
(müşriklerle) anlaştıkları umre, 3) Ci-râne'den (ihrama girerek) yaptığı umre,
4) Haccıyla birlikte yaptığı umre.[284]
7- Buharî, Sahih'inde Hz. Ömer'in (r.a.) şöyle
dediğim kaydeder: Ben, el-Akîk vadisinde Allah Rasûlü'nden (s.a.) işittim,
diyordu ki: "Bana bu gece Rabbim'den (c.c.) birisi (Cebrail) gelip dedi
ki; Bu mübarek vadide namaz kıl ve: 'Hac içinde umreye niyetlendim* de.r[285]
8- Ebu
Davud'un rivayetine göre Berâ b. Âzib anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.), Hz. Ali'yi
(r.a.) Yemen*e vali tayin ettiğinde ben de onunla beraberdim. Onun yanında
iken birkaç okka altınım oldu. Hz. Ali, Yemen'den Allah Rasûlü'ne (s.a.)
döndüğünde karşılaştığı durumu şöyle anlattı: (Hanımım) Fâtıma'yı (r.a.)
renkli elbiseler giyinmiş ve eve güzel ve hoş sıvı kokular serpmiş bir halde
buldum. Bana: "Sana ne oluyor? Allah Rasûlü (s.a.) sahabîlerine emretti,
onlar da ihramdan çıktılar." dedi. Ben de ona: "Ben, Hz. Peygamber
(s.a.) gibi niyet edip ihrama girdim." dedim. Sonra Hz. Peygamber'e (s.a.)
geldim. Bana: "Ne yaptın?" diye sordu. Ben de: "Hz. Peygamber
(s.a.) gibi niyet edip ihrama girdim." dedim. O da: "Ben,
kurbanlık develeri sürüp
getirdim ve (hac
ile umreyi) birleştirdim." buyurdu..[286]
9-
Nesâî'nin, İmrân b. Yezîd ed-Dımeşkî — İsa b. Yunus — el-A'meş, — Müslim
el-Batîn — Ali b. Hüseyn senediyle rivayetine göre Mervan b. el-Hâkem
anlatıyor: Hz. Osman'ın yanında oturuyordum. Hz. Ali'nin (r.a.) umre ve hacca
birlikte telbiye getirdiğini işitti. Bunun üzerine: "Bundan yasaklanmış
değil miydin?" dedi. Hz. Ali de cevap olarak dedi ki: 'Evet, öyle. Ama ben
Allah Rasûlü'nün (s.a.) ikisine birlikte telbiye getirdiğini kulağımla
işittim. Allah Rasûlü'nün (s.a.) sözünü, senin sözün için bırakmam."[287]
10- Müslim, Sahih'inde Şu'be aracılığıyla Humeyd
b. HiIâTin Mutar-rif'ten şöyle işittiğini rivayet eder: İmrân b. Husayn bana
dedi ki: Sana bir söz. söyleyeceğim. Umulur ki Allah onun sayesinde seni
faydalandırır: "Allah Rasûlü (s.a.) hac ile umreyi birleştirdi. Sonra bunu
yasaklamadan vefat etti. Ayrıca bunu haram kılan bir âyet de inmedi."[288]
11- Yahya b.
Saîd el-Kattân ile Süfyân b. Uyeyne, İsmail b. Ebu Hâ-lid — Abdullah b. Ebî
Katâde senediyle Abdullah'ın babası, Ebu Katâde'-nin şöyle dediğini rivayet
ederler: "Allah Rasûlü (s.a.) hac ile umreyi birleştirdi. Zira bir daha
hac yapmayacağını biliyordu." Bu hadisin Yahya b. Saîd ile Süfyân b.
Uyeyne'ye varan sahih senedleri vardır.[289]
12- İmam
Ahmed, Sürâka b. Mâlik'den rivayet ediyor: Allah Rasûlü'-nün (s.a.): "Umre
kıyamete kadar haccın içine "girmiştir." buyurduğunu işittim. Hz.
Peygamber'in (s.a.) kendisi Veda haccında kıran haccı yapmıştır (yani umre ile
haccı birleştirmiştir).[290] Bu
hadisin senedindeki râviler sikadır.
13- İmam Ahmed ve îbn Mâce'nin Ebu Talha
el-Ensârf den rivayetlerine göre Allah Rasûlü (s.a.) hac ile umreyi bir arada
yaptı.[291] Bu hadisi aynı zamanda
Dârakutnî de rivayet etmiştir. Hadisin senedinde (zayıf kabul edilen) Haccâc
b. Ertât vardır.
14- İmam
Ahmed'in el-Hirmâs b. Ziyâd el-Bâhilî'den rivayet ettiği bir hadise göre Allah
Rasûlü (s.a.) Veda haccında hac ile umreyi birleştirdi.[292]
15- Bezzâr, sahih bir senedle îbn Ebî Evfâ'mn:
"Allah Rasûlü (s.a.) hac ile umreyi birleştirdi. Çünkü o seneden sonra
haccederneyeceğini biliyordu." dediğim rivayet eder.[293] Bu
hadisin senedindeki Yezîd b. Ata adlı râvinin, hadisin senedinde hata yapttğı
söylenmiştir. Diğerleri ise delil bulunmadan onun hata ettiğini söylemeye yol
bulunmadığını belirtmişlerdir.
16- îmam Ahmed'in Câbir b. Abdullah'tan rivayetine göre
Allah Rasûlü (s.a.) hac ile umreyi birleştirdi ve her ikisi için bir tek tavaf
yaptı.[294] Hadisi, Tirmizî de
rivayet etmiştir. Senedinde Haccâc b. Ertât vardır. Tek kalmadıkça ya da sika
râvilere muhalefet etmedikçe bu zâtın rivayet ettiği hadis hasen derecesinden
aşağı düşmez.
17- İmam Ahmed'in rivayetine göre Ümmü Seleme:
Allah Rasûlü'nün (s.a.): "Ey Muhammed ailesi! Hac içinde umre yapmaya
niyetlenip ihrama girin!" buyurduğunu işittim, demiştir.[295]
18- Buharî
ve Müslim'in, Sahihlerinde rivayetlerine göre —Metin Müslim'e aittir.— Hafsa
anlatıyor: Hz. Peygamber'e (s.a.): "İnsanların bu hali ne? Sen umre
ihramından çıkmadığın halde onlar ihramdan çıktılar?" diye sordum. Bana şu
cevabı verdi: "Ben kurbanıma gerdanlık taktım ve saçlarımı toplayıp
yapıştırdım. Artık ben, bütün yapılacak şeyleri yapıp hac ihramından çıkmadan
ihramdan çıkamam. "[296] Bu
hadis de gösterir ki, Hz. Peygamber (s.a.) umre ile beraber hac yapmaktaydı.
Çünkü hac ihramından çıkmadan umre ihramından da çıkamamaktaydı. Bu, Mâlik ve
Şafiî'nin usûlüne göre tamamen bağlayıcıdır. Zira onlara göre kurbanı (hedy),
sırf umre yapan kimsenin (müfrid bi'l-umre) ihramdan çıkmasını engellemez;
kurbanı olan kimsenin ihramdan çıkmasını, yalnızca hacla birlikte yaptığı
kıran umresi engeller. Şu halde hadis, bu iki imamın usûlüne göre (uyulması
gereken) bir nas demektir.
19,20- Nesaî
ile Tirmizî, Muhammed b. Abdullah b. Haris b. Nevfel b. Haris b.
Abdülmuttalib'in, Muâviye b. Ebu Süfyân'ın haccettiği sene Sa'd b. Ebî
Vakkâs'la Dahhâk b. Kays'm umreyi hacca eklemek suretiyle temettü' etme
konusunu görüştüklerini ve aralarında şöyle bir konuşma geçtiğini işitti.
Dahhâk: "Bunu ancak Allah'ın emrini bilmeyen yapar." dedi. Bunun
üzerine Sa'd: "Ne kötü dedin, yeğenim!" dedi. Dahhâk: "Çünkü
Ömer İbnü'l-Hattâb bunu yasakladı." karşılığını verince Sa'd: "Bunu
Allah Rasûlü (s.a.) yaptı. Biz de beraberinde yaptık." cevabını verdi.[297]
Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahihtir" diyor. Buradaki umreyi hacca
ekleyerek temettü' etmeden maksadı (temettu'un) iki türünden biri olan kıran
temettu'udur. Çünkü Kur'an dilinde böyledir. Kur'an'ın inişinde ve
yo-rumlamşında hazır bulunan sahabîler buna tanıktırlar. Bundan dolayı îbn
Ömer: "Allah Rasûlü (s.a.) umreyi hacca ekleyerek temettü* yaptı. Önce
umreden başlayarak umre için niyetlenip ihrama girdi, sonra hacca niyetlenip
ihrama girdi" demiştir. Hz. Âişe de aynısını söylemiştir. Hem Allah
Rasûlü'nün (s.a.) yaptığı —îmam Ahmed'in de kesin gözüyle baktığı gibi—
kuşkusuz kıran temettu'u idi. İmrân b. Husayn'ın "Allah Rasûlü (s.a.)
temettü' etti. Biz de O'nunla birlikte temettü' ettik." sözü de bunu gösterir.
Hadis, Buharı ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir.[298]
Mutarrif e: "Sana
bir söz söyleyeceğim. Umulur ki Allah onun sayesinde seni faydalandırır: Allah
Rasûlü (s.a.) hac ile umreyi birleştirdi. Sonra bunu yasaklamadan vefat
etti." diyen İmrân b. Husayn'm kendisidir. Bu hadis Müslim'in Sahihimde
rivayet edilmiştir.[299]
Görüldüğü üzere İmrân, Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı kıran haccını haber
verirken "temettü etti" ve "hac ile umreyi birleştirdi"
sözlerini kullanmaktadır.
Ayrıca Sahihayrfdz.
Saîd b. Müseyyeb'den rivayet edilmiş olan şu hadis de buna delildir: Hz. Ali
ile Hz. Osman, Usfan'da bir araya geldiler. Hz. Osman, temettü' haccından yahut
umreden nehyederdİ. Hz. Ali, ona: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) yaptığı bir şeyi
yasaklamakla neyi amaçlıyorsun?" dedi. Hz. Osman: "Bırak, sen bizim
işimize karışma." dedi. Bunun üzerine Hz. Ali: "Doğrusu ben seni
bırakamam." dedi ve bu durumu görünce (hac ve umrenin) her ikisine birden
niyetlenip ihrama girdi ve telbiyeye başladı.[300] Bu,
Müslim'in metnidir. Buharî'deki metin ise şöyledir: Hz. Ali ile Hz. Osman Usfan
mevkiinde temettü' hakkında ihtilâfa düştüler. Hz. Ali: "Sen, başka değil;
ancak Allah Rasûlü'nün (s.a.) yapmış olduğu bir şeyi yasaklamak
istiyorsun." dedi. Hz. Ali, Hz. Osman'ın bu yasaklama işini görünce (hac
ile umrenin) her ikisine birden niyetlenip ihrama girdi ve telbiyeye başladı.
Buharî'nin tek başına
rivayet ettiği bir hadise göre Mervân b. el-Hakem anlatıyor: Hz. Osman ile Hz.
Ali'ye şahid oldum. Hz. Osman, temettü' haccını ve hac ile umreyi birleştirmeyi
yasaklıyordu. Hz. Ali bunu görünce
her ikisine birden
niyetlenip ihrama girip "Lebbeyke bi-umratin ye haccetin"diye
telbiyede bulundu ve: "Hiç kimsenin sözü için Allah Rasûlü'nün (s.a.) bir
sünnetini bırakmam." dedi.[301]
Artık bu da açıkça
ortaya koymaktadır ki, onlara (sahabîlere) göre hac ile umreyi birleştiren
kimse temettü' yapan kimse demektir ve Allah Rasûlü'nün (s.a.) yaptığı hac
çeşidi de bu hacdır. Hz. Osman da, Allah Rasûlü'nün (s.a.) böyle yaptığı konusunda
Hz. Ali'ye muvafakat göstermiştir. Zira Hz. Ali, kendisine: "Allah
Rasûlü'nün (s.a.) yaptığı bir şeyi yasaklamakla neyi amaçlıyorsun?"
dediğinde ona: "Allah Rasûlü bunu yapmamıştır" dememiştir. Şayet Hz.
Osman, bu konuda Hz. Ali'ye muvafakat göstermeseydi şüphesiz ona karşı
gelirdi. Sonra Hz. Ali, Hz. Pey-gamber'e (s.a.) muvafakat göstermeye, bu konuda
O'na uymaya ve Hz. Peygamber'in (s.a.) fiilinin nesholunmadığını açıklamaya
azmedip kıran konusunda Hz. Peygamber'e (s.a.) uymayı ve O'nun yolunu izlemeyi
yerleştirmek ve Hz. Osman'ın yoruma dayalı olarak yasakladığı bir sünneti
ortaya çıkarmak amacıyla hac ve umreye birlikte niyetlenip ihrama girdi ve
telbiyeye başladı. O vakit bu, yirminci delili oluşturan başlı basma bir
delildir.[302]
21- Mâlik'in
Muvatta'da İbn Şihâb-Urve senediyle rivayetine göre Hz. Âişe anlatıyor: Veda
haccı senesi Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte çıktık. Umre için niyetlenip
ihrama girerek telbiyeye başladık. Sonra Allah Rasûlü (s.a.) "Kimin
yanında kurbanlık bir hayvan varsa, hacca umreyle birlikte niyetlenip ihrama
girsin. Böyle yapan kimse her ikisinin de yapılması gerekli fiillerini tamamen
yerine getirinceye kadar ihramdan çıkamaz." buyurdu.[303]
Malumdur ki, Hz.
Peygamber'in (s.a.) yanında kurbanlık hayvan vardır. Kendisi emrettiği bir
şeyi, herkesten daha çok yapmaya özen gösterir. Zikrettiğimiz ve daha
zikredeceğimiz diğer hadisler de bunu göstermektedir.
İçlerinde Abdullah İbn
Abbas'm ve bir cemaatın da bulunduğu bir grup selef ve halef uleması
beraberinde kurbanlık hayvan getiren kimsenin kıran haccı yapmasını ve
kurbanlık getirmeyen kimsenin de ayrı bir umre ile temettü' etmesini farz
saymışlardır. Onlara göre Allah Rasûlü'nün (s.a.) yaptığı ve ashabına emrettiği
şeyden başkasını yapmak caiz olmaz. Hz.Peygamber (s.a.) kıran haccı yapmış ve
yanında kurbanlık bulunmayan herkesin (haccı) başlı başına ayrı bir umreye
çevirmelerini emretmiştir. O halde O'nun yaptığı yahut emrettiği şekilde
yapmamız farzdır. Bu görüş, inşallah yakında zikredeceğimiz pek çok yönden,
haccı umreye çevirmeyi haram sayanların görüşlerinden daha doğrudur.
22- Buharî
ve Müslim'in, SffA/A'lerinde Ebu Kılâbe'den rivayetlerine göre Enes b. Mâlik
anlatıyor: Biz de beraberinde iken Allah Rasûlü (s.a.) Medine'de bize öğleyi
dört, Zülhuleyfe'de ikindiyi iki rekât kıldırdı. Gece sabaha kadar
Zülhuleyfe'de kaldı. Sonra devesine bindi, deve onu Beydâ tepesine çıkarınca
Allah'a hamdedip tesbîh etti ve tekbir getirdi. Sonra hacca ve umreye
niyetlenip ihrama girerek telbiyeye başladı. Beraberindeki insanlar da hacca ve
umreye niyetlenip ihrama girerek telbiyeye başladılar. Mekke'ye geldiğimizde
Hz. Peygamber (s.a.) insanlara emretti, ihramdan çıktılar. Nihayet terviye
(arefeden önceki gün olan Zilhicce'nin sekizinci) günü olunca insanlar hacca
niyetlenip ihrama girdiler.[304]
Yine Sahihayn'da
kaydedilen bir rivayete göre Bekir b. Abdullah el-Müzenî anlatıyor: Enes:
"Allah Rasûlü'nün (s.a.) hac ye umreye birlikte telbiye getirdiğini
işittim." dedi. Bunu Ibn Ömer'e söyledim. O da: "Hz. Peygamber (s.a.)
yalnızca hacca telbiye getirdi." dedi. Enes'le karşılaştım, İbn Ömer'in
sözünü ona aktardım. Bunun üzerine Enes: "Herhalde siz, bizi çocuk
sanıyorsunuz! Ben Allah Rasûlü'nün (s.a.): Lebbeyke umraten ve haccen
=Allah'ım! Senin hac ve umre davetine icabet ettim, dediğini işittim." Dedi.[305]
Enes'le İbn Ömer arasında yaş bakımından bir yıl veya bir yıldan biraz fazla
zaman farkı vardır.
Sahih-i Müslim'deki
bir rivayete göre Yahya b. Ebu İshak, Abdülaziz b. Suheyb ve Humeyd, Enes'in
şöyle dediğini işittiklerini söylemişlerdir: Allah Rasûlü'nü (s.a.) işittim,
hac ile umreye birlikte telbiye getirerek: "Lebbeyke umreten ve
haccen-Allah'ım! Senin umre ve hac davetine icabet ettim!" diyordu.[306]
Kadı Ebu Yusuf, Yahya
b. Saîd el-Ensârî aracılığıyla Enes'in şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Peygamber'in
(s.a.) "Lebbeyke bihaccin ve um\retin mean-
Allah'ım! Senin hac ve umre davetine birlikte icabet ettim!" dediğini
işittim.
Nesâî'nin rivayet
ettiği Ebu Esma hadisinde Enes diyor ki: "Hz. Peygamber'in (s.a.) hac ve
umreye birlikte telbiye getirdiğini işittim."[307]
Yine Nesâî'nin Hasan el-Basrî aracılığıyla
Enes'ten rivayet ettiği bir | hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) öğle namazını
kıldırınca hacj ve umreye niyetlenip ihrama girerek telbiyeye başladı.[308]
Bezzâr'ın, Hz. Ömer'in
azatlı kölesi Zeyd b. Eşlem aracılığıyla Enes'ten rivayet ettiği bir hadise
göre Hz. Peygamber (s.a.) hac ve umreye birlikte niyetlenip telbiye
getirmiştir. Bezzâr aynı hadisi Süleyman et-Teymî aracılığıyla Enes'ten rivayet
eder; Ebu Kudâme yoluyla da Enes'ten benzerini rivayet eder. Vekî, Mus'ab b.
Süleym'in Enes'ten buna benzer bir hadis işittiğini kaydeder ve İbn Ebî Leylâ
— Sabit el-Bünânî aracılığıyla yine Enes'ten benzer'bir hadis rivayet eder.
el-Huşenî ise buna benzer bir hadisi Muhammed b. Beşşâr — Muhammed b. Cafer —
Şu'be — Ebu Kazaa — Enes senediyle kaydeder.
Sahih-i BuharFde
Katâde aracılığıyla rivayet edilen bir hadiste Enes: "Allah Rasûlü (s.a.)
dört umre yaptı." deyip onları sayar ve onlar arasında "haccıyla
birlikte yaptığı umre"yi de kaydeder. Bu hadis yukarıda geçti.
Abdürrezzak,
Ma'mer-Eyyûb-Ebu Kılâbe ve Humeyd b. Hilâl-Enes senediyle benzer bir hadis
rivayet eder.
îşte toplam on altı
sika râvi! Hepsi de Enes'ten ittifakla Hz. Peygamber'in (s.a.) telbiye
getirirken hac ve umreye birlikte telbiye getirdiğini, bunu ifade eden telbiye
sözü söylediğini aktarmaktadırlar. Bu râviler: 1-Hasan el-Basrî, 2- Ebu Kılâbe,
3- Humeyd b. Hilâl, 4- Humeyd b. Abdur-rahman et-TavîI, 5- Katâde, 6- Yahya b.
Saîd el-Ensârî, 7- Sabit el-Bünânî, 8- Bekir b. Abdullah el-Müzenî, 9- Abdülaziz
b. Suheyb, 10- Süleyman et-Teymî, 11- Yahya b. Ebu İshak, 12- Zeyd b. Eşlem,
13- Mus'ab b. Süleym, 14- Ebu Esma, 15- Ebu Kudâme Âsim b. Hüseyn, 16- Ebu
Kazaa Süveyd b. Hacer el-Bâhilî.
İşte Enes'in, Hz.
Peygamber'den (s.a.) işitmiş olduğu telbiye sözünü aktaran haberler! İşte Hz.
Ali ile Berâ'nın, Hz. Peygamber'in (s.a.) kendisinin kıran haccı yaptığını
haber verdiğini ifade eden rivayetleri! İşte yine Hz. Ali, Allah Rasûlü'nün
(s.a.) bunu yaptığını haber veriyor! İşte Hz. Ömer İbnü'I-Hattâb (r.a.) haber
veriyor: Rabbi, Allah Rasûlüne (s.a.) böyle yapmasını emretmiş ve O'na ihram
giyerken söyleyeceği sözü öğretmiştir... İşte yine Hz. Ali haber veriyor ki,
kendisi Allah Rasûlü'nün (s.a.) hac ve umreye birlikte telbiye getirdiğini
işitmiştir... İşte adlarını andığımız geri kalan diğer sahabîler, hepsi de Hz.
Peygamber'in (s.a.) böyle yaptığını haber veriyor... Hz. Peygamber (s.a.),
ailesine ve beraberinde kurbanlık getirenlere böyle yapmalarım emrediyor.
Apaçık bir şekilde Hz.
Peygamber'in (s.a.) kıran haccı yaptığını rivayet eden sahabîler: 1-
Mü'minlerin annesi Hz. Âişe, 2- Abdullah b. Ömer, 3- Câbir b. Abdullah, 4-
Abdullah b. Abbas, 5- Ömer İbnü'I-Hattâb, 6-Ali b. Ebî Tâlib, 7-Osman b. Affan:
Hz. Ali'nin sözünü ikrar etmesi ve Hz. Ali'nin ona bu durumu takrir etmiş
olmasıyla (Hz. Osman'ın da bu görüşte olduğu anlaşılıyor), 8- îmrân b. Husayn,
9- Berâ b. Âzib, 10- Mü'minlerin annesi Hafsa, 11- Ebu Katâde, 12- İbn Ebî
Evfâ, 13- Ebu Talha, 14- Hirmâs b. Ziyâd, 15- Ümmü Seleme, 16- Enes b. Mâlik,
17- Sa'd b. Ebî Vakkâs. Toplam on yedi sahabî etmektedir. —Allah hepsinden razı
olsun.— Bunlardan kimileri Hz. Peygamber'in (s.a.) fiilini, kimileri ihram
giyerken söylediği lafzı, kimileri kendisi hakkında verdiği haberi ve kimileri
de emrettiği şeyi rivayet etmektedirler.
Soru: İbn Ömer, Câbir,
Âişe ve îbn Abbas'ı nasıl bunlar arasında sayıyorsunuz? Oysa Âişe: "Allah
Rasûlü (s.a.) ifrâd eden olarak hacca niyetlenip ihrama girdi." diyor; bir
başka metinde ise: "İfrâd eden (müf-rid) olarak hacca niyetlenip ihrama
girdi." diyor. Birinci metin Sahihayrf-dadır.[309]
İkincisi ise Müslim'de iki ayrı tarzda rivayet edilmiştir; biri bu metindir ve
diğeri de; "İfrâd haccı yapmak üzere hac için niyetlenip ihrama
girdi."[310]şeklindedir. Buharî'nin
kaydettiğine göre, İbn Ömer: "Hz. Peygamber (s.a.) yalnızca hac için
telbiye getirdi." demiştir.[311] Öte
yandan Müslim'in rivayetine göre, İbn Abbas; "Allah Rasûlü (s.a.) hacca
niyetlenip ihrama girdi, telbiye getirdi." Demiştir.[312] İbn
Mâce'nin rivayetine göre ise Câbir: "Hz. Peygamber (s.a.) ifrâd haccı
yaptı." Demektedir.[313]
Cevap: Şayet bu
sahabîlerden gelen hadisler birbiriyle çelişiyorlar ve birbirlerini
düsürüyorlarsa geri kalanların hadisleri birbirleriyle çelişmemektedirler.
Haydi diyelim ki, sözünü ettiğiniz kimselerin hadisleri birbirleriyle
çeliştikleri için ne kıran, ne de ifrâd haccı konusunda delil olamazlar. Peki,
geri kalan sahabîlerin açık ve sahih olan hadislerinden yüz çevirmeyi gerektiren
sebep ne?! Hele onların hadisleri birbirini doğruluyor ve aralarında da bir
çelişki bulunmuyorsa? Arada çelişki var sananlar, sahabîlerin kullandıkları
sözlerle neyi kasdettiklerini idrak edemedikleri için böyle sanmışlar ve
onların sözlerini, onlardan sonra ortaya çıkan ıstılahlara (terimlere)
yüklemişlerdir.
Şeyhülislâm (İbn Teymiye)'nin,
sahabîlerin bu konudaki hadislerini uzlaştırmak için yazmış olduğu güzel bir
faslı gördüm. Buraya olduğu gibi alıyoruz. Diyor ki: Doğrusu bu konudaki
hadisler birbirleriyle uyum içindedirler; basit bir ihtilaf dışında aralarında
bir ihtilâf yoktur. Bu kadarı başkalarında da bulunur. Şöyle ki, sahabeden, Hz.
Peygamber'in (s.a.) temettü' ettiği rivayeti sabit olmuştur. Onlara göre
temettü', kırân'ı da içine almaktadır. Kendilerinden Hz. Peygamber'in (s.a.)
ifrâd haccı yaptığı rivayeti aktarılan aynı sahabîlerden O'nun temettü' haccı
yaptığı rivayeti de aktarılmıştır. Birincisi Sahihayn'dz Saîd b. Müseyyeb'den
şöylece aktarılır: Hz. Ali ile Hz. Osman, Usfan'da bir araya geldiler. Hz.
Osman, temettü' haccından yahut umreden nehyederdi. Hz. Ali, ona: "Allah
Rasûlü'nün (s.a.) yaptığı bir şeyi yasaklamakla neyi amaçlıyorsun?" dedi.
Hz. Osman: "Bırak,"Sen bizim işimize karışma." dedi. Bunun
üzerine Hz. Ali: "Doğrusu ben, seni bırakamam" dedi ve bu durumu (Hz.
Osman'ın yasaklayışmı) görünce (hac ve umrenin) her ikisine birden niyetlenip
ihrama girdi ve telbiyeye başladı. Bu açıkça ortaya koymaktadır ki, onlara
göre hac ile umreyi birleştiren kimse, temettü' yapan kimse demektir ve Allah
Rasûlü'nün (s.a.) yaptığı hac çeşidi de budur. Hz. Osman, Allah Rasûlü'nün
(s.a.) böyle yaptığı konusunda Hz. Ali'ye muvafakat göstermiştir. Ancak ikisi
arasındaki tartışma tıpkı fakihlerin tartışmalarında olduğu gibi şu iki konuda
cereyan etmiştir: Bizim için daha faziletli olan bu mu, değil mi? Haccı umreye
çevirme bizim için meşru mu? Ama Hz. Ali ile, Hz. Osman, Hz. Peygamber'in
(s.a.) temettü' yaptığında görüş birliğindedirler ve onlara göre temettu'dan
maksat kirân'dır. Sahihayn'da, Mutarrif'ten gelen rivayete göre İmrân b.
Husayn: "Allah Rasûlü (s.a.) hac ile umreyi birleştirdi. Sonra bunu
yasaklamadan vefat etti. Ayrıca bunu haram kılan bir âyet de inmedi."
demiştir. Yine aynı sahabî bir başka rivayette: "Allah Rasûlü (s.a.)
temettü' etti. Biz de O'nunla birlikte temettü' ettik." demiştir. İşte ilk müslümanlann ileri
gelenlerinden olan Imrân, Hz. Peygamber'in (s.a.) temettü' yaptığım ve O'nun
hac ile umreyi birleştirdiğini haber veriyor. Sahabeye göre kıran haccı yapan
(kârin), temettü' yapan (mutemetti) demektir. Bu yüzden onlar bu kimsenin
kurban kesmesini vacip görmüşlerdir. Ve bu kimse (yani kıran haccı yapan):
"Umreyi hacca ilâve etmek suretiyle temettü' yapan (faydalanan) kimse,
kolayına gelen bir kurban kessin." âyetinin'[314]'
kapsamına girmiştir. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle dediğini aktarır:
"Bana, Rabbim'den birisi (Cebrail) gelip dedi ki: Bu mübarek vadide namaz
kıl ve 'Hac içinde umreye niyetlendim' de!.."
İşte râşid halifeler
Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ile îmrân b. Husayn'dan en sahih senedlerle
Allah Rasûlü'nün (s.a.) umre ile hac arasını bitiştirdiği (kıran yaptığı)
rivayet edilmiştir ki, onlar bunu temettü' diye adlandırmaktaydılar. Öte yandan
Enes, Hz. Peygamber'in (s.a.) hac ve umreye birlikte telbiye getirdiğini
işitmiş olduğunu söylemektedir.
Bekir b. Abdulah
el-Müzenî'nin, îbn Ömer'den Hz. Peygamber'in (s.a.) yalnızca hacca telbiye
getirdiği yolunda naklettiği rivayete verilecek cevap şudur: îbn Ömer'den
rivayette bulunan oğlu Salim, Nâfi' gibi ondan gelen rivayetler konusunda
Bekir'den daha sağlam olan sika râviler, îbn Ömer'in: "Allah Rasûlü
(s.a.) umreyi hacca eklemek suretiyle temettü' etti." dediğim rivayet
ederler ki, bunlar İbn Ömer konusunda Bekir'den daha sağlamdırlar. Öyleyse
Bekir'in, İbn Ömer'den yaptığı rivayeti yanlış saymak, hem Salim ve Nâfi'in
ondan yaptığı rivayeti yanlış saymaktan ve hem de İbn Ömer'in Hz. Peygamber
(s.a.) üzerinde yanlış bir şey söylediğini kabul etmekten daha iyi, daha
münasiptir. Muhtemel ki îbn Ömer, ona "Hz. Peygamber (s.a.) ifrâd haccı
yaptı." dedi; o da onun "Hz. Peygamber (s.a.) hacca telbiye
getirdi." dediğini sandı. Çünkü sahabîler, "haccı ifrâd etme"
sözünü kullandıklarında hac amellerini birer kere yapma anlamım
kastediyorlardı. Onlar böylece hem "Hz. Peygamber (s.a.) kıran haccı
yaptı ve bu hac sırasında iki tavaf, iki sa'y yaptı." diyenleri ve hem de
"ihramından çıktı." diyenleri reddetmiş oluyorlardı. O halde Hz. Peygamber'in
(s.a.) haccı ifrâd yaptığını rivayet eden sahabîlerin rivayetleri bu görüş
sahiplerini reddetmektedir. Müslim'in, Sahih'inâe rivayet ettiği şu hadis de
bunu ortaya koyar: İbn Ömer, "Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte
hacca ifrâd eden olarak, niyetlenip
ihrama girdik." ve bir diğer metinde ise: "Hz. Peygamber (s.a.) ifrâd
eden olarak niyetlenip ihrama girdi." diyor.[315]
Şayet "Bu
rivayetten maksat, Hz. Peygamber'in (s.a.) ifrâd haccı yapmak için niyetlenip
ihrama girdiğini belirtmektir" denilecek olursa, buna şöyle cevajD
verilir: Bu senedden daha sahih bir senedle îbn Ömer'in: "Hz. Peygamber
(s.a.) umreyi hacca eklemek suretiyle temettü' yaptı. Önce umreden başlayarak,
umre için niyetlenip ihrama girdi. Sonra hacca niyetlenip ihrama girdi."
dediği rivayet edilmiştir. Bu hadis (İbn Şihâb) ez-Zührî — Salim — îbn Ömer
senediyle aktarılmıştır. İbn Ömer'den, buna aykırı gelen bir rivayet, ya onun
üzerinde yapılan bir yanlışlık demektir, ya da îbn Ömer'in o hadisteki maksadı
buna muvafıktır, yahut da îbn Ömer, Hz. Peygamber'in (s.a.) ihramdan
çıkmadığını öğrenince tıpkı "Hz. Peygamber (s.a.) Recep ayında umre
yaptı." sözünde yanılgıya düştüğü gibi burada da Hz. Peygamber'in (s.a.)
ifrâd haccı yaptığını sandı ve bir unutkanlık eseri olarak bu durum ondan
sadır oldu. Hz. Peygamber (s.a.), ihramdan çıkmayınca —ki ifrâd haccı yapan
kişi böyle yapar— O'nun ifrâd haccı yaptığını sandı.
Sonra (İbn Teymiye)
Zührî'nin Sâlim'den, onun da babası (îbn Ömer)'den rivayet ettiği "Hz.
Peygamber (s.a.) temettü' yaptı..." hadisini ve Zührî'nin "Urve, bana
Âişe'den rivayet etti ki..." sözüyle rivayet ettiği aynen Sâlim'in
babasından aktardığı hadis gibi bir hadisi verdikten sonra diyor ki: Bu,
yeryüzündeki en sahih hadislerdendir. Zira bu hadisi devrinde sünneti en iyi
bilen kişi olan Zührî, Sâlim'den, o da babasından rivayet etmiş olup hadis, İbn
Ömer ve Aişe hadislerinden daha sahihtir.
Sahihayn'âa Hz.
Âişe'den (r.a.) g'elen rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) dört umre yapmış,
dördüncüsünü haccıyla birlikte ifâ etmiştir. Hacdan sonra umre yapmadığı
konusunda ise âlimler görüş birliğindedirler. O halde kıran temettu'u yahut
hususî bir temettü' yaptığı ortaya çıkmaktadır.
Sahih bir rivayete
göre İbn Ömer, hacla umreyi birleştirmiş ve: "Allah Rasûlü (s.a.) de böyle
yaptı." demiştir. Bunu Buharı, Sahih'tz rivayet etmektedir.[316]
Kendilerinden haccın
ifrâdı (tek yapılması) rivayet edilen sahabî sayısı üçtür: Âişe, İbn Ömer ve
Câbir. Her üçünden temettü' da rivayet edilmiştir. Âişe ve İbn Ömer'in,
"Hz. Peygamber (s.a.) umreyi hacca ekleyerek temettü' yaptı"
hadisleri onların (diğer) hadislerinden daha sahihtir. Bu konuda (yani Hz.
Peygamber'in ifrâd yaptığı konusunda) bu iki sahabîden sahih olarak aktarılan
sözler ya hac fiillerini tek tek yapmak anlamındadır, ya da diğer örneklerinde
olduğu gibi bu da İbn Ömer'den (r.a.) ileri gelen bir yanlışlıktır. Zira
temetu' hadisleri mütevâtirdir. Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, İmrân b. Husayn
gibi ileri gelen sahabîler tarafından rivayet edilmişlerdir. Aynı şekilde
onları Hz. Âişe, îbn Ömer ve Câbir de rivayet etmişlerdir. Hatta Hz.
Peygamber'den (s.a.) temettü' hadislerini onu aşkın sahabî rivayet etmiştir
(İbn Teymiye'nin sözleri burada bitti).
Ben derim ki: Enes,
Âişe, İbn Ömer ve İbn Abbas Hz. Peygamber'in (s.a.) dört umre yaptığında görüş
birliğindedirler. Yalnız îbn Ömer, bunlardan birinin Recep ayında yapılmış
olması konusunda yanılmıştır. İbn Abbas dışında bu sahabîlerin hepsi de
"Dördüncü umre, haccıyla birlikte yaptığı umredir.'* demişlerdir. Enes
dışında kalanlar ise: "Hz. Peygamber (s.a.) haccı ifrâd yaptı."
demişlerdir. Bu sahabîler "Hz. Peygamber (s.a.) temettü' yaptı." da
demişlerdir. Bunu da, bunu da, bunu da, yani üçünü de demişlerdir. Onların
sözleri arasında bir çelişki yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) kıran
temettu'u yaptı, hac fiillerini tek tek ifa etti ve iki ibadeti (hac ve umreyi)
birleştirdi. İki ibadeti birleştirmesi açısından kıran; iki tavaf ve iki sa'y
yerine yalnız bir tavaf ve bir sa'y yapması açısından ifrâd ve hac ile umre
için yapacağı ayrı ayrı iki yolculuktan birini yapmamak suretiyle rahat etmesi
açısından temettü' haccı yapmış oldu.
Sahabenin kullandığı
sözleri düşünen, hadisleri birbirleriyle uzlaştıran ve onları birbirine göre
ele alan, sahabenin kullandığı dili anlayan kimseye doğrunun sabahı parıldar,
onun zihnindeki ihtilâf ve sallantıların karanlığı açılır. Doğru yola
eriştiren, hak yola ulaştıran yalnız Allah'tır.
Artık kim "Hz.
Peygamber (s.a.) haccı ifrâd etti." der, fakat bu sözle, pek çok insanın
sandığı gibi, Hz. Peygamber'in (s.a.) ifrâd haccı yaptığını (yani tek olarak
hac yaptığını), sonra haccı bitirince Ten'îm'den veya başka yerden (ihrama
girip) umre yaptığını ifade etmek isterse bu yanlıştır; ne sahabeden, ne
tabiînden, ne dört imamdan ve ne de hadis imamlarından herhangi biri böyle bir
şey demiştir. Şayet bu sözle, selef ve haleften bir grubun da söyledikleri
üzere, Hz. Peygamber'in (s.a.) yalnız bir hac yaptığı ve beraberinde umre
yapmadığını ifade etmek isterse bu da bir yanılgıdır. Yukarıda da açıklığa
kavuştuğu üzere sahih ve açık hadisler bu görüşü
reddeder. Şayet bu
sözle Hz. Peygamber'in (s.a.) yalnızca hac fiillerini yaptığını ve ayrıca umre
için ameller yapmadığını ifade etmek isterse, işte o
zaman isabet eder. Onun görüşüne bütün
hadisler delil olur,
Kim de "Hz. Peygamber (s.a.) kıran haccı
yaptı." der, ama bu sözle O'nun hac için ayrı bir tavaf, umre için ayrı
bir tavaf, hac için bir sa'y I ve umre için bir sa'y yaptığım anlatmak isterse
sabit hadisler onun bu görüşünü reddeder. Şayet bu sözle Hz. Peygamber'in
(s.a.) iki ibadeti birleş- i tirdiğini ve her ikisi için bir tek tavaf ve bir
tek sa'y yaptığım ifade etmek i isterse işte onun bu görüşüne sahih hadisler
tanıklık eder.-Onun görüşü j doğrudur.
Kim de "Hz.
Peygamber (s.a.) temettü' yaptı." der; ancak bu sözle Hz. Peygamber'in
(s.a.) umre ihramından çıkıp yeni baştan hac için ihrama girerek temettü'
haccı yapmış olduğunu söylemek isterse onun bu sözünü hadisler reddeder.
Görüşü yanlıştır. Şayet Hz. Peygamber'in (s.a.) ih- ! ramdan çıkmayıp kurban
şevki için ihramlı kalarak temettü' yaptığını söylemek isterse pek çok hadis
yine onun görüşünü reddeder. Ancak bunun j yanlışlığı daha azdır. Şayet Hz.
Peygamber (s.a.) kıran temettu'u yapmıştır demek isterse işte bu doğrudur,
bütün sabit hadisler buna delildir ve hadis-lerdeki dağınıklık böylece
toplanır; bir problem, bir ihtilâf kalmaz. [317]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) umreleri konusuda şu beş grup yanılmıştır:
1- Recep ayında umre yaptı diyenler»- Bu
yanlıştır. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) umreleri zabıtlara geçmiş olup iyi
bilinmektedir. Asla bunlardan herhangi birine Recep ayında çıkmamıştır.
2- Şevval ayında umre yaptı diyenler: Bu da bir
yanılgıdır. Görünen o ki —Allah daha iyi bilir ya— râvilerden biri yanlışlıkla
burada "Hz. j Peygamber (s.a.) Şevval'de itikâf yaptı" diyeceğine
"Hz. Peygamber (s.a.) j Şevval'de umre yaptı" dedi. Ancak hadisin
gelişi ve "Allah Rasûlü (s.a.) / biri Şevval'de, ikisi Zilkâde'de olmak
üzere üç umre yaptı." sözü Hz. Âi-j şe'nin yahut ondan sonrakilerin umreyi
kasdettiklerini gösterir.
3- Hacdan
sonra Ten'îm'den (ihrama girerek) umre yaptı diyenler: Bunu} söyleyen hiçbir
ilim adamı mevcut değildir. Yalnızca avam ve hadis bilgisi bulunmayanlar böyle
sanmaktadırlar.
4- Hac sırasında hiç umre yapmadı diyenler:
Reddi mümkün olmayan yaygm (müstefîz) sahih sünnet bu görüşü ibtal eder.
5- Önce bir
umre yapıp ihramdan çıktı, sonra Mekke'de hac için ihrama girdi diyenler:
Sahih hadisler bu görüşü ibtal edip reddeder.
Haccı konusunda beş
grup yanıldı:
1- Bir tek hac yaptı, beraberinde umre yapmadı
diyenler.
2- Temettü' haccı yaptı; önce (umre) ihramınden
çıktı, sonra hac için ihrama girdi diyenler. Nitekim Kadı Ebu Ya'lâ ve başka
âlimler bu görüşü savunmuşlardır.
3- Temettü' haccı yaptığından kurban sevketmesi
sebebiyle ihramdan çıkmadı ve kıran haccı yapmadı diyenler. el-Muğnî sahibi Ebu
Muhammed İbn Kudâme ve başka âlimler bu görüştedirler.
4- İki tavaf ve iki sa'y yapmak suretiyle kıran
haccı yaptı diyenler.
5- İfrâd haccı yaptı, sonra Ten'îm'den (ihrama
girerek) umre yaptı diyenler.
İhramı konusunda beş
grup yanıldı:
1- Yalnızca umre için telbiye etti ve bunu
böylece sürdürdü diyenler.
2- Yalnızca hac için telbiye etti ve bunu
böylece sürdürdü diyenler.
3- Hacca, ifrâd haccı yapmak için telbiye
getirdi, sonra buna umreyi de kattı deyip bunun O'na mahsus olduğunu sananlar.
4- Yalnız
umre için telbiye getirdiğini, sonra ikinci durumda buna haccı da kattığını
söyleyenler.
5- Hangi ibadet için olduğunu tayin etmediği
serbest bir ihram giydi; ihram giydikten sonra bunu belirledi, diyenler.
Doğrusu Hz. Peygamber
(s.a.) ilk başta ihrama girdiğinde hac ve umre için birlikte ihrama girdi ve
her ikisinin de yapılması gerekli vazifelerini yerine getirmeden ihramdan
çıkmadı. Her ikisi için bir tavaf, bir sa'y yaptı ve kurban kesti. Nitekim
hadisçilerin bildikleri bir tevatür derecesinde mü-tevâtir olan yaygın naslar
da bunu göstermektedir. En doğrusunu bilen Allah'tır. [318]
Recep ayında umre
yaptı diyenlerin gerekçeleri Buharı ve Müslim tarafından İbn Ömer'den (r.a.)
rivayet edilen "Hz. Peygamber (s.a.) Recep ayında umre yaptı."
hadisidir. Oysa Âişe ve başka sahabîler onun yanlışlık yaptığını
belirtmişlerdir. Nitekim Sahihayn'âak'ı bir rivayete göre Mücâhid anlatıyor:
Ben, Urve b. Zübeyr ile beraber Mescide girdim. Abdullah b. Ömer'i, Hz. Âişe'nin
hücresine dayanıp oturmuş halde bulduk. Baktık, bazı insanlar kuşluk namazı
kılıyorlardı. Kıldıkları namazın durumunu İbn Ömer'e sorduk
"Bid'attir" dedi. Sonra ona: "Allah Rasûlü (s.a.) kaç umre
yaptı?" diye sorduk, o da: "Biri Recep ayında olmak üzere dört umre."
diye cevap verdi. Onu reddetmeyi istemedik. Mü'minlerin annesi Âişe'nin kendi
odasında dişlerini misvaklamasından çıkan sesi işittik. (İzin alıp yanma
girdik). Urve (teyzesi Hz. Âişe'ye): "Anneciğim! —yahut ey mü'minlerin
annesi!— Ebu Abdurrahman ibn Ömer'in ne dediğini duydun mu?" diye sordu.
Hz. Âişe: "Ne diyor?'''diyerek ona soru yöneltti. Urve: "İbn Ömer,
Allah Rasûlü, biri Recep ayında olmak üzere dört umre yaptı diyor." dedi.
Bunun üzerine Hz. Âişe: "Allah, Ebu Abdurrahman'a rahmet etsin! Allah
Rasûlü'nün (s.a.) yaptığı her umrede muhakkak kendisi hazır bulunmuştur. Oysa
Hz. Peygamber (s.a.) Recep ayında katiyen umre yapmamıştır." dedi.[319]
Enes ve İbn Abbas da aynı şekilde, Hz. Peygamber'in (s.a.) bütün umrelerini
Zilkade ayında yaptığım söylemektedirler. Doğrusu da budur. [320]
Şevval ayında umre
yaptı diyenlerin gerekçeleri, MâlİkMn Muvatta*da. Hişam b." Urve yoluyla
onun babası Urve'den rivayet ettiği: "Hz. Peygamber (s.a.) biri Şevval'de,
ikisi Zilkade ayında olmak üzere yaptığı üç umre dışında umre
yapmamıştır." hadisidir.[321]
Ancak bu hadis mürseldir ve yine yanlıştır. Ya Hişâm'ın ya da Urve'nin başına
İbn Ömer'in başına gelen hal gelmiştir. Bu hadisi, Ebu Davud Hz. Âişe'den merfû
olarak rivayet etmiştir. Ancak bu da yanlıştır; merfû olarak rivayeti sahih
değildir. İbn Abdilberr: "Hadisin müsned olarak rivayeti, Mâlik'den sahih
yolla aktarılan şeylerden değildir." demektedir.
Ben derim ki: Hz.
Âişe'den böyle bir rivayetin asılsızlığını şu rivayet de ortaya koyar: Hz.
Âişe, îbn Abbas ve Enes b. Mâlik: "Allah Rasûlü (s.a.) Zilkade ayı dışında
umre yapmadı." demişlerdir. Doğrusu da budur. Çünkü Hudeybiye ve kaza
umreleri Zilkade ayında yapılmıştı. Kıran hac-cında yapılan umre de şüphesiz
Zilkade ayında idi. Cirâne umresi de Zilkade ayının başında yapılmıştı. Yalnız
tereddüt şurada ortaya çıktı: Hz. Peygamber (s.a.) Şevval ayında düşmanla
karşılaşmak için Mekke'den çıktı. Düşmanın işini bitirdi. Ganimetleri
paylaştırdı. Cirâne'den (ihrama girip) geceleyin umre yapmak üzere Mekke'ye
girdi ve oradan gece çıktı. Bu sebeple bu umresi pek çok kişiye gizli
kalmıştı. Muharriş el-Ka'bî aynen böyle demektedir. En doğrusunu Allah bilir. [322]
Hacdan sonra
Ten'îm'den ihrama girip umre yaptığını sananların bir gerekçelerini bilmiyorum.
Çünkü bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) haccı konusunda yaygın olarak bilinen
gerçeğe ters düşmektedir. Katiyen hiç kimse böyle bir şey naklet memiştir ve
hiçbir imam da böyle bir söz söylememiştir. Herhalde böyle sanan kişi, Hz.
Peygamber'in (s.a.) haccı ifrâd yaptığını işitmiş olacak ve Mekke dışından
gelip de ifrâd haccı yapan herkesin hacdan sonra Ten'îm'e gidip orada ihrama
girmesi gerektiğini görmüş olacak ki, Allah Rasûlü'nün (s.a.) haccını da bunun
yerine koymuştur. Bu, yanlışın ta kendisidir. [323]
Hac sırasında hiç umre
yapmadı diyenlerin gerekçeleri: Bu kimseler Hz. Peygamber'in (s.a.) ifrâd haccı yaptığını
işittikleri ve O'nun hacdan sonra umre yapmadığını kesin bildikleri için, daha
önce yaptığı umre ile yetinerek bu hac sırasında umre yapmamıştır dediler.
Sahih ve meşhur hadisler, —daha önce de geçtiği üzere yirmiyi aşkın sebepten
ötürü— onların bu görüşlerini reddeder. Hz. Peygamber (s.a.): "Bu,
kendisiyle faydalandığımız (temettü* yaptığımız) bir umredir." buyurmuş;
Hafsa: "İnsanların bu hali ne? Sen umre ihramından çıkmadığın halde onlar
ihramdan çıktılar." demiş; Sürâka b. Mâlik: "Allah Rasûlü (s.a.)
temettü* yaptı." demiştir. Aynı şeyi İbn Ömer, Âişe, İmrân b. Husayn ve
İbn Abbas da söylemiş; Enes, îbn Abbas ve Âişe Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı
umrelerden birini haca sırasında yaptığını açıkça belirtmişlerdir. [324]
Kadı Ebu Ya'lâ ve ona
muvafakat edenlerin savundukları, Hz. Peygamber'in (s.a.) bir umre yapıp onun
ihramından çıktığı görüşünün gerekçesi; İbn Ömer, Âişe, İmrân b. Husayn ve
başka sahabîlerden sahih olarak aktarılan "Hz. Peygamber (s.a.) temettü'
yaptı." hadisidir. Bu hadisin, Hz. Peygamber'in (s.a.) ihramdan çıkıp
temettü' yapmış olmasına da, ihramdan çıkmamış olmasına da ihtimali vardır.
Sahihayn'da rivayet edilmiş olup Muâviye'nin, kendisinin Hz. Peygamber'in
(s.a.) saçını Merve tepesinde enli bir okia (veya bıçakla) kısalttığını ifade
eden haberi,[325] Hz. Peygamber'in (s.a.)
ihramdan çıkmadığını gösterir. Bu işin Veda haccı dışında olması mümkün
değildir. Çünkü Muâviye, Mekke Fethinden sonra müslü-man olmuştur ve Hz.
Peygamber (s.a.) de Fetih zamanında ihramlı değildi. Yine bu saç kısaltma
işinin Cirâne umresinde olması da iki yönden mümkün değildir:
1) Bu sahih hadisin metinlerinden birinde:
"Bu, o haccı sırasında idi" kaydı vardır.
2) Nesâî'nin sahih senedle rivayetinde ise:
"Bu (Zilhicce ayının ilk) on günü içinde idi." kaydı vardır. [326]Muâviye'nin
Hz. Peygamber'in (s.a.) saçını kısaltması ancak Veda haccı esnasında idi.
Bunlar, temettu'un yalnızca Hz. Peygamber'e (s.a.) has olduğunu aktaranların
rivayetlerini, özellikle onlardan bir grubun, kurban sevketmekle ihramdan çıkma
hakkına, sahabeden kurban sevkedenlerin dışındaki kimselerin sahip oldukları
şeklinde yorumlamışlardır. İçlerinde, üstadımız Ebu'l-Abbas (İbn Teymiyye)'m
bulunduğu diğer bir grup onlara karşı gelmiş ve "Kim meşhur sahih hadisler
üzerinde düşünürse, ne Hz. Peygamberin (s.a.) ve ne de kurban sevke-den hiçbir
kimsenin ihramdan çıkmadığım anlar." demişlerdir. [327]
Bir tek hac yaptı, beraberinde
umre yapmadı diyenlerin gerekçeleri Sahihayrfda bulunan şu hadistir: Hz. Âîşe
anlatıyor: "Veda haccı senesi Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber çıktık.
Kimimiz umreye, kimimiz hac ve umreye ve kimimiz de hacca niyetlenip ihrama
girdi, telbiyeye başladı. Allah Rasûlü (s.a.) ise hacca niyetlenip ihrama
girdi, telbiyeye başladı."[328]
Diyorlar ki: Bu taksim ve türlere ayırma, Hz. Peygamber'in (s.a.) yalnızca
hacca niyetlenip irrrama girdiği ve telbiyeye başladığı konusunda açık bir
ifadedir.
Müslim'in, Hz. Âişe'den
rivayet ettiği bir hadiste ise: "Allah Rasûlü (s.a.) ifrâd yapan kişi
olarak hacca niyetlenip ihrama girdi ve telbiyeye başladı.[329]'
denilmiştir.
Sahih-i BuharTdt İbn
Ömer'den rivayet edildiğine göre; Allah Rasûlü (s.a.) yalnızca hacca telbiye
getirdi.[330]
Sahih-i Müslim'de îbn
Abbas'tan gelen bir rivayete göre; Allah Rasûlü (s.a.) hacca niyetlenip ihrama
girdi ve telbiye getirdi.[331]
Sünen-i îbn Mâce'de
Câbir'den rivayet edildiğine göre; Allah Rasûlü (s.a.) haccı ifrâd etti.[332]
Sahih-i Müslim'de,
yine Câbir'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah Rasûlü (s.a.) ile
birlikte yola çıktık. Yanlız hacca niyet ediyorduk. Umre yapmayı
düşünmüyorduk."[333]
Sahih-i BuharVdt
rivayet edildiğine göre Urve b. Zübeyr anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) hac
yaptı. (Teyzem) Hz. Âişe'nin bana haber verdiğine göre Hz. Peygamber (s.a.)
Mekke'ye geldiğinde ilk olarak abdest aldı, sonra Beytullah'ı tavaf etti.
Sonra bu (yapmış olduğu tavaf) umre sayılmadı. Sonra Ebu Bekir (r.a.) hac
yaptı. O ilk olarak Beytullah'ı tavaf etti. Sonra bu umre sayılmadı. Ebu
Bekir'den sonra Ömer de böyle yaptı. Ömer'den sonra Osman hac yaptı. Onun ilk
olarak Beytullah'ı tavaf ettiğini gördüm. Sonra bu umre sayılmadı. Sonra
Muâviye ve Abdullah b. Ömer hac yaptı. Sonra ben, babam Zübeyr b. Avvam ile birlikte
hac yaptım. Babam ilk olarak Beytullah'ı .tavaf etti. Sonra bu umre sayılmadı.
Sonra İbn Ömer'in böyle yaptığını gördüm. Sonra o da haccı bozup umreye
çevirmedi. İşte İbn Ömer onların yanındadır.[334]
öyleyken neden ona sormuyorlar? Ne o, ne de geçmişlerden herhangi biri haccı
umreye çevirmemiştir. Onlar Mescid-i Haram'a ayak bastıklarında ilk olarak
Beytullah'ı tavaf ederler, sonra ihramdan çıkmazlardı. Ben, annem Esma ile
teyzem Âişe'yi gördüm, onlar Mekke'ye geldikleri zaman ilk olarak Beytullah'tan
başlayıp onu tavaf ettiler. Sonra da ihramlarından çıkmadılar. Annem bana
haber verdi ki, kendisi, kız kardeşi Âişe, (babam) Zübeyr, falan ve falan
şahıslar umre niyetiyle ihrama girip telbiye getirmişler; Rükn'e ellerini
sürdükleri vakit ihramdan çıkmışlardır. [335]
Sünen-i Ebu Davud'da,
Musa b. İsmail — Hammad b. Seleme ve Vüheyb b. Hâlid — Hişam b. Urve — babası
Urve senediyle Hz. Âişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: Biz Allah Rasûlü'nün
(s.a.) beraberinde Zilhicce ayına doğru Medine'den yola çıktık. HzT Peygamber
(s.a.) Zülhuleyfe'ye vardığımızda bizlere: "Kim hac niyetiyle ihrama girip
telbiye etmek isterse öylece yapsın ve kim de umre niyetiyle ihrama girip
telbiye etmek isterse umreye niyetlenip ihrama girsin, telbiye getirsin."
buyurdu. Rivayetin bundan sonraki kısmında Vüheyb (Hammad'dan) ayrılarak Hz.
Peygamber'in (s.a.): "Ben de eğer kurbanlık sevketmemiş olaydım muhakkak
umreye niyetlenir, ihrama girer ve telbiye getirirdim." buyurduğunu,
diğeri ise:"Ben kendim hacca niyetlenip ihrama giriyorum." buyurduğunu
rivayet etmektedir.[336] Şu
halde her iki rivayetin toplamından Hz. Peygamber'in (s.a.) ifrâd haccı yaptığı
sahih olduğu neticesi çıkar.
Görüldüğü gibi bu
görüş sahiplerinin gerekçeleri açıktır. Ancak onların bu gerekçeleri, Hz.
Peygamber'in (s.a.) verdiği hükmün; yapmaya karar verip de kendi yaptığı şeyi
"Ben kurbanı şevkettim ve kıran haccı yaptım" şeklinde bildirdiği
haberin; devesinin yanıbaşmda bulunup, o vakit başkalarından O'na daha yakın
ve en güvenilir insanlardan olup da O'nun "Allah'ım! Senin hac ve umre
davetine icabet ettim" diye telbiye getirdiğini işiten kimsenin (Enes'in)
aktardığı haberin; Hz. Peygamber'den (s.a.) en çok ilim öğrenen insan Aİi b.
Ebî Tâlib'in (r.a.) Hz. Peygamber'in hac ve umreye birlikte niyetlenip ihrama
girdiği ve yine her ikisine birlikte telbiye getirdiği şeklinde verdiği
haberin; Hz. Peygamber'in (s.a.) kendisinin _ umre yapıp ihramdan çıkmaması
konusunda hanımı Hafsa'mn sözlerini kabullenip bu konuda ona karşı çıkmaması,
aksine onu doğrulaması ve bununla birlikte kendisinin hacı olduğunu söyleyerek
ona cevap vermesi yolunda —ki Hz. Peygamber (s.a.) duyduğu bâtıl bir şeye asla
hoşnutluk gösterip ses çıkarmamazlık etmez, hemen uyanda bulunur— Hz. Hafsa'mn
kendisinin aktardığı haberin karşısında bir mazeret teşkil etmez. Hz.
Peygamber'in (s.a.), Rabbinden gelen ve kendisine umre içinde hacca niyetlenip
ihrama girerek telbiye getirmesini emreden vahyi haber verişine karşılık bir
mazeretleri yoktur. Yine Hz. Peygamber'in (s.a.) bir daha hac yapmayacağını
bildiği için kıran haccı yaptığını söyleyen sahabîlerin ve Hz. Peygamber'in
(s.a.) hacla birlikte umre yaptığım haber veren sahabîlerin haberleri
karşısında onların ileri sürebilecekleri bir mazeretleri, bir gerekçeleri
yoktur. "Hz. Peygamber (s.a.) haccı, ifrâd yaptı." diyenlerin de asla
böyle bir mazeretleri yoktur. Hiçbir şahabı ne Hz. Peygamber'in (s.a.)
"ben ifrâd haccı yaptım." ve "Rabbimden bana bir elçi geldi,
ifrâd haccı yapmamı emrediyor." dediğini rivayet etmiştir; ne Hz.
Peygamber'e (s.a.): "Bu insanlara ne oluyor ki, ihramdan çıktılar? Onlar
umre ihramından çıktıkları halde sen hac ihramından çıkmadın!" demiştir,
ne de hiç kimseye O'nun: "Allah'ım! Yalnız umre davetine icabet
ettim." ve "Allah'ım! Yalnız hac davetine icabet ettim." diye
telbiye getirdiğini işittiğini söylemiştir ve ne de hiçbir kimse; "Hz.
Peygamber (s.a.) sonunucusu haccından sonra olmak üzere dört umre yaptı."
demiştir.
Oysa dört sahabî, Hz.
Peygamber'in (s.a.) bizzat kendisinin kıran haccı yaptığını söylediğini işittiklerine şahitlik etmektedirler.
"Onlar, Hz. Pey-gamber'i (s.a.) işitmediler" demekten başka bu
şahitliği reddetmenin yolu yoktur.
Katiyetle malumdur ki,
Hz. Peygamber'den (s.a.) gördükleri davranışı kendi anladıkları şekilde öyle
zannederek haber verenlerin yanlışlık yaptıklarını ve yanılgıya düştüklerini
hesaba katmak, işitmediği halde "Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle şöyle
dediğini işittim." şeklinde haber verdi diye yalanlamaya kalkışmaktan daha
iyidir. Çünkü burada ancak yalanlamaya kalkışılabilir/Ama yamlarak Hz. Peygamber'den
(s.a.) gördüğü davranışı haber veren kişinin haberi yalandır denemez. Allah,
Ali'yi, Enes'i, Berâ'yı ve Hafsa'yı, işitmedikleri halde "Hz. Peygamber'in
(s.a.) şöyle dediğini işittik." demekten tenzih etmiştir. Rabbi Allah
Teâlâ, Hz. Peygamber'e (s.a.) şöyle şöyle yap diye vahiy gönderip de O'nun bunu
yapmaması söz konusu değildir; Allah, O'nu böyle durumlardan tenzih etmiştir.
Böyle bir şey en imkânsız ve en olmayacak şeylerdendir. Hele Hz. Peygamber'in
(s.a.) ifrâd haccı yaptığını söyleyenler, bunların maksatlarına muhalefet etmemişler
ve bunlarla çelişkiye düşmemişler, yalnızca Hz. Peygamber'in (s.a.) hac
amellerini birer kere yaptığını ve ifrâd haccı yapan kişinin yaptığı amellerle
yetindiğini kasdetmışlerse? Zira Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı şeyler
arasında ifrâd haccı yapan kişinin yaptığı şeylere bir ilâve yoktur. Onlardan
bunun aksini ortaya koyar görünümünde bir şey rivayet eden kimse, anladığı
şekilde söylemiş demektir. Meselâ, Bekir b. Abdullah, Ibn Ömer'in; "Hz.
Peygamber^(s.a.) haccı, ifrâd yaptı." dediğini işitiyor ve kelimenin
ıstılahtaki anlamına yükleyerek "Hz. Peygamber (s.a.) yalnızca hacca
telbiye getirdi." diyor. Oysa İbn Ömer'in oğlu Salim ve azadlı kölesi
Nâfi' ondan "Hz. Peygamber (s.a.) temettü' yaptı. Önce umreye niyetlenip
ihrama girdi, telbiye getirdi. Sonra hacca niyetlenip ihrama girdi, telbiye
getirdi." hadisini rivayet ediyorlar. İşte Salim, Bekir'in verdiği
haberin aksini haber vermektedir. Bu hadisi, Hz. Peygamber (s.a.) böyle
yapılmasını emretti şeklinde yorumlamak doğru olmaz. Çünkü râvi "Önce
umreye niyetlenip ihrama girdi, telbiye getirdi. Sonra hacca niyetlenip ihrama
girdi, telbiye getirdi" demek suretiyle sözünün anlamını iyice açmıştır.
Aynı şekilde Hz. Âişe'den (r.a.) Hz. Peygamber'in (s.a.) ifrâd haccı yaptığını
rivayet edenler Urve ile Kâsım'dır. Yine Hz. Âişe'den, kıran haccı yaptığını
Urve ve Mücâhid rivayet etmektedir. Urve'den, Ebu'l-Esved Hz. Peygamber'in
(s.a.) ifrâd yaptığını; Zühri ise yine ondan kıran yaptığını rivayet ediyor.
Şayet bu iki rivayetin birbirini düşürdüklerim düşünsek, Mü-cahid'in rivayeti
sapasağlam kalır. Eğer Hz. Peygamber'in (s.a.) ifrâd yaptığı rivayeti, hac
amellerini tek tek yaptı, şeklinde yorumlansa rivayetlerin
hepsi de doğruyu söylemiş ve birbirlerini
doğrulamış olur. Kuşku yok ki, Âişe ve îbn Ömer'in "Hz. Peygamber (s.a.)
haccı, ifrâd yaptı" sözünün üç şekilde anlaşılması muhtemeldir:
1- Yanlız hacca niyetlenip ihrama girmek.
2- Hac amellerini tek tek yapmak.
3- Hz. Peygamber (s.a.) bir tek hac yaptı, onun
yanında başka bir şey yapmadı. Ama umrede durum böyle değildir. Zira umreyi,
dört defa yapmıştır.
Bu iki şahabının:
"Hz. Peygamber (s.a.) umreyi hacca ekleyerek temettü' yaptı. Önce umreye
niyetlenip ihrama girdi, telbiye getirdi. Sonra hacca'niyetlenip ihrama girdi,
telbiye getirdi." şeklinde Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı şeyi hikâye
etmelerine gelince; bu söz açıktır, bir tek anlam dışında başka bir anlama
gelmesi ihtimali yoktur. Bu sözü mücmel (kapalı) saymak caiz olmaz. Esved b.
Yezîd ve Amra'nın Hz. Âişe'den naklettikleri, Hz. Peygamber'in (s.a.) hacca
niyetlenip ihrama girdiğini ifade eden rivayette, Mücâhid ve Urve'nin yine
ondan aktardıkları Hz. Peygamber'in (s.a.) kıran yaptığı rivayetiyle çelişen
bir durum yoktur. Çünkü kıran haccı yapan kimse kesinlikle hacca niyetlenip
ihrama giren hacı demektir. Umresi haccmın bir parçasıdır. Artık kim, Hz.
Âişe'den, Hz. Peygamber'in (s.a.) (yalnız) hacca niyetlenip ihrama girdiğini
rivayet ederse o kimse doğru biri değildir. Mücâhid'in rivayeti Amra ve Esved'in
rivayetine eklenir ve sonra bu iki rivayet, Urve'nin rivayetiyle
birleştirilirse rivayetlerin toplamından Hz. Peygamber'in (s.a.) kıran haccı
yaptığı sonucu çıkar ve rivayetler birbirlerini doğrulamış olur. Hatta Hz.
Âişe ve îbn Ömer'in sözleri Hz. Peygamber'in (s.a.) ifrâd haccma niyetlenip
ihrama girmiş olmasından başka türlü anlaşılmaya muhtemel olmasa o vakit
kesinlikle buna denecek söz, İbn Ömer'in "Hz. Peygamber (s.a.) Recep
ayında umre yaptı." sözü ile Hz. Âişe yahut Urve'nin "Hz. Peygamber
(s.a.) Şevval ayında umre yaptı." sözüne verilen cevap olması gerekir.
Ancak bu sahih ve açık hadislerin râvilerini yalanlamaya, delâlet ettikleri
anlamın dışında yorumlamaya ve anlamlarını başka yerlere çekmeye yol yoktur.
Aynı şekilde râvilerinde muz-tariblik bulunan, bu râvilerinden rivayet
edilişinde ihtilâf edilen ve onlara bu hususta kendilerinden daha güvenilir
yahut kendilerine denk olanların muhalefet ettikleri böyle mücmel bir rivayeti
esas almaya da yol yoktur.
Câbir'in, "Hz.
Peygamber (s.a.) haccı, ifrâd etti." sözüne gelince; bu sahabînin
hadisinde, bunu (Hz. Peygamber'in (s.a.) umre yapmadığını) ifade eden açık bir
şey yoktur. Burada yalnızca kendilerinin sırf hacca niyet ettiklerini haber
vermektedir. Bu hadiste Allah Rasûlü'nün (s.a.) yalnızca hacca (ifrâd haccına)
telbiye getirdiğini gösteren şey nerede?
İbn Mâce'nin yine
ondan rivayet ettiği "Allah Rasûlü (s.a.) haccı, ifrâd etti."
şeklindeki öteki hadisin ise üç senedi vardır:
1- En ceyyid olanı: ed-Derâverdî — Cafer b.
Muhammed — babası Muhammed. Bu kesinlikle Haccetü'l-Vedâ'daki uzun hadisinin
bir özeti olup manası aktarılmıştır. Râviler burada ed-Derâverdî'ye muhalefet
ederek: "Hz. Peygamber (s.a.) hacca niyetlenip telbiye getirdi ve yüksek
sesle (lâ ilahe illallah) tevhid kelimesini söyledi." demişlerdir.
2- İkinci
sened şöyledir: Mutarrif b. Mus'ab — Abdülaziz b. Ebu Hâ-zim — Cafer. îbn Hazm,
Mutarrif'in meçhul olduğunu söylemişse de ben derim ki: O, meçhul bir şahıs
değildir, İmam Mâlik'in kızkardeşinin oğludur. Buharı, Bişr b. Musa ve bir
grup muhaddis ondan rivayette bulunmuştur. Onun hakkında Ebu Hatim:
"Doğru ( = sadûk) biridir, hadisi muz-taribtir. O, bana İsmail b. Ebu
Üveys'ten daha sevimlidir." diyor; İbn Adiy ise: "Münker hadisler
rivayet eder" demektedir. Herhalde Ebu Muhammed İbn Hazm, ismini bir
nüshada Mutarrif b. Mus'ab şeklinde gördü ve bu isimde bir şahsı tanıyamadı.
Oysa oradaki isim Mutarrif Ebu Mus'ab olmalıdır. Bu şahsın uzun ismi şöyledir:
Mutarrif b. Abdullah b. Mutarrif b. Süleyman b. Yesar. Bu şahsm ismi konusunda
yanılgıya düşenlerden biri de Muhammed b. Osman ez-Zehebî'dir. Zehebî,
"ez-Zuafâ" adlı eserinde:
"İbn Ebî Zi'b'den rivayette bulunan Mutarrif b. Mus'ab
el-Medenî'nin hadisi münkerdir." der. Ben derim ki: îbn Ebî Zi'b,
ed-Derâverdî ve Mâlik'den rivayette bulunan, Mutarrif Ebu Mus'ab el-Medenî'dir
ve hadisi de münker değildir. Onu İbn Adiy'nin, "Münker hadisler rivayet
eder" sözü yanıltmıştır. Bu sözü söyleyen İbn Adiy sonra onun rivayet
ettiği bir grup münker hadisi sıralar. Ancak bunları ondan Ahmed b. Da-vud b.
Salih rivayet etmiştir. Dârakutnî bu şahsın yalancı olduğunu söylemiştir ve bu
hadislerdeki problem de ondan kaynaklanmaktadır.
3- Câbir hadisinin üçüncü senedi. Bu senedde
Muhammed b. Müslim'den rivayette bulunan Muhammed b. Abdülvehhab kimdir ve
nasıldır, araştırılır. Şayet Taifli Muhammed b. Abdülvehhab ise bu şahıs İbn
Ma-în'e göre sika, İmam Ahmed'e göre zayıftır. îbn Hazm onun hakkında
"Kesinlikle sakıttır" demişse de bu râvi hakkında bu sözü söyleyen
ondan başkasını görmedim. Oysa Müslim onun rivayetini şahid olarak kullanmıştır.
İbn Hazm "Şayet ondan (Taifli'den) başkası İse kimdir bilmiyorum"
diyor. Ben derim ki: Başkası değildir, kesinlikle Taifli olandır.
Her ne olursa olsun bu
hadis Câbir'den sahih senedle rivayet edilmiş bile olsa, bu hadisin hükmü Âişe
ve İbn Ömer'den rivayet edilmiş hadisin hükmünü alır. Diğer sika râviler
"Hz. Peygamber (s.a.) hacca niyetlenip ihrama girdi." dedikleri halde
herhalde bunlar aynı anlama yükleyip hadisi "Haccı, ifrâd yaptı." diye
rivayet ettiler. Malumdur ki, umre hacca katıldığı zaman artık "Hz.
Peygamber (s.a.) hacca niyetlenip ihrama girdi," diyenin sözü, <(Hz.
Peygamber (s.a.) hac ve umreye niyetlenip ihrama girdi." diyenin sözüyle
çatışmaz. Aksine bu, tafsilatım söylemiş; öteki ise genel bir ifade ile
ayrıntıya girmeden haber vermiştir. "Hz. Peygamber (s.a.) haccı, ifrâd
yaptı." diyenin sözü, yukarıda zikrettiğimiz üç yöne muhtemeldir. Ancak
asla Hz. Peygamberdin (s.a.) "Allah'ım! îfrad haccına davetine icabet
ettim." diye telbiye getirdiğini işitmiş midir? İşte buna hiç yol yoktur.
Hatta bulunsa bile zikrettiğimiz ve reddedilmelerine asla bir yol bulunmayan bu
temel direklerin önüne geçirilmez; bunun yanlış olduğu söylenir, yahut ihramın
evveline yorumlanır ve hac esnasında Hz. Peygam-ber'in (s.a.) kıran haccı
yaptığı ortaya çıkar. Oysa böyle bir şey sabit değildir. Yukarıda Süfyan
es-Sevrî — Cafer b. Muhammed — babası Muham-med — Câbir (r.a.) senediyle Allah
Rasûlü'nün (s.a.) Veda haccında kıran yaptığı rivayetini vermiştik. Bunu
Zekeriyya es-Sâcî, Abdullah b. Ebu Zi-yâd el-Katavânî — Zeyd b. el-Hubâb —
Süfyan... senediyle rivayet eder. Yukarıda da geçtiği üzere bu hadisle gerek
"Hz. Peygamber (s.a.) hacca niyetlenip ihrama girdi." gerek
"Haccı, ifrâd yaptı." ve gerekse "Hacca telbiye getirdi."
hadisleri arasında bir çelişki yoktur.
Böylece kıran
râvilerinin rivayeti on sebepten dolayı tercihe hak kazanmıştır:
1- Yukarıda da geçtiği üzere bu râviler daha
çoktur.
2- Kıran rivayetinin haber veriliş yolları türlü
türlüdür. Nitekim yukarıda açıkladık.
3- Bu
râviler arasında Hz. Peygamberin (s.a.) ağzından çıktığını işittiği açık metni
aktaranlar, O'nun şöyle yaptım diye kendi yaptığını anlattığı hadisi rivayet
edenler ve Rabbinin O'na böyle yapmasını emrettiği haberleri verenler vardır.
İfrâd konusunda bu şekil rivayet edilen hiçbir hadis gelmemiştir.
4- Hz.
Peygamber'in (s.a.) dört umre yaptığını rivayet edenlerin rivayetlerinin,
kıran rivayetini tasdik etmesi.
5- İfrâd rivayetlerinin aksine, kıran
rivayetlerinin açık olup yoruma müsait olmamaları.
6- Kıran
rivayetleri, ifrâdcılann sükut edip geçtikleri yahut olmadığını söyledikleri
bir ilâve ( = ziyâde) içermektedirler. Ziyadeyi söyleyen, söy-lemeyene; isbat
eden nefyedene tercih edilir.
7- İfrâd râvileri dörttür: Âişe, İbn Ömer, Câbİr
ve İbn Abbas. Bu dörtlü aynı zamanda kıranı rivayet etmiştir. Şayet onların
rivayetlerini birbirleriyle düşürme yoluna gidersek o zaman onlar dışında
kalan, kıran râvilerinin rivayeti, karşı rivayetten kurtulmuş olur. Eğer
tercih yoluna gidersek bu durumda Berâ, Enes, Ömer Îbnü'l-Hattâb, İmrân b.
Husayn, Haf-sa ve bunların yanında yer alan yukarıda isimleri sıralanan
kendilerinden muztarib ve ihtilaflı şekilde rivayet gelmeyen râvilerin
rivayetini almak vacip olur.
8- Kıran,
Rabbi tarafından Hz. Peygamber'e (s.a.) emredilen hac şeklidir. Ondan
başkasını yapmış olamaz.
9- Kurban sevkeden herkese emredilen hac
şeklidir. Hz. Peygamber (s.a.) kurban sevkedenlere emredip sonra kendisi de
kurban sevkettiği halde bu emrine aykırı davranacak değildir.
10- Ailesine, ehl~i beytine yapmalarını emrettiği
ve onlar için tercihte bulunduğu hac şeklidir. Onlar için de, kendisi için
tercih ettiğini tercih edecektir, başka türlü yapacak değildir.
11- Bir
başka tercih sebebi daha vardır, bu da, Hz. Peygamber'in (s.a.): "Umre,
kıyamet gününe kadar haccm içine girmiştir." hadisi. Bu hadis, umre ile
haccın araları ayrılmayacak şekilde umrenin, haccın bir parçası yahut onun
içine girmiş bir parça gibi olmasını ve umrenin hacla beraber tıpkı bir şeyin
içinde bulunan şeyin, onunla birlikteliği gibi olmasını ica-bettirir.
12- Ömer
İbnü'l-Hattâb'm (r.a.), hac ve umreye birlikte niyetlenip ihrama giren ve bu
yüzden kendisine Zeyd b. Sûhân yahut Selmân b. Rabîa tarafından tenkid gelen
Subey b. Ma'bed'e söylediği "Peygamberin Mu-hammed'in (s.a.) sünnetine
uymuşsun." sözü.[337] Bu
söz, Hz. Ömer'in, Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet ettiği "Allah'tan
kendisine hac ve umreye birlikte, niyetlenip ihram giymesi için vahiy
geldiği" yolundaki hadise muvafakat etmektedir. Bu da gösterir ki; kıran, Hz. PeygamberMn (s.a.)
yaptığı ve o yolla Allah'ın kendisine buyurduğu emri yerine getirdiği bir
sünnetidir.
13- Kıran yapan kimsenin yaptığı ameller her iki
ibadet için yapılmış demektir. Böylece ihramı, tavafı ve sa'yı her iki ibadete
birlikte sayılmaktadır. Bu da ikisinden birine sayılmasından ve her amelin
ayrı ayrı yapılmasından daha iyidir.
14- Kurban şevkini içeren ibadet kuşkusuz, kurban
bulunmayan bir ibadetten daha faziletlidir. Kişi kıran yaptığı zaman kurbanı
her iki ibadeti için sayılır. Böylece ibadetlerden biri kurbansız olmamış olur.
Bu yüzden —Allah daha iyi bilir ya— Allah Rasûlü (s.a.) kurban sevkeden
kimsenin hac ve umreye birlikte niyetlenip ihrama girerek telbiyede bulunmasını
emretmiş ve buna Buharî ve Müslim'de Berâ'dan rivayet edilen "Ben, kurban
şevkettim ve kıran yaptım (hac ile umreyi birleştirdim)" hadisiyle
işarette bulunmuştur.
15- Temettü'
haccının pek çok yönden ifrâddan daha faziletli olduğu sabit olmuştur.
Bazıları: a) Hz. Peygamber (s.a.) sahabîlere haccı, temettü' şekline
çevirmelerini emretmiştir. O'nun faziletli bir şeyden, daha az faziletli bir
şeye sahabîleri intikal ettirmesi mümkün değildir, b) Hz. Peygamber (s.a.)
"Bu yapmakta olduğum hacca yeniden başlıyor olsaydım,[338] kesinlikle
kurban sevk etmez, haccı umreye çevirirdim." sözüyle böyle yapmadığına
üzüldüğünü belirtmiştir, c) Kurban sevketmeyen herkese böyle yapmasını
emretmiştir, d) Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabının yaptığı hac, kurban sevkeden
kimse için kıran, kurban sevketmeyen için temettu'dur. Bunlardan başka daha pek
çok sebep vardır. Kurban sevkedip temettü' haccı yapan kimse kurbanını
Mekke'den alıp temettü' yapan kimseden daha faziletlidir. Hatta iki görüşten
birine göre kendisinde Hıll ve Harem'-de[339]
bulunmak özelliği bir arada bulunan hayvan kurban olabilir. Bu sabit olduğu
zaman artık kurban sevkedip kıran yapan kimse —ister kurban şevketsin, isterse
etmesin— temettü' yapan kimseden faziletli demektir. Çünkü ihrama girişinden
bu yana kurban sevketmiştir. Temettü' yapan ise Hıll bölgesinin Harem'e en
yakın yerinden bu yana kurban sevketmiştir. O halde kurban sevketmeyip ifrâd
haccı yapan en yakın Hıll sınırından bu yana kurban sevkedip temettü' yapandan nasıl daha faziletli
sayılabilir? Ya bir de mîkattan bu yana kurban sevkedip kıran yapandan daha
faziletli sayıldığında durum nice olur? Bu, Allah'a hamdolsun, apaçık
ortadadır. [340]
Temettü' haccı yaptı;
önce (umre) ihramından çıktı, sonra terviye günü (arefe gününden bir gün önce,
Zilhicce'nin 8. günü) kurban şevkiyle birlikte hac için ihrama girdi,
diyenlerin gerekçeleri, yukarıda geçen Muâ-viye'nin Allah Rasûlü'nün (s.a.)
saçım enli bir okla (yahut bıçakla) Zilhicce ayının ilk on günü içinde
kısalttığı yolunda ondan rivayet edilen hadis. Bu hadisin bir metninde
"Bu, haccındaydı" cümlesi yer almaktadır. İnsanlar bu konuda
Muâviye'ye karşı gelmişler ve onun yanıldığını söylemişlerdir. Onun basma da
"Hz. Peygamber (s.a.) Recep ayında umre yaptı." diye rivayette
bulunan îbn Ömer'in, bu rivayetten dolayı başına gelenler gelmiştir. Zira pek
çok yoldan yaygın (müstefîz) bir şekilde rivayet edilen diğer sahih hadislerin
hepsi de Hz. Peygamber'in (s.a.) ihramından kurban bayramının birinci günü
çıktığını göstermektedir. Bundan dolayı kendisinin yaptığı şeyi şu sözlerle
anlatmıştır: "Şayet yanımda kurbanlık bulun-masaydı kesinlikle ihramdan
çıkardım", "Ben kurban şevkettim ve kıran yaptım. Kurbanı kesinceye
kadar ihramdan çıkamam." İşte bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) kendisinden
verdiği bir haberdir. Başkalarının O'ndan aktardığı haberin —özdlikle de
kendisinin yaptığını haber verdiği bir şeye aykırı olan haberin— aksine burada
yanılma ve yanlışlık yapma payı yoktur. Büyük bir kalabalık Hz. Peygamber'in
(s.a.) ister kısaltma isterse tıraş etme şeklinde olsun saçından hiç
aldırmadığım, kurban (bayramının birinci) günü tıraş oluncaya kadar ihramlı
kaldığını haber vermiştir. Herhalde Muâviye, Hz. Peygamber'in (s.a.) saçını
Cirâne umresi sırasında kısaltmış-tır. —Çünkü o vakit, Muâviye müslüman olmuştu.—
Sonra unutup bunun (Zilhicce'nin ilk) onu içinde olduğunu sanmıştır. Nitekim
İbn Ömer de bütün umrelerinde Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında bulunduğu halde,
O'nun bütün umrelerini Zilkade ayında yapmış olduğunu unutmuş ve "Umrelerden
biri Recep ayında idi." demiştir. Peygamber (s.a.) haricindeki insanlar
için yanılgı caizdir. Şayet kişilerin yanıldıklarına delil bulunursa o delile
göre hareket vacip olur.
Denilmiştir ki:
Muâviye herhalde Hz. Peygamber'in (s.a.) saçının, kurban bayramının birinci
günü berberin tamamen tıraş etmediği arta kalan kısmını kısaîtmıştır. İşte
Merve tepesinde bu kısmı kesmiştir. Bunu söyleyen, Ebu Muhammed İbn Hazm'dır.
Bu da onun bir yanılgısıdır. Zira berber kısalttığı bir saçın unutarak bir
kısmını bırakıp da kısaltma işi bittikten sonra kurban gününün geri kalan
vaktinde onu öylece bırakmaz. Oysa Hz. Peygamber (s.a.) saçım sahabe arasında
paylaştırmış; Ebu Talha'ya iki yarıdan biri düşmüş ve geri kalan sahabîler
diğer yarıyı birer, ikişer, üçer... saç teli olarak paylaşmışlardır.[341] Hem
Hz. Peygamber (s.a.) Safa ile Merve arasında bir tek sa'y yapmıştır. O da ilk
sa'ydır. îfâza tavafının ardından sa'y ve hacdan sonra da katiyen umre
yapmamıştır. O halde bu sadece yanılgıdır. Denildi ki: Hadisin Muâviye'ye kadar
olan senedinde yanlışlık ve hata vardır. Hasan b. Ali senedde hata etmiş ve
senedi Ma'mer yoluyla İbn Tâvûs'a çıkarmıştır.[342]
Oysa sened Hişâm b. Huceyr yoluyla İbn Tâ-vûs'a çıkmaktadır. Hişâm ise
zayıftır.
Ben derim ki:
Buharî'nin Muâviye'den rivayet ettiği hadis, "Allah Rasûlü'nün (s.a.)
başındaki saçından enli okla kısalttım." şeklinde olup Buharı buna başka
bir şey eklemiyor. Müslim'deki hadiste ise: "Allah Rasû-lü'nün (s.a.)
başındaki saçından Merve tepesinde enli okla kısalttım." deniyor.
Sahihayn'da bunun dışında bir şey yoktur.
"Zilhicce'nin ilk
on günü içinde" diye rivayette bulunanların bu rivayetleri Sahih'de
mevcut değildir. Bu rivayet illetlidir veya Muâviye'nin bir yanılgısıdır.
Râvisi Kays b. Sa'd bunu Atâ — İbn Abbas — Muâviye senediyle aktarıyor ve:
"İnsanlar, Muâviye'nin bu sözüne karşı geliyorlar." diyor.[343]
Kays, doğru söylüyor. Artık biz Allah'a yemin ederiz ki, bu kesinlikle
Zilhicce'nin onu içinde değildi.
Muâviye'nin, Ebu
Davud'un Katâde yoluyla Ebu Şeyh el-Hünâî'den rivayet ettiği hadisteki şu
yanılgısı da buna benzemektedir: Muâviye, Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabına:
"Hz. Peygamber'in (s.a.) şuna ve kaplan derilerine (yani kaplan derisinden
mamul eğerlere) binmeyi yasakladığını biliyor musunuz?" diye sordu.
"Evet" cevabını verdiler. Muâviye; 'Peki, O'nun hacla umreyi
birleştirmeyi (kıran yapmayı) yasakladığını da biliyor musunuz?" diye
sorunca onlar: "Ama böyle bir şey yok." diye karşılık verdi. O da:
"Bu (yasak) da diğeri ile birliktedir. Fakat siz unuttunuz." dedi.[344]
Biz, Allah'ı şahit tutarız ki, bu Muâviye'nin bir yanılgısıdır ya
da ona atfedilmiş bir yalandır. Allah
Rasûlü (s.a.) bunu katiyen yasaklamamıştır. Senedde adı geçen Ebu Şeyh'in
büyük, hafız, sika râvilerden öne geçirilmesini bırak, onun rivayeti delil bile
olmaz. İsterse ondan Katâde ve Yahya b. Ebu Kesîr rivayette bulunmuş olsun. Bu
râvinin ismi Haye-vân (baştaki harf hı harfidir) b. Halde olup bu isimde bir
şahıs meçhuldür.[345]
Hz. Peygamber (s.a.)
temettü' haccı yaptı, kurban sevkettiği için (umre) ihramından çıkmadı, diyen
el-Muğnî yazan ile bir grup âlimin gerekçeleri: a) Hz. Âişe ile İbn Ömer'in:
"Allah Rasûlü (s.a.) temettü' yaptı" demeleri,
b) Hafsa'nm Hz.
Peygamber'e (s.a.) "İnsanların bu hali ne? Sen umre ihramından çıkmadığın
halde onlar ihramdan çıktı!" demesi, c) Sa'-d'ın temettü' haccı konusunda
"Allah Rasûlü (s.a.) bunu yaptı, biz de beraberinde yaptık" demesi,
d) İbn Ömer'in, kendisine temettü' haccını soran kimseye bunun helâl olduğunu
söylemesi. İbn Ömer'den bu cevabı alan kişi "Baban (Hz. Ömer) bunu
yasaklamıştı" der. O da bu söze karşılık "Babam bunu yasaklamış ve
Allah Rasûlü (s.a.) de yapmışsa acaba sen babamın emrine mi, yoksa Allah
Rasûlü'nün (s.a.) emrine mi uyarsın?" sorusunu yöneltir. Adam
"Elbet, Allah Rasûlü'nün (s.a.) emrine" cevabını verir. Bunun üzerine
İbn Ömer: "Yemin olsun ki, Allah Rasûlü (s.a.) bunu yapmıştır." der.[346]
Bunlar diyorlar ki:
Şayet Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında kurbanlık bulunmasaydı kesinlikle,
yanında kurbanhk bulunmayıp temettü' yapan kimsenin ihramdan çıktığı gibi o da
ihramdan-çıkardı. Bu yüzden "Şayet yanımda kurbanlık bulunmasaydı
kesinlikle*ihramdan çıkardım." buyurarak, ihramdan çıkmasına kurban
şevkinin engel olduğunu haber vermiştir. Kıran yapan kimsenin ihramdan çıkmasını,
kurbanlık değil, kıran haccı yapıyor olması engeller.
Bu görüş sahipleri
umre ihramından çıkmadan hac ihramına girdiğinden ötürü "temettü'
yapan" kimseye, "kıran yapan" adını veriyorlar. Ancak bilinen
kıran şekli, hac ve umre ihramına birlikte girmek veya önce umre ihramına girip
sonra tavaf etmeden önce bu umreye haccı da katmaktır. Kıran yapanla kurban
sevkedip temettü* yapan arasında iki yönden fark vardır:
1- İhram yönünden. Zira kıran yapan kimse ya
ihramın başlangıcında ya da ihramlı iken tavaf yapmadan önce hac ihramına giren
kimse demektir.
2- Kıran yapan kimsenin yalnızca bir tek sa'y
yapması gerekir. Bunu da ya ilk olarak yapar; ilk olarak yapamazsa ifâza
tavafının ardından sa'y1 eder. Cumhura göre temettü' yapanın ikinci bir sa'y daha
yapması gerekir. [347]Ahmed'den
gelen diğer bir rivayete göre ise kıran yapan kimsede olduğu gibi onun da bir
tek sa'y yapması yeterli olur. Hz. Peygamber (s.a.) ifâza tavafının ardından
ikinci bir sa'y yapmadı. O halde bu görüşe göre Hz. Peygamber (s.a.) nasıl
temettü' yapmış olabilir?
Soru: (Ahmed'den
gelen) diğer rivayete göre temettü' yapmış olabilir ve böyle bir itiraz
yöneltilemez. Bu rivayetin sahih hadisten güçlü bir daya-1 nağı vardır.
Müslim'in Sahih'inde rivayetine göre Câbir diyor ki: "Gerek Hz. Peygamber
(s.a.) ve gerekse ashabı, Safa-Merve arasında yalnız bir tek sa'y —ilk sa'yı—
yaptılar."[348]
Ashabın çoğunluğu temettü' yaptığı halde böyle yapmışlardır. Süfyan es-Sevrî,
Seleme b. Küheyl'in şöyle dediğini rivayet eder: "Tavus, Allah Rasûlü'nün
(s.a.) ashabından hiçbirinin hac ve umre için bir tek tavaftan başka tavaf
yapmadıklarına yemin ederdi."
Cevap: Hz.
Peygamber'in (s.a.) hususi bir temettü' yaptığını söyleyenler böyle
demiyorlar. Onlar temettü' yapanın iki sa'y yapmasının gerekli (vacip) olduğunu
söylüyorlar. Hz. Peygamber'in (s.a.) bilinen sünneti, O'-nun bir tek sa'y
dışında sa'y yapmadığıdır. Nitekim Sahih'de kayıtlı bir rivayete göre Ibn Ömer,
kırana niyetlenip Mekke'ye geldi. Beytullah'ı tavaf etti, Safa-Merve arasında
sa'y yaptı. Buna bir ilâvede bulunmadı. Saçını ne tıraş ettirdi, ne
kısalttırdı ve ne de ihramdan dolayı kendisine haram olan fiillerden herhangi
birini işledi. Nihayet kurban bayramının birinci günü olunca kurbanım kesti,
başım tıraş ettirdi. Bu ilk tavafıyla hac ve umre tavafını yerine getirmiş
olduğu görüşüne vardı ve: "Allah Rasûlü (s.a.) de böyle yaptı." dedi.[349]
"Hac ve umre tavafını yerine getirmiş olduğu bu ilk tavafı" sözüyle
râvî, kuşku yok ki Safa-Merve arasında yaptığı tavafı (sa'yı) kasdetmektedir.
Dârakutnî, Atâ ve
Nâfi' yoluyla îbn Ömer ve Câbir'in: "Hz. Peygamber (s.a.) haccı ve umresi
için yalnız bir tavaf ve bir sa'y yaptı. Sonra Mekke'ye geldi. Sader (dönüş,
veda) tavafından sonra Safa-Merve arasında sa'y yapmadı." dediğini
rivayet eder.[350] Bu da kesinlikle şu iki
halden birini gösterir: 1) Ya Hz. Peygamber (s.a.) kıran yapmaktaydı —ki
temettü' yapanın iki sa'y yapmasının vacip olduğunu ileri sürenlerin başka
türlü söylemeleri mümkün değildir—, 2) Ya da temettü' yapanın bir tek sa'y
yapması yeterli olur. Ancak Hz. Peygamber'in (s.a.) kıran yaptığını ortaya
koyan yukarıdaki hadisler bu konuda açıktır, onlardan geçilemez.
Soru: Şu'be'nin Humeyd
b. Hilâl — Mutarrif — îmrân b. Husayn senediyle rivayetine göre Hz. Peygamber
(s.a.) iki tavaf , iki sa'y yapmıştır.[351]
Dârakutnî bu hadisi İbn Saîd — Muhammed b. Yahya el-Ezdî — Abdullah b. Davud
yoluyla Şu'be'den rivayet etmiştir.
Cevap: Bu ma'lûl bir
haberdir ve hatadır. Dârakutnî diyor ki: Muhammed b. Yahya bu hadisi
ezberinden aktardı ve metninde yanıldı, denilmektedir. Bu senedle gelen
rivayetin doğrusu, "Hz. Peygamber (s.a,) hacla umreyi birleştirdi",
şeklinde olacaktır. En iyi bilen Allah'tır. İnşallah aşağıda bu hadisin hata
olduğunu ortaya koyan deliller aktarılacaktır.
Sanırım, Üstad^Ebu
Muhammed İbn Kudâme'nin 'Allah Rasûlü (s.a.) temettü' yaptı' görüşünü
benimsemesinin sebebi şu olacaktır: İmam Ah-med'in temettü', kırandan daha
faziletlidir demiş olduğu; Allah Teâlâ'mn, Peygamberi için ancak en faziletli
olanı tercih etmiş olacağını; O'nun temettü' yaptığı yolunda hadisler geldiğini
ve bu hadislerin aynı zamanda Hz. Peygamber'in (s.a.) ihramdan çıkmadığı
konusunda net olduğunu görünce, bu dört ön bilgiden hareketle Hz. Peygamber'in
(s.a.) ihramdan çıkmadığı hususî bir temettü' yaptığı sonucuna varmıştır. Ancak
Ahmed, Hz. Peygamber (s.a.) temettü' haccı yaptığı için temettü' haccmı tercih
etmiş değildir. "Allah Rasûlü'nün (s.a.) kıran yaptığında şüphe
etmiyorum." diyen odur! O, Allah Rasûlü'nden (s.a.) gelen iki şeklin
sonuncusu olduğu için temettü'
haccını tercih etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) sahabeye, haclarını temettü'
şekline çevirmelerini emretmiş ve kendisi bunu kaçırdığı için üzülmüştür.
Fakat el-Mervezî'nin
İmam Ahmed'den rivayetine göre hacı, kurban sevketmişse kıran daha
faziletlidir. Takipçilerinden kimileri bunu ikinci bir rivayet sayarken
kimileri de meseleyi bir tek rivayet sayıyor ve kurban sev-kedenin kıran,
sevketmeyenin ise temettü' yapmasını daha faziletli buluyorlar. Bu (ikincisi)
üstadımızın yoludur. İmam Ahmed'in usûlüne uygun olan da budur. Hz. Peygamber
(s.a.) kurbanlık şevkiyle birlikte haccı umreye çevirmeyi temenni etmemiş,
aksine kurbanlık sevketmemiş olsaydı, haccı umreye çevirmeyi arzu etmişti.
Şöyle demek kaldı: O
halde kurban sevkedip kıran yapmak mı, yoksa kurban sevketmeyip Hz.
Peygamber'in (s.a.) yapmayı arzuladığı gibi temettü' yapmak mı daha
faziletlidir?
Cevap: Bu meselede iki
şey birbiriyle çelişmektedir:
1- Hz. Peygamber (s.a.) kıran yaptı, kurbanlık
şevketti. Allah Teâlâ, O'nun için işlerin —özellikle kendisine Rabbinden vahiy
gelen konuda— en faziletlisinden başka bir şeyi tercih edecek değildir. En
hayırlı yol, Hz. Peygamber'in (s.a.) yoludur.
2- Hz.
Peygamber'in (s.a.) "Bu yapmakta olduğum hacca yeniden başlıyor olsaydım,
kesinlikle kurban sevketmez, haccı umreye çevirirdim." sözü, şayet bu
sözü söylediği vakitte ihramlı olmasaydı umre ihramına girecek ve kurbanlık
sevketmeyecekti anlamını icab ettirir. Çünkü tercih ettiği şey, kendisinin
yapmış olduğu geçip giden şeydir. Artık o, arkada kalmıştır. Şimdi başlıyor
olmayı temenni ettiği şey ise henüz yapmadığı, bununla beraber önünde olan
şeydir. O halde Hz. Peygamber (s.a.), kurban sevket-meksizin umre ihramına
girmesi mümkün olsaydı şimdiki yaptığını yapmayacağını açıklamıştır. Malumdur
ki, Hz. Peygamber (s.a.) daha faziletli olandan fazileti nisbeten az olana
dönmeyi tercih etmez; aksine ancak en faziletli olanı tercih eder. Bu da O'ndan
gelen iki şekilden sonuncusunun temettü' haccının tercihi olduğunu gösterir.
Kurbanlık sevkedip
kıran yapmayı tercih edenler şöyle diyebilirler: Hz. Peygamber (s.a.) bunu,
kendisinin yaptığı şey nisbeten az faziletli ve başkası ona tercih edilir
olduğu için söylememiştir. Aksine Hz. Peygamber (s.a.) ihramlı kaldığı halde
kendilerinin ihramdan çıkmaları sahabîlerin güçlerine gitmişti. Peygamberimiz
(s.a.), sahabîlerin gönül huzuruyla, severek ve isteyerek kendilerine emredileni yapmaları için
onlara muvafakat göstermeyi tercih ederdi. Bazan muvafakat gösterme ve
kalbleri birleştirme söz konusu olduğunda daha faziletlisi varken nisbeten az
faziletli olanı da tercihte bulunurdu. Nitekim Hz. Âişe'ye: "Eğer kavmin
cahiliyet devrine yakın olmasaydı, Kabe'yi yıkar iki kapılı yapardım."
buyurmuştur.[352] İşte bu, muvafakat
gösterme ve gönülleri birleştirme sebebiyle daha uygun olanı terketmedir. O
durumda daha uygun olan bu olmuştur. Kurban sevket-meden temettü' yapmayı
tercih etmesi de aynen bunun gibidir. Bu yolla Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı
ile arzu ve temennî ettiği uzlaştınlmış ve Allah Teâlâ, O'nun için iki şeyi
birleştirmiş olur: 1) Yaptığını, 2) Temenni ve arzu ettiğini. Böylece Allah,
O'na hem yaptığının ve hem de muvafakat gösterme niyetinde olup temenni
ettiğinin sevabını vermiştir. Araya ihramdan çıkma giren ve kurbanlık
sevkedilmeyen bir hac ibadeti, araya ihramdan çıkma girmeyen ve yüz kurbanlık
deve sevkedilen bir hac ibadetinden nasıl daha faziletli olabilir? Bir hac
ibadeti, O'nun hakkında, kendisi için Allah'ın tercihte bulunduğu ve Rabbinden
kendisine bu konuda vahiy gelen bir hac ibadetinden nasıl daha faziletli
olabilir?
Soru: Her ne kadar
temettü' haccının arasında bir ihramdan çıkma sözkonusu ise de, burada ihrama
girme tekerrür etmektedir ve yeni baştan ihrama girme de Rab katında sevilen
bir ibadettir. Kıranda ise ihram tekerrür etmemektedir.
Cevap: Kurban şevkiyle
Allah'ın sembollerine saygı gösterme ve bu yolla O'na yakınlaşmada, sırf
ihramın tekerrür etmesinde bulunmayan bir fazilet vardır. Hem sonra ihramlıhk
halinin devam ettirilmesi, tekerrürü yerine geçer. Kurban şevkinin yerini
tutacak bir karşılığı yoktur.
Soru: Peşinden umre
yapılan ifrâd haccı mı, yoksa önce umre yaparak ihramdan çıkıp ardından hac
için ihrama girmek suretiyle yapılan temettü' haccı mı daha faziletlidir?
Cevap: Herhangi bir
hac ibadetinin, Allah'ın, yaratılmışların en faziletlisi (Hz. Muhammed s.a.)
ve ümmetin efendileri (sahabe) için tercih ettiği bir hac ibadetinden daha
faziletli olduğunu sanmaktan; hem Allah Ra-sûlü'nün (s.a.), hem de O'nunla
birlikte hacceden sahabeden herhangi birinin ve hatta ashabından diğer
kimselerin yapmadıkları bir hac ibadetinin, O'nun emriyle yaptıkları hac ibadetinden daha
faziletli olduğunu söylemekten Allah'a sığınırız. Yeryüzündeki herhangi bir
hac, Hz. Peygamber'-in (s.a.) yaptığı hacdan, yaratılmışların en faziletlisine
emredilenden ve O'nun da sahabîler için tercih ettiği ve onlara yaptıkları
diğer hac şekillerini o şekle çevirmelerini emrettiği ve kendisinin de yapmayı
arzu ettiği bir hacdan nasıl daha faziletli olabilir? Katiyen bundan daha
mükemmel bir hac yoktur. Bu, şayet Hz. Peygamber'in (s.a.) kurban sevkedene
kıran, sevket-meyene temettü' yapmalarım emrettiği sahih olarak rivayet
edilmişse böyledir. Bunun aksinin caizliğine şüphe ile bakılır. Bunun vacip
olduğunu söyleyenlerin azlığı seni ürkütmesin. Çünkü bunlar arasında suyu tükenmeyen
deniz (ilim denizi) Abdullah Ibn Abbas ve zahirîlerden bir grup vardır.
İnsanlar arasında hakem, sünnettir. Kendisinden yardım dilenen yalnız Allah'tır. [353]
Küfe fukahasının pek
çoğunun görüşü de olduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.) kıran haccı yaptı, ve bu
hac esnasında iki tavaf, iki sa'y yaptı diyenlerin gerekçeleri:
1-
Dârakutnî'nin Mücâhid'den rivayetine göre İbn Ömer hac ile umreyi,
birleştirerek beraber yaptı ve "İkisinin yolu birdir" dedi. Hac ve
umre için iki sa'y, iki tavaf yaptı ve "Allah Rasûlü (s.a.) de benim
yaptığım gibi yaptı." Dedi.[354]
2- Rivayete göre Ali b. Ebî Tâlib hacla umreyi
birleştirip ikisi için iki tavaf, iki sa'y yaptı ve "Allah Rasûlü (s.a.)
de benim yaptığım gibi yaptı." Dedi.[355]
3- Yine Hz.
Ali'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) kıran haccı yaptı; iki
tavaf ve iki sa'y yaptı.[356]
4-
Alkame'nin rivayetine göre Abdullah İbn Mes'ûd demiştir ki: "Allah Rasûlü
(s.a.), haccı ve umresi için iki tavaf, iki sa'y yaptı. Ebu Bekir, Ömer, Ali ve
İbn Mes'ûd da böyle yaptı."[357]
5- İmran b.
Husayn'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) iki tavaf, iki sa'y
yaptı.[358]
Şayet bu hadisler
sahih olsalardı, hatta bunlardan bir tek harf sahih olsaydı bu gerekçe ne kadar
güzeldi. Ama İbn Ömer hadisinin senedinde Hasan b. Umâre vardır. Dârakutnî
diyor ki: Bu hadisi Hakem'den Hasan b. Umâre dışında hiç kimse rivayet
etmemiştir. Onun da rivayet ettiği hadis bırakılır (metrûku'l-hadis).
Hz. Ali'nin (r.a.)
birinci hadisini Hafs b. Ebu Davud rivayet ediyor. İmam Ahmed ve Müslim:
"Hafs'ın rivayet ettiği hadis bırakılır." diyorlar. İbn Hırâş ise
"O, yalancıdır, hadis uydurur." diyor. Ayrıca hadisin senedinde
zayıf bir râvi olan Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Leylâ vardır.
Hz. Ali'nin (r.a.)
ikinci hadisini ise İsa b. Abdullah b. Muhammed b. Ömer b. Ali, babasından, o
da kendi babasından, o da dedesinden rivayet ediyor. Dârakutnî diyor ki: İsa
b. Abdullah'a "Mübarek" denilir; bu şahsın rivayet ettiği hadis
bırakılır.
Alkame'nin Abdullah'tan
rivayet ettiği hadisin senedi şöyledir: Ebu Bürde Amr b. Yezîd,— Hammad —
İbrahim — Alkame. Dârakutnî diyor ki: "Ebu Bürde zayıftır. Senedde adları
geçen ondan sonraki kimseler de zayıftırlar." Ayrıca bu hadisin senedinde
Abdülaziz b. Eban vardır. Onun hakkında Yahya: "O yalancıdır, pistir'*,
er-Râzî ve Nesâî: "Onun rivayet ettiği hadis bırakılır." diyorlar.
İmrân b.^Husayn
hadisine gelince; bu hadis Muhammed b. Yahya el-Ezdî'nin yanılgıya düştüğü
hadislerdendir. Ezberinden rivayet etmiş ve yanılmıştır. Oysa defalarca doğru
şekilde rivayette bulunmuştu. Denilir ki: Tavaf ve sa'yi söylemekten
vazgeçmiştir.
İmam Ahmed, Tirmizî ve
Sahih'inde İbn Hibbân, ed-Derâverdî — Ubey-dullah b. Ömer — Nâfi' — İbn Ömer
senediyle Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Kim
hacla umresini birleştirirse bu ikisi için bir tek tavaf yapması yeterli
olur." Tirmizî'nin metni ise şöyledir: "Kim hac ve umre için ihrama
girerse, her ikisinin ihramından çıkıncaya kadar ikisi için bir tavaf, bir sa'y
yapması yeterli olur."[359]
Sahihayn'âa. rivayet
edilen bir hadise göre, Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: Veda haccında Allah
Rasûiü'nün (s.a.) beraberinde hac için yolculuğa çıktık. Umreye niyetlenip
ihrama girdik, teibiye getirdik. Sonra Hz. Peygamber (s.a.): "Yanında kurbanlık
bulunan kişi hac ve umreye niyetlenip ihrama girsin, teibiye getirsin. Sonra
her ikisinin de yapılması gereken vazifelerini bitirmeden ihramdan
çıkmasın." buyurdu. Umreye niyetlenenler tavaf edip ihramdan çıktılar.
Sonra Mina'dan dönünce bir başka tavaf daha yaptılar. Hac ve umreyi
birleştirenler ise yalnız bir tavaf yaptılar.[360]
Sahih bir rivayete
göre Allah Rasûlü (s.a.), Hz. Âişe'ye: "Beytullah'ı tavafın ve Safa-Merve
arasındaki sa'yuı haccın ve umren için yeterli olur." Buyurmuştur.[361]
Abdülmelik b. Ebu
Süleyman'ın Atâ yoluyla İbn Abbas'tan rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) haccı
ve umresi için bir tek tavaf yapmıştır.[362]
Abdülmelik, meşhur sika râvilerden biridir. Müslim ve Sünen sahipleri onun
rivayetini delil olarak kullanmışlardır. Ona "Mîzan = mihenktaşı,
terazi" denirdi. Onun ne zayıf olduğu söylenmiştir, ne de cerh edilmiştir.
Yalnızca rivayet ettiği şuf'a hadisi münker bulunmuştur. Bu ise kusurlu yönü
belirgin bir şikâyettir.
Tirmizî'nin Câbir'den
(r.a.) rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) hac ile umreyi birleştirip ikisi
için bir tek tavaf yaptı.[363]'
Her ne kadar bu hadisin senedinde Haccac b. Ertât varsa da Süfyan, Şu'be, İbn
Nümeyr (veya Nemîr), Abdürrezzak ve daha bir grup muhaddis ondan rivayette
bulunmuştur. es-Sevrî, onun hakkında diyor ki: "Kafasından çıkanı, ondan
daha iyi bilen kimse kalmadı. Tedlîs yaptığı gerekçesiyle ayıplanmıştir; bundan
kurtulan kimse nâdirdir." Onun hakkında Ahmed: "Hafızlardandı.",
İbn Maîn: "Güçlü değildir. Doğru biridir (sadûk), tedlîs yapar." ve
Ebu Hatim: "O 'Haddesenâ = Bize falan hadis rivayet etti' dediği zaman
doğrudur; onun doğruluğunda ve hıfzında şüphe etmeyiz." demiştir.
Dârakutnî, Leys b. Ebu
Süleym — Atâ, Tavus ve Mücâhid — Câbir, ibn Ömer ve İbn Abbas senediyle rivayet
eder ki: "Gerek Hz. Peygamber (s.a.) ve gerekse ashabı hacları ve umreleri
için Safa-Merve arasında yalnız bir sa'y yapmışlardır."[364]
Leys b. Ebu Süleym'in rivayetini dört sünen sahibi (Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî
ve İbn Mâce) delil olarak, Müslim ise şâhid olarak kullanmıştır. Onun hakkında
İbn Maîn: "Bir sakıncası yok", Dârakutnî: "Sünneti bilen
biriydi. Yalnızca rivayetinde Atâ, Tavus ve Mü-câhid'i bir arada söylemesini
münker saymışlardır, o kadar.", Abdülvâris: "İlim kaplarındandı"
ve Ahmed: "Hadisi muztariptir. Ancak insanlar ondan hadis rivayet
etmiştir." demektedir. Nesâî ve bir rivayete göre de Yahya (İbn Maîn) bu
zatı zayıf saymıştır. Böyle birinin rivayet ettiği hadis, sahihlik derecesine
ulaşmazsa da hasen sayılır.[365]
SahihayrCdaki bir
rivayette Câbir anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.), Âişe'nin yanına girdi, onu
ağlar buldu. "Niçin ağlıyorsun?" diye sordu. Âişe: "Hayız
oldum. İnsanlar ihramdan çıktılar, ben çıkamadım ve Beytullah'ı tavaf
edemedim." diye karşılık verince, "Gusül abdesti al, sonra niyetlenip
ihrama gir." buyurdu. Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.) dediğini yaptı. Sonra
vakfe yerlerinde bulundu. Hayızdan temizlenince de Kabe'yi tavaf etti ve
Safa-Merve arasında sa'y yaptı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Hac ve
umre ihramından birlikte çıkmış oldun." dedi.[366]
Bu hadis üç şeye
delâlet eder:. 1) Hz. Âişe kıran yapmıştır. 2) Kıran yapan kimsenin yalnız bir
tavaf ve bir sa'y yapması yeterlidir. 3) Yaparken hayız olduğu ve haccını da
üzerine kattığı o umreyi kaza etmesi Hz. Âişe'ye vacip olmamış ve umre
ihramını hayız olmakla bozmamış, yalnızca umre amellerini ve-^ırf onları
yapmayı bir kenara bırakmıştır. Hz. Âişe evvelâ kudüm tavafını yapmadı. Ancak
Arafat'ta vakfe yaptıktan sonra tavaf ve beraberinde sa'y yaptı. İfâza ( =
ziyaret) tavafı ve peşinden sa'y yapma, kıran yapan kimse için yeterli olursa
ifâza tavafıyla beraber kudüm tavafı ve bu ikisinden biriyle beraber bir tek
sa'y yapma o kimse için haydi hay-diye yeterli olur. Fakat Hz. Âişe'nin ilk
tavafı yapması mümkün olmadı. Böylece onun başından geçen olay bir delil teşkil
etti. Artık ilk tavafı yapma imkânına sahip olamayan bir kadın, Hz. Âişe'nin
yaptığı gibi yapar; haccı umreye katar, kıran yapar ve her ikisi için bir ifâza
tavafı ve ardından bir sa'y yapması yeterli olur.
Şeyhülislâm İbn
Teymiye der ki: Hz. Peygamber'in (s.a.) iki tavaf, iki sa'y yapmadığım ortaya
koyan delillerden bazıları şunlardır: a) Hz. Âişe'nin (r.a.): "Hac ve
umreyi birleştirenler ise yalnız bir tavaf yaptılar." sözü. Bunu Buharı
ile Müslim birlikte rivayet etmişlerdir, b) Câbir'in: "Gerek Hz. Peygamber
(s.a.), gerekse ashabı Safa-Merve arasında bir tek sa'y — ilk sa'yı—
yapmışlardır." sözü. Bunu Müslim rivayet etmiştir, c) Hz. Peygamber'in
(s.a.) Hz. Âişe'ye: "Safa-Merve arasında yaptığın sa'y, hac ve umren için
yeterlidir." buyurması. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir, d) Ebu Davud'un
rivayet ettiği bir hadiste yine Hz. Âişe'ye: "Beytullah'ı tavafın ve
Safa-Merve arasındaki sa'y'ın, yaptığın hac ve umrenin her ikisi için de
yeterli olur." buyurması, e) Buharı ve Müslim'in birlikte rivayet
ettikleri bir hadiste Hz. Peygamber'in (s.a.), Kabe'yi tavaf eden, Safa-Merve
arasında sa'y eden Hz. Âişe'ye: "Hac ve umre ihramından birlikte çıkmış
oldun." buyurması. (İbn Teymiye devamla) der ki: Allah Rasûlü'nün (s.a.)
haccını aktaran bütün sahabîler, kendileri Beytullah'ı tavaf edfp Safa-Merve
arasında sa'y ettiklerinde Hz. Peygamber'in (s.a.) onlara, kurbanlık
sevke-denler hariç, ihramdan çıkmalarını emrettiğini, kendisinin ise ancak kurban
bayramının ilk günü ihramdan çıktığını aktarmışlardır. Onlardan hiçbiri
kendilerinden herhangi bir kimsenin tavaf edip sa'y ettikten sonra yeniden
tavaf edip sa'y ettiğini aktarmamıştır. Malumdur ki, böyle şeyleri aktarmayı,
insanların tabiatındaki merak ve sürükleyici unsurlar kaçırmak istemezler.
Öyleyse hiçbir sahabî bunu aktarmadığına göre böyle bir şeyin olmadığı
anlaşılmış olur.
İki tavaf, iki sa'y
görüşünü savunanların dayanakları Küfelilerin, Hz. Ali'den (r.a.) ve bir de îbn
Mes'ûd'dan (r.a.) rivayet ettikleri eserlerdir.
Oysa Cafer b.
Muhammed, babası yoluyla Hz. Ali'den (r.a.) — Küfelilerin rivayetlerinin
aksine— kıran yapan kimsenin bir tek tavaf ve bir tek sa'y yapmasının yeterli
olacağını rivayet etmiştir. Iraklılarca rivayet edilenlerin bir kısmı munkatı',
bir kısmının ise râvileri ya meçhul, ya da cerhedilmiş kimselerdir. Bu yüzden
nakil uleması bunları kusurlu bulmuştur. Hatta İbn Hazm: "Bu konuda
sahabeden gelen rivayetlerin hepsi, hatta bir kelime bile sahih
değildir." demiştir. Bu konuda Hz. Peygamber'den (s.a.) uydurma olduğunda
kuşku olmayan rivayetler de aktarılmıştır. Tavus, Allah Rasûlü'nün (s.a.)
ashabından hiç kimsenin haccı ve umresi için bir tek tavaftan başka tavaf
yapmadığına yemin ederdi. İbn Ömer, İbn Abbas, Câbir ve başka sahabîlerden
—Allah onlardan hoşnud olsun— böylesi rivayetler sabittir. Onlar, Allah
Rasûlü'nün (s.a.) yaptığı haccı en iyi bilen insanlardır; buna aykırı hac
yapacak değillerdir. Hatta bu eserler, sahabenin Safa-Merve arasında bir
defadan başka tavaf (sa'y) yapmadıkları konusunda açık ifadelerdir.
Âlimler, kıran ve
temettü' yapan kimselerin iki sa'y mı, yoksa bir sa'y mı yapmaları gerektiği
konusunda tartışmışlar ve böylece gerek İmam Ahmed mezhebinde, gerekse diğer
mezheplerde üç görüş ortaya çıkmıştır:
1- Herbirinin bir tek sa'y yapması gerekir.
Nitekim oğlu Abdullah'ın rivayetine göre Ahmed böyle söylemiştir. Abdullah
diyor ki: Babama: "Temettü1 yapan kimse Safa-Merve arasında kaç sa'y
yapar?" diye sordum. O da: "İki tavaf yaparsa daha iyi; bir tavaf
yaparsa bir sakıncası yok" diye karşılık verdi... Üstadımız (İbn Teymiye)
"Bu, seleften birçok kişiden aktarılmıştır." dedi.
2- Temettü'
yapanın iki sa'y, kıran yapanın bir tek sa'y yapması gerekir. Bu, İmam Ahmed
mezhebinde ikinci görüştür.[367]
Mâlik ve Şafiî'nin —Allah onlara rahmet etsin— talebelerinden bir kısmı da bu
görüştedirler.
3- Her ikisinin de iki sa'y yapması gerekir. Ebu
Hanife'nin (r.a.) mezhebi böyledir. Bu görüş Ahmed (r.h.) mezhebinde de bir
görüş olarak zikredilir. En iyi bilen Allah'tır. Yukarıdan beri anlatılan bu
ifadeler üstadımızın sözünün genişçe aktarımı ve bir açıklamasıdır. En iyi
bilen Allah'tır. [368]
Hz. Peygamber (s.a.)
ifrâd haccı yaptı, peşinden de Ten'îm'den (ihrama girip) umre yaptı,
diyenlerin katiyen bir gerekçeleri bilinmiyor. Ancak yukarıda geçtiği üzere
"Hz. Peygamber (s.a.) haccı, ifrâd yaptı." hadisini işitip, ifrâd
yapanların Ten'îm'den umre yapmayı âdet edindiklerini görüp Hz. Peygamber'in
(s.a.) de böyle yaptığ* yanılgısına düştüler. [369]
Yalnız umre için
telbiye getirdi ve bunu sürdürdü, diyenlerin gerekçeleri: Bu kimseler Allah
Rasûlü'nün (s.a.) temettü' yaptığını işittiler. Onlara göre temuttu' yapan,
bütün şartlarını gözeterek tek umreye niyetlenip ihrama girerek telbiye getiren
kimse demektir. Hafsa (r.a.), Hz. Peygamber'e (s.a.): "İnsanların ne bu
hali? Sen umre ihramından çıkmadan onlar çıktılar" demişti. Bütün bunlar
Hz. Peygamber'in (s.a.) "Lebbeyke bi-umratin müfredetin = Allah'ım! Senin
tek umre davetine icabet ettim" diye telbiye-de bulunduğunu göstermez. Hiç
kimse Hz. Peygamber'in (s.a.) böyle dediğini asla nakletmemiştir. O halde bu
sırf bir yanılgıdır. Hz. Peygamber'in (s.a.) telbiye getirirken söylediği
sözleri aktaran meşhur sahih hadisler bunu ibtal eder. [370]
Yalnız hac için
telbiye getirdi ve bunu sürdürdü diyenlerin gerekçeleri; yukarıda kaydettiğimiz
"Haccı, ifrâd yaptı." ve "Hacca telbiye getirdi" diyenlerin
sözleridir. Bu konuda söylenecek, şeyler yukarıda geçti. Orada da belirtildiği
gibi katiyen hiç kimse Hz. Peygamber'in (s.a.) "Allah'ım! Senin tek umre
davetine icabet ettim." diye telbiyede bulunduğunu söylememiştir. O'nun
telbiyede söylediği sözleri aktaranlar bunun aksini açıkça belirtmişlerdir. [371]
Yalnız hacca telbiye
getirdi; sonra ona umreyi de ekledi deyip böylece hadislerin uzlaşacağını
sananların gerekçeleri: Bunlar Hz. Peygamber'in (s.a.) haccı, ifrâd yaptığını
ifade eden hadislerin sahih olduğunu görünce bu hadisleri ihramının
başlangıcına yorumladılar. Sonra Hz. Peygamber'e (s.a.) Rabbinden bir elçi
gelip "Hac içinde umreye niyetlendim, de" demiştir. İşte o zaman
umreyi hacca ilâve etmiş ve böylece kıran yapan durumuna gelmiştir. Bu yüzden
Berâ b. Âzib'e: "Ben, kurban şevkettim ve kıran yaptım." demiştir.
İhramın başlangıcında ifrâd, ihram esnasında ise kıran yapan durumunda idi. Hem
hiç kimse O'nun ne umreye niyetlenip ihrama girdiğini, ne umre için telbiye
getirdiğini, ne yalnız umre yaptığını söylemiş ve ne de "Yola çıkarken
biz, umre dışında bir şeye niyetlenmedik." demiştir. Aksine, "Hz.
Peygamber (s.a.) hacca niyetlenip ihrama girdi.", "Hac için telbiye
getirdi.", "Haccı, ifrâd yaptı." ve "Biz yola çıkarken hac
dışında bir şeye niyetlenmedik." demişlerdir. Bu da gösterir ki, önce hac
için ihrama girdi, sonra Rabbinden kıran yapması için vahiy geldi ve bunun
üzerine her ikisine birden telbiye getirdi. İşte Enes ikisine birden telbiye getirdiğini
işitip doğru söylemiş; Âişe, İbn Ömer ve Câbir önce, yalnız hacca telbiye
getirdiğini işitmişler ve doğru söylemişlerdir. Bu görüşü savunanlar
"Böylece hadisler uziaşmış ve onlardaki muztariblik ortadan kalkmış
olur." diyorlar.
Bu görüş sahipleri
umrenin hacca ilâve edilmesini caiz bulmuyorlar; lağv (hükümsüz) görüyor ve
diyorlar ki: Bu Hz. Peygamber'e (s.a.) hastır. O'nun dışındakiler yapamaz...
İbn Ömer'in "Hz. Peygamber (s.a.) yalnızca hacca telbiye getirdi."
sözü ile Enes'in "Her ikisine birlikte niyetlenip ihrama girdi, telbiye
getirdi." sözü bunu gösterir. Her iki sahabî de doğru söylemektedir.
Kırana niyetlenip ihrama girerek telbiye getirmesinin, yalnız hacca niyetlenip
ihrama girerek teîbiye getirmesinden önce olduğunu söyleme imkânı yoktur.
Çünkü kıran için ihrama girdiği vakit, bundan sonra ifrâd haccı için ihrama
girmesi, ihramın ifrâda aktarılması imkânı kalmaz. O halde anlaşılmıştır ki,
ifrâd haccı için ihrama girdi telbiye getirdi; İbn Ömer, Âişe ve Câbir bunu
işittiler ve işittiklerini aktardılar. Sonra Rabbinden kendisine vahiy gelince
hacca umreyi de ilâve etti ve her ikisine birden niyetlenip ihrama girdi,
telbiye getirdi. Enes, her ikisine birden telbiye getirdiğini işitip duyduğunu
aktardı". Sonra Hz. Peygamber (s.a.) kendisinin kıran yaptığını haber
verdi. Yukarıda adı geçen sahabîler de O'nun kıran yaptığını naklettiler.
Böylece sahabîlerden aktarılan hadisler uziaşmış, onlardaki muztariblik ve
çelişkili durum ortadan kalkmış olur.
Diyorlar ki: Hz.
Âişe'nin şu anlatımı da bunu gösterir: Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber hac
yolculuğuna çıktık. "İçinizden kim hac ve umreye niyetlenip ihrama
girmeyi, telbiye getirmeyi isterse öyle yapsın. Kim hacca niyetlenip ihrama^
girmeyi, telbiye getirmeyi isterse öyle yapsın. Kim de umreye niyetlenip ihrama
girmeyi, telbiye getirmeyi isterse o da öyle yapsın." buyurdu. Bunun
üzerine Allah Rasûlü (s.a.) ve O'nunla birlikte bazı insanlar hacca niyetlenip
ihrama girdiler, telbiye getirdiler... Bu rivayet de gösterir ki, Hz. Peygamber
(s.a.) ihramın "başında ifrâd haccına niyetlenmişti. Artık kırana
niyetlenmesinin bundan sonra olduğu anlaşılmış demektir.
Kuşkusuz bu görüş
yukarıda geçen hadislere aykırı düşmektedir. Ümmet için sahih olmayan bir
ihramla Hz. Peygamber'in (s.a.) tahsis edilmesi davasını red ve ibtal eden
deliller vardır. Enes'in: "Allah Rasûlü (s.a.) öğleyi Beydâ'da kıldı;
sonra devesine bindi. Beydâ dağına tırmandı. Öğleyi kıldığı vakit hac ve umreye
niyetlenip ihrama girerek telbiye getirdi." sözü[372]
t,unu reddeden delillerdendir.
Hz. Ömer'in rivayet
ettiği hadiste Hz. Peygamber'e (s.a.) Rabbİnden bit elçi gelip: "Bu
mübarek vadide namaz kıl ve: Hac içinde umreye niyetlendim, de." diye
söylediği belirtilmektedir ki, Allah Rasûiü (s.a.) aynen öyle yapmıştır. Hz.
Ömer, O'na emredileni; Enes ise O'nun yaptığı şeyi rivayet ediyor ki,
rivayetler birbirinin aynıdır. Hz. Peygamber (s.a.) Zül-huleyfe'de öğleyi
kıldı, sonra "Lebbeyke haccen ve umraten — Allah'ım! Hac ve umre davetine
icabet ettim." diye telbiyede bulundu.
Âlimler umrenin hacca
iiâve edilmesi konusunda farklı iki görüş ileri sürmüşlerdir. Bu her iki görüş
de İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir; bunların en meşhur olanına göre böyle
bir şey sahih olmaz. Ebu Hanîfe ve talebeleri —Allah onlara rahmet etsin— gibi
sahih olduğunu söyleyenler bu meseleyi şu temel üzerine oturtuyorlar: Kıran
yapan kimse iki tavaf, iki sa'y yapar. Umreyi hacca ilâve ettiği vakit yalnız
hacca niyetlenip ihram giyme üzerine ek fazla bir ameli kendisine gerekli
kılmış olur. Bir tavaf, bir sa'y yapmasının yeterli olacağını söyleyenler ise
diyorlar ki: Bu ilâve işinden kişi yalnızca iki yolculuktan birine çıkmama gibi
bir fayda eîde eder. Ek bir ameli kendisine gerekli kılmış olmaz, aksine noksan
yapmış olur. Bu da caiz değildir. Bu, cumhurun görüşüdür. [373]
Umre ihramına girdi,
sonra ona haccı da ekledi diyenlerin gerekçeleri Buhâri ve Müslim'in rivayet
ettikleri şu İbn Ömer hadisidir: "Allah Rasûiü (s.a.) Veda Haccmda umreyi
hacca eklemek suretiyle temettü' yaptı ve kurbanlık şevketti. Kurbanlığını
Zülhuleyfe'den beraberinde götürdü. Allah Rasûiü (s.a.) önce umreden başlayıp
umreye niyetlendi, ihrama girdi ve telbiye getirdi. Sonra hacca niyetlenip
ihrama girdi, telbiye getirdi."
Bu hadis, Hz.
Peygamber'in (s.a.) önce umre ihramına girdiğini, sonra ona haccı da
eklediğini açık bir şekilde ifade etmektedir. Yine şu rivayet de bunu ortaya
koyar: İbn Ömer, İbn Zübeyr devrinde hacca çıktığında umreye niyetlenip ihrama
girdi, telbiye getirdi. Sonra "sizi şahit tutuyorum, ben umremle beraber
hac yapmayı kendime vacip kıldım." dedi ve Kudeyd mevkiinde (Mekke
yakınında bir yer) satın aldığı kurbanı hedy olarak şevketti. Sonra hac ve
umreye birlikte telbiye getirerek yola koyuldu. Mekke'ye gelince Beytullah'ı
tavaf etti, Safa-Merve arasında sa'y yaptı; ve bunun üzerine bir ilâvede
bulunmadı. Kurban kesmedi, saçını tıraş ettirmedi ve kısalttırmadı; ihramdan
çıkacak (veya ihramlı iken yapmaması gereken) hiçbir şey yapmadı. Kurban bayramının birinci
günü olunca kurbanım kesti, saçını tıraş ettirdi. Yaptığı ilk tavafla hac ve
umre tavafım yerine getirmiş olduğu görüşünde bulundu ve: "Allah Rasûiü
(s.a.) de böyle yaptı." dedi. [374]
Bunlara göre Hz.
Peygamber (sa..) ihramın başında temettü' ihram esnasında ise kıran yapmıştır.
Bunlar öncekilere göre daha mazurdur. Hac-cın umreye ilâvesi caizdir, bunda
bilindiği kadarıyla bir tartışma yoktur. Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Âişe'ye
(r.a.), haccı umreye ilâve etmesini emretmiş ve o da böylece kıran yapmıştır.
Ancak sahih hadislerin siyakı, bu görüş sahiplerini reddeder. Zira Enes, Hz.
Peygamber'in (s.a.) öğleyi kılınca hac ve umreye birlikte niyetlenip telbiye
getirdiğini haber vermiştir. Sa-A/A'deki bir hadiste de Hz. Âişe şöyle
anlatıyor: Zilhicce ayının girmesine yakın Allah Rasûiü (s.a.) ile birlikte
Veda haccına çıktık. Allah Rasûiü (s.a.) "İçinizden kim umreye niyetlenip
ihrama girmek, telbiye getirmek isterse öyle yapsın. Şayet ben kurbanlık
sevketmeseydim kesinlikle umreye niyetlenip ihrama girer, telbiye getirirdim."
buyurdu. Bunun üzerine kimileri umreye ve kimileri de hacca niyetlenip ihrama
girdi, telbiye getirdi. Ben ise umreye niyetlenip ihrama giren, telbiye
getirenlerden idim... Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[375] Bu
hadis açıkça ifade etmektedir ki, Hz. Peygamber (s.a.) daha o vakit umreye
niyetlenmemişti. O halde Hz. Âişe'nin bu sözü ile Sahih'deki "Allah Rasûiü
(s.a.) Veda haccında temettü' yaptı." sözünü ve "Allah Rasûiü (s.a.)
hacca niyetlenip ihrama girdi, telbiye getirdi." sözünü —kî bunların
hepsi Sahihedir— birleştirirsen anlarsın ki, Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.)
tek olarak ayrı bir umre yapmadığını söylüyor, kıran haccıyla birlikte umre
yapmadığını söylemiyor; yukarıda da geçtiği üzere sahabîler, kırana temettü'
adı da veriyorlar; bu durum Hz. Peygamber'in (s.a.) hacca niyetlenip ihrama
girmesiyle de çatışmaz. Çünkü kıran umresi onun içindedir, ondan bir parçadır.
Aynı zamanda Hz. Âişe'nin "Hz. Peygamber (s.a.) haccı, ifrâd yaptı."
sözüyle de çatışmaz. Zira umre amelleri, hac amellerine girip de hac amelleri
birer kere yapılınca bu, ameli ifrâd ( = birer kere yapma) demek olur.
Hacca ifrâd yaparak
telbiye getirmek ise, sözü ifrâd yapmak (tek söylemek) demektir. Denilmiştir
ki, İbn Ömer'in rivayet ettiği "Allah Rasûiü (s.a.) Veda haccında umreyi
hacca ekleyerek temettü' yaptı. Allah Rasûiü
(s.a.) önce umreye niyetlenip ihrama girdi,
telbiye getirdi. Sonra hacca niyetlenip ihrama girdi, telbiye getirdi."
hadisi, yine onun rivayet ettiği bir başka hadiste anlam bakımından rivayet edilmiştir:
İbn Ömer, bunu İbn Zübeyr fitnesi sırasında yaptığı hac senesinde yapmış; önce
umreye niyetlenip ihrama girmiş, telbiye getirmiş ve sonra da: "Hac ile
umrenin hali birdir. Sizi şahit tutuyorum, ben umremle beraber hac yapmayı
kendime vacip kıldım." deyip hac ve umreye birlikte niyetlenip ihrama
girmiş ve telbiye getirmişti. Bu hadisin sonunda da "Allah Rasûlü (s.a.)
de böyle yaptı." demiştir. Burada îbn Ömer, Hz. Peygamber'in (s.a.) bir
tek tavaf ve bir tek sa'y yapmakla yetindiğini söylemek istemiş ve onun bu
sözleri, (yaptığı şey) anlamına alınmış ve o şekil rivayet edilerek "Allah
Rasûlü (s.a.) önce umreye niyetlenip ihrama girdi, telbiye getirdi. Sonra hacca
niyetlenip ihrama girdi, telbiye getirdi." denmiştir. Bunu yapan ancak
İbn Ömer'dir. Bu ihtimal uzak değil, hatta ortada olan budur. Çünkü Hz. Âişe,
Hz. Peygamber'in (s.a.): "Yanımda kurbanlık bulunmasaydı umreye niyetlenip
ihrama girer, telbiye getirirdim." dediğini; Enes, Hz. Peygamber'in
(s.a.) öğleyi kılınca hac ve umreyi kendisine vacip kıldığını ve Hz. Ömer
(r.a.), Rabbinden O'na vahiy geldiğini ve bu şekilde yapmasını emrettiğini
haber veriyor.
Soru: Peki Zührî'nin
Urve'nin kendisine Hz. Âişe'den, Sâlim'in (babası) İbn Ömer'den aktardığı
hadisin benzeri bir hadis aktardığını söylemesini ne yapacaksınız?
Cevap: Hz. Âişe'nin
haber verdiği, Hz. Peygamber'in (s.a.) haccı ve umresi için bir tek tavaf
yaptığıdır. Bu da Urve'nin ondan aktardığı Sahi-hayn'daki rivayete uygundur:
"Umreye niyetlenenler Beytullah'ı tavaf edip Safa-Merve arasında sa'y
yaptılar, sonra ihramdan çıktılar. Mina'dan döndükten sonra da hacları için
bir başka tavaf daha yaptılar. Hac ve umreyi birleştirenler ise bir tek tavaf
yaptılar." İşte bu hadis, Sâlim'in babasından rivayet ettiği hadisle
tıpatıp aynıdır. "Allah Rasûlü (s.a.): Yanımda kurbanlık bulunmasaydı
umreye niyetlenip ihrama girer, telbiye getirirdim, buyurdu." ve
"Allah Rasûlü (s.a.) hacca niyetlenip ihrama girdi, telbiye getirdi."
diyen Hz. Âişe, nasıl: "Allah Rasûlü (s.a.) önce umreye, sonra da hacca
niyetlenip ihrama girdi, telbiye getirdi." demiş olabilir? Artık Hz.
Peygamber'in (s.a.) ihramın başlangıcında tek umreye niyetlenmediği
anlaşılmıştır. En doğrusunu Allah bilir. [376]
Hz. Peygamber (s.a.)
mutlak ihrama girdi, herhangi bir hac türünü belirlemedi; daha sonra Safa-Merve arasında iken
kendisine hüküm bildiren âyet geldiği vakit yaptığı haccın türünü belirledi,
diyenlere gelince: İmam Şafiî'nin (r.h.) görüşlerinden biri de budur. Şafiî,
ihtilâfu'l-Hadis adlı kitabında buna parmak basmış ve demiştir ki: Sabit bir
rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) hükmü beklemek için çıktı. Safa-Merve
arasında iken kendisine hüküm indi. Bunun üzerine ashabına, yanında kurbanlık
bulunmadığı halde ihrama girenlerin bu ihramlarını umreye saymalarını
emretti... Hz. Peygamber'in (s.a.) hükmü bekleyiş özelliğindendir ki, hac ve
umre konusunda Allah'ın tanıdığı kolaylığı tercih etmek isteyerek haccı farz kılan
âyetin inmesinden (hemen) sonra Medine'den hac yapmak için çıkmadı. Böylesi
daha garantili olmalıdır. Çünkü kendisine mülâanede bulunan iki kişi
getirildiği zaman da hükmü bekledi. Aynı şekilde hac konusunda da hükmü
beklediği bilinmektedir.
Bu görüş sahiplerinin
gerekçeleri: Sahihayn'dâ rivayet edildiğine göre Hz. Âişe (r.a.) diyor ki:
"Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber yola çıktık; hac ve umrenin sözünü
etmiyorduk." Bu metinde ise şöyle diyor: "Hz. Peygamber (s.a.)
telbiye getiriyordu. Ne haccı, ne umreyi söylüyordu...".Ondan gelen bir
rivayette de şöyle diyor: "Hacdan başka bir niyetimiz olmaksızın Allah
Rasûlü'nün beraberinde yola çıktık. Mekke'ye yaklaştığımız vakit Allah Rasûlü
(s.a.) yanında kurbanlık bulunmayanların Beytullah'ı tavaf edip, Safa-Merve
arasında sa'y yaptıktan sonra ihramdan çıkmalarını emretti."[377]
Tavas diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) hükmü bekler bir halde hac ve umrenin adım
anmaksızm Medine'den yola çıktı. Safa-Merve arasında iken O'na hüküm indi.
Bunun üzerine ashabına, yanında kurbanlık bulunmadığı halde hacca niyetlenip ihrama
girenlerin haclarını umreye çevirmelerini emretti...
Hz. Peygamber'in
(s.a.) haccını anlattığı uzunca bir hadiste Câbir diyor ki: ...Allah Rasûlü
(s.a.) mescidde namazı kıldı. Sonra devesi Kasvâ'ya bindi. Devesi O'nu Beydâ
tepesine çıkarınca gözüm alabildiğince uzaklara baktım, Peygamberimizin önü
süvari-yaya insan kaynıyordu. Bir o kadar sağında, bir o kadar solunda ve bir o
kadar da arkasında kalabalık vardı. Allah Rasûlü (s.a.) ise ortamızda idi. O'na
Kur'an âyetleri iniyor ve kendisi yorumunu biliyordu. O ne yaparsa biz de onu
yapıyorduk. O şöylece tevhidle
telbiyede bulundu:
"Buyur, Allah'ım,
buyur! Buyur, Senin hiç bir ortağın yok, buyur! Hamd Senin, nimet Senin, mülk
Senin. Ortağın yok Senin." İnsanlar da bu şekilde telbiye getirdiler.
Allah RasûTü (s.a.) telbiye getirmeyi sürdürdü. [378]Görüldüğü
gibi Câbir, Hz. Peygaber'in (s.a.) bu telbiyeye bir ilâvede bulunmadığım haber
vermiş ve getirdiği telbiyeyi ne hacca, ne umreye ve ne de kırana izafe
ettiğini söylemiştir.
Bu gerekçelerden
hiçbirinde, Hz. Peygamber'in (s.a.) başlangıçta hac-cın türünü belirleyerek
ihrama girdiğini ve kıran yaptığını ifade eden hadislerle çelişen bir taraf
yoktur. Tavus hadisi mürseldir, bununla müsned olan temel hadislere muhalefet
edilemez. Bu hadisin sahih veya hasen yolla muttasıl olarak rivayet edildiği
bilinmemektedir. Sahih olsa bile Hz. Peygamber'in (s.a.) hükmü beklemesi
mîkata varıncaya kadar geçen zaman zarfındadır. O vadide iken kendisine hüküm
geldi. Rabbinden bir elçi gelip: "Bu mübarek vadide namaz kıl ve: Hac
içinde umreye niyetlendim, de." demiştir. İşte beklediği bu hüküm
kendisine ihramdan önce gelmiş ve kıran yapmasını belirlemiştir. Tâvus'un:
"Safa-Merve arasında iken O'na hüküm indi." sözünde geçen hüküm,
ihramı konusunda inen hükmün dışında bir başka hükümdür. Zira yukarıdaki hüküm
Akîk vadisinde inmişti. Hz. Peygamber (s.a.) Safa-Merve arasında iken inen
hüküm ise sahabeye, haccı umreye çevirmelerini emrettiği hükümdür. İşte o vakit
yanında kurbanlık hayvanı bulunmayanlara haclarını umreye çevirmelerini
emretmiş ve: "Bu yapmakta olduğum hacca yeniden başlıyor olsaydım
kurbanlık sevketmez, haccı umreye çevirirdim." demişti. Bu vahiyle gelen
kesin emirdir. Zira sahabîler bu konuda çekimser davranınca "Size
emrettiğimi yapmaya bakın." diye buyurdu.
Hz. Âişe'nin:
"Biz yola çıktığımızda hac ve umrenin sözünü etmiyorduk." sözünü,
şayet ondan sağlam bir şekilde aktarılmışsa ihramdan önceye yüklemek vacip
olur. Aksi halde ondan gelen ve sahabîîerin kimilerinin
mîkatta hacca, kimilerinin umreye niyetlenip
ihrama girerek telbiye getirdiklerini ve kendisinin de umreye niyetlenip
ihrama girenlerden olduğunu ifade eden diğer sahih rivayetlerle çatışır.
"Telbiye getiriyor; ne haccı, ne umreyi söylüyorduk." sözüne geiince;
bu durum ihramın başında idi. Hz. Âişe, kendilerinin Mekke'ye kadar bu şekilde
devam ettiklerini söylememiştir. Bu kesinlikle asılsızdır. Zira Allah
Rasûlü'nün (s.a.) ihrama girişini ve ne şekil telbiye getirdiğini işitenler
buna şahitlik etmişler ve böylece haber vermişlerdir. Onların rivayetlerini
reddetmeye yol yoktur. Bu, Hz. Âi-şe'den (s.a.) sahih yolla aktanlsa bile
neticede Hz. Âişe, mîkatta sahabîîerin getirdikleri telbiyeyi hafızasında iyi
tutamamış ve böyle bir şeyin olmadığını söylemiş; onun dışındaki sahabîler ise
hafızalarında iyi tutmuş ve böyle bir şeyin varlığını söylemiş olurlar.
Erkekler bunu kadınlardan daha iyi bilirler.
Câbir'in (r.a.);
"Allah Rasûlü (s.a.) tevhidle telbiyede bulundu." sözünde ise
yalnızca Hz. Peygamber'in (s.a.) ne şekil telbiye getirdiği haber verilmiştir.
Hem bu sözde Hz, Peygamber'in (s.a.) hiçbir şekilde ve herha-lükârda ihrama
girdiği hac ibadetinin türünü belirlemediğini ifade eden bir şey de yoktur. Bu
hadisler hac türünün belirlenmediği konusunda açık olsalar bile belirlendiğini
söyleyenlerin rivayet ettikleri hadisleri almak daha uygundur. Çünkü bu
hadisler çoktur, sahihtir, muttasıldır ve de belirlenmediğini söyleyenlere
gizli kalan fazla bir bilgiyi içermekte, ortaya koymakta ve ispat
etmektedirler. Bu, Allah'a hamdolsun apaçıktır. Başarı yalnız Allah'tandnv[379]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) haccını anlatmaya dönelim:
Allah Rasûlü (s.a.)
başının saçlarını "gısl" ile birbirine tutturdu.[380]
—Gısl, hanım otu gibi (sabun, losyon görevi gören) kendisiyle baş yıkanan ve
dağılmaması için saçlar birbirine tutturulan şeye verilen addır.— Namazgahında
niyetlenip telbiye getirdi. Sonra devesine bindi, yine telbiye getirdi. Devesi
üzerinde Beydâ tepesine çıkınca da telbiye getirdi. İbn Ab-bas diyor ki:
"Allah'a yemin ederim.Hz. Peygamber (s.a.) namazgahında
niyetini yaptı. Devesine binince ve Beydâ
tepesi doruğuna çıkınca telbiye getirdi. "[381]
Kâh hac ile umreye,
kâh hacca telbiye getiriyordu. Çünkü umre, hac-cın bir parçasıdır. Bu yüzden
Hz. Peygamber'in (s.a.) kıran yaptığı da, temettü' yaptığı da, ifrâd yaptığı da
söylenmiştir. İbn Hazm: "Hz. Peygamber'in (s.a.) telbiye getirişi öğleden
az önce idi." demişse de bu onun bir yamlgısıdır. Bilinen o ki, Hz.
Peygamber (s.a.) öğle namazından sonra ihram giyip telbiye getirmiştir. Katiyen
hiç kimse öğleden önce ihrama girdiğini söylememiştir. İbn Hazm, bunu neye
dayanarak söyledi bilmiyorum. Oysa İbn Ömer: "Allah Rasûlü (s.a.) ancak
devesi ayağa kalktığı vakit Şecere yanında devesi üzerinde telbiye
getirdi." demiştir.[382]
Enes ise "Öğleyi kıldı, sonra devesine bindi." demiştir.[383] Her
iki hadis de Sahih'de rivayet edilmiştir.
Bu iki hadisi
birleştirirsen Hz. Peygamber'in (s.a.) ancak öğle namazından sonra telbiye
getirdiği ortaya çıkar. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) şu şekilde telbiyede
bulundu:
Bu telbiyeyi yüksek
sesle getirdi, ashabı da işitti ve Allah'ın kendisine emretmesiyle, o da onlara
telbiye getirirken seslerini yükseltmelerini emretti.[384]
Mahfe, hevdec ve
ammâriye içinde değil, deve palanı üzerinde hac yapmıştır. Yükü altında idi.
İhramh kimsenin mahfe, hevdec ve ammâriye gibi bir şey içine binmesinin caiz
olup olmadığı tartışılmış, bu konuda ortaya iki farklı görüş çıkmıştır. Her
ikisi de İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir: 1) Caizdir. Şafiî ve Ebu
Hanife'nin görüşü de böyledir. 2) Yasaktır. Mâlik de bu görüştedir.
Hz. Peygamber (s.a.),
sahabîleri ihrama girerken hac ibadetinin üç türü arasında serbest bıraktı.
Sonra Mekke'ye yaklaştıklarında yanlarında kurban bulunmayanların hac ve kıranı
umreye çevirmelerinin iyi olacağını söyledi. Daha sonra da Merve'de bunu onlara
vacip kıldı.
Hz. Ebu Bekir'in
karısı Esma bt. Umeys —Allah her ikisinden de razı olsun— Zülhuleyfe'de
Muhammed b. Ebu Bekir'i doğurdu. Allah Rasûlü (s.a.), Esmâ'ya gusletmesini,
kan akmasını engellemek için önüne pamuk tıkayıp bir bezle kuşak gibi
bağlamasını ve ihrama girip telbiye getirmesini emretti.[385] Bu
olayda üç sünnet vardır: 1) İhramlının gusledebileceği, 2) Hayızlı kadının
ihram için gusledeceği, 3) Hayızlınm ihrama girmesinin sahih olacağı.
Sonra Allah Rasûlü
(s.a.) yukarıda zikredilen telbiyeyi söyleye söyleye yoluna devam etti.
Yanındaki insanlar telbiye getirirlerken kâh ilâveler kâh çıkarmalar
yapıyorlardı. O ise bunları işittiği halde ses çıkarmıyor, karşı
gelmiyordu.[386]
Telbiyesini sürdürdü.
Ravhâ'ya vardıklarında yaralı bir yaban eşejği gördü. "Bırakın onu. Sahibi (yani yaralayan avcı)
hemen hemen gelmek üzeredir." buyurdu. Sahibi, Allah Rasûlü'ne (s.a.)
geldi ve: "Ey Allah'ın Rasûlü! Buyrun, bu eşeği ne yaparsanız yapın."
dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) Hz. Ebu Bekir'e, bu hayvanı yoldaşlar
arasında paylaştırmasını emretti, o da gerekeni yaptı.[387] Bu
olay, şu hususlara delil teşkil eder:
1- İhramlı
kimsenin, ihramlı olmayan birinin avladığı bir avdan — şayet ihramhnın kendisi
için avlanmamışsa— yemesi caizdir. Buradaki av sahibinin ihramlı olmamasına
gelince, herhalde bu zat Zülhuleyfe'ye uğramamıştır; Ebu Katâde kıssasındaki
Ebu Katâde'nin durumundadır.
2- Hibe akdinin geçerli olabilmesi için
"hibe ettim" demeye gerek yoktur. Hibeye delâlet eden herhangi bir
şeyle hibe akdi sahih olur.
3- İşe yarayacak şekilde seçip ayırarak eti
kemikli olarak paylaştırmıştır.
4- Mecalsiz bırakacak şekilde yaralamak ve
kaçamaz hale getirmekle ava sahip olunur. Av, yakalayanın değil, yaralayanındır.
5- Yaban eşeğinin etini yemek helâldir.
6- Paylaştırma ( = kısmet) için vekil tayin
edilebilir.
7- Paylaştırmayı yapan, bir kişi olabilir. [388]
Sonra yola koyuldu. Ruveyse
ve Arc denilen yerler arasında kalan Üsâye'ye varınca başını ön ayakları ile
arka ayakları araşma eğmiş, yere kıvrılmış vaziyette bir gölgede yatmakta olan,
vücuduna ok saplanmış bir ceylana rastladı. Hiç kimsenin onu endişelendirmemesi
için herkes geçip gidinceye kadar başında bekleyecek bir adam görevlendirdi.[389]
Ceylan kıssası ile eşek kıssası arasındaki fark, eşeği avlayan kişi ihramlı
değildi. Bu yüzden onu yemeyi yasaklamadı. Ceylanı avlayanın ise ihramsız olup
olmadığı bilinmiyordu. Kendileri ihramlıydı. Bundan dolayı yemelerine izin
vermedi; hiç kimsenin o ceylanı almaması için de herkes geçip gidinceye kadar
onun yanında bekleyecek bir vekil görevlendirdi.
Bu kıssa
göstermektedir ki, ihramhmn avı öldürmesi, helâl olmama konusunda avı, lâşe yerine
geçirmektedir. Çünkü helâl olsaydı, mal oluşu zayi olmazdı. [390]
Sonra yola devam etti.
Arc'da konakladı. O'nun yükü ile Hz. Ebu Bekir'in yükü birdi ve Hz. Ebu
Bekir'in uşağının yanında idi. Allah Rasûlü (s.a.) oturdu. Hz. Ebu Bekir bir
yanma, Hz. Âişe diğer yanına ve (Hz. Ebu Bekir'in) karısı Esma kocasının yanına
oturdu. Hz. Ebu Bekir uşağı ve yükü bekliyordu. Uşak çıkageîdi. Yanında deve
yoktu. Ebu Bekir: "Deven nerede?" diye sordu. "Bu gece
yitirdim." dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir: "Bir tek deveyi
yitiriyorsun ha!" diye öfkelenip uşağı dövmeye başladı. Allah Rasûlü
(s.a.) ise tebessüm ediyor ve "Bakın şu ihramlıya, ne yapıyor?"
diyordu. Allah Rasûlü (s.a.) bundan başka bir şey söylemiyor, tebessüm
ediyordu. Ebu Davud bu kıssayı "İhramhnın uşağını terbiye için
cezalandırması bölümü" başlığı altında vermiştir.[391]
Sonra Allah Rasûlü
(s.a.) yola koyuldu. Ebvâ'ya varınca Sa'b b. Ces-sâme, O'na bir yaban eşeğinin
budunu hediye etti. Hz. Peygamber (s.a.) hediyeyi geri verdi ve: "İhramlı
olmasaydık reddetmezdik, geri verme sebebimiz yalnız budur." dedi.
SahihayrCdaki bir rivayette Hz. Peygamber'e (s.a.) bir yaban eşeği hediye
edildi denilmektedir. Müslim'deki bir metinde ise "yaban eşeği eti"
diye geçmektedir.[392]
Humeydî diyor ki:
Süfyan bu hadisin rivayetinde "Allah Rasûlü'ne (s.a.) yaban eşeği eti
hediye edildi." derdi. Süfyan bazan "ucundan kan damlayan" der,
bazan da bunu söylemezdi. Geçen zaman içerisinde Süf-yan'ın "yaban eşeği"
dediği de olmuştur. Sonra "et" dedi ve bunu ölünceye kadar sürdürdü.[393] Bir
rivayette "yaban eşeği yarısı" ve bir diğer rivayette de "yaban
eşeği bacağı" geçmektedir.
Yahya b. Saîd'in Cafer
— Amr b. Ümeyye ed-Damrî — babası (Ümeyye ed-Damrî) — Sa'b senediyle rivayetine
göre Cuhfe'de iken Hz. Peygam-ber'e (s.a.) yaban eşeğinin budu hediye edildi.
Hem kendisi, hem de yanındaki insanlar ondan yediler. Beyhakî, "Bu hadisin
senedi sahihtir." diyor.[394]
Şayet bu rivayet sağlamsa Hz. Peygamber (s.a.) diri olanını geri çevirmiş, eti
kabul etmiş demektir.
Şafiî (r.h.) diyor ki:
Şayet Sa'b b. Cessâme Hz. Peygamber'e (s.a.) eşeği diri olarak hediye etmişse
ihramlı kişi yaban eşeği kesemez. Eğer eşeğin etini hediye etmişse,
muhtemeldir ki, Hz. Peygamber (s.a.) bu eşeğin kendisi için avlanmış olduğunu
bildiğinden onu Sa'b'a geri vermiştir. Bunun izahı Câbir hadisindedir...
Mâlik'in rivayet ettiği "Hz. Peygamber'e (s.a.) bir eşek hediye
etti." hadisi, başkalarının rivayet ettiği "Hz. Peygamber'e (s.a.)
eşek eti hediye etti." hadisinden daha sabittir.
Ben derim ki: Yahya b.
Saîd'in Cafer'den rivayet ettiği hadis, kuşkusuz bir hatadır. Çünkü olay
birdir. Bu şâz ve münker rivayet istisna edilecek olursa râviler Hz.
Peygamber'in ondan yemediğinde ittifak etmişlerdir.
Sa'b'ın Hz. Peygamber'e
(s.a.) hediye ettiği diri mi idi, yoksa et mi idi ihtilâfına gelince, et
olduğunu rivayet edenlerin rivayeti üç yönden kabule daha elverişlidir:
1- Bunun râvisi iyi bellemiş ve olayı iyi
zabtetmiştir. Öyle ki ucundan kan damlamakta olduğunu bile zabtetmiştir. Bu da
olayı, bu önemsiz hâdiseye varıncaya kadar iyi bellediğini, hafızasında
tuttuğunu gösterir.
2- Bu rivayet hediye edilenin, eşeğin bir bölümü
ve ondan bir et olduğu konusunda açıktır; "Hz. Peygamber'e (s.a.) bir
eşek hediye etti." sözüyle çelişmez. Hatta "et" rivayetini, ete
hayvanın adı verilmiştir diye yorumlamak mümkündür. Bu da dil yönünden
olmayacak şey değildir.
3- Diğer
rivayetler hediye edilenin hayvanın bir kısmı olduğu konusunda birleşmekte,
yalnızca o kısmın hangi kışımı olduğunda birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Bu
kısım eşeğin budu mu, yarısı mı, bacağı mı yoksa bir parça eti mi idi? Bu
rivayetler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü hediye edilenin, budun ve
bacağın bulunduğu yarı olması mümkündür ve bunu öyle de böyle de söylemek
doğrudur. Hem İbn Uyeyne "bir eşek" sözünden vazgeçip ölünceye kadar
"eşek eti" sözünde sebat etmiştir. Bu da gösterir ki, Hz.
Peygamber'e (s.a.) Sa'b'm hayvan değil, et hediye etmiş olduğu onun tarafından
anlaşılmıştır. Bununla Ebu Katâde'nin avladığından yemesi arasında bir çelişki
yoktur. Zira Ebu Katâde hâdisesi hicretin altıncı yılı Hudeybiye senesi meydana
gelmişti. Sa'b hâdisesi ise ya birçok kimsenin söylediği üzere Veda hacci
sırasında —ki Hacceîüi-Vedâ adlı eserinde Muhib et-Taberî de böyle demektedir—;
ya da Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı umrelerden biri esnasında meydana
gelmiştir. Bu sonuncusu şüphelidir. Ceylan hâdisesi ile Yezîd b. Kâ'b
es-Sülemî el-Behzî'nin eşeği olayı Veda haccı sırasında mı, yoksa Hz.
Peygamber'in (s.a.) umrelerinden biri sırasında mı meydana gelmiştir? Allah
daha iyi bilir. Şayet Ebu Katâde hadisi, "Ebu Katâde avı Hz. Peygamber
(s.a.) için avlamamıştı" şeklinde ve Sa'b hadisi, "Sa'b avı Hz.
Peygamber (s.a.) için avlamıştı" şeklinde yorumlanırsa problem ortadan
kalkar. Câbir'in Hz. Peygamberden (s.a.) aktardığı şu (merfû) hadis de buna
şahitlik eder: "Kara hayvanlarının avı, hayvanı siz avlamadıkça yahut
hayvan sizin için avlanmadıkça size helâldir."[395]
Ancak İdadisi, Câbir'den rivayet eden Muttalib b. Hantab'ın Câ-bir'den hadis
işittiği bilinmemektedir denilerek hadisin illetli olduğu söylenmiştir. Bunu
söyleyen Nesâî'dir. Taberî, Hacceîü'l-Vedâ adlı eserinde diyor ki:"Biraz
yol alınca Ebu Katâde bir yaban eşeği avladı. Kendisi ihramlı değildi. Hz.
Peygamber (s.a.): He/hangi biriniz Ebu Katâde'ye bir şey emretti yahut ona avı
gösterdi mi? diye sorduktan sonra ashabına o avdan yemelerini helâl
kıldı." Bu, merhumun bir yanılgısıdır. Çünkü Ebu Katâde hâdisesi Hudeybiye
senesi meydana gelmişti. Sahihayn'da bu şekilde rivayet edilmiştir: Oğlu
Abdullah, onun şöyle dediğini aktarır: "Biz Hudeybiye senesi, Hz.
Peygamber'in (s.a.) beraberinde yola çıktık. Ashabı ihrama girdi, ben
girmedim..." Hadisin devamında Ebu Katâde, yaban
eşeği hâdisesini anlatmaktadır.[396]
Usfan vadisinden
geçerken "Ey Ebu Bekir! Bu, hangi vadidir?" diye sordu. Hz. Ebu Bekir
"Usfan vadisidir." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Hz. Hûd ve Hz.
Salih, yularları hurma lifinden yapılmış iki kızıl genç deve üzerinde (kendilerine
inananlarla birlikte) belden aşağılarına aba, belden yukarılarına alacalı kumaş
bürümüş oldukları halde Beyt-i Atîk'i ziyaret için buradan telbiye getirerek
geçmişlerdi." buyurdu. Bu hadisi İmam Ah-med, Müsned'de rivayet etmiştir.[397]
Hz. Peygamber (s.a.)
Şerife varınca Hz. Âişe (r.a.) hayız oldu. Oysa umreye niyetlenip ihrama
girmişti. Hz. Peygamber (s.a.) yanma girdi; o ağlıyordu. "Niçin
ağlıyorsun? Herhalde hayız gördün?" dedi. O da "Evet" diye
karşılık verdi. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu: "Bu, Allah'ın, Âdem
kızlarına yazdığı bir şeydir. Sen, hacıların yaptığını yap. Ancak Beytullah'i
tavaf etme."[398]
Âlimler Hz. Âişe'nin
başına gelen olayda ihtilâf ettiler: Bu esnada o, temettü' haccı mı, yoksa
ifrâd hacci mı yapmaktaydı? Şayet temettü' haccı yapmakta idiyse umresini
bırakıp ifrâd haccına mı intikal etti, yoksa umreyi hacca katarak kıran mı
yaptı? Ten'îm'den yaptığı umre vacip miydi, değil miydi? Vacip değilse bu umre
İslâm umresinin (umretu'I-İslâm) yerini tutar mı, tutmaz mı? Âlimler yine Hz.
Âişe'nin nerede hayız görmeye başladığı ve nerede temizlendiği konularında da
ihtilâf etmişlerdir. Biz, şimdi Allah'ın yardımı ve tevfikiyle bu konuyu
yeterince açıklayacağız. [399]
Fakihler, Hz. Âişe
kıssasına dayalı şu meselede ihtilâf etmişlerdir: Bir
kadın umre ihramına girdikten sonra hayız
olsa ve Arafat'ta vakfe yapmadan önce tavaf yapması mümkün olmasa umre
ihramını çıkarıp ifrâd haccına niyetlenerek ihram mı giyer, yoksa haccı umreye
katıp kıran mı yapar? Birinci görüşü aralarında Ebu Hanife ve öğrencilerinin
bulunduğu Küfe fakihleri; ikincisini ise aralarında Şafiî ve Mâlik'in de
bulunduğ Hicaz fakihleri benimsemişlerdir. Bu son görüş İmam Ahmed ve tabileri
gibi hadis ekolü mensuplarının da görüşüdür.
Kûfeliler diyorlar ki:
Sahihayn'da. Urve'den rivayet edildiğine göre Hz. Âişe anlatıyor: Ben umreye
niyetlenip ihrama girdim, telbiyeye başladım. Mekke'ye hayizlı olarak girdim.
Ne Beytullah'ı tavaf ettim, ne de Safa-Merve arasında sa'y yaptım. Bu durumdan
Allah Rasûlü'ne (s.a.) yakındım. O da bana: "Başını çöz, saçlarını tara,
hacca niyetlen ve umreyi bırak." buyurdu. Buyurduğunu yaptım. Hac
vazifesini bitirince Allah Rasû-lü (s.a.) beni (kardeşim) Abdurrahman b. Ebu
Bekir ile birlikte Ten'îm'e gönderdi. Oradan ihrama girip umre yaptım. Hz.
Peygamber (s.a.): "İşte bu, senin umrenin yerinedir."[400] Bu
hadis göstermektedir ki, Hz. Âişe temettü' haccı yapmaktaydı ve umresini
bırakıp hac için ihrama girmişti. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) "umreni bırak"
ve "başım çöz, saçlarını tara" diye buyurmuştur. Şayet ihramı üzere
kalmış olsaydı saçlarını taraması caiz olmazdı. Bir de Hz. Peygamber (s.a.),
Hz. Âişe'nin Ten'îm'den yaptığı umre için "İşte bu, senin umrenin
yerinedir." buyurmuştur. Şayet birinci umre aynen kalmış olsaydı bu, onun
yerine olmaz; başlı başına müstakil bir umre olurdu.
Cumhur diyor ki: Hz.
Âişe kıssasını hakkıyla düşünürseniz, çeşitli tarîklerini ve olayın
parçalarını bir araya getirirseniz, Hz. Âişe'nin kıran haccı yaptığını ve
umreyi bırakmadığını anlarsınfz. Sahih-i Müslim'de rivayet edildiğine göre
Câbir (r.a.) anlatıyor: Âişe, umreye niyetlenip ihrama girdi, telbiye getirdi.
Şerife varınca hayız gördü. Sonra Allah Rasûlü (s.a.), Âişe'nin yanına girdi.
Onu ağlar bir halde buldu. "Bu halin ne?" diye sordu. O da:
"Hayızh bir haldeyim. İnsanlar (umre için girdikleri) ihramdan çıktılar,
ben çıkmadım. Beytullah'ı tavaf etmedim. İnsanlar şimdi hacca gidiyorlar."
dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Bu, Allah'ın Âdem kızlarına yazdığı bir şeydir.
Gusül abdesti al, sonra hacca niyetlenip ihrama gir, telbiye getir."
buyurdu. Âişe de denileni yaptı. Bütün vakfe yerlerinde bulundu.
Temizlenince de
Kabe'yi tavaf etti, Safa-Merve arasında sa'y yaptı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.)
ona: "Yaptığın haccın ve umrenin ihramından çıkmış oldun." dedi.
Âişe: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben, Beytullah'ı tavaf etmeden hac yapmış
olmaktan dolayı içimde bir hüzün duyuyorum." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) de
(Âişe'nin kardeşine): "Ey Abdurrahman! Onu götür, Ten'îm'den umre yaptır."
buyurdu.[401]
Sahih-i Müslim'de
Tâvus'tan rivayet edildiğine göre Âişe diyor ki: "Umreye niyetlenip
ihrama girdim, telbiye getirdim. (Mekke'ye) geldim. Hayız olduğum için tavaf
yapmadım. (Geri kalan) bütün hac vazifelerimi yerine getirdim." Hz.
Peygamber (s.a.) hacıların Mina'dan Mekke'ye akın ettikleri "nefer
günü" Âişe'ye: "Yaptığın tavaf, haccın ve umren için yeterlidir."
buyurdu. [402]
İşte bunlar Hz.
Âişe'nin ifrâd haccı içinde olmayıp hac ve umre içinde bulunduğu konusunda açık
naslardır. Bu naslar açıkça göstermektedir ki, kıran yapan kimsenin bir tavaf,
bir sa'y yapması yeterlidir. Hz. Âişe de umre ihramını çıkarmamış, aksine
ihramı içinde kalmış, ihramdan çıkmamıştır. Hadisin metinlerinden birinde
"Umre niyetinde sebat et. Olur ki, Allah sana onu da nasib eder."
sözü geçmektedir.[403] Bu
söz, Hz. Pey-gamber'in (s.a.) "Umreni bırak" sözüyle çelişmez. Şayet
bu sözden maksadı umreden vazgeçmek, onu bırakmak olsaydı "Yaptığın
tavaf, haccın ve umren için yeterlidir." buyurmazdı. O halde anlaşıldı ki,
bu sözle "umre amellerini bırak" denilmek istenmiştir. Yoksa maksat
ihramından vazgeçmesini istemek değildir.
"Başını çöz,
saçlarını tara" sözüne gelince; bu insanlara pek müşkil gelen
şeylerdendir. Âlimler bu konuda dört yol tutmuşlardır:
Birinci yol: Bu söz,
umrenin bırakıldığının delilidir. Nitekim hanefîler böyle demektedirler.
İkinci yol: İhramlı
kimsenin saçlarını taramasının caiz olduğuna delildir. Bunu meneden, haram
sayan ne Kur'an'da, ne sünnette ve ne de ic-mâ'da bir delil vardır. Bu da İbn
Hazm ve başkalarının görüşüdür.
Üçüncü yol: Bu metnin
illetli olduğunu söyleyip "Urve bu metni tek başına, rivayet edip diğer
râvilere muhalefet etti. Oysa Hz. Âişe hadisini Tavus, Kasım, Esved ve başka
muhaddisler de rivayet ettikleri halde bunlardan hiçbiri bu metni
zikretmemiştir." diyerek reddetme. Diyorlar ki: Hammad b. Zeyd, Hişam b.
Urve — babası Urve — Âişe senediyle, Âişe'nin hac esnasında hayız olması
olayını rivayet ederken: Birçok kişi bana, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Âişe'ye:
"Umreni bırak, başını çöz, saçlarını tara." buyurduğunu rivayet
etmiştir, deyip hadisin devamını kaydeder. Diyorlar ki: İşte bu, Urve'nin bu
ilâveyi Âişe'den işitmediğinin delilidir.
Dördüncü yol:
"Umreyi bırak" sözü onu olduğu hal üzere bırak, ondan çıkma
anlamındadır. Yoksa maksat onun terkedilmesi değildir. Bu görüşü savunanlar
diyorlar ki: Şu iki husus bunu gösterir:
1. Hz. Peygamber'în (s.a.) "Yaptığın tavaf,
haccın ve umren için yeterlidir." buyurması.
2. "Umre niyetinde sebat et" hadisi.
Diyorlar ki: Bu, çelişkiden selâmette olduğu için hadisi, umreyi bırakmaya
yorumlamaktan daha iyidir. "...İşte bu, senin umrenin yerinedir."
hadisine gelince; Âişe ayrı bir umre yapmak istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.) ona, yaptığı tavafın haccı ve umresi için yeterli ve umresinin haccına
dahil olduğunu; böylece kıran haccı yapmış olduğunu haber verdi. Âişe ise daha
evvel niyetlendiği gibi başlı başına ayrı bir umre yapmakta diretti. Bunu elde
edince de Hz. Peygamber (s.a.) ona:
"İşte bu, senin umrenin yerinedir." buyurdu.
Esrem'in Sünen'inde
yer alan bir rivayette Esved anlatıyor: Âişe'ye: "Hacdan sonra umre yaptın
mı?" dedim. O da: "Vallahi, umre değildi. Yalnızca ziyaretti.
Beytullah'ı ziyaret ettim." dedi.
İmam Ahmed diyor ki:
Hz. Peygamber (s.a.), ısrar edince Hz. Âişe'ye umre yaptırdı. Âişe
"İnsanlar iki ibadet (hac ve umre) yaparak dönüyorlar. Ben ise bir
ibadetle (hacla) dönüyorum" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.):
"Ey Abdurrahman! Ona umre yaptır." dedi. Hıll bölgesinin en yakın
yerini gözetti; Âişe'ye oradan umre yaptırdı. [404]
Âlimler Hz. Âişe'nin
ilk önce hangi ihrama girdiği konusunda f&* iki görüş ortaya
atmışlardır:
Birinci görüş: Tek
umre ihramına girmiştir. Yukarıda kaydettiği! hadislerden dolayı doğru olan budur. Sahih'de Hz.
Âişe'nin şöyle dediği kaydedilmektedir: Veda haccında Allah Rasûlti (s.a.) ile
birlikte Zilhicce ayının başlarına doğru yola çıktık. Allah Rasûlü (s.a.):
"Sizlerden kim umreye niyetlenip ihrama girmek, telbiye getirmek isterse
öyle yapsın. Şayet ben kurban sevketmemiş olsaydım umreye niyet edip ihrama
girer, telbiye getirirdim." buyurdu. Ben de umreye niyetlenip ihrama
girenlerdendim... Bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Âişe'ye: "Umreyi
bırak, hacca niyetlenip ihrama gir" buyurmuştur. Bu sözü Hz. Peygamber
(s.a.) Hz. Âişe'ye, Mekke yakınlarındaki Şerifte söylemişti. Bu ifade Hz.
Âişe'nin umre ihramına girdiğini açık bir şekilde göstermektedir.
İkinci görüş: Önce
ifrâd haccı yapmak üzere hacca niyetlenip ihrama girmiştir. İbn Atrdilber diyor
ki: Kasım b. Muhammed, Esved b. Yezîd ve Amra, hepsi de Hz. Âişe'den, onun umre
değil hac ihramına girmiş olduğunu gösteren rivayetlerde bulunmuşlardır.
Amra'nın rivayetinde şöyle diyor: "Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte yola
çıktık. Bu yolculuğu yalnız hac yolculuğu olarak görüyorduk." Esved b.
Yezîd de benzerini rivayet etmiştir. Kâsım'ın rivayetinde ise "Allah
Rasûlü (s.a.) ile birlikte hac için telbiye getirdik" demektedir. İbn Abdilber
sözüne devamla diyor ki: Hz. Âişe'den "Ben umreye niyetlenip ihrama
girenler arasmdaydım." sözünü aktaran Urve'nin hata ettiğini
söylemişlerdir. İsmail b. İshak: "Bunlar yani Esved, Kasım ve Amra
kaydettiğimiz rivayetler üzerinde birleşmektedirler. Bundan da anladık ki,
Urve'den aktarılan rivayetler yanlıştır." demektedir, îbn Abdilber sözünü
şöyle sürdürüyor: Yanlış olması muhtemel görünmektedir. Hz. Âişe'nin
Beytullah'ı tavaf etmesinin mümkün olmaması, kurban sevketmemiş olanların
yaptıkları gibi onun da umre ihramından çıkması ve Hz. Peygamber'in (s.a.) ona
tavafı terkedip hacca devam etmesini emretmesi bu yanlışlığa düşmesine sebep
olmuştur. Böylece buradan Hz. Âişe'nin umreci olduğu, umresini terkedip hacca
başladığı anlamım çıkarmakla yanılgıya düşmüşlerdir. Ebu Ömer (İbn Abdilber)
sözüne devam ederek diyor ki: Câbir b. Abdullah, Urve'nin Hz. Âişe'den rivayet
ettiği gibi, Hz. Âişe'nin umreye niyetlenip ihrama girdiğini rivayet etmiştir.
Bu ikinci görüşü
savunanlar diyorlar ki: Urvenin yanlış anlaması Hz. Peygamber'in (s.a.) şu
sözünden kaynaklanmıştır: "Başını çöz, saçlarını tara, umreyi bırak ve
hacca niyetlenip ihrama gir, telbiye getir." Hammad b. Zeyd, Urve'nin oğlu
Hişam'dan babası Urve'nin şöyle dediğini rivayet eder: Birçok kimse bana, Allah
Rasûlü'nün (s.a.) Âişe'ye "Umreni bırak, başını çöz, saçlarını tara ve hac
yapan kimsenin yaptığım yap!" buyurduğunu aktarmıştır. Görüldüğü üzere
Hammad, Urve'nin bu sözü Hz. Âişe'den işitmediğini ortaya koymuştur.
Ben derim ki:
Reddedilmeleri için bir sebep, bir kusur bulunmayan ve asla yoruma açık olmayan
bu sahih ve sarih naslann, Hz. Âişe'nin ifrad haccı yaptığı konusunda açık
(zahir) olmayan mücmel (kapalı) bir ifade ile reddedilmeleri ne kadar hayreti
mucip! Zira onun ifrâd haccı yaptığını iddia edenlerin ileri sürdükleri delil
neticede onun "Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte yola çıktık. Bu yolculuğu
yalnız hac yolculuğu olarak görüyorduk." sözüdür. Aman Yarabbi, ne kadar
tuhaf! Temettü' yapan kimsenin hacdan başka birşey için yola çıktığı düşünülür
mü? Elbette temettü' yapan olarak hacca çıkmıştır. Nitekim, cünüp olduğu için
gusleden bir kimse önce abdest alsa "Cünüplükten dolayı gusletmek için
çıktım" demesi olmayacak bir şey değildir. Mü'minlerin annesi (r.a.) de
doğru söylemiştir. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) emriyle umre ihramına
girinceye kadar yolculuğu, yalnız hac yolculuğu olarak görüyordu. Sözleri
birbirini doğrulamaktadır.
Hz. Âişe'nin
"Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte hac için telbiye getirdik." sözüne
gelince: Sahi hay n'daki bir rivayete göre Câbir onun umreye niyetlenip ihrama
girdiğini, telbiye getirdiğim söylemiştir. Sahih-i Müslim'deki bir rivayete
göre de Tavus onun böyle yaptığını söylemiştir. Mücâhid de ondan aynısını
aktarmıştır. Hz. Âişe'den gelen rivayetler çelişse bile sahabenin ondan yaptığı
rivayet, tabiînin rivayetine göre alınmaya daha lâyıktır. Oysa burada hiç
çelişki yoktur. Çünkü "Şöyle yaptık" diyen kimsenin bu sözü hem
kendisinin ve hem de arkadaşlarının yapmış olmalarıyla doğrulanır.
Ne tuhaf! İbn Ömer'in:
"Allah Rasûlü (s.a.) umreyi hacca ilâve etmek suretiyle temettü'
yaptı." sözünün "Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabı temettü' yaptı"
anlamına geldiğini ve İbn Ömer'in fiili, emretmiş olmasından dolayı Hz.
Peygamber'e (s.a.) izafe ettiğini söylüyorlar! O zaman Hz. Âişe'nin "Hac
için telbiye getirdik." sözüyle de hac için telbiye getiren sahabe grubu
kastedilmiştir, deseniz ya! Yine onun "Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte
yola çıktık, O'nunla birlikte yolculuk yaptık." vb. sözlerinde olduğu gibi
"yaptık" sözü hakkında da aynısını söylemeli değil misiniz?!.. Şayet
bu rivayet yanlış değilse sahih ve sarih hadislerden dolayı kesinlikle bunu bu
şekilde yorumlayıp Hz. Âişe'nin umre ihramına girdiğini söylemek düşer. Hz.
Âişe'nin hadislerini en iyi bilen insanın, ondan aracısız şifahî olarak duyup
işiten Urve'nin bu konuda yanlışlık yaptığı nasıl söylenebilir?!..
Hammad'ın
rivayetindeki "Birçok kimse bana, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Âişe'ye: Umreni
bırak buyurduğunu aktarmıştır." sözüne gelince; bu rivayet, Hz. Âişe'den
gelen sahih rivayetlere aykırı düşerse bunu illetli sayıp reddetme gereği
ortaya çıkar. Ama o rivayetlere uygun düşer ve onları doğrular, Hz. Âişe'nin
umre ihramına girdiği konusunda onlara şahitlik yaparsa, bu durum kendisinin
doğru olarak aktarıldığına, aktaran kimsenin iyi zaptedip bellediğine delil
olur. Maamafih Hammad b. Zeyd, bu illetli rivayeti —birçok kimse bana...
aktardı, sözünü— tek başına aktarmış ve bir grup muhaddis ona muhalefet ederek
bunu Urve yoluyla Hz. Âişe'den muttasıl senedle rivayet etmişlerdir. Şu halde
çelişki düşünülse bile çoğunluğun rivayeti doğruya daha yakındır. Aman Yarabbi!
Ne kadar tuhaf! Hz. Âişe'nin hadislerini en iyi bilen insan Urve'nin, onun
söylediği "Ben de umreye "niyetlenip ihrama girenlerdendim."
sözünü rivayet ederken, çeşitli ihtimaller taşıyan mücmel bir söze dayanarak,
yanlışlık yaptığını söylemek nasıl caiz olur ve bu sözle kıssanın —bir kısmı
yukarıda sıralanan yön ve açılardan— akışının da lehinde şahitlikte bulunduğu
sahih ve sarîh bir nas aleyhine nasıl hüküm verilebilir?! İşte Hz. Âişe'nin
umreye niyetlenip ihrama girdiğini rivayet eden dört insan: Câbir, Urve, Tavus
ve Mücahid. Şayet Kasım, Amra ve Esved'in rivayetleri bunların rivayetle-riyle
çelişse çokluklarına dayanarak bunların rivayetlerini esas almak daha münasip
olur. Çünkü aralarında (bir sahabî olan) Câbir vardır. Hem Ur-ve'nin fazileti
ve teyzesi Hz. Âişe'nin (r.a.) hadislerini bilmesi de malumdur.
İbn Abdilberr'in
"Hz. Peygamber'in (s.a.) ona tavafı terkedip hacca devam etmesini emretmesi
dolayısıyla Hz. Âişe'nin umreci olduğunu söylemekle yanılgıya
düşmüşlerdir." sözü ne kadar tuhaf! Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Âişe'ye
umreyi bırakmasını hacca yeniden niyetlenip ihrama girmesini emretmiş ve ona:
"Hacca niyetlenip ihrama gir, telbiye getir." buyurmuştur.
"Haccı sürdür.", "Onda devam et." dememiştir. Hz.
Peygamber'in (s.a.), Âişe'ye saçlarını taramasını emrettiğini aktaran râvinin,
sırf reddeden kişinin mezhebine muhalefet etmiş olmasından dolayı yanlış
rivayette bulunduğu nasıl söylenebilir?!.. Allah'ın kitabında, Peygamberinin
sünnetinde ve ümmetin icmâ ettiği konular arasında ihramlı kimsenin saçım taramasını
haram kılan bir husus nerede? Görüşleri destekleme ve taklid sebebiyle, sika
râvilerin yanlışlık yaptıklarım söylemek caiz değildir. İhramlı kimse saçın
dökülmesinden güvencede olursa başını taramaktan menedil-mez. Şayet taramakla
saçından herhangi bir şeyin düşmesinden emin olmazsa, işte bunun yasaklanması
tartışma ve ictihad konusudur. İki tarafın arasında delil, hüküm verir. Eğer ne
bir âyet, ne bir hadis ve ne de bir icmâ menedilmesine delil değilse, o caiz
demektir. [405]
Hz. Âişe'nin
Ten'îm'den yaptığı bu umre konusunda âlimler dört yol tutmuşlardır:
Birinci yol: Bu umre,
onun kalbini hoş etmek ve gönlünü almak için fazladan bir şeydi. Yoksa yaptığı
tavaf ve sa'y, hac ve umresine sayılmıştı. Temettü' yapmaktaydı. Sonra haccı
umreye ilâve etti ve böylece kıran haccı yapanlar arasına katıldı. En sahih
görüş budur. Hadisler bundan gayrısı-na delil olmazlar. Bu, Şafiî, Ahmed ve
başkalarının tuttukları yoldur.
İkinci yol: Âişe,
hayız olunca Hz. Peygamber (s.a.) ona umresini bozmasını ve umreden ifrâd
haccına geçmesini emretti. Âişe hac ihramından çıkınca da evvela ihramına
girdiği umresini kaza etmesini emretti. Bu, Ebu Hanife ve takipçilerinin
tuttuğu yoldur. Bu görüşe göre, bu umre Hz. Âişe hakkında vacip idi ve mutlaka
yapması gerekliydi. Birinci görüşe göre ise caiz idi. Hayız olup da Arafat'ta
vakfe yapmadan önce tavaf etme imkânına sahip olmayan her temettü' haccı
yapmakta olan kadın bu iki görüşe göre ya haccı umreye ilâve edip kıran
yapmalıdır. Ya da umreden hacca geçip ifrâd yapmalı ve umreyi kaza etmelidir.
Üçüncü yol: Âişe,
kıran yaptığı için ayrı bir umre yapması da gerekliydi. Çünkü kıran haccı
esnasında yapılan umre, "İslâm umresi" yerine geçmez. Ahmed'den gelen
iki rivayetten biri budur.
Dördüncü yol: İfrâd
haccı yapmaktaydı. Hayız olduğu için kudüm tavafını yapması mümkün olmadı.
Temizlenip hac görevini bitirinceye kadar ifrâd haccını sürdürdü. Bu umre ise
İslâm umresidir. Bu, mâlikîlerden Kadı İsmail b. İshak ve başkalarının yoludur.
Bu yolun zayıflığı ortadadır. Hatta hadis hakkında tutulan yolların en
zayıfıdır.
Bu Hz. Âişe
hadisinden, hac ve umre ibadetlerinin temelleri konusunda muazzam prensipler
elde edilir:
1- Kıran haccı yapan kimse bir tavaf ve bir sa'y
ile yetinir.
2- Hayızlı kadından kudüm tavafı düşer. Nitekim
Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımı Safiyye hadisi, hayızlıdan veda tavafının
düşeceği konusunda bir asıldır.
3- Hayizhnın, tıpkı hayızlı olmayan için caiz
olduğu gibi haccı umreye ilâve
etmeüShem caiz ve hem de evladır. Çünkü o, özürlü olup buna muhtaçtır.
4- Hayızh, Beytullah'ı tavaf dişında bütün hac
fiillerini yerine getirir.
5- Ten'îm, Hıll bölgesindendir.
6- Bir sene içinde, hatta bir ay içinde iki umre
yapmak caizdir.
7- Temettü*
haccı yapan kimsenin, kaçırmaktan emin olduğunda haccı umreye ilâve etmesi
meşrudur. Âişe hadisi bu konuda bir dayanaktır.
8- Mekke umresi[406]
konusunda da bir dayanaktır. Bunu müstehap sayanların bundan başka dayanakları
yoktur. Çünkü gerek Hz. Peygamber (s.a.) ve gerekse —yalnız Âişe dışında—
O'nunla birlikte hac yapanlardan hiçbiri Mekke'de bulunduklarında şehirden
çıkıp da umre yapmamışlardır. Mekke umresini "savunanlar Âişe kıssasını
kendi görüşleri için bir dayanak yapmışlarsa da bu kıssada onlar için bir delil
yoktur. Zira onun yaptığı umre ya "Âişe umreyi bozdu" diyenlere göre
bozulan umrenin kazasıdır, dolayısıyla kaza etmesi vacip bir umredir, veya
"Kıran yapmıştı. Yaptığı tavaf ve sa'y, hac ve umresine sayılmıştı."
diyenlere göre kalbini hoş etmek için yapmış olduğu tamamen fazladan bir
umredir. En iyi Allah bilir. [407]
Hz. Âişe'nin yapmış
olduğu bu umrenin İslâm umresi yerine geçip geçmeyeceğine gelince; bu konuda
fakihler iki görüş ileri sürmüşlerdir. Her ikisi de Ahmed'den rivayet
edilmiştir. Yerine geçmeyeceğini söyleyenler diyorlar ki: Allah Rasûlü'nün
(s.a.) meşru kıldığı ve yaptığı umre iki türlüdür, bir üçüncüsü yoktur: 1)
Temettü' umresi: Mîkatta izin verdiği, yolculuk esnasında teşvik ettiği ve
Safa-Merve'de iken kurbanlık sevketmeyenle-re vacip kıldığı umredir. 2)
Doğrudan doğruya kendisi için sefere çıkılan umre (ifrâd umresi). Meselâ, Hz.
Peygamber'in (s.a.) yukarıda adı geçen umreleri böyledir. Bu ikisi dışında, Hz.
Peygamber (s.a.) ayrı, başlı başına bir umre meşru kırmamıştır. Her ikisinde de
umreci Mekke'ye girmiş durumdadır. En yakın Hıll bölgesine çıkılarak yapılan
umre meşru kılınmamıştır. Hz. Âişe'nin umresi ise sırf bir ziyarettir. Yoksa
onun hacla birlikte yapmış
olduğu umre, Ailah Rasülü'nün (s.a.) kesin ifadesine göre onun için yeterli
olmuştur. Bu da kıran yapan kimsenin haccıyla birlikte yaptığı umrenin İslâm
umresi yerine geçeceğine delildir. Kesin doğru olan da budur. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.), Âişe'ye: "Yapmış olduğun tavaf, hac-cın ve umren için
yeterlidir." bir rivayette "yerine geçer" ve bir rivayette de
"sana kâfidir" buyurmuş ve demiştir ki: "Kıyamet gününe kadar
umre, hacca dahil olmuştur." Kurbanlık sevkeden herkese hacla umreyi
birleştirmesini emretmiş; ama kendisiyle birlikte kıran yapan ve kurbanlık
sevket-miş bulunan hiç kimseye kıran umresi dışında bir başka umre yapmasını
emretmemiştir. O halde kıran yapan kimsenin bu haccı esnasında yaptığı umrenin
İslâm umresi yerine geçeceği kesinlikle sahih demektir. Başarı yalnız
Allah'tandır. [408]
Hz. Âişe'nin hayız
olduğu yer kuşkusuz Şeriftir. Nerede (hayızdan) temizlendiği konusunda ise
ihtilâf edilmiştir. Kimileri Arafat'ta olduğunu söylemiştir. Mücâhid, Hz.
Âişe'den bu şekilde rivayet etmektedir.[409]
Ur-ve'nin yine Hz. Âişe'nin kendisinden rivayetine göre ise o hayızh iken are-fe
günü gelip çatmıştı.[410] Bu
iki rivayet arasında bir çatışma sözkonusu değildir. Her iki hadis de sahihtir.
İbn Hazm, bu iki hadisi, iki anlama yüklemiştir. Ona göre Arafat temizliği,
orada vakfe yapmak için yapılan gusüldür. İbn Hazm diyor ki: Hz. Âişe
"Arafat'ta iken tatahhur ettim = iyice temizlendim" demektedir.
Tatahhur, "tuhr = temizlenmek"ten farklıdır. Kasım ise Hz. Âişe'nin
tuhr gününün, kurban bayramının birinci günü olduğunu söylemektedir. Bu hadis
Sahih-i Müslim'dedir. Kasım ile Urve, Hz. Âişe'nin arefe günü hayızh olduğu
konusunda hemfikirdirler. Bu zatlar, ona en yakın insanlardır... Oysa Ebu
Davud, Muhammed b. İsmail — Hammad b. Seleme — Hişâm b. Urve — babası Urve
senediyle Hz. Âişe'den "Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte Zilhicce ayının
başlarına doğru yola çıktık..." hadisini rivayet etmektedir, bu hadiste şu
cümle yer almaktadır: "...Bathâ gecesi olunca Âişe temizlendi." Bu
hadisin senedi sahihtir.[411]
Ancak İbn Hazm diyor ki: Bu hadis, münkerdir, bütün bu râvilerin Hz. Âişe'den
rivayet ettikleri hadise aykırıdır. Aykırı olan husus, Hz. Âişe'nin
Bathâ gecesi temizlendiğini ifade eden
cümlesidir. Çünkü Bathâ gecesi, kurban bayramının ilk gününden dört gece sonra
olan gecedir. Bu ise imkânsızdır. Ancak biz iyi düşündüğümüzde bu sözün, Hz.
Âişe'nin sözü olmadığını gördük. Şu halde buna bağımlılık düştü demektir. Zira
Hz. Âişe'den sonraki birinin sözüdür. O, kendisini herkesten daha iyi bilir.
İbn Hazm sözlerine devamla diyor ki: Bu Hammad b. Seleme hadisini Vüheyb b.
Hâlid ile Hammad b. Zeyd de rivayet etmiş; ama bu sözü söylememişlerdir.
Ben derim ki: Hammad
b. Zeyd ile beraberindekilerin rivayet ettikleri hadis, Hammad b. Seleme
hadisine göre birkaç yönden tercihe şayandır:
1- Hammad b.
Zeyd, Hammad b. Seleme'den hafızası daha güçlü ve daha güvenilir bir râvidir.
2- Hammad b.
Zeyd ve beraberindekilerin rivayet ettikleri hadiste, kendisi hakkında Hz.
Âişe'den haber aktarılmaktadır. Hammad b. Seleme hadisinde ise Hz. Âişe'den
haber verilmektedir.
3- Zührî, bu hadisi Urve aracılığıyla Hz.
Âişe'den rivayet etmiştir ve bu rivayette "Ben, arefe gününe kadar hayızlı
olarak kaldım." cümlesi yer almaktadır. İşte Mücâhid ve Kâsim'ın Hz.
Âişe'den beyanda bulundukları son sınır budur. Ancak Mücâhid, onun
"Arafat'ta iyice temizlendim" dediğini; Kasım ise bunun kurban
bayramının birinci günü olduğunu rivayet etmiştir. [412]
Yeniden Hz.
Peygamber'in (s.a.) haccını anlatmaya dönelim: Hz. Peygamber (s.a.) Şerife
varınca ashabına: "Yanında kurbanlık hayvanı bulunmayanlar, isterlerse
(hac niyetlerini) umreye çevirsinler. Kurbanlıkları bulunanlar ise
çevirmesinler." Buyurdu.[413] Bu
ise mîkatta iken tanınan serbestlik hakkından üstte başka bir mertebedir.
Mekke'ye varınca
yanında kurbanlığı bulunmayan kimselerin haclarını umreye çevirmelerini ve
ihramdan çıkmalarını; yanında kurbanlık bulunanların ise ihramlı olarak
kalmalarını kesin surette emretti. Bundan asla herhangi bir şey neshedilmiş
değildir. Aksine Sürâka b. Mâlik, Hz. Peygamber'e (s.a.) haccı çevirmelerini
emrettiği bu umrenin o seneye mi mahsus olduğunu, yoksa bu işin ebedî mi
olduğunu sormuş, O da: "Hayır, (yalnız bu seneye mahsus değil); ebediyen
bu böyledir. Kıyamet gününe kadar umre, hacca dahil olmuştur." buyurdu.[414]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) haccı umreye çevirmeyi emrettiğini 14 sahabî rivayet etmiştir. Bu
hadislerin hepsi sahihtir. Bu sahabîler: 1- Âişe, 2- Mü'-minlerin annesi Hafsa,
3- Ali b. Ebu Tâlib, 4- Allah Rasûlü'nün (s.a.) kızı Fâtnna, 5- Ebu Bekir
Sıddîk'in kızı Esma, 6- Câbir b. Abdullah, 7-Ebu Saîd el-Hudrî, 8- Berâ b.
Âzib, 9- Abdullah b. Ömer, 10- Enes b. Mâlik, 11- Ebu Musa el-Eş'arî, 12-
Abdullah b. Abbas, 13- Sebra b. Ma'-bed el-Cühenî, 14- Sürâka b. Mâlik
el-Müdlicî. Allah onlardan razı olsun. Şimdi biz bu hadislere işaret edeceğiz:
Sahihayn 'da İbn
Abbas'tan rivayet edilmektedir ki, Hz. Peygamber (s.a.) ile ashabı
(Zilhicce'nin) dördüncü gecesi sabahında hacca telbiye getirerek (Mekke'ye)
geldiler. Hz. Peygamber (s.a.) onlara, haccı umreye çevirmelerini emretti. Bu
durum (hac aylarında umre yapmayı büyük günah gördükleri için) sahabîlere ağır
geldi ve; "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu nasıl hılldir (ihramdan çıkıştır?
İhramın haram kıldığı şeyleri bu da helâl kılar mı?)" diye sordular. O da:
"Bu umrenin ihramından çıkış da haccin ihramından çıkış gibi tamamen
ihramın haram kıldığı şeyleri helâl kılar." buyurdu. Müslim'deki bir
metinde denilmektedir ki: "Hz. Peygamber (s.a.) ile ashabı Zilhicce'nin
dördüncü günü hacca telbiye getirerek Mekke'ye geldiler. Allah Rasûlü (s.a.)
onlara haccı umreye çevirmelerini emretti." Bir metinde ise:
"Yanında kurbanlıkları bulunanlar dışındaki sahabîlere ihramlarını umreye
çevirmelerini emretti." denilmektedir.[415]
Sahihayn'da. rivayet
edildiğine göre Gâbir b. Abdullah anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) ile ashabı
hacca niyetlenip ihrama girdiler, telbiye getirdiler. Hz. Peygamber (s.a.) ve
Talha dışında hiçbirinin yanında kurbanlığı yoktu. Hz. Ali (r.a.) yanında
kurbanlığı olduğu halde Yemen'den geldi ve: "Ben, Hz. Peygamber'in (s.a.)
ihrama girdiği gibi ihramlandım." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) sahabîlere,
ihrama girerken niyetlendikleri haccı umreye çevirmelerini, tavaf etmelerini,
saçlarını kısaltmalarını ve beraberinde kurbanlığı bulunan kimseler dışında kalanların
ihramdan çıkmalarını emretti. Sahabîler: "Bizler, herbirimizin cinsel
uzvu menî damlatır halde mi, Mina'ya gideceğiz? (Yani biz ihramsız olduğumuz
için hanımlarımızla cinsel ilişkide bulunacak, Hz. Peygamber böyle bir şeyden
ihramlı olduğu için mahrum kalacak!)" dediler. Bu sözler, Hz, Peygamber'in
(s.a.) kulağına ulaşınca: "Bu yapmakta olduğum hacca yeniden başlıyor
olsaydım kurbanlık sevketmezdim. Şayet yanımda kurbanlığım bulunmasaydı elbet
ihramdan çıkardım." buyurdu. Bir metinde ise şöyle deniliyor: Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.) aramızda ayağa kalktı ve şu konuşmayı yaptı: "Siz de
biliyorsunuz ki, sizin Allah'tan en çok korkan, O'na en çok sadakat gösteren
ve O'na en çok itaatkâr olanınız benim. Şayet yanımda kurbanlık bulunmasaydı,
sizin ihramdan çıktığınız gibi ben de çıkardım. Bu yapmakta olduğum hacca
yeniden başlıyor olsaydım, kurbanlık sevketmezdim. Siz artık ihramdan
çıkın." Bir metinde de deniliyor ki: Biz ihramdan çıkınca Allah Rasûlü
(s.a.) bize Mina'ya yöneldiğimiz zaman ihrama girmemizi emretti. Biz de
Ebtah'da niyetlenip ihrama girdik. Sürâka b. Mâlik b. Cu'ştim: "Ey
Allah'ın Rasûlü! Bu iş, bu seneye mi mahsus, yoksa ebediyen böyle mi?"
diye sordu, O da: "Ebediyen" cevabını verdi. Bu metinlerin hepsi de
Sa/7z7î'dedir.[416] Bu
son metin "Bu iş yalnız sahabîlere mahsustu." diyenlerin görüşünü
açık bir şekilde ibtal etmektedir. Çünkü bu takdirde ebediyen değil, yalnız o
sene için geçerli olur. Oysa Allah Rasûlü (s.a.) ebediyen geçerli olduğunu
söylüyor.
Müsned'de İbn Ömer'in
şöyle dediği rivayet edilir: Allah Rasûlü (s.a.) ile ashabı hacca telbiye
getirerek Mekke'ye geldiler. Allah Rasûlü (s.a.) "Yanında kurbanlık
bulunanlar dışında kalan kimselerden dileyen ihrama girerken niyetlendiği hacci
umreye çevirsin." buyurdu. Sahabîler: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bizler,
herbirimizin cinsel uzvu meni damlatır halde mi Mina'ya gideceğiz?" dediler.
Hz. Peygamber (s.a.) de: "Evet" cevabım verdi ve buhurdanlar (veya öd
ağaçları) yandı .[417]
Sünerfdz Rab? b. Sebra
aracılığıyla babası Sebra'nm şöyle dediği rivayet edilir: Allah Rasûlü (s.a.)
ile birlikte yola çıktık. Usfan'a vardığımızda Sürâka b. Mâlik el-Müdlicî:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Bize öyle bir şey yaptır ki, bugün doğmuş bir kavim
gibi olalım" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) "Allah (c.c),
size hac içine umreyi de dahil etti. Mekke'ye vardığınızda Beytullah'ı tavaf
edip Safa-Merve arasında sa'y yapan —yanınla Kurbanlık bulunanlar dışında
kalan— kimseler ihramdan çıksınlar" buyurdu.[418]
Sahihayn'da
"Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte yola çıktık. Yalnız haccın sözünü
ediyorduk..." diye başlayan ve Hz. Âişe'den gelen hadiste deniyor ki:
Mekke'ye vardığımızda Hz. Peygamber (s.a.) ashabına "İhrama girerken
niyetlendiğiniz haccı umreye çevirin." diye emretti. Bunun üzerine yanında
kurbanlık bulunanlar dışındaki insanlar ihramdan çıktılar... Âişe hadisin geri
kalan kısmını da söylemektedir.
Buharî'deki bir
metinde deniyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte yola çıktık. Bu yolculuğu
yalnız hac yolculuğu olarak görüyorduk. Mekke'ye gelince Beytullah'ı tavaf
ettik. Hz. Peygamber (s.a.) kurbanlık sevketme-yenlerin ihramdan çıkmalarım
emretti. Bunun üzerine kurbanlık sevketme-yenler ihramdan çıktılar. Hz.
Peygamber'in (s.a.) hanımları da sevketme-mişlerdi. Bu yüzden onlar da ihramdan
çıktılar.
Müslim'in bir metninde
ise şöyle deniyor: Allah Rasûlü (s.a.) öfkeli bir halde yanıma girdi. Ben:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Seni öfkelendiren kimseyi Allah, cehenneme
sokar." dedim. O da: "Farkında değil misin? Ben insanlara bir şey
emrettim. Bakıyorsun, onlar tereddüd ediyorlar! Bu yapmakta olduğum hacca
yeniden başlıyor olsaydım satın alıp beraberimde kurbanlık sevketmez, onların
ihramdan çıktıkları gibi ben de ihramdan çıkardım." Buyurdu.[419]
Mâlik, Yahya b. Saîd
yoluyla Amra'nın, Hz. Âişe'nin şöyle dediğini duymuş olduğunu rivayet eder:
Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte Zilkade ayının bitimine beş gün kala yola çıktık.
Bu-yolculuğu yalnız hac yolculuğu olarak görüyorduk. Mekke'ye yaklaşınca Allah
Rasûlü (s.a.), yanında kurbanlık bulunmayan kimselerin Beytullah'ı tavaf edip
Safa-Merve arasında sa'y yaptıktan sonra ihramdan çıkmalarını emretti. Yahya b.
Saîd diyor ki: Bu hadisi Kasım b. Muhammed'e söyledim. "Vallahi, Amra
hadisi sana olduğu gibi söylemiş." dedi.[420]
Sahih-i Müslim'de İbn
Ömer'in Hafsa'dan şunları işittiği rivayet edilmektedir: Hz. Peygamber (s.a.)
Veda haccı senesi hanımlarına ihramdan çıkmalarını emretti. "Senin ihramdan çıkmanı
engelleyen nedir?" diye sordum. "Ben başımın saçlarını yapışkan bir
madde ile birbirine tutuşturdum, ve kurbanımın boynuna kurbanlık nişanı
taktım. Kurbanı kesmedikçe ihramdan çıkamam." cevabını verdi.[421]
Sahih-i Müslim'de Hz.
Ebu Bekir'in kızı Esmâ'nm —Allah her ikisinden de razı olsun— şöyle dediği
rivayet edilir: İhramlı olarak yola çıktık. Allah Rasûlü (s.a.): "Yanında
kurbanlığı bulunan kimse ihramlı kalsın. Kurbanlığı bulunmayan ise ihramdan
çıksın." buyurdu.[422]
Yine Sahih-i Müslim'de
rivayet edildiğine göre Ebu Saîd el-Hudrî anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) ile
birlikte yola çıktık. Yüksek sesle hac için telbiye getiriyorduk. Mekke'ye
vardığımızda, Hz. Peygamber (s.a.), kurbanlık sevkedenler hariç bize haccı
umreye çevirmemizi emretti. Terviye günü olunca Mina^ya gittik ve hacca
niyetlenip ihrama girdik, telbiye getirdik.[423]
Sahih-i Buharî'de îbn
Abbas'tan gelen bir rivayette deniyor ki: Veda haccında Muhacirler, Ensâr ve
Hz. Peygamberin (s.a.) hanımları ihrama girip telbiye getirdiler. Biz de ihrama
girip telbiye getirdik. Mekke'ye vardığımızda Allah Rasûlü (s.a.):
"Kurbanlığın boynuna nişan takanlar müstesna, hac niyetiyle yaptığınız
ihram ve telbiyelerinizi umreye çevirin." buyurdu. [424]
i bir rivayete göre
Berâ b. Âzib anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) ve ashabı yola çıktı. Hac için
ihrama girdik. Mekke'ye vardığımızda: "Hac-cınızı umreye çevirin"
buyurdu. İnsanlar: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ama biz hac için ihrama girmiştik.
Onu umreye nasıl çevirebiliriz?" dediler. O da: "Size emrettiğimi
yapmaya bakın" cevabım verdi. Bunun üzerine aynı sözü tekrar tekrar
söyleyip durdular. Hz. Peygamber (s.a.) öfkelendi. Sonra gidip öfkeli bir halde
Âişe'nin yanma girdi. Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.) yüzündeki öfke ifadelerini
gördü ve: "Seni öfkelendireni Allah öfkelendirir." dedi. Hz.
Peygamber (s.a.) "Neden öfkelenmeyeyim ki? Ben bir şey emrediyorum,
uyulmuyor!" dedi.[425]
Biz, Allah'ı kendimize
şahit tutarız ki, şayet biz, hac için ihrama girmiş olsak, Allah Rasûlü'nün
(s.a.) gazabından sakınmak ve O'nun emrine uymak için bu haccı umreye
çevirmenin bize kesinlikle farz olduğu görüşünde olurduk. Vallahi, bu ne O'nun
hayatında ve ne de O'ndan sonra neshedilmiş değildir. Buna aykırı bir tek sahih
harf bile rivayet edilmemiştir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.) diğer insanlar
dışta kalacak şekilde bunu yalnız ashabına mahsus kılmış da değildir. Aksine
Allah Teâlâ, Sürâka'nın Hz. Peygamber'e (s.a.) bunun yalnız kendilerine mi
mahsus olduğunu sormasını sağlamış ve Hz. Peygamber (s.a.) cevap olarak ebediyen
bunun böyle olduğunu söylemiştir. Bu hadislere ve Allah Rasûlü'nün (s.a.)
muhalefet edenlere öfkelendiği böyle güçlü bir emre kendisini tercih etmemiz
gereken şey nedir, bilmiyoruz.
Allah için ne mutlu
îmam Ahmed'e (r.h.)! Kendisine Seleme b. Şebîb: "Ey Ebu Abdillah! Bir tek
nokta dışında bana göre senin herşeyin güzeldir." demiş; "O
nedir?" diye sorusuna "Sen haccm umreye çevirileceğini
söylüyorsun," cevabını alınca: "Ey Seleme! Ben senin akim var sanıyordum!
Ben bu konuda Allah Rasûlü'nden (s.a.) rivayet edilmiş on bir sahih hadis
biliyorum. Onları senin görüşün için terk mi edeyim?!" diye karşılık
vermişti.
Sünen'de Berâ b.
Âzib'den rivayet ediliyor: Hz. Ali (r.a.), Yemen'den Allah Rasûlü'ne geldiği
vakit Hz. Fâtıma'nm renkli elbiseler giyindiğini ve eve güzel kokular serpmiş
olduğunu gördü. "Ne bu halin?" diye sordu. O da "Allah Rasûlü
(s.a.) ashabına emretti, ihramdan çıktılar." diye karşılık verdi.[426]
İbn Ebî Şeybe, îbn
Fudayl —Yezîd— Mücâhid senediyle rivayet eder ki Abdullah b. Zübeyr:
"Haccı, ifrâd yapınız. Şu sizin körün sözünü bırakın." dedi. Bunun
üzerine İbn Abbas: "Allah'ın, kalbini kör ettiği kimse kuşkusuz sensin.
Annene bunu sorsana." deyip onu annesine gönderdi. Annesi: "İbn Abbas
doğru söylemiş. Biz, Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte hac yapmak için geldik.
Haccı umreye çevirdik. İhramdan tamamen çıktık. Hatta erkeklerle kadınlar
arasında buhurdanlar yandı." diye açıklamada bulundu.[427]
Sahih-i Buharî'deki
bir rivayete göre İbn Şihâb (Zührî) anlatıyor: Ben bir soru sormak üzere
Atâ'nın yanına girdim. Dedi ki: Câbir b. Abdullah bana şunları anlattı:
Câbir'in kendisi, Hz. Peygamber (s.a.) beraberinde Mekke'ye kurbanlık develer
sevkettiği gün O'nunla haccetmişti. Sahabîler ifrâd haccına niyetlenip ihrama
girmişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.) onlara: "Beytullah'ı tavaf edip
Safa-Merve arasında sa'y yapmakla ihramınızdan çıkın, saçlarınızı kısaltın,
sonra terviye gününe kadar ihramsız kalın. O gün gelince hacca niyetlenip
ihrama girin, telbiye getirin. Evvelki ihramına girdiğiniz ifrâd haccını temettü'
haccına çevirin." buyurdu. Sahabîler: "Hac diye isimlendirdiğimiz
halde şimdi o haccı nasıl temettu'a çevirmek suretiyle umre yaparız?"
diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.): "Size emrettiğimi yapın. Şayet ben
kurbanlık sevketmemiş olaydım, elbet size emrettiğim gibi yapardım. Fakat
kurban yerine ulaşıncaya (yani Mina'da kesilinceye) kadar ihramlıya haram olan
hiçbir şey bana helâl olmaz." buyurdu. Onlar da denileni yaptılar.[428]
Yine Sahih-i Buharî'de
Câbir'den rivayet edilen "Hz. Peygamber (s.a.) ile ashabı hacca niyetlenip
ihrama girdiler, telbiye getirdiler."...diye başlayan hadiste denmektedir
ki: Hz. Peygamber (s.a.) ashabına haclarım umreye çevirmelerini ve tavaf
etmelerini, kurbanlık sevkedenler dışında kalan kimselerin saçlarım
kısaltmalarını emretti. Sahabîler: "Bizler herbirimizin cinsel uzvu meni
damlatır olduğu halde Mina'ya mı gideceğiz?" dediler. Bu söz, Hz.
Peygamber'in (s.a.) kulağına ulaştı. Bunun üzerine: "Bu yapmakta olduğum
hacca yeniden başlıyor olsaydım kurbanlık sevketmezdim. Yanımda kurbanhk
bulunmasaydı elbet ihramdan çıkardım." buyurdu.[429]
Sahih-i Müslim'de Veda
haccı konusunda Câbir'den gelen rivayete göre şöyle anlatıyor: Mekke'ye
geldiğimizde Kabe'yi tavaf ettik, Safa-Merve arasında sa'y yaptık. Allah Rasûlü
(s.a.) bizden, yanında kurbanlık bulunmayanların ihramdan çıkmasını emretti.
"Bu nasıl bir ihramdan çıkıştır?" diye sorduk. "Tamamen hac
ihramından çıkmak gibidir." cevabını verdi. Bunun üzerine hanımlarımızla
cinsel ilişkide bulunduk, güzel kokular süründük ve elbiselerimizi giydik. O
vakit, arefe gününe dört gece kalmıştı. Sonra terviye günü niyetlenip ihrama
girdik, telbiye getirdik. Müslim'in başka bir metninde ise şöyle deniyor: Hz.
Peygamber (s.a.); "Sizlerden yanlarında kurbanlık bulunmayanlar ihramdan
çıksın ve niyetlendikleri haccı umreye çevirsinler." buyurdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.)
ile yanında kurbanlık bulunanlar dışında bütün insanlar ihramdan çıktılar ve
saçlarını kısalttılar. Terviye günü olunca Mina'ya yöneldiler ve hacca niyetlenip
ihrama girdiler, telbiye getirdiler.[430]
Bezzâr'ın Müsned'indt
Enes'ten (r.a.) sahih senedle rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) ile
ashabı hac ve umreye niyetlenip ihrama girdiler, telbiye getirdiler. Mekke'ye
vardıklarında Beytullah'ı tavaf ettiler, Safa-Merve arasında sa'y yaptılar.
Allah Rasûlü (s.a.) onlara ihramdan çıkmalarını emretti. Sahabîler bundan
korkup çekindiler. Allah Rasûlü (s.a.): "İhramdan çıkın. Şayet yanımda
kurbanlık bulunmasaydı elbet ben de ihramdan çıkardım." buyurdu. Bunun
üzerine sahabîler ihramdan çıktılar ve hanımlanyla cinsel ilişkide bulunmaları
helâl oldu.
Sahih-i BuharVdt
rivayet edildiğine göre Enes anlatıyor: Biz de beraberinde olduğumuz halde
Allah Rasûlü (s.a.) Medine'de öğleyi dört, Zül-huleyfe'de ikindiyi iki rekât
olarak kıldırdı. Sonra geceyi orada geçirdi. Sabah olunca devesine bindi. Deve,
O'nu Beydâ tepesinin zirvesine çıkarınca Hz. Peygamber (s.a.) Allah'a hamdetti
ve tesbîh getirdi. Sonra hac ve umreye niyetlenip ihrama girdi, telbiye
getirdi. İnsanlar da hac ve umreye niyetlenip ihrama girdiler, telbiye
getirdiler. Mekke'ye vardığımızda insanlara ihramdan çıkmalarını emretti.
Terviye günü olunca hacca niyetlenip ihrama girdiler, telbiye getirdiler..[431]
Yine Sahih-i BuharVdt
rivayet edildiğine göre Ebu Musa el-Eş'arî anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) beni
Yemen'e kavmime gönderdi. O, Bathâ'da iken gelip O'na yetiştim. Bana:
"Neye niyetlendin?" diye sordu. Ben de "Hz. Peygamber'in niyet
ettiği şeye niyetlendim." cevabını verdim. Bunun üzerine: "Peki
yanında herhangi bir kurbanhk var mı?" diye sordu. "Hayır"
dedim. Bana emretti, Beytullah'ı tavaf ettim, Safa-Merve arasında sa'y yaptım.
Sonra emretti, ihramdan çıktım.[432]
Sahih-i Müslim'deki
bir rivayete göre Hüceymoğullanndan bir adam İbn Abbas'a: "İnsanları
birbirine düşüren şu, 'Kim Beytullah'ı tavaf ederse ihramdan çıkmış olur'
fetvası nedir?" diye sordu. O da cevap olarak: "Hoş görmeseniz de
Peygamberinizin (s.a.) sünneti budur." dedi.[433] [434]
İbn Abbas doğru
söylemektedir. Beytullah'ı tavaf eden ve yanında kurbanlık hayvanı bulunmayan
herkes —ister ifrâd, ister kıran, isterse temettü' yapmakta olsun— ya zorunlu
olarak ya da hükmen ihramdan çıkmış olur. İşte reddini ve kabul edilmemesini
gerektiren herhangi bir sebep bulunmayan sünnet budur. Tıpkı Hz. Peygamber'in
(s.a.) şu hadisinde olduğu gibi: "Gün, buradan devrilip gece şuradan belirince
oruçlu iftar eder."[435] Bu
hadis ya "hükmen iftar etmiş olur" şeklinde ya da "iftar etme
vakti girmiş ve bu vakit onun için iftar vakti olmuştur" şeklinde
anlaşılacaktır. İşte Beytullah'ı tavaf eden için de durum böyledir. Ya hükmen
ihramdan çıkmış sayılacaktır, ya da bu vakit onun için, ihram vakti olmayıp
yalnızca ihramdan çıkış vakti olacaktır. Yanında kurbanlık hayvanı bulunmadığı
sürece bu böyledir. Sünnetten açık olarak anlaşılan da budur.
Yine Sahih-i Müslim'de
Atâ'dan rivayet edildiğine göre İbn Abbas derdi ki: "İster hacı oftun
ister olmasın, Beytullah'ı tavaf eden herkes mutlaka ihramdan çıkar." Yine
derdi ki: "İster Arafat'ta vakfe yaptıktan sonra olsun, isterse yapmadan
önce olsun bu böyledir." İbn Abbas bunu Hz. Peygamber'in (s.a.)
kendilerine Veda hacci sırasında ihramdan çıkmalarını emretmesine dayanarak
söylemiştir.[436]
Sahih-i Müslim'de İbn
Abbas'tan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.): "Bu, kendisiyle
faydalandığımız bir umredir. Yanında kurbanlık bulunmayan ihramdan çıksın,
ihramlıya haram olan her şey ona helâl olmuştur. Artık kıyamet gününe kadar
umre hacca girmiştir." Buyurdu.[437]
Abdürrezzak, Ma'mer
—Katâde— Ebu'ş-Şa'sâ senediyle îbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder:
"Hacca niyetlenip ihrama girerek gelen kimse Beytullah'ı tavaf ettiğinde
onun bu tavafı, istese de istemese de, haccmı umreye çevirir." Râvi
(Ebu'ş-Şa'sâ) diyor ki: İbn Abbas'a "İnsanlar senin bu sözüne karşı
geliyorlar" dedim. O da: "Hoşlanmasalar da Peygamberlerinin sünneti
budur." dedi.[438]
Bunu Hz. Peygamber'den (s.a.)
adını verdiğimiz ve vermediğimiz daha başka sahabîler de rivayet etmiştir.
Onlardan da tabiînin ileri gelenlerinden çeşitli gruplar aktarmıştır. Sonuçta
kuşku bırakmayacak, kesin bilgi verecek ve hiç kimsenin inkârına veya
"Böyle bir şey olmadı" demesine imkân vermeyecek bir şekilde bize
kadar ulaşmıştır. Bu görüş Allah Rasû-lü'nün (s.a.) aile fertlerinin, ümmetin
ilim deryası büyük âlim İbn Abbas ve öğrencilerinin, Ebu Musa el-Eş'arî'nin,
ehl-i sünnet ve ehl-i hadisin imamı Ahmed b. Hanbel ve takipçilerinin, onun
yanında ehl-i hadisin, Basra kadısı Abdullah b. Hasan el-Anberî'nin ve
Zahirîlerin görüşüdür. [439]
Bu hadislere muhalefet
edenlerin gerekçeleri vardır: Birinci gerekçe: Bu hadisler neshedilmiştir.
İkinci gerekçe: Bunlar
sahabeye özgüdür. Başkalarının, bu hadislerin ortaya koyduğu hükümde onlara
ortak olmaları düşünülemez.
Üçüncü gerekçe: Aksine
hüküm bildiren hadislerle bu hadislerin çelişmeleri. Bu hadisler karşısında
ortaya koydukları gerekçelerin toplamı bu kadardır.
Şimdi biz bu gerekçeleri
teker teker sıralayıp Allah'ın yardım ve tevfi-kiyle bunlarda görülen yanlışlıkları
ortaya koyacağız. [440]
Birinci gerekçe,
nesihtir. Nesh için şu dört şeye ihtiyaç varken bunlardan hiçbirini ortaya
koyamamışlardır. l)^Başka naslara ihtiyaç vardır, 2) Bu naslar bu hadislerle
çelişecektir, 3) Bu çelişki yanında hadislere karşı koyabilecek güçte
olacaklardır, 4) Bu naslarm, bu hadislerden daha sonra oldukları sabit
olacaktır. Nesih iddiasında bulunanlar diyorlar ki: Ömer b. Hattâb
es-Sicistânî, el-Firyâbî — Eban b. Ebu Hâzim — Ebu Bekir b. Hafs — İbn Ömer
senediyle rivayet eder ki, Hz. Ömer İbnü'l-Hattâb (r.a.) halife olunca:
"Ey insanlar! Allah Rasûlü (s.a.) bize müt'ayı (temettü' haccmı) önce
helâl, sonra haram kıldı." dedi. Bu hadisi Bezzâr, MüsnetF-inde Hz.
Ömer'den rivayet etmiştir.[441]
Hacın umreye çevrilebileceğini
mubah görenler diyorlar ki: Şaşılır size! Rüzgârların sarsamadığı sabit
dağların karşısına rüzgârların sağa-sola savurduğu heyelan halindeki kum
tepesini dikiyorsunuz! Bu hadisin ne senedi, ne metni... Senedi, hadisçilere
göre bize karşı delil olamaz. Metnine gelince, metinde geçen "müt'a"
kelimesi ile Allah Rasülü'nün (s.a.) önce helâl, sonra haram kıldığı müt'a
nikâhı kastedilmektedir. Bu kelimenin başka türlü anlaşılması şu sebeplerden
ötürü asla caiz olmaz:
1- Temettü' haccının haram olmadığı konusunda
ümmet icmâ etmiştir. Temettü' haccı ya farzdır, ya mutlak olarak hac ibadeti
şekillerinin en faziletlisidir, ya müstehaptir ya da caizdir. Ümmet arasında
bunun ha-ramlığım savunan beşinci bir görüş bulunduğunu bilmiyoruz.
2- Hz. Ömer
İbnü'I-Hattâb'm (r.a.) şöyle dediği pek çok yoldan sahih olarak rivayet
edilmiştir: "Hac yapsaydım elbet temettü' haccı yapardım." Bu sözü
Esrem, Sünen'inde ve başka eserlerinde kaydetmiştir.
Abdürrezzak'm,
Musannef adlı eserinde rivayet ettiğine göre (Hz. Ömer'in torunu) Salim b.
Abdullah'a: "Hz. Ömer, temettü' haccını yasakladı mı?" diye
sordular. O da: "Hayır, Allah Teâlâ'nın kitabından sonra ha?" diye
karşılık verdi. Abdürrezzak'ın Nâfi'den rivayetine göre, bir adam ona "Hz.
Ömer temettü' haccını yasakladı mı?" diye sordu; o da "Hayır"
cevabını verdi. Yine Abdürrezzak'ın rivayetine göre îbn Abbas demiştir ki:
"Temettü' haccını yasakladığını iddia ettiğiniz bu zâtın —yani Hz.
Ömer'in— 'Şayet umre yapsam, sonra haccetsem elbet temettü' haccı yapardım,
dediğini işittim."
Ebu Muhammed İbn Hazm:
"Hz. Ömer'in temettü' haccını yasakladıktan sonra bundan vazgeçip
temettü' haccı yapılabileceğini söylediği sahih olarak rivayet
edilmiştir." diyorsa da, kendisince neshedilmiş olduğu sahih olan bu
görüşe Hz. Ömer'in geri dönmesi imkânsızdır.
3- Hz.
Peygamber (s.a.) kendisine bunun yalnızca o seneyi mi mahsus olduğunu yoksa
ebediyyen mi böyle olduğunu soran sahabîye "Hayır, ebediyyen" diye
cevap vermişken Hz. Ömer'in bunu yasaklaması imkânsızdır. Hz. Peygamber'in (s.a.)
bu ifadesi, bu konuda neshin olması ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.
Kendilerinde neshin câri olması imkânsız olan hükümlerden biri budur: Sözünde
doğru ve güvenilir olan (Hz. Peygamber'in) devamlılığını ve sürekliliğini haber
verdiği hükümde nesih olmaz. Çünkü O'nun haberinde sözünden cayma olmaz. [442]
İkinci gerekçe, bunun
sahabeye mahsus olduğu iddiası. Şunları delil göstermişlerdir:
1- Abdullah b. Zübeyr el-Humeydî, Süfyan — Yahya b. Saîd el-Murakkı' senediyle Ebu Zerr'in şöyle
dediğini rivayet eder: "Allah Rasû-lü'nün (s.a.) emriyle haccı umreye
çevirmek bize mahsustur."[443]
2- Vekî'nin, Musa b. Ubeyde — Yâkub b. Zeyd
senediyle rivayetine göre Ebu Zer diyor ki: "Bizden sonra hiç kimse
haccını umreye çeviremez. Zira bu bize, Hz. Muhammed'in (s.a.) ashabına bir
ruhsattı."
3- Bezzâr, Yusuf b. Musa — Seleme b. Fazl —
Muhammed b. îshâk — Abdurrahman el-Esedî senediyle Yezîd b. Şerîk'in şöyle
dediğini rivayet eder: Ebu Zerr'e: "Siz beraberinde iken Allah Rasûlü
(s.a.) nasıl temettü' yaptı?" diye sorduk. O da: "Sizin bununla bir
ilginiz yok. Bu —yani temettü'—, yalnız bizim için ruhsat verilen bir
şeydir." diye cevap verdi.
4- Bezzâr, Yusuf b. Musa — Ubeydullah b. Musa —
İsrail — İbrahim b. Muhacir — Ebu Bekir et-Teymî — Ebu Bekir'in babası ve Haris
b. Süveyd senediyle Ebu Zerr'in hac ve temettü' konusunda "Allah
Rasûlü'-nün (s.a.) bize verdiği bir ruhsattır." dediğini rivayet eder.
5- Ebu Dâvud, Hennad es-Serrî — İbn Ebî Zaide —
Muhammed b. İshak — Abdurrahman b. Esved — Süleyman yahut Süleym b. Esved senediyle
rivayet eder ki Ebu Zer, hacca niyetlenen ve sonra haccı umreye çeviren kişi
hakkında şöyle derdi: "Bu, yalnızca Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte
bulunan kafile içindir."[444]
6- Sahih-i
Müslim'de Ebu Zerr'in şöyle dediği rivayet edilir: "Temettü' haccı yapmak
Hz. Muhammed'in (s.a.) ashabına mahsustur." Bir metinde: "Temettü'
haccı bizim için ruhsattı.", bir diğer metinde: "İki müt'a —yani
müt'a nikâhı ile temettü' haccı— hâsseten bizim için sahihtir."
ve bir başka .metinde ise: "Temettü'
haccı sizden ayrı olarak yalnız bize mahsustur." demiştir.[445]
7- Sünen-i Nesât'ds sahih senedle İbrahim
et-Teymî'den onun da babasından rivayet edildiğine göre temettü* haccı
konusunda Ebu Zer: "Sizin için değil. Size göre bir şey yok. Yalnızca
bize, Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabına bir ruhsattır." demiştir.[446]
8- Ebu Davud ve Nesâî'nin Stfnen'lerinde rivayet
edildiğine göre Bilâl b. Haris anlatıyor: "Ey Allah'ın Rasûlü! Haccm
umreye çevrilmesi bize mi mahsusdur, yoksa bütün insanlar için genel geçerli
bir şey midir?" diye sordum. Allah Rasûlü (s.a.): "Hayır, bize
mahsustur." cevabını verdi. Bu hadisi İmam Ahmed de rivayet etmiştir.[447]
9- Ebu Avâne'nin Müsned'indt sahih senedle
İbrahim et-Teymî'den onun da babasiftdan rivayet edildiğine göre, Hz. Osman'a
temettü' haccı soruldu; o da cevap olarak: "Bizim içindir. Sizin için
değil." dedi.[448]
Sahabeye tahsis
edildiğini savunanların gösterdikleri delillerin toplamı işte bu kadar.
Haccm umreye
çevrilmesini caiz ve bunun vacip olduğunu söyleyenler diyorlar ki: Bunların
hiçbirinde sizin için bir delil yoktur. Çünkü bu sahabe sözleri ya bâtıldır,
sözün kendisine nisbet edildiği kimseden asla sahih olarak rivayet
edilmemiştir; ya da sahihtir, ancak masum (günahsız ve hatasız) olmayan
birinin sözüdür, masumun (yani Hz. Peygamber'in) naslan-na onunla karşı
gelinemez.
Birincisi;
reddedilemez sahih naslara tercih edilmesinden öte el-Murakkı'm rivayeti delil
bile olmaz. Onun rivayet ettiği hadisle karşı konulduğunda Ahmed b. Hanbeh
"el-Murakkı' el-Esedî de kim oluyor?" demişti. Ebu Zer, Hz.
Peygamber'in (s.a.) haccı umreye çevirmeyi emrettiğini rivayet etmişti. Ondan
rivayet edilen 'bu, sahabeye mahsustur' sözü —şayet sahihse—, neticede onun
kendi görüşü demektir. İbn Abbas ve Ebu Musa el-Eş'arî: "Bu, bütün ümmet
için genel geçerlidir." demişlerdir. O halde Ebu Zerr'in görüşüne bu iki
sahabînin sözüyle karşı konulur ve böylece sahih ve sarih naslar selâmet bulur.
Hem sonra
bilinmektedir ki, Hz. Peygamber (s.a.), hakkında soru sorulan ve hacdan
çevrilme olan bu umrenin ebediyyen geçerli olacağını, belli bir nesile mahsus
olmayacağını ifade etmiştir ki, bu nas ile de sahabeye mahsus olduğu iddiası
bâtıl olur. Bu nas, sened bakımından Ebu Zer'den gelen rivayetten daha sahih ve
—şayet Ebu Zerr'in rivayeti sahih olsa yine de— ona göre uyulmaya daha
lâyıktır.
Hem Allah Rasûlü'nün
(s.a.) ashabının, Allah Rasûlü'nün (s.a.) yaptığı ve emrettiği bir konuda
ihtilâf ettiklerini, bir kısmının "mensûh yahut hususîdir." dediğini
ve bir kısmının da "ebediyyen bakidir" dediğini görsek; neshedildiği
yahut hususi olduğunu iddia edenlerin görüşleri, asıl olana aykırı düştüğü
için kesin bir delil bulunmaksızın kabul edilmez. En azından bu konudaki
rivayetler devamlılığını ve genel geçerliliğini iddia edenlerin görüşleriyle
çelişiklik arzeder. İki çekişmeli kişi arasında delil hüküm verir. Çekişme
ortaya çıktığında, davayı Allah'a ve Peygamberine (s.a.) iletmek vacip olur. Şu
halde Ebu Zer ile Hz. Osman, "Haccı umreye çevirme neshedilmiştir veya
hususîdir." derler ve Ebu Musa ile Abdullah İbn Abbas da: "Bu iş
bakidir ve hükmü umumîdir." derlerse, nesih ve hususîlik iddiasında
bulunanların delil göstermeleri gerekir.
Bilâl b. Hâris'in
rivayet ettiği merfû hadise gelince; bu hadis yazılmaz (kayda değmez) ve
böylesi bir hadisle yukarıda sıralanan sabit direkler rae-sabesindeki sahih
hadislere karşı gelinemez.
Ahmed b. Hanbel'in
oğlu Abdullah diyor ki: Babam, 'hacca niyetlenip ihrama giren kimse şayet
Beytullah'ı tavaf eder, Safa-Merve arasında sa'y yaparsa; haccını umreye
çevirebilir' görüşündeydi. Temettü' haccı hakkında, "Allah Rasûlü'nün
(s.a.) iki emrinin sonuncusudur." demiştir. Allah Rasûlü (s.a.):
"Haccınızı umreye çevirin." buyurmuştur. Abdullah sözünü şöyle
sürdürüyor: Babama: "Peki haccın umreye çevrilmesi konusunda Bilâl b.
Hâris'in hadisi —yani bize mahsustur sözü— hakkında ne diyorsun?" diye
sordum. O da: "Ben bu görüşte değilim. Bu adam tanınmıyor. Bu, senedi
tanınmayan bir hadistir. Bence Bilâl b. Haris hadisi sabit değildir."
cevabını verdi... İşte ne dediği ortada?
Ben derim ki: İmam
Ahmed'in sözlerinin doğruluğunu ve bu hadisin sahih olmadığını gösteren bir
dehl de şudur: Hz. Peygamber (s.a.) sahabî-lere haclarını çevirmelerini
emrettiği bu temettü' haccmm ebediyyen geçerli olduğunu haber vermiştir. Böyle
söyledikten sonra bu hac şeklinin sahabî-lere mahsus olduğunu söylediği artık
nasıl sabit olabilir ki? Bu en imkânsız bir şeydir. Nasıl sahabîlere haccı
umreye çevirmelerini emredip "Kıyamet
gününe kadar umre,
hacca dahil olmuştur" diye belirtir de sonra O, bunun sonraki nesillere
değil, yalnız sahabeye mahsus olduğunu söylediği sabit olabilir? Biz Allah'ı
şahit tutarız ki, bu Bilâl b. Haris hadisi Allah Rasûlü'-nden (s.a.) sahih
olarak gelmemiştir, O'nun hakkında yapılan bir hatadır. Bilâl b. Hâris'in
rivayeti, Allah Rasûlü'nden (s.a.) bunun aksini rivayet eden güvenilir ve
sağlam ilim nakilcilerinin rivayetlerine nasıl tercih edilebilir? Hem sonra
Allah Rasûlü'nün (s.a.) böyle buyurduğu sabitken İbn Abbas (r.a.) nasıl aksine
fetva verir, ömrü boyunca avamdan havâs'tan insanların bulunduğu meclislerde
bunun üzerinde tartışmalar yapar ve Allah Rasûlü'nün (s.a.) pek çok sayıda
ashabı bulunurken bunlardan hiçbir adam kalkıp da "Bu, bize mahsustur.
Bizden başkaları için bu hak yoktur" demez ve neticede sahabenin ölümünden
sonra Ebu Zerr'in bunu kendilerine mahsus gördüğü ortaya çıkar?!.
Hz. Osman'ın (r.a.)
temettü' haccı konusunda bunun kendileri için olduğu, kendilerinden başkaları
için geçerli olmadığı yolundaki sözü ile Ebu Zerr'in sözünün hükümleri eşittir.
Ebu Zer ve Hz. Osman'dan gelen rivayetin üç şeye ihtimali vardır:
1- Bunun caizliğinin sahabeye mahsus olduğu.
Haccı umreye çevirmeyi haram sayanlar bu şekilde anlamaktadırlar.
2- Vacip
olmasının sahabeye mahsus olduğu. Üstadımız —Allah ruhunu mukaddes eylesin— bu
görüşteydi. Derdi ki: Allah Rasûlü (s.a.), haccı umreye çevirmelerini sahabeye
emredip buyurmuştur ve sahabe bu emri yerine getirmek üzere harekete geçmekte
kararsızlık geçirince öfkelenmiştir ki, işte bundan ötürü bu çevirme işi onlara
farz kılınmıştı. Ama kıyamet gününe kadar ümmet için caiz ve müstehaptır. Ancak
o ilim deryası İbn Abbas bunda ısrar edip kıyamet gününe kadar ümmete vacip
saymış ve kurbanlık sevketmeyen her ifrâd ve kıran haccı yapan kimsenin
kesinlikle ihramdan çıkmasının farz olduğunu, hatta istemese bile ihramdan
çıkmış sayılacağını söylemiştir. Ben, onun görüşüne üstadımızın görüşüne
nisbetle daha çok eğilim göstermekteyim.
3- Üçüncü ihtimal: Sahabeden sonra hiç kimse
ister kıran, ister ifrâd yapsın kurbanlık hayvanı bulunmaksızın hacca
başlayamaz. Başlarsa haccı umreye çevirme gereğini duyar. Ancak Hz.
Peygamber'in (s.a.) son olarak emrettiği gibi kurbanlık sevketmemişse temettü',
sevketmişse kıran yapması farz olur. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.) bu
şekilde emrettiği sahih yolla aktarılmıştır. Bir kimse ifrâd haccı yapmak üzere
ihrama girip tavaf ettiğinde; haccı, tek umreye çevirip temettü' yapamaz. Bu,
yalnız sahabe içindi. Çünkü onlar,
Hz. Peygamber (s.a.) temettü' haccım ve haccı umreye çevirmeyi emretmeden önce
baştan ifrâd haccı için ihrama girmişlerdi. Hz. Peygamber'in (s.a.) temettü'
yapma ve haccı umreye çevirme emri kesinlik kazanınca, artık hiç kimsenin O'na
muhalefet edip ifrâd haccı yapma, sonra da onu umreye çevirme hakkı
kalmamıştır.
Bu son iki ihtimali
düşündüğün zaman görürsün ki, bunlar birinci ihtimale göre ya daha ağırlık
kazanmaktadırlar, ya da ona denktirler ve sabit, sarih hadislerin onunla
çatışmaları toptan ortadan kalkar. Başarı yalnız Allah'tandır.
Müslim'in Sahih'mdc,
temettü' haccının sahabeye mahsus olduğu yolunda Ebu Zerr'den aktardığı
rivayete gelince; şayet bununla temettü' haccının aslı kastediliyorsa hiçbir
müslüman bu görüşte değildir. Aksine müs-lümanlar, temettü' haccının kıyamete
kadar caiz olduğunda görüş birliği içindedirler. Şayet haccı umreye çevirme
suretiyle temettü' yapma kastediliyorsa, bu da yukarıda sıralanan üç yöne
muhtemeldir. el-Esrem Sünen'-inde diyor ki: Ahmed b. Hanbel bize, Abdurrahman
b. Mehdî — Süfyan-A'meş — İbrahim et-Teymî senediyle Ebu Zerr'in temettü' haccı
konusunda "Bu bize mahsustur" dediğini aktardıktan sonra dedi ki:
"Allah, Ebu Zerr'e rahmet etsin. Temettü' haccı Allah'ın (c.c.) kitabında:
"kim umreyi hacca eklemek suretiyle temettü' yaparsa..." şeklinde[449]
(umumî olarak) geçmektedir."
Haccın umreye çevrilmesini
kabul etmeyenler diyorlar ki: Ebu Zer ve Hz. Osman'ın söyledikleri "bu
neshedilmiştir yahut sahabeye mahsustur." şeklindeki böylesi bir söz re'y
ile söylenemez. O halde bu sözü söyleyen, devamlılığını ve genel geçerliliğini
iddia edenlerin bilmedikleri fazla bir bilgiye sahip demektir. Çünkü iddia
edenler ıstıshâb deliliyle nassın devamlılık ve genel geçerliliğine
hükmediyorlar; bunlar, dava edilen mal karşısındaki zilyed mesabesindedirler.
Neshedildiğini[450] ve
hususîliğini iddia edenler ise beyyine (delil, şahid) getirip de zilyede
tercih edilenler mesabesindedirler.
Haccın umreye
çevrilebileceğini caiz görenler diyorlar ki: Bu, kuşkusuz fasit bir sözdür.
Hatta kuşkusuz re'y (delile dayanmayan kişisel gö-rüş)dir. Bunun, Hz. Osman ve
Ebu Zerr'den daha büyük birinin re'yi olduğunu İmrân b. Husayn, Sahihayn'daki
şu rjvayetiyle —metin Buharî'nindir— açık bir şekilde ortaya koymuştur:
"Daha Kur'an âyetleri inerken biz Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte
temettü' yaptık. Sonra bir adam kendi re'yi ile dilediğini söyledi."
Müslim'deki metin ise şöyledir: "Allah'ın (c.c.) kitabında temettü' haccı
ile ilgili âyet indi. Allah Rasûlü (s.a.) bize temettü' yapmamızı emretti.
Sonra temettü' haccinı nesheden bir âyet inmedi. Allah Rasûlü (s.a.) de vefat
edinceye kadar bunu yasaklamadı. Bir adam kendi re'yi ile dilediğim
söyledi." Bir metinde İmrân b. Husayn'-ın "bir adam" sözüyle Hz.
Ömer'i kasdettiği belirtiliyor.[451]
Kendisine temettü'
haccinı soran ve "Baban bunu yasakladı." diyen adama karşı Abdullah
İbn Ömer: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) emri mi, yoksa babamın emri mPuyulmaya
daha lâyıktır?" diye karşılık verdi.[452]
İbn Abbas, bu konuda
kendisine Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in görüşlerini ileri sürerek karşı koymaya
çalışanlara "Üzerinize gökten taş yağacak, nerdeyse! Ben, Allah Rasûîü
(s.a.) şöyle buyurdu diyorum; siz, Ebu Bekir ve Ömer şöyle dedi, diyorsunuz!"
şeklinde karşılık verdi.[453]
İşte bu âlimlerin cevabıdır; "Osman ve Ebu Zer, Allah Rasûlü'nü (s.a.)
sizden daha iyi bilirler." diyenlerin cevabı değildir. İbn Abbas ve
Abdullah İbn Ömer de kalkıp "Ebu Bekir ve Ömer, Allah Rasûlü'nü (s.a.)
bizden daha iyi bilirler." deselerdi ya! Ne sahabeden, ne de tabiînden hiç
kimse, Allah Rasûlü'nün (s.a.) nassını bu cevapla redde razı olmaz. Onlar,
Allah ve Rasûlünü en iyi bilenlerdir ve ismet sahibi olmayanın görüşünü, ismet
sahibinin sözüne tercihten de en çok sakınan insanlardır. Hem sonra ismet
sahibinden, bunun kıyamete kadar baki olduğu yolunda nas sabit olmuştur. AH b.
Ebu Tâlib (r.a.), Sa'd b. Ebî Vakkas, îbn Ömer, İbn Abbas, Ebu Musa, Saîd b.
Müseyyeb ve tabiînin çoğunluğu baki olduğunu söylemişlerdir. Şu olay da
gösterir ki; bu, tam bir re'ydir, Hz. Peygamber'in (s.a.) böyle bir şey
söylediği söylenemez: Ömer Îbnü'l-Hattâb (r.a.) temettü' haccinı yasaklayınca
Ebu Musa el-Eş'arî, ona: "Ey mü'minlerin emîri! Hac ibadeti konusunda icad
ettiğin de ne?" diye sordu. O da şöyle cevap verdi: "Ya Rabbimizin
kitabına uyarız ki Allah: 'Hac ve umreyi Allah için tamarnlayın! buyuruyor;[454]
yahut da Allah Rasûlü'nün sünnetine uyarız. Zira Allah Rasûlü (s.a.) kurbanını
kesinceye kadar ihramdan çıkmadı." Görüldüğü gibi Ebu Musa ile Hz. Ömer
haccm temettu'a çevrilmesini ve yeni baştan. ihrama girilmesini engellemenin
hac ibadeti konusunda Hz. Ömer'in icad ettiği bir re'y olup Allah Rasûlü'nden
(s.a.) böyle bir rivayetin bulunmadığında hemfikirdirler. Hz. Ömer neyi delil
gösterirse göstersin Ebu Musa, Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) bütün halifeliği
süresince ve Hz. Ömer'in halifeliğinin ilk zamanlarında insanlara, haccın
umreye çevrilebileceği fetvasını verirdi. Nihayet Hz. Ömer (r.a.) bunu
yasaklaması konusunda onunla görüştü ve her ikisi de bunun hac ibadeti
hususunda Hz. Ömer'in (r.a.) ortaya attığı bir re'y olduğunda birleştiler.
Sonra Hz. Ömer'in bu görüşünden vazgeçtiği sahih senedle rivayet edilmiştir. [455]
Üçüncü gerekçe: Haccın
umreye çevrilebileceğini ifade eden hadislerin, aksini ifade eden hadislerle
çatışması. Buna delil olarak şu hadisleri gösteriyorlar:
1- Müslim,
Safıih'inde Zührî-Urve yoluyla Hz. Âişe'nin (r.anha) şöyle dediğini rivayet
eder: Veda haccı için Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte yola çıktık. Kimimiz
umreye, kimimiz hacca niyetlenerek ihrama girdik, telbiye getirmeye başladık.
Mekke'ye vardığımızda Allah Rasûlü (s.a.): "Kim umre ihramına girmiş ve
kurbanlık sevmetmemişse ihramdan çıksın. Kim de umre ihramına girmiş ve
kurbanlık sevketmişse kurbanını kesinceye kadar ihramdan çıkmasın. Hacca
niyetlenip ihrama girenlerse haclarını tamamlasınlar." buyurdu. ..[456]
2- Yine Müslim'in, Sahihimde Mâlik — Ebu'I-Esved
— Urve senediyle rivayetine göre Hz. Âişe anlatıyor: Veda haccı senesi Allah
Rasûlü (s.a.) ile birlikte çıktık. Kimimiz umreye, kimimiz hac ve umreye ve
kimimiz de hacca niyetlenip ihrama girdik, telbiye getirdik. Allah Rasûlü (s.a.)
ise hacca niyetlenip ihrama girdi, telbiye getirdi. Umreye niyetlenenler ihramdan
çıktılar. Hacca veya hem hacca, hem umreye niyetlenenler ise kurban bayramının
birinci günü oluncaya kadar ihramdan çıkmadılar.[457]
3- İbn Ebî Şeybe, Muhammed b. Bişr el-Abedî —
Muhammed b. Amr b. Alkame — Yahya b. Abdurrahman b. Hâtıb senediyle Hz.
Âişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte hac
yolculuğuna çıktık, üç gruba ayrıldık: Kimimiz umre ile hacca, kimimiz ifrâd
haccına ve kimimiz de yalnız umreye niyetlenip ihrama girdik, telbiye getirdik.
Hem hacca ve hem de umreye niyetlenenler hac görevlerini tamamen bitirinceye
kadar ihram dolayısıyla haram olan hiçbir şey onlara helâl olmadı. İfrâd
haccına niyetlenenler de yine hac görevlerini tamamen bitirinceye kadar ihram
dolayısıyla haram olan hiçbir şey onlara helal olmadı. Yalnız umreye
niyetlenenler Beytullah'ı tavaf edip Safa-Merve arasında sa'y yapınca
ihramlıya haram olan
şeyler onlara helâl oldu
ve nihayet hacca yöneldiler.[458]
4- Müslim'in Sahih'inde İbn Vehb — Amr b. Haris —
Muhammed b. Nevfel senediyle rivayetine göre Iraklı bir adam, Muhammed b.
Nev-fel'e: "Bir kimse hac niyetiyle ihrama girse, Beytullah'ı tavaf edince
ihramdan çıkabilir mi, çıkamaz mı? Benim için Urve b. Zübeyr'e bir sor."
diye ricada bulundu... Urve, orada geçen konuşmalardan sonra şunları söyledi:
Allah Rasûlü (s.a.) hac yaptı. (Teyzem) Âişe bana şöyle haber verdi: Hz.
Peygamber (s.a.) Mekke'ye geldiğinde Önce abdest almakla işe başladı. Sonra
Beytullah'ı tavaf etti. Sonra Ebu Bekir hac yaptı. O da ilk olarak Beytullah'ı
tavafla işe başladı. Sonra bu umre sayılmadı. Sonra Ömer de böyle yaptı. Sonra
Osman hac yaptı. Onun da ilk önce Beytullah'ı tavafla işe başladığını gördüm.
Sonra bu umre sayılmadı. Sonra Muaviye ve Abdullah İbn Ömer hac yaptılar. Daha
sonra babam Zübeyr b. Avvam'la birlikte hac yaptım. O da ilk olarak Beytullah'ı
tavafla başladı. Sonra bu umre sayılmadı! Daha sonra Muhacirleri ve Ensâr'ı
gördüm, onlar da böyle yapıyorlardı. Sonra bu umre sayılmadı. En son böyle
yaptığını gördüğüm kimse İbn Ömer'di. Sonra İbn Ömer haccı bozup umreye
çevirmedi. İşte İbn Ömer yanlarında! Ona niçin sormuyorlar? Geçmiş büyüklerden
hiçbiri Mekke'ye ayağını bastığında ilk olarak Beytullah'ı tavaf etmeden önce
bir şey yapmazdı. Ama sonra onlar ihramdan çıkmazlardı. Annem (Esma) ile
teyzemi (Hz. Âişe) Mekke'ye ayak bastıklarında gördüm, ilk olarak Beytullah'ı
tavaftan önce bir şey yapmazlardı. Beytullah'ı tavaf eder, ama ihramdan
çıkmazlardı.[459]
İşte haccı umreye çevirme
hadîslerine karşı ileri sürdükleri hadisler bunlar. Allah'a hamd ve şükürler
olsun, bunlarda bir çatışma yoktur.
Zührî — Urve — Âişe
senediyle rivayet edilen birinci hadisi ele alalım: Bu hadiste ya Abdülmelik b.
Şuayb, ya babası Şuayb, ya dedesi Leys, yahut onun üstadı Akîl yanlışlık
yapmıştır. Çünkü Mâlik, Ma'mer ve diğer muhaddisler Zührî — Urve — Âişe
senediyle hadisi rivayet etmişler ve Hz. Peygamber'in (s.a.), yanında kurbanlık
bulunmayan kimselerin tavaf ve sa'y yapınca ihramdan çıkmalarını emrettiğini
açıkça belirtmişlerdir. Mâlik, Yahya b. Saîd — Amra senediyle Hz. Âişe'nin
şöyle dediğini rivayet eder: "Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte Zilkade
ayının bitimine beş gün kala yola çıktık. Bu yolculuğu yalnız hac yolculuğu
olarak görüyorduk. Mekke'ye yaklaştığımızda Allah Rasûlü (s.a.), yanında
kurbanlık hayvanı bulunmayan kimselerin Beytullah'ı tavaf edip Safa-Merve
arasında sa'y yapınca ihramdan çıkmalarını emretti..."[460]
Yahya diyor ki: Bu hadisi Kasım b. Muhammed'e aktardım. "Vallahi (Amra) sana
hadisi olduğu gibi aktarmış." dedi.
Mansûr, İbrahim —
Esved senediyle Hz. Âişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: Allah Rasûlü (s.a.)
ile birlikte yola çıktık. Bu yolculuğu yalnız hac yolculuğu olarak görüyorduk.
Mekke'ye vardığımızda Beytullah'ı tavaf ettik. Hz. Peygamber (s.a.), kurbanlık
sevketmeyenlerin ihramdan çıkmalarını emretti. Bunun üzerine kurbanlık
sevketmemiş olanlar ihramdan çıktılar. Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımları da
kurbanlık sevketmeyenler arasında oldukları için onlar da ihramdan çıktılar.[461]
Mâlik ile Ma'mer, her
ikisi de İbn Şihab — Urve senediyle Hz. Âişe'nin şöyle dediğini rivayet
ederler: Veda haccı senesi Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte yola çıktık. Umreye
niyetlenip -ihrama girdik, telbiye getirdik. Sonra Allah Rasûlü (s.a.):
"Kimin yanında kurbanlık varsa hacla umreye birlikte niyetlensin, her
ikisinin de yapılması gereken vazifelerini yerine getirmeden ihramdan
çıkmasın." buyurdu.[462]
İbn Şihab, Urve
aracılığıyla Hz. Âişe'den, Sâlim'in babası (îbn Ömer) aracılığıyla Hz. Peygamber'den
(s.a.) rivayetine benzer bir rivayette bulunur. Rivayetin metni şöyledir:
Allah Rasûlü (s.a.) Veda haccında umreyi hacca ilâve etmek suretiyle temettü' yaptı. Kurbanlık
şevketti. Kurbanlığım Zülhuleyfe'den beraberinde götürdü. Allah Rasûlü (s.a.) Önce
umreye niyetlenip ihrama girdi, telbiyeye başladı. Sonra hacca niyetlenip
ihrama girdi, telbiye getirdi. İnsanlar da Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte
umreyi hacca ilâve etmek suretiyle temettü1 yaptılar. İnsanların kimileri
kurbanlık alıp beraberinde sevketmiş, kimileri ise kurbanlık getirmemişlerdi.
Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'ye gelince insanlara şöyle hitap etti:
"Sizlerden kurbanlık sev-kedenlerin, haclarını tamamlayıncaya kadar
kendilerine ihramdan dolayı haram olan şeylerden hiç birini yapmaları helâl
olmaz. Kurbanlık sevket-memiş olanlar Beytullahı tavaf etsinler, Safa-Merve
arasında sa'y yapsınlar ve saçlarını kısaltıp ihramdan çıksınlar. Sonra hacca
niyetlenip ihrama girsinler ve kurban kessinler. Kurbanlık bulamayanlar üç gün
hacda, yedi gün de evlerine dönünce oruç tutsunlar..."[463]
Abdülaziz ei-Mâcişûn,
Abdurrahman b. Kasım — babası Kasım senediyle Âişe'den: "Allah Rasûlü
(s.a.) ile birlikte yola çıktık. Hatırımıza hacdan başka bir şey
getirmiyorduk..." diye başlayan hadisi rivayet eder. Bu hadiste Hz. Âişe
devamla der ki: Mekke'ye vardığımda Allah Rasûlü (s.a.) ashabına: "Haccı,
umreye çevirin." buyurdu. Bunun üzerine yanında kurbanlık bulunanlar
dışında insanlar ihramdan çıktılar.[464]
A'meş, İbrahim
aracılığıyla Hz. Âişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Allah Rasûlü
(s.a.) ile birlikte yola çıktık. Hatırımıza hacdan başka bir şey getirmiyorduk.
Mekke'ye vardığımızda ihramdan çıkmamız emredildi..."»[465]
Abdurrahman b. Kasım,
babası yoluyla Hz. Âişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: Allah Rasûlü (s.a.)
ile birlikte yola çıktık. Hatırımıza hacdan başka bir şey getirmiyorduk. Şerife
vardığımızda hayız oldum. Ben ağlar-kan Allah Rasûlü (s.a.) yanıma girdi.
"Niçin ağlıyorsun?" diye sordu. Ben de: "Vallahi, keşke bu sene
hac yapmayaydım..." dedim. (Râvî hadisin devamını genişçe veriyor. Bu
kısımda Hz. Âişe diyor ki:) Mekke'ye vardığımda Hz. Peygamber (s.a.):
"Haccınızı umreye çevirin." buyurdu. Bunun üzerine yanında kurbanlık
bulunanlar müstesna olmak üzere insanlar ihramdan çıktılar.[466]
Bu metinlerin hepsi
Sahih'dz olup Câbir, İbn Ömer, Enes, Ebu Musa, İbn Abbas, Ebu Saîd, Esma, Berâ,
Hafsa ve başka sahabîlerin, Hz. Pey-gamber'in (s.a.), ashabına yanında
kurbanlık hayvanı bulunanlar dışında herkesin ihramdan çıkmasını ve haclarını
umreye çevirmelerini emrettiği yolundaki rivayetlerine de uygundur. Bütün bu
sahabîlerin Hz. Peygam-ber'in (s.a.) ashabına kurbanlık sevkedenler dışında
herkesin ihramdan çıkmasını ve daha önceki hac niyetlerini temettü' niyetine
çevirmelerini emretmesi konusunda ittifak sağlamış olmaları bu rivayetin
yanlışlığına ve bu rivayette bir yanılgı bulunduğuna delildir. Bunu şu husus da
ortaya koyar: Bu rivayet Leys — Akıl — Zührî — Urve senediyle aktarılmıştır.
Aynı Leys, Akîl — Zührî — Urve — Âişe senediyle, Hz. Peygamber'in (s.a.) temettü'
haccını ve kurbanlık sevketmeyenlerin ihramdan çıkmaları emrini içeren Zührî —
Salim — babası İbn Ömer senediyle rivayet etmiş olduğu hadisin benzerini
rivayet eden râvidir.
Sonra düşündüğümüzde
gördük ki, Hz. Âişe'nin hadisleri birbirini doğrulamaktadır. Yalnız bazı
râviler, bir kısım rivayetlerde eklemeler yapmışlar; bazıları hadisi
özetleyerek, bazıları sadece bir kısmım aktararak ve bazıları da aynı anlamı
ifade edecek sözlerle (rivayet bi'1-mâna metoduyla) rivayet etmişlerdir.
Sözkonusu hadiste hacca niyetlenenlerin ihramdan çıkmalarım meneden bir ifade
bulunmamaktadır. Yalnızca, Hz. Peygamber'in (s.a.) haccı tamamlamayı emrettiği
ifadesi yer almaktadır. Şayet bu ifade sahihse maksat ihram üzere devam
olacaktır. Şu halde bunun ihramdan çıkmayı ve haccı umreye çevirmeyi emirden
önce ifade edilmiş olması ve tamamlama emrine arız olan ziyade bir emir olması
belirginlik kazanmış demektir. Nitekim haccın ifrâd, temettü' ve kıran türleri
arasında tercihin serbest bırakılması üzerine de böyle ziyade bir emir arız
olmuştu. Bunun bu şekilde belirginlik kazanması kaçınılmazdır. Aksi halde bu,
haccı feshetme emrini ve haccı feshetme emri de ifrâd haccma izni neshetmiş
olur. Böyle bir şey kesinlikle imkânsızdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) sahabeye
ihramdan çıkmalarını emrettikten sonra bunu bozmalarını ve birinci ihram üzere
kalmalarım emretmemiştir. Bu, kesinlikle olmayacak bir şeydir. O halde bu
ifadenin —şayet sahihse— sahabeye haccın feshetmeleri emredilmeden önce olması
belirginlik kazanır. Bundan başkası asla caiz değildir. En iyi bilen Allah'tır.
Ebu'l Esved — Urve —
Hz. Âişe senediyle rivayet edilen "...Hacca veya hem hacca hem umreye
niyetlenenler ise kurban bayramının birinci günü oluncaya kadar ihramdan
çakmadılar." hadisi ile Yahya b. Abdurrahman b. Hâtıb yoluyla Hz.
Âişe'den rivayet edilen "Hem hacca hem de umreye niyetlenenler, hac görevlerini tamamen
bitirinceye kadar ihram dolayısıyla haram olan hiçbir şey onlara helâl olmadı.
İfrâd haccına niyetlenenler için de aynı durum sözkonusu oldu." hadisine
gelince; her iki hadisi de hadis hafızları münker saymışlardır. Hem bu hadisler
münker sayılmaya da lâyıktırlar.
Esrem, Ahmed b. Hanbel
— Abdurrahman b. Mehdî — Mâlik b. Enes — Ebu'l-Esved — Urve senediyle Hz.
Âişe'nin şunları söylediğini kaydeder: "Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte
yola çıktık. Kimimiz hacca, kimimiz umreye ve kimimiz de hacla umreye
(birlikte) niyetlenip ihrama girdik. Allah Rasûlü (s.a.) ise hacca niyetlenip
ihrama girdi. Umreye niyetlenenler Beytullah'ı tavaf edip Safa-Merve arasında
sa'y yapınca ihramdan çıktılar. Hacla umreye niyetlenenler ise kurban
bayramının birinci gününe kadar ihramdan çıkmadılar." Ahmed b. Hanbel dedi
ki: "Bu hadiste ne tuhaflık var! Bu hatadır." Esrem diyor ki: Ahmed
b. Hanbel'e: "Zührî, Urve aracıhğıyla~"Hz. Âîşe'den bunun aksini
rivayet ediyor!" dedim. O da: "Evet, Hişam b. Urve de öyle rivayet
ediyor." dedi.
Hafız Ebu Muhammed İbn
Hazm diyor ki: "Bu iki hadis gerçekten münkerdir. Ebu'I-Esved'in rivayet
ettiği buna benzer bir hadis daha vardır ki, onun da münkerliği, çürüklüğü ve
bâtıl olduğu ortadadır. Acaba râvisi-nin bunu rivayet etmesi nasıl caiz
oluyor?" Sonra İbn Hazm, Buharı yoluyla Ebu'l-Esved'den şu rivayeti
kaydeder: Esmâ'nın azatlısı Abdullah, Hz. Ebu Bekir Sıddîk'ın (r.a.) kızı olan
bu Esmâ'nın her ne zaman (Mekke'deki) Hacûn mevkiine uğrasa şu sözleri
söylediğini işitmiş olduğunu rivayet eder: "Allah, Rasûlü'ne salât
eylesin. İşte biz O'nun beraberinde burada konaklamıştık. Biz o vakit yükü
hafif, binilecek hayvanları az, azıkları az kimselerdik. Ben, kızkardeşim
Âişe, (kocam) Zübeyr, falan ve falan şahıslar umre yaptık. Beytullah'a el sürüp
tavaf edince ihramdan çıktık. Sonra öğleyi müteakip hac için yeniden ihrama
girdik.[467] İbn Hazm diyor ki: Çok
az bir hadis bilgisine sahip olan herhangi bir kimsenin de derhal
anlayabileceği üzere bu hadis kuşkusuz, şu iki asılsız (bâtıl) yönden dolayı
kusurlu ve zayıftır:
1- "Ben
ve kızkardeşim Âişe... umre yaptık." sözü. Hz. Âişe'nin Mekke'ye ilk
olarak girdiğinde umre yapmamış olduğu konusunda nakil erbabı arasında bir
ihtilâf yoktur. Bundan dolayıdır ki; Hz. Peygamber (s.a.) hac
tamam olduktan sonra Muhassab gecesi [468] Hz.
Âişe'ye Ten'îm'den umre yaptırmıştır. Câbir b. Abdullah bu şekilde rivayet
etmiştir. Aynı zamanda Esved b. Yezîd, îbn Ebî Müleyke, Kasım b. Muhammed,
Urve, Tavus ve Mücahid gibi güvenilir fâviler de Hz. Âişe'den bu şekilde
rivayet etmişlerdir.
2-
"Beytullah'a el sürüp tavaf edince ihramdan çıktık. Sonra öğleyi müteakip
hac için yeniden ihrama girdik." sözü. Kuşku yok ki, bu da asılsızdır.
Çünkü Câbir, Enes b. Mâlik, Âişe ve İbn Abbas, hepsi de ihramdan Mekke'ye
girdikleri gün çıkıldığım ve hacca terviye günü (arefe gününden* bir önceki
gün) niyet edildiğini rivayet etmişlerdir. Sözkonusu iki gün arasında kuşkusuz
üç gün vardır.
Ben derim ki: Hadis ne
münkerdir, ne de asılsız (bâtıl). Hadis sahihtir. Bu durum, Ebu Muhammed'in
kendi anlayışından kaynaklanmaktadır. Zira Esma, hem kendisinin hem de Âişe'nin
umre yapmış olduğunu haber vermektedir ki, kuşkusuz bu olmuştur. "Beytullah'a
el sürüp tavaf edince ihramdan çıktık." sözü ile hem kendisinin ve hem de
Hz. Âişe'ye isabet eden hayız özrünün kendilerine isabet etmediği kimselerin
yaptığı şeyi haber vermektedir. Hz. Âişe'nin, Mekke'ye girdikleri gün,
Beytullah'a el sürdüğünü ve o gün ihramdan çıktığını belirtmemiştir. Kuşku yok
ki, Hz. Âişe umre niyetiyle geldi ve bu niyetini Şerifte hayız oluncaya kadar
sürdürdü. Orada umreye haccı da eklemek suretiyle kıran yaptı. Şu halde Hz.
Âişe, Hz. Peygamber (s.a.) İle birlikte umre yaptı yahut umreye niyetlenip
geldi dense, bu söz yalan olmaz.
"Sonra öğleyi
müteakip hac için yeniden ihrama girdik." sözüne gelince; bir kere Esma
Mekke'ye girildiği günün öğle vaktini müteakip ihrama girdiklerini söylemiyor
ki, Ebu Muhammed'in dediği lâzım gelsin. O, terviye gününün öğle vaktini
müteakip zamanı kasdetmektedir. Avam-havâs herkesin bilebileceği ve zihinlerin
başka yönlere kayması sözkonusu olmayan şeylerden olması dolayısıyla böylesi
bir şeyin anlaşılması ve anlatımı için özel olarak şu günün öğle vaktinden
sonra diye belirtilmesine gerek yoktur. Şu halde sika râvilerin hadislerini
böyle bir kuruntuyla reddetmeye yol yoktur.
Ebu Muhammed diyor ki:
Hz. Âişe'den aktarılan sözkonusu iki hadis için —kendisinin münker saydığı
hadisleri kastediyor— en sağlıklı yol bu hadiste geçen "Hacca veya hem
hacca, hem umreye niyetlenenler hac vazifelerini tamamen bitirip kurban
bayramının birinci günü oluncaya kadar ihramdan çıkmadılar." sözünü
yorumlayıp Âişe bu sözüyle yanında kurbanlık bulunanları kasdetmiştir
demelidir. Böylece bu iki hadisten münker-. lik kalkmış ve bütün hadisler
uzlaşmış olur. Zira Zührî, .Urve'den Ebu'l-Esved'in Urve'den yaptığı rivayetin
aksini rivayet ediyor. Zührî kuşkusuz Ebu'l-Esved'den hıfz yönünden daha
sağlamdır. Yahya b. Abdurrahman bu konuda Âişe'den aktardığı rivayette Esved b.
Yezîd, Kasım b. Muhammed b. Ebu Bekir, Âişe'nin azadli kölesi Ebu Amr Zekvân,
Abdurrahman kızı Amra gibi —bu hanım Âişe'nin kucağında yetişmiştir— hıfzda,
güvenilirlikte, büyüklükte ve Âişe'yle sıkı fıkıhkta kendilerine denk
olamayacağı insanlara muhalefet etmiştir. Oysa bu insanlar Hz. Âişe ile
samimiyeti ve sıkı fıkıhğı oian insanlardır. Haydi böyle olmasalar bile onların
rivayetine yahut tek kalsa bile onlardan birinin rivayetine elbet uymak vacip
olurdu. Çünkü bunların rivayetlerinde Ebu'l-Esved ile Yahya'nın rivayetinde
bulunmayan bir fazlalık vardır. Bir delili bilmeyen veya onun farkında olmayan,
onu bilen, hatırlayan ve haber verenin üstünde değildir. Oysa bu büyük zatlar
Hz. Âişe'den gelen rivayette birbirlerine muvafakat sağlamışlardır. Böylece
yukarıda zikrettiğimiz Ebu'l-Esved ve Yahya'nın hadisine tutunulamaz olmuştur.
İbn Hazm sözlerini
şöyle sürdürüyor: Hem Ebu'l-Esved ve Yahya'nın rivayet ettiği hadisler müsned
değil, mevkufturlar. Çünkü bu râviler, Hz. Peygamber'in (s.a.) sahabîlere
ihramdan çıkmalarını emretmesi hâdisesinden sözetmeksizin Hz. Âişe kimin ne
yaptığını nasıl anlatmışsa, onlar da ondan bunu aktarmışlardır. Hz.
Peygamberden (s.a.) başka hiç kimsenin yaptığı delil olmaz. Bu iki râvinin
zikrettiği şeyler sahih olsa bile Hz. Peygamber'in (s.a.), yanında kurbanlık
bulunmayanlara, haccı umreye çevirmelerini emrettiği sahih senedle rivayet
edilmiştir. Artık bu emri yerine getirmeyi uzatıp geciktirseler, ihramdan
çıkmasalar Allah Teâlâ'ya isyan ermiş olurlardı. Allah, onları bu duruma
düşmekten korumuş ve bundan aklamıştır. Şu halde kesinlikle sabit olmuştur ki,
Ebu'l-Esved ile Yahya'nın hadisinde, sadece yanında kurbanlık bulunanlar
kastedilmiştir. Yukarıda verdiğimiz sahih hadisler de, aynen böyle Hz.
Peygamber'in (s.a.), yanında kurbanlığı bulunanlara haccı umreyle
birleştirmelerini ve her ikisinin de yapılması gerekli amellerini yapmadan
ihramdan çıkmamalarım emrettiğini ifade etmektedirler. Sonra tbn Hazm, Mâlik —
İbn Şihab — Urve —
Âişe senediyle Hz. Peygamber'in (s.a.): "Yanında kurbanlık hayvanı bulunan
kimse hac ve umreye niyetlenip ihrama girsin. Sonra her ikisinin yapılması
gereken vazifelerini yerine getirmeden ihramdan çıkmasın." bu-yurduğunu[469]
kaydedip diyor ki: Gördüğün gibi Urve aracılığıyla Âişe'den gelen bu hadis,
Ebu'l-Esved yoluyla Urve'den ve Yahya yoluyla Âişe'den gelen hadislerde
kastedilen şey şudur diye söylediğimiz hususu şüphe bırakmayacak bir şekilde
ortay_a koymaktadır. Şimdi mesele (kapalılık) tamamen ortadan kalkmış oldu.
Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun.
İbn Hazm sözlerine
devamla, diyor ki: Ebu'l-Esved hadisinde cümlelerin çıkartılmış olduğunu,
Urve'den aktarılan onun annesinin, teyzesinin ve Zübeyr'in yalnızca umre
yaptıklarını, Rükn'e el sürünce ihramdan çıktıklarını ifade eden sözleri de
ortaya koyar. Hiç ihtilâf yok ki, umre yapan kimse Rükn'e el sürmekle ihramdan
çıkamaz; ihramdan çıkmak için Rükn'e el sürdükten sonra Safa-Merve arasında
sa'y yapmak gerekir. O halde hadisten cümleler çıkartıldığı sahih demektir. Bu
cümleleri, zikrettiğimiz diğer sahih hadisler ortaya çıkarmaktadır. Böylece
kavga ve gürültü tamamen ortadan kalkmış oldu. Başarı yalnız Allah'tandır.
Ebu'l-Esved'in
Urve'den rivayet ettiği Ebu Bekir, Ömer, Muhacirler, Ensâr ve İbn Ömer'in
yaptıklarını ihtiva eden hadis için îbn Abbas çok iyi bir cevap vermiştir. Onun
verdiği cevap yeterlidir. A'meş, Fudayl b. Amr — Saîd b, Cübeyr — İbn Abbas
senediyle Allah Rasûlü'nün (s.a.) temettü' yaptığını rivayet etmiştir. İbn Abbas'tan
bunu işiten Urve: "Ebu Bekir ve Ömer, temettü' haccını yasakladılar."
dedi. Bunun üzerine İbn Abbas: "Bakıyorum siz helak olacaksınız. Ben,
'Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu' diyorum; sen, 'Ebu Bekir ve Ömer dedi'
diyorsun!" diye karşılık verdi.[470]
Abdürrezzak'ın, Ma'mer
— Eyyûb se*nediyle rivayetine göre Urve, İbn Abbas'a: "Allah'tan korkmuyor
musun? Temettü' haccma ruhsat veriyorsun!" dedi. İbn Abbas: "Ey
Urvecik! Annene sor!" diye karşılık verdi. Bunun üzerine Urve: "Fakat
Ebu Bekir ve Ömer yapmadılar" deyince^, İbn Abbas: "Vallahi, siz
böyle devam ederseniz öyle görüyorum ki, Allah size azap eder. Ben size Allah
Rasûlü'nden (s.a.) hadis aktarıyorum, siz bize Ebu Bekir ve Ömer'den
sözediyorsunuz?!" diye cevap verdi. Bu sözler üzerine Urve: "Elbet
onlar, Allah Rasûlü'nün (s.a.) sünnetini daha iyi bilen ve O'nun sünnetine senden daha çok uyan
insanlardı." dedi.[471]
Ebu Müslim el-Keccî,[472]
Süleyman b. Harb — Hammad b. Zeyd — Eyyûb es-Sahtiyanî — İbn Ebî Müleyke
senediyle rivayet eder ki; Urve b. Zübeyr, Allah Rasulü'nün (s.a.)
sahabîlerinden birine: "Zilhicce ayının ilk on günü içinde insanlara, bu
günlerde umre yapılmazken umre yapmalarını emrediyormuşsun?!" diye sordu.
O da: "Niçin bunu annene sormuyorsun?" dedi. Urve: "Zira Ebu
Bekir ve Ömer bunu yapmadılar." diye cevap verdi. Bunun üzerine o sahabî:
"İşte buradan helak oldunuz. Öyle görüyorum ki, Allah (c.c.) sizi mutlaka
cezalandıracaktır. Ben size Allah Rasûlü'nden hadis aktarıyorum, siz bana Ebu
Bekir ve Ömer'in yaptıklarını haber veriyorsunuz!" dedi. Urve de ona:
"Onlar, Allah Rasulü'nün (s.a.) sünnetini vallahi senden daha iyi
bilirlerdi." dedi. Bunun üzerine o sahabî sustu.
Sonra Ebu Muhammed İbn
Hazm, Urve'nin bu sözüne karşılık aşağıda zikredeceğimiz cevabı verdi.
Üstadımızın verdiği ondan daha güzel bir cevabı da nakledeceğiz.
Ebu Muhammed diyor ki:
Biz, Urve'ye deriz ki: İbn Abbas hem Allah Rasulü'nün (s.a.) sünnetini ve hem
de Ebu Bekir ile Ömer'in uygulamalarını senden daha iyi bilir; o, senden daha
hayırlı ve o üçüne senden daha yakındır. Bunda hiçbir müslüman kuşku duymaz.
Mü'minlerin annesi Âi-şe, senden daha bilgili ve daha doğrudur... Sonra İbn
Hazm, Sevrî — Ebu İshak es-Sebîî — Abdullah senediyle şu rivayeti aktarır: Hz.
Âişe, "Kim haccı yönetmek üzere görevlendirildi?" diye sordu.
"İbn Abbas" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hz. Âişe: "O,
haccı en iyi bilen insandır" dedi. Ebu Muhammed, "Maamafih, Urve'den
daha hayırlı, daha faziletli, daha bilgili, daha doğru ve daha güvenilir bir
kimse, Hz. Âişe'den Urve'nin dediğinin aksini rivayet etmiştir." dedikten
sonra, Bezzâr — el-Eşec — Abdullah b. İdris el-Evdî — Leys — Atâ ve Tavus — İbn
Abbas senediyle rivayet eder ki, Allah Rasûlü (s.a.), Ebu Bekir ve Ömer
temettü' yapmışlardır; bunu ilk yasaklayan Muâviye'dir.
Abdürrezzak, Sevrî —
Leys — Tavus — İbn Abbas senediyle de şu hadisi kaydeder: "Allah Rasûlü
(s.a.) ile Ebu Bekir temettü' yaptılar. Ebu Bekir vefat edince Ömer ve Osman da
aynısını yaptılar. Bunu ilk yasaklayan Muâviye'dir. "[473]
Ben derim ki: Bu İbn
Abbas hadisini Müsned'inde İmam Ahmed ve Tirmizî de rivayet etmiştir. Tirmizî:
"Bu hadis hasendir" demiştir.[474]
Abdürrezzak'ın, Ma'mer
— İbn Tavus — babası Tavus senediyle rivayetine göre Übey b. Kâ'b ile Ebu
Musa, Ömer İbnü'l-Hattâb'a: "Kalkıp insanlara şu temettü' işini açıklasan
olmaz mı?" dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Bunu bilmeyen kaldı mı
ki? Ben kendim yapıyorum." karşılığını verdi.
Ali b. Abdülaziz
el-Bağavî, Haccac b. Minhâl — Hammad b. Seleme — Hammad b. Ebu Süleyman yahut
Humeyd — Hasan (Basrî) senediyle rivayet eder ki; Hz. Ömer, Kabe'nin malım
almak istedi ve: "Kabe'nin bu mala ihtiyacı yok" dedi. Yemenlileri
idrarla (elbise) boyamaktan menetmek istedi ve bir de temettü' haccını
yasaklamak istedi. Bunun üzerine Übey b. Kâ'b dedi ki: "Allah Rasûlü
(s.a.) ve ashabı bu malı gördüler. O'nun ve ashabının bu mala ihtiyaçları
vardı; ama almadı. Sen de alma. Allah Rasûlü (s.a.) ve ashabı Yemen dokuması
kumaşlardan yapılan elbiseleri giyerlerdi. Ama kumaşların idrarla boyandığını
bildiği halde O, bunu yasaklamadı. Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte temettü'
yaptık; ama kendisi bunu yasaklamadı ve Allah yasaklayıcı bir âyet de
indirmedi."[475]
Hz. Ömer'in,
"Şayet sene ortasında umre yapsam, sonra da hac yapsam elbet temettü'
yapardım. Elli kere hac yapsam elbet temettü' yapardım." dediği yukarıda
geçmişti. Bu sözleri Hammad b. Seleme, Kays — Tavus — İbn Abbas senediyle Hz.
Ömer'den şu şekilde rivayet eder: "Bir sene içinde iki kere umre yapsam,
sonra hac yapsam elbet haccımla birlikte bir umre daha yapardım." Sevrî
ise, Seleme b. Küheyl — Tavus — İbn Abbas senediyle Hz. Ömer'in: "Umre
yapsam, ardından bir daha umre yapsam, sonra hac yapsam elbet temettü'
yapardım." dediğini rivayet eder. İbn Uyeyne, Hişam b. Huceyr ve Leys —
Tavus senediyle İbn Abbas'ın şöyle dediğini aktarır: Temettü' haccını
yasakladığım iddia ettiğiniz bu zatın —Hz. Ömer'i kastediyor—; "Umre
yapsam, sonra hac yapsam elbet temettü' yapardım" dediğini işittim. İbn
Abbas diyor ki: Şu kadar, bu kadar kere olsa da, temettü' yapmadıkça kişinin
haccı katiyen tamam olmaz.[476]
Üstadımızın verdiği
cevaba gelince; Hz. Ömer (r.a.), asla temettü' hac-cını yasaklamış değildir.
Yalnızca "Haccmız ve umreniz için en tamam olanı, ikisi arasını
ayırmanızdır." demiş ve böylece Hz. Ömer, onlar için en faziletli olanı
yani kişinin her birisi için memleketinden ayrı bir yolculuk yapmasını tercih
etmiştir. Böylesi, başka bir yolculuk yapmaksızın yapılan kıran ve hususî
temettü' haccından daha faziletlidir. Ahmed b. Hanbel, Ebu Hanife, Mâlik, Şafiî
—Allah onlara rahmet etsin— ve başka âlimler de buna parmak basmışlardır. Hz.
Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in —Allah onlardan razı olsun— yaptıkları ifrâd şekli
budur ve Hz. Ömer (r.a.), insanlar için bunu tercih ederdi.[477] Hz.
Ali (r.a.) de aynısını yapardı. Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.), "Hac ve
umreyi Allah için tamamlayın." âyeti[478]
hakkında "Hac ve umreyi tamamlamak demek, aile yuvandan onlar için
ihrama girmendir" demişlerdir. Hz.
Peygamber (s.a.) de umresi hakkında Hz. Âişe'ye: "Sevabın, çektiğin
yorgunluk ölçüsüncedir." buyurmuştur.[479] Hac
yapan kişi aile yuvasına dönüp umre yapmak için yeniden oradan ayrılır, hac
aylarından Önce umre yapar ve orada kalır hac yapar, yahut hac aylarında umre
yapar evine döner, sonra hac yaparsa, işte o zaman her bir ibadeti aile
yuvasından yapmış olur. Hac ve umrenin tam, kâmil bir şekilde yapılışı böyledir
ve bu diğerlerinden daha faziletlidir.
Ben derim ki: İşte Hz.
Ömer'in, insanlar için tercih ettiği husus budur. Kimileri yanlışlıkla Hz.
Ömer'in temettü' haccını yasakladığını sanmış; kimileri onun koyduğu yasağı,
haccı umreye çevirmek suretiyle yapılan temettu'a yorumlamış; kimileri ifrâd
haccını temettu'a tercihen bu yasağı en uygun olanı terketmeye yorumlamış;
kimileri Hz. Ömer'den gelen yasaklama rivayetlerinin zikrettiğimiz müstehaplık
rivayetleriyle çeliştiklerini söylemiş; kimileri diğer konularda olduğu gibi
bu konuda da Hz. Ömer'den iki rivayet bulunduğunu söylemiş; kimileri
yasaklamanın, Hz. Ömer'in eski görüşü olduğunu ve daha sonra bundan döndüğünü
söylemiş, —Nitekim Ebu Muhammed İbn Hazm bu yolu tutmuştur— ve kimileri de
hacıların hanımlarıyla misvak ağacı gölgesinde (yahut Arafat yakınlarındaki
Erak denilen yerde) cinsel münasebette bulunmalarını hoş görmediğinden Hz.
Ömer'in kendi görüşü olarak yasaklamış olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Ebu Hanife'nin, Hammad
— İbrahim en-Nehaî senediyle rivayetine göre Esved b, Yezîd anlatıyor: Ben,
Arefe günü öğleden sonra Ömer İbnü'l-Hattâb'la Arafat'ta vakfe yapıyordum.
Saçlarını taramış, üzerinden güzel kokular savrulan bir adam çıkageldi. Hz.
Ömer, ona: "Sen ihramh mısın?" diye sordu. Adam: "Evet"
cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Senin halin, ihramlı hali değil.
İhramlı kimse, saçları uzun müddet taranmadığından keçelenen, üstü başı tozlu
olan ve ter kokan kimse demektir." dedi. Adam: "Ben temettü' haccı
yapmak üzere geldim. Yanımda ailem de var. Ben, bugün ihrama girdim."
dedi. O zaman Hz. Ömer dedi ki: "Bu günlerde temettü' yapmayın. Zira ben
onlara temettü' haccı konusunda ruhsat versem hanımlarıyla Erak'ta (Arafat
yakınlarında bir yer) cinsel münasebet kurarlar. Sonra onlarla hacca
giderler."[480] Bu
sözler, bunun Hz. Ömer'in kendi
görüşü olduğunu ortaya koymaktadır.
İbn Hazm diyor ki: O halde ne
oldu? Ve ne güzel oldu? Oysa Hz. Peygamber (s.a.) hanımlarını dolaştı, sonra
sabah ihrama girdi. İhramdan önce göz açıp kapayacak kadar zaman kalana dek
cinsel ilişki kurmanın mubah olduğunda ihtilâf yoktur. En iyi bilen Allah'tır. [481]
Haccın umreye
çevrilmesini menedenler, şimdi zikredeceğimiz ve bozukluklarını ortaya
koyacağımız başkaca iki yol daha tutmuşlardır:
Birinci yol: Diyorlar
ki: Sahabe ve onlardan sonra gelenlerin haccı feshetmenin caiz olup olmadığında
ihtilâf ettikleri gözönüne alınırsa, ilim adamlarının pej; çoğuna hatta
çoğunluğuna göre, yapılması caiz olmayan bir şeyden ibadeti korumak amacıyla
ihtiyat olarak bunun engellenmesi gerekir.
İkinci yol: Hz.
Peygamber (s.a.) hac aylarında umre yapmanın caiz olduğunu göstermek için
sahabîlere haccı feshetmelerim emretmiştir... Çünkü cahiliye devri halkı, hac
aylarında umre yapmayı hoşgörmezler ve derlerdi ki: "Devenin sırtındaki
yağır (aşınmadan dolayı meydana gelen yara bere izi) iyileşir, iz silinir
gider, safer ayı da çıkar giderse; işte o zaman umreci için umre helâl
olur..." Hz. Peygamber (s.a.) sahabîlere bundan dolayı haccı feshetmelerini
emretti.[482] Böylece onlara hac
aylarında umre yapmanın caizliğini açıklamış oldu.
Bu her iki yol da
tutarsızdır:
Birincisi: İhtiyat,
sünnet belli değilse ancak o zaman meşru olur. Belli ise ona uymak ve ona
aykırı olanı bırakmak ihtiyattır. Eğer ihtilaftan dolayı onu bırakmak
ihtiyatsa, ona aykırı olanı bırakmak ve ona uymak daha daha ihtiyatlıdır.
İhtiyat iki türlüdür: 1) Âlimlerin ihtilâfından kurtulmak için ihtiyat, 2)
Sünnete muhalefetten kaçınmak için ihtiyat.
Bunlardan birinin
diğerine üstünlüğünü açıktır.
Hem burada ihtiyat
imkânsızdır. Çünkü haccı feshetme konusunda âlimlerce üç görüş ileri
sürülmüştür:
1- Haramdır.
2- Vaciptir.
3- Müstehaptır. Haram sayana muhalefetten
kaçınma, vacip sayana muhalefetten kaçınmaya göre ihtiyat açısından daha
elverişH değildir. Muhalefetten kurtulmak için ihtiyatlı davranma imkânsız
olunca, sünnete muhalefetten kurtulmak için ihtiyat gösterme artık kesinlik
kazanır.
İkinci yola gelince:
Pek çok yönden tutarsızlığı daha da ortadadır:
1- Hz. Peygamber (s.a.) yukarıda da geçtiği
üzere bundan önceki üç umresini hac aylarında, Zilkade ayında yapmıştır. Zilkade
ayı ise hac aylarının ortasıdır. Hz. Peygamber (s.a.) bunu daha önce üç defa
yapmışken, sahabîlerin, hac aylarında umre yapmanın caiz olduğunu ancak Hz.
Pey-gamber'in (s.a.) kendilerine haccı umreye çevirmelerini emretmesinden sonra
öğrendikleri, bu zamana kadar bilmedikleri nasıl düşünülebilir?
2- Sahihayn* daki bir hadise göre Hz. Peygamber
(s.a.) mikatta sahabîlere: "Kim umreye niyetlenip ihrama girmeyi, telbiye
getirmeyi isterse öyle yapsın. Kim hacca niyetlenip ihrama girmeyi, telbiye
getirmeyi isterse öyle yapsın. Kim de hac ve umreye niyetlenip, ihrama girmeyi,
telbiye getirmeyi isterse o da Öyle yapsın." buyurmuştur.[483]'
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber (s.a.) mîkatta, müslümanlann çoğunluğu yanında
iken hac aylarında umre yapmanın caiz olduğunu onlara açıklamıştır. Şu halde
onlar, bu işin caiz olduğunu haccı feshetme işlemine kadar nasıl bilmemiş olabilirler?
Allah'a yemin olsun ki, bu sözle bu işin caiz olduğunu öğrenmemiş-lerse
feshetme suretiyle caiz olduğunu öğrenmemiş olmaları akla daha yatkındı.
3- Hz. Peygamber (s.a.) kurbanlık sevketmemiş
olanlara, ihramdan çıkmalarını, sevketmiş olanlara ise kurbanı kesinceye kadar
ihramlı kalmalarını emretmiş ve böylece ihramlılar arasında fark bulunduğunu
ortaya koymuştur. Bu da gösterir ki, ihramdan çıkmaya engel, sırf birinci ihram
değil, kurbanlık sevketmiş olmaktır. Haccı feshetmeyi menedenterin kaydettikleri
illet, belli türdeki ihramhya mahsus olamaz. Hz. Peygamber (s.a.) ihramdan
çıkma ve çıkmama konusunda etkili olan hususun, —başka bir şey değil— kurbanın
bulunup bulunmaması olduğunu söylemiştir.
4- Şöyle
denilebilir: Hz. Peygamber (s.a.), müşriklere muhalefet etmeyi amaçlamışsa, bu
durum, haccı feshetmenin bu illetten dolayı daha faziletli olduğuna bir delil
teşkil eder. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) şayet bunu yalnız müşriklere muhalefet
olsun diye sahabîlere emretmişse bu durum kıyamete kadar ya vacip, ya müstehap
olarak haccı feshetmenin meşruluğuna bir delil olmuş olur. Zira Hz.
Peygamber'in (s.a.) müşriklerin tavırlarına muhalefet olsun diye hac ve umre
konusunda yaptığı ve ümmetine meşru kıldığı şey ya vacip, ya müstehap olarak
kıyamete kadar meşru demektir. Müşrikler Arafat'tan güneş batmadan önce
hareket ederler, Müz-delife'den ise güneş doğuncaya kadar hareket etmez ve:
"Ey Sebîr! Aydınlan ki, kurban kesimine koşalım!" derlerdi. Hz.
Peygamber (s.a.) onlara muhalefet ederek[484]
"Bizim tavrımız, müşriklerin tavrına muhalefet etti. Biz güneş batıncaya
kadar Arafat'tan hareket etmedik." buyurdu.
Bu muhaleîet ya
Mâlik'in dediği gibi rükündür, ya Ahmed b. Hanbel, Ebu Hanîfe ve iki görüşünden
birine göre Şafiî'nin dediği gibi vaciptir, yapmadığı takdirde kurban kesmek
gerekir; ya da diğerlerinin dediği gibi sünnettir.
Müzdelife'den güneş
doğmadan önce hareket etmek, müslümanlann ittifakıyla sünnettir. Aynı şekilde
Kureyşliler Arafat'ta vakfe yapmazlar, Müzdelife'den hareket ederlerdi. Hz.
Peygamber (s.a.) onlara muhalefet edip Arafat'ta vakfe yaptı ve oradan hareket
etti. "...Sonra insanların hareket ettikleri yerden hareket edin."
âyeti[485] bu konuda inmiştir. Bu
muhalefet müslümanlann ittifakıyla haccın rükünlerindendir. Müşriklere muhalefet
ettiğimiz hususlar ya vaciptir ya müstehaptır. Bunlar arasında mekruh yoktur.
O halde nasıl haram bulunabilir? Nasıl "Hz. Peygamber (s.a.) ashabına,
müşriklerin haccına muhalif bir hac şeklini emretmiştir. Oysa onlara
yasakladığı şey, yapmalarını emrettiğinden daha faziletliydi." denebilir?
Yahut nasıl "Müşriklerin yaptıkları gibi hac yapıp da temettü' yapmayan
kimsenin haccı, Allah Rasûlü'nün emriyle muhacirlerin ve Ensâr'ın oluşturduğu
ilk müslümanlann yaptıkları hacdan daha faziletlidir." denebilir?
5-
Sahihayn'da rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki:
"Kıyamete kadar umre, hacca dahil olmuştur." O'na sordular:
"Yaptığımız bu umre yalnız bu sene için mi, yoksa ebediyen geçerli
mi?" O da: "Hayır, ebediyen geçerlidir, Kıyamete kadar umre, hacca
dahil olmuştur." buyurdu[486]
Câbir'in rivayet
ettiği uzun hadiste açıkça geçtiği üzere sahabîler, hacdan çevrilen umreyi
sormuşlardı. Câbir anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) sa'yı Merve'de bitirince:
"Bu yapageldiğim hacca yeniden başlayabilsey-dim kurbanlık sevketmez,
niyetlendiğim haccı umreye çevirirdim. Hanginizin yanında kurbanlık hayvanı
bulunmuyorsa, ihramdan çıksın ve haccını umreye çevirsin." buyurdu. Bunun
üzerine Sürâka b. Mâlik ayağa kalkıp: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu seneye mi
mahsus, yoksa ebediyen geçerli mi?" diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.)
parmaklarını birbirine geçirip iki kere: "Umre, hacca dahil
olmuştur." buyurdu ve devamla: "Hayır, ebediyen geçerli."
dedi... Bir metinde ise deniyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) Zilkâde'nin dördüncü
günü sabahı (Mekke'ye) geldi ve bize ihramdan çıkmamızı emretti. Biz:
"Arefe gününe ancak beş gün kalmışken bize hanımlarımızla cinsel ilişki
kurmamızı ve erkeklik âletlerimiz meni akıtır bir halde Arafat'a gelmemizi
emrediyor?" dedik... Hadisin daha sonraki bölümünde deniyor ki: Sürâka b.
Mâlik: "Bu seneye mi mahsus, yoksa ebediyen geçerli mi?" diye sordu.
Hz. Peygamber (s.a.) de: "Ebediyen" cevabım verdi.[487]
Sahih-i Buhari'üt bir
hadise göre Sürâka, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Bu size mi mahsus ey Allah'ın
Rasûlü?" diye sordu. O da: "Hayır, ebediyen." buyurdu[488]
Böylece Allah Rasûlü (s.a.) açıklamış oldu ki, haclarını umreye çeviren
sahabîlerin yaptıkları bu umre şekli, ebediyen geçerlidir ve kıyamete kadar
umre, hacca dahil olmuştur. Bu da temettü' umresinin, haccın bir bölümü
olduğunu gösterir.
Bazı insanlar Hz.
Peygamber'in (s.a.): "Hayır, ebediyen geçerli." sözünü delil olarak
kullanma konusunda iki itiraz ileri sürmüşlerdir. Birincisi: Bu sözle,
"Yapılan bu umre ile farzın düşmesi yalnız o seneye mahsus değil; aksine
ebediyen farzı düşürür." denmek istenmiştir. Bu itiraz tutarsızdır. Çünkü
bunu kasdetmiş olsa, "ebediyen" şeklinde cevap vermezdi. Zira
ebedîlik, belli bir grup için geçerli olmaz, bütün müslümanlar için geçerli
olur. Hem Hz. Peygamber (s.a.): "Kıyamete kadar umre, hacca dahil
olmuştur" buyurmaktadır. Sahabîler de bu sorularıyla vacipliğin tekrar
edip etmeyeceğini sormak isteselerdi; yalnız umreyi sormakla yetinmezler,
haccı da sorarlardı. Ama onlar "Yaptığımız bu umre bu seneye mi mahsus,
yoksa ebediyen mi geçerli?" diye sormuşlardır. Şayet umrenin va-cipliğinin
her sene tekrar edip etmeyeceğini sormak isteselerdi; hac konusunda sordukları
gibi "Her sene mi, ey Allah'ın Rasûlü?" diye sorarlar, O da hac
konusunda onlara verdiği şu cevabı verirdi: "Söylemediğim, şeyleri olduğu
gibi bırakın, sormayın. Evet, deseydim elbet (her sene) vacip olurdu."
Sahabîler, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Bu size mi mahsus?" diye
sormuşlar; O da:""Hayır, ebediyen geçerli." diye cevap
vermiştir. Bu soru ve cevap, hususîlik bulunmadığı konusunda açık ifadelerdir.
İkincisi: Soruyu soran
kişi, soruda geçen "bu" sözüyle hac aylarında umre yapmanın
caizliğini kasdetmektedir. Bu itiraz öncekinden daha tutarsızdır. Çünkü soruyu
soran kimse bu soruda, hac aylarında umre yapmanm caiz olup olmadığını değil,
(başka tür) haccı feshetme suretiyle yapılan temettü' haccını sormuştur. Zira
Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında kurbanlık hayvanı bulunmayanların haccı
feshetmelerini emretmesi üzerine sormuştur. O vakit Sürâka, Hz. Peygamber'e
(s.a.): "Bu seneye mi mahsus, yoksa ebediyen geçerli mi?" diye
sormuş; Hz. Peygamber (s.a.) de onun sorduğu soruya cevap vermiştir,
sormadığına değil. Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında kurbanlık hayvanı
bulunmayanlara ihramdan çıkmalarını emretmesinin ardından "Kıyamete kadar
umre hacca dahil olmuştur." buyurması bunun kıyamete kadar devamlı
olduğunun açık ifadesidir. O halde hususîlik iddiası ibtal olmuştur. Başarı
yalnız Allah'tandır.
6- Kaydettiğimiz bu
illet ne hadiste geçmektedir, ne de hadiste ona bir işaret vardır. Şayet bu
illet asılsız ise itirazınız ibtal olur. Eğer sahihse, hiçbir yönden sahabe
için bir ayrıcalığı gerektirmez. Hatta sahihse o illetin bulunduğu şeyin
devamlılığını ve sürekliliğini gerektirir. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.) ve
ashabının gücünü müşriklere göstermek için remel (koşar adım yürümek) meşru
kılınmış ve muşrûluğu kıyamete kadar süreklilik .- arzetmiştir. Şu halde her
nasıl düşünülürse düşünülsün, bu illeti delil göstererek bunun sahabîlere
mahsus olduğunu söylemenin tutarsızlığı ortaya çıkmış demektir.
7- Sahabe —Allah onlardan razı olsun—, üç sene
Hz. Peygamber'le (s.a.) hac aylarında umre yapmış olmalarına rağmen buradan
hareketle hac aylarında umre yapmanm caizliğini anlamakla, mikatta Hz.
Peygamber'in (s.a.) kendilerine bu konuda izin vermesiyle ve nihayet haccı
umreye çevirmelerini emretmesiyle yetinmemişse, onlardan sonra gelenlerin
bununla yetinmeyip Hz. Peygamber'in (s.a.) emrine uymak ve O'nun ashabının
yolunu takip etmek amacıyla haccı umreye çevirmeleri daha lâyıktır. Ancak
herhangi bir kimse: "Biz sahabenin yetinmediği ile yetinir, caizlik konusunda
onların ihtiyaç duyduklarına ihtiyaç duymayız." diyecek olursa, bu bir
cehalettir; ondan Allah'a sığınırız.
8- Allah
Rasûlü'nün (s.a.), haram bir husus olan haccı feshetme işlemini ashabına
emretmek suretiyle bunun mubah olduğunu öğretmesi düşünülemez. Çünkü bu yasağı
işlemeksizin, bundan daha kolay bir açıklamayla, A$ha açık bir delâletle ve
daha az bir külfetle öğretmesi mümkündür.
Soru: Hz. Peygamber
(s.a.) onlara bunu emrettiğinde haccı feshetme işlemi haram değildi.
Cevap: O zaman ya
vaciptir, ya da müstehaptır. Bunlardan her birini savunan bir grup vardır. O
halde vacip yahut müstehap kılındıktan sonra bunu haram kılan kimdir? Bu
vacipliği yahut müstehaplığı hangi nas, hangi icmâ kaldırmıştır? Bu
sorgulamadan asla kurtuluş yoktur.
9- Hz. Peygamber (s.a.): "Bu yapageldiğim
hacca yeniden başlayabil-seydim kurbanlık sevketmez, niyetlendiğim haccı umreye
çevirirdim." buyurmuştur. Şimdi, Hz. Peygamber'in (s.a.) hac aylarında
umre yapmanın caizliğini o vakit yeni öğrendiğini ve bu yüzden onu kaçırdığı
için üzüldüğünü mü sanıyorsun? Bu, en imkânsız 'şeylerdendir.
10- Hz.
Peygamber (s.a.), kurbanlık sevketmeyip ifrâd ve kıran haccı-na niyetlenenlere,
haccı umreye çevirmelerini emretti. Malumdur ki, kıran yapan kimse hac
aylarında hac yanında umre de yapmıştır. O halde Hz. Peygamber (s.a.) kendisi
yapmış olduğu ve haccı umreye eklediği halde hac aylarında umre yapmanın caiz
olduğunu göstermek için nasıl kıran yapan kimseye kıran haccını umreye
çevirmesini emredebilir?
11- Haccın umreye çevrilmesi usul kıyasına aykırı
değil, uygundur. Bu konuda nas bulunmamış olsaydı bile kıyas bunun caiz
olmasını gerektirir. O halde bu konudaki nas, kıyasa uygun gelmiştir. Bunu
Şeyhülislâm (İbn Teymiye) söylemiş ve o, bu hususu şöyle açıklamıştır: İhramlı
bir kimse gerektiğinden fazlasını kendine gerekli kılıp yüklense, imamların
ittifakıyla caizdir. Şayet umre
yapmak üzere ihrama girse, sonra umreye haccı da katsa, tartışmasız caizdir.
Hac yapmak üzere ihrama girse, sonra buna umreyi de katsa, cumhura göre caiz
olmaz. Bu görüş aynı zamanda Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve zahir mezhebine göre
Şafiî'nin de görüşüdür. Ebu Hanife ise temel kabul ettiği, 'kıran yapan kimse
iki tavaf, iki sa'y yapar' görüşüne dayanarak bunun caiz olduğunu
söylemiştir... Şeyhülislâm devamla diyor ki: Kıran yapan kimsenin iki tavaf,
iki sa'y yapacağı yolunda İmam Ahmed'den aktarılan rivayetten çıkartılacak
kıyas da budur. Durum böyle olduğunda hac yapmak üzere ihrama giren kimse artık
hacdan başka bir şey yapmaya niyetlenemez. Temettü' haccına niyetlenmişse artık
hem umre ve hem de hac yapmayı kendisine gerekli kılmış demektir. Haccı feshetme
suretiyle kendisine önce olduğundan daha fazla görev yüklediği için bu caiz
olmuştur. Daha faziletli olduğuna göre müstehap demektir. Bu durum, temettuZ
yapan kişi (Hz. Peygamber'in emriyle) haccı umreye çevirdi sananlara problem
olmuştur. Oysa durum böyle değildir. Çünkü haccı yalnız umreye çevirmek
istese, hiç ihtilafsız bu, caiz değildir. Haccı feshetme, yalnızca umreden
sonra hac yapma niyetini taşıyanlar için caizdir. Temettü' haccına niyetlenen
kişi umre ihramına girdiğinde hacca da girmiş demektir. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.): "Kıyamete kadar umre hacca dahil olmuştur." buyurmaktadır. Bu
sebeple temettü' yapan kimsenin umre ihramına girmesinden itibaren üç gün oruç
tutması caizdir. Bu da o kimsenin o durumda hacda olduğunu gösterir. Bundan
sonra hac için ihrama girmesi ise tıpkı cünüp kimsenin önce abdest alması,
sonra gusletmesi gibidir. Hz. Peygamber (s.a.) cünüplükten dolayı guslettiğinde
böyle yapardı. Ölen kızını yıkayan kadınlara "Sağından ve abdest organlarından
yıkamaya başlayın." buyurmuştur.[489]
Abdest organlarım yıkama guslün bir bölümüdür.
İtiraz: Bu üç yönden
tutarsızdır:
1- Haccını feshettiği vakit ilk ihramıyla
kendisine yasak olan şeyler, feshetme suretiyle helâl olur. Bu ise kendisine
yüklediği (niyetlendiği) görevden daha aşağıdır.
2- İlk olarak niyetlendiği hac şekli, kendisine
çevirdiği hac şeklinden daha mükemmeldir. Bundan dolayı birincisi cezaya
ihtiyaç göstermez. Kendişine çevrilen ise ceza olarak kurban kesimine ihtiyaç
gösterir. İçinde ceza bulunmayan hac şekli, ceza bulunan hac şeklinden daha
faziletlidir.
3- Umrenin
hacca ilâvesi caiz olmazsa onun hacca bedel yapılması ve haccın umreye
çevrilmesi haydi haydi caiz olmaz.
Bu itiraz yönlerine
biri toplu, diğeri tafsilatlı olmak üzere iki yoldan cevap verilecektir:
Toplu cevap: Bu yönler
tamamen sünnete karşı yapılan itirazlardır. Bu itirazlara ise, şöyle cevap
verilir: Vahyi kişisel görüşlere tercih gereklidir. Sünnete muhalif her görüş
kesinlikle bâtıldır. Bâtıl olduğunu ise, sahih ve sarih sünnete muhalefet etmiş
olması ortaya koyar. Kişisel görüşler sünnete tabidirler. Sünnet, kişisel
görüşlere tâbi değildir.
Tafsilatlı cevap:
Zaten maksadımız da budur. Biz 'haccın feshi, kıyasa uygundur' görüşünü
kabullenmiştik. O halde bu kabullenişin hakkını vermek gerekir. Buna göre
birinci yönün cevabı: Temettü' haccı —araya ihramdan çıkış girmiş olsa da—,
içinde hiç ihramdan çıkma bulunmayan ifrâd haccından daha faziletlidir. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a.), yanında kurbanlık hayvanı bulunmayanlara temettü' haccı
yapmak üzere ihrama girmelerini ve ashabına haccı, temettü' haccına
çevirmelerini emretmiş, kendisi de bu hac için ihrama girmiş olmayı temenni
etmiştir. Aynı zamanda Allah'ın, kitabında sözü edilen hac şekli de budur.
Ümmet bu hac şeklinin caiz, hatta müstehap olduğunda icmâ etmiş, diğerlerinde
ise iki görüşe ayrılmışlardır. Hz. Peygamber (s.a.) de hac için ihrama giren
ashabına sonra haclarını temettü' haccına çevirmelerini emrettiğinde onların
çekimser davranmaları üzerine kızmıştır. Hem kesinlikle herhangi bir haccın,
en hayırlı nesillerin ve âlemlerin en faziletlisi olan. insanların,
Peygamberleri (s.a.) ile birlikte yapmış oldukları hacdan daha faziletli olması
mümkün değildir. Hz. Peygamber (s.a.) kurbanlık sevketmiş olanlar dışında kalan
bütün sa-habîlere, haclarını, temettü' haccma çevirmelerini emretmiştir. Bu tür
hac dışında başka bir haccın bundan daha faziletli olması mümkün değildir.
Ancak kıran haccma niyetlenip kurbanlık sevkedenin yaptığı hac bundan
müstesnadır. Nitekim Allah Teâlâ da Peygamberine kıran haccını seçmiştir.
Allah'ın, Peygamberi için seçtiği hac kıran haccı; Peygamberin ashabı için
seçtiği hac ise temettü' hacadır. Hangi hac bu ikisinden daha faziletli
olabilir? Hem Hz. Peygamber'in (s.a.), ashabını, üstün bir hac şeklinden
vazgeçirip daha az faziletli ve başkası kendisine tercih edilen bir hac şeklini
yaptırması mümkün değildir. Temettü' haccmın ifrâd haccından daha faziletli
olduğunu gösteren daha pek çok sebep vardır; ancak onları anlatmahin yeri
burası değildir. Böylece bu hac şeklinin, feshetme suretiyle kaçırılan ihram
üzere kalmaktan daha faziletli ve daha tercihe şayan olduğu anlaşılmış ve
bununla ikinci yönün asılsızlığı ortaya çıkmış oldu.
"O, kurban
kesilmesi zorunlu bir hac şeklidir." sözünüze gelince, bu söz çeşitli
yönlerden tutarsız bir sözdür:
a) Temettü' haccında kurban kesimi, istenilen
bir ibadettir ve bu, hac-cın tamamlayıcısıdir. Şükran kanıdır, ceza kam değil.
Memleketinde bulunan (mukim) kimse için kurban bayramında kurban kesimi nasıl
b gün yapılan ibadetin tamamlayıcı sidir, tıpkı bunun gibi kan akıtmayı içeren
hac şekli de kurban kesimini içeren bayram yerindedir. Zira o gün kurban kesimiyle
Allah'a yakınlaşma kan akıtma gibidir. Tirmizî ve başkalarının Ebu Bekir
Sıddîk'tan rivayetlerine göre Hz. Peygamber'e (s.a.): "Hangi hac daha
faziletlidir?" diye sordular. O da: "Acc ve secc" cevabını
verdi.[490] "Acc'\ Yüksek'sesle
telbiye getirme; "secc", kurban kanı akıtma demektir. "İfrâd
yapan kimse de bu fazileti elde etme imkânına sahiptir." denirse şöyle
cevap verilir: Yalnız kıran ve temettü' yapanlar hakkında bunun meşru olduğuna
dair nas gelmiştir. İfrâd yapan için de müstehap olduğu düşünülse bile onun
sevabı nerde, temettü' ve kıran yapanların kestiği kurbanın sevabı nerde?
b) Şayet bu, ceza kanı olsaydı; ondan yemek caiz
olmazdı. Oysa sahih bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.), hacda kestiği
kurbanın etinden yemiş; her deveden bir parça etin bir tencereye konmasını
emretmiş ve kendisi onların etinden yemiş, çorbalarından içmiştir.[491] Şayet
O'na düşen pay, bir devenin yedide biri ise her deveden yemiş olduğu gözönüne
alındığında yüz parça yemiş demektir. Develerden düşen pay, bölüştürme
suretiyle belli olmamış şayi hissedir. Sahıhayn'da rivayet edilen bir hadise
göre de Hz. Peygamber (s.a.),
temettü' haccı yapmakta olan hanımları adına kesmiş olduğu kurbandan yemiştir.
İmam Ahmed bu hadisi delil olarak kullanmıştır. Sahihayn'da Hz. Âişe'den
(r.a.) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), hanımları adına kurban
kesti. Sonra onlar adına kestiği bu kurbandan kendilerine gönderdi.[492]
Allah Teâlâ, Mina'da kesilen kurbanlar hakkında buyuruyor ki: "Siz de
bunlardan yeyin, çaresiz kalmış yoksulu da doyurun. "[493] Bu
âyet sırf oraya mahsus değilse, kesinlikle temettü' ve kıran kurbanlarını da kapsar.
Zira orada meşru olan, temettü' ve kıran kurbanlarının kesimidir. İşte bundan
dolayı —Allah daha iyi bilir ya— Hz. Peygamber (s.a.), Rabbinin
"yeyin" emrine uymak için her deveden bir parça etin bir tencereye
konmasını emretmiş, böylece bütün kestiği kurbanlardan
yeme imkânına kavuşmuştur.
c) Cezaya
sebeb olan şey, aslında yasaktır. Bir mazeret bulunmaksızın ona kalkışılmaz.
Çünkü cezanın sebebi ya bir vacibin terki, yahut bir yasağın çiğnenmesidir.
Temettü' haccında ise kurban kesimi ya vacip olarak —İbn Abbas ve bir grup âlim
bu görüştedir— yahut müstehap olarak — çoğunluk bu görüştedir— emredilmiş bir
şeydir. Şayet temettü' haccı kurbanı ceza kurbanı olsaydı, bir mazeret
bulunmaksızın onun sebebini yapmaya kalkışmak caiz olmazdı. O halde onların
"ceza kanıdır" sözlerinin asılsızlığı ortaya çıkmış ve anlaşılmıştır
ki, bu hac ibadetine ait bir kurbandır; Allah bu sayede kullarına bir genişlik
göstermiş ve sürekli ihramda kalmadan kaynaklanan bir meşakkat bulunduğu için
de onun sebebiyle ihram sırasında ihramdan çıkmayı mubah kılmıştır. Bu,
yolculukta namazı kısaltma ve oruç tutmama, mestler üzerine meshetme
yerindedir. Gerek Hz. Peygamber (s.a.), gerekse ashabı hem bunu hem de bunu
yapmışlardır. "Allah Teâlâ, verdiği ruhsatların yapılmasından hoşlanır.
Nitekim kendisine karşı bir günah işlenmesinden hoşlanmaz."[494]
Görüldüğü üzere Allah'ın, kolaylaştırdığı ve hafifleştirdiği bir şeyi kulunun
yapmasını sevmesi, ona haram kıldığı ve yasakladığı şeyi işlemesinden
hoşlanmaması gibidir. Her ne kadar kesilen kurban, iki yolculuktan birinin
düşmesinden dolayı rahatlayışa bir bedel ise de bu, hac aylarında gelen kimse
için ifrâd haccı ve onu müteakip umre yapmaktan daha faziletlidir. Bedel bazan
vacip de olabilir. Meselâ (öğleye) bedel sayanlara göre cuma ile, su kullanma
imkâmna sahip olmayan için teyemmüm bedel oldukları halde vaciptirler. Bedel
bazan vacip olabildiğine göre, müstehap olması caizlik bakımından daha
uygundur. Arada ihramdan çıkılması hepsinin bir tek ibadet olmasını engellemez.
İfâza tavafı örneğinde olduğu gibi. Zira ifâza tavafı, ittifakla bir rükündür;
ancak birinci ihramdan çıkıştan sonra yapılır. Aynı şekilde Mina günlerinde
şeytan taşlama da böyledir; tamamen ihramdan çıktıktan sonra yapılır. Ramazan
orucunda da geceleri oruç bozulur; ama bu, onun bir tek ibadet olmasını
engellemez. Bundan dolayı Mâlik ve başkaları demişlerdir ki: Bütün Ramazan ayı
için bir tek niyet kâfidir, zira oruç bir tek ibadettir. En iyi Allah bilir.
"Umrenin hacca ilâvesi
caiz olmazsa, onun hacca bedel yapılması ve haccın umreye çevrilmesi haydi
haydi caiz olmaz." sözünüze gelince; bir değirmen gürültüsü işitiyoruz,
ama öğüttüğü unu görmüyoruz! Bu iki şey arasında ne bağlantı var? Elinizde
hiçbir sağlam delili bulunmayan bu davanın delili nedir? Hem sonra bunu
söyleyen şayet Ebu Hanife (r.a.) taraftarlarından ise, Ebu Hanife'nin kendisi
bu kıyasın tutarsızlığını itiraf etmemektedir. Şayet başkalarından ise
kıyasının sıhhatini ortaya koyması istenir; ama buna yol bulamaz. Sonra denir
ki: Umreyi ilâve eden kimse niyetlendiği görevinden noksanlaştırmıştır. Çünkü
haç için bir tavaf, umre için başka bir tavaf yapacaktı. Kıran yapınca sahih
sünnetin hükmünce bir tavaf, bir sa'y yapması yeterli olmuştur. Bu cumhûr'un
görüşüdür. Oysa niyetlendiği görevi noksanlaştırmıştır. Fesheden ise
niyetlendiğinden eksiltmemiş, aksine ibadet şeklini ondan daha mükemmel, daha
faziletli ve daha çok vacibi bulunan bir şekle aktarmıştır. Her nasıl
düşünülürse düşünülsün böylece kıyasın tutarsızlığı ortaya çıkmış oldu. Hamd,
yalnız Allah'adır. [495]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) haccını anlatmaya dönelim.
Sonra Hz, Peygamber
(s.a.) yola koyuldu. Zîtuvâ'da konakladı. Şimdi orası
"Âbâru'z-Zâhir" adıyla bilinmektedir. Zilhicce'nin dördüne rastlayan
pazar gecesini orada geçirdi. Sabah namazını orada kıldı. Sonra o gün gusletti
ve Mekke'ye doğru yola koyuldu. Mekke'ye gündüz Hacûn üzerindeki Mekke'nin
yukarı tarafına düşen yüksek tepeden girdi. Umrede aşağı taraftan girerdi.
Hacda yukarı taraftan girdi, aşağı taraftan çıktı. Sonra yola devam edip kuşluk
vakti Mescid-i Haram'a girdi.
Taberânî, Hz.
Peygamber'in (s.a.) Mekke'ye, bu gün insanların Şey-beoğulları kapısı adını
verdikleri Abdimenâfoğulları Kapısından girdiğini kaydetmektedir[496]
İmam Ahmed'in kaydına
göre Hz. Peygamber (s.a.), Dâr-ı Ya'lâ mahallesinin bir yerine girdiği vakit
Beytullah'a yönelmiş ve dua etmişti.
Taberânî
kaydetmektedir ki, Hz. Peygamber (s.a.), Beytullah'ı gördüğünde şöyle dua
etmişti:
"Allah'ım! Şu
evini daha çok şereflendir; ona daha çok saygı ve heybet duyulmasını, onun
daha çok üstün tutulmasını sağla!"[497]
Yine Taberânî'nin
rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.), Kabe'yi görünce ellerini kaldırır,
tekbîr getirir ve şöyle dua ederdi:
"Allah'ım! Selâm
Sensin. Selâm Sendendir. Rabbimiz! Bizi selâmla (yahut selametle yaşat).
Allah'ım! Şu evini daha çok şereflendir; ona daha çok saygı ve heybet
duyulmasını, onun daha çok üstün tutulmasını sağla! Onu hac yahut umre yapma
niyetiyle ziyaret edenlerin de şereflerini, tazimlerini, saygılarını ve
iyiliklerim arttır!"[498] Bu
hadis mürseldir. Ancak Saîd b. Müseyyeb, Hz. Ömer İbnü'l-Hattâb'ın (r.a.) bu
duayı okuduğunu işitmiştir.[499]
Mescid-i Haram'a
girince doğru Beytullah'a gitti. Tahiyyetü'l-mescid namazı kılmadı. Zira
Mescid-i Haram'ın tahiyyetü'l-mescidi tavaftır. Hacer-i Esved'in hizasına
varınca onu selâmladı, üzerine varmadı. Onu geçip Rükn-i Yemânî cihetine
ilerlemedi. Ellerini kaldırmadı. Ne "Bu tavafımla şu ve şu yedi tura niyet
ettim." dedi ve ne de bilgisizlerin yaptığı gibi tavafa tekbirle başladı.
Hatta bu, kötü bid'atlerdendir. Hacer-i Esved'i bütün bedeniyle hizasına alıp,
sonra ondan yüz çevirip onu yan tarafına alma diye bir şey yapmadı. Aksine
Hacer-i Esved'i karşısına alıp selâmladı. Sonra sağından başlayıp Kabe'yi
soluna aldı. Ne Kabe kapısının yanında, ne oluk altında ve ne de Kabe'nin
arkasında ve rükünleri yanında dua etmiştir. Tavaf için ne bilfiil yaparak ve
ne de öğreterek belli bir zikir tayin etmiştir. Sadece iki rükün arasında şöyle
dua ettiği mahfuzdur:
"Rabbimiz! Bize
dünyada bir iyilik, âhirette bir iyilik ver. Bizi cehennem azabından
koru!"[500] Bu tavafı sırasında ilk
üç turda remel yaptı: Hızlı yürür, adımlarını kısa atardı. Ridasım koluna alıp
iki ucundan birini, kürek kemiklerinden biri üzerine attı ve diğer kürek kemiği
ile omuzunu açık bıraktı. Hacer-i Esved'in karşısına her gelişinde mihceni ile
ona işaret ediyor yahut selâmlıyor ve mihceni öpüyordu. "Mihcen", ucu
eğri değnek demektir. Hz. Peygamber'in (s.a.) Rükn-i Yemânî'yi selâmladığı
sabittir; ancak ne onu, ne de selâmladığında elini öptüğü sabittir.
Dârakutnî'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) Rükn-i
Yemânî'yi öper ve yüzünü onun üstüne koyardı.[501]
Ancak bu hadisin senedinde Abdullah b. Müslim b. Hürmüz adlı bir râvi vardır
ki, İmam Ahmed onun hakkında "hadisi sâlihtir = sâlihu'l-hadis"
derken[502] diğerleri onu zayıf saymıştır.
Ama burada Rükn-i Yemânî'den maksat Hacer-i Esved'dir. Çünkü o, Rükn-i Yemânî
diye adlandırılır ve diğer rükünle ona "Yemâniyyân"
denir. Kapı tarafından Hıcr'ın
bitişiğindeki rükünle ona "Irakıyyân", Hıcr'ı takip eden iki rükne
"Şâmiyyân" ve Rükn-i Yemânî ile Kabe'nin arkasından Hıcr'a bitişen
rükne "Garbiyyân" denir. Ancak Hz. Peygamber'in (s.a.) gerek Hacer-i
Esved'i öptüğü, gerekse eliyle onu selâmladığı ve elini üzerine koyup sonra
elini öptüğü ve gerekse mihcenle selâmladığı sabittir. Böylece üç tür istilâm
(selâmlama) şekli ortaya çıkmaktadır. Bir rivayete göre de dudaklarını Hacer-i
Esved üzerine uzun müddet koyarak ağlamıştır.
Taberânî'nin ceyyid
senedle rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a.), Rükn-i Yemânî'yi selâmladığı
vakit "Bismiliahi vallahu ekber" derdi[503]
Hacer-i Esved'e her
gelişinde "Allahu ekber" demiştir.[504]
Ebu Davud et-Tayâlisî
ile Ebu Âsim en-Nebîl, Cafer.b. Abdullah b. Osman'ın şöyle dediğini
söylemektedirler: Muhammed b. Abbad b. Cafer'in Hacer-i Esved'i öptüğünü ve
üzerine ainını koyduğunu gördüm. Sonra dedi ki: İbn Abbas'm bunu öptüğünü ve
üzerine alnını koyduğunu gördüm ve İbn Abbas dedi ki: Ömer İbnü'I-Hattâb'ın
bunu öpüp üzerine alnını koyduğunu gördüm ve sonra şöyle dediğini işittim:
"Allah Rasûlü'nün (s.a.) böyle yaptığını gördüm, ben de yaptım. "[505]
Beyhakî'nin rivayetine
göre İbn Abbas, Rükn-i Yemânî'yi öptü, sonra üzerine alnını koydu. Sonra yine
öpüp üzerine alnını koydu. Bunu üç kere yaptı. [506]
Yine Beyhakî, İbn
Abbas'ın: "Hz. Peygamber'in (s.a.) Hacer-i Esved üzerine alnım koyduğunu
gördüm" dediğini kaydeder.[507]
Hz. Peygamber (s.a.),
iki yemânî rükün ( = Yemâniyyân) dışında rükünlerden hiçbirini selâmlamamış ve
eliyle sıvazlamam ıştır. Şafiî (r.h.) der ki: Hiç kimse bu iki rüknü
selamlamayı Allah'ın evi terkedilmiş olsun diye terketmemiştir. Ancak Allah
Rasûlü'nün (s.a.) selâmladığını selâmlamış, selâmlamadığını da selâmlamamiştır.
Hz. Peygamber (s.a.)
tavafı bitirince Makâm'ın arkasına geldi vej.
"Makâm-ı İbrahim'den bir
namazgah edinin." âyetini[508]
okudu. Makâm'ı, Kabe ile kendisi arasına alarak iki rekât namaz kıldı. Bu iki
rekâtta, Fati-ha'dan sonra Kâfirûn ve İhlâs sûrelerini okudu. Sözü edilen bu
âyeti okuması, Hz. Peygamber'in (s.a.) davranışla Kur'an'ı tefsir edişi ve
Allah'ın bu âyetten ne kasdetmiş olduğunu açıklaması demektir. Namazını
bitirince Hacer-i Esved'e yöneldi ve onu selâmladı. [509]
Sonra Safa tepesinin
karşısındaki kapıdan Safa'ya çıktı. Tepeye yaklaşınca: "Şüphesiz Safa ve
Merve Allah'ın nişanelerindendir." âyetini[510]
okudu ve "Allah'ın ilk olarak söylediğinden başlıyorum." dedi.
Nesâî'nin rivayetinde ise^ "başlıyorum" yerine emir kipiyle
"başlayın" kelimesi yer almaktadır.[511]
Sonra dağın tepesine çıktı ve nihayet Kabe'yi gördü. Kıbleye yöneldi. Kelime-i
tevhid ve tekbîr getirdi ve şöyle dedi:
"Tek Allah'tan
başka tanrı yok. O'nun ortağı yok. Mülk O'nundur. Hamd O'na mahsustur. O'nun
herşeye gücü yeter. Tek Allah'tan başka tanrı yoktur. O Allah sözünü tutmuş,
kuluna yardım etmiş ve güçlü toplulukları tek başına hezimete
uğratmıştır." Sonra bu arada dua etmiş ve üç defa böyle söylemiştir.
İbn Mes'üd, Safa'daki
Sad* denilen bir yarık üzerinde ayağa kalktı. Bunun üzerine ona: "Ey Ebu
Abdurrahman! Burası neresidir?" diye sordular. O da: "Burası,
kendisinden başka tanrı bulunmayan Allah'a yemin ederim ki, kendisine Bakara
sûresi indirilen zâtın makamıdır." diye cevap verdi. Bu olayı Beyhakî
rivayet etmiştir[512]
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.) yürüyerek Merve'ye İndi. Ayakları yokuş aşağı vadinin ortasına akınca,
koştu. Vadiyi geçip (Merve) tepesine tırmanmaya başlayınca yürüdü. O'ndan
aktarılan sahih rivayet böyledir. O gün sa'y yapılan yerin başlangıç ve sonunda
dikili bulunan iki yeşil alâmetin önüne gelinceye kadar koşuyor (buradan
itibaren yürüyordu). Görünen o ki, vadinin yapısı değişmemiştir. Sahih-i
Müslim'deki rivayette Câbir, Hz. Peygamber'in (s.a.) böyle yaptığını
aktarmaktadır.[513] Bu
rivayetin görünümünden anlaşılan, Hz. Peygamber'in (s.a.) yaya olduğudur.
Müslim'in; Sahih'inde rivayetine göre Ebu'z-Zübeyr, Câbir b. Abdullah'ın şöyle
dediğini işitmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.) Veda haccında, insanlar
etrafım sardığı için (herkes tarafından görülemediğinden) kendisine sorularını
sorsunlar diye onlara görünebilmek için yüksekte olmak amacıyla devesi
üzerinde Kabe'yi tavaf etti ve Safa-Merve arasında sa'y yaptı."[514]
Müslim'in, Ebu'z-Zübeyr aracılığıyla Câbir'den rivayetine göre ne Allah Rasûlü
(s.a.) ve ne de ashabı Safa-Merve arasında bir tek sa'ydan başka sa'y —o da ilk
sa'yıdır— yapmamıştır.[515]
İbn Hazm diyor ki: Bu
iki rivayet arasında bir çelişki yoktur. Çünkü binitli olan kimseyi devesi
yokuş aşağı indirince, o kimsenin bütün bedeni yokuş aşağı akmış olur. Aynı
zamanda bedeninin geri kalan kısmıyla beraber ayaklan da yokuş aşağı akmıştır.
Bu iki rivayetin
arasını bulmada bence bundan daha güzel başka bir yol vardır. Şöyle ki: Hz.
Peygamber (s.a.) önce yaya olarak sa'y yaptı; sonra sa'yını binitli olarak
tamamladı. Böyle olduğu, bir rivayette açıkça belirtilmiştir. Sahih-i Müslim'de
rivayet edildiğine göre, Ebu't-Tufeyl anlatıyor: İbn Abbas'a: "Söyle
bana, Safa-Merve arasında binitli olarak sa'y yapma sünnet midir? Zira kavmin,
sünnet olduğunu iddia ediyor." dedim. O da: "Hem doğru söylemişler,
hem yanlış!" diye karşılık verdi. Ben: "Hem doğru söylemişler, hem
yanlış! sözünün anlamı ne?" diye sordum. Şunları söyledi: Allah Rasûlü'nün
(s.a.) etrafında insanlar kalabalık lası p "İşte Muhammedi İşte
Muhammed!" diye bağrışmaya başladılar; hatta yeni yetişmekte olan genç
kızlar evlerden dışarı çıktılar. Dağıtmak amacıyla Allah Rasûlü'nün (s.a.)
Önünde, insanlar dövülmezdi. Kalabalık iyiden iyiye artınca Hz. Peygamber (s.a.) (devesine) bindi.
Yürümek ve koşmak daha faziletlidir.[516]
Hz. Peygamber'in
(s.a.), Mekke'ye gelişinde yapmış olduğu kudüm tavafını yaya mi,binitli olarak
mı yaptığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Sahıh-i Müslim'de
rivayet edildiğine göre, Hz. Âişe (r.a.) diyor ki: Hz. Peygamber (s.a.), Veda
haccında insanların kendisinden uzaklaştırılmasını hoş görmediği için Kabe'nin
etrafını devesi üzerinde Rükn'ü (Hacer-i Esved'i) selâmlayarak tavaf etti.[517]
Sünen-i Ebu Davud'âa
îbn Abbas'm şöyle dediği rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.), rahatsız olduğu
bir halde Mekke'ye geldi. Tavafı devesi üzerinde yaptı. Rükn'e her gelişinde
onu ucu eğri değnekle selâmladı. Tavafı bitirince deveyi çökertti, iki rekât
namaz kıldı."[518]
Ebu't-Tufeyl diyor ki: "Allah Rasûlü'nü (s.a.) gördüm; Kabe'nin etrafım
devesi üzerinde tavaf ediyor, Hacer-i Esved'i ucu eğri-değneği ile selâmlıyor,
sonra o değneği Öpüyordu." Bu hadisi Müslim, "deve" kelimesini
zikretmeksizin rivayet etmiştir.[519]
Hadis, Müslim'in senediyle ve deve kelimesinin zikredilmesi suretiyle Beyhakî
tarafından rivayet edilmiştir. Allah daha iyi bilir ya, bu kudüm tavafında
değil de ifâza tavafında olsa gerektir. Çünkü Câ-bir (kudüm tavafının) ilk üç
turunda Hz. Peygamber'in (s.a.) remel yaptığım hikâye etmiştir ki, bu ancak
yaya olunduğunda mümkündür.
Şafiî (r.h.) diyor ki:
Hz. Peygamber'in (s.a.) kudüm tavafında yaptığı yedi turu yaya idi. Çünkü
Câbir, bu tavafta Hz. Peygamber'in (s.a.) üç turda remel yaptığını, dört turda
ise yürüdüğünü aktarmıştır. Câbir'in, tavafı Hz. Peygamber'in (s.a.) bir tek
turda hem binitli, hem yaya olarak yapmış olduğunu söylemesi düşünülemez. Oysa
binitli olarak yaptığı yedi turun, kurban bayramının birinci günü yaptığı
tavafta gerçekleştiği mahfuzdur... Sonra Şafiî, îbn Uyeyne —İbn Tavus— babası
Tavus senediyle rivayet eder ki: "Allah Rasûlü (s.a.) ashabına ifâza
tavafı için erken davranmalarını emretti. Kendisi ise hanımları arasında
geceleyin devesi üzerinde Rükn'ü ucu eğri değneği ile selâmlayarak ifâza
tavafını yaptı." Sanırım "Hz. Peygamber (s.a.) değneğin ucunu
öpüyordu." dedi.[520]
Ben derim ki: Maamafih
bu hadis mürseldir ve Câbir'in Sahih'dç rivayet ettiği "Hz. Peygamber
(s.a.) ifâza tavafını, kurban bayramının birinci günü gündüz yaptı."
hadisine ters düşmektedir ki, yakında geleceği üzere Hz. Âişe ile İbn Ömer de
böyle rivayet etmişlerdir. İbn Abbas'ın "Hz. Peygamber (s.a.), rahatsız
olduğu bir halde Mekke'ye geldi. Tavafı devesi üzerinde yaptı. Rükn'e her
gelişinde onu selâmlardı." sözü şayet mahfuz ise umrelerinden birinde olsa
gerektir. Yoksa kudüm tavafının ilk üç turunda remel yaptığı sahih senedle
aktarılmıştır. Yalnız İbn Hazm'ın sa'y konusunda dediği gibi "Hz.
Peygamber (s.a.) devesi üzerinde remel yapmıştır. Zira devesi üzerinde remel
yapan kimse de remel yapmış sayılır" denilebilirse de, hiçbir hadiste Hz.
Peygamber'in (s.a.) kudüm tavafında binitli olduğu belirtilmemiştir. En iyi
Allah bilir.
îbn Hazm: "Hz.
Peygamber (s.a.), devesi üzerinde binitli olduğu halde Safa-Merve arasında üçü
remel, dördü normal yürüyüş olmak üzere yedi tur yaptı" diyor. Bu,
merhumun yanılgı ve yanhşlıklarındandır. Zira ondan başka hiç kimse katiyen
böyle bir şey söylememiş ve hiç kimse de Hz. Peygamber'in (s.a.) bu şekilde
yaptığını asla rivayet etmemiştir. Bu, yalnızca Kabe'nin tavafı meselesindedir.
Ebu Muhammed (îbn Hazm) yanlışlıkla bunu Safa-Merve arasında yapılan turlara
aktarmıştır. Daha tuhafı da bu görüşünü desteklemek amacıyla Buharî'nin İbn
Ömer'den rivayet ettiği şu hadisi delil göstermiştir: Hz. Peygamber (s.a.),
Mekke'ye geldiğinde ilk iş olarak Rükn'ü (Hacer-i Esved'i) s'elâmlayarak
Kabe'yi tavaf etmeye koyuldu. (İlk) Üç turda remel yaptı, dört turda ise
normal yürüdü. Bey-tullah'ı tavaf işini bitirince, Makâm'ın yanında iki rekât
namaz kıldı. Selâm verip namazdan çıktı. Safa'ya geldi. Safa-Merve arasında
yedi tur (şavt) yaptı...[521]'
İbn Hazm, hadisin geri kalan kısmını da kaydedip diyor ki: "Safa-Merve
arasında kaç kere remel yapmış olduğunu belirten bir ifadeye rastlamadık. Ancak
bu hadis, müttefekun aleyh'dir." İşte böyle diyor, İbn Hazm.Ben derim ki:
İttifakla rivayet edilen (müttafekun aleyh) husus, bütün turlarda vadinin
ortasına geldiğinde koştuğudur. Özellikle ilk üç turda remel yaptığım hiç
kimse söylememiş ve bildiğimiz kadarıyla ondan başkası da nakletmemiştir. Bu
meseleyi üstadımıza sordum. "Bu, onun yanlışlarından biridir. Merhumun*,
kendisi hac yapmamıştır." dedi.
Bu yanlışlığın bir
benzeri "Hz. Peygamber (s.a.) on dört kere sa'y yaptı" deyip
gidiş-gelişini bir defa sayanın düştüğü yanlışlıktır. Bu da Hz. Peygamber
(s.a.) hakkında yapılan bir yanlışlık olup hiç kimse tarafından
nakledilmemiştir ve her ne kadar imamlara müntesip sonraki bazı âlimler-ce
savunulmuşsa da görüşleri meşhur olan hiçbir imam böyle bir şey söylememiştir.
Hz. Peygamberdin (s.a.) sa'yını Merve'de tamamlamış olduğunda ihtilâf
edilmemiş olması da bu görüşün sakatlığını ortaya koyar. Şayet gidiş-geliş bir
defa sayılsaydı, sa'yını Safa tepesinde bitirmiş olması gerekirdi.
Hz. Peygamber (s.a.)
Merve'ye ulaştığında tepesine çıkar, Kabe'ye yönelir, tekbir getirir, kelime-i
tevhîd söyler ve Safa'da yaptığı gibi yapardı. Merve'de sa'yını tamamlayınca;
yanında kurban bulunmayan, kıran yahut ifrâd haccı yapan herkesin kesinlikle
ihramdan çıkmalarını ve kadınlarla cinsel ilişki kurma, güzel koku sürünme,
dikişli elbise giyme gibi ihramhya haram olan şeylerin hepsini yapmalarını ve
terviye gününe kadar bu şekilde kalmalarını emretti. Kendisi ise kurbanlık
sevketmiş olmasından dolayı ihramdan çıkmadı ve orada şöyle dedi: "Bu
yapmakta olduğum hacca yeniden başlıyor olsaydım kurbanlık sevketmez, haccı
umreye çevirirdim."
Hz. Peygamber'in
(s.a.) kendisinin ihramdan çıktığı rivayet edilmişse de yukarıda açıkladığımız
üzere bu kesinlikle yanlıştır.
Hz. Peygamber (s.a.)
burada, saçlarını tamamen tıraş ettirenler için üç kere, kısalttıranlar içinse
bir kere dua edip Allah'tan onların bağışlanmalarını diledi.[522]
Haccı feshedip ihramdan çıkmalarını kendilerine emretmelerini müteakip Sürâka
b. Mâlik b. Cu'şûm, burada O'na bu haccı feshetme işinin o seneye mi mahsus
olduğunu, yoksa ebediyen geçerli bir şey mi olduğunu sormuş, O da: "Hayır,
ebediyen geçerlidir." cevabını vermişti. Kurbanlık sevketmiş olmalarından
dolayı Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Talha ve Zübeyr ihramdan çıkmamışlardı.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) hanımları ise kırana niyet etmişlerdi, ihramdan çıktılar. Yalnız Hz.
Âişe hayız olduğundan ihramdan çıkma imkânına sahip olmadığı için ihramdan
çıkmadı. Hz. Fâtıma ise ihramdan çıkmıştı. Çünkü onun yanında kurbanlık hayvanı
yoktu. Hz. Ali (r.a.) de kurbanlığı bulunduğu için ihramdan çıkmadı. Hz. Peygamber
(s.a.) kendisi gibi niyetlenip ihrama girenlere şayet yanlarında kurbanları
varsa ihramlı kalmalarını, kurbanları yoksa ihramdan çıkmalarını emretti.
Terviye gününe kadar Mekke'de
kaldığı sürece Mekke'nin dışında müs-lümanlarla konakladığı yerde namazım
kıldı. Mekke dışında kaldığı dört gün boyunca namazı kısaltarak kıîdı.[523] Bu
dört gün: Pazar, pazartesi, salı, çarşamba. Perşembe günü kuşluk vakti olunca,
beraberindeki müslü-manlarla birlikte Mina'ya hareket etti. İhramdan çıkmış
olanlar meskenlerinde ihrama girdiler; Mescid-i Haram'a gidip orada ihrama
girmediler. Hatta ihrama girdiklerinde Mekke arkalarında idi. [524]
Hz. Peygamber (s.a.)
Mina'ya ulaşınca orada konakladı ve öğle ile ikindiyi kıldırdı. Geceyi orada
geçirdi. Cuma gecesi idi. Güneş doğunca oradan Arafat'a hareket etti. Bugünkü
umumî yolun sağındaki Dab yolunu tuttu. Ashabından kimileri telbiye, kimileri
tekbir getiriyor; kendisi bunları işitiyor ne telbiye ve ne de tekbir
getirenleri menediyordu.[525]
Arafat'ın doğusunda, günümüzde harabe bir köy olan Nemire'de kurulmasını
emrettiği çadırın kurulmuş olduğunu gördü. Orada konakladı. Güneş tepe noktadan
batıya yönelince, devesi Kasvâ'nın getirilmesini emretti, sırtına eğer vuruldu.
Sonra Hz. Peygamber (s.a.), Ürene arazisindeki Batnu'l-Vâdi'ye gelince devesi
üzerinde insanlara muazzam bir konuşma (hutbe) yaptı. Bu konuşmada İslâm'ın
temel kaidelerini açıkladı; şirk ve cahiliye kaidelerini yıktı. Kendilerine
tecavüzün haram olduğunda bütün dinlerin ittifak etmiş olduğu haram şeylerin;
yani kanlar, mallar ve ırzların haramhklarını açıkladı. Cahiliye âdetlerini
ayaklarının altına aldı. Bütün cahiliye faizlerini ayaklarının altına aldı ve
ibtal etti. Erkeklere, hanımlarına iyi davranmalarını tavsiye etti. Kadınların
hak ve görevlerini anlattı. Beslenme ve giyinme ihtiyaçlarının örfe göre
karşılanması hakkına sahip olduklarını söyledi ve bunun ne kadar olacağını
bir/ölçü vererek belirtmedi. Kocalarının istemedikleri insanları evlerine
aldıkları takdirde kocalarına, onları dövmeyi mubah kıldı. Ümmete, Allah'ın
kitabına sarılmayı öğütledi. Ona sarıldıkları müddetçe yoldan sapmayacaklarını
haber verdi. Sonra onlara kendisinden sorulacaklarını haber verip o zaman ne
söyleyeceklerini, nasıl şahitlikte bulunacaklarını söylemelerini istedi. Onlar
da: "Sen, Allah'tan aldıklarını tebliğ ettin, peygamberlik vazifeni yerine
getirdin ve öğüt verdin! diye şahitlikte bulunacağız." dediler. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.) (şehadet) parmağını göğe kaldırdı; Allah'ı onlara
üç kere şahit tuttu ve orada bulunan-iann bulunmayanlara söylenenleri
ulaştırmalarım emretti[526]'
İbn Hazm diyor ki:
"Hilâl kabilesinden Hâris'in kızı ve Abdullah İbn Abbas'm annesi
Ümmü'1-Fazl, Hz. Peygamber'e (s.a.) bir bardak süt gönderdi. Hz. Peygamber
(s.a.) insanların önünde devesi üzerinde sütü içti[527]'
Hutbeyi tamamlayınca Bilâl'e namaz için kamet getirmesini emretti." Bu,
merhumun yanılgısıdır. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) süt içmesi olayı, bundan
sonra Arafat'a gidip orada vakfe yaparken gerçekleşmişti. Bu şekilde olduğu
Sahihayn'da Meymune'den açık br ifade ile rivayet edilmiştir:' İnsanlar, Hz.
Peygamber'in (s.a.) arefe günü oruçlu olup olmadığında şüphe ettiler.
Ümmü'1-Fazl, Hz. Peygamber (s.a.) Mevkıf'ta vakfe yaparken O'na süt gönderdi.
İnsanların gözleri önünde sütten içti. Bir rivayette "...Ara-' fat'ta
vakfe yaparken..." denilmektedir[528]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) konuşmasını yaptığı yer vakfe yeri değildi. Çünkü Urene'de konuşma
yapmıştır ki, orası vakfe yeri değildir. Hz. Peygamber (s.a.) Nemire'de
konakladı, Urene'de konuşma yaptı ve Arafat'ta vakfede bulundu. Bir tek konuşma
yaptı (hutbe okudu); aralarında oturduğu iki konuşma yapmadı. Konuşmasını
tamamlayınca Bilâl'e ezan okumasını emretti. Sonra Bilâl kamet getirdi. Hz.
Peygamber (s.a.) iki rekât olarak Öğle namazını kıldırdı. Her iki rekâtta da
içinden kıraat eyledi. Cuma günü idi. Bu da gösterir ki yolcu cuma namazını
kılmaz. Sonra Bilâl kamet
getirdi. Hz. Peygamber (s.a.) ikindi namazını yine iki rekât olarak kıldırdı.
Yanında Mekkeliler de vardı. Onlar da kuşku yok ki, Hz. Peygamber (s.a.) gibi
hem kısaltarak hem de birleştirerek (O'nun arkasında) namaz kıldılar. Hz.
Peygamber (s.a.) onlara ne namazı tamamlamayı ve ne de (öğle ile ikindiyi)
birleştirerek kılmamalarını emretti. Hz. Peygamber'in (s.a.) onlara
"Namazınızı tamamlayın. Zira biz yolcuyuz" demiş olduğunu söyleyen
şüphesiz apaçık bir hataya düşmüş ve çirkin bir yanlışlık yapmış olur. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a.) onlara bu sözü Mekke'nin içinde kendi memleketlerinde
mukîm olmaları sebebiyle Fetih gazileri hakkında söylemişti[529]'
Bundan dolayı âlimlerin görüşlerinin en doğrusu, Mekkeliler Hz. Peygamber'le
(s.a.) yaptıkları gibi Arafat'ta namazları hem kısaltarak, hem de
birleştirerek kılarlar, görüşüdür. Bu da apaçık bir şekilde gösterir ki, namazın
kısaltılması için yolculuk beîli bir mesafe ve belli günlerle
sınırlandırılmaz; namazın kısaltılması konusunda haccın katiyen hiçbir tesiri
yoktur. Tesir, yalnızca Allah'ın sebep kıldığı şeydir ki o da yolculuk
halidir. Sünnetin icabettirdiği budur. Sınırlama getirenlerin görüşlerinin
hiçbir tutar yönü yoktur.
Namazını bitirince
devesine bindi, vakfe yerine geldi. Dağın eteğinde kayaların yanında durdu,
kıbleye yöneldi ve ip gibi uzayıp giden yaya kafilesini önüne aldı. Devesi
üzerinde idi. Güneş batıncaya kadar dua etti, Allah'a yalvardı yakardı.
İnsanlara Ürene vadisinin dibinden yukarı çıkmalarını emretti ve Arafat'ın
özellikle kendisinin vakfe yaptığı yer olmadığını haber verip buyurdu ki:
"Ben burada vakfe yaptım. Arafat'ın tamamı vakfe yeridir.[530]
İnsanlara haber
gönderip meş'arları (ibadet edecekleri yerler) üzerinde bulunmalarını, oralarda
vakfe yapmalarını, çünkü bu yerlerin babaları Hz. İbrahim'in mirasından
olduğunu söyledi[531]'
Orada Necid halkından
bazıları gelip Hz. Peygamber'e (s.a.) haccı sordular. O da: "Hac, Arafat
(yahut arefe)dir. Müzdelife gecesi sabah namazından önce gelenin haccı tamam
olur. Mina günleri üçtür. Acele edip iki gün kalana bir günah yoktur. Geciken
kimseye de günah yoktur." diye açıklama yaptı.[532]
Yoksul bir kimsenin
yemek isteyişi gibi dua sırasında ellerini göğüs hizasına kaldırdı. Sahabîlere
en hayırlı duanın arefe günü yapılan dua olduğunu haber verdi.[533]
Vakfe yerinde yaptığı
söylenen dualardan bazıları:
"Allah'ım!
Dediğimiz gibi ve dediğimizden daha hayırlı hamd Sana! Allah'ım! Benim namazım,
haccım, yaşamım ve ölümüm Senin içindir. Dönüşüm, Sanadır. Mirasım da Rabbim,
Sana aittir. Allah'ım! Kabir azabından, kalbin vesvesesinden, işlerin
dağınıklığından Sana sığınırım. Allah'ım! Rüzgârların getirdiği âfetlerin
şerlerinden Sana sığınırım." Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiştir[534]
"Allah'ım! Sen
sözümü işitiyor, yerimi görüyor; gizli açık nem varsa biliyorsun. Hiçbir işim
Sana gizli kalmaz. Ben çaresizim, yoksulum. Senden yardım ve eman diliyorum.
Korkuyorum, endişe ediyorum. Günahlarımı itiraf ve kabul ediyorum. Bir yoksul
Senden nasıl isterse ben de öyle istiyorum. Zelîl bir günahkâr Sana nasıl
yalvarırsa ben de öyle yalvarıyorum: Senin huzurunda boynunu bükmüş, Senin
için gözlerinden yaşlar boşanan, Senin uğruna bütün varlığını zelil eden,
burnunu yerlere sürten zarara uğramış korku içinde olan bir kul nasıl Sana dua
ederse, ben de öyle dua ediyorum. Allah'ım! Rabbim! Duamı kabul buyurmaktan
beni mahrum eyleme. Bana acı, bana merhamet et, ey istenilenlerin en hayırlısı
ve verenlerin en hayırlısı!" Bu hadisi Taberânî rivayet etmiştir.[535]
İmam Ahmed'in Amr b.
Şuayb —babası— dedesi senediyle rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) arefe günü
çoğunlukla şu duayı yapmıştır:
"Tek Allah'dan
başka tanrı yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nun, hamd
O'nundur. Hayır, O'nun
elindedir. O'nun herşeye
gücü yeter."[536]
Beyhakî'nin Hz.
Ali'den (r.a.) rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki: Benimle
benden önceki peygamberlerin Arafat'ta çoğunlukla yaptıkları dua şudur:
"Tek AHah'dan
başka tanrı yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamd O'nundur. O'nun
her şeye gücü yeter. Allah'ım! kalbimde bir nur, göğsümde bir nur, kulağımda
bir nur, gözümde bir nur yarat. Allah'ım! Göğsüme genişlik ver, işimi
kolaylaştır. Kalb vesvesesinden, işlerin dağınıklığından ve kabir azabından
Sana sığınırım. Allah'ım! Gece ve gündüz içinde bulunan bütün kötü şeylerin
şerlerinden, rüzgârların getirdiği âfetlerin ve zamanın musibetlerinin şerlerinden
Sana sığınırım."[537]
Bu duaların rivayet
senedlerinde gevşeklik (leyyin) vardır.
Şu âyet Hz.
Peygamber'e (s.a.) orada indi: "Bugün sizin için dininizi bütünledim, size
karşı nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı
seçtim. "[538]
Arafat'ta vakfe
yaparken bir müslüman ihramlı olduğu halde devesinden düştü ve öldü. Allah
Rasûlü (s.a.) iki bez içine kefenlenmesin!, güzel koku sürülmemesini, su ve sidr (Arabistan kirazı,
Trabzon hurması) ağacı yaprağı ile yıkanmasını, başının ve yüzünün
örtülmemesini emretti. Ve Allah Teâlâ'nm o müslümanı kıyamet günü telbiye
getirir bir vaziyette dirilteceğini haber verdi.[539]
Bu olay 12 hüküm
içermektedir:
1- Ölünün yıkanmasının farz oluşu. Çünkü Allah
Rasûlü (s.a.) bunu emretmiştir.
2- Kişi ölmekle pis olmaz. Zira ölmekle pis
olsaydı yıkanması ancak pisliğini artırırdı. Çünkü hayvanın ölmekle pis olması
maddi varlığı ile ilgilidir. Şayet insanın ölmekle pis olduğunu söyleyenler
yıkamakla temizlendiği görüşüne müsaade ediyorlarsa ölmekle pis olması görüşü
dayanaktan yoksun kalır. Şayet temizlenmediğini söylüyorlarsa bu takdirde
yıkama, yalnızca ölünün kefenlerinin, bezlerinin ve yıkayıcısının pisliğini
arttırır.
3- Ölünün su ve sidr ile yıkanması meşrudur,
yalnızca su ile yetinil-mez. Hz. Peygamber (s.a.) üç yerde sidr ile yıkamayı
emretmiştir ki birisi budur. İkincisi, kendi kızının yıkanmasında su ve sidr
ile ,üçüncüsü ise hayızlı iken ölen kadının yıkanmasında emretmiştir.[540]
Hayızlı iken ölen
kadının yıkanmasında sidr kullanmanın farziyeti konusunda Ahmed b. Hanbel
mezhebinde iki görüş vardır.
4- Temiz
şeylerle suyun değişikliğe uğraması onun temizliğini gider-mez. Nitekim
cumhurun görüşü budur. Her ne kadar sonraki Hanbelî fa-kihler aksini düşünmekte
iseler de Ahmed b. Hanbel'den gelen iki rivayetin en sağlamı da bu yoldadır.
Hz. Peygamber (s.a.) yıkadıktan sonra du-rulayıcı su ile yeniden yıkanmasını
emretme"hıiştir. Hatta kızının yıkanması konusunda son yıkamada.bir parça
kâfur sürülmesini buyurdu. Şayet kâfur suyun temizliğini giderseydi elbet
yasaklardı. Burada maksat yalnızca iki maddenin birbirine karıştırılmasından
dolayı bir değişikliğin husule gelip suyun kâfur kokusunu kazanması değil,
bedenin iyice temizlenip güzel kokmasını sağlamak, onu takviye edip
sağlamlaştırmaktır. Bu ise su ve kâfurun ayrı ayrı kullanılmasıyla değil,
kâfurun suya karıştırılmasıyla an- cak meydana gelir. ,
5- İhramhnın gusletmesinin mübahliğı. Bu konuda
Abdullah İbn Ab-bas ile Misver b. Mahrame tartışmışlar ve Ebu Eyyûb el-Ensârî,
Allah Ra-sûlü'nün (s.a.) ihramh iken guslettiğini söyleyerek tartışmayı sonuca
bağlamıştır[541]' İhramhnın cünüplükten
dolayı gusledeceği konusunda âlimler arasında ittifak vardır. Fakat Mâlik
(r.h.) ihramlı cünübün başını suya tamamen daldırmasını, bu işlemin bir tür
başı örtme sayılacağından dolayı mekruh görmüştür. Doğrusu bunda bir sakınca
yoktur. Ömer İbnü'l-Hattâb ve İbn Abbas bunu yapmışlardır.
6- îhramlı kimsenin su ve sidr kullanması yasak
değildir. Bu konuda ihtilâf edilmiş, bunu Şafiî,,ve kendisinden gelen iki rivayetin
en zahir olanına göre Ahmed b. Hanbel mubah; Mâlik, Ebu Hanife ve oğlu
Salih'in rivayetine göre Ahmed b. Hanbel yasak saymışlardır. Bu rivayete göre
Ahmed: "Şayet böyle yaparsa kurban keser" demiştir. Ebu Hanife'nin
iki öğrencisi (Ebu Yusuf ile Muhammed) ise böyle yaparsa sadaka vermesi
gerekir, demişlerdir.
Yasaklayanlar şu üç
sebebe dayanmaktadırlar: /
a) İhramhnın başındaki haşeratı öldürür. Oysa
ihramhnın başında bit araması bile yasaktır.
b) Bu bir rahatlamadır. Oysa baştaki
dağınıklığın giderilmesi ihrama aykırı düşer.
c) İhramh sidrin kokusundan lezzet alır. O zaman
güzel kokuya ben-zemiş olur. Hele bir de (sabun gibi temizlikte kullanılan)
hanım çiçeği kullanırsa.
Dayanılan bu üç sebep
gerçekten çürüktür. Doğrusu bunun caiz olmasıdır. Çünkü nas vardır. Allah ve
Rasûlü yıkanmak suretiyle başın dağınıklığını ve keçelenmiş halini gidermeyi,
bit öldürmeyi ihramhya yasaklamamışlardır. Hem sidrin güzel kokuyla hiçbir
alâkası yoktur.
7- Ölüyü kefenleme, mirasının dağıtımından ve
borcunun ödenmesinden daha önce gelir. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) iki bez
parçası içine kefen-lenmesini emretmiş, ama ne mirasçısını, ne de borcunu
sormuştur. Durum böyle
olmasaydı elbet sorardı. Nitekim hayatta iken nasıl giydiği elbise borcunu
ödemeye göre daha tercihe şayansa, öldükten sonra da durum aynıdır. Bu cumhurun
görüşüdür. Bu konuda kural dışı bir ihtilâf varsa da önemsizdir.
8- Ölünün kefenlenmesinde izâr ve ridâdan oluşan
iki bez parçası ile yetinmek caizdir. Bu cumhurun görüşüdür. Kadı Ebu Ya'lâ der
ki: "Güç yetirildiği takdirde üç bez parçasından daha azı caiz olmaz.
Çünkü iki bez parçası ile yetinmek caiz olsaydı yetimleri bulunan kimsenin üç
parça ile kefenlenmesi caiz olmazdı." Doğru olan onun söylediği sözün aksidir.
İleri sürdüğü sebep yüksek kalitelisi varken sert ve kaba olanı kullanma ile çürütülür.
9- îhramh kişiye güzel koku yasaktır. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.), onun telbiye getirir bir vaziyette diriltileceğine şahitlik
etmekle birlikte güzel koku sürülmesini yasaklamıştır. İhramlı kimsenin güzel
koku sürünme-sinin yasaklığı konusunda bu hadis asıldır.
Sahihayn'da. İbn
Ömer'den gelen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) ihrama girecek olanlara:
"Alaçehre (yahut Yemen safranı) veya safran dokunmuş hiçbir şey giymeyin."
buyurdu.[542]
Hz. Peygamber (s.a.),
halûk adı verilen, terkibinde safran da bulunan bir tür güzel koku sürdüğü
cübbe içinde ihrama giren bir kimseye cübbeyi çıkarmasını ve bulaşan kokuyu
yıkamasını emretti[543]
İhramlı kimseye güzel kokunun yasak olduğunun dayanağı bu üç hadistir.
Bunların en açık ifadelisi de bu olaydır. Çünkü son iki hadisteki yasaklayıcı
ifade güzel kokunun belli bir türüne, özellikle halûka mahsustur. Bunun
yasaklığı ise hem ihram halinde ve hem de ihram dışındaki hallerde umumilik
arzeder.
Hz. Peygamber (s.a.)
bir güzel kokuya yakın olmayı yahut dokunmayı yasaklamış olduğuna göre bu
yasak başı, bedeni ve elbiseleri de kapsar. Temas etmeden koklamayı haram
sayanlar, kıyas yoluyla haram saymışlardır. Yoksa yasağı ifade eden söz açık
olarak bunu kapsamaz. Bu konuda uyulması zorunlu, bilinen bir icmâ da yoktur.
Ancak bunun haram sayılısı (harama götüren) aracıları (vesâil) haram sayma
türündendir. Zira koklan-ması bedene ve elbiselere bulaşmasına sebep olur.
Nitekim yabancı kadına bakmak haramdır. Çünkü başka şeylere vesile olur. Sarama
götürdükleri için haram sayılan
vesileler, ihtiyaçtan veya fayda tarafı ağırlık basan bir maslahattan dolayı
mubah olurlar. Nitekim satın alınacak cariyeye, evlilik teklifinde bulunulan
kadına bakmak mubah olduğu gibi mahkemede aleyhine şahitlikte bulunan yahut
kendisiyle bir iş gören veya kendisini tedavi eden kimsenin de bakması
mubahtır. Buna göre ihramlının rahatlama ve zevk alma kastıyla güzel koku
koklamasından menedilir. Kendisinin bir kastı olmaksızın koku burnuna ulaşsa
yahut satın ahrken bilmek kastıyla koklasa bundan menedilmez ve burnunu
kapatması da vacip olmaz. Birincisi ansızın bakış gibidir. İkincisi ise cariye
satın alan veya bir kadına talip olan kimsenin bakışı gibiçjir. Bunu açıklığa
kavuşturan şeylerden biri de şudur: İhramdan önce sürülmüş bir güzel kokunun
devam etmesini ihram-lıya mubah sayanlardan bazıları ihramdan sonra da bilerek
kasıtlı olarak koklamanın mubah olduğunu belirtmişlerdir; Ebu Hanife'nin
taraftarları bunu açık bir şekilde belirtmişlerdi. Diyorlar ki: Ebu Yusuf'un
Cevâmiu'l-Fıkh adlı eserinde "İhramlının, ihramdan önce sürünmüş olduğu
bir güzel kokuyu koklamasında bir sakınca yoktur." deniyor. el-Müfîd adlı
eserin sahibi der ki: Koku ihramlıya siner ve böylece ihramdan sonraki yorgunluğun
verdiği sıkıntıyı gidermesi bakımından artık kendisine tâbi olur. Tıpkı oruçlu
için sahur ne ise o olur; sahurla oruç halindeki açlık ve susuzluğun vereceği
sıkıntı giderilir. Ama elbise için durum böyle değildir. Çünkü elbise kişiden
ayrılabilir.
Fakihler, kokunun yeni
baştan sürülmesinin yasak olduğu gibi kokusunu devam ettirmek de yasak mı,
yoksa kokusunun devam ettirilmesi caiz mi olduğu konusunda iki farklı görüş
ileri sürmüşlerdir. Cumhur, sahih sünnete uyarak kokusunun devam ettirilmesinin
caiz olduğu görüşünü benimsemiştir. Zira Hz. Peygamber (s.a.) ihrama girmeden
önce güzel koku sürünür, ihramdan sonra saçının ayrım yerlerinde kokunun
parlaklığı göze çarpardı[544] Bir
metinde "ihramdan sonra" sözü yerine "telbiye getirirken"
denmekte ve bir metinde ise "üç (gün) sonra" ibaresi yer almaktadır.
Bütün bunlar "Bu ihramdan önceydi. Yıkanınca eseri kayboldu" şeklinde
yorumlayanların bu tutarsız yorumlarını reddeder. Bir metinde deniyor ki:
Allah Rasûlü (s.a.) ihrama girmek istediği vakit bulabildiği en güzel kokuyu
sürünürdü. Daha sonra başında ve sakalında kokunun parlaklığı göze çarpardı[545]!
Aman Allah'ım! Taklid ve görüşleri destekleme, sahiplerine neler yaptırıyor!
Onların içinden başka
bir grup da: "Bu, Hz. Peygamber'e (s.a.) mi sustu." diyor. Bu görüşü
şu iki husus reddeder:
1) Hz.
Peygamber'e (s.a.) mahsus olduğu davası delil olmadan dinlenmez.
2) Ebu
Davud'un Hz. Âişe'den rivayet ettiği şu hadis: Biz Allah Rasûlü (s.a.) ile
birlikte Mekke'ye doğru yola çıkardık. İhrama girerken alınlarımızı zamk ve
misk karışımı güzel kokulu "sük" adı verilen bir tür koku ile
sargılardık. Herhangi birimiz terlediği vakit yüzüne akardı. Hz. Peygamber
(s.a.) kokuyu görür, ama bizi ondan yasaklamazdı.[546]
10-
İhramlının başım örtmesi yasaktır. Bu üç basamaklıdır: 1) İttifakla yasak
olan, 2) İttifakla caiz olan, 3) İhtilaflı olan.
Birincisi: Başın
örtülmesi amaçlanan başa bitişen ve temas eden her şey. Meselâ sarık, kalpak,
takke, miğfer vb.
İkincisi: Çadır, ev,
ağaç vb. şeyler sahihtir ki, Hz. Peygamber (s.a.) ihramlı iken, O'nun için
Nemire'de bir çadır kurulmuştu. Ancak Mâlik, ihramlının, elbisesini gölgelenme
amacıyla bir ağaca asmasını yasak saymıştır. Çoğunluğu oluşturan âlimler ise
ona muhalefet etmişlerdir. İmam Mâlik'in taraftarları ihramlı bir kimsenin
mahfe gölgesinde yürümesini yasak saymışlardır.
Üçüncüsü: Mahfe,
tahterevan, hevdec vb. şeyler. Bu konuda üç görüş vardır: 1) Caizdir. Şafiî ve
Ebu Hanife —Allah onlara rahmet etsin— bu görüştedirler. 2) Yasaktır; yaparsa
fidye öder. Mâlik (r.h.) bu görüştedir. 3) Yasaktır, yaparsa fidye ödemesi
gerekmez. Bu üç görüş de İmam Ah-med'den (r.h.) rivayet edilmiştir.
11-
İhramlının yüzünü Örtmesi yasaktır. Bu konuda ihtilaf edilmiştir. Şafiî ve bir
rivayette Ahmed mubah olduğunu; Mâlik, Ebu Hanife ve bir rivayette de Ahmed
yasak olduğunu söylemişlerdir. Mubah olduğunu söyleyen altı şahabı vardır: Hz.
Osman, Abdurrahman b. Avf, Zeyd b. Sabit, Zübeyr, Sa'd b. Ebî Vakkas ve Câbir.
Allah onlardan razı olsun. Bir üçüncü şâz görüş daha vardır: Şayet ihramlı
diri ise yüzünü örtebilir, ölü ise yüzünü örtmek caiz değildir. Bu görüşü İbn Hazm ileri
sürmüştür. Zaten onun zahirîliğine yakışan da budur.
Mubah olduğunu
savunanlar delil olarak bu sahabîlerin sözlerini, aslî mübahlığı ve Hz.
Peygamber'in (s.a.) "Başını örtmeyin" sözünün (muhalif) mefhumunu
göstermişlerdir. Hz. Peygamber'in (s.a.): "Yüzünü örtmeyin" sözüne
ise şöyle cevap vermişlerdir: Bu hadiste, bu söz sahih değildir. Şu'be diyor
ki: Bana bu hadisi Ebu Bişr aktardı. On sene sonra ona bu hadisi sordum, hadisi
olduğu gibi aktardı. Ancak "Başını ve yüzünü örtmeyin." dedi...
Görüşün sahipleri diyorlar ki: Bu da, bu sözün zayıflığını gösterir.(277J Yine
diyorlar ki: Oysa bu hadiste şu metin de rivayet edilmiştir: "Yüzünü
örtün, başını örtmeyin, "[547]
12-
İhramhlık hali ölümden sonra da sürer, ölümle ortadan kalkmaz. Bu görüş Hz.
Osman, Hz. Ali, İbn Abbas ve başka sahabîlerin görüşüdür. Allah onlardan razı
olsun. Aynı zamanda Ahmed b. Hanbel, Şafiî ve İs-hak da bu görüştedirler.
Ebu Hanife, Mâlik ve
Evzaî ihramhlık halinin ölümle ortadan kalkacağını ve Ölüye ihramsız kimseye
yapılanın aynısının yapılacağını, çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.): "Üç kimse
dışında herkesin ameli öldüğü vakit kesilir." buyurduğumı[548]
söylemişlerdir. Diyorlar ki: Devesi tarafından
çiğnenerek öldürülen
kimse hakkında Hz. Peygamber'in (s.a.) buyurduğu hadis delil olmaz. Çünkü ona
mahsustur... Nitekim bu âlimler Hz. Peygamber'in (s.a.) Necaşî'nin cenaze
namazını gıyaben kılması hâdisesinin de sırf ona mahsus olduğunu
söylemişlerdir.
Cumhur diyor ki: Temel
prensibe aykırı olarak ortaya atılan hususiyet davası kabul edilmez. Hz.
Peygamber'in (s.a.) hadiste geçen: "Kıyamet günü telbiye getirir vaziyette
diriltilecek" sözü, illete işarettir. Şayet ona mahsus olsaydı illete
işaret etmezdi. Hele bir de kasır illeti esas almak doğru değildir deniyorsa.
Hz. Peygamber (s.a.) bunun bir benzerini de Uhud şehitleri hakkında şöyle
söylemiştir: "Onları yaralarıyla birlikte elbiseleri içine sarın. Zira
onlar kıyamet günü renk kan rengi, koku misk kokusu olduğu halde
diriltilecekler."[549]
Oysa bu, yalnız onlara mahsus değildir. Bir benzeri de şu hadistir: "Onu,
iki bez içine kefenleyin. Zira o, kıyamet günü telbiye getirir bir vaziyette
diriltilecektir." Siz, bu yalnız Uhud şehitlerine mahsustur demediniz, aksine
orada da zikrettiğiniz tahsise imkân varken hükmün diğer şehitler için de
geçerli olduğunu iddia ettiniz. Peki fark ne? Hz. Peygamber'in (s.a.) iki
yerdeki şahitliği de aynıdır! Hem bu hadis şeriatın temellerine ve ahiretin
üzerine kurulduğu hikmete de uygundur. Çünkü kul, öldüğü hal üzere diriltilir.
Kim ne şekilde ölürse o şekilde diriltilir. Bu hadis olmasaydı bile şeriatın
temel esasları buna şahitlik ederdi. En iyi bilen AHah'dır. [550]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) haccını anlatmaya dönelim:
Güneş batıp da
ufuktaki sanlık gidecek şekilde tamamen kaybolunca Arafat'tan hareket etti.
Üsâme b. Zeyd'i terkisine aldı. Sekînet içinde ağır ağır yol aldı. Devesinin
yularını devenin başı yükün ucuna değecek şekilde kendisine doğru çekerken
şöyle dedi: "Ey insanlar! Ağır olunuz. İyilik sürat yapmakta
değildir."[551]
(Arafat ile Meş'ar
arasında bir yer olan) Me'zimeyn yolundan gitti. Arafat'a Dab yolundan
girmişti. Hz. Peygamber'in (s.a.) aynı şekilde bayramlarda da yolunu
değiştirmek âdetiydi. Bayramdaki tutumları anlatılırken yukarıda bunun hikmeti
de söylenmişti.
Sonra ne hızlı, ne
yavaş bir tür seyir şeklinin adı olan "anak" yürüyüşü ile yol almaya
başladı. Geniş bir meydan bulduğu zaman seyrini biraz daha hızlandırıyordu.
Oradaki yokuşlardan birine geldiğinde de tırmana-bilmesi için devesinin
yularını biraz salıveriyordu. Yol alırken o sırada tel-biye getiriyordu.
Telbiye getirmeyi kesmedi. Yolda iken Hz. Peygamber (s.a.) devesinden indi,
küçük abdest bozdu. Hafif bir abdest aldı. Üsâme, kendisine: "Namaz mı
kılacaksın, ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordu. O da: "Namaz —yahut
namazgah— önünde" buyurdu. [552]
Sonra yola koyuldu,
Müzdelife'ye geldi. Namaz abdesti aldı. Ezan okunmasını emretti. Müezzin ezan
okudu, sonra kamet getirdi. Hz. Peygamber (s.a.) yükler develerden indirilmeden
ve develer çökmeden akşam namazını kıldırdı. Sahabîler develerinden yüklerini
indirince namaz için kamet getirilmesini emretti. Sonra ezansız, sırf kametle
yatsı namazını kıldırdı. Akşam ile yatsı namazları arasında hiç namaz kılmadı.[553] Hz.
Peygamber'-in (s.a.) bu iki namazı, iki ezan iki kametle kıldırdığı da rivayet
edilir; bir ezan iki kametle kıldırdığı da rivayet edilir. Doğrusu Arafat'ta
yaptığı gibi bir ezan, iki kametle kıldırmış olmasıdır.[554]
Sonra sabaha kadar
uyudu. O geceyi ihya etmedi. (Yani ibadetle geçirmedi.) Bayram gecelerini ihya
ettiğine dair hiçbir sahih hadis yoktur.[555]
Hz. Peygamber (s.a.),
o gece ay batınca ailesinin zayıf fertlerine (kadınlara, çocuklara, yaşlılara) Mina'ya
tan ağarmadan gitmeleri için izin verdi ve güneş doğuncaya kadar şeytan
taşlamamalarını emretti.[556] Bu
hadis sahihtir. Tirmizî ve başkaları sahih olduğunu söylemişlerdir.
Ebu Davud'un Hz.
Âişe'den (r.a.) rivayet ettiği: "Allah Rasûlü (s.a.) kurban bayramının
birinci günü gecesi Ümmü Seleme'yi gönderdi. Ümmü . Seleme tan ağarmadan şeytan
taşladı. Sonra gidip ifâza tavafını yaptı. Bu, Allah Rasûlü'nün (s.a.) onun yanında
olduğu gün oldu." hadisi[557]
mün-kerdir. İmam Ahmed ve başkaları bu hadisi münker saymışlardır. Bunun
münkerliğini gösteren bir husus hadiste geçen: "Allah Rasûlü (s.a.) ona,
kurban bayramının birinci günü Mekke'de sabah namazını kılmasını —bir rivayette
ise kendisine gelmesini— emretti." cümlesinin yer almasıdır. Hz.
Peygamber'le (s.a.) geçireceği gün olduğu için Hz. Peygamber (s.a.) onun
kendisine gelmesini istemiş olacaktır ki, bu kesinlikle imkânsızdır.
Esrem diyor ki: Ebu
Abdillah (Ahmed b. Hanbel) bana Ebu Muâviye — Hişâm — babası — Ümmü Seleme'nin
kızı Zeynep senediyle Hz. Pey-gamber'in (s.a.) Ümmü Seleme'ye kurbanın birinci
günü Mekke'de kendisine gelmesini emretmiş olduğunu haber verdi. Esrem'den
başkası hadisi müsned olarak rivayet etmemiştir, bu bir hatadır.
Vekî, babasından
mürsel olarak Hz. Peygamber'in (s.a.) Ümmü Sele-me'ye bayramın birinci günü
sabah namazı vaktinde Mekke'de kendisine gelmesini emrettiğini veya buna benzer
bir hadis rivayet etmektedir ki, bu da son derece tuhaftır. Hz. Peygamber
(s.a.) bayramın birinci günü sabah vakti, Mekke'de ne yapacaktır? Bu rivayet
münkerdir. Vekî diyor ki: Yahya b. Saîd'e gittim, bu hadisi sordum. O da Hişâm
yoluyla Hişâm'ın babasından "Hz. Peygamber'in (s.a.) Ümmü Seleme'ye
kendisine gelmesini" değil, "gelmesini emrettiğini" rivayet
etti". Bu ikisi arasında fark vardır. Yahya, bana: "bunu
Abdurrahman'a sor." dedi. Ben de ona sordum. "Süf-yan, Hişâm yoluyla
onun babasından bu şekilde rivayet etti." diye cevap
verdi. Hallâl der ki: Esrem, Vekî'den
"kendisine gelmesini" sözünü hikâye ederken yanlışlık yapmıştır. Vekî
"Mina'ya gelmesin" demiştir. Öğrencilerinin dediği üzere
"gelmesini" sözünde isabet etmiş, ama "Mina'ya" sözünde
hata etmiştir.
Hallâl, Ali b. Harb —
Harun b. îmrân — Süleyman b. Ebu Davud — Hişâm b. Urve — babası Urve senediyle
Ümmü Seleme'nin şöyle dediğini kaydeder: Allah Rasûlü (s.a.) Müzdelife gecesi
önden gönderdiği aile halkı arasında beni de gönderdi. Geceleyin şeytan
taşladım. Sonra Mekke'ye gittim. Orada sabah namazını kıldım. Sonra Mina'ya
döndüm.
Ben derim ki: Senedde
geçen Süleyman b. Ebu Davud, Dimeşkli olup el-Havlanî nisbesi taşımaktadır.
Kendisine İbn Davud da denir. Ebu Zür'a, İmam Ahmed'in onun hakkında
"Cezire halkindandir. Bir hiçtir." dediğini aktarır. Onun hakkında
Osman b. Said de "zayıftır" demektedir[558]
Ben derim ki: Bu
hadisin asılsızlığını Sahihayn'da Kasım b. Muham-med'den rivayet edilen şu
hadis de göstermektedir: Hz. Âişe anlatıyor: Ağır hareket eden bir kadın olan
Şevde, Müzdelife gecesi Allah Rasûlünden (s.a.) ve insanların izdihamından önce
yola çıkma konusunda Hz. Peygamber'-den (s.a.) izin istedi. Hz. Peygamber
(s.a.) de ona izin verdi. Hz. Peygamber (s.a.) yola çıkmadan önce o yola
çıktı. Sabaha kadar biz orada bekletildik. Hz. Peygamber'in (s.a.) hareket
etmesiyle birlikte biz de hareket ettik. Sevde'nin izin istediği gibi benim de
Allah Rasûlü'nden (s.a.) izin istemiş olmam gerçekten benim için kendisiyle
sevinilecek şeylerin en sevgilisi olurdu.[559] Bu
sahih hadis de göstermektedir ki Şevde dışında Hz. Peygamber'in (s.a.)
hanımları O'nunla birlikte hareket etmişlerdir.
Soru: Peki, Dârakutnî
ve başkalarının Hz. Âişe'den rivayet ettikleri şu hadisi ne yapacaksınız? Allah
Rasûlü (s.a.) hanımlarına Müzdelife gecesi Müzdelife'den yola çıkmalarını ve
şeytan taşlamalarım emretti. Sonra Hz. Âişe konakladığı yerde sabahlardı.
Vefatına kadar böyle yapardı.[560]
Cevap: Bu hadis,
râvîlerden biri olan ve pek çok kimse tarafından yalancı olduğu belirtilen
Muhammed b. Humeyd'den dolayı reddedilir. Yine Hz. Âişe'nin Sahihayn'da
rivayet edilen hadisi ve "Keşke Şevde gibi Allah Rasûlü'nden (s.a.) izin
istemiş olsaydım." sözü bu hadisi reddeder.
Soru: Haydi diyelim ki
bu hadisi reddetme imkânınız vardır. Peki Müslim'in, Sahih'inde Ümmü
Habibe'den rivayet ettiği "Allah 'Rasûlü (s.a.) Ümmü Habîbe'yi geceleyin
Müzdelife'den gönderdi."[561]
hadisini ne yapacaksınız?
Cevap: Sahihayn'da
kaydedildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) o gece aile fertlerinin zayıf olanlarım
önden göndermiştir. İbn Abbas da önden gönderilenler arasındadır. Sevde'yi
önden gönderdiği de sabit, hanımlarının O'nunla birlikte hareket edinceye
kadar O'nun yanında kaldıkları da sabittir. Ümmü Habîbe hadisini Müslim tek
başına rivayet etmiştir. Şayet bu hadis mahfuzsa o vakit Ümmü Habîbe de önden
gönderdiği zayıflar arasında demektir.
Soru: Peki İmam
Ahmed'in İbn Abbas'dan rivayet ettiği şu hadisi ne yapacaksınız? "Hz.
Peygamber (s.a.), İbn Abbâs'ı kurban bayramının birinci günü ailesiyle birlikte
Mina'ya gönderdi. Tan ağarmasıyla birlikte şeytan taşladılar. "[562]
Cevap: Yine İmam
Ahmed'in rivayet ettiği ve Tirmizî'nin rivayet edip sahih olduğunu söylediği bir
başka hadisi buna tercih ederiz: Hz. Peygamber (s.a.), ailesinin zayıf
fertlerini önden gönderip onlara: "Güneş doğuncaya kadar şeytan
taşlamayın." buyurdu. İmam Ahmed'in rivayet ettiği metin ise şöyledir:
Allah Rasûlü (s.a.), biz Abdülmuttalib oğullarının yavrucuklarını,
Müzdelife'den eşeklerimiz üzerinde önden gönderdi. Uyluklarımıza hafif hafif
vurarak: "Yavrularım! Güneş doğuncaya kadar şeytan taşlamayın."
buyurdu.[563] Bu hadis ondan daha
sahihtir. Bu hadiste Hz. Peygamber'in (s.a.) güneş doğmadan önce şeytan
taşlamayı yasakladığı yer almaktadır. Kıssanın zikri de hadisin iyi bellenmiş
olduğunu gösterir. Diğer hadisde ise onların yalnızca tan ağarmasıyla birlikte
şeytan taşladıklarından sözedilmektedir. Sonra düşündüğümüzde gördük ki, bu
hadisler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) çocuklara,
güneş doğuncaya kadar
şeytan taşlamamalarını emretmiştir. Zira onların şeytan taşlamayı önceden yapma
konusunda bir mazeretleri yoktur. Ama Hz. Pey-gamber'in (s.a.) önden gönderip
de güneş doğmadan şeytan taşlayan kadınların ise insanların izdiham ve
kalabalığından dolayı kendilerine bir zarar gelme endişesi gibi bir
mazeretleri vardır. İşte sünnetin gösterdiği yol, hastalık yahut yaşlılık gibi
bir mazereti bulunup da kalabalıktan dolayı sıkıntıya düşecek olanların güneş
doğmadan önce şeytan taşlamalarının caiz olduğudur. Ama güç ve sıhhati yerinde
olan için böyle bir şey caiz değildir.
Bu meselede üç görüş
vardır: 1- Gece yansıdan sonra mutlak olarak hem gücü yerinde olan, h«m de
olmayan için caizdir. Şafiî ve Ahmed b. Hanbel —Allah onlara rahmet etsin— bu
görüştedir. 2- Ancak tan ağar-dıktan sonra caizdir. Ebu Hanife (r.h.) bu
görüştedir. 3- Gücü yetenler için sadece güneş doğduktan sonra caizdir. îlim
adamlarından bir grup da bu görüştedir. Sünnetin gösterdiği yol, gece yansı
değil, hemen ayın batınımdan sonra acele etme şeklindedir. Gece yarısı ile
sınırlayanların bir delilleri yoktur. En iyi bilen AJlah'dir. [564]
Nahr günü tan yeri
ağarınca bir ezan, bir kametle vaktin evvelinde —kesinlikle vaktinden önce
değil— sabah namazını kıldırdı. Nahr günü, bayram günüdür. En büyük hac
günüdür. Allah ve Rasûlü'nün bütün müşriklerden uzak olduğunun ilan edildiği
gündür.
Sonra devesine binip Meş'ar-i
Haram'daki vakfe yerine geldi. Kıbleye yöneldi ve ortalık iyice aydmlanıncaya
kadar dua etti, yalvardı yakardı, tekbir ve tehlîl (Lâ ilahe illallah demek)
getirdi, zikir yaptı. Bunları güneş doğmadan önce yaptı.
Orada Urve b. Mudarris
et-Tâî kendisine sordu: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben, Tay'in iki dağından
geliyorum. Devemi usandırdım, kendimi yordum. Vallahi, üzerinde vakfede
bulunmadığım bir dağ bırakmadım. Benim hac-cım oldu mu?" Allah Rasûlü
(s.a.) ona şöyle cevap verdi: "Şu namazda bizimle birlikte bulunan, biz
hareket edinceye kadar bizimle vakfede bulunan ve bundan önce de geceleyin ve
gündüzün Arafat'ta vakfe yapmış olan haccını tamamlamış ve ihramdan çıkıp
temizlenebilirle dönemine girmiş olur."[565]
Tirmizî: "Bu hadis,
hasen-sahihtir" diyor.
Müzdelife'de vakfe
yapmanın ve orada gecelemenin Arafat vakfesi gibi bir rükün olduğunu
söyleyenler bu hadisi delil göstermişlerdir. Sahabeden iki kişinin, İbn Abbas
ile İbn Zübeyr'in —Allah onlardan razı olsun— görüşleri de budur. İbrahim
en-Nehaî, Şa'bî, Alkame ve Hasan el-Basrî bu görüşü benimsemişlerdir. Evzâî,
Hammad b. Ebu Süleyman, Davud ez-Zâhirî ve Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm'm görüşü
de budur. İki Muham-med —İbn Cerîr ile îbn Huzeyme— bu görüşü tercih etmiştir
ve bu görüş aynı zamanda Şafiî mezhebinde bir vecih sayılmıştır. Bu görüş
sahiplerinin ileri sürdükleri üç delil vardır. Birisi budur. İkincisi:
"Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin." âyetidir.[566]
Üçüncüsü: Allah Rasûlü'nün (s.a.) davranışı bu emredilen zikri açıklama
makamındadır.
Rükün görmeyenler iki
delil ileri sürüyorlar:
1- Hz. Peygamber (s.a.) Arafat'ta vakfe süresini
tan yeri ağarıncaya kadar uzatmıştır. Bu durum tan yeri ağarmadan önce
Arafat'ta çok kısa bir süre vakfe yapan kimsenin haccmın sahih olmasını
icabettirir. Şayet Müzdelife'de vakfe yapmak bir rükün olsaydı, haccı sahih
olmazdı.
2- Bir rükün olsaydı, bu konuda erkekler ve
kadınlar müşterek olurlardı. Allah Rasûlü (s.a.) kadınları geceleyin önden
gönderdiğine göre rükün olmadığı anlaşılmış demektir.
Bu iki delil söz
götürür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) Müzdelife'de geceledikten ve orada yatsı
namazıyla Allah Teâlâ'yı zikrettikten sonra onları önden gönderdi. Vacip olan
işte budur. Arafat'ta vakfenin tan yeri ağarıncaya kadar sürdürülmesine
gelince; bu, Müzdelife'de gecelemenin bir rükün olmasına aykırı değildir. O
gece, tıpkı birleştirilmiş iki namazın vakti gibi o iki vakfe için bir vakit
olmuş olur. İkisinden birinin vaktinin dar olması, güç yetirildiğinde onu, her
ikisi için bir vakit olmaktan çıkarmaz. [567]
Hz. Peygamber (s.a.)
vakfe yerinde vakfede bulundu ve insanlara Müz-delife'nin tamamının vakfe yeri
olduğunu bildirdi, sonra terkisine Fazl b.mr Abbas'ı alarak Müzdelife'den yola koyuldu. Yolda
telbiye getiriyordu. Üsâme b. Zeyd yaya olarak Kureyş yarışçıları arasında
geldi.
Yolda İbn Abbas'a,
şeytan taşlamada kullanmak üzere kendisine yedi taş bulup almasını emretti.
Bilgisizlerin yaptıkları gibi taşları o gece dağdan kırmadı ve geceleyin bulup
almadı. îbn Abbas, O'nun adına yedi fiske taşı topladı. Onları avucunda
silkeleyerek buyurdu ki: "Attığınız taşlar bunlar gibi olsun. Dinde
aşırılığa gitmekten sakının. Çünkü sizden öncekileri dinde aşırıya kaçma helak
etmiştir. "[568]
İşte bu yolculuk
sırasında Hz. Peygamber'in (s.a.) karşısına Has'am-lardan güzel bir kadın çıktı
ve babasının deve üzerinde tutuna'mayacak kadar yaşlı bir ihtiyar olduğunu
söyledi ve onun yerine hac yapıp yapamayacağını sordu. Hz. Peygamber (s.a.)
kadına, babası yerine haccetmesini emretti. Fazl kadına, o da ona bakmaya
başlayınca Allah Rasûlü (s.a.) elini FazPın yüzüne tuttu ve onu diğer tarafa
çevirdi. Fazl yakışıklı delikanlıydı... Kimileri Hz. Peygamber'in (s.a.)
Fazl'm yüzünü kadının ona bakmasını engelleyecek şekilde çevirmiş olduğunu ve
kimileri de Fazl'ı kadına bakmaktan çevirdiğini söylemişlerdir. Doğrusu her iki
durumdan dolayı bunu yapmış olmasıdır. Çünkü kıssada geçtiği üzere Fazl kadına,
o da ona bakmaya başlamıştı.[569]
Bir başkası orada
annesinin durumunu sordu ve annesi hakkında: "Yaşlı bir kocakarıdır.
Hayvana bindirsem tutunamaz. Bağlasam, onu öldürmekten korkarım." dedi.
Hz. Peygamber (s.a.): "Ne dersin, annenin bir borcu olsa onu öder
misin?" diye sordu. Adam "Evet" cevabını verdi. Hz. Peygamber
(s.a.): "Öyleyse annen yerine haccet." buyurdu.[570]
Muhassir vadisine gelince
devesini canlandırdı ve yol alışını hızlandırdı. Allah düşmanlarına Allah'ın
azabının indiği yerlerde böyle yapmak Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti idi. Çünkü
Allah'ın bize Kur'an'da anlattığı fil sahiplerinin başına gelen burada
gelmişti. Bu yüzden bu vadiye Muhassir (= yoran, aciz bırakan) vadisi adı
verilmiştir. Zira filler burada bitkin düşmüşler ve Mekke'ye gitmekten
kesilmişlerdir. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.) Semud diyarı Hıcr'a
girdiğinde de böyle yapmış, elbisesini başına bürümüş ve hızlıca yol almıştır.[571]
Muhassir, Mina ile
Müzdelife arasında bir kıstaktır (berzah); ne Mi-na'dan, ne de Müzdelife'den
sayılır. Ürene, Arafat ile Meş'ar-i Haram arasında bir kıstaktır. O halde her
iki meş'ar (Allah'a ibadete vesile olan yer) arasında onlardan sayılmayan bir
ara bölge vardır. Mina harem bölgesine dahildir ve aynı zamanda meş'ardır.
Muhassir, harem bölgesine dahildir, ama meş'ar değildir. Müzdelife hem
haremdir, hem meş'ardır. Ürene meş'ar değildir, aynı zamanda harem dışı
bölgedir. Arafat hem harem dışıdır ve hem de meş'ardır.
Hz. Peygamber (s.a.)
iki yol arasındaki büyük cemreye çıkan orta yolu tuttu. Nihayet Mina'ya geldi.
Doğruca Akabe cemresine gitti. Vadinin aşağısında durdu; Kabe'yi soluna,
Mina'yi sağma aldı. Devesi üzerinde kıbleye yöneldi. Güneş doğduktan sonra
binitli bir vaziyette tek tek atarak cemreyi taşladı. Her bir çakıl taşını
atarken tekbir getiriyordu. İşte o vakit telbiye getirmeyi kesti.
Yolda ilerlerken
telbiye getiriyordu. Şeytan taşlamaya başlayıncaya kadar bu hal devam etti.
Şeytan taşlarken Bilâl ve Üsâme de O'nunla birlikte idiler. Biri devesinin
yularını tutuyor, diğeri elbisesiyle Hz. Peygamber'i (s.a.) güneş sıcağından
gölgelemeye çalışıyordu.[572] Bu
gölgeleme olayının şayet bayramın birinci günü olduğu sabitse o halde bu olay
ihramh kimsenin mahfe vb. ile gölgelenmesinin caizliğine delil olur. Şayet
daha sonra ite
Mina günlerinde
olmuşsa bu bir delil olmaz. Hadiste hangi zamanda olduğuna dair bir açıklama
yoktur. En iyi bilen Allah'tır. [573]
Sonra Mina'ya döndü ve
halka orada son derece edebî bir konuşma (hutbe) yaptı. Bu konuşmasında onlara
kurban gününün saygınlığını ve haramlığını, Allah katında üstünlüğünü;
Mekke'nin diğer şehirlere göre bir saygınlığı bulunduğunu bildirdi. Kendilerini
Allah'ın kitabına göre idare edenlerin sözlerini tutmalarım ve onlara itaat
etmelerini emretti. İnsanlara haccın yapılış şeklini kendisinden öğrenmelerini,
kendisinin yaptığı gibi yapmalarını emretti ve "Belki bu seneden sonra
hac yapmayacağım." dedi.[574]
İnsanlara haccın
yapılışını öğretti. Muhacirleri ve Ensâr'ı makamlarına oturttu. Kendisinden
sonra, birbirlerinin boyunlarını vuran kâfirlere dönmemelerini insanlara
emretti. Onlara kendisinden duyduklarını diğer insanlara ulaştırmalarını
buyurdu ve sözü, işiteninden daha iyi belleyip muhafaza eden nice kimseler
bulunduğunu haber verdi.[575]
Konuşmasında
(hutbesinde): "Her caninin işlediği cinayet yalnız kendi
aleyhinedir." buyurdu.[576]
Muhacirleri kıblenin
sağına, Ensâr'ı da soluna konaklattı. Diğer insanlar da onların etrafında
idiler. Allah, insanların kulaklarını O'na açtı. Öyle ki Mina'daki herkes kendi
konakladığı yerde O'nun konuşmasını işitebildi.
O konuşmasında buyurdu
ki: "Rabbinize ibadet edin, beş vakit namazınızı kılın, bir ay orucunuzu
tutun, size komuta edene itaat edin. Rabbini-zin cennetine girin."[577]
O vakit insanlara veda
etti. Bu yüzden onlar da bu hacca "Veda haccı" dediler.
Kendisine işte orada,
şeytan taşlamadan saçlarını tıraş eden, yine şeytan taşlamadan kurban kesen
kimselerin durumu soruldu, "sakıncası yoktur" cevabını verdi.
Abdullah İbn Ömer diyor ki: O gün kendisine ne sorulmuş-sa: "Yapın,
sakıncası yok" dediğini gördüm.[578]
İbn Abbas diyor ki:
Hz. Peygamber'e (s.a.) kurban kesme, tıraş olma, şeytan taşlama, hac fiillerini
öne geçirme ve geciktirme hakkında ne den-mişse "sakıncası yok"
buyurdu.[579]
Üsâme b. Şerîk
anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte hac yapmak üzere çıkmıştım.
İnsanlar O'na geliyor, kimisi "Ey Allah'ın Rasûlüi Tavaf yapmadan sa'y
yaptım", kimisi "Şunu önce yaptım" kimisi "Bunu
geciktirdim" diyordu. Hz. Peygamber (s.a.) onlara: "Sakıncası yok, sakıncası
yok. Ancak bir müslüman adamın gıybetini yapan müstesna. Çünkü o zâlimdir.
İşte günaha düşen ve helak olan odur." buyuruyor du.[580]
"Tavaf yapmadan
sa'y yaptım" sözü bu hadiste mahfuz değildir. Mahfuz olan şeytan taşlama,
kurban kesme ve tıraş olmayı birbirinden önce yapmadır. [581]
Sonra Mina'daki kurban
kesim yerine gitti. Altmış üç deveyi kendi eliyle kesti. Develer ayakta ve sol
ön ayaklan bağlanmış iken onları kesiyordu.[582]
Kendi eliyle kestiği
develerin bu sayısı, O'nun ömrünün yılları sayısm-cadır. Sonra kendisi kesim
işini bıraktı ve yüz deveden geri kalanını kesmesini Hz. Ali'ye emretti. Sonra
Hz. Ali'ye (r.a.) develerin hepsini çullan, etleri ve derileriyle birlikte
yoksullara sadaka olarak vermesini, kasaba kesme işi karşılığında ücret olarak
kurbandan hiçbir şey vermemesini emretti. "Biz ücretini kendi yanımızdan
veririz." dedi ve "Dileyen kendisine ayıra: bilir." buyurdu[583]
Soru: Peki Sahihayn'da,
Enes'den (r.a.) rivayet edilen şu hadisi ne yapacaksınız? Enes anlatıyor:
Allah Rasûlü (s.a.) öğle namazını Medine'de dört rekât, ikindi namazını
Zülhuleyfe'de iki rekât kıldırdı ve geceyi orada geçirdi. Sabah olunca devesine
bindi. "Lâilahe illallah" ve "Sübhânallah" demeye başladı.
Beydâ tepesi üzerine çıkınca hac ve umreye birlikte telbiye getirdi. Mekke'ye
girince sahabîlere ihramdan çıkmalarım emretti. Allah Rasûlü (s.a.) kendi
eliyle ayakta oldukları halde yedi deve kesti. Medine'de (bir kurban
bayramında) alacalı iki koç kesti.[584]
Cevap: İki hadis
arasında bir çelişki yoktur. Ebu Muhammed İbn Hazm diyor ki: Enes hadisi şu üç
şekilden biriyle açıklanabilir:
1- Hz. Peygamber (s.a.), Enes'in dediği gibi
kendi eliyle yedi deveden fazla kesmemiş ve bundan sonra altmış üçe
tamamlanıncaya kadar bir başkasına kesmesini emretmiştir. Sonra o yerden
ayrılmış ve Hz. Ali'ye (r.a.) de geri kalanı kesmesini emretmiştir.
2- Enes, Hz. Peygamber'in (s.a.) kendi eliyle
yalnızca yedi tane kestiğini görmüştür. Câbir ise Hz. Peygamber'in (s.a.) geri
kalanı kesmeyi tamama erdirdiğini görmüştür. Böylece her ikisi de gördüğünü,
gözlemlediğini haber vermiştir.
3- Hz.
Peygamber (s.a.), Enes'in dediği gibi yedi deveyi kendi eliyle tek başına
kesmiştir. Sonra kendisi ve Hz. Ali, kargıyı birlikte tutmuşlar ve bu şekilde
altmış üçe tamamlayıncaya kadar beraberce kesmişlerdir. Nitekim Garafe b.
Haris el-Kindî'nin söylediğine göre kendisi o gün Hz. Peygamber'in (s.a.)
kargının üst tarafını tuttuğunu, Hz. Ali'ye ise alt tarafını tutmasını
emrettiğini ve ikisinin o kargı ile develeri kestiklerini görmüştür[585]'
Sonra Hz. Ali, Câbir'in dediği gibi yüz deveden geri kalanı tek başına
kesmiştir. En iyi bilen Allah'tır.
Soru: Peki İmam Ahmed
ve Ebu Davud'un Hz. Ali'den rivayet ettikleri şu hadisi ne yapacaksınız? Hz.
Ali diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.) develerini kestiğinde, otuzunu kendi
eliyle kesti. Geri kalanını da benim kesmemi emretti. "[586]
Deriz ki: Bu bir
hatadır, râvî tarafından tersine çevrilmiş (maklûb hadistir). Çünkü otuz
deveyi kesen Hz. Ali'dir. Hz. Peygamber'in (s.a.) yedi deveyi kendi eliyle
kestiğini ne Hz. Ali ve ne de Câbir görmüştür. Sonra öteki altmış üç deveyi
kesmiş, yüz deveden geriye otuz deve kalmıştır. Onları da Hz. Ali kesmiştir.
Râvi, Hz. Ali'nin kestiği deve sayısını Hz. Peygamber'in (s.a.) kestiği ile
yer değiştirtmiştir.
Soru: Peki şu Abdullah
b. Kurt hadisini ne yapacaksınız? Hz. Peygamber (s.a.): "Allah katında en
azametli gün kurban günü, sonra yevmü'I-karr'dır." buyurdu. —
Yevmü'1-karr, kurban bayramının ikinci günüdür.— Allah Rasülü'ne (s.a.) beş
deve yaklaştırıldı. Kendisine hangisi yaklaşmışsa ondan başlayıp kesti.
Develerin yanları yere yıkılınca kısık sesle bir söz söyledi, anlamadım.
"Ne dedi?" diye sordum. "Dileyen kendisine ayırsın" buyurdu,
dediler.[587]
Cevap: Kabul eder,
doğru olduğunu söyleriz. Çünkü yüz deve, Hz.Peygamber'e (s.a.) bir defada
toptan yaklaştırılmadı. Küçük topluluklar halinde yaklaştırıldılar. O
develerden beş tanesi küçük bir grup halinde O'na yaklaştırıldı. İşte bu grup,
her birini kesmesi için Hz. Peygamber'e (s.a.) gelmiş, yaklaşmıştır.
Soru: Peki
Sahihayn'da, Hz. Peygamber'in (s.a.) kurban günü Mina'-da yaptığı konuşmaya
dair Ebu Bekre'den rivayet edilen şu hadisi ne yapacaksınız? Ebu Bekre,
hadisin sonunda diyor ki: "Sonra alacalı iki koçun yanına gitti, onları
kesti ve birkaç koyunun yanına gitti, onları aramızda paylaştırdı." Metin,
Müslim'dedir[588]' Buna göre iki koçun
kesilmesi Mekke'de olmuştur. Enes hadisine göre ise Medine'de olmuştu.
Cevap: Bu konuda
âlimler iki yol tutmuşlardır:
Birinci yol: Söz,
Enes'in sözüdür. Hz. Peygamber (s.a.) Medine'de alacalı ve boynuzlu iki koç
kurban etti. Bayram namazını kıldırdı. Sonra iki koçun yanına gitti. Görüldüğü
gibi Enes, Hz. Peygamber'in (s.a.) Mekke'de develeri kesmesiyle Medine'de iki
koç kesmesini birbirinden ayırmış, bunların ik ayrı olay olduğunu ortaya
koymuştur. Hz. Peygamber'in (s.a.) Mina'da kurban kesimini anlatan herkesin
O'nun deve kurban etmiş olduğunu söylemeleri de bunu göstermektedir. Hz.
Peygamber'in (s.a.) sevket-miş olduğu hedy ( = hacda kesilen kurban) da
devedir. Deve kesimi sevk işlemi yapmaksızın orada davar kesmekten daha
faziletlidir. Câbir, Veda haccı kıssasında: "Hz. Peygamber (s.a.) şeytan
taşlamadan döndü ve develeri kesti." demektedir. İki koçun bayram günü
kurban edildiğini ifade eden kıssa, râvilerden biri tarafından karıştırıldı ve
bu olay Mina'da iken meydana gelmişti zannetmekle yanılgıya düştü.
ikinci yol: İbn
Hazm'ın ve onun yolundan gidenlerin tuttuğu yol: Bunlar birbirinden tamamen ayrı
iki işlem olup, bunları anlatan her iki hadis de sahihtir. Ebu Bekre, Hz.
Peygamber'in (s.a.) Mekke'deki (hedyden farklı) kurban kesimini, Enes ise
Medine'deki kurban kesimini anlatmıştır. Hz. Peygamber (s.a.) kurban günü
davar, sığır ve deve kesmiştir. Nitekim Hz. Aişe: "Allah Rasûlü (s.a.) o
gün hanımları adına sığır kurban etti." demektedir. Bu hadis, Sahihayn[589]
dadır
Sahih-i Müslim'de:
"Allah Rasûlü (s.a.) kurban günü Hz. Âişe adına bir sığır kurban
etti." diye kaydedilmektedir.[590]
Sünen'de: "Hz.
Peygamber (s.a.), Veda haccında Muhammed ailesi adına bir tek sığır
kesti." diye rivayet edilmektedir[591]
îbn Hazm'ın mezhebine
göre hac yapan kimsenin hedy (hac için kesilen kurban) yanında bir de kurban
kesmesi meşru kılınmıştır. Doğrusu — inşallah— birinci yoldur. Hac yapan kimse
için hedy, mukîm için kurban neyse odur. Hiç kimse Hz. Peygamber'in (s.a.) ve
ashabının hedy ile kurbanı birleştirdiğini aktarmamıştır. Aksine onların hacda
kestikleri hedy, kurbanları oluyordu. Mina'da kesilen hedy'dir, diğer yerlerde
kesilen kurbandır.
Hz. Âişe'nin:
"Hz. Peygamber (s.a.) hanımları adına sığır kurban etti." sözünde[592]'
hedy'e kurban adı verilmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımları temettü' haccı
yapmaktaydılar. Onların hedy kesmeleri gerekiyordu. Hz. Peygamber'in (s.a.)
onlar adına kestiği sığır, onların kesmeleri, gereken hedy'dir.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) hanımları adına bir sığır kurban edilmesi olayında bir mesele vardır:
Hanımları dokuz tane idi. Bir sığırın, yediden fazla kişi adına kesilmesi
yeterli olur mu?
Ebu Muhammed İbn Hazm
bu meseleyi kendi kabul ettiği prensibe dayalı olarak, yani "Hz. Âişe, bu
konuda Hz. Peygamber'in (s.a.) diğer hanımlarıyla aynı durumda değildi. O kıran
haccı, ötekiler ise temettü' haccı yapmaktaydılar." prensibine göre
cevaplamaya çalışmıştır. Ona göre kıran yapana kurban (hedy) kesmek gerekmez.
Kendi görüşünü, Müslim'in Hişâm b. Urve'den, onun da babasından rivayet ettiği
şu hadisle desteklemiştir: Hz. Âişe anlatıyor: Biz Zilhicce ayının başlarına
doğru Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte yola çıktık. Ben umreye niyetlenip
ihrama girenler arasında idim. Yola çıktık, Mekke'ye geldik. Ben hayızlı iken
arefe günü erişti. Yapmakta olduğum umrenin ihramından çıkmamıştım. Bu
durumdan Hz. Peygamber'e
(s.a.) yakındım. "Umreni bırak, başım çöz, saçlarım tara ve hacca
niyetlenip ihrama gir, telbiye getir." buyurdu. Dediğini yaptım.
Muhassab'da kaldığımız gece —Allah haccımızı sona erdirmişti.— Hz. Peygamber
(s.a.) yanımda kardeşim Abdurrahman b. Ebu Bekir'i gönderdi. O da beni
terkisine alıp Ten'îm'e çıkardı. Umreye niyetlenip ihrama girdim. Allah,
haccımızı ve umremizi tamamladı. Bundan dolayı ne kurban lâzım geldi, ne
sadaka, ne de oruç.[593]
Bu fasit bir yoldur.
İbn Hazm bununla insanlardan ayrılmış, tek başına bir yol izlemiştir. Sahabe,
tabiin ve onlardan sonra gelenlere göre temettü' haccı yapana lâzım geldiği
gibi kıran yapana da kurban kesmek lâzım gelir. Hatta yukarıda geçtiği üzere
sahabe lisanında gerçekte temettü1 yapan da odur. Bu hadise gelince doğrusu bu
son söz Hişâm b. Urve'nin sözüdür. Sahıh-i Müslim'de bu şekilde açık olarak
gelmiştir. Müslim, Ebu Kü-reyb — Vekî — Hişâm b. Urve — babası Urve — Hz. Âişe
(r.a.) senediyle hadisi kaydetmiştir ki, hadisin sonunda Urve "Allah, onun
haccını ve umresini tamamladı." demektedir. Hişâm diyor ki: "Bundan
dolayı ne kurban lâzım geldi, ne oruç, ne de sadaka."[594]
Ebu Muhammed diyor ki:
Şayet Vekî bu sözü Hişârn'm saymışsa, İbn Numeyr ile Abde sözü Hz. Âişe'nin
sözü araşma katmışlardır. Her iki râvi de sikadır. Öyleyse sözü Vekî, Hişâm'a
nisbet etmiştir; çünkü Hişâm'm söylediğini işitmiştir. Hişâm'm ona söylemesi, o
sözü Hz. Âişe'nin söylemiş olmasını ortadan kaldırmaz. Kişi, senediyle bir
hadis rivayet eder; sonra onu isnâd etmeden fetva olarak söyler. Hiçbiri diğerini
ortadan kaldırmaz. Böylesini ancak insafsızlar ve nevalarına uyanlar kusur
sayarlar. Burada doğru olan, her sika râvinin rivayet ettiği konuda tasdik
edilmesidir. O halde Abde ve tbn Nümeyr, sözü Hz. Âişe'ye nisbet ettiklerinde,
adalet sahibi olmalarından dolayı tasdik edilirler. Vekî de o sözü Hişâm'a
nisbet ettiğinde adalet sahibi olmasından dolayı o da tasdik edilir. Hepsi
sahihtir. O sözü Hz. Âişe de söylemiştir. Hişâm da söylemiştir.
Een derim ki: Onun
zâhirîliğine ve hadis illetlerinin doktorları olan, bu illetlere karşı özel
ilgileri bulunan hadis tenkitçileri imamların ince anlayışları gibi hadislerin
illetleri konusunda ince anlayışa sahip olmayan onun emsali kimselerin
zâhirîliğine yakışan da budur. Bu büyük imamlar kendilerinin hadis zevkine ve
bilgisine sahip olmayanların kendilerine muhalif sözlerine iltifat bile
etmemektedirler. Hatta değerli ve değersiz madenleri ayırt eden usta sarraflar
gibi onların kesinlikle hatalı olduklarım söylemektedirler ve bu işi
bilmeyenlerin hatalarına da iltifat etmemektedirler.
Malumdur ki, Abde ve
İbn Nümeyr bu sözü söylerken "Hz. Âişe dedi" demediler. Onlar bu
sözü, kendilerinin sözü, yahut Urve'nin sözü veya Hişâm'm sözü olması muhtemel
bir şekilde hadise sokuşturmuşlardır. Vekî, gelip ayırt etti ve açıklığa
kavuşturdu. Ayırt eden ve açıklığa kavuşturan kimse başkalarının mutlak
bıraktığını iyi bellemiş ve sağlama almış demektir. Evet, İbn Nümeyr ile Abde
"Hz. Âişe dedi1' ve Vekî' "Hişâm dedi" demiş olsalardı elbet Ebu
Muhammed'in dediği mümkün olur ve burası tartışma ve tercih konusu olurdu.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) hanımlarının dokuz, kesilen kurbanın bir tek sığır olmasına gelince: Bu,
şu üç metinle rivayet edilmiştir: 1) Onların arasında bir tek sığır kesildi.
2) Hz. Peygamber (s.a.) o gün onlar adına sığır kurban etti. 3) Hz. Âişe dedi
ki: Kurban günü sığır eti ile yanımıza girildi. Ben: "Bu nedir?" diye
sordum. "Allah Rasûlü (s.a.) hanımları adına kurban kesdi." dediler.
Alimler bir deve ve
bir sığırın kaç kişi adına kesilebileceği konusunda ihtilâf etmişlerdir.
Kimileri yedi demiştir. Şafiî ve kendisinden gelen meşhur rivayete göre Ahmed
bu görüştedir. Kimileri de on demiştir. İshak da bu görüştedir. Sabittir ki,
Allah Rasûlü (s.a.) sahabîlerin aralarında ganimetleri paylaştırmış, bir deveyi
on koyuna eş tutmuştur[595]' Bu
hadiste de Hz. Peygamber'in (s.a.) dokuz hanımı adına bir sığır kurban ettiği
sabit olmuştur.
Süfyan'ın Ebu'z-Zübeyr
yoluyla Câbir'den rivayetine göre sahabîler, Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte
yaptıkları hacda bir deveyi on kişi adına kesmişlerdir. Bu hadis Müslim'in
şartlarına uymaktadır, ama kitabına almamıştır. O, kitabına (Câbir'in) şu
sözlerini almıştır: Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte hacca niyetlenip yola
çıktık. Yanımızda kadınlar ve çocuklar da vardı. Mekke'ye varınca Kabe'yi tavaf
ettik. Safa-Merve arasında sa'y yaptık. Allah Rasûlü (s.a.) develerde ve
sığırlarda ortak olmamızı, yedi kişimizin bir deve veya sığır kesmesini
emretti.[596]
Müsned'de İbn Abbas'ın şöyle dediği
rivayet edilir: "Bir yolculukta Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte idik.
Kurban bayramı geldi. Bir sığırda yedi ve bir devede on kişi birleşip kurban
kestik." Bu hadisi Nesâî ve Tirmizî de rivayet etmiştir. Tirmizî: "bu
hadis hasen-garibdir" diyor.[597]
Sahihayn'de ise İbn
Abbas'ın: "Hudeybiye senesi Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte bir deveyi
yedi ve bir sığırı yedi kişi kurban ettik." dediği rivayet edilmektedir[598]
Huzeyfe diyor ki:
"Allah Rasûlü (s.a.), müslümanlar arasında, yaptığı hac sırasında yedi
kişiyi bir sığırda ortak yaptı." Bu rivayeti İmam Ahmed (r.h.)
kaydetmiştir.[599]
Bu hadisler şu üç
Şekilden biriyle açıklanabilir:
1- Ya yedi hadisleri daha çok ve daha sahihtir,
denir.
2- Ya bir devenin on davara denk tutulması
paylaştırmanın denk gelmesi için ganimetler konusunda bir değerlendirmedir,
hacda kesilen kurbanlarda yedi kişi adına geçerli olması ise şer'î bir
takdirdir, denir.
3- Yahut da şöyle denir: Bu durum zaman, yer ve
develerin değişimiyle değişir. Bu durumların bazısında bir deve, on koyuna
denk geliyordu. (Hz. Peygamber), bir deveyi on kişi için geçerli saydı.
Bazısında da yedi koyuna denk geliyordu, yedi kişi için geçerli saydı. En iyi
bilen Allah'dır.
Ebu Muhammed diyor ki:
"Hz. Peygamber (s.a.) hanımları adına hedy olarak bir sığır kesti. Yine
onlar adına bir sığır kurban etti. Kendisi adına iki koç kurban etti, hedy
olarak da altmış üç deve kesti." Buradaki yanılgıyı yukarıda öğrendin.
Kurban sığırı, hedy sığırından başka değildir, aynısıdır. Hac yapan kimsenin
kestiği hedy, memleketlerinde bulunan insanların kestiği kurban yerindedir.
Allah Rasûlü (s.a.)
kurbanını Mina'daki kurban kesme yerinde kesti ve insanlara bütün Mina'nm
kurban kesme rinin hem yol, hem de kurban kesme yeri olduğunu bildirdi.[600] Bu
hadis göstermektedir ki, kurban kesim işi yalnız Mina'ya özgü değildir. Mekke
caddelerinin, sokaklarının neresinde keserse yeterli olur. Nitekim Arafat'ta
vakfe yaptığında: "Ben burada vakfe yaptım. Bütün Arafat vakfe yeridir."
buyurdu. Müzdelife'de vakfe yaptığında: "Ben burada vakfe yaptım. Bütün Müzdelife
vakfe yeridir." buyurdu[601]
Mina'da kendisine, sıcaktan korunacağı bir bina yapmak istediler. "Hayır.
Mina önce gelip konanın konakladığı, devesini çökerttiği bir yerdir."
diyerek engel oldu.[602] Bu
hadis göstermektedir ki, müslümanlar Mina'da ortaktırlar; önce gelip orada bir
yere konaklayan kimse ayrılıncaya kadar oraya daha çok hak sahibidir; ancak
bununla oraya sahip olamaz. [603]
Allah Rasûlü (s.a.)
kurban kesim işini bitirince berberi çağırttı, başını tıraş ettirdi. Başında
ustura ile dikilen berber Ma'mer b. Abdullah'ın yüzüne bakarak ona: "Ey
Ma'mer! Allah'ın Rasûlü (s.a.) kulağının yumuşa-ğından itibaren başını, elinde
usturan olduğu halde sana teslim etti." dedi. Ma'mer de: "Vallahi, ey
Allah'ın Rasûlü! Hiç şüphesiz bu görev bana Allah'ın ihsan ettiği bir nimet ve
lütuftur." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Peki öyleyse,
haydi sana teslim oluyor, kımıldamıyorum." buyurdu. Bu hadisi İmam Ahmed
(r.h.) kaydetmiştir.[604]
Buharî, Sahihimde
"Hz. Peygambe'i (s.a.) tıraş edenin Ma'mer b. Abdullah b. Nadla b. Avf
olduğunu söylüyorlar." demektedir.
Hz. Peygamber (s.a.)
berbere başının sağ tarafını işaret ederek "Şurayı al" buyurdu.
Berber o kısmı tamamen tıraş edince saçını, kendisini çevreleyenler arasında
paylaştırdı. Ve sonra berbere işaret edip başının sol tarafını tıraş ettirdi.
Sonra "Ebu Talha burada mı, gelsin?" dedi. Ebu
Talha gelince kendisine sol tarafının
kesilen saçını verdi. Bu hadis Sahih-i Müslim'de bu şekilde kaydedilmiştir.[605]
Sahih-i BuharVde İbn
Şîrîn yoluyla Enes'den rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) başını tıraş
ettirdiği zaman saçından ilk alan Ebu Talha oldu[606]
Bu rivayet, Müslim'in
rivayetiyle çelişmez. Çünkü Ebu Talha'ya sağ kısımdan diğerlerine isabet eden
kadar bir pay isabet etmiş ve sol kısmı yalnız o almış olabilir. Ancak
Müslim'in yine Sahih7inde rivayetine göre Enes diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.)
şeytan taşlayıp kurbanını kesince tıraş oldu; başının sağ tarafını berbere
uzattı, tıraş ettirdi. Sonra Ebu Talha el-Ensârî'yi çağırttı, kesilen saçını
ona verdi. Sonra berbere sol tarafını uzatıp "tıraş et" buyurdu.
Berber tıraş edince, Hz. Peygamber (s.a.) kesilen saçını Ebu Talha'ya-verdi
ve: "Bunu insanlar arasında paylaştır" dedi[607] Bu
rivayette —gördüğün gibi— Ebu Talha'nın payı sağ kısım olarak, birinci rivayette
ise sol kısım olarak kaydedilmektedir. Hafız Ebu Ab-dillah Muhammed b.
Abdülvâhid el-Makdisî diyor ki: Hadisi Müslim, Hafs b. Gıyâs — Abdülalâ b.
Abdülalâ — Hişam b. Hassan — Muhammed b. Şîrîn — Enes senediyle "Hz.
Peygamber (s.a.) Ebu Talha'ya sol tarafının saçını verdi." şeklinde
rivayet ediyor, Süfyan b. Uyeyne —Hişâm b. Hassan— senediyle ise "Hz.
Peygamber (s.a.) Ebu Talha'ya sağ tarafının saçını verdi" şeklinde rivayet
ediyor. İbn Avn'ın İbn Sîrîn'den yaptığı rivayetin, Süfyân'ın rivayetini takviye
ettiği görüşündeyim. En iyi bilen Allah'tır.
Ben derim ki:
"İbn Avn'ın rivayeti" sözüyle Buharî'nin İbn Sîrîn'den rivayet ettiği
ve yukarıda aktardığımız, Ebu Talha'nın ilk olarak aldığı saçın kendisine
mahsus olan kısım olduğunu ifade eden rivayeti kasdetmek-tedir. En iyi bilen
Allah'tır.
Ebu Talha'nın
kendisine mahsus olan nasibinin sol kısım olduğunu, Hz. Peygamber'in (s.a.)
önce umuma dağıttığını, sonra hususî olarak verdiğini, —ki O'nun yaptığı
bağışlarda sünneti böyleydi ve aynı zamanda rivayetlerin ekserisi de bunu ifade
etmektedir— bu rivayetlerden bazısında kaydedilen şu olay da takviye eder:
saçını paylaştırdı.
Sonra berbere sol tarafını işaret edip tıraş ettirdi, o kısmı da Ümmü Süleym'e
verdi... Bu rivayetle Ebu Talha'ya verdiğini ifade eden rivayet çatışmaz. Çünkü
Ümmü Süleym, Ebu Talha'nın karışıdır.
Hadisin bir başka
metni ise şöyledir: Sağ taraftan başladı. İnsanlar arasında saçını birer ikişer
tel olarak dağıttı. Sonra "solu tıraş et" buyurdu. Onu da böyle
yaptı. Sonra "Ebu Talha burada mı, gelsin." buyurdu. Gelince onu da
Ebu Talha'ya verdi.
Üçüncü bir metinde ise
şöyle denilmekte: "Ebu Talha'ya,! başının sol tarafının saçını verdi.
Sonra tırnaklarını kesti, onları insanlar arasında paylaştırdı." İmam
Ahmed'in (r.h.) Muhammed b. Abdullah b. Zeyd'den rivayetine göre babası ona
şunları anlatmıştır: Kendisi Hz. Peygamberi (s.a.) kurban kesim yerinde
görmüştü. O sırada Kureyşli bir adam kurbanları dağıtmaktaydı. Ne ona, ne de
arkadaşına hiçbir şey kalmadı. Allah Rasûlü (s.a.) başını elbisesi içine tıraş
ettirdi. Kesilen saçını o adama verdi, adam onu birtakım erkeklere paylaştırdı.
Tırnaklarını kestis onları da adamın arkadaşına verdi. Dedi ki: "O —saçı—
bizim yanımızda iken kına ve çivit ile boyanmıştır."[608]
Saçlarını tıraş
ettirenlere üç kere, kısalttıranlara ise bir kere dua edip bağışlanmalarını
diledi. Pek çok sahabî —hatta çoğunluğu— saçlarım tıraş ettirdi, bir kısmı da
kısalttırdı. "İnşallah, Mescid-i Haram'a başlarını tıraş ettirmiş ve
kısalttırmış olarak emniyet içinde gireceksiniz." âyeti[609]
ile, Hz. Âişe'nin (r.a.): "Allah Rasûlü'ne (s.a.) ihrama gireceğinden
dolayı ihrama girmeden önce ve ihramdan çıkacağı için de ihramdan çıkmadan önce
güzel koku sürdüm." sözü, başı tıraş ettirmenin hacda yapılacak görevlerden
biri olduğunun ve yasaklı şeyden kurtulma olmadığının bir delilidir. [610]
Sonra öğleden sonra
binitli olarak Mekke'ye hareket etti. İfâza tavafını yaptı. Bu tavafa, ziyaret
tavafı ve sader tavafı da denir. Başka tavaf yapmadı. Bu tavafla birlikte sa'y
da yapmadı. Doğru olan budur. Bu konuda üç grup muhalefet etmektedirler: 1) Bir grup iddia ediyor ki: Hz.Peygamber
(s.a.) ifâza tavafından ayrı olarak, biri kudüm tavafı olmak üzere iki tavaf
yaptı. Sonra ifâza tavafını yaptı. 2) Bir grup ise Hz. Peygamber'in (s.a.)
kıran haccı yapmakta olduğundan, bu tavafla birlikte sa'y da yaptığını iddia
ediyor. 3) Bir grup da o gün tavaf yapmadığını, ziyaret tavafını geceye tehir
ettiğini iddia etmektedir. Şimdi biz bu konuda neyin doğru olduğunu anlatıp
hatanın kaynağını açıklayacağız. Başarı yalnız Allah'tandır.
Esrem diyor ki: Ebu
Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'e: "Temettü' haccı yapan kimse kaç tavaf ve
sa'y yapar?" diye sordum. "Haccı için tavaf ve sa'y eder. Bir de
ayrıca ziyaret tavafı yapar." cevabım verdi. Bu konuyu kendisine
defalarca sorduk, bu görüşünde sebat etti.
Üstad Ebu Muhammed
el-Makdisî, el-Muğnî adlı eserinde diyor ki: Kıran ve ifrâd yapan kirnseler
için de hüküm aynıdır. Onlar da kurban bayramının birinci gününden önce
Mekke'ye gelmedikleri ve kudüm tavafı yapmadıkları takdirde evvelâ ziyaret
tavafından önce kudüm tavafını yaparlar. İmam Ahmed (r.h.) buna parmak basmış
ve Hz. Âişe'nin (r.a.) rivayet ettiği şu hadisi delil göstermiştir:
"Umreye niyetlenip ihrama girenler Beytullah'ı tavaf edip Safa-Merve
arasında sa'y yaptılar, sonra ihramdan çıktılar. Mina'dan döndükten sonra da
hacları için bir başka tavaf daha yaptılar. Hac ile umreyi birleştirenler ise
yalnız bir tek tavaf yaptılar." İmam Ahmed (r.h.) işte Hz. Âişe'nin
sözünde geçen hacları için yaptıkları tavafın kudüm tavafı olduğunu
söylemiştir... (Üstad Ebu Muhammed) diyor ki: Çünkü kudüm tavafının meşru
olduğu sabittir. Ziyaret tavafı onu düşürmez. Farz namaza başlamadan önce,
camiye girince kılınan tahiyyetü'l-mescid namazında olduğu gibi.el-Hırakî,
Muhtasar'ında diyor ki: Şayet hacı, temettü' haccı yapmakta ise umre için
yaptığı gibi yedi kere Kabe'nin etrafını dolaşır, yedi kere de Safa-Merve
arasında sa'y yapar. Sonra döner, ziyaret niyetiyle Kabe'yi bir kere tavaf
eder. "Beyt-İ Atîk'i tavaf etsinler." âyetinde[611]
geçen bu tavaftır.
Kadı (Ebu Ya'lâ) ve
takipçileri gibi Hz. Peygamber'in (s.a.) temettü' haccı yaptığını söyleyenlere
göre Hz. Peygamber (s.a.) bu şekilde yapmıştır. Üstad Ebu Muhammed'e göre Hz.
Peygamber (s.a.) özel bir tür temettü' yapmıştır, ama böyle yapmamıştır. Üstad
diyor ki: el-Hırakî'nin kaydettiği bu tavaf konusunda Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'e
muvafakat eden hiç kimse bilmiyorum. Aksine meşru olan, bir tek ziyaret tavafı
yapmaktır. Örneğin namaza kamet getirilirken camiye giren kimse
tahiyyetü'l-mescid yerine, namazı kılmakla yetinir. Çünkü ne Hz. Peygamber'in
(s.a.) ne de Veda haccmda O'nunla birlikte temettü' haccı yapan sahabîlerin
yaptıkları nakledilmiştir ve ne de Hz. Peygamber (s.a.) bunu herhangi bir
kimseye emretmiştir... Hz, Âişe hadisi buna delildir. Zira o: "Mina'dan
döndükten sonra hacları için bir başka tavaf daha yaptılar." demektedir.
İşte bu, ziyaret tavafıdır. Hz. Âişe, bir başka tavaf söylememiştir. Şayet
onun söylediği bu tavaf, kudüm tavafı olsaydı o zaman Hz. Âişe, kendisi
yapılmadığı takdirde hac tamam olmayan bir rükün durumunda olan ziyaret
tavafını söylemeyi bırakmış da, lüzumsuz bir şeyi söylemiş olur. Her ne olursa
olsun, Hz. Âişe bir tek tavaftan sözetmiştir. O halde iki tavafa bu nasıl
delil gösterilebilir?
Hem Hz. Âişe hayız
olunca, Hz. Peygamber'in (s.a.) emriyle haccı umreye birleştirdi. Kudüm tavafı
yapmamıştı, yapmadı da. Hz. Peygamber (s.a.) de ona kudüm tavafı yapmasını
emretmedi. Şayet kudüm tavafı, vacip olan tavafla düşmeseydi umreci için, umre
tavafıyla birlikte kudüm tavafı da meşru kılınırdı. Çünkü Kabe'ye ilk
gelişidir. Görüp tavaf ettikten sonra Kabe'ye geri dönen temettü' haccı yapan kimseye
göre buna daha lâyıktır... (Üstad Ebu Muhammed'in sözleri bitti.)
Ben derim ki: Her ne
kadar inkâr ettiği husus inkâr ettiği gibi hak ve doğru olan onun inkârında ise
de Ebu Muhammed'in sözleri problemi ortadan kaldırmadı. Hiç kimse, "Ne
sahabîler Arafat'tan dönünce kudüm tavafı ve sa'y yaptılar, sonra da ifâza
tavafı yaptılar, ne de Hz. Peygamber (s.a.) böyle yaptı" demedi. Böyle bir
şey jcesinlikle olmadı. Ancak problemin kaynağı şudur: Mü'minlerin annesi (Hz.
Âişe), temettü' haccı yapanla kıran haccı yapanı ayırdı; kıran yapanların
Mina'dan döndükten sonra bir tek tavaf yaptıklarını ve umreye niyetlenenlerin
Mina'dan döndükten sonra hacları için bir başka tavaf daha yaptıklarını haber
vermiştir ki, bu kesinlikle ziyaret tavafından ayrıdır. Çünkü bu hususta kıran
ve temettü' yapanlar müşterektir, aralarında bir fark yoktur. Ancak Üstad Ebu
Muhammed, Hz. Âişe'nin temettü' haccı yapanlar hakkında: "Mina'dan döndükten
sonra hacları için bir başka tavaf daha yaptılar." sözünü görünce
"Bunda onların iki tavaf yaptıklarını gösteren bir delil yoktur."
dedi. Dediği doğrudur. Ama problemi ortadan kaldırmamıştır.
Bu yüzden bir grup, bu
ilâve Urve yahut oğlu Hişâm'ın sözü olup hadise sokuşturulmuştur, demektedir.
Bu açık değildir. Açık olsa bile neticede mürseldir. Mürsellikle buradaki
problem ortadan kalkmaz. Doğrusu Hz. Âişe'nin haber verdiği ve kendisiyle
temettü' yapanla kıran yapanı ayırdığı tavaf, Kabe'yi tavaf değil Safa-Merve
arasında yapılan tavaf (sa'y)dır. Böylece problem toptan ortadan kalkmıştır. O
halde Hz. Âişe kıran yapanların Safa-Merve arasında bir tavaf (sa'y) yapmakla
yetindiklerini ve buna bayramın birinci günü başka bir tavaf eklemediklerini
haber vermiştir ki, işte bu doğrudur. Yine Hz. Âişe temettü* yapanların
Mina'-dan döndükten sonra hac için Safa-Merve arasında bir başka tavaf yaptıklarını
haber vermiştir. O birincisi, umre içindi. Bu cumhurun görüşüdür. Hadisin bu
şekilde anlaşılması, Hz. Âişe'nin bir diğer hadisine uygun düş* mektedir: Hz.
Peygamber (s.a.) ona buyurdu ki: "Beytullah etrafında ve Safa-Merve
arasında yaptığın tavaf haccın ve umren için yeterlidir." Hz. Âişe kıran
yapmaktaydı. Hem hadisin bu şekil anlaşılması cumhurun görüşüne de uygun
düşer.
Ancak bu durumda
Müslim'in Sahih'inde Câbir'den rivayet ettiği şu hadis problem olur:
"Gerek Hz. Peygamber (s.a.) ve gerekse ashabı Safa-Merve arasında bir tek
tavaftan başka tavaf yapmadılar. O da ilk tavaftı." Bu hadis, temettü'
yapanın bir tek sa'y yapması yeter, diyenlerin görüşüne uygun düşmektedir.
Nitekim İmam Ahmed (r.h.) kendisinden gelen iki rivayetten birine göre bu
şekilde düşünmektedir. Oğlu Abdullah ve başkalarının rivayetinde bunu açık bir
şekilde ifade etmiştir. Buna göre ya "Hz. Âişe olduğunu, Câbir ise
olmadığını söylemektedir. Olduğunu söyleyen, olmadığını söyleyene tercih
edilir." denir, yahut "Câbir'in kasdettiği kimseler, Hz. Ebu Bekir,
Hz. Ömer, Talha, Hz. Ali —Allah onlardan razı olsun— ve zenginler gibi Hz.
Peygamber'Ie (s.a.) birlikte kırana niyetlenen ve kurbanlık sevkedenlerdir.
Çünkü onlar yalnız bir tek sa'y yapmışlardır. Yoksa kastı sahabîlerin umumu
değildir." denir veyahut da Hz. Âişe hadisi, onda geçen bu ilâvenin
Hişâm'ın sözlerinden sokuşturulmuş olduğu söylenerek illetli sayılır.[612] Hz.
Âişe hadisinde işte âlimler bu üç yolu tutmuşlardır. En iyi bilen Allah'tır.
Temettü' yapan kimse,
hac ihramına girdikten sonra Mina'ya çıkmadan önce kudüm tavafı ve sa'y yapar
görüşü İmam Şafiî'nin takipçilerinin görüşüdür. İmam Şafiî'nin kendisinden
böyle bir ifade aktarılmış mıdır, aktarılmamış mıdır bilmiyorum. Ebu Muhammed
diyor ki: Bunu ne Hz. Peygamber (s.a.), ne de ashabından herhangi biri yapmış;
ne Hz. Peygamber (s.a.) onlara bunu emretmiş ve ne de hiç kimse böyle bir şey
nakletmiş-tir. İbn Abbas: "Mekkelilerin, hac ihramına girdikten sonra
Mina'dan dö-nünceye kadar ne tavaf etmelerini, ne de Safa-Merve arasında sa'y
yapmalarını caiz görürüm." demiştir. Cumhur, Mâlik, Ahmed b. Hanbel, Ebu
Hanife, İshak ve başkaları İbn Abbas'm görüşünü paylaşmaktadırlar.
Müstehap sayanlar
diyorlar ki: (Temettü' yapan kişi) hac ihramına girince Mekke'ye yeni gelen
gibi olur; kudüm tavafı ve sa'y yapar. Çünkü birinci tavaf, umre tavafı yerine
geçer. Geriye kudüm tavafı kalır. Onu yapmadığı için hac ihramına girmeyi
müteakip yapması müstehap olur... Gösterdikleri bu iki delil çürüktür. Çünkü
umre için tavaf yapınca kıran yapan durumunda olur. O zaman yaptığı tavaf,
kudüm tavafına gerek bırakmaz. Örneğin, camiye giren kimse namazın kılındığını
görse, derhal namaza girer; bu namaz tahiyyetü'l-mescid yerine geçer ve o kişinin
bunu kılmasına gerek bırakmaz.
Hem sahabîler, Hz.
Peygamber (s.a.) ile birlikte hac ihramına girdiklerinde ihramı müteakip tavaf
yapmadılar. Oysa onların çoğunluğu temettü' haccı yapmaktaydı. Muhammed b.
Hasan, Ebu Hanife'den şöyle bir görüş rivayet eder: "Şayet (temettü'
yapan) terviye günü öğle vakti güneş tam tepeye gelmeden önce ihrama girerse
kudüm tavafı ve sa'y yapar. Eğer güneş tepeden kaydıktan sonra ihrama girerse
tavaf yapmaz." İki vakit arasını şundan dolayı ayırmıştır: Güneş tepeden
kaydıktan sonra derhal Mina'-ya doğru yola çıkar. Yola çıkmaktan kendisini
meşgul edecek başka bir şeyle uğraşmaz. Güneş tepeye dikilmeden önce ise yola
çıkmadığından tavaf edebilir... Ancak doğru ve sahabe tatbikatına uygun olan
îbn Abbas ile cumhurun görüşüdür. Başarı yalnız Allah'tandır.
İkinci grup diyor ki:
"Hz. Peygamber (s.a.) bu tavafla birlikte sa'y da yaptı. Bu durum, kıran
yapanın tıpkı iki tavafa ihtiyaç duyduğu gibi iki sa'ya da ihtiyaç duyacağı
konusunda bir hüccettir." Yukarıda geçtiği üzere bu, Hz. Peygamber (s.a.)
üzerinde yapılan bir hatadır. Doğrusu Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Âişe ve
Câbir'in dediği gibi yalnız ilk sa'yı yapmıştır. İki sa'y yaptığı konusunda
O'ndan sahih bir tek harf bile aktarılmamıştır. Hatta yukarıda geçtiği üzere
onların tamamı asılsızdır. Oraya müracaat ediniz.
Üçüncü grup, yani Hz.
Peygamber (s.a.) ziyaret tavafını geceye tehir etti diyenler Tavus, Mücâhid ve
Urve'dir. Ebu Davud, Nesâî ve İbn Mâce'-nin Soner'lerinde Ebu'z^übeyr el-Mekkî
yoluyla Hz. Âişe ve İbn Abbas'-tan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.)
kurban bayramının birinci günü, tavafını geceye tehir etti. Bir metinde ise
"ziyaret tavafını" şeklinde geçmektedir. Tirmizî: "Bu hadis
hasendir" diyor.[613]
Bu hadis açık bir
hatadır ve Hz. Peygamber'in (s.a.) yapmış olduğu haccı bilen ilim adamlarının
şüphe duymadığı, O'nun bilinen uygulamasına ters düşmektedir. Şimdi biz bu
hadis hakkında âlimlerin sözlerini kaydediyoruz. Tirmizî, eUîlel adlı eserinde
diyor ki: Muhammed b. İsmail el-Buharî'ye bu hadisi sordum ve ona:
"Ebu'z-Zübeyr, Hz. Âişe ve îbn Ab-bas'tan hadis işitti mi?" diye
sordum. "İbn Abbas'tan evet. Ama Hz. Âi-şe'den hadis işittiği su
götürür." cevabım verdi. Ebu'l-Hasan el-Kattân diyor ki: Bence bu hadis
sahih değildir. Hz. Peygamber (s.a.) o gün, gündüz vakti tavaf yaptı. Ancak
sahabîler, Hz. Peygamber'in (s.a.) öğle namazım Mekke'de mi yoksa tavafını
bitirdikten sonra Mina'ya dönüp öğle namazını orada mı kıldırdığında ihtilâf
etmişler; İbn Ömer: "Hz. Peygamber (s.a.) Mina'ya döndü, öğleyi orada kıldırdı"
derken, Câbir: "Öğleyi Mekke'de kıldırdı" diyor. Bu (ikinci görüş),
Hz. Peygamber'in (s.a.) tavafı geceye tehir ettiğini ifade eden bu Ebu'z-Zübeyr
rivayetinden başka bir yoldan Hz. Âişe'den rivayet edilen hadisin de açık
(zahir) ifadesidir. Tavafı geceye tehir ettiğini ifade eden bu hadis yalnızca
bu yoldan rivayet edilmiştir. Ebu'z-Zübeyr tedlis yapan bir râvidir. Burada Hz.
Âişe'den işittiğini söylememiştir. Oysa bilinen ve alışılan o ki, Ebu'z-Zübeyr
gerek Hz. Âişe'den ve gerekse her ne kadar kendisinden hadis işitmiş olsa da
İbn Abbas'tan bir aracı yoluyla rivayet etmektedir. Tedlisle tanındığı için
Ebu'z-Zübeyr'in Hz. Âişe ve İbn Abbas'tan yaptığı ve kendilerinden işitmiş
olduğunu söylemediği rivayetlerde çekimser davranmak vaciptir. Şayet bundan
başka bir hadisi Hz. Âişe'den işittiği bilinse bile böyle davranmalıdır. Oysa
Hz. Âişe'den işitmediği bizim için doğru olduğuna göre durum açıktır, çekimser
davranmak vaciptir. Âlimler yalnızca tedlis yapan râvinin hadisini kabul
konusunda kendisinden rivayette bulunduğu râvi ile buluştuğu ve ondan hadis
işittiği bilindiği vakit ihtilâfa düşmüşler, kimileri "rivayeti kabul
edilir" derken başkaları "tek tek her hadiste ittisal ortaya
çıkıncaya kadar tedlîs-çinin muan'an rivayetleri reddedilir." demektedirler.
Ama tedlisçinin buluşmadığı ve kendisinden hadis işitmediği bir kimseden
muan'an yolla rivayet ettiği hadisin kabul edilmeyeceği konusunda bir aykırı
düşünce bilmiyorum. Müslim'in dediği gibi, "Buluştukları bilinmese bile
iki çağdaş râvinin birbirlerinden muan'an yolda yaptıkları rivayet ittisale
yorumlanır" desek bile bu, tedlisçi olmayanlar hakkındadır. Hem yukarıda
Hz. Peygamber'in (s.a.) o gün tavafı gündüz vakti yaptığının sahih olduğunu
kaydettik. Ted-lisçilerin hadisini, ittisali bilininceye kadar red yahut
inkıtâ'ı bilininceye kadar kabul konusundaki görüş ayrılığı yalnızca
sahihliğinde şüphe bulunmayan bir rivayetle çelişmediği zamanda geçerlidir.
Oysa bu hadis, sahihliğinde şüphe bulunmayan bir hadisle çatışmaktadır. (Sözü
bitti)
Ebu'z-Zübeyr'in Hz.
Âişe üzerinde yanlışlık yaptığının bir delili de şu hadistir: Ebu Seleme b.
Abdurrahman'm rivayetine göre Hz. Âişe diyor ki: "Biz, Allah Rasûlü (s.a.)
ile birlikte hac yaptık. Kurban günü ifâza tavafında bulunduk."[614]
Muhammed b. İshak, Abdurrahman b. Kâsım'-dan, onun da babası yoluyla Hz.
Âişe'den rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.), ashabına kurban günü Kabe'yi
ziyaret etmeleri için izin verdi. Onlar da ziyaret ettiler. Allah Rasûlü (s.a.)
ise geceleyin hanımlanyla birlikte ziyaret etti.[615] Bu
rivayet de bir hatadır.
Beyhakî diyor ki: Bu
rivayetlerin en sahihi Nâfî'in İbn Ömer'den aktardığı hadis, Câbir hadisi ve
Ebu Seleme'nin Hz. Âişe'den aktardığı hadis, yani Hz, Peygamber'in (s.a.)
gündüz tavaf ettiğini ifade eden hadislerdir.
Ben derim ki: Hata,
tavafın adlandırılışından ortaya çıkmıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.) veda
tavafını geceye tehir etmiştir. Nitekim Sahi-hdyn'daki bir rivayete göre Hz.
Âişe, "Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte yola çıktık." diye başladığı
hadisin devamında diyor ki: Muhassab'da konakladık. Hz. Peygamber (s.a.)
kardeşim Abdurrahman b. Ebu Bekir'i çağırdı ve ona: "Kız kardeşini
Harem'den çıkar. Sonra tavafınızı yapıp buraya Muhassab'a gelin."
buyurdu. Allah umreyi sona erdirdi, gecenin ortasında tavafımızı bitirdik,
Muhassab'a O'nun yanma geldik. "Bitirdiniz mi?" diye sordu.
"Evet" dedik. İnsanlar arasında yola çıkılacağını ilan ettirdi.
Beytullah'a uğradı ve onu tavaf etti. Sonra Medine'ye doğru yola çıktı[616]
îşte kuşkusuz Hz.
Peygamber'in (s.a.) geceye tehir ettiği tavaf budur. Ebu'z-Zübeyr yahut
onâ"aktaran kimse yanlışlıkla "ziyaret tavafı" demiştir.
Başarıya ulaştıran yalnız Allah'tır.
Hz. Peygamber (s.a.)
gerek bu tavafta gerekse veda tavafında[617] mel
yapmamıştır. Yalnızca kudüm tavafında remel yapmıştır.
Tavafını bitirdikten
sonra (sahabîler) hacılara zemzem dağıtırken zemzem kuyusunun başına geldi ve:
"Şayet insanların size (ileride) galebe çalmayacaklarını bilsem elbet
iner sizinle birlikte hacılara zemzem dağıtırım." buyurdu. Sonra kovayı O'na
uzattılar, ayakta içti.[618]
Kimileri "Hz. Peygamber'in (s.a.) bu davranışı ayakta içme yasağını
kaldırma anlamı taşımaktadır.", kimileri "Aksine bu, yasağın tercih
meselesi ve evlâ olanı terk şeklinde olduğunun bir açıklamasıdır." ve
kimileri de "Hayır, ihtiyaçtan dolayı böyle yapmıştır." demektedir
ki, bu daha uygun gözükmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.)
bu tavafı sırasında binitli miydi, yaya mıydı? Müslim'in Sahihinde rivayetine
göre Câbir "Allah Rasûlü (s.a.) Veda hac-cmda, yüksek olup da kendisini
insanlar görsünler ve O'na sorularını sorsunlar diye devesi üzerinde Hacer-i
Esved'i ucu eğri değneği ile selâmlayarak Kabe'yi tavaf etti. Çünkü insanlar
etrafını sarmıştı." demektedir.[619]
Sahihayn'âa İbn
Abbas'm: "Hz. Peygamber (s.a.) Veda haccında deve üzerinde Hacer-i
Esved'i ucu eğri değneği ile selâmlayarak tavaf yaptı." dediği rivayet
edilmektedir .[620]
Bu tavaf, veda tavafı
değildir. Her ne kadar geceleyin yapılmışsa da şu iki sebepten ötürü kudüm
tavafı da değildir:
1- Kudüm tavafında remel yaptığı sahihtir. Hiç
kimse katiyen "Deve üzerinde remel yaptı" dememiş,
"Kendisi bizzat remel yaptı."
demişlerdir."[621]
2- Şerîd b. Süveyd'in şu sözü: "Allah
Rasûlü (s.a.) ile birlikte ifâza yaptım. Müzdelife'ye gelinceye kadar ayaklan yere
basmadı."[622]
Görünüşte bu hadisten
anlaşılan o ki, Şerîd'in Hz. Peygamber'le (s.a.) birlikte ifâza etmesinden
itibaren dönünceye kadar Hz. Peygamber'in (sa.) ayakları yere basmamıştır. Bu
durum iki rekât tavaf namazı ile bozulmaz. Çünkü bu iki rekâtın durumu
malumdur.
Ben derim ki: Görünen
o ki, Şerîd b. Süveyd, "ifâza" kelimesiyle O'nunla birlikte
Arafat'tan hareketini kasdetmiştir. Bundan dolayı "Müzdelife'ye gelinceye
kadar" demiştir. Yoksa kurban günü Kabe'ye yapılan ifâza tavafını
kasdetmemiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) ayağım yere basmaması durumu küçük
abdest bozmak için iki dağ arasında yol kenarında inmiş olmasıyla da bozulmaz.
Çünkü bu, orada kalmak için yapılan bir iniş değildir. Sadece geçici olarak
ayakları yere basmıştır. En iyi bilen Allah'tır. [623]
Sonra Mina'ya döndü. O
gün öğle namazını nerede kıldığında ihtilâf t edilmiştir. Sahihayn'dz İbn
Ömer'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) kurban günü ifâza tavafı
yaptı. Sonra döndü. Öğleyi Mina'da kıldı.[624]
Sahih-i Müslim'de
Câbir'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) öğleyi Mekke'de kıldı.
Hz. Âişe de böyle söylemektedir.
Bu iki görüşün birini
diğerine tercih konusunda ihtilâf edilmiştir: Ebu Muhammed İbn Hazm "Hz.
Âişe ile Câbir'in sözü daha uygundur." demiş ve bu konuda kendisine bir
cemaat tâbi olmuştur. Bu görüşü şu sebeplerden ötürü tercih etmişlerdir:
1- İki kişinin rivayetidir; bir kişinin rivayetinden
daha makbuldür.
2- Hz. Âişe,
Hz. Peygamber'e (s.a.) en fazla hususiyeti bulunan insandır. O'nun Hz.
Peygamber'e (s.a.) yakınlığı ve hususiyeti, başkalarında bulunmayan bir
ayrıcakğı vardır.
3- Câbir'in, Hz. Peygamberin (s.a.) haccını
başından sonuna kadar anlatımı en tam bir anlatımdır. Olayı iyi bellemiş ve
hafızasında iyi tutmuştur. Öyle ki ayrıntılarına varıncaya kadar hafızasında
tutmuştur. Hatta hac ibadetiyle ilgisi bulunmayan, Hz. Peygamber'in (s.a.)
Müzdelife gecesi yolda devesinden inip yol kenarında abdest bozduğuna, sonra
hafif bir abdest aldığına varıncaya kadar hafızasında tutmuştur. Bu kadarını
hafızasında tutan kimsenin kurban günü namazı nerede kıldığını hafızasında tutması
kabule daha da elverişlidir.
4- Veda
haccı mart ayında yapılmıştı. Bu ayda gece ile gündüz birbirine eşit olur.
Oysa Hz. Peygamber (s.a.) Müzdelife'den Mina'ya güneş doğmadan hareket etti.
Orada insanlara konuşma yaptı. Pek çok deve kesti, onları paylaştırdı. Yemesi
için develerin etlerinden pişirildi. Bunlardan yedi. Şeytan taşladı. Başını
tıraş ettirdi. Güzel koku süründü. Sonra Mekke'ye gidip ifâza tavafı yaptı.
Zemzem suyundan ve sikâye şırasından içti. Sikâye görevi yapanların başlarında
durdu. İşte bütün bu yapılan işler apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır ki
bunlar, mart ayında öğle vaktine yetişecek şekilde Mina'ya dönülmesi mümkün
olacak bir zaman zarfında bitmez.
5- Bu iki
hadis, olayı bizzat görüp nakledenin üslûbu üzere rivayet edilmiştir. Hac
sırasında Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti, namazı müslüman-larla birlikte
konakladığı yerde kılmaktı. İbn Ömer âdet üzere yürümüş, Câbir ile Hz. Âişe
—Allah onlardan razı olsun— Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti olmayan bir işi
görerek hafızalarında tutmuşlardır ki, bunun mahfuz olması daha uygundur.
Başka bir grup çeşitli
sebeplerden ötürü İbn Ömer'in görüşünü tercih etmiştir:
1- Şayet öğleyi Mekke'de kılmış olsaydı;
sahabîler Mina'da tek tek ve grup grup namaz kılmazlar, Hz. Peygamber'e (s.a.)
nâib olan bir imamın arkasında namaz kılmaları gerekirdi. Ne herhangi kimse
böyle bir şey nakletmiştir, ne de Hz. Peygamber (s.a.) onlara namaz kıldıracak
bir nâib seçmiştir. Şayet dönüp de onlara namaz kıldıracağını bilmemiş olsaydı
"Namaz vakti girer de ben yanınızda olmazsam falan size kıldırsın."
derdi. Ne öyle, ne böyle olmuş; ne kesinlikle sahabîler orada tek tek namaz kılmışlardır.
Zaten bir arada bulunduklarında namazı grup grup kılmak onların âdeti değildi.
Bütün bunlardan anlaşılmıştır ki, sahabîler, âdetleri üzere Hz. Peygamber'Ie
(s.a.) birlikte namaz kılmışlardır.
2- Mekke'de kılsaydı arkasında ikâmet halinde
olan şehir halkından bazı kimseler bulunur, onlara namazlarım tamamlamalarını
emrederdi. Onların selâmdan sonra kalkıp namazlarını tamamladıkları
nakledilmemiştir. Ne o, ne bu nakledilmediğine hatta kesinlikle böyle bir şeyin
olmadığı bilindiğine göre o vakit Hz. Peygamber'in (s.a.) namazı Mekke'de
kılmadığı anlaşılmış demektir. Bilgisiz bazı kimselerin naklettiği, Hz.
Peygamber'in (s.a.): "Ey Mekkeliler! Namazınızı tamamlayın; biz
yolcuyuz!" diye buyurması, hac sırasında değil Fetih senesidir.
3-
Bilinmektedir ki, Hz. Peygamber (s.a.) tavaf yapınca iki rekât tavaf namazı
kıldı. Yine bilinmektedir ki, pek çok müsîüman O'nun arkasında idi, yaptığı
şeylerde ve hac ibadetini yapış şekillerinde O'na uyuyorlardı. Herhalde iki
rekât tavaf namazı kıldığında, arkasında O'na uyan insanlar vardı. Kimisi bu
namazın, öğle namazı olduğunu sandı. Bilhassa bu namaz öğle vaktinde idiyse bu
yanılgı ihtimâlinin ortadan kaldırılması imkânı yoktur. Ama Mina'da kıldığı namazda
böyle bir durum sözkonusu değildir. Çünkü orada kılınan namaz farzdan başkasına
ihtimâl taşımaz.
4- Haccı sırasında Mekke'nin içinde farz kıldığı
bilinmemektedir. Eb-tah'da kaldığı sürece, orada müslümanlarla birlikte
konakladığı yerde namazı kıldırırdı. Nerede konaklarlarsa orada kıldırirdı.
Umumî] konaklama yeri dışında başka bir yerde kıldırmazdı.
5- îbn Ömer hadisi Buharî ve Müslim tarafından
rivayet edilmiştir. Câbir hadisi ise Müslim'in (Buharî'den ayrı olarak) tek
başına rivayet ettiği hadislerdendir. Şu halde İbn Ömer hadisi ondan daha
sahihtir. Senedinde de durum böyledir. Râvileri daha hafız, daha şöhretli ve
daha sağlamdır. Hatim b. İsmail nerde, Ubeydullah b. Ömer el-Umerî nerde?
Cafer'in hıfzı nerde, Nâfi'in hıfzı nerde?
6- Hz. Âişe hadisi, Hz. Peygamber'in (s.a.) ne
zaman tavaf yaptığı konusunda muztaribtir. Ondan üç şekilde rivayet edilmiştir:
1) Gündüz tavaf etmiştir, 2) Tavafı geceye tehir etmiştir, 3) Günün sonunda
ifâza tavafı yapmıştır. Bu hadiste, İbn Ömer hadisinin aksine ifâza tavafının
vakti ve namaz kılman yer iyi Zabtedilmemiştir.
7- İbn Ömer hadisinin ondan daha sahih olduğu
tartışılmaz. Çünkü Hz. Âişe hadisi, Muhammed b. İshak — Abdurrahman b. Kasım —
babası Kasım — Hz. Âişe senediyle rivayet edilmiştir. îbn İshak'ın rivayetini
delil olarak alıp almama konusu tartışmalıdır ve bu hadiste işittiğini açıkça
belirten bir ifade kullanmamış, muan'an olarak rivayet etmiştir.
Ubeydul-lah'ın: "Bana Nâfî\ İbn Ömer'den rivayetle dedi ki" sözüne nasıl
tercih edilebilir?
8- Hz. Âişe hadisi, Hz. Peygamber'in (s.a.)
öğleyi Mekke'de kıldığını açık bir şekilde ortaya koymamaktadır. Zira metni
şöyledir: "Allah Rasûlü (s.a.) gününün sonunda öğleyi kıldığı vakit ifâza
(tavafı) yaptı, sonra Mina'ya döndü. Teşrik günlerinin geceleri boyunca orada
kaldı, güneş tepeden (batıya) kayınca her cemreye yedi çakıl taşı atarak cemre
taşlardı." Bu hadisin, Hz. Peygamber'in (s.a.) o gün öğle namazım Mekke'de
kıldırdığını açık bir şekilde ifade etmesi nerde, İbn Ömer'in "Hz. Peygamber
(s.a.) kurban günü ifâza tavafı yaptı, sonra dönüp Mina'da Öğleyi kıldırdı."
sözündeki açık ifade nerde? Sahih sahiplerinin rivayetinde ittifak ettikleri
hadis nerde, delil olup olmaması tartışmalı bir hadis nerde? En iyi bilen
Allah'tır.
İbn Hazm "Ümmü
Seleme o gün rahatsız iken insanların gerisinde devesi üzerinde hac yaptı. O
gün Hz. Peygamberden (s.a.) izin istedi, o da ona izin verdi." diyor ve
Müslim'in Sahih'inde Ümmü Seleme'nin kızı Zeynep'ten rivayet ettiği şu hadisi
delil gösteriyor: Ümmü Seleme diyor ki: Hz. Peygamber'e (s.a.) rahatsız
olduğumu söyledim. "Binitli olarak insanların gerisinden tavaf et.'*
buyurdu. Ben de o şekilde tavaf ettim.
Allah Rasûlü (s.a.) o
vakit Kabe'nin yan tarafına doğru namaz kılıyor ve namazda Tûr sûresini okuyordu.«
[625]Bu
tavafın ifâza tavafı olduğu anlaşılmaz. Çünkü Hz, Peygamber (s.a.) o tavafın
iki rekât namazında Tûr sûresini okumadı ve Ümmü Seleme'nin insanların
gerisinden duyabileceği bir ses tonuyla gündüz açıktan da okumadı. Ebu
Muhammed, "Hz. Peygamber (s.a.) tavafı geceye tehir etti" diyenlerin
hataya düştüklerini açıklamış ve bunda isabet etmiştir.
Hz. Âişe'den sahih
olarak rivayet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) kurban bayramının
birinci günü gecesi Ümmü Seleme'yi gönderdi; Ümmü Seleme sabah namazından önce
cemre taşladı, sonra gidip ifâza tavafı yaptı.[626] Bu,
Ümmü Seleme'nin kurban bayramının birinci günü Allah Rasûlü (s.a.) Kabe'nin yan
tarafına doğru namaz kılarken ve namazda Tûr sûresini okurken, insanların
gerisinden tavaf etmesiyle nasıl uzlaşır? Bu imkânsızdır. Çünkü bu namaz ve
kıraat sabah yahut akşam yahut da yatsı namazında idi. Bu namazın bayramın
birinci günü olması, merhumun yanılgısıdır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) o vakit
kesinlikle Mekke'de değildi.
Hz. Âişe o gün bir tek
tavaf ve bir tek sa'y yaptı. Bu da onun haccı ve umresi için yeterli oldu. O
gün Safiyye tavaf yaptı, sonra hayız oldu. Yaptığı bu tavaf veda tavafı yerine
de geçti, ayrıca veda tavafı yapma-dı.[627] Hz.
Peygamber'in (s.a.) hayızdan temizlenmiş kadın hakkında sünneti şudur: Böyle
bir kadın tavaftan —yahut vakfe'den— önce hayız olursa kıran haccına
niyetlenir ve onun bir tavaf, bir sa'y yapması yeterli olur. Şayet ifâza
tavafından sonra hayız olursa yaptığı bu tavaf veda tavafı yerine de geçer. [628]
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.) o gün Mina'ya döndü ve geceyi orada geçirdi. Sabah olunca güneşin tepe
noktadan kaymasını bekledi. Güneş tepe noktadan kayınca konak yerinden ayrılıp
cemrelere doğru yürüdü, hayvana binmedi. Hayf Mescidini takip eden birinci
cemreden başladı. Oraya teker teker yedi çakıl taşı attı. Her çakıl taşını
atışında "Allahu Ekber" dedi. Sonra onun önündeki cemreye geçip
vadinin ortasındaki düzlüğe geldi. Kıbleyi karşısına alıp dikildi. Sonra
ellerini kaldırıp Bakara sûresi kadar uzunca bir dua yaptı. Sonra orta cemreye
geldi. Aynı şekilde onu da taşladı. Sonra vadinin sol tarafına indi. Kıbleyi
karşısına alıp ellerini kaldırmış bir vaziyette dua etti, birinci bekleyişine
yakın bir süre bekledi. Sonra üçüncü cemreye yani Akabe cemresine geldi.
Vadinin içine girdi. Cemrenin karşısına dikildi; Kabe'yi soluna, Mina'yı
sağına aldı ve o vaziyette yedi çakıl taşını aynı şekilde cemreye attı.[629]
Ne cahillerin yaptığı
gibi cemreyi tepesinden taşladı ve ne de birçok fakihin söylediği gibi taşlama
anında cemreyi sağına, Kabe'yi karşısına aldı.
Taşlama işini
bitirince derhal döndü, cemrenin yanında durmadı. Kimileri yerin dağdan ötürü
dar olması sebebiyle böyle yaptı demişlerdir. Kimileri de demiştir ki —en
doğrusu da budur—: Hz. Peygamber (s.a.) bitirmeden önce bizzat ibadetin içinde
dua ederdi. Akabe cemresini taşlayınca taşlama işi bitti. İbadet esnasında
yapılan dua, ayrıldıktan sonra yapılan duadan daha faziletlidir. Nitekim Hz.
Peygamber'in (s.a.) namazda yaptığı dua konusundaki sünneti de böyledir. Zira
namazın içinde dua ederdi. Namazı bitirdikten sonra dua etmeyi âdet edindiği
sabit değildir. O'nun böyle yaptığım rivayet eden kişi, Hz. Peygamber (s.a.)
üzerinde bir yanlışlık yapmış demektir. Her ne kadar o an ortaya çıkan bir
sebepten ötürü zaman zaman selâmdan sonra dua ettiği Sahih dışında rivayet
edilmişse de bu rivayetin şahinliği su götürür.
Özetle, Hz.
Peygamber'in (s.a.) yaptığı ve Sıddîk'a öğrettiği duaların umûmu namaz
içindedir. Muaz b. Cebel'in rivayet ettiği, Hz. Peygamber (s.a.): Her namazın
arkasında: "Allah'ım! Seni zikredebilmem, Sana şük-redebilmem ve Sana iyi
ibadet edebilmem için bana yardım et." diye dua etmeyi unutma! buyurdu[630]
hadisine gelince: "Namazın arkası" sözüyle selâmdan önceki sonu da
kastedilmiş olabilir, "hayvanın arkası" sözünde olduğu gibi. Selâmdan
sonrası da kastedilmiş olabilir, "Her namazın arkasında sübhanaîlah,
Allahu ekber ve elhamdülillah dersiniz" hadisinde[631]
olduğu gibi. En iyi bilen Allah'tır.
Hep kendi kendime Hz.
Peygamber (s.a.) öğle namazından önce mi, sonra mı cemre taşlardı diye sorar
dururdum. Ağır basan zannıma göre Hz. Peygamber (s.a.) namazdan önce cemre
taşlar, sonra döner, namazı kıldırırdı. Çünkü Câbir ve başkaları "Güneş
tepeden kayınca cemre taşlardı." diyerek taşlama işinin güneşin tepeden
kaymasını müteakip olduğunu belirtmişlerdir. Hem güneşin doğması, kurban
bayramının ilk günü cemre taşlanması için neyse, tepeden kayması da Mina
günleri boyunca cemre taşlanması için odur. Hz. Peygamber (s.a.) kurban günü,
cemre taşlama vakti girince o gün yapılacak ibadetlerden hiçbirini ondan Önce
yapmadı. Ayrıca Tirmizî ve İbn Mâce, Sünen'lerinde İbn Abbas'ın (r.a.):
"Allah Rasûlü (s.a.) güneş tepeden kayınca cemreleri taşlardı."
dediğini rivayet etmektedirler. İbn Mâce "Cemre taşlamayı bitirdiği zaman
öğleyi kıldırırdı." ilâvesini de kaydetmektedir.[632]
Tirmizî "Bu hadis hasendir" diyorsa da, Tirmizî'nin hadisinin
senedinde (zayıf râvi olan) Haccac b. Ertât vardır. İbn Mâce hadisinin
senedinde ise Ebu Şeybe ibrahim b. Osman vardır, onun rivayet ettiği hadis
delil olmaz. Ancak bu konuda başka hadisler de vardır.
İmam Ahmed, Hz.
Peygamber'in (s.a.) giderken ve dönerken kurban günü binitli olarak, Mina
günlerinde yaya olarak cemre taşladığını kaydetmektedir, [633]
Hz. Peygamber (s.a.)
hac sırasında altı yerde dua etmek için durmuştuk
1- Safa tepesinde,
2- Merve tepesinde,
3- Arafat'ta,
4- Müzdelife'de,
5- Birinci cemre yanında,
6- İkinci cemre yanında. [634]
Hz. Peygamber (s.a.)
biri kurban bayramının birinci günü —bu yukarıda geçti—, diğeri teşrik
günlerinin ortasında olmak üzere Mina'da halka iki konuşma yaptı. Bu ikinci
konuşmanın kurban bayramının ikinci günü, teşrik günlerinin ortası yani en
hayırlısı olan günde yapıldığı söylenmiş ve bu görüşü savunanlar şu hadisi
delil göstermişlerdir: Serrâ bt. Nebhân anlatıyor: Allah Rasûlü'nün (s.a.):
"Biliyor musunuz, bugün hangi gün?" diye sorduğunu işittim. O gün,
sizin "kelleler günü (kurban kellelerinin yendiği gün)" dediğiniz
gündü. Sahabîler: "Allah ve Rasûlü en iyi bilendir." dediler. Hz.
Peygamber (s.a.): "Bugün, teşrik günlerinin ortasıdır. Biliyor musunuz, bu
belîe neresidir?" dedi. "Allah ve Rasûlü en iyi bilendir."
dediler. "Burası Meş'ar-i Haram'dır" deyip sonra şu konuşmayı yaptı:
"Bilmiyorum, belki bu seneden sonra aranızda bulunmayacağım. Dikkat edin,
içinde bulunduğunuz şu ayda, şu beldede bugününüzün haramlığı ve saygınlığı
gibi kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız, Rabbınıza kavuşuncaya kadar
birbirinize haramdır. Rabbınıza kavuşacaksınız ve Rabbınız size yaptıklarınızı
soracaktır. Dikkat edin! Yakın olanınız uzakta olanınıza bu söylediklerimi
eriştirsin. Dikkat edin! Bunları size tebliğ ettim mi?" Medine'ye
döndüğümüzde çok geçmedi Hz. Peygamber (s.a.) vefat etti. Bu hadisi Ebu Davud
rivayet etmiştir.[635]'
"Kelleler günü" ittifakla kurban bayramının ikinci günüdür.
Beyhakî'nin, Musa b.
Ubeyde er-Rabezî — Sadaka b. Yesâr — İbn Ömer senediyle rivayetine göre:
"İzâ câe = Nasr" sûresi teşrik günlerinin ortasında Allah Rasûlü'ne
(s.a.) indirildi ve bunun veda anlamına geldiği anlaşıldı. Devesi Kasvâ'mn getirilmesini emretti. Deve
eğedendi. İnsanlar Hz. Peygamber'in (s.a.) etrafında toplandı ve Hz. Peygamber
(s.a.): "Ey insanlar!" diye başlayarak şöyle bir konuşma yaptı...
Sonra râvi konuşmasını aktarmıştır.[636]
Abbas b.
Abdülmuttalib, sikâye (hacılara su dağıtma) görevinden dolayı Mina
gecelerinde, Mekke'de geceleme izni istedi. Hz. Peygamber (s.a.) de izin verdi.[637]
Deve çobanları
kendisinden, Mina dışında develerin yanında geceleme izni istediler. Onlara,
kurban günü cemre taşlayıp kurban gününden sonra da iki günün cemre taşlama
ibadetini birleştirerek iki günden birinde taşlamaları konusunda ruhsat verdi.[638]
Mâlik diyor ki:
Sanırım râvi: "O iki günün ilkinde taşlayıp sonra Nefir gününde
(hacıların Mina'dan Mekke'ye akın ettikleri gün) cemre taşlamaları konusunda
ruhsat verdi." demiştir.
İbn Uyeyne diyor ki:
Bu hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) çobanlara bir gün taşlama, bir gün ara
verme ruhsatı vermiştir. Her iki grup için sünnetteki uygulamadan dolayı
Mina'da gecelemeyi terketme caizdir. Cemre taşlamayı ise terketmiyorlardı.
Yalnızca onların, tehir edip geceleyin taşlama ve iki günün cemre taşlamasını
bir günde yapma ruhsatlan vardı. Hz. Peygamber (s.a.) sikâye görevlilerine ve
çobanlara geceleme konusunda ruhsat verdiğine göre bir kimse malının zayi olmasından
korksa, yahut hasta olup ondan geri kalmaktan korksa yahut da hasta olduğu için
(Mina'da) gecelemesi mümkün olmasa nassm bunlara tenbihinden dolayı o kimseden
Mina'da geceleme görevi düşer. En iyi bilen Allah'dır. [639]
Hz. Peygamber (s.a.)
acele edip cemre taşlamayı iki günde yapmadı. Üç teşrik gününde cemre taşlamayı
tamamlayıncaya kadar kaldı. Salı günü öğleden sonra Muhassab'a hareket etti.
Muhassab'a Ebtah ve Kinâne oğulları yokuşu (Hayfu Benî Kinâne) da denir. Ebu Râfi'i,
kendisi için bir çadır kurmuş buldu. Ebu Râfi, Allah Rasûlü (s.a.) kendisine
emretmeksi-zin Allah'ın (c.c.) tevfîkiyle Hz. Peygamber'in (s.a.) yüküne
koruyuculuk etmekteydi.
Hz. Peygamber (s.a.)
öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kıldırdı ve bir süre uyudu.[640]
Sonra Mekke'ye doğru yola koyuldu. Geceleyin tan yeri ağarmaya yakın veda
tavafı yaptı, bu tavaf esnasında remel yapmadı. Safiyye, O'na hayız olduğunu
haber verince, "O, bizi yolumuzdan engelleyecek mi?" diye sordu.
"İfâza tavafını yaptı" dediler. "Öyleyse yola koyulsun."
dedi.[641]
O gece Hz. Âişe, Hz.
Peygamber'den (s.a.) kendisine ayrı bir umre yaptırmasını istedi. Hz. Peygamber
(s.a.), onun Kabe'yi tavafının ve Safa-Merve arasında yapmış olduğu sa'yın
haccı ve umresi için yeterli olduğunu kendisine söylediyse de Hz. Âişe ayrı bir
umre yapmakta diretti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.), kardeşi
Abdurrahman'a ona Ten'îm'den umre yaptırmasını emretti. Hz. Âişe umresini
geceleyin bitirdi ve kardeşiyle birlikte Muhassab'a gitti. Oraya gecenin
ortasında geldiler. Allah Rasûlü (s.a.): "Bitirdiniz mi?" diye sordu.
Hz. Âişe "Evet" cevabını verince, ashabı arasında yolculuğa
çıkılacağını ilan ettirdi. İnsanlar hazırlanıp yola koyuldular. Sonra Hz.
Peygamber (s.a.) sabah namazından önce Kabe'yi tavaf etti. İşte Buharî'nin
metni böyledir.[642]
Soru: Bu hadisle yine
Sahih'dG Esved yoluyla Hz. Âişe'den rivayet edilen şu hadisi nasıl
uzlaştınyorsun? "Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte yola çıktık. Bu
yolculuğun yalnız hac yolculuğu olduğunu düşünüyorduk." diye başladığı
hadisin devamında Hz. Âişe diyor ki: Muhassab'da konaklama
gecesi olunca: "Ey Allah'ın Rasûlü!
İnsanlar hac ve umre yaparak dönüyorlar, ben ise bir hac yaparak
dönüyorum." dedim. Hz. Peygamber (s.a.): "Mekke'ye geldiğimiz
gecelerde tavaf etmemiş miydin?" diye sordu. "Hayır" dedim.
"Öyleyse kardeşinle birlikte Ten'îm'e git, umreye niyetlenip ihrama gir.
Sonra falan yerde buluşalım." buyurdu. Daha sonra Allah Rasûlü (s.a.)
Mekke'den çıkarken, ben de oraya girerken —yahut ben çıkarken, o girerken— bana
rastladı.[643]
Bu hadiste Hz.
Peygamber'le (s.a.) Hz. Âişe'nin yolda karşılaştıkları; birincisinde ise
konakladığı yerde Hz. Âişe'yi beklediği ve o gelince ashabı arasında yola
çıkılacağını ilan ettirdiği ifade edilmektedir. Hem burada bir başka problem
daha var: Hz. Âişe'nin: "O Mekke'den çıkarken, ben de oraya girerken
—yahut tam aksi— bana rastladı." sözü? Şayet birinci ihti-malse, o zaman
Hz. Peygamber (s.a.), kendisi Mekke'den çıkıp Medine'ye dönerken ve Hz. Âişe de
umre yapmak için oraya inerken ona rastlamış olur ki, bu da Muhassab'da Hz.
Âişe'yi beklemesiyle' çelişir.
Ebu Muhammed İbn Hazm
diyor ki: "Kuşkusuz doğru olan, Hz. Âişe Mekke'den çıkmaktaydı, Hz.
Peygamber de (s.a.) oraya girmekteydi. Çünkü Hz. Âişe umre için oraya daha
önceden gelmişti. Allah Rasûlü (s.a.) de gelene kadar onu bekledi. Sonra veda
tavafı yapmak üzere yola çıktı. Hz. Âişe, Mekke'den Muhassab'a dönerken Hz.
Peygamber (s.a.) ona rastladı." Bu doğru değildir. Çünkü Hz. Âişe,
"O, oradan inerken" demiştir. Bu ise (karşılaşmanın) Muhassab'dan
sonra olmasını ve Mekke'den çıkıyor olmayı gerektirir. Şu halde Ebu Muhammed
nasıl "Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'den inerken veda tavafım yapmak üzere
yola çıktı." diyebiliyor? Bu imkânsızdır. Ebu Muhammed'in kendisi hac
yapmamıştır. Kâsım'ın Hz. Âişe'den rivayet ettiği yukarıda geçen hadis açıkça
ifade etmektedir ki Allah Rasûlü (s.a.), yola çıkışından sonra gelinceye kadar
Hz. Âişe'yi konak yerinde bekledi, gelince yolculuk hazırlığı yaptı, insanlar
arasında yola çıkılacağım ilan ettirdi. Şayet bu Esved hadisi iyi bellenip
hafızada tutulmuş-sa doğrusu "Allah Rasûlü (s.a.), ben Mekke'den çıkarken
ve kendisi oraya girerken bana rastladı." şeklinde olacaktır. Çünkü Hz.
Âişe tavafını yapıp umresini bitirmiş, sonra sözleşilen yere gitmek için yola
çıkmış ve veda tavafını yapmak üzere Mekke'ye inmeye başlamış olan Hz.
Peygamber'le (s.a.) karşılaşmıştır. Bunjın üzerine Hz. Peygamber (s.a.) yol
hazırlığı yapmış ve insanlar arasında yola çıkılacağını ilan ettirmiştir.
Esved hadisi bundan başka türlü yorumlanamaz. Bu iki hadis daha başka şekilde
şu iki biçimde uzlaştırılmaya çalışılmışsa da bunlar birer yanılgıdır:
1- Hz. Peygamber (s.a.) bîr kere Hz. Âişe'yi
gönderdikten sonra ve Âişe umresini bitirmeden önce ve bir kere de umresini
bitirdikten sonra olmak üzere iki kere veda tavafı yapmıştır. Bu açık bir
yanılgı olmakla birlikte, problemi ortadan kaldırmaz, aksine artırır. İyi
düşün.
2- Hz. Peygamber (s.a.) Muhassab'da konaklamak
müslümanlara meşakkat verir endişesiyle Muhassab'dan Akabe sırtına geçti. Hz.
Âişe, kendisi Mekke'ye inerken ve Hz. Peygamber (s.a.) de Akabe'ye çıkarken
O'-nunla karşılaşmıştır. Bu, birincisinden daha çirkin. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.), asla Akabe'den çıkmamıştır. İttifakla, Mekke'nin aşağı tarafındaki
alçak yokuştan çıkmıştır. Hem bu şekilde düşünüldüğünde iki hadisin arası
uzlaştırılmış da olmaz. —
Ebu Muhammed İbn Hazm,
Hz. Peygamber'in (s.a.) Mekke'nin alt tarafından çıktıktan sonra Muhassab'a
çıktığını söylemiştir ki bu da bir yanılgıdır. Allah Rasûlü (s.a.) ayrıldıktan
sonra bir daha Muhassab'a dönmemiş, derhal Medine'ye doğru geçip gitmiştir.
Eserlerinden birinde
şöyle diyor: Hz. Peygamber (s.a.) giriş ve çıkışlarıyla daire çizerek,
Mekke'yi çembere alan kimse gibi olmak için böyle yapmıştır. Çünkü geceyi
Zîtuvâ'da geçirdi. Sonra Mekke'nin üst tarafından girdi, alt tarafından çıktı.
Sonra Muhassab'a döndü. Bu dönüş Mekke'nin Yemen tarafından olmuş ve böylece
daire oluşmuştur. Zira Hz. Peyr gamber (s.a.) geldiğinde Zîtuvâ'da konakladı.
Sonra Kedâ'dan Mekke'ye geldi. Tavafı bitirdikten sonra orada konakladı. Sonra
bütün hac vazifelerini bitirince orada konakladı. Sonra Mekke'nin alt
tarafından çıktı, sağ tarafı tuttu ve Muhassab'a geldi. İkinci kere yolculuğa
çıkılmasını emretmesi şu şekilde yorumlanır: Hz. Peygamber (s.a.) Muhassab'a o
dönüşünde yola çıkmamış bir grup insan gördü ve onlara yola çıkmalarını
emretti. İşte o zaman derhal Medine'ye doğru yola çıktı.
Ebu Muhammed hem
kendisini, hem de kitabını bu çirkin, soğuk ve gülünç saçmalıkla lekelemiştir.
Şayet Hz. Peygamber (s.a.) hakkında yanlışlık yapanların yanlışlarına karşı
uyarma olmasaydı böyle bir sözü kaydetmek bile istemezdik. Sanki sen kendi
gözünle görüyormuşçasına Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı şey şudur: Hz.
Peygamber (s.a.) Muhassab'da konakladı; öğle, ikindi, akşam ve yatsı
namazlarını orada kıldı. Bir süre uyudu. Sonra Mekke'ye doğru yola çıktı ve
geceleyin orada veda tavafını yaptı. Sonra alt tarafından Medine'ye doğru yola
çıktı. Muhassab'a dönmedi ve bir daire çizmedi. Sahih-i Buharî'de Enes'ten
rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) Muhassab'da öğle, ikindi, akşam ve
ya|tsi namazlarını kıldırdı, bir süre uyudu. Sonra devesine binip Kabe'ye
gitti, tavaf yaptı.[644]
Sahihayn'da rivayet
edildiğine göre Hz. Âişe, "Allah Rasûlü (s.a.) ile hac yolculuğuna
çıktık..." diye anlatmaya başladığı hadisin devamında diyor ki: Allah,
haccımızı sona erdirip Mina'dan yola koyulduğumuzda Muhassab'da konakladık.
Allah Rasûlü (s.a.) Abdurrahman b. Ebu Bekir'i çağırdı ve ona
"Kızkardeşini Harem'den çıkar. Sonra tavafınızı bitirince buraya,
Muhassab'a yanıma gelin." buyurdu. Allah umremizi sona erdirip gecenin
ortasında tavafımızı bitirince Muhassab'a O'nun yanına geldik. "Bitirdiniz
mi?" diye sordu. "Evet" dedik. Bunun üzerine insanlar arasında
yolculuğa çıkılacağım ilan ettirdi. Kabe'ye uğradı ve onu tavaf etti. Sonra
Medine'ye doğru yola çıktı.[645]
İşte bu hadis
yeryüzündeki en sahih, Ibn Hazm ve başkalarının söyledikleri, hiçbirisi
meydana gelmemiş olan bu tahminlerin çürüklüğünü en iyi gösteren hadislerdendir
ve Esved hadisinin iyi aktarılmış olmadığına bir delildir. Sağlam ve iyi bir
şekilde aktanlmışsa söylediğimizden başka bir yorumu yoktur. Başarı yalnız
Allah'tandır. [646]
Selef, Muhassab'da
konaklamanın bir sünnet mi yoksa bir rastlantı mı olduğu konusunda ihtilâf
etmiş ve iki farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Bir grup; haccın
sünnetlerindendir, diyor. "Çünkü Sahihayn'da Ebu Hurey-re'den rivayet
edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.), Mina'dan yola koyulmak isteyince:
"Biz, inşallah yarın Kinâneoğullarmm küfür üzerine yemin-leştikleri Hayfa
(yahut engebeli yere) konaklayacağız." buyurdu. [647]Hz.
Peygamber (s.a.) bununla Muhassab'ı kasdetmekîedir. Şöyle ki: Kureyş ve
Kinâneoğulları, Hâşimoğulları ve Muttaliboğullanna karşı Allah Rasû-lü'nü
(s.a.) kendilerine teslim edinceye kadar onlarla kız ahş-verişinde bulunmamak
ve aralarında hiçbir bağlantı kurmamak kaydıyla yeminleşmişlerdi. İşte bu
yüzden Allah Rasûlü (s.a.) onların küfür simgelerini, Allah ve Rasülullah
düşmanlığını ortaya koydukları yerde İslâm alâmetlerini göstermeyi
amaçlamıştır. Hz. Peygamber'in (s.a.) âdeti, küfür ve şirk simgelerinin
bulunduğu yerlerde tevhîd alâmetini ikâme etmekti. Nitekim Lât ve Uzzâ
putlarının yerine Tâif Mescidi'nin yapılmasını emretmiştir.
Diyorlar ki: Sahih-ı
Müslim'de Ibn Ömer'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Ebu
Bekir ve Hz. Ömer orada konaklarlardı. Müslim'in bir rivayetinde yine İbn
Ömer'in Muhassab'da konaklamayı sünnet saydığı kaydedilmektedir.[648]
Buharfnin kaydettiğine
göre İbn Ömer öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını Muhassab'da kılar, gece
uyur ve Allah Rasûlü'nün (s.a.) de böyle yaptığını söylerdi.[649]
Aralarında İbn Abbas
ve Hz. Aişe'nin de bulunduğu diğerleri ise sünnet olmadığını, Hz. Peygamber'in
(s.a.) orada bir raslantı sonucu konakladığını savunmaktadırlar. Sahihayn'da
İbn Abbas'ın: "Muhassab bir şey değildir. O yalnızca Allah Rasûlü (s.a.)
yola çıkmak daha kolay olsun diye konakladığı bir yerdir." dediği rivayet
edilmektedir.[650]
Sahih-ı Müslim'de
rivayet edildiğine göre Ebu Râfi', şöyle demiştir: "Allah Rasûlü (s.a.)
yanımda bulunan kimselerle birlikte Ebtah'da konaklamamı bana emretmedi. Ancak
ben, O'nun çadırım (oraya) kurdum. Sonra kendisi geldi, orada konakladı."[651]
Allah, Peygamberinin "Biz yarın Kinâneoğulları Hayf'ında
konaklayacağız." sözünü doğru çıkarmak, O'nun azmettiği şeyi yerine
getirmek ve Peygamberine (s.a.) muvafakat göstermek için kendi tevfîkiyle Ebu
Râfi'i oraya konaklatmıştır. [652]
Burada üç mesele
vardır: Allah Rasûlü (s.a.) haccı sırasında Kabe'nin içine girdi mi, girmedi
mi? Vedalaştıktan sonra Mültezim'de [653]
durdu mu,durmadı mı? Vedalaşma gecesi sabah namazını Mekke'nin içinde mi, dışında
mı kıldı?
Birinci mesele: Pek
çok fakih ve başka ilim adamları Hz. Peygamber'in (s.a,) haccı sırasında
Kabe'nin içine girdiğini sanmakta ve pek çok insan da Hz, Peygamber'e (s.a.)
uyarak Kabe'ye girmeyi haccın sünnetlerinden saymaktadır. Oysa Hz. Peygamber'in
(s.a.) sünneti, O'nun hem hacda, hem de umrede Kabe'ye girmediğini, yalnızca
Fetih senesi girmiş olduğunu göstermektedir. Sahihayn'daki bir rivayete göre
İbn Ömer anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) Fetih günü Üsâme'ye ait bir deve
üzerinde Mekke'ye girdi. Deveyi Kabe'nin avlusuna çökertti. Osman b. Talha'nın
anahtarı alıp gelmesini emretti. O da alıp geldi, kapıyı açtı. Hz. Peygamber
(s.a.) Üsâme, Bilâl ve Osman b. Talha ile birlikte içeri girdi. Uzun süre
kapıyı üzerlerine kapadılar. Sonra açtılar. Hemen diğer insanlardan önce ileri
atıldım. Bi-lâl'le kapıda karşılaştım. "Allah Rasûlü (s.a.) namazı nerede
kıldı?" diye sordum. "Öndeki iki direk arasında!" diye cevap
verdi. Kaç rekât kıldı diye sormayı unuttum.[654]
Sahih-i Buharî'de İbn
Abbas'tan rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'ye gelince Kabe'ye
girmekten kaçındı. Çünkü içinde putlar vardı. Onların çıkarılmalarını emretti.
Putlar çıkarıldı. Sahabîler, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in ellerinde fal
oklarıyla yapılmış resimlerini de dışarı çıkardılar. Bunun üzerine Allah Rasûlü
(s.a.): "Allah kahretsinı bu resimleri yapanları! Vallahi, yeminle
söylüyorum, bu putperestler, bu iki peygamberin katiyen fal oklarıyla nzık
peşinde koşmadıklarını bilmekteydiler" dedi. Kabe'ye girdi. Kabe'nin her
tarafında tekbir getirdi, fakat orada namaz kılmadı.[655]
Buradan hareketle
"Bunlar iki ayrı giriştir. Birinde namaz kıldı, diğerinde kılmadı.'*
denmiştir. İşte bu zayıf tenkitçilerin yoludur. Her ne zaman bir metin
farklılığı görseler derhal onu farklı bir olay sayarlar. Nitekim metin
farklıhklarından dolayı İsrâ (ve Miraç) hâdisesinin defalarca meydana
geldiğini, yine metin farklılıklarından dolayı devesini Câbir'den defalarca
satın aldığını ve anlatımdaki farklılıklardan dolayı veda tavafını iki kere
yapmış olduğunu vb. söylemişlerdir.
Ama üstad tenkitçiler
bu yoldan yüz çeviriyor, hata yapmaktan korunmamış olanların (yani Peygamberler
dışındaki diğer insanların) hata yaptıklarını ve yanıldıklarını söylemekten
korkmuyorlar. Buharı ve başka imamlar diyorlar ki: Söz Bilâl'in sözüdür. Çünkü
İbn Abbas'm aksine o, Hz. Peygamber'in (s.a.) namaz kıldığını görmüştür ve
bunun meydana geldiğini söylemektedir (ispat etmektedir). Sözün özü: Hz.
Peygamber'in (s.a.) Kabe'ye girişi hac ve umre sırasında değil, Fetih gazası
sırasında idi. Sahih-i BuharT&e rivayet edildiğine göre İsmail b. Ebu Hâlid
diyor ki: Abdullah b. Ebu Evfâ'ya: "Hz. Peygamber (s.a.) umresi sırasında
Kabe'ye girdi mi?" diye sordum. "Hayır" cevabını verdi.[656]
Hz. Âişe anlatıyor:
Allah Rasûlü (s.a.) gözlerinden sevinç okunduğu ve gönlü hoş bir halde yanımdan
çıktı. Sonra kalbi hüzünlü yanıma döndü. Bunun üzerine "Ey Allah'ın
Rasûlü! Sen şöyle şöyle bir halde yanımdan çıkmıştın, ne oldu?"jdedim.
"Ben Kabe'ye girdim. Keşke girmez olaydım! Doğrusu benden sonra ümmetimi
yormuş olmaktan korkuyorum." diye karşılık verdi.[657] Bu rivayetteki
girişin hac sırasında olduğunu gösteren bir husus yoktur. Hatta iyice
düşünürsen bu düşünüş seni, bu girişin Fetih gazası sırasında olduğuna götürür.
En iyi bilen Allah'tır. Hz. Âişe, Hz. Peygamber'e (s.a.) Kabe'ye girmek
istediğini söyledi. Hz. Peygamber (s.a.), ona Hıcr'da iki rekât namaz kılmasını
emretti. [658]
İkinci mesele,
Mültezim'de durması: Rivayete göre bunu Fetih günü yapmıştır. Ebu Davud'un
Sünen'indç rivayet edildiğine göre Abdurrahman b. Ebu Safvan anlatıyor: Allah
Rasûlü (s.a.) Mekke'yi fethedince ben de geldim. Allah Rasûlü'nün (s.a.),
ashabıyla birlikte Kabe'den çıktığını, kapıdan Hatim'e kadar Rükn'ü (Hacer-i
Esved'i) selâmladıklarını ve yüzlerini Beytullah'a sürdüklerini gördüm. Allah
Rasûlü (s.a.) ortalarında idi.[659]
Yine Ebu Davud'un, Amr
b. Şuayb'dan, onun da babasından rivayetine göre dedesi ona şunları anlatmış:
Abdullah ile birlikte tavaf ettim.
Kabe'nin arkası
hizasına gelince: "Allah'a sığınmıyor musun?" dedim. "Ce^j
hennem'den Allah'a sığınırız." dedi. Sonra yürüdü. Hacer-i Esved'i selânvj
ladı. Rükün'le kapı arasında dikildi. Göğsünü, yüzünü ve kollarını şu şekilde
değdirdi: Kollarını iyice yaydı ve: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) böyle
yaptığını gördüm." dedi.[660]
Bunun veda zamanında
olması da, başka zaman olması da muhtemeldir. Ancak Mücâhid, sonraki dönemde
Şafiî ve başkaları demişlerdir ki: Veda tavafından sonra Mültezim'de durup dua
etmek müstehaptır. îbn Abbas (r.a.) Rükün'le kapı arasında ısrarla bekler ve:
"Bir kimse bu ikisi arasında ısrarla bekler, Allah Teâlâ'dan bir şey
isterse, Allah mutlaka onun isteğini yerine getirir." derdi. En iyi bilen
Allah'tır. [661]
Üçüncü mesele; Hz.
Peygamber'in (s.a.) veda gecesi sabahı, sabah namazını nerede kıldığı:
Sahihayn'da. rivayet edildiğine göre Ümmü Seleme anlatıyor: Allah Rasûlü'ne
(s.a.) hac sırasında rahatsız olduğumu söyledim. "Binitli olarak
insanların gerisinden tavaf et!" buyurdu. Ben de o şekilde tavaf ettim. O
vakit Allah Rasûlü (s.a.) Kabe'nin yan tarafına doğru namaz kıldırıyor ve namazda
Tür sûresini okuyordu.[662]
Bunun sabah namazında veya başka bir namazda olması da muhtemel, veda tavafında
veya başka zaman olması da muhtemeldir. Bu hususu araştırdık, baktık Buharı bu
olayı Sahih'indz şu şekilde rivayet ediyor: Hz. Peygamber (s.a.) ve Ümmü Seleme
yola çıkmak istediklerinde Ümmü Seleme daha Beytul-lah'ı tavaf etmemişti. Allah
Rasûlü (s.a:) ona: "Sabah namazına kamet getirildiği zaman insanlar namaz
kılarlarken sen devenin üzerinde tavaf et." buyurdu. O da öyle yaptı ve namaz
kılmadan dışarı çıktı.[663] Bunun,
kurban bayramının birinci günü olması kesinlikle imkânsızdır. Kuşkusuz bu veda
tavafıdır. Şu halde Hz. Peygamber'in (s.a.) o gün sabah namazını Kabe'nin
yanında kıldığı ve Ümmü Seleme'nin, O'nun, namazda Tûr sûresini okuduğunu
işittiği ortaya çıktı. [664]
Sonra Medine'ye dönüş
yolculuğu başladı. Ravhâ'ya vardığında bir kafile ile karşılaştı, onlara selâm
verip: "Siz kimsiniz?" diye sordu. "Müslümanız" dediler ve
onlar da: "Ya siz kimsiniz?" diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.):
"Allah'ın Rasûlü" cevabını verdi. Bunun üzerine kafile arasında deve
üzerinde mahfesi içinde bulunan bir kadın küçük bir oğlunu kaldırıp: "Ey
Allah'ın Rasûlü! Buna hac var mı?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.):
"Evet. Sana da ecir vardır." buyurdu.[665]
Zülhuleyfe'ye gelince
geceyi orada geçirdi. Medine'yi görünce Üç kere tekbir aldı ve şu duayı okudu:
"Tek Allah'tan
başka tanrı yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nun, hamd O'nundur. O'nun
herşeye gücü yeter. Biz dönenleriz, tevbe edenleriz, ibadet edenleriz, secde
edenleriz. Rabbımıza hamd edenleriz. Allah sözünü tuttu, kuluna yardım etti,
kabileleri tek başına bozguna uğrattı."
Sonra gündüz Muarras
yolundan Medine'ye girdi. Çıkarken Şecere yolundan çıkmıştı.[666] En
iyi bilen Allah'tır. [667]
1- Ebu
Muhammed İbn Hazm, Haccetü'i-Vedâ adlı eserinde: "Hz. Peygamber (s.a.),
insanlara hac yolculuğuna çıktığı vakit Ramazan'da yapılan bir umrenin, bir
hacca bedel olduğunu bildirdi." demekle yanılmıştır. Bu, açık bir
yanılgıdır. Çünkü bunu haccı bitirip Medine'ye döndükten sonra söylemiştir.
Şöyle ki: Ensâr'dan Ümmü Sinan adında bir kadına Hz.
Peygamber (s.a.):
"Seni bizimle birlikte haccetmekten alıkoyan nedir?" diye sordu.
Kadın: "Bizim su taşıyan sadece iki devemiz vardı. Çocuğumun babası (yani
kocam) ile oğlum birisi üzerinde hacca gittiler. Bize, üzerinde su
taşıyacağımız bir deve bıraktı." diye cevap verince Hz. Peygam-, ber
(s.a.): "O halde Ramazan gelince sen bir umre yap. Çünkü Ramazan'da
yapılan bir umre, bir hac yerine geçer." buyurdu. Bu hadisi Müslim
Sahih'inde bu şekilde rivayet etmiştir.[668]
Yine Medine'ye
döndükten sonra Ümmü Ma'kıl'a da aynen bu sözü söylemiştir. Nitekim Ebu Davud,
Yusuf b. Abdullah b. Selâm yoluyla onun ninesi Ümmü Ma'kıl'ın şöyle dediğini
kaydeder: Allah Rasûlü (s.a.) Veda haccına çıktığında, bizim bir devemiz vardı.
(Kocam) Ebu Ma'kıl onu Allah yoluna verdi. Bize bir hastalık bulaştı. Ebu
Ma'kıl öldü. Allah Rasûlü (s.a.) hac yolculuğuna çıktı. Haccını bitirip dönünce
yanına gittim. Bana: "Seni, bizimle çıkmaktan alıkoyan nedir?" diye
sordu. Ben de şöyle cevap verdim: "Gerçekten biz de hazırlanmıştık. Ama
Ebu Ma'kıl öldü. Bizim bir devemiz vardı. Hacca onunla gidecektik. Ebu Ma'kıl,
onu Allah yoluna vasiyet etti." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.):
"Onunla hacca git-seydin ya? Zira hac, Allah yolunda yapılan bir
ibadettir. Bu haccı bizimle yapmayı kaçırdığına göre Ramazan'da umre yap. Çünkü
o, hac gibidir." buyurdu.[669]
2- Yine İbn
Hazm'ın bir başka yanılgısı: Hz. Peygamber (s.a.) Zilkade ayının bitimine altı
gün kala perşembe günü yola çıkmıştır, diyor. Yukarıda Hz. Peygamber'in (s.a.)
beş gün kala, cumartesi günü yola çıktığı izah edilmiştir.
3- Taberî'nin Haccetü'l-Vedâ adlı eserinde
kaydettiğine göre bazıları Hz. Peygamber'in (s.a.) cuma günü namazdan sonra
yola çıktığını söyleyerek yanılmışlardır. Onları bu çirkin yanılgıya sevkeden
husus hadiste geçen "altı gün kala" sözü olmuştur. Buradan hareketle
sanmışlardır ki, bu ancak cuma günü yola çıkılmış olduğunda mümkün olur; çünkü
kalan altı gün çarşamba günü tamam olmuştur ve Zilhicce'nin başlangıcının
perşembe olduğunda şüphe yoktur. Bu, fahiş bir hatadır. Çünkü kuşkusuz bilinen
o ki, Hz. Peygamber (s.a.) yola çıktığı gün Medine'de öğleyi dört rekât,
Zülhuleyfe'de ikindiyi iki rekât kıldırmiştır. Nitekim Sahihayn'da bu şekilde
sabittir.
Taberî,
Haccetü'I-Vedâ'da bir üçüncü görüş olarak Hz. Peygamber'in (s.a.) cumartesi
günü çıkmış olduğunu kaydetmiştir. Bu, Vâkıdî'nin tercihidir. Bizim de evvela
tercih ettiğimiz görüş budur. Ancak Vâkıdî bu konuda şu üç yerde yanıldı: 1)
Hz. Peygamber (s.a.) yola çıktığı gün öğleyi Zülhuleyfe'de iki rekât kıldırdı.
2) O gün öğle namazını müteakip ihrama girdi. Oysa Zülhuleyfe'de bir gece geçirdikten
sonra ertesi gün ihrama girmişti. 3) Vakfe, cumartesi günü idi. Bunu ondan
başkası söylememiştir. Bu açıkça bir yanılgıdır.
4- Kadı Iyaz (r.h.) ve başkaları Hz.
Peygamber'in (s.a.) orada gusletmeden önce güzel koku süründüğünü ve sonra
gusledince kokuyu yıkadığını söylemekle yanılmışlardır. Bu yanılgının kaynağı
Sahih-i Müslim'de kaydedilen Hz. Âişe'nin (r.a.) şu sözlerinin gelişidir:
"Allah Rasûlü'ne (s.a.) güzel kokular sürdüm. Daha sonra hanımlarını
dolaştı. Sonra sabah ihrama girdi."[670]
Bu yanılgıyı, Hz.
Âişe'nin "Allah Rasûlü'ne (s.a.) ihrama gireceği için güzel kokular
sürdüm." sözü ile "Allah Rasûlü (s.a.) ihramlı iken O'nun saç
ayrımlanndaki güzel kokunun parlaklığı hâlâ gözlerimin önünde" sözü
reddeder. Hadisin bir metnine göre Hz. Âişe: "İhrama girdikten üç gün
sonra telbiye getirirken" demiş ve bir metnine göre de "Allah Rasûlü
(s.a.) ihrama gireceği vakit bulabildiği en güzel kokuyu sürünürdü. Daha sonra
başında ve sakalında kokunun parlaklığını görürdüm." demiştir. Bütün bu
metinler, Sahihsin metinleridir.[671]
Kadı Iyâz'ın delil
gösterdiği İbrahim b. Muhammed b. Münteşir yoluyla onun da babasından Hz.
Âişe'nin: "Ben Allah Rasûlü'ne (s.a.) güzel kokular sürerdim. Sonra
hanımlarım dolaşır. Sonra sabah ihrama girerdi." sözünde ise ihrama
girerken ikinci kez koku sürünmeyi meneden bir durum yok.
5- Ebu Muhammed İbn Hazm Hz. Peygamber'in (s.a.)
öğleden önce ihrama girdiğini söylemekle yanılmıştır. Bu açık bir yanılgıdır.
Hiçbir hadiste rivayet edilmemiştir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.) öğle namazını
müteakip namaz kıldığı yerde niyetlenip ihrama girmiş ve telbiye getirmiş,
sonra devesine binmiş, devesi üzerinde telbiye getirerek Beydâ tepesinin
doruğuna çıkmıştır. Bu, kesinlikle öğle namazından sonraydı. En iyi Allah
bilir.
6- Yine İbn Hazm'ın bir başka yanılgısı: Hz.
Peygamber (s.a.) kendisiyle birlikte kurbanlık şevketti, ama bu, nafile
kurbanlıktı, diyor. Bu görüş, onun imamlardan ayrıldığı "kıran yapanın
kurban kesmesi gerekmez. Yanhzca temettü' yapana gerekir" görüşüne
dayanmaktadır. Bu görüşün tutarsızlığı yukarıda anlatıldı.
7- Şu görüşleri ileri sürenler de
yanılmışlardır:
a) Hz. Peygamber (s.a.) ihrama girerken belli
bir hac şekli tayin etmedi, mutlak bıraktı.
b) Tek umre yapmaya niyetlendi, onunla temettü'
yaptı. Kadı Ebu Ya'lâ, Muğrtî sahibi (İbn Kudâme) ve başkaları bu görüşü
savunmuşlardır.
c) Sırf bir hac yapmaya niyetlendi, beraberinde
umre yapmadı.
d) Umreye niyetlendi, sonra ona haccı da ilâve
etti.
e) İfrâd haccına niyetlendi. Sonra daha ilerde
ona umreyi de ili etti. Bu, O'na özgü şeylerdendir.
Bunların dayanakları
ve bu konuda hangi görüşün ne sebeple doğru olduğu yukarıda anlatıldı.
8- Ahmed b. Abdullah et-Taberî, Haccetü'l-Vedâ
adlı eserinde: "Hac kafilesi yolun bir yerine vardıklarında Ebu Katâde bir
yaban eşeği avladı. Kendisi ihramlı değildi. Hz. Peygamber (s.a.), o hayvanın
etinden yedi." derken yanılmıştır. Çünkü bu olay, Buharî'nin de rivayet
ettiği üzere Hu-deybiye umresinde olmuştu.
9- Bazılarınca ileri sürülen ve Taberî
tarafından hikâye edilen: "Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'ye salı günü
girdi." sözü bir hatadır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'ye Zilhicce'nin
dördüncü günü sabahı pazar günü girmiştir.
10- Kadı Ebu Ya'lâ ve öğrencileri gibi, "Hz.
Peygamber (s.a.) tavaf ve sa'y yaptıktan sonra ihramdan çıktı." diyenler
yanılmışlardır. Bu yanılgının dayanağı yukarıda açıkladığımız üzere
Muâviye'nin yahut ondan rivayette bulunan râvinin yanılarak: "Muâviye,
(Veda) haccmda Merve tepesinde enli bir bıçakla Allah Rasûlü'nün (s.a.)
saçlarını kısalttı." demiş olmasıdır.
11-
"Hz. Peygamber (s.a.) tavaf sırasında Rükn-i Yemânî'yi öperdi."diye
iddia edenler de yanılmışlardır. Hz. Peygamber'in (s.a.) öptüğü Hacer-i
Esved'dir. Ona Yemânî adı vermiştir. Çünkü ona Yemânî, onunla diğerine
Yemâniyyân denirdi. Bu yüzden râvilerden biri doğrudan doğruya ondan Yemânî
diye sözetmiştir.
12- Ebu Muhammed İbn Hazm'ın fahiş bir hatası:
Hz. Peygamber'in (s.a.) sa'y sırasında (ilk) üç turda remel yaptığını, dört
turda ise normal yürüdüğünü söylüyor. Bu yanılgıdan daha tuhafı da kendisinden
başka bir kimsenin söylemediği bu görüş üzerinde ittifak sağlandığını
söyleyerek düştüğü yanılgıdır.
13- Hz. Peygamber'in (s.a.) gidiş-gelişini bir
kere sayarak Safa-Merve arasında on dört tur yaptığını iddia edenlerin
yanılgıları. Bunun tutarsızlığı yukarıda açıklandı.
14- Hz. Peygamber'in (s.a.) kurban bayramının
birinci günü sabah namazım vaktinden önce kıldırdığını iddia edenlerin
düştükleri yanılgı. Bu yanılgının dayanağı îbn Mes'ûd'un: "Hz. Peygamber
(s.a.) kurban bayramının birinci günü sabah namazını zamanından önce
kıldırdı." sözüdür.[672]
Oysa İbn Mes'ûd bu sözle, Hz. Peygamber'in (s.a.), her zaman sabah namazını
kıldırmak âdeti olduğu vakitten önce, o gün acele ederek daha erken vakitte
kıldırmış olduğunu kasdetmektedir. Bu şekilde yorumlama şarttır. İbn Mes'ûd
hadisi ancak bunu gösterir. Sahih-i Buharî'dt onun şöyle dediği kaydedilir:
"Şu iki namaz (mutad) vakitlerinden çevrilmiştir: Akşam namazı insanlar
Müzdelife'ye geldikten sonra, sabah namazı İse tan yeri ağarırken
kılınır."[673]
Veda haccmı anlatan Câbir hadisinde: "Sabah iyice ortaya çıkınca sabah
namazım bir ezan ve bir kametle kıldırdı." cümlesi yer almaktadır. [674]
15- Gerek Hz. Peygamber'in (s.a.) arefe günü öğle
ile ikindiyi ve o gece akşamla yatsıyı iki ezan, iki kametle kıldırdığını
söyleyenler, gerek hiç ezan okutmaksizm iki kamet getirterek iki namazı
kıldırdığını söyleyenler ve gerekse iki namazı birleştirerek bir tek kametle
kıldırdığını söyleyenler hep yanılmışlardır. Doğrusu, iki namazı bir tek ezan
okutarak ve her namaz için kamet getirterek kıldırmıştır.
16- "Hz. Peygamber (s.a.) Arafat'ta iki
konuşma yaptı. Bu konuşmalar arasında oturdu. Birinci konuşmayı yapıp
oturduktan sonra müezzin ezan okudu. Ezan bitince Hz. Peygamber (s.a.) ikinci
konuşmasına başladı. Konuşmayı tamamlayınca müezzin namaz için kamet
getirdi." iddiasında bulunanlar da yanılgıya düşmüşlerdir. Hiçbir hadiste
asla böyle bir şey gelmemiştir. Câbir hadisi açıktır: Hz. Peygamber (s.a,)
konuşmasını tamamlayınca Bilâl ezan okudu ve namaz için kamet getirdi. Hz.
Peygamber (s.a.) öğle namazını konuşma yaptıktan sonra kıldırdı.
17- "Hz. Peygamber (s.a.) konuşma yapmak
üzere yüksek bir yere çıkınca müezzin ezan okudu. Ezan bitince ayağa kalktı ve konuşma
yaptı." diyen Ebu Sevr de yanılmıştır. Bu açık bir yanılgıdır. Çünkü
ezan, konuşmadan sonra okunmuştur.
18- Hz. Peygamber'in (s.a.) kurban bayramı gecesi
Ümmü Seleme'yİ önden gönderdiğini ve ona sabah namazında Mekke'de kendisine
gelmesini buyurduğunu rivayet edenler de yanılmıştır. Bunun açıklaması yukarıda
geçti.
19- Hz. Peygamber'in (s.a.) kurban günü ziyaret
tavafını geceye ertelediğini iddia edenler yanılmışlardır. Yukarıda bunun
açıklaması ve geceye ertelediği tavafın veda tavafı olduğu anlatıldı. Bu
yanılgının dayanağı — Allah daha iyi bilir ya— Hz. Âişe'nin: "Allah Rasûlü
(s.a.) ifâza (ziyaret) tavafını günün sonunda yaptı" sözü olsa gerektir.
Abdurrahman b. Kasım, babası yoluyla Hz. Âişe'den böyle rivayet etmiş ve onun
sözünü manayı esas alarak aktarmıştır. Ziyaret tavafım geceye ertelediği
söylenmiştir.
20- "Hz. Peygamber (s.a.) bir kere gündüz ve
bir kere de hanımlarıyla birlikte geceleyin olmak üzere iki ifâza tavafı
yaptı." diyenler de yanılmışlardır. Bu yanılgının dayanağı Ömer b.
Kays'm, Abdurahman b. Kasım —babası Kasım— Hz. Âişe senediyle rivayet ettiği şu
hadistir: Hz. Peygamber (s.a.) ashabına kurban günü Kabe'yi öğle vakti ziyaret
etmeleri için izin verdi, onlar da böyle yaptılar. Allah Rasûlü (s.a.) ise
hanımlarıyla birlikte geceleyin ziyaret etti.[675]
Bu hatadır. Hz.
Âişe'den gelen sahih rivayette bunun aksi, yani Hz. Peygamber'in (s.a.) gündüz
vakti bir tek ifâza tavafı yaptığı belirtilmiştir. Bu gerçekten tehlikeli bir
yoldur, taklidin kuyruklarına yapışan zayıf ilim idamları bu yolu tutmuşlardır.
En iyi bilen AUah'tır.
21- Hz. Peygamber'in (s.a.) kurban günü kudüm
tavafı yaptığını, daha sonra da ziyaret tavafı yaptığını söyleyenler
yanılmışlardır. Bu görüşün dayanağı ve tutarsızlığı yukarıda anlatıldı.
22- Bu tavafla birlikte o gün Hz. Peygamber'in
(s.a.) sa'y yaptığını iddia edip delil olarak da kıran haccı yapan kimsenin iki
sa'y yapması gerektiğini ileri sürenler yanılmışlardır. Bunun tutarsızlığı ve
Âişe ile Câ-bir'in —Allah onlardan razı olsun— söyledikleri üzere Hz. Peygamber'in
(s.a.) bir tek sa'ydan başka sa'y yapmadığı yukarıda anlatıldı.
23- Ağır basan görüşe göre Hz. Peygamber (s.a.)
kurban günü öğle namazını Mekke'de kıldırdı diyenler de yanılmışlardır. Doğrusu
yukarıda da geçtiği üzere bu namazı Mina'da kıldirmıştır.
24- Hz. Peygamber'in (s.a.) Müzdelife'den Mina'ya
giderken Muhassir vadisinde hızlanmadığını ve bunun çöl Araplarınm işi
olduğunu söyleyenler yanılmışlardır. Bı* yanılgının dayanağı İbn Abbas'm şu
sözleridir: Hayvanı koşturmak çölde yaşayan köylüler tarafından başlatıldı.
İnsan kalabalığının iki kenarında duruyorlardı. Geniş karınlı ağaç çanakları,
sopaları ve ok kuburlarını hayvanlarına asmışlardı. Akın ettikleri vakit
bunlar sallanıp birbirine vurarak ses çıkarıyorlardı. Böylece insanları ürkütüyorlardı.
Allah Rasûlü (s.a.) gözüktü. Kulak kökü omuz oynağına temas edecek kadar
devesinin başını, yavaşlatmak amacıyla kendisine doğru çekmiş bir vaziyette:
"Ey insanlar! Ağır olunuz!" buyurdu. Bir rivayete göre ise:
"İyilik atlan, develeri koşturmakta değildir. Ağır olunuz!"
buyurdu... (îbn Abbas devamla diyor ki:) Hz. Peygamber (s.a.) Mina'ya gelinceye
kadar devesinin ön ayaklarının yukarı kalktığını görmedim. Bu hadisi Ebu Da-vud
rivayet etmiştir.[676]
Bundan dolayı hadisi Tavus ile Şa'bî münker saymışlardır. Şa'bî diyor ki:
"Bana Üsâme b. Zeyd'in haber verdiğine göre kendisi Allah Rasûlü (s.a.)
ile birlikte Arafat'tan yola çıkmış, Müzdelife'ye varıncaya kadar Hz.
Peygamber'in (s.a.) devesi koşmak için ayağını yukarı kaldırmamıştır. Fazl b.
Abbas'm bana aktardığına göre de kendisi Müzde-life'de Allah Rasûlü'nün (s.a.)
terkisinde imiş; Hz. Peygamber (s.a.) şeytan taşlayıncaya kadar, devesi koşmak
için ayağını yukarı kaldırmamış." Atâ: "Hız yapmayı bunlar icad
ettiler. Güya tozdan sakınmak istiyorlar." demektedir. Bu yanılgının
kaynağı, Arafat'tan ayrılırken çöl Araplarınm ve kaba adamların yaptıkları hız ile Muhassir
vadisinde yapılan hızın birbirine karıştırılmasıdır. Çünkü orada yapılan hız
bid'attir. Allah Rasûlü (s.a.) bunu yapmamış, aksine yasaklamıştır. Muhassir
vadisinde yapılan hız ise sünnettir. Câbir, Hz. Ali b. Ebu Tâlib ve Abbas b.
Abdülmuttalib —Allah onlardan razı olsun— Allah Rasûlü'nün (s.a.) (s.a.) böyle
yaptığını aktarmışlardır. Hz. Ömer İbnü'l-Hattab (r.a.) da böyle yapmıştır.
İbn Zübeyr hayvanım alabildiğine dörtnala koştururdu. Hz. Âişe ve başka
sahabîler de böyle yapmışlardır. Bu konuda olumsuz bakanların değil, olumlu bakanların
sözü geçerlidir. En iyi Allah bilir.
25- Tavus ve
başkaları yanılgıya düşerek demişler ki: Hz. Peygamber (s.a.) Mina gecelerinde,
her gece Kabe'yi ziyarete giderdi. Buharî, Sahih'-inde "Ebu Hassan yoluyla
îbn Abbas'tan aktarıldığına göre; Hz. Peygamber (s.a.), Mina günlerinde
Kabe'yi ziyarete giderdi." demektedir.'[677] Bü
hadisi rivayet eden İbn Ar'ara anlatıyor: Muaz b. Hişâm "Bunu babamdan
işittim" diyerek bir kitap verdi, ama okumadı. Bu kitapta Ebu Hassan
yoluyla îbn Abbas'tan şöyle bir rivayet yer almaktaydı: "Allah Rasûlü
(s.a.) Mina'da kaldığı süre içinde her gece Kabe'yi ziyaret ederdi." Hiç
kimsenin bu konuda ona muvafakat ettiğini görmedim. İbn Ar'ara'nın sözleri
bitti...[678]Sevrî bu hadisi Cami'
adlı eserinde Tâvus'un oğlu aracılıyla Tâ-vus'tan mürsel olarak rivayet
etmiştir.
Bu bir yanılgıdır.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ifâza tavafını yaptıktan sonra Mekke'ye dönmemiş,
veda zamanına kadar Mina'da kalmıştır. En iyi bilen Allah'tır.
26- Gerek Hz. Peygamber (s.a.) iki defa veda etti
diyenler, gerekse şöyle diyenler yanılmışlardır: Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'yi,
giriş ve çıkışlarında daire içine aldı. Zîtuvâ'da geceyi geçirdi. Sonra
Mekke'nin üst kısmından şehre girdi. Sonra aşağı tarafından çıktı. Sonra
Mekke'nin sağ tarafından Muhassab'a döndü. Böylece daire tamam oldu. -
27-
Muhassab'tan Akabe sırtına geçtiğini iddia edenler yanılmışlardır.
İşte bütün bunlar
yanılgılardır. Gerek tafsilatlı, gerekse toplu olarak bunlara karşı uyardık.
Başarı yalnız Allah'tandır. [679]
Gerek bayramda kesilen
kurban, gerek hac yapanların kestikleri kurban ve gerekse akîka kurbanı En'âm
sûresinde zikredilen yalnız sekiz çift hayvandan kesilir. Gerek Hz.
Peygamber'in (s.a.) ve gerekse sahabenin bu sekiz çift dışında başka
hayvanlardan kurban, hac kurbanı ve akîka kurbanı kestikleri bilinmemektedir.
Bu da Kur'an'in toplam dört âyetinden çıkartılmıştır:
1- "Dört ayaklı otcul kara hayvanları
(deve, sığır, koyun ve keçi) size helâl kılındı."[680]
2- "...Ve Allah'ın rızık olarak kendilerine
verdiği dört ayaklı otcul kara hayvanlarına karşılık malum olan günlerde Allah'ın
adını ansınlar.[681]
3- "Dört ayaklı hayvanlardan yük
taşıyanları, (tüyünden) döşek yapılanları yaratan da O'dur. Allah'ın size
verdiği rızıklardan yiyin. Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Şüphesiz o, sizin
apaçık bir düşmammzdır. Allah sizin için sekiz çift yarattı..."[682]
Âyetin devamında bu sekiz çifti zikretmiştir.
4-
"...Kabe'ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere..."[683] Bu
âyet de gösterir ki, Kabe'ye ulaşan kurbanhk işte bu sekiz çift hayvandır. Ali
b. Ebu Tâlib'in (r.a.) âyetten çıkardığı hüküm de budur.
Allah'a yakınlık ve
ibadet için kesilen hayvanlar üç gruba aynhr: 1-Hedy (hac kurbanı), 2- Kurban
(Udhiye), 3- Akîka kurbanı. [684]
Allah Rasülü (s.a.)
hacda kurban olarak hem davar ve hem de deve kesti. Hanımları adına hacda sığır kurban etti. Hem
(Mekke'de) ikameti sırasında, hem umre esnasında ve hem de hacda kurban kesti.
Hz. Peygam-ber'in (s.a.) sünneti davan damgalamak değil, boyunlarına kurbanlık
nişanı takmaktı.
İkâmet halinde iken,
hacda keseceği kurbanı gönderdiği vakit ihramh için haram olan şeyler O'na
haram olmazdı (yani kurbanlık hayvanı gönderme, ihram giymede olduğu gibi bir
etki meydana getirmez).
Hac kurbanı olacak
deve sevkettiğinde develerin boyunlarına kurbanlık nişanı takar ve onları
damgalardı: Sağ hörgüçlerinin yan yüzeyini kan akacak şekilde biraz yarardı.
Şafiî diyor ki: Damgalama sağ yana yapılır. Hz. Peygamber (s.a.) bu şekilde
damgalamıştır.
Hz. Peygamber (s.a.)
hac kurbanını gönderdiği vakit götüren kişiye, kurbanlıklardan herhangi biri
ölmek üzere olursa kesmesini, sonra hayvanın papucunu kanma bulamasını ve
hayvanın yan tarafına koymasını, gerek kendisinin gerekse yoldaşlarından
hiçbirinin o kesilen hayvandan yememesi-ni emreder[685]
sonra kendisi gelince etini payîaşUnrdi. Hz. Peygamber'in (s.a.)
hayvanın etinden yemeyi yasaklaması bir
sedd-i zerîa (= mazeret kapısını tıkama)dır. Zira muhtemeldir ki, hayvanları
götüren kimse hayvanın ölümcül bir hal alması ve böylece onu kesip yemek için
korumada kusurlu davranabilir. Ama hayvandan hiçbir şey yiyemeyeceğini bilirse
korumaya çaba sarf eder.
Yukarıda da geçtiği
üzere Hz. Peygamber (s.a.) ashabına bir deveyi ve aynı şekilde bir sığırı yedi
kişinin ortaklaşa kesebileceğini söyleyerek onları hac kurbanında ortak yaptı.
Hac kurbanını götüren
kimsenin, ihtiyaç duyduğu vakit başka bir binek buluncaya kadar uygun tarzda
kurbanlık hayvana binmesini mubah saymıştır.[686] Hz.
Ali (r.a.) de: "Kurbanlık hayvanın yavrusundan arta kalan sütü
içebilir." Demiştir.[687]
Hz. Peygamber (s.a.)
develeri sol ön ayaklan bağlanmış, bukağılanmış, üç ayak üzerinde ayakta
oldukları halde keserdi. Hayvanı keserken besmele çeker ve tekbir getirirdi.
Kendi kurbanım kendi eliyle keserdi. Kurbanlarından bir kısmım kesmesi için
vekil tayin ettiği de olurdu. Nitekim yüz deveden geri kalanı kesmesini Hz.
Ali'ye (r.a.) emretmiştir. Davarı keseceği zaman ayağını hayvanın (boynunun)
yan tarafına basar, sonra besmele çeker, tekbir getirir ve keserdi.[688]
Yukarıda geçtiği üzere Hz. Peygamber (s.a.) kurbanını Mina'da kesmiş ve: "Bütün
Mekke sokakları kurban kesim yeridir" buyurmuştur.[689] İbn
Abbas ise: "Develerin kurban edilecekleri yerler
Mce'dedîr. Ancak Mekke
kanlardan arındırılmıştır. Mina, Mekke'dendir." demiştir. İbn Abbas kurbanını Mekke'de keserdi. [690]
Hz. Peygamber (s.a.)
gerek kurbanlarından, gerekse hac kurbanlarından yemelerini ve azık
edinmelerini ümmetine mubah kılmış, bir keresinde o sene civar halktan
Medine'ye gelen bir grup yoksul muhacirden ötürü üç günden fazla kurban etini
yanlarında bulundurmalarını sahabilere yasaklamış ve böylece sahabilerin o
insanlara ihsanda bulunmalarım arzu et-miştir.[691]
Ebu Davud, Cübeyr b.
Nüfeyr yoluyla Sevbân'm şöyle dediğini kaydeder: Allah Rasülü (s.a.) kurban
kesti. Sonra "Ey Sevbân! Bizim için şu koyunun etini ıslâh et."
buyurdu. Medine'ye varıncaya kadar devamlı Hz. Peygamber'e (s.a.) o etten
yedirdim.
Bu olayı Müslim de
rivayet etmiştir. Ondaki metin şöyledir: Sevbân anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.)
Veda Haccı'nda bana: "Şu eti ıslâh et" buyurdu. Ben de ıslâh ettim.
Artık Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye varıncaya kadar devamlı o etten yedi.[692]
Hz. Peygamber (s.a.)
kâh hac kurbanlarının etlerini paylaştırır, kâh "Dileyen kendisine parça
ayırabilir" buyururdu.[693] Hem
onu, hem de bunu yapmıştır.
Bu hadis düğünde ve benzer zamanlarda saçılan şeyleri yağmalamanın
(kapışmanın) caizliğine delil gösterilmiştir. İkisinin arası anlaşılmayacak
bir şekilde ayırtedilmiştir. [694]
Hz. Peygamber (s.a.)
umre kurbanım Merve tepesi eteğinde, kıran hac-cı kurbanım ise Mina'da keserdi.
îbn Ömer de aynı şekilde yapardı. Hz. Peygamber (s.a.) hac kurbanını ihramdan
çıkmadan asla kesmezdi. Kurban bayramının birinci gününden önce ne kendisi, ne
de sahabîlerden herhangi biri kurban kesmiştir. Yine hac kurbanını ancak güneş
doğduktan ve şeytan taşladıktan sonra keserdi. İşte kurban günü sırayla yapılan
dört şey ilkinden başlamak üzere sırasıyla şöyledir: Şeytan taşlama, kurban
kesme, tıraş olma ve tavaf. Hz. Peygamber (s.a.) bunları işte bu şekilde sıraya
koymuştur. Güneş doğmadan kurban kesimine asla izin vermemiştir. Kuşkusuz böyle
bir şey O'nun sünnetine aykırıdır. Şayet hac kurbanı güneş doğmadan önce
kesilecek olursa tıpkı kurbanda uygulanan hüküm tatbik edilir. [695]
Hz. Peygamber (s.a.)
kurban kesmeyi terketmezdi. İki koç kurban ederdi. Onları da bayram namazını
kıldıktan sonra keserdi. Haber vermektedir ki, kurbanını namazdan önce kesen
kimsenin kestiği bu hayvan kurban yerine geçmez, yalnızca o kimsenin, ailesine
takdim ettiği bir et olur.[696] Hz.
Pey-gamber'in (s.a.) sünnetinden ve tavrından çıkarılan netice işte budur. Asıl
gözönünde bulundurulacak husus, namazın ve hutbenin vakti değil, bizzat namazın
kılınmış olmasıdır. İşte Allah'ın dini olarak biz, bunu kabul etmekteyiz. Hz.
Peygamber (s.a.) sahabîlere koyun cinsinden toklu,[697]
onun dışında kalanlardan
da iki yaşında -yani yaşını almış- olan hayvan kesmelerini emretmiştir.
Rivayete göre Hz.
Peygamber (s.a.); "Teşrik günlerinin hepsi kurban kesim günüdür."
buyurmuştur.[698] Ancak bu hadis
munkatı'dır, mevsûl olarak rivayeti sabit değildir. [699]
Kurban etlerini üç
günden fazla saklamayı yasaklaması kurban kesim günlerinin yalnız üç gün
olduğunu göstermez. Çünkü hadis, kurban kesen kimsenin kesim gününden başlamak
üzere üç günden fazla kurbanın etinden herhangi bir şeyi saklamayı
yasaklamaktadır. Şayet kişi kurban kesimini bayramın üçüncü gününe tehir etse,
kesimle onu takip eden üç gün arasında yasak olan vakte kadar kurban etini
evinde bulundurması, elbet caizdir. Kurban kesimini üç günle sınırlayanlar Hz.
Peygamber'in (s.a.) kurban etlerini üç günden fazla saklamayı yasaklamasından
bunların başlangıcının bayramın ilk günü olduğu anlamını çıkarmışlardır.
Diyorlar ki: Kurban etinden yemenin haram olduğu bir vakitte kurban kesiminin
meşru olması caiz değildir. Kurban etinden yemenin haramhğı daha sonra
kaldırıldı ve böylece kesim vakti, olduğu gibi aynen kaldı.
Onlara şöyle cevap
verilir: Hz. Peygamber (s.a.) yalnızca üç günden fazla saklamayı yasaklamıştır;
üç günden sonra kurban kesimini yasaklamamıştır. Birinin diğeriyle ne ilgisi
var? Şu iki yönden Hz. Peygamber'in (s.a.) yasakladığı ile kurban kesiminin
yalnız üç gün kesilebileceği arasında bir bağlantı söz konusu değildir:
1- Bayramın ikinci ve üçüncü günü kurban kesimi
caizdir. O halde bu günlerde kesim yapan kimsenin kurban etini, kesim gününden
itibaren üç gün tamamlanıncaya kadar saklaması caizdir. Bayramın birinci
gününden sonra kurban kesiminin yasak olduğu ortaya çıkıncaya kadar bu hadisi
delil göstermeniz tamam olmaz. Buna da imkânınız yoktur.
2- Bir kimse kurbanını, bayramın birinci gününün
en son vaktinde kesmiş olsa o vakit hadisin icabı gereği kesimden sonra üç gün
saklaması caiz olur. Ali b. Ebu Tâlib: "Kurban kesim günleri, bayramın
birinci günü ile onu takip eden üç gündür." demiştir. Bu görüş
Basralıların imamı Hasan el-Basrî'nin, Mekkelilerin imamı Atâ b. Ebî Rabâh'ın,
Şamlıların imamı Evzâî'nin ve hadis ehli fukahasınm imamı Şafiî'nin (r.h.)
görüşü olup İbn Münzir de bunu tercih etmiştir. Çünkü bu üç gün Mina günleri,
şeytan taşlama günleri ve teşrik günleri olmakla ayrı bir özellik taşırlar ve o
günlerde oruç. tutmak da haram olur. Bu günler, sayılan şu hükümlerde birbirinin
kardeşidirler. Kurban kesiminin caizliği konusunda -herhangi bir nas ve icmâ
bulunmaksızın- aralarında farklılık nasıl düşünülebilir? Biri diğerini
destekleyecek şekilde iki farklı yönden rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber
(s.a.): "Mina'nın bütünü kurban kesim yeridir ve teşrik günlerinin hepsi
kurban kesim günüdür." buyurmuştur. Bu hadis hem Cübeyr b. Mut'-im'den
munkatı' bir senedle rivayet edilmiş ve hem de Üsâme b. Zeyd— Atâ—Câbir
senediyle[700] rivayet edilmiştir. Yakub
b. Süfyan: "Üsâme b. Zeyd[701]
Medînelilere göre sika, emîn (=me'mûn) bir râvidir." diyor.
Bu konuda dört görüş
vardır. Birisi budur.
İkincisi: Kurban kesim
vakti, bayramın birinci günü ve onu takip eden iki gündür. Ahmed, Mâlik ve Ebu
Hanîfe'nin -Allah onlara rahmet eylesin-görüşü budur. Ahmed: "Bu, Hz.
Muhammed'in (s.a.) ashabından birçok kimsenin görüşüdür" diyor. Esrem, İbn
Ömer (r.a.) ve İbn Abbas'ın (r.a.) bu görüşte olduklarını kaydeder.
Üçüncüsü: Kurban kesim
(~nahr) vakti bir tek gündür. Bu, İbn Şîrîn'-in görüşüdür. Çünkü bu isim yalnız
o güne özgüdür. Bu durum, kurban kesim hükmünün o güne mahsus olduğunu
gösterir. Üç gün kurban kesimi caiz olsaydı bu günlere "şeytan taşlama
günleri", "Mina günleri" ve "teş-rîk günleri" dendiği
gibi "eyyâmu'n-nahr=kurban kesim günleri" de denirdi. Ayrıca bayram
da (kurban bayramı denilmek suretiyle) kurban kesimine izafe edilmektedir. Bu
da bir tek gündür. Nitekim "Fıtır=Ramazan bayramı" sözü de böyledir.
Dördüncüsü: Saîd b.
Cübeyr ve Câbir b. Zeyd'in görüşü: Kurban kesimi şehirlerde bir tek gün,
Mina'da ise üç gündür. Çünkü bu günler orada şeytan taşlama, tavaf ve tıraş
olma gibi hac fiillerinin yapıldığı günlerdir. Bu yüzden bu günler kurban kesim
günleri olmuştur. Ama şehirlerde bulunanlar için bu durum sözkonusu değildir. [702]
Hz. Peygamber (s.a.),
bir kimse kurban kesmek-isterse zilhicce ayının ilk on günü girdiğinde
kurbanlık hayvanın tüyünden ve dış derisinden herhangi bir şey almasın,
buyurmuştur. Bu konudaki yasaklayıcı ifade Sahih-i Müslim'de kaydedilmiştir.[703]
Dârakutnî ise: "Bence sahih olan, bu hadis Ümmü Seleme'ye mevkuftur (yani
onun sözüdür)" demektedir.
Hz. Peygamber (s.a.)
kurbanlık hayvam seçer, iyisini araştırır ve kusursuz olmasına özen
gösterirdi. Kulağının yarısı veya daha fazlası kesik, boynuzunun yarısı veya
daha fazlası kırık olan hayvam kurban etmeyi yasaklamistir. Bunu Ebu Davud
rivayet etmiştir.[704]'
Hz. Peygamber (s.a.), kurbanlık hayvanın göz ve kulağının kusursuz olmasına
bakılmasını; bir gözü kör (yahut şaşı), kulağının ön veya arka tarafı kesik,
kulağı yırtık veya delik olan hayvanları kurban etmemeyi emretti. Bu hadisi Ebu
Davud rivayet etmiştir.[705]
Yine Ebu Davud'un
rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: "Şu dört hayvan
kurbanlık olmaz: 1- Bir gözünün körlüğü (yahut şaşılığı) açıkça belli olan, 2-
Hastalığı açıkça belli olan, 3- Aksaklığı belli olan topal hayvan, 4- Ayağı
kırık olup yürümeye dermanı olmayan, 5- Zayıflığından ötürü kemiklerinde ilik
kalmamış arık hayvan."[706]
Yine Ebu Davud'un
rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.), kulak deliği ortaya çıkacak kadar kulağı
kökünden kesik, boynuzu kökünden kırılmış, gözü çıkmış, zayıflığından ve
arıklığından ötürü davarın peşinden gitmeye dermanı kalmayan ve ayağı kırılmış
olan hayvanları kurban etmeyi yasaklamıştır.[707] En
iyi Allah bilir. [708]
Hz. Peygamber (s.a.)
kurbanını namazgahta (=musallâda) keserdi. Ebu Davud'un kaydettiği bu hadise
göre Câbir, Hz. Peygamberin (s.a.) namaz-gâhda kurban keserken yanında bulundu:
Hz. Peygamber (s.a.) hutbesini bitirince minberden indi, bu arada yanma bir koç
getirildi. "Bismillahi val-lahu ekber. Bu, benim adıma ve ümmetimden
kurban kesmeyenler adına." diyerek kendi eliyle koçu kurban etti.[709]
Sahihayn'daki bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) hayvanı namazgahta keser,
kurban ederdi.[710]
Ebu Davud'un
rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) kurban bayramının ilk günü hayaları
burulmuş, akh-karah, boynuzlu iki koç kesti. Koçları (yatırıp kıbleye karşı)
çevirince şu duayı okudu ve sonra kesti:
"Yüzümü bütün
samimiyetimle gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben, müşriklerden değilim.
Kıldığım namaz, kestiğim kurban, hayatım-ölümüm âlemlerin Rabbi olan ve ortağı
bulunmayan Allah'ındır. Zaten bununla em-rolundum. Ben müslümanların ilkiyim.
Allah'ım! Muhammed ve ümmeti adına Senden Sana (bir hediyedir bu kurban).
Allah'ın adıyla... Allah en büyüktür.''[711]
Hz. Peygamber (s.a.)
insanlara, hayvan kestikleri zaman iyi kesmelerini, ve öldürdükleri zaman iyi
şekilde öldürmelerini emredip: "Kuşkusuz Allah herşeyde iyiliği
emretmiştir." buyurdu.[712]
Hz. Peygamber'in (s.a.)
sünnetine göre bir koyun hem kesen adam adına, hem de sayıları çok bile olsa
ailesi adına yeterli olur. Nitekim Atâ b. Yesâr diyor ki: Ebu Eyyub
el-Ensârî'ye: "Allah Rasûlü (s.a.) devrinde kurbanlar nasıldı?" diye
sordum. Cevap olarak: "Bir kimse kendisi ve ailesi adına bir koyun kurban
ettiğinde hem kendileri yerler ve hem de (misafirlere, fakirlere) yedir ir
lerdi." dedi.[713]
Tirmizî: "Bu hadis hasen sahihtir diyor[714]
Muvatta'ds.
kaydedildiğine göre Allah Rasûlü'ne" (s.a.) akîka kurba-m[715]soruldu
ve herhalde ismi beğenmediğinden ötürü olacak "Ukûku sevmem" buyurdu.
Mâlik bu hadisi Muvatta'ûa Zeyd b. Eşlem yoluyla Dam-raoğullan kabilesine
mensup bir adamdan, onun da babasından rivayet etmiştir. İbn Abdilber diyor
ki: Bu hadisin en hasen senedi şöyledir: Abdürrezzak—Davud b. Kays—Amr b.
Şuayb—babası—dedesi. Bu senedle rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü'ne (s.a.)
akîka kurbanını sordular; herhalde ismi beğenmediğinden ötürü olacak
"Ukûk'u sevmem" buyurdu. "Ey Allah'ın Rasûlü! Herhangi birimiz
çocuğu için kurban kesebilir mi?" diye sordular. Bunun üzerine:
"Sizden kim çocuğu için kurban kesmek isterse erkek çocuk için iki, kız
çocuk için bir koyun kurban etsin." buyurdu.[716]
Hz. Âişe'den (r.a.)
sahih senedle gelen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.): "Erkek çocuk
için iki, kız çocuk için bir koyun" buyurmuştur[717]'
Yine buyurdu ki:
"Her çocuk akîkasına rehindir. Doğumunun yedinci günü onun adına akîka
kurbanı kesilir, çocuğun başı tıraş edilir ve adı konur."[718]
İmam Ahmed: "Her
çocuk, akikasma rehindir" hadisinin anlamı şudur: Yani, ana-babası
hakkında şefâattan hapsedilmiş, alıkonulmuştur, diyor. Rehn kelimesi sözlükte
"hapsetme" anlamındadır, Allah Teâlâ "Herkes kendi kazancına rehindir=bağlıdır."
buyurmaktadır[719]' Hadisin zahirine göre
her çocuk kendisi hakkında rehindir ve ona istenen hayırdan alıkonulmuş,
hapsorunmuştur. Her ne kadar ebeveyninin akîka kurbanı kesmeyi terketm esin den
ötürü, ebeveyni kendisi için akîka kurbanı kesmiş olan kimsenin nail olduğu
şeylerden engellenmiş olsa da bundan, onun ahirette bu yüzden ceza göreceği
anlamı çıkmaz. Bazan çocuk kendi kesbi olmasa da ebeveyninin kusuru sebebiyle
bir hayrı kaçırabilir. Nitekim cinsel ilişki sırasında babası besmele çekerse
şeytan, çocuğa zarar vermez. Besmele çekmeyi terkederse çocuk için bu koruma
sözkonusu olmaz.
Ayrıca bu ifade, akîka
kurbanının mutlaka kesilmesi gerekli bir şey olduğunu da gösterir. Şu halde Hz.
Peygamber (s.a.) mutlaka kesilmesinin gerekli olduğunu ve çocuğun ondan
aynlamamasını rehin muamelesine benzetmiştir. Leys b. Sa'd, Hasan el-Basrî ve
zahirîler gibi akîka kurbanının vacip ( = farz) olduğu görüşünde olanlar bunu
delil kabıŞıl etmiş olabilirler. En iyi bilen Allah'tır. [720]
^
Soru: Peki Hemmâm'm
Katâde'den rivayetinde bu hadisin metninde geçen "...ve kan akıtılır"
ifadesini ne yapacaksınız? Hemmâm diyor ki: Katâde'ye "...ve kan
akıtılır" ifadesinin ne demek olduğu ve kanla ne yapılacağı soruldu.
Şöyle dedi: "Akîka kurbanı kesilince onun yününden bir
parça alınır, o parça ile hayvanın boyun
damarları tutulur. Sonra kanlı yün parçası bebeğin bıngıldağı üzerine konulur
ve böylece başı üzerinde ip gibi kan akar. Sonra da başı yıkanır, tıraş
edilir."
Cevap: Bu konuda
âlimler ihtilâf etmişlerdir. Kimileri "Bu, Hasan el-Basrî'nin Semüre'den
rivayetidir. Oysa onun Semüre'den hadis işittiği sahih değildir." demiş ve
kimileri de şu izahı getirmiştir: Hasan el-Basrî'nin bu akîka hadisini
Semüre'den işittiği sahihtir. Tirmizî ve daha başkaları bu hususun sahih
olduğunu belirtmişlerdir. Buharî bu hadisi Sahih'indt şu şekilde kaydeder:
Habib b. Şehîd diyor ki: Muhammed b. Şîrîn bana: "Git, Hasan'a akîka
hadisini kimden işittiğini sor." dedi. Gidip sordum. "Semüre'den işittim*'
dedi.[721]
Kan akıtma olayının
sahih mi yoksa hata mı olduğu konusunda iki farklı görüş ileri sürülmüştür: Ebu
Davud, Sünen'inât "Bu söz Hemmâm b. Yahya'nın bir yanılgısıdır. '...ve
yüdemmâ-yt kan akıtılır* ifadesi 've yüsemmâ=ve ad konur' şeklinde
olacaktır." diyor. Başkaları ise, Hemmâm'ın dilinde pelteklik vardı; bu
yüzden "ve yüdemmâ" demiş, ama "ve yüsemmâ" demek
istemiştir, diyorlar. Bu doğru değildir. Çünkü Hemmâm telaffuzda yanılmış ve
dili, sözü doğru olarak söylememiş olsa bile Katâde'den kan akıtmanın nasıl
yapılacağını ve bu konunun ona sorulduğunda o şekilde cevap verdiğini
aktarmıştır. Bunda ise hiçbir yönden pelteklik ihtimali yoktur. Şu halde kan
akıtma sözü burada bir yanılgı ise bu, ya Katâde'den ya da Hasan el-Basrî'den
kaynaklanmıştır. Kan akıtma sözünü sabit görenler bu işlem akîka kurbanının
sünnetlerindendir, diyorlar. Bu görüş Hasan el-Basrî ve Katâde'den rivayet
edilmiştir. Mâlik, Şafiî, Ahmed ve İshak gibi kan akıtmayı yasaklayanlar ise
diyorlar ki: V...ve kan akıtılır" sözü hatadır, doğrusu "...ve ad
konur" olacaktır. Bu kan akıtma işi cahiliye halkının âdetlerindendi,
İslâm bunu ibtal etti. Böyle olduğunun delili Ebu Davud'un Büreyde b. Husayb'dan
aktardığı şu rivayettir. Büreyde anlatıyor: Cahiliye devrinde iken birimizin
erkek çocuğu dünyaya geldiğinde bir koyun keser, bebeğin başını koyunun kanıyla
bulaştırırdı. Allah, İslâm'ı getirince bir kovun kesip bebeğin başını tıraş
ederek başına safran sürer olduk.[722] Her
na kadar senedinde, rivayeti dedil kabul edilmez bir râvi olan Hüseyn b.Vâkıd[723] var
ise de bu hadis, Hz. Peygamber'in (s.a.): "Çocuktan ezayı gideriniz."
hadisiyle[724] birlikte düşünülürse -ki
kan bir ezadır- Hz. Peygamber (s.a.) sahabîlere, eza verecek bir şeyi çocuğa
bulaştırmalarım nasıl emretmiş olabilir? Malumdur ki Hz. Peygamber (s.a.) Hasan
ve Hüseyn için akîka kurbanı olarak birer koç kesmiş; ama onlara kan
bulaştırmamış-tır. Kan bulaştırma ne Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti, ne de
ashabının âdetidir. Yeni doğmuş bir çocuğun başını pislemek nasıl O'nun sünneti
olabilir ki? O'nun sünneti arasında bunun şahidi bir benzeri nerede? Bu ancak
cahiliye halkına lâyıktır. [725]
Soru: Hz. Peygamber'in
(s.a.), Hasan ve Hüseyin adma akîka kurbanı olarak birer koç kesmiş olması,
başa baş (yani herbir çocuk için bir kurban) kesmenin O'nun sünneti olduğunu
gösterir. Abdülhak el-İşbîlî'nin sahih saydığı îbn Abbas ve Enes'ten gelen bir
hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) akîka kurbanı olarak Hasan adına bir koç ve
Hüseyin adma bir koç' kesmiştir.[726]
Hasan, Uhud savaşı senesi (hicretin üçüncü yıh-Milâdî 624), Hüseyin ise ertesi
sene dünyaya gelmişti.
Tirmizî'nin rivayet
ettiği bir hadise göre Hz—Ali (r.a.) anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.), Hasan adma
akîka kurbanı olarak bir koyun kesti ve: "Ey Fâtırria! Çocuğun başını
tıraş et ve saçının ağırlığınca gümüşü yoksullara sadaka olarak dağıt."
buyurdu. Kesilen saçları tarttık, bir dirhem yahut
bir dirhemin bir kısmı kadar geldi.'[727] Bu
hadisin senedi muttasıl olmasa da Enes ile İbn Abbas*in rivayet ettikleri
hadisler kifayet eder. Akîka bir kurban kesme ibadetidir. Bu yüzden bayramda ve
temettü haccında kesilen kurbanlar gibi kişi başına bir kurbandır. [728]
Cevap: Erkek çocuk
için iki koyun, kız çocuk için bir koyun kesilmesini ifade eden hadisler şu
sebeplerden ötürü kabule daha şayandır:
1. Bunu
ifade eden hadislerin çokluğu: Bu hadislerin râvileri Hz. Âişe, Abdullah b.
Amr, Ümmü Kürz el-Kâbiyye ve Esmâ'dır.
Ebu Davud'un
rivayetine göre Ümmü Kürz diyor ki: Allah Rasûlü'nün (s.a.): "Erkek çocuk
için birbirine kıymetçe e$it iki koyun, kız çocuk için bir koyun"
buyurduğunu işittim[729] Ebu
Davud diyor ki: Ahmed'in: "(Hadisin Arapça aslında geçen) mükâfeetâni
sözü, birbirine denk yahut birbirine yakın anlamına gelir" dediğini
işittim.
Ben derim ki: Bu
kelime hem "mükâfeetâni=birbiriyle denkleştirilen" şeklinde
"f" harfinden sonra "e" ile, hem de "mükâfietâni =
birbirine denk olan" şeklinde "f" den sonra "i" ile
okunabilir. Muhaddisler birinci şekli tercih ediyorlar. Zemahşerî: "İki
rivayet arasında bir fark yoktur. Zira senin, kendisine denk olduğun kimse
sana denk olmuş demektir." diyor.
Yine Ebu Davud, Ümmü
Kürz'ün şöyle dediğini rivayet eder: Allah Rasûlü'nün (s.a.): "Kuşları
yumurtaları üzerinde birakm"[730]
buyurduğunu işittim. Ayrıca O'nun: "Erkek çocuk için birbirine kıymetçe
eşit iki koyun, kız çocuk için bir koyun kurban ediniz. Koyunların erkek yahut
dişi olmalarının size bir zararı olmaz." buyurduğunu da duydum.
Yine Ümmü Kürz, Hz.
Peygamber'in (s.a.): "Erkek çocuk için birbirine misil iki koyun, kız
çocuk için bir koyun" buyurduğunu nakleder. Tir-mizî: "Bu hadis
sahihtir" diyor.
Amr b. Şuayb'ın bu konuda
babasından, onun da dedesi (Abdullah b. Amr)dan rivayet ettiği hadis yukarıda
geçti.
Hz. Âişe'den gelen
rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) onlara erkek çocuk için birbirine kıymetçe
eşit iki koyun, kız çocuk için ise bir koyun kesmelerini emretmiştir[731]'
Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahihtir" diyor.
İsmail b. Ayyâş'm
Sabit b. Aclân—Mücahid—Esma senediyle rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.):
"Erkek çocuk için birbirine kıymetçe eşit iki koyun, kız çocuk için bir
koyun kurban edilir." buyurmuştur[732]
Mühennâ diyor ki: Ahmed'e: "Esma kimdir?" diye sordum. "Hz. Ebu
Bekir'in kızı Esma olmalıdır" cevabını verdi.
Hallâl'm kitabında
kaydedildiğine göre Mühennâ diyor ki: Ahmed'e dedim ki, Hâlid b. Hıdâş—Abdullah
b. Vehb—Amr b. Haris—Eyyub b. Musa—Yezid b. Abd el-Müzenî—babası Abd el-Müzenî
senediyle rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.): "Erkek çocuk için
akîka kurbanı kesilir, başına kan sürülmez." buyurdu[733] ve yine
buyurdu ki: "Devede fera'[734]
vardır. Davarda fera' vardır." Bu hadisi kendisine aktardığımda Ahmed:
"Hadisi bilmiyorum. Ne Abd b. Yezîd el-Müzenî'yi tanıyorum, ne de bu
hadisi biliyorum" dedi. "Hadisi münker mi, görüyorsun?" diye
sorduğumda ise: "Hadisi bilmiyorum" dedi. Hasan ve Hüseyin -Allah
onlardan razı olsun- ile ilgili olay bir tek hadistir. _- -
2- Akîka
kurbanı olarak bir kurban kesmeyi ifade eden hadis Hz. Peygamber'in (s.a.)
fiilidir; iki kurban kesmeyi ifade eden hadisler ise O'nun sözüdür. Hz.
Peygamber'in (s.a.) sözleri umumî anlam taşır, fiilleri ise kendisine mahsus
olma ihtimali taşırlar.
3. İki koyun kesileceğini ifade eden hadisler
fazlalık içermektedirler. Bu yüzden onları esas almak daha kabule şayandır.
4. Fiil caizliğe, söz müstehaplığa delâlet eder.
Her ikisini esas almak mümkündür. Şu halde ikisinden birini geçersiz saymaya
bir sebep yoktur.
5. Hasan ve Hüseyin için kurban kesme kıssası
Uhud savaşimn yapıldığı sene ve ondan sonraki sene meydana gelmişti. Ümmü Kürz
ise -Nesâî'nin Sünen-i Kübrâ'smda yazdığına göre- rivayet ettiği hadisi Hz.
Peygamber'den (s.a.) hicretin altıncı yılı Hudeybiye anlaşmasının yapıldığı
sene, Hasan ve Hüseyin için akîka kurbanı kesilmesinden (çok) sonra işitmiştir.
6. Muhtemeldir ki, Hasan ve Hüseyin kıssasıyla
kesilecek hayvanın cinsi beyan edilmek istenmiş ve akîka kurbanının koçlardan
kesileceği bildirilmiştir. Yoksa yalnız bir kurban kesilir denmek
istenmemiştir. Nitekim Hz. Âişe: "Allah Rasûlü (s.a.) kurban bayramında
hanımları adına inek kesti. Hanımlarının sayısı dokuzdu." demiştir ki,
onun bu sözden maksadı, kesilen hayvanın cinsini belirtmektir, yoksa yalnız
bir tane kesildiğini söylemek değildir.
7. Allah Teâlâ erkeği, dişiye üstün kılmıştır.
Nitekim bir âyette "Erkek, kadın gibi değildir" buyurmuştur. [735]Bu
üstünlüğün icabı erkek, hükümlerde kadına tercihlidir. Şeriat bu üstün tutma
işini şahitlik, miras ve diyet konularında bir erkeği iki kadına eşit sayarak
getirmiştir. Aynı şekilde akîka kurbanı da bu hükümlere katılmıştır.*
8. Akîka kurbanı, çocuk adına köle azad etmeye
benzemektedir. Çünkü çocuk, akîkasma rehindir. Akîka kurbanı onu bundan
kurtarır, azad eder. Erkek için iki, kız için bir koyun kesilmesi daha
uygundur. Nitekim iki kadın köleyi azad etme bir erkek köle azad etme yerine
geçer. Bu husus Tirmizî'nin Sünen'inde ve başka kaynaklarda Ebu Umâme'den rivayet
edilen hadiste şöylece ifade edilmektedir. Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki:
"Herhangi bir müslüman kişi, müslüman bir köle azat ederse bu onun
Cehen-nem'den kurtuluşu olur. Azat ettiği kölenin her bir uzvu, onun bir uzvuna
bedel olur. Herhangi bir müslüman kişi,
müslüman iki kadın köle azad etse, bu kadınlar onun Cehennem'den kurtuluşu
olur. O kadınların her bir uzvu, o kimsenin bir uzvuna bedel olur. Herhangi bir
müslüman kadın, müslüman bir kadım kölelikten azad etse bu azad ettiği kadın,
onun Cehennemden kurtuluşu olur. Azad edilen kadının her bir uzvu onun bir
uzvuna bedel olur."[736] Bu
hadis sahihtir. [737]
Ebu Davud'un,
eî-Merâsîî adlı eserinde Cafer b. Muhammed aracılığıyla onun babasından
rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Fâtı-ma'nın Hasan ve Hüseyin
-Allah onlardan razı olsun- için kestiği akîka kurbanı hakkında: "Ebenin
evine bir but gönderin. Kurbanın etinden hem siz yeyin, hem de başkalarına
yedirin. Hayvanın hiçbir kemiğini kırmayın." talimatını verdi.[738]
îbn Eymen'in Enes'ten
(r.a.) rivayet ettiği bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) kendisine
peygamberlik geldikten sonra kendisi için akîka kurbanı kesti. Bu hadisi Ebu
Davud, Mesâil adb eserinde Ahmed b. Hanbel—Heysem b. Cemîl—Abdullah b. Müsennâ[739]Sümâme^Enes
senediyle: "Hz. Peygamber (s.a.) kendisi için akîka kurbanı kesti."
şeklinde kaydediyor. Ahmed hadisi Abdullah b. Muharrer—Katâde—Enes senediyle
yine "Hz. Peygamber (s.a.) kendisi için akîka kurbanı kesti."
şeklinde rivayet etti. Mühennâ diyor ki: Ahmed; "Bu hadis münkerdir."
dedi ve Abdullah b. Muharrer'-m[740]
2avıf olduğunu söyledi. [741]
Ebu Davud'un
rivayetine göre Ebu Râfi' diyor ki: Hz. Ali'nin oğlu Hasan'm, annesi Hz. Fâtıma
(r.a.) tarafından dünyaya getirildiğinde Hz. Peygamber'in (s.a.) onun kulağına
namaz ezanı okuduğunu gördüm[742]
Akîka kurbanı
konusunda Katâde—Hasan Basrî—Semüre senediyle ri*-vayet edilen hadiste Hz.
Peygamber'in (s.a.), "Doğumunun yedinci günü akîka kurbanı kesilir ve ad
konur" buyurduğu yukarıda geçti. Meymûnî diyor İçi: Doğan çocuğa ne zaman
ad konacağını görüştük. Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel) bize: "Enes'ten rivayet
edildiğine göre üçüncü gün ad konur. Semüre ise yedinci gün ad konur
diyor*" dedi.
Sünnet etme: İbn Abbas
"Sahabiler, kendini idrak edinceye kadar çocuklarını sünnet
etmezlerdi." demiştir. Meymûnî, Ahmed'in: "Hasan el-Basrî, bebeğin,
doğumunun yedinci günü sünnet edilmesini mekruh görürdü." dediğini
işittim, demektedir. Hanbel'in rivayetine göre Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)
diyor ki: "Doğumunun yedinci günü sünnet edilmesinin bir sakıncası
yoktur. Hasan el-Basrî, bunu, yahudilere benzememek için mekruh saymıştır.
Bunda bir şey yok." Mekhûl ise: "Hz. İbrahim, oğlu İshak'ı doğumunun
yedinci günü, İsmail'i ise on üç yaşında sünnet ettirdi." demiştir. Bunu
Hallâl zikretmiştir. Şeyhülislâm İbn Teymiye: "Hz. İs-hak'ın sünnet
edilişi kendi evladı için, İsmail'in sünnet edilişi de onun kendi evladı için
bir sünnet oldu." demiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) ne zaman sünnet
edildiği konusundaki tartışma yukarıda geçti.[743]
Sahih bir rivayete
göre Hz. Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: "Allah katında en aşağılık isim,
bir adama Melikü'l-emlâk = Hükümranlar Hükümranı şeklinde konan isimdir.
Allah'tan başka hükümran yoktur."[744]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Allah katında en sevimli isim
Abdullah ve Abdurrahman; en doğru isimler ise Haris ve Hemmam'dır. En çirkin
isimler de Harb ve Mürre'dir."[745]
Yine sahih bir
rivayete göre buyuruyor ki: Erkek çocuğuna Yesâr, Rabâh, Necîh ve Eflah
isimlerini koyma. Zira sen (onu aradığında) "Orada mı?" diye
sorarsın, çocuk orada olmaz, "Hayır" cevabını alırsın[746]
Sahih bir rivayete
göre Âsiye'nin ismini değiştirmiş ve: "Sen Cemîle'sin" buyurmuştur[747]
Cüveyriye'nin ismi
Berre idi. Allah Rasûlü (s.a.) bu ismi Cüveyriye diye değiştirdi.[748]
Ümmü Seleme'nin kızı Zeyneb diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) bu ismin konmasını
yasakladı ve: "Kendinizi temize çıkarmayın. Allah, ihsan ve iyilik sahibi
olanlarınızı sizden daha iyi bilir." buyurdu.[749]
Esram'm ismini Zür'a
diye[750]'
Ebu'I-Hakem'in ismini Ebu Şurayh diye değiştirdi[751]'
Saîd b. Müseyyeb'in
dedesi Hazn'ın ismini Sehl diye değiştirdi. Kabul etmek istemedi ve:
"Sehl, çiğnenir ve basite alınır.*' dedi[752]
Ebu Davud diyor ki:
Hz. Peygamber (s.a.) Âs, Azız, Atle, Şeytan, Hakem, Gurâb, Hubâb ve Şihâb adım
taşıyan kimselerin adlarını değiştirdi, Hişâm adını koydu. Harb adım taşıyan
kimseye Silm ismini koydu. "Muzdaci"' yerine "Münbais"
adını verdi. "Arz-ı Afre" deyimi yerine "Arz-ı Hadıra"
tâbirini koydu. "Şi'bu'd-Dalâle" adını taşıyan yere
"Şi'bu'1-Hüdâ" adım verdi. "Benu'z-Zinye" kabilesinin adım
"Benu'r-Rişde" diye değiştirdi.
"Benû Muğviye" kabilesine ise "Benû Rişde" adım
verdi.[753]
İsimler, mânaların
kalıpları ve onları gösteren kılavuzlar oldukları için hikmet, isimlerle
mânalar arasında bir irtibat ve tenasübün bulunmasını, isimle mânanın
birbiriyle hiç ilişiği bulunmayan tam yabancı durumunda olmamalarını icabettirdi.
Zira hakimin hikmeti bunu kabullenmez. Realite bunun aksine tanıklık eder.
Hatta güzellik-çirkinlik, hafiflik-ağırlık ve incelik-yoğunluk hususlarında
isimlerin, kendilerini taşıyanlarda bir etkileri ve adları taşıyanların
isimlerden bir etkilenmeleri sözkonusudur. Nitekim bir şâir der ki:
"Gözlerin bir
lâkablı kimse görse, nâdir haller dışında, onun mânası, düşünsen,
lâkabmdadır."
Hz. Peygamber (s.a.)
güzel ismi severdi. Kendisine bir haberci göndermek istediklerinde ismi güzel,
yüzü güzel birini göndermelerini emrederdi/11* Gerek rüyada, gerekse uyamk
halde iken mânaları isimlerinden çıkarırdı. Nitekim gördüğü bir rüyada kendisi
ashabıyla birlikte Ukbe b. Râfi'in evinde bulunuyordu; kendilerine İbn Tâbe adı
verilen hurmadan sunuldu. Hz. Peygamber (s.a.) bunu; dünyada yücelik ve
ahirette mutlu
Bu konu içinde geçen
isimlerin Türkçe karşılıkları şöyle: Melikü'l-emlâk: Hükümranlar hükümranı,
bütün mülkün sahibi; Abduliah: Allah'ın kulu; Abdurrahman: Rahman'ın kulu;
Haris: Çiftçi, ziraatçi; Hemmâm: Azimkar, aktif; Harb: Savaş; Mürre: Tatlının
zıddı, acı; Yesâr: Kolaylık, bolluk; Rabâh: Kâr, kazanç; Necîh: İş bitiren,
sabırlı, başaran; Eflah: Umduğunu bulmuş, a.rzu ettiği her şeye kavuşmuş;
Âsiye: İsyankâr; Cemüe: Güzel; Cüveyriye: Kadıncık veya komşucuk; Berre: Çok
ihsan ve iyilik eden (Allah'ın isimlerinden biri de Berr ismidir); Esram: En
keskin; Zür'a: Tohum, tarla; Ebu'l-Hakem: Hakem babası; Şurayh: Ekini
kuşlardan koruyan yahut birini diğerine sevdiren adamcağız; Hazn: Keder,
üzüntü, sert yer; Sehî: Koiay; As: Zor, sert, sarp; Aziz: Galip, kuvvetli,
üstün (Allah'ın isimlerindendir); Atle: Obur, şerre koşan, sert, kaba; Gurab:
Karga, kar, dolu; Hubâb: Su kabarcığı; Şihâb: Alev, parlak yıldız, ateş koru;
Hişâm: Cömert; Silm: Barış; Muzdacî: Yan yatan; Münbais: Gönderilen; Arz-ı
Afre: Bakır esmeri renginde arazi; Şı'bu'd-Dalâle: Dalâlet Vadisi; Şibu'1-Hüdâ:
Hidayet Vadisi; Benu'z-Zinye: Piçler, zinaoğulları (zinye kelimesi ayrıca bir
adamın iîk doğan çocuğuna da denir); Benû Rişde: Nesebi sahihoğulian,
helâlzâ-deler; Benû Muğviye: Azdıranoğuîları.
II. Ebu'ş-Şeyh,
Ahlâku'n-Nebî, s. 274. Ebu Hureyre'den gelen bu hadisin senedinde zayıf bir
râvi vardır. Bezzâr (s.242) Büreyde'den buna benzer bir hadîs rivayet etmiştir;
râvileri sikadır. Metindeki hadis bununla güç kazanır. Sehavî,
el-Makâsıdii'l-Hasene adlı eserinde (s. 82) hadisi Ebu Hureyre ve Büreyde'den
kaydettikten sonra: "Biri diğerini takviye eder." diyor.sonun
kendilerine ait olduğu, Allah'ın kendileri için seçtiği dînin kemâle erdiği ve
hoş bir hal aldığı şeklinde yorumladı[754]
Hudeybiye anlaşmasının olduğu gün kendisine Süheyl b. Amr'm gelmesini
işlerinin kolaylaştığı şeklinde yorumladı.[755]
Hz. Peygamber (s.a.)
bir keresinde bir grup insanı bir koyunun sütünü sağmaya davet etti. Sağmak
için bir adam ayağa kalktı. Hz. Peygamber (s.a.) "İsmin ne?" diye
sordu. Adam "Mürre" cevabını verdi. Peygamberimiz "Sen
otur" dedi. Bir başkası ayağa kalktı. Ona da: "İsmin ne?" diye
sordu. Adam -sanırım- "Harb" cevabını verdi. Peygamberimiz "Sen
de otur" dedi. Bunun üzerine bir diğeri ayağa kalktı. Ona da "Senin
ismin ne?" diye sordu. Adem "Yaîş = yaşar" cevabım verince
"Sen sağ!" buyurdu.[756]
Kötü isimli yerleri ve
oralardan geçmeyi sevmezdi. Gazalarından biri sırasında iki dağ aralığına
gelince, dağların adlarını sordu. "Fâdıh ve Muhzî" dediler. Bunun
üzerine onlardan bir başka yöne saptı, aralarından geçmedi. (Fâdıh =
Utandırıcı, yüz kızartıcı iş; Muhzî = Utanç veren, yüz karası).
İsimlerle o isimleri
taşıyanlar arasında, varlıkların kalıpları ile hakikatleri arasında ve
ruhlarla bedenler arasında var olan bir irtibat, tenasüp ve yakınlık mevcut
olduğundan akıl, bunların birinden diğerine geçer. Nitekim îyâs b. Muâviye ve
daha başkaları bir şahsı görür "Adının şöyle şöyle olması gerekir"
der ve hemen hemen de bu tahminlerinde yanılmaz-lardı. Bunun zıddı, zihnin
isimden, ismi taşıyana intikal etmesi de sözko-nusudur. Örneğin; Ömer
Îbnü'l-Hattâb (r.a.) üe_hir adam arasında şu konuşma geçer:
Hz. Ömer:
—Adın nedir?
—Cemre,
—Babanın adı nedir?
—Şihâb
—Kimlerdensin?
—Huraka'dan
—Nerede oturuyorsun?
—Harretü'n-nâr'da.
—Evin nerede?
.—Zât-ı Lezâ'da.
—Çabuk git, evin
yandı.
Adam derhal gitti.
Evini aynen Hz. Ömer'in dediği şekilde buldu[757]'
(Cemre: Kor; Şihâb: Alev; Huraka: Yakanlar; Harretü'n-Nâr: Ateş ocağı; Zât-ı
Lezâ: Ateşli, alevli).
Görüldüğü gibi Hz.
Ömer, sözlerden onların ruhlarına ve mânalarına intikal etmiştir. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.), Hudeybiye günü Süheyl isminden işlerinin kolaylaşacağı
anlamını çıkarmış ve hakîkaten de öyle olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.) ümmetine
isimlerini güzel koymalarım emretti ve onlara, kıyamet günü bu isimlerle
çağrılacaklarını haber verdi. Bunda -Allah daha iyi bilir ya- herkesin
huzurunda (kıyamet günü) güzel isim ve o güzel isme uygun vasıfla çağrılmak
için isimlerin güzelliğine münasip şekilde güzel davranışlar göstermeye,
fiilleri iyileştirmeye bir tenbih vardır.
Hz. Peygamber (s.a.)
için O'nun vasfından, manasıyla uyum içinde bulunan iki isim nasıl türetildi
bir düşün! Ahmed ve Muhammed isimleri. Hz. Peygamber (s.a.) kendisinde övülen
sıfatların çokluğundan ötürü "Muhammed" ve bu sıfatların başka
kimselerin sıfatlarına karşı şeref ve üstünlükleri bulunduğundan ötürü de
"Ahmed"dir. İsim, kendisini taşıyanla tıpkı ruhun bedenle irtibatı
gibi bir irtibat sağlamıştır. Hz. Peygam-ber'in (s.a.) Ebu'l-Hakem b. Hişâm'a,
Ebu Cehl (cehaletin babası) künyesini vermiştir ki, bu onun vasıf ve manasıyla
uyum içinde olan bir künyedir. Yaratıkların bu künyeye en müstehak olanı odur.
Aynı şekilde Allah Teâlâ'mn Abduluzzâ'ya Ebu Leheb (ateş yalımı babası)
künyesini vermesi
de böyledir. Ebu
Leheb'in gideceği yer alev alev yanan, yalımları yükselen ateş olduğu için bu
künye ona daha lâyık ve daha muvafık olmuştur. Bu künyeye en müstehak ve
yaraşır olan odur.
Hz. Peygamber (s.a.)
Medine'ye geldiğinde şehrin adı Yesrib idi. Bundan başka bir isimle
bilinmezdi. Hz. Peygamber (s.a.) bu ismi "Taybe" ismiyle değiştirdi.[758]
Tesrîb (kınamak, azarlamak) kökünden gelen yesrib kelimesinin ifade ettiği şey,
tîb (hoş, temiz, güzel) kökünden gelen Taybe kelimesinin anlamında var olan
şeyle ondan uzaklaşınca bu isme hak kazandı ve bununla güzelliği bir kat daha
arttı. Böylece güzelliği, ismi almaya hak kazanmasında etkili oldu ve bu isim
güzelliğine güzellik kattı.
Güzel isim, kendisini
taşıyanı icabettirdiğinden ve onu yakından istediğinden ötürü Hz. Peygamber
(s.a.) bazı Arap kabilelerini Allah'a ve Allah'ın birliği inancına çağırırken
onlara: "Ey Benî Abdillah ( = Allah kulunun oğulları)! Doğrusu Allah, hem
sizin isminizi ve hem de babanızın ismini güzel eylemiş" diye hitap etti.
Bak, Hz. Peygamber (s.a.) babalarının isminin güzelliği ve bu isimde daveti
gerekli kılan bir anlamın bulunması münasebetiyle onları nasıl Allah'a kulluğa
davet etmiştir? Bedir savaşında düello yapan altı kişinin isimlerini düşün: Kader,
o gün, isimlerinin hallerine uymasını nasıl icabettirdi? Kâfirler şunlardı:
Şeybe, Utbe ve Velid. Üç isim de zayıflık anlamı taşır. Velîd (-yeni doğmuş
çocuk) ismi başlangıçtaki zayıflığı, Şeybe ( = ihtiyarlık) ismi nihayetteki
zayıflığı ifade eder. Nitekim Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Sizi güçsüz
olarak yaratan, güçsüzlükten sonra bir kuvvet veren, sonra da kuvvetin
ardından bir güçsüzlük ve ihtiyarlık veren Allah'dır."[759]
Utbe kelimesi ise, ateb ( = aksaklık, noksanlık) kökünden türetilmiştir. Bu adamların
isimleri başlarına gelen bir noksanlığı ve kendilerine ulaşan bir güçsüzlüğü
göstermektedir. Müslümanlardan onların akranları ise Ali, Ubeyde ve Haris idi.
Allah onlardan razı olsun. Üç isim de onların vasıflarına uygun düşmektedir[760] Bu
vasıflar: Üstün gelmek, kulluk ve ziraatçilikten ibaret olan çalışmak. Bu
sahabîler kullukları ve âhiret tarlasında çalışmaları sayesinde onlara galip
gelmişlerdir.
İsim, kendisini
taşıyanı icabettirdiği ve onda tesirli olduğu için Allah katında isimlerin en
sevimlisi, Abdullah ve Abdurrahman gibi kendileriyle Allah'ın, vasıfların en
sevimlisi ile nitelenmesini gerektiren isimler olmuştur. Kulluğun Allah ve
Rahman isimlerine izafe edilmesi, bu iki isimden başka Kahir ve Kadir gibi
isimlere izafe edilmesinden (yani Abdullah ve Abdurrahman isimleri Abdülkâhir
ve Abdüikâdir isimlerinden) Allah katında daha sevimlidir. Öyleyse Abdurrahman
ismi Allah katında Abdüikâdir isminden, Abdullah ismi ise Abdürabbih isminden
daha sevimlidir. Zira kulla Allah arasındaki ilişki hâlis kulluktur; Allah'la
kul arasındaki ilişki hâlis rahmettir. Kulun varlığı ve bu varlığının kemâli
O'nun rahmetiyle meydana gelmiştir. Allah'ın ona vücut vermesinin gayesi, kulun
severek, korkarak, ümit ederek, saygı ve tazim göstererek yalnızca Allah'a kulluk
etmesidir. Böylece Allah'a kul olur. Allah isminde, O'ndan başkasında bulunması
imkânsız olan tanrılık anlamı var olduğu için O'na kulluk etmiştir. Allah'ın
rahmeti gazabına galip ve rahmet O'nun katında gazaptan daha sevimli olduğundan
ötürü Abdurrahman ismi O'na göre Abdülkâhir isminden daha sevimli olmuştur. [761]
Her kul irade ile
hareket ettiğinden ve azmetme, karar verme iradenin başlangıcı olduğundan,
kulun hareket ve kesbi iradesine bağlı bulunduğundan ötürüdür ki, isimlerin en
doğrusu Hemmâm ve Haris isimlendir. Zira bu isimleri taşıyanlar, bunların ifade
ettiği anlamın hakikatinden uzaklaşmaz ve ayrılmazlar. Gerçek hükümranlık
yalnız Allah'a ait olduğundan ve O'ndan başka gerçek hükümran bulunmadığından
Allah katında en çirkin, en aşağılık ve O'nun en çok gazaba geldiği isim
Şâhânşah yani Hü-kümranlak Hükümranı, Sultanlar Sultanı ismidir. Çünkü böyle
bir şey Al-
lah'tan başka hiç
kimse için sözkonsu değildir. O'ndan başkasını bu isimle adlandırmak en bâtıl
bir husustur. Allah bâtılı sevmez.
Bazı ilim adamları
buna Kâdı'l-kudât ( = Kadılar Kadısı) ismini de katmışlar ve demişlerdir ki:
Kadılar Kadısı diye yalnız hak hüküm verene denir. O, haklıyı haksızdan
ayıranların en hayırlısı demektir. Bir hüküm verdiğinde ona yalnızca
"ol" der, o da oluverir.
İğrençlik, çirkinlik
ve yalanlık bakımlarından bu ismi Seyyidünnâs ( = İnsanların Efendisi) ve
Seyidü'1-küll ( = Herkesin Efendisi) isimleri izler. Bu yalnız Allah Rasûlüne
(s.a.) ait bir özelliktir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.): "Ben kıyamet günü
Âdemoğullannın efendisiyim. Bunda övünç yok" demiştir.[762]
Herhangi bir kimsenin O'ndan başkasına "Âdemoğullarmın Efendisi"
demesi caiz olmadığı gibi, "İnsanların Efendisi" ve "Herkesin
Efendisi" demesi de katiyen caiz değildir.
Harb ve Mürre
isimlerinin ifade ettikleri anlamlar nefislerin en hoşlanmadığı ve en çirkin
gördüğü şeyler oldukları için, isimlerin en çirkini Harb ve Mürre isimleri
olmuştur. Hanzale ( = Ebu Cehil karpuzu), Hazn ve bunlara benzer isimler de
buna kıyas edilir. Bu isimler, kendilerini taşıyanlarda tesir uyandırmaya ne
kadar da uygundurlar! Nitekim "Hazn" ismi Saîd b. Müseyyeb ve
ailesinde hüzün (yahut sertlik) tesiri yapmıştır. [763]
Peygamberler,
Âdemoğullarmın efendileri, ahlâkları en şerefli ahlâk ve amelleri de en sahih
ameller olduğundan ötürü onların isimleri de en şerefli isimlerdir, tşte bu
sebeple Hz. Peygamber (s.a.) ümmetini peygamberlerin isimlerini almaya teşvik
etmiştir. Ebu Davud ve Nesâî'nin Sünen'-lerinde rivayet ettikleri bir hadiste
Hz. Peygamber (s.a.): "Peygamberlerin isimleriyle adlanın."
buyurmuştur[764] Bunda hiçbir fayda
olmasa bile isim, kendisini taşıyanı hatırlatır ve anlamıyla ilgilenmeyi
icabettirir ki, bu da
bir fayda olarak yeterlidir. Mamafih peygamber ismini almak, peygamberlere ait
isimlerin korunmasını hatırlanmasını ve unutulmamasını; isimlerinin, onların
vasıf ve hallerini hatırlatmalarını sağlar. [765]
Erkek çocuğa Yesâr,
Eflah, Necîh ve Rabâh isimlerini koymayı yasaklaması, hadisde işaret ettiği
bir başka anlamdan ötürüdür. Onu da şöyle izah etmiştir: Zira sen bu isimde
birini aradığında "Orada mı?" diye sorarsın, "Hayır"
cevabını alırsın.[766] Bu
ilâve Hz. Peygambr'e (s.a.) ait ifadelerin devamı mı, yoksa araya
sokuşturulmuş (=müdrec) bir sahabî sözü müdür, işin doğrusunu en iyi Allah
bilir. Her ne olursa olsun bu isimler nefislerin hoşlanmayacağı bir uğursuzluk
düşüncesi yaratır ki bu düşünce, nefisleri, sadedinde oldukları şeylerden
alıkor. Meselâ, bir adama "Yesâr yahut Rabâh yahut da Eflah yanında
mı?" diye sorsan, o da "hayır" cevabını verse, hem sen hem de o
kimse bundan uğursuzluk çıkarırsınız. Uğursuz sayılan şey özellikle bu
düşünceye kapılanların başlarına gelir. Bir şeyi uğursuz sayıp da uğursuz
saymış olduğu şeye uğramayan, o şey başına gelmeyen kimse pek nâdirdir. Nitekim
bir şiirde denmiştir ki:
"Bil ki,
uğursuzluk ancak uğursuzluğa inanan aleyhine sözkonusudur. İşte helak
odur."
Bu sebeplerden ötürü
ümmetine şefkat ve merhameti sonsuz olan şeriat sahibi (Hz. Peygamber'in)
hikmeti, hoşlanılmayan bir şey işitmelerini yahut başlarına hoşlanılmayan bir
hal gelmesini icabettirecek sebeplerden menetmeyi ve buna sebep olan şeyleri
bir kenara bırakıp herhangi bir zarar gelmeksizin maksadı gerçekleştirecek
isimlere yönelmeyi gerekli görmüştür. En uygun olan da budur. Mamafih buna, bir
de ismin zıddımn kişiye takılması, yani en fakir insanlardan olan birine
"Yesâr = Bolluk", hiç başarısı olmayan kimseye "Necîh -
Başaran" ve ziyankârlardan olan birine "Rabâh = Kâr" adı verilip
böylece hem o kişiye ve hem de Allah'a karşı yalancı durumuna düşme hali
eklenir. Bir diğer husus, ismi taşıyan kimsenin ismin icabını yerine getirip
getirmediği araştırılır da, isminin gereğini yerine getirdiği görülmezse; bu, o
kişinin kötülenmesine ve ona sövülmesine sebep olur. Nitekim bir şiirde
denmiştir ki:
"Cehaletlerinden
sana Sedîd ( = Doğru) adım verdiler. Vallahi, sende hiç doğruluk yok. Sen
varlığı fesad olansın, kevn ü fesâd (olma-bozulma) âleminde."
Görüldüğü gibi şâir,
bu isimden hareketle ismi taşıyanı kötülemeye vol bulmuştur. Bana ait beyitler:
"Ona Salih adını
verdim. İsminin zıddıyla halk arasında döner dolaşır oldu. Sandı ki, ismi,
sıfatlarım örtecek. (Kötü) nam yapıp rezil oldu."
Nitekim öyle övgüler
vardır ki, kötüleme yerine geçer ve övülen kimsenin değerinin insanların
gözünden düşmesine sebep olur. Zira bir kimse kendisinde bulunmayan bir
özellikten dolayı övülse, nefisler derhal övüldüğü özelliği o kimsede ararlar
ve onda böyle bir özellik var sanırlar. Kişiyi o şekilde bulamayınca
kötülemeye dönerler. Ama kişi Övülmeden bırakılsa ona böyle bir zarar gelmez.
Bu kimsenin hali şuna benzer: Bir kimse kötü valilik yapsa, sonra valilikten
azledilse bu kimsenin değeri, vali olmadan önceki değerinden noksanlaşmış
olur. İnsanların gönüllerinde de sevgisi valilikten öncesine göre azalır. Bu
konuda bir şâir şöyle der:
"Bir adamı,
birine anlattığın zaman onu tasvirde aşırılık etme, orta yolu tut. Çünkü sen
aşırıya kaçarsan, o kimse hakkında zanlar, en uzak
noktaya varır. Görülmeyenin görülene
üstünlüğü bulunduğundan, büyülttüğün yerden o kimsenin kadri eksilmiş
olur."
Bir diğer husus, ismi
taşıyan kimse kendisinin öyle olduğunu sanır ve buna inanır. Böylece nefsini
temize çıkarma, onu büyültme ve başkalarından üstün görme hatasına düşer. İşte
Hz. Peygamber (s.a.) "Berre" ismini almayı bu nedenden dolayı
yasaklamış ve: "Kendinizi temize çıkarmayın. Allah, ihsan ve iyilik
sahibi olanlarınızı sizden daha iyi bilir." buyurmuştur.[767]'
Buna göre Takı,
Müttakî, Mutf, Tâi\ Râdî, Muhsin, Muhlis, Münîb, Reşîd ve Sedîd isimlerini
koymak da mekruh olur. Kâfirler bu isimleri koyduklarında onlara bu imkânı
tanımak, onları bu isimlerden herhangi biriyle çağırmak ve onlardan söz
ederken bu isimleri kullanmak caiz olmaz. Allah (c.c.) onlara bu ismi vermekten
gazaba gelir. [768]
Künye, verildiği şahıs
için bir tür hürmet ve övgü ifadesidir. Nitekim şair diyor ki
"Kendisine
seslendiğim vakit saygımdan ötürü künyesini söylerim. Onu lakabıyla çağırmam. Ayıp
ve kötü olan, lâkabdır."
Hz. Peygamber (s.a.)
Suheyb'e Ebu Yahya, Hz. Ali'ye (r.a.) -Ebu'I-Hasan künyesi yanısıra- Ebu Türâb
künyesini takmıştır. Ebu Türâb, Hz. Ali'nin en sevdiği künyesiydi. Enes b.
Mâlik'in kardeşi henüz daha ergenlik çağına girmemiş küçük bir çocuk iken
Peygamberimiz (s.a.), ona Ebu Umeyr künyesini takmıştır. [769]
Çocuğu olana da,
olmayana da künye takmak Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti idi. Ebu'l-Kâsım
künyesi dışında herhangi bir künyeyi yasakladığı sabit değildir. Sahih bir
rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.): "İsmimi alın, künyemi almayın"
buyurmuştur[770] Âlimler ihtilâf edip
konuda dört görüş ileri sürmüşlerdir:
Birinci görüş: İster
isminden ayrı olarak, ister ismiyle birlikte olsun ve ister sağlığında, ister
vefatından sonra olsun herhalükârda Hz. Peygam-ber'in (s.a.) künyesini almak
caiz değildir. Bunların dayanağı bu sahih hadisin umumi ve mutlak ifadesidir.
Bu görüşü Beyhakî, Şafiî'den aktarmıştır. Diyorlar ki: Çünkü yasaklamanın
sebebi, bu künye ve ismin ifade ettiği anlamın Hz. Peygamber'e (s.a.) has bir
özellik olmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.) şu hadisinde buna işaret etmiştir:
"Vallahi, ben hiç kimseye veremem ve hiçkimseyi menedemem. Yalnızca ben
kâsım'ım ( = paylaştırıcıyım). Em-rolunduğum yere koyarım. "[771]
Malumdur ki, bu sıfat O'ndan başkasında kemâl derecesinde bulunmaz.
Bu görüşün sahipleri
yeni doğan çocuğa Kasım ismini koymanın caiz olup olmadığında ihtilâf etmiş;
bir grup caiz sayarken, ötekiler yasak saymışlardır. Caiz görenlere nazaran
yasağın illeti, sırf kendisine mahsus olan bir künyede Hz. Peygamber'e (s.a.)
ortaklık etmemektir ki bu da isimde mevcut değildir. Yasak sayanlara nazaran
ise künyenin yasaklanışına sebep olan mânanın misli, burada isimde eşit bir
şekilde yahut yasaklanmaya daha elverişli bir biçimde mevcuttur. Bunlar
diyorlar ki: Hz. Peygamber'in (s.a.): "Yalnızca ben kasımım" sözünde,
bu ayrıcalığa (özelliğin yalnız O'na mahsus olmasına) bir dikkat çekme
sözkonusudur.
İkinci görüş:
Yasaklama, yalnızca isim ve künyesini birlikte alma için sözkonusudur. Birini,
diğerinden ayrı olarak almada bir sakınca yoktur. Ebu Davud, Sünen'inâe
"Bu İkisi Birlikte Alınamaz Görüşünde Olanlar Babı" diye bir bölüm
açıp Ebu'z-Zübeyr'in Câbir'den rivayet ettiği şu hadisi kaydeder: Hz.
Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: "İsmimi alan, künyemi almasın. Künyemi
alan da ismimi almasın."[772] Bu
hadisi Tirmizî de rivayet etmiş ve: "Bu hadis hasen-garîbtir"
demiştir. Yine Tirmizî hadisi Muhammed b. Acîân -babası Aclân- Ebu Hureyre
senediyle de rivayet etmiş ve: "Bu hadis hasen-sahihtir" demiştir.
Bu hadisin metni şöyledir: "Allah Rasûlü (s.a.), kendisinin ismi ve
künyesini herhangi bir kimsenin birlikte almasını, Muhammed Ebu'l-Kâsım ismim
koymasını yasakladı."[773] Bu
görüşün sahipleri diyorlar ki: Bu hadis, Sahihayn'daki Hz. Peygamberin (s.a.)
künyesini almayı yasaklayan hadisi takyîd ve tefsir etmektedir. Zira isim ve
künyesi birlikte alındığı vakit isim ve künyedeki ayrıcalıkta Hz. Peygamber'e
(s.a.) ortak olunmaktadır. Biri diğerinden ayrı olarak alındığında bu ayrıcalık
ortadan kalkmaktadır.
Üçüncü görüş: İsim ve
künyesini birlikte almak caizdir. Bu görüş Mâ-lik'den rivayet edilmiştir. Bu
görüşün sahipleri, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Muhammed b. Hanefiyye aracılığıyla
Hz. Ali'den (r.a.) rivayet ettikleri şu hadistir: Hz. Ali diyor ki: Hz.
Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Senden sonra benim bir çocuğum
olursa ona senin ismini koyup, künyeni vereyim mi?" diye sordum.
"Evet" cevabını verdi. Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahihtir"
diyor.[774]
Sünen-i Ebu Davud'âaki
bir rivayete göre Hz. Âişe anlatıyor: Bir kadın, Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi
ve: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben bir erkek çocuk dünyaya getirdim. Ona
Muhammed ismini koydum ve Ebu'l-Kâsım künyesini verdim. Bana, senin, bunu
hoşgörmediğini söylediler." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.):
"Benim ismimi helâl, künyemi haram kılan nedir?" yahut "Benim
künyemi haram, ismimi helâi kılan nedir?" buyurdu. [775]
Bunlar diyorlar ki:
Yasaklayıcı hadisler bir iki hadisle neshedilmişlerdir.
Dördüncü görüş:
Ebu'l-Kâsım künyesini almak Hz. Peygamber'in (s.a.) sağlığında yasak idi. O'nun
vefatından sonra caizdir. Bu görüşün sahipleri diyorlar ki: Yasaklama sebebi
ancak Hz. Peygamber'in (s.a.) sağlığına özgü bir şeydir. Zira Sahih'de
Enes'ten gelen bir rivayette deniyor ki; Bir adam Bakî mezarlığında, "Ey
Ebu'l-KâsımJ" diye seslendi. Allah Rasûlü (s.a.), ona baktı. Adam:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Ben seni kasdetmedim. Filânı çağırdım." dedi.
Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "İsmimi alın, künyemi almayın."
buyurdu[776]' Hz. Ali hadisinde de
buna işaret vardır. Hz. Ali: "Senden sonra benim bir çocuğum
olursa..." diye sormuş; Hz. Peygamber (s.a.) hayatta iken dünyaya gelecek
çocuğuna verip veremeyeceğini sormamıştır. Ancak bu hadiste Hz. Ali (r.a.):
"Bu benim için bir ruhsattı." demiştir. Sözüne değer verilmez biri
ayrıbaş çekip Hz. Peygamber'in (s.a.) künyesini almanın yasaklığına kıyas
ederek O'nun ismini koymanın da yasak olduğunu söylemiştir. Doğrusu Hz.
Peygamberdin (s.a.) ismini almak caiz, künyesini almak ise yasaktır. Sağlığında
yasak daha şiddetli idi. İsim ve künyesini birlikte almak yasaktır. Hz. Âişe
hadisi ga-rîbtir; böyle bir hadisle sahih hadise karşı konulmaz. Hz. Ali (r.a.)
hadisinin sahihliği söz götütür. Tirmizî'de, hadisi sahih sayma konusunda
biraz gevşeklik ( = tesâhül) vardır. Oysa Hz. Ali "Bu benim için bir
ruhsattı" demiştir. Bu söz de ondan başkaları için yasağın devam ettiğini
gösterir. En iyi bilen Allah'tır. [777]
Selef ve haleften bir
grup âlim Ebu İsa künyesini almayı mekruh saymış, başkaları ise caiz
görmüşlerdir. Ebu Davud'un Zeyd b. Eslem'den rivayetine göre Ömer
İbnü'l-Hattâb'ın Ebu İsa künyeii bir oğlu vardı. Mu-gîre b. Şu'be de Ebu İsa
künyesini aldı. Hz. Ömer ona: "Ebu Abdillah künyesini taşıman yetmez miydi?"
dedi. O da: "Bana künyemi Allah Rasûlü verdi"[778]
dedi. Hz. Ömer: "Allah Rasûlü'nün gelmiş ve gelecek bütün günahları
bağışlandı. Bizim emsallerimiz sayıca azaldı, bize de ne olacağım
bilmiyoruz." dedi. Bunun üzerine Mugîre b. Şu'be ölümüne kadar Ebu Abdillah
künyesini taşıdı.[779]
Hz. Peygamber (s.a.)
Hz. Âişe'ye Ümmü Abdillah künyesini vermiştir.[780]
Yine Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımlarının Ümmü Habibe ve Ümmü Seleme gibi
künyeleri vardı. [781]
Allah Rasûlü (s.a.)
üzüme "kerm" denmesini yasakladı ve "Kerm, mü'minin
kalbidir" buyurdu.[782]"
Zira bu kelime, adı olduğu şeyde hayır ve faydanın çokluğunu gösterir. Buna
lâyık olan ise üzüm asması değil, mü'minin kalbidir. Ancak burada neyin
kastedildiği hususunda iki ihtimal sözkonusudur: 1- Bu ismi üzüm asmasına
tahsis etmek yasaktır; mü'minin kalbi bu ismi almaya asmadan daha lâyıktır. Şu halde üzüm asmasına
"kerm" demek memnu değildir. Hz. Peygamberin (s.a.) "miskin,
rakûb ve müflis" kelimeleri hakkındaki sözlerinde olduğu gibi[783] 2-
Üzümden, haram olan şarap yapılırken ona bu ismi verme, haram olan bu pis içeceğin
aslının kerem, hayır ve fayda ile nitelenmesi anlamına gelir. Bu ise Allah'ın
haram saydığını medhetmeye ve nefisleri ona tahrik etmeye bir vesiledir. İşte
hadiste bu iki ihtimal sözkonusudur. Allah, Peygamberinin (s.a.) ne
kasdettiğini daha iyi bilir. En iyisi üzüm asmasına kerm dememelidir. [784]
Hz. Peygamber (s.a.)
buyurmuştur ki: "Bedevîler, (yatsı) namazının ismi konusunda size baskın
gelmesinler. Dikkat edin, bu namazın ismi ışâ'-dır. Onlar ise ateme
diyorlar."[785]
Sahih bir hadisde ise: "İnsanlar ateme ( = yatsı) ile sabah namazlarındaki
sevabı bilselerdi, (cemaatle kılmak için) emekleye emekleye bu namazlara
gelirlerdi." buyur muştur.[786]
Âlimlerden kimileri bu hadis yasağı neshedicidir diyor, kimileri ise aksini
savunuyor. Her iki görüş de doğru değildir. Çünkü (hadislerin söylendiği)
tarihi bilmek imkânsızdır. Hadisler arasında da bir çelişki yoktur. Zira Hz.
Peygamber (s.a.), ateme isminin kullanımını tamamen yasaklamış değildir. Yalnızca
Allah'ın, kitabında bu namazı kendisiyle adlandırdığı isim olan ışâ isminin
terkedilip ateme isminin buna baskın gelmesini yasaklamıştır. Bu namaza ışâ adı
verilip zaman zaman da ateme denmesinin bir sakıncası yoktur. En iyi bilen
Allah'tır. Bu davranışıyla Hz. Peygamber (s.a.), Allah'ın ibadetlere verdiği
isimleri muhafaza edip böylece sonra gelen nesillerin, naslann lâfızlarını
terketme ve bunlara sonradan çıkan ıstılahları tercih etmede yaptıkları gibi
-ki bu sebeple ne cehaletler, ne bozukluklar ortaya çıkmıştır, hesabını allan
bilir!- Allah'ın koyduğu bu isimlerin terkedilip başka isimlerin onlara tercih
edilmemesini sağlamak istemiştir. Buna benzer bir muhafazası da Allah'ın öne
aldığını öne alma, arkaya bıraktığını arkaya bırakma konusunda yapmış olduğu
muhafazasıdır. Nitekim (Safa-Merve arasında sa'y yaparken bu tepelerden ilk
zikredileni olduğu için) Safa tepesinden başlamış ve: "Allah'ın başladığından
başlarım." buyurmuştur.[787]
Kurban bayramında önce namazı kıldırdı, ondan sonra kurbanını kesti ve:
"Namazdan önce kurbanını kesenin kurbanı kabul edilmez" diye haber
verdi. O'nun böyle yapması, Kevser sûresinde Allah'ın; "Rab-bin için namaz
kıl ve kurban kes" âyetinde[788] ilk
zikrettiği şeyi önce yapmış olmak içindir. Yine Allah'ın öne aldığım önce,
sonraya bıraktığım sonra ve ortada zikrettiğini ortada yapmış olmak için abdest
alırken Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de zikretiği sırayı takip eder: Önce yüzünü,
sonra (kollarla birlikte) ellerini yıkar; sonra başını mesheder ve sonra da
ayaklarını yıkardı. Şu âyette Allah'ın önce zikrettiğini önce yapmak için
fıtır sadakasını bayram
namazından önce vermiştir: "Arınmış olan (yahut zekât veren) v<
Rabbinin adını anıp namaz kılan kurtuluşa erecektir. "[789]
Bunun örnekleri çoktur. [790]
Hz. Peygamber (s.a.),
konuşmasında ümmeti için sözlerin en iyisini, en güzelim ve en incesini
seçerdi. Çirkin, kaba ve yüz kızartıcı biçimde konuşanların sözlerine hiç
benzemeyen sözler kullanırdı. Çirkin ve yüz kızartıcı tarzda, bağırarak ve
sert bir şekilde konuşmazdı.
Koruma altına alınmış
değerli bir sözün lâyık olmayan kimseler hakkında kullanılmasından
hoşlanmazdı. Yine lâyık olmayanlar hakkında çirkin ve yerici sözler
kullanılmasını sevmezdi.
Sözkonusu birinci
kışıma dair örnekler: Bir münafığa "Efendimiz" denilmesini
yasaklayarak "O sizin efendiniz olursa, aziz ve celil olan Rab-binizi
kızdırmış olursunuz."[791]
buyurmuştur. Üzümün, "kerrn"; Ebu Ce-hil'in Ebu'l-Hakem diye
adlandırılmasını da yasaklamıştır. Aynı şekilde Ebu'l-Hakem adlı sahabînin
ismini Ebu Şurayh diye değiştirmiş ve "Şüphesiz ki hakem Allah'tır ve
hâkimiyet O'na aittir."[792]
demiştir.
Ayrıca kölenin
efendisine veya hanımefendisine "Rabbim", efendinin kölesine
"Kulum" demesini yasaklamıştır. Ancak efendi "Oğlum,
kızım",köle de "Efendim, hanımefendim" diyebilir[793]'
Tabip olduğunu! söyleyen birisine "Sen refiksin, o kadının tabibi
yaratanıdır." demiştir[794]'
Cahil kimseler, tabiata dair az bir ilme sahip olan kâfiri, halkın en sefihi
(cahili) olduğu halde, hakîm (hikmet sahibi, filozof) diye adlandırırlar.
Yine, "Kim
Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse hidayete ermiştir; kim de onlara isyan ederse
sapıtmıştır." diyen hatibe "Sen ne kötü hatipsin!" demiştir.'[795]
"Allah ve falan
kişi dilerse, demeyin; ama Allah dilerse, sonra falan kişi dilerse,
deyin."[796] sözü de bunlardandır.
Adamın birisi kendisine: "Allah ve sen dilersen" dediğinde, Hz.
Peygamber (s.a.): "Sen beni Allah'a denk mi tutuyorsun?! Sadece Allah
dilerse, desene!'[797]
buyurmuştur.
Şirkten sakınmayan
kimsenin şu sözleri de yine yukarıdaki gibi yasaklanan şirk koşma anlamına
gelir: "Ben Allah'la ve seninleyim. Bana Allah ve sen yetersin; Allah'tan
ve senden başka kimsem yok; Allah'a ve sana güveniyorum; Bu Allah'tan ve
sendendir; Gökde Allah benim için, yeryüzünde sen; Allah'a ve senin hayatına
yemin olsun..." gibi söyleyenin yaratılanı, Yaratan'a ortak koştuğu
benzer sözler. Bütün bunlar "Allah ve sen dilersen" sözünden çok daha
çirkin ve yasak sözlerdir.
"Önce Allah'la,
sonra seninleyim; Allah diler, sonra da sen dilersen" denilmesine gelince,
bunda bir sakınca yoktur. Nitekim üç kişinin başından geçenlerin anlatıldığı
hadiste geçen şu söz gibi: "Bugün evvel Allah, sonra senden başka beni
(evime) ulaştıracak yoktur."[798]
Yine: "Allah dilerse sonra falan dilerse" denilmesine izin verilen
yukarıda geçen hadis gibi. [799]
Lâyık olmayanlara
yerici, kmayıcı sözler söylenmesiyle ilgili ikinci kısma gelince; Hz.
Peygamberdin (s.a.) zamana ( = dehr'e) küfretmeyi yasaklaması buna örnektir.
Nitekim O şöyle buyurmuştur: "Allah, zamandır." Bir başka hadiste de:
"Aziz ve celil olan Allah buyurur ki: Âdemoğlu Bana eziyet eder, çünkü
zamana küfreder. Ben zamanım; zaman Benim elimdedir, geceyi ve gündüzü yönetip
döndürürüm."[800]
buyurmuştur. Bir başka hadiste ise: "Sizden biri 'Vay zamanın
musibetine!' demesin."[801] buyurmuştur.
Bunda üç büyük fesad
vardır:
ı
îlki; bu, sövülmeyecek
birşeye sövmektir. Çünkü zaman Allah'ın yaratıklarından olup dizginlenmiş,
O'nun emrine boyun eğmiş ve güdümüne girmiş bir yaratıktır. Belki zamana
küfreden küfredilmeye ve yerilip kötülenmeye daha müstahaktır.
İkincisi; zamana
küfretmek şirk ihtiva eder. Çünkü söven, ancak zamanın kendisine fayda ve
zarar verdiğini sandığı için küfretmiştir. Bununla beraber o, zararı hak
etmemiş olana zarar vermiş, iyiliği hak etmemiş olana iyilik etmiş, yüceliğe
ve ululuğa lâyık olmayanı yüceltmiş, mahrumiyete lâyık olmayanı mahrum etmiş
olmakla zalimlik yapmıştır. Kendisine sö-venlere göre zaman, zalimlerin
zalimidir. Bu hain zalimlerin zamana sövme konusundaki şiirleri gerçekten
çoktur. Yme cahillerden birçoğu zamana lanet ve kötülük yağdırır.
Üçüncüsü; onların
sövmesi ancak, bu fiilleri, yapanadır ki, şayet bu fiiller konusunda hak
onların heva ve heveslerine uymuş olsa göklerin ve yerin dengesi bozulur,
mahvolur giderler. Arzu ve istekleri gerçekleştiğinde
ise zamana hamdedip övgüler yağdırırlar.
Gerçekte zamanın yüce Rabbi veren, engelleyen, alçaltan, yücelten aziz ve zelil
kılan Allah'tır. Zamanın olayda herhangi bir payı yoktur. Zamana sövmeleri aziz
ve celil olan Allah'a sövmek demektir. Bundan dolayı Allah'a eziyet verir.
Nitekim Sahi-hayn'da Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmektedir: Hz. Peygamber
(s.a.) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ buyurur ki: Âdemoğlu zamana sövmekle
Bana eziyet eder. Halbuki zaman Benim."
Böylece zamana söven
için şu iki şeyden birisi kaçınılmazdır: Ya Allah'a sövmüştür, ya da O'na şirk
koşmuştur. Şöyle ki, zaman'm, Allah Teâlâ ile beraber işin faili olduğuna
inandığında şirk koşmuş olur; işin failinin sadece Allah Teâlâ olduğuna
inanarak sövdüğünde de, işi yapana-sövmüş olur ki (işin faili Allah olduğu
için) Allah'a sövmüştür.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) şu hadisi de bana işaret eder: "Sizden birisi 'Lanet olası şeytan'
(veya geberesice şeytan) demesin. Çünkü şeytan bunun üzerine ev gibi oluncaya
kadar büyüklenir ve 'kuvvetimle onu altettmV der. Bunun yerine 'Bismillah!'
desin, o zaman sinek gibi oluncaya kadar küçülür."[802]
Bir başka hadiste ise:
"Kul, şeytana lanet ettiğinde şeytan: 'Sen lanetlenmiş birisine lanet
ettin' der."[803]
buyurulmaktadır.
Yine, "Allah
şeytanı kahretsin", "Allah şeytanı hayırdan uzak etsin" diyenin
sözü de böyledir. Bu tür sözlerin hepsi de şeytanı sevindirir ve:
"Âdemoğlu kendi gücümle buna nail olduğumu bildi" der. Bu, şeytanın
iğvasına yardımcı olacak şeylerdendir. Söyleyene de fayda vermez. Hz. Peygamber
(s.a.), kendisine şeytandan bir vesvese bulaşan kimseye çıkış yolu olarak Allah
Teâlâ'yı zikretmesini ve Allah'ın adını anıp ondan Allah'a sığınmasını
göstermiştir. Çünkü kendisi için en yararlı olan, şeytanı ise en çok kızdıran
budur. [804]
Hz. Peygamber (s.a.),
kişinin "Habuset nefsî= İğrendim" demesini yasaklamış ve
"Lekıset nefsî = Midem bulandı" demesini tavsiye etmiştir/[805]
Her ikisinin anlamı da
birdir. Yani, midem karıştı ve tabiatı bozuldu, demektir. Rasûlullah (s.a.)
"iğrenç, pis" sözü çirkinlik ve kötülük taşıdığı için sahabenin bu
kelimeyi söylemesinden hoşlanmadı ve güzel olanı kullanmayı, çirkin olandan
uzaklaşmayı, hoş olmayan sözün ondan daha iyi-siyle değiştirilmesini tavsiye
etti.
Birşeyi kaçırdıktan
sonra, "Keşke şöyle şöyle yapsaydım" diyen kişinin böyle söylemesini
yasaklamış; "Keşke sözü, şeytanın ameline yol açar" buyurmuş ve bu
sözü söyleyene ondan daha faydalısını götermiştir. Bu da şöyle demesidir:
"Allah takdir etti, O dilediğini yapar."[806]
Çünkü kişinin "Şöyle şöyle yapmış olsaydım fırsatı kaçırmazdım" veya
"bu duruma düşmezdim" sözü, elbette söyleyene yarar sağlamayacak bir
sözdür. Zira kaçırdığını geri getiremez ve "keşke" demekle,
tökezlemesini karşılayamaz. "Keşke" sözünde iş, kendisinin takdir ettiği
gibi olsaydı, Allah'ın hükmettiği, takdir buyurduğu ve dilediği gibi olmazdı,
iddiası vardır. Zira vuku bulup (gerçekleşip) da aksini temenni ettiği şey,
ancak Allah'ın hükmü, takdiri ve dilemesi ile vuku bulmuştur. "Keşke
şöyle yapsaydım, gerçekleşenlerin aksi olurdu" dediği ise muhaldir. Çünkü
takdir edilmiş, hükmü verilmiş şeylerin aksinin olması muhaldir. O halde bu
kişinin sözü; yalan, cehalet ve imkânsızlık ihtiva eder. Kaderi yalanlamaktan
kurtulsa, "Keski şöyle yapsaydım, Allah'ın benim için takdir ettiğini
savuştururdum" sözüyle kadere karşı çıkmaktan kurtulamaz.
Denilirse ki: Bu sözde
kaderi reddetmek veya inkâr etme yoktur. Çün- i kü temenni ettiği sebepler de
aynı şekilde kaderdendir. Yani o kişi: "Bu j kaderden haberim olsaydı bu
takdirde bu kaderden ötürü o kader benden j savuşturulmamış olurdu." demiş
oluyor. Zira, kaderlerin bazısı bazısıyla \ savuşturulur. Nitekim, hastalığın
kaderi ilaçla, günahların kaderi tevbeyle, (saldıran) düşmanın kaderi cihadla
savuşturulmaktadır. Her ikisi de kaderdendir.
Buna şöyle cevap
verilir: Bu doğrudur. Fakat bu, hoşlanılmayan kaderin gerçekleşmesinden önce
fayda verir. Gerçekleştiğinde ise savuşturmanın yolu yoktur. Bunu bir başka
kaderle savuşturmaya ya da hafifletmeye yol olsa, o yol "keşke şöyle
yapsaydım" demesinden daha iyidir. Bu durumda görevi, fiilini vuku
bulanın etkisini savuşturacağı veya hafifleteceği bir yolla karşılaması, vuku
bulması ümit edilmeyen şeyi temenni etmemesidir. Çünkü bu temenni tam bir
acizliktir. Allah Teâlâ acizliği kınar ve keys'i sever ve emreder. Keys, Allah
Teâlâ'mn dünya ve ahirette kula yararlı müsebbebleri (sebebin neticesi olan
şeyleri) bağladığı sebeplere sarılmaktır. İşte bu, hayırlı amellere yol açar.
Acizlik ise şeytanın amellerine yol açar. Kul, kendisine faydalı şeylerden âciz
olduğunda ve "şöyle şöyle olsaydı" ve "keşke şöyle
yapsaydım" sözüyle asılsız emellere, hülyalara daldığında kendisini
şeytanın ameline götüren bir yol açılır. Bunun kapısı da acizlik ve
tembelliktir. Bundan ötürü Hz. Peygamber (s.a.) her ikisinden de Allah'a
sığınmıştır. İşte bu ikisi bütün serlerin anahtarıdır. Endişe, hüzün,
korkaklık, cimrilik, borca aldırış etmemek ve adamların (kendisine) baskın
gelmesi, onları gözünde büyütmesi gibi kötü huyların tamamının kaynağı acizlik
ve tembelliktir. Adresleri de "keşke"dir. Bunun için Hz. Peygamber
(s.a.): "Keşke sözü şeytanın ameline yol açar." buyurmuştur. Temenni
eden, insanların en âcizlerinden ve iflas etmişlerdendir. Çünkü temenni
müflislerin sermayesi, acizlik de her kötülüğün anahtarıdır.
Bütün isyanların,
günahların temeli acizliktir. Çünkü kul, hayırlı amellere ve ibadetlere
götüren sebeblerden ve kendisini günahlardan uzaklaştıran, günahlarla kendisi
arasına giren sebeplerden âciz olur; bu yüzden günaha düşer. Bu hadis-i şerif
Hz. Peyamber'in (s.a.) istiâzesinde (Allah'a sığınmasında) şerrin köklerini ve
dallarını, başlangıç ve neticelerini, yollarını ve kaynaklarını toplamış, bir
araya getirmiştir. O, sekiz hasleti kapsamaktadır. Herbir haslet de birbirinin
benzeri ve yakınıdır. Hz. Peygamber (s.a.): "Ya Rabbi, endişe ve hüzünden
Sana sığınırım."[807]
buyurmuştur. Endişe ve hüzün kardeştirler. Kalbe hoş gelmeyen şey, sebebi
itibariyle iki kısma ayrılır: Sebebi ya geçmişte meydana gelmiş bir iştir -ki
hüznü doğuran budur-, ya da gerçekleşmesi beklenen bir iştir -ki bu da endişe
doğurur-; her ikisi de acizliktendir. Çünkü geçmiş olan bir şey hüzünle
savuşturula-maz; aksine rıza, hamd, sabır, kadere iman ve kulun "Allah'ın
takdiri!
O dilediğini
yapar." sözüyle savuşturulabilir. Gelecekte olan şey de aynı şekilde
endişeyle savuşturulamaz. Aksine, ya onun savuşturulmasına bir çare vardır ve
ondan âciz değildir; ya da savuşturulmasına bir çare yoktur, sabırsızlık
göstermez; gereklerini kuşanır, tedbirlerini alır, lâyık olan hazırlıkları
yapar; tevhid, tevekkül, Allah Teâlâ önüne kendini bırakmak, her-şeyde O'na
teslim olup Rab olarak O'ndan razı olmak gibi sağlam bir kalkanla savunma
durumu alır; sevmedikleri dışında kalan sadece sevdiği konularda Rabbinden razı
olursa -böyle yaptığında- Rabbinden mutlak surette razı olmamıştır, Rabbi de
ondan kul olarak mutlak surette razı olmaz. Endişe ve hüzün kula elbette fayda
vermez. Bilâkis zararları faydalarından daha çoktur. Her ikisi de azmi
zayıflatır, kalbe çöküntü verir, kendisine faydalı olan hususta kulun
çalışmasının önüne geçer, ilerlemesini engeller veya geri döndürür veya ahkor
ve durdurur; ya da her gördüğünde kendisine ulaşmak için çabaladığı ve
yürümesini hızlandırdığı hedefi kulun gözlerinden perdeler, kapatırlar. Endişe
ve hüzün, hayat yolcusunun sırtında ağır birer yüktür. Fakat endişe ve hüzün,
kişiyi dünya ve ahirette kendisine zarar verecek şehvet ve arzularından
ahkorsa bu bakımdan da ondan yarar görür. İşte Aziz ve Hakim olan Allah'ın
hikmetlerin d endir ki; bu iki askeri, O'ndan yüz çeviren; O'nun muhabbetinden,
korkusundan, ümidinden, O'na tevbe ve tevekkül etmekten, O'nunla yakınlık ve
dostluk kurmaktan, O'na sığınmaktan ve O'nunla hemdem olmaktan uzak gönüllere
musallat kılmıştır ki, böylece endişeler, gamlar, hüzünler ve kalbî elemlerle
mübtela kılmak suretiyle kalbleri, onlara ait günahlardan ve alçaltıcı şehvetlerden
uzaklaştırsın. Böyle gönüller, bu dünyada cehennem gibi bir hapistedirler.
Bunlarla hayır murad olunsa bile bu gönüllerin nasipleri yine anketlerinde
cehennem hapishanesidir. Tevhid fezasına çıkmasına, Allah'a yönelmesine,
O'nunla hemdem olmasına ve.kalbindeki düşünce ve vesveselerin emeklemesi
yerine O'nun sevgisini koymasma kadar bu hapishanede kalır. Bu hapishaneden
kurtulabilmesi için Allah'ın zikri, sevgisi, korkusu, ümidi, O'nunla sevinme ve
O'nunla neşelenme, gönlünü öyle kaplamış ve orada öyle hâkim olmuş olmalı ki,
bunları ne zaman kaybederse, kendi bulunmadan son kıvamı ve onsuz devamı mümkün
olmayan kuvvetini, gücünü kaybetmiş olur. Kalb hastalıklarının en büyüğü ve en
zararlısı olan bu elemlerden gönlün kurtuluşuna bundan başka bir yol yoktur ve
buna da sadece Allah'ın yardımıyla ulaşabilir, ancak Allah Teâlâ sayesinde varabilir.
İyilikleri yalnız O verir, kötülükleri de ancak O geri çevirebilir ve bu yola
ancak Allah Teâlâ kılavuzluk edebilir. Allah Teâîâ kulu için birşey
dilediğinde, onu kuluna kolaylaştırır. Yaratmak O'ndan, hazırlamak O'ndan,
imdat O'ndan. Hangi makam olursa olsun, kulu bir makama oturttuğunda onu oraya
hamdiyle ve hikmetiyle oturtmuştur. Kula o makamdan başkası lâyık değildir ve
onun için ondan gayrisi uygun olmaz. Allah'ın verdiğini engelleyecek,
engellediğini verecek yoktur. O (c.c), kulunun hakkı olanı kulundan engellemez.
Çünkü engellemesi kuluna zulüm olur. O, kulunu, ancak kendisine kulluk yapması
için sevdiği şeyler ile kendisine tevessül etmesi, tazarru ve niyazda
bulunması, önünde baş eğmesi ve sevgi gösterisinde bulunması için engeller.
Fakirliği kuluna hak ettiği için verir. Böylece gizli açık her bir zerresinin
O'na tam bir ihtiyacı bulunduğuna kul her nefesde tanık olsun. Gerçekte de
görülen budur. Kul buna tanık olmasa, Rabbi, kulun muhtaç olduğu şeyi ne
cimriliğinden ötürü, ne hazinelerinden bir şey eksilir diye ve ne de kulun
hakkı olanı kendisine seçip almaktan ötürü kulundan meneder. Aksine Allah'ın
kulunu engellemesi, onu kendisine yöneltmek, kendisine baş eğmesiyle onu
şereflendirmek, kendisine muhtaç olmasıyla onu zenginleştirmek, önünde
kırılmakla onu gö-nüllemek ve engellemenin aeıhğıyla kuluna hıışûun tadım ve
O'na ihtiyaç duymanın lezzetini tattırmak, ona kulluk elbisesini giydirmek ve
görevden uzaklaştırmakla makamların en şereflisine eriştirmek ve kuluna
kudretindeki hikmetini, izzetindeki rahmetini, kahrmdaki iyiliğini ve lütfunu
göstermek içindir. Engellemesi vermedir, azletmesi tayin etmedir, cezası
eğitim ve terbiyedir, imtihanı sevgi ve bağıştır, düşmanlarını kuluna musallat
etmesi kulu kendisine sevkeden bir sâiktir.
Özetle; kul, Allah
Teâlâ tarafından oturtulduğu makamdan başkasına lâyık değildir. O'nun hikmeti
ve hamdi, kulu öyle yerine oturtmuştur ki, ondan başkası o makama layık olmaz
ve onun da o makamı aşması iyi olmaz. Allah Teâlâ, ihsanını ve fazlını vereceği
yerleri en iyi bilendir. Yine Allah Teâlâ, elçilik görevini kime vereceğini en
iyi bilendir. "Böylece, 'Aramızdan Allah bunlara mı iyilikte bulundu?'
demeleri için onları birbirleriyle denedik. Allah şükredenleri en iyi bilen
değil midir?"[808]
Allah Teâlâ ihsanda bulunacağı yerleri, ayrıcalık vereceği yerleri, mahrum kılacağı
yerleri en iyi bilendir. O, hamdi ve hikmetiyle verir, hamdi ve hikmetiyle mahrum
eder. Engellemenin Allah'a muhtaç olmaya, O'na baş eğmeye ve sevgi gösterisinde
bulunmaya yönelttiği kişi hakkında, engelleme ihsana dönüşmüştür. Allah'ın
ihsanı kendisini Allah'tan alıkoyan ve uzaklaştıran kimse hakkında ihsan
engellemeye dönüşmüştür. Kulu Allah ile meşgul olmaktan
alıkoyan herşey, kul için uğursuzluk ve
onu Allah'a yönelten herşey onun için bir rahmettir. Allah Teâlâ kulundan bir
şey yapmasını ister ve fiil gerçekleşmezse neticede Allah kendisi ona yardım
etmek ister. Kaldı ki Allah Teâlâ bizden daima istikamet üzere olmamızı,
kendisine yönelmemizi istemekte ve bu isteğin, kendisi bize bu konuda yardım
etmeyi ve bizim için onu dilemeyi irade buyuruncaya kadar gerçekleşmeyeceğini
de haber vermektedir. İşte bu durumda iki irade sözkonusudur: Kulun yapmayı
istemesi ve Allah'ın ona kendisinin yardım etmeyi istemesi. Kulun, fiili gerçekleştirmesi
ancak Allah'ın bu iradesiyle mümkün olur ve kul bu iradeden hiç bir şeye malik
değildir. Nitekim Allah Teâlâ: "Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz bir
şey dileyemezsiniz."[809]
buyurmaktadır. Kulun, ruhunun bedenine nisbeti gibi ruhuna nisbeti olan bir
başka ruhu bulunsa ki, bu ruhla Allah'ın kendiliğinden ona, kendisiyle kulun
fail olacağı şeyi irade etmesini icabettirsin. Aksi takdirde onun mahalli
ihsana kabil değildir. Ve ihsan doldurulacak bir kabı da yoktur. Kapsız gelen
mahrum döner. O zaman kendisinden başkasını kınamasın.
Sözün özü: Hz.
Peygamber (s.a.) endişe ve hüzünden^ki bunlar birbirine yakındır- acizlik ve
tembellikten -ki bunlar da birbirine yakındır- Allah'a sığınmıştır. Kulun
kemâle ermemesi ve salih bir zat olmaması ya gücü yetmediğindendir ki bu
acizliktir, ya da gücü yeter ama yapmak istememesinden ileri gelir ki bu da
tembelliktir. Bütün iyiliklerin elden çıkması ve bütün kötülüklerin meydana
gelişi işte bu iki özellikten doğar. Bu tür kötülüklerden biri kendi bedeninden
yararlanmayı terketmektir ki bu korkaklıktır. Bir başkası da malından
yararlanmayı terketmektir ki bu cimriliktir. Böylece o kişi hakkında iki tür
üstünlük ortaya çıkar: (Birincisi:) Hak bir sebepten dolayı kendisine üstün
gelinmesidir ki bu borcun galebe çalmasıdır. (İkincisi:) Kendisine haksız bir[810]sebepten
ötürü üstün gelinmesidir ki, bu insanların baskın gelmesidir.[811]
Bütün bu kötülükler acizliğin ve tembelliğin meyvesidir. Nitekim sahih bir
hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.) aleyhine hüküm verdiği sahabî "Allah
bana kâfidir ve O ne güzel vekildir." deyince şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Allah Teâlâ acizliği kınar. Senin üzerine düşen tedbirli
davranmandır. Seni bir iş âciz bırakırsa Allah bana kâfidir ve O ne güzel vekildir, de."
Halbuki bu sahabî tedbirli davransaydı kendi lehine ve hasmının aleyhine hüküm
verilecekken, tedbirli davranmaktan acizlik gösterdikten sonra "Allah bana
kâfidir ve O ne güzel vekildir." demiştir. Kendileriyle tedbirini almış
sayılacağı sebeplere sarılsa ve o zaman başarısız olsa da "Allah bana kâfidir
ve O ne güzel vekildir." dese idi söz yerini bulurdu. Nitekim İbrahim
(a.s.) emrolunduğu sebeplere sarılmış, terkederek acizlik göstermemiş, hiçbirini
ihmal etmemiş ama düşmanları ona galip gelerek kendisini ateşe atmışlardı ve
işte o durumda "Allah bana kâfidir ve O ne güzel vekildir." demişti.[812]
Böylece söz yerini bulmuş, yerli yerinde kullanılmış ve bu yüzden etkisini
göstermiş ve bu sözün gereği yerine gelmiştir.
İşte, Rasûlullah
(s.a.) ve ashabı da böyle yapmışlardır. Uhud savaşında, Uhud'dan
ayrıldıklarında kendilerine: "İnsanlar sizinle savaşmak üzere
toplandılar, onlardan korkunuz." denilince, silahlanıp teçhizatlarını kuşandılar
ve düşmanlarıyla çarpışmak için yola çıktılar ve onlara karşı tedbirli bir
davranış göstermiş oldular. Sonra da "Allah bize kâfidir ve O ne güzel
vekildir." dediler[813]
Bunun üzerine söz
etkisini gösterdi ve gereği yerine gelmiş oldu. îşte. bunun için Allah Teâlâ
şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir
kurtuluş yolu sağlar ve ona ummadığı yerden rızık verir. Kim Allah'a tevekkül
ederse Allah ona kâfidir."[814]
Allah Teâlâ burada tevekkülü, kendilerine sarımlması emredilen sebepleri
yerine getirmek demek olan takvadan sonra getirmiştir. İşte o zaman kul Allah'a
tevekkül ettiğinde Allah ona kâfidir. Nitekim başka bir âyette de şöyle
buyurmaktadır: "Allah'tan sakının! İnananlar Allah'a tevekkül
etsinler."[815]
Emrolu-nan sebeplere sanlmaksızm tevekkül etmek ve Allah bana kâfidir demek
sırf bir acizliktir. Buna biraz tevekkül karıştırılmış olsa bile bu acizlik tevekkülüdür.
Kul tevekkülü acizliğe, acizliği de tevekküle dönüştürmemeli-dir. Aksine
tevekkülünü, sarılmakla emrolunduğu şeyler arasına dahil etmesi gerekir ki
maksat ancak bütün bu sebeplerle tamamlanır.
Bu konuda insanlardan
iki grup yanılgıya düşmüştür: Bir grup, isteklerin elde edilmesinde tevekkülün
tek başına yeterli bir sebep olacağını zannettiler ve bu yüzden Allah'ın
hikmeti gereği müsebbeplere {-neticelere) ulaştıran sebepleri terkettiler.
Böylece bu sebepleri terketmeleri yüzünden bir tür aşırılığa ve acizliğe
düştüler. Tevekkülün gücünün, bu sebepleri ter-ketmekte olduğunu
zannettiklerinden bütün düşüncelerini bir noktaya tek-B sif edip onu bir tek
düşünce haline getirdikleri için tevekkülleri zayıfladıJ Bu bakımdan bunda bir
kuvvet olsa bile diğer bir yönden zayıflık vardır.) Her ne zaman tevekkül
tarafı tek başına alınmak suretiyle kuvvetlense, tevekkül mahalli olan
sebepteki aşırılık tevekkülü zayıflatır. Zira tevekkülün yeri bu sebeplerdir,
en mükemmeli de bu sebeplerde Allah'a tevekkül etmektir. Meselâ çiftçi toprağı
sürer, tohumu eker, sonra da bitmesinde ve filizlenmesinde Allah'a tevekkül
ederse böyle bir tevekkül etmiş olur. İşte bu kimse tevekkülün hakkını vermiş
ve toprağı boş bırakıp ekmemek suretiyle onun tevekkülü zayıflamamıştır.
Yolcunun, hızlı yürükmekle beraber yol almadaki tevekkülü ile aklı başında
tedbirli insanların Allah'a itaat hususundaki gayretleri yanında O'nun
azabından kurtulmak ve sevabım elde etmek hususundaki tevekkülleri de
böyledir. İşte bu etkisini gösteren gerçek tevekküldür ve Allah Teâlâ bunu
gerçekleştirene kâfidir. Acizlik ve kayıtsızlık tevekkülünün ise etkisi
görülmediği gibi Allah Teâlâ da böyle tevekkül edene de kefil değildir. Allah
Teâlâ, kendisine tevekkül eden kimseye ancak takva gösterdiği zaman kâfi gelir.
Takvası ise emrolunduğu sebeplere sarılmaktır, onları terketmek değil.
İkinci grup insanlar
da, sebepleri ikame ettiler, sebeplerin müsebbep-lerle bağlantısını
(sebep-sonuç ilişkisini) kanun ve kader olarak kabul ettiler ve tevekkül
yönünden yüz çevirdiler. Bu grup, elde ettiklerini sarıldıkları sebeplerle
elde etmiş olsalar da tevekkül edenlerin gücü kendilerinde yoktur. Allah
Teâlâ'nm yardımı, onlara kâfr gelmesi ve onları savunması söz konusu değildir.
Aksine tevekkülden eksilttikleri ölçüde yardımsız bırakılmışlardır,
âcizdirler.
Kuvvet, bütün kuvvet
Allah Teâlâ'ya tevekküldedir. Nitekim, seleften bir zat şöyle der: İnsanların
en güçlüsü olmak isteyen Allah'a tevekkül etsin. Tevekkül eden kimse için güç,
kifayet, imdadına yetişme ve savunulma garantisi vardır. Bunlardan ancak,
takva ve tevekkülden eksik tuttuğu kadarı kendisinden eksilir. Yoksa takva ve
tevekkülü gerçekleştirdiğinde Allah o kimse için, insanlara dar gelen herşeyden
bir çıkış yolu açmalıdır. Allah, o kimseye kâfi ve yeterli olur.
Sözün özü: Hz.
Peygamber (s.a.) insana, içinde kendi olgunluğunun zirvesi ve isteğine
kavuşması bulunan bir şeyi, kendisine yararlı olanı şiddetle arzulaması ve bu
uğurda gayret sarfetmesi yolunu göstermiştir. İşte o zaman, menfaati
kayboluncaya kadar acizlik edip kayıtsız kalan, sonra da "Allah bana
kâfidir ve O ne güzel vekildir." diyen ve Allah Teâlâ'nın kınadığı ve bu
durumda kendisine kâfi olmadığı kişinin aksine, o kimseye Allah'ı kâfi görme
(tahassüb) ve "Allah bana kâfidir ve O ne güzel vekildir" sözünü
söylemek fayda verir. Allah Teâlâ, ancak takva sahibi olup kendisine tevekkül
eden kimsenin vekilidir ve ona yeter. [816]
Hz. Peygamber (s.a.)
Allah'ı zikretme hususunda yaratılmışların en üstünü idi. Hatta her söylediği
Allah'ı zikir ve ona yakın şeyler idi. Emretmesi, yasaklaması, ümmet için
hüküm koyması Rasulullah'ın, Allah'ı zik-retmesiydi. Cenab-i Hakk'm isim ve
sıfatlarından, hükümlerinden ve fiillerinden, vaadlennden ve tehditlerinden
haber vermesi hep Rasulullah'ın Allah'ı zikretmesiydi. Hz. Peygamber'in (s.a.)
Allah'ı nimetleriyle övmesi, yüceltmesi, hamd ve teşbih etmesi hep O'nu
zikirdi. Allah'tan istemesi ve O'na dua etmesi, Allah'tan ümitvar olması ve
korkması da zikirdi. Sükut edip susması da Allah'ı kalbi ile zikretmesiydi. Her
anında, her halinde Allah'ı zikrederdi. Alıp verdiği nefeslerle birlikte
Allah'ı zikrederdi. Ayakta, otururken, yatarken, yürürken, binerken,
yolculukta, konaklamasında, seferinde ve ikametinde hep zikir halinde idi. [817]
Uyandığında şöyle
derdi:
"Bizi ölümümüzden
sonra dirilten Allah'a hamdolsun. O'nun huzurunda toplanacağız.[818]
Hz. Âişe anlatıyor:
Gece uyandığında on defa tekbir getirir, on defa hamd eder, ve on defa:Allah'ı
hamdiyle eksikliklerden tenzih ederim.", on defa: "Melik ve Kuddus olan Allah'ı
eksikliklerden tenzih ederim." der,
on defa istiğfar eder, on defa lâ ilahe illallah der, bundan sonra da on defa:
"Allah'ım! Dünya
sıkıntısından ve kıyamet sıkıntısından Sana sığınırım." der ve tekbir
getirip namaza başlardı.
Yine Hz. Âişe
anlatıyor: Geceleyin uyandığında şöyle derdi:
"Senden başka
ilâh yoktur. Seni eksikliklerden tenzih ederim. Alla-hım! Günahlarımı
bağışlamanı isterim, rahmetini dilerim. Allah'ım! îlmi-mi artır. Beni hidayete
eriştirdikten sonra gönlümü dalâlete meylettirme. Bana katından bir rahmet
ihsan eyle. Şüphesiz Sen, ziyadesiyle ihsan edensin." Her iki hadisi de
Ebu Davud rivayet etmiştir.[819]
Hz. Peygamber (s.a.)
uykudan uyanan kişinin ne demesi gerektiğim de bildirmiştir: Uykudan
uyandığında:
"Tek Allah'tan
başka ilâh yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nun-dur. Hamd O'nadır. O herşeye
kadirdir. Allah'a hamdolsun. Allah'ı bütün eksikliklerden tenzih ederim.
Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah en yücedir. Güç ye kuvvet ancak
Aliyyü'1-Azîm olan Allah'a aittir." der, sonra da: "Allah'ım, beni
bağışla." derse veya bir başka şekilde dua [820]
ederse, duasının kabul olunacağını; abdest alıp namaz kıldığında na'mazmın kabul
olunacağını haber vermiştir.[821]
Buharî rivayet etmiştir.
İbn Abbas,
Rasûlullah'ın (s.a.) yanında geçirdiği geceyi anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.)
uyandığında başını gökyüzüne doğru kaldırdı ve "Göklerin ve yerin
yaratılışında...Allah'ın varlığını gösteren deliller vardır." âyetinden
başlayarak Âl-i îmrân sûresinin son on âyetini okudu[822] ve
şöyle dua etti:
'Allah'ım! Hamd Sana.
Göklerin, yerin ve bunların içindekilerin nurusun Sert; Hamd Sana. Göklerin,
yerin ve bunların içindekilerin idarecisi-sin Sen, Hamd Sana. Sen Hak'sın.
Va'din haktır. Sözün gerçektir. Sana kavuşmak haktır. Cennet haktır. Cehennem
haktır. Peygamberler haktır. Muhammed haktır. Kıyamet haktır. Allah'ım! Sana
teslim oldum. Sana inandım. Sana tevekkül ettim. Sana sığındım. Sana yöneldim.
Davamı sana açtım ve Senin hakemliğine baş vurdum. Yapmış olduğum ve yapacağım
gizli - aşikâr bütün günahlarımı bağışla. İlâhım Sensin. Senden başka ilâh
yoktur. Güç ve kuvvet ancak Aliyyü'1-Azîm olan Allah'a aittir."[823] Hz.
Âişe anlatıyor: Geceleyin kalktığında şöyle derdi:
"Cebrail, Mikail
ve İsrafil'in Rabbi, göklerin ve yerin yaratıcısı, gizliyi aşikârı bilen
Allah'ım! Ayrılığa düştükleri konularda kulların arasında Sen hükmedersin.
İzninle hak yolunda ayrılığa düşüldüğünde beni doğruya ulaştır. Şüphesiz Sen
dilediğini doğru yola eriştirensin."[824]
Hz. Âişe,
"Namazına böyle başlıyordu." demiş de olabilir. Vitir kıldığında
namazdan sonra üç defa:
"Melik ve Kuddûs
olan Allah'ı eksikliklerden tenzih
ederim." der, üçüncü söyleyişinde sesini uzatırdı.[825]
Evinden çıktığı zaman
şöyle derdi:
"Allah'ın adıyla.
Allah'a tevekkül ettim. Allah'ım! Sapıklığa düşmekten veya düşürülmekten,
ayağımın kaymasından veya kaydırılmasından, zulmetmekten veya zulme
uğramaktan, cehalete düşmekten veya cahil görülmekten Sana sığınının."
Hadis sahihtir.[826]
Hz. Peygamber (s.a.)
buyuruyor: "Kim evinden çıktığında:
'Allah'ın adıyla.
Allah'a tevekkül ettim. Güç ve kuvvet ancak Allah'a aittir.' derse, kendisine:
Hidayete erdirildin, kifayet olundun ve korundun, denir ve şeytan ondan
uzaklaşır." Hadis hasendir.[827]
îbn Abbas, O'nun
yanında geçirdiği geceyi anlatıyor:
Hz. Peygamber (s.a.)
sabah namazına şöyle söyleyerek çıktı:
"Allah'ım!
Kalbimde bir nur, dilimde bir nur kıl. Kulağımda bir nur kıl. Gözümde bir nur
kıl. Arkamda bir nur, önümde bir nur kıl. Üstümde bir nur, altımda bir nur kıl.
Allah'ım! Bana büyük bir nur ver."[828]
Fudayl b. Merzuk'un,
Atiyye el-Avfî yoluyla rivayetine göre Ebu Saîd el-Hudrî anlatıyor: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Evinden namaz kılmak için çıkıp:
'Allah'ım! Senden
isteyenler hakkı için, beni Sana götüren şu yol hakkı için istiyorum. Ben,
taşkın bir şekilde, kibirlenerek, riyakârlıkla, gösteriş olsun diye çıkmadım.
Ancak gazabından sakınmak ve rızanı kazanmak için çıktım. Beni cehennemden
kurtarmanı, günahlarımı bağışlamam dilerim. Çünkü günahları bağışlayan ancak
Sensin.' diyen bir kimseye Allah, o kimse için istiğfar eden yetmiş bin melek
vekil kılar ve namazım bitirinceye kadar Allah, yüzünü o kulundan çevirmez.
"[829]
Ebu Davud'un
rivayetine göre: Hz. Peygamber (s.a.) mescide girdiğhv
"Kovulmuş
şeytandan yüce Allah'a, ulu zâtına, ezelî hükümranlığına sığınırım."
derdi. O böyle söylediğinde şeytan: Günün geri kalanında benden korundun, der.[830]
Rasûlullah (s.a.)
şöyle buyurdu:
"Biriniz mescide
girdiğinde Peygamber'e (s.a.) salavat okusun ve:
'Allah'ım! Bana
rahmetinin kapılarını aç!' desin. Çıktığında da:
'Allah'ım! Ben Senin
fazlından istiyorum.'[831]
Yine Hz. Peygamber'den
(s.a.) şöyle rivayet olunuyor:: Hz. Peygamber (s.a.) mescide girdiğinde,
Muhammed'e ve ailesine salât ü selâm getirir, sonra da:
"Allah'ım!
Günahlarımı bağışla ve bana rahmetinin kapılarım aç!" diye dua eder;
çıktığında da Muhammed ve ailesine salât ü selâm getirir, sonra:
"Allah'ım!
Günahlarımı bağışla ve bana ihsanının kapılarım aç!" diye dua ederdi.[832]
Sabah namazını kıldığı
zaman, güneş doğuncaya kadar namaz kılj yerde oturur ve Allah'ı (c.c.)
zikrederdi.
Sabahladığında ise
şöyle derdi:
"Allah'ım! Senin
sayende sabahladık, Senin sayende akşamladık.
nin sayende yaşayacağız,
Senin sayende öleceğiz. Senin huzurunda toplanacağız.[833]
Hadis sahihtir.
Sabahladığında şu
duayı da okurdu:
''Sabahladık, mülk de
Allah'ın olarak sabahladı. Hamd Allah'adır. Bir olan Allah'tan başka ilâh
yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nun-dur. Hamd O'nadır. O herşeye kadirdir.
Rabbim! Senden, bugünün hayrını ve bugünden sonrasının hayrım dilerim. Bugünün
şerrinden ve bugünden sonrasının şerrinden Sana sığınırım. Rabbim!
Tembellikten ve yaşlılığın kötülüklerinden Sana sığınırım. Rabbim! Cehennem
azabından ve kabir azabından da Sana sığınırım." Akşamladığında ise:
"Akşamladık, mülk
de Allah'a ait olarak akşamladı ..." şeklinde bağlayıp sonuna kadar
yukarıdaki duayı söylerdi. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[834]
Ebu Bekir Siddîk
(r.a.), Hz. Peygamber'e (s.a.): Bana, sabahladığımda ve akşamladığımda
söyleyeceğim birkaç kelime emret, dedi. Hz. Peygamber (s.a.):
"Gökleri ve yeri yaratan, görüneni
ve görünmeyeni bilen, herşeyin Rab-bi, hükümranı ve sahibi Allah'ım! Senden
başka ilâh olmadığına şahitlik ediyorum. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden
ve şirke düşürmesinden Sana sığınıyorum. Nefsime kötülük yaptığımı veya
kötülüklerimi bir müs-lümana dokundurduğumu itiraf ediyorum." demesini
buyurdu ve devam ederek: "Bunları sabahladığında, akşamladığında ve
yatağına vardığında hep söyle!" dedi.[835]
Hadis sahihtir.
Hz. Peygamber (s.a.)
buyuruyor:
"Her günün
sabahında ve her gecenin akşamında, kim üç defa:
'O'nun ismi yanında,
yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar veremeyeceği Allah'ın adıyla. O, herşeyi
işiticidir ve bilicidir.' derse ona hiçbir şey, zarar veremez." Hadis
sahihtir.[836]
Rasûlullah (s.a.)
şöyle bildiriyor: "Kim sabahladığı ve akşamladığı vakit:
'Rab olarak Allah'a,
din olarak İslâm'a, peygamber olarak Muham-med'e razıyım.' derse Allah'ın
kendisinden razı olmasına hak kazanmış olur." Tirmizî ve Hâkim, hadisin
sahih olduğunu söylemişlerdir.[837]
Yine Allah Rasûlü
(s.a.) şöyle buyuruyor: "Kim sabahladığında ve akşamladığında:
'Allah'ım! Ben, Seni,
arşını taşıyanları, meleklerini ve bütün yaratıklarını şahit tutarak
sabahladım: Sen, kendinden başka ilâh olmayan Allah'sın. Muhammed de kulun ve
RasûTündür.' derse Allah o kimsenin dörtte birini, iki defa söylerse yarısını,
üç defa söylerse dörtte üçünü, dört defa söylerse tamamını cehennemden azad
eder." Hadis hasendir.[838]
Yine Hz. Peygamber
(s.a.) buyuruyor: "Sabahladığı vakit:
'Allah'ım! Benim yahut
kullarından biri yanında sabaha çıkan herhangi bir nimet sadece Sendendir.
Ortağın yoktur. Hamd Sanadır. Şükür Sanadır.' diyen kimse, o günün şükrünü eda
etmiş. olur. Kim akşamladığı vakit bunun aynım söylerse, o gecenin şükrünü eda
etmiş olur."[839]
Hadis hasendir.
Allah Rasûlü (s.a.)
sabahladığında ve akşamladığında şöyle dua ederdi:
"Allah'ım!
Senden, dünya ve ahirette afiyet isterim. Dinim, dünyam, ailem ve malım hakkında
af ve afiyet dilerim. Allah'ım! Ayıplarımı gizle. Korkularımdan emin kıl.
Allah'ım! Beni önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan, üstümden koru. Akımdaki
yerin çökmesinden Senin azametine sığınırım."[840]Hâkim,
hadisin sahih olduğunu bildirmiştir.
Hz. Peygamber (s.a,)
yine şöyle buyurdu: "Sizden birisi sabahladığında şöyle desin:
'Biz sabahladık, mülk
de âlemlerin Rabbi Allah'a ait olarak sabaha erişti. Allah'ım! Senden, bugünün
hayrını; fethini, yardımım, nurunu, bereketini ve hidayetini dilerim. Bugünün
ve sonrasının şerrinden Sana sığınırım.' Sonra akşamladığında da aynısını
söylesin."[841]
Hadis hasendir.
Ebu Davud, Hz.
Peygamber'in (s.a.), kızlarından birine şöyle söylediğini nakleder:
"Sabahladığın vakit şöyle de:
'Allah'ı hamdiyle
teşbih ederim. Güç ve kuvvet, şanı yüce, Sulu AUah'a
mahsustur. Allah'ın dilediği olur,
dilemediği olmaz. Biliyorum ki Allah herşeye kadirdir, Allah herşeyi ilmiyle
kuşatmıştır.' Kim bunu sabahladığında söylerse akşama kadar, akşamladığında
söyleyen de sabaha kadar korunur. "[842]
Allah Rasûlü (s.a.)
Ensar'dan bir adama şöyle dedi:
— Sana, söylediğin
zaman Allah'ın endişeni gidereceği ve borcunu ödeteceği bir söz öğreteyim mi?
— Evet, ey Allah'ın Rasûlü, dedim.
Buyurdu ki:
Sabahladığında ve akşamladığında şöyle de:
"Allah'ım, endişe
ve hüzünden Sana sığınırım. Acizlikten ve tembellikten Sana sığınırım.
Korkaklıktan ve cimrilikten yine Sana sığınırım. Borca batmaktan ve insanların
bana galebe çalmalarından da Sana sığınırım." Râvi diyor kî: Bunları
söyledim, Allah endişemi giderdi ve borcumu ödeme imkânı verdi.[843]
Hz. Peygamber (s.a.)
sabahladığı vakit şöyle derdi:,
"İslâm fıtratı
üzere, ihlâs kelimesiyle, Peygamberimiz Muhammed'in (s.a.) dini üzere,
müşriklerden olmayan, hanîf ve müslim olan babamız ibrahim'in milleti (dini)
üzere sabaha eriştik."[844]
Bu hadisteki
"Peygamberimiz Muhammed'in (s.a.)"dini" ifadesi bazı
âlimlere problem olmuştur. Fakat bunun
hükmü, Rasûlullah'ın hutbelerinde ve namazlarındaki teşehhüdlerinde yer alan
"Eşhedü enne Muhamme-den Rasûlullah" sözüne benzer sözlerin hükmü
gibidir. Zira Rasûhıllah (s.a.), kendisinin, insanlara Allah'ın bir elçisi
olduğuna iman etmekle mükelleftir. Bunun Rasûlullah (s.a.) üzerine farz oluşu,
kendilerine peygamber gönderilen kimselere farz oluşundan daha büyüktür. Çünkü
O, hem kendisinin, hem de aralarından çıktığı ümmetinin peygamberidir ve O, hem
kendine, hem de ümmetine Allah'ın bir elçisidir.
Yine O'nun, kızı
Fâtıma'ya şöyle dediği naklonulmuştur: "Sabaha ve akşama çıktığında:
'Ya Hayy, ya Kayyûm!
Senden, rahmet ve bereket istiyorum. İşimi yoluna koy ve beni göz açıp
kapayıncaya kadar bile kendi başıma bırakma.' demene dair sana yaptığım
nasihati dinlemekten seni alıkoyan nedir?'[845]Naklolunduğuna
göre Hz. Peygamber (s.a.), âfetlere uğramaktan kendine şikâyet eden bir
sahâbiye: "Sabahladığında:
'Kendime, aileme ve
malıma bismillah' de, başına herhangi bir şey gelmez." Buyurmuştur.[846]
Yine naklolunduğuna
göre Hz. Peygamber (s.a.), sabahladığında şöyle demiştir:
"Allah'ım! Senden
faydalı ilim, temiz, helâl nzik ve kabul edilecek amel niyaz ederim."[847]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) yine şöyle buyurduğu naklolunmuşum "Kul, sabahladığında üç defa:
'Allah'ım! Senden
gelen bir nimet, afiyet ve koruma üzere sabahladım. Üzerimdeki nimetini,
afiyetini ve korumanı dünyada da ahirette de tamama eriştir.' der ve
akşamladığında da böyle söylerse Allah'ın bunları kendisine tamamlamasına hak
kazanmış olur."[848]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: ve akşama çıktığında her kim yedi
defa:
'Kendinden başka ilâh
olmayan Allah Teâlâ bana kâfidir. O'na tevekkül ettim. O yüce arşın Rabbidir.'
derse, Alan Teâlâ dünya ve âhiretine ait olup kendisini ilgilendiren işlerinde
ona kâfidir."[849]
Yine Allah
Rasûlün'den, (s.a.) şu sözleri günün başında söyleyen kişiye akşama çıkıncaya
kadar, günün sonunda söyleyen kişiye de sabaha çıkıncaya kadar bir belâ isabet
etmeyeceğini buyurduğu da rivayet edilmiştir:
"Allah'ım, Sen
Rabbimsin. Senden başka ilâh yoktur. Sana tevekkül ettim, Sen yüce arşın
Rabbisin; Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz, güç ve kuvvet ancak sânı
yüce Allah'a mahsustur, O'na aittir. Biliyorum ki; Allah herşeye muktedirdir ve
ilmi ile herşeyi kuşatmıştır. Allah'ım, nefsimin şerrinden ve Senin
perçeminden yakaladığın her yaratıktan Sana sığınırım. Sen bana dosdoğru yolu
öğreten Rabbimsin." Ebu'd-Derdâ'ya: "Evin yandı" dediler. O da:
"Yanmamıştır. Allah (c.c.) bunu yapmaz. Çünkü Allah Rasûlünden (s.a.)
işittiğim birtakım sözler var" dedi ve bu hadisi zikretti.[850]
Hz. Peygamber (s.a.)
buyurmuştur: "İstiğfarların başta geleni, seyyidu'I-îstiğfar, kulun:
'Allah'ım! Sen benim
Rabbimsin, Senden başka ilâh yoktur, beni Sen yarattın, ben Senin kulunum,
gücüm yettiği kadar ahdim ve va'dim üzereyim, yaptıklarımın şerrinden Sana
sığınırım, üzerimdeki nimetini kabul ve itiraf ederim, günahlarımı da kabul ve
itiraf ederim, beni bağışla, Senden başka günahları bağışlayacak yoktur.'
demesidir. Kim, sabaha çıktığında bunu yakînen inanarak okursa ve o gün ölürse,
cennete girer. Akşama çıktığında bu istiğfan yakînen inanarak okursa ve o gece
ölürse, cennete girer."[851]
"Kim sabaha ve
akşama çıktığında yüz defa:
'Allah'ı hamdiyle
birlikte teşbih ederim.'
derse, kıyamet günü söylediğinin benzeri ya da daha
fazlasmı söyleyen birileri dışında kimse onun getirdiğinden daha faziletlisini
getiremez."[852]
Yine buyurmuştur:
"Kim sabaha çıktığında on defa:
'Allah'tan başka ilâh
yoktur, O'nun ortağı yoktur, mülk O'nundur, hamd O'na mahsustur. O'nun herşeye
gücü yeter' derse; Allah, söylemiş olduğu bu sözler sebebiyle kendisine on
sevap yazar, on günahını bağışlar, on köle azad etmiş gibi olur. Allah o gün
onu kovulmuş şeytandan muhafaza eder. Akşama çıktığında söylerse, sabaha
çıkıncaya kadar benzeri mükâfat vardır."[853]
Rasûlullah buyurdu:
"Sabahladığı gün yüz defa:
'Yegâne Allah'tan
başka tann yoktur. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd O'na
mahsustur. O'nun herşeye gücü yeter.' derse, on köle azad etmiş kadar sevaba
girer; yüz sevab yazılır, yüz günahı silinir; akşam oluncaya kadar o gün
şeytandan muhafaza olunur, ondan daha çok amel işleyen bir adamdan başka hiçbir
kimse onun yaptığından daha faziletlisini yapmış olamaz. "[854]
Müsned'dc ve başka
kaynaklarda Hz. Peygamber'in (s.a.) Zeyd b. Sa-bit'e şunu öğrettiği ve her
sabah okumaları için ailesinden söz almasını emrettiği kaydedilmiştir:
"Emret Allah'ım,
buyur! Emret ve saadet buyur! Hayır elindedir, Sendendir ve Seninledir ve Sana
aittir. Allah'ım, söylediğim hiçbir söz, yaptığım hiçbir yemin, adadığım
hiçbir adak yoktur ki, Senin isteğin bütün bunların önünde olmasın, dilediğin
olur, dilemediğin olmaz. Güç ve kuvvet Sana mahsustur. Sen herşeye muktedirsin.
Allah'ım! İstediğin hiçbir rahmet yoktur ki, rahmetine bürümek istediğin
kişiye ulaşmasın' okuduğun hiçbir lanet yoktur ki lanet okuduğuna ulaşmasın,
Sen benim dünyada ve âhirette velimsin, Beni müslüman olarak öldür ve
salihlerin arasına kat. Gökleri ve yeryüzünü yoktan var eden, görüneni
görünmeyeni bilen, celâl ve ikram sahibi Allah'ım! Bu dünya hayatında Sana söz
veriyorum ve Seni şahit tutuyorum -Sen şahit olarak yetersin- ben şehadet ederim
ki: Senden başka ilâh yoktur, Senin ortağın yoktur, mülk Sana aittir, hamd
Sanadır ve Sen herşeye muktedirsin. Muhammed'in, Senin kulun ve rasûlün olduğuna
da şehadet ediyorum. Yine Şehadet ederim ki, kıyamet haktır, ve kopacağından
şüphe yoktur. Senin kabirlerdekileri dirilteceğine de şehadet ediyorum. Ve yine
şehadet ediyorum ki: Sen beni nefsime bırakırsan zafiyete, eksikliğe, günaha
ve hataya bırakmışsın demektir. Senin merhametin-. den başka bir şeye
güvenmiyorum. Günahlarımın, tamamını bağışla, günahları Senden başka
bağışlayacak yoktur. Tevbemi kabul et, şüphesiz Sen
tevbeleri çok çabuk kabul eden ve çok
merhamet edensin."[855]
Hz. Peygamber (s.a.)
yeni bir elbise giyeceği vakit onu kendi ismiyle sarık, gömlek veya rida olarak
adlandırırdı, sonra şöyle dua ederdi:
"Allah'ım, hamd
Sanadır, bunu bana, Sen giydirdin. Onun hayırlı olmasını ve yapıldığı amaçta
hayırla kullanılmasını Senden dilerim. Onun şerrinden ve kötü amaçla yapılmışsa
bu amacın şerrinden Sana sığınının." Hadis sahihtir.[856]
Hz. Peygamber (s.a.)
buyurmuştur: Kim, bir elbise giyer ve:
"Bana bunu
giydiren ve tarafımdan herhangi bir güç ve kuvvet harca-maksızın beni bununla
nzıklandıran Allah'a hamd olsun." derse; Allah geçmiş günahlarını
bağışlar.[857]
Tirmizî, Câm/lnde Hz.
Ömer'den naklediyor: Rasûlullah'ı (s.a.) şöyle söylerken işittim: "Kim
yeni bir elbise giyer ve:
'Avretimi
gizleyebileceğim ve hayatımda onunla süslenebileceğim elbiseyi bana giydiren
Allah'a hamd olsun.' der, sonra da ekşittiği elbisesini
çıkartıp tasadduk ederse, sağ olsun ölü
olsun Allah'ın muhafazası ve Allah'ın koruması altında, Allah'ın yolunda
olur."[858] Hz. Peygamber'in (s.a..)
Ümmü Halid'e yeni bir elbise giydirdiğinde, iki defa: "Eskit ve yıprat
buyurduğu sahihtir.[859]
Sünen-i İbn Mâce'de
geçmektedir: "Hz. Peygamber (s.a.) Öz. Ömdr in üstünde bir elbise gördü
de:
—Bu yeni midir, yoksa
yıkanmış mıdır?
—Yıkanmıştır.
—Yenisini giyin,
hamdederek yaşa, şehit olarak öl." buyurdu.[860]
Ailesinin yanma,
onları şaşırtacak şekilde farkına varılmadan ansızın girmezdi, aksine ailesi
girişinden haberdar olarak girerdi. Onlara selâm verirdi. Girdiğinde hal hatır
sorarak başlar veya onlardan bir şey isterdi. Kimi zaman şöyle derdi:
"Yanınızda yiyecek bir şeyler var mı?"[861]
Kimi zaman da mevcut olanlar önüne getirilinceye kadar susardı.
Hz. Peygamber'den
(s.a.) evine döndüğünde şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Beni koruyan ve
sığındıran Allah'a hamdolsun. Beni yediren ve içiren Allah'a hamdolsun. Bana
iyilikte bulunan ve iyiliğini arttıran Allah hamdolsun. Yarab! Senden beni
cehennemden korumanı dilerim."[862]
Allah Rasûlü'nün
(s,a.) Hz. Enes'e şöyle dediği de sabittir: "Ailenin yanma girdiğinde,
selâm ver, sana ve ailene bereket olur." Tirmizî, "Hasen-sahih bir
hadistir." demiştir.[863]
Sünen kitaplarında
O'ndan (s.a.) rivayet olunmuştur! "Kişi evine girdiğinde:
'Allah'ım Senden,
girişin ve çıkışın hayırlısını isterim. Allah'ın adıyla girdik ve Rabbimiz
Allah'a tevekkül ettik.' desin, sonra ailesine selâm versin. "[864]
Yine Sünen
kitaplarında şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Üç kişi Allah'ın
gözetimindedir: 1) Allah yolunda cihada çıkan gazi: Allah, ona ölümünü takdir
edip cennete koyuncaya veya sevab ve ganimetten kazandıklanyla döndürünceye
kadar Allah'ın gözetimindedir. 2) Mescide giden: Allah onun ölümünü takdir
edip cennete koyuncaya veya sevap ve ganimetten kazandıklanyla geri
döndürünceye kadar Allah'ın gözetimindedir. 3) Evine selâmla giren, Allah'ın gözetimindedir."
Hadis sahihtir.[865]
Yine Hz. Peygamber'in
(s.a.) şöyle buyurduğu sahihtir:
"Kişi evine girer
de, girişi sırasında ve yemek yerken Allah'ı anarsa (yani besmele çekerse);
şeytan, avanesine: 'Size burada gecelemek ve akşam yemeği yok,' der.[866] Eve
girer de, girişi sırasında Allah'ı zikretmezse, şeytan, avanesine: 'İşte
geceleyeceğiniz yer.' der. Yemek sırasında Alla"! anmadığında da: 'İşte
size geceleyeceğiniz yer ve akşam yemeği.' der." Bu hadisi Müslim,
aktarmıştır.[867]
Sahihayn'da. geçtiğine
göre; Hz. Peygamber (s.a.), tuvalete girişi| r asında:
"Allah'ım, erkek
ve dişi şeytanlardan maddi ve manevi pisliklerden Sana sığınırım."
diyordu.[868]
Ahmed b. Hanbel'in
kaydettiğine göre tuvalete girene, bunu okuma! m emretmiştir.[869]
Yine Hz. Peygamber'den
(s.a.) rivayet olunmuştur: İçinizden biri|t|Li-valete gittiğinde:
Allah'ım! Görünen-görünmeyen, maddi-manevi
bütün pisliklerden kovulmuş şeytandan Sana sığınırım." demeye üşenmesin.[870]
Hz. Peygamber
(s.a.)den rivayet edilmiştir:
"Âdemoğullannm
avretlerini cinlerden perdeleyen şey, birinizin tuvalete girdiğinde 'Bismillah'
demesidir."[871]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bevlederken kendisine selâm veren bir adamın selâmını almadığı sâbittir.[872]
Ve Allah Teâlâ'mn
abdest bozarken konuşana hiddetlendiğini şöylece haber vermiştir: "İki
kişi konuşup avretlerini açarak birlikte ayak yoluna gitmesin. Çünkü Allah
Teâlâ bu davranışa hiddetlenir.[873]
Daha önce de geçtiği
gibi Hz. Peygamber (s.a.), küçük ve büyük abdest bozarken kıbleyi önüne ya da
arkasına almıyordu. Kendisi Ebu Ey-yûb, Selmân-ı Fârisî, Ebu Hureyre, Ma'kıl b.
Ebî Ma'kıl, Abdullah b. el-Hâris b. Ceze1 ez-Zübeydî, Câbir b. Abdullah ve
Abdullah b. Ömer'in -Allah onlardan razı olsun- rivayet ettikleri hadislerde
bunu yasaklamıştır. Bu hadislerin geneli sahihtir, diğerleri ise hasendir.
Bunlarla çelişen hadislerin ise ya senedleri illetlidir, ya delâlet itibariyle
zayıftır. Binaenaleyh bu konuda Hz. Peygamber'den (s.a.) gelen meşhur
rivayetlerdeki nehyin açık ( = sarih) ifadesi reddolunamaz. Meselâ, Irak'ın Hz.
Âişe'den aktardığı hadis gibi: Rasûlullah'a (s.a.), insanların cinsel
organlarını kıbleye çevirmeyi mekruh gördükleri söylendi. "Böyle yapmışlar
ha! Tuvaletimin yüzünü kıbleye doğru döndürün!" buyurdu. Hadisi İmam
Ahmed rivayet etmiş [874]ve,
mürsel de olsa, ruhsat hususunda rivayet edilen hadislerin en hasenidir,
demiştir. Fakat aralarında Buharî'nin de bulunduğu diğer hadis imamları hadisi
kusurlu bulup sabit görmemişlerdir. İmam Ahmed'in sözü, hadisin
sabit veya hasen olmasını gerektirmez.
Tirmizî ise, el-İlelü'l-Kebîr adlı eserinde hadis için: "Ebu Abdullah
Muhammed b. İsmail el-Buharî'ye bu hadisi sordum, 'Hadiste muztariplik vardır,
bence sahih olan, bunun Hz. Âişe'nin kendi sözü olmasıdır' dedi." demektedir.
Ben de derim ki:
Hadisin başka bir illeti daha vardır: Bu da Irak ile Hz. Âişe arasındaki
kesintidir, Irak, Hz. Âişe'den işitmemiştir. Hadisi Abdülvehhab es-Sakafî,
Halid el-Hazzâ'dan, o bir adamdan, o da Hz. Âişe'den rivayet etmiştir. Hadisin
bir başka illeti de, Hâlid b. Ebu's-Salt'm zayıflığıdır.
Yasaklanmadığına dair
hadislerden biri de Câbir hadisidir: "Rasûlul-lah (s.a.) ufak abdest
bozarken kıbleye yönelinmesini yasaklamıştı, fakat vefatından bir yıl önce
O'nun (s.a.) kıbleye yöneliğini gördüm."[875] Tirmizî,
bu hadisi hasen-garib görmüş ve ei-îlel'dc: "Muhammed'e, yani Bu-harî'ye
bu hadisi sordum; sahih bir hadistir, onu İbn îshak'tan başkaları da rivayet
etmiştir, dedi." demiştir. Buharî'nin muradı, şayet hadisin îbn Ishak'tan
gelişinin sahih olduğu ise bu bizzat hadisin sahih olduğunu göstermez. Eğer
bizzat hadisin sıhhatini kasdetmişse, o ayniyle vâkidir. Hükmü de
"Rasülullah'i (s.a.) Kabe'yi arkasına alarak ihtiyaç giderirken" gördüğünü
ifade eden îbn Ömer hadisinin hükmü gibidir. Bu da altı ihtimal taşır:
a) Yasaklanmasının kaldırıldığına,
b) Kaldırılmadığına, yani yasaklandığına.
c) Hz. Peygamber'e (s.a.) has bir davranış olduğuna,
d) Binalara has bir davranış olduğuna,
e) Yerin
veya başka bir şeyin gerektirdiği bir özürden dolayı olduğuna.
f) Açıklamak için yapıldığına. Çünkü yasaklama,
haram oluşundan değildir.
Bu ihtimallerden
birisini kesin tayinde bulunmaya'yol yoktur. Câbir hadisi, bu ihtimallerden
ikincisine muhtemel değilse de bu ihtimalden ötürü meşhur, açık ve sahih
yasaklama hadislerinin terkedilmesine de yol yoktur. İbn Ömer'in: "Bunu
ancak sahrada (açıkta) iken yasakladı" sözü kendişinin yasaklamayı açık
alana has olarak anlamasındandır, yoksa yasaklayıcı ifadenin aktarılışı
değildir. Bu anlayış, yasağın genel olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin açık
alanla binayı ayırdedenleri güç durumda bırakan çelişkiden selamette olması
yanında Ebu Eyyub'un, yasaklamanın genel olduğu şeklinde anlayışına da
terstir. Onlara: "Binalarda kıbleye yönelmeyi caiz kılan engelin ölçüsü
nedir?" denilir. Oysa ayirdedici bir ölçüden sözet-mek mümkün değildir.
Mutlak olarak binanın kendisinin bunu caiz kıldığını söylerlerse, küçük abdest
bozanla Kabe arasında binada olduğu gibi uzak veya yakın bir dağın araya
girmesi ile açık alanda da caiz olması gerekirdi. Hem yasaklama kıble yönüne
saygı göstermektir ve bu durum, açıkta olsun, binada olsun fark etmez, bizzat
Kabe'ye has bir özellik de değildir. Nice dağlar ve tepeler, küçük abdest
bozanla Kabe arasında, bina duvarlarının engel olduğu gibi birer engel, hatta
daha büyük bir engel olmaktadırlar. Kıble yönüne gelince, küçük abdest bozanla
onun arasında herhangi bir engel yoktur ve yasaklama bizzat Kabe'ye değil Kabe
yönünedir. Bunu iyi düşün.
Ayak yolundan
çıktığında: "Allah'ım bağışla. [876] derdi.
Yine Hz. Peygamber'in
(s.a.) şöyle dediği de rivayet edilmiştir:
"Benden sıkıntıyı
gideren ve bana afiyetler ihsan eden Allah'a ham-dolsun." Hadisi İbn Mâce
zikretmiştir.[877]
Hz, Peygamber'in
(s.a.), ellerini içinde su bulunan bir kaba koyduğu ve sonra sahabîlere:
"Allah'ın adıyla (besmele ile) abdest alın." buyurduğu rivayet edilmiştir.[878] Hz.
Peygamber'in (s.a.) Câbir'e (r.a.) "Bana bir abdest suyu iste."
dediği, su getirilince de: "Ey Câbir, al, ellerime dök
ve 'Bismillah' de!" buyurduğu
sabittir. Câbir (r.a.): Abdest suyunu döktüm ve 'Bismillah' dedim;
parmaklarının arasından suyun fışkırdığını gördüm, diyor."[879]
Ahmed b. Hanbel'in Ebu
Hureyre, Saîd b. Zeyd ve Ebu Saîd el-Hudrî'den (r.anhum) rivayet ettiğine göre
Hz. Peygamber (s.a.): "Abdest esnasında besmele çekmeyen abdest almış
değildir." buyurmuştur. Bu hadislerin senedlerinde zayıflık vardır.[880]
Hz. Peygamber (s.a.)
buyurmuştur: "Kim güzelce abdest alır, sonra da:
'Allah'tan başka ilâh
olmadığına, O'nun tek olduğuna, ortağı bulunmadığına şehadet ederim.
Muhammed'in O'nun kulu ve rasûlü olduğuna da şehadet ederim.' derse, ona
cennetin sekiz kapısı açılır, hangisinden isterse, ondan girer." Hadisi
Müslim kaydetmiştir.[881]
Tirmizî ise bu
şehadetten sonra:
"Allah'ım! Beni
tevbe edenlerden eyle. Beni (her .türlü maddî-manevî pisliklerden) arınmış
kimselerden eyle." duasını da eklemiştir.[882]
İmam Ahmed de:
"Sonra bakışlarım gökyüzüne çevirdi."[883]
ilâvesinde bulunmuştur. İbn Mâce ise Ahmed'le birlikte: "Bunu (yani
Müslim'in rivayet ettiğini) üç defa söyledi." diye eklemiştir.[884]
Bakî' b. Mahled,
Müsned'inde, Ebu Saîd el-Hudrî'den merfû olarak aktarıyor: "Kim, abdest
alır, abdestini bitirdikten sonra:
'Allah'ım! Her türlü
eksiklikten münezzehsin. Hamd Sana, şükran Sana! Şehadet ederim, Senden başka
tanrı yoktur. Affına sığınır, Sana (günahlarımdan) tevbe ederim.' derse, bu
söylediği beyaz bir kağıda yazılır, bir mühürle mühürlenir, sonra arşın altına
kaldırılır. Kıyamet gününe kadar mührü kırılıp, açılmaz." Bu hadisi Nesâî,
ei-Kebîr adlı eserinde Ebu Saîd el-Hudrî'den, Abdest Aldıktan Sonra Okudukları
Bâbı'nda kaydetmiş ve yukarıda geçen bazı şeyleri zikretmiştir.[885]
Sonra da sahih bir isnadla Ebu Musa el-Eş'arî hadisini rivayet etti: Ebu Musa
anlatıyor: Rasûhıllah'a (s.a.) abdest suyu getirdim. Abdest aldı. Sonra O'nun
şöyle dua ettiğini duydum:
*'Allah'ım,
günahlarımı bağışla! Evime bolluk bereket ihsan et! Rızkımı mübarek kıl!"
—Ey Allah'ın
Peygamberi, sizin şöyle dua ettiğinizi duydum, dedim.
—"(Dua edip,
Allah'tan dilemediğimiz) bir şey kaldı mı?" buyurdu. İbnü's-Sünnî, hadisi,
'Abdest Aldıktan Sonra Okudukları Bâbı'nda kaydetmiştir.[886]
Hz. Peygamber'den
(s.a.) ezanın tercî'li ve tercî'siz okunmasının sünnet olduğuna, kamet lafızlarım
çift ve tek olarak meşru kıldığına dair hadisler gelmiştir. Ancak kamet
kelimesi, "Kad kâmeti's-Salâtü" nün iki defa söylenmesine ait Hz.
Peygamber'den (s.a.) nakledilen haber sahihtir, tek söylenmesine dair
kesinlikle sahih hiçbir hadis rivayet edilmemiştir. Yine aynı şekilde Ö'ndan
gelen ezanın başındaki tekbîrin (Allahu ekber sözünün) 4 defa tekrarlanması
yolundaki rivayet sahihtir, yalnız iki defa tekrarlanması yolundaki rivayetse
sahih değildir.
"Bilâl'e
cümleleri ezanda çift, kamette tek okunmasını emir buyurdu."[887]
hadisine gelince, çift sözü dörtle çelişmez.[888]
Kaldı ki dört defa okumak, gerek Abdullah b. Zeyd, gerek Ömer b. el-Hattâb ve
gerekse Ebu Mahzura'dan (r.anhum) gelen hadislerde açık bir ifadeyle sahih olarak
rivayet edilmiştir.
Kamette cümlelerin
birer kere söylenmesine gelince, tbn Ömer'den (r.an-huma) bundan kamet
kelimesinin müstesna olduğu sahih olarak nakledilmiştir: İbn Ömer anlatıyor:
"Hz. Peygamber (s.a.) zamanında Ezan ikişer ikişer, kamet ise (Kad
kameti's-Salâtu) cümlesi dışında teker tekerdi.'* Nitekim Sahih-i BuharTĞt de
Hz. Enes'in rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.)» BilâFe, ezan sözlerini
ikişer, kamet kelimesi dışındaki kamet sözlerini de birer kere okumasını
emretti.[889] Abdullah b. Zeyd ve
Ömer'in rivayetlerinde, kamette Kad kameti's-Salâtu) sözünün iki kere
okunacağının belirtildiği sahihtir.
Ebu Mahzura'nın diğer
ezan sözlerinin yanında kamet kelimesinin de iki kere okunacağım belirten
rivayeti de sahihtir. Bu şekillerin hepsi, bazısı diğerlerinden faziletli olsa
da caizdir, kifayet eder ve hiçbirinde kerahat yoktur. İmam Ahmed, Bilâl'in
ezanını ve kametini; îmam Şafiî Ebu Mahzura'nın ezanını, Bilâl'in kametini;
Ebu Hanife Bilâl'in ezanını, Ebu Mahzura'nın kametini; İmam Mâlik de
Medinelilerin tatbikatım, kamet ve ezanda ikişer kere tekbir getirmelerini ve
kamet kelimesini yalnız bir kere okumalarını almıştır. Allah hepsine rahmet
etsin. Çünkü onlar, sünnete uymak yolunda ictihadda bulunmuşlardır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) ezan sırasında ve ezandan sonra okuduklarına gelince; ümmeti için bu
konuda beş çeşit sünnet koymuşlardır:
1- Birincisi:
Ezanı işitenin, müezzinin söylediklerini tekrar etmesi, ancak "Hayye
ale's-salâh" ve "Hayye ale'l-felâh" sözleri yerine "La
havle ve lâ kuvvete illâ billah" sözünü söyleyerek tekrar etmesi konusundaki
rivayet sahihtir.[890]'
Hz. Peygamber'den (s.a.) Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah sözüyle[891]
Hayye ale's-salâh ve
Hayye ale'l-felâh sözünün birlikte söylenmesiyle yalnızca Hayye ale's-salâh ve
Hayye ale'l-felâh sözünün söylenmesi konusunda herhangi bir haber
aktarılmamıştır. Hz. Peygamber'in (s.a.) sahih sünneti; bu iki sözün yerine 'Lâ
havle ve lâ kuvvete illâ billâh' denilmesidir. Bu, hem müezzinin ve hem de
ezam dinleyenin durumuna uygun düşen hikmetin gereğidir. Çünkü ezan kelimeleri
zikirdir, dolayısıyla dinleyenin onları tekrarlaması sünnettir. Hayye
ale's-salâh ve Hayye ale'l-felâh sözü ise ezanı işiteni namaza çağırmadır,
dolayısıyla ezanı duyanın bu çağrıya karşılık verebilmek için yardım ifade eden
cümleyle yardım dilemesi sünnettir. Yardım isteme cümlesi ise: Lâ havle ve lâ
kuvvete illâ billah) el-Aliyyi'1-Azîm, de-mesidir.[892]
2. İkincisi:"Ben
de Allah'tan başka tanrı olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna
şehadet ederim. Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı Rasûl olarak da Muhammed'i
kabul ettim." denilmesidir. Hz. Peygamber (s.a.) bunu okuyanın
günahlarının bağışlanacağını haber vermiştir.[893]
3. Üçüncüsü: Müezzine icabetinden sonra Hz. Peygamber'e (s.a.)
sa-lâvat okunmasıdır. Hz. Peygamber'e (s.a.) okunacak ve O'na ulaşacak sa-lavâtlann
en mükemmeli, ümmetine kendisi için okumalarını öğrettiği îb-rahimî salâvattır.
Bilgiçlik taslayanlar, her ne kadar bilgiçlik taslasalar da bundan daha
mükemmel bir salâvat yoktur.
4. Dördüncüsü: Hz. Peygamber'e (s.a.) salâvattan sonra:
"Bu eksiksiz
çağrının, vakti giren kılınacak namazın Rabbi olan Allah'ım! Muhammed'e
vesileyi ve fazileti ihsan et ve O'nu vadettiğin Makâm-ı Mahmûd'a eriştir.
Şüphesiz Sen vadinden caymazsın." demesidir.[894]
Makâm-ı Mahmûd sözü el-Makâm el-Mahmûd şeklinde değil, yukarıda geçtiği gibi
elif ve lâm (harf-i tarif) olmaksızın "Makâmen Mahmuden" şeklinde
rivayet edilmiştir ve Hz. Peygamber'den (s.a.) böyle rivayeti sahihtir.[895]
5. Beşincisi:
Bundan sonra kendisine dua edip Allah'ın fazlından, kereminden istemesidir. Çünkü
bu kimsenin duası kabul edilir. Nitekim Sünen kitaplarında Hz. Peygamber'in
(s.a.), "Dediklerini, yani müezzinlerin ezanda söylediklerini tekrarla,
bunu bitirince Allah'tan iste, istediğin verilir." buyurduğu kayıtlıdır.[896]
İmam Ahmed
kaydetmiştir. Hz. Peygamber (s.a.): "Kim müezzinin ezamnı işittiğinde:
'Bu eksiksiz
davetin ve fayda veren namazın Rabbi
olan Allah'ım, Muhammed'e salât eyle, kendisinden sonra bir daha gazap
bulunmayan bir rıza ile razı
ol.' derse, Allah duasını kabul eder."'[897]
Ümmü Seleme anlatıyor:
Rasûlullah (s.a.) akşam ezanı okunurken:
"Allah'ım! İşte
gecenin başlangıcı, gündüzün sonu ve müezzinlerin sesleri! Artık beni
bağışla!" dememi öğretti. Bunu Tirmizî kaydetmiştir.[898]
Hâkim, Müstedrek'te
Ebu Ümâme'den merfû olarak rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (s.a.) ezanı
işittiğinde:
"Bu eksiksiz,
icabet olunan davetin ve kendisinden ötürü dualara icabet olunan hak davetin
ve takva kelimesinin Rabbi olan Allah'ım! Beni bu inanç üzere öldür, ona bağlı
olarak yaşat, kıyamet günü amel yönünden bu inanca sahip salih kimselerden
eyle!" derdi.[899]
Beyhakî bunu İbn
Ömer'den mevkuf (yani onun sözü) olarak rivayet ediyor.
Hz. Peygamber'in
(s.a.), kamet kelimesi okunurken: "Allah onu (namazı) kıldırsın ve devam
ettirsin." dediği aktarılmıştır.[900]
Sünen'de Hz.
Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet ediliyor:
"Ezan ile kamet
arasında yapılan dua geri çevrilmez. Nasıl dua edelim, ey Allah'ın Rasûlü?
dediler. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Allah'tan, dünya ve âhirette afiyet
vermesini isteyin." buyurdu. Hadis sahihtir.[901]
Yine aynı konuda Hz.
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İki vakit vardır. O vakitlerde göğün
kapıları açılır ve dua edenin duası pek geri çevrilmez: Ezan okunduğunda ve
Allah yolunda savaş için saf bağlandığında... [902]
Hz. Peygamber'in (s.a.) namaz
içinde namazdan ayrıldıktan sonra okuduğu duaları, bayram namazları, cenaze ve
küsûf namazlarında okuduğu duaları yukarıda genişçe geçti. Yine Hz.
Peygamber'in (s.a.) güneş tutulduğunda, tutulma sona erinceye kadar Allah'ın
zikrine sığınılmasını emrettiğini, küsûf namazında ayakta ellerini kaldırarak
güneş tutulması geçinceye kadar tesbîhatta bulunduğunu, tehlil ve tekbir
getirdiğini, hamd ve dua ettiğini yukarıda tafsilatıyla anlattık. Allah en iyi
bilendir. [903]
Rasûlullah (s.a.)
Zilhicce'nin onuncu gününde çok dua eder; tehlil, (lö ilahe illallah) tekbir
(Allahu ekber) ve tahmid'in (elhamdülillah) bu günde çok söylenilmesini
emrederdi.[904]
Allah Rasûlü'nden
(s.a.) naklolunduğuna göre; arefe günü sabah namazından, teşrik günlerinin son
ikindi namazına kadar "Allahu ekber, Allahu ekber, la ilahe illallahu, vallahu
ekber, velillahilhamd [905]diyerek
tekbir getirirdi. Bu hadisin isnadı her ne kadar sahih değilse de, uygulama
buna göre yapılmaktadır. Bu hadisin lafzı, hadisin evvelindeki tekbir (Al-lahu
ekber)'in iki kere olduğu şeklinde rivayet edilmiştir. Hadisin evvelindeki
tekbirin iki yerine üç kere olması ise, Câbir ve İbn Abbas'dan "Onlar
tekbiri sadece üç kere söylerdi." şeklinde rivayet olunan bu bir hadise dayanmaktadır.
Her iki rivayet de hasendir.
İmam Şafiî: "Şayet bir
kimse buna ziyade ederse, lafızlarım
söylemesi daha iyi olur" demiştir. [906]
Allah Rasûlü'nden
(s.a.) şöyle dua ettiği rivayet olunur:
"Ey Allah'ım! Bu
ayı bizlere emniyet ile, ihsan ile, selâmet ile, islâm ile göster. (Ey hilâl!)
Benim de, senin de Rabbin Allah'tır. "[907]
Tirmizî, hadise; hasen-garîbtir, demiştir.
Hilâli gördüğünde şu
şekilde dua ettiği de rivayet edilmiştir: "Allahu ekber. Ey Allah'ım! Bu
hilâli (ayı) bizlere emniyet ile, iman ile, selâmet ile, İslâm ile, sevdiğin ve
razı olduğun amellere muvaffakiyet ile göster. Ey hilâl! Bizim de senin de
Rabbin Allah'tır."[908]
Bunu Dârimî rivayet etmiştir.
Ebu Davud'un,
Katâde'den rivayetine göre, Rasûlullah (s.a.) hilâli gördüğünde, üç kere:
"Hayır ve doğruluğun hilâli! Hayır ve doğruluğun hilâli! Seni yaratana
iman ettim!" der; sonra: "Şu ayı götürüp bu ayı getiren Allah'a
hamdolsun."[909]
buyururdu. İsnad zincirinde leyyin râviler vardır.
Sünen'in bazı nüshalarında
naklolunduğuna göre Ebu Davud: "Bu konuda Hz. Peygamber'den (s.a.) sahihmüsned
bir hadis rivayet edilmemiştir. "[910]
demiştir. [911]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) yemekten önce ve sonra yaptığı dualar:
Rasûlullah (s.a.)
mübarek ellerini yemeğe uzattığında "Bismillahi= Allah (c.c)ın ismiyle
yemeğe başlarım" der, besmele ile yemeğe başlamayı emreder ve
"Sizden biriniz yemek yiyeceği zaman besmele çeksin. Başlangıcında
besmele çekmeyi unutursa desin."[912]buyurdu.
Hadis, hasen-sahihtir.
Yemekte besmele
çekmek, sahih görüşe göre vaciptir. Bu, Hanbeîî mez-. hebi fakîhlerinin iki
görüşünden birisidir. Yemekte besmeleyi emreden hadisler sahih ve sarih
(açık)tır. [913] Bu hadislerde kapalılık
yoktur. Bunlara muhalefet etmeyi caiz gören ve bunları zahirinden başka mânaya
hamleden bir icmâ da yoktur. Besmeleyi terkeden kişinin yemesi ve içmesinde
ortağı şeytandır.
Burada zaruri olarak
şu mesele ortaya çıkıyor:
Yemek yiyenler topluca
olduğunda içlerinden birinin besmele çekmesiyle şeytanın, onların yemeğinde
ortaklığı sona erer mi, yoksa hepsinin besmele çekmesiyle mi şeytanın ortaklığı
sona erer?
îmam Şafiî: Bir
kişinin besmele çekmesi, diğerlerine de yeterlidir, demiş ve bu meseleyi,
toplumdan bir kişinin selâmı almasının, aksırana gruptan birinin rahmet
dilemesinin yeterli olması gibi değerlendirmiştir.
Demliyor ki: Şeytanın
ortaklığı b kişiden, bizzat kendisi besmele çekmedikçe sona ermez. Başkasının
besmele çekmesi, onun için yeterli değildir.
Huzeyfe (r.a.) hadisi
buna işaret etmektedir:
Rasûlullah'Ia (s.a.)
birlikte bir yemeğe gittik. Bir cariye koşar gibi geldi elini yemeğe uzattı.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) cariyenin elini tuttu. Daha sonra bir a'râbî
geldi. Allah Rasûlü (s.a.) onun da elini tuttu ve buyurdu ki: "Muhakkak
şeytan besmele çekilmeden başlanan yemekten yemek ister. Şeytan, bu cariye ile
yemeğe katılmak istedi, elini tuttum. Daha sonra bu a'rabf ile geldi yine elini
tuttum. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, şeytanın eli, cariye
ve a'rabînin eliyle birlikte avu-cumdadır. [914]Sonra
Allah Rasûlü (s.a.) besmele çekti ve yemekten yedi.
Şayet bir kişinin
besmele çekmesi yeterli olsaydı, şeytan bu yemeğe elini hiçbir şekilde uzatamazdı.
Bu görüşe şu şekilde
cevap verilir: Rasûlullah (s.a.) önce elini yemeğe uzatıp sonra besmele
çekmedi. Ama ilk önce cariye besmele çekmeden elini uzatmıştı. A'rabî de böyle
yapmıştı. Bundan dolayı da şeytan onlarla birlikte yemeğe el uzatmış oldu. Dolayısıyla
burada, yemeğe ilk başlayan besmele çektiğinde, daha sonra besmele çekmeden
yemeğe başlayan kişiyle şeytanın birlikte olmasına deliliniz var mıdır? Bu
şekilde cevap verilebilir, ancak bunu nakzeden bir hadis bulunmaktadır. O da
Tirmizî'nin Hz. Âi-şe'den (r.anha) sahih senedle rivayet ettiği şu hadistir:
Hz. Peygamber (s.a.), ashabından altı kişiyle birlikte yemek yiyordu. Bir
a'rabî geldi, iki lokma yedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Şu
a'rabîye gelince besmele çekşeydi, sizin için de yeterli olurdu." buyurdu.[915] Şu
bir gerçek ki Rasûlullah (s.a.) da ashabı da (r.anhum) besmele çektiler.
A'rabî besmele çekmeden gelip yediğinden dolayı şeytan onunla birlikte geldi
ve yemekten iki lokma almış oldu. Şayet a'rabî besmele çekseydi, bu hepsi için
yeterli olurdu.
Selâmı geri alma ve
aksırana rahmet dileme meselesine gelince; onlarda ihtilâf vardır. Çünkü Hz.
Peygamber'den (s.a.) sahih olarak rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz aksırdığında, hemen "elhamdülillah" desin. Zira
aksırmayı (veya hamdeleyi) işiten herkese "yerhamukellah" demek
haktır."[916]Şayet bu iki hüküm kabul
edilmiş olsa dahi, bunlarla yemekte besmele arasındaki fark açıktır. Çünkü
şeytan, besmele çekilmeden yenilen yemekte, yiyene ortak olur. Başkası besmele
çekse de şeytanın ondan uzaklaşmasına sebeb olmaz. Onunla birlikte yer. Başkasının
çekmesiyle yemekte belki şeytanların ortaklığı azalır. Fakat besmele
çekmeyenlerin yanında yemeğe devam ederler. En doğrusunu Allah bilir.
Câbir'den (r.a.)
rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü "Besmele çekmeyi unutan kişi,
yemeğini bitirdiğinde ihlâs sûresini okusun." buyurmuştur. Bu hadis'in
sübûtu hakkında ihtilâf vardır.[917]
Rasûlullah (s.a.)
yemekten sonra şöyle dua ediyordu:
'Muhtaç olmadan,
devamlı, sayısız, bereketli, temiz (lâyık) hamd sadece Rabbimiz Allah'a
mahsustur." Bunu Buharı rivayet etmiştir.[918]
Çoğu kere şöyle dua ederdi:
"Bizi yediren,
içiren ve müslümanlardan kılan Allah'a (ö.c.) ham-dolsun."[919]
Şöyle de dua ederdi:
"Yediren, içiren
ve onu boğazdan kolayca geçiren ve ona çıkış yolu yaratan Allah'a
hamdolsun."[920]
Buharî, Rasûlullah'm
(s.a.) şöyle yemek duası yaptığım
"Bize yeterli
derecede rızık veren ve bizi muhafaza eden Allah'a (c.c) hamdolsun."[921]
Tirmizî, Allah
Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu nakleder: "Kim, yemek yer de:
'Güç ve kuvvet
harcamaksızın beni doyuran Allah'a hamdolsun.' derse, Allah (c.c.) onun geçmiş
ve gelecek günahlarını bağışlar."[922]
Allah Rasûlü'nden
(s.a.) naklolunduğuna göre huzurlarına yemek getirildiğine
"Bismillah" der, yemeğini bitirdiğinde ise:
"Ey Allah'ım!
Yedirdin, içirdin. Muhtaç etmedin, memnun ettin. Hidayet ettin. Dirilttin.
Verdiğin nimetlerin mukabilinde Sana hamdol-sunt"[923]
derdi. Hadisin isnadı sahihtir.
Sünen'âe Hz.
Peygamber'den (s.a.) rivayet edildiğine göre yemek yediğinde şöyle dua ederdi:
"Hamd, bize ihsan
eden, bizi hidayet eden ve bizi doyuran, içiren, ve bize her türlü ihsanı
ulaştıran Allah'a (c.c.)dır." Hadis hasendir.[924]
Yine SünenJde rivayet
olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyuruyor:
"Sizden biriniz
yemek yediğinde şöyle desin:
"Ey Allah'ım
yemeğimizi bereketlendir. Daha hayırlısını bize öbür de yedir." Allah'ın
(c.c.) kendisine süt içirdiği kişi de:
"Ey Allah'ım!
Bizi süt ile bereketlendir ve sütümüzü çoğalt." dt Çünkü, yeme ve içme
yerine geçecek sütten başka bir nimet yoktur." dis hasendir.[925]
Rivayet olunduğuna
göre, Allah Rasûlü (s.a.) bir kaptan su içerken üç kere nefes alır, her nefeste
"elhamdülillah'1 der, sonunda ise Allah'a (c.c.) şükrederdi.[926]
Allah Rasûlü (s.a.)
evine vardığında bazen: "Yemeğiniz var mı?" diye sorardı. Hiç bir
yemekte asla kusur aramaz, bilâkis arzu ettiği zaman yerdi. Şayet evde bulunan
yemekten hoşlanmazsa onu bırakır, bir şey söylemezdi.[927]
Bazen de: "Ondan hoşlanmıyorum ve ona karşı iştah duymuyorum. "[928]
buyururdu.
Bazen yemeği överdi.
Nitekim evde katık olup olmadığını sorar, onlar da: "Evde sirkeden başka
bir şey yok" dediklerinde; onu getirtir, yemeğe başlar ve: "Sirke ne
güzel katıktır.[929]'
buyururdu.
Rasülullah'ın (s.a.)
bu ifadelerinde, sirke; süt, et, bal ve et suyuna üstün tutulmamış, sadece bu
durumda mevcut olan katığı övmüştür. Şayet evde et veya süt bulunsaydı,
sirkeden daha fazla överdi. Sirke hakkında bu şekilde buyurması, bir bakıma
katığı sunanın kalbini hoş tutmak ica-bettiğindendir. Yoksa sirkenin diğer
katıklara göre bir üstünlüğü yoktur.
Hz. Peygamber'e (s.a.)
oruçlu olduğu bir zamanda herhangi bir yemek sunulduğunda: "Ben
oruçluyum."[930]buyururdu.
Oruçluyken kendisine yemek sunulan kişiye de, yemek takdim eden kişi için dua
etmesini, şayet oruçlu değilse, o yemekten yemesini emrederdi.[931]
Allah Rasûlü (s.a.)
bir yemeğe davet edildiğinde, ashabından birisi de kendilerine katıldıysa, ev
sahibine: "Bu bize katıldı, istersen gelmesine izin ver, dilersen geri
dönsün."[932] diyerek durumu,
bildirirdi.
Sirke hakkındaki
hadiste geçtiği üzere, üvey evladı Ömer b. Ebî Seleme (r.a.) ile birlikte
yemek yerken: "Besmele çek ve önünden ye!"[933]'
buyurduğu gibi, yemek esnasında konuşurdu (sohbet ederdi).
Bazen misafirlerine,
ikramı çok sevenlerin yaptığı gibi defalarca yemek teklifi yapardı. Nitekim
Buharî'de, Ebu Hureyre (r.a.) hadisindeki süt içme hâdisesinde tekrar tekrar:
"İç!" buyurmuş, hatta Ebu Hureyre (r.a.): "Seni hak ile gönderen
Allah'a (c.c.) yemin olsun ki, sütü boğazımdan geçirecek boş bir yol
bulamıyorum." diyene kadar: "İç!" buyurmaya devam etmiştir.[934]
Bir toplulukta yemek
yediğinde, onlara dua etmeksizin yanlarından ayrılmazdı. Abdullah b. Büsr'ün
(r.a.) evinde:
"Ey Allah'ım,
vermiş olduğun rızıkta onları bereketlendir! Onları affet! Onlara merhamet
et!" şeklinde dua etmiştir. Hadisi Müslim rivayet etmiştir.[935]
Sa'd b. Ubâde'nin
(r.a.) evinde şu şekilde dua etti:
"Oruç tutanlar,
yanınızda iftar ettiler. Yemeğinizi iyi kişiler yediler. Melekler de sizin için
Allah'a (c.c.) istiğfar ettiler."[936]
Ebu Davud'un
rivayetine göre, bir gün Ebu'l-Heysem b. et-Teyhan Rasûlullah'ı ve
arkadaşlarını (s.a.) yemeğe davet etti. Peygamber ve arkadaşları yemeği
yediler. Yemek bittikten sonra Hz. Peygamber (s.a.): "Kardeşinize,
yediğinizin karşılığını veriniz!" buyurdu, Ashab-ı kiram: "Karşılığı
ne ile olur ya Rasûlallah?" deyince, Rasûhıllah (s.a.): "Bir adamın
evine girilip, yemeği yenilip, suları içildiğinde, onun için (Allah'a) dua yapılır.
İşte karşılık vermek böyle olur.)[937]'
buyurdu.
Rasûhıllah'tan (s.a.)
sahih olarak rivayet olunduğuna göre; bir gece evine girdi, yiyecek bir şey
istedi, fakat onu bulamadı. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Rabbim, beni
doyuranı, doyur! Bana su verene, Sen de suver."[938]
Rivayet olunduğuna
göre Amr b. el-Hamik, Hz. Peygamber'e (s.a.) içmek üzere, süt ikram etti. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.) "Ey Allah'ım! Ona hayat boyunca gençlik hali
üzere kalmasını nasip et." diye dua buyurdu. Bu şahabı seksen yaşına
bastığı halde saçının hiçbir teli beyazla-mamıştı.[939]
Fakir ve miskinleri
misafir edenlere dua eder ve onları daima överdi. Bir keresinde; "Şu adamı
ağırlayacak biri yok mudur ki Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun."
buyurmuş, bir diğerinde de kendilerinin ve çocuklarının azığını misafirlerine
ikram eden, Ensâr'dan bir sahabî ile hanımına: "Bu gece misafirinize
yaptığınız muamele Cenâb-ı Hakk'ın çok hoşuna gitti.[940]
buyurmuştur.
Allah Rasûlü (s.a.),
küçük büyük, hür köle, bedevi muhacir kim olursa olsun, onlarla birlikte yemek
yemekten çekinmezdi. Hatta Sünen sahiplerinin naklettiklerine göre, cüzzamh
birinin elinden tuttu, tabağa birlikte elini uzattı ve şöyle buyurdu:
"Allah'a güvenerek ve Allah'a tevekkül ederek, Allah'ın ismiyle,
ye."[941]
Sağ elle yemeği
emreder, sol elle yemek yemekten sakındırır ve şöyle buyururdu: "Muhakkak
ki şeytan, sol eliyle yer ve sol eliyle içer.'[942] Bu
hadisten anlaşılan, sol eliyle yemenin haram oluşudur ki, sahih olan görüş de
budur. Çünkü sol eliyle yiyen kişi ya şeytandır ya da şeytana benzetilmiştir.
Sahih olarak rivayet olunduğuna göre, huzurunda sol eliyle yiyen bir kişiye:
"Sağ elinle ye!*' buyurduğunda, adam (kibrinden); sağ elimle yiyemem!
dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) beddua ederek: "Hiçbir elinle
yiyemeyesin!" buyurdu. Adam bundan sonra o elini ağzına hiç götüremedi.[943]
Şayet sol elle yemek caiz olsaydı, adamın bu hareketinden dolayı Hz. Peygamber
(s.a.) beddua etmezdi. Eğer o adamın kibri, onu emre uymaya sevkettiyse işte bu
durum hem açıkça bir isyandır, hem de bedduaya müstahak olmaya bir sebebtir.
Hz. Peygamber
doyamıyoruz, diye şikâyet edenlere; birlikte yemelerini, ayrı yememelerini ve
bereketin artması için besmele ile başlamalarını emretmiştir.[944]
Rasûlullah'ın (s.a.)
şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Muhakkak ki
Cenâb-ı Hakk, kulunun yemek yediğinde ve su içtiğinde kendisine hamdetmesinden
memnun kalır."[945]
Şöyle buyurduğu da rivayet
olunmaktadır: "Yediğiniz yemekleri, Allah'ı zikrederek ve namaz kılarak
eritiniz. Yemek yer yemez hemen uyumayınız ki kalbleriniz katılaşmasın."[946] Bu
hadis hakkında söylenecek en uygun söz, onun sahih olmasıdır. Vakıa tecrübe de
buna şahiddir. [947]
Sahihayrfda Ebu
Hureyre (r.a.) tarafından Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet
olunmuştur: "İslâm'da en efdal ve en hayırlı olan şey; yemek yedirmek,
tanıdığına ve tanımadığına selâm vermektir.[948]
Yine Sahihayn'da
rivayet olunduğuna göre; "Cenab-ı Hakk Âdem'i (a.s.) yarattığında buyurdu
ki: 'Şu melek gurubunun yanına git, onlara selâm ver. Ve selâmına ne şekilde
mukabele edeceklerini dikkatle dinle. Çünkü
o şekilde selâm alma,
senin ve zürriyetinin selamlaşması için örnek olacaktır.' Bunun
üzerine Âdem (a.s.): dedi. Melekler:
diye mukabelede
bulunarak onun selâmına lafzını ziyade ettiler."[949]
Yine Sahihayn'da,
Rasûlullah'ın (s.a.), selâmın yayılmasını emrettiği ve; şayet aralarında selâmı
yayarlarsa birbirlerini sevecekleri iman etmedikçe cennete giremeyecekleri,
birbirlerini sevmedikçe de iman etmiş olamayacakları haber verilmiştir.[950]
Buharî, Sahih'indc
Ammâr'm (r.a.) şöyle dediğini nakletmiştir: "Üç şeyi kim şahsında bir
araya getirirse, imam da toplamış olur: Nefsine karşı olsa da insafı elden
bırakmamak, herkese selâm vermek, fakir iken sadaka vermek. '[951]
Bu tavsiye ve kelimeler,
hayrın esas ve ayrıntılarını içermektedir. Çünkü insaflı davranmak; hem Allah,
hem de kul hakkının eda edilmesini gerektirir. Aynı şekilde insaflı davranmak;
kişinin kendisinin olmayan bir şeyi başkalarından istememesini, güçleri
üzerinde bir şeyi başkalarına yük-lememesini, kendisi için yapmalarım arzu
ettiği bir şeyi onlara yapmasını, affedilmesini arzu ettiği hususlarda onları
affetmesini, kendi leh ve aleyhinde verdiği hüküm ile başkalarının da leh ve
aleyhinde hüküm vermesini gerektirir. Buna nefsin nefse karşı insaflı
davranması da girer. Nefsine karşı insaflı davranan kişi, kendinde olmayan bir
şey ile övünmez, nefsini kirletecek, onu küçük düşürecek, Allah'a isyanla
kendisini tahkir edecek davranışları işlemez. Kendisini geliştirir, büyütür.
Allah'a taat ile, O'nun tevhidi ile, O'nun sevgisiyle, korku ve ümidiyle, O'na
tevekkül ile, O'na rücû ile, O'nun sevgi ve rızasını halkın sevgi ve rızasına
tercih ederek nefsini yüceltir. Nefsi için halk ve Allah ile beraber olmaz.
Aksine nefsini, Allah'ın uzaklaştırdığı gibi bir tarafa atar. Sevgisi, buğzu,
vermesi, mani olması, konuşması, girişi, çıkışı nefsi için değil Allah için
olur. Nefsini bir tarafa uzaklaştırır. Yaptığı amellerden kendisi için bir yer,
bir pay çıkarmaz. Aksi halde Allah'ın, "De ki: Ey kavmim! Elinizden
geleni yapın![952] âyetiyle zemmettiği
(kınadığı) kimselerden olur.
Bir kölenin yaptığı
amellerden kendisi için bir yer bir pay yoktur. Çünkü O, yaptığı amellerden
elde edilen kazançları elde eder, onları hak eder. Ameller ise efendisine
aittir. Köle, efendisinin bir mülküdür. Köle ise efendisine müstahak olduğu
şeyleri ifa etmek üzere çalıştırılan bir işçidir. Aslında kölenin yaptığı iş
kendisinin değil, efendisinindir. Köle, hürriyete kavuşmak için efendisiyle
bir anlaşma yapabilir. Bu anlaşma ile köle muayyen borç taksitleri ödemek
mecburiyetinde kalır. Köle bir taksidi ödeyince, diğer taksidin vâdesi gelir.
Mükâtebe (anlaşma yapan köle), borç taksitlerini ödeyinceye kadar köle olarak
kalır.
Kişinin kendi nefsine
karşı insaflı davranmasının gaye ve faydaları şunlardır. Nefsine karşı insaflı
davranan kişi, Rabbini ve kendi üzerinde O'nun hakkını öğrenir. Kendini tanır
ve yaratılış gayesini öğrenir. Nefsi için Halik ve Mâlik'ine isyan ederek ona
mağlup olmaz. Nefsine sahip olur, faydasına olan şeyleri temenni eder. Halik
ve Mâlik'inin arzusuna uyar. Kendi arzusuna O'nunkini tercih eder. O'nu kendine
takdim ve tercih eder. Aksi halde iradesini, kendi arzusu ile Hâlikve
Mâlik'inin arzusu arasında bölüş-türürse, çok kötü bir taksim yapmış olur veya
şu şekilde söyleyenlerin taksimi gibi bir taksim yapmış olur: "Allah'ın
yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanlarınca, 'Bu Allah'a,
bu da ortaklarımıza (putlarımıza)' dediler. Ortakları için ayrılan Allah'a
ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm
veriyorlar![953]
îşte kişi, Allah
(c.c.) ile O'na ortak koştuğu putları ve kendi nefsi arasında cehalet, zulüm ve
basiretini örten bir örtü içinde taksim yapan kişilerden olmamaya dikkat etsin!
Çünkü insan çok zâlim ve çok câhil olarak yaratılmıştır. Zulüm ve cehil ile
nitelendirilen bir kişiden nasıl insaf beklenebilir ki? Hâiik'a insaf etmeyen
bir kişi nasıl halka insaf edebilir? Nitekim bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak
şöyle buyuruyor: "Ey Âdemoğlu; Bana karşı insaflı olmadın. Benim hayrım
sana ulaştığı halde, senin şerrin Bana yükselmekte. Ben sana muhtaç olmadığım
halde nimetlerimle kendimi sana sevdiriyorum. Sen de bana muhtaç olduğun halde
isyanlarınla Beni ne kadar azablandırıyorsun. Çok cömert olan melek, benim
katıma daima senin çirkin amelinle çıkmaktadır."
Diğer bir hadis-i
kudsîde Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Ey Âdemoğlu!
Bana karşı hiç insaflı değilsin! Seni Ben yarattığım halde, sen başkasına
kulluk ediyorsun. Senin rızkını Ben verdiğim halde, sen Benden başkasına
teşekkür ediyorsun."[954]
Kendi nefsine insaflı
olmayan kişi, başkasına nasıl insaflı davranabilir? Nefsine çok çirkin bir
şekilde zulmeden zararı için son derece gayret eden, en büyük lezzeti aldığını
zannettiği halde ondan mahrum kalan, nefsini mutlu edeceği ve nasibine
ulaştığı zannıyla son derece yorulup, sapıklık yaparak Allah'tan (c.c.) olan
nasibinden mahrum kalan, yetişti ve geliştiğini zannettiği halde nefsini son
derece örten, yüceldi zannıyla onu son derece küçülten kişiden, (yani kendisine
karşı insafı tersyüz eden böyle bir kişiden) nasıl başkalarına karşı insaf beklenebilir?
Kişi nefsine böyle olursa, başkalarına karşı nasıl olacağım düşünüyorsun?
Ammar'ın (r.a.);
"Üç şeyi kim şahsında bir araya getirirse, imanı da toplamış olur: Nefsine
karşı olsa da insafı elden bırakmamak, herkese selâm vermek, fakir iken sadaka
vermek." sözünün gayesi de hayrın esas ve ayrıntılarını ihtiva eden bir
tavsiye olmasıdır.
Herkese selâm vermede
tevazu hali mündemiçtir. Şöyle ki, selâm veren kişi, hiç bir kimseye karşı
kibirlenmez. Aksine, küçük büyük, şerefli miskin, tanıdığı tanımadığı herkese
selâm verir. Kibirli kişi ise bunun zıddına hareket eder. Çünkü kibirli kişi,
kibrinden ve büyüklenmesinden dolayı kendisine verilen selâma karşılık vermez.
Böyle bir kişi, başkalarına nasıl selâm verir!
Fakir iken infak ise, ancak
Allah'a güven gücünden, infak edilen şeyin bedelini Allah'ın vereceğine
imandan ileri gelir. Keza, kesin inaç, tevekkül, merhamet, dünyada zühd ve
gönül zenginliğinden sâdır olur. Aynı şekilde fakir iken infak; infak ile
fakirliğin geleceğini söyleyen kimsenin va'dini, kötülüğü emredenin sözünü
tekzib etmekten ileri gelir. Kendisinden yardım istenen ancak Allah'tır. [955]
Rivayet olunduğuna
göre Rasûlullah (s.a.), bir keresinde çocukların yanından geçti ve onlara selâm
verdi. Bunu Müslim rivayet etmiştir.[956]
Tir-mizî'nin, Cfrm'indeki rivayetinde ise Rasûlullah (s.a.) bir gün bir grup
kadının yanından geçiyordu. Onlara mübarek eliyle işaret ederek selâm verdi.[957] Ebu
Davud, Esma bt. Yezîd'in (r.anha) şöyle söylediğini naklediyor: "Biz
kadınların arasındayken Hz. Peygamber (s.a.) yanımıza geldi ve bize selâm
verdi."[958] Bu kadın sahabî
yukarıdaki Tirmizî hadisinin de râvisidir. Hâdise'nin aynı olduğu ve
Rasûlullah'ın (s.a.) onlara eliyle işaret ederek selâm vermiş olduğu açıkça
anlaşılmaktadır.
Sahih-i Buharî'dt
rivayet olunduğuna göre sahabe-i kiram (r.anhum), bir keresinde cumadan
dönerlerken yollan üzerinde bulunan yaşlı bir kadına rastladılar ve ona selâm
verdiler. Bu yaşlı kadın da onlara arpadan ve silk (pazı tabir olunan bir
bitki) kökünden pişirilmiş bir yemek takdim etti.[959] Bu
olay, kadınlara selâm verme konusunda mahrem olmayanların dışında yaşlı ve
mahrem olan kadınlara selâm verilmesini doğrulamakda ve teyid etmektedir.
Sahih-i Buharî \t
diğer hadis kitaplarında Rasûlullah'tan (s.a.) naklolunduğuna göre, küçüğün
büyüğe, yürüyenin oturana, binitlinin yürüyene, azınlığın çoğunluğa selâm
vermesi gerekir.[960]
Tirmizî'nin Câmi'inde Allah
Rasûlü'nden (s.a.) nakledildiğine göre; yürüyen kişi ayakta durana selâm verir.[961]
Bezzâr'm, Müsned'inde,
Hz. Peygamber'den (s.a.) nakline göre; bi-nitli yürüyene, yürüyen oturana selâm
verir. Yürüyen iki kişiden hangisi daha önce selâm verirse efdal olan
onunkidir.[962]
Ebu Davud'un
Soner'inde Allah Rasûlü'nden (s.a.) yapılan rivayete göre şöyle buyurmuştur:
"Allah katında ikrama en lâyık olan kişi, ilkin selâm veren kişidir. [963]
Rasûlullah'ın (s.a.)
selâm hususundaki âdeti, bir cemaatın yanma geldiğinde ve ayrılırken selâm
vermesiydi. Ayrıca şöyle buyurduğu da nakledilir: "Sizden biri
oturduğunda selâm versin. Kalktığında da selâm versin. Çünkü ilk selâm
ikincisinden (sevab yönünden) daha üstün değildir. [964]
Ebu Davud'un
rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: "Sizden biri
arkadaşlarıyla karşılaştığında hemen selâm versin. Şayet aralarına bir ağaç ve
duvar girer de sonra bir daha
karşılaşırlarsa yine selâm
versin.[965]
Enes b. Mâlik diyor ki:
Ashab-ı kiram (r.anhum) birlikte yürürlerdi. Karşılarına bir ağaç veya yüksek
bir yer çıktığında sağa sola dağılırlardı. Engeli aştıktan sonra
karşılaştıklarında birbirlerine selâm verirlerdi.[966]
Mescidde selâm
konusunda Rasûlullah (s.a.), âdeti üzere mescide girerken önce iki rekât
tahiyyetül mescid namazı kılar, daha sonra cemaatın yanma gelerek onlara selâm
verirdi. Böylece tahiyyetül mescid (mescide selâm verme) mescidde bulunanlara
selâmdan önce olur. Çünkü tahiyyetül mescid Allah hakkı, selâm vermek ise kul
hakkıdır. Böyle bir durumda Allah hakkı, kul hakkına takdim edilir. Fakat mâli
haklarda durum değişiktir. Çünkü insanların ona aşırı bir meyli bulunduğu
bilinmektedir. Allah hakkı ile kul hakkı arasındaki fark şudur: Mâli haklarda,
kişinin, Allah ve kul haklarının tamamını ödeyecek mâli gücü bulunmazsa, kulun
ihtiyacı göz önünde tutularak önce kul hakkı ödenir. Selâmda ise böyle bir
durum yoktur.
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) huzurunda cemaatın âdeti de şöyleydi: Cemaattan biri mescide girer, iki
rekât namaz kılar, sonra gelir, Rasûlullah'a (s.a.) selâm verirdi. Bu sebepten
Rifâa b. Râfi' hadisinde denilmiştir ki: Bir gün Allah Rasûlü (s.a.) mescidde
aramızda oturuyordu. Rifâa dedi ki: Biz Rasûlullah (s.a.) ile beraber iken o
vakit bedeviye benzer bir adam geldi. Hemen namaz kıldı. Fakat namazında kusur
yaptı. Sonra döndü ve Rasûlullah'a (s.a.) selâm verdi. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.): "Dön ve namaz kıl. (Zira namazın iadesi sana farz oldu). Çünkü sen
namaz kılmadın." buyurdu. Sonra hadisi sonuna kadar zikretti.[967]
Allah Rasûlü (s.a.) adamın namazını kabul etmediği halde, selâmı namazdan sonra
vermesini tasvip etti. Yani namazdan sonra selâm vermesini tenkit etmedi.
Bu durumda, mescide
giren kişiye, şayet içerde bir cemaata rastlarsa sırasıyla şu üç selâmı vermesi
sünnettir: a) Girerken Allah'ın ismini anması (bismillah demesi), b) Sonra iki
rekât tahiyyetül mescid namazı kılması, c) Daha sonra mescidde bulunanlara
selâm vermesi. [968]
Allah Rasûlü (s.a.)
evlerine gece vardığında, uykudakileri uyandırmayacak, uyanık olanların ise
duyacağı bir tarzda selâm verirdi. Hadisi, Müslim rivayet etmiştir.[969]
Tirmizî,
Rasûlullah'tan (s.a.) şunu rivayet etmiştir: "Selâm, konuşmadan öncedir.'[970]
Diğer bir lafızda ise: "Selâm vermedikçe bir kimseyi yemek yemeğe davet
etmeyiniz." buyurmuştur. Bu ve bundan önceki hadisin isnadı zayıf olsa
bile, amel bu hadise göredir.
Ebu Ahmed,
yukarıdakiler den daha güzel bir isnadla Abdülaziz b. Ebî Ravâd — Nâfi — îbn
Ömer senediyle rivayet eder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Soru
sormadan önce selâm verilir. Kim size selâm vermeden önce soru sorarsa ona
cevap vermeyiniz. "[971]
Rasûlullah (s.a.),
selâm ile başlamayan kişinin konuşmasına hiçbir zaman izin vermezdi. Rivayet
olunduğuna göre -."Selâm ile başlamayanın konuşmasına müsaade
etmeyiniz!" diye buyururdu.[972]
Bu hadisten daha
ceyyid olanı Tirmizî'nin, Kelede b. Hanbel'den yapmış olduğu rivayettir:
Safvân b. Ümeyye, onunla Peygamber'e (s.a.) bir miktar süt, ağız (doğuran
hayvanın ilk sütü), ceylan yavrusu eti ve ufak cins salatalık gönderdi. Hz.
Peygamber Mekke vadisinin en yukarısında bulunmaktaydı. Kelede der ki: İzin almadan ve selâm
vermeden Rasûlul-Iah'ın (s.a.) yanına girdim. Bunun üzerine bana: "Geri
dön! Esselâmu aleyküm. Gireyim mi, de!" buyurdu. Tirmizî; hadis,
hasen-garîbtir, derniştir.[973]
Allah Rasûlü (s.a.),
bir cemaatın kapısına geldiğinde, kapıya doğru yüzünü tam dönmez fakat kapının
sağ veya sol yanına doğru çekilir ve: "Esselâmu aleyküm, esselâmu
aleyküm," derdi.[974]
Kendisine doğru
yönelen kişiye, bizzat kendisi selâm verirdi. Yanlarında olmayan kişilere
selâm gönderirdi.[975]
Başkalarına ulaştırmak için selâm alırdı. Nitekim kadınların en doğru sözlüsü
Hatice bt. Huveylid'e (r.an-ha) Cebrail'in (a.s.) Allah'tan (c.c.) getirmiş
olduğu selâmı almış ve Cebrail'in (a.s.) şu sözünü nakletmiştir: "Şu
Hatice sana yemek getirmiştir. Rab-binden ona selâm söyle! Benden de O'nu
cennette bir köşk ile mtij-dele!"[976]
Yine en doğru sözlü kadınların
ikincisi, Ebu Bekir es-Sıddık'm (r.a.) kızı Hz. Âişe'ye (r.anha): "Bu
Cebrail, sana selâm söylüyor." buyurmuş, Hz. Âişe (r.anha) de: "Ve
aleyhisselâm ve rahmetullahi ve berekâtuhu, bizim göremediğimizi görüyorsun.'%
demiştir.[977]
Allah Rasûlü'nün (s.a.)
selâm alırken âdeti, selamın sonuna "ve bere-kâtuhu"ya kadar
eklemesiydi. Nesâî'nin rivayetine göre, bir adam geldi ve "Esselâmu
aleyküm" diye selâm verdi. Rasûlullah (s.a.) selâmı aldı ve; "On
sevap kazandı," buyurdu. Sonra, adam oturdu. Daha sonra başka biri geldi,
"Esselâmu aleyküm ve rahmetullahi" diye selâm verdi. Rasûlullah
(s.a.) selâmı aldı ve; "Yirmi sevap kazandı," buyurdu. Adam sonra
oturdu. Daha sonra başka biri daha geldi
"Esselâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuhu" diye selâm verdi. Hz.
Peygamber (s.a.) selâmı aldı ve; "Otuz sevap kazandı," buyurdu.
Hadisi Nesâî ve Tirmizî, İmrân b. Husayn'dan (r.a.) rivayet etmişlerdir.
Tirmizî, hadisin hasen olduğunu söylemi ştir.[978]
Hadis-i şerifi Ebu
Davud da Muaz b. Enes'ten (r.a.) rivayet .etmiş ve şunu ziyade etmiştir: Sonra
bir başka adam daha geldi ve; esselâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu ve
mağfiretuhu, diye selam verdi, Rasûlullah (s.a.): Kırk sevab kazandı, dedi ve
bundan sonra: "Faziletler işte böylece meydana gelir." buyurdu.[979] Bu
hadis sabit değildir. Sabit olmamasının üç illeti vardır: Birincisi; hadis,
rivayeti delil kabul edilemeyen bir kişi olan Ebu Merhum Abdurrahîm b. Meyimin
tarafından nakledilmiştir. İkincisi; senedinde Sehl b. Muaz vardır ki onun da
hadisiyle delil getirilemez. Üçüncüsü; ravilerinden Saîd b. Ebî Meryem kesin
olarak rivayet etmemiş olup, 'zannediyorum ki ben onu Nâfî' b. Yezîd'den
işittim' demiştir.[980]
Bundan daha zayıf olan
rivayet Enes'ten nakledilen diğer bir hadistir: Bir keresinde adamın biri Hz.
Peygamber'e (s.a.) uğradı ve: Esselâmu aleyke ya Rasûlallah! dedi. Rasûlullah
(s.a.) da adamın selâmına; "Ve aleykesselâ-mu ve rahmetullahi ve
berekâtuhu ve mağfiretuhu ve rıdvanuhu." diyerek mukabelede bulundu.
Rasûlullah'a (s.a.) soruldu: Ey Allah'ıa Rasûlü! Bu adamın selâmını öyle bir
şekilde aldınız ki, ashabtan hiçbirinin selâmını böyle almamıştınız? Rasûlullah
(s.a.): "Bu şekilde selâm almadan beni ne engeller ki o, on küsur kişinin
sevabıyla dönüyor. Bu zat arkadaşlarını idare eden biriydi. "[981]
buyurdu.
Rasûlullah'm (s.a.)
bir âdeti de selâmı üç kere tekrarlayarak almasıydı. Sahih-i Buharî'de Enes b.
Mâlik'in (r.a.) şöyle dediği rivayet ediliyor: "Rasûlullah (s.a.)
konuştuğunda, bir kelimeyi anlaşılmcaya kadar üç defa tekrarlardı. Bir cemaatın
yanma vardığında hemen onlara selâm verir ve anlaşılmcaya kadar üç defa selâmı
tekrarlardı."[982]Galiba
Allah Rasûlü'-nün (s.a.) selâm verme hususundaki bu âdeti selâmın bir kerede
ulaşmadığı kalabalık bir topluluk içindir. Şayet birinci selâmı
işittiremediğini zannet-tiyse ikinci ve üçüncü selâmı işittirmek için
tekrarlamış olmalıdır. Nitekim Sa'd b. Ubâde'nin (r.a.) evine vardığında üç
defa selâm vermiş, hiç kimse cevap vermeyince dönmüştü.[983]
Yoksa Rasûlullah'm (s.a.) devamlı olarak üç defa selâm verme âdeti olsaydı, ashab-ı
kiram (r.anhum) daima kendilerine üç defa selâm verirler; Allah Rasûlü'nün
(s.a.) de her karşılaştığı saha-bîsine ve evine her girdiğinde hep üç defa
selâm vermesi gerekirdi. Bu sünnetini düşünen kimse, meselenin öyle olmadığını
ve selâmın tekrarının bazı zamanlara mahsus olduğunu anlar. En doğrusunu Allah
bilir.
Karşılaştığı şahsa
önce kendisi selâm verirdi. Kendisine biri selâm verdiğinde, selâmını ya
aynısıyla veya daha fazlasıyla bekletmeksizin hemen alır, ancak namazda
bulunduğunda veya def-i hacet gibi bir özre mebnî olarak selâmı tehir ettiği de
olurdu.
Hz. Peygamber (s.a.)
selâm alışını karşısındakine işittirir, namazdan başka hiç bir yerde selâma
eliyle, başıyla ve parmaklarıyla mukabele etmezdi. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.)
kendisine işaretle selâm veren kişinin selâmını alırdı. Bu şekilde davranışı
birçok hadiste gelmiştir. Bu hadislerle çelişen hiçbir hadis gelmemiştir. Fakat
Rasûlullah'tan nakli sahih olmayan, meçhul râvi Ebu Gatafân'ın bâtıl olarak,
Ebu Hureyre (r.a.) yoluyla Allah Rasülü'nden (s.a.) şu rivayeti vardır:
"Namazında belli manaya hamledile-bilen bir işaret yapan kişi namazını
iade etsin."[984]
Dârakutnî der ki: Bize İbn Ebî Davud; Ebu Gatafân meçhul bir şahıstır,
demiştir. Rasûlullah'tan (s.a.) sahih olarak nakledildiğine göre; namazda
işaret ederdi. Hadisi Enes, Câbir (r.anhuma) ve diğerleri Rasûlulah'tan (s.a.)
nakletmişlerdir.
Rasûlullah'm (s.a.)
sünneti, selâm verdiğinde; "Esselâmu aleykum ve
rahmetullahi" diye selâm vermesiydi.
İlk selâm verenin, "Aleykesselâm" diye selâm vermesini hoş
karşüamazdı.
Ebu Cerî el-Hüccvmî
der ki: Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna geldim ve: Aleykesselâm ya Rasûlallah!
dedim. Allah Rasûlü (s.a.): "Aleykesselâm, deme. Çünkü aleykesselâm,
ölülerin selâmıdır." buyurdu. Hadis sa-hihtir.[985]
Bu hadisi bazı âlimler
müşkil bulmuş ve ölülere: "Esselâmu aleyküm" lafzıyla rivayet edilen
hadise, "esselâm" tabirinin önce söylenmesinden dolayı muarız
olduğunu zannetmişlerdir. Ve yine "Aleykesselâm, ölülerin selâmıdır"
cümlesini, bu husustaki hükmün haber verilişi olduğunu zannetmişlerdir. Ve
onların bu şekilde hadisi yanlış anlamaları meselede çelişki olmasını
gerektirmiştir. Halbuki "Aleykesselâm, ölülerin selâmıdır" cümlesi,
vakıa olan bir şeyi haber vermedir. Bu konudaki hükmü değil. Yani: Şairler ve
diğerleri ölüleri bu lafızla selâmlarlar demektir. Nitekim şairlerden biri
şöyle demiştir:
"Ey Kays b. Âsim,
aleyke selâmullah, Allah dilediği kadar rahmetiyle sana merhamet etsin. Ne
Kays'm kalıntısı ne de hiçbir kimsenin kalıntısı vardır. Gerçekten de kabilesinin
binaları yıkıldı gitti."
İşte bundan dolayı
Rasûlullah (s.a.), ölülerin selâmı ile selâm vermeyi hoş görmedi. Hoş
görmediğinden dolayı da o şekilde selâm veren kişinin selâmını almadı.[986]
Allah Rasûlü (s.a.)
selâm veren bir şahsın selâmını "vav" ile ve selâm lafzından önce,
aleyke, diyerek "ve aleykesselâm" şeklinde alırdı.
Bazıları; şayet selâm
alan kişi vav'ı kaldırarak "aleykesselâm" dese, sahih olur mu? diye
sormuş, el-Mütevellî ve diğerleri: "Bu hem cevap olmaz, hem de selâmı
alma farzını hükümden düşürmez. Çünkü selâm alma sünnetine muhaliftir. Ve yine
bu acaba selâm alma mı, verme midir, bilinemiyor. Çünkü görünüşü her iki
duruma da uygundur." demişlerdir. Ve Yine Rasûlullah (s.a.): "Ehli
kitap size selâm verdiğinde; ve aleyküm, deyiniz." buyurmuştur .[987] Bu,
müslümanlara selâmı vav ile almanın vacip olduğunu gösterir. Çünkü vav bu tür
sözlerde birincinin takririni, ikincisinin isbatını gerektirir. "Essâmu
aleykum" diyen ehl-i kitab'ın selâmına da vav ile mukabelede bulunmayı
emrettiğinde: "Ehl-i kiîab size selâm verdiğinde siz de. onlara; ve
aleykum, diyerek karşılık veriniz-" buyurduğu için, müslümanlara bu
şekilde selâm almak daha uygun ve evlâ olur.
Bir başka gurup da; bu
şekilde vav'sız selâm da, vav ile birlikte bulunduğu gibi sahih bir selâm almadır,
demişlerdir. İmam Şafiî de büyük kitabında aynı görüşte olduğunu bildirmiş ve
bu görüşüne şu âyeti delil getirmiştir: "İbrahim'in (a.s.) şerefli
misafirlerinin haberi sana geldi mi? Hani bunlar, onun yanına gelmişlerdi de
"selâm" demişlerdi. İbrahim de "selâm" ile mukabele
etmişti." Yani "selâmun aleykum" demiş olması gerekir. Fakat
cevap vermede "aleykum"un hazfi, ilk selâm veren hazfettiği için
güzel olmuştur. Yine Sahihayn'da Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet edilen hadisle
delil getirmişlerdir: "Hak Teâlâ Âdem'i (a.s.) boyu altmış zira' olarak
yarattı. Yarattığı zaman ona: Git, bu melek cemaatına selâm ver. Ve sana nasıl
mukabelede bulunacaklarını dikkatle dinle. Çünkü bu senin ve zürriyetinin
selâmı olacaktır. Âdem (a.s.): "Esselâmu aleykum" dedi. Melekler de
"Esselâmu aleykum ve rahmetullah" diyerek ve rahmetullah'ı
eklediler."[988] Hz.
Peygamber (s.a.) bu şekilde selamlaşmanın, Âdem (a.s.) ve zürriyetinin selâmı
olduğunu haber verdi.
Dediler ki: Selâm
verilen kişi, selâm veren kişinin verdiği şekilde selâmını almakla ve bir de
ondan daha faziletli olan ziyadelerle mukabele etmekle memurdur. Şayet aynı
şekilde mukabele ederse adaleti (eşitliği) yerine getirmiş olur.
"Size ehl-i kitap
selâm verirse, siz de; ve aleykum, deyiniz." hadisine gelince; bu
hadisteki vav lafzında ihtilâf edildi. Üç ayrı yoldan gelmiş olup, birinde vav
vardır. Ebu Davud, Mâlik'in bu şekilde, Abdullah b. Dînâr'-dan rivayet ettiğini
söylemiştir. Yine hadisi Sevrî, Abdullah b. Dînâr'dan nakletmiş ve orada
"fe aleyküm" demiştir. Süfyan'ın bu hadisi Sahihayrf-dadir. Hadisi,
Nesâî ise îbn Uyeyne yoluyla Abdullah b. Dînâr'dan vav'sız olarak nakletmiştir.
Müslim ve Nesâî'nin rivayetinde "aleyke, de!" lafzıyla vav'sız
gelmiştir.
Hattabi der ki:
Muhaddislerin çoğunluğu vav ile "ve aleykum" şeklinde rivayet
ediyorlar. Süfyan b. Uyeyne ise hadisi vav'ı hazfederek "aleykum"
şeklinde rivayet etmiştir ki doğrusu da budur. Vav hazfedilince de (selâma
benzeterek) söylemiş oldukları sözleri onlara aynen reddedilmiş olur. Vav ile
söylenilirse ehl-i kitab'la birlikte iştirak meydana gelmiş olur. Ve yapmış
oldukları beddua kabul edilmiş, kapsamına da girilmiş olur. Çünkü vav atıf
harfidir ve iki şey arasında birleşmeyi, iştiraki gerektirir.
Selâma vav ile
mukabele etmeye dair gelen emirde ise bir müşkil yoktur, çünkü
"essâm", çoğunluğun görüşüne göre ölüm demektir ve burada
selâm veren de, alan da ortaktır. Vav ile
selâm almada, selâmın, veren ve alandan bîrine ait olmadığının beyanı, hükümde
ortaklığın isbatı vardır. Hazfedilen rivayette, ise selâm veren kişinin, selâm
alan kişiden buna daha lâyık ve müstahak olduğuna ikaz vardır. Bu yoruma göre
vav ile getirmek, vav'ın hazfından daha doğrudur ki Mâlik ve diğerlerinin
rivayeti böyledir. Fakat bazan "essâm", din kötülüğü ve çirkinliği
manasına seâmet olarak tefsir ediliyor. Diyorlar ki; bu manaya göre mutlaka
vav'ın hazfi gerekir. Fakat bu, lügatte bilinen manasının hilâfınadır. Bu
sebepten hadiste ı<Hab-betussevdâ, Ölüm hariç her türlü hastalığa
şifadır."[989]
şeklinde olup, hadisteki 'essâm'm ölüm olduğunda ihtilâf olunmamıştır.
Kendini üstad zanneden
bazı kişiler, yahudilerin selâmı, sin'in kesriyle "essilâm" diye
alınır zannetmişlerdir. "Essilâm" taş demektir; selime'nin çoğuludur.
Bu şekilde selâm almanın yanlışlığı açık ve bellidir. [990]
Rasûlullah'tan (s.a.)
sahih olarak şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Onlara, önce siz selâm
vermeyiniz. Onlarla yolda karşılaştığınızda, onları yolun en dar kısmından
geçecekleri şekilde sıkıştırın." Fakat deniliyor ki, bu hususi bir hüküm
olup, Beni Kurayza'ya yürüdüklerinde buyurdular ki, "Onlara önce siz selâm
vermeyiniz." Acaba bu mutlak olarak ehl-i zimmetin hepsine şâmil bir hüküm
mü? Yoksa durumu bunlar gibi olanlara mı hâstır? Bu, ihtilâf konusudur. Ancak
Müslim, Sahih'mdç, Ebu Hu-reyre'nin (r.a.) hadisinde rivayet ediyor ki, Allah
Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdular: "Yahudi ve hıristiyanlara ilk defa siz
selâm vermeyiniz. Onlardan biriyle yolda karşılaşırsanız» onları yolun en dar
yerine sıkıştırın.[991]
Anlaşılan, hadisteki bu hüküm umumidir.
Selef ve halef bu
konuda ihtilâf etmişlerdir. Çoğunluk, selâma ilk defa başlanılmayacağım
söylemişlerdir. Diğerleri ise, selâm alınmasında olduğu gibi selâm
verilmesinde de caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu son görüş îbn Abbas, Ebu Ümâme
ve İbn Muhayriz'den (r.anhum) menkûl olup İmam Şafiî'nin de görüşüdür. Fakat bu
mezhebin sahibinin sözü, ehl-i kitab'a rahmet lafzı söylenmeksizin sadece
"esselâmu aleyküm" şeklinde tek oiarak söylenmesinin gerekmesidir.
Bir grup da; ehl-i kitab'a olan bir ihtiyaçtan veya eza vereceğinden korkarak
veya akrabalıktan veya selam vermeyi gerektirecek bir sebebten dolayı,
maslahat icabı önce selâm vermek caizdir, demişlerdir. Bu görüş İbrahim
en-Nehaî ve Alkame'den rivayet olunuyor. Evzâî diyor ki: Selâm verirsen (bir
şey olmaz, çünkü) salih kişiler de selâm vermiştir. Selâmı terkedersen (de bir
şey olmaz, çünkü) salih kişiler önce selâm vermemişlerdir.
Ehİ-i kitab'ın
selâmını almanın vücûbunda ihtilâf edilmiştir. Cumhur, vacip olduğuna kaildir
ki doğru olan da bu görüştür. Bir gurup da, bid'at ehlinin selâmını almak vacip
olmadığı gibi, ehl-i kitab'ın da selâmını almak evleviyetle vacip değildir,
demişlerdir ki, doğrusu önceki görüştür. Ehl-i bid'at ile ehl-i zimmet
arasındaki fark şudur: Biz, ehl-i bid'ate bir ders olması ve onlardan sakınmak
için onlardan uzak kalmaya memuruz.
Rasûlullah'tan (s.a.)
rivayet edildiğine göre; bir gün, müslüman, müşrik, puta tapan ve yahudilerin
birlikte oldukları bir topluma uğradı ve onlara selâm verdi.[992]
Yine sahih olarak nakledildiğine
göre Allah Rasûlü (s.a.), Hirakl (He-raklius) ve diğer devlet başkanlarına
yazdığı mektuplarda, "Selâm hidâyete tâbi olanlaradır. "[993]
şeklinde selâm yazmıştır.
Allah Rasûlü'nden
(s.a.) rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur: "Cemaat halinde
yürünürken, birinin selâjn alması kifayet eder. Cemaat halinde oturulurken
birinin selâm alması kifayet eder.[994] Bu
hadise dayanarak bazıları: Selâma mukabelede bulunmak, farz-ı kifâyedir,
birinin mukabelede bulunması hepsine kâfidir, demişlerdir. Şayet hadis sabit olsaydı
ne güzel olurdu. Çünkü bu hadisi Ebu Davud, Saîd b. Hâlid el-Huzâî
el-Medenî'nin rivayeti olarak nakletmiştir. Ebu Zür'a er-Râzî der ki: O,
Medinelidir, zayıftır. Ebu Hatim er-Râzî: Hadisi zayıftır, demiştir.
Buharî: Onun hakkında
ihtilâf edilmiştir, demiştir, Dârakutnî: O, hadiste kuvvetli değildir,
demiştir.
Bir kişi diğer bir
arkadaşından Rasûlullah'a (s.a.) selâm getirdiğinde Hz. Peygamber'in (s.a.)
âdeti, hem onun hem de selâmını getirdiği kişinin selâmını almasıydı. Nitekim
Sünen'de geçtiği gibi, bir adam dedi ki: Babam sana selâm söylüyor. Hz.
Peygamber (s.a.) ona: "Aleyke ve ala ebt-kesselâm — Sana da babana da
selâm olsun.'' diye mukabelede bulundu.[995]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bir sünneti de, günah işleyen kişiye tevbe edinceye kadar ne selâm
verir, ne de selâm alır olmasıydı. Tıpkı Kâ'b b. Mâlik ve iki arkadaşından yüz
yüze gelmemek için kaçtığı gibi. Kâ'b selâm veriyordu. Ancak Rasûl-i Ekrem'in
(s.a.) selâm almak için mübarek dudaklarını kıpırdatıp kıpırdatmadığını
anlayamıyordu.[996]
Bir gün hanımı, Ammar
b. Yâsir'e, za'feran sürmüştü. Ammar bu halde iken Allah Rasûlü'ne (s.a.) selâm
verdi. Allah Rasûlü (s.a.) selâmını almadı ve "Git bunu yıka!"
buyurdu.[997]
Zeynep bt. Cahş'a
(r.anha) şöyle buyurdu: "Devesi hastalanınca Sa-fiyye'ye yardım et!"
Zeynep: Ben bu yahudi kadına mı yardım edeceğim? dedi. .Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.) Zeynep'ten (r.anha) ikibuçuk ay ayrı yaşadı. Her iki rivayeti
de Ebu Davud nakletmiştir.[998]
Allah RasûhVnün (s.a.)
şöyle buyurduğu sahih olarak rivayet edilmiştir: "İzin isteme üç keredir,
hin verilirse girersin. Aksi halde dönersin. [999]
Yine sahih olarak
nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İzin isteme,
göz.için emredilmiştir."[1000]
Allah Rasûlü (s.a.),
odasının bir deliğinden evin içine bakan kişinin gözünü çıkarmayı istedi ve:
"îzin isteme, göz için emrolunmuştur." diye buyurdu.[1001]
Yine Allah Rasûlü
(s.a.) şöyle buyuruyor: -"Şayet bir adam, izinsiz olarak senin evinin
içine baksa, sen de ona çakıl atsan, böylece onun gözünü çıkarmış olsan hiçbir
günaha girmiş olmazsın.[1002]
Yine Allah Rasûlü
(s.a.) şöyle buyuruyor: "Kim bir grubun bulunduğu eve, onların izni
olmaksızın bakarsa, onlara o kişinin gözünü çıkarmaları helâl olur."[1003]
Hz. Peygamber'den
(s.a.) şöyle buyurduğu naklediliyor: "Bir kişi izinleri olmaksızın bir
grubun bulunduğu eve bakar da, onlar da o bakan kişinin gözünü çıkarırsa,
bundan dolayı ne diyet, ne de kısas vardır."[1004]
Allah Rasüfü'nden
(s.a.) sahih olarak, hem fiilen selâm vermiş olmak hem de öğretmek için, selâm
vermenin izin istemeden önce olduğu nakledilmiştir. Nitekim bir adam
kendilerinden izin istedi ve: Gireyim mi? dedi. RasûluUah (s.a.) başka bir
kişiye buyurdu ki: "Bu adamı çıkart ve ona izin istemeyi öğret." Adam
o şahsa: Esselâmu aleyküm! Girebilir miyim? de, dedi. O şahıs bunu işitir
işitmez: Esselâmu aleyküm! Girebilir miyim? dedi. Bunun üzerine RasûluUah
(s.a.) da ona izin verdi.[1005]
Yine Rasûlullah (s.a.)
su içtikleri bir yerde hanımlanyla birlikte bulu-nuyorken, Hz. Ömer (r.a.)
girmek için izin isteyerek: Esselâmu aleyke ya Rasûlallah! Esselâmu aleyküm!
Ömer girebilir mi? demişti .[1006]
Rasûhıllah'in (s.a.),
selâm vermeden yanına giren Kelede b. Hanbel'e (r.a.): "Dön; esselâmu
aleyküm. Gireyim mi? de!'* buyurduğu daha önce de geçmişti.[1007]
Bu hadisler,
"îzin isteme, selâmdan öncedir.", "Şayet ev sahibini görürse
eve girmeden önce selâm verir; göremezse selâmdan önce izin ister."
diyenlerin görüşlerini reddetmektedir. Bu iki görüş, sünnete muhaliftir.
Yine Allah Rasûlü'nün
(s.a.), üç defa izin isteyip izin verilmediğinde geri dönmesi,
"İşitmediklerini, zannettiğinden dolayı üç defa izin istemiştir.",
"Farklı ifadelerle izin istemiştir." görüşlerini reddetmektedir. Bu
iki görüş de sünnete muhaliftir. [1008]
Rasûlullah (s.a.) izin
isteyince, "sen kimsin?" denildiğinde, "falan oğlu falan"
diyerek künyesini veya lâkabını zikretmesi ve sadece "ben", dememesi,
O'nun adeti idi. Nitekim Cebrail'e (a.s.) miraç gecesinde sema kapısı
açıldığında melekler; Kim o? dediler. O da: Cebrail, dedi. Bu durum, her
semanın kapısında aynı şekilde tekrarlandı.
Sahihayn'da buna
benzer bir rivayet bulunmaktadır: "Rasûlullah (s.a.) bir bahçede oturmuştu.
Ebu Bekir (r.a.) geldi, izin istedi, Allah Rasûlü (s.a.): Kim o? diye
sorduğunda: Ebu Bekir, dedi. Sonra Ömer (r.a,) geldi. O da izin istedi. Allah
Rasûlü (s.a.): Kim o? diye sorduğunda o da: Ömer! dedi. Sonra aynı şekilde
Osman'a (r.a.) da sordu."[1009]
Sahihayn'da
nakledildiğine göre Câbir (r.a.) şöyle anlatıyor: Rasûlul-lah'a (s.a.) geldim.
Kapıyı çaldım. Buyurdu ki: Şu (kapıyı çalan) kim? Ben de: Ben! dedim. Sanki bu
cevabım Rasûlullah'm (s.a.) hoşuna gitmemiş gibi: Ben! Ben! lafzını
tekrarladı.[1010]
Ümm-i Hânî (r.anha)
izin istediğinde, Rasûlullah (s.a.): Kim o? buyurduğunda, o da: Ümm-i Hânî?
Dedi [1011]Rasûlullah (s.a.), künye
ile cevap verilmesini kötü karşılamadı. Yine Ebu Zerr'e: Kim o? dediğinde,
onun: Ebu Zer! demesini; aynı şekilde Ebu Katâde'ye: Kim o? dediğinde, Ebu
Katâde! diye cevap vermesini kötü karşılamamıştir. [1012]
Ebu Davud, Ebu Katâde
—"Ebu Rafı' — Ebu Hureyre (r.a.) kanalıyla Rasûlullah'tan (s.a.) şunları
nakletmektedir: "Bir şahsın diğer bir şahsa gönderdiği elçisi onun izin
vermesi anlamındadır." Diğer bir lafzında ise: "Sizden biriniz yemeğe
davet edilir de, kendisine daveti ulaştıran elçiyle birlikte yemeğe gelirse, bu
onun için izin sayılır."[1013] Bu
hadis hakkında bazı tenkitler ileri sürülmüştür. Sünen-i Ebu Davud'un râvisi
Ebu Ali el-Lu'luî: "Ebu Davud'un; Katâde, Ebu Râfi'den hadis işitmemiştir,
dediğini duydum." demiştir. Buharı, Sahihimde der ki: Saîd, Katâde — Ebu
Rafı' — Ebu Hureyre senediyle Rasûlullah'tan (s.a.): "O elçinin kendisi izin
sayılır." cümlesini nakletmiş, isnadında da inkita' olduğundan hadisi muallak
olarak rivayet etmiştir.
Buharı bu konuda,
davet edildikten sonra izin istemeye itibar edileceğine delâlet eden bir hadis
rivayet etmiştir ki bu da, Mücâhid'in Ebu Hu-reyre'den (r.a.) naklettiği şu
hadistir: Rasûlullah'ın (s.a.) yanma vardım, bir bardağın içinde süt buldum.
Buyurdu ki: "Suffe ehlinin yanına git! Onları bana çağır!" Ben de
onların yanına gittim, davet ettim. Onlar da geldiler ve izin istediler. Allah
Rasûlü (s.a.) izin verince, onlar da içeri girdiler.[1014]
Bazı âlimler diyorlar
ki: Bu iki hadis iki hale hamledilir. Şayet elçi vakit geçirmeden dönerse, izin
almaya gerek duymaz; davetten gelmesi gecikir ve vakit de uzarsa, izin alması
gerekir.
Diğer âlimler ise:
Şayet davet eden kişinin yanında, davet edilen kişi gelmeden Önce izin almış
biri varsa, ayrıca bir izin almaya gerek olmaz. Şayet yanında izin almış bir
kişi yoksa izin verilene kadar içeri giremez, demişlerdir. .
Rasûlullah (s.a.),
yalnız kalmak istediği bir yere girdiğinde, kapıyı tutan kişiye, izinsiz
olarak hiçbir kimsenin içeri girmemesini emrederdi.[1015]
Cenâb-ı Hakk'ın,
kölelere, bulûğa ermemiş çocuklara sabahtan önce, öğlen kaylûle vaktinde, akşam
uyku vaktindeki üç mahrem vakitte emretmiş olduğu izin istemeye gelince; îbn
Abbas (r.a.) bunu emreder ve; insanlar bununla amel etmeyi terketmişlerdir,
derdi. Bazı âlimler, bu âyetin neshe-dildiğini söylemekle birlikte hiçbir delil
getirememişlerdir. Bazı âlimler de; âyetteki emir ,vücup için değil, nedb ve
irşâd içindir, demişlerdir. Halbuki bunların da, âyeti, zahirinden başka mânâya
hamletmeye delâlet edecek bir nasları yoktur. Bazı âlimler ise: Bu âyet
özellikle kadınlara hastır. Erkeklere gelince, onlar her vakit izin
istemelidirler demişlerdir. Bazıları diyorlar ki: Bu da bâtıl bir görüştür.
Çünkü "ellezîne" çoğulu kadınlara has olmaz. Şayet mutlak olarak
onlar kastedüirse, tağlib kaidesine göre erkeklerle birlikte ele alınırlar.
Bazı âlimler de bunun aksini söylemişler ve: Buradaki emir kadınlar hariç sadece erkekleredir,
demişler ve burada iki yerde "ellezîne" tabirinin geçmesini delil
getirmişlerdir. Halbuki âyetin siyakı buna mânidir. Onu iyice düşün!
Bir grup âlim de: Bu
vakitte izin isteme bir ihtiyaçtan dolayı idi. Sonra bu ihtiyaç zail oldu. Bir
hüküm bir illete mebnî olarak ortaya konmuşsa, illet zail olduğunda hüküm de
zail olmuş olur, demişlerdir.
Ebu Davud, Sünen'mdt
şu hâdiseyi nakletmiştir: Iraklılardan bir grup, İbn Abbas'a (r.anhuma)
sordular: Ey îbn Abbas! Şunlarla emrolunmuş olduğumuz "Ey mü'minler!
Elleriniz altında bulunan (köle ve cariyeleriniz) ve içinizden henüz ergenlik
çağma girmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve
yatsı namazından sonra (yanınıza gireceklerinde) sizden üç kere izin istesinler.."
âyeti —ki[1016] halk bu âyetle amel
etmeyi terketmiştir,— bunun hakkında ne diyorsun? îbn Abbas dedi ki: Muhakkak
ki Cenâb-ı Hak, mü'minlere karşı çok merhametli olup, setri sevendir. Halkın
evlerinde ne perde, ne de yatak odaları var idi. Bundan dolayı da, hizmetçi,
çocuklar, adamın yetim kızı ve adam eve her zaman girip çıkıyorlardı. îşte bu
sebebten Cenâb-ı Hak, istirahata ayrılan üç ma.hrem vakitte eve izin alarak
girmeyi emretti. Cenâb-ı Hak onlara örtüler ve hayır getirdi. Hiç bir kimseyi
de bundan sonra bu şekilde amel ederken görmedim.[1017]
Bazılan bu eserin îbn
Abbas'tan naklinin sabit olmadığım iddia etmişler. Senedinde bulunan îkrime ve
Amr b. Ebî Amr'a, ta'n isnad etmişlerdir. Halbuki bu râvilerle, Sahih sahibi
olan Buharı ve Müslim delil getirmişlerdir. Bunun inkârı ise inat olup, yorumu
yapılamayacak kadar uzak bir iddiadır.
Bir grup âlim de;
âyet, muarızı olmaksızın âmdir, muhkemdir. İnsanların çoğu bunu terketseler
de, amel etmek vaciptir, demişlerdir.
Sahih olan ise; şayet
evde, kapının açılması, veya perdenin kaldırılması veya girenin çıkanın gidip
gelmesi gibi, girmeye delâlet edecek ve izin alma manasına gelecek bir hareket
olursa, izin almaya gerek kalmaz. Şayet
hareket bu mânaya
gelmezse, mutlaka izin gerekir. Âyetin işaretiyle bu hüküm bir illetle
mualleldir ki, o bulunduğunda, hüküm de bulunur. O bulunmazsa hüküm de ortadan
kalkar. En doğrusunu Allah (c.c.) bilir. [1018]
Allah Rasûlü'nden (s.a.)
rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur: "Cenâb-ı Hak aksırmaktan
hoşlanır. Esnemekten ise hoşlanmaz. Sizden biri aksınp da 'elhamdülillah'
dediğinde, o hamdi işiten her müsülümana "yerhamukellah' demesi bir
vecibedir. Esnemeğe gelince, o ancak şeytandandır. Bundan dolayı sizden
biriniz esneyeceği zaman gücü yettiğince onu engellemeye çalışsın. Çünkü sizden
biriniz esnediğinde şeytan ona güler."Hadisi, Buharı rivayet etmiştir.[1019]
Buharî'nin Sahih'inde,
Allah Rasülü'nün (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: *'Sizden biri
aksırdığında 'elhamdülillah' desin. Kardeşi veya arkadaşı da yerhamukellah'
desin. Kardeşi ona 'yerhamukellah' dediğinde, o da: 'yehdîkumullah ve yuslih
bâlekum' desin."[1020]
Sahihayn'da Enes'ten
(r.a.) nakledildiğine göre: "Yanında iki kişi vardı ve aksırdılar.
Onlardan birine 'yerhamukellah* dedi, diğerine ise demedi. Demediği kişi: Filan
aksırdığında ona 'yerhamukellah' dedin, ben ak-sırdiğımda ise bana
'yerhamukellatı' demedin, dedi. Bunun üzerine Rasû-lullah (s.a.): Bu adam,
elhamdülillah demişti, fakat sen demedin, dedi."[1021]
Sahih-i Müslim'de
sabit olduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Sizden biri aksırdığında
'elhamdülillah' derse, ona 'yerhamukellah' deyiniz. Şayet 'elhamdülillah*
demezse, 'yerhamukellah' demeyiniz."[1022]
Sahih'âe Ebu
Hureyre'den (r.a.) rivayet olunuyor: "Bir müslümanm diğeri müslüman
üzerinde altı hakkı vardır: Karşılaştığında selâm vermen, seni davet ettiğinde
icabet etmen, senden öğüt istediğinde öğüt vermen, aksırıp hamdettiğinde
'yerhamukellah' demen, hastalandığında ziyaret etmen, öldüğünde cenazesinin
ardından gitmen."[1023]
Ebu Davud, sahih bir
isnadla rivayet ediyor: "Sizden biri aksırdığında 'elhamdülillahi alâ
külli hâl' desin. Kardeşi veya arkadaşı da yerhamukellah' desin. O da
'yehdîkumullah ve yuslıh bâlekum' desin."[1024]
Tirmizî'nin rivayetine
göre; bir adam İbn Ömer'in (r.a.) yanında ak-sırdı ve: Elhamdülillah, selâm
Allah Rasülü'ne, dedi. Bunun üzerine İbn Ömer (r.a.) dedi ki: Ben de;
elhamdülillah ve selâm Allah RasühVnedir, diyorum. Yalnız Rasûlullah (s.a.)
bize bunu bu şekilde öğretmedi. "Elhamdülillahi ala külli hâl"
dememizi öğretti.[1025]
İmam Mâlik, Nâfı'
yoluyla îbn Ömer'den (r.anhuma) şunu rivayet etmiştir: Aksırdığında, İbn Ömer'e
'yerhamukellah' denildi. O da: Allah bize de size de merhamet etsin. Bizi de
sizi de mağfiret etsin, dedi.[1026]
Bu hadisin zahirinden
anlaşılan şudur: "Yerhamukellah" demek, ak-sırdiktan sonra
"elhamdülillah" diyeni işiten herkese farz-ı ayın'dır. Duyanlardan
birisinin "yerhamukellah" demesi yeterli değildir. Bu görüş âümlerden
İbn Ebi Zeyd ve E.bu Bekr b. el-Arabî'nin tercih ettiği görüştür ki, buna
aykırı bir delil de yoktur.
Ebu Davud'un
rivayetine göre: "Bir adam*Rasûlullah'ın (s.a.) huzurunda aksırdı ve;
esselâmu aleykum, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) de: Selâm senin ve annenin üzerine
olsun, dedi ve: Sizden biri aksırdığında 'elhamdülillah' desin, buyurdu. Daha
sonra bazı hamdedilecek şeyleri söyledi ve: Aksıranın yanında olan da, ona
'yerhamukellah* aksıran da; bizi ve sizi Allah mağfiret etsin, desin, buyurdu.
"[1027]
Bu hadiste
Rasûlullah'm (s.a.), selâm veren adamın annesini de selâmda zikretmesinde ince
bir nükte vardır. O da selâmın, selâm veren tarafından uygun bir yerde
verilmemiş olmasıdır. Nitekim annesinin selâmda zikredilmesi de bunun gibidir.
Nasıl selâmı yersiz olduysa, 'elhamdülillah* diyecek yerde selâm vermesi de
yersizdir.
Daha ince bir nüktesi
de şöyledir: Annesini hatırlatması ve onunla selâm vermesi, sanki annesine
mensub bir ümmî olup erkekler tarafından terbiye edilmemiş, sadece annesinin
terbiyesinde kalmış biri olduğunu hatırlatmış olmasıdır. Bu görüş,
"ümmî" tabiri hakkmda yapılan izahlardan biridir. Annesine nisbet
edilmekle kalmış demektir.
"Ümmî
Peygamber" tabirine gelince, o da okuma yazma bilmeyen manasındadır.
Arkasında namaz sahih
olmayacak kişi hakkmda kullanılan "ümmî" tabirinden ise; birçok
ilimlere vâkıf olsa bile Fatiha'yı okuyamayan kişi kastedilmektedir.
Burada ümmi tabirinin
zikredilmesinin bir benzeri de, cahiliyye davasında bulunan kişiye babasının
çirkin yermin zikredilmesidir.[1028]
Ona denir ki: "Babanın çirkin yerini ısır!" İşte burada babasının
çirkin yerinin zikredilmesi, cahiliyye davasıyla kibirlenen kişiye, içinden
çıkmış olduğu uzvu hatırlatmak, yerinde bir hatırlatmadır, ki o da kendi
babasının çirkin yeridir. Bu yüzden böyle bir kişinin haddini tecavüz etmesi
gerekmez.. Nitekim yukanda anne tabirinin zikredilmesi sadece anne terbiyesiyle
kalmış olmasından dolayı en uygun bir hatırlatma olmuştur. RasûluHah'm (s.a.)
muradını en doğru Allah (c.c.) bilir. [1029]
Kişinin beyninde
biriken ve şayet orada kalsalar ağır hastalıkların meydana gelmesine neden
olacak buharların aksırma suretiyle dışına çıkmasından ötürü aksıran kişi bir
nimet ve menfaat kazanmış olduğundan hem bu nimetten dolayı ve hem de vücut
için yer sarsıntısı gibi olan bu sarsıntının ardından organların düzelmesi ve
uygun şeklini muhafaza etmesinden dolayı o kişinin Allah'a hamdetmesi meşru
kılınmıştır. Bu sebeple "semmetehu" ve "şemmetehu" denilir
ki, bunların aynı anlama geldiği söylenümektedir. Bu görüş, Ebu Ubeyd ve başka
âlimlerce ileri sürülmüştür. Ebu Ubeyd: "Hayır duada bulunan herkes,
müşemmit ve müsemmit-tir." diyor. Denilmiştir ki: "Semmete"
kelimesi aksıran kişinin iyi halde olması ve yeniden sükunet ve vakar haline
dönmesi için dua etmek anlamına gelir. Çünkü aksırma, organlarda bir hareket
ve şiddetli bir titreme meydana getirir. "Şemmete" kelimesi ise
Allah'ın, o kimseden, düşmanlarının gülmesine (maskarası olmasına) neden olan
hali gidermesi için dua etmek anlamınadır. Düşmanın sevineceği hali giderdiği
zaman "şemmetehu" denir. Nitekim devenin kenelerini giderdiği vakit
de "Karrade'l-öa/ra = Devenin kenelerini ayıkladı" denir, Allah'a
itaat yolunda ayakları (kavâim) üzerinde sebat etmesi için dua etmek anlamına
gelir ki, kavâim anlamındaki "şevârnif'tcn alınmıştır da denmektedir.
Deniliyor ki: Bu
teşmît, aksıranı şeytanın haline güldürmek demektir. Çünkü aksırma nimetinden
ve bu aksırma sebebiyle elde ettiği Allah sevgisinden dolayı Allah'a hamdetmek
suretiyle şeytanı kızdırmıştır. Zira Allah onu sever. Kul, Allah'ı anıp O'na
hamdettiği vakit şeytan buna şu sebeplerden ötürü üzülür: 1) Allah'ın sevdiği
bizzat aksırmanın kendisi, 2) Aksı-ranın bundan dolayı Allah'a hamdetmesi, 3) Müslümanların
o kişiye rahmet duasında bulunması, 4) O kişinin de onlara hidayet ve
hallerinin ıslahı duasında bulunması. Bütün bunlar şeytanı öfkelendirir ve onu
mahzun eder. O halde mü'minin, düşmanının öfkesine, hüznüne ve tasasına gülüp
sevin-mesi sözkonusudur ki o mü'mine rahmet duasında bulunma ve onu sevindirme
diye adlandırılmıştır. Çünkü bunun kapsamında düşmanının basma gelene sevinme
vardır. Bu ince
bir manadır; şayet
aksıran ve ona "yerhamukellah" diyen (müşemmit) bunun
farkında olursa her ikisi de istifade eder ve aksırma nimetinin beden ve kalbe
sağladığı fayda onların gözünde büyür, aksırmayı Allah'ın niçin sevdiği sırrı
ortaya çıkar. Zâtının cömertliği ve celâlinin izzetinden ötürü gerektiği gibi
lâyıkı olduğu hamd yalnız Allah'a mahsustur. [1030]
Aksırma hususunda
Rasûlullah'ın (s.a.) tutumu, Ebu Davud ve Tirmi-zî'nin Ebu Hureyre'den (r.a.)
naklettikleri şu hadiste geçtiği gibidir: "Allah Rasûlü (s.a.)
aksırdıkîarında mübarek elini veya elbisesini, ağzı üzerine koyar, ve sesini
azaltır veya onunla sesini kısardı." Tirmizî; hadis sahihtir, demiştir.'[1031]
Allah Rasûlü'nden
(s.a.) rivayet olunduğuna göre: ve aksırma şeytandandır." buyurdular.[1032]
Yine Allah Rasûlü'nden
(s.a.) rivayet olunduğuna göre: "Muhakkak ki Cenâb-ı Hak, esneme ve
aksırmada çok ses çıkarmaktan hoşlanmaz."[1033]
Rasûlullah'tan (s.a.)
sahih olarak nakledildiğine göre: Huzurunda bir adam aksırdığında ona,
'yerhamukellah' diye dua etti. Sonra bir kerre daha aksırdı, bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.): "Adam nezlelidir, buyurdu." Bu, Müslim'in metni
olup ikinci defasında böyle söyledi. Fakat Tir-mizî'nin, Seleme b. Ekvâ'
kanalıyla yaptığı rivayette ise: "Hz. Peygam-ber'in (s.a.) huzurunda ben
de bulunuyorken, bir adam aksırdığında, Rasûlullah (s.a.) Yerhamukellah' diye
dua buyurdu. Sonra adam ikinci üçüncü kez aksırınca, Rasûlullah (s.a.): Bu adam nezlelidir,
buyurdu." şeklindedir. Tirmizî; hadis, hasen-sahihtir, demiştir.[1034]
Ebu Davud, Saîd b. Ebî
Saîd yoluyla Ebu Hureyre'den (r.a.) mevkuf olarak şunları nakletmiştir':
"Kardeşine üç kere; yerhamukellah, de. Üçten fazla aksırırsa (bil ki) o
nezlelidir."[1035]
Saîd'den yapılan diğer
bir rivayette şöyle söylediği nakledilmektedir: "Ben, Ebu Hureyre'nin bu
hadisi sadece merfû olarak rivayet ettiğini biliyorum." Ebu Davud der ki:
Ebu Nuaym bu hadisi Musa b. Kays — Muhammed b. Aclân — Saîd — Ebu Hureyre
(r.a.) senediyle Rasûlullah'-tan (s.a.) nakletmiştir. Bu hadisi merfû olarak
rivayet eden Musa b. Kays, Hadramutlu, Kûfeli olup "Cennet Serçesi"
lakabıyla tanınmaktadır. Yahya b. Maîn onun için; sikadır, demiş; Ebu Hatim
er-Râzî ise, rivayetiyle delil getirmekte bir beis yoktur, demiştir.
Ebu Davud, Ubeyd b.
Rifâa ez-Zurakî yoluyla Rasülullah'tan (s.a.) şu hadisi.nakletmiştir:
"Aksıran kişiye, üçe kadar 'yerhamukellah' denir. (Bundan sonra) ister
dersin, istersen demezsin."[1036]
Fakat bu hadiste iki illet vardır. Birincisi, mürsel olmasıdır. Çünkü Ubeyd
sahabî değildir. İkincisi, senedinde Ebu Halid Yezîd b. Abdurrahman ed-Dâlânî
vardır ki, bu zat hakkında ileri geri konuşulmuştur.
Bu konuda Ebu
Hureyre'den (r.a.) merfû olarak rivayet edilen bir başka hadis vardır:
"Sizden biri aksırdığında, yanında oturan kişi; yerhamukellah, desin.
Eğer üçten fazla aksırırsa, bilsin ki, o aksıran nezlelidir. Üçten fazlası için
'yerhamukellah' demesin." Bu hadis, Ebu Davud'un, hakkında: "Ebu
Nuaym, Musa b. Kays'tan, o da Muhammed b. Aclân'-dan, o da Saîd'den, o da Ebu
Hureyre'den (r.a.) rivayet etti." dediği hadistir. Bu (isnadı) hasen bir
hadistir.
Soru: Şayet aksırma
nezleden meydana gelmişse bu kişi, hasta olmayandan, duaya daha lâyık değil
midir?
Cevap: Hastaya, iç ve
dış hastalığı bulunan kimseye, acılar içinde kıvranan hastaya dua edildiği
gibi ona da dua edilir.
Cenab-ı Hakk'ın sevmiş
olduğu sünnet olan aksırmaya gelince, o bir nimet olup, bedenin hafifliğine ve
tıkanmış buharların vücuttan bu yolla rahat bir şekilde dışarı atıldığına
delalet eder. Ve bu manada aksırma, üç kere ile tamamlanır. Daha ziyâde olması
halinde aksıran için Allah'tan (c.c.) afiyet ve şifa istenir.
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) "Adam nezlelidir" sözü, ona afiyet ve şifa için dua edilmesi
gerektiğine delâlet etmektedir. Çünkü nezle bir hastalıktır.
Rasûlullah'ın bu
ifadesinden, üçüncü aksırmadan sonra "yerhamukellah" demeyen kişinin
mazur olduğu anlaşılmaktadır. Yine bu ifadede, aksıramn, hasta olduğunun
farkına varmasına ve tedavisini geciktirmemesine bir işaret bulunmaktadır. Aksi
halde hastalığın tedavisi güçleşir. Hiç şüphesiz, Hz. Pey-gamber'in (s.a.)
herbir sözünde bir hikmet ve rahmet, bir ilim ve hidayet bulunmaktadır.
Âlimler iki mevzuda
ihtilâf ettiler:
Birincisi: Aksıran
kişi, Allah'a hamdettiğinde, hazır bulunanlardan bazısı duyup diğerleri
duymazsa, duymayan kişiye 'yerhamukellah' demek sünnet midir? Bu hususta iki
görüş vardır. Tercih edilen görüşe göre; duymayan kişi, aksıramn hamdettiğini
anladığı anda 'yerhamukellah' der. Çünkü maksat, yerhamukellah diyenin hamdi
işitmesi değil, hamdın bizzat kendisidir. Hamdettiğini anladığı anda,
'yerhamukellah' demek ona hemen vacip olur. Nitekim yerhamukellah diyen kişi
dilsiz sağır olsa ve aksıramn hamd kelimesini telaffuz ettiğini onun
dudaklarının hareketinden anlasa, teşmît ona vacip olur. Çünkü Hz. Peygamber
.(s.a.): Şayet hamdederse, ona 'yerhamukellah' deyiniz, buyurmuştur. Doğru olan
da budur.
İkincisi: Aksıran
şahıs hamdetmezse, yanında bulunan kişinin, aksıra-na hamdetmesi gerektiğini
hatırlatması müstehap olur mu? İbnu'I-Arabî: Hatırlatmaz. Onun böyle yapması
cehaletini gösterir, demiştir. Nevevî der ki: Bu şekilde düşünen hata etmiştir.
Bilakis hamdetmesini hatırlatması gerekir ki, bu görüş aynı zamanda İbrahim
en-Nehaî tarafından da rivayet edilmiştir. Nevevî der ki: Bu, bir nasihat,
emr-i bilma'rûf, iyilik ve takvada yardımlaşma kabilindendir.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bilinen açık tatbikatı İbnu'l Arabî'nin görüşünü kuvvetlendirmektedir.
Çünkü Rasûlullah (s.a.) aksırdıktan sonra ham-detmeyen kişiye, ne
"yerhamukellah" demiş ne de hamdetmesi gerektiğini
hatırlatmıştır. Bu, onun için bir tazir
cezasıdır. Kendi nefsini hamdetme bereketinden mahrum bırakması sebebiyle, onu
dua bereketinden de mahrum bırakmadır. Çünkü o, Allah'a hamdetmeyi unutmuş,
mü'minlerin kalb-leri ve dillerinin de ona "yerhamukellah" demesine
ve dua etmesine mani olmuştur. Şayet unutan kişiye, anında bunu hatırlatma
sünnet olsaydı, elbette Rasûlullah (s.a.) bunu yapmaya, Öğretmeye, bu konuda
yardım yapmayadahalâyıkolurdu.
Allah Rasûlü'nden
(s.a.) sahih olarak rivayet edildiğine göre: Yahudiler Hz. Peygamber'in (s.a.)
huzurunda, kendilerine 'yerhamukellah* demesini ümit ederek aksırırlardı.
Rasûlullah da onlara: "Allah size hidâyet etsin. Aklınızı, kalbinizi
doğrultsun.'* buyururdu.[1037]
Hz. Peygamber'den
(s.a.) sahih olarak nakledildiğine göre şöyle buyurmuştur: "Sizden
biriniz bir işe yürekten karar verdiğinde, farz değil, (istihare niyetiyle)
nafile olarak iki rekat namaz kılsın. Namazdan sonra şöyle dua etsin:
"Yâ Rab! Hakkımda
hayırlısını bildiğin için, katından hayırlısını bildirmeni dilerim. Her şeye
gücün yettiğinden, tarafından beni güçlendirmeni dilerim. Ya Rab! Hayırlı
olanın açıklığa kavuşmasını ve takdirini Senin o büyük fazl ve kereminden
isterim. Allah'ım! Senin her şeye gücün yeter; halbuki benim yetmez. Sen
herşeyi bilirsin, halbuki ben bilmem. Şüphesiz Sen, aklımızın kuşatamadığı
herşeyi pek yakından bilirsin. Ya Rab! Şu karar verdiğim iş, dinim, dünyam ve
âhiretim için hayırlı ise —ki bunu bildiğinde şüphe yoktur—, bana nasib et,
beni buna muvaffak kıl, kolaylaştır ve mübarek kıl. Eğer bu işim, dünya ve
âhiretimde benim için kötü ise onu benden, beni de ondan uzaklaştır. Hayırlısı
neredeyse bana onu takdir et, beni onunla hoşnud et!"
Hadisin râvisi Câbir
(r.a.) der ki: İstihare eden kişi, duanın "iş" denilen yerinde
isteğini ismen zikreder. Hadisi Buhârî rivayet etmiştir.[1038]
Cahiliye araplarmın
kuş uçurmalarına ve müşriklerin çektikleri kur'a-ların bir benzeri olan fal
oklarıyla kısmet aramalarına karşı Hz. Peygamber (s.a.) bu duayı ümmetine
talim buyurdu. Cahiliye araplan fal oklanyla gaybda kendileri için taksim
olunan şeyi bilmek istiyorlardı. Bu sebeple buna "istiksâm=kısmet
aramak" adı verildi. Bu, kasm kelimesinin istifal babıdır. Buradaki
"sin" taleb içindir.
İşte bu bâtıl şeylerin
yerine Hz. Peygamber (s.a.); tevhid, rnuhtaciyet, ubudiyet, tevekkül, hayrın
tamamı kabza-i kudretinde olan, iyilikleri O'-ndan başkasının getirmediği,
kötülükleri de O'ndan başkasının geriye çevirmediği, kuluna bir rahmet kapısı
açtığında hiçbir kimsenin ona mani olamadığı, rahmet kapısını da bir kapattı mı,
hiçbir kimsenin artık onu ne uğurla ne de yıldız doğmasına bağlayarak o
rahmetin kendisine ulaşmasını sağlayamadığı Allah'tan (c.c.) isteme manasında
bu duayı tavsiye etmiştir.
İstihare duası,
bereketli, mutluluk getirici, kendileri için Allah tarafından iyilikler takdir
edilmiş olan mesut ve muvaffak kişilerin talihidir. Bu, Allah ile beraber diğer
bir tann edinen ve pek yakında kimin doğru olacağını bilecek olan müşrik, şakî
ve yardımdan mahrum kişilerin talihi değildir.
İstihare duası;
Allah'ın (c.c.) varlığının ikrarını, O'nun ilim, irâde ve kudret gibi kemal
sıfatlarının ikrarını, rububiyetinin ikrarını, işini O'na havale etmeyi, yalnız
O'ndan yardım dilemeyi, O'na tevekkül etmeyi, nefsinin esaretinden kurtulmayı,
O'nun kuvvet ve kudretinden başka kuvvet ve kudret bulunmadığını, kulun,
nefsinin faydasına olan şeyi bilmekten, ona muktedir olmaktan ve onu istemekten
âciz olduğunu itiraf etmesini içine almaktadır. Ve bütün bunların Velî'sinin,
Hâlik'inin ve Hak olan ilâhının elinde, kudretinde olduğunu bilmeyi öğretir.
Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'inde, Sa'd b. Ebî Vakkas'm (r.a.) rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmaktadır: "Âdemoğlunun mutluluğu, istihare yapması ve sonucunda
da Allah'ın hükmüne razı olmasıy-ladır. Âdemoğlunun mutsuzluğu ise istihareyi
terketmesi ve sonucunda da Allah'ın hükmüne kızmasıyladır."[1039]
Kader'in iki şeyi
kuşatarak nasıl meydana geldiğini düşünmelisin: 1) Olayın meydana gelmesinden
önce yapılan istiharenin içinde bulunan tevekkül, 2) Olayın meydana
gelmesinden sonra Allah'ın hükmüne razı olmaktır. Bu ikisi mutluluğun nişanesi
ve delilidir.
Mutsuzluğun nişanesi
ve delili ise kişinin, olayın meydana gelmesinden önce tevekkül ve istihareyi
terketmesi, olayın meydana gelmesinden sonra da Allah'ın hükmüne kızmasıdır.
Tevvekkül, olayın
meydana gelmesinden önce yapılır. Kaza kesinleşip tamamlanınca kulluk,
Müsned'de de ifade edildiği gibi, Allah'ın hükmüne (kazaya) razı olmayı
gerektirir. Nesâî, meşhur olan bu istihare duasına şu cümleyi ilâve etmiştir:
"Ya Rab! Kazadan sonra sonuca razı olmayı Senden diliyorum." Olay
meydana geldikten sonra kazaya razı olunması, olay meydana gelmeden önce kazaya
razı olmaktan daha güzeldir. Çünkü kişi, bazen olay meydana gelmeden kazaya
razı olacağım ifade ederse de olay meydana geldikten sonra kararını
değiştirebilir. Halbuki olay meydana geldikten sonra kişi kazaya razı olursa,
"hal" veya "makam ehli" olur.
İstihareden maksat,
Allah'a tevekkül etmek, O'na işini havale etmek, O'nun ilim ve kudretiyle
kısmet aramak, O'nun kulu için seçtiği şeyi güzel bulmaktır. Bunlar, Allah'ın
hükmüne razı olmanın gereklerindendir. îman halâvetini tatmamış bir kişi, her
ne kadar olaydan sonra Allah'ın hükmüne razı olsa da, onun durumu böyle
değildir. İşte kişinin tevekkül etmesi ve sonucunda da Allah'ın hükmüne razı
olması, onun saadetinin alâmetidir. [1040]
Beyhakî ve diğerleri,
Enes b. Mâlik'ten (r.a.) şöyle söylediğini naklediyor: Hz. Peygamber (s.a.)
hiçbir yolculuğa şöyle dua etmeden oturduğu yerden kalkıp gitmezdi:
"Allah'ım! Yolculuğa başladım, Sana yöneldim, Sana sığındım, Sana tevekkül
ettim. Allah'ım! Güvencem Sensin. Umudum Sensin. Allah'ım! Beni meşgul eden,
meşgul olmadığım ve benden daha iyi bildiğin şeylerde bana destek ol. Teminatın
yüce, övgün büyük, Senden başka ilâh yoktur. Allah'ım! Bana takva azığı
lutfeyle. Günahımı bağışla. Her nereye yönelirsem beni daima hayra
yönelt." Daha sonra yolculuğa çıkardı.[1041]
Hz. Peygamber (s.a.)
bineğine bindiğinde, üç defa tekbir getirir ve; "Bunları emrimize veren
Allah'ın şanı ne yücedir; yoksa bizim takatimiz bunlara yetmezdi. Biz, elbette
Rabbimize döneceğiz"[1042]
âyetini okur, daha sonra şöyle dua ederdi: "Allah'ım! Bu yolculuğumuzda
Senden iyilik ve takva diler, bize Senin razı olacağın işlere muvaffak kılmanı
isteriz. Allah'ım! bu yolculuğumuzu bize kolaylaştır. Uzak yolumuzu
yakmlaştır. Allah'ım! Seferde dost, geride kalan ailem için de halife ancak
Sensin. Allah'ım! yolculuğumuzda bize arkadaş, geride kalan ailemize halife
ol" Seferden döndüğünde de aynı duayı, "Tevbekâr olarak, günahlarımızdan
dönerek, Rabbimize kulluk ve O'na hamdederek geri geldik." cümlelerini ekleyerek
yapardı.[1043]
Ahmed b. Hanbel'in
rivayetine göre ise Hz. Peygamber (s.a.) şöyle dua ederdi: "Yolculukta
arkadaş, geride kalan ailemize halife ancak Sensin. Allah'ım! Yolculuktaki
darlıktan, dönülecek yerin tasasından Sana sığınırım. Allah'ım! Yolumuzu bize
kısalt. Yolculuğumuzu bize kolaylaştır."
Yolculuktan dönmek
istediğinde şöyle dua ederdi: "Tevbekâr olarak, günahlarımızdan dönerek
Rabbimize kulluk ve O'na hamdedederek geri geldik." Evine geldiğinde de:
"Tevbe ederek, tevbe ederektir dönüşümüz. Bizi günahımızla başbaşa bırakmayan
Rabbımızadır yönelişimiz."[1044]
derdi.
Sahih-i Müslim'de
rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) yolculuğa çıkacağı zaman şöyle dua ederdi:
"Allah'ım! Yolculuğun zorluklarından, dönülecek yerin tasasından,
bolluktan sonraki yoksulluktan, mazlumun ânından, ailem ve malımda kötü
manzarayla karşılaşmaktan Sana sığınırım."[1045]
Allah Rasûlü (s.a.)
hayvanına binmek için ayağını özengiye koyduğu zaman "Bismillah" der,
bineğin sırtında doğrulduğu zaman üç defa "Elhamdülillah", üç defa
"Allahu ekber" der, daha sonra "Bunları emrimize veren Allah'ın
şanı ne yücedir; yoksa bizim takatimiz bunlara yetmezdi. Biz, mutlaka Rabbımıza
döneceğiz."[1046]âyetini
okur; sonra yine üç defa "Elhamdülillah", üç defa "Allahu
ekber" üç defa "Subhanallah" der, daha sonra da: "Senden
başka ilâh yok. Sânın ne yücedir. Ben zalimlerden oldum. Sânı yüce olan
Allah'ım! Ben nefsime zulmettim, beni bağışla. Zira günahları ancak Sen
bağışlarsın." diye dua ederdi.[1047]
Hz. Peygamber (s.a.)
ashabını sefere uğurladığında her birine şöyle derdi: "Dinini, emanetini
ve işlerinin akıbetini Allah'a emânet ederim."[1048]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) yanına bîr adam geldi ve: Ya Rasûlallah! Sefere çıkmak istiyorum. Beni
hayır duanızla azıklandırınız, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) bunun üzerine:
"Allah seni takva ile azıklandırsın." dedi. Adam: Bir dua daha yap,
dedi. Allah Rasûlü (s.a.) "Günahım da bağışlasın." dedi. Adam: Bir
dua daha yap, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) "Nerde bulunursan hayra kavuşmayı
sana kolaylaştırsın." Dedi.[1049]
Bir adam Allah
Rasûlü'ne (s.a.): Ben seyahata çıkmak istiyorum ne tavsiye buyurursunuz? dedi.
Rasûlullah (s.a.) da: "Sana Allah'tan korkmanı ve her yüksek bir yere
çıktığında 'Allahu ekber' demeni tavsiye ederim." dedi. Adam dönüp
gidince Rasûlullah (s.a.): "Ey Allah'ım! Varacağı yeri ona yakmlaştır.
Yolculuğunu da âsân kıl." diye dua etti.[1050]
Rasûlullah (s.a.) ve
ashabı, tepelere çıktıklarında tekbir getirirler, indiklerinde ise teşbih
ederlerdi. Namazda da aynı tertip gözetilmiştir.[1051]
Enes b. Mâlik (r.a.)
der ki: Allah Rasûlü (s.a.) yüksek bir yere veya bir tepeye çıktığında:
"Allah'ım! Her türlü yüksekliğin üstünde yükseklik Sana aiddir. Yine her
türlü övgünün, hamdın üstünde hamd Sana mahsustur." diye dua ederdi.[1052]
Allah Rasûlü (s.a.)
hac yolculuğunda vakur bir şekilde yürürdü. Geniş bir yer bulduğunda, yürüyüşe
orada devam ederdi ve daima; "Melekler, yanlarında köpek ve çıngırak
bulunanlara yol arkadaşlığı yapmazlar." derdi.[1053]
Hz. Peygamber (s.a.)
yolculuk için gece tek başına yola çıkmayı hoş karşılamaz ve: "Şayet
insanlar tek başına olmanın sakıncasını bilselerdi, hiçbir kimse tek başına
gece yola çıkmazdı." Derdi.[1054]
Bir kişinin arkadaşı
olmadan seyahata çıkmasını hoş karşılamazdı. Rivayet edildiğine göre
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Bir kişi bir şeytandır, iki kişi de iki
şeytandır. Üç kişi ise topluluktur."[1055]
Rasûlullah (s.a.)
daima şöyle buyururdu: "Sizden birisi bir yerde konakladığında,
yaratıklarının şerrinden Allah'ın tâm kelimelerine sığınırım, desin. Çünkü bu
duayı okuyana, konakladığı yerden ayrılıncaya kadar hiçbir şey zarar
veremez." Müslim rivayetinde ise şöyledir: "Kim bir yerde konaklar da;
yaratıklarının şerrinden Allah'ın tâm kelimelerine sığınırım, derse,
konakladığı yerden ayrılıncaya kadar hiçbir şey ona zarar veremez. [1056]
Ahmed b. HanbeFin Hz.
Peygamber'den (s.a.) rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) herhangi bir gazveye
veya seyahata çıktığında, gece olunca şöyle dua ederdi: "Ey yer! Senin ve
benim Rabbim Allah'tır. Senin şerrinden, içinde bulunanın şerrinden, içinde
yaratılanın şerrinden, üzerinde yürüyenin şerrinden Allah'a sığınırım. Her
türlü arslan, yılan ve akrebin şerrinden, belde sakinlerinin şerrinden,
doğuranın ve doğanın şerrinden Allah'a sığınırım."[1057]
Rasûlullah (s.a.)
daima şöyle derdi: "Siz otların bolluk zamanında seyahat ettiğinizde,
develere yerden nasiplerini veriniz (onları otlak yerinde otlatınız). Kıtlık
zamanında seyahata çıktığınızda da açlıktan develerin ilikleri kurumadan erken
davranınız." Diğer bir rivayetinde ise hadis şu şekildedir:
"Yolculuğu hızlandırınız. Geceleyin konakladığınız zaman da yoldan uzaklasınız.
Çünkü yol, hayvanların yollan ve haşaratın barına-ğıdır."[1058]
Hz. Peygamber (s.a.),
girmek istediği bir köyü gördüğü zaman şöyle dua ederdi: '*Ey yedi kat göğün ve
gölgelendirdikleri şeylerin, yedi kat yerin ve üzerinde taşıdıklarının,
şeytanların ve saptırdıklannın, rüzgârın ve uçurup dağıttığı şeylerin rabbi
Allah'ım! Senden bu beldenin ve sakinlerinin hayırlı olmasını dileriz. Bu
beldeden ve içindekilerin şerrinden Sana sığınırız."[1059]
Hz. Peygamber (s.a.)
seyahatta şafak söktüğünde şöyle dua ederdi: "Allah'a olan hamdimizi ve
hoş yorgunluğumuzu işiten işitsin. Ey bizim Rabbimiz! Ateşten Allah'a sığınmış
olarak bu yolculuğumuzda bize arkadaşlık yap ve bizi üstün kıl."[1060]
Rasûlullah (s.a.)
düşmanın eline geçmesi endişesinden dolayı, düşmanın bulunduğu memlekete
Kur'an ile seyahat yapılmasından nehyederdi.[1061]
Rasûlullah (s.a.)
takriben 12 mil mesafe dahi olsa, bir kadının mahremi olmaksızın yolculuğa
çıkmasından nehyederdi.[1062]
Rasûlulah (s.a.)
yolcuya, seyahat sebebi olan ihtiyacını giderdikten sonra evine çabuk dönmesini
emredirdi.[1063]
Hz. Peygamber (s.a.)
herhangi bir seferden dönerken, arazide her yüksek yer üzerinde üç kere tekbir
alır, daha sonra da şöyle derdi:
"Bir tek
Allah'tan başka ilâh yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'-nundur. Hamd O'nadır.
O herşeye Kadirdir. Dönenler, tevbe edenler, ibâdet edenler, Rabbımiza
hamdedenler bizleriz. Allah va'dini doğruladı. Kuluna yardım etti. Allah tek
başına düşman ordularını hezimete uğrattı.[1064]
Rasûlullah (s.a.) uzun
süre uzak kaldıktan sonra, kişinin evine gece gelmesinden nehyederdi.[1065]
Sahihayn'da rivayet
edildiğine göre: Allah Rasûlü (s.a.) ailesinin yanına, ya kuşluk vaktinde veya
öğle ile akşam arasındaki bir vakitte girerdi.[1066]
Hz. Peygamber (s.a.)
seferden döndüğünde ehl-i beytinden olan çocuklarla birlikte karşılanırdı.
Abdullah b. Cafer (r.a.) diyor ki: Rasûlullah (s.a.) bir keresinde bir seferden
dönmüştü. Ben önüne geçirildim. Beni önüne aldı. Sonra torunu Fâtıma'nın
(r.anha) oğlu ya Hasan veya Hüseyin (r.an-huma) getirildi. Onu da arkasına
aldı. Abdullah b. Cafer (r.a.) diyor ki: Böylece bir hayvanın üzerinde üç kişi
olduğumuz halde Medine'ye girdik.[1067]
Rasûlullah (s.a.)
seferden dönen kişiye sarılırdı. Gelen kişi akrabasından, ehl-i beytinden olursa
öperdi. Zührî, Urve yoluyla Âişe'den (r.anha) şunları nakletmiştir: Zeyd b.
Harise (r.a.) Medine'ye geldiğinde Rasûlullah (s.a.) benim evimdeydi. Zeyd
geldi ve kapıyı çaldı. Rasûlullah (s.a.) elbisesini çekerek çıplak halde
Zeyd'e kıyam etti. Allah'a yemin olsun ki ne bundan önce, ne de bundan sonra
Hz. Peygamber'i çıplak olarak görmüştüm. Hemen Zeyd'e sarıldı ve onu öptü.[1068]
Hz. Âişe (r.anha) der
ki: Cafer ve arkadaşları (r.anhum) Habeşistan'dan döndüklerinde, Rasûlullah
(s.a.) onu karşıladı, iki gözünün arasını öptü ve ona sarıldı.[1069]
Şa'bî der ki:
Rasûlullah'ın (s.a.) ashabı bir seferden döndüklerinde birbirlerine
sarılırlardı.[1070]
Hz. Peygamber (s.a.)
herhangi bir seferden döndüğünde, önce mescide gelir, hemen iki rekât nafile
namaz kılardı.[1071]
Rivayet edildiğine
göre Allah Rasûlü (s.a.) ashaba, ihtiyaç hutbesi (du-ası)nı şu şekilde
öğretmiştir:
"Hamd Allah'a
mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım diler, O'-nun mağfiret etmesini
isteriz. Nefislerimizin ve kötü amellerimizin şerrinden Allah'a sığınırız.
Allah'ın hidâyet ettiğini, kimse saptıramaz. Allah'ın saptırdığım da kimse
hidâyet edemez. Allah'tan başka ilâh olmadığına şe-hâdet ederim. Muhammed'in
O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet ederim." Daha sonra şu üç âyeti
okurlardı: "Ey inananlar; Allah'tan, O'na yaraşır biçimde korkun ve ancak
müslümanlar olarak ölün."[1072],
"Ey insanlar; sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp
ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun. Adına
birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağlarını kırmaktan
sakının.
Şüphesiz Allah, sizi
üzerinizde gözetleyicidir."[1073]
"Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi
düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Rasûl'üne itaat ederse
büyük bir başarıya ermiş olur."[1074]
Şu'be diyor ki; Ebu
İshak'a: Bu nikâh hutbesi mi, yoksa başka bir hususta mı? diye sordum. Her
ihtiyaç anında okunur, dedi.
Rasûlullah (s.a.)
buyurdu ki: "Sizden biri, bir kadın veya bir hizmetçi veya bir hayvan
aldığında, onun alnından tutsun, Allah'a bereketle dua etsin, Allah'ın ismini
zikretsin ve:
Allah'ım! Bunun ve
huyunun hayırlı olmasını Senden diliyorum. Bunun ve huyunun şerrinden Sana
sığınırım, desin. "[1075]
Hz. Peygamber (s.a.),
evlenen bir kişiyi tebrik edeceği zaman:
"Allah mübarek
etsin, seni mutlu kılsın, Allah ömür boyu birlikte mesut ola ak yaşamanızı
ihsan buyursun." derdi.[1076]
Allah Rasûlü (s.a.) şöyle
buyururdu: "Sizden biriniz ailesine yaklaşacağı zaman:
'Allah'ın ismiyle
başlarım. Ey Allah'ım! Bizi şeytandan, şeytanı da bize vereceğin zürriyetten
uzak tut!' derse, eğer aralarında bir çocuk olması takdir olunmuşsa, şeytan
ona hiçbir zaman zarar veremez."[1077]
Hz. Peygamber
(s.a.) ailesi ve malından
dolayı sevinip böbürlenen kişiye şöyle söylerdi:
Enes b. Mâlik'den
(r.a.) rivayete göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cenâb-ı Hak bir
kuluna, hanım, mal ve çocuk nimeti ihsan ederse, o kişi: 'Bu Allah'ın dilediği
ve ihsan ettiğidir. Allah'ın yardımından başka hiçbir kuvvet yoktur.'
demelidir. Aksi halde ölüm dışında bir âfet görür. Nitekim Cenâb-ı Hak: 'Bağına
girdiğinde: Maşallah! Kuvvet yalnız Allah'ındır, deseydin ya!' buyurmuştur.[1078]
Hz. Peygamber'den
(s.a.) sahih olarak rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur: "Kim dinî
veya dünyevi bir hususta dertli birini görür de:
'Seni uğrattığı
dertten bana afiyet veren ve beni yarattıklarının birçoğundan bu şekilde üstün
kılan Allah'a hamdolsun' derse, o dert onun başına ebediyyen gelmez."[1079]
Allah Rasûlü'nden
(s.a.) rivayet edildiğine göre, huzurunda bazı şeylerin uğursuzluk alâmeti
olarak kabul edilmesinden bahsedildi. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Bunun
en güzeli falfgüzel sÖz)dır; fal (güzel söz) müs-lümana zarar vermez.[1080]
Şayet uğursuzluk sayılmasından dolayı hoşuna gitmeyecek bir şey görürsen şu
şekilde dua yap:
Ey Allah'ım!
İyilikleri getiren ancak Sensin. Kötülükleri çeviren ancak Sensin. Senin kuvvet
ve kudretinden başka kuvvet ve kudret yoktur."[1081]
Kâ'bu'l-Ahbar daima
şöyle dua ederdi:
"Ey Allah'ım!
Senin uğur kabul ettiğinden başka uğur yoktur, Senin hayrından başka hayır
yoktur, Senden başka Rab yoktur, Senin kuvvet ve kudretinden başka kuvvet ve
kudret yoktur." Kâ'b der ki: Nefsim kabza-i kudretinde olan Allah'a yemin
olsun ki bu dua tevekkülün başı, kulun da cennetteki hazinesidir. Bu duayı kim
okur da, geçip giderse ona hiçbir şeyin zararı dokunmaz.[1082]
Rasûlullah'tan (s.a.)
sahih olarak rivayete göre, şöyle buyurmuştur: "Salih rüya Allah'tandır.
Kötü rüya ise şeytandandır. Kim hoşlanmadığı bir rüya görürse, sol tarafına üç
kere tükürür gibi tuh desin ve şeytandan Allah'a sığınsın. Bu surette o rüya
ona zarar vermez. Bu rüyayı hiç kimseye de anlatmasın. Eğer güzel bir rüya
görürse, sevinsin ve sadece sevdiği kimseye anlatsın."[1083]
Yine hoşlanmadığı bir
rüya gören kimseye Hz. Peygamber (s.a.), diğer yanma dönmesini[1084] ve
namaz kılmasını emretmiştir.[1085]
Hz. Peygamber (s.a.)
kötü rüya gören kişilere, beş şey emretmiştir: 1) Sol tarafına tükürür gibi tuh
demesini, 2) Şeytandan Allah'a sığınmasını, 3) Hiç kimseye anlatmamasını, 4)
Diğer yanma dönmesini, 5) Namaz kılmasını. Bunları yaptığında kötü rüya ona
zarar vermez; aksine bu hareketler, rüyanın şerrini uzaklaştırır.
Rasûlullah (s.a.)
buyurdu kî: "Rüya tâbir olunmadığı müddetçe kuşun ayağmdadır. Tâbir
olunduğunda ise tahakkuk eder. Rüya ya sevilen bir dosta veya rüya tabirinde
isabetli görüşleri olan bir kişiye anlatılma-hdır."[1086]
Hz. Ömer'e (r.a.) bir
rüya anlatıldığında: "Ey Allah'ım! Şayet hayırlıysa bize, şerli ise
düşmanlarımıza olsun." derdi.
Rasûlullah'tan (s.a.)
şöyle rivayet edilmiştir: "Kime bir rüya anlatılır-sa, bu kimse, rüya
görene; hayırdır, desin."
Rivayet edildiğine
göre Hz. Peygamber (s.a.), rüya gören kişiye, rüyasını tâbir etmeden önce
"hayır görmüşsün" der, sonra tâbir ederdi.
Abdürrezzak, Ma'mer —
Eyyûb — İbn Şîrîn kanalıyla şöyle naklediyor: Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir rüya
tâbir edeceği zaman: Şayet rüyan doğruysa, şöyle şöyle olacak, derdi. [1087]
Salih b. Keysan,
Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ûd'dan, o da İbn Mes'ûd'dan merfû olarak
şöyle rivayet etmiştir: Âdemoğlumın kalbine bir meleğin, bir de şeytanın
etkisi vardır. Meleğin etkisi hayır va'det-mesi, hakkı tasdik etmesi,
ibadetlerinin sevabını umması, şeklinde tezahür eder. Şeytanın etkisi ise şerri
va'detmesi, hakkı tekzib etmesi, hayırdan umut kesmesidir. Kalbinizde meleğin
etkisini bulduğunuzda Allah'a ham-dedip fazlım vermesini dileyin. Fakat
şeytanın etkisini hissettiğinizde, Allah'a sığının ve O'ndan size mağfiret
etmesini dileyin."[1088]
Osman b. Ebi'l-Âs, Hz.
Peygamber'e (s.a.): Ya Rasûlallah! Şeytan benimle, namazım ve kıraatim arasına
girdi, deyince, Rasûlullah (s.a.): "Bu, Hinzeb denilen şeytandır. Onu
hissettiğinde ondan Allah'a sığın ve sol tarafına üç defa tükürür gibi tuh
de." buyurdu.
Sahabe-i kiram Hz.Peygamber'e
(s.a.); "Bizden biri kalbinde inanç yönünden kötü birşey hissediyor. Onu
anlatmasından yanıp kül olması daha iyidir." diye şikâyette bulundular.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) "Allahu ekber, Allahu ekber. Şeytanın
hilesini vesveseye çeviren Allah'a hamdolsun.'i[1089]
buyurdu.
Hz. Peygamber (s.a.),
"Bu Allah mahlukatı yarattı. Öyleyse Allah'ı kim yarattı?" diyerek
failler (sebebler)'in devir ve teselsülü vesvesesine tutulan kişiye şu âyeti
okumasını irşad buyurdu:
O
(Allah) Evvel'dir, Ahir'dir;
Zâhir'dır, Bâtın'dır. Ve
herşeyi bilendir."[1090]
Ebu Zümeyl Semmâk b.
el-Velîd el-Hanefî, İbn Abbas'a "Kalbimde (inanç yönünden) bulduğum şey
nedir?" sordu. îbn Abbas, o nedir? dedi. O'na "Allah'a yemin olsun ki
ondan bahsedemem." dedim. Bunun üzerine İbn Abbas "O bir şüphe
midir?" deyince "evet" dedim, tbn Abbas, bana şöyle dedi: Allah,
"Eğer sana indirdiğimizden şüphede isen, senden önce Tevrat'ı okuyanlara
sor." (Yunus, 94) âyetini indirinceye kadar.hiç kimse şüpheden
kurtulamamıştı. İbn Abbas, bana: Nefsinde bir şüphe bulduğun zaman, "O
(Allah) Evvel'dir, Ahir'dir, Zâhir'dir ve Bâtın'dır. O her şeyi bilendir."
de, dedi.
Rasûlullah (s.a.),
ashabı bu âyet ile hemen ve imali fikre muhtaç olmadan bâtıl olan teselsülün
butlanına irşad buyurdu. Aynı şekilde irşad buyurdu ki, mahlukatın yaratılış
sebeblerinin teselsülü, başlangıç itibariyle O'ndan önce hiçbir şey olmayan
"el-Evvel"e kadar gider, bu teselsül sonuç itibariyle, O'ndan sonra
başka bir son olmayan "el-Âhir"e dayanır, zuhuru kendisinin üstünde
hiçbir şey olmayan yüceliktedir. Bâtın oluşu ise, O'nun altında hiçbir şeyin
bulunmadığı bir ihatadır. Şayet O'ndan önce bir şey olsaydı, varlığında bir
müessir olurdu. Ve elbette o şey Hallâk olan Rab olurdu. Hiç şüphesiz iş, şu
vasıflan taşıyan mutlak kudret sahibi bir varlıkta sonuçlanır: Mahlûk olmayan
bir Hâlık, kendisinden başkasına muhtaç olmayan, herşey kendisine muhtaç olan,
zâtiyle kâim, herşey O'nunla kâim,zâtiyle mevcut, her şey O'nunla m.evcut,
başlangıcı olmayan kadîm, O'ndan başka her şey yokluktan (adem) var olan,
zâtıyla baki herşeyin bekası O'nun bekası ile olan. İşte O, O'ndan önce hiçbir
şeyin olmadığı el-Evvel, O'ndan sonra hiçbir şeyin olamayacağı el-Âhir, O'nun
üstünde hiçbir şeyin olamayacağı ez-Zâhir, O'nun altında hiçbir şeyin olamayacağı
el-Bâtın'dır.
Rasûlullah (s.a.)
buyurdu ki: "İnsanlar, biri şu şekilde sorana kadar soru sormaya devam
edecekler: Bu Allah bütün mahîukatı yarattı. O halde Allah'ı kim yarattı? Böyle
bir soru kimin kalbinden geçerse Allah'a sığınsın ve bu şekilde düşünmeyi
bıraksın."[1091]
Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce
seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, senin sığındığını işiten,
niyetini de çok iyi bilendir."[1092]
Şeytan iki nevidir.
Açıkça görülen insandan şeytan. Görülmeyen cinsi olan cinden şeytan. Bundan
dolayı Cenab-ı Hak, Nebî'sine (s.a.) insandan olan şeytanın şerrinden, ondan
yüz çevirerek, terkederek, en uygun bir yolla yanından uzaklaştırarak; cinden
olan şeytanın şerrinden de, Allah'a sığınarak korunmasını emretmiştir. Her iki
cins şeytanın hilelerini ve onların şerrinden kurtulmanın yollarını, A'râf,
Mü'minûn ve Fussilet sûrelerinde bildirmiştir. Okumak ve zikretmek suretiyle
yapılan istiâze, cin şeytanlarının şerrini uzaklaştırmanın en güzel yoludur.
Terketmek yüz çevirip aldırış etmemek ve uygun bir biçimde uzaklaştırmak ise
insan şeytanlarının şerrini uzaklaştırmanın en güzel yoludur.
Nitekim şair şöyle
demiştir:
"Şeytanı boyun
eğdirmek için istenilen en güzel şey; ya Allah'a sığınmadır veya uygun bir
biçimde onu uzaklaştırmaktır. Birincisi, görünmeyen senanın şerrinden kurtuluş
çaresidir. İkincisi de görünen şeytanın şerrinden kurtuluş ilacıdır." [1093]
Hz. Peygamber (s.a.);
öfkeli birisine, gazap ateşini abdest alarak, ayakta ise oturarak, oturuyorsa
yatarak, Allah'ın rahmetinden koğulmuş Şeytanın şerrinden Allah'a sığınarak söndürmesini emretmiştir.
Gazap ve şehvet,
âdemoğlunun kalbinde, ateşten birer parça olarak bulunduğundan, Rasûlullah
(s.a.) bunların; abdest, namaz ve şeytanın şerrinden Allah'a sığınmakla
söndürülmesini emretmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Kendi nefislerinizi
unuttuğunuz halde insanlara iyiliği mi emrediyorsu-nuz?"[1094]
buyurmuştur. Şiddetli şehvet, gazab hükmünde kabul edilmiştir. Bu sebeple şehvet
azgınlığı ateşinin, sabır ve namazdan yardım alınarak söndürülmesini; şeytanın
dürtüşlerinden de O'na sığınılmasını emretmiştir. Günahların hepsi, gazap
ve-şehvetten kaynaklanır. Gazap kuvvetinin varacağı en son nokta adam
öldürmek; şehvet kuvvetinin en son noktası ise zinadır. Bu sebeple Cenab-ı Hak,
adam öldürmekle zinayı bir araya getirmiş ve En'âm, İsrâ, Furkân, Mümtehine
sûrelerinde onları yan yana zikretmiştir.
Maksad; Cenab-ı
Hak'ın, kullarım, gazab ve şehvet kuvvetinin şerrinden, ancak namazla ve O'na
sığınmakla kurtulabileceklerinin belirtilmesidir. [1095]
Rasûlullah (s.a.),
sevdiği bir şey gördüğünde: "Nimetiyle hayırlı şeyleri tamamlayan Allah'a
hamdolsun."; hoşlanmadığı bir şey gördüğünde de: "Her halükarda hamd,
Allah'adır." derdi.[1096]
Allah Rasûlü (s.a.),
yanma yaklaşan kişiye, sevdiği ve uygun gördüğü şekilde dua ederdi. İbn Abbas
(r.anhuma) abdest suyunu hazırladığında Hz. Peygamber (s.a.): "Ey
Allah'ım! Onu dinde fakih kıl. Ve ona te'vili öğret." diye dua etmişti.[1097]
Bir gece seferinde,
bineğinin üzerinde uyuduğundan dolayı düşecek gibi eğilen Hz. Peygamber'e, gece
boyunca hiç uyandırmaksızın destek veren Ebu Katâde'ye (r.a.) Rasûlullah
(s.a.): "Peygamberini koruduğun gibi Allah da seni korusun." diye dua
etmişti.[1098]
Allah Rasûlü (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Kendisine iyilik yapılan kişi, iyiliği yapana: 'Allah
seni dünya ve âhirette hayırla mükâfatlandırsın.' derse, şüphesiz ona karşı en
güzel övgüsünü yapmış olur."[1099]
Abdullah b. Ebî
Rabîa'dan borç para (mal) aldı, daha sonra da borcunu ödedi ve şöyle buyurdu:
"Allah seni, aileni ve malım mübarek kılsın. Çünkü daha önce yapılan bir
yardımın mükâfatı, ancak o şahsı övmek ve borcunu da ödemekle [1100]Hz.
Peygamber (s.a.) Cerîr b. Abdullah'ın Zü'1-Halasa'da bulunan Devs kabilesinin
putunu yok etmesinden dolayı Cerîr'in kabilesi Ahmeslüe-rin atlarını ve
süvarilerini beş kere tebrik etmiştir.[1101]
Hz. Peygamber'e bir
hediye takdim edildiğinde» onu kabul eder ve fazlasıyla karşılığını verirdi.[1102]
Şayet hediyeyi kabul edemeyecekse, hediyeyi takdim eden kişiye özür beyan
ederdi. Nitekim Sa'b b. Cessâme'ye, kendisine av eti takdim ettiği sırada:
"Biz onu reddetmiyoruz, fakat biz ihramh bulunuyoruz." diyerek
gönlünü almıştı.[1103] En
doğrusunu bilen Allah'tır. [1104]
Rasûlullah (s.a.)
ümmetine, eşek anırmasını işittiklerinde, Hakk'ın rahmetinden koğulmuş
şeytanın şerrinden Allah'a sığınmalarını; horozların ötüşünü işittiklerinde de
Allah'ın lütfunu istemelerini emretmiştir.[1105]
Rivayet edildiğine
göre Rasûlullah (s.a.), yangın görüldüğünde tekbir getirilmesini emretmiştir.
Çünkü tekbir, ateşi söndürür.[1106]
Allah Rasûlü (s.a.),
bir toplantı yapıldığında Allah (c.c.) zikredilmek-sizin dağılmaktan
hoşlanmazdı. Şöyle buyurmuştur: "Bir meclisten Allah'ı zikretmeksizin
kalkan bir topluluk ancak eşek leşi gibi kalkmış olun"[1107]
Allah Rasûlü (s.a.)
buyurdu ki: "Allah'ın zikredilmediği bir yerde oturan kişiye Allah'tan bir
nedamet ve hasret ulaşır. Yine içinde Allah'ın zikredilmediği bir yatağa
uzanan kişiye de Allah'tan bir nedamet ve hasret ulaşır. "[1108]
Bir başka rivayetinde
ise şöyledir: "Allah'ın zikredilmediği bir yola giren kişiye ancak
pişmanlık vardır."[1109]
Rasûlullah (s.a.)
buyurdu ki: "Kim bir topluluğun arasına gelir de çok gürültü yapar ve
oturduğu yerden kalkmadan:
duasını okursa; o
mecliste işlediği bütün günahları mağfiret olunur. "[1110]
Ebu Davud'un
Sünen'inât ve Hâkim'in Müstedrek'inde rivayet olunduğuna göre; Hz. Peygamber,
bir meclisten kalkıp gitmek istediğinde, bu duayı okudu. Bunun üzerine bir
adam: Ya Rasûlallah; daha önce hiç söylemediğin bir sözü söylemiş oldun,
deyince, Hz. Peygamber (s.a.): "Okuduğum dua, bu mecliste işlenen
günahlara keffarettir." diye buyurdu.[1111]
Halid b. Velid (r.a.),
gece uyuyamadığmdan şikâyet edince Hz. Peygamber (s.al Yatağına yattığında şu
duayı oku, buyurdu;"Ey yedi kat göğün ve gölgelendirdiklerinin Rabbi, yedi
kat.yerin ve üzerinde taşıdıklarının Rabbi, şeytanların ve saptırdıklarının
Rabbi olan Allah'ım! Bütün yaratıklarının şerrinden, bana saldırmaları ve
zulmetmelerinden beni koru. Senin yardımın yüce, övgün büyük, Senden başka da
ilâh yoktur."[1112]
Hz. Peygamber (s.a.)
ashab-ı kirama, korktukları zaman şu duayı okumaların öğretmiştir:
"Allah'ın gazabından,
kullarının şerrinden, şeytanların dürtmelerinden, benim yanıma
sokulmalarından, Allah'ın tâm olan kelimelerine sığı-nırım."[1113]
Rivayet edildiğine
göre, bir adam Hz. Peygamber'e, uykusunda korktuğundan şikâyet etmişti. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.): Yatağına gittiğinde şu duayı oku, diyerek
yukarıdaki duayı öğretti. Adam duayı okuyunca bu korkusu kayboldu. [1114]
"Midem
bulandı" veya "içim bozuldu" yerine; "fenalaştım"
demeyi tavsiye etmiştir.[1115]
Üzüm'ün (mü'minin
kalbi manasına geldiğinden) "Kerm" ismiyle adlandırılmasını yasaklar
ve: "Kerm demeyin, fakat İneb ve Halebe deyin. "[1116]
buyururdu.
"İnsanlar helak
oldu" denmesinden hoşlanmaz ve: "Böyle diyen kişi, insanların en
perişanı olmuştur." derdi.[1117]"İnsanlar
bozuldu", "zaman bozuldu" ve benzeri tâbirler de bu mânadadır.
"Allah ve falan
ne güzel diledi" denmesinden nehyeder, bunun yerine; "Allah ne güzel
diledi, daha sonra falan ne güzel diledi." denmesini isterdi. Bir
keresinde, "Allah ve sen ne güzel dilediniz." diyen birine, Hz.
Peygamber (s.a.): "Sen beni Allah'a denk mi tutuyorsun?! Sadece 'Allah ne
güzel diledi' desene!" demiştir.[1118]
Yine bu mânada şu
tâbir de vardır ki bu, yukandakinden daha çirkin ve kötüdür: "Şayet Allah
ve falan olmasaydı, iş böyle olmazdı.", "Ben, Allah ve falancayla
birlikteyim.", "Allah'a ve falana sığınırım.", "Bana
Allah'ın ve falancanın koruması yeter.", "Ben Allah'a ve falana
dayanırım." Ve bunları söyleyen kişi, o söylediği falancayı Allah'a
(c.c.) denk tutmuş olur.
"Şu veya bu
yıldızın doğmasından dolayı yağmur yağdı." demek yerine, "Allah'ın
fazlı ve rahmetinden dolayı yağmur yağdı.*' demeyi tavsiye etmiştir.[1119]
Allah'tan gayrısına
yemin etmekten de nehyetmiştir. Sahih olarak rivayet edildiğine göre,
Rasûluilah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'tan başkasına yemin eden
kişi, Allah'a şirk koşmuştur."[1120]
Bir kişinin yemininde,
başkası için; "Şayet şöyle yaparsa o yahudidir veya hıristiyandır veya
kâfirdir." demesinden de nehyeder di.[1121]
Bir müslümana,
"Ey kâfir" diye hitap edilmesinden nehyetmiştir.[1122]
Padişaha
"Meliklerin Melik'i"[1123]
denmesinden nehyetmiştir ki, buna göre "Kadıların kadısı" demekten de
nehyetmiş oluyor.
Efendi, köle ve
cariyesine "kulum", "cariyem"; köle de efendisine
"Rabbim" dememeli; bunun yerine efendi, köle ve cariyesine:
"oğlum", "kızım" demeli; köle de, efendisine
"beyefendim", "hanımefendim" demelidir.[1124]
Esen rüzgâra
sövülmemesi, aksine Allah'tan rüzgârın hayrım ve sürükleyip getirdiği şeyin
hayrını dilemek, şerrinden de Allah'a sığınmak gerekir .[1125]
Sıtmaya sövmekten de
nehyetmiş ve buyurmuştur ki: "Sıtma âdem-oğullannm hatalarını körük
demirin pasını giderdiği gibi siler süpürür."[1126]
Horoza sövmekten 'de
nehyetmiştir. Rasûlullah'tan (s.a.) sahih olarak rivayet edildiğine göre şöyle
buyurmuştur: "Horoz'a sövmeyiniz. Çünkü horoz insanları sabah namazına
kalkmaları için ikaz eder."[1127]
Cahiliye dönemindeki
iddialara ve neseb üstünlüklerine insanları davet etmek[1128]
meselâ; kabilelere, kabile taassubuna, soyla övünmeye davet etmek de
nehyedilmiştir. Bunun zamanımızdaki misalleri ise şunlardır: Mez-heb, tarikat
ve şeyhlere taassubla bağlanmak, nefsânî heva ve taassubla bazı âlimleri
diğerlerine üstün tutmak, sırf kendi ona müntesib olduğundan dolayı milleti
ona davet etmek, onun peşinden gitmek, onun yüzünden insanlara düşmanlık edip,
insanları onunla ölçmek. İşte bunların hepsi ca-hiliyet davalarının
kalıntılarıdır.
Gecenin ilk karanlığı
veya akşamla yatsı arası manasına gelen "işâ" kelimesi yerine, gece
karanlığı veya gecenin ilk üçte biri, yatsı vakti manasına olan
"ateme" kelimesinin daha fazla kullanılması "işâ"
kelimesini unutturmuştur.[1129]
Müslümana sövmekten,[1130] üç
kişinin bulunduğu bir yerde iki kişinin gizlice fısıldaşmalarından[1131]
bir kadının, kocasına başka bir kadının güzelliklerinden bahsetmesinden de[1132]
nehyetmiştir.
Bir kişinin, duasında:
"Ya Rabbi, şayet dilersen beni affet, istersen merhamet et." demesini
nehyetmiştir.[1133]
Çokça yemin etmekten
nehyetmiştir.[1134]
Gökte görülen
gökkuşağına "kavs-i kuzah" denilmesini, (kuzah şeytanın bir ismi
olduğundan) hoş karşılamamıştır.[1135]
Kişinin,
"Allah'ın yüzü suyu hürmetine" diyerek dua etmesini hoş
karşılamamıştır.[1136]
Medine'ye Yesrib
denmesi de nehyedilmiştir.[1137]
Bir adama, zaruret
olmadıkça, karısını niçin dövdüğünün sorulmasını nehyetmiştir,[1138]
"Ramazanın
tamamını oruçlu geçirdim.", "Gecenin tamamını ibadetle
geçirdim." denmesinden de nehyetmiştir[1139]
Kinaye ile
kullanılması gerektiği halde, açık olarak söylenilmesi mekruh olan cümleler:
Kişinin, birisine:
"Allah (dünyadaki) bekanı uzatsın.", "Günlerini devamlı
kılsın.", "Bin sene yaşayasın." gibi sözleri söylemesi
mekruhtur.
Oruçlu olan bir
kişinin: "Mührü kâfirin ağzında olanın hakkına yemin olsun ki"
demesi mekruhtur.
Vergilere (mükûs),
"hukuk" demek; Allah yolunda infak ettiği şeyler için: "Şu
kadar, bu kadar borçlandım, zarar ettim" demek, "Şu dünyada şu kadar
çok mal infak ettim" demek mekruhtur.
Kendisine fetva
sorulan bir müftünün, hakkında helâl veya haramhğı-na dair nas olmayan ictihâdî
meselelerde: "Cenab-ı Hak şunu helâl kıldı, bunu haram kıldı" demesi
mekruhtur.
Kur'an ve Sünnet
delilleri, lafzî zahirler ve mecazlar olarak isimlendi-rilemez. Çünkü bu
şekilde isimlendirilirse hürmeti kalblerden silinmiş olur. Bu, özellikle
kelâmcı ve felsefecilerin şüpheli şeyleri "aklî kesinlikler" diye
isimlendirmeleri gibidir. Allah'tan başka bir ilâh yoktur, zira bu, çok kötü
bir tesmiyedir. Nitekim bu türlü ikili, çarpık isimlendirme, akılların, dinlerin,
dinin-dünyamn bozulmasına sebeb olmuştur.
Kişinin ailesiyle
nasıl cima yaptığını, kendisiyle ailesi arasında olan gizli şeyleri, akılsız,
sefih kişilerin yaptığı gibi anlatması da mekruhtur.[1140]
Şu cümleler de mekruh
olan kullanışlardır: Senedsiz, kaynaksız sözleri, "zannettiler,"[1141]
"rivayet ettiler", "dediler" ve benzeri lafızlarla nakletmek.
Sultana,
"Allah'ın halifesi" veya "yeryüzünde Allah'ın naibi" demek
de mekruhtur. Zira halife ve nâib, gâib olan birisinin yerine nasbedilir.
Halbuki Allah Teâlâ hazretleri, ailesinden uzak olan (gaib) kişinin halifesi,
mü'min kulunun vekilidir.
"Ben",
"bana ait", "benim katımdan" kelimeleriyle azgınlaşmaktan
son derece sakınmalısın. Zira bu üç lafız da İblis, Firavun ve Karun'un
ayaklarının kaydığı kelimelerdir. İblis: "Ben ondan daha
hayırlıyım.", Firavun; "Mısır'ın mülkü ve saltanatı benimdir.",
Karun ise; "Ben bu mülkü, benim katımda bulunan ilimle elde ettim."
demiştir. "Ben" kelimesinin en güzel kullanılışı, "Ben
günahkâr, hatalı, af dileyen, günahını itiraf eden bir kulum" gibi
yerlerde; "bana ait" kelimesinin en güzel kullanılışı; "Günah,
suç, meskenet, fakirlik, hakirlik bana aittir." gibi yerlerde; "benim
katımdan" kelimesinin en güzel kullanılışı ise: "Ciddiyetimi, şakamı,
hatamı, kastımı ve benim katımdan sadır olan herşeyi mağfiret et."
cümle-lerindedir.[1142] [1143]
[1] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/17.
[2] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/17.
[3] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/18.
[4] Mâlik, Muvatta, 2/868-869; Buharı", 24/66;
Müslim, 1710; Tirmizî, 642,1377; Ebu Da-vud, 3085; Nesâî, 5/45. Hz. Peygamber
(s.a.) buyuruyor ki: "Hayvanın yaralaması hederdir. Kuyu (zaran)
hederdir. Maden (zararı) hederdir. Rikâzda (definede) beşte bir oranında zekât
vardır." İmam Mâlİk'in Muvatta1 fa kaydettiğine göre rikâz, toprağa gömülmüş
mala verilen addır. el-Emvâl&dh eserinde Ebu Ubeyd'İn Mâlik'den nakline göre
ise rikâz, mal sarfiyatı ve büyük bir iş istemeksizin çıkartılan cahiliye
devrinde gömülmüş defineye denir. Beyhakî'nin, el-Ma'rife adlı eserinde
rivayet ettiğine göre Şafiî: "Kendisinden beşte bir oranında zekât alınan
rikâz, hiç kimsenin mülkiyeti altında olmaksızın bulunan cahiliye devrinde
gömülmüş defineye denir." demiştir. Ebu Davud'un rivayetine göre Hasan
el-Basrî: "Rikâz, eski devirlerden kalma hazinedir." demiştir.
[5] Tirmizî, 620; Ebu Davud, 1574; İbn Mâce, 1790. Hz.
Ali'den (r.a.) gelen bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki:
"Atların ve kölelerin zekâtını kaldırdım. Gümüşün zekâtını kırk dirhemde
bir dirhem olarak getirin. 190 dirhemde zekât yoktur. 200 dirheme ulaşınca 5
dirhem zekât verin." Buharî'nin (24/40) zekât nisbetleri konusunda Hz. Ebu
Bekir'den (r.a,) rivayet ettiği hadiste "Gümüşte kırkta bir oranında zekât
farzdır. Gümüş miktarı yalnız 190 dirhem olursa bunda zekât yoktur. Ancak bu
kadar gümüşe sahip olan kişi dilerse nafile olarak verebilir."
buyurulmaktadır. İlim adamlarının çoğunluğu bu görüştedir. Yani atlarda ve
kölelerde zekât yoktur. Ancak bunlar ticaret için elde bulunduruluyorsa
kıymetleri üzerinden ticaret zekâtı verilir. Bu görüş Hz. Ömer'den rivayet
edilmiştir. Saîd b. Müseyyeb, Ömer b. Abdülaziz, Mâlik, Şafiî, Ahmed, Ebu Yusuf
ve İmam Muhammed de bu görüştedirler. Ebu Hanife'ye göre, atlardan zekât
verilir.
[6] 20 miskale ulaşıncaya kadar altından zekât vermenin
farz olmadığında âlimler icmâ etmişlerdir.
[7] Mâlik, Muvatta, 1/244; Buharı, 24/44; Müslim, 979. Ebu
Saîd el-Hudrf'den rivayet edilen bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki:
5 vesk miktarından daha az hurmada zekât yoktur. 5 ukıyye (200 dirhem)
miktarından daha az gümüşte zekât yoktur. 5 deveden aşağısında zekât yoktur.
[8] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/18-20.
[9] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/20.
[10] Ebu Davud, 1633; Nesâî, 5/'99-100. Ubeydullah b.
Adiy'e iki adamın haber verdiğine göre, kendileri Veda haccı sırasında Hz.
Peygamber'in yanma giderler. O esnada Hz. Peygamber (s.a.) zekâtı
paylaştırmaktadır. Bu iki adam da O'ndan zekât isterler. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.) adamlara bakar ve bakışlarını yere indirir. Onların güçlü
kuvvetli adamlar olduğunu görür ve der ki: "Dilerseniz size veririm.
Zenginin ve çalışmaya gücü yeten kimsenin zekâtta nasibi yoktur." Bu
hadisin senedi sahihtir. Müslim'in (1044) rivayetine göre Hz. Peygamber
(s.a.), Kabîsa b. Muharık el-Hilâlî'ye dedi ki: Dilenmek ancak şu üç kimse için
helâldir: 1) Bir kefalet yüklenen kimse: Böyle bir kimsenin kefalet için
ödediği miktar kadar dilenmesi (zekât malından alması) helâl olur. Ödediği
miktarı elde edince artık dilenmekten vazgeçer. 2) Başına malını kökünden kazıyan
bir âfet gelen kimse: Bu durumda olan kimsenin ihtiyacını görecek kadar dilenmesi
helâldir. 3) Kavminden akıl, İz'an sahibi üç kimseye "falan kimse
yoksulluğa düştü" dedirtecek kadar yoksulluğa düşen kimsenin, ihtiyacını
görecek kadar dilenmesi helâldir. Bunun dışındaki dilenmeler haramdır, ey
Kabîsa!...
Kefalet yüklenmenin
anlamı şudur: İnsanlar arasında kan davası veya mal konusunda bir çekişme
olur. Bİr adam çıkar, aralarını düzeltmeye çalışır; düşmanlığı yatıştırmak ve
kini söndürmek gayesiyle harcamak üzere bir mal borçlanır. İşte bu kimsenin
zengin de olsa zimmetini borçtan kurtaracak miktar zekât malından alması halâl
olur.
[11] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/20-21.
[12] Şafiî, Müsned, 1/231-232; Ebu Davud, 1603; Tirmizî,
644; îbn Mâce, 1819; Beyhakî, 4/122. İbn Şihâb ez-Zührî - Saîd b. Müseyyeb -
Attâb b. Esîd senediyle gelen bu rivayette Hz. Peygamber (s.a.): "Yaş
üzümün zekâtında tıpkı hurmada olduğu gibi tahmin yürütülür. Sonra zekâtı kuru
üzüm olarak verilir. Nitekim hurmanın zekâtı da kuru hurma olarak verilir."
buyurmuştur. Saîd b. Müseyyeb, Attâb'a yetişmemiştir. Ebu Davud: "Saîd b.
Müseyyeb, Attâb'dan hadis işitmedi" diyor. İbn Kânî de onun Attâb'a yetişmediğini
söylüyor. Münzirî diyor ki: "Hadisin munkatı' olduğu ortadadır. Çünkü Saîd,
Hz. Ömer'in halifeliği döneminde doğdu. Attâb ise Hz. Ebu Bekir'in vefat
ettiği. gün vefat etti."
İbn Abdilber de buna benzer şeyler söylüyor. Oysa bazdan diyorlar ki: Hadisin
munkatı' olduğu iddiası Vakıdî'nin "Attâb, Hz. Ebu Bekir'in vefat ettiği
gün vefat etti." sözüne dayanmaktadır. Ancak îbn Cerir et-Taberî, onun,
hicretin 21. senesi Hz. Ömer'in Mekke zekât tahsildarı olarak görev yaptığını
kaydetmektedir. Saîd, Hz. Ömer'in halifeliğe başlamasından İki sene sonra
doğdu. Şu halde Attâb'dan hadis işitmiş olması mümkündür ve hadis munkatı'
değildir. Nevevî (r.a) "Bu hadis mürsel ise de imamların görüşüyle güç
bulur." demektedir. İmam Şafiî'nin aym senedle rivayetine göre Hz.
Peygamber (s.a.) halkın asmalardaki Üzümlerini ve ağaçlardaki meyvelerini tahmin
edecek kimseler gönderirdi. Buharî'nin (24/56) rivayetine göre Ebu Humeyd
es-Sâidî anlatıyor: Biz Hz. Peygamber'in beraberinde Tebük gazasına gittik. Hz.
Peygamber (s.a.) Vâdİ'l-Kurâ'ya vardığında bahçesinde çalışan bir kadına
rastladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) ashabına: "Şu bahçedeki
hurmayı tahmin edin." buyurdu. Allah Rasûlü (s.a.) 10 vesk olarak tahmin
yürüttü. Kadına: "Hesapla bakalım, buradan ne kadar hurma çıkıyor."
buyurdu...
[13] Ebu Davud, 1065; Tirmizî, 642; Nesâî, 5/42; îbn
Hibbân, 798. Senesinde sika olup olmadığı tartışmalı bir tek râvi vardır. İbn
Hacer, Fethu'l-Bârî'de (3/274) hadis hakkında bir şey dememiştir. Leys b. Sa'd,
Ahmed, İshak ve daha başkaları bu hadisin zahirine göre fetva vermişlerdir, Ebu
Hanife bu tahmin İşini caiz görmez. Bk. Şevkânî,
Neylü'l-Evtâr, 4/162.
[14] Musâkât: Elde edilecek üründen belli bir oran
karşılığında meyve ağaçlarım kiralamak. Müzâraat: Elde edilecek ziraî
mahsulâtın belli bir oranı karşılığında tarlayı kiralama.
[15] Mâlik, Muvcttta, 2/703-704. Hadis mürsel ise de râvileri
sikadır. Ebu Davud, (3410) ve İbn Mâce (1820), İbn Abbas'tan hasen senedle buna
benzer bir hadis rivayet etmişlerdir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/21-22.
[16] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/22-23.
[17] Ebu Davud, 1600, 1601, 1602; Nesâî, 5/46. Senedi
hasendir.
[18] Ebu Davud, 1602; Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm, el-Emvâl,
s. 598. Senedi hasendir.
[19] İbn Mâce, 1824. Hadis cahilleriyle birlikte hasendir.
[20] Ahmed, 4/236; îbn Mâce, 1823; Tayâlisî, 174, 175;
Beyhakî, 4/126; Abdürrezzak, 6973. Sened munkatı'dir.
[21] Abdürrezzak, 6972; Beyhakî, 4/126. Sened zayıftır.
[22] Şafiî, Müsned, 1/240, 241 ve el-Ümm, 2/33. Râvileri
sikadır; ancak senedindeki Ab-durrahman'ı, İbn Hibbân'dan başkası sika kabul
etmemiştir. Ayrıca bk. Ahmed, 4/79; Beyhakî, 4/127; îbn Ebî Şeybe, 3/20; Ebu
Ubeyd, el-Emvâl, 496, 497; İbn Sa'd, Taba-kat, 4/341. Senedi zayıftır.
[23] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/23-24.
[24] Râvileri sikadır, ancak hadis mürseldir.
[25] Abdürrezzak, 6974; Beyhakî, 4/127. Hâvileri sikadır,
ancak hadis mürseldir. Musannef'te "Hz. Peygamber'e (s.a.) 30 sığırdan
aşağısını sordular." şeklinde geçiyor.
[26] Mâlik, Muvatta, 1/277, 278. Senedi sahihtir.
[27] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/24-26.
[28] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/26-27.
[29] Nesâî, 5/30. Senedi sahihtir.
[30] Buharı, 24/64; Müslim, 1078; Ebu Davud, 1590; Nesâî,
5/31.
[31] Buharî, 24/1, 24/43; Müslim, 19. Muaz anlatıyor: Allah
Rasûlü beni Yemen'e vali gönderdiği zaman şöyle buyurdu: Sen ehl-i kitab bir
kavme vali gidiyorsun. Onları, Allah'tan başka tanrı bulunmadığına ve benim,
Allah'ın elçisi olduğuma şahitlik etmeye çağır. Şayet bunu kabullenirlerse,
herbir gün ve gecede Allah'ın onlara beş vakit namaz kılmalarını farz kıldığını
haber ver. Eğer bunu kabul ederlerse bu defa zenginlerinden alınıp fakirlerine
verilmek üzere onlara Allah'ın zekât farz kıldığını haber ver. Buna da itaat
ederlerse mallarının en İyilerini almaktan sakın. Mazlumun bedduasından sakın.
Çünkü mazlum kimsenin bedduası İle Allah arasında hiçbir perde bulunmaz.
[32] Mâlik, 1/282; Buharı, 24/59; Müslim, 1621. Hz. Ömer,
Allah yolunda (cihad etmesi için bir kimseye) bir at sadaka etmişti. O atın
(pazarda) satıldığını gördü. Satın almak istedi. Allah Rasûlü'ne sordu. O da
şöyle buyurdu: "Onu satın alma. Sadakana geri dönme."
[33] Ahmed, 6/123, 179; Buharı, 21/61, 70/31; Müslim, 1504;
Mâlik, Muvatta, 2/562.
[34] Ebu Davud,-3357; Ahmed, 7025; Hâkim, 3/56, 57. Senedi
zayıftır. Ancak Dârakutnî (s.318) hasen bir senedle rivayet etmiş, Beyhakî
(5/287, 288) Dârakutnî yoluyla hadisi kaydedip sahih olduğunu söylemiştir. îbn
Hacer de Fethü'l-BârT&z (4/347) buna işaret etmiştir.
[35] Buharı, 24/69; Müslim, 2119. Enes b. Mâlik anlatıyor:
Ben bir kuşluk vakti Abdullah b. Ebu Talha'yı, bir çiğnem yapıp ağzına vermesi
için Allah Rasûlü'ne (s.a.) götürdüm. Hz. Peygamber'e vardığımda elinde hayvan
dağlamada kullanılan bir alet vardı; onunla zekât develerini damgalıyordu.
[36] Ebu Davud, 1624; Ahmed, 1/104; Tirmizî, 679; Îbn Mâce,
1795; Dârakutnî, 2/123; Beyhakî, 4/111. Hz. Ali'nin (r.a.) rivayet ettiği bir
hadise göre Abbas (r.a.), Hz. Peygamber'e zekâtının vakti gelmeden verip
veremeyeceğini sorar; Hz. Peygamber de bu konuda ona izin verir. Bu hadisin
senedi şöyle: Haccâc b. Dînar - Hakem b. Uteybe - Hucey-ye b. Adİy - Hz. Ali.
Ebu Davud: "Bu hadis, Hüşeym - Mansur b. Zâdân - Hakem - Hasan b. Müslim -
Hz. Peygamber (s.a,) senediyle de rivayet edilmiştir. Hüşeym hadisi daha
sahihtir." diyerek bu mürsel rivayetin muttasıl rivayetten daha sahih
olduğunu kastediyor. Dârakutnî ise: "Seneddeki Hakem üzerine ihtilâf
edilmiştir. Hasan b. Müslim'den sahih olan mürsel rivayettir." diyor.
Dârakutnî'de Musa b. Talha yoluyla rivayet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber
(s.a.): "İhtiyacımız vardı. Bu yüzden Abbas'm malının iki senelik zekâtını
vakti dolmadan aldık." buyurmuştur. Bu hadis mürseldir. Yine Dârakutnî bu
hadisi, senedde Talha'yı zikrederek mevsûl olarak rivayet etmişse de mürsel
rivayetin senedi daha sahihtir. Yine aynı kaynakta Îbn Abbas'tan rivayet
edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Ömer'i zekât tahsildarı olarak
gönderdi. Hz. Ömer, zekât tahsili için Abbas'a geldi. Abbas, ona ağır konuştu.
Hz. Ömer durumu Hz. Peygamber'e iletti. O da: "Abbas'ın malının bu senekİ
ve gelecek seneki zekâtım önceden aldık." buyurdu. Bu rivayetin senedi
zayıftır. Yine Dârakutnî ile Taberânî, Ebu Râfı'den buna benzer bir hadis
rivayet etmişlerse de o hadisin senedi de zayıftır. Bu iki kaynakta İbn Mes'ûd'dan
rivayet edilen bir hadise göre ise Hz. Peygamber (s.a.) Abbas'm iki senelik
zekâtını vakti dolmadan almıştır. Bu rivayet te zayıftır. Hafız îbn Hacer,
Fethul'l-Bârî'de (3/264) bunları kaydettikten sonra diyor ki: Abbas'ın
zekâtının vakti girmeden alınması olayının gerçekliği bu senedlerin bütünü
gözönüne alındığında uzak ihtimal değildir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/27-28.
[37] Mâlik, Muvatta, 1/284; Buharî, 24/70, 71, 73; Müslim,
984, 985.
[38] Bu kısım Ebu Davud (1618) ve Nesâî'nin (5/52) rivayet
ettikleri hadisin bir parçasıdır. "Yahut undan bir sa'" cümlesi
Süfyân b. Uyeyne'nin bir yanılgısıdır, ondan başka hiç kimse bu cümleyi
zikretmemiştİr. Bu kısmı Dârakutnî, Süleyman b. Erkam - Zühri -Kabîsa b. Züeyb
- Zeyd b. Sabit senediyle rivayet etmiş ve demiştir ki: Süleyman b. Erkam
dışında hiç kimse hadisi bu senedle rivayet etmemiştir. Onun ise rivayeti
terkolunur.
[39] Ebu Davud, 1614. Senedi hasendir.
[40] Buharı, 24/75; Müslim, 985; Ebu Davud, 1616; Nesâî,
5/53.
[41] Ahmed, Müsned, 5/431, 432; Ebu Davud, 1619, 1620,
1621; Tkhavî, 2/45; Dârakutnî, 2/147; Abdürrezzak, 5785; Hâkim, 3/279. Zeylâî,
Nasbu'r-Râye'de (2/408) diyor ki: "Hasılı, bu hadisi iki şey illetli
çıkarmaktadır: 1- Ebu Suayr'in ismindeki ihtilâf, 2- Hadisin metnindeki ihtilâf."
Sonra da diyor ki (2/423): Beyhakî "Sağlam haber, buğdaydan iki müd ile
denkleştirmenin Allah Rasûlü'nden sonra ortaya çıktığını göstermektedir."
diyor.
[42] Tirmizî, 674. Tİrmüî, hadisin hasen olduğunu
söylemiştir.
[43] Dârakutnî, 2/145. Senedi zayıftır.
[44] Ebu Davud, 1622; Nesâî, 5/52. Râvileri sikadır. Ancak
Hasan el-Basrî, hadisi Ibn Ab-bas'tan işittiğini açık bir ifade ile
belirtmemiştir. Bu yüzden tedlis şüphesi vardır.
[45] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/29-31.
[46] Ebu Davud, 1609; îbn Mâce, 1827; Dârekutnî, s. 219;
Hâkim, 1/409. Senedi güçlüdür.
[47] Buharı, 24/70; Müslim, 986; Tirmizî, 677; Ebu Davud,
1610; Nesâî, 5/54. Buradaki emir, cumhura göre müstahaplık ifade eder. Ibn Hazm
buna muhalefet etmiş ve: "Bu konudaki emir, vücub (farziyet) ifade eder.
Bu yüzden o vakitten geriye bırakmak haramdır." demiştir.
[48] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/31.
[49] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/31.
[50] Buharı, 4/395;Müslim, 3/122], 1222 (110). Câbir b.
Abdullah anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye geldiği vakit deve ile onun
yanına gittim. Bana devenin parasını verdi, sonra da deveyi bana geri verdi.
[51] Buharî, 43/4; Müslim, 1601. Bu hadis, 1. ciltte geçti.
Bk. 1/153, dipnot: 90.
[52] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/33-34.
[53] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/34.
[54] Zümer, 39/22.
[55] En'am, 6/125.
[56] Bu hadisi Tirmizî rivayet etmemiştir. Hadisi Taberî,
(8/27) İbn Mes'ûd'dan rivayet etmiştir. Süyutî, ed-Dürrü'I-Mensûr'da (3/44)
ilâve olarak hadisi îbn Ebî Şeybe, îbn Ebi'd-Dünya, Ebu'ş- Şeyh, İbn Merdûyeh,
Hâkim ve Beyhakî'nin (Şu'abu'l-lman'da) çeşitli senetlerle rivayet ettiklerini
kaydeder. Hafız İbn Kesîr, (2/174, 175) hadisi Abdürrezzak, İbn Ebî Hatim ve
İbn Cerir'i kaynak göstererek kaydettikten sonra "İşte bu hadisin gerek
mürsel, gerek muttasıl senedleri bunlardır. Bu senedler birbirini
güçlendirir." diyor.
[57] Buharî, 24/28; Müslim, 1021
[58] İnfitar, 82/13.
[59] İnfitar, 82/14.
[60] Bu kısım Sahih-i Müslim'de (2577) Ebu Zer'den rivayet
edilen bir kudsî hadisteti iktibastır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/35-38.
[61] Bakara, 2/183.
[62] Buharî, 30/2, 30/9; Müslim, 1151 (163); Mâlik,
Muvatta, 1/310; Ebu Davud, 2363; Ne-sâî, 4/163. Allah Rasûlü diyor ki: Allah
(c.c): "Oruç dışında insanoğlunun her ameli kendisi içindir. Oruç ise
Benim içindir. Onun mükâfatını Ben vereceğim." buyurdu. Oruç kalkandır.
Herhangi biriniz oruç tuttuğu gün kötü söz söylemesin ve gürültü çıkarmasın.
Şayet herhangi bir kimse kendisine söver yahut sataşırsa 'Ben oruçluyum' desin.
Muhammed'İn canı elinde olan Allah'a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu
kıyamet günü Allah katında misk kokusundan daha hoştur. Oruçlunun iki sevinç
anı vardır: İftar ettiği zaman iftarına sevinir, Rabbine kavuştuğu zaman
orucuna sevinir.
[63] Buharî, 30/10; Müslim, 1400; Ebu Davud, 2046; Tirmizî,
1081; Nesâî, 4/169, 6/56, 57. Allah Rasûlü buyurdu ki: Ey gençler! Evlenmeye
gücü yetenler evlensin. Zira evlilik, gözü haramdan daha çok çevirici ve namusu
daha iyi koruyucudur. Gücü yetmeyenler oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için
hayalarını kesmek yerine geçer.
[64] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/41-42.
[65] Buharî'nin rivayetine göre İbn Abbas, "Oruç
Tutmaya gücü yetmeyenler fidye olarak bir yoksulu doyursunlar." âyeti
(Bakara, 2/184) hakkında: "Bu âyet mensûh değildir. Çok yaslı kimseler
-kadın olsun, erkek olsun- oruç tutmaya güç yetiremediklerinde her bir gün için
bir yoksul doyursunlar." Ebu Davud (2318) ve Taberî (3/427) aynı âyetin
cumhur kıraatine göre "Oruca güç vetiren kimseler fidye olarak bir yoksulu
doyursunlar." şekli hakkında İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet ederler:
"Bu âyet erkek olsun kadın oisun, oruca güç yetiren çok yaşlı kimseler
için bir ruhsattır. Onlar her gün İçin bir yoksulu doyururlar. Hamile ve
emzikli kadınlar da, çocuklarına bir zarar gelmesinden korktukları vakit aynı
ruhsattan yararlanırlar." Bu rivayetin senedi güçlüdür. Cumhur ise
"Oruca güç yeıiren kimseler..." âyetinin mensûh olduğu görüşündedir.
Onlara göre başlangıçta, oruca güç yetiren kimse, oruç tutmakla oruç tutmayıp
fidye vermek arasında serbest idi. Bu âyet, "Sizden kim ayma erişirse onda
oruç tutsun." âyeti tarafından nesbedilmiştİr. Bu görüş İbn Ömer ve
Seleme b. Ekva'dan da rivayet edilmiştir. Bk. Buharî, 30/10 Müslim, 1145.
[66] Ahmed, 4/347, 5/29; Tirmizî, 715; Ebu Davud, 2408;
Nesâî, 4/180, 181; İbn Mâce, 1667; Tahavî, 1/246; Taberî, 2792. Enes b. Mâlik
el-Kâ'bî'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki:
"Allah Teâlâ, yolcudan namazın yansını, hamile ve emzikli kadından da
orucu kaldırdı." Hadisin senedi güçlüdür. Tirmizî diyor ki: Hadis
hasen-dir. Hadisi rivayet eden bu Enes b. Mâlik'İn Hz. Peygamber'den bu bir tek
hadis dışında rivayette bulunduğunu bilmiyoruz. İlim adamları bu hadise göre
amel etmişlerdir. Hamile ve emzikli kadınlar çocuklarına bir zarar gelmesinden
korkarlarsa orucu yer, sonra kaza ederler. Âlimler bu durumda olan kadınların
ayrıca yemek yedirmelerinin farz olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. İbn
Ömer, İbn Abbas, Mücâhid, Şafiî ve Ah-med'in de içinde bulunduğu bir grup âlime
göre, onlar kaza etmeleri yanında ayrıca yemek yedirirler. Hasan el-Basri, Aîâ,
Nehaî, Zührî, Evzaî, Sevrî ve re'ycilere (Ebu Ha-nife ve taraftarları) göre bu
durumda olan kadınlar hastada olduğu gibi orucu kaza ederler, yemek
yedirmezler. Mâlik ise diyor ki: Hamile kaza eder, yemek yedirmez. Çünkü hastada
olduğu gibi orucun zararı kendisine döner. Emzikli ise hem kaza eder, hem de yemek
yedirir.
[67] Buharı, 30/15. Berâ b. Âzib anlatıyor: Hz. Muhammed'in
(s.a.) ashabından herhangi bir kimse oruçlu olduğu zaman iftar vakti gelir de
iftar etmeden önce uyuşa, o gece ye ertesi gün akşam oluncaya kadar yemek
yemezdi. Kays b. Sırma el-Ensarî oruçluydu. İftar vakti girince hanımına geldi
ve ona: "Yanında yiyecek bir şey var mı?" diye sordu. Kadın da:
"Hayır yok. Ama şimdi gider, senin için ararım." dedi. Kays, gün boyu
çalışmıştı. Göz kapakları ağırlaştı, uykuya daldı. Hanımı geldi, onu bu halde
görünce: "Vah sana!" diye üzüntüsünü belirtti. Ertesi günü, gün yarı
olunca Kays bayıldı. Bu durum Hz. Peygamber'e söylendi. Bunun üzerine
"Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl
kılındı.'' âyeti (Bakara, 2/] 87) gelince sahabîler çok sevindiler ve âvetin
devamı "Beyaz iplik, siyah iplikten ayrılıncaya kadar yeyin için."
şeklinde nazil oldu.
[68] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/42-44.
[69] Buharî, 30/7; Müslim, 2307.
[70] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/45.
[71] Visal orucu: iftar vakti girince iftar etmeyip ertesi
günün orucuna niyetle ce oruca devam etme.
[72] Malik, Muvaıta, 1/301; Buharı, 30/49; Müslim, 1103
(58).
[73] Müslim, 3102.
[74] Buharı, 30/48.
[75] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 9.
[76] Buharî, 30/49; Müslim, 1103.
[77] Müslim, 1104 (60).
-
[78] Buharî, 30/50. Bu hadise dayanarak Ahmed, İshak, İbn
Münzir, İbn Huzeyme ve bir grup mâlikî âlim, sehere kadar visal yapmanın caiz
olduğunu söylemiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/45-48.
[79] Buharî, 30/48; Müslim, 1103
[80] Buharî, 30/48; Müslim, 1105
[81] Buharî, 4/57; Müslim, 284. Enes b. Mâlik anlatıyor:
Bir bedevî mescide küçük abdest bozdu. Cemaattan bazıları (dövmek için) ona
doğru ayaklandılar. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Bırakın onu, işini
yanda bıraktırmayın," buyurdu. Adam işini bitirince Hz. Peygamber (s.a.)
bir kova su istedi ve onu idrarın üzerine döktü... Müslim'in bir rivayetine
göre, sonra Allah Rasûlü (s.a.) adamı çağırdı ve ona: "Şüphesiz şu
mescidler gerek küçük, gerek büyük abdest bozmak için uygun yerler değillerdir.
Bunlar ancak Allah Teâlâ'yı anmak, namaz kılmak ve Kur'an okumak İçin yapılmış
yerlerdir." dedi. Bir rivayete göre de şöyle buyurdu: "Bırakın onu.
İdrarının üzerine bir kova su dökün. Siz ancak kolaylaştırıcı olarak görevlendirildiniz.
Zorlaştırıcı olarak gönderilmediniz."
[82] Buharî, 13/220; Müslim, 1337.
[83] Buharî, 30/43; Müslim, 1100. Abdullah b. Ebî Evfâ
hadisi için bk. Buharî, 30/43; Müslim, 1101.
[84] Buharı, 30/45; Müslim, 1098. Hz. Peygamber buyuruyor
ki: "İnsanlar İftarda acele ettikleri müddetçe hayır İçinde
olurlar." İbn Huzeyme (2061) ve İbn Hibbân (891) ise hadisi "Ümmetim
iftar etmek için yıldızların parlamasını beklemedikleri sürece sünnetim
üzerinde devam etmiş olur." metniyle rivayet etmişlerdir. Senedi hasendir.
[85] Tirmizî, 700; Ahmed, 2/329; îbn Huzeyme, 2062; tbn
Hibbân, 886. Senedi zayıftır.
[86] Ebu Davud, 2353; Ahmed, 2/450; İbn Mâce, 1698. Senedi
hasendir. İbn Huzeyme (2060) ve îbn Hibbân (889) sahih olduğunu söylemişlerdir.
[87] Buharî, 30/50.
[88] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/48-51.
[89] Ebu Davud, 2342; Dârakutnî, s. 227. İbn Ömer
anlatıyor: "İnsanlar hilâli gözlemeye çıktı. Ben Allah Rasûlü'ne (s.a.)
gördüğümü söyledim. Bunun üzerine oruca başladı ve halka da oruç tutmalarını
emretti." Senedi güçlüdür. İbn Hibbân (871) ve Hâkim (1/423) hadisi sahih
saymış; Zehebî de ona muvafakat etmiştir.
[90] Tirmizî, 691; Ebu Davud, 2340; Nesâî, 4/131, 132; îbn
Mâce, 1652; İbn Hibbân, 870; Hâkim, 1/424; îbn Huzeyme, 1923. İbn Abbas
anlatıyor: Bir bedevî, Hz. Peygamber'e geldi ve: "Ben hilâli gördüm."
dedi. Hz. Peygamber ona: "Allah'tan başka tanrı bulunmadığına ve Hz.
Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik eder misin?" diye sordu.
Bedevî: "Evet" cevabını verince Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Büâl!
İnsanlara yarın oruç tutmalarını ilan et." buyurdu. Senedi muztarip ise
de bir önceki hadisin takviyesi ile güçlenir.
[91] Buharî, 30/11; Müslim. 1080.
[92] Buharî, 30/11.
[93] Mâlik, 1/287. Senedi munkatı'dır. Ebu Davud (2327) ve
Tirmizî (688) mevsûl senedle rivayet etmişlerdir. Tirmizî: "Hadis,
hasen-sahihtir." diyor. Müslim (1081) buna benzer bir hadis rivayet
ediyor.
[94] Buharî, 30/11.
[95] Müslim, 1080 (15).
[96] Tirmizî, 688; Ebu Davud, 2327; Nesâî, 4/136.
[97] Ebu Davud, 2326; Nesâî, 4/135, 136. Senedi sahihtir.
İbn Huzeyme (1911) ve İbn Hib-bân (875) sahih olduğunu söylem islerdir.
[98] Ahmed, 6/149; Ebu Davud, 2326; tbn Huzeyme, 1910;
Hâkim, 1/423; İbn Hibbân, 869; Beyhakî, 4/206; Dârakutnî, 2/156, 157. Senedi sahihtir.
Hâkim sahih olduğunu söylemiş ve Zehebîona muvafakat etmiştir. Dârakutnî;
"Bu sened, hasen-sahihtir." diyor.
[99] Buharî, 30/11; Müslim, 1081 (19).
[100] Mâlik, 1/286; Buharî, 30/13; Müslim, 1080.
[101] Buharî, 30/14; Müslim, 1082.
[102] İbn Hibbân, 873. Senedi hasendir. Yine İbn Hibbân
(874) ve îbn Huzeyme (1912) şu şekilde rivayet ederler: Simâk anlatıyor:
Ramazan olup olmadığı şüpheli olan günde îkrime'nin yanına girdim, yemek
yiyordu. "Yaklaş, sen de ye!" dedi. "Ben oruçluyum" dedim. "Vallahi
yiyeceksin." dedi. "Bana hadis rivayet et." dedim. Şöyle
rivayette bulundu: İbn Abbas'ın bize rivayetine göre Aliah Rasûlü {s.a.):
"Ayı karşılamayın. Hilâli görünce oruç tutun ve hilâli görünce bayram
edin. Şayet hava bulutlu veya sisli olursa sayıyı otuza tamamlayın." buyurdu.
[103] Yukarıda geçti. Senedi sahihtir.
[104] Yukarıda geçti. Beyhakî, 4/207; Tirmizî, 688.
[105] Nesâî, 4/153, 154. Senedi hasendir.
[106] Dârakutnî, 2/157, 158. Yukarıda geçti.
[107] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/53-56.
[108] Mekhûl, Hz. Ömer'e yetişmemiş olduğu için haber
munkatı'dir.
[109] Şafiî, 1/251. Senedi munkati'dır.
[110] Abdürrezzak, Musannef, 7323. Senedi sahihtir.
[111] Yukarıda geçti.
[112] Ahmed, 2/5; Ebu Davud, 2320.
[113] Rivayet munkatı'dır. Amr b. Âs rivayeti de
munkatı'dır. Senedinde zayıf bir râvi olan îbn L^hîa vardır. Ebu Hüreyre
rivayeti farziyete delil olmaz, yalnız ihtiyat ve müstehap-lık ifade eder.
[114] Ebu Davud, 2334; Tirmizî, 686; Nesâî, 4/153;İbn Mâce,
1645; Dârimî, 2/2. Buharı (30/11)kesinlik ifade edecek bir şekilde muallak
olarak rivayet etmiştir, ibn Huzeyme (1914), İbn Hibbân (878) ve Hâkim (1/423,
424) rivayetin sahih olduğunu söylemişlerdir.
[115] Hem bu rivayetin, hem de ondan sonrakinin senedi
sahihtir.
[116] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/56-63.
[117] Ebu Davud, 2339; Ahmed, 4/14, 5/362, 363; Dârakutnî,
2/169. Hz. Peygamber'in (s.a.) sahâbilerinden biri anlatıyor; insanlar
Ramazan'ın son gününde ihtilâfa düştüler, iki bedevî gelip Hz. Peygamber'in
huzurunda akşama doğru hilâli gördüklerine şahitlik etliler. Bunun üzerine
Allah Rasûlü (s.a.), insanlara orucu bozmalarını ve sabahleyin namazgaha
gelmelerini emretti. Bu rivayetin senedi sahihtir. Dârakulnî, sahih olduğunu
söylemiştir. Sahabînin bilinmemesi zarar vermez. Çünkü onların hepsi sikadır.
Bu ha-dislen hareketle bayram yapma konusunda iki kişinin şahitliğine itibar
edileceği söylen-mişse de herhangi bir olayda sırf iki kişinin şahitliğini
kabul, bir kişinin şahitliğinin kabul edilmeyeceğini göstermez.
[118] Buharı, 30/45; Müslim, 1098. Hz. Peygamber (s.a.)
buyuruyor ki: "İnsanlar iftarda acele ettikleri müddetçe hayır İçinde
olurlar." Buharı (30/20) ve Müslim'in (1095) rivayet ettligi bir hadiste "Sahur yeyin. Çünkü sahurda
bereket vardır." buyuruluyor. Müslim (1096), Tirmizî (708), Ebu Davud
(2343) ve Nesâî'nin (4/146) rivayet ettiği bir hadiste "Bizim orucumuzla
ehl-İ kitabın orucunu ayıran husus, sahur yemedir." buvurulmuştur. Buha-rî
(30/19) ve Müslim'in (1097) rivayetlerine göre Zeyd b. Sabit anlatıyor: Hz.
Peygam-ber'le birlikte sahur yedik. Sonra namaza kalktı. (Zeyd'den hadisi
rivayet eden râvi diyor kî:) "Ezanla sahur arasında ne kadar zaman
geçti?" diye sordum. (2eyd)1 "Elli âyet okuyacak kadar." dedi.
BkMecmau'z-Zevâid, 3/154, 155.
[119] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/65-66.
[120] Ahmed, 3/164; Tirmizî, 696; Ebu Davud, 2356. Senedi
güçlüdür. îbn Huzeyme (2066) şu metinle rivayet ediyor: "Hurma bulan
onunla iftar etsin. Bulamayan su ile iftar etsin. Çünkü su
temizleyicidir." Senedi sahihtir. Abdürrezzak (7586), Ahmed (4/17, 18,
213, 214), Ebu Davud (2355), Tirmizî (694) ve İbn Mâce (1699) ise şu metinle
rivayet etmektedir: "Hurmayı bulan, onunla iftar etsin. Hurmayı bulamayan
su ile iftar etsin Çünkü su temizleyicidir." İbn Huzeyme (2067), İbn
Hibbân (893) ve Hâkim (1/431, 432) bu rivayetin sahih olduğunu söylemişlerdir.
Zehebî de Hâkim'e muvafakat etmiştir. Bu hadisteki emir, müstehaplık ifade
eder. İbn Hazm, topluluğa muhalefet edip, bulunduğunda hurma bulunmadığında su
ile iftar etmenin farz olduğunu söylemiştir.
[121] İbnü's-Sünnî, Amelu'l-Yevm ve'l-Leyle, 481. Senedi çok
zayıftır. Hadis üstadları bir râ-\ isinin hadis uyduran bîr kişi olduğunu
söylemişlerdir.
[122] Ebu Davud, 2358; Îbnü's-Sünnî, 273. Muaz b.'Zehra,
tabiîdir. îbn Hibbân'dan başkası onu sika kabul etmemektedir. Hadis mürseldir.
[123] Ebu Davud, 2357; Dârakutnî, 1/422; Îbnü's-Sünnî, 479.
Mervan b. Salim el-Mukaffa'ı, İbn Hibbân'dan başkası sika kabul etmemiştir.
Dârakutnî ve İbn Hacer, onun hadisini hasen saymışlardır. Hadisin diğer
râvileri sikadır. Hâkİm'in "Buharî, Mervan'ın rivayetini delil olarak
kullanmıştır." sözü bir vehimdir. Çünkü Buharî'nin, rivayetini delil
olarak kullandığı Mervan, bu Mervan değildir.
[124] İbn Mâce, 1753. Senedinde îshak b. Ubeydullah adlı bir
râvi vardır. İbn Hibbân onu Sikâl adli eserinde kaydetmiştir. Diğer râvileri
Buharî'nin şartlarını taşımaktadır. Ziya el-Makdisî'nİn, el-Muhıara adlı
eserinde Enes'ten rivayet ettiği "Üç dua reddolunmaz: I) Babanın çocuğuna
duası, 2) Oruçlunun duası, 3) Yolcunun duası." hadisi, bu hadise şâhidlik
eder. Ayrıca Tirmizî (3595) ve İbn Mâce'nin (1752) rivaye! edip İbn Hibbân'ın
(2408) sahih, Hafız îbn Hacer'in hasen saydığı şu hadis de buna şâhidlik eder:
"Üç kimsenin duası reddolunmaz: 1) İftar ettiği vakit oruçlunun, 2) Âdil
devlet başkanının, 3) Mazlumun."
[125] Buharî, 30/43; Müslim, 1100.
[126] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/66-67.
[127] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/68.
[128] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/69.
[129] Bu olay, 702/1302 senesinde Şam yakınlarındaki Mercu's-Suffer
denilen yerde meydana gelmişti. O savaşa Şakhab savaşı denir. Orada
Moğollardan pek çok nefer öldürüldü ve kalabalık bir grup esir alındı. Allah,
müslümanları galip ve
muzaffer eyledi, ham-j dolsun zalim milletin ardını kesti. Şeyhülislâm İbn
Teymiye (r.h.) bu meydan muharebe-1 sine hem diliyle, hem de canıyla katıldı.
Allah, va'dini gerçekleştirip kendisi İçin çarpı- [ şan orduyu muzaffer
eyleyinceye ve Moğollan tek başına hezimete uğratıp inananlara; yardınredinceye
kadar İbn Teymiye insanlara sebat göstermelerini tavsiye etti, onlara zafer
va'deıti ve iki iyilikten biriyle ya ganimete, ya ebedî kurtuluşa kavuşmakla
müjdeledi. O savaşta bulunan komutanlardan biri anlatıyor: Merhum Üstad,
Mercu's-Suffer'de düşmanla kapışma gününde iki ordu birbiriyle karşı karşıya
geldiği vakitte bana: '"Beni ölüm yerinde durdur." dedi. Ben de onu
sel gibi akan düşmanın karşısına gönderdim. "İşte ölüm yeri, işte
düşman!" dedim. Gözünü göğe dikti, dudaklarını uzun müddet kıpırdattı.
Sonra hızla harekete geçti ve savaşa koyuldu. Sonra savaş kargaşası içinde onu
gözden kaybettim. Onu tekrar gördüğümde Allah fethi müyesser kılmış ve İslâm
ordusunu muzaffer eylemişti. Geniş bilgi için bk. İbn Abdilhadî,
el-Ukûdu'd-Dürnyye,
[130] Enfâl, 8/60.
[131] Müslim, 1917. Ukbeb. Âmir el-Cühenî anlatıyor: Allah
Rasûlü'nün (s.a.) minberde "Düşmanlarınıza karşı gücünüz yettiğince
kuvvet hazırlayın." âyetini okuduktan sonra şöyle dediğini işittim:
"Dikkat edin. kuvvet, atıcılıktır! Dikkat edin, kuvvet, atıcılıktır! Dikkat
edin, kuvvet, atıcılıktır!"
[132] Müslim, 1120; Ebu Davud, 2306.
[133] Râvileri sikadır.
[134] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/69-71.
[135] Tirmizî, 714; Ahmed, 140. Senedinde zayıf bir râvi
olan İbn Lehîa varsa da vuranda geçen (Dipnot: 62) hadis bu hadise şâhidiik
eder. Tirmizî diyor ki: Hz. Ömer'den buna benzer bir rivayet aktarılmıştır;
düşmanla karşılaşıldığında orucu bozmaya ruhsat vermiştir. İlim adamlarının
bir kısmı da bu görüştedir.
[136] Dârakumî, 2-İ8S. Senedi sahihtir.
[137] Müslim, 1255 (220).
[138] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/71-72.
[139] Ebu Davud, 2413. Senedinde Dıhye'den rivayette bulunan
Mansur b. Saîd ei-Kelbî adlı meçhul bîr râvi vardır.
[140] Ebu Davud, 2412; Ahmed 6/398; Beyhakî, 4/246. Hadisin
senedinde Küleyb b. Zehl cl-Hadramî vardır, Meçhuldür. Geri kalan râvileri
sikadır. İleride gelecek Enes hadisinin şahitliği ile bu hadis güçlenmektedir.
[141] Tirmizî, 799-800; Dârakutnî, 2/187-188; Beyhakî,
4/246. İsnadı kavîdir. Tirmizî ve birçok muhaddis hadisi hasen görmüştür. Daha
önce geçen Ebu Basra hadisi hadisimize şâhiddir. Ebu Davud ve Ahmed'in, Dihye
b. Halife'den rivayet ettiği yine daha önce geçen hadis, şahitleriyle birlikte
hasendir.
[142] İshak b. Mansûr el-Mervezî'nin Mesâil'inde (vr.2/36)
şöyle geçer: (İmam Ahmed'e) "Bir kimse yolculuğa çıktığında orucu ne zaman
bozar?" diye sordu. "Evlerden tamamen uzaklaştığında" dedi.
îshak da (yani Ebu Râhüyeh) dedi ki: Hayır, Enes b. Mâlik'in yaptığı gibi
adımını atar atmaz bozar. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti de böyledir.
Bağâvî'nin Şerhu's-Sünne (6/312)'sinde şöyle geçer: Bir grup âlim, mukîm olan
kişi oruca niyetiense sonra da yolculuğa çıksa, oruç bozması caizdir, hükmüne
varmışlardır. Bu, Şa'bî'nİn görüşü olup İmam Ahmed de katılmaktadır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/72-73.
[143] İmam Mâlik, Muvatta, 1/291; Buharı, 30/21; Müslim,
1109. Hz. Âişe ve Ümmü Sele-me'den (r.aiıhüma) rivayet edilmiştir.
[144] İmam Malik, Muvatta, 1/292; Buharı, 30/24; Müslim,
1106, Kitâbu's-Sıyâm'da, Oruç iken, Öpmenin Şehveti Galeyana Gelmeyen Kişi
Üzerine Haram Olmayışını Beyan Bâ-bı'nda, Hz. Âişe hadisinde şu İfade
geçmektedir: "(Peygamber s.a.) Sizin nefsine en hâkim olanınızdı."
Hadiste geçen "ereb"; nefsin arzu ve ihtiyacı, anlamına gelmektedir.
[145] Ebu Davud'un (2385) rivayetine göre Hz. Ömer der ki:
Coştum ve oruçlu olduğum halde öptüm. Sonra da: "Ey Allah'ın Rasülü,
bugün büyük bir hata yaptım. Oruçlu oldu^ ğum halde öptüm." dedim.
Rasûlullah: "Su İle mazmaza (gargara) yapmış olsaydın ne olurdu?"
diye sordu. "Bunda bir sakınca yoktur." dedim. Rasûlullah (s.a.) da:
"Öyleyse onunla uğraşma." buyurdu. İsnadı sahihtir. İbn Huzeyme,
(1999), İbn Hibbân, (905) ve Hâkim (41/433) hadisi sahih görmüşler, Zehebî de
ona katılmıştır.
[146] Ebu Davud, 2386; ibn Huzeyme, 2003. Senedi zayıftır.
Senedinde Muhammed b. Dînâr ve Sa'd b. Evs bulunmaktadır. Her ikisi hakkında da
çok söz söylenmiştir. Ebu Davud, İbn Hacer ve başkaları hadisi zayıf
bulmuşlardır.
[147] Ahmed, 6/463; İbn Mâce, 1686. Müellifin de söylediği
gibi senedi zayıftır.
[148] Ebu Davud, 2387. Senedi hasendir. Mâlik, Muvatta,
(I/293)'ında ibn Abbas'tan şöyle nakleder: Oruçlunun öpmesi soruldu. Bu konuda
yaşlıya izin verdi. Gence mekruh olduğunu belirtti. İsnadı sahihtir.
Abdürrezzak (8418) da, Ma'mer-Âsım b, Süleyman- Ebû Miclez yoluyla gelen
rivayette: îbn Abbas'ın yanına, oruçlu iken hanımını Öpmeyi soran yaşlı bir
adam geldi ona, izin verdi. Sonra genç birisi geldi, Ona da yasakladı,"
deniyor. Râvilerİ sikadır. Tahavî (1/346) de Haris b. Amr eş-Şa'bî -Mesrûk
yoluyla Hz. Âişe'nin şöyle söylediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah
(s.a.) oruçlu iken beni öpmüş ve benimle oynaşmış olabilir. Size gelince;
(şehveti) zayıf yaşlı ihtiyar kimselerin bunları yapmasında sakınca
yoktur."
[149] Müellifin sözü laf götürür. Biz cerh ve ta'dil
imamlarından hiçbirinin râviyi ta'n ettiğini bulamadık. İbn Hibbân onu sika
saymaktadır. Kendisinden Şu'be, Mis'ar, İsrail, Ebu Avâne ve başkaları hadîs
rivayet etmişlerdir. Şu halde bu râvinin rivayet ettiği hadis hasen demektir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/75-77.
[150] Şafiî 1/257; Ebu Davud, 2369; Dârimî, 2/34;
Abdürrezzak, 7520; İbn Mâce, 1681; Hâkim, 1/428; Tahâvî, s. 349; Beyhakî,
4/265. Şeddâd b. Evs anlatıyor: Fetih sırasında Pey-gamber'ie (s.a.)
birlikteydik. Ramazan ayı gireli 18 gün olmuştu. Kan aldıran bir adam gördü.
Elimi tutarak: "Kan alan da aldıran da oruçlarını bozmuşlardır."
buyurdu. Isnâ-di sahihtir. Birçok hadis imamı, bu hadisin sahih olduğunu
söylemiştir. Bu konuda Râfi' b. Hudeyc'den, Abdürrezzak (7523), Tirmizî (774), Beyhakî
(4/665), hadis rivayet etmişler ve Tirmizî bu hadis hakkında:
"Hasen-sahihtir" demiştir. îbn Hibbân (902) ve Hâkim (1/428) de
hadisi sahih bulmuşlardır. Ebu Davud (2367), îbn Mâce (1680), Dârimî (2/14-15),
Tahâvî (1/349), îbn Cârûd (s.198), Beyhakî, (4/265) ve Abdürrezzak
(7523),Sevbân'dan rivayet etmişler; İbn Hibban (899), Hâkim (1/427), Buharı,
Ali b. el-Medinî ve Nevevî sahih bulmuşlardır. Fakat Rasûlullah'dan (s.a.)
bunun mensuh olduğu rivayeti sahih yolla aktarılmıştır. İbn Hazm, Hafız İbn Hacer'in
Feth'u l-Bârîadlı eserinde (4/155) aktardığına göre "Kan alan da aldıran
da oruç bozmuştur." hadisi hakkında diyor ki: Şüphesiz sahihtir. Ama biz
Ebu Saîd ei-Hudrî hadisinde Hz. Peygamber'in (s.a.), oruçlunun kan aldırmasına
ruhsat verdiğini görüyoruz. Bu hadisin isnadı da sahihtir. Bu hadise göre amel
etmek vaciptir. Çünkü ruhsat, azimetten sonra gelir. Hadis, kan alanın da
aldıranın da orucunun bozulmayacağına, bunun neshedildiğine delâlet
etmektedir... Söz konusu Ebu Saîd hadisini Nesâî, İbn Huzeyme (1967, 1969) ve
Dârakutnî (s.239) rivayet etmişlerdir. Râvileri sika olup senedi sahihtir.
Dârakutnî'nin (s.239) kaydettiği Enes hadisi de buna şâhiddir. Hadis'in metni
şöyledir: Oruçlu iken kan aldırması mekruh görülen ilk kişi Cafer b. Ebu
Tâlib'tir. Oruçlu iken kan aldırdı, Hz. Peygamber (s.a.) durumu gördü ve
"Bu ikisi (yani kan alan da aldıran da) oruçlarını bozmuşlardır."
buyurdu. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.), oruçlunun kan aldırmasına ruhsat
verdi. Enes oruçlu iken kan aldırdı. Hadisin râvilerinin hepsi sika olup Buhari
râvileridir. Ancak metinde münker görülen bir husus var. Çünkü hadiste, olayın
Mekke fethinde vuku bulduğu belirtilmektedir. Cafer ise Fetih'ten önce şehit
olmuştur. Bu konudaki rivayetlerin en hase-ni,Abdürrezzak (7535) ve Ebu
Davud'un (2374), Abdurrahman b. Abis -Abdurrahman b. Ebu Leylâ senediyle
rivayet ettiği şu hadistir. Ashabdan birisi anlatıyor: "Hz. Peygamber
(s.a.), oruçlunun kan aldırmasını ve visal orucunu sürekli olarak ashabına yasakladı,
ama bunları haram kılmadı." İsnadı sahihtir. Rivayet eden sahabinin
bilinmemesi zararsızdır.
[151] Bu, kasden kustuğunda böyledir. Ama kusma
kendiliğinden olursa orucu bozulmaz. Tir-mizî (720), Ebu Davud (2380), İbn Mâce
(1676) ve Dârakutnî (s.240)nin, Ebu Hureyre'-den (r.a.) naklettiğine göre Hz.
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim kendiliğinden (doğal olarak)
kusarsa, orucunu kaza etmesi gerekmez. Kim de kasden kusarsa, orucunu kaza
etsin" Senedi sahihtir. îbn Huzeyme (1960, 1961), İbn Hibbân (907) ve Hâkim
(1/427), sahih bulmuşlardır.
[152] Tirmizî, 725; Ahmed, 3/445; Ebu Davud, 2364; îbn
Huzeyme, 2007, Âmir b. Rebîa anlatıyor: "Hz. Peygamber'i (s.a.)
sayamayacağım kadar çok kere oruçlu olduğu halde dişlerini misvaklarken
gördüm." Senedinde Âsim b. Ubeydullah bulunmaktadır ve zayıf bir râvidir.
Buharî, İbn Maîn, Zühelî ve daha pek çok muhaddis onu zayıf gördüklerini söylemişlerdir.
Lâkin hadise göre amel etmek hususundaki ehl-i ilmin çoğu, oruçlunun günün
başında ve sonunda dişlerini misvaklamasını sakıncalı görmemişlerdir. İbn Huzeyme,
Sahihimde (3/247) görüşünü şöyle dile getirir: Hz. Peygamber'in (s.a.),
"Ümmetimi meşakkate sokmaktan çekinmeseydim, bütün namazlarda dişlerini
misvaklamalarını emrederdim." buyurması ve oruç tutmayanı oruç tutandan
ayrı tutmaması, oruç tutmayan için olduğu kadar oruçlu için de bütün
namazlarda misvaklanmanın fazilet olduğuna delâlet etmektedir.
[153] Ahmed, 5/376, 380, 408, 430; Ebu Davud, 2365.
Sahabeden birisi "Peygamber'in (s.a.) oruçlu iken susuzluktan veya
sıcaktan dolayı başına su dökerken gördüğünü" rivayet ediyor. İsnadı
sahihtir,
[154] Şafiî, 3/30, 31; Ebu Davud, 142, 143; Ahmed, 4/33; İbn
Mâce, 407; Nesâî, 1/66. Lakît b. Sabİra'dan: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bana
abdestten haber ver, dedim. Abdest uzuvlarını iyice yıka. Parmaklarının arasına
suyun geçmesine Özen göster. Burnuna su vermekte mübalağa et, ancak oruçlu
olursan mübalağa etme, buyurdu." İsnadı sahihtir. Ibn Huzeyme (150), İbn
Hibbân (159), Hâkim (1/147-148), Zehebî, İbn Kattan, Nevevî ve İbn Hacer,
hadisin sahih olduğunu kaydetmişlerdir.
[155] Buharî, 30/32.
[156] Takrib'de deniyor ki: Eban b. Ebû Ayyaş Fîrûz el-Basrî
metruktür. Eban'dan rivayet eden Yasin ez-Zeyyât için Buhârî: "Hadîsi
münkerdir", Nesâî: "Metruktür" derken, İbn Hib-bân:
"Uydurma hadisler rivayet eder" demektedir.
[157] İbn Mâce, 1677. Hz. Âişe hadisidir.
[158] Ebu Davud, 2377. Senedinde Abdurrahman.b. Nu'man b.
Ma'bed b. Hevze vardır ve hakkında çok şey söylenmiştir. Babası da meçhuldür.
"Rasûlullah (s.a.) oruçlu iken sürme çekti" hadisini İbn Mâce (1678)
Âişe'den rivayet etmiştir. Senedi zayıftır.
[159] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/77-81.
[160] Mâlik, Muvatta, 1/309; Buharı, 30/54; Müslim, 1156
(175). Müslim'in 1156 (176) bir rivayetinde deniyor ki: "Hz. Peygamber'in
(s.a.) hiçbir ayda Şaban ayında tuttuğundan çok oruç tuttuğunu görmedim. Şaban
ayında orucu pek az bırakırdı. Bazan da Şaban ayının tamamını oruçlu
geçirirdi."
[161] İbn Mâce, 1743. Senedinde yer alan Davud b. Atâ'nın
zayıf olduğunda ittifak edilmiştir
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/83.
[162] Tirmizî, 745; Nesâî, 4/202; İbn Mâce, 1739. Hz. Âişe
hadisidir. Senedi sahihtir. Aynı konuda Tirmizî (747), Ebu Hureyre'den
rivayette bulunmuştur. Sahih olduğuna, Nesâî (4/201) ve İbn Huzeyme'nin (2119)
Üsâme b. Zeyd'den rivayet ettikleri hadis şahiddir.
[163] Nesâî, 4/198. Senedinde Yakub b. Abdullah el-Kımmî
vardır, zayıf bir râvidİr. Keza ondan rivayet eden Cafer b. Ebu'l-Muğîre
el-Kımmî de zayıftır.
[164] Ahmed, 5/252; Nesâî, 4/222. Ebu Zerr'den. Hz.
Peygamber (s.a.) "Sizden biri ayın üç günü oruç tutacak olursa, üç dolunay
günü (arabî ayın 13,14, 15. günleri) oruç tutsun." buyurdu. Senedi
hasendir. İbn Hibbân (943) sahih
görmüş, Ahmed.(5/150)
ve Nesâî (4/223) de Sttfyan yoluyla Ebu Zer'den: "Peygamber (s.a.) bir
adama 13, 14 ve 15. günler oruç tutmasını emir buyurdu" şeklinde rivayet
etmişlerdir. İbn Huzeyme (2128) hadisi bir başka yoldan hasen senedle tahric
eder. Tirmizî ise (762) kavı senetle Ebu Zer'den: Rasûluliah: "Kim her
aydan üç gün oruç tutarsa, bütün seneyi oruçlu geçirmiş olur" buyurdu,
diye rivayet etmiştir ki, Allah Teâlâ kitabında bunu doğrulayarak: "Kim
bir iyilik yaparsa, ona on kat sevap vardır." (En'âm,6/160) buyurmuştur.
Dolayısıyla bir gün, on gün yerine geçer. Aynı konuda Buharı (29/59) ve Müslim
(721), Ebu Hureyre'den şu hadisi rivayet ederler: "Dostum (s.a.) bana üç
şeyi tavsiye etti: "Her aydan üç gün oruç tutmayı..." Bu hadis,
Sahih-i Müslim'de (722) Ebu'd-Derda'dan da nakledilmiştir.
[165] Ebu Davud, 2450; Nesâî, 4/204; Tirmizî, 742. Senedi
hasendir.
[166] Müslim, 1160: İbn Huzeyme, 2130.
[167] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/83-84.
[168] Müslim, 1176.
[169] Ahmed, 6/287. Ebu İshak el-Eşcaî el-Kûfî, Amr b. Kays
el-Melâî-el-Hurr b. Sayâh-Hüneyde b. Hâlid el-Huzaî-Hafsa senediyle rivayet
etmiştir. Ebu îshak meçhuldür. Diğer râvileri sikadır.
[170] Ahmed, 6/288; Ebu Davud, 2437; Nesâî, 4/205. Hz.
Peygamber'in (s.a.) hanımlarından birisinden.
[171] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/84-85.
[172] Müslim, 1164; Ahmed 5/417, 419; Ebu Davud, 2433;
Tirmizî 759; İbn Mâce, 1716. Sa'd b. Saîd hadisidir. Bu zât hafızasının iyi
olmayışından ötürü zayıf bulunmuştur. Yahya b. Saîd'in kardeşidir. Fakat Ebu
Davud ve Dârimî'nin (2/21) rivayetlerinde, Safvân b. Süİeym ona mutabaat
etmiştir. İsnadı kuvvetlidir. Müellifin (r.h.) Tehzîbu's-Sünerfinde
naklettiğine göre, Nesâî'nİn e!-Kübrâ'smda Yahya b. Said'den gelen hadis de
buna mutabaat etmektedir.Aynı konuda Dârimî (2/21) ve İbn Mâce, (1715)
Sevban'dan, hadis rivayet etmişlerdir. Hadisin İsnadı sahihtir. İbn Hibbân
(928) hadisi sahih saymıştır. Ahmed, Câbir'den (3/308, 324, 344); Bezzâr,
(s.103) Ebu Hureyre'den, ZevâitTinde
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/85.
[173] Buharî, 30/69; Müslim, 1125 (115). Hz. Âişe hadisidir.
[174] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/85.
[175] Kaynağı daha Önce gösterildi.
[176] Buharî, 65/24; Müslim, 1127.
[177] Müslim, 1134.
[178] Mâlik, Muvatia, 1/299; Buharî, 30/69; Müslim, 1129.
[179] Müslim, 1133.
[180] Ahmed, 4/388; Nesâî, 4/192; İbn Mâce, 1735. Muhammed
b. Sayfî hadisidir. Sene! hasendir. Buharî, 30/69; Müslim, 1135. Seleme b.
el-Ekvâ' hadisidir.
[181] Ahmed, Müsned, 1/241; İbn Huzeyme, 2095. Senedinde İbn
Ebu Leylâ vardır. Hafızası zayıftır. Abdürrezzak, (7839), aynı yolla Beyhakî
(4/287), İbn Abbas'ın sözü olarak "Dokuzuncu ve onuncu gün oruç tutun,
yahudilere muhalefet edin." şeklinde rivayet etmektedir. Bu mevkuf
rivayetin senedi sahihtir.
[182] Tirmizî, 755. Râviieri sikadır, ancak hadiste Hasan
el-Basri'nin muan'an rivayeti vardır ki, bu durumda tedlîs sözkonusudur.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/86-88.
[183] Kaynağı daha önce gösterildi.
[184] Kaynağı daha önce geçti. Bk. Dipnot (149) Merfû hadis
olarak zayıftır.
[185] Müslim, 1160.
[186] Ebu Davud, 2454; Nesâî, 4/196; Tirmizî, 730; Ibn Mâce,
1700; Dârimî, 2/6; Ahmed, 6/287, Dârakutnî, s. 234; Tahâvî, s. 325; Beyhakî,
4/202. Hz. Âişe hadisi olup isnadı sahihtir, ancak hadis imamları merfû ve
mevkuf oluşu konusunda ihtilâf etmişlerdir. Çoğunluğu, mevkuf olduğu
görüşündedirler. Dârakutnî (2/172) ve Beyhakî (4/203), Hz. Âişe hadisini,
Abdullah b. Abbâd'ın da içinde bulunduğu bir senedle rivayet etmişlerdir ki,
bu zât meşhur değildir ve senedde geçen Yahya b. Eyyûb da sağlam bir râvi
değildir.
[187] Bu rivayeti
"ya bir gün öncesinde ya da bir gün sonrasında" lafzıyla Beyhakî (9/287),rivayet
etmiştir. Daha önce de geçtiği gibi senedi zayıftır
[188] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/88-94.
[189] Daha Önce geçtiği gibi İbn Abbas'tan "dokuzuncu
ve onuncu gün oruç tutarız" sözü sabittir.
[190] Daha önce geçtiği gibi zayıftır.
[191] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/94-95.
[192] Buharı, 30/65; Müslim, 1123.
[193] Ahmed, 2/304, 446; Ebu Davud, 2440; İbn Mâce, 1732.
Ebu Hureyre'deW: Senedindeki Mehdî eî-Abedî el-Hecerî bilinen biri
değildir.
[194] Müslim, 1162. Ebu Katâde hadisidir.
[195] Tirmizî, 773; Ebu Davud, 2419; Nesâî, 5/252. İsnadı
sahihtir. Tirmizî, tbn Hibbân (958) ve Hâkim (1/434) sahih bulmuşlar, Zehebî de
buna muvafakat etmiştir
[196] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/95-96.
[197] Ahmed, 6/323-324; İbn Huzeyme, 2167; îbn Hibbân, 941;
Hâkim 1/436; Beyhakî, 4/313. Ümmü Seleme'den. Senedi hasendir. Çünkü îbn
Hibbân, Abdullah b. Ömer'i ve babasını sika bulmuş ve her ikisinden de birden
çok rivayette bulunmuştur. Hafız İbn Hacer, Fethu'i-Bârî'de: "İki bayram
günüdür" sözüyle cumartesinin yahudİlere göre, pazarın hıristiyanlara göre
bayram olduğuna ve bayram günleri oruç tutulmadığına işaret etmiştir. Oruç
tutarak onlara muhalefet etmiştir... demektedir.
[198] Ahmed, 6/368; Tirmizî, 744; Ebu Davud, 242Î; İbn
Huzeyme, 2164; Beyhakî, 4/302. Senedi kavîdir. Iztırapla illetlendİrilmesİ,
ondan diğer salim yollardan gelişi sebebiyle baltayı taşa vurmak gibidir.
[199] Buharı, 30/63; Müslim, 1144, Ebu Hureyre hadisidir.
[200] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/96-97.
[201] Ahmed, 4/24; Nesâî, 4/207; Ibn Mâce, 1705. Senedi
sahihtir. İbn HuzeymS (2150) ve Hâkim (1/435) sahih görmüşler, Zehebî de ona
katılmıştır.
[202] Buharî, 19/7; Müslim, 1159 (189).
[203] Müslim, 1164; Ebu Davud, 2433; Tirmizî, 759; İbn Mâce,
1716
[204] Buharî, 30/56; Müslim, 1159, 1162.
[205] En'âm, 6/160.
[206] Buharı, 56/1; Nesâî, 6/19. Ebu Hureyre anlatıyor: Bir
adam Rasûlullah'a (s.a.) gelerek: "Bana, cihada denk bir amel göster"
dedi. Rasûlullah: "Bulamıyorum" buyurdu ve: "Mücahid cihâda
çıktığında, mescidine girmeye ve aralıksız namaz kılmaya ve bozmaksızın oruç
tutmaya güç yetirebilir misin?" diye sordu. Adam: "Buna kim güç
yetirebilir?" diye cevapladı. Müslim (1878) şu metinle rivayet eder:
"Allah yolundaki mücahidin benzeri, Allah yolundaki mücahid dönünceye
kadar, ara vermeksizin namaz kılıp oruç tutan, Allah'ın âyetlerine samimiyetle
inanmış oruçludur."
[207] Müslim, 656.
[208] Ahmed, Müsned, 4/414; Beyhakî, 4/300. Senedi sahihtir.
İbn Huzeyme (2154, 2155) de sahih görmüştür.
[209] Ibn Hacer, Fethu'I-BârPde (4/193) hadisi kaydettikten
sonra diyor ki: Hadisin zahiri, nefsini zahmete soktuğu, ona yüklendiği,
Rasülullah'ın sünnetinden yüz çevirdiği, başka şeylerin O'nun sünnetinden daha
faziletli olduğuna inandığı için -ki bu şiddetli tehdidi gerektirir ve haram
olur- cehennem onu kuşatarak üzerine daraltılır şeklinde anlam taşımaktadır.
Abdürrezzak'ın Musannef'ie (7871) İbn Uyeyne -Harun b. Sa'd- Ebu
Amr es-Seybânî senediyle rivayet ettiğine
göre Ebu Amr anlatıyor: Ömer b. Hattâb'm [I - yanındaydık. Ona bir yemek getirildi.
Orada bulunanlardan biri kenara çekildi. Hz. Ömer: —Buna ne oluyor? —Oruçludur?
—Ne orucu tutuyor? —Dehr orucu.
Râvî devamla, Hz.
Ömer'in adamın başına bir sopayla vurmaya başladığını ve "Ye, *u ey dehr,
ye ey dehr" dediğini anlatıyor. Hadisi, İbn Hacer Fethu'I-Bârî'de (4/193)
Ebu Amr eş-Şeybânî'den (verilen nisbe yanlış) şu şekilde kaydeder: "Ömer,
bir adamın savm-ı dehr tuttuğunu duydu. Yanına gitti ve başına kamçıyla vurarak
"Ye ey dehrî (dehr orucu tutan)!" demeye başladı. İbn Hacer hadisi,
sahih bir isnadla İbn Ebî Şeybe'ye isnad etti.
[210] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/97-101.
[211] İlkini Müslim (1451), ikincisini Nesâî (4/194) rivayet
etmiştir. Nesâî'nin rivayeti aynı zamanda birincisinin tamamlayıcısı olarak
Sahih-i Müslim'de de yer almaktadır.
[212] Tirmizî, 735; Ahmed 6/263. Hadisi İbn Hazm
el-Muhallâ'dz (6/270) kaydeder. Tahâvî (2/109) ve İbn Hibbân (951) değişik bir
senedle rivayet ederler. Senedi sahihtir. Ebu Da-vud (2457) değişik bir senedle
rivayet eder. Mâlik, Muvaîla'da (1/306) İbn Şihâb ez-Zührî'den mürsel olarak
rivayet eder. Geniş bilgi için bk. Nasbu'r-Röye, 2/264-267.
[213] Buharı, 30/61; Ahmed, 3/108, 188, 248.
[214] Müslim, 1150.
[215] Tirmizî, 789, Senedinde Eyyûb b. Vâkıd el-Kûfî vardır,
metruktür. îbn Mâce, 1763. Senedinde Ebu Bekr el-Medenî vardır, o da zayıf bir
râvidir.
[216] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/101-102.
[217] Câbir Hadisi: Buharı, 30/63; Müslim, 1143; Ebu Hureyre
Hadisi: Buharî, 30/63; Müslim, 1144; Ebu Davud, 2420; Tirmizî, 743; Cüveyriye
Hadisi: İbn Huzeyme, 2164; îbn Hibbân, 957; Cünâde Hadisi: Ahmed ve Nesâî.
[218] Ahmed, 2/303, 532; îbn Huzeyme, 2161; Hâkim, 1/437.
Senedinde Ebu Bişr eş-Şâmî vardır, meçhuldür. Heysemî, (ei-Mecmâ, 3/199) hadisi
kaydedip Bezzâr'ın rivayet ettiğini söylüyor ve "Senedi hasendir"
diyor. Hadiste geçen "...bir gün öncesinde veya bir gün sonrasında
tutarsa, o başka" ifadesinin anlamı; cuma ile birlikte perşembe veya
cumartesi oruç tutsun, demektir.
[219] Tirmizî, 742. Senedi hasendir.
[220] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/102-103.
[221] Abdtirrezzak, 8037. "îtikâfa girenin oruç tutması
vaciptir" metniyle Hz. Âişe'den rivayet etmiştir. Ayrıca Ebu Davud, 2473;
Beyhakî, 4/315; Dârakutnî, s. 247. Hz. Âişe diyor ki: "Mu'tekifin hasta
ziyaretinde bulunmaması, cenazeye katılmaması, bir kadına dokunmaması ve onunla
oynaşmaması, zarurî ihtiyaçları hariç dışarı çıkmaması sünnettir, îtikâfa,
ancak oruçlu olarak ve bir camide girilir." Senedi güçlüdür. İbn Ömer ve
İbn Abbâs, îtikâfla orucun şart olduğunu söylemişlerdir. Bunu Abdürrezzak
el-Musannef'te (8033) kaydetmiştir. Râvileri sikadır. İmam Mâlik, Evzâî ve
hanefiler de bu görüştedirler. Ahmed ve İshak'dan farklı rivayetler gelmiştir.
Bk.:
İbn
Kayyim Tehztbü's-Sünen, 3/344, 349.
[222] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/105-106.
[223] Buharı, 33/1; Müslim, 1172.
[224] Buharı, 33/14; Müslim, 1173. 341. Müslim, 1167 (215).
[225] Buharı, 33/6, 65/14; Müslim, 1173 (6).
[226] Buharî, 66/7; Dârimî, 2/27; Ahmed, 2/336, 355; İbn
Mâce 1769.
[227] Mâlik, 1/312; Buhari, 6/2, 33/2; Müslim, 297.
[228] Buharî, 33/8; Müslim, 2175. Hz. Safiyye anlatıyor:
"Hz. Peygamber (s.a.) îtikâfa^ı-mişti. Geceleyin ziyaretine gittim,
kendisiyle konuştum. Sonra evime dönmek için kalktım. Beni evime kadar
götürmek İçin o da kalktı.
Hz. Safiyye'nin evi
Üsâme b. Zeyd'in hanesinde idi. Derken oradan Ensar'dan iki kişi geçti. Hz.
Peygamber'i (s.a.) görünce hızlandılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.):
—Ağır olun! Bu hanım Safiyye binti Huyey'dir, dedi. Adamlar:
—Sübhanallah, ey
Allah'ın Rasûlü! dediler. Rasûlullah da:
—Şüphesiz şeytan kanın
dolaştığı gibi insanın damarlarında dolaşır. Ben de sizin kalbinize şer atar
diye
korktum,
buyurdu. Yahut "şer" yerine "bir şey" dedi.
[229] Ebu Davud, 2472
[230] Müslim, 1167 (215).
[231] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/106-108.
[232] Buharî, 64/35.
[233] Süheylî diyor ki: Kaza umresi denmesinin sebebi, Hz.
Peygamber'in (s.a.) bu umre için Kureyşle anlaşma yapmış olmasıdır, yoksa O'nun
engellendiği umrenin kazası olduğundan bu ismi almış değiidır. Çünkü bozulmuş
değildi ki, kazası vadp olsun. Aksine o da umre idi. Bundan dolayı Hz.
Peygamber'in (s.a.) yaptığı umreleri dört saymışlardır. Bu umrenin
"kısas" diye adlandırılması da bu görüşün tercih sebeblerin-dendir.
Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Haram ay, haram aya mukabildir. Haramlar kısas
(karşıhklı)dır." (Bakara, 2/194). İbn Cerîr ve Abd b. Humeyd'in
Mücâhid'den sahih senedle rivayetleri üzere bu âyet, bu umre hakkında inmiştir.
Meğâzî adlı eserinde Süleyman et-Teymî, bunun kesin olduğunu söylemiştir.
[234] Yazar burada "on" diyor; ama ileride yirmiyi
aşkın delil zikrediyor.
[235] Üç türlü hac ibadeti vardır: 1) îfrâd: Kelime olarak
telcyapma, birleme ve ayırmak anlamlarına gelir. Dinî terim olarak ifrâd, yanhz
hacca niyetlenip ihrama girmek ve dileyen için hac vazifelerini tamamladıktan
sonra umre yapmak anlamına gelir; bunun caiz olduğunda ihtilâf yoktur. 2)
Kıran: Kelime anlamı yaklaştırmak, birleştirmek, bağlamak olan kıran, hac ve
umreye birlikte niyetlenip ihrama girmek —bunun da caiz olduğunda ittifak
vardır— yahut önce umreye niyetlenip ihrama girmek, sonra bu umreye haccı da
ilâve etmek veya bunun aksini yapmak demektir ki bu ihtilaflıdır. 3) Temettü':
Faydalanmak anlamına gelen bu kelime, dinî terim olarak hac aylarında umre yapıp
sonra bu umre ihramından çıkmak ve o sene hacca niyetlenip ihrama girmek
demektir. Selefin örfünde temettü' kelimesi kıran için de kullanılmaktaydı.
Nevevî, her üç türün caiz olduğunda icmâ bulunduğunu hikâye etmiş ve bazı
sahabeler tarafından temettü' haccının yasaklandığı yolundaki haberleri te'vil
etmiştir. Bk. Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, 4/346.
[236] Tirmizî, 935; Ebu Davud, 1996; Nesâî, 5/199-200.
Senedinde Saîd b. Müzâhim adında tartışmalı bir râvi vardır. İbn Hibbân onun
sika olduğunu söylemiş ve Tirmizî bu hadisi hasen saymıştır. Diğer râvileri
sikadır.
[237] Buharî, 26/3, 56/186, 64/35; Müslim, 1253; Tirmizî, 815; Ebu Davud, 1994.
[238] Buharı, 26/3, 28/17, 53/6, 64/43. Tahkikçiler hadisi
Müslim'de bulamadıklarını kaydetmektedirler.
[239] Ahmed, Müsned, 2211; Tirmizî, 816; İbn Mâce, 3003; Ebu
Davud, 1993. Senedi sahihtir.
[240] Buharı, 26/3; Müslim, 1255; Tirmizî, 936. Müslim, şu
ilâveyi kaydediyor: "jbn Ömer, (Hz. Âişe'nin bu sözlerini) İşitiyordu. Ne
hayır dedi, ne de evet." Hz. Âişe, onun ne kadar unutkan olduğunu
göstermek için bu şekilde mübalağalı bir ifade kullanmıştır. Nevevî (r.lı.)
diyor ki; İbn Ömer'in, Hz. Âişe'nin bu sözlerine sükût etmesi, kendisinin
karıştırdığına yahut unuttuğuna yahut da şüphe ettiğine delildir. Ktırtubî
diyor ki: Hz. Âİşe'ye karşı gelmemesi kendisinin yanılgı içinde bulunduğuna ve
kendi görüşünden Hz. Âişe'nin görüşüne döndüğüne delildir.
[241] Dârakutnî (2/188), el-Alâ b. Züheyr — Abdurrahman b.
Esved — babası — Hz. Âişe senediyle rivayet etmiştir. Hafız İbn Hacer,
Fethu'i-BârTdz (3/480) müellifi tenkit ederek Hz. Âişe'nin
"Ramazan'da" sözünün "çıktım" sözüyle bağlantılı olduğunu
söylemiştir ki, o zaman Mekke fethi yolculuğu kastedilmiş olur. Çünkü bu yolculuk
Ramazan'da idi. Hz. Peygamber (s.a.) o sene Cirâne'den ama Zilkade ayında umre
yaptı, Dârakutnî, el-Alâ b. Züheyr'e kadar bir başka isnâdla hadisi rivayet etmiş,
ama senedde ne "babasından" demiş, ne de hadisin metninde
"Ramazan'da" demiştir.
[242] İbn Mâce, 2997. Râvileri sikadır.
[243] Ebu Davud, 1991. Senedi sahihtir.
.
[244] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/111-114.
[245] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/114-115.
[246] Tirmizî, 935. Bk. Dipnot: 5.
[247] Ebu Davud, 1988 ve 1989; Tirmizî, 939; İbn Mâce, 2993;
Dârimî, 2/51. Senedi hasen-dir. Bu hadisi Buharı, (26/4) ve Müslim (1256), Atâ
yoluyla İbn Abbas'tan şu şekilde rivayet etmişlerdir: Allah Rasûlü (s.a.)
Ensâr'dan bir kadına —îbn Abbas kadının adını söyledi, ama ben unuttum—
(Müslim'in bir rivayetinde kadının adı Ümmü Sinan olarak kaydedilmektedir)
buyurdu ki: "Bizimle birlikte haccetmekten seni alıkoyan nedir?"
Kadın: "Bİzİm bir su çeken devemiz gardı. Ebu Fülan —kocasını kastediyor—
ve oğlu ona bindi. Bize su çekmemiz için bir deve bıraktı." dedi. Hz.
Peygamber (s.a.): "Ramazan ayı geldiğinde o ay içinde umre yap. Zİra
Ramazan'da yapılan bir umre bir hacca bedeldir." yahut buna benzer sözler
söyledi. Müslim'in bir rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.): "Ramazan'da
yapılan bir umre, bir hac yahut benimle birlikte yapılan bir hac yerine
geçer." buyurmuştur. Bu konuda Buha-rî, Câbir'den muallak yolla bir hadis
rivayet etmiş, Ahmed (3/353, 361, 397) ve İbn Mâce (2995), bu hadisi mevsûl olarak
rivayet etmişlerdir. Hadisin râvileri sikadır. Hadisi Ahmed (4/177) ve İbn
Mâce (2991). Vehb b. Hanbeş'ten; Taberânî, Kebîr'6e Zübeyr'den —râvileri
sikadır—; Bezzâr, Hz. Ali'den —senedinde meçhul bir râvİ vardır— Taberânî,
Kebîr'de Enes'ten —senedinde Enes'in azatlısı zayıf râvi Hilâl vardır— rivayet
etmiştir.
Hadisin anlamı:
Ramazan'da yapılan umre, sevap bakımından hacca denktir. Yoksa farzı düşürme
konusunda hac yerine geçmez. Zira umre yapmanın, farz hacca kâfi gelmeyeceği
konusunda icmâ vardır. Hadiste, bir amelin sevabı nasıl kalp huzuru ve samimi
niyetle artarsa, tıpkı bunun gibi vaktin şerefinin artmasıyla da artar olduğu
ifade edilmektedir.
[248] Ebu Davud, 2029; Tirmizî, 873; İbn Mâce, 3064. Hz.
Âişe anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) sevinçli bir şekilde yanımdan çıktı. Sonra
kederli bir halde yanıma döndü, buyurdu ki: "Ben, Kabe'ye girdim. Keşke
şimdi yapmamış olsaydım, oraya girmezdim. Ben, ümmetime meşakkat vermiş
olmaktan korkuyorum." Hadisin senedinde ismail b. Abdülmelik b.
Ebu's-Safîr adlı zayıf bir râvi vardır; diğer râvileri sikadır. Maamafih
Tirmizî: "Bu hadis
hasen-sahihtir" diyor.
[249] Müslim, 1218. Hz. Peygamber'in (s.a.) haccını
anlattığı uzunca bir hadiste Câbir b. Abdullah diyor ki: ...Hz.
Peygamber (s.a.)
Abdüimuttaliboğullarının yanma geldi. Onlar, hacılara zemzem dağıtıyorlardı.
"Çekin, ey Abdülmuttaliboğullan! Halk, sikâye göreviniz konusunda size
galebe çalmayacak olsa ben de sizinle birlikte (kuyudan zemzem) çekerdim."
buyurdu. Bunun üzerine O'na bir kova uzattılar, O da o kovadan içti.
[250] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/115-117.
[251] Ebu Davud,
1991. Yukarıda geçti.
[252] Yani tıraşlan sonra saçının bitimiyle başının
kabarması. tbnü'I-Esîr diyor ki: Anlamı şudur: Umreyi, Muharrem, ayma kadar tehir etmezdi.
Mîkata çıkar, Zilhicce'de umre yapardı. Bu eseri Şafiî (Müsned'de-, 1/292, 293)
ve Beyhakî (4/344) rivayet etmiştir.
[253] Buharı, 26/1; Müslim,
1349; Tirmizî, 933; Mâlik, Muvatta,
1/346.
[254] Müslim, 1211
(132), Ahmed, 6/124.
[255] Müslim, 1213.
[256] Mâlik, Muvatta,
1/410, 411; Buharı, 6/15, 25/31, 26/5; Müslim, 1211.
[257] Müslim, 1211. "...ihramdan çıkmadığım
halde..." diye tercüme ettiğimiz kısım kitabın Arapçasmda
"...niyetlenip ihrama girmediğim, telbiye getirmediğim halde..." şeklinde
ise de Müslim'in orijanal metnini esas aldık.
[258] Şafiî, 1/292;
Beyhakî, 4/344. Râvileri sikadır.
[259] Şafiî, 1/292;
Beyhakî, 4/344. Senedinde meçhul bir râvi vardır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/117-121.
[260] Tirmizî, 815; İbn Mâce, 3076; Dârakutnî, 2/278.
Râvileri sikadır.
[261] Bakara, 2/196.
[262] Tevbe, 9/28.
[263] Allah Rasûlü'nün (s.a.), hicretin dokuzuncu senesi
hacca kalkışmamasının sebebi, hacda müşriklerle karışmak istememesine!endir.
Çünkü müşrikler hac yaptıklarında, Kabe'yi çıplak tavaf ediyorlardı. Allah,
Beyt-i Haram'ı onlardan temizleyince Hz. Peygamber (s.a.) hac yaptı.
[264] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/123-124.
[265] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/124.
[266] Buharı, 25/23.
[267] Buharî, 25/24.
[268] Buharî, 56/103; Ebu Davud, 2605.
[269] Bizim yukarıdanberi, beş gün, altı gün kala diye
tercüme ettiğimiz metnin Arapça asıllarında "gün" kelimesi geçmeden
doğrudan doğruya beş kala, altı kala denilmektedir. Konu okunurken yanlış
anlamaya fırsat verilmemesi için bu durumun göz önünde bulundurulması gerekir.
[270] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/125-128.
[271] Buharı, 25/24.
[272] Nesâî, 5/127. Râvileri sikadır.
[273] Buharî, 5/14; Müslim,
1192 (48).
[274] Tirmizî, 830; Dârimî, 2/31; Beyhakî, 5/32, 33.
Tirmizî, hadisi hasen saymıştır.
[275] Dârakutnî, 2/226.
Râvileri sikadır.
[276] Buharı, 25/18, 77/74, 77/81; Müslim, 1189 (35) ve 1190.
[277] Müslim, 1184 (21). İbn Ömer: "Allah Rasûlü (s.a.)
Zülhuleyfe'de iki rekât kılardı.' demiştir ki, bundan maksat ihramın sünneti
değil öğlenin jki rekâtıdır.
[278] Müslim, 1243.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/128-129.
[279] Buharı, 25/104; Müslim, 1227.
[280] Buharî, 25/104; Müslim, 1228.
[281] Müslim, 1230
(182).
[282] Ebu Davud,
1992.
[283] Bk. Dipnot: 26
[284] Ebu Davud,
1993; Tirmizî, 816; İbn Mâce, 3003. Senedi sahihtir.
[285] Buharî, 25/16.
[286] Ebu Davud,
1797; Nesâî, 5/149. Râvileri sikadır.
[287] Nesâî, 5/148. Senedi sahihtir.
[288] Müslim, 1226
(167).
[289] Râvİleri sikadır.
[290] Ahmed, 4/175. Hadis haindir.
[291] Ahmed, 4/28; îbn Mâce, 2971; Dârakutnî. Senedinde,
tartışmalı bir râvİ olan Haccâc b. Ertât vardır.
[292] Ahmed, 3/485. Senedinde, metruk bir râvi olan Abdullah
b. Vâkıd el-Harrânî vardır. İmam Ahmed, onu över ve "Herhalde yaşlanınca
karıştırdı." derdi.
[293] Heysemî, hadisi Mecmau'z-ZevâicTde (3/236) kaydetmiş
ve demiştir ki: Taberânî, Kebîr ve Evsafta rivayet etmiştir. Senedinde Yezîd
b. Ata vardır. Ahmed ve başkaları bu râviyi sika saymıştır. Tartışmalı bir
râvidir. Takrib adlı eserde, onun hadiste gevşek olduğu kaydedilmektedir.
[294] Tirmizî, 947. Ahmed'in MüsnecTdç (3/388) kaydettiği
metin ise şöyledir: "Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte (Mekke'ye) geldik.
Kabe'yi tavaf ettik. Safa-Merve arasında sa'y yaptık. Kurban günü (kurban
bayramının birinci günü) olunca Safa ve Merve'ye yaklaşmadı."
[295] Ahmed, 6/297, 298. Râvileri sikadır.
[296] Buharî, 25/34, 25/107, 25/129; Müslim, 1229.
[297] Tirmizî, 823; Nesâî, 5/152; Mâlik, Muvatta, 1/344. Senedi hasendir.
[298] Buharı, 25/36; Müslim,
1226 (171).
[299] Bk. Dipnot: 52.
[300] Buharı, 25/34; Müslim,
1223 (159).
[301] Buharı, 25/34.
[302] Kitabın aslında on dokuzdan yirmi bire geçilmiştir.
[303] Mâlik, Muvatta,
1/410, 411. Senedi sahihtir.
[304] Buharî, 25/24, 25, 27; Müslim, 690. Müslim'in metni
muhtasar olup şöyledir: "Allah Rasûlü (s.a.) öğleyi Medine'de dört rekât,
İkindiyi Zülhuleyfe'de iki rekât kıldırdı."
[305] Müslim, 1232; Nesâî, 5/150. Tahkikçiler, hadisi
Buharî'de bulamadıklarım kaydediyorlar.
[306] Müslim,- 1251.
[307] Nesâî, 5/150. Senedi zayıftır
[308] Nesâî, 5/128. Râvileri sikadır.
[309] Buharî, 25/34; Müslim,
1211 (114).
[310] Müslim, 1211 (122).
[311] Müslim, 1232.
Tahkikçiler, hadisi Buharî'de bulamadıklarım
kaydediyorlar.
[312] Müslim, 1240 (199).
[313] İbn Mâce, 1240. Senedi sahihtir.
[314] Bakara, 2/196.
[315] Müslim, 1231.
[316] Buharî, 25/77.
[317] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/130-143.
[318] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/143-144.
[319] Bk. Dipnot: 9.
[320] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/145.
[321] Mâlik, Muvatta'da (1/342) Urve b. Zübeyr'den mürsel
olarak rivayet etmiştir. Ebu Davud mevsûl olarak Hz. Âişe'den rivayet etmiştir.
[322] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/145-146.
[323] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/146.
[324] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/146-147.
[325] Buharı, 25/127; Müslim, 1246; Ahmed, 4/97, 98.
[326] Nesâî, 5/153,
154, 245.
[327] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/147-148.
[328] Yukarıda geçti.
[329] Müslim, 1211
(114, 142).
[330] Yukarıda geçti.
[331] Yukarıda geçti.
[332] Yukarıda geçti. Bk. Dipnot: 76.
[333] Müslim, 1218.
[334] Urve b. Zübeyr bütün bunları, kendisine sorulan bir
soruya cevap olarak anlatıyor. Burada işaret ettiği kimseler de o soruyu soran
şahıslardır.
[335] Buharı, 25/63, 25/78.
[336] Ebu Davud, 1778. Hadis Buharî'de de geçiyor. Bk. 26/5.
[337] Nesâî, 5/148; İbn Mâce, 2970; Ahmed, 1/14, 25, 34, 37, 53. Senedi sahihtir.
[338] Bu kısım şu şekilde de anlaşılmıştır: "Hac
aylarında umre yapmanın caiz olduğunu şimdi bildiğim gibi bilmiş
olsaydım..."
[339] Hıll: Mekke sınırları olup hac fiillerinin yapıldığı
bölge. Harem: Hıll dışında kalan yerler.
[340] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/148-157.
[341] Müslim, 1305
(325, 326).
[342] Ebu Davud, 1803.
[343] Nesâî, 5/245; Ahmed, 4/92.
[344] Ebu Davud,
1794; Ahmed, 4/95 ve 99.
[345] Tehzîb'de İbn Sa'd, İbn Hibbân ve el-Iclî'nin onu sika
saydıkları naklediliyor ve İbn Ömer ile Muâviye'den rivayette bulunduğu, ondan
da azatlısı Ubeyd, Beyhes, Katâde, Yahya b. Ebu Kesîr ve Matar el-Verrâk'ın
hadis rivayet ettikleri kaydediliyor.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/157-159.
[346] Tirmizî, 824. Senedi sahihtir.
[347] Sahihayn'da Hz. Âişe'den rivayet edilen hadiste şöyle
denmektedir: "Umreye niyetlenip ihrama girenler Kabe'yi tavaf ettiler,
Safa-Merve arasında sa'y yaptılar. Sonra ihramdan çıktılar. Mina'dan döndükten
sonra bir başka tavaf daha yaptılar. Hac ve umreyi birleştirenler yalnız bir
tek tavaf yaptılar."
[348] Müslim, 1279.
[349] Buharî, 25/77; Müslim,
1230 (182).
[350] Dârakutnî, 2/261. Senedi zayıftır.
[351] Dârakutnî, 2/264.
[352] Buharı, 25/42; Müslim,
1333; Nesâî, 5/216.
[353] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/159-164.
[354] Dârakutnî, 2/258.
[355] Dârakutnî, 2/263.
[356] Dârakutnî, 2/263.
[357] Dârakutnî, 2/264)
[358] Dârakutnî, 2/264.
[359] Ahmed, 5/350; Tirmizî, 948; İbn Hibbân, 993. Senedi
kuvvetlidir. Tirmizî: " dis hasen-sahih-garîbtir" diyor.
[360] Yukarıda geçti. Bk. Dipnot: 66.
[361] Yukarıda geçti. Bk. Dipnot: 20.
[362] Dârakutnî, 2/262. Senedi kuvvetlidir. Tenkîh'de
"Senedi sahihtir" deniy(
[363] Tirmizî, 947.
[364] Dârakutnî, 2/258.
[365] Aksine, hadisi tek başına rivayet ederse hadis zayıf
demektir. Ancak şahid hadislerle birlikte onun rivayet
ettiği hadis, hasen sayılır.
[366] Buharı, 25/81; Müslim,
1213.
[367] Görüşlerin en doğrusu budur. Bk. Dipnot: 102.
[368] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/164-169.
[369] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/169.
[370] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/169-170.
[371] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/170.
[372] Nesâî, 5/127, 5/162. Râvileri sikadır. Ancak hadisi
Hasan el-Basrî, muan'an olarak rivayet etmiştir. Bu durumda sıhhatinde şüphe
var demektir.
[373] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/170-172.
[374] Yukarıda geçti. Bk. Dipnot: 104.
[375] Müslim, 1211
(115).
[376] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/172-174.
[377] Yukarıda geçti.
[378] Müslim, 1218.
[379] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/174-177.
[380] Ebu Davud, 1748. Râvileri sikadır.
[381] Ahmed, Müsned, 2/260; Ebu Davud, 1770, Hâkim (1/451)
hadisi sahih saymış, Ze-hebî de ona muvafakat etmiştir. Maamafih senedinde
Ahmed, Ebu Hatim, Nesâî ve başkaları tarafından zayıf sayılan Hasîf b.
Abdurrahman el-Cezerî adlı bir râvi vardır. Takrîb'de, hıfzı kötü ve Ömrünün
sonunda karıştıran birisi olduğu kaydediliyor. Hafız İbn Hacer, Fethu'l-BârPde
(3/318) hadisi Ebu Davud ve Hâkim'den tamamıyla aktarıp delil olarak
kullanılıyor ve diyor ki: "Hâkim bir başka yoldan Ata — İbn Abbas yoluyla
kıssasız olarak benzer şekilde rivayet etmiştir."
[382] Müslim, 1186.
[383] Tahkikçiier, bu hadisi Sahih'de bulamadıklarını
söylüyorlar. Ancak Ebu Davud (1774) ve Nesâî (5/162) rivayet etmiş olup metnin
tamamı şöyledir: "Hz. Peygamber (s.a.) öğleyi kıldırdı. Sonra devesine
bindi. Beydâ dağının tepesine çıkınca telbiye getirdi." Râvİleri sikadır.
Ancak Hasan e!-Basrî muan'an olarak rivayet etmiştir. Buharı, Sa-hih'inde
(25/25, 56/104 ve 126) hadisi Enes'ten şu şekilde rivayet etmiştir: "Hz.
Peygamber (s.a.) öğleyi Medine'de dört rekât, ikindiyi Zülhuleyfe'de İki rekât
kıldırdı. Sahabîlerin, hac ve umre için yüksek sesle telbiye getirdiklerini
işittim."
[384] Mâlik, Muvatta, 1/334; Şafiî, Müsned, 2/11; Ebu Davud,
1814; Nesâî, 5/162; Tirmi-
zî,
829; İbn Mâce, 2922. Allah Rasûlü (s.a.) buyuruyor ki: "Cebrail bana
geldi, ashabıma —yahut yanımda olanlara— yüksek sesle telbiye getirmelerini
emretmemi bana emretti." Senedi sahihtir. Hâkim (1/450) ve İbn Hibbân
(974), sahih olduğunu söylemiş ve İbn Hibbân "Çünkü telbiye, haccın
nişanelerindendir." ilâvesini kaydetmiştir. Ahmed b. Hanbel (2953), İbn
Abbas'tan şöyle bir şahid hadis rivayet eder: Allah Rasûlü (s.a.)
buyurdu
ki: "Cebrail bana geldi ve telbiyeyi ilân etmemi emretti." Senedinde
bir sakınca yoktur.
[385] Müslim, 1218; Ebu Davud, 1905; îbn Mâce, 2913.
[386] Mâlik, Muvatta, 1/331, 332; Buharı, 25/26; Müslim,
1184. Abdullah İbn Ömer, Allah Rasûlü'nün (s.a.) telbiyesinin şöyle olduğunu
kaydediyor: "Lebbeyk, Allahümme lebbeyk. Lebbeyk, lâ şerike leke lebbeyk.
înne'l-hamde ve'n-ni'mete leke velmülk. Lâ şerike leke." Nâfi' diyor ki:
İbn Ömer, telbiyeye şu ilâvede bulunurdu: "Lebbeyk, lebbeyk. Lebbeyk ve
sa'deyk. Ve'1-hayru bi-yedeyk. Lebbeyk ve'r-rağbâu iley-ke ve'l-amel."
Ahmed (3/320), Ebu Davud (1813) ve Beyhakî'nin (5/45) Câbir b. Abdullah'tan
rivayetlerine göre; insanlar "Lebbeyk, ze'1-meâric. Lebbeyk,
ze'1-fevâdıl" sözlerini ilâve ediyorlardı. Bu hadisin senedi sahihtir.
[387] Mâlik, Muvatta,
1/351; Nesâî, 5/182, 183; Ahmed 3/452. Senedi sahihtir.
[388] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/177-180.
[389] Bir önceki hadisin bir bölümüdür.
[390] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/180-181.
[391] Ebu Davud, 1818; İbn Mâce, 2933. râvileri sikadır.
Ancak İbn İshak muan'an olarak rivayet etmiştir. Bu yüzden sıhhati şüphelidir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/181.
[392] Buharî, 28/6; Müslim,
1193; Muvatta, 1/353.
[393] Sünen-i Beyhakî, 5/192.
[394] Sünen-ı Beyhakî, 5/193. İbn Türkmânî,
el-Cevherü'n-Nakty adlı eserinde Beyhakf-
nin bu görüşünü
eleştirerek demiştir ki: Bu hadisin senedindeki Yahya b. Süleyman el-Ca'fî, îbn
Vehb'den, o da Yahya b. Eyyub el-Gâfikî el-Mısrî'den rivayet etmiştir. Yahya b.
Süleyman hakkında Zehebî'nin el-Mhan ve el-Kâşifadh eserlerinde zikrettiğine
göre Nesâî: "Sika değildir", İbn Hibbân: "Sanırım garîb
birisidir.", Nesâî: "Kuvvetli değildir", Ebu Hatim: "Onun
rivayeti delil kabul edilmez" ve Ahmed: "Hıfzı kötü İdi, çok hata
ederdi." demişlerdir. Mâlik ise, onu iki hadiste yalanlamıştır. Buna göre
senedinden ve sahih hadise muhalefet etmiş olmasından dolayı bu hadisi teville
uğraşılmaz. Beyhakî'nin "Eti kabul etti" sözünü, Sahih'deki; Hz. Peygamber'in
(s.a.) onu kabul etmediği rivayeti reddeder.
[395] Ebu Davud, 1851; Nesâî, 5/187; Tirmizî 849; Şafiî,
2/26; İbn Hibbân, 980; Hâkim, 1/452. Hadis, Muttalib b. Abdullah b. Hantab'ın
azatlısı Amr b. Ebu Amr'dan rivayet edilmiştir. Muttalib'in azatlısı —her ne
kadar Sahihayn râvilerinden ise de— ihtilaflı bir râvidir. Tirmizî "Onun
Câbir'den hadis işittiği bilinmiyor." diyor.
[396] Buharı, 28/5, 64/35; Müslim, 1196 (59).
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/181-184.
[397] Ahmed, Müsned,
1/232. Senedi zayıftır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/184.
[398] Buharî, 6/1; Müslim,
1211 (120).
[399] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/184.
[400] Buharî, 25/30; Müslim,
1211.
[401] Müslim,
1213.
[402] Müslim,
1211 (132).
[403] Buharı, 25/33; Müslim, 1211 (123). Yalnız her iki
yerde de "umre" kelimesi yerine "hac" kelimesi geçiyor.
[404] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/184-187.
[405] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/187-190.
[406] Mekke umresi: Mekke'de bulunan kimsenin umre yapmak
İstediğine! çıkıp orada niyetlenerek ihrama gijrmesi ve umresini yapması.
[407] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/191-192.
[408] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/192-193.
[409] Müslim, 1211
(133).
[410] Buharî, 26/5; Müslim,
1211 (120 ve 123).
[411] Ebu Davud,
1778.
[412] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/193-194.
[413] Yukarıda geçti.
[414] Buharî, 26/6, 47/15, 94/3; Müslim, 12)6 ve 1218; Ebu
Davud, 1787; Nesâî, 5/178; Dârimî, 2/44 ve 49; îbn Mâce, 2977; Ahmed, 4/175.
[415] Buharî, 25/34; Müslim, 1240 ve 1241; Ebu Davud, 1787
ve 1792; Nesâî, 5/180, 181, 201, 202; Ahmed,
1/252.
[416] Buharı, 25/32, 81; Müslim, 1213, 1214, 1216.
[417] Ahmed, 2/28.
Senedi sahihtir.
[418] Ebu Davud, 1801; Dârimî, 2/51. Senedi hasendir.
[419] Buharî, 25/34; Müslim, 1211 (125,
128, 130).
[420] Mâlik, Muvatta,
1/393. Senedi sahihtir. Buharî, 25/115;Müslim, 1211
(125)
[421] Müslim, 1229.
[422] Müslim, 1236.
[423] Müslim, 1247.
[424] Buharı, 25/37.
[425] Ahmed, 4/286; Îbn Mâce, 2982. Senedi hasendir.
Heysemî, bu hadisi Mecmau'z-Zevâid'de (3/233) kaydetmiş ve demiştir ki: Ebu
Ya'lâ rivayet etmiştir. Râvileri, Sahih râvıleridir.
[426] Ebu Davud, 1797; Nesâî, 5/144. Senedi hasendir.
[427] Senedde geçen Yezîd, İbn Ebî Ziyâd el-Hâşimî el-Kûfî
olup zayıf râvidir. Diğer,râvi-ler sikadır. Hadisi Ahmed de olayı aktarmaksizın
benzer tarzda İbn Abbas'tan rivayet etmişse de senedinde meçhul râvi vardır.
Bk. Müsned, 1/290, 360 ve 6/344, 345.
[428] Buhari, 25/34.
[429] Buhari, 25/81,26/6, 47/15, 94/3, 96/27.
[430] Müslim,
1213, 1218.
[431] Yukarıda geçti. Bk. Dipnot: 67,.
[432] Buharı, 25/32.
[433] Müslim, 1244.
[434] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/194-203.
[435] Buharı, 30/33, 43, 44; Müslim, 1100.
[436] Müslim, 1245. İbn Abbas'ın bu görüşü, çoğunluğun
görüşüne aykırıdır. Onun dışında kalan âlimlerin umumuna göre hacı, sırf kudüm
tavafı ile ihramdan çıkamaz. Arafat'ta vakfe yapar, cemre taşlar, tıraş olur,
ziyaret tavafım yapar; işte ancak o zaman ihramdan çıkar. Daha geniş bilgi İçin
bk. Nevevî, Şerhu Müslim, 8/230.
[437] Müslim, 1241.
[438] Senedi sahihtir.
[439] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/202-203.
[440] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/203.
[441] Senedde adı geçen Ebân b. Ebu Hâzim, gevşek hafızalı
bir râvidir, diğer râviler sikadır. Hadiste "temettü' " değil "müt'a"
kelimesi geçiyor. Bu kelime, hem müt'a nikâhı
ve hem de temettü*
haccı anlamında kullanılmaktadır. Ancak mutlak olarak kullanıldığında
çoğunlukla müt'a nikâhı kastedilmektedir.
[442] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/203-205.
[443] Humeydî, Müsned, Hadîs no: 132.
[444] Ebu Davud,
1807. Râvıleri sikadır. Ancak İbn İshâk'ın tedlîsi vardır.
[445] Müslim, 1224.
[446] Nesâî, 5/179,
180.
[447] Ebu Davud, 1808; Nesâî, 5/179; Ahmed, 3/469. Senedi
zayıftır.
[448] İbn Hazm, Haccetu7-Veda, s. 276. İsnadı sahihtir.
[449] Bakara, 2/196.
[450] "Neshedildiğini" diye tercüme ettiğimiz
kısım, metnin Arapça aslında "feshedildiğini" diye
kaydedilmekteyse/de, konunun gelişinden anlaşılacağı üzere tercüme ettiğimiz
şekilde olmalıdır.
[451] Buharı, 25/36, 65/33;
Müslim, 1226 (165, 166,
172); Nesâî, 5/149, 150.
[452] Yukarıda geçti. Bk. Dipnot: 101.
[453] Bu rivayet ileride gelecektir. Bk. Dipnot: 203.
[454] Bakara, 2/196.
[455] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/205-211.
[456] Müslim, 1211
(112). Yukarıda geçti.
[457] Buharî, 25/34; Müslim,
1211 (118).
[458] Senedi hasendir.
[459] Müslim, 1235.
Bk. Dipnot: 91.
[460] Yukarıda geçti.
[461] Buharî, 25/34; Müslim/1211 (128).
[462] Buharî, 25/31; Müslim! 1211; Mâlik, 1/410, 411.
[463] Buharı, 25/104; Müslim, 1227.
[464] Müslim, 1211
(120).
[465] Müslim, 1211
(129).
[466] Müslim, 1211
(120).
[467] Buharî, 26/11; Müslim,
1237.
[468] Muhassab gecesi: Teşrik günlerinden sonraki gece. Hz.
Pey|amber (s.a.) ve ashabı Mina'dan hareket ettiklerinde Muhassab'da konaklamış
ve fiİceyi orada geçirmiş oldukları için bu isim verilmiştir.
[469] Buharı, 25/31; Müslim,
1211. Bk. Dipnot: 196.
[470] Ahmed, Müsned, 1/337. Senedi zayıftır.
[471] Senedi sahihtir.
[472] Ebu Müslim, Sünen sahibi İbrahim b. Abdullah b. Müslim
el-Basrî olup 292/904 senesinde vefat eden büyük bir hadis hafızıdır. Hayatı
için bk. el-Vâfî bi'l-Vefeyât, 5/43; Tezkiretü'l-Huffâz, 2/620;
Şezerâtü'z-Zeheb, 2/210. Senedin diğer râvileri de sikadır. O halde sened
sahihtir. Ayrıca bk. İbn Hazm, Hacceîü'l-Vedâ, s. 268.
[473] Haccetü'i-Vedâ, s. 269.,
[474] Ahmed, 1/292,
313, 314; Tirmizî, 822. Senedi zayıftır.
[475] Haccelü'l-Vedâ, s. 270. Râvileri sikadır.
[476] Haccetü'1-Vedâ, s. 271.
[477] Ahmed'in Müsned'de (1/92) rivayetine göre Hz. Osman
bunu açıkça belirtmiştir. Rivayetin metni şöyledir: Abdullah b, Zübeyr
anlatıyor: Vallahi, biz Cuhfe'de Osman ile birlikte idik. Yanında, aralarında
Habîb b. Mesleme el-Fihrî'nin de bulunduğu bir grup Şamlı vardı. Kendisine
umreyi hacca ilâve ederek temettü' yapma konusu söylenince: "Hac ve umre
için en tamamlayıcı olanı her ikisinin de hac aylan içinde olmamasıdır. Bu
umreyi tehir edip şu Kabe'yi iki kere ziyaret etseniz daha faziletli olur.
Çünkü Allah Teâlâ, hayırda genişlik kılmıştır." dedi. Hz. Ali b. Ebu Tâlib
(r.a.) vadinin İçinde devesini otlatıyordu. Hz. Osman'ın sözü kulağına ulaşınca
geldi, Hz. Osman'ın (r.a.) başında durdu ve: "Allah Rasûlü'nün (s.a.)
açtığı bir çığır ve Allah Teâlâ'nm, kitabında kullarına verdiği bir ruhsat
konusunda onlara darlık çıkarıp yasaklamayı mı amaçlıyorsun? Oysa bu
çığır ve ruhsat,
ihtiyaç sahipleri ve evi uzak olanlar İçin tanınmıştı." dedi. Sonra hac ve
umreye birlikte niyetlenip ihrama girdi, telbiye getirdi. Hz. Osman (r.a.)
bunun üzerine insanlara yöneldi ve: "Bunu yasaklamış mıydım? Doğrusu ben
bunu yasaklamadım. Ancak bu, benim yol gösterici bir görüşümdür. Dileyen uyar,
dileyen terkeder." dedi. Bu rivayetin senedi sahihtir. Taberî (2/207)
bunu Hz. Ali'den rivayet etmiştir. Süyutî, ed-Dürru'l-Mensûr'da (1/208) bunu
kaydediyor ve ilâve olarak; Vekî, İbn Ebî Şeybe, Abd b. Humeyd, İbnü'l-Münzir,
İbn Ebî Hatim, Nahhâs (Nâsih adlı eserinde), Hâkim (rivayetin sahih olduğunu
söylemiştir) ve Beyhakî'nİn (Sfi«e«'inde) rivayet etmiş olduğunu belirtiyor.
İbn Kesir, Abdürrezâk'tan Ma'mer yoluyla Zührî'nin şöyle dediğini kaydeder:
Bize kadar ulaştığına göre; "Hac ve umreyi Allah için tamamlayın"
âyeti hakkında Hz. Ömer: "Her birini diğerinden ayırmak ve umreyi hac
aylan dışında yapmak hac ve umrenin tamamındandır." demiştir.
[478] Bakara, 2/196.
[479] Buharı, 26/8; Müslim, 1211 (126). Nevevî'nin kaydına
göre hadisin anlamı şudur: İbadetin sevabı, çekilen meşakkat veya harcanan
şeyin çokluğuna göre artar. Meşakkatten maksat, Şerîat'ın kötülemediğidir.
Harcanan şey hakkında da durum böyledir.
[480] Haccelü'l-Vedâ, s. 272. Senedi sahihtir. Benzer bir
hadis için bk. Müslim, 1222; Ahmed,
Müsned, 1/50.
[481] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/211-224.
[482] Buharı, 25/34, 63/26; Müslim, 1240; Ebu Davud, 1987.
[483] Yukarıda geçti.
[484] Buharî, 25/100; Tirmizt, 896; lbn Mâce, 3022; Nesâî,
5/265; Dârimî, 2/59, 60; Ah-med, 1/39, 42, 50, 54. Amr b. Meymûn anlatıyor: Hz.
Ömer (r.a.) Müzdelife'de sabah namazı kıldırdığında, ben de orada hazır
bulundum. Namazı kıldırdıktan sonra vakfe yaptı ve: "Müşrikler güneş
doğuncaya kadar hareket etmezler ve: Ey Sebîr! Aydınlan! derlerdi. Hz.
Peygamber (s.a.) onlara muhalefet etti." deyip güneş doğmadan önce
hareket etti.., Sebîr: Orada malum bir dağın adıdır. Mina'ya giden kimsenin
sol tarafına düşer. Mekke dağlarnın en büyüğüdür. Oraya defnedilen Hüzeyl
kabilesinden Sebîr isminde bir adamın adıyla tanınmıştır. İsmailî ve İbn Mâce,
"Kurban kesimine koşalım" kısmını ilâve etmişlerdir. Taberî "Ey
Sebîr! Aydınlan ki kurban kesimine koşalım!" diye rivayet etmiştir.
[485] Bakara, 2/199.
[486] Yukarıda geçti.
[487] Müslim, 1216.
[488] Buharı, 26/7, 94/3.
[489] Buharî, 4/31, 23/11-9; Müslim, 939 (42, 43); Ebu
Davud, 3145; İbn Mâce, 1459; Tirmizî, 990; Nesâî, 4/30.
[490] Hadis, şahİdleriyle sahih mertebesine yükselmiştir.
Tirmizî (827), Beyhakî (5/42), İbn Mâce, (2924) ve Dârimî (2/31), İbn Ebî
Füdeyk — Dahhak b. Osman — Muhammed b. Münkedir — Abdurrahman b. Yerbû — Ebu
Bekir senediyle rivayet etmişlerdir. Hadisin râvileri sikadır. Ancak Buharı ile
Tirmizî'nin söylediğine göre Muhammed b. Münkedir, Abdurrahman b. Yerbû'dan
hadis işitmemiştir. Bununla birlikte İbn Huzeyme ve Hâkim (1/450, 451) hadisi
sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Tİrmİzî (3001) bu hadisi İbn
Ömer'den rivayet etmişse de, senedinde zayıf bir râvi olan İbrahim b. Yezîd
el-Hûzî vardır. Bu konuda îbn Mes'ûd'dan, İbn Ebî Şeybe ile Ebu Ya'lâ
el-Mavsılî (s. 1260, 1261), Ebu Üsâme — Ebu Hanife — Kays b. Müslim — Târik b.
Şihâb — Abdullah b. Mes'ûd senediyle "En faziletli hac, acc ve
secc'dir," hadisini rivayet ederler ki, senedi hasendir.
[491] Müslim, 1218;
Tirmizî, 815; İbn Mâce, 3074.
[492] Buharî, 25/115; Müslim, 1211 (120).
[493] Hac, 22/28.
[494] Bu söz hadistir. Bk. Ahmed, 2/108. Senedi sahihtir.
îbn Hibbân (914), sahih olduğunu söylemiştir.
[495] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/224-234.
[496] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (3/238) İbn Ömer'den
rivayet edilen bir hadis olarak vermiş ve demiştir ki: Bu hadisi Taberânî,
Evsafız rivayet etmiştir. Senedinde Mer-van b. Ebu Mervan vardır. Süleymanî
onun hakkında; "Söz götürür bir râvidir" demiştir. Diğer râviler,
Sahih râvileridir.
[497] Senedinde, Mecmau'z-Zevöid'âz kaydedildiği üzere zayıf
bir râvj olan Âsim b. Süleyman el-Kûzî vardır. Onun hakkında İbn Adiy:
"Hadis uyduranlardan sayılır", Fel-lâs: "Hadis uydururdu",
Nesâî: "Metruktür", Dârakutnî: "Yalancıdır" ve İbn Hib-bân:
"Onun hadislerini yazmak caiz değildir. Ancak taaccüp için
yazılabilir." diyor.
[498] Şafiî, 1/339;
Beyhakî, 5/73. Senedi zayıftır.
[499] Beyhakî, 5/73. Metni şöyledir: Hz. Ömer'in, Kabe'yi
gördüğünde şöyle dediğini işittim: "Allahümme! Ente's-selâm ve
minke's-selâm ve hayyi Rabbena bisselâm" Senedi hasendir.
[500] Şafiî, 2/44; Ahmed, 3/411; Ebu Davud, 1892;
Abdürrezzak, Musannef, 8963. Senedinde Sâib'in azatlısı Ubeyd vardır. İbn
Hibbân'dan başkası onu sika kabul etmemiştir. Hafız îbn Hacer, Tehzîb'de İbn
Kânİ', İbn Mende ve Ebu Nuaym'ın onu sahabe arasında zikrettiklerini
kaydediyor. Diğer râvileri sikadır. İbn Hibbân (1001) ve Hâkim (1/455) hadisi
sahih saymış, Zehebî ona muvafakat etmiştir.
[501] Dârakutnî,
2/290. Senedi zayıftır.
[502] Tehzîb ve el-Cerhu ve't-Ta'dîI (5/164) adlı eserlerde
İmam Ahmed'in onu zayıf saydığı kaydediliyor.
[503] Merhum müellif burada yanılmıştır. Çünkü Taberânî
merfû olarak rivayet etmemiş, Beyhakî (5/79) gibi İbn Ömer'den mevkuf olarak
rivayet etmiştir. Hafız îbn Hacer, Telhîsu'l-Habîr adlı eserinde böyle
demektedir. Senedi sahihtir.
[504] Buharı, 25/62.
[505] Ebu Davud et-Tayâlisî, 1/215, 216; Beyhakî, 5/74.
Râvileri sikadır.
[506] Şafiî, el-Ümm, 2/145; Beyhakî, 5/75. Senedinde İbn
Cüreyc'in tedlîsi vardır.^
[507] Beyhakî, 5/75. Senedi zayıftır.
[508] Bakara, 2/125.
[509] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/234-238.
[510] Bakara, 2/159.
[511] Nesâî, 5/236; Dârakutnî, 2/254. Râvileri sikadır. İbn
Hazm ve Nevevi sahih saymışlardır. Bu rivayet şazdır. Çünkü Mâlik, Süfyan ve
Yahya b. Saîd el-Kattân, "başlarız" şeklinde rivayette
birleşmişlerdir. Hafız İbn Hacer: "Bu zatlar diğerlerinden daha
hafızdır." demektedir.
_
[512] Beyhakî, 5/95. Senedi zayıftır.
[513] Müslim, 1218.
[514] Müslim, 1273.
[515] Müslim, 1215.
[516] Müslim, 1264. Bagavî (Şerhu's-Sünne, 1922) ile Beyhakî
(5/101), Kudâme b. Abdullah b. Ammâr'm şöyle dediğini rivayet ederler:
"Allah Rasûlü'nün (s.a.) bir deve üzerinde Safa-Merve arasında sa'y
yaptığını gördüm. Ne dövme, ne kovma ve ne de 'Çekil! Çekil vardı!" Senedi
sahihtir. et-Tîbî diyor ki: Yani kralların ve diktatörlerin âdetlerinde olduğu
gibi insanları dövmezler, kovmazlar ve onlara "yoldan çekilin"
demezlerdi.
[517] Müslim, 1274.
[518] Ebu Davud,
1881; Beyhakî, 5/100. Senedi zayıftır.
[519] Müslim, 1275;
Beyhakî, 5/100, 101.
[520] Şafiî, Müsned, 2/69 ve el-Ümm, 2/174, 211. Senedi
zayıftır.
[521] Buharı, 25/104.
[522] Buharî, 25/129; Müslim, 1301,
1302.
[523] Buharî, 18/11 îbn Abbas "Allah Rasûlü (s.a.)
ashabı ile birlikte Zilhicce'nin dördüncü günü sabahı hacca telbiye getirerek
Mekke'ye girdiler." diyor. Buna göre Hz. Peygamber'in (s.a.) Mina'ya,
oradan da Arafat'a çıkmadan önce Mekke'deki kalış süresi dört gün demektir.
Çünkü ayın dördünde gelmiş, sekizinde çıkmıştır.
[524] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/238-243.
[525] Buharî, 25/87;
Müslim, 1285.
[526] Müslim,
1218.
[527] Buharî, 25/85,
30/65; Müslim, 1123.
[528] Buharî, 25/85; Müslim, 1124.
[529] Ahmed, Müsned, 4/432; Ebu Davud, 1229; Tayâlisî,
1/124, 125; Tahavî, 1/417; Beyhakî,
3/135. İmrân b. Husayn diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte savaştım.
Onun yanında Fetih'e katıldım. Mekke'de on sekiz gece kaldı; namazları hep
ikişer rekât kıldırdı ve namaz sonunda: "Ey şehir halkı! Dört kılın. Zira
biz yolcuyuz." derdi. Hadisin senedi zayıftır.
[530] Müslim, 1218 (149). "İnsanlara Ürene vadisinden
yukarı çıkmalarını emretti." kısmı, şahidleriyle sahih mertebesine
yükselmiştir. Şâhid hadisler için bk. Ahmed, 4/82; İbn Hibbân, 1008; Beyhakî, 5/115; Mâlik, Muvatta, 1/388; Hâkim, 1/462. '
[531] Şafiî, 2/54; Ebu Davud, 1919; Nesâî, 5/255, Tirmizî,
883; îbn Mâce, 3011. Senedi kuvvetlidir. Hâkim (1/462) sahih saymış, Zehebî de
ona muvafakat etmiştir.
[532] Ahmed, 4/335; Ebu Davud, 1949; Tirmizî, 889 ve 2979;
Nesâî, 5/256; İbn Mâce, 3015. İsnadı sahihtir. İbn Hibbân (1009) ve Hâkim
(1/464) sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/243-246.
[533] Mâlik, Muvatta,
1/422, 423. Tama b. Ubeydullah, Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle dediğini
rivayet eder: "En faziletli dua, arefe günü yapılan duadır. Benim ve
benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli söz, Lâ ilahe
illallah'dır." Râvileri sikadır; ancak hadis mürseldir. Tirmizî'nin
(3579), Amr b. Şuayb —babası— dedesi senediyle rivayet ettiği şu hadis ona
destek sağlar: Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "En hayırlı dua, aTefe
günü yapılan duadır. Benim ve benden önceki peygamberlerin söylediği en
hayırlı söz şudur: Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike leh. Lehu'I-mülkü ve
lehu'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr." Senedinde Muhammed b. Ebu
Humeyd vardır ki, güçlü râvi değildir. Ancak şahidleriyle birlikte hadis
hasendir.
Bu hadiste bazı ilim
adamlarından aktarılan: "Avamın tevhidi Lâ ilahe illallah, havassın
tevdihİ Allah." sözünün boş söz olduğuna delil vardır. Tek
"Allah" ismiyle zikir ne sünnette sabittir, ne de faziletli olduğu
bildirilen asırlarda yaşayan İnsanlardan böyle bir zikir bilinmektedir. Onlara
uymak hayır, muhalefet etmek serdir.
[534] Tirmizî, 3520. Senedi zayıftır.
[535] Taberânî, el-Mu'cemu's-Sağîr, s. 144. Heysemî, Mucmau'z-Zevâid'de (3/252) kaydetmiş
ve Taberânî'nin Kebîr ve Sağîr'de rivayet ettiğini, ayrıca senedinde münker
rivayetlerde bulunan bir râvinin bulunduğunu söylemiştir.
[536] Ahmed, 2/210. Senedi zayıftır. Ancak Muvatta^a
mürs.<*l bir şahidi vardır. O halde hasendir.
[537] Beyhakî, 5/117. Hadis zayıftır.
[538] Buharı, 2/33, 65/2 (Mâide sûresi tefsiri); Müslim,
3017 (5). Âyet: Mâide, 5/3.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/246-248.
[539] Buharı, 23/2İV 28/13, 20, 21; Müslim; 1206 (98). " .
.
[540] Müslim,-332 (61); Ebu Davud, 314; İbn Mâce, 642;
Dârimî, İ/197, 1/239,-. 240-
[541] Buharı. 28 14; Müslim, 1205. Dârakmnî (s.261) ve
Beyhakî (5/63), İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ederler: "İhramlı
hamama girer, çürüyen dişini çeker, tırnağı kırılırsa, keser. Size eziyet veren
şeyleri giderin. Allah sizin eziyet çekmenizle bir şey yapacak değil ya!"
Münzirî, bu rivayeti hasen saymıştır.
[542] Buharı, 25/21; Müslim,
1177.
[543] Buharı, 25/17; Müslim,
1180.
[544] Buharî, 25/18, 77/70, 74; Müslim, 1190; Ahmed, 6/38 ve
245; Nesâî, 5/139; Bagavî, Şerhu's-Sünne,
1864.
[545] Müslim,
1190(44).
[546] Ebu Davud,
1830. Senedi kuvvetlidir.
[547] Şafiî, el-Ümm, 1/239 ve Müsned, 1/211; Beyhakî, 3/393.
îbn Türkmânî diyor ki: Bu hadiste iki durum var: 1) Süfyan b. Uyeyne, senedini
zikretmemiştir, 2) Senedde geçen İbn Ebî Hurre'yİ es-Sâcî zayıf saymıştır.
[548] Müslim, 1631. Hadisin devamında o üç şey şöyle
sıralanıyor: 1) Sürekli faydalanılan sadaka, 2) Kendisiyle faydalanılan ilim,
3) Babasına-anasına hayır duada bulunan salih evlat bırakan kişilerin amel
defterleri kapanmaz.
[549] Ahmed, Müsned, 5/431; Nesâî, 4/78, 6/29. Senedi
sahihtir.
[550] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/248-255.
[551] Buharı, 25/94; Müslim,
1.218; Nesâî, 5/257.
[552] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/255-256.
[553] Buharı, 25/94; Müslim, 1280 (277, 278, 282); Ebu
Davud, 1921; Nesâî, 5/258, 259; İbn Mâce, 3017, 3019.
[554] Bk. Nasbu'r-Râye, 3/68, 70.
[555] Meselâ Taberânî'nin, Ubâde b.es-Sâmit'ten rivayet
ettiği: "Kim Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini ihya ederse kalblerin
öldüğü gün onun kalbi Ölmez" hadisi; îbn Mâce'nin (1782) Ebu Ümâme'den
rivayet ettiği: "Kim iki bayramın gecelerini, sevabını Allah'tan umarak
ihya ederse, kalblerin öldüğü vakit onun kalbi ölmez." hadisi; İbn Asâkir'in
Tarih'inde Muaz b. Cebel'den rivayet ettiği: "Kim, şu dört geceyi ihya
ederse; Cennet'e girmesi vacip olur: Tervİye gecesi, Arefe gecesi, Kurban
gecesi ve Ramazan bayramı gecesi." hadisi. Bütün bu hadisler, hadis
imamlarının ağır tenkidine uğramıştır.
[556] Buharı, 25/98, 28/25; Müslim, 1293; Ebu Davud, 1940,
1941; Nesâî, 5/270, 272; İbn Mâce, 3025; Tirmizî, 893.
[557] Ebu Davud, 1942; Beyhakî, 5/133. Hadisin hem senedi
hem metni muztaribtir. Bk. el-Cevheru'n-Nakıy, 5/132. Îbnü'l-Münzir, el-İşrâfi*
diyor ki: Tan yeri ağarmadan önce cemre taşlamak asla yeterli olmaz. Çünkü
böyle yapan kimse Allah Rasûlü'nün (s.a.), ümmeti için gösterdiği yola
(sünnete) aykırı davranmış olur. Şayet tan yeri ağardıktan sonra güneş doğmadan
önce taşlasa iade eımez. Zira hic kimsenin "yeterli olmaz" dediğini
bilmiyorum. Âlimler bu konuda ihtilaf etmiş olsalardı iadesi vacip olurdu.
[558] Ancak İbn Hİbbân: "Süleyman b. Davud el-Havlânî
Şamlıdır, sika ve güvenilir bir kimsedir." demektedir. Beyhakî ise:
"Ebu Zür'a, Ebu Hâtım, Osman b. Saîd ve bir grup hafız, Süleyman b.
Davud'a Övgüde bulunmuştur." diyor. Hafız îbn Hacer, Tehzîb'de:
"Süleyman b. Davud el-Havlânî'nin doğru ( = sadûk) bir râvi olduğunda
kuşku yoktur." diyor.
[559] Buharı, 25/98;
Müslim, 1290.
[560] Dârakutnî, 2/273. Senedi zayıftır.
[561] Müslim, 1292.
[562] Ahmed, 2937, 2938 (1/320). Hadis munkatı'dır. Ama
râvileri sikadır.
[563] Tirmizî, 893; Ahmed, 2842. Hadis sahihtir.
[564] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/256-260.
[565] Tirmizî, 891; Ebu Davud, 1950; Nesâî, 5/263; İbn Mâce,
3016; Dârimî, 2/59; Ahmed, 4/261, 262. Senedi sahihtir.
[566] Bakara, 2/198.
[567] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/260-261.
[568] Ahmed, 1/215,
347; Nesâî, 5/268; îbn Mâce, 3029. Senedi sahihtir.
[569] Buharî, 25/1, 28/23, 24, 79/2; Müslim, 1334; Ebu
Davud, 1809; Mâlik, 1/359; Nesâî, 5/267; İbn Mâce, 2909. Merhum müellif bu
olayı burada zikretmekle yanılmıştır. Olay Buharî'de ve başka kaynaklarda,
kurban bayramının birinci günü meydana geldi, diye geçmektedir. Ahmed (1/76 ve
157) ve Tirmizî (886), ceyyid senedle Hz. Ali'den rivayet ederler ki: Fetva
sorma işi, Allah Rasûlü (s.a.) cemre taşladıktan sonra kurban kesim yerinde
iken meydana gelmişti. Müellif bu olay yerine, Müslim (3218) tarafından Câbİr
yoluyla rivayet edilen mahfe içindeki kadınlar kıssasını kaydetmeliydi. Bu
kıssada deniyor ki; Hz. Peygamber (s.a.) güneş doğmadan yola koyuldu. Fazl b.
Abbas'ı terkisine aidi. Fazl güzel saçlı, beyaz tenli, yakışıklı bir gençti.
Allah Rasûlü (s.a.) yola koyulunca, mahfeler İçinde geçip gitmekte olan
kadınlar kendisine uğradı. Fazl, onlara bakmaya başladı. Bunun üzerine Allah
Rasûlü (s.a.) elini, FazI'-ın yüzüne kapadı. Bu sefer Fazl, yüzünü diğer tarafa
çevirip bakmaya başladı. Allah Rasûlü (s.a.) elini diğer taraftan Fazl'm yüzüne
kapattı. O, yüzünü diğer tarafa çevirdi, bakmaya başladı. Nihayet Muhassir
vadisine geldi...
[570] Ahmed, 1812;
Nesâi, 5/119, 120; Dârimî, 2/41. Senedi
kuvvetlidir.
[571] Buharî, 64/80; Müslim, 2981. İbn Ömer diyor ki: Hz.
Peygamber (s.a.) Hıcr'a uğrayınca: "Kendilerine zulmedenlerin
meskenlerine girmeyin ki, onların başına gelen sizin başınıza da gelmesin.
Ancak ağlar bir vaziyette oradan geçin." buyurdu. Sonra başını örttü,
vadiyi geçinceye kadar gidişini hızlandırdı.
[572] Müslim, 1298
(312); Ahmed, 6/402.
[573] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/261-264.
[574] Müslim,
1218, 1297; Ebu Davud, 1970.
[575] Buharı, 73/5; Müslim,
1679.
[576] Tirmizî, 2160; İbn Mâce, 3055. Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahîhtir" diyor.
[577] Ahmed, Müsned, 5/251; Tirmizî, 616. Senedi sahihtir.
îbn Hibbân (795) ve Hâkim (1/9 ve 389), bu hadisi sahih saymış, Zehebî de ona
muvafakat etmiştir.
[578] Buharı, 25/131; Müslim, 1306; Mâlik, 1/421. İbn
Kudâme, el-Muğnî'âz (3/447) diyor ki: Esrem anlatıyor: Ebu Abdillah Ahmed b.
Hanbel'e, kurban kesmeden önce tıraş olan adamın durumu yorulduğunda, onun
şöyle dediğini işittim: Şayet adam cahilse bir şey gerekmez. Kasden yapmak,
hayır. Çünkü Hz. Peygamber'e (s.a.) bir adam sordu ve "bilmiyordum"
dedi... İbn Dakîk el-îd, Umdetü'l-Ahkâm şerhinde (3/79) diyor ki: Ahmed'in
dediği, delil yönünden güçlüdür. O delil Hz. Peygamber'-in (s.a.): "Hac
ibadetinin yapılış şeklini benden öğrenin." hadisi, hacda Peygamber'e
uyma zorunluluğunu gösteriyor. Sonradan yapılması gerekenin önceden yapılmasına
ruhsat veren hadisler soruyu soranın "bilmiyordum" sözüyle
beraberdir. Şu halde hüküm bu duruma
mahsus demektir. Kasıt
hali hacda Peygamber'e uymanın temelde vacip olduğu prensibi üzere kalmaktadır.
Hem hüküm, muteber olması mümkün olan bir vasfa bağlandığı zaman onun uzaklaştırılması
caiz olmaz. Kuşku yok ki, "bilmemek" sorumlu tutulmama İçin münasip
bir vasıftır. Hz. Peygamber (s.a.) hükmü ona bağlamıştır. Kasıt halini bu vasfa
katmak suretiyle hükmü uzaklaştırmak mümkün değildir. Çünkü eşit değillerdir.
Râvinin "Her ne sorulursa..." sözüne tutunma konusuna gelince: Bu
söz, sıra gözetmenin serbest olduğunu ve bunun gözetilmesi gereken bir şey
olmadığını ifade etmekteyse de, buna şöyle cevap verilir: Râvinin verdiği bu
haber, sorulan şeyle alakalıdır. O şey ise soran kimsenin haline nisbe-ten
mutlaktır. Mutlak ise bizzat iki hâsdan birine delil olmaz. O halde kasıt
halinde hüccet olarak kalmaz.
[579] Buharı, 25/130.
[580] Ebu Dâvud, 2015. Senedi sahihtir.
[581] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/264-265.
[582] Ebu Davud, 1767. Râvileri sikadır. Buharı (25/121) ve
Müslim (1320) şu şekilde rivayet etmişlerdir: Ziyâd b. Cübeyr diyor ki: İbn
Ömer'i (r.a.) gördüm. Bir adamın yanına geldi. Adam devesini kurban etmek için
çökertmişti. İbn Ömer: "Onu, Hz. Muhammed'in (s.a.) sünnetine uyarak
ayakla, bağlı olarak kes." dedi.
[583] Buharı, 25/121,
122, 123; Müslim, 1317.
[584] Buharı, 25/119; Ebu Davud, 2793.
[585] Ebu Davud, 1766. Senedindeki Abdullah b. Haris
el-Kindî'yi İbn Hibbân'dan başkası sika kabul etmemiştir. Diğer râvileri
sikadır.
[586] Ahmed, Müsned, 1374 (1/159); Ebu Davud, 1764.
Senedinde İbn İshak'ın îedlisi vardır.
[587] Ebu Davud, 1765. Senedi ceyyiddir. Yukanda geçti.
Yevmü'1-karr: Kurban bayramının ikinci günüdür. Bu isimle adlandırılmasının
sebebi, o gün insanların Mina'da yerleşmeleridir. Çünkü ifaza tavafım ve kurban
kesim işini bitirince orada istirahata çekilirler ve ikamet ederler.
[588] Müslim, 1679 (30). Buharî'nin rivayeti yukarıda geçti.
Bk. Dipnot: 301.
[589] Buharı, 25/115; Müslim, 1211 (119). Buraya kadar
"kurbanlık sevketmek" diye tercüme ettiğimiz deyimin içinde geçen
"kurbanlık" sözü, "hedy" karşılığıdır. Hedy: Özel olarak
hacda Kabe'ye hediye olarak, hac yapan kişinin sunduğu kurbana denir. Hanefî
mezhebinde vacip kabul edilen ve kurban bayramlarında kesilen kurbana ise
Arapça'da "Udhiyye" denir.
Bilhassa bu bölüm okunurken bu ayrımın gözönünde bulundurulması konunun
anlaşılması için gereklidir.
[590] Müslim, 1319.
[591] Ebu Davud,
1750; İbn Mâce, 3135. Kavileri sikadır. Hafız İbn Hacer'İn Feihu'l-Bârî'de
(3/440) yazdığına göre Nesâî, hadisi: "Veda haccında Muhammed ailesi adına
yalnız bir sığır kesti" metniyle rivayet ediyor.
[592] Buharı, 73/5; Müslim, 1211 (119).
[593] Buharî, 6/16; Müslim,
1211 (115).
[594] Müslim, 1211
(117). Buharî'de de aynı şekildedir.
[595] Buharı, 47/16.
[596] Müslim, 1318 (351).
[597] Ahmed, Müsned, 1/275; Nesâî, 7/222; Tirmizî, 905.
Tirmizî'nin dediği gibi senedi hasendir. İbn Hİbbân (1050) ise sahih saymıştır.
[598] Müslim, 1318. Câbir'den rivayet etmiştir; merhum
müellifin dediği gibi İbn Abbas*-tan değil. Hem bu hadisi yalnız Müslim rivayet
etmiş olup Buharî rivayet etmemiştir.
[599] Ahmed, 5/406. Senedi zayıfsa da Câbir hadisinin
şahidliği ile kuvvet kazanır.
[600] Müslim, 1218 (149); Ebu Davud, 1937; İbn Mâce, 3048;
Ahmed, Müsned, 3/326; Dârimî, 2/56, 57.
[601] Bk. Bir önceki dipnot (325).
[602] Ahmed, 6/187, 207; Ebu Davud, 2019; Dârimî, 2/73; tbn
Mâce, 3006, 3007. Senedinin hasen sayılması kabildir. Hâkim (1/467) sahih
saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.
[603] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/366-273.
[604] Ahmed, Müsned, 6/400vMa'mer'den rivayette bulunan
Abdurrahman. b. Ukbe dışındaki râvileri sikadır.
Zâdu'I-Meâd, 2/18
[605] Müslim, 1305.
[606] Buharı, 4/33.
[607] Müslim, 1305.
[608] Ahmed, 4/42. Râvileri sikadır. Hadisi rivayet eden
Abdullah b. Zeyd, fibu Talha'nın oğlu ve Enes'in ana.bir kardeşidir. Bk. İbn
Hacer, el-İsâbe, 2/59.
[609] Fetih, 48/27.
[610] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/273-275.
[611] Hac, 22/29.
[612] Bu, merhum müellifin bir yanılgısıdır. Çünkü hadisin
senedinde Hişâm yoktur. Zira Mâlik — îbn Şihâb — Urve b. Zübeyr — Hz. Âişe
senediyle rivayet edilmiştir. Bunu Mâlik Muvatta'da (1/410, 411) rivayet
etmiştir. Bu sened, son derece sahih bir se-neddir. Muvatıa'da bir başka
senedle daha rivayet edilmiştir ki, o da sahihtir. Buha-rî'nin (25/119)
kesinlik taşıyan bir ifade ile, Îbn Abbas'tan muallak olarak rivayet ettiği bir
şahid hadis
daha vardır ki, onu
İsmail! Müslahrec'inde ve aynı senedle; Beyhakî, Sünen'inde (5/23) sahih
senedle rivayet etmiştir. Metni şöyledir: Veda hac-cında Muhacirler, Ensar ve
Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımları niyetlenip ihrama girdiler, telbiye
getirdiler. Biz de niyetlenip ihrama girdik, telbiye getirdik.
Mekke'yevardığımızda Allah Rasûlü (s.a.): "Devesinin boynuna kurbanlık
nisam takıp sevke-denler müstesna diğerleriniz hac niyetini umreye
çevirsin." buyurdu. Kabe'yi tavaf ettik, Safa-Merve arasında sa'y yaptık,
hanımlarımızla cinse! ilişki kurduk ve elbiselerimizi giyindik. Hz. Peygamber
(s.a.); "Devesinin boynuna kurbanlık nişanı takanlar kurban yerine
ulaşıncaya kadar ihramdan çıkamaz." buyurdu. Terviye günü öğleden sonra
hacca niyetlenip ihrama girmemizi emretti. Hac görevlerini bitirince geldik.
Kabe'yi tavaf ettik, Safa-Merve arasında sa'y yaptık. Böylece haccımız tamam ve
kurban kesmemiz gerekli oldu.
[613] Ebu Davud, 2000; Tirmizî, 920; İbn Mâce, 3059; Ahmed,
1/288, 309, 6/215. Râvile-ri sikadır. Ebu'z-Zübeyr tedlîs yapan bir râvidir;
burada muan'an rivayette bulunmuştur. Ancak
îbn Mâce'nin rivayetinde Tavus ona mutâbaat etmiştir.
[614] Beyhakî,
Sünen, 5/144.
[615] Bu metni Beyhakî (5/144), Amr b. Kays — Abdurrahman b.
Kasım — Kasım b. Muhammed — Hz. Âişe senediyle rivayet etmiştir. Müellifin
verdiği sened başka bir metnin senedi olup o metin şudur: "Allah Rasûlü
(s.a.) son gün öğleyi kılınca ifâza tavafı yaptı, sonra Mina'ya döndü."
[616] Buharî, 25/33; Müslim, 1211 (123).
[617] Ebu Davud, 2001; İbn Mâce, 3060. Hâkim (1/475), bu
hadisi sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.
[618] Müslim, 1218. Müslim'in Câbir'den yaptığı bu rivayette
"ayakta" kısmı yoktur. Buharî (25/76), İbn Abbas'm şöyle dediğini
rivayet eder: "Allah Rasûlü'ne (s.a.) zemzem sundum. Ayakta
içti."
[619] Müslim, 1273; Ebu Davud, 1880; Nesâî, 2/241.
[620] Buharî, 25/58; Müslim,
1272.
[621] Mâlik, 1/364; Müslim, 1263. Câbir b. Abdullah:
"Allah Rasûlü'nÜn <s.a.) Hacer-i Esved'den başlayarak ilk üç turun
bitimine kadar remel yaptığını gördüm." diyor. Buharî (25/63) ve Müslim'in
(1261) İbn Ömer'den rivayetlerine göre Hz. Peygamber (s.a.) Kabe'yi ilk lavaf
etliğinde ilk üç turda remel yaptı, dört turda ise normal yürüdü.
[622] Ahmed, 4/389. Senedi sahihtir.
[623] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/275-283.
[624] Müslim, 1308; Ebu Davud, 1998; Ahmed, 2/34. Merhum
müellifin söylediği gibi hadis Buharî'de yoktur. Câbİr hadisi Müslim'dedir
(1218). Hz. Âİşe hadisini ise Ebu Davud (1973) rivayet etmiştir. Ancak tbn
İshak, muan'an olarak rivayet ettiği için tedlis sözkonusudur.
[625] Müslim, 1276. .
[626] Ebu Davud, 1942. Senedrzayıftır. Tafsilat için bk.
el-Cevheru'n-Nakıy, 5/132-133.
[627] Buharı, 25/145; Müslim, 1211 (383); Mâlik, 1/412.
[628] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/283-287.
[629] Buharı, 25/140,
142; Müslim, 1296 (306, 307).
[630] Ebu Davud, 1522; Nesâî, 3/53. Senedi sahihtir.
[631] Buharı, 10/155;
Müslim, 595; Mâlik, 1/209; Ebu Davud,
1504.
[632] Tirmizî, 898; tbn Mâce, 3054. Senedi zayıftır. Sahih-i
Müslim'de (1299) Câbir'den rivayet edilen bir hadiste deniyor ki: "Allah
Rasûlü (s.a.) kurban bayramının birinci günü kuşluk vakti cemTe taşladı.
Sonrasını ise güneş tepeden kayınca taşladı."
[633] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/287-289.
[634] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/289.
[635] Bütün uzunluğu ile hadisi Ebu Davud rivayet
etmemiştir. Beyhakî, Sünen'inde (5/151) rivayet etmiştir. Ebu Davud'un (1953)
metni şöyledir: Allah Rasûlü (s.a.) kelleler günü bize konuşma yaptı ve:
"Bu gün hangi gündür?" diye sordu. "Allah ve Rasûlü en iyi
bilendir." dedik. "Teşrik günlerinin ortası değil mi?!" buyurdu.
Senedinde İbn Hibbân'dan başkası tarafından sika kabul edilmeyen bir râvi
vardır. Diğer râvi-leri sikadır. Bu hadisin Ebu Davud (1952) tarafından ceyyid
senedle rivayet edilen bir şahidi vardır. BekiroğuIIanndan iki adam diyor ki:
"Allah Rasûlü'nü (s.a.) teşrik günlerinin ortasında konuşma yaparken
gördük. Biz devesinin yanında idik. Bu konuşma, Allah Rasûlü'nün (s.a.)
Mina'da yaptığı konuşmadır." Hadisin senedi kuvvetlidir. O gün,
kurbanların kellelerini yedikleri için "kelleler günü" diye
adlandırılmıştır.
[636] Beyhakî, 5/152. Senedi zayıftır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/290-291.
[637] Buharî, 25/75, 133; Müslim, 1315. Hafız İbn Hacer
diyor ki: Hadis, Mina'da gecelemenin vacip ve bunun hac görevlerinden biri
olduğuna delildir. Çünkü bir şeye ruhsat adı verilmesi, zıddının azimet
olmasını icabettirir. İzin, sözü edilen sebepten dolayı verilmiştir. Şayet o
sebep veya o anlamda bir sebep bulunmazsa izin hası! olmaz. Cumhur, bu işin
vacip olduğunu söylemiştir. Şafiî'nin bir görüşüne, İmam Ahmed'-den gelen bir
rivayete ve hanefî mezhebine göre bu sünnettir.
[638] Mâlik, Muvaita,
1/408,-Ebu Davud, 1975; Tirmizî, 955; Nesâî, 5/273; İbn Mâce, 3037.
Senedi sahihtir.
[639] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/291.
[640] Buharı, 25/144;
Müslim, 1313; Ebu Davud, 2009.
[641] Buharı, 25/144; Müslim, 965 (383, 387); Mâlik, 1/412.
[642] Buharî, 25/33, 26/9; Müslim, 1211
(123).
[643] Buharî, 25/145; Müslim, 1211 (128).
[644] Buharî, 25/144. Yukarıda geçti. Bk. Dipnot: 358.
[645] Yukarıda geçti.
[646] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/292-295.
[647] Buharî, 25/45; Müslim,
1314.
[648] Müslim, 1310 (337, 338).
[649] Buharî, 25/148.
[650] Buharî, 25/147; Müslim, 1312.
[651] Müslim, 1313.
[652] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/295-296.
[653] Mültezim: Med'â ve Müteavvez diye de adlandırılır.
Hacer-i Esved ile Kabe kapısı arasıdır. Hacer-i Esved'le Makam arasına ise
Hatîm denir. Bk. Yakut el-Hamevî, Mu'cemu't-BUldân, 5/190, Beyrut, 1979.
[654] Buharî, 25/51,
52; Müslim, 1329; Mâlik, 1/398.
[655] Buharı, 25/54, 60/8, 64/48; Ebu Davud, 2027.
[656] Buharı, 26/11; Müslim,
1332.
[657] Ahmed, 6/137; Ebu Davud, 2029; Tirmizî 873; İbn Mâce,
3064. Senedinde bir zayıf râvi vardır, diğerleri sikadır. Bununla birlikte
Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahihtir" diyor.
[658] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/296-298.
[659] Ebu Davud, 1898; İbn Sa'd, Tabakât, 5/461. Senedinde
bir zayıf râvi varsa da.he-men aşağıdaki hadisle kuvvet bulur.
[660] Ebu Davud, 1899; îbn Mâce, 2962. Senedi zayıfsa da bir
önceki hadisle kuvvet bulur.
[661] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/298-299.
[662] Buharî, 25/74; Müslim, 1276. Buharî'nin (25/64)'deki
rivayetinde sabah namazı olduğu açıkça belirtiliyöF^
[663] Buharî, 25/71.
[664] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/299.
[665] Müslim» 1336; Şafiî, 1/289; Ebu Davud, 1736; Ahmed,
1/219, 244.
[666] Buharı, 25/16. Ibn Ömer diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.)
Şecere yolundan çıkar, Muarras yolundan girerdi. Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'ye
doğru yola çıkacağı zaman Şecere Mescidinde, döndüğünde ise Zülhuleyfe'de
vadinin içinde namaz kılar ve sabaha kadar geceyi orada geçirirdi. Buharî
(26/12) ve Müslim'in (1344) yine îbn Ömer'den rivayetlerine göre; Allah Rasûlü
(s.a.) gazadan yahut hacdan yahut da umreden döndüğü zaman her yüksek arazinin
tepesinde üç kere tekbir getirir, sonra "Lâ ilahe illalahu vahdehu lâ
şerike leh. Lehul-Mülk..."
derdi.
[667] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/300.
[668] Ebu Davud,
1256.
[669] Ebu Davud,
1988, 1989; Tirmizî, 939; Dârimî, 2/15. RâvÜeri sikadır.
[670] Müslim, 1192. "Üç günden sonra" rivayetini
Nesâî (5/140-141) rivayet etmiş olup senedi sahihtir.
[671] Müslim, 1189
(38), 1190 (39, 41, 44).
[672] Buharî, 25/99; Müslim,
1289.
[673] Buharî, 25/97.
[674] Müslim, 1218.
[675] Beyhakî, Sünen, 5/144. Yukarıda geçti.
[676] Birinci rivayeti Ebu Davud (1-920) rivayet etmiştir,
senedi sahihtir, ikinci rivayet imam Ahmed'in Müsn«Tindedir (1/244), senedi
hasendir. Heysemî, Mectnau'z-Zevâid'de (3/256) kaydetmiş, İmam Ahmed'e nisbet
etmiş ve "Râvileri Sahih râvileridir." de-mİştîr.
[677] Buharı, 25/139. Ebu Hassân'ın ismi Müslim b.
Abdullah'tır. Müslim, onun yoluyla İbn Abbas'tan bu hadisten başka bir hadis
rivayet etmiştir ki, Buharî'nin şartlarını taşımamaktadır. Hafız İbn Hacer
diyor ki: Taberânî bu hadisi, Katâde yoluyla İbn Abbas'tan mevsûl olarak
rivayet etmiştir. İbnü'l-Medînî, el-İiel adlı eserinde diyor ki: Katâde garîb
bir hadis rivayet etti, bu hadisi —Hİşâm dışında— Katâde'nin arkadaşlarının
hiç birinden öğrenmiş değiiiz. Bu hadisi Hİşam'm oğlu Muâz b. Hişâm'ın
kitabından istinsah ettim. Ben ondan, o babasından, o da Katâde'den olmak üzere
hadisi işitmedim. Ebu Hassan bana İbn Abbas'tan rivayet etti ki, Hz. Peygamber
(s.a.) Mina'da kaldığı sürece her gece Kabe'yi ziyaret ederdi.
[678] Hafız îbn Hacer'in, Fethu'l-Bârî'deki kaydına göre
Esrem anlatıyor: Ahmed'e: "Katâde'den öğrendiğin var mı?"
diye sordum. Bu hadisi
söyledi ve: "Bunu Muaz'm kitabından yazdılar." dedi. "Burada bir
adam var, hadisi Muaz'dan işittiğini iddia ediyor." dedim. Ahmed bunu
inkâr etti.
Esrem bu sözüyle,
İbrahim b. Muhammed b. Ar'ara'ya işaret etmiştir. Çünkü Taberânî, onun yoluyla
ve bu senedle hadisi rivayet etmiştir.
[679] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/300-308.
[680] Mâide, 5/1.
[681] Hac, 22/28
[682] Enam, 6/142-143.
[683] Maide, 5/95.
[684] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/311-312.
[685] Ahmed, 1896, 2189, 2518; Müslim, 1325; Ebu Davud,
1763; îbn Mâce, 3105. Bu konuda Ahmed (4/334), Ebu Davud (1762), Tirmizî'(910)
ve îbn Mâce (3106) Naciye el-Huzâî'den ayrıca şu hadisi rivayet ederler: Allah
Rasûlü (s.a.), Naciye el-Huzâî
ile kurbanlık hayvan
gönderdi ve ona: "Şayet hayvanlardan herhangi biri ölmek üzere olursa kes,
sonra papucımu kanma bula ve sonra da insanlarla onun arasını serbest
bırak." buyurdu. Bu hadisin senedi sahihtir. Tirmia
"hasen-sahihtir" demiş, îbn Hibbân (976) ve Hâkim (1/447) hadisin
sahih olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca bu konuda Ah-med ve Müslim (1326) Ebu
Kabîsa Züeyb b. Haîhaîa'dan hadis rivayet etmişlerdir.
[686] Müslim, 1324: Câbir b. Abdullah'a hacda kurban olarak
kesilecek hayvana binilip binilemeyeceğini sordular. O da şöyle cevap verdi:
Hz. Peygamber'in (s.a.): "Binmek zorunda kalırsan başka bir hayvan
buluncaya kadar uygun'bir tarzda bin." buyurduğunu işittim. Ayrıca bu.
konuda Mâlik (1/377), Buharı (25/12) ve Müslim (1322) Ebu Hureyre'den hadis
rivayet etmişlerdir.
[687] Muvatta'm Zürkânî şerhinde (2/325) kaydedildiğine göre
ürve b. Zübeyr şöyle demiştir: "Kurbanlık devene binmek zorunda kalırsan
hayvana meşakkat vermeyecek şekilde bin. Şayet sütünü içmek zorunda kalırsan
yavrusu içtikten sonra iç." Bu rivayetin senedi sahihtir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/313-314.
[688] Buharı, 73/10; Müslim,
1966.
[689] Müslim, 1218 (149); Ebu Davud, 1937; İbn Mâce, 3048;
Ahmed, 3/326; Dârimî, 2/56-57.
[690] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/314-315.
[691] Müslim, 1971.
[692] Ebu Davud, 2814; Müslim, 1975; Dârimî, 2/79; Beyhakî,
9/291. Ahmed (3/386) ve Tahavî (2/308) Ebu'z-Zübeyr yoluyla Câbir'in şöyle
dediğini rivayet ederler: "Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte kurbanların
etlerini hem yedik, hem de Medine'ye varıncaya kadar azık edindik." Bu
rivayetin râvileri sikadır. Dârimî (2/80) ve Ahmed (3/368), Şu'be—Amr b.
Dinar—Aîâ senediyle Câbir b. Abdullah'ın: "Allah Rasûlü (s.a.) ile
birlikte kurban etlerini Medine'ye kadar azık edindik." dediğini rivayet
ederler. Bu rivayetin senedi sahihtir. Ahmed (3/85) hasen bir senedle Ebu Saîd
el-Hudrî'nin: "Hac kurbanından yapılan kavurmayı azık edinirdik. Hatta
üzerinden hemen hemen bir sene geçerdi" dediğini rivayet eder.
[693] Buharî, 25/121, 122, 123; Müslim, 1317. Hz. Ali (r.a.)
anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a,) hacda yüz deve kurban etti. Develerin
etlerini paylaştırmamı emretti, paylaştırdım. Sonra emretti, semerierini
paylaştırdım. Sonra da emretti, derilerini paylaştırdım." Ebu Davud
(1765) ve Ahmed'in (4/350) Abdullah b. Kurt'tan rivayet ettikleri bir hadise
göre Allah Rasûlü (s.a.) beş veya altı deve kestikten sonra "Dileyen
kendisine parça ayırabilir" buyurdu. Bu hadisin senedi güçlüdür.
[694] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/315-316.
[695] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/316.
[696] Buharı, 73/11; Müslim,
1961 (7).
[697] Buharı, 73/2; Müslim, 1965. Ukbe b. Âmir anlatıyor:
Hz. Peygamber (s.a.) ashabı arasında kurbanlıklar dağıttı. Ukbe'ye (bana) bir
toklu düştü. Hz. Peygamber (s.a.) bana: "Sen bunu kurban et" buyurdu.
Ahmed (2/444 ve 445), Tirmizî (1499) ve Bey-hakî'nin (9/27) Ebu Hureyre'den
rivayetlerine göre Allah Rasûlü (s.a.): "Koyun cinsinden toklu ne güzel
kurbanlıktır" buyurmuştur. Bu hadis, zayıf ise de şu şahid hadisler
takviye eder: a) Ebu Davud (2799) ve İbn Mâce'nin (3147) Mücâşî b. Sü-leym'den
rivayetlerine göre Allah Rasûlü (s.a.) "İki yaşında olanın ifa ettiği
vazifeyi toklu da ifa eder." buyurmuştur. Hadisin senedi sahihtir. Bu
hadisi Nesâî (7/219) de rivayet etmiş, ancak sahabînin ismini zikretmemiştir.
b) Ahmed (6/368) ve İbn Mâce'nin (3139) rivayetlerine göre Hz. Peygamber
(s.a.): "Koyun cinsinden kurban olarak toklu kesilmesi caizdir."
buyurmuştur. Müslim'in (1963) Câbir'den rivayet ettiği "Kurban olarak
ancak yaşını almış hayvan kesin. Bulamazsanız koyun cinsinden loklu
kesiniz" hadîsi zayıftır. Çünkü bu hadisde Ebu'z-Zübeyr el-Mekkî'nin
tedlisi vardır. Hanefî ve hanbelîlere göre toklu, altı ayını doldurmuş kuzuya
denir. TirmizF-
nin
Vekî'den nakline göre ise, altı yahut yedi ayım doldurmuş olana denir. Hidâye
sahibi (Merginanî) diyor ki:
Şayet yaşını almış olan
koyunlarla karıştığında uzaktan bakan kimse yaşını almış olanla onu
ayıramayacak kadar iri yapılı olsa bu kuzu kurban edilebilir. Deve cinsinin,
yaşını almış olanı beş yaşını doldurmuş olandır. Sığır ve keçi cinsinin yaşını
almış olanı ise ikisini doldurmuş, üçüne ayakbasmış olandır. Bk. Merginanî,
Hidâye, A/15.
[698] Hadîs sahihtir. Ahmed (4/82), Saîd b.
Abdülazîz—Süleyman b. Musa—Cübeyr b. Mut'im senediyle rivayet etmiştir.
Râvileri sika ise de Süleyman b. Musa, Cübeyr b. Mut'im'e yetişmemiştir. Bu
yüzden hadis munkatı'dır. îbn Hibbân (1008) ve Bezzâr ise Saîd b.
Abdülazîz—Süleyman b. Musa—Abdullah b. Abdurrahman b. Ebu Hü-seyn, Cübeyr b.
Mut'İm senediyle rivayet etmişlerdir. Zeylaî'nin Nasbu'r-Râye'dt (3/61)
Bezzâr'dan nakline göre Îbn Ebî Hüseyn Cübeyr b. Mut'im ile karşılaşmamıştır.
Ta-berânî, Mu'cem'mde hadisi Ahmed b. Yahya b. Hâlid er-Rakkî—Züheyr b. Abbâd
er-Rüâsî—Süveyd b. Abdülazîz—Saîd b. Abdülazîz—Süleyman b. Musa—Nâfİ' b. Cübeyr—babası
Cübeyr senediyle rivayet etmiştir. Süveyd b. Abdülazîz hadisde gevşektir. Bu
hadisin İbn Adiy tarafından Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edilen bir şahidi
varsa da onun da senedinde zayıf bir râvi olan Muâviye b. Yahya es-Sadefî
vardır.
[699] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/317-318.
[700] Bu, merhum müellifin bir yanılgısıdır. Çünkü Câbir
hadisinde, Cübeyr b. Mut'im'in rivayet ettiği "Teşrik günlerinin hepsi
kurban kesim günüdür" hadisine şahidlik edecek bir ifade yoktur. Câbir
hadisinin Ebu Davud'daki (1937) metni şöyledir: "Arafat'ın bütünü vakfe
yeridir. Mina'nın bütünü kurban kesim yeridir. Müzdelife'nin bütünü vakfe
yeridir. Bütün Mekke sokakları hem yol, hem de kurban kesim yeridir."
Yukarıda Cübeyr hadisine şahid olarak İbn Adiy'in Ebu Said el-Hudrî'den rivayet
ettiği hadisi belirttik.
[701] el-Leysî nisbesini taşıyan Üsâme b. Zeyd'den Müslim
hadis rivayet etmiştir. Hafız İbn Hacer, et-Takrib'de onun hakkında diyor ki:
Doğru ( = sadük), fakat vehimli biridir. Rivayet ettiği hadis, hasen sayılır.
[702] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/318-320.
[703] Müslim, 1977. Ümmü Seleme'nin dediğine göre Allah
Rasülü (s.a.) buyurdu ki: "Zilhicce ayının ilk on günü girdiğinde biriniz
kurban kesmek isterse kurbanlık hayvanın tüyünden ve dış derisinden herhangi
bir şey almasın." Şafiî (2/83), Ebu Davud (2791), Nesâî (7/211, 212),
Tirmizî (1523) ve İbn Mâce'nin (3149) rivayetlerine göre ise şöyle buyurmuştur:
"Zilhicce hilâlini gördüğünüzde herhangi biriniz kurban kesmek isterse kurbanlık
hayvanın tüyünden ve tırnaklarından uzak dursun."
[704] Ahmed, 1/83, 127, 129,
150; Ebu Davud, 2805; Tirmizî, 1504; Nesâî, 7/217, 218; İbn Mâce, 3145.
Senedi hasendir. Tirmizî bu hadisi sahih saymıştır. Ayrıca Hâkim (4/224) sahih
olduğunu söylemiş, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.
[705] Ahmed, 1/80, 108; Ebu Davud, 2804; Tirmizî, 1498;
Nesâî, 7/216; İbn Mâce, 3143; Dârİmî, 2/77. Hâkim (4/222) hadisin sahih
olduğunu söylemiş, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Ahmed (1/95, 105,
125, 132, 149,
152) ve İbn Mâce (3143) hadisi Hz. Ali'den: "Allah Rasûlü (s.a.)
bize kurbanlık hayvanın göz ve kulağını kontrol etmemizi emretti."
metniyle rivayet etmişlerdir. Senedi hasendir.
[706] Ahmed, 4/284, 289; Ebu Davud, 2802; Tirmizî, 1497;
Nesâî, 7/214, 216; İbn Mâce, 3144. Senedi sahihtir. Nesâî, rivayetlerinden
birinde "ayağı kırık" ifadesi yerine "zayıflığından ötürü
kemiklerinde ilik kalmamış arık hayvan" İfadesini zikretmiştir ki,
Tirmizî'nin rivayeti de bu şekildedir. Merhum müellif bu son kısmı Ebu Davud'un
rivayeti arasında vermekle hata etmiştir. Çünkü bu takdirde dört değil, beş
olur.
[707] Ebu Davud, 2803. Senedi zayıftır.
[708] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/320-321.
[709] Ebu Davud, 2810; Tirmizî, 1521. Râvileri sikadır;
ancak Câbir'den önceki râvinin bu sahabîden hadis işitmediği
söylenmektedir. Bu
hadise şahid olacak şu hadisler vardır: a) Ahmed'in (6/8, 391) Ebu Râfi'den
rivayet ettiği hadis: Heysemî, Mecmau'z-Zeâid'de (4/22) bu hadisin hasen
olduğunu ve ayrıca Bezzâr'ın da rivayet ettiğini söylemiştir, b) İbn Mâce
(3122) ve Ahmed'in (6/220, 225) Ebu Hureyre ve Hz. Âişe'den rivayet ettikleri
hadis; Senedi zayıftır, c) Ebu Ya'lâ ve Taberânî'nin (Evsafta) Ebu Saîd'den
rivayet ettikleri hadis: Senedinde tedlisçi bir râvî olan Haccâc b. Ertât vardır,
d) Taberânî'nin Kebir'dt Huzeyfe b. Esîd'den rivayet ettiği hadisi: Senedinde
ihtilaflı bir râvi vardır. Bu
şahidlerle hadis kuvvetlenir -ve sıhhat bulur.
[710] Buhari, 73/6; Nesâî 7/213; İbn Mâce, 3161. İbn Battal
diyor ki: Namazgâhda kesmek -İmam Mâlik'e göre- özellikle devlet başkanı için
sünnettir. İbn Vehb'in rivayetine göre Mâlik:
"Kendisinden önce hiç kimsenin kesmiş olmaması için devlet başkanı
böyle yapar" demiştir. Mühelleb, onun şöyle dediğini de ilave eder: Halk,
kesinlikle devlet başkanından sonra kesmiş olsun ve nasıl kesileceğini ondan
öğrensinler diye devlet başkam böyle yapar.
[711] Ebu Davud, 2795; İbn Mâce, 3121. Senedinde İbn İshak
tedlîs yapmıştır. Diğer râvileri sikadır.
[712] Müslim, 1955;
Ahmed, 4/123; Ebu Davud, 2815; Tirmizî,
1409; İbn Mâce, 3170;Nesâî, 7/229. Allah Rasûlü (s.a.) buyuruyor ki:
"Kuşkusuz Allah herşeyde iyiliği emretmiştir. Öldürdüğünüz vakit iyi
şekilde öldürün. Hayvanı kestiğiniz zaman iyi imimde kesin. Hayvan kesecek
olanınız bıçağım bilesin, hayvanını rahatlatsın."
[713] Tirmizî, 1505;
Mâlik, Muvatıa', 2/37; Ib'n Mâce, 3147. Senedi hasendir.
[714] Merhum müellif bu bölümde kurban kesmenin hükmüne
değinmemiş. Biz burada müc-tehidler arasındaki görüş ayrılıklarını kısaca
özetlemeyi ve tahkikçüerin kaydettikleri delilleri sunmayı uygun bulduk:
Saîd b. Müseyyeb, Atâ
b. Ebî Rabâh, Alkame, Esved, Şafiî ve Ebu Sevr: Kurban farz değildir,
mendubtur, kesen sevap kazanır, kesmeyen günahkâr olmaz demişlerdir. Bu
ictihad, Ebu Bekir, Ömer, Ebu Mes'ûd el-Bedrî ve Bilâl'den de rivayet olunmuştur.
Leys ve Rabîa er-Re'y: Kurban kesebilecek güce sahip zengin kimsenin
terketme-sini caiz görmeyiz demişlerdir. Malik ise "Kurban kesmeyi
bırakmamalıdır. Özürsüz bırakırsa ne fena iş yapmış olur!" demiştir.
Rivayete göre İbrahim en-Nehaî: "Kurban, hacılardan başka şehir halkına
vaciptir" demiştir. İbn Münzir diyor ki: "Muhammed b. Hasan, kurban,
şehirlerde ikamet halinde olan her zengine vaciptir diyor. Ebu Hanîfe ve Ebu
Yusuf ise müslüman, hür, zengin ve İkamet halinde olana vaciptir diyorlar."
İbn Münzir'in yukarıda verdiği görüşü sırf İmam Muhammed'in görüşü olarak
vermesi tutarlı değildir. Zira hanefi mezhebinin görüşünü Hidaye sahibi
Mergi-nânî (Hidaye, 4/70) şu şekilde kaydetmiştir: "Kurban her müslüman,
hür, zengin ve ikamet halinde olana kurban gününde kendi namına ve küçük
çocukları namına vaciptir. Vacip olduğu görüşü Ebu Hanîfe, Muhammed, Züfer,
Hasan ve iki rivayetten birine göre Ebu Yusuf'un görüşüdür. Ebu Yusuf'tan
sünnet olduğu da rivayet edilmiştir. Tahâvî, Ebu Hanîfe'nin görüşüne göre
vacip, Ebu Yusuf ile Muhammed'in görüşüne göre müekked sünnet olduğunu
kaydetmiştir." İbn Hazm, Ebu Hanîfe'nin kurban kesme farzdır dediğini
kaydeder. Sünnet olduğunu iieri sürenler Müslim ile Sünen sahiplerinin Saîd b.
Müseyyeb aracılığıyla Ümmü Seleme'den rivayet ettikleri şu hadisi delil
göstermişlerdir: "Sizden kim Zilhicce hilâlini görür de kurban kesmek
isterse kurbanlık hayvanın tüyünden ve tırnaklarından uzak dursun." Kurban
kesmenin (İsterse denilmek suretiyle) isteğe bağlanması vacip olmasıyla
çelişir. İbnü'l-Cevzî, Tahkik adlı eserinde Ahmed b. Hanbel'in görüşünü böyle
delillendirmiştir. Ayrıca Ahmed (1/231), Hâkim (1/300) ve Dârakutnî'nin (2/543)
hepsi de zayıf olan senedlerle rivayet ettikleri şu hadis de kurbanın vacip
olmadığının delili olarak ileri sürülmüştür: "Şu üç şey bana farz, size
nafiledir: Vitir namazı, kurban kesme ve kuşluk namazı." Vacip olduğunu
söyleyenlerin delilleri:
a) Ahmed (1/321), İbn Mâce (3123) ve
Dârakutnî'nin (2/545) rivayet ettikleri, Hâkim'in (2/349 ve 4/231) sahih
saydığı bir hadisde Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Kurban kesme
imkânına sahip olup da kesmeyen bizim namazgahımıza yaklaşmasın." Bu
şekildeki bir tehdit vacip olmayan bir ibadetin terkinde sözkonusu olmaz.
b) Ahmed (4/215), Ebu Davud (2788), Tirmizî
(1518), Nesâî (6/167, 168) ve İbn Mâce'nin (3125) rivayetlerine göre arefe
hutbesinde Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu
ki: "Her aileye
her sene kurban kesme ve atîre bir yükümlülüktür. Atîre nedir, bilir misiniz?
İnsanların recebiyye dedikleridir." Senedinde meçhul bir râvi vardır,
diğer râvileri sikadır. Ahmed (5/76) bir başka -zayıf- senedle rivayet
etmiştir. Bundan dolayı Tirmizî hadisin hasen olduğunu söylemiştir. İbn Hacer,
Fethu'l-Bârî'dt (10/3) hadisin güçlü olduğunu belirtmiştir. Hadisin sahihliği
düşünülse, atîrenin neshediimiş olduğu iddiası kurban kesmenin neshediimiş
olmasını icabettirmez. Atîre veya ıtr: Kâfirlerin peresdş eyledikleri puta
denir. Kesilecek hayvana denir. Cahiliye devrinde Arap müşriklerinin taptıkları
putlar için kurban ettikleri koyuna denir. Recep ayında kesilirdi. Bk. Asım
Ef-, Kamus Tercümesi, 2/520, İstanbul,
1305.
c) Buharî
(73/12) ve Müslim (1960), Hz. Peygamber'in (s.a.) kurban bayramının birinci
günü şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Bayram namazı kılınmadan önce
kurbanını kesen, onun yerine yeniden bir başkasını kessin. (Namazdan önce)
kesmemiş olanlar ise kurbanlarını kessinler." Buharı (73/4) ve Müslim
(1962) hadisi "Namazdan Önce kesenler yeniden kessinier" metniyle de
rivayet etmişlerdir. Emir, açık bir şekilde kurban kesmenin vacip olduğunu
ortaya koymaktadır. Vacip olmadığım ileri sürenler vacip olduğu görüşünden
vazgeçirecek güçte delil onaya koyamamışlardır. Geniş bilgi için bk. Aynî,
Umdeîü'1-Kârî, 17/265-266, Mısır, 1972; ŞevkânîNeylü'l-Evlân S/126; Mergfnânî,
Hidaye, 4/70 vd.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/321-323.
[715] Akîka kurbanı: Yeni doğan çocuk için kesilen kurbana
denir. Bu kurbanı kesmeyi Hasan el-Basrî ve Zahirîler farz ve çoğunluk âlimler
ise sünnet saymaktadırlar. Ebu Hanîfe ise ne farz ne sünnettir diyor. Akîka
kurbanının ona göre nafile olduğu da söylenmiştir. Ayrıca Ebu Hanîfe'nin akîka
cahiliye işidir, İslâm onu kaldırmıştır dediği de nakledilmektedir. İmam
Muhammed'e göre ise akîka cahiliye devrinde ve İslâm'ın ilk yıllarında olan
bir şeydi; bu âdet bayramda kesilen kurbanla kaldırılmış oldu. Bk. Şevkânî,
Neylü'I-Evtâr, 5/150.
[716] Abdürrezzak, 7961; Ahmed, 6713 ve 6822; Ebu Davud,
2842; Nesâî, 7/162, 163. Senedi hasendir. Hadisin anlaşılması için şu hususun
büinmesi gerekiyor: Akîka ve ukûk kelimeleri Arapça'da aynı kökten
türetilmişlerdir. Kelimenin asıl kök anlamı "karşı gelmek, anaya-babaya
asî olmak, koparmak, yarmak" demektir. Bundan dolayı Hattabî diyor ki:
Hadisde, akîka kurbanını önemsiz gösteren, vacipliğini ortadan kaldıran bir
ifade sözkonusu değildir. Sadece Hz. Peygamber (s.a.) ismi çirkin bulmuş ve
daha güzel bir isimle adlandırmak istemiştir.
[717] Tirmizî, 1513;
İbn Mâce, 3163; İbn Hibbân, 1058. Senedi
sahihtir.
[718] Ahmed, 5/7, 17, 22; Ebu Davud, 2838; Tirmizî, 1523;
Nesâî, 7/166. Senedi sahihtir. Tirmizî, Nevevî ve daha başkaları sahih olduğunu
söylemişlerdir.
[719] Müddessir, 74/38.
[720] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/325-326.
[721] Buharî, 71/2.
[722] Ebu Davud, 2843. Senedi hasendir. İbn Hibbân'ın (1057)
rivayet ettiği buna bir şahid hadis vardır. Bu şahid hadisle sahihlik
derecesine ulaşır.
[723] Aksine bu râvinin hadisleri hasendir. Yukarıda geçtiği
üzere bu râvinin rivayet ettiği hadisin bir de şahidi vardır.
[724] Buharı (79/2) muallak olarak, Tahavî ise
Müşkilü'l-Âsâr adlı eserinde (1/459) mevsûl olarak rivayet etmiştir. Bu ikinci
rivayetin senedi sahihtir. Metni şöyledir: "Oğlan çocuğunun doğumu ile bir
akîka kurbanı kesilir. Onun
adına bir kan akıtınız
ve ondan ezayı gideriniz." Aynı hadisi Ebu Davud (2839), Tirmizî (1515)
ve Abdürrezzak (7958) da başka senedle rivayet etmiş: Tirmizî hadis hakkında
"hasen-sahîhtir" demiştir.
[725] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/326-328.
[726] İbn Abbas hadisini Ebu Davud (2841) rivayet etmiştir;
senedi sahihtir. Îbn Dakîk el-îd sahih olduğunu söylemiştir. Nesâî (7/165, 166)
bu hadisi "Allah Rasûlü (s.a.), Hasan ve Hüseyin -Allah onlardan razı
olsun- adına akîka kurbanı olarak İkişer koç kesti" metniyle rivayet etmiştir;
senedi güçlüdür. Enes hadisini îbn Hibbân (Sahih, 1061) ve Beyhakî (9/299)
"Allah Rasûlü (s.a.) Hasan ve Hüseyin adına akîka kurbanı olarak iki koç
kesti." metniyle rivayet etmişlerdir. Senedi sahihtir.
[727] Tirmizî, 1519,
Hadis munkatı'dır.
[728] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/328-329.
[729] Ebu Davud, 2S35 ve 2836; Ahmed, 6/381 ve 422; Humeydî
(Müsned), 345 ve 1451; Ebu Davud et-Tayâiisî, 1634; İbn Mâce, 3162; Dârirnî,
2/81; Nesâî, 7/164, 165; Abdürrezzak, 7954; Tirmizî, 1516; îbn Hibbân, 1058.
Son iki muhaddis, hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
[730] Ebu Ubeyd hadisi şöyle açıklıyor: Cahiliye devrinde
bir adam bir ihtiyacını görmek
istediğinde bir yere
konmuş yahut yuvasında duran bir kuşa gelir, onu ürkütüp kaçırırdı. Kuş sağ
tarafa doğru uçarsa işine devam ederdi; sol tarafa doğru uçarsa vazgeçerdi.
İşte bu onlara yasaklandı. Yani Hz. Peygamber (s.a.) demek istiyor ki, kuşlara
bakarak kehanette bulunmayın, Allah'ın onlar için yarattığı yerlerde onları
bırakın. Çünkü kuşlar ne fayda verir, ne zarar.
[731] Tirmizî, 1513; İbn Mâce, 3163; İbn Hibbân, 1058.
Senedi sahihtir. Yukarıda geçti.
[732] Ahmed, 6/456. Hadis, müellifin naklettiği gibi Hz. Ebu
Bekir'in kızı Esmâ'dan değü Yezîd'in kızı Esmâ'dan rivayet edilmiştir. Senedi
güçlüdür. Heysemî, hadisi, Mecmau'z-Zevâid'de (4/57) kaydetmiş ve ilave olarak
Taberâni'nin (Kebîr'de) rivayet ettiğini belirtip: "Râvileri, rivayetleri
delil olacak kimselerdir." demiştir.
[733] îbn Mâce, 3166. Tehzîb adlı eserde deniyor ki: Yezîd
b. Abd el-Müzenî Hicazlıdır. Hz. Peygamber'den (s.a.) erkek çocuğa akîka
kurbanı kesileceği hadîsini rivayet etmiştir. Bu hadisi doğrudan doğruya
değil, babası aracılığıyle Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet ettiği
söylenmiştir. Doğru olan da budur. Buharı: "Yezîd b. Abd'ın Hz. Peygamber'den
(s.a.) rivayeti mürseidir." diyor, ibn Hibbân bu râviyi es-Sikât adlı eserinde
kaydetmiştir. Diğer râvîleri sikadır.
[734] Fera': Hayvanın ilk doğurduğu yavrusuna denir.
Cahiliye Arapları anasının bereketli ve neslinin çok olmasını umarak ilk doğan
yavruyu keserler, onu mülkiyetlerine geçirmezlerdi. Hz. Peygamber (s.a.) bu
âdeti kaldırmıştır. Bk. Şevkânî Neylü'l-Evtâr, 5/158 vd.
[735] Âl-i İmrân,
3/37.
[736] Tirmizî, 1547. Râvileri sikadır. Hadis sahihtir.
Ayrıca Ebu Davud (3967) ve İbn Mâ-ce'nin (2522) Mürre b. Kâ'b'dan, Taberânî'nin
Abdurrahman b. Avf'dan rivayet ettiği iki şahid hadis vardır.
[737] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/329-332.
[738] Beyhakî, 9/302.
Senedi munkatı'dır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/332.
[739] Bu râvi çok hata yapan biridir. Bu yüzden sened zayıftır.
[740] İbn Hacer bu hadisi Fethu'l-Sâri'de (9/514) kaydedip
Bezzâr'm rivayet ettiğini söylemiştir. Bezzâr: "Bu hadisi tek başına
Abdullah b. Muharrar rivayet etmiştir. O zayıftır." demektedir. İbn Hacer,
Takrîb adh eserinde onu metruk olarak nitelemiştir.
[741] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/332.
[742] Ebu Davud, 5105; Ahmed, 6/9 ve 391; Tirmizî, 1514;
Abdürrezzak, 7986; Beyhakî, 9/305. Senedinde bir zayıf râvi vardır, diğer
râvileri sikadır. Beyhakî, Şuabu'i-İman'da. İbn Abbas'dan buna şahid olacak bir
hadis rivayet etmiştir. îbn Abbas hadisiyle buradaki hadis güç kazanır.
Müellif, İbn Abbas'dan gelen hadisi Tuhfetü'l-Mevdûd adh eserinde (s.31)
kaydetmiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/333.
[743] Sünnet olma fıtrat hasletlerindendir. Nitekim
Sahîhayn'da rivayet edilen bir hadisde Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki:
"Fıtrat beştir: Sünnet olma, etek tıraşı, bıyıkları kısaltma,tırnaklan
kesme, ve koltuk altını tıraş etme." Şa'bî, Rabîa, Evzâî, Yahya b. Saîd
el-Ensârî, Mâlik, Şafiî ve Ahmed sünnet olmanın vacip ( = farz) olduğunu
savunmaktadırlar. Ebu Hanîfe ise vaciptir, farz değildir diyor.. Onun
"Sünnettir. Ter-keden günahkâr olur" dediği de rivayet edilir. İki
taraf da görüşlerini destekleyici pek çok delil İleri sürmüşlerdir. Merhum
müellif bunları (Tuhfetu'l-Mevdûd adlı eserinde, s. 160,
184) uzun uzadiya aktarmıştır. Oraya müracaat ediniz.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/335-336.
[744] Buharî, 78/114; Müslim, 2143; Tirmizî, 2839; Ebu
Davud, 4961.
[745] Ebu Davud, 4950; Nesâî, 6/218, 219; Buharî,
el-Edebu'l-Müfred, 2/277. Senedinde meçhul bir râvi vardır. Diğer râvileri
sikadır. Hadisi Müslim (2132) ile Tirmizî (2835 ve 2836) şu metinle rivayet ederler:
"Allah katında isimlerinizin en sevimlisi Abdullah ve
Abdurrahman'dır."
[746] Müslim, 2137; Tirmizî, 2838; Ebu Davud, 4958. Hattabî
diyor ki: Hz. Peygamber (s.a.) burada hem hadisin anlamını hem de bu isimleri
koymanın yasaklanma sebebim açıklamıştır. Şöyle ki; Araplar bu isimler ve bu
anlama gelen isimlerle ya hayır ve iyilik bekleme, ya da sözlerinin güzelliği
ile uğur umma hedefini güdüyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.), bu isimlendirmelerle güttükleri
hedeflerin ters etki yaparak aleyhlerine dönüşmemesi için bu şekil
isimlendirmelerden onlarf sakındırdı. Zira sordukları
vakit "Yesâr orada mı?",
"Rabâh" orada mı?" diyecekler; "Hayır" cevabını aldıklarında
ise bundan işkillenecekler, bunu uğursuzluk sayacaklar ve İçlerinde kolaylık ve
basandan ümit kesme duygusunu saklayacaklardır. İşte bu yüzden Hz. Peygamber
(s.a.), Allah Teâlâ'ya karşı kötü zan beslemelerine~~yor-açacak ve kalblerine
O'nun hayrından ümit kesme duygusu aşılayacak olan sebebi onlara yasaklamıştır.
[747] Müslim, 2139; Ebu Davud, 4952.
[748] Müslim, 2140.
[749] Müslim, 2142 (19).
[750] Ebu Davud, 4954. Senedi sahihtir.
[751] Ebu Davud, 4955; Nesâî, 8/226, 227; Buharı,
el-Edebü'l-Müfreâ. Mikdâm b. Şurayh'm babasından, onun da dedesi Hânî'den
rivayetine göre Hânî, kabilesi ile birlikte Aİİah Rasûlü'ne (s.a.) elçi olarak
geldiğinde Hz. Peygamber (s.a.) kabilesinin ona Ebu'I-Hakem künyesiyle hitap
ettiğini işitti. Bunun üzerine onu yanma çağırdı ve: "Hakem yalnız
Allah'tır. Hüküm de yalnız O'nundur. Niçin Ebu'l-Hakem künyesini aldın?"
dedi. O da: "Kabilem bir konuda ihtilâfa düştü. Bana geldiler, aralarında
hakemlik yaptım. Her iki grup da hoşnud oldu." cevabını verdi. Bu sözler
üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Bu ne güzel! Çocuklarının ismi nedir?"
dedi. O sahabî de: "Benim Şurayh, Müslim ve Abdullah adında oğullarım var"
karşılığını verdi. Hz. Peygamber (s.a.): "En büyükleri
hangisi?" diye sordu.
"Şurayh" cevabını alınca
da "Sen, Ebu Şurayh'sm" buyurdu. Hadisin senedi
sahihtir.
[752] Buharî, 78/107; Ebu Davud, 4956.
[753] Ebu Davud (4956), bu sözlerini Sünen'inde bir önceki
hadisi kaydettikten sonra söylüyor ve ekliyor: "Bunların senedlerini kısa
olsun diye terkettim."
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/339-340.
[754] Müslim, 2270; Ebu Davud, 5025; Ahmed, 3/286.
[755] Buharı, 54/15; Ahmed, 4/330. İkrime diyor ki: (Anlaşma
için) Süheyl b. Amr gelince Hz. Peygamber (s.a.): "İşiniz kolaylaştı"
buyurdu. Ibn Hacer diyor ki: Bu hadis mür-seldir. (Çünkü İkrime tâbiindendir).
Ibn Abbas'ı senedde zikrederek hadisi mevsûl olarak rivayet edene rastlamadım.
Ancak îbn Ebi Şeybe, Seleme b. Ekva'dan mevsûl olarak şu şekilde bir şâhid
hadis kaydeder: Kureyş, Hz. Peygamber (s.a.) ile anlaşma yapmak üzere Süheyl b.
Amr ve Huveytıb b. Abdüluzzâ'yı gönderdi. Hz. Peygamber (s.a.) Süheyl'i görünce
"İşimiz kolaylaştı" buyurdu. Taberânî de Abdullah b. Sâib'-den buna
benzer bir hadis rivayet etmektedir.
[756] Mâlik, Muvatta, 2/973. Hadis mürsel yahut mu'daldır.
îbn Abdilber, îbn Vehb -îbn Lehîa - Haris b. Yezîd - Abdurrahman b. Cübeyr -
Yaîş el-Gıfârî senediyle mevsûl olarak rivayet etmiştir. Tahkikçiler seneddeki
râvilerin sika olduklarını söylemişlerse de bizzat bu kitabın metninde de pek
çok kereler geçtiği üzere Ibn Lehîa genellikle muhaddisler arasında zayıf kabul
edilen bir ravidir.
[757] Mâlik, Muvaita, 2/973. Hadis mürseldir. Ebu'l-Kâsım b.
Bişrân, FevdKfinde Musa b. Ukbe - Nâfi' - îbn Ömer senediyle mevsûl olarak
rivayet etmiştir.
[758] Buharî, 29/3; Müslim, 1392. Ebu Humeyd anlatıyor: Hz.
Peygamber (s.a.) Tebük seferinden dönüp Medine'ye tepeden baktığı vakit:
"Bu şehir Tâbe -bir rivayette Taybe-dir." buyurdu. Müslim'in (1385)
Câbir b. Semüre'den rivayet ettiği bir hadiste ise "Allah, Medine'ye Tâbe
adını koydu." buynıluyor. Ebu Davud et-Tayâlisî bu hadisi MÇsned'inde
(2/204) Câbir b. Semüre'den "Halk, Medine'ye Yesrib diyordu. Hz. Peygamber
(s.a.) ona Tâbe adını koydu." şeklinde rivayet ediyor. Buharı (29/2) ve
Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri hadiste Allah Rasûlü (s.a.)
buyuruyor ki: "Ben bir şehre (hicret etmekle) emrolundum ki, o şehir diğer
şehirleri yer (yani halkı, diğer şehirlerin halkını yener). Oraya Yesrib
diyorlar. Oysa o, Medine (şehir, medeniyet merkezi)'dir. Bu şehir körüğün,
demirin cürufunu giderdiği gibi insanların cürufunu sürüp dışarı atar, kötü
insanlardan kendisini temizler."
[759] Rum, 30/54.
[760] Sebep olarak ileri sürüien bu husus söz götürür. Çünkü
müslümanlardan düelloya çıkan üçüncü kişi Hz. Peygamberin (s.a.) amcası Hz.
Hamza idi. Ubeyde ve Haris aynı şahıstır. Ubeyde, İbnü'i-Hâris'tir. Maamafih
Hamza kelimesi "a'rslan" anlamındadır.
[761] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/341-345.
[762] Buharî, 60/3; Müslim, 194 ve 2278; Ebu Davud, 4673;
Tirmizî, 3618; tbn Mâce, 4308; îbn Hibbân, 2127.
[763] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/345-346.
[764] Ebu Davud, 4950; Nesâî, 6/218, 219; Ahmed, 4/345;
Buharî, el-Edebu'l-Müfred, 814. Senedi zayıftır. Müslim (2135) Hz. Peygamber'in
(s.a.): "Onlar peygamberlerinin ve kendilerinden önceki salihlerin
adlarını koyuyorlardı." dediğini rivayet eder. Buharî, ei-Edebü*I-Müfred'de
(838) Abdullah b. Selâm'ın oğlu Yusuf'un
şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Allah Rasûlü (s.a.) bana Yusuf adını koydu, beni kucağına
oturttu ve başımı sıvazladı." Bu rivayetin senedi sahihtir.
[765] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/346-347.
[766] Müslim, 2136.
[767] Müslim, 2142 (19); Ebu Davud, 4953.
[768] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/347-349.
[769] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/351.
[770] Buharı, 61/20, 78/106; Müslim, 2134; Ebu Davud, 4965;
Ahmed, 3/248, 260, 270, 277, 312, 392, 395, 455, 457, 470, 478, 491, 499, 519.
[771] Buharî 57/7; Müslim, 2133; Ebu Davud, 2949; Ahmed,
2/314.
[772] Ebu Davud, 4966; Tirmizî, 4845. Senedde Ebu'z-Zübeyr
el-Mekkî'nin tedlîsi vardır. Ancak Tirmizî'nîn rivayet eniği sonraki Ebu Hureyre
hadisi buna şahidiik eder ve bu şahit hadisle kuvvet bulmuş olur. Bundan dolayı
Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahihtir" demiştir.
[773] Tirmizî, 2843.
[774] Ebu Davud, 4967; Tirmizî, 2846, Senedi sahihtir.
[775] Ebu Davud, 4968. Senedi zayıftır.
[776] Buharî, 61/20; Müslim, 2131; Ahmed, 3/114, 121, 189; Tirmizî, 2844.
[777] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/351-354.
[778] Bu hadis sahihtir. Râvileri sikadır, Sahih(-i Buharı)
râvîleridir. Hadisde bir illet yoktur!
[779] Ebu Davud, 4963. Senedi hasendir. .
[780] Ebu Davud, 4970. Senedi sahihtir.
[781] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/354.
[782] Buharı, 78/101; Müslim, 2247; Ebu Davud, 4974; Ahmed,
2/239, 259, 272, 316, 464| 474, 509.
[783] Miskin hadisi (Buharî, 24/53, 65/48; Müslim, zekât,
101, 102): Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Miskin, insanların
etrafında dolaşan ve kendisini bir-iki lokmanın, bir-iki hurmanın çevirdiği
kimse değildir. Gerçek miskin ihtiyacını görecek kadar mal bulamayan ve bu hali
farkedilmediğinden dolayı kendisine sadaka verilmeyen, kalkıp insanlardan da
dilenmeyen kimsedir." Müflis hadisi (Müslim, 2581): Hz. Peygamber (s.a.)
ashabına sordu: "Müflis kimdir, bilir misiniz?" Onlar da: "Biz müflis diye parası ve malı olmayana
deriz" cevabını verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) şöyle
buyurdu: "Ümmetimden müflis olan kimse kıyamet günü namaz, oruç ve zekatla
gelir. Gelir ama şuna sövmüş, buna iftira atmış, şunun malını yemiş, bunun
kanını akıtmış, ötekini dövmüş olarak. Buna onun sevaplarından verilir, şuna
onun sevaplarından verilir. Şayet yaptıklarını karşılamadan sevabı tükenirse
kendilerine haksızlık yaptığı kimselerin günahlarından alınır, ona yüklenir.
Sonra da o kimse cehenneme atılır." Rakûb hadisi (Müslim, 2608): Allah
Rasûlü (s.a.)): "Siz kimi rakûb sayarsınız?" diye ashabına sordu.
"Çocuğu olmayan (bu yüzden de çocuk bekleyen) kimseyi" diye
cevapladılar. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "O kimse rakûb değildir.
Rakûb, çocuklarından hiçbirini kendisinden önce (Ahirete) yolcu
etmeyendir." Yani sağlığında çocuklarından hiçbiri ölmeyen, bu yüzden de
musibet sevabı ve bu musibete katlanma sevabı elde etmeyen, kendisinden önce
Ahirete gönderdiği bir azığı,
verdiği bir ödüncü
bulunmayan kimse demektir.
[784] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/354-355.
[785] Buharî, 8/20; Ahmed, 5/55. Buradaki metin şöyledir:
"Bedevîler, akşam namazının ismi konusunda size baskın gelmesinler,
Bedevîler bu namaza işâ diyorlar." Müslim (644), Nesâî (1/270) ve İbn Mâce
(704) Şu metinle rivayet ederler: "Bedevîler - çöl araplan - (yatsı)
namazının ismi konusunda size baskın gelmesinler. Dikkat edin, bu namazın adı,
ışâdır. Onlar develeri yatsı vakti sağdıklarından (ateme diyorlar)." Yani
Bedeviler yatsı namazına ateme diyorlar. Çünkü develerini yatsı vakti
sağıyorlar. (Ateme kelimesi Arapça'da deveyi yatsı vakti sağmak anlamına
gelir). Bu namazın ismi Kur'ân-ı Kerim'de "ışâ" şeklinde geçiyor. Bu
yüzden bu namaza ışâ demelisiniz.
[786] Buharî, 9/9, 52/31; Müslim, 437; Mâlik, Muvatta;
1/131; Nesâî, 1/269; Ahmed, 2/278, 303, 375, 533. Hadisin tamamı şöyledir:
"İnsanlar ezan okuma ve birinci safta ne sevaplar olduğunu bilseler de
kura çekmekten başka yol bulamasalar muhakkak kura çekerlerdi. Namaza erken
gitmenin sevabını bilselerdi birbirleriyle yanş ederlerdi. Yatsı ( = ateme) ve
sabah namazlanndakİ sevabı bilselerdi emekleye emekleye bunlara gelirlerdi."
[787] Müslim, 1218; Mâlik, Muvatta; 1/372; Tirmizî, 862; Ebu
Davud, 1905; Nesâî, 5/239; İbn Mâce, 3074. Aynca Nesâî (5/236), Dârakutnî (s.
270) ve Beyhakî (5/94) "başlayın" şeklinde emir kipi ile rivayet
etmişlerdir.
[788] Kevser, 108/2.
[789] A'lâ, 87/14-15.
[790] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/355-357.
[791] Ebu Davud, 4977; Ahmed, Müsned, 5/346, 347; Buharî,
Edebu'I-Müfred, 760; Bürey-de el-Eslemî'den. Senedi sahihtir.
[792] Ebu Davud, 4955; Nesâî, 8/226, 227. Senedi sahihtir.
[793] Müslim, 2249; Ebu Davud, 4975; Ahmed, Müsned, 2/444,
496; Ebu Hureyre'den. Buharı, (49/17) yine Ebu Hureyre'den şu hadisi rivayet
etmektedir: "Sizden birisi (kölesine): Rabbini doyur, rabbine abdest
aldır, rabbine su ver! diye hitap etmesin. Köle de: Efendim, velinimetim,
desin. Yine sizin biriniz (kölesine): Kulum, cariyemi diye hitap etmesin.
Fakat, yiğitim, kızım, oğlum! diye
seslensin."
<
[794] Ebu Davud, 4207; Ahmed, Müsned, 4/163; Ebu Remse'den.
Senedi sahihtir. |
[795] Müslim, 870;
Ebu Davud, 1099, Ahmed, Müsned, 4/256, 379; Adiy b. Hâtim'den. Hadisin devamı
şöyledir: "Kim de Allah'a ve Rasûlü'ne isyan ederse, de!" Aralarında
bir eşitlik" ifade ettiğinden dolayı bu iki ismin bir zamirde bir araya
getirilmesinden hoşlanmamıştı.
[796] Ebu Davud, 4980; Ahmed, Müsned, 5/384, 394, 398;
Huzeyfe'den (r.a.). Senedi sahihtir.
[797] Ahmed, Müsned, 1/214, 224, 283, 347; İbn Abbas'tan:
"Beni Allah'a denk mi tutuyorsun?" şeklinde, sahih senedle rivayet
edilmiştir.
[798] Buharî, 83/8; Müslim, 2964; Bu kısım,
İsrailoğullarından olan, biri abraş, biri kel, biri de kör üç kişinin Allah
Teâlâ tarafından imtihan edilmelerini anlatan uzun bir hadisten alınmıştır.
Bk. Tecrid Tercemesî, 9/195-198.
[799] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/361-363.
[800] Buharî, 97/35; Müslim, 2246; Ebu Davud, 5274; Ahmed,
Müsned, 2/238, 272. Hatta-bî der ki: Hadisin anlamı:
Ben dehr'in sahibiyim
ve dehr'e nisbet ettikleri işlerin yöneticisi ve yönlendiricisiyim. Kim ki
dehre bu işlerin faili olmasından dolayı söverse, o işlerin gerçek faili olan
Rabbine sövmüş olur. Dehr, ancak işlerin meydana geldikleri yerler için zarf
kılınmış zaman'dan ibarettir.
[801] Buharî, 78/101; Müslim, 2246; Muvana, 2/984; Ahmed,
Müsned, 2/259, 272, 275, 318.
[802] Ebu Davud, 4982; Ahmed, Müsned, 5/59, 71, 365. Senedi
sahihtir.
[803] Bu hadisi buiamadık.
[804] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/363-364.
[805] Buharı, 78/100; Müslim, 2251; Ebu Davud, 4989; Ahmed,
Müsned, 6/51, 66, 209, 231, 281. Hepsi de Hz. Âİşe'den rivayet edilmiştir. Aynı
konuda, Sehl b. Huneyf'ten de hadis rivayet olunmuştur.
[806] Müslim, 2664; İbn Mâce, 79; Ahmed, Müsned, 2/366, 370.
Ebu Hureyre anlatıyor: Rasûiullah (s.a.) şöyle buyurdu: Güçlü mü'min zayıf
mü'minden daha hayırlı ve Allah katında daha sevimlidir. Bütün hayırlarda, sana
yararı dokunan şeye karşı hırslı ol, Allah'tan yardım dile, acizlik gösterme.
Başına bir felâket geldiğinde "keşke şöyle yapsaydım, böyle böyle olurdu"
deme. Fakat "Allah'ın takdiri, O, ne dilerse yapar" de! Zira
"Keşke" sözü
şeytanın ameline yol
açar.
[807] Buharı, 80/36; Tirmizî, 3480; Nesâî, 8/257, 258;
Ahmed, Müsned, 3/122, 259, 220, 226, 240; Ebu Davud, 1555. Dua metnini tamamı
şöyledir: "Allah'ım! Endişe ve hüzünden, acizlik ve tembellikten,
cimrilik ve korkaklıktan, borç yükünden ve insanların galebesinden Sana
sığınırım."
[808] En'âm, 6/53.
[809] Tekvîr, 81/29.
[810] Ebu Davud, 3627; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/24, 25.
[811] Haklı bir sebeple bir üstünlüğün kendisine ulaşmasından
maksat, kişinin cimriliği sebebiyle borçlanmasıdır. Haksız bir sebeple
kendisine üstünlük sağlanmasından kasıt ise, korkaklığından dolayı insanların
saldırılarına uğramasıdır.
[812] Buharı (Fethu'1-Bârî, 8/172).
[813] İbn Kesîr, es-Siretü'n-Nebeviyye, 3/100-101;
Tefsiru'!-Kur'ani'İ\Azim, 1/430.
[814] Talâk, 65/2.
[815] Mâide, 5/11.
,
[816] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/364-372.
[817] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/375.
[818] Buharî, 80/7, 80/8, 80/16, 97/13; Tirmizî, 3413; Ebu
Davud, 5049; İbn Mâce, 3880; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/385, 387, 397, 399,
407. Hepsi de Huzeyfe b. Yemân'-dan rivayet etmiştir. Ayrıca, Buharî (80/16,
97/13), Ahmed b. Hanbel (5/154), Ebu Zer'den; Müslim (2711) ve Ahmed (4/294,
302) Berâ b. Azib'den rivayet etmişlerdir.
[819] Birinci hadis: Ebu Davud, 5085; Senedinde Bakiyye b.
Velîd vardır, tedlis yapan bir râvi olup hadisi mu'anan olarak rivayet
etmiştir. Yine senedde yer alan Ömer b. Cü'-süm'ü İbn Hibbân'dan başkası sika
kabu! etmemiştir. Nesâî'nin (3/209) bir başka yolla ve hasen bir senetle
rivayet ettiği bir hadis vardır ki bu hadisi kuvvetlendirir.
İkinci hadis: Ebu
Davud, 5061. Senedinde Abdullah b. Velid b. Kays et-Tücîbî vardır. Hafız İbn
Hacer'in Tokrtb'At belirttiğine göre, bu râvinin hadisi leyyindir, yani hadis
rivayetinde bu râvi gevşektir.
[820] Hafız İbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de (3/33) diyor ki: Bu
şekilde şüphe ifadesiyle (yani veya denilmek suretiyle) rivayet edilmiştir.
İster onu, ister bunu söylerse anlamına gelmesi de muhtemeldir. Ancak birinci
ihtimali İsmailî'nin rivayetindeki şu metin destekler: Sonra "Rabbim!
Beni bağışla" derse günahları bağışlanır. Yahut. Hz. Peygamber (s.a.) :
"Dua ederse, duası kabul olunur" buyurdu. Aİİ b. el-Medînî'nin rivayeti
ise şöyledir: Sonra "Rabbim! Beni bağışla." derse- yahut (Hz.
Peygamber s.a.) dua ederse- buyurdu. Nesâî'nin rivayetinde yalnız birinci şık
yeralmıştır.
[821] Buharî, 19/21; Ebu Davud, 5060; Tirmizî, 3411; îbn
Mâce, 3878. "el-Aliyyü'1-Azim" sözü Buharî'de geçmemektedir. Ancak,
İbn Mâce, Nesâî ve İbnü's-Sünnî'nin rivayetlerinde bu söz sahih bir senedle
nakledilmektedir.
[822] Buharî, 80/16, 97/13; Müslim, 763 (191).
[823] Buharî, 19/1, 97/8; Müslim, 769; Ahmed b. Hanbel, 1/358.
[824] Müslim, 770; Tirmizî, 3416; İbn Mâce, 1357. Müslim'de
hadisin baş tarafı şöyledir: Yahya b. Ebî Kesîr rivayet etti ki: Ebu Seleme b.
Abdurrahman ibn Avf rivayet etti, dedi ki: Ümmü'1-mü'minin Âişe'ye sordum:
Rasûlullah (s.a.) geceleyin kalktığı vakit namazına ne ile başlardı? dedim.
Âişe: Geceleyin kalktığı vakit, namazına şu dua ile başlardı: "Ey Cebrail,
Mikâil ve İsrafil'in Rabbi Allah'ım!..." dedi.
[825] Ebu Davud, 1430; Nesâî, 3/235; Ahmed, 3/406, 467,
5/123. Senedi sahihtir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/375-378.
[826] Tirmizî, 3423; Ebu Davud, 5094; Nesâî, 8/285; İbn
Mâce, 3884; Ahmed, Müsned, 6/306. Ümmü Seleme'den. Senedi sahihtir. Tirmizî: Bu
hadis hasen-sahihtir, demiştir. Hâkim (1/519), hadisi sahih bulmuş, Zehebî de
ona uymuştur.
[827] Tirmizî 3422; Ebu Davud, 5095; Enes b. Mâlik'den.
Tirmizî: Bu hadis hasen-sahihtir, demiştir. İbn Hibbân da (2375) sahih
bulmuştur.
[828] Buharî, 80/10; Müslim, 763 (191). Hadis yukarıda
geçti.
[829] Ibn Mâce, 778; Ahmed, Müsned, 3/21. Senedinde Atiyye
el-Avfi vardır ki zayıf bir râvidir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/378-380.
[830] Ebu Davöd, 466. Senedi sahihtir. Nevevî ve tbn Hacer,
hadisi hasen bulmuşlardır.
[831] Ebu Davud, 465; Ebu Avâne; İbn Mâce, 772; Ebu Humeyd
veya Ebu Üseyd'den. Senedi güçlüdür. Müslim ise bu hadisi (713) şu şekilde
rivayet etmektedir: "Sizden birisi mescide girdiği vakit: Allah'ım! Rahmet
kapılarım bana
aç! desin. Çıktığında ise:
Allah'ım! Ben Senin ihsanından istiyorum! desin."
[832] Ahmed, Müsned, 6/282, 283; Tirmizî, 314; İbn Mâce,
771. Hz. Fâtıma'dan. Senedinde zayıflık ve inkita vardır. Bu hadisin,
Îbnü's-Sünnî'de (86) bir şahidi vardır. Bunun da senedinde zayıflık var ise de
hadis bununla kuvvetlenir.; Bundan dolayı Tirmizî, bu hadisi hasen saymıştır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/380-381.
[833] Tirmizî, 3388; Ebu Davud, 5068; İbn Mâce, 3868. Ebu
Hureyre'den. Senedi güçlüdür. Tirmizî: Bu hadis hasendir, demiştir.
[834] Müslim, 2723 (75). Abdullah b. Ms'ûd'dan.
[835] Tirmizî, 3389; Ebu Davud, 5067. Senedi sahihtir, tbn
Hibbân (2349) ve Hâkim, hadisi sahih bulmuşlardır.
[836] Tirmizî, 3385; Ebu Davud, 5088; Ahmed, 446, 474; Oğlu
Abdullah'ın Zevö/rf'inde, 528; İbn Mâce, 3869. Osman b. Affân'dan. Senedi
sahihtir. îbn Hibbân {2352) ve Hâkim (1/514) sahih bulmuşlardır. Tirmizî: Bu
hadis hasen-sahihtir; demiştir.
[837] Tirmizî, (3386) Sevbân'dan rivayet etmiş ve "Bu
hadis hasen-garîbtir" demiştir. Oysa
senedinde Hafız îbn
Hacer'in Takrib'de dediği gibi zayıf, tedlisci bir ravi olan Saîd b. Merzüban
vardır. Ebu Davud, 5072; senedinde Sabık b. Naciye vardır ki meçhul bir
râvidir. Hâkim (1/518) hadisi sahih bulmuş, Zehebî de ona katılmıştır.
Ebu Davud (1529), Ebu
Saîd el-Hudrî'den, zamanla mukayyed olmaksızın, merfû bir hadis naklediyor:
"Kim; ben, Rab olarak Allah'a, din olarak islâm'a,"peygamber olarak
Muhammed'e (s.a.) razı oldum, derse ona cennet vacib olur." Senedi güçlüdür.
Hâkim (1/518) sahih bulmuş, Zehebî de ona katılmıştır.
[838] Ebu Davud, 5069; Enes'ten. Senedinde Abdurrahman b.
Abdülmecîd vardır ki meçhul bir râvidir. Buharî,
Edebu'i-Müfred, 1021;
Tirmizî, 3495; Ebu Davud, 5078; îbnü's-Sünnî, 68; Bakıyye b. Velîd - Müslim b.
Ziyâd el-Kureşî - Enes b. Mâlik yoluyla. Hafız îbn Hacer diyor ki:
"Bakıyye, her ne kadar tedlis ve tesviye ile kusurlu bulunmuşsa da sadûk
= güvenilir bir râvidir. Şeyhinden hadis aldığı ve işittiği sarih olduğu için
üzerindeki şüphe kalkmıştır. Şeyhi Müslim b. Ziyâd hakkında İbnü'î-Kattân
çe-kimseriik göstermiş ve: Onun halini bilmiyoruz." demiştir. Fakat Ömer
b. Abdüla-ziz'in at bakıcısı (seyis) hakkında bir bilgi vardır ve bu onun
güvenilir biri olduğuna delâlet eder. îbn Hibbân onu Sik ât adh eserinde
zikretmiştir. Bu yüzden Hafız îbn Hacer, bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.
Ayrıca Hâkim (1/523) de
Selman el-Fârisî'den, buna benzer zaman belirtilmeyen bir hadis rivayet
etmektedir: "Allah'ım! Ben seni şehid tutuyorum. Meleklerini ve Arş'ını
taşıyanları şahid tutuyorum. Göklerde ve yerde bulunanları şahit tutuyorum: Sen
kendinden başka ilâh olmayan Allah'sın. Senin ortağın yoktur. Muhammed'İn,
Senin kulun ve elçin olduğuna şahidlik ederim', diyenin üçte birini Allah
cehennemden azad eder. İki defa söyleyenin üçte ikisini azad eder. Üç defa
söyleyenin ise bütün bedenini cehennemden azad eder." Senedi ceyyiddir.
Hâkim sahih bulmuş, Zehebî de ona katılmıştır.
[839] Ebu Davud, 5073; îbn Hibbân, 2361. Abdullah b. Ganâm
el-Beyazîıden. Senedinde bulunan Abdullah b. Anbese'yi îbn Hibbân'dan başkası
sika kabul etmemiştir. Bununla beraber Hafız Îbn Hacer bu hadisi,
Emâii'I-Ezkâr'da hasen kabul etmiştir.
[840] Ebu Davud, 5074; İbn Mâce, 3871. Îbn Ömer'den. Senedi
sahihtir. Hâkim (1/517) hadisi sahih bulmuştur.
[841] Ebu Davud, 5084. Ebu Mâlik el-Eş'arî'den. Senedi
hasendir.
[842] Ebu Davud, 5075. Senedinde meçhul râvjler vardır.
[843] Ebu Davud, 1555. Ebu Saîd el-Hudrî'den. Senedinde
Gassân b. Avf vardır. Hadisi gevşek birisidir. Sahîhayn'da Enes'ten (r.a.) şu hadis
naklolunmustur: "Allah'ım! Endişe ve hüzünden, acizlik ve tembellikten,
cimrilik ve korkaklıktan, borca batmaktan ve insanların tasallutundan Sana
sığınırım."
[844] Ahmed, 3/406, 407. Abdurrahman b. Ebzâ'dan. Senedi sahihtir.
[845] Hâkim, 1/545; tbnü's-Sünnî, 48. Enes b. Mâlik'ten
(r.a.). Senedinde Osman b. Mev-hib bulunmaktadır ki bu râvi, Müstedrek'it
geçtiği üzere Osman b. Abdullah b. Mev-hib değildir. Onun hakkında Ebu Hatim
der ki: Onun hadisi salihdir (Sâlihu'l-hadis). D^ğer râvileri sikadır. Şu halde
hadis hasendir.
[846] İbnü's-Sünnî, 50. îbn Abbas'tan senedinde meçhul bir
râvi vjdır. Nevevî, el-Ezkâr'da hadisi zayıf kabul etmiştir.
[847] îbn Mâce, 925. Ümmü Seleme'den. Bûsırî, Zevâidlnde der
ki. Ümmü Seleme'nin azadhsımn dışında,
diğer râvüeri sikadır. Çünkü o, hadis işitmemiştir. Mübhemât konusunda eser
verenlerden hiç kimsenin onu zikrettiğini görmedim. Durumunu ve kim-liğini de
bilmiyorum.*' Hadisi ayrıca 'bnü's-Sünnî, Amelu'l-Yevm ve'l-Leyle'de (53) aynen
nakletmiştir. Bu hadisin, Taberânî'nin Mu'cemu's-Sağîr'inde, sahih bir senedle
gelen şâhid bir hadisi vardır. Bununla hadis, hasen derecesine ulaşmaktır.
[848] tbnü's-Sünnı, Amelu'l-Yevm ve'l-Leyle, s. 19. İbn
Abbas'tan. Senedinde zayıflık vardır.
[849] İbn Sünnî, Amelu'l-Yevm ve'I-Leyle, 70;
Ebu'd-Derdâ'dan. Senedi sahihtir. Ebu Da-vud, 5081; Ebu'd-Derda'ya mevkuf yani
onun sözü olarak. Râvİleri sikadır. Fakat Ebu Davud rivayetinde münker bir
fazlalık vardır. O da şudur: "İster sadık, ister yalancı olsun."
[850] İbnü's-Sünnî, Amelü'l-Yevm ve'I-Leyle, 56; Talk b.
Habib'ten. Hadis zayıftır.'
[851] Buharı, 80/2. Şeddad b. Evs'ten. Hafız İbn Hacer:
"Bu hadis-i şerifte seyyidü'I-istiğfar olarak isimlendirmeyi hak ettirecek
anlam ve söz güzelliği vardır. Çünkü onda ilâhhk-ta ve ibadette Allah'ın tek
olduğunu ikrar, yaratıcı olduğunu itiraf, kendisinden aldığı ahdi kabul, O'nun
va'dettiğini umma, kulun nefsi aleyhine işlediği suçların şerrinden sığınma;
nimetleri, var edene nisbet, günahları kendi nefsine yükleme, bağışlanmaya
rağbet ve bunu yapmaya O'ndan başkasının güç yetirenleyeceğini İtiraf
vardır." demektedir.
[852] Buharı, 11/173; Müslim, 2692; Ebu Davud, 5091. Ebu
Hureyre'den.
[853] Ebu Davud, 5077; İbn Mâce, 3867; Ahmed, 4/60. Ebu
Ayyaş ez-Zerka dan. Isnaı sahihtir.
[854] Buharî, 80/64; Müslim, 2691; Muvatta, 1/209; Tirmizî, 3464, Ebu Hureyre den.
[855] Ahmed, Müsned, 5/191; Îbnü's-Sünnî (s.47) özetle
rivayet etmiştir. Senedinde Ebu Bekr b. Abdullah b. Ebu
Meryem
el-Gassânî eş-Şâmî vardır ve bu zat zayıf bir râvidir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/381-392.
[856] Tirmizî, 1767; Tirmizî, Şemail, 1/138-139; Ebu Davud,
4020; Ahmed, Müsned, 3/30. Hepsi Ebu Saîd el-Hudrî'den. Ebu Davud, Tirmizî ve
Nesâi aynı hadisi bir de İsa b. Yunus yoluyla Cerîrî'den rivayet etmişlerdir.
Aynca Ibn Hİbban (1442) İsa b, Yunus ve Hâlid et-Tahhân yoluyla, Hâkim (4/192)
Ebu Üsâme tarîkıyla rivayet
etmektedir.
Bu üç râvî de Cerîrî'den rivayet etmişlerdir. Hadis tenkid edilmiştir.
[857] Hasen bir hadistir. Ebu Davud, 4023; Hâkim, 4/192,
193.
[858] Tirmizî, 3555; îbn Mâce, 3557. Hz. Ömer'den.
[859] Buharî, 77/22. Hadiste geçen "eskit ve
yıprat" sözüyle araplar, karşısındakine üzün yaşaması için dua etmeyi kastederler.
Hadisi, Ebu Davud (4024) ve Ahmed (Müsned, 6/364-365) de rivayet
etmişlerdir.
[860] Ahmed, 2/89; İbn Mâce, 3558. Îbnü's-Sünnî,
Amelü'l-Yevm ve'l-Leyle, s. 89;jlbn Ömer'den. İsnada sahihtir. Hadisin Ebu
Şeybe'nin Musannefındt benzer rivayetle mürsel bir şahidi de vardır.
İbn Kayyim el-Cevziyye,
Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/392-393.
[861] Müslim, 1154. Hz. Âişe'den.
[862] Îbnü's-Sünnî, Amelü'l-Yevm ve'l-Leyle. s. 157.
Abdullah b. Amr b. el-Âs'tan. Ebu Davud, 5058, Hz. Ömer'den.
[863] Tirmizî, 2699. Tirmizî, hadis için:
"Hasen-sahihtir" demiştir. Aynı zamanda bu hadisin pek çok rivayet
tariki vardır; onlarla kuvvetlenir. Hafız İbn Hacer, bu tarikleri bir küçük
cüz'de toplamış ve sonunda hadisin sahihliği sonucuna ulaşmıştır. Eser,
Şam'daki Zâhiriyye kütüphanesindedir.
[864] Ebu Davud, 5096. Ebu Mâlik el-Eş'arî'den. Senedi
sahihtir.
[865] Ebu Davud, 2494, Ebu Ümâme el-Bâhilî'den; Buharı,
el-Edebü'l-Müfred, 1094; İbnü's-Sünnî, s.160. Bu konuda İbn Hibban (1585) ve
Hâkim (2/90), benzer bir hadisi Muaz b. Cebel'den rivayet etmişlerdir. Hadiste
geçen ( ifadesi Allah'ın koruması ve
gözetimi altındadır" anlamındadır. (Bugün) kelimesi, sigortaladı anlamına
kullanılmaktadır. Modern arapçadaki bu anlamıyla da tercüme edilse, neredeyse
aynı anlama gelmektedir. Belki de çağın insanı daha iyi anlayabilecektir: Allah
onu sigortalamış, ona garanti vermiştir.) Nitekim ve yani hurma ve süt sahibi
denildiğinde anlamın, "O, Allah'ın gözetimindedir," olması gibi.
[866] Burada aile reisinin genellikle eve akşam gelmesinden
hareketle herhalde RasûIuUah (s.a.) böyle buyurmuştur. Yoksa bu sünnet sadece
eve akşam dönüldüğünde değil, gündüz gelindiğinde de yerine getirilse gerektir.
[867] Müslim, 2018: Câbir b. Abdullah (r.a.) dan. Hadiste
geçen "şeytan dedi." ifadesi, "Kardeşlerine, avanesine,
yoldaşlarına söyledi." anlamınadır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/393-395.
[868] Buharî, 4/9; Müslim, 375. Hz. Enes'ten.
[869] Ahmed, 1/269; Ebu Davud, 6; İbn Mâce 296. Zeyd b. Erkam'dan.
İsnadı sahihtir, îbn Hİbbân (126) da hadisi sahih bulmuştur. Hadiste geçen
"hubus" kelimesi "habîs" kelimesinin, "habâis"
kelimesi de "habîse"nin çoğuludur. RasûIuUah, bu kelimelerle erkek ve
dişi şeytanları kasdetmektedir. Bazıları ise "hubus" kelimesini
"hubs" şeklinde rivayet ederler ki, bu durumda hubs küfür, habâis
şeytanlar anlamına gelir. O zaman hadisin tercümesi şöyle olur: "Allah'ım,
küfürden ve şeytanlardan Sana sığınırım."
[870] ibn Mâce, 299, Ebu Umâme'den. tbnü's-Sünnî,
Amelü'i-Yevm ve'l-Leyle, s. 18, Enes'ten. Katâde 25 ve Taberânî, ed-Duâ'da İbn
Ömer'den. İbn Allan, Şerhu'l-Ezkâr'âa: ibn Hacer, Katâde ve Taberânî'nin îbrj
Ömer'den naklettiği hadisi tahric ettikten son-
ra şöyle dediğini
kaydeder: "Bu, hasen ve garîb bir hadistir. Senedde geçen İbn Hİb-j bân ve
hadisi aldığı hocası İsmail b. Rafı' rivayet yönünden zayıftır. Fakat hadisin1
şahİdJeri bulunmaktadır. Meselâ İbnü's-Sünnî ve Ebu Nu'aym'ın Enes'ten rivayet
et-; tikleri hadisi İbn Adiy'İn el-Kâmil'mde Hz. Ali ve Büreyde'den rivayet
ettiği hadisler bunlardandır.
[871] Hasen bir hadistir. Tİrmizî, 606; tbn Mâce, 297. Hz.
Ali'den, ibn Sünnî, Amelü'l-Yevm ve'l-Leyle, s.20, 21. Hz. Enes'ten Heysemî,
Mecmeu'z-Zevâid'de (1/205) Hz. Enes rivayetini kaydederek: "Taberânî,
hadisi iki senedle rivayet etti, birisinde Saîd b. Mesleme el-Emevî
bulunmaktadır, bu râvİyi Buharı ve başkaları zayıf görürken, İbn Hibbân ve İbn
Adiy sika görmüşlerdir. Geri kalan râvileri sikadır" demektedir.
[872] Müslim, 370; Ebu Davud,-16; Tirmizî, 90; Nesaî,
1/35-36; İbn Mâce 353. îbn Ömer'den.
[873] Ahmed, Müsned, 3/36; Ebu Davud, 15; İbn Mâce, 324. Ebu
Saîd el-Hudrî'den. Hadis zayıftır.
[874] Ahmed, 6/137; İbn Mâce, 324. Râvileri sikadır; ancak
hadis malûldür.
[875] Tirmizî, 9. Senedinde îbn İshâk'ın tedlisi vardır.
[876] Tirmizî, 7; Ebu Davud, 30; Ahmed, 1/269; Dârimî,
1/174. Senedi hasendir. îbn Hu-zeyme, (90), İbn Hibbân, Hâkim (1/158) ve Ebu
Hatim de sahih bulmuşlar. Nevevî ise el-Mecmû adlı eserinde: "Hadis,
hasendir ve sahihtir" demiştir.
[877] İbn Mâce, 301. Senedindeki İsmail b. Süleym adlı râvi
Hafız İbn Hacer'in et-Takrîb'de belirttiği gibi zayıftır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/395-398.
[878] Darakutnî, s.26; Beyhakî, Sünen, 1/45; Nesâî 1/61. îbn Sünnî, Amelü'I-Yevm
ve'l-Leyle, s. 27. Enes b. Mâlik'ten. Senedi sahihtir ve Nevevî, Hulâsa'da
hadisi sahih bulduğunu belirtmiştir.
[879] Buharı, 64/35; Müslim, 3013, 4/2308; Ahmed,
Müsned, 3/165, 329.
[880] Ancak îbn Hacer'in Telhîs adlı eserinde dediği gibi bu
senedlerin toplamından bu hadisin bir ash bulunduğunu gösterecek bir kuvvet
doğar. Ebu Hureyre hadisine gelince, bu hadisi de Ebu Davud (101), Ahmed
(2/418), îbn Mâce (399), Darakutnî (1/26, 29), Hâkim (1/146), Beyhakî (1/43,
44) tahrîc etmiştir. Saîd b. Zeyd hadisini ise
Tirmizî (25) ve İbn
Mâce (397) tahrîc etmiş, ayrıca İbn Mâce (400), Sehl b. Sa'd'dan nakletmiştir.
[881] Müslim, 234. Ömer b. Hattâb'tan,
[882] Tirmizî, 55. Hz. Ömer'den. Bu ilâve sahihtir.
[883] Müsned, 4/151; Ebu Davud 170. Ukbe b. Âmir'den.
Senedinde meçhul bir râvi vardır.
[884] Senedinde Zeyd el-Ammi vardır, zayıf bir ravidir.
[885] İbn Sünnî, Amelü'l-Yevm ve'i-Leyle, s.30. Nesâî,
Ameiü'l-Yevm ve'l-Leyle'de iki şekilde, merfû ve mevkuf olarak rivayet etmiş
ve mevkuf olanın sahih olduğunu belirtmiştir, îbn Hacer de isnadını sahih
bulmuştur.
[886] İbn Sünnî, Ameiü'l-Yevm ve'i-Leyle, s. 28. Ebu Musa
el-Eş'arî'den. Senedi sahihtir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/398-400.
[887] Buharı, 10/1.
[888] Bilindiği gibi dörtte iki çift vardır.
[889] Buharı, 10/8;
Müslim, 378.
[890] Buharî, 10/7; Müslim, 383; İmam Mâlik, Muvatta', 1/67.
Ebu Saîd el-Hudn den; Rasûlullah; "Ezanı işittiğinizde müezzinin
dediklerini tekrarlayınız." buyurdu. Ayrıca Müslim, 383, Abdullah b. Amr
b. Âs'tan. Müezzinin "Hayye ale's-salâ, Hayya ale'l-felâh" sözünü
dinlerken "La havle ve lâ kuvvete illâ billah" denileceğini Müslim
(385) Ömer b. Hattâb'dan, Şafiî de Müsned'inde (1/60) Muâviye'den rivayet
etmiştir.
[891] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/400-401.
[892] Müellif burada "billah"tan sonra
*'eI-Aliyyi'I-Azîm"i kendisi eklemiştir.
[893] Müslim, 386; Tirmizî, 210. Ebu Davud, Nesâî, İbn Mâce
ve İbn Huzeyme (422) Sa'd b, Ebî Vakkas'tan: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Kim, müezzini işittiğinde: Ben de Allah'tan başka ilâh olmadığına ve
Muhammed'İn O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna
şehadet ederim. Rab
olarak Allah'a Resul olarak Muhammed'e, din olarak İslâm'a razı oldum, derse,
günahları bağışlanır."
[894] Hadis "Şüphesiz Sen va'dinden caymazsın"
ilâvesiyle Beyhakî (Sünen, 1/410) tarafından kaydedilmiştir: Fakat Beyhakî bu
ilâvede tek kalmış ve ilâvesi zayıf görülmüştür. Bu ilâveyi zikretmeksizin
Buhari (10/8) ve dört Sünen sahibi hadisi Câbir b. Abdullah'tan rivayet
etmişlerdir. Rivayette yukarıdaki duayı okuyanın kıyamet gününde Ra-sûlullah'ın
şefaatine hak kazanacağı Rasûlullah'ın (s.a.) dilinden aktarılmıştır. Makâm-ı
Mahmûd âyette (17/79) va'dedüen Makâm-ı Mahmûd'a atıftır. Âyetteki "Ola
ki, umulur ki" sözü Allah Teâlâ için kullanıldığında, kesinlik ifade eder.
Hadisin sonundaki ifadeden, sözkonusu duadan amacın Rasûlullah'ın (s.a.)
şefaatine hak kazanmak olduğu anlaşılır.
[895] Hafız İbn Hacer Fethu'l-Bârî'de Makâm-ı Mahmûd'un
Nesâî'nin rivayetinde elif-lâm ile marife olarak geldiğini, aynı şekilde İbn
Huzeyme'nin Sahih "inde (420) geçtiğini, ayrıca îbn Hibbân, Tahâvî,
Taberânî'mn (ed-Dua) ve Beyhakî'nin de rivayet ettiğini kaydeder.
[896] Ebu Davud, 524, Abdullah b. Amr b. Âs'tan. Senedi
hasendir. İbn Hibbân (295) sahih, îbn Hacer, hasen görmüş ve Taberanî'nin
Kiîabu'd-Dua'da rivayet ettiği hadisi şâhid olarak kaydetmiştir.
[897] Ahmed, Müsned , 3/337. Cabir b. Abdullah'tan.
Senedinde zayıf bir râvi vardır, ve ayrıca tedhs sözkonusudur.
[898] Ebu Davud, 530; Tirmizî, 3583. "Garîb bir
hadistir. Ancak bu senedle biliyoruz." sözüyle de hadisin zayıf olduğunu
belirtmiştir. Hâkim (1/199) ise sahih görmüş, Zehe-bî de ona katılmıştır. Ama
hata etmiştir.
[899] Senedindeki Ufeyr b. Ma'ân adlı râvi zayıftır. Ayrıca
Beyhakî (Sünen, 1/411) müellifin zikrettiği gibi İbn Ömer'den mevkuf olarak
rivayet etmiştir.
[900] Ebu Davud, 528. İbnü's-Sünnî, Amelü'l-Yevm ve'l-Leyle,
s. 36.
[901] Hadisi bu lafzıyla Tirmizî, 3588, Enes b. Malik'ten.
Aynı hadisi Hâkim, 1/198 Enes'-ten; Taberânî hem özet ve hem de mufassal
olarak, Ebu Davud, 521; Tirmizî, 212
ve 3589; Ahmed b.
Hanbel (3/155 ve 225) Yezîd b. Ebu Meryem yoluyla Enes'ten merfû olarak ve
hadisin sonuna "...O halde dua ediniz" cümlesini ekleyerek, rivayet
etmiştir. İsnadı sahihtir, tbn Huzeyme (427) ve İbn Hibbân (296) da sahih
görmüşlerdir.
[902] Ebu Davud, 2540; Hâkim, 1/198. Ebu Hâzim yoluyla Sehl b. Sa'd
anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu: "İki dua vardır ki jeddolunmaz ya
da çok az reddolunur. Ezan okunurken ve savaşta, savaşanların birbirine girdiği
anda yapılan dua." İsnadı ceyyiddir. İbn Hibbân (297, 298) da sahih
görmüştür.
[903] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/402-405.
[904] Buharî, 13/11; Tirmizî, 757-758; Ebu Davud, 2438; îbn
Mâce, 1727; Ebu Davud et-Tayâlisî, 2631. İbn Abbas (r.a.) Hz. Peygamber'in
(s.a.) şöyle buyurduğunu naklediyor: "Hiçbir gün yoktur ki Allah'a (c.c.)
bu on gün içinde işlenen amel-İ salihten daha sevimli olsun!" Dediler ki:
Ya Rasûlallah! Allah yolunda cihad da mı? Allah Rasûlü (s.a.): "Allah
yolunda cihad da. Ancak kişi cam ile, malı ile gelir de bunlardan hiçbiri ile
geri dönmez." buyurdu. Metin Tirmizî'ye aittir.
[905] Dârakutnî (2/50), Câbir b. Abdullah'tan (r.a.) zayıf
bir senedle rivayet etmiştir. Bu konuda Hâkim, Müstedrek'ıt (1/299) Ali ve
Ammar'dan (r.anhüma) hadis nakletmiş, Zehebî de hadisin zayıf olduğunu
söylemiştir. Hâkim der ki: "Ali, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ûd'un
(r.anhüm) tatbikatı ise, sahih rivayete göre, arefe günü sabahından teşrik
günlerinin sonuna kadar tekbir getirmeleridir." Ibn Ebî Şeybe, Hz. Ali'den
(r.a.) "Arefe günü sabah namazından sonra teşrik günlerinin son ikindi namazına
kadar tekbir getirirdi" rivayetini nakletmiştir ki isnadı sahihtir. Hâkim
de, hadise; sahihtir demiştir. İbn Ebî Şeybe yine Ebu'i-Esved'den şu sözleri nakletmiştir:
"Abdullah
b. Mes'ûd (r.a.) arefe günü sabah namazından, kurban bayramının (birinci
gününün) ikindi namazına kadar: Allahu ekber, Allahu ekber, lâ ilahe illallahu
vallahu ekber, Allahu ekber ve Hllahilhamd, şeklinde tekbir getirirdi."
Hadisin isnadı sahihtir. Arefe gününün sabah namazından itibaren kurban
bayramının dördüncü gününün İkindi namazına kadar yirmi üç vakit farz namazı
müteakip birer defa yukarıda İbn Mes'ûd'un (r.a.) rivayeti gibi tekbir
getirilir. Tekbirlerin bu miktar okunması Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre
olup, fetva da buna göre verilmiştir. İmam Âzam'a göre, bu tekbirler arefe
gününün sabahından ertesi günün ikindisine
kadar
ofan sekiz vakit farz namazım müteakip okunur ki jbn Mes'ûd'un (r.a.) rivayeti
de böyledir.
[906] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/405-406.
[907] Tirmizî, 3451
[908] Dârimî, 2/3-4.
[909] Ebu Davud, 5092. Hâvileri sikadır. Fakat hadis
mürseldir.
[910] Ebu Davud'un İbnü'1-Abd rivayetîndedir. Bu söz
hadislerin senedleri açısından bakıldığında doğrudur. Fakat bütün bu
tarîklerin toplamından hadisler kuvvet bulur ve sıhhat kazanır.
[911] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/406-407.
[912] Tirmizî, 1858; Ebu Davud, 3767 Hz. Âişe'den (r.anhâ)
rivayet etmişlerdir. İbn Hib-bân (1341), Hâkim (4/18) hadise, sahihtir
demişler; Zehebî de sahih olduğunu kabul etmiştir. Ayrıca hadisin, İbn Mes'ûd
yoluyla İbn Hibbân'da (1340) ve Taberânî'nin Evsat'ında., râvilerİ sika fakat
münkatı' olarak gelen bir şahidi vardır.
[913] Buharı, 70/2; Müslim, 2002. Vehb b. Keysân, Ömer b.
Ebî Seleme'yi şöyle derken işitmiş: "Ben bulûğa ermeden önce Rasûlullah'm
(s.a.) taht-ı terbiyesinde idim. Beş kişinin doyabileceği bir kaptan yerken
elim kabın her tarafında dolaşıyordu. Efendim (s.a.) bana buyurdular ki:
"Ey çocuk! Besmele çek! Sağ elinle ve önünden ye!" Bundan sonra
yemekteki âdetim, emir buyurdukları şekilde olmuştur." Enes b. Mâlik'in
(r.a.) Buharı rivayetinde ise; Rasûlullah (s.a.): "Besmele çekin! Ve
herkes kendi önünden yesin!" buyurdlar.
[914] Müslim, 2017; Ebu Davud, 3766.
[915] Tirmizî, 1858. Hasen-sahihtir. Hadis, besmelenin
bereketinin büyüklüğünü ve faydasını açıklamaktadır. Mânası şöyledir: "Bu
az yemeği Cenab-ı Hak benim mucizem olarak bereketlendirmiştir ki bu bize
yeterliydi. Fakat besmele terkedilince bu bereket gitti." Yine hadis,
yemekte besmeleyi terkeden kişiye mübalağayla azarlamayı içermektedir. Çünkü
besmelenin terki yemeğin bereketini eksiltir.
[916] Buharî, 78/125. Müellif, burada hadisi mâna olarak
rivayet etmiştir. Tamamım Bu-harî, Ebu Hureyre'den (r.a.) şöyle nakletmiştir:
"Muhakkak Cenâb-ı Hak aksırmayı sever, esnemekten hoşlanmaz. Kişi
aksırdığında Allah'a hamdederse, bunu işiten her müslümana yerhamukellah
diyerek mukabelede bulunmak haktır, vecibedir. Esneme ise şeytandandır. Gücü
yettiğince mâni olmaya çalışsın. Kişi esneyince, şeytan çıkardığı sesten
dolayı güler." Buharî'nin diğer bir rivayetinde (78/126) ise: "Sizden
biriniz aksırdığında 'el-hamdülillah' desin. Bundan sonra kardeşi veya
arkadaşı da 'yerhamukellah' desin. Arkadaşı ona 'yerhamukellah' deyince, o da
yehdîkumullahu ve yushhu bâlekum' desin." şeklindedir.-
[917] Îbnü's-Sünnî, Amelu'l-Yevm ve'l-Leyle'dt (462)
nakletmiştir. Senedinde Hamza en-Nasîbî vardır. Hadis uydurmakla itham edilmiş,
metruk bir râvidir.
[918] Buharî, 70/54; Tirmizî, 3456. Hasen-sahihtir.
[919] Tirmizî, 3457; Şemâii-i Tirmizî, 193; Ebu Davud, 3850; İbn Mâce, 3283;
İbnü's-Sünnî, 458.
[920] Ebu Davud, 3851. İsnadı sahihtir. İbn Hibbân, 1351.
Nevevî ve İbn Hacer, hadise sahihtir, demişlerdir.
[921] Buharî, 70/54.
[922] Tirmizî, 3458. Enes'ten rivayet edilmiştir. Hafız tbn
Hacer el-Emâli'l-Ezkâr'da hasen olduğunu belirtmiştir.
[923] Ahmed b. Hanbel, 4/62, 5/335; Ebuş-Şeyh,
Ahlâku'n-Nebî, 238; Îbnü's-Sünnî, 466. İsnadı, müellifin dediği gibi sahihtir.
Nevevî ve îbn Hacer de hadise sahihtir demişlerdir.
[924] Îbnü's-Sünnî, Amelu'l-Yevm ve'1-Leyte, 469. Senedinde
Muhammed b. Ebî'z-Zuayzia vardır ki, İmam Buharî, hakkında;
münkeru'l-hadis'tir, demiştir. Hafız Zehebî de bu hadisi onun münker
rivayetleri arasında zikretmiştir.
[925] Tirmizî, 3455; İbnü's-Sünnî, 475. Tirmizı'ye göre
hadis hasendir.
[926] İbnü's-Sünnî, Amelu'l-Yevm ve'I-Leyle, 472. Zayıf bir
senedle nakletmişür. Suyu üç nefeste içmekle ilgili hadis, Enes b. Mâlik
tarafından Buharı (74/26) ile Müslim'de (2028) hamd ve şükür zikretmeksizin
nakledilmiştir.
[927] Buharı, 70/21; Müslim, 2064.
[928] Buharî, 70/14; Müslim, 1945-1946; Ebu Davud, 3794;
Nesâî, 4296, 98; îbn Mâce, 3241.
[929] Müslim, 2051-2052; Ebu Davud, 3811; Tirmizî, 1839-1840,
1842.
[930] Buharî, 30/61.
[931] Müslim,
1431.
[932] Buharî, 70/57.
[933] Buharî, 70/2; Müslim, 2022.
[934] Buharî, 81/17.
[935] Müslim, 2042. .
[936] Ebu Davud, 3854; Ahmed, Müsned (3/138); et-Tahavî,
Müşkilu%l-AsĞr 1/498-99; Beyhakî,
7/287. İsnadı sahihtir.
[937] Ebu Davud, 3853. Senedinde meçhul bir râvi
vardır.
[938] Müslim, 2055.
[939] İbnü's-Sünnî, Ameiu'l-Yevm ve'l-Leyle, 476. Senedinde
metruk bir râvi vardır.
[940] Buharî, 65/Haşr/6; Müslim, 2054.
[941] Tirmizî, 1817;
Ebu Davud, 3925; İbn Mâce, 3542.
[942] Müslim, 2020.
[943] Müslim. 2021.
[944]Ebu Davud, 3764; îbn Mâce, 3286; Ahmed, Müsned, 3/501.
Vahşî b. Harb'den rivayet edilmiştir. Senedi zayıf olmakla birlikte hadis
hasendir. Çünkü hadisin; 7er-ğtb (3/115, 121), İbn Hibbân (1345) ve Hâkim
(2/103)'de mâna bakımından şâhidleri vardır.
[945] Müslim, 2734; Tirmizî,
1816.
[946] İbnü's-Sünnî, Amelu't-Yevm ve'l-Leyle, 489; İbn
Hibbân, eö-Zuafö, 1/199. Senedinde yalan hadis rivayetiyle töhmetlenmiş Bezîğ
b. Hasan vardır.
[947] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/407-415.
[948] Buharı, 2/6; Müslim, 39. Hadisin râvisi Ebu Hureyre
(r.a.) değil, Abdullah b. Amr b. el-Âs (r.a.)'tır.
[949] Buharı, 79/1. Hadis sadece Buharî'nin Sahih*inde
mevcuttur.
[950] Buharı, bu hadîsi Sahih'te değil, Edebu'l-Müfred (980)'de
nakletmîştir. Müslim, 54; İbn Mâce, 3692.
[951] Buharî 2/20. Buharî, hadisi Ammar'dan (r.a.) bab
başlığında muallak olarak vermiştir. Hadisin muttasıl rivayetleri hakkında Bk.
İbn Hacer, Fethu'l-Börî, 1/69.
[952] En'âm, 6/135.
[953] En'âm, 6/136.
[954] Deylemî ve Râfiî'nin, Hz. Ali'den (r.a.) rivayet
ettikleri bu hadis sahih değildir.
[955] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/419-422.
[956] Müslim, 2168; Buharî, 79/15. Hadis muttefekun
aleyhtir.
[957] Tirmizî, 2697.
[958] Ebu Davud, 5204; İbn Mâce, 3701; Buharî,
Edebu'i-Müfred, 1047-l"048; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/357, 363;
Îbn'üs-Sünnî, 221.
[959] Buharı, 11/40,
79/16.
[960] Buharî, 79/5; Müslim, 2160; Tirmizî, 2703.
[961] Tirmizî, 2705.
[962] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 8/26. Râvileri sahih
ricalindendir. Ayrıca İbn Hibbân'ın Sahih'inöe (1935) vardır.
[963] Ebu Davud, 5197. İsnadı sahihtir.
[964] Ebu Davud, 5208; Tirmizî, 2706.
[965] Ebu Davud, 5200.
[966] İbnü's-Sünnî, 245. Senedi sahihtir. Buharı,
Edebu'l-Müfreâ, 1011. Münzirî, Terğîb'âe (3/268), Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de
(8/34), Taberânî'nin Evsâfında olduğunu söylemiş ve isnadı hasendir, demiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/422-424.
[967] Tirmizî, 302; Ebu Davud, 856-859. Hadisin râvileri
sikadır. İbn Hibbân (484) ve Hâkim (1/242, 246) hadise sahihtir, demişler;
ayrıca Buharı (10/121) ile Müslim (397) de hadisi uzunca rivayet etmişlerdir.
[968] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/424-425.
[969] Müslim, 2055.
[970] Tirmizî, 2700. Senedinde iki metruk râvi (Anbese b.
Abdurrahman, Muhammed b. Zâzân) vardır. Dolayısıyla hadis bâtıldır.
[971] îbn Adiy, Kâmil, 2/303. Hadis zayıftır, yalnız
İbnü's-Sünnî diğer bir yoldan: "Kim, selâm vermeden söze başlarsa; ona
icabet etmeyiniz!" lafzıyla rivayet etmiştir kî, senedi hasendir.
[972] Ebu Nuaym, Ahbar-ı Asbahan, 1/357; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 8/32.
[973] Tirmizî, 2710; Ebu Davud, 5176; Ahmed b.
Hanbel,Müsned, 3/414. İsnadı sahihtir.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/ 425-426.
[974] Ebu Davud, 5186. Hadisin senedi hasendir.
[975] Müslim, 1894. Enes b. Mâlik (r.a.) hadisi olup şöyle
demiştir: "Eşlem kabilesinden bir genç geldi ve: Ya Rasûlallah! Ben savaşa
katılmak istiyorum, fakat teçhizatım yok, dedi. Rasûlullah (s.a.) buyurdular
ki: Filana git. Çünkü o teçhizatını tamamladı, fakat hastalandı. Genç o zatın
yanma gitti ve: Rasûlullah (s.a.) sana selâm söylüyor ve hazırlamış olduğun
teçhizatı bana vermeni söylüyor, dedi. Adam: Ey filan kadın! Hazırladığım
teçhizatı bu gence ver. Ve hiçbir şeyini eksik verme! Allah'a yemin olsun ki
hiçbir şeyi gizlemezsen Allah senin için o husustaki nimeti bollaştınr."
dedi.
[976] Buharı, 63/20; Müslim, 2432.
[977] Buharı, 62/30; Müslim, 2447.
[978] Tirmizî, 2689; Ebu Davud, 5195. İsnadı, Hafız İbn
Hacer'in dediği gibi kavîdir.^Bu-harî, Edebu'l-Müfred, 986.
[979] Ebu Davud, 5196.
[980] Hadis, müellifin dediği gibi zayıftır.
Tahricu'l-Ezkâr'da Hafız, hadîsin garîb olduğunu söylemiştir. Sanki bu
haber zayıf olduğundan
ashab-ı kiram selâmı "ve mağfiretuhu" ziyadesiyle almamışlardır.
Aksine tam olarak "esselâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuhu"
şeklinde almışlardır. Mâlik, Muvatta'da (2/959) sahih bir senedle şu hâdiseyi
nakletmektedir: Bir adam İbn Abbas'a (r.a.) 'esselâmu aleyküm ve rahmetullahi
ve berekatuhu'ya bir şey daha ziyâde ederek selâm vermişti. İbn Abbas (r.a.)
bunun üzerine: Selâm bereketle sona erer, dedi.
[981] İbnü's-Sünnî, 234. Bakiyye b. Velid, Yusuf b.'Ebî
Kesir — Nuh b. Zekvân — Hasan — Enes (r.a.) senediyle rivayet etmiştir. Yusuf
b. Ebî Kesîr meçhuldür. Şeyhi Nuh b. Zekvân için İbn Hibbân; doğrusu hadisi
münker olan-bir râvidir, demiştir.
[982] Buharı, 3/30, 79/13; Tirmizî, 2723; Hâkim, 4/273.
[983] Buharî, Edebu'l-Müfred, 1073. Senedinde zayıflık vardır.
[984] Ebu Davud, 944. Müellifin dediği gibi Ebu Gatafân
meçhul biri değildir. Yalnız senedinde müdellis râviierden İbn İshak vardır. Dolayısıyla
hadis yihe zayıftır. Nitekim Ebu Davud da: Bu hadis vehimdir, demiştir.
[985] Ebu Davud, 4084, 5209; Tirmizî, 2721; Ahmed, 5/63, 64.
İsnadı sahihtir. Tirmizî hadise hasen-sahihtir, demiştir. Hadisin Ebu Davud
rivayetinde uzun bir kıssası vardır.
[986] Müellif, Muhlasaru's-Sünen'de (6/.49) bu konuda
zikredilmesi gayet yerinde olacak bir söz söylemiştir ki şöyledir: "Selâm
iie dua, hayır ile duadır. Hayırla yapılacak duada en güzel şey dua cümlesini,
dua edilen kişiden
önce söylemektir.
Nitekim: "Ey Ehl-i beyt! Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize
olsun.", "Doğduğu gün, öleceği gün selâm onun üzerinedir.",
" Sabretmenizin karşılığında selâm bu gün sizin üzerinizedir."
âyetlerinde selâm kelimesinin önce olduğu gibi. Fakat şer ile yapılan bedduada
ise, kendisine beddua edilenler, bedduadan önce zikredilirler. Nitekim Cenab-ı
Hakk'-ın İblis'e "Kıyamet gününe kadar senin üzerinedir lanetim",
"Ve Muhakkak senin üzerinedir lanet" buyurması, ayrıca "Kendi
başlarınadır kötü şeyler", "Onların üzeri-
nedir gazab, onlar
içindir şiddetli azab" âyetlerinde olduğu gibi. Rasûlullah (s.a.) bunu
araplann ölülere selâm verme âdeti olarak yaptıklarına işaret etmek İçin
kullanmıştır. Çünkü onlar duada önce ölünün ismini zikrederlerdi. Ve araplann
şiirlerinde bu tabir kullanılmıştır. Meselâ eş-Şemah:
"Yerin altından,
senin üzerinedir selâm ve mübarek ol. Çünkü Allah'ın eli (kudreti) şu
çiğnenmiş toprağın içindedir."
Allah Rasûlünün (s.a.)
muradı, ölülere selâm verme: Aleykesselâm şeklindedir demek değildir. Bu
şekilde olamaz. Çünkü sahih olan bir hadiste sabit olduğuna göre Rasûlullah
(s.a.) bir kabristana girdi ve "Selâm sizin üzerinizedir. Ey mü'mİnler
diyarının sakinleri" diyerek selâm verdi. Dua kelimesi olan
"selâm"ı dua edilen ölülerden önce aynı dirilerinki gibi söyledi.
İşte buradan anlaşılan selâm verme sünneti, ölüler için de diriler için de
aynıdır.
[987] Müslim (2163), Buharı" (79/22), Ebu Davud (5207)
rivayetlerinde vav ile; Mâlik (2/1960), Müslim (2164), Tirmizî (1603) İbn Ömer
rivayetinde vav'sız olarak nakletmişlerdir. Hadis, bu son rivayetinde şöyledir:
"Yahudiler size selâm verir de, onlardan biri "essâmu aleykum"
derse, sen de ona; aleyke, de."
[988] Buharı, 60/1; Müslim, 2841. Nevevî der ki: Selâmın vav
ile veya vav'sız olarak almışı caiz ve sabittir. Vav ile olması daha güzeldir.
Ve bir zararı da yoktur. Rivayetlerin çoğunda da vav vardır. Vav'lı olması
halinde iki manaya gelir. Birincisi: Onlar: 'Ölüm sizin üzerinize olsun' dediklerinde,
cevap veren; 've sizin üzerinize de aynen olsun' demiş oluyor ki manası; biz ve
siz ölüm hususunda eşitiz, hepimiz öleceğiz, demek istemektedir.
İkincisi: Vav istinaf
için olup atıf ve beraberlik için değildir. Bu takdirde manası şöyle olur: Ve hak
etmiş olduğunuz kötülük sizin- üzerinize olsun.
[989] Buharı, 16/7; Müslim, 2215; Tirmizî, 2041; İbn Mâce,
3447; Ahmed b. Hanbei, 2/241, 6/138, 146.
[990] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/426-432.
[991] Müslim, 2167; Ebu Davud, 5205; Tirmizî, 1602; Ahmed b.
Hanbel, 2/266, 346.
[992] Buharı, 79/20; Müslim,
1798; Ahmed b. Hanbel, 5/203.
[993] Buharı, 79/22; Müslim,
1773.
[994] Ebu Davud, 5210. Zayıf bir râvj olan Saîd b. Halid
hariç, diğer râviler sikadır. Yalnız hadisin Muvatta'da (2/959) sahih senedle
mürsel bir şahidi vardır.
[995] Ebu Davud, 5231.
[996] Buharı, 55/16; Müslim, 2769; Tirmızî, 3102; Ebu Davud,
2202; Nesâî, 6/152; Ahmed b. Hanbel, 3/459, 460.
[997] Ebu Davud, 4176, 4601; Ahmed b. Hanbel, 4/320.
Kavileri sikadır: Ancak Ammar'-dan rivayet eden Yahya b. Ya'mer, Ammar'la
karşılaşmadığından dolayı hadis mun-katı'dır.
[998] Ebu Davud, 4602. Ahmed b. Hanbel, 6/131, 132, 261,
338. Hz. Âişe'den (r.anha) rivayet etmiştir. Senedinde meşhur râvilerden
Sümeyye-el-Basriyye vardır. Diğer râvi-leri sikadır.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/432-434.
[999] Buharî, 79/13; Müslim, 2153; Ebu Davud, 5180; Ahmed b.
Hanbel, 6/3; Muvatta, 2/963-964.
[1000] Buharî, 79/11; Müslim, 2156; Tirmizî, 2709; Nesâî,
8/60-61; Ahmed b. Hanbel, 5/330, 335.
[1001] Buharî, 79/11; Müslim, 2156; Tirmizî, 2709; Nesâî,
8/60-61; Ahmed b. Hanbel, 5/330, 335.
[1002] Buharî, 87/15; Müsiim, 2158.
[1003] Müslim, 2158; Ebu Davud, 5172; Ahmed b. Hanbel, 2/266.
[1004] Nesâî, 8/61; Ahmed b. Hanbel, 2/385.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/437-438.
[1005] Ebu Davud, 5177-9; Ahmed b. Hanbel, 5/369. Senedi
sahihtir.
[1006] Buharı, 65/Tahrim/2; Müslim, 1479; Ebu Davud, 5201;
Ahmed b. Hanbel, 1/303.
[1007] Tirmizî, 2710; Ebu Davud, 5176; Ahmed b. Hanbel,
3/414.
[1008] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/438.
[1009] Buharı, 62/7; Müslim, 2403.
[1010] Buharı, 79/17; Müslim, 2155; Ebu Davud, 5187; Tirmizî,
2711.
[1011] Buharî, 5/21; Müslim, 336; Tirmizî, 2734; Nesâî,
1/126.
[1012] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/438-439.
[1013] Ebu Davud, 5189-5190; Buharî, Edebu'l-Müfred, 1075.
[1014] Buharı, 79/14.
[1015] Ebu Davud, 5188, Senedi hasendir. Bu konuda Eİbu Musa
(r.a.) kanalıyla Buharî (62/7) ve Müslim (2403)'de bir hadis nakledilmiştir.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/439-440.
[1016] Nûr; 24/58: "Ey iman edenler! Sağ ellerinizin
malik olduğu ve bulûğa ermemiş erkekler sizden izin alsınlar..."
[1017] Ebu Davud, 5192. Senedi hasendir. Ayrıca îbn Kesîr,
Tefsîr'inde (3/303) sahih bir isnâdla îbn Abbas'tan rivayet etmiştir.
[1018] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/440-442.
[1019] Buharı, 78/128; Tirmizî, 2747; Ahmed b. Hanbel, 2/265,
428, 517.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/445.
[1020] Buharı, 78/126; Ahmed b. Hanbel, 2/353.
[1021] Buharî, 78/127; Müslim, 2991; Tirmizî, 2742; îbn Mâce,
3713; Ahmed b. Hanbel, 3/100, 117.
[1022] Müslim, 2992; Ahmed b. Hanbel, 4/412.
[1023] Buharı, 23/2; Müslim, 2162; îbn Mâce, 1433-1435.
[1024] Ebu Davud, 5033. Müellifin söylediği gibi isnadı
sahihtir. Bu konuda Ebu Eyyûb'tan (r.a.) da Ahmed b. Hanbel {5/419, 422),
Tirmizî (2741) ve Dârimî (2/283) hadis rivayet etmişlerdir.
[1025] Tirmizî, 2738. Kavileri sikadır.
[1026] Mâlik, Muvatia', 2/965. İsnadı sahihtir.
[1027] Ebu Davud, 5031; Tirmizî, 2740; İbn Hibbân, 1948;
Hâkim, 4/267. İsnadında meçhul bir râvi olduğundan hadiste inkıta vardır. Buna
rağmen Hafız îbn Hacer, hâbe'de râvilerden Salim b. Ubeyd'in terceme-i halinde
(3045) hadisin isnadının sahih olduğunu söylemiştir.
[1028] Ahmed b. Hanbel, 5/133, 136; Buharî, Edebu't-Müfred,
936, 946; Taberânî, Kebir, 1/27/2. Hadisin râvileri sikadır. İsnadı sahihtir.
[1029] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/445-448.
[1030] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/448-449.
[1031] Ebu Davud, 5029; Tirmizî, 2746; Ahnıed b. Hanbel,
2/439; ibnüVSünnî, 265. Senedi hasendir. Hâkim, hadise sahih demiştir.
[1032] tbnü's-Sünnî, 264. Ümmü Seleme yoluyla, zayıf bir
senedle nakledilmiştir.
[1033] İbnüVSünnî, Amelu'l-Yevm ve'l-Leyle, 268. Abdullah b.
Zübeyr'den rivayet edilmiş olup, senedinde Ali b. Urve vardır. Hafız İbn
Hacer'in, Takrib'dz söylediği gibi, bu râvinin hadisi terkedilmiştir.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/449.
[1034] Müslim, 2993; Tirmizî, 2743; Ebu Davud, 5037; İbn
Mâce, 3714; Ahmed b. Hanbel, 4/46. Senedi hasendir.
[1035] Ebu Davud, 5034-5035. Hasetı bir senedle mevkuf ve
riıerfû olarak rivayet edilmiştir.
[1036] Ebu Davud, 5036. Hadis mürseldir. Ubeyd b. Rifâa,
sahabî değildir. Hadisin râvisi Ubeyd'in kızıdır, O da Hamide veya Abîde'den
rivayet etmiştir ki, her ikisini de İbn Hibbân'dan başka hiç kimse sika kabul
etmemiştir. Senedinde bulunan Yezîd b. Abdurrahman dahi hadis rivayetinde çok
yanılan (hata yapan) bir râvidir.
[1037] Ebu Davud, 5038; Tirmizî, 2739; Ahmed b. Hanbel,
4/400, 411; Buharı, Edebu'î-Miifreâ, 940. İsnadı sahihtir. Tirmizî, Nevevî,
Hâkim (4/266), hadisin sahih olduğunu söylemişlerdir.
İbn Kayyim el-Cevziyye,
Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/449-452.
[1038] Buharı, 80/48; Ebu Davud, 1538; Tirmizî, 480; Nesâî,
6/80; Ahmed b. Hanbel, 3/344.
[1039] Ahmed b. Hanbel, 1/168; Tirmizî, 2151. Senedinde zayıf
bir râvi olan Muhammed b. Ebu Humeyd vardır. Buna rağmen Ibn Hacer hadisin
hasen olduğunu söylemiştir.
[1040] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/455-457.
[1041] Beyhakî, Sünen, 5/250; Îbnü's-Sünnî, 496. Senedinde
Buharî'nin, rivayeti münkerdir dediği Amr b. Mesâvir vardır. Diğerleri de bu
râviyi zayıf görmüşlerdir.
[1042] Zuhruf, 43/13.
[1043] Müslim, 1342;
Tirmizî, 3439, 3440; EbûDavud, 2599.
[1044] Ahmed b. Hanbel, 1/256, 299, 300. Râvileri sika
olmakla beraber, Simâk'ın İkrime'-den olan bu rivayetinde muztariblik vardır.
[1045] Müslim, 1343;
Ebu Davud, 2599; Tirmizî, 3439. , .
[1046] Zuhruf, 43/13.
[1047] Tirmizî, 3446; Ebu Davud, 2602. Tirmizî hadisin hasen
sahih olduğunu söylemiştir.
İbn Kayyim el-Cevziyye,
Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/457-459.
[1048] Tirmizî, 3443; Ebu Davud, 2600. Tirmizî, hadisin hasen
sahih olduğunu; lbn Hibbân (3376) ve Hâkim, (1/442, 2/97) sahih olduğunu
söylemişler, Zehebî de HâkimMn bu görüşüne muvafakat etmiştir.
[1049] Tirmizî, 3444; Hâkim, 2/97. Tirmizî, hadisin
hasen-garib olduğunu söylemiştir.
[1050] Tirmizî, 3445; İbn Mâce, 2771. Tirmizî, hadisin hasen
olduğunu söylemiştir. İbn Hibbân (2378, 2379) ve Hâkim (2/98) sahih demişler,
Zehebî de bunu kabul etmiştir.
[1051] Müellifin zikrettiği bu cümle Ebu Davud'da (2599)
müdrec olarak rivayet edilmiştir. Müslim, hadisi bu ziyade olmaksızın (1342)
rivayet etmiştir.
[1052] Ahmed b. Hanbel, 3/127, 239. Senedinde Umâre b. Zâzân
ve Ziyâd b. Abdullah en-Nemirî vardır ki; İlki, hadis rivayetinde çok hata
yapan, diğeri de zayıf bir râvidir.
[1053] Müslim, 2113; Tirmizî, 1703; Ebu Davud, 2555; Dârimî,
2/288; Ahmed b. Hanbel, 2/263, 337, 343, 385, 398, 414, 444, 476, 537.
İbn Kayyim el-Cevziyye,
Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/459-460.
[1054] Buhari, 56/135; Tirmizî, 1673, Dârimî, 2/289.
[1055] Muvatta, 2/978; Ebu Davud, 2607; Tirmizî, 1674.
İbn Kayyim el-Cevziyye,
Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/460.
[1056] Müslim, 2708; Ebu Davud, 2603; Tirmizî, 3437.
[1057] Ahmed b. Hanbel, 2/132, 3/124; Ebu Davud, 2603.
Senedinde Zübeyr b. el-Velîd eş-Şâmî vardır ki Ibn Hibbân'dan başka hiçbir
kimse onu sika kabul etmemiştir. Bununla birlikte Hâkim, (2/100) bu hadisi
sahih kabul etmiş, Zehebî de muvafakat etmiştir.
[1058] Müslim, 1926; Ebu Davud, 2569; Tirmizî, 2858.
[1059] İbnü's-Sünnî, 529; Ibn Hibbân, 2377; Hâkim, 1/446.
Senedinde meçhul bir râvi olan Ebu Mervan olmakla birlikte İbn Hibbân ve Hâkim
hadise sahih demişler, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.
[1060] Müslim, 2718; Ebu Davud, 5086; İbnü's-Sünnî, 515.
[1061] Buharı, 56/129; Müslim, 1869; Ebu Davud, 2610; Ibn
Mâce, 2879; Muvatta, 2/446; Ahmed b. Hanbel, 3/6, 7, 10, 55, 63, 77, 128.
[1062] Ebu Davud, 1725; Hâkim, (1/442) hadise sahihtir demiş,
Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Hadis daha değişik lafızlarla da rivayet
edilmiştir ki bu rivayetlerde zaman ve yer tahditleri vardır. Nevevî; sefer
denebilecek her mesafede kadın mutlak olarak mahremsiz çıkmaktan
nehyedilmiştir. Tahdid bir sebebe dayandığından mefhumuyla amel olunmaz,
demiştir. Hadis Ebu Hureyre'den rivayet edilmiştir. Yine Ebu Hurey-re'den
değişik lafızlarla, Buharı, 28/26; Müslim, 1339; Ebu Davud, 1723; Tirmizî,
1169; İbn Ömer'den: Müslim, 1338; Ebu Davud, 1727; Ebu Saîd el-Hudrî'den:
Buharî, 28/26; Müslim, 1338, 1340; Ebu Davud, 1726, Ibn Abbas'tan: Buharî,
28/26; Müslim, 1341, rivayet
etmişlerdir.
İbn Kayyim el-Cevziyye,
Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/460-462.
[1063] Buharî, 26/19; Müslim, 1927; Muvatia, 2/980; İbn Mâce,
2882; Dârimî, 2/286; Ah-med b. Hanbel, 2/236, 445, 496.
[1064] Buharî, 26/12; Muvatta, 1/421; Ebu Davud, 2770; Ahmed b. Hanbel,
2/63.
[1065] Buharî, 26/15; Müslim, 1928; Ebu Davud, 2776; Tirmizî,
2712; Dârimî, 2/275; Ahmed b. Hanbel, 3/302, 308, 310, 358, 391, 396. Gece eve
ansızın gelmemede iki incelik vardır. Biri, eve geldiğinde hanımını matlub olan
temizlik ve zinet içinde bulamaz. Değeri de hanımını evde razı oiunamıyacak bir
halde bulmasıdır ki hadisin farklı lafiz-lardaki rivayetlerinde bunlara işaret
vardır. Ayrıca hadis-i şerifte, kan-koca arasında sevginin çoğalmasına sebeb olacak
şeylere teşvik, kendi evine böyle girmesi nasıl hoş
değilse, başkalarının
evine evleviyetle hoş olmayacağı, müslümana su-İ zan edilmesini gerektirecek
şekilde girilmesi hoş olmayacak yerlere birden taarruz etmemek gibi nüktelere
işaret edilmiştir.
[1066] Hadisin tahrici bir evvelki dipnotta geçmiştir.
Hadisteki "aşiyye" kelimesi hem öğle ile akşam, hem de akşamla yatsı
vakti manasına gelmektedir. Bu takdirde mana, eve gecenin geç saatlerinde
gelmezdi, olur.
[1067] Müslim, 2428.
İbn Kayyim el-Cevziyye,
Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/462-463.
[1068] Tirmizî, 2732. Hadis hasen-garibi ir.
[1069] Taberânî, Evsaf ve Sağir, 7, 8. Zayıf senedle rivayet
edilmiştir.
[1070] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid; 8/36. Enes b. Mâlik'ten
rivayet edilmiştir.
[1071] Buharî, 56/198; Müslim, 2769; Ebu Davud, 2781.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/463.
[1072] Âl-i İmrân, 3/102.
[1073] Nisa, 4/1.
[1074] Ahzâb, 33/70, 71; Tirmizî, 1105; İbn Mâce, 1892;
Nesâi, 6/89; Tahâvî, Müşkiiü'l-Âsâr, 1/4; Beyhakî, Sünen, 3/214. Tirmizî
hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
[1075] Ebu Davud, 2160; İbn Mâce, 1918; Beyhakî, Sünen,
7/148. Hâkim, (2/185) hadisin sahih olduğunu söyiemîş, Zehebî de bunu kabul
etmiştir.
[1076] Ebu Davud, 2130; Tirmizî, 1091; İbn Mâce, 1905; Ahmed
b. Hanbel, 2/281. Tirmizî, hadisin hasen-sahih olduğunu söylemiştir.
[1077] Buharı, 80/45; Müslim,
1434; Ebu Davud, 2161; Tirmizî,. 1092; İbn Mâce, 1919.
İbn Kayyim el-Cevziyye,
Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/467-468.
[1078] Kehf, 18/39. Taberânî, Sağır, 122; İbnü's-Sünnî, 309.
İbn Kesîr, Tefsir, 5/154. Hadis zayıftır.
İbn Kayyim el-Cevziyye,
Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/469.
[1079] Tirmizî, 3431, 3432; îbn Mâce, 3892. Hadis
garibtir. '
İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/469.
[1080] Buharı, 76/44; Müslim, 2223; Ebu Hureyre'den (r.a.).
Tirmizî, (1615) de Enes'den (r.a.) yapmış oldukları rivayetlerde
"fal" dilimizde anlaşıldığı gibi olmayıp, birinin, hasta birisine,
"inşallah kalkarsın" gibi güzel söz
söylemesi demektir.
[1081] Ebu Davud, 3919.
[1082] Müellifin belirttiği gibi söz Ka'b'ındır. Ancak Ahmed
b. Hanbel, (2/220) Abdullah b. Amr'dan (r.a.) senedinde îbn Lehîa bulunduğundan
zayıf sayılan bir hadis rivayet etmiştir. Bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.) şöyle
buyurdular: "Kim uğursuz saydığından dolayı bir ihtiyacını yerine
getirmezse muhakkak şirke düşmüştür." Ashab: Ya Rasûiallah! Bunun
keffareti nedir? diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Allah'ım! Hayır
ancak senin dilediğindedir. Uğurluluk senin takdirindedir. Senden başka da ilah
yoktur, diye dua etmesidir." dedi.
İbn Kayyim el-Cevziyye,
Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/469-470.
[1083] Buharı, 91/10,
15; Müslim, 2261; Ebu Davud, 5022; Tirmizî, 2277.
[1084] Müslim, 2262.
[1085] Müslim, 2263.
[1086] Tirmizî, 2278; Ebu Davud, 5020; îbn Mâce, 39)4.
Tirmizî hadisin hasen-sahih olduğunu söylemiştir. Hâkim, (4/390) sahih
olduğunu söylemiş, Zehebî de bunu kabul etmiştir. Ayrıca hadisin bir de şahidi
vardır ki Abdürrezzak, (20354) sika raviler kanalıyla mürsel olarak; Hâkim de,
(4/391) Enes'den mevsul olarak rivayet etmiş, sahihtir demiş, Zehebî de onu
kabuî etmiştir: Rasûlullah (s.a.) buyuruyor ki; "Rüya tabir edildiği
şekilde tahakkuk eder. Bu rüya tabiri ayaklarını başka bîr yere koymak İçin
bekleyen kuş gibidir. (Yani kuş nasıl hızla başka bir yere konarsa rüya da ilk
tabir edildiği şekilde meydana çıkmak ister.) Sizden biri rüya gördüğünde, bu
rüyayı ya nasihat ehli birisine veya bir âlime tabir ettirsin." Bu konuda
bir hadis daha vardır ki, Dârimî (2/131) hasen bir senedle Süleyman b.
Yesâr'dan, o da Hz. Âişe'den (r.anha) şöyle dediğini nakletmiştir:
Medine'ÜIerden kocası ticaretle uğraşan bir kadın vardı. Hz. Peygamber'e (s.a.)
geldi ve dedi ki: Kocam kayıptır. Beni de hamile olarak terketmiş-ti. Rüyamda
evimin direğinin kırıldığını ve şaşı bir çocuk doğurduğumu gördüm. Ra-sûlullah
(s.a.): "Hayırdır. Kocan inşallah sağlam olarak dönecek. Sen de iyi bir
çocuk doğuracaksın." diye yorumladı. Kadın (aynı rüyayı) üçüncü defa
görünce, hemen geldi. Fakat Rasûlullah evde yoktu. Ben ne gördüğünü sordum. O
da rüyasını anlattı. Bu sefer ben: Şayet rüyan doğruysa kocan ölecek, sen de
kötü bir çocuk doğuracaksın, dedim. Kadm oturdu, ağlamağa başladı. Bu arada
Rasûlullah (s.a.) geldi ve bu yurdu ki: "Bırak ey Âişe! Bir müslümanm
rüyasını yorumladığınızda, mutlaka hayır ile yorumlayın. Çünkü rüyayı tabircİ
nasıl yorumlarsa
öyle tahakkuk
eder." Hz. Âişe (r.anha) der ki: Allah'a yemin olsun ki bir zaman sonra
kadının kocası öldü. Kadını da fâcir bir çocuk doğurmuş olarak gördüm.
[1087] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/470-471.
[1088] Hadisin bu şekildeki senedinde inkita vardır. Çünkü
Ubeydullah b. Abdullah, babasının amcası îbn Mes'ûd'dan hadis işitmemiştir.
Yalnız Tirmizî, (2988) hadisi mevsul olarak; İbn Hibbân (40) ve Taberî (6170)
zayıf senedle merfû olarak rivayet etmiştir. Ayrıca Taberî, (3/88) sahih
İsnadla İbn Mes'ud'un kendi sözü olarak rivayet etmiştir.
[1089] Ahmed b. Hanbel, 1/235; Ebu Davud, 5112; Tayâlisî,
2704. İbn Abbas kanalıyla rivayet edilmiş olup, isnadı sahihtir. Ayrıca bu
hususta Müslim, 132; Ebu Davud, 5111; Ebu Hureyre'den (r.a.) şöyle rivayet
ediyorlar: "Rasûlullah'in (s.a.) sahabesinden bir grup Hz. Peygamber'in
(s.a.) huzuruna geldiler ve: Biz, birimizin konuşması bize çok zor gelecek
şeyleri içimizde buluyoruz, diye sordular. Rasûlullah (s.a.): Onu içinizde
hissediyor musunuz? deyince, onlar: Evet, dediler. Hz. Peygamber: Bu tam
imandır, diye buyurdu." Hattâbî der ki: "Bu tam imandır."
cevabının manası şudur: Tam iman, sizi şeytanın içinize koyduğu fikirlerden ve
onları tasdikten alıkoyan şeydir. Bunun manası vesvesenin kendisi tam imandır
demek değildir. Çünkü vesvese şeytanın amelinden ve te'vilatından meydana
gelmiştir. Nasıl olur da bu tam iman olur."
[1090] Hadîd, 57/3.
[1091] Buharî, 59/11; Müslim, 135; Ebu Davud, 4721; Ahmed b.
Hanbel, 2/292, 331, 387, 539. İmam Mâzerf der ki: "Havatir (vesvese) iki
kısımdır. Kalıcı olmayanı —ki şüpheden kaynaklanmaz— ondan yüz çevrilirse
kaybolur gider. Bu manaya göre hadis yorumlanırsa bu tür havatira vesvese
denebilir. Şüpheden kaynaklanan kalıcı havatira gelince, bu tür vesveseler
ancak düşünce ve istidlal ile ortadan kalkarlar."
[1092] Fussilet, 41/36.
[1093] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/472-474.
[1094] Bakara, 2/44
[1095] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/474-475.
[1096] İbn Mâce, 3803. Râvilerİ sika, isnadı sahihtir.
[1097] Humeydî der ki: "Hadisin bu şekildeki rivayeti
Sahİhayn'da yoktur. Bu lafızla Ahmed b. Hanbel, (1/266, 314, 355), sahih
senedle rivayet etmiş, İbn Hibbân da hadise sahihtir demiştir." Değişik
lafızlarla Buharı, (4/10) ve
Müslim'de
(2477) rivayetler vardır.
[1098] Müslim, 681.
[1099] Tirmizî, 2035.
[1100] Nesâî, 7/314; İbn Mâce, 2424; Ahmed b. Hanbel, 4/36.
[1101] Buharı, 64/62; Müslim, 2476; Ahmed b. Hanbel, 4/362.
Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'deki Kabe'yi putlardan temizledikten sonra,
Yemenlilerin Kabe'si diye anılan Zü'I-Halasa adındaki puthaneyi yıkıp kaldırmak
için Has'am kabilesinin ileri gelenlerinden Cerir b. Abdullah el-Becelî'ye
(r.a.): "Beni şu Zü'1-Halasa'dan ranallandırmaz mısın?" diye
buyurduğunda Cerir, Ahmes kabilesinden yüz elli süvarinin başına geçerek, orayı
yıkıp yaktı. Bu haber Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaştığında, Rasûlullah beş defa:
"Ahmes kabilesi atlan ve süvarileri mübarek olsun." dedi.
[1102] Buharı, 51/11; Ebu Davud, 3536; Tirmizî, 1954.
[1103] Buharî, 27/6; Müslim, 1193; Muvatta, 1/353; Tirmizî, 849; İbn Mâce, 3090.
[1104] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/475-476.
[1105] Buharî, 59/14; Müslim, 2729.
[1106] İbnü's-Sünnî, 295; Ukayli, ez-Zuafâ, 2/296. Senedi zayıftır.
İbn Kayyim el-Cevziyye,
Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/476.
[1107] Ebu Davud, 4855; Ahmed b. Hanbel, 2/389, 494, 515,
527. İsnadı sahihtir.
[1108] Ebu Davud, 4856; Îbnü's-Sünnî, Humeydî, Musned, 1158.
Senedi hasendir.
[1109] İbnü's-Sünnî, 178; Ahmed, 2/432; Hâkim, 1/550; ibn Hibbân, 2321,
[1110] Ebu Davud, 4859, Tirmizî, 3433. Duanın manası:
"Ey Allah'ım! Seni hamdinle teşbih ederim. Senden başka ilâh olmadığına
şehadet ederim. Senden mağfiret diler ve Sana tevbe ederim." Hadise İbn
Hibbân (2366), Hâkim, (1/536) sahihtir demişler, Zehebî de bunu kabul etmiştir.
[1111] Ebu Davud, 4859; Hâkim, 1/537. Senedi hasendir.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/477.
[1112] Tirmizî, 3523. Senedinde metruk râvilerden Hakem b.
Zahîr vardır. Ancak hadisin bir de Taberânî'nin Kebîr'inûe (1/192) munkatı' bir
senedle şahidi vardır. Bu halde hadis zayıftır.
[1113] Ahmed, 2/181; Ebu Davud, 3893; Tirmizî, 3528;
İbnü's-Sünnî, 753. Râvüeri sika, isnadı hasendir.
[1114] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/477-478.
[1115] Buharı, 78/100; Müslim, 2250; Ebu Davud, 4978, 4979.
[1116] Müslim, 2247, 2248; Dârimî, 2/118. Vâil F. Hucr
yoluyla rivayet edilmiştir. Hi Ebu Hureyre yoluyla rivayeti de Buharı (78/101)
ve Müslim (2247) dedir.
[1117] Müslim, 2623.
[1118] Ahmed, 1/214,
224, 283, 5/384, 394, 398; Ebu Davud, 4980.
[1119] Buharı, 15/28;
Müslim, 71.
[1120] Ahmed, 2/34, 67, 69, 87, 98, 125; Tirmizî, 1535.
İsnadı sahihtir. Hâkim (4/297) sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de onu kabul
etmiştir.
[1121] Ebu Davud, 3258; Nesâî, 7/6; lbn Mâce, 2100;
Büreyde'den rivayet etmişlerdir ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim yemin eder de: Şayet yalancı çıkarsam
ben İslâm'dan beriyim,
derse; söylediği gibi İslâm'dan uzaklaşmıştır. Adam sadık dahi olsa artık
sağlam olarak islâm'a dönemez." İsnadı hasendir.
[1122] Buharî, 78/73; Müslim, 2143; Ebu Davud, 4961; Tirmizî,
2829.
[1123] Buharî, 78/114; Müslim, 2143; Ebu Davud, 4961;
Tirmizî, 2829.
[1124] Buharî, 49/17; Müslim, 2249.
[1125] Tirmizî, 2252; İsnadı hasen-sahihtir. Ahmed, 2/250,
268, 409, 437; Ebu Davud, 5097; Buharî, Edebu'I-Müfred, 906. Senedi sahihtir.
[1126] Müslim, 2575.
[1127] Ahmed b. Hanbel, 5/193; Ebu Davud, 5101. İsnadı
hasendir.
[1128] Ahmed b. Hanbel, 5/133, 136; Buharî, Edebu'I-Müfred,
963, 964; Müslim, 103, 1847.
[1129] Müslim, 644.
[1130] Buharî, 2/36.
[1131] Buharî, 69/45; Müslim, 2183.
[1132] Buharî, 67/118.
[1133] Buharî, 80/21; Müslim, 2679.
[1134] Müslim, 1607.
[1135] Ebu Nuaym, Hilye, 2/309, Senedinde, zayıf râvilerden
Zekeriyya b. Hakim el-Basrî vardır.
[1136] Ebu Davud, 1671, "Allah'ın yüzü suyu hürmetine
ancak cennet istenir" şeklinde Câ-bir'den (r.a.) merfû olarak rivayet
edilen bu hadisin senedinde, hakkında ileri geri söz edilmiş olan Süleyman b. Muaz et-Temîın vardır.
[1137] Bııharî, 29/2. Münafıklar bu kelimeyi
kullandıklarından dolayı nehyedilmiştir. Ayrıca Ahmed b. Hanbel, Berâ b.
Azib'den (r.a.): "Kim Medine'ye Yesrib derse, Allah'a istiğfar etsin. O
Tâbe'dir. O Tâbe'dir." hadisini rivayet etmiştir.
[1138] Ebu Davud,2147; İbn Mâce, 1968. Senedinde zayıf
râvilerden Davud b. Yezîd ve meçhul olan şeyhi vardır.
[1139] Ebu Davud, 3415. Râvileri sikadır. Fakat sened, Hasan
el-Basrî'nin muanan rivayetinden dolayı zayıf kabul edilmiştir.
[1140] Müslim, 1437; Ahmed b. Hanbel, 3/69; İbnü's-Sünnî,
619; Beyhakî, Sünen, 7/193, 194; Senedinde zayıf râvilerden Ömer b. Hamza
el-ömerî olduğundan hadis zayıftır. Yalnız hadisin başka kanallardan şâhidieri
vardır ki bunlarla hadis kuvvetlenmiş oluyor: Ahmed b. Hanbel, 6/456, 457,
2/40, 541; Ebu Davud, 2174; İbnü's-Sünnî, 620; Hîlye, 1/186; Heysemî, 4/294, 295.
[1141] Ebu Davud, 4972; Buharı, Edebu'I-Müfred, 762; Tahâvî,
Müşküu'i-Âsâr, 1/68.
[1142] Buriarî,
80/60; Müslim, 2719.
[1143] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
2/478-483.