DÖRDÜNCÜ KİTAP. 7

HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) CİHADI 7

BİRİNCİ BÖLÜM HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) CİHAD KONUSUNDAKİ TUTUMLARI 7

HZ. PEYGAMBER'IN (S.A.) CİHAD KONUSUNDAKİ TUTUMLARI 7

1— Hz. Peygambermn (S.A.) Cihadı En Üstün İdi: 7

2— O Her Zaman Cihadda İdi: 7

3— Nefisle Cihad: 7

4 Cihad Bir İmtihandır: 8

5— Gerektiği Gibi Cihad: 8

6— Cihadın Basamakları: 9

7— Hicret: 10

İKİNCİ BÖLÜM HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) DAVETİ 10

A) HZ. PEYGAMBER'IN (S.A.) DAVETE BAŞLAMASI 10

1— Daveti Tüm İnsanlaraydı: 10

2— Kavminin Tutumu: 10

3— Davet Karşısında İnsan: 11

4— Sıkıntılara Katlanmak: 12

B) İLK MÜSLÜMANLAR.. 13

1— Hz. Ebu Bekir: 13

2— Hz. Hatice: 13

3— Hz. Ali: 13

4— Hz. Zeyd: 14

C) İŞKENCE DÖNEMİ 14

1— Kureyş Düşmanlığa Başlıyor: 14

2— Ashaba Yapılan İşkenceler: 15

D) HABEŞİSTAN'A HİCRET. 15

1— Birinci Hicret: 15

2— İkinci Hicret: 16

3— Necaşî'ye Mektup: 16

4— Muhacirlerin Dönüşü: 17

5— Kureyş Muhacirleri Rahat Bırakmıyor: 17

E) BOYKOT ANLAŞMASI 18

1— Kıırcyşliler Boykot Anlaşması İmzalıyor: 18

2— Anlaşmanın Sonu: 18

F) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) TÂİF'E GİDİŞİ 18

1— Tâifliler O'nu Dinlemiyor: 18

2— Taif'ten Dönüşü: 18

3— Hz. Peygamber*! (s.a.) Cinlerin Dinlemesi: 19

4— Peygamberimizin Mekke'ye Girişi: 19

G) HZ. PEYGAMBERDİN (S.A.) MİRACA ÇIKIŞI 20

1— Mirâc Yolculuğu: 20

2— Beş Vakit Namaz: 20

3— Hz. Peygamber (s.a.) Rabbini Gördü mü?. 21

4— Mirâc Olayını Kavmine Anlatışı: 22

5— İsrâ ve Mirâc Hâdisesi Ruhla mı, Bedenle mi Gerçekleşti?. 22

6— Mirâc Olayının Tarihi: 23

7— Mirâc Olayı Kaç Kere Gerçekleşti?. 23

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM YENİ BİR MEKÂNA DOĞRU.. 23

A) Hz. PEYGAMBERİN (S.A.) HİCRETİ 23

1— Hicrete Hazırlık: 23

2— Medinelîlerin Müslüman Oluşu: 24

B) AKABE BÎATLARI 24

1— Akabe'de Buluşma: 24

2— Birinci Akabe Biati: 24

3— İslâm Artık Medine'de: 25

4— İkinci Akabe Bîatı: 25

5— Kureyşlilerin Olanları Buyması: 26

C) MEKKE'DEN HİCRET. 26

1— Hicrete İzin: 26

2— Dâru'n-Nedve'de Yapılan Toplantı: 26

3— Ebu Bekir'e Gidişi: 27

4— Evinden Çıkışı: 27

5— Mağara Günleri: 27

D) MEDİNE YOLUNDA.. 28

1— Yola Çıkışları: 28

2— Sürâka, Peygamberimizin Peşinde: 28

3— Ümmü Ma'bed'in Çadırında: 29

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Hz. PEYGAMBER (S.A.) MEDİNE'DE. 30

A) Hz. PEYGAMBER (S.A.) MEDİNE'DE. 30

1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'de Karşılanışı: 30

2— Küba'da Konaklama: 30

3— Ebu Eyyub el-Ensarî'nin Evinde: 30

B) MEDİNE'DEKİ İLK FAALİYETLERİ 31

1— Mescidin Yapımı: 31

2— Muhacir-Ensar Kardeşliği: 32

3— Yahudilerle Yapılan Sulh Anlaşması: 33

C) KIBLE VE NAMAZ. 33

1— Kıblenin Kabe'ye çevrilmesi: 33

2— Beş Vakit Namazın Rekâtları: 34

A) CİHADIN ÖNEMİ 34

1— Cihada İzin Verilmesi: 34

2— Cihadın Farz Kılınışı: 35

B) CİHADA TEŞVİKİ 37

1— Cihada Teşvîk Konusundaki Hadisler: 37

2— Savaş Zamanı: 41

3— Şehitliğin Faziletleri: 41

C) HARP HUKUKU.. 43

1— Savaşa Çıkacaklardan Söz Alması: 43

2— Savaş Hazırlıkları: 43

3— Savaş Âletleri Kullanması: 44

4— Komutanlara Öğütleri: 45

D) GANİMETLERİN TAKSİMİ 45

1— Ganimetleri Taksimi: 45

2- Düşmanın Ele Geçen Yiyecekleri: 46

3-  Yağma ve İşkencenin Yasaklanışı: 47

4- Ganimet Hırsızlığı Konusundaki Tatbikatı: 47

E) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) ESİRLER KONUSUNDAKİ UYGULAMALARI 48

1— Esirlere Yapılan Muamele: 48

2— Bedir Savaş» Esirlerinden Fidye Alınması: 48

3— Kadınların Esir Alınması: 49

F) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) CASUSLAR HAKKINDAKİ TATBİKATI 50

1— Casusun Öldürülmesi: 50

2— Müşriklerin Köleleri: 50

3— Müslüman Olanların Malları: 50

G) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) SAVAŞTA ELE GEÇİRİLEN* ARAZİLER KONUSUNDAKİ TATBİKATI 51

1— Fethedilen Topraklar Hakkındaki Tatbikatı: 51

2— Mekke'nin Savaş Zoruyla Fethedildiği: 52

ALTINCI BÖLÜM GAYRİMÜSLİMLERE MUAMELESİ 53

HZ. PEYGANlBER'lN (S.A.) GAYRİMÜSLİMLERE. 53

MUAMELESİ 53

1— Eman: 54

2— Medine'deki Gayrimüslimler: 54

3— Yahudilerle Anlaşma Yapması: 54

4— Kaynukaoğullarının Anlaşmayı Bozmaları: 55

5- Nadîroğullannın Anlaşmayı Bozmaları: 55

6— Kurayzaoğullannın Anlaşmayı Bozmaları: 56

7— Kurayzaoğullan Gazası: 57

8— Hz. Peygamber'in (s.a.) Anlaşmayı Bozanlara Karşı Tatbikatı: 58

9— Elçilere Muamelesi: 59

10— Mekkelilerie Yapılan Anlaşmada Kadınların Durumu: 60

11— Hayberlilerle Yapılan Anlaşmanın Bozulması: 61

12— Bu Olaydan Çıkan Sonuçlar: 62

13— Hayber Arazileri Mahsulünün Paylaşılması: 64

14— Zimmîlik Akdi ve Cizye Alınması: 65

YEDİNCİ BÖLÜM.. 67

CİHAD DÖNEMİNDE İNSANLAR.. 67

CİHADIN FARZ KILINMASI ÜZERİNE HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) İNSANLARA KARŞI TUTUMLARI 67

1— Kâfirlere ve Münafıklara Karşı Tutumları: 67

2— Mü'minlere Karşı Tutumları: 69

SEKİZİNCİ BÖLÜM İLK SERİYYELER.. 70

İLK SERİYYELER.. 70

1—  Hz. Hamza Seriyyesi: 70

2—  Ubeyde b. Haris Seriyyesi: 70

3— Saîd b. Ebî Vakkâs Seriyyesi: 70

4— Ebvâ Gazası: 70

5— Buvât Gazası: 71

6— Sefevan Gazası: 71

7— Zü'1-Uşeyre Gazası: 71

8— Abdullah b. Cahş Seriyyesi: 71

9— Haram Aylarda Savaşmak: 72

DOKUZUNCU BÖLÜM BEDİR SAVAŞI 73

A) BEDİR SAVAŞI 73

1— Müslümanlar Kervanı Karşılamaya Çıkıyor: 73

2— Mekkelilerin Savaşa Hazırlanması: 73

3— Ashab İle İstişare: 74

4— Bedir'e Yürüyüş: 74

5— Bedir'e Vanş: 75

6- Allah'ın Müslümanlara Yardımı: 75

7— Savaş Başlıyor: 76

8— Melek Orduları: 77

9— Mü'minlere Cennet Vardır: 78

10— Meleklerin Yardımı: 78

11— Müslümanların Kahramanlıkları: 79

12— Müşrik Ölüleri: 80

13— Bedir'd en Ayrılış: 80

14— Bedir Savaşına Katılanlar: 80

B) BEDİR SAVAŞINDAN SONRAKİ GAZALAR.. 81

1— Küdr Gazası: 81

2- Sevik Gazası: 81

3— Gatafan Gazası: 81

4— Bahran Gazası: 81

5— Beni Kaynuka Gazası: 81

6— Kâ'b b. Eşrefin Öldürülmesi: 81

ONUNCU BÖLÜM UHUD SAVAŞİ 82

A) UHUD SAVAŞI 82

1— Kureyş Savaşa Hazırlanıyor: 82

2— Savaş Nerede Yapılsın?. 82

3— Medine'den Savaş İçin Çıkış; 83

4— Uhud'a Varış ve Savaşa Hazırlık: 83

5— Savaşın Başlaması: 83

6— Savaşın Seyri Değişiyor: 84

7— Müslümanlar Toparlanıyor: 85

8— Ebu Süfyan'in Sorulan: 85

9- Allah'ın Mü'minlere Yardımları: 86

10— Uhud Savaşındaki Müslümanların Kahramanlıktan: 87

11— Bu Savaştan Çıkan Fıkhı Hükümler: 89

12- Uhud Savaşında Ortaya Çıkan Bazı Hikmetler: 92

B) UHUD SAVAŞINDAN SONRAKİ OLAYLAR.. 101

1- Hamrâü'l-Esed Seferi: 101

2— Ebu Seleme Seriyyesi: 101

3— Abdullah b. Üneys Seriyyesi: 102

4_ Recî Vakası: 102

5— Bi'ri Maûne Vakası: 103

6— Hz. Peygamber'in (s.a.) Kunutta Beddua Okuması: 104

7_ Zâtü'r-Rikâ Gazası: 104

8— İkinci Bedir Gazası: 106

9— Dûmetü'l-Cendel Gazası: 106

10— Müreysî Gazası: 106

11— İfk Hâdisesi: 107

ON BİRİNCİ BÖLÜM HENDEK SAVAŞI 111

A) HENDEK SAVAŞI 111

1— Yahudilerin KureyşIiİeri Kışkırtmaları: 111

2— Medine'nin Etrafına Hendek Kazılması: 111

3— Yahudiler Anlaşmayı Bozuyorlar: 112

4— Müşrikler Medine Önlerinde: 112

5_ Müşriklerin İttifakı Bozuluyor: 113

6— Müşriklerin Dağılmaları: 113

7— Kurayzaoğullan Seferi: 113

8— Ebu Râfi'in Öldürülmesi: 114

B) HENDEK SAVAŞINDAN SONRAKİ GAZALAR.. 114

1- Lihyanoğullan Gazası: 114

2— Necid Seriyyesi: 114

3— Gâbe Gazası: 115

4— Ükkâşe b. Mihsan Seriyyesi: 115

5— Ebu Ubeyde Seriyyesi: 116

6— Muhammed b. Mesleme Seriyyesi: 116

7_ Zeyd b. Harise Seriyyeleri: 116

8— Ebu Basîr'in Kureyş Kervanlarının Yolunu Kesişi: 117

9—Hz. Ali Seriyyesi: 117

10— Abdurrahman b. Avf Seriyyesi: 117

11— Kürz b. Câbir Seriyyesi: 118

ON İKİNCİ BÖLÜM HUDEYBİYE ANLAŞMASI 118

A) HUDEYBİYE ANLAŞMASI 118

1— Umre için Yola Çıkışları: 118

2— Kureyş'in Hazırlıkları: 119

3— Hudeybiye'ye Varış: 119

4— KureyşHIere Elçi Göndermesi: 119

5— Rıdvan Bîatı: 120

6_ Huzâalılann Gelişi: 120

7— Kureyş Elçilerinin Peygamberimize Gelişi: 121

8— Anlaşmanın Yazılması: 121

9— Kurbanların Kesilmesi: 122

10— Hudeybiye'den Medine'ye Dönüş: 123

11— Ebu Basîr'in Gelişi: 123

12— Hudeybıye Kuyusundan Su Çıkması: 123

B) HUBEYBİYE ANLAŞMASININ ÖNEMİ VE HİKMETLERİ 124

1—Hudeybiye Anlaşmasının Maddeleri: 124

2— Hubeydiye Anlaşmasından Çıkarılacak Bazı Fıkhı Hükümler: 125

3— Hudeybiye Anlaşmasının İçerdiği Bir Kısım Hikmetler: 128

ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM.. 131

HUDEYBİYE'DEN SONRAKİ OLAYLAR.. 131

A) HAYBER GAZASI 131

1— Hayber Gazasının Tarihi: 131

2— Hayber'e Doğru Yola Çıkış: 131

3— Ebu Hureyre ve Arkadaşlarının Medine'ye Gelişi: 131

4— Ehli Eşek Etinin Haramlığı: 132

5— Âmir ile Merhab'ın Vuruşması: 132

6— Sancağın Hz. Ali'ye Verilişi: 133

7— Merhab'm Öldürülmesi: 133

8—Hayber Kalelerinin Alınışı: 134

9— Yahudilerin Teslim Oluşu: 135

10— Hz. Peygamber'in (s.a.) Safiyye ile Evlenmesi: 135

11— Hayber Ganimetlerinin Taksimi: 136

12— Cafer b. Ebu Tâlib ve Arkadaşları ile Eş'arîlerin Medine'ye Gelmeleri: 137

13— Fezâreoğullannın Pay İstemeleri: 138

14— Hz. Peygamber'in (s.a.) Zehirlenmesi: 139

B) HAYBER GAZÂSINDAKİ FIKHI HÜKÜMLER.. 140

1— Hayber Gazâsındaki Fıkhı Hükümler: 140

2— Hayber Savaşla mı Fethedildi?. 145

C) VADİ'L-KURA GAZASI 146

1_ Vâdi'1-Kurâ Gazası: 146

2— Bu Gazadaki Fıkhı Hükümler: 147

3— Medine'ye Dönüş ve Ensann Mallarının Geri Verilişi: 148

D) BAZI SERİYYELER.. 148

1— Hz. Ebu Bekir Seriyyesi: 148

2— Hz. Ömer Seriyyesi: 148

3— Abdullah b. Revâha Seriyyesi: 148

4— Beşîr b. Sa'd Seriyyesi: 149

5— Mürreoğullanna Gönderilen Seriyye: 149

6— Gâlib b. Abdullah Seriyyesi: 149

7— Beşîr b. Sa'd Seriyyesi: 150

8- İbn Ebî Hadred el-Eslemî Seriyyesi: 150

9— İdam'a Gönderilen Seriyye: 151

10— Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî Seriyyesi: 151

E) UMRETÜ'L-KAZÂ.. 152

1— Umretü'l-Kazâ: 152

2— Hz. Peygamber'in (s.a.) Meymune ile Evlenmesi 153

3— Hz. Hamza'nm Kızının Hidânesi: 154

4— Bu Umre Kaza Umresi inidir?. 155

5— Kurbanını Hudeybiye'de Kesmesi: 156

F) MUTE GAZASI 157

1— Rasülullah'ın (s.a.) Elçisinin Öldürülmesi: 157

2— Müslümanların Sefere Çıkışı: 157

3— Bizans Ordusuyla Karşılaşma: 157

4--Üç Şehid Komutan: 158

5— Hz. Peygamber'in (s.a.) Savaşı Anlatması: 158

G) ZÂTÜ'S-SELÂSİL SERfYYESİ 159

1— Kudâalılann Medine'ye Hücuma Kalkışmaları: 159

2— Amr b. Âs'ın Bu Gazada Teyemmüm Alması: 159

H) HABAT SERİYYESİ 160

1— Ebu Ubeyde'nin Deniz Sahiline Gönderilmesi: 160

2~- Bu Olaydaki Fıkhı Hükümler: 160

ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM.. 162

BÜYÜK FETİH.. 162

A) MEKKE'NİN FETHİ 162

1— En Büyük Fetih: 162

2— Kureyşliler'in Anlaşmayı Bozmaları: 162

3— Ebu Süfyan'm Aracılığı: 163

4— Müslümanların Savaşa Hazırlanmaları: 164

5— Hâtib'm Kureyşlilere Haber Vermeye Kalkışması: 164

6— Medine'den Yola Çıkış: 164

7— Ebu Süfyan b. Hâris'in Müslüman Oluşu: 165

8— Mernizzahrân'da Konaklama: 165

9’—’Mekke'ye Yürüyüş: 166

10— Bazı Mekkeliler'in Karşı Koymaya Çalışması: 167

11— Hz. Peygamber (s.a.) Kabe'de: 167

12— Hz. Peygamber (s.a.) M ek kel ilerle: 168

13- Kabe'nin Anahtarları: 168

14— Bilâi-i Habeşî'nin Kabe'de Ezan Okuması: 169

15— Fetih Namazı: 169

16— Öldürülmeleri Emredilen Mekkeliler: 169

17— Hz. Peygamberin Konuşması: 170

18— Rasûiullah Mekke'de Kalacak mı?. 170

19-- Bazı Mekkeliler: 170

20— Putların Yıktırılması: 171

21— Halid b. Velid'in Cüzeymeoğulları Seriyyesi: 171

B) HASSAN B. SÂBİT'İN ŞİİRİ 171

C) MEKKE FETHİNDEKİ YÜCE HİKMETLER.. 172

D) HZ. PEYGAMBERDİN (S.A.) FETİH HUTBESİ 180

 

DÖRDÜNCÜ KİTAP

HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) CİHADI

BİRİNCİ BÖLÜM HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) CİHAD KONUSUNDAKİ TUTUMLARI

HZ. PEYGAMBER'IN (S.A.) CİHAD KONUSUNDAKİ TUTUMLARI

 

1— Hz. Peygambermn (S.A.) Cihadı En Üstün İdi:

 

Cihad, yüce İslâm tepesinin zirvesi ve kubbesi olup mücahidlerin cen­netteki makamları da en yüksek makamlar olduğundan ötürü -ki dünyada üstünlük mücahıdlere ait olduğu gibi dünya ve ahirette en üstün olanlar da onlardır- Allah Rasûlü (s.a.) cihadın tam tepe noktasında, doruğunda idi ve ulaşılabilecek bütün türlerine egemendi. Allah yolunda kalb ve gönülle, da­vet ve anlatımla, kılıç ve mızrakla gerektiği gibi lâyıkıyla cihad etmiştir. O'-nun yaşamının saatleri kalbiyle, diliyle ve eliyle cihad etmekle dopdoluydu. Bundan dolayı âlemlerde adı en çok anılan, adı en jnice ve Allah katında kadri en muazzam olan O'dur. [1]

 

2— O Her Zaman Cihadda İdi:

 

Allah Teâlâ, peygamber olarak gönderdiği vakitten itibaren O'na cihadı emretti. Buyurdu ki: "Dileseydik her kasabaya bir uyana gönderirdik. Sen, kâfirlere uyma ve onlara karşı büyük bir cihad (=mücadele) ver.[2] Mek­ke'de inen ( = Mekkî) sûrelerden olduğu halde Allah, bu sûrede hüccet (= deliller ortaya koyma), anlatım ve Kur'an'ı tebliğ suretiyle kâfirlere karşı cihad açılmasını emretmiştir. Münafıklarla cihad da aynı şekilde yalnızca hüc­ceti tebliğ iledir. Yoksa onlar zaten m üs 1 umanların otoriteleri altındadırlar. Allah buyuruyor ki: "Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla cihad et. On­lara karşı sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Kalacakları o yer ne kötüdür!" [3]

Münafıklarla cihad, kâfirlerle cihaddan daha güçtür. Bu, ümmetin seç­kinlerinin ve peygamberlerin vârislerinin cihadıdır. Bu cihadı yeryüzünde ayak­ta tutanlar birtakım fertlerdir; bu konuda iş birliği yapanlar ve dayanışma, yardımlaşma içinde bulunanlar sayı bakımından oldukça az iseler de, bu kim­seler, Allah katında kadri en yüce olanlardır.

En üstün cihad şekillerinden biri, karşı koyan kimsenin şiddet ve zorba­lığını göze alıp -meselâ, kendisinden eza ve cefa gelmesinden korkulan biri­nin yanında- gerçeği söylemektir ve bundan en büyük nasiplen olan peygam­berlerdir. Allah'ın salât ve selâmı onlara olsun. Bu konuda da en mükemmel ve en kusursuz cihad, Peygamberimize (s.a.) aittir. [4]

 

3— Nefisle Cihad:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.): "Mücahid, Allah'a itaat yolunda ne/siyle ci­had edendir. Muhacir, Allah'ın yasakladığı şeylerden hicret edendir" hadi­sinde buyurduğu[5] üzere dış âlemde Allah düşmanlarıyla yapılan cihad, ku­lun, Allah'ın zâtı konusunda nefsiyle yaptığı cihadın bir uzantısı olduğun­dan nefis ile cihad, dış âlemdeki düşmanla cihaddan önde gelir ve ona temel teşkil eder. Zira kişi ilk olarak, emrolunduğunu yapması ve yasaklandığını bırakması için nefsiyle cihad etmez, Allah yolunda ona karşı savaşmazsa dış âlemdeki düşmanıyla cihad etmesi mümkün olmaz. İçindeki düşmanı onu oto­ritesi altına almış, ona baskın gelmiş ve kendisi de o düşmana karşı cihad et­memiş, Allah yolunda onunla savaşmamış iken düşmanıyla cihad etme ve ondan intikam alma imkânını nasıl elde edebilir? Hatta böyle bir kimse nef­siyle cihada çıkmadıkça düşmanıyla cihada çıkamaz.

İşte bu iki düşmanla cihad etme konusunda kul imtihana çekilmektedir. Bunların arasında bir üçüncü düşman daha vardır ki, onunla cihad etmeden bu ikisiyle cihad etmesi mümkün olmaz. O düşman bunlar arasında durmak­ta ve kulu bu iki düşmanla cihad etmekten alıkoymakta, savaşı bırakmaya teşvik etmekte, onu oyalamaya çalışmakta ve devamlı surette onun hayaline bu iki düşmanla cihad ederken karşılaşacağı zorluklan, terkedeceği nazları, kaçıracağı zevklen ve iştah kabartan şeyleri getirir durur. O düşmanla cihad etmeden bu iki düşmanla cihad etmesi mümkün değildir. Onunla cihad, bu iki düşmanla cihadın temelidir. İşte o düşman şeytandır. Allah Teâlâ: "Şüp­hesiz şeytan sizin bir düşmanınızdır. Öyleyse onu düşman edinin." buyur­maktadır .[6] Onu bir düşman edinme emri, -sanki o bıkmaz usanmaz ve alı­nıp verilen nefesler sayısınca (geçen sürede) kul ile savaşmaktan geri durmaz bir düşman imişçesine- onunla cihad etme ve savaşma yolunda olanca çabayı sarfetmeye bir tenbihtir. [7]

 

4 Cihad Bir İmtihandır:

 

îşte kul, bu üç düşmanla savaşıp cihad etmekle emrolundu; bu dünyada onlarla savaşmakla sınandı ve Allah'tan kendisine bir imtihan, bir deneyim olmak üzere bu düşmanlar onun üzerine salındı. Allah bu cihad için kula yar­dım, mühimmat, destekçiler ve silah vermiştir. Aynı zamanda kulun düşman­larına da yardım, mühimmat, destekçiler ve silah vermiştir. Her iki grubu birbiriyle imtihan etmiş; kimilerini diğerlerine bir sınama vasıtası kılmış ve böylece onların haberlerini denemiş ve bu imtihanla O'nu ve Peygamberleri­ni dost edinenlerle şeytan ve taraftarlarını dost edinenleri birbirinden ayır­mıştır. Nitekim Allah Teâlâ buyuruyor ki:

"Sabredecek misiniz diye sizi birbirinizle sınarız. Rabbin herşeyi gö­rür. "[8]

"îşte böyle! Şayet Allah dileseydi, elbet onlardan kendisi öç alırdı. An­cak sizi birbirinizle denemek için (cihadı emretmiştir.)[9]

"Andolsun, sizi, içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çı­karıp haberlerinizi açığa vuruncaya kadar deneyeceğiz." [10]

Allah kullarına kulaklar, gözler, akıllar ve güçler vermiş; onlara kitap­lar göndermiş, peygamberlerini göndermiş; melekleriyle onların imdadına ye­tişmiş, meleklere: "Ben sizinleyim, inananlara direnme gücü verin." buyur-mUş[11] ve böylece onlara, düşmanlarıyla savaşta kullar için en muazzam bir yardım şeklini emretmiştir. Kullara haber vermiştir ki, şayet Allah'ın emirle­rini yerine getirirlerse hem Allah'ın düşmanlarına, hem de kendi düşmanları­na karşı sürekli yardım göreceklerdir; eğer düşmanı onların üstüne sarmışsa, emirlerinden bir kısmını terketmelerinden ve O'na karşı isyankar tutumlarından dolayı salmıştın Sonra Allah onların ümidini kırmamış, onları ümitsizliğe dü­şürmemiş, aksine onlara, işe yeni baştan başlamalarını, yaralarını tedavi et­melerini, ve düşmanlarına karşı koymaya, hücum etmeye geri dönmelerini emretmiştir ki, böylece düşmanlarına karşı onlara yardım etsin ve zafere ulaş­tırsın. Allah kullarına haber vermiştir ki, kendisi, onların içinden takva sa­hipleriyle, iyilik yapanlarla, sabredenlerle ve inananlarla birliktedir; inanan kullarını, kendilerini savunamayacakları bir biçimde savunacaktır. Hatta Al­lah'ın onları savunmasıyla düşmanlarına karşı muzaffer olacaklardır. Eğer Allah'ın savunması olmasa düşmanları onları ezer geçer, köklerini kazırlar-dı...

Onların bu şekilde savunulması imanları ve imanlarının gücü oranında­dır. İman güçlü olursa savunma da güçlü olur. Hayır bulan Allah'a hamdet-sin; hayırdan başkasını bulan ise ancak kendisini kınasın. [12]

 

5— Gerektiği Gibi Cihad:

 

Allah kullara, kendisinden gerektiği gibi sakınmalarını nasıl emretmiş-se, gerektiği gibi kendi yolunda cihad etmelerini de öylece emretmiştir.[13] Nasıl ki, O'ndan gerektiği gibi sakınmak O'na itaat edilip isyan edilmemesi, adı­nın anılıp unutulmaması, kendisine şükredilip nankörlükte bulunulmaması ise gerektiği gibi cihad etmek de kulun, kalbini, dilini ve uzuvlarını Allah'a teslim etmek için nefsiyle cihad etmesi ve böylece kendine ait, kendi başına buyruk değil bütünüyle Allah'a ait ve Allah'la birlikte olması; va'dini yalan­lamak, emrine isyan etmek ve yasakladığım yapmak suretiyle şeytanı ile ci­had etmesidir. Zira şeytan ona ümitler va'deder; mal, şöhret gibi gelip geçici şeyler temenni ettirir, fakir düşmekten korkutur, kötülükleri emreder, takva ve hidayetten iffet ve sabırdan, hasılı imanın bütün güzel huylarından mene-der. Kul, şeytanın va'dini yalanlamak ve emrine isyan etmek suretiyle onun­la cihad eder ve böylece bu iki cihaddan bir güç, kuvvet ve destek alır; onun sayesinde Allah sözünün en üstün olması için Allah düşmanlarıyla dış âlem­de kalbiyle, diliyle, eliyle ve malıyla cihad eder.

"Gerektiği gibi cihad etme" sözünün ne anlama geldiği konusunda selef âlimleri farklı sözler söylemişlerdir: İbn Abbas: "Bu yolda olanca çabayı sar-fetme ve Allah yolunda hiç kimsenin kınamasından korkmama" diyor; Mu-kâtil: "Allah için gerektiği gibi amel edin, O'na gerektiği gibi ibadet edin, anlamındadır" diyor. Abdullah İbnü'l-Mübârek ise: "Nefs ve hevâ ile mü-cahede etmektir." diyor. Bu iki âyet, güç yetirilemeyecek bir şeyi emretmeyi içermektedir zannıyla âyetlerin mensuh olduğunu söyleyenler isabet etmemiş­lerdir. "Gerektiği gibi cihad etme." ve "gerektiği gibi sakınma" haddi zatın­da her kulun gücünün yettiği şeydir. Bu da mükelleflerin kudret ve acziyet, bilgi ve cehalet konularındaki durumlarının çeşitliliğinden ötürü farklılık ar-zeder. Şu halde "gerektiği gibi sakınma" ve "gerektiği gibi cihad etme" güç­lü, kuvvetli ve bilgili kimseye nisbetle başka bir şey; aciz, cahil ve zayıf kim­seye nisbetle daha başka bir şeydir. Bunu emrettikten sonra Allah, peşinden: "O, sizi seçmiştir ve dinde sizin için bir zorluk, bir darlık kırmamıştır."[14] cümlesini nasıl getirdi bir düşün! Hem akşjne cihadı, herkesi kapsayacak şe­kilde geniş kılmıştır. Nitekim rızkını da her canlıyı kapsayacak şekilde ver­miştir. Kula, kulun gücünün yeteceği şeyi yüklemiş ve yine kula, kendisine yetecek nzık vermiştir. Kul, mükellefiyetine güç yetirir; nzkı da kendisine yeter. Allah hiçbir şekilde kuluna, dinde herhangi bir darlık kırmamıştır. Hz. Pey­gamber (s.a.): "Müsamahakâr, kolay bir hanif dini ile gönderildim." buyur-muştur.[15] Yani bu din tevhîd konusunda dosdoğru, amelde müsamahakâr ve kolaydır.

Allah Teâlâ dini, rıziklandırması, affı ve bağışlaması konularında kulla­rına son derece genişlik tanımış; ruh, bedende kaldığı müddetçe onlara tevbe etme imkânı vermiş; tevbe edebilmeleri için güneş batıdan doğuncaya ka­dar kapamayacağı bir kapı açmış; her bir günah için onu yok edecek bir kef-faret olarak bir tevbe, bir sadaka yahut günahı silen bir iyilik yahut da ha­ram kıldığı herşeye karşılık onlar için o şeye bedel, ondan daha faydalı, daha hoş, daha lezzetli bir şeyi helâl kılmıştır; bu helâl olan şey o haramın yerine geçer ve böylece kul haramdan müstağnî kalır; helâl ona yeterli olur, dar gel­mez. Allah, kullan kendisiyle imtihan ettiği her bir zorluk için birisi o zor­luktan önce, diğeri sonra olmak üzere iki kolaylık yaratmıştır. Artık "Bir zor­luk, iki kolaylığa asla galip gelemez. "[16] Allah Teâlâ'mn kullarına karşı tu­tumu böyle olduğuna göre, takat getiremeyecekleri ve güç yetiremeyecekleri şeyden öte onların kapasitelerini aşacak bir şeyle onları nasıl mükellef tutar? [17]

 

6— Cihadın Basamakları:

 

Bu anlaşıldıysa, şu halde cihad dört basamaktır:

1-  Nefis ile cihad,

2-  Şeytanla cihad,

3-  Kâfirlerle cihad,

4-  Münafıklarla cihad.

Nefis İle cihad da yine dört basamaktır:

Birincisi: Doğru yolu ve hak dini öğrenme konusunda nefis ile cihad ki gerek dünyada, gerekse ahirette nefsin kurtuluş ve mutluluğu bu hak dine bağlıdır. Bu dini bilmeyi kaçırırsa her iki cihanda da bedbaht olur.

İkincisi: Bu hak dini ve doğruyolu öğrendikten sonra onun gereğince dav­ranma konusunda nefis ile cihad. Aksi halde amelsiz sade bilgi ona zarar ver­mese de bir fayda da sağlamaz.

Üçüncüsü: İnsanları bu dine çağırma ve bilmeyenlere onu öğretme ko­nusunda nefis ile cihad. Aksi halde Allah'ın indirdiği hidayeti ve açıklamala­rı saklayan kimseler durumuna düşer. İlmi, ona fayda vermez ve Allah'ın aza­bından onu kurtarmaz.

Dördüncüsü: Allah'a çağırmanın zorluklarına ve halkın eziyetine karşı sabretme ve bütün bunlara Allah için tahammül gösterme konusunda nefis ile cihad. Kişi bu dört basamağı tamamladığı vakit rabbanilerden olur. Zira selef, bir âlimin "rabbani" ismine hak kazanması için hakkı bilip, onunla amel etmesinin ve onu öğretmesinin gerekli olduğunda hemfikirdirler. İşte ancak bilip amel eden ve öğreten kimse göklerin melekûtunda "ulu kişi" di­ye çağrılır.

Şeytanla Cihad:

Şeytanla cihad iki basamaktır:

1- Şeytanın, kulun içine attığı iman konusunda k; he ve kuşkularını defetmek üzere cihad etme.

2- Kulun içine attığı bozuk iradeleri ve arzulan defetme konusunda şey­tanla cihad. Birinci cihadın sonunda yakîn (= kesin inanç), ikincisinin sonunda da sabır oluşur. Allah Teâlâ: "Sabredip âyetlerimize kesin inanmalarından ötürü aralarından, emrimizle onları doğru yola ileten önderler çıkardık."'[18] buyurarak din önderliğine ancak sabır ve kesin inançla ulaşılabileceğini ha­ber vermiştir. Sabır bozuk iradeleri ve arzulan, kesin inanç ise şüphe ve kuş­kuları defeder.

Kâfirler ve Münafıklarla Cihad:

Kâfirler ve münafıklarla cihad ise dört basamaktır:

1-  Kalble,

2-  Dille,

3-  Malla,

4-  Canla,

Kâfirlerle cihad özellikle el iledir. Münafıklarla cihad ise özellikle dil dir.

Zalimler, bid'atçiler ve kötü işler yapanlarla cihad ise üç basamaktır: 1-Gücü yeterse el ile, 2- Yetmezse dile intikal eder, 3- Ona da gücü yetmezse kalbiyle cihad eder. İşte toplam cihadın on üç basamağı bunlardır. "Gazaya çıkmadan ve içinden gazaya çıkmayı kurmadan ölen kimse münafıklığın bir şubesi üzere ölmüş olur."[19]

 

7— Hicret:

 

Cihad ancak hicretle, hicret ve cihad da ancak imanla tamam olur. Al­lah'ın rahmetini umanlar bu üçün hakkını verenlerdir. Allah Teâlâ buyuru­yor ki: "inananlar, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah sonsuz bağışlayıcı ve merhamet edici-dir."[20]

İman herkese farz olduğu gibi yine herkese her vakit iki hicret farzdır: 1- Tevhid, ihlâs, bağlılık, tevekkül, korku, ümit, muhabbet ve tevbe ile Al­lah Teâlâ'ya hicret. 2- Emrine uymak ve boyun eğmek, verdiği haberi doğru­lamak, emir ve haberini başkalarının emir ve haberlerine tercih etmek sure­tiyle Allah'ın Rasulü'ne hicret. "Kimin hicreti Allah'a ve Rasûlüne ise işte onun hicreti Allah'a ve Rasûlü'nedir. Kimin hicreti dünyalık bir şeye ise onu elde eder, yahut bir kadına ise onunla evlenir. Onun hicreti, hicret etmiş ol­duğu şeyedir."

Hz. Peygamber (s.a.) kişinin, Allah'ın zâtı konusunda nefsiyle cihad et­mesini ve şeytanına cihad açmasını farz kılmıştır. Bütün bunlar farz-ı ayın­dır; bu konuda hiç kimse, kimse adına bir şey yapamaz. Kâfirler ve münafık­larla cihad konusunda ise şayet cihaddan beklenen amaç yerine gelmiş olursa ümmetin bir kısmının cihad etmesi yeterli olabilir. [21]

 

 

İKİNCİ BÖLÜM HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) DAVETİ

A) HZ. PEYGAMBER'IN (S.A.) DAVETE BAŞLAMASI

 

1— Daveti Tüm İnsanlaraydı:

 

Allah katında en mükemmel insan, bütün bu cihad basamaklarını tamam­layandır. İnsanların Allah katındaki dereceleri, cihad basamaklarında gös­terdikleri ayrılığa göre farklılık arzeder. Bundan ötürü Allah katında en mü­kemmel ve en üstün insan nebilerin ve rasullerin sonuncusu Hz. Muhammed'dir (s.a.). Zira O, cihadın bütün basamaklarım tamamladı. Allah yolunda ge­rektiği gibi cihad etti ve peygamber olarak gönderilmesinden başlayıp vefatı­na kadar cihadını sürdürdü. "Ey bürünen! Kalk da uyar. Rabbini yücelt. Giy­diklerini de temiz tut." âyeti[22] kendisine geldiği vakit hemen paçaları sıva­yıp davet için harekete geçti, Allah'ın zâtı konusunda en mükemmel bir şe­kilde girişimde bulundu, gece-gündüz, gizli-açık Allah'a çağırdı. "Sana em-rolunanı açıkça ortaya koy.*' âyeti[23] inince hiçbir kınayanın kınamasından çekinmeden Allah'ın emrini açıkça ortaya koydu. Küçük-büyük, hür-köle, erkek-kadın, kızılderili-siyah derili, cin-insan herkesi Allah'a çağırdı. [24]

 

2— Kavminin Tutumu:

 

Allah'ın emrini açıkça ortaya koyup da kavmine açıktan davette bulu­nup onları, tanrılarına sövmeye[25] ve (eski) dinlerini ayıplamaya çağırınca ge­rek O'na, gerekse davetine icabet eden ashabına karşı müşriklerin eza ve ce­faları şiddetlendi, hem O'na, hem de inanan müslümanlara türlü türlü işken­celerde bulundular. Bu, Allah Teâlâ'mn, yaratıkları arasındaki bir âdetidir. Nitekim buyurmaktadır ki:

"Sana söylenenler, senden önceki peygamberlere de söylenmişti."[26] "İşte böyle, cin ve insan şeytanlarını her peygambere düşman yaptık."[27]

"Onlardan öncekilere herhangi bir peygamber gelince mutlaka: 'Sihirbazdır' veya 'Delidir' derlerdi. Öncekiler, sonrakilere böyle mi vasiyet ettiler? Hayır, bunlar azgın bir millettir. "[28]

Allah Teâlâ bu şekilde peygamberini teselli etti ve kendisinden önce ge­çen peygamberlerde O'nun için bir örnek bulunduğunu haber verdi. Hz. Pey-gamber'e (s.a.) uyanları da şöylece teselli etti:

"Sizden önce gelip geçenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle darlığa ve sıkıntıya uğramışlar ve sarsıl­mışlardı ki, peygamber ve beraberindeki inananlar: 'Allah'ın yardımı ne za­man?' diyecek duruma düşmüşlerdi. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı kuşkusuz yakındır."[29]

"Elif, Lâm, Mim. İnsanlar: 'İnandık' demekle sınanmadan bırakilıve-receklerini mi sanırlar? Oysa biz, kendilerinden öncekileri'de sınamışizdır. Allah elbet doğruları ortaya çıkaracak ve elbet yalancıları ayıracaktır. Yoksa günah işleyenler bizden kaçabileceklerini mi sanırlar? Ne kötü yargıda bulu­nuyorlar!

Allah'a kavuşmayı uman bilsin ki, Allah'ın koyduğu vakit elbet gelecektir. O, herşeyi işitir ve bilir. Cihad eden ancak kendisi için cihad etmiş olur. Kuş­kusuz Allah'ın âlemlere hiç ihtiyacı yoktur. İnanıp yararlı iş yapanların an-dolsun, günahlarını örteriz. Onları yaptıklarından daha güzeli ile mükâfat­landırırız. Biz, insana ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişiz­dir. Şayet ana ve baban seni körü körüne Bana ortak koşmaya zorlarlarsa; onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Yaptıklarınızı size bildiririm. İnanıp yararlı işler yapanları andolsun iyiler arasına katacağız.

 İnsanlardan: 'Allah'a inandık' diyenler vardır; ama Allah yolunda eza­ya uğratılınca insanların verdiği işkenceyi Allah'ın azabı gibi sayarlar. Rab-binden bir yardım gelecek olsa andolsun: 'Biz de sizinle birlikteydik' derler. Allah, herkesin kalplerinde olanı en iyi bilen değil midir?"[30]

 

3— Davet Karşısında İnsan:

 

; Artık kul, bu âyetlerin akışını ve içerdikleri ibret verici şeyleri ve hikmet hazinelerini iyice düşünsün. Zira insanlar, kendilerine peygamberler gönde­rildiği zaman şu iki şey arasındadırlar: Ya birileri "inandık" deyiverecek, ya da böyle demeyip günahlar ve küfür üzerinde devam edecektir. "İnandık" deyivereni Rabbi imtihan etmiş, denemiş ve fitneye düşürmüştür. Fitne, doğ­ru olan yalancıdan ayrılsın diye yapılan deneme ve sınamaya denir. "İnandık" demeyen, Allah'ı aciz bıraktığını, O'nun elinden kaçıp kurtulduğunu sanma­sın. Zira mesafeler O'nun ellerinde dürülür.

"Kişi günahıyîa O'ndan nasıl kaçabilir;  O'nun ellerinde mesafeler dürüldüğünde?"

Peygamberlere inanıp itaat edene peygamberlerin düşmanları düşman­lık ve eziyet ederler. Böylece elemle denenmiş olur. Peygamberlere inanıp itaat etmezse dünya ve ahirette cezaya çarptırılır ve böylece başına elem verici bir hal gelmiş olur. Başına gelen bu elem verici hal, peygamberlere uymanın ele­minden daha büyük ve daha sürekli olur. İnanan yahut imandan yüz çeviren her nefis için eleme uğramak kaçınılmazdır. Ancak mü'minin başına elem, dünyada ilk defa olarak başlangıçta gelir, sonra dünya ve ahirette mutlu so­na kavuşur. İmandan yüz çeviren ise ilk defa olarak başlangıçta bir lezzet el­de eder, sonra sürekli eleme düşer. Şafiî'ye (r.h.): "Kişi için, yolunda kararlı kılınması mı yoksa denenmesi mi daha iyidir?" diye sormuşlar, o da: "De­nenmeden yolunda kararlı kılınmaz." cevabım vermiştir. Allah Teâlâ, ülü'l-azm peygamberleri denemiş, sabrettikleri vakit onları yollarında kararlı kıl­mıştır. Hiç kimse asla, elemden kurtulacağını sanmasın. Eleme uğrayanlar, ancak akıl bakımından birbirinden ayrılırlar. En akıllıları büyük ve sürekli olan bir elemi, devamı olmayan az bir eleme satandır. En bedbahtları da de­vamı olmayan az elemi, sürekli olan büyük eleme satandır.

Soru: Akıllı bir kimse bunu nasıl tercih eder? Cevap: Onu, buna sürükleyen peşin ve veresidir.

'Nefis, peşin olanın sevgisine bağımlıdır.

'Hayır, hayır! Sizler acil olan (dünya nimetlerini) sever, ahireti bir ke­nara bırakırsınız."[31]

"Doğrusu onlar âcil olan (dünya nimetlerini) sever, arkalarında ağırlığı­na dayanılmaz bir gün bırakırlar."[32]

Bu durum herkeste ortaya çıkar. Zira insan tabiatı itibariyle medenî ( = sosyal bir varlık) dir. İnsanlarla birlikte yaşamak zorundadır. İnsanların ise irade ve tasavvurları vardır. Bu irade ve tasavvurlar konusunda, kişiden,ken-dilerine uymasını isterler. Şayet insan onlara katılmazsa ona eziyet eder, iş­kence verirler. Onlara katılır ve uyarsa kimi zaman onlar tarafından ve kimi zaman da başkaları tarafından o kişi eziyet ve işkenceye uğratılır. Meselâ, dindar ve takva sahibi bir kimsenin zalim ve günahkâr bir topluluk arasına düştüğünü varsayalım. Böyle bir topluluk, zulümlerine ve işledikleri günah­larına onu da katmadan yahut o kimse yaptıklarına ses çıkarmaz hale gelme­den rahat etmezler. Şayet bu kimse onlara katılsa yahut yaptıklarına ses çi-karmasa işin başında onların şerrinden selâmette olur. Ama sonra başlangıç­ta korktuğundan kat kat daha fazla küçümseyerek ve eziyet ederek onun ba­şına çullanırlar. Şayet onları yaptıklarından vazgeçirmeye çalışsa ve onlara karşı dursa -onlardan kurtulsa bile- başkalarının elinden ceza görmesi ve alay konusu olması kaçınılmazdır. O halde tam anlamıyla ihtiyatlılık, mü'minle-rin annesi Hz. Âişe'nin Muaviye'ye söylediği şu söze tutunmaktır: "İnsanla­rı kızdırarak Allah'ı hoşnut eden kimseye insanlardan gelebilecek sıkıntılara karşı Allah o kimsenin imdadına yetişir. Allah'ı kızdırarak insanları hoşnut eden kimseyi, insanlar, Allah'dan hiçbir şekilde müstağni kılamazlar."[33]

Dünyanın hallerini iyi düşünen kimse, cezalandırmalarından kaçmak için bozuk amaçları konusunda reislere yardım eden ve bid'atleri konusunda bid'-atçilerin yardımına koşan kimselerde bu durumu çokça görür. Allah'ın hida­yete erdirdiği kendisine doğru yolu ilham ettiği ve nefsinin şerrinden korudu­ğu kimse haramı işlemeye katılmaktan kaçınır ve o kimselerin zulümlerine sabreder. Sonra peygamberlerin kavuştuğu ve muhacirler, ensâr, sınanan âlim­ler, âbidler,salih veliler, tüccarlar ve daha başkaları gibi peygamberlerin ta­kipçilerinin kavuştuğu dünya ve ahiretteki mutlu sona kavuşur. [34]

 

4— Sıkıntılara Katlanmak:

 

Elemden asla kurtuluş olmadığından ötürü Allah Teâlâ süreksiz ve az olan elemi sürekli ve büyük olan eleme tercih edenleri; "Allah'a kavuşmayı uman bilsin ki, Allah'ın koyduğu vakit elbet gelecektir. O, herşeyi işitir ve bilir."[35] buyurarak teselli etti. Bu elemin süresi için bir vakit tayin etti. O vaktin gelmesi kaçınılmazdır. O vakit de Allah'a kavuşma günüdür. Kul, Al­lah için ve Allah rızası için katlandığı eleme karşılık en büyük lezzeti tada­caktır. Zevki, sevinci ve neşesi Allah yolunda, Allah için katlandığı elem miktarınca olacaktır. Rabbine ve Dostuna kavuşma iştiyakı, kulu, bu dün­yadaki elemin meşakkatine katlanmaya şevketsin diye bu teselli ve sabra teş­viki Allah'a kavuşmayı umma ile takviye etti. Hatta kimi zaman O'na ka­vuşma arzusu, kişiye elemin varlığını görülmez ve hissedilmez hale getirir. Bun­dan dolayı Hz. Peygamber (s.a.) Rabbinden, O'na kavuşma arzusu dilemiş, Ahmed ve İbn Hibbân'ın rivayet ettikleri bir duada şöyle niyazda bulunmuş­tur:

"Allah'ım! Gaybı bilmen ve yaratmaya güç yetirmen hürmetine şayet hayat benim için daha hayırlı ise yaşat, ölüm benim için daha hayırlı ise canı­mı al. Gizli-açık her yerde kalbimi Senin korkunla doldur, isterim. Gerek öf­ke, gerek hoşnutluk halinde hak söz söylememi sağla, isterim. Hem fakirlik-te, hem zenginlikte senden tutumluluk dilerim. Senden tükenmeyen bir ni­met, ardı kesilmeyen bir mutluluk dilerim. Kaza'dan sonra Senden rıza dile­rim. Ölümden sonra Senden tatlı bir yaşam dilerim. Yüzüne bakma zevkini tatmak dilerim. Senden, zarar veren bir mihnet ve saptıran bir fitne hali bu­lunmaksızın sana kavuşma arzusu dilerim. Allah'ım! Bizi, iman zineti ile süsle. Bizi doğru yola ermiş, doğru yolun rehberleri eyle."[36]

Arzu, arzulayan kimseyi sevgilisine bir an önce kavuşmak için harekete geçirir, ona yolu yakmlaştırır, uzakları katlar ve elemleri, zorluklan hafifle­tir. Bu, Allah'ın kuluna ihsan ettiği en büyük bir nimettir. Ancak bu nimetin birtakım söz ve amelleri vardır. İşte bu nimetin elde edilmesine sebeb onlar­dır. Allah Teâlâ o sözleri işitir ve o fiilleri bilir. O, bu nimete kimin elverişli olduğunu, kimin şükredeceğini, kıymetini bileceğini ve kendisine bu nimeti verene muhabbet besleyeceğini ve böylece kime bu nimet elverişli ve kim bu nimete münasip durumdadır, bilir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyette buyuru­yor ki: "Aramızdan, Allah bunlara mı iyilikte bulundu? demeleri için işte böyle onlan birbiriyle sınadık. Allah şükredenleri en iyi bilen değil midir?"[37] Kul, Rabbinin nimetlerinden herhangi birini elinden kaçırdığı vakit kendi ken­dine, "Allah, şükredenleri en iyi bilen değil midir?" âyetini okusun.

Sonra Allah Teâlâ o kimseleri bir başka şekilde daha teselli etti: Onların Allah yolunda yapacakları cihad, yalnız kendileri içindir ve bu cihadın mey­vesi kendilerine aittir. Allah, âlemlere muhtaç değildir. Bu cihadın menfaati Allah Teâlâ'ya değil, kendilerine dönecektir. Sonra Allah, bu cihadlan ve iman­ları sayesinde onları salihler zümresine katacağını haber vermiştir.

Sonra Allah, basiretsiz olarak imana gelenin halini anlatıp böyle kimse­nin Allah yolunda ezaya uğratıldığında insanların fitnesini, Allah'ın azabıy-la bir tuttuğunu haber verdi.[38] "İnsanların fitnesi" demek, o kişinin pey­gamberlerin ve onlara uyanların kaçınılmaz bir şekilde muhalifleri tarafın­dan uğratıldıkları elem ve mihnete uğratılması, insanlardan ezâ görmesi de­mektir. İşte bu durumu onlardan kaçma ve başına ezâ getirecek sebebi ter-ketme konusunda, müminlerin, imanlanyla kendisinden kaçtıkları Allah'ın azabiyla bir tutmuştur. Mü'minler mükemmel basiretlerden dolayı Allah'ın azabından imana kaçmışlar ve yakında ayrılacak, yok olacak bir elemi içinde banndıran hale tahammül etmişlerdir. Oysa diğeri basiretinin zayıfhndan ötürü peygamberlerin düşmanlarının azabının eleminden o peygamber düşmanla-nna muvafakat göstermeye, onlara uymaya kaçmıştır. Böylece onların aza­bının eleminden Allah'ın azabının elemine kaçmış, ondan kaçma konusunda insanların fitnesinin elemini Allah'ın azabının elemiyle bir tutmuş, güneşten ısınan yerden kaçıp kurtulayım derken ateşe düşmek suretiyle de tamamen aldanmış ve bir saatlik elemden sonsuz eleme kaçmıştır. Allah, ordusuna ve dostlarına yardım edip onları zafere eriştirince de ortaya çıkıp: "Ben de si­zinle birlikteydim" demiştir. Oysa Allah o kimsenin göğsünde taşıdığı mü­nafıklığı çok iyi bilir.

Sözün özü; hikmeti icabı Allah Teâlâ, nefisleri imtihan eder, dener ve böylece imtihanla iyilerini kötülerinden, dostluğuna ve ikramlarına lâyık olanı olmayanından ayırır, buna lâyık olan nefisleri imtihan körüğünde temizler, arıtır. Nitekim altın da cürufundan ancak ateşte imtihan ( = tasfiye) suretiyle arınır, saf hale gelir. Nefis aslında cahil ve zalimdir. Cehalet ve zulüm sebe­biyle nefisde, çıkarılması eritme ve tasfiyeye muhtaç bir pislik meydana gel­miştir. Bu pislik ya şu dünyada çıkar (kişi kurtulur), ya da cehennem körü­ğünde. Kul, temizlenip arındırılınca onun cennete girmesine izin verilir. [39]

 

B) İLK MÜSLÜMANLAR

 

Hz. Peygamber (s.a.), Allah Teâlâ'ya davet edince her kabileden Allah'ın kullan O'nun davetini kabul etti. [40]

 

1— Hz. Ebu Bekir:

 

: Hz. Peygamber'in (s.a.) davetini kabulde yarış bayrağını ilk eline geçi­ren, ümmetin sıddîkı ve onlar arasında İslâm'a ilk giren Hz. Ebu Bekir'dir. Allah ondan razı olsun. Allah'ın dini konusunda Hz. Peygamber'e (s.a.) destek oldu ve O'nunla beraber, basiretli bir şekilde Allah'a davette bulundu. Bu çalışmaları sonucunda Ebu Bekir'in davetini Osman b. Affan, Talha b. Ubey-dullah ve Sa'd b. Ebî Vakkas kabul ettiler. [41]

 

2— Hz. Hatice:

 

Kadınların sıddîkı, Huveylid kızı Hatice Hz. Peygamber'in (s.a.) dave­tini kabulde erken davrandı ve sıddîkhk yükünü omuzladı. Hz. Peygamber (s.a.) (kendisine ilk vahiy gelip de korku içinde evine döndüğünde) Hatice*-ye: "Kendimden korktum" demiş, o da: "Müjde sana! Vallahi, Allah hiçbir vakit seni utandırmaz." demişti. [42]Ve sonra O'nda bulunan üstün özellik­ler, güzel huylar ve faziletler ile istidlal ederek böyle bir kimsenin hiçbir vakit utandırılmayacağım ifade etti. Olgun aklı ve olgun fıtratıyla bilip anladı ki, salih ameller, üstün faziletler ve yüce huylar Allah'ın lutfu, desteği ve ih­sanı gibi kendilerine uygun olan şekillere münasip düşerler; rezil ve rüsvay olma ile uyum sağlamazlar. Buna ancak sayılan şeylerin zıtları münasip ge­lir. Allah'ın kendisini en güzel sıfatlar, en güzel huylar ve amellerle bezediği kimseye ancak Allah'ın lutfu ve ona nimetini tamamlaması lâyıktır. Kimi de en çirkin sıfatlara, en kötü huy ve amellere bulamışsa ona da ancak bunların münasipleri lâyıktır. Bu akıl ve sıddîkhk sayesinde Hz. Hatice, Rabbi'nin ken­disine, iki elçisi Cebrail ve Hz. Muhammed (s.a.) ile selâm göndermesine hak kazanmıştır. [43]

 

3— Hz. Ali:

 

Ebu Tâlib'in oğlu Ali, İslâm'a girmede erken davrandı. Allah ondan ra­zı olsun. Müslüman olduğunda sekiz yaşında idi. Daha büyük olduğu da söy­lenmiştir. Allah Rasûlü'nün (s.a.) gözetimi ve bakımı altında idi. Hz. Pey­gamber (s.a.) bir kuraklık senesinde yardım olsun diye onu, amcası Ebu Tâ-lib'den almıştı. [44]

 

4— Hz. Zeyd:

 

Allah Rasûlü'nün (s.a.) aşığı Harise oğlu Zeyd de İslâm'a girmede er­ken davrandı. Kendisi, Hz. Hatice'nin kölesi idi. Hz. Hatice evlendiği vakit onu, Allah Rasûlü'ne (s.a.) bağışladı. Zeyd'in babası ve amcası fidye verip kurtarmak için Hz. Peygamber'e (s.a.) gelip onu istediler. Deniliyor ki, on­lar geldiğinde Hz. Peygamber (s.a.) Mescidde idi. Huzuruna girdiler. "Ey Abdülmuttalib oğlu! Ey Hâşim oğlu! Ey kavminin efendisinin oğlu! Sizler, Allah'ın Harem'inin halkı ve onun komşususunuz. Esirin esaret bağını çö-zer, karnını doyurursunuz. Yanında bulunan oğlumuz için sana geldik. Bizi memnun et ve onu serbest bırakmak için isteyeceğin fidyede bizi hoşnut et." dediler. Hz. Peygamber (s.a.): "Oğlunuz kimdir?" diye sordu. "Zeyd b. Harise" cevabım verdiler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Bundan başka bir çözüm bulunsa olmaz mı?" dedi. Onlar da: "O çözüm nedir?" diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.): "Oğlunuzu çağırırım. Onu tercihte serbest bırakırım. Sizi tercih ederse o sizindir. Beni tercih ederse vallahi ben, beni tercih edeni, hiç kimseye tercih etmem." dedi. Zeyd'in babası ve amcası, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Sen bize çok insaflı bir karşılık verdin ve iyi davrandın." dediler.

Peygamberimiz, ZeydM çağırdı ve ona: "Bunları tanıyor musun?" di­ye sordu. O da "evet" cevabını verdi. Hz. Peygamber (s.a.): "Bu kim?" diye sordu. Zeyd: "Bu babam, bu da amcam." dedi. Peygamberimiz: "Ben bildiğin, gördüğün ve sana olan dostluğumu tanıdığın bir kimseyim. îster beni, ister onları tercih et." buyurdu. Zeyd: "Ben seni asla hiç kimseye tercih etmem. Sen, benim babam ve amcam yerindesin." cevabım verdi. Bunun üzerine babası ve amcası: "Yazıklar olsun sana, Zeyd! Köleliği hür­riyete, babana, amcana ve ailene tercih mi ediyorsun?" dediler. O da: "Evet. Bu adamdan öyle bir şey gördüm ki, ben onu asla hiç kimseye tercih et­mem." karşılığını verdi. Bu durumu gören Allah Rasûlü (s.a.) onu (Kabe yanındaki) Hicr'e götürdü ve: "Sizi şahid tutuyorum ki, Zeyd benim oğ-Iumdur. O bana mirasçı olur, ben ona." diye ilan etti. Bu durumu gören babası ve amcası gönülleri rahat ve boş bir şekilde geri döndüler.

Allah İslâm'ı getirinceye kadar Zeyd, "Muhammed'in oğlu Zeyd" di­ye çağrıldı. İslâmiyet gelince: "Üvey evlatları babalarının adlan ile çağı­rın." âyeti[45] indi ve bundan böyle o günden itibaren "Zeyd b. Harise" diye çağrıldı.[46]

Ma'mer, Camı' adlı eserinde Zührî'nin: "Zeyd b. Harise'den önce hiç kimsenin müslüman olduğunu bilmiyoruz." dediğini kaydeder.[47] Zeyd, Al­lah'ın kitabında gerek kendisinin, gerekse Rasûlü'nün ona ihsanda bulun­duğunu haber verdiği ve ismiyle andığı sahabîdir.

Keşiş Varaka b. Nevfel de müslüman olmuş ve kavmi Allah Rasûlü'nü (s.a.) memleketlerinden çıkarırken bir genç olmayı temenni etmiştir.[48] Sünen-i Tirmizfdski bir rivayete göre Allah Rasûlü (s.a.) onu rüyada iyi bir vaziyette görmüştür. Diğer bir hadise göre ise beyaz elbiseler içinde görmüştür.[49]

 

C) İŞKENCE DÖNEMİ

 

1— Kureyş Düşmanlığa Başlıyor:

 

İnsanlar birbiri ardından dine girdiler. Kureyş buna karşı gelmiyordu. Ne zaman ki onların dinlerini ayıplamaya, tanrılarına sövmeye[50] ve onların fayda ve zarar vermez şeyler olduklarını söylemeye başladı, işte o vakit onlar da paçaları sıvayıp O'na ve ashabına karşı düşmanca harekete başladılar. Allah, peygamberini, amcası Ebu Tâlib sayesinde himaye etti. Zira Ebu Tâlib, ailesi içinde kendisine itaat edilen, Kureyş arasında saygı gören şerefli brr kimse idi. Mekke halkı, ona herhangi bir eziye'tte bulunmaya cür'et edemezdi.

Ebu Tâlib'in, kavminin dini üzere kalması Hâkimler Hakimi'nin bir hik­metidir. Zira bunda düşünen kimsenin anlayacağı pek çok faydalar vardır. [51]

 

2— Ashaba Yapılan İşkenceler:

 

Hz. Peygamberin (s.a.) ashabına gelince; kimin kendisini himaye ede­cek bir aşireti var idiyse, aşireti ile korundu. Geri kalanlara ise müşrikler iş­kence ve azap çektirmeye başladılar. Himayesiz müslümanlardan Ammâr b.

Yâsir, annesi Sümeyye ve ailesi Allah yolunda işkenceye maruz kaldılar. Al­lah Rasûlü (s.a.) onlar işkence çekerken yanlarından geçtiği vakit: "Sabır, ey Yâsir ailesi! Buluşacağınız yer kuşkusuz cennettir.*' derdi.[52]

Himayesiz müslümanlardan Bilâl b. Rabah, Allah yolunda en çetin iş­kencelere manız kaldı. Kavmi tarafından hiç önemsenmedi ve kendisi de Al­lah yolunda can vermeyi hiç önemsemedi. İşkencenin şiddeti arttıkça: "Ahad, ahad= Allah birdir, birdir." derdi. Varaka b. Nevfel, onun yanından geçer­ken: "Evet, vallahi birdir, birdir ey Bilâl! Vallahi onu öldürürseniz, çok üzü­leceğim ve onu andıkça merhametimden ağlayacağım." dedi.[53]

Müşriklerin, müslümanlara yaptıkları işkenceler şiddetlenip, aralarında çıldıranlar oldu. Öyle ki onlardan birine: "Allah'tan gayrı Lât ve Uzzâ senin ilâhındır, değil mi?" diye soruyorlar, o da: "Evet" cevabım veriyordu. Hat­ta yanlarından bir tezek böceği geçtiğinde: "Bu da senin, Allah'tan gayrı ilâ­hındır değil mi?" diye soruyorlar, o da: "Evet" diyordu.

Allah düşmanı Ebu Cehil, Ammâr b. Yâsir'in annesi Sümeyye'nin yanı­na uğradı. Sümeyye, kocası ve oğlu işkence görüyorlardı. Ebu Cehil, onun mahrem yerine mızrak saplayıp öldürdü.

Hz. Ebu Bekir Sıddîk, işkence edilen bir köle görse müşriklerden onu satın alıp azad ederdi. Bilâl, Âmir b. Füheyre, Ümmü Ubeys, Zinnîre, Neh-diye, Nehdiye'nin kızı ve Adiyoğullannın bir cariyesi Hz. Ebu Bekir'in bu şekilde azad ettiği kölelerdendir. Sözü edilen Adiyoğullannın cariyesine müs-lümanhğından ötürü Ömer, kendisi rhüslüman olmadan önce işkence yapar­dı. Hz. Ebu Bekir'e babası: "Oğlum, zayıf köleleri azad ettiğini görüyorum. Yaptığını yapıyorsun, bari hiç değilse şöyle yiğit olanlarını azad et de seni korusunlar." dedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir, babasına: "Ben, istediği­mi yaparım." cevabım verdi. [54]

 

D) HABEŞİSTAN'A HİCRET

 

1— Birinci Hicret:

 

İşkence ve musibetin şiddeti artınca Allah Teâlâ, müslümanlara Habe­şistan'a ilk hicret iznini verdi. Oraya ilk hicret eden Osman b. Af fan oldu. Beraberinde karısı Allah Rasûlü'nün (s.a.) kızı Rukiyye de bulunuyordu. Bu ilk hicret edenler 12 erkek, 4 kadından oluşuyordu: Hz. Osman ve karısı, Ebu Huzeyfe ve kansı Sehle bt. Süheyl, Ebu Seleme ve karısı Ümmü Seleme Hind bt. Ebu Ümeyye, Zübeyr b. Avvâm, Mus'ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz'ün, Âmir b. Rabîa ve karısı Leylâ bt. Ebu Hasme, Ebu Sebra b. Ebu Ruhm, Hâtıb b. Amr, Süheyl b. Vehb ve Abdullah b. Mes'-ûd.

Kafile, Mekke'den gizlice çıkıp yola koyuldu. Sahile ulaştıklan saatte Al­lah'ın tevfıkiyle iki tüccar gemisiyle karşılaştılar. Tüccarlar onları gemilere bindirip Habeşistan'a götürdüler. Yola çıkışları Hz. Muhammed'in (s.a ) pey­gamber olarak gönderilmesinin beşinci yılındaki Recep ayına rastlamaktadır. Kureyş de peşlerinden yola çıktılar, denize kadar geldiler. Kafileden hiçbir kimseye yetişemediler.

Daha sonra, hicret eden kafileye, Kureyş'in Hz. Peygamber'le (s.a.) uğ­raşmaktan vazgeçtikleri haberi ulaşınca döndüler. Gündüz bir vakitte Mek­ke önlerine yaklaştıklarında Kureyş'in Allah Rasûlü'ne (s.a.) eskisinden daha şiddetli düşmanlık göstermekte oldukları haberini aldılar. Emân altın­da şehre girenler oldu. İşte bu defasında İbn Mes'ûd da Mekke'ye girmiş, namaz kılmakta olan Hz. Peygamber'e (s.a.) selâm vermiş, ama Hz. Pey­gamber (s.a.) selâmını almamıştı. Bu durum İbn Mes'ûd'un çok gücüne git­mişti. Nihayet Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Allah, namazda konuşmayın di­ye yeni bir emir gönderdi." dedi.[55] Doğru olan budur. İbn Sa'd ve bir grup (tarihçi) İbn Mes'ûd'un Mekke'ye girmediğini, Habeşistan'a gen döndüğü­nü ve ikinci defada gelenlerle birlikte Medine'ye girdiğini iddia etmişlerdir. Bu iddia şöyle reddedilmiştir: îbn Mes'ûd, Bedir savaşma katılmış ve yarala­nan Ebu Cehil'in işini bitirmiştir. Bu hicrete katılanlar ise Cafer b. Ebu Tâ-lib ve arkadaşları ile birlikte Bedir savaşından dört yahut beş yıl sonra Medi­ne'ye gelmişlerdir.

Bu görüşü savunanlar diyorlar ki: Şöyle bir itiraz ileri sürülürse: Hayır, îbn Sa'd'm söylediği bu söz Zeyd b. Erkam'ın şu anlattıklarıyla uyum gös­termektedir: Biz namazda konuşurduk. Adam, yanındaki arkadaşıyla namazda konuşurdu. "îhlâslı bir halde Allah için namaza durun.*' âyeti[56] gelince bi­ze sükut emredildi ve söz söylemek yasaklandı.[57] Zeyd b. Erkam, Ensar'dan-dır. Sûre ise Medine'de inmiştir. O halde İbn Mes'ûd geldiğinde, Hz. Pey­gamber (s.a.) namazda iken selâm vermiş, Hz. Peygamber (s.a.) de selâm ve­rip namazdan çıkıncaya kadar onun selâmını almamış ve ona, söz söyleme­nin haram kılındığını haber vermiştir. Böylece îbn Mes'ûd hadisi ile İbn Er­kam hadisi aynı noktada birleşmiş oldu.

İtiraza cevap: Bu, îbn Mes'ûd'un Bedir savaşına katılmış olmasını iptal eder. İkinci hicrete katılanlar, ancak Hayber savaşının'yapıldığı sene Cafer ve arkadaşları ile birlikte gelmişlerdir. Şayet İbn Mes'ûd, Bedir savaşından

önce gelenlerden olsa, onun gelişinden mutlaka söz edilirdi. Habeşistan mu­hacirlerinin dönüşlerini anlatan herkes birinci gelişin Mekke'de iken yapıldı­ğını, İkincisinin ise Hayber savaşının vuku bulduğu sene Cafer'le birlikte ya­pıldığını kaydetmiştir. O halde İbn Mes'ûd bu iki kere dışında ne zaman ve kiminle dönmüştür? Bu konuda İbn îshak da bizim söylediğimiz gibi görüş ileri sürmüştür. Diyor ki: "Allah Rasülü'nün (s.a.) Habeşistan'a hicret eden arkadaşlarına Mekke halkının müslüman olduğu haberi ulaştı. Bu haber ken­dilerine ulaşınca döndüler. Mekke'ye yaklaştıkları vakit Mekke halkının müs­lüman olduğu haberinin asılsız olduğunu duydular. Emânla yahut gizlice gi­renler dışında hiç kimse şehre girmedi. Onlardan şehre girenler ve orada ka­larak, Medine'ye hicret edip Bedir ve Uhud savaşma katılanlar şunlardır:..." İbn İshak bunlar arasında Abdullah b. Mes'ûd'un ismini de kaydetmiştir.

Soru: Peki, Zeyd b. Erkam hadisini ne yapacaksınız?

Cevap: Bu itiraza iki türlü cevap vermek mümkündür: Birincisi: Namazda konuşmak Mekke'de iken yasaklanmıştır. Sonra Medine'de buna izin veril­di, sonra yeniden yasaklandı. İkincisi: Zeyd b. Erkam, sahabenin küçükle-rindendir. O ve bir grup insan alışkanlıkları üzere namazda konuşurlardı, ya­saklama onlara ulaşmamıştı. Yasak olduğu haberi onlara ulaşınca vazgeçti­ler. Zeyd, bu âyet ininceye kadar bütün müsîüman cemaati namazda konu­şurlardı diye haber vermemiştir. Bunu haber verdiği düşünülse bile bu onun bir yanılgısı demektir. [58]

 

2— İkinci Hicret:

 

Kureyş'in Habeşistan muhacirlerinden geri dönenlere ve diğerlerine kar­şı yaptığı işkencenin şiddeti arttı, aşiretleri gemi azıya alıp onlara karşı katı tutum içine girdiler ve müslümanlar onlardan pek şiddetli işkence gördüler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) Habeş ülkesine ikinci defa hicret için on­lara izin verdi. İkinci çıkışları onlara daha zor ve daha güç geldi. Kureyş'in pek şiddetli öfkesine maruz kaldılar ve onlardan işkence gördüler. Kendileri­ne ulaşan, Necâşî'nin Habeşistan'a hicret eden müslümanlarla iyi ilişkiler içinde olduğu haberi müşriklerin pek güçlerine gitti. Bu defa hicret için yola çıkan­ların sayısı, şayet Ammâr b.Yâsir de aralarında ise -ki İbn İshâk'ın dediğine göre bu husus kuşkuludur - 83 erkek, 19 kadındır.

Ben derim ki: Bu ikinci hicret olayında Osman b. Affan ve Bedir savaşı­na katılan bir grup sahabînin İsmi geçmektedir. Bu ya bir yanılgıdır, yahut da Bedir savaşından önce başka bir gelişleri daha olmalıdır. O zaman üç

kere gelmiş olurlar: 1- Hicretten önce, 2- Bedir savaşından önce, 3- Hayber savaşının yapıldığı sene. Bundan dolayı İbn Sa'd ve başka tarihçiler demiş­lerdir ki: Habeşistan muhacirleri, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Medine'ye hicret ettiğini duyunca, aralarından 33 erkek ve 8 kadın geri döndü. Onlardan iki erkek Mekke'de öldü, yedisi Mekke'de hapsedildi ve 24 erkek Bedir savaşına katıldı. [59]

 

3— Necaşî'ye Mektup:

 

Allah Rasûlü'nün (s.a.) Medine'ye hicretinin 7. senesi Rabiûlevvel ayın­da Allah Rasûlü (s.a.) Necaşî'ye İslâm'a davet mektubu yazdı ve onu Amr b. Ümeyye ed-Damrî ile gönderdi. Mektup kendisine okununca Necâşî müs-lüman oldu ve: "Yemin olsun O'na gitmeye gücüm olsa mutlaka giderdim1." dedi.[60]

Hz. Peygamber (s.a.) Necaşî'ye, kendisini Ebu Süfyan'ın kızı Ümmü Ha-bibe ile nikahlaması için mektup yazdı. Ümmü Habibe, kocası Ubeydullah b. Cahş ile birlikte Habeş ülkesine hicret edenler arasına katılmıştı. Kocası orada hıristiyan oldu ve öldü. Bunun üzerine Necaşî, Ümmü Habibe ile Hz. Peygamber'in (s.a.) nikâhını kıydı ve Hz. Peygamber (s.a.) adına Ümmü Ha-bibe'ye mehir olarak dört yüz dinar verdi. Nikâhda Ümmü Habibe'nin velisi ise Hâlid b. Saîd b. Âs idi.[61]

 

4— Muhacirlerin Dönüşü:                                       

 

Allah Rasûlü (s.a.) Necaşî'ye bir mektup yazarak yanında kalan sahabî-leri gemiye bindirip göndermesini istedi. O da bu isteği yerine getirdi, sahabî-leri iki gemiye bindirip Amr b. Ümeyye ed-Damrî ile birlikte gönderdi. Allah Rasûlü'nün (s.a.) huzuruna Hayber'de iken geldiler. O'nu Hayber'i fethet­miş buldular. Allah Rasûlü (s.a.) ganimetin paylaştınlmasında onları da da­hil etmeleri konusunda müslümanlarla konuştu. Onlar da öyle yaptılar.'[62]

Buna göre îbn Mes'ûd hadisi ile Zeyd b. Erkam hadisi arasındaki prob­lem ortadan kalkar; İbn Mes'ûd hicretten sonra ve Bedir savaşından önce ara­daki gelişde Medine'ye girmiş, o vakit Hz. Peygamber'e (s.a.) selâm vermiş, o da selâmım almamış ve Zeyd b. Erkam'm dediği gibi, konuşma daha yakın zamanda haram kılınmış olur. Bu duruma göre konuşmanın haram kılınışı Mekke'de değil, Medine'de olmuş olur. İki rekât olarak farz kılınmışken dört rekâta çıkarılması, kılarken cemaat oluşturmanın vacipliği gibi namazda hic­retten sonra meydana gelen nesih ve değiştirme gözönüne alınırsa en isabetli­si budur.

İtiraz: Bu ne kadar güzel ve ne kadar sağlam bir uzlaştırma! Ama Mu-hammed İbn İshak aktardığınız: "îbn Mes'ûd Habeşistan'dan döndükten son­ra Medine'ye hicrete kadar Mekke'de kaldı, Bedir savaşına katıldı." sözleri­ni söylememiş olsa! Oysa bu sözler söyleneni reddeder.

Cevap: Muhammed İbn İshak bunları söylemişse, Muhammed îbn Sa'd da Tabakalında.: "İbn Mes'ûd, döndükten sonra biraz bekledi. Sonra Ha­beş ülkesine döndü." demiştir. Bu en açık olanıdır. Zira îbn Mes'ûd'un Mek­ke'de kendisini himaye edecek kimsesi yoktu. îbn Sa'd'ın rivayeti, İbn İs-hak'ın farkında olmadığı bir ilâveyi içermektedir. İbn İshak, bunu kendisine kimin aktardığını söylememiştir. Muhammed İbn Sa'd ise rivayetini Mutta-lib b. Abdullah b. Hantab'a isnad etmiştir. Böylece hadisler uzlaşmış ve bir­birlerini doğrulamış oldu, onlardaki problem ortadan kalktı. Hamd ve min­net yalnız Allah'a!

İbn İshak, Habeşistan'a yapılan bu hicrette Ebu Musa el-Eş'arî Abdul­lah b. Kays'i da kaydetmiştir. Aralarında Muhammed b. Ömer el-Vâkıdî ve başkalarının da bulunduğu siyerciler bu konuda ona karşı çıkmışlar ve: "îbn İshak yahut onun berisindeki râvî bunun nasıl farkına varmamıştır?!" de­mişlerdir.

Ben derim ki: Bu durum Muhammed îbn İshak'tan öte, onun berisinde­ki râvi tarafından bile farkına varılmayacak bir şey değildir. Ancak yanılgı şundan kaynaklanmıştır: Ebu Musa, Cafer ve arkadaşlarının Habeşistan'a gittiğini duyunca Yemen'den Habeş ülkesine, onların yanına hicret etmiş, sonra Sahih'de açık bir şekilde belirtildiği üzere onlarla birlikte Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanına Hayber'e gelmiştir. İşte tbn İshak bunu Ebu Musa'nın bir hic­reti saymıştır. O, Ebu Musa Mekke'den Habeş ülkesine hicret etti dememiş­tir ki, ona karşı gelinsin. [63]

 

5— Kureyş Muhacirleri Rahat Bırakmıyor:

 

Muhacirler, Necaşî Ashame'nin memleketine emniyet içinde yerleştiler. Kureyş bu durumu öğrenince peşlerinden Abdullah b. Ebu Rabîa ve Amr b. Âs'ı, şehirlerinden hediyeler ve armağanlarla yola çıkarıp muhacirleri kendi­lerine teslim etmesi için Necaşî'ye gönderdiler. Necaşî, onların bu isteklerini geri çevirdi. Müşrikler ileri gelen patrikleri araya soktular. Necaşî, onların isteklerini kabul etmedi. Bunun üzerine ona: "Bunlar İsa hakkında büyük lâf ediyorlar. İsa'nın Allah'ın kulu olduğunu söylüyorlar." diye muhacirleri jurnal ettiler. Necaşî, muhacirleri meclisine çağırttı. Liderleri Cafer b. Ebu Tâlib idi. Huzura girmek istedikleri zaman Cafer: "Allah'ın cemaati senden içeri girmek için izin istiyor." dedi. (Necaşî) mabeyinciye: "Ona, içeri gir­mek için istediği izni tekrar etmesini söyle" dedi. Cafer de tekrarladı. Neca-şî'nin huzuruna girdikleri vakit Necaşî: "İsa hakkında ne diyorsunuz?" diye sordu. Cafer, ona Meryem sûresinin baş taraflarını okudu. Bunun üzerine Necaşî eline, yerden bir çöp alıp: "îsa ne buna, ne de bu çöpe bir ilâvede bulunmuştur." dedi. Bu sözler üzerine yanındaki patrikler homurdandılar. Necaşî onlara: "Homurdanırsanız homurdanınî", muhacirlere de: "Gidin, sizler ülkemde seyûm'sunuz. Size ilişen cezasını çeker." dedi. -"Seyûm" on-Iann lisanında "güvencede olanlar" anlamındadır. -Sonra elçilere dönüp: "Ba­na bir dağ altın verseniz bunları teslim etmem." dedi. Sonra da emretti, he­diyeleri onlara geri verildi. Perişan bir halde geri döndüler.[64]

 

E) BOYKOT ANLAŞMASI

 

1— Kıırcyşliler Boykot Anlaşması İmzalıyor:

 

Sonra Hz. Peygamber'in (s.a.) amcası Hamza ve pek çok sayıda insan müslüman oldu. İslâmiyet yayıldı. Kureyş baktı ki, Allah Rasûlü'nün (s.a.) otoritesi baskın hale gelmeye başladı, işler durmaz ilerler oldu. Bunun üzeri­ne bir araya gelip kendilerine Allah Rasûlü'nü (s.a.) teslim edene kadar Hâ-şimoğulları, Abdülmuttaliboğullan ve Abdimenafoğulları ile ahş-veriş yap­mamak, kız alış-verişinde bulunmamak, konuşmamak ve onlarla birlikte otur-mamak üzere bir anlaşma yaptılar ve bunu bir sahifeye yazıp Kabe'nin tava­nına astılar. Sahife'nin kâtibinin, Mansûr b. İkrime b. Âmir b. Hâşim oldu­ğu söylenir. Nadr b. Haris olduğu da söylenir. Doğrusu Bağîz b. Âmir b. Hâ-şim'dir. Allah Rasûlü (s.a.) ona beddua etti, eli çolak oldu. Hâşimoğulları ile Muttaliboğullarının, Ebu Leheb dışında, mü'mini -kâfiri bir araya top­landı. Ebu Leheb ise; Allah Rasûlü'ne (s.a.), Hâşimoğullarına ve Muttalibo-ğullarına karşı Kureyş'i destekledi. Allah Rasûlü (s.a.) ve beraberindekiler İslâmiyet'in yedinci yılında Muharrem hilâlinin doğduğu gece, Ebu Tâlib Şi'bi denilen mahalleye hapsolundular. Anlaşmanın yazıldığı sahife Kabe'nin içi­ne asılmıştı. Müslümanlar üç sene kadar baskı altında, kendilerine yiyecek-içecek maddelerinin ulaşma yolu kesilmiş, mahbus bir halde kuşatma altında kaldılar. Öyle ki bu hal dayanılmaz olmuştu. Mahallenin ötesinden çocuklarınm ağıt sesleri duyuluyordu. Ebu Tâlib meşhur Kaside-i Lâmiye'sini ora­da söyledi. Başı şöyledir:[65]

"Allah kinden ötürü Abd-i Şems ve Nevfel'i

Tehirsiz, acele tarafından en kötü bir ceza ile hemencecik cezalandırsın." [66]

 

2— Anlaşmanın Sonu:

 

Kureyş'ten kimileri bundan hoşnut oluyor, kimileri hoşnutsuzluk göste­riyordu. Hoşnut olmayanlar sahifeyi yırtmaya çalıştılar. Bu işe kalkışan, Hi-şâm b. Amr b.Haris b. Habîb b. Nasr b. Mâlik idi. Bu zat, bu konuda Mut'-im b. Adiy ve bir grup Kureyşli ile gidip görüştü. Onun bu isteğini kabul etti­ler. Sonra Allah, Peygamberine, onların sahifelerinin ne hale geldiğini, o sa-hife üzerine bir ağaç kurdu gönderdiğini ve bu kurdun sahifede bulunan bü­tün haksızlık, akrabalık ilişkisini kesme ve zulüm ile ilgili sözlerin yazılı ol­duğu kısımları yediğini, Allah Teâlâ'mn adı yazılı olan kısmı bıraktığını bil­dirdi. Hz, Peygamber (s.a.) de bunu amcasma haber verdi. (Ebu Tâlib) Ku-reyş'e çıkıp yeğeninin şöyle şöyle dediğini haber verdi ve: "Şayet yalancı ise O'nunla sizin aranızdan çekiliriz. Şayet doğru söylüyorsa siz de bizimle ak­rabalık ilişkisini kesmekten, bize zulmetmekten vazgeçersiniz." dedi. Onlar da: "Haklısın" dediler, sahifeyi asılı olduğu yerden indirdiler. İş, Allah Ra-sûlü'nün (s.a.) dediği gibi çıkınca küfürleri katmerlendi. Allah Rasûlü (s.a.) ve beraberindekiler mahalleden dışarı çıktılar.[67] îbn Abdilber: "Boykot, pey­gamberimize peygamberlik geldikten on sene sonra kaldırıldı." diyor. Bun­dan altı ay sonra Ebu Tâlib, ondan üç gün sonra da Hz. Hatice vefat etti. Başka tarihler de verilmiştir. [68]

 

F) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) TÂİF'E GİDİŞİ

 

1— Tâifliler O'nu Dinlemiyor:

 

Sahife yırtılıp da boykot anlaşmasının sona ermesiyle Ebu Tâlib ve Hz. Hatice'nin az bir zaman aralığı ile ölmeleri bir araya rastlamış; kavminin se­fihlerinin Allah Rasûlü'ne (s.a.) yaptıkları işkence şiddetlenmiş, Peygambe­rimize karşı cür'etkâr bir tavırla eziyette bjılunmaya koyulmuşlar ve bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) kendisini barındırırlar, kavmine karşı kendisine yardım ederler ve onlardan korurlar ümidiyle Taife gitti.

Tâiflileri Allah Teâlâ'ya davet etti. Ne bir barındıran, ne bir yardımcı gördü. Bununla kalmayıp O'na en şiddetli işkencelerde bulundular, kendi kav­minin yapmadığını yaptılar.

Yanında kölesi Zeyd b. Harise bulunuyordu. Hz. Peygamber (s.a.) Tâ-iflilerin arasında on gün kaldı. Eşraftan gidip konuşmadığı hiç kimse kalma­dı. "Şehrimizden çık!" dediler ve ayak takımını O'na karşı kışkırttılar. Hz. Peygamber'in (s.a.) geçtiği yolun iki kenarında dizilip O'nu taşlamaya başla­dılar. Hz. Peygamber'in (s.a.) ayaklan kana bulandı. Zeyd b. Harise ise atı­lan taşlara kendi vücudunu siper edip Peygamberimizi korumaya çalışıyor­du. Onun da başında yaralanmalar oldu. [69]

 

2— Taif'ten Dönüşü:

 

Hz. Peygamber (s.a.) mahzun bir halde Tâif ten Mekke'ye dönüş için yola koyuldu. İşte bu dönüşü esnasında "Tâif Duası'* diye meşhur olan şu duayı yaptı:

"Allah'ım! Güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğü­mü yalnız Sana yakınıyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen ezi­lenlerin, hor görülenlerin Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Beni kime bırak­tın? Bana saldıran bir uzak insan eline mi, yoksa işimi kendisine teslim etti­ğin bir düşmana mı? Yeter ki, bir gazabın olmasın bana; aldırmam çektikle­rime. Ancak şuna inanıyorum ki, Senin afiyetin daha geniştir, bana. Gazabı­na uğramaktan yahut öfkeni haketmekten karanlıkları aydınlatan yüzünün nuruna sığmıyorum. Hoşnut kalacağın kadar Sana memnuniyetimi sunuyo­rum. Güç de Senin, kuvvet de Senin."[70]

Bunun üzerine Rabbi, "dağlar meleğini" kendisine gönderip şayet ister­se Mekke'yi ortalarına alan iki büyük dağı (Ebu Kubeys ve Ahmer dağlarını) Mekke halkı üzerine geçirmesini emretmiş, o ise: "Hayır. Onlara yumuşak davr anı İmasını, mühlet tanınmasını istiyorum. Belki Allah, onların sulble-rinden kendisine ibadet edecek ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimse­ler çıkaracaktır." Demiştir.[71]

 

3— Hz. Peygamber*! (s.a.) Cinlerin Dinlemesi:

 

Hz. Peygamber (s.a.) Tâif ten dönüş yolu üzerinde Nahle'de konakladı­ğında gece namaz kılmaya kalktı. Bir grup cin O'nun bulunduğu yere gönde­rildi. Cinler Hz. Peygamberin (s.a.) okuduğu Kur'an-ı Kerim'i dinlediler. Şu âyetler ininceye kadar Allah Rasûlü (s.a.) onların farkına varmadı:

"Hani biz, cinlerden bir topluluğu Kur'an dinlesinler diye sana doğru çevirmiştik de, huzuruna geldiklerinde birbirlerine: 'Susun, dinleyin' demiş­ler; okunması bitirilince de uyarıda bulunmak üzere kavimlerine dönmüşler ve: 'Ey kavmimiz! Biz, Musa'dan sonra indirilmiş olan, kendinden öncekile-*ri doğrulayan, hakkı ve doğru yolu gösteren bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'a çağırana icabet edin ve O'na inanın ki, sizin günahlarınızın bir kıs­mını alsın, bağışlasın, sizi çok elem verici bir azaptan korusun', demişlerdi. Allah'a çağırana uymayan kimse bilsin ki, Allah'ı yeryüzünde aciz bıraka­maz; onlara O'ndan başka dost da bulunmaz ve işte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler."[72]

Hz. Peygamber (s.a.) Nahle'de birkaç gün kaldı. Zeyd O'na, Kureyş'i kastederek: "Seni Mekke'den çıkarmışlarken onların içine nasıl girebilecek­sin?" diye sordu. Peygamberimiz: "Ey Zeyd! Görürsün, Allah ummadığın yerden bir kapı açar, bir çıkış yolu gösterir. Kuşkusuz Allah, dininin yardım­cısı ve peygamberinin destekçisidir." buyurdu. [73]

 

4— Peygamberimizin Mekke'ye Girişi:

 

Mekke'ye vardıklarında Hz. Peygamber (s.a.) Huzâa kabilesinden bir adamı Mut'im b. Adiy'e gönderip, "Himayene girebilir miyim?" diye sor-durttu. Mut'im "evet" cevabını verdi; oğullarını ve kavmini çağırıp: "Silah kuşanın, Kabe'nin rükünleri yanında olun. Ben, Muhammed'i himayeme al­dım." dedi.

Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) yanında Zeyd b. Harise olduğu halde şehre girdi, Mescid-i Haram'a kadar vardı. Mut'im b. Adiy, devesi üzerinde doğruldu ve: "Ey Kureyş topluluğu! Ben, Muhammed'i himayeme aldım. Hiç biriniz ona saldırmasın." diye bağırdı.

Allah Rasûlü (s.a.) Rükn'e (Hacer-i Esved'e) vardı, onu selâmladı ve iki rekât namaz kılıp evine döndü. Mut'im ve oğulları, Peygamberimiz evine gi­rinceye kadar silahlı bir vaziyette O'nun etrafını çevirip koruma altına aldılar.'[74]

 

G) HZ. PEYGAMBERDİN (S.A.) MİRACA ÇIKIŞI

 

1— Mirâc Yolculuğu:

 

Sonra Allah Rasûlü (s.a.) doğru olan görüşe göre bedeniyle, Burak üze­rine binmiş olarak Cebrail (a.s.) eşliğinde geceleyin Mescid-i Haram'dan Beyt-i Makdis'e götürüldü (İsrâ hâdisesi). Oraya indi ve Peygamberlere imam olup namaz kıldırdı.'[75] Burak'ı mescidin kapısının halkasına bağladı. Beyt-i Lahm'e indiği ve orada namaz kıldığı söylenmişse de böyle bir rivayet asla sahih değildir.

Sonra o gece Beyt-i Makdis'den en yakın semaya yükseltildi. Cebrail, O'nun adına semanın kapısının açılmasını istedi, ona kapı açıldı. Orada insanlığın babası Hz. Âdem'i gördü, ona selâm verdi. O da selâmını aldı, "Merhaba = Hoşgeldin, safa geldin." dedi ve peygamberliğini tasdik etti. Allah Hz. Peygamber'e (s.a.) sağ tarafında bahtiyarların (cennetliklerin) ruhlarını, sol tarafında bedbahtların (cehennemliklerin) ruhlarını gösterdi.

Sonra ikinci semaya yükseltildi. Cebrail, ona semanın kapısının açılma­sını istedi. Hz. Peygamber (s.a.) orada Hz. Zekeriya'nın oğlu Hz. Yahya'yı ve Hz. Meryem'in oğlu Hz. İsa'yı gördü. Onlarla buluştu ve onlara selâm verdi. Onlar da selâmını aldılar ve "merhaba" dediler, peygamberliğini tas­dik ettiler.

Sonra üçüncü semaya yükseltildi. Orada Hz. Yusuf'u gördü; ona selâm verdi. O da selâmını alıp "merhaba" dedi ve peygamberliğini tasdik etti.

Sonra dördüncü semaya yükseltildi. Orada Hz. îdris'i gördü; ona selâm verdi. O da selâmını alıp "merhaba" dedi ve peygamberliğini tasdik etti.

Sonra beşinci semaya yükseltildi. Orada İmran oğlu Hz. Harun'u gör­dü; ona selâm verdi. O da selâmını alıp "merhaba" dedi ve peygamberliğini tasdik etti.

Sonra altıncı semaya yükseltildi. Orada İmran oğlu Hz. Musa ile karşı­laştı; ona selâm verdi. O da selâmını alıp "merhaba" dedi ve peygamberliği­ni tasdik etti. Hz. Peygamber (s.a.) onu geçip gidince Hz. Musa ağladı. Ona: "Niçin ağlıyorsun?" diye sordular. O da: "Nasıl ağlamayayım! Benden son­ra peygamber olarak gönderilen bir gencin ümmetinden cennete girenler, be­nim ümmetimden girenlerden daha çok!" dedi.

Sonra yedinci semaya yükseltildi, orada Hz. İbrahim ile karşılaştı; ona selâm verdi. O da selâmını ahp "merhaba" dedi ve peygamberliğini tasdik etti. [76]

 

2— Beş Vakit Namaz:

 

Sonra Sidretü'l-Müntehâ'ya çıkartıldı. Sonra ona Beytü'l-Ma'mür çıkar­tılıp gösterildi. Sonra da Cebbar olan Allah'a (c.c) yükseltildi. O'na o kadar yaklaştı ki, araları iki yay aralığı kadar belki daha yakın oldu.[77] Allah, kuluna o anda vahyedeceğini'sjâhyetti. Ona elli vakit namaz farz kıldı. Hz. Peygamber (s.a.) döndü, Hz. Musa'ya uğradı. Hz. Musa: "Neyle emrolun-dun?" diye sordu. Peygamberimiz: "Elli vakit namazla" karşılığını verdi. Hz. Musa: "Ümmetin buna güç yetiremez. Dön, Rabbine; ümmetin için ha­fifletmesini iste." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) bu konuda istişare edercesine bakışını Cebrail'e çevirdi. O da: "İstersen, tamam öyle olsun." diye görüşü­nü bildirdi. Bunun üzerine Cebrail, onu yükseltti; Cebbar Teâlâ'ya getirdi. O yerinde idi. -Senedlerin birinde Buhan'nin metni böyledir.- Allah, ondan 10 vakit namazı kaldırdı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) indirildi. Hz. Musa'ya uğradı, ona durumu haber verdi. Hz. Musa: "Rabbine dön, hafifletmesini iste" dedi. Böylece Peygamberimiz, Hz. Musa ile Allah Teâlâ arasında gidip gelmeye başladı. Nihayet Allah namazı beş vakte indirdi. Hz. Musa yine Pey­gamberimize dönüp Allah'tan hafifletmesini istemeyi önerdiyse de Hz. Pey­gamber (s.a.): "Rabbimden utandım. Ama ben razıyım ve teslimim." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) uzaklaşınca (ardından) bir münadi: "Farzımı artık im­zaladım, yürürlüğe koydum ve kullarımdan (yükümlülüklerini) hafiflettim." diye seslendi.[78]

 

3— Hz. Peygamber (s.a.) Rabbini Gördü mü?

 

Sahabe, Hz. Peygamber'in (s.a.) o gece Rabbini görüp görmediği konu­sunda görüş ayrılığına düşmüştür. İbn Abbas'tan gelen sahih bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) Rabbinİ görmüştür. Yine ondan gelen sahih bir rivayete göre ise Peygamberimiz, Rabbini kalbiyle görmüştür.[79]

Sahih bir rivayete göre Hz. Âişe ile İbn Mes'ûd bunu inkâr etmiş ve: "An-dolsun ki, Sidretü'l-Müntehâ yanında, bir başka inişte O'nu görmüştür." âye­tinde[80] geçen "görme" fiilinin öznesi sadece Cebrail'dir, demişlerdir.[81]

Bir sahih rivayete göre de Ebu Zer, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Rabbini gördün mü?" diye sordu; Peygamberimiz de: "Bir nurdur. Onu nerde göre­yim!" demiştir. Yani benim O'nu görmemi bir nur engelledi demek istemiş­tir. Nitekim bir başka metne göre: "Bir nur gördüm." demiştir.[82]

Osman b. Saîd ed-Dârimî, sahabenin, Hz. Peygamber'in (s.a.) Rabbini görmediği konusunda ittifak etmiş olduklarını nakletmiştir.

Şeyhülislâm İbn Teymiye -Allah, ruhunu takdis eylesin- diyor ki: İbn Ab-bas'ın "gördü" demesi ne bununla ne de "kalbiyle gördü" sözüyle çatışır. Sahih bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.): "Ulu ve yüce Rabbimi gördüm." demiştir.[83] Ancak bu görme olayı İsrâ hadisesi sırasında olmamış, Medine'­de olmuştu. Sabah namazında sahabîlerin gözünden kaybolmuş; sonra o ge­ce rüyasında ulu ve yüce Rabbini gördüğünü haber vermişti. İmam Ahmed (r.h.) buna dayanarak: "Evet, Rabbini gerçekten görmüştür. Zira Peygam­berin rüyası gerçektir." demiştir. Böyle olmalıdır da. Ancak İmam Ahmed (r.h.): "Hz. Peygamber (s.a.) uyanıkken, baş gözüyle O'nu gördü" deme­miştir. Ondan böyle bir söz nakleden kimse, onu töhmet altında bırakmış olur. Fakat İmam Ahmed bir keresinde: "O'nu gördü" ve bir keresinde de "O'nu kalbiyle gördü" demiş; böylece ondan iki rivayet aktarılmıştır. Müntesiple-rinden birinin tasarrufu olarak ondan bir üçüncü görüş "O'nu baş gözüyle gördü" görüşü aktanlmışsa da, Ahmed'in söylediği sözler işte ortada; onlar arasında böyle bir şey mevcut değildir.

İbn Abbas;m: "O'nu kalbiyle iki kere gördü" sözünün dayanağı eğer Allah'ın önce: "Muhammed'in gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı." bu-yurup[84] ardından: "Andolsun ki, bir başka inişte O'nu görmüştür." buyur-ması[85] ise -ki açıkça görülen dayanağı budur- Hz. Peygamber'den (s.a.) gelen sahih bir rivayete göre bu görülen Cebrail'dir; kendisi onu asıl yaratıl­dığı suretinde iki kere görmüştür. İmam Ahmed'in "O'nu kalbiyle gördü" sözündeki dayanağı işte İbn Abbas'ın bu sözüdür. En iyi bilen Allah'dır.

Allah Teâlâ'nın Necm sûresinde "Sonra yaklaştı; tâ vardı yanına."[86] âyetinde bildirdiği, isrâ hadisesindeki yaklaşma ve varma olayı değildir. Zira Necm süresindeki, Hz. Âişe ve îbn Mes'ûd'un dedikleri üzere Cebrail'in yak­laşması ve yanma varmasıdır. Sözün akışı da bunu göstermektedir. Çünkü Allah: "O'na çetin güçlere sahip olan öğretmiştir."[87] buyuruyor ki bu öğ­retici Cebrail'dir; sonra devamla: "O öğretici güçlüdür. En yüksek ufukta iken doğrulu vermiş, sonra yaklaşıp tâ yanma varmıştır, "[88] buyurmuştur. Bütün buradaki zamirler, bu çetin güçlere sahip güçlü-kuvvetli öğreticiye git­mektedir. Bu öğretici en yüksek ufukta doğruluvermiş; yaklaşmış, tâ yanına varmış; Hz. Muhammed'e (s.a.) iki yay kadar, belki daha yakın olmuştur. İsrâ hadisindeki yaklaşma ve yanına kadar varmasıdır.[89] Necm sûresinde bu­na hiç dokunulmamıştır. Aksine bu sûrede Hz. Peygamber'in (s.a.) onu Sidretü'l-Müntehâ yanında, bir başka İnişte gördüğü kaydediliyor ki, görü­len varlık Cebrail'dir. Hz. Muhammed (s.a.) onu, bir kere yeryüzünde ve bir kere de Sidretü'l-Müntehâ yanında olmak üzere toplam iki kere asıl suretin­de görmüştür. En iyi bilen Allah'tır. [90]

 

4— Mirâc Olayını Kavmine Anlatışı:

 

Sabah olunca Allah Rasûlü (s.a.) kavmine, Allah Teâlâ'nın kendisine gös­terdiği bir kısım en büyük âyetleri haber verince müşriklerin onu yalanlama­ları, ona işkence vermeleri ve sataşmaları alabildiğine şiddetlendi; ondan ken­dilerine Beyt-i Makdis'i tasvir etmesini istediler. Bunun üzerine Allah, ona Beyt-i Makdis'in önünden perdeyi kaldırdı. Hz. Peygamber (s.a.) ona baka­rak, müşriklere özelliklerini saymaya başladı. Anlattığı hiçbir şeyi reddede­mediler.[91]

Hz. Peygamber (s.a.), geceki seyahat yolu üzerinde ve dönüşünde kav­mine ait kervanı gördüğünü ve bu kervanın ne vakit geleceğini onlara haber verdi. Kervanın önünde hangi devenin yol aldığını söyledi. İş, onun dediği gibi çıktı.[92] Bu ise müşriklerin ancak sırt çevirmelerini arttırdı; zalimler inat-laşıp küfürde direttiler. [93]

 

5— İsrâ ve Mirâc Hâdisesi Ruhla mı, Bedenle mi Gerçekleşti?

 

İbn İshak'ın nakline göre Hz. Âişe ve Muaviye: "İsrâ, Hz. Peygamber*-in (s.a.) ruhuyla gerçekleşmiştir; ama bedenini kaybetmemiştir." demişler­dir. Hasan Basrî'nin de böyle söylediği rivayet edilmiştir. Ancak "îsrâ uyku­da gerçekleşmiştir." demekle "Bedeniyle değil, ruhuyla gerçekleşmiştir" de­mek arasında fark bulunduğu bilinmelidir. İkisi arasında büyük bir fark var­dır. Hz. Âişe ve Muaviye "Uykuda gerçekleşti" dememişler; "Hz. Peygam­ber (s.a.) ruhuyla isrâ hadisesini yaşamıştır, ama bedenini kaybetmemiştir." demişlerdir. Bu ikisi arasında bir fark vardır. Çünkü kişinin uykuda gördü­ğü şeyler, bilinen şeyin (= ma'lûmun) hislerle algılanır suretlerde gösterilmiş olan misalleridir. Kişi kendisinin göğe çıkarıldığını, yahut Mekke'ye ve yer­yüzünün uzak mıntıkalarına götürüldüğünü görür, ama ruhu yükselmez ve gitmez. Yalnızca rüya meleği, ona, misal göstermiştir.

"Allah Rasûlü (s.a.) yükseltildi = miraca çıkarıldı" diyenler iki gruba ay­rılmıştır. Bir grup ruhu ve bedeniyle miraca çıkarıldı derken, diğer grup ru­huyla miraca çıkırıldı, bedenini kaybetmedi demiştir. Bu ikinci grup mirâc hâdisesi uykuda gerçekleşti demek istememişlerdir. Onlar sadece demek iste­mişlerdir ki ruhun bizzat kendisi isrâ hadisesini yaşadı, gerçekten miraca o çıkarıldı ve (bedenden) ayrıldıktan sonra temas edeceği cinsten bir temasta bulundu. Bu esnadaki durumu tıpkı (bedenden) ayrıldıktan sonraki durumu gibidir ki, kat kat göklere yükseliyor, nihayet tâ yedinci kat semaya varıyor, Allah Teâlâ'nın huzurunda duruyor, orada Allah dilediğini emrediyor, son­ra yeryüzüne iniyor... Allah Rasûlü (s.a.) için isrâ gecesi meydana gelen du­rum, bedenden ayrılışında ruh için meydana gelenden daha mükemmeldir.

Malumdur ki bu, kişinin rüyada gördüğünden daha üst bir durumdur. Fakat Allah Rasûlü (s.a.), diri iken karnı yarılıp da bundan elem duymaya­cak şekilde harikuladelikler makamında bulunduğundan ötürü öldürülmek-sizin gerçekten bizzat mukaddes ruhuyla miraca çıkarılmıştır. O'ndan baş­kaları ise ölmeden ve ruh bedenden ayrılmadan bizzat ruhu ile göğe çıkma imkânına sahip olamazlar. Peygamberlerin ruhîan bedenden ayrıldıktan sonra orada yerleşmiş; Allah Rasûlü'nün (r.a.) ruhu ise hayatta iken oraya çıkmış, sonra dönmüş ve Hz. Peygamber'in (s.a.) vefatından sonra peygamberlerin ruhları ile birlikte -Allah onlara salât ve selâm eylesin- Refîk-i A'lâ'ya yerleş­miştir. Maamafıh, O'nun ruhu bedenini gözetlemede, aydınlatmada ve onunla ilişki kurmadadır. Öyle ki, kendisine selâm veren kimsenin selâmını almak­tadır. [94] İşte bu ilişki sayesinde Hz. Musa'yı hem kabrinde ayakta namaz kı­lar vaziyette görmüş ve hem onu altıncı kat semâda görmüştür. Malumdur ki, Hz. Musa, kabrinden yükseltilip sonra oraya geri iade edilmiş değildir. Yalnızca bu kat onun ruhunun makamı ve eğleştiği yerdir. Kabri ise bedeni­nin, ruhların bedenlere döndürüleceği güne kadar kaldığı ve eğleştiği yerdir. Böylece Hz. Peygamber (s.a.) onu hem kabrinde görmüş ve hem de altıncı kat semada görmüştür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), Refîk-i A'lâ'da en yük­sek mekânda ve orada yerleşmiş olduğu halde kabrindeki bedeni kaybolmuş değildir; bir müslüman ona selâm verdiği vakit Allah, bedenine ruhunu iade eder ve böylece Hz. Peygamber (s.a.) Mele-i A'lâ'dan ayrılmadan o müslü-manın selâmım alır. İdrâki kalın ve tabiatı bunu idrak edemeyecek kadar in­celikten yoksun olan kimse güneşe baksın: Menzilinin yüksekliğine rağmen yeryüzüyle nasıl ilişki kuruyor ve orada nasıl etkisini gösteriyor, bitkiler ve hayvanlar nasıl onunla hayat buluyor? İşte ortada! Ruhun pozisyonu bu­nun üstündedir. Ruhun bir pozisyonu, bedenlerin ayrı bir pozisyonu var. Me­selâ, şu ateş, yandığı yerde bulunduğu halde sıcaklığı kendisinden uzak bir cisimde etkisini gösteriyor. Oysa ruh ve beden arasındaki irtibat ve ilişki bundan daha güçlü, daha mükemmel ve daha tamdır. Ruhun pozisyonu da bundan daha üstün ve daha lâtiftir.

Hasta gözlere: *'Güneşin göz kamaştıran ışığım görüp de gecelerin ka­ranlığını bürünmeyesin." deyiver. [95]

 

6— Mirâc Olayının Tarihi:

 

Musa b. Ukbe, Zührî'nin: "Allah Rasülü'nün (s.a.) ruhu, Medine'ye hic­retinden bir sene önce Beyt-i Makdis'e götürüldü, oradan da semâya yüksel­tildi." dediğini nakleder. İbn Abdilber ve başkalarına göre isrâ ile hicret ara­sında bir sene İki ay geçmiştir. [96]

 

7— Mirâc Olayı Kaç Kere Gerçekleşti?

 

Isrâ yalnız bir kere gerçekleşmiştir. Birisi uyanıkken, diğeri uykuda ol­mak üzere toplam iki kere gerçekleştiği de söylenmiştir. Herhalde bu görü­şün savunucuları Şerik hadisinde geçen: "Sonra uyandım" kısmıyla diğer ri­vayetler arasını uzlaştırmak istemişlerdir. Onlardan kimileri "Bu olay ona vahiy gelmeden önce gerçekleşmişti." şeklinde Şerîk hadisinde geçen bu ifadeden dolayı bir kere vahiyden önce, diğer hadislerin delâlet ettikleri gibi bir kere de vahiyden sonra olmak üzere iki kere gerçekleşti derken; kimileri de bir ke­re vahiyden önce, iki kere de vahiyden sonra olmak üzere toplam üç kere ger­çekleşti, demektedir. Bunların hepsi rastgele, gelişigüzel söylenmiş sözlerdir. Bu metod, nakil erbabı Zahirîlerin zayıflarının metodudur; olayda, diğer ba­zı rivayetlerde geçen anlatıma aykırı düşen bir söz görseler hemen onu bir başka defada meydana gelmiş sayıyorlar. Rivayetlerin ihtilaflı olduğunu gör­düler mi vak'aların sayısını artırıyorlar. Nakil imamlarının benimsedikleri doğ­ru olan görüşe göre isrâ, Hz. Peygambere (s.a.) vahiy geldikten sonra yalnız bir kere Mekke'de gerçekleşmiştir.

İsrâ hadisesinin defalarca gerçekleştiğini iddia eden şu insanlara hayret doğrusu! Her defasında Hz. Peygamber'e (s.a.) elli vakit namaz farz kılını­yor, sonra Rabbi ile Hz. Musa arasında gidip geliyor, nihayet namaz beş va­kit oluyor, sonra bir münadi: "Farzımı artık imzaladım, yürürlüğe koydum ve kullarımdan hafiflettim." diye sesleniyor; sonra ikinci defada Allah yeni­den namazı elli vakte geri iade ediyor, sonra onar onar düşürüyor... sanma­ları bu kişiler için nasıl mümkün olmuştur acaba?! Hadis hafızları, isrâ hadi­sinin birtakım metinlerinde Şerik'in yanıldığını söylemişlerdir.[97] Müslim onun bu hadisinden müsned olanını kaydettikten sonra: "Şerik, metinde ar­kada olması gereken kimi ifadeleri Öne, önde olması gerekenlerin kimini de arkaya aldı. Metinde ilâveler ve çıkarmalar yaptı." dedi ve hadisi tamamen serdetmedi; iyi de etti. Allah ona rahmet eylesin. [98]

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM YENİ BİR MEKÂNA DOĞRU

A) Hz. PEYGAMBERİN (S.A.) HİCRETİ

 

1— Hicrete Hazırlık:

 

Allah'ın, dostları ile düşmanlarının arasım ayırdığı; dinini aziz kılmak, kulu ve elçisi Hz. Muhammed'e (s.a.) yardım ve zafer bahşetmek için bir baş­langıç kıldığı hicretin hazırlığı:

Vâkıdî'nin Muhammed b. Salih aracılığıyla Âsim b. Ömer b. Katâde, Yezîd b. Rûman ve başkalarından rivayetine göre şöyle anlatıyorlar: Allah Rasûlü (s.a.) peygamberliğinin başlangıcından itibaren Mekke'de üç sene gizli, saklı bir şekilde yaşadı. Dördüncü sene peygamberliğini herkese ilan etti. Her sene hac mevsiminde hacca gelenlerin konakladıkları yerlere gider; Ukâz, Me-cenne ve Zülmecaz panayırlarının kurulduğu yerlerde toplanan insanlara va­rır; onları Rabbinden gelen tebligatı yerine ulaştırabilmesi için kendisini ko­rumaya çağırır ve bu çağrısını kabul ederlerse kendilerine cennet verileceğini söylerdi. Ama kendisine yardım edip davetini kabul edecek hiç kimse bula­mazdı. Hatta teker teker her bir kabileyi ve onların oturdukları yerleri sorar ve: "Ey insanlar! Lâ ilahe illallah = Allah'tan başka^taWıyo1?tur, deyin kur­tuluşa erin, Araplara hükümran olun, Acemler size boyun eğsin. İman eder­seniz cennette krallar olursunuz." derdi. Ebu Leheb ise Hz. Peygamber'in (s.a.) peşinden: "Ona kulak asmayın! O, kendi dinini bırakmış bir yalancı­dır." derdi. Bunun üzerine onlar da Allah Rasûlü'ne (s.a.) en çirkin bir şe­kilde karşılık veriyorlar, ona eziyet ediyor ve: "Ailen, aşiretin seni daha iyi tanırlar. Onlar sana uymadıklarına göre!" derlerdi. Hz. Peygamber (s.a.) onları Allah'a çağırmaktan geri durmaz ve bir yandan da: "Allah'ım! Sen istesen böyle olmazlar." diye yakınırdı.

Vâkıdî diyor ki: Allah Rasûlü'nün (s.a.) gidip davette bulunduğu ve ken­disini arzettiği, isimleri bize bildirilen kabileler: Âmir b. Sa'saa, Muhârib b. Hasafe, Fezâre, Gassân, Mürre, Hanîfe, Süleym ve Absoğullan; Nadiroğul-ları, Bekkâ, Kinde, Kelb, Haris b. Kâb ve Uzreoğullan ile Hadramûtlular. Bunlardan hiçbiri Hz. Peygamber'in (s.a.) davetini kabul etmedi.[99]

 

2— Medinelîlerin Müslüman Oluşu:

 

Allah'ın Peygamberine yaptığı bir yardımdır ki, (Medine'nin iki Arap kabilesi) Evs ve Hazrec, müttefikleri olan Medine yahudilerinden: "Bu za­manda bir peygamber gönderilecektir, ortaya çıkması yakındır. Biz ona uya­cağız, Âd ve îrem kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız." sözünü işitir dururlardı. Arapların hac ve ziyaret ettikleri gibi Ensâr da Kabe'yi ziyaret ederdi. Ensâr, Allah Rasûlü'nün (s.a.) insanları Allah Teâlâ'ya çağırdığını görünce onun hallerini iyiden iyiye düşündüler ve birbirlerine: "Ey kavim! Vallahi biliyorsunuz ki, bu, yahudilerin kendisiyle sizi korkuttukları peygam­berdir. Ona inanmada aman, yahudiler sizi geçmesin." dediler.

Evs kabilesinden Süveyd b. Sâmit, Mekke'ye gelmişti. Allah Rasûlü (s.a.) onu İslâm'a davet etti. Süveyd ne yanından uzaklaştırdı, ne de davetini ka­bul etti. Ebu'l-Hayser Enes b. Rafı', yanında kabilesi Abdüleşhel oğulların­dan birkaç gençle birlikte (Hazreclilere karşı Kureyşlilerle) ittifak anlaşması yapmak üzere Mekke'ye gelmişti. Allah Rasûlü (s.a.) onları İslâm'a davet et­ti. İçlerinden henüz çok genç olan İyâs b. Muaz: "Ey kavmim! Vallahi, bu, elde etmek için geldiğimiz şeyden daha hayırlıdır." dedi. Bunun üzerine Ebu'l-Hayser onu dövdü ve azarladı. İyâs da sustu. Hem sonra ittifak da sağlaya­madan Medine'ye geri döndüler.[100]

 

B) AKABE BÎATLARI

 

1— Akabe'de Buluşma:                                      

 

Sonra Allah Rasûlü (s.a.) hac mevsiminde Ensar'dan, hepsi de Hazrec kabilesine mensup şu altı kişiyle Akabe mevkiinde buluştu: 1- Ebu Ümâme Es'ad b. Zürâre, 2- Avf b. Haris, 3- Râfi' b. Mâlik, 4-Kutbe b. Âmir, 5- Uk-be b. Âmir, 6- Câbir b. Abdullah b. Riâb. Allah Rasûlü (s.a.) onlan İslam'a davet etti, onlar da müslüman oldular.[101]

Sonra Medine'ye döndüler. Medine halkını İslâm'a davet ettiler. İslâm orada yayıldı. Öyle ki, İslâm'ın girmediği hiçbir ev kalmadı. [102]

 

2— Birinci Akabe Biati:

 

Ertesi sene olunca Medineli 12 kişi Mekke'ye geldi. Bunların altısı, Câ­bir b. Abdullah dışında, yukarıda adı geçenlerdir. Diğerleri de şunlardır: 1-Yukarıda geçen Avf in kardeşi Muaz b. Haris b. Rifâa, 2- Zekvan b. Abdül-kays: Zekvan hicrete kadar Mekke'de kaldı, o da hicret edenlerle birlikte hicret etti. Bu yüzden ona "Muhâcir-Ensâr" denilir. 3- Ubâde b. Sâmit, 4- Yezîd b. Sa'lebe, 5- Ebu'I-Heysem b. Teyyîhân, 6- Uveymir b. Mâlik. Toplam 12 kişi.[103]

Ebu'z-Zübeyr'in rivayetine göre Câbir anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'de on sene kaldı. Hac mevsimlerinde, Mecenne ve Ukaz panayırla­rında konakladıkları yerlerde insanlara varıp: "Rabbimin tebligatını insan­lara ulaştırabilmem için kim beni barındırır, kim bana yardım eder?" derdi. Ama kendisine yardım edecek ve barındıracak birini bulamazdı. Öyle ki, bir adam Mudar yahut Yemen'den kalkıp akrabasını ziyaret için Mekke'ye gelse derhal kavmi o adama gelip ona: "Kureyşli'den uzak dur, sakın seni yoldan çıkarmasın." derlerdi. Hz. Peygamber (s.a.) kavminin adamları arasında yü­rür, onları Allah Teâlâ'ya davet eder, onlar da kendisine parmakla işaret eder­lerdi. Nihayet Allah, Yesrib (Medine)'den bizi gönderdi. Bizden herhangi bi­ri ona gider, iman eder; Hz. Peygamber (s.a.) o kişiye Kur'an öğretir ve o da ailesine döner, onun müslüman Olması sayesinde ailesi de müslüman olu­verirdi. Böylece içinde müslümanlıklarını ortaya koyan bir grup müslüma-nın bulunmadığı hiçbir Ensâr evi kalmadı. Allah bizi, ona gönderdi. Emrini tuttuk, bir araya geldik ve birbirimize, "Allah Rasûlü (s.a.) Mekke dağların­da ne zamana kadar kovulup duracak ve ne zamana kadar korkulu anlar ya­şayacak?" dedik. Yola koyulup hac mevsiminde onun yanına geldik. Bizim­le Akabe bîatinda bulunmak üzere sözleşti. Amcası Abbas kendisine: "Ye­ğenim! Sana gelen bu topluluğu tanımıyorum. Oysa ben Yesrib halkını iyi tanırım." dedi. Bunun üzerine onun yanında birer, ikişer toplandık. Abbas yüzlerimize bakıp: "Bu topluluğu tanımıyoruz. Bunlar genç insanlar!" dedi. Biz, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Sana ne üzerine bîat ede­lim?" diye sorduk. Peygamberimiz: "Neşeli-neşesiz zamanlarınızda sözleri­mi dinleyeceğinize, emirlerime itaat edeceğinize, darlıkta da, varlıkta da muh­taçlara yardımda bulunacağınıza; iyiliği buyurup kötülükten sakındıracağı­nıza, kınayanın kınamasından çekinmeksizin Allah rızasına uygun söz söyle­yeceğinize; memleketinize vardığımda bana yardım edeceğinize; kendinizi, ha­nımlarınızı ve oğullarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden beni de esirgeyip koruyacağınıza dair bana söz verip bîatta bulunmalısınız. Bunu yaparsanız size cennet var." buyurdu. Kalkıp ona bîat ettik. Yetmiş kişinin en küçüğü olan Es'ad b. Zürâre Hz. Peygamber'in (s.a.) elini tutup: "Yavaş olun, ey Yesribliler! Biz hayvanlarımızı mahmuzlayip gelmişsek ancak onun, Allah'­ın elçisi olduğunu bildiğimizden geldik. Bugün onu yurdundan çıkarmak, bütün Araplardan ayrılma, iyilerinizin öldürülmesi ve size kılıçların ilişmesi demektir.

Dikkat edin, eğer buna katlanıyorsanız elini tutun. Mükâfaatlandınlmanız Allah'a aittir. Eğer canlarınıza gelecek bir tehlikeden korkuyorsanız onu bı-rakm. Bu, sizin için Allah katında daha çok mazeret teşkil eder." şeklinde bir konuşma yaptı. Bunun üzerine orada bulunanlar: -'Ey Es'ad! Çek elini bizden. Vallahi biz, bu bîatı ne bırakır, ne de bozmak isteriz." dediler. Bu sözler üzerine erkekler birer birer Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına vardık. Kar­şılığında bize cennet vermek üzere bizden söz aldı ve şart koştu.[104]

 

3— İslâm Artık Medine'de:

 

Sonra bu bîatta bulunanlar Medine'ye döndüler. Allah Rasûlü (s.a.) be­raberlerinde, müslüman olanlara Kur'an öğretmek ve (olmayanları da) Al­lah Teâlâ'ya çağırmak üzere Amr b. Ümmü Mektûm ile Mus'ab b. Umeyr'i gönderdi. Bu iki sahabî, Ebu Ümâme Es'ad b. Zürâre'ye konuk oldular. Mus'­ab b. Umeyr, Medineli müslümanların imamlığım yapıyordu. Sayıları kırka ulaştığında Mus'ab onlara cuma namazı kıldırdı.[105] Bu iki sahabînin aracılı­ğı ile içlerinde Üseyd b. Hudayr ve Sa'd b. Muaz'ın[106] da bulunduğu pek çok insan müslüman oldu. Bu ikisinin müslüman olmasıyla o gün, Usayrim Amr b.Sâbit b. Vakş dışında Abdüleşhel oğullarının kadın-erkek tamamı müsîü-man oldu. Usayrim'in müslüman olması Uhud savaşına kadar gecikti. O gün müslüman oldu ve savaşa katıldı. Allah'a bir tek secde etmeden öldürüldü.

Bu durum Hz. Peygamber'e (s.a.) bildirilince: "Az amel işledi, çok sevap ka­zandı." Buyurdu.[107]                                           

 

4— İkinci Akabe Bîatı:

 

İslâmiyet Medine'de arttı ve yaygın hale geldi. Sonra Mus'ab Mekke'ye döndü. O sene müslüman ve müşrik Medineli pek çok kimse hac mevsiminde hacca iştirak etti. Kafilenin başkanı Berâ b. Ma'rûr idi. Akabe gecesi, gece­nin ilk üçte biri geçince 73 erkek ve 2 kadın Allah Rasûlü'ne (s.a.) gizlice gel­diler. Hem kavimlerinden ve hem de Mekke kâfirlerinden korku duyarak o kadınlarını, oğullarını ve hanımlarını esirgeyip korudukları şeylerden Hz. Pey-gamber'i (s.a.) de korumak üzere Allah Rasûlü'ne (s.a.) bîat ettiler. O gece ilk bîat eden Berâ b. Ma'rûr idi. Onun beyaz eli vardı. Zira bîat akdini iyice pekiştirmiş ve bu konuda acele etmiştir. Yukarıda geçtiği üzere bîatını sağ­lamlaştırmak için Allah Rasûlü'nün (s.a.) amcası Abbas da bîatta hazır bu­lunmuştu. Daha o vakit henüz kavminin dini üzere idi.

Allah Rasûlü (s.a.) o gece bîat edenler arasından 9'u Hazrec, 3'ü Evs kabilesinden olmak üzere 12 temsilci (= nakîb) seçti. Hazrecliler: 1- Es'ad b. Zürâre, 2- Sa'd b. Rabî, 3- Abdullah b. Ravâha, 4- Râfi' b. Mâlik, 5- Berâ b. Ma'rûr, 6- Câbir'in babası Abdullah b. Amr b. Haram: O gece müslüman olmuştu. 7- Sa'd b. Ubâde, 8- Münzir b. Amr, 9- Ubâde b. Sâmit. Evsliler: 10- Üseyd b. Hudayr, 11- Sa'd b. Hayseme, 12- Rifâa b. Abdülmünzir. Bu son temsilcinin yerine Ebu'l-Heysem b. Teyyihan'ın seçildiği de söylenmiş­tir.

İki kadın ise: 1- Kâb b. Amr'ın kızı Umâre Nüseybe: işte Müseylime bu kadının oğlu Habib b. Zeyd'i öldürmüştü. 2- Amr b. Adiyy'in kızı Esma.

Bu bîat tamamlanınca bîatta bulunanlar Allah Rasûlü'nden (s.a.) Aka­be halkı üzerine kılıçlarıyla eğilip onları kılıçtan geçirmek için izin istedilerse de Hz. Peygamber (s.a.) buna izin vermedi. Akabe tepesinden şeytan, işitile-bilecek en nüfuzlu bir sesle: "Ey Mina'da konaklayanlar! Kara çalınmış adamla yanında bulunan dinlerinden dönmüş ( = Sâbiî) Medineliler, sizinle savaşmak üzere toplandılar!" diye bağırdı. Allah Rasûlü (s.a.) yanındakile­re: "Bu, Akabe şeytanıdır; alçağın oğludur." dedikten sonra seslenene de: "Dinle, ey Allah düşmam! Vallahi işimi bitirince senin hakkından geleceğim!" diye karşılık verdi.[108]

 

5— Kureyşlilerin Olanları Buyması:

 

Sonra Hz.Peygamber (s.a.) herkesin konak yerlerine dağılmalarını em­retti. Sabah olunca Kureyş ululan ve eşrafı Medinelilerin bulundukları yere kadar gelerek: "Ey Hacrec topluluğu! Kulağımıza geldiğine göre siz bu gece bizim adamla buluşmuş ve bizimle savaşmak üzere bîat edip sözleşmişsiniz. Allaha yemin olsun ki, Arap kabileleri arasında sizinle savaşa girmekten duy­duğumuz nefret kadar nefret duyabileceğimiz bir kabile yoktur; sizinle ara­mızda savaş çıksın istemiyoruz." dediler. Orada bulunan Hazredi müşrikler derhal: "Böyle bir şey olmadı, bilmiyoruz." diye Allah adına onlara yemin etmeye başladılar. Abdullah b. Übey b. Selûl: "Bu asılsızdır. Böyle bir şey olmadı. Kavmim bana böyle bir şey danışmadı. Yesrib'de iken kavmim be­nimle danışıp benden emir almadan böyle bir iş yapmazlardı!" demeye baş­ladı. Bunun üzerine Kureyşliler, yanlarından ayrıldı.

Berâ b. Ma'rûr hayvanına binip Medine yolunu tuttu. Batn-ı Ye'cec'e vardı. Müslüman arkadaşları peşinden yetiştiler. (Olayın gerçek olduğunu ha­ber alan) Kureyş onları aramaya koyuldu. Sa'd b. Ubâde'ye yetişip ellerini devesinin kolanı ile boynuna bağladılar. Döve döve, sürükleye sürükleye, sa­çından çeke çeke Mekke'ye soktular. Mut'im b. Adiy ve Haris b. Harb b. Ümeyye gelip onu ellerinden kurtardılar. Medineli müslümanlar onu kaybe­dince geri dönüp onu aramak konusunda müşavere ederlerken Sa'd çıkagel-di. Böylece kafilenin tamamı Medine'ye ulaştı. [109] 

 

C) MEKKE'DEN HİCRET

 

1— Hicrete İzin:

 

Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye hicret için müslümanlara izin verdi. İn­sanlar hemen hicrete başladılar. Medine'ye gitmek üzere ilk yola çıkan Ebu Seleme b. Abdülesed ile karısı Ümmü Seleme'dir. Ancak Ümmü Seleme ko­casıyla gitmekten engellendi, ona kavuşmaktan bir sene alıkondu. Bir sene sonra oğlu ile yola çıkıp Medine'ye hicret etti. Osman b. Ebu Talha ona destek ver­di, yardımda bulundu.[110]

Sonra insanlar birbiri peşinden bölük böîük yola koyuldular. Mekke'de Allah Rasûlü (s.a.) Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali dışında ve bir de müşriklerin zorla alıkoydukları dışında hiç müslüman kalmadı.'Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali ise Peygamberimizin emriyle kaldılar. Allah Rasûlü (s.a.), yol hazırlığı yapıp kendisine hicret emrinin gelmesini beklemeye başladı. Hz. Ebu Bekir de yol hazırlığını tamamlamıştı. [111] 

 

2— Dâru'n-Nedve'de Yapılan Toplantı:

 

Müşrikler, Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabının yol hazırlığı yaptıklarını, yola koyulduklarını, eşyalarım yüklediklerini, kadınları, çocukları ve malla­rı Evs ve Hazrec kabilelerine sevkettiklerini görünce, Medine yurdunun ko­runaklı bir yurt ve halkının da iyi silah kullanan güçlü, kuvvetli cengaver bir halk olduğunu bildiklerinden Allah Rasûlü'nün (s.a.) onlara gidip katılarak kendilerine karşı davasının kuvvet bulmasından korkup telaşa kapıldılar; derhal Dâru'n-Nedve'de toplandılar. Bu konuyu görüşmek üzere müşriklerin ileri gelen görüş ve fikir sahiplerinden her biri istisnasız bu toplantıya katıldı.

Dostları ve üstadları olan İblis de ağır elbiseler giyinmiş Necidli yaşlı bir ihtiyar suretinde onların bu toplantılarına katıldı. Allah Rasûlü'nün (s.a.) du­rumunu görüştüler. Herbiri bir görüş ileri sürüyor; ihtiyar ise hepsini de red­dediyor, hoşnut kalmıyordu. Nihayet Ebu Cehil: "Aklıma bir fikir geldi. Gö­rüyorum ki hiçbirinizin aklına bu fikir gelmedi." dedi. "Nedir o?" diye sor­dular. Ebu Cehil anlattı; "Kanaatimce Kureyş'in her bir kabilesinden güçlü-kuvvetli yiğit bir delikanlı alırız, sonra ellerine keskin birer kılıç veririz, hepsi birden bir tek adam vurmuş gibi vurur onu öldürürler. Böylece kanı, bütün kabilelere dağılır. Bundan sonra Abdimenâfoğullan ne yapacaklarını bilemez­ler, bütün kabilelerin düşmanlığını göze alamazlar. Biz de onlara onun diye­tini öderiz!" Bu sözler üzerine ihtiyar adam: "Aferin şu yiğide! İşte vallahi, uygun olan görüş budur." dedi. Oradakiler, bu karar üzere hem fikir olarak ayrıldılar. Cebrail, Rab Teâlâ katından Hz. Peygamber'e (s.a.) vahiy getirdi, bu durumu kendisine bildirdi ve o gece yatağında uyumamasını emretti.[112]

 

3— Ebu Bekir'e Gidişi:

 

Allah Rasûlü (s.a.) öğle vakti sıcağında hiç gelmediği bir saatte başı ör­tülü bir vaziyette Hz. Ebu Bekir'e geldi ve ona: "Yanında kim varsa dışarı çıkar!" dedi. Hz. Ebu Bekir: "Onlar âilendir, ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Allah yola çıkmak için bana izin verdi." dedi. Hz. Ebu Bekir: "Sana yoldaşlık etmek var mı ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.): "Evet" buyurdu. Hz. Ebu Bekir: "Babam, anam sana feda olsun! Şu iki devemden birini al." dedi. Allah Rasûlü (s.a.): "Para karşılığı" dedi.[113]

 

4— Evinden Çıkışı:

 

Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Ali'ye o gece kendi yatağında yatmasını bu­yurdu. Kureyş'ten sözü edilen güruh Hz. Peygamber'in (s.a.) evinin etrafın­da toplandı. Kapının aralığından bakarak peygamberimizi gözetliyorlar, ge­celeyin ansızın baskın yapmak istiyorlar ve hangilerinin en bedbaht olacağını konuşuyorlardı. Allah Rasûlü (s.a.) karşılarına çıktı, yerden bir avuç kum ve çakıl taşı aldı ve müşriklerin başlarına saçmaya başladı. Müşrikler, Hz. Peygamber'i (s.a.) görmüyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.) ise: "Biz onların ön­lerinden bir sed, arkalarından da bir sed çektik. Onları bu şekilde perdeledik. Artık onlar göremezler." âyetini'[114] okuyordu. Allah Rasûlü (s.a.) Hz. Ebu Bekir'in evine gitti. Hz. Ebu Bekir'in evinin küçük kapısından geceleyin çıkıp yola koyuldular.

Müşrikler, Peygamberimizin kapısı önünde bekleşirken bir adam geldi, bekleşenleri görünce: "Ne bekliyorsunuz?" diye sordu. "Muhammed'i" de­diler. Adam: "Eliniz boşa gitti, ziyan ettiniz! Vallahi, yanınıza çıkmış, başı­nıza toprak serpmiş gitmiş!" dedi. Müşrikler: "Vallahi onu görmedik!" de­diler ve başlarından toprağı silkmeye koyuldular.

Peygamberimizin kapısında bekleşenler şunlardı: Ebu Cehil, Hakem b. Âs, Ukbe b. Ebu Muayt, Nadr b. Haris, Ümeyye b. Halef, Zem'a b. Esved, Tuayme b. Adiy, Ebu Leheb, Übey b. Halef, Nübeyh b. Haccac ve Müneb-bih b. Haccac.

Sabah olunca Hz. Ali yataktan kalktı. Müşrikler ona Allah Rasûlü'nü (s.a.) sordular. O da: "Bir bilgim yok." dedi.[115]

 

5— Mağara Günleri:

 

Sonra Allah Rasûlü (s.a.) ile Hz. Ebu Bekir Sevr mağarasına gittiler, içeri girdiler. Bir örümcek mağaranın kapısına ağını ördü.[116]

Abdullah b. Uraykıt el-Leysî'yi ücretle tutmuşlardı. Yolu çok iyi bilen bir kılavuzdu. Kavmi Kureyş'in dini üzere idi. Bu konuda ondan güvence al-dıiar, develerini ona teslim edip üç gün sonra Sevr mağarasında buluşmak üzere sözleştiler[117]

Kureyşliler onları arama işine ciddiyetle sarıldılar. Yanlarına iz takip uz­manları aldılar, mağaranın kapısına kadar vardılar, orada durdular.

Sahihayn'da rivayet edildiğine göre, Hz. Ebu Bekir telaşlanarak: "Ey Allah'ın Rasûlü! İçlerinden biri eğilip de ayağının dibine baksa bizi görür!" dedi. Peygamberimiz: "Ey Ebu Bekir! İki kişinin üçüncüsü Allah olursa sen, akibetin ne olacağını sanırsın? Endişe etme, Allah bizimle beraberdir." bu­yurdu.[118] Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir: müşriklerin, tepelerinde konuştuklarını duyuyorlardı. Ama Allah Teâlâ, onları müşriklere görünmez eyledi. (Hz. Ebu Bekir'in azatlısı) Âmir b. Füheyre tepelerinde Hz. Ebu Be­kir'in koyunlarını otlatır, Mekke'de söylenenlere kulak kabartır; sonra gelip onlara haber verirdi. Seher vakti olunca da diğer insanlarla birlikte sürüyü otlatırdı. [119]

Hz. Âişe anlatıyor: Onlara en kolaylarından yolda ihtiyaç duyacakları' şeyler hazırladık ve onlar için bir dağarcık içine azık koyduk. Hz. Ebu Be­kir'in kızı Esma, kuşağından bir parça kesip dağarcığın ağzını bağladı. Bir parça daha kesip onunla da kırbanın ağzım bağladı. Bundan dolayı kendisi­ne Hz. Peygamber (s.a.) tarafından "Zâtü'n-Nıtâkayn - îki kuşaklı" lâkabı verildi.[120]

 

D) MEDİNE YOLUNDA

 

1— Yola Çıkışları:                                               

 

Hâkim'in Müstedrekinde rivayetine göre Hz. Ömer anlatıyor: Allah Ra-sûlü (s.a.) beraberinde Ebu Bekir olduğu halde mağaraya doğru yola çıktı. Ebu Bekir, kâh Hz. Peygamber'in (s.a.) önünde, kâh arkasında yürümeye başladı. Sonunda Allah Rasûlü (s.a.) durumun farkına vardı ve sordu. Ebu Bekir: "Ey Allah'ın Rasûlü! Takib edildiğimiz hatırıma geliyor, arkanda yü­rüyorum. Sonra gözetlendiğimiz hatırıma geliyor, önünde yürüyorum." di­ye cevap verince Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Ebu Bekir! Bana bir şey olma­sın, sana olsun istiyorsun, öyle mi?" diye sordu. Ebu Bekir: "Seni hakla gön­derene yemin olsun ki evet öyle." cevabını verdi. Mağaraya varıldığında Ebu Bekir: "Sen yerinde kal, ey Allah'ın Rasûlü! Ben girip senin için mağarayı iyice kontrol edeyim, temizliyeyim." dedi. İçeri girdi. Mağarayı kontrol edip temizledi. Mağaranın tepesine çıkınca ini kontrol etmediğini hatırladı. "Sen yerinde kal, ey Allah'ın Rasûlü! İni kontrol edeyim." dedi. İşini bitirdikten sonra: "Aşağı in, ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. Peygamberimiz de mağaraya indi.[121] Mağarada üç gece kaldılar. Nihayet takip ateşi sönünce Abdullah b. Uraykıt, onlara iki deve getirdi. Onlar da develere bindiler. Ebu Bekir, Âmir b. Füheyre'yi terkisine aldı. Kılavuz önlerine düştü. Allah'ın gözü on­ları gözetiyor, desteği onlara yoldaş oluyor, medet ve inayeti onları indiriyor bindiriyordu.

Müşrikler onları ele geçirmekten ümit kesince, çınlan getirenlere herbiri-nin diyetini (100'er deve) vereceklerini ilan ettiler. Bunun üzerine insanlar ara­maya dört elle sarıldılar. Ama Allah, kendi işinin galibidir. [122]

 

2— Sürâka, Peygamberimizin Peşinde:

 

Hz. Peygamber (s.a.) ve yanındakiler Kudeyd'den yukarı çıkıp Müdli-coğullan oymağından geçerken oymaktan bir adam onları gördü. Derhal oy­mağa gelip ayakta dikildi ve: "Az önce sahile doğru giden bir karaltı gör­düm. Sanırım Muhammed ve arkadaşları olsa gerek." dedi. Sürâka b. Mâlik işin farkına vardı. Ama zafer yalnız kendisinin olsun istedi. Oysa onun hesa­bında olmayan zafer onu çoktan geçmişti. Sürâka yanındakilere: "Hayır, onlar filan ve filandır. İhtiyaçları olan bir şeyi aramak için (az önce) yola çıktılar." dedi. Sonra biraz bekledi. Sonra da ayağa kalkıp çadırına girdi ve hizmetçisi­ne: "Atı, çadırın arkasından çıkar. Seninle tepenin arkasında buluşalım." dedi. Sonra mızrağını eline aldı ve (parıltısı göze çarpmasın diye) üst tarafını aşağı doğru tutup yeri çizerek geldi, atma bindi.

Sürâka, Peygamberimiz ile yol arkadaşlarına, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Kur'an okuyuşunu işitecek kadar yaklaştı. Hz. Ebu Bekir, dönüp dönüp ar­kasına bakıyordu. Allah Rasûlü (s.a.) ise arkasına bile dönüp bakmıyordu. Hz. Ebu Bekir: "Ey Allah'ın Rasûlü! İşte bak, Sürâka b. Mâlik bize yetiş­ti!" dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) ona beddua etti, atının ön ayak­ları yere gömüldü. Sürâka: "İyice anladım ki, başıma gelen ikinizin duasıyla geldi. Allah'a dua edin de kurtulayım. Buna karşılık insanların yüzünü siz­den çevireyim." diye yalvardı. Allah Rasûlü (s.a.) onun için dua etti, serbest kaldı. Sürâka, Allah Rasûlü'nden (s.a.) kendisi için bir emannâme yazması­nı istedi. Peygamberimizin emri üzerine Ebu Bekir bir deri parçasına bir eman­nâme yazdı.[123] Bu emannâme, Mekke fethedildiği güne kadar onun yanında idi. Emannâmeyi Peygamberimize getirdi. Allah Rasûlü (s.a.) ona vefa gös­tererek: "Bugün vefa ve iyilik günüdür!" buyurdu.

Sürâka, Peygamberimizle Ebu Bekir'e azık ve erzak vermek istediyse de: "İhtiyacımız yok. Sen bizden, takipçilerin yönünü şaşırt, yeter!" dediler. O da: "Tamam, dediğinizi yaparım." deyip oymağına döndü. İnsanların Pey­gamberimizle Ebu Bekir'in peşlerinde olduğunu görünce: "Ben sizin için her tarafı arayıp taradım, hiçbir yerde bulamadım. Benim aramam da sizin için yeter." demeye başladı. Günün evvelinde Peygamberimizin ve Ebu Bekir'in üzerine yürüyen Sürâka, günün sonunda onların koruyucusu kesildi! [124]

 

3— Ümmü Ma'bed'in Çadırında:

 

Sonra Allah Rasûlü (s.a.) bu yolculuğuna devam etti. Nihayet Ümmü Ma'bed el-Huzâiyye'ye ait iki çadıra uğradı. Ümmü Ma'bed, faziletçe üstün, güçlü-kuvvetli bir kadındı. Ellerini dizlerine kemend yapar çadırın önünde oturur, gelen geçenin su ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılardı. Hz. Peygamber (s.a.) ile Hz. Ebu Bekir ona, yanında bir şey bulunup bulunmadığını sordu­lar. O da: "Vallahi, yanımızda bir şey olsaydı misafirperverliğimiz sizi boş çevirmezdi. Koyun otlaktan uzak. Sene kıtlık senesi." dedi. Allah Rasûlü (s.a.) çadırın yan tarafından bulunan bir koyun gördü ve: "Ey Ümmü Ma'bed! Bu koyun nedir?" diye sordu. O da: "Sürüden, dermansızlıktan dolayı geri kalmış bir koyun." cevabını verdi. Peygamberimiz: "Süt verir mi?" diye sordu. Ümmü Ma'bed: "Onda süt verecek derman nerde?" diye cevap verince Pey­gamberimiz: "Onu sağmama müsaade eder misin?" diye sordu. Kadın: "Evet, babam anam sana feda olsun! Süt bulabilirsen sağ!" dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) eliyle koyunun memesini sığadi, besmele çekip dua etti. Derhal koyun apışını ayırdı, sütünü gereği gibi akıtıp verdi. Hz. Peygamber (s.a.) kafileyi kandıracak genişlikte bir kap istedi. İçine süt sağdı, köpük taş­tı. Peygamberimiz kabı önce Ümmü Ma'bed'e sundu. O kanasıya içti. Sonra kabı arkadaşlarına sundu; onlar da kanasıya içtiler. Sonra da kendisi içip ikinci kere kaba süt sağdı ve kabı doldurdu. Kabı kadının yanına bırakıp hayvanla­ra bindiler, yola koyuldular.

Çok geçmeden kadının kocası Ebu Ma'bed, kınla döküle yürüyen, ke­miklerinde ilik, bacaklarında derman kalmayan arık keçileri süre süre geldi. Sütü görünce şaşırdı ve: "Bu sana nerden geldi? Koyun otlaktan uzak, evde sağmal hayvan yok!" dedi. Kadın: "Yok, vallahi! Ancak bize mübarek bir insan uğradı. Şöyîe şöyle söyledi. Şöyle şöyle yaptı..." diyerek olup biteni anlattı. Ebu Ma'bed: "Vallahi, kanaatimce o şahıs Kureyş'in aradıkları adam olacak. Hele onu bana bir anlat, Ey Ümmü Ma'bed!" dedi. O da anlattı: "Dış görünüşü gayet hoş, yüzü sabah aydınlığı gibi, hilkati yerli yerinde, ne şişmanlık diye bir kusur ona ilişmiş, ne baş küçüklüğü; güzel, yakışıklı, gözlerinin siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz, göz kenarları kaşlar ve kirpik­ler gür; sesinde tizlik, boğukluk; boynunda uzunluk; göz siyahlığı çok siyah, beyazlığı çok beyaz, doğuştan sürmeli, kalem kaşlı, kaşlar birbirine yakın, saç gayette siyah; sustuğu zaman kendisini vakar bürür, konuştuğunda zera-fet bürür; uzaktan en güzel ve en zarif görünen insan; yaklaşıldığında en iyi ve en tatlı insan. Tatlı dilli, sözü tane tane, ne çok yavaş, ne çok hızlı. Ko­nuşması sanki dökülen inci taneleri gibi. Orta boylu. Hiçbir göz onu ne kısa­lıktan dolayı yere çalar, ne de uzunluktan dolayı yerer. İki dal arasında bir dal. O, üç kişilik kafilenin en parlak görünüme, en iyi değere sahip olanı. Yoldaşları var, etrafını kuşatan. Söz söylese sözünü dinlerler, emretse emrini yapmaya koşarlar. Hizmeti görülen, etrafında toplanılan bir insan. Ne yüzü­nü ekşitir, ne kınar." Bu tanıtım üzerine Ebu Ma'bed: "Vallahi bu zat, Ku-reyş'in, bize yaptığı şeyleri anlattıkları adamlarıdır. Yemin ederim ona arka­daş olmayı kafamda kurdum. Bir yolunu bulursam bunu yapacağım." dedi.

Mekke üzerinde yüksek sesle şu şiirin terennüm edildiği duyuldu; ama söyleyeni gören olmadı:

"Arş'ın Rabbi Allah Ümmü Ma'bed'in çadırlarında konaklayan iki yol­daşı en iyi şekilde mükâfatlandırdı.

O iki yoldaş iyilikle indiler, iyilikle yola koyuldular. Muhammed'in yol­daşı olan kurtuluşa erdi.

Hey, Kusay kabilesi! O'nun sayesinde Allah, sizden karşılığı görülme­yecek hiçbir cömertliği ve şerefi uzaklaştırmaz.

Mü'minleri gözetlemek için genç kızlarının oturdukları yer ve mekân Kâ-boğullarına kutlu olsun!

Kızkardeşinize sorun, koyununu ve kabını. Eğer sorarsanız koyuna, o da tanıklık eder."[125]

Hzj Ebu Bekir'in kızı Esma anlatıyor: Allah Rasûlü'nün (s.a.) ne yöne gittiğini bilmiyorduk. Mekke'nin aşağısından bir cin çikageldi, bu beyitleri okudu. İnsanlar peşine takıldılar. Sesini işitiyor, ama onu görmüyorlardı. Ni­hayet şehrin üst kısmından çıkıp gitti. O cinin söylediğini işitince Allah Ra­sûlü'nün ne yöne gittiğini anladık; bildik ki Medine yönüne doğru gitmektedir. [126]

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Hz. PEYGAMBER (S.A.) MEDİNE'DE

A) Hz. PEYGAMBER (S.A.) MEDİNE'DE

 

1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'de Karşılanışı:

 

Allah Rasûlü'nün (s.a.) Mekke'den çıkıp Medine'ye doğru geldiği habe­ri Ensar'a ulaşınca her gün, günün evvelinde Harre denilen mevkiye çıkıp onu bekliyorlar, güneşin sıcaklığı şiddetlenince âdetleri üzere evlerine dönüyor­lardı. Peygamberliğin on üçüncü senesi Rebiulevvel ayının on ikisine rastla­yan pazartesi günü olunca yine âdetleri üzere çıktılar. Güneşin sıcaklığı şid­detlenince döndüler. Bir yahudi, bir işi için Medine'nin surlarından birine çıktı. Allah Rasûlü (s.a.) ve yol arkadaşlarının beyazlar giyinmiş, kendilerini serap sürükler bir vaziyette geldiklerini gördü. En yüksek sesiyle: "Ey Kayleoğul-ları! İşte adamınız geliyor! İşte beklediğiniz atanız!" diye haykırdı. Ensar, derhal Allah Rasûlü'nü (s.a.) karşılamak için silaha sarıldı. Amr b. Avf oğullan oymağında bağrışmalar ve tekbir sesleri duyuldu. Müslümanlar, Hz. Peygam­ber'in (s.a.) gelişine sevinçten ötürü tekbir getirdiler, karşılamaya çıktılar. Onu karşılayıp peygamberlik selâmıyla selâmladılar. Etrafını çevirip kuşattılar. Hz. Peygamber'i (s.a.) vakar bürümüştü. Kendisine vahiy iniyordu: "Bilin ki, Al­lah, onun dostu ve bundan başka Cebrail, iyi mü'minler ve melekler de yar-dımcısıdır."[127]

 

2— Küba'da Konaklama:

 

Yoluna devam etti. Amr b. Avf oğulları yurdunda Küba'da konakladı. Gülsüm b. Hidm'in misafiri oldu. Sa'd b. Hayseme'nin misafiri olduğu söy-lenmişse de birincisi daha sağlamdır. Amr b. Avf oğullan arasında 14 gece kaldı. Küba mescidini inşa etti. Bu mescid, peygamberlikten sonra inşa edi­len ilk mesciddir.[128]

Cuma günü olunca Allah'ın emriyle hayvanına bindi, yola kovuldu. Cuma namazının vakti, Peygamberimizin Salim b. Avf oğullan oymağına vardığında girdi. Vadinin içindeki mescidde onlara cuma namazını kıldırdı. [129]

 

3— Ebu Eyyub el-Ensarî'nin Evinde:

 

Sonra devesine bindi. Halk, devesinin yularına yapıştı. Sayısız insan ka­labalığı, malzeme, silah ve kuvvet vardı. Hz. Peygamber (s.a.): "Devenin yo­lunu açınız! O emrini almıştır." buyurdu. Deve, onu götürmeye başladı. Hangi Ensar evinin yanından geçse muhakkak Hz. Peygamberin (s.a.) kendilerine konuk olmasını istiyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.) ise: "Onu bırakın! O, em­rini almıştır." diyordu. Deve yoluna devam etti. Nihayet bugünkü mescidin bulunduğu yere vannca oraya çöktü. Hz. Peygamber (s.a.) inmeden deve kalk­tı, biraz daha yürüdü. Sonra sağa sola baktı. Geri dönüp ilk çöktüğü yere çöktü. Peygamberimiz deveden indi. Orası Peygamberimizin dayıları Necca-roğullarının mahallesi idi. Bu, Allah'ın bir tevfikidir. Zira Hz. Peygamber (s.a.) kendilerine ikram olsun diye dayılarına misafir olmayı arzu etmişti. İn­sanlar, kendilerine misafir olması için Allah Rasûlü (s.a.) ile konuşmaya baş­ladılar. Ebu Eyyub el-Ensarî, çabucak Peygamberimizin yükünü evine taşı­dı. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Kişi, yükünün yanında olmalı." de­meye başladı. Es'ad b. Zürâre geldi, Hz. Peygamberdin (s.a.) devesinin yula-nna yapıştı. Deve, onun yanında kaldı.[130] Tıpkı Ebu Kays Sırma el-Ensarî'nin dediği gibi oldu. Ibn Abbas bu zâta gidip gelirdi; ondan şu şiiri ezberlemiştir:

"Kureyş içinde on küsur sene kaldı.                      

Uyuşan bir dosta kavuşsa öğüt veriyordu.             

Hac dönemlerinde gelenlere kendisini arzediyordu.

Ne barındıracak birini buldu, ne de bir davetçi.

Bize gelip de menzil onunla istikrar bulunca,

Mesrur oldu Taybe'de, hoşnut kaldı.

Ne uzak zalimin zalimliğinden korkar oldu;

Ne azgın insanlardan...

Malımızın helâlinden ona mallar sunduk.

Savaşta ve barışta canlarımızı yoluna koyduk.

Onun düşmanlarının hepsine, tamamına;

Halis dostumuz olsa da düşman oluruz.

Biliyoruz ki, Allah'tan başka Rab yoktur;

Allah'ın kitabı yol göstericidir."[131]

İbn Abbas diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.} Mekke'de idi. Kendisine hicret etmesi emredilip şu âyet indirildi: "De ki: Rabbim! Beni doğruluk girişiyle girdir; doğruluk çıkışıyla çıkar. Katından beni destekleyecek bir güç ver."[132]

Katâde diyor ki: Allah, Hz. Peygamber'i (s.a.) Mekke'den Medine'ye doğruluk çıkışıyla çıkardı. Allah'ın Peygamberi bu emre, güç olmaksızın ta­kat getiremeyeceğini biliyordu. Bu yüzden Allah'tan destekleyici bir güç iste­di. Mekke'de iken Allah Teâlâ ona hicret edeceği yurdu gösterdi. Hz. Pey­gamber (s.a.) buyurdu ki: "Bana sizin hicret edeceğiniz yurt, iki karataşlık tepe arasında hurmalıkh çorak bir yer şeklinde gösterildi. "[133]

Hâkim'in, Müstedrek'inde Ali b. Ebu Tâlib'den rivayetine göre Hz. Pey­gamber (s.a.) Cebrail'e: "Benimle birlikte kim hicret edecek?" diye sordu. Cebrail: "Ebu Bekir Sıddîk." cevabım verdi.[134]

Berâ anlatıyor: Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabından bize ilk hicret eden­ler Mus'ab b. Umeyr ve İbn Ümmü Mektûm'dur. İnsanlara Kur'an okutur­lardı. Sonra Ammâr, Bilâl ve Sa'd hicret etti. Sonra Ömer İbnü'l-Hattâb (r.a.) yirmi süvari ile hicret etti. Sonra da Allah Rasûlü (s.a.) hicret etti. Ben insan­ların, Hz. Peygamber'in (s.a.) gelişine sevindikleri gibi bir şeye sevindiklerini görmedim. Öyle ki, kadınların, çocukların ve cariyelerin: "İşte Allah'ın Ra­sûlü geliyor" diye sevindiklerini gördüm.[135]

Enes anlatıyor: Medine'ye girdiği gün Hz. Peygamber'i (s.a.) gördüm. O'nun şehrimiz Medine'ye girdiği günden daha güzel, daha parlak geçen bir gün kesinlikle hiç görmedim. Vefat ettiği gün orada bulundum. O'nun vefat ettiği günden daha kötü, daha karanlık geçen bir gün kesinlikle hiç görme­dim.[136]

Hz. Peygamber (s.a.) odalarını ve mescidini yapıncaya kadar Ebu Ey-yûb'un evinde kaldı. Allah Rasûlü (s.a.) Ebu Eyyûb'un evinde iken Zeyd b. Harise ile Ebu Râfi'i altlarına iki deve, ellerine beş yüz dirhem vererek Mek­ke'ye gönderdi. Bu iki sahabî, Hz. Peygamber'in (s.a.) kızları Fâtuna ile Ümmü Gülsüm'ü, hanımı Şevde bt. Zem'a'yı, Üsâme b. Zeyd ile anası Ümmü Ey-men'i alıp Medine'ye getirdiler. Allah Rasûlü'nün (s.a.) kızı Zeyneb'e kocası Ebu'l Âs b. Rebî hicret etme müsaadesi vermedi. Hz. Ebu Bekir'in oğlu Ab­dullah onlarla birlikte, aralarında Hz. Âişe'nin de bulunduğu Ebu Bekir ai­lesini yola çıkardı. Bunlar, Medine'ye gelince Harise b. Nu'man'ın evinde ko­nuk oldular.[137]                                              

 

B) MEDİNE'DEKİ İLK FAALİYETLERİ

 

1— Mescidin Yapımı:

 

Zührî anlatıyor: Hz. Peygamber'in (s.a.) devesi, mescidinin arsasına çök­tü. O vakit bu arsada müslüman birtakım erkekler namaz kılarlardı. Arsa, Es'ad b. Zürâre'nin vesayetinde bulunan Sehl ve Süheyl adında, Ensar'dan iki yetim çocuğa ait bir hurma kurutma yeri idi. Allah Rasûlü (s.a.) burasını mescid yapmak üzere satın almak için çocuklarla konuştu. Çocuklar: "Ha­yır, ey Allah'ın Rasûlü! Burasını sana bağışlıyoruz!" dediler, Allah Rasûlü (s.a.) bunu kabul etmedi, onlardan arsayı "on dinara satın aldı.

Orası duvarla çevrili idi; tavanı yoktu. Kıblesi Beyt-i Makdis'e doğru idi. Allah Rasûlü (s.a.) gelmezden önce orada vakit namazlarını ve cuma nama­zını Es'ad b. Zürâre kıldırirdı. Mescidin arsasında sincan dikenleri, harabe­ler, hurma ağaçları ve müşrik kabirleri vardı. Allah Rasûlü'nün (s.a.) emriy­le kabirler açılıp (başka tarafa naklolundu); harabeler düzlendi, hurmalar ve yabanî ağaçlar kesilip mescidin kıble tarafına dizildi.

Hz. Peygamber (s.a.) mescidin uzunluğunu kıble cihetinden beriye yüz kulaç, genişliğini ise bu kadar yahut buna yakın yaptı. Temelini de üç kulaca yakın yaptı. Sonra sahabîler mescidin duvarını kerpiçle ördüler. Allah Rasû­lü (s.a.) de onlarla birlikte mescidin yapımında çalışıyor, bizzat kendisi taş ve kerpici taşıyor ve şu beyitleri terennüm ediyordu:

"Allah'ım! Dirlik yalnız ahiret dirliğidir. Ensar ve muhacirlere merhamet buyur."

"Bu yük, Hayber (in üzüm ve hurma) yükü değil; Rabbimiz! Bu daha hayırlı, daha temiz!"[138]

Sahabîler recez söyleyerek kerpiç taşımaya koyuldular. Kimileri recezin-de şöyle diyordu:

Peygamber çalışırken oturursak biz; Elbet bu bizim sapmış (veya kokuşmuş) bir davranışımızda."

Hz. Peygamber (s.a.) mescidin kıblesini Beyî-i Makdis'e doğru koydu. Mescide üç kapı yaptı: 1- Gerisinde bir kapı, 2- Bâbu'r-Rahme ( = Rahmet kapısı) denilen kapı, 3- Allah Rasûlü'nün (s.a.) girmesine mahsus kapı. Di­reklerini hurma ağacından dikti. Tavanını yaprakları soyulmuş hurma çubuk­larıyla örttü. Kendisine: "Üstünü örtüp tavan yapsanız!" diye bir öneride bulunuldu ise de: "Hayır, Musa'nın çatısı gibi bir çaü yetişir." buyurdu. Mes­cidin bir tarafına hanımlarına kerpiçten odalar yaptı. Bu odaların tavanları­nı yaprakları soyulmuş hurma çubuklarıyla ve hurma direkleriyle örttü. Bina işini bitirince Hz. Âişe için mescidin doğu tarafında kıblesine yakın olarak yaptığı odada Hz. Âişe ile zifafa girdi. Burası şimdi Hz. Peygamber'in (s.a.) kabrinin bulunduğu odadır. Şevde bt. Zem'a için bir başka oda yaptı.[139]

 

2— Muhacir-Ensar Kardeşliği:

 

Sonra Allah Rasûlü (s.a.) Enes b. Mâlik'in evinde Muhacirlerle Ensar -arasında kardeşlik sözleşmesi kurdu. Buna katılanlar, yarısı Muhacirlerden ve yansı da Ensar'dan olmak üzere 90 erkekten ibaretti. Hz. Peygamber (s.a.), aralarında eşitlik esasına göre kardeşlik ilan etti. Bedir savaşına kadar ölüm­den sonra birbirlerine zevi'l-erhamdan[140] evvel mirasçı oluyorlardı. Allah Te-âlâ: "Zevi'l-erham (akrabalar) miras hususunda Allah'ın kitabında birbirlerine daha yakındır" âyetini'[141] indirince birbirine mirasçı olmayı kardeşlik sözleş­mesinden evvel akrabalık bağına çevirdi.[142]

Hz. Peygamber'in (s.a.) bir ikinci kardeşlik sözleşmesi olarak Muhacir­leri birbirlerine kardeş yaptığı ve kendisinin de bu sözleşmede Hz. Ali'yi kar­deş edindiği söylenmişse de[143] birincisi sahihtir. Muhacirler İslâm kardeşliği, yurt kardeşliği ve soy yakınlığından ötürü kardeşlik sözleşmesine muhtaç de­ğillerdi. Oysa Muhacirlerle Ensâr'm durumu böyle değildir.

Şayet Hz. Peygamber (s.a.) muhacirler arasında kardeşlik sözleşmesi yap­mış olsaydı kendisine kardeş olmaya en müstehak olan insan, en çok sevdiği, hicrette yoldaşı, mağarada arkadaşı, sahabenin en faziletlisi ve O'nun yanın­da en itibarlıları olan Hz. Ebu Bekir Sıddîk olurdu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.): "Yeryüzü halkından birini dost edinecek olsaydım Ebu Bekir'i dost edinirdim. Ancak İslâm kardeşliği daha üstündür." buyurmuş, hadisin bir metnine göre ise: "Ancak o benim kardeşim ve arkadaşımdır." demiştir.[144] Bir hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.) "Kardeşlerimizi görmek isterdim." bu­yurmuş, sahabîler de: "Biz senin kardeşlerin değil miyiz?" diye sormuşlar, Peygamberimiz "Siz benim arkadaşlarınsınız. Kardeşlerim ise benden sonra gelecek, beni görmedikleri halde bana inanacak olan insanlardır." cevabını vermişti.[145] Her ne kadar bu hadisin ifade ettiği üzere bu İslâm kardeşliği umumi ise de Ebu Bekir Sıddîk bu kardeşliğin en üst basamağında idi. Nite­kim sahabîliğin de en üst basamağında o vardı. Şu halde sahabe kardeşlik ve sahabîlik (arkadaşlık) meziyetine sahip insanlardır. Hz. Peygamber'in (s.a.) sahabeden sonraki takipçileri ise kardeşlik özelliğine sahip olan sahabîlik özel­liğine ise sahip olmayan kimselerdir. [146]  

 

3— Yahudilerle Yapılan Sulh Anlaşması:

 

Allah Rasûlü (s.a.) Medine'de bulunan yahudüerle sulh anlaşması yap­tı. O'nunla yahudiler arasında bir belge yazılıp İmzalandı. Yahudi hahamı ve âlimi Abdullah b. Selâm kısa süre içinde İslâm'a girdi.[147] Yahudilerin umu­mu küfürde direttiler.

Yahudiler üç kabileden oluşmaktaydı: 1- Kaynukâoğullan, 2- Nadiri-ğulları, 3- KurayzaoğuIIarı. Hz. Peygamber (s.a.) üçüyle de savaştı. Kayn^ı-kaoğullanna bir şey yapmadan onları bıraktı, Nadîroğullarım sürgün etti; KurayzaoğuUannı (savaşabilecek erkeklerini) idam edip kadınlarıyla çocuji larını esir aldı. Haşr sûresi Nadîroğullan, Ahzâb sûresi ise KurayzaoğuIIarı hakkında inmiştir.  [148]                                                                                     

 

C) KIBLE VE NAMAZ

 

1— Kıblenin Kabe'ye çevrilmesi:

 

Hz. Peygamber (s.a.) namazı, Beyt-i Makdis'i kıble edinerek kılardı. Kıb­lesinin Kabe'ye çevrilmesini arzu ederdi. Cebrail'e: "Keşke Allah, yönümü yahudilerin kıblesinden çevirse!" dedi. O da: "Ben de bir,;kulum. Rabbine dua et, O'ndan iste." diye tavsiyede bulundu. Bunun üzerine Hz. Peygam­ber (s.a.) bunu umarak yüzünü göğe çevirip durmaya başladı. Nihayet Al­lah: "Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Seni hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir." âyetini[149] indirdi. Bu olay, Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye gelişinden onaltı ay sonra, Be­dir savaşından iki ay önce gerçekleşti.[150]

Muhammed îbn Sa'd'ın Hâşim b. Kasım yoluyla Ebu Ma'şer'den riva­yetine göre Muhammed b. Kâb el-Kurazî diyor ki: "Hiçbir peygamber kıble ve sünnet konusunda herhangi bir peygambere asla muhalefet etmiş değildir. Yalnız Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye hicret ettiği vakit onaltı ay Beyt-i Mak-dis'e doğru namaz kıldı." Muhammed b. Kâb sonra: "Allah, Nuh'a buyur­duğu şeyleri size de din olarak buyurdu. Sana vahyettik ki..." âyetini[151] okudu.[152]

Allah'ın kıble yönü olarak Önce Beyt-i Makdis'i tayin etmesinde ve son­ra onu Kabe'ye çevirmesinde büyük hikmetler vardır; müslümanlar, müşrik­ler, yahudiler ve münafıklar bu olayla bir imtihandan geçirilmişlerdir:

Müslümanlar, işittik itaat ettik, demişlerdir. "Ona inandık, hepsi Rab-bimizin kalındandır. "[153] demişlerdir. İşte Allah'ın hidayete erdirdiği bunlar­dır. Bu işi kabullenmek onlara güç de gelmedi.

Müşrikler ise: "Kıblemize döndüğü gibi yakında dinimize de döner. Kıb­lemize dönmüşse ancak hak bu olduğu için dönmüştür." demişlerdir.

Yahudiler de: "Kendisinden önceki peygamberlerin kıblesine ters düş­tü. Şayet peygamber olsaydı, peygamberin kıblesine doğru namaz kılardı" demişlerdi.

Münafıklar1 da: "Muhammed, nereye yöneleceğini bilmiyor. Eğer birin­cisi doğruysa onu terketti. Yok eğer ikincisi doğruysa demek ki bâtıl üzere idi." demişlerdir.

Sefih insanların lâfları çoğaldı. Allah Teâlâ'mn buyurduğu gibi oldu: "Gerçekten bu, i Allah'ın hidayete erdirdiği kimselerden başkalarına güç ge­lecek bir şeydir.'''[154] Bu olay, Allah'ın, kullarını denediği bir imtihan oldu ve böylece Allah, kimin Peygambere uyduğunu, kimin topukları üzerinde geri döndüğünü gördü.

Kıble işi ve! onun durumu büyük olduğundan ötürü Allah Teâlâ, kıble­nin Kabe'ye çevrildiğini açıklamaya geçmeden önce nesih olayını, kendisinin neshetmeye kudreti yeteceğini ve neshedilenden daha hayırlısını veya onun benzerini getireceğini açıklayarak söze başladı. Sonra hemen peşinden Allah Rasûlü'nü (s.a.) sorgulayanları, O'na itaat etmeyenleri azarladı! Bunun ar­dından da yahudilerle hıristiyanlann görüş ayrılıklarını, birbirleri hakkında "Onlar sağlam bir temel üzere değiller" şeklindeki tanıklıklarını kaydetti. İna­nan kullarını onlara muvafakat etmekten, onların arzularına uymaktan sa­kındırdı. Sonra onların inkârlarım, kendisine ortak koşmalarını ve "Allah'ın çocuğu vardır." sözlerini kaydetti. Allah Teâlâ, onların dediklerinden yüce­dir. Sonra doğunun da, batının da kendisine ait olduğunu, kullan yüzlerini ne yöne çevirirlerse kendisinin yönünün orası olduğunu ve kendisinin her şe­yi kapladığını, her şeyi bildiğini haber verdi. O'nun büyüklüğünden, kuşatı-cılığından ve ihatasından ötürü kul yönünü ne tarafa çevirirse Allah'ın yüzü o yöndedir.

Sonra Peygamberinin, ona uymayan ve onu tasdik etmeyen cehennem­liklerden sorumlu tutulmayacağını haber verdi. Ardından peygamberine bil­dirdi ki, ehl-i kitap yahudiler ve hıristiyanlar kendilerinin dinlerine uymadıkça Hz. Peygamber'den (s.a.) hoşnut olmayacaklardır; eğer Hz. Peygamber (s.a.) onlara uyarsa -ki Allah, onu bundan korumuştur- Allah'tan ona ne bir dost ne bir yardımcı bulunacaktır. Sonra ehl-i kitaba kendilerine vermiş olduğu nimeti hatırlattı ve kıyamet günündeki azabından onları korkuttu. Arkasın­dan Beytullah'ı yapan dostu Hz. İbrahim'i anlattı, onu övdü, medhetti ve onu yeryüzü halkının kendisine uyacağı "insanlar için bir imam" yaptığını haber verdi. Sonra Beytullah'ı ve dostunun onu yapışını anlattı. Bunun içeri­ğinde şu yatmaktadır: Beytullah'ın yapıcısı nasıl insanlar için bir imamsa, onun yaptığı bina da insanlar için bir imamdır. Sonra Allah, bu imamın dininden, en sefih insanlardan başkasının yüz çevirmeyeceğini haber verdi. Sonra kul­larına son peygamberine uymalarım; O'na, Hz. İbrahim'e ve diğer peygam­berlere indirilenlere inanmalarını emretti. Ardından: "Hz. İbrahim ve ailesi yahudi yahut hıristiyandı." diyenleri reddetti. Bütün bunları kıblenin çevril­mesine bir giriş, bir hazırlık, bir önsöz yaptı. Maamafih bütün bunlara rağ­men bu olay, Allah'ın hidayete erdirdiği kimseler dışındaki insanlara kabulü güç geldi. Allah Teâlâ bu emri ardarda üç kere tekrarlamak suretiyle te'kid etti. Peygamberine, olduğu yerde ve yola çıktığı yerde yüzünü Kabe'ye çevir­mesini emretti. Dilediğini doğru yola ileten Allah'ın onları bu kıbleye çevir­diğini ve bu kıblenin onlara yaraşır bir kıble, onların da bu kıbleye lây^k insanlar olduklarını haber verdi. Çünkü bu kıble en vasat, en faziletli kıble­dir; onlar da en vasat ve en hayırlı ümmettir. Bu yüzden en faziletli kıbleyi en faziletli ümmete seçip ayırmıştır. Nitekim bu ümmete en faziletli peygam­beri ve en faziletli kitabı seçip ayırmış, onları en hayırlı asırda dünyaya getir­miş, şeriatların en faziletlisini onlara tahsis etmiş, ahlâkın en hayırlısını onlara lütfetmiş, yeryüzünün en hayırlı bölgesine onları yerleştirmiş, cennetteki en hayırlı konak yerlerini ve kıyametteki en hayırlı bekleme yerlerini onlara tahsis etmiştir. Onlar (kıyamette) yüce bir tepededir; diğer insanlar onların altındadır. Rahmetini dilediğine tahsis eden Allah her türlü eksiklikten, ku­surdan uzaktır. Bu Allah'ın lutfudur, dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sa­hibidir.

Allah Teâlâ, kıbleyi diğer insanlann müslümanlara gösterecekleri bir delil olmaması için Beyt-i Makdis'den Kabe'ye çevirdiğini haber verdi. Ancak az­gın zalimler müslümanlara karşı yukarıda zikredilen delilleri ileri sürmekte­dirler. Dinsizler, peygamberlere ancak bunlarla ve benzeri bâtıl delillerle karşı korlar. Peygamberin sözlerine, başka sözleri tercih eden herkesin delili, bu dinsizlerin delilleri cinsindendir.

Allah Teâlâ, müslümanlara nimetini tamamlamak ve onları hidayete er­dirmek için, böyle yaptığını haber verdi. Sonra onlara Kitab'ı, hikmeti ve bil­mediklerini öğretmek, kendilerini manevî yönden temizlemek için peygamberlerini göndermek, kitabını indirmek suretiyle onlara lütfettiği ni­metlerini hatırlattı. Ardından kendisini anmalarını ve kendisine şükretmele­rini emretti. Çünkü bu iki şeyle, Allah'ın nimetlerini tamamlamasına ve fazladan lütfetmesine hak kazanırlar; O'nun kendilerini anmasını ve sevme­sini sağlarlar. Sonra Allah onlara, bunları ancak kendisi aracılığıyla yardım istemek suretiyle elde edebilecekleri şeyi yani sabır ve namazı emretti ve ken­disinin sabredenlerle beraber olduğunu haber verdi. [155]    

 

2— Beş Vakit Namazın Rekâtları:

 

Allah, kıbleyle birlikte gecede ve gündüzde beş kere ezan okunmasını meş­ru kılarak müslümanlara nimetini tamamladı. Öğle, ikindi ve yatsı namazla­rının farzları iki rekât iken ikişer rekât daha ilâve ederek dörder rekâta çıkardı.[156] Bütün bunlar Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye gelişinden son­ra oldu. [157]    

 

A) CİHADIN ÖNEMİ

 

1— Cihada İzin Verilmesi:

 

Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye yerleşti; Allah onu, yardımıyla ve inanan Ensâr kullarıyla destekledi. Ensâr arasındaki kin ve düşmanlığı kaldırıp kalp­lerini birbirine ısındırdı; Allah'ın yardımcıları ve İslâm'ın askerleri Hz. Pey-gamber'i (s.a.) düşmanlardan ve suikasttan korudular, uğruna canlarını koydular, O'nun sevgisini babaların, oğulların, eşlerin sevgisine tercih ettiler ve Hz. Peygamber (s.a.) onlar için canlarından daha değerli oldu. İşte bu du­rumu gören (müşrik) Araplar ve yahudiler bir yaydan boşanırcasma onlara karşı birlik olup cephe aldılar, düşmanlık gösterme ve muharebe için paçayı sıvadılar, her taraftan seslerini yükseltmeye başladılar. Allah Teâlâ ise müs-lümanlara sabrı, affı ve bağışlamayı emrediyordu. Nihayet müslümanlar kuv­vetlenip güçlerine güç katılınca, Allah o zaman onlar için savaşa izin verdi, ama onlara savaşı farz kılmadı. Buyurdu ki: "Zulme uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmalarına izin verildi. Doğrusu Al­lah, onlara yardım etmeye elbette muktedirdir."[158]

Bir grup "Bu izin Mekke'de idi; sûre Mekke'de inen sûrelerdendir" de­mişse de şu sebeplerden ötürü bu söz yanlıştır:

1- Allah, Mekke'de müslümanlara savaşmaları için izin vermemiştir. Hem Mekke'de onların, savaşabilmeleri için gerekli güçleri de yoktu.

2- Âyetin gelişi de iznin hicretten ve müslümanlann yurtlarından çıkarıl­malarından sonra gerçekleştiğini göstermektedir. Zira Allah: "Onlar ancak Rabbimiz Allah dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır."[159] buyuruyor ki, bunlar muhacirlerdir.

3- "İşte Rableri hakkında birbirleriyle mücadeleye giren iki taraf..." âye-ti[160] Bedir savaşında her iki taraftan harp öncesi düelloya çıkanlar hakkında inmiştir.[161]

4- Allah, bu sûrenin son taraflarında, müslümanîara "Ey iman edenler!" diye hitap etmektedir. Bu şekildeki hitabın hepsi Medine'de inmiştir. "Ey insanlar'* şeklindeki hitap ise müşterektir (yani hem Mekke'de, hem de Me­dine'de inenlerde yer almaktadır).

5- Allah, bu sûrede elle ve başka şeylerle cihad etmeyi kapsayan cihadı emretmiştir. Kuşkusuz herhangi bir şeyle kayıtlı olmayan cihad emri, hicret­ten sonra gelmiştir. Delillerle cihad etme ise Mekke'de iken: "Kâfirlere uy­ma ve onlara Kur'anla büyük bir cihad aç" âyetiyle[162] emredilmiştir. Bu âyetin geçtiği sûre Mekke'de inmiştir. Mekke'deki cihad ise tebliğ yapma ve delille karşı koymadır. Hac sûresinde emredilen cihada ise kılıçla cihad etme de girer.

6- Hâkim, Müstedrekinde, A'meş -Müslim el-Batîn-Saîd b. Cübeyr se­nediyle İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'­den çıkınca Ebu Bekir: "Peygamberinizi çıkarın- Biz Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz- elbette helak olacaksınız." dedi. Bunun üzerine Allah Teâ-lâ: "Zulme uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup sa­vaşmalarına izin verildi" âyetini'[163] indirdi. Savaş hakkında İnen ilk âyet budur.[164] Bu rivayetin senedi, Buharî ve Müslim'in Sahih lerinin şartlarım ta­şımaktadır. Sûrenin akışı, sûre içerisinde Mekke'de ve Medine'de inen âyet­ler bulunduğunu göstermektedir. Çünkü Peygamber'in arzusuna şeytanın vesvese karıştırması olayı Mekke'de vuku bulmuştur. En iyi Allah bilir. [165]    

 

2— Cihadın Farz Kılınışı:

 

Sonra Allah müslümanlara kendilerine savaş açanlarla savaşmayı farz kıldı, savaş açmayanlarla savaşmayı farz kılmadı. "Allah yolunda size savaş açanlarla savaşın." Buyurdu.[166]

Sonra müslümanlara, bütün müşriklerle savaşmayı farz kıldı. Müşrik­lerle savaş önce haramdı, sonra onlarla savaşa izin verildi, sonra savaş açan­larla savaşma emredildi, sonra da bütün müşriklerle savaşmak -iki görüşten birine göre farz-ı ayn, meşhur olana göre de farz-ı kifâye olmak üzere- em­redildi.

Araştırmanın ortaya koyduğu gerçek şu ki, kalb ile olsun, dil ile olsun, mal ile olsun, el ile olsun cihad etme farz-ı ayndır. Her müslüman bu türler­den biriyle cihad etmelidir. Bedenle cihad farz-ı kifâyedir. Mal ile cihadın farz olması konusunda iki görüş vardır. Doğrusu farz olduğudur. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de malla ve canla cihad eşit olarak emredilmiştir. Nitekim Allah Te-âlâ buyuruyor ki: "İster arzu ederek, ister ağırlaşarak olsun hepiniz cihada çıkın. Mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Bilirseniz bu, si­zin için daha hayırlıdır. "[167]Allah, cehennemden kurtulmayı, günâhın bağış­lanmasını ve cennete girmeyi malla cihad etmeye bağladı: "Ey iman edenler! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak kazançlı bir ticareti göstereyim mi? Allah'a ve Peygamberine inanırsınız, Allah yolunda mallarınızla, canlarınız­la cihad edersiniz. Bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Böyle yaparsanız Allah günâhlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere koyar. İşte bu, büyük bir kurtuluştur. "[168] Şa­yet bu denilenleri yaparlarsa onlara istedikleri yardım ve yakın fethi verece­ğini haber verdi ve: "İstediğiniz bir başka şeyi daha verecektir."[169]buyurdu. Yani cihad konusunda istediğiniz bir başka şeyi "Allah'tan bir yardım ve ya­kın bir fetih" verecektir. Allah: "İnananlardan canlarını ve mallarını cennet karşılığı satın aldığım"[170] haber vermiştir. Mallarına karşılık bedel olarak on­lara, cenneti vermiştir. Bu sözleşme ve vaadi gökten indirdiği en faziletli ki­tapları olan Tevrat, İncil ve Kur'an'da muhafaza etti. Sonra ahde vefa konusunda, kendisinden daha vefalı hiç kimse bulunmadığını onlara bildirmek suretiyle bunu pekiştirdi. Ardından bunu da, sözleşme yaptıkları alış-verişten ötürü sevinmelerini emrederek pekiştirdi. Sonra onlara, bunun büyük bir kur­tuluş olduğunu bildirdi.

Artık Rabbiyle bu ahş-veriş akdini yapan düşünsün, mertebesi ne kadar muazzam, ne kadar yüce! Çünkü müşteri, Allah Teâlâ, para ise Naîm cen­netleri, Allah'ın rızasını elde etme ve orada O'nu görmek suretiyle menfaat-lenmedir. Bu akdin elinde gerçekleştiği kimse meleklerin ve insanların Allah katında en şerefli ve en değerlileri olan Allah elçisidir. İşte böyle bir ticaret malı, muazzam bir iş ve büyük bir durum için hazırlanmıştır.

"Seni öyle bir şey için hazırladılar ki, sen onun farkına varsan başıboş bırakılmış develerle birlikte otlamaktan nefsini çek oradan uzaklaştır."[171]

Sevginin ve cennetin mehri, inananlardan can ve mallarını satın alan, sev­ginin ve cennetin sahibine can ve malı feda etmektir, îflâs etmiş, yüz çevir­miş korkak bu ticaret malının ticaretini nerde yapsın! Vallahi bu mal o kadar ayağa düşmedi ki, iflas edenler onun fiyatını sorsun; o kadar değerini yitir­medi ki züğürtler veresiye satın alsın! Bu mal, arayıp soranların çarşısında pazara çıkarıldı. Sahibi de bedel olarak canlan feda etmekten başka bir şeye razı olmamakta! Bu yüzden tembeller geriledi, âşıklar ayağa kalkıp içlerin­den kimin canının mala bedel olmaya yaraşır olduğunu gözetlemeye koyul­dular. Mal aralarında döndü dolaştı. "İnananlara karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetli"[172] olanların eline düştü.

Muhabbet iddiasında bulunanlar çoğalınca davalarının doğruluğuna delil getirmeleri istendi; şayet insanlara sırf iddia etmekle, iddia ettikleri şey veri­lecek olsaydı boş adam, meşgul adamın sanatını iddia ederdi. Davacılar tür­lü türlü şahitler getirmeye kalkıştılar. Onlara denildi ki: Bu dava delilsiz ispat edilemez. "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sev­sin."[173]» Bunun üzerine bütün halk geriledi; fiillerinde, sözlerinde, tavırlarında ve ahlâkında Peygamberi izleyenler yerlerinde kaldılar. Bu sefer âdil şahit ge­tirmeleri istendi ve denildi ki: Adalet ancak "Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler." âyetinin[174] tezkiyesiyle ka­bul edilir. Bunun üzerine muhabbet iddiasında bulunanların çoğunluğu geri­ledi, mücahidler ayakta dikili kaldılar. Onlara denildi ki: Âşıkların canlan ve malları kendilerinin değildir. Akit konusu olan şeyi teslim edin. Çünkü Allah, inananlardan canlarını ve mallarım cennet karşılığında satın aldı. Alış­veriş akdi, her iki tarafın da üzerine düşeni teslim etmesini gerektirir. Tüc­carlar müşterinin azametini, bedelin miktarım, ahş-veriş akdi elinde gerçek­leşen zatın kadrinin yüceliğini ve bu akdin yazıldığı kitabın değerini görünce satışa çıkarılan malın, başka mallarda bulunmayan bir değere ve özelliğe sa­hip olduğunu anladılar; bu malı lezzet ve zevki gidecek, geriye kötü neticesi ve üzüntüsü kalacak sayılı dirhemler karşılığında düşük bir pahaya satmanın apaçık bir ziyan ve anormal derecede bir aldanma olduğunu ve bunu yapan kimsenin sefihler grubuna dahil olacağını görüp müşteriyle, geri dönebilme (muhayyerlik) şartı ileri sürmeksizin isteyerek, gönül hoşluğuyla hoşnudluk ahm-satımını (bey'atu'r-rıdvânı) gerçekleştirdiler ve: "Vallahi ne sen istedi­ğin için alış-verişi bozarız, ne de senden bu alış-verişi bozmanı talep ederiz." dediler. Akit tamam olup satılan malı teslim ettikleri vakit onlara denildi ki: Canlarınız ve mallarınız bizim oldu. Şimdi onları size olduğundan daha bol bir şekilde, mallarınıza kat kat mal katarak geri veriyoruz. "Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Bilâkis Rableri katında diridirler, nzıklamrlar."[175] Biz, sizden canlarınızı ve mallarınızı üzerinizden kâr sağlamak amacıyla iste­medik. Bilâkis kusurlu şeyi kabul edip ona karşılık en yüksek pahayı vermekle cömertlik ve keremin eseri ortaya çıksın diye böyle yaptık. Sonra bedeli de, o bedel karşılığı alınan malı da size verdik.

Câbir b. Abdullah olayını düşün! Hz. Peygamber (s.a.) ondan devesini satın almıştı. Sonra ona devenin bedelini fazla fazlasına ödedi ve deveyi ye­niden ona geri verdi.[176] Babası, Uhud savaşında Hz. Peygamber'in (s.a.) ya­nında şehid düşmüştü. İşte bu davranışla Hz. Peygamber (s.a.) ona, babasının Allah'la olan durumunu hatırlattı ve ona haber verdi ki: "Allah babanı di­riltti ve onunla karşı karşıya konuştu: 'Ey kulum! Dile benden, dilediğini* dedi."[177]

Cömertlik ve keremi muazzam olan Allah'ı yaratıkların ilmi kuşatmak­tan   uzaktır!   Şu   işe   bak!   Hem   malı   verdi,   hem   bedeli   verdi, hem akdin tamamlanmasını sağladı, hem satılan malı kusuruna rağmen ka­bul etti, hem ona en yüksek fiyatı verdi, hem kulunu kendisinden malı karşı­lığı satın aldı, hem bedeli ve malı onda topladı, hem de bu akitten ötürü onu Övdü, medhetti! Oysa kulunu buna muvaffak kılan ve bunu ondan isteyen de O'dur!                          

"Haydi koş, himmet sahibi isen. Arzu sürücüsü seni sürdü. Artık mesa­feleri katlayıver.

Onların muhabbet ve hoşnutluk tellâlları çağırınca ona tam bin kerg'buyur!' de.

Önlerindeki yükseklere bakma. Şayet yüksek tepelere bakarsan onlar en­gele dönüverirler.

Yol alırken oturanın yoldaşlığını bekleme, bırak onu. Çünkü seni sürü­cü olarak arzu yeter.

Onlardan, onlara (gitmek için) azık al. Doğru yolu, sevgi yolu üzere git, hedefe ulaşırsın.

Ayakların (yorgunluktan) atını mahmuzlayamaz hale gelip özgengilere yakın seyrettiği vakitte onların yadıyla ayak hareketlerini canlandır. Hatırla­yış, seni gayrete getirecektir.

Yorgunluktan korkarsan ona: "Önünde kavuşma payı var, su kaynak­ları ara." de.

Onların nurundan bir kıvılcım yakala. Sonra onunla yoluna devam et. Onların nuru sana rehber olur, doğruyola iletir; meşaleler değil.

Erâk vadisine koş, orada öğle uykusuna yat. Belki onları görürsün. Sonra eğer istersen orada.

Yok eğer dilersen benim yanımda dostların durakladığı Arafat yakının­daki Na'man'da kalırsın, İstediğin vakit onları ararsın.

Bu da olmazsa geceyi Müzdelife'de geçirirsin, bunu da kaçırırsan Mi-na'da geçirirsin. Gafil olana yazıklar olsun!

Adn cennetlerine koş. Çünkü onlar senin ilk menzillerindir, oralarda ko­nakladın.

Ancak menzillere ağlayıp tepelerde durduğundan ötürü düşmanlar seni esir aldı.

Ebedîlik cennetindeki mezîd gününe koş. Feda edeceksen cömertçe ca­nını feda et.

Oraları silik izlerle bırak. Oralarda hiçbir öğle uykusuna yatılacak yer yoktur. Geç-git o yerleri, konulacak yer değildir onlar.

Halk sık sık gidip geldiğinde o izleri sildi. O izlerden nicesi öldürülmüş ve onlar arasında nicesi de bu halkı öldürmüştür.

Dostlar kervanının şen bir şekilde üzerinde yolculuk ettiği bu yolun üze­rindeki izlerden sağ taraftakini tut ve de ki:

"Ey nefis, bir saat sabır göstererek bana yardım elini uzat. Kavuşuldu-ğunda bu sıkıntı da kaybolur gider.

Yalnız bir saat, o da gelir geçer. Üzüntü, keder içinde bocalayan kişi de sevinir, rahat nefes alır." [178]    

 

B) CİHADA TEŞVİKİ

 

1— Cihada Teşvîk Konusundaki Hadisler:

 

Allah ve esenlik yurdunun davetçisi, onurlu nefisleri, yüce himmetleri harekete geçirdi. İman münadisi sağlam bellekli kulağı olanlara davetini du­yurdu, dirilere Allah'ı işittirdi. Kişiyi duydukları, iyilerin makamlarına ulaş­mak için can atar hale getirdi, gittiği yolda şarkılar söyleyip onu coşturdu. Bineği onu ancak yerleşim (âhiret) yurdunda üstünden indiidi. Allah Rasûlü (s.a.) buyurdular ki:

"Kendisi yolunda cihada çıkanlara Allah 'Yalnız Bana inandığı ve pey­gamberimi tasdik ettiği için cihada çıkan kimseyi elde ettiği mükâfat yahut ganimetle sağ-salim döndüreceğim yahut da cennete koyacağım' diye garanti vermiştir. Şayet ümmetime meşakkatli geleceğini bilmeseydim hiçbir seriye-nin ardından yerimde oturmazdım. Can-ı gönülden arzu ediyorum ki, Allah yolunda öldürüleyim, sonra diriltileyim. Sonra öldürüleyim, sonra diriltile­yim. Sonra öldürüleyim..."[179]

"Allah yolunda çarpışan mücahidin hali (gündüz) oruç tutan, (gece) na­maz kılan, Allah'ın âyetlerine itaat eden ve oruç tutmaktan, namaz kılmak­tan bıkıp usanmayan kimsenin hali gibidir. İşte Allah yolunda çarpışan mücahid eve dönünceye kadar bu durumdadır. Allah, kendi yolunda cihada çıkan mücahidi, vefat ettirip cennete koymayı yahut da elde ettiği sevap ya­hut ganimetle sağ-salim evine döndürmeyi üzerine almıştır."[180]

"Sabahleyin veya akşamleyin Allah yolunda cihad için yapılan bir yürü­yüş dünyadan ve dünyanın içindekilerden daha hayırlıdır. "[181]

Hz. Peygamber (s.a.), Rabbinden aktardığı bir kutsî hadiste buyuruyor ki: "Kulanmdan herhangi bir kul, hoşnutluğumu kazanmak için benim yo­lumda cihada çıkarsa ona şu garantiyi verdim: Şayet onu eve döndüreceksem elde ettiği sevap yahut ganimetle döndüreceğim. Eğer ruhunu alacaksam, ba­ğışlayıp merhamet edeceğim ve cennete koyacağım."[182]

"Allah yolunda cihad edin. Zira cihad, cennetin kapılarından bir kapı­dır. Allah onun sayesinde kişiyi endişeden ve tasadan kurtarır."[183]

"Bana inanan, müslüman olan ve hicret eden kimseye ben, cennetin si­nesinde bir köşke ve cennetin ortasında (ayrı) bir köşke kefilim. Bana ina­nan, müslüman olan ve Allah yolunda cihad eden kimseye ise ben, cennetin sinesinde bir köşke, cennetin ortasında (ayrı) bir köşke ve cennet köşklerinin en âlâları arasında (başka) bir köşke kefilim. Bunu yapan kimse hayır arzu­lama için bir kapı ve serden kaçmayı gerektirecek bir kapı bırakmamıştır. Öl­mek istediği yerde (istediği şekilde) ölür."[184]

"Bir deve sağımı süresince Allah yolunda çarpışan müslüman bir kimse cenneti hak eder."[185]

"Cennette yüz derece vardır. Allah onları,kendisi yolunda cihad eden­ler için hazırlamıştır. Her iki derecenin arası yerle gök arası kadardır. Allah'­tan dilekte bulunduğunuzda, O'ndan Firdevs'i isteyin. Çünkü o, cennetin ortası ve cennetin en alâ yeridir. Onun üstünde Rahman'm Arş'ı vardır. Cennetin 'nehirleri oradan fışkınr."[186]

 Allah Rasûlü (s.a.) Ebu Saîd'e: "Allah'ı Rab, İslâm'ı (hak) din ve Mu-hammed'i peygamber olarak kabul edip buna razı olan cenneti hak eder." buyurdu. Bu söz Ebu Saîd'in hoşuna gitti ve: "Bu sözü bana tekrarla, ey Al­lah'ın Rasûlü!" diye rica etti. Hz. Peygamber (s.a.) de tekrarladı ve: "Bir başka iyi amel daha vardır ki, Allah o amelle kulu, cennette yüz derece yük­seltir. Her iki derece arası yerle gök arası kadardır." buyurdu. Ebu Saîd: "O hangisi, ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): "Allah yo­lunda cihaddır" buyurdu.[187]

"Allah yolunda iki çift (koyun, altın, gümüş, deve vs.) harcayan kimse­yi cennetin kapıcıları -herbiri ayrı bir kapıdan- "Ey falan! Buraya gel" diye çağırırlar. Namaza düşkün olan kimse namaz kapısından, mücahidlerden olan cîhad kapısından, sadaka (zekât) verenlerden olan sadaka kapısından ve oruç ehlinden olan da Reyyân kapısından çağırılır." Hz. Peygamber (s.a.) bu ha­disi söylerken orada bulunan Hz. Ebu Bekir: "Anam, babam yoluna feda olsun ey Allah'ın Rasûlü! Bu kapıların birinden çağırılana bir müşkil yok­tur. Ama bu kapıların hepsinden çağrılacak kimse de var mıdır?" diye sor­du. Peygamberimiz: "Evet, vardır. Umarım, sen de onlardansın." cevabını •verdi.[188]

"Allah yolunda malının fazlasını harcayan kimseye Allah yediyüz misli sevap yazar. Kendisi ve ailesi için mal harcayan, bir hasta ziyaret eden yahut bir yoldan eziyet veren şeyi kaldıran kimsenin yaptığı bu şeylere karşı -her iyiliğe on misli sevap olmak üzere- sevap verilir. Yıpratıp delmedikçe oruç bir kalkandır. Allah'ın, bedeninde bir rahatsızlığa mübtelâ kıldığı kimsenin, bu rahatsızlığı onun için günahlardan bir indirim ohır."[189]

İbn Mâce'nin rivayet ettiği bir hadiste de şöyle buyuruluyor: "Allah yo­lunda cihad için bir harcamada bulunan, ancak kendisi cihada çıkmayıp evinde oturan kimseye harcadığı her dirhem karşılığında yediyüz dirhem verilir. Al­lah yolunda bizzat gazaya çıkan ve Allah rızası için orada harcamada bulu­nan kimseye harcadığı her dirhem karşılığında yediyüzbin dirhem verilir." Bunları söyledikten sonra Hz Peygamber (s.a.): "Allah, dilediğine kat kat artırır." âyetini[190] okudu.[191]

"Allah yolundaki bir mücahide yahut borcu konusunda bir borçluya ya­hut da köleliği konusunda, efendisi ile belli bir mal getirip hürriyete kavuş­ma anlaşması yapmış (mükâteb) köleye yardımda bulunan kimseyi Allah,kendisinin gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı günde ken­di gölgesinde gölgelendirir."[192]

"Ayaklan, Allah yolunda tozlanan kimseyi, Allah cehenneme haram eder."[193]

"Bir adamın kalbinde cimrilikle iman bir arada bulunmaz. Bir kulun yü­zünde Allah yolundaki cihadın tozu ile cehennem dumanı birleşmez." Bu ha­diste geçen "Bir kulun yüzünde" ifadesi yerine bir metinde "Bir kulun kalbinde", bir başka metinde "Bir kişinin karnında" ve bir diğer metinde ise "Bir müslümanın burun deliklerinde" ifadesi yer almaktadır.[194]

îmam Ahmed'in (r.h.) rivayet ettiği bir hadiste: "Ayakları, gündüz bir saat, Allah yolunda tozlanan kimsenin o iki ayağı cehenneme haramdır." buy-rulmaktadır.[195]

Yine İmam Ahmed'in rivayet ettiği bir başka hadiste ise Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Allah, bir adamın karnında Allah yolundaki cihadın tozu ile cehennemin dumanını birleştirmez. Ayaklan Allah yolunda tozlanan kimsenin bedeninin geri kalan kısmını da Allah cehenneme haram eder. Kim Allah yolunda bir gün oruç tutarsa Allah, ondan cehennemi dört nala giden süvarinin bin senede varacağı yer kadar uzaklaştırır. Allah yolunda bir yara alan kimse son nefesinde şehidlerin mührüyle mühürlenir, şehid olarak gi­der; kıyamet günü ona ait bir nur vardır, yarasının rengi safran rengi, koku­su misk kokusudur. Onu önceden gelip geçenler de, sonradan gelenler de tanır ve: "Bu falandır, üzerinde şehitlik mührü var" derler. Allah yolunda bir de­ve sağımı süresince çarpışan kimse cenneti hak eder." [196]

İbn Mâce'nin rivayet ettiği bir hadiste: "Kim Allah yolunda bir yürüyü­şe çıkarsa, bu yürüyüşte üzerine konan toz kadar kıyamet günü misk hak eder." buy rulmak tadır.[197]

îmam Ahmed'in (r.h.) rivayet ettiği bir hadiste ise: "Allah yolunda bir kimsenin kalbine bir tasa gelse muhakkak Allah ona cehennemi haram eder." buyrulmuştur.[198]

*'Allah yolunda bir gün sınırda nöbet tutma, dünyadan ve dünya üstün­deki herşeyden daha hayırlıdır. "[199]

"Bir gün, bir gece sınırda nöbet tutmak bir ay (gündüzleri) oruç tutup (geceleri) namaz kılmaktan daha hayırlıdır. Vazifesi başında ölürse yapmak­ta olduğu ameli sanki devam etmekteymişçesine sevap elde eder, ona (şehid-lere olduğu gibi) rızkı devam eder ve kabir fitnesinden emin olur."[200]

"Her ölenin amel defteri kapanır. Bundan Allah yolunda nöbet bekler­ken Ölen müstesnadır. Zira onun ameli, kıyamet gününe kadar artar durur ve o kimse kabir fitnesinden güvence altına alınır."[201]

"Sınırda Allah rızası için bir gün nöbet tutmak diğer yerlerde bin gün nöbet tutmaktan daha hayırlıdır."[202]

İbn Mâce'nin rivayet ettiği bir hadiste: "Kim sınırda Allah rızası için bir gece nöbet tutarsa, (gündüzleri) oruçla ve (geceleri) namazla geçirilen bin ge­cenin sevabını elde eder." [203]

"Herhangi birinizin Allah yolunda bekleyip gözcülük etmesi evinde yaptığı altmış senelik ibadetten daha hayırlıdır. Dikkat edin, Allah'ın sizi bağışlayıp cennete koymasını istiyorsanız Allah yolunda cihad edin. Kim Allah yo­lunda bir deve sağımı süresince çarpışırsa cenneti hak eder,"[204]

İmam Ahmed'in rivayet ettiği bir hadiste: "Kim müslümanların sahille­rinden birinde üç gün sınır nöbeti tutarsa bu, bir senelik (karada tutulan) sı­nır nöbeti yerine geçer." buyrulmuştur.[205]

Yine İmam Ahmed'in rivayet ettiği bir hadiste ise: "Allah yolunda bir gece bekçilik etme, geceleyin namazla gündüzün oruçla geçirilen bin geceden daha faziletlidir." buyrulmuştur.[206]

"Allah korkusundan dolu dolu olan yahut ağlayan bir göze cehennem ateşi haramdır. Allah yolunda uykusuz kalan bir göze cehennem ateşi haram-dır."[207]

İmam Ahmed'in rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Bir sultan kendisini tutmadan, kim kendi isteğiyle gönülden Allah yolunda müs­lümanların arkasından bekçilik ederse yeminde durulmuş olması için gerekli süre dışında o kimsenin gözleri cehennem ateşini görmeyecektir. Zira Allah: 'Yemin olsun sizden hiçbiriniz müstesna olmamak üzere muhakkak oraya (ce­henneme) uğrayacaksınız.'[208] buyurmaktadır."[209]

Hz. Peygamber (s.a.) bir yolculukları sırasında bütün bir gece akşam­dan sabaha kadar atı üzerinde müslümanlara bekçilik edip nöbet tutan, yal­nızca namaz yahut abdest bozmak için atından inen bir adama: "Cenneti hak ettin. Ancak bundan sonrr amel etmemen gerekmez." buyurdu.[210]

"Allah yolunda bir ok atana cennette bir derece vardır."[211]

"Bir kimsenin Allah yolunda ok atması, bir köle azadına denktir. Allah yolunda bir kimsenin saçı ağarsa, saçının aklığı kıyamet günü onun için bir nur olur."[212] Nesâî'nin rivayetinde derece, yüz seneyle tefsir olunmuştur.[213]

"Allah bir tek ok yüzünden şu üç kimseyi cennete kor: 1) Sanatında hayrı gözeterek oku imal edeni, 2) Okçuya atması için, yardım maksadıyla oku uza­tanı, 3) Oku atanı. Atıcılık ve binicilik öğrenin. Atıcılık öğrenmeniz bana gö­re binicilik öğrenmenizden daha iyidir. Kişinin eğlence için yaptığı her şey bâtıldır (boştur). Ancak yayı ile ok atması yahut atını eğitmesi ve hanımıyla oynaşması bundan müstesnadır. Allah'ın kendisine atıcılığı öğrenmeyi mü­yesser kıldığı bir kimse onu hiçe sayarak bırakırsa o nimete nankörlük etmiş olur." Bu hadisi İmam Ahmed ve Sünen sahipleri rivayet etmişlerdir.[214] İbn Mâce'de hadis "Kim atıcılığı öğrenir, sonra onu terkederse bana isyan etmiş olur'* şeklinde yer almaktadır.[215]

İmam Ahmed'in rivayetine göre bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.): "Ba­na tavsiyede bulun.*' dedi. O da: "Sana Allah'tan korkmanı tavsiye ederim.

Zira herşeyin başı odur. Cihad etmeni Öneririm; çünkü cihad, İslâm'ın ruh­banlığıdır. Sana Allah'ı anmayı (zikri) ve Kur'an okumayı tavsiye ederim. Çünkü bu gökteki ruhun, yerdeki zikrindir." buyurdu.[216]

"İslâm şahikasının zirvesi cihaddır."[217]

"Üç kimseye yardım etmek Allah üzerinde bir haktır: 1) Allah yolunda çarpışan mücahid, 2) Efendisiyle, belli bir miktar mal getirdiğinde hürriyete kavuşmak üzere sözleşme yapmış olan ve bunu ödemek isteyen köle, 3) İffe­tini korumak amacıyla evlenmek isteyen kimse."[218]

"Bir kimse gaza etmeden ve gaza etmeyi gönlünden geçirmeden ölürse bir tür nifak üzere ölür."[219]

Ebu Davud'un rivayet ettiği bir hadiste: "Bir kimse gaza etmez yahut gazaya çıkan bir gaziyi donatmaz yahut da gazaya çıkan kimsenin ailesine iyi bakmazsa, daha kıyamet günü olmadan önce Allah onu bir musibete ma­ruz bırakır." buyrulmuştur.[220]

"İnsanların altın ve gümüşlere kıyamayıp pintilik ettikleri, îne alış-verişi yaptıkları, sığırların kuyruklarına yapıştıkları ve Allah yolunda cihad etmeyi bıraktıkları vakit gelince Allah onların başına bir belâ indirir; artık onlar, dinlerine dönünceye kadar başlarından bu belâyı kaldırmaz. "[221]

 İbn Mâce'nin rivayet ettiği bir hadiste: "Bir kimse Allah Teâlâ'ya ka­vuştuğunda üzerinde Allah yolunda (çarpışmadan) hasıl olan bir iz bulun­mazsa kendisinde bir yarık bulunduğu halde Allah'a kavuşur." buyrulmuştur.[222]

Allah Teâlâ: "Kendinizi bile bile tehlikeye atmayın." buyurmuştur.[223] Ebu Eyyub el-Ensârî, kişinin bile bile kendisini tehlikeye atmasını, cihadı ter-ketmek diye tefsir etmiştir.[224]

Sahih bir hadiste: "Cennetin kapılan, kılıçların gölgesi altındadır." buy­rulmuştur.[225]

Yine sahih bir hadiste: "Allah'ın sözü (ve dini) üstün olsun diye savaşan kimse, Allah yolunda savaşmış olur." buyrulmaktadır.[226]

Bir diğer sahih hadiste: "Cehenneme ilk atılacak kimseler gösteriş ve nam yapmak için ilim öğrenen âlim, sadaka veren mal sahibi (zengin) ve cihad sı­rasında öldürülen kişi." buyrulmuştur.[227]

Bir başka sahih hadiste: "Dünya malı elde etmek için savaşa çıkan kim­seye sevap yoktur" buyruluyor[228]

Bir başka sahih hadiste rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), Ab­dullah b. Amr'a buyurmuştur ki: "Şayet sabredip sevabını Allah'tan bekle­yerek savaşırsan; Allah seni, sabırlı ve sevabı Allah'tan bekleyen olarak diriltir. Şayet gösteriş ve rekabet için savaşırsan; Allah seni, riyakâr ve rekabet eden olarak diriltir.[229] Ey Abdullah b. Amr! Sen hangi şekilde savaşır yahut öldürü-lürsen Allah seni o şekilde, o hal üzere[230]    

 

2— Savaş Zamanı:

 

Hz. Peygamber (s.a.) günün evvelinde savaşmayı uygun görürdü. Nite­kim yolculuğa da günün evvelinde çıkmayı severdi. Şayet günün evvelinde savaşa başlamazsa;vaşı, güneş tepe noktadan batıya yönelip rüzgârlar es­meye başlayıncaya ve yardım ininceye kadar ertelerdi[231]   

 

3— Şehitliğin Faziletleri:

 

Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki: "Canım elinde olana yemin ede­rim ki, Allah yolunda yaralanan herhangi bir kimse -Allah kendisi yolunda yaralananı daha iyi bilir-, kıyamet günü rengi kan rengi, fakat kokusu misk kokusu olduğu bir halde gelir."[232]

Tirmizî'nin rivayet ettiği bir hadiste buyruluyor ki: "Allah'a şu iki dam­ladan yahut iki izden daha sevimli hiçbir şey yoktur: Allah korkusundan akan gözyaşı damlası, Allah yolunda akıtılan kan damlası. İzler ise; Allah yolun­daki iz ve Allah'ın farzlarından birinin yapılmasından meydana gelen iz-dir."[233]

Bir sahih hadiste buyuruluyor ki: "Ölüp de Allah katında bir hayra eri­şen bir kulu, tekrar dünyaya dönmesi ve dünya ile dünyadaki şeylerin kendi­sinin olması sevindirmez. Yalnız şehitliğin faziletinden dolayı görmekte olduğu şeylerden ötürü bundan şehid müstesnadır. Çünkü dünyaya dönüp bir kere daha öldürülmek - bir metne göre de gördüğü iltifattan Ötürü on kere daha öldürülmek - onu sevindirir."[234]

Oğlu Bedir savaşında Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında öldürülen Numan'-in kızı Ümmü Harise, kendisine "O şimdi nerede?" diye sorduğunda Allah Rasûlü (s.a.): "O en yüksek Firdevs'e erişti." buyurdu. [235]

"Şehidlerin ruhları yeşil kuşların karınlarındadır. Onlar için Arş'a asıl­mış kandiller vardır. Diledikleri zaman cennetten çıkarlar; sonra bu kandil­lere konarlar. Rableri onları görür, gözetir, ihsanda bulunur ve: 'Bir arzunuz var ir..?' diye sorar. Onlar da: 'Ne arzumuz olsun? Dilediğimiz zaman cen­netten çıkıyoruz!' derler. Allah bunu onlara üç kere tekrarlar. Kendilerine bu sorunun sorulmasından vazgeçilmeyeceğini görünce: 'Ya Rabbi! Senin yo­lunda bir daha öldürülmemiz için ruhlarımızı bedenlerimize iade etmeni ta­lep ediyoruz.' derler. Allah da onların bir ihtiyacı bulunmadığım görünce öylece bırakılırlar. "[236]

"Şehidlerin Allah katında elde ettiği birtakım meziyetleri vardır: I) Ka­nı akmaya ilk başladığı anda bağışlanması. 2) Cennetteki makamının göste­rilmesi. 3) İmanın tadının tattırılması. 4) Siyahı simsiyah, beyazı bembeyaz olan gözlere sahip hurilerle evlendirilmesi. 5) Kabir azabından korunması. 6) En büyük korkudan güvencede olması. 7) Başına vakar tacının konulması - ki bu tacdaki bir yakut tanesi dünyadan ve dünyadaki şeylerden daha hayırlıdır-, 8) Yetmiş iki huri ile evlendirilmesi. 9) Akrabalarından yetmiş ki­şiye şefaat etme hakkının tanınması." Bu hadisi İmam Ahmed rivayet etmiş ve Tirmizî sahih olduğunu söylemiştir.[237]

Câbir'e buyurdu ki: "Sana, Allah'ın babana ne dediğini haber vereyim mi?" Câbir: "Evet, haber verin" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) anlattı: "Al­lah, konuştuğu herkesle mutlaka perde arkasından konuşmuştur. Babanla karşı karşıya söyleşti. 'Dile benden dilediğini ey kulum! Sana vereyim.' dedi. O da: 'Ya Rabbi! Beni dirilt, senin yolunda ikinci kez öldürüleyim.' ricasında bulundu. Allah: 'Daha önce insanlar dünyaya bir daha döndürülmeyecekler diye hükmettim.' diye buyurdu. O da: 'Ya Rabbi! Öyleyse geride bıraktıkla­rıma bunu ulaştır.' diye istekte bulundu. Bunun üzerine Allah Teâlâ: 'Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler, n-zıklandırılmaktadırlar.' âyetini[238] indirdi."[239]

Hz. Peygamber (s.a.) anlatıyor: Kardeşleriniz Uhud'da şehid edilince Al­lah, onların ruhlarını yeşil kuşların karınlarına koydu; onlar cennet nehirle­rine gelir, cennet meyvelerinden yer ve Arş'm gölgesindeki altın kandillere konarlar. Yedikleri ve içtikleri şeylerin lezzetini, kaldıkları yerin güzelliğini görünce: "Keşke kardeşlerimiz Allah'ın bize yaptığım bilseler cihaddan ka­çınmazlar, harpten çekinmezler." dediler. Bunun üzerine Allah: "Ben sizin durumunuzu onlara ulaştıracağım." dedi ve Peygamberine: "Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma." diye başlayan âyetleri indirdi.[240]

Müsned'âz rivayet edilen bir hadiste buyuruluyor ki: "Şehidler, cennet kapısındaki bir nehrin göz kamaştıran bir yerinde bulunan yeşil kubbededir­ler. Sabah akşam cennetten rızıklan çıkar." [241]

"Daha şehidin yerdeki kanı kurumadan (huri) iki hanımı, her birinin elin­de dünyadan ve dünyada bulunan şeylerden daha hayırlı birer yeni ve güzel elbise bulunduğu halde, sanki bitkisiz bir arazide yavrularını kaybetmiş iki kuş gibi koşar ona gelirler."[242]

Müstedrek'te ve Nesaî'de rivayet olunan bir hadiste buyuruluyor ki: "Be­nim için Allah yolunda öldürülmem, yerleşik hayat süren şehir ve köy ahalisi ile göçebelerin benim olmasından daha sevimlidir. "[243]

Yine aynı iki kaynakta yer alan hadiste ise: "Şehid, ölüm anında, sizin herhangi birinizin karınca ısırmasından duyduğu acıyı duyar." buyurul-maktadır.[244]

Sünen'deki bir hadiste de: "Şehid, ailesinden yetmiş kişiye şefaat eder.*' buyurulmaktadır.[245]

Müsnetfdt rivayet edilen bir hadiste buyuruluyor ki: "Şehidlerin en üs­tünü, (ön) safta düşmanla karşılaştığında yüzlerini çevirmeyip öldürülenler­dir, îşte onlar cennetin en âlâ köşklerinde yan gelip yatacaklardır. Rabbin onlara güler. Rabbin dünyada bir kula güldüğü zaman artık ona hesap so-rulmaz."[246]

Yine aynı kaynakta yer alan bir başka hadiste buyuruluyor ki: "Şehid-ler dörde ayrılır: 1) Mü'min, inancı yerinde bir adam, düşmanla karşılaşır; Allah'a sadakat gösterir ve öldürülür, tşte insanların kendisine bakmak için boyunlarını kaldırdığı kimse budur. -Bu sözleri söylerken Allah Rasûlü (s.a.) başını o kadar kaldırdı ki, başlığı yere düştü-. 2) Mü'min, inancı yerinde bir adam, düşmanla karşılaşır; derisine sanki dikenle vurulmaktadır, bir serseri ok gelir onu öldürür. Bu adam ikinci derecededir. 3) Mü'min, inancı yerinde iyi amelle kötü ameli birbirine karıştırmış bir adam, düşmanla karşılaşır; Al­lah'a sadakat gösterir ve öldürülür. İşte bu üçüncü derecededir. 4) Mü'min, ama kendisi aleyhine pek çok konuda haddi aşmış bir adam düşmanla karşı­laşır; Allah'a sadakat gösterir ve öldürülür. İşte bu da dördüncü derece­dedir. "[247]

Müsned'de ve İbn Hibbân'm Sahihinde yer alan bir hadiste buyurulu­yor ki: 'Savaşta ölenler üçe ayrılır: 1) Malıyla, canıyla Allah yolunda cihad eden, düşmanla karşılaştığında onlarla çarpışan ve öldürülen mü'min kimse, îşte Allah'ın Arş'ı altındaki çadırda imtihan olunan şehid budur. Peygam­berler, ondan ancak peygamberlik derecesiyle üstün gelirler. 2) Nefsine gü­nahlardan, hatalardan pay ayıran, ama canıyla, malıyla Allah yolunda cihad eden, düşmanla karşılaştığında çarpışan ve öldürülen mü'min kimse, İşte bu davranışı yalayıp yutucudur; günahlarını ve hatalarım siler süpürür. Kılıç, ha­taların silgisidir. Bu kimse cennetin istediği kapısından girer. Zira cennetin sekiz, cehennemin yedi kapısı vardır. Bazıları, bazılarından üstündür. 3) Ca­nıyla, malıyla cihad eden münafık kimse. Düşmanla karşılaştığı zaman Al­lah yolunda öldürülünceye kadar çarpışır. İşte bu kimse cehennemdedir. Kı­lıç, nifakı silmez."[248]                                                         .   :

Sahih bir hadiste: "Kâfirle onun katili, cehennemde asla feir ;araya gel­mez." buyurulmaktadır[249]                                                     

Hz. Peygamber'e (s.a.): "Hangi cihad daha üstündür?" diye sordular. "Müşriklerle malıyla, canıyla çarpışan kimsenin yaptığı cihad." cevabını verdi. "Hangi ölüm daha güzeldir?" diye sordular. "Allah yolunda kanı akıtılan ve atı vurulan kimsenin ölümü." cevabım verdi.[250]

İbn Mâce'nin Sünen İnde yer alan bir hadiste:' 'Zalim sultanın huzurunda söylenen adil söz, en büyük cihaddandır." buyurulmaktadır.[251] Bu hadisi Ah-med ve Nesâî, mürsel olarak rivayet etmişlerdir.

Bir sahih hadiste buyuruluyor ki: "Ümmetimden, kıyamet kopuncaya -bir metne göre ise sonuncuları Mesih Deccal'le savaşıncaya- kadar hak üze­re savaşan bir grup devamlı bulunacaktır. Ne onlan yardımsız bırakanlar onlara zarar verebilir; ne de muhalefet edenler;[252]

 

C) HARP HUKUKU

 

1— Savaşa Çıkacaklardan Söz Alması:

 

Hz. Peygamber (s.a.) harpte firar etmemek üzere ashabından söz alırdı. Bazan onlardan ölüm üzere söz aldığı da olurdu. îslâm üzere söz aldığı gibi onlardan cihad için de söz almıştır. Mekke fethinden önce ashabından hicret için söz almıştır. Ayrıca onlardan tevhid üzere, Allah'a ve Rasûlü'ne itaate sarılmak üzere söz almıştır. Bir grup ashabından da insanlardan hiçbir şey istememeleri için söz almıştır.

Onlardan birinin elinden kamçısı düştüğünde hayvanından iner, kendisi yerden alır, hiç kimseye "Onu bana ver'' demezdi.[253]

Cihad konusunda, düşmanın durumu hakkında ve (konaklamak için) yer seçimi konusunda ashabının fikirlerini alırdı. Müstedrek'te Ebu Hureyre'nin: "Allah Rasûlü'nden (s.a.) daha çok arkadaşlarına danışan bir kimse görme­dim." dediği rivayet edilmektedir. [254]

 

2— Savaş Hazırlıkları:

 

Sefer esnasında sevkiyat işlerine bakanlar arasında geride kalır, güçsüz­lerin ilerlemelerine yardım eder, yoldan kesilenleri terkisine alırdı. Yol boyunca yol arkadaşlarına en candan davranan O idi[255]

Bir gazaya çıkmak istediğinde tevriyeli ifade kullanırdı[256] Meselâ, Hu-neyn savaşına çıkmak istediği vakit "Necid yolu ve sulan nasıldır? Oradaki düşmanlar kimlerdir?" gibi sorular sormuştu.

"Harp hiledir." buyururdu[257]

Düşman hakkında bilgi toplamak üzere casuslar yollar, öncüler gönde­rir ve geceleyin muhafızlara nöbet tuttururdu[258]

Düşmanla karşılaştığı zaman durur dua eder, Allah'dan yardım dilerdi. Gerek kendisi, gerekse ashabı çokça Allah'ı zikreder ve seslerini kısarlardı[259]

Orduyu ve savaşı organize eder; her kanada ona denk bir birlik yerleşti­rirdi, O'nun emriyle huzurunda müslümanlarla düşmanlar arasında düello yapılırdı. Harp levazımatını kuşanırdı. Bazan iki zırhı birbirine geçirip giyi­nirdi[260] Sancakları ve bayrakları vardı[261]

Bir kavme galip geldiğinde onların arazilerinde üç gün kalır, sonra se­ferden dönerdi[262]

Baskın yapmak istediği vakit beklerdi. Eğer obada bir müezzinin ezan okuduğunu duyarsa baskın yapmaz, aksi takdirde hücuma geçerdi[263]' Kimi zaman düşmana gece baskın düzenler, kimi zaman da gündüzün ansızın bas­kın yapardı[264]'                                             |

Perşembe günü sabah erken vakitte sefere çıkmayı severdi[265]' Askerler bir yere konakladığı vakit birbirlerine öyle sokulurlardı ki, üzerlerine bir ör­tü serilse onların hepsini bürürdü[266]

Safları düzene kor[267] ve "Filan, sen öne geç! Falan,sen arkaya geç!" diyerek askerleri kendi eliyle harbe hazır duruma geçirirdi.

Ordusundan her bir neferin kendi kabilesinin sancağı altında savaşması­nı arzu ederdi.                                                                                

Düşmanla karşılaştığı vakit: "Kitab'ı indiren, bulutu yürüten, bölük bölük orduları hezimete uğratan Allah'ım! Şunları da bozguna uğrat. Onlara karşı bize yardım et!" diye dua ederdi[268] Bazan da: "Topluluk bozguna uğraya­cak, sırtlarını dönüp kaçacaklar. Hayır, doğrusu kıyamet onların azapla kor­kutuldukları gündür. Kıyamet ne korkunç, ne acı bir gündür." âyetlerini okurdu[269]

"Allah'ım! Yardımım indir." derdi. "Allah'ım! Benim desteğim sensin. Yardımcım sensin. Senin için savaşıyorum." derdi[270] Durum iyice şiddetle­nip harp kızıştığı ve düşman kendisine yöneldiği vakit kendisini tanıtır: "Ya­lan yok, ben peygamberim. Ben Abdülmuttalib oğluyum" derdi[271]

Harp şiddetlendiği vakit insanlar Hz. Peygamber'le (s.a.) korunurlar­dı[272] Düşmana en yakın olan O'ydu.

Harpde söyledikleri vakit tanınmaları için ashabına bir parola belirler­di. Parolaları bir keresinde "Emit! Emit = Öldür! Öldür" bir keresinde "Yâ Mansur ! ve  bir keresinde def "Hamım Lâ yunsarûn = Hamim. Yardım alamazlar !di.[273]                

 

3— Savaş Âletleri Kullanması:

 

Hz. Peygamber (s.a.) savaşta zırh ve miğfer giyer, kılıç kuşanır, mızrak ve Arap yayı taşırdı. Kalkan da kullanırdı. Harp esnasında kibirlilik göster­meyi severdi. Hz. Peygamber (s.a.): "Bir kısım kibir vardır ki, Allah sever; bir kısım kibir de vardır ki, Allah buğzeder. Allah'ın sevdiği kibir düşmanla karşılaşma sırasında ve sadaka verirken gösterilen kibirdir. Allah Teâlâ'nın buğzettiği kibir ise azgınlık ve övünme yolunda gösterilen kibirdir." buyur­muştur[274]

Bir keresinde mancınıkla savaştı; mancınığı Tâif halkına karşı kullandı. Savaşta kadınların ve çocukların öldürülmesini yasaklardı[275]' Karşı taraftan savaşa katılanlara bakardı: Tüylenmiş görürse öldürür, tüysüz delikanlıları ise bırakırdı[276]

 

4— Komutanlara Öğütleri:

 

Bir seriyye gönderdiği vakit onlara Allah'dan korkmalarım öğütler ve:

"Allah'ın adıyla, Allah yolunda yürüyün. Allah'a küfredenleri öldürün.| kence yapmayın, zulmetmeyin, çocuk öldürmeyin." buyururdu[277]

Bir kimsenin yanında Kur'an'la düşman ülkesine sefere çıkmasını saklardı.

Gönderdiği seriyyenin komutanına düşmanla savaşmadan önce onları şu şıklardan birini seçmeye davet etmesini emrederdi: I) Müslüman olup hicret etmeye. 2) Hicret etmeksizin yalnız müslüman olmaya. Bu durumda müslü-man Araplar gibi olurlar, ancak ganimetten bir pay alamazlar. 3) Cizye ver­meye. Şayet düşmanlar olumlu cevap verirlerse, komutan onların isteklerini kabul eder. Aksi takdirde Allah'dan yardım dileyip onlarla savaşa tutuşur[278]

 

D) GANİMETLERİN TAKSİMİ

 

1— Ganimetleri Taksimi:

 

Düşmana karşı zafer elde edince bir tellâla emreder, bütün ganimetleri bir araya toplatırdı. Önce düşman askerlerinin üzerinde bulunan elbise ve eş­yaları hakedenlere verir; sonra kalanın beşte birini (humus) ayırır, Allah'ın uygun gördüğü yerlere sarfeder ve İslâm'ın ve müslümanlann yararına kul­lanılmasını emrederdi. Sonra geri kalanlar kadınlar, çocuklar ve köleler gibi ganimetten nasibi olmayanlara ufak bağışlarda bulunurdu.[279] Sonra da geri kalanı süvariye üç pay -bir pay kendisi, iki pay atı için- ve piyadeye bir pay olmak üzere askerler arasında eşit olarak paylaştınrdı[280]' Hz. Peygamber'-den (s.a.) aktarılan sahih uygulama budur.

Uygun gördüğü fayda doğrultusunda asıl ganimetten pay ayırır, bağış yapardı. Ganimetten yapılan bu bağışın beşte birlik (humus) kısımdan oldu­ğu da söylenmektedir. Deniliyor ki, bu en zayıf görüştür; ganimetten yapılan bağış beşte birin beşte birlik kısmındendi.

Gazalardan birinde Seleme b. Ekvâ'ya hem süvari, hem piyade payını birlikte verdi. Böylece o gazada büyük yararlılık gösterdiğinden ötürü ona dört pay vermiş oldu.[281]

Ganimetten yapılan bağış istisna edilirse Hz. Peygamber (s.a.) ganimeti zayıf-güçlü ayrımı gözetmeksizin eşit olarak paylaştırırdı.[282]

Düşman ülkesine ayak bastığı vakit önden bir seriyye gönderirdi. Onla­rın aldıkları ganimetin beşte birini ayırır, kalanın dörtte birini bağışta bulu­nur ve arta kalanı da o seriye ile diğer askerler arasında paylaştırırdi. Sefer­den döndüğü vakit de bunu yapar ve ganimetin üçte birini bağış olarak verir-di.[283] Böyle olmakla birlikte ganimetten yapılan bağışı hoş görmez: "Güçlü mü'minler, zayıf mü'minlere iade etsin'* buyururdu.[284]

Hz. Peygamber'in (s.a.) ganimetten bir payı vardı ki, buna "safî" de­nirdi. İster köle, ister cariye isterse bir at olsun, onu beşte birlik kısımdan önce seçip alırdı[285]

Ebu Davud'un rivayetine göre Hz. Âişe: Hz. Peygamber'in (s.a.) hanım­larından olan "Safiye, safîdendir." demiştir.[286]' Bundan dolayı Züheyr b. Ukayşoğullarına gönderdiği mektubunda şöyle yazmıştır: "Şayet Allah'dan

başka tanrı bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şeha-det eder, namazınızı kılar, zekâtınızı verir ve ganimetten beşte birlik kısmı, Hz. Peygamber'in (s.a.) payını ve safî payını öderseniz Allah ve Peygambe­rinin güvencesi altında emniyette olursunuz." [287]

Hz. Peygamber'in (s.a.) kılıcı Zülfikâr safîden idi.[288]

Müslümanların yararına olan bir vazifeden dolayı savaşa katılamayan­lara da ganimetten pay ayırırdı. Nitekim Hz. Osman'a Bedir ganimetlerin­den pay ayırmıştı. Oysa Hz. Osman Allah Rasûlü'nün (s.a.) kızı ve kendi ka­rısı olan Rukiye'nin hasta bakıcılığım yaptığından ötürü savaşa katılmamış­tı. Bu sebepten Hz. Peygamber (s.a.): "Doğrusu Osman, Allah ve Peygam­berinin işi için gitti." buyurup savaşa katılmış sevabını aldığını belirtti ve ona payını ayırdı[289]

Sahabîler gaza esnasında O'nun yanında alış-veriş yaparlardı. Onları gör­düğü halde alış-veriş yapmalarını engellemezdi. Adamın biri, benzerini hiç kimsenin elde etmediği bir kazanç elde ettiğini kendisine haber verdiğinde: "Nedir bu kazanç?" diye sordu. Adam: "Alış-veriş yaptım, üç yüz ükiyye kâr sağladım." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Ben sana, bir kimsenin kazan­dığı en hayırlı kazancı haber vereceğim." dedi. Adam: "Nedir o? Ey Allah'­ın Rasûlü?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): "Farz namazdan sonra kılı­nan iki rekât" cevabını verdi.[290]

Gaza için Ücretle iş yapanları iki şekilde tutuyorlardı: 1- Bir kimse bizzat gaza için yola çıkar ve yolculuk esnasında kendisine hizmet edecek ücretli hiz­metçi tutardı. 2- Mal vererek cihada çıkacak insan tutardı. Buna "ceâil" der­lerdi. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Gazaya çıkan, mükâfatını elde eder. Birini ücretle harbe gönderen kimse hem bundan dola­yı sevap kazanır ve hem de gazi sevabı elde eder."[291]

Ganimet konusunda da iki türlü ortaklık kurarlardı. 1- Ebdân şirketi.[292]

2- Bir kimse, devesini yahut atını, üzerinde savaşması ve elde ettiği ganimetin yansını kendisine vermesi şartıyla diğer bir kimseye verir; gazinin elde ettiği payı aralarında paylaşırlardı. Hatta birine okun gövdesi, diğerine ise ucun­daki demiri ve arkasına takılan yelek kısmı düşerdi.

îbn Mes'ûd anlatıyor: Ben, Ammâr ve Sa'd, Bedir savaşında elde edece­ğimiz ganimetler konusunda ortaklık kurduk. Sa'd iki esir. yakalayıp getirdi, ben ve Ammâr hiçbir şey getiremedik,[293]

Hz. Peygamber (s.a.) seriyyeyi bazan süvari, bazan da piyade birliği şek­linde gönderirdi. Fetih olup bittikten sonra yardımcı kuvvet olarak gelenlere ganimetten pay ayırmazdı.[294]'

Hz. Peygamber (s.a.) (ganimetin kendisinin tasarruf yetkisine verilen beşte birlik kısmından) akrabaların payını Hâşimoğullanna ve Muttaliboğullanna verirdi; onların kardeşleri olan Abdişemsoğullan ile Nevfeloğullarına ise pay ayırmazdı. " M uttalib oğulları ile Hâşimoğullan aynı soydandır" buyurup par­maklarım birbirine kenetledi ve: "Onlar bizden ne cahiliye, ne de İslâm dö­neminde ayrıldılar." dedi.[295]

 

2- Düşmanın Ele Geçen Yiyecekleri:

 

Müslümanlar savaşlarda O'nun yanında bal, üzüm ve çeşitli yiyecek mad­deleri ele geçirirler; onları yerler, ganimetler arasına kaldırmazlardı.[296] Ebu Davud'un rivayetine göre İbn Ömer diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.) dönemin­de bir ordu, ganimet olarak yiyecek ve bal ele geçirdi. Onlardan humus (beş­te bir) alınmadı."[297]

Abdullah b. Mugaffel, Hayber savaşında tek başına bir yağ tulumu ele geçirdi ve: "Bu gün bundan hiç kimseye bir şey vermem." dedi. Allah Rasû­lü (s.a.) onun bu sözünü duydu, tebessüm etti, ona hiçbir şey demedi'[298]

İbn Ebî Evfâ'ya: "Siz, Allah Rasûlü (s.a.) döneminde ele geçirdiğiniz yiyecek maddelerinin beşte birini verir miydiniz?" diye sorduklarında: "Hayber savaşında yiyecek maddesi ele geçirdik. İsteyen gelir, ondan kendisine yete­cek miktar alır giderdi." cevabını verdi.[299]

Sahabeden biri diyor ki: Biz savaşta ele geçirdiğimiz cevizleri yer, pay-laştırmazdık. Hatta eşyalarımızın yanma tulumlarımız ceviz dolu olduğu halde dönerdik.[300]

 

3-  Yağma ve İşkencenin Yasaklanışı:

 

Hi Peygamber (s.a.) savaşlarında yağma ve işkenceyi yasaklardı. "Yağ­malayan kimse bizden değildir." buyurdu[301] ve içlerinde yağma maldan ye­mek pişirilen tencereleri emredip döktürdü.[302]

Ebu Davud'un rivayetine göre Ensâr'dan bir adam anlatıyor: Allah Ra­sûlü (s.a.) ile birlikte bir sefere çıktık. İnsanlar şiddetli bir ihtiyaç ve zorluk içine düştüler. Bir davar sürüsüne rastgeldiler ve sürüyü yağmaladılar. Ten­cerelerimiz kaynarken Allah Rasûlü (s.a.) yayını baston gibi kullanıp yürü­yerek çıkageldi. Tencerelerimizi yayı ile ters yüz etti, döktü. Sonra eti topra­ğa bulamaya başladı. Sonra da: "Yağma, lâşe yemekten daha helâl değildir -yahut- lâşe yemek, yağmadan daha helâl değildir." buyurdu.[303]

Herhangi bir kimsenin ganimet bir hayvanı binek vasıtası olarak kulla­nıp hayvanı zayıf düşürerek onu geri iade etmesini ve ganimet bir elbiseyi kul­lanıp eskiterek geri getirmesini yasakladı.[304] Ancak savaş sırasında bunlar­dan yararlanmayı yasaklamadı. [305]

 

4- Ganimet Hırsızlığı Konusundaki Tatbikatı:

 

Ganimet malından çalma konusunda gerçekten çok "Çalınan o mal, sahibine kıyamet günü ardır, ateştir vej yururdu.[306]                                                              

Hz. Peygamber'in (s.a.) kölesi Mid'am savaşta vurulup öldürülünce: "Cennet ona mübarek olsun!" dediler. Peygamberimiz: "Hayır, hayır. Ca­nım elinde olana yemin ederim ki, Hayber'in fethi günü henüz taksimat ya­pılmadan ganimet mallar arasından çaldığı kadife şal onun üzerinde alev alev yanmaktadır." buyurdu. Bunu işiten bir adam bir -veya iki- nalın tasması getirdi. Peygamberimiz: "Ateşten bir-veya iki-nalın tasması" buyurdu.[307]

Ebu Hureyre anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) aramızda ayağa kalktı ve ga­nimet malından çalmanın durumunu anlattı; günahının büyüklüğünü, bu işin korkunçluğunu belirtti. Buyurdu ki: Sakın kıyamet günü şöyle bir manza­rayla karşılaşmıyayım: Birinizin omuzunda meleyen bir koyun, öbürünüzün omuzunda hım hım eden bir at; bana: "Ey Allah'ın Rasûlü! İmdadıma ye­tiş!" diye sesleniyorlar, bense her birine: "Senin için bir şey yapamam. Ben sana vazifemi tebliğ ettim" diyorum. Bir diğerinizin omuzunda altın ve gü­müş yükü, bana: "Ey Allah'ın Rasûlü! İmdadıma yetiş!" diyor. Bense ona: "Senin için bir şey yapamam. Ben sana vazifemi tebliğ ettim." diyorum. Başka birimizin omuzunda dalgalanan bir elbise, bana; "Ey Allah'ın Rasûlü! İm­dadıma yetiş!" diye sesleniyor. Bense ona: "Senin için bir şey yapamam. Ben sana vazifemi tebliğ ettim." diyorum.[308]

Hz. Peygamber'in (s.a.) yol ağırlığı olan eşyasına bekçilik eden biri (Kir-kire) ölünce Peygamberimiz: "O cehennemdedir." buyurdu. Bunu duyan sa-habîler bakmaya gittiler ve onun eşyaları arasında ganimet malından çaldığı bir aba buldular.[309]

Gazalardan birinde (Hayber savaşında) sahabîler: "Filan şehiddir. Fi­lan şehiddir." diye şehidleri saymaya başladılar. Bir adamın başına varıp da: "Ve filan da şehiddir" dediklerinde Hz. Peygamber (s.a.): "Hayır, hayır. Doğrusu ben onu ganimetten çaldığı bir bürde -yahut aba- içinde cehennem­de görüyorum." buyurdu. Sonra Allah Rasûlü (s.a.) Hz. Ömer'e dedi ki: "Git, ey Hattab'ın oğlu! Git, insanlara şunu duyur: Cennete inananlardan başkası girmeyecektir! "[310]

Bir adam Hayber savaşında vefat etti. Durumu Allah Rasûlü'ne (s.a.) ilettiler. Hz. Peygamber (s.a.): "Arkadaşınızın cenaze namazını kılın." bu­yurdu. Bu söz üzerine insanların moralleri bozuldu. Hz. Peygamber (s.a.) du­rumu görünce: "Arkadaşınız Allah yolunda iken ganimet malından bir şey çaldı." buyurdu. Sahabîler onun eşyalarını araştırdılar, iki dirhem etmez ya-hudi imalatı bir boncuk salkımı buldular.[311]

Bir ganimet ele geçirdiği zaman Bilâl'e insanlar arasında duyuru yapma­sını emreder, insanlar ele geçirdikleri ganimetleri getirirlerdi. Hz. Peygam­ber (s.a.) beşte birini alır, geri kalanı taksim ederdi. Ganimet paylaştırıldıktan sonra bir adam kıldan yapılma bir yular getirdi. Allah Rasûlü (s.a.) ona: "Bi-lâl'in üç kere seslendiğini işittin mi?" diye sordu. Adam: "Evet" cevabını verdi. Hz. Peygamber (s.a.): "Peki, onu getirmekten seni alıkoyan nedir?" diye sorunca, adam özür diledi. Bunun üzerine Allah Rasûiü (s.a.): "Bunu kıyamet günü getirmiş ol, yine kesinlikle kabul etmeyeceğim." buyurdu.'[312]

Hz. Peygamber(s.a.) ganimet malından çalanın malının yakılmasını ve o kimsenin dövülmesini emretti. Kendisinden sonra hilâfete geçen iki Râşid Halife (Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer) ganimet hırsızının malını yaktırmışlar-dir.[313] Kimi âlimler: "Bu uygulama, yukarıda kaydettiğim diğer hadislerle yürürlükten kaldırılmıştır. Zira bu hadislerden hiçbirinde yakma meselesi bu­lunmamaktadır." derken kimileri de diyorlar ki -doğru olan görüş budur.[314] Bu iş kamu menfaatine göre uygulanmak üzere devlet başkanlarının ictihad-larına bırakılmış ta'zîr cezalan ve malî cezalar kabilindendir. Zira Hz. Pey-gamber'in (s.a.) yaktığı da olmuştur, yakmadığı da. Kendisinden sonra gelen halifeleri de aynı uygulamada bulunmuşlardır. İçki içen kimsenin üçüncüde yahut dördüncüde öldürülmesi meselesinde[315] olduğu gibi. Bu had cezası ol­madığı gibi yürürlükten kaldırılmış da değildir. Yalnızca devlet başkanının içtihadına bağlı bir ta'zir cezasıdır. [316]

 

E) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) ESİRLER KONUSUNDAKİ UYGULAMALARI

 

1— Esirlere Yapılan Muamele:

 

Hz. Peygamber (s.a.) esirlerin bir kısmını karşılıksız salıverir, bir kısmı nı öldürür, bir kısmını fidye olarak mal alıp bırakır ve bir kısmım da müslü-man esirlerle değîş-tokuş ederdi. Bunların hepsini maslahat (kamu menfaati) gereği yapmıştır. Bedir esirlerini mal karşılığı serbest bıraktı ve: "Mut'im b. Adiy hayatta olsaydı da şu kokuşmuş adamlar hakkında benimle konuşup aracılık etseydi onun hatırına bunları bırakırdım." buyurdu.[317]

Hudeybiye anlaşması sırasında seksen silahlı adam gafil avlamak isteye­rek Hz. Peygamber'e (s.a.) baskın yaptı. Peygamberimiz onları esir aldı, sonra fidye almaksızın serbest bıraktı.[318]

Hanifçoğullarının reisi Sümâme b. Üsâl'i esir aldı, mescidin direğine bağ­ladı ve sonra serbest bıraktı. O da müslüman oldu.[319]

 

2— Bedir Savaş» Esirlerinden Fidye Alınması:

 

Bedir esirleri konusunda sahabe ile istişare etti. Hz. Ebu Bekir Sıddîk, düşmanlara karşı bir güç oluşturmak için onlardan fidye almasını ve onları bu şekilde serbest bırakmasını ve böylece belki Allah'ın onları İslâm'a erdi­receğini söyledi. Hz. Ömer: "Hayır, vallahi, olmaz. Ben Ebu Bekir'in görü­şünde değilim. Fikrimce, sen bize müsaade et, onların boyunlarını vuralım. Çünkü bunlar kâfirlerin liderleri ve asilzadeleridir." dedi. Allah Rasûlü'nün gönlü (s.a.) Hz. Ebu Bekir'in dediğine yattı, Hz. Ömer'in dediğini arzu et­medi. Ertesi gün olunca Hz. Ömer geldi, Allah Rasûlü (s.a.) ile Hz. Ebu Be­kir'in ağladığım gördü. Bunun üzerine: "Ey Allah'ın Rasûlü! Sen ve arkada­şın neden ağlıyorsunuz? Sebebini söyleyin, ben de ağlayabil i rsem ağlayayım; ağlayamazsam, siz ağladığınız için ben de ağlar görüneyim!" dedi. Allah Ra­sûlü (s.a.): "Senin arkadaşlarının esirlerden fidye alınmasını bana arzetme-lerinden dolayı ağlıyorum. Onların uğrayacağı azap (yambaşında bulunan bir ağaca işaret ederek) şu ağaçtan daha yakın bir şekilde bana gösterildi. Allah: "Savaşta düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz..." âyetini[320] indirdi.[321]

Âlimler bu iki görüşten hangisinin daha isabetli olduğu konusunda tar­tışmış ve bir grup bu hadisden dolayı Hz. Ömer'in görüşünü tercih etmiştir. Bir grup da şu sebeblerden ötürü Hz. Ebu Bekir'in görüşünü tercih etmiştir: İş Hz. Ebu Bekir'in görüşünde karar kılmıştır. Onun görüşü fidye karşılığı serbest bırakmanın kendilerine helal kılınması konusunda Allah'ın daha ön­ce indirdiği âyete uygun düşmektedir. Ayrıca gazaba galip gelen rahmete de uygun düşmektedir. Bu olayda Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ebu Bekir'i Hz. İbrahim ile Hz. İsa'ya, Hz. Ömer'i de Hz. Nûh ile Hz. Musa'ya benzetmiş­tir.[322] Bu esirlerin çoğunluğunun müslüman olmasıyla Hz. Ebu Bekir'in gö­rüşü büyük hayırlara vesile olmuştur. Onların sulblerinden de müslüman ne-siller ortaya çıkmıştır. Alınan fidye ile müslümanlar kuvvet elde etmişlerdir. Hz. Ebu Bekir'in görüşüne önce Allah Rasûlü (s.a.), sonra da Allah muvafa­kat göstermiştir. Zira iş onun görüşü üzere karar kılmıştır. Sıddîk'ın bakış açısının derinliği de bir başka sebeptir. Çünkü Allah'ın hükmünün sonuçta, karar kılacağı noktayı kendisine fikir edinmiş ve rahmet tarafını ceza tarafı­na baskın yapmıştır.

Diyorlar ki: Hz. Peygamber'in (s.a.) ağlaması ise bu işten dünyalık ya­rar elde etmek isteyenlere azabın inmesinden dolayı onlara olan merhametin-dendir. Bunu Allah Rasûlü (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir istememiş, sahabenin bir kısmı istemişse de fitne (azap) yalnızca bunu isteyenlere isabet etmez, umuma isabet eder. Nitekim Huneyn savaşında içlerinden birinin: "Bugün az bir topluluğa elbette mağlup oimayız." dediği için[323] ve onlardan bir kısmının, çokluklanyla böbürlenmelerinden dolayı asker hezimete uğramıştır. Bir im­tihan, bir sınama olsun dîye bu yüzden ordu mağlup düştü. Sonra işin deva­mında yardım ve zafer yetişti. En iyi bilen Allah'tır.

Ensar, Hz. Peygamber'in (s.a.) amcası Abbas'ın fidyesini kendisine bı­rakmak için izin istediğinde onlara: "Ondan bir tek dirhemi dahj bırakma­yın." buyurdu.[324]

Hz. Peygamber (s.a.) Seleme b. Ekva'dan, Hz. Ebu Bekir'in, gazaların­dan birinde kendisine ganimet payı olarak verdiği bir cariyeyi bağış yapması­nı istedi. O da cariyeyi Hz. Peygamber'e (s.a.) bağışladı. Peygamberimiz ca­riyeyi Mekke'ye gönderip bir grup müslümam esirlikten kurtarmak için onu fidye olarak verdi.[325] İki müslümam, Ukeyl kabilesinden bir adamla değiş-tokuş etti. Ganimet paylaştırıldıktan sonra Hevâzin kabilesinin esirlerini on­lara geri iade etti ve ganimetten payı olanların gönüllerini aldı, onlar da O'-nun hatırına gönüllerini hoş edip paylarını bağışladılar. Bundan hoşnut kal­mayanlara bedel olarak her bir insan karşılığı ganimetten altı hisse verdi.[326] Esirlerden Ukbe b. Ebî Muayt'ı ve Nadr b. Hâris'i Allah'a ve Rasûlü'ne olan şiddetli düşmanlıklarından ötürü öldürttü.[327]

İmam Ahmed'in rivayetine göre İbn Abbas anlatıyor: Esirlerden bir kıs­mının hiç malı yoktu. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) Ensar çocuklarına okuma-yazma öğretme karşılığında onları serbest bırakma kararı aldı.[328]Bu da gösterir ki, fidye olarak mal almak nasıl caizse emek karşılığı salıvermek de öylece caizdir.

Esir alınmadan Önce müslüman olanları köle yapmazdı. Arap olmayan ehl-i kitabı köle yaptığı gibi Arap esirleri de köle yapardı. Hz. Âişe'nin on­lardan alınan esirlerden bir kadın kölesi vardı. Hz. Peygamber (s.a.): "Onu azat et. Çünkü o, Hz. İsmail evlâdındandır." buyurdu.[329]

Taberânî'deki bir hadisde buyuruluyor ki: "Kimin, Hz. İsmail evlâdın­dan bir kölesi varsa Belanber'den azat etsin."[330]

 

3— Kadınların Esir Alınması:             

 

Mustalıkoğulları esirlerini paylaştırdığında Hâris'İn kızı Cüveyriye, Sa­bit b. Kays b. Şemmâs'ın payına düştü. Cüveyriye kendisini kölelikten kur­tarmak için belli miktar mal karşılığında Sabit ile anlaşma yaptı. Bunun üze­rine Allah Rasûlü (s.a.) kölelikten kurtulması için getirmesi gerekli parayı ödedi ve onunla evlendi. Hz. Peygamber (s.a.) onunla evlenmesinden dolayı, Allah Rasûlü'nün (s.a.) yeni kurulan sihri hısımlığından ötürü bir ikram olarak Mus­talıkoğulları ailesinden yüz esir köleyi azat etti.[331] Cüveyriye halis Araptır. Asr-ı saadette müslümanlar, esir Arap cariyeleriyle cinsel İlişki kurmak için onların müslüman olmalarını beklemezler, istibrâdan (yani hamile olmadığı anlaşıhncaya kadar bekledikten) sonra onlarla cinsel ilişkiye girerlerdi. Allah bunu onlara helal kılmış, cariyenin müslüman olmasını şart koşmamış ve hatta: "...Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı. Sahip olduğunuz cariyeler müstesna." buyurmuş.[332] Böylece evli bile olsalar istibrâ için gerekli süre ta­mam olunca cariyelerle cinsel ilişki kurmayı mubah kılmıştır. Hz. Peygam­ber (s.a.), esirlerden payına düşen Fezareoğullarından bir cariyeyi bağış yap­masını kendisinden istediğinde Seleme b. Ekva* O'na: "Ey Allah'ın Rasûlü! Vallahi ondan çok hoşlandım. Ama bir tek elbisesini açmadım." dedi.[333] Şa­yet müslüman olmadan cariye ile cinsel ilişki kurmak müslümanlara haram olsaydı bu sözün bir anlamı olmazdı. Cariye de müslüman olmamıştı. Çün­kü Hz. Peygamber (s.a.) onu, Mekke'de esir bulunan bir grup müslümam kurtarmak için fidye olarak vermişti. Müslüman fidye olarak verilmez. Özetle, asr-ı saadette cariye ile cinsel ilişki kurmak için onun müslümanlığının şart koşulduğuna dair sahabeden gelen haberler arasında bir söze, bir uygulama­ya kesinlikle rastlamıyoruz. Doğrusu Hz. Peygamber'in (s.a.) ve ashabının tatbikatında Arap esirleri köle yapma ve müslüman olma şartı getirilmek sizin cariyelik mülkiyeti ile, esir alınan kadınlarla cinsel ilişki kurma yer al­maktadır.

Esir anne ile çocuğunun arasının ayrılmasını yasaklar ve: "Kim anne ile çocuğunun arasını ayırırsa Allah da kıyamet günü onunla sevdiklerinin ara­sını ayırır." buyururdu.[334] Esirler kendisine getirildiğinde, aralarını ayırmak istemediği için aile fertlerinin hepsini bir yere verirdi. [335]

 

F) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) CASUSLAR HAKKINDAKİ TATBİKATI

 

1— Casusun Öldürülmesi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) bir müşrik casusu öldürttüğü sabittir.[336] Öte yan­dan kendisi aleyhine casuslukta bulunan Hâtıb'ı öldürtmediği de sabittir. Hz. Ömer, onu öldürmek için izin istediğinde Hz. Peygamber (s.a.): "Sana ne oluyor ki? Beiki Allah, Bedir savaşında bulunanları görüp gözetmiş ve onla­ra: 'İstediğinizi yapın. Ben sizleri bağışlamışımdır.' buyurmuştur." diyerek öldürmesine engel oldu.[337] Şafiî, Ahmed ve Ebu Hanife -Allah onlara rah­met eylesin- gibi müslüman casusun öldürülmesini caiz görmeyenler de; Mâ­lik, Ahmed'in müntesiblerinden İbn Akıl (r.h.) ve daha başkaları gibi müslü­man casusun öldürülmesini caiz görenler de bu hadisi delil göstermişlerdir. Caiz görenler diyorlar ki: Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) Hâtıb'ın öldürülme-mesi konusunda başkalarında bulunmayan, öldürmeye engel bir illet göster­miştir. Müslüman olmak öldürülmesine engel olsaydı, ondan daha hususi bir illet gösterilmezdi. Zira hüküm daha genel bir illete bağlanırsa daha hu­susi olan tesirsiz kalır. Bu görüş daha güçlüdür. En iyi bilen Allah'tır. [338]

 

2— Müşriklerin Köleleri:

 

Müşriklerin köleleri müslümanlar tarafına gelip müslüman olurlarsa Hz. Peygamber (s.a.) onları azad eder ve: "Bunlar Allah Teâlâ'nm azadhlarıdır." Buyururdu.[339]

 

3— Müslüman Olanların Malları:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) tatbikatına göre bir kimse elinde bulunan bir şeyle müslüman olsa, o şey ona ait olarak kalırdı. Müslüman olmadan önce o şeyi hangi yolla elde ettiğine bakmaz, müslüman olmadan önce nasıl idiyse aynı şekilde o mah, o kişinin elinde bırakırdı. Müşrikler müslüman oldukla­rında Hz. Peygamber (s.a.) harp sırasında veya harpten önce onların telef ettikleri müslüman can veya malını onlara tazmin ettirmezdi. Hz. Ebu Bekir Siddîk, mürted (dinden dönen) muhariplere müslümanlarm diyetlerini ve mal­larını tazmin ettirmeye azmetti. Hz. Ömer buna karşı çıkarak: "Onlann kanlan Allah yolunda akıtılmıştır. Mükâfatları Allah'a aittir. Şehide diyet yoktur." dedi. Sahabe, Hz. Ömer'in söylediğinde ittifak etti. Hem Hz. Peygamber (s.a.), kâfirlerin müslümanlardan zorbalıkla aldıklan mallan (onlann ellerinde mallar aynen mevcut bulunduğunda bile), o kâfirler müslüman olduktan sonra on­lardan geri alıp müslümanlara iade etmezdi. Müslümanlar mallarını onların ellerinde görürler, ama peşine düşüp talep etmezlerdi. İster bu mal akar (gayri­menkul = taşınmaz) olsun, ister menkul mal olsun durum farketmezdi. Hz. Peygamber'in (s.a.) şüphe götürmez tatbikatı işte budur.

Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'yi fethettiğinde bir grup Muhacir kendisi­ne müracaat edip müşriklerin el koyduğu evlerini kendilerine geri vermesini istediler. Hz. Peygamber (s.a.) onlardan hiçbirine evini geri vermedi. Çünkü onlar bu evleri Allah için terkettiler ve O'nun rızasını kazanmak için oniar-dan ayrıldılar. Allah da bu evlere bedel onlara cennette daha hayırlı evler ih­san etti. Allah için terkettikleri şeye dönmeye haklan yoktur. Hatta bundan daha açıkçası Hz. Peygamber (s.a.) Muhacir'in, haccını tamamladıktan son­ra Mekke'de üç günden fazla kalmasına izin vermemiştir.[340] Çünkü Muha­cir, şehrini Allah için terkedip oradan hicret etmiştir. Artık orayı vatan edin­mek için geri dönemez olmuştur. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.) Sa'd b. Havle'ye üzüldü; Mekke'de öldü ve oradan hicret etmişken oraya defne­dildi diye onu "zavallı" olarak niteledi.[341]

 

G) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) SAVAŞTA ELE GEÇİRİLEN* ARAZİLER KONUSUNDAKİ TATBİKATI

 

1— Fethedilen Topraklar Hakkındaki Tatbikatı:

 

Sahihtir ki, Hz. Peygamber (s.a.) Kurayzaoğulları ve Nadîroğullan ara­zisi ile Hayber arazîsini savaşa katılan gaziler arasında paylaştırdı. Medine ise, Kur'ân'Ia fethedildi ve halkı müslüman oldu. Bu yüzden olduğu şekliyle bırakıldı (statüsünde bir değişiklik yapılmadı). Mekke'yi de Hz. Peygamber (s.a.) savaşarak, zorla (=anveten) fethetti; ama paylaştırmadı. Mekke'nin savaşla fethedilmesiyle paylaştınlmadan bırakılmasını uzlaştırmak her bir âlim grubuna problem oldu. Bir, grup: "Zira Mekke hac ibadetinin yapıldığı bir yurttur; bütün müslümanlara vakıftır. Müslümanlar Mekke konusunda eşit haklara sahiptirler. Bu yüzden paylaştırılma imkânı yoktur." demiştir. Son­ra bunlardan kimileri Mekke (arazisi)'nin satımım ve kiraya verilmesini ya­sak saymış; kimileri Mekke'de bulunan evlerin satımım caiz, kiralanmalarını yasak saymıştır. Şafiî, savaşla ele geçirme ile paylaştirmamayı uzlaştırama-yınca: "Mekke sulh yoluyla fethedildi; bu yüzden paylaştırılmadı. Savaş yo­luyla zorla ele geçirilmiş olsaydı, ganimet olurdu. O zaman da hayvanların ve menkullerin paylaştırümasında olduğu gibi Mekke arazisinin de paylaştı­rılması vacip olurdu." demiş; Mekke evlerinin satımında ve kiraya verilme­sinde bir sakınca görmemiş ve delil olarak da demiştir ki: Mekke arazisi sa­hiplerinin mülküdür, o kimselerden miras kalır; ayrıca bu arazi hibe de edile­bilir. Allah Teâlâ da Mekke arazisini, onlara bir mülkün, sahibine nisbeti gi­bi nisbet etmiştir. Ömer b. Hattâb, Safvân b. Ümeyye'den bir ev satın almıştır. Hz. Peygamber'e (s.a.) de (Veda haccında): "Yarın Mekke'deki evin­de nereye ineceksin?" diye sorulduğunda "Akîl, bize ev-bark bıraktı mı ki?" diye karşılık vermişti.[342] Akıl, Ebu Tâlib'e mirasçı olmuştu. Şafiî, arazi de ganimetten sayılır, ganimetlerin paylaştırılması vaciptir; Mekke mülkiyete konu olur ve alımr-satıhr; buna rağmen evleri, haneleri paylaştınlmamıştır prensi­binden hareket ettiğinden ötürü Mekke'nin sulh yoluyla fethedildiğini söyle­mekten başka yol bulamamıştır.

Ancak sahih hadisleri iyice tetkik edip düşünenler, bunların hepsinin cum­hurun görüşüne, yani Mekke'nin savaş yoluyla zorla fethedildiği görüşüne delil teşkil ettiklerini görür. Sonra cumhur da kendi aralarında Hz. Peygam-ber'in (s.a.) hangi sebeple Mekke arazisini paylaştırmadığı konusunda görüş ayrılığına düşmüş ve kimleri: "Çünkü Mekke hac yurdu ve ibadet mahalli­dir. Allah'ın, müslüman kullarına bir vakfıdır." demiş, kimileri de: "Devlet başkam araziyi paylaştırmakla vakfetmek arasında serbesttir. Hz. Peygam­ber (s.a.) Hayber'i paylaştırdı, Mekke'yi paylaştırmadı. Böylece her iki tür uygulamanın da caizliğini ortaya koymuştur" demişlerdir. Bunlar diyorlar ki: Arazi, paylaştınlmaları emredilen ganimetler arasına girmez. Ganimetler yalnızca hayvanlar ve menkul mallardır. Çünkü Allah ganimetleri bu ümmet dışında hiçbir ümmete helâl kılmamış; bu ümmete ise, kâfirlerin diyarını ve arazilerini helâl kılmıştır. Nitekim bir âyette buyurmuştur ki: "Hani Musa kavmine: Ey kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, aranıza peygamberler gönderdi, size saltanatlar ihsan etti, âlemlerde hiç kimseye ver­mediğini size verdi. Ey kavmim! Allah'ın size nasib ettiği Mukaddes Arz'a girin."[343]Firavun'un ve kavminin diyarı, ülkesi hakkında da: "İşte böyle olup bitti. Biz de o diyarı İsrailoğullarma miras olarak verdik."[344] buyurmakta­dır. Böylece anlaşılmış oldu ki, arazi ganimetler arasına girmez; devlet baş­kanı arazi konusunda maslahat (toplum menfaati) uyarınca hareket etmekte serbesttir. Allah Rasûlü'nün (s.a.) hem paylaştırdığı, hem de paylaştırmadığı olmuştur, Hz. Ömer ise paylaştırmamış, olduğu şekliyle bırakmış ve devamlı surette arazinin rakabesine (= soyut mülkiyetine) bağımlı bulunan ve savaş için olan haraç vergisi almıştır. İşte arazinin vakfedilmesinin anlamı budur. Buradaki vakıf, rakabedeki mülkiyeti aktarmayı engelleyen vakıf anlamında değildir. Ümmetin de uygulamakta olduğu üzere bu arazinin satımı caizdir. Âlimler bu arazinin mirasa konu olacağında icmâ etmişlerdir. Oysa vakıf mirasa konu olmaz. İmam Ahmed (r.h.) bu arazinin mehir olarak verilebile­ceğini ifade etmiştir. Oysa vakfın nikâhta mehir olması caiz değildir. Zira vak­fın satımının ve rakabesindeki mülkiyetin naklinin imkânsız olmasının sebe­bi, böyle bir halde kendilerine vakıf yapılan kimselerin vakıftan merifaatlen-me haklarını iptal durumunun söz konusu olmasıdır. Savaş, onlarmi'arazinin haracmdaki haklarıdır. Haraç araziyi bir kimse satın alsa aynen satıcısının yanında olduğu gibi onun yanında da haraç arazi (haracıye) olur, Müslüman­lardan hiçbirisinin hakkı nasıl miras, hibe ve mehirle iptal olmuyorsa tıpkı bunun gibi bu satım akdiyle de iptal oİmaz. Meselâ, mükâteb (efendisiyle, belli miktar mal getirdiğinde azad edilme sözleşmesi yapmış) kölenin rakabe-sinin satımı da böyledir. Bu satım sözleşmesinde, mükâteb köle olma sözleş­mesi yapmakla hürriyet kazanma sebebi geçerliliğini korumuştur. Çünkü köle müşteriye, satıcının yanında olduğu gibi aynen mükâteb olarak intikal eder. Hakkında gerçekleşen azad sebebi, satımıyla ortadan kalkmaz. En iyi bilen Allah'tır.

Bunun delillerinden biri de şudur: Hz. Peygamber (s.a.) Hayber arazisi­nin özellikle yansını paylaştırmıştır. Eğer arazi, ganimet arazisi hükmünde olsaydı humus (î/5) çıkarıldıktan sonra kalanın hepsini paylaştınrdı. Sünen'de ve Müstedrek'it rivayet edildiğine göre: "Allah Rasûlü (s.a.), Hayber'i fet­hettiğinde orayı otuz altı pay etti; her bir pay, yüz paydan oluşmaktaydı. Bu­nun yarısı Allah Rasûlü'nün (s.a.) ve müslümanların oldu. Arta kalan yarıyı da kendisine gelen elçilere, devlet işlerine ve insanların başlarına gelen felâ­ketlere ayırdı." Bu, Ebu Davud'un metnidir. Bir metne göre Allah Rasûlü (s.a.), on sekiz pay ayırdı ki bu, felâketler ve müslümanların işleri için ayrılan yandır. Bu payda Vatîh, Küteybe, Sülâlim ve civarları yer almaktadır.

Yine Ebu Davud'daki bir metne göre Hz. Peygamber (s.a.), Hayber ara­zisinin yansını, Vatîh, Küteybe ve havalilerini kendi felâketlerine ve başına gelen işlere ayırdı; diğer yansını, Şıkk, Netât ve havalilerini de ayırıp müslü-manlar arasında paylaştırdı. Allah Rasûlü'nün (s.a.) payı Şıkk ve I^etât ha­valilerinden düşmüştür.[345]

 

2— Mekke'nin Savaş Zoruyla Fethedildiği:

 

Mekke'nin savaş zoruyla fethedildiğini gösteren deliller şunlardır:

1- Kesinlikle herhangi bir kimse ne Hz. Peygamber'in (s.a.) fetih zama­nı Mekkeliler'le barış anlaşması yaptığını ve ne de Mekke halkından herhan­gi bir kimsenin şehre karşılık olmak üzere O'nunla barış anlaşması yapmak üzere geldiğini rivayet etmiştir. Yalnız Ebu Süfyan Hz. Peygamber'e (s.a.) gelmiş, Hz. Peygamber (s.a.) de onun evine girenlere, yahut kendi kapısını kapayanlara, yahut Mescid'e girenlere veyahut da silahını bırakanlara emân ( = güvence, kurtuluş garantisi) vermiştir.[346] Şayet Mekke sulh yoluyla fethe­dilmiş olsaydı, "Onun evine giren yahut kendi kapısını kapayan yahut da Mes­cid'e giren güvencededir." demezdi. Çünkü sulh, umumi bir güvenceyi icabettirir.

2- Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Şüphesiz Allah fil ordusunu Mek­ke'den alıkoydu ve oraya Peygamberini ve mü'minleri hükümran kıldı. Doğ­rusu bu beldede bana bir günün bir saatinde (sair zamanlarda Mekke'de yapılması yasak olan şeyler konusunda) izin verdi." Hadisin bir metnine gö­re de: "Mekke benden hiç kimse için helâl olmadı, benden sonra hiç kimse için de helâl olmayacaktır. Yalnızca bir günün bir saatinde bana helâl kılın­dı." buyurmuştur.[347] Bir başka metne göre de: "Şayet Allah Rasûîü (s.a.) bu­rada harbeni diye herhangi bir kimse ruhsat tarafına kaçacak olursa ona: 'Allah, Peygamberine izin vermiştir, size izin vermedi* deyiniz. Bana da yal­nızca bir günün bir saati içinde izin verdi. Bugünkü haramlığı dünkü haram-hğa döndü" buyurmuştur.[348] Bu hadis Mekke'nin savaş zoruyla fethedildiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

a) Sahih 'te yer alan bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) fetih günü Ha-lid b. Velid'i ordunun sağ kanadına, Zübeyr'i sol kanadına ve Ebu Ubeyde'-yi zırhsız-miğfersiz askerlerin başına komutan tayin etti ve vadinin içine doğru gönderdi. Ebu Hureyre'ye: "Ey Ebu Hureyre! Bana Ensar'i çağır." diye ta­limat verdi. Onlar da haberi alınca koşarak geldiler. Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Ensar topluluğu! Kureyş'in günahkârlarını gördünüz mü?" diye sordu. "Evet, gördük" dediler. Hz. Peygamber (s.a.): "Yarın onlarla karşılaştığınızda onları ekin biçer gibi biçmeye bakın" buyurdu, elini sıkıp sağını solu­nun üzerine koydu ve "Benimle buluşma yeriniz Safâ'dır." buyurdu. O gün karşılarına kim çıktıysa kırıp geçtiler. Allah Rasûlü (s.a.) Safa tepesine çıktı ve Ensar geldi, Safâ'yı çevirdi. Ebu Süfyan gelip: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ku­reyş'in karaltısı yok oldu. Bugünden sonra Kureyş yok artık!" dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) "Ebu Süfyan'ın evine giren güvencededir. Silahı bırakan güvencededir. Kapısını kapayan güvencededir" buyurdu.[349]

b) Ümmü Hani, bir adama emân verip onu himayesine aldı. Ali b. Ebî Tâlib o adamı öldürmek istedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Ey Üm­mü Hani! Senin himayene aldığın kimseyi biz de himaye ederiz." buyurdu. Ümmü Hani'den gelen bir başka metin ise şöyledir: Mekke'nin fetih günü olunca akrabalarımdan iki adama emân verdim, himayeme aldım. Onları bir eve soktum ve üzerlerine kapıyı kapadım. Anamın oğlu Ali gelip kılıçla üzer­lerine saldırdı. Derhal emân hadisini (yahut sözünü) ve Hz. Peygamber'in (s.a.): "Ey Ümmü Hani! Senin himayene aldığın kimseyi biz de himaye ede­riz." buyruğunu hatırlattım. Bu olay Mekke'nin içinde, fetihten sora oldu.[350] Görüldüğü üzere Ümmü Hani'nin adama emân vermesi, Hz. Ali'nin onu öl­dürmek istemesi ve Hz. Peygamber'in (s.a.) Ümmü Hani'nin verdiği emâni geçerli sayıp devam ettirmesi Mekke'nin savaş zoruyla fethedildiğini açıkça meydana koymaktadır.

c)  Hz. Peygamber (s.a.), Makîs b. Subâbe, İbn Hatal ve iki cariyenin öldürülmesini emretti. Şayet sulh yoluyla fethedilmiş olsaydı, halkından hiç­bir kimsenin öldürülmesini emretmez ve bunların adının geçmesi sulh anlaş­masından istisna teşkil edeFdi.

d) Sünen'dç sahih bir senedle rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), Mekke'nin fethi günü gelince: "İki kadın ve dört nefer dışındaki insanlara emân verin. Onları ise Kabe'nin örtüsüne sarılmış bulsanız bile öldürün." bu­yurdu [351]En iyi bilen Allah'tır.

Müslümanın Düşman Topraklarında Yaşaması:

Allah Rasûlü (s.a.), hicrete gücü yeten bir müslümanın müşrikler ara­sında kalmasını yasakladı ve: "Ben, müşrikler arasında ikamet eden her müs-lümandan uzağım" buyurdu. "Niçin, ey Allah'ın Rasûlü?" diyi sordular. "Ateşleri birbirini görmeyecek" cevabını verdi.[352]

Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Müşrikle birleşen ve onunla otu­ran kimse de onun gibidir."[353]

Yine buyuruyor ki: "Tevbe kapısı kapanıncaya kadar hicret kapısı ka­panmaz. Güneş batıdan doğmadan da tevbe kapısı kapanmaz."[354]

Buyurdu ki: "Bir hicretten sonra bir hicret olacaktır. Yeryüzü halkının hayırlıları Hz. İbrahim'in hicret ettiği yere en çok tutunup kalanlardır. Yer­yüzünde, yeryüzü halkının kötüleri kalır; onları bulundukları yer dışarı atar, Allah'ın nefsi onlardan tiksinir, ateş onları maymunlarla, hınzırlarla bir ara­ya toplar."[355]

 

ALTINCI BÖLÜM GAYRİMÜSLİMLERE MUAMELESİ

HZ. PEYGANlBER'lN (S.A.) GAYRİMÜSLİMLERE

MUAMELESİ

 

Bu bölümde Hz. Peygamberin (s.a.) eman, sulh, kâfirlerin elçilerine karşı muamele, cizye alma, ehi-i kitab ve münafıklara karşı muamele konuların­daki tatbikatı, Allah'ın sözünü dinlemek üzere gelen kâfirleri himaye etmesi ve güvence altına alması, yapılan anlaşmaya sadık kalması ve hiyanetten uzak oluşu anlatılmaktadır. [356]

 

1— Eman:

 

Sahih bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Müslüman­ların emanı birdir; statü bakımından en aşağıda bulunan bir müslüman da eman verebilir. Kim bir müslümamn verdiği emana'tecavüz ederse Allah'ın, meleklerin ve bütün müsiümanlann laneti onun üzerine olsun. Allah kıya­met günü onun ne bir farzını, ne de bir nafilesini kabul eder."[357]

Buyuruyor ki: "Müslümanların kanları birbirine denktir. Onlar başka­larına karşı bir eldir. Statü bakımından en aşağıda bulunanlarının verdiği eman onların emanı demektir. Mü'min, kâfire mukabil (kısas edilerek) öldü­rülmez. Kendisine eman verilen kimse de eman içinde iken öldürülmez. Kim bir bid'at çıkarırsa kendi aleyhinedir. Kim de bir bid'at çıkarır yahut bir bid'-atçıyı barındınrsa Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun."[358]

Sahih bir hadiste buyuruluyor ki: "Kendisiyle bir kavim arasında anlaş­ma bulunan kimse, anlaşmanın süresi doluncaya yahut onlarla eşitlik üzere anlaşmayı bozuncaya kadar ne bir düğüm çözsün, ne bir düğüm atsın."[359]

Hz. Peygamber (s.a.): "Kim bir insanın canını teminat altına alır, ona eman verir de sonra onu öldürürse, ben katilden uzağım." buyurmuştur. Bir metne göre ise: "Hıyanet sancağını eline tutuştururum." buyurmuştur.'[360] Yi­ne buyurmuştur ki: "Her hainin kıyamet günü kıçının yanında bir sancak bulunur, onunla tanınır. Bu filanın oğlu falandır, bu da yaptığı hiyanetidir, denilir."'[361]

Bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.): "Herhangi bir kavim anlaşmayı bozarsa muhakkak kendilerine karşı,

Düşman yardım ğörür.buyurmuştur.[362]

 

2— Medine'deki Gayrimüslimler:

 

Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye gelince kâfirler O'nun karşısında üç kıs­ma ayrıldılar. Birinci kısım: Hz. Peygamber (s.a.) bunlarla barış ve mütare­ke anlaşmaları yaptı. Şarta göre Hz. Peygamber'le (s.a.) savaşmayacaklar, O'na karşı düşmanlarıyla işbirliği yapmayacaklar ve düşmanlarına yardımda bulunmayacaklar; ama küfürleri (inançları) üzere kalacaklar, kan ve mal gü­venliği içinde bulunacaklardı. İkinci kısım: Hz. Peygamberce (s.a.) savaş açıp O'na düşmanlık ilan ettiler. Üçüncü kısım: Hz. Peygamber'le (s.a.) mütare­kede bulundular; O'nunla ne barış anlaşması yaptılar, ne de O'na savaş açtı­lar. Bunlar Hz. Peygamber'le (s.a.) düşmanlarının akıbetlerini beklediler. Bunlardan kimileri içlerinden Hz. Peygamber'in (s.a.) galip gelmesini, mu­zaffer olmasını arzuluyor; kimileri düşmanlarının O'na galip gelmesini ve muzaffer olmasını istiyor ve kimileri de görünüşte Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında, içte ise O'nun düşmanlarının yanında yer alıyor ve böylece her iki taraftan da güvence altında olmak istiyorlardı ki, işte bunlar münafıklardır. Hz. Peygamber (s.a.) bu gruplardan her birine karşı Rabbinin emrettiği^ kilde davrandı. [363]

 

3— Yahudilerle Anlaşma Yapması:

 

Medine yahudileriyle barış anlaşması yaptı. Hz. Peygamber'le (s.a.) ya-hudiler, aralarında bir karşılıklı güven belgesi imzaladılar. Medine civarında üç yahudi kabilesi yaşamaktaydı: 1) Kaynukaoğulları, 2) Nadîroğullan, 3) Ku-rayzaoğullan. [364]                    

 

4— Kaynukaoğullarının Anlaşmayı Bozmaları:

 

Aralarında barış anlaşması imzalanmış olmasına rağmen Kaynukaoğul-ları Bedir savaşından sonra Hz. Peygamber'e (s.a.) savaş açtılar; Bedir gali­biyeti güçlerine gitti, bu sebeple kıskançlık ve çekememezHk gösterdiler. Allah'ın ordusu, başlarmda Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu halde hicre­tin 20. ayına rastlayan Şevval ayının ortasında cumartesi günü Kaynukao-ğullannın bulunduğu mıntıkaya doğru yola koyuldu. Kaynukaoğulları, münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl'ün müttefikleri ve Medine ya-jhudilerinin en cesurlarıydı. O gün müslümanların sancağını taşıyan, Abdül-muttalip oğlu Hz. Hamza idi. Hz. Peygamber (s.a.) Medine'de yerine. Ebu Lübâbe b. Abdülmünzir'i vekil bıraktı. Kaynukaoğullarmı, Zilkade ayının hilâli görülünceye kadar on beş gece kuşatma altında tuttu. Bu kabile, Hz. Peygamber'in (s.a.) savaştığı ilk yahudi kabilesidir. Yahudiler kalelerinde ko­rundular. Hz. Peygamber (s.a.) onları en sıkı bir şekilde kuşatma altında tut­tu. Allah bir kavmin rüsvay olmasını ve yenilgiye uğramasını istediği zaman onların üzerine bir korku indirir ve kalplerine bir korku salar. İşte bu kuşat­ma esnasında yahudilerin kaplerine de böyle bir korku saldı. Bunun üzerine yahudiler canları, malları, kadınları ve çocukları hakkında Allah Rasûlü'nün (s.a.) hükmüne boyun eğdiler. Hz. Peygamber (s.a.) emredip adamların elle­rini arkalarından bağlattı. Abdullah b. Übey onlar hakkında Allah Rasûlü (s.a.) ile konuştu ve bu konuda O'na çok ısrarda bulundu. Hz. Peygamber (s.a.) yahudileri ona bağışladı ve Medine'den çıkmalarını, Medine'ye yakın yerlere yerleşmemelerini emretti. Onlar da Şam bölgesindeki Ezriât denilen yere gittiler. Çok geçmeden orada çoğunluğu öldü. Kaynukaoğulları, kuyum­culuk ve ticaretle uğraşırlardı. Altı yüz kadar savaşçıları vardı. Yurtlan Me­dine'nin kenar semtinde idi. Hz. Peygamber (s.a.) onlardan mallarını aldı. Yahudilerin mallan arasından Allah Rasûlü (s.a.) üç yay, iki zırh, üç kılıç ve üç mızrak aldı; onlardan ele geçen ganimetin beşte birini ayırdı. Ganimet­leri toplama işiyle Muhammed b. Mesleme görevlendirilmişti.[365]

 

5- Nadîroğullannın Anlaşmayı Bozmaları:            

 

Sonra anlaşmayı Nadîroğullan bozdu. Buharî, Urve'den naklen bu olayın Bedir savaşından altı ay sonra meydana geldiğini söylüyor.[366] Bu olayın se­bebi şudur: Hz. Peygamber (s.a.), Amr b. Ümeyye ed-Damrî'nin öldürdüğü Kilâb kabilesinden iki kişinin diyeti konusunda kendisine yardımda bulun­maları için konuşmak üzere bir grup ashabıyla Nadîroğullanna gitti. Onlar: "Yaparız, ey Ebu'l-Kâsım! Sen burada otur, biz senin ihtiyacım giderelim." dediler. Bazıları tenha bir yerde kafa kafaya verdiler; şeytan onlara, üzerle­rine yazılmış olan bedbahtlığı şirin gösterdi ve Hz. Peygamber'i (s.a.) öldür­me karan aldılar. "Hanginiz şu değirmen taşıru alıp dama çıkar ve onun başına atıp kafasını kırar?" diye sordular. En azgınlan olan Amr b. Cihâş: "Ben" diye cevap verdi. Sellâm b. Mişkem bu adamlara: "Yapmayın. Vallahi, kurduğunuz bu plan kesinlikle ona haber verilir, bu iş onunla aramızda mevcut : bulunan anlaşmayı bozma demektir." dedi. Derhal Rabbinden Hz. Peygam-ber'e (s.a.) vahiy gelip onların hazırladıkları planı haber verdi. Hz. Peygam­ber (s.a.) hızla yerinden kalktı, Medine'ye doğru yöneldi. Yolda ashabı kendisine yetişip: "Kalkıp gittin, farkına varmadık" dediler. Hz, Peygam­ber (s.a.) onlara yahudilerin planını haber verdi.

Allah Rasûlü (s.a.) yahudilere: "Medine'den çıkın. Burada benimle bir­likte oturmayın. Size on gün süre tanıyorum. Bu süreden sonra Medine'de hanginizi bulursam boynunu vururum." diye haber gönderdi. Bu haber üze­rine birkaç gün kalıp yol hazırlığı yapmaya başladılar.

Münafık Abdullah b. Übey onlara: "Yurdunuzdan çıkmayın. Berabe­rimde, kalenize girip önünüzde ölecek iki bin kişilik ordum var. Kurayza ka­bilesi ve Gatafan'dan müttefikleriniz de size yardım ederler." diye haber gönderdi. Reisleri Huyey b. Ahtab, onun bu sözlerine tamah etti ve Allah Rasûlü'ne: "Biz yurdumuzdan çıkmayacağız. Aklına geleni yap!" diye ha­ber gönderdi.

Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) ile ashabı tekbir getirip ona doğru yola koyuldular. Sancağı Ali b. Ebî Tâlib taşıyordu. İslâm ordusu onların yurdu­na vannca kalelerinden ok ve taş atmaya başladılar. Kurayza kabilesi onlar­dan ayrıldı. îbn Übey ve Gatafanlı müttefikleri onlara hiyanet ettiler. Bundan dolayı AUah Teâlâ onların durumunu bir benzetme ile şöyle tasvir etti: "...Tıpkı şeytan gibi. İnsana: înkâr et! der. O da inkâr edince bu sefer: Ben senden uzağım! der."[367] Zira Haşr sûresi Nadîroğullan süresidir; bu sûrede onlann kıssalarının başlangıcı ve neticesi anlatılmıştır. Allah Rasûlü (s.a.) Nadîro-ğullannı kuşatma altında tuttu, onlann hurma ağaçlanın kestirip yaktırdı.[368] Bunun üzerine yahudiler O'na: "Biz Medine'den çıkacağız." diye haber gön­derdiler. Hz. Peygamber (s.a.), silah dışında bir devenin taşıyabileceği eşya­larım yanlarına almalan, kendi başlarını ve çoluk çocuklarını alıp çıkmaları şartıyla onları kaleden indirdi. Hz. Peygamber (s.a.) çeşitli mallar ve silahlar ele geçirdi. Nadîroğullanndan ele geçen bütün ganimetler kendi musibetleri ve müslümanlann yaran uğruna harcaması için tamamen Allah Rasûlü'ne (s.a.) ait oldu. Beşte birini alıp gerisini taksim etmedi. Çünkü bu ganimetleri O'na Allah ihsan etti. Müslümanlar bunları ele geçirmeleri için ne at ne deve koş­turdular. Ama Kurayza gazasından ele geçen ganimetlerin beşte birini ayırıp geri kalanı taksim etti."[369]

îmam Mâlik diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.) Kurayza ganimetlerinin beş­te birini ayırıp geri kalanım taksim etti. Ama Nadîroğullanmn ganimeti ko­nusunda bunu yapmadı. Çünkü müslümanlar Nadîroğullarına karşı at ve deve koşturmadılar. Oysa Kurayzaoğullarına karşı at ve deve koşturmuşlardır." Hz. Peygamber (s.a.) Nadîroğullan yahudilerini aralarında reisleri Huyey b. Ahtab da bulunduğu halde Hayber'e sürgün etti ve silahlarını-ele geçirdi; ara­zilerine, yurtlarına ve mallarına el koydu. Silah olarak elli zırh, elli tolga ve üç yüz kırk kılıç buldu. "Muğîreoğullarının Kureyş içindeki durumu ne ise bunlann da kavimleri arasındaki durumu odur." buyurdu. Bu olay hicretin 4. senesi Rebîulevvel ayında cereyan etmiştir.[370]

 

6— Kurayzaoğullannın Anlaşmayı Bozmaları:

 

Kurayza'ya gelince: Bu kabile Allah Rasûlü'nün (s.a) en azılı düşmanı ve küfürlerinde en katı olan yahudi kabilesiydi. Bu sebeple kardeşleri olan diğer yahudilerin başına gelmeyen onların başına geldi.

Onlarla savaşılmasmm sebebi: Allah Rasûlü (s.a.) Hendek savaşına çık­tığında bu kabile O'nunla barış anlaşması yapmış durumdaydı. Huyey b. Ah­tab, Kurayzaoğullannı yurtlarında ziyaret edip onlara: "Size zamanın izzetini getirdim. Size başlarında efendileri olduğu halde Kureyş'i ve önlerinde ko­mutanları olduğu halde Gatafan'ı getirdim. Sizler güçlü kuvvetli, iyi silah kul­lanan insanlarsmız.Haydi gelin, Muhammed'le vuruşalım, işini bitirelim." dedi. Kurayza kabilesi reisi ona: "Hayır, sen bana vallahi zamanın zilletini getirdi. Sen bana suyunu boşaltmış, içinde yıldırımlar gürleyip şimşekler ça­kan bir bulut getirdin!" diye karşılık verdi. Huyey, onu kandırmak için çeşit çeşit vaadlerde bulunup onu savaşı arzu eder hale getirmeye çalıştı. Nihayet reis, Huyey'in de kendisi ile birlikte kaleye girmesi ve kendilerinin başlarına gelecek olanın onun da başına gelmesi şartıyla teklifi kabul etti. O da bu şartı kabullendi istenileni yaptı. KurayzaoğuIIan Allah Rasûlü'yle (s.a.) yaptık­ları anlaşmayı bozdular ve açıktan açığa ona sövmeye başladılar. Allah Ra-sûlü'ne (s.a.) haber ulaştı. Hz. Peygamber (s.a.) durumu öğrenmek amacıyla adam gönderdi. Yahudilerin anlaşmayı bozmuş olduklarını gördü, tekbir ge­tirdi ve: "Ey müslümanlar! Müjde size." dedi.

(Hendek savaşından sonra) Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye dönünce sila­hım tam çıkarıp koyuyordu ki, Cebrail çıkageldi ve: "Silahını çıkardın mı? Vallahi, melekler silahlarım daha çıkarmadılar! Haydi, beraberindekilerle bir­likte Kurayzaoğullarına doğru yola koyul. Ben senin önünden gideceğim, on­ların kalelerini sarsacağım ve kalplerine korku salacağım!" dedi. Cebrail, meleklerden oluşan bölüğü ile yola koyuldu. Allah Rasûlü (s.a.) de onun pe­şinden, Muhacirlerden ve Ensardan oluşan bölüğü ile yola çıktı,"[371] Ashabı­na o gün: "Hiç kimse KurayzaoğuIIan yurduna varmadan ikindi namazını kılmasın!" buyurdu. Sahabîler derhal Hz. Peygamber'in (s.a.) emrini yerine getirmeye koyuldular ve vakit geçirmeden yola çıktılar. Yolda ikindi vakti girdi. Bazıları: "Emrolunduğumuz gibi ikindiyi ancak KurayzaoğuIIan yur­dunda kılarız." deyip bu namazı yatsıdan sonra kıldılar. Bazıları ise: "Hz. Peygamber (s.a.) bizden bunu istemedi. O yalnızca acele yola çıkmamızı iste­di." (Jeyip namazı yolda kıldılar. Hz. Peygamber (s.a.), durum kendisine ak­tarıldığında gruplardan herhangi birini ayıplamadı."[372]

Bu iki uygulamadan hangisi daha isabetliydi? Bu konuda fakihler ihti­lâf etmişlerdir. Bir grup demiştir ki: Tehir edenler isabet etmişlerdir. Biz de onlarla birlikte olsaydık onlar gibi biz de tehir ederdik. Allah Rasûlü'nün (s.a.) emrine uyarak ve açık ifadeye aykırı yorumu bir kenara bırakarak bu nama­zı ancak KurayzaoğuIIan yurdunda kılardık.

Öteki grup diyor ki: Aksine namazı vaktinde, yolda kılanlar yarışın li­derliğini ele geçirdiler ve iki fazileti yakalama mutluluğuna erdiler. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) yola çıkma emrini yerine getirmeye ve namazı vak­tinde kılarak rızasını kazanmaya koştular. Sonra diğer gruba yetişmek için acele ettiler. Böylece hem cihadın faziletim ve hem de namazı vaktinde kılma faziletini elde ettiler, kendilerinden istenileni iyi anladılar ve diğerlerinden özel­likle de bu namaz konusunda daha fakih oldular. Zira bu namaz ikindi na­mazı idi. İkindi namazı ise orta namazdır. Çünkü Allah Rasûlü'nün (s.a.), red sebebi ve kusuru bulunmayan açık ifadeli sahih hadisi bunun böyle oldu­ğunu belirtmiştir ve aynı zamanda bu namaza ayrı bir özenle devam etme­nin, bu namazı kılmak için acele davranmanın ve ilk vaktinde kılmanın Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti olduğu rivayetleri aktarılmıştır. Ayrıca (hadise göre) bu namazı kaçıran kimsenin malı ve ailesi eksilmiş veya ameli heder olmuş demektir.[373] Bu namaz konusunda gelen emir gibi bir emir başka bir namaz konusunda gelmemiştir. Bu ikindi namazını tehir edenler olsa olsa ne­ticede mazur olurlar. Hatta hadisin açık ifadesine uyduklarından ve emri.ye-rine getirmeyi amaçladıklarmdan ötürü bir tek sevap alırlar. Ama haddizatında onların isabet etmiş, namaza ve cihada koşanların hata etmiş olmaları asla, katiyen düşünülemez. Namazı yolda kılanlar, delilleri uzlaştırmışlar ve iki fa­zileti elde etmişlerdir. Bu yüzden onlar iki sevap kazanırken, diğerleri de se­vap kazanmışlardır. Allah onlardan razı olsun.

Soru: Namazı cihad için tehir etmek -o zaman caiz ve meşru idi. Bu yüz­den Hz. Peygamber (s.a.) Hendek savaşında, ikindiyi en nihayet geceye ka­dar tehir etmişti. Sahabîlerin ikindi namazını geceye kadar tehir etmeleri aynen Hendek savaşında Hz. Peygamber'in (s.a.) bu namazı geceye tehir etmesi gi-bidirL özellikle de bu, korku namazı meşru kılınmadan önce böyleydi.

pevap: Bu kuvvetli bir sorudur. Buna iki yönden cevap verilebilir:

1— Şöyle denilebilir: Namazın vaktinde kıhnmayıp tehir edilmesinin na­maz vakitleri açıklandıktan sonra da caiz olduğu uabit değildir. Bunun tek delili Hendek savaşında geçen olaydır. Zira bu görüşü savunanlar işte bu olayı delil göstermektedirler. Oysa bu olayda onlar için delil yoktur. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) namazı kasten tehir etmiş olduğuna dair bir ipucu mev­cut değildir. Hatta, ihtimal ki Hz. Peygamber (s.a.) unutarak tehir etmiştir. Olayda da bunu gösteren bir ipucu mevcuttur. Zira Hz. Ömer, O'na: "Ey Allah'ın Rasûlü! İkindiyi kıldığımda neredeyse güneş batacaktı." dediğinde Allah Rasûlü (s.a.): "Vallahi, ben onu kılmadım." dedi ve sonra ayağa kalktı, namazı kıldı.[374] Bu da gösteriyor ki, Hz. Peygamber (s.a.) içinde bulundu­ğu meşguliyetten ve kendisini kuşatan düşmanla ilgilenmesinden ötürü bu na-ma,zı unutmuştu. Buna göre unutma mazereti ile tehir etmiş oluyor. Nitekim bir yolculuğu esnasında da uyku mazeretiyle tehir etmiş, uyandıktan ve ha­tırladıktan sonra ümmetine örnek olmak için bu namazı kılmıştır.

2— Namazın vaktinde kıhnmayıp tehir edilmesinin, namaz vakitleri açık­landıktan sonra da caiz olduğunun sabitliği düşünülecek olsa bile bu, yalnız­ca namaz fiillerini akılda bulundurmaktan ve onları yerine getirmekten alıkoyacak bir dehşet ve şaşkınlık anında, korku ve çarpışma durumunda söz-konusu olabilir. Sahabe, Kurayzaoğullan yurduna giderken bu halde değil­di. Aksine onların buradaki hükümleri, düşmana yaptıkları bundan önceki ve bundan sonraki seferleri hükmündeydi. Malumdur ki, onlar namazı vak­tinden tehir etmezlerdi. Kurayza kabilesi de kaçmalarından endişe edilecek bir kabile değildi. Çünkü onlar yurtlarında ikamet etmekteydiler. îşte iki gru­bun bu konuda ayak bastıkları son nokta budur. [375]

 

7— Kurayzaoğullan Gazası:

 

Allah Rasûlü (s.a.) sancağı Ali b. Ebî Tâlib'e verdi. Medine'de yerine vekil olarak îbn Ümmi Mektum'u bıraktı. Kurayzaoğullannm kalelerinin kar­şısına gelip karargâhını kurdu. Onları yirmi beş gece kuşatma altında tuttu. Kuşatma kendilerine iyice güçlük çıkarmaya başlayınca reisleri Kâ'b b. Esed, yahudilere şu üç teklifte bulundu: "Ya müslüman olur Muhammed'in dinine gireriz, ya çocukları ve kadınları öldürür, kılıçları çeker savaşmak için onun karşısına çıkar, muzaffer oluncaya yahut hiçbir fert sağ kalmamak üzere öl-dürülünceye kadar vuruşuruz; ya da cumartesi günü Allah Rasûlü ve ashabı­na hücum eder onlan sıkıştırırız; çünkü onlar bugünde kendileriyle savaşmayacağımızdan emindirler." Yahudiler, reislerinin bu tekliflerinden her­hangi birini kabul etmeye yanaşmadılar. Hz. Peygamber'e (s.a.): "Bize ken­disiyle istişare etmemiz için Ebu Lübâbe b. Abdülmünzir'i gönder!" diye haber yolladılar. Yahudiler Ebu Lübâbe'nin geldiğini görünce karşılamak için aya­ğa kalktılar, ağlıyorlardı. "Ey Ebu Lübâbe! Ne diyorsun, Muhammed'in.hük-müne razı olalım mı?*' dediler. O da: "Evet" cevabını verdi ve bunun boğazlanmak anlamına geldiğini söylemek için eliyle boğazım işaret etti. Sonra derhal Allah'a ve Rasûlü'ne (s.a.) hiyanet ettiğinin farkına vardı. Başını öne eğerek oradan çekip gitti. Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanına dönmedi. Doğruca mescide, Medine mescidine gitti. Kendisini mescidin direğine bağlattı ve Al­lah Rasûlü (s.a.) kendi eliyle çözmedikçe ipini çözdürmeyeceğine, Kurayzao­ğullan arazisine ebediyen girmeyeceğine yemin etti. Bu durum AUah Rasûlü'ne (s.a.) ulaşınca: "Allah tevbesini kabul edinceye kadar onu bırakın." buyur­du. Sonra Allah tevbesini kabul etti de Allah Rasûlü (s.a.) kendi eliyle onun ipini çözdü.                                   

Sonra yahudiler Allah Rasülü'nün hükmüne boyun eğdiler. Evs kabilesi mensupları Hz. Peygamber'e (s.a.) başvurdular ve: "Ey Allah'ın Rasûlü! Kay-nukaoğullan hakkında bildiğin uygulamada bulundun. Onlar, kardeşlerimiz Hazreclilerin müttefiki idiler. Bunlar ise bizim müttefiklerimizdir. Bunlara iyilikte bulun." dediler. Hz. Peygamber (s.a.): "Onlar hakkında sizden biri­nin hüküm vermesine razı olmaz mısınız?" buyurdu. Onlar da: "Evet, razı­yız." dediler. Peygamberimiz: "Hüküm verme Sa'd. Muaz'a havale edildi." deyince Evsliler: "Razı olduk." dediler. Hz. Peygamber (s.a.) gelmesi için Sa'd b. Muaz'a haber saldı. Sa'd, aldığı bir yaradan dolayı sefere katılama­mış, Medine'de kalmıştı. Onu bir eşeğe bindirdiler. Allah Rasülü'nün (s.a.) yanına geldi. Yolda etrafını çeviren Evsliler kendisine: "Ey Sa'd! Müttefik­lerine iyilik, güzellik düşün. Onlara iyilikte bulun. Allah Rasûlü (s.a.), onla­ra iyilikte bulunasm diye seni hakem tayin etti." diyorlar; o ise susuyor, onlara herhangi bir karşılık vermiyordu. Evsliler baskılarını artırdıkları vakit: "Val­lahi, Sa'd'ın Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmayacağı an gelmiştir." dedi. Onun bu sözünü işittiklerinde bazıları Medine'ye dönüp halka Kurayza yahudilerinin ölüm haberini ilettiler.

Sa'd, Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına yaklaşınca Hz. Peygamber (s.a.) sahabeye: "Kalkın, efendinizi karşılayın!" buyurdu. Sa'd'ı yere indirdiler. "Ey Sa'd! Bu kavim senin hükmüne razı oldu." dediler. Sa'd: "Hükmüm onlara geçerli mi?" diye sordu. "Evet" dediler. "Peki müslümanlara geçerli mi?" diye sordu. Yine "Evet" cevabını verdiler. Saygı ve hürmet olsun diye Allah Rasûlü (s.a.) tarafını işaret ederek ve yüzünü o tarafa çevirerek: "Peki şurada bulunan zata da geçerli mi?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): "Evet, bana da." cevabını verdi. Bunun üzerine Sa'd: "Erkeklerin öldürülmesine, kadınların ve çocukların esir alınmasına ve malların paylaştırılmasına hük­mediyorum!" diyerek hükmünü ilan etti. Allah Rasûlü (s.a.) bu hüküm üze­rine: "Sen onlar hakkında Allah'ın yedi kat gök üstündeki hükmüne uygun hüküm verdin!" buyurdu."[376]

O gece kaleden inmeden önce bir grup yahudi müslüman oldu. Amr b. Sa'd kaçıp gitti. Nereye gittiği öğrenilemedi. Anlaşmayı bozanlar arasına ka­tılmamakta diretmişti. Haklarında bu şekilde hüküm verilince Allah Rasûlü (s.a.) kendilerine ustura dokunan (ergenlik çağına giren) bütün yahudilerin öldürülmesini emretti. Tüyü bitmeyenler ise kadınlar ve çocuklar arasına katıldı."[377] Medine çarşısında onlar için hendekler kazdırdı. Yahudilerin boyun­ları vuruldu. 600-700 kişi kadardılar. Bir tek kadın dışında hiç kadın öldü­rülmedi. O kadın ise Süveyd b. Sâmit'in başına değirmen taşını atmış ve onu Öldürmüştü. Adamlar hendeklere grup grup getiriliyorlardı. Reisleri Kâ'b b. Esed'e: "Ey Kâ'b! Sence Muhammed bize ne yapacak?" diye sordular. O da: "Hiçbir yerde aklınızı kullanamaz mısınız? Görmüyor musunuz, çağına ara vermiyor, sizden gidenler dönmüyor. Vallahi bizi katledecekler." dedi.

îbn Kâsım'ın rivayetine göre Mâlik diyor ki: Abdullah b. Übey, Kuray-zaoğulları hakkında Sa'd b. Muaz'a: "Onlar benim iki kanadımdan biridir. Üç yüz zırhlı, altı yüz zırhsız ve miğfersizden oluşmaktalar." dedi. O da: "Sa'-d'm Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmayacağı an gelmiş­tir." dedi. Huyey b. Ahtab, Hz. Peygamber'in huzuruna getirilince, gözü Peygamberimiz'e ilişti ve: "Vallahi, sana karşı duyduğum düşmanlıktan ötürü kendimi asla kınamıyorum. Kim Allah'ı yenmeye çalışırsa yenik düşer." de­di. Sonra sözlerine şöyle devam etti: "Ey insanlar! Bir sakınca yok, Allah'ın takdiri! Israiloğullannm yazgısı olan bir ölüm tarzı." Sonra konuşmayı kes­ti; boynu vuruldu.

Sabit b. Kays, Allah Rasûlü'nden (s.a.) Zübeyr (Zebîr) b. Bata ile ailesi ve malının bağışlanması talebinde bulundu. Hz. Peygamber (s.a.) de onun hatırına onları bağışladı. Sabit b. Kays, ona: "Allah Rasûlü (s.a.) benim ha­tırıma seni, aileni ve malını bağışladı. Onlar senindir." dedi. O da: "Ey Sa­bit! Kendi elimle yanında senden beni dostlara kavuşturmanı istiyorum." deyince, Sabit de onun boynunu vurdu, yahudi dostlarına kavuşturdu.

Bütün bu uygulamalar Medine yahudileri hakkındadır. Her bir Medine-li yahudi kabilesi ile yapılan savaş, her bir.büyük savaşı müteakip olmuştur. Kaynukaoğullan ile yapılan savaş Bedir'i müteakip, Nadîroğulları ile yapı-lan savaş Uhud savaşını müteakip ve Kurayzaoğulları ile yapılan, savaş Hen­dek savaşını müteakip yapılmıştır.[378] Hayber yahudilerinin kıssası —inşallah— az aşağıda anlatılacaktır. [379]

 

8— Hz. Peygamber'in (s.a.) Anlaşmayı Bozanlara Karşı Tatbikatı:

 

Hz. Peygamber (s.a.) bir kavimle barış anlaşması yapar da onlardan bazılan anlaşmayı ve barışı ihlâl eder, diğerleri buna seslerini çıkarmaz, razı olur­larsa; hepsine karşı savaş açar ve hepsini anlaşmayı bozmuş sayardı. Nitekim Kurayza, Nadîr ve Kaynukaoğullan hakkındaki uygulaması ile Mekke halkı hakkındaki uygulaması buna örnektir. Barış yaptığı kimseler hakkındaki uy­gulaması budur. Buna göre hükmün zimmîler hakkında da geçerli olması ge­rekir. Nitekim İmam Ahmed'in müntesiplerinden olan bir kısım fakıhler ve daha başkaları bunu açıkça belirtmişlerdir. Şafiî mezhebi âlimleri onlara mu­halefet etmişler ve anlaşmayı bozma hükmünü özellikle anlaşmayı bozanlara has kılmışlar, anlaşmanın bozulmasına razı olan ve buna ses çıkarmayanları anlaşmayı bozmuş saymamışlardır. Bu ikisi arasını şöylece ayırmışlardır: Zim­mîlik sözleşmesi daha güçlü ve daha pekiştirilmiştir. Bundan dolayı zamanla sınırlı olmaksızın yürürlüğe konmuştur. Ama saldırmazlık ve barış anlaşma­sında durum böyle değildir.

Birinciler diyorlar ki: Bu ikisi arasında bir fark yoktur. Zimmîlik sözleş' mesi zamanla sınırsız olarak yürürlüğe konmuş değildir. Aksine bu sözleş­me, zimmîlerin devamlı olarak iltizam ettikleri şey çerçevesinde kalmaları ve bu pozisyonlarını devam ettirmeleri şartıyla konulmuş bir sözleşmedir. Öte yandan bu sözleşme, sözleşmeye konu olan şeylerin hükümlerinin onlar tara­fından iltizam edilmesi şartıyla saldırmazlık için yapılan barış anlaşması gi­bidir. Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye geldiğinde yahudilerle yaptığı barış ve saldırmazlık anlaşmasını vakitle sınırlamadı; onlar kendisine ilişmedikleri ve O'na savaş açmadıkları sürece bu anlaşmayı mutlak bıraktı. İşte bu, onla­rın zimmîlik sözleşmeleri oldu. Ancak şu var ki, cizyenin farz olduğuna dair henüz bir âyet inmiş değildi. Cizyenin farz olduğunu ifade eden âyet inince bu, anlaşmada koşulan şartlara eklendi; anlaşmanın hükmünü değiştirmedi ve gereken durum da ebedilik oldu. Artık bazıları zimmîlik anlaşmasını bo-. zup diğerleri onlara ses çıkarmaz razı olurlar ve durumu müslümanlara bil-dirmezlerse, bu takdirde barış anlaşması yapılmış olanların anlaşmayı bozmaları gibi bir duruma düşerler. Gerek zimmîlik sözleşmesi yapanlar ve gerekse barış anlaşması yapanlar bu anlamda birbirine eşittirler, bu konuda aralarında bir fark yoktur. Ancak bir başka yönden birbirlerinden ayrılmak­tadır ki, bunu şu mesele açıklığa kavuşturur: Anlaşmanın bozulmasına ses çıkarmayıp razı olan, kabullenen kimse her ne kadar bu haliyle zimmîlik söz­leşmesinin ve barış anlaşmasının dışına çıkmış, zimmîlik sözleşmesinden ve barıştan önceki ilk durumuna dönmüş olursa da eğer zimmîlik sözleşmesi ve barış anlaşması üzerinde devam etmekteyse onunla savaşmak ve her iki du­rumda da onu öldürmek caiz olmaz. Bu konuda saldırmazlık anlaşması ile zimmîlik sözleşmesi arasında durum farkı yoktur. Peki o halde bu kimse nasil bir yerde (eski) haline dönmüş olur, bir başka yerde ise dönmemiş olur?Bu iş makul değildir. Bunun açıklaması: O kimseden cizye alımının yenilenişi, sözleşmeyi bozanlara rıza göstermesi, destek olması ve muvafakat etmesi ya­nında o şahsın sözleşmesini yerine getirmiş olmasını icab ettirmez. Cizye ver­memek onun anlaşmayı bozan ve sözleşmeyi yerine getirmeyen bir hain olmasını icab ettirir. Bunun ise imkânsızlığı ortadadır.

Bu konuda üç görüş vardır: 1) Her iki halde de anlaşma bozulur görüşü: Allah Rasûlü'nün (s.a.) kâfirler hakkındaki uygulaması da bunu göstermek­tedir. 2) Her iki halde de anlaşma bozulmamış olur görüşü: Sünnetin göster­diği yoldan en uzak olan görüş budur. 3) Bu iki durum arasında ayrım yapmak. Birinci görüş daha isabetlidir. Başarı Allah'tandır.

Şu olayda veliyyü'î-emr'e (sultana) bu görüş doğrultusunda fetva ver­dik: Hıristiyanlar Şam'da müslümanların mallarını ve evlerini yaktılar. Müs­lümanların en büyük camilerini yakmak istediler, hatta caminin minaresini yaktılar bile. Şayet Allah onları defetmeseydi, neredeyse caminin tamamı ya­nacaktı. Bu durumu hıristiyanlardan bilenler oldu. Buna muvafakat ettiler, ses çıkarmadılar, razı oldular ve veliyyü'l-emr'i haberdar etmediler. Veliyyü'l-emr, huzurundaki fakihlerden onlar hakkında fetva istedi. Biz de ona bu işi yapan, herhangi bir şekilde buna yardım eden yahut razı olup ses çıkarma­yan kimselerin zimmîlik sözleşmesini bozduklarına; had cezalarının kesinlik­le idam olduğuna; esirde olduğu gibi burada devlet başkanının herhangi bir seçim yapma hakkının bulunmadığına; idamın bir had cezası ve cezanın had olması halinde müslüman olmanın Allah'ın hükümlerini yüklenmiş, zimmî­lik sözleşmesi altına girmiş bulunan kimselerden idam cezasını düşürmeyece­ğine; müslüman olan düşman ülkesi (dârülharb) vatandaşı için bunun söz konusu olmadığına; çünkü müslüman olmanın o kimsenin kanını ve malını koruma altına aldığına, müslüman olmazdan önce yapmış olduklarından ötürü idam edilemeyeceğine ve bunun ayrı bir hükmü, anlaşmayı bozmuş ve sonra müslüman olmuş zimmînin başka bir hükmü olduğuna fetva verdik. Söyle­diğimiz bu fetvayı, İmam Ahmed'in ifadeleri ve usulü icabettirmektedir. Şey­hülislâm İbn Teymiye —Allah ruhunu şâd eylesin— buna parmak basmış ve birçok yerde bu şekilde fetva vermiştir.

Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnet ve tatbikatından biri de, O, bir kabile ile barış ve anlaşma yapar da o kabileye, onlar dışında Hz. Peygamber'e (s.a.) düşman olan bir başka kabile katılırsa Hz. Peygamber'le (s.a.) anlaşma ya­pan kabilenin anlaşmalarına onlar da dahil olur ve anlaşma yapmış olan ka­bilenin yanında yer alırlar; Hz. Peygamber'e (s.a.) daha başka bir kabile katılırsa onlar da O'nun anlaşmasına dahil olur, O'nun yanında yer alırlar ve O'nun anlaşmasına dahil olup O'nun yanında yer alan kâfirlere savaş açan­lar O'na savaş açmış hükmünde olurlardı. Hz. Peygamber (s.a.) Mekkeliler­ie bu nedenle savaşmıştır. Çünkü Mekkelilerie on yıl savaşmamak şartıyla barış anlaşması yapmıştı; Bekir b. Vâil oğulları ileri atılıp Kureyş'in anlaşma ve sözleşmesine dahil oldular; Öte yandan Huzâa kabilesi öne atılıp Allah Rasü-lü'nün (s.a.) anlaşma ve sözleşmesine dahil oldular. Sonra Bekiroğullan, Huzâa kabilesine saldırıp onlara gece baskını yaptılar ve kabilenin bir kısmını öl­dürdüler. Kureyş de gizlice onlara silah yardımında bulundu. Allah Rasûlü (s.a.) bu hareketlerinden ötürü Kureyş'i anlaşmayı bozmuş saydı ve mütte­fiklerine saldırdıklarından ötürü Bekir b. Vâil oğullarıyla savaşmayı caiz gördü. Bu olay aşağıda —inşallah— anlatılacaktır.

Şeyhülislâm İbn Teymiye doğu hıristiyanlan ile savaşmaya da bundan ötürü fetva verdi. Zira onlar her ne kadar bizimle savaşmamış, harp etme­mişlerse de müslümanlann düşmanlarına savaş sırasında yardım ettiler, on­lara mal ve silahla destek oldular. Bu yüzden Üstad, onları zimmîlik sözleşmesini bozmuş olarak gördü. Nitekim Kureyş de Hz. Peygamber'in (s.a.) müttefikleriyle savaşan Bekir b. Vâil oğullarına yardım etmekle Hz. Peygam­ber'in (s.a.) anlaşmasını bozmuşlardı. Öyleyse zimmîler, müslümanlarla sa­vaşta müşriklere yardım ederlerse ya durum nice olur? En iyi bilen Allah'tır. [380]

 

9— Elçilere Muamelesi:

 

Düşmanlarının elçileri, aynen düşman olarak huzuruna gelir; ama onla­ra feveran etmez ve onları öldürmezdi. Yalancı peygamber Müseylime'nin el­çileri Abdullah b. Nevvâha ve İbn Üsâl huzuruna geldiklerinde Hz. Peygamber (s.a.) onlara: "Peki siz ne diyorsunuz?" diye sormuş, onlar da: "Müseyli-me'nin dediği gibi diyoruz." demişlerdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Elçiler öldürülmez olmasaydı sizin boyunlarınızı vurdururdum." buyur-du.[381] O'nun tatbikatı böylece sürmüş, hiçbir elçi öldürülmemiştir.

Yine Hz. Peygamber (s.a.) elçi kendi dinini seçtiğinde onu yanında alı­koymaz; bu elçinin gidip kendi kabilesine katılmasına mâni olmaz, hatta onu kabilesine gönderirdi. Nitekim Ebu Râfi' anlatıyor: Kureyş beni Hz. Peygam-ber'e (s.a.) elçi olarak gönderdi. O'nun yanına gelince kalbime müslümanlık ateşi düştü, müslüman oldum. Hz. Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasû­lü! Onlara dönmeyeceğim." dedim. O da: "Doğrusu ben anlaşmayı bozamam ve elçileri ahkoyamam. Onlara geri dön. Eğer şimdi kalbinde olan hâlâ kalbinde ise geri dön." buyurdu.[382]

Ebu Davud diyor ki: Bu, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Mekkelilerie yaptığı anlaşmada onlardan olup da kendisinin yanma geleni —müslüman bile olsa— iade etmeyi şart koştuğu süre İçinde geçerliydi. Bugünse bunun bir geçerliliği yoktur.

Hz. Peygamber'in (s.a.): "Elçileri alıkoyamam." ifadesi bunun kayıtsız-şartsız elçilere has bir hüküm olduğunu göstermektedir. Mekkelilerden ken­disine geleni müslüman da olsa onlara İade etmesi ise Ebu Davud'un da dedi­ği gibi, ancak şart koşulmuşsa geçerli olur. Elçiler için ise daha başka bir hüküm vardır. Görüldüğü gibi huzurunda: "Biz Müseylime'nin, Allah'ın peygam­beri olduğuna şehadet ederiz." diyen Müseylime'nin iki elçisine iü'şmemiştir.

Düşmanları, ashabından biriyle kendi nzası alınmaksızın müslümanlara zarar vermeyecek bir anlaşma yaptıklarında, Hz. Peygamber (s.a.) onların bu anlaşmalarını geçerli sayardı. Nitekim müşrikler, Huzeyfe ve babası Hu-seyl ile Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında yer alarak kendileriyle savaşmama­ları şartıyla anlaşma yapmışlar, Hz. Peygamber (s.a.) onların bu anlaşmalarını geçerli saymıştır ve Huzeyfe ile babasına da; "Dönün. Biz onların anlaşma­larına bağlı kalacağız. Onlara karşı Allah'tan yardım dileriz." buyurdu.[383]

 

10— Mekkelilerie Yapılan Anlaşmada Kadınların Durumu:

 

Hz. Peygamber (s.a.) Kureyş'le on yıl savaşmamak ve onlardan müslü­man olup kendisinin yanına gelenleri onlara geri iade etmek üzere ve kendisi­nin yanından onlara kaçanları ise onların iade etmemeleri şartıyla barış anlaşması yaptı.[384] Metnin ifadesi erkekler ve kadınlar için umumi idi. Al­lah bunu kadınlar hakkında yürürlükten kaldırdı, erkekler hakkında ise ay­nen yürürlükte bıraktı. Allah, Peygamberine ve mü'minlere gelen kadınları imtihana çekmelerini, şayet kadının mü'min olduğuna kanaat getirirlerse onu kâfirlere iade etmemelerini emretti. Öte yandan müslümanlara o kadından istifade imkânını yitirmiş olmasından dolayı onun kocasına, kadına verdiği mehri geri vermelerini de emretti. Diğer taraftan müslümanlara, karısı irtidat edip müşriklerin yanına kaçan adama o kadının mehrini şu şekilde öde­melerini emretti: Müslüman olup müslümanların yanma hicret eden kadının mehrini geri vermeleri gerektiğinde bir ceza olarak bu mehri-karısı irtidat eden adama ödeyecekler, müşrik kocasına geri vermeyeceklerdi. İşte bu bir ceza­landırmadır, azabla bir ilgisi yoktur.

Bu olaydan şu sonuçlar çıkarılmıştır:

1— Kadından istifade imkânının kocanın mülkiyetinden çıkmasının bir değeri vardır ki, o da kocanın karısına nafaka olarak harcadığı belirlenmiş miktarla değerlendirilip kıymetlen dirilmiştir. Yoksa mehr-i misil ile kıymet­lendirilmiş değildir.

2— Kâfirlerin nikâhları da sahihlik hükmü taşır, onların bâtıl olduğuna hükmolunmaz.

3— Şart koşulmuş olsa bile hicret edip gelen müslüman kadının kâfirle­re iade edilmesi caiz değildir.

4—  Müslüman kadının kâfirle nikâhlanması helâl değildir.

5— Bir müslüman erkek hicret edip gelen kadınla, kadının iddet müd­deti tamamlandığında ona mehrini verip evlenebilir.

6— Bu olay apaçık bir şekilde göstermektedir ki, hicretle ve müslüman olmakla kadından istifade imkânı kocanın mülkiyetinden çıkmakta ve kadı­nın onunla nikâhı münfesih (bozulmuş) olmaktadır.

7— Müslüman kadının kâfirle evlenmesi haram olduğu gibi müslüman erkeğin de müşrik kadınla evlenmesi haramdır.

Bu hükümler bu iki âyetten[385] çıkanlmıştır. Bir kısmında icmâ ve bir kıs­mında da ihtilâf edilmiştir. Bunların neshini iddia edenlerin hiçbir delilleri yoktur. Çünkü Hz. Peygamber'le (s.a.) kâfirler arasındaki, müslüman olup Peygamberimizin yanına gelen kimsenin onlara geri verilmesi yolundaki anlaşma maddesi eğer erkeklere mahsus idiyse buna kadınlar girmemiştir; şayet erkekler ve kadınlar için umumi idiyse bu durumda Allah Teâlâ bundan ka­dınların iadesini çıkarmış ve müslümanlara kadınları iade etmeyi yasaklamış, ancak bu kadınların mehirierini geri vermelerini emretmiştir. Öte yandan ka­rısı irtidat edip müşriklere kaçmış olan müslümanlara karısına vermiş oldu­ğu mehri bu mehirlerden vermelerini buyurmuş ve sonra haber vermiştir ki, bu O'nun kullan arasında verdiği hükmüdür; kendi ilim ve hikmetinden çık­mıştır. O'ndan bu hükme aykırı ve bu hükümden sonra gelen başka bir hü­küm gelmemiştir ki, bunu neshedici olsun.

Müşriklerle, erkekleri geri çevirme üzerinde anlaşma yapınca onların, ken­disinin yanma gelenleri alıp götürmelerine fırsat verir; ama gelen müslümanı dönmeye zorlamaz ve dönmesini de emretmezdi. Müşriklerden kaçan müslü­man bir müşriği öldürse yahut onlardan (zorla) bir mal alsa ve bu müslüman Hz. Peygamber'in (s.a.) yanından ayrılmış, ama karşı tarafa da katılmamış olsa Hz. Peygamber (s.a.) onun bu davranışını yasaklamaz, müşriklere de onun verdiği zararı tazmin etmezdi. Çünkü o müslüman O'nun otoritesi al­tında ve avucunda değil; ona bunu Hz. Peygamber (s.a.) emretmiş de değil. Öte yandan barış anlaşması da yalnızca Hz. Peygamber'in (s.a.) otoritesi al­tında ve avucunda bulunanlardan canlara ve mallara gelebilecek zararlara karşı bir güvenceyi icab ettirmekteydi. Nitekim Halid (b. Velid)'in telef ettiği Cü-zeymeoğullannın canlarının ve mallarının tazminatını ödemiş, yaptığı bu dav­ranıştan dolayı Halid'e memnuniyetsizliğini ifade etmiş ve ondan uzak olduğunu söylemiştir.'[386] Haîid'in adamlara ilişmesi bir tür şüpheden kaynak­lanmıştı; zira adamlar: "Müslüman olduk" dememişler, "Dinimizi değiştirdik" demişlerdi ve bu söz açık bîr şekilde müslüman olduklarını ifade etmiyordu. İşte böyle bir yorum ve şüphe bulunduğu içindir ki, Hz. Peygamber (s.a.) onların diyetlerinin yarı tazminatını ödedi. Bu konuda onlara zimmîlik söz­leşmesiyle canlarını ve mallarını koruma altına alan, ama İslâm'a girmeyen ehl-i kitap gibi muamelede bulundu.[387]

Diğer taraftan barış anlaşması müşriklerle harp eden ve Hz. Peygam-ber'in (s.a.) avucunda ve otoritesi altında bulunmayan müslümanlara karşı müşriklere yardım etmesini de icabettirmiyordu. Bu da göstermektedir ki, müs­lüman olsalar bile İslâm devlet başkanının otoritesi ve eli altında bulunmayan bir topluluk, kendileriyle anlaşma yapılmış olanlara savaş açsa İslâm devlet başkamnın bu müslüman topluluğu onlann başından savması, bu işten me­netmesi ve verdikleri zaran karşılaması gerekmez.

Harple ilgili İslâm'ın, müslümanların ve İslâm otoritesinin menfaatle-riyle ve siyaset-i şer'iyyenin icaplarıyla ilgili hükümleri Hz. Peygamber'in (s.a.) siyerinden ve savaşlarından çıkarmak kişilerin görüşlerini esas almaktan da­ha iyidir. Bu başka, o başka bir renk! Basan yalnız Allah'tandır. [388]

 

11— Hayberlilerle Yapılan Anlaşmanın Bozulması:

 

Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.) Hayberlilerle onları mağlup ettiğin­de, onları hayvanlarının taşıyacağı kadar yanlanna yük alarak oradan sür­gün etmek üzere ve altın, gümüş ve silahların Allah Rasûlü'ne (s.a.) bırakılması şartıyla barış anlaşması yaptı. Barış sözleşmesinde Hayberlilerin hiçbir şeyi gizlememelerini ve saklamamalarını şart koştu; eğer böyle bir şey yaparlarsa onların zimmîlik haklarının kaldırılacağını ve anlaşmanın bozulacağını be­lirtti.

Ancak yahudiler, içinde mal ve zinet eşyası bulunan, Huyey b. Ahtab'a ait bir deve tulumunu sakladılar; Huyey bu tulumu, Nadîr kabilesi sürgün edildiğinde beraberinde Hayber'e taşımıştı. Allah Rasûlü (s.a.), Huyey b. Ah-tab'm Sa'ye adındaki amcasına: "Huyey'in Nadîr'den getirdiği tuluma ne ol­du?" diye sordu. O da: "Maişet işleri ve harpler alıp götürdü." dedi. Peygamberimiz: "Aradan geçen zaman az, mal ise ondan çok fazla!" dedi.

Huyey, Kurayzaoğullannın maiyetine girdiğinde onlarla birlikte öldürülmüştü. Allah Resulü (s.a.) onun amcasını konuşturmak üzere Zübeyr'e teslim etti. Zübeyr ona biraz azap dokundurunca: "Huyey'in şuradaki harabede dolaş­tığını gördüm." dedi. Sahabîler gittiler dolaştılar ve harabedeki tulumu bul­dular. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) anlaşmayı bozdukları için biri Huyey b. Ahtab'ın kızı Safiyye'nin kocası olmak üzere Ebu'l-Hukayk'm iki oğlunu idam ettirdi, yahudilerin kadınlarını ve çocuklarım esir aldı, mallarım (gazi­lere) taksim etti. Onları Hayber'den sürgün etmek istedi. Bunun üzerine adam­lar: "Bırak bizi, bu arazide kalalım. Araziyi ıslah edelim ve yapılması gerekeni yapalım. Biz bu araziyi sizden daha iyi biliyoruz." dediler. Ne Allah Rasü-lü'nün (s.a.), ne de ashabımn bu arazinin bakım külfetini yüklenecek hizmet­çileri vardı. Bu sebeple araziden çıkacak meyve olsun, tahıl olsun herşeyin yarısının Allah Rasûlü'ne verilmesi, diğer yarısının da onlara kalması ve Al­lah Rasûlü'nün (s.a.) onları orada istediği kadar tutması şartıyla araziyi ya-hudilere terketti.[389]

Hz. Peygamber (s.a.) Kurayza yahudilerine yaptığı gibi Hayber yahudi-lerinin umumi olarak hepsini idam ettirmedi. Çünkü Kurayza yahudileri an­laşmayı bozmada hemfikir olmuşlardı. Bunlara gelince; Hz. Peygamber (s.a.), tulumu bilen, onu saklayan ve eğer ortaya çıkarsa zimmîlik haklarının kaldı­rılmasını ve anlaşmanın bozulmasını şart koşanları, kendi canları pahasına şartı kabul etmiş olmalarından dolayı idam ettirmiş, bu konuda diğer Hay-berlilere ilişmemiştir. Zira onların hepsinin Huyey'in tulumunu ve onun bir harabede gömülü olduğunu bilmedikleri kesinlikle malumdur. Aynı şekilde zimmî ve anlaşmalı (muâhed) şahıs da anlaşmayı bozsa ve bu konuda ona başkası destek olmasa bozma hükmü yalnız ona mahsus kalır. [390]

 

12— Bu Olaydan Çıkan Sonuçlar:

 

1— Hz. Peygamber'in (s.a.) araziyi yahudilere çıkanın yarısına karşılık teslim etmesi müsâkat ve müzâraa[391] akitlerinin caiz olduğuna ve ağacın hur­ma ağacı olmasının asla bir tesiri bulunmadığına açık bir delildir. Bir şeyin hükmü onun benzerinin de hükmü demektir. Eğer bir memlekette ihtiyaç mad­desi olan meyve üzüm, incir ve daha başka meyveler ise o memleket hüküm bakımından ihtiyaç teşkil eden meyvesi hurma olan memleketin hükmüyle eşit­tir, arada bir fark yoktur.

2— Tohumun arazi sahibinden olması şart değildir. Çünkü Allah Rasû-lü (s.a.) çıkanın yarısı üzerine anlaşma yapmış, ama onlara asla tohum ver­memiş ve göndermemiştir. O'nun böyle davrandığı kesin olarak bilinmektedir. Hatta bazı ilim adamları demişlerdir ki, tohumun araziyi kiralayandan ol­masının şart olduğu söylense bu görüş, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hayberliler hakkındaki uygulamasına uygun düştüğünden ötürü, tohumun arazi sahibin­den olmasının şart olduğunu ifade eden görüşten daha güçlü olurdu.

Doğrusu, tohumun araziyi kiralayandan olması da, arazi sahibinden ol­ması da caizdir; iki taraftan yalnız birine mahsus olması şart koşulamaz. To­humun arazi sahibinden olmasını şart koşanların müzâraa akdini mudarebe şirketine kıyaslanmalarından başka asla bir delilleri bulunmamaktadır. Di­yorlar ki: Mudarebede sermayenin mülkiyet sahibinden ,işîn de mudaribden (iş yapacak kimseden) olması nasıl şart ise aynen muzâraada da şarttır; yine aynı şekilde müsâkatta da ağacın tarafların ikisinden birinden, yapılacak işin de diğer taraftan olması şarttır. Bu kıyas onlara delil olmaktan, onlar aleyhi­ne delil olmaya daha yakındır. Çünkü mudarebede sermaye, sahibine ait olur ve geri kalanı ortaklar aralarında paylaşırlar. Bu müzâraa akdinde şart ko-şulsa onlara göre akit fasit olur. Tohumu, sermaye mesabesinde görmüyor­lar, diğer yeşillikler mesabesinde görüyorlar. Şu halde onların prensiplerine göre muzâraayı mudarebe gibi düşünmek bâtıldır.

Hem tohum, su ve menfaatler mesabesindedir. Zira tahıl yalnızca tohum­dan meydana gelip yetişmez. Sulama ve emek harcamayı icab ettirir. Tohum arazide ölür. Allah, tahılı tohum yanında su, rüzgâr, güneş, toprak ve emek gibi daha başka parçalardan yaratır. Tohum da bu parçalar hükmündedir.

Öte yandan arazi kırâz (mudarebe) akdindeki sermaye gibidir, sahibi onu müzâri'e ( — tarlayı kiralayan) teslim etmiştir. Tohumun ekilmesi, tarlanın sü­rülmesi ve sulanması mudarib'in emeği gibidir. Bu da tarla kiracısının mudarib'e benzetilerek tohuma arazi sahibinden daha münasip olmasını içab etti­rir. Sünnetin getirdiği uygulama şeriatın kıyasına ve usulüne uygun olan doğru uygulamadır.                                                                                    ;

3— Bu olay, zaman sınırı konmaksızın mutlak surette, hatta İslâm dev­let başkanının dilediği vakte kadar barış anlaşması yapmanın caiz olduğuna delildir. Bundan sonra da bu hükmü yürürlükten kaldıran herhangi bir şey gelmemiştir. Doğrusu da bunun caiz ve sahih olmasıdır. Müzenî'nin rivayeti­ne göre îmam Şafiî bunu açıkça belirtmiştir. Daha başka imamlar da buna parmak basmışlardır. Ancak Hz. Peygamber (s.a.), anlaşmanın bozulduğu­nu bilme konusunda kendisiyle düşmanlarının eşit olması için durumu bildi-rinceye kadar onlara baskın yapıp savaş açmazdı.

4—  Sanığın tâzirle cezalandırılması caizdir ve bu siyaset-i şer'iyyeden-dir. Zira Allah Teâlâ, vahiy yoluyla Allah Rasûlü'üne (s.a.) hazinenin yerini bildirmeye kadirdi. Ama ümmete sanıkların cezalandırılması çığırını açmak ve onlara bir rahmet ve kolaylaştırma olsun diye hükümlerin yollarını geniş­letmek istedi.

5— Davanın doğruluğuna ve yanlışlığına delil getirirken karinelere baş­vurmanın geçerliliği bu olayla gösterilmiş oldu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), malın tükendiğini iddia eden Sa'ye'ye: "Aradan geçen zaman az, mal ise on­dan çok fazla!" buyurmuştur.

Aynı şekilde Hz. Davud'un oğlu, Allah Peygamberi Hz. Süleyman da kurdun götürdüğü çocuğun annesini tayinde karineyi delil olarak kullanmış­tır. Kadınlardan her biri o çocuk ötekinin diye iddia etmiş ve geride kalan çocuğun annesi oldukları konusunda birbirleriyle mahkemelik olmuşlardı. Hz. Davud, çocuk yaşlı kadınındır hükmünü verdi. Kadınlar Hz. Süleyman'a çık­tılar. Hz. Süleyman: "Allah'ın peygamberi aranızda ne hüküm verdi?" diye sordu. Onlar da durumu anlattılar. Bunun üzerine Hz. Süleyman: "Bana bir, bıçak getirin, çocuğu aranızda paylaştırayım." dedi. Genç kadın atılıp: "Yap­ma, Allah sana merhamet eylesin! Çocuk, onun oğludur." dedi. Hz. Süley­man çocuğun genç kadına ait olduğuna hükmetti.[392] Genç kadının yüreğindeki merhamet ve şefkat, çocuğun öldürülmesine müsamaha etmemesi ve diğer kadının da çocuğu kaybetme konusunda kendisine eşit olsun diye buna müsamaha göstermesi karinelerini delil olarak esas alıp çocuğun genç kadının oğlu olduğuna hükmetti.

Böyle bir dava bizim şeriatımızda ortaya çıksa Şafiî, Mâlik ve Ahmed'in müntesipleri —Allah onlara rahmet eylesin—: "Bu konuda ebenin sözüne göre işlem'yapılır." derlerdi. Onlar ebeyi, erkek olsun kadın olsun neseb iddiasın­da bulunanın tercihi için bir sebep saymakladırlar.

Arkadaşlarımız diyorlar ki: Bir müslüman kadınla bir kâfir kadın bir ara­da doğum yapsalar; kâfir kadın müslüman kadının çocuğunun kendi çocuğu olduğunu iddia etse aynı şekilde işlem yapılır. Bu konu İmam Ahmed'e so­ruldu, ama çekimser kaldı. Ona: "Ebenin sözünü geçerli görür müsün?" de­diler. O da: "Ne iyi olur!*' cevabını verdi. Ebe bulunmaz da aralarında bir hâkim Hz. Süleyman'ın verdiği şekilde hükmederse elbet isabetli olur. Bu hü­küm kur'a çekmekten daha iyidir. Zira iki dava birbirine her yönden eşit olup da ikisinden birisi diğerine baskın gelmezse ancak o zaman kur'a çekimine gidilir. Ama eşlerden her birinin ev eşyası ve kaplardan kendisine elverişli olan şeyleri iddia etmesi; iki sanatkârdan her birisinin kendi sanatının âletlerini iddia etmesi; başında sarık bulunmayan bir kimsenin, elinde bir sarık ve ba­şında başka bir sarık bulunan ve aynı zamanda düşmanca şiddet gösteren bir kimsenin sangını iddia etmesi... vb. gibi halin, kişinin doğruluğuna muvafa­kati yahut hasmın yemin etmekten çekinmesi yahut levs[393] gibi açık bir ka­rine veya zilyedlikle veyahut bir tek şahitle iki taraftan biri diğerine baskın gelse bütün bunlar kur'a çekimine tercih edilir.

Ebu Abdurrahman en-Nesâî, Hz. Süleyman kıssasını rivayet ettiği bölü­me "Gerçeğin kendisi sayesinde anlaşılması için gerçeğe aykırı düşüldüğü ku­runtusunu veren hüküm bölümü" başlığım koymuştur. Hz. Peygamber (s.a.) bu kıssayı bize gece sohbeti edinelim diye anlatmadı, hükümlerde bu bize ib­ret olsun diye anlattı. Hatta kasâme[394] ile hükmetme ve katil davasında bu­lunanların yeminlerini tercih etme açık karinelere dayanılarak verilen bu tür hükümlerdendi. Hatta ve hatta koca mülâanede[395] bulunduğu halde bundan kaçman ve mülâanede bulunmayan kadının recmedilmesi de bundandır. Şa­fiî ve Mâlik —Allah onlara rahmet eylesin— kocanın mülâanede bulunması ve kadının bundan kaçınmasından ortaya çıkan açık levs'e dayanarak sırf ko­canın mülâanede bulunmuş olması ve kadının da bundan kaçmmasıyla kadı­na idam cezasının verileceğini söylemişlerdir. Allah Teâlâ'run bu kabilden olarak bize meşru kıldığı şeylerden biri de ehl-i kitabın yolculuk sırasında (vefat eden bir müslümanın yaptığı) vasiyet konusunda müslümanlara yaptıkları şahitli-

ğin kabul olunmasıdır. Ölünün velilerinden ikisi vasilerden ( = vasiyeti yerine getirmekle ölü tarafından görevlendirilenlerden) bir hiyanete muttali olsalar, bunların.yemin ederek, üzerine yemin ettikleri şeyi istihkak etmeleri caiz-dir.[396] Bu malî konulardaki bir levsdir ve kanla ilgili davalardaki levsin ben­zeri olup caizlik bakımından ondan daha önde gelir. Buna göre malı çalınan bir kimse hırsızlığı malum bir hainin elinde malının bir kısmına muttali olsa ve o adamın bu malı başkasından satın aldığı ortaya çıkmadan malı çalınan kimsenin, işi açıklığa kavuşturan ve aydınlatan karinelere ve bu açık levse dayanarak malının geri kalan kısmının da o adamın yanında bulunduğuna ve adamın hırsız olduğuna yemin etmesi caizdir. Bu kasâme davasında, öl­dürülenin velilerinin: "Onu falan öldürdü." diye yemin etmelerine benzemekte

olup onunla aynıdır. Hatta malî konular daha basit ve daha hafiftir. Bu se­beple kanla ilgili davaların aksine maîî davalar bir şahit - bir yemin, bir er­kek - iki kadın şahit, dava ve yemin etmekten kaçınma ile sabit görülüp karara bağlanır. Kanla ilgili davaların levs ile isbatı caiz olduktan sonra malî dava­ların bu yolla isbatı daha da önde gelir ve daha da uygundur.

Kur'an ve sünnet hem buna, hem ona delâlet etmektedir. Kur'an'm de­lâlet ettiği şeyin neshedildiğini iddia edenlerin hiçbir delilleri yoktur. Çünkü bu hüküm Mâide sûresinde yer almaktadır. Bu sûre ise Kur'an'ın en son inen sûrelerindendir. Ebu Musa el-Eş'arî gibi Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabı, ken-: dişinden sonra, bunun icabına göre hüküm vermiş, sahabe de onun bu hük-i münü kabullenmiş ve ses çıkarmamışlardır.

Allah Teâlâ'nın Hz. Yusuf kıssasında hikâye ettiği şahid'in delil getirişi] olayı da bu kabildendir. Arada şahitlik yapan adam gömleğin arkadan yırtıl-p mış olması karinesini esas alarak Hz. Yusuf'un doğru ve kadının ise yalan söylediği sonucuna varmış ve şöylece izah etmiştir: Hz. Yusuf arkasını dön­müş kaçarken kadın onun arkasından yetişip onu kendine doğru çekti ve bu esnada gömleğini arkadan yırttı. Bu açıklamadan sonra kadının kocası ve orada bulunanlar Hz. Yusuf'un doğru söylediğini anladılar, bu hükmü kabul etti­ler; günahı kadının günahı saydılar ve ona tevbe etmesini emrettiler. Allah Teâlâ da bu olayı bize hükmü inkâr edici olarak değil, kabullenici olarak ak­tarmıştır. Bu ve benzerlerinde örnek alınacak kısım Allah'ın onu kabullenip inkâr etmemesidir. Yoksa sırf onu hikâye etmesi değildir. Zira Allah'ın onu kabullenerek ve onu yapanı övüp methederek haber vermesi ondan razı olduğunu, onun kendi hikmet ve rızasına uygun düştüğünü gösterir. Burası iyi düşünüle! Zira gerçekten faydalıdır. Şayet Kur'an'da, sünnette ve Allah Ra-sûlü (s.a.) tle ashabının uygulamasında buna dair örnekleri araştıracak olsak söz uzar. Belki bu konuda -inşaallah- şifa veren müstakil bir eser yazarız. Mak­sadımız Hz. Peygamberin (s.a.) tavırlarına tenbih etmek ve O'nun siretin-den, savaşlarından ve başına gelen hadiselerden hükümler iktibas eylemektir. [397]

 

13— Hayber Arazileri Mahsulünün Paylaşılması:

 

Allah Rasûlü (s.a.) Hayber halkını arazilerinde bırakınca her sene onla­rın meyvelerinin ne kadar geleceğini tahmin edecek adam[398] gönderir; bun­ların ne kadarının olgunlaşacağına bakar, Hayberlilere müslümanlann payım ödettirir ve öylece artık adamlar meyvelerden tasarrufta bulunurlardı. Bir tek tahminci göndermekle

Bu uygulamadan şu hükümler çıkartılmıştır:

1- Hurma ağacının meyvesi gibi olgunlaştığı iyice belli olan meyvelerin önceden göz kararı ile tahmin edilmesi caizdir.

2- Meyvelerin hurma ağacı üzerinde göz kararı ile tahmin edilerek pay­laştırılması caizdir. Her ne kadar gelişip büyüme yararından dolayı henüz ke­sinkes ayrılıp belirginleşmemiş bile olsa iki ortaktan birinin payı belli olmuş olur.

3- Paylaştırma bir alım satım akdi değil, bir ayrım işlemidir,

4-  Bir tek tahminci ve bir tek paylaştırıcı ile yetinmek caizdir.

5- Meyveler elinde bulunan kimsenin tahmin işleminden sonra onlarda tasarruf yetkisi vardır ve o kimse kendisi için göz kararı ile tahminde bulu­nan ortağının payını tazmin eder.

6- Hz. Ömer devrinde oğlu Abdullah Hayber'deki malına gitti. Hayber-liler ona saldırdılar, onu bir evin damından aşağı attılar ve kolunu kırdılar. Bu olay üzerine Hz. Ömer onları oradan Şam'a süTgün etti ve arazilerini Hu-deybiye anlaşmasında hazır bulunanlardan olup da Hayber savaşma katılan­lar arasında paylaştırdı. [399]

 

14— Zimmîlik Akdi ve Cizye Alınması:

 

Zimmîlik akdi ve cizye alma konusundaki tatbikatına gelince; hicretin 8. yılında Berâe (Tevbe) sûresi ininceye kadar kâfirlerin hiçbirinden cizye al­madı. Cizye âyeti inince mecusilerden,[400]' ehl-i kitaptan ve hıristiyanlardan cizye aldı. Muaz'ı (r.a.) Yemen'e gönderdi ve Yemen yahudilerinden müslü-man olmayanlarla zimmîlik akdi yaptı ve onlara cizye bindirdi. Hayber ya­hudilerinden cizye almadı. Yanılan ve hata edenlerden bazıları bunun Hayberlilere mahsus bir hüküm olduğunu, diğer ehl-i kitaptan alınsa bile on­lardan cizye alınmayacağını sandılar. Bu onların siyer ve megaziyi anlama­malarından kaynaklanmaktadır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) onlarla savaştı ve onları dilediği kadar memleketlerinde tutma şartıyla barış anlaşması yaptı. Cizye âyeti henüz inmemişti. Bu sebeple onlarla yapılan barış anlaşması ve onların Hayber arazisinde bırakılmaları cizye âyetinin inmesinden önceye rast-

lamış oldu. Sonra Allah Teâîâ, Hz. Peygamber'e (s.a.) ehl-i| kitapla, onlar cizye verinceye kadar savaşmasını emretti. O zaman Hayber1 yahudileri bu hükme dahil olmadı. Çünkü onlann orada bırakılmaları ve çıkanın yansı ken­dilerinin olması kaydıyla arazide işçi olarak çalışmaları şartıyla Hz. Peygam­ber (s.a.) ile onlar arasında yapılan anlaşma daha önce gerçekleşmişti. Bu yüzden onlardan bundan başka bir şey talebinde bulunmadı. Ama Necran hıristiyanlan, Yemen yahudileri ve daha başkaları gibi kendisiyle onlar ara­sında daha önce bir anlaşma bulunmayan Hayberliler dışındaki ehl-i kitap­tan cizye anlaşmasında bulunma gibi bazı şeyler taleb etti. Hz. Ömer, Hayber yahudilerini Şam'a sürgün edince Hayber arazisinde bırakılmalarını içeren

0 anlaşma bozulmuş ve onlar da diğer ehl-i kitap hükmüne geçmişlerdir.

Sünnet ve sünnetin işaretleri kapalı kalan devletlerin birinde Hayber ya­hudilerinden bir grup bir belge ortaya koydu. Belgeci eski göstermek için yıp­ratmışlar ve bir takım yalanları süsleyip yaldızlamışlar, doğru göstermek için imza taklit etmişlerdi. Bu belgeye göre Hz. Peygamber (s.a.) Hayber yahudi­lerinden cizyeyi kaldırmıştı ve buna Ali b. Ebî Tâlib, Sa'd b. Muaz ve bir grup sahabî —Allah onlardan razı olsun— şahit olmuşlardı. Allah Rasûlü'-nün (s.a.) sünnetim, savaşlarım ve siyerini bilmeyen bazı cahiüerce bu belge revaç buldu. Onlann aklına olabileceği kuruntusu geldi. Hatta doğruluğunu sandılar da bu sahte belgenin hükmüne göre hareket ettiler. Nihayet belge Şeyhülislâm İbn Teymiye'ye —Allah ruhunu şâd eylesin— iletildi ve ondan bu belgenin yürürlüğe konmasına ve gereğince işlem yapılmasına yardım et­mesi talebinde bulunuldu. Üstad, belgeye tükürdü ve onun sahte olduğunu on noktadan ortaya koydu. Bazıları:

1. Belgede Sa'd b. Muaz'ın şahitliği yer almaktadır. Oysa Sa'd kesinlik-le Hayber'in fethinden önce vefat etmiştir.                                     

2. Belgeye göre Hz. Peygamber (s.a.) onlardan cizyeyi kaldırmıştı. Oysa cizye âyeti daha henüz inmemişti ve o vakit sahabe cizye nedir bilmiyordu. Çünkü cizye âyeti Hayber fethinden üç sene sonra, Tebük savaşının yapıldığı yılda inmişti.

3. Yine belgeye göre Hz. Peygamber (s.a.) onlardan vergileri ve angar­yaları kaldırmıştır ki bu imkânsızdır. Zira O'nun zamanında ne onlardan ne de başkalarından alman ne vergi ve ne de angarya vardı. Allah gerek O'nu Ve gerekse ashabını vergi ve angarya almaktan korumuştur. Bunlar zalim hü­kümdarların koydukları ve o şekilde devamedegelen vergilerdendir.

 4. Farklı branşlara mensup ilim adamlarından hiçbiri bu belgeden söz t;    âlîlite   hiri. ne hadis ve sünnet âlimle-

rinden biri, ne fıkıh ve fetva âlimlerinden biri ve ne de tefsircilerden biri bun­dan söz etmiştir. Yahudiler böyle bir belgeyi selef devrinde ortaya çıkarama­mışlardır; çünkü biliyorlardı ki, eğer öyle bir sahte belge düzenleseler onlar o belgenin asılsız ve sahte olduğunu hemen anlarlar. Fitne zamanında ve sün­netin bir bölümünün gizli kaldığı dönemde devletlerden birini hafife alıp böyle bir sahte belge düzenlediler, onu süsleyip yaldızladılar ve ortaya çıkardılar. Onların yaptıkları bu şeye Allah'a ve Rasûiü'ne hiyanet eden bazı kimselerin tamahkârlıkları müsaade etti. Ama bu sürekli olmadı, çok geçmeden Allah, onun gerçek yüzünü gösterdi. Peygamberlerin halifeleri (yani âlimler) onun asılsızlığını ve sahteliğini ortaya koydular.

Cizye âyeti inince Hz. Peygamber (s.a.) şu üç kısımdan cizye aldı: 1) Me-cusiler, 2) Yahudiler, 3) Hıristiyanlar. Putperestlerden cizye almadı. Bir gö­rüşe göre Hz. Peygamber'in (s.a.) alıp almama konusundaki tatbikatına uyarak bunlar dışında ve bunların dinini benimseyenler dışındaki herhangi bir kâfir­den cizye almak caiz değildir. Diğer bir görüşe göre ise hem ehl-i kitaptan ve hem de Arap olmayan putperestler gibi ehl-i kitap dışındaki kâfirlerden cizye alınır; ama Arap putperestlerinden alınmaz. Birinci görüş İmam Şafiî'­nin (r.h.) ve iki rivayetten birine göre İmam Ahmed'in görüşüdür. İkincisi ise İmam Ebu Hanîfe'nin (r.h.) ve diğer rivayete göre de İmam Ahmed'in (r.h.) görüşüdür.

İkinci görüşü savunanlar diyorlar ki: Hz. Peygamber (s.a.) Arap müş­riklerinden cizye almamıştır; çünkü cizyenin farz oluşunu ifade eden âyet Arap yarımadası müslüman olduktan sonra inmiştir. O vakit orada müşrik kalma­mıştı. Zira bu âyet Mekke'nin fethinden ve Arapların Allah'ın dinine akın akın girmelerinden sonra inmiştir. O zaman Arap memleketinde müşrik kal­mamıştı. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.) fetihden sonra Tebük gazasına çık­mıştır. Oranın halkı hıristiyandı. Şayet Arap memleketinde müşrikler bulunsaydı onlar Hz. Peygamber'i (s.a.) takip ediyor olurlardı. Uzaktakiler-İe savaşmaktansa onlarla savaşmak daha münasip olurdu.

Siyeri ve İslâm savaşlarını iyi tetkik eden işin böyle olduğunu anlar. Ken­disinden alınacak kimse bulunmadığından ötürü onlardan cizye alınmamış­tır. Yoksa onlar cizye verecek kimse olmadıklarından cizye alınmamış değildir. Bu görüş sahipleri devamla diyorlar ki: Hz. Peygamber (s.a.) ehl-i kitap ol­madıkları halde mecusilerden cizye almıştır. Onların kitapları olduğu sahih değildir. Bu konuda Hz. Peygamber'e (s.a.) bir hadis nisbet edilmişse de böyle bir hadis sabit ve senedi de sahih olmaz.[401]

Ateşe tapanlarla puta tapanlar arasında bir fark yoktur. Hatta putpe­restlerin halleri ateşperestlerin hallerinden daha yakındır. Onlar bazı konu­larda Hz. İbrahim'in dinini izlerlerdi; ateşperestlerde ise böyle bir şey yoktu. Aksine ateşperestler Hz. Halil İbrahim'in düşmanıdırlar. Onlardan cizye alın­dığına göre putperestlerden alınması daha da yerindedir. Buna Allah Rasû-îü'nün (s.a.) sünneti de delâlet etmektedir. Nitekim Sahih-i Müslim'de yer alan bir hadisine göre bir komutanına: "Müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman onları şu üç şeyden birine çağır; hangisine olumlu cevap verirlerse on­lardan bunu kabul et ve onlara ilişme." buyurduktan sonra ona düşmanları müslüman olmaya, ya da cizye vermeye çağırmasını, (bunları kabul etmez­lerse) onlarla savaşmasını emretti.[402]

Muğîre, İran hükümdarının görevlisine: "Peygamberimii bize, si; lah'a ibadet edinceye yahut cizye verinceye kadar sizinle savaşmamızı eı ti." dedi.[403]

Allah Rasûlü (s.a.) Kureyş'e: "Kendisi sayesinde Arabın size boyun eğe­ceği ve acemlerin size cizye vereceği bir kelimeniz olsun istemez misiniz?" bu­yurdu. Onlar da: "Nedir o?" dediler. Hz. Peygamber (s.a.): "La ilahe illallah = Allah'tan başka tanrı yoktur, sözü" buyurdu.[404]                           '

Hz. Peygamber (s.a.) Tebük seferinden dönerken süvarileri Dümetü'l-Cendel hükümdarı Ükeydir'i yakaladılar. Peygamberimiz onunla cizye yermesi şartıyla barış anlaşması yaptı ve canını ona bağışladı.[405]

Necranlı hıristiyanlarla bir anlaşma yaptı. Anlaşmaya göre Necranlılar, yarısı safer ayında, diğer yansı recep ayında olmak üzere müslümanlara iki bin takım elbise ödeyecekler; eğer Yemen'de bir savaş veya bir hıyanet söz konusu olursa oraya savaş için gidecek müslümanlara ödünç olarak otuz zırh, otuz at, otuz deve ve her sınıf silahtan otuzar adet silah verecekler, müslü-manlar telef olanları tazmin edecek ve geri kalanları iade edecekler; hiçbir kiliseleri yıkılmayacak; hiçbir keşişleri dışarı çıkarılmayacak ve herhangi bir yaramazlıkta bulunmadıkları yahut faiz yemedikleri sürece dinlerinden dön­meleri için zorlamlmayacaklardır.'[406]"

Bu anlaşma metni göstermektedir ki, şayet şart koşulmuşsa yaramazlık çıkartmak yahut faiz yemekle zimmîlik sözleşmesi bozulmaktadır.

Muaz'ı Yemen'e gönderirken ona ergenlik çağına girmiş herkesten bir dinar yahut onun değerinde meâfirî denilen Yemen mamulü kumaş almasını emretti.[407]

Bu da gösteriyor ki, cizyenin cinsi ve miktarı belirlenmiş değildir. Müs lümanların ihtiyaçlarına ve kendisinden alınacak kimsenin dayanabüirliliği-ne, zenginlik durumuna ve sahip olduğu mala göre cizyenin kumaş, altın ve takım elbise olması da, daha çok-daha az olması da caizdir.

Gerek Allah Rasûlü (s.a.) ve gerekse halifeleri cizye hususunda Arap ile Arap olmayan arasında fark gözetmemişlerdir. Allah Rasûlü (s.a.) hıristiyan Araplardan cizye aldığı gibi Hecer mecusilerinden de almıştır. Bunlar Arap idiler. Araplar aslında hiç kitaplan bulunmayan bir millettir ve onların her bir kolu, komşuları olan milletlerin dininde idi. Bahreyn Araplan, İran, Te-nûh ve Bühre'ye komşu olduklarından mecusi; Tağliboğullan Bizans'a kom­şu  olduklarından  hıristiyan;   Yemen'deki  bir  takım  kabileler  Yemen yahudilerine komşu olduklarından yahudi idiler. Allah Rasûlü (sLa.) cizye hü­kümlerini yürürlüğe koydu ve atalarına, onların ehl-i kitap dinine ne zaman girdiklerine bakmadı. Onlar bu dine, yürürlükten kaldırıldıktan ve değiştiril­dikten önce mi, sonra mı girmişlerdi? Bu dini nereden biliyorlardı? Bu nasıl sağlam şekilde belirlenebilir ve bunun delili nedir? Bütün bu soruları dikkate almadı. Siyer ve megazide sabit olduğu üzere Hz. İsa'nın şerîati yürürlükten kaldırıldıktan sonra Ensardan bazılarının oğulları yahudi olmuş ve babalan onları müslüman olmaya zorlamışlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Dinde zorlama yoktur." âyetini'[408] indirdi.

Hz. Peygamber'in (s.a.) Muaz'a: "Ergenlik çağma giren herkesten bir dinar al!" buyurması cizyenin çocuklardan ve kadınlardan alınmayacağına delildir.

Soru: Peki, şu hadisi ne yapacaksınız? Abdürrezzak'm Musannef'inde ve Ebu Ubeyd'in et-Emvâl'de rivayetlerine göre Hz. Peygamber (s.a.) Muaz b. Cebel'e, Yemen'de her bir ergenlik çağına girmiş kadın ve erkekten cizye almasını emretti. Ebu Ubeyd: "Adam başı bir dinar yahut onun değerinde meâfirî kumaş olmak üzere... köle yahut cariyeden..." kısmını ilâve etmiş­tir[409]' Bu hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) gerek erkek ve kadından, gerek­se hür ve köleden cizye almıştır.                                         

Cevap: Bu hadisin mevsul olarak rivayeti sahih değildir, hadis munka-tı'dır. Bu ilâve kısım ise ihtilaflıdır; diğer raviler tarafından zikredİlmemiş-tir. Herhalde râvilerden birinin yorumu olsa gerektir. İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce ve daha başkaları bu hadisi rivayet etmiş­ler; ama yalnızca "Hz. Peygamber (s.a.) ona ergenlik çağma girenden bir di­nar almasını emretti." kısmını aktarmışlar ve bu ilâveyi anmamışlardır.

Hz. Peygamber'in (s.a.) kendilerinden cizye aldığı kimselerin çoğunlu­ğu hiristiyan, yahudi ve mecusi Araplardı. Onlardan hiçbirinin dinine ne za­man girdiğini araştırmadı. Onları babalarına göre değil dinlerine göre değerlendirirdi. [410]

 

 

YEDİNCİ BÖLÜM

CİHAD DÖNEMİNDE İNSANLAR

CİHADIN FARZ KILINMASI ÜZERİNE HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) İNSANLARA KARŞI TUTUMLARI

 

1— Kâfirlere ve Münafıklara Karşı Tutumları:

 

Allah Teâlâ'mn, Hz. Peygamber'e (s.a.) vahyettiği ilk emri, "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" emriydi. Bu, peygamberliğinin başlangıcındaydi. Al­lah Teâlâ, kendi kendisine okumasını emretmişti; o zaman henüz tebliğ et­mesini emretmemişti. Sonra "Ya eyyuhe'l-müddessir= Ey örtüye bürünen! Kalk da uyar." [411] âyeti inmiştir. Allah Teâlâ, O'nu "Oku!" emriyle nebî, "Ya eyyuhe'l-müddessir" âyetiyle de rasûl tayin etmiştir. Bundan sonra ya­kın akrabalarını uyarmasını, sonra kavmini, sonra civarlarındaki Arapları, sonra da bütün Arapları, en sonunda da bütün insanları uyarmasını emret­miştir. Peygamber oluşundan sonra on küsur sene savaşmaksızın ve cizye al­maksızın İslâm'a çağırma görevini yerine getirmiştir. Kendisine bu süre içinde; (kâfirlerin yaptıklarına) aldırmaması, sabretmesi ve affetmesi emrediliyordu.

Sonra hicret etmesine ve savaşmasına izin verildi. Daha sonra da Allah Teâlâ, kendisine savaş açanlarla savaşmasını ve kendisinden uzak durup sa-vaşmayanlara ilişmemesini emretti. Nihayet, din tamamıyla Allah'ın olunca­ya kadar müşriklerle savaşması emredildi. Cihad emrinden sonra, O'na göre kâfirler üç gruba ayrılmış oldu:

1-  Barış ve ateşkes yapılanlar,

2-  Savaşılanlar,

3-  Zimmîler.

Anlaşma ve banş yapılanlara karşı anlaşma müddetini tamamlaması ve sâdık kaldıkları sürece anlaşmaya bağlı kalması; ihanet etmelerinden korkârsa, onlara karşı anlaşmalarını bozması, ancak anlaşmayı bozduğunu karşı tara­fa bildirinceye kadar onlarla savaşmaması emredildi. Bu arada anlaşmasını bozanlarla savaşması da ayrıca emrolundu.

Berâe (Tevbe) sûresi, işte bütün bu hallerin hükmünü açıklamak için in­di. Bu sûrede Allah ehl-i kitabtan olan düşmanlarla, cizye vermelerine ya da İslâm'a girmelerine kadar savaşmasını; kâfirlerle ve münafıklarla cihad et­mesini, bunlara sert ve şiddetli davranmasını emretti. O da kâfirlere karşı kı­lıç ve mızrakla, münafıklara karşı da delille ve dille cihad etti.

Adı geçen sûrede, kâfirlerle yaptığı anlaşmalara uyması ve (gerekirse) on­lara karşı anlaşmalarını bozması emredildi. Yine Allah burada, anlaşma ya­pılanları da üçe ayırdı:

1- Savaşilmasmı emrettikleri. Bunlar, anlaşmalarım bozup anlaşma doğ­rultusunda hareket etmeyenlerdir. Hz. Peygamber (s.a.) onlarla savaştı ve on­lara galip geldi.

2- Süre tayin edilmiş bir anlaşma yapıldıktan sonra anlaşmayı bozup da O'nun düşmanlanna yardım etmeyenler. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'in (s.a.) bunlar için anlaşma süresini tamamlamasını emretmiştir.

3- Aralarında herhangi bir anlaşma olmayan ve Hz. Peygamber (s.a.) ile savaşmayanlar veya mutlak bir anlaşmaya sahip olanlar. Allah Teâlâ Ra-sûlü'ne (s.a.) bunlara dört ay süre tanımasını emir buyurmuştur. Bu dört ha­ram ay çıkınca onlarla savaşmıştır. Bu dört ay, Allah Teâlâ'nın şu âyet-i kerimesinde sözettiği aylardır: "Yeryüzünde dört ay daha dolaşm."[412] Bu dört ay ise, şu âyette geçen haram aylardır: ('Haram aylar çıktığında, müşriklerle savaşınız."[413] Burada sözü edilen haram aylar, tesyîr aylandır[414]

Başlangıcı Allah Rasülü'nün (s.a.) insanlara tebliğ günü olup o da Zil-hicce'nin onuncu günüdür, ki bu konunun insanlara tebliğ edildiği en büyük hac günüdür. Sonu da Rabîulâhir'in onuncu günüdür. Bu aylar, şu âyette sözü edilen dört ay değildir: "Allah'a göre ayların sayısı, gökleri ve yeri ya­rattığı günde takdir ettiği gibi on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır."[415] Sözkonusu dört aydan biri tek olarak, üçü birbirinin peşisıra gelir: Recep, Zilkade, Zilhicce, Muharrem. Müşrikler bu dört ayda gezip dolaşamadılar, çünkü mümkün değildi. Zira bu dört ay peşpeşe gelmiyordu. Allah Teâlâ, onlara ancak dört ay süre tanıdı ve peşinden bu ayların çıkışından sonra Ra-sûlü'ne (s.a.) müşriklerle savaşmasını emretti. Rasûlullah (s.a.) da anlaşma­sını bozanla savaştı, anlaşması olmayana veya dört aylık mutlak (şartsız) anlaşması olana süre verdi ve anlaşmasına bağlı kalanların anlaşma süresini tamamlamasını emretti. İşte bunlann tamamı müslüman oldu; tanınan süre­ye kadar küfürleri üzere kalmadılar. Zimmîlere de cizye koydu.

Berâe (Tevbe) sûresinin inişinden sonra artık kâfirler O'nun nazannda, şu üçünden biri olarak kesinleşmiş oldu:

1- O'nunla savaşanlar,

2-  Barış yapılanlar,

3-  Zimmîler.

Sonra, anlaşma ve banş yapılanlar İslâm'a döndü ve onlar da ik: oldular:

1-  Savaşanlar,

2-  Zimmîler.

Peygamber (s.a.) ile savaşanlar O'ndan (s.a.) korkuyorlardı

Böylece Hz. Peygamber (s.a.) açısından dünyada yaşayanlar üçe mış oluyordu:

1-  Kendisine inanan müslümanlar,

2-  Kendisiyle anlaşıp, emân sahibi olanlar,

3-  Kendisinden korkup savaşanlar.

Münafıklara karşı tutumu ise şöyleydi: Rasûlullah (s.a.), münafıkların dışa vurduklarını ve açıkladıklarını kabul etmekle, gizlediklerini ve sırlarını Allah'a havale etmekle, onlarla ilim ve delille cihad etmekle emrolundu. Al­lah Teâlâ, Rasûlü'ne (s.a.), onlardan yüz çevirmesini ve onlara karşı sert dav­ranmasını, kendilerine güzel ve fasih ifadelerle tebliğde bulunmasını emretti; onların cenaze namazlarını kılmasını, kabirleri başında durmasını yasakladı. Ve Allah Teâlâ, Rasûlullah (s.a.) münafıklar için istiğfar etse de kendisinin onları affetmeyeceğini haber verdi. İşte, düşmanı olan kâfir ve münafıklara karşı Allah Rasûlü'nün (s.a.) tutumu bu idi. [416]

 

2— Mü'minlere Karşı Tutumları:

 

Dostlarına ve kendi grubuna ilişkin tutumuna gelince; Allah (c.c), Ra­sûlü'ne (s.a.), gece gündüz Rabblerine dua edip cemâlini (rızasını) isteyenle­re kendisini adamasını ve gözlerini onlardan ayırmamasını emretti. Yine onları bağışlamasını, onlar için istiğfarda bulunmasını, her işte onlarla istişare et­mesini ve onların cenaze namazlarını kılmasını emretti.

îsyan edip emrini yerine getirmekten geri duranlardan, onlar tevbe edip itaat altına girinceye kadar ayrı kalmasını, onlara küs durmasını emretti. Ni­tekim (savaşa çıkılacağı sırada emrini dinlemeyip) geri kalanlara darılmış, on­lardan uzak durmuştu.

Had gerektiren birşey yapana hadleri uygulamasını; ve bu hususta soy­luların ve sıradan insanların O'nun (s.a.) yanında eşit olmasını emretti.

Düşmanları olan insan şeytanlarını en güzel metodla savuşturmasını ve kendisine kötülük yapanın kötülüğüne iyilikle karşılık vermesini, cahilliğine hilmle (yumuşaklıkla), zulmüne affetmekle, alâkasını kesene bağlantı ve iliş­ki kurmakla karşılık vermesini emir buyurdu. Allah (c.c), Rasûlü'ne (s.a.) şayet böyle yaparsa, düşmanının candan ve sıcak bir dosta dönüşeceğini de haber verdi.

Düşmanları olan şeytânlarını da, onlardan Allah'a (c.c.) sığınmak sure­tiyle savuşturmasını emretti. Bu iki emri Kur'an'da üç yerde, A'râf, Mü'mi-nûn ve Fussilet sûrelerinde topladı. A'râf sûresinde: "Sen af volunu tut. basışla!

Ma'rûfu emret ve cahillerden yüz çevir (onlara aldırış etme). Şeytan seni dür­tecek olursa Allah'a sığın. Şüphesiz ki O, işiticidir, bilicidir."[417] buyurdu. Bu­rada Allah (c.c), Rasûlü'ne cahillerin şerrinden, onlardan yüz çevirerek; şey­tanın şerrinden de ondan Allah'a sığınarak korunmasını emretmiş ve güzel ahlâkın ve huyların hepsini bu âyette toplamıştır. Zira devlet başkanının te­baasına karşı üç tavrı vardır: 1) Elbette O'nun (s.a.) tebaası üzerinde, tebaa­sının mutlaka yerine getirmesi gereken bir hakkı, 2) Tebaasına karşı bir emir yetkisi vardır. 3) Tebaasının, onun bu hakkında aşırılığa ve düşmanlığa düş­meleri kaçınılmazdır. Tebaası üzerindeki hakkından, onların itaat edebilecek­leri, kendilerine hafif gelecek, kolaylarına gidecek ve güç gelmeyecek olanım tercihle emrolundu. Bu onun sarf etmekle onlara herhangi bir zarar ve güç­lük vermeyecek olan "afv"dir. Ayrıca Rasûlullah tebaasına örfü emretmek­le emrolundu. Örf, selim akılların ve doğru fıtratın (yaratılışın) tanıyıp güzelliğini ve yararını kabul ettiği ma'ru'f olan şeydir. Bunu emrettiğinde; sert­likle ve kabalıkla değil, iyilikle emrederdi. Yine Allah Teâlâ, Rasûlullah'a (s.a.) onların içerisindeki cahillerin cahilliğine, misliyle değil, yüz çevirmek sure­tiyle karşılık vermesini emretmiştir ki böylece onların şerrinden korunmuş olurdu.

Mü'minûn sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "De ki: Rabbim! On­ların tehdîd olundukları şeyi bana mutlaka göstereceksen, o zaman beni zâ­lim milletin içinde bulundurma ya Rabbi!

Biz onlara vadettiğimizi sana elbette gösterebiliriz. Sen kötülüğü en iyisi ile (en iyi bir biçimde) savuştur. Onların nitelendirdikleri şeyleri Biz daha iyi biliriz. De ki: Rabbim; şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırım. Rab­bim; yanımda bulunmalarından da Sana sığınırım."[418]

Fussilet sûresinde ise şöyle buyurmuştur: "İyilik ve kötülük bir değildir. Sen fenalığı en güzel şekilde savuştur (karşıla). O zaman seninle arasında düş­manlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün. Bu ancak sab­redenlere vergidir; bu ancak o büyük hazzı tadanlara vergidir. Şayet şeytan seni dürtecek olursa Allah'a sığın! Doğrusu O işitendir,bilendir"[419]

îşte Rasûlullah'm (s.a.) bütün yeryüzünde yaşayanlara karşı; insanlara, cinlere, mü'minlere ve kâfirlere karşı tutumları böyle idi. [420]

 

 

SEKİZİNCİ BÖLÜM İLK SERİYYELER

 

İLK SERİYYELER

 

1—  Hz. Hamza Seriyyesi:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) bağladığı ilk sancak, hicretten sonra 7. ayın başla­rında, Ramazan'da Hamza b. Abdülmuttalib'e verdiği sancaktı. Sözkonusu sancak beyaz bir sancaktı. Sancağı, Hz. Hamza'nın müttefiki Ebu Mersed Kennâz b. Husayn el-Ganevî taşıyordu. Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Hamza'yı özellikle Muhacirlerden seçtiği 30 mücahidin başında, Şam'dan gelen ve Ku-_ reyş'e ait Ebu Cehil b. Hişâm'm komuta ettiği 300 kişinin bulunduğu bir ker­vanın önünü kesmek için gönderdi. Birlik îs dolaylarındaki Sîfu'I-Bahr'e vardı. İki taraf karşılaştılar ve savaşmak için saf tuttular. îki grubun da, hem bu tarafın hem o tarafın müttefiki olan Mecdî b. Amf el-Cühenî, aralarını ayı-nncaya kadar gidip geldi; ve savaşmadılar[421]

 

2—  Ubeyde b. Haris Seriyyesi:

 

Sonra Ubeyde b. Haris ,b. el-Muttalib'i, bir seriyyenin başında hicretten sonra 8. ayın başlarında Şevval ayında Râbiğ vadisine gönderdi. Ona da be­yaz bir sancak verdi. Sancağı Mistah b. Üsâse b. Abdülmuttalib b. Abdime-nâf taşıyordu. 60 muhacirden ibarettiler, aralarında Ensar'dan bir tek kimse yoktu. Râbiğ vadisinde, 200 kişiye komuta eden Ebu Süfyan b. Harb'le, Cuh-fe'den 10 mil uzaklıkta karşılaştılar. Aralarında bir ok atımı mesafe vardı. Kılıç çekmediler, savaşmak için saf da tutmadılar. Ancak karşılıklı ok ve mızrak attılar. Müslümanlar arasındaki Sa'd b. Ebî Vakkâs, Allah yolunda ilk ok atan kişi oldu. Sonra her iki taraf da birliklerine döndüler.

îbn İshak, karşı tarafın komutanı İkrime b. Ebî Cehil'di, demiş ve Ubeyde seriyyesinin Hz. Hamza seriyyesinden önce oldğunu söylemiştir. [422]

 

3— Saîd b. Ebî Vakkâs Seriyyesi:

 

Daha sonra Rasûlullah (s.a.) Sa'd b. Ebî Vakkas'ı hicretten sonra 9. ayın başlarında Zilkade ayında Harrâr'a gönderdi. Ona da beyaz bir sancak ver­di. Sancaktar Mikdad b. Amr'di. Kureyş'e ait bir kervanı vuracak 20 süvari idiler. Rasûlullah (s.a.) Harrâr'dan ileri gitmeyeceklerine dair söz aldı. Yü­rüyerek yola çıktılar. Gündüz gizlenip gece yürüyorlardı. Nihayet perşembe sabahı oraya vardılar. Ancak kervanın akşamleyin oradan geçtiğini öğ­rendiler.[423]

 

4— Ebvâ Gazası:

 

Sonra Hz. Peygamber (s.a.), bizzat kendisi Ebvâ gazasına çıktı. Bu ga­zaya Veddân da denir. Sözkonusu gaza, Rasûlullah'm (s.a.) bizzat çıktığı ilk gazadır. Hicretten sonra 12. ayın başlarında Safer ayında olmuştur. Sancağı­nı Hamza b. Abdülmuttalib taşıyordu ve beyaz renkteydi. Medine'de Sa'd b. Ubâde'yi vekil bıraktı. Kureyş'e ait bir kervanı vurmak üzere özellikle Mu­hacirlerin başında gazaya çıkmıştı. Ancak savaş olmadı. Bu gazada Hz. Pey­gamber (s.a.), o zaman Damraoğullarımn başkanı olan Muhşî b. Amr ed-Damrî ile; Damraoğullanna saldırmamak, Damraoğullan da kendisine sal­dırmamak ve O'na (s.a.) karşı adam toplamamak ve düşmanlık yapmamak üzere anlaşma yaptı. Aralarında bir anlaşma yazıldı. Rasûlullah (s.a.) bu gaza sebebiyle Medine'den 15 gece ayrı kalmıştı.[424]

 

5— Buvât Gazası:

 

Rasûlullah (s.a.), hicretten sonra 13. ayın başlarında, Rebîulevvel'de Bu-vât'a, gaza için yola çıktı. Sancağını Sa'd b. Ebî Vakkâs taşıyordu. Sancak beyaz renkteydi. Medine'de vekil olarak Sa'd b. Muaz'ı bıraktı. Rasûlullah (s.a.) ashabından 200 kişiye komuta ediyordu. Kureyş'e ait ve Ümeyye b. Halef el-Cümahî'nin başkanlık ettiği, 100 Kureyşlinin ve 2500 yük devesinin bulun­duğu bir kervanın önünü kesecekti. Rasûlullah (s.a.) Buvât'a vardı. Orası iki dağdan ibaretti ki bunlar, Şam yolu yönünde Cüheyne dağının uzantılarıydı. Buvât'la Medine arasında yaklaşık dört konaklık bir mesafe vardı. Herhangi bir çatışma çıkmadı. Rasûlullah (s.a.) da geri döndü.[425]

 

6— Sefevan Gazası:

 

Daha sonra Rasûlullah (s.a.), hicrî 13. ayın başlarında Kürz b. Câbir el-Fihrî'yi bulmak amacıyla gazaya çıktı. Sancağını Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) taşı­yordu. Sancak beyazdı. Medine'de Zeyd b. Hârise'yi vekil bıraktı. Kürz, Me­dine otlağına baskın yapmıştı. Rasûlullah (s.a.) onu sürmek istedi. Çünkü Kürz, (Medine otlağında) develerini otlatıyordu. Rasûlullah (s.a.) Kürz'ü Bedir dolaylarındaki Sefevan denilen vadiye varıncaya kadar aradı. Kürz gitmişti, ona rastlayamadı ve Medine'ye döndü.[426]

 

7— Zü'1-Uşeyre Gazası:

 

Sonra Rasûlullah (s.a.) hicrî 16. ayın başlarında Cemâziyelâhir ayında gazaya çıktı. Sancağını Hamza b. Abdülmuttalib taşıyordu, rengi beyazdı. Medine'de £bu Seleme b. Abdülesed el-Mahzûmî'yi vekil bıraktı. 150 kişilik bir birliğe komuta ediyordu. Muhacirlerden oluşan 200 kişinin başında idi, de denilmiştir. Hiç kimse gazaya çıkmaktan hoşlanmamazhk etmedi. 30 de­veye sırayla, nöbetleşe binerek gittiler. Kureyş'e ait ve Şam'a giden bir ker­vanın yolunu keseceklerdi. Zira Rasûlullah'a (s.a.) Kureyş'e ait malların bulunduğu bir kervanın Mekke'den ayrıldığı haberi gelmişti. Rasûlullah (s.a.) ZÜ'1-Uşeyre'ye ulaştı. Bu yere Uşeyrâ veya Useyre de denilmiştir. Burası Yenbu' civarındadır. Yenbu' ile Medine arasında 9 konaklık bir mesafe vardır. Hz. Peygamber (s.a.) kervanın günler önce geçip gittiğini öğrendi. îşte bu ker­van, Şam'dan döndüğü zaman karşılamak için çıktığı ve Allah'ın kendisine kervanı veya çarpışıp şeref sahibi olmayı vaadettiği kervandır. Allah Teâlâ, neticede O'na (s.a.) vaadettiklerini gerçekleştirdi[427]

Bu gazada Müdlicoğulları ve onların müttefiki olan Damraoğullan ile anlaşma yaptı.

Hafız Abdülmü'min b. Halef: "Rasûlullah (s.a.), Hz. Ali'ye Ebu Tü-râb künyesini bu gazvede vermiştir." demektedir. Halbuki durum onun de­diği gibi değildir. Çünkü Peygamber (s.a.), Hz. Ali'ye Ebu Türâb künyesini Hz. Fâtıma ile nikâhlanmasından sonra vermiştir. Evlilikleri ise Bedir sava­şından sonradır. Hz. Peygamber (s.a.) Fâtıma'nm yanma varınca; "Amca­nın oğlu nerede?" buyurmuş, Fâtıma da: "Sinirli bir halde çıktı." demişti. Peygamber (s.a.) mescide gelmiş ve Hz. Ali'yi orada yan tarafına yatmış bir durumda bulmuştu. Üzerine toz toprak bulaşmıştı. Rasûlullah (s.a.) silkele­yip çırpmaya başlamış, bir yandan da: "Otur Ebu Türâb, ( = topraklı) otur Ebu Türâb" buyurmuştu.[428] İşte onun Ebu Türâb olarak künyelendiği ilk gün bu gündür[429]

 

8— Abdullah b. Cahş Seriyyesi:

 

Hicretten sonraki 17. ayın başlarında, Recep ayında Abdullah b. Cahş el-Esedî'yi Muhacirlerden 12 Kişinin başında Nahle'ye gönderdi. îki kişi bir deveye sırayla biniyorlardı. Kureyş'e ait bir kervanı gözleyerek Nahle'ye var­dılar. Rasûlullah (s.a.) bu seriyyede Abdullah b. Cahş'ı emîrulnuVmimn di­ye isimlendirdi. Rasûlullah (s.a.) Abdullah için bir mektup yazmış ve iki gün geçinceye kadar mektubu açıp bakmamasını, ondan sonra bakmasını emret­mişti. Abdullah mektubu açtığında mektupta şunların yazılı olduğunu gör­dü: "Benim şu mektubuma baktığında, Mekke ile Tâif arasındaki Nahle'de konakiayıncaya kadar git. Sonra orada Kureyş'i gözetlersin ve bizim için on-lann durumlarını öğrenirsin." Abdullah: "İşittim ve itaat ettim," dedi. Adam­larına da durumu ve kendilerini zorlamadığını haber verdi. "Şehit olmayı isteyen, davransın; ölümden hoşlanmayan geri dönsün! İşte ben gidiyorum!" dedi. Hep beraber yola koyuldular. Yolda Sa'd b. Ebî Vakkâs ile Utbe b. Gazvân, nöbetleşe bindikleri develerini kaybetmişlerdi, ararken geri kaldılar. Abdullah b. Cahş, uzaklaşıp gitti ve Nahle'de konakladı. Bu sırada Kureyş'e ait kuru üzüm, deri ve ticarî mallar taşıyan bir kervan yanından geçti. Ker­vanda Amr b. el-Hadramî, Abdullah b. Muğîre'nin iki oğlu Osman ve Nev-fel, Muğîreoğullarının kölesi Hakem b. Keysan da bulunmaktaydı. Müslümanlar istişare edip dediler ki: "Haram aylardan Receb'in son günün­de bulunuyoruz. Onlarla savaşırsak, haram ayın kutsallığını ihlâl etmiş ola­cağız. Onları bu gece bırakırsak hareme (Mekke'ye) girecekler." Sonra onlarla çarpışmak hususunda görüş birliğine vardılar. İçlerinden biri Amr b. el-Hadramî'ye bir ok attı ve onu öldürdü. Osman'la Hakem'i esir aldılar, Nev-fel ise kaçıp kurtuldu. Kervanla ve esirlerle döndüler. Bunun 1/5 ini (beşte birini) ayırdılar. İslâm tarihindeki ilk humus (1/5), ilk öldürme, ve ilk esir alma olayı budur. Rasûlullah (s.a.) onların bu yaptıklarından hoşlanmadı.[430]

 

9— Haram Aylarda Savaşmak:

 

Kureyş'in üzüntüsü ve müslümanlara karşı nefretleri iyice arttı; konuşa­cak, dedikodu yapacak bir konu bulduklarını sandılar ve: "Muhammed, ha­ram ayın hürmetini ihlâl etti." dediler. Bu lâf müslümanlara ağır geldi.[431] Nihayet Allah Teâlâ şu âyeti indirdi: "Sana hürmet edilen ayı, o aydaki sa­vaşı sorarlar. De ki: O ayda savaşmak büyük suçtur. Ancak Allah yolundan— alıkoymak, O'nu inkâr etmek, Mescid-i Haram'a (gitmek isteyenlere) engel olmak ve halkım oradan çıkarmak Allah katında daha büyük suçtur. Fitne çıkarmak ise öldürmekten daha büyük suçtur... "[432] Allah sübhânehu şöyle buyurmuş oluyor: Müslümanların yaptıkları şu hoşlanmadığınız şey büyük bir suç olsa bile, sizin işlediğiniz; Allah'ı inkâr etmek, O'nun yolundan ve beytinden alıkoymak, Mescid-i Haram'ın ahalisi olan müslümanlan oradan çıkartmak, yine sizin yaptığınız şirk koşma ve sizden hasıl olan fitne, Allah katında müslümanların haram aydaki savaşlarından daha büyük birer suç­tur. Selef âlimlerinin çoğu, buradaki "fitne"yi şirk diye tefsir etmişlerdir. Al­lah'ın şu kelâmı gibi: "Fitne (şirk) kalmayıncaya kadar onlarla savaşın."[433] Şu âyeti de buna delildir: "Sonra, Rabbimiz Allah'a andolsun ki bizler müş­rikler değildik, demekten başka fitne bulamazlar."[434] Yani: Şirklerinin so­nu ve âkibeti ve varacakları nokta ancak kendilerini şirkten uzak sayıp kabullenmemeleridir.

Fitnenin mahiyeti şudur: Fitne, sahibini kendisine çağırdığı, uğruna sa­vaştığı, bulaşmayanları da cezalandırdığı şirkin ta kendisidir. Bunun için, on­lara (şirk ehline) ateşle azab olundukları, fitneye düştükleri vakit: "Fitnenizi tadın!"[435]denir. îbn Abbas; "fitnenizi" sözünü, "yalanlamanızı" şeklinde tefsir etmiştir. Esası şudur: Fitnenizin sonucunu, gayesini ve işin dönüp do­laşıp geleceği şeyi tadınız, demektir. Şu âyette olduğu gibi: "...Kazandıkları­nızın karşılığım tadın, denir..."[436] Onların, Allah'ın kullarım şirke sürüklemek için işkenceye tâbi tuttukları gibi cehennemde işkence görürler ve kendilerine: "Fitnenizi (işkencenizi, azabınızı) tadın." denir. Şu âyet de buna delildir: "Mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara işkence edip de sonra tevbe etmeyenler..."[437] Buradaki fitne, mü'minlere işkence etmeleri, onları ateşle yakmaları olarak tefsir olunmuştur. Buradaki fitne lafzı daha geniş ve geneldir. Gerçekte anlamı: "Mü'minlere, onları dinlerinden (fitneye düşür­mek) saptırmak için azab ettiniz, demektir. İşte müşriklere izafe edilen fitne budur.

Allah Teâlâ'mn bizzat kendisine veya peygamberinin O'na izafe ettiği fitneye gelince: Şu âyetteki gibi: "Böylece bazısını bazısıyla fitneye düşür­dük."[438] ve Musa'nın (a.s.) şu sözündeki gibi: "Bu, Senin fitnenden başka bir şey değildir. Bununla dilediğini saptırır, dalâlete düşürür; dilediğini doğ­ru yola, hidâyete iletirsin..."[439] İşte, buradaki fitne bir başka anlama gelir; imtihan, deneme; ve Allah'ın, kullarını hayır ve şerle, nimet ve felâketle tec­rübe etmesi anlamınadir. Bu bir türlü, müşriklerin fitnesi bir başka türlüdür. Mü'minin malı, evlâdı, komşusu ve ortağı konusundaki fitnesi bir türlü; Ali ve Muaviye taraftarları, Cemel ve Sıffîn savaşlarına katılanlar ve müslüman-lar arasında savaşmaya ve ayrılığa varan fitnede olduğu gibi müslümanlar ara­sındaki fitne bir başka türlüdür. O öyle bir fitnedir ki, Hz. Peygamber (s.a.) bu fitne için: "Bir fitne ortaya çıkacak ki, o fitnede oturan ayakta duran­dan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen de koşandan daha hayırlıdır."[440] buyurmuştur. Rasûlullah'ın (s.a.) fitne hadislerinde, iki taraftan da olmamayı ve uzaklaşmayı emrettiği fitne, işte bu fitnedir.

Allah'ın şu sözünde olduğu gibi, fitneyle günah da kastedilmiş olabilir: "Onlardan 'bana izin ver, beni fitneye düşürme' diyen de vardır."[441] Bu sözü Ced b. Kays söylemiştir. Rasûlullah (s.a.) onu Tebük'e göndermek istediğin­de şöyle demiştir: Oturmana izin ver. Benî Asfar kızlarına saldırmam sure­tiyle beni fitneye düşürme. Çünkü ben onlara karşı sabredemem. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Bilin ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdi. "[442] buyurdu. Yani: Nifak fitnesine düşmüşler ve Benî Asfar kızlarının fitnesinden nifak fitnesi­ne kaçmışlardı.

Sonuç: Allah Teâlâ, dostları ile düşmanları arasında adaletle ve insafla hüküm verdi. Dostlarını (müslümanlan) haram ayda savaşmakla işledikleri günahtan temize çıkarmadı, aksine bunun büyük bir suç olduğunu; ancak düş­manları olan müşriklerin yapmış olduklarının, haram ayındaki mücerred sa­vaştan daha büyük, çok daha fazla bir günah olduğunu; müşriklerin kötülenmeye, ayıplanmaya ve cezaya çarptırılmaya daha müstehak oldukla­rını; özellikle dostlarının onlarla savaşmakta te'vilde bulunduklarını veya bir tür suç işlediklerini fakat tevhid, itaat, Rasûlüyîe (s.a.) beraber hicret etmek, Allah katında tercih olunmak gibi amelleri sebebiyle Allah'ın o te'vili ve su­çu bağışladığım haber verdi. Mü'minler Allah katında, şiirde söylendiği gibi­dirler:    

Sevgili tek bir suç ile gelse.

İyilikleri ve güzellikleri, bin şefaatçi getirir.

Sevgili (yani müslüman), bütün kötülükleri yapan ve iyiliklerden, güzel­liklerden bir tek şefaatçisi bile olmayan menfur düşmanla nasıl kıyas olunur?

Bu yılın (hicrî 2. yıl) Şaban ayında kıble değiştirildi. Bunu daha önce an­latmıştık. [443]

 

DOKUZUNCU BÖLÜM BEDİR SAVAŞI

A) BEDİR SAVAŞI

 

1— Müslümanlar Kervanı Karşılamaya Çıkıyor:

 

Hicrî 2. senenin Ramazan ayı girdiğinde, Rasûlullah'a (s.a.), Ebu Süf-yan'in eşliğinde Şam'dan gelmekte olan, Kureyş'e ait kervanın haberi ulaştı. Mekke'den çıktığında aramaya gittikleri kervan bu kervandı. Kervandakiler 40 kişi kadardılar ve kervanda Kureyş'e ait pek çok mal vardı.

Hz. Peygamber (s.a.) sahabeyi, kervanı vurmak için çıkmaya davet etti. Bineği hazır olanın davranmasını emretti. Kervana çok önem vermedi, geniş bir hazırlık yapmadı. Çünkü O (s.a.) aceleyle üç yüz on küsur adamın başın­da çıkmıştı. Yanlarında iki attan, Zübeyr b. Avvâm'm ve Mikdad b. Esved el-Kindî'mn atlarından başka at yoktu. 70 develeri vardı, iki veya üç kişi bir deveye nöbetleşe biniyordu. Nitekim Rasûlullah (s.a.), Hz. Ali ve Mersed b. Ebî Mersed el-Ganevî bir deveye nöbetleşe biniyorlardı.[444] Zeyd b. Harise ve oğlu ile RasûluIIah'ın azadlılarından Kebşe de bir deveye nöbetleşe bini­yorlardı. Ebu Bekir, Ömer ve Abdurrahman b. Avf da aynı şekilde bir deveye nöbetleşe biniyorlardı.

Hz. Peygamber (s.a.) Medine'de îbn Ümmi Mektûm'u vekil bırakmıştı. Ravha'da[445] iken Ebu Lübâbe b. Abdülmünzir'i geri çevirdi ve Medine'ye ve­kil olarak onu tayin etti. Bayrağı da Mus'ab b. Umeyr'e verdi. Sancağın biri Ali b. Ebî Tâlib'de, Ensar'a ait olan diğeri de Sa'd b. Muaz'da idi. Askere su dağıtma işini de Kays b. Sa'sa'a'ya verdi ve yürüdü.

Safrâ'ya yaklaştığında Besbes b. Amr el-Cühenî iîe Adiy b. Ebî Zağbâ'-yı Bedir'e, kervanın durumunu gözetleyip araştırmaları için gönderdi. [446]

 

2— Mekkelilerin Savaşa Hazırlanması:

 

Ebu Süfyân ise, Rasûlullah'ın (s.a.) kendisine doğru geldiğini öğrenin­ce, Damdam b. Amr el-Ğıfârî'yi ücretle kiralayarak, kendisini Muhammed'-den ve ashabından korumaları için Kureyş'ten kervana adam toplamak suretiyle yardım istemek için Mekke'ye gönderdi. Yardım isteği, Mekkelilere ulaştığında aceleyle ayaklandılar ve hep birden savaş için yola koyuldular, îleri gelenlerinden, Ebu Leheb dışında hiç kimse geride kalmamıştı. O da, alacaklı olduğu bir adamı kendi yerine bedel tutmuştu. Çevrelerindeki Arap kabilelerinden de adam topladılar. Geride Adiyoğullanndan başka Kureyş'-in kollarından hiçbiri kalmadı; Adiyoğullanndan hiç kimse onlara katılma­dı. Memleketlerinden Allah Teâlâ'nın buyurduğu şekilde çıktılar: "... Böbürlenerek ve insanlara gösteriş yaparak ve Allah yolundan menetmek için..."[447] Ve Rasûlullah'ın (s.a.) buyurduğu gibi: "Böbürlenerek ve de­mimden silahlarıyla Allah'a ve Rasûlü'ne (s.a.) meydan okuyarak" geldi­ler.[448] Niyetlenerek, güçlü olarak, kızgın ve gazaplı olarak, Rasülullah'a (s.a.) ve ashabına öfkelenerek geldiler. Çünkü onlar (müslümanlar) kervanlarını ele geçirmek, kervandakileri öldürmek istiyorlardı; daha önce de Amr b. el-Hadramî'yi öldürmüş ve idaresindeki kervana el koymuşlardı.[449] Böylece Al­lah Teâlâ onları sözleşmedikleri halde bir araya getirmişti. Nitekim âyette de: "Sözleşmiş olsanız bile, buluşma saatinde anlaşamazdınız. Halbuki Allah bir işi gerçekleştirmeyi diledi mi, o iş olur."[450] buyurmuştur. [451]

 

3— Ashab İle İstişare:

 

Kureyş'in geldiğini haber alan Resulullah (s.a.) ashabıyla istişare etti. Mu­hacirler konuştular ve güzel şeyler söylediler. Sonra onlarla ikinci defa istişa­re etti, muhacirler konuştular ve güzel şeyler söylediler. Sonra üçüncü defa onlarla istişare etti. Ensar, Resulullah'ın (s.a.) kendilerinin görüşünü almak istediğini anladı. Sa'd b. Muaz, davrandı kalktı ve şöyle dedi;

— Ey Allah'ın Resulü! Bize üstü kapalı bir şeyler söyler gibisin.

Resûlullah.(s.a.) gerçekten onları kastediyordu. Çünkü Ensar, Resûlul-lah'a (s.a.), onu kendi şehirlerinde başına gelecek kötülüklerden korumak üzere biat etmişlerdi. Savaşa çıkmaya niyetlendiğinde Rasülullah (s.a.), ne düşün­düklerini öğrenmek için onlarla istişare etmişti. Sa'd, şöyle devam etti:

— Belki de siz, Ensar'm size, ancak kendi şehirlerinde yardım etmekle yükümlü oldukları görüşünde olmalarından korkuyorsunuz. Ben, Ensar adı­na konuşuyorum ve onlar adına cevap veriyorum: İstediğin yere git; istediğin kişiyle ilişki kur; istediğin kişiyle ilişkini kes. Mallarımızdan dilediğini al, di­lediğini ver; bizden aldığın, bize bıraktığından bize göre daha sevimlidir. Em­rettiğin bir işte bizim işimiz senin işine tâbidir. Vallahi, Berku'l-Gemâd'a(7i kadar gitsen bile seninle birlikte geleceğiz. Vallahi, bizden şu denize dalma­mızı istesen, seninle birlikte dalarız.

îbn Hişam, es-Sîret 1/625, senedsiz olarak. îbn Kesîr de (2/395) benzerini rivayet etmiş ve Muhammed b. Amr b. Alkame b. Vakkâs el-Leysî-babası-dedesi yoluyla mürsel ola­rak Merdûyeh'e nisbet etmiştir. İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'l-Bân'de (7/224) İbn Ebî Şeybe'ye nisbet etmiştir. Buharı de (64/4) îbrîMes'ûd'dan şöyle rivayet etmiştir: "Mik-dad b. Esved'in öyle bir durumuna şahid oldum ki o durumda olmak bana o duruma denk tutulacak şeylerden daha sevimlidir. Zira o, Hz. Peygamber (s.a.) müşriklere karşı savaşa çağırarak geldiğinde: "Musa'nın kavminin 'Sen ve Rabbin gidin, savaşın' dedik­leri gibi demeyeceğiz. Biz senin sağında, solunda, önünde, arkanda çarpışacağız" dedi. Hz. Peygamber'in (s.a.) yüzünün güldüğünü ve Mikdad'm sözünün Hz. Peygamber'İ (s.a.) sevindirdiğini gördüm." Ayrıca hadisi Ahmed b. Hanbel (1/390, 428) ve Hâkim (3/349) de rivayet etmiş; Zehebî de sahih bulmuştur. Müslim'de (1779) Enes b. Mâlik'ten şöyle nakledilmiştir: Enes anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.), Ebu Süfyan'ın geliş haberini alın­ca istişare etti. Ebu Bekir konuştu. Hz. Peygamber (s.a.) ondan yüzünü çevirdi. Sonra Ömer konuştu, ondan da yüz çevirdi. Sa'd b. Ubâde ayağa kalktı ve: "Bizi (görüşümüzü almayı) mı kastediyorsun ey Allah'ın Rasûlü? Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, atlarımızı, denize daldırmamızı emretsen daldırırız; onları BerküM-Gemâd'a sür­memizi emretsen onu da yaparız... dedi." Yine bu rivayette şöyle geçer: Rasülullah (s.a.): "Şurası falanın düşüp öleceği yerdir" diyerek elini oraya buraya koyuyordu. Râvi der ki: "Müşriklerden hiçbiri Rasûlullah'ın (s.a.) elini koyduğu yerden uzaklaşamadı." Ko­nuşanın Sa'd b. Ubâde olması su götürür. Çünkü kendisine hisse ayrılanlardan oluşu se-

o n»HirV katılmamıştır. İbn Hacer der ki:

Rasûlullah'ın (s.a.) yüzü güldü ve ashabından işittiği sözlerle sevindi ve buyurdu:

"Yürüyünüz ve müjdeleyiniz. Allah Teâlâ bana iki topluluktan birini va-adetti. Şüphesiz ben, topluluğun (Kureyşlilerin) nerede öleceklerini görü­yorum."[452]

 

4— Bedir'e Yürüyüş:

 

Rasûlullah (s.a.) Bedir'e yürüdü. Bu arada Ebu Süfyan, hareket ederek deniz kıyısına varmıştı. Kendisinin kurtulduğunu ve kervanı da kurtardığını görünce, Kureyş'e: "Geri dönünüz. Çünkü siz sadece kervanınızı kurtarmak için yola çıkmıştınız." diye mektup yazdı. Haber Kureyş'e, Cuhfe'de bulun­dukları sırada geldi. Dönüp dönmemekte tereddüt ettiler. O zaman Ebu Cehil:

  Vallahi, Bedir'e varıncaya kadar dönmeyiz. Orada otururuz, gelen Araplara yemek yediririz. Böylece bundan sonra Araplar bizden korkarlar, dedi.

Ahnes b. Şerîk, onlara dönmeyi teklif etti; karşı çıktılar. Ahnes, kendisi ve Zühreoğulları döndüler. Böylece Bedir'de Zühreoğullarına mensup hiçbir kişi bulunmadı. Sonradan Zühreoğullan Ahnes'in bu kararma sevindiler; Ah­nes onlar arasında itaat ve saygı görmeye devam etti. Hâşimoğullan da dön­mek istediler, Ebu Cehil onlara sertçe çıkıştı ve dedi ki:

  Bizi bu kötülük karşısında yalnız bırakmayın, bizden ayrılmayın! [453]

 

5— Bedir'e Vanş:

 

Hep birlikte ilerlediler. Rasûlullah (s.a.) da ilerledi ve akşam üzeri Bedir

Hz. Peygamber'in (s.a.) onlarla (ashâbıyla) Bedir gazvesinde iki defa istişare etmesi gö­rüşüyle rivayet farklılıkları arasında uyum sağlanabilir. İlki; Hz. Peygamber (s.a.) Medi­ne'de iken, kendisine Ebu Süfyan eşliğindeki kervanın haberi ilk ulaştığındadır ki, bu Müslim'in rivayetinde açıklanmaktadır. İkinci istişare de; Buharî'nin rivayetinde olduğu gibi Medine'den çıktıktan sonradır. Taberânî'ye göre ise Sa'd b. Ubâde bu sözü Hudey-biye'de söylemiştir ki bunun doğru olması daha kuvvetlidir.

kuyularına en yakın-suyun kenarında konakladı; "Bana konaklayacağım yer hususunda görüş belirtin" buyurdu. Hubâb b. Münzir: "Ey Allah'ın Rasû-lü! Ben Bedir'i ve kuyularını bilirim. Bizim bildiğimiz bol ve tatlı sulu kuyu­lara kadar gidelim görüşündeysen, orada konaklayalım ve oraya varmak hususunda düşmandan önce davranalım, sonra onun dışındaki diğer kuyula­rı da kapatalım" dedi.

Müşrikler de suya (bir an önce) varmak için süratle hareket ediyorlardı.

Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Ali'yi, Sa'd ve Zübeyr'i haber getirmeleri için Bedir'e yolladı. Onlar da Rasûlullah (s.a.) namaz kılıyorken Kureyşli iki kö­le getirdiler. Ashâb-ı kiram, kölelere:

  Siz kimsiniz? diye sordular. Onlar da:

  Kureyş'in sakalarıyız, dediler.

Sahabe bundan hoşlanmadı. Unlar bu iki kölenin Ebu Süfyan'ın kerva­nından olmasını arzu ediyorlardı. Rasûlullah (s.a.) selâm verdikten sonra kö­lelere sordu:

  Bana haber verin, Kureyşliler nerede?

  Şu kum tepesinin ardında.

  Kaç kişiler?

  Bildiğimiz yok.

  Her gün kaç hayvan kesiyorlar?

  Bir gün 10, bir gün 9. Hz. Peygamber (s.a.):

  Öyleyse bunlar 900-1000 kişi kadardır, dedi.

Allah azze ve celle o gece bir yağmur yağdırdı ki müşriklere iri taneli ve şiddetli bir şekilde yağıp onları ilerlemekten alıkorken, müslümanlar üzerine hafifçe yağdı. Allah, bu yağmurla müslümanları temizledi, onlardan şeyta­nın vesvesesini giderdi; toprağı düzeltti, kumu sertleştirdi. Böylece ayakları yere sağlam tutundu, konaklanacak yeri yayıp hazırladı ve gönüllerini birbi­rine bağladı. Rasûlullah (s.a.) ve ashabı suya daha önce kavuştular ve gece yarısı su kenarına indiler. Havuzlar yaptılar ve bu havuzların dışındaki ku­yuları kapattılar. Rasûlullah (s.a.) ve ashabı havuz kenarında konakladılar. Rasûlullah (s.a.) için orada savaşı kontrol edebileceği bir tepe üzerinde göl­gelik kuruldu. Rasûlullah (s.a.) savaşın olacağı mevkiye yürüdü ve, "Burası filanın öleceği yerdir."Şurası filanın öleceği yerdir. "Burası da Allah'ın iznıyle :;filanın öleceği yerdir.", diye işaret etmeye başladı. Onlardan (sözet-nden) hiçbiri O'nun (s.a.) işaret buyurduğu yeri ileri geçemedi.[454]

 

6- Allah'ın Müslümanlara Yardımı:

 

Müşrikler meydana çıkıp, iki taraf birbirini görünce Rasûlullah (s.a.) şöyle du:

"Allah'ım! İşte Kureyşliler; kibirleriyle, gururlanyla, böbürlenmeleriy-le geliyorlar. Sana meydan okuyarak ve Rasûlü'nü yalanlayarak geliyorlar." Namaz kıldı, ellerini kaldırıp Rabbinden zafer nasib etmesini dileyerek şöyle dua etti:

*Allah'ım; bana vadettiklerini yerine getir. Allah'ım; Sana verdiğin sö­zü vs va'dini hatırlatıyorum."

Arkasında durmakta olan Ebu Bekir Sıddîk dedi ki:

"Ey Allah'ın rasûlü! Müjdele artık! Nefsim kudret elinde olana (Allah'a) yemin ederim ki, Allah sana vadettiklerini mutlaka yerine getirecektir."[455]

Müslümanlar da Allah'tan zafer ve yardım istediler. O'na muhlis olduk­larını gösterdiler ve tazarrûda bulundular. Allah Teâlâ, meleklerine şöyle vah-yetti: "Şüphesiz Ben, sizinle beraberim; iman edenleri destekleyin. Ben inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım."[456] Allah Teâlâ, Rasûlü'ne de: "Ben size birbirinin peşisıra bin melekle yardım ederim."[457] diye vahyetti. Âyette geçen ( f-" ) lafzı "mümiddiküm" şeklinde dal harfi kesreli olarak ve "mümeddeküm" şeklinde dal harfi fethalı olarak okunmuştur.[458] Denildi ki: Anlamı, onlar (melekler) size tabidirler, demektir. Yine denildi ki: Birbirinin peşisıra gönderilmişlerdir, bir defada gelmemişlerdir, anlamınadır.

Şayet, Allah Teâlâ burada, onlara bin melekle yardım ettiğini zikredi­yor; Âl-î İmrân sûresinde ise: "Mü'minlere Rabbinizin size gönderilmiş Üç bin melekle yardım etmesi size yetmeyecek mi, diyordun. Evet, eğer sabre­derseniz ve sakınırsanız ve onlar da hemen üzerinize gelirlerse Rabbiniz size nişanh beş bin melekle imdad edecektir. "[459] buyurmuştur.

Bu iki âyetin arası nasıl bulunur? denilirse; şöyle cevap verilir: Allah'ın bu üç bin ve beş bin melekle yaptığı yardım konusunda iki görüş ileri sürüle­rek ihtilâf edilmiştir:

1— Bu yardım, Uhud savaşında idi ve yardım bir şarta bağlıydı. Şart ortadan kalkınca yardım da ortadan kalktı. Dahhâk'm ve Mukâtü'in görüşü budur. îki rivayetten biri İkrime'den yapılmıştır.

2— Bedir Savaşında idi. Bu da İbn Abbas, Mücâhid ve Katâde'nİn gö­rüşüdür.

Bir grup müffessir de îkrime'den yapılan diğer rivayeti tercih etmişler­dir. Bunların delili, âyet-i kerimenin siyakının buna delâlet etmesidir. Çünkü Allah Teâlâ: "Andolsun ki» siz zayıf bir durumda iken Bedir'de Allah size yardım etmişti. Allah'tan sakının ki şükredesiniz. O zaman sen, îman eden­lere: 'Rabbinizin size gönderilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmeye­cek mi?' diyordun. Evet, eğer sabreder ve sakınırsanız..." âyetinden[460] "Allah bunu (yani bu yardımı) ancak size müjde olsun ve kalpleriniz yatışsın diye yapmıştır." âyetine[461] kadar (bu olayı hikâye) buyurmuştur.

Bu görüşe sahip olanlar şöyle demişlerdir: Yardım istediklerinde, Allah tam üç bin melekle, sonra da sabredip sakındıkları için tam beş bin melekle yardım etmiştir. Bu tedriç ve yardımın birbirini takip etmesi, gerçekleşmesi; beklenenin en güzeli, onların gönüllerini güçlendiren ve bir defada gelmesin­den daha sevindiricidir. Bu, vahyin birbirini takip etmesi ve birbirinin peşisıra aralıklı olarak inmesi gibidir.

Birinci grup ise şöyle demiştir: Olay Uhud savaşının anlatımında geçmek­tedir: Ancak, Uhud savaşı anlatılırken Bedir savaşından antiparantez söze-dilmiştir. Zira Allah Teâlâ: "Mü'minleri savaş için duracakları yerlere (mevzilerine) yerleştirmek üzere erkenden evinden ayrılmıştın. Allah işiten­dir, bilendir. Sizden iki taife (takım) bozulup geri çekilmek üzere idi. Halbu­ki Allah onların velisiydi. Mü'minler yalnız Allah'a tevekkül etsinler."[462] buyurdu. Ondan sonra da: "Andolsun ki, siz zayıf bir durumda iken Bedir'-de Allah size yardım etmişti. Allah'tan sakının ki şükredesiniz."[463] buyura­rak onlara, zayıf, güçsüz bir durumda iken kendilerine Bedir'de yardım ettiği zamanki nimetini hatırlattı. Sonra yeniden Uhud savaşının anlatımına döne­rek, Rasûlü'nün (s.a.) sahabeye söylediği sözü haber verdi: "Rabbinizin, yol­lanan üç bin melekle yardım etmesi size yetmeyecek mi?"[464] Daha sonra, şayet sabredip sakınırlarsa "kendilerine beş bin melekle yardımda bulunacağım" va'detti. Buradaki (birinci) söz, Rasûlü'nün sözüdür; Bedir savaşındaki yardım konusundaki söz ise bizzat Allah'ın sözüdür. Uhud'da yardıma gönderilen beş bin melek, Bedir'de yardıma gönderilen ise bin me­lektir. İlki bir şarta bağlıdır, (Yani müslümanlarm sabredip sakınmaları şar­tına bağlıdır); öbürü (Bedir'deki) ise mutlaktır, (yani herhangi bir şarta bağlı değildir). Âî-i İmrân sûresinde anlatılan, Uhud'un uzunca anlatımıdır. Bedir savaşı ise bu sûrede i'tirâzî (antiparantez) olarak zikredilmiştir. Enfâl süre­sindeki kıssa da detaylı ve uzun olarak Bedir savaşının hikâyesidir. Şu halde Âî-i İmrân'da anlatılan Enfâl'de anlatılandan başkadır. Nitekim Allah'ın "...onlar da hemen üzerinize gelirlerse..."[465] sözü bunu açıklar. Mücâhid: "O (hâdise) Uhud savaşıdır." demiştir. Bu da, sözü edilen yardımın Uhud savaşında olmasını gerektirir. "Bu sayıdaki yardım, Bedir savaşında; onları üzerlerine getirmesi ise uhud savaşında idi." demesi doğru değildir, Allah en iyisini bilir. [466]

 

7— Savaş Başlıyor:

 

Rasûlullah (s.a.) geceyi oradaki bir ağaç dalının dibinde namaz kılarak geçirdi. Hicretin 2. yılının Ramazan ayının 17'sine rastlayan cuma gecesi idi. Sabaha ulaştıklarında Kureyşiiler alay alay geldiler. îki grup da saf bağladı.

Kureyşiiler arasından Hakîm b. Hizam ile Utbe b. Rabîa, geri dönmeleri ve savaşmamaları için çaba gösterdiler. Ebu Cehil bunu reddetti ve kendisiyle Utbe arasında, Utbe'yi kızdıran bir konuşma geçti. Sonra Ebu Cehil, Amr b. Hadramî'nin kardeşine, kardeşi Amr'ın kanını (intikamını) istemesini emretti. O da poposunu açtıf[467] ve: "Amrm imdadına yetişin!" diye bağırdı. Halk kızıştı ve savaş patlak verdi. Rasûlullah (s.a.) safları düzeltti, sonra kendisi ve Ebu Bekir gölgeliğe döndüler. Sa'd b. Muâz, Ensar'dan bir topluluğun başında gölgeliğin kapısında Rasûlullah'ı (s.a.) korumak için durdu.

Rabîa'nın oğullan Utbe ve Şeybe ile Velid b. Utbe, mübâreze[468] için meydana çıktılar. Onlara karşı Ensar'dan üç kişi çıktı: Abdullah b. Revana ile Afrâ'nın oğullan Avf ve Muavviz. Kureyşliler:

  Siz kimsiniz? diye sordular. Onlar da:

  Ensar'danız, dediler.

  Bize denk, şerefli kimselersiniz; ancak biz amcaoğullarımızı (karşı­mızda görmek) istiyoruz, deyince Hz. Ali, Ubeyde b. Haris ve Hz. Hamza meydana çıktılar. Hz. Ali, Velid'i; Hz. Hamza da Ubeyde'yi -Şeybe idi de denilmiştir- öldürdüler. Ubeyde b. Haris ve rakibi birbirine karşılıklı iki dar­be vurmuşlardı. Hz. Ali ile Hz. Hamza, Ubeyde'nin rakibi üzerine atılarak onu da öldürdüler ve Hz Ubeyde'yi (İslâm ordusu saflarına) taşıdılar. Hz. Ubeyde'nin ayağı kesilmişti[469] Hastalığı düzelmedi[470]ve Safrâ'ya varınca vefat etti[471]'

Hz. Ali, şu âyetin kendileri (bu çarpışan üç kişi) hakkında indiğine ye­min ederdi: "İşte Rableri hakkında hasımlık (düşmanlık) yapan iki taraf..."[472]'

Sonra savaş kızıştı, harp meydanı karıştı ve çarpışma şiddetlendi. Rasû-lullah (s.a.) da dua etmeye, yalvarıp yakarmaya, aziz ve celil olan Rabbinden istekte bulunmaya başladı. Hatta ridâsı omuzlarından düştü. Ebu Bekir Sıd-dîk (r.a.), onu alıp tekrar omuzlarına koydu ve: "Rabbine bu kadar dua et­men yeter. O, mutlaka sana vadettiğini yerine getirecektir."[473] dedi.

Hz. Peygamber (s.a.) hafif bir şekilde uyukladı; savaş durumundaki top­luluğu da uyku ve sükunet sardı. Sonra Rasûlullah (s.a.) başını kaldırarak: *'MüjdeIe, Ebu Bekir! İşte Cebrail, atının dizginlerini tutmuş geliyor."[474] buyurdu.

Ve yardım geldi; Allah, ordusunu indirdi; Rasûlü'nü ve mü'minleri des­tekledi. Müşriklerin Önde gelenlerini ya esir ya da ölü olarak onlara bağışla­dı; onlardan yetmişini öldürdüler, yetmişini de esir ettiler. [475]

 

8— Melek Orduları:

 

tan), gökyüzünden Allah'ın ordusunu iniyor gördü ve kaçtı; gerisingeriye dön­dü. O zaman dediler ki: "Nereye ey Sürâka? Sen, bizi yalnız bırakmayacak müttefikimiz olduğunu söylememiş miydin?" (Sürâka kılığmdaki iblis:) "Ben sizin görmediğinizi görüyorum ve ben Allah'tan korkarım. Çünkü Allah, çok şiddetli ceza verendir." dedi.[476] "Ben sizin görmediğinizi görüyorum'* der­ken doğru söylüyordu ama, "Ben Allah'tan korkarım" derken yalan söylü­yordu. Onun korkusu, onlarla birlikte yok olacağından dolayı kendi hakkındaydı denilmiştir ki bu daha doğrudur.

Münafıklar ve gönlü hasta olanlar Allah ordusunun azlığım, düşmanla­rının ise çokluğunu görünce, zafer ve galibiyetin sayı çokluğuyla olacağını zannettiler de: "Müslümanları dinleri aldattı."[477] dediler. Bunun üzerine Al­lah Teâlâ, zaferin çokluk veya sayı üstünlüğü ile değil, ancak kendisine te­vekkülle kazanılacağını haber verdi. Şüphesiz ki Allah Aziz'dir, kendisine üstünlük sağlanamaz; Hakîm'dir, yardımı haketmiş olana zayıf da olsa yar­dım eder. O'nun izzeti ve hikmeti, kendisine tevekkül eden topluluğa yardım etmeyi gerektirir.                                                        

Kureyşliler savaşa çıkmaya niyetlenince, Kinâneoğulları ile aralarındaki düşmanlığı hatırladılar. İblis, onlara Sürâka b. Mâlik el-Müdlicî kılığında gö­ründü. Sürâka, Kinâneoğulları eşrâfındandı. Kureyşlilere: "Bugün insanlar­dan size galip gelebilecek yoktur. Kinâne kabilesinden hoşlanmayacağınız herhangi bir şeyin gelmeyeceğine ben kefilim." dedi. Birlikte yola çıktılar. Şeytan onlardan aynlmıyordu. Savaşa hazırlandıklarında [478]

 

9— Mü'minlere Cennet Vardır:

 

Düşman yaklaşıp iki topluluk yüzyüze gelince, Rasûlullah (s.a.) insan­lar arasında ayağa kalktı, onlara va'z etti; sabır ve sebat etmekle zafere ula­şacaklarım, yaklaşan zaferi ve Allah'ın ileride vereceği sevabı hatırlattı. O'nun yolunda şehid düşen kişiye Allah'ın cenneti vâcib kıldığını haber verdi. Bu sırada Umeyr b. Humâm ile Rasûlullah arasında şu konuşma geçti:

— Ey Allah'ın Rasûlü! Genişliği gökler, ve yeryüzü kadar bir cennet, öy­le mi?

— Evet.                                                        

— Oh, ne âlâ, ne hoş; ey Allah'ın Rasûlü!

  Seni "oh, ne âlâ,ne hoş" demeye iten sebep nedir?

— Vallahi, ey Allah'ın Rasûlü; cennet ehlinden olmayı dilemekten ka bir sebebi yok.                                                

  Sen kesinlikle cennet ehlindensin.               

Hadisi rivayet eden râvi şöyle naklediyor: Torbasından hurma çıkar&ı,yemeye başladı ve sonra: "Şu hurmaları yeyinceye kadar yaşarsam bu uzun bir yaşamdır" dedi ve yanındaki hurmaları attı. Sonra öldürülünceye kadar savaşti.[479] Burada öldürülen ilk şahıs oldu. [480]

 

10— Meleklerin Yardımı:                                              

 

Rasûlullah (s.a.) avuç dolusu kum alıp düşmanların yüzüne attı; (kum) gözlerini doldurmadık tek bir adam bırakmadı. Onlar gözlerindeki toprakla uğraşırken, müslümanlar da onları öldürmekle uğraştılar[481]' Allah Teâlâ, Ra-sûlü'ne bu atış hakkında şu âyeti indirdi:

"...Attığın zaman sen atmamıştın, Allah atmıştı."[482]

Bir grup âlim bu âyetin; fiilin failinin kul olmadığı Allah olduğunun is-batına ve gerçekten fiilin failinin Allah olduğuna delâlet ettiğini zannetmiş­lerdir. Bu görüş başka bir yerde değindiğimiz gibi çeşitli yönlerden kendileri adına bir yanlıştır. Âyetin anlamı şudur: Allah Teâlâ, Rasûlü'nün atışa baş­ladığım isbat etmiş ve kumun düşmanların gözüne ulaşmasının ise onun atı-şıyla hâsıl olmadığını belirtmiştir. Burada, atmaktan kasdolunan, atış ve atılanı yerine ulaştırmaktır. Allah Teâlâ atışı Peygamberine isnad etmiş, fakat ulaş­tırmanın ona ait olmadığını ifade etmiştir.

O gün melekler, düşmanlarım öldürme konusunda mü'minlere yardım ediyorlardı.

İbn Abbas anlatıyor: O gün müslümanlardan biri müşriklerden önünde­ki bir adamın peşinden koşarken ansızın tepesinden bir kamçı şakırtısı ve "Hay-zum, ileri!'* diyen bir atlı sesi işitti. Önündeki müşriği sut üstü düşmüş ona baktı; burnu kırılmış ve kamçı vurulmuş gibi yüzü yarılmış ve tamamı mosmor olmuştu. Ensârî gelerek, durumu Rasûlullah'a (s.a.) anlattı. Allah Rasûlü (s.a.): "Doğru söyledin, haklısın. O, üçüncü kat semâdan yardıma gelen (melek)Ierdendir." buyurdu.[483]

Ebu Davud el-Mâzinî anlatıyor: "Ben müşriklerden birini vurmak için takip ediyorken, daha kılıcım ona değmeden başı düşüverdi. Onu benden baş­kasının öldürdüğünü anladım."'[484]

Ensardan bir sahâbî, Abbas b. Abdülmuttalib'i esir almış getirmişti. Ab­bas dedi ki: "Vallahi, beni bu adam esir almadı; alacalı bir at üzerinde insan­ların en güzel yüzlülerinden olup şu anda topluluk arasında göremediğim kel bir adam esir aldı" dedi. Ensârî: "Ey Allah'ın Rasûİü, onu ben esir aldım." deyince, Rasûlullah (s.a.): "Sus, Allah Teâlâ seni kerîm bir melekle destekle­miş." buyurdu. Abdülmuttaliboğullarmdan üç kişi esir alınmıştı: Abbas, Akîl ve Nevfel b. Haris.[485]

Taberânî, Mu'cemül-Kebîrindc Rifâ'a b. Râfi'in şöyle dediğini nakledi­yor: îblis, Bedir savaşında meleklerin müşriklere ne yaptığını görünce, ken­disinin de öldürülmesinden korktu. Haris b. Hişâm, onu Sürâka b. Mâlik zannederek öldürmek isteyince, Hâris'in göğsüne vurup onu düşürdü ve ka­çarak savaş alanından çıkıp kendisini denize attı. Ellerini kaldırıp: "Allah'­ım; bana verdiğin mühleti istiyorum." diye dua etti. Çünkü kendisinin de Öldürülmesinden korkmuştu. Bunun üzerine Ebu Cehil b. Hişâm ilerledi ve şöyle konuştu: Ey insanlar! Sürâka'nın yalnız bırakması sizi hezimete uğrat­masın; zira o Muhammed'le sözleşmişti. Sizi Utbe, Şeybe ve Velid'in öldü­rülmesi de korkutmasın; çünkü onlar acele ettiler. Lâfa ve Uzzâ'ya yemin ederim ki, onları iplerle bağlamadan (esir almadan) dönmeyeceğiz. Aranız­dan birinin onlardan birini öldürdüğünü görmeyeyim. Fakat onları esir alı-ıız ki yaptıklarının kötülüğünü onlara bildireyim[486]

Ebu Cehil o gün Allah'tan zafer isteyerek diyordu ki: "Allah'ım! Akra­nlık bağlarını koparan ve bilmediğimiz şeyleri getireni sabaha çıkarma! Al­lah'ım; en çok hangimizi seviyor ve en çok hangimizden razı oluyorsan, bugün zafere onu ulaştır." Buna karşılık Allah Teâlâ şu âyeti indirdi: "Eğer zafer istiyorsanız, işte zafer geldi size. Eğer (yaptıklarınızdan) vazgeçerseniz sizin iyiliğinize olur. Ama tekrar dönerseniz biz de döneriz. Topluluğunuz çok da olsa sîze hiçbir fayda vermez. Allah inananlarla beraberdir."[487]

Müslümanlar, düşmanlarına el attıklarında ya Öldürüyorlar ya da esir alıyorlardı. Sa'd b. Muaz, Rasûlullah'ın (s.a.) içinde bulunduğu çadırın kapı­sında -ki çardak şeklindeydi- Ensar'dan bir topluluğun başında kılıcım çek­miş vaziyette duruyordu. Rasûlullah (s.a.) Sa'd b. Muaz'm yüzünden, onun ashabın bu yaptığından hoşlanmadığını anlayınca: "Sen galiba halkın yaptı­ğından pek hoşlanmıyorsun?" buyurdu. Sa'd da: "Evet. Vallahi bu, Allah'­ın bizi müşriklerle karşılaştırdığı ilk savaştı. Bana göre onları öldürüp ağır bir yenilgiye uğratmak, bu adamların sağ bırakılmasından daha sevimlidir." dedi.[488]

 

11— Müslümanların Kahramanlıkları:

 

Savaş durup Kureyşliler hezimete uğramış olarak kaçtığında, Rasûlul­lah (s.a.): "Ebu Cehil ne yaptı? Bize kim haber verir?" buyurdu. İbn Mes'-ûd gitti ve Ebu Cehil'i, Afra hanımın iki oğlu tarafından vurulmuş ve ölmek üzere iken buldu. Sakalını tutup:

— Ebu Cehil sen misin? dedi. Ebu Cehil sordu:

— Bugün savaşı kim kazandı?

— Allah ve Rasûlü. Allah seni rezil etti mi, ey Allah'ın düşmanı?

  Kendi kavminin öldürdüğü adamdan daha üstün biri var mıdır?

Abdullah (b.Mes'ûd), onu öldürdü, sonra Hz. Peygamber'e (s.a.) gelip: "Onu öldürdüm." dedi. Resûlullah (s.a.): "Allah ki, O'ndan başka ilâh yok­tur!" buyurdu ve bu sözü üç defa tekrarladı. Sonra: "Allahu ekber! Sözünü yerine getiren, kuluna yardım eden, grupları tek başına hezimete uğratan Al­lah'a hamdolsun. Yürü, onu göster." buyurdu. Gittik ve Ebu CehFi O'na (s.a.) gösterdim. O vakit de: "İşte bu, bu ümmetin Firavun'u idi." dedi.[489]

Abdurrahman b. Avf, Ümeyye b. Halef ile oğlu Ali'yi esir almıştı. Bilâl onu gördü. -Ümeyye, kendisine Mekke'de çok işkence ederdi.- "Küfrün başı Ümeyye b. Halef, sen ha?! O kurtulursa, ben kurtulmayayım!" diye bağırdı ve Ensar'dan bir topluluğu yardıma çağırdı. Abdurrahman, Ümeyye ile oğ­lunu onlardan korumak için gayret etti. Bilâl ve yanındakiler kendilerine ye­tişince onlan oğlu ile meşgul edip Ümeyye'yi kaçırdı. Onlar Ümeyye'nin oğlu Ali'nin işini bitirip Abdurrahman'la Ümeyye'ye yetiştiler. O zaman Abdur­rahman Ümeyye'ye "Çök" dedi. O da çöktü ve kendini Abdurrahman'in ayak­ları arasına attı. Abdurrahman'm altına gizlenmiş Ümeyye'ye öldürünceye kadar kılıç vurdular. Hatta bazı kılıç darbeleri Abdurrahman b. Avf'ın aya­ğına isabet etmişti. Bundan biraz önce Ümeyye, Abdurrahman'a: "Göğsüne devekuşu tüyünü nişan takmış şu adam kimdir?" diye sormuş, o da: "O, Ham-za b. Abdülmuttaüb'tir." diye cevap vermişti. O zaman Ümeyye: "Bütün bun­ları bize yapan işte odur.** demişti. Abdurrahman'in yanında ganimet olarak ele geçirdiği bazı zırhlar vardı. Ümeyye, Abdurrahman'ı görünce: "Ben se­nin için bu zırhlardan daha kârlıyım." demiş. Abdurrahman da zırhları atıp onu yakalamıştı. Ensar, Ümeyye'yi öldürdüğünde şöyle diyordu: "Allah Bi-lâl'e merhamet etsin; beni hem zırhlarımdan, hem de esirimden etti."[490]

O gün Ükkâşe b. Mıhsan'ın kılıcı kırıldı. Hz. Peygamber (s.a.) ona bir odun dalı verdi ve: "Al bunu!" dedi. Ükkâşe, onu alıp sallayınca elinde uzun beyaz bir kılıca dönüştü. Bu kılıçla, Hz. Ebu Bekir'in halifelik günlerinde ridde savaşlarında öldürülmesine kadar savaşmaya devam etti.[491]

Zübeyr (b. Avvâm), Ubeyde b. Saîd b. Âs ile karşılaştı. Ubeyde, baştan aşağıya kadar zırha bürünmüş ve silahlanmış, iki gözünden başka bir yeri gö­rünmüyordu. Zübeyr, harbesini savurdu ve gözlerine sapladı, Ubeyde öldü. Ayağını harbe üzerine koydu, sonra çekti. Gayreti harbeyi çıkartmak içindi. Harbenin iki tarafı eğilmişti. Urve dedi ki: Rasûlullah (s.a.) Zübeyr'den har­beyi istedi. O da onu Rasûlullah'a (s.a.) verdi. Rasûlullah (s.a.) vefat edince, geri aldı. Sonra Hz. Ebu Bekir istedi, ona verdi. Ebu Bekir vefat edince, yine geri aldı. Bu defa Hz. Ömer istedi, ona verdi. Ömer vefat edince, tekrar geri aldı. Sonra Hz. Osman istedi, ona verdi. Osman.vefat edince Hz. Ali evlâdı­na geçti. Daha sonra onu Abdullah b. Zübeyr istedi; öldürülünceye kadar İbn Zübeyr'in yanında idi.[492]

Rifâa b. Râfi' anlatıyor: "Bedir savaşında bana bir ok isabet etti ve göz­üm dışarı aktı. Rasûlullah (s.a.) gözüme tükrüğünü sürdü, ve benim için dua etti. Öi na bu yaralanmanın hiçbir zararı olmadı (ağrım, sızım kalmadı)."[493]

 

12— Müşrik Ölüleri:

 

Savaş kesilince Rasûlullah (s.a.) geldi, öldürülenlerin başında durdu ve dedi ki: "Peygamberiniz için ne kötü bir peygamber aşireti oldunuz. Siz beni yalanladınız, diğer insanlar tasdik etti; Siz beni yardımsız bıraktınız, diğer insanlar bana yardım etti; Siz beni yurdumdan çıkardınız, diğer insanlar ba­na kucak açtı."[494] Sonra Bedir kuyularından bir kuyuya sürüklenip atılma­larını emretti, oraya atıldılar. Daha sonra Allah Rasûlü (s.a.) şöyle seslendi: "Ey Utbe b. Rabîa, ey Şeybe b. Rabîa, ey falan, ey filân! Rabbinizin size vadettiğini gerçek olarak buldunuz mu? Şüphesiz ben, Rabbimin bana va-dettiğini gerçek olarak buldum." Ömer b. el-Hattâb:

— Ey Allah'ın Rasûlü! Ölmüş bir topluluğa mı hitab ediyorsun? deyin­ce, Rasûlullah (s.a.):

"— Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz söyledikle­rimi onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz. Fakat onlar cevap veremezler."[495]buyurdu.

Bundan sonra Rasûlullah (s.a.) bu yerde üç gün konakladı. Bir toplulu­ğa galip geldiğinde onların yerinde üç gün kalırdı.[496]

 

13— Bedir'd en Ayrılış:

 

Sonra desteklenmiş,-te'yid edilmiş, zafer verilmiş ve Allah'ın kendisine bahşettiği zaferle gözü aydın olmuş bir şekilde yanındaki esirler ve ganimet­lerle yola çıktı. Safra'ya gelince ganimetleri paylaştırdı ve Nadr b. Haris b. Kelede'nin boynunu vurdurdu. Sonra Irkuzzabye'de konakladığında Ukbe b. Ebî Muayt'ın boynunu vurdurdu.

Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye, dekteklenmiş olarak, muzaffer ve man-

sur olarak girdi. Medine ve çevresindeki bütün düşmanları ondan korktu. Medinelilerden büyük bir kısmı müslüman oldu. Münafık Abdullah b. Übeyyve yandaşları da işte o zaman zahiren İslâm'a girmişlerdi. [497]

 

14— Bedir Savaşına Katılanlar:

 

Bedir savaşma katılan müslümanlann tamamı üç yüz on küsurdu. 86'sı muhacirlerden, 61M Evs'ten, 170'i Hazrec kabilesindendi. Evsliler Hazrecli-lerden daha güçlü ve kuvvetli, çarpışma anında daha sabırlı ve sebatlı olduk­ları halde, sayılarının Hazredilerden az olmasının sebebi, evlerinin Medine'nin yukarı taraflarında olması ve savaş çağrısının ansızın gelmesidir. Hz. Pey­gamber (s.a.) de: "Bize ancak biniti hazır olan tâbi olsun." buyurmuştu. Me­dine'nin yukarısında binitleri olan sahabîler, Rasûlullah'tan (s.a.) binitlerine gidebilmek için kendilerine mühlet vermesini istemişler ama kabul etmemiş­ti.[498] Çünkü onların niyeti düşmanla karşıtlaşmak değildi, bunun gereklerini yerine getirmemişler, hazırlıklarını yapmamışlardı. Fakat Allah Teâlâ, sözle­şip buluşmadıklan ve hiç ummadıkları halde onlan düşmanlarıyla karşılaştırdı.

O gün müslümanlardan şehid olanların sayısı on dörttür: 6'sı muhacir­lerden, 6'si Hazreclilerden, ikisi Evslilerden. Rasûlullah (s.a.) Bedir savaşına ve esirlerine ilişkin işleri Şevval ayı içerisinde bitirdi.[499]

 

B) BEDİR SAVAŞINDAN SONRAKİ GAZALAR

 

1— Küdr Gazası:

 

Bedir savaşma ilişkin işleri bitirdikten yedi gün sonra Salâvâtullahi ve selâmuhû aleyh, bizzat kendisi Beni Süleym gazvesine çıktı. Medine'de vekil olarak Sibâ' b. Urfuta'yi bıraktı. İbnÜmmi Mektûm'u bıraktığı da söylen­miştir. Küdr denilen suya kadar gelmiş, orada üç gün kalmış ve sonra ayrıl­mıştır. Fakat savaşmamıştır[500]

 

2- Sevik Gazası:

 

Müşriklerin hezimete uğramış ordusu, intikam alamamış ve mahzun bir halde Mekke'ye geri dönünce, Ebu Süfyan, Rasûîullah'la (s.a.) savaşıncaya kadar başını yıkamamayı adadı. 200 kişinin başında sefere çıktı ve Medine taraflarındaki Urayd denilen yöreye geldi. Yahudi Sellâm b. Mişkem'in ya­nında bir gece kaldı; ona şarap içirip müslümanların iç durumlarını öğrendi. Sabah olunca da hurma fidelerini kesti, Ensar'dan bir sahabîyi ve müttefiki­ni öldürdü. Sonra geri döndü.

Rasûlullah (s.a.) bunu öğrenince Ebu Süfyan'la karşılaşmak için yola çıktı. Karkaratü'l-Küdr'e geldi. Ebu Süfyan'ı kaçırmıştı. Kâfirler, ağırlıklarını hafifletmek için azıklarından bir çok sevik (dağarcığını) atmışlardı. Bunla­rı  müslümanlar  topladılar.  Bu  sebepten  dolayı  bu  gazve,   Sevik  gazvesi olarak adlandırıldı. Adı geçen gazve, Bedir savaşından iki ay sonra vuku bulmuştur[501]

 

3— Gatafan Gazası:

 

Rasûlullah (s.a.) Zilhicce ayının geri kalan günlerini Medine'de geçirdikten sonra Gatafanlilarla karşılaşmak için Necid'e gaza etti. Medine'de Osman b. Affân'ı (r.a.) yerine vekil bıraktı. Hicretin üçüncü yılının Safer ayının tama­mını orada geçirdi. Sonra ayrıldı. Savaş çıkmadı.[502]

 

4— Bahran Gazası:

 

Rebîulevvel ayını Medine'de geçirdi. Sonra Kureyş'le karşılaşmak niye­tiyle sefere çıktı. Medine'de İbn Ümmi Mektüm'u yerine vekil bıraktı. Hi­caz'da, Fur' dolaylarındaki Bahran Ma'din'e vardı. Savaş olmadı. Rebîulâhir ve cemaziyelevvel aylarını orada geçirdi. Sonra Medine'ye döndü.[503]

 

5— Beni Kaynuka Gazası:

 

Hz. Peygamber (s.a.) daha sonra Benî Kaynuka üzerine gaza etti. Kay-nukaoğullan Medine yahudilerindendiler ve antlaşmalarını bozmuşlardı. Onları vereceği hükme razı olarak teslim oluncaya kadar 15 gün kuşattı. Abdullah b.Ubey kendileri hakkında şefaat ve bunda ısrar etti. Hz. Peygamber (s.a.) de onları serbest bıraktı.

Kaynukaoğullan Abdullah b. Selâm'in kavmi olup, 700 savaşçı idiler. Kuyumculuk ve tüccarlıkla uğraşırlardı.[504]

 

6— Kâ'b b. Eşrefin Öldürülmesi:

 

Kâ'b b. Eşref bir yahudî idi.[505] Annesi Nadîroğularındandı. Rasûlullah'a (s.a.) çok sıkıntı veriyordu. Şiirlerinde sahabe hanımlarının güzelliklerini an­latıyordu. Bedir savaşı vuku bulunca Mekke'ye gitmiş, Rasûlullah'a (s.a.) ve müslümanlara karşı Mekkelileri kışkırtmıştı. Sonra bu durumda iken Medi­ne'ye döndü. Rasûlullah (s.a.): "Kâ'b b. Eşrefi kim öldürmek ister? Çünkü o, Allah'ı ve Rasûlü'nü incitmiştir," buyurunca; Muhammed b. Mesleme, Abbâd b. Bişr, Kâ'b'm süt kardeşi Ebu Naile -ki ismi Silkân b. Selâme'dir-, Haris b. Evs ve Ebu Abs b. Cebr öne atıldılar. Rasûlullah (s.a.) onlara Kâ'-b'ı aldatmak için istedikleri sözü söylemelerine izin verdi. Ay ışığında bir ge­ce Kâ'b'a gittiler. Rasûlullah (s.a.) da BakîVI-Garkad'a kadar onları uğurladı. Kâ'b'm yanına vardıklarında, Silkân b. Selâme'yi ona gönderdiler, o da Kâ'b'a Rasûlullah'tan (s.a.) sapma hususunda muvafakat etti; sonra geçim sıkıntı­sından şikâyet ederek,kendisine ve arkadaşlarına yiyecek satmasını,buna kar­şılık silahlarını rehin vereceklerini söyledi. Kâ'b da uygun cevap verdi.

Silkân, arkadaşlarının yanma dönüp durumu haber verdi. Birlikte Kâ'-b'ın yanına geldiler. Kâ'b kalesinden çıktı ve birbirlerine yaklaştılar. Derken Silkân ve arkadaşları Kâ'b'a kılıçlarını çaldılar. Nihayet Muhammed b. Mes~ leme, belindeki hançerle hançerleyerek onu öldürdü. Allah düşmanı, etrafta bulunanları yardıma çağıran öyle bir çığlık attı ki kalelerinde bulunanlar ateşler yaktılar. Gidenler, gecenin sonlarına doğru Rasûlullah'a -kendisi namaz kıl­makta iken- geldiler. Haris b. Evs, arkadaşlarının bazı kılıç darbeleriyle ya­ralanmıştı. Rasûlullah (s.a.) yaralarına tükrüğünü sürdü, iyileşti. Rasûlullah (s.a.), antlaşmalarını bozdukları ve Allah ve Rasûlü ile savaştıkları için ya-hudilerden kim ele geçirilirse öldürülmelerine izin verdi.[506]

 

ONUNCU BÖLÜM UHUD SAVAŞİ

A) UHUD SAVAŞI

 

1— Kureyş Savaşa Hazırlanıyor:

 

Allah Teâlâ, Kureyş'in ileri gelenlerini Bedir'de öldürüp benzerini tat­madıkları bir belâya uğratınca Ebu Süfyan b. Harb, Kureyş ileri gelenlerinin başvurması üzerine başkan oldu. Yukarıda anlattığımız gibi Sevik gazvesin­de Medine dolaylarına gelip bir şey elde edemeyince, halkı Rasûlullah'a (s.a.) ve müslümanlara karşı kışkırtmaya ve asker toplamaya başladı. Kureyş'ten, müttefiklerinden ve Ehâbiş'ten[507] yaklaşık üç bin asker topladı. Erkeklerin savaştan kaçmamalarını sağlamak ve kendilerinden güç almak için kadınla­rını da yanlarına aldılar. Sonra orduyu Medine'ye doğru getirip Uhud dağı­na yakın Ayneyn denilen bir yerde konakladı. Bu ola'y hicretin 3. yılının şevval ayında oluyordu. [508]

 

2— Savaş Nerede Yapılsın?

 

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), ashabıyla, onlara karşı mı çıkalım yoksa Medine'de mi kalalım? diye istişare etti. Kendi görüşü Medine'den çıkma­yıp orada savunma durumu alınması, şayet Medine'ye girerlerse onlarla, müs-lüman erkeklerin sokak başlarında, kadınların ise damların üstünde savaşması şeklindeydi. Bu görüşe Abdullah b. Übey katıldı. Fakat Bedir savaşına katı­lamayan sahabenin önde gelenlerinden bir grup, Hz. Peygamber'e (s.a.), şe­hir dışına çıkma yönünde görüş belirttiler ve bu konuda ısrar ettiler. Abdullah b. Übey ise Medine'de kalma yönünde görüş belirtti. Bu konuda bazı sahabî-Ier onun görüşüne katıldılar ve Rasûlullah'a (s.a.) bunlar da ısrar ettiler. O da (s.a.) kalktı, evine girdi. Zırhını giyip yanlarına çıktı. Medine dışına çıka­lım diyenlerin azmi kırıldı ve: "Rasûlullah'i (s.a.) çıkmaya zorladık" dediler ve Rasûlullah'a; "Ey Allah'ın Rasûlü, Medine'de kalmak istiyorsan, öyle yap!" dediler. Fakat Rasûlullah (s.a.); "Bir peygambere, zırhım giydiğinde Allah kendisiyle düşmanları arasında hükmünü verinceye kadar çıkarmama­sı gerekir"[509]buyurdu. [510]

 

3— Medine'den Savaş İçin Çıkış;

 

Rasûlullah (s.a.), 1000 kadar sahabenin başında sefere çıktı. Medine'de kalanlara namaz kıldırması için İbn Ümmi Mektûm'u vekil bıraktı. Rasûlul­lah (s.a.) Medine'de iken bir rüya görmüştü. Rüyasında kılıcında bir gedil­me, körelme ve boğazlanan bir sığır, bir de elini sağlam bir zırha soktuğunu görmüştü. Kılıcındaki gedilmeyi, körelmeyi ehl-i beytinden bir adamın belâ­ya uğraması, sığın ashabından bir grubun şehid edilmesi, zırhı da Medine şek­linde yorumlamıştı.[511]

Cuma günü sefere çıktı. Medine ile Uhud arasında bulunan Şavt'a var­dıklarında Abdullah b. Übey, askerin üçte biri ile ayrılarak: "Bana muhale­fet ediyor ve benden başkasını dinliyorsun." dedi. Câbir b. Abdullah'ın babası Abdullah b. Amr b. Haram, onları kınayarak ve caydırmaya çalışarak peşle­rinden gitti ve: "Gelin! Alİah yolunda ya savaşın, ya da savunmada bulu­nun!" dedi. "Savaşacağınızı bilseydik dönmezdik." dediler. Abdullah b. Amr onları takipten vazgeçti ve kendilerine küfretti.

Ensar'dan bir grup Hz. Peygamber'e (s.a.), anlaşmalıları olan yahudi-lerden yardım istemeyi teklif ettiler, ama reddetti. Hâriseoğullan'nın taşlığına (düzlüğüne) uğradı ve: "Bizi bu kavmin yanına kim çıkarır? (Bize kim kıla­vuzluk eder?)" deyince, Ensar'dan biri kılavuzluk yaptı. Yolları bir münafı­ğın (bahçe) duvarına rastladı. Adam âmâ idi. Müslümanların yüzüne toprak atmaya başladı ve: "Eğer sen Allah'ın Rasûlü isen bahçe duvarımdan girme­ni helâl etmiyorum." dedi. Ashab onu öldürmeye kalkıştılar, Rasûlullah (s.a.): "Onu öldürmeyin. Bu, kalbi de gözü de âmâ birisidir." buyurdu. [512]

 

4— Uhud'a Varış ve Savaşa Hazırlık:

 

Rasûlullah (s.a.) Uhud'a varıp vadinin ağzındaki Şi'b mevkiine kadar yoluna devam etti. Uhud dağını arkasına aldı. Ashabına, kendilerine emre-dinceye kadar savaşmalarını yasakladı. Cumartesi günü olunca aralarında 50 atlının bulunduğu 700 kişinin başında savaşa hazırlandı. Okçuların başına -ki 50 kişiydiler- Abdullah b. Cübeyr'i koyup, yırtıcı kuşların askeri pençele-yip gagaladığım görseler bile mevzilerinde durmalarını ve yerlerini asla ter-ketmemelerini emretti. Bu okçular ordunun arkasında yer alıyorlardı. Onlara, Müslümanlan arkadan çevirmemeleri için müşrikleri okla püskürtmelerini emretti[513]

Rasûlullah (s.a.) o gün iki zırhını içice giyerek ortaya çıktı. Bayrağı Mus'ab b. Umeyr'e verdi. Ordunun iki kanadından birisine Zübeyr b. Avvâm'ı, di­ğerine Münzir b. Amr'ı tayin etti. Gençlerin kendisine gösterilmesini istedi ve savaşamayacak derecede küçük gördüğü gençleri geri çevirdi. Abdullah b. Ömer, Üsâme b. Zeyd, Üseyd b. Zahîr, Berâ b. Âzib, Zeyd b. Erkam, Zeyd b. Sabit, Arâbe b. Evs ve Amr b. Hazm bunlardandı. Savaşabilecek düzeyde gördüklerine ise (savaşa katılmaya) izin.verdi. Semüre b. Cündeb, Rafı* b. Hadîc bunlardandılar ve 15 yaşındaydılar.

Denildi ki: İzin verdiklerine, 15 yaşına girdiği için bulûğa erdiğine hük­mettiğinden dolayı izin verdi. Geri döndürdüklerini de bulûğ yaşından kü­çük oldukları için geri döndürdü. Bir grup âlim ise: İzin verdiklerine savaşa güç yetirebileceğine kani olduğu için izin verdi, geri döndürdüklerini de güç­lü olmayışları sebebiyle geri döndürdü. Bazıları ise, bulûğa erip ermemenin bu konuda bir etkisi yoktur, dediler. İbn Ömer hadisinin bazı lafızlarında: "Beni savaşa güç yetirebilecek seviyede görünce savaşa katılmama izin ver-di."[514] diye geçmektedir.

Kureyşliler de savaşa hazırlandılar. Aralarında, 200 atlının bulunduğu 3.000 kişiydiler Sağ kanadı Halid b. Velid'in, sol kanadı İkrime b. Ebî CehT-in komutasına verdiler.

Rasûlullah (s.a.) kılıcını Ebu Dücâne Simâk b. Hareşe'ye verdi. Ebu Dü­câne, savaşta şimşek gibi hareket eden cesur bir kahramandı. [515]

 

5— Savaşın Başlaması:

 

Müşriklerden ilk öne çıkan, Fâsık Ebu Âmir idi. İsmi Abd Amr b. Sayfî olup Rahip olarak adlandırılıyordu; Rasûlullah (s.a.) ona Fâsık adım vermişti. Cahiliye döneminde Evs kabilesinin başkanı idi. İslâm gelince gönlü daraldı, Rasûlullah'a (s.a.) düşmanlık gösterdi. Medine'den çıkıp Kureyşlilerin yanı­na gitti. Onları Rasûlullah'a (s.a.) karşı kışkırtıyor, onunla savaşmaya teşvik ediyordu. Kureyşlilere kavminin (Evs kabilesinin) kendisini görünce ona ita­at edeceğini vadetmişti. Yanındakiler onunla beraber ilerlediler. Müslüman­larla çarpışanların ilki idi. Evslilere seslenip çağırdı ve kendisini tanıttı. Evsliler de: "Gözün aydın olmasın, ey Fâsık" dediler. "Benden sonra kabileme bir şer (haller) olmuş" dedi ve sonra müslümanlarla şiddetli bir çarpışmaya gi­rişti. O gün müslümanlarm parolası: "Emit! = Öldür!" idi.[516]

O gün Ebu Dücâne el-Ensârî, Talha b. UbeyduIIah, Allah'ın ve Rasû-lü'nün arslam Hamza b. Abdülmuttalib, Ali b. Ebî Tâlib, Enes b. Nadr ve Sa'd b. Rebî' cesurca savaştılar. [517]

 

6— Savaşın Seyri Değişiyor:

 

Günün başında üstünlük kâfirlerin aleyhine, müslümanlarm lehine idi. Allah düşmanları bozguna uğrayıp öylesine yüz geri dönüp kaçtılar ki kadın­larının yanma vardılar. Okçular onların hezimetini görünce, Rasûlullah'in (s.a.) korumalarını emir buyurduğu mevzilerini terkettiler ve: "Arkadaşlar! Haydi ganimete!" demeye başladılar. Komutanlarının, Rasûlullah'ın (s.a.) sözünü hatırlatmasına rağmen onu dinlemediler. Müşriklerin geri dönemeyeceğini zan­nederek ganimet toplamaya gittiler ve geçidi boşalttılar. Derken müşrik atlı­ları geri döndüler ve geçidi boş buldular. Okçular yerlerinde değillerdi. Hemen geçitten geçtiler ve müslümanları arkadan çevirmeye imkân bulup kuşattılar. Allah Teâlâ, müslümanlardan ikram edeceğine şehitliği ikram etti, ki bunlar 70 kişiydiler.[518] Sahabe geri çekildi. Müşrikler Rasûlullah'ın (s.a.) yanma ka­dar geldiler. O'nu taşlamaya başladılar; yüzünü yaraladılar, alt çenesinin sağ tarafındaki küçük azı dişini ve başındaki miğferini kırdılar.[519] Nihayet, fâ­sık Ebu Âmir'in müslümanlara tuzak kurmak için kazdığı çukurlardan biri­ne sağ yanı üzerine düştü. Hz. Ali elini tuttu. Talha b. UbeyduIIah kucaklayıp bağrına bastı (vücûdunu ona siper etti) ve Amr b. Kamie ile Utbe b. Ebî Vak-kâs'ın Hz. Peygamber'e zarar vermelerini önledi. Rasûlullah'ı (s.a.) yarala­yan, Muhammed b. Müslim b. Şihâb ez-Zührî'nin amcası Abdullah b. Şihâb ez-Zührî idi de denilmiştir.

Bu sırada Mus'ab b. Umeyr O'nun (s.a.) önünde öldürüldü. Bayrağı Ali b. Ebî Tâlib'e verdi. Miğfer halkalarından iki tanesi yüzüne batmıştı. Bunla­rı Ebu Ubeyde b. Cerrah çıkarttı. Öyle asıldı ki, Rasûlullah'ın (s.a.) yüzün­deki o iki halkayı ısırmasının şiddetinden* alt ve üst çenesinin ikişer ön dişi söküldü. Elmacık kemiğinin üstündeki (yaradan sızan) kanı Ebu Saîd el-Hudrî'nin babası Mâlik b. Sinan yavaşça emdi.

Müşrikler O'nu (s.a.) farketmişlerdi. Allah'ın O'nunla (s.a.) kendileri arasında engel olmamasını istiyorlardı. Müslümanlardan 10 kadarı, öldürülünceye kadar O'na (s.a.) siper oldular. Sonra Talha müşriklere, Rasûlullah'tan (s.a.) uzaklaştırıncaya kadar kılıç salladı, Ebu Dücâne (yüzünü Peygamberi­mize dönerek) sırtını siper etti; oklar sırtına saplanıyor fakat o hiç kıpırda­mıyordu. O gün Katâde b. Numan'ın gözü isabet alıp dışarı çıktı. Onu Rasûiullah'a (s.a.) getirdi. O da (s.a.) gözünü yerine koydu. Gözlerinin en sağlıklısı ve en güzel göreni o gözü oldu,[520] Şeytan, en yüksek sesiyie: "Mu-hammed öldürüldü!" diye bağırdı. Bu haber müslümanlarrjan çoğunun gön­lüne düşünce birçoğu kaçtı. Halbuki Allah'ın emri, şüphesiz gereği gibi yerine gelecektir.

Enes b. Nadr, bir grup müslümana rastladı; elleri yanlarına düşmüştü (silahlarını atmışlardı):

— Ne bekliyorsunuz? dedi.

— Rasûluîlah (s.a.) öldürüldü, dediler.

— O'ndan sonraki hayatta siz ne yapacaksınız? Kalkın ve O'nun (s.a.) öldüğü şey uğruna ölün, dedi. Sonra düşmana doğru yöneldi. Sa'd b Muaz'a rastlayınca; "Ey Sa'd! Uhud dağının yanında cennet kokusunu duyuyorum." dedi; sonra öldürülünceye kadar savaştı. Vücudunda 70 darbe izi bulundu.[521] O. gün Abdurrahman b. Avf da aşağı yukarı 20 yara almıştı. [522]

 

7— Müslümanlar Toparlanıyor:

 

Rasûlullah (s.a.) müslümanlara doğru ilerledi. O'nu (s.a.) miğferi altın­da ilk tanıyan Kâ'b b. Mâlik oldu. Hemen en yüksek sesiyle: "Müslümanlar! Müjdeler olsun! İşte Allah'ın Rasûlü (s.a.)!" diye bağırdı. Allah Rasûlü (s.a.) eliyle ona susmasını işaret etti. Müslümanlar hemen yanında toplandılar. Ken­disiyle birlikte Şi'b yöresine doğru gittiler. Bunlar arasında Ebu Bekir, Ömer, Ali, Haris b. Sımme el-Ensârî ve başka sahabîler vardı.

Dağa tırmanmaya başladıklarında Rasûluliah'a (s.a.), Avz denilen atı­na binmiş Übey b. Halef yetişti. Allah düşmanı (Übey), Allah Rasûlü'nü (s.a.) bu at üzerinde öldürebileceği vehmindeydi. Rasûlullah'a (s.a.) yaklaşınca, Ra­sûluîlah (s.a.) Haris b. Sımme'den harbesini aldı ve onunla Übeyy'i yaraladı. Darbe köprücük kemiğine denk gelmişti. Allah düşmanı,perişan birhalde ge­ri döndü. Müşrikler kendisine: "Vallahi bir şeyciğin yok" dediler. Fakat o: "Vallahi, bende olan Zü'I-Mecaz ahâlisinde olsaydı tamamı ölürdü!" dedi. O, Mekke'de iken atını besler ve: "Muhammed'i bunun üzerinde öldüreceğim" derdi. Bu söz Rasûlullah'a (s.a.) ulaştığında: "Aksine, inşallahu teâlâ ben onu öldüreceğim." buyurmuştu. Rasûlullah (s.a.) kendisini yaralayınca Al­lah düşmanı, Allah Rasûlü'nün (s.a.) "Ben onu öldüreceğim," sözünü hatır­ladı. O zaman kendisinin bu yaradan öleceğim seksiz şüphesiz anladı. Nitekim Mekke'ye dönüşü sırasında yolda Şerif denilen yerde öldü.[523]

Hz. Ali, Rasûlullah'a (s.a.) içmesi için bir su getirdi. Suyun tadını acı bulduğu için içmedi. O suyla yüzündeki kam yıkadı ve başına su döktü. Ra­sûlullah (s.a.) oradaki büyük bir kayanın üstüne çıkmak istedi fakat yapa­madı. Talha çöktü, Rasûlulîah (s.a.) da (onun sırtına basarak kayaya) çıktı. Namaz vakti gelmişti. Onlara oturarak namaz kıldırdı. Rasûlullah (s.a.) o gün Ensâr bayrağı altında durdu.

Hanzale el-Gasîl, -ki tam adı Hanzale b. Ebî Âmir'dir- Ebu Süfyan'm üzerine saldırdı. Ebu Süfyan'i yakaladığında Şeddâd b. Esved, Hanzale'ye hücum edip onu öldürdü. Hanzale cünübdü. Hanımıyla ilişki halindeyken savaş çağrısını işitmiş ve hemen cihada koşmuştu. Rasûlullah (s.a.) ashabına: "Me­leklerin onu guslettirdiğini" haber verdi, sonra: "Hanımına sorun? Ona ne olmuştu?'* buyurdu. Hanımına sordular, o da onlara durumu haber verdi,[524] Âlimler bunu; şehid, cünüp olarak ölürse, meleklere uyarak yıkanır hükmü­ne delil kılmışlardır[525]

Müslümanlar, müşriklerin bayraktarını Öldürdüler. Bayraklarını Amra bt. Alkâme el-Hârisiyye adh kadın yerden kaldırdı ve bayrak etrafında top­landılar

Ümmü Umâre (r.a.) -Nesibe bt. Kâ'b el-Mâziniyye- çok çetin bir biçim­de savaştı. Amr b. Kamie'ye darbe üstüne darbe vurdu, ancak Amr'ı üzerin­deki iki zırh korudu. Bu defa Amr, ona kılıçla vurdu ve omuzundan ağır bir şekilde yaraladı.

Abdüleşheloğullarından Üsayram diye tanınan Amr b. Sabit henüz müs-lüman olmamıştı. Uhud savaşında, geçmişindeki güzellik ve iyilik sebebiyle Allah Teâlâ gönlüne İslâm'ı koydu; müslüman oldu. Kılıcını kaptı ve Hz. Pey-gamber'e (s.a.) katıldı. Savaştı ve yaralandı. Hiç kimse durumunu bilmiyor­du. Savaş durunca, Abdüleşheloğulları kendi ölülerini aramak için ölüler arasında dolaşmaya çıktılar. Ölmek üzere olan Üsayram'ı buldular. "Valla­hi bu, Üsayram! Onu buraya getiren nedir?.. Biz onu, bu dini inkâr ediyor­ken bırakmıştık." dediler. Sonra, "Seni buraya getiren şey nedir? Kavmine acıman mı yoksa İslâm'a rağbetin mi?" diye sordular. "Elbette, islâm'a rağ­betim. Allah'a ve Rasûlü'ne iman ettim. Sonra Allah Rasûlü'yle (s.a.) birlik­te görmüş olduğunuz yarayı alıncaya kadar savaştım." dedi ve o anda vefat etti. Durumu Rasûlullah'a (s.a.) anlattılar. "O, cennet ehlindendir." buyur­du. Ebu Hureyre dedi ki: "Kesindir ki Allah Teâlâ'ya bir vakit namaz bile kılmadı."[526]

 

8— Ebu Süfyan'in Sorulan:

 

Savaş bitince Ebu Süfyan dağa çıkıp seslendi: "Muhammed aranızda mı?"

Oradakiler cevap vermediler. Tekrar sordu: "Ebu Kuhâfe'nin oğlu (Ebu Be­kir) aranızda mı?" Yine cevap vermediler. Bu sefer: "Ömer b. Hattâb ara­nızda mı?" diye sordu; yine cevap vermediler. Ebu Süfyan'm kendisi ve kavmi, İslâm'ı ayakta tutanların bu üç şahsiyet olduğunu bildikleri için yalnızca bu üçünü sordu. Sonra: "Onları öldürdüysek, size bu kadarı yeter" dedi. Bu­nun üzerine Hz. Ömer şöyle demekten kendim alamadı: "Ey Allah düşmanı! Adını saydıkların hayattadır. Allah Teâlâ sana kötülüğü dokunacak olanı sağ bıraktı." Ebu Süfyan da: "Topluluk arasında emretmediğim bir müsle vâki olmuş, beni ayıplamayın."[527] dedi. Sonra: "En büyük Hübel!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Cevap vermiyor musunuz?" buyurdu. Ashâb: "Ne diye­lim?" dediler. "Allah, en büyüktür ve en yücedir, deyin." buyurdu. Sonra Ebu Süfyan: "Bizim Uzzâ'mız var, sizin Uzzâ'iuz yok." dedi. Rasûlullah (s.a.): "Cevap vermiyor musunuz?" buyurdu. Ashâb: "Ne diyelim?" dediler. "Allah bizim mevîâmızdır, sizin mevlânız yok, deyin." buyurdu.[528]

Hz. Peygamber (s.a.), Ebu Süfyan tanrıları ve şirki ile övündüğünde; tevhidi yüceltmek, müslümanlann kulluk yaptığı Zât'ın (Allah) yüceliğini, O'-nun tarafının güçlülüğünü', O'nun mağlub edilemeyeceğim ve bizim O'nun taraftarları ve ordusu olduğumuzu bildirmek için kendisine cevap verilmesi­ni emir buyurdu. Fakat, "Muhammed aranızda mı? îbn Ebî Kuhâfe aranız­da mı? Ömer aranızda mı?" dediğinde Ebu Süfyan'a cevap verilmesini emretmedi. Aksine rivayete göre sahabeyi cevap vermekten alıkoydu ve "Ona cevap vermeyiniz." buyurdu. Çünkü Hz. Peygamber ve yanındakileri arama konusunda yaraları henüz soğumamıştı ve hâlâ öfke ateşleri yanıp tutuşmak­taydı. Ebu Süfyan, yanındakilere: "Bunlar ölmüşse, bu kadarı yeter size" dediğinde Hz. Ömer sinirlendi, kızgınlığı arttı ve: "Yalan söylüyorsun ey Al­lah düşmanı!" dedi. Bu bildirimde; küçümseme, kahramanlık, korkmamak, kendilerine kavimlerinin gücünü ve cesaretini iletir durumdaki düşmana kendini tanıtmak, gevşemediklerini ve güçsüz düşmediklerini, kendisinin (Hz. Ömer) ve müslümanlann onlardan korkmamaya lâyık olduklarım, Allah'ın müslü-manlardan onlara kötülüğü dokunacak olanları sağ bıraktığım bildirmek var­dır. Bu üç şahsın sağ kaldığını bildirmekte ise, Ebu Süfyan ve kavmi menfaat sağladıklarını, kâr ettiklerini, düşmanın (müslümanların) ve grubunun kini­ni üzerlerine çektiklerini zannetmelerinin bir yanılgı olduğunu haber verme ve tek tek sorduğu zaman cevap verilmesinde mevcut olmayan bir bilek bük­me hareketi vardır. Onları (Rasûlullah (s.a.) Ebu Bekir ve Ömer) sorması ve kendi kavmine onların ölüm haberini yayması, düşmanın son oku ve tuzağı idi. Hz. Peygamber (s.a.) tuzağını iyice anlayıncaya kadar Ebu Süfyan'a karşı sabretti. Sonra Hz. Ömer ortaya çıkıp tuzak okunu geri çevirdi. îlk başta ce­vap vermemek en güzel davranıştı; ikincide ise en güzel davranış cevap ver­mekti. Onları sorduğunda cevap vermemekte, onu aşağılamak ve durumunu küçültmek vardı. Onlann ölümünü başa kakınca, öldürüldüklerini zannedince ve böylece kibir ve azıtmadan hasıl olacak şeyler hasıl olunca; Hz. Ömer'in cevabında onu aşağılamak, küçümsemek, hor hakîr görmek vâki oldu. Bu durum, Hz. Peygamber'in (s.a.) "cevap vermeyiniz" sözüne ters düşmez. Çün­kü O (a.s.), Ebu Süfyan "Muhammed aranızda mı? Filan aranızda mı? Fa­lan aranızda mı?" diye sorduğunda cevap vermekten alıkoymuştur. Ama "İşte onlar öldürüldü." dediğinde cevap vermekten alıkoymamıştır. Her halükâr­da birincide cevap vermemekten, ikincisinde de cevap vermekten daha güzeî bir davranış yoktur.

Sonra Ebu Süfyan: "Bugün Bedir'e mukabil bir gündür. Savaş dönü­şümlüdür. (Bazan bu taraf kazanır, bazan öbür taraf)" dedi. Hz. Ömer şöy­le cevap verdi: "Hayır, öyle değil. Bizim ölülerimiz cennette, sizin ölüleriniz ise cehennemdedir."[529]

 

9- Allah'ın Mü'minlere Yardımları:

 

îbn Abbas: "Allah Rasûlü (s.a.) Uhud savaşında yardım olunduğu gibi hiçbir yerde yardım olunmadı" dedi. Onun bu görüşünü inkâr ettiler. O za­man: "Benimle inkâr eden arasında Allah'ın kitabı hakemdir. Allah Teâlâ: 'Andolsun ki, Allah size verdiği sözde durdu. O'nun izniyle kâfirleri kesip biçiyordunuz.'[530] buvuruyor. Âyette geçen "el-hass = kesip biçmek" keli­mesi öldürme anlamındadır. Savaş, günün başında müşriklerden 7 veya 9 ta­nesi öldürülünceye kadar Rasûlullah'ın (s.a.) ve ashabının lehine idi." dedi[531] ve hadisi zikretti.

Allah Teâlâ, Bedir ve Ühud savaşlarında kendisinden yana bir güvenlik olarak müslümanlann üzerine bir uyuklama, bir sekînet indirdi. Savaşta korku anındaki uyuklama emniyete, güvenliğe delildir ve Allah'tandır; fakat namaz­da, zikir ve ilim meclislerinde olursa şeytandandır.

Uhud savaşında melekler Rasûluüah'ı (s.a.) korumak için çarpıştılar. Sa-hihayn'da şöyle geçer: Sa'd b. Ebî Vakkâs anlatıyor: Uhud savaşında Rasû-lullah'ı (s.a.), yanında üstlerinde beyaz elbise bulunan ve O'nu korumak için çetin bir şekilde çarpışan iki adamla birlikte gördüm. Onları ne daha önce, ne de daha sonra görmedim.[532]

 

10— Uhud Savaşındaki Müslümanların Kahramanlıktan:

 

Sahih-iMüslim'de şöyle geçer: Rasûlullah (s.a.) Uhud savaşında Ensar'-dan yedi ve Kureyş'ten (muhacirlerden) iki kişiyle yalnız kaldı. Düşmanlar O'na yaklaşınca, "Onları bizden kim uzaklaştırırsa cennetliktir-veya cennet­te yoldaşımdır." buyurdu. Ensar'dan bir adam öne çıktı ve öldürülünceye kadar savaştı. Sonra tekrar yaklaştılar. "Onları bizden kim uzaklaştırırsa, cennetliktir veya cennette yoldaşımdır." buyurdu. Yine Ensar'dan bir adam öne çıktı ve öldürülünceye kadar savaştı. Yedi kişi öldürülünceye kadar bu böyle oldu. O zaman Rasûlullah (s.a.): "Arkadaşlarımıza insaf etmedik" bu­yurdu.[533] Hz. Peygamber'in (s.a.) söylediği bu son cümle, "Arkadaşlarımız bize insaf etmedi.1' anlamına gelecek şekilde de rivayet edilmiştir. Birinci an­lamın vechi şudur: Ensar, savaşmak için birbiri peşinden teker teker gidip öldürülünce ve de iki Kureyşîi savaşa çıkmayınca Hz. Peygamber böyle bu­yurdu: Yani Kureyş Ensar'a insaf etmedi. İkinci anlamın vechi de şudur: Ar-kadaşlar'dan maksat Allah Rasûlünü küçük bir grupla yalnız bırakıp kaçarak birer birer öldürülenlerdir. Onlar Allah Rasûlüne ve O'nun yaranda sebat eden­lere insaf etmemişlerdir.

îbn Hibbân'in Sahih'inde Hz. Âişe'den rivayet edildiğine göre Ebu Be­kir es-Sıddîk anlatıyor: Uhud savaşı olduğunda insanlar Hz. Peygamber'den (s.a.) kaçtılar. Hz.Peygamber'in (s.a.) yanma dönenlerin ilki bendim. Önün­de bir adamın onu koruyup himaye etmek için savaştığını gördüm. "Talha, anam babam sana feda olsun! Talha, anam babam sana feda olsun!" dedim. Ben varmadan Ebu Ubeyde b. Cerrah beni farketti. Bana kavuşuncaya ka­dar kuş gibi çırpmıyordu. Birlikte Rasûlullah'ın (s.a.) yanına vardık. Talha O'nun (s.a.) önüne yıkılmıştı. Hz. Peygamber (s.a.): "Kardeşinizi tutun. O, görevini yerine getirmiştir." buyurdu. Hz. Peygamber (s.a.) alnının kenarın­dan darbe almıştı. Elmacık kemiğinin üstünden yaralanmıştı, hatta miğfer halkalarından biri elmacık kemiğinin üstüne batmıştı. O halkayı Hz. Peygam­ber'in (yanağından) çıkartmak için gittim. Ebu Ubeyde dedi ki: "Ey Ebu Bekir, Allah'ını seversen bana bırak." Ebu Bekir anlatmaya devam ediyor: "Ebu Ubeyde, halkayı ağzına aldı ve onu Rasûlullah'a (s.a.) acı vermekten çekine: rek yavaş yavaş çıkarmaya başladı, sonra halkayı ağzıyla çıkardı. Ebu Ubey-de'nin de iki ön dişi sökülmüştü." Hz. Ebu Bekir diyor ki: "Sonra diğer halkayı çıkarmak için yürüdüm. Ebu Ubeyde: Ey Ebu Bekir, Allah aşkına bana bırak, dedi ve halkayı dişleriyle tuttu ve sökünceye kadar yavaş yavaş çıkardı. Bu arada Ebu Ubeyde'nin diğer iki Ön dişi de sökülmüştü. Sonra Ra-sûlullah (s.a.): Kardeşinizi tutun. Görevini yerine getirmiştir, buyurdu." Ebu Bekir der ki: "Tedavi etmek için Talha'mn yanına vardık. Kendisi on küsur yerinden yaralanmıştı."[534]

el-Emevî'nin Megazfsmde şöyle geçer: Müşrikler dağa çıkmaya kalkış­tıklarında Rasûlullah (s.a.) Sa'd'a: "Onları uzaklaştır." buyurdu. Yani, geri döndür diyordu. Sa'd: "Onları tek başıma nasıl geri döndürürüm?" dedi. Rasûluîlah (s.a.) bunu üç defa söyledi. O zaman Sa'd, sadağından bir ok aldı ve bir adama atıp öldürdü. Sa'd dedi ki: Sonra o tanıdığım oku aldım, bir başkasına atıp onu da öldürdüm. Sonra o tanıdığım oku aldım, tekrar bir başkasına atıp onu da öldürdüm. Müşrikler bulundukları yerden indiler. Bu mübarek bir oktur, deyip sadağıma koydum. O ok, vefat edinceye kadar Sa'-d'ın yanındaydı, sonra çocuklarına geçti.[535]

Sahihayn'da Ebu Hâzim'den rivayet olunmuştur: Ebu Hâzim'e Rasû-lullah'm yarasını sordular, şöyle anlattı: "Vallahi, ben Rasûlullah'm (s.a.) yarasını kimin yıkadığını, suyu kimin döktüğünü ve ne ile tedavi edildiğini bilirim. Kızı Fâtıma yarasını yıkıyor, Ali b. Ebî Tâlib de kalkanla su dökü­yordu. Hz. Fâtıma suyun kanı artırdığını görünce, bir hasır parçası alıp, o parçayı yaktı ve yaraya sürdü. Kan da dindi."[536]

Buharî'de geçer: Rasûlulîah'ın (s.a.) alt çenesinin sağ tarafındaki küçük azı dişi kırılmış, alnı yarılmış ve kanı akmaya başlamıştı. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle diyordu: "Peygamberleri kendilerini hidâyete davet ederken, Peygam­berlerinin yüzünü yaralayan ve dişini kıran bir kavim nasıl felah bulur?" Al­lah azze ve celle şu âyet-i kerimeyi indirip: "Allah'ın, onların tevbelerini kabul veya onlara azab etmesi işiyle senin bir ilişiğin yoktur. Onlar zâlimdirler. "[537] buyurdu.

Müslümanlar bozguna uğradığında Enes b. Nadr hiç bozulmadı ve: "Al­lah'ım; şunlann, (müslümanların) yaptıklarından dolayı Senden özür dilerim, şunların (müşriklerin) yaptıklarından da Sana sığınırım*' dedi ve ileri atıldı. Sa'd b. Muaz onunla karşılaştı ve: "Nereye, ey Ebu Ömer?" dedi. Enes b. Nadr: "Cennetin kokusu ne güzel, ne hoş, ey Sa'd! Onu (cennet kokusunu) uhud'un arkasında duyuyorum" dedi, sonra yürüdü. Ölünceye kadar müş­riklerle savaştı. Kızkardeşi onu parmaklarından tanıyıncaya kadar (cesedi) tanınamadı. Üzerinde seksen küsur mızrak, kılıç ve ok yarası vardı.[538]

Daha önce geçtiği gibi müşrikler, günün başında bozguna uğramışlardı. O zaman İblis: "Ey Allah'ın kullan! Allah sizin belânızı versin. Bozgundan geri dönünüz!" diye bağırdı, onlar da direnmeye başladılar.

Huzeyfe babasına baktı. Müslümanlar onu (babasını) müşriklerden zan­nederek öldürmek istiyorlardı. Huzeyfe: "Ey Allah'ın kullan! Babam..." dedi. Sözünü anîamayıp babasını öldürdüler. "Allah Teâlâ sizi bağışlasın." dedi. Rasûlullah (s.a.) diyetini vermek istedi. "Onun diyetini müslümanlara tasadduk ettim" diye cevap verdi. Böylece Huzeyfe'nin Hz. Peygamber'in (s.a.) göz­ündeki değeri daha da arttı.[539]

Zeyd b. Sabit anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) Uhud savaşında beni, Sa'd b. Rebî'i aramak için gönderdi ve buyurdu: "Onu görürsen, selâmımı söyle ve ona: Allah Rasûlü (s.a.) 'Kendini nasıl buluyorsun?' diye soruyor, de!" Zeyd der ki: Ölüler arasında dolaşmaya başladım. Nihayet yetmiş mızrak, kılıç ve ok yarası almış bir halde son nefesinde iken yanma vardım. "Ey Sa'd, Rasûlullah'm (s.a.) sana selâmı var. Buyurnyor ki: 'Bana haber ver, kendini nasıl buluyorsun?" Sa'd: "Allah'ın selâmı Rasûlullah'm da üzerine olsun. O'na (s.a.) şöyle de: Ey Allah'ın Rasûlü! Cennetin kokusunu alıyorum. En-sar'a da şöyle söyle: Gözünüz gördükçe (sağ olduğunuz sürece) Allah Rasû-lü'ne karşı ihlasb davranırsamz, Allah'a özür beyan etmezsiniz( etmek zorunda kalmazsınız)." dedi ve ruhunu teslim etti.[540]

Muhacirlerden bir sahabî, Ensar'dan bir sahabîye kana boyanmış bir va­ziyette rastladı ve: Ey falan! Muhammed'in öldürüldüğünü duydun mu? di­ye sordu. Ensârî dedi ki: Muhammed öldürülmüşse, o tebliğ görevini hakkıyla yerine getirdi. Siz de dininiz uğruna savaşın! Nitekim Allah Teâlâ âyet-i keri­mesinde: "Muhammed bir Rasûl'dür. Ondan önce de Rasûller geçmişti..." buyurmuştur[541]

Abdullah b. Amr b. Haram anlatıyor: Uhud savaşından önce rüyamda Mübeşşir b. Abdülmünzir'i şöyle derken gördüm:

  Birkaç gün içinde bize gelirsin?

  Sen nerdesin? dedim.

  Cennette, istediğimiz gibi dolaşıyoruz.

  Sen Bedir savaşında öldürülmemiş miydin?

— Evet. Sonra bana hayat verildi.

Abdullah b. Amr, bunu Rasülullah'a (s.a.) anlattığında Rasûlullah (s.a.): "Bu, şehitlik (müjdesi)dir ey Ebu Câbir." buyurdu.

Hayseme Ebu Sa'd'ın oğlu Bedir savaşında Rasûlullah'la beraber olup şehit düşmüştü. Dedi ki: Bedir savaşı beni yanılttı (katılamadım). Halbuki ben katılmaya çok istekliydim. Hangimiz savaşa gidecek diye oğlumla ara­mızda kura çektik. Kura oğluma çıktı ve şehitlik nimetine erdi. Düri oğlumu rüyamda, cennet meyvelerinin ve nehirlerinin arasında dolaşır vaziyette en güzel surette gördüm. Şöyle diyordu: "Bize katıl ve cennette yoldaşımız ol. Rabbimin bana vadettiğini gerçek buldum." Vallahi ey Allah'ın Rasûlü; ben onun cennetteki yoldaşlığını özlüyorum. Yaşım ilerledi, kemiğim inceldi, Rab-bime kavuşmak istiyorum. Ey Allah'ın Rasûlü; beni şehitlik ve cennette Sa'-d'a yoldaşlık nimetine erdirmesi için Allah'a dua et, dedi. Rasûlullah (s.a.) ona böylece dua etti ve Uhud'da şehid oldu.

Abdullah b. Cahş o gün şöyle dedi: Allah'ım! Sana yemin ederim ki, beni yarın düşmanla karşılaştır da beni öldürsünler; burnumu, kulağımı kes­sinler, sonra bana: "Neyin uğruna kesildin, biçildin?" diye sorasın da, "Se­nin uğruna" diyeyim.[542]

Amr b. Cemûh çok fazla aksayan topal bir şahıstı. Dört tane genç oğlu var idi ve gaza ettiğinde Rasûlullah (s.a.) ile savaşa katılırlardı. Rasûlullah (s.a.) Uhud'a doğru yöneldiğinde o da Rasûlullah'la (s.a.) birlikte gitmek is­tedi. Oğulları kendisine: "Allah Teâlâ sana ruhsat vermiş. Otursan bile biz sana yeteriz. Allah senden cihad yükümlülüğünü kaldırmıştır." dediler. Bu­nun üzerine Amr b. Cemûh Rasülullah'a (s.a.) geldi ve: "Ey Allah'ın Rasû­lü! Şu benim oğullarım, seninle savaşa çıkmamı engelliyorlar. Ben de vallahi şehid olmak ve cennette şu sakatlığımla (sağa sola) gidip gelmek istiyorum." dedi. Rasûlullah (s.a.): "Allah Teâlâ senden cihad yükümlülüğünü kaldır­mıştır." buyurdu. Çocuklarına da: "Onu geride bırakmanız gerekmez. Umuîur ki Allah azze ve celle kendisim şahitlik nimetine erdirir." [543] Sonra Amr, Ra­sûlullah (s.a.) ile birlikte savaşa çıktı ve Uhud savaşında şehid edildi.

Enes b. Nadr, Muhacir ve Ensar'dan bazı sahabîler arasında Ömer b. Hattâb'a ve Talha b. Ubeydillah'a rastladı. Ellerini salıvermişlerdi (silahları­nı bırakmışlardı): "Sizi (böyle) oturtan nedir?" dedi. "Rasûlullah (s.a.) öldürüldü" dediler. "O'ndan sonraki hayatta sizler ne. bekliyorsunuz? Kal­kın ve Rasûlullah'm öldüğü şey uğruna ölün." dedi. Sonra düşmana doğru yürüdü ve öldürülünceye kadar savâştı.[544]

Allah düşmanı Übey b. Halef zırha bürünmüş olarak geldi. Şöyle diyor­du: "Muhammed kurtulursa ben kurtulmayayım!" Mekke'de iken Rasûlul-lah'ı (s.a.) öldüreceğine yemin ederdi. Kendisini Mus'ab b. Umeyr karşıladı, fakat Mus'ab öldürüldü. Rasûlullah (s.a.), Übey b. Halefin tolgasıyla, tol­gayı zırha bağlayan peçenin arasındaki açıklığı gördü ve harbesiyle onu yara­ladı. Übey atından düştü. Öküz gibi böğüriirken adamları onu taşıdılar ve: "Seni umutsuzluğa iten şey nedir?" dediler. Çünkü kendisi sadece çizilmişti (hafifçe yarılmıştı). O zaman adamlarına Hz. Peygamber'in (s.a.), "Aksine, inşaallah ben onu öldüreceğim." sözünü hatırlattı. Nitekim Râbiğ'de (Şerif) öldü[545]

İbn Ömer anlatıyor: "Gecenin bir vaktinde Batn-ı Râbiğ'de yürüyordum. Parlayan bir ateş (ışık) gördüm. O ateşten zincire vurulmuş (çekilen) susuz­luğunu haykıran bir adam çıktı. Bir adam da şöyle diyordu: Buna su verme­yin. Zira bu, Rasûlullah'm (s.a.) öldürdüğü adamdır; bu Übey b. Haleftir."[546]

Nâfî' b. Cübeyr anlatıyor: Muhacirlerden bir şahabının şöyle dediğini duydum: "Uhud savaşma katıldım. Her yönden gelen oklara baktım. Rasû-lullah (s.a.) ortada durduğu halde her biri O'ndan uzaklaşiyordu. (Manyetik bir kalkan var gibi ona doğru gelen oklar sağa sola sapıyordu.) O gün Ab­dullah b. Şihâb ez-Zührî'yi şöyle derken gördüm: "Bana Muhammed'i gös­terin. O kurtulursa ben kurtulmayayım." Halbuki Rasûlullah (s.a.), yanında hiç kimse olmadığı halde onun yambaşındaydı. Sonra onun yanından geçti­ler. Bunun üzerine Safvân kendisini ayıpladığında şöyle dedi: "Vallahi, onu görmedim. Allah'a yemin ederim, o bizden perdelenmişti (gizlenmişti). Hal­buki biz dört kişi olarak savaşa çıkmış ve onu öldürmek üzere sözleşip anlaş­mıştık. Emelimize ulaşamadık."

Ebu Saîd el-Hudrî'nin babası Rasûlullah'm (s.a.) yarasını temizleyince­ye kadar emdi. Rasûlullah (s.a.) kendisine: "Onu (yaradan emdiğini) püs­kürt!" buyurdu. "Vallahi, asla püskürtmem" dedi ve arkasını dönüp yürüdü. Hz. Peygamber (s.a.): "Cennet ahalisinden bir adama bakmak isteyen buna (bu adama) baksın. "[547] buyurdu.

Zührî, Âsim b. Ömer, Muhammed b. Yahya b. Hibbân ve başkaları şöy­le demişlerdir: Uhud günü, belâ ve imtihan günüydü. Allah azze ve celle onunla mü'minleri imtihan etti; küfrünü gizleyip diliyle müslüman olduğunu söyle­yen münafıkları ortaya çıkardı. Allah Teâlâ o gün dostlarından şehitlik ik­ram etmek istediklerine ikramda bulundu. Uhud savaşı ile ilgili inen âyetlerden 61 adedi Âl-i îmrân sûresindendir. "Mü'minleri savaş için duracakları yerle­re yerleştirmek üzere, erkenden evinden ayrılmıştır. "[548] âyetiyle başlayıp hi­kâyenin sonuna kadar devam etmektedir. [549]

 

11— Bu Savaştan Çıkan Fıkhı Hükümler:

 

1- Cihada başlandığında cihad yapmak gerekir. Hatta zırhını giyen, sa­vaş elbisesine bürünen ve savaşa hazırlanan kişi, düşmanıyla savaşmadıkça savaştan vazgeçemez.

2- Düşmanlar gelip kapıya dayandığında, memleketlerinde bulunan rhüs-lümanlann düşman için ülke (yurt, şehir, kasaba vs.) dışına çıkmaları gerek­mez. Aksine ülkelerinde durup, orada savaşmak Rasûlullah'ın (s.a.) Uhud savaşında müsiümanlara işaret ettiği gibi kendi lehlerine, düşmanın aleyhine ise caizdir.

3- îmam'm (devlet başkanının veya komutanın) mal sahibi razı olmasa da yolu düştüğünde tebaasımn bazı mülklerinden, arazisinden geçmesi caizdir.

4- îmam, bulûğa ermemiş çocuklardan savaşmaya gücü yetmeyenlere izin vermez.. Rasûlullah'm (s.a.) İbn Ömer'i ve yanındakileri geri çevirdiği gibi savaşa çıktıklarında bunları geri döndürür.

5- Kadınların savaşması ve cihadda kadınlardan yardım istenmesi caizdir.

6-  Enes b. Nadr ve başkalarının, daldığı gibi düşman arasına dalmak caizdir.

7-İmam yaralanırsa, Rasûlullah'ın (s.a.) bu savaşta yaptığı gibi,onlara (askerlerine ve tebaasına) oturarak namaz kıldırır. Sünneti vefat edinceye kadar bu hal üzre devam etti.[550]

8- Kişinin, Allah yolunda öldürülmek için dua ve bunu temenni etmesi caizdir. Bu, yasaklanmış ölüm temennisi değildir. Nitekim Abdullah b. Cahş'ın dediği gibi: Allah'ım; beni müşriklerden iyice kâfir ve çok öfkeli bir adamla karşılaştır, onunla çarpışayım, beni Senin uğrunda öldürsün, soysun, sonra bumumu ve kulaklarımı kessin de Sana kavuştuğumda: "Ey Abdullah b. Cahş; ne uğruna kesildin, biçildin?" diyesin, ben de: "Senin uğruna Yâ Rab!" diyeyim.

9- Hz. Peygamber'in (s.a.), Uhud savaşında şiddetli bir belâya uğrayan, yarası ağırlaşınca da kendisini kesen (intihar eden) Kuzman hakkında: "O

cehennemliklerdendir."[551] buyurmasına istinaden, kendisini öldüren müslü-man dehennemliktir.

10- Şehidin yıkanmaması, (cenaze) namazının kıhnmaması[552] elbisesin­den başka şeye kefenlenmemesi, kanıyla ve üzerindeki yaralarla gömülmesi sünnettir. Ancak (düşman tarafından) elbiseleri soyulmuşsa, elbisesinden başka bir şeyle kefenlenebilir.

11- Şehid cünüb ise, meleklerin Hanzale b. Ebî Amir'i guslettirdiği gibi guslettirilir[553]

12-  Şehidlerin öldükleri yere defnedilmesi, başka bir yere taşınmaması sünnettir. Bir grup sahabî şehidlerini Medine'ye taşıdılar. Bunun üzerine Ra-sûlullah'ın (s.a.) tellâlı, şehidlerin, düştükleri yere götürülmesini emir veren bir çağrıda bulundu. Câbir anlatıyor: "Ben gözetlemede iken teyzem,babam ile dayımı şu taşımada kullanılan bir (dolap beygiri) hayvana beraberce yük­lemiş olarak geldi. Onları mezarlığımıza defnetmek için Medine'ye soktu. Bu arada bir adam şöyle bağırarak geldi: "Kendinize gelin, Rasûlullah (s.a.) şe-hidlerinizi geri götürmenizi emrediyor, şehidlerinizi öldürüldükleri yere def­nediniz!'* Câbir anlatmaya devam ediyor: "Onları (babamla dayımı) geri götürdük ve öldürüldükleri yere defnettik. Muâviye b. Ebî Süfyan'ın halife­liği döneminde iken bana bir adam geldi ve: Ey Câbir! Vallahi, Muâviye'nin adamları babanın kabrini kazdılar, ortaya çıkardılar ve bir bölümü ortaya çıktı, dedi. Hemen oraya gittim ve bıraktığım (gömdüğüm) şekilde kendisin­de hiçbir şey değişmemiş olarak buldum ve onu gizledim". İşte şehidlerin öl­dükleri yere defnedilmesi böylece sünnet oldu.[554]

13- Bir veya üç şehidin bir mezara defnedilmesi caizdir. Çünkü Rasûlul­lah (s.a.) iki veya üç şehidi bir mezara defnediyordu. "Hangisi Kur'an'dan daha çok (âyet) ezberlemişti?" diye soruyor, birini işaret ediyorlardı. Kabre önce onu koyduruyordu.[555]

Abdullah b. Amr b. Haram ve Amr b. Cemûh, aralarındaki muhabbet sebebiyle bir kabre (birlikte) defnedildiler. Rasûlullah (s.a.): "Dünyada birbirine muhabbet eden bu iki muhibbi bir mezara defnedin."[556] buyurdu.

Uzun bir süre sonra ikisine birer mezar kazıldı. Abdullah b. Amr b. Ha-râm'ın eli, yaralandığında koyduğu şekilde yarasının üzerinde duruyordu. Eli yarasından çekildiğinde kan fışkırdı. Yerine konulduğunda kan durdu.

Câbir şöyle anlatıyor: Mezarı kazıldığında babamı mezarında gördüm. Uyur gibi idi ve halinde az ya da çok bir değişiklik olmamıştı. Kendisine: Ke­fenlerini gördün mü? diye sorduklarında dedi ki: Yüzünü örten alaca çizgili bir kumaşla ve ayaklarım örten bir pelerinle[557] defnediimişti. Bu çizgili ku­maşı ve pelerini olduğu gibi bulduk. Halbuki aradan 46 sene geçmişti.[558]

Fakîhler; Hz. Peygamber'in (s.a.) Uhud şehidlerini elbiseleriyle defnet­mesi, bunun müstehab ve evlâ oluşundan mıdır, yoksa vâcib oluşundan mı­dır diye ihtilâf ettiler. Bu konuda iki görüş vardır:

Bunların ikincisi; bu görüşlerin en zahir olanı Ebu Hanîfe'nin görüşü­dür, îlki ise; Şafiî ve Ahmed (b. Hanbel)'in görüşleridir. Şayet; "Yakub b. Şeybe'den ve başkasından ceyyid senedle rivayet olunduğuna göre Hz. Safiy-ye, Hz. Peygamber'e (s.a.) Hz. Hamza'yı kefenlemesi için iki elbise yollamış ve O da (s.a.) onlardan birisine onu (Hz. Hamza'yı) kefenlemiş, diğerine de bir başka şehidi kefenlemiştir."[559] denilirse, şöyle cevap verilir: Hz. Ham­za'yı kâfirler soymuşlar, kendisine müsle yapmışlar, karnını yarmışlar ve cigerini çıkarmışlardı. Bunun için başka bir kefenle kefenlendi. Bu görüş (şe­hidin başka bir şeyle kefelenmesi görüşü) zayıflıkta, "Şehid guslettirilir" di­yenin görüşüne benzer. Halbuki Allah Rasûlü'nün sünneti, tâbi olmaya (meleklerin sünnetinden) daha evlâdır, lâyıktır.

14-  Çarpışmada can veren şehidin cenaze namazı kılınmaz. Zira Rasû­îullah (s.a.) Uhud şehidleri üzerine cenaze namazını kılmamıştır ve O'nun (s.a.) gazalarında yanında bulunup da şehid düşenlerden hiçbirinin cenaze nama­zım kıldığı bilinmemektedir. Râşid halifeleri de, onların nâibleri de böyle yap­mışlardır.

Şayet; Sahîhayn'da, Ukbe b. Âmir hadisinde, Hz. Peygamber'in (s,a.) bir gün çıkıp Uhud şehidlerine ölülere kıldığı (cenaze) namazı gibi namaz kıl­dığı sabittir, denilirse;[560] ve İbn Abbas'ın: "Rasûîullah (s.a.) Uhud şehid-lerinin üzerine cenaze namazını kıldı."[561] diye rivayet ettiği ileri sürülürse; şöyle cevap verilir: Rasûluîlah'ın (s.a.) vefatına yakın bir zamanda onlara bu namazı kılması, şehid edilmelerinden sekiz yıl sonra onlara veda edercesine bir namaz kılmadır. Bu, Hz. Peygamber'in vefat etmesinden önce Bakî kab­ristanına gidip ölülere ve dirilere veda edercesine istiğfar etmesine benzer. îş-te bu da Rasûlullah'ın (s.a.) onlara veda etmesidir ve bu namaz ölüler üzerine kıldığı cenaze namazı demek değildir. Öyle olsa bile Rasûîullah (s.a.), özel­likle "Kabir (e konulmuş cenaze) üzerine namaz kılınmaz veya bir aya kadar kıhnabilir." görüşünde olanlara göre bu namazı sekiz yıl geciktirmezdi.

15- Hastalık veya topallıktan dolayı Allah Teâlâ'nın cihada katılmaması­nı mazur gördüğü şahısların, kendilerine vacip olmasa da cihada çıkmaları caizdir. Nitekim Amr b. Cemûh (r.a.) topal olduğu halde cihada çıkmıştır.

16-  Müslümanlar, içlerinden birini kâfir zannederek öldürseler, devlet başkanının, öldürülen müslümamn diyetini Beytülmal'den ödemesi gerekir. Çünkü Rasûîullah (s.a.) Yemân'ın diyetini (oğlu) Ebu Huzeyfe'ye ödemek istemiş, ancak Huzeyfe diyeti almaktan kaçınıp müslümanlara tasadduk et­miştir. [562]

 

12- Uhud Savaşında Ortaya Çıkan Bazı Hikmetler:

 

Allah Teâla, "Sen mü'minleri savaş için duracakları yerlere yerleştirmek üzere erkenden evinden ayrılmıştın..."[563] âyetiyle olayı anlatmaya başladığı yerden itibaren 60 âyet boyunca Âl-i İmrân sûresinde bunların esaslarına ve temel noktalarına işaret buyurmuştur:

1- Allah Teâlâ müslümanlara, itaatsizliklerinin, gevşekliklerinin ve bir­birlerine düşmelerinin kötü sonucunu bildirmiş ve uğradıkları belânın sadece bu kötülükleri sebebiyle olduğunu şöylece haber vermiştir: "Andolsun ki Al­lah, size verdiği sözde durdu. O'nun izniyle onları (kâfirleri) kesip biçiyordu­nuz. Ama Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra, gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz; sizden kimi dünyayı, kimi ahireti istiyor­du. Derken denemek için Allah sizi onlardan geri çevirip bozguna uğrattı. Andolsun ki O sizi bağışladı..."[564]

Peygambere isyanlarının, çekişmelerinin ve gevşemelerinin sonucunu gö­rünce, bundan sonra çok hazırlıklı, uyanık ve Allah'ın yardımsız bırakması­na sebep olacak şeylerden daha bir sakınır oldular.

2- Allah'ın, Peygamberleri ve onlara uyanlar hakkındaki hikmeti ve sün­neti, (düşmanlarıyla savaşta) birinde onların, diğerinde de düşmanlarının ga­lip gelmesi şeklinde olagelmiştir. Fakat sonuç her manian peygamberlerin ve onlara uyanların lehine olmuştur. Zira, daima galip gelseler peygamberlerle beraber hem mü'minler hem de daha başkaları savaşa girerlerdi. Dolayısıyla sadık mü'min, diğerlerinden ayırdedilemezdi. Tersine, devamlı mağlup olsa­lardı, peygamberlik ve elçi göndermenin maksadı hasıl olmazdı. Hikmeti ge­reği, Allah onlara her ikisini (zafer ve mağlubiyeti) de verdi; böylece peygamberlere hak inançtan ve onların getirdikleri şeylerden dolayı uyan, itaat eden kimseler ile onlara, özellikle zafer ve galibiyetlerinden ötürü uyanlar bir­birlerinden ayrılmış olsunlar.

3- Bu durum, peygamberlerin özelliklerindendir. Nitekim (Bizans İmpa­ratoru) Hirakl, Ebu Süfyan'a şöyle sormuştu:

  Onunla savaştınız mı?

  Evet.

  Onunla aranızdaki savaş nasıl neticelendi?

— Dönüşümlü. Birinde o bize galip gelir, diğerinde de biz ona galip geliriz.

— İşte peygamberler böyle imtihan olunurlar, sonra sonuç onların lehi­ne olur.[565]

4- Sadık mü'min sahtekâr münafıktan ayrılmıştır. Çünkü mü'minleri Al­lah Bedir savaşında düşmanlarına üstün kılıp şöhretleri yayılınca, içten on­larla birlik olmayan bir kısım kimseler, dış görünüş itibariyle onlarla beraber İslâm'a girmişti. Allah'ın hikmeti, kullarına mü'minle münafığı birbirinden ayıracak bir imtihanı sebep kılmayı gerektirdi. Nitekim münafıklar bu savaş­ta baş kaldırıp gizlediklerini söylediler, sırları ortaya çıktı. Uzaktan uzağa îma ettikleri şey açıklığa kavuştu. İnsanlar apaçık bir şekilde kâfir, mü'min ve münafık kısımlarına ayrıldılar. Böylece mü'minler, bizzat kendi evlerinde, kâfirler dışında kendileri ile bir arada bulunan ve kendilerinden ayrılmayan bir düşmanlarım daha tanıdılar, onlara karşı hazırlandılar ve onlardan sa­kındılar. Allah Teâlâ buna şöyle işaret etmektedir: "Allah inananları, sizin içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; temizi pisten ayıracaktır. Allah sizi gayba vâkıf kılacak değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dile­diğini seçer..."[566] Yani Allah Teâla, mü'minleri münafıklarla benzerlik ar-zeden bir hal üzere bırakacak değildir. Uhud savaşındaki malum imtihanla ayırdığı gibi iman ehlini münafıklardan ayıracaktır. Allah Teâlâ size, mü'-minlerle münafıkları birbirinden ayırdığı gaybı da bildirecek değildir. Onlar Allah Teâlâ'mn gaybmda ve ilminde ayırdedilmişlerdir, ancak O, münafık­ları kesin bir ayrımla ayırmak istemektedir. Böylece O'nun malumu olan gayb âyân beyan ortaya çıkmış olur. "Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer" şeklindeki Allah kelâmı, yaratıklarından peygamberlerden başka hiç­bir kimsenin gaybı bilmeyeceğine açıklık getirmek için gelmiştir. Zira Allah, Rasûlîerine gaybmdan dilediği şeyleri bildirir. Nitekim, "Gaybı bilen Allah, gaybı bildirmek istediği peygamberler dışında hiç kimseye bildirmez. "[567] bu­yurmuştur. Sizin mutluluk ve saadetiniz, Rasûllerine bildirdiği gaybe iman etmektedir. Şayet gaybe inanır ve iman ederseniz en büyük sevap ve değer sizindir.

5- Allah, dostlarının ve taraftarlarının sevinçte ve tasada, hoşlandıkları ve hoşlanmadıkları durumda, zaferi kendilerinin veya düşmanlarının kazan­maları halinde nasıl kulluk yapacaklarını ortaya çıkarmıştır. Mü'minler, hoş­larına giden ve gitmeyen konularda Allah'a itaata ve kulluğa devam ederlerse, işte onlar O'nun gerçek kullarıdır; sadece sevinç, nimet ve afiyet hallerinde Allah'a kulluk yapan kimseler gibi değildirler.

6- Şayet Allah Teâlâ mü'minlere devamlı yardım etse, her yerde düşman­larına karşı zafer kazandırsa ve onları ebediyen düşmanlarına üstün ve galip kılsaydı, nefisleri azıtır, kibirlenir ve kabanrdı. Ve şayet Allah Teâlâ, onlara daima zafer, galibiyet ihsan etseydi, bolca rızık verdiği kimseler nasıl olacak­larsa öyle olurlardı. Halbuki O'nun kullarını ancak sevinç ve sıkıntı, güçlük ve rahatlık, darlık ve bolluk ıslah eder. O, kullarının işlerini hikmetine yara­şır biçimde düzenleyendir ve O, kullarından haberdardır ve onları görendir.

7- Allah mü'minleri mağlubiyetle, yenilgiyle ve hezimetle imtihan ettiğin­de zelil oldular, yenildiler ve boyun eğdiler. Bu sebeple O'nun izzet ve yardı­mını hakettiler. Zira zafer gömleği ancak zelilliğin ve kırılmanın (getirdiği) dostlukla giyilir. Nitekim Allah Teâlâ da: "Andolsun ki siz zelil bir durumda iken Allah (Bedir'de) size yardım etmişti."[568] ve "... Çokluğunuz sizi bö­bürlendirdiği ancak bir faydası da olmadığı Huneyn savaşında... "[569] buyur­muştur. Çünkü O, kulunu yüceltmeyi, üstün ve muzaffer kılmayı dilediği zaman önce onu kırar. Onu galip ve muzaffer kılması da kulunun zilleti ve kırılması ölçüsünde olur.

8- Allah Teâlâ, mü'min kulları için ikram yurdunda (cennet) öyle merte­beler hazırlamıştır ki, oralara amelleriyle ulaşamazlar, ancak belâ ve mihnet­le ulaşabilirler. Kullarım, o mertebelere varış sebepleri cümlesinden olan salih amellere muvaffak kıldığı gibi, yine kendilerini bu mertebelere ulaştıracak belâ ve imtihan gibi sebepleri de onlar için takdir buyurmuştur.

9- Nefisler, daimi afiyet, zafer ve zenginlikten dolayı azgınlığa düşüp dün­yaya meyleder. Bu ise nefisleri, Allah'a ve ahirete doğru yaptığı yolculuktaki ciddiyetinden uzaklaştıran bir hastalıktır. Rabbi, Mâliki ve merhamet edicisi (olan Allah), onun bu hastalıktan kurtulmasını istediğinde, kendisine yaptığı gayretli yolculuktan alıkoyan bu hastalığın ilacı olan belâ ve imtihanları tak­dir buyurur. Böylece bu belâ ve sıkıntılar, hastaya hoş olmayan ilacı içiren ve hastalıklarını tedavi için acı veren damarları kesen (ameliyat eden) doktor yerindedir; ki doktor hastayı bu durumda biraksaydı hastalıklar onu sarardı ve ölümü bunların yüzünden olurdu.

10- Şehitlik, Allah katında Allah dostlarının en yüce mertebesidir. Şe-hidler de kulları arasında en seçkinleri ve en yakınlarıdır. Sıddîklık derece­sinden sonra şehitlikten başka bir derece yoktur. O, kullan içerisinden, kanlan Allah sevgisi ve rızası uğrunda dökülen, Allah sevgisi ve rızasını kendi canla­rına tercih eden şehidler edinmekten hoşlanır. Bu dereceyi elde etmek için, düşmanı başına musallat etmesi gibi şehitliğe götüren sebepleri takdir etme­sinden başka bir yol yoktur.

11- Allah Teâlâ, düşmanlarını yok edip öldürmek istediğinde, helak edi­lip Öldürülmelerini gerektirecek sebepleri hazırlar. Kâfir oluşlarından sonra bunun en büyük sebepleri isyanları, haddi aşıp azgınlaşmaları, Allah dostla­rına eziyette aşırıya gitmeleri, onlarla çarpışıp savaşmaları ve üzerlerine mu­sallat olmalarıdır. Böylece Allah dostları, günahlarından ve kusurlarından temizlenirken, düşmanlarının da mahvedilme, helak edilme sebepleri artar. Allah Teâlâ şu âyette bunu anlatmaktadır: "Sakın gevşemeyin, üzülmeyin; iman etmişseniz mutlaka en Üstün sizsiniz. Eğer siz (Uhud'da) bir yara almış-samz, (size düşman olan) topluluk da (Bedir'de) benzeri bir yara almıştı. Böy­lece Biz, Allah'ın gerçek mü'minleri ortaya çıkarması ve içinizden şehidler edinmesi için bu günleri bazan lehlerine bazan da aleyhlerine olarak insanlar arasında döndürüp dururuz. Allah zalimleri sevmez. Ve böylece iman eden­leri günahlardan arındırmak, inkarcıları da mahv etmek için böyle yapa-nz_» [570]Allah Teâlâ bu hitabda mü'minleri teşvik edip kendilerine güvenlerini artırmak, gayret ve kararlılıklarım canlandırmakla güzelce teselli etmeyi bir araya getirmiş ve kâfirlerin onlara karşı galip gelmesini gerektiren göz ka­maştırıcı hikmetleri saymıştır. Nitekim, "... Eğer siz (Uhud'da) bir yara al-mışsanız, (size düşman olan) topluluk da (Bedir'de) bir yara almıştı..."[571] buyurmuştur. Yaralanma ve acı çekme konusunda birbirinize denk oldunuz, fakat ümit ve sevap konusunda birbirinizden ayrıldınız. Nitekim şöyle bu­yurmuştur: "... Eğer siz acı çekiyorsanız onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çek­mektedirler. Üstelik siz Allah'tan, onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız.'"[572]Size ne oluyor ki yaralanıp acı çektiğinizde gevşeyip za­yıflıyorsunuz. Müşrikler bu belâya şeytanın yolunda uğramışlarken siz be­nim yolumda ve rızamı kazanmak uğrunda maruz kaldınız.

Sonra Allah Teâlâ, bu dünya hayatının günlerini insanlar arasında evi­rip çevirdiğini, uğradıkları sıkıntının bugünün sıkıntısı olduğunu ve onu ahi-retin aksine olarak dostları ve düşmanları arasında dönüşümlü olarak taksim ettiğini bildirmektedir. Zira ahiretin şerefi, zaferi ve ümidi sadece iman edenlere mahsustur.

Sonra bir başka hikmetini belirtti: Bu da, mü'minleri münafıklardan ayır-detmesidir. Böylece, daha önceleri onlar kendi gayb ilminde malum iken ru'-yet ve müşahede ilmiyle de onları bildirmiştir. Bu gayb ilmi ile sevap veya ceza gerekmez; sevap ve ceza ancak duyu âleminde gerçekleşip görüldüğün­de malum (olan hususlar)a gerekir.

Sonra bir başka hikmeti daha zikretti: Bu da Allah'ın mü'minler araşır dan şehidler edinmesidir. Zira O, kulları içinden şehidleri sever. Onlar iç|i en yüce ve en üstün makamları hazırlamış ve onları bizzat kendisi için ayiı mıştır. Öyle ki onlan şehitlik derecesine erdirmeyi gerekli kılmıştır. Allah T( âlâ'mn: "... Allah zalimleri sevmez."[573] buyurması, Allah'ın Peygamberini Uhud savaşında yardımsız bırakan ve Uhud savaşına katılmayan münafıkla­rı sevmeyip onlara gazaplandığım anlattığı gerçekten yerinde yapılmış hoş bir tenbihtir. Allah onlan sevmediği için aralarından şehidler edinmemiştİr. O gün mü'minlere tahsis ettiği ve şehid olanlara verdiği şeylerden mahrum et­mek için münafıkları çevirip geri döndürmüştür. Böylece Allah, kendi dost­larını ve taraftarlarını muvaffak kıldığı yollardan o zalimleri alıkoymuştur.

Sonra bu savaşta başlarına gelen şeyler hakkındaki bir başka hikmeti zik­retti: Bu hikmet, iman edenlerin arındırılmasıdır. Bu arındırma da onları gü­nahlardan ve nefsin âfetlerinden temizlemesi ve kurtarması demektir. Yine aynı şekilde Allah Teâlâ, onları münafıklardan da kurtarıp arındırdı, böyle­ce mü'minler münafıklardan ayrılmış oldu. Neticede mü'minlerin lehine iki tür arındırma ortaya çıkmış oldu: Nefislerinden arındırma ve düşman olduk­ları halde kendilerini mü'minlerdenmiş gibi gösteren münafıklardan arındırma.

Sonra diğer bir hikmeti daha zikretti: Azıtıp sapıtmaları, isyan etmeleri ve düşmanlıkları sebebiyle kâfirleri mahvetmesi. Sonra Allah Teâlâ onların, kendi yolunda cihad etmeksizin ve düşmanların eziyetlerine sabretmeksizin cennete gireceklerine dair hesaplarını ve zanlarım reddetti. Böyle düşünen ve zannedenler reddolunduklarına göre böyle bir şey kesinlikle mümkün değil­dir. İşte Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Yoksa siz, Allah aranızdan cihad eden­leri ve sabredenleri bilmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?.."[574] Yani: Sizden böyle bir şey ortaya çıkmadı ki, Allah onu bilsin. Çünkü böyle bir şey gerçekleşirse Allah onu muhakkak bilir ve buna karşılık sizi cennetle mükâfatlandırır. Mükâfat, mücerred bilgiye göre değil, malum olmuş vak'a-ya göredir. Allah Teâlâ kula, kendisinin malumu olan şey gerçekleşmeksizin, mücerred ilmine dayanarak mükâfat veya ceza vermez. Sonra Allah Teâlâ, temenni edip kavuşmayı arzuladıkları bir işten bozguna uğramalarını başla­rına kakarak şöyle buyurdu: "Andolsun ki siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyor dun uz, İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz."[575]

İbn Abbas diyor ki: Allah Teâlâ, Peygamberinin dilinden Bedir şehidle-rine ne gibi ikramlarda bulunduğunu haber verince ashab-ı kiram, şehidliği arzu edip içinde şehid olacakları ve (şehid) kardeşlerine kavuşacaktan bir sa­vaşı temenni ettiler. Allah Teâlâ da onlara, Uhud savaşında bunu gösterdi, sebeplerini hazırladı. Çok geçmeden Allah'ın dilediklerinden başkaları boz­guna uğradılar. Bunun üzerine Allah: "Andolsun ki siz ölümle karşılaşma­dan önce onu arzuluyordunuz. İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz." âyetini indirdi.

12- Uhud vak'asi Rasûlullah'ın (s.a.) vefatı öncesinde, bu konuda bir başlangıç ve harikulade bir belirti olmuştur. Ailah mü'minleri teskin etti ve Rasûlullah'm (s.a.) ölmesi veya öldürülmesi (söylentisiyle) gerisin geri dön­melerinden dolayı azarladı. Halbuki onlara gerekli olan, O'nun dini ve tev­hidi üzere, sabit kalmaları ve bu uğurda ölmeleri ya da öldürülmeleridir. Çünkü onlar Muhammed'in Rabbine ibadet etmektedirler; O ise hiç ölmez diridir. Muhammed ölse veya öldürülse bile bu durum onları O'nun dininden veya getirdiklerinden çevirmemelidir. Zira her canlı ölümü tadacaktır. Muhammed de baki kalmak için peygamber gönderilmemiştir. Ne O, ne de kendileri baki değildirler. Ancak İslâm ve tevhid uğrunda ölmelidirler; zira -Rasûlullah öl­se de sağ kalsa da- ölüm mutlaka gelecektir. Onun için Allah Teâlâ, şeytan: "Muhammed öldürüldü!" diye bağırdığında, dininden dönenlerin dönüşü­nü kınayarak şöyle buyurmuştur: "Muhammed ancak bir peygamberdir. On­dan önce de peygamberler gelip geçmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri mi döneceksiniz? Kim gerisin geri dönerse Allah'a hiçbir ziyan veremez. Allah, şükredenlerin mükâfatını verecektir. "[576] Şükredenler ise, nimetin kıy­metini bilen, ölünceye veya öldürülünceye kadar bu nimet üzere sebat eden­lerdir. Rasûlullah (s.a.) vefat ettiği gün bu azarlamanın etkisi, bu hitabın hükmü ortaya çıktı. Gerisin geri dönüp mürted olanlar oldu, fakat şükredenler dinlerinde sebat ettiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ da onlara yardım etti, on­ları yüceltti ve düşmanlarına karşı muzaffer kıldı, sonucu da onların lehine çevirdi.

Daha sonra Allah Teâlâ, her canlı için tamamlayacağı ve sonunda kavu­şacağı bir ecel tayin ettiğini haber verdi. İnsanların hepsi, yolları farklı olsa da tek bir kaynak şeklinde ölüm havuzuna gelecekler; sonra kıyamet dura­ğından çeşitli yollara ayrılacaklar, bir kısmı cennete bir kısmı da cehenneme gideceklerdir.

Sonra Allah Teâlâ, peygamberlerinden büyük bir topluluğun ve on ar a birlikte kendilerine tâbi olanların çoğunun öldürüldüklerini, ama sağ kalan­ların Allah yolunda başlarına gelen belâlar karşısında gevşemediklerini, za­yıflayıp yılmadıklanm ve boyun eğmediklerini haber verdi. Bu kimselerin savaş sırasında da gevşemediklerini, yılmadıklarım ve boyun eğmediklerini; aksine şehid olmayı metanetle, sabırla ve öne atılarak karşıladıklarım; geri dönerek, zelil bir şekilde boyun eğerek değil, bilakis izzetle, şerefle; geri kaçarak değil, öne atılarak şehid olmayı istediklerini bildirdi. Doğrusu, âyet-i kerime, her iki grubu da ele almaktadır.

Daha sonra Allah Teâlâ, peygamberlerin ve ümmetlerinin günahlarını itiraf ederek, tevbe istiğfarda bulunarak, Rablerinden ayaklanın sabit kılmasını ve düşmanlarına karşı yardım etmesini isteyerek kendi kavimlerine karşı za­fer taleb edişlerini haber verdi. Buyurdu ki: "Söyledikleri sadece şu idi: "Rab-bimiz! Günahlanmızı ve işimizdeki aşmlıklanmızı bağışla, ayaklarımızı sağlam tut, kâfir topluma karşı bize yardım et!" Bu yüzden Allah onlara, hem dün­ya karşılığının hem ahiret karşılığının en güzelini verdi. Çünkü Allah güzel davrananlan sever."[577]Müslümanlar, düşmanın ancak günahları sebebiyle kendilerine galip geleceğini; şeytanın yine ancak günahları -ki bunlar, ya bir hakkı ödemedeki kusur ya da haddi aşmak şeklinde iki türlüdür- sebebiyle ayaklarını kaydırıp kendilerini yenebileceğini; zaferin de tâata bağlı olduğu­nu anlayınca: "Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağış­la!" dediler. Sonra Rab Tebareke ve Teâlâ ayaklarını sabit kılmadığı ve onlara yardım etmediği takdirde kendi başlarına sebat etmeye güç yetiremeyecekle-rini ve düşmanlarına karşı yardım sağlayamayacaklarını anladılar. Eğer O ayaklanın sabit kılmaz ve kendilerine yardım etmezse kendilerinin sebat ede­meyeceklerini ve zafere erişemeyeceklerini ve kendilerinin değil O'nun elinde olduğunu bildikleri bu şeyi O'ndan istediler. Bu yüzden şu iki makamın hak­kını verdiler: I) Yardımı icabettirici makam: Bu, tevhid ve Allah'a sığınma­dır, 2) Yardıma engel olan şeyleri ortadan kaldırma makamı: Bu da günahlar ve aşırılıklardır. Peşinden Allah Teâlâ müslümanlan düşmanlarına itaatten sakındırdı. Eğer onlara itaat ederlerse dünya ve ahirette hüsrana uğrayacak-lanru haber verdi. Burada, Uhud savaşında müşrikler müslümanlara galip gelip zafer kazanınca müşriklere uyan münafıklara tariz vardır.                   

Sonra Allah Teâlâ, mü'minlerin dostu, yardım edenlerin en hayırlısı ol­duğunu ve dostu olduğu kişinin muzaffer olacağını haber verdi.

Sonra Allah Teâlâ düşmanlarının kalplerine müslümanlara hücum etme­lerini ve onlarla savaşmaya kalkışmalarını engelleyen bir korku düşüreceğini ve kendi taraftarlarını düşmanlarına karşı kendisi sayesinde galip gelecekleri bir korku ordusuyla destekleyeceğini haber verdi. Bu korku gönüllerindeki şirk sebebiyledir ve şirkleri ölçüsünde olacaktır. Bu yüzden Allah'a şirk ko­şan en korkak, en ödlek şeydir. İmanlarına şirk karıştırmayan mü'minler için emniyet, hidayet ve kurtuluş; şirk koşan için ise korku, dalâlet ve bedbahtlık vardır.

Sonra müslümanlara, düşmanlarına karşı zafere eriştireceğine dair ver­diği sözde durduğunu haber vermiştir. O, sözünü her zaman tutandır. Şayet müslümanlar itaata ve Peygamber'in emrine sarılmaya devam ederlerse za­ferleri dedevam eder. Fakat itaatten ayrılırlar, bulunmaları gereken yerden uzaklaşırlarsa, itaat bağından kopmuş olurlar. Böylece zafer de kendilerin­den uzaklaşmış olur. Ayrıca, günahın kötü sonuçlan ile itaatin güzel sonucu­nu bildirmek için, onları düşman karşısında bir ceza ve imtihan olmak üzere yüz geri etmiştir.

Sonra Allah Teâlâ, bütün bunların ardından onları affettiğini ve mü'-min kullarına karşı ihsan sahibi olduğunu haber verdi. Hasan (eI-Basrî)'ye: "Düşmanlarını başlarına musallat edip de onlar öldürebileceklerini öldürmüş­ler, cesetlerini parçalamışlar ve emellerine ulaşmışlarken Allah müslümanîa-n nasıl affetmiş oluyor?" diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: "Onlan affetmeseydi, müşrikler köklerini kazırlardı. Fakat bu affı sebebiyledir ki, köklerini kazımak üzere toplanmışken düşmanlarını onlardan püskürtmüştür."

Sonra onlara, şiddetli kaçışları esnasındaki hallerini hatırlattı. Yani kaçma konusundaki ciddiyetlerini ve yeryüzündeki gidişlerini veya dağa çıkışlarını ki, ne Peygambere ne de ashabından birisine bakıyorlardı. Üstelik Peygam­ber arkalarından onları şöyle çağırıyordu: "Bana gelin ey Allah'ın kulları! Ben Allah'ın Rasülü'yüm!" Bu kaçış ve firarları sebebiyle Allah onları, biri bozgun ve yenilgi kederi diğeri şeytanın aralarında, "Muhammed öldürül­dü!" şeklinde çığlık atması kederi olmak üzere keder üstüne kedere uğrattı.

Denilmiştir ki: Allah Teâlâ, RasûhVnün yanından kaçmak ve O'nu düş­manlarına teslim etmekle Rasûlü'nü kederlendirmenize karşılık sizi bir ke­derle cezalandırmıştır. Bu keder, Peygamberini kedere düşürmenize karşılık size cc/iı olarak verilen bir kederdir.                                                 

Birinci görüş, birkaç yönden daha uygun görünmektedir:

1- "Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye..."[578] buyrul-ması, bu keder üstüne kederin hikmetine dikkat çekmedir. Bu ise Allah'ın, kaybettikleri zafer ile uğradıkları bozguna ve yaralanmalara üzülmelerini unut­turmasıdır. Nitekim bu nedenle acılarını unuttular. Bu da ancak, kederi ta­kip eden bir başka kederle hasıl olur.

2- Bu görüş, gerçeğe de uygundur. Şöyle ki, ganimeti kaybedişten dolayı bir keder hasıl oldu, sonra bunu bozgunun kederi, sonra uğradıkları yara­lanma kederi, sonra öldürülme kederi, sonra Rasülullah'ın (s.a.) öldürülmüş olduğu haberini işitmeleri kederi, sonra da bunu düşmanlarının dağda onla­rın üst tarafında bir yere çıkmalarından ötürü bir keder izledi, Allah'ın mu­radı özellikle iki keder değildir; aksine deneme ve imtihanın tam olması için, birbirini izleyen kederlerdir.

3- Âyetteki "bigammin" ifadesi, sevabın tamamındandır, sevabın veri­lişinin sebebi değildir. Anlamı: Kaçmak, peygamberlerini ve ashabını (düş­mana) teslim etmek, Peygamber kendilerini çağırırken O'na koşmamak, bulunmaları gereken yerde kalmak hususunda O'na muhalefet etmek, ken­dilerine verilen emir konusunda çekişmeleri ve gevşemeleri gibi, müslüman-lardan ortaya çıkan davranışlara ceza olarak, sizi bir keder ardından başka bir kedere uğrattık demektir. Bu davranışlardan her biri kendisine has bir keder gerektirir ve onlardan sadır olan sebeplerle gerekçelerin birbirini izlemesi gi­bi uğradıkları kederler de birbirini izler. Eğer Allah affıyla telafi etmeseydi iş başka türlü olurdu. Allah'ın, onlara olan lütfü, şefkat ve merhametinden-dir ki, onlardan sadır olan bu davranışlar, insan tabiatının icaplarından olup kendilerini sürekli bir zaferden alıkoyan ve nefislerinde yerleşmiş bir takım kalıntılardır. Allah onlara lütfederek kuvveden fiile çıkarttığı sebepler hazır­lamıştır. Bunlardan dolayı istenilmeyen neticeler ortaya çıkmıştır. İşte o za­man, bunlardan tevbe etmenin, emsallerinden sakınmanın ve atlarıyla bunları savuşturmanın gerekli bir şey olduğunu ve bu olmadan kendileri için bir kur­tuluş ve devamlı, kalıcı bir zaferin mümkün olamayacağını anladılar. Bu se­beple artık daha çok sakınır ve böyle davranmalarına sebep olan şeylerin gediklerini çok iyi bir biçimde tanır oldular.

"Belki de senin kınamalarının sonuçlan övgü olacaktır; Nice bedenler vardır ki hastalıklarla sağlığa kavuşmuştur."

Sonra Allah Teâlâ, rahmetiyle mü'minleri telâfi etti ve onların kederle­rini hafifletti. Katından bir güven ve rahmet olarak indirdiği uyuklama ile o kederi kendilerinden giderdi. Bedir savaşında mü'minlere indirdiği gibi, sa­vaştaki uyuklama, zaferin ve güvenin bir belirtisidir. Ayrıca Allah Teâlâ, bu uyuklamaya tutulmayan kişilerin, dini, peygamberi veya arkadaşlarına değil de kendi canlarına ehemmiyet veren kişiler olduklarını haber verdi. Bunlar, Allah hakkında cahiliyet devri insanlarına yaraşır, doğru olmayan zanlarda bulunanlardır. Allah hakkında yakışık almayan bu zan; Allah Teâlâ'nın Ra-sûlü'ne yardım etmeyeceği, O'nun işinin dağılıp yok olacağı ve Allah'ın, Ra-sûlü'nü öldürülmeye terkedeceği şeklinde açıklanmıştır. Yine bu zan; mü'minlerin uğradıkları bu belânın Allah'ın kaza ve kaderiyle olmadığı ve Allah'ın bunda bir hikmeti bulunmadığı şeklinde de açıklanmıştır. Ayrıca hik­metin, kaderin, Rasûlü'nün işini tamamlamasının ve İslâm'ı bütün dinlere üstün kılmasının inkâr edilmesi şeklinde de açıklanmıştır. İşte bu zan, Fetih sûresinde buyurulduğu gibi, münafıkların ve müşriklerin Allah Teâlâ'ya karşı besledikleri kötü zanlarıdır: "Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara da aza-betsin. Kötü olaylar kendi başlarına gelsin. Allah, onlara gazab etmiş, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü dönüş yeridir."[579] Bu ancak kötü bir zan, cahiliyet devri insanlarına has bir cahüiye zannı ve gerçek dışı bir zandır. Allah'ın hikmetine, hamdine ve tek Rab tek ilah olu­şuna, caymayacağı sadık vadine yaraşır olanın ve Peygamberlerine yardım edeceğine ve onları hor zelil bırakmayacağına ve galiplerin kendi ordusu ola­cağına dair daha önce vermiş olduğu söze yaraşır olanın aksine bu zan, O'­nun en güzel isimlerine (esmâ-i hüsnâsına), en yüce sıfatlarına, bütün kusurlardan ve kötülüklerden arınmış zatına yakışmayan bir zarıdır. Kim ki, O'nun, Rasûlü'ne yardım etmeyeceğini, işini tamamlamayacağını, onu des­teklemeyeceğini; kendi grubunu desteklemeyip onlan yüceltmeyeceğini ve düş­manlarına karşı zafere erdirmeyip üstün kılmayacağını; kendi dinine ve kitabına yardım etmeyeceğini; hiçbir zaman ayağa kalkamayacak bir yok olmayla tev­hidi ve hakkı yok edeceği bir daimî galibiyet ile tevhid üzerine şirki, hak üze­rine bâtılı galip kılacağını zannederse; Allah hakkında kötü zanda bulunmuş ve O'nu kemâline, celâline, sıfatlarına, niteliklerine lâyık olanın aksine nis-bet etmiş olur. Zira O'nun hamdi ve izzeti, hikmeti ve ilâhhğı, buna tenezzül etmediği gibi, taraftarlarının ve ordusunun boyun eğmesine, sürekli yardım ve daimî zaferin kendisinden yüz çeviren müşrik düşmanlar tarafında olma­sına da razı olmaz. Kim Allah'ı böyle zannederse O'nu tanımamış, isimlerini, sıfatlarını ve kemâlini bilememiş demektir. Aynı şekilde bunun O'nun kaza ve kaderiyle meydana geldiğini inkâr eden kişi de O'nu tanımamış, Rab olu­şunu, mülkünü ve azametini bilememiş demektir. Yine aynı şekilde, takdir etmiş olduğu bu ve bundan gayrı hususları kendisinden Ötürü hamd edilme­sini hak etmiş tam bir hikmet ve iyi bir gaye için takdir etmiş olmasını ve bu­nun, bulunması kaçırılmasından kendisine daha sevimli bir hikmeti ve arzulanan bir gayesi bulunmayan bir iradeden kaynaklandığını ve o hikmet ve arzulanan gayeye götüren ama hoş olmayan bu sebeplerin takdirinin sev­diğine götürdüğünden dolayı bunların hikmetten dışarı çıkmadıklarını inkâr eden kimse de böyledir. O kişiye hoş gelmese de Allah Teâlâ, onları keyfi olarak takdir etmemiş , lüzumsuz yere vücuda getirmemiş ve boş yere yarat­mamıştır. "... İşte bu kâfirlerin zannıdır. Vay ateşte yanacak kâfirlerin haline" [580] İnsanların pek çoğu kendilerine has ya da başkalarına karşı yaptığı dav­ranışlarda Allah hakkında haksız yere kötü zan besliyorlar. Bundan ancak Allah'ı tanıyan, isimlerim ve sıfatlarını bilen, hamdinin ve hikmetinin gerek­tirdiğini idrak eden kişiler kurtulabilir. Kim O'nun rahmetinden ümit keser­se ve rahmetinden umutsuz olursa Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

İhsan ve ihlâslarına rağmen, O'nun kendi dostlarına azab edeceğine ve: dostlarıyla düşmanlarına eşit davranacağına cevaz veren kişi de Allah hak­kında kötü zanda bulunmuştur.

O'nun yaratıklarını başıboş bırakacağını, emir ve yasaklardan sorum-, suz olacaklarını, onlara peygamberlerini göndermeyeceğini, kitaplarını indir-meyecğini, bilakis onları hayvanlar gibi kendi hallerine terkedeceğini zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

Sevap ve ceza vermek için öldükten sonra kullarını, iyileri iyilikleri sebe--biyle ödüllendireceği, kötüleri kötülükleri sebebiyle cezalandıracağı, yaratık­larına ayrılığa düştükleri konularda gerçeği açıklayacağı, bütün âlemlere kendisinin ve peygamberlerinin doğruluğunu ve düşmanlarının yalancı oldu­ğunu göstereceği bir yerde bir araya getirmeyeceğini zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

Emrini yerine getirmek gayesiyle Allah nzası için hâlis niyetle işlediği salih amelini boşa çıkaracağını ve kulun herhangi bir kusuru olmaksızın sebepsiz yere amelini iptal edeceğini veya yapmadığı, seçme şansı olmayan, gücünün yetmediği ve isteği dışında oluşan hususlarda O'nun kendisini cezalandıraca­ğını —bilâkis Allah Teâlâ onu fiillerine göre cezalandıracaktır— ya da yalancı düşmanlannı, nebilerini ve resullerini desteklediği mucizelerle kendisi­ne karşı destekleyeceğini ve kullarını dalâlete düşürsünler diye mucizeleri on­ların ellerine vereceğini; O'ndan gelen herşeyin, —hatta ömrünü O'na itaat yolunda harcayana azab etmesinin ve onu cehennemdeki esfel-i sâfilîn'de (ce­hennemin en alt katında) ebediyen bırakmasının ve ömrünü kendisine, rasûl-lerine ve dinine düşmanlık uğrunda tüketene ise ikramda bulunmasının ve a'lâ-yı üliyyîn'e (cennetin en üst katma) yükseltmesinin bile— güzel olacağını, O'nun yanında her iki durumun da güzellikte denk olduğunu, bunlardan bi­risinin imkânsızlığının ve diğerinin vuku bulmasının ancak doğru bir haberle bilineceğini, yoksa aklın birinin kötü, diğerinin iyi olduğu hakkmda hüküm veremeyeceğini zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

Kim ki, Allah Teâlâ'nın kendisinden, sıfatlarından ve fiillerinden dış gö­rünüşü itibariyle bâtıl, teşbih ve temsil olan ifadelerle haber verip hakkı ter-kettiğini, hakkı haber vermediğini; bunu kapalı rumuzlarla anlattığını; açıklamadığı üstü kapalı işaretlerle belirttiğini; daima teşbih, temsil ve bâtıl­la açıkladığını; yaratıklarının zihinlerim, güçlerini ve düşüncelerini, sözü kul­lanıldığı anlam dışına çıkarmaya ve te'vili dışında te'vil etmeye ve o söz için iğrenç ihtimalleri, açıklama ve anlatmadan daha çok bilmece ve bulmacalara benzeyen te'villeri aramaya çalışmalarını istediğini; onları isimlerini ve sıfat­larını bilmek için Allah'm kitabına değil, kendilerinin akıl ve görüşlerine baş­vurmaya havale ettiğini; Allah'ın kelâmını kendi konuşmalarında ve lisanlarında bildikleri şekle yorumlamamalarmı istediğini; yaratıklarına açık­lanması gereken hakkı açıklamaya ve onları bâtıl itikada düşürecek sözler­den alıkoymaya gücü yettiği halde böyle yapacağı yerde bunu yapmayarak onları hidayet ve açıklama yolunun aksi bir istikamete sürüklediğini zanne­derse Allah hakkında kötü zanda bulunmuş olur. Zira kim, kendisinin ve ön­cekilerin açıkladığı gibi, O'nun açık sözlerle hakkı anlatmaya kadir olmadığını söylerse Allah'ın kudretinde acizlik var zannında bulunmuş olur. Şayet muktedirdir fakat açıklamamış, açıklamaktan ve hakkı tasrihten kaçı­nıp şüpheye, hatta muhal olan bâtıla ve fasit itikada düşürmüştür derse, Al­lah'ın hikmeti ve rahmeti hakkında kötü zanda bulunmuş; Allah'ın ve Rasûlü'nün değil kendisinin ve seleflerinin haktan açıklıkla söz ettiklerini, hi­dayet ve hakkın kendi sözlerinde ve ifadelerinde olduğunu zannetmiş olur. Allah'ın kelâmına gelince, bunun zahirinden teşbih, temsil ve dalâlet; şaşkınlık ve hayret içindeki kimselerin sözlerinin [581]zahirinden ise hak ve hidayet elde edilir görüşü de Allah hakkındaki zanların en kötüsüdür. Ve işte böyle düşü­nenler ,_Allah hakkında kötü zanda bulunan ve O'nun şanına yaraşmaz ger­çekdışı bir cahiliye zannı besleyen kişilerdendirler.

Allah hakkında, mülkünde istemediği ve icad etmeye, yaratmaya güç ye-tiremediği şeylerin olduğunu zanneden de O'nun hakkında kötü zanda bu­lunmuştur.

O'nun ezelden ebede kadar yapıp-etmekten uzak, faaliyetsiz olduğunu ve o vakit fiile güç yetirmekle tavsif olunamayacağını, sonra muktedir değil­ken fiile muktedir hale geldiğini zanneden de O'nun hakkında kötü zanda bulunmuştur.

O'nun işitmediğini, görmediğini, varlıkları bilmediğini; göklerin, yerin ve yıldızların sayısını, insanları, onların hareketlerini ve yaptıklarım bilmedi­ğini; mevcudattan herhangi bir şeyi aynıyla bilmediğini zanneden kişi de Al­lah hakkında kötü zanda bulunmuştur.                                                    

İşitmesi, görmesi, ilmi, iradesi, söylediği bir sözü (kelâmı) olmadığını; yaratıklarından hiçbiriyle konuşmadığını ve ebediyyen de konuşmayacağını, söz söylemediğini ve söylemeyeceğini; O'nunla kâim bir emri ve nehyi bulun­madığını zanneden kimse de Allah hakkmda kötü zanda bulunmuştur.   

O'nun göklerin üstünde, yaratıklarından uzak bir şekilde arşının üzerinj-de bulunduğunu, O'nun yüce zâtının arşına nisbetinin, arşının esfel-i sâfilîne ve adım anmaya değmez mekânlara nisbeti gibi olduğunu, Allah'ın en yük­sekte bulunduğu gibi en aşağılarda da olduğunu zanneden kimse de Allah hak­kında en çirkin, en kötü bir zanda bulunmuştur.

Kim, O'nun iman, iyiük, itaat ve ıslahı sevdiği gibi, küfrü, fışkı, isyanı ve fesadı sevdiğini zannederse Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

O'nun hoşlanıp razj olmadığını, kızıp öfkelenmediğini, dostluk ve düş­manlık etmediğini, yaratıklarından hiçbirine yakınlaşmadığını ve hiçbir kim­senin de O'na yaklaşamayacağım; şeytanların, mukarreb melekler ile Allah'ın kurtuluşa ermiş evliyası gibi O'nun zâtına yakın olduğunu zannederse Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

İki zıt şey arasında eşit davrandığını ya da her yönden eşit iki şey arasında ay rım yaptığını veya uzun ömrün halisane, doğru düzgün ibadetlerini bun­ların ardından işlenen bir tek büyük günah yüzünden boşa çıkaracağım ve bu ibadetleri işleyen kişiyi, kendisine göz açıp kapayıncaya kadar bile iman etmeyen ve bütün Ömrünü kendisini öfkelendirecek işler uğrunda harcayan, Allah'ın peygamberlerine ve dinine düşmanlık yapmakla tüketen kişiler gibi o büyük günah sebebiyle ebediyen sonsuza kadar cehennemde bırakacağını ve o büyük günah sebebiyle bütün iyi amellerini iptal ederek onu ebedi azap­ta bırakacağını zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

Sözün özü, O'nu kendisinin ve peygamberlerinin nitelemiş olduğu sıfat­ların tersine sahip zanneden veya kendisinin ve peygamberlerinin O'nu nite­lediği sıfatların gerçeklerine O'nun sahip olmadığını söyleyen kişi Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

O'nun çocuğu veya ortağı bulunduğunu ya da herhangi bir kimsenin O'­nun izni olmaksızın katında şefaat edeceğini veya yaratıkları ile O'nun ara­sında ihtiyaçlarım arzedecekleri aracılar bulunduğunu veya kullan, onlar vasıtasıyla kendisine yaklaşsınlar, tevessül etsinler, onları O'nunla araların­da vasıta kılsınlar, onlara dua etsinler, O'ndan korktukları gibi onlardan kork-sunlar, onlardan ümitvar olsunlar diye kullan için Allah'ın veliler tayin ettiğini zanneden kimse de O'nun hakkında en kötü ve en çirkin zanda bulunmuştur.

İtaat ve O'na yaklaşmak suretiyle nail olduğu gibi O'nun katındaki ni­metlere, masiyetle ve (emir ve yasaklanna) aykırı davranmakla erişeceğini zan­neden kimse de, O'nun hikmetinin ve isimleri ile sıfatlarının gerektirdiğinin aksini zannetmiş demektir ki, bu da kötü bir zandir.

O'nun rızası için bir şeyi terkettiğinde kendisine bunun yerine daha iyi­sini, daha hayırlısını vermeyeceğini veya O'nun rızası uğruna bir şey yapana buna karşılık olarak bundan daha üstününü vermeyeceğini zanneden de Al­lah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

Kuldan kaynaklanan herhangi bir suç ve herhangi bir sebep bulunmak­sızın sırf istek ve iradeyle O'nun kuluna öfkeleneceğini ve onu cezalandıraca­ğını, mahrum bırakacağını zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

Gerek ümit ve gerek korku içerisinde O'nu tasdik ettiğinde, O'na boyun büküp yalvardığmda, O'ndan dilediğinde, O'ndan yardım istediğinde ve O'na tevekkül ettiğinde kendisini mahrum bırakacağını ve istediğini vermeyeceği­ni zanneden kimse de Allah hakkında kötü bir zanda bulunmuş, Allah'ın lâ­yık olduğu şeylerin aksini düşünmüştür,    )

İtaat ettiğinde ödüllendireceği şeylerle isyan ettiğinde de ödüllendirece-Iğini zannedip duasında bunu isteyen kişi de O'nun hikmetinin ve hamdinin [gerektirdiği, O'nun lâyık olduğu ve yapmadığı şeyin tersine bir zanda bulun-Imuştur.

O'nu kızdırıp Öfkelendirdikten ve günah işlemeye daldıktan sonra O'­ndan başka'annı dost edinip Rabbi katında fayda vermesini, O'nun azabın­dan kurtarmasını umarak O'nun dışında bir meleğe veya diri ya da ölü bir insana dua ederse Allah hakkında kötü bir zanda bulunmuştur. Bu ise onun Allah'tan uzaklaşmasında ve azabında bir artış demekti1".

Kim ki O'nun; Rasûlü Muhammed'e (s.a.) gerek hayatında, gerekse ölü­münden sonra düşmanlarım daimî ve istikrarlı bir şekilde musallat kıldığını, düşmanlarını Peygamberinin (s.a.) başına saldığını ve onların O'nun (s.a.) peşini bırakmadıklarını; vefat ettiğinde de vasiyetsiz olarak mü'minlerin kendi başlarına hareket ettiklerini, ehl-i beytine zulmettiklerini, onların haklarını gasbettiklerini, onları aşağıladıklarını; (Allah'ın) dostlarının ve hak ehlinin herhangi bir suçu, günahı olmadığı halde şeref ve itibann, galibiyetin ve oto­ritenin Allah'ın ve Allah dostlarının düşmanlarına ait olduğunu; Allah'ın, düş­manların ehl-i beyti ezdiklerini, onların haklarını gasbettiklerini ve peygamberlerinin emanetini değiştirdiklerini gördüğü halde ve dostlarına, ta­raftarlarına ve ordusuna yardıma muktedir olduğu halde onlara yardım et­mediğini ve onlan galip kılmadığım, aksine düşmanlannı onlar üzerine ebediyen galip getireceğini veya O'nun buna —hâşâ— muktedir olmadığım, dolayısıy­la bu işin O'nun kudreti ve dilemesi dışında hasıl olduğunu; sonra peygam­berin emanetini değiştirenleri mezarında O'nunla birlikte yan yana yatırdığım ve her zaman ümmetinin hem O'na ve hem de yanında yatanlara selâm vere­ceğini zanneden kimse -ki Rafizîler böyle-zannetmekteler- Allah hakkında en çirkin ve en kötü zanda bulunmuştur. Bu kimseler ister; "Allah Teâlâ onla­ra yardım etmeye, devlet ve zaferi onların lehine kılmaya muktedirdir." de­sinler, isterse "Buna muktedir değildir." desinler farketmez; onlar Allah'ın gücünü yahut hikmetini ve hamdini lekelemektedirler. Bu ise Allah hakkın­da kötü zanda bulunmaktır. Şüphesiz bunu yapan Allah, kendisi hakkında böyle zanda bulunanlara buğz etmektedir; onlara göre bu övgüye lâyık değil­dir ve Allah'ın bunun aksini yapması gerekirdi. Fakat bu bozuk zanm ondan daha büyük bir yamayla yamadılar, kızgın yere basmaktan kaçıp ateşe sığın­dılar da: "Bu Allah'ın dilemesiyle olmadı, O'nun bunu savuşturacak ve dost­larına yardım edecek gücü yoktur. Zira O, kullarının fiillerine muktedir değildir ve o fiiller O'nun kudreti altına girmez." dediler. Böylece Allah hakkında, mecusi ve putperest kardeşlerinin tanrıları hakkındaki zanları gibi bir zanna düştüler. Her inkarcı, kâfir, kahredilmiş, alçak bid'atçı kimse ancak Rabbi hakkında bu zanda bulunur ve kendisini yardıma ve zafere, düşmanlarına galip gelmeye daha lâyık sanır. Halkın pek çoğu hatta —Allah'ın diledikleri hariç— hepsi, Allah hakkında gerçek dışı kötü zan beslemektedir. İnsanların çoğun­luğu hakkının tam verilmediğine, payının eksik olduğuna, Allah'ın kendisi­ne verdiğinin üstünde şeyleri hakettiğine inanır ve tavrıyla şöyle der: "Rabbim bana zulmetti ve hakettiğim şeylere engel oldu." Diliyle bunu inkâr edip açıkça söylemeye cesaret edemezken nefsi bu konuda böyle şahitlik eder. Nefsini kont­rol edip onun içinde gizlediklerini ve sakladıklarını öğrenmeye dalan kimse bunun, çakmakta ateşin gizlendiği gibi nefiste gizlendiğini görür. İstediğin bir kişinin çakmağım çak, kıvılcımları sana çakmağında bulunanları haber verir. Eğer bir kimseyi araştıracak olsan, onun kaderi itham edip ayıpladığı­nı, cereyan edene karşı ileri geri konuştuğunu, kaderin şöyle şöyle olması ge­rektiğini söylediğini görürsün. Tabii bu hal kimilerinde az, kimilerinde çoktur. Bizzat kendi nefsini kontrol et, bakalım kendin bundan salim misin?!

"Ondan kurtulursan büyük bir şeyden kurtulursun, Yoksa ben senin kurtulacağını zannetmiyorum."

Nefsine öğüt veren akıllı insanlar buraya iyi dikkat etsin, Rabbi hakkın­daki kötü zannından dolayı Allah Teâlâ'ya her zaman tevbe ve istiğfar etsin; her kötülüğün kaynağı ve her şerrin menbaı olan cehalet ve zulümden mey­dana gelen nefsine kötü zanda bulunsun. Çünkü nefis kötü zanda bulunul­maya hâkimlerin hâkimi, adaletlilerin en adaletlisi, merhametlilerin en merhametlisi, tam zenginlikle ganî, tam hamd ve tam hikmetle Hamîd; zâ­tında, sıfatlarında', fiillerinde, isimlerinde her türlü kötülükten münezzeh; her yönden mutlak kemâle sahip zâtı, böyle sıfatları ve böyle fiilleri olan, tama­mı hikmet ve maslahat, rahmet ve adalet olan, isimlerinin tamamı güzel olan Allah'tan daha müstahaktır.

"Rabbin hakkında kötü zanda bulunma, Zira Allah güzelliğe en lâyık olandır.

Nefsin hakkında asla iyi zanda bulunma,

Zalim, cani ve cahil hakkında nasıl iyi zandâ buluffipilirsin ki?

De ki: Ey her kötülüğün kaynağı oian nefis! Ölü cimriden hayır umulur mu?

Nefsin hakkında kötülükleri düşün; onları bulursun, Aynen o şekilde; hayrı ise imkânsız gibidir.

Nefiste senin için ne takva ne de bir hayır vardır, Bunlar Celil olan Rabbinin ihsanlarıdır.

Bunlar ne nefistedir ne de nefistendir; fakat, Rahman'dandır... Artık kılavuza teşekkür et".

Bizi bunları söylemeye sevkeden Allah Teâlâ'nm: "...Allah hakkında ca-hiliyet devri zannı gibi haksız bir zanda bulunan bir grup da kendi derdine düşmüştü..."[582] âyetidir.

Sonra Allah Teâlâ, bâtıl zanlanndan kaynaklanan şu sözlerini haber verdi: "Bu işte bizim bir fikrimiz var mı?"[583] "Bu işte bizim fikrimiz alınsaydı bu­rada öldürülmezdik."[584]. Birinci ve ikinci sözlerinden maksatları, kaderi is-bat (kabul) ve işin tamamım Allah'a havale etmek değildir. Şayet ilk ifadedeki maksatları bu olsaydı, bu ifadeden dolayı kötülenmezler ve bu ifadenin: "De ki: Bütün iş Allah'a aittir" âyetiyle[585] reddedilmesi güzel düşmezdi ve ayrı­ca bu sözün kaynağı cahiliye zannı olamazdı. Onun için pek çok müfessir: "Buradaki bâtıl zanîarından maksat, kaderi yalanlamaları ve iş onlara bıra-kilsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı onların sözünü dinleyip kendilerine uysalardi öldürülmeyeceklerdi, yardım ve zafer de onların olacaktı şeklinde­ki zanlarıdır." demiştir. Allah Teâlâ cahiliye zannı olan bu bâtıl zanlannı ya­lanlamıştır. Bu öyle bir zandır ki, gerçekleşmesi kaçınılmaz olan kaza ve kaderin gerçekleşmesinden sonra kendilerinin o kaza ve kaderi savuşturmaya muktedir olduklarını ve iş onlara bırakılmış olsaydı kazanın gerçekleşme­yeceğini zannettikleri cahiliye dönemi insanlarına has zandır. İşte Allah Teâ-lâ şu sözüyle onları yalanlamıştır: "De ki: Bütün iş Allah'a aittir." Ancak O'nun ezelî kaza ve kaderinin kaydettiği, ezelî ilminin ve kitabının takdir et­tiği şey gerçekleşir. İnsanlar istese de istemese de Aİlah'ın dilediği olur, ol­maması imkânsızdır. İnsanlar ister istesin, ister istemesin Allah'ın dilemediği de olmaz. Hezimetiniz ve öldürülmeniz takdir olunmuşsa bu, savuşturulma-sma imkân olmayan kevnî emriyle olmuştur. Bu işte herhangi bir fikriniz ol­sun veya olmasın birdir. Bazılarınız hakkında ölüm yazgısı yazılmış olsa, sizler evlerinizde bulunsanız bile haklarında Ölüm yazgısı yazılanlar evlerinden öl­dürülecekleri yerlere elbette çıkacaklardır, bu kaçınılmazdır; onların bunda bir fikirleri olsun veya o..nasın birdir. İşte bu, Allah'ın dilemediği şeylerin gerçekleşmesini ve gerçekleşmeyecek şeyleri de dilemesini caiz gören inkarcı Kaderiyye mezhebi mensuplarının görüşünü boşa çıkaran, iptal eden delille­rin en açık olanıdır.

Sonra Allah Teâlâ bu takdir'deki bir başka hikmeti haber verdi: Gönül­lerinde olam imtihan etmek. Bu ise, gönüllerinde olan iman ve nifakı deneye tabi tutmaktır. Zira bununla mü'minin iman ve teslimiyeti artar; münafık ile gönlünde hastalık bulunanın ise gönlündekinin organlarında ve dilinde gö­rülmesi kaçınılmaz olur.

Sonra bir diğer hikmetten haberdar etti: Mü'minlerin gönüllerinde var olanları arındırmak, gönüllerini saflaştırmak, temizlemek, terbiye etmek. Çün­kü tabiatların baskılan, nefislerin eğilimi, alışkanlıkların hâkim olması, şey­tanın güzel göstermesi ve gaflet bürümesiyle gönüllere, kendilerine konulan iman, İslâm, iyilik ve talcvâ gibi hususların zıtları karışır. Devamlı olarak sü­rekli afiyette olsa bile bu karışmadan kurtulamaz ve ondan arınamaz. Bun­dan dolayı Aziz olan Allah'ın hikmeti, gönüller için, kendisine bir hastalık arız olup da doktorunun hastalığı vücudundan gidermek ve vücudunu hasta­lıktan arındırmak için tedbir almadığı takdirde kötüleşmesinden ve ölümün­den korkulan hastaya sunulan acı ilâç gibi mihnetler ve belâlar takdir etmesini gerektirdi. Allah Teâlâ'nın müslümanlara karşı bu kırılma, hezimet ve on­lardan öldüreceklerini öldürme nimeti, onlara düşmanlarına karşı yardım et­me, destekleme ve zafere erdirme nimetine denktir. Bu durumda da o durumda da Allah'ın müslümanlar üzerinde eksiksiz nimeti vardır.

Scnra Allah Teâlâ o savaşta sadık mü'minlerden yüz çevirenlerin yüz çe­virmesini ve bunun kendi kazançları ve günahları sebebiyle olduğunu; şeyta­nın   o   ameller   sebebiyle   onların   ayaklarını   kaydırdığını   nihayet   yüz

çevirdiklerini; amellerinin kendi aleyhlerine bir ordu olduğunu, o amellerle düşinanlarının gücünün arttığını, zira amellerin kulun lehine ve aleyhine bir or­du olduğunu; kul için her zaman onu hezimete uğratacak veya zafere ulaştı­racak bizzat kendinden olan bir seriyyenin mevcut bulunduğunu; kulun amelleriyîe düşmanına karşı savaştığını zannettiği yerde düşmanına o amel­lerle yardım ettiğini ve düşmanıyla savaştığını zannettiği yerde de düşmanıy-la birlik olup kendisine karşı savaşacak bir seriyyeyi gönderdiğini; kulun amellerinin, kendi icapları olan hayır ve serleri işlemeye âdeta onu zorla itti­ğini, kulun ise bunu hissetmediğini yahut hissedip de görmezlikten geldiğini; gücü yettiği halde insanın düşmanından kaçmasını, ancak şeytanın kendisine gönderdiği ve onun sayesinde ayağını kaydırdığı amellerinden oluşan bir or­du sebebiyle olduğunu da haber verdi.

Sonra şunu haber verdi: Onları (sahabeyi) affetmiştir. Çünkü bu firar, herhangi bir nifak ve imanda şüpheden dolayı değildi. Allah'ın affettiği geçi­ci bir olaydan ibaretti. Böylece imanın yiğitliği ve sebatı merkezine ve aslına dönmüştür. Sonra Allah Teâlâ onlara şunu bir daha tekrarladı: Uğramış ol­dukları bu belâ ancak kendi nefislerinden gelmiş olup amelleri sebebiyledir. Buyurdu ki: "Başınıza bir belâ gelince, siz onun iki katını (Bedir'de) onların başlarına getirmiş olduğunuz halde yine 'Bu nereden başımıza geldi?' dedi­niz. De ki: 'O, kendinizdendir.' Şüphesiz Allah, herşeye Kâdir'dir."[586] Bu ifadenin aynısını bundan daha genel bir şekilde Mekkî sûrelerde de zikret­miştir: "Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötü­rüdür. O, yine de çoğunu affeder. "[587], "Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir."[588] Buradaki iyilik ve kötülük, ni­met ve musibet demektir. Nimet Allah'tan olup sana iyilik yaptığı şeydir, mu­sibet ise ancak nefsinden ve amelinden kaynaklanır. îlki O'nun lütfudur, ikincisi adaletidir. Kul ise O'nun lütfü ile adaleti arasında döner dolaşır. Ku­lun üzerinde O'nun lütfü cari ve onun hakkında O'nun hükmü geçerli ve onun hakkında verdiği hüküm adildir.

İlk âyeti, "De ki: O, kendinizdendir." sözünden sonra "Şüphesiz Allah herşeye Kâdir'dir." sözüyle noktalamıştır. Onlara adaletiyle beraber kudre­tinin umumi oluşunu ve kendisinin âdil ve kadir olduğunu bildirmek için böyle yapmıştır. Bunda kaderin ve sebebin isbati vardır. Allah sebebi zikretmiş ve onların kendilerine izafe etmiştir. Kudretinin umumiliğini de zikretmiş ve onu da kendisine izafe etmiştir. İlki cebr'i (zorlama), ikincisi ise kaderi iptal eden görüşü ortadan kaldırır. Bu durum Allah'ın şu sözüyle uyuşur: "...(Kur'an) ancak aranızdan doğru yola girmeyi dileyene (bir Öğüttür)... Âlemlerin Rab-bi Allah dilemedikçe sizler bir şey dileyemezsiniz. "[589]             

Burada kudretini zikretmesinde ince bir nükte vardır: Bu iş O'nun elin-; de ve kudreti altındadır. O, öyle bir ilâhtır ki şayet dilese o işi sizden geri çe­virirdi. O halde böyle şeylerin giderilmesini O'ndan başkasından istemeyin. O'ndan başkasına güvenmeyin. Bu mânayı tam anlamıyla şu âyetle ortaya koydu ve açıkladı: "îki topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelenler Al­lah'ın izniyledir."[590] Bu izin şer'î ve dinî değil, kevnî ve kaderi izindir. Sihir konusundaki şu âyette de böyledir: "...Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar hiçbir kimseye zarar veremezlerdi... "[591] Sonra bu takdirin hikmetini haber verdi: Mü'minlerin münafıklardan, iki topluluktan birinin diğerinden apa­çık bir ayırımla ayrıldığını müşahede etme ve gözle görmek suretiyle ayird edip bilmek... Münafıkların içlerindekini açığa vurmaları ve mü'minlerin de hem bunu hem de Allah'ın onlara verdiği karşılığı ve cevabı işitmeleri, mü­nafıklığın nereye varacağım ve ulaşacağım ve sahibini dünya ve ahiret saade­tinden nasıl mahrum ettiğini, dünya ve ahiretinin mahvolmasını nasıl doğurduğunu bilmeleri de bu takdirin hikmetlerindendir. Bu kıssanın kapsa­mında Allah'ın nice şahane hikmetleri ve mü'minlere eksiksiz nimetleri; nice sakındırmalar, korkutmalar, doğru yolu göstermeler, uyarılar; hayır ve şer sebepleri ile bunların lehine ve sonuçlarına ait durumların bildirilmesi vardır.

Allah Teâlâ, bundan sonra kendi yolunda öldürülenlerden dolayı Pey­gamberine ve dostlarına en güzel, en ince ve kazasına (kaderine) razı olmaya en teşvik edici biçimiyle başsağlığı diledi: "Allah yolunda öldürülenleri Ölü sanmayın, bilâkis Rableri katında diridirler. Allah'ın fazlından onlara verdi­ği şeylere sevinerek nzıklandırılırlar. Arkalarından kendilerine kavuşamayan­lara herhangi bir korkuları olmadığını, üzülmediklerini müjdelemek isterler. "[592] Böylece onlar için daimî hayatin yanı sıra kendine en yakın de­receyi, O'nun katında olmayı, üzerlerine sürekli rızık akışını, fazlından ver­diği şeylerle sevinmelerini —ki bu rızanın da üstünde hatta rızanın kemâlidir—, kendileri için toplanan kardeşlerine sevinçlerinin ve nimete erişmişlikîerinin tamamlandığını müjdelemelerini, üzerlerine olan nimetinin ve ikramlarının her an yenilendiğini muştulamayı da toplamıştır. Allah Teâlâ bu mihnet (sı­kıntı) esnasında onlara, başlarına gelen her mihneti ve belâyı kendisiyle kar­şılaştırmış olsaJar, bu ihsan ve nimetin yanında hiç kalacak ve elbette eseri kalmayacak onlara verdiği nimetlerinin ve ihsanlarının en büyüğünü de hatirlattı: Bu da, O'nun, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyacak onları ruhen temizleyecek kitabı ve hikmeti öğretecek, peygamber olarak gönderilmesin­den önce içinde oldukları dalâletten hidayete, bedbahtlıktan kurtuluşa, ka­ranlıktan nura, cehaletten ilme çıkaracak kendi içlerinden bir peygamber göndermesidir. Artık insanların yağmur yağışından elde ettikleri faydanın ya­nında onlara yağmurun getirdiği sıkıntı gibi kulun bu büyük iyiliğin hasıl ol­masından sonra uğradığı her belâ ve mihnet bu bol, geniş iyiliğin yanında gerçekten basit bir şeydir. Ayrıca Allah Teâlâ, sakınmaları için belâ sebebi­nin kendilerinden kaynaklandığını; O'nu birlemeleri, O'na tevekkül etmeleri ve O'ndan başkasından korkmamaları için söz konusu musibetin kendi kaza ve kaderiyle meydana geldiğini bildirdi. O'nu kaza ve kaderi konusunda it­ham etmesinler diye, çeşit çeşit isim ve sıfatlarını onlara tanıtmak için bu mu­sibetteki hikmetleri de haber verdi. Ve onları, kendilerine vermiş olduğu daha değerli ve kaçırdıkları zaferden ve ganimetten daha Önemli olan şeylerle te­selli etti. Şehitlik hususunda onlarla yarışsınlar ve onîara üzülmesinler diye şehitlerin nail oldukları kendisinin sevap ve ikramını bildirerek ölülerinden dolayı sahabeye başsağlığı diledi. Zâtının cömertliği ve celâlinin yüceliğinin gerektirdiği ve lâyık olduğu şekilde hamd O'na mahsustur. [593]

 

B) UHUD SAVAŞINDAN SONRAKİ OLAYLAR

 

1- Hamrâü'l-Esed Seferi:

 

 Uhud savaşı, sona erince müşrikler çekildiler. Müslümanlar, onların ka­dınları, çocukları ve malları gasbetmek için Medine'ye gideceklerini sandı­lar. Bu da onlara ağır geldi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) Ali b. Ebî Tâlib'e (r.a.): "Düşmanın peşine düş, ne yaptıklarına ve ne istediklerine bak. Eğer atları sürüp develere binerlerse Mekke'ye dönmek, yok eğer atlara bi­nip develeri sürerlerse Medine'ye gitmek istiyorlar demektir. Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Medine'ye girmek niyetinde iseler onlara karşı yürüyüp onlarla orada çarpışacağım!" buyurdu. Hz. Ali şöyle anlatıyor: Ne yaptıklarına bakarak peşlerini takip ettim. Atları sürüp develere bindiler ve Mekke'ye yöneldiler. Mekke'ye dönmeye karar verdiklerinde Ebu Süfyan, müslümanlara yaklaşıp şöyle seslendi: "Gelecek yıl sizinle buluşma yerimiz Bedir olsun." Hz. Peygamber (s.a.) de: "Tamam, kabul ettik! deyin" buyur­du. Ebu Süfyan: "İşte buluşma yeri orası." dedi. Sonra arkadaşları ile bir­likte ayrılıp gitti. Biraz yol aldıktan sonra aralarında geçen şeyler sebebiyle birbirlerini kınamaya başladılar. Bir kısmı diğerlerine cîedi ki "Hiçbir şey yap­madınız. Güçlerini ve keskinliklerini kırdınız, sonra bıraktınız. Size karşı et­rafında toplanacakları liderleri sağ kaldı. Geri dönün de köklerini kazıyalım."

Bu durum Allah Rasülü'ne (s.a.) ulaşınca sahabe arasında seslenerek düş­manlarıyla karşılaşmak için yürümeye çağırdı ve: "Bizimle beraber savaşa ka­tılmış olanlardan başkası gelmesin!" buyurdu. Abdullah b. Übey O'na: "Senin yanında ben de geleyim mi?" dedi. "Hayır" diye cevapladı. Şiddetli yarala­rına ve korkularına rağmen müslümanlar çağrısına uyup "İşittik, itaat ettik." dediler. Câbir b. Abdullah izin isteyerek: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben senin katıldığın her savaşa mutlaka katılmak isterim. Ancak babam beni kızlarının başında bıraktı. Ama izin ver seninle geleyim." dedi. Bunun üzerine ona izin verdi. Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte müslümanlar Hamrâü'l-Esed'e[594] ka­dar ilerlediler. Ma'bed b. Ma'bed el-Huzaî orada Allah Rasûlü'ne (s.a.) ge­lerek müslüman oldu. Rasûlullah ona Ebu Süfyan'm ardından yetişip savaştan caydırmaya çalışmasını emretti. Ma'bed, Ebu Süfyan'a Ravha'da yetişti. Ebu Süfyan onun müslüman olduğunu bilmiyordu. "Ma'bed, ne haber?'* diye sor* du. Ma'bed dedi ki: "Muhammed ve ashabı size ateş püskürüyorlar. Benzeri görülmemiş bir orduyla yola çıkmışlar. Üstelik arkadaşlarından geride ka­lanlar da pişman olmuşlar." Ebu Süfyan: "Sen ne diyorsun!" dedi. Ma'bed; "Ordunun öncü birlikleri şu tepenin ardından çıkıncaya kadar süratle yola koyulmandan başka bir yol göremiyorum." dedi. Ebu Süfyan: "Vallahi, on­ların kökünü kazımak için saldırmak üzere toplanmıştık." dedi. Ma'bed: "Sa­na tavsiye ederim, böyle yapma." dedi.

Bunun üzerine gerisin geri Mekke'ye döndüler. Ebu Süfyan Medine'ye gitmek isteyen bir müşrikle karşılaştı ve ona: "Mekke'ye döndüğünde deve­ne kuru üzüm yükletmem karşılığında Muhammed'e bir haber iletebilir mi­sin?", diye sordu. Adam: "Evet" dedi. O zaman Ebu Süfyan: "Muhammed'e, bizim kendisinin ve ashabının kökünü kazımak için saldırmak üzere toplan­dığımızı ilet." dedi. Onun sözü kendilerine ulaştığında ashab: "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir. Bu yüzden kendilerine bir fenalık dokunmadan Allah'tan nimet ve bollukla geri döndüler. Allah'ın rızasına uydular. Allah büyük lütuf sahibidir."[595] dediler. [596]

2— Ebu Seleme Seriyyesi:

 

Daha önce geçtiği gibi Uhud savaşı hicri 3. yılın Şevval ayının yedisinde cumartesi günü olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye dönüp Şevval'in geri kalan günleriyle Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarını burada geçirdi.

Muharrem ayı girdiğinde Hz. Peygamber'e (s.a.), Huveylid'in oğullan Talha ve Seleme'nin kendi kabileleriyle bunlara tâbi olanlar arasında dolaşıp Esed b. Huzeyme oğullarını Allah Rasûlü (s.a.) ile savaşa çağırmak için gez­dikleri haberi ulaştı. Bunun üzerine Ebu Seleme'yi onlara karşı gönderdi. Ken­disine bir sancak verdi. Ensar ve Muhacirlerden 150 kişiyi onun yanısıra gönderdi. Bunlar deve ve koyun sürüleri ele geçirdiler, herhangi bir çarpışma olmadı. Ebu Seleme bu deve ve koyunların hepsini Medine'ye getirdi. [597]

 

3— Abdullah b. Üneys Seriyyesi:

 

Hz. Peygamber (s.a.), Muharrem aymın 5. günü, Halid b. Süfyan b. beyh el-Hüzelî'nin kendisine karşı bir ordu toplamış olduğu haberini aldı. îid'e karşı Abdullah b. Üneys'i gönderdi. Abdullah onu öldürdü.

Abdülmü'min b. Halefi şöyle der: Abdullah, Halid'in başını getirip Hz. Peygamberin (s.a.) önüne koydu. O da kendisine bir asa verip: "Bu, kıya­met günü seninle benim aramda bir işarettir." buyurdu. Abdullah ölüm dö­şeğinde o asanın kendisiyle birlikte kefenine konulmasını vasiyet etti. Abdullah'ın (Medine'den) ayrılığı on sekiz gece sürmüştü. Muharrem ayının çıkmasına yedi gün kala, cumartesi günü geri dönmüştü.[598]

 

4_ Recî Vakası:

 

Safer ayında Hz. Peygamber'e (s.a.) Adal ve Kâra" kabilelerinden'[599] bir grup geldi. Aralarında müslümanların bulunduğunu söylediler ve Hz. Pey-gamber'den (s.a.) onlara kendileriyle birlikte, dini öğretecek, Kur'an okuta­cak kimseler göndermesini istediler.

Hz. Peygamber de beraberlerinde, İbn İshak'ın ifadesine göre altı kişi gönderdi. Buharı ise: "On kişiydiler. Başlarına da Mersed b. Mersed el-Ganevî'yi komutan yapmıştı.*' demektedir.[600] Aralarında Hubeyb b. Adiy de vardı. Birlikte yola çıktılar.

Hicaz dolaylarında Hüzeyloğuîlanna ait bir su olan Recî'e vardıkların­da kendilerini götürenler sahabılere ihanet ettiler ve onlara karşı Hüzeylo-ğullarından yardım istediler. Onlar da gelip sahabîleri çepeçevre kuşattılar ve hepsini öldürdüler. Sadece Hubeyb b. Adiy ile Zeyd b. Desine'yi esir ettiler. Sonra bu ikisini götürüp Mekke'de sattılar. Hubeyb ile Zeyd, Bedir savaşın­da Mekkelilerin ileri gelenlerinden bazılarını öldürmüşlerdi. Hubey'i yanla­rında hapsettiler, bir müddet sonra öldürülmesine karar verdiler. Onu Harem'den çıkartıp Ten'im'e getirdiler.

İdam edilmesi için görüş birliğine vardıklarında Hubeyb: "Beni bırakın da İki rekât namaz kılayım." dedi. Serbest bıraktılar ve iki rekât namaz kıl­dı. Selâm verince: "Vallahi eğer, korktu diyecek olmasaydınız daha fazla kı­lardım." dedi. Sonra şöyle devam etti: "Allah'ım! Kaç kişi olduklarını say ve onları teker, teker öldür. Onlardan hiçbirini sağ bırakma." Daha sonra şu şiiri okudu:

"Gruplar etrafımda toplandılar, kabilelerini de bir araya getirip he (gru­bun toplanmasını istediler.

Hepsi düşmanlıklarını açığa vurup benim aleyhime çalışıyorlardı!, kü ben telef olacak yerde, yağlı urganda bağlıyım.

Çocuklannı ve kadınlarını etrafıma topladılar. Beni asılmak üzere; gayet sağlam ve uzun bir dar ağacına yaklaştırdılar.

Kederimden sonraki garipliğimi ve ölümüm sırasında bu kimselerjiti ba­na hazırladığı şeyleri Allah'a şikâyet ediyorum.                             

Ey arşın sahibi! Yapmak istediklerine karşı bana sabır ver. Etimi parça­ladılar, umudum kesildi.

Beni küfrü ya da ölümü seçmede serbest bıraktılar; gözlerim yaşla dol­du, ama korkudan sızlanmıyorum.

Ölümden çekinmiyorum, zaten bir ölüyüm ben. Gidişim de dönüşüm de Rabbimedir.

Müslüman olarak öldürüleyim, ne tarafta öldürüldüğüme önem vermi­yorum, yatacağım yer Allah katmdadır.                                        

Bu Allah rızası içindir, dilerse parçalanmış bir cesedin mafsalları!^ mü­barek kılar.                                                                                

Düşmana karşı ürperme ve korku göstermiyorum; çünkü dönüşüm Al­lah'adır".

Ebu Süfyan ona dedi ki: "Arzu eder miydin, burada Muhammed'in boynu vurulaydı da sen ailenin yanında olaydın?" Hubeyb: "Hayır vallahi. Ben ai­lemin arasında olayım da Muhammed'e bulunduğu yerde kendisine acı vere­cek bir dikenin batmasını bile asla arzu etmem" diye karşılık verdi.

Sahihti Buharî)'dey öldürüleceği zaman iki rekât namaz kılma âdetini ilk başlatan insanın, Hubeyb olduğu kaydedilmektedir. Ebu Ömer b. Abdil-ber, Leys b. Sa'd yoluyla aktardığı bir kıssada Zeyd b. Hârise'nin bu iki re­kâtı kıldığım nakletmiştir. Hicr b. Adiy de, Muaviye, Şam'a bağh beldelerden Azrâ'da kendisinin öldürülmesini emrettiğinde aynı şekilde iki rekât namaz kılmıştır. [601]

Sonra Hubeyb'i idam ettiler ve cesedini koruyaca.k bir kimse görevlen­dirdiler. Fakat Amr b. Ümeyye ed-Damrî, geceleyin gelip onu darağacıyla birlikte yüklenerek götürdü ve defnetti[602]

Hubeyb, esirliği sırasında Mekke'de hiç meyve bulunmazken, bir salkım üzüm yerken görülmüştür. Zeyd b. Desine'ye gelince, Safvan b. Ümeyye onu satın alıp babasına karşılık öldürdü.

Musa b. Ukbe, bu olayın sebebini şöyle zikretmiştir: "Allah Rasûlü (s.a.) bu birliği Kureyş hakkında araştırma yapmaları için göndermişti. Lihyano-ğullan onları engelledi.'[603]

 

5— Bi'ri Maûne Vakası:

 

Yİne bu ayda, hicrî 4. yılın Safer ayında Maûne kuyusu olayı vuku bul­muştur. Özeti şudur: Mulâibu'l-Esinne denilen Ebu Berâ Âmir b. Mâlik, Ra-sûlulîah'ın (s.a.) yanına Medine'ye gelmişti. Hz. Peygamber onu îslâm'a çağırmış, ancak o ne müslüman olmuş, ne de uzak durmuştu. "Ey Allah'ın Rasûlü! Dinine çağırmaları için ashabını Necidlilere gönderirsen onlara ica­bet edeceklerim umarım." demişti. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Ne-cid halkının onlara zarar vermelerinden korkarım." buyurmuştu. Ebu Berâ ise: "Ben onları himaye ederim." demişti. Rasûlullah (s.a.) da onunla birlik­te, İbn İshak'ın görüşüne göre 40 sahabî göndermişti. Sahih(~i Buhar?)''de: "Onlar 70 kişiydiler." denmektedir. Sahih(-i Buharı)'de geçen sayı sahihtir.

Rasûlullah (s.a.) bunların başlarına, Sâideoğullarından olup Mu'nik Li^ yemût diye lâkap takılmış Münzir b. Amr'ı komutan tayin etti. Bu kimseler müslümanlann seçkinlerinden, faziletlilerinden, önde gelenlerinden ve kur-râlarından idiler. Maûne kuyusunda konaklâymcaya kadar gittiler. Bu ku­yu, Âmiroğullan toprakları ile Süleymoğulları taşlığı arasında bir yerde idi, burada konakladılar. Sonra Hz. Peygamber'in (s.a.) mektubunu, Ümmü Sü-leym'in kardeşi Haram b. Mühân ile Allah düşmanı Âmir b. Tufeyl'e gön­derdiler. Tufeyl, mektuba bakmayıp bir adama emretti, o da Harâm'ı arkasından mızrakladı. Mızrak kendisini delip geçtiğinde kanı görünce Ha­ram: "Kabe'nin Rabbine yemin olsun, ben kazandım!" dedi.[604] Bunun ar­dından hemen Allah düşmanı, geri kalanlarla savaşmak için Âmiroğullannı harbe çağırdı. Ebu Berâ'nın himayesinden dolayı ona katılmadılar. Bunun üzerine Süleymoğullarını harbe çağırdı. Usayya, Ri'l ve Zekvân kabileleri olum­lu eevap verdiler. Gelip Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabını çepeçevre kuşattı­lar. Ashab, Kâ'b b. Zeyd b. Neccâr hariç, son adamları da öldürülünceye kadar savaştılar. Kâ'b, son nefesini veriyor diye şehitler arasında bırakılmış­tı. Hendek savaşında şehit edilinceye kadar yaşadı.

Amr b. Ümeyye ed-Damrî ile Münzir b. Ukbe b. Âmir, müslümanlann otlağına çıkmışlardı. Olay yerinin üzerinde kuşlann dönüp durduğunu gör­düler. Münzir b. Muhammed, savaş alanına inip kendisi de şehit edilinceye kadar arkadaşlarıyla birlikte müşriklere karşı çarpıştı. Amr b. Ümeyye ed-Damrî ise esir alındı. Fakat Mudar kabilesinden olduğunu bildirince, Âmir kakülünü kesti ve annesinin bir adağını yerine getirmek için onu kölelikten azad etti. Amr b. Ümeyye de oradan ayrıldı. Kanat vadisinin başlangıcında­ki Karkara[605] denilen yere gelince bir ağacın gölgesinde oturdu. Kilâboğul-Iarından iki adam gelip onunla birlikte o gölgelikte mola verdiler. Adamlar uyuyunca Amr, arkadaşlarının intikamını alıyorum zannıyla ansızın saldıra­rak ikisini de öldürdü. Bunların üzerinde Hz. Peygamber'in (s.a.) ahidnâmesi vardı. Fakat Amr bunu bilmiyordu. Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına dön­düğünde yaptığı şeyi anlattı. O zaman Allah Rasûlü (s.a.): "Şüphesiz sen (hak­sız yere) iki adamı öldürmüşsün. Onların diyetini mutlaka ödeyeceğim!" buyurdu.[606]

İşte bu olay Nadîroğulları gazasına sebep oldu. Hz. Peygamber (s.a.), bu iki şahsın diyetini vermeye yardım etmeleri için aralarındaki anlaşmadan dolayı Nadîrogullarına gitti. "Evet" dediler. Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali ve ashabından bir grupla oturuyordu. Yahudiler, toplanmış, bu konuyu görüşüyorlardı. Bazıları: "Şu değirmen taşını Muham-med'in üzerine atıp onu öldürecek bir adam var mı?" dediler. İçlerinden en şa­kileri olan Amr b. Cihâş —Allah ona lanet etsin— ortaya atıldı. Bu sırada Cebrail (a.s.) Âlemlerin Rabbi katından, yahudilerin verdiği kararı Rasûlü'-ne bildirmek için geldi. Hz. Peygamber (s.a.) hemen o anda Medine'ye dön­mek üzere yerinden kalktı. Sonra hazırlanıp bizzat onlarla savaşmak üzere yola çıktı. Nadîroğullarını altı gün kuşatma altında tuttu. Medine'de vekil olarak İbn Ümmi Mektûm'u bırakmıştı. Bu olay Rebîülevvel ayında oldu.

İbn Hazm der ki: İçki o vakit haram kılındı. NadîroğuIIarı, silah dışında develerinin taşıyabileceği kadar mal almak ve memleketlerinden çıkmak şar­tıyla teslim oldular. Huyey b. Ahtab ile Sellâm . Ebî Hukayk gibi ileri ge­lenleri Haybcr'e, bir grup da Şam'a gitti. İçlerinden sadece iki kişi müslüman oldu: Yâmin b. Arnr ve Ebu Sa'd b. Vehb. Bu ikisi mallarını kurtardılar. Hz. Peygamber (s.a.), Nadîroğullarınm mallarını özellikle ilk Muhacirler arasın­da paylaştırdı. Çünkü bu mallar, müslümanların at sürmeden ve binmeden (savaşmaksızın) elde ettikleri ganimetlerdendi. Ancak fakirliklerinden dolayı Ebu Dücâne ile Sehî b. Huneyf adlı iki Ensarîye de ganimetten pay verdi.[607]

Haşr sûresi, bu gaza hakkında nazil olmuştur. Bizim söylediğimiz me­gazi ve siyer âlimlerine göre sahih olan haberdir[608]

Muhammed b. Şihâb ez-Zührî, Nadîroğulları gazasının Bedir savaşın­dan altı ay sonra vuku bulduğunu zannetmiştir. Bu ya onun yanılgısıdır ya

bile bırakmaksızın hepsinin o sûrede zikredileceklerini zannedecekleri şekilde 'minhüm, minhüm' diye inmeye

da ona atfedilen bir yanlışlıktır. Bilâkis söz konusu gazanın Uhud savaşın­dan sonra olduğunda şüphe yoktur. Bedir savaşından altı ay sonra olan gaza Kaynukaoğullan gazâsıdır. Kurayza gazası ise Hendek savaşından, Hayber de Hudeybiye anlaşmasından sonra olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) yahudilerle dört savaş yapmıştır:

1)  Kaynukaoğullan gazası, Bedir'den sonra.

2) Nadîroğullan gazası, Ühud'dan sonra.

3)  Kurayzaoğulları gazası, Hendek'ten sonra.

4)  Hayber gazası, Hudeybiye anlaşmasından sonra. [609]

 

6— Hz. Peygamber'in (s.a.) Kunutta Beddua Okuması:

 

Allah Rasûlü (s.a.) bir ay süreyle rükûdan sonra kunut okuyup Bi'ri Ma-ûne olayında kurrâları öldürenlere beddua etti. Bunlar daha sonra tevbe edip müslüman olarak geldiklerinde beddua okumayı terketmiştir.[610]

 

7_ Zâtü'r-Rikâ Gazası:

 

Sonra Hz. Peygamber (s.a.), Zâtü'r-Rikâ gazasına bizzat katıldı. Bu Necid gazâsıdır. Hicretin 4. yılı Cemaziyelûla ayında savaşa çıktı. Muharrem ayın­da çıktığı da söylenmiştir. Muhariboğullan ve Sa'lebe b. Sa'd b. Gatafan oğul­larıyla savaşmak niyetindeydi. Medine'de Ebu Zer el-öıfarî'yi vekil bıraktı. Osman b. Affan'ı bıraktığı da söylenmiştir. Ashabından 400 kişinin başında savaşa çıktı. 700 kişi oldukları da söylenmiştir. Gatafan kabilesinden bir top­lulukla karşılaştılar. Birbirlerine karşı durdular, fakat aralarında savaş çık­madı. Ancak Hz. Peygamber (s.a.) sahabeye o gün korku namazı klıdırdı.[611] İbn İshak ile siyer ve megazi âlimlerinden bir grup bu gazanın tarihi ve onda kılınan korku namazı hakkında böyle söylemişlerdir. Diğer âlimler de bu gö­rüşü onlardan almışlardır. Bu gerçekten problemdir. Zira müşriklerin, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hendek savaşı sırasında güneş batıncaya kadar ikindi na­mazını kılmaktan alıkoydukları sabittir.[612]

Sünen'de ve îmam Ahmed ile Şafiî'nin —Allah onlara rahmet eylesin— Müsned'lenndt nakledildiğine göre müşrikler Hz. Peygamber'i (s.a.) öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmaktan alıkoymuşlardı da hepsini top­luca kılmıştı.[613] Halbuki bu olay korku namazının nazil olmasından öncey­di, Hendek savaşı ise hicretin 5. senesi Zâtü'r-Rikâ'dan sonra yapılmıştır.

Görünen odur ki, Hz. Peygamber'in (s.a.) kıldığı ilk korku namazı Us-fan'da kıldığıdır. Nitekim Ebu Ayyaş ez-Zurakî diyor ki: Biz Hz. Peygam-ber'le (s.a.) birlikte Usfan'da idik. Bize öğle namazını kıldırdı. O gün müşriklerin komutanı Halid b. Velid idi. Müşrikler: "Gerçekten onların bir gaflet anım yakaladık." dediler ve ilâve ettiler: "Onların bu namazdan son­ra bir namazları daha vardır ki kendilerine mallarından ve oğullarından da­ha sevimlidir." Bunun Üzerine öğle ile ikindi arasında korku namazı nazil oldu. Hz. Peygamber (s.a.) bize ikindi namazım kıldırdı. Bizi iki gruba ayır­dı... Sonra hadisin geri kalanını zikretti. Hadisi, Ahmed (b. Hanbel) ve Sü­nen sahipleri rivayet etmiştir[614]

Ebu Hureyre anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.), Dacnân ile Usfan arasın­da bir yere inerek müşrikleri kuşatmıştı. Müşrikler: "Bunların bir namazı var ki, o kendilerine oğullarından ve mallarından daha sevimlidir. İşinizi sağlam tutun. Sonra hep birden üzerlerine saldırın." dediler. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) geldi ve Hz. Peygamber'e (s.a.) ashabını iki gruba ayırmasını söyledi... Hadisin devamım zikretti. Tirmizî: Hadis, hasen-sahihtir, demişür.[615]

Usfan gazasının Hendek savaşından sonra olduğu konusunda ilim adam­ları arasında ihtilâf yoktur. Hz. Peygamber'in (s.a.) korku namazını Zâtü'rRikâ'da kıldırdığı rivayeti de sahihtir. Böylece bunun (Zâtü'r-Rikâ gazası­nın) Hendek ve Usfan savaşından sonra olduğu anlaşılmış oldu. Ebu Hurey­re ile Ebu Musa el-Eş'arî'nin Zâtü'r-Rikâ gazasına katılmış olmaları da bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Nitekim Sahihayn'da. Ebu Musa'dan, kendisi­nin Zâtü'r-Rikâ gazasına katıldığı ve sahabenin ayaklan parçalandığından do­layı ayaklarına çaput sardıkları rivayet edilmiştir. [616]

Ebu Hureyre'ye gelince, Müsned'âe ve Sünen'de Mervan b. Hakem'in ona şöyle sorduğu nakledilmektedir. "Hz. Peygamber'le (s.a.) birlikte kor­ku namazı kıldın mı?"Ebu Hureyre: "Evet" dedi. Hakem: "Ne zaman?'* diye sorunca, "Necid gazasının olduğu yıl." diye cevap verdi.[617]

Bu da, Zâtü'r-Rikâ gazasının Hayber'den sonra olduğuna delâlet eder[618] Zâtü'r-Rikâ gazasının Hendek savaşından önce olduğunu söyleyen apaçık bir yanlışlığa düşmüştür. Bazıları bunu kavrayamayınca, lafızlar ve tarihler ça­tıştığında olayları, ayrı ayrı sayma konusundaki alışkanlıkları üzere, Zâtü'r-Rikâ gazasının biri Hendek savaşından önce diğeri de ondan sonra olmak üzere iki kere yapıldığını iddia etmişlerdir. Bu iddiada bulunan kimsenin söyledik­leri —sahih değil ya— sahih olsaydı, daha önce Usfan kıssasında belirtilen se­bepten ötürü, sahabeye korku namazını birinci defada kıldırmış olması ve bunun da Hendek savaşından sonra olması mümkün olmazdı. Bu iddiada bu­lunanların buna, Hendek savaşında namazı ertelemenin caiz olup neshedil-mediği ve çarpışma esnasında kılmaya imkân buluncaya kadar namazın ertelenmesinin caiz olduğu şeklinde cevap verme haklan vardır. Nitekim îmam Ahmed'in (r.h) mezhebindeki iki görüşten biri ve daha başkalarının görüşü budur. Fakat Usfan kıssasında, Hz. Peygamber'in (s.a.) sahabeye ilk korku namazını burada kıldırdığına ve bunun Hendek savaşından sonra olduğuna bir çözüm bulamazlar.

Doğrusu, Zâtü'r-Rikâ gazasının anlatımını buradan sonraya, Hendek': ten hatta Hayber'den sonraya almak gerekirdi. Ancak biz, megazî ve siyer âlimlerine uyarak onu burada zikrettik. Sonra onların yanılgılarının farkına vardık. Tevfik Allah'tandır.

Müslim'in, Sahihinde CâbirMen rivayet ettiği şu hadis de Zâtü'r-Rikâ gazasının Hendek savaşından sonra olduğuna delâlet etmektedir.Câbir diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte Zâtü'r-Rikâ'ya varıncaya dek gittik .Gölgelik bir ağacın yanına vardığımızda orayı Rasûlullah'a (s.a.) bırakmıştık. Der­ken müşriklerden bir adam geldi. Rasûlullah'ın (s.a.) kılıcı ağaçta asılıydı. Adam kılıcı alıp kınından sıyırdı... Anlatmaya devam etti. Câbir daha sonra şöyle diyor: Namaza çağrıda bulunuldu. Bir gruba iki rekât kıldırdı, sonra bunlar ayrılıp gittiler. Ardından diğer gruba iki rekât kıldırdı. Böylece Allah Rasûlü (s.a.) dört rekât, sahabe ise ikişer rekât kılmış oldu.[619]

Korku namazı Hendek savaşından sonra meşru kılınmıştır. Hatta bu ri­vayet onun Usfan'dan bile sonra olduğuna delâlet eder. En iyi bilen Allah'tır.

Câbir'in devesini Hz. Peygamber'e (s.a.) satması olayının Zâtü'r-Rikâ gazâsmda olduğu nakledilmiştir [620]Tebük'ten dönüşü sırasında olduğu da söylenmiştir. Fakat şu meselede Hz. Peygamber'e (s.a.), kızkardeşlerine ba­kacak ve onlara katlanacak dul bir kadınla evlenmesini haber vermesi, baba­sının vefatından sonra onun deveyi satmada acele ettiğini ve Tebük gazasının olduğu yıla kadar bunu ertelemediğini göstermektedir. En iyi bilen Allah'tır.

Zâtü'r-Rikâ gazasından dönüşleri sırasında müşriklerden bir kadını esir aldılar. Bunun üzerine kadının kocası, Muhammed'in (s.a.) ashabından kan dökünceye kadar geri dönmemeyi adadı. Geceleyin geldi. Hz. Peygamber (s.a.) müslümanlan düşmandan korumak için iki kişiyi gözcülükle vazifelendirmişti. Bunlar, Abbâd b. Bişr ile Ammar b. Yâsir idiler. Kadının kocası bir ok atıp Abbâd'ı vurdu. Abbâd namaz kılıyordu, oku söküp çıkarttı. Adam kendisi­ne üç ok alıncaya kadar namazını bozmadı ve vazgeçmedi. Nihayet selâm verdi ve arkadaşını uyandırdı. Arkadaşı: "Allah Allah! Beni ne diye uyandırma­dın?" dedi. Abbâd şöyle cevap verdi: "Bir sûre okuyordum, yarıda kesmek istemedim. "[621]

Musa b. Ukbe, MegazPsinde şöyle der: Bu gazanın ne zaman olduğu, Bedir'den önce mi yoksa sonra mı veya Bedir ile Uhud arasında mı ya da Uhud'dan sonra mı olduğu bilinmemektedir.

Bedir'den önce olmasını mümkün görmekle gerçekten iyice uzaklaşmış oldu. Bunun imkânsız olduğu açıktır. Yukarıda açıklaması geçtiği üzere bu gaza ne Uhud'dan, ne de Hendek'ten önceydi. [622]

 

8— İkinci Bedir Gazası:

 

Ebu Süfyan'ın Uhud'dan ayrılışı esnasında "Gelecek yıl sizinle buluşma yerimiz Bedir olsun." dediği daha önce geçmişti. Şaban ayı girince, —ertesi yılın Zilkade ayı olduğu da söylenmiştir— Hz. Peygamber (s.a.) 1500 kişinin başında buluşma yerine doğru yola çıktı. Müslümanîann on atı vardı. San­cağını Ali b. Ebî Tâlib taşıyordu. Medine'de yerine Abdullah b. Revâha'yı vekil bırakmıştı. Böylece Bedir'e geldi. Orada sekiz gün müşrikleri bekleye­rek durdu. Ebu Süfyan da Mekke'den müşriklerle beraber yola çıktı. 2000 kişiydiler ve elli atları vardı. Mekke'den bir konak uzaklıktaki Memızzah-rân'a geldiklerinde Ebu Süfyan onlara: "Bu yıl kıtlık yılıdır. Sizi geri götür­mek fikrindeyim." dedi. Ayrılarak geri döndüler. Sözlerini tutmadılar. Bu nedenle bu gaza, Bedr-i Mev'id diye isimlendirildiği gibi İkinci Bedir diye de adlandırılmıştır. [623]

 

9— Dûmetü'l-Cendel Gazası:

 

Dûme, dal harfi ötreli olarak okunmalıdır. Üstünlü okunuşundi öftaya çıkan Devme, başka bir yerdir.                              

Hz. Peygamber (s.a.) hicretin 5. yılı Rebîülevvel ayında oraya doğru yo­la çıktı. Sebebi, kendisine orada Medine'ye yürümek isteyen büyük bir top­luluğun bulunduğu haberinin ulaşmasıdır. Dûmetü'l-Cendel ile Medine arası on beş gecelik bir mesafeydi, Şam'dan da beş gecelik uzaklıktaydı. Medine'­de Siba' b. Urfuta el-Gifarî'yi vekil bıraktı. Müslümanlardan 1000 kişinin başında yola koyuldu. Yanında Üzreoğullanndan Mezkur adında bir kılavuz vardı. Onlara yaklaştığında müşrikler batıya doğru yönelmişlerdi. Deve ve koyunlarının izlerini buldu. Bunun üzerine müslümanlar onların hayvanları­na ve çobanlarına baskın yaptılar. Ölenler öldü, kaçabilenler kaçtı. Bu haber Dûmetü'l-Cendel halkına gelince dağıldılar. Hz. Peygamber (s.a.) onların yurt­larında konakladı. Orada, Dûmetü'l-Cendel halkından hiç kimseyi bulamadi. Birkaç gün burada kaldı. Etrafa seriyyeler, birlikler gönderdi. Halktan hiçbir kimseyi bulamadılar. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye dön­dü. Bu gazada Uyeyne b. Hısn ile bir anlaşma yaptı.[624]

 

10— Müreysî Gazası:

 

Müreysî[625] gazası hicretin 5. yılı Şaban ayında oldu.[626] Sebebi: Hz. Pey-gamber'e (s.a.) MustalıkoğuIIarı reisi Haris b. Ebî Dirâr'm, kavmi arasında dolaşarak onları ve Araplardan söz geçirebildiklerini Rasûlullah'la (s.a.) sa­vaşmak üzere davet ettiği haberi ulaştı. Peygamberimiz Büreyde b. Husayb el-Eslemî'yi durumu öğrenmesi için gönderdi. Büreyde onların yanma gidip Haris b. Ebî Dirâr ile buluştu ve onunla konuştu. Hz. Peygamberdin (s.a.) yanına dönüp onların durumunu haber verdi.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) müslümanlan savaşa çağırdı, onlar da çıkmak için acele ettiler. Bundan önce hiçbir gazaya katılmamış bir grup münafık da kendileriyle birlikte yola çıktı. Medine'de Zeyd b. Hârise'yi vekil bıraktı. Ebu Zer el-öıfarî'yi bıraktığını söyleyenler bulunduğu gibi, Nü-meyle b. Abdullah el-Leysî'yi bıraktığını söyleyenler de vardır.

Hz. Peygamber (s.a.) Şaban ayından iki gece geçtikten sonra pazartesi günü yola çıktı. Haris b. Ebî Dırar ile yanında bulunanlara Allah Rasûlü'-nün (s.a.) kendilerine doğru gelmekte olduğu ve Peygamber ile müslüman-lardan haber getirmek üzere yolladığı casusun öldürüldüğü haberi ulaşınca büyük bir korkuya kapıldılar. Yanlarında bulunan Araplar onlardan aynldılar.

Allah Rasûlü (s.a.) Müreysî'e geldi. Burası bir su kenarı idi. Çadırını bu­rada kurdu. Yanında Hz. Âişe ile Ümmü Seleme (r.anhüma) vardı. Savaşa hazırlandılar. Allah Rasûlü (s.a.) ashabına saf tutturdu. Muhacirlerin sanca­ğı Hz. Ebu Bekir Sıddîk'ta, Ensarınki Sa'd b. Ubâde'de idi. Bir müddet kar­şılıklı ok attılar. Sonra Allah Rasûlü (s.a.) ashabına emretti ve hep birden hücuma kalktılar. Zafer müslümanların oldu. Müşrikler bozguna uğradı, öl­dürülenler öldürüldü. Hz. Peygamber (s.a.) düşmanın kadın ve çocuklarını esir aldı, deve ve koyun sürülerini ele geçirdi. Bir kişi dışında müslümanlar-dan kimse öldürülmedi. Abdülmü'min b. Halef, Sîret adlı kitabında ve daha başkaları böyle söylemektedirler. Bu bir yanılgıdır. Zira aralarında savaş ol­mamıştır. Ancak düşmana su kenarında baskın yapmış ve çocukları —kadınları ve mallarını ele geçirmiştir. Nitekim Sahih(~i Buharı/de: "Hz. Peygamber (s.a.) Mustahkoğullan üzerine onlar gafilken hücum etti..." denmekte ve hadis zikredilmektedir. [627]

Kabile reisi Hâris'in kızı Cüveyriye de esir almanlar arasındaydı. Sabit b. Kays'ın payına düşmüş, Sabit de kendisiyle kölelik sözleşmesi yapmıştı. Hz. Peygamber (s.a.), onun kölelikten kurtulmasıjçin gereken parayı ödedi ve onunla evlendi. Müslümanlar bu evlilik sebebiyle, "Onlar, Allah Rasûlü'-nün s.a.) hısımlandır." diyerek Mustalıkoğullarmdan yüz esir köleyi azad edip serbest bıraktılar.[628]

îbn Sa'd der ki: Bu gazada Hz. Âişe'ye ait bir gerdanlık düştü de onu ara­maya koyuldular. Neticede teyemmüm âyeti nazil oldu.                  

Taberânî, Mucem'inde Muhammed b. İshak - Yahya b. Abbâd b. Ab­dullah b. Zübeyr - babası aracılığıyla Hz. Âişe'nin şöyle dediğini zikreder: Benim gerdanlık meselemden dolayı olanlar olduktan, ifk ehli dediklerini de­dikten sonra Rasûlullah (s.a.) ile birlikte bir başka gazaya daha çıktım. Yine gerdanlığım düştü. Onu aramak için herkes yolundan kaldı. Allah'ın dilediği bir zamanda Ebu Bekir'le karşılaştım. Bana: "Kızım! Her seferde âlemin ba­şına sıkıntı ve belâ oluyorsun. Hiç kimsenin yanında su yok." dedi. Bunun üzerine Allah, teyemmüme ruhsat veren âyeti indirdi[629]

Bu hadis, teyemmüm âyetinin inişine sebep olan gerdanlık hikâyesinin bu gazadan sonra meydana geldiğine delâlet etmektedir; görünen budur. Fa­kat bu kıssada gerdanlığın kaybolması ve aranması sebebiyle cereyan eden ifk hâdisesi yer almıştır. Bazıları iki olayı birbiriyle karıştırmışlardır. Biz bu­rada ifk hâdisesine işaret edeceğiz. [630]

 

11— İfk Hâdisesi:

 

Hz. Peygamber (s.a.) bu gazaya çıktığında çekilen kur'anın kendisine çıkması sebebiyle Hz. Âişe'yi beraberinde götürmüştü. Hz. Peygamber'in (s.a.), hanımları arasındaki âdeti buydu. Gazadan dönüşte bir yerde konak­ladılar. Hz .Âişe ihtiyacı sebebiyle çıktı, sonra geri döndü. Bu sırada kızkar-deşinden emanet olarak aldığı bir gerdanlığı kaybetti. Hemen kaybettiği yere gerdanlığını aramak üzere geri döndü. Hevdecini taşıyan adamlar geldiler, onu içinde zannederek hevdeci deveye yüklediler. Hafifliğini farketmemiş-lerdi. Çünkü Hz. Âişe'nin (r.anha) yaşı çok gençti, kendisini ağırlaştıracak kadar şişmanlamamiştı. Aynı şekilde bu kimseler hevdeci hep birlikte taşı­dıkları için hafifliğini hissedemediler. Şayet hevdeci bi: ya da iki kişi kaldır-saydı durum gizli kalmazdı.

Hz. Âişe konakladıkları yere dönüp geldi. Gerdanlığını bulmuştu ama burada hiç kimse kalmamıştı. Konaklama yeri.ide oturdu. Kendisini kaybet­tiklerini anlayınca aramak üzere buraya döneceklerini düşünüyordu. Allah, bütün işlerinde hâkimdir, arşının üstünden işleri dilediği gibi düzenler. Göz­lerini uyku bürüdü ve nihayet uyuyakaldı. Safvan b. Muattal'ın, "İnna lilla-hi ve inna ileyhi râciûn! Rasûlullah'ın hanımı!" sözünü duyuncaya dek uyanmadı. Safvan, ordunun ardçılan arasında konaklamıştı, çünkü o çok uyu­yan birisiydi. Nitekim, İbn Ebî Hâtim'in Sahih'inâe ve Sözen'de denmekte­dir ki: Safvan Hz. Âişe'yi görünce tamdı, —hicâb âyetinin inmesinden önce görüyordu— ve istircâda bulundu. Sonra devesini çöktürüp Hz. Âişe'ye yak­laştırdı, o da deveye bindi. Hz. Âişe'ye bir kelime bile söylemedi, o da kendi­sinden "İnna lillahi ve inna ileyhi râciûn" sözünden başka bir şey işitmedi. Sonra Safvan, deveyi yularından çekerek onunla birlikte ordunun bulundu­ğu yere varıncaya kadar yürüdü. Ordu Nahruzzahîra'da konaklamıştı. İnsanlar bu durumu görünce her biri seciyesine göre ve kendisine yakışan biçimde ko­nuştular. Habîs ruhlu, Allah düşmanı İbn Übey, soluklanacak bir fırsat bul­du ve kalbindeki münafıklık ve kıskançlık kederinden dolayı sözde taşkınlık yapıp iftirayı (ifk) orada burada söylemeye, yalana yalan katmaya, ifki yay­maya, neşretmeye, toplamaya, dağıtmaya başladı. Arkadaşları da bu konu­da ona yaklaşmaya çalışıyorlardı. Medine'ye dönünce, Hz. Peygamber (s.a.) bu konuda susup konuşmazken, iftiracılar lakırdıya daldılar. Sonra Allah Ra-sûlü (s.a.) Hz. Âişe'den ayrılma konusunda ashabıyla istişare etti. Hz. Ali, onu boşayıp başkasını almasına açık değil dolaylı olarak işaret etti. Üsame ve başkaları ise düşmanların sözüne aldırmayıp onu nikâhında tutmasını tavsiye ettiler. Hz. Ali, söylentilerdeki şüpheyi gördüğü için Allah Rasûlü'nün (s.a.) insanların sözlerinden dolayı çektiği gam ve kederden kurtulması için şek ve şüphenin yakîne terkedilmesini önerdi; hastalığın kökünü kurutmak üzere gö­rüş bildirdi. Üsame ise, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hz. Âişe'ye ve babasına olan sevgisini, bunların da ötesinde ve daha önemlisi onun temiz ve masum oldu­ğunu, iffetli ve dindar biri olduğunu biliyordu. Allah Rasûlü'nün (s.a.) Rab-bi katındaki değeri ve derecesinden dolayı AUah'm O'nu müdafaa edeceğini bildiğinden ötürü Allah Rasûlü'nün evinin hanımı, kadınları arasındaki sev­gilisi ve Sıddık'ının kızını iftiracıların indirdiği dereceye indirmeyeceğini; Ra-sûlullah'ın Rabbi katında en değerli olduğunu ve Allah'ın, zinakâr bir kadım O'nun nikâhında bulundurmayacak kadar O'nun Allah katında aziz oldu­ğunu biliyordu. Yine Hz. Peygamber'in (s.a.) sevgilisi olan Âişe-i Sıddîka'-nın, Rasülü'nün nikâhında iken onu fuhşa mübtelâ kılmayacak kadar Rabbi katında yüce olduğunu biliyordu. Kim Allah'ı ve Rasûlü'nü (s.a.) ve O'nun Allah katındaki değerini kalbinde güçlü bir şekilde duyuyorsa, Ebu Eyyub ve sahabenin diğer ileri gelenlerinin bunu işitince söyledikleri gibi: "Allah'­ım! Seni noksanlardan tenzih ederiz, hâşâ bu büyük bir iftiradır."[631] der.

Onların Allah'ı teşbih edişlerini ve bu makamda O'nu tenzih edişlerin-deki tanımayı, dostu ve yaratıklarının en değerlisi olan Rasûlü'ne kötü ve zi-nakâr bir kadın nasip etmesi gibi O'na yakışmayan şeylerden Allah'ı nasıl tenzih ettiklerini bir düşün! Kim Allah hakkında böyle bir şey düşünürse O'­nun hakkında kötü bir zanda bulunmuştur. Allah ve Rasûlü'nü hakkıyla ta­nıyanlar, Allah Teâlâ'nm şu sözünde belirttiği gibi, kötü kadınların ancak kendilerine benzer erkeklere yakıştığını anlamışlardır: "Kötü kadınlar, kötü erkeklerindir. "[632]Dolayısıyla bunun büyük bir suç isnadı ve apaçık bir ifti­ra olduğundan şüphe etmeyerek kestirip attılar.

Bu durumda şöyle bir soru yöneltüebilir: Peki, Rasûlullah (s.a.) Allah'ı en iyi tanıyan, kendisinin O'nun katındaki derecesini ve kendisine yakışanı en iyi bilen olduğu halde neden Hz. Âişe'nin meselesi hususunda çekimser kalmış, ona soru sormuş, araştırıp istişare etmiş ve sahabenin ileri gelenleri gibi: "Attanım! Seni tenzih ederim. Hâşâ bu büyük bir iftiradır." dememiştir?

Cevap: Bu, Allah Teâlâ'nm, bu kıssa sebebiyle bazı toplulukları yüksel­tip diğerlerini alçaltsm, hidayete erenlerin hidayetini ve imanını güçlendirip zalimlerin ise sadece hüsranını artırsın diye bu kıssayı Rasûlü ve ümmetinin bütünü için kıyamete kadar bir imtihan, deneme ve kendileri için bir vesile kıldığı yüce hikmetlerin bütünündendir. İmtihanın ve denemenin tam olması Hz. Âişe'ye iftira konusunda Allah Rasûlü'ne vahyin bir ay süreyle kesilme­sini gerektirdi. Allah'ın takdir buyurup hükmettiği hikmetinin tamamlanması ve en mükemmel yönleriyle ortaya çıkması; sadık mü'minlerin iman ve se­batlarının adalet ve doğruluk üzere artması ve Allah'a, Rasûlü'ne, ehl-i bey­tine, sıddîk kullarına karşı hüsn-i zanlarının devam etmesi; münafıkların iftira ve nifaklarının katmerlenmesi ve Allah'ın Rasûlü'ne ve mü'minlere onların kalblerinde gizlediklerini açığa vurması; Sıddîka (Hz. Âişe)dan ve ana-babasmdan istenen kulluğun tamama ermesi; Allah'ın onlara olan nimetlerinin tamamlanması; gerek Hz. Âişe'nin gerekse ebeveyninin Allah'a olan ih­tiyaç ve rağbetleri, O'na muhtaç olmaları ve boyun eğmeleri, O'na hüsn-i zanda bulunmaları ve ümit bağlamalarının artması; böylece Hz. Âişe'nin, yaratık­lardan ümidini kaybedip herhangi bir insanın elinden yardım ve destek gele­bileceğinden ümidini kesmesi için bu konuda Hz. Peygamber'e (s.a.) hiçbir şey vahyedilmedi. Ana babası kendisine: "Kalk, Allah Rasûlü'ne (s.a.) te­şekkür et. Allah O'na senin masum olduğunu vahyetti." dediklerinde bu ma­kamın hakkını tam verdi ve: "Vallahi kalkmam, yalnızca masum olduğumu vahyeden Allah'a hamdederim." dedi.

Ayrıca bu olay ayıklandı, temize çıkarıldı ve mü'minlerin kalpleri bu ko­nuda Allah'ın, Rasülüne vahiy göndermesini olabilecek en muazzam bir şe­kilde gözetledi ve bunu son derece istekle bekleyip durdular. İşte bu durum, Hz. Peygamber'e bir ay süreyle vahyin kesilmesinin hikmetlerindendir. Ra-sûlullah'm (s.a.), ehl-i beytinin, Sıddîk'ın ve ailesinin, ashabımn ve mü'min­lerin en çok ihtiyaç duydukları anda vahiy ansızın geliverdi. Öyle ki toprağın yağmura en çok gereksinim duyduğu anda yağmurun yağması gibi geldi. En güç ve en nazik bir konumda gelmişti. Tam bir sevinçle sevindiler ve son de­rece neşelendiler. Şayet Allah, Rasûlü'nü hemen ilk anda olayın gerçeğine mut­tali kılsaydı ve o anda hemen vahiy gönderseydi bu hikmetler ve daha nice kat kat hikmetler., kaybolur giderdi.

Yine Allah Teâlâ, Rasûlü'nün ve ehl-i beytinin kendi katındaki derecesi­ni ve onların kendi katındaki değerlerini açığa vurmayı, Rasûlü'nü bu dar­boğazdan çıkarmayı ve O'nu bizzat savunup müdafaa etmeyi ve düşmanlarım reddetmeyi, Rasûlü'nün bir müdahelesi olmayan ve O'na nisbet edilemeyen bir işten dolayı O'nu ayıplamalarına ve kötülemelerine cevap vermeyi üstlen­miş, hatta bunu O tek başına yüklenerek Ras'ûlü'nü ve ehl-i beytini müdafaa etmek istemiştir.

Asıl maksat Rasûluîlah'a eziyet vermekti. Hanımına iftira atılan kimse suçsuz olduğunu bilse veya bilmeye yakın bir zanla tahmin etse onun, hanı­mının masum olduğuna şahitlik etmesi yakışık almazdı. Rasûlullah (s.a.) Hz. Âişe hakkında kesinlikle sû-i zanda bulunmamıştır; hem Rasûlullah'ı hem de Hz. Âişe'yi bundan tenzih ederiz. Bunun için iftiracılardan mazur görülme­sini isteyerek Rasûlullah şöyle buyurdu: "Ailem hakkında bana eza veren bir şahsa karşı bana kim yardım eder. Vallahi, ben ailem hakkında iyilikten baş­ka bir şey bilmiyorum. Bu iftiracılar bir adamın adım ortaya attılar ki, onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Bu adam ailemin yanma ancak benimle birlikte girmiştir." Zira Rasûlullah'm (s.a.) sahip olduğu, Sıd-dîka'nın suçsuzluğuna delâlet eden ipuçları mü'minlerinkinden çok daha fazlaydı. Fakat sabrının, sebatının, merhametinin, Rabbine olan hüsn-i zanm-nın ve O'na olan güveninin mükemmelliğinden ötürü sabır ve sebat makamı­nın ve Allah'a hüsn-i zan beslemenin gereğini tam olarak yerine getirdi. Nihayet, gözünü aydınlatıp gönlünü sevindiren ve değerini artıran, Rabbinin kendisine ne kadar önem verdiğini ümmetine bildiren, onun işine itina ettiği­ni gösteren vahiy geliverdi.

Hz. Âişe'nin günahsız oluşunu bildiren vahiy gelince Allah Rasûlü (s.a.), iftirasını açığa vuranlar hakkında emir buyurdu, seksener değnek had cezası vuruldu. Habîs ruhlu Abdullah b. Übeyy'e ise iftiracıların başı olmasına rağ­men had vurulmadı. Denilmiştir ki: Zira had cezalan had vurulanlar için bir günahı hafifletme ve bir keffarettir. Halbuki habîs adam buna lâyık değildir. Allah ona ahirette büyük bir azap vaadetmiştir ki hadde gerek yoktur; bu ona yeter. Yine denilmiştir ki: Bilâkis o kişi sözü süsleyip püslüyor, derleyip toparhyarak anlatıyor ve kendisine isnad edilmeyecek şekilde kalıplara soku­yordu. Şöyle de denilmiştir: Had, ancak itirafla veya bir delille sabit olur. O ise iftira ettiğini itiraf etmedi. Ayrıca hiç kimse onun iftirada bulunduğu­na dair şahitlik etmedi. Çünkü o bunu sadece yandaşlarının arasında söylü­yordu ve onlar da aleyhine şahitlik etmediler. Zaten mü'minler arasında böyle bir şey söylemiyordu.

Bir başka görüşe göre: Hadd-i kazf (iftira cezası) Allah hakkı olduğunu söyleyenler bulunsa da kul hakkıdır, ancak hak sahibinin istemesiyle bu hak alınır. İftira atılan kimsenin istemesi gerekir. Hz.Âişe ise bu hakkı İbn Übey'-den talep etmemiştir.

Bir görüşe göre ise: Allah Rasûlü (s.a.), onun münafıklığının ortaya çık­masına ve defalarca öldürülmesi gerekecek şekilde konuşmasına rağmen öl­dürmediği gibi, bu defa da ona had cezası uygulanmasını daha büyük bir fayda —onun kavminin kalbini kazanmak ve onları İslam'dan nefret ettirmemek— nedeniyle terketmiştir. Çünkü bu habis ruhlu adam kendisine itaat olunan ve reis konumunda bir kimseydi. Dolayısıyla ona had vurulması halinde fit­nenin ayaklanmasından emin olunamazdı. Belki de bütün bu sebeplerden do­layı kendisine had vurulması terkolundu.

Mistah b. Üsâse, Hassan b. Sabit ve Hamne bt. Cahş gibi gerçek mü'-minlere, günahlarını temizlemek ve onlara keffaret olmak üzere had vurdur­du. O halde Abdullah b. Übeyy'in bunların dışında bırakılması, buna lâyık olmamasmdandır.

Sıddîka'mn suçsuzluğuna dair âyet inip ana babasının "Kalk da Rasû-lullah'a (s.a.) teşekkür et." demeleri üzerine: "Vallahi, kalkmam ve ancak Allah'a hamdederim." sözü üzerinde düşünen kimse; onun Allah'ı tanıması­nı, imanının gücünü, nimeti Rabbine yükleyişini, bu makamda hamdi yalnız O'na tahsis edişini, tevhidi soyutlayışını, musibet anındaki cesaretinin gücü­nü ve kendisinin suçsuzluğuna delil getirişini anlar. Hz. Âişe, sulha rağbet ve onu talep makamında kalkmasını gerektiren şeyi yapmadı. Rasûlullah'ın (s.a.) kendisine olan sevgisine, güvenine rağmen sevgilinin sevgiliye naz ola­rak diyeceğini dedi; özellikle naz makamlarının en güzeli olan böyle bir ma­kamda sözü tam yerinde kullandı. Onun; "Ancak Allah'a hamdederim, zira suçsuzluğuma dair vahiy indiren O'dur." dediği zaman Allah'a olan sevgisi ne kadar güzeldir? Onun bu sebatı ve vakan Allah içindir ve O, kendisine en sevimli şeydir, O'na karşı sabredemez. Oysa sevgilisinin (Rasûlullah'ın) gönlü bir ay kendisine karşı değişmiş, sonra da ondan hoşnutluk ve ikbal gör­müştür. Bu nedenle O'na kalkıp teşekkür etmede, Rasûlullah'ı çok sevmesi­ne rağmen onun hoşnutluğuna ve yakınlığına sevinmede acele etmedi ki, bu gayet sebatkâr ve güçlü bir davranıştır.

Bu mesele hakkında Hz. Peygamber (s.a.): "Ailem konusunda bana eza veren bir adam hakkında kim bana yardımcı olur?" dediğinde Abdüleşhelo-ğulîanmn kardeşi Sa'd,b. Muaz'ın kalkıp: "Ey Allah'ın Rasûlü! Sana ben yardım edeceğim!" demesi ilim adamlarının birçoğuna problem olmuştur. Zira hiçbir âlim, Sa'd b. Muaz'ın Hendek savaşından hemen sonra Kurayzaoğul-ları hakkında hüküm vermesinin akabinde vefat ettiği konusunda ihtilâf et­memiştir; ve bunun 5. yılda olduğu sabittir. Oysa îfk hadisesinin şu bahsettiğimiz Mustalıkoğulları gazasında olduğunda şüphe yoktur ki bu ga­za, Müreysî gazâsıdır. Âlimlerin çoğunluğuna göre bu gaza Hendek savaşın­dan sonra hicri 6. yılda olmuştur. Bu problemi çözmek için âlimler farklı metodlardan yola çıkmışlardır: Musa b. Ukbe, Buharî'nin kendisinden riva­yetine göre Müreysî gazasının Hendek'ten önce hicretin 4. yılında olduğunu söylemiştir. Vakıdî, 5. yılda olduğunu ifade etmiş ve: "Kurayza ve Hendek savaşları ondan sonradır" demiştir. Kadı İsmail b. İshak da: "Bu konuda ihtilâf ettiler. En doğrusu Müreysî gazasının Hendek savaşından önce olma­sıdır," demiştir. Buna göre problem yoktur. Fakat âlimler aksi görüştedir­ler. Hem ifk hadisinde de bunun aksini gösteren deliller vardır. Çünkü Hz. Aişe: "Olay, hicab âyeti nazil olduktan sonra oldu." dem ektedir.[633] Hicab âyeti ise Zeyneb bt. Cahş hakkında inmiştir. O zaman Zeynep Hz. Peygam-ber'in (s.a.) nikâhındaydı. Çünkü Rasûlullah (s.a.) Hz. Zeyneb'e Hz. Âişe hakkındaki kanaatini sormuş, o da: "Kulağımı ve gözümü duymadığım, gör­mediğim şeyden muhafaza ederim." demişti. Hz. Âişe der ki: "Zeyneb, Hz. Peygamber'in hanımları arasında benimle rekabet ederdi."

Tarihçiler, Hz. Peygamber'in (s.a.) Zeyneb'Ie evlenmesinin hicretin 5. yılı Zilkade ayında olduğunu kaydederler. Buna göre Musa b. Ukbe'nin gö­rüşü sahih değildir. Muhammed b. İshak: "Mustahkoğüllan gazası Hendek savaşından sonra hicretin 6. yılında oldu." der, orada ifk hadisini zikreder. Ancak o bunu Zührî'den, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe yoluyla Hz. Âi-şe'den aktararak hadisi kaydeder. Bu hadiste: "Üseyd b. Hudayr kalktı ve: Ya Rasûlullah! Size ben yardım edeceğim, dedi. Sa'd b. Ubâde de karşı çık­tı." demekte ve Sa'd b. Muaz'ı anmamaktadır. Ebu Muhammed İbn Hazm diyor ki: Kendisinde hiç şüphe olmayan doğru budur. Sa'd b. Muaz isminin zikredilmesi bir yanlışlıktır. Çünkü Sa'd b. Muaz, şüphesiz Kurayzaoğulları fethinin hemen peşinden vefat etmiştir. Fetih ise hicretin 4. yılı Zilkade ayı­nın sonunda olmuştur. Mustalıkoğulları gazası ise, Sa'd'in vefatından 1 yıl 8 ay sonra, 6. yılda olmuştur. Adı geçen iki şahıs arasındaki münakaşa, Mus­talıkoğulları gazasından dönüşten 50 günü aşkın bir zaman geçtikten sonra olmuştur. [634]

Ben derim ki: Doğru olan, ileride geleceği gibi Hendek savaşının hicre­tin 5. yılında olduğudur.

. İfk hadisinde, Buharî'nin, Ebu Vâil aracılığıyla naklettiği bir rivayetin­de: Mesrûk'un: 'Ümmü Rûman'dan ifk hadisini anlatmasını istedim, riva­yet etti." dediği geçmektedir[635] Bir çok âlim şöyle demektedirler: Bu, apaçık bir yanlıştır. Zira Ümmü Rûman, Hz. Peygamber (s.a.) döneminde vefat et­miş ve Allah Rasûlü (s.a.) kabrine inerek: "Hurilerden bir kadına bakmak­tan hoşlanan kimse buna baksın." demiştir[636] Diyorlar ki: "Mesrûk, Ümmü Rûman'ın sağlığında Medine'ye gelip ondan hadisi rivayet etmesini istemiş olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) ile görüşmüş olması ve O'ndan hadis işitmiş olması gerekirdi. Halbuki Mesrûk, Medine'ye ancak Allah Rasûlü'nün (s.a.) vefatından sonra gelmiştir." Yine diyorlar ki: "Mesrûk, Ümmü Rûman'dan bu hadisten başka bir hadis daha rivayet etmiş, ancak mürsel olarak rivayet­te bulunmuştur. Dolayısıyla bazı râviler, onun Ümmü Rûman'dan hadis işit­tiğini zannetmişler ve bu hadisi de duyduğuna hamletmişlerdir. Beiki de Mesrûk: 'Ümmü Rûman'dan rivayet etmesi istendi.' demiştir de bazıları bunu.*Ben istedim' şeklinde yanlış okumuşlardır. Çünkü âlimlerden hemzeyi her za­man elif üstüne yazanlar vardır."                                                           

Öteki âlimler diyorlar ki: Bütün bunlar Buharî'nin Sahih'ine aldığı sa­hih rivayeti reddetmez. İbrahim el-Harbî ve başkaları demişlerdir ki: "Mes­rûk, henüz on beş yaşındayken Ümmü Rûman'dan hadisi sormuş, yetmiş sekiz yaşında iken de vefat etmiştir. Ümmü Rûman, Mesrûk'un kendisinden hadis rivayet ettiği kimselerin en eskisidir". Bunlar diyorlar ki: "Ümmü Rûman'­ın, Hz. Peygamber (s.a.) hayatta iken vefat ettiğine ve Hz. Peygamber'in (s.a.) onun kabrine indiğine dair hadise gelince, bu hadis sahih değildir.Sahih ol­masını engelleyen iki illet vardır: Birincisi; Aii b. Zeyd b. Cüd'ân'ın rivayet etmiş olmasıdır ki bu râvi, hadisiyle delil getirüemiyecek zayıf bir râvidir. İkin­cisi ise; hadisi Hz. Peygamber'den (s.a.) Kasım b. Muhammed yoluyla riva­yet etmiş olmasıdır. Kasım ise Hz. Peygamber (s.a.) devrine yetişmemiştir. Öyleyse bu hadis nasıl olur da Buharî'nin Sahih'inde rivayet ettiği güneş gibi bir isnada sahip hadisin karşısında kabul görebilir! Buharî hadisinde Mes­rûk: 'Ümmü Rûman'dan sordum da hadisi bana anlattı.' demektedir ki, bu hadisin lafzının 'süüet = soruldu' olmasını iptal eder." Ebu Nuaym da, MaYıfetü's-Sahabe adlı eserinde: "Ümmü Rûman'ın, Hz. Peygamber (s.a.) döneminde vefat ettiği söylenilmişse de bu yanlıştır." der.

İfk hadisinin rivayetlerinden birinde: Hz. Ali'nin kendisiyle istişare etti­ğinde Hz. Peygamber'e (s.a.); "Cariyeye sor, o sana doğrusunu söyler." de­diği; bunun üzerine Berîre'yi çağırıp sorduğunda onun: "Âişe hakkında kuyumcunun halis altın hakkında bildiğinden başka bir şey bilmiyorum." de­diği veya buna benzer bir şey söylediği geçmektedir. Bu da bir problem ol­muştur. Çünkü Berîre, ancak bundan uzun bir süre sonra kölelik sözleşmesi yapıp azad olmuştur. Hz. Peygamber'in (s.â.) amcası Abbas o zaman Medi­ne'de idi. Hz. Abbas ise Medine'ye ancak Mekke fethinden sonra gelmişti. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.), kocasına dönmesi için Berîre'ye aracılık edip onun da buna razı olmadığı zaman, amcasına: "Ey Abbas! Mugîs'in kendisine olan sevgisine rağmen Berîre'nin ona nefret duymasına hayret .et­miyor musun?" demiştir.[637]                                                                

İfk hâdisesinde Berîre, Hz.Âişe'nin yanında değildi. Onların bu zikret­tikleri şayet bağlayıcı ise, o zaman yanlışlık, cariyenin Berîre olarak isimlen-dirilmesindedir. Hz. Ali, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Berîre'ye sor" dememiş, sadece "Cariyeye sor, o sana doğrusunu söyler." demişti. Bazı râviler onu Berîre sandılar ve onu öylece isimlendirdiler. Eğer Mugîs'in Fetih sonrasına kadar karismil istemeye devam etmiş ve ondan ümit kesmemiş olması suretiyle on­ların zikrettikleri bağlayıcı değilse problem ortadan kalkar[638]. En iyi bilen Allah'dır.

Bu gazadan dönüşleri esnasında münafıkların başı İbn Übey: "Medine'ye dönersek, andolsun ki üstün kimseler zelil kimseleri oradan çıkaracaktır." dedi. Zeyd b. Erkam bu sözü Hz. peygamber'e (s.a.) iletti. İbn Übey de gelip kendini mazur göstererek böyle bir şey söylemediğine yemin etti. Hz. Pey­gamber (s.a.) susup bir şey söylemedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ Münafi-kûn sûresinde Zeyd'i tasdik eden âyetleri indirdi. Allah Rasûlü (s.a.) Zeyd'in kulağından tutup: "Müjdeler olsun, Allah seni doğruladı." dedi, sonra: "Bu, kulağı ile Allah'a vefakârlık gösteren kimsedir." buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Ey Allah'ın Rasûlü! Abbâd b. Bişr'e emret de İbn Übey'in boynunu vursun." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) de: "İnsanlar, Muhammed ashabını öl­dürüyor diye konuştuklarında onlara bunu nasıl anlatırız?" buyurdu.[639]

 

ON BİRİNCİ BÖLÜM HENDEK SAVAŞI

A) HENDEK SAVAŞI

 

İki görüşten en kuvvetlisine göre, hicretin 5. yılının Şevval ayında vuku bulmuştur. Çünkü Uhud savaşının hicri 3. yılın Şevval ayında olduğunda ih­tilâf yoktur. Müşrikler, ertesi yıl yani hicrî 4. yılda Rasûluilah'a (s.a.) savaş için geleceklerine dair söz vermişlerdi. Ama o yıl kıtlık başgösterdiğinden dolayı sözlerini tutmayıp caydılar. Hicri 5. yıl olunca Rasûlullah'la (s.a.) savaşmak üzere geldiler. Siyer ve meğâzi âlimlerinin görüşü budur.

Musa b. Ukbe, megazî ve siyer âlimlerine karşı çıkarak; "Aksine (Hen­dek savaşı) hicrî 4. yılda vuku bulmuştur." der.

İbn Hazm: "Kuşkusuz sahih olan budur." der. Ve bu görüşe Sahihayn' -da geçen şu İbn Ömer hadisini delil gösterir: "Uhud savaşında İbn Ömer, on dörtyaşındaiken Rasûluilah'a (s.a.) gösterildi de (savaşması için) izin ver­medi. Daha sonra Hendek savaşı sırasında on beş yaşında iken gösterilince izin verdi.[640]

îbn Hazm der ki: "Şu halde doğru olan, iki savaş arasında sadece bir yıl olduğudur."[641]

Bu görüşe iki şekilde karşı çıkılabilir:

1— îbn Ömer haber vermiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.) kendisini sava-şamayacak kadar küçük gördüğü için geri çevirmiş ve savaşabileceği yaşa ulaş­tığını anlayınca da izin vermiştir. Yoksa bunda (İbn Ömer'i^) on dört yaşını bir yıl veya daha fazla aşmış olmasını çürüten bir durum yoktur.

2— Belki de İbn Ömer, Uhud savaşında on dört yaşma yeni basmış, Hen­dek savaşında ise on beşinin sonuna gelmişti. [642]

 

1— Yahudilerin KureyşIiİeri Kışkırtmaları:

 

Hendek savaşının sebebi şuydu: Yahudiler Uhud savaşında müşriklerin müslümanlara galip geldiğim görüp Ebu Süfyan'm müslümanlarla savaşmak üzere verdiği sözü öğrenince Sellâm b. Ebi'l-Hukayk, Sellâm b. Mişkem, Ki-nâne b. Rebî' ve daha başkaları gibi Yahudi ileri gelenlerinin bulunduğu bir grup, Kureyş'i Allah Rasûlüne (s.a.) karşı savaşa teşvik ve kışkırtmak için Mekke'ye gittiler ve onlara yardım edeceklerine dair söz verip ertesi yıl geri döndüler. Kureyşliler bunların tekliflerini kabul etti. Kureyş'ten sonra Gata-fân kabilesine gidip onları da (bu işe) çağırdılar. Onlar da bu teklifi kabul etti. Daha sonra, aym şekilde bütün Arap kabilelerini birer birer dolaştılar. Çağrılan her kabile davetlerini kabul etti.

Kureyş'Iiler Ebu Süfyan komutası altında dört bin kişiyie yola çıktı. Sü-leymoğullan kabilesi Merru'z-Zahrân denilen yerde onlara katıldı. Aynı şe­kilde Esedoğulları, Fezâre, Eşca' ve Mürreoğulları kabileleri de yola çıktı. Gatafan kabilesi ise Uyeyne b. Hısn komutasında geldi. Hendek savaşma ka­tılan kâfirlerin toplam sayısı on bin idi. [643]

 

2— Medine'nin Etrafına Hendek Kazılması:

 

Allah Rasûlü (s.a.) müşriklerin gelmekte olduğunu işitince sahabe ile is­tişare etti. Selman-ı Farisî, Rasülullah'a (s.a.) düşmanla Medine arasına hen­dek kazılmasını teklif etti. Allah Rasûlü (s.a.) de bu işin yerine getirilmesini emretti.

Müslümanlar hep birlikte bu işe koşuştular. Bizzat Hz. Peygamber (s.a.) de bu işte çalışmış ve müslümanlar (kendilerine karşı olan) kâfir hücumunu önlemek için acele etmişlerdir. Tevatüren geldiği üzere, hendek kazmasında nübüvvetinin delilleri ve peygamberliğinin işaretleri vardır. Hendek, Sel' da­ğının eteğine kazılmıştı. Sel' dağı müslümanların arkasındaki dağ olup, hen­dek, onlarla kâfirler arasındaydı.

Allah Rasûlü (s.a.) üç bin müslümanla çıktı. Dağı arkasına, hendeği de önlerine siper edindi.

îbn İshak, "Yedi yüz kişiyle çıkmıştır" der. Bu Allah Rasûlû'nün (s.a.) Uhud harbine çıkışma (bakılarak yapılan) bir hatadır.                        

Hz. Peygamber (s.a.) kadın ve çocukların Medine'nin hisar ve kaleleri­ne yerleştirilmesini emretti. Başlarına da İbn Ümmi Mektûm'u bıraktı. [644]

 

3— Yahudiler Anlaşmayı Bozuyorlar:

 

Huyey b. Ahtab, Kurayza yahudilerine gidip kalelerine yaklaştı. Kâ'b b. Esed ona kapıyı açmak istemedi. Bunun üzerine Huyey, kapıyı açıncaya kadar dil döktü. Yanma girince; "Sana zamanın kuvvet ve şerefini, sana Mu-hammed'le savaşmak üzere başlarında komutanları olduğu halde Kureyş, Ga­tafan ve Esedoğullarımn (ordularını) getirdim." dedi.

Kâ'b b. Esed: "Allah'a yemin olsun ki sen bana zamanın zillet ve horlu-ğunu, suyu boşalmış, şimşekler çakan, gürültüler koparan fakat içi boş bir bulut getirmişsindir." dedi. Huyey, Kâ'bTD. Esed'e, Allah Rasûlü (s.a,) fle arasındaki ahdi bozup müşriklerle beraber Allah Rasûlü'ne (s.a.) karşı sava­şa girmeyi kabul etmesine kadar ısrar etti. Müşrikler bu karara son derece sevindiler. Yalnız Kâ'b, Huyey'e, şayet Muhammed'e karşı galip gelemezler-se kendisiyle beraber gelip kalesine girmesini ve onun başına geleceklerin Hu­yey'e de gelmesi şartıyla bunu kabul edeceğini söyledi. Huyey de kabul etti ve ona verdiği sözü tuttu.

Kurayzaoğullan yahudilerinin durumu ve andlaşmayı bozdukları haberi Allah Rasûlü'ne (s.a.) ulaşınca, Sa'd b. Ubâde, Sa'd b. Muaz, Havvât b. Cü-beyr ve Abdullah b. Revâha'yı; onların verdikleri sözde durup durmadıkları­nı, anlaşmayı bozup bozmadıklarını anlamaları için Kurayza yahudilerine gönderdi. Bu sahabîler, Kurayzaoğullarına yaklaştıklarında onları, olabile­cek en kötü bir hal ve tutum üzere buldular. Allah Rasûlû'nün (s.a.) elçilerine açıktan açığa sövüp düşmanlıklarım izhar ettiler. İş, Allah Rasûlü'ne (s.a.) dil uzatmaya kadar varınca, onlardan ayrılıp, yahudilerin kesin olarak ahid-lerini bozup sözlerinde durmadıklarını haber vermek üzere Allah Rasûlüne (s.a.) yöneldiler.

Bu durum müsîümanlara çok ağır geldi. İşte o zaman AllaliRasûlü (s.a.): "Allahu ekber! Ey müslümanlar! müjde size!" buyurdu. Belâ şiddetlendi, nifak başgöstermeye yüz tuttu. Hâriseoğullarmdan bazıları Allah Rasûlü'-nden (s.a.) Medine'ye gitmek için izin isteyerek şöyle dediler: "'Evlerimiz ger­çekten açıktır.' Halbuki onlar (in evleri) açık değildi. Onlar sadece kaçmak istiyorlardı. "[645] Selemeoğullan da dağılmaya yeltendi, fakat daha sonra Al­lah (c.c), iki grubu da sebat ettirdi. [646]

 

4— Müşrikler Medine Önlerinde:

 

Müşrikler Allah Rasülü'nü (s.a.) bir ay süreyle kuşatma altında tuttu­lar. Ancak Allah'ın, müslümanlarla müşrikler arasındaki hendekle O'nu koru­ması sebebiyle aralarında çarpışma olmadı. Şu kadar var ki, Amr b. Abd-i Ved ve onunla beraber Kureyş'ten birkaç süvari hendeğin yanına kadar gel­diler. Hendekle karşılaşınca: "Bu, Arapların hiç bilmediği bir harp hilesidir." diyerek hendeğin en dar yerine yönelip, oraya hücum ettiler. Atlarıyla sıçra­yıp hendekle Sel' dağı arasındaki kıraç yere geçtiler. Müslümanlara meydan okuyup döğüşmeye devam ettiler. Amr b. Abd ile döğüşmek için Hz. Ali -Allah O'ndan razı olsun- ileri atıldı ve onunla karşılaştı. Allah onun elinde Amr'ın canını aldı. Amr b. Abd, müşriklerin en namlı kahraman ve babayi-ğitlerindendi. Geri kalanlar da korkarak arkadaşlarının yanına kaçtılar. Hen­dek savaşında müslümanların parolası: "Hâ Mim. Lâ yunsarûn = Ha Mîm. Onlar yardım görmeyecekler." idi.'[647]

Muhasara hali müslümanların aleyhine uzayıp gidince Allah Rasûlü (s.a.) Gatafan komutanlarından Uyeyne b. Hısn ve Haris b. Avf ile, şayet kavim­leriyle birlikte çekip giderlerse Medine'nin yıllık meyve mahsûlünün üçte bi­rini vermek kaydıyla anlaşma yapmak istedi. Görüşmeleri bu şekilde devam ediyordu: Allah Rasûlü (s.a.) bu hususta Sa'd b. Ubâde ve Sa'd b. Muaz'ın görüşlerini sordu. Onlar: "Ey Allah'ın Rasûlü! Eğer Allah (c.c.) bunu, bu şekilde sana emretmişse başımız gözümüz üstüne! Yok eğer bu sadece senin, bizim için yaptığın bir şeyse buna hiç hacet yok. Çünkü (bir zamanlar) bjz ve şu kavim Allah'a şirk koşar, putlara taparken bile, bunlar misafirlik |e satın almanın dışında Medine'nin bir tek meyvesini yemeyi bile umamamış-lardır. Şimdi Allah bizi İslâm'la şereflendirmiş, ona ulaştırmış ve seninle kuv­vetlendirmişken mi mallarımızı onlara verelim? Onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yok!" dediler. Allah Rasûlü (s.a.) de görüşlerini haklı bularak: "Ben, ancak bütün Arapların sizin üzerinize üşüştüklerini gördüğüm için böyle bir şey yapmak istemiştim." dedi. [648]

 

5_ Müşriklerin İttifakı Bozuluyor:

 

Sonra şüphesiz Allah Azze ve Celle, -hamd O'nadır- kendi katından bir !işi icra ederek düşmanı perişan etti. Hepsini bozguna uğratıp kılıçlarını param­parça etti. Bunu hazırlayan, kolaylaştıran ilâhî lütuf şu idi: Gatafan'dan, Nu-aym b. Mes'ûd b. Âmir -Allah O'ndan razı olsun- adında bir kişi Allah Rasûlü'ne (s.a.) gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben müslüman oldum, istedi­ğini emret." dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Sen bir tek kişisin. Elinden geldiğince, bizi kuşatmış olan kavimlerin arasına gir de onları bize karşı savaşmaktan vazgeçirmeye bak. Çünkü harp, aldatmaktan ibarettir!" buyurdu.

Bunun üzerine Nuaym, Kurayza yahudilerinin yanma gitti. Cahiliyye dö­neminde onların dostu idi. Aralarına karıştı. Yahudiler onun müslüman ol­duğunu bilmiyorlardı. Nuaym şöyle dedi: "Ey Kurayzaoğullan! Şüphesiz siz Muhammed'e karşı harp açtınız. Şayet Kureyşliler bir fırsatını bulabilirlerse onları yener, ganimetlerini toplarlar. Yok eğer yenemeyecek olurlarsa, döne­rek yurtlarına savuşur, sizi Muhammed'le başbaşa bırakırlar. O da sizden in­tikamını alır." Yahudiler: "Peki ne yapalım, ey Nuaym?" dediler. Dedi ki: Siz kendilerinden rehineler almadıkça onlarla birlikte savaşmayın." O za­man: "Sen bize iyi bir öğüt verdin." dediler.

Sonra Nuaym b. Mes'ûd, hemen Kureyşlilerin yanına gitti ve onlara şöyle dedi: "Size karşı olan sevgi ve dostluğumu çok iyi bilirsiniz." Evet, dediler. Bunun üzerine, "Yahudiler, Muhammed ve arkadaşlarıyla, aralarında olan anlaşmayı bozduklarına pişman olmuşlar. Sizden rehineler alarak O'na gön­dereceklerini, sonra da o rehinelerin, size karşı O'na yardım edeceklerine da­ir haber göndermişler. Şayet sizden rehineler isteyecek olurlarsa sakın onlara kimseyi vermeyiniz." diye tenbihte bulundu. Daha sonra Gatafanoğulları-nın yanına giderek onlara da aynı şeyi söyledi.                 

Şevval ayının cumartesi gecesi gelince Kureyş müşrikleri, yahudilere elçi göndererek "Biz burada hep böyle oturacak değiliz. Paçalar ve ayakkabılar eskidi. Kalkın gelin, Muhammed'le savaşalım." dediler. Yahudiler de müş­riklere bir elçi göndererek: "Bu gün cumartesidir. Siz, bizden önde, cumarte­si günü iş yapmış olan kimselerin başlarına geleni bilirsiniz. Ayrıca, cumartesi günü çıktıktan sonra bile, bize rehineler göndermedikçe sizinle beraber sava­şacak değiliz." dediler.

Elçileri bu haberi getirince Kureyşliler: "Allah'a yemin olsun ki Nuaym'ın söyledikleri demek ki doğru imiş" dediler, sonra da yahudilere haber gönde­rerek: "Allah'a yemin olsun ki size bir kişi bile gönderecek değiliz. Bizimle çıkın, Muhammed'le savaşalım!" dediler. Buna karşılık Kurayza yahudileri de: "Vallahi demek ki Nuaym'ın size getirdiği haber doğru imiş." dediler. Böylece iki taraf birbirinden ayrılmış oldu. [649]

 

6— Müşriklerin Dağılmaları:                                             

 

Nihayet Allah (c.c.) müşrikler üzerine bir rüzgâr ordusu gönderdi. Bu rüzgâr ordusu çadırlarını kökünden sökmeye başladı. Ters çevirmedik hiçbir kazan, koparmadık hiçbir ip bırakmıyor, artık bir yerde sabit duramıyorlar-dı. Allah'ın melekler ordusu ise onları sallıyor, kalplerine ürkeklik ve korku salıyordu.

Allah Rasûlü (s.a.) Huzeyfe b. Yeman'ı, onların durumlarını öğrenmek için gönderdi. Huzeyfe b. Yeman onları bu halde buldu; gitmek için hazır­lanmışlardı. Geri dönerek Allah Rasûlü'ne (s.a.) müşriklerin gittiği haberini verdi.

Hz. Peygamber (s.a.) sabaha eriştiğinde Allah (c.c), düşmanı umduğu­na nail olamadan kinleriyle gerisin geriye göndermişti. Allah (c.c), düşma­nın savaşından Rasûlünü korumuş, vaadini gerçekleştirmiş, ordusunu güçlendirmiş, kuluna yardım etmiş ve tek başına bütün orduları bozguna uğ­ratmıştı. [650]

 

7— Kurayzaoğullan Seferi:                                          

 

(Savaş bittikten sonra) Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye gelerek silahını bıraktı. Ümmü Seleme'nin evinde yıkanırken Cebrail (a.s.) geldi ve: ' Silahı bıraktınız ha? Halbuki, melekler henüz silahlarını bırakmadılar. - Kurayzaoğullan yahudilerini kastederek - Şunlarla savaşmak için hazırlan!" dedi. Bu­nun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) ashaba seslenerek: "İşiten ve itaat eden kişi ikindi namazım Kurayzaoğullari topraklarından başka yerde kılmasın." bu­yurdu.[651] Müslümanlar emre itaatle derhal yola çıktılar.

Hz. Peygamber'in (s.a.) Kurayzaoğullarma düzenlediği gaza yukarıda anlatıldı. Hendek ve Kurayzaoğulları savaşında müslümanlar on kişi kadar şehit vermiştir.[652]

 

8— Ebu Râfi'in Öldürülmesi:

 

Yukarıda anlattığımız gibi, Ebu Râfi' müşrik ve yahudi ordularını Al­lah Rasûlü'ne (s.a.) karşı savaşa kışkırtan kimseler arasındaydı. Fakat arka­daşı Huyey b. Ahtab gibi Kurayzaoğullarıyla birlikte öldürülmemişti. Evs kabilesinin Kâ'b b. Eşrefi Öldürmekle elde ettiği fazilette onlara denk olmak için Hazreçliler Ebu Râfi'i Öldürmek için can attılar. Allah Teâlâ bu iki kabi­leyi Allah Raûiü'nün (s.a.) emrinde, hayır işlerde adeta birbirini geçmek için yarış ettirmiştir. Bunlar Ebu Râfi'i öldürmek için Allah Rasûlü'nden (s.a.) izin istediler, O da izin verdi. Hepsi de SelemeoğuHarından olan, kavmin rei­si Abdullah b. Atîk'le beraber Abdullah b. Üneys, Ebu Katâde, Haris b. Rib'î, Mes'ûd b. Sinan ve Huzâî b. Esved onu öldürmek için ileri atıldılar.

Yola koyulup onun Hayber'deki evine vardılar. Geceleyin baskın yapıp Ebu Râfi'i öldürerek, Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanına döndüler. Hepsi de Ebu Râfi'i kendisinin öldürdüğünü iddia ediyorlardı. Bunun üzerine Allah Rasû-

İÜ (s.a.): "Kılıçlarınızı bana gösteriniz." dedi. Kılıçlarını Allah Rasûlü'ne (s.a.) gösterdiklerinde Abdullah b. Üneys'in kılıcı için: "Ebu Râfi'i öldüren kılıç budur. Çünkü onda yemek kalıntısı görüyorum." dedi.[653]

 

B) HENDEK SAVAŞINDAN SONRAKİ GAZALAR

 

1- Lihyanoğullan Gazası:

 

Allah Rasûlü (s.a.) Kurayzaoğulları savaşından sonra, iki yüz kişilik bir kuvvetle, savaşmak üzere Lihyanoğullarına doğru sefere çıktı. Lihyanoğul-larmı gafil avlamak için, Şam'a gidiyor gibi göründü. Medine'de yerine İbn Ummi Mektûm'u vekil bıraktı. Sonra hızlanarak, Emeç ile Usfan arasında Lihyanoğullarına ait bölgedeki vadilerden biri olan Guran vadisine kadar geldi. Burası Hz. Peygamberin (s.a.) İslâm'ı tebliğ için gönderdiği sahabilerinin mu­sibete uğradıkları yerdi. Onlara rahmet okudu ve dua etti. Fakat Lihyano-ğulları Peygamberimiz'in (s.a.) geldiğini duyunca dağların tepelerine kaçtılar. Hz. Peygamber (s.a.) onlardan hiç kimseyi ele geçiremedi. Ancak yurtların­da iki gün daha kaldı. Bu arada öncü birlikler gönderdiyse de onlar da hiç kimseyi yakalayamadılar. Oradan Usfan'a gitti. Kureyşliler kendisini dinle­sinler diye on süvariyi Kürâu'I-Gamîm'e gönderdi. Sonra da Medine'ye dön­dü. Medine'den uzak kalışı on dört gece sürdü.[654]

 

2— Necid Seriyyesi:

 

Lihyanoğulları seferinden sonra Allah Rasûlü (s.a.), Necid taraflarına süvari birliği gönderdi. Bunlar, Hanîfeoğullannın reisi Sümâme b. Üsâl el-Hanefî'yi yakalayarak Peygamberimiz'e (s.a.) getirdiler. Allah Rasûlü (s.a.) Sümâme b. Üsâl'i mescidin direklerinden birine bağladı. Yanma gelerek "Ey Sümâme! Gönlünden ne geçiriyorsun?" dedi. O da: "Ey Muhammedi Şayet beni öldürecek olursan kanlı bir katili öldürmüş olursun. Yok eğer bana iyi­lik eder, beni bağışlarsan, iyiliğin kadrini bilen bir kimseye iyilik etmiş olur­sun. Eğer kurtulmam için mal istersen, dilediğin kadar iste, al." dedi. Peygamberimiz (s.a.) de onu kendi haline bıraktı. Sonra bir defa daha yanı­na gelerek aynı şeyi yine söyledi. O da, önceki söylediği şekilde cevap verdi. Sonra Peygamberimiz (s.a.) üçüncü bir sefer daha Sümâme'nin yanına gele­rek "Sümame'yi serbest bırakınız." dedi. Ashab da onu salıverdiler.

Sümâme, Mescidin yakınındaki bir hurmalığa giderek gusletti. Sonra da Peygamberimize (s.a.) gelerek müslüman oldu ve Peygamberimiz'e (s.a.) şöyle dedi: "Vallahi, (akşamleyin) yeryüzünde bana, senin yüzünden daha sevim­siz bir yüz yoktu. Fakat sabaha çıkınca senin yüzün bana yüzlerin en sevimli­si oldu. Vallahi, akşamleyin yeryüzünde bana senin dininden daha sevimsiz bir din yoktu. Fakat sabaha çıkınca senin dinin bana dinlerin en sevimlisi ol­du. Senin süvarilerin beni yakaladıklarında, ben umre yapmak istiyordum." dedi. Allah Rasulü (s.a.) Sümame'yi müjdeleyerek (niyetlenmiş olduğu) um­reyi yapmasını emretti.

Sümâme, Mekke'ye Kureyşlilerin yanına gelince: "Demek dinden çıktın ey Sümâme?" dediler. Sümâme de: "Hayır. Allah'a yemin olsun ki, dinden çıkmadım. Ancak Muhammed'le (s.a.) birlikte müslüman oldum. Allah'a ye­min ederim ki, Allah'ın Rasûlü (s.a.) izin vermedikçe, size Yemame'den bir buğday tanesi bile gelmeyecek," dedi. [655]Yemame, Mekke'nin gıda ambarı idi. Böylece yanlarından ayrılarak memleketine gitti ve Mekke'ye herhangi bir şey gönderilmesini yasakladı. Bu Kureyşlilerin yaşayışını iyice zorlaştırdı. Bunun üzerine Kureyşliler Allah Rasûlü'ne (s.a.) mektup yazdılar; akrabalıkları hür­metine, Sümâme'ye mektup yazmasını rica ederek kendilerine yiyecek gön­derilmesine izin vermesini istediler. Allah Rasûlü (s.a,) de isteklerini kabul ederek Sümâme'ye mektup yazıp Mekke'ye erzak gönderme yasağını kaidırttı. [656]

 

3— Gâbe Gazası:

 

Uyeyne b. Hısn el-Fezârî, Gatafan kabilesinden Abdullah oğullarıyla birlikte Peygamberimiz'in (s.a.) Gâbe'deki [657]sağmal develerine baskın yaparak onları alıp götürdü. Usfanlı olan çobanı da öldürdü. Baskıncılar çobanın ka­rısını da götürdüler. Abdülmü'min b. Halef "Çoban Ebu Zerr'in oğlu idi" diyor ki, bu gerçekten gariptir.                                                          

Bunun üzerine imdat dileyen bir ses geldi ve: "Ey Allah süvarileri! Atla­rınıza bininiz." diye bağrıldı. Bu, bu şekilde savaşa ilk çağrı idi. Allah Rasu-lü (s.a.) zırh gömlek içerisinde, tam silahlı vaziyette atına bindi. Peygamberimiz'in (s.a.) yanma ilk gelen, zırhlı ve miğferli bir vaziyette Mik-dâd b. Amr idi. Allah Rasûlü (s.a.) mızrağına sancağı bağlayarak: "Sen git, süvariler sana erişecektir. Ben de peşin sıra geleceğim" dedi. Allah Rasûlü (s.a.) (Medine'de) İbn Ümmü Mektûm'u yerine vekil bıraktı.               

Seleme b. Ekva' yaya olarak baskıncılara yetişti. Onları oka tutarak şöyle dedi:

"Al sana! Ben Ekva'm oğluyum. Bugün, alçakların öleceği gündür."

Seleme, Zü Kared'e vardığında sağmal develerin hepsini aldığı gibi, ay­rıca baskıncılardan otuz da kaftan koparmıştı. Seleme der ki: Allah Rasûlü (s.a.) ve süvariler akşamleyin bize yetiştiler. "Ey Allah Rasûlü! Şüphesiz bas­kıncılar susuzdur. Beni, yüz kişiyle beraber göndersen de ellerinde bulunan davarlarım kurtarıp, su kaplarını alsam." dedi. Allah Rasûlü (s.a.): "Gücün yettiğinde yumuşak davran." buyurdular. Daha sonra "Şimdi onlara Gata-fanlılarm toprağında ziyafet çekiliyordur." dedi.

İmdat isteği Medine'deki Amr b. Avf oğullarına gelince, hemen yardım geldi. Süvariler de gelmeye devam ediyordu. Topluluk kimileri yaya ve kimi­leri develerle olmak üzere gelip Zû Kared'de Allah Rasûlü'ne (s.a.) katıldı.

Abdülmü'min b. Halef der ki: "Ashab on sağmal deveyi baskıncılardan kurtarmış, geri kalan on deveyle de baskıncılar kaçıp kurtulmuştur."

Ben derim ki: Bu açık bir hatadır. Sahihayn'âz. ashabın bütün develeri baskıncılardan kurtardıkları rivayet edilmiştir. Müslim'in, Seleme'den, Sa­hih indeki rivayet ettiği metni şöyledir: "Allah'ın (c.c.) yaratmış olduğu, Al­lah Rasûlü'ne (s.a.) ait bulunan sağmal develeri arkama almış, ayrıca onlardan otuz tane de kaftan koparmıştım. [658]

Bu gazve Hudeybiye'den sonra yapılmıştı. Megazî ve siyer âlimlerinden bir grup, bu gazve hakkında hataya düşerek Hudeybiye'den önce vuku bul­duğunu söylemişlerdir. Söylediğimizin doğruluğunun delili; Ahmed b. Han-bel ve Hasan b. Süfyan'm, Ebu Bekr b. Ebî Şeybe -Haşim b. Kasım- İkrime b. Ammar- İyas b. Seleme- onun babası Seleme senediyle rivayet ettikleri şu haberdir: "Hudeybiye zamanı Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber Medine'ye gel­dim. Ben ve Rabah, develerle birlikte, sulayıp tekrar yaylıma göndermek için Talha'nm atıyla çıktık. Sabah karanlığında Abdurrahman b. Uyeyne Allah Rasûlü'nün (s.a.) develerine baskın yapıp çobanı da öldürdü..." Sonra Sele­me olayın devamını anlatmıştır. Ayrıca Müslim, Sahihinde, olaya geniş bir şekilde yer vermiştir.[659]

Abdülmü'min b. Halef, Sîret'inde, bu hususta açık bir hataya düşmüş­tür. Lihyanoğullan savaşının Kurayzaoğulları savaşından altı ay sonra mey­dana geldiğini nakledip, sonra da: "Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye geldiğinde birkaç gece geçip geçmemişti ki Abdurrahman b. Uyeyne baskın yaptı" diye­rek, olayı anlatmıştır. Baskın yapan Abdurrahman'dır. Abdurrahman'ın ba­bası, Uyeyne b. Hısn b. Huzeyfe b. Bedir'dir de denilmiştir. Böyle olunca Seleme'nin "Hudeybiye zamanı Medine'ye geldim" demesi nerede kalıyor?[660]

 

4— Ükkâşe b. Mihsan Seriyyesi:

 

Vâkıdî, Hudeybiye'den önce, hicretin 6. yılında gönderilen birçok ser-riyyeden bahseder:

Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye geldikten sonra, 6. yılın Rabîulevvel -veya Rebîulâhir- ayında Ükkâşe b. Mihsan el-Esedî'yi, içlerinde Sabit b. Akram ve Siba' b. Vehb'in de bulunduğu kırk kişilik bir kuvvetle Gamra'ya gönder­miş, Ükkâşe bu gidişi ciddi tutmuş ve Gamra halkı, onlara karşı ihtiyatlı dav­ranarak kaçışmışlardır. Ükkâşe, su kaynaklarının bulunduğu yerde konaklayarak, öncü birliklerini peşlerinden gönderdi. Öncü birlikler, kendi­lerine, onların bir kısım hayvanlarının bulundukları yeri gösteren bir kişiyi yakalayarak, yüz develerini ele geçirip Medine'ye götürdüler.[661]

 

5— Ebu Ubeyde Seriyyesi:

 

Yine Allah Rasûlü (s.a.) Ebu Ubeyde b. Cerrâh'ın komutanı bulunduğu seriyeyi Zü'l-Kassa'ya [662]göndermiştir. Mücahidler bütün gece yürüyerek sa­baha karşı Zü'1-Kassa'ya ulaşıp, ansızın baskın yaptılar. Ancak bedeviler dağa kaçarak yakalanmadılar. Mücahidler, sadece bir kişiyi yakaladılar. O da müs-lüman oldu. [663]

 

6— Muhammed b. Mesleme Seriyyesi:

 

Allah Rasûlü (s.a.) Muhammed b. Mesleme'yi, Rebîulevvel ayında, on kişilik bir keşif birliğiyle gönderdi. Bedevîler, mücahidler uykuya varıncaya kadar pusu kurdular. Mücahidler işin farkında değillerdi. Farkına vardıkla­rında ise baskına uğramışlardı. Muhammed b. Mesleme'nin arkadaşları şe-hid edildi. Muhammed b. Mesleme ise yaralı olarak kaçıp kurtuldu.[664]

 

7_ Zeyd b. Harise Seriyyeleri:

 

a)  Cemum Seferi:

Bu sene -Hicrî 6. yıl- Zeyd b. Harise, Cemum'a gönderilmiştir. Zeyd, Müzeynelerden Halîme isminde bir kadım ele geçirdi. Halime, mücahidlere Süleymoğuilannın konak yerlerinden birisini-gösterdi. İslâm mücahidleri de oraya ansızın baskın yapıp, bir hayli deve, davar ve esir aldılar. Esirler ara­sında Halime'nin kocası da vardı. Zeyd b. Harise, elde ettikleriyle beraber jseferden dönünce, Allah Rasûlü (s.a.) Halîme ve kocasını Müzeyneoğullan-na bağışladı.[665]

b)  Tarif Seferi:

Peygamberimiz (s.a.) yine bu yıl yani hicretin 6. yılında Cemaziyelûlâ ayında Zeyd b. Hârise'yi on beş kişilik bir kuvvetle Tarifte [666] oturan Sa'-lebeoğullarma gönderdi. İslâm mücahidleri Tarife geldikleri zaman, bedevi­ler, üzerlerine Allah Rasûîü'nün (s.a.) yürüdüğünü zannederek korkup kaçtılar. Zeyd b. Harise yirmi develerini ele geçirdi. Zeyd b. Harise sefer ıçîn dört ge­ce Medine'den uzak kaldı.

c) îs Seferi:

Peygamberimiz (s.a.) yine aynı yılın Cemazîyelûlâ ayında Zeyd b. Hâ­rise'yi (bu sefer) îs'e[667] gönderdi. Bu sefer esnasında, Peygamberimiz'in (s.a.) kızı Hz. Zeyneb'in kocası olup, Şam'dan gelmekte olan Ebu'l-Âs b. Rebî'in yanındaki Kureyş mallarına el konuldu.

îbn îshak der ki: Abdullah b. Muhammed b. Hazm bana şöyle anlattı: Ebu'l-Âs b. Rebî' ticaret yapmak üzere Şam'a gitti. Ebu'l-Âs güvenilir bir kimseydi. Yanında Kureyş'e ait ticaret mallan da bulunuyordu. Seferden mem­leketine dönerken, Allah Rasûîü'nün (s.a.) seriyyesiyle karşılaştı. Mücahid-ler Ebu'l-Âs'ın kervanını alıp götürdüler. Kendisi kaçıp kurtuldu. İslâm mücahidleri, ele geçirdikleri ticaret mallarıyla (Medine'ye) Allah Rasûîü'nün (s.a.) yanma gelince, Peygamberimiz (s.a.) bu malları mücahidler arasında paylaştırdı.

Ebu'l-Âs Medine'ye gelerek, Allah Rasûîü'nün (s.a.) kızı Hz. Zeynep'­in yanına varıp himayesini istedi ve Hz. Zeynep'ten, kendisine ve yanında bulunup ta diğer insanlara ait olan malları, Allah Rasûîü'nün (s.a.) tekrar kendisine iade etmesini O'ndan istemesini talep etti.

Allah Rasûlü (s.a.) mücahidleri çağırarak: "Bu adamın bize olan yakın­lığını bilirsiniz. Siz onun ve ondan başka kimselerin mallarını ele geçirmiş bu­lunuyorsunuz. O mallar, Allah'ın size nasib ettiği ganimet mallandır. O mallan kendisine geri vermeyi uygun görürseniz, geri veriniz. Şayet geri vermek iste­mezseniz, onlar zaten sizin hakkınızdır." dedi.

Mücahidler: "Hayır! Ey Allah'ın Rasûlü! Biz, o malları ona geri veriyoruz" diyerek, ele geçirdikleri mallan tekrar iade ettiler. Öyle ki, her biri ele geçirdikleri mallardan az çok demeden ne varsa, küçük ve eski tulum­dan abdest ibriğine hatta ipe varıncaya kadar herşeyi Ebu'1-Âs'a geri verdiler.

Ebu'l-Âs çıkıp Mekke'ye vardı. İnsanlara mallarını teslim edip işini bitirdikten sonra: "Ey Kureyşlüer! Herhangi birinizin yanımda vermediğim bir malı kaldı mı?" diye sordu. Kureyşlüer: "Hayır kalmadı. Allah seni hayırla mükâfatlandırsın. Biz, seni vefalı ve şerefli bulduk." dediler.

Bunun üzerine Ebu'l-Âs: "Allah'a yemin ederim ki, size gelmeden önce müslüman olmamı engelleyen şey, mallarınızı kaçırmak için müslüman oldu­ğumu zannetmeniz korkusundan başka bir şey değildir. Şimdi, şehâdet ede­rim ki, Aîlahtan başka tanrı yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed Allah'ın kulu ve elçisidir." dedi.

Vâkıdî ve İbn îshâk'ın bu sözleri Ebu'l-Âs olayının Hudeybiye'den ön­ce meydana geldiğim gösterir. Çünkü anlaşmadan (Hudeybiye anlaşması) sonra Allah Rasûîü'nün (s.a.) keşif birlikleri Kureyş müşriklerinin peşine düşme­miştir. Fakat, Musa b. Ukbe, Ebu'l-Âs olayının müterekeden sonra vuku bul­duğunu iddia etmiştir. [668]

 

8— Ebu Basîr'in Kureyş Kervanlarının Yolunu Kesişi:

 

Kureyşlilerin mallarını alanlar Ebu Basîr ve arkadaşlarıdır. Bu iş Allah Rasûîü'nün (s.a.) emriyle olmamıştır. Çünkü, Ebu Basîr ve arkadaşları sa­hilde karargâh kurmuş olup, yakınlarından geçen Kureyş'e ait her kervanın mallarına el koyuyorlardı. Bu, Zührî'nin görüşüdür.

Musa b. Ukbe, İbn Şihâb'dan naklen, Ebu Basîr olayı hakkında şöyle der: Ebu Cendel, Ebu Basîr ve yanlarında toplanan adamları, sahilde hâlâ üslenmekte devam ediyorlardı. Ebu'l-Âs b. Rebi', Kureyş'ten birkaç kişiyle birlikte onlara uğradı. Allah Rasûîü'nün (s.a.) kızı Hz. Zeynep, Ebu'l-Âs'ın nikâhlısıydi. Ebu'l-Âs ve yanındakileri yakaladılar; yanlarında bulunan mal­ları alıp onlan da esir ettiler. Fakat Ebu'l-Âs'ın, Allah Rasûlü'ne (s.a.) olan hısımlığından dolayı hiç kimseyi öldürmediler. Huveylid'in kızı Hz. Hatice'­nin öz kız kardeşinin oğlu olan Ebu'l-Âs, o gün müşrikti. Ebu Basîr ve adamlan Ebu'1-Âs'ı serbest bıraktılar. Ebu'l-Âs, Medine'ye, karısı Hz. Zeynep'in ya­nına gelerek Ebu Cendel ve Ebu Basîr'in esir ettikleri arkadaşları ve aldıkları mallar konusunda görüştü. Bunun üzerine Hz. Zeynep, Allah Rasûlü (s.a.) ile bu konuda görüşme yaptı.

İleri sürüldüğüne göre, Allah Rasûlü (s.a.) ayağa kalkarak ashaba: "Bizler çeşitli kimselerle akrabalık kurduk. Ebu'l-Âs'la da akrabalık kurduk. O bul­duğumuz ne iyi bir akrabadır! O Kureyşli arkadaşlarıyla Şam'dan gelirken, Ebu Cendel ile Ebu Basîr onları yakalamışlar ve yanlarında bulunan mallan almışlar. Ama kimseyi öldürmemişler. Allah Rasûlü'nün kızı Zeynep, ben­den onları himaye etmemi istedi. Sizler de Ebu'l-Âs ve arkadaşlarını himaye eder misiniz?" diye hitap etmiştir. Ashab: "Evet, bizler de kabul ederiz," dediler. Allah Rasûlü'nün (s.a.), Ebu'l-Âs ve yanlarında bulunan esir arka­daşları hakkında söyledikleri, Ebu Cendel ve adamlarına ulaşınca, devenin dizini bağladıkları zincire varıncaya kadar, aldıkları herşeyi onlara geri ver­diler. Ayrıca Allah Rasûlü (s.a.), Ebu Cendel ile Ebu Basîr'e bir mektup ya­zarak kendisine gelmelerini emretti; ve yanlarında bulunan müslümanlan yurtlarına, ailelerinin yanlarına geri döndürmelerini istedi ve Kureyş'ten hiç­bir kimseye ve onların kervanlarına saldırmamalarını emretti. Allah Rasû­lü'nün (s.a.) mektubu, ölmek üzereyken Ebu Basîr'e ulaştı. Daha mektubun başındayken Ebu Basîr öldü. Ebu Cendel, onu bulunduğu yere gömerek Al­lah Rasûlü'nün (s.a.) yanma geldi ve böylece Kureyş kervanı selâmet bulmuş oldu. Musa b. Ukbe, hadisin kalan kısmım da zikretmiştir.

Musa b. Ukbe'nin sözü, bu hususta en doğrusudur. Çünkü Ebu'l-Âs, sulh zamanında müslüman olmuş, Kureyş kervanı müterake yıllarında Şam'a yayılmıştır. Zührî'nin anlatışı, çok açık bir şekilde olayın mütareke yılların­da olduğunu göstermektedir.

Vâkıdî şöyle der: Hicri 6. sene Dıhye b. Halîfe el-Kelbî, Kayser'in ya­nından döndü. Kayser, Dıhye'yi mal ve elbise ile mükafatlandırmıştı. Dıhye, Hısma'ya gelince[669] Cüzamlardan birkaç kişiye rastladı. Bunlar, Dıhye'nin yolunu kesip yanında bulunan herşeyi aldılar. Dıhye (Medine'ye gelince) evi­ne varmadan Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanına uğrayarak durumu O'na iletti. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a,) Zeyd b. Hârise'yi Hısma'ya gönderdi.

Ben derim ki: Bu olay, tereddütsüz Hudeybiye'den sonradır. [670]

 

9—Hz. Ali Seriyyesi:

 

Vâkıdî der ki: Hz. Ali yüz kişilik bir kuvvetle, Fedek'te oturan, Sa'd b. Bekr oğullarından bir kabileye gitmek üzere yola çıktı. Bunun sebebi, Fedek'te bulunan bir topluluğun, Hayber yahudilerine yardım etmek istediklerine da­ir bir haberin Allah Rasûlü'ne (s.a.) ulaşmasıydı. Hz. Ali (r.a.) seferi esna­sında gece yürüyor, gündüz gizleniyordu. Hz. Ali (r.a.), Sa'doğullarının bîr casusunu yakaladı. Casus, Hz. Ali'ye (r.a.) Sa'doğullannm, kendisini, eğer yahudiler Hayber mahsulünü onlara tahsis ederlerse kendilerine yardım edeçeklerine dair tekliflerini bildirmek üzere Hayber'e gönderdiklerini Sraf etti.[671]

 

10— Abdurrahman b. Avf Seriyyesi:

 

Vâkıdî der ki: Hicrî 6. yılın Şaban ayında, Abdurrahman b. Avf'm keşif birliği Dûmetu'l-CendePe gönderilmiştir. Allah Rasûlü (s.a.), Abdurrahman b. Avf'a: "Eğer sana itaat ederlerse, krallarının kızıyla evlen." dedi. Kavim müslüman oldu ve Abdurrahman b. Avf da (kral) Asbağ'ın kızı Tümâdir ile evlendi. Tümâdır, Abdurrahman b. Avf'ın oğlu Ebu Seleme'nin annesidir. Babası, Dûmetu'l-Cendel'lerin reis ve kralıydı.[672]

 

11— Kürz b. Câbir Seriyyesi:

 

Vâkıdî der ki: Kürz b. Câbir el-Fihri komutasındaki keşif birliği, Allah Rasûlü'nün (s.a.) çobanını öldüren ve develeri götüren Ureynelilere hicretin 6. yılı Şevval ayında gönderildi. Keşif birliği yirmi süvariden ibaretti[673]

Ben derim ki: Bu, geleceği üzere, bu seferin Hudeybiye'den önce Zilka­de ayında meydana geldiğini gösterir. Ureyneliler olayı, Sahihayn'da, Enes b. Mâlik'den şu şekilde aktarılmaktadır: Ukl ve Ureyne kabilelerinden bir grup, Allah Rasûlü'ne (s.a.) gelerek: "Ey Allah Rasûlü! Bizler hayvan sahipleri­yiz, ekin ve arazi sahipleri değiliz! Medine'nin havası bize ağır geldi." dedi­ler. Allah Rasûlü (s.a.) de develerin bulundukları yere çıkıp, onların süt ve sidiklerinden içmelerini emretti. Hastalıkları'geçince, Allah Rasûlü'nün (s.a.) çobanım öldürerek develeri alıp götürdüler ve müslüman olduktan sonra, tekrar İslâm'ı bırakıp kâfir oldular.

Müslim'in metni ise şöyledir: Çobamn gözüne mil çektiler. Bunun üze­rine Allah Rasûlü (s.a.), onların yakalanıp el ve ayaklarının kesilmesini em­rederek peşlerinden süvari birliği gönderdi. Onları, Harre'nin bir yerine o halleriyle bırakarak ölüme terketti.[674]

 

ON İKİNCİ BÖLÜM HUDEYBİYE ANLAŞMASI

A) HUDEYBİYE ANLAŞMASI

 

1— Umre için Yola Çıkışları:                                               

 

Nâfi\ hicretin 6. yılının Zilkade ayında gerçekleşti demiştir. Sahih olan budur. Zührî, Katâde, Musa b. Ukbe, Muhammed b. îshak ve daha başkala­rı bu görüştedir.

Hişam b. Urve, babasından naklen şöyle der: Allah Rasûlü (s.a.) Rama­zan ayında Hudeybiye'ye[675] hareket etti. Anlaşma ise, Şevval ayında ger­çekleşti.

Bu bir yanılgıdır. Çünkü fetih gazilerinin (yola çıkması) Ramazan ayın­dadır. Ebu'l-Esved, doğru şekliyle Urve'den naklen- "Hudeybiye anlaşması Zilkade ayında gerçekleşmiştir." der.

Sahihayn'da, Enes b. Mâlik'in "Hz. Peygamber (s.a.) hepsi de Zilkade ayında olmak üzere dört defa umre yapmıştır." dediği ve Hudeybiye umresi­ni bunlar arasında saydığı rivayet edilmektedir.[676]

Allah Rasulü'nün (s.a.) yanında bin beş yüz sahabî[677] bulunuyordu. Sahi- Câbir'den bu şekilde rivayet olunmuştur. Yine Sahihayn'da. Câbir'den naklen, "Bin dört yüz sahabî idiler"'[678], Abdulah b. EbîEvfâ'dan nak­len de "Bin üç yüz kişi idik."[679]dedikleri rivayet edilir.

Katâde şöyle der: Saîd b. Müseyyeb'e: Rıdvan bîatına katılan kaç kişiy­di? diye sordum. O da: "Bin beş yüz kişiydi" dedi. "Câbir b. Abdullah, bin dört yüz kişi olduklarını söylüyor." deyince; "Allah (c.c.) ona rahmet eyle­sin yanılmıştır. Bana bin beş yüz kişi olduklarını nakleden kendisidir."[680] dedi.

Ben derim ki: Câbir b. Abdullah'tan her iki görüş de sahih yolla aktarıl­mıştır. Câbir'den gelen, Hudeybiye yılında yetmiş deve kurban etmiş olduk­ları ve her bir devenin ise, yedi kişi adına kesilmiş olduğu rivayeti de sahihtir. Câbir'e: Kaç kişiydiniz? diye sorulunca; "Süvari ve yayalarımızla birlikte bin dört yüz kişiydik." demiştir. [681]Kalb, bu görüşü kabule daha çok meyledi­yor. Bu Berâ b. Âzib, Ma'kıl b. Yesâr, kendisinden gelen iki rivayetin en sa­hihine göre Seleme b. Ekva' ve Müseyyeb b. Hazn'ın görüşüdür. Şu'be'nin Katâde -Saîd b. el-Müseyyeb- babası Müseyyeb senediyle naklettiğine göre Müseyyeb diyor ki: "Bizler, Rıdvan ağacı altında Allah Rasûlü (s.a.) yanın­da bin dört yüz kişiydik."

"Yediiyüz kişiydiler." diyen çok açık bir hataya düşmüştür.'[682] Böyle di­yenin gerekçesi şudur: Onlar, o gün yetmiş deve kurban etmişlerdir. Bir deve ise, yedi veya on kişinin kurban vazifesini yerine getirmesi için kâfidir.

Bu söz, bu görüşü ileri süren kimsenin dediği şeye delil olmaz. Çünkü açıkça belirtmiştir ki bu umre ziyaretinde bir deve yedi kişi adına kurban edil­miştir. Şayet yetmiş deve hepsi adına kurban edilmiş olsaydı, o zaman dört yüz doksan kişi olmaları gerekirdi. Halbuki, aynı hadisin devamında açıkça; "Bin dört yüz kişi idiler." demiştir. [683]

 

2— Kureyş'in Hazırlıkları:

 

Zülhulbyfe'ye geldiklerinde Allah Rasûlü (s.a.) kurban edeceği hayvanı belirleyip gerdanlık taktı, işaretledi ve umre için ihrama girdi. Kureyş hak­kında bilgi getirmesi için Huzâa kabilesine mensup bir casusunu ileri gönder-jdi. Usfân'a yaklaştığında, casusu gelerek: "Kâb'b. Lüey'i sana karşı savaş­mak ve seni Mescid-i Haram'dan alıkoymak için, Ehâbiş[684] ve çeşitli kabileleri toplamış vaziyette bıraktım geldim1' dedi.                                                  

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) ashabıyla görüşerek: "Kureyşlileife yardım eden şu adamların çoluk çocukları üzerine yönelip onları ele geçirme­ye ne dersiniz? Eğer oturup kalırlarsa yağmalanmış ve intikamlarını da ala­mamış bir vaziyette oturup kalmış olurlar. Yok eğer, (peşimizden) gelirlerse Allah (c.c.) onların boyunlarını vurur. Veya Mescid-i Haram'a yürüyüp, bizi engellemek isteyenlerle çarpışmamıza ne dersiniz?" dedi.

Hz. Ebu Bekir söz aldı ve: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir. Bizler umre yapmak üzere geldik. Herhangi bir kimseyle savaşmak için gelmedik. Ancak bizimle, Mescid-i Haram arasına girecek biri olursa onunla da çarpışırız." dedi.

Hz. Peygamber (s.a.): "O halde yürüyünüz." buyurdu. Emre itaatle aş-hab da yürüdü. Yolun bir kısmını katetiklerinde Hz. Peygamber (s.a.): "Hâ-lid b. Velid, öncü olarak Kureyş süvarileri içinde Gamîm'de[685] bulunmaktadır. Sağ tarafa yöneliniz." buyurdu. Allah'a yemin olsun ki, on­lar ordunun toz bulutuna karışıncaya kadar Halid b. Velid onların farkıria varamadı. Halid b. Velid Kureyş'i uyarmak üzere atını mahmuzlayarak uzaklaştı. [686]

 

3— Hudeybiye'ye Varış:

 

Hz. Peygamber (s.a.) ilerlemeye devam etti. (Mekke'ye) girilecek Seniy-ye[687] denilen yere gelince devesi çöktü. Ashab "Hal! Hal!" diyerek onu kal­dırmaya zorladılar. Çökmekten vazgeçmeyince; "Kasvâ huysuzlaştı, Kasvâ huysuzlaştı." dediler.

Peygamberimiz (s.a.): "Hayır Kasvâ huysuzlaşmadı. Onun böyle huyu yoktur. Fakat (bir zaman) fili (Mekke'ye girmekten) alıkoyan şimdi de Kas-vâ'yi tutarak alıkoydu. Varlığım elinde bulunan Allah'a (c.c.) yemin ederim ki Kureyşliler, Allah'ın (c.c.) yasakladığı kendilerinin saygı duydukları şey-lerden hangisini benden isteyecek olurlarsa muhakkak onu, kabul edeceğim, (Onların isteğini yerine getireceğim)" diyerek Kasvâ'yı kalkmaya zorladı. Deve sıçrayıp kalktı.

Allah Rasûlü (s.a.) dönerek, Hudeybiye'nin en son noktasına, Semed de­nilen yere indiler. Oranın suyu azdı ve insanlar o sudan azar azar alıyorlardı. İnsanlar o suyu da çok geçmeden çekip tükettiler. Su bitince Allah Rasûlü'n^ (s.a.) susuzluktan dolayı şikâyette bulundular. Peygamberimiz (s.a.) okluğun­dan bir ok çekerek çukura saplamalarını emretti. Allah'a yemin olsun ki, as-hab Semed çukurundan ayrılıncaya kadar, onlara yetecek miktarda sij fışkırmaya devam etti.[688]

 

4— KureyşHIere Elçi Göndermesi:

 

Kureyş müşrikleri Peygamberimiz'in (s.a.) kendilerine saldırmasından korktular. Allah Rasûlü (s.a.) onlara ashabdan bir elçi yollamak isteyerek Hz. Ömer'i (r.a.) yanına çağırdı.

Hz. Ömer (r.a.): "Ey Allah Rasûlü! Şayet eziyete maruz kalacak olur­sam, Mekke'de Kâ'b oğullarından beni koruyacak kimsem yoktur. Osman b. Affân'ı gönder. Çünkü onun kabilesi Mekke'dedir ve o, istediğin şeyi teb­liğ edecek bir kimsedir." dedi. Allah Rasûlü (s.a.), Hz. Osman'ı (r.a.) çağı­rıp, "Onlara, çarpışmak için gelmediğimizi sadece umre yapmak için gelmiş olduğumuzu ilet ve onları İslâm'a davet et." diyerek Kureyşlilere gönderdi.

Ayrıca Allah Rasûlü (s.a.) Hz. Osman'a, Mekke'de bulunan kadın ve erkek mü'minlere uğrayarak onların yanında kalıp yakında Mekke'nin fethe­dileceğini onlara müjdelemesini, Allah'm-Azze ve Celle- Mekke'de dinini gâlip kılacağını ve Mekke'de imanın gizli kalmayacağını haber vermesini emretti.

Hz. Osman (r.a.) ayrılıp gitti. Beldah'da Kureyş müşriklerine rastladı. Kureyşliler, Hz. Osman'a (r.a.): "Nereye gidiyorsun?" dediler.

Hz. Osman (r.a.): "Allah Rasûlü (s.a.) beni, sizi Allah'a (c.c.) ve islâm'a davet etmek için gönderdi. Kimseyle savaşmak için değil, umre yapmak için geldiğini size haber vermemi İstedi." dedi.

Kureyşliler; "Söylediklerini duyduk, işini gör." dediler. Ebân b. Said b. Âs, Hz. Osman'a (r.a.) doğru varıp; hoş geldin, dedi. Hz. Osman'ı (r.^.)

himayesine alıp kendi atını eğerledi ve onu ata bindirdi. Ebân, onu Mekke ye varıncaya kadar terkisinde götürdü. Müslümanlar, Hz. Osman (r.a.) dön rrieden önce: "Osman bizden önce Beytullah'a varıp tavaf etti." dediler.

Allah Rasûlü (s.a.): "Bizler mahsur iken (tavaftan engellenmiş bir vazı yetteyken) Osman'ın Beytullah'ı tavaf edeceğini hiç sanmam." buyurdu.

Ashab: "Ey Allah'ın Rasûlü! Beytullah'a ulaşmışken Osman'ı tavafta: alıyokacak ne olabilir?" dediler.

Peygamberimiz (s.a.): "Bu, bizlerle beraber tavaf etmeden yalnız baş na Kabe'yi tavaf etmeyeceğine dair onun hakkındaki bir zannımdır." Dedi. [689]

 

5— Rıdvan Bîatı:

 

Müslümanlarla müşrikler barış hususunda birbirine girdiler. Bu esnada '.!   bu iki topluluktan bir adam karşı taraftan birine bir ok attı. Aralarında çar­pışma çıktı. İki topluluk da, birbirlerine bağırarak, ok ve taş atmaya başla-; dılar. Her iki taraf da kendi yanlarında bulunup karşı taraftan olan kimseleri $ rehin aldılar.                                                                                              

Bu sırada Allah Rasûlü'ne (s.a.), Hz. Osman'ın şehid edildiği haberi ulaştı.

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) müslümanları bîat etmeye çağırdı. Hz.Peygamber (s.a.) ağacın altında duruyorken müslümanlar, Rasûlullah'a (s.a.ft *  bîat etmek için koşuştular ve firar etmemek üzere kendisine bîat ettiler. Al-n lah Rasûlü (s.a.) kendi elini tutarak: "Bu, Osman adınadır." dedi.[690]

Bîat etme işi sona erdiğinde Hz. Osman çıkageldi. Müslümanlar Hz. Os-,   man'a: "Beytullah'ı tavaf edip şifa buldun ey Ebu Abdullah." dediler. Hz. Osman: "Hakkımda ne kötü düşünmüşsünüz! Canım elinde bulunan Allah'a ;   yemin ederim ki, Allah Rasûlü Hudeybiye'de beklerken, Mekke'de bir yıl dahi kalmış olsaydım Allah Rasûlü tavaf etmeden ben Beytullah'ı tavaf etmezdim.

Halbuki Kureyşliler Beytullah'ı tavaf etmeye çağırmışlardı; ama ben kabul ~  etmedim." dedi. Müslümanlar: "Allah Rasûlü (s.a.) Allah'ı en iyi bilen ye zanm en güzel olanımızdır." diyerek karşılık verdiler.

Hz. Ömer (r.a.) ağacın altında bîat etmek İçin Allah Rasûlü'nün (s.a) -   elini tutmuştu. Ced b. Kays hariç bütün müslümanlar Peygamberimiz'e (s.a ) bîat ettiler.[691]

Ma'kil b. Yesar, ağacın dalını tutarak Allah Rasûlü'ne (s.a.) değmemesi için kaldırıyordu.'[692]

Allah Rasûlü'ne (s.a.) bîat eden ilk şahabı, Ebu Sinan el-Esedî idi.

Seleme b. Ekva', bîatın başında, ortasında ve sonunda olmak üzere üç defa Peygamberimiz'e (s.a.) bîat etmiştir.[693]

 

6_ Huzâalılann Gelişi:

 

Ashab bu halde iken, Büdeyl b. Verkâ el-Huzâî, Huzâa kabilesinden bir­kaç kişiyle çıkageldi. Huzâahlar, Tihâme bölgesi kabileleri içinde Allah Ra-sûlü (s.a.) hakkında iyi niyet besleyen kimselerdi. Büdeyl, Peygamberimiz'e (s.a.): "Ben, Kâ'b b. Lüey ve Âmir b. Lüey'i, seninle savaşmak ve seni Bey-tullah'ı tavaftan engellemek için, yeni doğurmuş develeriyle birlikte Hudey-biye'nin birçok su kaynağı başında konaklamış bir vaziyette bıraktım geldim." dedi.

Allah Rasûlü (s.a.): "Biz herhangi bir kimseyle savaşmak için gelmedik. Bizler umre yapmak için geldik. Harpler Kureyş'i halsiz bırakmış, onlara pek çok zarar açmıştır. Eğer isterlerse, onlara biraz daha zaman tanıyayım, beni diğer kabilelerle başbaşa bıraksınlar. Şayet diğer İnsanların girdikleri dine gir­meyi arzu ederlrtse girebilirler. Yok eğer bunları kabul etmezlerse zaten sa­vaşmak üzere toplanmışlardır. Eğer Kureyşliler bütün bunları reddedip, illa savaşmak İsterlerse; canım elinde bulunan Allah'a (c.c.) yemin ederim ki, ya bu davam hususunda tek başıma kalıncaya kadar onlarla çarpışırım yahut da Allah (c.c.) va'dini yerine getirir." dedi.

Büdeyl, Peygamberimiz'e (s.a.): "Söylediklerini Kureyşlilere ileteceğim" diyerek ayrılıp gitti ve Kureyşlilerin yanına gelip şöyle dedi: "Şu adamın ya­nından geliyorum. Bazı şeyler söylediğini işittim. Eğer isterseniz, söyledikle­rini size anlatayım."

Kureyş'in beyinsizleri: "O'ndan herhangi bir şeyi haber vermene ihtiya­cımız yoktur." dediler.

İleri görüşlüleri ise: "Duyduğun şeyleri anlat" dediler.

Büdeyl, şunları, şunları işittim diyerek, Peygamberimiz'in (s.a.) söyle­diklerini Kureyşlilere anlattı.                                               

Bunun üzerine Urve b. Mes'ûd es-Sakafî: "Şu adam, size doğru lolan yolu anlatmıştır. Söylediklerini kabul ediniz. Benim, Muhammed'e gitmeme izin veriniz." dedi. Kureyşliler de, "Git" dediler. [694]

 

7— Kureyş Elçilerinin Peygamberimize Gelişi:

 

Urve, Peygamberimiz'in (s.a.) yanma gelerek konuşmaya başladı. Pey­gamberimiz (s.a.), Büdeyl'e söylediklerinin aynısını Urve'ye de söyledi.

İşte o zaman Urve, Peygamberimiz'e (s.a.): "Ey Muhammedi Kavmini yok etmeyi uygun görür müsün? Senden önce Araplardan hiçbir kimsenin kendi kavminin kökünü kazıdığını işittin mi? Diğer durum olursa senin halin nice olur? Allah'a yemin ederim ki, ben öyle yüzler, öyle ayak takımı kimse­ler görüyorum ki, harpten kaçıp seni yapayalnız bırakacak kişilerdir." dedi.

Bu arada Hz. Ebu Bekir (r.a.) kızarak, Urve'ye: "Lât putunun bızrını (bilmem neresini) emesice! Bizler mi O'nun başından kaçıp, O'nu tek başına bırakacağız?" dedi. Urve: "Bu kim?" diyerek sordu. Ashab: "O, Ebu Be­kir'dir." dediler. Urve, "Canım elinde bulunana yemin ederim ki, eğer bana karşı yapmış olup da henüz ödeyemediğim iyiliğin olmasaydı mutlaka sana cevap verir, lafının altında kalmazdım." diyerek Peygamberimiz'le (s.a.) ko­nuşmaya devam etti. Peygamberimiz'le (s.a.) her konuşmasında Peygambe­rimiz'in (s.a.) sakalını okşuyordu. Urve, Peygamberimiz'le (s.a.) konuşurken, Muğîre b. Şu'be de miğferli ve kılıçlı bir vaziyette Peygamber'in (s.a.) yanı başında bulunmaktaydı. Urve'nin Peygamberimiz'in (s.a.) sakalına, elini her uzatışında kılıcının kınıyla eline vurarak; "Çek elini Allah Rasûlü'nün (s.a.) sakalından" diyordu.

Urve başını kaldırarak: "Bu kim?" dedi. Ashab: "Muğîre b. Şûbe'dir." dediler. Urve, Muğîre b. Şûbe'ye kızarak: "Ey hain! Ben, senin hiyanetinin bedelini ödeyip durmaya çalışmıyor muyum?" diyerek çıkıştı.

Muğîre, müslüman olmadan önce cahiliye devrinde bir kavimle arkadaşlık yapmış, sonra da onları öldürerek mallarını almıştı. Daha sonra gelerek müs­lüman olmuş ve Peygamberimiz (s.a.) de ona şöyle demişti: "Senin müslü­man olmanı kabul ediyorum. Ama iş mala gelince, ondan hiçbirşey kabul edemem!"

Bu konuşmalardan sonra Urve, göz ucuyla Allah Rasûlü'nün (s.a.) as­habını süzmeye başladı. Allah'a (c.c.) yemin olsun ki, Peygamberimiz'in (s.a.) aksırıp çıkardığı balgam bile mutlaka bir kişinin eline düşüyor ve onu ajarak

vücuduna, yüzüne sürüyordu. Onlara bir şey emrettiği zaman emrini yerine getirmek için koşuşuyorlardı. Abdest aldığı zaman abdest suyunu, nerdeyse birbirleriyle döğüşürcesine kapışıyorlar, konuştuğu zaman huzurunda sesle­rini kısıyorlar ve O'na olan saygılarından dolayı da yüzüne dikkatle bakmı­yorlardı.

Urve, Kureyşliler'in yanına dönerek: "Ey Kureyşliler! Allah'a yemin ol­sun ki, şüphesiz krallara; Kisrâ'ya, Kayser'e ve Necâşî'ye elçi olarak gitmi-şimdir. Vallahi, ben, bunlardan hiçbir hükümdarın adamlarının, Muhammed'in ashabının Muhammed'i sayıp ululadıkları gibi saydıklarını gör­medim. Vallahi! Muhammed, eğer aksınp tükürecek olsa, mutlaka bir ada­mın eline düşüyor ve onu alarak derisine ve yüzüne sürüyor. Onlara bir şey emrettiği zaman, emrini yerine getirmek için üşüşüyorlar. Abdest altığı za­man, neredeyse birbirleriyle döğüşürcesine abdest suyunu kapışıyor; O, bir şey söylediği zaman, huzurunda seslerini kısıyor ve O'na olan saygılarından dolayı, yüzüne dikkatlice bakmıyorlar. Size doğru olanı arzetmiştir, onu ka­bul ediniz." dedi.

Kinâne kabilesinden bir adam: "Bırakınız Muhammed'e bir de ben gi­deyim." dedi. Kureyşliler de; "Git öyleyse" dediler. Bu adam Peygamberi-miz'in (s.a.) ve ashabının yanına yaklaşınca, Allah Rasûlü (s.a.): "Bu filancadır. Kurbanlık develere saygı gösteren bir kabileye mensuptur. Kur­banlık develeri ona doğru sürün." dedi. Müslümanlar, kurbanlık develeri o adama doğru sürüp, (Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! diye) telbiye getirerek onu karşıladılar. Bu durumla karşılaşınca: "Sübhanallah! Bu topluluğu, Bey-tullah'ı tavaf etmekten engellemek doğru değildir" diyerek, adamlarının ya­nma döndü. Onlara; ''Boyunlarına kurbanlık gerdanı takılmış, kurban edilmek üzere nişanlanmış develer gördüm. Bunların Beytullah'ı tavaf etmekten en­gellenmelerini uygun görmüyorum." dedi.

Bunun üzerine Mikrez b. Hafs ileri atılarak: "İzin verin Muhammed'e bir de" ben gideyim." dedi. Kureyşliler "Sen de git" dediler. Mikrez, müslü-manlara yaklaşınca Peygamberimiz (s.a.): "Bu Mikrez b. Hafs'dır. O, gü­nahkâr, fâsık bir kimsedir." buyurdu. Mikrez, gelerek Allah Rasûlüyle (s.a.) konuşmaya başladı. [695]

 

8— Anlaşmanın Yazılması:

 

Mikrez, Peygamberimiz'le (s,a.) konuşmaktayken, Süheyl b. Amr çıka-geldi. Peygamberimiz (s.a.): "İşiniz birazcık kolaylaştırılmıştır." dedi. Süheyl: "Haydi, artık bizimle sizin aranızda bir anlaşma yazmanın zamanı gel di." dedi. Peygamberimiz (s.a.) anlaşmayı yazacak kâtibi çağırarak, "Bis-millâhirrahmanirrahim yaz." dedi. Süheyl: "Rahman nedir bizler bilmeyiz. Onun yerine, daha önce senin de yazdığın gibi 'Bismikellahümme' yaz." de­di. Müslümanlar: "Bizler Bismillâhirrahmanirrahim'den başka bir şey yaz­mayız." dediler. Peygamberimiz (s.a.): "Haydi, Bismikellahümme diye yaz." dedi. Sonra: "Bunlar, üzerinde Allah Rasûlü Muhammed'in anlaşma yaptı­ğı maddelerdir." diyerek kâtibe yazmasını emretti.

Süheyl yine itiraz ederek: "Allah'a yemin ederim ki; eğer bizler seni, Al­lah'1 n Rasûlü olarak tanımış olsaydık, Beytullah'ı tavaf etmene engel olmaz ve seninle çarpışmazdık. Onun yerine, Muhammed b. Abdullah -Abdullah'ın oğlu Muhammed- yaz." dedi.

Hz. Peygamber (s.a.) Süheyl'e: "Her ne kadar, siz beni yalanlasanız da, ben Allah'ın Rasûlüyüm." dedi ve kâtibe dönerek: "Muhammed b. Abdul­lah yaz" dedi.

Hz. Peygamber (s.a.) (anlaşmayı yazdırmaya): "Kabe ile, bizim aramı­za girmemeniz ve Kâbeyi tavaf etmemiz şartıyla." diyerek devam etti. Sü­heyl bu maddeye itiraz ederek: "Vallahi! (bu) olamaz. Araplar zor altında bırakılarak bu anlaşmayı yapmak zorunda kaldığımızı söyler dururlar. Bu; ancak gelecek yıl olabilir" dedi ve madde bu şekilde yazıldı.

Süheyl Peygamberimiz'e (s.a.): "Senin dininden olsa bile bizden sana hiçbir kimsenin gelmemesi; şayet gelecek olursa tekrar bize iade etmen...*' şartını ileri sürdü.

Müslümanlar: "Sübhanallah! Müslüman olarak gelen bir kimse, nasıl olur da müşriklere geri gönderilir" diyerek öfke ve hayretlerini ifade ettiler. Müslümanlar ve Süheyl anlaşma maddeleri üzerinde böyle tartışırlarken, Sü­heyl b. Amr'in oğlu Ebu Cendel ayaklarına bukağılar vurulmuş bir vaziyette zincirini sürüyerek yavaş yavaş geliverdi. Mekke'nin alt tarafından yola çı­kıp, kendisini müslümanların içine atmıştı.

Süheyl (hemen): "Ey Muhammed! Bu, bana geri verilmesini sana şart koştuğum ilk kişidir." dedi. Peygamberimiz (s.a.): "Anlaşmayı henüz kara­ra bağlamadık." diyerek karşı çıktı ise de Süheyl: "Allah'a yemin ederim ki, o takdirde, seninle herhangi bir şey üzerine asla anlaşma yapmam" diyerek inadında ısrar etti.

Peygamberimiz (s.a.): "O'nu bana bırak" diye karşılık verdi. Süheyl: "O'nu sana bırakamam." diye cevapladı. Peygamberimiz ısrarla, "Hayır!

Bunu yapacaksın" dedi. Mikrez dahi: "Evet, biz onu bıraktık" dediyse de, Süheyl: "Bunu yapamam" diyerek inadını sürdürdü.

İş bu noktaya gelince Ebu Cendel: "Ey müslümanlar! Müslüman ola­rak gelmişken, tekrar müşriklere geri mi veriliyorum? Karşılaştığım şeyleri görmüyor musunuz?" diyerek feryat etti. Gerçekten Ebu Cendel, Allah yo­lunda çok çetin işkencelere maruz kalmıştı.

Hz. Ömer der ki: Allah'a yemin ederim kj, müslüman olduktan sonra o güne kadar asla şüpheye düşmemiştim. Peygamber'e (s.a.) gelerek: "Ey Al­lah'ın Rasûlü! Sen Allah'ın gerçek peygamberi değil misin?" dedim. Allah Rasûlü (s.a.): "Evet, ben Allah'ın gerçek peygamberiyim." dedi. Peki bizler hak, düşmanlarımız da bâtıl üzere değiller mi? dedim. Peygamber (s.a.) yine "Evet" dedi. O zaman, "Peki dinimizi küçük düşürmeye ne diye meydan veriyor ve Allah, onlarla bizim aramızda henüz hükmünü vermeden geri dö­nüyoruz." dedim. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle-söyledi: "Ben Allah'ın Rasülü-i yüm. Benim yardımcım O'dur. Ben O'nun emirlerine karşı gelemem."

Dedim ki: "Bize, Beytullah'a varıp, onu tavaf edeceğimizi söyleyen sen değil miydin?" Allah Rasûlü (s.a.): "Evet, ben böyle söyledim. Ama, ben sana, Beytullah'a bu yıl varacağım söyledim mi?" dedi. "Hayır", dedim. Hz. Peygamber (s.a.): "Sen yine de Beytullah'a gidecek ve onu tavaf edeceksin." dedi.

Ebu Bekir'e gelerek Allah Rasûlü'ne (s.a.) söylediğim şeylerin aynısını ona da söyledim. Ebu Bekir, bana aynen Allah Rasûlü'nün (s.a.) verdiği şe­kilde cevap verdi. Hatta, "Ölünceye kadar O'nun emir ve yasağına uy. Al­lah'a (c.c.) yemin ederim ki, şüphesiz o hak üzeredir." diye de ilâve etti.

Hz. Ömer:der.[696]  

'Bu olaydan dolayı (keffâret olsun diye) çok şeyler yaptım.'[697]

 

9— Kurbanların Kesilmesi:

 

Allah Rasûlü (s.a.), anlaşmayı yazdırma işini bitirince ashaba: "Kalkıp, kurbanlarınızı kesiniz! Sonra da tıraş olunuz." diye emir verdi. Allah'a ye­min ederim ki, bu sözünü üç defa tekrarlamasına rağmen yerinden kalkan

tek kişi bile olmadı. Onlardan hiç kimse kalkmayınca, Peygamberimiz (s.a.) kalkarak Ümmü Seleme'nin yanına girip insanların kendisine yaptıklarını anlattı.

Ümmü Seleme O'na: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bunu istiyor musun? Çık, onlardan hiçbir kimseye tek kelime dahi söylemeden kurbanını kes ve berbe­rini çağırarak tıraş ol." dedi. Peygamberimiz (s.a.) kalkarak dışarı çıktı ve kurbanını kesip, berberini çağırarak tıraş oluncaya kadar hiçbir kimseye bir şey söylemedi. Ashab bu durumu görünce, kalkarak kurbanlarını kestiler ve birbirlerini tıraş etmeye başladılar. Öyle ki, sıkışıklık ve izdihamdan dolayı nerdeyse birbirlerini öldüreceklerdi. Daha sonra Peygamberimize (s.a.) (müs-, lümanlığı kabul etmiş) mü'min kadınlar geldi. Bu esnada Allah -Azze ve Celle-: "Ey iman edenler! Mü'min kadınlar muhacir olarak size geldikleri zaman onJ lan imtihan ediniz." âyet-i kerimesini "Kâfir zevcelerinizi nikâhınızda tut-} mayınız..." (kısmına kadar) indirdi.[698] Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), o güri hâlâ müşrik olan iki karısını boşadı. Bunlardan birisiyle Muâviye, diğerleriyj le de Safvân b. Ümeyye evlendi. [699]

 

10— Hudeybiye'den Medine'ye Dönüş:

 

Bütün bunlardan sonra Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye döndü. Medine'jJ ye dönüş yolunda Allah (c.c): "Şüphesiz biz sana, apaçık bir fetih nasib et­tik. Bu, senin gelmiş ve geçmiş günahlarını Allah'ın yarlığaması, senin üzerindeki nimetini tamamlaması ve seni dosdoğru yola iletmesi ve Allah'ın sana çok şerefli bir galibiyetle yardım etmesi içindir." âyet-i kerimelerini indirdi[700]

Hz. Ömer'in (r.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu bir fetih midir?" demesi üzerine, Peygamberimiz (s.a.), "Evet, bu bir fetihtir, ey Ömer!" diye cevap verdi.

Ashab'ın: "Ne mutlu sana ey Allah'ın Rasûlü! Peki bizim için ne var­dır?" diye sormaları üzerine de Allah (c.c.) "Mü'minlerin kalplerine sekîneti (manevi kuvveti, sükûneti) indiren Odur..." âyetini indirdi.[701]

 

11— Ebu Basîr'in Gelişi:

 

Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye gelince, Ebu Basîr Kureyş'ten kaçıp müs-lüman olarak Peygamberimiz'e (s.a.) geldi. Kureyşliler, Ebu Basîr'i geri al­mak için iki adam göndererek: "Bizimle yaptıgm-anlaşma gereği onu bize teslim edeceksin!" dediler. Peygamberimiz (s.a.) de Ebu Basîr'i gelen iki adama teslim etti. Bunlar Ebu Basîr'le birlikte yola çıkıp Zülhuleyfe'ye gelince yan­larında taşıdıkları hurmalardan yemek üzere konakladılar. Ebu Basîr adam­lardan birisine: "Vallahi şu kılıcın çok kaliteli sanıyorum." dedi. Diğeri, kılıcı hemen sıyırarak: "Doğru! Onu defalarca denedim. Vallahi bu, gerçekten iyi bir kılıçtır." dedi. Ebu Basîr, "Göster, bir bakayım" diyerek kılıcı ondan alıp adama vurması üzerine adam öldü. Diğeri ise kaçarak, koşa koşa Medi­ne'ye gelip Mescid-i Nebevî'ye girdi. Allah Rasûlü (s.a.) adamı görünce, "Şu adam, korku ve dehşet verici şeyler görmüştür." dedi. Adam Peygamberi-miz'in yanına yaklaşınca, "Vallahi! Arkadaşım öldürüldü. Ben de nerdeyse öldürülecektim." dedi.

Ebu Basîr gelerek Peygamberimiz'e (s.a.) şöyle dedi: "Ey Allah'ın Pey­gamberi! Şüphesiz Allah sana düşeni edâ ettirdi. Beni onlara teslim ettin. Al­lah da beni onların elinden kurtardı."

Peygamberimiz (s.a.): "Ne adam yahu! Sanki harp ateşinin küreği! He­le yanında kendisine yardım edecek bir kişi daha olsaymış!..." diye karşılık verdi.

Ebu Basîr bunları işitince, Allah Rasûlü'nün (s.a.) kendisini müşriklere geri vereceğini anladı. Medine'den çıkıp Sîfu'I-Bahr'e geldi. Ebu Cendel b. Süheyl de Kureyşlilerin elinden kaçarak gelip Ebu Basîr'le buluştu. Kureyş'­ten müslüman olmuş her kim varsa gelip Ebu Basîr'e katıldılar. Öyle ki, kırk kişi civarında bir topluluk oluştu. Allah'a yemin ederim ki: Kureyş'in Şam'a gitmekte olan bir kervanını haber aldıkları zaman onların karşılarına çıkı­yor, kervanda bulunanları öldürüyor ve mallarını da alıyorlardı.

Bunun üzerine Kureyşliler Peygamberimiz'e (s.a.) elçi göndererek, Al­lah'a ve akrabalık bağları üzerine yemin verip, kendilerinden O'na gelenlerin artık emniyette olacağını bildirip, onları, tekrar kendilerine göndermemesini istediler. Bu olay üzerine Allah Azze ve Celle: "Sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Mekke hududu içinde, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çeken, O'dur. Allah yaptıklarınızı hakkıyle görücüdür. Onlar, Allah'ı tanımayan, sizi Mescid-İ Haram'dan ve bağlı kurbanları mahalline ulaşmaktan alıkoyan kimselerdir. Eğer Mekke'deki henüz tanımadığınız inan mış erkeklerle inanmış kadınları bilmeden ezmek suretiyle üzüntüye kapılmana ihtimali olmasaydı Allah savaşı önlemezdi... İnkâr edenler, gönüllerindek cahiliyye çağının asabiyet ateşini ateşlendirdiklerinde..." âyet-i kerimelerin indirdi.[702]

Müşriklerin asabiyetleri, Allah Rasûlü'nün (s.a.), Allah peygamberi ol duğunu ve anlaşmaya "Bismillahirrahmanirrahîm" ile başlanmasını kabul et memeleri ve müslümanlarla, Beytullah arasına girmeleriydi[703]

 

12— Hudeybıye Kuyusundan Su Çıkması:

 

Buharî'nin Sahihinde şöyle geçmektedir: "Hz. Peygamber (s.a.) abdes aldı ve abdest suyunu ağzından Hudeybiye kuyusuna püskürtür püskürtme; kuyu suyla dolmaya başladı." Sahihayn'd&ki rivayete göre Berâ b. Âzib ve Seleme b. Ekva da aynı şeyi söylemektedirler.[704]

Urve, Mervan b. Hakem ve Misver b. Mahreme'den naklen şöyle de­miştir: "Allah Rasûlü (s.a.), kuyuya okluğundan bir ok sapladı." Bu rivayet de Sahihayn'da aynen mevcuttur.

Ebu'I-Esved'in Megaz/'sinde Urve'den naklen şöyle geçmektedir: Pey­gamber (s.a.) bir kova içerisinde abdest aldı. Suyla ağzını çalkalayıp, kovaya püskürterek, kovadaki suyun kuyuya dökülmesini emretti. Ayrıca okluğun­dan bir ok çekip, kuyuya atarak Allah'a dua etti. Ashab kuyunun başında oturmaktayken, kuyu suyla dolmaya başladı. Öyle ki, elleriyle avuçlamaya başladılar.

Ebu'l-Esved, rivayetinde her iki hususu da toplamıştır. Bu daha doğr görünmektedir. Allah en iyi bilendir.

Câbir'den gelen, Buharî'nin Sahih'mdeki rivayet ise şöyledir: Hudeybi­ye günü insanlar susamışlardı. Allah Rasûlü (s.a.), önünde bulunan deriden yapılmış, küçük bir su kabından abdest alıyordu. Ashab, su almak için O'na doğru koşuştular. Allah Rasûlü (s.a.) ashaba, "Neyiniz var?" diye sorduÜ "Ey Allah'ın Rasûlü! Şu senin önündeki sudan başka, ne içebileceğimiz nö de abdest alabileceğimiz suyumuz var." diye cevap verdiler. Bunun üzerintj Allah Rasûlü (s.a.) ellerini kabın içerisine kor komaz, kaynaklar misali, par-

inaklarının arasından su fışkırmaya başladı. Bu sudan hem içip, hem de ab-dest aldılar. (O gün) Bin beşyüz kişiydiler.[705]

Bu, Hudeybiye kuyusu mucizesinden başka bir olaydır.

Bu gaza esnasında müslümanlar bir gece yağmura tutuldular. Hz. Pey­gamber (s.a.) sabah namazını kıldırınca şöyle söyledi: "Rabbiniz'in bu gece ne söylediğini biliyor musunuz?" dedi. Müslümanlar: "Allah ve Rasûlü da­ha iyi bilir" dediler. Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Allah (c.c.) şöyle söyledi: "Kul­larımdan bir kısmı bana iman ederek bir kısmı da kâfir olarak sabahladı. Allah'ın fazlı ve rahmetiyle üzerimize yağmur yağdı diyenler, bana iman edip, yıldıza (yıldızın yağmur yağdırmasına) inanmayan kimselerdir. Yıldızın şöy­le şöyle hareketiyle üzerimize yağmur yağdı, diyenlere gelince, onlar Bana karşı kâfir olup, yıldıza iman etmişlerdir."[706]

 

B) HUBEYBİYE ANLAŞMASININ ÖNEMİ VE HİKMETLERİ

 

1—Hudeybiye Anlaşmasının Maddeleri:

 

Anlaşma şu şekilde neticelendi: Müslümanlarla Mekke'liler on yıl süreyle savaşmayacaklar ve insanlar birbirlerinden emin olacaklar. Müslümanlar bu yıl geri dönecekler, ancak ertesi yıl Mekke'ye gelecekler, Mekkeliler şehre gir­melerine engel olmayacaklar ve Hz. Peygamber (s.a.) orada üç gün kalabile­cek. Müslümanlar Mekke'ye, ancak kılıçları kınlarında olduğu halde, yolcu silahlarıyla girebilecekler. Müslümanlardan Mekkeliler tarafına geçen biri olur­sa geri verilmeyecek, Mekkelilerden müslümanlar tarafına geçen kimse ise iade edilecek. Her iki taraf anlaşmaya uymaya dikkat edecekler, aralarında her­hangi bir hırsızlık ve hıyanet olmayacak.'

Bunun üzerine müslümanlar: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bunu onlara vere­cek miyiz?" diye sordular. Peygamberimiz (s.a.): "Bizden onların tarafına gidecek olanı Allah uzak etsin! Onlardan bize gelip de tekrar onlara verece­ğimiz kimseye gelince, Allah d kimse için bir ferahlık, bir çıkış yolu yarata­caktır." buyurdu. [707]

Allah Teâlâ, Hudeybiye kıssası içerisinde, Kâ'b b. Ucre'nin yaptığı gi­bi, (ihramdan çıkmadan) saçlarını tıraş ettiren kimseler hakkında fidye ola­rak oruç tutmaları veya sadaka vermeleri veyahut kurban kesmeleri hükmünü indirdi.

Allah Rasûlü (s.a.) Hudeybiye'de başlarını tıraş ettirenlere üç kere, saç­larını kısalttıranlara ise bir kere olmak üzere bağışlanmaları için dua etmiştir.

Müslümanlar Hudeybiye'de, bir deveyi ve bir sığın yedişer kişi adına kur­ban ettiler.                                                   

Allah Rasûlü (s.a.) orada, müşrikleri öfkelendirmek için, burnunda gü­müş halka bulunan ve Ebu Cehiİ'e ait bir deveyi kurbanlıkları arasında kur­ban etti.

Fetih sûresi burada nazil oldu. Huzâalılar Allah Rasûlü'nün (s.a.), Be-kiroğulları ise Kureyşlilerin müttefiki oldular. Çünkü anlaşma şartlarına gö­re; dileyen Allah Rasûlü'nün, dileyen de Kureyş'in müttefiki olabilecekti.

Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye dönünce, aralarında Ukbe b. Ebî Muayt'ın kızı Ümmü Külsûm'un da bulunduğu bir grup mü'min kadın gelerek Pey-gamberimiz'e sığındılar. Ümmü Külsûm'un ailesi, aralarındaki anlaşma ge­reği onun kendilerine iade edilmesini istemek için geldiler. Fakat Allah Rasûlü (s.a.) onu geri vermedi. Zira Allah Teâlâ O'na, kadınları iade etmeyi yasak­lamıştı.

Denilmiştir ki: Bu yasaklama, kadınlarla ilgili şartın neshedilmesi demek­tir. Yine denilmiştir ki: Bu, sünnetin Kur'an ile tahsis edilmesidir ki, gerçek­ten büyük bir şeydir. Ayrıca "Bu şart sadece erkeklerle ilgili idi; müşrikler ise hem erkekler hem de kadınlar hakkında geçerli bir hüküm saymak iste­mişler, fakat Allah Teâlâ bunu reddetti" denilmiştir. [708]

 

2— Hubeydiye Anlaşmasından Çıkarılacak Bazı Fıkhı Hükümler:

 

1—  Hz. Peygamber (s.a.) hac aylarında umre yapmıştır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) Zilkade ayında yola çıkmıştı.

2— Hacda olduğu gibi, umre için de mîkatta ihrama girmek daha efdal-dir. Allah Rasûlü (s.a.) gerek hac ve gerekse umre için Zülhuleyfe'de ihrama girmiştir. Zülhuleyfe ile Medine arası bir mil kadar veya buna yakın bir me­safedir.

Bu konuda: "Umre için Beyt-i Makdis'te ihrama giren bir kimsenin geç­miş ve gelecek günahları bağışlanır.", diğer bir rivayetinde ise."Önceki gü­nahlara keffaret olur" şeklinde gelen hadis sabit değildir.[709] Senedinde ve metninde güçlü muztariblik vardır.                                 

3— Kıran haccında olduğu gibi başlı başına yapılan umrede de kurban sevketmek sünnettir.                                                       

4— Kurban edilecek hayvanı önceden işaretlemek sünnettir; bu iş yasak bir işkence değildir.

5— Allah düşmanlarını kızdırmak rnüstehaptır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) müşrikleri kızdırmak için, kurbanlıkları arasında, Ebu Cehil'in, bur­nunda gümüş halka bulunan devesini kurban etmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabının özellikleri hakkında şöyle buyurmuştur; "...Onlar İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış, kuvvetlen­dirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş ve ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah, böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcıları öf­kelendirir..."[710] '...Çünkü Allah yolunda açlığa, susuzluğa, yorgunluğa ma­ruz kalmak, kâfirleri kızdıracak bir yeri işgal etmek ve düşmana başari kazanmak karşılığında onların yaptıkları yararlı bir iş mutlaka yazılır. Doğ-rusu Allah, iyilik yapanların ecrini zayi etmez."[711]

6—  Ordu komutanının önceden düşman tarafına casuslar göndermes gerekir.                                                                                                    

7— Savaşta iken ihtiyaç halinde, güvenilir bir müşrikten yardım istemek caizdir. Çünkü Allah Rasûlü'nün (s.a.) Huzâaîı casusu o sırada kâfirdi; ve bu da, casusun düşman içlerine kolayca sızıp haber toplayabilmesi açısından daha faydalıydı.

8— Devlet başkanının, tebaası ve ordusuyla istişare etmesi müstehaptır. Bu istişare, onların fikirlerini almak, gönüllerini hoş tutmak, nifak çıkarma­larından emin olmak, uzmanlık isteyen ve insanlar arasında bazılarının bile­bileceği bir faydalı bilgiyi öğrenmek ve Allah Teâlâ'nın: "...İş hakkında onlara danış..."[712] emrine sarılmak içindir. Yine Allah Teâlâ şöyle buyurarak kul­larını övmüştür: "...Onların işleri, aralarında danışma iledir..."[713]

9— Müşriklerin erkekleriyle savaşmadan önce, erkeklerinden ayrı kalan müşrik kadınları ve çocukları esir r'mak caizdir.                          

10—  Mükellef olmayan hakkında söylenmiş olsa bile, doğru olmayan bir sözü reddetmek gereklidir. Çünkü müslümanlar, Kasvâ yürümediği za­man: "Kasvâ huysuzlaşti!" yani diretti, ileri adım atmadı, yürümedi diyerek tabiatı ve huyundan olmayan bir şeyi ona nisbet ettiler. Hz. Peygamber (s.a.) ise: "Kasvâ huysuzlaşmadı. Onun böyle bir huyu yoktur." diye cevap vere­rek devenin çöküş sebebini şöyle açıkladı: "FilIeri^Mekke'ye girmekten alı­koyan Allah, alıkonulmaları ve bu alıkonulmanın arkasından gelen şeyler sebebiyle ortaya çıkan yüce bir hikmetten ötürü Kasvâ'yı burada da alıkoy­muştur."

11— Kişinin, bineği veya ilişkili bulunduğu benzen bir şeyle isimlendi­rilmesi sünnettir. (Meselâ, fili alıkoyan., gibi).

12— Te'kid edilmesi gereken dinî bir haber hususunda yemin etmek ca­iz, hatta müstehaptır. Zira Hz. Peygamber'in (s.a.) seksenden fazla yerde yemin ettiği rivayet edilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, O'na haber verdiği şeyin doğ­ruluğuna, Yûnus, Sebe' ve Tegâbün sûrelerinde olmak üzere üç yerde [714] ye­min etmesini emretmiştir.

13— Müşrikler, ehl-i bid'at ve günahkârlar ile zalim ve âsiler şayet Al­lah Teâlâ'nın yasaklarından birine saygı göstererek bir şey isteyecek olurlar­sa; başkalarını engellemiş olsalar bile istekleri kabul edilip yerine getirilir ve bu hususta kendilerine yardımcı da olunur. Onlar, küfür ve taşkınlıklarında değil, Allah'ın yasaklarına hürmet gösterdikleri hususlarda yardım görürler. Bunun dışındaki hususlarda ise engellenirler. Allah Teâlâ'nın sevdiği ve razı olduğu hususlarda, yardım isteyen bir kimse, her kim olursa olsun kendisine yardım edilir. Şu kadar var ki, bu sevilen şey hususundaki yardım, Allah'ın sevmediği daha büyük bir şeye sebebiyet vermemelidir. Bu durum, nefislere ağır gelen, en ince ve en zor meselelerdendir. Bu sebeple ashabtan buna canı sıkılanlar olmuş, Hz. Ömer (r.a.) söyleyeceğini söylemiş, bundan sonra da (söylediklerine keffâret olmak üzere) birçok hayırlı işler yapmıştır. Hz. Ebu Bekir (r.a.) ise, bunu rıza ve teslimiyetle karşılamıştır. Öyle ki, Hz. Ebu Be-kiı'in gönlü bu hususta Allah Rasûlü'nün (s.a.) gönlüyle beraber olmuş, Hz. Ömer'in sorusuna, Allah Rasûlü'nün (s.a.)verdiği cevabın aynısıyla cevap vermistir. Bu durum, Hz. Ebu Bekir'in -Allah ondan razı olsun- ashabın en fa­ziletlisi, en kâmili, Allah'ı ve Rasûlü'nü en iyi tanıyıp dinini en iyi bileni, en kuvvetli sevgi göstereni ve Hz. Peygamber'e (s.a.) en iyi uyum sağlayan kim­se olduğunu ortaya koyar. Bundan dolayı Hz. Ömer, karşısına çıkan herhangi bir hususta başka sahabîlere değil, sadece Allah Rasûlü'ne (s.a.) ve O'nun Sıddîk'ına soru sormuştur.

14— Hz. Peygamber (s.a.) Hudeybiye'ye giderken sağ tarafa doğru yö­nelmiştir. Şafiî (r.h.) der ki: Hudeybiye'nin bir kısmı Harem bölgesine dahil, bir kısmı da Harem'in dışındadır.

Ahmed b. Hanbel bu olay hakkında, Hz. Peygamber'in (s.a.), Harem bölgesi dışında hareket ettiği halde Harem'in içinde namaz kıldığını rivayet etmiştir.[715] Mekke'de kılınan namazın üstünlüğünün kat kat fazla olmasının sadece tavaf yeri olan Mescid'e mahsus olmayıp Harem bölgesine dahil bü­tün yerler için de aynı olduğuna bir delildir. Hz. Peygamber'in (s.a.): *'Mescid-i Haram'da kılman bir rekât namaz, benim mescidimde kılınan yüz rekât na­mazdan daha faziletlidir."[716] hadisi şu âyet-i kerimeler gibidir: "...Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. .."[717], "Kulu Muhammed'i bir gece Mescid-i Ha-ram'dan, kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın sânı ne yücedir..."[718] Halbu­ki isrâ hâdisesi Ümmü Hâni'nin evinden başlamıştır.

15—  Mekke'nin yakınına konaklayacak bir kimsenin, Harem bölgesi­nin dışında (= Hill) konaklayıp Harem bölgesinin içinde namaz kılması gere­kir. Nitekim İbn Ömer böyle yapardı.

16— Devlet başkanının, barış yapmayı müslümanların yararına gördü­ğü zaman, düşmana barış teklifinde bulunması caizdir. Barış, anlaşma tekli­finin karşı taraftan gelmesine bağlı değildir.

Kendisi otururken başında beklenilmesi âdeti olmadığı halde Mugîre b. Şu'be'nin, kılıcıyla Allah Rasûlü'nün (s.a.) baş ucunda beklemesinde, düş­man elçilerinin geldiği sırada onlara karşı bir üstünlük ve övünme olması, devlet başkanına tazim ve itaat ile çevresindekiler tarafından korunduğunu gösterme bakımından uyulması gereken bir sünnet vardır. Bu, müslümanla­rın elçilerinin kâfirlere gönderilmesinde ve kâfirlerin elçilerinin de müslümanlara gelmebinde uygulanan bir âdettir. Yoksa bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) şu sözüyle kınadığı cinsten değildir: "Kim, kişilerin ayakta durarak kendisine saygı göstermesinden hoşlanırsa, cehennemdeki yerini hazırlasın."[719] Yine harpte övünmek ve böbürlenmek -savaşdişındaki hallerde olduğu gibi- kına­nan cinsten değildir. Kurbanlık hayvanların diğer elçiye doğru sürülmesi, kâ­firlerin elçilerine İslâm'ın nişanelerini göstermenin müstehap olduğuna delildir.

Hz. Peygamber'in (s.a.) Mugîre'ye söylediği: "Müslümanlığını kabul ede­rim. Malına gelince, ondan bir şey kabul edecek değilim." sözünde, kendi­siyle anlaşma yapılmış müşrik malının korunmuş olup o malın mülk edinilemeyeceği, aksine geri verileceğini gösteren bir delil vardır. Çünkü Mu-gîre, onlarla güven üzerine arkadaşlık yapmış, sonra sözünü tutmayıp onlara hainlik ederek mallarım almıştı. Ama Hz. Peygamber (s.a.) onların malları­nın peşine düşüp müdafaasını yapmamış ve mallarım kendilerine tazmin et­memiştir. Çünkü bu olay, Mugîre'nin müslüman olmasından önce meydana gelmiştir.

Yine, Hz. Ebu Bekir'in Urve'ye: "Lât putunun bızrını emesice!" diye söylediği sözde, eğer durumun gerektirdiği bir fayda varsa, avret mahallinin adının açığa vurulabileceğinin caiz olduğunu gösteren bir delil vardır. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.) cahiliye davasında bulunan bir kimseye babası.-nın ayıp yerinin açıkça söylenilmesine izin vermiştir. O kimseye şöyle denir: "Babanın şeyini ısır!" Bu hususta kinaye kullanılmaz. Çünkü her durumun gereğine göre söylenecek bir söz vardır.

17— Kâfirlerin gönderdiği elçinin edebinin az olması, cahil ve kaba ol­ması muhtemeldir. Burada umumi bir fayda bulunduğundan ona karşılık ve­rilmez. Her ne kadar Arapların âdetinden ise de Hz. Peygamber (s.a.) konuşma esnasında Urve'nin sakalını tutmasına aynıyla karşılık vermemiştir. Çünkü vakar ve tazim, bunun aksini gerektirir.

Aynı şekilde Allah Rasûlü (s.a.) Müseyleme hakkında, "Şahitlik ederiz ki o Allah'ın elçisidir." diyen Müseyleme'nin elçilerine de karşılık vermeme-miş ve: "Eğer elçiler Öldürülmez hükmü olmasaydı, şüphesiz ikinizi de öldürürdüm" buyurmuştur[720]

18—  İster baştan, ister göğüsten gelmiş olsun, balgam temizdir.

19—  Kullanılmış su temizdir.                                

20—  İyimser olmak, olayları iyiye yorumlamak müstehaptır, ki bu hoş karşılanmayan uğurlu veya uğursuz sayma cinsinden değildir. Zira Hz. Pey­gamber (s.a.), Süheyl geldiği zaman: "İşiniz kolaylaştı." demiştir.

21— Hazırda bulunan kişinin kendi adıyla babasının adı bilindiğinde dede adının zikredilmesine gerek duyulmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Muham-med b. Abdullah adı üzerine bir şey ilâve etmemiş ve Süheyl'in sadece kendi adıyla baba adının zikredilmesiyle yetinmiştir. Dede adının zikredilmesinin şart koşulmasının bir aslı, bir dayanağı yoktur. Adda b. Halid, Hz. Peygam-ber'den (s.a.) bir köle satın aldığı zaman, kendisine: "Bu, Adda b. Halid b. Hevze'nin satın aldığı köledir."[721] şeklinde dede adım da zikrederek yazdır­masına gelince bu rivayet, böyle yapmanın caiz olduğunu ve bir sakıncası bu­lunmadığını gösteren ilave bir açıklamadır. Yoksa bunun şart olduğuna delil teşkil etmez. Sırf kendisinin ve babasının ismini zikretmekle yetinilemeyecek kadar meşhur olmadığından dedesinin adını da zikretmiştir. Kendi ismi ile baba ismi aynı olduğunda dede isminin zikredilmesi şart olur. Böyle bir ben­zerlik olmadığı durumlarda ise, kendi ismi ile baba ismi yeterli sayılır. Allah en iyi bilendir.

22— Müslümanların aleyhine bir takım olumsuz neticeler doğuracak hü­kümler içerse de fayda tarafı ağır basması ve daha şerli bir şeyi savuşturması sebebiyle müşriklerle anlaşma yapmak caizdir. Bunda iki zararın en zararlı­sını, daha az zararlı olanı beraberinde getirmesi ihtimaline karşın, savuştur­ma yaran vardır.

23— Bir kimse sözle veya niyetle, vakit tayin etmeksizin bir şeyi yapma­ya yemin eder veya adakta bulunur, yahut-o şeyi yapma hususunda bir baş­kasına vaadde bulunursa onu hemen yapması gerekmez, erteleyebilir.

24— Başı (tamamen) tıraş etmek, haccın olduğu gibi umrenin de menâ-sikindendir ve saçı kısaltmaktan daha faziletlidir. Aynı şekilde bu, diğerleri­nin   umrelerinde   olduğu   gibi,   alıkonulanın   (mahsur)   umresinde   de menâsiktendir.                                                                                           .

25—  Alıkonulan kimse, ister Harem hududu içerisinde bulunsun ister bulunmasın, alıkonulduğu yerde kurbanını keser. Kendisi Harem bölgesine ulaşamadığı takdirde, kurbanını Harem içerisinde kesebilecek kimseyle an­laşma yapması vacib değildir ve şu âyet-i kerimenin delaletiyle kurban, yeri­ne ulaşmaksızm ihramından çıkamaz: "...Bağlı kurbanlıkların yerlerine ulaşmasına engel olanlardır. "[722]

26— Kurbanların kesildiği yer Harem hududunun dışında bir yer idi. Çün­kü Harem bölgesinin her yeri kurban kesim yeridir.

27— Alıkonulan kimselere umreyi kaza etmek vacip değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ashabına, başlarını tıraş etmelerini ve kurbanlarını kesme­lerini emretmiş, hiçbirine bu umreyi kaza etmelerini emretmemiştir. Ertesi yıl yapılan umre ise ne vacip bir umreydi, ne de alıkonulan umre yerine yapılan bir kaza umresiydi. Çünkü müslümanlar engellendikleri umrede 1400 kişi iken, ertesi yıl yapılan umrede bundan daha az idiler. "Umretü'l-Kadıyye" veya "Kaza Umresi" diye isimlendirilmesi ise, Hz. Peygamber'in (s.a.) üzerinde anlaşma yaptığı umre olmasındandır. Burada umre kelimesi yapılma sebebi­nin kaynağı ile tamlama ohışturmuşur.

28— Mutlak bir emir, hemen yapmayı gerektirir (-fevridir). Eğer böy­le olmasaydı Hz. Peygamber (s.a.) verdiği emri ashabın yerine getirmeyi ge­ciktirmelerine kızmazdı. Ashabın emri yerine getirmeyi geciktirmelerine şöyle gerekçe gösterildi: Onlar emrin yürürlükten kaldırılacağını umuyorlar, böyle yorumlayarak emri yerine getirmeyi geciktiriyorlardı. Bu gerekçenin kendisi­ne gerekçe gösterilmesi daha münasip! Böyle bir gerekçe bâtıldır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ashabtan böyle bir şey hissetseydi, emrinin geciktirilmesin­den dolayı öfkesi şiddetlenerek: "Neden öfkelenmeyeyim ki? Ben bir şey em­rediyorum uyulmuyor!" demezdi. Ashabın emri geciktirmeleri, hoş karşılanan değil, affedilen bir gayrettir. Allah onlardan razı olmuş, günahlarını bağışla­mış ve cenneti onlara gerekli kılmıştır.

29— Bir delilin kayıtladığı durumlar haricinde prensip, ümmetinin, Hz. Peygamber ile (s.a.) hükümler konusunda ortak olmasıdır. Bu sebeple Üm-mü Seleme şöyle demiştir: "Dışarı-çık ve başını tıraş ettirip kurbanını kesene kadar hiç kimseyle konuşma." O, ashabın Hz. Peygamber'e (s.a.) uyacağım bilmiştir.

Soru: Bu işi ashaba emrettiğinde kendisine uymadıkları halde, bunu yap­maya koyulduğu zaman nasıl oldu da O'na uydular?

Cevap: Ashabın, emrin yürürlükten kalkacağını umarak yerine getirmeyi geciktirdiklerini ileri sürenlerin böyle düşünmelerine sebep olan durum iş­te budur. Onlara göre Hz. Peygamber (s.a.) böyle yapınca, ashab emrin men-suh olmayıp kesin bir hüküm olduğunu anladılar. Bu zannın yanlışlığı yukanda anlatılmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) ashaba öfkelenip hiç kimseyle konuşmak-sızın dışarı çıkarak, onlara kendisinin emredilen şeyi hemen yerine getirmeye koyulan bir kimse olduğunu gösterip, onlar gibi emre itaati geciktirmeyince; ashab da Allah'a uyma ve itaatin, Rasülü'ne uymayı gerektirdiğini anladılar, O'na uymaya ve emrini yerine getirmeye koşuştular.                        

30— Kâfirler ile, onlardan müslümanlara gelenlerin geri verilip, müslü­manlar tarafından kâfirlere geçecek olanların geri verilmemesi üzerine anlaş­ma yapmak caizdir. Ancak kadınlar bunun dışındadır. Kadınların kâfirlere geri verilmesinin şart koşulması caiz değildir. İşte bu anlaşmada, Kur'an nas-sıyla yürürlükten kaldırılan yer burasıdır ve burası dışında geçerli bir sebep olmaksızın nesh iddiasında bulunmaya yol yoktur.

31—  Kadından istifadenin kocanın mülkünden çıkmasının malî bir de­ğeri vardır. Bu yüzden Allah Telâlâ, karısı (Mekke'den Medine'ye) hicret eden ve aralarına engel konan müşrik kocaya, vermiş olduğu mehrin iade edilme­sini vacip kılmıştır. Aynı şekilde Allah Teâlâ, müslümanlar tarafına hicret eden karılarına verdikleri mehirleri, kâfirler müslümanlardan talep hakkı el­de ettiklerinde, karısı irtidat eden müslüman kocaya verdiği mehrin iade edil­mesini de vacip kılmıştır. Bunu, aralarında karara bağladığı bir hüküm olarak bildirmiş ve sonra da bu hükmü hiçbir şey neshetmemiştir. Kocaların verdik­leri mehrin onlara iade edilmesini şart koşması, bu mehrin mehr-i misil (ob­jektif  değer)   değil   de   mehr-i   müsemma   (akdi   yapanların   aralarında kararlaştırdıkları değer) olduğuna delâlet eder.

32— Kâfirler tarafından islâm devlet başkanı tarafına gelen bir kimseyi geri verme hükmü, içlerinden müslüman olarak ayrılıp devlet başkanının bu­lunduğu beldeden başka bir yere giden kimseyi kapsamaz. Şu da var ki, dev­let  başkanının bulunduğu beldeye gelen  kimseyi  talep  olmaksızın geri göndermesi de gerekmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Ebu Basir kendisine geldiği zaman geri göndermemiş ve gitmesi için de onu zorlamamıştır. Ama Ebu Bâsir'i istemeye geldiklerinde almalarına izin vermiş, fakat onu geri dön­meye zorlamamıştı.

33— Anlaşmalılar, kendileri tarafından devlet başkanına gelen kimseyi teslim alıp gözetimleri altına aldıkları zaman, bu kişi içlerinden herhangi bi­rini öldürdüğünde, ne diyet vermek ve ne de kısas olmak suretiyle o kimsenin kan bedelini öder ve ne de devlet başkanı bu kan bedelini tazmin eder. Aksi­ne bu kimse onları kendi yurtlarında öldürmüş hükmünde olur ki devlet başkanının onlar üzerinde herhangi bir hükmü olmaz. Çünkü Ebu Basîr, anlaş­malı iki kişiden birini Medine'den sayılan Zülhuleyfe'de öldürmüştü. Fakat Ebu Basîr'i onlar teslim almış olup devlet başkanının elinden ve hükmünden uzaklaştırmalardı.

34— Anlaşmalılar, imam (devlet başkanı) ile anlaştıktan sonra müslü-manlar içinden bir grup çıkıp karşı tarafa savaş açar, mallarını ele geçirir fa­kat imama katılmazlarsa, imamın harp açan kimseleri karşı taraftan uzaklaştırıp onlara mani olması gerekmez. İmamın anlaşmasına, sözleşmesi­ne ve dinine ister girsinler isterse girmesinler eşittir. Hz. Peygamber (s.a.) ile müşrikler arasındaki anlaşma, Ebu Basîr ve arkadaşları ile müşrikler arasın­da yapılmış bir anlaşma değildi. Buna göre, şayet bazı müslüman hükümdar­lar ile hıristiyanlar ve diğer zimmiler arasında bir anlaşma yapılsa, onlarla arasında bir anlaşma bulunmayan bir başka müslüman hükümdarın onlara karşı savaş açıp mallarını ele geçirmesi caizdir. Nitekim Şeyhülislâm (İbn Tey-miye) de, Ebu Basîr'le müşrikler arasında cereyan eden olaya dayanarak Ma­latya hıristiyanları ve esirleri hakkında bu şekilde fetva vermiştir. [723]

 

3— Hudeybiye Anlaşmasının İçerdiği Bir Kısım Hikmetler: [724]

 

Hudeybiye anlaşması, sebeplerini sağlamlaştıran Allah'tan başkasının tam? olarak anlayamayacağı kadar büyük ve yüce bir anlaşmadır. Ve neticesi de[ böyle olmuş, hikmeti ve rızasının gerektirdiği şekilde gerçekleşmiştir.        

1— Hudeybiye anlaşması, Allah Telâlâ'mn, Rasulü'nü ve ordusunu azız kıldığı, insanların grup grup Allah'ın dinine girdiği yüce fethin öncesinde bir başlangıç olmuştur. Bu anlaşma, yüce fethin kapısı, anahtarı ve önündeki ha­bercisidir. Bu, bir kader, ve bir kanun olarak hükmeylediği böyle muazzam, yüce işler öncesinde onları haber veren, onlara işaret eden birtakım mukad­dimeler ve hazırlıklar ortaya koyma kanunudur.

2— Bu anlaşma, en büyük ve en yüce fetihlerden biri oldu. Çünkü in­sanlar birbirlerinden emin olmuşlar, müslümanlar kâfirlerle bir araya gelmiş, onları İslâm'a davet etmeye başlamış, onlara Kur'an'ı dinletmiş ve onlarla İslâm hakkında güven içerisinde açıktan açığa tartışmışlardır. Müslümanlık­larını gizleyen kimseler kendilerini bu anlaşmayla açığa vurmuş ve Allah'ın girmesini dilediği kimseler mütareke müddeti içerisinde İslâm'a girmişlerdir.

Bu yüzden Allah Teâlâ, Hudeybiye anlaşmasını "apaçık bir fetih" olarak isim­lendirmiştir, îbn Kuteybe der ki: (Apaçık bir fetih'ten maksat) Senin için yü­ce bir hükmü ifa ettik, demektir. Mücâhid ise şöyle der: Bu, Allah'ın Hudeybiye ile Rasûlü için hükmettiği şeydir.

Meselenin aslı şudur: Fetih, -sözlükte- kapalı bir şeyi açmak demektir. Hudeybiye'de müşriklerle yapılan sulh, Allah açıncaya kadar kapalı ve sed çekilmiş bir vaziyette idi. Allah Rasûlü (s.a.) ile ashabının Kabe'yi ziyaretten engellenmeleri, anlaşmanın açılmasının sebeplerindendir. Dış görünüşte müs­lümanlar için zulüm ve haksızlık, işin aslında ise izzet, fetih ve zafer vardı. Alîah Rasûlü (s.a.) ince bir perde gerisinden önündeki yüce fethi, kuvveti ve zaferi görüyor ve müşriklerin kendisinden istedikleri, ashabtan çoğunun ve ileri gelenlerin bile tahammül edemediği her şartı kabul ediyordu. O (s,a.), hoşa gitmeyen bu durumun altında gizli olan, iyi olan şeyi biliyordu: ^...Ba­zen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda iyi olabilir..,"[725]

"Kişinin sevdiği şeyler bazen sevmediği şeye sebep olduğu gibi Bazan da sevmediği şeyler sevdiği şeye sebep olur."

Allah Rasûlü (s.a.) bu şartlar altına, Allah'ın kendisine olan yardımına, desteğine ve akıbetin kendi lehine olacağına güveninden ötürü giriyordu. İna­nıyordu ki bu şartlar ve taşıdığı hükümler zaten zaferin kendisiydi. Şartlan ileri sürenlerin farkına varmadan ayaklandırdıkları ve kendileri ile savaşa gö­revlendirdikleri en büyük bir orduydu, bu anlaşma. Akabinde, kuvvet um­dukları yerden hor ve hakirliğe; kudret, şeref ve zafer gösterdikleri yerden de mağlubiyete uğratıldılar. Allah Rasûlü (s.a.) ve İslâm askerleri ise, Allah için ve O'nun yolunda haksızlığa katlandıkları, hezimete uğradıkları yerden galip ve üstün gelmişlerdir. Devir değişmiş, iş aksine dönmüştür. Bâtılla elde edilen azizlik hakla zillete; Allah yolundaki hezimet ise Allah'ın yardımıyla galibiyet ve üstünlüğe dönüşmüş; Allah'ın hikmet ve alâmetleri, vadini tas­dik ettiği ve akılların iç durumunu kavrayamayacağı Rasûlü'ne olan yardımı en mükemmel ve kâmil şekliyle ortaya çıkmıştır.

3— Bu anlaşmayı Allah Teâlâ, müminlerin iman ve bağlılıklarının, hoş­larına giden ve gitmeyen konularda Allah'ın hükmüne boyun eğmeye rızala­rının artmasına sebep kıldı. Bu anlaşma sayesinde Allah'ın hükmüne razı oldular, iVadini tasdik ettiler ve kendilerine verilen vadi beklediler. Dağların bile sarsıldığı bir zamanda en muhtaç oldukları bir vakitte Allah'ın, kalbleri-ne indirdiği sekinetle kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğunu gördüler. Allah onların üzerine kendisi sayesinde kalbleri mutmain olacak, ruhları kuvvet bu­lacak ve imanları artacak olan sekinetini indirdi.

4— Allah, Rasûlü ve mü'minler için karara bağladığı bu hükmü, bunda birtakım haksızlıklar ve kendisinden istenileni verme hususu bulunmasına rağ­men Rasûlü'nün geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlama, kendisine vereceği nimetini tamamlama, O'nu dosdoğru yola iletmeye; kendisine yüce galibiye­ti nasib etmeye, kendisinden razı olmaya Rasûlünü kendi emrine girdirmeye ve göğsünü genişletmeye sebep kılmıştır. Anlaşma Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabının kendisi sayesinde bütün bunları elde etmelerinin sebebi olmuştur. Bundan dolayı Allah Teâlâ bu hükmü bir mükâfat ve bir gaye olarak zikret­miştir ki bu da Allah'ın hükmü ve fethi yanında Hz. Peygamber (s.a.) ve mü'-minlerle kâim olan bir fiile karşı olur.

Allah Teâlâ'nın, burada Rasûlü'ne yapmış olduğu yardımı, nasıl azîz (üs­tün, şerefli) diye nitelemiş olduğunu ve sonra yine kalplerin en şiddetli şekil­de dalgalandığı bu yerde mü'minlerin kalplerine sekînet indirişini nasıl zikrettiğini bir düşün; ki burası sekînete en muhtaç yerdi. O sekinet sayesin­de imanlarına iman katılmıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, mü'minlerin, Rasûlü ile yaptıkları bîatlarını zikretmiş ve bu bîatı kendisine yapılan bir bîat sayarak teyîd etmiş, Allah Rasûlü'nün eli müslümanların elleri üzerinde iken kendi elinin müslümanlar üzerinde olduğunu te'kid etmiştir. Çünkü o, Rasûlü ve Nebîsidir. Rasûlü'yle yapılan akit kendisiyle yapılan akit ve yine Rasûlü'ne yapılan bîat da kendisine yapılan bîat mesabesindedir. Kim Rasûlüne bîat eder­se Allah'a bîat etmiş gibi olur ve Allah'ın eli Rasûlü'nün eli üzerindedir. Hacerü'l-Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ eli olduğuna [726] ve ona el sürüp onu öpenin sanki Allah ile musafaha edip O'nun sağ elini Öpmüş olduğuna göre, Allah Rasûlü'nün eli bu işe Hacerü'l-Esved'den daha elverişlidir. Son­ra Allah Teâlâ bu bîatı bozan kimsenin, bozmasının kendi aleyhine dönece­ğini ve bîata vefa gösteren kimsenin de büyük mükâfat alacağını bildirmiştir. Şu halde bîata vefa göstereni ve göstermeyeniyle bütün müslümanlar, Rasû­lü'nün lisanıyla İslâm ve İslâm hukuku üzerine Allah'a bîat etmişlerdir.

Sonra Allah Teâlâ, Peygamberine katılmaktan geri duran bedevilerin hal­lerini; Allah, kendi Resûlü'nü, dostlarını ve ordusunu perişan edip düşman­larını onlara galip getirecek ve böylece ailelerinin yanlarına asla dönemeyeceklerdir, şeklinde Allah hakkında besledikleri kötü zanlarıni zik­retti. Bu şekilde zanda bulunmaları Allah'ı, isimlerini, sıfatlarını ve Allah'a yakışan şeyleri bilmemelerinden ve aynı zamanda Allah'ın Rasûlü'nü hak­kıyla tanımamalarından, Rabbi'nin ve Mevlâsı'mn kendisine lâyık olduğu şe­kilde muamele edeceğini bilmemelerinden kaynaklanıyordu.

Sonra Allah Teâlâ, Rasûlü'ne karşı bîat altına girmeleri sebebiyle mü'-minlerden razı olduğunu bildirdi. Allah, müslümanların kalplerinde o vakit bulunan sadakat, vefa, gerçek itaat ve bağlanmalarını, diğer şeylere karşı Al­lah'ı ve Rasûlü'nü tercih edeceklerini bilmiş ve kalplerine sekîneti, tatmin-karlık ve hükme karşı rıza göstermeyi indirmiştir. Allah Teâlâ müslümanlara, hükmüne rıza göstermeleri ve emrine sabretmelerine karşılık yakın bir fethi ve elde edecekleri bol ganimetleri nasib etmiştir. İlk fetih ve ganimetler, Hay-ber'in fethi ve ganimetleri olmuş, sonra da kıyamete kadar fetihler ve gani­metler, sürekli kılınmıştır.

Allah Teâlâ müslümanlara, elde edecekleri bol ganimeti vadetmiş ve müs­lümanlar için bu ganimeti acele olarak gerçekleştirdiğini bildirmiştir. Bu hu­susta iki görüş vardır:

1)  Bu, müslümanlarla düşmanları arasında cereyan eden anlaşmadır.

2)  Hayber'in fethi ve Hayber ganimetleridir.

Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "... İnsanların size uzanan elleri­ni önlemiştir."[727] Bunun tefsiri hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür: a) Mekkelilerin ellerini sizinle savaşmaktan önlemiştir, b) Yahudilerin ellerini, Allah Rasûlü'nün ashabıyla birlikte Medine'den çıkmasından sonra Medine'de kalanları yok etmelerini engellemiştir, c) Bunlardan maksat, Hayber halkı ile onlara yardım etmek isteyen Esed ve Gatafan kabilelerinden olan yardımcılarıdır.                                                                                    

Doğrusu ise, âyetin bunların hepsini içermesidir.

"İnsanlara bir delil olması için" âyet-i kerimesi hakkında denilmiştir ki: Bu, Allah'ın sizin için yaptığı bir iştir. Bu da, çok olmalarına rağmen düş­manlarınızın ellerini size kötülük yapmaktan engellemesidir. Çünkü o vakit Mekke ve civarında yaşayan halk, Hayber ve civarında yaşayan insanlar, Esed, Gatafân ve Arap kabilelerinin çoğunluğu onların düşmanlarıydı. Onlar, bu düşmanlar arasında vücuttaki bir benek gibiydiler. Buna rağmen onlara her­hangi bir zarar veremiyorlardı. Düşmanlarının ellerinin müslümanlardan ön­lenmesi; çokluklarına, şiddetli düşmanlıklarına, müslümanları abluk ya alarak her zaman, her yerde onları gözetlemelerine rağmen müslümanlara herhangi bir kötülük yapamamaları Allah Teâlâ'mn âyetlerindendir.

Yine denilmiştir ki: Bundan maksat Hayber fethidir. Allah Teâlâ Hay­ber fethini, inanan kulları için bir delil, ondan sonraki fetihler için de bir alâ­met kılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ müslümanlara, bol bol ganimetler ve yüce fetihler vaadetmiş ve onlar için Hayber fethini çabuklaştırmıştır. Bu fethi, kendisinden sonraki fetihler için bir delîl, müslümanlann Hudeybiye günün­deki sabırlarına ve hükme rıza göstermelerine ve memnuniyetle karşılamala­rına mukabil bir mükâfat ve teşekkür kılmıştır. Bu sebeple Hayber'i ve ganimetlerini, Hudeybiye'de hazır bulunanlara tahsis etmiştir.

Sonra Allah Teâlâ: "...Sizi dosdoğru yola iletmesi için..." buyurmuş­tur. İnananlar için yardım, zafer ve ganimetlerin yanı sıra hidayeti de ekle­miştir. Müslümanları hidayete erenler, yardım görenler ve ganimet elde edenler kılmıştır.

Sonra Cenab-ı Hak mü'minlere, o zamana kadar elde edemedikleri bol bol ganimetler ve başka fetihler vaadetmiştir. Bu fetihten maksat, Mekke fet­hidir, denilmiştir. İran ve Bizans imparatorluklarının fethi olduğu da söyle­nilmiştir. Ayrıca Hayber fethinden sonra yeryüzünün doğu ve batı taraflannda gerçekleşecek olan fetihlerdir de denilmiştir.

Allah Teâlâ, eğer kâfirler O'nun dostlarıyla (müslümanlarla) savaşa­cak olurlarsa, onların yardım görmeden gensin geriye döneceklerini, bunun kendilerinden önceki kullarına da tatbik ettiği ilâhî kanunu olduğunu ve bu kanunda hiçbir değişiklik bulunmadığını bildirmiştir.

Soru: Peki ama Uhud'da kâfirler müslümanlarla savaştılar, onlara kar­şı üstünlük sağladılar ve arkalarını dönüp kaçmadılar?

Cevap: Bu, daha başka bir yerde anlatılan bir şarta bağlı vaaddir ki, o da sabır ve takvadır. Bu şart Uhud'da, sabra aykırı düşen gevşeklikleri, tak­vaya aykırı düşen ihtilâfları ve itaatsizlikleri sebebiyle ortadan kalkmış, do­layısıyla müslümanları düşmanlarından yüz çevirtmiş ve şart ortadan kalktığı için de vaad gerçekleşmemiştir.

Sonra Allah Telâlâ, müşriklere karşı inananları üstün kıldıktan sonra bir­birlerinden ellerini çekenin kendisi olduğunu bildirdi. Bunu da bu hususta yüce hikmetler bulunduğu için yapmıştır. Şöyle ki: Mekkeliler arasında, müs­lümanlann bilmediği, imanlarını gizleyen müslüman olmuş kadın ve erkek­ler bulunuyordu. Şayet sizleri onlar üzerine salsaydı, savaş kalabalığında bilmeden onları öldürürdünüz ve onlardan da size düşmanlık ve vurulmayı haketmeyeni vurup öldürme gibi fecî bir durum isabet edecekti. Allah Teâlâ, imanlannı gizleyen bu zayıf kimselerden mü'minlere zarar gelebileceğini, bunun da sebebinin müminlerin onlara verdikleri zarar olacağını haber verdi.

Allah Teâlâ haber vermektedir ki, eğer o kimseler müşriklerden ayrılıp bir kenara çekilselerdi, elbette Allah Teâlâ müşrikleri ölüm, esaret veya baş­ka yollarla azaba uğratırdı. Fakat, Rasûlü aralarında iken kökten yoketme azabını Mekkelilerden uzaklaştırdığı gibi, bu imanlarını gizleyen zayıf kim­selerin aralarında bulunması sebebiyle de müşriklerden azabım uzaklaştırmıştır.

Sonra Allah Teâlâ kâfirlerin, gönüllerinde alevlendirdikleri kaynağı ce­halet ve zulüm olan cahiliye asabiyetini haber verdi. Bu asabiyet sebebiyle kâfirler, Allah'ın Rasûlü'nü ve kullarını Kabe'yi ziyaretten engellemişler, an­laşmaya "Bismillahi'r rahmani'r rahim" diye başlanmasını kabul etmemiş­ler, doğruluğunu bildikleri halde ve yirmi yıllık zaman içerisinde görüp dinledikleri deliller sayesinde peygamberliğinin gerçekliğini yakînen tanıma­larına rağmen Muhammed'in (s.a.) Allah Rasûlü olduğunu kabul etmemiş.-lerdi. Kendi takat ve iradelerinde olan diğer fiillerin kâfirlere izafe edildiği gibi, Allah Teâla, her ne kadar kendi kaza ve kaderiyle gerçekleşmişse de, gönüllerinde alevlendirdikleri bu cahiliyye asabiyetini de kâfirlere izafe etmiştir.

Allah Teâlâ, düşmanlarının kalplerinde bulunan cahiliyye asabiyetine mu­kabil, Rasûlü'nün ve dostlarının kalplerine sekîneti indirenin kendisi oldu­ğunu haber vermiştir. Sekînet, Allah Rasûlü'nün ve ordusunun nasibi; cahiliyye asabiyeti ise müşriklerin ve ordularının nasibi idi. Sonra Allah Teâlâ, inanan kullarına takva kelimesini bağlayıcı kıldı. Bu takva kelimesi, Allah'tan sakı­nılması gereken bütün kelimeleri içine alan bir cinstir, türünün en üstünü de ihlâs kelimesidir. Bu takva kelimesi, Bismillahi'r rahmani'r rahim ile tefsir edilen ve Kureyşlilerin, kendileri için bağlayıcılığını kabul etmedikleri keli­medir. Allah bunu dostlarına ve ordusuna bağlayıcı kılmış, lâyıkı olmayan yerden korumak için de bunu düşmanlarına haram kılmıştır. O, kelimeyi daha müstehak ve daha lâyık olana gerekli kılmış, yerli yerine koymuş; lâyık olmayan yere koymak suretiyle onu zayi etmemiştir. O, tahsis edeceği yeri ve konulması gereken yerleri hakkıyla bilendir.

Allah Teâlâ, Rasûlü'nün, Mescid-i Haram'a emîn olarak gireceklerine dair gördüğü rüyayı tasdik ettiğini ve bunun kesin olarak gerçekleşeceğini; fakat bunun zamanının bu yıl gelmemiş olduğunu haber verdi. Sizler bilme­seniz de Allah Teâlâ, bunun vaktine kadar ertelenmesindeki faydayı biliyor­du. Halbuki sizler, bunun acele olarak gerçekleşmesini istiyordunuz. Rab Teâlâ ise tehir edilmesi konusunda sizin bilmediğiniz fayda ve hikmeti biliyordu. Bu sebeple, Mekke fethi öncesi bir giriş, bir başlangıç olmak üzere yakın bir fetih müyesser kılmıştır.

Sonra Allah Teâlâ, bütün dinlerden üstün kılmak için Rasûlü'nü hida­yet rehberi Kur'an ve hak din ile gönderenin kendisi olduğunu bildirdi. Allah Teâlâ dinini yeryüzünün bütün dinlerinden üstün kılma ve tamamlama işini üzerine almıştır. Allah'ın bu işi üzerine alması, mü'minlerin kalplerini kuv-vetlerindirmek, onlara müjde vermek, ayaklarım sağlamlaştırmak ve kesin olarak gerçekleşecek bu vaad hakkında güven üzere bulunmalarını temin için­dir. Sakın ola ki, Hudeybiye'de Allah'ın düşmanlara göz yummasını ve üs­tün gelmelerini, düşmanına yardım ettiği, Rasûlü'nü ve dinini yalnız bıraktığı şeklinde anlam ayasınız. Rasûlü'nü gerçek dini ile gönderip O'na, dinini di­ğer bütün dinlerden üstün kılacağım vaadetmişken böyle bir şey nasıl olabilir!

Sonra Allah Teâlâ, Rasûlü'nü ve kendisi için seçtiği taraftarlarını zik­retti. Onları en güzel şekilde övdü. Onların Tevrat ve İncil'deki sıfatlarını zik­retti. Bunda, Tevrat'ı, İncil'i ve Kur'an'ı getirenlerin doğruluklarına en büyük delil vardır. îşte bunlar (sahabe), kendi haklarında meşhur olan bu sıfatlarla önceki kitaplarda da anlatılan kimselerdir. Yoksa kâfirlerin dedikleri gibi onlar, mülk ve dünyayı isteyen zorba kimseler değildir. Bu sebepledir ki, Şam hiris-tiyanlan müslümanları görüp, hal ve hareketlerini, adalet ve ilimlerini, mer­hametlerini, dünyaya önem vermeyip ahirete olan rağbetlerini müşahede ettiklerinde: "Mesih'e arkadaşlık edenler bu kimselerden daha üstün değil­lerdir." demişlerdir. Bu hıristiyanlar, sahabeyi ve faziletlerini, düşmanları ra-fızîlerden daha iyi biliyorlardı. Rafızîler ise sahabeyi Allah Teâlâ'nın şu ve benzeri âyetlerde vasıflandırdığının aksi ile vasıflandırıyorlar: "...Allah'ın doğ­ru yola eriştirdiği kimse hak yoldadır. Kimi de saptırırsa, artık onu doğru yola götürecek bir rehber bulamazsın. "[728]         

 

ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

HUDEYBİYE'DEN SONRAKİ OLAYLAR

 

A) HAYBER GAZASI

 

1— Hayber Gazasının Tarihi:

 

 Musa b. Ukbe şöyle der: Allah Rasûlü (s.a.) Hudeybiye'den Medine'ye döndüğünde yirmi gün kadar Medine'de kaldı. Sonra savaşmak üzere Hay-ber'e gitmek için yola çıktı. Allah Teâlâ, Rasûl'ü Hudeybiye'de iken Hay-ber'i ona vaadetmişti.

îmam Mâlik şöyle der: Hayber'in fethi hicrî 6. yılda gerçekleşmiştir. Alim­lerin çoğunluğu ise, Hayber fethinin hicrî 7. yılda olduğu görüşündedirler. Muhammed İbn Hazm ise kesin ve kuşku götürmez bir gerçek olarak Hay­ber fethinin hicrî 6. yılda meydana geldiğini söylemiştir.

Bu konudaki ihtilâf, herhalde tarih başlangıcına bağlıdır. Acaba hicrî tarih, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Medine'ye geldiği Rebîulevvel ayından mı baş­lar, yoksa o yılın birinci ayı olan Muharrem ayından mı başlar? Bu hususta âlimler iki yol tutmuşlardır: Çoğunluk, tarihin Muharrem ayından başladığı görüşündedir. Muhammed İbn Hazm ise, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Medine'­ye geldiği zaman olan Rebîulevvel ayından başladığı görüşündedir. İmam Ah-med'in sahih isnadîa rivayet ettiği gibi, hicreti ilk kez tarih başlangıcı olarak alan, Yemen'de, Ya'lâ b. Ümeyye'dir.[729] Bu işin ilk kez, hicretin 16. yılında Hz. Ömer tarafından yapıldığı da söylenir. [730]  

 

2— Hayber'e Doğru Yola Çıkış:

 

îbn İshak diyor ki: Bana Zührî'nin Urve yoluyla naklettiğine göre Mer-van b. Hakem ile Misver b. Mahreme -bu ikisi birlikte rivayet etmişlerdir-şöyle demişlerdir: Allah Rasûlü (s.a.) Hudeybiye yılında Medine'den ayrıldı. Mekke ile Medine arasında iken O'na Fetih sûresi indi. Allah Teâlâ, Rasû-lü'ne şu âyetle Hayber'i fetih müjdesini verdi: "Allah size, ele geçireceğiniz bol bol ganimetler vaadetmiştir. Şunu da sizin için acele olarak gerçekleştir­miş..."[731]; bu da Hayber'dir. Hz. Peygamber (s.a.) Zilhicce ayında Medine'ye geidi. Muharrem ayında Hayber'e gidinceye kadar Medine'de kaldı. Allah Rasûlü (s.a.), Hayber ile Gatafan arasında bulunan bir vadi olan Recî'de ko­nakladı. Gatafanhların kendilerine kadar gelmelerinden endişeye kapılarak, burada geceledi ve sabah erkenden onlara doğru yola çıktı.[732]

 

3— Ebu Hureyre ve Arkadaşlarının Medine'ye Gelişi:

 

Allah Rasûlü (s.a.) Medine'de Sibâ' b. Urfuta'yı vekil bıraktı. Ebu Hu­reyre bu sırada Medine'ye gelmişti. Sabah namazında Sibâ' b. Urfuta'ya ye­tişti. Onu, birinci rekâtta Meryem, ikinci rekâtta da Mutaffifîn sûrelerini okurken dinleyince kendi kendine şöyle dedi: Falan kimseye yazıklar olsun ki, onun iki ölçeği vardır; kendisi bizzat ölçerek aldığı zaman bol ölçekle alır, satarken ölçtüğü zaman ise eksik ölçekle satar. Namazını bitirince Sibâ'ın ya­nına geldi. Sibâ' ona azık hazırladı. Allah Rasûîü'nün yanına ulaştı ve müs-lümanlarla konuştu. Bunun üzerine müslümanlar, onu ve arkadaşlarım kendi hisselerine ortak ettiler.

Seleme b. Ekva' şöyle der: Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber Hayber'e git­mek üzere yola çıktık. Geceleri yürüyorduk. Ashabtan biri, Âmir b. Ekva'a: Kısa vezinli şiirlerinden bize bir şeyler dinletmez misin? dedi. Âmir, şair idi. Müslümanlara şiirler okuyarak arkalarından develeri sürmeye başladı. Şöyle diyordu:

"Allah'ım! Sen olmasaydın biz hidayet bulamaz, Tasadduk etmez ve namaz da kılmazdık.

Yaptıklarımı bağışla, canımız sana feda oîsun. Düşmanla karşılaştığımızda ayaklarımızı sabit kıl,  

Bize sükunet ve metanet indir, Çağnlsak geliriz.

Bize feryad ve figân ettiklerinde,

Başımıza getirmek istedikleri fitneden sakındır."

Allah Rasûlü (s.a.): "Şiir söyleyerek develeri süren kimdir?" diye sor­du. "Âmir." dediler. "Allah ona merhamet etsin!" buyurdu. Ashabtan biri "Ya Rasûlaliah, ona şehidlik vacip oldu. Keski ondan bir müddet daha bizi faydalandirsaydımz!" dedi. [733]  

 

4— Ehli Eşek Etinin Haramlığı:

 

Seleme b. Ekva' şöyle devam ediyor: Hayber'e gelip Hayberlileri kuşat­tık. Son derece açlığa maruz kalmıştık. Sonra Allah Teâlâ, müslümanlara Hay-ber'in fethini müyesser kıldı. Akşam olunca yer yer çok sayıda ateşler yaktılar. Rasûlullah(s.a-): "Bu ateşler nedir, niçin yakıyorsunuz?" diye sorunca: "Et için." dediler. "Ne eti için?" diye tekrar sordu. "Evcil eşek eti için." dedi­ler. Allah Rasûlü (s.a.): "Etleri dökün, kaplan da kırın." buyurdu. Müslü­manlardan biri: "Ey Allah'ın Rasûlü, etleri döküp kapları yıkasak olmaz mı?" dedi. Rasûlullah (s.a.): "Veya öyle yapın" buyurdu.[734]

 

5— Âmir ile Merhab'ın Vuruşması:

 

Mücahidler saf saf olduklarında (yahudilerden) Merhab, kılıcını salla­yarak kaleden dışarı çıktı. Şöyle diyordu:

"Hayber halkı bilir ki ben Merhab'ım! Tepeden tırnağa silahlı, tücrübeli kahramanım, Harp kızışıp şiddetlendiği zamanlarda."

Âmir, şöyle diyerek onun karşısına çıktı:

"Hayber halkı bilir ki ben Âmir'im!

Tepeden tırnağa silahlı, tehlikelerden sakınmaz kahramanım."

Birbirlerine kılıçla hücuma başladılar. Merhab'ın kılıcı Âmir'in kal­kanına saplandı. Âmir,-Merhab'ın ayaklarına doğru hamle yapmak üzere atıl­dı. Kılıcı kısa idi. Kılıcının ağzı kendisine dönerek diz kapağına isabet etti. Bu darbeden dolayı da şehid oldu. Seleme, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Âmir'­in amelinin boşa gittiğini söylüyorlar." dedi. Allah Rasûlü (s.a.) de: "Bunu söyleyen yalan söylemiştir. Şüphesiz Âmir'e iki ecir vardır." buyurdu ve iki parmağım birleştirerek dedi ki: "Şu gerçek ki Âmir, hem Allah'a itaat yo­lunda bütün ilim ve amel kuvvetini sarfeden, hem de Allah yolunda savaşan bir mücahiddir. Yeryüzünde Araplardan onun gibisi az bulunur."[735]

Allah Rasûlü (s.a.) Hayber'e geldiğinde sabah namazını kıldırdıktan sonra müslümanlar hayvanlarına bindiler. Haber halkı müslümanlann geldiğinden habersiz, tarlalarına gitmek üzere ipleri ve zembiUeriyle yollara düşmüşlerdi. Orduyu görünce: "Vallahi Muhammedi İşte Muhammed, işte ordu!" deyip kaçışarak kalelerine döndüler. Rasûlullah (s.a.) onların bu halini görünce şöyle söyledi: "Allahu ekber, harap oldu Hayber! Allahu ekber harap oldu Hay­ber! Biz düşman bir kavmin yurduna girince, uyarılmış olan o kimselerin hali yaman olur!"[736]

Hz. Peygamber (s.a.), Hayber'e yaklaşıp onu karşısına alınca, "Duru­nuz." diyerek mücahidleri durdurdu ve: "Allah'ım! Yedi gök ve onların göl­geledikleri şeylerin Rabbi! Yedi kat yer ve onların yüklendikleri şeylerin Rabbi! Şeytanlar ve onların saptırdıklarının Rabbi! Senden bu kentin hayrını, halkı­nın hayrını ve orada bulunanların hayrım diliyoruz. Bu kentin şerrinden, hal­kının şerrinden ve orada bulunanların şerrinden sana sığınırız." diye dua edip sonra orduya: "Haydi ilerleyiniz. Bismillah!"[737] diye talimat verdi. [738]  

 

6— Sancağın Hz. Ali'ye Verilişi:

 

Hücum edecekleri günün gecesinde Allah Rasûlü (s.a.): "Bu sancağı ya­rın, Allah'ı ve Rasülü'nü seven, kendisini de Allah ve Rasûlü'nün sevdiği ve Allah'ın fethi onun eliyle müyesser kılacağı bir kimseye vereceğim" dedi. Müs­lümanlar geceyi, sancağın kime verileceğini konuşarak geçirdiler. Sabaha eriş­tiklerinde hepsi birden sancağın kendisine verileceğini ümit ederek Allah Rasûlü'nün (s.a.) huzuruna vardılar. Hz, Peygamber (s.a.): "Ali b. Ebî Tâ-lib nerede?" diye sordu. "Ya Rasûlallah! O gözlerinden rahatsızdır." dedi­ler. "Ona haber gönderin." dedi. Hz. Ali getirildi. Allah Rasûlü (s.a.) Hz. Ali'nin gözlerine tükürerek ona dua etti. Hz. Ali, sanki gözlerinde ağrı yok­muşçasına iyileşti. Bundan sonra Peygamberimiz (s.a.) sancağı kendisine verdi. Hz. Ali: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bizim gibi (müslüman) olana kadar onlarla savaşayım mı?" diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: "Meydanlarina varıncaya kadar sükûnetle gir. Sonra onları İslâm'a davet et. İslâm hu­susunda üzerlerine gerekli olan Allah'ın haklarım onlara haber ver. Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın, senin sayende bir tek kişiyi hidayete erdirmesi, birçok kırmızı develere sahip olmandan daha hayırlıdır."[739]

 

7— Merhab'm Öldürülmesi:

 

Merhab şöyle diyerek ortaya çıktı:

"Ben o kimseyim ki anam/bana Merhab adını takmıştır! Tepeden tırnağa silahlı, tecrübeli kahramanım ben, Harplerin kızışıp şiddetlendiği zamanlarda."Hz. Ali, karşısına şöyle diyerek çıktı:

"Ben o kimseyim ki anam bana Haydar adını takmıştır! Ben ormanların korkunç görünüşlü aslanı gibiyim. Düşmanları üçer beşer haklarım!"

Ve Merhab'a bir kılıç vurup başım gövdesinden ayırdı. Bundan sonra fetih gerçekleşti.[740]

Hz. Ali -Allah ondan razı olsun- yahudilerin kalesine yaklaşınca, kale­nin üzerinden bir yahudi Hz. Ali'yi farkederek: Sen kimsin? dedi. Hz. Ali: Ben, Ali b. EbîTâlib'im! diyerek cevap verdi. Yahudi, Hz. Ali'ye: Musa'ya indirilene yemin olsun ki sizler galip olacaksınız! dedi.

Aynı şekilde, Sahih-i Müslim'de de, Merhab'ı öldürenin Hz. Ali (r.a.) olduğu rivayeti vardır.[741]

Musa b. Ukbe; Zührî ve Ebu'l-Esved- Urve ve Yunus b. Bükeyr-îbrl İs-hak kanalıyla şöyle rivayet etmiştir: Hâriseoğullarından Abdullah b. Sehl, Câ-bir b. Abdullah'tan naklen, Merhab'ı öldürenin Muhammed b. Mesleme olduğunu rivayet etmiştir. Câbir, rivayetinde şöyle der: "Yahudi Merhab, si­lahını kuşanmış vaziyette Hayber kalesinden kasîde söyleyerek dışarı çıktı. O, şöyle diyordu: "Benimle kim karşılaşacak!" Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Bunun karşısına kim çıkacak?" diye ashaba seslendi. Muhammed b. Mesleme: "Ey Allah'ın Rasûlü! Onunla ben karşılaşacağım. Vallahi ben, şu an intikam alması gereken ve gözü hiçbir şeyi görmeyen bir kimseyim. Dün -Mahmud b. Mesleme'yi kastederek- kardeşimi öldürdüler." diye cevap ver­di. Mahmud b. Mesleme, Hayber'de şehit edilmişti. Allah Rasûlü (s.a.): "Öy­leyse onun üzerine yürü! Allah'ım! Merhab'a karşı ona yardım et." diye dua etti. Birbirlerine yaklaştıklarında aralarına bir ağaç girdi. Her ikisi de karşı­sındakine karşı ağacı siper ediniyordu. Ne zaman onlardan biri, ağacı siper edinse, diğeri kılıcıyla ağacın önüne gelen dallarını kesiyordu. Sonunda düel­lo için ortaya çıktıklarında, ağaç sanki aralarında dikilen bir adama dönmüş, hiçbir dalı kalmamıştı. Sonunda Merhab, Muhammed b. Mesleme'ye hamle yaparak kılıcıyla ona vurdu. Muhammed b. Mesleme, deri kalkanıyla kılıç­tan korundu. Kılıç kalkana saplandı, bırakmadı. Muhammed b. Mesleme de bir darbe indirerek Merhab'ı öldürdü[742]' Yine Seleme b. Sellâme ve Mecma' b. Harise de, Merhab'ı öldürenin Muhammed b. Mesleme olduğunu söyle­mişlerdir.

Vâkıdî şöyle der: Anlatıldığına göre, Muhammed b. Mesleme, Merhab'ın inciklerine vurarak onları kesince, Merhab; "Ey Muhammed! Beni hemen öldür" demiş; Muhammed ise: "Ölümü, kardeşim Mahmud'un tattığı gibi yavaş yavaş tat" diyerek onu terketmişti. Bu arada Hz. Ali (r.a.) Merhab'm yanına gelerek, boynunu kesip üzerinde bulunan (harp) eşyalarını almıştı. Bu­nun üzerine Hz. Ali ve Muhammed, Merhab'ın eşyalarını hususunda Allah Rasûlü'nün (s.a.) huzuruna çıktılar. Muhammed b. Mesleme: "Ey Allah'ın Rasûlü! Onun ayaklarını kesip, sonra terketmem, sadece ölümü yavaş yavaş tatması içindi. Yoksa, onun işini hemen bitirebilirdim." demişti. Hz. Ali (r.a.) ise: "Doğru söylüyor. Boynunu, o, ayaklarını kestikten sonra vurdum." di­yerek karşılık vermişti. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) Merhab'ın kılıcı­nı, mızrağını, miğferini ve kalkanını Muhammed b. Mesleme'ye vermiştir. Merhab'ın kılıcı Muhammed b. Mesleme'nin ailesinin yanındaydı. Üzerinde ne olduğu bilinmeyen bir yazı vardı. Bir yahudî yazıyı okudu, şunların yazı olduğu anlaşıldı:

"Bu kılıç, Merhab'm kılıcıdır. Onu kim tadarsa helak olur!"

Sonra (Merhab'm ölümünden sonra kardeşi) Yâsir dışarı çıktı. Yâsir'le karşılaşmak üzere Zübeyr ileri atıldı. Zübeyr'in annesi Safiyye: "Ey Allah'ın Rasûlü! Yâsir oğlumu öldürecek?" diye (telaşlı bir şekilde) sordu. Allah Ra-sûlü (s.a.): "Aksine, senin oğlun onu öldürecektir, inşallah" buyurdu ve Zü­beyr, Yâsir'i öldürdü. [743] 

 

8—Hayber Kalelerinin Alınışı:

 

Musa Vh-Ukbe şöyle demiştir: Sonra yahudîler savunma yapmak üzere Kamus adındaki kalelerine sığındılar. Allah Rasûlü (s.a.) onları yirmi güne yakın muhasara altında tuttu. Kalenin bulunduğu yer, sıcağı şiddetli, sağlığa elverişli olmayan bir yerdi. Müslümanlar son derece zorluk çektiler. Açlık­tan dolayı eşekleri kestiler. Fakat Allah Rasûlü (s.a.) müşlümanları eşek etle­rini yemekten nehyetti. (Bu arada) efendisinin davarlarını gütmekte olan Hayber halkından, Habeşli zenci bir köle geldi. Hayber halkım silaha sarıl­mış bir vaziyette görünce, onlara ne yapmak istediklerini sordu. Hayberliler: "Peygamber olduğunu iddia eden şu kişi ile savaşacağız" diye cevap verdi­ler. Peygamberin (s.a.) adının anılması zenci kölenin gönlüne işledi. Davar-larıyla Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanına gelerek: "Ne söylüyor, neye davet ediyorsun?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.) de: "İslâm'a, Allah'tan baş­ka hiçbir ilâh bulunmadığına ve benim Allah'ın elçisi olduğuma tanıklık et­meye ve sadece Allah'a ibâdet etmeye çağırıyorum" buyurdu. Köle: "Şehadet edip Allah Teâlâ'ya iman edersem bana ne var?" diye sorunca, Peygamberi­miz (s.a.): "Eğer bu iman üzere ölürsen, sana cennet var" şeklinde karşılıkta bulundu ve köle müslüman oldu. Sonra köle: "Ey Allah'ın Peygamberi! Ya­nımda bulunan davarlar emanettir." dedi. Allah Rasûlü (s.a.) ona: "Koyun­ları yanından çıkar ve onları çakıl taşlarıyla taşla! Şüphesiz ki Allah senin adına emanetini yerine getirecektir." buyurdu. Köle de böyle yaptı ve davar­lar sahibinin yanına döndüler. Böylece yahudi, kölesinin müslüman olduğu­nu anladı. Allah Rasûlü (s.a.) müslümanlar arasında ayağa kalkarak onlara nasihatta bulunup, cihada teşvik etti. Müslümanlar ve yahudiler karşılaştık­larında, bu zenci köle de öldürülenler arasında bulunuyordu. Müslümanlar onu karargâhlarına taşıyarak çadıra aldılar. Allah Rasûlü'nün (s.a.), çadır­da kölenin halini görüp sonra da ashaba yönelerek şöyle dediğini söylediler: "Allah, bu köleye ikram edip onu hayra şevketti. Allah'a hiç secde etmediği halde, cennet hurilerinden ikisini başucunda gördüm."

Hammâd b. Seleme'nin Sabit kanalıyla Enes'ten rivayetine göre Allah Rasûlü'ne (s.a.) bir adam gelerek: "Ey Allah Rasûlü! Ben, siyah tenli, çirkin yüzlü, pis kokulu, malı mülkü olmayan bir adamım. Şu yahudilerle öldürü-lünceye kadar çarpışırsam, cennete girer miyim?" diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.): "Evet, girersin" buyurdu. Bunun üzerine adam ileri atılarak öldürü-lünceye kadar çarpıştı. Öldüğü zaman, Hz. Peygamber (s.a.) yanına gelerek: "Allah, yüzünü güzelleştirdi, kokunu hoş eyledi ve malını çoğalttı!" dedi; sonra şöyle buyurdu: "Cennet hurilerinden iki zevcesini üzerinden cübbesini çıkarıp, cildiyle cübbesi arasına girerlerken gördüm."

Şeddâd b. el-Hâd anlatıyor: Bedevilerden bir kişi Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve O'na iman edip, tabî olarak şöyle söyledi: "Ben de seninle beraber hicret edeceğim" Allah Rasûlü (s.a.)de bu bedeviyi kollamalarını bazı saha­bîlerine tavsiye etti. Hayber savaşı vuku bulunca, Allah Rasûlü (s.a.) bazı şeyleri ganimet olarak elde etmiş, onları paylaştırmıştı. Bu paydan bir hisse de bu bedevî için ayırmış ve onun için ayırdığı bu hisseyi sahabîlerine vermiş­ti. Bu bedevî arkalarında koyun güdüyordu. Geldiği zaman ashab payını ken­disine verince, bedevî: "Bu nedir?" diye sordu. Ashab: "Allah Rasûlü'nün (s.a.) senin için ayırdığı paydır" dediler. O payı alarak Hz. Peygamber'e (s.a.) getirip: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu nedir?" diye sordu. Peygamberimiz (s.a.) de: "Senin için ayırdığım hissedir." buyurdu. Bedevî: "Ben, bunlar için sa­na tâbi olmadım! Fakat sana, okla -boğazına işaret ederek- şuramdan vuru­lup öleyim de, cennete gireyim diye tâbi oldum" dedi. Allah Rasûlü (s.a.): "Eğer Allah'a doğru söylüyorsan, O da seni doğrulayacaktır." buyurdu. Sonra bedevî düşmanla çarpışmaya gitti. Bilâhare ölmüş vaziyette Hz. Peygamber'e (s.a.) getirildi. Allah Rasûlü (s.a.): "Bu, o mudur!" diye sordu. Ashab: "Evet odur." dediler. Allah Rasûlü (s.a.): "Allah'a doğru söyledi. Allah da onu doğ­ruladı!" buyurdu. Sonra Hz. Peygamber (s.a,) onu cübbesine sararak, öne koyup namazını kıldırdı ve ona şöyle dua etti:

"Allah'ım! Bu, senin yolunda muhacir olarak çıkıp, sonra da şehit dü­şen kulundur. Ben onun böyle olduğuna şahidim."[744]

Vâkıdî şöyle der: Yahudîler Zübeyr kalesine geçmişlerdi. Bu kale, bir zirvenin tepesinde sağlamca bir kaleydi. Allah Rasûlü (s.a.) orada üç gün kal­mıştı. Bu sırada yahudilerden Azzâl adında bir adam gelerek: "Ey Ebu'l-Kasım! Sen burada bir ay da kalsan hiçlerine gelir. Çünkü onların, yer altın­da su kaynaklan var. Geceleri çıkıp, ondan içiyor sonra kalelerine dönüyor ve böylece senden korunuyorlar. Şayet sen, onların su kaynaklarını kesecek olursan o zaman senin karşına, meydana çıkarlar." dedi. Bunun üzerine Al­lah Rasûlü (s.a.) sularının bulunduğu yere giderek sularını kesti. Yahudiler, suları kesilince kaleden çıktılar ve çok çetin bir şekilde çarpıştılar. Müslüman­lardan birkaç kişi şehit oldu, yahudilerden de on kadar kişi öldürüldü. Allah Rasûlü (s.a.) Zübeyr kalesini fethederek Küteybe, Vatîh ve İbn Ebi'l-Hukayk'ın kalesi Sülâlim'e geçti. Kale halkı çetin bir savunma yaptı. Natât ve Şak böl­gelerinden hezimete uğrayan herkes onların yanına gelmişti. Zira Hayber'in iki tarafı vardı: 1-AIlah Rasûlü'nün (s.a.) önce fethettiği Şak ve Natât ciheti. 2-Küteybe, Vatîh ve Sülâlim tarafı. Küteybe, Vatîh ve Sülâîim kalelerinin halkı, kalelerinden dışarı çıkmadılar. Sonunda Hz. Peygamber (s.a.), onlara karşı mancınık kurdurmaya karar verdi. Allah Rasûlü (s.a.) tarafından on dört gün süreyle muhasara altında tutulan yahudiler yok olacaklarım anlayınca, Hz. Peygamberden (s.a.) sulh istediler. İbn Ebi'l-Hukayk, Allah Rasûlü'ne (s.a.): "İnip, seninle konuşabilir miyim?" diye haber yolladı. Allah Rasûlü de (s.a.): "Evet, inip benimle konuşabilirsin" diye karşılık verdi. Bunun üzerine İbn Ebi'l-Hukayk kaleden inerek Hz. Peygamber'le (s.a.); kalede bulunan yahu-dilerin savaşla kanları dökülmemek, çocukları kendilerine bırakılmak, Hay-ber'den ve Hayber arazisinden çocuklarıyla birlikte çıkıp gitmelerine müsaade edilmek ve sırtlarındaki elbiselerinden başka kendilerine ait olan mal, arazi, altın, gümüş at ve silahlarını Hz. Peygamber'e (s.a.) bırakmak üzere anlaş­ma yaptı. Allah Rasûlü (s.a.): "Eğer herhangi bir şeyi benden gizleyecek olur­sanız, Allah'ın ve Rasûlü'nün himayesi üzerinizden kalkar" dedi. (Onlar da kabul ederek) bu şartlar üzerine anlaşma yaptılar. [745] 

 

9— Yahudilerin Teslim Oluşu:

 

Hammâd b. Seleme'nin Ubeydullah b. Ömer -Nâfi'-İbn Ömer kanalıyla rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) Hayberlilerle savaşarak onları kalelerine çekilmek zorunda bırakmış; ekin, hurmalık ve arazilerine el koymuştu. Bu­nun üzerine Hayberliler, hayvanlarının taşıyabileceği kadar yüklerini alıp al­tın ve gümüşlerini Hz. Peygamber'e (s.a.) bırakarak Hayber'den çıkıp gitmek üzere O'nunla (s.a.) anlaşma yaptılar. Allah Rasûlü (s.a.) ayrıca herhangi bir şeyi gizleyip saklamamalarını, eğer böyle yapacak olurlarsa, kendilerinden himaye ve ahdin kalkacağını şart koşmuştu. Fakat daha sonra yahudiler, Na-dîroğulları yurdundan Hayber'e sürüldüklerinde beraberinde getirdiği, Hu-yey b. Ahtab'a ait mal ve zînet eşyası dolu bir tulumu sakladılar. Allah Rasûlü '(s.a.), Huyey b. Ahtab'ın amcasına: "Huyey'in Nadîr'den getirdiği tulumu­na ne oldu?" diye sordu. O da: "Savaşlar ve geçimler o tulumu aldı götürdü" diye karşılık verince, Allah Rasûlü (s.a.) "Geçen zaman az, ama mal bundan çok fazlaydı" buyurdu ve Huyey'in amcasını Zübeyr'e havale etti. Huyey'in amcası Zübeyr'e gitmeden önce bir harabeye girmişti. Zübeyr, onu biraz sı­kıştırınca: "Huyey'i şuradaki bir harabede dolaşırken gördüm" dedi. Hara­beye gidip arayarak Huyey'in tulumunu orada buldular. Bunun üzerine Allah i Rasûlü (s.a.), Ebu'l-Hukayk'ın iki oğlunu -ki bunlardan birisi Huyey b. Ah-! tab'ın kızı Safiyye'nin kocasıydı- öldürttü. Kadınlarını ve çocuklarını da esir ! etti. Vermiş oldukları sözü tutmadıkları için mallarını müslümanlar arasında 1 bölüştürdü. Onları Hayber'den çıkarıp sürmek istediğinde: "Ey Muhammedi Bizleri bırak, bu topraklarda kalalım. Bu toprakları ıslâh eder, bakımım ya­parız. Bizler bunları sizden daha iyi biliriz" dediler. Gerçekten de, ne Allah Rasûlü'nün (s.a.) ne de ashabının arazinin bakımını yapacak işçileri olmadı­ğı gibi, kendilerinin de bu iş için boş vakitleri yoktu. Neticede onların, yetişe­cek olan bütün ekin ve meyvelerin yarısının kendilerine verilmesi şartıyla Hayber'de kalmalarına müsaade etti.[746] Abdullah b. Revâha, daha önce de geçtiği gibi yetişecek ekin ve meyveleri tahmin ederdi. Hz. Peygamber (s.a.) anlaşmadan sonra sadece, sözlerim tutmadıkları için Ebu'l-Hukayk'ın iki oğ­lunu öldürtmüştür. Çünkü onlar, eğer Allah Rasûlü'nden (s.a.) herhangi bir şeyi saklayacak veya gizleyecek olurlarsa, kendilerinden Allah'ın ve Rasûlü'­nün himayesinin kalkacağını kabul etmişlerdi. Fakat verdikleri sözde durma­yarak bir şeyler saklamışlardı. Allah Rasûlü (s.a.) onlara: "Sizleri sürüp çıkardığımızda, Medine'den getirdiğiniz mallar nerede?" diye sorduğunda, onlar: "Hepsi tükendi." deyip bu hususta yemin etmişlerdi. Ama Allah Ra­sûlü (s.a.) kendisini sıkıştırması için Kinâne'nin amcasının oğlunu, Zübeyr'e havale ettiğinde onların mallarını sakladıklarım itiraf etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.), Kinâne'yi, Muhammed b. Mesleme'ye göndermiş, o da Kinâne'yi öldürmüştü. Muhammed b. Mesleme'nin kardeşi Mahmud b. Mesleme'yi öldüren kişinin Kinâne olduğu da söylenmiştir. [747] 

 

10— Hz. Peygamber'in (s.a.) Safiyye ile Evlenmesi:

 

Hz. Peygamber (s.a.) Huyey b. Ahtab'ın kızı Safiyye'yi ve onun halasının kızını esir aldı. Safiyye Kinâne b. Ebi'l-Hukayk'ın nikâhlısıydı. Safiyye, yeni zifafa girmiş bir gelindi. Allah Rasûlü (s.a.) Bilâl'e, Safiyye'yi çadırına getirmesini emretti. Bilâl, Safiyye'yi ölülerin arasından geçirip getirdi. Allah Rasûlü (s.a.) bu durumu hoş görmeyerek Bilâl'e: "Ey Bilâl! Senden merha­met kalktı mı?" dedi[748]

Allah Rasûîü (s.a.) Safiyye'ye İslâm'ı sundu; o da müslüman oldu. Onu kendisi için ayırarak azad etti ve azad edilmesini mehir yerine saydı.[749] Yol­da Safiyye ile gerdeğe girdi ve onun için düğün yemeği verdi. (Gerdeğe girdi­ğinde) Safıyye'nin yüzünde bir morartı gördü. Allah Rasûlü (s.a.): "Bu nedir?" diye sorunca Safiyye şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Sen üzerimize gelme­den önce rüyamda, ayın sanki yerinden ayrılarak, kucağıma düştüğünü gör­düm. Vallahi, senin hakkında kesinlikle hiçbir şey düşünmüyordum. Bunu kocama anlatınca: 'Medine'de bulunan şu kralı istiyorsun!' diyerek yüzüme bir tokat attı"[750]

Ashab, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Safiyye'yi, hanımı olarak mı, yoksa ca­riye olarak mı aldığı hususunda şüpheye düşerek, "Bekleyiniz! Eğer Safiy­ye'yi örterse o hanımlarından birisi; örtmezse cariyelerinden birisidir" dediler. Allah Rasûlü (s.a.) bineğine binince, giymiş olduğu elbisesini Safiyye'nin sır­tına ve yüzüne örttü, sonra elbisenin bir ucunu kendi altına aldı. Böylece as­hab Safıyye'nin, Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımlarından biri olduğunu anla­dılar ve yolculukta Allah Rasûlü'nü (s.a.) geriden takip ettiler. Rasûlullah (s.a.) bineğine bindirmek için yanına geldiğinde Hz. Safiyye, Allah Rasûlü'-ne (s.a.) saygısından ötürü, ayağıyla O'nun uyluğunun üzerine basmaktan çe­kinip dizini, O'nun uyluğunun üzerine koyarak hayvana bindi.[751]

Hz. Peygamber (s.a.) Safiyye ile gerdeğe girdiğinde Ebu Eyyûb, sabaha kadar eli kılıç kabzasında, Allah Rasûlü'nün (s.a.) çadırının yambaşmda di­kilerek gecesini geçirdi. Ebu Eyyûb, Allah Rasûlü'nün (s.a.) çadırdan çıktı­ğını görünce tekbir getirdi. Allah Rasûlü (s.a.): "Ey Eyyûb! Sana ne oluyor?" diye sordu. Ebu Eyyûb: "Ey Allah'ın Resulü! Bu kadının yanma girdiğinden beri, bu gecemi uykusuz geçirdim. Senin, onun babasını, kardeşini, kocasını ve bütün akrabalarını öldürdüğünü hatırlayarak, sana bir kötülük yapma­sından korktum." deyince, Allah Rasûlü (s.a.) gülerek, Ebu Eyyûb'a güzel sözler söyledi[752]

 

11— Hayber Ganimetlerinin Taksimi:

 

Hz. Peygamber (s.a.) Hayber ganimetlerini, her biri yüzer hisselik otuz altı kümeye ayırdı. Toplamı üç bin altı yüz hisse ediyordu. Allah Rasûlü (s.a.) bunun yarısını, kendisi ve müslümanlar için ayırdı. Bu, bin sekiz yüz hisse yapıyordu. Allah Rasûlü (s.a.) için de müslümanlardan herhangi birinin payı gibi bir pay ayrılmıştı. Diğer bin sekiz yüz hisseyi ise, karşılaşabileceği musi­bet ve felâketler ile, müslümanların ortaya çıkabilecek çeşitli ihtiyaçları için bir tarafa koydu.[753]

Beyhakî şöyle demiştir: Taksimat böyle yapılmıştır. Çünkü Hayber'in yarısı anveten (zorla), yarısı da sulh yoluyla fethedilmiştir. Allah Rasûlü (s.a.) zorla fethedilen kısmı, ganimeti ve beşte birlik kısmı hak eden kimseler ara­sında paylaştırmış; sulh yoluyla fethedilen kısmı ise karşısına çıkabilecek mu­sibet ve felaketler ile müslümanların ihtiyaç gösterecek umumî işleri için ayırmıştır.

Ben derim ki: Beyhakî tarafından yapılan bu açıklama, İmam Şafiî'nin (r.h.) şu fıkhî kaidesi üzerine kurulmuş bir açıklamadır: "Zorla fethedilen arazilerin taksiminin diğer ganimetlerin taksimi gibi olması vaciptir." Bey­hakî, Hayber'in yarısını Hz. Peygamber'in (s.a.) paylaştırmadığını görünce "Yansı da sulh yoluyla fethedilmiştir" demiştir. Fakat siyer ve meğazîyi ge­reği gibi düşünen kimse, Hayber'in zorla fethedilip, Hz. Peygamber'in (s.a.) Hayber topraklarının hepsine kılıçla, zorla el koyduğunu hemen anlar. Şayet Hayber topraklarının herhangi bir kısmı sulh yoluyla fethedilmiş olsaydı, Allah Rasûlü (s.a.) Hayber yahudilerini oradan sürüp çıkarmazdı. Zira Hz. Pey­gamber (s.a.) onların Hayber'den çıkarılmalarını kesin olarak emrettiğinde, Hayberliler: "Bizler arazî işlerini sizlerden daha iyi biliriz. Bırakın, burada kalıp çıkacak mahsûlün yarısını size vermek şartıyla Hayber topraklarını imar edelim!" demişlerdi. Bu, Hayber'in zorla fethedildiği hususunda cidden açık bir delildir. Malum olduğu üzere, Hayber'de yahudi ve müslümanlar arasın­da mızrak ve kılıçlarla çarpışmalar meydana gelmiş, gerek yahudilerden, ge­rekse müslümanîardan ölenler olmuştu. Fakat kalelerine sığınmak zorunda bırakıldıklarında, seve seve kabul ettikleri sulh için kalelerinden inmişler; al­tın, gümüş, zırh ve silahlarını Allah Rasûlü'ne (s.a.) bırakıp canları ve çocılklarının bağışlanması ve Hayber topraklarından çıkıp gitmeleri şartıyla an­laşma yapmışlardı. İşte sulh bu idi. Hayber topraklarından herhangi bir kıs­mının yahudilere bırakılması şeklinde bir anlaşma vâki olmamış, kesinlikle böyle bir anlaşma cereyan etmemiştir. Şayet böyle bir anlaşma olsaydı; Al­lah Rasûlü (s.a.): "Dilediğimiz kadar kalmanıza müsaade ederiz." demezdi. Onların, kendi topraklarında, dilediği kadar kalmalarına Hz. Peygamber (s.a.) nasıl olur da müsaade etmiş olabilir? Hz. Ömer yahudilerin hepsini Hayber topraklarından sürgün ettiği zaman, yukarıda olduğu gibi onlarla arazi müs-lümanlara ait olmak üzere ve onlardan bir haraç alınması şartıyla anlaşma yapmamış, böyle bir anlaşma hiç vuku bulmamıştır. Çünkü o, Hayber'e ke­sinlikle haraç vergisi koymamıştır.

Kuşkusuz doğru olan şudur: Hayber anveten (zorla) fethedilmiştir. Devlet başkanı anveten fethedilen topraklar hususunda, bu toprakları bölüştürmek veya vakfetmek ya da bu toprakların bir kısmını bölüştürüp, bir kısmını vak­fetmek tercihleri arasında muhayyerdir. Hz. Peygamber (s.a.) her üç türü de yaparak, î^urayza ve Nadîr topraklarını taksim etti; Mekke topraklarını tak­sim etmedi ve Hayber'in ise yarısını taksim edip, diğer yansını bıraktı. Mek­ke'nin zorla fethedildiği konusundaki itiraza yer bırakmayan açıklama ise daha önce geçmişti.

Hayber ganimetleri bin sekiz yüz hisseye taksim edilmiştir. Çünkü Hay­ber, Hudeybiye'ye katılıp da, gerek Hayber'de hazır bulunan gerekse bulun­mayanlar için Allah tarafından vaadedilmiş bir ganimet idi. Hudeybiye'de müslümanlar bin dört yüz kişiydiler. Yanlarında ise iki yüz at vardı ve her at için iki hisse takdir edilmiş, dolayısıyla Hayber ganimetleri bin sekiz yüz hisseye ayrılmıştır. Câbir b. Abdullah'tan başka Hudeybiye'de bulunup da Hayber savaşına katılamayan herhangi bir sahabî yoktur. Allah Rasûlü (s.a.) ona da Hayber savaşına katılan bir kimse gibi pay ayırmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.) süvari olana üç, yaya olana ise bir hisse vermiştir. Toplam bin dört yüz kişiydiler. Aralarında iki yüz de süvari vardı. Kuşkusuz doğru olan budur!

Abdullah el-Ömeri. Mâfî -İbn Ömer kanalıyla şöyle rivayet etmiştir: "Ra-sûlullah (s.a.) süvariye iki, yaya olana ise bir hisse verdi."[754]

İmam Şafiî -Allah ona rahmet eylesin- demiştir ki: Herhalde Abdullah el-Ömerî Nâfi'in, at için iki, yaya için de bir hisse dediğini işitmiş, fakat (bu­nu rivayet ederken) atlı için demiştir. Hadis âlimlerinden hiçbir kimse Ubey-dullah b. Ömer'in, hıfz konusunda kardeşini geçtiğinde şüphe etmez. Bize, arkadaşlarımızdan güvenilir bir kişi [755]İshâk el-Ezrak el-Vâsıtî-Ubeydullah b. Ömer-Nâfi- İbn Ömer kanalıyla Allah Rasûlü'nün (s.a.) at için iki, at sa­hibi için de bir hisse ayırdığını haber vermişti :[756]

Sonra Şafiî, Ebu Muâviye -Ubeydullah b. Ömer -Nâfi'-İbn Ömer kana­lıyla, Hz. Peygamberin (s.a.) süvari olan kimseye biri kendisi, ikisi de atı için olmak üzere üç hisse verdiğini rivayet etmiştir. Bu rivayet Sahihayn'da. da mevcuttur[757] Aynı şekilde bunu Sevri ve Ebu Üsâme de, Ubeydullah'-tan rivayet etmişlerdir.

Şâfıî (r.h.) şöyle der: Mecma' b. Câriye'nin rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) Hayber hisselerini on sekiz parçaya ayırdı; ordu, üç yüzü süvari olmak üzere, bin beş yüz kişiden teşekkül etmekteydi ve Allah Rasûlü (s.a.) süvari­ye iki, yayaya da bir hisse verdi [758]

Şafiî (r.h.) şöyle demiştir: Babası -amcası Abdurrahman b. Yezîd- am­cası Mecma' b. Câriye kanalıyla bu hadisi rivayet eden Mecma' b. Yakub tanınmamış bir râvidir. Biz bu hususta Ubeydullah'ın hadisini kabul ettik ve bu hadise zıt düşen dengi bir haber de görmedik. Bir haberin reddedilmesi ancak dengi bir haberle caizdir.

Beyhakî şöyle demiştir: Mecma' b. Yakub'un senediyle ordunun ve atlı­ların sayısı hakkında rivayet ettiği habere karşı çıkılmıştır. Câbir ve megâzi âlimlerinin rivayetlerine göre ordu bin dört yüz kişi idi ve bunlar Hudeybi­ye'de hazır bulunan kimselerdi. Yine İbn Abbas, Salih b. Keysan, Beşîr b. Yesâr ve meğazî âlimlerinin rivayetlerinde ise; atların sayısının iki yüz oldu­ğu; at için iki, sahibi için bir ve yaya için de.bir hisse verildiği haberi mevcuttur.

Ebu Davud şöyle demiştir: "Ebu Muaviye'nin hadisi daha sahihtir ve uygulama da bu yoldadır. Mecma'ın hadisinde şüphe görüyorum. Çünkü iki yüz süvari oldukları halde, üç yüz süvariydiler demiştir."

Yine Ebu Davud'un Ebu Amra yoluyla onun babasından şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Dört kişi Allah Rasûlü'ne (s.a.) geldik. Yanımızda da bir at vardı. Her birimize birer, at içinse iki hisse verdi."'[759]' Bu hadisin isnadın­da Abdurrahman b. Abdullah b. Utbe b. Abdullah b. Mes'ûd vardır ki, bu Mes'ûdî diye meşhur olan kişi olup onda zayıflık vardır. Bu hadis, ondan, başka bir yoldan da rivayet edilmiştir. Bu rivayette şöyle der: "Üç kişi Allah Rasûlü'ne (s.a.) geldik. Yanımızda da bir at vardı. Atlıya üç hisse verdi." Bu haberi de Ebu Davud rivayet etmiştir.[760]

 

12— Cafer b. Ebu Tâlib ve Arkadaşları ile Eş'arîlerin Medine'ye Gelmeleri:

 

Bu savaş esnasında Hz. Peygamber'in (s.a.) amcasının oğlu Cafer b. Ebu Tâlib ve arkadaşları ile Eş'arîlerden Ebu Musa Abdullah b. Kays ve arkadaş­ları hep birlikte (Habeşistan'dan) Allah Rasülü'nün (s.a.) yanma döndüler. Bunlarla birlikte dönenler arasında Esma bt. Umeys de vardı.

Ebu Musa diyor ki: Bizler Yemen'de iken Hz. Peygamber'in (s.a.) orta­ya çıktığı haberi bize ulaşmıştı. Ben ve iki kardeşim -birisi Ebu Rühm, diğeri Ebu Bürde, ki ben onların en küçüğü idim- kavmimizden elli küsur kişiyle birlikte muhacir olarak yola çıktık. Bir gemiye bindik. Gemimiz bizi Habe­şistan'daki Necâşî'niri yanına bıraktı. Necâşî'nin yanında Cafer b. Ebu Tâ­lib ve arkadaşlarıyla buluştuk. Cafer bize; "Allah Rasûlü (s.a.) bizleri buraya gönderdi ve burada kalmamızı emretti. Siz de bizimle beraber kalınız!" de­di. Topluca Medine'ye gelene kadar onunla beraber kaldık. Hayber'i fethet­tiği sırada1 Allah Rasûlü'ne (s.a.) kavuştuk. Hayber ganimetlerinden bize de pay verdi. Cafer ve arkadaşlarıyla birlikte bulunan gemimiz halkından baş­ka, Hayber fethinde bulunmayan hiçbir kimseye pay vermedi. Yalnızca fet­he katılanlar yanında Cafer ve arkadaşlarına pay verdi. Ordudaki mücahidlerden bazıları bize: "Bizler hicret şerefini kazanmakta sizleri geçtik" diyorlardı.

Ebu Musa devamla şöyle diyor: Esma bt. Umeys Hz. Hafsa'nm yanına girdi. Bu sırada Hz. Ömer de Hafsa'nın yanına girdi. Hz. Ömer, Esma'yı görerek; "Bu kadın kim?" diye Hafsa'ya sordu. Hafsa da: "Esma'dır." de­di. Hz. Ömer, Esma'ya: "Bizler hicret şerefini kazanmakta sizleri geçtik. Bu sebeple bizler, Allah Rasûlü'ne (s.a.) sizden daha lâyık ve daha yakınız." dedi. Bunun üzerine Esma öfkelenerek Hz. Ömer'e "Ey Ömer! Hayır, kesin­likle öyle değilsiniz! Sizler Hz. Peygamber'le (s.a.) beraberdiniz. Aç olanını­zı doyuruyor, cahilinize öğüt veriyordu. Halbuki bizler, uzaklarda hiç hoş olmayan bir ülkedeydik. Bunların hepsine Allah ve Rasûlü yolunda katlanıl­mıştır. Allah'a yemin olsun ki, söylediğin şeyleri Hz. Peygamber'e (s.a.)an-latmadan, ne bir şey yiyecek, ne de bir şey içeceğim. Bizler eziyete uğratılıyor, korkutuluyorduk. Ben bunu, muhakkak Rasûlullah'a (s.a.) söyleyeceğim! Val­lahi, bu hususta ne yalan söylerim, ne yalana tenezzül ederim, ne de alaca­ğım cevaba kendiliğimden bir şeyler katıp çoğaltırım." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) gelince Esma: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ömer şöyle, şöyle söyledi" dedi. Allah Rasûlü (s.a.): "Peki ona sen neler söyledin?" diye sordu. Esma da: "Ona şöyle, şöyle söyledim." dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "O bana sizden daha yakın, daha lâyık değildir. Ömer ve arkadaşlarına bir tek hicret sevabı vardır. Ey gemi halkı! Emin olun ki, sizin için iki hicret sevabı vardır." buyurdu. Ebu Musa ve gemi halkı, bu haberi sormak için grup grup Esma'ya geliyorlardı. (Bu o derece büyük bir sevinç meydana getirmişti ki) dünya malından hiçbir şey, Allah Rasûlü'nün (s.a.) kendileri hakkında söy­lediği bu söz kadar onların gönüllerinde ferahlık verici ve bu kadar büyük tesirli olamazdı ![761]

Cafer, Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına geldiğinde, Allah Rasûlü (s.a.) onu karşılayıp alnından öpmüş ve: "Vallahi Hayber'in fethedilmesine mi, yok­sa Cafer'in gelişine mi, hangisine daha çok sevineyim bilemiyorum?" de-rm"ştir.[762]

Bu olay hakkında rivayet edilen "Cafer, Hz. Peygamber (s.a.) baktığın­da, Allah Rasûlü'ne (s.a.) hürmet olsun diye tek ayağı üzerinde sekerek yü­rümüştür." haberine gelince; bu olayı, ayılar emsali raksçılar raks hususunda kendilerine esas almışlardır. Bu haberi Sevrî -Ebu'z-Zübeyr- Câbir senediyle rivayet eden Beyhakî: "Haberin isnadında, Sevrî'ye kadar olan kısımda bi­linmeyen râvî vardır" diyor.

Ben derim ki: Bu haber sahih olsa bile, Hz. Peygamber'in (s.a.) tavrına aykırı olan yürümedeki kırılıp dökülme, kırıtma, endam satma ve ayılara ben­zemenin caizliği hususunda hüccet olamaz. Çünkü bu hareket belki Türkler-deki cönk çalma vb. gibi Habeşlilerin ileri gelenlerine saygı göstermek için yapageldikleri âdetlerindendi. Cafer de bu âdete göre hareket ederek bir defa bunu yapmış, sonra da İslâm geleneğinden dolayı bu hareketi terketmiştir.Böyle olunca, bu nerede sekerek, kırılıp, bükülerek yürümek nerede? Başarı­ya ulaştıran yalnız AHah'dır! [763]

 

13— Fezâreoğullannın Pay İstemeleri:

 

Musa b. Ukbe şöyle demiştir: Fezâreoğulîan Hayberlilere yardıma ge­lenlerdendi. Allah Rasûlü (s.a.) Fezareoğullanna haber gönderip, Hayberli­lere yardım etmemelerini isteyerek, eğer Hayberlileri bırakıp giderlerse kendilerine Hayber'den bir şeyler verileceğini vaad etti. Fakat bu teklifi ka­bul etmediler. Allah Teâlâ Hayber'in fethini Rasûlüne (s.a.) nasib edince, Fe-zâreoğullanndan orada bulunanlar Allah Rasülü'ne (s.a.) gelerek; "Bize vermiş olduğun sözü tut" dediler. Allah Rasûlü (s.a.) de onlara: "O halde Zürrü-kaybe -Hayber dağlarından bir dağdır- sizin olsun" dedi. Bunun üzerine Fe-zâreoğulları "O zaman seninle savaşırız" deyince Allah Rasûlü (s.a.): "Peki bizimle savaşmak için buluşma yeriniz şurası olsun" buyurdu. Fezâreoğulla-rı bu sözü Allah Rasûlü'nden (s.a.) işitir işitmez kaçışarak çekip gittiler.

Vâkidî şöyle der: Ebu Şüyeym el-Müzenî, -müslüman olmuş ve islâmi-yeti güzel bir şekilde yaşamıştır- şöyle demiştir: Uyeyne b. Hısn ile ailelerimi­zin yanına döndüğümüzde, Uyeyne tekrar yanımıza gelmişti. Hayber'e yakın bir yerde, gecenin sonuna doğru konaklamış ve son derece korkmuştuk. Bu arada Uyeyne: "Size müjdeler olsun! Rüyamda Hayber dağlarından Zürru-kaybe'nin bana verildiğini gördüm. Vallahi! Muhammed'in yakasına yapı­şacağım!" dedi. Hayber'e geldiğimiz zaman, Uyeyne de gelmiş, Allah Rasûlü'nü (s.a) Hayber'i fethetmiş olarak bulmuştu. Uyeyne, Allah Rasûlü­ne (s.a.): "Ey Muhammed! Müttefiklerimden elde ettiğin ganimetten bana da'pay ver! Çünkü ben, seninle çarpışmaktan vazgeçtim, seni müttefiklerim­le başbaşa bıraktım" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.): "Yalan söy­lüyorsun! Seni, ancak işitmiş olduğun o sayha ürkütüp, ailenin yanma kadar götürdü!" buyurdu. Uyeyne: "Ey Muhammed! Beni mükâfatlandır!" dedi. Allah Rasûlü (s.a.) "O zaman Zürrukaybe senin olsun" buyurdu. Uyeyne "Zürrukaybe nedir?" dedi. Allah Rasûlü (s.a,): "Rüyada aldığını gördüğün dağdır." deyince, Uyeyne, Peygamberimizin yanından ayrıldı. Uyeyne aile­sinin yanına dönünce, Haris b. Avf gelerek: "Ben sana, eline bir şey geçmez! demedim mi? Vallahi! Muhammed doğu ile batı arasındaki heryere galip ge­lecektir. Yahudiler bunu bize söyler dururlardı. Ebu Râfi' Sellâm b. Ebi'l-Hukayk'ın: 'Bizler, peygamberlik hususunda, Harunoğullanndan çıktı diye Muhammed'i kıskanıyoruz. Halbuki o, Allah tarafından gönderilmiş bir pey­gamberdir. Fakat yahudiler bu hususta bana kulak asmazlar. Bizim için, biri Yesrib'te (Medine) diğeri ise Hayber'de olmak üzere iki defa boğazlanmak vardır' dediğine şahitlik ederim." Haris şöyle devam eder: O vakit Sellâm'a: Muhammed yeryüzünün tamamına hükmedecek mi? diye sormuştum da, bana: "Musa'ya indirilmiş olan Tevrat'a yemin ederim ki, evet! Fakat, yahudilerin O'nun hakkında söylediğim şeyleri öğrenmelerini de istemem!" demişti. [764]

 

14— Hz. Peygamber'in (s.a.) Zehirlenmesi:

 

Bu savaş sırasında Hz. Peygamber (s.a.) zehirlenmişti. Bir yahudi kadı­nı olan, Sellâm b. Mişkem'in karısı ve Hâris'in kızı Zeynep, zehirlemiş oldu­ğu kızartılmış bir koyunu Allah Rasülü'ne (s.a.) hediye etti. Zeynep, müslümanlara: "Muhammed koyun etinin en çok neresini sever?" diye sor­muş, müslümanlar da: "But etini çok sever." diye cevap vermişlerdi. Bunun üzerine Zeynep butuna daha çok zehir kattı. Hz. Peygamber (s.a.) koyunun butundan ısırınca, but Allah Rasülü'ne (s.a.) zehirli olduğunu bildirdi. Hz. Peygamber (s.a.) ısırmış olduğu lokmayı ağzından attı, sonra: "Burada bu­lunan yahudileri bana toplayınız." buyurdu. Ashab da yahudileri toplaya­rak Rasûlullah'ın yanına getirdiler. Allah Rasûlü (s.a.) yahudilere: "Ben size bir şeyler soracağım, bana doğru cevap verecek misiniz?" diye sordu. Yahu-diler:"Evet, (doğru cevap vereceğiz) ey Ebu'l-Kâsım!"dediler.Hz. Peygam­ber (s.a.) onlara: "Sizin babanız kimdir?" diye sordu. Yahudiler: "Babamız filandır" dediler. Hz. Peygamber (s.a.): "Yalan söylediniz. Babanız filandır" buyurdu. Yahudiler: "Doğru ve yerinde söyledin" dediler. Allah Rasûlü (s.a.): "Ben sizden bir şey daha sorsam, bana doğru cevap verir misiniz?" diye sor­du. Yahudiler: "Evet, ey Ebu'l-Kâsım, (doğru cevap veririz.) Biz sana yalan söylesek, babamızın kim olduğunu bildiğin gibi bu yalanımızı da bilirsin" de­diler. Allah Rasûlü (s.a.) onlara: "Cehennemlikler kimlerdir?" diye sordu. Yahudiler: "Kısa bir müddet cehennemde bizler bulunacağız. Sonra arkamız­dan sizler oraya gireceksiniz." dediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Haydi oradan! Vallahi, biz hiçbir zaman cehennemde size halef olacak de­ğiliz!" buyurdu. Allah Rasûiü (s.a.): "Size bir şey daha sorsam, bu sefer ba­na doğru cevap verir misiniz?" diye bordu. Yahudiler: "Evet," dediler. Hz. Peygamber (s.a.): "Siz şu koyunu zehirlediniz mi?" diye sordu. Yahudiler: "Evet, zehirledik!" dediler. Peygamberimiz: "Peki sizi, bunu yapmaya sevk eden nedir?" dedi. Yahudiler: "Eğer sen bir yalancı isen, senden kurtuiup rahata kavuşmayı istedik. Eğer gerçekten peygambersen zehir sana zarar ver­mez (diye düşündük)" dediler.[765]

Zeynep, Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanma getirildiğinde: "Seni öldürmek istedim'" dedi. Peygamberimiz: "Allah sana, bunu yapabilecek gücü verme­miştir." dedi. Müslümanlar: "Onu öldürelim mi?" diye sordular. Allah Ra­sûlü (s.a.): "Hayır, Öldürmeyiniz." buyurarak, Zeyneb'e ne ilişti, ne de onu cezalandırdı.[766]Allah Rasûlü (s.a.) omuzundan kan aldırarak, zehirlenmiş koyun etinden yiyenlere de kan aldırmalarını emretti. Bu zehirli et yüzünden, ashabtan ölenler oldu. Zeyneb'in öldürülmesi konusunda ihtilaf edilmiştir. İmam Zührî şöyle der: "Müslüman olmuş, Allah Rasûlü (s.a.) de onu bırak­mıştır." Bu rivayeti Abdürrezzak, Ma'mer ve Zührî'den rivayet etmiştir. Ma'-mer şöyle demiştir: "İnsanlar Allah Rasûlü'nün (s.a.) Zeyneb'i öldürdüğünü söylüyorlar."

Ebu Davud, Vehb b. Bakıyye -Halid- Muhammed b. Amr- Ebu Seleme kanalıyla "Yahudi bir kadın Hayber'de Hz. Peygamber'e (s.a.) kızartılmış bir koyun hediye etti..." diyerek hadiseyi anlatmıştır. Ebu Seleme devamla şöyle diyor: Zehirli et yüzünden Bişr b. Berâ b. Ma'rûr öldü. Hz. Peygamber (s.a.) yahudi kadına haber göndererek: "Seni yaptığın bu şeye sevkeden ne­dir?" diye sordu. Câbir şöyle diyor: "Allah Rasûlü (s.a.) yahudi karısının öldürülmesini emretti, kadın öldürüldü. "[767]

Ben derim ki: Her iki rivayet de mürseldir. Bunu Hammâd b. Seleme, Muhammed b. Amr -Ebu Seleme- Ebu Hureyre kanalıyla muttasıl bir sened-le şöyle rivayet eder: "Allah Rasûlü (s.a.) Bişr b. Berâ öldüğü zaman kadını öldürtmüştür. "[768]

Bu iki rivayet şu şekilde uzlaştırılmıştır: Allah Rasûlü (s.a.) başlangıçta Zeyneb'i öldürmemiş, fakat Bişr ölünce öldürmüştür.

Hz. Peygamber'in (s.a.) zehirli etten yeyip yemediği hususunda ihtilâf edilmiştir. Rivayetlerin büyük çoğunluğu, Allah Rasûlü'nün (s.a.) o etten ye­diği, bundan sonra üç yıl yaşadığı ve vefatına sebep olan ağrısı için de şöyle dediği yolundadır: "Hayber günü koyundan yediğim lokmanın acısını zaman zaman hissederdim. İşte bu anlar o zehirden dolayı kalp damarımın benden kesildiği anlardır."[769]

İmam Zührî; Allah Rasûlü (s.a.) şehid olarak vefat etti, demiştin

Musa b. Ukbe ve daha başkaları şöyle demiştir: Allah Rasûlü'nün (s.a.) savaşmak için Hayber'e gittiği haberini duyduklarında Kureyşlilerin arala­rında büyük bahisler ve anlaşmalar oldu. Kureyşlilerin bir kısmı, Muham­med ve arkadaşları; bir kısmı ise, iki müttefikimiz ve Hayber yahudileri gâlip gelecek, diyorlardı. Haccac b. Ilât es-Sülemî, müslüman olmuş ve Hayber fet­hinde bulunmuştu. Abduddâr b. Kusayoğullarinın kızkardeşi Ümmü Şeybe, Haccac'm nikâhhsıydı. Haccac zengin bir kimseydi. Süleymoğullarmm top­raklarında maden yatakları vardı. Hz. Peygamber (s.a.) Hayber'i fethedince Haccac b. Ilât Allah Rasûlü'ne (s.a.): "Karımın yanında altınlarım var. Eğer karım ve ailesi müslüman olduğumu anlarlarsa, bana mallarımı vermezler! Bana izin ver de, çabucak gidip Hayber'in fethi haberi ulaşmadan Mekke'ye varayım ve onlara öyie bir takım haberler vereyim ki, onlar sayesinde malımı ve canımı kurtarayım!" dedi. Allah Resulü (s.a.) de Haccac'a izin verdi. Hac­cac Mekke'ye geldiğinde, karısına: "Geldiğimi gizli tut ve yanında bulunan mallarımı bana getir. Muhammed ve arkadaşlarından ele geçen ganimet mal­larından bir şeyler satın almak istiyorum. Çünkü onların kökleri kazınmış maliarı yağmalanmıştır. Muhammed esir edilmiş, arkadaşları da kendisini ter-ketmiştir. Yahudiler, onu Mekke'ye gönderip, sonra Medine'de ölen adam­larına karşılık öldüreceklerine dair yemin ettiler" dedi. Bu haber Mekke'de yayılınca, müslümanlara çok ağır geldi, gırtlaklarına dayandı. Müşrikler ise neşe ve sevinçlerini belirttiler. İnsanların şamata ve gürültüleri, sevinç göste­rileri Hz. Peygamber'in (s.a.) amcası Abbas'ın kulağına gelince, kalkıp dışa­rı çıkmak istedi. Fakat sırtüstü düştü, ayağa kalkmaya gücü yetmedi. Bunun üzerine oğlu Kusem'i yanma çağırdı. Kuşem sima bakımından Allah Rasû­lü'ne (s.a.) benziyordu. Bu arada Abbas, Allah düşmanlarının sevinmemele­ri için, sesini yükselterek şöyle şiir söylüyordu:

"Sevgili oğlum Kuşem! Burnu yerde sürülesicelerin, burnunun sürt meşine rağmen,

Nimet sahibi Rabbim'in, izzet ve hamiyet sahibi Peygamberine yen sevgili oğlum Kuşem!"

Gerek müslümanlardan, gerekse müşriklerden pek çok kimse Abbasi kapısının önünde toplandılar. Onlardan kimisi neşe ve sevinç gösteriyorjı misi müslümanların başına gelene seviniyor ve sevinç gösterisi için teşvik yor, kimisi de hüzün ve felâketten dolayı ölü gibi bir hal arzediyordu. Müs­lümanlar, Abbas'ın söylediği şiiri işitip soğukkanlılığını görünce, gönülleri ferahladı; müşrikler ise kendilerine ulaşmayan bir haberin Abbas'a geldiğini zannettiler. Sonra Abbas, bir kölesini Haccac'a göndererek ona şöyle dedi: "Onunla yalnız olarak görüş ve; 'Getirdiğin haber ve söylediğin şeylerden do­layı sana yazıklar olsun! Halbuki Allah'ın vaad ettiği şeyler, getirdiğin ha­berden daha hayırlı değil miydi? de!' Köle bunları söyleyince, Haccac "Ebu'l-Fazl'a selâm söyle! Bana evlerinin tenha bir yerini hazırlasın, kendi­sinin yanına varacağım. Vereceğim haber onu sevindirecektir." dedi. Köle, evin kapışma gelince: "Müjde ey Ebu'1-Fazl!" diye seslendi. Abbas sevin­cinden, sanki hiç hasta değilmiş gibi, yerinden sıçradı. Kölenin yanına gelip, alnından öptü. Köle, Haccac'ın dediklerini bildirince Abbas köleyi âzad etti. Sonra köle Abbas'a: "Haccac bana, kendisi için odalarından bir odayı bo­şaltmanı ve öğle vakti sana geleceğini söyledi." dedi. Haccac, Abbas'ın yanı­na gelip onunla başbaşa kalınca, vereceği haberi gizli tutması için Abbas'tan söz istedi. Abbas da bu hususta söz verdi. Bunun üzerine Haccac, Abbas'a şöyle dedi: "Ben, Allah Rasûlü'nü (s.a.) Hayber'i fethetmiş, mallarını gani­met olarak almış, bundan Allah'ın hisseleri ayrılmış ve Allah Rasûlü'nü (s.a.) Huyey'in kızı Safiyye'yi kendisi için seçmiş ve onunla zifafa girmiş bir vazi­yette bırakıp gelmiş bulunuyorum. Ben kendi mallarım için, onları toplayıp götürmek için geldim. Allah Rasûlü'nden (s.a.) istediğim şekilde konuşmak için izin istedim, O da bana izin verdi. Benim söylediklerimi üç gün gizli tut. Sonra istediğini söyleyebilirsin." Karısı Haccac'ın mallarını topladı, sonra Haccac çabucak Medine'ye döndü. Üç gün geçince Abbas, Haccac'ın karısı­na gelerek: "Kocan ne yaptı?" diye sordu. Haccac'ın karısı: "Gitti ey Ebu'l-Fazl, All«h seni mahzun eylemesin. Sana ulaşan haber bize de ağır gelmiş­tir.-" diye karşılık verdi. Abbas dedi ki: "Evet, Allah beni mahzun etmez. Allah'a hamdolsun ki, ancak istediğim şey olmuştur. Allah, Rasûlü'ne Hay­ber'i fethetmeyi nasip etmiş, orada Allah'ın taksimatı uygulanmış ve Allah Rasûlü (s.a.) Safiyye'yi kendisi için seçmiştir. Eğer sana kocan lazımsa, git ona yetiş." Kadın: "Vallahi, sanırım ki sen doğru söylüyorsun." dedi. Ab­bas: "Vallahi, doğru söylüyorum. Durum sana söylediğim gibidir." dedi. Bu­nun üzerine kadın: "Peki, bunları sana kim haber verdi?" diye sordu. Abbas: "Sana o haberi veren kişi haber verdi" dedi. Kadının yanından ayrılarak Ku-reyşlilerin meclislerine geldi. Kureyşliler Abbas'ı görünce: "Ey Ebu'1-Fazl! Vallahi bu, büyük bir soğukkanlılık ve dayanıklılıktır! Senin başına hayır­dan başka bir şey gelmesin!" dediler. Abbas: "Evet, Allah'a hamdolsun, be­nim başıma hayırdan başka bir şey gelmemiştir. Bana, Haccac şunları, şunları haber verdi ve benden, bir ihtiyacından dolayı söylediği şeyleri üç gün gizli tutmamı istedi" dedi. Böylece Allah, müminler üzerindeki üzüntü ve tasayı müşrikler üzerine çevirmiş oldu. Müslümanlar evlerinden çıkarak Abbas'ın yanma geldiler. Abbas da durumu onlara anlattı. Sevindirici haberi duyunca müslümanların yüzleri aydınlandı.[770]

 

B) HAYBER GAZÂSINDAKİ FIKHI HÜKÜMLER

 

1— Hayber Gazâsındaki Fıkhı Hükümler:

 

1— Haram aylarda kâfirlerle savaşılması. Kuşkusuz Hz. Peygamber (s.a.) Hudeybiye'den Zilhicce ayında dönmüş, kısa bir müddet Medine'de kaldık­tan sonra Muharrem ayında Hayber'e gitmiştir. Zührî, Urve-Mervan ve Mis-ver b. Mahreme kanalıyla böyle rivayet etmiştir. Aynı şekilde Vâkıdî şöyle diyor: "Allah Rasûlü (s.a.) Hayber'e hicrî yedinci yılın başında çıkmıştır." Fakat bunu delil almak söz götürür. Zira Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hayber'e çıkışı Muharrem ayının başında değil, sonlarında gerçekleşmiş, Hayber'i fet­hi ise şüphesiz Safer ayında olmuştur. Bu istidlalden daha kuvvetli delil, Al­lah Rasûiü'nün (s.a.) ağaç altında iken ashabından, savaşmak ve kendisini bırakıp kaçmamak üzere bîat almasıdır. Bu biat Zilkade ayında gerçekleş­miştir. Fakat bu da Hz. Peygamber'in (s.a.) Hayber'e Muharrem'in başında çıktığına delil teşkil etmez. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.), ancak müşriklerin Hz. Osman'ı öldürdükleri ve kendisiyle savaşmak istedikleri haberi kendisine ula­şınca, ashabtan savaşmaları ve bırakıp kaçmamaları konusunda bîat almış, ashab da işte o zaman bîat etmiştir. Savaşı düşman başlattığı zaman haram ayda savaş yapmanın caiz olduğu konusunda ihtilâf yoktur. Ancak ihtilâf ha­ram ayda savaş açma hususundadır. Cumhur (âlimlerin büyük çoğunluğu), bunu caiz görerek şöyle derler: Haram ayda savaşmanın haramlığı mensuh-tur. Bu, dört mezhep imamının görüşüdür. Allah onlara rahmet etsin.

Ata ve daha başkaları ise bunun mensuh olmayıp, devam etmekte olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir. Atâ, Allah'a yemin ederek: "Haram ayda sa­vaşmak helâl kılınmamış ve bunun haramlığmı da hiçbir şey nesh etmemiş­tir." derdi.

Bu iki istidlalden, daha kuvvetli diğer bir istidlal ise, Hz. Peygamber'in (s.a.) Tâif'i muhasara altına almasıdır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) Taife Şev-vai'in sonlarında çıkmış ve onları yirmi küsur gün muhasara altında tutmuş­tu. Bu kuşatma günlerinden birkaç günü ise Zilkade ayı içindeydi. Zira Mekke'yi Ramazan ayının bitimine on gün kala fethetmiş ve fetihten sonra orada ondokuz gün ikamet etmiş, namazını kısaltarak kılmıştı.[771] Akabinde Şevval ayının bitimine yirmi gün kala Hevâzin'e gitmişti. Allah, Hevâzin'i fethetmeyi kendisine nasib etmiş, Hz. Peygamber (s.a.) orada elde edilen ga­nimetleri taksim etmişti. Sonra oradan Tâif'e gitmiş ve Tâif'i de yirmi küsur gün muhasara altında tutmuştu. İşte bu durum, kuşatma günlerinden birkaç günün kesin olarak Zilkade ayı içinde olmasını gerektirir.

Denmiştir ki: Allah Rasûlü (s.a.) Tâif'i ancak on küsur gün muhasara altında tutmuştur. İbn Hazm: "Şüphesiz sahih olan budur!" der. Doğrusu, İbn Hazm'm kabul ettiği, hayret edilecek bir görüştür. Bunu sahih görüp ke­sin kılması da nereden geliyor? Halbuki Sahihayn *da Tâif muhasarası konu­sunda Enes b. Mâlik'ten gelen bir rivayette: "Onları kırk gün muhasara altında tuttuk. Kaleye sığınarak korundular.." diyerek hâdise anlatılmıştır.[772] İşte bü­tün bunlardan ötürü bu kuşatma hâdisesi hiç şüphesiz Zilkade ayında olmuş­tur. Bununla birlikte kıssada bir delil yoktur. Çünkü Tâif gazvesi, Hevâzin gazvesini tamamlayıcı mahiyette olmuştur. Önce onlar Allah Rasûlüyle (s.a.) savaşmaya başlamışlar, yenilgiye uğrayınca kralları -Mâlik b. Avf en-Nadri-Sakîflilerle beraber Allah Rasûlü'yle (s.a.) harb ederek Tâif kalesine sığın­mıştı. Onlarla yapılan savaş, başlanılan savaşın devamı mahiyetindedir. En iy^ bilen Allah'tır.

Allah Teâlâ, Mâide sûresinde -ki iniş sırası itibariyle Kur'an'ın son sûre-lerindendir ve içerisinde mensuh âyet yoktur- şöyle buyurmuştur: "Ey ina­nanlar, Allah'ın nişanelerine, hürmet edilen aya, (Kabe'ye) hediye olan kurbanlığa, gerdanlıklar takılan hayvanlara... sakın hürmetsizlik etmeyin..."

Allah Teâlâ, Bakara sûresinde de şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammedi Sana hürmet edilen ayı, o aydaki savaşı soruyorlar. De ki: 'O ayda savaşmak büyük bir günahtır. Fakat Allah yolundan alıkoymak...' " [773] Bu iki âyet Ivlti-denîdir. Nüzul itibariyle aralarında yaklaşık sekiz sene vardır ve ne Allah'ı'ı kitabında, ne de Rasûlü'nün sünnetinde bu iki âyetin hükmünü nesh eden bir şey vardır. Ümmet de nesh edildiği hususunda icmâ' etmemiştir. Nesh epj-diği yolunda, kim şu âyeti: "...Müşriklerle topyekün savaşın!.." [774] veya ben­zeri olup da umumi hüküm ifade edene âyetleri delil gösterecek olursa nesh hususunda ona delâlet etmeyen şeyle istidlalde bulunmuş olur. Kim de nesh hususunda; Hz. Peygamber'in (s.a.) Ebu Âmir'i bir seriyye ile Zilkade ayın­da Evtas'a göndermesini delil gösterecek olursa, delilsiz istidlalde bulunmuş olur. Çünkü bu olay, müşriklerin başlattıkları gazvenin devamı mahiyetin­deydi. Yoksa haram ayda Allah Rasûlü (s.a.) tarafından onlara karşı saya(ş açma diye bir şey söz konusu olmamıştır.

2—  Ganimet mallarının, süvari için üç, yaya için qe iki hisse şekliik taksim edilmesi. İzahı yukarıda geçmişti.

3—  Ordudaki askerlerin her birinin yiyecek bir şeyler bulduğu zamkı bulduğu şeyin beşte birlik kısmmı (devlete) vermeksizin yemesi caizdir. Nit kim Abdullah bPMugaffel Hayber günü kaybedilen bir yağ tulumunu elır geçirmiş ve Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda ona sahip olmuştur. [775]

4— Harp bittikten sonra, orduya yardım için gelenlere ganimetten 0e verilmesi ancak ordunun izin ve rızasına bağlıdır. Çünkü Hz. Peygamber (sta Hayber'de kendisine katılan gemi halkına -Cafer ve arkadaşları- pay veH mesi hususunu ashabıyla görüştükten sonra, onlara hisse vermiştir.

5— Evcil eşek etlerinin haram kılınması. Hayber günü evcil eşek etler nin Allah Rasûlü tarafından haram kılınışı sabittir. Yine evcil eşek etlerinin haram kılınışına illet (sebep) olarak onlann pis olmasını gösteren haber de sabittir. Bu haber, "Allah Rasûlü (s.a.) evcil eşekleri yasakladı. Çünkü onlar kavmin yük hayvanları idi. Allah Rasûlü'ne (s.a.): 'Yük taşıyan hayvanlar yok oidu, eşekler yendi' denildiğinde, onların etini yemeyi yasakladı." diyen sahabilerin sözüne de, "Beşte biri ayrılmadığı için yasakladı" diyenlerin sö­züne de, "Allah Rasûlü evcil eşeklerin etini yemeyi yasakladı, çünkü onlar kentin etrafında dolaşıyor ve pislik yiyorlardı." diyenlerin sözüne de tercih edilmiştir. Bunların hepsi Sahih'ie[776] mevcuttur. Fakat Allah Rasûlü'nün (s.a.): "Onlar pistir." şeklindeki sözü, illet olma konusunda bütün bunlara tercih edilmiştir. Çünkü öteki görüşler râvinin zannından kaynaklanmış olup illet olarak pis olmalarının gösterilmesine aykırı düşen ifadelerdir.

Evcil eşek etinin haram kılınışıyla Allah Telâlâ'nm şu âyeti arasında her­hangi bir çelişki yoktur: "Ey Muhammed! De ki: Bana vahyolunanda leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki o pistir- ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamı­yorum..." [777] Şu gerçek ki, bu âyetin inişi esnasında yiyeceklerden bu dört şeyden başkası haram kılınmamıştı. Ancak haram kılma yeni yeni ve az az gerçekleşiyordu. Eşeklerin bundan sonra haram kılınması ise, nas (Kur'an) kendisi hakkında hüküm koymadığı için Kur'an'm dışında yeni baştan bir haram kılmadır. Yoksa Allah Rasûlü'nün (s.a.) hükmü yürürlükten kaldıran (nâsih) bir zat olması bir yana, O, ne Kur'an'm mubah kıldığı şeyleri kaldı­ran, ne de umumî hükmünü tahsis eden bir kimsedir. Allah en iyi bilendir.

6— Müt'a nikâhı Hayber günü haram kılınmamıştır. Müt'a nikâhının haram kılınması fetih (Mekke'nin fethi) yılında gerçekleşmiştir.[778] İşte doğ­ru olan budur! İlim adamlarından bir grup, Allah Rasûlü'nün (sa.) müt'a nikâhını Hayber gününde haram kıldığı zannına kapılarak, Sahihayn'dsi ge­çen ve Hz. Ali'den rivayet edilen şu hadisi delil göstermişlerdir: "Allah Ra-sûlü (s.aj) Hayber gününde kadınlarla müt'a nikâhı yapılmasını ve evcil eşek etlerinin yenmesini yasak etti." [779]

fi' Yine bu konuda Sahihayn'da yeralan bir hadis ise şöyledir: Hz. Ali (r.a) İbn Arjbas'ın, kadınlarla müt'a nikâhı yapma konusunda yumuşaklık gös­terdiğimi jişitince: "Ey îbn Abbas, yavaş ol! Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) Hay­ber günü, müt'a nikâhını ve evcil eşek etlerini yasak etti." demiştir. Buharî'de yine Hz. Ali'den rivayet edilen bir metin ise şöyledir: "Allah Rasûlü (s.a.) Hayber günü kadınlarla müt'a nikâhı yapılmasını ve evcil eşek etlerinin yen­mesini yasak etti."

Bu ilim adamları, Allah Rasûlü'nün (s.a.) müt'a nikâhını fetih yılında mubah (helâl) kılıp sonra haram kıldığını görünce: "Müt'a nikâhı haram ki lındı, sonra mubah kılındı, ardından yeniden haram kılındı." diye görüş be­yan etmişlerdir.

Şafiî şöyle der: "Müt'a nikâhından başka önce haram sonra mubah, sonra yeniden haram kılınan bir şey bilmiyorum!" îlim adamlarından bir grup da: "Müt'a nikâhı iki sefer neshedilmiştir." demişlerdir. Bir başka grup ise bu konuda diğerlerine muhalefet ederek şöyle demişlerdir: "Müt'a nikâhı an­cak fetih yılında haram kılınmıştır. Bundan önce ise mubahtı." Bunlar de­vamla diyorlar ki: "Hz. Ali b Ebî Tâlib (r.a), müt'a nikâhının haram kılmışı ile, evcil eşeklerin haram kılınışım bir arada haber vermiş -Zira İbn Abbas her ikisini de mubah görüyordu- ve onun görüşünü reddetmek için, Hz. Pey-gamber'den (s.a.) her ikisinin de haram olduğuna dair haberi rivayet etmiş­tir." Hiç kuşkusuz eşek etlerinin haram kılınması Hayber günü olmuştu. Eşeklerin haram kılınmaları için, zaman olarak Hayber gününü zikretmiş, fakat müt'a nikâhının haram kılmışını mutlak bırakarak bir zamanla kayıt-lamamıştır. Nitekim bu durum Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde sahih bir isnadla şöyle geçmiştir: "Allah Rasûlü (s.a.), evcil eşek etlerini Hayber günü haram kıldı, kadınlarla müt'a nikâhı yapılmasını da haram kıldı." Başka bir metin ise şöyledir: "Kadınlarla müt'a nikâhı yapılmasını haram kıldı, ve ev­cil eşek etlerini de Hayber günü haram kıldı." Süfyân b. Uyeyne bu durumu tafsilli ve açık bir şekilde böyle rivayet etmiştir. Bir kısım râviler, Hayber gü­nünün her iki haram kılma için ortak bir zaman olduğu zannına kapılarak, her iki haram kılmayı da Hayber günüyle kayıtlamışlardır. Sonra bazıları çı­kıp, haram kılınan iki şeyden birisiyle yetinip, -ki, o da eşeklerin haram kılınmasıdır- bunu bir zamanla kayıtlamışlardır. Şüphe buradan doğmuştur.

Hayber kıssasında sahabe, yahudi kadınlarla müt'a yapmamış, bu hu­susta Allah Rasûlü'nden (s.a.) izin istememiş ve bu gazveyi aktaran hiçbir kimse kesinlikle böyle bir şey nakletmemiştir. Bu olayda, müt'a hakkında -fetih (Mekke fethi) gazilerinin aksine- onun ne işlenişinden, ne de yasaklanı­şından sözedilmiştir. Çünkü müt'a olayının gerek işlenişi gerekse yasaklanışı bakımından Mekke fethinde vuku bulduğu meşhurdur. Bu metod (meseleyi açıklığa kavuşturmak bakımından) iki yolun en sahih olanıdır.

Hayber kıssası hakkında üçüncü bir metod da şudur: Allah Rasûlü (s.a.) müt'a nikâhım asla umumî bir şekilde haram kılmamış, aksine ihtiyaç olma­dığı zaman haram kılmış, müt'a nikâhına ihtiyaç duyulduğu zaman ise mu­bah kılmıştır. İbn Abbas'ın tuttuğu yol buydu. Öyle ki, buna fetva veriyor ve şöyle diyordu: "Müt'a da ölü eti kan ve domuz eti gibidir. Zaruret halin­de ve zina korkusu bulunduğu zaman mubah olur." Fakat insanların çoğu, İbn Abbas'ın sözünü bu şekilde anlamadılar, onun müt'a nikâhını mutlak olarak mubah kıldığı zannına kapıldılar ve bu konuda ileri geri konuştular; şiirler söylediler. İbn Abbas bu durumu görünce, müt'a nikâhının haramlığı konusundaki görüşe döndü.

7—  Tarladan çıkacak meyve yahut ekinden bir kısmını aimak şartıyla yapılan müsâkat ve muzâraa akitlerinin caizliği. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.), Hayber halkına bu şekilde muamele etmiş ve bu uygulama vefatına kadar sür­müş, bunu kesinlikle kaldırmamıştır. Ayrıca Hulefa-i Raşidîn'in yaptıkları uygulama da bu şekilde devam etmiştir. Bu ise kiraya verme kabilinden de­ğil, ortaklık kabilindendir ve mudarabe akdinin bir benzeri olup onunla ay­nıdır. Her kim mudarabe akdine "mubahtır" deyip de, bunu haram kılacak olursa, şüphesiz benzer olanların arasını ayırmış olur.

8— Allah Rasûlü Hayberlilere, giderlerini kendi mallarından karşılama­ları şartıyla, Hayber arazilerini işletmeleri için vermiş, fakat onlara tohum vermediği gibi Medine'den de kesinlikle onlara tohum taşıtmamıştır. Allah Rasûlü'nün (s.a.) bu tutumu, tohumun tarla sahibinden olmasının şart ol­madığını ve tohumun tarlayı işletecek olan taraftan alınmasının da caiz oldu­ğunu gösterir.  Aynca bu,  kendisinden  sonraki  Hulefa-i Raşidîn'in  de tutumudur. Nitekim nakledilen bu olduğu gibi kıyasa uygun olan da budur. Çünkü arazi (tarla), mudarabe akdindeki sermaye durumundadır. Tohum, ise tarlayı sulama hükmündedir. Bundan dolayı tohum tarlada çürür ve bir daha sahibine dönmez. Eğer mudarabe akdindeki sermaye durumunda olsaydı, sahibine dönmesi şart koşulurdu ki, bu da müzaraa akdini fasid eder. Anla­şılmıştır ki, bu hususta sahih kıyas, Allah Rasûlü'nün (s.a.) ve Hulefa-i Raşi­dîn'in tutumlarına uygun olan kıyastır. Allah en iyi bilendir.

9— Henüz ağaçta iken, çıkacak hurma miktarı tahmin edilir ve taksimi buna göre yapılır. Taksim ise bir ahş-veriş akdi değildir.

10— Sadece bir tahminci ve bir taksim edici ile yetinmenin caiz olması.

11— Sulh anlaşmasının, devlet başkanı istediği zaman bozulması caiz olan

bir akit olarak yapılmasının caizliği.

12—- Sulh akdi ve eman vermenin bir şarta bağlanmasının caizliği. Nite­kim Allah Rasûlü (s.a.) Hayberliîerle, hiçbir şeyi gizlememe ve saklamama­ları şartıyla akit yapmıştır.

13— Herhangi bir şeyle itham altında bulunan kişileri ceza vererek itira­fa zorlamanın caizliği. Bu davranış zalim bir siyaset değil, âdil bir şeriattır.

14—  Hükümler konusunda karine ve emarelere göre işlem yapılabilir. Hz. Peygamber'in (s.a.) Kinâne'ye: "Mal çoktu, geçen zaman ise az" deme­si gibi. Allah Rasûlü (s.a.) bunu, Kinâne'nin: "Harpler ve geçimler, o malla­rı tüketti." sözünün yalan oluşuna bir delil olarak getirmiştir.

lif- Kişinin sözü, yalanına delil teşkil ettiğinde, sözüne bak hain mevkiine konabileceği.

lmaksız

16— Eğer zimmiler, kendilerine şart koşulan herhangi bir şeye muhale fet edecek olurlarsa, artık onlar hakkında zimmet anlaşması kalmaz, kanlan ve mallan helâl olur. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) Hayberliîerle anlaşma yap^ mış, kendilerine herhangi bir şeyi saklamamalarını ve gizlememelerini şart koş­muştu; eğer böyle yapacak olurlarsa, kanları ve malları helâl olacaktı. Bunlar şarta vefa göstermeyince de, Allah Rasûlü (s.a.) onların kanlarını ve malları­nı mubah saymıştır. Emîrülmü'minîn Hz. Ömer de, zimmîlere koştuğu şart^ iarda buna uymuş ve bu şartlardan herhangi bir şeye muhalefet ettikleri zaman, ayrılıkçı ve düşman gruplara karşı yapması helal olan şeyleri onlara karşı da yapmayı helal saymıştır.

17-- Bir emrin, işlenmeden önce kaldırılmasının caizliği. Hz. Peygam­ber (s.^j) ashaba, önce evcil eşek eti pişen kapların kırılmasını emretmiş, sonra o kapların yıkanması yolundaki emriyle de önceki emrini değiştirmiştir.

18-H- Eti yenmeyen hayvanın derisinin ve etinin boğazlanmayla da ten iz olmayacağı. Eti yenmeyen hayvanın kesilmesi de ölmesi yerindedir. Boğaz ı-ma işi ise, ancak eti yenen hayvanlarda etkili olur.

19— Bir kimse ganimet malları paylaşılmadan önce herhangi bir şeyi a \i-cak olursa, ganimetten alacağı paydan az da olsa, aldığı şeyi mülk edinemez. O şeye ancak taksimle sahip olabilir. İşte bu yüzden Hz. Peygamber (s.a:), hiyanet ederek bir kadife kazak çalan kimse hakkında: "O kadife kazak, üze­rinde alev alev yanıyor." [780]buyurmuştur. Yine hiyanet ederek, bir ayak­kabı tasması çalan kimse hakkında da: "Ateşten bir ayakkabı tasmadtj" buyurmuştur.[781]                                                                                  

20— Devlet başkanı, savaşla fethedilen topraklan taksim etmek veya i hiplerine bırakmak ya da bir kısmını taksim edip bir kısmını sahiplerine 11-rakmakikonusunda serbesttir.                                                                 

21- İslâm'ın galibiyetinin ve yayılışının sebeplerinden görülen veya işi­tilen bir şeyi uğurlu saymak ve bunu ilan etmek caiz hatta müstehabtır. Nite­kim Hz. Peygamber (s.a.), Hayber halkının yanında kürek, balta ve zenbillerin görülmesini uğurlu saymıştır. Çünkü bu, Hayber'İn harab olması hususuntla bir uğurlu görmedir.

22— Zimmîlerin, ihtiyaç duyulmadığı zamanlarda İslâm yurdund karılıp sürülmelerinin caiz oluşu. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyur­muştu: "Allah'ın sizin kalmanıza müsaade ettiği sürece, bizler de müsaade ederiz." Onların büyüklerine: "Bir gün kervanın seni Şam tarafına, sonra birgün (başka yere) alıp götürdüğünde halin ne olur?" demişti. Hz. Ömer, Allah Rasûlü'nün (s.a.) vefatından sonra onları Hayber'den sürmüştür. Bu, Muhammed b. Cerîr et-Taberî'nin görüşüdür. Bu, şayet devlet başkanı bir fayda görecek olursa kendisiyle amel edilmesi caiz olan, kuvvetli bir görüştür.

Şöyle denemez: "Hayber halkı, zimmîlik anlaşmaları bulunan kimseler değil, aksine kendileriyle barış anlaşması yapılan kimselerdi." Bu, boş bir id­diadır. Çünkü onlar zimmîlerdi. Bundan dolayı da kanları ve mallan husu­sunda devamlı bir emân ve güvenlik içinde olmuşlardır. Evet, cizye kanunlaşmamış (meşru kılınmamış) ve farziyyeti de nazil olmamıştı. Dolayı­sıyla Hayberliler, cizyesiz zimmîlerdi. Cizyenin farziyyeti nazil olunca, ken­dileriyle zirnmîlik anlaşması yapılan ehl-i kitab ve mecûsilerden cizye alınmaya yeni başlanmıştır. Hayberlilerden cizye alınmaması, onların zimmî olmadık­larından değil, aksine cizyenin farziyyeti henüz nazil olmadığından dolayı idi.

Anlaşma akdinin müebbed olmaması, onların kanlarının dökülmeme-siyle ilgili değil, Hayber topraklarında iskân edilme süreleriyle alâkalıdır. İmam daha sonra, istediği zaman onların kanlarını mubah görebilir. Bundan dola­yı Hz. Peygamber (s.a.): "Sizlerin burada kalmanıza, Allah'ın veya bizim müsaade ettiğimiz sürece, izin veririz." demiş; fakat "Kanlarınızı dilediği­miz sürece koruruz." dememiştir. Kurayza ve Nadîr oğullarıyla yapılan zim­mîlik anlaşması da; Allah Rasûlü'ne (s.a.) karşı savaşmamaları, O'nun aleyhinde başkalarına yardım etmemeleri, böyle yaptıklarında kendilerinden emânın (zimmîlik sözleşmesinin) kalkacağını kabul etmeleri şartlarıyla yapı­lan "şartlı bir zimmîlik anlaşması idi. Onlar da cizyesiz zimmîlerdi. Çünkü o zaman cizyenin farziyyeti-nazil olmamıştı. Allah Rasûlü (s.a.), onların kadın ve çocuklarının esir edilmelerini mubah görmüş, ahdin bozulmasını kadın ve çocuklar için de geçerli saymıştır/Anlaşma şartlarının bozulması karşısında sesini çıkarmayan ve kabullenen kimseyi, anlaşmayı bozan ve harp eden kimse yerine koymuştur. Aynı şekilde, cizyenin farziyyetinden sonraki dönemde de, ahdin bozulmasının kadın ve çocuklar için de geçerli olması, Allah Rasûlü'-nün (s.a.) zimmîler konusundaki tavrının gereğidir. Fakat bu durum,ahdi bo­zanlar silahlı ve kuvvetli bir grup oldukları zaman olur. Ama anlaşmayı bozan, topluluktan yalnız bir kişi olur ve diğerleri de buna katılmazsa, o zaman ou kişinin anlaşmayı bozması karısı ve çocukları için geçerli olmaz. Nitekim ÎIz. Peygamber (s.a.), kendisine hakaret edenlerden kanının dökülmesini helâl kıl­dığı kimselerin kadın ve çocuklarını esir etmemiştir. İşte Allah Rasûlü*nün avrı budur. Kaçınılma? davranış da budur. Do&ruya ulaştırmak Allah'tandır!

23— Bir adamın, cariyesini azad edip azad edilmesini mehri sayması ve onun izni, şahidler, başka bir veli aranmaksızın ve nikahlama, evlendirme lafızları kullanılmaksızın cariyesini karısı yapmasının caiz oluşu. Nitekim Allah Rasû'ü (s.a.) Safiyye'ye böyle yapmış ve kesinlikle; "Bu, bana mahsus bir durumdur" dememiş, ümmetinin bu hususta kendisine uyacağını bile bile buna işaret etmemiştir. Sahabeden de hiçbir kimse, "Bunu Allah Rasûlü'nden (s.a.) başkasının yapması doğru olmaz." dememiş, aksine hâdiseyi rivayet ederek bütün ümmete aktarmışlar ve onlan böyle yapmaktan menetmemişlerdir. Allah Rasûlü de (s.a.) bu hususta kendisine uyulmasını yasaklamış değildir. Oysa Allah Teâlâ, kadının kendi mehrini bağışlamasıyla yapılan nikâhı Rasûlü'ne mahsus kıldığında: "..Diğer mü'minlere değil, sırf sana mahsus olmak üze­re..." buyurmuştur.[782] Şayet cariyesini karısı yapma, ümmetinden ayrı ola­rak sırf kendisine mahsus bir şey olsaydı, nadir ve az olmasından ötürü bir kadının kendisini (mehrini) bir erkeğe bağışlamasını zikretmek değil, efendi­lerin cariyeleri ile böyle muamelelere girişmeleri çokça gerçekleştiğinden ötü­rü bu tahsisi zikretmek açıklamaya ihtiyaç gösterme bakımından ondan daha uygun yahut ona denk olurdu. Özellikle kaide, ümmetin Allah Rasûlü'ne (s.a.) iştirak etmesi ve O'na uymasıdır. Durum böyle olunca, nasıl olur da Allah Rasûlü (s.a.) caiz olmayı gerektiren bir durum ortada iken, kendisine uyul­ması caiz olmayan bir yerde ümmeti men etmek hususunda sessiz kalabilir! Bu muhal gibidir. Ümmet de bu konuda Allah Rasûlüne (s.a.) uyulmayaca-ğına dair icmâ' etmemiştir. Dolayısıyla ümmetin icmâ'ım kabul etmek gere­kir. Başarıya iletmek Allah'tandır!

Sahih kıyas bunun caiz olmasını gerektirir. Çünkü cariye sahibi, cariye­nin bizzat kendisine, birleşme menfaatine ve onun hizmetine sahip olmakta­dır. Cariye sahibi onun rakabesindeki mülkiyet hakkını düşürüp menfaat mülkiyetini yahut onun bir türünü devam ettirme yetkisine sahiptir. Bu du­rum kölesini azad edip de, yaşadığı müddetçe kendisine hizmet etmesini şart koşması gibidir. Sahibi, cariyeyi mülkiyetinden çıkardığı zaman, herhangi bir türden menfaatini istisna ederse, satım akdinde bunu yapmaktan engellene­mez. O halde nikâh akdinde bundan nasıl engellenebilir? Cinsel ilişki menfa­ati nikâh veya cariye edinmekle mubah olduğuna ve cariyenin azad edilmesi ise kendisinden cariyeliği kaldırdığına göre onun zevce yapılması cinsel ilişki menfaatinin mubah olmasına bağlıdır. Dolayısıyla efendisi rızası olmadan ca­riyenin nikâhını ve başkasına satılmasını gerçekleştirebilir ve kendisi lehine cariye hakkında sahip olduğu bir şeyi istisna edebilir. Nikâh akdi bunun ge-Teklerinden olduğundan efendi ona mâlik olur. Çünkü efendinin istisna edi­len mülkiyetinin devamı ancak bu akitle tamam olur. İşte bu, sahih sünnete uygun olan,sahih kıyasın ta kendisidir! Allah en iyi bilendir.

24— Kişinin kendisi veya başkası adına yalan söylemesinin caizliği. An­cak bu durum, eğer kişi bu yalanla kendi hakkına ulaşabilecek ve başkasına da zarar vermeyecekse caiz olur. Nitekim Haccac b. Ilât müslümanlar hak­kında yalan söylemiş ve bu yalandan dolayı müslümanlara herhangi bir za­rar vermeden Mekke'de bulunan mallarını elde etmiştir. Yalandan dolay: Mekke'deki müslümanlara dokunan eza ve üzüntü ise, yalanla meydana ge­len faydanın yanında, çok az bir zarardır. Özellikle de bu yalandan sonra, doğru haberle hâsıl olan imanın artması, neşe ve sevincin doruğa ulaşması yanında çok daha azdır. Böylece yalan ağırlıklı faydanın hasıl olmasına bir sebep oldu. Bunun benzeri, imam ve hâkimin gerçeğin ortaya çıkmasını sağ­lamak amacıyla davalıya gerçeğin aksini düşündürmesi olayıdır. Nitekim Hz. Davud'un (a.s.) oğlu Hz. Süleyman (a.s.), çocuğu ikiye bölme teklifiyle iki kadından birisini şüpheye düşürmüş, bu hareketiyle gerçek annenin bilinme­sini sağlamıştır.[783]

25— Bir adamın seferde iken karısıyla cinsî münasebette bulunmasının ve karısının kendisiyle birlikte ordu içerisinde bir hayvana binmesinin caiz oluşu.

26— Bir kimse, diğer bir kimseyi öldürücü bir zehirle katledecek olursa, kendisi de öldürdüğü kimseye karşılık kısas yoluyla idam edilir. Tıpkı yahu-di kadınının Bişr b. Berâ'ya karşılık öldürüldüğü gibi.

27— Ehl-i kitab'ın kestikleri hayanlardan yemenin caizliği ve onların ye­meklerinin helâl olduğu.

28— Kâfir bir kimsenin verdiği hediyenin kabul edilebileceği.

Eğer, kadın kısas olarak değil de, koyunu zehirlemek suretiyle müslü­manlara karşı harp açmış olduğu için, anlaşmayı bozduğundan ötürü öldü­rülmüştür, denilirse; şöyle cevap verilir: Eğer kadının öldürülmesi anlaşmayı bozmasından dolayı olsaydı, koyunu zehirlediğini itiraf ettiği vakit öldürül­mesi gerekirdi. Yoksa onun öldürülmesi, zehirli koyundan yiyerek ölen kim­senin ölüm zamanına bırakılmazdı.

Soru: Kadın, anlaşmayı bozunca öldürülmeli değil miydi?

Cevap: Bu, devlet başkanı esirde olduğu gibi anlaşmayı bozan kimse hu­susunda da muhayyerdir, diyenlerin delilidir.

Soru: Sizler, îmam Ahmed'in de belirttiği gibi, onun öldürülmesini tarz olarak görüyorsunuz. Halbuki Kadı Ebu Ya'lâ ve ona tâbi olanlar, devlet baş-

. kanı bu hususta muhayyerdir diyorlar.

Cevap: Şayet, koyun zehirleme hadisesi, anlaşmadan önce olmuşsa bunda herhangi bir delil yoktur. Eğer anlaşmadan sonra olmuşsa müslüman birisi­nin öldürülmesiyle anlaşmanın bozulup bozulmayacağı hakkında iki görüş ileri sürülmüştür: Bununla anlaşmanın bozulduğunu kabul etmeyenlere göre bu açıktır. Bununla anlaşma bozulmuştur görüşünde olanlara göre ise müs-iümanı zehirleyen kişinin öldürülmesi zorunlu mudur veya devlet başkanı bu hususta muhayyer midir, yoksa anlaşmayı bozan sebepler birbirinden ayırt edilip de şöyle mi denir: Sebebin (anlaşmayı bozma) sebebiyle öldürülmesi kesinlik kazanır ve eğer anlaşmayı, devlet başkanına isyan etmek veya dârül-harbe sığınmakla bozarsa devlet başkanı bu hususta muhayyerdir; anlaşmayı bunların dışında, bir müslümam öldürmek, müslüman bir kadınla zina et­mek, müslümanlar aleyhine casusluk yapmak veya müslümanların sırlarını "düşmana bildirmek gibi bir şeyle bozarsa bu konudaki açık ifadeye göre idam cezası uygulanır. Buna göre bu kadın, koyunu zehirlemekle harp eden birisi olmuştu ve dolayısıyla öldürülüp öldürülmemesi muhayyer idi. Fakat zehir yüzünden müslümanlar dan bazıları ölünce, ya kısasa kısas olarak ya da bir.müslümam öldürmekle anlaşmayı bozduğu için öldürülmesi farz olmuş vft bu yüzden öldürülmüştür. İşte bu muhtemeldir. En iyi bilen Allah'tır. [784]

 

2— Hayber Savaşla mı Fethedildi?

 

Hayber'in tamamen zorla mı, yoksa-bir kısmının zorla, bir kısmının sulh yoluyla mı fethedildiği konusunda ihtilâf edilmiştir.

Ebu Davud, Enes'ten şöyle rivayet etmiştir: "Allah Rasûlü (s.a.) ber'e savaş açtı. Hayber'i zorla ele geçirdik. Akabinde harp esirleri toplia di." [785]

İbn İshak şöyle demiştir: İbn Şihâb'a sordum; bana, Allah Rasûlü' (s.a.) savaştıktan sonra, Hayber'i zorla fethettiğini haber verdi.

Ebu Davud, İbn Şihâb'dan şöyle rivayette bulunmuştur: Bana, Allah Ra-sûlü'nün (s.a.) Hayber'i savaştıktan sonra, zorla fethettiği ve Hayber halkın­dan kalelerinden inenlerin de ancak çarpışmadan sonra sürülmeleri şartıyla indikleri haberi ulaştı. [786]

İbn Abdilber şöyle demiştir: Hayber toprakları hakkında sahih olan şu­dur: "Hayber topraklarının hepsi, Fedek'in aksine, mağlup edilerek zorla fet­hedilmiştir. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) Hayber topraklarının tamamını, atları ve develeriyle Hayber içlerine kadar dalan ganimetçiîer arasında taksim et­miştir. Bunlar ise Hudeybiye'ye katılan sahabîlerdir. Ulemâ da Hayber top­raklarının taksim edildiği hususunda ihtilâf etmeyip ancak beldeler (ülkeler) ganimet olarak alındığı zaman, toprakların eski sahiplerine bırakılıp vergi mi konacağı, yoksa taksim mi edileceği hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Kûfeli alimler derler ki: Devlet başkanı zorla fethedilen araziyi, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hayber arazisinde uyguladığı gibi taksim etmekle, Hz. Ömer'in Irak'ın Sevâd (Mezopotamya) arazisinde uyguladığı gibi eski sahip­lerine bırakıp vergi koymak arasında muhayyerdir.

İmam Şafiî ise şöyle der: "Fethedilen toprakların hepsi, Hz. Peygam-ber'in (s.a.) Hayber'i taksim ettiği gibi taksim edilir. Çünkü topraklar da kâ­firlerin diğer malları gibi bir ganimettir."

îmam Mâlik de, Hz. Ömer'in yaptığına tâbi olarak, fethedilen toprak­ların eski sahiplerine bırakılıp vergi konacağı yolunda görüş ileri sürmüştür. Çünkü arazi, Hz. Ömer'in kendisinden sonra gelecek müslümanların yararı­na olmak üzere bir grup sahabe arasında uyguladığı araziyi eski sahiplerine bırakıp vergi alması hadisesiyle diğer ganimetlere göre özel bir durum arzet-miştir. İmam Mâlik, Zeyd b. Eşlem kanalıyla onun babasından şöyle rivayet etmiştir: Ömer'in (r.a) şöyle dediğini işittim: "Şayet sonradan gelecek nesil­lere bir şey kalmaması endişesi olmasaydı, müslümanların fethettiği her bir kenti Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hayber'i paylaştırdığı gibi, ben de paylaştırır-dım," [787]

İbn İshak'm söylediği gibi bu rivayet, Hayber arazisinin tamamının his­selere ayrıldığına delâlet eder.

Hayber'in bîr kısmı sulh yoluyla, bir kısmı da zorla fethedilmiştir diyen­ler, şüpheye düşmüş, yanılmışlardır. Onların şüpheye düşmesi, kanlarının dö­külmemesi şartıyla, halkının teslim ettiği iki kale sebebiyledir. Bu iki kale halkının, erkek kadın ve çocukları ganimet olmayınca bunun suhltan dolayı olduğunu zannetmişlerdir. Hayatıma yemin ederim ki, erkek, kadın ve ço­cuklar hakkındaki bu tutum, bir nevi sulh gibidir. Fakat, onlar topraklarını ancak kuşatma ve çarpışma neticesinde bırakmışlardır. Dolayısıyla, bu iki kale halkına ait toprakların hükmü de, hepsi zorla ganimet olarak elde edilen|y< hakkı olanlar arasında paylaştırılan diğer Hayber arazilerinin hükmü gibidir:

Hayber'in yarısı sulh ile diğer yarısı ise zorla fethedildi diyenler, Yahya b. Saîd'in, Beşîr b. Yesâr'dan rivayet ettiği: "Allah Rasûlü (s.a.) yansı ken­disine, diğer yarısı da müslümanlara ait olmak üzere Hayber'i ikiye taksim etti." [788] hadisinden ötürü şüpheye düşmüş olabilirler.

Ebu Ömer (İbn Abdilber) şöyle demiştir: "Bu hadis sahih olsa bile mâ­nasının şöyle olması gerekir: Rasûlullah'a ait olan bu yarı, bu yarıda hakkı olan diğer kimselerle birlikte O'nundu. Çünkü Hayber ganimetleri otuz altı hisseye taksim edilmiş, Hz. Peygamber (s.a.) ve O'nunla birlikte bulunan bir gruba on sekiz hisse düşmüştü. Diğer sahabîler ise geriye kalan hisseleri pay­laşmışlardı. Bunların hepsi de önce Hudeybiye'de bulunup sonra Hayber'e katılan kimselerdi. Halkının, kuşatma ve çarpışmadan sonra teslim ettiği ka­leler İse sulh yoluyla feth edilmiş olmaz. Şayet sulh yoluyla feth edilmiş ol­saydı, sulh ehlinin kendi topraklarına ve diğer mallarına sahip oldukları gibi, onlar da kalelerine sahip olurlardı. Bu hususta doğru olan, Musa b. Ukbe ve diğerlerinin İbn Şihâb'tan rivayet ettikleri değil, İbn İshak'm söylediği­dir." Ebu Ömer'in sözü burada sona ermektedir.

Ben derim ki: İmam Mâlik'in îbn Şihâb'tan rivayetine göre Hayber'in bir kısmı zorla, bir kısmı ise sulh yoluyla fethedilmiştir. Küteybe toprakları­nın çoğu zorla fethedilmiş olmakla birlikte sulh ile elegeçirilen kısmı da var­dır. Mâlik şöyle demiştir: "Küteybe, ürün veren kırk bin hurma ağaçlı Hayber toprağıdır." [789]

îmam Mâlik, Zührî -İbn Müseyyeb kanalıyla şöyle rivayet etmiştir: "Allah Rasûlü (s.a.); Hayber'in bir kısmım zorla.fethetmiştir."[790]

 

C) VADİ'L-KURA GAZASI

 

1_ Vâdi'1-Kurâ Gazası:

 

Allah Rasûlü (s.a.) Hayber'den Vâdi'l-Kurâ'ya gitti. Orada yahudi bir topluluk bulunuyordu. Onlara araplardan da bir cemaat katılmıştı. Ashab konakladığında, yahudiler ashabı ok atışıyla karşıladılar. Ashab harp niza­mında değildi. Neticede Allah Rasûlü'nün kölesi Mid'am öldürüldü. Ashab, "Cennet ona mübarek olsun" demeye başlayınca, Hz. Peygamber (s.a.): "Ha­yır öyle değil! Canım elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, Hayber günü, taksim edilmeyen ganimetten aldığı kadife kazak, üzerinde alev alev yanmak­tadır." buyurdu. Ashab bunu duyduğu esnada bir adam Hz. Peygamberce (s.a.) bir veya iki papuç tasması getirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.aJ): "Ateşten bir papuç tasması veya ateşten iki papuç tasması!" buyurdu. [791]

Hz. Peygamber (s.a.) ashabını savaş düzenine koyarak onları saf saf dizdi. Sancağını Sa'd b. Ubâde'ye verdi. Hubab b. Münzir, Sehl b. Huneyf ve Ab-bâd b. Bişr'e de birer bayrak verdi. Sonra yahudileri İslâm'a davet etti ye onlara, eğer müslüman olurlarsa mallarını muhafaza edip kanlarını koruya­caklarını ve mükâfatlarının da Allah'a ait olacağını bildirdi. Yahudiler bü teklifi kabul etmeyerek, içlerinden birisi çarpışmak için ileri atıldı. Ona kar^ı Zübeyr b. Avvâm ileri çıkıp onu öldürdü. Sonra bir başkası daha ileri atıla . Zübeyr b. Avvâm onu da öldürdü. Sonra bir başkası daha ileri atıldı; Bu  ona karşı Hz. Ali b. Ebî Tâlib (r.a) ileri çıkarak onu öldürdü. Bu şekilde devam ede ede onlardan on bir kişi öldürüldü. Onlardan her biri öldürüldü­ğünde Allah Rasûlü (s.a.) geride kalanları İslâm'a davet ediyordu. O gün na­maz vakti girince Allah Rasûlü (s.a.) ashabına namaz kıldırıyor, sonra dönüp onları yeniden İslâm'a, Allah'a ve Rasûlü'ne inanmaya davet ediyordu. On­lar yine bunu kabul etmeyince, Allah Rasûlü (sa.) kendileriyle, akşam olup, sabahlaymcaya kadar harp etti. Güneş henüz bir mızrak boyu yükselmemişti ki, ellerinde olan şeyleri Allah Rasûlü'ne (s.a.) teslim ettiler. Allah Rasûlü (s.a.) Vâdi'l-Kurâ'yı zorla fethetmiş ve Allah Teâlâ onların mallarını kendi­sine ganimet olarak nasib etmiştir. Müslümanlar savaş neticesinde, birçok ev eşyası ve mal elde etmiştir. Allah Rasûlü (s.a.) Vâdi'l-Kur'â'da dört gün ikâ­met etmiş ve elde ettiği şeyleri ashabı arasında orada iken taksim etmişti. Arazi ve hurmalıkları yahudilerin ellerinde bırakarak, bunları işletmek üzere on­larla anlaşma yapmıştır. Allah Rasülü'nün (s.a.) Hayber, Fedek ve Vâdi'l-Kurâ halklarıyla uzlaşma yaptığı haberi, Teymâ yahudilerine ulaşınca Allah Rasûlü'yle (s.a.) anlaşma yaparak» mallarıyla beraber orada ikamet etmiş­lerdir. Hz. Ömer (r.a) hilâfete geçince, Hayber ve Fedek yahudilerini sürmüş, fakat Teymâ ve Vâdi'1-Kurâ halkını sürmemiştir. Çünkü, Teymâ ve Vâdi'l-Kurâ, Şam topraklarına dahildi... Hz. Ömer, Vâdi'l-Kurâ'nın berisinden Me­dine'ye kadar olan bölgeyi Hicaz bölgesi, bunun gerisinde kalan bölgeyi de Şam toprakları olarak kabul etmiştir. [792] Allah Rasûlü (s.a.) dönerek Medi­ne'ye gitmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.) yolun bir kısmını katetmiş, bütün gece yürümüş­tü. Yolun bir yerine gelince onları uyku bastırmış, uyuma ve istirahat için konaklamışlardı. Allah Rasûlü (s.a.) Bilâl'e: "Sen bu gece bizim için bek-'Ie!" dedi. Bilâl, kendisine takdir edildiği kadar (nafile) namaz kıldı, Allah Rasûlü (s.a.) ve ashabı uyudular. Tan yerinin ağarması yaklaşınca Bilâl, tan-yerine doğru yönelerek devesine yaslandı. Fakat devesine yaslanmış bir vazi­yette iken Bilâl'in gözlerine uyku galebe çaldı. Güneş yüzlerine vuruncaya kadar ne Hz. Peygamber (s.a.), ne Bilâl, ne de ashabtan herhangi biri uyanabildi. Neticede içlerinden ilk uyanan Allah Rasûlü (s.a.) oldu; telaşa kapılarak: "Ey Bilâl!" diye seslendi. Bilâl: "Ey Allah'ın Rasûlü! Anam babam sana feda olsun. Senin nefsini tutan, benimkini de tuttu." diye karşılık verdi. Develeri­ni bir miktar yürüterek, bu vadiden çıktılar. Sonra Allah Rasûlü (s.a.): "Bu, içinde şeytan bulunan bir vadidir." buyurdu. O vadiyi geçince ashaba, inip abdest almalarını emretti. Sonra sabah namazının sünnetini kıldı. Sonra Bi-lâl'e emrederek, namaz için kamet getirmesini istedi ve ashaba sabah namazını kıldırdı. Sonra onlara yönelip, korkularını görünce şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Allah ruhlarımızı almıştı. Eğer dileseydi onu bize, bundan başka bir vakitte de geri verirdi. İçinizden biri namazını uyuyarak geçirir yahut na? mazını unutur, sonra hatırlarsa, geçirdiği namazı, vaktinde kıldığı gibi kıl­sın." Sonra Allah Rasûlü (s.a.) Hz. Ebu Bekir'e yönelerek: "Şeytan, ayakta namaz kılar Vaziyetteyken Bilâl'e gelmiş, onu yan üstü yatırmış, ninniler söyr leyip hafif hafif vurularak çocuğun uyutulduğu gibi onu uyutmaya çalışmış ve nihayet o da uyumuştur." dedi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) Bilâl'ı rarak, Ebu Bekir'e anlattığı şeyi ona da anlatmıştır.[793]

Bir rivayete göre, bu hâdise Hudeybiye'den dönüşlerinde vuku tur. Başka bir rivayete göre ise, Tebük seferinden dönüşlerinde olmuştur. Uyuf yarak sabah namazını geçirme hâdisesini, İmrân b. Husayn rivayet etmiş, fakat zamanını belirtmemiş [794] ve hangi gazvede gerçekleştiği hakkında hiçbir şey söylememiştir. Aynı şekilde bu hâdiseyi Ebu Katâde de nakletmiştir. Her iki si de, uzun bir kıssa içinde bunu rivayet etmişlerdir.[795]

İmam Mâlik, Zeyd b. Eslem'den, bu olayın Mekke yolunda olduğun rivayet etmiştir. Bu rivayet mürseldir. [796]

Şu'be'nin, Cami' b. Şeddâd -Abdurrahman b. Ebu Alkame senediyle rih vayetine göre Abdullah b. Mes'ûd diyor ki: "Allah Rasûlü'yle (s.a.) beraL ber, Hudeybiye zamanında geldik. Hz. Peygamber (s.a.): "Kim bizi bekler? buyurdu. Bunun üzerine Bilâl: "Ben beklerim dedi"... İbn Mes'ûd kıssanın devamını anlatmıştır. [797]

Fakat râviler bu kıssa hakkında çelişkiye düşmüşlerdir. Abdurrahman b. Mehdî, Şu'be-Câmi kanalıyla: "Bu kıssada nöbetçi İbn Mes'ûd idi." de­miştir. Gunder ise Câmi'den naklederek, bekçinin Bilâl olduğunu söylemiş­tir. Bu kıssanın tarihi hakkındaki rivayet de <, ilişkilidir. Mu'temir b. Süleyman1, Şu'be -Cami' kanalıyla: "Bu olay, Tebük seferinde olmuştur" diye rivayet etmiş, diğerleri ise yine Câmi'den; bu olayın Hudeybiye'den dönüşlerinde ol­duğunu söylemişlerdir. Bu da rivayette bir yanılgı olduğunu ortaya kor. Züh-rî'nin Saîd'den rivayet ettiği haber böyle bir şeyden salimdir.  Başarıya laştırmak Allah'tandır. [798]

 

2— Bu Gazadaki Fıkhı Hükümler:               

 

1—(Bir kimse, bir namazı uyuyarak veya unutarak geçirirse bu namazın

vakti, uyandığı veya hatırladığı zamandır.            

2— Revâtib sünnetler (farzlardan önce veya sonra kılınan sünnetler) de arzlar gibi kaza edilir. Allah Rasûlü (s.a.), sabah namazının sünnetini de far-zıyla beraber kaza etmiştir. Öğle namazının sadece sünnetini tek olarak kaza etmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) tavrı, revatib sünnetleri de farzlarla birlik­te kaza etmekti.

3— Kaçırılan namazlar için de, ezan okunup kamet getirileceği. Çünkü bu kıssanın bazı rivayetlerinde Allah Rasûlü (s.a.) Bilâl1 e, namaz için ezan okumasını, bazı rivayetlerinde ise ezan okuyup kamet getirmesini emretmiş­tir. Bunu Ebu Davud rivayet etmiştir.

4—  Kaçırılan namazların da cemaatle kılınabileceği.

5— Kaçırılan namazların, Allah Rasûlü'nün (s.a.): "Hatırladığı zaman kılsın" emrinden dolayı hemen kaza edilmesi gerekir. Hz. Peygamber'in (s.a.), namazı istirahat için konakladıkları yerden biraz sonraya ertelemesi, oranın şeytanın bulunduğu bir yer olmasından ötürüdür. Böylece oradan daha ha­yırlı bir yere gitmiştir. Bu ise, kaza hususunda acele etmeyi kaçırma sayıl­maz. Çünkü onlar namaz ve onun durumuyla meşgul idiler.

6— Özellikle tuvalet ve hamam gibi şeytanın mekân tuttuğu yerlerde na­maz kılmaktan kaçınmaya tenbih vardır. Çünkü bu yerler, şeytanın sığındığı ve ikâmet ettiği yerlerdir. Hz. Peygamber (s.a.), namazı bu vadide kaza etme hususunda acele etmeyi terk ettiğinde: "Orada şeytan vardır" demiştir. Pe­ki, ya şeytanın sığınağı ve barınağı olan yerler hakkında ne düşünülür? [799]

 

3— Medine'ye Dönüş ve Ensann Mallarının Geri Verilişi:

 

Hz. Peygamber (s.a.), Medine'ye dönüp de Muhacirler, Hayber'de ken­dilerine bağışlanan mallara ve hurma ağaçlarına sahip oldukları zaman En-sar'm hediye olarak kendilerine verdikleri hurma ağaçlarını onlara geri verdiler. Ümmü Süleym de -Enes b. Mâlik'in annesidir- Hz. Peygamber'e (s.a.) bir­kaç mahsüllü hurma ağacı vermiş, Rasûlullah da mahsulünden istifade etmek üzere, bunları dadısı Ümmü Eymen'e -Üsâme b. Zeyd'in annesidir- ver­mişti. Allah Rasûlü (s.a.) hurma ağaçlarını Ümmü Süleym'e geri verince, bun­ların yerine Ümmü Eymen'e her hurma ağacı karşılığında kendi bahçesinden on hurma ağacı vermiştir.[800]

 

D) BAZI SERİYYELER

 

Hz. Peygamber (s.a.) Hayber dönüşü Medine'de Şevval ayına kadar kal­mış ve bu süre içerisinde çeşitli yerlere birçok seriyyeler göndermiştir. [801]

 

1— Hz. Ebu Bekir Seriyyesi:

 

Benî Fezâre taraflarına, Necid'e gönderilen Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) se­riyyesi.

Ebu Bekir'in yanında Seleme b. Ekvada bulunmaktaydı. Seleme'nin pa­yına güzel bir cariye düşmüş, Allah Rasûlü (s.a.) Seleme'den onu hibe etme­sini istemiş ve Mekke'de bulunan müslüman esirlere karşılık onu fidye olarak vermişti. [802]

 

2— Hz. Ömer Seriyyesi:

 

Otuz süvari ile birlikte Hevâzin taraflarına gönderilen Hz. Ömer (r.a) seriyyesi.

Fakat Hevâziniiler'e Hz. Ömer'in gelmekte olduğu haberi ulaşınca kaç­tılar; seriyye onların mahallerine geldi. Hz. Ömer, onlardan kimseye rastlamadan Medine'ye geri döndü. Bu arada kılavuz, Hz. Ömer'e: "Has'amo-ğullarından başka bir topluluğu bırakıp gidecek misin ki, onlar yurtlarındaki kuraklık yüzünden buraya kadar gelmiş bulunuyorlar." dedi. Hz, Ömer: "Al­lah Rasûlü (s.a.) bana, onlarla çarpışmayı emretmemiştir." diye karşılık ver­di ve onlara dokunmadı. [803]

 

3— Abdullah b. Revâha Seriyyesi:             

 

İçlerinde Abdullah b. Üneys'in de bulunduğu yahudi Yesîr b. Rizâm'a, otuz süvari ile gönderilen Abdullah b. Revâha seriyyesi.

Allah Rasûlü'ne (s.a.) Yesîr'in, Gatafanlıları toplayıp kendisiyle sava­şacağı haberi ulaşmıştı. Abdullah b. Revâha komutasındaki seriyye, Hayber'de Yesîr'e gelerek: "Allah Rasûlü (s.a.) seni Hayber'e vali yapacağını bildirmek için bizi yolladı." dediler. Yesîr, yahudilerden otuz kişiyi yanma alarak yola çıktı ki, her birinin terkisinde müslümanlardan biri bulunuyordu. Yol alma­ya başlayıp, Karkarat-i Niyar -Hayber'e altı mildir- denilen yere geldiklerin­de Yesîr, pişman olarak elini Abdullah b. Üneys'in kılıcına uzattı. Abdullah b. Üneys durumu farkederek, hemen devesini geriletti. Sonra devesinden inerek kafilenin arkasında kaldı. Bir fırsatını bulunca, Yesîr'in ayağına bir darbe indirerek kesti. Yesîr de, elindeki kayın ağacından yapılma ucu eğri sopa ile Abdullah b. Üneys'in yüzüne vurup başını beyne sirayet edecek şekilde yar­dı. Bunun üzerine müslümanlardan her biri önündeki Yesîr'in adamına hamle yaparak onu öldürdü. Yalnızca kaçıp yakalanmayarak onları aciz bırakan bir yahudi kuruldu. Müslümanlardan hiç kimse ölmedi. Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına geldiklerinde, Hz. Peygamber (s.a.) Abdullah b. Üneys'in başının ya­rığına tükürdü. O günden sonra başının yarığı ne irinlendi, ne de ölünceye kadar onu rahatsız etti. [804]

 

4— Beşîr b. Sa'd Seriyyesi:

 

Otuz kişiyle birlikte Fedek'teki MürreoğuUarına gönderilen Beşîr b. Sa'd -el Ensarî seriyyesi.

Beşîr b. Sa'd onlara gitmek üzere yola çıktı. Davar çobanlarına rastladı. Bulabildiği davar, deve ve sığırları sürüp Medine'ye doğru yol almaya başladi. Mürreoğulları geceleyin Beşîr b. Sa'd'a yetişip İslâm birliğini sabaha ka­dar oka tuttular. Beşîr ve arkadaşlarının okları tükendi, içlerinden kurtulup dönebilen döndü, şehit olanlar da şehit oldu. Beşîr olanca gücüyle çarpıştı. Mürreoğulları deve, sığır ve koyunlanyla geri döndüler. Beşîr canını dişine takarak Fedek'e ulaştı. Fedek'te yahudüerin yanında, yaraları iyileşinceye Iça-dar kalıp Medine'ye döndü. [805]

 

5— Mürreoğullanna Gönderilen Seriyye:

 

Sonra Allah Rasûlü (s.a.), Cüheyne kabilesinden, Huraka üzerine bir 4t -riyye gönderdi. Bu seriyye içerisinde Üsame b. Zeyd de bulunuyordu. Hura-kalılar'a yaklaştıklarında, seriyyenin başındaki komutan, bilgi edinmek için öncüler gönderdi. Öncüler onların durumlarını ilettiklerinde, geceleyin onla­ra yaklaşana kadar ilerledi. Mürreoğullan, davarlarını sağıp sessizce köşele­rine çekilmişlerdi. Komutan ayağa kalkıp Allah'a lâyık olduğu şekilde hamd-ü senada bulunduktan sonra şöyle dedi: "Ben size, bir olan, ortağı bulunma­yan Allah'ın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmanızı, bana da itaat edip, karşı gelmemenizi ve alacağım kararlarda, işimde bana aykırı davran­mamanızı tavsiye ederim. Zira kendisine itaat edilmeyenin görüşü yoktur." Sonra onları düzene koyarak şöyle dedi: "Ey filan! Sen filanla, ey falan! Sen falanla arkadaş ve kardeşsin! Sizden biri, arkadaş ve kardeşini bırakmasın! Sakın ola, sizden biri döndüğünde ben ona, arkadaşın nerede diye sorduğumda, bilmiyorum demesin! Ben tekbir aldığım zaman, siz de tekbir alın!" dedi. Mücahidler, tekbir alıp kılıçlarını sıyırarak, bir tek hamle yapıp, Mürreoğul-lanm kuşattılar. Allah'ın kılıçları Mürreoğüllarını yakalamış, onlardan dile­diklerini yere indiriyorlardı. O gün parolaları; "Emit! Emit! = Öldür! Öldür!" idi. Üsâme, Mürreoğullarından Mİrdâs b. Nehîk adında bir adamın peşine düşmüştü. Mirdas'a yaklaşıp da kılıcıyla dokununca, Mirdas: "Lâ ilahe illallah" dedi. Fakat yine de Üsâme onu öldürdü. Sonra mücahidler onların davar, deve, sığır ve çocuklarını alıp götürdüler. Her bir mücahide on deve veya onun karşılığı koyun düşmüştü. Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanına gelip de, Üsâme'nin yaptığı haber verilince, bu durum Allah Rasûlü'ne (s.a.) çok ağır gelerek şöyle buyurdu: "Onu 'Lâ ilahe illallah' dedikten sonra mı öl­dürdün?" Üsâme: "O, bunu ancak ölümden kurtulmak için söylemiştir." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Kalbini yarıp baktın mı?" dedi. Sonra Allah Rasûlü (s.a.): "Kıyamet gününde *Lâ ilahe illallah' sözüyle gelirse halin ne olur!" buyurdu. Allah Rasûlü bu sözü o kadar tekrar etti ki, Üsâme o gün yeni müslüman olmayı temenni[806] ederek şöyle söyledi: "Ey Allah'ın Rasülü! 'Artık Lâ ilahe illallah diyen bir kimseyi öldürmemek hususunda Allah'a söz veri­yorum!" Allah Rasûlü: "Benden sonra da" buyurdu. Üsâme: de: "Senden sonra da" dedi. [807]

 

6— Gâlib b. Abdullah Seriyyesi:

 

Allah Rasûlü (s.a.) Gâlib b. Abdullah el-Kelbî'yi, Kedîd'teki Mülevva-hoğulîarına gönderdi ve ona Mülevvahoğullarına ansızın baskın yapmasını emretti.

İbn îshak şöyle demiştir: Bana, Yakub b. Utbe, Müslim b. Abdullah el-Cühenî- Cündeb b. Mekîs el-Cühenî kanalıyla şöyle anlattı. Mekîs el-Cühenî şöyle demiştir: Ben onun seriyyesinde bulunuyordum. Yola çıktık, Kedîd'e geldiğimizde, Haris b. Mâlik b. Bersâ el-Leysî'ye rastlayıp onu yakaladık. Kendisi: "Ben müslüman olmak için geldim." dedi. Gâlib b. Abdullah ona: "Eğer gerçekten müslüman olmak için gelmişsen, bir gün bir gece bağlan­mak sana zarar vermez. Yok eğer bundan başka maksatla gelmişsen, sana karşı emniyette olmuş oluruz." deyip iple sıkıca bağlayarak, zenci bir adam­cağızı başında bıraktı ve ona; "Biz senin yanına gelinceye kadar onunla kal! Eğer sana üstün gelmeye kalkışırsa, başını kes." dedi. Sonra yolumuza de­vam ederek Kedîd vadisine vardık ve ikindiden sonra, akşama doğru orada konakladık. Arkadaşlarım beni, gözcü olarak Mülevvahoğullarına gönder­di. Orada bulunanları rahatça görebileceğim bir tepeciğe çıktım ve yüz üstü yattım. Bu sırada daha güneş batmamıştı. Onlardan bir adam dışarı çıkarak beni tepeciğin üzerinde yüzüstü yatarken gördü ve karısına: "Şu tepeciğin üze­rinde günün başında görmediğim bir karaltı görüyorum. Bir de sen bak, kö­pekler bazı kaplarını sürükleyip götürmüş olmasın?" dedi. Kadın baktı ve: "Hayır! Vallahi, ben bir şey göremiyorum." dedi. Adam: "Bana, yayımla birlikte okluğumdan iki ok getir." dedi. Kadın da bunları kocasına getirdi.

Adam bana bir ok atarak böğrüme sapladı. Oku çıkarıp yere bıraktım, hiç hareket etmedim. Sonra bana bir ok daha attı ve onu da omuzumun başına sapladı. Onu da çıkarıp yere koydum ve hareket etmedim. Adam karısına: "Vallahi! Oklarım onu karıştırdı. Eğer bir gözcü olsaydı hareket ederdi. Sa­baha çıkınca oklarımı bul, al, getir! Köpekler onları dişleriyle çiğnemesin!" dedi. Mekîs el-Cühenî şöyle devam eder: Onları bir müddet kendi hallerine bıraktık. Akşam olup develeri gelmiş, onların sütlerini sağıp, evlerine çekil­mişler ve gecenin zifiri karanlığı gitmişti. Onlara âni bir baskın yapıp bizimle çarpışanları öldürdük. Deve ve sığırları sürerek oradan geri döndük. Onlar­dan biri imdat istemek için kabilelerine doğru gitti. Süratle çıkarak Haris b. Mâlik ve arkadaşına uğradık. Onları yanımıza aldık. İmdada gelenler bize doğru gelmeye başladı. Kendilerine karşı koyamayacağımız kadar çok insan geldi. Onlarla aramızda sadece Kudeyd vadisi kalmıştı. Allah Azze ve Celle kendi katından bir sel gönderdi. Vallahi bundan önce hiç böyle yağmur gör­memiştik. Hiç kimsenin geçemeyeceği şekilde sel geldi. Onlardan hiçbir kim­senin seli geçemeyip, sadece durup bize baktıklarını gördüm. Biz vadiyi geçip süratle ilerleyerek Müşellel tepesine sığınmıştık. Sonra tepeden inerek elleri-mizdekilerle onları aciz bıraktık.[808]

Bu seriyyenin, bundan önce anlatılan seriyye olduğu da söylenmiştir. Allah en iyi bilendir. [809]

 

7— Beşîr b. Sa'd Seriyyesi:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) Hayber'e gönderdiği kılavuzu Huseyl b. Nüveyre Medine'ye gelmişti. Hz. Peygamber (s.a.-) ona: "Arkanda bıraktığın yerler­den ne haber?" diye sordu. Huseyl şöyle dedi: "Yemen, Gatafan ve Hayyan kabilelerini toplanmış vaziyette bıraktım. Uyeyne onlara; siz mi bizim yanı­mıza gelirsiniz yoksa biz mi sizin yanınıza varalım diye haber salmış; onlar da, sen bizim yanımıza gel diye haber göndermişler. Bunlar, seni veya etra­fındakilerden bazılarını öldürmek istiyorlar."

Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'i çağıra­rak durumu onlara anlattı. Her ikisi de: "Beşîr b. Sa'd'ı gönder." dediler.

Allah Rasûlü (s.a.) Beşîr b. Sa'd'ı, bir sancak bağlayıp üç yüz kişiyle birlikte yolladı. Geceleri yürüyüp gündüzleri gizlenmelerini onlara emretti. Onlarla beraber Huseyl de kılavuz olarak sefere katıldı. Geceleri yürüyüp gündüzleri saklanarak Hayber'in altlarına kadar geldiler. Düşmanlara İyice yaklaşıp yay­lıma bırakılan hayvanlarına baskın yaptılar. Bu haber onlara ulaşınca sağa sola dağıldılar. Beşîr b. Sa'd, arkadaşlarıyla çıkıp bunların konak yerlerine geldi, fakat orada hiçbir kimseyi bulamadı; elde ettikleri hayvanlarla geri dön­düler. Selah demlen yere geldiklerinde, Uyeyne'nin casusuna rastlayıp onu öldürdüler. Sonra Uyeyne'nin topluluğuna rastladılar. Uyeyne onlardan ha­berdar değildi. Birbirleriyle uzaktan uzağa, çarpışmaya giriştiler. Uyeyne'nin topluluğu bozuldu. Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabı onların peşine düşerek iki kişiyi yakaladılar. Mücahidler bu kişileri Hz. Peygamber'e (s.a.) getirince ikisi de müslüman oldular. Allah Rasûlü (s.a.) de onları serbest bıraktı.[810]

Haris b. Avf, Uyeyne'ye, bozguna uğramış ve atı kendisini dört nala gö­türürken: "Dur!" diye seslendi. Uyeyne: "Duramam. Arkamdan takip ediliyorum" diye karşılık verdi. Haris, Uyeyne'ye: "Senin hâlâ durum ve tu­tumunu göz önüne alıp düşünmek zamanın gelmedi mi? Muhammed, mem­leketler fethedip duruyor. Sen ise başka şeyler üzerinde duruyorsun." dedi. Haris şöyle demiştir: Güneşin zevalinden geceye kadar orada bekledim, fa­kat hiçbir kimseyi göremedim. Onu da aramadılar. Ancak onun kalbine bir korku düşmüştü. [811]

 

8- İbn Ebî Hadred el-Eslemî Seriyyesi:

 

Allah Rasûlü (s.a.), İbn Ebî Hadred el-Eslemî'yi bir seriyye ile gönder­dik İbn İshak kıssayı şöyle anlatmıştır: Cüşem b. Muâviye kabilesinden Kays b. Rifâa veya Rifâa b. Kays adında bir adam büyük bir toplulukla gelerek Kayslıları, Allah Rasûlü'ne (s.a.) karşı savaş açmak üzere toplamak maksa­dıyla Gâbe'de konakladı. Bu adam Cüşemliler içerisinde isim ve şeref sahibi bir kimseydi. İbn Ebî Hadred el-Eslemî devamla şöyle der: Hz. Peygamber (s.a.), benimle birlikte müslümanlardan iki kişiyi daha çağırarak: "Gidip şu adam hakkında haber ve bilgi getirin" diye emir verdi. Bize, son derece za­yıflamış, arık bir deve verilerek içimizden biri deveye bindirildi. Vallahi, de­ve zayıflığından dolayı arkadaşımızı kaldıramaymca bazı adamlar devenin arkasından düşmemesi için elleriyle dayandılar, nihayet deve kalktı. Neredeyse kalkamayacaktı. Allah Rasûlü (s.a.): "Bununla idare edin!" buyurdu. Ok e kılıçtan ibaret silahlarımızla yola çıktık. Güneşin batmasına yakın, ko naklamış topluluğa yaklaştığımızda ben bir köşede gizlendim ve iki arkadaşı­ma da oymağın diğer tarafında gizlenmelerini söyleyerek; benim, askerin etrafında tekbir alıp sesimi yükselttiğimi duyunca, siz de benimle birlikte tekbir alıp sesinizi yükseltin, diye emrettim. Vallahi, bizler bu şekilde bir gaflet anı yakalamayı veya herhangi bir şey görmeyi beklerken gece bizi bürümüş ve gecenin karanlığı yok olup sabah yaklaşmıştı. Oymağın hayvanlarını otlat­mak için bu taraflara gönderilmiş bir çobanları vardı. O gün yanlarına gel­mekte gecikmiş ve onun hakkında korkuya kapılmaya başlamışlardı. Arkadaşları Rifâa b. Kays kalkıp kılıcım alarak boynuna astı ve: "Vallahi, bu çobanımızın peşinden gideceğim. Vallahi herhalde başına bir kötülük gel­miştir." dedi. Yanında bulunanlardan birkaç kişi de: "Vallahi gidemezsin. Senin yerine biz gideriz." dediler. Rifâa: "Vallahi benden başka kimse git­meyecek?" deyince, "Bizler de seninle beraber geleceğiz." dediler. Kays: "Val­lahi, içinizden kimse peşimden gelmesin!" diyerek çıktı ve benim bulunduğum yere doğru gelmeye başladı. Bir fırsatını bulunca ona bir ok attım ve kalbine sapladım. Vallahi hiç konuşamadı. Derhal üstüne atlayıp kafasını uçurdum. Sonra tekbir alarak askerin tarafına bağırmaya başladım. Benimle birlikte İki arkadaşım da tekbir alıp bağırmaya başladılar. Vallahi orada bulunan top­luluk, güçleri yettiğince kadın ve çocuklarını kurtarmak için, yanındakine dik-ket et, yanındakine dikkat et diye bağırmaktan başka bir şey yapmadılar. Yanlarında mallarından hafif olanları götürebildiler. Çok sayıda deve ve ko­yun sürüp götürdük. Bu deve ve koyunları Allah Rasûlü'ne (s.a.), getirdik. Rifâa'nın kellesini de yanımda taşıyıp getirmiştim. Allah Rasûlü (s.a.) mehir olarak kullanmam için bu develerden on üçünü bana verdi. Ailemi yanıma topladım. O zaman kabilemden bir kadınla evlenmiştim. Ona iki yüz dirhem mehir verecektim. Evlenmeme yardım etmesini isteyerek Allah Rasûlü'ne (s.a.) geldiğimde bana: "Vallahi, yanımda sana yardım edebileceğim bir şey yok." demişti. Bunun üzerine günlerce bekledim... Sonra İbn Ebî Hadred bu seriy-yeyi anlatmıştır. [812]

 

9— İdam'a Gönderilen Seriyye:

 

Allah Rasûlü (s.a.), içlerinde Ebu Katâde ve Muhallim b. Cessâme'nib de bulunduğu müslümanlardan teşekkül eden bir seriyyeyi İdam'a gönderdi. Âmir b. Azbat el-Eşcaî, yanında kendisine ait bazı eşyaları ve bir süt tulu-muyla devesijizerinde müslümanların yanına uğrayıp İslâm'a uygun bir şekilde selâm verdi. Fakat müslümanlar selâmını almadılar. Muhallim b. Ces-sâme, aralarındaki bir sürtüşmeden dolayı Âmir'in üzerine hücum ederek onu öldürdü, devesini ve eşyalarını aldı. Medine'ye Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanı­na geldiklerinde O'na durumu anlattılar. Haklarında şu âyet indi: "Ey iman edenler! Allah yoluna koyulduğunuz zaman iyice araştırın. Size selâm vere­ne, dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek, 'Sen mü'min değilsin' de­meyin. Çünkü Allah katında birçok ganimetler vardır. Önceden siz de öyleydiniz. Allah size lütfetti. O halde iyice araştırıp anlayın. Şüphesiz ki Al­lah işlediklerinizden haberdardır." [813] Medine'ye gelip bu durum Allah Ra-sûlü'ne (s.a.) haber verilince Muhallim'e: "Onu, Allah'a iman ettim, dedikten sonra mı öldürdün?" diye çıkıştı. [814]

Hayber'in fethedildiği sene Kays kabilesinin reisi olan Uyeyne b. Bedr, Âmir b. Azbat el-Eşcaî'nin diyetini talep için Allah Rasûlü'ne (s.a.) geldi. Hındif kabilesinin reisi olan Akra' b. Habis ise Muhallim'den diyet alınmasını engellemeye çalışıyordu. Allah Rasûîü (s.a.), Âmir'in kabilesine: "Sizler biz­den şimdi elli deve, Medine'ye döndüğümüz zaman da elli deve almaya razı olmaz mısınız?" diye teklifte bulundu. Uyeyne b. Bedr ise: "Vallahi, benim kadınlarıma tattırdığı acıyı Huraka kabilesinden olan onun kadınlarına da tat-tırmadıkça onu bırakmam." diye karşılık verdi. Bunu söyleyip durdu. Ama sonunda diyete razı oldular. Müslümanlar, Muhallim'i bağışlaması için Hz, Peygamber'in (s.a.) yanına getirdiler. Muhallim, Allah Rasûlü'nün (s.a.) hu­zurunda durunca Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'ım, Muhallim'i bağışlama!" diye beddua etti ve bunu üç kere tekrarladı. Muhallim ayağa kalktığında göz­yaşlarını elbisesinin ucuyla siliyordu. [815]

İbn İshak şöyle demiştir: Muhallim'in kabilesi, bundan sonra Allah Ra­sûlü'nün (s.a.) onu bağışladığını iddia etmişlerdir. İbn İshak devamla şöyle der: Bana Ebu'n-Nadr Salim şöyle anlattı: Âmir'in kavmi diyeti kabul etme­diler. Akra' b. Habis kalkıp gitti ve onlarla başbaşa kalınca: "Ey Kayslılar! Allah Rasûlü (s.a.) size, kendisiyle insanları barıştırmak için sizin terkettiği-niz öldürülen bir adamı istedi. Siz de Allah Rasûlü'nün (s.a.), insanların arasini barıştırmasını engellediniz. Peki Allah Rasûlü (s.a.) size kızıp da O'nun ^kızmasından ötürü Allah'ın gazabına uğramayacağınızdan veya size lanet edip J de O'nun laneti üzerine Allah'ın da size lanet etmeyeceğinden emin misiniz?! i Vallahi, ya onu Allah Rasûlü'ne (s.a.) teslim edersiniz ya da Temimoğulla-rından, hepsi de öldürülenin kesinlikle namaz kılmadığına şahitlik eden elli kişi getirir ve öldürülenin kanını heder ederim." dedi. Böyle söyleyince Âmir'in kabilesi diyeti almayı kabul etti. [816]

 

10— Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî Seriyyesi:

 

Sahihayn'da Saîd b. Cübeyr'in rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiş­tir: "Allah Teâlâ'nm, 'Ey iman edenler; Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan emir sahibine itaat edin....'[817] âyeti Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî hakkında inmiştir. Allah Rasûlü (s.a.), kendisini bir seriyye ile göndermiş­ti." [818]

Yine Sahihayn 'da A'meş -Saîd b. Ubeyde- Ebu Abdurrahman es-Sülemî kanalıyla gelen bir hadiste Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) Ensar'dan bir adamı, gönderdiği bir seriyyeye komutan tayin etti. Seriyyede bulunanlara da komutam dinleyip itaat etmelerini emrederek onları gönder­di. Derken bir şeyden ötürü bu komutanı kızdırdılar. O da: "Bana odun toplayın" dedi. Hemen topladılar. Sonra: "Bir ateş yakın" dedi, yaktılar. Bundan sonra: "Allah Rasûlü (s.a.) size, beni dinleyip itaat etmenizi emretme­di mi?" dedi. Onlar da: "Evet emretti" dediler. Komutan: "Öyleyse bu ate­şe girin!" dedi. Bunun üzerine birbirlerine bakışarak: "Biz Allah Rasûlü'ne (s.a.) ateşten kurtulmak için sığındık" dediler. Nihayet komutanın öfkesi geçti ve ateş söndürüldü. Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanına geldiklerinde bu olayı an­lattılar. Allah Rasûlü (s.a.): "Eğer ateşe girselerdi bir daha ondan çıkamaz­lardı. İtaat ancak meşru olan şeyler hususundadır." buyurdu.[819] Bu komutan Abdullah b. Huzâfe es-Sehmf dîr. [820]

SoruSjEğer ateşe girmiş olsalardı, yanlış te'vilde bulunarak kendi zanla-rma göre Allah'a ve Rasûlü'ne itaat için girmiş olacaklardı. Öyle olunca na­sıl olur da" ebedî ateşte kalırlar?

Cevap: Çünkü kendilerini ateşe atmak günah olduğundan, eğer bunu iş­lemiş olsalardı intihar etmiş olurlardı. Seriyyede bulunanlar, kendilerini ate­şe atmanın bir itaat, bir Allah'a yaklaşma ameli mi yoksa günah mı olduğunu düşünmeksizin hemen ateşe girmeye karar verselerdi, böyle yapmakla, ken­dilerine haram kılınmış olan bir şeyi yapmaya kalkışmış olurlardı ki, bu hu­susta ülü'l-emr'e itaat etmek caiz değildir. Halbuki, yaratana isyan olan bir hususta yaratılana itaat olunmaz. Böyle olunca, kendilerine ateşe girmeyi em­redene itaat etmeleri Allah'a ve Rasûlü'ne isyan olacağından, bu itaat azab görmelerine sebep teşkil edecekti. Çünkü bu itaat, masiyetin ta kendisidir. Eğer ateşe girselerdi, ülü'l-emr'e itaat etmiş olsalar bile Allah'a ve Rasûlü'ne isyan eden kimseler olacaklardı. Ülü'l-emr'e itaatleri Allah'a ve Rasûlü'ne karşı yapılan isyanı ortadan kaldırmayacaktı. Çünkü onlar, kendini öldüre­nin azaba müstehak olduğunu ve Allah'ın kendilerine bunu yasakladığını bi­liyorlardı. Dolayısıyla, meşru olan şeyler haricinde kendisine itaat edilmesi vacip olmayan kimseye itaat için bu yasağı çiğnemeye haklan yoktur.

Ülü'l-emr'e itaat için kendisine azap eden kimsenin hükmü bu olduğuna göre, yine ülü'l-emr'e itaat maksadıyla, eziyet edilmesi caiz olmayan başka bir müslümana azab eden kimsenin hali ne olur!

Hem adı geçen sahabiler eğer ateşe girselerdi, bu ateşe girmekle Allah'a ve Rasûlü'ne itaat etmeyi kasdetmelerine rağmen ateşten çıkamayacaklarına göre, kendisini dünyevî arzu ve endişe caiz olmayan itaate sevkeden kimse­nin hali ne olur!

Bu kişiler eğer ateşe girselerdi, komutana itaat etmeyi kasdetmiş olup bunun da Allah'a ve Rasûlü'ne bir itaat olduğunu zannetmelerine rağmen ateş­ten çıkamayacaklarına göre, şeytanın kardeşleri olan ve bazı bilgisiz kimsele­ri, bunun Hz. Halil İbrahim'in bir mirası olduğu ve ateşin Hz. İbrahim'e karşı olduğu gibi kendilerine karşı da soğuk ve selâmet olacağı şeklinde bir şüpheye düşürüp ve insanların akıllarını karıştırıp ateşe girenlerin halleri ne olur! Bunların en hayırlısı, ateşe rahmanı bir halle girdiği zannına kapılan aklı ka­rıştırılmış kimsedir. Oysa oraya şeytanî bir halle girmiştir. Bunu bilmeyince bu kişi melbusûn aleyh (hakikat kendisine karşı karıştırılan) dir. Eğer bunu bilirse bu kişi de şeytanın dostlanndan olmasına rağmen, kendisinin Rahman'ın dostlarından olduğu yolunda insanları şüpheye düşüren, onların akıllarını ka­rıştıran, bir mülebbistir. Bunların çoğu ateşe şaşırtıcı bir hareket ve insanın gözünü bağlayan tüllerle girerler. Bunlar dünyada ateşe girmeleri hususunda üç sınıftırlar: 1) Hakikat kendisine karıştırılan, 2) Hakikati karıştıran, 3) Hi­le yapan. Ahiret ateşi ise azab verme bakımından daha şiddetli ve daha de­vamlıdır. [821]

 

E) UMRETÜ'L-KAZÂ

 

1— Umretü'l-Kazâ:

 

Nâfi* şöyle demiştir: Kaza umresi hicri 7. yılın Zilkade ayında gerçekleş­miştir. Süleyman et-Teymî de şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) Hayber'den Medine'ye dönünce, bir takım serriyyeler gönderdi. Zilkade ayı girinceye ka­dar Medine'de kaldı. Sonra, ashaba kaza umresi için çıkılacağını ilan etti.

Musa b. Ukbe ise şöyle der: Hz. Peygamber (s.a.) Hudeyebiye yılından bir sonraki yıl, hicri 7. senenin Zilkade ayında umre yapmak üzere yola çık­mıştır. Bu ay, müşriklerin kendisini Mescid-i Haram'a gitmekten engelledik­leri aydır. Ye'cüc denilen yere geldiklerinde bütün silahları kalkan, deri korunak, ok ve mızrakları bıraktı. Müslümanlar Mekke'ye, yolcu silahı olan kılıçlarıyla girdiler. Allah Rasûlü (s.a.) Cafer b. Ebî Tâlib'i önden, Haris b. Hazn el-Âmirî'nin kızı Meymune'ye göndererek, Meymûne'yi kendisine is­tetti. Meymûne evlendirme işini, Abbas b. Abdulmuttalib'e havale etti. Mey-mûne'nin kardeşi Ümmü'1-Fazl, Abbas'ın karısıydı. Abbas da Meymûne'yi, Allah Rasûlü'yle (s.a.) evlendirdi. Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'ye geldiğinde ashabına, müşriklerin sabır ve kuvvetlerini görmeleri için: "Omuzlarınızı açın, tavaf esnasında hızla yürüyün!" diye emretti.[822] Kendisi de gücünün yettiği

ölçüde müşriklere güçlü görünüyordu. Allah Rasûlü (s.a.) ve müslümanlar Kabe'yi tavaf ederlerken, Mekke halkından erkek, kadın ve çocuklar da dur­muş, Allah Rasûlü'nü (s.a.) ve ashabını seyrediyorlardı. Bu arada Abdullah b. Revaha da, kılıcını kuşanmış bir vaziyette Allah Rasûlü'nün (s.a.) önünde şiir söyleyerek şöyle diyordu:

"Ey kâfir oğullan! Çekilin, Allah Rasûlü'nün yolundan. Rahman olan Allah, Tenzîl'inde, rsûlü'ne okunan sahifelerde indirmiştir ki: Ey Rabbim! Ben, O'nun sözlerine inanıyorum!Doğruyu O'nu kabul etmekte buldum! Ey kâfirler bugün sizi, O'nun emir ve tevili üzere,Başlan omuz ve gövdelerden ayıran, dosta dostunu unutturan bir ölüm­le öldürürüz!"[823]

 

2— Hz. Peygamber'in (s.a.) Meymune ile Evlenmesi

 

Müşrik erkeklerden bir grup kin ve öfkelerinden dolayı, Allah Rasûlü'­nü (s.a.) seyretmeyi hoş görmeyerek uzaklaştılar. Allah Rasûlü (s.a.) Mek­ke'de üç gün kaldı. Dördüncü günün sabahında, Allah Rasûlü (s.a.) Ensâr'ın meclisinde Sa'd b. Ubâde ile konuşurken, Süheyl b. Amr ve Huveytıb b. Ab-düluzzâ, kendisine gelerek Huveytıb bağıra bağıra: "Allah aşkına! Toprağı­mızdan çıkıp gideceksin diye anlaşma yapmadık mı? Bak işte, üç gün geçmiştir!" dedi. Sa'd b. Ubâde kızarak: "Ey anası ölesice! Yalan söyledin! Burası ne senin, ne de babalarının toprağıdır. Vallahi çıkmayız!" dedi. Al­lah Rasûlü (s.a.) Huveytıb veya Süheyl'den birisini çağırıp: "Sizden bir kadini nikahladım. Onunla zifafa girene kadar burada kalmam size ne zarar verebilir? Bizler sofra kuracağız. Sizler de bizimle beraber yersiniz." dedi. Müşrikler ısrarla: "Allah aşkına! Seninle yaptığımız anlaşma sadece bizden ayrılıp gitmendi." dediler. Allah Rasûlü (s.a.) Ebu Râfi'e göç için halkı ça­ğırmasını emretti. Allah Rasûlü (s.a.) devesine binerek Şerif vadisinde ko­naklayıp orada kaldı. Ebu Râfi'i, akşamleyin Meymûne'yi getirmesi için geride bıraktı. Meymune ve beraberindekiler gelene kadar kendisi Şerifte kaldı. Ebu Râfi ve beraberindekiler yolda, müşriklerin ayak takımı ve çocuklanndan eziyet ve zahmet gördüler. Allah Rasûlü (s.a.), Meymune ile Şerifte zifafa girdi. [824] Sonra Şeriften ayrılarak Medine'ye geldi. Allah Teâlâ, daha sonra Mey-mûne'nin kabrinin, Allah Rasûlü'nün kendisiyle zifafa girdiği Şerifte olma­sını takdir etmiştir.

İbn Abbas'ın: "Allah Rasûlü (s.a.) Meymune ile ihramlı iken nikâh ya--pıp, ihramdan çıktıktan sonra zifafa girmiştir." [825] sözü, düzeltilen sözlerin­den olup onun bir yanılgısı sayılmıştır. Saîd b. Müseyyeb şöyle demiştir: "Meymune her ne kadar teyzesi de olsa, İbn Abbas yanılmıştır. Çünkü Al­lah Rasûlü (s.a.) Meymune ile, ihramdan çıktıktan sonra evlenmiştir." Bunu Buharı rivayet etmiştir. [826]

Yezîd b. el-Asamm, Meymûne'den şöyle rivayet etmiştir: "Allah Rasû­lü (s.a.) benimle Şerifte, ikimiz de ihramlı değilken evlendi." Hadisi Müs-' lim rivayet etmiştir.[827]

Ebu Râfi' de şöyle der: "Allah Rasûlü (s.a.) Meymune ile, ihramlı de­ğilken nikâh yaptı ve zifafa girdi. Ben de aralarında elçi idim." Bu, Ebu Râ-fi'den sahih olarak gelmiştir. [828]

Saîd b. Müseyyeb şöyle demiştir: "Şu, Abdullah b. Abbas, Allah Rasû­lü'nün (s.a.), Meymûne'yi ihramda iken nikahladığını iddia ediyor. Halbuki Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'ye gelmiş, ihramdan çıkma ile nikâh işi birlikte olmuştur. Bu durum İbn Abbas'ın karıştırmasına sebep olmuştur."

"Allah Rasûlü (s.a.), Meymûne ile ihrama girmeden önce evlenmiştir" de denilmiştir. Fakat bu söz götürür. Ancak Allah Rasûlü'nün (s.a.), Mey­mûne ile evlenme hususunda ihrama girmeden önce, (Ebu Râfi'i) vekil tayin ettiğinde şüphe yoktur. Sanırım, Şafiî bunu bir görüş olarak zikretmiştir.

Şu halde bu hususta üç görüş vardır:

1— Allah Rasûlü (s.a.) Meymûne ile, Umre ihramından çıktıktan son­ra, ihramsız halde iken evlenmiştir. Bu görüş bizzat Meymûne'nin kendisi­nin, Meymûne ile Allah Rasûlü (s.a.) arasında elçilik görevi yapan Ebu Râfi'in, Saîd b. Müseyyeb ve nakil ehlinin cumhurunun görüşüdür.[829]

2— Allah Rasûlü (s.a.) Meymûne ile ihramda iken evlenmiştir. Bu, İbn Abbas'ınt8\ Kûfelilerin ve bir cemaatın görüşüdür.

3— Allah Rasûlü (s.a.) Meymûne ile ihrama girmeden önce evlenmiştir.

İbn Abbas'ın, "Allah Rasûlü, Meymûne ile ihramlı iken evlendi" sözü, ihramlı halde değil, haram ayda evlendi şeklinde yorumlanmıştır. Demişler­dir ki: Birisi ihram bağladığı zaman: "Ahrame'r-racülü = Adam ihrama girdi" denilir. Kişinin kendisi ihramsız da olsa haram aya girdiğinde yine "Ahrame" fiili kullanılır. Nitekim şâirin şu beyti buna delildir:

"Halife İbn Affân'ı haram aya girmiş ve kötülüklerden sakınır bir hal­de iken öldürdüler.

Onun gibi öldürülen bir kimseyi daha görmedim!"

Şüphesiz, İbn Affân'ı (Hz. Osman) Medine'de, haram ayda ve ihramlı değilken öldürmüşlerdir. [830]

Müslim, Sûr/»/;'inde Hz. Osman'ın (r.a.) şöyle dediğini rivayet eder: "Al­lah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle dediğim işittim: İhramda olan bir kimse ne nikâh yapabilir, ne nikâhlanabilir, ne de dünür olabilir." [831] Eğer burada söz ve fiilin çelişmesi düşünülecek olursa, şüphesiz sözün takdim edilmesi gerekir. Çünkü fiil, beraat-i asliyyeye uygundur. Söz ise, beraat-i asliyyeyi olduğu hal­den başka hale çevirendir. Dolayısıyla söz, beraat-i asliyyenin hükmünü kal­dırır. Hükümlerin konmasındaki kaideye uygun olan da budur. Şayet fiil, söze ercih edilecek olursa, söz beraat-i asliyyenin gerektirdiği şeyi kaldırdığı hal-jde, bu sefer fiil, sözün gerektirdiği hükmü kaldırır. O zaman da hükmün iki i sefer değişmesi gerekir ki, bu, hükümlerin konmasında gözetilen kaideye ay-jkındır. Allah en iyi bilendir! [832]

 

3— Hz. Hamza'nm Kızının Hidânesi:

 

Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'den ayrılmak istediğinde, Hz. Hamzl'nın kızı onların peşine düşerek: "Ey amca! Ey amca!" diye bağırmaya başladı. Hz. Ali (r.a.) çocuğu alıp elinden tuttu ve Hz. Fâtıma'ya: "Amcanın kızı ya­nında kalsın!" dedi. Hz. Fâtıma da çocuğu alarak devesine bindirdi. Hz. Ali, j Ha. Zeyd ve Hz. Cafer çocuğun konukluğu hakkında tartıştılar. Hz. Ali: "Onu I ben aldım. O benim amcamın kızıdır" dedi. Hz. Cafer: "Benim de amcamın | kızıdır ve teyzesi kanmdır" dedi. Hz. Zeyd de: "Kardeşimin kızıdır." dedi. j Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) çocuğun teyzesine verilmesine hükmetti İ ve: "Teyze, anne yerindedir." buyurdu. Hz. Ali'ye: "Ey Ali! Sen benden-! sin, ben de sendenim", Hz. Cafer'e: "Ey Cafer! Sen yaratılış ve huyca bana ; en çok benzeyensin", Hz. Zeyd'e de: "Ey Zeyd! Sen de bizim kardeşimiz ve dostumuzsun." buyurdu. Rivayetin sıhhatinde ittifak edilmiştir. [833]

Bu kıssada fıkhı bakımdan şu hükümler vardır:

(   Hidâne [834] hususunda teyze, anne ve babadan sonra diğer akrabalara tercih edilir.

Hidâne hakkma sahip bir kadının çocuğun bir yakmıyla evlenmesi, onun hidâne yetkisini düşürmez. İmam Ahmed b. Hanbel (r.h.), kendisinden ge­len bir rivayette, hidâne hakkına sahip olan kadının evlenmesinin özellikle kız çocuğu hakkında hidâne yetkisini ortadan kaldırmayacağını belirterek, Hamza'nın bu kızı hakkında cereyan eden hadiseyi delil göstermiştir. Amca oğlu, çocuğun mahremi (evlenmesi yasak olan kişi) olmadığından, bu hususta amca oğlu ile yabancı birisini ayırt etmemiş ve: "Hidâne hakına sahip kadı­nın evlenmesi kız çocuğu hakkında hidâne yetkisini ortadan kaldırmaz." de­miştir. Hasan el-Basrî de: "Hidâne hakkına sahip kadının evlenmesi, çocuk ister erkek ister kız olsun, hidâne yetkisini ortadan kaldırmaz." demiştir. Hi­dâne yetkisinin nikâhla ortadan kalkıp kalkmadığı konusunda dört görüş or­taya atılmıştır:

1—  Hidâne, çocuk ister erkek, ister kız olsun nikâhla ortadan kalkar. Bu, İmam Mâlik, Şafiî, Ebu Hanife ve kendisinden gelen bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel'in kanaatidir.

2— Hiçbir halde ortadan kalkmaz. Bu, Hasan el-Basrî ile îbn Hazrh'ın görüşüdür.

3— Eğer çocuk kız ise hidâne yetkisi düşmez, erkekse düşer. Bu Ahmed b. Hanbel'den (r.h.) gelen bir başka rivayettir. Mühennâ'nın rivayetine göre ise şöyle demiştir: "Anne evlendiğinde oğlu küçükse, çocuk anneden alınır." Ahmed b. Hanbel'e: "Kız çocuğu da oğlan çocuğu gibi midir?" diye sorul­muş, o da: "Hayır! Kız çocuğu annesiyle yedi yaşına kadar beraber kalır." diye cevap vermiştir. İbn Ebû Musa, Ahmed b. Hanbel'den, şöyle bir rivayet daha nakletmiştir: "Anne evlenmiş olsa bile, büiûğ yaşma gelene kadar, kız çocuğuna en müstehak olan kimsedir."

4— Eğer hidâne hakkına sahip olan kadın çocuğun soyundan birisiyle evlenirse, hidâne yetkisi ortadan kalkmaz; fakat yabancı birisiyle evlenirse, kalkar. Sonra bu görüşün sahipleri de üç ayrı görüş ileri sürmüşlerdir:

a)  İster mahrem olsun ister olmasın evlendiği erkeğin, sadece çocuğun soyundan olması yeterlidir. Bu görüş, Ahmed b. Hanbel'in arkadaşlarının zahir ve mutlak görüşleridir.

b) Bununla birlikte, evleneceği erkeğin çocuğa mahrem olan akrabadan olması gerekir. Bu da Ebu Hanife'nin görüşüdür.

c) Bu şart yanında, hidâne hakkına sahip kadının evleneceği erkeğin ço­cuğun de.de^i olması suretiyle çocukla o şahıs arasında bir yakınlık bulunma-sı.gerekir. Bu, İmam Ahmed'in mezhebinde olan bazı âlimler ile İmam Mâ­lik ve İmam Şafiî'nin görüşüdür.

Bu kıssada, teyzeyi halaya ve anne tarafından olan akrabalığı, baba ta­rafından olan akrabalığa tercih edenler için hüccet vardır. Çünkü Allah Ra­sûlü (s.a.), Hamza'nın kızı hakkında, halası Safiyye o zaman hâlâ hayatta olduğu halde, çocuğun teyzesinde kalmasına hükmetmiştir. Bu, Şafiî, Mâ­lik, Ebu Hanife ve kendisinden gelen iki rivayetten birine göre Ahmed b. Han­bel'in görüşleridir. Ahmed b. Hanbeî'den bu hususta gelen ikinci bir rivayet ise: "Halanın, teyzeye tercih edileceği" yolundadır. Üstadımızın (İbn Tey-miye) tercih ettiği görüş de budur.

Aynı şekilde, baba tarafından olan kadınlar da, anne tarafından olan kadınlara tercih edilirler. Çünkü çocuk üzerindeki velayet, asıl olarak baba­ya aittir. Annenin, babaya tercih edilmesi, çocuğun faydası ve iyi terbiye edil-

mesi, annenin çocuğuna olan şefkati ve bağlılığındandır. Kadınlar bu işe er­keklerden daha münasiptirler. Şayet iş sadece kadınlara veya sadece erkekle­re havale edilecek olursa, bu sefer baba tarafından olan akrabalık, anne tarafından olan akrabalıktan daha üstün olur. Nitekim baba, kendisi dışın­daki her erkekten daha üstündür. Bu cidden kuvvetli bir görüştür.

Hamza'nın kızının teyzesinin, halasına tercih edilmesine şu şekilde ce­vap verilir: Teyzesinin aksine, halası hakkı olduğu halde hidâne yetkisini is­tememiş, Allah Rasûlü de (s.a.) Cafer'in talebiyle, Hamza'nın kızının teyzesinde kalmasına hükmetmiştir. Çünkü Cafer, hidâne yetkisinin istenme­sinde karısının yerine vekil olmuş, bundan dolayı da Hz. Peygamber (s.a.), karısının gıyabında, çocuğun onda kalmasına hükmetmiştir.

Hem çocuğun akrabalarının, hidâne yetkisine sahip kadın evlendiği za­man onun çocuk üzerindeki hidâne yetkisine mâni olma hakları bulunduğu gibi, kocanın da karısını, çocuğu almaktan engelleme ve zamanını kendisine ayırmasını isteme hakkı vardır. Koca çocuğun alınmasına razı olur da yakın­lığından dolayı yahut bir rivayete göre çocuk, kız olduğundan dolayı kadının hidâne hakkı düşmediği yerde onun çocuğu almasına imkân tanınır. Koca razı olmazsa, hak onundur. Kaldı ki, bu hâdisede koca (Cafer), çocuğun alınma­sına razı olmuş ve diğerleriyle bu hususta çekişmiştir. Safiyye'den ise herhangi bir talep gelmemiştir.

Aynı şekilde, iki görüşten birine göre, henüz şehvet uyandırmayan kız çocuğu üzerinde, amca oğlunun da hidâne yetkisi vardır, hatta kız çocuğu şehvet uyandırsa da, amca oğlunun yine hidâne yetkisi vardır. Bu durumda kız, amca oğlunun seçtiği güvenilir bir kadına veya amca oğlunun bir mahre­mine teslim edilir. İşte tercih edilen görüş budur. Çünkü amca oğlu, kız ço­cuğunun asabesi olan bir akrabadır. Dolayısıyla o, bu işte yabancılardan ve hâkimden daha üstündür. Hele hele kız çok küçükse bu hususta hiçbir müşkil yoktur. Eğer şehvet uyandıran biri ise, teyzesine teslim edilir. Kocasıyla bir­likte teyzesi hidâne yetkisine sahip kimselerdendir. Allah en iyi bilendir.

Zeyd'in, Hamza'nın kızı için "Kardeşimin kızı" demesine gelince, bu­nunla, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Muhacirleri birbiriyle kardeş yaparken, ken­disi ve Hamza arasında kurmuş olduğu kardeşliği kastediyor. Zira Allah Rasûlü (s.a.) ashabı arasında iki defa kardeşlik kurmuştur. Birincisinde, hicretten önce, Muhacirleri birbirleriyle hak ve eşitlik üzere kardeş yapmıştı. Burada Ebu Bekir ile Ömer'i, Hamza ile Zeyd b. Hârise'yi, Osman'la Abdurrahman b. Avf'ı, Zübeyr'le İbn Mes'ûd'u, Ubeyde b el-Hâris ile Bilâl'ı, Mus'ab b. Umeyr'le Sa'd b. Ebî Vakkâs'ı, Ebu Ubeyde ile Ebu Huzeyfe'nin azadlı kölesi Sâlim'i ve Sa'd b. Zeyd ile Talha b. Ubeydullah'ı kardeş yapmıştı. İkincisi ise, Medine'ye geldikten sonra Enes b. Mâlik'in evinde Muhacirle, Ensat'ı kardeş yapmıştı. [835]

 

4— Bu Umre Kaza Umresi inidir?

 

Bu umrenin, umretü'1-kazâ diye isimlendirilmesinde ihtilaf edilmiştir. Aca­ba bu umre, engellendikleri umreyi kaza için yapıldığından mı, yoksa Hu-deybiye anlaşmasıyla karara bağlanıp yerine getirildiği için mi bu isimle isimlendirilmiştir? Bu konuda yukarıda geçtiği üzere iki görüş iîeri sürülmüş­tür. Vâkidî şöyle der: Bana, Abdullah b. Nâfi, babasından İbn Ömer'in şöy­le dediğini rivayet etti: "Bu umre kaza değil; fakat müşriklerin, müslümanlan muhasara ettikleri ayda müslümanların yapmaları şarta bağlanan umredir."

Fakihler bu hususta dört görüş ileri sürmüşlerdir:

1— Umreden alıkonan kimsenin kurban kesmesi ve yapamadığı umreyi kaza etmesi gerekir. Bu, Ahmed b. HanbePden gelen rivayetlerin birisi, hat­ta ondan rivayet edilen görüşlerin en meşhurudur.

2— Alıkonan kimsenin, kaza yapması gerekmez, kurban kesmesi gerek­lidir. Bu, Şafiî'nin ve mezhebinin zahirine göre İmam Mâlik'in görüşüdür; ayrıca Ebu Tâlib'in Ahmed b. Hanbel'den yaptığı rivayetidir.

3— Alıkonan kimsenin kaza yapması gerekir, fakat kurban kesmesi ge­rekmez. Bu, Ebu Hanife'nin görüşüdür.

4—  Alıkonan kimseye , ne kaza, ne de kurban gerekir. Bu da, Ahmed b. HanbelVen yapılan rivayetlerden birisidir.

 Umreden alıkonan kimseye, alıkonduğu umreyi kaza etmesini ve kur­ban kesmesini vacip gören kimseler, Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabının, Mescid-i Haram'a gitmekten alıkonduklarında, kurban kesmelerini ve ertesi yılda bu umreyi kaza etmelerini delil göstererek: Umre, (sünnet iken) yapma­ya başlamakla vacip olur. Vacip ise ancak kendisinin işlenmesiyle sakıt olur. Hz. Peygamber (s.a.) umre tamamlanmadan önce ihramdan çıktığı için kur­ban kesmiştir." deyip, ayrıca âyetin zahiri, Allah Teâlâ'nın şu sözüne göre: "...Fakat herhangi bir sebeple, hac ve umreden alıkonursamz, o halde kola­yınıza gelen bir kurban kesin..." [836] kurban kesmeyi gerekli kılmaktadır, diye eklemişlerdir.

Alıkonan kimseye yapamadığı umreyi kaza etmeyi ve kurban kesmeyi acip görmeyenler ise şöyle söylemişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.) kendisiyle beraber ahkonanlardan hiçbir kimseye umrelerini kaza etmelerini emretme-miş, ihramdan çıkmaları kurbanlarını kesmeye bağlı olmamış, aksine asha­bına başlarını tıraş ettirmelerini ve yanlarında kurbanı olanlara kurbanlarını kesmelerini emretmiştir." Kaza etmeyi değil de sadece kurban kesmeyi vacip görenler ise; "Fakat herhangi br sebeple hac ve umreden alık onursanız o halde kolayınıza gelen bir kurban kesin." âyetini delil göstermişlerdir.

Kurban kesmeksizin sadece umrenin kaza edileceğini vacip gören kimse ise delil olarak diyor ki: Umre başlamakla vacip olur. Kişi alıkonduğu za­man, ahkonma mazeretinden dolayı umreyi tehir etmesi caiz olur. Alıkonma ortadan kalkınca, önceki vacibi tekrar getirir. Umre yapmak üzere girdiği ilk ihramla mümkün olduğu vakitte umreyi yapma araşma giren ihramsızlık hiçbir şeyi gerektirmez. Kur'an'ın zahiri bu görüşü reddeder ve kaza yapmaksızın sadece kurban kesmeyi vacip kılar. Çünkü Kur'an, alıkonan kimsenin yap­ması gereken tek şey olarak kurbanı gerekli kılmıştır ki, bu da alıkonan kişi­nin kurban kesmekle yetineceğini göterir. En iyi bilen Allah'tır. [837]

 

5— Kurbanını Hudeybiye'de Kesmesi:

 

Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hudeybiye'de alıkonduğu zaman kurban kes­mesi, ahkonan kimsenin kurbanını alıkonduğu vakit keseceğini gösterir. Bu kişi eğer yalnızca umre için ihrama girmişse bunda ihtilâf yoktur. Şayet hacc-ı ifrad veya hacc-ı kıran için ihrama girmişse bu hususta iki görüş vardır:

1)  Yapılacak iş aynen böyledir (yani kurban kesilir). Sahih olan da bu­dur. Çünkü hac iki nüsükten biridir; umrede olduğu gibi hac ihramından çı­kıp alıkonulduğu vakitte kurbanını kesmesi caizdir. Çünkü umrenin vakti geçmez; bütün zaman umre için bir vakittir. Vaktinin geçmesinden korkul-mamasma rağmen umre ihramından çıkıp kurbanını kesmek caiz olduğuna göre, vaktinin geçmesinden korkulan hacda ise alıkonduğu vakit kurbanını kesip ihramdan çıkması haydi haydi caizdir.

2) Hanbel'in rivayetine göre İmam Ahmed ise şöyle demiştir: İhramdan çıkamaz ve kurban bayramının birinci gününe kadar da kurbanını kesemez. Bunun sebebi şudur: Kurban için belli bir zaman ve belli bir mekân vardır. O mekândan aciz kalınca vacibi kendi zamanında yapabileceği için kendisin­den zaman zarureti düşmez. Bu görüşe göre kurban bayramının birinci gü­nünden Önce ihramdan çıkması caiz elmaz. Delili şu âyet-i kerimedir: "... Kurban yerine ulaşıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin..."  

Allah Rasûlü'nün (s.a.) kurban kesmesi ve ihramdan çıkması, umre yap­maktan ahkonan kimsenin ihramdan çıkabileceğine delildir. Bu cumhurun görüşüdür. îmam Mâlik'ten (r.h.), umre yapanın, umre vaktinin geçmesin­den korkulmadığından, ihramdan çıkamayacağına dair bir görüş rivayet edil­miştir. İmam Mâlik'ten böyle bir rivayetin gelmesi, sıhhati uzak olan bir şeydir. fcira âyet şüphesiz Hudeybiye'de inmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) ve bütün as­habı umre için ihramda iken hepsi de ihramdan çıkmışlardır. Bu, ilim adam­larından hiç kimsenin şüphe edemiyeceği bir gerçektir.

Allah Rasûlü'nün (s.a.), ittifakla helâl bölge (Hill) olmasına rağmen, Hudeybiye'de kurbanım boğazlaması, ahkonan kimsenin gerek helâl gerekse haram bölge olsun, alıkonduğu yerde kurbanım kesebileceğine delildir. Bu : görüş, cumhur, İmam Ahmed, Mâlik ve Şafiî'nin görüşleridir. Ahmed b. 1 Hanbel'den gelen başka bir rivayete göre ise, o kimse Harem bölgeden başka bir yerde kurbanını kesemez. Kurbanını Harem bölgesine gönderir ve ihram­dan çıkacağı vakitte kurbanı kesmesi için bir adamla anlaşır. Bu görüş îbn Mes'ûd (r.a), ve tabiînden bir cemaattan rivayet edilmiştir. Ebu Hanife'nin görüşü de budur.

Şayet bu rivayetin onlardan geldiği sahih ise, zalim bir kimsenin bir ce­maata veya bir tek kişiye musallat olması gibi hususi bir alıkonmaya hamle-dilmesi gerekir. Umumi bir alıkonmaya gelince, Allah RasûhVnden (s.a.) sabit olan uygulama bunun aksini göstermektedir. Hudeybiye ise, âlimlerin ittifa­kıyla helâl bölgedendir. İmam Şafiî ise: "Bir kısmı helâl, bir kısmı ise Harem bölgesindedir." demiştir. Ben derim ki: İmam Şafiî'nin kasdettiği, çevresi­nin Harem bölgesinden olmasıdır. Yoksa Hudeybiye'nin kendisi ittifakla he­lâl bölgedendir.

Ahmed b. Hanbel'in (r.h.) arkadaşları, ahkonan kimsenin Harem böl­gesinin çevresine çıkmaya gücü yettiğinde kurbanı orada kesmesinin gerekli olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Bu hususta iki görüşleri vardır.

Sahih olan: Gerekli değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Harem böl­gesi çevresine gitmeye gücü yetiği halde kurbanını alıkonduğu yerde kesmiş­tir. Şüphesiz Allah Teâlâ (Fetih, 48/25), kurbanın yerine ulaşmaktan engellendiğini haber vermiş ve engellenme işi üzerinde gerçekleştiği için de "hedy = kurban" kelimesini tümleç olarak vermiştir. Yani; sizi Mescid-i Ha-ram'dan engellediler ve kurbanı da mahalline ulaşmaktan engellediler. Ma­lum olduğu üzere müslümanların ve kurbanın engellenmeleri o yıl boyunca devam etmiş, engelleme ortadan kalkmamış, müslümanlar ihramh olmaları gereken yere ulaşamamış ve kurban da boğazlanması gereken yere ulaşamamıştır. [838]

 

F) MUTE GAZASI

 

1— Rasülullah'ın (s.a.) Elçisinin Öldürülmesi:

 

 Mute, Şam'da Belkâ yakınlarında bir yerdir. Savaş hicrî 8. yılın ziyelûla ayında olmuştur. Sebebi şuydu: Rasûluîlah (s.a.), Lihboğullarmdan Haris b. Umeyr el-Ezdî'yi, bir mektubla Şam tarafına, Bizans İmparatoruna yahut Busrâ melikine göndermişti. Elçinin karşısına Şurahbil b. Amr el-Gassanî çıktı. Şurahbil onu bağlattı ve gönderip boynunu vurdurttu.

O güne kadar Rasülullah'ın (s.a.) hiçbir elçisi öldürülmemişti. Bu haber kendisine ulaşınca çok öfkelendi. Hemen orduyu hazırladı.

: Komutanlığa Zeyd b. Hârise'yi getirdi ve dedi ki: "Eğer o öldürülürse yerine Cafer b. Ebî Tâlib geçsin. Cafer de öldürülürse yerine Abdullah b. Re-vâha geçsin."[839]

 

2— Müslümanların Sefere Çıkışı:

 

Müslümanlar hazırlandılar. Sayıları üç bin idi. Yola çıkma vakti gelin­ce halk gelip Hz. Peygamber'in (s.a.) komutanlarıyla vedalaştılar ve onlara selâm verip dua ettiler. Bu sırada Abdullah b. Revâha ağladı. Ona: "Niye ağlıyorsun?" diye sordular. Abdullah dedi ki: "Vallahi ben, ne dünya sevgisi ne de sizlerden ayrılacağımdan ötürü ağlıyorum. Fakat ben Rasûlullah'm (s.a.), Allah Teâlâ'nın kitabından içinde cehennemin anıldığı 'İçinizden, ce­henneme uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin yapmayı üzerine al­dığı kesin bir hükmüdür.[840]' âyetini okuduğunu işitmiştim. Oraya uğradıktan sonra, dönüşümün nasıl olacağını bilmediğimden dolayı ağlıyorum."

Müslümanlar: "Allah yardımcınız olsun, sizleri tehlikelerden korusun ve sağ-salim bize döndürsün." dediler.

Bunun üzerine Abdullah b. Revâha şu şiiri söyledi:[841]

"Fakat ben Rahman'dan mağfiret diliyorum; Ve kanlan fışkırtıp köpürten bir kılıç darbesi!

Veya öldürücü bir yara, kasıp kavurucu, Ciğer ve barsaklan; bir kargı darbesi!

Öyle ki, kabrime uğrayanlar desinler:

Allah bu gaziye doğru yolu göstermiş, o da bulmuş."

Sonra Maan'a varıncaya kadar yürüdüler ve burada konakladılar. Müs­lümanlara, Hirakl'in (Heraklius, 610-641 m.) 100.000 Rum askeriyle Belkâ'-da olduğu ve bunlara; Lahm, Cüzam, Belkayn, Behrâ ve Beliy kabilelerinden 100.000 kişinin katıldığı haberi geldi. Bunun üzerine müslümanlar durumu görüşmek için iki gece Maan'da konakladılar. Bazıları: Rasûhıllah'a (s.a.) bir mektup yazıp bizim sayımızı ve düşmanın sayısını bildirelim. Ya bize sa­vaşçılar göndersin veya ne yapmamız gerektiğini emretsin, onu yapalım, dediler.

Abdullah b. Revâha, müslümanları cesaretlendirmk için şöyle dedi: "Ey müslümanlar! Vallahi, sizin şu anda istemediğiniz şey, arzulayıp elde etmek için yola çıktığınız şehitliktir. Biz insanlarla, ne sayıca çokluğumuza ne de kuvvetimize göre savaşıyoruz! Biz sadece Allah'ın bizi şereflendirdiği şu din kuvvetiyle savaşıyoruz! Haydi yürüyün! Bunda muhakkak ki iki iyilikten bi­ri, ya zafer ya da şehitlik vardır!" [842]

 

3— Bizans Ordusuyla Karşılaşma:

 

 Müslümanlar Belkâ sınırlarına yaklaştıkları zaman, Meşârif köyünde düş­man birlikleriyle karşılaştılar. Düşman yaklaşıyordu. Müslümanlar Mute'ye Idoğru çekildiler. İki ordu bu köyün yakınlarında karşı karşıya geldiler. Müs­lümanlar hazırlandılar ve savaşa başladılar.

 Bayrak, Zeyd b. Hârise'nin elindeydi. Zeyd, elindeki bayrakla, düşman imızraklarıyla delik deşik edilip cansız bir halde yere düşünceye kadar savaş­tı. O düşünce, bayrağı Cafer eline aldı ve ölüm kendisine ulaşıncaya kadar isavaşa devam etti. Atından yere atlayıp atının ayağını kesti. Sonra öldürü-lünceye kadar savaştı. İslâm'da, savaşta kendi atının ayağını kesen ilk müs-lüman Cafer'dir. Sağ kolu kesilince bayrağı sol eline aldı. Sol kolu da kesilince, löldürülünceye kadar bayrağı bağrında tuttu. Şehit düştüğünde otuz üç ya­şındaydı.

Daha sonra bayrağı Abdullah b. Revâha eline aldı ve ileriye geçti. Atı­nın üzerindeydi. Nefsini kendisine boyun eğdirmeye çalışıyor ve bazı tered­dütler geçiriyordu. Sonra karar verip indi. Bu sırada amcasının oğlu etli bir kemik parçası getirdi ve: "Bununla kendini güçlendir. Bu günlerde çok zor I durumlarla karşılaştın." dedi. Abdullah b. Revâha kemiği elinden aldı, on­dan bir parça ısırdı. Müslümanların bulunduğu tarafta bir kargaşalık duydu. "Sen hâlâ dünya ile uğraşıyorsun!" diyerek elindeki kemiği bıraktı. Kılıcını eline alıp öne çıktı ve ödürüîünceye kadar savaştı.

Sonra bayrağı Aclânoğullarından Sabit b. Akrem eline aldı.' 'Ey müslü­manlar! İçinizden birini seçin!" dedi. Müslümanlar: "Seni seçtik." dediler. Sabit: "Ben bu işi yapamam." dedi. O zaman müslümanlar Halid b. Velid üzerinde anlaştılar. Halid b. Velid bayrağı eline alınca, düşmana karşı savun­maya geçti ve saldırılarını önledi. Sonra bir geri çekilme hareketi tertipleye­rek müslümanları geri döndürdü.

îbn Sa'd, yenilginin müslümanlar tarafında olduğunu zikretmiştir. Sahih-i Buharî'de ise yenilginin Rumlar tarafında olduğu kay itlidir.[843]

Doğrusu, İbn İshak'ın rivayet ettiği gibi, her iki taraf da birbirinden kaç­mıştır[844]

 

4­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­--Üç Şehid Komutan:

 

Allah Teâlâ Rasûlü'ne, bütün bunları aynı gün bildirmiş, o da ashabına haber vermişti: "Onlar rüyada bana, cennette, altın tahtlar üzerinde oturur vaziyette gösterildiler. Abdullah b. Revâha'nın tahtında, arkadaşlannınkilerde olmayan bir eğrilik gördüm. Bu neden böyledir? diye sordum. Bana şöyle cevap verildi: Bu ikisi savaşa yürüyüp gittiler. Fakat Abdullah biraz tereddüt geçirdi, sonra yürüdü."[845]

Abdürrezzâk'm, İbn Uyeyne -İbn Cüd'ân- İbnü'l-Müseyyeb senediyle ri­vayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İnciden bir çadır içinde Cafer, Zeyd, ve îbn Revâha bana gösterildi. Her biri bir tahtta oturu­yordu. Zeyd ile İbn Revâha'yı, boyunlarında bukağılarla gördüm. Cafer'i ise kusursuz bir halde gördüm, bukağılan yoktu. Sordum -veya bana denildi ki-: Çünkü bu ikisi, ölüm kendilerini kuşattığında yüz çevirdiler. -Yahut: Bu ikisi yüzlerini çevirmişlerdi.- Fakat Cafer böyle bir şey yapmadı."[846]

Hz. Peygamber (s.a.) Cafer hakkında şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah Teâlâ, onun iki koluna karşılık iki kanat vermiştir. Şimdi cennette onlarla di­lediği yere uçmaktadır. "[847]

Ebu Ömer (İbn Abdilber) der ki: İbn Ömer'in şöyle dediği bize rivayet ediîdi: "Cafer'in göğsüyle omuzlan arasında ve önünde, kılıç veya mızrak yarası olarak doksan yara vardı." [848]

 

5— Hz. Peygamber'in (s.a.) Savaşı Anlatması:

 

Musa b. Ukbe şöyle diyor: Ya'lâ b. Münye (Ümeyye), Mute savaşma katılanların haberini Rasûluİlah'a (s.a.) bildirmek için geldi. Rasûlullah (s.a.) dedi ki: "İstersen sen anlat, istersen ben sana anlatayım." Ya'lâ: "Sen an-lat, ya Rasûlallah!" deyince Hz. Peygamber (s.a.) bütün olanları ona anlat­tı. O zaman Ya'lâ şöyle dedi: "Seni hak ile gönderene (Allah'a) yemin ede­rim ki, onların olaylarından söylemedik tek bir harf bile bırakmadın. Gerçekten onların hali, aynen senin bildirdiğin gibiydi." Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah benim için yeryüzünü aradan kaldırdı da onların çar­pıştıkları savaş meydanını gözlerimle gördüm."

Bu savaşta şehid olanlar şunlardı: Cafer, Zeyd b. Harise, Abdullah b. Revâha, Mes'ûd b. Evs, Vehb b. Sa'd b. Ebî Şerh, Abbad b. Kays, Harise b. Numan, Sürâka b. Amr b. Atiyye, Amr b. Zeyd'in oğullan Ebu Küleyb ve Câbir'le Saîd b. Hâris'in oğullan Âmir ve Amr... vs.

İbn îshak der ki: Abdullah b. Ebî Bekr, Zeyd b. Erkam'dan kendisine şöyle aktarıldığını bana haber verdi: Ben, Abdullah b. Revâha'nın kucağın­da büyüyen bir yetim idim. Mute seferine çıktığında, beni de devesinin hey­besi üzerinde terkisine bindirmişti. Allah'a yemin olsun ki, geceleyin yürürken onun şöyle şiir söylediğini işittim:

"Ey devem; beni ve yükümü götürürsen eğer, Kumluktan sonra dört konak daha ileriye;

Artık sen serbestsin rahat ol, sana hakaret ilişmeyecek. Ben geri ailemin yanına dönmeyeceğim.

Müslümanlar gelip beni geçtiler, Şam'ın bu en son konak yerinde."[849]

Tirmizî ve başka eserlerde yeralan; "Allah Rasûlü (s.a.) Fetih günü Mek­ke'ye girdiğinde Abdullah b. Revâha O'nun önünde: 'Çekilin ey kâfir oğul­ları O'nun önünden...' beyitlerini okuyordu" [850] şeklindeki ifade bir yanlışlıktır. Çünkü İbn Revâha bu savaşta öldürülmüştür ve bu savaş Fetih'-ten dört ay önce yapılmıştır. Ancak, O'nun önünde, Abdullah b. Revâha'­nın şiiri okunmuştur. Bu ise ilim adamları arasında tartışmasız bir husustur...

 

G) ZÂTÜ'S-SELÂSİL SERfYYESİ

 

Zâtü's-Selâsil, Vâdi'l-Kurâ'nın ilerisindedir. Sülâsil veya Selâsil şeklin de iki türlü de okunur. Medine ile arası on günlük mesafe idi. Bu seriyye hicrî 8. yılın Cemâziyelâhir ayında yapılmıştır. [851]

 

1— Kudâalılann Medine'ye Hücuma Kalkışmaları:

 

İbn Sa'd der ki: Kudaalılardan bir topluluğun Medine'yi kuşatmak üze­re toplandıkları haberi ulaşınca Hz. Peygamber (s.a.) Amr b. Âs'ı yanına ça­ğırdı. Onun için beyaz bir sancak bağladı, ayrıca siyah bir bayrak verdi. Sonra Muhacirler ile Ensar'ın ileri gelenlerinden üç yüz kişilik bir birlikle gönderdi. Otuz atları vardı. Hz. Peygamber (s.a.) Amr'a, Beliy, Uzre ve Belkayn kabi­lelerine uğradığında buradaki kimselerin yardımlarını sağlamaya çalışmasını emretti.

Gece yol alıp gündüz gizlendiler. Aradıkları topluluğa yaklaştıklarında Amr b. Âs'a, onların çok kalabalık oldukları haberi geldi. Bunun üzerine Râfi' b. Mekîs el-Cühenî'yi Rasûlullah'a (s.a.) gönderip yardım istedi. Hz. Pey­gamber (s.a.) iki yüz kişinin başında Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı gönderdi. Ona bir sancak verdi. İçerisinde Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in de bulunduğu Mı> hacirler ile Ensar'ın ileri gelenlerini ona yardıma gönderdi. Ebu Ubeyde'yej; Amr'a katılmasını, birlik ve beraberlik içerisinde olup ihtilâf etmemelerini emretti.

Amr b. Âs'ın yanına vardıklarında Ebu Ubeyde, insanlara imam olmak istedi. Amr dedi ki: "Sen bana yardımcı olarak gönderildin. Komutan be­nim." Bunun üzerine Ebu Ubeyde ona itaat etti. Müslümanlara, Amr b. Âs namaz kıldırıyordu. Yola koyuldular. Kudaahlarm memleketini geçip sınır­larına kadar ulaştılar. Buranın sonunda bir düşman topluluğuna rastladılar. Müslümanlar üzerlerine yürüyünce, bu topluluk dağılarak kendi yurtlarına kaçtılar. Amr b. Âs, selâmetle dönüşlerini ve gazalarında olup bitenleri ha­ber vermek üzere Avf b. Mâlik el-Eşcaf yi Hz. Peygamber'e (s.a.) gönderdi.[852]

İbn İshak, müslümanların, Cüzam kabilerine ait Selsel isimli suyun ba­şında konakladıklarını, bu sebeple gazaya Zâtü's-Selâsil denildiğim zikret­mektedir.

İmam Ahmed'in Muhammed b. Ebî Adiy-Davud-Âmir senediyle riva­yetine göre Rasûlullah (s.a.) Zâtü's-Selâsil birliğini, Ebu Ubeyde'yi Muha­cirlere Amr b. Âs*i da bedevi Araplara komutan yaparak gönderdi. Her ikisine de: "Birbirinize itaat edin." buyurdu. Kendilerine, Bekiroğullanna baskın yapmaları emrolunmuştu. Fakat Amr gidip Kudaalılara baskın yaptı. Çün­kü Bekiroğulları onun dayıları idiler. Râvi diyor ki: Mugîre b. Şu'be, Ebu Ubeyde'ye gidip dedi ki: "Rasûlullah (s.a.) seni bize komutan yapmıştı. Fa­kat filanın oğlu ordunun idaresini eline aldı. Senin onun yanında hiçbir yet­kin yok!" Ebu Ubeyde şöyle cevap verdi: "Rasûlullah (s.a.) bize, birbirimize itaat etmemizi emretmişti. Amr, karşı gelse de ben Rasûlullah'a (s.a.) itaat ederim."[853]

 

2— Amr b. Âs'ın Bu Gazada Teyemmüm Alması:

 

Bu gazada ordu komutanı Amr b. Âs ihtilâm olmuştu. Çok soğuk bir gece olduğu için su kullanmaktan korktu ve teyemmüm yaptı, arkadaşlarına sabah namazım kıldırdı. Bunu Hz. Peygamber'e (s.a.) haber verdiklerinde buyurdu ki: "Ey Amr, sen cünüb iken arkadaşlarına namaz mı kıldırdın?!" Amr, kendisini yıkanmaktan alıkoyan şeyi şöyle anlattı: Ben Allah Teâlâ'mn şu kelâmını işitmiştim: "...Kendi kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz ki Allah si­ze çok merhamet edicidir." [854] Buna karşılık Rasûlullah (s.a.) gülümsedi ve bir şey söylemedi. [855]

"Teyemmüm, hadesi (abdestsizliği ve cünüplüğü) ortadan kaldırrinzj Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), teyemmüm yaptığı halde Amr'a cünüb denjiş tir." diyenler bu olayı delil göstermişlerdir.

Bu konuda onlara karşı gelenler, üç cevap ortaya koymuşlardır:

1— Sahabîler Amr'ı şikâyet ettiklerinde, "Cünüb iken bize sabah na­mazını kıldırdı" demişlerdi. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.), ona, hem soru sorma hem de olayı öğrenmek isteme tarzında: "Sen cünüb iken arka­daşlarına namaz mı kıldırdın?!" buyurmuştur, Amr, mazeretini bildirip ihti­yacı yüzünden teyemmüm yaptığını açıklayınca, Hz. Peygamber (s.a.), onun söylediklerini kabul etti.

2— Rivayetlerde farklılık vardır. Amr'ın kasıklarını yıkayıp namaz ab-desti aldığı, bundan sonra arkadaşlarına namaz kıldırdığı da rivayet edilmiş­tir ki bu rivayette teyemmüm zikredilmemiştir.  Bu rivayet teyemmüm rivayetinden daha sağlam gözükmektedir. Abdülhak, teyemmüm rivayetini zikrettikten sonra bu hadisi naklederek şöyle demiştir: Bu rivayet birincisin­den daha mevsûldür. Çünkü Abdurrahman b. Cübeyr el-Mısrî -Amr'm azat­lısı Ebu Kay s- Amr senediyle nakledilmiştir. [856] Teyemmümün zikredildiği birinci rivayet ise, yine Abdurrahman b. Cübeyr'in Amr b. Âs'tan rivayeti olarak gelmekte, fakat aralarındaki Ebu Kays isimli râvi zikredilmemektedir.

3— Hz. Peygamber (s.a.), Amr'm gusletmeyi terkedişindeki fıkhı bilgi­sini öğrenmek istediği için ona: "Sen arkadaşlarına cünüb iken namaz mı kıl­dırdın?!" demişti. Amr, O'na, teyemmüm alış sebebi konusundaki fıkhı bilgisini söyleyince Peygamber (s.a.) kendisine, öyle yapma demedi. Bu da | gösterir ki, Amr'ın, haber verdiği üzere soğu.ktan dolayı helâk olmaktan kor­karak yaptığı teyemmüm ve o durumda teyemmümle namaz kıldırması -Allah daha iyi bilir ya- caizdir ve bunu yapan kimseye karşı gelinmez. Böylece an­laşılmıştır ki, Hz. Peygamber (s.a.) onun fıkhını ve ilmini öğrenmek istemiş­tir. En iyi bilen Allah'tır. [857]

 

H) HABAT SERİYYESİ

 

1— Ebu Ubeyde'nin Deniz Sahiline Gönderilmesi:

 

Bu seriyyede komutan, Ebu Ubeyde b. Cerrah idi. Hafız Ebu'I-Feth Mu-hammed İbn Seyyidinnâs, Uyûnu'l-Eser adlı kitabında bize bu seferin hicrî 8. yılın Recep ayında yapılmış olduğunu haber veriyor ki bu bence bir yanlış­lıktır. Nitekim bunu inşaallahu teâlâ aşağıda anlatacağız:

Bazıları derler ki: Rasûlullah (s.a.), Ebu Ubeyde b. Cerrah'i, aralarında Ömer b. Hattâb'ın da bulunduğu Muhacir ve Ensar'dan üç yüz kişinin ba­şında, Cüheyneliîerden bir küçük kabilenin yaşadığı-deniz sahiline yakın bir yerdeki Kıbliyye'ye gönderdi. Orası ile Medine arası beş günlük mesafedir. Yolda başlarına büyük bir açlık felâketi geldi ve selem ağacı yapraklan ( = habat) yediler. Büyük bir balık karaya vurmuştu onu yediler. Sonra geri döndüler. Düşmanla karşılaşmadılar.

Bu anlatım söz götürür. Çünkü Sahihayn'daki hadiste Câbir'in şöyle de­diği rivayet olunmaktadır:

Rasûîullah (s.a.) üç yüz kişilik bir süvari birliği ile bizi sefere gönderdi. Komutanımız Ebu Ubeyde b. Cerrah idi. Kureyş'in kervanını gözetlemek için gidiyorduk. Başımıza büyük bir açlık felâketi geldi de habat (denilen selem ağacı cinsinden dikenli bir ağacın yapraklarını) yedik. Bu yüzden bu sefere Ceyşü'l-Habat (Yaprak Askerleri) denildi. Bunun üzerine bir adam (Kays b. Sa'd b. Ubâde) üç deve kesti. Sonra üç deve daha kesti. Arkasından üç deve daha kesti. Daha sonra Ebu Ubeyde, onu bundan alıkoydu. Derken deniz, bizim için sahile anber denilen bir balık atıverdi. Biz bunun etini yarim ay (on beş gün) yedik. Balığın yağıyla yağlandık ve nihayet vücutlarımız semiz-leşti, gücümüz yerine geldi. Ebu Ubeyde balığın kaburga kemiklerinden iki­sini alıp (diktirdi). Askerler arasındaki en uzun boylu kimseyi ve en yüksek deveyi aradı. Adamı devenin üzerine bindirerek kemiklerin altından geçirdi. Balığın etinden yol için pastırma hazırladık. Medine'ye döndüğümüzde Ra-sûluîlah'a gelip bu olayı anlattık. Buyurdu ki: "O, Allah'ın sizier için deniz­den çıkardığı bir rızıktır. Yanınızda o etten bir parça varsa bize de yediriniz, olmaz mı?" Rasûlullah'a bir parça gönderdik de onu yedi.[858]

Ben derim ki: İşte bütün bunlar bu gazanın, barıştan ve Hudeybiye um­resinden önce yapıldığını gösterir. Çünkü Mekkeliler'le Hudeybiye'de sulh anlaşması yapıldığı andan itibaren onların kervanını gözetlemek mümkün ola­mazdı. Fetihe kadar devam eden güvenlik ve barış zamanı idi. Habat seriyye-sinin, biri barıştan önce, biri de barıştan sonra olmak üzere iki kere yapılmış olması ise uzak bir ihtimaldir. En iyi bilen Allah'dır. [859]

 

2~- Bu Olaydaki Fıkhı Hükümler:

 

1— Şayet seferin Recep ayında yapıldığı yolunda verilen tarih doğruysa haram ayda savaşmak caizdir. Allah daha iyi bilir ya, görünen o ki, bu doğ­ru olmayıp bir yanılgıdır. Hz. Peygamber'in (s.a.) haram ayda savaşa çıktı­ğı, baskın yaptığı ve seriyye gönderdiği bilinmemektedir. Müşrikler, Alâ b. Hadramî olayında müslümanlan Recep ayı başında savaşmak konusunda ayıp­lamışlar ve: "Muhammed haram ayı helâl yaptı." demişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyeti indirdi: "Sana haram ayda savaş yapmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır."[860] Bu âyetin, kendisine göre ha­reket edilmesi vacip olan bir nas tarafından neshedildiği sabit değildir. Üm­met de bunun neshedildiğinde icmâ etmemiştir. Haram aylarda savaş yapmanın haramlığı konusunda: "Haram aylan çıkınca, müşrikleri nerede bulursanız öldürün..."[861]âyeti delil gösterilmişse de bu âyet bir delil teşkil etmez. Çün­kü bu âyette zikri geçen "haram aylar"; Allah Teâlâ'nın müşriklere yeryü­zünde emniyet içerisinde gezip dolaşmak üzere mühlet verdiği "dört tesyîr ayı"dır. Bu ayların başlangıcı Zilhicce'nin onuncu günü olan büyük hac günü, sonu ise Rabîulâhir'in onuncu günüdür. İşte pek çok sebepten ötürü âyet hakkında doğru olan yorum tarzı budur; o sebeplerin sıralanacağı yer de bu­rası değildir.                                                                                      

2— Aç kalındığı zaman ağaç yapraklarını yemek caizdir. Yeşil cui bunun gibidir.

3— Düşmanla karşılaştıklarında ihtiyaç duyacakları endişesinden dola­yı -her ne kadar muhtaç olsalar da- devlet başkanı veya ordu komutanının gazilere, binek hayvanlarını kesmelerini yasaklaması caizdir. Onlar yasakla­dıkları zaman gazilerin bu yasağa itaat etmeleri gereklidir.

4— Deniz hayvanı ölüsünün yenilmesi caizdir; Ailah Teâlâ'nın "Ölü eti ve kan size haram kılınmıştır."[862]âyetinin hükmüne dahil değildir. Allah Te­âlâ şöyle buyurmuştur: "Bir geçimlik olmak üzere deniz avı ve yiyeceği size helâl kılındı..."[863] Hz. Ebu Bekir Sıddîk, Abdullah b. Abbas ile sahabeden bir grubun; deniz avını denizden avlanılan avdır, deniz yiyeceğini de denizde ölen hayvandır, diye tefsir ettikleri sahih olarak rivayet edilmiştir.[864] Yine Sü­nen 'de Abdullah İbn Ömer'den merfû ve mevkuf olarak şu rivayet yer almak­tadır: "Bize iki ölü ile iki kan helâl kılındı. İki ölü, balık ve çekirge; iki kan ise ciğer ve dalak kanıdır." [865] Hadis, hasendir. Bu mevkuf hadis, merfû hük­mündedir. Çünkü sahabînin "Bize helâl kılındı..." veya "haram kılındı..." demesi, Hz. Peygamber'in (s.a.) helâl kılmasına veya haram kılmasına dayanır.

İtiraz: Sahabîler bu olayda zorunlu kalmışlardı. Bu yüzden onu yemeyi düşündüklerinde: "O leştir, ölü hayvan etidir." dediler. "Biz, Allah Rasû-lü'nün (s.a.) elçileriyiz ve darda kalmış bulunuyoruz." dediler ve sonra yedi­ler. İşte bu, şayet o etten uzak kalmaları mümkün olsaydı yemeyeceklerine bir delildir.

Cevap: Şüphe yok ki onlar darda kalmışlardı. Fakat Allah Teâlâ onlara en temiz ve en helâlinden bir rızik hazırladı. Hz. Peygamber (s.a.), döndük­lerinde onlara şöyle buyurmuştu: "Onun etinden yanınızda bir parça kaldı

mı?" Sahabîler; "Evet" dediklerinde, Hz. Peygamber (s.a.) de o etten yedi; sonra şöyle buyurdu: "Bu, şüphesiz Allah Teâîâ'nın sizin için gönderdiği tyr nzıktır." Şayet bu et darda kalanların rızkı olsaydı, Rasûlullah (s.a.) zorun­lu olmadığı o vakitte ondan yemezdi. Sonra şu da var; şayet bu etten yemele­ri zaruretten dolayı olsaydı; sahabîlerin onun yağıyla yağlanmaları, elbiselerini ve vücutlarını murdar kılmaları nasıl caiz olurdu?! Hem fakihlerın birçoğu doyuncaya kadar ölü hayvan eti yemeyi caiz saymazlar; ancak ölmeyecek kadar yemeyi caiz görürler. Halbuki seriyyeye katılanlar, güç ve kuvvetleri yerine gelip vücutları semirecek kadar ondan yemişlerdi, yol için azık da hazırla­mışlardı.

Şayet denilirse ki: Bahsi geçen olay, bu hayvan deniz içerisinde ölmüş ve deniz onu, ölü iken sahile atmış olsaydı ancak o zaman sizin için bu konu­da bir delil olabilirdi. Malumdur ki böyle bir ihtimal mümkün olduğu gibi, balık diri iken denizin çekilmesi sonra da sudan ayrı kaldığından ötürü öl­müş olması ihtimali de mümkündür. Bu ise hem balığın boğazlanması hem de deniz hayvanının boğazlanması demektir. Bu ihtimali ortadan kaldırmak hiçbir şekilde mümkün değildir. Nasıl olabilir ki! Zira hadisin bazı rivayetle­rinde şöyle geçmektedir: "Deniz, bir tepeciğin üzerinden çekildiği gibi balık­tan çekildi."                                                                               

Cevap: Bu uzak bir ihtimal olmakla beraber hemen hemen harikulade bir olay şeklinde meydana gelebilir. Çünkü böyle bir hayvan diri olduğu za­man deniz kıyısında değil denizin ortasında ve dalgalar arasında bulunur, ora­dan ayrılıp karaya yaklaşmaz. Hem bu ihtimal de meseleyi çözmeye kâfi gelmemektedir. Zira bir hayvanın ölüm sebebi hakkında acaba bu sebep hay­vanı mubah kılan bir sebep midir, yoksa mubah kılmayan bir sebep midir diye şüpheye düşülse bu hayvan helâl olmaz. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), okla vurulduktan sonra su içerisinde bulunan av hayvanı hakkında: "Eğer su içerisinde boğulmuş olarak bulursan onu yeme. Çünkü sen, onu su mu yoksa attığın ok mu öldürdü, bilemezsin." buyurmuştur. Şu halde, deniz hay­vanı denizde öldüğünde haram olsaydı mubah olmazdı. Bu konuda ilim adam­ları arasında bir ihtilaf bilinmemektedir.

Öte yandan bu naslar mubah kabul edenleri destekler mahiyette olma­saydı bile sahih bir kıyas onları desteklerdi. Şöyle ki: Ölü hayvan eti, bünye­sinde suları, artıkları ve pis kanı toplamış olması sebebiyle haram kılınmıştır. Boğazlama, bu kanı ve artıkları giderdiği içindir ki hayvanın helâl olmasına sebep teşkil eder. Yoksa ölüm, haram klima sebebi değildir. Çünkü başka şeylerle olduğu gibi, boğazlamayla da meydana gelmektedir. Eğer boğazla­manın hayvanda gidereceği kan ve artıklar mevcut değilse sırf ölümden dolayi hayvan haram olmaz. Ve ayrıca çekirgede olduğu gibi helâl olması için bo­ğazlama da şart değildir. Bu yüzden; sinek, arı ve benzerleri gibi akıcı kana sahip olmayan hayvanlar ölüm sebebiyle murdar olmazlar. İşte balık da bu sınıftandır Zira balık öldüğü zaman bünyesinde kan ve artık barındıran bir hayvan olsaydı, boğazlama dışındaki bir ölümle helâl olmazdı; ve balığın su­yun içerisinde ölmesiyle dışında ölmesi arasında bir fark bulunmazdı. Çünkü malumdur ki, balığın karada ölmesi, denizde öldüğü zaman haram olacağı görüşünü savunanlara göre haramhğım gerektiren bu artıkları gidermemek-tedir. Şayet bu konuda naslar mevcut olmasaydı, bu kıyâs gerçekten yeterli olurdu. En iyi bilen Allah'tır.

5— Hz. Peygamber'in (s.a.) yaşadığı dönemde meydana gelen olaylar­da, ictihad yapmak caizdir ve kendisi bunu kabu! etmiştir. Fakat bu durum, içtihada mecbur kalındığı zamanda ve nassa müracaat mümkün olmadığı hal­lerde olabilir. Nitekim Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.) Rasülullah'ın (s.a.) huzurunda bir kısım olaylar hakkında ictihadda bulunmuşlar ve görüş­lerini açıklamışlardır. Hz. Peygamber (s.a.) onların bu davranışlarım kabul­lenmiştir. Fakat bu ictihadlar ancak muayyen ve cüz'î bir kısım hükümlerde olmuş; umumi hükümlerde ve şeriatın genel prensiplerinde olmamıştır. Zira Rasûlullah'm (s.a.) huzurunda hiçbir sahabî kesinlikle böyle bir davranışta bulunmamıştır. [866]

 

ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

BÜYÜK FETİH

A) MEKKE'NİN FETHİ

 

1— En Büyük Fetih:

 

Büyük fetih; Allah'ın kendisiyle dinini, Rasûlü'nü, ordusunu, güvenilir taraftarlarını yücelttiği ve kendisiyle, âlemlere hidayet sebebi kıldığı beytini ve beldesini kâfirlerin ve müşriklerin ellerinden kurtardığı bir fetihtir. Bu öy­le bir fetihtir ki, göktekiler onunla müjdelenmiş ve izzetinin ipleri İfcJîlö^-feut-"B$6sa omuzlanna bağlanmıştır. Bu fetih sebebiyle insanlar, akın akın Allah'ın dinine girmişlerdir. Yeryüzü bunun sebebiyle aydınlanmış ve parlamıştır.

Rasûlullah (s.a.), İslâm alayları ve Rahman orduları ile hicrî 8. yılı Ra-mazanı'nın on günü geçtikten sonra fetih için yola çıktı. Medine'de, Ebu Rühm Külsûm b. Husayn el-Gifarî'yi vekil bıraktı. İbn Sa'd ise, Abdullah b. Ümmi Mektûm'u vekil bıraktı, demektedir. [867]

 

2— Kureyşliler'in Anlaşmayı Bozmaları:

 

Hz. Peygamber'i (s.a.) bu fethe sürükleyen, yönelten sebep; siyer, me-gazî ve tarih âlimlerinin önderi Muhammed b. İshak b. Yesâr'm zikrettiğine göre şu idi:

Bekir b. Abdümenât b. Kinâneoğulları Huzaâhlara saldırdılar. Huzâalı-lar, Vetîr denilen bir su kenarında yaşıyorlardı. Bekiroğulları bir gece onlara baskın yapıp bazılarını öldürdüler. Onları bu işe yönelten şu olaydı: Hadramîlerden Mâlik b., Abbâd ismindeki bir adam, ticaret için yola çıkıp Huzâalı-ların yurtlarının ortasına geldiği sırada Huzâalılar tarafından baskına uğratı­lıp öldürülmüş ve malları alınmıştı. Buna karşılık Bekiroğullan da Huzâalılardan bir adama saldırmışlar ve onu öldürmüşlerdi. (İslâmiyetin zu­hurundan önce) Huzâahlar saldın düzenleyerek, (Kinânelilerin eşrafından olan) Esvedoğullarmdan Selmâ, Külsûm ve Züeyb'i Arafat'ta, Harem hududunu belirten taşların yanında öldürmüşlerdi. Bütün bunlar bi'setten (Hz. Peygam-ber'in, peygamberliğinden) önceydi. Rasûlullah (s.a.) peygamber olarak gön­derilip İslâm geldiği zaman aralan ayrıldı. İnsanlar artık bu yeni konuyla meşgul oluyorlardı.

Rasûlullah (s.a.) ile Kureyş arasında Hudeybiye anlaşması gerçekleşti­ğinde şu şart ileri sürülmüştü: "Rasûlulîah'ın (s.a.) anlaşma ve sözleşmesine girmek isteyen serbesttir; Kureyş'in anlaşma ve sözleşmesine girmek isteyen de serbesttir." Bunun üzerine Bekiroğullan Kureyş'in anlaşma ve sözleşme­sine; Huzâalılar ise Rasûlullah'm (s.a.) anlaşma ve sözleşmesine girdiler. Ba­rışın uygulamaya konmasını fırsat bilen Bekiroğullan, Huzâahlardan eski öçlerini almak istediler. Nevfel b. Muaviye ed-DÎIÎ, Bekiroğullanndan bir top­luluğun başında çıkıp Vetîr suyu başındaki Huzâahlara bir gece baskını dü­zenledi ve içlerinden bazılarını öldürdüler. Karşılıklı mızraklaşıp çarpıştılar. Kureyşliler Bekiroğullarına silah yardımı yaptılar. Bazı Kureyşlİler gece ka­ranlığından istifade edip onlarla birlikte savaşa katıldı. îbn Sa'd bunlardan şu kimselerin adını zikretmektedir: Safvân b. Ümeyye, Huveytıb b. Abdü-luzzâ^Mikrez b. Hafs. Neticede Huzâahları Harem'e kadar sürdüler. Harem sınırına ulaştıklarında Bekiroğulları dediler ki: "Ey Nevfel! Biz Harem'e gir­mişiz! İlâhından kork, ilâhından!" O ise çok ağır bir söz söyledi: "Bugün ^âh milâh yok! Ey Bekiroğullan! Öcünüzü alınız. Ömrüme yemin olsun ki sizler hacıları Harem'de soyar dururdunuz da şimdi orada öcünüzü almaya­cak mısınız?"

Huzâalılar Mekke'ye girdiklerinde, Büdeyl b. Verkâ el-Huzâî ile dostla­rı, Râfi' adındaki bir adamın evine sığındılar. Bunun üzerine Amr b. Salim el-Huzâî yola çıkıp Medine'ye geldi. Rasûluîlah'ın (s.a.) önünde durdu. Hz. Peygamber (s.a.) mescidde ashabının arasında oturuyordu. Amr, O'na şu şi­iri okudu:

"Allah'ım! Ben Muhammed'e hatırlatırım, Babamızla O'nun babası arasındaki eski ittifakı.

:      O zaman biz baba, sizler ise oğul idiniz;

Sonra müslüman olduk, sana yardımdan el çekmedik.

 Yardım et -Allah seni hidayetten ayırmasın- ebedî bir yardım! Allah'ın kullarım çağır; imdadımıza yetişsinler.

Rasûlullah onların aralarında, kılıcını sıyırmış, Boyuna yükselen dolunay gibi bembeyaz.

Uğradığı zulümden dolayı yüzü renkten renge girmiş,

Büyük ordunun başında, denizler gibi köpükler saçarak geliyor.

Kureyşliler sana verdikleri sözde durmadılar. Seninle yaptıkları sağlam anlaşmadan caydılar.

Bizi Mekke'nin aşağı tarafında gözetlediler, Sen kimseyi çağırmayacaksın sandılar.

Onlar çok zelil ve çok az kimselerdir sayıca. Geceleyin Vetîr'de, uykuda iken bize baskın yaptılar. Rükû ve sücûd halinde iken bizi öldürdüler!"[868]

Yani, biz müslüman olmuştuk, ama öldürüldük, demek istiyordu. R sûlullah (s.a.) ona şöyle dedi: "Ey Amr b. Salim! Sana yardım edilecek!" Bu sırada Rasûlullah'a (s.a.) bir bulut gösterildi. Hz. Peygamber (s,a.): "I bulut, Kâ'boğullanna yardım edileceğine işarettir." buyurdu. Büdeyl b. Verk

Huzâalllardan bir topluluk ileRasûlullah'm yanma gelip başlarına gelenleri ve Kureyşlilerin, Bekiroğullarını nasıl desteklediklerini anlattılar. Sonra Mek­ke'ye döndüler. Hz. Peygamber (s.a.) ashabına şöyle dedi: "Ebu Süfyan, an­laşmayı sağlamlaştırmak ve barış süresini uzatmak için yanınıza gelmek üzere bulunuyor galiba." [869]

 

3— Ebu Süfyan'm Aracılığı:

 

Büdeyl b. Verkâ, arkadaşlarıyla yoluna devam ediyordu. Usfan'a gel­diklerinde Ebu Süfyan b. Harb ile karşılaştılar. Kureyşliler onu, yaptıkları şeyin sonucundan korktuklarından ötürü anlaşmayı sağlamlaştırması ve/sü­reyi uzatması için Rasülullah'a (s.a.) göndermişlerdi. Ebu Süfyan, Büdeyl b. Verkâ ile karşılaştığında dedi ki: "Nereden geliyorsun, ey Büdeyl?" Onun Hz. Peygamberin (s.a.) yanına gittiğini sanıyordu. Büdeyl: "Şu sahilde ve vadi içlerinde bulunan Huzâalılara gitmiştim." dedi. Ebu Süfyan: "Peki Mu-hammed'in yanına gittin mi?" diye sordu. Büdeyl: "Hayır." dedi. Büdeyl, Mekke'ye doğru yola koyulduğunda Ebu Süfyan, eğer Medine'den geliyorsa hayvanı muhakkak hurma çekirdeği yeminden yemiş olmalı, diye düşünerek Büdeyl'in devesinin dışkısını alıp ezdi. İçinde hurma çekirdeği bulunduğunu gördü. "Allah'a yemin ederim ki Büdeyl, Muhammed'iri yanından geliyor." dedi.

Sonra Ebu Süfyan yola koyulup Medine'ye geldi. Kızı Ümmü Habîbe*-nin evine gitti. Oturmak için Allah Rasûlü'nün (s.a.) yatağına doğru ilerle­yince Ümmü Habîbe yatağı katlayıp ondan uzaklaştırdı. Bunu görünce: ,"Kızım, yavrum! Beni mi bu yataktan esirgedin, yoksa onu mu benden esir­gedin?" diye sordu. O da: "Hayır, bu Allah Rasûlü'nün (s.a.) yatağıdır. Sen ise pis bir müşriksin." diye cevap verdi. Ebu Süfyan: "Vallahi, benden son­ra sana bir şer isabet etmiş." dedi.

Sonra Ebu Süfyan, çıkıp Rasüîullah'ın yanma geidi ve O'nunla konuş­tu. Fakat Hz. Peygamber (s:a.) ona bir cevap vermedi. Ebu Süfyan, sonra Hz. Ebu Bekir'e gidip kendisi için Rasülulİah ile konuşmasını söyledi. Hz. Ebu Bekir: "Ben bunu yapamam" dedi. Sonra Ömer b. Hattâb'a gidip onunla konuştu. Hz. Ömer: "Ben sizin için Rasûlullah'tan şefaat mı dileyeceğim?! Vallahi, eğer bir karıncadan başkasını bulamasam bile onunla size karşı sa­vaşırım!" dedi. Bunun üzerine Ebu Süfyan, Ali b. Ebî Tâlib'in evine gitti. Hz. Fâtıma da oradaydı. Hz. Hasan henüz bir çocuktu ve önlerinde emekle­yip duruyordu. Ebu Süfyan: "Ey Ali, şu topluluk içinde akrabalık yönün­den bana en yakını sensin. Ben bir iş için gelmiş bulunuyorum. Hiçbir şey elde edemeden, geldiğim gibi geri dönmeyeyim! Benim için Muhammed'e ri ca et!" dedi. Hz. Ali: "Allah senin iyiliğini versin, ey Ebu Süfyan! Vallahi] Rasûlullah (s.a.), hakkında konuşamayacağımız bir şeye karar vermiş durum dadır." dedi. O zaman Ebu Süfyan, Fâtıma'ya dönerek şöyle dedi: "Şu oğ­luna emretsen de iki taraf arasında himayeci olsa, böylece dünyanın sonuna kadar Arapların efendisi olsa, olmaz mı?" Hz. Fâtıma: "Vallahi, benim bu oğlum ne halk arasında himayeci olacak yaşa gelmiştir; ne de herhangi biç kimse Rasülullah'a (s.a.) karşı himayeci olabilir." dedi.

Ebu Süfyan, Hz. Ali'ye dönerek: "Ey Ebu Hasan! Ben, işlerimin çok zorlaştığını görüyorum. Sen bana bir tavsiyede bulun." dedi. Hz. Ali şöyle cevapladı: "Vallahi, ben senin için yararlı olacak bir şey bilmiyorum. Ama sen, Kinâneoğullarımn ulu kîşisisin. Kalk, iki taraf arasında himayeci olduj-ğunu açıkla, sonra yurduna git." Ebu Süfyan: "Bunun bana bir fayda sağla]-yacağını sanıyor musun!" diye sordu. Hz. Ali: "Hayır, vallahi bir faydask olacağını pek sanmıyorum. Fakat senin için bundan başka bir yol da yok.? dedi.                                                                                                 

Bunun üzerine Ebu Süfyan, mescidde ayağa kalkıp: "Ey insanlar! Ha­beriniz olsun ki, ben iki taraf arasında himayeci oluyorum." dedi. Sonra de­vesine bindi, dönüp gitti.                                                                    

Ebu Süfyan, Kureyşlilere geldiğinde; "Ne haber var?" diye sordular. Dedi ki: "Muhammed'in yanına vardım ve onunla konuştum. Vallahi bana hiçbir cevap vermedi. Sonra Ebu Kuhâfe'nin oğluna gittim, ondan da bir hayır bu­lamadım. Sonra Ömer b. Hattâb'a gittim, onu baş düşman buldum. Sonrja Ali'ye gittim. Onu kavmin en yumuşağı buldum. Ali bana bir yo! gösterdi, ben de onu yaptım. Vallahi, bilmiyorum bu yaptığım şeyin bana bir faydası olur mu, yoksa olmaz mı?" Kureyşliler: "O'sana ne tavsiye etmişti?" dtfe sordular. "Bana, iki taraf arasında himayeci olduğumu açıklamamı söyle­mişti. Ben de öyle yaptım." dedi. Kureyşliler: "Muhammed bunu geçerli gördü mü?" dediler. "Hayır." dedi. O zaman Kureyşliler: "Yazıklar olsun san£! Vallahi adam seninle oyun oynamaktan başka bir şey yapmamış!" dediler. Ebu Süfyan da: "Hayır, fakat bundan başka da yapacak bir şey bulamadım " dedi. [870]

 

4— Müslümanların Savaşa Hazırlanmaları:

 

Rasûluilah (s.a.) müslümanlara yol için hazırlanmalarını emretti. Ai sine de kendisi için hazırlık yapmalarını söyledi.                                  

Hz. Ebu Bekir, kızı Âişe'nin yanma geldiğinde onun Hz. Peygamber'in (s.a.) yol hazırhklanyla meşgul olduğunu gördü. Şöyle dedi: "Bu hazırlıkları yapmanı sana Rasûlullah (s.a.) mı emretti kızım?" Hz. Âişe: "Evet." dedi ve hazırlığına devam etti. Hz. Ebu Bekir: "Sence nereye gitmek istiyor olabi­lir?" diye sorunca Hz. Âişe: "Hayır, vallahi bilmiyorum." cevabını verdi.

Derken Rasûlullah (s.a.) müslümanlara, Mekke'ye doğru gideceklerini bildirdi. Kendilerine iyice hazırlık yapmalarını emretti. Sonra şöyle dua etti: "Allah'ım! Yurtlarına ansızın varabilmemiz için Kureyşlilerin casus ve ha­bercilerini tut, engelle." Müslümanlar hazırlıklarını sürdürdüler.[871]

 

5— Hâtib'm Kureyşlilere Haber Vermeye Kalkışması:

 

Bu sırada Hâtıb b. Ebî Beltea, Rasûluîlah'm (s.a.) kendilerinin Üzerine yürüdüğünü haber vermek için Kureyşlilere bir mektup yazdı. Mektubu bir kadına verdi. Bunu Kureyşlilere ulaştırması için ona bir ücret öddedi. Kadın, mektubu başında saç örgüleri arasında gizledi. Sonra böylece yola koyuldu. Rasûlullah'a (s.a.) Hâtıb'ın yaptığı şey hakkında gökten haber ulaştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), Hz. Ali ile Zübeyr'i gönderdi. îbn İshak'ın dışın­dakiler: Ali, Mikdad ve Zübeyr'i gönderdi, diyorlar. Rasûlullah (s.a.) onlara dedi ki: "Hemen gidin! Hâh bahçesine vardığınızda, yanında Kureyşlilere bir mektup götüren bir kadını hayvanı üzerinde bulacaksınız."

Hz. Ali ile Zübeyr hemen atlarını koşturup gittiler. Sözü geçen yerde ka­dını tnldular ve hayvanından indirdiler. Dediler ki: "Yanındaki mektup ne­rede?" Kadın: "Yanımda mektup yok benim." dedi. Eşyasını aradılar fakat bir şey bulamadılar. O zaman Hz. Ali -Allah ondan razı olsun- kadına dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki Rasûlullah (s.a.) hiçbir zaman yalan söyleme­miştir, biz de yalan söylemiyoruz! Vallahi, ya mektubu çıkarırsın, ya da seni soyacağız!" Kadın onun ciddi olduğunu görünce: "Yüzünü çevir." dedi. O da yüzünü çevirdi. Kadın, saç örgülerini açıp arasından mektubu çıkarttı ve onlara verdi. Onlar da mektubu Rasûlullah'a (s.a.) getirdiler. Baktılar ki mek­tup Hâtıb b. Ebî Beltea tarafından Kureyşlilere yazılmış ve Rasûlullah'ın (s.a.) onlar üzerine yürümekte olduğunu haber veriyor.

Rasûlullah (s.a.) hemen Hâtıb'ı çağırttı ve sordu: "Bu nedir ey Hâtıb?" Hâtıb dedi ki: "Hakkımda hüküm vermekte acele etme ya Rasûlallah! Val­lahi ben, Allah'a ve Rasûlüne iman etmiş bir kimseyim. Ben dinimden dönmedim ve dinimi değiştirmedim. Ben Kureyşliler arasında yanaşma bi şeydim, onlardan değildim. Benim onlar arasında ailem, akrabalarım ve çocuklarım var. Bunları himaye edecekleri bir akrabalık da yok aramızda. Senin yanında bulunanların ise orada kendilerini koruyacak akrabaları var. İste­dim ki, bundan böyle onların yanında taraftarım olsun da akrabalarımı hi­maye etsinler."

Ömer b. Hattâb dedi ki: "İzin ver bana ya Rasûlallah, şunun boynunu vurayım! Bu adam Allah'a ve Rasûlü'ne hiyanet etmiştir, münafıklık yap­mıştır!" Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "O, Bedir savaşında bulunmuştur. Ne biliyorsun ey Ömer; belki de Allah, Bedir savaşma katılmış olanlara ba­kıp: 'İstediğinizi yapın. Ben sizi bağışlamışımdır.' buyurmuştur." Hz. Qmer'in gözleri doldu ve: "Allah ve Rasûlü en iyi bilendir." dedi.[872]

 

 6— Medine'den Yola Çıkış:

 

Sonra Rasûlullah (s.a.) oruçlu olarak yola çıktı. Müslümanlar da oruçlu idiler. Küdeyd'e -burası bugün insanların (kaf harfi ile) Kudeyd dedikleri yerdir-vardıkları zaman Hz. Peygamber (s.a.) iftar etti. Müslümanlar da O'nunla birlikte iftar ettiler.[873]

Sonra Hz. Peygamber (s.a.), Merruzzahrân'da konaklaymcaya kadar yola devam etti. Burası Mer vadisidir. Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında on bin ki­şi bulunuyordu.

Allah Teâlâ, Kureyşlilerin haber almasını engellemişti. Korku ve bekle­yiş içindeydiler. Ebu Süfyan (b. Harb) çıkıp haber toplamaya çalışıyordu. Onunla birlikte Hakîm b. Hizam ile Büdeyl b. Verkâ, söylentileri araştırmak için çıktılar.

Bundan Önce Abbas (b.Abdülmuttaîib), çoluk çocuğuyla birlikte müs-lüman olup muhacir olarak yola çıkmıştı. Rasûlullah (s.a.) ile Cuhfe'de kar­şılaştı. Daha önce karşılaştığı da söylenmiştir. [874]

 

7— Ebu Süfyan b. Hâris'in Müslüman Oluşu:

 

Hz. Peygamber (s.a.) ile yolda karşılaşanlar arasında, amcasın Ebu Süfyan b. Haris ile Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı. Bu ikisi O'nunla Ebvâ'da karşılaşmışlardı. Biri amcasının, diğeri de halasının oğlu idi. Hz. Pey­gamber (s.a.) bunlarla karşılaştığında, kendilerinden gördüğü eza ve hicivler sebebiyle yüzünü çevirdi. Ümmü Seleme O'na dedi ki: "Amcanın oğlu ile ha­lanın oğlu senin için insanların en şakisi olamazlar."

Ebu Ömer (İbn Abdilber)'in anlattığına göre Hz. Ali, Ebu Süfyan'a şöyle dedi: "Rasûlullah'ın (s.a.) yanına ön tarafından varıp O'na, kardeşlerinin Hz. Yusuf'a söyledikleri: 'Allah'a yemin olsun ki; Allah, seni bizden üstün kıl­mıştır. Doğrusu biz sana yaptıklarımızda suçlu idik.'[875] sözünü söyle. Bun­dan daha güzel bir sözün bulunabilmesi asla mümkün değildir." Ebu Süfyan da böyle yaptı. O zaman Rasûlullah (s.a.) ona şöyle cevap verdi: "Bugün si­ze hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur. Allah sizi bağışlasın. O, merhamet edicilerin en merhametlisidir."[876]

Bunun üzerine Ebu Süfyan Hz. Peygambere (s.a.) bir şiir söyledi. Şu be­yitler o şiirindendir:

"Hayatına and olsun ki, ben sancak taşıdığımda, Lâfın süvarileri Muhammed'in süvarilerini yensin diye;

Geceleyin yola çıkıp yolunu şaşırmış, gecesi kapkaranlık olmuş bir kimse gibiydim.

Şimdiki zamanım ise yolum gösterilip hidayete erdiğim zamandır.

Nefsimden başka bir rehber beni hidayete ulaştırdı.

Beni Allah'a yöneltti, her kovulacak yerde kovduğum."        

Rasûlullah (s.a.), Ebu Süfyan'ın göğsüne elini vurup dedi ki: "Kovulan ve sürülen kimselerle birlikte her kovulacak yere beni sen kovmuştun.[877]

Bundan sonra Ebu Süfyan iyi bir müslüman oldu.

Denilmiştir ki: Müslüman olduktan sonra, kendisinden utandığı için hiçbir zaman başını kaldırıp Rasûlullah'a (s.a.) bakmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.) onu seviyordu. Ona cennete gireceğini haber vermişti/?[878] Hz. Peygambe1^ (s.a.): "Hamza'ya halef olmasını ümid ediyorum." buyurmuştu. Vefatı yak­laştığı sırada Ebu Süfyan dedi ki: "Benim için sakın ağlamayın. Vallahi, mjjş-lüman olduğumdan beri hiçbir kötü söz söylemedim." [879]

 

8— Mernizzahrân'da Konaklama:

 

Rasûlullah (s.a.) Merruzzahrân'a varıp konakladığı zaman yatsı vakti gelmişti. Orduda bulunanlara ateş yakmalarım emretti ve on bin ateş yakıl­dı. Hz. Peygamber (s.a.) gece nöbetçilerinin başına Ömer b. Hattâb'ı -Allah ondan razı olsun- görevlendirdi.

Abbas, Rasûlullah'ın (s.a.) boz katın Beyzâ'ya binip çıktı. Rasûlullah (s.a.) savaşarak zorla Mekke'ye girmeden önce, Kureyşliler gelip O'ndan emân istesinler diye haber vermek için Kureyşliîere göndermek üzere bir oduncu veya herhangi bir kimse arıyordu.

Abbas anlatıyor: Vallahi, ben bu maksatla dolaşıyorken Ebu Süfyan (b. Harb) ile Büdeyl b. Verkâ'nın sesini işittim. Aralarında konuşuyorlardı. Ebu Süfyan diyordu ki: "Bu geceki kadar çok ateşi ve askeri hiçbir zaman gör­medim ben." Büdeyl ise şöyle diyordu: "Bunlar vallahi Huzâahlar! Onları harp ateşi biraraya getirmiş." Ebu Süfyan: "Huzâalıların ateşleri ve askerle­ri bunlardan daha az ve daha önemsizdir." dedi. Ebu Süfyan'ın sesini tam­dım ve: "Ey Ebu Hanzala!" dedim. O da benim sesimi tamdı; "Ebu Fadl, sen misin?" dedi. "Evet" dedim. "Babam anam sana feda olsun, ne haber var?" diye sordu. Ben: "Bunlar Rasûlullah (s.a.) ve arkadaşlarıdır. Vallahi, Kureyş'in sabahı pek yaman olacak!" diye cevapladım. Ebu Süfyan: "Peki, çare nedir, babam anam sana feda olsun?" diye sordu. Şöyle dedim: "Valla­hi, eğer sana karşı zafer elde ederse muhakkak boynunu vuracaktır. Şu katı­rın arkasına bin de seni Rasûlullah'a (s.a.) götüreyim ve senin için emân dileyeyim." Terkime bindi. İki arkadaşı dönüp gitti. Ebu Süfyan'ı alıp gö­türdüm. Müslümanların yaktığı ateşlerden her birinin yanma geldiğimizde "Kim bu?" diye soruyorlardı. Rasûiullah'm katırını ve benim de üzerinde olduğumu gördüklerinde "Rasûlullah'ın (s.a.) amcası, O'nun katırına bin-:miş." diyorlardı. Ömer b. Hattâb'm ateşinin yanından geçerken "Kim ö?" ıdedj ve ayağa kalktı. Hayvanın terkisinde Ebu Süfyan'ı görünce şöyle d^di:

"Allah düşmanı Ebu Süfyan! Seni anlaşmasız ve sözleşmesiz olarak ele ge­çirmeye imkan veren Allah'a hamdolsun." Sonra süratle Rasûlullah'm (s.a.) yanına doğru yürüdü. Katırı topukladım da onu geçiverdi. Hemen katırdan inip Rasûlullah'm (s.a.) yanına girdim. Ömer de bu sırada yanına gelip dedi ki: "Ya Rasûlallah! İşte Ebu Süfyan! Bana izin ver de boynunu vurayım!" Ben: "Ya Rasûlalîah! Ben onu himayeme aldım" dedim ve Rasûlullah'm (s.a.) yanına geçip oturdum. Ebu Süfyan'ın başını tutup "Vallahi, bu gece benden başka hiç kimse onunla başbaşa kalmayacak" dedim. Ömer, onun hakkın­daki isteğinde ileri gidince dedim ki: "Yavaş ol ey Ömer! Vallahi, eğer Adi-yoğullarından bir adam olsaydı o zaman böyle demezdin." Hz. Ömer: "Yavaş ol ey Abbas! Vallahi, babam Hattâb eğer müslüman olsaydı ona senin müs­lüman oluşuna sevindiğim kadar sevinmezdim. Çünkü biliyorum ki, Rasû-lullah (s.a.) da senin müslüman oluşuna sevindiği kadar Hattâb'ın müslüman oluşuna sevinmezdi." dedi. RasûluUah (s.a.): "Ey Abbas, onu senin çadırı­na götür de sabah olunca bana getir." buyurdu. Ebu Süfyan'ı alıp götürdüm. Sabah olunca tekrar Rasûlullah'a (s.a.) getirdim. Rasûlullah (s.a.) onu gö­rünce şöyle dedi: "Yazıklar olsun sana ey Ebu Süfyan! Allah'tan başka tanrı olmadığını anlama zamanın daha gelmedi mi?" Ebu Süfyan: "Babam, anam sana feda olsun! Ne yumuşak huylu, ne asil ve ne iyiliksever insansın! Yemin olsun ki Allah ile birlikte O'ndan başka bir tanrı olsaydı eğer, şimdiye kadar bir faydası olurdu zannediyorum." dedi. Rasûlullah (s.a.) dedi ki: "Yazık­lar olsun sana ey Ebu Süfyan! Benim Allah Rasûlü olduğumu anlayacağın vakit daha gelmedi mi?" Ebu Süfyan dedi ki: "Babam anam sana feda olsun! Ne yumuşak huylu, ne asîl ve ne iyilik sever insansın! Bu konuya gelince, şimdi bile hâlâ içimde bazı kuşkular var."

Bunun üzerine Abbas ona şöyle dedi: "Yazıklar olsun sana! Müslüman ol! Boynun vurulmadan önce Allah'tan başka tanrı olmadığım ve Muham-med'in, Allah'ın Rasûlü olduğunu kabul et." Nihayet Ebu Süfyan, hakkı kabul edip şehadet getirdi ve müslüman oldu.

Abbas dedi ki: "Ya Rasûlallah! Ebu Süfyan, övünmeyi çok seven bir adamdır. Ona bir lütufta bulunsan olmaz mı?" Hz. Peygamber (s.a.) buyur­du ki: "Olur. Kim Ebu Süfyan'ın evine girerse güven içerisinde olur. Kim kapısını kapayıp evinde oturursa o güven içerisindedir. Kim Mescid-i Haram'a girerse o da güven içerisindedir. "

Hz. Peygamber (s.a.) Abbas'a, Allah'ın ordusu geçerken görsün diye Ebu Süfyan'ı vadinin en dar yerinde, boğazın yakınında dağın başlangıç yerinde tutmasını emretti. O da böyle yaptı. Kabileler, bayraklarıyla geçiyordu. Her bir kabile oradan geçerken, "Ey Abbas, bu kim?" diye soruyordu. (Abbaf jder ki): Ben de; Süleymliler, diyordum. O zaman: "Süleymlilerle aramda bir ! kavga yok." diyordu. Sonra başka bir kabile geçiyordu, yine soruyordu: "Ey I Abbas, bunlar kim?" Ben: Müzeyneliler, diyordum. "Müzeynelilerle aram-!da bir kavga yok" diyordu. Nihayet kabileler bitti. Geçen kabilelerden bana ! sormadığı hiçbiri kalmadı. Ben, kabileyi kendisine söylediğimde, benimle bun-jlar arasında bir kavga yok, diyordu. Nihayet Rasûlullah (s.a.), Muhacirler [ile Ensar'dan meydana gelen kalabalık bir alay içerisinde geçmeye başladı. ' Birliktekilerin her biri zırhlara bürünmüş, gözlerinden başka bir yerleri gö-! Tünmüyordu. Ebu Süfyan dedi ki: "Sübhanallah, ya Abbas! Bunlar kim?" | Ben: "Bunlar Muhacirler veEnsar'la birlikte Rasûlullah'tır" dedim. Dedi ki: ! "Bunlara hiç kimse dayanamaz, hiç kimse güç yetiremez." Sonra şöyle dedi: , "Vallahi ey Ebu Fadl! Kardeşinin oğlunun saltanatı bugün pek büyük olmuş!" | Abbas diyor ki: "Ey Ebu Süfyan, dedim; bu peygamberliktir!" Ebu Süfyan: "Evet, anladım." dedi. Ben de: "Git, kavmini uyar" dedim.                

Ensar'm bayrağı Sa'd b. Ubâde'de idi. Ebu Süfyan'ın önünden geder­ken ona dedi ki: "Bugün en büyük savaş günüdür. Bugün (Kabe'de savaşın) helâl kılınacağı gündür. Bugün Allah, Kureyşlileri hor ve hakir kılacaktır!"

Rasûlullah (s.a.) Ebu Süfyan'ın hizasına geldiği zaman Ebu Süfyan dedi ki: "Ya Rasûlalîah! Sa'd'in ne söylediğini işitmedin mi?" Hz. Peygamber (s.a.) "Ne söyledi?" diye sordu. Ebu Süfyan, şöyle şöyle söyledi, diye anlat­tı. Bunun üzerine Hz. Osman ile Abdurrahman b. Avf dediler ki: "Ya Rasû­lallah! Biz onun Kureyşlilere saldırıp saldırmayacağından emin değiliz." RasûluUah (s.a.) buyurdu ki: "Hayır. Bugün Kabe'nin sânının yüceltileceği bir gündür. Bugün Allah'ın Kureyşlileri (İslâmiyetle) yücelteceği bir gündür." Sonra Rasûlullah (s.a.) Sa'd'a haber göndererek sancağı ondan aldı ve oğlu Kays'a verdi. Sancak, oğlu Kays'ta olunca, Sa'd'ın elinden çıkmamış sayıla­cağını düşündü. Ebu Ömer (İbn Abdilber) diyor ki: Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) sancağı Sa'd'dan alınca Zübeyr'e vermiştir.

Ebu Süfyan, yürüyüp Kureyşlilerin yanına vardı. En yüksek sesiyle şöy­le bağırdı: "Ey Kureyş topluluğu! İşte Muhammed, karşısında dayanamaya­cağınız kadar büyük bir kuvvetle yanı başınıza gelmiş bulunuyor. Kim, Ebu Süfyan'ın evine girerse; güvencededir." Hind bt. Utbe kalkıp geldi, bıyığın­dan yakalayıp: "Şu yağ tulumunu, ince bacaklıyı öldürün! Kavminin ne kö­tü bir öncüsüdür bu!" dedi. Ebu Süfyan dedi ki: "Yazıklar olsun size! Siz bu tutumunuzla kendinizi aldatmayın. O, sizin karşı koyamayacağınız bir or­duyla başucunuza gelmiş bulunuyor. Kim Ebu Süfyan'ın evine girerse güven­cededir. Kim Mescid-i Haram'a girerse güvencededir." Kureyşliler dediler ki: "Allah seni kahretsin! Senin evinin bize ne kadar faydası olabilir?" Dedi ki:

"Kim evine girip kapısını kapatırsa güvencededir. Kim Mescid-i Haram'a gi­rerse o da güvencededir." Bunun üzerine insanlar, evlerine ve Mescid-i Ha­ram'a gitmek üzere dağıldılar.[880]

 

9­­­­­­’­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­—­­­­­­’­­­­­­­­­­Mekke'ye Yürüyüş:

 

RasûluIIah (s.a.) yürüdü, yukarı tarafından Mekke'ye girdi. Burada ken­disine bir çadır kuruldu.

! RasûluIIah (s.a.), Halid b. Velid'e Mekke'ye aşağı tarafından girmesini emretti. Halid, ordunun sağ kanadına kumanda ediyordu. Bu kanat Eşlem, Süleym, Gifâr, Müzeyne, Cüheyne ve daha başka Arap kabilelerinden mey­dana gelmişti. Ebu Ubeyde ise, piyadeler ile zırhsız birliklere komuta ediyor­du. Bunların silahı yoktu.

Hz. Peygamber (s.a.), Halid ve yanındakilere şöyle dedi: "Eğer Kureyş-Iiîerden biri size karşı koyarsa, onları ekin biçer gibi biçin! (Yarın) benimle buluşma yeriniz Safa tepesidir." Karşılarına kim çıktıysa hepsini yere serdi­ler. Kureyş'in serkeşleri ve ayak takımı, İkrime b. Ebu Cehil, Safvân b. Ümeyye ve Süheyl b. Amr'ın önderliğinde müslümanlarla çarpışmak üzere Handeme'de toplandılar.

Bekiroğullarından Himâs b. Kays b. Halid, RasûluIIah (s.a.) Mekke'ye girmeden önce silahlarını hazırlıyordu. Karısı: "Bunları niçin hazırlıyorsun?*' diye sordu. Himâs: "Muhammed ve arkadaşları için." dedi. Karısı: "Vaİla-hi, Munammed ve arkadaşlarına hiç kimsenin karşı durabileceğini zannetmi­yorum." dedi. Himâs: "Vallahi, ben onlardan bazılarını esir alıp sana hizmetçi yapmayı bile ümid ediyorum." dedi. Ve şu beyitleri söyledi:

Onlar bugün gelecek olurlarsa ben hasta değilim; I|te mükemmel silahlar; şu uzun demirli mızrağım, »ü iki ağızlı ve çabucak sıyrılan kılıcım." [881]

 

10— Bazı Mekkeliler'in Karşı Koymaya Çalışması:

 

Sonra Himâs, Handeme'de, Safvân, îkrime ve Süheyl b. Amr'a katıldı. Müslümanlar bunların yanlarına gelince, ok ve mızraklar atmaya başladılar. Müslümanlardan Kürz b. Câbir el-Fihrî île Huneys b. Halid b. Rabîa öldü­rüldü. Bu ikisi Halid b. Velid'in süvari birliğindeydiler. Ondan ayrılmışlar ve başka bir yol tutturmuşlardı. İkisi de öldürüldü. Müşriklerden ise on iki civarında adam öldürülmüştü. Müşrikler yenildiler. Silahlarını hazırlamış olan Himâs da yenilip kaçanlar arasındaydı. Evine girdi ve karısına dedi ki: "Ka­pıyı üzerime kapa!" Karısı: "Hani dediğin nerede kaldı?" dedi. Himâs şöyle cevapladı:

"Eğer sen Handeme gününe şahit olsaydın, Safvân ve İkrime'nin nasıl kaçtıklarına;

Müslüman kılıçlarıyla bizi karşıladılar,

Kolları ve kelleleri nasıl biçiyorlardı, görseydin!

Vuruyorlardı, haykırıştan başka şey duymuyorduk,

Etrafımızda, homurtularından, haykırmalarından başka.

Beni ayıplayacak en küçük bir söz bile söylemezdin o zaman."

Ebu Hureyre der ki: RasûluIIah (s.a.) ilerleyip Mekke'ye girdi. İki ka­nattan birinin başında Zübeyr'i, diğerinin başında Halid b. Velid'i gönderdi. Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı da, zırhsızlara komutan yapıp gönderdi. Sonra va­dinin ortasından yürüyüşe geçtiler. RasûluIIah (s.a.) da kendi bölüğünün içe­risinde idi. Ebu Hureyre diyor ki: Kureyşliler birtakım serserileri toplamışlardı. Diyorlardı ki: "Bunları ileri sürelim. Şayet Kureyş'in lehine bir durum olur­sa biz de onlarla birlik oluruz. Eğer yenilirlerse istediklerini onlara veririz." RasûluIIah (s.a.) "Ey Ebu Hureyre!" diye seslendi. Ben: "Buyur, emret ya Rasûlallah!" dedim. "Bana Ensar'ı çağır. Ensar'ımdan başkası gelmesin." buyurdu. Ebu Hureyre çağırdı. Hemen gelip Rasûlullah'ın (s.a.) etrafında toplandılar. Şöyle buyurdu: "Kureyş'in serserilerini ve onlara katılanları görü­yor musunuz?" Sonra iki elini birbiri üzerine kavuşturarak: "Benimle Safâ'-da buluşuncaya kadar onları ekin biçer gibi biçiniz!" dedi. Sonra ayrıldık. Artık bizden her isteyen dilediğini öldürüyordu. Ama onlardan hiçbiri bize bir şey yapamıyordu. [882]

Rasûlullah'm (s.a.) bayrağı Hacûn'da, Mescia-i Feth'in bulunduğu yer­de dikildi. [883]

 

11— Hz. Peygamber (s.a.) Kabe'de:

 

Sonra Rasûlullah (s.a.) kalktı. Muhacirler ve Ensar, önünü arkasını ve etrafını sarmışlardı. Mescıd-i Haram'a girdi. Hacer-i Esved'e doğru yöneldi, onu selâmladı. Sonra Kabe'yi tavaf etti. Elinde bir yay vardı. Kabe'nin etra­fında ve üzerinde üç yüz altmış put bulunuyordu. Elindeki yay ile putlara dür­tüyor ve şöyle diyordu: "Hak geldi, bâtıl yok olup gitti. Zaten bâtıl her zaman yok olmaya mahkumdur."[884] "Hak geldi. Bâtıl, ne yoktan bir şeyi var ede­bilir, ne de yok olanı tekrar diriltebilir." [885]Putlar yüzleri üstü birbiri üze­rine devriliyordu. [886]

Peygamber (s.a.) tavafı devesi üzerinde yapiyorduj O gün ihramlı değil­di. Yalnız tavafla yetindi. Tavafı tamamlayınca Osman b. Talha'yı çağırdı. Kabe'nin anahtarlarını kendisinden aidi. Kapının bununla açılmasını emret­ti, kapı açıldı. İçeriye girdi. Kabe'nin içindeki resimleri gördü. Hz. İbrahim (a.s.) ile Hz. İsmail (a.s.)'in fal okları çekiyor halde yapılmış resimlerini gör­dü. Buyurdu ki: "Allah bunu yapanları kahretsin! Vallahi, o ikisi hiçbir za­man fal oku çekmemişlerdir!"[887]

Hz. Peygamber (s.a.), Kabe'nin içinde Öd ağacından yapılmış bir güver­cin heykeli gördü. Bunu kendi eliyle kırdı. Resimlerin yok edilmesini emret­ti, resimler silindi.

Sonra Hz. Peygamber (s.a.) kapıyı üzerine kapattırdı. Üsâme ve Bilâl de içerideydi. Kapının karşısına gelen duvara doğru, üç arşın kalıncaya kadar ilerledi. Burada durup namaz kıldı. Sonra Beytullah'ın içinde dolaşt bir köşesinde tekbir getirdi, Allah'ı birledi. Sonra kapıyı açtı.

Bu sırada Kureyşlüer sıra sıra Mescid-i Haram'a doluşmuşlar, Hz gamberMn (s.a.) ne yapacağını gözlüyorlardı. [888]

 

12— Hz. Peygamber (s.a.) M ek kel ilerle:

 

Hz. Peygamber (s.a.) kapının sövelerine tutundu. Kureyşlüer kapiı tında idiler. Şöyle buyurdu:

"Allah'tan başka ilâh yoktur. O yegânedir, O'nun ortağı yoktur. O, va*-dini yerine getirdi ve kuluna yardım etti. Bütün düşmanları tek başına boz­guna uğrattı. İyi bilin ki, cahiliye çağma ait herşey, mal ve kan davaları, Beytullah'ın perdedarlığı ile hacılara su dağıtma âdetleri dışında hepsi de şu iki ayağımın altındadır, kaldırılmıştır. İyi bilin ki, kamçı ve sopa ile yapılan yarı kasıtlı (şibhu'1-amd) hatâen adam öldürmenin ağır bir diyeti vardır. Bu da, içlerinden kırkının karınlarında yavruları olmak şartıyla yüz devedir.

Ey Kureyş topluluğu! Muhakkak ki Allah, cahiliye gururunu, cahiliye atalarıyla övünüp büyüklenmeyi sizden kaldırmıştır. Bütün insanlar Âdem'­den, Âdem de topraktan yaratılmıştır!"                                                 .

Sonra Hz. Peygamber (s.a.) şu âyeti okudu: "Ey insanlar! Biz sizi| bir erkek ile bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasmız diye sizi milletlere veika-bilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, en çok sakmanımzdir. Şüp­hesiz ki Allah herşeyi bilir, herşeyden haberdardır.[889]

Sonra şöyle buyurdu:                                                                      

— Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda ne yapacağımı sanıyorsunuz?

Kureyşliler:                                                                                     

— Hayır yapacağını. Sen iyi bir kardeşsin, iyi bir kardeş oğlusun, dediler. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu:

— Ben, size Hz. Yusuf'un kardeşlerine dediğini söyleyeceğim: "Size bu­gün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur." Gidin, sizler serbestsiniz! [890]

 

13- Kabe'nin Anahtarları:

 

Sonra Hz. Peygamber (s.a.) Mescid-i Haram'da oturdu. Hz. Ali O'na doğru geldi. Kabe'nin anahtarı elindeydi. Dedi ki: "Ya Rasûlallah! Kabe per-dedarlığt (hicâbe) ile hacılara su dağıtma (sikâye) işini bize ver. Allah'ın selâ­mı üzerine olsun." Rasûlullah (s.a.) buyurdu: "Osman b. Talha nerede?"[891] Çağırdılar, geldi. Ona şöyle dedi: "İşte anahtarın ey Osman. Bugün iyilik ve vefa günüdür."[892]

İbn Sa'd, Tabakat'mda, Osman b. Talha'nın şöyle dediğini naklediyor: Biz cahiliye döneminde Kabe'yi pazartesi ve perşembe günleri açıyorduk. Ra­sûlullah (s.a.) bir gün halk ile birlikte Kabe'ye girmek için gelmişti. Ben ken­disine sert davranmış ve dil uzatmıştım. O ise bana yumuşak davranarak: "Ey Osman! Umulur ki bir gün sen bu anahtarı benim elimde göreceksin. O za­man onu istediğime vereceğim." demişti. Ben de: "O gün, Kureyş'in mahvo-lup kıymetten düşeceği gün olacaktır." demiştim. Buna karşılık: "Hayır. Asıl o zaman Kureyş yaşayacak ve üstün olacaktır." diye cevap vermiş ve Kabe'­ye girmişti. Bana söylediği bu söz, hiç aklımdan çıkmamış ve bir gün olacak diye hep beklemiştim. Fetih günü olunca bana dedi ki: "Ey Osman! Anahta­rı bana getir." Ben de getirdim. Anahtarı benden aldı, sonra tekrar bana geri verdi ve dedi ki: "Ebedî bir miras olarak ve temelli kalmak üzere bunu alın. Onu sizin elinizden ancak zalim olan alabilir. Ey Osman! Allah Teâlâ, Beyt'-ini size emanet ediyor. Bu beyt sebebiyle size ulaşacak şeyleri meşru olarak yeyiniz." Osman b. Talha devamla şöyle anlatıyor: Dönüp gidiyordum, Hz. Peygamber beni çağırdı. Geri dönüp gittim. Bana dedi ki: "Sana vaktiyle söy­lediğim şey aynen olmadı mı?" İşte o anda hemen hicretten önce Mekke'de iken bana söylemiş olduğu "Umulur ki bir gün sen bu anahtarı benim elimde göreceksin. O zaman onu istediğime vereceğim." sözünü hatırladım ve de­dim ki: Evet, şahitlik ederim ki sen, şüphesiz Allah Rasûlü'sün![893]

Saîd b. Müseyyeb'in naklettiğine göre Abbas, o gün anahtarı Haşimo-ğullanndan bazı adamların gözetimine almak için üstünlük taslamışü. Fakat Rasûlullah (s.a.) anahtarı Osman b. Tahla'ya geri verdi. [894]

 

14— Bilâi-i Habeşî'nin Kabe'de Ezan Okuması:

 

Sonra Hz. Peygamber (s.a.) Bilâl'e, Kabe'nin üzerine çıkıp ezan oku­masını emretti. Bu sırada Ebu Süfyan b. Harb, Attâb b. Esîd, Haris b. Hi­şâm ve Kureyş'in ileri gelenleri Kabe avlusunda oturuyorlardı. Attâb dedi ki: "Allah (babam) Esîd'e lütfetti de duyduğunda hiç hoşlanmayacağı şu sesi ona işittirmedi." Haris şöyle dedi: "Vallahi, O'nun gerçek peygamber olduğunu bilseydim muhakkak kendisine tâbi olurdum." Ebu Süfyan ise şöyle dedi: "Vallahi, ben hiçbir şey söylemeyeceğim. Eğer konuşursam şu çakıl taşları bile söylediklerimi haber verirler." İşte bu esnada Hz. Peygamber yanlarına çıkıp geldi ve onlara dedi ki: "Ben sizin söylediklerinizi biliyorum!" Sonra konuşulanları aynen onlara tekrarladı. Haris ve Attâb o zaman dediler ki:

"Biz şahitlik ederiz ki sen, Allah'ın Rasûlü'sün! Vallahi, bu söylediklerimi­ze, hiçbir kimse yanımızda bulunup da vâkıf olmadı ki, o sana haber verdi diyelim![895]

 

15— Fetih Namazı:

 

Sonra Rasûiullah (s.a.), Ebu Tâlib'in kızı Ümmü Hâni'nin evine girdi ve gusül yaptı. Onun evinde sekiz rekât namaz kıldı. Kuşluk vaktiydi.[896] Bu yüzden bazıları bu namazın, kuşluk namazı olduğunu zannettiler. Halbuki bu, fetih namazı idi. Bundan böyle müslüman komutanlar bir kaleyi, bir şehri fethettikleri zaman, Rasûlullah'a (s.a.) uymak için fetihten hemen sonra bu namazı kıldılar. Olayın anlatımında, bu namazın fetih münasebetiyle Allah'a şükür olarak kılındığına bir delil de bulunmaktadır. Çünkü Ümmü Hâni: "Bu namazı kıldığını ne bundan önce, ne de bundan sonra görmüştüm." demiştir.

Ümmü Hâni, kocasının iki yakınını himayesine almıştı. Rasûiullah (s.a.) ona şöyle dedi: "Senin emân verdiğine biz de emân verdik ey Ümmü Hâni!"[897]

 

16— Öldürülmeleri Emredilen Mekkeliler:

 

Fetih tamamlanınca Rasûiullah (s.a.), dokuz kişi dışında bütün insanla­ra emân verdiğini açıkladı. Bu dokuz kişinin ise, Kabe'nin örtüsü altında bu­lunsalar bile öldürülmelerini emretti. Onlar şunlardı: Abdullah b. Sa'd b. Ebî ,Serh, İkrime b. Ebî Cehil, Abdüluzzâ b. Hatal, Haris b. Nüfeyl b. Vehb, Makîs b. Subâbe, Hebbâr b. Esved, İbn Hatal'm şarkıcı iki kadın kölesi -bunlar Ra­sûiullah (s.a.) hakkında hicivler içeren şarkılar okurlardı-, Abdülmuttalibo-ğullarından birinin azadlısı olan Sâre.

Bunlardan îbn Ebî Şerh müslüman oldu. Osman b. Affân onu getirip Rasûlullah'tan (s.a.) emân vermesini istedi. Hz. Peygamber (s.a.), sahabe­den bazılarının kalkıp onu öldürmelerini umarak ondan vazgeçtikten sonra bunu kabul etti. O, daha önce müslüman olup hicret etmiş, sonra dinden çiikıp Mekke'ye geri dönmüştü.                                                    

i: İkrime b. Ebî Cehil'in kaçışından sonra karısı gelip onun adına emân iistedi. Hz. Peygamber (s.a.) ona da emân verdi. O zaman İkrime dönüp gel­di ve müslüman oldu. İyi müslüman oldu.                                

İbn Hatal, Haris ve Makîs ile iki şarkıcı kadından biri öldürüldüler. Makîs, müslüman olmuş, sonra dinden çıkıp (kardeşini yanlışlıkla öldüren sahabî Evs b. Sâbit'i) öldürüp müşriklere katılmıştı. Hebbâr b. Esved'e gelince; bu, Ra-sûlullah'ın (s.a.) kızı Zeyneb'in Medine'ye hicreti sırasında karşısına çıkmış, mızrakla vurup onu bir kaya üzerine düşürmüş ve karnındaki çocuğu düşür­mesine sebep olmuş ve kaçmıştı. Daha sonra müslüman oldu, iyi de müslü­man oldu.

Rasûlullah'tan (s.a.), Sâre ile iki şarkıcı kadından biri için de emân iste­nildi. Hz. Peygamber (s.a.) onlara da emân verdi. Bu iki kadın da müslüman oldu. [898]

 

17— Hz. Peygamberin Konuşması:

 

Fetih'in ertesi günü olunca, Rasûiullah (s.a.) insanlar arasında ayağa 1 al-kıp konuştu: Allah'a hamd ve senada bulunup O'nu lâyık olduğu biçimde övdükten sonra dedi ki:                                                                    

(Ey insanlar! Şüphe yok ki Allah, gökleri ve yeri yarattığı gün Mekke'­yi de haram ve dokunulmaz kılmıştır. Burası Allah'ın, kıyamet gününe ka­dar haram ve dokunulmaz kıldığı yerdir. Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kimsenin, burada kan dökmesi ve ağaç kesmesi helâl değildir. Şayet bir kim­se, Rasûlullah'm burada çarpışmasını ruhsat saymaya kalkışırsa, ona: 'Al­lah yalnız Rasûlü'ne izin vermişti. Size izin vermemiştir.' deyiniz. Bana da ancak günün belli bir saatinde helâl olmuştur. Artık Mekke'nin bugünkü ha-ramhğı dünkü haramlığına dönmüştür. Bu söylediklerimi, burada bulunan­lar bulunmayanlara ulaştırsın."[899]

 

18— Rasûiullah Mekke'de Kalacak mı?

 

Allah Teâlâ; Rasûîü'nün şehri, vatanı ve doğum yeri olan Mekke'nin fethini kendisine nasip edince, Ensar aralarında şöyle konuştular: "Ne dersim niz, Allah, Rasûlullah'a (s.a.) şehri ve vatanı olan Mekke'nin fethini nasib edince artık orada mı kalır?" Hz. Peygamber (s.a.) bu sırada ellerini kaldır­mış Safa tepesinde dua ediyordu. Duasını bitirdikten sonra "Ne diyordunuz?" diye sordu. "Bir şey yok, ya Rasûîallah!" dediler. Ama çok geçmeden konu­şulanı kendisine söylediler. O zaman Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Al­lah korusun; hayatım sizin hayatınızladır, Ölümün sizin ölümünüzledir."[900]

 

19­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­-- Bazı Mekkeliler:

 

Rasûlullah (s.a.) Beytullah'ı tavaf ederken, Fudâle b. Umeyr b. Mülev-vih O'nu öldürmeyi tasarladı. Ona doğru yaklaştığında Hz. Peygamber (s.a.): "Sen Fudâle misin?" diye sordu. "Evet, ya Rasûlallah!" dedi. Peygamberi­miz: "Kalbinden ne geçiriyordun?" diye sorduğunda Fudâle: "Hiçbir şey, Allah'ı zikrediyordum." cevabım verdi. Hz. Peygamber (s.a.) gülümsedi ve: "Allah'tan bağışlanmam dile." buyurdu. Sonra elini onun göğsüne koyunca kalbi yatıştı. Fudâle derdi ki: "Vallahi, Rasûlullah (s.a.) elini göğsümden kal­dırdığı zaman, benim için Allah'ın yaratıkları arasında O'ndan daha sevgili olan hiçbiri yoktu." Fudâle şöyle anlatıyor: Sonra aileme döndüm. Başım­dan geçenleri bir kadına anlatıyordum. Kadın: "Söze gel" dedi. "Hayır", dedim. Fudâle, şöyle diyerek kalkıp gitti:

"Kadın bana, söze gel, dedi; dedim ki, Senden geri durur, Allah ve İslâm;

Eğer Muhammed ve taraftarlarını görseydin, Fetihle, putların parçalandığı gün;

Görürdün Allah'ın dinini mutlaka apaçık ve aydınlık; Şirkin ise yüzünü karanlıkların bürüyüp nasıl kararttığını.'[901]

O gün Safvân b. Ümeyye ile İkrime b. Ebî Cehil kaçtılar. Umeyr b. Vehb el-Cumahî, Rasûlullah'tan (s.a.) Safvân için emân istedi. Rasûluîlah (s.a^) emân vermeyi kabul etti ve Mekke'ye girdiği günkü sarığını ona verdi. Safvân ge­miye binmek üzere iken Umeyr kendisine yetişti ve onu geri getirdi. (Hz. Pey­gamber kendisini İslâm'a dstyet edince) Safvân: Bana bu konuda iki ay mühlfet ver, dedi. Rasûlullah (s.a.): "Sana dört ay mühlet verilmiştir." buyurdu.[902]

Haris b. Hişâm'm kızı Ümmü Hakîm, İkrime b, Ebî Cehil'in nikâhı al­tındaydı; müslüman oldu. Rasûlullah'tan (s.a.), kocasına emân vermesini is­tedi. Hz. Peygamber de ona emân verdi. Ümmü Hakîm, kocasına Yemen'de yetişti, ona güvence verdi ve onu alıp geri getirdi. Rasûlullah (s.a.) Safvân ile bunların eski nikâhlarını kabul etti.[903]

Daha sonra Rasûlullah (s.a.), Temîm b. Esîd el-Huzâî'ye emrederek, ha­rem sınırlarını işaretleyen taşlan yenilettirdi[904]

 

20— Putların Yıktırılması:

 

Rasûlullah (s.a.), Kabe çevresindeki putlar için birlikler gönderdi. Bu put­ların hepsi kırılarak yok edildi. Lât ve Uzzâ ile bir üçüncüsü olan Menât da bunlardandır. Hz. Peygamber'in (s.a.) münadisi Mekke'de şöyle bağırdı: "Kim, Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa; evinde hiçbir put bırakmasın, hepsini kırsın!"                                                                                 

Hz. Peygamber (s.a.), Ramazan ayının bitimine beş gece kala, Halid b. Velid'i Uzzâ putunu yıkması için gönderdi. Halid, ashabtan otuz süvari ile birlikte gitti. Putu yıkıp Rasûlullah'a (s.a.) döndü ve olanları haber verdi. Rasûlullah (s.a.): "Bir şey gördün mü?" diye sordu. Halid: "Hayır" dedi. Rasûlullah (s.a.): "Sen onu tam olarak yıkamamışsın, dön ve onu yık." bu­yurdu. Halid öfkeli öfkeli geri döndü. Kılıcını sıyırdı. Bu sırada karşısına çı­rılçıplak, kapkara ve saçı başı dağınık bir kocakarı çıktı. Putun hizmetçisi kocakarıya bağırmaya başladı. Halid kılıcım vurup kanyı ikiye böldü. Sonra Rasûlullah'a (s.a.) dönüp olanları anlattı. Hz. Peygamber (s.a.): "Evet, işte o Uzzâ'dır. Artık ülkenizde kendisine tapılmasından edebiyen ümidini kes­miştir." buyurdu. Bu put Nahle'de bulunuyordu. Kureyş ile bütün Kinâneo-ğullarmm putu idi. Onların en büyük putu buydu. Onun bakıcıları Şeybânoğulları idi.

Sonra Hz. Peygamber (s.a.) Amr b. Âs'ı, Huzeyl kabilesinin putu olan Suvâ'i yıkmaya gönderdi. Amr der ki: Putun yanına vardığımda bakıcısı da oradaydı. Bana: "Ne istiyorsun?" diye sordu. "Rasûlullah (s.a.) bana, bu putu yıkmamı emretti." dedim. Bakıcı: "Buna gücün yetmez." dedi. "Ni­çin?" diye sordum. "Seni bundan alıkoyar." dedi. Ona: "Sen hâlâ bâtıl üze­rindesin. Yazıklar olsun sana. Bu put işitir veya görür mü hiç?!" dedim ve yanına yaklaşıp putu kırdım. Sonra arkadaşlarıma emrettim, putun hazine­sini yıktılar. İçeride hiçbir şey bulamadık. Sonra bakıcıya: "Nasıl, gördün mü?" diye sordum. Bakıcı: "Ben Allah'a teslim oldum." dedi.[905]

Sonra Hz. Peygamber (s.a.) Sa'd b. Zeyd el-Eşhelî'yi Menât üzerine gön­derdi. Kudeyd yakınlarında Müşellel'de bulunuyordu. Evs, Hazrec, Gassan ve diğer kabilelerin putu idi. Sa'd yirmi süvari ile yola çıktı. Ordaya vardık­larında bakıcısı yanındaydı. "Ne istiyorsunuz?" diye sordu. "Menât'ı yıkmayı" dedim. Bakıcı: "İşte sen, işte o." dedi. Sa'd puta yönelip üstüne doğru yürüdü. Karşısına çırılçıplak, kapkara, saçı başı dağınık bir kadın çık­tı. Feryad edip bağırıyor ve göğsünü dövüyordu. Bakıcı, kadına: "Menâfi yanına al ve isyankârları parçala." dedi. Sa'd vurdu ve kadını öldürdü. Son­ra putun yanına geldi. Arkadaşlarıyla birlikte onu yıkıp parçaladılar. Hazi­nesinde hiçbir şey bulamadılar.[906]

 

21— Halid b. Velid'in Cüzeymeoğulları Seriyyesi:

 

îbn Sa'd der ki: Halid b. Velid, Uzza'yı yıkmaktan döndüğünde Rasû-lullah (s.a.) Mekke'de bulunuyordu. Onu, Cüzeymeoğullannı İslâm'a davet etmesi için gönderdi. Savaşmak için göndermemişti. Halid, Muhacirler ve En-sar ile Süleyinoğullanndan üç yüz elli kişilik bir birliğin başında yola çıktı. Yanlarına ulaştığında: "Siz kimlersiniz?" diye sordu. Şöyle cevap verdiler: "Biz müsîümanız. Namaz kılıyoruz ve Muhammed'i (s.a.) tasdik ediyoruz. Meydanlarımızda mescidier yapık ve buralarda ezan da okutuyoruz." Ha­lid: "Peki, üzerinizdeki bu silahlar ne oluyor?" diye sordu. Cüzeymeoğulla-n: "Araplardan bir kavim ile aramızda düşmanlık var. Sizin onlar olmanızdan korkmuştuk." diye cevapladılar. Onların, müslüman olduk ( = eslemnâ) de­meyi beceremeyerek, sabe'nâ ( = biz dinimizden çıktık) dedikleri de söylen­miştir. Halid: "Silahlarınızı bırakın." deyince silahlarını bırakıverdiler. "Onları esir edin!" diye emretti. Müslümanlar onları esir aldılar. Sonra onlardan bir kısmına emredip diğerlerinin ellerini boyunlarına bağlattı. Onları arkadaşla­rına paylaştırdı. Seher vakti olunca Halid b. Velid: "Yanında esir bulunan herkes onun boynunu vursun!" diye seslendi. Süleymoğullan elîerindekileri öldürüverdiler. Fakat Muhacirler ile Ensar esirlerini salıverdiler. Halid'in yap­tıkları Hz. Peygamber'e (s.a.) haber verilince: "Allah'ım! Halid'in yaptıkla­rından dolayı sana sığınıyorum." buyurdu ve Hz. Ali'yi, öldürülenlerin diyetlerini ve kaybettiklerini ödemesi için gönderdi.[907]

Halid ile Abdurrahman b. Avf arasında bu meseleden dolayı birtakım sözler ve atışmalar oldu. Bunlar Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaşınca şöyle bu­yurdu: "Yavaş ol ey Halid! Ashabıma ilişme. Vallahi, eğer senin Uhud dağı kadar altının olup onu Allah yolunda harcasan, ashabımdan bir kimsenin se­fer için yaptığı bir sabah yürüyüşüne veya akşam yürüyüşüne erişemezsin."[908]

 

 

B) HASSAN B. SÂBİT'İN ŞİİRİ

 

Hassan b. Sabit (r.a.) Hudeybıye umresi hakkında şu şiiri söylemiştir

"Zâtu'l-Esâbi' ve ilerisindeki Civâ, Azra'ya kadar silindi; şimdi evleri bomboş,  

 Hashâsoğullannın diyarı bitkisiz, çorak; rüzgârlar ve yağmur izlerini si­ler, örter,

Orada bir dost ve otlu sulu bol arazilerinin arasında ise develer ve da­varlar daimî bulunurdu.

Bırak bunu, fakat yatsı (vakti) geçip gittiğinde, beni uykusuz bırakan hayalin hakkından kim gelir?

Onu kendine köle kılan, Şâ'sa'dır; onun kalbine o kadından bir şif? yoktur.

Sanki Beyt'i Ra's'ten bir yıllanmış mühürlü şarap gibidir ki karışımı bal ile sudur,

Bir gün işte o içkiler anıldıklarında, onlar Râh şarabının güzel j na feda olsunlar.

Eğer savaşmak veya sövüşmek gibi şeyler olduğu zaman kınai gerektiren bir şey yaparsak bunu işte o içkilerin üzerine atanz. Onları içiyorduk ve onlar da bizi krallar ve aslanlar olarak bırakıyorlar­dı, düşmanla karşılaşmak bizi yıldırmıyordu.

Atlarımızı toz kaldırır vaziyette görmezseniz, onları kaybettik demektir. Buluşma yerleri Kedâ'dır.

Yularlar ile yarış içindedirler, omuzlarının üzerinde susamış mızraklar vardır.

Küheylanlanmız diğer atlardan çok önde; kadınlar, onları geri çevirmek için başörtüîeriyle yüzlerine vururlar.

Ya yüzünüzü bizden öteye çevirirsiniz umre yaparız; fetih olur ve perde açılır;

Yoksa bir gün boyunca kılıçla vuruşmaya katlanın, o günde Allah dile­diği kimseleri üstün kılar.

Cebrail içimizde Allah'ın elçisidir. Rûhu'l-Kudüs'ün bir dengi yoktur.

Allah buyurdu ki: "Size bir kul gönderdim, hakkı söyler; sınama yarar sağlarsa.

Onu şahit tuttum, o halde kalkınız ve onu tasdik ediniz." Siz ise, ne kal­karız, ne dileriz dediniz.

Allah buyurdu ki: "Bir ordu yola çıkardım ki onlar Ensar'dır, hedefleri düşmanla karşılaşmaktır."                     -                                  

Bizim herVün alıştığımız: Sövüşmek, vuruşmak yahut atışmaktık.

Bizi hicvedenlere kâfiyelerle hadlerini bildiririz ve kanlar karıştığında bo­yunlarım vururuz.                                                                          

Ebu Süfyan'a benden bir mektup ilet, artık gizlilik kalktı:        

Kılıçlarımız seni bir köle yaptı; Abdüddâroğullannm efendileri cariye­lerdir,                                                                                          

Muhammed'i hicvettin, ben de onun adına cevap verdim; bunun Allah katında karşılığı verilecektir.

Dengi olmadığın halde O'nu hicvettin ha?! Öyleyse şerriniz hayrınıza fedadır.

Mübarek, iyi, hanîf, Allah'ın emîni, tabiatı akdine vefadan ibaret birini hicvettin!

İçinizden O'nu hicveden kimseyle (bizden) O'nu medheden, O'na yar­dım eden kimse hiç denk olur mu?

Benim babam, onun babası ve ırzım, Muhammed'in namusunu sizden korumak için bir sığınaktır.

Lisanım keskindir, bir kusuru yoktur. Denizimi ise kovalar bulandiramaz. [909]

 

C) MEKKE FETHİNDEKİ YÜCE HİKMETLER

 

Hudeybiye barışı, bu büyük fethin öncesinde bir başlangıç ve bir hazır­lıktı. Bu barış sayesinde insanlar birbirine güven duydular ve birbirleriyle ko­nuştular, İslâm dini hakkında tartışma yaptılar. Mekke'deki imanlarını giz­leyen müslümanlar dinlerini açığa vurma, ona çağrıda bulunma ve onun üze­rinde tartışma yapma imkânı buldular. Bu barış sebebiyle büyük bir insan kitlesi İslâm'a girdi. Bu yüzden Allah Teâlâ, şu âyetinde onu bir fetih olarak isimlendirdi: "Doğrusu biz sana apaçık bir fetih verdik." [910] Hudeybiye ba­rışı hakkında bu âyet nazil olunca Hz. Ömer (r.a.): "Bu bir fetih midir, ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Evet!" buyurdu. [911]Allah Teâlâ Hudeybiye'yi fetih olarak anısını tekrarladı ve: "Allah, Rasû-lü'nün rüyasını doğru çıkardı..." diye başlayan âyetin "Allah sizin bilmedi­ğinizi, bilir. Size bundan başka yakın zamanda bir fetih verecektir.[912] kıs­mında böyle andı. Büyük olayların öncesinde, onlara bir giriş ve işaret niteli­ğinde mukaddimeler takdim etmek Allah Teâlâ'nın âdetidir. Nitekim Hz. İsa ve babasız yaratılışı kıssasının öncesinde, Hz. Zekeriyya kıssasını ve onun du-rumundakilerin çocuk sahibi olamayacağı kadar yaşîı oluşuna rağmen ona çocuk verişini anlatmıştır. Yine kıblenin neshedilmesinin öncesinde Kabe'­nin tarihini, yapılışını ve hürmete lâyık oluşunu, isminin yüceltilişini; sonra yapıcısını ve onun hürmet ve medhe lâyık oluşunu anlattı ve bütün buniardan önce neshi, onu gerektiren hikmetini ve onu kuşatan kudretini zikret­mek suretiyle bir ön giriş yaptı. Rasûlü'nün (s.a.) peygamber olarak gönde­rilmesi öncesinde Fil kıssasını, kâhinlerin onu müjdelemelerini ve başka şey­leri anlatmış olması da böyledir. Uyanık halde iken vahyin gelmesinden önce Rasûlullah'm (s.a.) uykusunda gördüğü salih rüyalar da, aynı şekilde bir mu­kaddimedir. Hicret de cihad emri öncesi yine bir mukaddimedir. Şeriatın ve kaderin sırlarını, gereği gibi düşünen kişi, O'nun hikmetinin, akılları hayrete düşüren hallerini görür.

1— Anlaşmalılar, devlet başkanının zimmetinde, himaye ve güveni al­tında bulunanlarla savaştıklarında, devlet başkanına savaş açmış sayılırlar ve aralarındaki anlaşma ortadan kalkmış olur. Bu durumda devlet başkanı on­lara» yurtlarında geceleyin baskın yapabilir. Eşitlik üzere anlaşmanın bozul­duğunu onlara bildirmesine ihtiyaç yoktur. Bildirme, ancak onların hiyanet etmelerinden korkarsa olur. Hiyanet gerçekleştiğinde ise, onunla yapılan an­laşmanın dışına çıkmış ve anlaşmayı bozmuş olurlar.

2— Anlaşmalılar ses çıkarmadıkları, karşı gelmedikleri ve buna razı ol­dukları takdirde, bizzat yapanlarla destekçileri dahil, hepsinin anlaşması bo­zulmuş olur. Şöyle ki; Kureyş'ten Bekiroğulları'na yardım edenler onların bir kısmıydı ve hepsi onlarla birlikte savaşmamışlardı. Bununla birlikte Hz. Pey­gamber (s.a.) hepsine birden savaş açmıştır. Şöyle ki: Nasıl sulh anlaşması­na, tâbi olarak girmişler ve onlardan her biri ayrı bir sulh anlaşması yapma­mış, yapılan anlaşmaya razı olup onu kabullenmişlerse, işte onların anlaş­mayı bozmalarının hükmü de aynen böyledir. Gördüğünüz gibi kuşkusuz Allah Rasûlü'nün (s.a.) sünneti işte budur.

Bunun bütüne şâmil edilmesi herbir fert anlaşmayı bozacak davranışı biz­zat yapmış olmasa bile onların cemaatinin buna razı olmaları halinde anlaş­mayı bozan zimmîlere bu hükmün icra edilmesi demektir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.), bazı yahudiler oğluna saldırdıklarında ve bir evin damından taş atıp kolunu kırdıklarında Hayber yahudilerini (yurtlarından) sürmüştür. Hatta Hz. Peygamber (s.a.) Kurayzaoğulları'nın bütün savaşçılarını öldürmüş, onlar­dan her birine anlaşmayı bozup bozmadığım sormamıştır. Sadece iki adamın suikaste teşebbüs etmesine rağmen Nadîroğullarını sürmesi de böyledir. Kay-nukaoğullan'na da böyle davranmıştır. Fakat Abdullah b. Übeyy, Allah Ra-sûlü'nden (s.a.) onları bağışlamasını istedi. İşte Rasûhıllah'm (s.a.) şeksiz-şüphesiz tavrı ve metodu budur.

Âlimler, destekçinin bizzat savaşa katılan kimse gibi olduğu konusunda icmâ etmişlerdir; ganimet taksiminde ve sevap elde etme hususunda da hep­sinin tek tek savaşa bizzat katılmaları şart değildir.

Yol kesiciler de bu hükme dahildir: Destekçileri de bizzat buna katılan­lar gibidir. Çünkü bizzat yapan, ancak geride kalanlardan aldığı güç sayesin­de kötülüğe girişmiştir, onlar olmasa ulaşmış olduğu şeye ulaşamaz. Şüphe­siz doğrusu budur ve bu, Ahmed (b. Hanbel), İmam Mâlik, Ebu Hanîfe ve daha başka imamların görüşüdür.

3— Savaş durumundaki harbîlerle 10 yıl savaş yapmamak üzere aniaş-ma caizdir, ama bundan (10 yıldan) daha fazla süreli bir anlaşma caiz midir? Doğrusu; ihtiyaç ve tercih edilen bir menfaat sebebiyle bunun caiz olmasıdır. Meselâ, müslümanlar tarafında bir zaaf bulunuyor ve düşmanları da kendi­lerinden daha güçlü bir durumda ise ve on yıldan daha uzun süreli anlaşma yapmada İslâm'ın bir menfaati varsa caizdir.

4— Devlet başkanı veya bir başka kimse, kendisinden verilmesi caiz ya­hut vacip olmayan şeyler istendiğinde, onu vermekten kaçınmak için susabi­lir. Susması istenileni vermek anlamına gelmez. Zira Ebu Süfyan, Allah Ra-sûlü'nden (s.a.) anlaşmanın yenilenmesini istemiş, ama Hz. Peygamber (s.a.) susmuş, ona herhangi bir şekilde cevap vermemiştir. Hz. Peygamber (s.a.), bu susmasından ötürü onunla anlaşma yapmış olmadı.

5— Kâfirlerin elçileri öldürülmez. Nitekim Ebu Süfyan, anlaşmayı Bo­zanların hükmüne dahil olduğu halde Allah Rasûlü (s.a.) onu öldürmemiş­tir. Çünkü o, kavminin Hz. Peygamber'e (s.a.) gönderdiği bir elçi idi. '

6—  İslâm daveti kendilerine ulaşmışsa, kâfirlere kendi memleketlerin­de, evlerinde gece baskını yapmak ve onları gafil avlamak caizdir. İslam da­veti kendilerine ulaştıktan sonra Rasûlullah'm (s.a.) seriyyeleri, O'nun izniy­le kâfirlere geceleyin baskın yapıp saldırıyorlardı.

7— Casusun öldürülmesi -müslüman da olsa- caizdir. Zira Hz. Ömer (r.a.) Rasûlullah'tan (s.a.), Mekkelilere durumu haber verecek mektubu gönderdi­ği için Hâtıb b. Ebî Beltaa'yi öldürme izni istedi. Ancak Hz. Peygamber (s.a.): Öldürülmesi helâl olmaz, o müslümandir, buyurmadı da, aksine: "Nerden biliyorsun, belki de Allah, Bedir savaşına katılanlara vâkıf olup, onları tanı­yarak: 'İstediğinizi yapın!' buyurmuştur." dedi. Böylece onun öldürülmesin-deki engeli belirterek cevap verdi; o-engel de Bedir gazasına katılmış olması­dır. Bu şekilde cevap verilmesi, böyle bir engeli olmayan casusun öldürülme­sinin caiz oluşuna bir tenbih gibidir. Bu, İmam Mâlik ile Ahmed (b. Han-bel)'in mezhebindeki iki görüşten biridir. İmam Şafiî ve Ebu Hanîfe ise, 'öldürülmez' demişlerdir ki, Ahmed (b. Hanbel)'in zahir görüşü de budur. Her iki grup da Hâtıb kıssasını delil getirmektedir. Doğrusu: Böyle kimsenin öldürülmesi devlet başkanının görüşüne bırakılmıştır. Şayet Öldürülmesinde müslümanlar lehine bir fayda görürse, öldürür; sağ bırakılması daha iyi ola­caksa, sağ bırakır. En iyi bilen Allah'tır.

8— Kamu yararı ve bir ihtiyaç sebebiyle kadının her tarafının soyulup açılması caizdir. Çünkü Hz. Ali ve Mikdâd, mahfedeki kadına: "Ya mektu­bu çıkarırsın ya da seni soyarız!" demişlerdir. Gerektiği yerde ihtiyaçtan ötürü soyulması caiz olduğuna göre, İslâm'ın ve müslümanların faydası dolayısıy­la soyulması haydi haydi caizdir.

9— Kişi, kendi heva ve zevki için değil Allah için, O'nun Rasûlü ve dini. için öfkelenip yoruma giderek bir müslümana münafıklık ve kâfirlik suçla­masında bulunduğu vakit, bundan dolayı küfre düşmez, hatta günah işlemiş bile sayılmaz. Hatta niyetinden ve maksadından ötürü sevaba nail olur. An­cak bu durum, nefsine uyanlarla bid'atçilerin hilâfınadir. Zira onlar, kendi arzularına ve mezheplerine muhalefet sebebiyle tekfir edip bid'atçilikle suç­luyorlar. Oysa kendileri tekfir edip bid'atçilikle suçladıkları kimselerden da­ha çok buna müstehaktırlar.

10— (Günahları) imha edici büyük bir sevap, şirk koşma dışındaki bü­yük bir günaha keffâret olabilir; Hâtıb'ın Bedir gazasına katılmasının, yap­tığı casusluğa keffâret kabul edilişi gibi... Zira bu büyük iyiliğin kapsadığı yarar, Allah'ın ona olan sevgisi, ondan razı oluşu, onunla sevinişi ve melek­lerine karşı onu yapanla övünüşü, casusluk suçunun içerdiği kötülükten ve ihtiva ettiği Allah'ın buğzundan daha büyüktür. Dolayısıyla en güçlü en za­yıfa galip geldi de, onu ortadan kaldırıp gereğini iptal etti. Kalbin sıhhatli yahut hasta olmasını gerektiren iyiliklerden yahut kötülüklerden kaynakla­nan sıhhat ve hastalık hususunda Allah'ın hikmeti işte budur ve Allah'ın vü­cuda ilişkin sıhhat ve hastalık konusundaki hikmetinin benzeridir. Çünkü bu ikisinden hangisi daha güçlü ise mağlub olana otoritesini kurar ve egemenlik onun eline geçer. Nihayet en zayıf olanın etkisi kaybolur. Bu O'nun yaratışı ve kazası konusundaki hikmetidir. İşte şerîatındaki ve buyruğundaki hikme­ti de budur.

Bu durum Allah'ın: "Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir.", "Size ya­sak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük günahlarınızı örteriz. "[913] âyetlerinden ve Hz. Peygamber'in (s.a,), "Bir günahın peşinden bir iyilik yap, onu imha etsin." hadisinden[914] dolayı kötülüklerin iyiliklerle yok edilmesi hakkında sabit olduğu gibi şu delillerden dolayı bunun aksinde de sabittir: "Ey inananlar! Sadakalarınızı başa kakma ve ezâ etmekle boşa çıkarma­yın!..."[915] ve "Ey inananlar! Seslerinizi, Peygamber-1 in sesini bastıracak şe­kilde yükseltmeyin. Birbirinizîe yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz, farkında olmadan amelleriniz boşa gir der.[916] Hz. Âişe'nin, Zeyd b. Erkâm bey-i îne usulüyle satım yaptığında ona söylediği: "Zeyd Rasûlullah'la (s.a.) yaptığı cihadı (n sevabını) iptal etmiş­tir; tevbe ederse o başka!" sözü de buna delildir. [917] Buharî'nin Sahihinde rivayet ettiği Hz. Peygamber'in (s.a.): "İkindi namazını terkeden kimsenin ameli boşa gitmiştir. "[918] hadisi de buna delildir. Bundan başka iyiliklerle kö­tülüklerin birbirini uzaklaştırdığım, birinin diğerini iptal ettiğini, onlardan güçlü olanın güçsüz olanı giderdiğini gösteren âyetlerle hadisler de vardırL Denkleştirme ve amelin boşa çıkması bunun üzerine kurulur,                 ,:

Özetle, iyilik yapma gücüyle isyan hastalığı birbirine saldırmakta ve bir­biriyle savaşmaktadırlar. Bu güçle birlikte bu hastalığın bir artma ve helake varan durumu, bir gerileme ve noksanlaşma durumu -ki bu, hastanın en iyi halidir- ve yerinde sayma ve biri diğerini bastınncaya kadar birbirleriyle çe­kişme durumu vardır. Buhran vakti[919] girdiğinde -ki bu vuruşma için mey­dana çıkma ânıdır- kalbin nasibine şu ikiden biri düşer: Ya selâmete çıkmak ya da helak olmak... Bu buhran ya Allah Teâlâ'nın rızasını ve bağışlamasını ya da kızmasını ve ceza vermesini gerektiren fillerin işlenmesi ânında olur. Nitekim peygamberi duada: "Rahmetini gerektirenleri isterim."[920] diye geçmektedir. O gün Hz. Talha için de: "Talha cenneti hak edecek işler yaptı!"[921] buyurmuş ve bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.) arz edilerek: "Ya Rasûlallah! Bu, cehennemi hakedecek davranışta bulundu." demişlerdi. Bunun üzerine: "Onun adına bir köle azad edin!" buyurmuştur[922] Sahih bir hadiste de: "îki mucibe (cenneti veya cehennemi gerektiren şey) nedir, biliyor musunuz?" so­rusuna: "Allah ve Rasûlü en iyisini bilir." dediler. O zaman: "Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ölen kimse cennete girer; Allah'a herhangi bir şeyi şirk koşarak ölen kimse de cehenneme girer." buyurdu[923]' Hz. Peygamber bu ha-disiyle tevhid ve şirkin mucibâtın (cenneti ve cehennemi gerektirecek şeyle­rin) başı ve temeli olduğunu ve bu ikisinin kesinlikle bir öldürücü zehir ve yine kesinlikle bir kurtarıcı panzehir yerinde bulunduğunu söylemek istiyordu.

Nitekim vücuda, gücünü gevşetip zayıflatacak kaçınılmaz kötü sebepler arız olabilir ve böylece, bunların varlığından dolayı vücut iyi sebeplerden ve yararlı gıdalardan istifade edemez, hatta o bozuk maddeler onları tabiatları­na ve kuvvetlerine çevirir ve onlarla sadece bedenin hastalığı artar. Bazan be­denin güçlenmesini sağlayan, onu sağlık ve sağlık sebepleriyle pekleştiren uy­gun sebepler ve münasip maddeler bedende bulunabilir ve bu yüzden kötü sebepler, hemen hemen hiç vücuda zarar veremez, hattâ bu fazla maddeleri onları asıl tabiatına dönüştürebilir. Kalbin sıhhatini yahut fesadını icabetti-ren maddeler de işte bunun gibidir.

Hâtıb'ın imanının gücünü bir düşün! O iman, onu Bedir gazasına katıl­maya, Rasûlullah (s.a.) ile birlikte canını vermeye; Allah ve Rasûlü'nü kav­mine, aşiretine ve yakınlarına tercih etmeye sürüklemişti. Üstelik onlar düş­manın arasında, beldesinde oldukları halde bu, onun azmini kırmadı, imanı­nın keskinliğini de köreltmedi; ailesi, aşireti ve yakınları kendilerinin yanın­da olan kimselerle savaşmaktan alıkoymadı. Ne zaman ki, casusluk hastalığı geldi, bu güç kendim gösterdi. Buhran iyi durumda idi, bu yüzden hastalık iyileşti ve hasta ayağa kalktı. Sanki daha önce hiç kalp ağrısı yokmuş gibi oldu. Hekim, casusluk hastalığının üstüne çıkmış ve onu yenmiş olan imanı­nın gücünü görünce, kan almak isteyene: "Bu hastalık, kan almaya ihtiyaç duymaz." dedi. "Ne biliyorsun, belki de Allah Teâlâ, Bedir gazasına katı­lanları iyice tanımış ve: 'Dilediğinizi yapın, şüphesiz günahlarınızı bağışla­dım! demiştir." (sözünü Hz. Peygamber (s.a.) bu anlamda söyledi.) Bunun aksi Zü'1-Huveysıra et-Temîmî ve benzeri Haricîler hakkında vâriddir ki on­ların namaz, oruç, Kur'an okuma hususundaki gayretleri bir sahabînin ( o Hâricî'nin ameli karşısında) kendi amelini küçümseyeceği bir dereceye var­mıştı. Buna rağmen Allah Rasûlü (s.a.), bu Haricîler hakkında şu sözleri na­sıl söylemiştir (iyi düşünmek gerek): "Yetişirsem onları Âd kavminin öldü­rüldüğü gibi öldüreceğim!", "Onları gebertin! Zira onların öldürülmesinden dolayı Allah katında öldüren için sevap vardır.", "Şu gökyüzü altında öldü­rülenlerin en şerlileri."[924] Bu veçhile o yok edici bozuk maddelerin varlığı yanında o büyük amellerden yararlanamadılar ve o büyük ameller kötülüğe dönüştü.

tblis'in halini düşün! Helak edici madde nefsinde saklanmış olduğu için o mevcutken geçmişte yaptığı ibadetlerden istifade edememiş ve asıl karekte-rine, daha müstahak olduğu şeye dönmüştür. Allah'ın, kendisine delillerini verdiği halde onlardan sıyrılıp çıkan ve kendisini şeytanın yönlendirdiği ve böylece azıtıp sapanlardan olan kimse ve benzerleri de işte böyledir. İtimat, içte gizlenen sırlara, maksatlara, niyetlere ve himmetleredir. O öyle bir iksir­dir ki, ya bakır amelleri altına dönüştürür ya da cürufa iade eder. Basan Al­lah'tandır.

Aklı ve fikri olan bir kişi, bu meselenin kıymetini, kendisinin ona olan şiddetli ihtiyacını ve ondan faydalanmasını bilir ve bu mesele sayesinde her­kesin yaptığını görenden ulaşan mucip sebeplerle Allah'ın yaratışında, buy­ruğunda, sevabında, cezasında, dengeleme hükümlerinde, dünya ve ahirette ruha ve bedene zevk ve elem ulaştırmasında ve bunlarda mertebelerin farklı­laşması konusunda Allah Teâlâ'nın marifet ve hikmetinin kapılarından mu­azzam bir kapıya muttali olur.

11— Yine bu kıssadan çıkan sonuçlara göre, anlaşmayı bozduklarında, üzerlerine yürüyüşten haberdar edilmeksizin anlaşmalılara ansızın saldırmak ve gece baskını düzenlemek caizdir. Ancak anlaşmaya sadık kalırlarsa iki ta­raf anlaşmanın bozulduğunu eşit şekilde bilmedikçe bu caiz değildir.

12— Devlet başkanının yanına geldiklerinde, müslüman hükümdarların yaptıkları gibi düşman elçilerine müslümanların kaîabalıklığım, güçlülüğü­nü, şevketini ve heybetini göstermek caiz, hatta müstehaptır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), Mekke'ye giriş gecesinde ateşler yakılmasını emir buyur­dukları gibi, Hz. Abbas'a; İslâm askerleri, tevhid birlikleri ve Allah'ın ordu­su kendisine gösterilinceye kadar Ebu Süfyan'ı dağın eteğinde, geçidin daraldığı yerde tutmasını da emretti ve tepeden tırnağa silahlı sadece gözleri görü­nür halde RasûlulJah'ın (s.a.) özel muhafız birliği kendisine gösterildi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) Ebu Süfyan'ı gönderdi, o da gördüklerini Kureyş'e ha­ber verdi.

13— Hz. Peygamberdin (s.a.) ve müslürhanlann girdiği gibi, mubah olan savaş için Mekke'ye ihramsız girmek caizdir ve bunda ihtilâf yoktur. Hac ve umre yapmak isteyenin, Mekke'ye ihramsiz giremeyeceğinde de ihtilaf yok­tur. Bunun dışında ot toplayıcılar ve oduncular gibi, sürekli bir ihtiyaç ol­maksızın girenler hakkında ise üç görüş vardır:

1) İhramsız girmek caiz değildir. İbn Abbas'ın (r.a.) görüşü ve Ahmed (b. Hanbel)'in zahir mezhebi, Şafiî'nin de iki görüşünden biri budur.

2) Ot toplayıcı ve oduncu gibidir; ihramsız girebilir. Bu da Şafiî'nin son görüşü m; Ahmed (b. Hanbel)'den gelen bir rivayettir.

3) Mîkatlann içinde ise, ihramsız olarak girişi caizdir. Mikatların dışın­da ise ancak ihramla girebilir. Bu da Ebu Hanîfe'nin görüşüdür.

Hz. Peygamber'in (s.a.) mücâhid ile hac ve umre yapmak isteyen hak­kındaki tutumu bellidir. Fakat bu ikisinden başka şahıslar için, Allah'ın ve Rasuiü'nün vacip kıldığı ya da ümmetin icmâ ettiği hükümler dışında bir ge­reklilik (vacib) yoktur.

14— Âlimlerin çoğunluğunun (cumhurun) savunduğu gibi Mekke'nin kılıç zoruyla fethedildiği açıkça ifade edilmiştir. Bu konuda Şafiî ve Ahmed (b. Hanbel)'in iki görüşünden biri dışında aksinin söylendiği bilinmemektedir. Kıssanın akışı, düşünenler için cumhûr'un görüşünü yansıtan en açık bir şa­hittir. Ebu Hâmid el-Gazzâlî, Mekke'nin sulh yoluyla fethedildiğini söylemeyi çirkin görünce, el-Vasit adlı eserinde Şafiî'nin, oranm zorla fethedildiğine dair görüşünü zikredip, "Bu onun görüşüdür" demiştir.

Barış yoluyla fethedildiği görüşünde olanlar şöyle demişlerdir: Eğer sa­vaşla fethedilmiş olsaydı, Rasûİuîlah (s.a.), Hayber'i ve diğer menkul gani­metleri taksim ettiği gibi Mekke'yi de ganimetçiler arasında paylaştırır; beşte birini alır, geri kalanı taksim ederdi. Müslüman olduğunda Ebu Süfyan, Mek-keliler için eman dileyince Rasûlullah (s.a.) eman verdi, bu da onlarla yapı­lan bir sulh akdi oldu. Şayet zorla fethedilseydi; ganimetçiler oranın mesken­lerine ve evlerine sahip çıkarlar, bunlara Mekkelilerden daha çok hak sahibi olurlar ve Mekkelilerin oradan çıkarılmaları da caiz olurdu. Oysa Hz. Pey­gamber (s.a.), orası hakkında bu hükmü vermedi, hatta evleri, kendilerini oradan çıkaranların elinde bulunduğu halde Muhacirlere içlerinden çıkarıldıkları evlerini bile vermedi. Hz. Peygamber (s.a.), Mekkelilerin o evleri sat­malarına, satın almalarına, kiralamalarına, oturmalarına ve onlardan yarar­lanmalarına ses çıkarmadı. Halbuki bu durum, zorla fethetme hükümlerine aykırıdır. Hem Rasûlullah (s.a.) evleri, (içlerinde oturan) Mekkelilere nisbet etmek suretiyle bunu açıkça ifade etmiştir: "Ebu Süfyan'm evine giren gü­vendedir, kendi evine giren de güvendedir."

Zorla fethedildiği görüşünde olanlar da şöyle demişlerdir: Şayet Rasû­lullah (s.a.), Mekkelilerle sulh yapmış olsaydı; herbirinin kendi evine girme­si, kapısını kapatması ve silahını bırakmasıyla sınırlı emrinin bir faydası ol­mazdı; Halid b. Velid aralarından bir grubu öldürünceye kadar onlarla çar-pışmazdı. Üstelik Hz. Peygamber (s.a.) onu ayıplayıp nehyetmemiştir. Makîs b. Subâbe, Abdullah b. Hataî ve adları bu ikisiyle birlikte sayılan kişileri öl­dürmezdi. Çünkü barış anlaşması yapılmış olsaydı bu adamları anlaşmadan kesinlikle istisna ederdi ve her iki durum da nakledilirdi. Sulh yoluyla fethe­dilmiş olsaydı, onlarla çarpışmazdı. Halbuki şöyie buyurmuştur: "Herhangi bir kimse Rasûlullah'ın (s.a.) burada savaşmasını ruhsat saymaya kalkışırsa, ona: 'Ailah Teâlâ Rasûlü'ne izin vermiş, size müsaade etmemiştir' deyiniz!" Malumdur ki Rasûluilah'a (s.a.) mahsus olan bu izin sulh hususunda değil, ancak savaş hususundadır. Zira sulh hususundaki izin umumidir.

Hem Mekke'nin fethi sulh yoluyla olsaydı, "Allah Teâlâ'nın orayı ken­disi için günün belli bir vaktinde helâî kıldığını" söylemezdi. Zira sulh yoluy­la fetholunsaydı, haramlığı üzere kalır ve sulhtan ötürü haramlıktan çıkmaz­dı. Halbuki Mekke'nin o saatte haram olmadığım, harb süresinin bitiminden sonra ilk haramlığma döndüğünü haber vermiştir.

Yine, şayet sulhla fetholunmuş olsaydı; Kasûlullah (s.a.) ordusunu, atlı­larını ve yayalarını sağ ve sol kanat olarak, silahla donatılmış bir halde hazır-lamazdı. Ebu Hureyre'ye: "Bana Ensar'ı çağır!" demiş, o da onları çağır­mıştı. Ensar gelerek Hz. Peygamber'in (s.a.) etrafını sarmışlardı. Rasûİuîlah (s.a.): "Kureyş'in serserilerini) ve onlara katılanları görüyor musunuz?" de­miş, sonra bir elini diğerinin üzerine koyarak: "Bana Safâ'da kavuşuncaya kadar onları ekin biçer gibi biçin!" buyurmuştu. Nihayet Ebu Süfyan: "Ya Rasûîallah! Kureyş cemaati (nin kanları) mubah kılındı, bugünden sonra ar­tık Kureyş bitmiştir." demişti de, bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Kim kapısını kaparsa, o güvencededir." sözünü söylemişti. Böyle bir şeyin sulh varken olması imkânsızdır. Eğer aralarında bir sulh anlaşması geçmiş olsay­dı -ki asla geçmemiştir- bundan daha ehemmiyetsiz bir şeyle bile bozulurdu.

Hem nasıl barış olabilir ki? Mekke, ancak atların ve süvarilerin ayak bas-malarıyla fetholunmuştur. Allah, Rasuiü'nün atlılarını ve süvarilerini Hudeybiye sulhunun olduğu gün engellediği gibi Mekke'ye girmesini engellememiş­tir. Çünkü o gün gerçekten barış günüydü. Zira Allah RasûhVnün (s.a.) de­vesi Kasvâ Hudeybiye'de çöktüğünde: "Kasvâ huysuzlaştı." dediler de, Ra-sûlullah (s.a.): "Huysuzlaşmadı, onun böyle bir huyu yoktur. Fakat onu, filleri (Mekke'ye girmekten) engelleyen engelledi." buyurdu. Sonra: "Vallahi, benden Allah'ın haramlarından bir harama hürmet ettikleri bir durum isterlerse onu onlara mutlaka vereceğim." dedi.

Sulh anlaşması, şahidlerin huzurunda bir belge düzenlenmesi suretiyle, müslümanlardan ve müşriklerden oluşan bir kalabalığın hazır bulunduğu bir ortamda yapıldı. Müslümanların sayısı o gün 1400 idi. Fetih gününde böyle bir sulh anlaşması yapılsın, bu yazıya geçirilmesin, şahit tutulmasın, hiç kim­se orada hazır bulunmasın ve keyfiyeti ve kararlaştırılan şartlar nakledilme­sin; açıktır ki bu imkânsızdır. Hz. Peygamberdin (s.a.) şu sözünü düşün: "Al­lah, filleri, Mekke'ye girmekten alıkoydu ve Rasûlü ile müslümanları oraya hâkim kıldı." Bu sözden, Rasûlü'nün ve galip olan ordusunun Mekke halkı­na egemen olmalarının, Mekke'ye zorla girecekken Allah'ın engellediği fille­rin egemen olmasından daha muazzam olduğu nasıl anlaşılır! Allah, Rasûlü ile mü'minleri, Mekkelilere hâkim eylemiştir. Nihayet onlar da orayı galibi­yetten, zorun baskısından, küfrü ve kâfirleri baş eğdirdikten sonra fethetmiş  terdir. Bu ise, barışın yumuşaklığı, düşmanın teklif ve şartları altında onları Mekke'ye girdirmekten ve Rasûlü'ne açtığı, dinini kendisiyle aziz eylediği ve âlemlere bir alâmet kıldığı en muazzam bir fetih içinde zafer, izzet ve zorla fethetmenin yaptırım gücünü elde etmeyi onlardan engellemesinden daha de­ğerli ve daha şerefli; delil yönünden daha açık, zafer itibarıyla daha mükem­mel, hüküm ve irade olarak da daha yüce idi.

Zorla fethedildiğini savunanlar diyorlar ki: "Zorla fethedilmiş olsaydı, gaziler arasında pay edilirdi." sözünüze gelince; bunun temelinde, beşte biri ayrıldıktan sonra arazinin Allah Teâlâ'nm gaziler arasında taksim ettiği ga­nimetlere dahil olduğu hükmü yatmaktadır. Halbuki sahabenin ve onlardan sonra gelen imamların çoğunluğu aksi görüştedirler; arazi, taksim edilmesi vacip olan ganimetlere dahil değildir ve Hulefâ-i Râşidin'in uygulaması da böyledir. Hz. Bilâl ve arkadaşları, zorla fethettikleri Şam ve havalisi toprak­larını aralarında taksim etmesini istediklerinde Hz. Ömer'e: (r.a.) "Beşte bi­rini al ve taksim et!" dediler. O zaman Hz. Ömer: "Bu, mal değildir. Ancak orayı, sizlere ve müslümanlara devamlı gelir getiren bir fey' olarak tutaca­ğım." dedi. Bunun üzerine Bilâl ve arkadaşları -Allah onlardan razı olsun-: "Onu aramızda taksim et!" dediler. Bu defa Hz. Ömer: "Yarabbi, beni Bi-lâî'den ve arkadaşlarından muhafaza et!" diye dua etti. Henüz bir sene geç­memişti ki onlardan bakan bir göz kalsın. Sonra diğer sahabiler de bu hususta Hz. Ömer'e (r.a.) muvafakat ettiler. Allah onlardan razı olsun. Mısır-1 Irak'ın fethinde de, İran toprakları ve zorla fethedilen diğer beldeler hakkı ı da da bu hüküm geçerli oldu; Hulefâ- Râşidîn, sözkonusu topraklardan'bir köyü bile taksim etmediler.

"Hz. Ömer, onların gönüllerini aldı ve orayı kendilerini razı etmek su­retiyle vakfetti." demek doğru olmaz. Çünkü bu hususta onunla tartıştılar ve Hz. Ömer direnip Bilâl ve arkadaşlarına (r. anhüm) beddua etti. Onun dü­şüncesi ve tatbikatı, doğrunun ta kendisi ve tam bir başarıdır. Çünkü bu ara­zi taksim olunsaydı, o gazilerin mirasçıları ve akrabaları orayı miras yoluyla elde edeceklerdi; neticede bir köy ve bir belde tek bir kadının veya küçük bir çocuğun elinde kalacaktı, gazilerin elinde de hiçbir şey bulunmayacaktı. Bunda ise en büyük ve en muazzam bir fesad vardı. İşte Hz. Ömer'in (r.a.) korktu­ğu da bu idi. Nihayet Allah Teâlâ kendisini araziyi taksim etmemeye muvaf­fak eyledi de sözkonusu toprakları en son müslüman orada savaşmcaya ka­dar onların üzerine fey' olarak vakfetti. Onun ileri görüşünün bereket ve uğuru, İslâm ve müslümanlar üzerinde zahir oldu. Nitekim imamların çoğunluğu da bu konuda ona muvafakat ettiler.

Ancak, arazinin taksim edilmeksizin bırakılmasının keyfıyyeti hakkın­da imamlar ihtilâf ettiler. İmam Ahmed'in zahir görüşü ve kendinden gelen rivayetlerin çoğu, bu tür arazi konusunda devlet başkanı kendi nefsinden ge­len bir tercihle değil, müslümanların menfaatine bağlı bir tercihle muhayyer­dir. Şayet müslümanlar için en iyisi taksim ise taksim eder; en iyisi müslü­man cemaatin istifadesi için vakfetmekse vakfeder; en uygunu bir bölmümü-nün taksimi, diğer bölüklünün vakfedilmesi ise öyle yapar. Zira Hz. Peygamber (s.a.) bu üç kısmı da yapmıştır: Kurayza ve Nadîroğulları arazilerini taksim etmiş, Mekke'yi taksim etmemiş, Hayber topraklarının ise bir kısmım tak­sim etmiş ve bir bölümünü de müslümanların yararına olmak üzere paylaş-tırmayıp bırakmıştır.

Ahmed (b. Hanbel)'den ikinci bir rivayet daha vardır: Devlet başkanı araziyi vakfetmek sizin, galibiyet ve istila ile arazi doğrudan doğruya vakıf olur. Mâlik'in görüşü de budur.

Yine ondan (Ahmed b. Hanbel'den) üçüncü bir/rivayet daha vardır: Devlet başkam araziyi gaziler arasında menkul mallan taksim ettiği gibi taksim ede­bilir; ancak gaziler o arazideki haklarından vazgeçerlerse o başka. İmam Şa­fiî'nin görüşü de böyledir.                                                                 

Ebu Hanife diyor ki: Devlet başkanı şu üç şıktan birini seçmekte ser­besttir: 1) Taksim edebilir, 2) Sahiplerini o arazide bırakıp onlardan harkc alabilir, 3) Sahiplerini oradan sürgün edip başka ahaliyi o topraklara yerleş­tirip onlardan haraç aiabilir.

Hz. Ömer'in (r.a.) bu uygulaması, Kur'an'a muhalif değildir. Çünkü ara­zî, Allah Teâlâ'nın beşte birinin alınıp geri kalanının gaziler arasında taksi­mini emrettiği ganimetlere dahil değildir. Bundan dolayı Hz. Ömer: "O, mal değildir." demiştir. Ganimetlerin bu ümmetten başkasına mubah olmaması da buna delildir; hatta bu durum, bu ümmetin özelliklerindendir. Nitekim sıhhati muttefekun aleyh olan bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyur­muştur: "Ganimetler bana helâl kılındı; halbuki benden önce hiç kimseye helâl kılınmamıştı." Allah Teâlâ, kâfirlerin elinde bulunan topraklan bizden ön­ceki peygamberlerin ümmetlerine, oraları zorla fethettiklerinde helâl kılmış­tır. Nitekim Hz. Musa'nın kavmine zorla fethedilen toprakları helâl kılmış­tır. Bu nedenle Hz. Musa, kavmine: "Ey kavmim; Allah'ın size yazdığı mu­kaddes topraklara girin, ardınıza dönmeyin, yoksa ziyana uğramış olarak döj-nersiniz!" [925] demişti. Hz. Musa ve kavmi, kâfirlerle savaştılar ve hem ül­kelerini, hem de mallarını istilâ ettiler. Sonra ganimetleri bir araya getirdiler^ daha sonra gökten bir ateş inerek ganimetleri yaktı kül etti. Ancak o toprakr larda ve ülkede yerleştiler, bu kendilerine haram kılınmadı. Böylece arazinin ganimetlerden olmadığı ve Allah'ın araziye dilediğini vâris kıldığı anlaşildıı

Mekke'ye gelince, şayet orası dışındaki şehirlerin taksimi vacip olsa bile Mekke'de, Mekke'nin taksim edilmesini engelleyen bir diğer husus daha var­dır: Bu da oranın mülk edinilemeyişidir. Zira Mekke, dâru'nnüsüktür (haç ibadetinin yerine getirildiği yerdir), halkın ibadetgâhıdır ve Allah Teâlâ'nın ister yerli, ister yabancı olsun insanlar için tahsis ettiği haremidir. Orası Al^ lah'ın âlemlere bir vakfıdır, onlar orada eşittirler ve Mina, önce gelenin ika­metgâhıdır. Yani, burası falanın yeridir, denilemez. Allah Teâlâ buyurur ki; "Kâfirler ile Allah'ın yolundan, gerek yerli, gerek dışarıdan gelen bütün h> sanlar için ibadet yeri yaptığımız Mescid-i Haram'dan alıkoyanlara ve orada zulüm ile yanlış yola saptırmak isteyenlere can yakıcı bir azap tattırırız."[926] Burada sözü edilen Mescid-i Haram'dan maksat, harem'in tamamıdır. Şu âyet de bunun gibidir: "Doğrusu müşrikler pistirler; artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar!"[927] Burada da Mescid-i Haram sözünden maksat haremin tamamıdır. Yine şu âyet de böyledir: "Kulunu bir gece MescidL i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın sânı ne yücedir!.."[928] Oyrsa Sahih'te [929] rivayet edildiği üzere: "Hz. Peygamber (s.a.) Ümmü Hâni'-nin evinden götürülmüştür." Allah Teâlâ buyurur ki: "İşte bu, ailesi Mescid-i Haram'da ikâmet etmeyen kimseler içindir."[930] Burada ikâmet etme sözün­den maksat, ittifakla bizzat namaz mahallinde ikâmet etmek değil, Harem'-de ve oraya yakın yerlerde ikâmet etmek demektir; nitekim hac âyetinin akışı da buna delâlet eder. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "... Orada zulm ile yanlış yola saptırmak isteyenlere can yakıcı bir azab tattırırız." Bu, kesin­likle namaz mahalline (Kabe'ye) has değildir, bilakis bundan maksat Harem'in tamamıdır. Harem'i ister yerli ister yabancı olsun, bütün insanlar için kılan, oraya girmeyi engelleyeni ve zulüm ile hak yoldan saptırmak isteyeni tehdid edenin ta kendisidir. Harem ile Safa, Merve, sa'y mahalli Mina, Arafat dağı ve Müzdelife gibi hac menâsikinin ifâ edildiği bölümler hiç kimseye mahsus kılınamaz, buralar insanlar arasında müşterektir. Çünkü buraları insanların menâsiki (hac vazifelerini) yaptıkları ve ibadet ettikleri yerlerdir. Bu yerler, Allah'tan bir mesciddir ki, orayı insanlar için vakf ve vaz'etmiştir. Bu ne­denle Hz. Peygamber (sla.), kendisi için Mina'da onu sıcaktan koruyacak bir ev yapılmasından çekinerek: "Mina önce gelip konanın konakladığı, de­vesini çökerttiği bir yerdir." buyurdu.[931]

Bundan dolayı selef ve halef âlimlerinin çoğunluğu, Mekke arazisinin alı­nıp, satılmasının ve evlerinin kiraya verilmesinin caiz olmadığı görüşüne var­dılar. Bu, Mekke âlimlerinden Mücâhid ve Atâ'nın, Medine âlimlerinden Mâlik (b. Enes)'in, Irak âlimlerinden Ebu Hanîfe'nin, ayrıca Süfyân es-Sevrî, İmam Ahmed b. Hanbel ve İshâk b. Rahûyeh'in görüşüdür.

îmam Ahmed (r.h.) Alkâme b. Nadle'nin şöyle dediğini nakleder: Mek­ke'nin evleri; Rasülullah (s.a.), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde Sevâib (boş evler) olarak anılırdı ve ihtiyacı olan oturur, ihtiyacı olmayan da (bir başkasını) oturturdu.

Abdullah b. Ömer'den de şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Mekke evle­rinin kira paralarını yiyen kimse, ancak karnına cehennem ateşi doldurmak­tadır." Bunu Dârakutnî Hz. Peygamber'in sözü olarak rivayet etmekte ve bu hadiste: "Allah Mekke'yi haram kılmıştır, evlerinin satışı da, ücretlerinin (veya kiralarının) yenmesi de haramdır." lafızları da yer almaktadır.

îmam Ahmed, Ma'mer-Leys senediyle Atâ, Tâvûs ve Mücâhid'in şöyle dediklerini nakleder: "Mekke evlerinin satışı veya kiraya verilmesi mekruhtur."

İmam Ahmed, Kasım b. Abdurrahman'ın: "Mekke evlerinin kirasından yiyen kimse, karnına ancak ateş doldurmaktadır." dediğini zikreder.

İmam Ahmed, Hüşeym-Haccâc-Mücâhid yoluyla Abdullah b. Ömer'in: "Mekke evlerinin kiraya verilmesini ve satışını yasakladı." dediğini; Atâ'nın da: "Mekke evlerinin kiralanmasını yasakladı." dediğini aktarır.

Ahmed, İshak b. Yusuf kanalıyla Abdülmelik'in şöyle dediğini naklet-miştir: Ömer b. Abdülaziz, Mekkelilerin emîrine, "Mekke evlerinin kiraya verilmesini yasaklamasına" dair mektup yazmış ve "Bu, haramdır" demiş­tir. Ahmed'in rivayetine göre Hz. Ömer; Mekkelilere, dışarıdan gelen (ya-bancı)lerin istediği yere yerleşmesi için evlere kapılar koymalarını yasaklamıştır; Abdullah b. Ömer de babasının, Mekke evlerinin kapılarının kapatılmasını, kapısı olmayanın evine kapı yapmasını, evinin bir kapısı olanın onu kapat­masını yasakladığını, ancak bunun hac mevsiminde olduğunu anlatır.

Satış ve kiraya verme caizdir diyenler şunları söylemektedir: Bunun caiz oluşuna delilimiz; Allah'ın kitabı, Rasûlü'nün sünneti, ashabının ve Hulefâ-i Râşidîn'in uygulamasıdır. Allah Teâlâ: "...Yurtlarından ve mülklerinden çıkarılan Muhacir fakirlerindir." [932] "...Hicret edenler ve yurtlarından çı­karılanlar... "[933], "Allah size ancak din uğrunda sizinle savaşanları, sizi yurt­larınızdan çıkaran kimseleri dost edinmenizi yasaklar."[934] buyurmuş ve evleri onlara nisbet etmiştir, bu da mülk kılma nisbetidir. Kendisine: "Yarın Mek­ke'deki hangi evinizde konaklayacaksınız?" denildiğinde: "Akıl, bize ev bı-raktımı ki?!"[935] buyurmuş "Evim yoktur." dememiş, aksine onların evi kendisine nisbet etmelerine ses çıkarmamıştır. Ayrıca Akîl'in evi işgal edip elinden çıkarmadığını da haber vermiştir. Ümmü Hânî'nin evi, Hatice'nin evi, Ebu Ahmed b. Cahş'm evi... gibi evlerinin kendilerine nisbet edilmesi hadis­lerde sayılamayacak kadar çoktur. Onlar bu evlere, taşınabilir (menkul) mal­lara mirasçı oldukları gibi mirasçı oluyorlardı. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.): "Akîl bize ev bıraktırın ki?" demiştir. Ebu Tâlib'in evlerine Akîl vâris olmuştu; çünkü o kâfirdi, Hz. Ali (r.a.) ise Ebu Tâlib'e aralarındaki din fark­lılığından dolayı vâris olamamıştı. Bunun üzerine Akîl evleri işgal etmişti. Hic­retten önce ve sonra hatta Hz. Peygamber'in (s.a.) peygamberliğinden önce ve sonra ölenlerin vârisleri, ölenin evine şu âna kadar mirasçı olagelmişlerdir. Safvân b. Ümeyye, bir ev Hz. Ömer b. el-Hattâb'a (r.a.) dört bin dir­heme satmış, o da orayı hapishane yapmıştır. Alım-satım ve miras caiz olun­ca kiraya vermek haydi haydi caiz olur. Gördüğün gibi her iki grubun ayaklarının durduğu yer burasıdır. Delilleri kuvvet ve açıklık yönünden red­dedilemez. Allah'ın delil ve açıklamaları ise birbirini iptal etmez, aksine bir­birini tasdik eder, hepsinin gerektirdiği şekilde amel etmek farzdır ve vacip olan, nerede olursa olsun hakka uymaktır.

Doğrusu, her iki tarafın delillerinin gerektirdiği şekilde görüş ortaya koy­maktır: Evler mülk edinilebilir, hibe edilebilir, miras kalabilir, satılabilir. Mülkiyetin el değiştirmesi ise toprakta ve arsada değil binada olur. Bina or­tadan kalksa, sahibinin yeri satmaya hakkı yoktur. Ancak yeniden bina yap­mak ve eski haline döndürmek hakkına sahiptir. O şahıs, orada oturmaya ve dilediğini oturtmaya daha lâyıktır. Kira akdi ile ikâmet menfaatine karşı­lık bedel alma hakkı yoktur. Zira bu menfaat konusunda başkasına tercih edilmeye müstehaktır. Önceliği ve ihtiyacı nedeniyle orası hakkında o kimse­nin bir hususiyeti vardır. Oranın menfaatine ihtiyacı kalmazsa, bu menfaat için bir bedel alma hakkına sahip değildir. Nitekim meydanlarda ve geniş yol­larda oturmak, madenler üzerinde ikâmet etmek /s. gibi müşterek menfaat­ler ve mallardan yararlanma böyledir; oraları önce işgal eden, yararlandığı sürece oraya daha müstehaktir, ihtiyacı kalmadığında da ona karşı bir bedel alma hakkına sahip değildir. Bu görüş sahipleri, evlerin satımı ve mülkiyetle­rinin naklinin arsa üzerinde değil bina üzerinde gerçekleştiğini açık bir şekil­de ifade etmişlerdir. Bunu Ebu Hanife'nin arkadaşları ve onun mezhebini izleyenler söylemektedirler.

Denilirse ki: Kiraya vermeyi yasakladınız, fakat satışı caiz gördünüz; bu­nun şerîatte bir benzeri var mıdır? Şeriatta malumdur ki, kira akdi satıştan daha geniş (hükümlere tâbi)dir. Satış yasak olduğu halde kiralama caiz ola­bilir, vakıf ve hür insanda olduğu gibi. Aksine gelince, böyle bir şey bilmiyoruz.

Cevap: Satış ve kiraya verme akitlerinden her birisi caizlik ve yasaklan­ma hususunda biri diğerini icabettirmeyen müstakil birer akittir; kaynaklan da çeşitlidir, hükümleri de... Satış caiz olur, çünkü satıcının başkasından da­ha üstün (ve tercihli) olduğu yer -bina- üzerinde meydana gelmektedir. Kira­ya vermeye gelince, sadece menfaate yöneliktir, menfaat de müşterektir; ona daha önce sahip olanın ise bedel alma değil, bir öncelik hakkı vardır. Bun­dan dolayı kiraya vermeye değil satışa cevaz verdik. Kabul etmeyip ille seri/ atta bir benzerini göstermemizi istiyorsanız denildi ki: İşte mükâteb köle böyledir. Efendisinin onu satması caizdir, fakat alıcısı yanında mükâteb kö­le olur, efendisinin onu kiraya vermesi caiz değildir. Çünkü kiraya vermede kölenin mükâtebe akdi ile sahip olduğu menfaatlerini ve kazançlarını iptal vardır. En iyi bilen Allah'dır. Ne var ki satışı yasak değildir. Öyleyse Mek­ke'nin arazisinin ve evlerinin menfaatleri müslümanlar arasında müşterekse satıcının yanında olduğu gibi müşteri yanında da aynı şekilde bunların men­faatleri müşterek oîur: İhtiyacı varsa oturur, ihtiyacı yoksa (başkasını) otur­tur. Satımı halinde müslümanların bu menfaattaki iştirakini iptal yoktur. Nitekim mükâtebin satımında, mükâtebe akdi ile onun sahip olduğu menfa­atlerinin mülkiyetini iptal bulunmadığı-gibi... Bunun benzeri, Ümmet-i Mu-hammed'in eskiden beri uygulayageldikleri sahih kanaate göre, Hz. Ömer'in (r.a.) vakfetmiş olduğu haraç arazinin (araziyi haraciye) satımının caiz ol­masıdır. Zira bu haraç arazi, müşteriye satıcı katında olduğu gibi harâciyye olarak intikal eder. Gazilerin hakkı ise sadece haracındadır, bu da satışla ip­tal olmaz. Kaldı ki ümmet bu arazinin miras olabileceğinde ittifak etmiştir. Şayet satımı vakıf olması sebebiyle bâtıl olsaydı, vakıf olması miras kalması­nı da iptal etmeliydi. Ahmed b. Hanbel (haraç) arazinin nikâhta mehir kılı­nabileceğine hükmetti. Burada mehir, miras ve hibe yoluyla mülkiyetin nakli caiz olursa; kıyas, uygulama ve fıkıh itibarıyla satış da caiz olur. En iyisini Allah bilir.

Soru: Mekke zorla fethedilmiş olsa bile, zorla fethedilen diğer araziler gibi Mekke arazisinden haraç alınabilir mi, bunu yapmanız caiz midir, değil midir?

Cevap: Bu konuda Mekke'nin zorla fethedildiği fikrinde olanların iki gö­rüşü vardır:

a) Başka türlü bir görüş belirtmenin caiz olmadığı üstün ve delillendiril-miş görüş: Zorla da fethedilmiş olsa Mekke arazisine haraç yoktur. Zira Mekke arazisi, haraç alınmayacak kadar yüce ve uludur. Özellikle haracın arazi ciz­yesi (cizyetü'1-arz) olduğu ve bunun (zimmılerden) adam başına alınan cizye gibi arazi üzerine konulduğu düşünüldüğünde... Rabbin haremi, üzerine ciz­ye konulamayacak kadar ulu ve değer itibarıyla daha yücedir. Kaldı ki Mek­ke fethedilmesiyle birlikte Allah Teâlâ'nın takdir ettiği şekliyie müsiümanlarm müşterek olduğu bir emm harem oluş konumuna geri döndü. Çünkü harem, müsiümanlarm hac menâsikini ifa ettikleri ve ibadetlerini yaptıkları bir yer­dir; yeryüzü halkının kıblesidir.

b) Ahmed (b. Hanbel)'in arkadaşları ve müntesiplerinden bazısının gö­rüşü: Zorla fethedilen diğer arazilere konduğu gibi Mekke arazisine de haraç konur. Fakat bu görüş fâsiddir ve Ahmed'in (r.h.) açık ifadesine, mezhebi­ne, Rasûhıllah'ın (s.a.) ve kendisinden sonraki Hulefâ-i Râşidîn'in (r. anhüm) uygulamasına aykırıdır. Bu görüşe iltifat edilmez. En iyi bilen Allah'dır.

Bazı arkadaşlar, Mekke evlerinin satışının haram oluşunu, zorla fethe­dilmiş olması görüşüne dayandırdılar. Bu doğru bir temellendirme değildir. Zira zorla alınan toprakların meskenleri, tek kelimeyle satılır. Şu halde bu temellendirmenin yanlışlığı meydana çıkmış demektir. En iyi bilen Allah'dir.

15— Mekke fethinden çıkartılan hükümlerden biri de şudur: Bu olay­dan anlaşıldığına göre Rasûlullah'a (s.a.) söven kişinin öldürülmesi gerekir ve onun öldürülmesi mutlaka yerine getirilmesi gereken bir had cezasıdır. Zi­ra Hz. Peygamber (s.a.), Mekîs b. Subâbe ile İbn Hatal'a ve çocuklar öldü­rülmediği gibi harbîlerin kadınları da öldürülmemekle beraber kendisine hicivli şarkılar söyleyen iki cariyeye eman vermemiş, o iki cariyenin öldürülmesini emretmiş ve Hz. Peygamber'e (s.a.) sövdüğü için efendisi tarafından öldürü­len bir âmâ ümmü veledin kanını heder etmiştir.[936] Ayrıca yahudi Kâ'b b. Eşrefin öldürülmesini isteyerek: "Kâ'b'm hakkından kim gelir? O, Allah'a ve Rasûlü'ne eziyet etmiştir."[937] buyurmuştur ki, Kâ'b kendisine söverdi. Ra­sûlullah'a (s.a.) şovenin Öldürüleceği görüşü, Hulefâ-i Raşidîn'in icmâ'ıdır ve sahabe arasında onlara aykırı düşünen bir kimse de bilinmemektedir. Çünkü (Ebu Bekir) es-Sıddîk (r.a.) kendisine söven kimseyi öldürmek isteyen Ebu Berze el-Eslemi'ye: "Rasûlullah'tan (s.a.) başka herhangi bir kimse için bu olmaz." demiştir. Hz. Ömer de bir rahibe rastlamış ve kendisine: "Bu adam Rasûlullah'a (s.a.) sövüyor." denilmişti. O zaman Hz. Ömer: "Eğer duysay­dım, onu gebertirdim. Biz onlara Peygamberimize (s.a.) sövmeleri için zim­met vermedik." demiştir.

Kuşkusuz, Peygamberimiz'e sövmek suretiyle savaşma, bize göre elle sa­vaşmaktan ve yılda bir defa ahnan cizye parasını engellemekten eziyet ve mağ­lubiyet itibarıyla daha büyüktür. Öyleyse, nasıl zimmîlik anlaşması şunlarla bozulur ve bundan dolayı o kişi öldürülür de sövme halinde böyle bir şey söz konusu olmaz?! Yılda bir defa ödediği bir dinarı engellemesinin kötülüğü, şahitlerin gözü önünde Peygamberimiz'e en çirkin bir şekilde açıktan açığa sövmek suretiyle yaptığı kötülüğe nasıl oranlanır? Aksine, elle savaşmasının kötülüğü, sövmek suretiyle savaşmasının kötülüğüyle kıyas bile kabul etmez. Zira anlaşmasını ve emânmı bozan şeylerin en başında Allah Rasûlü'ne (s.a.) sövme gelir. Anlaşmasını (ahdini) bozan, bundan daha büyük bir şey yok­tur; yaratan Allah'a sövme müstesna. İşte bu ta kıyasın kendisidir, nassların gereğidir ve Hulefâ-i Râşidîn'in (r. anhüm) icmâ'ıdır. Bu meselenin kırktan fazla delili vardır.

Denilirse ki: Hz. Peygamber (s.a.), "Eğer Medine'ye dönersek en şerefli olan en aşağılık olanı oradan çıkaracaktır." dediği halde Abdullah b. Übeyy'i öldürmemiştir. Kendisine: "Adaletli ol! Zira sen adaleti gözetmiyorsun!" diyen Zü'I-Huveysira'yı da, yine kendisine: "Diyorlar ki, sen azgınlığı yasaklıyor, ama onda kendin tek kalıyormuşsun!" diyen kişiyi de[938], "Bu taksimde Al­lah rızası gözetilmedi!" diyeni de, sikâye vazifesine öncelikle Zübeyr'in bak­masına hükmettiğinde: "Halanın oğlu olduğu için ona verdin." diyeni de, bunlardan başka kendilerinden O'na ezâ ve azarlama gelen şahısları da öl­dürmemiştir.

Cevap: Hak, Rasülullah'm (s.a.) idi. İster hakkım alır, ister almaktan vazgeçer. Kendisinden sonrakiler için Rasülullah'm (s.a.) hakkını almaktan vazgeçme hakkı yoktur. Nitekim kendi hakkını almak da, almamak da Allah Teâlâ'ya aittir ve Allah'a ait bir hak gerektikten sonra O'nun hakkını hiç kim­senin almaktan vazgeçmesi mümkün değildir. Zikrettiklerinizin ve daha baş­kalarının öldürülmesinden Hz. Peygamber'in (s.a.) hayatında vazgeçmekte, insanların gönlünü ısındırma ve kendisinden nefret ettirmeme gibi ölümün­den sonra yok olan büyük maslahatlar vardır. Şöyle ki; insanlara O'nun (s.a.) ashabını öldürdüğü haberi ulaşsaydı nefret ederlerdi. Bizzat kendisi de buna işaret etmiş ve Abdullah b. Übey'in öldürülmesi fikrini ileri süren Hz. Ömer'e: "İnsanlara, Muhammed ashabım öldürüyor diye bir haber ulaşmasın!" bu­yurmuştur. [939]

Şüphesiz bu gönülleri İslâm'a ısındırma ve kalpleri onda birleştirme ya­rarı, kendisine söven ve eziyet eden kimsenin öldürülmesiyle hasıl olacak ya­rardan O'na (s.a.) göre daha büyük ve daha iyi idi. Bu sebeple öldürme yararı galip gelip, s'erçekten ağırlık kazandığında; Kâ'b b. Eşrefe yaptığı gibi söve-ni öldürtmüştür. Çünkü Kâ'b, düşmanlığını ve sövmesini açığa vurmuştu. Bu yüzden öldürülmesi sağ bırakılmasından daha tercihe şayandı. îbn Hatal'ın, Mekîs'in, o iki cariyenin, âma ümmü veledin öldürülmesi de böyledir. Nite­kim Hz. Peygamber (s.a.) yarar tarafı ağır bastığı için öldürtmüş, yine yarar tarafı ağır bastığı için de dokunmamıştır. Yönetim, nâiblerine ve halifelerine intikal edince, onların Hz. Peygamber'in (s.a.) hakkını düşürme yetkileri kal­mamıştır. [940]

 

D) HZ. PEYGAMBERDİN (S.A.) FETİH HUTBESİ

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) Feth'in ikinci gününde yaptığı konuşmasında şu ilmî gerçekler bulunmaktadır:

1— "Mekke'yi insanlar değil Allah haram kılmıştır."[941] Dolayısıyla bu, takdiri bu dünyanın yaratıldığı gün gerçekleşmiş bir şer'î kaderi haram kıl­madır. Sonra, Sahih-i Buharî'dç, Hz. Peygamber'den rivayet olunduğu gibi bu durum, dostu ibrahim'in ve Muhammed'in ^salavâtullahi ve selâmuhû aleyhimâ- lisanlarında kendisini göstermiştir: Rasûlullah (s.a.) bir duasında şöyle demiştir: "Allah'ım; dostun İbrahim Mekke'yi harem kıldı, ben de Me­dine'yi harem kılıyorum!.."[942] îşte bu, göklerin ve yeryüzünün yaratıldığı gün­kü, önceki bir harem kılınışını Hz. İbrahim'in lisanı üzere haber vermektir, bu nedenle Medine'nin harem kılmışını tartıştıkları halde ehl-i İslâm'dan hiç kimse Mekke'nin harem kılınışını tartışmamıştır. Bu konuda kesin doğru Me­dine'nin de harem kılındığıdır. Çünkü bu konuda Rasûİullah'tan (s.a.) hiç­bir yönden kusur bulunamayacak yirmi küsur sahih hadis gelmiştir.[943]

2— "Mekke'de hiç kimsenin kan dökmesi helâl olmaz." Bu haram kıl- ma, Mekke'ye has olup da orası dışındaki yerlerde mubah, harem bölge ol- masından dolayı orada haram olan kan dökümüne aittir. Nitekim, oradaki ağacı kesme, yaş otu koparma ve kaybolan eşyayı kaldırmanın (almanın) ha­ram oluşu oraya mahsustur, başka yerlerde bunlar mubahtır. Çünkü hepsi bir sözde ve bir nizamdadır; aksi takdirde tahsisin faydası yok olur. Bu da birkaç türlü olur:

a) Ebu Şurayh el-Adevî'nin kendisi dolayısıyla ifade ettiği husus: Ha-rem'de bulunup da imama biat etmekten kaçınan taife ile orada savaşılmaz; özellikle kendilerince (biat etmemelerine dair) bir te'villeri (gerekçeleri) var­sa. Mekkelilerin Yezid'e biattan kaçınıp İbn Zübeyr'e biat etmelerinde oldu­ğu gibi... Onlarla savaşmak, üzerlerine (taş atmak için) mancınık kurmak ve Allah'ın haremini helâl kılmak, nas ve icmâ ile caiz değildi. Bu konuda yal­nızca fâsık Amr b. Saîd

[944] ve avanesi muhalefet etmiş, kendi re'yi ve hevâsı ile Rasûlullah'ın (s.a.) hadisine ters düşmüş ve: "Harem, bir âsiyi korumaz." demiştir. Kendisine denilir ki: O, asiyi Allah'ın azabından korumaz. Şayet kanının dökülmesinden korumayacaksa o zaman insanlar açısmdan harem olamaz; kuşlar ve hayvanlar için harem olur. Oysa Hz. İbrahim -salâvâtullahi aleyhi ve selâmuhu- döneminden beri asileri korumaya devam etmiş ve İslâm da bunu kabul etmiştir. Sadece Mekîs b. Subâbe, İbn Hatal ve bu ikisiyle birlikte adları sıralananları korumamıştır. Çünkü o saatta "harem" değildi, aksine "helâl bölge = hiU" idi. Savaş vakti geçince Allah Teâlâ'nın gökleri ve yeryüzünü yarattığı günde takdir ettiği (haremlik) konumuna döndü. Kal­dı ki cahiliyye dönemindeki araplarda bile adam, babasının yahut oğlunun katilini harem'de görür fakat ona sataşmazdı. Bu durum onlar arasında ha­remi harem yapan özelliği idi. Sonra İslâm geldi, bu durumu pekiştirip güç­lendirdi ve Hz. Peygamber (s.a.) ümmetten bazılarının savaşmak ve öldürmek suretiyle haremi helal kılması hususunda kendisini örnek alacağını anlayarak kendi fiiline başkasının iştirak etmesini kesmiş ve ashabına: "Bir kimse Ra­sûlullah'ın (s.a.) Mekke'de savaşmasından kendisine ruhsat çıkarmaya kal­kışırsa ona: Aıİah, Rasûlü'ne izin vermiş, ama sana izin vermemiştir'deyiniz." buyurdu.[945] Buna göre, harem dışında öldürülmesini gerektiren bir had veya kısas (suçu) işleyip, sonra oraya sığınan kimseye sözkonusu cezanın haremde verilmesi caiz olmaz. İmam Ahmed (b. Hanbel), Ömer b. Hattâb'ın (r.a.) şöyle dediğini nakleder: "Orada (babam) Hattâb'ın katilini bulsam, oradan çıkıncaya kadar ona dokunmam."[946] Abdullah b. Ömer'in şöyle dediği riva­yet olundu: "Babam Ömer'in katiliyle harem'de karşılaşsam, onu azarlayıp kovmazdim." İbn Abbas'ın ise: "Babamın katiliyle harem'de karşılaşsam, ona oradan çıkıncaya kadar sataşmam." dediği naklolunur, ki bu, tabiîn ile onlardan sonra gelenlerin çoğunluğunun görüşüdür. Hatta ne bir tabiîden ne de bir sahabîden aksi bir görüş kaydedilmiştir. Ebu Hanîfe ve Irak ekolün­den kendisine uyanlarla, İmam Ahmed (b. Hanbel) ve hadis ekolünden ken­disine uyanlar da bu görüştedirler.

b) İmam Mâlik ve Şafiî ise, o şahıstan hak hill'de (harem dışında) tama­men alındığı gibi harem'de de alınır görüşüne varmışlardır ki, İbn Münzir'in tercihi de böyledir. Bu görüşün delilleri: 1) Hadlerin ve kısasın her zaman ve mekânda uygulanacağına delâlet eden nassların umumî ifadeleri. 2) Hz. Peygamber'in (s.a.), İbn Hatal'ı Kabe'nin örtüsüne tutunmuş olduğu halde öldürtmesi. 3) Hz. Peygamber (s.a.): "Harem bir asiyi, bir idam kaçağını ve bir bozguncuyu korumaz (barındırmaz)" buyurmuştur[947] 4) Had ve kısas ce­zaları, idam suretiyle infaz olunmayan cezalardan olması halinde harem o kimseyi korumaz ve cezanın uygulanmasını engellemezdi. 5) Harem'de had­di veya kısası gerektiren bir suç işleseydi harem onu korumaz ve suçun cezası­nın tatbikini engellemezdi. Aynı şekilde haricinde işleyip, sonra harem'e sığındığında da durum aynıdır. Çünkü dokunulmazlığına nisbetle haremdir. İki durum arasında farkh bir pozisyon aizetmez. 6) Zararı sebebiyle öldürül­mesi mubah sayılan hayvanın Harem'e sığınmış olarak öldürülmesi ile orada öldürülmesini icabettiren bir şey yapmış oluşu arasında bir fark yoktur; yı­lan, çaylak, saldırgan (kuduz) köpek., v.s. gibi. Zira Hz. Peygamber (s.a.): "Şu fasik (zararlı) beş yaratık hill'de de, harem'de de öldürülür... "[948] buyur­muş ve fısk illetinden ötürü hilî'de ve harem'-de öldürülmelerini tenbih etmiş; harem'e sığınmalarını öldürülmelerine bir engel saymamıştır. Öldürülmeyi hak etmiş olan fasık insanlar da böyledir.

İlk görüşte olanlar şöyle savundular: Bunda bizim saydığımız delillere ve özellikle Allah Teâlâ'nın "Kim oraya girerse güvenlik içinde olur."[949] âye­tine ters düşen bir husus yoktur. Bu âyet, ya Allah Teâlâ'nın haberinde yan­lış bildirimin imkânsız olması nedeniyle emir anlamında bir haberdir, ya haremi hakkında kanunlaştırdığı dininden ve şeriatından verdiği bir haberdir, ya da gerek cahiliyye, gerek İslâm dönemlerinde haremi hakkında daimî bilinen durumdan haber vermedir. Allah'ın şu âyetlerinde olduğu gibi: "Görmediler mi, çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken Biz, Mekke'yi güven içinde ve kutsal bir yer kıldık?..."[950] ve "Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yur­dumuzdan atılırız, dediler. Biz onları kendi katımızdan bir nzik olarak, her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli ve kutlu bir yere yerleştirmedik mj?"[951] Bunun dışındaki yanlış görüşlere iltifat edilmez. Meselâ, bazılarının: "Harem'e giren kimse cehennemden emîn olur." ve bazılarının: "Gayri müslim olarak Ölmekten emîn olur." demeleri gibi. Oysa oraya girenlerden niceleri cehennemin dibindedir!

Had cezalarının ve kısasın her zaman ve mekânda infaz edilebileceğini gösteren umumi kaidelere gelince, evvela denir ki: O genel kurallarda, infaz şartlarına ve engellerinin yokluğu hallerine ilişkin bir ifade bulunmadığı gibi, hadlerin ve kısasların infaz zamanına ve mekânına ilişkin bir ifade de yok­tur. Zira ibare, konulduğu asıl anlamı ve gerekse muhtevası itibariyle buna delâlet etmemektedir; onlara nisbetle mutlaktır (şartlarla ve kayıtlarla sınır­landırılmış değildir). Bu nedenle hüküm için herhangi bir şart ya da engel (mani) bulunsaydı: "Hükmün ona bağlı olması o genel kural için bir tahsistir." de­mezdi. O zaman muhakkik (âlim araştırmacı), şöyle diyemez: Allah Teâlâ'-mn "...Size bunlardan gayrisi helâl kılındı..."[952] âyeti, iddeti içinde veya velisinin izni olmaksızın yahut şahitsiz nikahlanmış kadına mahsustur. İşte aynı şekilde hadlerin ve kısasların infazı hususundaki genel naslarda, infazın zamanına, mekânına, şartına, engeline ilişkin herhangi bir ifade de yoktur. İbarenin bunu içerdiği düşünülse o zaman gereğinin iptal olmaması için me­netmeye delâlet eden delillerle tahsisi gerekirdi ve ayrıca genel ifadenin sair benzerleri gibi kendi dışındakilere hamledilmesi de gerekirdi. O genel hükümleri hamile kadın, emzikli, iyileşmesi umulan hasta ve ağır hastalık, aşırı soğuk, şiddetli sıcak gibi haddin veya kısasın infazını haram kılan ortam ve şartlar ile tahsis ettiğinize göre o genel hükümlerin bu delililerle tahsisini engelleyen şey nedir? Şayet; o tahsis değildir mutlakını takyîddir, derseniz, biz de bu ölçekle dengi dengine sizi ölçeriz.

Ibn Hatal'm öldürülmesine gelince, daha önce de geçtiği üzere bu iş ha­remde savaşmanın helâl olduğu vakitte olmuştu; üstelik Hz. Peygamber (s.a.) başkasının bu hususta daha kendisi gibi hareket etmesinin önünü kesmiş ve bunun kendi (s.a.) hususiyetlerinden olduğunu açıkça belirtmişti: "Gündü­zün bir vaktinde sadece bana helâl kılındı." hadisi açıkça ifade etmektedir ki, harem dışında helâl olan kan dökme (haremde) özellikle o vakitte sadece O'na (s.a.) helâl kılınmıştır. Çünkü her zaman helâl olsaydı o saate tahsis etmezdi. Bu da açıkça gösterir ki o saatte helâl olan kan dökme, o saat dışın­da haramdır. "Harem bir âsiyi korumaz." sözüne gelince fasık Amr b. Said el-Eşdak'ın sözüdür. Ebu Şurayh el-Kâ'bî, yukarıdaki hadisi kendisine riva­yet ettiğinde o, bu sözü söyleyerek Allah Rasülü'nün (s.a.) hadisini reddet­mektedir. Nitekim Sahih'de bu durum açık bir şekilde gelmiştir. Şu halde Allah Rasülü'nün (s.a.) sözüne nasıl tercih edilebilir?

"Cezası idam olmayan had ve kısas gerektiren bir suç işlemesi halirjde harem, cezanın infazından onu korumaz." sözünüze gelince; bu meselede âlim­lerin iki görüşü vardır ki bunların her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olu­nan hükümlerdir: Hadlerin ve kısasların uygulanmaması görüşünde olan kimse idam ve idam dışındaki haddler ve kısaslar hakkındaki engelleyici delillerin genel ifadesine bakmıştır. İdamla idam dışındaki had ve kısasları ayıran kimse de, şöyle demiştir: Kan dökmek ifadesi öldürmeye hamledilir. Harem'de ida­mın haram kılınmasından dolayı orada idam dışındaki had ve kısasların in­fazının da haram kılınması gerekmez. Çünkü insan (hayatın)ın hürmeti, dokunulmazlığı en büyüktür ve öldürmek suretiyle bu hürmeti ihlâl ise en şid­detli ihlâldir. Diyorlar ki: Zira, (idam dışındaki) celde vurmak veya (el, ayak, kulak, burun... v.s.) kesmek terbiye etme yerindedir. Dolayısıyla efendisinin kölesini terbiye etmesi gibi bu durum da engellenmez. Bu görüşten anlaşıldı­ğına göre bu hususta idamla idam dışındaki had ve kısaslar arasında bir fark yoktur. Ebu Bekr: Bu meseleyi Hanbel'in amcasından rivayetinde buldum; idam dışında cezaların hepsi harem'de infaz olunabilir. Dedi ki: Uygulama, hareme giren her caniye (suçlu) oradan çıkıncaya kadar had uygulanmaması şeklindedir. Diyorlar ki: O zaman size birleşik cevap veririz: Bu hususta idamla idam dışındakiler arasında müessir bir fark varsa, ilzam (ileri sürdüğünüz ge­rekçe) bâtıl olur; eğer aralarında müessir bir fark yoksa, aralarında eşit hü­küm veririz, bu sefer de itiraz bâtıl olur. Böylece her iki takdire göre de bâtıllığı tahakkuk etmiş oldu.

Diyorlar ki: "Harem, orada hürmeti ihlâl eden kimseyi korumaz; çün­kü orada haddi gerektirecek suçu işlemiştir. Dolayısıyla hareme sığman da böyledir." demenize gelince bu hüküm Allah'ın, Rasülü'nün ve sahabenin aralarını ayırdıkları iki şeyi bir tutmak demektir. İmam Ahmed, Abdürrezzak-Ma'mer-İbn Tâvûs-babası Tavus kanalıyla İbn Abbas'tan şöyle rivayet et­miştir: "Hiirde (harem dışında) hırsızlık yapıp veya adam öldürüp de hare­me giren kimseyle oturulmaz, konuşulmaz ve o kimse korunma altına alınmaz. Ama çıkması için yemin verilerek talepte bulunulur; çıkınca yakalanır ve had cezası uygulanır. Haremde hırsızlık yapmış veya adam öldürmüşse cezası da

haremde infaz edilir."[953] Esrem de yine İbn Abbas'tan: "Haremde bir suç işleyen kimseye ne işlemişse onun cezası orada uygulanır." dediğini rivayet eder. Allah Teâiâ, haremde savaşan şahsın öldürülmesini emretmiş ve: "On­lar orada size savaş açıncaya kadar Mescid'i Haram'da onlarla savaşmayın; size savaş açarlarsa onları öldürün..."[954] buyurmuştur.

Oraya sığınan ile kudsiyetini (hürmetini) ihlâl eden arasında bazı yön­lerden fark vardır:

1) Orada suç işleyen harem'de suç işlemeye kalkışmakla oranın kudsiye­tini ihlâl etmiştir. Ama harem dışında suç işleyip de oraya sığınan için durum böyle değildir. Çünkü o, haremin kudsiyetine saygılıdır ve oraya sığınmakla haremin kudsiyetinin şuurundadir. Öyleyse ikisinden birinin diğerine kıyas­lanması bâtıldır.

2) Harem'de suç işleyen kimse hükümdarın sarayında ve hareminde onun minderi (tahtı) üzerinde cinayet işleyen müfsid cani yerindedir. Harem dışın­da cinayet işleyip sonra oraya sığman kimse ise, sultanın tahtı ve haremi dı­şında cinayet işleyip de sığınma talebiyle haremine giren kimse mevkiindedir.

3) Harem'de cinayet işleyen, Allah Teâlâ'nın hürmetini (saygınlığım) Bey­tinin (Kabe'nin) ve hareminin hürmetini ihlal etmiştir. Bu yüzden o, başkası­nın aksine iki hürmeti ihlâl etmiş demektir.

4) Şayet haremde cinayet işleyenlere had uygulanmasaydı, Allah'ın Ha-remi'nde fesad yaygınlaşır ve kötülük artardı. Mekkeliler de diğerleri gibi can­larını, mallarını ve ırzlarım koruma ihtiyacındadırlar. Haremde suç işleyenler hakkında had uygulanması meşru olmasaydı, Allah'ın hadleri geçersiz (iflas etmiş), haremi ve orada oturanları zarar kuşatmış olurdu.

5) Hareme sığman kimse, günahtan sıyrılıp çıkmış, Rabbin evine sığın-mışj Kabe'nin örtüsüne yapışmış tevbekâr kimse durumundadır. Oranın hür­metini ihlâle kalkışmış olanın aksine ne kendisinin ne de Beytullah'ın durumu ona sataşılmaya uygundur. Böylece (aradaki) farkın sırrı açığa çıkmış ve İbn Abbas'm söylediği sözün fıkhın ta kendisi olduğu anlaşılmış oldu.

"O, müfsid (zararlı) bir hayvan gibidir; yırtıcı, kuduz köpek gibi hill'de ve haremde öldürülmesi caizdir." sözünüze gelince; bu kıyas doğru değildir. Zira yırtıcı köpeğin huyu zarar vermektir. Dolayısıyla harem, zararını orada bulunanlardan uzaklaştırmak için o köpeğin öldürülmesini haram kılmaz. Fakat insan hakkında asloîan hürmettir ve hürmeti de büyüktür. Sadece sorira-dan ortaya çıkan bir durum sebebiyle mubah olur. Bu durumda insan, yenil­mesi mubah olan hayvanlardan insana saldıran azgın deveye benzer ve harem bu (tür) deveyi korur'

Hem ehl-i harem (Mekkelilerin) saldırgan köpeğin, yılanın ve çaylağın öldürülmesine harem dışında oturanlarla eşit ihtiyaç duyar. Eğer harem bun­ları korumuş olsaydı, haremde oturanlar bunlardan büyük zarar görürdü.

3— Hz. Peygamber'in (s.a.) hutbesinde söylediği: "Orada bir ağaç bile kesilmez!", hadisin diğer lafzında: "Dikeni kesilmez! "[955] ve Sahih-i Müs­lim'deki bir metinde ise: "Dikeni koparılmaz!"[956] sözünün ifade ettiği hü­küm. Âlimler arasında şu hususta görüş ayrılığı yoktur: Bu ifade ile insanların yetiştirmediği, çeşitli türdeki yabani ağaçlar kastedilmektedir. Fakat insanla­rın haremde (Mekke'de) yetiştirdiği ağaçlar hususunda âlimler üç ayrı görüş ileri sürmüşlerdir. Hepsi de Ahmed (b. Hanbel)'in mezhebinde mevcuttur:

1) Koparabilir, bundan dolayı tazmin etmesi de gerekmez. Bu görüş îbn Akîl'in, Ebu'l-Hattâb'ın ve daha başka âlimlerin tercihidir.

2) Koparamaz. Koparırsa her halükârda cezası vardır. Bu da Şafiî'nin görüşüdür; îbn Bennâ da Hısâl adlı eserinde işte bunu kaydetmiştir.

3) Hillde yetiştirilip de sonra (hiUden sökülerek) hareme dikilenle, başta harem'de yetiştirilenler arasında fark vardır. Birincisinde ceza yoktur, ikin­cisinde jse kopanlamaz, (koparılırsa) her halükârda cezası vardır. Bu da||el-Kâdî'nin görüşüdür.                                                                          

4) Bu konuda dördüncü bir görüş daha vardır: Badem, ceviz, hurma gi­bi insanlar tarafından yetiştirilenlerle çmar ve palamut gibi insanlar tarafın­dan yetiştirilmeyenler arasında fark vardır. Birinci kısmın koparılması caiz olup cezası da yoktur. İkincisinin ise (koparılması) caiz olmayıp (koparma­nın) cezası vardır.                                                                            

el-Muğnî adlı eserin müellifi şöyle diyor: Evlâ olan bütün ağaçların (ko­parılmasının) haram olduğu hususunda hadisin genel oluşunu kabul etmek­tir. Ancak zirai mahsullerden yetiştirdiklerine, evcil hayvanlardan kestiklerine kıyasla insanların yetiştirdiği ağaç türleri bu hükmün dışındadır. Zira biz, vahşi olup da evcilleştirilenleri değil, aslen evcil olanları av hayvanı hükmünden çıkardık. Burada da böyledir. Bu ifadeler, el-Muğnî yazarının şu dördüncü görüşü seçtiğini açıkça göstermektedir. Netice itibariyle Ahmed (b. Hanbel)'in mezhebinde dört görüş vardır.

Hadis, dikenin ve cehri çalısının koparılmasının haram kılındığı husu­sunda gerçekten de açıktır. Ama Şafiî: Koparılması haram değildir, zira ta­biatı gereği insanlara eziyet verir; bu yüzden hüküm itibariyle yırtıcı/pençeli hayvanlara benzemiştir, demektedir. Bu da, Ebu'l-Hattâb ve İbn Akîl'in ter­cihi olup Atâ, Mücâhid ve daha başka âlimlerden de rivayet olunmuştur.

Hz. Peygamber'kı (s.a.) "dikeni kesilmez", diğer lâfızda "dikeni biçilmez" hadisi yasaklık hususunda açıktır. Dolayısıyla sıradan yırtıcı/pen­çeli hayvanlara kıyası sahih değildir. Zira, yırtıcı/pençeli hayvanlar yaratılış itibariyle saldırgandır, halbuki diken kendisine yaklaşmayana zarar vermez.

Hadis, yeşille kuru arasında ayırım yapmamaktadır. Fakat âlimler ku­runun kesilmesine, "O ölü gibidir, bu konuda aksi bir görüş de bilinmemek­tedir." diyerek cevaz vermişlerdir. Buna göre hadisin gelişi, (Hz. Peygamber'in) sadece yeşil otu kasdettiğini gösterir. Zira bunu, avı ürkütmek gibi saymıştır. Kurunun kesilmesinde, Rabbini hamdetmek (övmek) suretiyle teşbih eden yeşil ağacın hürmetini ihlâl etme sözkonusu değildir. Bundan dolayı H2. Peygam­ber (s.a.), iki kabir üzerine iki yeşil dal dikerek: "Umulur ki, kurumadıkları sürece bunlardan dolayı kabirdekilerin azapları hafifletilir."[957] buyurmuştur. *

Hadiste, ağaç kendi kendine kökünden söküldüğünde veya dal kınldı-jİ! ğında ondan yararlanmanın caiz olduğuna delil vardır. Çünkü onu o kişi kes-* memiştir. Bu hususta ihtilaf yoktur.

Soru: Ne dersiniz, ağacı birisi kesip (veya söküp) sonra terkettiğinde, ken­disinin veya başkasının ondan yararlanması caiz olur mu?

Cevap: İmam Ahmed (b. Hanbel)'e bu mesele soruldu da: "Ava benze­tilmesi yönünden, odunundan yararlanamaz." dedi. Ve yine şöyle söyledi: Kestiğinde ondan yararlanıp yararlanamayacağı konusunda bir şey işitmedim. Bu konuda bir bakış açısı daha vardır: Kesen dışındakilerin ondan yararlan­ması caiz olur. Zira ağaç, kendisinin fiili bulunmaksızın kesilmiştir. Öyleyse, rüzgârın söktüğünde olduğu gibi bu durumda da ondan yararlanması mubah olur. Bu, avın aksinedir. Zira avı ihramlı bir kimse öldürdüğü vakit onu ye­mek başkaları için de haramdır. Zira ihramhmn avı öldürmesi, onu murdar kılması demektir. Hadisin diğer lafzmdaki: "Dikeni koparılmaz" sözü, yap­rağın koparılmasının da haram olduğu hususunda açıktır veya açık gibidir. Bu, Ahmed (b.Hanbel)'in ,-rahimehuUah- görüşüdür. Şafiî ise: "Yaprağı koparabilir" demiştir. Bu görüş Atâ'dan da rivayet olunmuştur. Birincisi (İbn Hanbel'inki) nassın zahir ifadesi ve kıyastan dolayı daha sahihtir. Zira yap­rağın ağaçtaki konumu tüyün kuştaki konumu gibidir. Hem yaprağın kopa­rılması dalların kurumasına bir sebeptir. Çünkü yapraklar ağacın elbisesi ve koruyucusu dur.

4— Hz. Peygamber'in (s.a.) "Yaş otu koparılmaz." sözüdür. Bundan kasdolunanın insanların yetiştirdiği değil, kendi kendine biten (yabani otlar) olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Kuru ot hadisin hükmüne dahil değildir, hadis özellikle yaş ot hakkındadır. (Hadiste geçen) halâ (ot) sözü, yaşlığı devam ettiği sürece yaş ot demektir. Kuruduğunda "haşiş" denir. Ahleü'i-ardu" de­mek, o arazinin yaş otu arttı, çoğaldı demektir. (Hadiste geçen) 'İhîiiâu'I-halâ" ifadesi, halâ = yaş ot koparma anlamındadır. Bir hadisde geçen: "İbn Ömer, atı için ihtilâ ederdi." ifadesi atı için yeşil ot koparırdı anlamındadır. Bu kelimeden, yem torbası anlamına "mıhlat" kelimesi türetilmiştir ki yeşii ot kabı demektir. İzhır otunun (Mekke ayrığı, Mekke samanı) koparılması ise nass (hadis) ile istisna edilmiştir. İstisna suretiyle tahsis edilmesi, ondan gayrısmda umum kastedildiğine bir delildir.

Soru: Hadis, otlatmayı kapsamakta mıdır, kapsamamakta mıdır?

Cevap: Bu konuda iki görüş vardır. İlki: Kapsamaz, dolayısıyla otlat­mak caiz olur. Bu Şafiî'nin görüşüdür. İkincisi: Her ne kadar lâfız yönüyle kapsamasa da mâna itibariyle kapsar; dolayısıyla otlatmak caiz olmaz. Bu da, Ebu Hanîfe'nin mezhebidir. Ahmed (b. Hanbel)'in arkadaşlarından her iki görüşten birini benimseyenler vardır.

Haramdır diyenler, koparıp hayvana verme ile hayvanı otlaması yeşil ota sürme arasında ne fark vardır? demişlerdir.

Mubahtır diyenler de, hac kurbanlarının hareme girmesi ve orada çokça bulunmaları âdet olduğuna ve hayvanların ağızlarının kapatıldığına dair asla bir şey aktarılmadığına göre bu durum otlatmanın caizliğine delâlet eder, de­mişlerdir.

Haramdır diyenler şöyle dediler: Hayvanım otlamaya göndermesi ve hay­vanı yeşil otun üzerine sürmesi ile sahibi kendisini sürmeksizin hayvanın kendi kendine otlaması arasında fark vardır. Hayvan sahibinin hayvanların ağızla­rını kapatması gerekmez. Nitekim (ihramhmn) kasden güzel koku koklaması caiz olmasa da ihramda iken güzel koku koklamamak için burnunu örtmesi de gerekmemektedir. Aynı şekilde yolu üstündeki bir avı ezmekten korkarak yürüyüşten vazgeçmesi de gerekmemektedir, her ne kadar bunu kasdetmesi (avı çiğneyeyim demesi) kendisine caiz değilse de... Benzerleri de böyledir.

Soru: Yer elması, mantar (tornalan) ve toprakta gömülü şeylerin koparılma­sı/sökülmesi hadise dahil midir? Cevap: Dahil değildir. Çünkü o, meyve ko­numundadır. Ahmed (b. Hanbel) de: "Harem'in ağaçlarından acur ve ışrık[958] yenilir." demiştir.

5— Hz. Peygamberdin (s.a.) "Avı ürkütülmez!" sözü, avın öldürülme­sine ve avlanmasına hangi sebeple olursa olsun neden olmanın haramhğı hu­susunda açıktır, hatta yerinden ürkütülmese bile... Çünkü o, bu mekânda muhterem bir hayvandır. Oraya önce gelmiştir ve orası hakkında daha çok hak sahibidir. Bu da gösterir ki, muhterem hayvan bir mekâna önce geldi­ğinde rahatsız edilmez.

6— "Yitiğini, ilân edenden (ilân etmek için alandan) başkası alamaz."; bir lâfızda: "Yitiği, ilân etmek için alandan başkasına helâl olmaz." hadisi, haremde kaybedilen eşyanın hiçbir durumda mülk edinîlemiyeceğine ve mülk edinmek için değil, sadece ilân etmek için alınabileceğine delildir. AJtsi tak­dirde Mekke'nin bununla tahsisinde asla bir fayda bulunmaz.

Bu hususta ihtilâf edilmiştir. Mâlik ve Ebu Hanîfe: Hill ve haremin yiti­ği birdir, demişlerdir ki Ahmed (b. Hanbel)'den gelen iki rivayetten ve Şafiî'­nin ikûgörüşünden biri budur; İbn Ömer, İbn Abbas ve Âişe'den -Allah onlardan razı olsun- rivayet olunmuştur. Ahmed (b. Hanbel) diğer rivayetin­de, Şafiî de diğer görüşünde şöyle demişlerdir: Haremdeki yitiğin mülk edin­mek için alınması caiz olmaz, ancak sahibi adına korumak için almak caizdir. Almış olsa sahibi gelinceye kadar ebediyen ilân eder. Bu Abdurrahman b. Mehdî'nin, Ebu Ubeyd'in görüşü olup, doğru olanı da budur. Bu hususta hadis açıktır. (Hadiste geçen) "münşid", bulduğu yitiği sahibi var mı diye ilân eden; "naşid" ise, kaybettiği malı arayan demektir. "Kayıp arayanın, kayıp bulduğunu ilân edene kulak verişi gibi" deyiminde bu anlam açıkça görülmektedir. Ebu Davud'un Söneninde rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.) hacımr yitirdiği kayıp malı almayı yasakladı. İbn Vehb, hadisi; "Yani sahibi bulsun diye bırakır." şeklinde açıklamıştır.[959]

Üstadımız (İbn Teymiye) demiştir ki: Bu, Mekke'nin özelliklerindendir. Bu konuda Mekke ite diğer beldeler arasındaki fark şudur: İnsanlar oradan çeşitli ülkelere dağılırlar. Dolayısıyla eşyasını kaybeden onu aramaya ve so­ruşturmaya imkân bulamaz. Ama diğer şehirler için böyle bir durum sözko-nusu değildir.

7— Hutbedeki, "Bir kimsenin bir yakını öldürülürse, o kimse şu ikisin­den birini tercih etmede muhayyerdir: Öldürmek (katilin öldürülmesini iste­mek), diyet (kan bedeli) almak" ifadesi, kasden öldürme durumunda katilin ille de kısas edilmesinin gerekmediğine delildir. Bilâkis bu durumda şu iki şey­den birisi tercih edilir: Ya kısas, ya da diyet.

Bu konuda üç görüş vardır, hepsi de İmam Ahmed (b. Hanbel'den riva­yet edilmiştir:

Birinci görüş: Vacip olan iki şeyden birisidir; ya kısas, ya da diyet. Bu hususta veli şu dörtten birini tercih etmede muhayyerdir:

a— Karşılıksız affetme,

b— Diyet karşılığında affetmek.

c— Kısas.

Bu üçü arasındaki muhayyerliğinde görüş ayrılığı yoktur.

d— Diyetten daha çok bir meblağ üzerinde sulh olma, anlaşma. Bunda da iki görüş vardır. Mezhep itibariyle en meşhuru: Caiz olmasıdır. İkincisi ise, bir mal karşılığında affedecekse, ancak ya diyet, ya da diyetten daha aşa­ğı bir miktar üzere anlaşma yapabilir. Delil bakımından daha tercihe şayan olan da budur. Zira diyeti tercih ederse, kısas düşer. Sonra artık kısas iste­meye hakkı kalmaz. Bu Şafiî'nin mezhebi olup İmam Mâlik'den gelen iki ri­vayetin birisidir.

İkinci görüş: İcabeden aynen kısastır. Öldürülenin yakını, diyet karşılı­ğında ancak katilin rızasıyla affedebilir. Diyete dönse de katil razı olmasa, derhal katile kısas uygulanır. Bu da kendisinden gelen rivayete göre Mâlik'in ve Ebu Hanîfe'nin mezhebidir.

Üçüncü görüş: Kısasla diyet arasında muhayyer olmakla birlikte icabe­den aynen misli misline kısastır; isterse katil razı olmasın... Veli diyet karşılı­ğında bağışladığında, katil de razı olduğunda problem yoktur. Ancak razı olmadığı takdirde, velinin aynen kısasa dönme hakkı vardır. Ama kısası mutlak (kayıtsız, şartsız) surette bağışlamışsa; "Vacip olan iki şeyden biridir." dedi­ğimizde diyet onun hakkıdır, "Vacip olan aynen kısastır." dediğimizde de diyet olma hakkı düşer.

Soru: Katil ölmüş olsaydı ne derdiniz? Cevap: Bunda iki görüş vardır:

1) Diyet düşer. Ebu Hanîfe'nin mezhebi budur. Zira Hanefîlere göre vâcib olan aynen kısastır ve Allah Teâlâ'mn katilin canını almasıyla kısasın infazı imkânı yok olmuştur. Ebu Hanîfe, bunu cani kölenin ölmüş olması durumunda işlediği cinayetin diyetinin, efendinin zimmetine intikal etmezdi kaidesine benzetmiştir. Bu hüküm, rehinin telefi ve kefilin ölümü durumu­nun aksinedir. Zira hak, rehin verenin ve kendisine kefil olunan şahsın zim­metinde sabit olduğundan dolayı düşmediği gibi, vesikanın telef olmasıyla da düşmez.

2) Şafiî ve Ahmed ise şöyle demişlerdir: Diyetin terekesinden ödenmesi gerekir. Çünkü veliler kısası düşürmeksizin kısasın infazı imkânı kalmamış­tır. Bundan dolayı mirasçıların hem idamdan hem de diyetden karşılıksız yok­sun birakilmamaları için diyet vacip olur.

Soru: Ne dersiniz, kısası seçmiş olsaydı ondan sonra da diyet karşılığın­da bağışlamayı tercih etse, buna hakkı var mıdır?

Cevap: Bu hususta iki görüş vardır: a) Buna hakkı vardır. Çünkü kısas en üst düzeydir, öyleyse onun en alt düzeye intikal hakkı vardır, b) Buna hakkı yoktur. Çünkü kısası tercih ettiğinde kendi isteğiyle diyet hakkını düşürmüş­tür. Dolayısıyla düşürdükten sonra diyete dönme hakkı yoktur.

Soru: Peki bu hadisle Hz. Peygamber'in (s.a.): "Kasden öldüren kimse kisaslıktır."[960] hadisinin arasım nasıl bulursunuz?

Cevap: Aralarında hiçbir yönden çelişki yoktur. Bu hadis kasden öldür­me hususunda kısasın farz olduğuna; "O iki görüşte muhayyerdir" sözü ise, ölenin yakınının bu farzın yerine getirilmesi ile bedelini yani diyeti alması ara­sında muhayyer oluşuna delâlet eder. O halde hangi çelişkidir sözkonusu olan? Bu hadis Allah Teâlâ'nm şu âyeti gibidir: "Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı."[961] Bu da, hak sahibinin kendisine farz kılınanı (kısası) talep etmekle bedelini alma arasında muhayyer kılınışını ortadan kaldırmaz. En iyi bilen Allah'dir.

8— Hz. Abbas'ın, kendisine: "İzhır müstesna" demesinden sonra hut­bedeki, 'İzhir müstesna" sözü iki meseleye delildir:

a)  İzhır'ın kesilmesinin mubah oluşu.

b) Konuşma sırasında istisna yapılacağı vakit istisnaya sözün başında veya bitirmeden önce niyet etme şart değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) şayet izhın istisnaya sözün başından veya tamamlanmasından önce niyet etmiş ol­saydı, yaptığı istisna Hz. Abbas'ın kendisine sormasına, demircileri ve evleri| için izhırın gerekli olduğunu bildirmesine bağlı kalmazdı. Bunun benzeri Hz.Peygamber'in (s.a.) İbn Mes'ud'un hatırlatmasından sonra Bedir esirlerin­den Süheyl b. Beydâ'yi istisna edişidir. Şöyle buyurmuştu: "Onlardan hiçbi­ri ya fidye vermek ya da boynu vurulmak dışında kurtulamayacaktır..." İbn Mes'ud'da: "Süheyl b. Beydâ müstesna... Zira ben onun müslüman olduğu­nu söylediğini duydum." dedi. Bunun üzerine: "Süheyl b. Beydâ müstesna..." buyurdu.[962] Onun her iki durumda da istisnaya sözünün daha başından ni­yet etmiş olmadığı malumdur.

Yine bir benzeri, meleğin Hz. Süleyman'a söylediği sözdür. Hz. Süley­man: "Bu gece yüz kadını (hanım ve cariye olarak yüz kadınla ilişki kurmak için) dolaşacağım, her kadın da Allah yolunda savaşacak bir erkek çocuk do­ğuracak." dediğinde melek ona: "İnşaâllahu teâlâ, de!" demiş; fakat Hz. Süleyman söylememiştir. Hz. Peygamber (s.a.): "Eğer inşaâllahu teâlâ de­seydi, onlar Allah yolunda topluca savaşırlardı."; bir başka lâfızda ise: "is­teğine nail olurdu" buyurmuş[963]' ve böylece Hz. Süleyman bu istisnada bulunsaydı istisnanın ona fayda vereceğini de haber vermiştir. Niyeti şart ko­şan kimse, ona fayda vermez der.

Bunun bir başka benzeri, Hz. Peygamber'in (s.a.): "Vallahi, Kureyş'le savaşacağım, vallahi Kureyş'le savaşacağım" diye üç defa söyleyip sonra sü­kut etmesi, daha sonra da: "İnşâallah" demesidir.[964] İşte bu da sükuttan son­raki istisnadır ki konuşmayı kestikten ve sükut ettikten sonra istisna etmeyi muhtevidir. Ahmed (b. Hanbel) cevazına hükmetmiştir ki bu, şüphesiz doğ­rudur. Ve bu açık sahih hadislerin gereğine uymak evlâdır. Başarı Allah'tandır.

9— Kıssada geçmektedir ki, Ebu Şâh adında sahabeden bir şahsın ayağa kalkıp: "Bana yazınız" demesi üzerine Hz. Peygamber (s.a.), hutbesini kas-dederek: "Ebu Şâh için yazınız!" buyurmuştur.[965] Bu da ilmin yazılmasına ve hadis yazma yasağının kaldırıldığına bir delildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.) "Benden Kur'an dışında birşey yazan kimse onu yok etsin!" buyurmuştu[966] Bu yasak, İslâm'ın ilk dönemlerinde vahy-i metlûv (okunan vahiy, Kur'an) ile vahy-i gayr-i metlûvvün (namazda okunmayan vahiy, hadis) karşıtırıîma-sı korkusundandı. Sonra hadislerinin yazımına izin verdi.

Sahih bir rivayete göre Abdullah b. Amr, Hz. Peygamber'in (s.a.) hadi­sini yazardı.[967] Yazdıklarından es-Sâdıka diye adlandırılan bir sahife oluşmuştu ki bunu, torunu Amr b. Şu'ayb babasından, o da Abdullah'tan riva­yet etmiştir. Adı geçen sahifedeki Hadisler, hadislerin en sahihlerindendir. Bazı hadis imamları, onu Eyyûb -Nâfi- İbn Ömer senediyle rivayet edilen hadisler derecesinde sayıyorlardı. Dört mezhep imamı ile daha başkaları bu sahifeyi delil olarak kullanmışlardır.

10— Kıssada geçtiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Kabe'ye girdi, orada namaz kıldı; fakat suretler (resimler) imha edilinceye kadar oraya girmemiş­tir. Bu da resimli yerde namaz kılmanın mekruh olduğuna bir delildir. Hatta bu, mekruh olmaya hamamda namaz kılmaktan daha müstehaktır. Çünkü hamamda namaz kılmanın mekruh oluşu, oranın çoğunlukla pislik bulunan bir yer, ya da şeytan evi oluşundan dolayıdır ki doğru olan da budur. Resim­lerin bulunduğu yer ise çoğunlukla şirk ihtimali taşıyan yerdir ve milletlerin şirklerinin çoğu, resimler ve kabirler yönündendir.

11—  Kıssada geçer: Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'ye, başında siyah bir sarık olduğu halde girmiştir. Bu da zaman zaman siyah giymenin caiz oluşu­na bir delildir. Bundan dolayı Abbasi halifeleri kendilerine, valilerine, kadı­larına ve hatiplerine siyah giymeyi şiar kılmışlardır. Hz. Peygamber (s.a.), siyahı daimi bir elbise olarak giymemiş ve siyah giymek bayramlarda, cuma­larda ve büyük cemiyetlerde elbette O'nun şiarı olmamıştır. Fetih günü başı­na siyah sarık sarmış olması bir rastlantıdır, öyle denk gelmiştir. Diğer sahabîler için böyle bir durum sözkonusu olmamıştı. Hatta o gün Hz. Peygamber'in (s.a.) diğer elbiseleri siyah değildi, üstelik sancağı beyazdı.

12—  Kadınlarla müt'a nikâhının mubah kılınması da bu gazvede vâki olan şeylerdendir. Sonra müt'a nikâhını Mekke'den çıkışından önce, haram kılmıştır. Müt'anın haram kılındığı vakit hususunda dört görüş ileri sürül­müştür:

a) Hayber savaşmdaydı. Bu içlerinde Şafiî ve daha başkalarının bulun­duğu bir grup âlimin görüşüdür.

b) Mekke fethi senesindedir. Bu da İbn Uyeyne ve bir grubun görüşüdür.

c) Huneyn gazası senesindeydi. Bu görüş, gerçekte Huneyn gazasının Mek­ke fethiyle peşpeşe olmasından dolayı ikinci görüşün aynıdır.

d) Veda haccı senesindeydi. Bu, ravilerden birinin yanılgısıdır. Zihni Mek­ke fethinden Veda haccına kaymıştır. Nitekim Muaviye'nin zihni de Ci'râne umresinden Veda haccına kaymıştı da: "Veda haccında, Merve'de Rasûlul-lah'ın (s.a.) saçım enli bir okla (yahut bıçakla) kısalttım." demişti. Bu konu hac bahsinde geçmiştir. Zihnin zamandan zamana, mekândan mekâna ve olaydan olaya intikali hadis hafızlarına ve onlardan alt mertebedeki şahıslara çok vakit arız olan bir hâdisedir.

Doğrusu: Müt'a nikâhı, kesinlikle Mekke fethedildiği yıl haram kılın­mıştır. Çünkü Sahih-i Müslim'de sabit olmuştur ki; sahabe, Hz. Peygamber (s.a.) yanlannda olmakla beraber O'nun izni ile müt'a nikâhı yapmışlardır.[968] Şayet haram kılınması Hayber fethi sırasında olsaydı, neshin iki defa vaki olması gerekirdi ve bunun, şeriatın hiçbir döneminde asla bir benzeri yoktur; benzeri bir durum şeriatta vuku bulmaz. Hem Hayber'de müslüman hanım­lar yoktu. Sadece yahudi kadınlar vardı. Ehl-i kitabın kadınlarıyla nikahlan­mak henüz mubah kılınmamıştı. Bu olaydan daha sonra Mâide süresindeki şu âyetle mubah kılındılar: "Bugün size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Kenr dilerine kitab verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâl­dir. İnananlardan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kendilerine kitab verilenlerin hür ve iffetli kadınları size helâldir."[969] Bu âyet: "Bugün size dininizi tamamladım."[970] âyeti ile "Bugün artık kâfirler sizi dininizden et­mekten umutlarım kesmişlerdir."[971] âyetine muttasıldır. Bu, Veda haccın-dan sonra veya Veda haccı sırasında gerçekleşen son durumdu. Dolayısıyla ehl-i kitabın kadınlarının nikâhlanması Hayber gazası sırasında sabit değildi ve Fetih'ten önce müslümanlann, düşmanlarının kadınları ile müt'a nikâhı yapmaya bir rağbetleri yoktu'. Fetih'ten sonra ehl-i kitap kadınlarından köle-leştirilenler oldu ve onlar müslümanlann cariyesi oldular.

Soru: Peki, Sahihayn'dz Ali b. Ebi Tâlib'den rivayet edilen: "Rasûlul-lah (s.a.) Hayber gazasında kadınlarla müt'a nikâhı yapmayı ve evcil eşekle­rin etini yemeyi yasakladı." hadisini[972]' ne yapacaksınız? Hadis, sahih ve açıktır.

Cevap: Bu hadis iki metinle sahih olarak rivayet edilmiştir. Birisi budur. İkincisinde ise; Hz. Peygamberin (s.a.) yalnızca müt'a nikâhını ve Hayber savaşında evcil eşek eti yemeyi yasakladığı ifade edilmektedir. Bu, İbn Uyey-ne'nin Zührî'den rivayetidir. Kasım b. Asbağ'ın rivayetine göre Süfyan b. Uyeyne şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in (s.a.) Hayber gazasında müt'a ni­kâhını değil, evcil eşeklerin etini (yemeyi) yasakladığını kasdediyor." Bunu Ebu Ömer (İbn Abdüber) zikretmiştir. Temhîd'dc; "Sonra âlimlerin çoğun­luğu bunu kabul etmişlerdir." şeklinde bir ifade geçmektedir. Ravilerden biri Hayber gazasının ehl-i kitap kadınlarla müt'a nikâhı yapılmasının haram kılmış vakti olduğu yanılgısına kapılarak: "Rasûlullah (s.a.) Hayber gazası sırasında müt'a nikâhını ve ehli eşeklerin etinin yenmesini haram kıldı." şek­linde rivayet etmiştir. Birisi de hadisin bir bölümünü rivayetle yetinip: "Ra-sûlullah (s.a.) müt'ayı Hayber gazası sırasında haram kıldı." diyerek açık bir hata işlemiştir.

Soru: İkisinin haram kılmışı aynı anda vuku bulmuş değilse, ikisinin ha­ram kılınışım bir arada zikretmekteki fayda nedir? Müt'a nikâhı ile eşek eti­nin haram kılmışı arasında ne ilişki vardır?

Cevap: Bu hadisi, Ali b. Ebî Tâlib -radıyalahu anh- iki meselede amca-oğlu Abdullah b. Abbas'a karşı bir delil olmak üzere rivayet etmiştir. Zira İbn Abbas, gerek müt'ayı, gerek eşek etini (yemeyi) mubah görüyordu. Bu yüzden Ali b. Ebî Tâlib bu iki meselede kendisiyle tartıştı ve ona bu iki ha­ram kılmayı rivayet ederek eşeğin (etinin yenmesinin) haram kılınışım Hay­ber gazası sırasında olmakla kayıtladı ve müt'anın haram kılınışını mutlak bırakarak: "Sen yolunu şaşırmış bir adamsın. Şüphesiz Rasûluüah (s.a.) müt'­ayı ve ehli eşeklerin etini (yemeyi) Hayber gazasında haram kılmıştır." dedi. Nitekim Süfyan b. Uyeyne'nin söylediği ve âlimlerin çoğunluğunun kabul et­tiği budur. Böylece Hz. Ali, İbn Abbas'a karşı ikisinin de Hayber gazasında olduğunu kayıtlama suretiyle değil, bunlarla delil getirmek için bu iki duru­mu rivayet etmiştir. Başarıya ulaştıran Allah'dir.

Fakat işte tam burada bir başka bakış açısı vardır: Hz. Peygamber (s.a.) müt'ayı hiçbir halde mubah olmayan kötü şeylerin haram kılındığı gibi mi haram kılınmıştır, yoksa ihtiyaç olmadığı zamanda haram kılıp mecbur (zo­runlu) kalana mubah mı kılmıştı? İşte İbn Abbas'ın hakkında tartıştığı ve: "Ben müt'ayı mecbur kalan (muztar olan) için leş ve kan (m helâl olduğu) gibi mubah gördüm." dediği bu ikincisidir. Müt'a hususunda işi rayından çıkaranlar olunca (yani muztar oluş haline aldırmaksızın müt'a ruhsatından istifade ederek nefsî davranışlar sergileyince) ve zaruret noktasında durma­yınca (zaruret hali dışında da müt'a yapınca) İbn Abbas müt'anın helâl oldu­ğuna dair fetva vermeyi kesti ve görüşünden döndü. îbn Mes'ûd müt'a nikâhını mubah görür ve bu konuda: "Ey iman edenler; Allah'ın size helâl kıldığı gü­zel,ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin."[973] âyetini okurdu. Sahihayn'-da onun şöyle dediği geçer: "Rasûlullah (s.a.) ile birlikte cihad ediyorduk. Yanlanmızda kadınlarımız da yoktu. Bunun üzerine: Hadım olalım mı? diye sorduk. Fakat Rasûlullah (s.a.) bize bunu yasakladı. Sonra bize elbise karşi-

lığında belli bir zamana kadar kadınlarla nikâhlanmamıza izin verdi. Sonra Abdullah b. Mes'ûd: 'Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı şeylerin iyi ve hoş olanlarını kendinize haram kılmayın. Haddi aşmayın. Doğrusu Allah haddi aşanları sevmez.' âyetini okudu."[974]

Abdullah b. Mesûd'un bu âyeti, bu hadisin hemen peşinden okuması iki şeye muhtemeldir: 1) Müt'ayı haram kılanı reddetmek ve müt'a şayet iyi ve hoş şeylerden olmasaydı Rasûlullah (s.a.) onu mubah kılmazdı, demektir. 2) Bu âyetin son tarafını kasdetmiş olmasıdır ki bu, müt'ayı mutlak surette mu­bah göreni reddetmek ve böyle gören kimsenin haddi aşan bir kimse olduğu­nu bildirmektir. Zira Rasûlullah (s.a.) müt'a konusunda sadece zaruret sebebiyle, gazve sırasında duyulan ihtiyaç zamanında, kadınların bulunma­dığı ve kadına şiddetli ihtiyaç duyulduğu vakitte izin vermiştir. Kadınlar çok iken ve normal nikâhın kıyılmasına imkân varken, yolcu olmayıp memleket­te ikâmet halinde iken müt'aya ruhsat veren kimse haddi aşmıştır ve Allah haddi aşanları sevmez.

Soru: Peki, Müslim'in Sahih'indt Câbir ve Seleme b. Ekva'dan rivayet ettiği: "Rasûlullah'in (s.a.) tellâlı yanımıza gelerek: Rasûlullah (s.a.) sizin is-timtâ', yani kadınlarla müt'a yapmanıza izin vermiştir, dedi." hadisini[975] ne yapacaksınız?

Cevap: Bu, haram kılınmadan önce Fetih sırasındaydı. Daha sonra Müs­lim'in Sahih'indç Seleme b. Ekva'dan rivayet ettiği şu delille müt'ayı (Hz. Peygamber) haram kıldı: "Rasûlullah (s.a.) Evtâs (Huneyn) yılında bize müt'a için üç (gece) ruhsat verdi, sonra bunu yasakladı."[976] Evtâs yılı, fetih yılı de­mektir. Çünkü Evtâs gazası Mekke fethiyîe peşpeşedir.

Soru: Peki Müslim'in Sahih'indc Câbir b. Abdillah'tan rivayet ettiği: "Biz Rasûlullah (s.a.) ve Ebu Bekir döneminde bir avuç hurma ve un karşılığında birkaç günlüğüne müt'a yapardık. Tâ ki Amr b. Hureys hâdisesinde Hz. Ömer bunu yasaklayıncaya kadar bu böyle devam etti." ifadesini[977]' ve Hz. Ömer'­den sabit olan: "Rasûlullah (s.a.) döneminde iki müt'a vardı ki ben ikisini de yasaklıyorum: Kadınların müt'ası ve haccın müt'ası (hacc-ı temettü)" [978] ifadesine ne diyeceksiniz?

""Cevap: Ulemâ bu konuda iki gruba ayrılmıştır. Bit grup: "Müt'ayı ha­ram sayan ve bize yasaklayan Hz. Ömer'dir. Rasûlullah (s.a.), Hulefâ-i Râ-şidîn'in sünnet edindiği şeylere uymayı emretmiştir." demektedir. Bu grup, müt'anın Fetih yılında haram kılmışına dair Sebre b. Ma'bed'den rivayet edilen hadisi sahih kabul etmemişlerdir. Zira hadisi, Abdülmelik b. er-Rebî' b. Sebre, babası aracılığıyla dedesinden rivayet etmiş olup İbn Maîn onun hakkında olumsuz şeyler söylemiş, Buharî de kendisine olan ihtiyaca ve İslâm'ın asılla­rından bir asıl oluşuna rağmen Sahih İne (Sebre) hadisini almayı uygun gör­memiştir. Şayet, Buharî'ye göre (sözkonusu hadis) sahih olsaydı, rivayet edip onu delil göstermekten geri durmazdı. Demişlerdir ki: Şayet Sebre hadisi sa­hih olsaydı, (bu durum) İbn Mes'ûd'a gizli kalmaz ve kendilerinin müt'a yap­tıklarını rivayet edip âyeti delil göstermezdi. Hem şayet sahih olsaydı, Hz. Ömer: "O, Rasûlullah (s.a.) zamanındaydı; ben onu yasaklıyorum ve ona (müt'a yapmaya) ceza veriyorum." demez aksine; "Hz. Peygamber (s.a.) onu haram kılmış ve yasaklamıştır." derdi. Diyorlar ki: Sahih olsaydı, hakikaten peygamberlik hilâfeti dönemi olan<Hz. Ebu Bekir) es-Siddîk döneminde ya­pılmazdı.

İkinci grup ise, Sebre hadisinin sahih olduğu görüşündedirler. Bu hadis sahih olmasa bile, Hz. Ali'nin (r.a.); Rasûlullah'm (s.a.) kadınların müt'ası-nı haram kıldığına dair rivayet ettiği hadis sahihtir. O halde Câbir hadisinin şöyle anlaşılması gerekir: Câbir'in müt'a nikâhının yapıldığı yolundaki riva­yeti haber vermesi sırasında kendisine haram kılındığı haberi ulaşmamıştı. Hz. Ömer (r.a.) zamanına kadar bu iş şöhret bulmamıştı. Müt'a hususunda tar­tışma (ayrılık) çıkınca haram kılınışı meydana çıktı ve şöhret buldu. Böylece müt'a hakkında gelen hadisler uzlaşmış olur. Başarı Allah'tandır.

13— Mekke fethi kıssasındaki fıkhı kurallardan biri de şudur: Kadının bir-iki erkeği koruması altına alması ve himaye etmesi caizdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), Ümmü Hânî'nin kocasının iki yakınına verdiği emanı ge­çerli saymıştır.

14— Tevbe etmesi istenilmeden, irtidadı (dinden dönmesi) çok amansız olan mürtedin öldürülmesi caizdir. Çünkü Abdullah b. Sa'd b. Ebî Şerh, müs-lüman olup hicret etmişti ve RasûluIIah'a gelen (s.a.) vahyi yazıyordu, (vahiy kâtiplerindendi). Sonra irtidat etti ve Mekke'ye sığındı. Fetih günü olunca, Hz. Osman b. Affân onu bîat etsin diye RasûluIIah'a (s.a.) getirdi. Rasûlul­lah (s.a.) Abdullah'tan uzun müddet geri durdu, sonra bîat aldı ve: "OnakarşLsadece biriniz kalkar da boynunu vurur diye sustum." buyurdu. Bunun İl                                                                                                                                                            üzerine bir sahâbî: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bana işaret etseydin ya!" dedi. O zaman da: "Bir peygamberin hain gözleri olması yakışmaz." buyurdu.[979] Zi­ra iman edip hicret ettikten ve vahiy kâtipliği yaptıktan sonra dinden çıkmakla küfrü çok amansız ve katı olmuştu. Sonra irtidat etmiş ve müşriklere katıl­mıştı; İslâm'a dil uzatır, onu ayıplardı. Rasûlullah (s.a.) da öldürülmesini is­tiyordu. Bu nedenle, Osman b. Affân onu getirdiğinde -ki Osman'ın süt kardeşiydi- Hz. Peygamber (s.a.), Osman'dan haya ettiği için öldürülmesini emretmedi ve ashabından biri (kendiliğinden) kalkıp öldürsün diye bîat al­madı. Onlarsa, RasûluIIah'a (s.a.) karşı izni olmaksızın onu öldürmeye kal­kışmaktan sakındılar. Rasûlullah (s.a.) da Osman'dan haya etti (kırmak istemedi), ve Allah Teâlâ, Abdullah hakkında bundan sonra onun eliyle ger­çekleşecek fetihler irade buyurduğu için ezelî takdir yardım etti de (Hz. Pey­gamber) ondan bîat aldı. Ve Allah Teâlâ'mn şu âyetiyle istisna ettiklerinden oldu: "İman ettikten, peygamberin hak olduğuna şehadet ettikten, kendile­rine apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah, zâlim kavmi doğru yola iletmez. İşte onların cezası: Al­lah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir! Onlar bunun içinde ebedi kalıcıdırlar. Kendilerinden azap hafifletilmeyecek ve onlara asîâ fırsat verilmeyecektir. Ancak bundan sonra tevbe edenler ve kendilerini dü­zeltenler müstesnadır. Çünkü Allah, gerçekten kusurları örten ve çok esirge­yendir."[980]Hz. Peygamber'in (s.a.): "Bir peygamberin hâin gözleri olması yakışmaz." sözü, Peygamberin (s.a.) dışı içine, gizlisi açığına ters düşmez; Allah'ın hükmü ve emri geldiğinde onu işaretle anlatmaz, aksine açıkça be­lirtir, ilân eder ve ortaya kor demektir. [981]

 



[1] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/19.

[2] Furkan, 25/51-52.

[3] Furkan, 25/51-52.

[4] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/19-20.

[5] Ahmed, 6/21. Senedi ceyyiddir. Fudâle b. Ubeyd anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) Veda Haccında şöyle buyurdu: "Size mü'min kimdir, haber vereyim mi? Mü'min, İnsanların kendisine mallarını ve canlarını emniyet ettiği kimsedir. Müslüman, dilinden ve elinden insanların selâmette olduğu kimsedir. Mücahid, Allah'a itaat yolunda nefsiyle cihad eden­dir. Muhacir hatalardan ve günahlardan uzaklaşandır." Bu hadisi İbn Hibbân (25) ve Hâkim (1/111) sahih saymış, Zehebî de buna muvafakat etmiştir.

[6] Fâtır, 35/6.

[7] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/20-21.

[8] Furkan, 25/20.

[9] Muhammed, 47/4.

[10] Muhammed, 47/33.

[11] Enfâl, 8/12.

[12] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/21-22.

[13] Bu emirler şu âyetlerde yer almaktadır. 1) "Ey inananlar! Allah'dan gerek iği gibi kor­kun. Ancak müslüman olarak ölün." (ÂI-i İmrân, 3/102). 2) "Allah yolurida gerektiği gibi cihad edin. O, sizi seçti. Size dinde bir zorluk yüklemedi." (Hac, 22^78).

[14] Hac, 22/78.

[15] Hatîb et-Bağdâdî, Tarihu Bağdat'ta. (7/209): "Müsamahakâr, kolay hanîf dini ile gön­derildim. Sünnetime muhalefet eden benden değildir." Hadisin senedi zayıftır.

[16] Hâkim (2/528), "Şüphesiz zorlukla birlikte bir kolaylık var" âyeti hakkında Hasan el-Basrî'den rivayet eder ki: Peygamber (s.a.) sevinçli, neşeli, gülerek ve şöyle diyerek dışa­rı çıktı; "Bir zorluk, iki kolaylığa elbette galip gelemeyecektir. 'Şüphesiz zorlukla birlik­te bir kolaylık vardır. Şüphesiz zorlukla birlikte bir (başka) kolaylık vardır." Hadisin senedindeki râviler sikadır. Ancak hadis mürseldir.

[17] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/22-24.

[18] Secde, 32/24.

[19] Müslim, 1910; Ebu Davud, 2502; Nesâît 3099.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/24-25.

[20] Bakara, 2/218.

[21] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/26.

[22] Müddessir, 74/1-4.

[23] Hıcr, 15/94.

[24] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/29.

[25] Allah Rasûlü (s.a.) söven-sayan, kötü ve edepsiz söz söyleyen bir zat değildi. Yalnızca müşriklerin, tanrılarını, ancak Allah Teâlâ'ya lâyık olan sıfatlarla nitelemelerinin doğru olmadığını, onların inandıkları tanrılarda böyle sıfatlar bulunmadığım söyler ve onların tanrılarını Allah'ın da şu âyetlerde nitelediği sıfatlarla nitelerdi: 1- "Allah'dan başka kendilerine dua ettiğiniz şeyler de sizler gibi kuldur." 2- "O'ndan gayrı ancak dişilere dua ediyorlar. Onlar ancak azgın şeytana dua ediyorlar." 3- "O'ndan gayrı dua ettiğiniz varlıklar ne size yardım etmeye güç yetirebilirler, ne de kendilerine yar­dım edebilirler." 4- "Allah'ı bırakıp putlara tapanlar sadece zanna uymaktadırlar. Onlar yalnızca tahminde bulunuyorlar." (Yunus, 10/66). İşte bu âyetlerde de görüldüğü üzere

Allah, putperestlerin inandıkları tanrıların kusurlarını sergilemektedir.

[26] Fussilet, 41/43

[27] En'âm, 6/112

[28] Zâriyât, 51/52, 53

[29] Bakara, 2/214.

[30] Ankebût, 29/1-10.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/30-31.

[31] Kıyamet, 75/20-21

[32] Dehr,. 76/27.

[33] Tirmizi, 2416. Hz. Âİşe, Muaviye'ye şu mektubu yazdı: Selâm sana. Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim: "İnsanları kızdırarak Allah'ın hoşnutluğunu elde etme­ye çalışana insanların vereceği sıkıntıya karşı Allah yeter. Allah'ı kızdırarak insanların hoşnutluğunu elde etmeye çalışanı Allah insanların eline bırakır." Selâm sana. Hadisin senedi sahihtir. İbn Hıbban (1541) bir başka senedle: "İnsanları kızdırarak Allah'ı hoş­nut edene Allah yeter. İnsanları hoşnut ederek Allah'ı kızdıranı Allah, insanların eline bırakır." metniyle rivayet etmiştir. Bu rivayetin senedi de sahihtir.

[34] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/31-33.

[35] Ankebût, 29/5.                                                                    

[36] Nesâî, 3/54, 55; tbn Hibbân, 509. Bu muhaddislerin Hammâd b. Zeyd aracılığıyla Atâ b. Sâib'den rivayet ettiklerine göre Atâ'nın babası Sâib anlatıyor: Ammâr b. Yasİr bize bir namaz kıldırdı. Ama çok kısa kıldırdı. Bunun üzerine cemaattan biri: "Namazı hafif -yahut çok kısa- kıldırdın" dedi. O da: "Ben bu namazda Allah Rasûlü'nden (s.a.) işitti­ğim duaları okudum." dedi. Ammar gitmek için ayağa kalkınca cemaattan biri (Atâ b-Sâib'in babası) onun peşine takıldı ve okuduğu duayı sordu. O da şu duayı cemaate söyle­di: ..." Hadisin senedi çok güçlüdür. Zira Hammâd b. Zeyd hadisi Atâ b. Sâib'den ka­rıştırmaya başlamadan önce duymuştur. Hadis Müsned'de (4/264) ve Nesâî'de Şerîk-Ebu Hâşim et-Vasıtî-Ebu Miclez-Kays b. Abbâd-Ammar şeklindeki bir

başka senedle,de rivayet

olunmuştur.

[37] En'âm, 6/53.

[38] Burada şu âyete işaret edilmektedir: İnsanlardan "Allah'a inandık" diyenler vardır. Fa­kat Allah uğrunda eziyet gördüklerinde insanların fitnesini (eziyetini) Allah'ın azabı gibi tutarlar. Rabbinden bir yardım gelecek olsa: "Biz de sizinle beraberdik" derler. Allah, herkesin kalbinde olanları en iyi bilen değil midir? (Ankebut, 29/10).

[39] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/33-35.

[40] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/37.

[41] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/37.

[42] Buharı, 1/3, 65/Alâk sûresi (96), 91/1; Müslim, 160; Ahmed, Müsned, 6/223-233.

[43] Buharı, 26/11, 63/20, 97/35; Müslim, 2432. Ebu Hureyre anlatıyor: Cebrail, Hz. Pey-gamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu Hatice'dir, içinde katık yahut yemek yahut da İçecek bulunan bir kapla geldi. Meğer sana gelmiş. Rabbinden ve benden ona selâm söyle. Cennet'te kamıştan bir köşkle onu müjdele. O köşkte ne gürültü, şamata vardır, ne de dert." dedi. 

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/37-38.                                                                    

[44] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/38.

[45] Ahzab, 33/5.

[46] Buharî, 65/Ahzâb sûresi (33); Müslim, 2425; Tirmizİ ve Nesâî. İbn Ömer diyor ki: "Evlâtlıkları babalarına nisbet edin. Bu Allah katında en doğru olandır" âyeti ininceye kadar Allah Rasûlü'nün (s.a.) azatlı kölesi Zeyd b. Hârise'yi Muhammed'in oğlu Zeyd diye çağırırdık." Yukarıda anlatılan Zeyd kıssasımlbn Hişâm, Sîre'sinde ve İbn Hacer el-hâbe'de (no: 2890) uzun bir şekilde vermişlerdir.

[47] Abdürrezzak, Musannef, 5/325.                                                               

[48] Buharî'nin (1/3,11/1) Hz. Âişe'den rivayet ettiği uzunca bir hadisde Hz. Peygamber (s.a.) ile Varaka arasında şu konuşma geçer: Varaka: —Sana gelen, Allah'ın Musa'ya indirdiği Cebrail'dir. Keşke genç olsaydım da kavmin seni memleketinden çıkardığında sağ kalsay-dim! Hz. Peygamber.(s.a.): —Onlar beni çıkaracaklar mı? Varaka: —Evet. Senin getir­diğin gibisini getirip de kendisine cephe alınmayan hiçbir kimse yoktur. O güne ulaşırsam sana destek verir, yardımcı olurum... Sonra çok geçmeden Varaka vefat etti. Hâkim'in Müstedrek'te (2/609) Hz. Âişe'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.): "Varaka'ya söv­meyin. Çünkü ben cennette ona ait bir yahut iki bahçe gördüm." buyurmuştur. Hâkim, hadisin Buharı ve Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu söylemiş;

Zehebî de ona mu­vafakat etmiştir. Söyledikleri doğrudur.

[49] Tirmİzî, 2289. Hadisin senedinde zayıf bir ravi olan Osman b. Abdurrahman vardır. An­cak İmam Ahmed'in îbn Lehia —Ebu'1-Esved-Urve-Âişe senediyle rivayet ettiği bir şahid hadis vardır. Bu hadise göre Hz. Hatice, Hz. Peygamber'e (s.a.) Varaka b. Nevfel'İ sor­du. O da: "Onu gördüm. Üzerinde beyaz giyecekler vardı. Sanırım cehennemliklerden olsaydı üzerinde beyaz giyecekler bulunmazdı" dedi.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/38-40.

[50] Bk. Hz. Peygamber'in Davete Başlaması, dipnot: 3.

[51] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/41.

[52] İbn Hişâm'ın Sfre'sinde kaydettiğine göre Ibn İshak Megazî'smdz şunları anlatıyor: Am-mar b. Yâsir ailesinden bir takım adamların bana anlattıklarına göre Ammar'ın annesi Sümeyye hanıma müslüman olduğundan ötürü Muğireoğullan ailesi işkence etti. Müslü­manlıkta ısrar edince onu öldürdüler. Ammar ile anne ve babası Ebtah'da Mekke'nin kızgın çöllerinde işkence görürlerken Allah Rasûlü (s.a.) yanlarından geçtiğinde: "Sabır, ey Yâ­sir ailesi! Buluşacağınız yer cennettir." buyururdu. Bu konuda Osman b. Affân'dan ge­len bir hadiste de: "Sabredin, ey Yâsir ailesi! Zira buluşacağınız yer cennettir." buyurul-muştur. Bu hadisi Taberânî, Evsât'ta rivayet etmiştir. İbrahim b. Abdülaziz el-Mukavvim dışındaki râvileri Sahih (-İ Buharî) râvîleridir; ancak bu râvi de sikadır. Bk. Mecmau'z-Zevâid, 9/293.

[53] Hafız îbn Hacer'in el-İsâbe 'de Varaka'nın biyografisinde kaydettiğine göre bu hadisi Zü-beyr b. Bekkâr, Osman -Dahhâk b. Osman -Abdurrahman b. Ebu'z-Zinâd- Urve b. Zü-beyr senediyle rivayet etmiştir. Hadis mürseldir. Seneddeki Osman zayıftır.

[54] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/41-42.

[55] Şafiî, 1/95; Ebu Davud, 924, Abdullah b. Mes'ûd anlatıyor: Habeşistan'a hicret etme­den evvel Hz. Peygamber (s.a.) namazdayken kendisine selâm verirdik. O da namazda iken selâmımızı alırdı. Habeşistan'dan döndüğümüzde kendisine selâm vermek için gel­diğimde O'nu namaz kılarken buldum. Selâm verdim, selâmımı almadı. Bunun üzerine aklıma bin bir düşünce geldi. Oturdum, bekledim. Namazını bitirince yanına vardım. "Doğrusu Allah, dilediği yeni bir emir gönderir. Namazda konuşmamanız da Allah'ın buyurduğu yeni emirlerdendir." buyurup selâmımı aldı. Hadisin senedi hasendir. İbn Hibbân sahih saymıştın. Buharı (21/2-15, 63/37) ve Müslim, (538) şu metinle rivayet et­mişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.) namazdayken kendisine selâm verirdik. O da selâmımı­zı ahrdı. Necâşî'nin yanından döndüğümüzde kendisine selâm verdik, selâmımızı alma­dı. "Ey Allah'ın Rasülü! Namazdayken sana selâm verirdik, sen de alırdın!" dedik. "Doğ­rusu namaz bir meşguliyettir" buyurdu.

[56] Bakara, 2/238.

[57] Buhari, 21/2, 65/Bakara (2); Müslim, 539; Tirmizî, 405.  

[58] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/43-45.

[59] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/45-46.

[60] İbn Sa'd, Tabakât'ta (8/98, 99) zayıf bir ravî olan Vâkıdî'den rivayet etmiştir. Ancak Buharı (63/38) ve Müslim'in (952) de rivayet ettikleri üzere Necaşî'nİn müslümanlığı ke­sindir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) onun gıyabında cenaze namazını kılmış ve: "Bugün Allah'ın salih bir kulu Ashame Öldü" demiştir.

[61] İbn Sa'd, Tabakât'ı&($/91), Vâkıdî -Abdullah b. Amr b. Züheyr -İsmail b. Amr b. Saîd el-Ümevî-Ümmü Habibe senediyle rivayet etmiştir. Vâkıdî zayıftır. Ancak Ebu Davud (2086 ve 2107) ve Nesâî'nin (6/119) rivayetlerine göre ümmü Habibe, Ubeydullah 6. Cahş'-ın nikâhındaydı. Ubeydullah Habeşistan'da vefat edince Necaşî, Ümmü Habibe ile Hz. Peygamber'! (s.a.) nikahladı ve ona dört bin dirhem mehir verdi ve onu Şurahbîl b. Ha-sene ile beraber Allah Rasûlü'ne (s.a.) gönderdi. Bu rivayetin senedi sahihtir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/46.

[62] Buharı, 64/38, 74; Müslim, 2502 ve 2503; Tirmizî 1559; Ebu Davud, 2725.

[63] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/46-48.

[64] tbn Hişâm'in Sîre'sinde (1/217, 218) ve îmam Ahmed'in Müsnedlnde (1/202, 5/290 ve 292) sahih senedle rivayet ettikleri uzunca bir rivayetin bir parçasıdır. Heysemî, bu riva­yeti Mecmau 'z-Zevâid'de (6/24, 27) kaydettikten sonra diyor ki: "îmam Ahmed rivayet etti. Râvileri -İbn İshak dışında- Sahih ravileridir. İbn îshak da işitme (semâ') lafzını açık bir şekilde söylemiştir." Dolayısıyla tedlis şüphesi ortadan kalkmıştır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/48.

[65] Bu kasidenin tamamım İbn Hişâm (1/272, 280) kaydetmiştir. Müellifin verdiği beyit ka­sidenin elli sekizinci beytidir.

[66] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/49-50.

[67] Mahalleye kapatılmış ve sahife olayı için bk. İbn Hİşâm, Sîre, 1/350; İbn Kesîr, es-Şıretu n-Nebeviyye, 2/43, 71; Şerhu'l-Mevâhibu'l-Ledüniyye, 1/278, 290.

[68] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/50.

[69] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/51.

[70] Tâif hadisesini İbn Hişâm (1/260, 262) dua kısmı hariç îbn İshak -Yezid b. Ziyad-Muhammed b. Kâb el-Kurazî senediyle geniş bir şekilde rivayet etmiştir. Râvileri sika­dır; ancak hadis mürseldir. Dua kısmım ise senedsiz vermiştir. Duayı Mecmau'z-Zevâid'de (6/35) Abdullah b. Cafer'den kaydedip Taberânî'nin rivayet ettiğini söyleyen Heysemî: "Hadisin senedinde tedlisci bir râvi olan İbn İshak vardır. Geri kalan râvîleri sikadır." diyor.

Duanın tercümesi küçük farklarla yukarıda geçti. Bk. 1/94; dipnot: 43.

[71] Buharı, 59/6; Müslim, 1795. Hz. Âişe anlatıyor: "Ey Allah'ın Rasûlü! Uhud gününden daha şiddetli bir günle karşılaştın mı?" diye sordum. Anlattı: Başıma gelen kavminden geldi. Onlardan başıma gelenlerin en şiddetlisi Akabe günü geldi. Kendimi îbn Abdi Yâ-leyl b. Abdükülâl'e arzetmiştim. İstediğimi cevapsi2 bıraktı. Kederli bir şekilde oradan ayrıldım. Kendime geldiğimde Karnu's-Seahb'de idim. Başımı kaldırdım. Bir de ne gö­reyim! Bir bulut beni gölgelemiyor mu? Baktım, içinde Cebrail var. Bana eslendi: "Al­lah Teâlâ, kavminin sana söylediklerini ve verdikleri olumsuz cevabı işitti. Onlar hak­kında dilediğini emredip yaptırman için Allah sana dağlar meleğini gönderdi." Dağlar meleği bana seslenip selâm verdi. Sonra: "Ey Muhammed! Doğrusu Allah kavminin sa­na söylediklerini işitti. Ben dağlar meleğiyim. Rabbin dilediğini emretmen için beni sana yolladı. Ne diliyorsun? İstersen onların başına iki tepeyi geçireyim." dedi. Ben de: "Ha­yır. Ben onların sulblerinden yalnız Allah'a ibadet edecek, hiçbir şeyi O'na ortak koş­mayacak kimseler çıkarmasını umarım" dedim.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/52.

[72] Ahkâf, 46/29-32. Merhum müellif cinlerin Kur'an dinlemesinin Hz. Peygamberin (s.a.) Tâif'ten döndüğü o gecede gerçekleşmiş olduğu konusunda İbn İshâk'a uymuştur. An­cak bu söz götürür. Zira cinlerin Kur'an dinlemeleri Peygamberimiz Tâif'e gitmeden iki sene önce gerçekleşmiştir. Hafız İbn Kesîr, Tefsir'ınde (4/162) buna uyanda bulunmuş­tur. Buharî (10/105, 65/Cin (72) ve Müslim'in (449) rivayetlerine göre İbn Abbas anlatı­yor: Allah Rasûlü (s.a.) Ukaz çarşısına gitmek İçin bir grup ashabıyla yola koyuldu... Şeytanlarla göğün haberi (vahiy) arası engellenmiş ve onların üzerlerine yanan parlak yıldızlar gönderilmişti. Şeytanlar kavimlerine döndüklerinde: "Ne oldu size?" dîye sor­dular. Onlar da: Bizimle göğün haberi arası engellendi" dediler. Bunun üzerine yeryü­zünün doğularını, batılarını dolaşmaya başladılar. Tihame yolunu tutan bir grup cin, Nahle'deki Allah Rasûlü'ne (s.a.) uğradılar. Hz. Peygamber (s.a.) Ukaz çarşısına git­mek üzere yoldaydı. Ashabına sabah namazını kıldırıyordu. Cinler Kur'an'ı duyunca din­lemeye koyuldular ve: 'Bizimle göğün haberi arasına giren engel budur" deyip kavimle­rine döndüler. "Ey kavmimiz! Biz doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur'an din­ledik, ona inandık. Biz Rabbirnize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız." dediler. Bunun üze­rine Allah Teâlâ, Peygamberi Hz. Muhammed'e (sa.): "De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur'an'ı dinlediği bana vahyolundu..." (Cin, 72/1-2) âyetlerini indirdi. Bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, 8/514.                                                                                          

[73] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/53.

[74] îbn Kesîr, es-Sîretü'n-Nebeviyye, 2/153-154.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/54.

[75] Müslim'in (162) Enes'den rivayet ettiği hadiste: "Sonra mescide girdim, orada iki rekât namaz kıldım." ifadesi yer almakta; yine Müslim'in (172) Ebu Hureyre'den rivayetinde  ise, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle anlatıyor: "Kendimi peygamberlerden bir topluluk ara- sında gördüm. Baktım, Musa ayakta namaz kılıyor. Bİr de ne göreyim, menfur adam- ıara benzer kıvırcık saçlı, güçlü kuvvetli bir adam! Bir de baktım Meryem'in oğlu İsa  (a.s.) ayakta namaz kıbyor; ona en çok benzeyen insan Urve b. Mes'ûd es-Sakafî'dir. Baktım, İbrahim (a.s.) da ayakta nama2 kılıyor; ona en çok benzeyen insan da kendisini kastederek, arkadaşınızdir. Namaz vakti girmişti, onlara imam olup namaz kıldırdım."  İmam Ahmed'in (1/257) îbn Abbas'dan rivayetinde de: "Peygamberler Mescid-İ Aksâ'-ya geldiklerinde Hz. Peygamber namaza durdu. Bütün peygamberler de O'nunla birlik­te namaza durdular" denmektedir. Hafız îbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de Hz. Peygamber'in (s.a.), peygamberlere miraca çıkmadan önce namaz kıldırdığım söylerken, Îbn Kesîr'in görüşüne göre doğrusu peygamberlere Beyt-i Makdis'de miraca çıktıktan sonra namaz kıldırmıştır.                                                                                           ,.

[76] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/55-56.

[77] Bu cümle Buhan'nin Sahih inde (Sg/3B)Şerîk b. Abdullah b. Ebu Nemr'den rivayet etti­ği ilavelerden olup, aynı zamanda ŞeriVin tek başına kaldığı yanlışlardandır. Merhum müellif buna dikkat çekmeliydi. Hattabî diyor ki:

Bu rivayette geçen Allah Teâlâ'ya yak­laşma izafesi selefin, gelmiş-geçmiş âlimlerin ve tefsircilerin umumunun kanaatlerine ay­kırıdır. Bu hadis Şerîk'den başka yollarla da Enes'den rivayet edilmiş, ancak onlarda

şu çirkin sözler yer almamıştır. Bu da bu sözlerin Şerîk'den çıktığı zannını güçlendiren delillerdendir. Abdülhak el-İşbîli, el-Cem Beyn&'s-Sahihayn adlı eserinde diyor ki: Şerîk bu hadisde meçhul bir ilâvede bulundu ve bilinmeyen sözler sarfetti. Isrâ olayını bir grup hadis hafızı rivayet etmiş, ama onlardan hiçbiri Şerik'in söylediklerini söylememiştir. Şerîk hadis hafızı değildir. Hafız İbn Kesir, Tefsirinde (3/3) diyor ki: Şerîk b, Abdullah b. Ebu Nemr bu hadisde muzdarip duruma düştü, iyi hıfzedemedi ve iyi kaydedemedi. Ha­fız Ebu Bekir el-Beyhakî: "Şerîk hadisinde yani 'Sonra izzet sahibi Cebbâr'a tâ varıp yaklaştı, iki yay mesafesi yahut daha yakın oldu.' sözünde Hz. Peygamber (s.a.) Allah Tealâ'yı gördü iddiasında bulunanların görüşü üzere Şerik'in tek başına kaldığı bir ilâve vardır. Hz. Âişe, İbn Mes'ûd ve Ebu Hureyre'nin bu âyetleri Cebrail'ir. Allah'ı görmesi­ne yorumlamaları daha doğru bir görüştür." diyor. İbn Kesîr sözüne devamla diyor ki: Merhum Beyhakî'nin bu konuda söylediği şu söz doğrudur. Çünkü Ebu Zer: "Ey Al­lah'ın Rasûlü! Rabbini gördün mü?" diye sorduğunda: "O, bir nurdur. O'nu nasıl gö­reyim?" bir rivayete göre de "Bir nur gördüm" buyurmuştur. Bu hadisi Müslim rivayet      / etmiştir. "Sonra tâ varıp yaklaştı" sözündeki yaklaşan Sahihayn'da mü'minlerin annesi     ;/ Hz. Âişe ile İbn Mes'üd'dan rivayet edildiği üzere Cebrail'dir. Müslim'in Sahihinde de    I Ebu Hureyre'den aynı şekilde

rivayet edilmiştir   Onlardan bu görüş dışında bir görüş     v bilinmemektedir.

[78] Buharî, 59/6; Müslim, 164; Nesâî, 1/217; Ahmed, Müsned, 4/208, 210.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/56-57.

[79] Müslim, 176, 284, 285; Tirmizî, 3275, 3276, 3277.                  

[80] Necm, 53/13.                                                                            

[81] Buharî, 65/Necm Sûresi (53), 59/6, 97/4; Müslim, 174, 177; firmizî, 3274.

[82] Müslim, 178, 291, 292.                                                             

[83] Ahmed, 1/368, 4/66, 5/243, 5/378; Tirmizî, 3231, 3232, 3233

[84] Necm, 53/11.                                                                            

[85] Necm, 53/13.                                                                            

[86] Necm, 53/8.

[87] Necm, 53/5.

[88] Necm, 53/6-8.

[89] Yukarıda geçen dipnotta bunun Şerîk'in tek başına rivayet ettiği cümlelerden olduğunu ve onda da yanıldığını söyledik. Müellif bu durumun nasıl farkına varamadı bilemiyo-1 ruz. Mamafih kendisi aşağıda Şerîk'in bu hadisdeki bazı hatalarına dikkat çekecektir.

[90] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/57-59.

[91] Buharî, 63/41, 65/İsrâl (17/3); Müslim, 170. İmam Ahmed (1/309) sahih senedle ibn Abbas'dan oldukça detaylı şahid bir hadis rivayet etmektedir

[92] Ahmed, 1/374. Senedi hasendir. Metni şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.) gecele/in Beyt-i Makdis'e götürüldü, aynı gece geri döndü. Mekkelilere gece yolculuğunu Beyt-i Mak-dis'in alametini ve onların kervanlarını anlattı. Bir takım İnsanlar: "Biz, söylediği şey­lerde Muhammed'i tasdik etmeyiz" deyip dinden döndüler, kâfir oldular. Allah, onla­rın boyunlarını Ebu Cehil ile birlikte vurdu. İbn Kesir, Te/sir'de (3/15): "Bu hadisin senedi sahihtir"

diyor. Bu hadisin, Şeddâd b. Evs'den rivayet edilen bir şahidi vardır ki, Beyhakî, Delâil'ûe Muhammed b. İsmail et-Tirmizî-İshak b. İbrahim b. Alâ b.Dah-hâk ez-Zübeydî- Velid b. Abdurrahman b. Cübeyr b. Nüfeyr- Şeddâd b. Evs senediyle rivayet eder. Şeddâd b. Evs'in: "Ey Allah'ın Rasûlü! İsrâ hadisesi nasıl gerçekleşti?" sorusuyla başlayan hadisde şu ifadeler yer almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.) anlattı: "Size söylediklerimin doğru olduğunun bir delili, ben filan filan yerde size ait bir kervana rast­ladım. Bir develerini kaybetmişlerdi, onu filan bulup getirdi. Yolculuk esnasında önce filan yerde, sonra filan yerde konaklayacaklar ve falan gün buraya gelecekler. Kervanın başını üzerinde bir siyah çul ve iki siyah harar bulunan esmer bir deve çekmektedir." Hz. Peygamber'in (s.a.) söylediği gün gelince insanlar gözlemek için bir tepeye çıktılar. Öğle vakti yaklaşınca kervan geldi. Kervanın başında Allah Rasûlü'nün tasvir ettiği de­ve vardı. Beyhakî: "Bu hadisin senedi sahihtir." diyorsa da seneddeki îshak b. İbrahim b. Alâ çok yanlışlık yapan bir râvidir. Bundan dolayı Hafız tbn Kesir (3/14): "Bu hadis Beyhakî'nin dediği gibi sahih şeyleri de, Beyt-i Lahm'de namaz kılma ve Ebu Bekir Sıd-dîk'm Beyt-i Makdis'in niteliklerini sorması vs. gibi münker şeyleri de içermektedir" di­yor. En iyi bilen Allah'dır.

[93] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/59-60.

[94] Ebu Davud, 2041 ;Ahmed, 2/527. Senedi hasendir. Metni: "Bana herhangi bir    : lâm verdiğinde muhakkak Allah, o kimsenin selâmını almam için ruhumu İade eder.

[95] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/60-62.

[96] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/62.

[97] Şerîk'in tenkid aldığı şeylerin toplamı ondur: 1) Peygamberlerin -salât ve selâm onlara-göklerdeki yerleri, 2) Miracın peygamberlikten önce olması, 3) Miracın uykuda gerçek­leşmesi, 4) Sidretü'l-Müntehâ'nın yeri konusunda aykırı kalması, 5) İki nehir konusun­da aykırı düşmesi, 6) Peygamberimizin göğsünün Isra hadisesi sırasında yarılması, 7) Kev­ser nehrinin dünya göğünde olduğunun söylenmesi, 8) Allah Teâlâ'ya tâ varıp yaklaş­ma, 9) Hz. Peygamberin (s.a.) Rabbinden namazı hafifletmesini istemek için dönmek­ten kaçınmasının beşincide olduğunu açıkça belirtmesi, 10) "Onu Cebbâr'a yükseltti. O, yerinde idi" sözü. Bk. tbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 13/404, 405.

[98] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/62-63.

[99] îbn Sa'd, Tabakât'ta (1/216-217) zayıflığında icmâ bulunan Vâkidî'den rivayet etmiştir, tmam Ahmed, (4/341, 3/492), Abdurrahman b. Ebu'z-Zinâd aracılığıyla Ebu'z-Zinâd'dan şöyle dediğini rivayet eder: Deyi kabilesinde Rabîa b. Abbâd adında cahiliye Araplan'-ndan bir adam bana şöyle anlattı: Cahiliye devrinde Hz. Peygamber'i (s.a.) Zülmecâz panayırında: "Ey insanlar! Allah'tan başka tanrı yoktur deyin, kurtuluşa erin." derken gördüm. İnsanlar başına toplanmıştı. Arkasında beyaz yüzlü, şaşı ve başında iki -aç lü­lesi bulunan bir adam "O dönek ve yalancıdır." diyor, Hz. Peygamber (s.a.) nereye gi­derse o da peşine takılıyordu. Kim olduğunu sordum. Bana Allah Rasûlü'nün (s.a.) so­yunu söylediler ve: "Bu da amcası Ebu Leheb" dediler. Bu rivayetin senedi hasendir.

tbn Hibbân (1683) Târik b. Abdullah el-Muhâribî yoluyla bir şahid hadis rivayet etmiş­tir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/67-68.

[100] Îbn Hişâm, Sire, 1/427-428. Râvîleri sikadır. Senedi hasendir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/68.

[101] Îbn Hişâm, Sîre, 1/428-429. Râvîleri sikadır. Senedi hasendir.

[102] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/69.

[103] Müellif on ikinci kişinin adını vermemiştir. Abbas b. Ubade olacaktır.

[104] Ahmed, 3/322, 329. Beyhakî, Sünen, 9/9. Râvîleri sikadır. Hâkim (2/624, 625) senedi sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. İbn Kesîr, Sire'sinde (2/196) "Bu se-ned Müslim'in şartlarında ceyyiddir" diyor. Hafız

îbn Hacer, Fethu'l-Bâri'de (17/177) hadisi hasen saymış; İbn Hibbân (1688) ise sahih olduğunu söylemiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/69-71.

[105] îbn Hişâm, 1/435; Ebu Davud, 1069; Hâkim, 1/281; Beyhakî, 3/176. Kâ'b b. Mâlik'in oğlu Abdurrahman anlatıyor: Gözü kör olduktan sonra babam Kâ'b b. Mâlik'i götürüp getiren ben oldum. Onu cuma namazına götürmek için çıkardığımda ezanı işitince Es'ad b. Zürâre'ye rahmet okurdu. Ona: "Ezanı duyunca Es'ad b. Zürâre'ye rahmet okuyor­sun?" dedim. "Çünkü, Beyâzaoğullan taşlığındaki Hezmu'n-Nebît'de bulunan Nakîu'I-Hadamat denilen hurma ıslatılan bir havuzda ilk cumayı bize kıldıran odur" dedi. "O gün kaç kişiydiniz?" diye sordum. "Kırk kişi" cevabını vredi. Bu rivayetin senedi -ibn Hacer'in de dediği gibUhasendir. Burada cumanın sıhhati için cemaatin kırk kişi olması­nın şart koşulduğuna dair bir delil yoktur. Zira bir rastlantı sonucu sayıları kırk idî. Yi­ne bu hadiste cemaat kırk kişiden az olduğunda cumanın geçersiz olduğuna dair bir delil yoktur.

[106] Muaz'la Üseyd b. Hudayr'ın müslüman oluşlarının kıssası için bk. ibn Hişâm, Sîre, 1/435-436.

[107] Buharı, 56/13; Müslim, 1899; Ahmed, Müsned, 3/290, 291, 293\ Berâ b. Âzib (r.a.) an­latıyor: Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna demir zırhla yüzü örtülü bir adam geldi ve: "Ey Allah'ın Rasûlü! Harb mı edeyim yoksa (önce) müslüman mı olayım?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): "Müslüman ol, sonra savaş!" buyurdu. Adam müslüman oldu, sonra savaşa katıldı ve şehit düştü. Allah Rasûlü (s.a.): "Az işledi, ama çok sevap ka­zandı." buyurdu. Başka hadislerde bu şahsın Amr b. Sabit olduğu belirtilmiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/71-72.

[108] îbn Hişâm, es-Sîre, l/44(M47; Ahmed, 3/460, 462; Tayâlisî, 2/93. Senedi sahihtir. Hey- , semî, Mecmau 'z-Zevâid'de (6/42,45) bu hadisi kaydetmiş ve: "Hadisi Ahmed ve benzer \ şekilde Taberânî rivayet etmiştir. Ahmed'in râvileri Îbn İshak dışında Sahih'in râvüeri-dir. Ancak o da açıkça işitme ifade eden söz sarfetmiştir." demiştir.   

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/72-73.         

[109] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/73.

[110] İbn Hişam, es-Sîre, 1/469. Râvileri sikadır. Osman b. Ebu Talha, Ümmü Seleme ile hic­ret ettiği gün daha müslüman olmamıştı. Hudeybiye anlaşması sırasında müslüman ol­muş ve Mekke'nin fethinden önce Hâlid b. Velid ile birlikte hicret etmiştir Uhud sava­şında babası ile kardeşleri Haris, Kilâb, Müsâfi' ve amcası Osman b. Ebu lalha sehid düştüler. Allah Rasûlü (s.a.) Fetih günü ona ve onun amcasının oğlu Şeybe'ye Kabe'nin anahtarlarını teslim etti. Cahiliye devrinde olduğu gibi bu vazifeyi onlara bıraktı. Bu ko­nuda: "Doğrusu Allah, emanetleri lâyıkı olanlara vermenizi emreder." âyeti (Nisa, 4/58) indi. Osman -Allah ona rahmet eylesin- Hz. Ömer'in hilâfetinin ilk yıllarında Ecnâdeyn'de şehid düştü.

[111] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/75.

[112] İbn Hişâm, es-Sîre, 1/480-483. Râvileri sikadır; ancak İbn İshak'm hadisi kendisinden aldığı üstadı meçhuldür.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/76.

[113] Buharı, 63/45.   

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/76-77.                                                             

[114] Yasin, 36/9.

[115] tbn Sa'd, 1/227, 228; İbn Hişâm, es-Sîre, 1/483; Abdürrezzak, Musannef, 5/389; Ah-med, 1/348. îbn Abbas anlatıyor: Bir gece Kureyş, Mekke'de bir toplantı yapıp konuyu görüştüler. Kimileri Hz. Peygamber'i (s.a.) kastederek: "Sabah olunca O'nu iple bağla­yıp bir yere kapatın", kimileri; "Hayır, O'nu öldürün" ve kimileri de: "O'nu memle­ketten sürün" diye görüşlerini açıkladılar. Allah Teâlâ, Peygamberini durumdan haber­dar eyledi. O gece Hz. Ali, Hz. Peygamber'in (s.a.) yatağında geceledi ve Hz. Peygam­ber (s.a.) yola çıkıp mağaraya vardı. Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.) zannıyla Hz. Ali'yi kollayarak geceyi geçirdiler. Sabah olunca ona baskın yaptılar. Hz. Ali'yi gördükleri va­kit Allah onların tuzağını geri teptirdi de: "Şu adamın nerde?" diye sordular. O da:

"Bilmiyorum" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in (s.a.) izini takibe koyuldular. Dağa vardıklarında akıllan karıştı. Dağa tırmandılar. Mağaraya uğradılar. Mağaranın kapısı­na bir örümceğin ağ kurmuş olduğunu gördüler ve: "Buraya girmiş olsaydı örümcek ka­pısına ağ kurmuş olmazdı." dediler. Hz. Peygamber (s.a.) orada üç gece kaldı. Hafız İbn Kesîr ve îbr Hacer (Fethu'l-Börî, 7/184-185) hadisi hasen saymışlardır. Oysa Tak-nfc'de, senedde geçen Osman b. Amr b. Sâc hakkında: "Onda zayıflık vardır." demiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/77.

[116] Bir önceki dipnotta kaynaklan zikredildi. Hafız îbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de örümceğin ağ dokuması konusuna Mervezî'nin Müsnedü Ebî Bekr <no:73) adlı eserinden, Hasan Basrî'den gelen mürsel bir şâhid hadis aktarmıştır ki, o hadisin râvileri sikadır.

[117] Buharî, 37/3, 4, 63/45.

[118] Buharî, 62/2, 63/45; Müslim, 2381.

[119] Buharî, 63/45, 77/16. Buradaki metne göre: Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdullah geceyi on­ların yanında mağarada geçirirdi. Abdullah, becerikli ve zeki bir delikanlı idî. Seher vakti onların yanından ayrılır, Mekke'ye gider ve sanki orada gecelemiş gibi sabahleyin Ku-reyşlilerle birlikte olurdu. Hz. Peygamber (s.a.) ile Hz. Ebu Bekir hakkında hazırlanan bir tuzak duysa, derhal hafızasına kaydedip akşam hava kararmaya başlayınca haberi onlara iletirdi. Hz. Ebu Bekir'in azatlı kölesi Âmir b. Füheyre ise onların sağmal davar sürülerini otlatır ve akşamleyin bir müddet geçincf sürüyü onlara getirirdi. Böylece on­lar bol sütleri olduğu halde geceyi geçirirlerdi. Bu süt kendi sağmallarının sütü olup

içine kızgın taşlar koyarak ısıtır içerlerdi. Nihayet Âmir b. Füheyre gecenin sonunda sü­rüye seslenir, onları alıp otlatmaya götürürdü. Âmir bunu o üç gece boyunca her gece yapardı. Bu kıssayı İbn Abbas'tan aktaran İbn Âiz rivayetinde ise deniyor ki: "Sonra Âmir b. Füheyre hayvanları otlasınlar diye salıverir ve diğer insanların çobanlan arasın­da sanki geceyi onlarla birlikte geçirmiş gibi sabahlardı. Böylece onun yaptığı şeylerin farkına

varılmazdı." Musa b. Ukbe'nin İbn Şihâb'dan rivayetinde ise: "Âmir güvenilir, emniyet edilir iyi bir

müslümandı." deniyor.

[120] İbn Sa'd, 1/229; Buharî, 63/45, 77/16.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/78-79.

[121] Hâkim, 3/6. Muhammed b. Sîrîn'den mürsel olarak rivayet edilmiştir. Hafu İbn Hacer, Fethu'I-Bâri'de (7/185) BeyhakFnin Delâilü'n-Nübüvve adlı eserinden Muhammed b. Sî-rîn'in mürsel rivayeti olarak kaydetmiş ve demiştir ki: Ebu'I-Kâsım el-Bagavî, İbn Ebî Müleyke'den benzer şekilde mürsel olarak rivayet etmiştir. İbn Hişâm, ilâvelerden ol­mak üzere Hasan el-Basrî'den benzer şekilde "Bana ulaştı ki" ifadesiyle rivayet etmiştir.

[122] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/81-82.

[123] Buharî, 66/61; Müslim, 2009; Hâkim, 3/6-7; Ahmed, 3/212.

[124] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/82-83.

[125] Hadis hasendir. Hâkim (3/9-10), Hişâm b. Hubeyş'ten rivayet etmiştir. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (6/58) kaydetmiş, Taberânfnin rivayet ettiğini söylemiş ve de­miştir kî: Senedinde bilmediğim bir grup râvi var. Bu hadisin Câbir ve Ebu Ma'bed el-Huzâî'den gelen iki şahidi vardır. Bu şahid hadisleri Hafız İbn Kesîr, eJ-Bidâve'de (3/192-194) kaydetmiştir. Hadisi İbn Sa'd, Tabakât'ta. (1/230-231) rivayet etmiştir.

[126] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/83-85.

[127] Tahrim, 66/4.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/89.

[128] îbn Sa'd, Tabakât, 1/233; Buharî, 63/45; Hâkim, 3/11; tbn Hişâm, es-Sîre, 1/492.

[129] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/90.

[130] Bk.Sahih-i Müslim, 3/1623 (171); Buharî, 63/45; Ibn Sa'd, Tabakât, 1/237; Mecmau'z-Zevâid, 6/63; Ibn Kesîr, es-Sîre, 1/279-280; Ibn Hişâm, Sîre, 1/495-496.

[131] Ibn Hişâm, es-Sîre, 1/512.

[132] Ahmed ve Tirmizî (3139). Senedinde, Hafız îbn Hacer'in Takrîb'dc gevşek ( = leyyin) olarak nitelediği Fâbûs b. Ebu Zübyân var olmasına rağmen Tirmizî ve Hâkim {Müsted-rek, 313) hadisi sahih saymış ve Zehebî de ona katılmıştır. Âyet: İsrâ, 17/80.

[133] Hâkim, Müstedrek, 3/3-4. Senedi ceyyiddir. Hâkim hadisin sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır. Ahmed (6/198) de sahih senedle rivayet etmiştir.

[134] Hâkim, Müstedrek'le rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir. Zehebî de ona katıl­mıştır.

[135] Buharî, 63/46; Tayâlisî, 2/94.

[136] Ahmed, 3/122; Dârimî, 1/42. Senedi sahihtir.

[137] İbn Sa'd, Tabakâı, 1/237-238.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/90-92.

[138] İbn Sa'd, Tabakât, 1/239; Buharî, 63/45; Müslim, 52'4

[139] İbn Sa'd, Tabakât, 1/240.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/93-94.

[140] Zevi'l-erhâm: Asabe ve muayyen hisse sahibi olmayan dayı, hala, teyze, kızın çocukla­rı... gibi kan akrabalarına denir.

[141] Ahzâb, 33/6.

[142] Buharî, 39/3, 65/4/7, 85/16. İbn Abbas diyor ki: Muhacirler, Medine'ye hicret ettikleri vakit bir muhacir, Ensar'dan birine akrabası olmaksızın Hz. Peygamber'in (s.a.) arala­rında kurduğu kardeşlikten ötürü mirasçı olurdu. "Herkes için mirasçılar kıldık." âyeti inince bu hüküm yürürlükten kaldırıldı. Sonra Allah "Kendileriyle

yeminleştiğiniz kim­selere hisselerini verin." buyurdu ki, buradaki hisseden maksat yardım, bağış ve nasi­hattir. Artık onlara miras bırakılmaz, vasiyet edilir. İbn Kesîr, Tefsîr'inde (3/468) diyor ki: Allah Teâlâ: "Zevİ'l-erhâm (akrabalar) miras hususunda Allah'ın kitabında (yani Al­lah'ın hükmünde diğer mü'minlerden ve muhacirlerden) birbirlerine daha yakındırlar." buyuruyor. Yani akrabalar birbirlerinin mirasçısı olma konusunda Muhacirlerden ve En­sar'dan birbirlerine daha yakındırlar. Bu âyet daha önce yürürlükte bulunan kardeşlik anlaşması ve müttefiklik anlaşması ile gerçekleşen birbirine mirasçı olma hükmünü yü­rürlükten kaldırmaktadır. Nitekim İbn Abbas ve daha başkaları diyorlar ki: "Muhacir, Allah Rasûlü'nün (s.a.) aralarında kurduğu kardeşlikten ötürü akrabalar ve diğer ya­kınlardan hariç olarak Ensâr'dan birine mirasçı olurdu." Saîd b. Cübeyr ile selef ve ha­leften pek çok kimse de böyle söylemiştir. İbn Ebî Hatim'in rivayetine göre Zübeyr b. Avvâm (r.a.) anlatıyor: Allah Teâlâ biz KureyşVe Ensâr cemaatine mahsus olmak üze­re: "Akrabalar miras hususunda birbirlerine daha yakındırlar." âyetini indirdi. Şöyle ki, biz Kureyş cemaati Medine'ye hicret ettiğimizde mallarımızı bırakıp geldik. Ensâr'ı ne iyi kardeş bulduk bilseniz! Onlarla kardeşlik kurduk ve birbirlerimize mirasçı olduk. Bu cümleden olmak üzere Hz. Ebu Bekir (r.a.), Hârice b. Zeyd ile; Hz. Ömer (r.a.) fa­lan ile ve Hz. Osman (r.a.), Zürayk b. Sa'd ez-Zürakîoğullanndan bir adam iie -bazı insanlar daha başka bir kimse olduğunu söylemektedir- kardeşlik kurdular. Ben de Kâ'b b. Mâlik ile kardeşlik kurdum. Onun yanma geldim, ona uydum. Silah ona ağır gelmiş buldum. Vallahi yavrum, eğer o vakit dünyadan göçüp gitmiş olsaydı, benden başkası ona mirasçı olamazdı. Tâ ki, Allah Teâlâ bu âyeti özel olarak biz Kureyş ve Ensâr cema­atleri hakkında indirdi; böylece miraslarımıza döndük.

[143] Hz. Peygamber'in (s.a.) Hz. Ali İle kardeşlik kurduğunu ifade eden hadislerin hepsi za­yıftır. Bk. Mecmau'z-Zevâid, 9/111; el-LeöUu'l-Masnûa, 191, 194 ve 201. Hz. Peygam­ber {s.a.) Hz. Ali'ye: "Sen benim dünya-âhiret kardeşimsin." buyurmuş olduğu Tirmizî (3722) tarafından rivayet edilmişse de bu hadisin senedindeki Cemî b. Umeyr'i, İbn Hib-bân hadis uydurmakla itham etmiş ve ibn Nümeyr de onun hakkında: "İnsanların en yalancılarındandı." demiştir.

[144] Buharî, 8/80, 62/5, 85/9; Müslim, 532, 2382, 2383.

[145] Müsiim, 249. Hadisin devamı şöyledir: Sahabîler: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ümmetinden henüz daha dünyaya gelmemiş olanları nasıl tanıyabilirsin?" diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Düşünün, bir adamın siyah yağız atlar arasında ayağında ve alnında beyazlık bulunan bir atı olsa, o adam atını tanımaz mı?" diye karşı bir soru sordu. Onlar da: "Evet, tanır ey Allah'ın Rasûtü!" cevabını verdiler. Peygamberimiz (s.a.) devamla bu­yurdu ki: "Onlar, aldıkları abdestten ötürü alınları ve ayaklan parlar bir vaziyette gelir­ler. Ben havuz başında onların önünde bulunacağım. Haberiniz olsun, yitik devenin sürüldüğü gibi bîr takım insanlar havzımdan sürülüp uzaklaştırılacaklar. Ben onlara: "Hey, buraya gelin!" diye sesleneceğim. Bana: "Senden sonra onlar da (inançlarını ve amellerini) değiştirdiler." denecek. Ben de: "Uzak olun! Uzak olun!" diyeceğim.

[146] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/94-96.

[147] Buharı, 63/45. Enes b. Mâlik anlatıyor: Allah'ın Peygamberi (s.a.) Medine'ye gelince Abdullah b. Selâm geldi ve: "Tanıklık ederim ki, sen Allah'ın peygamberisin ve sen ha­kikati getirdin. Yahudiler bilirler ki, ben kendilerinin efendileriyim ve efendilerinin oğ­luyum ve aynı zamanda onların en bilginleriyim ve en bilginlerinin oğluyum. Onları çağır, benim müslüman olduğumu onlar öğrenmeden önce beni onlara sor. Zira müslüman ol­duğumu bilirlerse benim hakkımda bende bulunmayan şeyler söylerler." dedi.

[148] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/96-97.

[149] Bakara, 2/144.

[150] îbn Sa'd, Tabakâi, 1/241. Buharî'nin rivayetine göre Berâ b. Azib kınlatıyor: Hz. Pey­gamber (s.a.) 16 veya 17 ay Beyt-i Makdis'e doğru namaz kıldı. Allah Rasûlü (s.a.) kıb­lenin Kabe'ye çevrilmesini arzu ederdi. Allah Teâlâ: "Yüzünürı göğe çevrildiğini görüyoruz." âyetini indirdi, Hz. Peygamber (s.a.) Kabe'ye doğru naımaz kılmaya başla­dı. Bir takım sefih insanlar yani yahudiler: "Daha önceki kıblelerinden onları çeviren nedir?" dediler. Allah ta Peygamberine: "De ki: Doj*u da, Batı da Allah'ındır. O, dile­diğini doğruyola eriştirir." âyetini indirdi. Bir adam, Hz. Peygamber'le (s.a.) birlikte namazını kıldı, namazı kıldıktan sonra çıktı. İkindi namazım kılmakta olan ve Beyt-i Makdis'e doğru rükû etmiş vaziyette bulunan bir Ensâr topluluğuna uğradı ve kendisi­nin Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte namaz kıldığına ve O'nun (namazda) Kabe'ye doğru yöneldiğine şahitlik etti. Bunun üzerine cemaat yönlerini Kabe'ye doğru çevirdi. Bu ha-dİsİ Tirmizî (2966) rivayet etmiştir.

[151] Şûra, 42/13.|

[152] Tabakât, 1/243. Seneddeki l£bu Ma'şer'in ismi Nüceyh b. Abdurrahman es-Sindî olup kendisi zayıfF bir râvidir.   

[153] Âl-İ İmrân,İ3/7.

[154] Bakara, 2/143.       

[155] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/99-102.

[156] Buharı, 18/5; Müslim 685. Hz. Âişe, (r.a.) diyor ki: "Namaz ük olarak İkişer rekât farz kılındı. Sonra yolculuk namazı aynen bırakıldı, ikâmet halinde kılınan namaz tamam­landı." Buharî'nin (63/48) bir metnine göre ise: "Namaz iki rekât olarak farz kılındı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) hicret etti, namazın farzı dört rekât oldu."

[157] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/102.

[158] Hac, 22/39.

[159] Hac, 22/40.

[160] Hac, 22/19.

[161] Buharî, 64/8, 65/22/3. Ebu Zer, "İşte Rableri hakkında birbirleriyle mücadeleye giren iki taraf âyetinin Bedir savaşında, savaş başlamadan önce düelloya çıkan Hz. Hamza ve iki arkadaşı ile Utbe ve iki arkadaşı hakkında indiğine yemin ederdi.

[162] Furkân, 25/52.

[163] Hac, 22/39.

[164] Hâkim, Müstedrek, 2/66; Tirmizî, 3170; Ahmed, 1/216. İbn Cerîr et-Taberî. Hâkim, hadisin Buharî ve Müslim'in şartlarını taşıdığını belirterek sahih olduğunu söylemiş, Ze-hebî de ona katılmıştır.

[165] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/105-106.

[166] Bakara, 2/190.

[167] Tevbe, 9/41

[168] Saff, 61/10-11

[169] Saff, 61/12

[170] Tevbe, 9/111.

[171] el-Tuğrâî'nin Lâmiyetü'l-Acem adlı kasidesinin son beytidir.

[172] Mâide, 5/54.

[173] ÂH İmrân, 3/31.

[174] Mâide, 5/54.

[175] Âl-i İmrân, 3/169.

[176] Buharı, 40/8, 43/1, 46/26, 54/4; Müslim, 715; Tirmizî, 1253; Ebu Davud, 3505; Nesâî, 7/297, 300; İbn Mâce, 2205

[177] Tirmizî, 3013; İbn Mâce, 190 ve 2800. Senedi hasendir.

[178] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/107-112.

[179] Buharı, 2/26, 57/8, 97/28, 30; Nesâî, 8/119; İbn Mâce, 2753.

[180] Buharî, 56/2; Müslim, 1878; Muvatta, 2/443 Nesâî, 6/17; İbn Mâce, 2754.

[181] Buharî, 56/5, 56/73, 59/8, 81/2; Müslim, 1880, 1881, 1882, 1883; Nesâî, 6/15; Tirmizî, 1648, 1649, 1651; Dârimî, Sünen, 2/202.

[182] Nesâî, 6/18. Senedi zayıfsa da önceki hadisin şahidliği ile hasen mertebesindedir.

[183] Ahmed, 5/314, 316, 319, 326, 330. Senedi hasendir. Hâkim (2/75) sahih olduğunu söy­lemiş, Zehebî de ona katılmıştır. Hadisi Mecmau'z-Zevâid'de (5/272) kaydeden Heyse-mî diyor ki: Ahmed ve Taberanî (el-Kebîrve el-Evsat adlı eserlerinde) rivayet etmişlerdir. Ahmed'in ve başkalarının senedlerinden birinin râvîleri sikadır.

[184] Nesâî, 6/21. Senedi hasendir. İbn Hibbân (1586) ve Hâkim (3/71) sahih olduğunu söyle­miş, Zehebî de ona katılmıştır.                                              

[185] Hadis sahihtir. Ebu Davud, 2541, Nesâî, 6/25-26; İbn Mâce, 2792; Tirmizî, 165f mî, 2/201; Ahmed, Müsned, 5/230, 235, 244. ibn hibbân (1615) sahih olduğun mistir.

[186] Buharî, 56/4; Ahmed, 2/335.

[187] Müslim, 1884; Nesâî, 6/19, 20.

[188] Buharî, 30/4, 59/6, 69/1; Müslim, 1027; Nesâî, 6/22,23.

[189] Ahmed, Müsned; 1/195, 196. Senedinde Iyâz b. Gatîf vardır ki, onun Gatîf b. Haris olduğu da söylenir. Bu râviyi İbn Ebi Hatim, el-Cerh ve't-Ta'dîl (6/408) adlı eserinde kaydetmiş, ama onun hakkında cerh veya ta'dîl ifadesi kullanmamıştır. Diğer râvileri sikadır. Bu konuda Ahmed (4/322,345), Tirmizî (1625) ve Nesâî (6/49): "Kim Allah yo­lunda bir harcamada bulunursa, yaptığı bu harcama o kimseye yedi yüz misli sevap ola­rak yazılır." hadisini rivayet etmişlerdir ki bu hadisin senedi sahihtir; Hâkim de sahih olduğunu söylemiştir.

[190] Bakara, 2/261.

[191] tbn Mâce, 2761. Senedinde Halîl b. Abdullah adlı bir râvi vardır. Hafız îbn Hacer"in Takrîb'ât dediği üzere meçhul bir râvidir.

[192] Ahmed, 3/487; Hâkim, 2/217. senedi zayıftır. Bu konuda Ahmed (4/386), Ebu Davud (3966) ve Nesâî (6/26): "Kim mü'min bir köle azat ederse, o köle o kimse için cehen­nemden kurtuluş akçesi olur." hadisini rivayet etmişlerdir; bu hadisin senedi sahihtir. Bu hadisin Müsned 'de rivayet edilen üç şahidi vardır. Bk. Ahmed, 4/150, 4/344, 5/244.

[193] Buharı, 11/18, 56/16; Tirmizî, 1632; Ahmed, 3/479.                             

[194] Nesâî, 6/12, 13,14; Ahmed, 2/256, 342, 44lj Hâkim, 2/72; Beyhakî, 9/161. Hepsi de Îbnü'l-Leclâc yoluyla Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir. İbnü'I-Leclâc'ın ismi konusun­da farklı şeyler söylenmiş, kimileri isminin "Kâkâ" kimileri, "Husayn" ve kimileri de "Hâlid" olduğunu belirtmişlerdir. Bu râviyi İbn Hibbân'dan başkası sika kabul etme­miştir. Ancak hadisin bir başka senedi daha vardır ki, o senedle kuvvet bulur. Bk. Ah­med, 2/340; Nesâî, 6/12,13; Hâkim, 2/72. Bu rivayetin senedi hasendir; İbn Hibbân (1597 ve 1599) sahih olduğunu söylemiştir.

[195] Ahmed, 5/225, 226. Senedi sahihtir. îbn Hibbân sahih olduğunu söylemiştir.

[196] Ahmed, 6/443, 444. Münziri, et-Terğîb ve't-Terhîb (2/167) adlı eserinde diyor ki: Sene­dindeki râviler sikadır; ancak Hâlid b. Düreyk, Ebu'd-Derdâ'ya yetişmemiştir. Ondan hadis işittiğini söyleyenler de olmuştur. Hadisin şâhidleri vardır. İlk cümlesi dışındaki kısımlarıyla aynı anlamı ifade edenler yukarıda geçti. Buharı ve Müslim'in Ebu Saîd'-den rivayet ettikleri hadiste buyuruluyor ki: "Herhangi bir kul Allah Teâlâ yolunda bir gün oruç tutsa, muhakkak Allah o güne karşılık olmak üzere onun yüzünü cehennem­den yetmiş yıl uzaklaştırır." Nesâî, hasen bir senedle Ukbe b. Âmirden: "Kim, Allah için bir gün oruç tutarsa; Allah ondan cehennemi yüz yıllık bir mesafe kadar uzaklaştı­rır." hadisini rivayet etmektedir. Ayrıca Taberânî, el-Kebîr\e el-Evsal adlı eserlerinde Amr b. Abese'den buna şahid bir hadis rivayet eder.

[197] İbn Mâce, 2775. Senedi hasendir.                         

[198] Ahmed, 6/85. Senedi sahihtir.

[199] Buharı, 56/5, 56/73, 59/8, 81/2.

[200] Müslim, 1913; Nesâî, 6/39.

[201] Tirmizî, 1621; Ebu Davud, 2500; Ahmed, 6/20. Senedi hasendir. Tirmizî: "Hasen-sahihtir" diyor. İbn Hibbân (1624) ise sahih olduğunu söylemiştir.

[202] Nesâî, 6/39, 40; Dârimî, 2/211; Ahmed, 1/62, 65, 66, 75; Tirmizî, 1667. Senedinde Hz. Osman'ın azatlı kölesi Ebu Salih vardır; İbn Hibbân'dan başkası onun sika olduğunu söylememiştir. Diğer râvileri sikadır. Bununla birlikte Tirmizî hadisin hasen olduğunu söylemiştir.                                                                            ^^

[203] ibn Mâce, 2766: Ahmed, 1/65. Senedi zayıftır.

[204] Ahmed, 2/466, 524; Tirmizî, 1650; Beyhakî, 9/160. Senedi hasendir. Hâkim, (2/68) sa­hih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır. Hadisin İlk cümlesi için Dârimî (2/202) ve Hâkim'İn (2/68) rivayet ettikleri bir şâhid hadis vardır ki, onun râvileri sikadır. Ayrı­ca Ahmed'in (5/266) rivayet ettiği bir başka şâhid hadis daha vardır. Hadisin son cümle­sinin şahidi olan hadis yukarıda geçti. Bk. Cihada Teşviki, dipnot: 7.

[205] Ahmed, 6/362. Senedi zayıftır.

[206] Ahmed, 1/61, 65. Senedi zayıftır.

[207] Ahmed, 4/134; Dârimî, 2/203; Nesâî, 6/15. Senedinde Muhammed b. Şennr -yahut Semîr-er-Rueynî vardır; İbn Hibbân'dan başkası onun sika olduğunu söylemedi: ştir. Diğer râ­vileri sikadır. Hâkim'İn (2/83) Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir şâhid hadis vardır ki, onunla kuvvetlenir.                                                                        İ

[208] Meryem, 19/71.                                                                            

[209] Ahmed, 2/437. Senedi zayıftır.                                                      

[210] Ebu Davud, 2501. Senedi sahihtir.

[211] Ebu Davud, 3965; Nesaî, 6/27; Ahmed, 4/384. Senedi sahihtir. îbn Hibbân (1645) sahih olduğunu söylemiştir.

[212] Ahmed, 4/113; Tirmizî, 1628; Nesâî, 6/26, 27. Senedi sahihtir. Ayrıca hadiste geçen bir cümlenin şahidi de vardır. Bk. Tirmizî, 1634; Nesâî, 6/27.

[213] İbn Hibbân (1643) sahih olduğunu söylemiştir. Müellif, derecenin NesâTde "beş yüz sene" İle tefsir edildiğini söylemişse de bu merhumun bir yanılgısıdır.

[214] Ahmed, 4/144, 146, 148; Ebu Davud, 2513; Nesâî, 6/28; Hâkim, 2/95; Dârimî, 2/215; tbn Mâce, 2811. Senedindeki Hâlid b. Zeyd el-Cühenî'yî İbn Hibbân'dan başkası sika saymamıştır. Hafız el-Irâki: "Senedinde muztariblik vardır." diyor. Ancak "Kişinin eğ­lence için yaptığı herşey..." kısmına Câbir b. Abdullah el-Ensârî ile Câbir b. Umeyr el-Ensârî'nin rivayet ettikleri: "Allah Teâlâ'yı hatırlatmayan her şey boştur, oyun-eğlencedir-yahut gaflettir-. Ancak şu dört şey bunun dışındadır: Kişinin iki hedef arasında koşması, atını eğitmesi, hanımıyla oynaşması ve yüzmeyi öğrenmesi." hadisi şâhidlik eder. Bu hadisi Nesâî (74/2) ve Taberânî (el-Mu'cemu'I-Kebîr, 1/89/2) rivayet etmişlerdir. Sene­di sahihtir. Münzirî, et-Terğîb ve't-Terhîb (2/170) adlı eserinde senedinin ceyyid oldu­ğunu söylemiştir. Heysemî, Mecmau'z-Zevöid'de (6/269) diyor ki: Hadisi Taberânî (el-Evsat ve ei-Keblr adlı eserlerinde) ve Bezzâr rivayet etmiştir. Taberânî'nin râvileri Ab-dülvehhâb b. Baht dışında Sahih râvîleridir; o râvî de sikadır. Tirmizî'nin (1637), Ab­dullah b. Abdurrahmân b. Ebu Hüseyn'den rivayet ettiği bir başka şâhid hadis daha vardır. Râvileri sika ise de hadis mürseldir. "Allah'ın kendisine atıcılığı öğrettiği kimse..." kıs­mına ise Müslim'in (1919) Ukbe b. Âmir'den rivayet ettiği şu hadis şâhidlik eder? "Kim atıcılığı öğrenir de sonra onu terkederse o kimse bizden değildir yahut isyan etmiş de­mektir."

[215] îbn Mâce, 2834. Senedi zayıfsa da bir Önceki dipnotta geçen Müslim'in rivayetiyle bu hadisin metni aynı anlamı taşımaktadır.

[216] İki ayrı senedi olan bu hadis hasendir. Bk. Ahmed, 3/82; Taberânî, Sağır, s.197.

[217] Sahih, uzunca bir hadisin bir bölümüdür. Bk. Tirmizî, 2619; Ahmed, 5/231, 236, 237; İbn Ebî Şeybe, el-îman, s. 2. Müellifin kaydettiği cümlenin, Taberânî'de zayıf senedle Ebu Ümâme'den rivayet edilen bir şahidi vardır.

[218] Ahmed, 2/251, 437; Tirmizî, 1655; Nesâî, 6/61; tbn Mâce, 2518. Senedi hasendir. İbn Hibbân (1653) ve Hâkim (2/217) sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.

[219] Müslim, 1910; Ebu Davud, 2502; Nesâî, 6/8. Hadisin râvilerinden biri olan Abdullah b. Mübarek: "Kanaatimizce bu hüküm Allah Rasûlü'nün (s.a.) devrinde idi." demekte­dir. Nevevî diyor ki: Îbnü'l-Mübârek'in söylediği muhtemeldir. Başkaİan bunun umu­mî olduğunu söylemektedir. Kastedilen şudur: Kim böyle yaparsa bu özellikte cihaddan geri kalan münafıklara benzemiş olur. Zira cihadı terketmek münafıklığın şubelerinden biridir.

[220] Ebu Davud, 2503; İbn Mâce, 2762; Dârimî, 2/209. Senedi kuvvetlidir.

[221] Ebu Davud, 3462; Beyhakî 5/316; ed-Dûlâbî, el-Künâ, 2/65; Ahmed, 2/28 ve 5007; Ta­berânî, Kebîr 3/207/1. Hadis hasendir.

îne alış-verişi: Bir malı belli bir para karşılığında, parası belli bir süre sonra öden­mek kaydıyla veresiye satıp sonra onu satılan fiyattan daha az bir paraya peşin geri satın alma. Bu şekil bir uygulama ile borç alamayan kimseler kredi temin etmiş oluyorlardı. "Sığırların kuyruklarına yapıştıklarında" ifadesi ziraat ve tarım işlerine kendini vermekten ve yalnızca bu işle uğraşmaktan kinayedir. Hadis-i şerifte arazide üretim yapmaktan ve toprağın yararlı şeylerinden istifade etmekten herhangi bir sakındırma ve yasaklama yoktur. Burada kastedilen yalnızca sırf dünyaya eğilmeden, onu mamur hale getirmeden ve dünyalık işlerle uğraşmaktan ötürü farzları yerine getirememeden

sakmümasıdır. Yoksa Hz. Peygamber (s.a.) ziraata ve araziden çıkan yararlı şeylerden istifade etmeye teşvik etmiş; araziden ürün elde etme ve ondan yararlanmayı bunu ya­panlar için kıyamete kadar sürüp giden bir sadaka saymıştır. Nitekim Buharı ile Müs­lim'in Enes'ten rivayet ettikleri bir hadiste: "Herhangi bir müslüman bir ağaç diker yahut bir tahıl yetiştirir de ondan bir kuş yahut bir insan yahut da bir hayvan yerse muhakkak bu onun için bir sadaka olur." buyrulmuştur. İmam Ahmed (3/183, 184, 191), Tayâlisî (2068) ve Buharî'nin (el-Edebit'i-Müfred, 479) sahih senedle rivayet ettikleri bir hadiste ise: "Kıyamet vakti gelse ve birinizin elinde bir fidan bulunsa, eğer kıyamet kopmadan o fidanı dikebilirse diksin." buyrulmuştur. Arazinin bakımına ve araziden ürün elde et­meye Allah'ın oraya koyduğu hayırlı şeyleri çıkarmaya teşvik eden daha başka hadisler de vardır.

[222] İbn Mâce, 2763; Tirmizî, 1666. Senedi zayıftır.

[223] Bakara, 2/195.

[224] Ebu Davud, 2512; Tirmizî, 2976. Eşlem Ebu İmrân anlatıyor: İstanbul'a doğru Medi­ne'den gazaya çıktık. Ordunun başında Hâlid b. Velid'in oğlu Abdurrahman vardı. Bi­zanslılar sırtlarım şehrin duvarına yapıştırmışlardı. Bir adam düşmana hücum etti. İnsanlar: "Dur, dur! Lâ ilahe illallah! Kendi kendini tehlikeye atıyor." dediler. Bunun üzerine Ebu Eyyûb dedi ki: Bu âyet, biz Ensâr cemaati hakkında idi, Allah, Peygambe­rine yardım edip de İslâm'ı zafere eriştirince biz O'na: "Gel, artık mallarımız arasında kalahm,onlann bakımını yapalım" dedik. Allah Teâlâ bunun üzerine: "Allah yolunda harcamada bulunun. Kendinizi tehlikeye atmayın." âyetini İndirdi. Kişilerin kendilerini tehlikeye atması mallarımız arasında kalıp onların bakımıyla uğraşma ve cihadı terket-medir. Ebu İmran diyor ki: Ebu Eyyûb Allah yolunda cihaddan asla geri durmadı. Ni­hayet şehit düşüp İstanbul'da defnedildi. Bu rivayetin senedi sahihtir. İbn Hibbân (1667) ve Hâkim (2/275) hadisi sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır. Merhum Hafız İbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de (8/138) hadisi Müslim'in rivayet ettiğini söylemekle hata etmiş­tir; zira o rivayet etmemiştir. Hadisi 7e/sir'inde (1/228) kaydeden ibn Kesîr ek olarak bunu Abd b. Humeyd, İbn Cerîr, îbn Ebî Hatim, îbn Merdûyeh ve Ebu Ya'lâ'nm riva­yet ettiğini belirtmiştir.

[225] Müslim, 1902; Tirmizî, 1659; Ahmed, 4/396, 411.

[226] Buharı, 3/45, 56/10 ve 15, 97/28; Müslim, 1904; İbn Mâce, 2783; Ahmed, 4/392 , 397, 402, 405, 417. Ebu Musa el-Eş'ari anlatıyor: Bir bedevî Arap Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve: "Ey Allah'ın Rasûlü! Adam vardır ganimet için savaşır, adam vardır üne ka­vuşmak için savaşır ve adam vardır (yiğitlikteki) derecesi görülsün diye savaşır. Peki, Allah yolunda olan kimdir?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Allah sözü en üs­tün olsun diye savaşan Allah yolundadır." cevabını verdi.         

[227] Müslim, 1905; Tirmizî, 2383.

[228] Ebu Davud, 2606; Tirmizî, 2212. Allah Rasûlü (s.a.): "Allah'ım! Ümmetimin erken dön­mesi için yardım et, gazalarını mübarek eyle!" diye dua ederdi. Bir seriye yahut ordu gön­derdiği zaman günün evvelinde gönderirdi. Bu hadis şâhidleriyle birlikte sahihtir. Ebu Davud (2655) ve Tirmizî (1613) Nu'mân b. Mukarrin'in (r.a.) şöyle dediğini rivayet ederler: "Al­lah Rasûlü (s.a.) ile birlikte savaşlarda bir arada bulundum; günün evvelinde savaşa başla­madığı zaman savaşı güneş tepe noktadan kayıp rüzgârlar esmeye başlayıncaya ve yardım ininceye kadar tehir ederdi." Senedi sahihtir. Buharı (58/1) Nu'man b. Mukarrin'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ama ben de Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte savaşta hazır bulundum. Günün evvelinde savaşa başlamadığında, rüzgârlar esip namazlar kıhnmcaya kadar bet-" lerdi."

[229] Ebu Davud, 2519. Senedindeki iki râviyi tbn Hibbân'dan başkası sika kabul etmemiştir. Diğer râvileri sikadır, Bu konuda Mâlik (2/466) mevkuf olarak, Ebu Davud (2515) ve Ne-sâî (6/49, 50) merfû olarak şu hadisi rivayet ederler: "Savaş iki türlüdür: Allah'ın rızasını isteyen, İslâm devlet başkanına itaat eden, malının iyisini Allah yolunda harcayan, ortağı­na iyi davranan ve bozgunculuktan kaçınan kimsenin uykusu da, uyanık hali de hep onun için sevaptır, övünmek, gösteriş ve riyakârlıkta bulunmak için savaşan, İslâm devlet baş­kanına isyan eden ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran iyi bir şekilde dönmez." Hadisin senedi hasendir.

[230] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/113-123.

[231] Ebu Davud, 2606; Tirmizî, 2212. Allah Rasûlü (s.a.): "Allah'ım! Ümmetimin erken dön­mesi için yardım et, gazalarını mübarek eyle!" diye dua ederdi. Bir seriye yahut ordu gön­derdiği zaman günün evvelinde gönderirdi. Bu hadis şâhidleriyle birlikte sahihtir. Ebu Davud (2655) ve Tirmizî (1613) Nu'mân b. Mukarrin'in (r.a.) şöyle dediğini rivayet ederler: "Al­lah Rasûlü (s.a.) ile birlikte savaşlarda bir arada bulundum; günün evvelinde savaşa başla­madığı zaman savaşı güneş tepe noktadan kayıp rüzgârlar esmeye başlayıncaya ve yardım ininceye kadar tehir ederdi." Senedi sahihtir. Buharı (58/1) Nu'man b. Mukarrin'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ama ben de Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte savaşta hazır bulundum. Günün evvelinde savaşa başlamadığında, rüzgârlar esip namazlar kıhnmcaya kadar bet-" lerdi."

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/123.

[232] Müslim, 1876; Ahmed, 2/231.

[233] Tirmizî, 1669. Senedi hasendir.

[234] Buharî, 56/6, 56/21; Müslim, 1877; Tirmizî, 1761; Nesâî, 6/36 ve 35.

[235] Buharî, 56/14, 64/9.

[236] Müslim, 1887.

[237] Ahmed,4/I31; Tirmizî, 1663; İbn Mâce, 2799. Senedi sahihtir.             

[238] Â1-İ îmrân, 3/169.                                                                             

[239] Tirmizî, 3013, İbn Mâce, 2800. Senedi hasendir.

[240] Ahmed, 1/266 (2388); Ebu Davud, 2520. Râvileri sikadır. Hâkim (2/297, 298) sahih oldu­ğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.

[241] Ahmed, 1/266. Senedi sahihtir. İbn Hibbân (1611) ve Hâkim (2/74) sahih olduğunu söyle­miş, Zehebî de ona katılmıştır.

[242] Ahmed, 2/297, 427; İbn Mâce, 2798. Senedi zayıftır.

[243] Ahmed, 4/216; Nesâî, 6/33. Râvileri sikadır. Senedi güçlüdür.

[244] Ahmed, 2/297; Tirmizî, 1668; Nesâî, 6/36; Dârimî, 2/205. Senedi hasendir. İbn Hibbân (1613) sahih olduğunu söylemiştir.

[245] Ebu Davud, 2522. Senedinin hasen sayılması kabildir. İbn Hibbân (1612) sahih olduğunu söylemiştir.

[246] Ahmed, 5/287. Senedi sahihtir. 68.Ahmed, 1/22, 23; Tirmizî, 1644. Senedi zayıftır.

[247] Ahmed,1/22,23;Tirmizi 644.Senedi zayıftır.

[248] Ahmed, 4/185; Dârimî, 2/206, 207. Senedi hasendir. îbn Hibbân (1614) sahih olduğunu söylemiştir.

[249] Müslim, 1891; Ebu Davud, 2495. İbn Hibbân (1600) sahih olduğunu söylemiştir.

[250] Ebu Davud, 1449; Dârimî, 1/331; Nesâî, 5/58. Râvileri sikadır. Bu hadise şâhid İmam Ahmed'de üç hadis vardır: 1) 4/114: Râvileri sikadır. Senedindeki râviler Buharî ve Müs­lim'in râviîeridir. 2) 3/391. 3) 2/191.

[251] îbn Mâce, 4011; Tirmizî, 2174; Ebu Davud, 4344. Senedi zayıftır. Ancak bir başka se-nedle rivayet edilmiştir ki o senedle bu hadis kuvvet kazanır. Bk. Ahmed, 3/19, 61; Hu-meydî, Müsned, 752 Hâkim, 4/505, 506. Bu hadisin iki şahidi vardır: 1) Ahmed, 5/251, 256; İbn Mâce, 4012. Senedi hasendir. 2) Nesâî, 7/161; Ahmed, 4/315. Senedi sahihtir. Son hadisin râvisi Târik b. Şihab, Hz. Peygamber'i {s.a.) gören, ama O'ndan hadis işit­meyen bir sahabîdir. Ancak âlimler, sahabînin mürsellerinin hüccet olduğunda ittifak etmişlerdir.

[252] Buharî, 61/27, 96/10; Müslim, 1920,1921, 1922. ikinci metni Ebu Davud (2484) rivayet etmiştir. Senedi sahihtir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/124-128.

[253] Müslim, 1043; Ebu Davud, 1642.

[254] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/129.

[255] Ebu Davud, 2639. Râvileri sikadır.

[256] Buharî, 56/103, 64/79; Müslim, 2769 (54)

[257] Buhari, 56/157, 63/25, 88/6; Müslim, 1739; Ebu Davud, 2636; Tirmizî, 1675. Hadiste harpte ihtiyatlı olup uyanık davranma teşvik edilmekte, düşmanı aldatma tavsiye edil­mektedir; uyanık bulunmayanlar işin kendi aleyhine dönmesinden emin olamazlar. Ay-nca harpte düşünceyi kullanmaya da işaret edilmektedir. Harpte düşünceyi kullanmak, cesaret ve yiğitlikten daha çok ihtiyaç duyulan bir şeydir.

[258] Bk.Müsned, 948; Sahih-iMüslim, 1901; Sünen-iEbu Davud, 2501, 2618; Siyer-i İbn Hi-şâm, 2/65; Sahih-i Buharı, 56/40-41.

[259] BY.Sahih-i Buhari (Fethu'1-Bâri, 7/225); Müslim, 1763,1743; Müsned, 208, 221; Sünen-i Ebu Davud, 2656 ve 2657.

[260] Ebu Davud, 2590; Ahmed, 3/449; Tirmizî, Şemail, 1/197; İbn Mâce, 2806. Sâib b. Ye-zîd: "Hz. Peygamber (s.a.) Uhud savaşında iki zırhı birbirine geçirerek giyindi" demek­tedir. Hadisin râvileri sikadır. Hâkim (3/25) Zübeyr b. Avvâm'dan bir şahit hadis ak­tarmış ve sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.

[261] Buharî, 56/102, 121, 143, 62/9; Ebu'ş-Şeyh, Ahlâku'n-Nebî (s.a.), s.150-152; Tirmizî, 1681; İbn Mâce, 2818; Ebu Davud, 2591, 2592.

[262] Buhari, 64/8; Ebu Davud, 2695.

[263] Buharî, 10/6, 56/102; Müslim, 1365.

[264] Buharî (Fethu'l-Bâri, 5/122, 123 ve 6/102); Müslim, 1730, 1745.

[265] Buharî, 56/102.

[266] Ebu Davud, 2628; Ahmed, 4/194. Senedi sahihtir.

[267] Buharî, 56/97.

[268] Buharî, 64/29; Müslim, 1742.

[269] Buharî, 64/4. îbn Abbas anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) Bedir savaşı olduğu gün: "Al­lah'ım! Bana vaadettiğin yardımı bugün lütfet! Allah'ım! Eğer yardım etmezsen yeryü­zünde Sana ibadet edecek kimse kalmayacak." diye dua etti. Hz. Ebu Bekir, elini tutup, "Yetişir, ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Bütün bu toplananlar bogzuna uğratılacak ve arkalarına dönüp kaçacaklar. Kıyamet, onlara azap vaadedilen gündür. O ne korkunç, ne acı bir gündür!" âyetini (Kamer, 54/45-46) oku­yarak dışarı çıktı.

[270] Ebu Davud, 2632; Tirmizî, 3578; Ahmed, 3/184. îbn Hibbân (1661) senedinin sahih ol­duğunu söylemiştir. İmam Ahmed (6/16) sahih senedle Süheyb'den bir şâhid hadis nak-letmiştir.                                                                                                        

[271] Buharî, 56/52, 61, 97, 167, 64/54; Müslim, 1776. Müslim, 1776.

[272] Müslim, 1776

[273] Birincisi: Ebu Davud, 2596, 2638; Ebu'ş-Şeyh, Ahlâku'n-Nebî fs.a.J, s. 165. Senedi ha-sendir. Hâkim (2/107, 108) sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır. Ahmed (4/46) ve Dârimî (2/219) sahih senedle Seleme b. Ekva'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Bir adamla (savaşta) düello yaptım. Onu öldürdüm. Allah Rasûlü (s.a.) onun üstünden çıkanı ganimet olarak bana verip beni ödüllendirdi. Hâlid b. Velid'in yanında parola­mız: "Emil = Öldür/" kelimesi idi. İkincisi: Ebu'ş-Şeyh'in, Ahlâku'n-Nebî (s.155) ese­rinde Zeyd b. AK b. Hüseyin'den rivayetine göre Hz. Peygamber'in (s.a.) parolası: "Ya Mansûr, emit.'"sözü idi. Bu hadis munkatı'dır. Üçüncüsü: Ahmed, 4/65, 5/377; Tirmi­zî, 1682; Ebu Davud, 2597. Senedi hasendir. Hâkim (2/107) sahih olduğunu söylemiştir. İbn Kesir, Tefsirinde (4/69) Ebu Davud ve Tirmizî'nin rivayeti olarak kaydetmiş ve: "Bu sened sahihtir." demiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/129-132.

[274] Ebu Davud, 2659; Nesâî, 5/78, 79; Dârimî, 2/149; İbn Hibbân, 1666. Senedi zayıfsa da İmam Ahmed'in (4/154) Ukbe b. Âmir'den rivayet ettiği şâhid hadisle kuvvet kaza­nıp hasen derecesine ulaşır.

[275] Mâlik, Muvatta, 2/447; Buharı, 56/147, 148; Müslim, 1744.

[276] Ebu Davud, 4404; Tirmizî, 1584; Nesâî, 6/155; İbn Mâce, 2541. Senedi hasendir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/132.

[277] Müslim, 1731; Tirmizî, 1617; Ebu Davud, 2613.

[278] Bir önceki hadisin bir bölümüdür.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/132-133.

[279] Sahih-iMüslim'de (1812) Ibn Abbas'dan rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) ka­dınları gazaya götürürdü. Kadınlar yaralıları tedavi eder ve ganimetten biraz ma! alırlar­dı. Allah Rasüiü (s.a.) onlara ganimetten bir pay ayırmazdı. Yine aynı kaynakla yer alan bir hadise göre Hz. Peygamber'e (s.a.) ganimette hazır bulunan kadın ve köleye herhan­gi bir pay ayrılıp ayrılmayacağı soruldu. O da, onlara bir pay ayrılmayacağını, ancak biraz bağış yapılacağını söyledi.

[280] Buharı, 56/51; Müslim, 1762.

[281] Müslim, 1807; Ebu Davud, 2752. Seleme b. Ekva' diyor ki: Allah Rasüiü biri süvari pa­yı, diğeri piyade payı olmak üzere bana iki tür pay ayırdı. Bunları benim İçin birleştirdi.

[282] Ebu Davud, 2739. Râvileri sikadır. Bu konuda Ahmed (5/323,324) Ubâde b. Sâmit'ten hadis rivayet etmiştir. Ahmed (1/173) Mekhûİ yoluyla Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın şöyle dedi­ğini rivayet eder: Hz. Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Adam vardır, bir toplu­luğun koruyucusu olur. Onun payı ile başkasının payı bir olur mu?" dedim. Buyurdu ki: "Ey Sa'd'ın anasının oğlu. Anan seni kaybetsin! Siz ancak zayıflarınız hürmetine nzıklandınhr, yardım görürsünüz." Râvileri sikadır. Ancak Mekhûİ, Sa'd'dan hadis işit-memiştir. Buharî'nin (56/76) Mus'ab b. Sa'd'dan rivayetine göre Sa'd (r.a.) kendisin­den daha az savaşçı olanlara göre kendisinde bir üstünlük görmüştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Siz ancak zayıflarınız hürmetine yardım görür, nzıkiandırılırsmız." buyurdu. Nesâî, (6/45) bu hadisi: "Allah bu ümmete ancak zayıflan hürmetine, onların duaları, namazları ve ihlâslan hürmetine yardım eder." metniyle rivayet etmiştir. Sene­di sahihtir.

[283] Ebu Davud, 2750. Habîb b. Mesleme el-Fihrî: "Hz.Peygamber'le (s.a.) savaşta hazır bu­lundum. Ganimetin dörtte birini başlangıçta, üçte birini de dönüşte bağış olarak verdi." demektedir. Senedi sahihtir. İbn Hibbân (1672) hadisin sahih olduğunu söylemiştir. Ah­med (5/319, 320), ibn Mâce (2852) ve Tirmizî (1561) Ubâde b. Sâmit'ten bir şâhid hadis rivayet etmişlerdir.

[284] Ahmed, 5/323, 324. Senedi zayıftır.

[285] Ebu Davud, 2991. Şa'bî'den mürsel olarak.

[286] Ebu Davud, 2994. Senedi güçlüdür. İbn Hibbân (2247) sahih olduğunu söylemiştir. Ebu Davud (2995) Enes'den bir şahid hadis aktarmıştır, râvileri sikadır.

[287] Ebu Davud, 2999. Râvileri sikadır.

[288] Ahmed, 1/271; Tirmizî, 1561; İbn Mâce, 2808. Senedi hasendir. Zülfikâr, Âs b. Müneb-bih'in kılıcı idi. O, Bedir savaşında ölünce Hz. Peygamber'e (s.a.), O'ndan da Hz. Ali'­ye geçti.

[289] Ebu Davud, 2726. Râvileri sikadır.

[290] Ebu Davud, 2785. Senedi zayıftır.

[291] Ahmed, 2/174; Ebu Davud, 2526. Senedi sahihtir.

[292] Ebdân sirkeli: İki sanatkârın, yaptıkları işlerde ortaklık kurup her birinin diğerini iş ka­bul etmek ve çalıştırıldığı şeylerden malum Ölçüde onun adına iş yapmak konusunda ve­kil tayin etmesi ve sanatın türünü aralarında belirlemeleri yoluyla kurulan şirket şekli. İmam Mâlik, her iki ortağın sanatının aynı olması şartıyla bu şirketin sahih olacağını söylemiştir. Ebu Hanife ve taraftarları bu şirketin sahih, Şafii ise bâtıl olduğunu savu­nur. Bk. Şevkânî, Neyiü'l-Evtâr, 5/299.

[293] Ebu Davud, 3388; Nesâî, 7/57; tbn Mâce, 2288. Râvileri sikadır, ancak hadis munkati'dır.

[294] Buharî, (64/38). Ebu Hureyre anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) Ebân b. Said b. Âs'ı bir seriyenin başında Medine'den Necid taraflarına gönderdi. Ebân ve arkadaşları, Allah Rasûlü (s.a.) Hayber'i fethettikten sonra O'nun yanına geldiler. Hz. Peygamber (s.a.) ganimetten onlara pay ayırmadı.

[295] Buharî, 57/17, 64/38; Ebu Davud, 2978, 2979, 2980.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/135-138.

[296] Buharî, 57/20.

[297] Ebu Davud, 2701. Senedi sahihtir.

[298] Buharî, 57/20, 64/38; 72/22 Müslim, 1772; Ahmed, 4/86, 5/56; Ebu Davud, 2702.

[299] Ebu Davud, 2704. Senedi güçlüdür.

[300] Ebu Davud, 2706. Senedi zayıftır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/138-139.

[301] Ahmed, 3/140, 197; Tirmizî, 1601; Senedi sahihtir. İki ayrı rivayeti daha vardır. İ^Ah-med, 3/312, 323, 380, 395; Ebu Davud, 4391; îbn Mâce, 3935. Râvileri sikadır. 2} Ah­med, 4/438, 439, 443, 446; İbn Mâce, 3937. Râvileri sikadır.

[302] Buharı, 56/130, 64/38, 72/28; Müslim, 1968 (21); Tirmizî, 1600. RâfT b. Hadîc anlatı­yor: Tihâme'deki Zülhuleyfe'de Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte idik. Davar ve deve sürü­sü ele geçirdik. Arkadaşlar acele edip onları (kesip) kazanlara doldurdular. Allah Rasû­lü (s.a.) kazanların dökülmesini emretti.

[303] Ebu Davud, 2705. Senedi sahihtir. îbn Mâce (3938) hadisi Sa'lebe b. Hakem'den şu şe­kilde rivayet eder: Düşmanın bir davar sürüsünü ele geçirdik. Onları yağmaladık. Ka­zanlarımızı ocağa kurduk. Hz. Peygamber (s.a.) onların yanına geldi. Dökülmelerini em­retti ve sonra: "Yağmalama helâl değildir." buyurdu. Hafız İbn Hacer'in el~hâbe'de ve eî-Bûsırî'nin ez-Zevâîd'de dedikleri gibi hadisin senedi sahihtir.

[304] Ebu Davud, 2708; Ahmed, 4/108, 109; Dârimî, 2/230. Senedi sahihtir.

[305] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/139.

[306] Hadis sahihtir. İbn Mâce, 2850; Nesâî, 6/262; Ahmed, 2/184. Kavileri sikadır, ancak tbn İshak muan'an rivayet ettiği için tedlis şüphesi vardır. Ahmed'in (4/126) Irbâz b. Sâriye'den rivayet ettiği bir şahidi vardır, şahidleriyle senedi basendir. Ayrıca îbn Mâ-ce'nin (2850) Ubâde b. Sâmit'ten rivayet ettiği bir şâhid hadis daha vardır; senedindeki İsa b. Sinan gevşek bir râvidir, diğer râvileri sikadır. Bir önceki hadisle hasen derecesine ulaşır.

[307] Mâlik, Muvatta, 2/459; Buharı, 2/33, 64/38; Müslim, 115; Ebu Davud, 2711; Nesâî, 7/24.

[308] Buharî, 56/189; Müslim, 1831.

[309] Buharî, 56/190; İbn Mâce, 2849; Ahmed, 2/160.

[310] Müslim, 114; Tirmizî, 1574; Dârimî, 2/230, 231; Ahmed, 1/30, 47.

[311] Mâlik, Muvatta, 4/458; Ahmed, 4/114, 5/192; Ebu Davud, 2710; Nesâî, 4/64; ibn Mâce, 2848. Senedi sahihtir.

[312] Ahmed, 2/213; Ebu Davud, 2712. Senedi hasendir. Hâkim (2/127) sahih olduğunu söy­lemiş, Zehebî de ona katılmıştır.

[313] Tirmizi, 1461; Ebu Davud, 2713. Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Bir adamı ga­nimet malından çalmış olarak bulursanız onun malını yakın ve onu kırbaçlayın." Se­nedinde zayıf bir râvi olan Muhammed b. Salih b. Zaide vardır. Tirmizî diyor kî: Bu hadis garîbtir. Yalnız bu senedle biliyoruz. Muhammed'e (Buharî'ye) bu hadisi sordum. "Bunu yalnızca Salih b. Muhammed b. Zaide rivayet etti. Onun künyesi Ebu Vâkıd el-Leysî'dir. Bu râvinin hadisleri münkerdir." dedi. Muhammed (Buharî) dedi ki: "Bu olay birçok hadiste rivayet edildi. Ama onlarda Hz. Peygamber'in (s.a.) o kişinin malı-m yakmayı emrettiği yer almamaktadır." Ebu Davud'un (2714) rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, ganimetten çalanın malını yaktırdılar ve onu kırbaçlattılar. Bu hadis zayıftır. Hafız îbn Hacer, Fethu'l-Bâri'de (6/130) hadisin Amr b. Şuayb'dan mevkuf olarak rivayet edildiği görüşünü tercih etmiştir.

[314] Böyle bir şey ancak Allah Rasûiü'nden (s.a.) bir nas sabit olunca yöneltilebilir. Yuka­rıda geçtiği üzere zayıf olunca onun bir veçhi yoktur.

[315] "İçki içeni kırbaçlayın. İkinci kere yemden içerse yine kırbaçlayın. Üçüncüsünde de kırbaçlayın. Dördüncü kere içerse öldürün." hadisi sahihtir. Bu hadis şu kaynaklarda şu sahabîlerden rivayet edilmiştir: ]) İbn Ömer'den: Ahmed, Ebu Davud, Nesâî ve Hâ­kim, 2) Muâviye'den: Ebu Davud, Tirmizî ve Hâkim, 3) Züeyb'den: Ebu Davud, Bey-hakî, 4) Ebu Hureyre'den: Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, Hâkim, 5) Şurahbil b. Evs'den: Taberânî, Hâkim, Ziya, 6) Cerîr'den: Taberânî, Dârakutnî, Hâkim, Ziya, 7) Abdullah b. Amr'dan: Ahmed, Hâkim, 8) Câbir'den: İbn Huzeyme, Hâkim, 9) Gudayf'dan: Ta­berânî, 10) Şerîd b. Süveyd'den: Nesâî, Hâkim ve Ziya.

[316] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/140-142.

[317] Buharı, 57/16, 64/12; Ebu Davud, 2689; Ahmed, 4/80.

[318] Müslim, 1808; Ahmed, 3/124; Tirmizî, 3264; Ebu Davud1 ve^

[319] Buharı, 8/76, 8/82, 44/7, 44/8, 64/70; Müshm, 1764; Ebu Davud, 2679.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/143.

[320] Enfâl, 8/67.                                                   

[321] Müslim, 1763; Ahmed, 1/30, 31. Senedi hasendir.

[322] Ahmed, 1/383, 384. Bk. İbn Kesîr, 2/325.        

[323] Bk.Taberî, 10/99-100; ed-Dürrü't-Mensûr, 3/224.

[324] Buharı, 46/11, 56/172, 64/11.

[325] Müslim, 1755. Yukarıda geçti.

[326] Buharı, 64/54; İbn Hişâm, 2/489.

[327] tbn Hişâm, Sîre, 1/644; Ebu Davud, 2686. Senedi hasendir.

[328] Ahmed, İ/247 (2216). Senedi zayıftır.

[329] Buharî, 49/13; Müslim, 2525.

[330] Heysemî, hadisi Mecmau 'z-Zevâid'de (10/47) Zübeyb b. Sa'lebe el-Anberî'den kaydet­tikten sonra diyor ki: Taberânî rivayet etmiştir. Senedinde Abdullah b. Zübeyb vardır. Diğer râvileri sikadır. İbn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-Ta'dîl (5/62) adlı eserinde Abdullah b. Zübeyb'i zikretmiş, ama onun hakkında herhangi bir cerh ve ta'dil ifadesi kaydetme­miştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/143-146.

[331] Ahmed, 6/277; Ebu Davud, 3921. Senedi sahihtir.

[332] Nisa, 4/24.

[333] Müslim, 1755. Az yukarıda geçti.

[334] Ahmed, 5/413, 414, Tjrmizî, 1566, Dârimî, 2/227. Hadis sahihtir. Hâkim (2/55) sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.

[335] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/146-147.

[336] Buharı, 56/173; Ebu Davud, 2653; îbn Mâce, 2836. Seleme b. Ekva' (r.a.) anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) sefer esnasında İken müşriklerden bir casus O'nun yanına geldi. Sa-habîlerin yanına oturdu, onlarla konuştu. Sonra kaçıp gitti. Hz. Peygamber (s.a.): "Onu yakalayın ve öldürün." buyurdu. Onu ben Öldürdüm. Hz. Peygamber (s.a.) casusun üze­rinden çıkan eşyayı ve elbiseleri bana ganimet olarak verdi.

[337] Buharı, 56/141, 56/195, 64/9, 64/46, 79/23; Müslim, 2494, Ebu Davud, 2650; Tirmizî,  3302; Ahmed, 1/80, 105.

[338] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/149-150.

[339] Ebu Davud, 2700. Râvileri sikadır, ancak Ibn İshak'm tedlisi var. Tİrmizî (3716) hadisi bir başka yolla, ama zayıf senedle rivayet etmiştir. Bu konuda Ahmed (1/224, 362) îbn Abbas'dan bir hadis rivayc etmiştir. Yine Ahmed'in (4/168, 310) Şa'bî yoluyla Sakîfli bir adamdan rivayetine göre o adam diyor ki: Allah Rasûlü'nden (s.a.) Ebu Bekre'yi bize iade etmesini istedik, kabul etmedi ve: "O, Allah'ın azatlısı, sonra Allah'ın Rasû-lü'nün (s.a.) azatlısıdır." buyurdu. Hadisin râvileri sikadır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/150.

[340] Buharî, 63/47; Müslim, 1352. Ömer b. Abdülaziz, Sâib b. Yezîd'e: "Mekke'de kalma konusunda ne işittin?" diye sordu. O da Alâ b. Hadramî'nin şöyle dediğini işittim: Al­lah Rasûlü: "Muhacir, Mina'dan döndükten sonra üç gün kalabilir." buyurdu. Hafız İbn Hacer diyor ki: Bu hadisden çıkarılacak fıkhî hükme göre Mekke'de ikâmet etme, fetihden önce oradan hicret etmiş olanlara haramdı. Ancak hac yahut umre maksadıyla oraya gidenlerin ibadetini tamamladıktan sonra üç günü geçmeyecek şekilde orada kal­ması mubah kılınmıştı.

[341] Buharî, 23/37; Müslim, 1628.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/150-151.

[342] Buharî, 25/44,56/180; Müslim, 1351.

[343] Mâide, 5/20-21.

[344] Şuarâ, 26/59.

[345] Ebu Davud, 3011, 3012, 3013, 3034. Senedi sahihtir. Vatîha: Hayber kalelerinden biri­nin adı. Ketîbe: Hayber köylerinden birinin adı. Şık: Hayber kalelerinden biri. Netât: Hayber'de bir pınardır, hurma ağaçlarını sular; Hayber'de bir kale adı olduğu da söy­lenmiştir. Ayrıca Hayber arazisine verilen bir isim olduğunu söyleyenler de vardır. Sülâ­lim: Hayber kalelerinden biri.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/153-155.                                  

[346] Ahmed, 2/292, 538; Müslim, J780 (86); Ebu Davud, 3022, 3021. Ebu Davud'un rivayetle­rinden birincisinde meçhul bir râvi, ikincisinde ise İbn îshak'ın muan'an rivayeti (tedlîsi) vardır. Heysemî bunu Mecmau'z-Zevâid'üc (6/165, 167) kaydetmiş ve: "Taberânî rivayet etmiştir. Râvileri, Sahih râvfleridir." demiştir. Hadisin İbn Cerîr (2/330, 332) tarafından kaydedilen bir üçüncü senedi daha vardır, ancak bu sened zayıftır.

[347] Buharı, 3/39, 45/7, 45/8, 87/8; Müslim, 1355; Ebu Davud, 2017; Dârimî, 2/256.

[348] Buharî, 3/37; Müslim, 1354.

[349] Müslim, 1780; Ahmed, 2/538.

[350] Buharî, 58/9, Müslim, 1/498 (82); Muvatta, 1/252; Ebu Davud, 2763; Dârimî, 2/234, 235; Ahmed, 6/341, 423, 425. İkinci metin İmam Ahmed'e aittir.

[351] £bu Davud, 2683; Nesâî, 7/105. Senedinde Esbât b. Nasr vardır. Bu râvi sadûk ( = doğru bir insan) ancak çok hata yapan biridir. Bu konuda Dârakutnî ve Hâkim, Saîd b. Yerbû'-dan şöyle bir hadis rivayet ederler: "Şu dört kişiye ister harem bölgesinde, ister harem dı­şında bulunsunlar emân vermiyorum: Huveyris b. Nukayd, Hilâl b. Hata!, Mıkyes b. Subâbe, Abdullah b. Ebû Şerh." Yunus b.Bükeyr'in Megâzî'ye yaptığı eklerde ve Buharî (56/169, 64/48) ile Müslim'de (1358) Enes b. Mâlik'den rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) fetih senesi Mekke'ye başında miğfer olduğu halde girdi. Miğferi çıkarınca huzuruna bir adam geldi ve: "İbn Hatal, Kabe'nin örtüsüne sarılmış" dedi.     

Hz. Peygamber (s.a.): "Onu öldürün" diye emir verdi. İbn Ebî Şeybe İle Beyhakî'nin (DelâiFde) yine Enes'den rivayetlerine göre Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'yi fethettiği gün şu dördü dışında halka eman verdi: Abdüluzzâ b. Hatal, Mıkyes b. Subâbe el-Kinânî, Abdullah b. Ebî Şerh ve Ümmü Sâre. Bk. Fethu'l-Bâri, 4/52.

[352] Ebu Davud, 2645; Tirmizî, 1604;.Nesâî, 8/36. Hadis sahihtir. Râvileri sika ise de hadi­sin mevsûl mü, mürsel mi olduğu tartışmalıdır. Buharı, Tirmizî ve daha başkaları mür-sel olduğunu tercih etmişlerdir. Ancak Nesâî (5/82, 83) Ahmed (5/4,5) ve İbn Mâce'nin (2536) rivayet ettikleri: "Allah Teâlâ, müslüman olduktan sonra müşrikleri terkedip müs-lümanlar arasına gelmedikçe hiçbir müşriğin amelini kabul etmez." hadisi bunu takviye eder ve

buna şâhidlik eder. Bu hadisin senedi hasendir. İmam Ahmed'in (4/160) rivaye­tine göre Cerîr b. Abdullah, Hz. Peygamber'e (s.a.) bîai ettiğinde Peygamberimiz on­dan Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmama, namaz kılma, zekât verme, müslümana nasihat etme (yahut samimi davranma) ve müşrikten uzaklaşma hususunda söz aldı. Bu hadisin senedi sahihtir. Hemen aşağıda gelecek oian hadis buna şâhidlik eder.

"Ateşleri birbirini görmeyecek" sözünün anlamı şudur: Müslümanın konakladığı ye­rin, müşrik evinden uzak olması ve müslümanın, evinde ateş yansa bu ateş kendi evinde ateş yakan müşrike görünür ve ışık verir bir yerde oturmaması lâzım ve vaciptir. Müslü­man ancak müslümanlarla bir arada oturur. Bu ise hicrete bir teşviktir. Bk. Avnu'l-Ma'bûd, 7/305, Mısır, 1968.

[353] Ebu Davud, 2787. Senedi zayıftır. Ancak bir önceki hadisle kuvvet kazanır. Bu hadisi Hâkim (2/141) de rivayet etmiştir; onun senedindeki râviler sikadır.

[354] Ahmed, 4/99; Ebu Davud, 2479; Darimî, 2/239, 240. Senedinde geçen Ebu Hind el-Becelî hakkında Abdülhak: "Meşhur değildir." ve Îbnü'l-Kattân: "Meçhuldür" diyor. Diğer râvileri sikadır. Ahmed'in (1671) hasen senedle Abdullah b. es-Sa'dî'den rivayet ettiği: "Düşman savaştığı müddetçe hicretin arkası kesilmez." hadisi buna şâhidlik eder. Muâviye, Abdurrahman b. Avf, ve Abdullah b. Amr b. Âs, Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu aktarırlar: "Hicret iki şeydir: Birisi günahlardan uzaklaşma, diğeri Allah'a ve Rasûlü'ne hicret etmedir. Tevbe kabul olunduğu müddetçe hicret kesilmez. Güneş batıdan doğuncaya kadar da tevbe kabul olunur. Güneş batıdan doğunca herke­sin kalbine, içinde olanla birlikte mühür vurulur. Mü'minin imdadına amel yetişir." Bu hadisi İmam Ahmed (5/270) başka bir hasen senedle İbnü's-Sa'dî'den şu şekilde rivayet eder: İbnü's-Sa'dî, bir grup arkadaşıyla Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi; Arkadaşları: "Sen

yüklerimizi ve develerimizi muhafaza et, içeri sonra girersin." dediler. Grubun en küçü­ğü o idi. Onlar işlerini gördüler, sonra ona: "Haydi içeri gir!" dediler. O da içeri girdi. Hz. Peygamber (s.a.): "Geliş sebebin?" diye sordu. İbnü's-Sa'dî: "Bana hicret etme hük­münün bozulup bozulmadığını söylemeniz için geldim." dedi. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber (s.a.): "Senin geliş sebebin onlarınkinden daha hayırlı. Düşmanla savaşıldığı müd­detçe

hicret kesilmez." buyurdu.

[355] Ebu Davud, 2482; Ahmed, 2/84, 199, 209. Senedi zayıftır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/158-159.

[356] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/163.

[357] Buharı, 29/1, 58/10, 85/21, 96/5; Müslim, 1370 ve 1371.

[358] Ebu Davud, 4530; Nesâî, 8/24. Senedi güçlüdür. Tenkîh'de: "Senedi sahihtir." deni­yor. Hafız İbn Hacer, Fethu'I-Bârî'de (12/231) hadisin hasen olduğunu söylemiştir. "Onlar başkalarına karşı bir eldir." sözü; birbirlerine yardımcı ve destek olmada bir el gibidir­ler, anlamındadır. "Müslümanların kanlan birbirine denktir." sözünün anlamı ise şu­dur: Müslümanların kanlan kısas konusunda birbirine eşittir. Soylu olan sıradan insana, büyük küçüğe, âlim cahile, erkek kadına kısas edilir. Öldürülen asilzade yahut âlim ve katil sıradan insan yahut cahil biri olduğunda Öldürülen kimseye karşılık katilinden baş­kası kısas edilmez. Cahiliye devri insanları ise bunun aksini yaparlar, soylu bir kimsenin kan davasında sıradan insanlardan olan katiline kısas uygulamaya razı olmazlar, katilin kabilesinden pek çok kimse Öldürürlerdi. "Statü bakımından en aşağıda bulunanlarının verdiği eman, onların emam demektir." sözü ise şu anlamdadır: Müslümanlardan biri, bir kâfire eman verdiğinde bütün müslümanlara o kâfirin kanı haram olur. İsterse bu eman veren kimse köle, kadın yahut ırgat gibi onların statü bakımından en aşağıda olan­larından biri olsa da, onun verdiği eman bozulmaz.

[359] düşman yardım görür." buyur­muştur/6'

Ebu Davud, 2759; Tirmizî, 1580. Senedi sahihtir

[360] Ahmed, Müsned, 5/223, 224, 437; İbn Mâce, 2688; Tahâvî, Müşkilü'1-Âsâr, 1/77, 78; Taberânî, es-Sağîr, s.9 ve 121; Ebu Nuaym, Hılyetü'l-Evliyâ, 9/24; Tayâlisî, 1285. Se­nedi sahihtir, İbn Hibbân (1682) sahih olduğunu söylemiştir.

[361] Buharı, 58/22, 78/99, 90/9, 92/21; Müslim, 1735, 1736, 1737, 1738; Ebu Davud, 2756; Tirmizî, 1581; Ahmed, Müsned, 1/411, 417, 441 ve 2/16, 29, 46,48, 56, 70, 75, 96, 103, 112, 116, 123, 126, 142, 156 ve 3/7, 19, 35, 39,46,61, 64, 70, 84, 142, 150, 250,270; İbn Mâce, 2873.

[362] Hâkim, 2/126. Metni: "Bir kavim herhangi bir anlaşmayı bozdu mu mutlaka aralarında öldürme hadiseleri çıkar." Senedinde gevşek (ieyyin) bir râvi olan Beşîr b. Muhacir var­dır. Bununla birlikte Hâkim hadisi sahih saymış ve Zehebî de ona katılmıştır. İbn Mâ-ce'nin (4019) rivayet ettiği hadis de şahid olur ki onun senedi şahidleriyle hasendir. Taberânî'nin Kebir'de rivayet ettiği bir hadis vardır ki, senedi hasene yakındır, bunun Münzirî'inin dediğine göre şahidleri vardır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/163-164.

[363] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/165.

[364] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/165.

[365] Kaynukaoğulları gazvesi hakkında bk. İbn Hişâm, es-Sîre, 2/47-50; İbn Kesîr, es-Sîre, 3/5-7; Şerhu'i-Mevâhibi Ledüniyye, 1/456-458; ibn Sa'd, 2/28-29; İbn Seyyiddinnâs, 1/294; el-İmtâ, s. 103.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/165-166.

[366] Buharî, muallak olarak rivayet etmiştir. Abdürrezzâk, Musannefte (9732) mevsûl se-nedle naktetmiştir.

[367] Haşr, 59/16.

[368] Buharî, 41/6, 56/154, 64/14; Müslim, 1746.

[369] Buharı, 65/1 (Haşr Sûresi tefsiri); Müslim, 1757. Hz. Ömer anlatıyor: Nadîroğullanmn mallan, Allah'ın, Peygamberine fey' olarak ihsan ettiği şeylerdendi. Müslümanlar ne at, ne deve kosturmuşlardı. Bu yüzden mallar Hz. Peygamber'e (s.a.) ait oldu. Ailesinin bir yıllık nafakasını ayınr, arta kalanı Allah yolunda cihada hazırlık olmak üzere hay­van ve silah aîımına harcardı.

[370] Nadîroğullan gazvesi için bk. Ibn Hişâm, 2/190-194; tbn Sa'd, 2/57-59: Taberî, 3/36; İbn Kesîr, 3/145-150; Ibn Seyyiddinnâs, 2/48; Şerhu'l-Mevâhibi Ledüniyye, 2/79, 86; Musannef, 9732.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/166-168.

[371] Buharı", 64/30; Müslim, 1769; Ahmed, 6/56, 131, 142, 280. Hz. Âişe anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) Hendek

savaşından dönünce silahını çıkarıp koydu, gusül abdesti aldı. Cebrail başındaki tozlan silkerek O'nun yanına geldi ve: "Silahını çıkardın öyle mi? Vallahi, biz silahımızı çıkarmadık. Haydi onlara doğru yola koyul." dedi. Allah Rasûlü (s.a.): "Nereye?" diye sordu. Cebrail, Kurayzaoğullannı işaret etti. Hz. Peygamber (s.a.) de onlara doğru yola çıktı.

[372] Buharı, 12/5; Müslim, 1770. Buharı ile Müslim'in hadisi bir tek senedle aynı üstaddan rivayet etmiş olmalarına rağmen bütün Müslim nüshalannda "ikindi" yerine "öğlen" geçmektedir.                                                                                              

[373] Buharî, 2/36, 61/25, 34, 64/38; Müslim, 626.

[374] ÎBuharî, 9/36, 38, 10/26, 12/4, 64/29; Tirmizî, 180.

[375] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/168-171.

[376] Ibn Hişâm es-Sîre, 2/240. Bu hadis sahîh-mürseldir. Buharî ve Müslim'in metinleri ise: "Onlar hakkında Allah Teâlâ'nın hükmüyle hükmettin" şeklindedir.

[377] Ebu Davud, 4404; Tirmizî, 1584; Nesâî, 6/155; Ibn Mâce, 2541. Senedi hasendir.

[378] Kurayzaoğullan gazvesi için bk.îbn Hişâm, 2/233-248; İbn Sa'd, 2/74-78; Taberî, 3/52; Ibn Seyyiddinâs, 2/68 Şerhu'l-MevâhibiLedüniyye, 2/126-148; Musannef, 9737; İbn Kesîr, 3/223-243; Buharî,-64/30; Müslim, 1768, 1769; Müsned, 6/141, 142.               

[379] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/171-173.

[380] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/173-176.

[381] Ebu Davud, 2761; Ahmed. 3/487, 488. Senedinde zayıf bir râvi vardır. Ancak şu kay­naklarda yer alan sahih bir şahid hadisle güç kazanır: Ahmed, 1/390, 391; Ebu Davud, 2762; Dârimî, 2/235.

[382] Ebu Davud, 2758; Ahmed, 6/8. Senedi sahihtir,

[383] Müslim, 1787; Ahmed, 5/395.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/176-177.

[384] Buharî, 54/15; Müslim, 1784. Müddetin on sene ile sınırlandırılmasını Ebu Davud (2766) ile Beyhakî (9/221, 222) rivayet etmişlerdir.

[385] "Ey İnananlar! Mü'mİn kadınlar hicret ederek size geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah, onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer onların inanmış olduklarını anlarsanız, on­ları kâfirlere geri çevirmeyin. Bu kadınlar o İnkarcılara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. İnkarcıların bu kadınlara verdikleri mehirleri iade edin. Bu kadınların mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman, onlarla evlenmenizde sizin için bir günah yok­tur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın; onlara verdiğiniz mehri isteyin; kâfir erkekler de hicret eden mü'min kadınlara verdikleri mehirleri istesinler. Allah'ın hükmü budur. Aranızda o hükmeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir. Ey mü'min erkekler! Eğer inkâr eden eslerinize sarfettiklerinizden kâfirlere herhangi birşey geçecek olursa ve siz de üst durumda olursanız, ganimetten eşleri giden mü'min erkeklere sarfettikleri miktar kada­rını verin. İnandığınız Allah'a karşı gelmekten sakının." (Mümtahme, 60/10-11).

[386] Buharî, 64/58; Nesâî, 8/237. İbn Ömer anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) Halid b. Velid'i Cüzeymeoğullanna gönderdi, onları İslâm'a davet etti. Adamlar "Eslemnâ"= Müslüman olduk" sözünü söylemeyi iyi beceremediler, "Sabe'nö, sabe'nâ= Dinimizi değiştirdik, dinimizi değiştirdik." demeye başladılar. Bunun üzerine Hâlid bazılarım öldürdü, bazı­larını esir aldı ve bizim her birimize esirini teslim etti. Gün oldu, Hâlid bizim her biri­mizden elimiz altındaki esirlerimizi Öldürmemizi emretti. Ben buna karşı geldim ve: "Vallahi ne ben esirimi öldürürüm, ne de arkadaşlarımdan herhangi biri esirini öldü­rür." dedim. Böylece Hz. Peygamber'e (s.a.) geldik ve durumu O'na aktardık. Hz. Pey­gamber (s.a.) ellerini kaldırıp iki kere: "Allah'ım! Ben, Hâlid'in yaptığından Sana sığınırım!" diye dua etti. İbn Hişâm'm es-Sfre'de (2/430) rivayetine göre Ebu Cafer Mu-hammed b. Ali el-Bâkır anlatıyor: Sonra Allah Rasûlü (s.a.) Ali b. Ebî Tâlib'i çağırdı ve ona: "Ey Ali! O kavme git, hallerine bak ve cahiliye âdetlerini ayaklarının altına al." buyurdu. Hz. Ali yola koyulup onlara gitti. Yanında Allah Rasûlü'nün (s.a.) gönderdiği bir mal vardı. O kabile halkına kanların diyetini ve mallarına verilen zararın tazminatını Ödedi. Hatta onların köpeklerinin yalağını bile tazmin etti. Nihayet tazminatım Ödeme­diği ne bir kan ve ne bir mal kaldı... Bu rivayetin senedi sahihtir, ama mürseldir. Müelli­fin, Hz. Peygamber'in (s.a.) onların diyetlerinin yansını tazmin ettiğini söylemesinin dayanağım bulamadık.

[387] Ahmed, Müsned, 2/180, 183, 215, 224; Tirmizî, 1413; Nesâî, 8/45; İbn Mâce, 2644. Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Kâfirin diyeti, mü'minin diyetinin yansıdır." Hadisin senedi hasendir. İmam Ahmed, Ömer b. Abdüîaziz, Urve, Mâlik ve Amr b. Şuayb bu gö­rüştedirler. Hz. Ömer ve Hz. Osman'dan rivayet edildiğine göre kâfirin diyeti dört bin dirhemdir. Saîd b. Müseyyeb, Atâ, Hasan Basrî, İkrime, Amr b. Dinar, Şâfıî, İshâk ve Ebu Sevr de bu görüştedirler. Alkame, Mücâhid, Şa'bî, Nehaî, Sevrî ve Ebu Hanîfe onun diyeti de müslümamn diyeti gibidir, diyorlar. Bk. el-Muğnî. 7/793.

[388] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/177-180.

[389] Ebu Davud, 3006; Ibn Sa'd, 2/110. Senedi sahihtir. Bu hadisi et-Müntekâ sahibi "Müşrik­lerle mal meçhul de olsa mal üzerine sulh anlaşması yapmanın câizliği" başlığı altında (Neylü'l-Evtâr, 8/58-61) uzunca ve bazı ilâvelerle zikretmiş ve Buharî'nin rivayet ettiğini ■ söylemiştir. Merhum, kaydettiği bu hadisin bütün metninin Buharî'ye ait olduğunu söyle­mekle hata etmiştir. Zira metnin pek çok bölümü Sahih-i Buharî'de mevcut değildir. Bu bölümler Bürkânî'nin Müstahrec"inde Hammâd b. Seleme yoluyla rivayet edilmiştir. Her­halde müellif

Humeydî'nin el-Cem' beyne's-Sahihayn adlı eserindeki metni aktarmıştır. Zira Humeydî, hadisi Buharî'ye nisbet etmektedir. Hafız Ibn Hacer diyor ki: Herhalde âdeti olduğu üzere hadis metninin gelişini Bürkânî'nin Müstahrec 'inden aktarmış ve Buharî'ye nisbet etmekle de dikkatsizlik göstermiştir, el-tsmailî, Hammâd'm hadisi kimi zaman uzun, kimi zaman da kısa şekilde rivayet ettiğine dikkat çekmiştir.

[390] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/180-181.

[391] Müsâkât: Ağaç bir taraftan, bakım ve emek diğer taraftan olmak üzere kurulan ortaklık. Müzâraa: Bir taraf tarlasını, diğer taraf da emeğini koymak ve üzerinde anlaştıkları nis-betlere göre çıkan mahsûle ortak olmak şartıyla kurulan ortaklık. Mudârabe: Bir taraftan mal, diğer taraftan iş ve emek esasına göre kurulan ve kârın aralarında ortak bulunduğu şirket akdi.

[392] Buharfflj 60/40, 85/30; Müslim, 1720.

[393] Levs: Bir tek şahidin, öldürülen kimsenin ölmeden önce "Beni filan vurdu" diye ikrar etmesine şahîdlik etmesi yahut iki şahidin öldürülenle o kişi arasında bir düşmanlık veya bir tehdit veyahut buna benzer bir durum bulunduğuna şahidlik etmeleri,

[394] Kasâme: Faili meçhul cinayetlerde, öldürülenin bulunduğu yerde oturanlardan seçilmiş elli kişinin "Ben öldürmedim ve öldüreni de bilmiyorum." diye yemin etmesi.

[395] Mülâane: Kadının, evlilik bağından kurtulmak için kocasıyla bir bedel karşılığında anlaş­maya varması.

[396] Meselenin izahı: Bir müslüman, kâfir yoldaşlarla seyahat ediyor olsa, yanında müslüman bulunmasa ve vasiyet etse, vasiyetine de onlardan iki kişi şahit olsa İmam Ahmed'e göre onların şahitlikleri kabul edilir, ikindiden sonra şahitlerden lehine yemin ettikleri kimse akraba bile olsa hiyanet etmeyeceklerine, hiçbir şeyi saklamayacaklarına, bunun karşılığında rüş­vet almadıklarına, şahit oldukları herhangi bir hususu gizlemeyeceklerine ve bu vasiyetin aynen o adamın vasiyeti olduğuna yemin etmeleri istenir. Eğer rüşvet aldıktan ortaya çı­karsa vasiyette bulunanın velilerinden diğer iki adam kalkar da: "Bizim şahitliğimiz onla-nnkinden daha gerçektir. Onlar hiyanet etmişler ve saklamışlardır." diye Allah'a yemin ederlerse, onlar lehine hüküm verilir. îbn Münzir diyor ki: Âlimlerin İleri gelenleri bu gö­rüştedir. Şurayh, Nehaî, Evzaî ve Yahya b. Hamza bu görüşte olanlardandır. İbn Mes'-ûd, Hz. Osman döneminde şu şekilde hüküm vermiştir. Ebu Musa el-Eş'arî de aynı hükmü vermiştir.

Ebu Hanîfe, Mâlik ve Şafiî ise: "Kabul edilmez. Çünkü fasıkta olduğu gibi vasiyet dışındaki meselelerde şahitliği kabul edilmeyenin vasiyette de şahitliği kabul edilmez. Hatta vasiyette kabul edilmemesi daha da uygundur" diyorlar. îmam Ahmed ise şu âyeti delil gösteriyor: "Ey inananlar! Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman vasiyet ederken içiniz­den iki âdil kimseyi şahit tutun; şayet yolculukta iken ölüm musibeti gelip çatmışsa (ve sizlerden kimse bulunmuyorsa) sizden olmayan-diğer iki kimseyi şahit tutmak İçin namaz­dan sonra ahkorsunuz ve şüpheleniyorsanız onlara şu şekilde Allah adına yemin ettirirsi­niz: Lehine şahitlikte bulunduğumuz kişi akraba bile olsa yeminle hiçbir ücret (rüşvet) almayacağız ve Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. "(Mâide, 5/106). İşte Kur'an'ın açık ifadesi ortada. Allah Rasûlü (s.a.) de bu şekilde hükmetmiştir. Nitekim Ebu Davud (3606) ve Tirmizi'nin (3061) İbn Abbas'tan rivayetlerine göre Sehmoğullanndan bir adam Te-mîm ed-Dârî ve Adiy b. Bedâ ile yolculuğa çıktı. Sehm kabilesinden olan adam hiç müslü­man bulunmayan bir memlekette vefat etti. Diğer iki adam onun terekesini alıp getirdiklerinde, ailesi, onun eşyaları arasında altınla süslü gümüş kadehi bulamadılar. Al­lah Rasûlü (s.a.) o iki adama yemin ettirdi. Sonra kadeh Mekke'de bulundu. Mekkelİler: "Biz bunu Temîm ile Adiy'den satın aldık" dediler. Sehm kabilesinden olup vefat eden adamın velilerinden iki adam ayağa kalkıp: "Bizim şahitliğimiz o iki adamın şahitliğinden daha gerçektir. Kadeh bizim adarmmızındir" diye yemin ettiler. Bunun üzerine: "Ey ina­nanlar! Sizden birine ölüm gelip çattığında..." diye başlayan âyet indi. Bu rivayetin sene­di güçlüdür. Ebu Davud (3605) ve Tayâlisî'nin rivayetlerine göre Hz. Peygamber'den (s.a.) sonraki zamanlarda Ebu Musa el-Eş'arî de bu şekilde hüküm vermiştir. Bu rivayetin sene­dindeki râviler sika ve sened sahihtir. Âyette geçen: "Sizden olmayan" ifadesini "sizin aşiretinizden olmayan" şeklinde yorumlamak doğru olmaz. Çünkü âyet Adiy ve Temîm olayi hakkında inmiştir; bu konuda müfessirler arasında görüş ayrılığı yoktur. Hadisler de bunu göstermektedir. Zira dedikleri doğru olsa yeminler gerekmez; çünkü iki müslü-man şahide yemin gerekmez. Buna göre âyet muhkemdir, mensuh değildir ve onun doğ­rultusunda amel etmek bakidir. İbn Abbas, İbn Müseyyeb, İbn Cübeyr, İbn Şîrîn, Katâde, Şa'bî, Sevrî ve sonrakiler içinde Ahmed bu görüştedir. Âyetin, "İçinizden iki âdil şahit tutun" âyetiyle neshedilmiş olduğu iddiası -ki Zeyd b. Eşlem, Şafiî, Ebu Hanîfe ve Mâlik bu görüştedirler- reddolunur. Çünkü istediğini yapabilme (ihtiyar) halinin hükmü zaruret halinin hükmünü neshedemez. Şahitlikte bulunacak bir müslümamn bulunmadığı bir yer­de kâfirlerin vasiyete şahit olmaları ile iki müslümamn hazır bulunduğunda müslümanlann vasiyete şahit olmaları çelişki değildir. Bu durumda âyetin anlamı, İbrahim Nehaî ile Saîd b. Cübeyr'in dediği gibi şöyle olur: Bir adama yolculuk sırasında ölüm gelip çattığında iki müslümanı şahit tutsun. İki müslüman bulamazsa ehl-i kitaptan İki adamı şahit tut­sun. Ehl-i kitaptan olan iki şahit onun terekesini getirdiğinde eğer ölenin varisleri onların doğru söylediklerini belirtirlerse sözleri kabul edilir. Şayet itham ederlerse ikindi nama­zından sonra Allah adına: "Saklamadık, yalan söylemedik, hiyanet etmedik ve değiştirmedik" diye yemin ederler. Eğer kâfirlerin yalan söyledikleri anlaşılırsa, Ölünün velilerinden diğer iki kişi onların yerine geçer ve Allah adına: "Kâfirlerin şahitlikleri asıl­sızdır. Biz onların şahitliklerini saymıyoruz" diye yemin ederlerse kâfirlerin şahitlikleri reddedilir, velilerinki ise geçerli sayılır. Bk. tbn Kudâme, el-Muğnî, 9/182-184; Zâdü'l-Mesir 2/446-447;İbn Kesir Tefsir,2/110-114

[397] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/181-187.

[398] Bu adam ağaç üzerindeki yaş hurmanın, kurutulmuş olarak ne kadar geleceğini göz kararı ile tahmin ederdi. Bu işi yapana "hâns" denir. Tirmizî'nin bazı ilim adamlarından aktar­dığına göre bu iş şöyle olur: Kendilerinden zekât verilmesi farz olan hurma, üzüm gibi meyveler olgunlaşınca devlet başkanı bir hâns gönderir. Hâns, meyvelere bakar bundan şu kadar kuru üzüm, şu kadar kuru hurma çıkar diye hesabım yapar ve ondan alınacak öşrün meblağını hesaplar, sahipleri için tesbit eder ve onlan meyvelerle başbaşa bırakır. Meyveleri devşirme zamanı gelince onlardan öşür alır. Mâlik, Şafiî, Ahmed ve İshak bu görüştedirler. Bu işlemin faydası, meyve sahiplerinin onlardan istifade etmeleri, çiçekleri­ni satmaları ve ailelerine, komşularına ve fakirlere ikram etmeleri için kolaylık sağlamadır. Çünkü bunlardan menetme onları sıkıştırmak demektir. İbn Münzir: "Kendilerinden ilim alınan kimseler, tahminle hesaplanmış olan meyvelere, devşirmeden önce bir âfet isabet etse bunun tazmini gerekmeyeceğinde icmâ etmişlerdir." diyor. Buharı (24/54) ve Müs­lim'in (1392) rivayetlerine göre Ebu Humeyd es-Sâİdî anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) ile bir­likte Tebük gazasına çıktık. Vâdi'l-Kurâ'ya vardığında bir kadının kendi bahçesinde çalıştığını gördü. Hz. Peygamber (s.a.) ashabına: "Meyvelerin ne kadar geleceğini göz karan ile tahmin edin." buyurdu. Allah Rasûlü (s.a.) on vesk gelir diye tahminde bulundu ve kadına: "Çıkanın ne kadar geldiğini hesap et." dedi. Ebu Davud (1603), Tirmizî (644), İbn Mâce (1819) ve Beyhakî'nin (4/122) Attâb b. Esîd'den rivayetlerine göre Allah Rasû­lü (s.a.) hurma nasıl ağacı üzerinde göz kararı ile tahmin ediliyorsa aynı şekilde üzümün de tahmin edilmesini ve hurmanın zekâtı kuru hurma olarak alındığı gibi üzümün zekâtı­nın da kuru üzüm olarak alınmasını emir buyurdu. Bu rivayetin senedindeki râviler sika­dır. Ancak senedde Saîd b. Müseyyeb ile Attâb arasında kopukluk vardır. Çünkü Saîd, Hz. Ömer'in hilâfeti sırasında doğmuş, Attâb ise Hz. Ebu Bekir vefat ettiği gün vefat et-mİştİr. Ama Nevevî (r.h.): "Bu hadis her ne kadar mürsel ise de imamların görüşleriyle güçlenir." diyor. Ebu Davud (1605), Tirmizî (643) ve Nesâî'nin (5/42) Sehİ b. Ebu Hayse-me'den rivayetlerine göre Allah Rasûlü (s.a.): "Meyveleri ne kadar gelir diye göz karan ile hesapladığınız zaman (o sayıyı esas) alın ve üçte biri çıkarın. Üçte biri çıkarmazsanız dörtte biri çıkarın." buyururdu. İbn Hibbân (768) bu hadisi sahih saymış, Hafız Jbn Ha-cer ise Feîhu 'l-Bârî'de (3/274) hakkında bir şey söylememiştir. Bu göz karan ile tahminde bulunma işlemi ancak hurmalar yenebilecek olgunluğa ulaştığında sünnet olur

[399] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/187-188.

[400] Şafiî, 2/126; Buharî, 58/1. Ömer İbnü'l-Hattâb (r.a.), Abdurrahman b. Avf; "Hz. Pey­gamber (s.a.) Hecer mecusilerinden cizye aldı." diye şahitlikte bulununcaya kadar Mecusilerden cizye almazdı.

[401] Abdürrezzak, 10029; Beyhakî, 9/188. Senedinde meçhul bir râvi vardır. Bununla birlikte İbn hacer Fethul Baride (6/186) senedindeni hasen saymıştır.

[402]  Müslim, 1731. Yukarıda geçti.

[403] Buharı, 58/1. Hafız İbn Hacer (6/189-190) diyor ki: Bu rivayete göre Muğîre, HzJ Pey­gamber'in (s.a.) mecusiler cizye vermeyi kabul edinceye kadar onlarla savaşmayı emretti­ğini haber vermektedir. Böylece bu rivayetle, Abdurrahman b. Avf bunu rivayet etmekte yalnız kaldı diye iddia edenlerin görüşü reddedilmektedir.

[404] Ahmed (1/227,362) ve Tirmizî (3230), A'meş - Yahya b. Umâre - Saîd b. Cübeyr - İbn Abbas senediyle rivayet etmişlerdir. Yahya b. Umâre'yi İbn Hibbân es-Sikât adlı eserinde zikretmiş; Buharı, Tarihu 'l-Kebîr (4/2/292) adlı eserinde bu şahsın biyografisini vermiş, ama onun hakkında herhangi bir cerh zikretmemiştir. A'meş'ten rivayette bulunan bu üs­tadın ismi konusunda muhaddisler ihtilâf etmişlerdir: Sevrî, ondan rivayetinde râvinin adım Yahya b. Umâre olarak vermiş ve Buharı, İbn Hibbân ile Yakub b. Şeybe bunun kesin doğru olduğunu ifade etmişlerdir. Ebu Üsame ise A'meş'ten rivayette bulunan râvinin is­mini nisbesiz olarak "Abbâd" şeklinde vermiştir. EI-Eşcaî, A'meş'ten aktaran râvinin adını "Yahya b. Abbâd" olarak; Hammad b. Üsame ise "Abbâd b. Cafer" olarak vermiştir. Hadisi ibn Kesîr, Tefsîr'indet Taberî tefsirinden Ebu Üsame senedli olarak aktarmış ve sonra Müsned'de İmam Ahmed'in ve Nesâî'nin Ebu Üsame - A'meş - Abbâd (bu şekilde nisbesiz olarak) senediyle yukarıdakine benzer tarzda rivayet ettiklerini söylemiş ve sonra da demiştir ki: Bu hadisi Tirmizî, Nesâî, İbn Ebî Hatim ve İbn Cerîr rivayet etmiştir; hep­si de tefsirlerinde Süfyan es-Sevrî - A'meş - Yahya b. Umare el-Kûfî - Saîd b. Cübeyr -ibn Abbas senediyle aktarmışlardır. Tirmizî: "Hadis hasendir." diyor.

[405] Bk. İbn Hişâm, es-Sîre, 2/526. Enes b. Mâlik anlatıyor: Allah Rasülü'nün (s.a.) huzuru­na geldiğinde Ükeydir'İn kaftanını gördüm. Müslümanlar ona elleriyle işaret ediyorlar ve hayranlık gösteriyorlardı. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Buna mı hayran oluyorsu­nuz? Canım elinde olana yemin ederim, ki, Sa'd b. Muaz'ın cennetteki mendilleri bundan daha güzeldir." buyurdu. Bu rivayetin senedi sahihtir. Müslim'in (4/1917) yine Enes'ten rivayetine göre ise Dûmetu'l-Cendel hükümdarı Ükeydir, Allah Rasûlü'ne (s.a.) bir takım hediye etti. İnsanlar ona hayran oldular. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Muham-med'in canı elinde olana yemin ederim ki Sa'd b. Muaz'ın cennetteki mendilleri bundan daha güzeldir." buyurdu.

[406] Ebu Davud, 3041. Senedi zayıftır.

[407] Ahmed, 5/230, 233, 247; Ebu Davud, 3038, 3039; Tirmizî, 623; İbn Mâce, 1803; Nesâî, 5/25-26. Râvileri sikadır. îbn Hibbân (794) ve Hâkim (1/398) hadisin sahih olduğunu söy­lemişler, Zehebî de buna katılmıştır. Bu

konuda Ebu Ubeyd, el-Emvâl (s. 27) adlı eserinde "-Urve b.zübeyr’den hadis nakletmektedir.                   

[408] Bakara, 2/256.

[409] Abdürrezzak, Musannef'de Ma'mer - A'meş - Şakîk b. Seleme - Mesrûk b. Ecdâ senediy­le rivayet etmiştir. Abdürrezzak diyor kî: Ma'mer, "Ergenlik yaşına girmiş kadın sözü hatadır. Kadınlara bir şey gerekmez." derdi. Ebu Ubeyd, el-Emvâl'de (s. 37) diyor ki: "Bizim görüşümüzce -Allah daha iyi büir ya- bu konuda sağlam ve mahfuz olarak gelen hadis, ergenlik yaşma girmiş kadının sözü edilmeyen hadistir. Zira müslümanlarm tatbik ettikleri budur ve Hz. Ömer de ordu komutanlarına böyle yazmıştır." Hz. Ömer'in mek­tubunu Ebu Ubeyd (s. 93), İsmail b. İbrahim - Eyyûb es-Sahtiyanî - Nâfi' - Hz. Ömer'in kölesi Eşlem senediyle şöylece kaydetmiştir: Hz. Ömer, ordu komutanlarına mektup ya­zarak onlara Allah yolunda savaşmalarını, kendileriyle savaşmayanlarla savaşmamaları­nı, kadınları ve çocukları öldürmemelerini ve yalnızca vücudunun tüylerini tıraş etmek için ustura kullanmış olanları öldürmelerini emretti. Ayrıca ordu komutanlarına, adam başı­na cizye koymalarını, kadınlardan ve çocuklardan cizye almamalarını ve yalnızca vücudu­nun tüylerini tıraş etmek için ustura kullanmış olanlara cizye koymalarım yazdı. Bu rivayetin senedi sahihtir.

[410] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/188-194.

[411] Müddessir, 74/1-2.

[412] Tevbe, 9/2.

[413] Tevbe, 9/5.

[414] İbn Kesîr (2/335), bu âyetin tefsiri hakkında şunları söyler: Müfessirler, buradaki "ha­ram ayların" hangileri olduğu konusunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Cerîr et-Taberî, bu ay-lann Allah'ın şu âyetinde zikredilenler olduğu görüşündedir: "Onlardan dördü haram aylardır. İşte bu dosdoğru dindir. Aylar hususunda kendi kendinize zulmetmeyiniz." {Tev­be, 9/36). Bunu Ebu Cafer el-Bâkır söylemiştir. Ancak İbn Cerîr et-Taberî: "Onlar hak-

kında, haram ayların sonuncusu Muharrem'dir." demiştir. Bu görüşü, Ali b. Ebı Talha, İbn Abbas'tan nakletmiştik Dahhâk da bu görüştedir. Ancak bu pek tutarlı değildir. An­latımdan çıkan o ki, İbn Abbas'ın görüşü, kendisinden nakledilen el-Avfî rivayetindeki görüşü olup bu görüş aynı zamanda Mücâhid, Amr b. Şuayb, Muhammed b. Ishak, Ka-tâde, Süddî ve Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'in de görüşüdür. Onlara göre bu haram aylardan maksat, Allah'ın şu sözüyle parmak bastığı dört tesyir ayıdır: "Yeryüzünde dört ay gezip dolaşın." {Tevbe, 9/2). Sonra da şu sözüyle: "Haram aylar çıktığında..." (Tev­be, 9/5). Yani: Size onlarla savaşmayı haram kıldığımız ve kendilerine mühlet verdiği­miz dört ay geçince, onları nerede bulursanız, kendileriyle savaşın. Çünkü (gramer bakımından) harf-i tarifin daha önce sözü geçene dönmesi, mukadder (tasarlanan) bir şeye

dönmesinden daha uygundur.

[415] Tevbe, 9/36.

[416] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/197-200.

[417] A'râf, 7/199-200.

[418] Mü'minûn, 23/93-97.

[419] Fn«ilet. 41/34.

[420] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/200-201.

[421] Bk. İbn Hişâm, 1/595; İbn Sa'd, 2/6; Taberî, 2/259-260; İbn Seyyidinnâs, 1/224; İbn -Kesîr, 2/238; Şerhu'l-Mevâhibi'l-Ledüniyye, 1/390. Gaza: Düşmanla çarpışmaya gitmek demektir.

Seriyye İse, düşman üzerine gönderilen keşif kollan, küçük askerî birlikler demektir. Bu  birlikler en az 5 kişilik, en çok 300-400 kişilik olurdu.

 Hadis ve siyer âlimleri, Peygamberimizin bizzat bulundukları askerî hareketleri gaza (=  gazve), kendisinin katılmayıp bir şahabının komutası altında gönderdiği askerî birliklere  de seriyye ismini vermektedirler.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/205.

[422] Bk  îbn Hişâm, 1/595-596; tbn Sa'd, 2/7; İbn Kesîr, 2/338-339.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/205-206.

[423] Bk. tbn Hişâm, 1/595-596; tbn Sa'd, 2/7; İbn Seyyidinnâs, J/225. Harran Medine vadi-lerindendir. Hum yakınlarındaki Mahacce'nin solunda yer alan kuyular olduğu da söylenmiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/206.

[424] Ebvâ: Karh vilâyetinden bîr köydür. Cuhfe'yle arasında 23 millik bir mesafe vardır. Bk. İbn Hişâm, 1/591; İbn Sa'd, 2/8; Taberî, 2/259; İbn Seyyidinnâs, 1/224; İbn Kesîr, 2/352; Şerhu 'I-Mevâhibi'l-Ledümyye, î/392.

Buharî, Sahihrmde (64/1) der ki: İbn îshak şöyle söylemektedir: Rasûlullah'm (s.a.) ilk gazvesi Ebvâ, sonra Buvât, sonra da Aşîra'dır. Yine Buharî (64/1) , Zeyd b. Erkam'-dan şöyle rivayet etmiştir: Zeyd'e denildi ki: Hz. Peygamber (s.a.) kaç gazveye çıkmış­tır? On dokuz, dedi. Sen, onunla (s.a.) kaç gazveye çıktın? sorusuna ise: On yedi diye cevap verdi. Râvi der ki: İlki hangisi idi? dedim. Aşîr ya da Aşîra, dedi. Bunu Katâde'ye-söylediğimde: "Aşîra'dır." dedi.

Yine Buharî'nin Sahih'inde (64/1) Büreyde'den: "Rasûlullah (s.a.) 16 defa savaşa çıkmıştır" şeklînde bir rivayet daha vardır. Müslim ise (1814), Büreyde'nin Rasûlullah (s.a.) ile beraber 16 savaşa katıldığını rivayet etmiştir. Müslim'in yine Büreyde'den bir başka rivayetine göre Rasûlullah (s.a.) 19 defa gazaya çıkmış ve sekizinde savaşmıştır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/206-207.

[425] Bk. İbn Hişâm, 1/598, 600; İbn Sa'd, 2/8, 9; İbn Kesîr, 2/361; Taberî, 2/260, 261 ve İbn Seyyidinnâs, İ/226.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/207.

[426] İbn Sa'd, 2/9.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/207.

[427] Ibn Hişâm, 1/598, 600; tbn Sa'd, 2/9, 10; Taberî, 2/260, 261; İbn Seyyidinnâs, 1/226; İbn Kesîr, 2/361.

[428] Buhari 8/58;Müslim 2409

[429] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/208.

[430] Beyhakî, Sünen, 9/12, 58^ 59.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/208-209.

[431] İbn Hişâm, 1/601, 604; tbn Sa'd, 2/10-11; îbn Seyyidinnâs, 1/227; Ibn Kesîr, 2/364, 365, 366, 371.

[432] Bakara, 2/217.

[433] Bakara, 2/193.

[434] Enam, 6/23.

[435] Zariyat, 15/14.

[436] Zümer,39/24.

[437] Büruc,85/10.

[438] Enam, 6/53.

[439] Araf, 7/155.

[440] Buharî, 92/9; Müslim, 2886; Ahmed b. Hanbel, 2/282: Ebu Hureyre'den; Tirmizî, Ahmed b. Hanbel, 1/169 ve 185: Sa'd b. Ebî Vakkâs'tan; Ahmed k Hanbel, 4/ İ10: Hareşeb. el-Hurr'dan.                                                       

[441] Tevbe, 9/49.                                                                              

[442] el-îsâhe. 1110: İbn Kesîr. 2/361. 362.                                         

[443] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/209-212.

[444] Bu, Ibnîshak'ın es-Sfre'sindeki (1/613 ve 1/411) sözü ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'-inde (3901 ve 3965) Abdullah b. Mes'ûd hadisinde geçen İfadedir. İbn Mes'ûd der ki: "Biz Bedir Savaşında, her üç kişi bir deveye nöbetleşe biniyorduk. Ebu Lübâbe ve Ali b. Ebi Tâlib, RasûluIIah'ın (s.a.) arkadaşları idiler." İbn Mes'ûd devam ediyor: "Rasû­luIIah'ın (s.a.) nöbeti İdi, Ebu Lübâbe ve Ali ona dediler ki: Biz senin ardmsıra yürürüz. O zaman Rasûlullah (s.a.): Siz ikiniz benden daha güçlü değilsiniz, ben de sizden daha fazla sevaptan müstağni değilim, dedi." Senedi hasendir. Hâkim (3/20 hadisin sahih olduğunu kabul etmiş, Zehebî de ona katılmıştır.                                           

[445]Medine'ye 40 mil uzaklıkta bir köydür.                                                           

[446] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/215-216.

[447] Enfâl, 8/47.                                                                                                  

[448] tbn İshak, es-Sîre, 1/621; Rasülullah (s.a.) Kureyş'in, kum tepesinden vadiye doğru in­diklerini görünce: Allah'ım; işte Kureyş, kibiriyle ve böbürlenmesiyle, Sana meydan oku­yarak ve Rasûlü'nü yalanlayarak geldi. Allah'ım! Süz verdiğin zaferi nasib eyle. Allah'ım! Onları yarına çıkartma!" buyurdu.

[449] Müellif H.nia ftncekî serivvede olanları kastediyor.

[450] Enfal 8/42.

[451] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/216.

[452] İbn Hişâm (1/620), İbn İshak'tan rivayet etmiş ve: "Selemoğullanndan bazı adamlar­dan işittim" demiştir ki, bu sözde îbn İshak ile Selemoğullarından olan adamlar arasın­daki râvi bilinmemektedir. Hâkim (3/426, 427) de hadisi mevsûl olarak rivayet etmiştir. Senedinde meçhul bir râvi vardır. Zehebî der ki: Hadis münkerdir. İbn Kesîr, Bidâye'ât (3/167) İbn Abbas'tan bu hadisi rivayet etmiş ve el-Emevî'ye nisbet etmiştir. Râviler arasında kelbi de vardır ve bu şahıs sika görülmemiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/217-218.

[453] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/218.

[454] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/117: Hz. Ali'den, sahih senedle; Müslim, 1779: Hz. Enes'ten.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/218-220.

[455] Müslim, 1763: Hz. Ömer'den rivayet etmiştir: "Bedir savaşında Rasûlullah (s.a.) müş­riklere baktı; onlar 1000, ashabı ise 319 kişiydi. Allah'ın Peygamberi (s.a.) kıbleye yö­neldi, sonra ellerini kaldırdı ve Rabbine hafif bir sesle yalvarmaya başladı: "Allah'ım! Bana verdiğin sözü tut, va'dini yerine getir. Allah'ım! İslâm ehlinden olan bu topluluk yok olursa, yeryüzünde Sana İbadet edecek kalmaz." Ellerini kaldırmış ve kıbleye yönel­miş olarak Rabbine seslenmeye devam etti, hatta ridası omuzlarından düştü. Ebu Bekir geldi, rİdasım aldı, omuzlarına koydu. Sonra arkasında durdu ve dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü; Rabbine bu kadar dua yeter. O, sana vermiş olduğu sözü yerine getirecektir..." Hadisi, Tirmizî ve Ali b. el-Medİnî sahih görmüşlerdir. Ayrıca Ahmed b. Hanbel (1/30, 32), Ebu Davud, Buharî (64/4), Tirmizî ve İbn Cerîr et-Taberi, İbn Abbas'tan şöyle ri­vayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.) Bedir savaşında: "Allah'ım; (peygamberlere) yar­dım sözünü ve (bana özel) zafer va'dini yerine getirmeni Senden isterim. Allah'ım; eğer Sen (şu bir avuç müslümanm helakini) diliyorsan, Sana ibadet eden bulunmayacaktır." diyordu. Ebu Bekir, elini tuttu ve: Bu kadar dilek yetişir, dedi. Rasûlullah (s.a.) çadır­dan: "(Bedir'deki) bu topluluk yakında muhakkak hezimete uğrayacak ve onlar (Kureyş) likalarına dönüp gidecekler." (Kamer 54/45) âyetini okuyarak çıktı.

[456] Enfal,8/12

[457] Eniâl, 8/9.

[458] îbn Kesîr, Ebu Amr, Âsim, tbn Âmir, Hamza ve Kisâî "mürdifine" şeklinde dal harfini kesralı; Nâfi ve Âsım'dan naklen Ebu Bekr "mürdefîne" şeklinde, dal harfini fethali okumuşlardır.

[459] ÂI-i İmrân, 3/124.                                                                                         ,

[460] Âl-i İmrân, 3/123, 125.                           

[461] Âl-i İmrân. 3/126.

[462] Âl-i îmrân, 3/121.

[463] Âl-i îmrân, 3/123.

[464] Âl-i İmrân, 3/124.

[465] Âl-i İmrân, 3/125.

[466] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/220-222.

[467] Bu davranış, câhiliyye araplannda bir gelenektir. Haksızlığa uğrayan birisi, soyunu biselerini çıkararak sallardı ki, haksızlığa uğradığı anlaşılıp diğerleri yardıma gelsin, kikaten yardıma da gelirlerdi.

[468] Mübâreze: Eskiden iki ordu karşılaştıklarında topluca savaşmadan önce iki taraftar zı şahıslar ortaya çıkıp birer birer, ikişer ikişer çarpışırlardı.

[469] Ahmed b. Hanbel, 1/117; Ebu Davud, 2665; güçlü bir senedle.

[470] Hadiste geçen kelimesi, vücudundaki müzmin bir hastalık veya belâ  kırıklık, kesiklikten dolayı yatalak hasta olan kişiler için kullanılır. Şâir şöyle der:

Beni götürmedin, sizden sonra hasta olarak kaldım; Size acının, elemin kızgınlığından şikâyet ediyorum.

[471] Hâkim, Müstedrek, 3/187, 188: İbn Abbas'tan.

[472] Buharı, 64/8: Ebu Zer'den (r.a.) Ebu Zer, "işte Rableri hakkında hasımlık yapan iki taraf..." (Hacc, 22/19) âyetinin Bedir savaşında mübarezeye (düelloya) çıkan Hz. Ham­za ile iki arkadaşı ve Utbe ile iki arkadaşı hakkında indiğine yemin ederdi. Ayrıca Buharı (64/8), Hz. Ali'den: "Kıyamet günü hesaplaşmak için Allah'ın huzuruna ilk defa diz çö­kecek şahıs benim" dediğini rivayet eder. Rivayeti Hz. Ali'den aktaran râvi Kays b. Ab-bâd dedi ki: "İşte Rableri hakkında hasımlık yapan iki taraf..." âyeti, Bedir savaşında birbirine meydan okuyan Ali, Hamza, Ubeyde ile Şeybe b. Rabîa, Utbe b. Rabîa ve Ve-lid b. Utbe hakkında nazil olmuştur. Bundan, yemin edenin müellifin dediği gibi Hz. Ali olmayıp Ebu Zer olduğu anlaşılır.

[473] Bk. Dipnot: 10.

[474] tbn Hişâm, es-Sîre, î/626, 627, senedsiz olarak. Emevî de, İbn Kesîr'de (2/434) geçtiği gibi îbn İshak yoluyla, "Bana Zührî, Abdullah b. Sa'lebe b. Saîr'den nakletti" diye ri­vayet eder. Lafzı şöyledir: Topluluk karşılaştığı zaman Ebu Cehil şöyle dedi: "Allah'ım; akrabalık bağlarını koparan ve bize bilmediğimizi getireni sabaha çıkarma" O böylece zafere ulaşmak istiyordu. Onlar bu durumda iken, Allah Teâlâ müslümanları düşmanla­rıyla karşılaşmaya teşvik etti, düşmanlarını müslümanlann gözüne az gösterdi; öyle ki onlarla çarpışmak istediler. Rasûlullah (s.a.) da çardakta birazcık uyukladı. Sonra uyan­dı ve: "Müjdele, Ebu Bekir! İşte Cebrail, sarığını sarmış, atının dizginlerini tutarak ge­mini çekiştirerek geliyor. Va'dettiğim Allah'ın yardımı geldi." buyurdu. Buharı (64/11), İbn Abbas'tan Hz. Peygamber'in (s.a.) Bedir savaşında: "Jşte Cebrail, atının başını tut­muş ve üzerinde savaş âletleri var." buyurduğunu nakletmiştir.

[475] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/222-224.

[476] İbn Hişâm, 1/663; İbn Kesîr, 2/432, 433; Şerhu Mevâhibu'l-Ledûniyye, 1/423.

[477] Enfâl, 8/49.

[478] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/224-225.

[479] Ahmed b. Hanbel, 3/136, 137; Müslim, 1901; Hâkim, 3/426: Enes b. Mâlik'ten.

[480] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/225-226.

[481] Taberânî, senedini vererek îbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Bu sened hakkında Heysemî (6/84) şöyle demiştir: "Râviieri sikadır." Bu rivayet şöyledir: "Peygamber (s.a.) Hz. Ali'ye: Bana bir avuç kum ver, buyurdu; o da verdi. Rasûlullah (s.a.) da onu Kureyştilerin yüzü­ne attı. öyleki Kureyşlilerden gözleri kura dolmayan hiçbir kimse kalmadı." Daha önce geçen Abdullah b. Saîr hadisinin lafzı ise şöyledir: "Rasûlullah (s.a.) emredip, eliyle bir avuç kum aldı, sonra çıktı. Kureyşlileri karşısına aldı: Yüzleri buruşsun, buyurdu ve o kumu onlara doğru üfledi. Sonra ashabına: Yükleniniz! Hezimetten başka bir şey olma­yacaktır. Allah Teâlâ onlardan öldüreceğini öldürecek, esir alacağını esir alacaktır, bu­yurdu." Hakîm b. Hizâm'ın rivayeti ise şöyledir: "Bedir savaşında Rasûlullah (s.a.) emir buyurup bir avuç kum aldı, onu karşımıza almıştık, o bir avuç kumu attı ve, yüzleri bu­ruşsun, buyurdu. Hezimete uğradık. îşte bunun için Allah azze ve celle: "...Attığında da sen atmadın, fakat Allah attı..." (8/17) âyetini indirdi." Heysemî, Mecmau'z-ZevâicTde (6/84) şöyle der: "Taberânî rivayet etmiştir. Senedi hasendir." Bk. tbn Kesîr, 2/295.

[482] Enfâl, 8/17.                                                                          

[483] Müslim, 1763; Hz. Ömer hadisinden.                                 

[484] Ibn Hişâm, es-Stre, 1/633; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/450: İbn İshak yoluyla, senedi hasendir.

[485]Ahmed b. Hanbel, 1 /İ17: Hz. Ali hadisinden. Senedi sahihtir.  

[486] Heysemî, Mecmau'z-Zevaid'de (6/77) şöyle der: Taberânî rivayet etmiştir. Senedindeki Abdülaziz b. tmrân adlı râvi zayıftır. Hafız İbn Hacer, Takrîb'de: "Metruktür. Kitapla­rı yakılmış ve hadisleri ezberinden rivayet ettiği için çok yanılmıştır." diyerek Abdüla-ziz'i tenkid etmiştir.                                                          *

[487] Enfâl, 8/19.

[488] İbn Hişâm, 1/628.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/226-228.

[489] Buharı, 64/7; Müslim, 1800; Ahmed b. Hanbel, 3/115, 121 ve 236, Enes hadisinden özetle. Ayrıca Ahmed b. Hanbel (1/444) uzun bir şekilde îbn Mes'ûd'dan rivayet eder. Râvileri sikadır, ancak Ebu Ubeyde babasından işitmemiştir. Hadisi Heysemî, Mecmau'z-Zevâİd'de (6/79) Taberânî'den rivayet edip; "Muhammed b. Vehb b.

Ebî Kerîme dışındaki râvile­ri Sahih râvileridir. Muhammed de sikadır." demiştir.

[490] İbn Hişâm, 1/632, îbn İshak'tan. Senedi hasendir. Aynısını Buharî (40/2) de rivayet et­miştir.

[491] İbn Hişâm, 1/637; ibn İshak'tan, senedsiz olarak.

[492] Buharî, 64/12.

[493] İbn Kesîr'in es-Sîre'de (2/448) zikrettiğine göre Beyhakî, Delâlilii'n-Nübüvve'de Hâkim tankıyla Muhammed b. Sâlih-Fadl b. Muhammed eş-Şa'râmMbrahim Münzir-Abdülaziz b. İmran-Rifâa b. Yahya-Muaz b. Rifâa b. Râfiî-babasından rivayet etmiştir. İbn Kesîr der ki: Hadis bu yönden garîbtir. İsnadı ceyyiddir. Hadisi tahric etmemişlerdir. Teberâ-nî, İbrahim b. Münzir'den rivayet etmiştir. Bu isnad nasıl ceyyid olur anlayamıyoruz. Çünkü isnadda Abdülaziz b. îmran ez-Zühri vardır. Bu zât hakkında Nesâî: "Metruk­tür"; Buharî: "Hadisi bırakılır, ondan hadis yazılmaz"; Ebu Hatim: "Gerçekten hadisi zayıf ve terkedilen biridir." demişler ve Tirmizî ile Dârakutnî de zayıf görmüşlerdir, tbn Hibbân: "Meşhurlardan münker hadisler rivayet eder"; Ömer b. Şebbe ise: "Hadiste çok hata yapardı. Kitapları yakıldı, hafızasından hadis rivayet ederdi." demişlerdir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/228-230.

[494] tbn Hişâm (1/639), tbn İshak'tan; **Bana bir âlim rivayet etti. Rasûlullah (s.a.)..." şek­linde aktarmıştır. Senedi mu'daldır. Ahmed b. Hanbel'in (6/170) Hz. Aişe'den merfû olarak rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: "Allah'ın belâsını verdiği peygamber kavmi! O ne kötü bir kovmaydı beni ve ne şiddetli bir

yalanlamaydı." Râvi-leri sikadır, fakat munkatı'dır. Çünkü İbrahim en-Nehaî, Hz. Aişe'den hadis dinleme­miştir.

[495] Buharî, 64/7; Müslim, 2874; Nesâî, 4/109 ve 110: Enes'den. Ahmed b. Hanbel, 2/131; Nesâî, 4/111: îbn Ömer'den.

[496] Buharı, 64/36: Ebu Talha'dan.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/230.

[497] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/231.

[498] Müslim, 1901; Ahmed b. Hanbel, 3/136: Enes b. Mâlik hadisinden.

[499] Bedir savaşı için Bk. îbn Hişâm, 1/606, 715, 2/43; İbn Sa'd, 2/11, 27; İbn Kesîr, 2/370, 515 Şerhu Mevâhibi'l-Ledüniyye, 1/406, 453; Taberî, 2/265; ibn Seyyidinnâs, 1/230/"

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/231.

[500] İbn Hişâm, 2/43, 44; İbn Sa'd, 2/35, 36; İbn Seyyiddinnâs, 1/294; İbn Kesîr, 2/539; Şerhu Mevâhibi'l-Ledünİyye, 1/454.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/233.

[501] İbn Hişâm, 2/44, 45; İbn Sa'd, 2/30; Şerhu Mevâhibü'l-Ledüniyye, i/458; İbn Seyyi-dinnâs, 1/344; İbn Kesîr, 2/520. Sevik: Kavut denen, arpa ve buğday unu. Cahiliye dö­neminde şarapla karıştırılıp yemek yapılırdı.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/233-234.

[502] İbn Hişâm 2/46;İbn Sad,2/34,35;İbn Kesir,2/3,5;;İbn Seyyidinas,1/303

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/234.

[503] İbn Hişâm, 2/46; îbn Kesîr, 3/4, 5; Şerhu Mevâhibi'l-Ledüniyye, 2/16; İbn Sa'd, 35, 36; İbn Seyyiddinnâs, 1/304.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/234.

[504] İbn Hişâm, 2/17; îbn Sa'd, 2/28; İbn Kesîr, 3/5; Şerhu Mevâhibi'l-Ledüniyye, 1/456; İbn Seyyiddinnâs, 1/294.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/234.

[505] ibn İshak ve başkaları şöyle derler: Tay kabilesi kollarından Nebhanoğullan'ndan bir araptı. Babası cahiliyye dönemindeki bir kan davasından Medine'ye gelip Nadîroğullan ile anlaştı, onlar arasında mertebesi yükseldi ve Akîle bt. Ebi'l-Hakîk ile evlendi. Akîle ondan Kâ'b'ı doğurdu. Uzun boylu, iri cüsseli, koca karınlı, İri başlı bir adamdı. Ebu Davud (3000), Zührî tankıyla Abdurrahman b. Abdullah b. Kâ'b b. Mâlik, o da baba­sından rivayet etmiştir: Kâ'b b. Eşref şairdi, Hz. Peygamber'i (s.a.) hicvederdi ve Kureyş kâfirlerini Hz. Peygamber'e (s.a.) karşı kışkırtırdı. Rasûlullah (s.a.) Medine'ye geldiğin­de Medineliler karışık (yahudi, müşrik, müslüman içice) yaşıyorlardı. Rasûlullah (s.a.) onları ayırmak istedi. Yahudiler ve müşrikler Müslümanlara en şiddetli biçimde zulme­diyorlardı. Allah Teâlâ Rasûlü'ne (s.a.) ve müslamanlara sabretmelerini emretti. Kâ'b zulmünden vazgeçmeye yanaşmayınca, Rasûlullah (s.a.) Sa'd b. Muaz'a Kâ'b'ı öldür­meleri için bir müfreze göndermesini emir buyurdu.

[506] Buharı, 64/15; Müslim, 1801; Ebu Davud, 2678; îbn Hişâm, 2/51, 58; İbn Sa'd, 2/31, 34; Şerhu Mevâhibi'l-Ledünniyye, 2/8, 14; İbn Kesîr, 3/9, 17.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/235.

[507] Ehâbiş: Dağlık yörelerdeki kabileler olup İslâm'dan önce Kureyşle aralarında geçen bir sa­vaşta Leysoğullanna katılmışlardı. Denilir ki: Hayır, bu doğru değil. Mustalıkoğullan ile Hevn b. Huzeymeoğullan Mekke'nin aşağı taraflannda Habeşî dağı yanında toplandılar ve orada Kureyş'le anlaşma yaptılar. "Gece bürüdüğü, gündüz açıldığı ve Habeşî dağı yerinde sebat ettiği sürece bizim dişımızdakilere karşı biz, bir tek el gibiyiz" diye Allah adına and içtiler. Bu yüzden Kureyş'in Habeşîleri denilmek suretiyle dağın adıyla isimlendirildiler.

[508] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/239.

[509] İbn Hişâm, 2/63, 66; îbn îshak'tan, o da Zührî ve bir başkası yoluyla mürsel olarak riva­yet etmiştir. Buharî (64/17) bazısına değinmiştir. Hadisin tamamını ve bir benzerini Ah-med b. Hanbel (3/351) de rivayet etmiştir. Dârimî (2/129, 130) ise mevsûl olarak İbn Zübeyr yoluyla Câbir'den aktarmıştır, râvileri sikadır. Bu hadisin İbn Abbas'tan rivayet edilen şahidini ise Hâkim (2/128, 129, 296, 297) ve Ahmed b. Hanbel (290) rivayet etmiştir. Ha­kim hadisi sahih görmüş, Zehebi de ona muvafakat etmiştir.

[510] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/239-240.

[511] Bir önceki dipnotta geçen Câbir hadisinin bir bölümüdür.

[512] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/240-241.

[513] tbn Hişâm (2/65), tbn tshak'tan senedsiz olarak; Buharî ise (64/17) Berâ'dan nakleder: O gün müşriklerle karşılaştık. Peygamber (s.a.) bir okçu birliğini yerleştirdi ve onlara Ab­dullah b. Cübeyr'i komutan yaptı ve: "(Yerinizi) terketmeyiniz, galip geldiğimizi görseniz de (yerinizi) terketmeyiniz. Onların bize galip geldiğini görseniz bile bize yardıma gelme-yiniz..." buyurdu. Hadisi Ahmed b. Hanbel {4/293, 294) de rivayet etmiştir. Ebu Davud ise (2662) yine Berâ'dan şöyle rivayet etmiştir: "Uhud Savaşında Rasûlullah (s.a.) okçula­rın -ki 50 kişiydiler- başına Abdullah b. Cübeyr'i koydu." Râvi dedi ki: "Onları bir mev­kie yerleştirdi" ve şöyle buyurdu: "Bizi kuşların kaptığını görseniz bile ben size haber gönderinceye kadar (yerinizi) terketmeyiniz. Bizim düşmana galip geldiğimizi ve onları ezip çiğnediğimizi bile görseniz size haber gönderinceye kadar (mevkiinizi) terketmeyiniz..." buyurdu. Bu hadisin şahidi İbn Abbas hadisi olup Ahmed b. Hanbel (1/287, 288) rivayet etmiştir. Senedi kavidir.                                               

[514] Sahihlerde bunun aksi görülmektedir. Buharî, 64/29; Müslim, !868; Ebu Davud, 2957 ve 4406; Tirmizî, 1711 ve

1361; İbn Mâce, 2543; Nesâî, 6/155, 156; Ahmed b. Hanbel, 2/17; ibn Ömer'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasûlullah (s.a.) Uhud savaşında bana baktı -ben 14 yaşındaydım- ve izin vermedi. Hendek savaşında baktı -15 yaşındaydım- ve bana izin verdi."

[515] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/241-242.

[516] Ebu Davud, 2596, 2638; Ebu'ş-Şeyh, Ahlâku'n-Nebî; Ahmed b. Hanbel, 4/46: İkrime b. Ammâr yoluyla lyâs b. Seleme'den, o da babasından rivayet etmiştir. Senedi hasendir. Hâkim (2/107) sahih görmüştür. Dârimî, 2/219; Hâkim, 2/107, 108: Ebu'I-Gamîs hadi­minden lyâs b. Seleme yoluyla babası Seleme'den rivayet etmiştir. İsnadı sahihtir.

[517] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/242.

[518] İbn Hişâm (2/77), ibn Ishak'tan aktarmıştır: Yahya b. Abbâd b. Abdillah b. Zübeyr-babası Abdullah b. Zübeyr-babası Zübeyr'den rivayet etmiştir: "Vallahi, az veya çok hiçbir mal olmaksızın paçalarını sıvamış kaçar durumdaki Hind bt. Utbe ile arkadaşla­rının halhallanna baktığımı görür gibiyim. Biz düşmanı kovalarken okçular askere mey­ledip arka tarafımızı (düşman) atlılara boşalttıklarında onlar arkamızdan geldiler ve birisi şöyle bağırdı: "Haberiniz olsun, Muhammed öldürüldü!" Düşmanın bayraktarlarını öl­dürmüş ve onlardan hiçkİmse bayrağa yaklaşamaz hale gelmişken biz geri çekildik ve düşman dönüp üzerimize saldırdı." İsnadı sahihtir.

[519] Buharî, 64/24; Müslim, 1790: Sehl b.Sa'd hadisinden,

[520] Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve'sindt, îbn Kesîr'in (2/447) Yahya el-Hamânî yoluyla Ab­durrahman b. Süleyman b. Gasîl-Âsim b. Ömer b. Katâde-babası ve dedesi Katâde b. Nu'man'dan şöyle rivayet ettiğini kaydetmiştir: (Katâde'nin) Uhud savaşında gözbebe­ği (yanağına) elmacık kemiğine düşmüştü, koparmak istediler. Durumu Hz. Peygam-ber'e (s.a.) arzettiler: "Hayır!" dedi ve onu yanma çağırarak gözbebeğini eliyle yerine koydu. (Gözü

öylesine iyileşmişti ki daha sonra) hangi gözünün vurulduğunu bilemi­yordu. Ömer b. Katâde dışında râvileri sikadır. Ömer'i İbn Hibbân'dan başkası sika kabul etmemiş ve kendisinden oğlu Âsım'dan başkası rivayette bulunmamıştır. İbn Ha-cer, el-îsâbe'de (7078) şöyle diyor: "Katâde'nin gözünün Uhud savaşında vurulduğu bir başka yoldan da rivayet olunmuştur. Bunu Dârakutni İle İbn Şahin, Abdurrahman b. Yahya el-Uzrî yoluyla Katâde b. Nu'man'dan şu şekilde rivayet ediyorlar: Gözü yanağı­na, elmacık kemiğinin üzerine akmış. Hz. Peygamber (s.a.) de onu yerine koymuş ve (bundan sonra) gözlerinin en iyi göreni (o gözü) olmuştu. Abdurrahman b. Yahya el-Uzrî adlı râvî de tenkid edilmiştir. Ukaylî diyor ki: Meçhul bir râvidir; bu bakımdan hadis delil alınamaz. Yine Dârakutnî ve Beyhakî, (Delâil'inde) Iyâz b. Abdillah b. Ebi Şerh tarîkiyla Ebu Saîd el-Hudrî-Katâde'den; İbn Hişâm'ın Sfre'sinde (2/82) aktardığı­na göre îbn İshâk, Âsim b. Ömer b. Kâtade'den uzun bir mürsel hadis olarak benzer rivayetlerde bulunmuşlardır. İbn Abdilber, el-îsüâb adlı eserinde, ilk rivayetin daha sa­hih olduğunu söylemiştir.

[521] İbn Hişâm, (2/83) İbn İshak'ın, Benî Adiy b. Neccâr'ın kardeşleri Kasım b. Abdurrah­man b. Râfı'den rivayet ettiğini aktarır. Kâsım'ı, Ibn Hatim (7/13) zikretmiş, ancak her­hangi bir cerh ve ta'dîl kaydetmemiştir. Buharî ve Müslim (1903) de Enes b. Mâlik'ten benzer rivayetlerde bulunmuşlardır.

[522] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/243-244.

[523] tbn Hişâm, (2/84) sened zikretmeksizin kaydeder. İbn Kesîr, (2/63) Ebu'l-Esved'in Ur-ve b. Zübeyr'den ve Zührî'nin Saîd b. Müseyyeb'ten rivayet ettiklerini aktarır. Her iki rivayet de mürseldir. tbn Kesîr'in (2/44) aktardığına göre, TaberPnin Süddî yoluyla mürsel olarak rivayet ettiği uzun hadis içinde geçmektedir.

[524] îbn Hişâm, (2/75), senedsiz olarak aktarır. Hâkim, (3/204, 205), Beyhakî (4/15) ve Ser-râc'ın tbn îshak yoluyla Yahya b. Abbâd b. Abdullah b. Zübeyr-babası-dedesi yoluyla rivayetleri vardır. Senedi ceyyiddir. Heysemî'nin Mecmau'z-Zevâid'âe (3/23) söylediği­ne göre bu hadisin Taberânî'nin hasen senedle îbn Abbas'tan rivayet ettiği bir şahidi vardır. Ayrıca Îbn Sa'd'm kaydına göre (3/1/9), Hasan el-Basrî'den kavî mürsel bir şa­hidi daha vardır.

[525] Bu, Ahmed b. Hanbel ile Ebu Hanîfe'nin görüşüdür. Mâlik, Şâfıî, Ebu Yusuf ve Mu­hammed ise: "Delilin umumiliği sebebiyle şehid yıkanır. Zira vâcib olsaydı meleklerin yıkamasıyla sakıt olurdu. Halbuki Hz. Peygamber (s.a.) yıkanmasını emretmiştir." de­mektedirler. Şevkânî de: "Bu doğrudur" demektedir. Bk. Muğnî, 2/530, 531.

[526] İbn Hişâm, 2/90; Ahmed b. Hanbel, 5/428, 429: îbn tshak'dan, Husayn b. Abdurrah-man b. Amr b. Sa'd b. Muaz-Ebu Ahmed'in azatlısı Ebu Süfyân-Ebu Hureyre yoluyla rivayet ediyorlar. Senedi güçlüdür.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/245-246.

[527] Müsle: Cesedin, ölünün kulağını, burnunu kesmek, karnını deşmek şeklinde yapılan ci-hiliyye davranışı.

[528] Buharî, 64/9; Ahmedb. Hanbel, 4/293: Berâ'dan. Ahmedb. Hanbel, 1/287, 288, 463: îbn Abbas'tan, hasen senedle.                                    

[529] Bir Önceki dipnotta kaynağı gösterilen Îbn Abbas hadisinde geçmektedir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/246-248.

[530] Âl-i İmrân, 3/152.

[531] Ahmed b. Hanbel, 1/287, 288, 463; Hasen senedle rivayet etmiştir ve Hâkim (2/296, 297) de sahih görmüştür.

[532] Buharî, 64/18; Müslim, 2306.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/248-249.

[533] Müslim, 1789.

[534] İbn Hibbân, 2213; Ebu Davud et-Tayâlisî, 2/99. Senedinde zayıf oluşunda ittifak olu­nan İshak b. Yahya b. Talha b. Ubeydullah et-Teymî vardır. Hadisi Hâkim (3/26, 27) sahih kabul etmiş, Zehebî de şu sözleriyle ona katılmıştır: "İshak metruktür." Heyse-mî, Mecmau'z-ZevâicTde. (6/112) hadisi nakledip Bezzâr'a nisbet etmiş ve "Senedindeki İshâk b. Yahya b. Talha adlı râvi metruktür." demiştir.

[535] "Tanıdığım ok"tan maksat, Rasûlullah'm (s.a.) kendisine verdiği oktur. Sa'd, o oku atıp birisini öldürüyor, müşrikler aynı oku alıp müslümanlar tarafına atıyorlar, Sa'd da tekrar aynı oku atıp birilerini öldürüyordu.

[536] Buharı, 64/24; Müslim, 1790.

[537] Buharî, 64/21; Müslim, 1791; Tirmizî, 3005, 3006; İbn Mâce, 4027; Ahmed b. Hanbel, 3/99, 178, 201, 206, 253, 288: Hz. Enes'ten. Âyet: Âl-i İmrân, 3/128.         

[538] Buharî, 64/17; Müslim, 1903; Tirmizî, 3198, 3199; Ahmed b. Hanbel, 3/201, 253: Hz. Enes'ten

[539] Buharî, 64/18.

[540] ibn Hişâm, es-Sİre, 2/94, 95; tbn lshâk'tan; Mâlik, Muvatta, 2/465, 466: Yahya b. Sa-■ îd'den mürsel olarak rivayet etmişlerdir. İbn Abdilder der ki: Bu hadisi müsned olarak

bilmiyorum; siyer âlimlerince mahfuz bir hadistir.

[541] Ibn Kesîr (1/409), îbn Ebî Necîh-babası senediyle kaydetmiş ve "HafizEbu Bekr el-Beyhakî, Detâilu'n-Nübüvve adlı eserinde rivayet etmektedir." demiştir. Âyet: Âl-i İm-ran, 3/144.

[542] Hâkim (3/199, 200), Sâid b. Müseyyeb yoluyla "Abdullah b. Cahş dedi ki" şeklinde rivayet etmekte ve: "Mursel olmasaydı, Şeyhayn'ın şartına göre sahih olacaktı." demek­tedir. Zehebî de kendisine katılmaktadır. Hadisin şâhidleri için Bk. eî-İsâbe, 4583.

[543] îbn Hişâm, (es-Sîra, 2/90, 91) İbn İshak'tan, ravileri sika bir senedle naklediyor. Wh-med b. Hanbel (5/299), Ebu Katâde'den şöyle rivayet ediyor: Ebu Katâde anlatıyor: Emr b. Cemûh, Rasülullah'a geldi ve: Ya Rasûlallah (s.a.)! Şu ayağım sağlam olarak cennette gezebilmem için öldürülünceye kadar Allah yolunda savaşsam, ne

dersiniz? de­di. Ayağı topaldı. Rasûlullah (s.a.): "Evet!" buyurdu. Uhud savaşında kendisi, karde­şinin oğlu İle kölelerinden biri şehid edildiler. Rasûlullah (s.a.) cesedlerine rastlayınca: "Şu (sakat) ayağın iyileşmiş olarak cennette yürüdüğünü görür gibiyim." buyurdu. Ra­sûlullah (s.a.) emir verdi, o ikisini ve kölelerini bir kabre koydular. İbn Hacer'in Fethu'l-Börî'âe dediği gibi senedi hasendir.

[544] îbn Hişâm, 2/83: tbn İshak'tan. Daha önce de geçti.

[545] Daha Önce geçti. Bk. Dipnot: 11

[546] İbn Kesir, Tefsirinde (1/416) Vâkidî'den nakleder. Çok zayıftır.

[547] İbn Hacer, el-îsâbe'te (7637) munkatı1 olarak rivayet eder.

[548] Âl-i Imrân, 3/121.

[549] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/249-254.

[550] Bu, Üseyd b. Hudayr, Câbir b. Abdillah, Kays b. Kahd ve Ebu Hureyre'nin görüşü olup Evzâî, Ahmed b. Hanbel, Hammâd b. Zeyd, İshâk ve Îbnü'l-Münzir bununla amel et­mişlerdir. İmam Mâlik bir rivayetinde: "Ayakta durmaya gücü yetenin, oturan kimse­nin arkasında kıldığı namaz sahih değildir." demiştir ki bu da, Muhammed b. Hasan'ın kavlidir. Sevrî, Şafiî ve ashâb-ı re'y (Hanefîler): "oturanın arkasında, ayakta durmaya gücü yeten insan ayakta durarak (kıyamda bulunarak) namaz kılar" demişlerdir. Bk. İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/220, 221; el-Muhallâ, 3/59; Neylû'I-Evtâr, 3/159.

[551] îbn Hişâir (2/88), İbn İshak'tan aktarmıştır. Âsim b. Ömer b. Katâde anlatıyor: Ara­mıza kendisine Kuzman

denilen, kimlerden olduğu bilinmeyen bir adam gelmişti. Rasû-lullah (s.a.) kendisine bu adamdan söz edilince: "O cehennemliklerdendir." diyordu. Âsim devam ediyor: "Uhud savaşı olduğunda çok çetin bir biçimde savaştı ve tek başı­na müşriklerden 8 veya 9 kişiyi öldürdü. Cesaret sahibi bir insandı. Sonra yaralandı, Zaferoğulları'nın evine taşındı. Müslümanlardan bazıları ona: Vallahi, bugün çok çalış­tın (güzel savaştın) ey Kuzman, müjdeler olsun!" demeye başladılar. O ise: Neden müj­deler olsun?! Vallahi, sadece kavmimin hesabına (veya kavmimden utandığım için) savaştım. Böyle olmasaydı, savaşmazdım, diyordu. Yarası ağırlaşmca (dayanamadı) sa­dağından bir ok alarak onunla kendini öldürdü." Râvileri sikadır, ancak mürseldir.

Ayrıca Buharı (64/38) ve Müslim (U2), Sehl b. Sa'd es-Saîdî'den rivayet ediyorlar: Sehl anlatıyor: Rasûlullah (s.a.) ve müşrikler karşılaşıp savaştılar. Rasûlullah (s.a.) as­keri karargâhına, diğerleri de kendi karargâhlarına döndüler. İçlerinde Rasûlullah'm (s.a.) ashabı arasında bir adam vardı ki düşman ordusundan ayrılan bir adam gördü mü peşine düşüyor ve kılıcı ile vurmadan bırakmıyordu. Bunun üzerine ashâb-ı kiram:

—Bugün bizden hiçbiri falan kadar yararlılık gösteremedi, dediler. Rasûlullah (s.a.) da:

—Dikkat edin, o adam cehennemliklerdendir, buyurdu.

Bunun üzerine bir sahabî "Ben devamlı onun yanında olacağım" dedi. Onunla bir­likte çıktı, o durdukça duruyor, hızlandıkça hızlanıyordu. Derken adam ağır bir şekilde yaralandı. Çabuk ölmek İstedi; kılıcının kabzasını yere, sivri ucunu da iki memesi arası­na dayadı ve kılıcının üzerine yüklenerek kendisini öldürdü. Onu takip eden sahabî Ra-sûlullah'ın (s.a.) huzuruna çıkarak: "Senin Allah'ın Rasûlü olduğuna şehâdet ederim." deyince, Rasûlullah (s.a.): "Ne oldu ki?" buyurdu. O da: "Az önce cehennemlik oldu­ğunu söylediğin adam yok mu, cemaat onun meselesini büyüttü. Ben de, ben sizin için onu izlerim, diyerek onu aramaya çıktım. Sonunda ağır bir biçimde yaralandı. Çabuk ölmek istedi, kılıcının kabzasını yere, sivri ucunu iki memesi arasına dayadı, sonra üze­rine yüklenerek kendisini öldürdü." dedi. O zaman Allah Rasûlü (s.a.): "Adam bazan cehennemlik olduğu

halde, görünürde cennet ehlinin amelini işler. Bazan da adam cen­netlik olduğu halde insanların gözü Önünde cehennemliklerin amelini İşler" buyurdu.

Ebu Ya'Iâ el-Mavsılî, Müsned adlı eserinde buradakinin benzeri bir hadis rivayet etmiştir. Ancak başlangıcı şöyledir: Rasûlullah'a (s.a.) Uhud savaşında: "Falanın gös­terdiği kadar yararlıkta bulunanı görmedik, insanlar kaçtı ama o kaçmadı..." denildi. RâvİIer arasındaki Saîd b. Abdirrahman el-Kâdî'den her ne kadar Müslim rivayette bu­lunmuşsa da, Hafız İbn Hacer, et-Takrib'de bu şahıs için "Sadûktur, fakat hakkında vehmedilmiştir" demektedir. Bununla birlikte Heysemî de Mecmau'z Zevâid'de (6/116) "Râvileri Sahih râvileridir" diye kaydetmektedir. Aynca Bk. Buharî, 56/185; Müslim, 112; Ebu Hureyre'den şöyle rivayet etmişlerdir: Rasûlullah'la (s.a.) beraber Hayber sa­vaşına katıldık. Rasûlullah (s.a.) yanında bulunanlardan müslüman olduğunu iddia eden bir adam hakkında: "O, cehennemliktir." buyurdu... Yİne bu hadiste, Rasûlullah'm (s.a.) BilâPe, insanlar arasında, "Cennete ancak müslüman olan kişi girer ve Allah Teâlâ bu dini fâcir kimse ile de te'yid eder, destekler." diye seslenmesini emrettiği de kaydedil­mektedir.

[552] Bu konuda Hz. Peygamber'den (s.a.), onun Uhud'da ve başka gazvelerde şehid düşen­ler üzerine namaz kıldığı vâriddir. Nesâî (4/60), Tahâvî (Şerhu Meâni'l-Âsâr, 1/291), Beyhakî (4/15, 16), Şeddâd b. el-Hâd'dan şöyle rivayet etmişlerdir: Çöl bedevilerinden bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi, kendisine iman edip tâbi oldu, sonra da: "Se­ninle birlikte (yurdumdan, vatanımdan) hicret ediyorum (ayrılıyorum)" dedi. Hz. Pey­gamber (s.a.) onu ashabından bazılarına emanet etti. Hayber gazvesi vuku bulduğunda Rasûlullah (s.a.) bir miktar ganimet ele geçirdi; ganimeti taksim etti ve o şahsın payını da ayırdı. Kendileri için ayırdığı paylan da arkadaşlarına verdi. O şahıs ordunun arkası­nı koruyan ardçılardandı. Gelince, payını kendisine verdiler. "Bu nedir?" dedi. "Rasû­lullah'm (s.a.) sana ayırdığı pay" dediler. Payım alıp Hz. Peygamber'in (s.a.) yanma geldi. Aralarında şu konuşma geçti:

—Bu nedir?

—Sana ayırdığım paydır.

—Ben sana bunun için tâbi olmadım. Ben sana, şurama -boynunu işaret etti- bir ok atılsın da öleyim ve cennete gireyim diye tâbi oldum.

—Allah'ı tasdik edersen, O da senin isteğini gerçekleştirir.

Kısa bir süre eğleştiler ve sonra düşmanla çarpışmak için kalktılar. Bir müddet son­ra bu şahıs taşınarak Hz. Peygamber'e (s.a.) getirildi. İşaret ettiği yerden bir ok isabet etmişti. Hz. Peygamber (s.a.) "Bu, o mu?" buyurdu.

"Evet" dediler. "O, Allah'ı das-dik etti, Allah da onun isteğini gerçekleştirdi." dedi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.)

onu kendi cübbesine kefenledi, öne koyup cenaze namazını kıldı. Cenaze namazını kıldırır­ken Hz. Peygamber (s.a.) şu duayı okudu: "Allah'ım; bu Senin kulundur. Senin yolun­da hicret ederek çıktı, şehit olarak öldürüldü, ben de buna şahidim." Hadisin senedi sahih olup Hâkim (3/595, 596) bu hadisi sahih kabul etmiş, Zehebî de onu tasdik etmiş­tir.

Tahâvî, Şerhu Meâni'l-Âsâr adlı eserinde (1/290) Abdullah b. Zübeyr'den nakledi­yor: "Uhud savaşında Hz. Hamza (nın cesedi) Rasûlullah'a (s.a.) getirildi, bir bürdeye sarıp namazını kıldı, dokuz tekbir aldı. Sonra diğer şehidler getirildi ve sıralandı. Bun­ların cenaze namazlarını kılarken, onlarla birlikte Hz. Hamza'nın da namazını (yeni­den, tekrar tekrar) kılıyordu." Senedi ceyyiddir. Hadisin şahİdleri için bk. Ahmed b. Hanbel, 1/463: ibn Mes'ûd'dan, kavî senedle; Dârakutnî, s. 474: İbn Abbas'tan; Hâ­kim, 3/198; İbn Mâce, İ513; Nasbu'r-Râye, 2/309, 314.

Ebu Davud (3137), Dârakutm (s. 474) ve Hâkim (l/365)'de Enes b. Mâlik'ten şöy­le rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Hamza'nın yanına vardı, Hz. Hamza'-ya müsle yapılmıştı. Hz. Hamza dışında hiç kimsenin (yani Uhud şehitlerinden hiç kimsenin) cenaze namazım kılmadı." Senedi hasendir. Râvinin demek istediği -Allah bilir ama- Hz. Hamza dışında hiç kimsenin namazını tek kılmadı. (Yani Hz. Hamza'nın namazını tek başına kıldı. Diğerlerininkini topluca kıldı.) Bu rivayet, Hz. Hamza hari­cindekiler üzerine, Hz. Hamza'yla birlikte namaz kılması şeklinde daha önce geçen Ab­dullah b. Zübeyr hadisiyle çelişmez.

Bütün bu hadisler göstermektedir ki, şehidler üzerine cenaze namazı kılmak meşru­dur; ancak vacip değildir. Çünkü sahâbe-i kiramdan çoğu Bedir savaşında ve diğer sa­vaşlarda şehid düşmüşler, ancak Hz. Peygamber'in (s.a.) onlar üzerine cenaze namazı kıldığı rivayet edilmemiştir. Kılmış olsaydı, rivayet edilirdi. Müellif İbn Kayyim (rh.a.)

de buna dayanarak: "İşin doğrusu, Allah Rasûlü (s.a.), her iki durumda da kendisine gelen vahye göre cenaze namazlarını kılmak veya kılmamak hususunda muhayyer bıra­kılmıştı. Nitekim bu, İmam Ahmed (b. Hanbel)'den nakledilen rivayetlerden biri olup, usûlüne ve mezhebine en uygun olan görüştür." demektedir. Tehzîbu's-Sünen, A/295.

[553] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 12, 13.

[554] Ahmed, Müsned, 3/308, 398: Câbir'den, sahih senedle; özet olarak: Nesâî, 4/79; İbn Mâce, 1516; Ebu Davud 3165; Tirmizî, 1717; rivayet etmişler ve Tirmizî; Hasen -sahihtir demiştir. İbni Hibbân da (196) sahih görmüştür.

[555] Buharı, 64/26; Tirmizî, 1036; Ebu Davud, 3138; Nesâî, 4/62; îbn Mâce, 1514: Câbir'den. Hadisten, bir mezara birden fazla ölünün defnedilmesinin- müellif İbn Kayyim'in (rh.a.) ifadesinin vehmettirdiğinin aksine- MuğnPıie (2/563) geçtiği gibi, zaruret haliyle mukayyed olduğu anlaşılmaktadır. Üstelik İmam Şafiî de (rh.a.) el-Ümm adlı eserinde (1/245) şöy­le demektedir: "Darlık (yer sıkıntısı) ve acele gibi zaruret ânında iki veya üç ölü bir kab­re defnedilebilir. En faziletlileri ve en iyileri kıble tarafına konulur. Her ne halde olursa olsun kadınların erkeklerle defnedilmesini uygun görmüyorum. Zaruret olur ve başka çıkar yol bulunamazsa, erkek kadının önüne kadın da erkeğin arkasına konulur ve er­kekle kadın arasına kabirde topraktan bir engel oluşturulur."

[556] İbn Hişâm (2/98) İbn İshak'tan nakleder. İbn İshak der ki: Bize Ebu Ishak b. Yesâr, Selemeoğullanndan bazı şeyhlerden rivayet etti: Rasûlullah (s.a.), o gün ölülerin defne­dilmesini emrettiğinde şöyle buyurdu: Amr b. Cemûh ile Abdullah b. Amr b. Harâm'a bakın... Zira onlar dünyada iki samimi dosttular, ikisini birlikte bir kabre koyun!" Ha­disi Ahmed b. Hanbel de (5/299) hasen senedle İbn Hacer'in Fethu'l-Bârfde (3/173) Ebu Katâde'den rivayet ettiği gibi rivayet etmiştir. Geniş bilgi için bk: 33 nolu dipnot. Yalnız, hadiste geçen "O, kardeşinin oğlu ve köleleri" sözü için İbn Abdilber, Temhîd adlı ese­rinde, "O, kardeşinin oğlu değil, amcasının oğlu idi" demektedir ki, doğrusu da budur. Ancak kendisinden daha yaşlı olabilir. Aynca Ahmed b. Hanbel (5/4I3)'de Câbir'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Babam ve amcam o gün bir mezara defnedildiler." Senedi sa­hihtir. Kasdolunan şahıs, daha önceki rivayette açıklandığı gibi Amr b. Cemûh'tur; say­gısından ötürü onu amca diye anmıştır.

[557] Lisânu'l-Arab'da; Harmel; yaprağı söğüt yaprağına, çiçeği de yasemen çiçeğine benze­yen bir bitki şeklinde tarif edilmektedir.

[558] îbn Sa'd, 3/562; Evzâî'den, Zührî-Câbir tarikıyla rivayet etmiştir. Râvİlerİ sikadır, sene­di sahihtir. Mâlik, Muvatta'da (2/470), Abdurrahman b. Sa'sa'a'dan; İbn İshak, Afeğâ-zPsinde: "Babam Ensardan birinden bana rivayet etti..." diyerek nakletmiştir.

[559] Ahmed b. Hanbel, (1/165), sahih senedle; Beyhakî (3/401), bir başka tarikle, kavî bir senedle Zübeyr b. Awâm, Yakub b. Şeybe yoluyla nakletmiştir. Yakub b. Şeybe, hadis âlimlerinin büyüklerinden; hafız, imam ve allâme bir zâttır. Zehebî'nin, "Ondan daha güzel bir müsned yazılmadı" dediği el-Müsnedü'l-Kebîr adlı bir eseri vardır; fakat bu eseri tamamlayamamıştır. Yahya b. Maîn'in arkadaşlarından ve onların çağdaşlarından hadis yazmış; Ali b. Âsim, Yezid b. Harun, Ravh b. Ubâde ve başkalarından hadis din­lemiştir. Hicrî 262'de vefat etmiştir. Bk. Tezkiretü'l-Huffâz, 577.

[560] Buharı, 64/17; Müslim, 2296; Ebu Davud, 3223, 3224; Nesâî, 4/61,62; Ahmed b. Han-bel, 4/149, 154, 157.

[561] Daha önce geçti. Bk. Dipnot: 39.

[562] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/254-260.

[563] Âl-i İmrân, 3/121.                                                                                                    

[564] ÂI-i İmrân, 3/152

[565] Buharî, 56/100.

[566] Âl-i İmrân, 3/179.

[567] Cin, 72/26-27.

[568] Âl-i İmrân, 3/123.

[569] Tevbe, 9/25.

[570] Âl-i İmrân, 3/139-141.

[571] Âl-i İmrân, 3/140.

[572] Nisâ,4/104.

[573] ÂI-i İmrân, 3/139.

[574] Âl-i İmrân, 3/142.

[575] Âl-ilmrân, 3/143.

[576] Ali İmrân, 3/144.

[577] Âl-i tmrân, 3/146-147.

[578] Âl-ilmrân,3/î53.

[579] Fetih, 48/6.

[580] Sâd, 38/27.

[581] Ahmed b. HanbePin MüsneeTde {3/338, 387) Câbir'den naklettiğine göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e (s.a.) gelerek: "Biz yahudilerden bizi hayrete düşüren sözler işitiyo­ruz. Bazılarını kaydetmemize ne dersin?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): "Yahudi­lerin ve hıristiyanlarm şaşırdığı gibi siz de mi şaşıracaksınız? Ben size anlaşılır, parlak bir

deitl getirdim. Şayet Musa sağ olsaydı, bana tâbi olmaktan başka bir yol bulamazdı" buyurdu. Bu hadis hasen bir hadistir. Yine Müsnecfde (3/470, 471) Abdullah b. Şed-dâd'dan nakledilen bir şâhid hadis bulunmaktadır. Ebu

Ya'lâ da Hz. Ömer'den bir baş­ka hadis rivayet etmiştir.

[582] ÂI-i Imrân,3/154.

[583] Âl-i lmrân,3/154.

[584] Âl-i tmrâif.3/154.

[585] Âl-i İmrân,3/I54.

[586] Âl-i lmrân,3/165.

[587] Şûra, 42/30.

[588] Nisa, 4/79.

[589] Tekvîr, 81/28-29.

[590] Âl-i tmrân, 3/166,

[591] Bakara, 2/102.

[592] Âl-i İmrân,3/169.

[593] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/260-281.

[594] Hamrâü'1-Esed: Zülhuleyfe'ye giden yolun solunda Medine'ye 8 mil mesafede bir yerdir.

[595] Âl-i îmrân, 3/174. ed-Dürrü'I-Mensûr, 2/101-103; İbn Kesîr, Tefsir, 1/428-429; Taberî, 4/116-122, Bulak baskısı; îbn Hişâm, 2/121; İbn Kesîr, 3/97; Şerhu'l-Mevâhib-i L'edü-niyye, 2/59-64; îbn Seyyidinnâs, 2/37. Buharı (64/25), Ebu Muaviye -Hişâm- babası ka­nalıyla Hz. Âişe'den şöyle rivayet ediyor: "Kendileri savaşta yara aldıktan sonra Allah ve Peygamberin çağrısına koşanlara, hele onlardan iyilik edip sakınanlara büyük ecir var­dır." (Âl-i İmrân, 3/172) Hz.Âişe Urve'ye dedi ki: Ey kızkardeşimin oğlu! Baban Zü-beyr ile Ebu Bekir onlardan

idiler. RasûluHah (s.a.) Uhud savaşında musibete uğrayıp müşrikler de ayrılıp gidince onlann geri dönmelerinden endişe etti ve: "Peşlerinden kim gider?" buyurdu. Bunun üzerine onlardan yetmiş kişi ortaya çıktı. Râvi dedi ki: "Arala­rında Hz. Ebu Bekir ile Zübeyr de vardı." Ayrıca bk. Müslim, 2418; ibn Mâce, 124; Hâ­kim, Müstedrek, 4/298. îbn Kesir diyor ki: Bu anlatım gerçekten gariptir. Zira megâzi âlimlerince meşhur olan rivayete göre Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte Hamrâü'1-Esed ga­zasına çıkanlar Uhud'a katılan herkestir. Yediyüz kişi idiler; onlardan yetmişi şehid düş­tü, gerisi sağ kaldı. eş-Şâmi der ki: Hz. Âişe'nin sözü ile megâzi âlimlerinin görüşü birbirleriyle çekilmez. Çünkü Hz. Âişe'nin: "Onlardan yetmiş kişi ortaya çıktı" sözünün anlamı, bu hususta onlar diğerlerini geçtiler, geri kalanlar da onlara katıldılar şeklindedir.

[596] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/283-284.

[597] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/285.

[598] Büyük hadis hafızı, tarihçi, nesep bilgini allâme Şerafeddîn Abdülmü'min b. Halef ed-Dimyatî h.614/1217 yılında dünyaya geldi. Hadis ilmini kendi kendine okudu. Kıraat ilmini Kemâl ed-Darir'den tahsil etti. Hafız Münziri'nin yıllarca derslerine devam etti ve ondan icazet aldı. İlim uğrunda Şam'a, Cezîre'ye ve Irak'a yolculuklar yaptı. Pek çok hadis âliminden hadis dinledi. Devrinde hadis ilmi onda zirveye erdi. Merhum din­dar, güvenilir ve işini sağlam yapan bir zattı. Hadis üstadlarımn isimleri iki büyük cilt tutmaktadır. Hadis, fıkıh ve dil konusunda eserleri vardır. H. 705/1305 yılında Kahire'-de vefat etti. Bk. eş-Şezerât, 6/12, Tezkiretü't-Huffâz, 4/258-259. İbn Hişâm, 2/619-620, îbn İshak'tan Muhammed b. Cafer b. Zübeyr aracılığıyla, Ab­dullah b. Üneys şöyle dedi diyerek nakletmiştir. Bu sened munkatı'dır. Ahmed b. Han-bel (3/4.6) ise, İbn İshak'tan, Muhammed b. Cafer b. Zübeyr - îbn Abdullah b. Üneys - babası senediyle mevsûl olarak nakletmiştir.  

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/285.                                            

[599] Adal: Hûn b. Huzeyme b. Müdrike b. îlyas b. Mudar soyundan bir kol olup Adal b. Dîş'e nisbet olunurlar. Kâra İse, yine Hûnoğullanndan bir kol olup adı geçen Adal b. Dîş'e nisbet olunurlar. îbn Dtireyd diyor ki: Taşlık, siyah tepeye Kâra denilir. Karalılar böyle bir tepeye yerleşip onunla isimlendirilmiş olmalıdırlar. Ok atmak konusundaki ma­haretlerinden dolayı darb-ı mesel olmuşlardır. Şair şöyle der:

"Kâra ile okçuluk yansı yapan kimse (şöhrete ulaşmaları konusunda) onlara hiz­met etmiş demektir."

[600] İbn İshak'ın Sfre'smds böyle geçmektedir. Sahih(-i Buharî)'de ise Ebu Hureyre'den ri­vayetle Âsim b.Sabit'i komutan tayin ettiği belirtilmektedir. Sahih'teki rivayet daha doğrudur.

[601] Hicr ve arkadaşlarının öldürülmesi konusunda bk, el-îsâbe, 1629.

[602] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/139, 5/287. İbn Ebî Şeybe ise Cafer b.Amr b.Ümeyye - babası kanalıyla "Hz. Peygamber'in (s.a..) Amr b. Ümeyye'yi tek başına Kureyş'e ca­sus olarak gönderdiğini" rivayet eder. Amr b. Ümeyye anlatıyor: "Hubeyb'in asıldığı darağacınm yanına casuslardan korkarak geldim. Darağacınm üstüne çıkıp Hubeyb'İ çözdüm, yere düştü. Az öteye çekildim. Sonra etrafa bakındım, fakat Hubeyb'İ göre­medim. Sanki yer onu yutmuştu. Şimdiye kadar Hubeyb'den herhangi bir iz, eser görül­medi." Senedinde İbrahim b. İsmail b. Mücemma' vardır ki zayıf bir râvi olduğunda ittifak edilmiştir.

[603] Buharı, 64/28; Ahmed b. Hanbel, Müsned (7915) 2/310; İbn Hişâm, 2/169-183; îbn Sa'd, 2/55-56; Taberî, 3/29; İbn Seyyidİnnâs, 2/40; İbn Kesîr, 3/123-124; Şerhu'l-Mevâhib-i Ledünİyye, 2/64—74.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/286-288.                                                     

[604] Buharî, 56/9, 56/16, 64/28; Müslim, 677; Ahmed b. Hanbel, 3/137, 210, 270, 289.

[605] Burası Karkaratü'l-Küdr'dür. Arhadiyye'ye yakın Ma'den dolaylarında bir yerdir. Me­dine ile arası sekiz menzildir. Kanat İse, Tâİf'ten buraya uzanan bir vâdı olup suyunu Arhadiyye ile Karkaratü'l-Küdr'e döker.                                                       

[606] îbn Hişâm, 2/183-187; İbn Kesîr, 3/139-144; Taberî, 3/33; İbn Seyyidinnâs, 2/46 Şerhu'l-Mevâhİbi Ledüniyye, 2/74-79.

[607] Ibn Hişâm, 2/190-195; İbn Kesîr, 3/145-154; Şerhu'I-MevâhibiLedüniyye, 2/79-86; İbn Seyyidinnâs, 2/47; İbn Sa'd, 2/57.

[608] Buharı 65/59/1, Saîd b. Cübeyr'in şöyle dediğini nakletmektedir: İbn Abbas'a sordum: "Ya Tevbe sûresi?1'. "Tevbe sûresi, münafıkların gizli olan kusurlarım ifşa ederek on­ları utandıran bir sûredir. Onlardan tek bir kişiyi

devam etti." dedi. "Ya Enfal sûresi?" diye sordum. "Bedir savaşı hakkında nazil oldu." dedi. "Haşr sûresi?" diye sordum. "Nadîroğullan gazası hakkında indi." dedi.

[609] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/288-291.

[610] Buharı, 14/7, 23/41, 64/38, 80/58; Müslim, 677/(304): Enes b. Mâlik'ten.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/291.

[611] İbn Sa'd, 2/61-62; Ibn Seyyidinnâs, 2/52; Buharî, 64/33. Bu gaza Zâtü'r-Rikâ diye isim­lendirilmiştir. Çünkü sahabenin ayaklan yürümekten parçalanmış ve ayaklarına caput-lar dolamışlardı. Buharî (64/33), Ebu Musa el-Eş'arî'nin şöyle anlattığını nakletmektedir: Hz. Peygamber'le (s.a.) birlikte bir gazaya çıktık. Bİz altı kişi aramızda nöbetleşerek bir deveye biniyorduk. Ayaklarımız yarıldı. Benim de ayaklarım yarılmış ve tırnaklarım düşmüştü. Bu yüzden ayaklarımıza bez dolamaktaydık. Ayaklarımıza çaput doladığı­mızdan ötürü bu gaza Zâtü'r-Rİkâ diye adlandırıldı. Bu gaza, Muhariboğullan gazası, Sa'lebeogullan gazası, Enmâroğulları gazası, korku namazının bu gazada vâki olması sebebiyle Korku Namazı gazası ve yine bu gazada meydana gelen garip olaylar nedeniy­le E'âcib gazası diye de isimlendirilmiştir.                                                  .,

[612] Buharı, 64/29, 80/58; Müslim, 627; Ebu Davud, 409; Nesâî, 1/236; tbn Mâce, 684; Ah­med b. Hanbel, Müsned,

1/79, 81, 113, 122, 126, 135, 137, 146, 150, 152: Hz. Ali'den (r.a.)- Müslim, 628; tbn Mâce, 686; Ahmed b. Hanbel, 1/404, 456; îbn Mes'ûd'dan.

[613] Nesâî, 2/17; Ahmed b. Hanbel, 3/25,49, 67; Beyhakî, 1/402; Şafiî, 1/55; Dârimî, 1/358; Ebu Saîd el-Hudrî'den. İsnadı sahihtir, Ibn Hİbbân (285) ve başkaları da hadisi sahih kabul etmişlerdir. Ayrıca bu konuda İbn Mes'ûd'dan Tirmizî (179), Ahmed b. Hanbel (1/375,423) ve Nesâî'de (1/17) bir hadis rivayet edilmiştir ki râvileri sikadır, ancak mun-kati'dır. Çünkü Ebu Ubeyde, babasından hadis dinlememiştir. Fakat Ebu Saîd hadisi için şahid olmaya elverişlidir.

[614] Ahmed b. Hanbel, 4/59, 60; Ebu Davud, 1236; Nesâî, 3/177, 178; isnadı sahihtir. Us­fan: Mekke ile Medine arasında bir köydür.

[615] Ahmed b. Hanbel, 2/522; Tirmizî, 3038; Nesâî, 3/174; Senedi hasendir.

[616] Buharî,64/31; Müslim, 1816.

[617] Ahmed b. Hanbel, 2/320; Nesâî, 3/173. İsnadı sahihtir.     .

[618] Zâtü'r-Rikâ gazasının Hayber'den sonra olduğu görüşünde olanlardan bazıları şunlar­dır: Buharî, 64/29; İbn Kesîr, es-Sîre, 3/161; İbn Hacer, Fethu'1-Bân.

[619] Müslim, 843; Buharî, 64/31, 56/84, 56/87. Bu rivayette "Kılıcı kınından sıyırdı" sö­zünden sonra şöyle devam eder: Rasûlullah'a (s.a.): "Benden korkuyor musun?" diye sordu. "Hayır." buyurdu. "Seni benim elimden kim kurtaracak?" deyince Hz. Pey­gamber: "Beni senin elinden Allah kurtaracaktır." buyurdu. Râvi diyor ki: Rasûlulah'-ın ashabı o adamı tehdit ettiler de adam kılıcı kınına koyup yerine astı.

[620] İbn Hişâm, 2/206-207, İbn İshak-Vehb b. Keysân aracılığıyla Câbir'den nakletmekte­dir. Sahih bir seneddir. Benzer şekilde Sahihayn'da da mevcuttur, ama hangi gaza oldu­ğu belirtilmemiştir.

[621] İbn Hişâm, 2/208-209; Ahmed b. Hanbel, 3/344-349; Ebu Davud, 198; Beyhakî, ed-Delâil: Câbir b. Abdullah'tan. Senedinde Akîl b. Câbir b. Abdullah vardır ki İbn Hib-bân, onu sika kabul etmiştir, diğer râvileri de sikadır. Hadisi, ibn Huzeyme (36) ve ibn Hibban da sahih kabul etmişlerdir.

[622] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/291-295.

[623] ibn Hişâm, 2/209-213; tbn Kesîr, 3/169-172; ibn Sa'd, 2/59-60; Taberî, 3/41; ibn Sey-yidinnâs, 2/53; Şerh'ut-Mevâhibi Ledüniyye, 2/93-95.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/295.

[624] İbn Hişâm, 2/213; îbn Kesîr, 3/177-178; îbn Sa'd, 2/62-63; Şerhu'lMevâhibi Ledüniy-ye, 2/94-95; Taberî, 3/43; İbn Seyyidinnâs, 2/54.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/295-296.

 

[625] Müreysî: Huzâaoğullanna ait bir su olup bununla Fur' (Medine taraflarında bir yerdir) arasında bir günlük mesafe vardır. Bu gaza MustalıkoğuIIarı gazası diye de isimlendiril­miştir. Bu, Cüzeyme b. Sa'd b. Amr'ın lâkabı olup Huzâaoğullannın bir koludur.

[626] Beyhakî, Katâde, Urve ve başkalarından rivayet etmiş olup Hâkim bunu tercih etmiştir. Muhammed b. îshak 6. yılda olduğunu söylemiş; Halîfe ve Taberî de bunu kesin kabul etmişlerdir. Buharî (64/32), Musa b. Ukbe'den bu gazanın 4. yılda olduğunu nakletmiş-tir. Hafız İbn Hacer der ki: Buharî böyle zikretmiştir; herhalde o, "5. yılda" yazmak istemiştir de bir kalem hatası olarak "4. yılda" yazmıştır. Musa b. Ukbe'nin MegazV-sinde birkaç senedle nakledilip Hâkim, Ebu Saîd en-Nisabûrî, Beyhakî'nin (ed-DelâiPde) ve başkalarının tahric ettiği rivayete göre 5. senedir. Musa b. Ukbe'nin İbn Şihâb aracı­lığıyla naklettiği rivayetin metni şöyledir: "sonra Rasûlullah (s.a.) Mustahkoğullan ve Lihyânoğullan ile 5. yılın Şaban ayında savaştı." BuharTnin Cihad kitabında İbn Ömer'­den kendisinin Rasûlullah (s.a.) ile birlikte Mustalıkoğullanna karşı 4. yılın Şaban ayın­da savaşa çıktığına fakat O'nun çarpışmak için kendisine izin vermediğine dair rivayeti de bunu destekler. Çünkü Hz. Peygamber, daha önce geçtiği gibi ona Hendek savaşın­da izin vermiştir ki bu da Şaban ayından sonradır. 5. veya 4. yılda olmuştur desek de farketmez. Hâkim, el-lklîl adlı eserinde: Urve'nin ve daha başkalarının bu savaşın 5. yılda yapıldığı yolundaki sözleri, doğruya İbn İshak'm sözünden daha yakındır. Ben derim ki: Ifk hadisinde Sa'd b. Muaz ile Sa'd b. Ubâde arasındaki, ifk ashabı (iftiracılar) hak­kındaki münakaşaya dair haber de bunu destekler... Şayet Müreysî gazası, ifk hadisesi­nin bu gazada olması yanında 6. senenin Şaban ayında olsaydı, Sahih'te Sa'd b. Muaz'ın zikredilmesi yanlışlık olurdu. Çünkü Sa'd b. Muaz, Kurayza savaşında vefat etmişti ki bu savaş, sahih rivayete göre 5. senede olmuştu. Söylenildiği gibi 4. senede olsaydı yan­lışlığın en büyüğü olmuş olurdu. Şu halde ortaya çıkmıştır kî, Müreysî'nin Hendek'ten önce olmuş olması için bu gazanın 5. yılın Şaban ayında olması gerekir. Çünkü Hen­dek, 5. yılın Şevval ayındaydı. Dolayısıyla Sa'd b. Muaz, Müreysî'de bulunmuş ve bun­dan sonra Hendek'te bir okla vurulmuş ve aldığı bu yara sebebiyle Kurayza savaşı esnasında vefat etmiş olur.

[627] Buharî, 49/13; Müslim, 1730; Ebu Davud, 2633; Ahmed b. Hanbel, 2/31, 32,$1: Ab­dullah b. Ömer'den.                                                                                

[628] İbn Hişâm, 2/294-295: İbn İshak'tan. Aynı senedle Ahmed b. Hanbel, 6/277. Bu hadis­te, Muhammed b. Cafer b. Zübeyr'in Urve'den aktardığına göre Hz. Âişe'nin şöyle de­diği nakledilmektedir: "Kavmine karşı ondan daha

hayırlı bir.kadın bilmiyorum." İsnadı sahihtir. Bu gaza için bk. İbn Hişâm, 2/289-296; ibn Kesîr, 3/297-303; İbn Sa'd, 2/63-65; Taberî, 3/63; İbn Seyyidinnâs, 2/91; Şerhu't-MevahibiLedüniyye, 2/95-102; Buharî, 49/13.

[629] Senedinde Muhammed b. Humeyd er-Râzî vardır ki, İbn Hacer'in Fethu'I-BârTte (1/368) dediği gibi zayıf bir râvidir. Buhârî (6/2, 65/Mâide sûresi/6) ve Müslim (367), Hz. Âi­şe'nin şöyle dediğini nakletmişlerdir: Hz. Peygamber {s.a.) ile birlikte seferlerinden biri­ne çıkmıştık. Beydâ denilen yerde veya Zâtü'l-Ceyş'de gerdanlığım koptu. Onu aramak için Rasûlullah (s.a.) orada bekledi, müslümanlar da onunla birlikte beklediler. Halbu­ki suyun başında olmadıkları gibi yanlannda su da bulunmuyordu. Derken Ebu Bekir yanıma geldi. Rasûlullah (s.a.) başını dizime koymuş, uyuyordu. Ebu Bekir bana: Sen hem Rasûlullah'ı, hem de yanındaki insanları yoldan alıkoydun. Bunlar su başında de­ğiller ve yanlannda su da yok! dedi. Ebu Bekir beni azarladı ve Allah'ın dilediği kadar söylenip durdu. Eliyle de böğrüme vurmaya başladı. Kıpırdamama ancak Rasûlullah'ın (s.a.) dizimde bulunması mani oluyordu. Böylece sabahleyin Rasûlullah (s.a.) susuz olarak uykudan kalktı. Bunun üzerine Allah Teâlâ teyemmüm âyetini indirdi. Üseyd b. Hu-dayr dedi ki: Bu sizin İlk bereketiniz değildir ey Ebu Bekir ailesi! Âişe dedi ki: Müteaki­ben üzerine bindiğim deveyi kaldırdık, meğer gerdanlık altında imiş. Bu hadiste geçen "seferlerinden biri" sözü hakkında İbn Abdilber, Temhîd adlı eserinde: "Bunun Mus-talıkoğullan gazası olduğu söylenmektedir." demektedir. el-İstizkâr adlı eserde de bu kesin kabul edilmektedir. Fakat ondan daha önce İbn Sa'd ve tbn Hibbân böyle söyle­mişlerdir. Bu hadisin bir benzeri Ahmed b. Hanbel (6/272, 273) tarafından da rivayet edilmiştir, senedi sahihtir.

[630] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/296-298.

[631] Nûr, 24/16. Ifk hadisesi için bk. Buharî, 52/15, 65/6; Müslim ,2770; Tirmizî, 3179; İbn Hişâm, 2/297-307; İbn Kesîr, 3/304-311.

[632] Nûr, 24/26.                                                                    

[633] Hafız îbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de (7/333) şöyle demektedir: Hİcâb âyeti bîr grup âlime göre 4. senenin

Zilkadesinde inmiştir. Vâkıdî'nin, Hİcâb âyetinin inişi 5. yılın Zilkade­sinde idi, sözü kabul edilemez. Halîfe, Ebu Ubeyde ve bir çok âlim bunun 3. yılda oldu­ğunu kesin görmüşlerdir.

[634] Cevâmiu's-Sîre, s. 206; Fethu't-Bârî, 8/360.

[635] Buhârt, 60/19.

[636] İbn Sa'd, 8/277. Buharî, Tarih'inde, ayrıca İbn Münde ile Ebu Nuaym, Hamraad b. Seleme - Ali b. Zeyd b. Cüd'an - Kasım b. Muhammed kanalıyla rivayet etmişlerdir.

[637] Buharı, 68/16; Ebu Davud, 223; Dârimî, 2/170; Nesâî, 8/245, 246; îbn Mâce, 2075;İbn Abbas'tan.                                                                                            

[638] Bir başkası da Berîre'nin Hz. Âişe'ye ücret karşılığı hizmet ettiğini söyleyerek cevap ver­miştir. Berîre, kölelik anlaşması yapmasından önce sahibi nezdinde bir köle olarak bu­lunuyordu.

[639] Buharı, 65/3, 65/5; Müslim, 2772; Tirmizî, 3309, 3310; Ahmed b. Hanbel, 4/369, 373: Zeyd b. Erkam'dan. Aynca Câbir'den; Buharî, (65/Münafıkûn sûresi/65) Müslim (2584), Tirmizî (3312) ve Ahmed b. Hanbel (3/393)'de bir hadis rivayet edilmektedir. Bk. ibn Kesîr, Tefsir, 4/369-371.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/298-306.

[640] Buharı, 64/29; Müslim, 1868.

[641] Cevâmiu's-Sîre, 158. İbn Kesir, Fusûl adlı eserinde (s. 56) İbn Hazm'ın görüşünü ve İbn Ömer hadisini deiil göstermesini naklederek; Evet bu hadis Sahihayn 'da mevcuttur; ama İbn Hazm'ın iddia ettiği şeye delil teşkil etmez, der. Çünkü Rasûluüah'a (s.a.) göre sa­vaşa izin verme yaşı (asgari) onbeş yaşı idi. Onbeş yaşında olana izin veriyor, olmayana vermiyordu. îbn Ömer'e de, Uhud savaşında on beş yaşında olmadığı için izin verme miş, Hendek savaşında bu yaşa ulaştığı için izin vermiştir. Dolayısıyla bu durum, İbn

Ömer'in on beşini bir, iki, üç (yıl) hatta daha fazla aşmış olmasına engel teşkil etmez. Herhalde İbn Ömer, şöyle demiştir: "Ben, buluğa ermişken yahut savaş erlerinden biri olarak, Hendek savaşında kendimi Rasülullah'a arzettim."

[642] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/309-310.

[643] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/310.

[644] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/310-311.

[645] Ahzâb, 33/13.

[646] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/311-312.

[647] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/64, 289, 5/377; Ebu Davud, 2597; Tirmizî, 1682. Ebu tshâk hadisinden. Senedi hasendir. Hâkim (2/107) sahih demiştir.

[648] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/312-313.

[649] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/313-314.

[650] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/314.

[651] Buharî, 64/29; Müslim, 1770. tbn Ömer anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) Hendek sava­şının olduğu gün şöyle demiştir: "Sizden hiçbir kimse ikindi namazını Kurayzaoğullan topraklarından başka bir yerde kılmasın!" Bazıları yolda iken ikindi vakti girdi. Bir kıs­mı, "Kurayzaoğullan topraklarına varmadan namazlarımızı kılmayız," dediler. Diğer bir kısmı ise, "Namazlarımızı kılarız. Bizi bundan meneden bir şey yoktur" dediler. Du­rum Hz. Peygamber'e (s.a.) anlatılınca hiç kimseyi ayıplamadı. Bu Buharî'nin metni­dir. Müslim'in metni ise şöyledir: "Allah Rasûlü (s.a.) düşman ordularının gittiği gün bize; sizden hiçbir kimse öğle namazını Kurayzaoğullan topraklarından başka bir yerde kılmasın' diye nida etti. Müslümanlardan bir kısmı vakti geçirme korkusundan ötürü namazlarım Kurayzaoğullan topraklarına varmadan kıldılar. Diğer bir kısmı ise vakti geçirsek bile, Allah Rasûlü'nün (s.a.) emrettiği yerden başka bir yerde namazlarımızı kılmayız, dediler." İbn Ömer şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.), İki gruptan hiç bîr kimseyi ayıplamadı. Bu hadisden şu fıkhî hükümler çıkarılmıştır: Bir hadisin veya âye­tin zahirine sarılan kimse ve bir nastan onu tahsis eden bir mana çıkaran kimse ayip-lanamaz.

[652] Hendek savaşı hakkında bakınız: İbn Hişam, 2/214-233; îbn Sa'd, 2/65; Taberî, 3/43; İbn Seyyidinnâs, 2/54; İbn Keşîr, 3/178-222; Şerhu'I-Mevâhib-i Ledüniyye, 2/102-126.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/314-315.

[653] İbn Hişam, 2/273-275; Buharı, 64/16, 56/155; Berâ hadisinden.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/315-16.

[654] Bk. îbnHişâm, 2/279-281; Şerhu'1-Mevahib-i Ledüniye, 2/146-153; İbn Sa'd, 2/78-80; Taberî, 3/59; îbn Seyyidinnâs, 2/83; İbn Kesîr, 3/156.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/317.

[655] Buharı, 64/70.

[656] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/317-318.

[657] İçinde Medine halkının mallarının bulunduğu, Şam yönünde Medine'ye yakın bir yerdir.

[658] Buharı, 64/37, 56/166; Müslim, 1806; Ahmed b. Hanbel, 4/48; Ebu Davud, 2752. Sele­me b. Ekva' hadisinden.

[659] Ahmed b. Hanbel, Müsned, A/52, 54; Müsİim, 1807.

[660] Bu gazve hakkında bakınız; İbn Hişam, 2/281-289; İbn Sa'd, 2/80-84; İbn Seyyidinnâs, 2/84; îbn Kesîr, 3/286-296; Şerh'ui-Mevahib-i Ledüniye, 2/148-153.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/318-320.

[661] tbn Sa'd, 2/84; Şerhu'l-Mevahib-i Ledüniye,   2/153-154. Gamra, Mekke yolu üzerinde

Feydi Kala' denilen yere iki günlük mesafede Esedoğullarma ait bir su ismidir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/320-321.

[662] Rabeze yolu üzerinde, Medine'ye yirmi mil mesafesi olan bir yerdir. İbn Sa'd, 2/86; Şer'ul-

Mevahİb~i Ledünniye, 2/154-155.

[663] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/321.

[664] İbn Sa'd, 2/85; Şerhu'l-Mevahib-i Ledüniye, 2/154.  

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/321.      

[665] İbn Sa'd, 2/86; Şerhu'l-Mevahib-i Ledüniye, 2/155.                    

[666] Medine'ye otuz altı mil uzaklıkta bulunan bir su ismidir. İbn Sa'd, 2/87; Şerhu'I-Mevahib-i Ledüniye, 2/158.

[667] Medine'ye dört günlük mesafede olan bir yerdir. İbn Sa'd, 2/87; Şerhu'1-Mevahib-i Le­düniye, 2/155-158.

[668] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/321-323.

[669]   Vâdi'l-Kurâ'nm arka taraflarında bir yer ismidir.

[670] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/323-324.

[671] îbn Sa'd, 2/89-90; Şerhu'l-Mevahib-i Ledüniye, 2/162-163. Fedek, Medine'ye iki gün­lük uzaklıkta bir yerdir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/324-325.

[672] Bu seriyye hakkında bk. lbn Sa'd, 2/89; Şerhu'l-Mevahib-i Ledüniye, 2/160-162.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/325.

[673] îbn Sa'd, 2/93; Şerhu'l-Mevahib-i Ledüniye, 2/171-177.

[674] Buharî, 4/66,24/68, 56/152, 64/36, 65/5, 76/5, 29, 87/22; Müslim, 1671; Nesâî, 7/94, 95, 97, 98; Ebu Davud, 4364; lbn Mâce, 2578; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/107, 163, 170, 205, 233.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/325.

[675] Mekkeye dokuz mil uzaklıkta bir yer ismidir. İbn Hişam, 2/3308-323; İbn Sa'd, 2/95-105; Taberî, 3/71, İbn Seyyiddinâs, 2/113; îbn Kesîr, 3/312-337; Şerhu'l-Mevahib-i Ledün-niye, 2/179, 217; Buharı, 64/35.

[676] Buhari, 26/3, 56/186, 64/35; Müslim, 1253; Ebu Davud, 1994; Tirmizî 815; Ahmed b. Hanbel, 3/134, 256.

[677] Buharı, 61/25, 65/48; Müslim, 1856.

[678] Buharı, 64/35; Müslim, 3856.

[679] Buharı, 64/35; Müslim, 1857.

[680] İbn Hacer'in Felhu'I-Bârî'âc (7/341) naklettiğine göre bunu îsmâliî, Amr b. Ali el-Fellâs -Ebu Davud et-Tayâlİsî- Kurre-Katâde; Buharı ise, Salı b. Muhammed- Yezîd b. Zeriğ-Saîd-Katâde senedleriyle rivayet etmiştir: Katâde şöyle demiştir: Saîd b, Müseyyeb'e, Câbir b. Abdullah'ın, Hudeybiye günü bin dört yüz kişi olduklarını söylediği haberi ba­na ulaştı, dedim. Saîd b. Müseyyeb: "Câbir bana, Hudeybiye'de, Hz. Peygamber'e (s.a.) bîat edenlerin bin beş yüz kişi olduklarım söyledi." dedi.

[681] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/396; İbn Sa'd, 2/100; Müslim, 1318; imam Mâlik, 2/486; Darimî, 2/78.

[682] Bu İbnjİshâk'm görüşüdür ki, ona hiçbir kimse katılmamıştır.

[683] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/329-330.

[684] Uhbûş'un çoğuludur. Bunlar; Hevn b. Huzeyme b. Müdrikeoğullan, Haris b. Abdime-nât b. Kinâneoğulları ve Huzâa kabilesinden Mustalikoğullandır ki, Kureyşlilerle bir­likte Allah Rasülü'ne (s.a.) karşı savaşmak için İttifak sağlamışlardı.

[685] Anlaşıldığı kadarıyla Hudeybiye'ye yakın bir yerdir. Fakat, burası Mekke ile Medine arasında bulunan Kürâu'l-Gamîm'den farklı bir yerdir. Burası hakkında İbn Habib; "Râ-biğ ve Cuhfe arasında, yakm bir yerdir" demiştir.

[686] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/330-331.

[687] Burası, Hudeybiye'ye nazır dağda bir yol olup, Seniyyetü'l-Mirâr denilen yerdir.

[688] Buharı, 54/15; Abdürrezzak, 9720; Ahmed b. Hanbel, 4/322, 326, 328, 331.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/331-332.

[689] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/332-333.

[690] Ahmed b. Hanbel, 1/59

[691] Müslim, 1S56.

[692] Müslim, 1858.

[693] Müslim, 1807.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/333-334.

[694] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/334-335.

[695] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/335-336.

[696] Başlangıçta emre itaatte meydana gelen gecikmeden dolayı, keffâret olması İçin çok sa-lih amel işledim, demek istemiştir. İbn İshak'in rivayetine göre Hz. Ömer (r.a.) "O gün söylediğim sözün korkusundan dolayı sadaka vermeye, oruç tutmaya, nafile namaz kıl­maya ve köle azad etmeye devam eder dururdum" derdi.

[697] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/336-338.

[698] Mümtahıne, 60/10.

[699] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/338-339.

[700] Fetih, 48/1-3.

[701] Fetih, 48/4.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/339.

[702] Fetih, 48/24-26.

[703] Buharî, 54/15; Ebu Davud, 2765; Ahmed b. Hanbel Müsned, 4/323, 326, 328, 331

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/340-341.

[704] Müslim, 1807; Ahmed b. Hanbel Müsned, 4/48.                                             

[705] Buharı, 64/35; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/329, 353, 363.

[706] Buharı, 15/28, 64/35, 97/35; Müslim, 71; İmam Mâlik, 1/192; Ebu Davud, 3906; Ne-sâî, 3/165; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/117.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/341-342.

[707] Ahmed b. Hanbel, 4/325; Ebu Davud, 2766. İbn İshak, Zührî-Urve b. Zübeyr-Mis b. Mahreme-Mervan b.Hakem senediyle rivayet etmiştir Râvileri sikadır.

[708] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/343-344.

[709] EbuDavud, 1741; İbn Mâce, 3001, 3002; İbn Hibbân, 1021. Senedinde iki meçhul râvi vardır. Hasan el-Basrî, Atâ b. Ebî Rebah ve İmam Mâlik, mikattan Önce ihrama girme-vi mekruh görenlerdendir. Rivayete göre Hz. Ömer, tmrân b. Husayn'ın Basra'da İhrama girmesini ayıplayıp yasaklamıştır. Aynı şekilde Hz. Osman!, Horasan ve Kirman'da ihrama girilmesini hoş karşılamamıştır. Bk: Fethu'l-Bâri, 3/332.

[710] Fetih, 48/29.                                                                            

[711] Tevbe, 9/120.                                                       

[712] Âl-i İmrân, 3/159.                                                                 

[713] Şûra, 42/38.                                                                          

[714] Bu üç âyet şunlardır:

"O gerçek midir?" diye sana sorarlar. De ki: "Evet. Rabbİme yemin ederim ki o ger­çektir. Siz Allah'ı âciz kılamazsınız." (Yûnus, 10/53)

"İnkâr edenler: Kıyamet bize gelmeyecektir, dediler. (Ey Muhammed) De kî: "Hayır, Öyle değil; görülmeyeni bilen Rabbime andolsun ki o saat sîze muhakkak gelecektir..." (Sebe', 34/3)

"înkâr edenler, tekrar diriltilmeyeceklerini İddia ederler. (Ey Muhammed) De ki: "Evet, Rabbime andolsun ki şüphesiz diriltileceksiniz ve sonra yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu, Allah'a göre kolaydır." (Tegâbün, 64/7)

[715] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/326. Misver b. Mahreme ve Mervan b. Hakem'İn hadi­sinden, râvileri sikadır.

[716] Buharî, Mescid-i Mekke, 1; Müslim, 1394-1396. Ebu Hureyre'den.        

[717] Tevbe, 9/28.                                                                                             

[718] İsrâ, 17/1.                                                                                                

[719] Ebu Davud, 5229; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/91; Tirmizî, 2756. Muaviye hadisin­den. Senedi sahihtir.

[720] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/487, 488; Ebu Davud, 2761. Nuaym b. Mes'ûd el-Eşcaî hadisinden. Senedi sahihtir. Hâkim (2/143) hadise sahih demiş, Zehebî de ona muvafa­kat etmiştir. Bu hadisin Ebu Davud'da (2762) İbn Mes'ûd'dan rivayet edilen bir şahid hadisi de vardır.                                                                               

[721] Tirmizî, 1216; İbn Mâce, 2251. Abdülmecid b. Vehb'den şöyle rivayet ediyorlar: Adda b. Halid b. Hevze bana dedi ki: "Allah Rasûlü'nün {s.a.) benim için yazdırdığı bir yazı­yı sana okuyayım mı?" "Evet, oku", dedim. Bir yazı çıkararak bana okudu: "Bu, Adda b. Halid b. Hevze'nin Allah Rasûlü (s.a.) Muhammed'den satın alma belgesidir. Ondan sıhhatli, çalıntı ve haram olmayan bir köle veya cariyyeyi, bir müslümanın bir müslü-mana satış yapması kabilinden satın almıştır." Senedi kuvvetlidir.

[722] Fetih, 48/25.

[723] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/344-352.

[724] Bü bölüm Fetih suresinin tercümesiyle birlikte okunursa daha iyi anlaşılır.

[725] Bakara, 2/216.

[726] Müellife yaraşan, -Allah ona rahmet etsin- Hatİb Bağdadî (Tarih, 6/328) ve daha baş­kalarının, îshak b. Bişr el-Kâhilî kanalıyla rivayet ettikleri mevzu hadisten alınan bu cüm­leyle kitabını lekelememesiydi. Hadis şöyledir: Îshak b. Bişr el-Kâhilî diyor ki: Ebu Ma'şer el-Medâinî'nin Muhammed b. Münkedir kanalıyla Câbir'den rivayetine göre Allah Ra­sûlü {s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hacerü'l-Esved, Allah'ın, yeryüzündeki sağ elidir, Al­lah onun sayesinde kullanyla musafaha eder." Ebu Bekir b. Ebî Şeybe, Musa b. Harun, Ebu Zür'a ve İbn Adiyy senedde geçen İshak b. Bişr el-Kâhilî'nin yalancı bir kimse ol­duğunu söylemişlerdir. Hadisin, İbn Asâkir'in kitabında (2/90/15) başka bir yoldan daha rivayeti vardır ki, hadisin ancak çürüklüğünü artırır. Çünkü bu hadisin senedinde Ebu Ali el-Ahvâzî vardır ve hadis uydurmakla itham edilmiş biridir. Bundan dolayı İbn Cev-zî hadis hakkında:' "Sahih olmayan bir hadistir" demiştir. Ebu Bekr İbn el-Arabî ise: "Bu, kendisine iltifat edilmeyecek bâtıl bir hadistir" demiştir. İbn Kuteybe, Garîbu'l-Hadîs adlı eserinde bunu, İbn Abbas'a dayandırarak rivayet etmiştir. Ama bunun da senedinde İbrahim b. Yezid el-Havzî vardır ki metruk bir kimsedir.

[727] Fetih, 48/20.

[728] Ketıf, 18/17.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/352-358.

[729] tbn Hacer, bu rivayeti zikredip (Fethu'l-Bârî, 7/209) şöyle demiştir: Ahmed b. Hanbel bu haberi sahih bir isnadîa rivayet etmiştir. Fakat bu tsnadda, Amr b. Dînâr İle Ya'lâ arasında kopukluk vardır.

[730] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/361-362.

[731] Fetih, 48/20.

[732] Râvileri sikadır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/362.

[733] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/362-363.

[734] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/345, 346. İsnadı kuvvetlidir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/363.

[735] Buharı, 46/32, 64/38, 72/14, 78/90, 80/19, 87/17; Müslim, 1802, 1807.

[736] Buharî, 12/6, 56/102, 64/38; Müslim, 1365; Tjrmizî, 1550; Nesâî, 1/272; Ahmed b. Han-bel, Müsned, 3/102, 161, 164, 168, 206, 246, 263. Bu hadis, her ikisi de Mâliki mezhe­binden olan İbn Abdilber ve İbn Reşîk'in Muvatla Şerhİ'nde Nevevî'nin Müslim Şerhİ'nde olmak üzere, hepsi de bu hadisin şerhinde belirttikleri gibi Kur'an'dan misal verme, is-tişhad etme ve iktibas yapmanın caiz olduğu hususunda bir asıldır. Aynı şekilde Mâliki mezhebinden Kadı Iyaz ve Bâkıllânî de bu hususun caiz olduğunu açıklamışlardır. Sa­hih hadisler ile sahabe ve tâbiîn'den gelen haberler de bunun caizliğine delâlet ederler.

[737] İbn Hişâm (2/329) İbn İshak'tan rivayet etmiştir. İbn İshak, "Bana, itham edemediğim bir kimse-Atâ b. Ebu Mervan el-Eslemî- babası -Ebu Muattib b. Amr kanalıyla rivayet etmiştir." diyerek nakletmektedir. İbn Kesîr'in (Bidâye, 4/183) kaydettiğine göre Bey-hakî, seneddeki müphem kişinin adının Salih b. Keysân olduğunu söylemiştir. Ondan rivayet eden İbrahim b. İsmail b. Mecma' zayıf bir râvidir. Fakat Hâkim {1/446, 2/101), Heysemî (5/252) ve İbnü's-Sünnî'nin (525) Süheyb'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis bu hadise şahîdlik eder: Süheyb şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) girmek İstediği her şehri gördüğünde şöyle dua ederdi: "Yedi kat göklerin ve gölgelendirdiklerinin Rabbi olan Allah'ım!..." Metinde geçen hadisi destekleyen bir başka rivayet de Ebu Lübâbeb. Münzir kanalıyla gelen hadistir. Heysemî bu hadis hakkında Mecmau'z-Zevâİd'de (10/134) der ki: Hadisi Taberânî, £v5û/'ta rivayet etmiştir. İsnadı sahihtir.

[738] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/364-365.

[739] Buharı, 62/9; Müslim, 1807; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/52: Seleme b. Ekva'dan; Buharı, 56/102, 56/143, 62/9, 64/38; Müslim, 2406; Ahmed b. Hanbel, 5/333: Sehl b. Sa'd'dan; Müslim, 2405; Tirmizî. 2726; Ahmed b. Hanbel, 1/185: Sa'd b. Ebî Vakkâs'tan.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/365-366.

[740] Müslim, 1806. Seleme b. Ekva' hadisinden.

[741] Hâkim (Müstedrek, 3/437) şöyle demiştir: Merhab'ı öldürenin Hz. Ali (r.a.) olduğuna dair gelen haberler, birçok senedlerle rivayet edilmiş mütevâtir haberlerdir.

[742] İbn Hişâm, 2/333, 334: İbn İshak'tan; Ahmed b. Hanbel, 3/385; Hâkim, 3/436İ sahihtir.

[743] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/366-368.

[744] Nesâî, 4/60; Tahavî, Şerhti Meâni'l-Asâr, 1/291 Hâkim, 3/595, 596; Beyhakî, 4/15, 16. İsnadı sahihtir.

[745] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/368-370.

[746] Ebu Davud, 3006; Beyhakî, 9/137. isnadı Sahihtir. İbn Kesir, fes-Sîre, 3/377) Beyhâ-utf kî'nin Delâİlü'n-Nübüvve adlı eserinden naklen rivayet etmiştir.

[747] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/370-371.

[748] İbn ishak, Yunus b. Bükeyr'den bir rivayetinde, onun şöyle dediğini nakletmiştir: Bana babam İshak b. Yesar şöyle anlatmıştır: "Allah Rasûlü Kamus kalesini fethedince..."

[749] Buharı, 67/13; Müslim, 1365 (84) (85): Enes hadisinden.                                           ;

[750] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (9/251), İbn Ömer'den benzerini rivayet edip şöyle del mistir: Taberanî rivayet etmiştir. Râvileri, Sahih râvileridir.                                       

[751] Buharı, 67/60; Müslim, 1365: Enes b. Mâlik'ten.                                                      

[752] tbn Hişâm, 2/339-340. İbn (shak'tan senedsiz olarak rivayet etmiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/371-373.

[753] Ebu Davud, 3010, 3012. Senedi hasendir.

[754] Dârakutnî, s. 470. Senedi zayıftır.

[755] Ebu'l-Abbas el-Esam, Şafiî'nin Müsned'ini rivayet ederken şöyle demiştir: Rebî* b. Sü­leyman'ın şöyle dediğini işittim: Şafiî (r.h.) 'Bana itham edemediğim bir kişi haber verdi' dediği zaman bu sözüyle İbrahim b. Ebu Yahya'yı; 'Bana güvenilir bir kimse haber verdi' dediği zaman da Yahya b. Hassan'ı kastediyor.

[756] Şafiî, Müsned, 2/112.

[757] Buharı, 64/38, 56/51; Müslim, 1762; İmam Mâlik, 2/456, Ebu Davud, 2733; Tirmizî, 1554; Ahmed b. Hanbel, 2/2, 62, 72, 80: İbn Ömer hadisinden.

[758] Ebu Davud, 2736, 3615; Dârakutnî, s. 469; Hâkim, 2/131. Senedinde Yakub b. Mecma' vardır ki, îbn Hibbân'dan başkası onu sika bulmamıştır. İmam Şafiî, bu kişi hakkında: "Tanınmamış bir râvidir." der. Hafız İbn Hacer Fettıu'l-Bârî'de (6/51) onun duğunu söylemiştir.

[759] Ebu Davud, 2734; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/138.

[760] Ebu Davud, 2735. Senedinde meçhul bir kişi vardır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/373-376.

[761] Buharı, 57/15, 64/38, Müslim, 2502, 2503; Ebu Davud, 2745; Tirmizî, 1559,

[762] Taberânî, Evsat (s.7) ve Sağır'de (s.8) rivayet etmiştir. Senedi zayıftır.         

[763] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/376-378.

[764] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/378-379.

[765] Buharî, 58/7, 64/141, 76/55; Ebu Davud, 4509; Dârimî, 1/3,4; Ahmed b. Hanbt Ebu Hureyre'den.

Iİ2/451;

[766] Buharı, 51/28; Müslim, 2190; Enes b. Mâlik'den.

[767] Ebu Davud, 4511.

[768] Rasûlullah'a (s.a.) dayandırılan bu rivayetin senedi hasendir. Hâkim ve Beyhakî (Sii-nen'de) rivayet etmişlerdir. Hadisin sonundaki iki rivayet arasını uzlaştırma Beyhakî'ye aittir.

[769] Buharî (64/83) muallak olarak, Yunus -Zührî-Urve- Âişe (r.a.) senediyle rivayet etmiş­tir. İbn Hacer şöyle demiştir: Bu hadisi Bezzâr, Hâkim ve İsmaüî, Anbese b. Halid -Yunus kanalıyla Rasûlullah'a (s.a.) dayandırmışlardır. Musa b. Ukbe bu hadisi Zührî kanalıyla mürsel olarak rivayet etmiştir. Aynı şekilde hadisin mürsel olarak iki şahidi daha vardır ki, İbrahim el-Harbî, Garîbü'l-Hadîs'inde bunları rivayet etmiştir.

[770] Abdiirrezzâk, Musannef, 9771; Ahmed b. Hanbel, 3/138: Abdürrezzâk'tUn. Seuc s, hıhtır. Heysemî Mecmau 'z-Zevâid'de (6/154) nisbesine Ebu Ya'Iâ, Bezzâ^e TalLranî vı de katmıştır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/379-383.

[771] Buharî, 64/52. İbn Abbas'tan.

[772] Müslim, 1059; Ahmed b. Hanbel, 3/107. Buharî'de (64/56) hadisin baş kısmında müel­lifin (r.h.) zikrettiği cümle yoktur.

[773] Bakara, 2/217.

[774] Tevbe, 9/36,

[775] Buharî, 64/38; Müslim, 1772 (73).

[776] Buharî, -Fethu''-Bâri- 7/370, 9/564, 565.

[777] En'âm, 6/145.

[778] Müslim, 1406 (21). Rebî b. Sebre, babasının kendisine şunları söylediğini rivayet etmek­tedir: Sebre, Allah Rasûlü (s.a.) ile bulunduğu bir zamanda Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: "Ey insanlar! Kadınlarla müt'a nikâhı'yapma hususunda size izin vermiştim. Allah bunu artık kıyamet gününe kadar haram kılmıştır!..."

[779] Buharî, 64/38, 67/31, 72/28, 90/3; Müslim, 1408; Tirmizî, 1121; İmam Mâlik, 2/542; Nesâî, 6/125, 126; İbn Mâce, 1961; Dârimî, 2/140; Ahmed b. Hanbel, 1/79.

[780] Sahihtir, yukarıda geçti.

[781] Sahihtir, yukarıda geçti.

[782] Ahzâb, 33/50.

[783] Buhari, 85/30; Müslim, 1720: Ebu Hureyre'den.

[784] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/385-395.

[785] Ebu Davud, 3009; isnadı sahihtir. Bundan daha geniş bir rivayet Buharî (8/12; 64/38) ve Müslim (1365)'de yer almaktadır.

[786] Ebu Davud, 3018. Hadis mürseldir.

[787] Buhari: 64/38; Ebu davııd. 3020; Ahmed b. Hanbel. Müsned.  1/32, 40.

[788] Ebu Davud, 3010. Senedi kuvvetlidir.

[789] Ebu Davud, 3017. Rivayet mürseldir.

[790] Ebu Davud, 3017.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/395-397.

[791] İmam Mâlik, 2/459; Buharî, 83/33; Müslim, 115; Ebu Davud, 2711; Nesâî, 7/24l

[792] Taberi, 3/91; îbn Kestr, 3/412, 413; îbn Seyyidinnâs, 2/143; Şerhu'l-Mevâhibi Ledü-niyye, 2/247, 249.

[793] Bu hadis, Ebu Hureyre'nin müsned rivayetiyle Zeyd b. Eslem'in mürsel rivayeti birleşti­rilerek (müleffak) rivayet edilmiştir. Mâlik, İ/13,14; Müslim, 680; Ebu Davud, 435, 436; Tirmizî 3162, Nesâî, 1/295, 297; İbn Mâce, 697: Ebu Hureyre'den. Mâlik, 1/14, 15: Zeyd b. Eslem'den. İbn Abdilber: "Hadis' Muvatta râvilerinin ittifakıyla mürseldir" demiştir.                                                                                                                     

[794] Buharî, 61/25; Müslim, 682; Ebu Davud, 443.

[795] Buharı, 9/35; Müslim, 681; Ebu Davud, 437, 438.                                     

[796] Muvatta. 1/14, 15.                                                                               

[797] Ahmed b. Hanbel, 1/386, 464; Ebu Davud, 447. Râvileri sikadır.         

[798] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/399-402.

[799] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/402.

[800] Buharî, 51/35; Müslim, 1771.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/402-403.

[801] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/405.

[802] Müslim, 1775; Ahmed b. Hanbel, 4146; Ebu Davud, 2697.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/405.

[803] Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 2/249.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/405-406.

[804] İbn Sa'd, 2/92; Şerhu't-Mevâhibi Ledüniye, 2/170, 177; İbn Kesîr, 3/418, 419.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/406.

[805] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/406-407.

[806] Buharı, 64/45, 87/2; Müslim, 97; Ebu Davud, 2643; Ahmed b. Hanbel, 5/207. Üsâme b. Zeyd'den. Şöyle demiştir:

"Allah Rasûlü <s.a.) bizi Huraka'ya gönderdi. Kavme bir sabah baskın yapıp, onları yenilgiye uğrattık. Ben ve Ensar'dan bir kişi, onlardan bîr adama yetişip de onu kuşa­tınca, adam: "Lâ ilahe illallah" dedi. Böyle söyleyince Ensardan olan şahıs, elini adam­dan çekti. Ben mızrağımı ona sapladım ve onu öldürdüm. Medine'ye dönüp te bu haber Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaşınca: "Ey Üsâme! Onu 'lâ ilahe illallah' dedikten sonra mı öldürdün?!" buyurdu. Ben de: "O, bunu ölümden kurtulmak için söyledi" dedim. Bu sözü o kadar tekrar etti ki, ben keşke bu günden önce müslüman olmamış olsaydım, diye temenni ettim."                                                                                         

[807] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/407-408.

[808] İbn Hişâm, 2/609, 610: İbn İshak'tan. Ahmed b. Hanbel, 3/467, 468; Ebu Davud (2678) özet olarak "Onu iple bağladık" sözüne kadar rivayet etmiştir. Müslim b. Abdullah el-Cühenî dışındaki râvileri sikadır. Abdullah el-Cühenî'yi, İbn Hibbân'ın dışındakiler si­ka görmemişlerdir. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'ât (6/202, 203) "Bu rivayeti Ahmed b. Hanbel ve Taberanî rivayet etmiş ve râvileri sikadır." demiştir İbn tshak, Taberânî ri­vayetinde, haberi işittiğini açıkça belirten ifade kullanmıştır.

[809] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/408-409.

[810] ib Şa'd, 2/120; Şerhu 7-Mevâhibi Ledüniyye, 2/252.

[811] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/409-410.

[812] İbn Hişâm, 2/629-630.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/410-411.

[813] Nisa, 4/94.

[814] Ahmed b. Hanbel, 6/11; İbn Hişâm, 2/626-627. Râvileri sikadır. Süyûtî, ed-Dürrü't-Mensûr'da (2/199-200) hadisi nakledip İbn Sa'd, İbn Ebî Şeybe, İbn Cerîr, Taberânî, İbnü'l-Münzir, îbn Ebî Hâtİm, Ebu Nuaym ve Beyhakî'nin (Delâil'inde, Abdullah b. Ebî Hadred el-Eslemî'den) de rivayet ettiklerini'ilâve etmiştir. Heysemî, Memau'z-Zevâid'dc (7/8) rivayet edip "Bu hadisi Ahmed b. Hanbel ve Taberânf rivayet etmiştir. Râvileri sikadır" demiştir.

[815] İbn Hişâm, 2/627; Ebu Davud, 4503; İbn Mâce, 2625; Ahmed b. Hanbel, 5/112. Ziyad b. Sa'd b. Dumeyre dışındaki râvileri güvenilir (sika) kimselerdir. Ziyad'i, İbn Hibbân'-dan başkası güvenilir bulmamıştır.

[816] ibn Hişâm, 2/628-629.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/411-413.

[817] Nisa, 4/59.

[818] Buharı, 65/4 (II); Müslim, 1834; Ebu Davud, 2624; Tirmizî, 1672; Mesaî, 7/154, 155: İbn Cerîr, 9858; Ahmed b. Hanbel, 3124; İbn Abbas'dan.

[819] Buharı, 64/59, 93/4; Müslim, 1840; Ahmed b. Hanbel, 1/82, 124.

[820] Bunu rivayetinde Ahmed b. Hanbel açıkça belirtmektedir. Ahmed b. Hanbel, 3/67; tbri Mâce, (2863) Ömer b. Hakem b. Sevbân kanalıyla Ebu Saîd el-Hudri'den naklediyor: "Allah Rasûlü (s.a.) Alkame h. Mücezziz'i bir ordunun başında gönderdi ki ben de o ordu içerisindeydim. Savaşacağımız yere vardığımızda veya henüz yolun bir yerine gel­diğimizde ordudan bir gruba izin verdi ve başlarına da Abdullah b. Huzâfe b. Kays es-

Sehmî'yi komutan tayin etti. Abdullah b. Huzâfe, Bedir savaşına katılanlardandı ve ken­disinde biraz şakacılık vardı..." Senedi kuvvetlidir, tbn Huzeyme, İbn Hibbân (1552) ve Hâkim (3/630, 631) hadisi sahih görmüşlerdir. Bu hadisten çıkarılan bazı hükümler: Komutanın öfke halinde verdiği hüküm, şeriata aykırı düşmedikçe geçerli olur. Kayıt ve şartla sınırlandırılmayan (mutlak) emir bütün halleri kapsamaz. Çünkü Hz. Peygam­ber (s.a.) onlara, komutana itaat etmelerini emretti; onlar da bunu bütün hallere, hatta öfke haline ve bir günahı emir haline hamlettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) onlara, kendisine itaat edilmesini içeren emrin, günah olmayan şeylere mahsus olduğu­nu beyan etti.

[821] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/413-415.

[822] Ahmed b. Hanbel, İ/306. İbn Abbas'tan: Kureyşliler, Muhammed ve ashabını Yesrib'-in (Medine) sıtması zayıflatmıştır, demişlerdi. Allah Rasûlü (s.a.) umre yaptığı yılda Mek­ke'ye gelince, ashabına: "Müşriklerin kuvvetinizi görmesi için, Kabe'yi tavaf ederken üç turda remel yapınız" buyurdu. Müslümanlar remel yapınca, Kureyşliler birbirlerine: Yesrib'in sıtması onları zayıflatmamış, diyerek hayretlerini gizleyememişlerdir. İsnadı sahihtir. Buharı 64/43; Müslim, 1266.

[823] İbn Hişâm, 2/271. İbn İshak: "Bana Abdullah b. Ebu Bekr bu hâdiseyi mürsel olarak rivayet etti" demiştir. İbn Hacer'in (Feihu'I-Bârî, 7/384) dediği gibi, Abdürrezzak bu olayı, Enes'den iki sahih senedle rivayet etmiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/417-418.

[824] İbn Hişâm, 2/372; İbn Sa'd, 2/120, 123; Şerhu'I-Mevâhib-i Ledüniyye, 2/253, 263.

[825] Buharı, 64/43, 67/30; Müslim, 1410; Ebu Davud, 1844; Tirmizî, 842; Nesâî, 5/191.

[826] Saîd b. Müseyyeb'in hadisi Buharî'de yoktur. Bu hadis Ebu Davud (1845) ve Beyhakî'-de vardır.

[827] Müslim, 1411; Ebu Davud, 1843; tbn Mâce 1964; Ahmed b. Hanbel, 6/333, 335.

[828] Ahmed b. Hanbel, 6/393; Tirmizî, 841. Hammâd b. Zeyd -Matar el-Varrâk-Rebîa-Süleyman b. Yesâr- Ebu Râfi' kanalıyla rivayet etmiş ve: "Bu hadis hasendir. Hammâd b. Zeyd'den başka, bu hadisi Matar el-Varrâk'a İsnâd ederek rivayet eden bir kimsevi bilmiyoruz. Matar el-Varrâk ise hadisi delil olmayan birisidir." demiştir. Ebu Ömer ibn Abdilber'in Süleyman b. Yesâr'la Ebu Râfi' arasında kopukluk bulunduğunu *m ieme-sine rağmen İmam Mâlik, Süleyman b. Yesâr'dan hadisi mürsel olarak rivayet etmiştir ki, Mâlik, Matar el-Varrâk'dan daha iyi hafızaya sahip biridir.           

[829] Fethu'l-Bârî, 9/143. Bu hususta, İbn Abbas hadisinin bir benzeri, Hz. Âişe ve Ebu Hu-reyre kanalıyla sahih olarak gelmiştir.

[830] İbn Hibbân da bu te'vîte meyletmiş ve bunu Sahih'inde kesin kabul etmiştir.

[831] Müslim, 1409; Tirmizî, 840; Ebu Davud, 1841; Nesâî, 5/292; İbn Mâce, 1966.

[832] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/418-421.

[833] Buharî, 26/3, 53/6; Ebu Dâvud, 2278.

[834] Hidâne: Anne veya akrabadan herhangi bir kadın veya erkeğin bir çocuğu himayesi altı­na alarak, koruma ve terbiye etmesine denir.

[835] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/421-424.

[836] Bakara, 2/196.

[837] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/424-425.

[838] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/425-426.

[839] Buharî, 64/44: İbn Ömer'den; Ahmed Müsned, 5/291, 300, 301: Ebu Katâde'den.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/427.

[840] Meryem, 19/71.

[841] İbn Hişâm, 2/373-374. Hadis mürseldir.

[842] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/427-428.

[843] Buharı, 64/44.

[844] Bk: İbn Hişâm, 2/373-389; îbn Sa'd, 2/128; Taberî, 3/107; İbn Seyyidinnâs, 2/153; İbn

Kesîr, 3/455-493; Şerhu Mevâhibi Ledüniyye, 2/267-277; Mecmau'z-Zevâk, 6/156, 160.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/429.

[845] Ibn Hişâm, 2/380: îbn İshak'tan.

[846] Abdürrezzak, Musannef, 9562. Mürsel olması yanında hadis, seneddeki İbn Cüd'ân'ın zayıf bir râvi olması sebebiyle zayıftır.

[847] Heysemî, bunu Mecmau'z-Zevâid'de {9/272, 273) İbn Abbas kanalıyla naklettikten sonra der ki: Taberânî, biri hasen olan iki senedle rivayeTetmiştİr.

Bu konuda yine Taberânî'de, Mecmau'z-Zevâid'de (6/160) bulunan hadise benze­yen, Ebu'I-Yüsr'den nakledilen bir hadis bulunmaktadır. Senedinde zayıf bir râvi olan Sabit b. Dînâr vardır ve hadis zayıftır. Sahİh-i Buharî'de nakledilen bir hadiste İbn Ömer'­in, Cafer'in oğlu Abdullah'ı gördüğünde kendisini: "Selâm sana, ey iki kanatlının oğ­lu!" diye selâmladığı rivayet edilmektedir.                                     

[848] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/430.

[849] İbn Hişâm, 2/376-377.

[850] Tirmizî, 2851; Nesâî, 5/202, 5/212: Enes b. Mâlik'ten.

[851] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/430-431.

[852] İbn Sa'd. Tabakât, 2/131.

[853] Ahmed, 1/196. Senedinde inkıta' vardır. Çünkü Âmir (Şa'bî) Amr'a yetişmemiştir. Ebu Ubeyde'ye yetişmemiş olması da daha evlâdır. 

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/433-434.                

[854] Nisa, 4/29.                                                                          

[855] Ebu Davud, 334; Beyhakî, 1/225. Senedi kuvvetlidir. Hadisi Buharı, Sahih'inde (6/6) muallak olarak kaydetmiş, Haftz İbn Hacer ise kuvvetli bulmuştur. İbn Hibbân (202) ve Hâkim (1/177) hadisi sahih bulmuş, Zehebî de buna katılmıştır. Münzirî de hasen olduğunu belirtmiştir. Hafız îbn Hacer der ki: Bu hadisten şu hükümler çıkarılmıştır: 1- Suyu kullanması halinde helâk olmaktan korkan kimsenin teyemmüm etmesi caizdir; soğuk veya başka sebeplerden dolayı olması farketmez. 2- Teyemmüm eden kimsenin, abdestli olanlara imam olup namaz kıldırması caizdir. 3- Hz. Peygamber (s.a) devrinde ictihad yapmak caizdir.

[856] Ebu Davud, 335. İsnadı sahihtir. Abdürrezzak da Musannef inde (878) başka bir yolla Abdullah b. Amr b. Âs'tan rivayet etmiş, ama teyemmümü zikretmemiştir.

[857] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/434-435.

[858] Buharî, 64/65, 47/13, 72/38; Müslim, 1935; Ebu Davud, 3840; Nesâî, 7/207, 208; Ah-med, 3/309, 311; Câbir'den.

[859] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/437-438.

[860] BaRara, 2/2İ7.

[861] Tevbe, 9/5.

[862] Mâide, 5/3.

[863] Mâide, 5/96.

[864] Fethu'1-Bârî, 9/529; Taberî, 2687, 2697; Beyhakî, 9/254.

[865] Şafiî, 2/425; Ahmed, 2/97; İbn Mâce, 3314: Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem -Zeyd b. Eşlem- İbn Ömer kanalıyla. Abdurrahman zayıf bir râvidir. Dârakutnî (s. 539, 540) ise Ali b. Müslim -Abdurrahman ve Mutarrİf- Abdullah yoluyla babalan Zeyd b. Eslem'in İbn Ömer'den merfû rivayeti olarak naklediyor. Beyhakî ise (1/254) İbn Vehb -Süleyman b. Bilâl-Zeyd b. Eşlem- İbn Ömer kanalıyla mevkuf olarak rivayet edip: Bu isnad sahih­tir, demiştir. Bu ise müsned anlamındadır. Müellif merhumun dediği gibi merfû hük­mündedir.

[866] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/438-441.

[867] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/445.

[868] Ibn Hişâm, es-Sîre'de (2/394-395) senedsiz oiarak îbn îshak'tan rivayet etmiştir. Tat rânî, Sağîr'de (s, 222) Meymûne bt. el-Hâris'ten (r.a.) zayıf bir senedle mevsûl olar. rivayet etmiştir.

[869] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/445-448.

[870] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/448-449.

[871] îbn Hişâm, 2/389-398. Îbn İshak'tan senedsiz olarak.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/449-450.

[872] Îbn   Hişâm,   (2/398-399),   senedsiz   olarak   rivayet   etmiştir. 65/Mümtahine/60), Müslim (2494), Ebu Davud (2650), Tirmizî (3302)  bel (1/80) Hz. Ali'den rivayet etmişlerdir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/450-451.

[873] Buharı, 64/47; Müslim, 1113: Îbn Abbas'tan.

[874] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/451.

[875] Yusuf, 12/91.                                                                                       

[876] Yusuf, 12/92.                                                                                        

[877] Hâkim, 3/43, 44. İbn Abbas'tan ceyyid bir senedle. Hâkim, hadisi sahih bulmuş, Zehe-bî de ona katılmıştır.

[878] İbn Hacer'in ei-Isâbe'de (537) naklettiğine göre Ebu Ahmed el-Hâkim, bu hadisi Ham-mâd b. Seleme-Hişâm b. Urve-babası senediyle rivayet etmiştir. Urve diyor ki: Rasû­lullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ebu Süfyan b. Haris, cennet ehli gençlerinin efendisidir." Râvüeri sikadır, fakat hadis mürseldir.                                                    

[879] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/451-453.

[880] Buharı, 64/47. Hİşâm b. Urve'nin, babasından mürsel rivayetidir. Bk. Şerhu'l-Mevâhib-i

Ledüniyye, 2/305-306.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/453-456.

[881] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/456.

[882] Müslim, 1780; Ahmed, 2/538; Ebu Davud, 3024.

[883] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/457-458.

[884] İsrâ, 17/71.

[885] Sebe', 34/49.

[886] Buharı, 46/32, 64/48, 65/İsrâ (17); Müslim, 1781; Tirmizî, 3137; Ibn Hibbân, 1702.

[887] Birinci kısmını Ibn Hİşâm (2/411-412), İbn İshak'tan, Safiyye bt. Şeybe hadisi içerisin­de rivayet etmiştir. Senedi kuvvetlidir. İkinci kısmını ise Buharî (27/54, 60/11, 64/48) İbn Abbas hadisi olarak rivayet etmektedir.

[888] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/458-459.

[889] Hucurât, 49/13.

[890] Ibn Hişâm (2/412), İbn İshak'tan, 'ilim adamlarından birinin bana bildirdiğine göre' diyerek rivayet etmiştir.

Ahmed b. Hanbel (6533, 6552), Ebu Davud (4547), İbn Mâce (2627) îbn Ömer'den

şöyle rivayet etmişlerdir: Rasûlullah (s.a.) fetih günü Mekke'de halka hitabetti; üç defa tekbir getirdikten sonra şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh yoktur. O yegânedir. Va.'dini yerine getirdi ve kuluna yardım etti. Bütün düşmanları tek başına bozguna uğrattı. İyi bilin ki, cahiliye çağına ait olup kan ve mal davalarını hatırlatan her âdet -Beytullah'ın perdedarhğı ile hacılara su dağıtma âdetleri dışında- ne varsa hepsi de şu iki ayağımın altındadır, kaldırılmıştır." Sonra şöyle buyurdu: "İyi bilin ki, kamçı ve sopa ile yapılan yan kasıtlı hatâen adam öldürmenin diyeti yüz devedir. Bunlardarv kırkının karınların­da yavruları da olmalıdır." İbn Hibbân (1526) ve tbn el-Kattân buhadisi sahih bulmuş­tur. Bu hususta İbn Ömer'den, Şafiî (2/263), Ebu Davud (4549), Nesâî (8/42), îbn Mâce (2628), Dârakutnî (s. 333) ve Ahmed b. Hanbel (4583, 4926)'de senedinde zayıf bir râvi olan Ali b. Zeyd b. Cüd'an'ın bulunduğu bir hadis rivayet edilmiştir. Bu hadis, şahidle-riyle hasen bir hadistir. İbn Kesîr'in naklettiğine göre (4/217) İbn Ebî Hâtİm, tbn Ömer'­den şu hadisi nakletmiştir: Rasûlullah (s.a.) fetih günü Mekke'de, devesi Kasvâ üzerinde tavaf etti. Rükünleri elindeki ucu eğri sopasıyla (bastonuyla) selâmlıyordu. Mescid'de devesini çöktürecek bir yer bulamadı. Nihayet İnsanların elleri üzerine indi ve Mesîl va­disine çıkıp devesini çöktürdü. Sonra Rasûlullah (s.a.), hayvanı üzerinde insanlara hita-bet*;,. Allah'a hamdetti ve O'na lâyık olduğu biçimde senada bulundu, sonra şöyle buyurdu: Ey insanlar! Allah Teâlâ cahiliye kibirlerini ve atalarıyla övünmeyi sizden gi­dermiştir. İnsanlar iki türlüdür: Biri Allah Teâlâ katında iyi, müttakî ve salih adam; di­ğeri de Allah Teâlâ katında günahkâr, isyankâr ve kolayca günah işleyen adamdır. Allah azze ve celle şöyle buyuruyor: 'Ey insanlar! Biz sizi bir erkek İle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında, sizin en üstününüz en müttakî olanınızdır. Şüphesiz ki Allah herşeyi bilir, ve herşeyden haber­dardır.' Sonra Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Size bu sözü söylüyor ve

Allah'tan, kendim için ve sizin için bağışlanma diliyorum." Senedinde Musa b Ubeyde er-Rebezî vardır ki, bilhassa Abdullah b. Dinar'dan yaptığı rivayetlerde zayıf olan bir râvidîr. Bu hadisi de ondan rivayet etmiştir. Fakat Ahmed (2/361) ve Ebu Davud'un (5116) Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri bu hadise benzer bir şahid hadis

vardır ki hadis hasendir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/459.

[891] Bu, Osman b. Talha b. Ebî Talha'dır. Tam ismi şöyledir: Ebu Talha Abdullah b. Abdü-luzzâ b. Osman b. Abdüddâr b. Kusay b. Kilâb el-Kuraşî el-Abderî. Kâbe-İ Muazzama'-nın perdedarı (hâcib'i) idi. Hicâbe vazifesi kendi soyuna ait olan Şeybe b. Osman b. Ebî Talha'nın amca oğludur. Hudeybiye andlaşması ile Mekke fethi arasındr.ki barış döne­minde Halid b. Velid ve Amr b. Âs ile birlikte müslüman olmuştur. Amcası Osman b. Ebî

Talha ise Uhud savaşında müşriklerin sancaktarlarındandır. O gün kâfir olarak öl­dürülmüştü,

[892] İbn Hişâm, 2/412.                                                                              

[893] İbn Sa'd, Tabakat, 2/136-137; Şerhu'I-Mevâhib-i Ledüniyye, 2/340-341.

[894] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/460-461.

[895] İbn Hişâm, 2/413.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/461-462.

[896] Buharî, 18/12, 19/31, 64/50; Müslim, 336 (80); Tirmizî, 474; Ebu Davud, 1291. Bk. 1. cilt, Kuşluk Namazı Konusundaki Tutumu, s. 317-332.             

[897] İmam Mâlik, 1/152; Buharı, 58/9; Müslim; 1/498 (336) (82).

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/462.       

[898] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/462-463.

[899] Buharî, 64/52; Müslim, 1354; Tirmizî, 809; Nesâî, 5/204-206; Ahmed, 4/31, 32: Ebu ti         Şurayh'tan. Müslim, 1353; Nesâî, 5/203: İbn Abbas'tan. Müslim, 1355: Ebu Hureyre'den.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/463.

[900] Müslim, 1780; Ahmed, 2/538: Ebu Hureyre'den.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/463-464.

[901] İbn Hişâm, 2/417.

[902] İbn Hişâm, 2/418.

[903] tbn Hişâm, 2/418.

[904] Bu taşlar harem sınırlarını işaretlemek üzere konulmuştu. Taşlann dışında kalan böl, ye Hill, İçinde kalan bölgeye de Harem denilir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/464-465.

[905] tbn Sa'd, 2/İ46.

[906] îbn Sa'd, 2/146-147.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/465-466.

[907] İbn Sa'd, 2/147-148; İbn Hişâm, 2/428-431; Buharı, 64/58.

[908] İbn Hişâm, 2/431. Müslim'de (2541) Ebu Saîd el-Hudrî'nin şöyle dediği rivayet edilmiş­tir: Halid b. Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında bir şey vardı da Halid ona sövdü. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu: "Ashabımdan hiçbirine sövmeyin. Çünkü bi­riniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onların bir ölçeğine hatta onun yarısına erişemez."

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/466-467.

[909] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/469-472.

[910] Fetih, 48/1.

[911] Ebu Davud, 2736. İsnadı hasendir.

[912] Fetih, 48/27.

[913] Hûd, 11/114; Nisa, 4/31.

[914] Sahih bir hadistir. Tirmizî, 1988; Ahmed b. Hanbe! Müsned, 5/153, 158, 228, 236; Dâ-rimî, 2/323; Ebu Zer ve Muâz b. Cebel'den rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nerede olursan ol, Allah'tan kork; kötülüğün ardından onu imha

.edecek bir iyilik yap ve insanlarla güzel bir şekilde geçin!"

[915] Bakara, 2/264.

[916] Hucurât, 49/2.

[917] Dârakutnî, (2/311) ve Beyhakî (5/330), Ebu tshak kanalıyla Âliye'den şu hadisi nakfel-mişierdir: Bir kadın Hz. Âişe'ye gelerek, veresiye olmak üzere Zeyd b. Sâbit'e 800 dir­heme bir köle sattığını, sonra da Zeyd'den onu peşin paraya 600 dirheme geri satın aldı­ğını, böyle bir satım akdinin hükmünün ne olduğunu sordu. Hz. Âişe: "Ne kötü almış­sın, ne kötü satmışsın! Zeyd'e söyle, Allah Rasûlü'yle (s.a.) birlikte katıldığı cihadın sevabını iptal etmiştir. Ancak tevbe ederse o başka!" dedi. Râvileri sikadır. Âliye ise kendisinden hem kocasının, hem de oğlunun hadis rivayet ettiği bir râvidir; kocası da oğlu da hadis imamıydı, İbn Hibbân bu kadını es-Sikât adlı eserinde zikreder. Onun bu hadisini Sevrî, Evfeaî, Ebu Hanife ve arkadaşlan İmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel, Hasan b. Salih delil kabul etmişlerdir. Zeylâî, Nasbu'r-Râye'de, et-Tenkîh adlı eserin müellifinin, hadisin senedini ceyyid bulunduğunu nakletmİştir.

[918] Buharı, 9/15.

[919] Tıpçılar, ani hastalıklarda hastada bir anda meydana gelen değişikliğe buhran = kriz de­mektedirler.

[920] Tirmizî, 4791; İbn Mâce, 1384; Abdullah b. Ebî Evfâ'dan. Senedinde Fâid b. Abdur-rahman adlı râvi vardır ki zayıftır. Hâkim ise Müstedrekİnde (1/525) îbn Mes'ûd'dan naklederek sahih olduğunu söylemiş ve Zehebî de ona katılmıştır.

[921] Ahmed b. Hanbel, 1/165; Tirmizî, 3739. Senedi kuvvetlidir; îbn Hibbân (2212) ve HâJ kim (3/374), sahih görmüş, Zehebî de Hâkim'e uymuştur. Tirmizî: "Hasen hadistir.' demiştir.

[922] Ebu Davud, 3964. Senedinde Gurayf b. ed-Deylemî vardır ki, Îbn Hibbân'dan başkası onu sika kabul etmemiştir.

[923] Müslim, 93: Câbir b. Abdullah'tan.                                 

[924] Müslim, 1064: Ebu Saîd'den, 1067: Ebu Zer'den; Ahmed b. Hanbel, 5/253, 256; Tirmi­zî, 3003; Ebu Ümâme'den; senedi hasendir.

[925] Mâide, 5/21.

[926] Hacc, 22/25.

[927] Tevbe, 9/28.

[928] Isrâ, 17/1.

[929] Merhum müellifimiz bu hadisin Sahih-i Buharî'de veya Müslim'de yer aldığını söylemekle yanılmıştır. Fakat hadis îbn Hişâm (2/402), Taberânî ve Ebu Yal'a'da mevcut olup;za-yıftır. Bk. Feîhu'l-Bârî, 7/155; Mecmau'z-Zevâid, 1/76.

[930] Bakara, 2/396.

[931] Bk. Hz. Peygamber'in Haccı, 2/273 (Dipnot; 327).         

[932] Haşr, 59/8.

[933] Âl-i îmrân, 3/195.

[934] Mümtahme, 60/9.

[935] Buharı, 25/44.

[936] Ebu Davud, 4361; Nesâî, 7/107, 108. Senedi güçlüdür. Hafız îbn Hacer,Bulûğu7-Merâm'da ravilerinin sika olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber'e (s.a.) sövmenin hük­mü konusunda en derli toplu, en geniş eseri, "es-Sârimu'l-Meslûl a/â Şalimi 'r-Rasûl= Pey­gambere sövene yalın kılıç" adıyla Şeyhülislâm Ibn Teymiye kaleme almıştır.        

[937] Daha önceki dipnotlara bakınız. Hadis sahihtir.                                                  

[938] Ahmed b. Hanbel, 5/2,4. Senedi hasendir.

[939] Buharî, 65/63; Müslim, 2584 (64); Tirmizî, 3312; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/393; metni şöyledir: "insanlar Muhammed ashabını öldürüyor, diye konuşmasınlar!"

[940] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/473-491.

[941] Buharı, 3/37; Müslim, 1354.

[942] Müslim, 1374.

[943] Buharı, 5/98; Müslim, 1360-1363, 1365, 1366, 1372; Ebu Davud, 2034-2039; Tirmizî, 3917, 3918; İbn Mâce, 3113, Muvatta', 2/889; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/119, 169, 181, 185, 3/149, 159, 240, 243, 336, 393, 404, 77, 141, 5/309, 318, 329.

[944] Amr b. Saîd b. el-Âsî b. Ümeyye el-Kuraşî el-Emevî. Eşdak diye bilinir, tbn Hacer, Fethu'l-Bârî'dç (1/76) der ki: Sahabî değildir. Hayırla onları takıp edenlerden de değil­dir. Yezîd b. Muâviye'nin Medine valisi idi. Yezîd'e bîat etmeyip Kabe'ye sığındığında Abdullah b. Zübeyr'in üzerine, Mekke'ye savaş için ordu gönderen şahıs budur. Abdul­lah b. Zübeyr ise Beytullah'a (Kabe'ye) sığınmış ve bundan dolayı "Âizü'1-Beyt" diye isimlendirilmiştir.

[945] Yukarıda geçti.

[946] Abdürrezzak, Musannef, 9228, 9229.

[947] Bu, Amr b. Saîd el-Eşdak'ın sözü olup, Hz. Peygamber'in (s.a.) hadisi değildir. Bk: Buharı, 64/51; Müslim, 1354.

[948] Muttefekun aleyhtir. Yukarıda geçti.

[949] Âl-i İmrân, 3/97.

[950] Ankebût, 29/67

[951] Kasas, 28/57.

[952] Nisa..4/43.      

[953] İsnadı sahihtir, Musannef (9226)'da mevcuttur.

[954] Bakara, 2/191.

[955] Buharî, 25/43; Müslim, 1304.

[956] Müslim, 1355.

[957] Buharı, 23/82; Müslim, 292.

[958] Irşık: Yere yayılan, geniş yapraklı dikensiz bir ağaçtır. Hemen hemen hiçbir şey bu ağa­cı yemez, ancak keçi ondan az bir miktar yer.

[959] Ebu Davud, 1719; Müslim, 1724

[960] Ebu Davııd, 4539; Nesâî, 8/39; İbn Mâce, 2635.

[961] Bakara, 2/178.

[962] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/383.

[963] Buharî, 84/9; Müslim, 1654.

[964] Ebu Davud, 3285. Senedi zayıftır.

[965] Buharı, 45/6.

[966] Müslim 3004.

[967] Buharî, 31/39.

[968] Daha önce geçti.

[969] Maide ,5/5.

[970] Maide 5/3.

[971] Maide 5/3.

[972] Daha önce ğeçti.

[973] Mâide, 5/87.

[974] Buharî 67/8; Müslim, 1404.                                                                       

[975] Müslim, 1405.                                                            

[976] Müslim, 1405 (18).

[977] Müslim, 1405 (16).                                                                      

[978] Ahmed b. Hanbel, 3/325; senedi hasendir. Müslim (1217) Sahihinde Hz. Cabır in şöy­le dediğini rivayet eder: Biz Rasûlullah'ın {s.a.) yanında müt'a yaptık. Hz. Ömer hilafe­te geçince: "Şüphesiz ki Allah, Rasülü'ne dilediğini, dilediği şekilde helâl kılar. Yine şüphesiz ki Kur'an yerli yerine inmiştir. Artık Allah'ın size emrettiği gibi hac ve umreyi tamamlayın! Şu kadınlarla müt'a yapmayı kesin! Şayet bana bir süre için bir kadını ni­kâh eden bir adam getirirlerse, onu mutlaka taşlarla recmederim." dedi. ;

[979] Ebu Davud, 2683, 4359; Nesâî, 7/105, 106. Hâkim (3/45), sahih kabul etmiş Zehebi  de kendisine muvafakat etmiştir.

[980] Âl-i İmran, 3/86-89.

[981] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/493-511.