BİRİNCİ BÖLÜM HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) CİHAD KONUSUNDAKİ TUTUMLARI
HZ. PEYGAMBER'IN (S.A.) CİHAD KONUSUNDAKİ TUTUMLARI
1— Hz. Peygambermn (S.A.) Cihadı En Üstün İdi:
İKİNCİ BÖLÜM HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) DAVETİ
A) HZ. PEYGAMBER'IN (S.A.) DAVETE BAŞLAMASI
1— Kureyş Düşmanlığa Başlıyor:
5— Kureyş Muhacirleri Rahat Bırakmıyor:
1— Kıırcyşliler Boykot Anlaşması İmzalıyor:
F) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) TÂİF'E GİDİŞİ
3— Hz. Peygamber*! (s.a.) Cinlerin Dinlemesi:
4— Peygamberimizin Mekke'ye Girişi:
G) HZ. PEYGAMBERDİN (S.A.) MİRACA ÇIKIŞI
3— Hz. Peygamber (s.a.) Rabbini Gördü mü?
4— Mirâc Olayını Kavmine Anlatışı:
5— İsrâ ve Mirâc Hâdisesi Ruhla mı, Bedenle mi Gerçekleşti?
7— Mirâc Olayı Kaç Kere Gerçekleşti?
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM YENİ BİR MEKÂNA DOĞRU
A) Hz. PEYGAMBERİN (S.A.) HİCRETİ
2— Medinelîlerin Müslüman Oluşu:
5— Kureyşlilerin Olanları Buyması:
2— Dâru'n-Nedve'de Yapılan Toplantı:
2— Sürâka, Peygamberimizin Peşinde:
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Hz. PEYGAMBER (S.A.) MEDİNE'DE
A) Hz. PEYGAMBER (S.A.) MEDİNE'DE
1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'de Karşılanışı:
3— Ebu Eyyub el-Ensarî'nin Evinde:
B) MEDİNE'DEKİ İLK FAALİYETLERİ
3— Yahudilerle Yapılan Sulh Anlaşması:
1— Kıblenin Kabe'ye çevrilmesi:
2— Beş Vakit Namazın Rekâtları:
1— Cihada Teşvîk Konusundaki Hadisler:
1— Savaşa Çıkacaklardan Söz Alması:
2- Düşmanın Ele Geçen Yiyecekleri:
3- Yağma ve İşkencenin Yasaklanışı:
4- Ganimet Hırsızlığı Konusundaki Tatbikatı:
E) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) ESİRLER KONUSUNDAKİ UYGULAMALARI
2— Bedir Savaş» Esirlerinden Fidye Alınması:
F) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) CASUSLAR HAKKINDAKİ TATBİKATI
3— Müslüman Olanların Malları:
G) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) SAVAŞTA ELE GEÇİRİLEN* ARAZİLER KONUSUNDAKİ
TATBİKATI
1— Fethedilen Topraklar Hakkındaki Tatbikatı:
2— Mekke'nin Savaş Zoruyla Fethedildiği:
ALTINCI BÖLÜM GAYRİMÜSLİMLERE MUAMELESİ
HZ. PEYGANlBER'lN (S.A.) GAYRİMÜSLİMLERE
2— Medine'deki Gayrimüslimler:
3— Yahudilerle Anlaşma Yapması:
4— Kaynukaoğullarının Anlaşmayı Bozmaları:
5- Nadîroğullannın Anlaşmayı Bozmaları:
6— Kurayzaoğullannın Anlaşmayı Bozmaları:
8— Hz. Peygamber'in (s.a.) Anlaşmayı Bozanlara Karşı Tatbikatı:
10— Mekkelilerie Yapılan Anlaşmada Kadınların Durumu:
11— Hayberlilerle Yapılan Anlaşmanın Bozulması:
12— Bu Olaydan Çıkan Sonuçlar:
13— Hayber Arazileri Mahsulünün Paylaşılması:
14— Zimmîlik Akdi ve Cizye Alınması:
CİHADIN FARZ KILINMASI ÜZERİNE HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) İNSANLARA KARŞI
TUTUMLARI
1— Kâfirlere ve Münafıklara Karşı Tutumları:
2— Mü'minlere Karşı Tutumları:
SEKİZİNCİ BÖLÜM İLK SERİYYELER
3— Saîd b. Ebî Vakkâs Seriyyesi:
8— Abdullah b. Cahş Seriyyesi:
1— Müslümanlar Kervanı Karşılamaya Çıkıyor:
2— Mekkelilerin Savaşa Hazırlanması:
6- Allah'ın Müslümanlara Yardımı:
11— Müslümanların Kahramanlıkları:
14— Bedir Savaşına Katılanlar:
B) BEDİR SAVAŞINDAN SONRAKİ GAZALAR
6— Kâ'b b. Eşrefin Öldürülmesi:
1— Kureyş Savaşa Hazırlanıyor:
3— Medine'den Savaş İçin Çıkış;
4— Uhud'a Varış ve Savaşa Hazırlık:
9- Allah'ın Mü'minlere Yardımları:
10— Uhud Savaşındaki Müslümanların Kahramanlıktan:
11— Bu Savaştan Çıkan Fıkhı Hükümler:
12- Uhud Savaşında Ortaya Çıkan Bazı Hikmetler:
B) UHUD SAVAŞINDAN SONRAKİ OLAYLAR
3— Abdullah b. Üneys Seriyyesi:
6— Hz. Peygamber'in (s.a.) Kunutta Beddua Okuması:
ON BİRİNCİ BÖLÜM HENDEK SAVAŞI
1— Yahudilerin KureyşIiİeri Kışkırtmaları:
2— Medine'nin Etrafına Hendek Kazılması:
3— Yahudiler Anlaşmayı Bozuyorlar:
4— Müşrikler Medine Önlerinde:
5_ Müşriklerin İttifakı Bozuluyor:
B) HENDEK SAVAŞINDAN SONRAKİ GAZALAR
4— Ükkâşe b. Mihsan Seriyyesi:
6— Muhammed b. Mesleme Seriyyesi:
7_ Zeyd b. Harise Seriyyeleri:
8— Ebu Basîr'in Kureyş Kervanlarının Yolunu Kesişi:
10— Abdurrahman b. Avf Seriyyesi:
ON İKİNCİ BÖLÜM HUDEYBİYE ANLAŞMASI
4— KureyşHIere Elçi Göndermesi:
7— Kureyş Elçilerinin Peygamberimize Gelişi:
10— Hudeybiye'den Medine'ye Dönüş:
12— Hudeybıye Kuyusundan Su Çıkması:
B) HUBEYBİYE ANLAŞMASININ ÖNEMİ VE HİKMETLERİ
1—Hudeybiye Anlaşmasının Maddeleri:
2— Hubeydiye Anlaşmasından Çıkarılacak Bazı Fıkhı Hükümler:
3— Hudeybiye Anlaşmasının İçerdiği Bir Kısım Hikmetler:
3— Ebu Hureyre ve Arkadaşlarının Medine'ye Gelişi:
4— Ehli Eşek Etinin Haramlığı:
5— Âmir ile Merhab'ın Vuruşması:
6— Sancağın Hz. Ali'ye Verilişi:
10— Hz. Peygamber'in (s.a.) Safiyye ile Evlenmesi:
11— Hayber Ganimetlerinin Taksimi:
12— Cafer b. Ebu Tâlib ve Arkadaşları ile Eş'arîlerin Medine'ye Gelmeleri:
13— Fezâreoğullannın Pay İstemeleri:
14— Hz. Peygamber'in (s.a.) Zehirlenmesi:
B) HAYBER GAZÂSINDAKİ FIKHI HÜKÜMLER
1— Hayber Gazâsındaki Fıkhı Hükümler:
2— Hayber Savaşla mı Fethedildi?
2— Bu Gazadaki Fıkhı Hükümler:
3— Medine'ye Dönüş ve Ensann Mallarının Geri Verilişi:
3— Abdullah b. Revâha Seriyyesi:
5— Mürreoğullanna Gönderilen Seriyye:
6— Gâlib b. Abdullah Seriyyesi:
8- İbn Ebî Hadred el-Eslemî Seriyyesi:
10— Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî Seriyyesi:
2— Hz. Peygamber'in (s.a.) Meymune ile Evlenmesi
3— Hz. Hamza'nm Kızının Hidânesi:
4— Bu Umre Kaza Umresi inidir?
5— Kurbanını Hudeybiye'de Kesmesi:
1— Rasülullah'ın (s.a.) Elçisinin Öldürülmesi:
2— Müslümanların Sefere Çıkışı:
3— Bizans Ordusuyla Karşılaşma:
5— Hz. Peygamber'in (s.a.) Savaşı Anlatması:
1— Kudâalılann Medine'ye Hücuma Kalkışmaları:
2— Amr b. Âs'ın Bu Gazada Teyemmüm Alması:
1— Ebu Ubeyde'nin Deniz Sahiline Gönderilmesi:
2~- Bu Olaydaki Fıkhı Hükümler:
2— Kureyşliler'in Anlaşmayı Bozmaları:
4— Müslümanların Savaşa Hazırlanmaları:
5— Hâtib'm Kureyşlilere Haber Vermeye Kalkışması:
7— Ebu Süfyan b. Hâris'in Müslüman Oluşu:
10— Bazı Mekkeliler'in Karşı Koymaya Çalışması:
11— Hz. Peygamber (s.a.) Kabe'de:
12— Hz. Peygamber (s.a.) M ek kel ilerle:
14— Bilâi-i Habeşî'nin Kabe'de Ezan Okuması:
16— Öldürülmeleri Emredilen Mekkeliler:
17— Hz. Peygamberin Konuşması:
18— Rasûiullah Mekke'de Kalacak mı?
21— Halid b. Velid'in Cüzeymeoğulları Seriyyesi:
C) MEKKE FETHİNDEKİ YÜCE HİKMETLER
D) HZ. PEYGAMBERDİN (S.A.) FETİH HUTBESİ
Cihad, yüce İslâm tepesinin
zirvesi ve kubbesi olup mücahidlerin cennetteki makamları da en yüksek
makamlar olduğundan ötürü -ki dünyada üstünlük mücahıdlere ait olduğu gibi
dünya ve ahirette en üstün olanlar da onlardır- Allah Rasûlü (s.a.) cihadın tam
tepe noktasında, doruğunda idi ve ulaşılabilecek bütün türlerine egemendi.
Allah yolunda kalb ve gönülle, davet ve anlatımla, kılıç ve mızrakla gerektiği
gibi lâyıkıyla cihad etmiştir. O'-nun yaşamının saatleri kalbiyle, diliyle ve
eliyle cihad etmekle dopdoluydu. Bundan dolayı âlemlerde adı en çok anılan, adı
en jnice ve Allah katında kadri en muazzam olan O'dur. [1]
Allah Teâlâ, peygamber
olarak gönderdiği vakitten itibaren O'na cihadı emretti. Buyurdu ki:
"Dileseydik her kasabaya bir uyana gönderirdik. Sen, kâfirlere uyma ve
onlara karşı büyük bir cihad (=mücadele) ver.[2] Mekke'de
inen ( = Mekkî) sûrelerden olduğu halde Allah, bu sûrede hüccet (= deliller
ortaya koyma), anlatım ve Kur'an'ı tebliğ suretiyle kâfirlere karşı cihad
açılmasını emretmiştir. Münafıklarla cihad da aynı şekilde yalnızca hücceti
tebliğ iledir. Yoksa onlar zaten m üs 1 umanların otoriteleri altındadırlar.
Allah buyuruyor ki: "Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla cihad et. Onlara
karşı sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Kalacakları o yer ne
kötüdür!" [3]
Münafıklarla cihad,
kâfirlerle cihaddan daha güçtür. Bu, ümmetin seçkinlerinin ve peygamberlerin
vârislerinin cihadıdır. Bu cihadı yeryüzünde ayakta tutanlar birtakım
fertlerdir; bu konuda iş birliği yapanlar ve dayanışma, yardımlaşma içinde
bulunanlar sayı bakımından oldukça az iseler de, bu kimseler, Allah katında
kadri en yüce olanlardır.
En üstün cihad
şekillerinden biri, karşı koyan kimsenin şiddet ve zorbalığını göze alıp
-meselâ, kendisinden eza ve cefa gelmesinden korkulan birinin yanında- gerçeği
söylemektir ve bundan en büyük nasiplen olan peygamberlerdir. Allah'ın salât
ve selâmı onlara olsun. Bu konuda da en mükemmel ve en kusursuz cihad,
Peygamberimize (s.a.) aittir. [4]
Hz. Peygamber'in
(s.a.): "Mücahid, Allah'a itaat yolunda ne/siyle cihad edendir. Muhacir,
Allah'ın yasakladığı şeylerden hicret edendir" hadisinde buyurduğu[5] üzere
dış âlemde Allah düşmanlarıyla yapılan cihad, kulun, Allah'ın zâtı konusunda nefsiyle
yaptığı cihadın bir uzantısı olduğundan nefis ile cihad, dış âlemdeki düşmanla
cihaddan önde gelir ve ona temel teşkil eder. Zira kişi ilk olarak,
emrolunduğunu yapması ve yasaklandığını bırakması için nefsiyle cihad etmez,
Allah yolunda ona karşı savaşmazsa dış âlemdeki düşmanıyla cihad etmesi mümkün
olmaz. İçindeki düşmanı onu otoritesi altına almış, ona baskın gelmiş ve
kendisi de o düşmana karşı cihad etmemiş, Allah yolunda onunla savaşmamış iken
düşmanıyla cihad etme ve ondan
intikam alma imkânını nasıl elde edebilir? Hatta böyle bir kimse nefsiyle
cihada çıkmadıkça düşmanıyla cihada çıkamaz.
İşte bu iki düşmanla
cihad etme konusunda kul imtihana çekilmektedir. Bunların arasında bir üçüncü
düşman daha vardır ki, onunla cihad etmeden bu ikisiyle cihad etmesi mümkün
olmaz. O düşman bunlar arasında durmakta ve kulu bu iki düşmanla cihad
etmekten alıkoymakta, savaşı bırakmaya teşvik etmekte, onu oyalamaya çalışmakta
ve devamlı surette onun hayaline bu iki düşmanla cihad ederken karşılaşacağı zorluklan,
terkedeceği nazları, kaçıracağı zevklen ve iştah kabartan şeyleri getirir
durur. O düşmanla cihad etmeden bu iki düşmanla cihad etmesi mümkün değildir.
Onunla cihad, bu iki düşmanla cihadın temelidir. İşte o düşman şeytandır. Allah
Teâlâ: "Şüphesiz şeytan sizin bir düşmanınızdır. Öyleyse onu düşman
edinin." buyurmaktadır .[6] Onu
bir düşman edinme emri, -sanki o bıkmaz usanmaz ve alınıp verilen nefesler
sayısınca (geçen sürede) kul ile savaşmaktan geri durmaz bir düşman imişçesine-
onunla cihad etme ve savaşma yolunda olanca çabayı sarfetmeye bir tenbihtir. [7]
îşte kul, bu üç
düşmanla savaşıp cihad etmekle emrolundu; bu dünyada onlarla savaşmakla sınandı
ve Allah'tan kendisine bir imtihan, bir deneyim olmak üzere bu düşmanlar onun
üzerine salındı. Allah bu cihad için kula yardım, mühimmat, destekçiler ve
silah vermiştir. Aynı zamanda kulun düşmanlarına da yardım, mühimmat,
destekçiler ve silah vermiştir. Her iki grubu birbiriyle imtihan etmiş;
kimilerini diğerlerine bir sınama vasıtası kılmış ve böylece onların
haberlerini denemiş ve bu imtihanla O'nu ve Peygamberlerini dost edinenlerle
şeytan ve taraftarlarını dost edinenleri birbirinden ayırmıştır. Nitekim Allah
Teâlâ buyuruyor ki:
"Sabredecek
misiniz diye sizi birbirinizle sınarız. Rabbin herşeyi görür. "[8]
"îşte böyle!
Şayet Allah dileseydi, elbet onlardan kendisi öç alırdı. Ancak sizi
birbirinizle denemek için (cihadı emretmiştir.)[9]
"Andolsun, sizi,
içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarıp haberlerinizi açığa
vuruncaya kadar deneyeceğiz." [10]
Allah kullarına
kulaklar, gözler, akıllar ve güçler vermiş; onlara kitaplar göndermiş,
peygamberlerini göndermiş; melekleriyle onların imdadına yetişmiş, meleklere:
"Ben sizinleyim, inananlara direnme gücü verin." buyur-mUş[11] ve
böylece onlara, düşmanlarıyla savaşta kullar için en muazzam bir yardım şeklini
emretmiştir. Kullara haber vermiştir ki, şayet Allah'ın emirlerini yerine
getirirlerse hem Allah'ın düşmanlarına, hem de kendi düşmanlarına karşı
sürekli yardım göreceklerdir; eğer düşmanı onların üstüne sarmışsa,
emirlerinden bir kısmını terketmelerinden ve O'na karşı isyankar tutumlarından
dolayı salmıştın Sonra Allah onların ümidini kırmamış, onları ümitsizliğe düşürmemiş,
aksine onlara, işe yeni baştan başlamalarını, yaralarını tedavi etmelerini, ve
düşmanlarına karşı koymaya, hücum etmeye geri dönmelerini emretmiştir ki,
böylece düşmanlarına karşı onlara yardım etsin ve zafere ulaştırsın. Allah
kullarına haber vermiştir ki, kendisi, onların içinden takva sahipleriyle,
iyilik yapanlarla, sabredenlerle ve inananlarla birliktedir; inanan kullarını,
kendilerini savunamayacakları bir biçimde savunacaktır. Hatta Allah'ın onları
savunmasıyla düşmanlarına karşı muzaffer olacaklardır. Eğer Allah'ın savunması
olmasa düşmanları onları ezer geçer, köklerini kazırlar-dı...
Onların bu şekilde
savunulması imanları ve imanlarının gücü oranındadır. İman güçlü olursa
savunma da güçlü olur. Hayır bulan Allah'a hamdet-sin; hayırdan başkasını bulan
ise ancak kendisini kınasın. [12]
Allah kullara,
kendisinden gerektiği gibi sakınmalarını nasıl emretmiş-se, gerektiği gibi
kendi yolunda cihad etmelerini de öylece emretmiştir.[13]
Nasıl ki, O'ndan gerektiği gibi sakınmak O'na itaat edilip isyan edilmemesi,
adının anılıp unutulmaması, kendisine şükredilip nankörlükte bulunulmaması
ise gerektiği gibi cihad etmek de kulun,
kalbini, dilini ve uzuvlarını Allah'a teslim etmek için nefsiyle cihad etmesi
ve böylece kendine ait, kendi başına buyruk değil bütünüyle Allah'a ait ve
Allah'la birlikte olması; va'dini yalanlamak, emrine isyan etmek ve
yasakladığım yapmak suretiyle şeytanı ile cihad etmesidir. Zira şeytan ona
ümitler va'deder; mal, şöhret gibi gelip geçici şeyler temenni ettirir, fakir
düşmekten korkutur, kötülükleri emreder, takva ve hidayetten iffet ve sabırdan,
hasılı imanın bütün güzel huylarından mene-der. Kul, şeytanın va'dini
yalanlamak ve emrine isyan etmek suretiyle onunla cihad eder ve böylece bu iki
cihaddan bir güç, kuvvet ve destek alır; onun sayesinde Allah sözünün en üstün
olması için Allah düşmanlarıyla dış âlemde kalbiyle, diliyle, eliyle ve
malıyla cihad eder.
"Gerektiği gibi
cihad etme" sözünün ne anlama geldiği konusunda selef âlimleri farklı
sözler söylemişlerdir: İbn Abbas: "Bu yolda olanca çabayı sar-fetme ve
Allah yolunda hiç kimsenin kınamasından korkmama" diyor; Mu-kâtil:
"Allah için gerektiği gibi amel edin, O'na gerektiği gibi ibadet edin,
anlamındadır" diyor. Abdullah İbnü'l-Mübârek ise: "Nefs ve hevâ ile
mü-cahede etmektir." diyor. Bu iki âyet, güç yetirilemeyecek bir şeyi
emretmeyi içermektedir zannıyla âyetlerin mensuh olduğunu söyleyenler isabet
etmemişlerdir. "Gerektiği gibi cihad etme." ve "gerektiği gibi
sakınma" haddi zatında her kulun gücünün yettiği şeydir. Bu da mükelleflerin
kudret ve acziyet, bilgi ve cehalet konularındaki durumlarının çeşitliliğinden
ötürü farklılık ar-zeder. Şu halde "gerektiği gibi sakınma" ve
"gerektiği gibi cihad etme" güçlü, kuvvetli ve bilgili kimseye
nisbetle başka bir şey; aciz, cahil ve zayıf kimseye nisbetle daha başka bir
şeydir. Bunu emrettikten sonra Allah, peşinden: "O, sizi seçmiştir ve
dinde sizin için bir zorluk, bir darlık kırmamıştır."[14]
cümlesini nasıl getirdi bir düşün! Hem akşjne cihadı, herkesi kapsayacak şekilde
geniş kılmıştır. Nitekim rızkını da her canlıyı kapsayacak şekilde vermiştir.
Kula, kulun gücünün yeteceği şeyi yüklemiş ve yine kula, kendisine yetecek nzık
vermiştir. Kul, mükellefiyetine güç yetirir; nzkı da kendisine yeter. Allah
hiçbir şekilde kuluna, dinde herhangi bir darlık kırmamıştır. Hz. Peygamber
(s.a.): "Müsamahakâr, kolay bir hanif dini ile gönderildim."
buyur-muştur.[15] Yani bu din tevhîd
konusunda dosdoğru, amelde müsamahakâr ve kolaydır.
Allah Teâlâ dini,
rıziklandırması, affı ve bağışlaması konularında kullarına son derece genişlik
tanımış; ruh, bedende kaldığı müddetçe onlara tevbe etme imkânı vermiş; tevbe
edebilmeleri için güneş batıdan doğuncaya kadar kapamayacağı bir kapı açmış;
her bir günah için onu yok edecek bir kef-faret olarak bir tevbe, bir sadaka
yahut günahı silen bir iyilik yahut da haram kıldığı herşeye karşılık onlar
için o şeye bedel, ondan daha faydalı, daha hoş, daha lezzetli bir şeyi helâl
kılmıştır; bu helâl olan şey o haramın yerine geçer ve böylece kul haramdan
müstağnî kalır; helâl ona yeterli olur, dar gelmez. Allah, kullan kendisiyle
imtihan ettiği her bir zorluk için birisi o zorluktan önce, diğeri sonra olmak
üzere iki kolaylık yaratmıştır. Artık "Bir zorluk, iki kolaylığa asla
galip gelemez. "[16]
Allah Teâlâ'mn kullarına karşı tutumu böyle olduğuna göre, takat
getiremeyecekleri ve güç yetiremeyecekleri şeyden öte onların kapasitelerini
aşacak bir şeyle onları nasıl mükellef tutar? [17]
Bu anlaşıldıysa, şu
halde cihad dört basamaktır:
1- Nefis ile cihad,
2- Şeytanla cihad,
3- Kâfirlerle cihad,
4- Münafıklarla cihad.
Nefis İle cihad da
yine dört basamaktır:
Birincisi: Doğru yolu
ve hak dini öğrenme konusunda nefis ile cihad ki gerek dünyada, gerekse
ahirette nefsin kurtuluş ve mutluluğu bu hak dine bağlıdır. Bu dini bilmeyi
kaçırırsa her iki cihanda da bedbaht olur.
İkincisi: Bu hak dini
ve doğruyolu öğrendikten sonra onun gereğince davranma konusunda nefis ile
cihad. Aksi halde amelsiz sade bilgi ona zarar vermese de bir fayda da
sağlamaz.
Üçüncüsü: İnsanları bu
dine çağırma ve bilmeyenlere onu öğretme konusunda nefis ile cihad. Aksi halde
Allah'ın indirdiği hidayeti ve açıklamaları saklayan kimseler durumuna düşer.
İlmi, ona fayda vermez ve Allah'ın azabından onu kurtarmaz.
Dördüncüsü: Allah'a
çağırmanın zorluklarına ve halkın eziyetine karşı sabretme ve bütün bunlara
Allah için tahammül gösterme konusunda nefis ile cihad. Kişi bu dört basamağı
tamamladığı vakit rabbanilerden olur. Zira selef, bir âlimin
"rabbani" ismine hak kazanması için hakkı bilip, onunla amel
etmesinin ve onu öğretmesinin gerekli olduğunda hemfikirdirler. İşte ancak
bilip amel eden ve öğreten kimse göklerin melekûtunda "ulu kişi" diye
çağrılır.
Şeytanla Cihad:
Şeytanla cihad iki
basamaktır:
1- Şeytanın,
kulun içine attığı iman konusunda k; he ve kuşkularını defetmek üzere cihad
etme.
2- Kulun
içine attığı bozuk iradeleri ve arzulan defetme konusunda şeytanla cihad.
Birinci cihadın sonunda yakîn (= kesin inanç), ikincisinin sonunda da sabır
oluşur. Allah Teâlâ: "Sabredip âyetlerimize kesin inanmalarından ötürü
aralarından, emrimizle onları doğru yola ileten önderler çıkardık."'[18]
buyurarak din önderliğine ancak sabır ve kesin inançla ulaşılabileceğini haber
vermiştir. Sabır bozuk iradeleri ve arzulan, kesin inanç ise şüphe ve kuşkuları
defeder.
Kâfirler ve
Münafıklarla Cihad:
Kâfirler ve
münafıklarla cihad ise dört basamaktır:
1- Kalble,
2- Dille,
3- Malla,
4- Canla,
Kâfirlerle cihad
özellikle el iledir. Münafıklarla cihad ise özellikle dil
dir.
Zalimler, bid'atçiler ve kötü
işler yapanlarla cihad ise üç basamaktır: 1-Gücü yeterse el ile, 2- Yetmezse
dile intikal eder, 3- Ona da gücü yetmezse kalbiyle cihad eder. İşte toplam
cihadın on üç basamağı bunlardır. "Gazaya çıkmadan ve içinden gazaya
çıkmayı kurmadan ölen kimse münafıklığın bir şubesi üzere ölmüş olur."[19]
Cihad ancak hicretle,
hicret ve cihad da ancak imanla tamam olur. Allah'ın rahmetini umanlar bu üçün
hakkını verenlerdir. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "inananlar, hicret edenler
ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah
sonsuz bağışlayıcı ve merhamet edici-dir."[20]
İman herkese farz
olduğu gibi yine herkese her vakit iki hicret farzdır: 1- Tevhid, ihlâs,
bağlılık, tevekkül, korku, ümit, muhabbet ve tevbe ile Allah Teâlâ'ya hicret.
2- Emrine uymak ve boyun eğmek, verdiği haberi doğrulamak, emir ve haberini
başkalarının emir ve haberlerine tercih etmek suretiyle Allah'ın Rasulü'ne
hicret. "Kimin hicreti Allah'a ve Rasûlüne ise işte onun hicreti Allah'a
ve Rasûlü'nedir. Kimin hicreti dünyalık bir şeye ise onu elde eder, yahut bir
kadına ise onunla evlenir. Onun hicreti, hicret etmiş olduğu şeyedir."
Hz. Peygamber (s.a.) kişinin,
Allah'ın zâtı konusunda nefsiyle cihad etmesini ve şeytanına cihad açmasını
farz kılmıştır. Bütün bunlar farz-ı ayındır; bu konuda hiç kimse, kimse adına
bir şey yapamaz. Kâfirler ve münafıklarla cihad konusunda ise şayet cihaddan
beklenen amaç yerine gelmiş olursa ümmetin bir kısmının cihad etmesi yeterli
olabilir. [21]
Allah katında en mükemmel
insan, bütün bu cihad basamaklarını tamamlayandır. İnsanların Allah katındaki
dereceleri, cihad basamaklarında gösterdikleri ayrılığa göre farklılık
arzeder. Bundan ötürü Allah katında en mükemmel ve en üstün insan nebilerin ve
rasullerin sonuncusu Hz. Muhammed'dir (s.a.). Zira O, cihadın bütün
basamaklarım tamamladı. Allah yolunda gerektiği gibi cihad etti ve peygamber
olarak gönderilmesinden başlayıp vefatına kadar cihadını sürdürdü. "Ey
bürünen! Kalk da uyar. Rabbini yücelt. Giydiklerini de temiz tut." âyeti[22]
kendisine geldiği vakit hemen paçaları sıvayıp davet için harekete geçti,
Allah'ın zâtı konusunda en mükemmel bir şekilde girişimde bulundu,
gece-gündüz, gizli-açık Allah'a çağırdı. "Sana em-rolunanı açıkça ortaya
koy.*' âyeti[23] inince hiçbir kınayanın
kınamasından çekinmeden Allah'ın emrini açıkça ortaya koydu. Küçük-büyük,
hür-köle, erkek-kadın, kızılderili-siyah derili, cin-insan herkesi Allah'a
çağırdı. [24]
Allah'ın emrini açıkça
ortaya koyup da kavmine açıktan davette bulunup onları, tanrılarına sövmeye[25] ve
(eski) dinlerini ayıplamaya çağırınca gerek O'na, gerekse davetine icabet eden
ashabına karşı müşriklerin eza ve cefaları şiddetlendi, hem O'na, hem de
inanan müslümanlara türlü türlü işkencelerde bulundular. Bu, Allah Teâlâ'mn,
yaratıkları arasındaki bir âdetidir. Nitekim buyurmaktadır ki:
"Sana
söylenenler, senden önceki peygamberlere de söylenmişti."[26]
"İşte böyle, cin ve insan şeytanlarını her peygambere düşman yaptık."[27]
"Onlardan
öncekilere herhangi bir peygamber gelince mutlaka: 'Sihirbazdır' veya 'Delidir'
derlerdi. Öncekiler, sonrakilere böyle mi vasiyet ettiler? Hayır, bunlar azgın
bir millettir. "[28]
Allah Teâlâ bu şekilde
peygamberini teselli etti ve kendisinden önce geçen peygamberlerde O'nun için
bir örnek bulunduğunu haber verdi. Hz. Pey-gamber'e (s.a.) uyanları da şöylece
teselli etti:
"Sizden önce
gelip geçenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi
sandınız? Onlar öyle darlığa ve sıkıntıya uğramışlar ve sarsılmışlardı ki,
peygamber ve beraberindeki inananlar: 'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyecek
duruma düşmüşlerdi. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı kuşkusuz yakındır."[29]
"Elif, Lâm, Mim.
İnsanlar: 'İnandık' demekle sınanmadan bırakilıve-receklerini mi sanırlar? Oysa
biz, kendilerinden öncekileri'de sınamışizdır. Allah elbet doğruları ortaya
çıkaracak ve elbet yalancıları ayıracaktır. Yoksa günah işleyenler bizden kaçabileceklerini
mi sanırlar? Ne kötü yargıda bulunuyorlar!
Allah'a kavuşmayı uman
bilsin ki, Allah'ın koyduğu vakit elbet gelecektir. O, herşeyi işitir ve bilir.
Cihad eden ancak kendisi için cihad etmiş olur. Kuşkusuz Allah'ın âlemlere hiç
ihtiyacı yoktur. İnanıp yararlı iş yapanların an-dolsun, günahlarını örteriz.
Onları yaptıklarından daha güzeli ile mükâfatlandırırız. Biz, insana ana ve
babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Şayet ana ve baban seni
körü körüne Bana ortak koşmaya zorlarlarsa; onlara itaat etme. Dönüşünüz
Banadır. Yaptıklarınızı size bildiririm. İnanıp yararlı işler yapanları
andolsun iyiler arasına katacağız.
İnsanlardan: 'Allah'a inandık' diyenler
vardır; ama Allah yolunda ezaya uğratılınca insanların verdiği işkenceyi
Allah'ın azabı gibi sayarlar. Rab-binden bir yardım gelecek olsa andolsun: 'Biz
de sizinle birlikteydik' derler. Allah, herkesin kalplerinde olanı en iyi bilen
değil midir?"[30]
; Artık kul, bu
âyetlerin akışını ve içerdikleri ibret verici şeyleri ve hikmet hazinelerini
iyice düşünsün. Zira insanlar, kendilerine peygamberler gönderildiği zaman şu
iki şey arasındadırlar: Ya birileri "inandık" deyiverecek, ya da
böyle demeyip günahlar ve küfür üzerinde devam edecektir. "İnandık"
deyivereni Rabbi imtihan etmiş, denemiş ve fitneye düşürmüştür. Fitne, doğru
olan yalancıdan ayrılsın diye yapılan deneme ve sınamaya denir.
"İnandık" demeyen, Allah'ı aciz bıraktığını, O'nun elinden kaçıp
kurtulduğunu sanmasın. Zira mesafeler O'nun ellerinde dürülür.
"Kişi günahıyîa
O'ndan nasıl kaçabilir; O'nun ellerinde
mesafeler dürüldüğünde?"
Peygamberlere inanıp
itaat edene peygamberlerin düşmanları düşmanlık ve eziyet ederler. Böylece
elemle denenmiş olur. Peygamberlere inanıp itaat etmezse dünya ve ahirette
cezaya çarptırılır ve böylece başına elem verici bir hal gelmiş olur. Başına
gelen bu elem verici hal, peygamberlere uymanın eleminden daha büyük ve daha
sürekli olur. İnanan yahut imandan yüz çeviren her nefis için eleme uğramak
kaçınılmazdır. Ancak mü'minin başına elem, dünyada ilk defa olarak başlangıçta
gelir, sonra dünya ve ahirette mutlu sona kavuşur. İmandan yüz çeviren ise ilk
defa olarak başlangıçta bir lezzet elde eder, sonra sürekli eleme düşer.
Şafiî'ye (r.h.): "Kişi için, yolunda kararlı kılınması mı yoksa denenmesi
mi daha iyidir?" diye sormuşlar, o da: "Denenmeden yolunda kararlı
kılınmaz." cevabım vermiştir. Allah Teâlâ, ülü'l-azm peygamberleri
denemiş, sabrettikleri vakit onları yollarında kararlı kılmıştır. Hiç kimse
asla, elemden kurtulacağını sanmasın. Eleme uğrayanlar, ancak akıl bakımından
birbirinden ayrılırlar. En akıllıları büyük ve sürekli olan bir elemi, devamı
olmayan az bir eleme satandır. En bedbahtları da devamı olmayan az elemi,
sürekli olan büyük eleme satandır.
Soru: Akıllı bir kimse
bunu nasıl tercih eder? Cevap: Onu, buna sürükleyen peşin ve veresidir.
'Nefis, peşin olanın
sevgisine bağımlıdır.
'Hayır, hayır! Sizler
acil olan (dünya nimetlerini) sever, ahireti bir kenara bırakırsınız."[31]
"Doğrusu onlar âcil
olan (dünya nimetlerini) sever, arkalarında ağırlığına dayanılmaz bir gün
bırakırlar."[32]
Bu durum herkeste
ortaya çıkar. Zira insan tabiatı itibariyle medenî ( = sosyal bir varlık) dir.
İnsanlarla birlikte yaşamak zorundadır. İnsanların ise irade ve tasavvurları
vardır. Bu irade ve tasavvurlar konusunda, kişiden,ken-dilerine uymasını
isterler. Şayet insan onlara katılmazsa ona eziyet eder, işkence verirler.
Onlara katılır ve uyarsa kimi zaman onlar tarafından ve kimi zaman da başkaları
tarafından o kişi eziyet ve işkenceye uğratılır. Meselâ, dindar ve takva sahibi
bir kimsenin zalim ve günahkâr bir topluluk arasına
düştüğünü varsayalım. Böyle bir topluluk,
zulümlerine ve işledikleri günahlarına onu da katmadan yahut o kimse
yaptıklarına ses çıkarmaz hale gelmeden rahat etmezler. Şayet bu kimse onlara
katılsa yahut yaptıklarına ses çi-karmasa işin başında onların şerrinden
selâmette olur. Ama sonra başlangıçta korktuğundan kat kat daha fazla
küçümseyerek ve eziyet ederek onun başına çullanırlar. Şayet onları
yaptıklarından vazgeçirmeye çalışsa ve onlara karşı dursa -onlardan kurtulsa
bile- başkalarının elinden ceza görmesi ve alay konusu olması kaçınılmazdır. O
halde tam anlamıyla ihtiyatlılık, mü'minle-rin annesi Hz. Âişe'nin Muaviye'ye
söylediği şu söze tutunmaktır: "İnsanları kızdırarak Allah'ı hoşnut eden
kimseye insanlardan gelebilecek sıkıntılara karşı Allah o kimsenin imdadına
yetişir. Allah'ı kızdırarak insanları hoşnut eden kimseyi, insanlar, Allah'dan
hiçbir şekilde müstağni kılamazlar."[33]
Dünyanın hallerini iyi
düşünen kimse, cezalandırmalarından kaçmak için bozuk amaçları konusunda
reislere yardım eden ve bid'atleri konusunda bid'-atçilerin yardımına koşan
kimselerde bu durumu çokça görür. Allah'ın hidayete erdirdiği kendisine doğru
yolu ilham ettiği ve nefsinin şerrinden koruduğu kimse haramı işlemeye
katılmaktan kaçınır ve o kimselerin zulümlerine sabreder. Sonra peygamberlerin
kavuştuğu ve muhacirler, ensâr, sınanan âlimler, âbidler,salih veliler,
tüccarlar ve daha başkaları gibi peygamberlerin takipçilerinin kavuştuğu dünya
ve ahiretteki mutlu sona kavuşur. [34]
Elemden asla kurtuluş
olmadığından ötürü Allah Teâlâ süreksiz ve az olan elemi sürekli ve büyük olan
eleme tercih edenleri; "Allah'a kavuşmayı uman bilsin ki, Allah'ın koyduğu
vakit elbet gelecektir. O, herşeyi işitir ve bilir."[35]
buyurarak teselli etti. Bu elemin süresi için bir vakit tayin etti. O vaktin
gelmesi kaçınılmazdır. O vakit de Allah'a kavuşma günüdür. Kul, Allah için ve
Allah rızası için katlandığı eleme karşılık en büyük lezzeti tadacaktır.
Zevki, sevinci ve neşesi Allah yolunda, Allah için katlandığı elem
miktarınca olacaktır. Rabbine ve Dostuna
kavuşma iştiyakı, kulu, bu dünyadaki elemin meşakkatine katlanmaya şevketsin
diye bu teselli ve sabra teşviki Allah'a kavuşmayı umma ile takviye etti.
Hatta kimi zaman O'na kavuşma arzusu, kişiye elemin varlığını görülmez ve
hissedilmez hale getirir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.) Rabbinden, O'na
kavuşma arzusu dilemiş, Ahmed ve İbn Hibbân'ın rivayet ettikleri bir duada
şöyle niyazda bulunmuştur:
"Allah'ım! Gaybı
bilmen ve yaratmaya güç yetirmen hürmetine şayet hayat benim için daha hayırlı
ise yaşat, ölüm benim için daha hayırlı ise canımı al. Gizli-açık her yerde
kalbimi Senin korkunla doldur, isterim. Gerek öfke, gerek hoşnutluk halinde
hak söz söylememi sağla, isterim. Hem fakirlik-te, hem zenginlikte senden
tutumluluk dilerim. Senden tükenmeyen bir nimet, ardı kesilmeyen bir mutluluk
dilerim. Kaza'dan sonra Senden rıza dilerim. Ölümden sonra Senden tatlı bir
yaşam dilerim. Yüzüne bakma zevkini tatmak dilerim. Senden, zarar veren bir
mihnet ve saptıran bir fitne hali bulunmaksızın sana kavuşma arzusu dilerim.
Allah'ım! Bizi, iman zineti ile süsle. Bizi doğru yola ermiş, doğru yolun rehberleri
eyle."[36]
Arzu, arzulayan
kimseyi sevgilisine bir an önce kavuşmak için harekete geçirir, ona yolu
yakmlaştırır, uzakları katlar ve elemleri, zorluklan hafifletir. Bu, Allah'ın
kuluna ihsan ettiği en büyük bir nimettir. Ancak bu nimetin birtakım söz ve
amelleri vardır. İşte bu nimetin elde edilmesine sebeb onlardır. Allah Teâlâ o
sözleri işitir ve o fiilleri bilir. O, bu nimete kimin elverişli olduğunu,
kimin şükredeceğini, kıymetini bileceğini ve kendisine bu nimeti verene
muhabbet besleyeceğini ve böylece kime bu nimet elverişli ve kim bu nimete
münasip durumdadır, bilir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyette buyuruyor ki:
"Aramızdan, Allah bunlara mı iyilikte bulundu? demeleri için işte böyle
onlan birbiriyle sınadık. Allah şükredenleri en iyi bilen değil midir?"[37] Kul,
Rabbinin nimetlerinden herhangi birini elinden kaçırdığı vakit kendi kendine,
"Allah, şükredenleri en iyi bilen değil midir?" âyetini okusun.
Sonra Allah Teâlâ o
kimseleri bir başka şekilde daha teselli etti: Onların Allah yolunda yapacakları
cihad, yalnız kendileri içindir ve bu cihadın meyvesi kendilerine aittir.
Allah, âlemlere muhtaç değildir. Bu cihadın menfaati Allah Teâlâ'ya değil,
kendilerine dönecektir. Sonra Allah, bu cihadlan ve imanları sayesinde onları
salihler zümresine katacağını haber vermiştir.
Sonra Allah,
basiretsiz olarak imana gelenin halini anlatıp böyle kimsenin Allah yolunda
ezaya uğratıldığında insanların fitnesini, Allah'ın azabıy-la bir tuttuğunu
haber verdi.[38] "İnsanların
fitnesi" demek, o kişinin peygamberlerin ve onlara uyanların kaçınılmaz
bir şekilde muhalifleri tarafından uğratıldıkları elem ve mihnete uğratılması,
insanlardan ezâ görmesi demektir. İşte bu durumu onlardan kaçma ve başına ezâ
getirecek sebebi ter-ketme konusunda, müminlerin, imanlanyla kendisinden
kaçtıkları Allah'ın azabiyla bir tutmuştur. Mü'minler mükemmel basiretlerden
dolayı Allah'ın azabından imana kaçmışlar ve yakında ayrılacak, yok olacak bir
elemi içinde banndıran hale tahammül etmişlerdir. Oysa diğeri basiretinin
zayıfhndan ötürü peygamberlerin düşmanlarının azabının eleminden o peygamber
düşmanla-nna muvafakat göstermeye, onlara uymaya kaçmıştır. Böylece onların azabının
eleminden Allah'ın azabının elemine kaçmış, ondan kaçma konusunda insanların
fitnesinin elemini Allah'ın azabının elemiyle bir tutmuş, güneşten ısınan
yerden kaçıp kurtulayım derken ateşe düşmek suretiyle de tamamen aldanmış ve
bir saatlik elemden sonsuz eleme kaçmıştır. Allah, ordusuna ve dostlarına
yardım edip onları zafere eriştirince de ortaya çıkıp: "Ben de sizinle
birlikteydim" demiştir. Oysa Allah o kimsenin göğsünde taşıdığı münafıklığı
çok iyi bilir.
Sözün özü; hikmeti
icabı Allah Teâlâ, nefisleri imtihan eder, dener ve böylece imtihanla iyilerini
kötülerinden, dostluğuna ve ikramlarına lâyık olanı olmayanından ayırır, buna
lâyık olan nefisleri imtihan körüğünde temizler, arıtır. Nitekim altın da
cürufundan ancak ateşte imtihan ( = tasfiye) suretiyle arınır, saf hale gelir.
Nefis aslında cahil ve zalimdir. Cehalet ve zulüm sebebiyle nefisde,
çıkarılması eritme ve tasfiyeye muhtaç bir pislik meydana gelmiştir. Bu pislik
ya şu dünyada çıkar (kişi kurtulur), ya da cehennem körüğünde. Kul, temizlenip
arındırılınca onun cennete girmesine izin verilir. [39]
Hz. Peygamber (s.a.),
Allah Teâlâ'ya davet edince her kabileden Allah'ın kullan O'nun davetini kabul
etti. [40]
: Hz. Peygamber'in
(s.a.) davetini kabulde yarış bayrağını ilk eline geçiren, ümmetin sıddîkı ve
onlar arasında İslâm'a ilk giren Hz. Ebu Bekir'dir. Allah ondan razı olsun.
Allah'ın dini konusunda Hz. Peygamber'e (s.a.) destek oldu ve O'nunla beraber,
basiretli bir şekilde Allah'a davette bulundu. Bu çalışmaları sonucunda Ebu
Bekir'in davetini Osman b. Affan, Talha b. Ubey-dullah ve Sa'd b. Ebî Vakkas
kabul ettiler. [41]
Kadınların sıddîkı,
Huveylid kızı Hatice Hz. Peygamber'in (s.a.) davetini kabulde erken davrandı
ve sıddîkhk yükünü omuzladı. Hz. Peygamber (s.a.) (kendisine ilk vahiy gelip de
korku içinde evine döndüğünde) Hatice*-ye: "Kendimden korktum" demiş,
o da: "Müjde sana! Vallahi, Allah hiçbir vakit seni utandırmaz."
demişti. [42]Ve sonra O'nda bulunan
üstün özellikler, güzel huylar ve faziletler ile istidlal ederek böyle bir
kimsenin hiçbir vakit utandırılmayacağım ifade etti. Olgun aklı ve olgun
fıtratıyla bilip anladı ki,
salih ameller, üstün faziletler ve yüce huylar Allah'ın lutfu, desteği ve ihsanı
gibi kendilerine uygun olan şekillere münasip düşerler; rezil ve rüsvay olma
ile uyum sağlamazlar. Buna ancak sayılan şeylerin zıtları münasip gelir.
Allah'ın kendisini en güzel sıfatlar, en güzel huylar ve amellerle bezediği
kimseye ancak Allah'ın lutfu ve ona nimetini tamamlaması lâyıktır. Kimi de en
çirkin sıfatlara, en kötü huy ve amellere bulamışsa ona da ancak bunların
münasipleri lâyıktır. Bu akıl ve sıddîkhk sayesinde Hz. Hatice, Rabbi'nin kendisine,
iki elçisi Cebrail ve Hz. Muhammed (s.a.) ile selâm göndermesine hak
kazanmıştır. [43]
Ebu Tâlib'in oğlu Ali,
İslâm'a girmede erken davrandı. Allah ondan razı olsun. Müslüman olduğunda
sekiz yaşında idi. Daha büyük olduğu da söylenmiştir. Allah Rasûlü'nün (s.a.)
gözetimi ve bakımı altında idi. Hz. Peygamber (s.a.) bir kuraklık senesinde
yardım olsun diye onu, amcası Ebu Tâ-lib'den almıştı. [44]
Allah Rasûlü'nün (s.a.)
aşığı Harise oğlu Zeyd de İslâm'a girmede erken davrandı. Kendisi, Hz.
Hatice'nin kölesi idi. Hz. Hatice evlendiği vakit onu, Allah Rasûlü'ne (s.a.)
bağışladı. Zeyd'in babası ve amcası fidye verip kurtarmak için Hz. Peygamber'e
(s.a.) gelip onu istediler. Deniliyor ki, onlar geldiğinde Hz. Peygamber
(s.a.) Mescidde idi. Huzuruna girdiler. "Ey Abdülmuttalib oğlu! Ey Hâşim
oğlu! Ey kavminin efendisinin oğlu! Sizler, Allah'ın Harem'inin halkı ve onun
komşususunuz. Esirin esaret bağını çö-zer, karnını doyurursunuz. Yanında
bulunan oğlumuz için sana geldik. Bizi memnun et ve onu serbest bırakmak için
isteyeceğin fidyede bizi hoşnut et." dediler. Hz. Peygamber (s.a.):
"Oğlunuz kimdir?" diye sordu. "Zeyd b. Harise" cevabım
verdiler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Bundan
başka bir çözüm bulunsa olmaz mı?"
dedi. Onlar da: "O çözüm nedir?" diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.):
"Oğlunuzu çağırırım. Onu tercihte serbest bırakırım. Sizi tercih ederse o
sizindir. Beni tercih ederse vallahi ben, beni tercih edeni, hiç kimseye tercih
etmem." dedi. Zeyd'in babası ve amcası, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Sen
bize çok insaflı bir karşılık verdin ve iyi davrandın." dediler.
Peygamberimiz, ZeydM
çağırdı ve ona: "Bunları tanıyor musun?" diye sordu. O da
"evet" cevabını verdi. Hz. Peygamber (s.a.): "Bu kim?" diye
sordu. Zeyd: "Bu babam, bu da amcam." dedi. Peygamberimiz: "Ben
bildiğin, gördüğün ve sana olan dostluğumu tanıdığın bir kimseyim. îster beni,
ister onları tercih et." buyurdu. Zeyd: "Ben seni asla hiç kimseye
tercih etmem. Sen, benim babam ve amcam yerindesin." cevabım verdi. Bunun
üzerine babası ve amcası: "Yazıklar olsun sana, Zeyd! Köleliği hürriyete,
babana, amcana ve ailene tercih mi ediyorsun?" dediler. O da: "Evet.
Bu adamdan öyle bir şey gördüm ki, ben onu asla hiç kimseye tercih etmem."
karşılığını verdi. Bu durumu gören Allah Rasûlü (s.a.) onu (Kabe yanındaki)
Hicr'e götürdü ve: "Sizi şahid tutuyorum ki, Zeyd benim oğ-Iumdur. O bana
mirasçı olur, ben ona." diye ilan etti. Bu durumu gören babası ve amcası
gönülleri rahat ve boş bir şekilde geri döndüler.
Allah İslâm'ı
getirinceye kadar Zeyd, "Muhammed'in oğlu Zeyd" diye çağrıldı.
İslâmiyet gelince: "Üvey evlatları babalarının adlan ile çağırın."
âyeti[45] indi
ve bundan böyle o günden itibaren "Zeyd b. Harise" diye çağrıldı.[46]
Ma'mer, Camı' adlı
eserinde Zührî'nin: "Zeyd b. Harise'den önce hiç kimsenin müslüman
olduğunu bilmiyoruz." dediğini kaydeder.[47]
Zeyd, Allah'ın kitabında gerek kendisinin, gerekse Rasûlü'nün ona ihsanda
bulunduğunu haber verdiği ve ismiyle andığı sahabîdir.
Keşiş Varaka b. Nevfel
de müslüman olmuş ve kavmi Allah Rasûlü'nü (s.a.) memleketlerinden çıkarırken
bir genç olmayı temenni etmiştir.[48]
Sünen-i Tirmizfdski bir rivayete göre Allah Rasûlü (s.a.) onu rüyada iyi bir
vaziyette görmüştür. Diğer bir hadise göre ise beyaz elbiseler içinde görmüştür.[49]
İnsanlar birbiri
ardından dine girdiler. Kureyş buna karşı gelmiyordu. Ne zaman ki onların
dinlerini ayıplamaya, tanrılarına sövmeye[50] ve
onların fayda ve zarar vermez şeyler olduklarını söylemeye başladı, işte o
vakit onlar da paçaları sıvayıp O'na ve ashabına karşı düşmanca harekete
başladılar. Allah, peygamberini, amcası Ebu Tâlib sayesinde himaye etti. Zira
Ebu Tâlib, ailesi içinde kendisine itaat edilen, Kureyş arasında saygı gören
şerefli brr kimse idi. Mekke halkı, ona herhangi bir eziye'tte bulunmaya cür'et
edemezdi.
Ebu Tâlib'in, kavminin
dini üzere kalması Hâkimler Hakimi'nin bir hikmetidir. Zira bunda düşünen
kimsenin anlayacağı pek çok faydalar vardır. [51]
Hz. Peygamberin (s.a.)
ashabına gelince; kimin kendisini himaye edecek bir aşireti var idiyse,
aşireti ile korundu. Geri kalanlara ise müşrikler işkence ve azap çektirmeye
başladılar. Himayesiz müslümanlardan Ammâr b.
Yâsir, annesi Sümeyye
ve ailesi Allah yolunda işkenceye maruz kaldılar. Allah Rasûlü (s.a.) onlar
işkence çekerken yanlarından geçtiği vakit: "Sabır, ey Yâsir ailesi!
Buluşacağınız yer kuşkusuz cennettir.*' derdi.[52]
Himayesiz
müslümanlardan Bilâl b. Rabah, Allah yolunda en çetin işkencelere manız kaldı.
Kavmi tarafından hiç önemsenmedi ve kendisi de Allah yolunda can vermeyi hiç
önemsemedi. İşkencenin şiddeti arttıkça: "Ahad, ahad= Allah birdir,
birdir." derdi. Varaka b. Nevfel, onun yanından geçerken: "Evet,
vallahi birdir, birdir ey Bilâl! Vallahi onu öldürürseniz, çok üzüleceğim ve
onu andıkça merhametimden ağlayacağım." dedi.[53]
Müşriklerin,
müslümanlara yaptıkları işkenceler şiddetlenip, aralarında çıldıranlar oldu.
Öyle ki onlardan birine: "Allah'tan gayrı Lât ve Uzzâ senin ilâhındır,
değil mi?" diye soruyorlar, o da: "Evet" cevabım veriyordu. Hatta
yanlarından bir tezek böceği geçtiğinde: "Bu da senin, Allah'tan gayrı ilâhındır
değil mi?" diye soruyorlar, o da: "Evet" diyordu.
Allah düşmanı Ebu
Cehil, Ammâr b. Yâsir'in annesi Sümeyye'nin yanına uğradı. Sümeyye, kocası ve
oğlu işkence görüyorlardı. Ebu Cehil, onun mahrem yerine mızrak saplayıp
öldürdü.
Hz. Ebu Bekir Sıddîk,
işkence edilen bir köle görse müşriklerden onu satın alıp azad ederdi. Bilâl,
Âmir b. Füheyre, Ümmü Ubeys, Zinnîre, Neh-diye, Nehdiye'nin kızı ve
Adiyoğullannın bir cariyesi Hz. Ebu Bekir'in bu şekilde azad ettiği
kölelerdendir. Sözü edilen Adiyoğullannın cariyesine müs-lümanhğından ötürü
Ömer, kendisi rhüslüman olmadan önce işkence yapardı. Hz. Ebu Bekir'e babası:
"Oğlum, zayıf köleleri azad ettiğini görüyorum. Yaptığını yapıyorsun, bari
hiç değilse şöyle yiğit olanlarını azad et de seni korusunlar." dedi.
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir, babasına: "Ben, istediğimi yaparım."
cevabım verdi. [54]
İşkence ve musibetin
şiddeti artınca Allah Teâlâ, müslümanlara Habeşistan'a ilk hicret iznini
verdi. Oraya ilk hicret eden Osman b. Af fan oldu. Beraberinde karısı Allah
Rasûlü'nün (s.a.) kızı Rukiyye de bulunuyordu. Bu ilk hicret edenler 12 erkek,
4 kadından oluşuyordu: Hz. Osman ve karısı, Ebu Huzeyfe ve kansı Sehle bt.
Süheyl, Ebu Seleme ve karısı Ümmü Seleme Hind bt. Ebu Ümeyye, Zübeyr b. Avvâm,
Mus'ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz'ün, Âmir b. Rabîa ve karısı
Leylâ bt. Ebu Hasme, Ebu Sebra b. Ebu Ruhm, Hâtıb b. Amr, Süheyl b. Vehb ve
Abdullah b. Mes'-ûd.
Kafile, Mekke'den
gizlice çıkıp yola koyuldu. Sahile ulaştıklan saatte Allah'ın tevfıkiyle iki
tüccar gemisiyle karşılaştılar. Tüccarlar onları gemilere bindirip Habeşistan'a
götürdüler. Yola çıkışları Hz. Muhammed'in (s.a ) peygamber olarak
gönderilmesinin beşinci yılındaki Recep ayına rastlamaktadır. Kureyş de
peşlerinden yola çıktılar, denize kadar geldiler. Kafileden hiçbir kimseye
yetişemediler.
Daha sonra, hicret
eden kafileye, Kureyş'in Hz. Peygamber'le (s.a.) uğraşmaktan vazgeçtikleri
haberi ulaşınca döndüler. Gündüz bir vakitte Mekke önlerine yaklaştıklarında
Kureyş'in Allah Rasûlü'ne (s.a.) eskisinden daha şiddetli düşmanlık göstermekte oldukları haberini
aldılar. Emân altında şehre girenler oldu. İşte bu defasında İbn Mes'ûd da
Mekke'ye girmiş, namaz kılmakta olan Hz. Peygamber'e (s.a.) selâm vermiş, ama
Hz. Peygamber (s.a.) selâmını almamıştı. Bu durum İbn Mes'ûd'un çok gücüne gitmişti.
Nihayet Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Allah, namazda konuşmayın diye yeni
bir emir gönderdi." dedi.[55]
Doğru olan budur. İbn Sa'd ve bir grup (tarihçi) İbn Mes'ûd'un Mekke'ye
girmediğini, Habeşistan'a gen döndüğünü ve ikinci defada gelenlerle birlikte
Medine'ye girdiğini iddia etmişlerdir. Bu iddia şöyle reddedilmiştir: îbn
Mes'ûd, Bedir savaşma katılmış ve yaralanan Ebu Cehil'in işini bitirmiştir. Bu
hicrete katılanlar ise Cafer b. Ebu Tâ-lib ve arkadaşları ile birlikte Bedir savaşından
dört yahut beş yıl sonra Medine'ye gelmişlerdir.
Bu görüşü savunanlar
diyorlar ki: Şöyle bir itiraz ileri sürülürse: Hayır, îbn Sa'd'm söylediği bu
söz Zeyd b. Erkam'ın şu anlattıklarıyla uyum göstermektedir: Biz namazda
konuşurduk. Adam, yanındaki arkadaşıyla namazda konuşurdu. "îhlâslı bir
halde Allah için namaza durun.*' âyeti[56]
gelince bize sükut emredildi ve söz söylemek yasaklandı.[57] Zeyd
b. Erkam, Ensar'dan-dır. Sûre ise Medine'de inmiştir. O halde İbn Mes'ûd
geldiğinde, Hz. Peygamber (s.a.) namazda iken selâm vermiş, Hz. Peygamber
(s.a.) de selâm verip namazdan çıkıncaya kadar onun selâmını almamış ve ona,
söz söylemenin haram kılındığını haber vermiştir. Böylece îbn Mes'ûd hadisi
ile İbn Erkam hadisi aynı noktada birleşmiş oldu.
İtiraza cevap: Bu, îbn
Mes'ûd'un Bedir savaşına katılmış olmasını iptal eder. İkinci hicrete
katılanlar, ancak Hayber savaşının'yapıldığı sene Cafer ve arkadaşları ile
birlikte gelmişlerdir. Şayet İbn Mes'ûd, Bedir savaşından
önce gelenlerden olsa,
onun gelişinden mutlaka söz edilirdi. Habeşistan muhacirlerinin dönüşlerini
anlatan herkes birinci gelişin Mekke'de iken yapıldığını, İkincisinin ise
Hayber savaşının vuku bulduğu sene Cafer'le birlikte yapıldığını kaydetmiştir.
O halde İbn Mes'ûd bu iki kere dışında ne zaman ve kiminle dönmüştür? Bu konuda
İbn îshak da bizim söylediğimiz gibi görüş ileri sürmüştür. Diyor ki:
"Allah Rasülü'nün (s.a.) Habeşistan'a hicret eden arkadaşlarına Mekke
halkının müslüman olduğu haberi ulaştı. Bu haber kendilerine ulaşınca döndüler.
Mekke'ye yaklaştıkları vakit Mekke halkının müslüman olduğu haberinin asılsız
olduğunu duydular. Emânla yahut gizlice girenler dışında hiç kimse şehre
girmedi. Onlardan şehre girenler ve orada kalarak, Medine'ye hicret edip Bedir
ve Uhud savaşma katılanlar şunlardır:..." İbn İshak bunlar arasında
Abdullah b. Mes'ûd'un ismini de kaydetmiştir.
Soru: Peki, Zeyd b.
Erkam hadisini ne yapacaksınız?
Cevap: Bu itiraza iki türlü
cevap vermek mümkündür: Birincisi: Namazda konuşmak Mekke'de iken yasaklanmıştır.
Sonra Medine'de buna izin verildi, sonra yeniden yasaklandı. İkincisi: Zeyd b.
Erkam, sahabenin küçükle-rindendir. O ve bir grup insan alışkanlıkları üzere
namazda konuşurlardı, yasaklama onlara ulaşmamıştı. Yasak olduğu haberi onlara
ulaşınca vazgeçtiler. Zeyd, bu âyet ininceye kadar bütün müsîüman cemaati
namazda konuşurlardı diye haber vermemiştir. Bunu haber verdiği düşünülse bile
bu onun bir yanılgısı demektir. [58]
Kureyş'in Habeşistan
muhacirlerinden geri dönenlere ve diğerlerine karşı yaptığı işkencenin şiddeti
arttı, aşiretleri gemi azıya alıp onlara karşı katı tutum içine girdiler ve
müslümanlar onlardan pek şiddetli işkence gördüler. Bunun üzerine Allah Rasûlü
(s.a.) Habeş ülkesine ikinci defa hicret için onlara izin verdi. İkinci
çıkışları onlara daha zor ve daha güç geldi. Kureyş'in pek şiddetli öfkesine
maruz kaldılar ve onlardan işkence gördüler. Kendilerine ulaşan, Necâşî'nin
Habeşistan'a hicret eden müslümanlarla iyi ilişkiler içinde olduğu haberi
müşriklerin pek güçlerine gitti. Bu defa hicret için yola çıkanların sayısı,
şayet Ammâr b.Yâsir de aralarında ise -ki İbn İshâk'ın dediğine göre bu husus
kuşkuludur - 83 erkek, 19 kadındır.
Ben derim ki: Bu
ikinci hicret olayında Osman b. Affan ve Bedir savaşına katılan bir grup
sahabînin İsmi geçmektedir. Bu ya bir yanılgıdır, yahut da Bedir savaşından
önce başka bir gelişleri daha olmalıdır. O zaman üç
kere gelmiş olurlar: 1-
Hicretten önce, 2- Bedir savaşından önce, 3- Hayber savaşının yapıldığı sene.
Bundan dolayı İbn Sa'd ve başka tarihçiler demişlerdir ki: Habeşistan
muhacirleri, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Medine'ye hicret ettiğini duyunca,
aralarından 33 erkek ve 8 kadın geri döndü. Onlardan iki erkek Mekke'de öldü,
yedisi Mekke'de hapsedildi ve 24 erkek Bedir savaşına katıldı. [59]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) Medine'ye hicretinin 7. senesi Rabiûlevvel ayında Allah Rasûlü (s.a.)
Necaşî'ye İslâm'a davet mektubu yazdı ve onu Amr b. Ümeyye ed-Damrî ile
gönderdi. Mektup kendisine okununca Necâşî müs-lüman oldu ve: "Yemin olsun
O'na gitmeye gücüm olsa mutlaka giderdim1." dedi.[60]
Hz. Peygamber (s.a.)
Necaşî'ye, kendisini Ebu Süfyan'ın kızı Ümmü Ha-bibe ile nikahlaması için
mektup yazdı. Ümmü Habibe, kocası Ubeydullah b. Cahş ile birlikte Habeş
ülkesine hicret edenler arasına katılmıştı. Kocası orada hıristiyan oldu ve
öldü. Bunun üzerine Necaşî, Ümmü Habibe ile Hz. Peygamber'in (s.a.) nikâhını
kıydı ve Hz. Peygamber (s.a.) adına Ümmü Ha-bibe'ye mehir olarak dört yüz dinar
verdi. Nikâhda Ümmü Habibe'nin velisi ise Hâlid b. Saîd b. Âs idi.[61]
Allah Rasûlü (s.a.)
Necaşî'ye bir mektup yazarak yanında kalan sahabî-leri gemiye bindirip
göndermesini istedi. O da bu isteği yerine getirdi, sahabî-leri iki gemiye
bindirip Amr b. Ümeyye ed-Damrî ile birlikte gönderdi. Allah
Rasûlü'nün (s.a.) huzuruna Hayber'de iken
geldiler. O'nu Hayber'i fethetmiş buldular. Allah Rasûlü (s.a.) ganimetin
paylaştınlmasında onları da dahil etmeleri konusunda müslümanlarla konuştu.
Onlar da öyle yaptılar.'[62]
Buna göre îbn Mes'ûd
hadisi ile Zeyd b. Erkam hadisi arasındaki problem ortadan kalkar; İbn Mes'ûd
hicretten sonra ve Bedir savaşından önce aradaki gelişde Medine'ye girmiş, o
vakit Hz. Peygamber'e (s.a.) selâm vermiş, o da selâmım almamış ve Zeyd b.
Erkam'm dediği gibi, konuşma daha yakın zamanda haram kılınmış olur. Bu duruma
göre konuşmanın haram kılınışı Mekke'de değil, Medine'de olmuş olur. İki rekât
olarak farz kılınmışken dört rekâta çıkarılması, kılarken cemaat oluşturmanın
vacipliği gibi namazda hicretten sonra meydana gelen nesih ve değiştirme
gözönüne alınırsa en isabetlisi budur.
İtiraz: Bu ne kadar
güzel ve ne kadar sağlam bir uzlaştırma! Ama Mu-hammed İbn İshak aktardığınız:
"îbn Mes'ûd Habeşistan'dan döndükten sonra Medine'ye hicrete kadar
Mekke'de kaldı, Bedir savaşına katıldı." sözlerini söylememiş olsa! Oysa
bu sözler söyleneni reddeder.
Cevap: Muhammed İbn
İshak bunları söylemişse, Muhammed îbn Sa'd da Tabakalında.: "İbn Mes'ûd,
döndükten sonra biraz bekledi. Sonra Habeş ülkesine döndü." demiştir. Bu
en açık olanıdır. Zira îbn Mes'ûd'un Mekke'de kendisini himaye edecek kimsesi
yoktu. îbn Sa'd'ın rivayeti, İbn İs-hak'ın farkında olmadığı bir ilâveyi
içermektedir. İbn İshak, bunu kendisine kimin aktardığını söylememiştir.
Muhammed İbn Sa'd ise rivayetini Mutta-lib b. Abdullah b. Hantab'a isnad
etmiştir. Böylece hadisler uzlaşmış ve birbirlerini doğrulamış oldu, onlardaki
problem ortadan kalktı. Hamd ve minnet yalnız Allah'a!
İbn İshak,
Habeşistan'a yapılan bu hicrette Ebu Musa el-Eş'arî Abdullah b. Kays'i da
kaydetmiştir. Aralarında Muhammed b. Ömer el-Vâkıdî ve başkalarının da
bulunduğu siyerciler bu konuda ona karşı çıkmışlar ve: "îbn İshak yahut
onun berisindeki râvî bunun nasıl farkına varmamıştır?!" demişlerdir.
Ben derim ki: Bu durum
Muhammed îbn İshak'tan öte, onun berisindeki râvi tarafından bile farkına
varılmayacak bir şey değildir. Ancak yanılgı şundan kaynaklanmıştır: Ebu Musa,
Cafer ve arkadaşlarının Habeşistan'a gittiğini duyunca Yemen'den Habeş
ülkesine, onların yanına hicret etmiş, sonra Sahih'de açık bir şekilde belirtildiği üzere onlarla
birlikte Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanına Hayber'e gelmiştir. İşte tbn İshak bunu
Ebu Musa'nın bir hicreti saymıştır. O, Ebu Musa Mekke'den Habeş ülkesine
hicret etti dememiştir ki, ona karşı gelinsin. [63]
Muhacirler, Necaşî
Ashame'nin memleketine emniyet içinde yerleştiler. Kureyş bu durumu öğrenince
peşlerinden Abdullah b. Ebu Rabîa ve Amr b. Âs'ı, şehirlerinden hediyeler ve
armağanlarla yola çıkarıp muhacirleri kendilerine teslim etmesi için Necaşî'ye
gönderdiler. Necaşî, onların bu isteklerini geri çevirdi. Müşrikler ileri gelen
patrikleri araya soktular. Necaşî, onların isteklerini kabul etmedi. Bunun üzerine
ona: "Bunlar İsa hakkında büyük lâf ediyorlar. İsa'nın Allah'ın kulu
olduğunu söylüyorlar." diye muhacirleri jurnal ettiler. Necaşî,
muhacirleri meclisine çağırttı. Liderleri Cafer b. Ebu Tâlib idi. Huzura girmek
istedikleri zaman Cafer: "Allah'ın cemaati senden içeri girmek için izin
istiyor." dedi. (Necaşî) mabeyinciye: "Ona, içeri girmek için
istediği izni tekrar etmesini söyle" dedi. Cafer de tekrarladı.
Neca-şî'nin huzuruna girdikleri vakit Necaşî: "İsa hakkında ne
diyorsunuz?" diye sordu. Cafer, ona Meryem sûresinin baş taraflarını
okudu. Bunun üzerine Necaşî eline, yerden bir çöp alıp: "îsa ne buna, ne
de bu çöpe bir ilâvede bulunmuştur." dedi. Bu sözler üzerine yanındaki
patrikler homurdandılar. Necaşî onlara: "Homurdanırsanız
homurdanınî", muhacirlere de: "Gidin, sizler ülkemde seyûm'sunuz.
Size ilişen cezasını çeker." dedi. -"Seyûm" on-Iann lisanında
"güvencede olanlar" anlamındadır. -Sonra elçilere dönüp: "Bana
bir dağ altın verseniz bunları teslim etmem." dedi. Sonra da emretti, hediyeleri
onlara geri verildi. Perişan bir halde geri döndüler.[64]
Sonra Hz. Peygamber'in
(s.a.) amcası Hamza ve pek çok sayıda insan müslüman oldu. İslâmiyet yayıldı.
Kureyş baktı ki, Allah Rasûlü'nün (s.a.) otoritesi baskın hale gelmeye başladı,
işler durmaz ilerler oldu. Bunun üzerine bir araya gelip kendilerine Allah
Rasûlü'nü (s.a.) teslim edene kadar Hâ-şimoğulları, Abdülmuttaliboğullan ve
Abdimenafoğulları ile ahş-veriş yapmamak, kız alış-verişinde bulunmamak,
konuşmamak ve onlarla birlikte otur-mamak üzere bir anlaşma yaptılar ve bunu
bir sahifeye yazıp Kabe'nin tavanına astılar. Sahife'nin kâtibinin, Mansûr b.
İkrime b. Âmir b. Hâşim olduğu söylenir. Nadr b. Haris olduğu da söylenir.
Doğrusu Bağîz b. Âmir b. Hâ-şim'dir. Allah Rasûlü (s.a.) ona beddua etti, eli
çolak oldu. Hâşimoğulları ile Muttaliboğullarının, Ebu Leheb dışında, mü'mini
-kâfiri bir araya toplandı. Ebu Leheb ise; Allah Rasûlü'ne (s.a.),
Hâşimoğullarına ve Muttalibo-ğullarına karşı Kureyş'i destekledi. Allah Rasûlü
(s.a.) ve beraberindekiler İslâmiyet'in yedinci yılında Muharrem hilâlinin
doğduğu gece, Ebu Tâlib Şi'bi denilen mahalleye hapsolundular. Anlaşmanın
yazıldığı sahife Kabe'nin içine asılmıştı. Müslümanlar üç sene kadar baskı
altında, kendilerine yiyecek-içecek maddelerinin ulaşma yolu kesilmiş, mahbus
bir halde kuşatma altında kaldılar. Öyle ki bu hal dayanılmaz olmuştu.
Mahallenin ötesinden çocuklarınm ağıt sesleri duyuluyordu. Ebu Tâlib meşhur
Kaside-i Lâmiye'sini orada söyledi. Başı şöyledir:[65]
"Allah kinden
ötürü Abd-i Şems ve Nevfel'i
Tehirsiz, acele
tarafından en kötü bir ceza ile hemencecik cezalandırsın." [66]
Kureyş'ten kimileri
bundan hoşnut oluyor, kimileri hoşnutsuzluk gösteriyordu. Hoşnut olmayanlar
sahifeyi yırtmaya çalıştılar. Bu işe kalkışan, Hi-şâm b. Amr b.Haris b. Habîb
b. Nasr b. Mâlik idi. Bu zat, bu konuda Mut'-im b. Adiy ve bir grup Kureyşli
ile gidip görüştü. Onun bu isteğini kabul ettiler. Sonra Allah, Peygamberine,
onların sahifelerinin ne hale geldiğini, o sa-hife üzerine bir ağaç kurdu
gönderdiğini ve bu kurdun sahifede bulunan bütün haksızlık, akrabalık
ilişkisini kesme ve zulüm ile ilgili sözlerin yazılı olduğu kısımları
yediğini, Allah Teâlâ'mn adı yazılı olan kısmı bıraktığını bildirdi. Hz,
Peygamber (s.a.) de bunu amcasma haber verdi. (Ebu Tâlib) Ku-reyş'e çıkıp
yeğeninin şöyle şöyle dediğini haber verdi ve: "Şayet yalancı ise O'nunla
sizin aranızdan çekiliriz. Şayet doğru söylüyorsa siz de bizimle akrabalık ilişkisini
kesmekten, bize zulmetmekten vazgeçersiniz." dedi. Onlar da:
"Haklısın" dediler, sahifeyi asılı olduğu yerden indirdiler. İş,
Allah Ra-sûlü'nün (s.a.) dediği gibi çıkınca küfürleri katmerlendi. Allah
Rasûlü (s.a.) ve beraberindekiler mahalleden dışarı çıktılar.[67] îbn
Abdilber: "Boykot, peygamberimize peygamberlik geldikten on sene sonra
kaldırıldı." diyor. Bundan altı ay sonra Ebu Tâlib, ondan üç gün sonra da
Hz. Hatice vefat etti. Başka tarihler de verilmiştir. [68]
Sahife yırtılıp da
boykot anlaşmasının sona ermesiyle Ebu Tâlib ve Hz. Hatice'nin az bir zaman
aralığı ile ölmeleri bir araya rastlamış; kavminin sefihlerinin Allah
Rasûlü'ne (s.a.) yaptıkları işkence şiddetlenmiş, Peygamberimize karşı
cür'etkâr bir tavırla eziyette bjılunmaya koyulmuşlar ve bunun üzerine Allah
Rasûlü (s.a.) kendisini barındırırlar, kavmine karşı kendisine yardım ederler
ve onlardan korurlar ümidiyle Taife gitti.
Tâiflileri Allah
Teâlâ'ya davet etti. Ne bir barındıran, ne bir yardımcı gördü. Bununla kalmayıp
O'na en şiddetli işkencelerde bulundular, kendi kavminin yapmadığını yaptılar.
Yanında kölesi Zeyd b.
Harise bulunuyordu. Hz. Peygamber (s.a.) Tâ-iflilerin arasında on gün kaldı.
Eşraftan gidip konuşmadığı hiç kimse kalmadı. "Şehrimizden çık!"
dediler ve ayak takımını O'na karşı kışkırttılar. Hz. Peygamber'in (s.a.)
geçtiği yolun iki kenarında dizilip O'nu taşlamaya başladılar. Hz.
Peygamber'in (s.a.) ayaklan kana bulandı. Zeyd b. Harise ise atılan taşlara
kendi vücudunu siper edip Peygamberimizi korumaya çalışıyordu. Onun da başında
yaralanmalar oldu. [69]
Hz. Peygamber (s.a.)
mahzun bir halde Tâif ten Mekke'ye dönüş için yola koyuldu. İşte bu dönüşü
esnasında "Tâif Duası'* diye meşhur olan şu duayı yaptı:
"Allah'ım! Güçsüz
ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü yalnız Sana yakınıyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen ezilenlerin, hor görülenlerin
Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Beni kime bıraktın? Bana saldıran bir uzak
insan eline mi, yoksa işimi kendisine teslim ettiğin bir düşmana mı? Yeter ki,
bir gazabın olmasın bana; aldırmam çektiklerime. Ancak şuna inanıyorum ki,
Senin afiyetin daha geniştir, bana. Gazabına uğramaktan yahut öfkeni haketmekten
karanlıkları aydınlatan yüzünün nuruna sığmıyorum. Hoşnut kalacağın kadar Sana
memnuniyetimi sunuyorum. Güç de Senin, kuvvet de Senin."[70]
Bunun üzerine Rabbi,
"dağlar meleğini" kendisine gönderip şayet isterse Mekke'yi
ortalarına alan iki büyük dağı (Ebu Kubeys ve Ahmer dağlarını) Mekke halkı
üzerine geçirmesini emretmiş, o ise: "Hayır. Onlara yumuşak davr anı
İmasını, mühlet tanınmasını istiyorum. Belki Allah, onların sulble-rinden
kendisine ibadet edecek ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkaracaktır."
Demiştir.[71]
Hz. Peygamber (s.a.)
Tâif ten dönüş yolu üzerinde Nahle'de konakladığında gece namaz kılmaya
kalktı. Bir grup cin O'nun bulunduğu yere gönderildi. Cinler Hz. Peygamberin
(s.a.) okuduğu Kur'an-ı Kerim'i dinlediler. Şu âyetler ininceye kadar Allah
Rasûlü (s.a.) onların farkına varmadı:
"Hani biz,
cinlerden bir topluluğu Kur'an dinlesinler diye sana doğru çevirmiştik de,
huzuruna geldiklerinde birbirlerine: 'Susun, dinleyin' demişler; okunması
bitirilince de uyarıda bulunmak üzere kavimlerine dönmüşler ve: 'Ey kavmimiz!
Biz, Musa'dan sonra indirilmiş olan, kendinden öncekile-*ri doğrulayan, hakkı
ve doğru yolu gösteren bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'a çağırana icabet
edin ve O'na inanın ki, sizin günahlarınızın bir kısmını alsın, bağışlasın,
sizi çok elem verici bir azaptan korusun', demişlerdi. Allah'a çağırana uymayan
kimse bilsin ki, Allah'ı yeryüzünde aciz bırakamaz; onlara O'ndan başka dost
da bulunmaz ve işte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler."[72]
Hz. Peygamber (s.a.)
Nahle'de birkaç gün kaldı. Zeyd O'na, Kureyş'i kastederek: "Seni Mekke'den
çıkarmışlarken onların içine nasıl girebileceksin?" diye sordu.
Peygamberimiz: "Ey Zeyd! Görürsün, Allah ummadığın yerden bir kapı açar,
bir çıkış yolu gösterir. Kuşkusuz Allah, dininin yardımcısı ve peygamberinin
destekçisidir." buyurdu. [73]
Mekke'ye vardıklarında
Hz. Peygamber (s.a.) Huzâa kabilesinden bir adamı Mut'im b. Adiy'e gönderip,
"Himayene girebilir miyim?" diye sor-durttu. Mut'im "evet"
cevabını verdi; oğullarını ve kavmini çağırıp: "Silah kuşanın, Kabe'nin
rükünleri yanında olun. Ben, Muhammed'i himayeme aldım." dedi.
Bunun üzerine Allah
Rasûlü (s.a.) yanında Zeyd b. Harise olduğu halde şehre girdi, Mescid-i Haram'a
kadar vardı. Mut'im b. Adiy, devesi üzerinde doğruldu ve: "Ey Kureyş
topluluğu! Ben, Muhammed'i himayeme aldım. Hiç biriniz ona saldırmasın."
diye bağırdı.
Allah Rasûlü (s.a.)
Rükn'e (Hacer-i Esved'e) vardı, onu selâmladı ve iki rekât namaz kılıp evine
döndü. Mut'im ve oğulları, Peygamberimiz evine girinceye kadar silahlı bir
vaziyette O'nun etrafını çevirip koruma altına aldılar.'[74]
Sonra Allah Rasûlü
(s.a.) doğru olan görüşe göre bedeniyle, Burak üzerine binmiş olarak Cebrail
(a.s.) eşliğinde geceleyin Mescid-i Haram'dan Beyt-i Makdis'e götürüldü (İsrâ
hâdisesi). Oraya indi ve Peygamberlere imam olup namaz kıldırdı.'[75]
Burak'ı mescidin kapısının halkasına bağladı. Beyt-i Lahm'e indiği ve orada
namaz kıldığı söylenmişse de böyle bir rivayet asla sahih değildir.
Sonra o gece Beyt-i
Makdis'den en yakın semaya yükseltildi. Cebrail, O'nun adına semanın kapısının
açılmasını istedi, ona kapı açıldı. Orada insanlığın babası Hz. Âdem'i gördü, ona selâm verdi. O
da selâmını aldı, "Merhaba = Hoşgeldin, safa geldin." dedi ve
peygamberliğini tasdik etti. Allah Hz. Peygamber'e (s.a.) sağ tarafında
bahtiyarların (cennetliklerin) ruhlarını, sol tarafında bedbahtların (cehennemliklerin)
ruhlarını gösterdi.
Sonra ikinci semaya
yükseltildi. Cebrail, ona semanın kapısının açılmasını istedi. Hz. Peygamber
(s.a.) orada Hz. Zekeriya'nın oğlu Hz. Yahya'yı ve Hz. Meryem'in oğlu Hz.
İsa'yı gördü. Onlarla buluştu ve onlara selâm verdi. Onlar da selâmını aldılar
ve "merhaba" dediler, peygamberliğini tasdik ettiler.
Sonra üçüncü semaya
yükseltildi. Orada Hz. Yusuf'u gördü; ona selâm verdi. O da selâmını alıp
"merhaba" dedi ve peygamberliğini tasdik etti.
Sonra dördüncü semaya
yükseltildi. Orada Hz. îdris'i gördü; ona selâm verdi. O da selâmını alıp
"merhaba" dedi ve peygamberliğini tasdik etti.
Sonra beşinci semaya
yükseltildi. Orada İmran oğlu Hz. Harun'u gördü; ona selâm verdi. O da
selâmını alıp "merhaba" dedi ve peygamberliğini tasdik etti.
Sonra altıncı semaya
yükseltildi. Orada İmran oğlu Hz. Musa ile karşılaştı; ona selâm verdi. O da
selâmını alıp "merhaba" dedi ve peygamberliğini tasdik etti. Hz.
Peygamber (s.a.) onu geçip gidince Hz. Musa ağladı. Ona: "Niçin
ağlıyorsun?" diye sordular. O da: "Nasıl ağlamayayım! Benden sonra
peygamber olarak gönderilen bir gencin ümmetinden cennete girenler, benim
ümmetimden girenlerden daha çok!" dedi.
Sonra yedinci semaya
yükseltildi, orada Hz. İbrahim ile karşılaştı; ona selâm verdi. O da selâmını
ahp "merhaba" dedi ve peygamberliğini tasdik etti. [76]
Sonra
Sidretü'l-Müntehâ'ya çıkartıldı. Sonra ona Beytü'l-Ma'mür çıkartılıp
gösterildi. Sonra da Cebbar olan Allah'a (c.c) yükseltildi. O'na o kadar
yaklaştı ki, araları iki yay aralığı kadar belki daha yakın oldu.[77]
Allah, kuluna o anda
vahyedeceğini'sjâhyetti. Ona elli vakit namaz farz kıldı. Hz. Peygamber (s.a.)
döndü, Hz. Musa'ya uğradı. Hz. Musa: "Neyle emrolun-dun?" diye sordu.
Peygamberimiz: "Elli vakit namazla" karşılığını verdi. Hz. Musa:
"Ümmetin buna güç yetiremez. Dön, Rabbine; ümmetin için hafifletmesini
iste." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) bu konuda istişare edercesine bakışını
Cebrail'e çevirdi. O da: "İstersen, tamam öyle olsun." diye görüşünü
bildirdi. Bunun üzerine Cebrail, onu yükseltti; Cebbar Teâlâ'ya getirdi. O
yerinde idi. -Senedlerin birinde Buhan'nin metni böyledir.- Allah, ondan 10
vakit namazı kaldırdı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) indirildi. Hz. Musa'ya
uğradı, ona durumu haber verdi. Hz. Musa: "Rabbine dön, hafifletmesini
iste" dedi. Böylece Peygamberimiz, Hz. Musa ile Allah Teâlâ arasında gidip
gelmeye başladı. Nihayet Allah namazı beş vakte indirdi. Hz. Musa yine Peygamberimize
dönüp Allah'tan hafifletmesini istemeyi önerdiyse de Hz. Peygamber (s.a.): "Rabbimden
utandım. Ama ben razıyım ve teslimim." dedi. Hz. Peygamber (s.a.)
uzaklaşınca (ardından) bir münadi: "Farzımı artık imzaladım, yürürlüğe
koydum ve kullarımdan (yükümlülüklerini) hafiflettim." diye seslendi.[78]
Sahabe, Hz.
Peygamber'in (s.a.) o gece Rabbini görüp görmediği konusunda görüş ayrılığına
düşmüştür. İbn Abbas'tan gelen sahih bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) Rabbinİ görmüştür. Yine
ondan gelen sahih bir rivayete göre ise Peygamberimiz, Rabbini kalbiyle
görmüştür.[79]
Sahih bir rivayete
göre Hz. Âişe ile İbn Mes'ûd bunu inkâr etmiş ve: "An-dolsun ki,
Sidretü'l-Müntehâ yanında, bir başka inişte O'nu görmüştür." âyetinde[80]
geçen "görme" fiilinin öznesi sadece Cebrail'dir, demişlerdir.[81]
Bir sahih rivayete
göre de Ebu Zer, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Rabbini gördün mü?" diye
sordu; Peygamberimiz de: "Bir nurdur. Onu nerde göreyim!" demiştir.
Yani benim O'nu görmemi bir nur engelledi demek istemiştir. Nitekim bir başka
metne göre: "Bir nur gördüm." demiştir.[82]
Osman b. Saîd
ed-Dârimî, sahabenin, Hz. Peygamber'in (s.a.) Rabbini görmediği konusunda
ittifak etmiş olduklarını nakletmiştir.
Şeyhülislâm İbn
Teymiye -Allah, ruhunu takdis eylesin- diyor ki: İbn Ab-bas'ın
"gördü" demesi ne bununla ne de "kalbiyle gördü" sözüyle
çatışır. Sahih bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.): "Ulu ve yüce
Rabbimi gördüm." demiştir.[83]
Ancak bu görme olayı İsrâ hadisesi sırasında olmamış, Medine'de olmuştu. Sabah
namazında sahabîlerin gözünden kaybolmuş; sonra o gece rüyasında ulu ve yüce
Rabbini gördüğünü haber vermişti. İmam Ahmed (r.h.) buna dayanarak: "Evet,
Rabbini gerçekten görmüştür. Zira Peygamberin rüyası gerçektir."
demiştir. Böyle olmalıdır da. Ancak İmam Ahmed (r.h.): "Hz. Peygamber
(s.a.) uyanıkken, baş gözüyle O'nu gördü" dememiştir. Ondan böyle bir söz
nakleden kimse, onu töhmet altında bırakmış olur. Fakat İmam Ahmed bir
keresinde: "O'nu gördü" ve bir keresinde de "O'nu kalbiyle
gördü" demiş; böylece ondan iki rivayet aktarılmıştır. Müntesiple-rinden
birinin tasarrufu olarak ondan bir üçüncü görüş "O'nu baş gözüyle
gördü" görüşü aktanlmışsa da, Ahmed'in söylediği sözler işte ortada; onlar
arasında böyle bir şey mevcut değildir.
İbn Abbas;m:
"O'nu kalbiyle iki kere gördü" sözünün dayanağı eğer Allah'ın önce: "Muhammed'in
gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı." bu-yurup[84]
ardından: "Andolsun ki, bir başka inişte O'nu görmüştür." buyur-ması[85] ise
-ki açıkça görülen dayanağı budur- Hz. Peygamber'den (s.a.)
gelen sahih bir rivayete göre bu görülen
Cebrail'dir; kendisi onu asıl yaratıldığı suretinde iki kere görmüştür. İmam
Ahmed'in "O'nu kalbiyle gördü" sözündeki dayanağı işte İbn Abbas'ın
bu sözüdür. En iyi bilen Allah'dır.
Allah Teâlâ'nın Necm
sûresinde "Sonra yaklaştı; tâ vardı yanına."[86]
âyetinde bildirdiği, isrâ hadisesindeki yaklaşma ve varma olayı değildir. Zira
Necm süresindeki, Hz. Âişe ve îbn Mes'ûd'un dedikleri üzere Cebrail'in yaklaşması
ve yanma varmasıdır. Sözün akışı da bunu göstermektedir. Çünkü Allah:
"O'na çetin güçlere sahip olan öğretmiştir."[87]
buyuruyor ki bu öğretici Cebrail'dir; sonra devamla: "O öğretici
güçlüdür. En yüksek ufukta iken doğrulu vermiş, sonra yaklaşıp tâ yanma
varmıştır, "[88]
buyurmuştur. Bütün buradaki zamirler, bu çetin güçlere sahip güçlü-kuvvetli
öğreticiye gitmektedir. Bu öğretici en yüksek ufukta doğruluvermiş; yaklaşmış,
tâ yanına varmış; Hz. Muhammed'e (s.a.) iki yay kadar, belki daha yakın
olmuştur. İsrâ hadisindeki yaklaşma ve yanına kadar varmasıdır.[89] Necm
sûresinde buna hiç dokunulmamıştır. Aksine bu sûrede Hz. Peygamber'in (s.a.)
onu Sidretü'l-Müntehâ yanında, bir başka İnişte gördüğü kaydediliyor ki, görülen
varlık Cebrail'dir. Hz. Muhammed (s.a.) onu, bir kere yeryüzünde ve bir kere de
Sidretü'l-Müntehâ yanında olmak üzere toplam iki kere asıl suretinde
görmüştür. En iyi bilen Allah'tır. [90]
Sabah olunca Allah
Rasûlü (s.a.) kavmine, Allah Teâlâ'nın kendisine gösterdiği bir kısım en büyük
âyetleri haber verince müşriklerin onu yalanlamaları, ona işkence vermeleri ve
sataşmaları alabildiğine şiddetlendi; ondan kendilerine Beyt-i Makdis'i tasvir
etmesini istediler. Bunun üzerine Allah, ona Beyt-i Makdis'in önünden perdeyi
kaldırdı. Hz. Peygamber (s.a.) ona bakarak, müşriklere özelliklerini saymaya
başladı. Anlattığı hiçbir şeyi reddedemediler.[91]
Hz. Peygamber (s.a.),
geceki seyahat yolu üzerinde ve dönüşünde kavmine ait kervanı gördüğünü ve bu
kervanın ne vakit geleceğini onlara haber verdi. Kervanın önünde hangi devenin
yol aldığını söyledi. İş, onun dediği gibi çıktı.[92] Bu
ise müşriklerin ancak sırt çevirmelerini arttırdı; zalimler inat-laşıp küfürde
direttiler. [93]
İbn İshak'ın nakline
göre Hz. Âişe ve Muaviye: "İsrâ, Hz. Peygamber*-in (s.a.) ruhuyla
gerçekleşmiştir; ama bedenini kaybetmemiştir." demişlerdir. Hasan
Basrî'nin de böyle söylediği rivayet edilmiştir. Ancak "îsrâ uykuda
gerçekleşmiştir." demekle "Bedeniyle değil, ruhuyla
gerçekleşmiştir" demek arasında fark bulunduğu bilinmelidir. İkisi
arasında büyük bir fark vardır. Hz. Âişe ve Muaviye "Uykuda
gerçekleşti" dememişler; "Hz. Peygamber (s.a.) ruhuyla isrâ
hadisesini yaşamıştır, ama bedenini kaybetmemiştir." demişlerdir. Bu ikisi
arasında bir fark vardır. Çünkü kişinin uykuda gördüğü şeyler, bilinen şeyin
(= ma'lûmun) hislerle algılanır suretlerde gösterilmiş olan misalleridir. Kişi
kendisinin göğe çıkarıldığını, yahut Mekke'ye ve yeryüzünün uzak mıntıkalarına
götürüldüğünü görür, ama ruhu yükselmez ve gitmez. Yalnızca rüya meleği, ona,
misal göstermiştir.
"Allah Rasûlü
(s.a.) yükseltildi = miraca çıkarıldı" diyenler iki gruba ayrılmıştır.
Bir grup ruhu ve bedeniyle miraca çıkarıldı derken, diğer grup ruhuyla miraca
çıkırıldı, bedenini kaybetmedi demiştir. Bu ikinci grup mirâc hâdisesi uykuda
gerçekleşti demek istememişlerdir. Onlar sadece demek istemişlerdir ki ruhun
bizzat kendisi isrâ hadisesini yaşadı, gerçekten miraca o çıkarıldı ve
(bedenden) ayrıldıktan sonra temas edeceği cinsten bir temasta bulundu. Bu
esnadaki durumu tıpkı (bedenden) ayrıldıktan sonraki durumu gibidir ki, kat kat
göklere yükseliyor, nihayet tâ yedinci kat semaya varıyor, Allah Teâlâ'nın
huzurunda duruyor, orada Allah dilediğini emrediyor, sonra yeryüzüne iniyor...
Allah Rasûlü (s.a.) için isrâ gecesi meydana gelen durum, bedenden ayrılışında
ruh için meydana gelenden daha mükemmeldir.
Malumdur ki bu,
kişinin rüyada gördüğünden daha üst bir durumdur. Fakat Allah Rasûlü (s.a.),
diri iken karnı yarılıp da bundan elem duymayacak şekilde harikuladelikler
makamında bulunduğundan ötürü öldürülmek-sizin gerçekten bizzat mukaddes
ruhuyla miraca çıkarılmıştır. O'ndan başkaları ise ölmeden ve ruh bedenden
ayrılmadan bizzat ruhu ile göğe çıkma imkânına sahip olamazlar. Peygamberlerin
ruhîan bedenden ayrıldıktan sonra orada yerleşmiş; Allah Rasûlü'nün (r.a.) ruhu
ise hayatta iken oraya çıkmış, sonra dönmüş ve Hz. Peygamber'in (s.a.)
vefatından sonra peygamberlerin ruhları ile birlikte -Allah onlara salât ve
selâm eylesin- Refîk-i A'lâ'ya yerleşmiştir. Maamafıh, O'nun ruhu bedenini
gözetlemede, aydınlatmada ve onunla ilişki kurmadadır. Öyle ki, kendisine selâm
veren kimsenin selâmını almaktadır. [94] İşte
bu ilişki sayesinde Hz. Musa'yı hem kabrinde ayakta namaz kılar vaziyette
görmüş ve hem onu altıncı kat semâda görmüştür. Malumdur ki, Hz. Musa,
kabrinden yükseltilip sonra oraya geri iade edilmiş değildir. Yalnızca bu kat
onun ruhunun makamı ve eğleştiği yerdir. Kabri ise bedeninin, ruhların
bedenlere döndürüleceği güne kadar kaldığı ve eğleştiği yerdir. Böylece Hz.
Peygamber (s.a.) onu hem kabrinde görmüş ve hem de altıncı kat semada
görmüştür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), Refîk-i A'lâ'da en yüksek mekânda ve
orada yerleşmiş olduğu halde kabrindeki bedeni kaybolmuş değildir; bir müslüman
ona selâm verdiği vakit Allah, bedenine ruhunu iade eder ve böylece Hz.
Peygamber (s.a.) Mele-i A'lâ'dan ayrılmadan o müslü-manın selâmım alır. İdrâki
kalın ve tabiatı bunu idrak edemeyecek kadar incelikten yoksun olan kimse
güneşe baksın: Menzilinin yüksekliğine rağmen yeryüzüyle nasıl ilişki kuruyor
ve orada nasıl etkisini gösteriyor, bitkiler ve hayvanlar nasıl onunla hayat buluyor? İşte ortada!
Ruhun pozisyonu bunun üstündedir. Ruhun bir pozisyonu, bedenlerin ayrı bir
pozisyonu var. Meselâ, şu ateş, yandığı yerde bulunduğu halde sıcaklığı
kendisinden uzak bir cisimde etkisini gösteriyor. Oysa ruh ve beden arasındaki
irtibat ve ilişki bundan daha güçlü, daha mükemmel ve daha tamdır. Ruhun
pozisyonu da bundan daha üstün ve daha lâtiftir.
Hasta gözlere:
*'Güneşin göz kamaştıran ışığım görüp de gecelerin karanlığını
bürünmeyesin." deyiver. [95]
Musa b. Ukbe,
Zührî'nin: "Allah Rasülü'nün (s.a.) ruhu, Medine'ye hicretinden bir sene
önce Beyt-i Makdis'e götürüldü, oradan da semâya yükseltildi." dediğini
nakleder. İbn Abdilber ve başkalarına göre isrâ ile hicret arasında bir sene
İki ay geçmiştir. [96]
Isrâ yalnız bir kere
gerçekleşmiştir. Birisi uyanıkken, diğeri uykuda olmak üzere toplam iki kere
gerçekleştiği de söylenmiştir. Herhalde bu görüşün savunucuları Şerik
hadisinde geçen: "Sonra uyandım" kısmıyla diğer rivayetler arasını
uzlaştırmak istemişlerdir. Onlardan kimileri "Bu olay ona vahiy gelmeden
önce gerçekleşmişti." şeklinde Şerîk hadisinde geçen bu ifadeden dolayı
bir kere vahiyden önce, diğer hadislerin delâlet ettikleri gibi bir kere de
vahiyden sonra olmak üzere iki kere gerçekleşti derken; kimileri de bir kere
vahiyden önce, iki kere de vahiyden sonra olmak üzere toplam üç kere gerçekleşti,
demektedir. Bunların hepsi rastgele, gelişigüzel söylenmiş sözlerdir. Bu metod,
nakil erbabı Zahirîlerin zayıflarının metodudur; olayda, diğer bazı
rivayetlerde geçen anlatıma aykırı düşen bir söz görseler hemen onu bir başka
defada meydana gelmiş sayıyorlar. Rivayetlerin ihtilaflı olduğunu gördüler mi
vak'aların sayısını artırıyorlar. Nakil imamlarının benimsedikleri doğru olan
görüşe göre isrâ, Hz. Peygambere (s.a.) vahiy geldikten sonra yalnız bir kere
Mekke'de gerçekleşmiştir.
İsrâ hadisesinin
defalarca gerçekleştiğini iddia eden şu insanlara hayret doğrusu! Her defasında
Hz. Peygamber'e (s.a.) elli vakit namaz farz kılınıyor, sonra Rabbi ile Hz.
Musa arasında gidip geliyor, nihayet namaz beş vakit oluyor, sonra bir münadi:
"Farzımı artık imzaladım, yürürlüğe koydum ve kullarımdan hafiflettim."
diye sesleniyor; sonra ikinci defada Allah yeniden namazı elli vakte geri iade
ediyor, sonra onar onar düşürüyor... sanmaları bu kişiler için nasıl mümkün
olmuştur acaba?! Hadis hafızları, isrâ hadisinin birtakım metinlerinde
Şerik'in yanıldığını söylemişlerdir.[97]
Müslim onun bu hadisinden müsned olanını kaydettikten sonra: "Şerik,
metinde arkada olması gereken kimi ifadeleri Öne, önde olması gerekenlerin
kimini de arkaya aldı. Metinde ilâveler ve çıkarmalar yaptı." dedi ve
hadisi tamamen serdetmedi; iyi de etti. Allah ona rahmet eylesin. [98]
Allah'ın, dostları ile
düşmanlarının arasım ayırdığı; dinini aziz kılmak, kulu ve elçisi Hz.
Muhammed'e (s.a.) yardım ve zafer bahşetmek için bir başlangıç kıldığı
hicretin hazırlığı:
Vâkıdî'nin Muhammed b.
Salih aracılığıyla Âsim b. Ömer b. Katâde, Yezîd b. Rûman ve başkalarından
rivayetine göre şöyle anlatıyorlar: Allah Rasûlü (s.a.) peygamberliğinin
başlangıcından itibaren Mekke'de üç sene gizli, saklı bir şekilde yaşadı.
Dördüncü sene peygamberliğini herkese ilan etti. Her sene hac mevsiminde hacca
gelenlerin konakladıkları yerlere gider; Ukâz, Me-cenne ve Zülmecaz
panayırlarının kurulduğu yerlerde toplanan insanlara varır; onları Rabbinden
gelen tebligatı yerine ulaştırabilmesi için kendisini korumaya çağırır ve bu
çağrısını kabul ederlerse kendilerine cennet verileceğini söylerdi. Ama
kendisine yardım edip davetini kabul edecek hiç kimse bulamazdı. Hatta teker
teker her bir kabileyi ve onların oturdukları yerleri sorar ve: "Ey
insanlar! Lâ ilahe illallah = Allah'tan başka^taWıyo1?tur, deyin kurtuluşa
erin, Araplara hükümran olun, Acemler size boyun eğsin. İman ederseniz
cennette krallar olursunuz." derdi. Ebu Leheb ise Hz. Peygamber'in (s.a.)
peşinden: "Ona kulak asmayın! O, kendi dinini bırakmış bir yalancıdır."
derdi. Bunun üzerine onlar da Allah Rasûlü'ne (s.a.) en çirkin bir şekilde
karşılık veriyorlar, ona eziyet ediyor ve: "Ailen, aşiretin seni daha iyi
tanırlar. Onlar sana uymadıklarına göre!" derlerdi. Hz. Peygamber (s.a.)
onları Allah'a çağırmaktan geri durmaz ve
bir yandan da: "Allah'ım! Sen istesen böyle olmazlar." diye
yakınırdı.
Vâkıdî diyor ki: Allah
Rasûlü'nün (s.a.) gidip davette bulunduğu ve kendisini arzettiği, isimleri
bize bildirilen kabileler: Âmir b. Sa'saa, Muhârib b. Hasafe, Fezâre, Gassân,
Mürre, Hanîfe, Süleym ve Absoğullan; Nadiroğul-ları, Bekkâ, Kinde, Kelb, Haris
b. Kâb ve Uzreoğullan ile Hadramûtlular. Bunlardan hiçbiri Hz. Peygamber'in (s.a.)
davetini kabul etmedi.[99]
Allah'ın Peygamberine
yaptığı bir yardımdır ki, (Medine'nin iki Arap kabilesi) Evs ve Hazrec,
müttefikleri olan Medine yahudilerinden: "Bu zamanda bir peygamber
gönderilecektir, ortaya çıkması yakındır. Biz ona uyacağız, Âd ve îrem
kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız." sözünü işitir dururlardı.
Arapların hac ve ziyaret ettikleri gibi Ensâr da Kabe'yi ziyaret ederdi. Ensâr,
Allah Rasûlü'nün (s.a.) insanları Allah Teâlâ'ya çağırdığını görünce onun
hallerini iyiden iyiye düşündüler ve birbirlerine: "Ey kavim! Vallahi
biliyorsunuz ki, bu, yahudilerin kendisiyle sizi korkuttukları peygamberdir.
Ona inanmada aman, yahudiler sizi geçmesin." dediler.
Evs kabilesinden
Süveyd b. Sâmit, Mekke'ye gelmişti. Allah Rasûlü (s.a.) onu İslâm'a davet etti.
Süveyd ne yanından uzaklaştırdı, ne de davetini kabul etti. Ebu'l-Hayser Enes
b. Rafı', yanında kabilesi Abdüleşhel oğullarından birkaç gençle birlikte
(Hazreclilere karşı Kureyşlilerle) ittifak anlaşması yapmak üzere Mekke'ye
gelmişti. Allah Rasûlü (s.a.) onları İslâm'a davet etti. İçlerinden henüz çok
genç olan İyâs b. Muaz: "Ey kavmim! Vallahi, bu, elde etmek için
geldiğimiz şeyden daha hayırlıdır." dedi. Bunun üzerine Ebu'l-Hayser onu
dövdü ve azarladı. İyâs da sustu. Hem sonra ittifak da sağlayamadan Medine'ye
geri döndüler.[100]
Sonra Allah Rasûlü
(s.a.) hac mevsiminde Ensar'dan, hepsi de Hazrec kabilesine mensup şu altı
kişiyle Akabe mevkiinde buluştu: 1- Ebu Ümâme Es'ad b. Zürâre, 2- Avf b. Haris,
3- Râfi' b. Mâlik, 4-Kutbe b. Âmir, 5- Uk-be b. Âmir, 6- Câbir b. Abdullah b.
Riâb. Allah Rasûlü (s.a.) onlan İslam'a davet etti, onlar da müslüman oldular.[101]
Sonra Medine'ye
döndüler. Medine halkını İslâm'a davet ettiler. İslâm orada yayıldı. Öyle ki,
İslâm'ın girmediği hiçbir ev kalmadı. [102]
Ertesi sene olunca
Medineli 12 kişi Mekke'ye geldi. Bunların altısı, Câbir b. Abdullah dışında,
yukarıda adı geçenlerdir. Diğerleri de şunlardır: 1-Yukarıda geçen Avf in
kardeşi Muaz b. Haris b. Rifâa, 2- Zekvan b. Abdül-kays: Zekvan hicrete kadar
Mekke'de kaldı, o da hicret edenlerle birlikte hicret etti. Bu yüzden ona
"Muhâcir-Ensâr" denilir. 3- Ubâde b. Sâmit, 4- Yezîd
b. Sa'lebe, 5- Ebu'I-Heysem b. Teyyîhân,
6- Uveymir b. Mâlik. Toplam 12 kişi.[103]
Ebu'z-Zübeyr'in
rivayetine göre Câbir anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'de on sene kaldı.
Hac mevsimlerinde, Mecenne ve Ukaz panayırlarında konakladıkları yerlerde
insanlara varıp: "Rabbimin tebligatını insanlara ulaştırabilmem için kim
beni barındırır, kim bana yardım eder?" derdi. Ama kendisine yardım edecek
ve barındıracak birini bulamazdı. Öyle ki, bir adam Mudar yahut Yemen'den
kalkıp akrabasını ziyaret için Mekke'ye gelse derhal kavmi o adama gelip ona:
"Kureyşli'den uzak dur, sakın seni yoldan çıkarmasın." derlerdi. Hz.
Peygamber (s.a.) kavminin adamları arasında yürür, onları Allah Teâlâ'ya davet
eder, onlar da kendisine parmakla işaret ederlerdi. Nihayet Allah, Yesrib
(Medine)'den bizi gönderdi. Bizden herhangi biri ona gider, iman eder; Hz.
Peygamber (s.a.) o kişiye Kur'an öğretir ve o da ailesine döner, onun müslüman
Olması sayesinde ailesi de müslüman oluverirdi. Böylece içinde
müslümanlıklarını ortaya koyan bir grup müslüma-nın bulunmadığı hiçbir Ensâr
evi kalmadı. Allah bizi, ona gönderdi. Emrini tuttuk, bir araya geldik ve
birbirimize, "Allah Rasûlü (s.a.) Mekke dağlarında ne zamana kadar
kovulup duracak ve ne zamana kadar korkulu anlar yaşayacak?" dedik. Yola
koyulup hac mevsiminde onun yanına geldik. Bizimle Akabe bîatinda bulunmak
üzere sözleşti. Amcası Abbas kendisine: "Yeğenim! Sana gelen bu topluluğu
tanımıyorum. Oysa ben Yesrib halkını iyi tanırım." dedi. Bunun üzerine
onun yanında birer, ikişer toplandık. Abbas yüzlerimize bakıp: "Bu
topluluğu tanımıyoruz. Bunlar genç insanlar!" dedi. Biz, Hz. Peygamber'e
(s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Sana ne üzerine bîat edelim?" diye
sorduk. Peygamberimiz: "Neşeli-neşesiz zamanlarınızda sözlerimi dinleyeceğinize,
emirlerime itaat edeceğinize, darlıkta da, varlıkta da muhtaçlara yardımda
bulunacağınıza; iyiliği buyurup kötülükten sakındıracağınıza, kınayanın
kınamasından çekinmeksizin Allah rızasına uygun söz söyleyeceğinize;
memleketinize vardığımda bana yardım edeceğinize; kendinizi, hanımlarınızı ve
oğullarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden beni de esirgeyip koruyacağınıza
dair bana söz verip bîatta bulunmalısınız. Bunu yaparsanız size cennet
var." buyurdu. Kalkıp ona bîat ettik. Yetmiş kişinin en küçüğü olan Es'ad
b. Zürâre Hz. Peygamber'in (s.a.) elini tutup: "Yavaş olun, ey
Yesribliler! Biz hayvanlarımızı mahmuzlayip gelmişsek ancak onun, Allah'ın
elçisi olduğunu bildiğimizden geldik. Bugün onu yurdundan çıkarmak, bütün
Araplardan ayrılma, iyilerinizin öldürülmesi ve size kılıçların ilişmesi
demektir.
Dikkat edin, eğer buna
katlanıyorsanız elini tutun. Mükâfaatlandınlmanız Allah'a aittir. Eğer
canlarınıza gelecek bir tehlikeden korkuyorsanız onu bı-rakm. Bu, sizin için
Allah katında daha çok mazeret teşkil eder." şeklinde bir konuşma yaptı.
Bunun üzerine orada bulunanlar: -'Ey Es'ad! Çek elini bizden. Vallahi biz, bu
bîatı ne bırakır, ne de bozmak isteriz." dediler. Bu sözler üzerine
erkekler birer birer Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına vardık. Karşılığında bize
cennet vermek üzere bizden söz aldı ve şart koştu.[104]
Sonra bu bîatta
bulunanlar Medine'ye döndüler. Allah Rasûlü (s.a.) beraberlerinde, müslüman
olanlara Kur'an öğretmek ve (olmayanları da) Allah Teâlâ'ya çağırmak üzere Amr
b. Ümmü Mektûm ile Mus'ab b. Umeyr'i gönderdi. Bu iki sahabî, Ebu Ümâme Es'ad
b. Zürâre'ye konuk oldular. Mus'ab b. Umeyr, Medineli müslümanların imamlığım
yapıyordu. Sayıları kırka ulaştığında Mus'ab onlara cuma namazı kıldırdı.[105] Bu
iki sahabînin aracılığı ile içlerinde Üseyd b. Hudayr ve Sa'd b. Muaz'ın[106] da
bulunduğu pek çok insan müslüman oldu. Bu ikisinin müslüman olmasıyla o gün,
Usayrim Amr b.Sâbit b. Vakş dışında Abdüleşhel oğullarının kadın-erkek tamamı
müsîü-man oldu. Usayrim'in müslüman olması Uhud savaşına kadar gecikti. O gün
müslüman oldu ve savaşa katıldı. Allah'a bir tek secde etmeden öldürüldü.
Bu durum Hz.
Peygamber'e (s.a.) bildirilince: "Az amel işledi, çok sevap kazandı."
Buyurdu.[107]
İslâmiyet Medine'de
arttı ve yaygın hale geldi. Sonra Mus'ab Mekke'ye döndü. O sene müslüman ve
müşrik Medineli pek çok kimse hac mevsiminde hacca iştirak etti. Kafilenin
başkanı Berâ b. Ma'rûr idi. Akabe gecesi, gecenin ilk üçte biri geçince 73
erkek ve 2 kadın Allah Rasûlü'ne (s.a.) gizlice geldiler. Hem kavimlerinden ve
hem de Mekke kâfirlerinden korku duyarak o kadınlarını, oğullarını ve
hanımlarını esirgeyip korudukları şeylerden Hz. Pey-gamber'i (s.a.) de korumak
üzere Allah Rasûlü'ne (s.a.) bîat ettiler. O gece ilk bîat eden Berâ b. Ma'rûr
idi. Onun beyaz eli vardı. Zira bîat akdini iyice pekiştirmiş ve bu konuda
acele etmiştir. Yukarıda geçtiği üzere bîatını sağlamlaştırmak için Allah
Rasûlü'nün (s.a.) amcası Abbas da bîatta hazır bulunmuştu. Daha o vakit henüz
kavminin dini üzere idi.
Allah Rasûlü (s.a.) o
gece bîat edenler arasından 9'u Hazrec, 3'ü Evs kabilesinden olmak üzere 12
temsilci (= nakîb) seçti. Hazrecliler: 1- Es'ad b. Zürâre, 2- Sa'd b. Rabî, 3-
Abdullah b. Ravâha, 4- Râfi' b. Mâlik, 5- Berâ b. Ma'rûr, 6- Câbir'in babası
Abdullah b. Amr b. Haram: O gece müslüman olmuştu. 7- Sa'd b. Ubâde, 8- Münzir
b. Amr, 9- Ubâde b. Sâmit. Evsliler: 10- Üseyd b. Hudayr, 11- Sa'd b. Hayseme,
12- Rifâa b. Abdülmünzir. Bu son temsilcinin yerine Ebu'l-Heysem b. Teyyihan'ın
seçildiği de söylenmiştir.
İki kadın ise: 1- Kâb
b. Amr'ın kızı Umâre Nüseybe: işte Müseylime bu kadının oğlu Habib b. Zeyd'i
öldürmüştü. 2- Amr b. Adiyy'in kızı Esma.
Bu bîat tamamlanınca
bîatta bulunanlar Allah Rasûlü'nden (s.a.) Akabe halkı üzerine kılıçlarıyla
eğilip onları kılıçtan geçirmek için izin istedilerse de Hz. Peygamber (s.a.)
buna izin vermedi. Akabe tepesinden şeytan, işitile-bilecek en nüfuzlu bir
sesle: "Ey Mina'da konaklayanlar! Kara çalınmış
adamla yanında bulunan dinlerinden dönmüş
( = Sâbiî) Medineliler, sizinle savaşmak üzere toplandılar!" diye bağırdı.
Allah Rasûlü (s.a.) yanındakilere: "Bu, Akabe şeytanıdır; alçağın
oğludur." dedikten sonra seslenene de: "Dinle, ey Allah düşmam! Vallahi
işimi bitirince senin hakkından geleceğim!" diye karşılık verdi.[108]
Sonra Hz.Peygamber
(s.a.) herkesin konak yerlerine dağılmalarını emretti. Sabah olunca Kureyş
ululan ve eşrafı Medinelilerin bulundukları yere kadar gelerek: "Ey Hacrec
topluluğu! Kulağımıza geldiğine göre siz bu gece bizim adamla buluşmuş ve
bizimle savaşmak üzere bîat edip sözleşmişsiniz. Allaha yemin olsun ki, Arap
kabileleri arasında sizinle savaşa girmekten duyduğumuz nefret kadar nefret duyabileceğimiz
bir kabile yoktur; sizinle aramızda savaş çıksın istemiyoruz." dediler.
Orada bulunan Hazredi müşrikler derhal: "Böyle bir şey olmadı,
bilmiyoruz." diye Allah adına onlara yemin etmeye başladılar. Abdullah b.
Übey b. Selûl: "Bu asılsızdır. Böyle bir şey olmadı. Kavmim bana böyle bir
şey danışmadı. Yesrib'de iken kavmim benimle danışıp benden emir almadan böyle
bir iş yapmazlardı!" demeye başladı. Bunun üzerine Kureyşliler,
yanlarından ayrıldı.
Berâ b. Ma'rûr
hayvanına binip Medine yolunu tuttu. Batn-ı Ye'cec'e vardı. Müslüman
arkadaşları peşinden yetiştiler. (Olayın gerçek olduğunu haber alan) Kureyş
onları aramaya koyuldu. Sa'd b. Ubâde'ye yetişip ellerini devesinin kolanı ile
boynuna bağladılar. Döve döve, sürükleye sürükleye, saçından çeke çeke
Mekke'ye soktular. Mut'im b. Adiy ve Haris b. Harb b. Ümeyye gelip onu
ellerinden kurtardılar. Medineli müslümanlar onu kaybedince geri dönüp onu
aramak konusunda müşavere ederlerken Sa'd çıkagel-di. Böylece kafilenin tamamı
Medine'ye ulaştı. [109]
Allah Rasûlü (s.a.)
Medine'ye hicret için müslümanlara izin verdi. İnsanlar hemen hicrete
başladılar. Medine'ye gitmek üzere ilk yola çıkan Ebu Seleme b. Abdülesed ile
karısı Ümmü Seleme'dir. Ancak Ümmü Seleme kocasıyla gitmekten engellendi, ona
kavuşmaktan bir sene alıkondu. Bir sene sonra oğlu ile yola çıkıp Medine'ye
hicret etti. Osman b. Ebu Talha ona destek verdi, yardımda bulundu.[110]
Sonra insanlar birbiri
peşinden bölük böîük yola koyuldular. Mekke'de Allah Rasûlü (s.a.) Hz. Ebu
Bekir ve Hz. Ali dışında ve bir de müşriklerin zorla alıkoydukları dışında hiç
müslüman kalmadı.'Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali ise Peygamberimizin emriyle
kaldılar. Allah Rasûlü (s.a.), yol hazırlığı yapıp kendisine hicret emrinin
gelmesini beklemeye başladı. Hz. Ebu Bekir de yol hazırlığını tamamlamıştı. [111]
Müşrikler, Allah
Rasûlü'nün (s.a.) ashabının yol hazırlığı yaptıklarını, yola koyulduklarını,
eşyalarım yüklediklerini, kadınları, çocukları ve malları Evs ve Hazrec
kabilelerine sevkettiklerini görünce, Medine yurdunun korunaklı bir yurt ve
halkının da iyi silah kullanan güçlü, kuvvetli cengaver bir halk olduğunu
bildiklerinden Allah Rasûlü'nün (s.a.) onlara gidip katılarak kendilerine karşı
davasının kuvvet bulmasından korkup telaşa kapıldılar; derhal Dâru'n-Nedve'de
toplandılar. Bu konuyu görüşmek üzere müşriklerin ileri gelen görüş ve fikir
sahiplerinden her biri istisnasız bu toplantıya katıldı.
Dostları ve üstadları
olan İblis de ağır elbiseler giyinmiş Necidli yaşlı bir ihtiyar suretinde
onların bu toplantılarına katıldı. Allah Rasûlü'nün (s.a.) durumunu
görüştüler. Herbiri bir görüş ileri sürüyor; ihtiyar ise hepsini de reddediyor,
hoşnut kalmıyordu. Nihayet Ebu Cehil: "Aklıma bir fikir geldi. Görüyorum
ki hiçbirinizin aklına bu fikir gelmedi." dedi. "Nedir o?" diye
sordular. Ebu Cehil anlattı; "Kanaatimce Kureyş'in her bir kabilesinden
güçlü-kuvvetli yiğit bir delikanlı alırız, sonra ellerine keskin birer kılıç
veririz, hepsi birden bir tek adam vurmuş gibi vurur onu öldürürler. Böylece
kanı, bütün kabilelere dağılır. Bundan sonra Abdimenâfoğullan ne yapacaklarını
bilemezler, bütün kabilelerin düşmanlığını göze alamazlar. Biz de onlara onun
diyetini öderiz!" Bu sözler üzerine ihtiyar adam: "Aferin şu yiğide!
İşte vallahi, uygun olan görüş budur." dedi. Oradakiler, bu karar üzere
hem fikir olarak ayrıldılar. Cebrail, Rab Teâlâ katından Hz. Peygamber'e (s.a.)
vahiy getirdi, bu durumu kendisine bildirdi ve o gece yatağında uyumamasını
emretti.[112]
Allah Rasûlü (s.a.)
öğle vakti sıcağında hiç gelmediği bir saatte başı örtülü bir vaziyette Hz.
Ebu Bekir'e geldi ve ona: "Yanında kim varsa dışarı çıkar!" dedi. Hz.
Ebu Bekir: "Onlar âilendir, ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.): "Allah yola çıkmak için bana izin verdi." dedi.
Hz. Ebu Bekir: "Sana yoldaşlık etmek var mı ey Allah'ın Rasûlü?" diye
sordu. Allah Rasûlü (s.a.): "Evet" buyurdu. Hz. Ebu Bekir:
"Babam, anam sana feda olsun!
Şu iki devemden birini al." dedi. Allah Rasûlü (s.a.): "Para
karşılığı" dedi.[113]
Hz. Peygamber (s.a.),
Hz. Ali'ye o gece kendi yatağında yatmasını buyurdu. Kureyş'ten sözü edilen
güruh Hz. Peygamber'in (s.a.) evinin etrafında toplandı. Kapının aralığından
bakarak peygamberimizi gözetliyorlar, geceleyin ansızın baskın yapmak
istiyorlar ve hangilerinin en bedbaht olacağını konuşuyorlardı. Allah Rasûlü
(s.a.) karşılarına çıktı, yerden bir avuç kum ve çakıl taşı aldı ve müşriklerin
başlarına saçmaya başladı. Müşrikler, Hz. Peygamber'i (s.a.) görmüyorlardı. Hz.
Peygamber (s.a.) ise: "Biz onların önlerinden bir sed, arkalarından da
bir sed çektik. Onları bu şekilde perdeledik. Artık onlar göremezler."
âyetini'[114] okuyordu. Allah Rasûlü
(s.a.) Hz. Ebu Bekir'in evine gitti. Hz. Ebu Bekir'in evinin küçük kapısından
geceleyin çıkıp yola koyuldular.
Müşrikler,
Peygamberimizin kapısı önünde bekleşirken bir adam geldi, bekleşenleri görünce:
"Ne bekliyorsunuz?" diye sordu. "Muhammed'i" dediler.
Adam: "Eliniz boşa gitti, ziyan ettiniz! Vallahi, yanınıza çıkmış, başınıza
toprak serpmiş gitmiş!" dedi. Müşrikler: "Vallahi onu görmedik!"
dediler ve başlarından toprağı silkmeye koyuldular.
Peygamberimizin
kapısında bekleşenler şunlardı: Ebu Cehil, Hakem b. Âs, Ukbe b. Ebu Muayt, Nadr
b. Haris, Ümeyye b. Halef, Zem'a b. Esved, Tuayme b. Adiy, Ebu Leheb, Übey b.
Halef, Nübeyh b. Haccac ve Müneb-bih b. Haccac.
Sabah olunca Hz. Ali
yataktan kalktı. Müşrikler ona Allah Rasûlü'nü (s.a.) sordular. O da: "Bir
bilgim yok." dedi.[115]
Sonra Allah Rasûlü
(s.a.) ile Hz. Ebu Bekir Sevr mağarasına gittiler, içeri girdiler. Bir örümcek
mağaranın kapısına ağını ördü.[116]
Abdullah b. Uraykıt
el-Leysî'yi ücretle tutmuşlardı. Yolu çok iyi bilen bir kılavuzdu. Kavmi
Kureyş'in dini üzere idi. Bu konuda ondan güvence al-dıiar, develerini ona
teslim edip üç gün sonra Sevr mağarasında buluşmak üzere sözleştiler[117]
Kureyşliler onları
arama işine ciddiyetle sarıldılar. Yanlarına iz takip uzmanları aldılar,
mağaranın kapısına kadar vardılar, orada durdular.
Sahihayn'da rivayet
edildiğine göre, Hz. Ebu Bekir telaşlanarak: "Ey Allah'ın Rasûlü!
İçlerinden biri eğilip de ayağının dibine baksa bizi görür!" dedi.
Peygamberimiz: "Ey Ebu Bekir! İki kişinin üçüncüsü Allah olursa sen,
akibetin ne olacağını sanırsın? Endişe etme, Allah bizimle beraberdir." buyurdu.[118] Hz.
Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir: müşriklerin, tepelerinde konuştuklarını
duyuyorlardı. Ama Allah Teâlâ, onları müşriklere görünmez eyledi. (Hz. Ebu
Bekir'in azatlısı) Âmir b. Füheyre tepelerinde Hz. Ebu Bekir'in koyunlarını
otlatır, Mekke'de söylenenlere kulak kabartır; sonra gelip onlara haber
verirdi. Seher vakti olunca da diğer insanlarla birlikte sürüyü otlatırdı. [119]
Hz. Âişe anlatıyor:
Onlara en kolaylarından yolda ihtiyaç duyacakları' şeyler hazırladık ve onlar
için bir dağarcık içine azık koyduk. Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma, kuşağından
bir parça kesip dağarcığın ağzını bağladı. Bir parça daha kesip onunla da
kırbanın ağzım bağladı. Bundan dolayı kendisine Hz. Peygamber (s.a.)
tarafından "Zâtü'n-Nıtâkayn - îki kuşaklı" lâkabı verildi.[120]
Hâkim'in Müstedrekinde
rivayetine göre Hz. Ömer anlatıyor: Allah Ra-sûlü (s.a.) beraberinde Ebu Bekir
olduğu halde mağaraya doğru yola çıktı. Ebu Bekir, kâh Hz. Peygamber'in (s.a.)
önünde, kâh arkasında yürümeye başladı. Sonunda Allah Rasûlü (s.a.) durumun
farkına vardı ve sordu. Ebu Bekir: "Ey Allah'ın Rasûlü! Takib edildiğimiz
hatırıma geliyor, arkanda yürüyorum. Sonra gözetlendiğimiz hatırıma geliyor,
önünde yürüyorum." diye cevap verince Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Ebu
Bekir! Bana bir şey olmasın, sana olsun istiyorsun, öyle mi?" diye sordu.
Ebu Bekir: "Seni hakla gönderene yemin olsun ki evet öyle." cevabını
verdi. Mağaraya varıldığında Ebu Bekir: "Sen yerinde kal, ey Allah'ın
Rasûlü! Ben girip senin için mağarayı iyice kontrol edeyim, temizliyeyim."
dedi. İçeri girdi. Mağarayı kontrol edip temizledi. Mağaranın tepesine çıkınca
ini kontrol etmediğini hatırladı. "Sen yerinde kal, ey Allah'ın Rasûlü!
İni kontrol edeyim." dedi. İşini bitirdikten sonra: "Aşağı in, ey
Allah'ın Rasûlü!" dedi. Peygamberimiz de mağaraya indi.[121]
Mağarada üç gece kaldılar. Nihayet takip ateşi sönünce Abdullah
b. Uraykıt, onlara iki deve getirdi.
Onlar da develere bindiler. Ebu Bekir, Âmir b. Füheyre'yi terkisine aldı.
Kılavuz önlerine düştü. Allah'ın gözü onları gözetiyor, desteği onlara yoldaş
oluyor, medet ve inayeti onları indiriyor bindiriyordu.
Müşrikler onları ele
geçirmekten ümit kesince, çınlan getirenlere herbiri-nin diyetini (100'er deve)
vereceklerini ilan ettiler. Bunun üzerine insanlar aramaya dört elle
sarıldılar. Ama Allah, kendi işinin galibidir.
[122]
Hz. Peygamber (s.a.)
ve yanındakiler Kudeyd'den yukarı çıkıp Müdli-coğullan oymağından geçerken
oymaktan bir adam onları gördü. Derhal oymağa gelip ayakta dikildi ve:
"Az önce sahile doğru giden bir karaltı gördüm. Sanırım Muhammed ve
arkadaşları olsa gerek." dedi. Sürâka b. Mâlik işin farkına vardı. Ama
zafer yalnız kendisinin olsun istedi. Oysa onun hesabında olmayan zafer onu
çoktan geçmişti. Sürâka yanındakilere: "Hayır, onlar filan ve filandır.
İhtiyaçları olan bir şeyi aramak için (az önce) yola çıktılar." dedi.
Sonra biraz bekledi. Sonra da ayağa kalkıp çadırına girdi ve hizmetçisine:
"Atı, çadırın arkasından çıkar. Seninle tepenin arkasında buluşalım."
dedi. Sonra mızrağını eline aldı ve (parıltısı göze çarpmasın diye) üst
tarafını aşağı doğru tutup yeri çizerek geldi, atma bindi.
Sürâka, Peygamberimiz
ile yol arkadaşlarına, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Kur'an okuyuşunu işitecek kadar
yaklaştı. Hz. Ebu Bekir, dönüp dönüp arkasına bakıyordu. Allah Rasûlü (s.a.)
ise arkasına bile dönüp bakmıyordu. Hz. Ebu Bekir: "Ey Allah'ın Rasûlü!
İşte bak, Sürâka b. Mâlik bize yetişti!" dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü
(s.a.) ona beddua etti, atının ön ayakları yere gömüldü. Sürâka: "İyice
anladım ki, başıma gelen ikinizin duasıyla geldi. Allah'a dua edin de
kurtulayım. Buna karşılık insanların yüzünü sizden çevireyim." diye
yalvardı. Allah Rasûlü (s.a.) onun için dua etti, serbest kaldı. Sürâka, Allah
Rasûlü'nden (s.a.) kendisi için bir emannâme yazmasını istedi. Peygamberimizin
emri üzerine Ebu Bekir bir deri parçasına bir emannâme yazdı.[123] Bu
emannâme, Mekke fethedildiği güne kadar onun yanında idi. Emannâmeyi
Peygamberimize getirdi. Allah Rasûlü (s.a.) ona vefa göstererek: "Bugün
vefa ve iyilik günüdür!" buyurdu.
Sürâka,
Peygamberimizle Ebu Bekir'e azık ve erzak vermek istediyse de: "İhtiyacımız
yok. Sen bizden, takipçilerin yönünü şaşırt, yeter!" dediler. O da:
"Tamam, dediğinizi yaparım." deyip oymağına döndü. İnsanların Peygamberimizle
Ebu Bekir'in peşlerinde olduğunu görünce: "Ben sizin için her tarafı
arayıp taradım, hiçbir yerde bulamadım. Benim aramam da sizin için yeter."
demeye başladı. Günün evvelinde Peygamberimizin ve Ebu Bekir'in üzerine yürüyen
Sürâka, günün sonunda onların koruyucusu kesildi! [124]
Sonra Allah Rasûlü
(s.a.) bu yolculuğuna devam etti. Nihayet Ümmü Ma'bed el-Huzâiyye'ye ait iki
çadıra uğradı. Ümmü Ma'bed, faziletçe üstün, güçlü-kuvvetli bir kadındı.
Ellerini dizlerine kemend yapar çadırın önünde oturur, gelen geçenin su ve
yiyecek ihtiyaçlarını karşılardı. Hz. Peygamber (s.a.) ile Hz. Ebu Bekir ona,
yanında bir şey bulunup bulunmadığını sordular. O da: "Vallahi, yanımızda
bir şey olsaydı misafirperverliğimiz sizi boş çevirmezdi. Koyun otlaktan uzak.
Sene kıtlık senesi." dedi. Allah Rasûlü (s.a.) çadırın yan tarafından
bulunan bir koyun gördü ve: "Ey Ümmü Ma'bed! Bu koyun nedir?" diye
sordu. O da: "Sürüden, dermansızlıktan dolayı geri kalmış bir koyun."
cevabını verdi. Peygamberimiz: "Süt verir mi?" diye sordu. Ümmü
Ma'bed: "Onda süt verecek derman nerde?" diye cevap verince Peygamberimiz:
"Onu sağmama müsaade eder misin?" diye sordu. Kadın: "Evet,
babam anam sana feda olsun! Süt bulabilirsen sağ!" dedi. Bunun üzerine
Allah Rasûlü (s.a.) eliyle koyunun memesini sığadi, besmele çekip dua etti.
Derhal koyun apışını ayırdı, sütünü gereği gibi akıtıp verdi. Hz. Peygamber
(s.a.) kafileyi kandıracak genişlikte bir kap istedi. İçine süt sağdı, köpük
taştı. Peygamberimiz kabı önce Ümmü Ma'bed'e sundu. O kanasıya içti. Sonra
kabı arkadaşlarına sundu; onlar da kanasıya içtiler. Sonra da kendisi içip
ikinci kere kaba süt sağdı ve kabı doldurdu. Kabı kadının yanına bırakıp
hayvanlara bindiler, yola koyuldular.
Çok geçmeden kadının
kocası Ebu Ma'bed, kınla döküle yürüyen, kemiklerinde ilik, bacaklarında
derman kalmayan arık keçileri süre süre geldi. Sütü görünce şaşırdı ve:
"Bu sana nerden geldi? Koyun otlaktan uzak, evde sağmal hayvan yok!"
dedi. Kadın: "Yok, vallahi! Ancak bize mübarek bir insan uğradı. Şöyîe
şöyle söyledi. Şöyle şöyle yaptı..." diyerek olup biteni anlattı. Ebu
Ma'bed: "Vallahi, kanaatimce o şahıs Kureyş'in aradıkları adam olacak.
Hele onu bana bir anlat, Ey Ümmü Ma'bed!" dedi. O da anlattı: "Dış
görünüşü gayet hoş, yüzü sabah aydınlığı gibi, hilkati yerli yerinde,
ne şişmanlık diye bir kusur ona ilişmiş,
ne baş küçüklüğü; güzel, yakışıklı, gözlerinin siyahı tam siyah, beyazı tam
beyaz, göz kenarları kaşlar ve kirpikler gür; sesinde tizlik, boğukluk;
boynunda uzunluk; göz siyahlığı çok siyah, beyazlığı çok beyaz, doğuştan
sürmeli, kalem kaşlı, kaşlar birbirine yakın, saç gayette siyah; sustuğu zaman
kendisini vakar bürür, konuştuğunda zera-fet bürür; uzaktan en güzel ve en
zarif görünen insan; yaklaşıldığında en iyi ve en tatlı insan. Tatlı dilli,
sözü tane tane, ne çok yavaş, ne çok hızlı. Konuşması sanki dökülen inci
taneleri gibi. Orta boylu. Hiçbir göz onu ne kısalıktan dolayı yere çalar, ne
de uzunluktan dolayı yerer. İki dal arasında bir dal. O, üç kişilik kafilenin
en parlak görünüme, en iyi değere sahip olanı. Yoldaşları var, etrafını
kuşatan. Söz söylese sözünü dinlerler, emretse emrini yapmaya koşarlar. Hizmeti
görülen, etrafında toplanılan bir insan. Ne yüzünü ekşitir, ne kınar." Bu
tanıtım üzerine Ebu Ma'bed: "Vallahi bu zat, Ku-reyş'in, bize yaptığı
şeyleri anlattıkları adamlarıdır. Yemin ederim ona arkadaş olmayı kafamda
kurdum. Bir yolunu bulursam bunu yapacağım." dedi.
Mekke üzerinde yüksek
sesle şu şiirin terennüm edildiği duyuldu; ama söyleyeni gören olmadı:
"Arş'ın Rabbi
Allah Ümmü Ma'bed'in çadırlarında konaklayan iki yoldaşı en iyi şekilde
mükâfatlandırdı.
O iki yoldaş iyilikle
indiler, iyilikle yola koyuldular. Muhammed'in yoldaşı olan kurtuluşa erdi.
Hey, Kusay kabilesi!
O'nun sayesinde Allah, sizden karşılığı görülmeyecek hiçbir cömertliği ve
şerefi uzaklaştırmaz.
Mü'minleri gözetlemek
için genç kızlarının oturdukları yer ve mekân Kâ-boğullarına kutlu olsun!
Kızkardeşinize sorun,
koyununu ve kabını. Eğer sorarsanız koyuna, o da tanıklık eder."[125]
Hzj Ebu Bekir'in kızı
Esma anlatıyor: Allah Rasûlü'nün (s.a.) ne yöne gittiğini bilmiyorduk.
Mekke'nin aşağısından bir cin çikageldi, bu beyitleri okudu. İnsanlar peşine
takıldılar. Sesini işitiyor, ama onu görmüyorlardı. Nihayet şehrin üst
kısmından çıkıp gitti. O cinin söylediğini işitince Allah Rasûlü'nün ne yöne
gittiğini anladık; bildik ki Medine yönüne doğru gitmektedir. [126]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) Mekke'den çıkıp Medine'ye doğru geldiği haberi Ensar'a ulaşınca her
gün, günün evvelinde Harre denilen mevkiye çıkıp onu bekliyorlar, güneşin
sıcaklığı şiddetlenince âdetleri üzere evlerine dönüyorlardı. Peygamberliğin
on üçüncü senesi Rebiulevvel ayının on ikisine rastlayan pazartesi günü olunca
yine âdetleri üzere çıktılar. Güneşin sıcaklığı şiddetlenince döndüler. Bir
yahudi, bir işi için Medine'nin surlarından birine çıktı. Allah Rasûlü (s.a.)
ve yol arkadaşlarının beyazlar giyinmiş, kendilerini serap sürükler bir
vaziyette geldiklerini gördü. En yüksek sesiyle: "Ey Kayleoğul-ları! İşte
adamınız geliyor! İşte beklediğiniz atanız!" diye haykırdı. Ensar, derhal
Allah Rasûlü'nü (s.a.) karşılamak için silaha sarıldı. Amr b. Avf oğullan
oymağında bağrışmalar ve tekbir sesleri duyuldu. Müslümanlar, Hz. Peygamber'in
(s.a.) gelişine sevinçten ötürü tekbir getirdiler, karşılamaya çıktılar. Onu
karşılayıp peygamberlik selâmıyla selâmladılar. Etrafını çevirip kuşattılar.
Hz. Peygamber'i (s.a.) vakar bürümüştü. Kendisine vahiy iniyordu: "Bilin
ki, Allah, onun dostu ve bundan başka Cebrail, iyi mü'minler ve melekler de
yar-dımcısıdır."[127]
Yoluna devam etti. Amr
b. Avf oğulları yurdunda Küba'da konakladı. Gülsüm b. Hidm'in misafiri oldu.
Sa'd b. Hayseme'nin misafiri olduğu söy-lenmişse de birincisi daha sağlamdır.
Amr b. Avf oğullan arasında 14 gece kaldı. Küba mescidini inşa etti. Bu mescid,
peygamberlikten sonra inşa edilen ilk mesciddir.[128]
Cuma günü olunca
Allah'ın emriyle hayvanına bindi, yola kovuldu. Cuma namazının vakti,
Peygamberimizin Salim b. Avf oğullan oymağına vardığında girdi. Vadinin
içindeki mescidde onlara cuma namazını kıldırdı. [129]
Sonra devesine bindi.
Halk, devesinin yularına yapıştı. Sayısız insan kalabalığı, malzeme, silah ve
kuvvet vardı. Hz. Peygamber (s.a.): "Devenin yolunu açınız! O emrini
almıştır." buyurdu. Deve, onu götürmeye başladı. Hangi Ensar evinin
yanından geçse muhakkak Hz. Peygamberin (s.a.) kendilerine konuk olmasını
istiyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.) ise: "Onu bırakın! O, emrini
almıştır." diyordu. Deve yoluna devam etti. Nihayet bugünkü mescidin
bulunduğu yere vannca oraya çöktü. Hz. Peygamber (s.a.) inmeden deve kalktı,
biraz daha yürüdü. Sonra sağa sola baktı. Geri dönüp ilk çöktüğü yere çöktü.
Peygamberimiz deveden indi. Orası Peygamberimizin dayıları Necca-roğullarının
mahallesi idi. Bu, Allah'ın bir tevfikidir. Zira Hz. Peygamber (s.a.)
kendilerine ikram olsun diye dayılarına misafir olmayı arzu etmişti. İnsanlar,
kendilerine misafir olması için Allah Rasûlü (s.a.) ile konuşmaya başladılar.
Ebu Eyyub el-Ensarî, çabucak Peygamberimizin yükünü evine taşıdı. Bunun
üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Kişi, yükünün yanında olmalı." demeye
başladı. Es'ad b. Zürâre geldi, Hz. Peygamberdin (s.a.) devesinin yula-nna yapıştı.
Deve, onun yanında kaldı.[130]
Tıpkı Ebu Kays Sırma el-Ensarî'nin dediği gibi oldu. Ibn Abbas bu zâta gidip
gelirdi; ondan şu şiiri ezberlemiştir:
"Kureyş içinde on
küsur sene kaldı.
Uyuşan bir dosta
kavuşsa öğüt veriyordu.
Hac dönemlerinde
gelenlere kendisini arzediyordu.
Ne barındıracak birini
buldu, ne de bir davetçi.
Bize gelip de menzil
onunla istikrar bulunca,
Mesrur oldu Taybe'de,
hoşnut kaldı.
Ne uzak zalimin
zalimliğinden korkar oldu;
Ne azgın
insanlardan...
Malımızın helâlinden
ona mallar sunduk.
Savaşta ve barışta
canlarımızı yoluna koyduk.
Onun düşmanlarının
hepsine, tamamına;
Halis dostumuz olsa da
düşman oluruz.
Biliyoruz ki,
Allah'tan başka Rab yoktur;
Allah'ın kitabı yol
göstericidir."[131]
İbn Abbas diyor ki:
Allah Rasûlü (s.a.} Mekke'de idi. Kendisine hicret etmesi emredilip şu âyet
indirildi: "De ki: Rabbim! Beni doğruluk girişiyle girdir; doğruluk
çıkışıyla çıkar. Katından beni destekleyecek bir güç ver."[132]
Katâde diyor ki:
Allah, Hz. Peygamber'i (s.a.) Mekke'den Medine'ye doğruluk çıkışıyla çıkardı.
Allah'ın Peygamberi bu emre, güç olmaksızın takat getiremeyeceğini biliyordu.
Bu yüzden Allah'tan destekleyici bir güç istedi. Mekke'de iken Allah Teâlâ ona
hicret edeceği yurdu gösterdi. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Bana
sizin hicret edeceğiniz yurt, iki karataşlık tepe arasında hurmalıkh çorak bir yer şeklinde
gösterildi. "[133]
Hâkim'in,
Müstedrek'inde Ali b. Ebu Tâlib'den rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.)
Cebrail'e: "Benimle birlikte kim hicret edecek?" diye sordu. Cebrail:
"Ebu Bekir Sıddîk." cevabım verdi.[134]
Berâ anlatıyor: Allah
Rasûlü'nün (s.a.) ashabından bize ilk hicret edenler Mus'ab b. Umeyr ve İbn
Ümmü Mektûm'dur. İnsanlara Kur'an okuturlardı. Sonra Ammâr, Bilâl ve Sa'd
hicret etti. Sonra Ömer İbnü'l-Hattâb (r.a.) yirmi süvari ile hicret etti.
Sonra da Allah Rasûlü (s.a.) hicret etti. Ben insanların, Hz. Peygamber'in
(s.a.) gelişine sevindikleri gibi bir şeye sevindiklerini görmedim. Öyle ki,
kadınların, çocukların ve cariyelerin: "İşte Allah'ın Rasûlü
geliyor" diye sevindiklerini gördüm.[135]
Enes anlatıyor:
Medine'ye girdiği gün Hz. Peygamber'i (s.a.) gördüm. O'nun şehrimiz Medine'ye
girdiği günden daha güzel, daha parlak geçen bir gün kesinlikle hiç görmedim.
Vefat ettiği gün orada bulundum. O'nun vefat ettiği günden daha kötü, daha
karanlık geçen bir gün kesinlikle hiç görmedim.[136]
Hz. Peygamber (s.a.)
odalarını ve mescidini yapıncaya kadar Ebu Ey-yûb'un evinde kaldı. Allah Rasûlü
(s.a.) Ebu Eyyûb'un evinde iken Zeyd b. Harise ile Ebu Râfi'i altlarına iki
deve, ellerine beş yüz dirhem vererek Mekke'ye gönderdi. Bu iki sahabî, Hz.
Peygamber'in (s.a.) kızları Fâtuna ile Ümmü Gülsüm'ü, hanımı Şevde bt.
Zem'a'yı, Üsâme b. Zeyd ile anası Ümmü Ey-men'i alıp Medine'ye getirdiler.
Allah Rasûlü'nün (s.a.) kızı Zeyneb'e kocası Ebu'l Âs b. Rebî hicret etme
müsaadesi vermedi. Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdullah onlarla birlikte, aralarında
Hz. Âişe'nin de bulunduğu Ebu Bekir ailesini yola çıkardı. Bunlar, Medine'ye
gelince Harise b. Nu'man'ın evinde konuk oldular.[137]
Zührî anlatıyor: Hz.
Peygamber'in (s.a.) devesi, mescidinin arsasına çöktü. O vakit bu arsada
müslüman birtakım erkekler namaz kılarlardı. Arsa, Es'ad b. Zürâre'nin
vesayetinde bulunan Sehl ve Süheyl adında, Ensar'dan iki yetim çocuğa ait bir
hurma kurutma yeri idi. Allah Rasûlü (s.a.) burasını mescid yapmak üzere satın
almak için çocuklarla konuştu. Çocuklar: "Hayır, ey Allah'ın Rasûlü!
Burasını sana bağışlıyoruz!" dediler, Allah Rasûlü (s.a.) bunu kabul
etmedi, onlardan arsayı "on dinara satın aldı.
Orası duvarla çevrili
idi; tavanı yoktu. Kıblesi Beyt-i Makdis'e doğru idi. Allah Rasûlü (s.a.)
gelmezden önce orada vakit namazlarını ve cuma namazını Es'ad b. Zürâre
kıldırirdı. Mescidin arsasında sincan dikenleri, harabeler, hurma ağaçları ve
müşrik kabirleri vardı. Allah Rasûlü'nün (s.a.) emriyle kabirler açılıp (başka
tarafa naklolundu); harabeler düzlendi, hurmalar ve yabanî ağaçlar kesilip
mescidin kıble tarafına dizildi.
Hz. Peygamber (s.a.)
mescidin uzunluğunu kıble cihetinden beriye yüz kulaç, genişliğini ise bu kadar
yahut buna yakın yaptı. Temelini de üç kulaca yakın yaptı. Sonra sahabîler
mescidin duvarını kerpiçle ördüler. Allah Rasûlü (s.a.) de onlarla birlikte
mescidin yapımında çalışıyor, bizzat kendisi taş ve kerpici taşıyor ve şu
beyitleri terennüm ediyordu:
"Allah'ım! Dirlik
yalnız ahiret dirliğidir. Ensar ve muhacirlere merhamet buyur."
"Bu yük, Hayber
(in üzüm ve hurma) yükü değil; Rabbimiz! Bu daha hayırlı, daha temiz!"[138]
Sahabîler recez
söyleyerek kerpiç taşımaya koyuldular. Kimileri recezin-de şöyle diyordu:
Peygamber çalışırken
oturursak biz; Elbet bu bizim sapmış (veya kokuşmuş) bir davranışımızda."
Hz. Peygamber (s.a.)
mescidin kıblesini Beyî-i Makdis'e doğru koydu. Mescide üç kapı yaptı: 1-
Gerisinde bir kapı, 2- Bâbu'r-Rahme ( = Rahmet kapısı) denilen kapı, 3- Allah
Rasûlü'nün (s.a.) girmesine mahsus kapı. Direklerini hurma ağacından dikti.
Tavanını yaprakları soyulmuş hurma çubuklarıyla örttü. Kendisine: "Üstünü
örtüp tavan yapsanız!" diye bir öneride bulunuldu ise de: "Hayır,
Musa'nın çatısı gibi bir çaü yetişir." buyurdu. Mescidin bir tarafına
hanımlarına kerpiçten odalar yaptı. Bu odaların tavanlarını yaprakları
soyulmuş hurma çubuklarıyla ve hurma direkleriyle örttü. Bina işini bitirince
Hz. Âişe için mescidin doğu tarafında kıblesine yakın olarak yaptığı odada Hz.
Âişe ile zifafa girdi. Burası şimdi Hz. Peygamber'in (s.a.) kabrinin bulunduğu
odadır. Şevde bt. Zem'a için bir başka oda yaptı.[139]
Sonra Allah Rasûlü
(s.a.) Enes b. Mâlik'in evinde Muhacirlerle Ensar -arasında kardeşlik
sözleşmesi kurdu. Buna katılanlar, yarısı Muhacirlerden
ve yansı da Ensar'dan olmak üzere 90
erkekten ibaretti. Hz. Peygamber (s.a.), aralarında eşitlik esasına göre
kardeşlik ilan etti. Bedir savaşına kadar ölümden sonra birbirlerine
zevi'l-erhamdan[140]
evvel mirasçı oluyorlardı. Allah Te-âlâ: "Zevi'l-erham (akrabalar) miras
hususunda Allah'ın kitabında birbirlerine daha yakındır" âyetini'[141]
indirince birbirine mirasçı olmayı kardeşlik sözleşmesinden evvel akrabalık
bağına çevirdi.[142]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bir ikinci kardeşlik sözleşmesi olarak Muhacirleri birbirlerine kardeş
yaptığı ve kendisinin de bu sözleşmede Hz. Ali'yi kardeş edindiği söylenmişse de[143]
birincisi sahihtir. Muhacirler İslâm kardeşliği, yurt kardeşliği ve soy
yakınlığından ötürü kardeşlik sözleşmesine muhtaç değillerdi. Oysa
Muhacirlerle Ensâr'm durumu böyle değildir.
Şayet Hz. Peygamber
(s.a.) muhacirler arasında kardeşlik sözleşmesi yapmış olsaydı kendisine
kardeş olmaya en müstehak olan insan, en çok sevdiği, hicrette yoldaşı,
mağarada arkadaşı, sahabenin en faziletlisi ve O'nun yanında en itibarlıları
olan Hz. Ebu Bekir Sıddîk olurdu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.): "Yeryüzü
halkından birini dost edinecek olsaydım Ebu Bekir'i dost edinirdim. Ancak İslâm
kardeşliği daha üstündür." buyurmuş, hadisin bir metnine göre ise:
"Ancak o benim kardeşim ve arkadaşımdır." demiştir.[144] Bir
hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.) "Kardeşlerimizi görmek isterdim."
buyurmuş, sahabîler de: "Biz senin kardeşlerin değil miyiz?" diye
sormuşlar, Peygamberimiz "Siz benim arkadaşlarınsınız. Kardeşlerim ise
benden sonra gelecek, beni görmedikleri halde bana inanacak olan insanlardır."
cevabını vermişti.[145] Her
ne kadar bu hadisin ifade ettiği üzere bu İslâm kardeşliği umumi ise de Ebu
Bekir Sıddîk bu kardeşliğin en üst basamağında idi. Nitekim sahabîliğin de en
üst basamağında o vardı. Şu halde sahabe kardeşlik ve sahabîlik (arkadaşlık)
meziyetine sahip insanlardır. Hz. Peygamber'in (s.a.) sahabeden sonraki
takipçileri ise kardeşlik özelliğine sahip olan sahabîlik özelliğine ise sahip
olmayan kimselerdir. [146]
Allah Rasûlü (s.a.)
Medine'de bulunan yahudüerle sulh anlaşması yaptı. O'nunla yahudiler arasında
bir belge yazılıp İmzalandı. Yahudi hahamı ve âlimi Abdullah b. Selâm kısa süre
içinde İslâm'a girdi.[147]
Yahudilerin umumu küfürde direttiler.
Yahudiler üç kabileden
oluşmaktaydı: 1- Kaynukâoğullan, 2- Nadiri-ğulları, 3- KurayzaoğuIIarı. Hz.
Peygamber (s.a.) üçüyle de savaştı. Kayn^ı-kaoğullanna bir şey yapmadan onları
bıraktı, Nadîroğullarım sürgün etti; KurayzaoğuUannı (savaşabilecek
erkeklerini) idam edip kadınlarıyla çocuji larını esir aldı. Haşr sûresi
Nadîroğullan, Ahzâb sûresi ise KurayzaoğuIIarı hakkında inmiştir. [148]
Hz. Peygamber (s.a.)
namazı, Beyt-i Makdis'i kıble edinerek kılardı. Kıblesinin Kabe'ye
çevrilmesini arzu ederdi. Cebrail'e: "Keşke Allah, yönümü yahudilerin
kıblesinden çevirse!" dedi. O da: "Ben de bir,;kulum. Rabbine dua et,
O'ndan iste." diye tavsiyede bulundu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.)
bunu umarak yüzünü göğe çevirip durmaya başladı. Nihayet Allah: "Yüzünü
göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Seni hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz.
Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir." âyetini[149]
indirdi. Bu olay, Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye gelişinden onaltı ay sonra,
Bedir savaşından iki ay önce gerçekleşti.[150]
Muhammed îbn Sa'd'ın
Hâşim b. Kasım yoluyla Ebu Ma'şer'den rivayetine göre Muhammed b. Kâb
el-Kurazî diyor ki: "Hiçbir peygamber kıble ve sünnet konusunda herhangi
bir peygambere asla muhalefet etmiş değildir. Yalnız Allah Rasûlü (s.a.)
Medine'ye hicret ettiği vakit onaltı ay Beyt-i Mak-dis'e doğru namaz
kıldı." Muhammed b. Kâb sonra: "Allah, Nuh'a buyurduğu şeyleri size
de din olarak buyurdu. Sana vahyettik ki..." âyetini[151]
okudu.[152]
Allah'ın kıble yönü
olarak Önce Beyt-i Makdis'i tayin etmesinde ve sonra onu Kabe'ye çevirmesinde
büyük hikmetler vardır; müslümanlar, müşrikler, yahudiler ve münafıklar bu
olayla bir imtihandan geçirilmişlerdir:
Müslümanlar, işittik
itaat ettik, demişlerdir. "Ona inandık, hepsi Rab-bimizin kalındandır.
"[153] demişlerdir. İşte
Allah'ın hidayete erdirdiği bunlardır. Bu işi kabullenmek onlara güç de
gelmedi.
Müşrikler ise:
"Kıblemize döndüğü gibi yakında dinimize de döner. Kıblemize dönmüşse
ancak hak bu olduğu için dönmüştür." demişlerdir.
Yahudiler de:
"Kendisinden önceki peygamberlerin kıblesine ters düştü. Şayet peygamber
olsaydı, peygamberin kıblesine doğru namaz kılardı" demişlerdi.
Münafıklar1 da:
"Muhammed, nereye yöneleceğini bilmiyor. Eğer birincisi doğruysa onu
terketti. Yok eğer ikincisi doğruysa demek ki bâtıl üzere idi."
demişlerdir.
Sefih insanların
lâfları çoğaldı. Allah Teâlâ'mn buyurduğu gibi oldu: "Gerçekten bu, i
Allah'ın hidayete erdirdiği kimselerden başkalarına güç gelecek bir şeydir.'''[154] Bu
olay, Allah'ın, kullarını denediği bir imtihan oldu ve böylece Allah, kimin
Peygambere uyduğunu, kimin topukları üzerinde geri döndüğünü gördü.
Kıble işi ve! onun
durumu büyük olduğundan ötürü Allah Teâlâ, kıblenin Kabe'ye çevrildiğini
açıklamaya geçmeden önce nesih olayını, kendisinin neshetmeye kudreti
yeteceğini ve neshedilenden daha hayırlısını veya onun benzerini getireceğini
açıklayarak söze başladı. Sonra hemen peşinden Allah
Rasûlü'nü (s.a.) sorgulayanları, O'na
itaat etmeyenleri azarladı! Bunun ardından da yahudilerle hıristiyanlann görüş
ayrılıklarını, birbirleri hakkında "Onlar sağlam bir temel üzere
değiller" şeklindeki tanıklıklarını kaydetti. İnanan kullarını onlara
muvafakat etmekten, onların arzularına uymaktan sakındırdı. Sonra onların
inkârlarım, kendisine ortak koşmalarını ve "Allah'ın çocuğu vardır."
sözlerini kaydetti. Allah Teâlâ, onların dediklerinden yücedir. Sonra doğunun
da, batının da kendisine ait olduğunu, kullan yüzlerini ne yöne çevirirlerse
kendisinin yönünün orası olduğunu ve kendisinin her şeyi kapladığını, her şeyi
bildiğini haber verdi. O'nun büyüklüğünden, kuşatı-cılığından ve ihatasından
ötürü kul yönünü ne tarafa çevirirse Allah'ın yüzü o yöndedir.
Sonra Peygamberinin,
ona uymayan ve onu tasdik etmeyen cehennemliklerden sorumlu tutulmayacağını
haber verdi. Ardından peygamberine bildirdi ki, ehl-i kitap yahudiler ve
hıristiyanlar kendilerinin dinlerine uymadıkça Hz. Peygamber'den (s.a.) hoşnut
olmayacaklardır; eğer Hz. Peygamber (s.a.) onlara uyarsa -ki Allah, onu bundan
korumuştur- Allah'tan ona ne bir dost ne bir yardımcı bulunacaktır. Sonra ehl-i
kitaba kendilerine vermiş olduğu nimeti hatırlattı ve kıyamet günündeki
azabından onları korkuttu. Arkasından Beytullah'ı yapan dostu Hz. İbrahim'i
anlattı, onu övdü, medhetti ve onu yeryüzü halkının kendisine uyacağı
"insanlar için bir imam" yaptığını haber verdi. Sonra Beytullah'ı ve
dostunun onu yapışını anlattı. Bunun içeriğinde şu yatmaktadır: Beytullah'ın
yapıcısı nasıl insanlar için bir imamsa, onun yaptığı bina da insanlar için bir
imamdır. Sonra Allah, bu imamın dininden, en sefih insanlardan başkasının yüz
çevirmeyeceğini haber verdi. Sonra kullarına son peygamberine uymalarım; O'na,
Hz. İbrahim'e ve diğer peygamberlere indirilenlere inanmalarını emretti.
Ardından: "Hz. İbrahim ve ailesi yahudi yahut hıristiyandı."
diyenleri reddetti. Bütün bunları kıblenin çevrilmesine bir giriş, bir
hazırlık, bir önsöz yaptı. Maamafih bütün bunlara rağmen bu olay, Allah'ın
hidayete erdirdiği kimseler dışındaki insanlara kabulü güç geldi. Allah Teâlâ
bu emri ardarda üç kere tekrarlamak suretiyle te'kid etti. Peygamberine, olduğu
yerde ve yola çıktığı yerde yüzünü Kabe'ye çevirmesini emretti. Dilediğini
doğru yola ileten Allah'ın onları bu kıbleye çevirdiğini ve bu kıblenin onlara
yaraşır bir kıble, onların da bu kıbleye lây^k insanlar olduklarını haber
verdi. Çünkü bu kıble en vasat, en faziletli kıbledir; onlar da en vasat ve en
hayırlı ümmettir. Bu yüzden en faziletli kıbleyi en faziletli ümmete seçip
ayırmıştır. Nitekim bu ümmete en faziletli peygamberi ve en faziletli kitabı
seçip ayırmış, onları en hayırlı asırda dünyaya getirmiş, şeriatların en
faziletlisini onlara tahsis etmiş, ahlâkın en hayırlısını onlara lütfetmiş,
yeryüzünün en hayırlı bölgesine onları yerleştirmiş, cennetteki
en hayırlı konak yerlerini ve kıyametteki
en hayırlı bekleme yerlerini onlara tahsis etmiştir. Onlar (kıyamette) yüce bir
tepededir; diğer insanlar onların altındadır. Rahmetini dilediğine tahsis eden
Allah her türlü eksiklikten, kusurdan uzaktır. Bu Allah'ın lutfudur,
dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir.
Allah Teâlâ, kıbleyi
diğer insanlann müslümanlara gösterecekleri bir delil olmaması için Beyt-i
Makdis'den Kabe'ye çevirdiğini haber verdi. Ancak azgın zalimler müslümanlara
karşı yukarıda zikredilen delilleri ileri sürmektedirler. Dinsizler,
peygamberlere ancak bunlarla ve benzeri bâtıl delillerle karşı korlar.
Peygamberin sözlerine, başka sözleri tercih eden herkesin delili, bu
dinsizlerin delilleri cinsindendir.
Allah Teâlâ, müslümanlara
nimetini tamamlamak ve onları hidayete erdirmek için, böyle yaptığını haber
verdi. Sonra onlara Kitab'ı, hikmeti ve bilmediklerini öğretmek, kendilerini
manevî yönden temizlemek için peygamberlerini göndermek, kitabını indirmek
suretiyle onlara lütfettiği nimetlerini hatırlattı. Ardından kendisini
anmalarını ve kendisine şükretmelerini emretti. Çünkü bu iki şeyle, Allah'ın
nimetlerini tamamlamasına ve fazladan lütfetmesine hak kazanırlar; O'nun
kendilerini anmasını ve sevmesini sağlarlar. Sonra Allah onlara, bunları ancak
kendisi aracılığıyla yardım istemek suretiyle elde edebilecekleri şeyi yani
sabır ve namazı emretti ve kendisinin sabredenlerle beraber olduğunu haber
verdi. [155]
Allah, kıbleyle birlikte
gecede ve gündüzde beş kere ezan okunmasını meşru kılarak müslümanlara
nimetini tamamladı. Öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzları iki rekât iken
ikişer rekât daha ilâve ederek dörder rekâta çıkardı.[156]
Bütün bunlar Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye gelişinden sonra oldu. [157]
Allah Rasûlü (s.a.)
Medine'ye yerleşti; Allah onu, yardımıyla ve inanan Ensâr kullarıyla
destekledi. Ensâr arasındaki kin ve düşmanlığı kaldırıp kalplerini birbirine
ısındırdı; Allah'ın yardımcıları ve İslâm'ın askerleri Hz. Pey-gamber'i (s.a.)
düşmanlardan ve suikasttan korudular, uğruna canlarını koydular, O'nun
sevgisini babaların, oğulların, eşlerin sevgisine tercih ettiler ve Hz.
Peygamber (s.a.) onlar için canlarından daha değerli oldu. İşte bu durumu
gören (müşrik) Araplar ve yahudiler bir yaydan boşanırcasma onlara karşı birlik
olup cephe aldılar, düşmanlık gösterme ve muharebe için paçayı sıvadılar, her
taraftan seslerini yükseltmeye başladılar. Allah Teâlâ ise müs-lümanlara sabrı,
affı ve bağışlamayı emrediyordu. Nihayet müslümanlar kuvvetlenip güçlerine güç
katılınca, Allah o zaman onlar için savaşa izin verdi, ama onlara savaşı farz
kılmadı. Buyurdu ki: "Zulme uğratılarak kendilerine savaş açılan
kimselerin karşı koyup savaşmalarına izin verildi. Doğrusu Allah, onlara
yardım etmeye elbette muktedirdir."[158]
Bir grup "Bu izin
Mekke'de idi; sûre Mekke'de inen sûrelerdendir" demişse de şu sebeplerden
ötürü bu söz yanlıştır:
1- Allah,
Mekke'de müslümanlara savaşmaları için izin vermemiştir. Hem Mekke'de onların,
savaşabilmeleri için gerekli güçleri de yoktu.
2- Âyetin
gelişi de iznin hicretten ve müslümanlann yurtlarından çıkarılmalarından sonra
gerçekleştiğini göstermektedir. Zira Allah: "Onlar ancak Rabbimiz Allah
dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır."[159]
buyuruyor ki, bunlar muhacirlerdir.
3-
"İşte Rableri hakkında birbirleriyle mücadeleye giren iki taraf..."
âye-ti[160] Bedir savaşında her iki
taraftan harp öncesi düelloya çıkanlar hakkında inmiştir.[161]
4- Allah, bu
sûrenin son taraflarında, müslümanîara "Ey iman edenler!" diye hitap
etmektedir. Bu şekildeki hitabın hepsi Medine'de inmiştir. "Ey insanlar'*
şeklindeki hitap ise müşterektir (yani hem Mekke'de, hem de Medine'de
inenlerde yer almaktadır).
5- Allah, bu
sûrede elle ve başka şeylerle cihad etmeyi kapsayan cihadı emretmiştir.
Kuşkusuz herhangi bir şeyle kayıtlı olmayan cihad emri, hicretten sonra
gelmiştir. Delillerle cihad etme ise Mekke'de iken: "Kâfirlere uyma ve
onlara Kur'anla büyük bir cihad aç" âyetiyle[162]
emredilmiştir. Bu âyetin geçtiği sûre Mekke'de inmiştir. Mekke'deki cihad ise
tebliğ yapma ve delille karşı koymadır. Hac sûresinde emredilen cihada ise
kılıçla cihad etme de girer.
6- Hâkim,
Müstedrekinde, A'meş -Müslim el-Batîn-Saîd b. Cübeyr senediyle İbn Abbas'ın
şöyle dediğini rivayet eder: Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'den çıkınca Ebu Bekir:
"Peygamberinizi çıkarın- Biz Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz-
elbette helak olacaksınız." dedi. Bunun üzerine Allah Teâ-lâ: "Zulme
uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmalarına izin
verildi" âyetini'[163]
indirdi. Savaş hakkında İnen ilk âyet budur.[164] Bu
rivayetin senedi, Buharî ve Müslim'in Sahih lerinin şartlarım taşımaktadır.
Sûrenin akışı, sûre içerisinde Mekke'de ve Medine'de inen âyetler bulunduğunu
göstermektedir. Çünkü Peygamber'in arzusuna şeytanın vesvese karıştırması olayı
Mekke'de vuku bulmuştur. En iyi Allah bilir. [165]
Sonra Allah
müslümanlara kendilerine savaş açanlarla savaşmayı farz kıldı, savaş açmayanlarla
savaşmayı farz kılmadı. "Allah yolunda size savaş açanlarla savaşın."
Buyurdu.[166]
Sonra müslümanlara,
bütün müşriklerle savaşmayı farz kıldı. Müşriklerle savaş önce haramdı, sonra
onlarla savaşa izin verildi, sonra savaş açanlarla savaşma emredildi, sonra da
bütün müşriklerle savaşmak -iki görüşten birine göre farz-ı ayn, meşhur olana
göre de farz-ı kifâye olmak üzere- emredildi.
Araştırmanın ortaya
koyduğu gerçek şu ki, kalb ile olsun, dil ile olsun, mal ile olsun, el ile
olsun cihad etme farz-ı ayndır. Her müslüman bu türlerden biriyle cihad
etmelidir. Bedenle cihad farz-ı kifâyedir. Mal ile cihadın farz olması
konusunda iki görüş vardır. Doğrusu farz olduğudur. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de
malla ve canla cihad eşit olarak emredilmiştir. Nitekim Allah Te-âlâ buyuruyor
ki: "İster arzu ederek, ister ağırlaşarak olsun hepiniz cihada çıkın.
Mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Bilirseniz bu, sizin için
daha hayırlıdır. "[167]Allah,
cehennemden kurtulmayı, günâhın bağışlanmasını ve cennete girmeyi malla cihad
etmeye bağladı: "Ey iman edenler! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak
kazançlı bir ticareti göstereyim mi? Allah'a ve Peygamberine inanırsınız, Allah
yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edersiniz. Bilirseniz bu, sizin için
daha hayırlıdır. Böyle yaparsanız Allah günâhlarınızı bağışlar, sizi
altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere
koyar. İşte bu, büyük bir kurtuluştur. "[168] Şayet
bu denilenleri yaparlarsa onlara istedikleri yardım ve yakın fethi vereceğini
haber verdi ve: "İstediğiniz bir başka şeyi daha verecektir."[169]buyurdu.
Yani cihad konusunda istediğiniz bir başka şeyi "Allah'tan bir yardım ve
yakın bir fetih" verecektir. Allah: "İnananlardan canlarını ve
mallarını cennet karşılığı satın aldığım"[170]
haber vermiştir. Mallarına karşılık bedel olarak onlara, cenneti vermiştir. Bu
sözleşme ve vaadi gökten indirdiği en faziletli kitapları olan Tevrat, İncil
ve Kur'an'da muhafaza etti. Sonra ahde vefa konusunda, kendisinden daha vefalı
hiç kimse bulunmadığını onlara bildirmek suretiyle bunu pekiştirdi. Ardından
bunu da, sözleşme yaptıkları alış-verişten ötürü sevinmelerini emrederek
pekiştirdi. Sonra onlara, bunun büyük bir kurtuluş olduğunu bildirdi.
Artık Rabbiyle bu
ahş-veriş akdini yapan düşünsün, mertebesi ne kadar muazzam, ne kadar yüce!
Çünkü müşteri, Allah Teâlâ, para ise Naîm cennetleri, Allah'ın rızasını elde
etme ve orada O'nu görmek suretiyle menfaat-lenmedir. Bu akdin elinde
gerçekleştiği kimse meleklerin ve insanların Allah katında en şerefli ve en
değerlileri olan Allah elçisidir. İşte böyle bir ticaret malı, muazzam bir iş
ve büyük bir durum için hazırlanmıştır.
"Seni öyle bir
şey için hazırladılar ki, sen onun farkına varsan başıboş bırakılmış develerle
birlikte otlamaktan nefsini çek oradan uzaklaştır."[171]
Sevginin ve cennetin
mehri, inananlardan can ve mallarını satın alan, sevginin ve cennetin sahibine
can ve malı feda etmektir, îflâs etmiş, yüz çevirmiş korkak bu ticaret malının
ticaretini nerde yapsın! Vallahi bu mal o kadar ayağa düşmedi ki, iflas edenler
onun fiyatını sorsun; o kadar değerini yitirmedi ki züğürtler veresiye satın
alsın! Bu mal, arayıp soranların çarşısında pazara çıkarıldı. Sahibi de bedel
olarak canlan feda etmekten başka bir şeye razı olmamakta! Bu yüzden tembeller
geriledi, âşıklar ayağa kalkıp içlerinden kimin canının mala bedel olmaya
yaraşır olduğunu gözetlemeye koyuldular. Mal aralarında döndü dolaştı.
"İnananlara karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetli"[172]
olanların eline düştü.
Muhabbet iddiasında
bulunanlar çoğalınca davalarının doğruluğuna delil getirmeleri istendi; şayet
insanlara sırf iddia etmekle, iddia ettikleri şey verilecek olsaydı boş adam,
meşgul adamın sanatını iddia ederdi. Davacılar türlü türlü şahitler getirmeye
kalkıştılar. Onlara denildi ki: Bu dava delilsiz ispat edilemez. "De ki:
Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin."[173]»
Bunun üzerine bütün halk geriledi; fiillerinde, sözlerinde, tavırlarında ve
ahlâkında Peygamberi izleyenler yerlerinde kaldılar. Bu sefer âdil şahit getirmeleri
istendi ve denildi ki: Adalet ancak "Allah yolunda cihad ederler
ve hiçbir kınayanın kınamasından
çekinmezler." âyetinin[174]
tezkiyesiyle kabul edilir. Bunun üzerine muhabbet iddiasında bulunanların
çoğunluğu geriledi, mücahidler ayakta dikili kaldılar. Onlara denildi ki:
Âşıkların canlan ve malları kendilerinin değildir. Akit konusu olan şeyi teslim
edin. Çünkü Allah, inananlardan canlarını ve mallarım cennet karşılığında satın
aldı. Alışveriş akdi, her iki tarafın da üzerine düşeni teslim etmesini
gerektirir. Tüccarlar müşterinin azametini, bedelin miktarım, ahş-veriş akdi
elinde gerçekleşen zatın kadrinin yüceliğini ve bu akdin yazıldığı kitabın
değerini görünce satışa çıkarılan malın, başka mallarda bulunmayan bir değere
ve özelliğe sahip olduğunu anladılar; bu malı lezzet ve zevki gidecek, geriye
kötü neticesi ve üzüntüsü kalacak sayılı dirhemler karşılığında düşük bir
pahaya satmanın apaçık bir ziyan ve anormal derecede bir aldanma olduğunu ve
bunu yapan kimsenin sefihler grubuna dahil olacağını görüp müşteriyle, geri
dönebilme (muhayyerlik) şartı ileri sürmeksizin isteyerek, gönül hoşluğuyla
hoşnudluk ahm-satımını (bey'atu'r-rıdvânı) gerçekleştirdiler ve: "Vallahi
ne sen istediğin için alış-verişi bozarız, ne de senden bu alış-verişi bozmanı
talep ederiz." dediler. Akit tamam olup satılan malı teslim ettikleri
vakit onlara denildi ki: Canlarınız ve mallarınız bizim oldu. Şimdi onları size
olduğundan daha bol bir şekilde, mallarınıza kat kat mal katarak geri veriyoruz.
"Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Bilâkis Rableri katında
diridirler, nzıklamrlar."[175]
Biz, sizden canlarınızı ve mallarınızı üzerinizden kâr sağlamak amacıyla istemedik.
Bilâkis kusurlu şeyi kabul edip ona karşılık en yüksek pahayı vermekle
cömertlik ve keremin eseri ortaya çıksın diye böyle yaptık. Sonra bedeli de, o
bedel karşılığı alınan malı da size verdik.
Câbir b. Abdullah
olayını düşün! Hz. Peygamber (s.a.) ondan devesini satın almıştı. Sonra ona
devenin bedelini fazla fazlasına ödedi ve deveyi yeniden ona geri verdi.[176]
Babası, Uhud savaşında Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında şehid düşmüştü. İşte bu
davranışla Hz. Peygamber (s.a.) ona, babasının Allah'la olan durumunu
hatırlattı ve ona haber verdi ki: "Allah babanı diriltti ve onunla karşı
karşıya konuştu: 'Ey kulum! Dile benden, dilediğini* dedi."[177]
Cömertlik ve keremi
muazzam olan Allah'ı yaratıkların ilmi kuşatmaktan uzaktır!
Şu işe bak!
Hem malı verdi,
hem bedeli verdi, hem akdin tamamlanmasını sağladı, hem satılan malı
kusuruna rağmen kabul etti, hem ona en yüksek fiyatı verdi, hem kulunu
kendisinden malı karşılığı satın aldı, hem bedeli ve malı onda topladı, hem de
bu akitten ötürü onu Övdü, medhetti! Oysa kulunu buna muvaffak kılan ve bunu
ondan isteyen de O'dur!
"Haydi koş,
himmet sahibi isen. Arzu sürücüsü seni sürdü. Artık mesafeleri katlayıver.
Onların muhabbet ve
hoşnutluk tellâlları çağırınca ona tam bin kerg'buyur!' de.
Önlerindeki yükseklere
bakma. Şayet yüksek tepelere bakarsan onlar engele dönüverirler.
Yol alırken oturanın
yoldaşlığını bekleme, bırak onu. Çünkü seni sürücü olarak arzu yeter.
Onlardan, onlara
(gitmek için) azık al. Doğru yolu, sevgi yolu üzere git, hedefe ulaşırsın.
Ayakların
(yorgunluktan) atını mahmuzlayamaz hale gelip özgengilere yakın seyrettiği
vakitte onların yadıyla ayak hareketlerini canlandır. Hatırlayış, seni gayrete
getirecektir.
Yorgunluktan korkarsan
ona: "Önünde kavuşma payı var, su kaynakları ara." de.
Onların nurundan bir
kıvılcım yakala. Sonra onunla yoluna devam et. Onların nuru sana rehber olur,
doğruyola iletir; meşaleler değil.
Erâk vadisine koş,
orada öğle uykusuna yat. Belki onları görürsün. Sonra eğer istersen orada.
Yok eğer dilersen
benim yanımda dostların durakladığı Arafat yakınındaki Na'man'da kalırsın,
İstediğin vakit onları ararsın.
Bu da olmazsa geceyi
Müzdelife'de geçirirsin, bunu da kaçırırsan Mi-na'da geçirirsin. Gafil olana
yazıklar olsun!
Adn cennetlerine koş.
Çünkü onlar senin ilk menzillerindir, oralarda konakladın.
Ancak menzillere
ağlayıp tepelerde durduğundan ötürü düşmanlar seni esir aldı.
Ebedîlik cennetindeki
mezîd gününe koş. Feda edeceksen cömertçe canını feda et.
Oraları silik izlerle
bırak. Oralarda hiçbir öğle uykusuna yatılacak yer yoktur. Geç-git o yerleri,
konulacak yer değildir onlar.
Halk sık sık gidip
geldiğinde o izleri sildi. O izlerden nicesi öldürülmüş ve onlar arasında
nicesi de bu halkı öldürmüştür.
Dostlar kervanının şen
bir şekilde üzerinde yolculuk ettiği bu yolun üzerindeki izlerden sağ
taraftakini tut ve de ki:
"Ey nefis, bir
saat sabır göstererek bana yardım elini uzat. Kavuşuldu-ğunda bu sıkıntı da
kaybolur gider.
Yalnız bir saat, o da gelir
geçer. Üzüntü, keder içinde bocalayan kişi de sevinir, rahat nefes alır." [178]
Allah ve esenlik
yurdunun davetçisi, onurlu nefisleri, yüce himmetleri harekete geçirdi. İman
münadisi sağlam bellekli kulağı olanlara davetini duyurdu, dirilere Allah'ı
işittirdi. Kişiyi duydukları, iyilerin makamlarına ulaşmak için can atar hale
getirdi, gittiği yolda şarkılar söyleyip onu coşturdu. Bineği onu ancak
yerleşim (âhiret) yurdunda üstünden indiidi. Allah Rasûlü (s.a.) buyurdular ki:
"Kendisi yolunda
cihada çıkanlara Allah 'Yalnız Bana inandığı ve peygamberimi tasdik ettiği
için cihada çıkan kimseyi elde ettiği mükâfat yahut ganimetle sağ-salim
döndüreceğim yahut da cennete koyacağım' diye garanti vermiştir. Şayet ümmetime
meşakkatli geleceğini bilmeseydim hiçbir seriye-nin ardından yerimde
oturmazdım. Can-ı gönülden arzu ediyorum ki, Allah yolunda öldürüleyim, sonra
diriltileyim. Sonra öldürüleyim, sonra diriltileyim. Sonra
öldürüleyim..."[179]
"Allah yolunda
çarpışan mücahidin hali (gündüz) oruç tutan, (gece) namaz kılan, Allah'ın
âyetlerine itaat eden ve oruç tutmaktan, namaz kılmaktan bıkıp usanmayan
kimsenin hali gibidir. İşte Allah yolunda çarpışan mücahid eve dönünceye kadar
bu durumdadır. Allah, kendi yolunda cihada çıkan mücahidi, vefat ettirip
cennete koymayı yahut da elde ettiği sevap yahut ganimetle sağ-salim evine
döndürmeyi üzerine almıştır."[180]
"Sabahleyin veya
akşamleyin Allah yolunda cihad için yapılan bir yürüyüş dünyadan ve dünyanın
içindekilerden daha hayırlıdır. "[181]
Hz. Peygamber (s.a.),
Rabbinden aktardığı bir kutsî hadiste buyuruyor ki: "Kulanmdan herhangi
bir kul, hoşnutluğumu kazanmak için benim yolumda cihada çıkarsa ona şu
garantiyi verdim: Şayet onu eve döndüreceksem elde ettiği sevap yahut ganimetle
döndüreceğim. Eğer ruhunu alacaksam, bağışlayıp merhamet edeceğim ve cennete
koyacağım."[182]
"Allah yolunda
cihad edin. Zira cihad, cennetin kapılarından bir kapıdır. Allah onun
sayesinde kişiyi endişeden ve tasadan kurtarır."[183]
"Bana inanan,
müslüman olan ve hicret eden kimseye ben, cennetin sinesinde bir köşke ve
cennetin ortasında (ayrı) bir köşke kefilim. Bana inanan, müslüman olan ve
Allah yolunda cihad eden kimseye ise ben, cennetin sinesinde bir köşke,
cennetin ortasında (ayrı) bir köşke ve cennet köşklerinin en âlâları arasında
(başka) bir köşke kefilim. Bunu yapan kimse hayır arzulama için bir kapı ve
serden kaçmayı gerektirecek bir kapı bırakmamıştır. Ölmek istediği yerde
(istediği şekilde) ölür."[184]
"Bir deve sağımı
süresince Allah yolunda çarpışan müslüman bir kimse cenneti hak eder."[185]
"Cennette yüz
derece vardır. Allah onları,kendisi yolunda cihad edenler için hazırlamıştır.
Her iki derecenin arası yerle gök arası kadardır. Allah'tan dilekte
bulunduğunuzda, O'ndan Firdevs'i isteyin. Çünkü o, cennetin ortası ve cennetin
en alâ yeridir. Onun üstünde Rahman'm Arş'ı vardır. Cennetin 'nehirleri oradan
fışkınr."[186]
Allah Rasûlü (s.a.) Ebu Saîd'e: "Allah'ı
Rab, İslâm'ı (hak) din ve Mu-hammed'i peygamber olarak kabul edip buna razı
olan cenneti hak eder." buyurdu. Bu söz Ebu Saîd'in hoşuna gitti ve:
"Bu sözü bana tekrarla, ey Allah'ın Rasûlü!" diye rica etti. Hz.
Peygamber (s.a.) de tekrarladı ve: "Bir başka iyi amel daha vardır ki,
Allah o amelle kulu, cennette yüz derece yükseltir. Her iki derece arası yerle
gök arası kadardır." buyurdu. Ebu Saîd: "O hangisi, ey Allah'ın
Rasûlü?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): "Allah yolunda
cihaddır" buyurdu.[187]
"Allah yolunda
iki çift (koyun, altın, gümüş, deve vs.) harcayan kimseyi cennetin kapıcıları
-herbiri ayrı bir kapıdan- "Ey falan! Buraya gel" diye çağırırlar.
Namaza düşkün olan kimse namaz kapısından, mücahidlerden olan cîhad kapısından,
sadaka (zekât) verenlerden olan sadaka kapısından ve oruç ehlinden olan da
Reyyân kapısından çağırılır." Hz. Peygamber (s.a.) bu hadisi söylerken
orada bulunan Hz. Ebu Bekir: "Anam, babam yoluna feda olsun ey Allah'ın
Rasûlü! Bu kapıların birinden çağırılana bir müşkil yoktur. Ama bu kapıların
hepsinden çağrılacak kimse de var mıdır?" diye sordu. Peygamberimiz:
"Evet, vardır. Umarım, sen de onlardansın." cevabını •verdi.[188]
"Allah yolunda
malının fazlasını harcayan kimseye Allah yediyüz misli sevap yazar. Kendisi ve
ailesi için mal harcayan, bir hasta ziyaret eden yahut bir yoldan eziyet veren
şeyi kaldıran kimsenin yaptığı bu şeylere karşı -her iyiliğe on misli sevap
olmak üzere- sevap verilir. Yıpratıp delmedikçe oruç
bir kalkandır. Allah'ın, bedeninde bir
rahatsızlığa mübtelâ kıldığı kimsenin, bu rahatsızlığı onun için günahlardan
bir indirim ohır."[189]
İbn Mâce'nin rivayet
ettiği bir hadiste de şöyle buyuruluyor: "Allah yolunda cihad için bir
harcamada bulunan, ancak kendisi cihada çıkmayıp evinde oturan kimseye
harcadığı her dirhem karşılığında yediyüz dirhem verilir. Allah yolunda bizzat
gazaya çıkan ve Allah rızası için orada harcamada bulunan kimseye harcadığı
her dirhem karşılığında yediyüzbin dirhem verilir." Bunları söyledikten
sonra Hz Peygamber (s.a.): "Allah, dilediğine kat kat artırır."
âyetini[190] okudu.[191]
"Allah yolundaki
bir mücahide yahut borcu konusunda bir borçluya yahut da köleliği konusunda,
efendisi ile belli bir mal getirip hürriyete kavuşma anlaşması yapmış
(mükâteb) köleye yardımda bulunan kimseyi Allah,kendisinin gölgesinden başka
hiçbir gölgenin bulunmadığı günde kendi gölgesinde gölgelendirir."[192]
"Ayaklan, Allah
yolunda tozlanan kimseyi, Allah cehenneme haram eder."[193]
"Bir adamın
kalbinde cimrilikle iman bir arada bulunmaz. Bir kulun yüzünde Allah yolundaki
cihadın tozu ile cehennem dumanı birleşmez." Bu hadiste geçen "Bir
kulun yüzünde" ifadesi yerine bir metinde "Bir kulun kalbinde",
bir başka metinde "Bir kişinin karnında" ve bir diğer metinde ise
"Bir müslümanın burun deliklerinde" ifadesi yer almaktadır.[194]
îmam Ahmed'in (r.h.)
rivayet ettiği bir hadiste: "Ayakları, gündüz bir saat, Allah yolunda
tozlanan kimsenin o iki ayağı cehenneme haramdır." buy-rulmaktadır.[195]
Yine İmam Ahmed'in
rivayet ettiği bir başka hadiste ise Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki:
"Allah, bir adamın karnında Allah yolundaki cihadın tozu ile cehennemin
dumanını birleştirmez. Ayaklan Allah yolunda tozlanan kimsenin bedeninin geri
kalan kısmını da Allah cehenneme haram eder. Kim Allah yolunda bir gün oruç
tutarsa Allah, ondan cehennemi dört nala giden süvarinin bin senede varacağı
yer kadar uzaklaştırır. Allah yolunda bir yara alan kimse son nefesinde
şehidlerin mührüyle mühürlenir, şehid olarak gider; kıyamet günü ona ait bir
nur vardır, yarasının rengi safran rengi, kokusu misk kokusudur. Onu önceden
gelip geçenler de, sonradan gelenler de tanır ve: "Bu falandır, üzerinde
şehitlik mührü var" derler. Allah yolunda bir deve sağımı süresince
çarpışan kimse cenneti hak eder." [196]
İbn Mâce'nin rivayet
ettiği bir hadiste: "Kim Allah yolunda bir yürüyüşe çıkarsa, bu yürüyüşte
üzerine konan toz kadar kıyamet günü misk hak eder." buy rulmak tadır.[197]
îmam Ahmed'in (r.h.)
rivayet ettiği bir hadiste ise: "Allah yolunda bir kimsenin kalbine bir
tasa gelse muhakkak Allah ona cehennemi haram eder." buyrulmuştur.[198]
*'Allah yolunda bir
gün sınırda nöbet tutma, dünyadan ve dünya üstündeki herşeyden daha
hayırlıdır. "[199]
"Bir gün, bir
gece sınırda nöbet tutmak bir ay (gündüzleri) oruç tutup (geceleri) namaz
kılmaktan daha hayırlıdır. Vazifesi başında ölürse yapmakta olduğu ameli sanki
devam etmekteymişçesine sevap elde eder, ona (şehid-lere olduğu gibi) rızkı
devam eder ve kabir fitnesinden emin olur."[200]
"Her ölenin amel
defteri kapanır. Bundan Allah yolunda nöbet beklerken Ölen müstesnadır. Zira
onun ameli, kıyamet gününe kadar artar durur ve o kimse kabir fitnesinden
güvence altına alınır."[201]
"Sınırda Allah
rızası için bir gün nöbet tutmak diğer yerlerde bin gün nöbet tutmaktan daha
hayırlıdır."[202]
İbn Mâce'nin rivayet
ettiği bir hadiste: "Kim sınırda Allah rızası için bir gece nöbet tutarsa,
(gündüzleri) oruçla ve (geceleri) namazla geçirilen bin gecenin sevabını elde
eder." [203]
"Herhangi
birinizin Allah yolunda bekleyip gözcülük etmesi evinde yaptığı altmış senelik
ibadetten daha hayırlıdır. Dikkat edin, Allah'ın sizi bağışlayıp cennete
koymasını istiyorsanız Allah yolunda cihad edin. Kim Allah yolunda bir deve
sağımı süresince çarpışırsa cenneti hak eder,"[204]
İmam Ahmed'in rivayet
ettiği bir hadiste: "Kim müslümanların sahillerinden birinde üç gün sınır
nöbeti tutarsa bu, bir senelik (karada tutulan) sınır nöbeti yerine
geçer." buyrulmuştur.[205]
Yine İmam Ahmed'in
rivayet ettiği bir hadiste ise: "Allah yolunda bir gece bekçilik etme,
geceleyin namazla gündüzün oruçla geçirilen bin geceden daha
faziletlidir." buyrulmuştur.[206]
"Allah
korkusundan dolu dolu olan yahut ağlayan bir göze cehennem ateşi haramdır.
Allah yolunda uykusuz kalan bir göze cehennem ateşi haram-dır."[207]
İmam Ahmed'in
rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Bir sultan kendisini
tutmadan, kim kendi isteğiyle gönülden Allah yolunda müslümanların arkasından
bekçilik ederse yeminde durulmuş olması için gerekli süre dışında o kimsenin
gözleri cehennem ateşini görmeyecektir. Zira Allah: 'Yemin olsun sizden
hiçbiriniz müstesna olmamak üzere muhakkak oraya (cehenneme) uğrayacaksınız.'[208]
buyurmaktadır."[209]
Hz. Peygamber (s.a.)
bir yolculukları sırasında bütün bir gece akşamdan sabaha kadar atı üzerinde
müslümanlara bekçilik edip nöbet tutan, yalnızca namaz yahut abdest bozmak
için atından inen bir adama: "Cenneti hak ettin. Ancak bundan sonrr amel
etmemen gerekmez." buyurdu.[210]
"Allah yolunda
bir ok atana cennette bir derece vardır."[211]
"Bir kimsenin
Allah yolunda ok atması, bir köle azadına denktir. Allah yolunda bir kimsenin
saçı ağarsa, saçının aklığı kıyamet günü onun için bir nur olur."[212]
Nesâî'nin rivayetinde derece, yüz seneyle tefsir olunmuştur.[213]
"Allah bir tek ok
yüzünden şu üç kimseyi cennete kor: 1) Sanatında hayrı gözeterek oku imal
edeni, 2) Okçuya atması için, yardım maksadıyla oku uzatanı, 3) Oku atanı.
Atıcılık ve binicilik öğrenin. Atıcılık öğrenmeniz bana göre binicilik
öğrenmenizden daha iyidir. Kişinin eğlence için yaptığı her şey bâtıldır
(boştur). Ancak yayı ile ok atması yahut atını eğitmesi ve hanımıyla oynaşması
bundan müstesnadır. Allah'ın kendisine atıcılığı öğrenmeyi müyesser kıldığı
bir kimse onu hiçe sayarak bırakırsa o nimete nankörlük etmiş olur." Bu
hadisi İmam Ahmed ve Sünen sahipleri rivayet etmişlerdir.[214] İbn
Mâce'de hadis "Kim atıcılığı öğrenir, sonra onu terkederse bana isyan
etmiş olur'* şeklinde yer almaktadır.[215]
İmam Ahmed'in
rivayetine göre bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.): "Bana tavsiyede bulun.*'
dedi. O da: "Sana Allah'tan korkmanı tavsiye ederim.
Zira herşeyin başı
odur. Cihad etmeni Öneririm; çünkü cihad, İslâm'ın ruhbanlığıdır. Sana Allah'ı
anmayı (zikri) ve Kur'an okumayı tavsiye ederim. Çünkü bu gökteki ruhun,
yerdeki zikrindir." buyurdu.[216]
"İslâm
şahikasının zirvesi cihaddır."[217]
"Üç kimseye yardım
etmek Allah üzerinde bir haktır: 1) Allah yolunda çarpışan mücahid, 2)
Efendisiyle, belli bir miktar mal getirdiğinde hürriyete kavuşmak üzere
sözleşme yapmış olan ve bunu ödemek isteyen köle, 3) İffetini korumak amacıyla
evlenmek isteyen kimse."[218]
"Bir kimse gaza
etmeden ve gaza etmeyi gönlünden geçirmeden ölürse bir tür nifak üzere
ölür."[219]
Ebu Davud'un rivayet
ettiği bir hadiste: "Bir kimse gaza etmez yahut gazaya çıkan bir gaziyi
donatmaz yahut da gazaya çıkan kimsenin ailesine iyi bakmazsa, daha kıyamet
günü olmadan önce Allah onu bir musibete maruz bırakır." buyrulmuştur.[220]
"İnsanların altın
ve gümüşlere kıyamayıp pintilik ettikleri, îne alış-verişi yaptıkları,
sığırların kuyruklarına yapıştıkları ve Allah yolunda cihad etmeyi bıraktıkları
vakit gelince Allah onların başına bir belâ indirir; artık onlar, dinlerine
dönünceye kadar başlarından bu belâyı kaldırmaz. "[221]
İbn Mâce'nin rivayet ettiği bir hadiste: "Bir
kimse Allah Teâlâ'ya kavuştuğunda üzerinde Allah yolunda (çarpışmadan) hasıl
olan bir iz bulunmazsa kendisinde bir yarık bulunduğu halde Allah'a
kavuşur." buyrulmuştur.[222]
Allah Teâlâ:
"Kendinizi bile bile tehlikeye atmayın." buyurmuştur.[223] Ebu
Eyyub el-Ensârî, kişinin bile bile kendisini tehlikeye atmasını, cihadı
ter-ketmek diye tefsir etmiştir.[224]
Sahih bir hadiste:
"Cennetin kapılan, kılıçların gölgesi altındadır." buyrulmuştur.[225]
Yine sahih bir
hadiste: "Allah'ın sözü (ve dini) üstün olsun diye savaşan kimse, Allah
yolunda savaşmış olur." buyrulmaktadır.[226]
Bir diğer sahih
hadiste: "Cehenneme ilk atılacak kimseler gösteriş ve nam yapmak için ilim
öğrenen âlim, sadaka veren mal sahibi (zengin) ve cihad sırasında öldürülen
kişi." buyrulmuştur.[227]
Bir başka sahih
hadiste: "Dünya malı elde etmek için savaşa çıkan kimseye sevap
yoktur" buyruluyor[228]
Bir başka sahih hadiste
rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), Abdullah b. Amr'a buyurmuştur
ki: "Şayet sabredip sevabını Allah'tan bekleyerek savaşırsan; Allah seni,
sabırlı ve sevabı Allah'tan bekleyen olarak diriltir. Şayet gösteriş ve rekabet
için savaşırsan; Allah seni, riyakâr ve rekabet eden olarak diriltir.[229] Ey
Abdullah b. Amr! Sen hangi şekilde savaşır yahut öldürü-lürsen Allah seni o
şekilde, o hal üzere[230]
Hz. Peygamber (s.a.) günün
evvelinde savaşmayı uygun görürdü. Nitekim yolculuğa da günün evvelinde
çıkmayı severdi. Şayet günün evvelinde savaşa başlamazsa;vaşı, güneş tepe
noktadan batıya yönelip rüzgârlar esmeye başlayıncaya ve yardım ininceye kadar
ertelerdi[231]
Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular
ki: "Canım elinde olana yemin ederim ki, Allah yolunda yaralanan herhangi
bir kimse -Allah kendisi yolunda yaralananı daha iyi bilir-, kıyamet günü rengi
kan rengi, fakat kokusu misk kokusu olduğu bir halde gelir."[232]
Tirmizî'nin rivayet
ettiği bir hadiste buyruluyor ki: "Allah'a şu iki damladan yahut iki
izden daha sevimli hiçbir şey yoktur: Allah korkusundan akan gözyaşı damlası,
Allah yolunda akıtılan kan damlası. İzler ise; Allah yolundaki iz ve Allah'ın
farzlarından birinin yapılmasından meydana gelen iz-dir."[233]
Bir sahih hadiste
buyuruluyor ki: "Ölüp de Allah katında bir hayra erişen bir kulu, tekrar
dünyaya dönmesi ve dünya ile dünyadaki şeylerin kendisinin olması sevindirmez.
Yalnız şehitliğin faziletinden dolayı görmekte olduğu şeylerden ötürü bundan
şehid müstesnadır. Çünkü dünyaya dönüp bir kere daha öldürülmek - bir metne
göre de gördüğü iltifattan Ötürü on kere daha öldürülmek - onu
sevindirir."[234]
Oğlu Bedir savaşında
Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında öldürülen Numan'-in kızı Ümmü Harise, kendisine
"O şimdi nerede?" diye sorduğunda Allah Rasûlü (s.a.): "O en
yüksek Firdevs'e erişti." buyurdu. [235]
"Şehidlerin
ruhları yeşil kuşların karınlarındadır. Onlar için Arş'a asılmış kandiller
vardır. Diledikleri zaman cennetten çıkarlar; sonra bu kandillere konarlar.
Rableri onları görür, gözetir, ihsanda bulunur ve: 'Bir arzunuz var ir..?' diye
sorar. Onlar da: 'Ne arzumuz olsun? Dilediğimiz zaman cennetten çıkıyoruz!'
derler. Allah bunu onlara üç kere tekrarlar. Kendilerine bu sorunun
sorulmasından vazgeçilmeyeceğini görünce: 'Ya Rabbi! Senin yolunda bir daha
öldürülmemiz için ruhlarımızı bedenlerimize iade etmeni talep ediyoruz.'
derler. Allah da onların bir ihtiyacı bulunmadığım görünce öylece bırakılırlar.
"[236]
"Şehidlerin Allah
katında elde ettiği birtakım meziyetleri vardır: I) Kanı akmaya ilk başladığı
anda bağışlanması. 2) Cennetteki makamının gösterilmesi. 3) İmanın tadının
tattırılması. 4) Siyahı simsiyah, beyazı bembeyaz olan gözlere sahip hurilerle
evlendirilmesi. 5) Kabir azabından korunması. 6) En büyük korkudan güvencede
olması. 7) Başına vakar tacının konulması - ki bu tacdaki bir yakut tanesi
dünyadan ve dünyadaki şeylerden daha hayırlıdır-, 8) Yetmiş iki huri ile
evlendirilmesi. 9) Akrabalarından yetmiş kişiye şefaat etme hakkının
tanınması." Bu hadisi İmam Ahmed rivayet etmiş ve Tirmizî sahih olduğunu
söylemiştir.[237]
Câbir'e buyurdu ki:
"Sana, Allah'ın babana ne dediğini haber vereyim mi?" Câbir:
"Evet, haber verin" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) anlattı: "Allah,
konuştuğu herkesle mutlaka perde arkasından konuşmuştur. Babanla karşı karşıya
söyleşti. 'Dile benden dilediğini ey kulum! Sana vereyim.' dedi. O da: 'Ya
Rabbi! Beni dirilt, senin yolunda ikinci kez öldürüleyim.' ricasında bulundu.
Allah: 'Daha önce insanlar dünyaya bir daha döndürülmeyecekler diye hükmettim.'
diye buyurdu. O da: 'Ya Rabbi! Öyleyse geride bıraktıklarıma bunu ulaştır.'
diye istekte bulundu. Bunun üzerine Allah Teâlâ: 'Allah yolunda öldürülenleri
ölü sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler, n-zıklandırılmaktadırlar.'
âyetini[238] indirdi."[239]
Hz. Peygamber (s.a.)
anlatıyor: Kardeşleriniz Uhud'da şehid edilince Allah, onların ruhlarını yeşil
kuşların karınlarına koydu; onlar cennet nehirlerine gelir, cennet
meyvelerinden yer ve Arş'm gölgesindeki altın kandillere konarlar. Yedikleri ve
içtikleri şeylerin lezzetini, kaldıkları yerin güzelliğini görünce: "Keşke
kardeşlerimiz Allah'ın bize yaptığım bilseler cihaddan kaçınmazlar, harpten
çekinmezler." dediler. Bunun üzerine Allah: "Ben sizin durumunuzu
onlara ulaştıracağım." dedi ve Peygamberine: "Allah yolunda
öldürülenleri ölü sanma." diye başlayan âyetleri indirdi.[240]
Müsned'âz rivayet
edilen bir hadiste buyuruluyor ki: "Şehidler, cennet kapısındaki bir
nehrin göz kamaştıran bir yerinde bulunan yeşil kubbededirler. Sabah akşam
cennetten rızıklan çıkar." [241]
"Daha şehidin
yerdeki kanı kurumadan (huri) iki hanımı, her birinin elinde dünyadan ve
dünyada bulunan şeylerden daha hayırlı birer yeni ve güzel elbise bulunduğu
halde, sanki bitkisiz bir arazide yavrularını kaybetmiş iki kuş gibi koşar ona
gelirler."[242]
Müstedrek'te ve
Nesaî'de rivayet olunan bir hadiste buyuruluyor ki: "Benim için Allah
yolunda öldürülmem, yerleşik hayat süren şehir ve köy ahalisi ile göçebelerin
benim olmasından daha sevimlidir. "[243]
Yine aynı iki kaynakta
yer alan hadiste ise: "Şehid, ölüm anında, sizin herhangi birinizin
karınca ısırmasından duyduğu acıyı duyar." buyurul-maktadır.[244]
Sünen'deki bir hadiste
de: "Şehid, ailesinden yetmiş kişiye şefaat eder.*' buyurulmaktadır.[245]
Müsnetfdt rivayet edilen
bir hadiste buyuruluyor ki: "Şehidlerin en üstünü, (ön) safta düşmanla
karşılaştığında yüzlerini çevirmeyip öldürülenlerdir, îşte onlar cennetin en
âlâ köşklerinde yan gelip yatacaklardır. Rabbin onlara güler. Rabbin dünyada
bir kula güldüğü zaman artık ona hesap so-rulmaz."[246]
Yine aynı kaynakta yer
alan bir başka hadiste buyuruluyor ki: "Şehid-ler dörde ayrılır: 1)
Mü'min, inancı yerinde bir adam, düşmanla karşılaşır; Allah'a sadakat gösterir
ve öldürülür, tşte insanların kendisine bakmak için boyunlarını kaldırdığı
kimse budur. -Bu sözleri söylerken Allah Rasûlü (s.a.) başını o kadar kaldırdı
ki, başlığı yere düştü-. 2) Mü'min, inancı yerinde bir adam, düşmanla
karşılaşır; derisine sanki dikenle vurulmaktadır, bir serseri ok gelir onu
öldürür. Bu adam ikinci derecededir. 3) Mü'min, inancı yerinde iyi amelle kötü
ameli birbirine karıştırmış bir adam, düşmanla karşılaşır; Allah'a sadakat
gösterir ve öldürülür. İşte bu üçüncü derecededir. 4) Mü'min, ama kendisi
aleyhine pek çok konuda haddi aşmış bir adam düşmanla karşılaşır; Allah'a
sadakat gösterir ve öldürülür. İşte bu da dördüncü derecededir. "[247]
Müsned'de ve İbn
Hibbân'm Sahihinde yer alan bir hadiste buyuruluyor ki: 'Savaşta ölenler üçe
ayrılır: 1) Malıyla, canıyla Allah yolunda cihad eden, düşmanla karşılaştığında
onlarla çarpışan ve öldürülen mü'min kimse, îşte Allah'ın Arş'ı altındaki
çadırda imtihan olunan şehid budur. Peygamberler, ondan ancak peygamberlik
derecesiyle üstün gelirler. 2) Nefsine günahlardan, hatalardan pay ayıran, ama
canıyla, malıyla Allah yolunda cihad eden, düşmanla karşılaştığında çarpışan ve
öldürülen mü'min kimse, İşte bu davranışı yalayıp yutucudur; günahlarını ve
hatalarım siler süpürür. Kılıç, hataların silgisidir. Bu kimse cennetin
istediği kapısından girer. Zira cennetin sekiz, cehennemin yedi kapısı vardır.
Bazıları, bazılarından üstündür. 3) Canıyla, malıyla cihad eden münafık kimse.
Düşmanla karşılaştığı zaman Allah yolunda öldürülünceye kadar çarpışır. İşte
bu kimse cehennemdedir. Kılıç, nifakı silmez."[248] . :
Sahih bir hadiste:
"Kâfirle onun katili, cehennemde asla feir ;araya gelmez."
buyurulmaktadır[249]
Hz. Peygamber'e
(s.a.): "Hangi cihad daha üstündür?" diye sordular. "Müşriklerle
malıyla, canıyla çarpışan kimsenin yaptığı cihad." cevabını verdi.
"Hangi ölüm daha güzeldir?" diye sordular. "Allah yolunda kanı
akıtılan ve atı vurulan kimsenin ölümü." cevabım verdi.[250]
İbn Mâce'nin Sünen
İnde yer alan bir hadiste:' 'Zalim sultanın huzurunda söylenen adil söz, en
büyük cihaddandır." buyurulmaktadır.[251] Bu
hadisi Ah-med ve Nesâî, mürsel olarak rivayet etmişlerdir.
Bir sahih hadiste
buyuruluyor ki: "Ümmetimden, kıyamet kopuncaya -bir metne göre ise
sonuncuları Mesih Deccal'le savaşıncaya- kadar hak üzere savaşan bir grup
devamlı bulunacaktır. Ne onlan yardımsız bırakanlar onlara zarar verebilir; ne
de muhalefet edenler;[252]
Hz. Peygamber (s.a.)
harpte firar etmemek üzere ashabından söz alırdı. Bazan onlardan ölüm üzere söz
aldığı da olurdu. îslâm üzere söz aldığı gibi onlardan cihad için de söz
almıştır. Mekke fethinden önce ashabından hicret için söz almıştır. Ayrıca
onlardan tevhid üzere, Allah'a ve Rasûlü'ne itaate sarılmak üzere söz almıştır.
Bir grup ashabından da insanlardan hiçbir şey istememeleri için söz almıştır.
Onlardan birinin
elinden kamçısı düştüğünde hayvanından iner, kendisi yerden alır, hiç kimseye
"Onu bana ver'' demezdi.[253]
Cihad konusunda, düşmanın
durumu hakkında ve (konaklamak için) yer seçimi konusunda ashabının fikirlerini
alırdı. Müstedrek'te Ebu Hureyre'nin: "Allah Rasûlü'nden (s.a.) daha çok
arkadaşlarına danışan bir kimse görmedim." dediği rivayet edilmektedir. [254]
Sefer esnasında
sevkiyat işlerine bakanlar arasında geride kalır, güçsüzlerin ilerlemelerine
yardım eder, yoldan kesilenleri terkisine alırdı. Yol boyunca yol arkadaşlarına
en candan davranan O idi[255]
Bir gazaya çıkmak
istediğinde tevriyeli ifade kullanırdı[256]
Meselâ, Hu-neyn savaşına çıkmak istediği vakit "Necid yolu ve sulan
nasıldır? Oradaki düşmanlar kimlerdir?" gibi sorular sormuştu.
"Harp
hiledir." buyururdu[257]
Düşman hakkında bilgi
toplamak üzere casuslar yollar, öncüler gönderir ve geceleyin muhafızlara
nöbet tuttururdu[258]
Düşmanla karşılaştığı
zaman durur dua eder, Allah'dan yardım dilerdi. Gerek kendisi, gerekse ashabı
çokça Allah'ı zikreder ve seslerini kısarlardı[259]
Orduyu ve savaşı
organize eder; her kanada ona denk bir birlik yerleştirirdi, O'nun emriyle
huzurunda müslümanlarla düşmanlar arasında düello yapılırdı. Harp levazımatını
kuşanırdı. Bazan iki zırhı birbirine geçirip giyinirdi[260]
Sancakları ve bayrakları vardı[261]
Bir kavme galip
geldiğinde onların arazilerinde üç gün kalır, sonra seferden dönerdi[262]
Baskın yapmak istediği
vakit beklerdi. Eğer obada bir müezzinin ezan okuduğunu duyarsa baskın yapmaz,
aksi takdirde hücuma geçerdi[263]'
Kimi zaman düşmana gece baskın düzenler, kimi zaman da gündüzün ansızın baskın
yapardı[264]' |
Perşembe günü sabah
erken vakitte sefere çıkmayı severdi[265]'
Askerler bir yere konakladığı vakit birbirlerine öyle sokulurlardı ki,
üzerlerine bir örtü serilse onların hepsini bürürdü[266]
Safları düzene kor[267] ve
"Filan, sen öne geç! Falan,sen arkaya geç!" diyerek askerleri kendi
eliyle harbe hazır duruma geçirirdi.
Ordusundan her bir
neferin kendi kabilesinin sancağı altında savaşmasını arzu ederdi.
Düşmanla karşılaştığı
vakit: "Kitab'ı indiren, bulutu yürüten, bölük bölük orduları hezimete
uğratan Allah'ım! Şunları da bozguna uğrat. Onlara karşı bize yardım et!"
diye dua ederdi[268]
Bazan da: "Topluluk bozguna uğrayacak, sırtlarını dönüp kaçacaklar.
Hayır, doğrusu kıyamet onların azapla korkutuldukları gündür. Kıyamet ne
korkunç, ne acı bir gündür." âyetlerini okurdu[269]
"Allah'ım!
Yardımım indir." derdi. "Allah'ım! Benim desteğim sensin. Yardımcım
sensin. Senin için savaşıyorum." derdi[270]
Durum iyice şiddetlenip harp kızıştığı ve düşman kendisine yöneldiği vakit
kendisini tanıtır: "Yalan yok, ben peygamberim. Ben Abdülmuttalib
oğluyum" derdi[271]
Harp şiddetlendiği
vakit insanlar Hz. Peygamber'le (s.a.) korunurlardı[272]
Düşmana en yakın olan O'ydu.
Harpde söyledikleri
vakit tanınmaları için ashabına bir parola belirlerdi. Parolaları bir
keresinde "Emit! Emit = Öldür! Öldür" bir keresinde "Yâ Mansur !
ve bir keresinde def "Hamım Lâ yunsarûn = Hamim.
Yardım alamazlar !di.[273]
Hz. Peygamber (s.a.)
savaşta zırh ve miğfer giyer, kılıç kuşanır, mızrak ve Arap yayı taşırdı.
Kalkan da kullanırdı. Harp esnasında kibirlilik göstermeyi severdi. Hz.
Peygamber (s.a.): "Bir kısım kibir vardır ki, Allah sever; bir kısım kibir
de vardır ki, Allah buğzeder. Allah'ın sevdiği kibir düşmanla karşılaşma
sırasında ve sadaka verirken gösterilen kibirdir. Allah Teâlâ'nın buğzettiği
kibir ise azgınlık ve övünme yolunda gösterilen kibirdir." buyurmuştur[274]
Bir keresinde
mancınıkla savaştı; mancınığı Tâif halkına karşı kullandı. Savaşta kadınların
ve çocukların öldürülmesini yasaklardı[275]'
Karşı taraftan savaşa katılanlara bakardı: Tüylenmiş görürse öldürür, tüysüz
delikanlıları ise bırakırdı[276]
Bir seriyye gönderdiği
vakit onlara Allah'dan korkmalarım öğütler ve:
"Allah'ın adıyla,
Allah yolunda yürüyün. Allah'a küfredenleri öldürün.| kence yapmayın,
zulmetmeyin, çocuk öldürmeyin." buyururdu[277]
Bir kimsenin yanında
Kur'an'la düşman ülkesine sefere çıkmasını saklardı.
Gönderdiği seriyyenin komutanına
düşmanla savaşmadan önce onları şu şıklardan birini seçmeye davet etmesini
emrederdi: I) Müslüman olup hicret etmeye. 2) Hicret etmeksizin yalnız müslüman
olmaya. Bu durumda müslü-man Araplar gibi olurlar, ancak ganimetten bir pay
alamazlar. 3) Cizye vermeye. Şayet düşmanlar olumlu cevap verirlerse, komutan
onların isteklerini kabul eder. Aksi takdirde Allah'dan yardım dileyip onlarla
savaşa tutuşur[278]
Düşmana karşı zafer
elde edince bir tellâla emreder, bütün ganimetleri bir araya toplatırdı. Önce
düşman askerlerinin üzerinde bulunan elbise ve eşyaları hakedenlere verir;
sonra kalanın beşte birini (humus) ayırır, Allah'ın uygun gördüğü yerlere
sarfeder ve İslâm'ın ve müslümanlann yararına kullanılmasını emrederdi. Sonra
geri kalanlar kadınlar, çocuklar ve köleler gibi ganimetten nasibi olmayanlara
ufak bağışlarda bulunurdu.[279]
Sonra da geri kalanı süvariye üç pay -bir pay kendisi, iki pay atı için- ve
piyadeye bir pay olmak üzere askerler arasında eşit olarak paylaştınrdı[280]'
Hz. Peygamber'-den (s.a.) aktarılan sahih uygulama budur.
Uygun gördüğü fayda
doğrultusunda asıl ganimetten pay ayırır, bağış yapardı. Ganimetten yapılan bu
bağışın beşte birlik (humus) kısımdan olduğu da söylenmektedir. Deniliyor ki,
bu en zayıf görüştür; ganimetten yapılan bağış beşte birin beşte birlik
kısmındendi.
Gazalardan birinde
Seleme b. Ekvâ'ya hem süvari, hem piyade payını birlikte verdi. Böylece o
gazada büyük yararlılık gösterdiğinden ötürü ona dört pay vermiş oldu.[281]
Ganimetten yapılan
bağış istisna edilirse Hz. Peygamber (s.a.) ganimeti zayıf-güçlü ayrımı
gözetmeksizin eşit olarak paylaştırırdı.[282]
Düşman ülkesine ayak
bastığı vakit önden bir seriyye gönderirdi. Onların aldıkları ganimetin beşte
birini ayırır, kalanın dörtte birini bağışta bulunur ve arta kalanı da o
seriye ile diğer askerler arasında paylaştırırdi. Seferden döndüğü vakit de
bunu yapar ve ganimetin üçte birini bağış olarak verir-di.[283]
Böyle olmakla birlikte ganimetten yapılan bağışı hoş görmez: "Güçlü
mü'minler, zayıf mü'minlere iade etsin'* buyururdu.[284]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) ganimetten bir payı vardı ki, buna "safî" denirdi. İster
köle, ister cariye isterse bir at olsun, onu beşte birlik kısımdan önce seçip
alırdı[285]
Ebu Davud'un
rivayetine göre Hz. Âişe: Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımlarından olan
"Safiye, safîdendir." demiştir.[286]'
Bundan dolayı Züheyr b. Ukayşoğullarına gönderdiği mektubunda şöyle yazmıştır:
"Şayet Allah'dan
başka tanrı
bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şeha-det eder, namazınızı
kılar, zekâtınızı verir ve ganimetten beşte birlik kısmı, Hz. Peygamber'in
(s.a.) payını ve safî payını öderseniz Allah ve Peygamberinin güvencesi
altında emniyette olursunuz." [287]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) kılıcı Zülfikâr safîden idi.[288]
Müslümanların yararına
olan bir vazifeden dolayı savaşa katılamayanlara da ganimetten pay ayırırdı.
Nitekim Hz. Osman'a Bedir ganimetlerinden pay ayırmıştı. Oysa Hz. Osman Allah
Rasûlü'nün (s.a.) kızı ve kendi karısı olan Rukiye'nin hasta bakıcılığım
yaptığından ötürü savaşa katılmamıştı. Bu sebepten Hz. Peygamber (s.a.):
"Doğrusu Osman, Allah ve Peygamberinin işi için gitti." buyurup
savaşa katılmış sevabını aldığını belirtti ve ona payını ayırdı[289]
Sahabîler gaza
esnasında O'nun yanında alış-veriş yaparlardı. Onları gördüğü halde alış-veriş
yapmalarını engellemezdi. Adamın biri, benzerini hiç kimsenin elde etmediği bir
kazanç elde ettiğini kendisine haber verdiğinde: "Nedir bu kazanç?"
diye sordu. Adam: "Alış-veriş yaptım, üç yüz ükiyye kâr sağladım."
dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Ben sana, bir kimsenin kazandığı en hayırlı
kazancı haber vereceğim." dedi. Adam: "Nedir o? Ey Allah'ın
Rasûlü?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): "Farz namazdan sonra kılınan
iki rekât" cevabını verdi.[290]
Gaza için Ücretle iş
yapanları iki şekilde tutuyorlardı: 1- Bir kimse bizzat gaza için yola çıkar ve
yolculuk esnasında kendisine hizmet edecek ücretli hizmetçi tutardı. 2- Mal
vererek cihada çıkacak insan tutardı. Buna "ceâil" derlerdi. Bu
konuda Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Gazaya çıkan, mükâfatını
elde eder. Birini ücretle harbe gönderen kimse hem bundan dolayı sevap kazanır
ve hem de gazi sevabı elde eder."[291]
Ganimet konusunda da
iki türlü ortaklık kurarlardı. 1- Ebdân şirketi.[292]
2- Bir kimse, devesini
yahut atını, üzerinde savaşması ve elde ettiği ganimetin yansını kendisine
vermesi şartıyla diğer bir kimseye verir; gazinin elde ettiği payı aralarında
paylaşırlardı. Hatta birine okun gövdesi, diğerine ise ucundaki demiri ve
arkasına takılan yelek kısmı düşerdi.
îbn Mes'ûd anlatıyor:
Ben, Ammâr ve Sa'd, Bedir savaşında elde edeceğimiz ganimetler konusunda
ortaklık kurduk. Sa'd iki esir. yakalayıp getirdi, ben ve Ammâr hiçbir şey
getiremedik,[293]
Hz. Peygamber (s.a.)
seriyyeyi bazan süvari, bazan da piyade birliği şeklinde gönderirdi. Fetih
olup bittikten sonra yardımcı kuvvet olarak gelenlere ganimetten pay ayırmazdı.[294]'
Hz. Peygamber (s.a.)
(ganimetin kendisinin tasarruf yetkisine verilen beşte birlik kısmından)
akrabaların payını Hâşimoğullanna ve Muttaliboğullanna verirdi; onların
kardeşleri olan Abdişemsoğullan ile Nevfeloğullarına ise pay ayırmazdı. "
M uttalib oğulları ile Hâşimoğullan aynı soydandır" buyurup parmaklarım
birbirine kenetledi ve: "Onlar bizden ne cahiliye, ne de İslâm döneminde
ayrıldılar." dedi.[295]
Müslümanlar savaşlarda
O'nun yanında bal, üzüm ve çeşitli yiyecek maddeleri ele geçirirler; onları
yerler, ganimetler arasına kaldırmazlardı.[296] Ebu
Davud'un rivayetine göre İbn Ömer diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.) döneminde
bir ordu, ganimet olarak yiyecek ve bal ele geçirdi. Onlardan humus (beşte
bir) alınmadı."[297]
Abdullah b. Mugaffel,
Hayber savaşında tek başına bir yağ tulumu ele geçirdi ve: "Bu gün bundan
hiç kimseye bir şey vermem." dedi. Allah Rasûlü (s.a.) onun bu sözünü
duydu, tebessüm etti, ona hiçbir şey demedi'[298]
İbn Ebî Evfâ'ya:
"Siz, Allah Rasûlü (s.a.) döneminde ele geçirdiğiniz yiyecek maddelerinin
beşte birini verir miydiniz?" diye sorduklarında: "Hayber savaşında
yiyecek maddesi ele geçirdik. İsteyen gelir, ondan kendisine yetecek miktar
alır giderdi." cevabını verdi.[299]
Sahabeden biri diyor
ki: Biz savaşta ele geçirdiğimiz cevizleri yer, pay-laştırmazdık. Hatta
eşyalarımızın yanma tulumlarımız ceviz dolu olduğu halde dönerdik.[300]
Hi Peygamber (s.a.)
savaşlarında yağma ve işkenceyi yasaklardı. "Yağmalayan kimse bizden değildir."
buyurdu[301] ve içlerinde yağma
maldan yemek pişirilen tencereleri emredip döktürdü.[302]
Ebu Davud'un
rivayetine göre Ensâr'dan bir adam anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte
bir sefere çıktık. İnsanlar şiddetli bir ihtiyaç ve zorluk içine düştüler. Bir
davar sürüsüne rastgeldiler ve sürüyü yağmaladılar. Tencerelerimiz kaynarken
Allah Rasûlü (s.a.) yayını baston gibi kullanıp yürüyerek çıkageldi.
Tencerelerimizi yayı ile ters yüz etti, döktü. Sonra eti toprağa bulamaya
başladı. Sonra da: "Yağma, lâşe yemekten daha helâl değildir -yahut- lâşe
yemek, yağmadan daha helâl değildir." buyurdu.[303]
Herhangi bir kimsenin
ganimet bir hayvanı binek vasıtası olarak kullanıp hayvanı zayıf düşürerek onu
geri iade etmesini ve ganimet bir elbiseyi kullanıp eskiterek geri getirmesini
yasakladı.[304] Ancak savaş sırasında
bunlardan yararlanmayı yasaklamadı. [305]
Ganimet malından çalma
konusunda gerçekten çok "Çalınan o mal, sahibine kıyamet günü ardır,
ateştir vej yururdu.[306]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) kölesi Mid'am savaşta vurulup öldürülünce: "Cennet ona mübarek olsun!"
dediler. Peygamberimiz: "Hayır, hayır. Canım elinde olana yemin ederim
ki, Hayber'in fethi günü henüz taksimat yapılmadan ganimet mallar arasından
çaldığı kadife şal onun üzerinde alev alev yanmaktadır." buyurdu. Bunu
işiten bir adam bir -veya iki- nalın tasması getirdi. Peygamberimiz:
"Ateşten bir-veya iki-nalın tasması" buyurdu.[307]
Ebu Hureyre anlatıyor:
Allah Rasûlü (s.a.) aramızda ayağa kalktı ve ganimet malından çalmanın
durumunu anlattı; günahının büyüklüğünü, bu işin korkunçluğunu belirtti. Buyurdu
ki: Sakın kıyamet günü şöyle bir manzarayla karşılaşmıyayım: Birinizin
omuzunda meleyen bir koyun, öbürünüzün omuzunda hım hım eden bir at; bana:
"Ey Allah'ın Rasûlü! İmdadıma yetiş!" diye sesleniyorlar, bense her
birine: "Senin için bir şey yapamam. Ben sana vazifemi tebliğ ettim"
diyorum. Bir diğerinizin omuzunda altın ve gümüş yükü, bana: "Ey Allah'ın
Rasûlü! İmdadıma yetiş!" diyor. Bense ona: "Senin için bir şey
yapamam. Ben sana vazifemi tebliğ ettim." diyorum. Başka birimizin
omuzunda dalgalanan bir elbise, bana; "Ey Allah'ın Rasûlü! İmdadıma
yetiş!" diye sesleniyor. Bense ona: "Senin için bir şey yapamam. Ben
sana vazifemi tebliğ ettim." diyorum.[308]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) yol ağırlığı olan eşyasına bekçilik eden biri (Kir-kire) ölünce Peygamberimiz:
"O cehennemdedir." buyurdu. Bunu duyan sa-habîler bakmaya gittiler ve
onun eşyaları arasında ganimet malından çaldığı bir aba buldular.[309]
Gazalardan birinde
(Hayber savaşında) sahabîler: "Filan şehiddir. Filan şehiddir." diye
şehidleri saymaya başladılar. Bir adamın başına varıp da: "Ve filan da
şehiddir" dediklerinde Hz. Peygamber (s.a.): "Hayır, hayır. Doğrusu
ben onu ganimetten çaldığı bir bürde -yahut aba- içinde cehennemde
görüyorum." buyurdu. Sonra Allah Rasûlü (s.a.) Hz. Ömer'e dedi ki:
"Git, ey Hattab'ın oğlu! Git, insanlara şunu duyur: Cennete inananlardan
başkası girmeyecektir! "[310]
Bir adam Hayber
savaşında vefat etti. Durumu Allah Rasûlü'ne (s.a.) ilettiler. Hz. Peygamber
(s.a.): "Arkadaşınızın cenaze namazını kılın." buyurdu. Bu söz üzerine
insanların moralleri bozuldu. Hz. Peygamber (s.a.) durumu görünce:
"Arkadaşınız Allah yolunda iken ganimet malından bir şey çaldı."
buyurdu. Sahabîler onun eşyalarını araştırdılar, iki dirhem etmez ya-hudi
imalatı bir boncuk salkımı buldular.[311]
Bir ganimet ele
geçirdiği zaman Bilâl'e insanlar arasında duyuru yapmasını emreder, insanlar
ele geçirdikleri ganimetleri getirirlerdi. Hz. Peygamber (s.a.) beşte birini
alır, geri kalanı taksim ederdi. Ganimet paylaştırıldıktan sonra bir adam
kıldan yapılma bir yular getirdi. Allah Rasûlü (s.a.) ona: "Bi-lâl'in üç
kere seslendiğini işittin mi?" diye sordu. Adam: "Evet" cevabını
verdi. Hz. Peygamber (s.a.): "Peki, onu getirmekten seni alıkoyan
nedir?" diye sorunca, adam özür diledi. Bunun üzerine Allah Rasûiü (s.a.):
"Bunu kıyamet günü getirmiş ol, yine kesinlikle kabul etmeyeceğim."
buyurdu.'[312]
Hz. Peygamber(s.a.)
ganimet malından çalanın malının yakılmasını ve o kimsenin dövülmesini emretti.
Kendisinden sonra hilâfete geçen iki Râşid Halife (Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer)
ganimet hırsızının malını yaktırmışlar-dir.[313]
Kimi âlimler: "Bu uygulama, yukarıda kaydettiğim diğer hadislerle
yürürlükten kaldırılmıştır. Zira bu
hadislerden hiçbirinde yakma meselesi bulunmamaktadır." derken kimileri
de diyorlar ki -doğru olan görüş budur.[314] Bu
iş kamu menfaatine göre uygulanmak üzere devlet başkanlarının ictihad-larına
bırakılmış ta'zîr cezalan ve malî cezalar kabilindendir. Zira Hz. Pey-gamber'in
(s.a.) yaktığı da olmuştur, yakmadığı da. Kendisinden sonra gelen halifeleri de
aynı uygulamada bulunmuşlardır. İçki içen kimsenin üçüncüde yahut dördüncüde
öldürülmesi meselesinde[315]
olduğu gibi. Bu had cezası olmadığı gibi yürürlükten kaldırılmış da değildir.
Yalnızca devlet başkanının içtihadına bağlı bir ta'zir cezasıdır. [316]
Hz. Peygamber (s.a.)
esirlerin bir kısmını karşılıksız salıverir, bir kısmı nı öldürür, bir kısmını
fidye olarak mal alıp bırakır ve bir kısmım da müslü-man esirlerle değîş-tokuş
ederdi. Bunların hepsini maslahat (kamu menfaati) gereği yapmıştır. Bedir
esirlerini mal karşılığı serbest bıraktı ve: "Mut'im b. Adiy hayatta
olsaydı da şu kokuşmuş adamlar hakkında benimle konuşup aracılık etseydi onun
hatırına bunları bırakırdım." buyurdu.[317]
Hudeybiye anlaşması
sırasında seksen silahlı adam gafil avlamak isteyerek Hz. Peygamber'e (s.a.)
baskın yaptı. Peygamberimiz onları esir aldı, sonra fidye almaksızın serbest
bıraktı.[318]
Hanifçoğullarının
reisi Sümâme b. Üsâl'i esir aldı, mescidin direğine bağladı ve sonra serbest
bıraktı. O da müslüman oldu.[319]
Bedir esirleri
konusunda sahabe ile istişare etti. Hz. Ebu Bekir Sıddîk, düşmanlara karşı bir
güç oluşturmak için onlardan fidye almasını ve onları
bu şekilde serbest bırakmasını ve böylece
belki Allah'ın onları İslâm'a erdireceğini söyledi. Hz. Ömer: "Hayır,
vallahi, olmaz. Ben Ebu Bekir'in görüşünde değilim. Fikrimce, sen bize müsaade
et, onların boyunlarını vuralım. Çünkü bunlar kâfirlerin liderleri ve
asilzadeleridir." dedi. Allah Rasûlü'nün gönlü (s.a.) Hz. Ebu Bekir'in
dediğine yattı, Hz. Ömer'in dediğini arzu etmedi. Ertesi gün olunca Hz. Ömer
geldi, Allah Rasûlü (s.a.) ile Hz. Ebu Bekir'in ağladığım gördü. Bunun
üzerine: "Ey Allah'ın Rasûlü! Sen ve arkadaşın neden ağlıyorsunuz?
Sebebini söyleyin, ben de ağlayabil i rsem ağlayayım; ağlayamazsam, siz
ağladığınız için ben de ağlar görüneyim!" dedi. Allah Rasûlü (s.a.):
"Senin arkadaşlarının esirlerden fidye alınmasını bana arzetme-lerinden
dolayı ağlıyorum. Onların uğrayacağı azap (yambaşında bulunan bir ağaca işaret
ederek) şu ağaçtan daha yakın bir şekilde bana gösterildi. Allah: "Savaşta
düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz..." âyetini[320]
indirdi.[321]
Âlimler bu iki görüşten
hangisinin daha isabetli olduğu konusunda tartışmış ve bir grup bu hadisden
dolayı Hz. Ömer'in görüşünü tercih etmiştir. Bir grup da şu sebeblerden ötürü
Hz. Ebu Bekir'in görüşünü tercih etmiştir: İş Hz. Ebu Bekir'in görüşünde karar
kılmıştır. Onun görüşü fidye karşılığı serbest bırakmanın kendilerine helal
kılınması konusunda Allah'ın daha önce indirdiği âyete uygun düşmektedir.
Ayrıca gazaba galip gelen rahmete de uygun düşmektedir. Bu olayda Hz. Peygamber
(s.a.) Hz. Ebu Bekir'i Hz. İbrahim ile Hz. İsa'ya, Hz. Ömer'i de Hz. Nûh ile
Hz. Musa'ya benzetmiştir.[322] Bu
esirlerin çoğunluğunun müslüman olmasıyla Hz. Ebu Bekir'in görüşü büyük
hayırlara vesile olmuştur. Onların sulblerinden de müslüman ne-siller ortaya
çıkmıştır. Alınan fidye ile müslümanlar kuvvet elde etmişlerdir. Hz. Ebu
Bekir'in görüşüne önce Allah Rasûlü (s.a.), sonra da Allah muvafakat
göstermiştir. Zira iş onun görüşü üzere karar kılmıştır. Sıddîk'ın bakış
açısının derinliği de bir başka sebeptir. Çünkü Allah'ın hükmünün sonuçta, karar
kılacağı noktayı kendisine fikir edinmiş ve rahmet tarafını ceza tarafına
baskın yapmıştır.
Diyorlar ki: Hz.
Peygamber'in (s.a.) ağlaması ise bu işten dünyalık yarar elde etmek
isteyenlere azabın inmesinden dolayı onlara olan merhametin-dendir. Bunu Allah
Rasûlü (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir istememiş, sahabenin bir kısmı istemişse de
fitne (azap) yalnızca bunu isteyenlere isabet etmez, umuma isabet eder. Nitekim
Huneyn savaşında içlerinden birinin: "Bugün az bir topluluğa elbette
mağlup oimayız." dediği için[323] ve
onlardan bir kısmının, çokluklanyla böbürlenmelerinden dolayı asker hezimete
uğramıştır. Bir imtihan, bir sınama olsun dîye bu yüzden ordu mağlup düştü.
Sonra işin devamında yardım ve zafer yetişti. En iyi bilen Allah'tır.
Ensar, Hz.
Peygamber'in (s.a.) amcası Abbas'ın fidyesini kendisine bırakmak için izin
istediğinde onlara: "Ondan bir tek dirhemi dahj bırakmayın."
buyurdu.[324]
Hz. Peygamber (s.a.)
Seleme b. Ekva'dan, Hz. Ebu Bekir'in, gazalarından birinde kendisine ganimet
payı olarak verdiği bir cariyeyi bağış yapmasını istedi. O da cariyeyi Hz.
Peygamber'e (s.a.) bağışladı. Peygamberimiz cariyeyi Mekke'ye gönderip bir
grup müslümam esirlikten kurtarmak için onu fidye olarak verdi.[325] İki
müslümam, Ukeyl kabilesinden bir adamla değiş-tokuş etti. Ganimet
paylaştırıldıktan sonra Hevâzin kabilesinin esirlerini onlara geri iade etti
ve ganimetten payı olanların gönüllerini aldı, onlar da O'-nun hatırına
gönüllerini hoş edip paylarını bağışladılar. Bundan hoşnut kalmayanlara bedel
olarak her bir insan karşılığı ganimetten altı hisse verdi.[326]
Esirlerden Ukbe b. Ebî Muayt'ı ve Nadr b. Hâris'i Allah'a ve Rasûlü'ne olan
şiddetli düşmanlıklarından ötürü öldürttü.[327]
İmam Ahmed'in
rivayetine göre İbn Abbas anlatıyor: Esirlerden bir kısmının hiç malı yoktu. Bunun
üzerine Allah Rasûlü (s.a.) Ensar çocuklarına okuma-yazma öğretme karşılığında
onları serbest bırakma kararı aldı.[328]Bu
da gösterir ki, fidye olarak mal almak nasıl caizse emek karşılığı salıvermek
de öylece caizdir.
Esir alınmadan Önce
müslüman olanları köle yapmazdı. Arap olmayan ehl-i kitabı köle yaptığı gibi
Arap esirleri de köle yapardı. Hz. Âişe'nin onlardan alınan esirlerden bir
kadın kölesi vardı. Hz. Peygamber (s.a.): "Onu azat et. Çünkü o, Hz.
İsmail evlâdındandır." buyurdu.[329]
Taberânî'deki bir
hadisde buyuruluyor ki: "Kimin, Hz. İsmail evlâdından bir kölesi varsa
Belanber'den azat etsin."[330]
Mustalıkoğulları
esirlerini paylaştırdığında Hâris'İn kızı Cüveyriye, Sabit b. Kays b.
Şemmâs'ın payına düştü. Cüveyriye kendisini kölelikten kurtarmak için belli
miktar mal karşılığında Sabit ile anlaşma yaptı. Bunun üzerine Allah Rasûlü
(s.a.) kölelikten kurtulması için getirmesi gerekli parayı ödedi ve onunla
evlendi. Hz. Peygamber (s.a.) onunla evlenmesinden dolayı, Allah Rasûlü'nün
(s.a.) yeni kurulan sihri hısımlığından ötürü bir ikram olarak Mustalıkoğulları
ailesinden yüz esir köleyi azat etti.[331]
Cüveyriye halis Araptır. Asr-ı saadette müslümanlar, esir Arap cariyeleriyle
cinsel İlişki kurmak için onların müslüman olmalarını beklemezler, istibrâdan
(yani hamile olmadığı anlaşıhncaya kadar bekledikten) sonra onlarla cinsel
ilişkiye girerlerdi. Allah bunu onlara helal kılmış, cariyenin müslüman
olmasını şart koşmamış ve hatta: "...Evli kadınlarla evlenmeniz de haram
kılındı. Sahip olduğunuz cariyeler müstesna." buyurmuş.[332]
Böylece evli bile olsalar istibrâ için gerekli süre tamam olunca cariyelerle
cinsel ilişki kurmayı mubah kılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.), esirlerden payına
düşen Fezareoğullarından bir cariyeyi bağış yapmasını kendisinden istediğinde
Seleme b. Ekva* O'na: "Ey Allah'ın Rasûlü! Vallahi ondan çok hoşlandım.
Ama bir tek elbisesini açmadım." dedi.[333] Şayet
müslüman olmadan cariye ile cinsel ilişki kurmak müslümanlara haram olsaydı bu
sözün bir anlamı olmazdı. Cariye de müslüman olmamıştı. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.) onu, Mekke'de esir bulunan bir grup müslümam kurtarmak için fidye olarak
vermişti. Müslüman fidye olarak verilmez. Özetle, asr-ı saadette cariye ile
cinsel ilişki kurmak için onun müslümanlığının şart koşulduğuna dair sahabeden
gelen haberler arasında bir söze, bir uygulamaya kesinlikle rastlamıyoruz.
Doğrusu Hz. Peygamber'in (s.a.) ve ashabının tatbikatında Arap esirleri köle
yapma ve müslüman olma şartı getirilmek sizin cariyelik mülkiyeti ile, esir
alınan kadınlarla cinsel ilişki kurma yer almaktadır.
Esir anne ile
çocuğunun arasının ayrılmasını yasaklar ve: "Kim anne ile çocuğunun
arasını ayırırsa Allah da kıyamet günü onunla sevdiklerinin arasını
ayırır." buyururdu.[334]
Esirler kendisine getirildiğinde, aralarını ayırmak istemediği için aile
fertlerinin hepsini bir yere verirdi. [335]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bir müşrik casusu öldürttüğü sabittir.[336] Öte
yandan kendisi aleyhine casuslukta bulunan Hâtıb'ı öldürtmediği de sabittir.
Hz. Ömer, onu öldürmek için izin istediğinde Hz. Peygamber (s.a.): "Sana
ne oluyor ki? Beiki Allah, Bedir savaşında bulunanları görüp gözetmiş ve onlara:
'İstediğinizi yapın. Ben sizleri bağışlamışımdır.' buyurmuştur." diyerek öldürmesine
engel oldu.[337] Şafiî, Ahmed ve Ebu
Hanife -Allah onlara rahmet eylesin- gibi müslüman casusun öldürülmesini caiz
görmeyenler de; Mâlik, Ahmed'in müntesiblerinden İbn Akıl (r.h.) ve daha
başkaları gibi müslüman casusun öldürülmesini caiz görenler de bu hadisi delil
göstermişlerdir. Caiz görenler diyorlar ki: Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) Hâtıb'ın
öldürülme-mesi konusunda başkalarında bulunmayan, öldürmeye engel bir illet
göstermiştir. Müslüman olmak öldürülmesine engel olsaydı, ondan daha hususi
bir illet gösterilmezdi. Zira hüküm daha
genel bir illete bağlanırsa daha hususi olan tesirsiz kalır. Bu görüş daha
güçlüdür. En iyi bilen Allah'tır. [338]
Müşriklerin köleleri
müslümanlar tarafına gelip müslüman olurlarsa Hz. Peygamber (s.a.) onları azad
eder ve: "Bunlar Allah Teâlâ'nm azadhlarıdır." Buyururdu.[339]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) tatbikatına göre bir kimse elinde bulunan bir şeyle müslüman olsa, o şey
ona ait olarak kalırdı. Müslüman olmadan önce o şeyi hangi yolla elde ettiğine
bakmaz, müslüman olmadan önce nasıl idiyse aynı şekilde o mah, o kişinin elinde
bırakırdı. Müşrikler müslüman olduklarında Hz. Peygamber (s.a.) harp sırasında
veya harpten önce onların telef ettikleri müslüman can veya malını onlara
tazmin ettirmezdi. Hz. Ebu Bekir Siddîk, mürted (dinden dönen) muhariplere
müslümanlarm diyetlerini ve mallarını tazmin ettirmeye azmetti. Hz. Ömer buna
karşı çıkarak: "Onlann kanlan Allah yolunda akıtılmıştır. Mükâfatları
Allah'a aittir. Şehide diyet yoktur." dedi. Sahabe, Hz. Ömer'in
söylediğinde ittifak etti. Hem Hz. Peygamber (s.a.), kâfirlerin müslümanlardan
zorbalıkla aldıklan mallan (onlann ellerinde mallar aynen mevcut bulunduğunda
bile), o kâfirler müslüman olduktan sonra onlardan geri alıp müslümanlara iade
etmezdi. Müslümanlar mallarını onların ellerinde görürler, ama peşine düşüp
talep etmezlerdi. İster bu mal akar (gayrimenkul = taşınmaz) olsun, ister menkul
mal olsun durum farketmezdi. Hz. Peygamber'in (s.a.) şüphe götürmez tatbikatı
işte budur.
Hz. Peygamber (s.a.)
Mekke'yi fethettiğinde bir grup Muhacir kendisine müracaat edip müşriklerin el
koyduğu evlerini kendilerine geri vermesini istediler. Hz. Peygamber (s.a.) onlardan hiçbirine
evini geri vermedi. Çünkü onlar bu evleri Allah için terkettiler ve O'nun
rızasını kazanmak için oniar-dan ayrıldılar. Allah da bu evlere bedel onlara
cennette daha hayırlı evler ihsan etti. Allah için terkettikleri şeye dönmeye
haklan yoktur. Hatta bundan daha açıkçası Hz. Peygamber (s.a.) Muhacir'in,
haccını tamamladıktan sonra Mekke'de üç günden fazla kalmasına izin
vermemiştir.[340] Çünkü Muhacir, şehrini
Allah için terkedip oradan hicret etmiştir. Artık orayı vatan edinmek için
geri dönemez olmuştur. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.) Sa'd b. Havle'ye
üzüldü; Mekke'de öldü ve oradan hicret etmişken oraya defnedildi diye onu
"zavallı" olarak niteledi.[341]
Sahihtir ki, Hz.
Peygamber (s.a.) Kurayzaoğulları ve Nadîroğullan arazisi ile Hayber arazîsini
savaşa katılan gaziler arasında paylaştırdı. Medine ise, Kur'ân'Ia fethedildi
ve halkı müslüman oldu. Bu yüzden olduğu şekliyle bırakıldı (statüsünde bir
değişiklik yapılmadı). Mekke'yi de Hz. Peygamber (s.a.) savaşarak, zorla
(=anveten) fethetti; ama paylaştırmadı. Mekke'nin savaşla fethedilmesiyle
paylaştınlmadan bırakılmasını uzlaştırmak her bir âlim grubuna problem oldu.
Bir, grup: "Zira Mekke hac ibadetinin yapıldığı bir yurttur; bütün
müslümanlara vakıftır. Müslümanlar Mekke konusunda eşit haklara sahiptirler. Bu
yüzden paylaştırılma imkânı yoktur." demiştir. Sonra bunlardan kimileri
Mekke (arazisi)'nin satımım ve kiraya verilmesini yasak saymış; kimileri
Mekke'de bulunan evlerin satımım caiz, kiralanmalarını yasak saymıştır. Şafiî,
savaşla ele geçirme ile paylaştirmamayı uzlaştırama-yınca: "Mekke sulh
yoluyla fethedildi; bu yüzden paylaştırılmadı. Savaş yoluyla zorla ele
geçirilmiş olsaydı, ganimet olurdu. O zaman da hayvanların ve menkullerin
paylaştırümasında olduğu gibi Mekke arazisinin de paylaştırılması vacip
olurdu." demiş; Mekke evlerinin satımında ve kiraya verilmesinde bir
sakınca görmemiş ve delil olarak da demiştir ki: Mekke arazisi sahiplerinin
mülküdür, o kimselerden miras kalır; ayrıca bu arazi hibe de edilebilir. Allah
Teâlâ da Mekke arazisini, onlara bir mülkün, sahibine nisbeti gibi nisbet
etmiştir. Ömer b. Hattâb, Safvân b. Ümeyye'den bir ev satın almıştır. Hz.
Peygamber'e (s.a.) de (Veda haccında): "Yarın Mekke'deki evinde nereye
ineceksin?" diye sorulduğunda "Akîl, bize ev-bark bıraktı mı
ki?" diye karşılık vermişti.[342]
Akıl, Ebu Tâlib'e mirasçı olmuştu. Şafiî, arazi de ganimetten sayılır,
ganimetlerin paylaştırılması vaciptir; Mekke mülkiyete konu olur ve
alımr-satıhr; buna rağmen evleri, haneleri paylaştınlmamıştır prensibinden
hareket ettiğinden ötürü Mekke'nin sulh yoluyla fethedildiğini söylemekten
başka yol bulamamıştır.
Ancak sahih hadisleri
iyice tetkik edip düşünenler, bunların hepsinin cumhurun görüşüne, yani
Mekke'nin savaş yoluyla zorla fethedildiği görüşüne delil teşkil ettiklerini
görür. Sonra cumhur da kendi aralarında Hz. Peygam-ber'in (s.a.) hangi sebeple
Mekke arazisini paylaştırmadığı konusunda görüş ayrılığına düşmüş ve kimleri:
"Çünkü Mekke hac yurdu ve ibadet mahallidir. Allah'ın, müslüman kullarına
bir vakfıdır." demiş, kimileri de: "Devlet başkam araziyi
paylaştırmakla vakfetmek arasında serbesttir. Hz. Peygamber (s.a.) Hayber'i
paylaştırdı, Mekke'yi paylaştırmadı. Böylece her iki tür uygulamanın da
caizliğini ortaya koymuştur" demişlerdir. Bunlar diyorlar ki: Arazi,
paylaştınlmaları emredilen ganimetler arasına girmez. Ganimetler yalnızca
hayvanlar ve menkul mallardır. Çünkü Allah ganimetleri bu ümmet dışında hiçbir
ümmete helâl kılmamış; bu ümmete ise, kâfirlerin diyarını ve arazilerini helâl
kılmıştır. Nitekim bir âyette buyurmuştur ki: "Hani Musa kavmine: Ey
kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, aranıza peygamberler
gönderdi, size saltanatlar ihsan etti, âlemlerde hiç kimseye vermediğini size
verdi. Ey kavmim! Allah'ın size nasib ettiği Mukaddes Arz'a girin."[343]Firavun'un
ve kavminin diyarı, ülkesi hakkında da: "İşte böyle olup bitti. Biz de o
diyarı İsrailoğullarma miras olarak verdik."[344]
buyurmaktadır. Böylece anlaşılmış oldu ki, arazi ganimetler arasına girmez;
devlet başkanı arazi konusunda maslahat (toplum menfaati) uyarınca hareket
etmekte serbesttir. Allah Rasûlü'nün (s.a.) hem paylaştırdığı, hem de
paylaştırmadığı olmuştur, Hz. Ömer ise paylaştırmamış, olduğu şekliyle bırakmış
ve devamlı surette arazinin rakabesine (= soyut mülkiyetine) bağımlı bulunan ve
savaş için olan haraç vergisi almıştır. İşte arazinin vakfedilmesinin anlamı
budur. Buradaki vakıf, rakabedeki mülkiyeti aktarmayı engelleyen vakıf
anlamında değildir. Ümmetin de uygulamakta olduğu üzere bu arazinin satımı
caizdir. Âlimler bu arazinin mirasa konu olacağında icmâ etmişlerdir. Oysa
vakıf mirasa konu olmaz. İmam
Ahmed (r.h.) bu arazinin mehir olarak verilebileceğini ifade etmiştir. Oysa
vakfın nikâhta mehir olması caiz değildir. Zira vakfın satımının ve
rakabesindeki mülkiyetin naklinin imkânsız olmasının sebebi, böyle bir halde
kendilerine vakıf yapılan kimselerin vakıftan merifaatlen-me haklarını iptal
durumunun söz konusu olmasıdır. Savaş, onlarmi'arazinin haracmdaki haklarıdır.
Haraç araziyi bir kimse satın alsa aynen satıcısının yanında olduğu gibi onun
yanında da haraç arazi (haracıye) olur, Müslümanlardan hiçbirisinin hakkı
nasıl miras, hibe ve mehirle iptal olmuyorsa tıpkı bunun gibi bu satım akdiyle
de iptal oİmaz. Meselâ, mükâteb (efendisiyle, belli miktar mal getirdiğinde
azad edilme sözleşmesi yapmış) kölenin rakabe-sinin satımı da böyledir. Bu satım
sözleşmesinde, mükâteb köle olma sözleşmesi yapmakla hürriyet kazanma sebebi
geçerliliğini korumuştur. Çünkü köle müşteriye, satıcının yanında olduğu gibi
aynen mükâteb olarak intikal eder. Hakkında gerçekleşen azad sebebi, satımıyla
ortadan kalkmaz. En iyi bilen Allah'tır.
Bunun delillerinden
biri de şudur: Hz. Peygamber (s.a.) Hayber arazisinin özellikle yansını
paylaştırmıştır. Eğer arazi, ganimet arazisi hükmünde olsaydı humus (î/5)
çıkarıldıktan sonra kalanın hepsini paylaştınrdı. Sünen'de ve Müstedrek'it
rivayet edildiğine göre: "Allah Rasûlü (s.a.), Hayber'i fethettiğinde
orayı otuz altı pay etti; her bir pay, yüz paydan oluşmaktaydı. Bunun yarısı
Allah Rasûlü'nün (s.a.) ve müslümanların oldu. Arta kalan yarıyı da kendisine
gelen elçilere, devlet işlerine ve insanların başlarına gelen felâketlere
ayırdı." Bu, Ebu Davud'un metnidir. Bir metne göre Allah Rasûlü (s.a.), on
sekiz pay ayırdı ki bu, felâketler ve müslümanların işleri için ayrılan yandır.
Bu payda Vatîh, Küteybe, Sülâlim ve civarları yer almaktadır.
Yine Ebu Davud'daki
bir metne göre Hz. Peygamber (s.a.), Hayber arazisinin yansını, Vatîh, Küteybe
ve havalilerini kendi felâketlerine ve başına gelen işlere ayırdı; diğer
yansını, Şıkk, Netât ve havalilerini de ayırıp müslü-manlar arasında
paylaştırdı. Allah Rasûlü'nün (s.a.) payı Şıkk ve I^etât havalilerinden
düşmüştür.[345]
Mekke'nin savaş
zoruyla fethedildiğini gösteren deliller şunlardır:
1-
Kesinlikle herhangi bir kimse ne Hz. Peygamber'in (s.a.) fetih zamanı
Mekkeliler'le barış anlaşması yaptığını ve ne de Mekke halkından herhangi bir
kimsenin şehre karşılık olmak üzere O'nunla barış anlaşması yapmak üzere
geldiğini rivayet etmiştir. Yalnız Ebu Süfyan Hz. Peygamber'e (s.a.) gelmiş,
Hz. Peygamber (s.a.) de onun evine girenlere, yahut kendi kapısını kapayanlara,
yahut Mescid'e girenlere veyahut da silahını bırakanlara emân ( = güvence, kurtuluş
garantisi) vermiştir.[346]
Şayet Mekke sulh yoluyla fethedilmiş olsaydı, "Onun evine giren yahut
kendi kapısını kapayan yahut da Mescid'e giren güvencededir." demezdi.
Çünkü sulh, umumi bir güvenceyi icabettirir.
2- Hz.
Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Şüphesiz Allah fil ordusunu Mekke'den
alıkoydu ve oraya Peygamberini ve mü'minleri hükümran kıldı. Doğrusu bu
beldede bana bir günün bir saatinde (sair zamanlarda Mekke'de yapılması yasak
olan şeyler konusunda) izin verdi." Hadisin bir metnine göre de:
"Mekke benden hiç kimse için helâl olmadı, benden sonra hiç kimse için de
helâl olmayacaktır. Yalnızca bir günün bir saatinde bana helâl kılındı."
buyurmuştur.[347] Bir başka metne göre de:
"Şayet Allah Rasûîü (s.a.) burada harbeni diye herhangi bir kimse ruhsat
tarafına kaçacak olursa ona: 'Allah, Peygamberine izin vermiştir, size izin
vermedi* deyiniz. Bana da yalnızca bir günün bir saati içinde izin verdi.
Bugünkü haramlığı dünkü haram-hğa döndü" buyurmuştur.[348] Bu
hadis Mekke'nin savaş zoruyla fethedildiğini açık bir şekilde ortaya
koymaktadır.
a) Sahih 'te
yer alan bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) fetih günü Ha-lid b. Velid'i
ordunun sağ kanadına, Zübeyr'i sol kanadına ve Ebu Ubeyde'-yi zırhsız-miğfersiz
askerlerin başına komutan tayin etti ve vadinin içine doğru gönderdi. Ebu
Hureyre'ye: "Ey Ebu Hureyre! Bana Ensar'i çağır." diye talimat
verdi. Onlar da haberi alınca koşarak geldiler. Hz. Peygamber (s.a.): "Ey
Ensar topluluğu! Kureyş'in günahkârlarını gördünüz mü?" diye sordu.
"Evet, gördük" dediler. Hz. Peygamber (s.a.): "Yarın onlarla
karşılaştığınızda onları ekin biçer gibi biçmeye bakın" buyurdu, elini
sıkıp sağını solunun üzerine koydu ve "Benimle buluşma yeriniz
Safâ'dır." buyurdu. O gün karşılarına kim çıktıysa kırıp geçtiler. Allah
Rasûlü (s.a.) Safa tepesine çıktı ve Ensar geldi, Safâ'yı çevirdi. Ebu Süfyan
gelip: "Ey Allah'ın Rasûlü! Kureyş'in karaltısı yok oldu. Bugünden sonra
Kureyş yok artık!" dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) "Ebu
Süfyan'ın evine giren güvencededir. Silahı bırakan güvencededir. Kapısını
kapayan güvencededir" buyurdu.[349]
b) Ümmü
Hani, bir adama emân verip onu himayesine aldı. Ali b. Ebî Tâlib o adamı
öldürmek istedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Ey Ümmü Hani! Senin
himayene aldığın kimseyi biz de himaye ederiz." buyurdu. Ümmü Hani'den
gelen bir başka metin ise şöyledir: Mekke'nin fetih günü olunca akrabalarımdan
iki adama emân verdim, himayeme aldım. Onları bir eve soktum ve üzerlerine
kapıyı kapadım. Anamın oğlu Ali gelip kılıçla üzerlerine saldırdı. Derhal emân
hadisini (yahut sözünü) ve Hz. Peygamber'in (s.a.): "Ey Ümmü Hani! Senin
himayene aldığın kimseyi biz de himaye ederiz." buyruğunu hatırlattım. Bu
olay Mekke'nin içinde, fetihten sora oldu.[350]
Görüldüğü üzere Ümmü Hani'nin adama emân vermesi, Hz. Ali'nin onu öldürmek
istemesi ve Hz. Peygamber'in (s.a.) Ümmü Hani'nin verdiği emâni geçerli sayıp
devam ettirmesi Mekke'nin savaş zoruyla fethedildiğini açıkça meydana
koymaktadır.
c) Hz. Peygamber (s.a.), Makîs b. Subâbe, İbn
Hatal ve iki cariyenin öldürülmesini emretti. Şayet sulh yoluyla fethedilmiş
olsaydı, halkından hiçbir kimsenin öldürülmesini emretmez ve bunların adının
geçmesi sulh anlaşmasından istisna teşkil edeFdi.
d) Sünen'dç
sahih bir senedle rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), Mekke'nin fethi
günü gelince: "İki kadın ve dört nefer dışındaki insanlara emân verin.
Onları ise Kabe'nin örtüsüne sarılmış bulsanız bile öldürün." buyurdu [351]En
iyi bilen Allah'tır.
Müslümanın Düşman
Topraklarında Yaşaması:
Allah Rasûlü (s.a.),
hicrete gücü yeten bir müslümanın müşrikler arasında kalmasını yasakladı ve:
"Ben, müşrikler arasında ikamet eden her müs-lümandan uzağım"
buyurdu. "Niçin, ey Allah'ın Rasûlü?" diyi sordular. "Ateşleri
birbirini görmeyecek" cevabını verdi.[352]
Hz. Peygamber (s.a.)
buyuruyor ki: "Müşrikle birleşen ve onunla oturan kimse de onun
gibidir."[353]
Yine buyuruyor ki:
"Tevbe kapısı kapanıncaya kadar hicret kapısı kapanmaz. Güneş batıdan
doğmadan da tevbe kapısı kapanmaz."[354]
Buyurdu ki: "Bir
hicretten sonra bir hicret olacaktır. Yeryüzü halkının hayırlıları Hz.
İbrahim'in hicret ettiği yere en çok tutunup kalanlardır. Yeryüzünde, yeryüzü
halkının kötüleri kalır; onları bulundukları yer dışarı atar, Allah'ın nefsi
onlardan tiksinir, ateş onları maymunlarla, hınzırlarla bir araya
toplar."[355]
Bu bölümde Hz.
Peygamberin (s.a.) eman, sulh, kâfirlerin elçilerine karşı muamele, cizye alma,
ehi-i kitab ve münafıklara karşı muamele konularındaki tatbikatı, Allah'ın
sözünü dinlemek üzere gelen kâfirleri himaye etmesi ve güvence altına alması,
yapılan anlaşmaya sadık kalması ve hiyanetten uzak oluşu anlatılmaktadır. [356]
Sahih bir rivayete
göre Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Müslümanların emanı birdir;
statü bakımından en aşağıda bulunan bir müslüman da eman verebilir. Kim bir
müslümamn verdiği emana'tecavüz ederse Allah'ın, meleklerin ve bütün
müsiümanlann laneti onun üzerine olsun. Allah kıyamet günü onun ne bir
farzını, ne de bir nafilesini kabul eder."[357]
Buyuruyor ki:
"Müslümanların kanları birbirine denktir. Onlar başkalarına karşı bir
eldir. Statü bakımından en aşağıda bulunanlarının verdiği eman onların emanı
demektir. Mü'min, kâfire mukabil (kısas edilerek) öldürülmez. Kendisine eman
verilen kimse de eman içinde iken öldürülmez. Kim bir bid'at çıkarırsa kendi
aleyhinedir. Kim de bir bid'at çıkarır yahut bir bid'-atçıyı barındınrsa
Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine
olsun."[358]
Sahih bir hadiste
buyuruluyor ki: "Kendisiyle bir kavim arasında anlaşma bulunan kimse,
anlaşmanın süresi doluncaya yahut onlarla eşitlik üzere anlaşmayı bozuncaya
kadar ne bir düğüm çözsün, ne bir düğüm atsın."[359]
Hz. Peygamber (s.a.):
"Kim bir insanın canını teminat altına alır, ona eman verir de sonra onu
öldürürse, ben katilden uzağım." buyurmuştur. Bir metne göre ise:
"Hıyanet sancağını eline tutuştururum." buyurmuştur.'[360] Yine
buyurmuştur ki: "Her hainin kıyamet günü kıçının yanında bir sancak
bulunur, onunla tanınır. Bu filanın oğlu falandır, bu da yaptığı hiyanetidir,
denilir."'[361]
Bir rivayete göre Hz.
Peygamber (s.a.): "Herhangi bir kavim anlaşmayı bozarsa muhakkak
kendilerine karşı,
Düşman yardım
ğörür.buyurmuştur.[362]
Hz. Peygamber (s.a.)
Medine'ye gelince kâfirler O'nun karşısında üç kısma ayrıldılar. Birinci
kısım: Hz. Peygamber (s.a.) bunlarla barış ve mütareke anlaşmaları yaptı.
Şarta göre Hz. Peygamber'le (s.a.) savaşmayacaklar, O'na karşı düşmanlarıyla
işbirliği yapmayacaklar ve düşmanlarına yardımda bulunmayacaklar; ama küfürleri
(inançları) üzere kalacaklar, kan ve mal güvenliği içinde bulunacaklardı.
İkinci kısım: Hz. Peygamberce (s.a.) savaş açıp O'na düşmanlık ilan ettiler.
Üçüncü kısım: Hz. Peygamber'le (s.a.) mütarekede bulundular; O'nunla ne barış
anlaşması yaptılar, ne de O'na savaş açtılar. Bunlar Hz. Peygamber'le (s.a.)
düşmanlarının akıbetlerini beklediler. Bunlardan kimileri içlerinden Hz.
Peygamber'in (s.a.) galip gelmesini, muzaffer olmasını arzuluyor; kimileri
düşmanlarının O'na galip gelmesini ve muzaffer olmasını istiyor ve kimileri de
görünüşte Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında, içte ise O'nun düşmanlarının yanında
yer alıyor ve böylece her iki taraftan da güvence altında olmak istiyorlardı
ki, işte bunlar münafıklardır. Hz. Peygamber (s.a.) bu gruplardan her birine
karşı Rabbinin emrettiği^ kilde davrandı. [363]
Medine yahudileriyle
barış anlaşması yaptı. Hz. Peygamber'le (s.a.) ya-hudiler, aralarında bir
karşılıklı güven belgesi imzaladılar. Medine civarında üç yahudi kabilesi
yaşamaktaydı: 1) Kaynukaoğulları, 2) Nadîroğullan, 3) Ku-rayzaoğullan. [364]
Aralarında barış
anlaşması imzalanmış olmasına rağmen Kaynukaoğul-ları Bedir savaşından sonra
Hz. Peygamber'e (s.a.) savaş açtılar; Bedir galibiyeti güçlerine gitti, bu
sebeple kıskançlık ve çekememezHk gösterdiler. Allah'ın ordusu, başlarmda
Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu halde hicretin 20. ayına rastlayan Şevval
ayının ortasında cumartesi günü Kaynukao-ğullannın bulunduğu mıntıkaya doğru
yola koyuldu. Kaynukaoğulları, münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl'ün
müttefikleri ve Medine ya-jhudilerinin en cesurlarıydı. O gün müslümanların
sancağını taşıyan, Abdül-muttalip oğlu Hz. Hamza idi. Hz. Peygamber (s.a.)
Medine'de yerine. Ebu Lübâbe
b. Abdülmünzir'i vekil bıraktı. Kaynukaoğullarmı, Zilkade ayının hilâli
görülünceye kadar on beş gece kuşatma altında tuttu. Bu kabile, Hz.
Peygamber'in (s.a.) savaştığı ilk yahudi kabilesidir. Yahudiler kalelerinde korundular.
Hz. Peygamber (s.a.) onları en sıkı bir şekilde kuşatma altında tuttu. Allah bir
kavmin rüsvay olmasını ve yenilgiye uğramasını istediği zaman onların üzerine
bir korku indirir ve kalplerine bir korku salar. İşte bu kuşatma esnasında
yahudilerin kaplerine de böyle bir korku saldı. Bunun üzerine yahudiler
canları, malları, kadınları ve çocukları hakkında Allah Rasûlü'nün (s.a.)
hükmüne boyun eğdiler. Hz. Peygamber (s.a.) emredip adamların ellerini
arkalarından bağlattı. Abdullah b. Übey onlar hakkında Allah Rasûlü (s.a.) ile
konuştu ve bu konuda O'na çok ısrarda bulundu. Hz. Peygamber (s.a.) yahudileri
ona bağışladı ve Medine'den çıkmalarını, Medine'ye yakın yerlere
yerleşmemelerini emretti. Onlar da Şam bölgesindeki Ezriât denilen yere
gittiler. Çok geçmeden orada çoğunluğu öldü. Kaynukaoğulları, kuyumculuk ve
ticaretle uğraşırlardı. Altı yüz kadar savaşçıları vardı. Yurtlan Medine'nin
kenar semtinde idi. Hz. Peygamber (s.a.) onlardan mallarını aldı. Yahudilerin
mallan arasından Allah Rasûlü (s.a.) üç yay, iki zırh, üç kılıç ve üç mızrak
aldı; onlardan ele geçen ganimetin beşte birini ayırdı. Ganimetleri toplama
işiyle Muhammed b. Mesleme görevlendirilmişti.[365]
Sonra anlaşmayı
Nadîroğullan bozdu. Buharî, Urve'den naklen bu olayın Bedir savaşından altı ay
sonra meydana geldiğini söylüyor.[366] Bu
olayın sebebi şudur: Hz. Peygamber (s.a.), Amr b. Ümeyye ed-Damrî'nin
öldürdüğü Kilâb kabilesinden iki kişinin diyeti konusunda kendisine yardımda
bulunmaları için konuşmak üzere bir grup ashabıyla Nadîroğullanna gitti.
Onlar: "Yaparız, ey Ebu'l-Kâsım! Sen burada otur, biz senin ihtiyacım
giderelim." dediler. Bazıları tenha bir yerde kafa kafaya verdiler; şeytan
onlara, üzerlerine yazılmış olan bedbahtlığı şirin gösterdi ve Hz. Peygamber'i
(s.a.) öldürme karan aldılar. "Hanginiz şu değirmen taşıru alıp dama
çıkar ve onun başına atıp kafasını kırar?" diye sordular. En azgınlan olan
Amr b. Cihâş: "Ben" diye cevap verdi. Sellâm b. Mişkem bu adamlara:
"Yapmayın. Vallahi, kurduğunuz bu plan kesinlikle ona haber verilir, bu iş
onunla aramızda mevcut : bulunan anlaşmayı bozma demektir." dedi. Derhal
Rabbinden Hz. Peygam-ber'e (s.a.) vahiy gelip onların hazırladıkları planı
haber verdi. Hz. Peygamber (s.a.) hızla yerinden kalktı, Medine'ye doğru
yöneldi. Yolda ashabı kendisine yetişip: "Kalkıp gittin, farkına
varmadık" dediler. Hz, Peygamber (s.a.) onlara yahudilerin planını haber
verdi.
Allah Rasûlü (s.a.)
yahudilere: "Medine'den çıkın. Burada benimle birlikte oturmayın. Size on
gün süre tanıyorum. Bu süreden sonra Medine'de hanginizi bulursam boynunu
vururum." diye haber gönderdi. Bu haber üzerine birkaç gün kalıp yol
hazırlığı yapmaya başladılar.
Münafık Abdullah b.
Übey onlara: "Yurdunuzdan çıkmayın. Beraberimde, kalenize girip önünüzde
ölecek iki bin kişilik ordum var. Kurayza kabilesi ve Gatafan'dan
müttefikleriniz de size yardım ederler." diye haber gönderdi. Reisleri
Huyey b. Ahtab, onun bu sözlerine tamah etti ve Allah Rasûlü'ne: "Biz
yurdumuzdan çıkmayacağız. Aklına geleni yap!" diye haber gönderdi.
Bunun üzerine Allah
Rasûlü (s.a.) ile ashabı tekbir getirip ona doğru yola koyuldular. Sancağı Ali
b. Ebî Tâlib taşıyordu. İslâm ordusu onların yurduna vannca kalelerinden ok ve
taş atmaya başladılar. Kurayza kabilesi onlardan ayrıldı. îbn Übey ve
Gatafanlı müttefikleri onlara hiyanet ettiler. Bundan dolayı AUah Teâlâ onların
durumunu bir benzetme ile şöyle tasvir etti: "...Tıpkı şeytan gibi.
İnsana: înkâr et! der. O da inkâr edince bu sefer: Ben senden uzağım!
der."[367] Zira Haşr sûresi
Nadîroğullan süresidir; bu sûrede onlann kıssalarının başlangıcı ve neticesi
anlatılmıştır. Allah Rasûlü (s.a.) Nadîro-ğullannı kuşatma altında tuttu,
onlann hurma ağaçlanın kestirip yaktırdı.[368]
Bunun üzerine yahudiler O'na: "Biz Medine'den çıkacağız." diye haber
gönderdiler. Hz. Peygamber (s.a.), silah dışında bir devenin taşıyabileceği
eşyalarım yanlarına almalan, kendi başlarını ve çoluk çocuklarını alıp
çıkmaları şartıyla onları kaleden indirdi. Hz. Peygamber (s.a.) çeşitli mallar
ve silahlar ele geçirdi. Nadîroğullanndan ele geçen bütün ganimetler kendi musibetleri
ve müslümanlann yaran uğruna harcaması için tamamen Allah Rasûlü'ne (s.a.) ait
oldu. Beşte birini alıp gerisini taksim etmedi. Çünkü bu ganimetleri O'na Allah
ihsan etti. Müslümanlar bunları ele geçirmeleri için ne at ne deve koşturdular.
Ama Kurayza gazasından ele geçen ganimetlerin beşte birini ayırıp
geri kalanı taksim etti."[369]
îmam Mâlik diyor ki:
"Allah Rasûlü (s.a.) Kurayza ganimetlerinin beşte birini ayırıp geri
kalanım taksim etti. Ama Nadîroğullanmn ganimeti konusunda bunu yapmadı. Çünkü
müslümanlar Nadîroğullarına karşı at ve deve koşturmadılar. Oysa
Kurayzaoğullarına karşı at ve deve koşturmuşlardır." Hz. Peygamber (s.a.)
Nadîroğullan yahudilerini aralarında reisleri Huyey b. Ahtab da bulunduğu halde
Hayber'e sürgün etti ve silahlarını-ele geçirdi; arazilerine, yurtlarına ve
mallarına el koydu. Silah olarak elli zırh, elli tolga ve üç yüz kırk kılıç
buldu. "Muğîreoğullarının Kureyş içindeki durumu ne ise bunlann da
kavimleri arasındaki durumu odur." buyurdu. Bu olay hicretin 4. senesi
Rebîulevvel ayında cereyan etmiştir.[370]
Kurayza'ya gelince: Bu
kabile Allah Rasûlü'nün (s.a) en azılı düşmanı ve küfürlerinde en katı olan
yahudi kabilesiydi. Bu sebeple kardeşleri olan diğer yahudilerin başına gelmeyen
onların başına geldi.
Onlarla savaşılmasmm
sebebi: Allah Rasûlü (s.a.) Hendek savaşına çıktığında bu kabile O'nunla barış
anlaşması yapmış durumdaydı. Huyey b. Ahtab, Kurayzaoğullannı yurtlarında
ziyaret edip onlara: "Size zamanın izzetini getirdim. Size başlarında
efendileri olduğu halde Kureyş'i ve önlerinde komutanları olduğu halde
Gatafan'ı getirdim. Sizler güçlü kuvvetli, iyi silah kullanan
insanlarsmız.Haydi gelin, Muhammed'le vuruşalım, işini bitirelim." dedi.
Kurayza kabilesi reisi ona: "Hayır, sen bana vallahi zamanın zilletini
getirdi. Sen bana suyunu boşaltmış, içinde yıldırımlar gürleyip şimşekler çakan
bir bulut getirdin!" diye karşılık verdi. Huyey, onu kandırmak için çeşit
çeşit vaadlerde bulunup onu savaşı arzu eder hale getirmeye çalıştı. Nihayet
reis, Huyey'in de kendisi ile birlikte kaleye girmesi ve kendilerinin başlarına
gelecek olanın onun da başına gelmesi şartıyla teklifi kabul etti. O da bu
şartı kabullendi istenileni
yaptı. KurayzaoğuIIan Allah Rasûlü'yle (s.a.) yaptıkları anlaşmayı bozdular ve
açıktan açığa ona sövmeye başladılar. Allah Ra-sûlü'ne (s.a.) haber ulaştı. Hz.
Peygamber (s.a.) durumu öğrenmek amacıyla adam gönderdi. Yahudilerin anlaşmayı
bozmuş olduklarını gördü, tekbir getirdi ve: "Ey müslümanlar! Müjde size."
dedi.
(Hendek savaşından
sonra) Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye dönünce silahım tam çıkarıp koyuyordu ki,
Cebrail çıkageldi ve: "Silahını çıkardın mı? Vallahi, melekler silahlarım
daha çıkarmadılar! Haydi, beraberindekilerle birlikte Kurayzaoğullarına doğru
yola koyul. Ben senin önünden gideceğim, onların kalelerini sarsacağım ve
kalplerine korku salacağım!" dedi. Cebrail, meleklerden oluşan bölüğü ile
yola koyuldu. Allah Rasûlü (s.a.) de onun peşinden, Muhacirlerden ve Ensardan oluşan
bölüğü ile yola çıktı,"[371]
Ashabına o gün: "Hiç kimse KurayzaoğuIIan yurduna varmadan ikindi
namazını kılmasın!" buyurdu. Sahabîler derhal Hz. Peygamber'in (s.a.)
emrini yerine getirmeye koyuldular ve vakit geçirmeden yola çıktılar. Yolda
ikindi vakti girdi. Bazıları: "Emrolunduğumuz gibi ikindiyi ancak
KurayzaoğuIIan yurdunda kılarız." deyip bu namazı yatsıdan sonra
kıldılar. Bazıları ise: "Hz. Peygamber (s.a.) bizden bunu istemedi. O
yalnızca acele yola çıkmamızı istedi." (Jeyip namazı yolda kıldılar. Hz.
Peygamber (s.a.), durum kendisine aktarıldığında gruplardan herhangi birini
ayıplamadı."[372]
Bu iki uygulamadan
hangisi daha isabetliydi? Bu konuda fakihler ihtilâf etmişlerdir. Bir grup
demiştir ki: Tehir edenler isabet etmişlerdir. Biz de onlarla birlikte olsaydık
onlar gibi biz de tehir ederdik. Allah Rasûlü'nün (s.a.) emrine uyarak ve açık
ifadeye aykırı yorumu bir kenara bırakarak bu namazı ancak KurayzaoğuIIan
yurdunda kılardık.
Öteki grup diyor ki:
Aksine namazı vaktinde, yolda kılanlar yarışın liderliğini ele geçirdiler ve
iki fazileti yakalama mutluluğuna erdiler. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) yola
çıkma emrini yerine getirmeye ve namazı vaktinde kılarak rızasını kazanmaya
koştular. Sonra diğer gruba yetişmek için acele ettiler. Böylece hem cihadın faziletim ve hem de
namazı vaktinde kılma faziletini elde ettiler, kendilerinden istenileni iyi
anladılar ve diğerlerinden özellikle de bu namaz konusunda daha fakih oldular.
Zira bu namaz ikindi namazı idi. İkindi namazı ise orta namazdır. Çünkü Allah
Rasûlü'nün (s.a.), red sebebi ve kusuru bulunmayan açık ifadeli sahih hadisi
bunun böyle olduğunu belirtmiştir ve aynı zamanda bu namaza ayrı bir özenle
devam etmenin, bu namazı kılmak için acele davranmanın ve ilk vaktinde
kılmanın Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti olduğu rivayetleri aktarılmıştır.
Ayrıca (hadise göre) bu namazı kaçıran kimsenin malı ve ailesi eksilmiş veya
ameli heder olmuş demektir.[373] Bu
namaz konusunda gelen emir gibi bir emir başka bir namaz konusunda gelmemiştir.
Bu ikindi namazını tehir edenler olsa olsa neticede mazur olurlar. Hatta
hadisin açık ifadesine uyduklarından ve emri.ye-rine getirmeyi amaçladıklarmdan
ötürü bir tek sevap alırlar. Ama haddizatında onların isabet etmiş, namaza ve
cihada koşanların hata etmiş olmaları asla, katiyen düşünülemez. Namazı yolda
kılanlar, delilleri uzlaştırmışlar ve iki fazileti elde etmişlerdir. Bu yüzden
onlar iki sevap kazanırken, diğerleri de sevap kazanmışlardır. Allah onlardan
razı olsun.
Soru: Namazı cihad
için tehir etmek -o zaman caiz ve meşru idi. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.)
Hendek savaşında, ikindiyi en nihayet geceye kadar tehir etmişti. Sahabîlerin
ikindi namazını geceye kadar tehir etmeleri aynen Hendek savaşında Hz.
Peygamber'in (s.a.) bu namazı geceye tehir etmesi gi-bidirL özellikle de bu,
korku namazı meşru kılınmadan önce böyleydi.
pevap: Bu kuvvetli bir
sorudur. Buna iki yönden cevap verilebilir:
1— Şöyle
denilebilir: Namazın vaktinde kıhnmayıp tehir edilmesinin namaz vakitleri
açıklandıktan sonra da caiz olduğu uabit değildir. Bunun tek delili Hendek
savaşında geçen olaydır. Zira bu görüşü savunanlar işte bu olayı delil
göstermektedirler. Oysa bu olayda onlar için delil yoktur. Çünkü Hz.
Peygamber'in (s.a.) namazı kasten tehir etmiş olduğuna dair bir ipucu mevcut
değildir. Hatta, ihtimal ki Hz. Peygamber (s.a.) unutarak tehir etmiştir.
Olayda da bunu gösteren bir ipucu mevcuttur. Zira Hz. Ömer, O'na: "Ey
Allah'ın Rasûlü! İkindiyi kıldığımda neredeyse güneş batacaktı." dediğinde
Allah Rasûlü (s.a.): "Vallahi, ben onu kılmadım." dedi ve sonra ayağa
kalktı, namazı kıldı.[374] Bu
da gösteriyor ki, Hz. Peygamber (s.a.) içinde bulunduğu meşguliyetten ve
kendisini kuşatan düşmanla ilgilenmesinden ötürü bu na-ma,zı unutmuştu. Buna
göre unutma mazereti ile tehir etmiş oluyor. Nitekim
bir yolculuğu esnasında da uyku
mazeretiyle tehir etmiş, uyandıktan ve hatırladıktan sonra ümmetine örnek
olmak için bu namazı kılmıştır.
2— Namazın
vaktinde kıhnmayıp tehir edilmesinin, namaz vakitleri açıklandıktan sonra da
caiz olduğunun sabitliği düşünülecek olsa bile bu, yalnızca namaz fiillerini
akılda bulundurmaktan ve onları yerine getirmekten alıkoyacak bir dehşet ve
şaşkınlık anında, korku ve çarpışma durumunda söz-konusu olabilir. Sahabe,
Kurayzaoğullan yurduna giderken bu halde değildi. Aksine onların buradaki
hükümleri, düşmana yaptıkları bundan önceki ve bundan sonraki seferleri
hükmündeydi. Malumdur ki, onlar namazı vaktinden tehir etmezlerdi. Kurayza
kabilesi de kaçmalarından endişe edilecek bir kabile değildi. Çünkü onlar
yurtlarında ikamet etmekteydiler. îşte iki grubun bu konuda ayak bastıkları
son nokta budur. [375]
Allah Rasûlü (s.a.)
sancağı Ali b. Ebî Tâlib'e verdi. Medine'de yerine vekil olarak îbn Ümmi
Mektum'u bıraktı. Kurayzaoğullannm kalelerinin karşısına gelip karargâhını
kurdu. Onları yirmi beş gece kuşatma altında tuttu. Kuşatma kendilerine iyice
güçlük çıkarmaya başlayınca reisleri Kâ'b b. Esed, yahudilere şu üç teklifte
bulundu: "Ya müslüman olur Muhammed'in dinine gireriz, ya çocukları ve
kadınları öldürür, kılıçları çeker savaşmak için onun karşısına çıkar, muzaffer
oluncaya yahut hiçbir fert sağ kalmamak üzere öl-dürülünceye kadar vuruşuruz;
ya da cumartesi günü Allah Rasûlü ve ashabına hücum eder onlan sıkıştırırız;
çünkü onlar bugünde kendileriyle savaşmayacağımızdan emindirler."
Yahudiler, reislerinin bu tekliflerinden herhangi birini kabul etmeye
yanaşmadılar. Hz. Peygamber'e (s.a.): "Bize kendisiyle istişare etmemiz
için Ebu Lübâbe b. Abdülmünzir'i gönder!" diye haber yolladılar. Yahudiler
Ebu Lübâbe'nin geldiğini görünce karşılamak için ayağa kalktılar,
ağlıyorlardı. "Ey Ebu Lübâbe! Ne diyorsun, Muhammed'in.hük-müne razı
olalım mı?*' dediler. O da: "Evet" cevabını verdi ve bunun
boğazlanmak anlamına geldiğini söylemek için eliyle boğazım işaret etti. Sonra
derhal Allah'a ve Rasûlü'ne (s.a.) hiyanet ettiğinin farkına vardı. Başını öne
eğerek oradan çekip gitti. Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanına dönmedi. Doğruca
mescide, Medine mescidine gitti. Kendisini mescidin direğine bağlattı ve Allah
Rasûlü (s.a.) kendi eliyle çözmedikçe ipini çözdürmeyeceğine, Kurayzaoğullan
arazisine ebediyen girmeyeceğine yemin etti. Bu durum AUah Rasûlü'ne (s.a.)
ulaşınca: "Allah tevbesini kabul edinceye kadar onu bırakın." buyurdu.
Sonra Allah tevbesini kabul etti de Allah Rasûlü (s.a.) kendi eliyle onun
ipini çözdü.
Sonra yahudiler Allah
Rasülü'nün hükmüne boyun eğdiler. Evs kabilesi mensupları Hz. Peygamber'e
(s.a.) başvurdular ve: "Ey Allah'ın Rasûlü! Kay-nukaoğullan hakkında
bildiğin uygulamada bulundun. Onlar, kardeşlerimiz Hazreclilerin müttefiki
idiler. Bunlar ise bizim müttefiklerimizdir. Bunlara iyilikte bulun."
dediler. Hz. Peygamber (s.a.): "Onlar hakkında sizden birinin hüküm
vermesine razı olmaz mısınız?" buyurdu. Onlar da: "Evet, razıyız."
dediler. Peygamberimiz: "Hüküm verme Sa'd. Muaz'a havale edildi."
deyince Evsliler: "Razı olduk." dediler. Hz. Peygamber (s.a.) gelmesi
için Sa'd b. Muaz'a haber saldı. Sa'd, aldığı bir yaradan dolayı sefere
katılamamış, Medine'de kalmıştı. Onu bir eşeğe bindirdiler. Allah Rasülü'nün
(s.a.) yanına geldi. Yolda etrafını çeviren Evsliler kendisine: "Ey Sa'd!
Müttefiklerine iyilik, güzellik düşün. Onlara iyilikte bulun. Allah Rasûlü
(s.a.), onlara iyilikte bulunasm diye seni hakem tayin etti." diyorlar; o
ise susuyor, onlara herhangi bir karşılık vermiyordu. Evsliler baskılarını
artırdıkları vakit: "Vallahi, Sa'd'ın Allah yolunda hiçbir kınayıcının
kınamasına aldırmayacağı an gelmiştir." dedi. Onun bu sözünü
işittiklerinde bazıları Medine'ye dönüp halka Kurayza yahudilerinin ölüm
haberini ilettiler.
Sa'd, Hz. Peygamber'in
(s.a.) yanına yaklaşınca Hz. Peygamber (s.a.) sahabeye: "Kalkın,
efendinizi karşılayın!" buyurdu. Sa'd'ı yere indirdiler. "Ey Sa'd! Bu
kavim senin hükmüne razı oldu." dediler. Sa'd: "Hükmüm onlara geçerli
mi?" diye sordu. "Evet" dediler. "Peki müslümanlara geçerli
mi?" diye sordu. Yine "Evet" cevabını verdiler. Saygı ve hürmet
olsun diye Allah Rasûlü (s.a.) tarafını işaret ederek ve yüzünü o tarafa
çevirerek: "Peki şurada bulunan zata da geçerli mi?" diye sordu. Hz.
Peygamber (s.a.): "Evet, bana da." cevabını verdi. Bunun üzerine
Sa'd: "Erkeklerin öldürülmesine, kadınların ve çocukların esir alınmasına
ve malların paylaştırılmasına hükmediyorum!" diyerek hükmünü ilan etti.
Allah Rasûlü (s.a.) bu hüküm üzerine: "Sen onlar hakkında Allah'ın yedi
kat gök üstündeki hükmüne uygun hüküm verdin!" buyurdu."[376]
O gece kaleden inmeden
önce bir grup yahudi müslüman oldu. Amr b. Sa'd kaçıp gitti. Nereye gittiği
öğrenilemedi. Anlaşmayı bozanlar arasına katılmamakta diretmişti. Haklarında
bu şekilde hüküm verilince Allah Rasûlü (s.a.) kendilerine ustura dokunan
(ergenlik çağına giren) bütün yahudilerin öldürülmesini emretti. Tüyü
bitmeyenler ise kadınlar ve çocuklar arasına katıldı."[377]
Medine çarşısında onlar için hendekler kazdırdı. Yahudilerin boyunları
vuruldu. 600-700 kişi kadardılar. Bir tek kadın dışında hiç kadın öldürülmedi.
O kadın ise Süveyd b. Sâmit'in başına değirmen taşını atmış ve onu Öldürmüştü.
Adamlar hendeklere grup grup getiriliyorlardı. Reisleri Kâ'b b. Esed'e:
"Ey Kâ'b! Sence Muhammed bize ne yapacak?" diye sordular. O da:
"Hiçbir yerde aklınızı kullanamaz mısınız? Görmüyor musunuz, çağına ara
vermiyor, sizden gidenler dönmüyor. Vallahi bizi katledecekler." dedi.
îbn Kâsım'ın
rivayetine göre Mâlik diyor ki: Abdullah b. Übey, Kuray-zaoğulları hakkında
Sa'd b. Muaz'a: "Onlar benim iki kanadımdan biridir. Üç yüz zırhlı, altı
yüz zırhsız ve miğfersizden oluşmaktalar." dedi. O da: "Sa'-d'm Allah
yolunda hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmayacağı an gelmiştir." dedi.
Huyey b. Ahtab, Hz. Peygamber'in huzuruna getirilince, gözü Peygamberimiz'e
ilişti ve: "Vallahi, sana karşı duyduğum düşmanlıktan ötürü kendimi asla
kınamıyorum. Kim Allah'ı yenmeye çalışırsa yenik düşer." dedi. Sonra
sözlerine şöyle devam etti: "Ey insanlar! Bir sakınca yok, Allah'ın
takdiri! Israiloğullannm yazgısı olan bir ölüm tarzı." Sonra konuşmayı kesti;
boynu vuruldu.
Sabit b. Kays, Allah
Rasûlü'nden (s.a.) Zübeyr (Zebîr) b. Bata ile ailesi ve malının bağışlanması
talebinde bulundu. Hz. Peygamber (s.a.) de onun hatırına onları bağışladı.
Sabit b. Kays, ona: "Allah Rasûlü (s.a.) benim hatırıma seni, aileni ve
malını bağışladı. Onlar senindir." dedi. O da: "Ey Sabit! Kendi
elimle yanında senden beni dostlara kavuşturmanı istiyorum." deyince,
Sabit de onun boynunu vurdu, yahudi dostlarına kavuşturdu.
Bütün bu uygulamalar
Medine yahudileri hakkındadır. Her bir Medine-li yahudi kabilesi ile yapılan
savaş, her bir.büyük savaşı müteakip olmuştur. Kaynukaoğullan ile yapılan savaş
Bedir'i müteakip, Nadîroğulları ile yapı-lan savaş Uhud savaşını müteakip ve
Kurayzaoğulları ile yapılan, savaş Hendek savaşını müteakip yapılmıştır.[378]
Hayber yahudilerinin kıssası —inşallah— az aşağıda anlatılacaktır. [379]
Hz. Peygamber (s.a.)
bir kavimle barış anlaşması yapar da onlardan bazılan anlaşmayı ve barışı ihlâl
eder, diğerleri buna seslerini çıkarmaz, razı olurlarsa; hepsine karşı savaş
açar ve hepsini anlaşmayı bozmuş sayardı. Nitekim Kurayza, Nadîr ve
Kaynukaoğullan hakkındaki uygulaması ile Mekke halkı hakkındaki uygulaması buna
örnektir. Barış yaptığı kimseler hakkındaki uygulaması budur. Buna göre hükmün
zimmîler hakkında da geçerli olması gerekir. Nitekim İmam Ahmed'in
müntesiplerinden olan bir kısım fakıhler ve daha başkaları bunu açıkça
belirtmişlerdir. Şafiî mezhebi âlimleri onlara muhalefet etmişler ve anlaşmayı
bozma hükmünü özellikle anlaşmayı bozanlara has kılmışlar, anlaşmanın
bozulmasına razı olan ve buna ses çıkarmayanları anlaşmayı bozmuş
saymamışlardır. Bu ikisi arasını şöylece ayırmışlardır: Zimmîlik sözleşmesi
daha güçlü ve daha pekiştirilmiştir. Bundan dolayı zamanla sınırlı olmaksızın
yürürlüğe konmuştur. Ama saldırmazlık ve barış anlaşmasında durum böyle
değildir.
Birinciler diyorlar
ki: Bu ikisi arasında bir fark yoktur. Zimmîlik sözleş' mesi zamanla sınırsız
olarak yürürlüğe konmuş değildir. Aksine bu sözleşme, zimmîlerin devamlı
olarak iltizam ettikleri şey çerçevesinde kalmaları ve bu pozisyonlarını devam
ettirmeleri şartıyla konulmuş bir sözleşmedir. Öte yandan bu sözleşme,
sözleşmeye konu olan şeylerin hükümlerinin onlar tarafından iltizam edilmesi
şartıyla saldırmazlık için yapılan barış anlaşması gibidir. Hz. Peygamber
(s.a.) Medine'ye geldiğinde yahudilerle yaptığı barış ve saldırmazlık
anlaşmasını vakitle sınırlamadı; onlar kendisine ilişmedikleri ve O'na savaş
açmadıkları sürece bu anlaşmayı mutlak bıraktı. İşte bu, onların zimmîlik
sözleşmeleri oldu. Ancak şu var ki, cizyenin farz olduğuna dair henüz bir âyet
inmiş değildi. Cizyenin farz olduğunu ifade eden âyet inince bu, anlaşmada
koşulan şartlara eklendi; anlaşmanın hükmünü değiştirmedi ve gereken durum da
ebedilik oldu. Artık bazıları zimmîlik anlaşmasını bo-. zup diğerleri onlara
ses çıkarmaz razı olurlar ve durumu müslümanlara bil-dirmezlerse, bu takdirde
barış anlaşması yapılmış olanların anlaşmayı bozmaları gibi bir duruma
düşerler. Gerek zimmîlik sözleşmesi yapanlar ve gerekse barış anlaşması
yapanlar bu anlamda birbirine eşittirler, bu konuda aralarında bir fark yoktur.
Ancak bir başka yönden birbirlerinden ayrılmaktadır ki, bunu şu mesele
açıklığa kavuşturur: Anlaşmanın bozulmasına ses çıkarmayıp razı olan,
kabullenen kimse her ne kadar bu haliyle zimmîlik sözleşmesinin ve barış
anlaşmasının dışına çıkmış, zimmîlik sözleşmesinden ve barıştan önceki ilk
durumuna dönmüş olursa da eğer zimmîlik sözleşmesi ve barış anlaşması üzerinde
devam etmekteyse onunla savaşmak ve her iki durumda da onu öldürmek caiz
olmaz. Bu konuda saldırmazlık anlaşması ile zimmîlik sözleşmesi arasında durum
farkı yoktur. Peki o halde bu kimse nasil bir yerde (eski) haline dönmüş olur,
bir başka yerde ise dönmemiş olur?Bu iş makul değildir. Bunun açıklaması: O
kimseden cizye alımının yenilenişi, sözleşmeyi bozanlara rıza göstermesi,
destek olması ve muvafakat etmesi yanında o şahsın sözleşmesini yerine
getirmiş olmasını icab ettirmez. Cizye vermemek onun anlaşmayı bozan ve
sözleşmeyi yerine getirmeyen bir hain olmasını icab ettirir. Bunun ise imkânsızlığı
ortadadır.
Bu konuda üç görüş
vardır: 1) Her iki halde de anlaşma bozulur görüşü: Allah Rasûlü'nün (s.a.)
kâfirler hakkındaki uygulaması da bunu göstermektedir. 2) Her iki halde de
anlaşma bozulmamış olur görüşü: Sünnetin gösterdiği yoldan en uzak olan görüş
budur. 3) Bu iki durum arasında ayrım yapmak. Birinci görüş daha isabetlidir.
Başarı Allah'tandır.
Şu olayda
veliyyü'î-emr'e (sultana) bu görüş doğrultusunda fetva verdik: Hıristiyanlar
Şam'da müslümanların mallarını ve evlerini yaktılar. Müslümanların en büyük
camilerini yakmak istediler, hatta caminin minaresini yaktılar bile. Şayet
Allah onları defetmeseydi, neredeyse caminin tamamı yanacaktı. Bu durumu
hıristiyanlardan bilenler oldu. Buna muvafakat ettiler, ses çıkarmadılar, razı
oldular ve veliyyü'l-emr'i haberdar etmediler. Veliyyü'l-emr, huzurundaki
fakihlerden onlar hakkında fetva istedi. Biz de ona bu işi yapan, herhangi bir
şekilde buna yardım eden yahut razı olup ses çıkarmayan kimselerin zimmîlik
sözleşmesini bozduklarına; had cezalarının kesinlikle idam olduğuna; esirde
olduğu gibi burada devlet başkanının herhangi bir seçim yapma hakkının
bulunmadığına; idamın bir had cezası ve cezanın had olması halinde müslüman
olmanın Allah'ın hükümlerini yüklenmiş, zimmîlik sözleşmesi altına girmiş
bulunan kimselerden idam cezasını düşürmeyeceğine; müslüman olan düşman ülkesi
(dârülharb) vatandaşı için bunun söz konusu olmadığına; çünkü müslüman olmanın
o kimsenin kanını ve malını koruma altına aldığına, müslüman olmazdan önce
yapmış olduklarından ötürü idam edilemeyeceğine ve bunun ayrı bir hükmü,
anlaşmayı bozmuş ve sonra müslüman olmuş zimmînin başka bir hükmü olduğuna
fetva verdik. Söylediğimiz bu fetvayı, İmam Ahmed'in ifadeleri ve usulü
icabettirmektedir. Şeyhülislâm İbn Teymiye —Allah ruhunu şâd eylesin— buna
parmak basmış ve birçok yerde bu şekilde fetva vermiştir.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) sünnet ve tatbikatından biri de, O, bir kabile ile barış ve anlaşma
yapar da o kabileye, onlar dışında Hz. Peygamber'e (s.a.) düşman olan bir başka
kabile katılırsa Hz. Peygamber'le (s.a.) anlaşma yapan kabilenin anlaşmalarına
onlar da dahil olur ve anlaşma yapmış olan kabilenin yanında yer alırlar; Hz.
Peygamber'e (s.a.) daha başka bir kabile katılırsa onlar da O'nun anlaşmasına
dahil olur, O'nun yanında yer alırlar ve O'nun anlaşmasına dahil olup O'nun yanında yer alan
kâfirlere savaş açanlar O'na savaş açmış hükmünde olurlardı. Hz. Peygamber
(s.a.) Mekkelilerie bu nedenle savaşmıştır. Çünkü Mekkelilerie on yıl
savaşmamak şartıyla barış anlaşması yapmıştı; Bekir b. Vâil oğulları ileri
atılıp Kureyş'in anlaşma ve sözleşmesine dahil oldular; Öte yandan Huzâa
kabilesi öne atılıp Allah Rasü-lü'nün (s.a.) anlaşma ve sözleşmesine dahil
oldular. Sonra Bekiroğullan, Huzâa kabilesine saldırıp onlara gece baskını
yaptılar ve kabilenin bir kısmını öldürdüler. Kureyş de gizlice onlara silah
yardımında bulundu. Allah Rasûlü (s.a.) bu hareketlerinden ötürü Kureyş'i
anlaşmayı bozmuş saydı ve müttefiklerine saldırdıklarından ötürü Bekir b. Vâil
oğullarıyla savaşmayı caiz gördü. Bu olay aşağıda —inşallah— anlatılacaktır.
Şeyhülislâm İbn
Teymiye doğu hıristiyanlan ile savaşmaya da bundan ötürü fetva verdi. Zira
onlar her ne kadar bizimle savaşmamış, harp etmemişlerse de müslümanlann
düşmanlarına savaş sırasında yardım ettiler, onlara mal ve silahla destek
oldular. Bu yüzden Üstad, onları zimmîlik sözleşmesini bozmuş olarak gördü.
Nitekim Kureyş de Hz. Peygamber'in (s.a.) müttefikleriyle savaşan Bekir b. Vâil
oğullarına yardım etmekle Hz. Peygamber'in (s.a.) anlaşmasını bozmuşlardı.
Öyleyse zimmîler, müslümanlarla savaşta müşriklere yardım ederlerse ya durum
nice olur? En iyi bilen Allah'tır. [380]
Düşmanlarının
elçileri, aynen düşman olarak huzuruna gelir; ama onlara feveran etmez ve
onları öldürmezdi. Yalancı peygamber Müseylime'nin elçileri Abdullah b.
Nevvâha ve İbn Üsâl huzuruna geldiklerinde Hz. Peygamber (s.a.) onlara:
"Peki siz ne diyorsunuz?" diye sormuş, onlar da: "Müseyli-me'nin
dediği gibi diyoruz." demişlerdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.):
"Elçiler öldürülmez olmasaydı sizin boyunlarınızı vurdururdum."
buyur-du.[381] O'nun tatbikatı böylece
sürmüş, hiçbir elçi öldürülmemiştir.
Yine Hz. Peygamber
(s.a.) elçi kendi dinini seçtiğinde onu yanında alıkoymaz; bu elçinin gidip
kendi kabilesine katılmasına mâni olmaz, hatta onu kabilesine gönderirdi.
Nitekim Ebu Râfi' anlatıyor: Kureyş beni Hz. Peygam-ber'e (s.a.) elçi olarak
gönderdi. O'nun yanına gelince kalbime müslümanlık ateşi düştü, müslüman oldum.
Hz. Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Onlara dönmeyeceğim."
dedim. O da: "Doğrusu ben anlaşmayı bozamam ve elçileri ahkoyamam. Onlara
geri dön. Eğer şimdi kalbinde olan hâlâ kalbinde ise geri dön." buyurdu.[382]
Ebu Davud diyor ki:
Bu, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Mekkelilerie yaptığı anlaşmada onlardan olup da
kendisinin yanma geleni —müslüman bile olsa— iade etmeyi şart koştuğu süre
İçinde geçerliydi. Bugünse bunun bir geçerliliği yoktur.
Hz. Peygamber'in
(s.a.): "Elçileri alıkoyamam." ifadesi bunun kayıtsız-şartsız
elçilere has bir hüküm olduğunu göstermektedir. Mekkelilerden kendisine geleni
müslüman da olsa onlara İade etmesi ise Ebu Davud'un da dediği gibi, ancak
şart koşulmuşsa geçerli olur. Elçiler için ise daha başka bir hüküm vardır.
Görüldüğü gibi huzurunda: "Biz Müseylime'nin, Allah'ın peygamberi
olduğuna şehadet ederiz." diyen Müseylime'nin iki elçisine iü'şmemiştir.
Düşmanları, ashabından
biriyle kendi nzası alınmaksızın müslümanlara zarar vermeyecek bir anlaşma
yaptıklarında, Hz. Peygamber (s.a.) onların bu anlaşmalarını geçerli sayardı.
Nitekim müşrikler, Huzeyfe ve babası Hu-seyl ile Hz. Peygamber'in (s.a.)
yanında yer alarak kendileriyle savaşmamaları şartıyla anlaşma yapmışlar, Hz.
Peygamber (s.a.) onların bu anlaşmalarını geçerli saymıştır ve Huzeyfe ile
babasına da; "Dönün. Biz onların anlaşmalarına bağlı kalacağız. Onlara
karşı Allah'tan yardım dileriz." buyurdu.[383]
Hz. Peygamber (s.a.)
Kureyş'le on yıl savaşmamak ve onlardan müslüman olup kendisinin yanına gelenleri
onlara geri iade etmek üzere ve kendisinin yanından onlara kaçanları ise
onların iade etmemeleri şartıyla barış anlaşması yaptı.[384]
Metnin ifadesi erkekler ve kadınlar için umumi idi. Allah bunu kadınlar
hakkında yürürlükten kaldırdı, erkekler hakkında ise aynen yürürlükte bıraktı.
Allah, Peygamberine ve mü'minlere gelen kadınları imtihana çekmelerini, şayet
kadının mü'min olduğuna kanaat getirirlerse onu kâfirlere iade etmemelerini
emretti. Öte yandan müslümanlara o kadından istifade imkânını yitirmiş
olmasından dolayı onun kocasına, kadına verdiği mehri geri vermelerini de
emretti. Diğer taraftan müslümanlara, karısı irtidat edip müşriklerin yanına
kaçan adama o kadının mehrini şu şekilde ödemelerini emretti: Müslüman olup
müslümanların yanma hicret eden kadının mehrini geri vermeleri gerektiğinde bir
ceza olarak bu mehri-karısı irtidat eden adama ödeyecekler, müşrik kocasına
geri vermeyeceklerdi. İşte bu bir cezalandırmadır, azabla bir ilgisi yoktur.
Bu olaydan şu sonuçlar
çıkarılmıştır:
1— Kadından
istifade imkânının kocanın mülkiyetinden çıkmasının bir değeri vardır ki, o da
kocanın karısına nafaka olarak harcadığı belirlenmiş miktarla değerlendirilip
kıymetlen dirilmiştir. Yoksa mehr-i misil ile kıymetlendirilmiş değildir.
2—
Kâfirlerin nikâhları da sahihlik hükmü taşır, onların bâtıl olduğuna
hükmolunmaz.
3— Şart
koşulmuş olsa bile hicret edip gelen müslüman kadının kâfirlere iade edilmesi
caiz değildir.
4— Müslüman kadının kâfirle nikâhlanması helâl
değildir.
5— Bir
müslüman erkek hicret edip gelen kadınla, kadının iddet müddeti
tamamlandığında ona mehrini verip evlenebilir.
6— Bu olay
apaçık bir şekilde göstermektedir ki, hicretle ve müslüman olmakla kadından
istifade imkânı kocanın mülkiyetinden çıkmakta ve kadının onunla nikâhı
münfesih (bozulmuş) olmaktadır.
7— Müslüman
kadının kâfirle evlenmesi haram olduğu gibi müslüman erkeğin de müşrik kadınla
evlenmesi haramdır.
Bu hükümler bu iki âyetten[385]
çıkanlmıştır. Bir kısmında icmâ ve bir kısmında da ihtilâf edilmiştir.
Bunların neshini iddia edenlerin hiçbir delilleri yoktur. Çünkü Hz.
Peygamber'le (s.a.) kâfirler arasındaki, müslüman olup Peygamberimizin yanına
gelen kimsenin onlara geri verilmesi yolundaki anlaşma maddesi eğer erkeklere
mahsus idiyse buna kadınlar girmemiştir; şayet erkekler ve kadınlar için umumi
idiyse bu durumda Allah Teâlâ bundan kadınların iadesini çıkarmış ve
müslümanlara kadınları iade etmeyi yasaklamış, ancak bu kadınların mehirierini
geri vermelerini emretmiştir. Öte yandan karısı irtidat edip müşriklere kaçmış
olan müslümanlara karısına vermiş olduğu mehri bu mehirlerden vermelerini
buyurmuş ve sonra haber vermiştir ki, bu O'nun kullan arasında verdiği
hükmüdür; kendi ilim ve hikmetinden çıkmıştır. O'ndan bu hükme aykırı ve bu
hükümden sonra gelen başka bir hüküm gelmemiştir ki, bunu neshedici olsun.
Müşriklerle, erkekleri
geri çevirme üzerinde anlaşma yapınca onların, kendisinin yanma gelenleri alıp
götürmelerine fırsat verir; ama gelen müslümanı dönmeye zorlamaz ve dönmesini
de emretmezdi. Müşriklerden kaçan müslüman bir müşriği öldürse yahut onlardan
(zorla) bir mal alsa ve bu müslüman Hz. Peygamber'in (s.a.) yanından ayrılmış,
ama karşı tarafa da katılmamış olsa Hz. Peygamber (s.a.) onun bu davranışını
yasaklamaz, müşriklere de onun verdiği zararı tazmin etmezdi. Çünkü o müslüman
O'nun otoritesi altında ve avucunda değil; ona bunu Hz. Peygamber (s.a.)
emretmiş de değil. Öte yandan barış anlaşması da yalnızca Hz. Peygamber'in
(s.a.) otoritesi altında ve avucunda bulunanlardan canlara ve mallara
gelebilecek zararlara karşı bir güvenceyi icab ettirmekteydi. Nitekim Halid (b.
Velid)'in telef ettiği Cü-zeymeoğullannın canlarının ve mallarının tazminatını
ödemiş, yaptığı bu davranıştan dolayı Halid'e memnuniyetsizliğini ifade etmiş
ve ondan uzak olduğunu söylemiştir.'[386]
Haîid'in adamlara ilişmesi bir tür şüpheden kaynaklanmıştı; zira adamlar:
"Müslüman olduk" dememişler, "Dinimizi değiştirdik"
demişlerdi ve bu söz açık bîr şekilde
müslüman olduklarını ifade etmiyordu. İşte böyle bir yorum ve şüphe bulunduğu
içindir ki, Hz. Peygamber (s.a.) onların diyetlerinin yarı tazminatını ödedi.
Bu konuda onlara zimmîlik sözleşmesiyle canlarını ve mallarını koruma altına
alan, ama İslâm'a girmeyen ehl-i kitap gibi muamelede bulundu.[387]
Diğer taraftan barış
anlaşması müşriklerle harp eden ve Hz. Peygam-ber'in (s.a.) avucunda ve
otoritesi altında bulunmayan müslümanlara karşı müşriklere yardım etmesini de
icabettirmiyordu. Bu da göstermektedir ki, müslüman olsalar bile İslâm devlet
başkanının otoritesi ve eli altında bulunmayan bir topluluk, kendileriyle
anlaşma yapılmış olanlara savaş açsa İslâm devlet başkamnın bu müslüman
topluluğu onlann başından savması, bu işten menetmesi ve verdikleri zaran
karşılaması gerekmez.
Harple ilgili
İslâm'ın, müslümanların ve İslâm otoritesinin menfaatle-riyle ve siyaset-i
şer'iyyenin icaplarıyla ilgili hükümleri Hz. Peygamber'in (s.a.) siyerinden ve
savaşlarından çıkarmak kişilerin görüşlerini esas almaktan daha iyidir. Bu
başka, o başka bir renk! Basan yalnız Allah'tandır. [388]
Aynı şekilde Hz.
Peygamber (s.a.) Hayberlilerle onları mağlup ettiğinde, onları hayvanlarının
taşıyacağı kadar yanlanna yük alarak oradan sürgün etmek üzere ve altın, gümüş
ve silahların Allah Rasûlü'ne (s.a.) bırakılması şartıyla barış anlaşması
yaptı. Barış sözleşmesinde Hayberlilerin hiçbir şeyi gizlememelerini ve
saklamamalarını şart koştu; eğer böyle bir şey yaparlarsa onların zimmîlik
haklarının kaldırılacağını ve anlaşmanın bozulacağını belirtti.
Ancak yahudiler, içinde
mal ve zinet eşyası bulunan, Huyey b. Ahtab'a ait bir deve tulumunu sakladılar;
Huyey bu tulumu, Nadîr kabilesi sürgün edildiğinde beraberinde Hayber'e
taşımıştı. Allah Rasûlü (s.a.), Huyey b. Ah-tab'm Sa'ye adındaki amcasına:
"Huyey'in Nadîr'den getirdiği tuluma ne oldu?" diye sordu. O da:
"Maişet işleri ve harpler alıp götürdü." dedi. Peygamberimiz:
"Aradan geçen zaman az, mal ise ondan çok fazla!" dedi.
Huyey,
Kurayzaoğullannın maiyetine girdiğinde onlarla birlikte öldürülmüştü. Allah
Resulü (s.a.) onun amcasını konuşturmak üzere Zübeyr'e teslim etti. Zübeyr ona
biraz azap dokundurunca: "Huyey'in şuradaki harabede dolaştığını
gördüm." dedi. Sahabîler gittiler dolaştılar ve harabedeki tulumu buldular.
Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) anlaşmayı bozdukları için biri Huyey b.
Ahtab'ın kızı Safiyye'nin kocası olmak üzere Ebu'l-Hukayk'm iki oğlunu idam
ettirdi, yahudilerin kadınlarını ve çocuklarım esir aldı, mallarım (gazilere)
taksim etti. Onları Hayber'den sürgün etmek istedi. Bunun üzerine adamlar:
"Bırak bizi, bu arazide kalalım. Araziyi ıslah edelim ve yapılması
gerekeni yapalım. Biz bu araziyi sizden daha iyi biliyoruz." dediler. Ne
Allah Rasü-lü'nün (s.a.), ne de ashabımn bu arazinin bakım külfetini yüklenecek
hizmetçileri vardı. Bu sebeple araziden çıkacak meyve olsun, tahıl olsun
herşeyin yarısının Allah Rasûlü'ne verilmesi, diğer yarısının da onlara kalması
ve Allah Rasûlü'nün (s.a.) onları orada istediği kadar tutması şartıyla
araziyi ya-hudilere terketti.[389]
Hz. Peygamber (s.a.)
Kurayza yahudilerine yaptığı gibi Hayber yahudi-lerinin umumi olarak hepsini
idam ettirmedi. Çünkü Kurayza yahudileri anlaşmayı bozmada hemfikir
olmuşlardı. Bunlara gelince; Hz. Peygamber (s.a.), tulumu bilen, onu saklayan
ve eğer ortaya çıkarsa zimmîlik haklarının kaldırılmasını ve anlaşmanın
bozulmasını şart koşanları, kendi canları pahasına şartı kabul etmiş
olmalarından dolayı idam ettirmiş, bu konuda diğer Hay-berlilere ilişmemiştir.
Zira onların hepsinin Huyey'in tulumunu ve onun bir harabede gömülü olduğunu bilmedikleri
kesinlikle malumdur. Aynı şekilde zimmî ve anlaşmalı (muâhed) şahıs da
anlaşmayı bozsa ve bu konuda ona başkası destek olmasa bozma hükmü yalnız ona
mahsus kalır. [390]
1— Hz.
Peygamber'in (s.a.) araziyi yahudilere çıkanın yarısına karşılık
teslim etmesi müsâkat ve müzâraa[391]
akitlerinin caiz olduğuna ve ağacın hurma ağacı olmasının asla bir tesiri
bulunmadığına açık bir delildir. Bir şeyin hükmü onun benzerinin de hükmü
demektir. Eğer bir memlekette ihtiyaç maddesi olan meyve üzüm, incir ve daha
başka meyveler ise o memleket hüküm bakımından ihtiyaç teşkil eden meyvesi
hurma olan memleketin hükmüyle eşittir, arada bir fark yoktur.
2— Tohumun
arazi sahibinden olması şart değildir. Çünkü Allah Rasû-lü (s.a.) çıkanın yarısı
üzerine anlaşma yapmış, ama onlara asla tohum vermemiş ve göndermemiştir.
O'nun böyle davrandığı kesin olarak bilinmektedir. Hatta bazı ilim adamları
demişlerdir ki, tohumun araziyi kiralayandan olmasının şart olduğu söylense bu
görüş, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hayberliler hakkındaki uygulamasına uygun
düştüğünden ötürü, tohumun arazi sahibinden olmasının şart olduğunu ifade eden
görüşten daha güçlü olurdu.
Doğrusu, tohumun
araziyi kiralayandan olması da, arazi sahibinden olması da caizdir; iki taraftan
yalnız birine mahsus olması şart koşulamaz. Tohumun arazi sahibinden olmasını
şart koşanların müzâraa akdini mudarebe şirketine kıyaslanmalarından başka asla
bir delilleri bulunmamaktadır. Diyorlar ki: Mudarebede sermayenin mülkiyet
sahibinden ,işîn de mudaribden (iş yapacak kimseden) olması nasıl şart ise
aynen muzâraada da şarttır; yine aynı şekilde müsâkatta da ağacın tarafların
ikisinden birinden, yapılacak işin de diğer taraftan olması şarttır. Bu kıyas
onlara delil olmaktan, onlar aleyhine delil olmaya daha yakındır. Çünkü
mudarebede sermaye, sahibine ait olur ve geri kalanı ortaklar aralarında
paylaşırlar. Bu müzâraa akdinde şart ko-şulsa onlara göre akit fasit olur.
Tohumu, sermaye mesabesinde görmüyorlar, diğer yeşillikler mesabesinde görüyorlar.
Şu halde onların prensiplerine göre muzâraayı mudarebe gibi düşünmek bâtıldır.
Hem tohum, su ve
menfaatler mesabesindedir. Zira tahıl yalnızca tohumdan meydana gelip
yetişmez. Sulama ve emek harcamayı icab ettirir. Tohum arazide ölür. Allah,
tahılı tohum yanında su, rüzgâr, güneş, toprak ve emek gibi daha başka
parçalardan yaratır. Tohum da bu parçalar hükmündedir.
Öte yandan arazi kırâz
(mudarebe) akdindeki sermaye gibidir, sahibi onu müzâri'e ( — tarlayı
kiralayan) teslim etmiştir. Tohumun ekilmesi, tarlanın sürülmesi ve sulanması
mudarib'in emeği gibidir. Bu da tarla kiracısının mudarib'e benzetilerek tohuma
arazi sahibinden daha münasip olmasını içab ettirir. Sünnetin getirdiği
uygulama şeriatın kıyasına ve usulüne uygun olan doğru uygulamadır. ;
3— Bu olay,
zaman sınırı konmaksızın mutlak surette, hatta İslâm devlet başkanının
dilediği vakte kadar barış anlaşması yapmanın caiz olduğuna delildir. Bundan
sonra da bu hükmü yürürlükten kaldıran herhangi bir şey gelmemiştir. Doğrusu da
bunun caiz ve sahih olmasıdır. Müzenî'nin rivayetine göre îmam Şafiî bunu
açıkça belirtmiştir. Daha başka imamlar da buna parmak basmışlardır. Ancak Hz.
Peygamber (s.a.), anlaşmanın bozulduğunu bilme konusunda kendisiyle
düşmanlarının eşit olması için durumu bildi-rinceye kadar onlara baskın yapıp
savaş açmazdı.
4— Sanığın tâzirle cezalandırılması caizdir ve
bu siyaset-i şer'iyyeden-dir. Zira Allah Teâlâ, vahiy yoluyla Allah Rasûlü'üne
(s.a.) hazinenin yerini bildirmeye kadirdi. Ama ümmete sanıkların
cezalandırılması çığırını açmak ve onlara bir rahmet ve kolaylaştırma olsun
diye hükümlerin yollarını genişletmek istedi.
5— Davanın
doğruluğuna ve yanlışlığına delil getirirken karinelere başvurmanın
geçerliliği bu olayla gösterilmiş oldu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), malın
tükendiğini iddia eden Sa'ye'ye: "Aradan geçen zaman az, mal ise ondan
çok fazla!" buyurmuştur.
Aynı şekilde Hz.
Davud'un oğlu, Allah Peygamberi Hz. Süleyman da kurdun götürdüğü çocuğun
annesini tayinde karineyi delil olarak kullanmıştır. Kadınlardan her biri o
çocuk ötekinin diye iddia etmiş ve geride kalan çocuğun annesi oldukları
konusunda birbirleriyle mahkemelik olmuşlardı. Hz. Davud, çocuk yaşlı
kadınındır hükmünü verdi. Kadınlar Hz. Süleyman'a çıktılar. Hz. Süleyman:
"Allah'ın peygamberi aranızda ne hüküm verdi?" diye sordu. Onlar da
durumu anlattılar. Bunun üzerine Hz. Süleyman: "Bana bir, bıçak getirin,
çocuğu aranızda paylaştırayım." dedi. Genç kadın atılıp: "Yapma,
Allah sana merhamet eylesin! Çocuk, onun oğludur." dedi. Hz. Süleyman
çocuğun genç kadına ait olduğuna hükmetti.[392]
Genç kadının yüreğindeki merhamet ve şefkat, çocuğun öldürülmesine müsamaha
etmemesi ve diğer kadının da çocuğu kaybetme konusunda kendisine eşit olsun
diye buna müsamaha göstermesi karinelerini delil olarak esas alıp çocuğun genç
kadının oğlu olduğuna hükmetti.
Böyle bir dava bizim
şeriatımızda ortaya çıksa Şafiî, Mâlik ve Ahmed'in müntesipleri —Allah onlara
rahmet eylesin—: "Bu konuda ebenin sözüne göre
işlem'yapılır." derlerdi. Onlar
ebeyi, erkek olsun kadın olsun neseb iddiasında bulunanın tercihi için bir
sebep saymakladırlar.
Arkadaşlarımız
diyorlar ki: Bir müslüman kadınla bir kâfir kadın bir arada doğum yapsalar;
kâfir kadın müslüman kadının çocuğunun kendi çocuğu olduğunu iddia etse aynı
şekilde işlem yapılır. Bu konu İmam Ahmed'e soruldu, ama çekimser kaldı. Ona:
"Ebenin sözünü geçerli görür müsün?" dediler. O da: "Ne iyi
olur!*' cevabını verdi. Ebe bulunmaz da aralarında bir hâkim Hz. Süleyman'ın
verdiği şekilde hükmederse elbet isabetli olur. Bu hüküm kur'a çekmekten daha
iyidir. Zira iki dava birbirine her yönden eşit olup da ikisinden birisi
diğerine baskın gelmezse ancak o zaman kur'a çekimine gidilir. Ama eşlerden her
birinin ev eşyası ve kaplardan kendisine elverişli olan şeyleri iddia etmesi;
iki sanatkârdan her birisinin kendi sanatının âletlerini iddia etmesi; başında
sarık bulunmayan bir kimsenin, elinde bir sarık ve başında başka bir sarık
bulunan ve aynı zamanda düşmanca şiddet gösteren bir kimsenin sangını iddia
etmesi... vb. gibi halin, kişinin doğruluğuna muvafakati yahut hasmın yemin etmekten
çekinmesi yahut levs[393]
gibi açık bir karine veya zilyedlikle veyahut bir tek şahitle iki taraftan
biri diğerine baskın gelse bütün bunlar kur'a çekimine tercih edilir.
Ebu Abdurrahman
en-Nesâî, Hz. Süleyman kıssasını rivayet ettiği bölüme "Gerçeğin kendisi
sayesinde anlaşılması için gerçeğe aykırı düşüldüğü kuruntusunu veren hüküm
bölümü" başlığım koymuştur. Hz. Peygamber (s.a.) bu kıssayı bize gece
sohbeti edinelim diye anlatmadı, hükümlerde bu bize ibret olsun diye anlattı.
Hatta kasâme[394] ile hükmetme ve katil
davasında bulunanların yeminlerini tercih etme açık karinelere dayanılarak
verilen bu tür hükümlerdendi. Hatta ve hatta koca mülâanede[395]
bulunduğu halde bundan kaçman ve mülâanede bulunmayan kadının recmedilmesi de
bundandır. Şafiî ve Mâlik —Allah onlara rahmet eylesin— kocanın mülâanede
bulunması ve kadının bundan kaçınmasından ortaya çıkan açık levs'e dayanarak
sırf kocanın mülâanede bulunmuş olması ve kadının da bundan kaçmmasıyla kadına
idam cezasının verileceğini söylemişlerdir. Allah Teâlâ'run bu kabilden olarak
bize meşru kıldığı şeylerden biri de ehl-i kitabın yolculuk sırasında (vefat
eden bir müslümanın yaptığı) vasiyet konusunda müslümanlara yaptıkları şahitli-
ğin kabul olunmasıdır.
Ölünün velilerinden ikisi vasilerden ( = vasiyeti yerine getirmekle ölü
tarafından görevlendirilenlerden) bir hiyanete muttali olsalar, bunların.yemin
ederek, üzerine yemin ettikleri şeyi istihkak etmeleri caiz-dir.[396] Bu
malî konulardaki bir levsdir ve kanla ilgili davalardaki levsin benzeri olup
caizlik bakımından ondan daha önde gelir. Buna göre malı çalınan bir kimse
hırsızlığı malum bir hainin elinde malının bir kısmına muttali olsa ve o adamın
bu malı başkasından satın aldığı ortaya çıkmadan malı çalınan kimsenin, işi
açıklığa kavuşturan ve aydınlatan karinelere ve bu açık levse dayanarak malının
geri kalan kısmının da o adamın yanında bulunduğuna ve adamın hırsız olduğuna
yemin etmesi caizdir. Bu kasâme davasında, öldürülenin velilerinin: "Onu
falan öldürdü." diye yemin etmelerine benzemekte
olup onunla aynıdır.
Hatta malî konular daha basit ve daha hafiftir. Bu sebeple kanla ilgili
davaların aksine maîî davalar bir şahit - bir yemin, bir erkek - iki kadın
şahit, dava ve yemin etmekten kaçınma ile sabit görülüp karara bağlanır. Kanla
ilgili davaların levs ile isbatı caiz olduktan sonra malî davaların bu yolla
isbatı daha da önde gelir ve daha da uygundur.
Kur'an ve sünnet hem
buna, hem ona delâlet etmektedir. Kur'an'm delâlet ettiği şeyin neshedildiğini
iddia edenlerin hiçbir delilleri yoktur. Çünkü bu hüküm Mâide sûresinde yer
almaktadır. Bu sûre ise Kur'an'ın en son inen sûrelerindendir. Ebu Musa
el-Eş'arî gibi Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabı, ken-: dişinden sonra, bunun
icabına göre hüküm vermiş, sahabe de onun bu hük-i münü kabullenmiş ve ses
çıkarmamışlardır.
Allah Teâlâ'nın Hz.
Yusuf kıssasında hikâye ettiği şahid'in delil getirişi] olayı da bu
kabildendir. Arada şahitlik yapan adam gömleğin arkadan yırtıl-p mış olması
karinesini esas alarak Hz. Yusuf'un doğru ve kadının ise yalan söylediği
sonucuna varmış ve şöylece izah etmiştir: Hz. Yusuf arkasını dönmüş kaçarken
kadın onun arkasından yetişip onu kendine doğru çekti ve bu esnada gömleğini
arkadan yırttı. Bu açıklamadan sonra kadının kocası ve orada bulunanlar Hz.
Yusuf'un doğru söylediğini anladılar, bu hükmü kabul ettiler; günahı kadının
günahı saydılar ve ona tevbe etmesini emrettiler. Allah Teâlâ da bu olayı bize
hükmü inkâr edici olarak değil, kabullenici olarak aktarmıştır. Bu ve
benzerlerinde örnek alınacak kısım Allah'ın onu kabullenip inkâr etmemesidir.
Yoksa sırf onu hikâye etmesi değildir. Zira Allah'ın onu kabullenerek ve onu
yapanı övüp methederek haber vermesi ondan razı olduğunu, onun kendi hikmet ve
rızasına uygun düştüğünü gösterir. Burası iyi düşünüle! Zira gerçekten
faydalıdır. Şayet Kur'an'da, sünnette ve Allah Ra-sûlü (s.a.) tle ashabının
uygulamasında buna dair örnekleri araştıracak olsak söz uzar. Belki bu konuda
-inşaallah- şifa veren müstakil bir eser yazarız. Maksadımız Hz. Peygamberin
(s.a.) tavırlarına tenbih etmek ve O'nun siretin-den, savaşlarından ve başına
gelen hadiselerden hükümler iktibas eylemektir. [397]
Allah Rasûlü (s.a.)
Hayber halkını arazilerinde bırakınca her sene onların meyvelerinin ne kadar geleceğini
tahmin edecek adam[398]
gönderir; bunların ne kadarının olgunlaşacağına bakar, Hayberlilere
müslümanlann payım ödettirir ve öylece artık adamlar meyvelerden tasarrufta
bulunurlardı. Bir tek tahminci göndermekle
Bu uygulamadan şu
hükümler çıkartılmıştır:
1- Hurma
ağacının meyvesi gibi olgunlaştığı iyice belli olan meyvelerin önceden göz
kararı ile tahmin edilmesi caizdir.
2- Meyvelerin
hurma ağacı üzerinde göz kararı ile tahmin edilerek paylaştırılması caizdir.
Her ne kadar gelişip büyüme yararından dolayı henüz kesinkes ayrılıp
belirginleşmemiş bile olsa iki ortaktan birinin payı belli olmuş olur.
3-
Paylaştırma bir alım satım akdi değil, bir ayrım işlemidir,
4- Bir tek tahminci ve bir tek paylaştırıcı ile
yetinmek caizdir.
5- Meyveler
elinde bulunan kimsenin tahmin işleminden sonra onlarda tasarruf yetkisi vardır
ve o kimse kendisi için göz kararı ile tahminde bulunan ortağının payını
tazmin eder.
6- Hz. Ömer
devrinde oğlu Abdullah Hayber'deki malına gitti. Hayber-liler ona saldırdılar,
onu bir evin damından aşağı attılar ve kolunu kırdılar. Bu olay üzerine Hz.
Ömer onları oradan Şam'a süTgün etti ve arazilerini Hu-deybiye anlaşmasında
hazır bulunanlardan olup da Hayber savaşma katılanlar arasında paylaştırdı. [399]
Zimmîlik akdi ve cizye
alma konusundaki tatbikatına gelince; hicretin 8. yılında Berâe (Tevbe) sûresi
ininceye kadar kâfirlerin hiçbirinden cizye almadı. Cizye âyeti inince
mecusilerden,[400]' ehl-i kitaptan ve
hıristiyanlardan cizye aldı. Muaz'ı (r.a.) Yemen'e gönderdi ve Yemen
yahudilerinden müslü-man olmayanlarla zimmîlik akdi yaptı ve onlara cizye
bindirdi. Hayber yahudilerinden cizye almadı. Yanılan ve hata edenlerden
bazıları bunun Hayberlilere mahsus bir hüküm olduğunu, diğer ehl-i kitaptan
alınsa bile onlardan cizye alınmayacağını sandılar. Bu onların siyer ve
megaziyi anlamamalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) onlarla
savaştı ve onları dilediği kadar memleketlerinde tutma şartıyla barış anlaşması
yaptı. Cizye âyeti henüz inmemişti. Bu sebeple onlarla yapılan barış anlaşması
ve onların Hayber arazisinde bırakılmaları cizye âyetinin inmesinden önceye
rast-
lamış oldu. Sonra
Allah Teâîâ, Hz. Peygamber'e (s.a.) ehl-i| kitapla, onlar cizye verinceye kadar
savaşmasını emretti. O zaman Hayber1 yahudileri bu hükme dahil olmadı. Çünkü
onlann orada bırakılmaları ve çıkanın yansı kendilerinin olması kaydıyla
arazide işçi olarak çalışmaları şartıyla Hz. Peygamber (s.a.) ile onlar
arasında yapılan anlaşma daha önce gerçekleşmişti. Bu yüzden onlardan bundan
başka bir şey talebinde bulunmadı. Ama Necran hıristiyanlan, Yemen yahudileri
ve daha başkaları gibi kendisiyle onlar arasında daha önce bir anlaşma
bulunmayan Hayberliler dışındaki ehl-i kitaptan cizye anlaşmasında bulunma
gibi bazı şeyler taleb etti. Hz. Ömer, Hayber yahudilerini Şam'a sürgün edince
Hayber arazisinde bırakılmalarını içeren
0 anlaşma bozulmuş ve
onlar da diğer ehl-i kitap hükmüne geçmişlerdir.
Sünnet ve sünnetin
işaretleri kapalı kalan devletlerin birinde Hayber yahudilerinden bir grup bir
belge ortaya koydu. Belgeci eski göstermek için yıpratmışlar ve bir takım
yalanları süsleyip yaldızlamışlar, doğru göstermek için imza taklit etmişlerdi.
Bu belgeye göre Hz. Peygamber (s.a.) Hayber yahudilerinden cizyeyi kaldırmıştı
ve buna Ali b. Ebî Tâlib, Sa'd b. Muaz ve bir grup sahabî —Allah onlardan razı
olsun— şahit olmuşlardı. Allah Rasûlü'-nün (s.a.) sünnetim, savaşlarım ve
siyerini bilmeyen bazı cahiüerce bu belge revaç buldu. Onlann aklına
olabileceği kuruntusu geldi. Hatta doğruluğunu sandılar da bu sahte belgenin
hükmüne göre hareket ettiler. Nihayet belge Şeyhülislâm İbn Teymiye'ye —Allah
ruhunu şâd eylesin— iletildi ve ondan bu belgenin yürürlüğe konmasına ve
gereğince işlem yapılmasına yardım etmesi talebinde bulunuldu. Üstad, belgeye
tükürdü ve onun sahte olduğunu on noktadan ortaya koydu. Bazıları:
1. Belgede
Sa'd b. Muaz'ın şahitliği yer almaktadır. Oysa Sa'd kesinlik-le Hayber'in
fethinden önce vefat etmiştir.
2. Belgeye
göre Hz. Peygamber (s.a.) onlardan cizyeyi kaldırmıştı. Oysa cizye âyeti daha
henüz inmemişti ve o vakit sahabe cizye nedir bilmiyordu. Çünkü cizye âyeti
Hayber fethinden üç sene sonra, Tebük savaşının yapıldığı yılda inmişti.
3. Yine
belgeye göre Hz. Peygamber (s.a.) onlardan vergileri ve angaryaları
kaldırmıştır ki bu imkânsızdır. Zira O'nun zamanında ne onlardan ne de
başkalarından alman ne vergi ve ne de angarya vardı. Allah gerek O'nu Ve
gerekse ashabını vergi ve angarya almaktan korumuştur. Bunlar zalim hükümdarların
koydukları ve o şekilde devamedegelen vergilerdendir.
4. Farklı branşlara mensup ilim adamlarından hiçbiri bu
belgeden söz t; âlîlite hiri. ne hadis ve sünnet âlimle-
rinden biri, ne fıkıh
ve fetva âlimlerinden biri ve ne de tefsircilerden biri bundan söz etmiştir.
Yahudiler böyle bir belgeyi selef devrinde ortaya çıkaramamışlardır; çünkü
biliyorlardı ki, eğer öyle bir sahte belge düzenleseler onlar o belgenin
asılsız ve sahte olduğunu hemen anlarlar. Fitne zamanında ve sünnetin bir
bölümünün gizli kaldığı dönemde devletlerden birini hafife alıp böyle bir sahte
belge düzenlediler, onu süsleyip yaldızladılar ve ortaya çıkardılar. Onların
yaptıkları bu şeye Allah'a ve Rasûiü'ne hiyanet eden bazı kimselerin
tamahkârlıkları müsaade etti. Ama bu sürekli olmadı, çok geçmeden Allah, onun
gerçek yüzünü gösterdi. Peygamberlerin halifeleri (yani âlimler) onun
asılsızlığını ve sahteliğini ortaya koydular.
Cizye âyeti inince Hz.
Peygamber (s.a.) şu üç kısımdan cizye aldı: 1) Me-cusiler, 2) Yahudiler, 3)
Hıristiyanlar. Putperestlerden cizye almadı. Bir görüşe göre Hz. Peygamber'in
(s.a.) alıp almama konusundaki tatbikatına uyarak bunlar dışında ve bunların
dinini benimseyenler dışındaki herhangi bir kâfirden cizye almak caiz
değildir. Diğer bir görüşe göre ise hem ehl-i kitaptan ve hem de Arap olmayan
putperestler gibi ehl-i kitap dışındaki kâfirlerden cizye alınır; ama Arap putperestlerinden
alınmaz. Birinci görüş İmam Şafiî'nin (r.h.) ve iki rivayetten birine göre
İmam Ahmed'in görüşüdür. İkincisi ise İmam Ebu Hanîfe'nin (r.h.) ve diğer
rivayete göre de İmam Ahmed'in (r.h.) görüşüdür.
İkinci görüşü
savunanlar diyorlar ki: Hz. Peygamber (s.a.) Arap müşriklerinden cizye
almamıştır; çünkü cizyenin farz oluşunu ifade eden âyet Arap yarımadası
müslüman olduktan sonra inmiştir. O vakit orada müşrik kalmamıştı. Zira bu
âyet Mekke'nin fethinden ve Arapların Allah'ın dinine akın akın girmelerinden
sonra inmiştir. O zaman Arap memleketinde müşrik kalmamıştı. Bu yüzden Hz.
Peygamber (s.a.) fetihden sonra Tebük gazasına çıkmıştır. Oranın halkı
hıristiyandı. Şayet Arap memleketinde müşrikler bulunsaydı onlar Hz.
Peygamber'i (s.a.) takip ediyor olurlardı. Uzaktakiler-İe savaşmaktansa onlarla
savaşmak daha münasip olurdu.
Siyeri ve İslâm
savaşlarını iyi tetkik eden işin böyle olduğunu anlar. Kendisinden alınacak
kimse bulunmadığından ötürü onlardan cizye alınmamıştır. Yoksa onlar cizye verecek
kimse olmadıklarından cizye alınmamış değildir. Bu görüş sahipleri devamla
diyorlar ki: Hz. Peygamber (s.a.) ehl-i kitap olmadıkları halde mecusilerden
cizye almıştır. Onların kitapları olduğu sahih değildir. Bu konuda Hz.
Peygamber'e (s.a.) bir hadis nisbet edilmişse de böyle bir hadis sabit ve
senedi de sahih olmaz.[401]
Ateşe tapanlarla puta
tapanlar arasında bir fark yoktur. Hatta putperestlerin halleri
ateşperestlerin hallerinden daha yakındır. Onlar bazı konularda Hz. İbrahim'in
dinini izlerlerdi; ateşperestlerde ise böyle bir şey yoktu. Aksine
ateşperestler Hz. Halil İbrahim'in düşmanıdırlar. Onlardan cizye alındığına
göre putperestlerden alınması daha da yerindedir. Buna Allah Rasû-îü'nün (s.a.)
sünneti de delâlet etmektedir. Nitekim Sahih-i Müslim'de yer alan bir hadisine
göre bir komutanına: "Müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman onları şu
üç şeyden birine çağır; hangisine olumlu cevap verirlerse onlardan bunu kabul
et ve onlara ilişme." buyurduktan sonra ona düşmanları müslüman olmaya, ya
da cizye vermeye çağırmasını, (bunları kabul etmezlerse) onlarla savaşmasını
emretti.[402]
Muğîre, İran
hükümdarının görevlisine: "Peygamberimii bize, si; lah'a ibadet edinceye
yahut cizye verinceye kadar sizinle savaşmamızı eı ti." dedi.[403]
Allah Rasûlü (s.a.)
Kureyş'e: "Kendisi sayesinde Arabın size boyun eğeceği ve acemlerin size
cizye vereceği bir kelimeniz olsun istemez misiniz?" buyurdu. Onlar da:
"Nedir o?" dediler. Hz. Peygamber (s.a.): "La ilahe illallah =
Allah'tan başka tanrı yoktur, sözü" buyurdu.[404] '
Hz. Peygamber (s.a.)
Tebük seferinden dönerken süvarileri Dümetü'l-Cendel hükümdarı Ükeydir'i
yakaladılar. Peygamberimiz onunla cizye yermesi şartıyla barış anlaşması yaptı
ve canını ona bağışladı.[405]
Necranlı
hıristiyanlarla bir anlaşma yaptı. Anlaşmaya göre Necranlılar, yarısı safer
ayında, diğer yansı recep ayında olmak üzere müslümanlara iki bin takım elbise
ödeyecekler; eğer Yemen'de bir savaş veya bir hıyanet söz konusu olursa oraya
savaş için gidecek müslümanlara ödünç olarak otuz zırh, otuz at, otuz deve ve
her sınıf silahtan otuzar adet silah verecekler, müslü-manlar telef olanları
tazmin edecek ve geri kalanları iade edecekler; hiçbir kiliseleri yıkılmayacak;
hiçbir keşişleri dışarı çıkarılmayacak ve herhangi bir yaramazlıkta
bulunmadıkları yahut faiz yemedikleri sürece dinlerinden dönmeleri için
zorlamlmayacaklardır.'[406]"
Bu anlaşma metni
göstermektedir ki, şayet şart koşulmuşsa yaramazlık çıkartmak yahut faiz
yemekle zimmîlik sözleşmesi bozulmaktadır.
Muaz'ı Yemen'e gönderirken
ona ergenlik çağına girmiş herkesten bir dinar yahut onun değerinde meâfirî
denilen Yemen mamulü kumaş almasını emretti.[407]
Bu da gösteriyor ki,
cizyenin cinsi ve miktarı belirlenmiş değildir. Müs lümanların ihtiyaçlarına ve
kendisinden alınacak kimsenin dayanabüirliliği-ne, zenginlik durumuna ve sahip
olduğu mala göre cizyenin kumaş, altın ve takım elbise olması da, daha çok-daha
az olması da caizdir.
Gerek Allah Rasûlü
(s.a.) ve gerekse halifeleri cizye hususunda Arap ile Arap olmayan arasında fark
gözetmemişlerdir. Allah Rasûlü (s.a.) hıristiyan Araplardan cizye aldığı gibi
Hecer mecusilerinden de almıştır. Bunlar Arap idiler. Araplar aslında hiç
kitaplan bulunmayan bir millettir ve onların her bir kolu, komşuları olan
milletlerin dininde idi. Bahreyn Araplan, İran, Te-nûh ve Bühre'ye komşu
olduklarından mecusi; Tağliboğullan Bizans'a komşu olduklarından
hıristiyan; Yemen'deki bir
takım kabileler Yemen yahudilerine komşu olduklarından yahudi idiler. Allah
Rasûlü (sLa.) cizye hükümlerini yürürlüğe koydu ve atalarına, onların ehl-i
kitap dinine ne zaman girdiklerine bakmadı. Onlar bu dine, yürürlükten
kaldırıldıktan ve değiştirildikten önce mi, sonra mı girmişlerdi? Bu dini
nereden biliyorlardı? Bu nasıl sağlam şekilde belirlenebilir ve bunun delili
nedir? Bütün bu soruları dikkate almadı. Siyer ve megazide sabit olduğu üzere
Hz. İsa'nın şerîati yürürlükten kaldırıldıktan sonra Ensardan bazılarının
oğulları yahudi olmuş ve babalan onları müslüman olmaya zorlamışlardı. Bunun
üzerine Allah Teâlâ: "Dinde zorlama yoktur." âyetini'[408]
indirdi.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) Muaz'a: "Ergenlik çağma giren herkesten bir dinar al!"
buyurması cizyenin çocuklardan ve kadınlardan alınmayacağına delildir.
Soru: Peki, şu hadisi
ne yapacaksınız? Abdürrezzak'm Musannef'inde ve Ebu Ubeyd'in et-Emvâl'de
rivayetlerine göre Hz. Peygamber (s.a.) Muaz b. Cebel'e, Yemen'de her bir
ergenlik çağına girmiş kadın ve erkekten cizye almasını emretti. Ebu Ubeyd:
"Adam başı bir dinar yahut onun değerinde meâfirî kumaş olmak üzere...
köle yahut cariyeden..." kısmını ilâve etmiştir[409]' Bu
hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) gerek erkek ve kadından, gerekse hür ve
köleden cizye almıştır.
Cevap: Bu hadisin
mevsul olarak rivayeti sahih değildir, hadis munka-tı'dır. Bu ilâve kısım ise
ihtilaflıdır; diğer raviler tarafından zikredİlmemiş-tir. Herhalde râvilerden
birinin yorumu olsa gerektir. İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce
ve daha başkaları bu hadisi rivayet etmişler; ama yalnızca "Hz. Peygamber
(s.a.) ona ergenlik çağma girenden bir dinar almasını emretti." kısmını
aktarmışlar ve bu ilâveyi anmamışlardır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) kendilerinden cizye aldığı kimselerin çoğunluğu hiristiyan, yahudi ve
mecusi Araplardı. Onlardan hiçbirinin dinine ne zaman girdiğini araştırmadı.
Onları babalarına göre değil dinlerine göre değerlendirirdi. [410]
Allah Teâlâ'mn, Hz.
Peygamber'e (s.a.) vahyettiği ilk emri, "Yaratan Rabbinin adıyla
oku!" emriydi. Bu, peygamberliğinin başlangıcındaydi. Allah Teâlâ, kendi
kendisine okumasını emretmişti; o zaman henüz tebliğ etmesini emretmemişti.
Sonra "Ya eyyuhe'l-müddessir= Ey örtüye bürünen! Kalk da uyar." [411]
âyeti inmiştir. Allah Teâlâ, O'nu "Oku!" emriyle nebî, "Ya
eyyuhe'l-müddessir" âyetiyle de rasûl tayin etmiştir. Bundan sonra yakın
akrabalarını uyarmasını, sonra kavmini, sonra civarlarındaki Arapları, sonra da
bütün Arapları, en sonunda da bütün insanları uyarmasını emretmiştir.
Peygamber oluşundan sonra on küsur sene savaşmaksızın ve cizye almaksızın
İslâm'a çağırma görevini yerine getirmiştir. Kendisine bu süre içinde;
(kâfirlerin yaptıklarına) aldırmaması, sabretmesi ve affetmesi emrediliyordu.
Sonra hicret etmesine
ve savaşmasına izin verildi. Daha sonra da Allah Teâlâ, kendisine savaş
açanlarla savaşmasını ve kendisinden uzak durup sa-vaşmayanlara ilişmemesini
emretti. Nihayet, din tamamıyla Allah'ın oluncaya kadar müşriklerle savaşması
emredildi. Cihad emrinden sonra, O'na göre kâfirler üç gruba ayrılmış oldu:
1- Barış ve ateşkes yapılanlar,
2- Savaşılanlar,
3- Zimmîler.
Anlaşma ve banş
yapılanlara karşı anlaşma müddetini tamamlaması ve sâdık kaldıkları sürece
anlaşmaya bağlı kalması; ihanet etmelerinden korkârsa, onlara karşı
anlaşmalarını bozması, ancak anlaşmayı bozduğunu karşı tarafa bildirinceye
kadar onlarla savaşmaması emredildi. Bu arada anlaşmasını bozanlarla savaşması
da ayrıca emrolundu.
Berâe (Tevbe) sûresi,
işte bütün bu hallerin hükmünü açıklamak için indi. Bu sûrede Allah ehl-i
kitabtan olan düşmanlarla, cizye vermelerine ya da İslâm'a girmelerine kadar
savaşmasını; kâfirlerle ve münafıklarla cihad etmesini, bunlara sert ve
şiddetli davranmasını emretti. O da kâfirlere karşı kılıç ve mızrakla,
münafıklara karşı da delille ve dille cihad etti.
Adı geçen sûrede,
kâfirlerle yaptığı anlaşmalara uyması ve (gerekirse) onlara karşı
anlaşmalarını bozması emredildi. Yine Allah burada, anlaşma yapılanları da üçe
ayırdı:
1-
Savaşilmasmı emrettikleri. Bunlar, anlaşmalarım bozup anlaşma doğrultusunda
hareket etmeyenlerdir. Hz. Peygamber (s.a.) onlarla savaştı ve onlara galip
geldi.
2- Süre
tayin edilmiş bir anlaşma yapıldıktan sonra anlaşmayı bozup da O'nun
düşmanlanna yardım etmeyenler. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'in (s.a.) bunlar için
anlaşma süresini tamamlamasını emretmiştir.
3-
Aralarında herhangi bir anlaşma olmayan ve Hz. Peygamber (s.a.) ile
savaşmayanlar veya mutlak bir anlaşmaya sahip olanlar. Allah Teâlâ Ra-sûlü'ne
(s.a.) bunlara dört ay süre tanımasını emir buyurmuştur. Bu dört haram ay
çıkınca onlarla savaşmıştır. Bu dört ay, Allah Teâlâ'nın şu âyet-i kerimesinde
sözettiği aylardır: "Yeryüzünde dört ay daha dolaşm."[412] Bu
dört ay ise, şu âyette geçen haram aylardır: ('Haram aylar çıktığında,
müşriklerle savaşınız."[413]
Burada sözü edilen haram aylar, tesyîr aylandır[414]
Başlangıcı Allah
Rasülü'nün (s.a.) insanlara tebliğ günü olup o da Zil-hicce'nin onuncu günüdür,
ki bu konunun insanlara tebliğ edildiği en büyük hac günüdür. Sonu da
Rabîulâhir'in onuncu günüdür. Bu aylar, şu âyette sözü edilen dört ay değildir:
"Allah'a göre ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günde takdir
ettiği gibi on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır."[415]
Sözkonusu dört aydan biri tek olarak, üçü birbirinin peşisıra gelir: Recep,
Zilkade, Zilhicce, Muharrem. Müşrikler bu dört ayda gezip dolaşamadılar, çünkü
mümkün değildi. Zira bu dört ay peşpeşe gelmiyordu. Allah Teâlâ, onlara ancak
dört ay süre tanıdı ve peşinden bu ayların çıkışından sonra Ra-sûlü'ne (s.a.)
müşriklerle savaşmasını emretti. Rasûlullah (s.a.) da anlaşmasını bozanla
savaştı, anlaşması olmayana veya dört aylık mutlak (şartsız) anlaşması olana
süre verdi ve anlaşmasına bağlı kalanların anlaşma süresini tamamlamasını
emretti. İşte bunlann tamamı müslüman oldu; tanınan süreye kadar küfürleri
üzere kalmadılar. Zimmîlere de cizye koydu.
Berâe (Tevbe)
sûresinin inişinden sonra artık kâfirler O'nun nazannda, şu üçünden biri olarak
kesinleşmiş oldu:
1- O'nunla
savaşanlar,
2- Barış yapılanlar,
3- Zimmîler.
Sonra, anlaşma ve banş
yapılanlar İslâm'a döndü ve onlar da ik: oldular:
1- Savaşanlar,
2- Zimmîler.
Peygamber (s.a.) ile
savaşanlar O'ndan (s.a.) korkuyorlardı
Böylece Hz. Peygamber
(s.a.) açısından dünyada yaşayanlar üçe mış oluyordu:
1- Kendisine inanan müslümanlar,
2- Kendisiyle anlaşıp, emân sahibi olanlar,
3- Kendisinden korkup savaşanlar.
Münafıklara karşı
tutumu ise şöyleydi: Rasûlullah (s.a.), münafıkların dışa vurduklarını ve
açıkladıklarını kabul etmekle, gizlediklerini ve sırlarını Allah'a havale
etmekle, onlarla ilim ve delille cihad etmekle emrolundu. Allah Teâlâ,
Rasûlü'ne (s.a.), onlardan yüz çevirmesini ve onlara karşı sert davranmasını,
kendilerine güzel ve fasih ifadelerle tebliğde bulunmasını emretti; onların
cenaze namazlarını kılmasını, kabirleri başında durmasını yasakladı. Ve Allah
Teâlâ, Rasûlullah (s.a.) münafıklar için istiğfar etse de kendisinin onları
affetmeyeceğini haber verdi. İşte, düşmanı olan kâfir ve münafıklara karşı
Allah Rasûlü'nün (s.a.) tutumu bu idi. [416]
Dostlarına ve kendi
grubuna ilişkin tutumuna gelince; Allah (c.c), Rasûlü'ne (s.a.), gece gündüz
Rabblerine dua edip cemâlini (rızasını) isteyenlere kendisini adamasını ve
gözlerini onlardan ayırmamasını emretti. Yine onları bağışlamasını, onlar için
istiğfarda bulunmasını, her işte onlarla istişare etmesini ve onların cenaze
namazlarını kılmasını emretti.
îsyan edip emrini
yerine getirmekten geri duranlardan, onlar tevbe edip itaat altına girinceye
kadar ayrı kalmasını, onlara küs durmasını emretti. Nitekim (savaşa çıkılacağı
sırada emrini dinlemeyip) geri kalanlara darılmış, onlardan uzak durmuştu.
Had gerektiren birşey
yapana hadleri uygulamasını; ve bu hususta soyluların ve sıradan insanların
O'nun (s.a.) yanında eşit olmasını emretti.
Düşmanları olan insan
şeytanlarını en güzel metodla savuşturmasını ve kendisine kötülük yapanın
kötülüğüne iyilikle karşılık vermesini, cahilliğine hilmle (yumuşaklıkla), zulmüne
affetmekle, alâkasını kesene bağlantı ve ilişki kurmakla karşılık vermesini
emir buyurdu. Allah (c.c), Rasûlü'ne (s.a.) şayet böyle yaparsa, düşmanının
candan ve sıcak bir dosta dönüşeceğini de haber verdi.
Düşmanları olan
şeytânlarını da, onlardan Allah'a (c.c.) sığınmak suretiyle savuşturmasını
emretti. Bu iki emri Kur'an'da üç yerde, A'râf, Mü'mi-nûn ve Fussilet
sûrelerinde topladı. A'râf sûresinde: "Sen af volunu tut. basışla!
Ma'rûfu emret ve
cahillerden yüz çevir (onlara aldırış etme). Şeytan seni dürtecek olursa
Allah'a sığın. Şüphesiz ki O, işiticidir, bilicidir."[417]
buyurdu. Burada Allah (c.c), Rasûlü'ne cahillerin şerrinden, onlardan yüz
çevirerek; şeytanın şerrinden de ondan Allah'a sığınarak korunmasını emretmiş
ve güzel ahlâkın ve huyların hepsini bu âyette toplamıştır. Zira devlet
başkanının tebaasına karşı üç tavrı vardır: 1) Elbette O'nun (s.a.) tebaası
üzerinde, tebaasının mutlaka yerine getirmesi gereken bir hakkı, 2) Tebaasına
karşı bir emir yetkisi vardır. 3) Tebaasının, onun bu hakkında aşırılığa ve
düşmanlığa düşmeleri kaçınılmazdır. Tebaası üzerindeki hakkından, onların
itaat edebilecekleri, kendilerine hafif gelecek, kolaylarına gidecek ve güç
gelmeyecek olanım tercihle emrolundu. Bu onun sarf etmekle onlara herhangi bir zarar
ve güçlük vermeyecek olan "afv"dir. Ayrıca Rasûlullah tebaasına örfü
emretmekle emrolundu. Örf, selim akılların ve doğru fıtratın (yaratılışın)
tanıyıp güzelliğini ve yararını kabul ettiği ma'ru'f olan şeydir. Bunu
emrettiğinde; sertlikle ve kabalıkla değil, iyilikle emrederdi. Yine Allah
Teâlâ, Rasûlullah'a (s.a.) onların içerisindeki cahillerin cahilliğine,
misliyle değil, yüz çevirmek suretiyle karşılık vermesini emretmiştir ki
böylece onların şerrinden korunmuş olurdu.
Mü'minûn sûresinde
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "De ki: Rabbim! Onların tehdîd olundukları
şeyi bana mutlaka göstereceksen, o zaman beni zâlim milletin içinde bulundurma
ya Rabbi!
Biz onlara
vadettiğimizi sana elbette gösterebiliriz. Sen kötülüğü en iyisi ile (en iyi
bir biçimde) savuştur. Onların nitelendirdikleri şeyleri Biz daha iyi biliriz.
De ki: Rabbim; şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırım. Rabbim; yanımda
bulunmalarından da Sana sığınırım."[418]
Fussilet sûresinde ise
şöyle buyurmuştur: "İyilik ve kötülük bir değildir. Sen fenalığı en güzel
şekilde savuştur (karşıla). O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin
yakın bir dost gibi olduğunu görürsün. Bu ancak sabredenlere vergidir; bu
ancak o büyük hazzı tadanlara vergidir. Şayet şeytan seni dürtecek olursa Allah'a
sığın! Doğrusu O işitendir,bilendir"[419]
îşte Rasûlullah'm
(s.a.) bütün yeryüzünde yaşayanlara karşı; insanlara, cinlere, mü'minlere ve
kâfirlere karşı tutumları böyle idi. [420]
Rasûlullah'ın
(s.a.) bağladığı ilk sancak, hicretten sonra 7. ayın başlarında, Ramazan'da
Hamza b. Abdülmuttalib'e verdiği sancaktı. Sözkonusu sancak beyaz bir sancaktı.
Sancağı, Hz. Hamza'nın müttefiki Ebu Mersed Kennâz b. Husayn el-Ganevî
taşıyordu. Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Hamza'yı özellikle Muhacirlerden seçtiği 30
mücahidin başında, Şam'dan gelen ve Ku-_ reyş'e ait Ebu Cehil b. Hişâm'm komuta
ettiği 300 kişinin bulunduğu bir kervanın önünü kesmek için gönderdi. Birlik
îs dolaylarındaki Sîfu'I-Bahr'e vardı. İki taraf karşılaştılar ve savaşmak için
saf tuttular. îki grubun da, hem bu tarafın hem o tarafın müttefiki olan Mecdî
b. Amf el-Cühenî, aralarını ayı-nncaya kadar gidip geldi; ve savaşmadılar[421]
Sonra Ubeyde b. Haris
,b. el-Muttalib'i, bir seriyyenin başında hicretten
sonra 8. ayın başlarında Şevval ayında
Râbiğ vadisine gönderdi. Ona da beyaz bir sancak verdi. Sancağı Mistah b.
Üsâse b. Abdülmuttalib b. Abdime-nâf taşıyordu. 60 muhacirden ibarettiler,
aralarında Ensar'dan bir tek kimse yoktu. Râbiğ vadisinde, 200 kişiye komuta
eden Ebu Süfyan b. Harb'le, Cuh-fe'den 10 mil uzaklıkta karşılaştılar.
Aralarında bir ok atımı mesafe vardı. Kılıç çekmediler, savaşmak için saf da
tutmadılar. Ancak karşılıklı ok ve mızrak attılar. Müslümanlar arasındaki Sa'd
b. Ebî Vakkâs, Allah yolunda ilk ok atan kişi oldu. Sonra her iki taraf da
birliklerine döndüler.
îbn İshak, karşı tarafın
komutanı İkrime b. Ebî Cehil'di, demiş ve Ubeyde seriyyesinin Hz. Hamza
seriyyesinden önce oldğunu söylemiştir. [422]
Daha
sonra Rasûlullah (s.a.) Sa'd b. Ebî Vakkas'ı hicretten sonra 9. ayın başlarında
Zilkade ayında Harrâr'a gönderdi. Ona da beyaz bir sancak verdi. Sancaktar
Mikdad b. Amr'di. Kureyş'e ait bir kervanı vuracak 20 süvari idiler. Rasûlullah
(s.a.) Harrâr'dan ileri gitmeyeceklerine dair söz aldı. Yürüyerek yola
çıktılar. Gündüz gizlenip gece yürüyorlardı. Nihayet perşembe sabahı oraya
vardılar. Ancak kervanın akşamleyin oradan geçtiğini öğrendiler.[423]
Sonra
Hz. Peygamber (s.a.), bizzat kendisi Ebvâ gazasına çıktı. Bu gazaya Veddân da
denir. Sözkonusu gaza, Rasûlullah'm (s.a.) bizzat çıktığı ilk gazadır.
Hicretten sonra 12. ayın başlarında Safer ayında olmuştur. Sancağını Hamza b.
Abdülmuttalib taşıyordu ve beyaz renkteydi. Medine'de Sa'd b. Ubâde'yi vekil
bıraktı. Kureyş'e ait bir kervanı vurmak üzere özellikle Muhacirlerin başında
gazaya çıkmıştı. Ancak savaş olmadı. Bu gazada Hz. Peygamber (s.a.), o zaman
Damraoğullarımn başkanı olan Muhşî b. Amr ed-Damrî ile; Damraoğullanna
saldırmamak, Damraoğullan da kendisine saldırmamak ve O'na (s.a.) karşı adam
toplamamak ve düşmanlık yapmamak üzere anlaşma yaptı. Aralarında bir anlaşma
yazıldı. Rasûlullah (s.a.) bu gaza sebebiyle Medine'den 15 gece ayrı kalmıştı.[424]
Rasûlullah (s.a.),
hicretten sonra 13. ayın başlarında, Rebîulevvel'de Bu-vât'a, gaza için yola
çıktı. Sancağını Sa'd b. Ebî Vakkâs taşıyordu. Sancak beyaz renkteydi.
Medine'de vekil olarak Sa'd b. Muaz'ı bıraktı. Rasûlullah (s.a.) ashabından 200
kişiye komuta ediyordu. Kureyş'e ait ve Ümeyye b. Halef el-Cümahî'nin başkanlık
ettiği, 100 Kureyşlinin ve 2500 yük devesinin bulunduğu bir kervanın önünü
kesecekti. Rasûlullah (s.a.) Buvât'a vardı. Orası iki dağdan ibaretti ki
bunlar, Şam yolu yönünde Cüheyne dağının uzantılarıydı. Buvât'la Medine
arasında yaklaşık dört konaklık bir mesafe vardı. Herhangi bir çatışma çıkmadı.
Rasûlullah (s.a.) da geri döndü.[425]
Daha sonra Rasûlullah
(s.a.), hicrî 13. ayın başlarında Kürz b. Câbir el-Fihrî'yi bulmak amacıyla
gazaya çıktı. Sancağını Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) taşıyordu. Sancak beyazdı.
Medine'de Zeyd b. Hârise'yi vekil bıraktı. Kürz, Medine otlağına baskın
yapmıştı. Rasûlullah (s.a.) onu sürmek istedi. Çünkü Kürz, (Medine otlağında)
develerini otlatıyordu. Rasûlullah (s.a.) Kürz'ü Bedir dolaylarındaki Sefevan
denilen vadiye varıncaya kadar aradı. Kürz gitmişti, ona rastlayamadı ve
Medine'ye döndü.[426]
Sonra Rasûlullah
(s.a.) hicrî 16. ayın başlarında Cemâziyelâhir ayında gazaya çıktı. Sancağını
Hamza b. Abdülmuttalib taşıyordu, rengi beyazdı. Medine'de £bu Seleme b.
Abdülesed el-Mahzûmî'yi vekil bıraktı. 150 kişilik bir birliğe komuta ediyordu.
Muhacirlerden oluşan 200 kişinin başında idi, de denilmiştir. Hiç kimse gazaya
çıkmaktan hoşlanmamazhk etmedi. 30 deveye sırayla, nöbetleşe binerek gittiler.
Kureyş'e ait ve Şam'a giden bir kervanın yolunu keseceklerdi. Zira
Rasûlullah'a (s.a.) Kureyş'e ait malların bulunduğu bir kervanın Mekke'den
ayrıldığı haberi gelmişti. Rasûlullah (s.a.) ZÜ'1-Uşeyre'ye ulaştı. Bu yere
Uşeyrâ veya Useyre de denilmiştir. Burası Yenbu' civarındadır. Yenbu' ile
Medine arasında 9 konaklık bir mesafe vardır. Hz. Peygamber (s.a.) kervanın
günler önce geçip gittiğini öğrendi. îşte bu kervan, Şam'dan döndüğü zaman
karşılamak için çıktığı ve Allah'ın kendisine kervanı veya çarpışıp şeref
sahibi olmayı vaadettiği kervandır. Allah Teâlâ, neticede O'na (s.a.) vaadettiklerini
gerçekleştirdi[427]
Bu gazada
Müdlicoğulları ve onların müttefiki olan Damraoğullan ile anlaşma yaptı.
Hafız Abdülmü'min b.
Halef: "Rasûlullah (s.a.), Hz. Ali'ye Ebu Tü-râb künyesini bu gazvede
vermiştir." demektedir. Halbuki durum onun dediği gibi değildir. Çünkü
Peygamber (s.a.), Hz. Ali'ye Ebu Türâb künyesini Hz. Fâtıma ile
nikâhlanmasından sonra vermiştir. Evlilikleri ise Bedir savaşından sonradır.
Hz. Peygamber (s.a.) Fâtıma'nm yanma varınca; "Amcanın oğlu nerede?"
buyurmuş, Fâtıma da: "Sinirli bir halde çıktı." demişti. Peygamber
(s.a.) mescide gelmiş ve Hz. Ali'yi orada yan tarafına yatmış bir durumda
bulmuştu. Üzerine toz toprak bulaşmıştı. Rasûlullah (s.a.) silkeleyip çırpmaya
başlamış, bir yandan da: "Otur Ebu Türâb, ( = topraklı) otur Ebu
Türâb" buyurmuştu.[428]
İşte onun Ebu Türâb olarak künyelendiği ilk gün bu gündür[429]
Hicretten sonraki 17.
ayın başlarında, Recep ayında Abdullah b. Cahş el-Esedî'yi Muhacirlerden 12 Kişinin başında Nahle'ye
gönderdi. îki kişi bir deveye sırayla biniyorlardı. Kureyş'e ait bir kervanı
gözleyerek Nahle'ye vardılar. Rasûlullah (s.a.) bu seriyyede Abdullah b.
Cahş'ı emîrulnuVmimn diye isimlendirdi. Rasûlullah (s.a.) Abdullah için bir
mektup yazmış ve iki gün geçinceye kadar mektubu açıp bakmamasını, ondan sonra
bakmasını emretmişti. Abdullah mektubu açtığında mektupta şunların yazılı
olduğunu gördü: "Benim şu mektubuma baktığında, Mekke ile Tâif arasındaki
Nahle'de konakiayıncaya kadar git. Sonra orada Kureyş'i gözetlersin ve bizim
için on-lann durumlarını öğrenirsin." Abdullah: "İşittim ve itaat
ettim," dedi. Adamlarına da durumu ve kendilerini zorlamadığını haber
verdi. "Şehit olmayı isteyen, davransın; ölümden hoşlanmayan geri dönsün!
İşte ben gidiyorum!" dedi. Hep beraber yola koyuldular. Yolda Sa'd b. Ebî
Vakkâs ile Utbe b. Gazvân, nöbetleşe bindikleri develerini kaybetmişlerdi,
ararken geri kaldılar. Abdullah b. Cahş, uzaklaşıp gitti ve Nahle'de konakladı.
Bu sırada Kureyş'e ait kuru üzüm, deri ve ticarî mallar taşıyan bir kervan
yanından geçti. Kervanda Amr b. el-Hadramî, Abdullah b. Muğîre'nin iki oğlu
Osman ve Nev-fel, Muğîreoğullarının kölesi Hakem b. Keysan da bulunmaktaydı.
Müslümanlar istişare edip dediler ki: "Haram aylardan Receb'in son gününde
bulunuyoruz. Onlarla savaşırsak, haram ayın kutsallığını ihlâl etmiş olacağız.
Onları bu gece bırakırsak hareme (Mekke'ye) girecekler." Sonra onlarla
çarpışmak hususunda görüş birliğine vardılar. İçlerinden biri Amr b.
el-Hadramî'ye bir ok attı ve onu öldürdü. Osman'la Hakem'i esir aldılar,
Nev-fel ise kaçıp kurtuldu. Kervanla ve esirlerle döndüler. Bunun 1/5 ini
(beşte birini) ayırdılar. İslâm tarihindeki ilk humus (1/5), ilk öldürme, ve
ilk esir alma olayı budur. Rasûlullah (s.a.) onların bu yaptıklarından
hoşlanmadı.[430]
Kureyş'in üzüntüsü ve
müslümanlara karşı nefretleri iyice arttı; konuşacak, dedikodu yapacak bir
konu bulduklarını sandılar ve: "Muhammed, haram ayın hürmetini ihlâl
etti." dediler. Bu lâf müslümanlara ağır geldi.[431]
Nihayet Allah Teâlâ şu âyeti indirdi: "Sana hürmet edilen ayı, o aydaki savaşı
sorarlar. De ki: O ayda savaşmak büyük suçtur. Ancak Allah yolundan— alıkoymak,
O'nu inkâr etmek, Mescid-i Haram'a (gitmek isteyenlere) engel olmak ve halkım
oradan çıkarmak Allah katında daha büyük suçtur. Fitne
çıkarmak ise öldürmekten daha büyük
suçtur... "[432]
Allah sübhânehu şöyle buyurmuş oluyor: Müslümanların yaptıkları şu
hoşlanmadığınız şey büyük bir suç olsa bile, sizin işlediğiniz; Allah'ı inkâr
etmek, O'nun yolundan ve beytinden alıkoymak, Mescid-i Haram'ın ahalisi olan
müslümanlan oradan çıkartmak, yine sizin yaptığınız şirk koşma ve sizden hasıl
olan fitne, Allah katında müslümanların haram aydaki savaşlarından daha büyük
birer suçtur. Selef âlimlerinin çoğu, buradaki "fitne"yi şirk diye
tefsir etmişlerdir. Allah'ın şu kelâmı gibi: "Fitne (şirk) kalmayıncaya
kadar onlarla savaşın."[433] Şu
âyeti de buna delildir: "Sonra, Rabbimiz Allah'a andolsun ki bizler müşrikler
değildik, demekten başka fitne bulamazlar."[434]
Yani: Şirklerinin sonu ve âkibeti ve varacakları nokta ancak kendilerini
şirkten uzak sayıp kabullenmemeleridir.
Fitnenin mahiyeti
şudur: Fitne, sahibini kendisine çağırdığı, uğruna savaştığı, bulaşmayanları
da cezalandırdığı şirkin ta kendisidir. Bunun için, onlara (şirk ehline)
ateşle azab olundukları, fitneye düştükleri vakit: "Fitnenizi tadın!"[435]denir.
îbn Abbas; "fitnenizi" sözünü, "yalanlamanızı" şeklinde
tefsir etmiştir. Esası şudur: Fitnenizin sonucunu, gayesini ve işin dönüp dolaşıp
geleceği şeyi tadınız, demektir. Şu âyette olduğu gibi: "...Kazandıklarınızın
karşılığım tadın, denir..."[436]
Onların, Allah'ın kullarım şirke sürüklemek için işkenceye tâbi tuttukları gibi
cehennemde işkence görürler ve kendilerine: "Fitnenizi (işkencenizi,
azabınızı) tadın." denir. Şu âyet de buna delildir: "Mü'min erkeklere
ve mü'min kadınlara işkence edip de sonra tevbe etmeyenler..."[437]
Buradaki fitne, mü'minlere işkence etmeleri, onları ateşle yakmaları olarak
tefsir olunmuştur. Buradaki fitne lafzı daha geniş ve geneldir. Gerçekte anlamı:
"Mü'minlere, onları dinlerinden (fitneye düşürmek) saptırmak için azab
ettiniz, demektir. İşte müşriklere izafe edilen fitne budur.
Allah Teâlâ'mn bizzat
kendisine veya peygamberinin O'na izafe ettiği fitneye gelince: Şu âyetteki
gibi: "Böylece bazısını bazısıyla fitneye düşürdük."[438] ve
Musa'nın (a.s.) şu sözündeki gibi: "Bu, Senin fitnenden başka bir şey
değildir. Bununla dilediğini saptırır, dalâlete düşürür; dilediğini doğru yola,
hidâyete iletirsin..."[439]
İşte, buradaki fitne bir başka anlama gelir; imtihan, deneme; ve Allah'ın, kullarını hayır ve
şerle, nimet ve felâketle tecrübe etmesi anlamınadir. Bu bir türlü,
müşriklerin fitnesi bir başka türlüdür. Mü'minin malı, evlâdı, komşusu ve
ortağı konusundaki fitnesi bir türlü; Ali ve Muaviye taraftarları, Cemel ve
Sıffîn savaşlarına katılanlar ve müslüman-lar arasında savaşmaya ve ayrılığa
varan fitnede olduğu gibi müslümanlar arasındaki fitne bir başka türlüdür. O
öyle bir fitnedir ki, Hz. Peygamber (s.a.) bu fitne için: "Bir fitne
ortaya çıkacak ki, o fitnede oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden,
yürüyen de koşandan daha hayırlıdır."[440]
buyurmuştur. Rasûlullah'ın (s.a.) fitne hadislerinde, iki taraftan da olmamayı
ve uzaklaşmayı emrettiği fitne, işte bu fitnedir.
Allah'ın şu sözünde
olduğu gibi, fitneyle günah da kastedilmiş olabilir: "Onlardan 'bana izin
ver, beni fitneye düşürme' diyen de vardır."[441] Bu
sözü Ced b. Kays söylemiştir. Rasûlullah (s.a.) onu Tebük'e göndermek istediğinde
şöyle demiştir: Oturmana izin ver. Benî Asfar kızlarına saldırmam suretiyle
beni fitneye düşürme. Çünkü ben onlara karşı sabredemem. Bunun üzerine Allah
Teâlâ: "Bilin ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdi. "[442]
buyurdu. Yani: Nifak fitnesine düşmüşler ve Benî Asfar kızlarının fitnesinden
nifak fitnesine kaçmışlardı.
Sonuç: Allah Teâlâ,
dostları ile düşmanları arasında adaletle ve insafla hüküm verdi. Dostlarını
(müslümanlan) haram ayda savaşmakla işledikleri günahtan temize çıkarmadı,
aksine bunun büyük bir suç olduğunu; ancak düşmanları olan müşriklerin yapmış
olduklarının, haram ayındaki mücerred savaştan daha büyük, çok daha fazla bir
günah olduğunu; müşriklerin kötülenmeye, ayıplanmaya ve cezaya çarptırılmaya
daha müstehak olduklarını; özellikle dostlarının onlarla savaşmakta te'vilde
bulunduklarını veya bir tür suç işlediklerini fakat tevhid, itaat, Rasûlüyîe
(s.a.) beraber hicret etmek, Allah katında tercih olunmak gibi amelleri
sebebiyle Allah'ın o te'vili ve suçu bağışladığım haber verdi. Mü'minler Allah
katında, şiirde söylendiği gibidirler:
Sevgili tek bir suç
ile gelse.
İyilikleri ve
güzellikleri, bin şefaatçi getirir.
Sevgili (yani
müslüman), bütün kötülükleri yapan ve iyiliklerden, güzelliklerden bir tek
şefaatçisi bile olmayan menfur düşmanla nasıl kıyas olunur?
Bu yılın (hicrî 2.
yıl) Şaban ayında kıble değiştirildi. Bunu daha önce anlatmıştık. [443]
Hicrî 2. senenin
Ramazan ayı girdiğinde, Rasûlullah'a (s.a.), Ebu Süf-yan'in eşliğinde Şam'dan
gelmekte olan, Kureyş'e ait kervanın haberi ulaştı. Mekke'den çıktığında
aramaya gittikleri kervan bu kervandı. Kervandakiler 40 kişi kadardılar ve
kervanda Kureyş'e ait pek çok mal vardı.
Hz. Peygamber (s.a.)
sahabeyi, kervanı vurmak için çıkmaya davet etti. Bineği hazır olanın
davranmasını emretti. Kervana çok önem vermedi, geniş bir hazırlık yapmadı.
Çünkü O (s.a.) aceleyle üç yüz on küsur adamın başında çıkmıştı. Yanlarında
iki attan, Zübeyr b. Avvâm'm ve Mikdad b. Esved el-Kindî'mn atlarından başka at
yoktu. 70 develeri vardı, iki veya üç kişi bir deveye nöbetleşe biniyordu.
Nitekim Rasûlullah (s.a.), Hz. Ali ve Mersed b. Ebî Mersed el-Ganevî bir deveye
nöbetleşe biniyorlardı.[444]
Zeyd b. Harise ve oğlu ile RasûluIIah'ın azadlılarından Kebşe de bir deveye
nöbetleşe biniyorlardı. Ebu Bekir, Ömer ve Abdurrahman b. Avf da aynı şekilde
bir deveye nöbetleşe biniyorlardı.
Hz. Peygamber (s.a.)
Medine'de îbn Ümmi Mektûm'u vekil bırakmıştı. Ravha'da[445]
iken Ebu Lübâbe b. Abdülmünzir'i geri çevirdi ve Medine'ye vekil olarak onu tayin
etti. Bayrağı da Mus'ab b. Umeyr'e verdi. Sancağın biri Ali b. Ebî Tâlib'de,
Ensar'a ait olan diğeri de Sa'd b. Muaz'da idi. Askere su dağıtma işini de Kays
b. Sa'sa'a'ya verdi ve yürüdü.
Safrâ'ya yaklaştığında
Besbes b. Amr el-Cühenî iîe Adiy b. Ebî Zağbâ'-yı Bedir'e, kervanın durumunu
gözetleyip araştırmaları için gönderdi. [446]
Ebu Süfyân ise,
Rasûlullah'ın (s.a.) kendisine doğru geldiğini öğrenince, Damdam b. Amr
el-Ğıfârî'yi ücretle kiralayarak, kendisini Muhammed'-den ve ashabından
korumaları için Kureyş'ten kervana adam toplamak suretiyle yardım istemek için
Mekke'ye gönderdi. Yardım isteği, Mekkelilere ulaştığında aceleyle ayaklandılar
ve hep birden savaş için yola koyuldular, îleri gelenlerinden, Ebu Leheb dışında
hiç kimse geride kalmamıştı. O da, alacaklı olduğu bir adamı kendi yerine bedel
tutmuştu. Çevrelerindeki Arap kabilelerinden de adam topladılar. Geride
Adiyoğullanndan başka Kureyş'-in kollarından hiçbiri kalmadı; Adiyoğullanndan
hiç kimse onlara katılmadı. Memleketlerinden Allah Teâlâ'nın buyurduğu şekilde
çıktılar: "... Böbürlenerek ve insanlara gösteriş yaparak ve Allah
yolundan menetmek için..."[447] Ve
Rasûlullah'ın (s.a.) buyurduğu gibi: "Böbürlenerek ve demimden
silahlarıyla Allah'a ve Rasûlü'ne (s.a.) meydan okuyarak" geldiler.[448]
Niyetlenerek, güçlü olarak, kızgın ve gazaplı olarak, Rasülullah'a (s.a.) ve
ashabına öfkelenerek geldiler. Çünkü onlar (müslümanlar) kervanlarını ele
geçirmek, kervandakileri öldürmek istiyorlardı; daha önce de Amr b. el-Hadramî'yi
öldürmüş ve idaresindeki kervana el koymuşlardı.[449]
Böylece Allah Teâlâ onları sözleşmedikleri halde bir araya getirmişti. Nitekim
âyette de: "Sözleşmiş olsanız bile, buluşma saatinde anlaşamazdınız.
Halbuki Allah bir işi gerçekleştirmeyi diledi mi, o iş olur."[450]
buyurmuştur. [451]
Kureyş'in geldiğini
haber alan Resulullah (s.a.) ashabıyla istişare etti. Muhacirler konuştular ve
güzel şeyler söylediler. Sonra onlarla ikinci defa istişare etti, muhacirler
konuştular ve güzel şeyler söylediler. Sonra üçüncü defa onlarla istişare etti.
Ensar, Resulullah'ın (s.a.) kendilerinin görüşünü almak istediğini anladı. Sa'd
b. Muaz, davrandı kalktı ve şöyle dedi;
— Ey Allah'ın Resulü!
Bize üstü kapalı bir şeyler söyler gibisin.
Resûlullah.(s.a.)
gerçekten onları kastediyordu. Çünkü Ensar, Resûlul-lah'a (s.a.), onu kendi
şehirlerinde başına gelecek kötülüklerden korumak üzere biat etmişlerdi. Savaşa
çıkmaya niyetlendiğinde Rasülullah (s.a.), ne düşündüklerini öğrenmek için
onlarla istişare etmişti. Sa'd, şöyle devam etti:
— Belki de siz,
Ensar'm size, ancak kendi şehirlerinde yardım etmekle yükümlü oldukları
görüşünde olmalarından korkuyorsunuz. Ben, Ensar adına konuşuyorum ve onlar
adına cevap veriyorum: İstediğin yere git; istediğin kişiyle ilişki kur;
istediğin kişiyle ilişkini kes. Mallarımızdan dilediğini al, dilediğini ver;
bizden aldığın, bize bıraktığından bize göre daha sevimlidir. Emrettiğin bir
işte bizim işimiz senin işine tâbidir. Vallahi, Berku'l-Gemâd'a(7i kadar gitsen
bile seninle birlikte geleceğiz. Vallahi, bizden şu denize dalmamızı istesen,
seninle birlikte dalarız.
îbn Hişam, es-Sîret
1/625, senedsiz olarak. îbn Kesîr de (2/395) benzerini rivayet etmiş ve
Muhammed b. Amr b. Alkame b. Vakkâs el-Leysî-babası-dedesi yoluyla mürsel olarak
Merdûyeh'e nisbet etmiştir. İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'l-Bân'de (7/224) İbn
Ebî Şeybe'ye nisbet etmiştir. Buharı de (64/4) îbrîMes'ûd'dan şöyle rivayet
etmiştir: "Mik-dad b. Esved'in öyle bir durumuna şahid oldum ki o durumda
olmak bana o duruma denk tutulacak şeylerden daha sevimlidir. Zira o, Hz.
Peygamber (s.a.) müşriklere karşı savaşa çağırarak geldiğinde: "Musa'nın
kavminin 'Sen ve Rabbin gidin, savaşın' dedikleri gibi demeyeceğiz. Biz senin
sağında, solunda, önünde, arkanda çarpışacağız" dedi. Hz. Peygamber'in
(s.a.) yüzünün güldüğünü ve Mikdad'm sözünün Hz. Peygamber'İ (s.a.)
sevindirdiğini gördüm." Ayrıca hadisi Ahmed b. Hanbel (1/390, 428) ve
Hâkim (3/349) de rivayet etmiş; Zehebî de sahih bulmuştur. Müslim'de (1779)
Enes b. Mâlik'ten şöyle nakledilmiştir: Enes anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.),
Ebu Süfyan'ın geliş haberini alınca istişare etti. Ebu Bekir konuştu. Hz.
Peygamber (s.a.) ondan yüzünü çevirdi. Sonra Ömer konuştu, ondan da yüz
çevirdi. Sa'd b. Ubâde ayağa kalktı ve: "Bizi (görüşümüzü almayı) mı
kastediyorsun ey Allah'ın Rasûlü? Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun
ki, atlarımızı, denize daldırmamızı emretsen daldırırız; onları BerküM-Gemâd'a
sürmemizi emretsen onu da yaparız... dedi." Yine bu rivayette şöyle
geçer: Rasülullah (s.a.): "Şurası falanın düşüp öleceği yerdir"
diyerek elini oraya buraya koyuyordu. Râvi der ki: "Müşriklerden hiçbiri
Rasûlullah'ın (s.a.) elini koyduğu yerden uzaklaşamadı." Konuşanın Sa'd
b. Ubâde olması su götürür. Çünkü kendisine hisse ayrılanlardan oluşu se-
o n»HirV
katılmamıştır. İbn Hacer der ki:
Rasûlullah'ın (s.a.)
yüzü güldü ve ashabından işittiği sözlerle sevindi ve buyurdu:
"Yürüyünüz ve
müjdeleyiniz. Allah Teâlâ bana iki topluluktan birini va-adetti. Şüphesiz ben,
topluluğun (Kureyşlilerin) nerede öleceklerini görüyorum."[452]
Rasûlullah (s.a.)
Bedir'e yürüdü. Bu arada Ebu Süfyan, hareket ederek deniz kıyısına varmıştı.
Kendisinin kurtulduğunu ve kervanı da kurtardığını görünce, Kureyş'e:
"Geri dönünüz. Çünkü siz sadece kervanınızı kurtarmak için yola
çıkmıştınız." diye mektup yazdı. Haber Kureyş'e, Cuhfe'de bulundukları
sırada geldi. Dönüp dönmemekte tereddüt ettiler. O zaman Ebu Cehil:
— Vallahi, Bedir'e varıncaya kadar dönmeyiz.
Orada otururuz, gelen Araplara yemek yediririz. Böylece bundan sonra Araplar
bizden korkarlar, dedi.
Ahnes b. Şerîk, onlara
dönmeyi teklif etti; karşı çıktılar. Ahnes, kendisi ve Zühreoğulları döndüler.
Böylece Bedir'de Zühreoğullarına mensup hiçbir kişi bulunmadı. Sonradan Zühreoğullan
Ahnes'in bu kararma sevindiler; Ahnes onlar arasında itaat ve saygı görmeye
devam etti. Hâşimoğullan da dönmek istediler, Ebu Cehil onlara sertçe çıkıştı
ve dedi ki:
— Bizi bu kötülük karşısında yalnız bırakmayın,
bizden ayrılmayın! [453]
Hep birlikte
ilerlediler. Rasûlullah (s.a.) da ilerledi ve akşam üzeri Bedir
Hz. Peygamber'in
(s.a.) onlarla (ashâbıyla) Bedir gazvesinde iki defa istişare etmesi görüşüyle
rivayet farklılıkları arasında uyum sağlanabilir. İlki; Hz. Peygamber (s.a.)
Medine'de iken, kendisine Ebu Süfyan eşliğindeki kervanın haberi ilk
ulaştığındadır ki, bu Müslim'in rivayetinde açıklanmaktadır. İkinci istişare
de; Buharî'nin rivayetinde olduğu gibi Medine'den çıktıktan sonradır.
Taberânî'ye göre ise Sa'd b. Ubâde bu sözü Hudey-biye'de söylemiştir ki bunun
doğru olması daha kuvvetlidir.
kuyularına en
yakın-suyun kenarında konakladı; "Bana konaklayacağım yer hususunda görüş
belirtin" buyurdu. Hubâb b. Münzir: "Ey Allah'ın Rasû-lü! Ben Bedir'i
ve kuyularını bilirim. Bizim bildiğimiz bol ve tatlı sulu kuyulara kadar
gidelim görüşündeysen, orada konaklayalım ve oraya varmak hususunda düşmandan
önce davranalım, sonra onun dışındaki diğer kuyuları da kapatalım" dedi.
Müşrikler de suya (bir
an önce) varmak için süratle hareket ediyorlardı.
Hz. Peygamber (s.a.),
Hz. Ali'yi, Sa'd ve Zübeyr'i haber getirmeleri için Bedir'e yolladı. Onlar da
Rasûlullah (s.a.) namaz kılıyorken Kureyşli iki köle getirdiler. Ashâb-ı
kiram, kölelere:
— Siz kimsiniz? diye sordular. Onlar da:
— Kureyş'in sakalarıyız, dediler.
Sahabe bundan
hoşlanmadı. Unlar bu iki kölenin Ebu Süfyan'ın kervanından olmasını arzu
ediyorlardı. Rasûlullah (s.a.) selâm verdikten sonra kölelere sordu:
— Bana haber verin, Kureyşliler nerede?
— Şu kum tepesinin ardında.
— Kaç kişiler?
— Bildiğimiz yok.
— Her gün kaç hayvan kesiyorlar?
— Bir gün 10, bir gün 9. Hz. Peygamber (s.a.):
— Öyleyse bunlar 900-1000 kişi kadardır, dedi.
Allah azze ve celle o
gece bir yağmur yağdırdı ki müşriklere iri taneli ve şiddetli bir şekilde yağıp
onları ilerlemekten alıkorken, müslümanlar üzerine hafifçe yağdı. Allah, bu
yağmurla müslümanları temizledi, onlardan şeytanın vesvesesini giderdi;
toprağı düzeltti, kumu sertleştirdi. Böylece ayakları yere sağlam tutundu,
konaklanacak yeri yayıp hazırladı ve gönüllerini birbirine bağladı. Rasûlullah
(s.a.) ve ashabı suya daha önce kavuştular ve gece yarısı su kenarına indiler.
Havuzlar yaptılar ve bu havuzların dışındaki kuyuları kapattılar. Rasûlullah
(s.a.) ve ashabı havuz kenarında konakladılar. Rasûlullah (s.a.) için orada
savaşı kontrol edebileceği bir tepe üzerinde gölgelik kuruldu. Rasûlullah
(s.a.) savaşın olacağı mevkiye yürüdü ve, "Burası filanın öleceği yerdir."Şurası
filanın öleceği yerdir. "Burası da Allah'ın iznıyle :;filanın öleceği yerdir.", diye işaret
etmeye başladı. Onlardan (sözet-nden) hiçbiri O'nun (s.a.) işaret buyurduğu
yeri ileri geçemedi.[454]
Müşrikler meydana
çıkıp, iki taraf birbirini görünce Rasûlullah (s.a.) şöyle du:
"Allah'ım! İşte
Kureyşliler; kibirleriyle, gururlanyla, böbürlenmeleriy-le geliyorlar. Sana
meydan okuyarak ve Rasûlü'nü yalanlayarak geliyorlar." Namaz kıldı,
ellerini kaldırıp Rabbinden zafer nasib etmesini dileyerek şöyle dua etti:
*Allah'ım; bana
vadettiklerini yerine getir. Allah'ım; Sana verdiğin sözü vs va'dini
hatırlatıyorum."
Arkasında durmakta
olan Ebu Bekir Sıddîk dedi ki:
"Ey Allah'ın
rasûlü! Müjdele artık! Nefsim kudret elinde olana (Allah'a) yemin ederim ki,
Allah sana vadettiklerini mutlaka yerine getirecektir."[455]
Müslümanlar da
Allah'tan zafer ve yardım istediler. O'na muhlis olduklarını gösterdiler ve
tazarrûda bulundular. Allah Teâlâ, meleklerine şöyle vah-yetti: "Şüphesiz
Ben, sizinle beraberim; iman edenleri destekleyin. Ben inkâr edenlerin kalplerine
korku salacağım."[456]
Allah Teâlâ, Rasûlü'ne de: "Ben size birbirinin peşisıra bin melekle yardım
ederim."[457] diye vahyetti. Âyette
geçen ( f-" ) lafzı "mümiddiküm" şeklinde dal harfi kesreli
olarak ve "mümeddeküm" şeklinde dal harfi fethalı olarak okunmuştur.[458]
Denildi ki: Anlamı, onlar (melekler) size tabidirler, demektir. Yine denildi
ki: Birbirinin peşisıra gönderilmişlerdir, bir defada gelmemişlerdir,
anlamınadır.
Şayet, Allah Teâlâ
burada, onlara bin melekle yardım ettiğini zikrediyor; Âl-î İmrân sûresinde
ise: "Mü'minlere Rabbinizin size gönderilmiş Üç bin melekle yardım etmesi
size yetmeyecek mi, diyordun. Evet, eğer sabrederseniz ve sakınırsanız ve
onlar da hemen üzerinize gelirlerse Rabbiniz size nişanh beş bin melekle imdad
edecektir. "[459] buyurmuştur.
Bu iki âyetin arası
nasıl bulunur? denilirse; şöyle cevap verilir: Allah'ın bu üç bin ve beş bin
melekle yaptığı yardım konusunda iki görüş ileri sürülerek ihtilâf edilmiştir:
1— Bu
yardım, Uhud savaşında idi ve yardım bir şarta bağlıydı. Şart ortadan kalkınca
yardım da ortadan kalktı. Dahhâk'm ve Mukâtü'in görüşü budur. îki rivayetten
biri İkrime'den yapılmıştır.
2— Bedir
Savaşında idi. Bu da İbn Abbas, Mücâhid ve Katâde'nİn görüşüdür.
Bir grup müffessir de
îkrime'den yapılan diğer rivayeti tercih etmişlerdir. Bunların delili, âyet-i
kerimenin siyakının buna delâlet etmesidir. Çünkü Allah Teâlâ: "Andolsun
ki» siz zayıf bir durumda iken Bedir'de Allah size yardım etmişti. Allah'tan
sakının ki şükredesiniz. O zaman sen, îman edenlere: 'Rabbinizin size
gönderilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmeyecek mi?' diyordun. Evet,
eğer sabreder ve sakınırsanız..." âyetinden[460]
"Allah bunu (yani bu yardımı) ancak size müjde olsun ve kalpleriniz yatışsın
diye yapmıştır." âyetine[461]
kadar (bu olayı hikâye) buyurmuştur.
Bu görüşe sahip
olanlar şöyle demişlerdir: Yardım istediklerinde, Allah tam üç bin melekle,
sonra da sabredip sakındıkları için tam beş bin melekle yardım etmiştir. Bu
tedriç ve yardımın birbirini takip etmesi, gerçekleşmesi; beklenenin en güzeli,
onların gönüllerini güçlendiren ve bir defada gelmesinden daha sevindiricidir.
Bu, vahyin birbirini takip etmesi ve birbirinin peşisıra aralıklı olarak inmesi
gibidir.
Birinci grup ise şöyle
demiştir: Olay Uhud savaşının anlatımında geçmektedir: Ancak, Uhud savaşı
anlatılırken Bedir savaşından antiparantez söze-dilmiştir. Zira Allah Teâlâ:
"Mü'minleri savaş için duracakları yerlere (mevzilerine) yerleştirmek
üzere erkenden evinden ayrılmıştın. Allah işitendir, bilendir. Sizden iki
taife (takım) bozulup geri çekilmek üzere idi. Halbuki Allah onların
velisiydi. Mü'minler yalnız Allah'a tevekkül etsinler."[462]
buyurdu. Ondan sonra da: "Andolsun ki, siz zayıf bir durumda iken
Bedir'-de Allah size yardım etmişti. Allah'tan sakının ki şükredesiniz."[463]
buyurarak onlara, zayıf, güçsüz bir durumda iken kendilerine Bedir'de yardım
ettiği zamanki nimetini hatırlattı. Sonra yeniden Uhud savaşının anlatımına
dönerek, Rasûlü'nün (s.a.) sahabeye söylediği sözü haber verdi:
"Rabbinizin, yollanan üç bin melekle yardım etmesi size yetmeyecek
mi?"[464] Daha sonra, şayet
sabredip sakınırlarsa "kendilerine beş bin melekle yardımda
bulunacağım" va'detti. Buradaki (birinci) söz, Rasûlü'nün sözüdür; Bedir
savaşındaki yardım konusundaki söz ise bizzat Allah'ın sözüdür. Uhud'da yardıma
gönderilen beş bin melek, Bedir'de yardıma gönderilen ise bin melektir. İlki
bir şarta bağlıdır, (Yani müslümanlarm sabredip sakınmaları şartına bağlıdır);
öbürü (Bedir'deki) ise mutlaktır, (yani herhangi bir şarta bağlı değildir).
Âî-i İmrân sûresinde anlatılan, Uhud'un uzunca anlatımıdır. Bedir savaşı ise bu
sûrede i'tirâzî (antiparantez) olarak zikredilmiştir. Enfâl süresindeki kıssa
da detaylı ve uzun olarak Bedir savaşının hikâyesidir. Şu halde Âî-i İmrân'da
anlatılan Enfâl'de anlatılandan başkadır. Nitekim Allah'ın "...onlar da hemen
üzerinize gelirlerse..."[465]
sözü bunu açıklar. Mücâhid: "O (hâdise) Uhud savaşıdır." demiştir. Bu
da, sözü edilen yardımın Uhud savaşında olmasını gerektirir. "Bu sayıdaki
yardım, Bedir savaşında; onları üzerlerine getirmesi ise uhud savaşında
idi." demesi doğru değildir, Allah en iyisini bilir. [466]
Rasûlullah (s.a.)
geceyi oradaki bir ağaç dalının dibinde namaz kılarak geçirdi. Hicretin 2.
yılının Ramazan ayının 17'sine rastlayan cuma gecesi idi. Sabaha ulaştıklarında
Kureyşiiler alay alay geldiler. îki grup da saf bağladı.
Kureyşiiler arasından
Hakîm b. Hizam ile Utbe b. Rabîa, geri dönmeleri ve savaşmamaları için çaba
gösterdiler. Ebu Cehil bunu reddetti ve kendisiyle Utbe arasında, Utbe'yi kızdıran
bir konuşma geçti. Sonra Ebu Cehil, Amr b. Hadramî'nin kardeşine, kardeşi
Amr'ın kanını (intikamını) istemesini emretti. O da poposunu açtıf[467] ve:
"Amrm imdadına yetişin!" diye bağırdı. Halk kızıştı ve savaş patlak
verdi. Rasûlullah (s.a.) safları düzeltti, sonra kendisi ve Ebu Bekir gölgeliğe
döndüler. Sa'd b. Muâz, Ensar'dan bir topluluğun başında gölgeliğin kapısında
Rasûlullah'ı (s.a.) korumak için durdu.
Rabîa'nın oğullan Utbe
ve Şeybe ile Velid b. Utbe, mübâreze[468]
için meydana çıktılar. Onlara karşı Ensar'dan üç kişi çıktı: Abdullah b. Revana
ile Afrâ'nın oğullan Avf ve Muavviz. Kureyşliler:
— Siz kimsiniz? diye sordular. Onlar da:
— Ensar'danız, dediler.
— Bize denk, şerefli kimselersiniz; ancak biz
amcaoğullarımızı (karşımızda görmek) istiyoruz, deyince Hz. Ali, Ubeyde b.
Haris ve Hz. Hamza meydana çıktılar. Hz. Ali, Velid'i; Hz. Hamza da Ubeyde'yi
-Şeybe idi de denilmiştir- öldürdüler. Ubeyde b. Haris ve rakibi birbirine
karşılıklı iki darbe vurmuşlardı. Hz. Ali ile Hz. Hamza, Ubeyde'nin rakibi
üzerine atılarak onu da öldürdüler ve Hz Ubeyde'yi (İslâm ordusu saflarına)
taşıdılar. Hz. Ubeyde'nin ayağı kesilmişti[469]
Hastalığı düzelmedi[470]ve
Safrâ'ya varınca vefat etti[471]'
Hz. Ali, şu âyetin
kendileri (bu çarpışan üç kişi) hakkında indiğine yemin ederdi: "İşte
Rableri hakkında hasımlık (düşmanlık) yapan iki taraf..."[472]'
Sonra savaş kızıştı,
harp meydanı karıştı ve çarpışma şiddetlendi. Rasû-lullah (s.a.) da dua etmeye,
yalvarıp yakarmaya, aziz ve celil olan Rabbinden istekte bulunmaya başladı.
Hatta ridâsı omuzlarından düştü. Ebu Bekir Sıd-dîk (r.a.), onu alıp tekrar
omuzlarına koydu ve: "Rabbine bu kadar dua etmen yeter. O, mutlaka sana
vadettiğini yerine getirecektir."[473]
dedi.
Hz. Peygamber (s.a.)
hafif bir şekilde uyukladı; savaş durumundaki topluluğu da uyku ve sükunet
sardı. Sonra Rasûlullah (s.a.) başını kaldırarak: *'MüjdeIe, Ebu Bekir! İşte
Cebrail, atının dizginlerini tutmuş geliyor."[474]
buyurdu.
Ve yardım geldi;
Allah, ordusunu indirdi; Rasûlü'nü ve mü'minleri destekledi. Müşriklerin Önde
gelenlerini ya esir ya da ölü olarak onlara bağışladı; onlardan yetmişini
öldürdüler, yetmişini de esir ettiler. [475]
tan), gökyüzünden
Allah'ın ordusunu iniyor gördü ve kaçtı; gerisingeriye döndü. O zaman dediler
ki: "Nereye ey Sürâka? Sen, bizi yalnız bırakmayacak müttefikimiz olduğunu
söylememiş miydin?" (Sürâka kılığmdaki iblis:) "Ben sizin
görmediğinizi görüyorum ve ben Allah'tan korkarım. Çünkü Allah, çok şiddetli
ceza verendir." dedi.[476]
"Ben sizin görmediğinizi görüyorum'* derken doğru söylüyordu ama,
"Ben Allah'tan korkarım" derken yalan söylüyordu. Onun korkusu,
onlarla birlikte yok olacağından dolayı kendi hakkındaydı denilmiştir ki bu
daha doğrudur.
Münafıklar ve gönlü
hasta olanlar Allah ordusunun azlığım, düşmanlarının ise çokluğunu görünce,
zafer ve galibiyetin sayı çokluğuyla olacağını zannettiler de: "Müslümanları
dinleri aldattı."[477]
dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, zaferin çokluk veya sayı üstünlüğü ile
değil, ancak kendisine tevekkülle kazanılacağını haber verdi. Şüphesiz ki
Allah Aziz'dir, kendisine üstünlük sağlanamaz; Hakîm'dir, yardımı haketmiş
olana zayıf da olsa yardım eder. O'nun izzeti ve hikmeti, kendisine tevekkül
eden topluluğa yardım etmeyi gerektirir.
Kureyşliler savaşa
çıkmaya niyetlenince, Kinâneoğulları ile aralarındaki düşmanlığı hatırladılar.
İblis, onlara Sürâka b. Mâlik el-Müdlicî kılığında göründü. Sürâka,
Kinâneoğulları eşrâfındandı. Kureyşlilere: "Bugün insanlardan size galip
gelebilecek yoktur. Kinâne kabilesinden hoşlanmayacağınız herhangi bir şeyin
gelmeyeceğine ben kefilim." dedi. Birlikte yola çıktılar. Şeytan onlardan
aynlmıyordu. Savaşa hazırlandıklarında [478]
Düşman yaklaşıp iki
topluluk yüzyüze gelince, Rasûlullah (s.a.) insanlar arasında ayağa kalktı,
onlara va'z etti; sabır ve sebat etmekle zafere ulaşacaklarım, yaklaşan zaferi
ve Allah'ın ileride vereceği sevabı hatırlattı. O'nun yolunda şehid düşen
kişiye Allah'ın cenneti vâcib kıldığını haber verdi. Bu sırada Umeyr b. Humâm
ile Rasûlullah arasında şu konuşma geçti:
— Ey Allah'ın Rasûlü!
Genişliği gökler, ve yeryüzü kadar bir cennet, öyle mi?
— Evet.
— Oh, ne âlâ, ne hoş;
ey Allah'ın Rasûlü!
— Seni "oh, ne âlâ,ne hoş" demeye
iten sebep nedir?
— Vallahi, ey Allah'ın
Rasûlü; cennet ehlinden olmayı dilemekten ka bir sebebi yok.
— Sen kesinlikle cennet ehlindensin.
Hadisi rivayet eden râvi
şöyle naklediyor: Torbasından hurma çıkar&ı,yemeye başladı ve sonra:
"Şu hurmaları yeyinceye kadar yaşarsam bu uzun bir yaşamdır" dedi ve
yanındaki hurmaları attı. Sonra öldürülünceye kadar savaşti.[479]
Burada öldürülen ilk şahıs oldu. [480]
Rasûlullah (s.a.) avuç
dolusu kum alıp düşmanların yüzüne attı; (kum) gözlerini doldurmadık tek bir
adam bırakmadı. Onlar gözlerindeki toprakla uğraşırken, müslümanlar da onları
öldürmekle uğraştılar[481]'
Allah Teâlâ, Ra-sûlü'ne bu atış hakkında şu âyeti indirdi:
"...Attığın zaman
sen atmamıştın, Allah atmıştı."[482]
Bir grup âlim bu
âyetin; fiilin failinin kul olmadığı Allah olduğunun is-batına ve gerçekten
fiilin failinin Allah olduğuna delâlet ettiğini zannetmişlerdir. Bu görüş
başka bir yerde değindiğimiz gibi çeşitli yönlerden kendileri adına bir
yanlıştır. Âyetin anlamı şudur: Allah Teâlâ, Rasûlü'nün atışa başladığım isbat
etmiş ve kumun düşmanların gözüne ulaşmasının ise onun atı-şıyla hâsıl olmadığını
belirtmiştir. Burada, atmaktan kasdolunan, atış ve atılanı yerine
ulaştırmaktır. Allah Teâlâ atışı Peygamberine isnad etmiş, fakat ulaştırmanın
ona ait olmadığını ifade etmiştir.
O gün melekler,
düşmanlarım öldürme konusunda mü'minlere yardım ediyorlardı.
İbn Abbas anlatıyor: O
gün müslümanlardan biri müşriklerden önündeki bir adamın peşinden koşarken
ansızın tepesinden bir kamçı şakırtısı ve "Hay-zum, ileri!'* diyen bir
atlı sesi işitti. Önündeki müşriği sut üstü düşmüş ona baktı; burnu kırılmış ve
kamçı vurulmuş gibi yüzü yarılmış ve tamamı mosmor olmuştu. Ensârî gelerek,
durumu Rasûlullah'a (s.a.) anlattı. Allah Rasûlü (s.a.): "Doğru söyledin,
haklısın. O, üçüncü kat semâdan yardıma gelen (melek)Ierdendir." buyurdu.[483]
Ebu Davud el-Mâzinî
anlatıyor: "Ben müşriklerden birini vurmak için takip ediyorken, daha
kılıcım ona değmeden başı düşüverdi. Onu benden başkasının öldürdüğünü
anladım."'[484]
Ensardan bir sahâbî,
Abbas b. Abdülmuttalib'i esir almış getirmişti. Abbas dedi ki: "Vallahi,
beni bu adam esir almadı; alacalı bir at üzerinde insanların en güzel
yüzlülerinden olup şu anda topluluk arasında göremediğim kel bir adam esir
aldı" dedi. Ensârî: "Ey Allah'ın Rasûİü, onu ben esir aldım."
deyince, Rasûlullah (s.a.): "Sus, Allah Teâlâ seni kerîm bir melekle
desteklemiş." buyurdu. Abdülmuttaliboğullarmdan üç kişi esir alınmıştı:
Abbas, Akîl ve Nevfel b. Haris.[485]
Taberânî,
Mu'cemül-Kebîrindc Rifâ'a b. Râfi'in şöyle dediğini naklediyor: îblis, Bedir
savaşında meleklerin müşriklere ne yaptığını görünce, kendisinin de
öldürülmesinden korktu. Haris b. Hişâm, onu Sürâka b. Mâlik zannederek öldürmek
isteyince, Hâris'in göğsüne vurup onu düşürdü ve kaçarak savaş alanından çıkıp
kendisini denize attı. Ellerini kaldırıp: "Allah'ım; bana verdiğin
mühleti istiyorum." diye dua etti. Çünkü kendisinin de Öldürülmesinden
korkmuştu. Bunun üzerine Ebu Cehil b. Hişâm ilerledi ve şöyle konuştu: Ey
insanlar! Sürâka'nın yalnız bırakması sizi hezimete uğratmasın; zira o
Muhammed'le sözleşmişti. Sizi Utbe, Şeybe ve Velid'in öldürülmesi de
korkutmasın; çünkü onlar acele ettiler. Lâfa ve Uzzâ'ya yemin ederim ki, onları
iplerle bağlamadan (esir almadan) dönmeyeceğiz. Aranızdan birinin onlardan
birini öldürdüğünü görmeyeyim. Fakat onları esir alı-ıız ki yaptıklarının
kötülüğünü onlara bildireyim[486]
Ebu Cehil o gün
Allah'tan zafer isteyerek diyordu ki: "Allah'ım! Akranlık bağlarını
koparan ve bilmediğimiz şeyleri getireni sabaha çıkarma! Allah'ım; en çok
hangimizi seviyor ve en çok hangimizden razı oluyorsan, bugün
zafere onu ulaştır." Buna karşılık
Allah Teâlâ şu âyeti indirdi: "Eğer zafer istiyorsanız, işte zafer geldi
size. Eğer (yaptıklarınızdan) vazgeçerseniz sizin iyiliğinize olur. Ama tekrar
dönerseniz biz de döneriz. Topluluğunuz çok da olsa sîze hiçbir fayda vermez.
Allah inananlarla beraberdir."[487]
Müslümanlar,
düşmanlarına el attıklarında ya Öldürüyorlar ya da esir alıyorlardı. Sa'd b.
Muaz, Rasûlullah'ın (s.a.) içinde bulunduğu çadırın kapısında -ki çardak
şeklindeydi- Ensar'dan bir topluluğun başında kılıcım çekmiş vaziyette
duruyordu. Rasûlullah (s.a.) Sa'd b. Muaz'm yüzünden, onun ashabın bu
yaptığından hoşlanmadığını anlayınca: "Sen galiba halkın yaptığından pek
hoşlanmıyorsun?" buyurdu. Sa'd da: "Evet. Vallahi bu, Allah'ın bizi
müşriklerle karşılaştırdığı ilk savaştı. Bana göre onları öldürüp ağır bir
yenilgiye uğratmak, bu adamların sağ bırakılmasından daha sevimlidir."
dedi.[488]
Savaş durup
Kureyşliler hezimete uğramış olarak kaçtığında, Rasûlullah (s.a.): "Ebu
Cehil ne yaptı? Bize kim haber verir?" buyurdu. İbn Mes'-ûd gitti ve Ebu
Cehil'i, Afra hanımın iki oğlu tarafından vurulmuş ve ölmek üzere iken buldu.
Sakalını tutup:
— Ebu Cehil sen misin?
dedi. Ebu Cehil sordu:
— Bugün savaşı kim
kazandı?
— Allah ve Rasûlü.
Allah seni rezil etti mi, ey Allah'ın düşmanı?
— Kendi kavminin öldürdüğü adamdan daha üstün
biri var mıdır?
Abdullah (b.Mes'ûd),
onu öldürdü, sonra Hz. Peygamber'e (s.a.) gelip: "Onu öldürdüm."
dedi. Resûlullah (s.a.): "Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur!"
buyurdu ve bu sözü üç defa tekrarladı. Sonra: "Allahu ekber! Sözünü yerine
getiren, kuluna yardım eden, grupları tek başına hezimete uğratan Allah'a
hamdolsun. Yürü, onu göster." buyurdu. Gittik ve Ebu CehFi O'na (s.a.)
gösterdim. O vakit de: "İşte bu, bu ümmetin Firavun'u idi." dedi.[489]
Abdurrahman b. Avf,
Ümeyye b. Halef ile oğlu Ali'yi esir almıştı. Bilâl onu gördü. -Ümeyye,
kendisine Mekke'de çok işkence ederdi.- "Küfrün başı Ümeyye b. Halef, sen
ha?! O kurtulursa, ben kurtulmayayım!" diye bağırdı ve Ensar'dan bir topluluğu
yardıma çağırdı. Abdurrahman, Ümeyye ile oğlunu onlardan korumak için gayret
etti. Bilâl ve yanındakiler kendilerine yetişince onlan oğlu ile meşgul edip
Ümeyye'yi kaçırdı. Onlar Ümeyye'nin oğlu Ali'nin işini bitirip Abdurrahman'la
Ümeyye'ye yetiştiler. O zaman Abdurrahman Ümeyye'ye "Çök" dedi. O da
çöktü ve kendini Abdurrahman'in ayakları arasına attı. Abdurrahman'm altına
gizlenmiş Ümeyye'ye öldürünceye kadar kılıç vurdular. Hatta bazı kılıç
darbeleri Abdurrahman b. Avf'ın ayağına isabet etmişti. Bundan biraz önce
Ümeyye, Abdurrahman'a: "Göğsüne devekuşu tüyünü nişan takmış şu adam
kimdir?" diye sormuş, o da: "O, Ham-za b. Abdülmuttaüb'tir."
diye cevap vermişti. O zaman Ümeyye: "Bütün bunları bize yapan işte
odur.** demişti. Abdurrahman'in yanında ganimet olarak ele geçirdiği bazı
zırhlar vardı. Ümeyye, Abdurrahman'ı görünce: "Ben senin için bu
zırhlardan daha kârlıyım." demiş. Abdurrahman da zırhları atıp onu
yakalamıştı. Ensar, Ümeyye'yi öldürdüğünde şöyle diyordu: "Allah Bi-lâl'e
merhamet etsin; beni hem zırhlarımdan, hem de esirimden etti."[490]
O gün Ükkâşe b.
Mıhsan'ın kılıcı kırıldı. Hz. Peygamber (s.a.) ona bir odun dalı verdi ve:
"Al bunu!" dedi. Ükkâşe, onu alıp sallayınca elinde uzun beyaz bir
kılıca dönüştü. Bu kılıçla, Hz. Ebu Bekir'in halifelik günlerinde ridde
savaşlarında öldürülmesine kadar savaşmaya devam etti.[491]
Zübeyr (b. Avvâm),
Ubeyde b. Saîd b. Âs ile karşılaştı. Ubeyde, baştan aşağıya kadar zırha
bürünmüş ve silahlanmış, iki gözünden başka bir yeri görünmüyordu. Zübeyr,
harbesini savurdu ve gözlerine sapladı, Ubeyde öldü. Ayağını harbe üzerine
koydu, sonra çekti. Gayreti harbeyi çıkartmak içindi. Harbenin iki tarafı
eğilmişti. Urve dedi ki: Rasûlullah (s.a.) Zübeyr'den harbeyi istedi. O da onu
Rasûlullah'a (s.a.) verdi. Rasûlullah (s.a.) vefat edince, geri aldı. Sonra Hz.
Ebu Bekir istedi, ona verdi. Ebu Bekir vefat edince, yine geri aldı. Bu defa
Hz. Ömer istedi, ona verdi. Ömer vefat edince, tekrar geri aldı. Sonra Hz.
Osman istedi, ona verdi. Osman.vefat edince Hz. Ali evlâdına geçti. Daha sonra
onu Abdullah b. Zübeyr istedi; öldürülünceye kadar İbn Zübeyr'in yanında idi.[492]
Rifâa b. Râfi'
anlatıyor: "Bedir savaşında bana bir ok isabet etti ve gözüm dışarı aktı.
Rasûlullah (s.a.) gözüme tükrüğünü sürdü, ve benim için dua
etti. Öi na bu yaralanmanın hiçbir zararı
olmadı (ağrım, sızım kalmadı)."[493]
Savaş kesilince
Rasûlullah (s.a.) geldi, öldürülenlerin başında durdu ve dedi ki:
"Peygamberiniz için ne kötü bir peygamber aşireti oldunuz. Siz beni
yalanladınız, diğer insanlar tasdik etti; Siz beni yardımsız bıraktınız, diğer
insanlar bana yardım etti; Siz beni yurdumdan çıkardınız, diğer insanlar bana
kucak açtı."[494]
Sonra Bedir kuyularından bir kuyuya sürüklenip atılmalarını emretti, oraya
atıldılar. Daha sonra Allah Rasûlü (s.a.) şöyle seslendi: "Ey Utbe b.
Rabîa, ey Şeybe b. Rabîa, ey falan, ey filân! Rabbinizin size vadettiğini
gerçek olarak buldunuz mu? Şüphesiz ben, Rabbimin bana va-dettiğini gerçek
olarak buldum." Ömer b. el-Hattâb:
— Ey Allah'ın Rasûlü!
Ölmüş bir topluluğa mı hitab ediyorsun? deyince, Rasûlullah (s.a.):
"— Nefsim kudret
elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz söylediklerimi onlardan daha iyi
işitiyor değilsiniz. Fakat onlar cevap veremezler."[495]buyurdu.
Bundan sonra
Rasûlullah (s.a.) bu yerde üç gün konakladı. Bir topluluğa galip geldiğinde
onların yerinde üç gün kalırdı.[496]
Sonra
desteklenmiş,-te'yid edilmiş, zafer verilmiş ve Allah'ın kendisine bahşettiği
zaferle gözü aydın olmuş bir şekilde yanındaki esirler ve ganimetlerle yola
çıktı. Safra'ya gelince ganimetleri paylaştırdı ve Nadr b. Haris b. Kelede'nin
boynunu vurdurdu. Sonra Irkuzzabye'de konakladığında Ukbe b. Ebî Muayt'ın
boynunu vurdurdu.
Hz. Peygamber (s.a.)
Medine'ye, dekteklenmiş olarak, muzaffer ve man-
sur olarak girdi.
Medine ve çevresindeki bütün düşmanları ondan korktu. Medinelilerden büyük bir
kısmı müslüman oldu. Münafık Abdullah b. Übeyyve yandaşları da işte o zaman
zahiren İslâm'a girmişlerdi. [497]
Bedir savaşma katılan
müslümanlann tamamı üç yüz on küsurdu. 86'sı muhacirlerden, 61M Evs'ten, 170'i
Hazrec kabilesindendi. Evsliler Hazrecli-lerden daha güçlü ve kuvvetli,
çarpışma anında daha sabırlı ve sebatlı oldukları halde, sayılarının
Hazredilerden az olmasının sebebi, evlerinin Medine'nin yukarı taraflarında
olması ve savaş çağrısının ansızın gelmesidir. Hz. Peygamber (s.a.) de:
"Bize ancak biniti hazır olan tâbi olsun." buyurmuştu. Medine'nin
yukarısında binitleri olan sahabîler, Rasûlullah'tan (s.a.) binitlerine
gidebilmek için kendilerine mühlet vermesini istemişler ama kabul etmemişti.[498]
Çünkü onların niyeti düşmanla karşıtlaşmak değildi, bunun gereklerini yerine
getirmemişler, hazırlıklarını yapmamışlardı. Fakat Allah Teâlâ, sözleşip
buluşmadıklan ve hiç ummadıkları halde onlan düşmanlarıyla karşılaştırdı.
O gün müslümanlardan
şehid olanların sayısı on dörttür: 6'sı muhacirlerden, 6'si Hazreclilerden,
ikisi Evslilerden. Rasûlullah (s.a.) Bedir savaşına ve esirlerine ilişkin
işleri Şevval ayı içerisinde bitirdi.[499]
Bedir savaşma ilişkin
işleri bitirdikten yedi gün sonra Salâvâtullahi ve selâmuhû aleyh, bizzat
kendisi Beni Süleym gazvesine çıktı. Medine'de vekil olarak Sibâ' b. Urfuta'yi
bıraktı. İbnÜmmi Mektûm'u bıraktığı da söylenmiştir. Küdr denilen suya kadar
gelmiş, orada üç gün kalmış ve sonra ayrılmıştır. Fakat savaşmamıştır[500]
Müşriklerin hezimete
uğramış ordusu, intikam alamamış ve mahzun bir halde Mekke'ye geri dönünce, Ebu
Süfyan, Rasûîullah'la (s.a.) savaşıncaya kadar başını yıkamamayı adadı. 200
kişinin başında sefere çıktı ve Medine taraflarındaki Urayd denilen yöreye
geldi. Yahudi Sellâm b. Mişkem'in yanında bir gece kaldı; ona şarap içirip
müslümanların iç durumlarını öğrendi. Sabah olunca da hurma fidelerini kesti,
Ensar'dan bir sahabîyi ve müttefikini öldürdü. Sonra geri döndü.
Rasûlullah (s.a.) bunu
öğrenince Ebu Süfyan'la karşılaşmak için yola çıktı. Karkaratü'l-Küdr'e geldi.
Ebu Süfyan'ı kaçırmıştı. Kâfirler, ağırlıklarını hafifletmek için azıklarından
bir çok sevik (dağarcığını) atmışlardı. Bunları müslümanlar
topladılar. Bu sebepten
dolayı bu gazve,
Sevik gazvesi olarak
adlandırıldı. Adı geçen gazve, Bedir savaşından iki ay sonra vuku bulmuştur[501]
Rasûlullah (s.a.)
Zilhicce ayının geri kalan günlerini Medine'de geçirdikten sonra Gatafanlilarla
karşılaşmak için Necid'e gaza etti. Medine'de Osman b. Affân'ı (r.a.) yerine
vekil bıraktı. Hicretin üçüncü yılının Safer ayının tamamını orada geçirdi.
Sonra ayrıldı. Savaş çıkmadı.[502]
Rebîulevvel ayını
Medine'de geçirdi. Sonra Kureyş'le karşılaşmak niyetiyle sefere çıktı.
Medine'de İbn Ümmi Mektüm'u yerine vekil bıraktı. Hicaz'da, Fur'
dolaylarındaki Bahran Ma'din'e vardı. Savaş olmadı. Rebîulâhir ve
cemaziyelevvel aylarını orada geçirdi. Sonra Medine'ye döndü.[503]
Hz. Peygamber (s.a.)
daha sonra Benî Kaynuka üzerine gaza etti. Kay-nukaoğullan Medine
yahudilerindendiler ve antlaşmalarını bozmuşlardı. Onları vereceği hükme razı
olarak teslim oluncaya kadar 15 gün kuşattı. Abdullah b.Ubey kendileri hakkında
şefaat ve bunda ısrar etti. Hz. Peygamber (s.a.) de onları serbest bıraktı.
Kaynukaoğullan
Abdullah b. Selâm'in kavmi olup, 700 savaşçı idiler. Kuyumculuk ve tüccarlıkla
uğraşırlardı.[504]
Kâ'b b. Eşref bir
yahudî idi.[505] Annesi
Nadîroğularındandı. Rasûlullah'a (s.a.) çok sıkıntı veriyordu. Şiirlerinde
sahabe hanımlarının güzelliklerini anlatıyordu. Bedir savaşı vuku bulunca
Mekke'ye gitmiş, Rasûlullah'a (s.a.) ve müslümanlara karşı Mekkelileri
kışkırtmıştı. Sonra bu durumda iken Medine'ye döndü. Rasûlullah (s.a.):
"Kâ'b b. Eşrefi kim öldürmek ister? Çünkü o, Allah'ı ve Rasûlü'nü
incitmiştir," buyurunca; Muhammed b. Mesleme, Abbâd b. Bişr, Kâ'b'm süt
kardeşi Ebu Naile -ki ismi Silkân b. Selâme'dir-, Haris b. Evs ve Ebu Abs b.
Cebr öne atıldılar. Rasûlullah (s.a.) onlara Kâ'-b'ı aldatmak için istedikleri
sözü söylemelerine izin verdi. Ay ışığında bir gece Kâ'b'a gittiler. Rasûlullah
(s.a.) da BakîVI-Garkad'a kadar onları uğurladı. Kâ'b'm yanına vardıklarında,
Silkân b. Selâme'yi ona gönderdiler, o da Kâ'b'a Rasûlullah'tan (s.a.) sapma
hususunda muvafakat etti; sonra geçim sıkıntısından şikâyet ederek,kendisine
ve arkadaşlarına yiyecek satmasını,buna karşılık silahlarını rehin
vereceklerini söyledi. Kâ'b da uygun cevap verdi.
Silkân, arkadaşlarının
yanma dönüp durumu haber verdi. Birlikte Kâ'-b'ın yanına geldiler. Kâ'b
kalesinden çıktı ve birbirlerine yaklaştılar. Derken Silkân ve arkadaşları
Kâ'b'a kılıçlarını çaldılar. Nihayet Muhammed b. Mes~ leme, belindeki hançerle
hançerleyerek onu öldürdü. Allah düşmanı, etrafta bulunanları yardıma çağıran
öyle bir çığlık attı ki kalelerinde bulunanlar ateşler yaktılar. Gidenler, gecenin
sonlarına doğru Rasûlullah'a -kendisi namaz kılmakta iken- geldiler. Haris b.
Evs, arkadaşlarının bazı kılıç darbeleriyle yaralanmıştı. Rasûlullah (s.a.)
yaralarına tükrüğünü sürdü, iyileşti. Rasûlullah (s.a.), antlaşmalarını
bozdukları ve Allah ve Rasûlü ile savaştıkları için ya-hudilerden kim ele
geçirilirse öldürülmelerine izin verdi.[506]
Allah Teâlâ, Kureyş'in
ileri gelenlerini Bedir'de öldürüp benzerini tatmadıkları bir belâya uğratınca
Ebu Süfyan b. Harb, Kureyş ileri gelenlerinin başvurması üzerine başkan oldu.
Yukarıda anlattığımız gibi Sevik gazvesinde Medine dolaylarına gelip bir şey
elde edemeyince, halkı Rasûlullah'a (s.a.) ve müslümanlara karşı kışkırtmaya ve
asker toplamaya başladı. Kureyş'ten, müttefiklerinden ve Ehâbiş'ten[507]
yaklaşık üç bin asker topladı. Erkeklerin savaştan kaçmamalarını sağlamak ve
kendilerinden güç almak için kadınlarını da yanlarına aldılar. Sonra orduyu
Medine'ye doğru getirip Uhud dağına yakın Ayneyn denilen bir yerde konakladı.
Bu ola'y hicretin 3. yılının şevval ayında oluyordu. [508]
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.), ashabıyla, onlara karşı mı çıkalım yoksa Medine'de mi
kalalım? diye istişare etti. Kendi görüşü Medine'den çıkmayıp orada savunma
durumu alınması, şayet Medine'ye girerlerse onlarla, müs-lüman erkeklerin sokak
başlarında, kadınların ise damların üstünde savaşması şeklindeydi. Bu görüşe
Abdullah b. Übey katıldı. Fakat Bedir savaşına katılamayan sahabenin önde
gelenlerinden bir grup, Hz. Peygamber'e (s.a.), şehir dışına çıkma yönünde
görüş belirttiler ve bu konuda ısrar ettiler. Abdullah b. Übey ise Medine'de
kalma yönünde görüş belirtti. Bu konuda bazı sahabî-Ier onun görüşüne
katıldılar ve Rasûlullah'a (s.a.) bunlar da ısrar ettiler. O da (s.a.) kalktı,
evine girdi. Zırhını giyip yanlarına çıktı. Medine dışına çıkalım diyenlerin
azmi kırıldı ve: "Rasûlullah'i (s.a.) çıkmaya zorladık" dediler ve
Rasûlullah'a; "Ey Allah'ın Rasûlü, Medine'de kalmak istiyorsan, öyle
yap!" dediler. Fakat Rasûlullah (s.a.); "Bir peygambere, zırhım
giydiğinde Allah kendisiyle düşmanları arasında hükmünü verinceye kadar
çıkarmaması gerekir"[509]buyurdu. [510]
Rasûlullah (s.a.),
1000 kadar sahabenin başında sefere çıktı. Medine'de kalanlara namaz kıldırması
için İbn Ümmi Mektûm'u vekil bıraktı. Rasûlullah (s.a.) Medine'de iken bir
rüya görmüştü. Rüyasında kılıcında bir gedilme, körelme ve boğazlanan bir
sığır, bir de elini sağlam bir zırha soktuğunu görmüştü. Kılıcındaki gedilmeyi,
körelmeyi ehl-i beytinden bir adamın belâya uğraması, sığın ashabından bir
grubun şehid edilmesi, zırhı da Medine şeklinde yorumlamıştı.[511]
Cuma günü sefere
çıktı. Medine ile Uhud arasında bulunan Şavt'a vardıklarında Abdullah b. Übey,
askerin üçte biri ile ayrılarak: "Bana muhalefet ediyor ve benden
başkasını dinliyorsun." dedi. Câbir b. Abdullah'ın babası Abdullah b. Amr
b. Haram, onları kınayarak ve caydırmaya çalışarak peşlerinden gitti ve:
"Gelin! Alİah yolunda ya savaşın, ya da savunmada bulunun!" dedi.
"Savaşacağınızı bilseydik dönmezdik." dediler. Abdullah b. Amr onları
takipten vazgeçti ve kendilerine küfretti.
Ensar'dan bir grup Hz.
Peygamber'e (s.a.), anlaşmalıları olan yahudi-lerden yardım istemeyi teklif
ettiler, ama reddetti. Hâriseoğullan'nın taşlığına (düzlüğüne) uğradı ve:
"Bizi bu kavmin yanına kim çıkarır? (Bize kim kılavuzluk eder?)"
deyince, Ensar'dan biri kılavuzluk yaptı. Yolları bir münafığın (bahçe)
duvarına rastladı. Adam âmâ idi. Müslümanların yüzüne toprak atmaya başladı ve:
"Eğer sen Allah'ın Rasûlü isen bahçe duvarımdan girmeni helâl
etmiyorum." dedi. Ashab onu öldürmeye kalkıştılar, Rasûlullah (s.a.):
"Onu öldürmeyin. Bu, kalbi de gözü de âmâ birisidir." buyurdu. [512]
Rasûlullah (s.a.)
Uhud'a varıp vadinin ağzındaki Şi'b mevkiine kadar yoluna devam etti. Uhud
dağını arkasına aldı. Ashabına, kendilerine emre-dinceye kadar savaşmalarını
yasakladı. Cumartesi günü olunca aralarında 50 atlının bulunduğu 700 kişinin
başında savaşa hazırlandı. Okçuların başına -ki 50 kişiydiler- Abdullah b.
Cübeyr'i koyup, yırtıcı kuşların askeri pençele-yip gagaladığım görseler bile
mevzilerinde durmalarını ve yerlerini asla ter-ketmemelerini emretti. Bu
okçular ordunun arkasında yer alıyorlardı. Onlara, Müslümanlan arkadan
çevirmemeleri için müşrikleri okla püskürtmelerini emretti[513]
Rasûlullah (s.a.) o
gün iki zırhını içice giyerek ortaya çıktı. Bayrağı Mus'ab b. Umeyr'e verdi.
Ordunun iki kanadından birisine Zübeyr b. Avvâm'ı, diğerine Münzir b. Amr'ı
tayin etti. Gençlerin kendisine gösterilmesini istedi ve savaşamayacak derecede
küçük gördüğü gençleri geri çevirdi. Abdullah b. Ömer, Üsâme b. Zeyd, Üseyd b.
Zahîr, Berâ b. Âzib, Zeyd b. Erkam, Zeyd b. Sabit, Arâbe b. Evs ve Amr b. Hazm
bunlardandı. Savaşabilecek düzeyde gördüklerine ise (savaşa katılmaya)
izin.verdi. Semüre b. Cündeb, Rafı* b. Hadîc bunlardandılar ve 15
yaşındaydılar.
Denildi ki: İzin
verdiklerine, 15 yaşına girdiği için bulûğa erdiğine hükmettiğinden dolayı
izin verdi. Geri döndürdüklerini de bulûğ yaşından küçük oldukları için geri
döndürdü. Bir grup âlim ise: İzin verdiklerine savaşa güç yetirebileceğine kani
olduğu için izin verdi, geri döndürdüklerini de güçlü olmayışları sebebiyle
geri döndürdü. Bazıları ise, bulûğa erip ermemenin bu konuda bir etkisi yoktur,
dediler. İbn Ömer hadisinin bazı lafızlarında: "Beni savaşa güç
yetirebilecek seviyede görünce savaşa katılmama izin ver-di."[514]
diye geçmektedir.
Kureyşliler de savaşa
hazırlandılar. Aralarında, 200 atlının bulunduğu 3.000 kişiydiler Sağ kanadı
Halid b. Velid'in, sol kanadı İkrime b. Ebî CehT-in komutasına verdiler.
Rasûlullah (s.a.)
kılıcını Ebu Dücâne Simâk b. Hareşe'ye verdi. Ebu Dücâne, savaşta şimşek gibi
hareket eden cesur bir kahramandı. [515]
Müşriklerden ilk öne
çıkan, Fâsık Ebu Âmir idi. İsmi Abd Amr b. Sayfî olup Rahip olarak
adlandırılıyordu; Rasûlullah (s.a.) ona Fâsık adım vermişti. Cahiliye döneminde
Evs kabilesinin başkanı idi. İslâm gelince gönlü daraldı, Rasûlullah'a (s.a.)
düşmanlık gösterdi. Medine'den çıkıp Kureyşlilerin yanına gitti. Onları
Rasûlullah'a (s.a.) karşı kışkırtıyor, onunla savaşmaya teşvik ediyordu.
Kureyşlilere kavminin (Evs kabilesinin) kendisini görünce ona itaat edeceğini
vadetmişti. Yanındakiler onunla beraber ilerlediler. Müslümanlarla
çarpışanların ilki idi. Evslilere seslenip çağırdı ve kendisini tanıttı.
Evsliler de: "Gözün aydın olmasın, ey Fâsık" dediler. "Benden
sonra kabileme bir şer (haller) olmuş" dedi ve sonra müslümanlarla
şiddetli bir çarpışmaya girişti. O gün müslümanlarm parolası: "Emit! =
Öldür!" idi.[516]
O gün Ebu Dücâne
el-Ensârî, Talha b. UbeyduIIah, Allah'ın ve Rasû-lü'nün arslam Hamza b.
Abdülmuttalib, Ali b. Ebî Tâlib, Enes b. Nadr ve Sa'd b. Rebî' cesurca
savaştılar. [517]
Günün başında üstünlük
kâfirlerin aleyhine, müslümanlarm lehine idi. Allah düşmanları bozguna uğrayıp
öylesine yüz geri dönüp kaçtılar ki kadınlarının yanma vardılar. Okçular
onların hezimetini görünce, Rasûlullah'in (s.a.) korumalarını emir buyurduğu
mevzilerini terkettiler ve: "Arkadaşlar! Haydi ganimete!" demeye
başladılar. Komutanlarının, Rasûlullah'ın (s.a.) sözünü hatırlatmasına rağmen
onu dinlemediler. Müşriklerin geri dönemeyeceğini zannederek ganimet toplamaya
gittiler ve geçidi boşalttılar. Derken müşrik atlıları geri döndüler ve geçidi
boş buldular. Okçular yerlerinde değillerdi. Hemen geçitten geçtiler ve
müslümanları arkadan çevirmeye imkân bulup kuşattılar. Allah Teâlâ,
müslümanlardan ikram edeceğine şehitliği ikram etti, ki bunlar 70 kişiydiler.[518]
Sahabe geri çekildi. Müşrikler Rasûlullah'ın (s.a.) yanma kadar geldiler. O'nu
taşlamaya başladılar; yüzünü yaraladılar, alt çenesinin sağ tarafındaki küçük
azı dişini ve başındaki miğferini kırdılar.[519]
Nihayet, fâsık Ebu Âmir'in müslümanlara tuzak kurmak için kazdığı çukurlardan
birine sağ yanı üzerine düştü. Hz. Ali elini tuttu. Talha b. UbeyduIIah
kucaklayıp bağrına bastı (vücûdunu ona siper etti) ve Amr b. Kamie ile Utbe b.
Ebî Vak-kâs'ın Hz. Peygamber'e zarar vermelerini önledi. Rasûlullah'ı (s.a.)
yaralayan, Muhammed b. Müslim b. Şihâb ez-Zührî'nin amcası Abdullah b. Şihâb
ez-Zührî idi de denilmiştir.
Bu sırada Mus'ab b.
Umeyr O'nun (s.a.) önünde öldürüldü. Bayrağı Ali b. Ebî Tâlib'e verdi. Miğfer
halkalarından iki tanesi yüzüne batmıştı. Bunları Ebu Ubeyde b. Cerrah
çıkarttı. Öyle asıldı ki, Rasûlullah'ın (s.a.) yüzündeki o iki halkayı
ısırmasının şiddetinden* alt ve üst çenesinin ikişer ön dişi söküldü. Elmacık
kemiğinin üstündeki (yaradan sızan) kanı Ebu Saîd el-Hudrî'nin babası Mâlik b.
Sinan yavaşça emdi.
Müşrikler O'nu (s.a.)
farketmişlerdi. Allah'ın O'nunla (s.a.) kendileri arasında engel olmamasını
istiyorlardı. Müslümanlardan 10 kadarı, öldürülünceye kadar O'na (s.a.) siper
oldular. Sonra Talha müşriklere, Rasûlullah'tan (s.a.) uzaklaştırıncaya kadar
kılıç salladı, Ebu Dücâne (yüzünü Peygamberimize dönerek) sırtını siper etti;
oklar sırtına saplanıyor fakat o hiç kıpırdamıyordu. O gün Katâde b. Numan'ın
gözü isabet alıp dışarı çıktı. Onu Rasûiullah'a (s.a.) getirdi. O da (s.a.)
gözünü yerine koydu. Gözlerinin en sağlıklısı ve en güzel göreni o gözü oldu,[520]
Şeytan, en yüksek sesiyie: "Mu-hammed öldürüldü!" diye bağırdı. Bu
haber müslümanlarrjan çoğunun gönlüne düşünce birçoğu kaçtı. Halbuki Allah'ın
emri, şüphesiz gereği gibi yerine gelecektir.
Enes b. Nadr, bir grup
müslümana rastladı; elleri yanlarına düşmüştü (silahlarını atmışlardı):
— Ne bekliyorsunuz?
dedi.
— Rasûluîlah (s.a.)
öldürüldü, dediler.
— O'ndan sonraki
hayatta siz ne yapacaksınız? Kalkın ve O'nun (s.a.) öldüğü şey uğruna ölün,
dedi. Sonra düşmana doğru yöneldi. Sa'd b Muaz'a rastlayınca; "Ey Sa'd!
Uhud dağının yanında cennet kokusunu duyuyorum." dedi; sonra öldürülünceye
kadar savaştı. Vücudunda 70 darbe izi bulundu.[521] O.
gün Abdurrahman b. Avf da aşağı yukarı 20 yara almıştı. [522]
Rasûlullah (s.a.)
müslümanlara doğru ilerledi. O'nu (s.a.) miğferi altında ilk tanıyan Kâ'b b.
Mâlik oldu. Hemen en yüksek sesiyle: "Müslümanlar! Müjdeler olsun! İşte
Allah'ın Rasûlü (s.a.)!" diye bağırdı. Allah Rasûlü (s.a.) eliyle ona
susmasını işaret etti. Müslümanlar hemen yanında toplandılar. Kendisiyle
birlikte Şi'b yöresine doğru gittiler. Bunlar arasında Ebu Bekir, Ömer, Ali,
Haris b. Sımme el-Ensârî ve başka sahabîler vardı.
Dağa tırmanmaya
başladıklarında Rasûluliah'a (s.a.), Avz denilen atına binmiş Übey b. Halef
yetişti. Allah düşmanı (Übey), Allah Rasûlü'nü (s.a.) bu at üzerinde
öldürebileceği vehmindeydi. Rasûlullah'a (s.a.) yaklaşınca, Rasûluîlah (s.a.)
Haris b. Sımme'den harbesini aldı ve onunla Übeyy'i yaraladı. Darbe köprücük
kemiğine denk gelmişti. Allah düşmanı,perişan birhalde geri döndü. Müşrikler
kendisine: "Vallahi bir şeyciğin yok" dediler. Fakat o:
"Vallahi, bende olan Zü'I-Mecaz ahâlisinde olsaydı tamamı ölürdü!"
dedi. O, Mekke'de iken atını besler ve: "Muhammed'i bunun üzerinde
öldüreceğim" derdi. Bu söz Rasûlullah'a (s.a.) ulaştığında: "Aksine,
inşallahu teâlâ ben onu öldüreceğim." buyurmuştu. Rasûlullah (s.a.)
kendisini yaralayınca Allah düşmanı, Allah Rasûlü'nün (s.a.) "Ben onu
öldüreceğim," sözünü hatırladı. O zaman kendisinin bu yaradan öleceğim
seksiz şüphesiz anladı. Nitekim Mekke'ye dönüşü sırasında yolda Şerif denilen
yerde öldü.[523]
Hz. Ali, Rasûlullah'a
(s.a.) içmesi için bir su getirdi. Suyun tadını acı bulduğu için içmedi. O
suyla yüzündeki kam yıkadı ve başına su döktü. Rasûlullah (s.a.) oradaki büyük
bir kayanın üstüne çıkmak istedi fakat yapamadı. Talha çöktü, Rasûlulîah
(s.a.) da (onun sırtına basarak kayaya) çıktı. Namaz vakti gelmişti. Onlara
oturarak namaz kıldırdı. Rasûlullah (s.a.) o gün Ensâr bayrağı altında durdu.
Hanzale el-Gasîl, -ki
tam adı Hanzale b. Ebî Âmir'dir- Ebu Süfyan'm üzerine saldırdı. Ebu Süfyan'i
yakaladığında Şeddâd b. Esved, Hanzale'ye hücum edip onu öldürdü. Hanzale
cünübdü. Hanımıyla ilişki halindeyken savaş çağrısını işitmiş ve hemen cihada
koşmuştu. Rasûlullah (s.a.) ashabına: "Meleklerin onu
guslettirdiğini" haber verdi, sonra: "Hanımına sorun? Ona ne
olmuştu?'* buyurdu. Hanımına sordular, o
da onlara durumu haber verdi,[524] Âlimler
bunu; şehid, cünüp olarak ölürse, meleklere uyarak yıkanır hükmüne delil
kılmışlardır[525]
Müslümanlar,
müşriklerin bayraktarını Öldürdüler. Bayraklarını Amra bt. Alkâme el-Hârisiyye
adh kadın yerden kaldırdı ve bayrak etrafında toplandılar
Ümmü Umâre (r.a.)
-Nesibe bt. Kâ'b el-Mâziniyye- çok çetin bir biçimde savaştı. Amr b. Kamie'ye
darbe üstüne darbe vurdu, ancak Amr'ı üzerindeki iki zırh korudu. Bu defa Amr,
ona kılıçla vurdu ve omuzundan ağır bir şekilde yaraladı.
Abdüleşheloğullarından
Üsayram diye tanınan Amr b. Sabit henüz müs-lüman olmamıştı. Uhud savaşında,
geçmişindeki güzellik ve iyilik sebebiyle Allah Teâlâ gönlüne İslâm'ı koydu;
müslüman oldu. Kılıcını kaptı ve Hz. Pey-gamber'e (s.a.) katıldı. Savaştı ve
yaralandı. Hiç kimse durumunu bilmiyordu. Savaş durunca, Abdüleşheloğulları
kendi ölülerini aramak için ölüler arasında dolaşmaya çıktılar. Ölmek üzere
olan Üsayram'ı buldular. "Vallahi bu, Üsayram! Onu buraya getiren
nedir?.. Biz onu, bu dini inkâr ediyorken bırakmıştık." dediler. Sonra,
"Seni buraya getiren şey nedir? Kavmine acıman mı yoksa İslâm'a rağbetin
mi?" diye sordular. "Elbette, islâm'a rağbetim. Allah'a ve Rasûlü'ne
iman ettim. Sonra Allah Rasûlü'yle (s.a.) birlikte görmüş olduğunuz yarayı
alıncaya kadar savaştım." dedi ve o anda vefat etti. Durumu Rasûlullah'a
(s.a.) anlattılar. "O, cennet ehlindendir." buyurdu. Ebu Hureyre
dedi ki: "Kesindir ki Allah Teâlâ'ya bir vakit namaz bile kılmadı."[526]
Savaş bitince Ebu
Süfyan dağa çıkıp seslendi: "Muhammed aranızda mı?"
Oradakiler cevap
vermediler. Tekrar sordu: "Ebu Kuhâfe'nin oğlu (Ebu Bekir) aranızda
mı?" Yine cevap vermediler. Bu sefer: "Ömer b. Hattâb aranızda
mı?" diye sordu; yine cevap vermediler. Ebu Süfyan'm kendisi ve kavmi,
İslâm'ı ayakta tutanların bu üç şahsiyet olduğunu bildikleri için yalnızca bu
üçünü sordu. Sonra: "Onları öldürdüysek, size bu kadarı yeter" dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle demekten kendim alamadı: "Ey Allah düşmanı!
Adını saydıkların hayattadır. Allah Teâlâ sana kötülüğü dokunacak olanı sağ
bıraktı." Ebu Süfyan da: "Topluluk arasında emretmediğim bir müsle vâki
olmuş, beni ayıplamayın."[527]
dedi. Sonra: "En büyük Hübel!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.):
"Cevap vermiyor musunuz?" buyurdu. Ashâb: "Ne diyelim?"
dediler. "Allah, en büyüktür ve en yücedir, deyin." buyurdu. Sonra
Ebu Süfyan: "Bizim Uzzâ'mız var, sizin Uzzâ'iuz yok." dedi.
Rasûlullah (s.a.): "Cevap vermiyor musunuz?" buyurdu. Ashâb: "Ne
diyelim?" dediler. "Allah bizim mevîâmızdır, sizin mevlânız yok,
deyin." buyurdu.[528]
Hz. Peygamber (s.a.),
Ebu Süfyan tanrıları ve şirki ile övündüğünde; tevhidi yüceltmek, müslümanlann
kulluk yaptığı Zât'ın (Allah) yüceliğini, O'-nun tarafının güçlülüğünü', O'nun
mağlub edilemeyeceğim ve bizim O'nun taraftarları ve ordusu olduğumuzu bildirmek
için kendisine cevap verilmesini emir buyurdu. Fakat, "Muhammed aranızda
mı? îbn Ebî Kuhâfe aranızda mı? Ömer aranızda mı?" dediğinde Ebu Süfyan'a
cevap verilmesini emretmedi. Aksine rivayete göre sahabeyi cevap vermekten
alıkoydu ve "Ona cevap vermeyiniz." buyurdu. Çünkü Hz. Peygamber ve
yanındakileri arama konusunda yaraları henüz soğumamıştı ve hâlâ öfke ateşleri
yanıp tutuşmaktaydı. Ebu Süfyan, yanındakilere: "Bunlar ölmüşse, bu
kadarı yeter size" dediğinde Hz. Ömer sinirlendi, kızgınlığı arttı ve:
"Yalan söylüyorsun ey Allah düşmanı!" dedi. Bu bildirimde;
küçümseme, kahramanlık, korkmamak, kendilerine kavimlerinin gücünü ve
cesaretini iletir durumdaki düşmana kendini tanıtmak, gevşemediklerini ve
güçsüz düşmediklerini, kendisinin (Hz. Ömer) ve müslümanlann onlardan
korkmamaya lâyık olduklarım, Allah'ın müslü-manlardan onlara kötülüğü dokunacak
olanları sağ bıraktığım bildirmek vardır. Bu üç şahsın sağ kaldığını
bildirmekte ise, Ebu Süfyan ve kavmi menfaat sağladıklarını, kâr ettiklerini,
düşmanın (müslümanların) ve grubunun kinini üzerlerine çektiklerini
zannetmelerinin bir yanılgı olduğunu haber verme ve tek tek sorduğu zaman cevap
verilmesinde mevcut olmayan bir bilek bükme hareketi vardır. Onları
(Rasûlullah (s.a.) Ebu Bekir ve Ömer) sorması ve kendi kavmine onların ölüm haberini yayması, düşmanın
son oku ve tuzağı idi. Hz. Peygamber (s.a.) tuzağını iyice anlayıncaya kadar
Ebu Süfyan'a karşı sabretti. Sonra Hz. Ömer ortaya çıkıp tuzak okunu geri
çevirdi. îlk başta cevap vermemek en güzel davranıştı; ikincide ise en güzel
davranış cevap vermekti. Onları sorduğunda cevap vermemekte, onu aşağılamak ve
durumunu küçültmek vardı. Onlann ölümünü başa kakınca, öldürüldüklerini
zannedince ve böylece kibir ve azıtmadan hasıl olacak şeyler hasıl olunca; Hz.
Ömer'in cevabında onu aşağılamak, küçümsemek, hor hakîr görmek vâki oldu. Bu
durum, Hz. Peygamber'in (s.a.) "cevap vermeyiniz" sözüne ters düşmez.
Çünkü O (a.s.), Ebu Süfyan "Muhammed aranızda mı? Filan aranızda mı? Falan
aranızda mı?" diye sorduğunda cevap vermekten alıkoymuştur. Ama "İşte
onlar öldürüldü." dediğinde cevap vermekten alıkoymamıştır. Her halükârda
birincide cevap vermemekten, ikincisinde de cevap vermekten daha güzeî bir
davranış yoktur.
Sonra Ebu Süfyan:
"Bugün Bedir'e mukabil bir gündür. Savaş dönüşümlüdür. (Bazan bu taraf
kazanır, bazan öbür taraf)" dedi. Hz. Ömer şöyle cevap verdi:
"Hayır, öyle değil. Bizim ölülerimiz cennette, sizin ölüleriniz ise
cehennemdedir."[529]
îbn Abbas: "Allah
Rasûlü (s.a.) Uhud savaşında yardım olunduğu gibi hiçbir yerde yardım
olunmadı" dedi. Onun bu görüşünü inkâr ettiler. O zaman: "Benimle
inkâr eden arasında Allah'ın kitabı hakemdir. Allah Teâlâ: 'Andolsun ki, Allah
size verdiği sözde durdu. O'nun izniyle kâfirleri kesip biçiyordunuz.'[530]
buvuruyor. Âyette geçen "el-hass = kesip biçmek" kelimesi öldürme
anlamındadır. Savaş, günün başında müşriklerden 7 veya 9 tanesi öldürülünceye
kadar Rasûlullah'ın (s.a.) ve ashabının lehine idi." dedi[531] ve
hadisi zikretti.
Allah Teâlâ, Bedir ve
Ühud savaşlarında kendisinden yana bir güvenlik olarak müslümanlann üzerine bir
uyuklama, bir sekînet indirdi. Savaşta korku anındaki uyuklama emniyete,
güvenliğe delildir ve Allah'tandır; fakat namazda, zikir ve ilim meclislerinde
olursa şeytandandır.
Uhud savaşında
melekler Rasûluüah'ı (s.a.) korumak için çarpıştılar. Sa-hihayn'da şöyle geçer:
Sa'd b. Ebî Vakkâs anlatıyor: Uhud savaşında Rasû-lullah'ı (s.a.), yanında
üstlerinde beyaz elbise bulunan ve O'nu korumak için çetin bir şekilde çarpışan
iki adamla birlikte gördüm. Onları ne daha önce, ne de daha sonra görmedim.[532]
Sahih-iMüslim'de şöyle
geçer: Rasûlullah (s.a.) Uhud savaşında Ensar'-dan yedi ve Kureyş'ten
(muhacirlerden) iki kişiyle yalnız kaldı. Düşmanlar O'na yaklaşınca,
"Onları bizden kim uzaklaştırırsa cennetliktir-veya cennette
yoldaşımdır." buyurdu. Ensar'dan bir adam öne çıktı ve öldürülünceye kadar
savaştı. Sonra tekrar yaklaştılar. "Onları bizden kim uzaklaştırırsa, cennetliktir
veya cennette yoldaşımdır." buyurdu. Yine Ensar'dan bir adam öne çıktı ve
öldürülünceye kadar savaştı. Yedi kişi öldürülünceye kadar bu böyle oldu. O
zaman Rasûlullah (s.a.): "Arkadaşlarımıza insaf etmedik" buyurdu.[533] Hz.
Peygamber'in (s.a.) söylediği bu son cümle, "Arkadaşlarımız bize insaf
etmedi.1' anlamına gelecek şekilde de rivayet edilmiştir. Birinci anlamın
vechi şudur: Ensar, savaşmak için birbiri peşinden teker teker gidip
öldürülünce ve de iki Kureyşîi savaşa çıkmayınca Hz. Peygamber böyle buyurdu:
Yani Kureyş Ensar'a insaf etmedi. İkinci anlamın vechi de şudur:
Ar-kadaşlar'dan maksat Allah Rasûlünü küçük bir grupla yalnız bırakıp kaçarak
birer birer öldürülenlerdir. Onlar Allah Rasûlüne ve O'nun yaranda sebat edenlere
insaf etmemişlerdir.
îbn Hibbân'in
Sahih'inde Hz. Âişe'den rivayet edildiğine göre Ebu Bekir es-Sıddîk anlatıyor:
Uhud savaşı olduğunda insanlar Hz. Peygamber'den (s.a.) kaçtılar.
Hz.Peygamber'in (s.a.) yanma dönenlerin ilki bendim. Önünde bir adamın onu
koruyup himaye etmek için savaştığını gördüm. "Talha, anam babam sana feda
olsun! Talha, anam babam sana feda olsun!" dedim. Ben varmadan Ebu Ubeyde
b. Cerrah beni farketti. Bana kavuşuncaya kadar kuş gibi çırpmıyordu. Birlikte
Rasûlullah'ın (s.a.) yanına vardık. Talha O'nun (s.a.) önüne yıkılmıştı. Hz.
Peygamber (s.a.): "Kardeşinizi tutun. O, görevini yerine
getirmiştir." buyurdu. Hz. Peygamber (s.a.) alnının kenarından darbe
almıştı. Elmacık kemiğinin üstünden yaralanmıştı, hatta miğfer halkalarından
biri elmacık kemiğinin üstüne batmıştı. O halkayı Hz. Peygamber'in
(yanağından) çıkartmak için gittim. Ebu Ubeyde dedi ki: "Ey Ebu Bekir,
Allah'ını seversen bana bırak." Ebu Bekir anlatmaya devam ediyor:
"Ebu Ubeyde, halkayı ağzına aldı ve onu Rasûlullah'a (s.a.) acı vermekten
çekine: rek yavaş yavaş çıkarmaya başladı, sonra halkayı ağzıyla çıkardı. Ebu
Ubey-de'nin de iki ön dişi sökülmüştü." Hz. Ebu Bekir diyor ki:
"Sonra diğer halkayı çıkarmak için yürüdüm. Ebu Ubeyde: Ey Ebu Bekir,
Allah aşkına bana bırak, dedi ve halkayı dişleriyle tuttu ve sökünceye kadar
yavaş yavaş çıkardı. Bu arada Ebu Ubeyde'nin diğer iki Ön dişi de sökülmüştü.
Sonra Ra-sûlullah (s.a.): Kardeşinizi tutun. Görevini yerine getirmiştir,
buyurdu." Ebu Bekir der ki: "Tedavi etmek için Talha'mn yanına vardık.
Kendisi on küsur yerinden yaralanmıştı."[534]
el-Emevî'nin
Megazfsmde şöyle geçer: Müşrikler dağa çıkmaya kalkıştıklarında Rasûlullah
(s.a.) Sa'd'a: "Onları uzaklaştır." buyurdu. Yani, geri döndür
diyordu. Sa'd: "Onları tek başıma nasıl geri döndürürüm?" dedi.
Rasûluîlah (s.a.) bunu üç defa söyledi. O zaman Sa'd, sadağından bir ok aldı ve
bir adama atıp öldürdü. Sa'd dedi ki: Sonra o tanıdığım oku aldım, bir
başkasına atıp onu da öldürdüm. Sonra o tanıdığım oku aldım, tekrar bir
başkasına atıp onu da öldürdüm. Müşrikler bulundukları yerden indiler. Bu
mübarek bir oktur, deyip sadağıma koydum. O ok, vefat edinceye kadar Sa'-d'ın
yanındaydı, sonra çocuklarına geçti.[535]
Sahihayn'da Ebu
Hâzim'den rivayet olunmuştur: Ebu Hâzim'e Rasû-lullah'm yarasını sordular,
şöyle anlattı: "Vallahi, ben Rasûlullah'm (s.a.) yarasını kimin
yıkadığını, suyu kimin döktüğünü ve ne ile tedavi edildiğini bilirim. Kızı
Fâtıma yarasını yıkıyor, Ali b. Ebî Tâlib de kalkanla su döküyordu. Hz. Fâtıma
suyun kanı artırdığını görünce, bir hasır parçası alıp, o parçayı yaktı ve
yaraya sürdü. Kan da dindi."[536]
Buharî'de geçer:
Rasûlulîah'ın (s.a.) alt çenesinin sağ tarafındaki küçük azı dişi kırılmış,
alnı yarılmış ve kanı akmaya başlamıştı. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle diyordu:
"Peygamberleri kendilerini hidâyete davet ederken, Peygamberlerinin
yüzünü yaralayan ve dişini kıran bir kavim nasıl felah bulur?" Allah azze
ve celle şu âyet-i kerimeyi indirip: "Allah'ın, onların tevbelerini kabul
veya onlara azab etmesi işiyle senin bir
ilişiğin yoktur. Onlar zâlimdirler. "[537]
buyurdu.
Müslümanlar bozguna
uğradığında Enes b. Nadr hiç bozulmadı ve: "Allah'ım; şunlann,
(müslümanların) yaptıklarından dolayı Senden özür dilerim, şunların
(müşriklerin) yaptıklarından da Sana sığınırım*' dedi ve ileri atıldı. Sa'd b.
Muaz onunla karşılaştı ve: "Nereye, ey Ebu Ömer?" dedi. Enes b. Nadr:
"Cennetin kokusu ne güzel, ne hoş, ey Sa'd! Onu (cennet kokusunu) uhud'un
arkasında duyuyorum" dedi, sonra yürüdü. Ölünceye kadar müşriklerle
savaştı. Kızkardeşi onu parmaklarından tanıyıncaya kadar (cesedi) tanınamadı.
Üzerinde seksen küsur mızrak, kılıç ve ok yarası vardı.[538]
Daha önce geçtiği gibi
müşrikler, günün başında bozguna uğramışlardı. O zaman İblis: "Ey Allah'ın
kullan! Allah sizin belânızı versin. Bozgundan geri dönünüz!" diye
bağırdı, onlar da direnmeye başladılar.
Huzeyfe babasına
baktı. Müslümanlar onu (babasını) müşriklerden zannederek öldürmek
istiyorlardı. Huzeyfe: "Ey Allah'ın kullan! Babam..." dedi. Sözünü
anîamayıp babasını öldürdüler. "Allah Teâlâ sizi bağışlasın." dedi.
Rasûlullah (s.a.) diyetini vermek istedi. "Onun diyetini müslümanlara
tasadduk ettim" diye cevap verdi. Böylece Huzeyfe'nin Hz. Peygamber'in
(s.a.) gözündeki değeri daha da arttı.[539]
Zeyd b. Sabit
anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) Uhud savaşında beni, Sa'd b. Rebî'i aramak için
gönderdi ve buyurdu: "Onu görürsen, selâmımı söyle ve ona: Allah Rasûlü
(s.a.) 'Kendini nasıl buluyorsun?' diye soruyor, de!" Zeyd der ki: Ölüler
arasında dolaşmaya başladım. Nihayet yetmiş mızrak, kılıç ve ok yarası almış bir
halde son nefesinde iken yanma vardım. "Ey Sa'd, Rasûlullah'm (s.a.) sana
selâmı var. Buyurnyor ki: 'Bana haber ver, kendini nasıl buluyorsun?"
Sa'd: "Allah'ın selâmı Rasûlullah'm da üzerine olsun. O'na (s.a.) şöyle
de: Ey Allah'ın Rasûlü! Cennetin kokusunu alıyorum. En-sar'a da şöyle söyle:
Gözünüz gördükçe (sağ olduğunuz sürece) Allah Rasû-lü'ne karşı ihlasb
davranırsamz, Allah'a özür beyan etmezsiniz( etmek zorunda kalmazsınız)."
dedi ve ruhunu teslim etti.[540]
Muhacirlerden bir
sahabî, Ensar'dan bir sahabîye kana boyanmış bir vaziyette rastladı ve: Ey
falan! Muhammed'in öldürüldüğünü duydun mu? diye sordu. Ensârî dedi ki:
Muhammed öldürülmüşse, o tebliğ görevini hakkıyla yerine getirdi. Siz de
dininiz uğruna savaşın! Nitekim Allah Teâlâ âyet-i kerimesinde: "Muhammed
bir Rasûl'dür. Ondan önce de Rasûller geçmişti..." buyurmuştur[541]
Abdullah b. Amr b.
Haram anlatıyor: Uhud savaşından önce rüyamda Mübeşşir b. Abdülmünzir'i şöyle
derken gördüm:
— Birkaç gün içinde bize gelirsin?
— Sen nerdesin? dedim.
— Cennette, istediğimiz gibi dolaşıyoruz.
— Sen Bedir savaşında öldürülmemiş miydin?
— Evet. Sonra bana
hayat verildi.
Abdullah b. Amr, bunu
Rasülullah'a (s.a.) anlattığında Rasûlullah (s.a.): "Bu, şehitlik
(müjdesi)dir ey Ebu Câbir." buyurdu.
Hayseme Ebu Sa'd'ın
oğlu Bedir savaşında Rasûlullah'la beraber olup şehit düşmüştü. Dedi ki: Bedir
savaşı beni yanılttı (katılamadım). Halbuki ben katılmaya çok istekliydim.
Hangimiz savaşa gidecek diye oğlumla aramızda kura çektik. Kura oğluma çıktı
ve şehitlik nimetine erdi. Düri oğlumu rüyamda, cennet meyvelerinin ve
nehirlerinin arasında dolaşır vaziyette en güzel surette gördüm. Şöyle diyordu:
"Bize katıl ve cennette yoldaşımız ol. Rabbimin bana vadettiğini gerçek
buldum." Vallahi ey Allah'ın Rasûlü; ben onun cennetteki yoldaşlığını
özlüyorum. Yaşım ilerledi, kemiğim inceldi, Rab-bime kavuşmak istiyorum. Ey
Allah'ın Rasûlü; beni şehitlik ve cennette Sa'-d'a yoldaşlık nimetine erdirmesi
için Allah'a dua et, dedi. Rasûlullah (s.a.) ona böylece dua etti ve Uhud'da şehid
oldu.
Abdullah b. Cahş o gün
şöyle dedi: Allah'ım! Sana yemin ederim ki, beni yarın düşmanla karşılaştır da
beni öldürsünler; burnumu, kulağımı kessinler, sonra bana: "Neyin uğruna
kesildin, biçildin?" diye sorasın da, "Senin uğruna" diyeyim.[542]
Amr b. Cemûh çok fazla
aksayan topal bir şahıstı. Dört tane genç oğlu var idi ve gaza ettiğinde
Rasûlullah (s.a.) ile savaşa katılırlardı. Rasûlullah (s.a.) Uhud'a doğru
yöneldiğinde o da Rasûlullah'la (s.a.) birlikte gitmek istedi. Oğulları
kendisine: "Allah Teâlâ sana ruhsat vermiş. Otursan bile biz sana yeteriz.
Allah senden cihad yükümlülüğünü kaldırmıştır." dediler. Bunun üzerine
Amr b. Cemûh Rasülullah'a (s.a.) geldi ve: "Ey Allah'ın Rasûlü! Şu benim
oğullarım, seninle savaşa çıkmamı engelliyorlar. Ben de vallahi şehid olmak ve
cennette şu sakatlığımla (sağa sola) gidip gelmek istiyorum." dedi.
Rasûlullah (s.a.): "Allah Teâlâ senden cihad yükümlülüğünü kaldırmıştır."
buyurdu. Çocuklarına da: "Onu geride bırakmanız gerekmez. Umuîur ki Allah
azze ve celle kendisim şahitlik nimetine erdirir." [543]
Sonra Amr, Rasûlullah (s.a.) ile birlikte savaşa çıktı ve Uhud savaşında şehid
edildi.
Enes b. Nadr, Muhacir
ve Ensar'dan bazı sahabîler arasında Ömer b. Hattâb'a ve Talha b. Ubeydillah'a
rastladı. Ellerini salıvermişlerdi (silahlarını bırakmışlardı): "Sizi
(böyle) oturtan nedir?" dedi. "Rasûlullah (s.a.) öldürüldü"
dediler. "O'ndan sonraki hayatta sizler ne. bekliyorsunuz? Kalkın ve
Rasûlullah'm öldüğü şey uğruna ölün." dedi. Sonra düşmana doğru yürüdü ve
öldürülünceye kadar savâştı.[544]
Allah düşmanı Übey b.
Halef zırha bürünmüş olarak geldi. Şöyle diyordu: "Muhammed kurtulursa
ben kurtulmayayım!" Mekke'de iken Rasûlul-lah'ı (s.a.) öldüreceğine yemin
ederdi. Kendisini Mus'ab b. Umeyr karşıladı, fakat Mus'ab öldürüldü. Rasûlullah
(s.a.), Übey b. Halefin tolgasıyla, tolgayı zırha bağlayan peçenin arasındaki
açıklığı gördü ve harbesiyle onu yaraladı. Übey atından düştü. Öküz gibi
böğüriirken adamları onu taşıdılar ve: "Seni umutsuzluğa iten şey
nedir?" dediler. Çünkü kendisi sadece çizilmişti (hafifçe yarılmıştı). O
zaman adamlarına Hz. Peygamber'in (s.a.), "Aksine, inşaallah ben onu
öldüreceğim." sözünü hatırlattı. Nitekim Râbiğ'de (Şerif) öldü[545]
İbn Ömer anlatıyor:
"Gecenin bir vaktinde Batn-ı Râbiğ'de yürüyordum. Parlayan bir ateş (ışık)
gördüm. O ateşten zincire vurulmuş (çekilen) susuzluğunu haykıran bir adam
çıktı. Bir adam da şöyle diyordu: Buna su vermeyin. Zira bu, Rasûlullah'm
(s.a.) öldürdüğü adamdır; bu Übey b. Haleftir."[546]
Nâfî' b. Cübeyr
anlatıyor: Muhacirlerden bir şahabının şöyle dediğini duydum: "Uhud
savaşma katıldım. Her yönden gelen oklara baktım. Rasû-lullah (s.a.) ortada
durduğu halde her biri O'ndan uzaklaşiyordu. (Manyetik bir kalkan var gibi ona
doğru gelen oklar sağa sola sapıyordu.) O gün Abdullah b. Şihâb ez-Zührî'yi
şöyle derken gördüm: "Bana Muhammed'i gösterin. O kurtulursa ben
kurtulmayayım." Halbuki Rasûlullah (s.a.), yanında hiç kimse olmadığı
halde onun yambaşındaydı. Sonra onun yanından geçtiler. Bunun üzerine Safvân
kendisini ayıpladığında şöyle dedi: "Vallahi, onu görmedim. Allah'a yemin
ederim, o bizden perdelenmişti (gizlenmişti). Halbuki biz dört kişi olarak
savaşa çıkmış ve onu öldürmek üzere sözleşip anlaşmıştık. Emelimize
ulaşamadık."
Ebu Saîd el-Hudrî'nin
babası Rasûlullah'm (s.a.) yarasını temizleyinceye kadar emdi. Rasûlullah
(s.a.) kendisine: "Onu (yaradan emdiğini) püskürt!" buyurdu.
"Vallahi, asla püskürtmem" dedi ve arkasını dönüp yürüdü. Hz.
Peygamber (s.a.): "Cennet ahalisinden bir adama bakmak isteyen buna (bu
adama) baksın. "[547]
buyurdu.
Zührî, Âsim b. Ömer,
Muhammed b. Yahya b. Hibbân ve başkaları şöyle demişlerdir: Uhud günü, belâ ve
imtihan günüydü. Allah azze ve celle onunla mü'minleri imtihan etti; küfrünü
gizleyip diliyle müslüman olduğunu söyleyen münafıkları ortaya çıkardı. Allah
Teâlâ o gün dostlarından şehitlik ikram etmek istediklerine ikramda bulundu.
Uhud savaşı ile ilgili inen âyetlerden 61 adedi Âl-i îmrân sûresindendir.
"Mü'minleri savaş için duracakları yerlere yerleştirmek üzere, erkenden
evinden ayrılmıştır. "[548]
âyetiyle başlayıp hikâyenin sonuna kadar devam etmektedir. [549]
1- Cihada
başlandığında cihad yapmak gerekir. Hatta zırhını giyen, savaş elbisesine
bürünen ve savaşa hazırlanan kişi, düşmanıyla savaşmadıkça
savaştan vazgeçemez.
2- Düşmanlar
gelip kapıya dayandığında, memleketlerinde bulunan rhüs-lümanlann düşman için
ülke (yurt, şehir, kasaba vs.) dışına çıkmaları gerekmez. Aksine ülkelerinde
durup, orada savaşmak Rasûlullah'ın (s.a.) Uhud savaşında müsiümanlara işaret
ettiği gibi kendi lehlerine, düşmanın aleyhine ise caizdir.
3- îmam'm
(devlet başkanının veya komutanın) mal sahibi razı olmasa da yolu düştüğünde
tebaasımn bazı mülklerinden, arazisinden geçmesi caizdir.
4- îmam,
bulûğa ermemiş çocuklardan savaşmaya gücü yetmeyenlere izin vermez..
Rasûlullah'm (s.a.) İbn Ömer'i ve yanındakileri geri çevirdiği gibi savaşa
çıktıklarında bunları geri döndürür.
5-
Kadınların savaşması ve cihadda kadınlardan yardım istenmesi caizdir.
6- Enes b. Nadr ve başkalarının, daldığı gibi
düşman arasına dalmak caizdir.
7-İmam
yaralanırsa, Rasûlullah'ın (s.a.) bu savaşta yaptığı gibi,onlara (askerlerine
ve tebaasına) oturarak namaz kıldırır. Sünneti vefat edinceye kadar bu hal üzre
devam etti.[550]
8- Kişinin,
Allah yolunda öldürülmek için dua ve bunu temenni etmesi caizdir. Bu,
yasaklanmış ölüm temennisi değildir. Nitekim Abdullah b. Cahş'ın dediği gibi:
Allah'ım; beni müşriklerden iyice kâfir ve çok öfkeli bir adamla karşılaştır,
onunla çarpışayım, beni Senin uğrunda öldürsün, soysun, sonra bumumu ve
kulaklarımı kessin de Sana kavuştuğumda: "Ey Abdullah b. Cahş; ne uğruna
kesildin, biçildin?" diyesin, ben de: "Senin uğruna Yâ Rab!"
diyeyim.
9- Hz.
Peygamber'in (s.a.), Uhud savaşında şiddetli bir belâya uğrayan, yarası ağırlaşınca
da kendisini kesen (intihar eden) Kuzman hakkında: "O
cehennemliklerdendir."[551]
buyurmasına istinaden, kendisini öldüren müslü-man dehennemliktir.
10- Şehidin
yıkanmaması, (cenaze) namazının kıhnmaması[552]
elbisesinden başka şeye kefenlenmemesi, kanıyla ve üzerindeki yaralarla
gömülmesi sünnettir. Ancak (düşman tarafından) elbiseleri soyulmuşsa,
elbisesinden başka bir şeyle kefenlenebilir.
11- Şehid
cünüb ise, meleklerin Hanzale b. Ebî Amir'i guslettirdiği gibi guslettirilir[553]
12- Şehidlerin öldükleri yere defnedilmesi, başka
bir yere taşınmaması sünnettir. Bir grup sahabî şehidlerini Medine'ye
taşıdılar. Bunun üzerine Ra-sûlullah'ın (s.a.) tellâlı, şehidlerin, düştükleri
yere götürülmesini emir veren bir çağrıda bulundu. Câbir anlatıyor: "Ben
gözetlemede iken teyzem,babam ile dayımı şu taşımada kullanılan bir (dolap
beygiri) hayvana beraberce yüklemiş olarak geldi. Onları mezarlığımıza
defnetmek için Medine'ye soktu. Bu arada bir adam şöyle bağırarak geldi:
"Kendinize gelin, Rasûlullah (s.a.) şe-hidlerinizi geri götürmenizi
emrediyor, şehidlerinizi öldürüldükleri yere defnediniz!'* Câbir anlatmaya
devam ediyor: "Onları (babamla dayımı) geri götürdük ve öldürüldükleri
yere defnettik. Muâviye b. Ebî Süfyan'ın halifeliği döneminde iken bana bir
adam geldi ve: Ey Câbir! Vallahi, Muâviye'nin adamları babanın kabrini
kazdılar, ortaya çıkardılar ve bir bölümü ortaya çıktı, dedi. Hemen oraya
gittim ve bıraktığım (gömdüğüm) şekilde kendisinde hiçbir şey değişmemiş
olarak buldum ve onu gizledim". İşte şehidlerin öldükleri yere
defnedilmesi böylece sünnet oldu.[554]
13- Bir veya
üç şehidin bir mezara defnedilmesi caizdir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) iki veya
üç şehidi bir mezara defnediyordu. "Hangisi Kur'an'dan daha çok (âyet)
ezberlemişti?" diye soruyor, birini işaret ediyorlardı. Kabre önce onu
koyduruyordu.[555]
Abdullah b. Amr b.
Haram ve Amr b. Cemûh, aralarındaki muhabbet sebebiyle bir kabre (birlikte)
defnedildiler. Rasûlullah (s.a.): "Dünyada birbirine muhabbet eden bu iki muhibbi
bir mezara defnedin."[556]
buyurdu.
Uzun bir süre sonra
ikisine birer mezar kazıldı. Abdullah b. Amr b. Ha-râm'ın eli, yaralandığında
koyduğu şekilde yarasının üzerinde duruyordu. Eli yarasından çekildiğinde kan
fışkırdı. Yerine konulduğunda kan durdu.
Câbir şöyle anlatıyor:
Mezarı kazıldığında babamı mezarında gördüm. Uyur gibi idi ve halinde az ya da
çok bir değişiklik olmamıştı. Kendisine: Kefenlerini gördün mü? diye
sorduklarında dedi ki: Yüzünü örten alaca çizgili bir kumaşla ve ayaklarım
örten bir pelerinle[557]
defnediimişti. Bu çizgili kumaşı ve pelerini olduğu gibi bulduk. Halbuki
aradan 46 sene geçmişti.[558]
Fakîhler; Hz.
Peygamber'in (s.a.) Uhud şehidlerini elbiseleriyle defnetmesi, bunun müstehab
ve evlâ oluşundan mıdır, yoksa vâcib oluşundan mıdır diye ihtilâf ettiler. Bu
konuda iki görüş vardır:
Bunların ikincisi; bu
görüşlerin en zahir olanı Ebu Hanîfe'nin görüşüdür, îlki ise; Şafiî ve Ahmed
(b. Hanbel)'in görüşleridir. Şayet; "Yakub b. Şeybe'den ve başkasından
ceyyid senedle rivayet olunduğuna göre Hz. Safiy-ye, Hz. Peygamber'e (s.a.) Hz.
Hamza'yı kefenlemesi için iki elbise yollamış ve O da (s.a.) onlardan birisine
onu (Hz. Hamza'yı) kefenlemiş, diğerine de bir başka şehidi
kefenlemiştir."[559]
denilirse, şöyle cevap verilir: Hz. Hamza'yı kâfirler soymuşlar, kendisine
müsle yapmışlar, karnını yarmışlar ve cigerini çıkarmışlardı. Bunun için başka
bir kefenle kefenlendi. Bu görüş (şehidin başka bir şeyle kefelenmesi görüşü)
zayıflıkta, "Şehid guslettirilir" diyenin görüşüne benzer. Halbuki
Allah Rasûlü'nün sünneti, tâbi olmaya (meleklerin sünnetinden) daha evlâdır,
lâyıktır.
14- Çarpışmada can veren şehidin cenaze namazı
kılınmaz. Zira Rasûîullah (s.a.) Uhud şehidleri üzerine cenaze namazını
kılmamıştır ve O'nun (s.a.) gazalarında yanında bulunup da şehid düşenlerden
hiçbirinin cenaze namazım kıldığı bilinmemektedir. Râşid halifeleri de,
onların nâibleri de böyle yapmışlardır.
Şayet; Sahîhayn'da,
Ukbe b. Âmir hadisinde, Hz. Peygamber'in (s,a.) bir gün çıkıp Uhud şehidlerine
ölülere kıldığı (cenaze) namazı gibi namaz kıldığı sabittir, denilirse;[560] ve
İbn Abbas'ın: "Rasûîullah (s.a.) Uhud şehid-lerinin üzerine cenaze
namazını kıldı."[561]
diye rivayet ettiği ileri sürülürse; şöyle cevap verilir: Rasûluîlah'ın (s.a.)
vefatına yakın bir zamanda onlara bu namazı kılması, şehid edilmelerinden sekiz
yıl sonra onlara veda edercesine bir namaz kılmadır. Bu, Hz. Peygamber'in vefat
etmesinden önce Bakî kabristanına gidip ölülere ve dirilere veda edercesine
istiğfar etmesine benzer. îş-te bu da Rasûlullah'ın (s.a.) onlara veda
etmesidir ve bu namaz ölüler üzerine kıldığı cenaze namazı demek değildir. Öyle
olsa bile Rasûîullah (s.a.), özellikle "Kabir (e konulmuş cenaze) üzerine
namaz kılınmaz veya bir aya kadar kıhnabilir." görüşünde olanlara göre bu
namazı sekiz yıl geciktirmezdi.
15- Hastalık
veya topallıktan dolayı Allah Teâlâ'nın cihada katılmamasını mazur gördüğü
şahısların, kendilerine vacip olmasa da cihada çıkmaları caizdir. Nitekim Amr
b. Cemûh (r.a.) topal olduğu halde cihada çıkmıştır.
16- Müslümanlar, içlerinden birini kâfir
zannederek öldürseler, devlet başkanının, öldürülen müslümamn diyetini
Beytülmal'den ödemesi gerekir. Çünkü Rasûîullah (s.a.) Yemân'ın diyetini (oğlu)
Ebu Huzeyfe'ye ödemek istemiş, ancak Huzeyfe diyeti almaktan kaçınıp
müslümanlara tasadduk etmiştir. [562]
Allah Teâla, "Sen
mü'minleri savaş için duracakları yerlere yerleştirmek üzere erkenden evinden
ayrılmıştın..."[563]
âyetiyle olayı anlatmaya başladığı yerden itibaren 60 âyet boyunca Âl-i İmrân sûresinde
bunların esaslarına ve temel noktalarına işaret buyurmuştur:
1- Allah
Teâlâ müslümanlara, itaatsizliklerinin, gevşekliklerinin ve birbirlerine
düşmelerinin kötü sonucunu bildirmiş ve uğradıkları belânın sadece bu
kötülükleri sebebiyle olduğunu şöylece haber vermiştir: "Andolsun ki Allah,
size verdiği sözde durdu. O'nun izniyle onları (kâfirleri) kesip biçiyordunuz.
Ama Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra, gevşeyip bu hususta
çekiştiniz ve isyan ettiniz; sizden kimi dünyayı, kimi ahireti istiyordu.
Derken denemek için Allah sizi onlardan geri çevirip bozguna uğrattı. Andolsun
ki O sizi bağışladı..."[564]
Peygambere
isyanlarının, çekişmelerinin ve gevşemelerinin sonucunu görünce, bundan sonra
çok hazırlıklı, uyanık ve Allah'ın yardımsız bırakmasına sebep olacak şeylerden
daha bir sakınır oldular.
2- Allah'ın,
Peygamberleri ve onlara uyanlar hakkındaki hikmeti ve sünneti, (düşmanlarıyla
savaşta) birinde onların, diğerinde de düşmanlarının galip gelmesi şeklinde
olagelmiştir. Fakat sonuç her manian peygamberlerin ve onlara uyanların lehine
olmuştur. Zira, daima galip gelseler peygamberlerle beraber hem mü'minler hem
de daha başkaları savaşa girerlerdi. Dolayısıyla sadık mü'min, diğerlerinden
ayırdedilemezdi. Tersine, devamlı mağlup olsalardı, peygamberlik ve elçi göndermenin
maksadı hasıl olmazdı. Hikmeti gereği, Allah onlara her ikisini (zafer ve
mağlubiyeti) de verdi; böylece peygamberlere hak inançtan ve onların
getirdikleri şeylerden dolayı uyan, itaat eden kimseler ile onlara, özellikle
zafer ve galibiyetlerinden ötürü uyanlar birbirlerinden ayrılmış olsunlar.
3- Bu durum,
peygamberlerin özelliklerindendir. Nitekim (Bizans İmparatoru) Hirakl, Ebu
Süfyan'a şöyle sormuştu:
— Onunla savaştınız mı?
— Evet.
— Onunla aranızdaki savaş nasıl neticelendi?
— Dönüşümlü. Birinde o
bize galip gelir, diğerinde de biz ona galip geliriz.
— İşte peygamberler
böyle imtihan olunurlar, sonra sonuç onların lehine olur.[565]
4- Sadık
mü'min sahtekâr münafıktan ayrılmıştır. Çünkü mü'minleri Allah Bedir savaşında
düşmanlarına üstün kılıp şöhretleri yayılınca, içten onlarla birlik olmayan
bir kısım kimseler, dış görünüş itibariyle onlarla beraber İslâm'a girmişti.
Allah'ın hikmeti, kullarına mü'minle münafığı birbirinden ayıracak bir imtihanı
sebep kılmayı gerektirdi. Nitekim münafıklar bu savaşta baş kaldırıp
gizlediklerini söylediler, sırları ortaya çıktı. Uzaktan uzağa îma ettikleri
şey açıklığa kavuştu. İnsanlar apaçık bir şekilde kâfir, mü'min ve münafık
kısımlarına ayrıldılar. Böylece mü'minler, bizzat kendi evlerinde, kâfirler dışında
kendileri ile bir arada bulunan ve kendilerinden ayrılmayan bir düşmanlarım
daha tanıdılar, onlara karşı hazırlandılar ve onlardan sakındılar. Allah Teâlâ
buna şöyle işaret etmektedir: "Allah inananları, sizin içinde bulunduğunuz
durumda bırakacak değildir; temizi pisten ayıracaktır. Allah sizi gayba vâkıf
kılacak değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer..."[566]
Yani Allah Teâla, mü'minleri münafıklarla benzerlik ar-zeden bir hal üzere
bırakacak değildir. Uhud savaşındaki malum imtihanla ayırdığı gibi iman ehlini
münafıklardan ayıracaktır. Allah Teâlâ size, mü'-minlerle münafıkları
birbirinden ayırdığı gaybı da bildirecek değildir. Onlar Allah Teâlâ'mn gaybmda
ve ilminde ayırdedilmişlerdir, ancak O, münafıkları kesin bir ayrımla ayırmak
istemektedir. Böylece O'nun malumu olan gayb âyân beyan ortaya çıkmış olur.
"Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer" şeklindeki Allah
kelâmı, yaratıklarından peygamberlerden başka hiçbir kimsenin gaybı
bilmeyeceğine açıklık getirmek için gelmiştir. Zira Allah, Rasûlîerine gaybmdan
dilediği şeyleri bildirir. Nitekim, "Gaybı bilen Allah, gaybı bildirmek
istediği peygamberler dışında hiç kimseye bildirmez. "[567] buyurmuştur.
Sizin mutluluk ve saadetiniz, Rasûllerine bildirdiği gaybe iman etmektedir.
Şayet gaybe inanır ve iman ederseniz en büyük sevap ve değer sizindir.
5- Allah,
dostlarının ve taraftarlarının sevinçte ve tasada, hoşlandıkları ve
hoşlanmadıkları durumda, zaferi kendilerinin veya düşmanlarının kazanmaları
halinde nasıl kulluk yapacaklarını ortaya çıkarmıştır. Mü'minler, hoşlarına
giden ve gitmeyen konularda Allah'a itaata ve kulluğa devam ederlerse, işte
onlar O'nun gerçek kullarıdır; sadece sevinç, nimet ve afiyet hallerinde
Allah'a kulluk yapan kimseler gibi değildirler.
6- Şayet Allah
Teâlâ mü'minlere devamlı yardım etse, her yerde düşmanlarına karşı zafer
kazandırsa ve onları ebediyen düşmanlarına üstün ve galip kılsaydı, nefisleri
azıtır, kibirlenir ve kabanrdı. Ve şayet Allah Teâlâ, onlara daima zafer,
galibiyet ihsan etseydi, bolca rızık verdiği kimseler nasıl olacaklarsa öyle
olurlardı. Halbuki O'nun kullarını ancak sevinç ve sıkıntı, güçlük ve rahatlık,
darlık ve bolluk ıslah eder. O, kullarının işlerini hikmetine yaraşır biçimde
düzenleyendir ve O, kullarından haberdardır ve onları görendir.
7- Allah
mü'minleri mağlubiyetle, yenilgiyle ve hezimetle imtihan ettiğinde zelil
oldular, yenildiler ve boyun eğdiler. Bu sebeple O'nun izzet ve yardımını
hakettiler. Zira zafer gömleği ancak zelilliğin ve kırılmanın (getirdiği) dostlukla
giyilir. Nitekim Allah Teâlâ da: "Andolsun ki siz zelil bir durumda iken
Allah (Bedir'de) size yardım etmişti."[568] ve
"... Çokluğunuz sizi böbürlendirdiği ancak bir faydası da olmadığı Huneyn
savaşında... "[569]
buyurmuştur. Çünkü O, kulunu yüceltmeyi, üstün ve muzaffer kılmayı dilediği
zaman önce onu kırar. Onu galip ve muzaffer kılması da kulunun zilleti ve
kırılması ölçüsünde olur.
8- Allah
Teâlâ, mü'min kulları için ikram yurdunda (cennet) öyle mertebeler
hazırlamıştır ki, oralara amelleriyle ulaşamazlar, ancak belâ ve mihnetle
ulaşabilirler. Kullarım, o mertebelere varış sebepleri cümlesinden olan salih
amellere muvaffak kıldığı gibi, yine kendilerini bu mertebelere ulaştıracak
belâ ve imtihan gibi sebepleri de onlar için takdir buyurmuştur.
9- Nefisler,
daimi afiyet, zafer ve zenginlikten dolayı azgınlığa düşüp dünyaya meyleder.
Bu ise nefisleri, Allah'a ve ahirete doğru yaptığı yolculuktaki ciddiyetinden
uzaklaştıran bir hastalıktır. Rabbi, Mâliki ve merhamet edicisi (olan Allah),
onun bu hastalıktan kurtulmasını istediğinde, kendisine yaptığı gayretli
yolculuktan alıkoyan bu hastalığın ilacı olan belâ ve imtihanları takdir
buyurur. Böylece bu belâ ve sıkıntılar, hastaya hoş olmayan ilacı içiren ve
hastalıklarını tedavi için acı veren damarları kesen (ameliyat eden) doktor
yerindedir; ki doktor hastayı bu durumda biraksaydı hastalıklar onu sarardı ve
ölümü bunların yüzünden olurdu.
10-
Şehitlik, Allah katında Allah dostlarının en yüce mertebesidir. Şe-hidler de
kulları arasında en seçkinleri ve en yakınlarıdır. Sıddîklık derecesinden
sonra şehitlikten başka bir derece yoktur. O, kullan içerisinden, kanlan Allah
sevgisi ve rızası uğrunda dökülen, Allah sevgisi ve rızasını kendi canlarına
tercih eden şehidler edinmekten hoşlanır. Bu dereceyi elde etmek için, düşmanı
başına musallat etmesi gibi şehitliğe götüren sebepleri takdir etmesinden
başka bir yol yoktur.
11- Allah
Teâlâ, düşmanlarını yok edip öldürmek istediğinde, helak edilip
Öldürülmelerini gerektirecek sebepleri hazırlar. Kâfir oluşlarından sonra bunun
en büyük sebepleri isyanları, haddi aşıp azgınlaşmaları, Allah dostlarına
eziyette aşırıya gitmeleri, onlarla çarpışıp savaşmaları ve üzerlerine musallat
olmalarıdır. Böylece Allah dostları, günahlarından ve kusurlarından
temizlenirken, düşmanlarının da mahvedilme, helak edilme sebepleri artar. Allah
Teâlâ şu âyette bunu anlatmaktadır: "Sakın gevşemeyin, üzülmeyin; iman
etmişseniz mutlaka en Üstün sizsiniz. Eğer siz (Uhud'da) bir yara almış-samz,
(size düşman olan) topluluk da (Bedir'de) benzeri bir yara almıştı. Böylece
Biz, Allah'ın gerçek mü'minleri ortaya çıkarması ve içinizden şehidler edinmesi
için bu günleri bazan lehlerine bazan da aleyhlerine olarak insanlar arasında
döndürüp dururuz. Allah zalimleri sevmez. Ve böylece iman edenleri günahlardan
arındırmak, inkarcıları da mahv etmek için böyle yapa-nz_» [570]Allah
Teâlâ bu hitabda mü'minleri teşvik edip kendilerine güvenlerini artırmak,
gayret ve kararlılıklarım canlandırmakla güzelce teselli etmeyi bir araya
getirmiş ve kâfirlerin onlara karşı galip gelmesini gerektiren göz kamaştırıcı
hikmetleri saymıştır. Nitekim, "... Eğer siz (Uhud'da) bir yara
al-mışsanız, (size düşman olan) topluluk da (Bedir'de) bir yara
almıştı..."[571]
buyurmuştur. Yaralanma ve acı çekme konusunda birbirinize denk oldunuz, fakat
ümit ve sevap konusunda birbirinizden ayrıldınız. Nitekim şöyle buyurmuştur:
"... Eğer siz acı çekiyorsanız onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekmektedirler.
Üstelik siz Allah'tan, onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız.'"[572]Size
ne oluyor ki yaralanıp acı çektiğinizde gevşeyip zayıflıyorsunuz. Müşrikler bu
belâya şeytanın yolunda uğramışlarken siz benim yolumda ve rızamı kazanmak
uğrunda maruz kaldınız.
Sonra Allah Teâlâ, bu
dünya hayatının günlerini insanlar arasında evirip çevirdiğini, uğradıkları
sıkıntının bugünün sıkıntısı olduğunu ve onu ahi-retin aksine olarak dostları
ve düşmanları arasında dönüşümlü olarak taksim ettiğini bildirmektedir. Zira
ahiretin şerefi, zaferi ve ümidi sadece iman edenlere mahsustur.
Sonra bir başka hikmetini
belirtti: Bu da, mü'minleri münafıklardan ayır-detmesidir. Böylece, daha
önceleri onlar kendi gayb ilminde malum iken ru'-yet ve müşahede ilmiyle de
onları bildirmiştir. Bu gayb ilmi ile sevap veya ceza gerekmez; sevap ve ceza
ancak duyu âleminde gerçekleşip görüldüğünde malum (olan hususlar)a gerekir.
Sonra bir başka
hikmeti daha zikretti: Bu da Allah'ın mü'minler araşır dan şehidler
edinmesidir. Zira O, kulları içinden şehidleri sever. Onlar iç|i en yüce ve en
üstün makamları hazırlamış ve onları bizzat kendisi için ayiı mıştır. Öyle ki
onlan şehitlik derecesine erdirmeyi gerekli kılmıştır. Allah T( âlâ'mn:
"... Allah zalimleri sevmez."[573]
buyurması, Allah'ın Peygamberini Uhud savaşında yardımsız bırakan ve Uhud
savaşına katılmayan münafıkları sevmeyip onlara gazaplandığım anlattığı
gerçekten yerinde yapılmış hoş bir tenbihtir. Allah onlan sevmediği için
aralarından şehidler edinmemiştİr. O gün mü'minlere tahsis ettiği ve şehid
olanlara verdiği şeylerden mahrum etmek için münafıkları çevirip geri döndürmüştür.
Böylece Allah, kendi dostlarını ve taraftarlarını muvaffak kıldığı yollardan o
zalimleri alıkoymuştur.
Sonra bu savaşta
başlarına gelen şeyler hakkındaki bir başka hikmeti zikretti: Bu hikmet, iman
edenlerin arındırılmasıdır. Bu arındırma da onları günahlardan ve nefsin
âfetlerinden temizlemesi ve kurtarması demektir. Yine aynı şekilde Allah Teâlâ,
onları münafıklardan da kurtarıp arındırdı, böylece mü'minler münafıklardan
ayrılmış oldu. Neticede mü'minlerin lehine iki tür arındırma ortaya çıkmış
oldu: Nefislerinden arındırma ve düşman oldukları halde kendilerini
mü'minlerdenmiş gibi gösteren münafıklardan arındırma.
Sonra diğer bir
hikmeti daha zikretti: Azıtıp sapıtmaları, isyan etmeleri ve düşmanlıkları
sebebiyle kâfirleri mahvetmesi. Sonra Allah Teâlâ onların, kendi yolunda cihad
etmeksizin ve düşmanların eziyetlerine sabretmeksizin cennete gireceklerine
dair hesaplarını ve zanlarım reddetti. Böyle düşünen ve zannedenler
reddolunduklarına göre böyle bir şey kesinlikle mümkün değildir. İşte Allah
Teâlâ şöyle buyuruyor: "Yoksa siz, Allah aranızdan cihad edenleri ve
sabredenleri bilmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?.."[574]
Yani: Sizden böyle bir şey ortaya çıkmadı ki, Allah onu bilsin. Çünkü böyle bir
şey gerçekleşirse Allah onu muhakkak bilir ve buna karşılık sizi cennetle
mükâfatlandırır. Mükâfat, mücerred bilgiye göre değil, malum olmuş vak'a-ya
göredir. Allah Teâlâ kula, kendisinin malumu olan şey gerçekleşmeksizin,
mücerred ilmine dayanarak mükâfat veya ceza vermez. Sonra Allah Teâlâ, temenni
edip kavuşmayı arzuladıkları bir işten bozguna uğramalarını başlarına kakarak
şöyle buyurdu: "Andolsun ki siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyor
dun uz, İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz."[575]
İbn Abbas diyor ki:
Allah Teâlâ, Peygamberinin dilinden Bedir şehidle-rine ne gibi ikramlarda
bulunduğunu haber verince ashab-ı kiram, şehidliği arzu edip içinde şehid
olacakları ve (şehid) kardeşlerine kavuşacaktan bir savaşı temenni ettiler.
Allah Teâlâ da onlara, Uhud savaşında bunu gösterdi, sebeplerini hazırladı. Çok
geçmeden Allah'ın dilediklerinden başkaları bozguna uğradılar. Bunun üzerine
Allah: "Andolsun ki siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz.
İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz." âyetini indirdi.
12- Uhud
vak'asi Rasûlullah'ın (s.a.) vefatı öncesinde, bu konuda bir başlangıç ve
harikulade bir belirti olmuştur. Ailah mü'minleri teskin etti ve Rasûlullah'm
(s.a.) ölmesi veya öldürülmesi (söylentisiyle) gerisin geri dönmelerinden
dolayı azarladı. Halbuki onlara gerekli olan, O'nun dini ve tevhidi üzere,
sabit kalmaları ve bu uğurda ölmeleri ya da öldürülmeleridir. Çünkü onlar
Muhammed'in Rabbine ibadet etmektedirler; O ise hiç ölmez diridir. Muhammed
ölse veya öldürülse bile bu durum onları O'nun dininden veya getirdiklerinden
çevirmemelidir. Zira her canlı ölümü tadacaktır. Muhammed de baki kalmak için
peygamber gönderilmemiştir. Ne O, ne de kendileri baki değildirler. Ancak İslâm
ve tevhid uğrunda ölmelidirler; zira -Rasûlullah ölse de sağ kalsa da- ölüm
mutlaka gelecektir. Onun için Allah Teâlâ, şeytan: "Muhammed
öldürüldü!" diye bağırdığında, dininden dönenlerin dönüşünü kınayarak
şöyle buyurmuştur: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de
peygamberler gelip geçmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri mi
döneceksiniz? Kim gerisin geri dönerse Allah'a hiçbir ziyan veremez. Allah,
şükredenlerin mükâfatını verecektir. "[576]
Şükredenler ise, nimetin kıymetini bilen, ölünceye veya öldürülünceye kadar bu
nimet üzere sebat edenlerdir. Rasûlullah (s.a.) vefat ettiği gün bu
azarlamanın etkisi, bu hitabın hükmü ortaya çıktı. Gerisin geri dönüp mürted
olanlar oldu, fakat şükredenler dinlerinde sebat ettiler. Bunun üzerine Allah
Teâlâ da onlara yardım etti, onları yüceltti ve düşmanlarına karşı muzaffer
kıldı, sonucu da onların lehine çevirdi.
Daha sonra Allah
Teâlâ, her canlı için tamamlayacağı ve sonunda kavuşacağı bir ecel tayin
ettiğini haber verdi. İnsanların hepsi, yolları farklı olsa da tek bir kaynak
şeklinde ölüm havuzuna gelecekler; sonra kıyamet durağından çeşitli yollara
ayrılacaklar, bir kısmı cennete bir kısmı da cehenneme gideceklerdir.
Sonra Allah Teâlâ,
peygamberlerinden büyük bir topluluğun ve on ar a birlikte kendilerine tâbi
olanların çoğunun öldürüldüklerini, ama sağ kalanların Allah yolunda başlarına
gelen belâlar karşısında gevşemediklerini, zayıflayıp yılmadıklanm ve boyun
eğmediklerini haber verdi. Bu kimselerin savaş sırasında da gevşemediklerini,
yılmadıklarım ve boyun eğmediklerini; aksine şehid olmayı metanetle, sabırla ve
öne atılarak karşıladıklarım; geri dönerek, zelil bir şekilde boyun eğerek
değil, bilakis izzetle, şerefle; geri kaçarak değil, öne atılarak şehid olmayı
istediklerini bildirdi. Doğrusu, âyet-i kerime, her iki grubu da ele
almaktadır.
Daha sonra Allah
Teâlâ, peygamberlerin ve ümmetlerinin günahlarını itiraf ederek, tevbe
istiğfarda bulunarak, Rablerinden ayaklanın sabit kılmasını ve düşmanlarına
karşı yardım etmesini isteyerek kendi kavimlerine karşı zafer taleb edişlerini
haber verdi. Buyurdu ki: "Söyledikleri sadece şu idi: "Rab-bimiz!
Günahlanmızı ve işimizdeki aşmlıklanmızı bağışla, ayaklarımızı sağlam tut,
kâfir topluma karşı bize yardım et!" Bu yüzden Allah onlara, hem dünya
karşılığının hem ahiret karşılığının en güzelini verdi. Çünkü Allah güzel
davrananlan sever."[577]Müslümanlar,
düşmanın ancak günahları sebebiyle kendilerine galip geleceğini; şeytanın yine
ancak günahları -ki bunlar, ya bir hakkı ödemedeki kusur ya da haddi aşmak
şeklinde iki türlüdür- sebebiyle ayaklarını kaydırıp kendilerini yenebileceğini;
zaferin de tâata bağlı olduğunu anlayınca: "Rabbimiz! Günahlarımızı ve
işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla!" dediler. Sonra Rab Tebareke ve
Teâlâ ayaklarını sabit kılmadığı ve onlara yardım etmediği takdirde kendi
başlarına sebat etmeye güç yetiremeyecekle-rini ve düşmanlarına karşı yardım
sağlayamayacaklarını anladılar. Eğer O ayaklanın sabit kılmaz ve kendilerine
yardım etmezse kendilerinin sebat edemeyeceklerini ve zafere
erişemeyeceklerini ve kendilerinin değil O'nun elinde olduğunu bildikleri bu şeyi
O'ndan istediler. Bu yüzden şu iki makamın hakkını verdiler: I) Yardımı
icabettirici makam: Bu, tevhid ve Allah'a sığınmadır, 2) Yardıma engel olan
şeyleri ortadan kaldırma makamı: Bu da günahlar ve aşırılıklardır. Peşinden
Allah Teâlâ müslümanlan düşmanlarına itaatten sakındırdı. Eğer onlara itaat
ederlerse dünya ve ahirette hüsrana uğrayacak-lanru haber verdi. Burada, Uhud
savaşında müşrikler müslümanlara galip gelip zafer kazanınca müşriklere uyan
münafıklara tariz vardır.
Sonra Allah Teâlâ,
mü'minlerin dostu, yardım edenlerin en hayırlısı olduğunu ve dostu olduğu
kişinin muzaffer olacağını haber verdi.
Sonra Allah Teâlâ
düşmanlarının kalplerine müslümanlara hücum etmelerini ve onlarla savaşmaya
kalkışmalarını engelleyen bir korku düşüreceğini ve kendi taraftarlarını
düşmanlarına karşı kendisi sayesinde galip gelecekleri bir korku ordusuyla
destekleyeceğini haber verdi. Bu korku gönüllerindeki şirk sebebiyledir ve
şirkleri ölçüsünde olacaktır. Bu yüzden Allah'a şirk koşan en korkak, en ödlek
şeydir. İmanlarına şirk karıştırmayan mü'minler için emniyet, hidayet ve
kurtuluş; şirk koşan için ise korku, dalâlet ve bedbahtlık vardır.
Sonra müslümanlara,
düşmanlarına karşı zafere eriştireceğine dair verdiği sözde durduğunu haber
vermiştir. O, sözünü her zaman tutandır. Şayet müslümanlar itaata ve
Peygamber'in emrine sarılmaya devam ederlerse zaferleri dedevam eder. Fakat
itaatten ayrılırlar, bulunmaları gereken yerden uzaklaşırlarsa, itaat bağından
kopmuş olurlar. Böylece zafer de kendilerinden uzaklaşmış olur. Ayrıca,
günahın kötü sonuçlan ile itaatin güzel sonucunu bildirmek için, onları düşman
karşısında bir ceza ve imtihan olmak üzere yüz geri etmiştir.
Sonra Allah Teâlâ,
bütün bunların ardından onları affettiğini ve mü'-min kullarına karşı ihsan
sahibi olduğunu haber verdi. Hasan (eI-Basrî)'ye: "Düşmanlarını başlarına
musallat edip de onlar öldürebileceklerini öldürmüşler, cesetlerini
parçalamışlar ve emellerine ulaşmışlarken Allah müslümanîa-n nasıl affetmiş
oluyor?" diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: "Onlan affetmeseydi,
müşrikler köklerini kazırlardı. Fakat bu affı sebebiyledir ki, köklerini
kazımak üzere toplanmışken düşmanlarını onlardan püskürtmüştür."
Sonra onlara, şiddetli
kaçışları esnasındaki hallerini hatırlattı. Yani kaçma konusundaki
ciddiyetlerini ve yeryüzündeki gidişlerini veya dağa çıkışlarını ki, ne
Peygambere ne de ashabından birisine bakıyorlardı. Üstelik Peygamber
arkalarından onları şöyle çağırıyordu: "Bana gelin ey Allah'ın kulları!
Ben Allah'ın Rasülü'yüm!" Bu kaçış ve firarları sebebiyle Allah onları,
biri bozgun ve yenilgi kederi diğeri şeytanın aralarında, "Muhammed
öldürüldü!" şeklinde çığlık atması kederi olmak üzere keder üstüne kedere
uğrattı.
Denilmiştir ki: Allah
Teâlâ, RasûhVnün yanından kaçmak ve O'nu düşmanlarına teslim etmekle Rasûlü'nü
kederlendirmenize karşılık sizi bir kederle cezalandırmıştır. Bu keder,
Peygamberini kedere düşürmenize karşılık size cc/iı olarak verilen bir
kederdir.
Birinci görüş, birkaç
yönden daha uygun görünmektedir:
1-
"Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye..."[578]
buyrul-ması, bu keder üstüne kederin hikmetine dikkat çekmedir. Bu ise
Allah'ın, kaybettikleri zafer ile uğradıkları bozguna ve yaralanmalara
üzülmelerini unutturmasıdır. Nitekim bu nedenle acılarını unuttular. Bu da
ancak, kederi takip eden bir başka kederle hasıl olur.
2- Bu görüş,
gerçeğe de uygundur. Şöyle ki, ganimeti kaybedişten dolayı bir keder hasıl
oldu, sonra bunu bozgunun kederi, sonra uğradıkları yaralanma kederi, sonra
öldürülme kederi, sonra Rasülullah'ın (s.a.) öldürülmüş olduğu haberini
işitmeleri kederi, sonra da bunu düşmanlarının dağda onların üst tarafında bir
yere çıkmalarından ötürü bir keder izledi, Allah'ın muradı özellikle iki keder
değildir; aksine deneme ve imtihanın tam olması için, birbirini izleyen
kederlerdir.
3- Âyetteki
"bigammin" ifadesi, sevabın tamamındandır, sevabın verilişinin
sebebi değildir. Anlamı: Kaçmak, peygamberlerini ve ashabını (düşmana) teslim
etmek, Peygamber kendilerini çağırırken O'na koşmamak, bulunmaları gereken
yerde kalmak hususunda O'na muhalefet etmek, kendilerine verilen emir
konusunda çekişmeleri ve gevşemeleri gibi, müslüman-lardan ortaya çıkan
davranışlara ceza olarak, sizi bir keder ardından başka bir kedere uğrattık
demektir. Bu davranışlardan her biri kendisine has bir keder gerektirir ve
onlardan sadır olan sebeplerle gerekçelerin birbirini izlemesi gibi
uğradıkları kederler de birbirini izler. Eğer Allah affıyla telafi etmeseydi iş
başka türlü olurdu. Allah'ın, onlara olan lütfü, şefkat ve merhametinden-dir
ki, onlardan sadır olan bu davranışlar, insan tabiatının icaplarından olup
kendilerini sürekli bir zaferden alıkoyan ve nefislerinde yerleşmiş bir takım
kalıntılardır. Allah onlara lütfederek kuvveden fiile çıkarttığı sebepler hazırlamıştır.
Bunlardan dolayı istenilmeyen neticeler ortaya çıkmıştır. İşte o zaman,
bunlardan tevbe etmenin, emsallerinden sakınmanın ve atlarıyla bunları
savuşturmanın gerekli bir şey olduğunu ve bu olmadan kendileri için bir kurtuluş
ve devamlı, kalıcı bir zaferin mümkün olamayacağını anladılar. Bu sebeple
artık daha çok sakınır ve böyle davranmalarına sebep olan şeylerin gediklerini
çok iyi bir biçimde tanır oldular.
"Belki de senin
kınamalarının sonuçlan övgü olacaktır; Nice bedenler vardır ki hastalıklarla
sağlığa kavuşmuştur."
Sonra Allah Teâlâ,
rahmetiyle mü'minleri telâfi etti ve onların kederlerini hafifletti. Katından
bir güven ve rahmet olarak indirdiği uyuklama ile o kederi kendilerinden
giderdi. Bedir savaşında mü'minlere indirdiği gibi, savaştaki uyuklama,
zaferin ve güvenin bir belirtisidir. Ayrıca Allah Teâlâ, bu uyuklamaya
tutulmayan kişilerin, dini, peygamberi veya arkadaşlarına değil de kendi
canlarına ehemmiyet veren kişiler olduklarını haber verdi. Bunlar, Allah
hakkında cahiliyet devri insanlarına yaraşır, doğru olmayan zanlarda
bulunanlardır. Allah hakkında yakışık almayan bu zan; Allah Teâlâ'nın
Ra-sûlü'ne yardım etmeyeceği, O'nun işinin dağılıp yok olacağı ve Allah'ın, Ra-sûlü'nü
öldürülmeye terkedeceği şeklinde açıklanmıştır. Yine bu zan; mü'minlerin
uğradıkları bu belânın Allah'ın kaza ve kaderiyle olmadığı ve Allah'ın bunda
bir hikmeti bulunmadığı şeklinde de açıklanmıştır. Ayrıca hikmetin, kaderin,
Rasûlü'nün işini tamamlamasının ve İslâm'ı bütün dinlere üstün kılmasının inkâr
edilmesi şeklinde de açıklanmıştır. İşte bu zan, Fetih sûresinde buyurulduğu
gibi, münafıkların ve müşriklerin Allah Teâlâ'ya karşı besledikleri kötü
zanlarıdır: "Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkeklere ve
münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara da aza-betsin. Kötü
olaylar kendi başlarına gelsin. Allah, onlara gazab etmiş, onları lanetlemiş ve
onlara cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü dönüş yeridir."[579] Bu
ancak kötü bir zan, cahiliyet devri insanlarına has bir cahüiye zannı ve gerçek
dışı bir zandır. Allah'ın hikmetine, hamdine ve tek Rab tek ilah oluşuna,
caymayacağı sadık vadine yaraşır olanın ve Peygamberlerine yardım edeceğine ve
onları hor zelil bırakmayacağına ve galiplerin kendi ordusu olacağına dair
daha önce vermiş olduğu söze yaraşır olanın aksine bu zan, O'nun en güzel
isimlerine (esmâ-i hüsnâsına), en yüce sıfatlarına, bütün kusurlardan ve
kötülüklerden arınmış zatına yakışmayan bir zarıdır. Kim ki, O'nun, Rasûlü'ne
yardım etmeyeceğini, işini tamamlamayacağını, onu desteklemeyeceğini; kendi
grubunu desteklemeyip onlan yüceltmeyeceğini ve düşmanlarına karşı zafere
erdirmeyip üstün kılmayacağını; kendi dinine ve kitabına yardım etmeyeceğini;
hiçbir zaman ayağa kalkamayacak bir yok olmayla tevhidi ve hakkı yok edeceği
bir daimî galibiyet ile tevhid üzerine şirki, hak üzerine bâtılı galip
kılacağını zannederse; Allah hakkında kötü zanda bulunmuş ve O'nu kemâline,
celâline, sıfatlarına, niteliklerine lâyık olanın aksine nis-bet etmiş olur.
Zira O'nun hamdi ve izzeti, hikmeti ve ilâhhğı, buna tenezzül etmediği gibi,
taraftarlarının ve ordusunun boyun eğmesine, sürekli yardım ve daimî zaferin
kendisinden yüz çeviren müşrik düşmanlar tarafında olmasına da razı olmaz. Kim
Allah'ı böyle zannederse O'nu tanımamış, isimlerini, sıfatlarını ve kemâlini
bilememiş demektir. Aynı şekilde bunun O'nun kaza ve kaderiyle meydana
geldiğini inkâr eden kişi de O'nu tanımamış, Rab oluşunu, mülkünü ve azametini
bilememiş demektir. Yine aynı şekilde, takdir etmiş olduğu bu ve bundan gayrı
hususları kendisinden Ötürü hamd edilmesini hak etmiş tam bir hikmet ve iyi
bir gaye için takdir etmiş olmasını ve bunun, bulunması kaçırılmasından
kendisine daha sevimli bir hikmeti ve arzulanan bir gayesi bulunmayan bir
iradeden kaynaklandığını ve o hikmet ve arzulanan gayeye götüren ama hoş
olmayan bu sebeplerin takdirinin sevdiğine götürdüğünden dolayı bunların
hikmetten dışarı çıkmadıklarını inkâr eden kimse de böyledir. O kişiye hoş gelmese
de Allah Teâlâ, onları keyfi olarak takdir etmemiş , lüzumsuz yere vücuda
getirmemiş ve boş yere yaratmamıştır. "... İşte bu kâfirlerin zannıdır.
Vay ateşte yanacak kâfirlerin haline" [580]
İnsanların pek çoğu kendilerine has ya da başkalarına karşı yaptığı davranışlarda
Allah hakkında haksız yere kötü zan besliyorlar. Bundan ancak Allah'ı tanıyan,
isimlerim ve sıfatlarını bilen, hamdinin ve hikmetinin gerektirdiğini idrak
eden kişiler kurtulabilir. Kim O'nun rahmetinden ümit keserse ve rahmetinden
umutsuz olursa Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
İhsan ve ihlâslarına
rağmen, O'nun kendi dostlarına azab edeceğine ve: dostlarıyla düşmanlarına eşit
davranacağına cevaz veren kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
O'nun yaratıklarını
başıboş bırakacağını, emir ve yasaklardan sorum-, suz olacaklarını, onlara
peygamberlerini göndermeyeceğini, kitaplarını indir-meyecğini, bilakis onları
hayvanlar gibi kendi hallerine terkedeceğini zanneden kişi de Allah hakkında
kötü zanda bulunmuştur.
Sevap ve ceza vermek
için öldükten sonra kullarını, iyileri iyilikleri sebe--biyle ödüllendireceği,
kötüleri kötülükleri sebebiyle cezalandıracağı, yaratıklarına ayrılığa
düştükleri konularda gerçeği açıklayacağı, bütün âlemlere kendisinin ve
peygamberlerinin doğruluğunu ve düşmanlarının yalancı olduğunu göstereceği bir
yerde bir araya getirmeyeceğini zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda
bulunmuştur.
Emrini yerine getirmek
gayesiyle Allah nzası için hâlis niyetle işlediği salih amelini boşa
çıkaracağını ve kulun herhangi bir kusuru olmaksızın sebepsiz yere amelini
iptal edeceğini veya yapmadığı, seçme şansı olmayan, gücünün yetmediği ve
isteği dışında oluşan hususlarda O'nun kendisini cezalandıracağını —bilâkis
Allah Teâlâ onu fiillerine göre cezalandıracaktır— ya da yalancı düşmanlannı,
nebilerini ve resullerini desteklediği mucizelerle kendisine karşı
destekleyeceğini ve kullarını dalâlete düşürsünler diye mucizeleri onların
ellerine vereceğini; O'ndan gelen herşeyin, —hatta ömrünü O'na itaat yolunda
harcayana azab etmesinin ve onu cehennemdeki esfel-i sâfilîn'de (cehennemin en
alt katında) ebediyen bırakmasının ve ömrünü kendisine, rasûl-lerine ve dinine
düşmanlık uğrunda tüketene ise ikramda bulunmasının ve a'lâ-yı üliyyîn'e
(cennetin en üst katma) yükseltmesinin bile— güzel olacağını, O'nun yanında her
iki durumun da güzellikte denk olduğunu, bunlardan birisinin imkânsızlığının
ve diğerinin vuku bulmasının ancak doğru bir haberle bilineceğini, yoksa aklın
birinin kötü, diğerinin iyi olduğu hakkmda hüküm veremeyeceğini zanneden kişi
de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
Kim ki, Allah
Teâlâ'nın kendisinden, sıfatlarından ve fiillerinden dış görünüşü itibariyle
bâtıl, teşbih ve temsil olan ifadelerle haber verip hakkı ter-kettiğini, hakkı
haber vermediğini; bunu kapalı rumuzlarla anlattığını; açıklamadığı üstü kapalı
işaretlerle belirttiğini; daima teşbih, temsil ve bâtılla açıkladığını;
yaratıklarının zihinlerim, güçlerini ve düşüncelerini, sözü kullanıldığı anlam
dışına çıkarmaya ve te'vili dışında te'vil etmeye ve o söz için iğrenç
ihtimalleri, açıklama ve anlatmadan daha çok bilmece ve bulmacalara benzeyen
te'villeri aramaya çalışmalarını istediğini; onları isimlerini ve sıfatlarını
bilmek için Allah'm kitabına değil, kendilerinin akıl ve görüşlerine başvurmaya
havale ettiğini; Allah'ın kelâmını kendi konuşmalarında ve lisanlarında
bildikleri şekle yorumlamamalarmı istediğini; yaratıklarına açıklanması
gereken hakkı açıklamaya ve onları bâtıl itikada düşürecek sözlerden
alıkoymaya gücü yettiği halde böyle yapacağı yerde bunu yapmayarak onları
hidayet ve açıklama yolunun aksi bir istikamete sürüklediğini zannederse Allah
hakkında kötü zanda bulunmuş olur. Zira kim, kendisinin ve öncekilerin
açıkladığı gibi, O'nun açık sözlerle hakkı anlatmaya kadir olmadığını söylerse
Allah'ın kudretinde acizlik var zannında bulunmuş olur. Şayet muktedirdir fakat
açıklamamış, açıklamaktan ve hakkı tasrihten kaçınıp şüpheye, hatta muhal olan
bâtıla ve fasit itikada düşürmüştür derse, Allah'ın hikmeti ve rahmeti hakkında
kötü zanda bulunmuş; Allah'ın ve Rasûlü'nün değil kendisinin ve seleflerinin
haktan açıklıkla söz ettiklerini, hidayet ve hakkın kendi sözlerinde ve
ifadelerinde olduğunu zannetmiş olur. Allah'ın kelâmına gelince, bunun
zahirinden teşbih, temsil ve dalâlet; şaşkınlık ve hayret içindeki kimselerin
sözlerinin [581]zahirinden ise hak ve
hidayet elde edilir görüşü de
Allah hakkındaki zanların en kötüsüdür. Ve işte böyle düşünenler ,_Allah
hakkında kötü zanda bulunan ve O'nun şanına yaraşmaz gerçekdışı bir cahiliye
zannı besleyen kişilerdendirler.
Allah hakkında,
mülkünde istemediği ve icad etmeye, yaratmaya güç ye-tiremediği şeylerin
olduğunu zanneden de O'nun hakkında kötü zanda bulunmuştur.
O'nun ezelden ebede
kadar yapıp-etmekten uzak, faaliyetsiz olduğunu ve o vakit fiile güç yetirmekle
tavsif olunamayacağını, sonra muktedir değilken fiile muktedir hale geldiğini
zanneden de O'nun hakkında kötü zanda bulunmuştur.
O'nun işitmediğini,
görmediğini, varlıkları bilmediğini; göklerin, yerin ve yıldızların sayısını,
insanları, onların hareketlerini ve yaptıklarım bilmediğini; mevcudattan
herhangi bir şeyi aynıyla bilmediğini zanneden kişi de Allah hakkında kötü
zanda bulunmuştur.
İşitmesi, görmesi,
ilmi, iradesi, söylediği bir sözü (kelâmı) olmadığını; yaratıklarından
hiçbiriyle konuşmadığını ve ebediyyen de konuşmayacağını, söz söylemediğini ve
söylemeyeceğini; O'nunla kâim bir emri ve nehyi bulunmadığını zanneden kimse
de Allah hakkmda kötü zanda bulunmuştur.
O'nun göklerin
üstünde, yaratıklarından uzak bir şekilde arşının üzerinj-de bulunduğunu, O'nun
yüce zâtının arşına nisbetinin, arşının esfel-i sâfilîne ve adım anmaya değmez
mekânlara nisbeti gibi olduğunu, Allah'ın en yüksekte bulunduğu gibi en
aşağılarda da olduğunu zanneden kimse de Allah hakkında en çirkin, en kötü bir
zanda bulunmuştur.
Kim, O'nun iman,
iyiük, itaat ve ıslahı sevdiği gibi, küfrü, fışkı, isyanı ve fesadı sevdiğini
zannederse Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
O'nun hoşlanıp razj
olmadığını, kızıp öfkelenmediğini, dostluk ve düşmanlık etmediğini,
yaratıklarından hiçbirine yakınlaşmadığını ve hiçbir kimsenin de O'na
yaklaşamayacağım; şeytanların, mukarreb melekler ile Allah'ın kurtuluşa ermiş
evliyası gibi O'nun zâtına yakın olduğunu zannederse Allah hakkında kötü zanda
bulunmuştur.
İki zıt şey arasında
eşit davrandığını ya da her yönden eşit iki şey arasında ay rım yaptığını veya
uzun ömrün halisane, doğru düzgün ibadetlerini bunların ardından işlenen bir
tek büyük günah yüzünden boşa çıkaracağım ve bu ibadetleri işleyen kişiyi,
kendisine göz açıp kapayıncaya kadar bile iman etmeyen ve bütün Ömrünü
kendisini öfkelendirecek işler uğrunda harcayan, Allah'ın peygamberlerine ve
dinine düşmanlık yapmakla tüketen kişiler gibi o büyük günah sebebiyle ebediyen
sonsuza kadar cehennemde bırakacağını ve o büyük günah sebebiyle bütün iyi
amellerini iptal ederek onu ebedi azapta bırakacağını zanneden kişi de Allah
hakkında kötü zanda bulunmuştur.
Sözün özü, O'nu
kendisinin ve peygamberlerinin nitelemiş olduğu sıfatların tersine sahip
zanneden veya kendisinin ve peygamberlerinin O'nu nitelediği sıfatların
gerçeklerine O'nun sahip olmadığını söyleyen kişi Allah hakkında kötü zanda
bulunmuştur.
O'nun çocuğu veya
ortağı bulunduğunu ya da herhangi bir kimsenin O'nun izni olmaksızın katında
şefaat edeceğini veya yaratıkları ile O'nun arasında ihtiyaçlarım
arzedecekleri aracılar bulunduğunu veya kullan, onlar vasıtasıyla kendisine
yaklaşsınlar, tevessül etsinler, onları O'nunla aralarında vasıta kılsınlar,
onlara dua etsinler, O'ndan korktukları gibi onlardan kork-sunlar, onlardan
ümitvar olsunlar diye kullan için Allah'ın veliler tayin ettiğini zanneden
kimse de O'nun hakkında en kötü ve en çirkin zanda bulunmuştur.
İtaat ve O'na yaklaşmak
suretiyle nail olduğu gibi O'nun katındaki nimetlere, masiyetle ve (emir ve
yasaklanna) aykırı davranmakla erişeceğini zanneden kimse de, O'nun hikmetinin
ve isimleri ile sıfatlarının gerektirdiğinin aksini zannetmiş demektir ki, bu
da kötü bir zandir.
O'nun rızası için bir
şeyi terkettiğinde kendisine bunun yerine daha iyisini, daha hayırlısını
vermeyeceğini veya O'nun rızası uğruna bir şey yapana buna karşılık olarak
bundan daha üstününü vermeyeceğini zanneden de Allah hakkında kötü zanda
bulunmuştur.
Kuldan kaynaklanan
herhangi bir suç ve herhangi bir sebep bulunmaksızın sırf istek ve iradeyle
O'nun kuluna öfkeleneceğini ve onu cezalandıracağını, mahrum bırakacağını
zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
Gerek ümit ve gerek
korku içerisinde O'nu tasdik ettiğinde, O'na boyun büküp yalvardığmda, O'ndan
dilediğinde, O'ndan yardım istediğinde ve O'na tevekkül ettiğinde kendisini
mahrum bırakacağını ve istediğini vermeyeceğini zanneden kimse de Allah
hakkında kötü bir zanda bulunmuş, Allah'ın lâyık olduğu şeylerin aksini
düşünmüştür, )
İtaat ettiğinde
ödüllendireceği şeylerle isyan ettiğinde de ödüllendirece-Iğini zannedip
duasında bunu isteyen kişi de O'nun hikmetinin ve hamdinin [gerektirdiği, O'nun
lâyık olduğu ve yapmadığı şeyin tersine bir zanda bulun-Imuştur.
O'nu kızdırıp
Öfkelendirdikten ve günah işlemeye daldıktan sonra O'ndan başka'annı dost
edinip Rabbi katında fayda vermesini, O'nun azabından kurtarmasını umarak
O'nun dışında bir meleğe veya diri ya da ölü bir insana dua ederse Allah
hakkında kötü bir zanda bulunmuştur. Bu ise onun Allah'tan uzaklaşmasında ve
azabında bir artış demekti1".
Kim ki O'nun; Rasûlü
Muhammed'e (s.a.) gerek hayatında, gerekse ölümünden sonra düşmanlarım daimî
ve istikrarlı bir şekilde musallat kıldığını, düşmanlarını Peygamberinin (s.a.)
başına saldığını ve onların O'nun (s.a.) peşini bırakmadıklarını; vefat
ettiğinde de vasiyetsiz olarak mü'minlerin kendi başlarına hareket ettiklerini,
ehl-i beytine zulmettiklerini, onların haklarını gasbettiklerini, onları
aşağıladıklarını; (Allah'ın) dostlarının ve hak ehlinin herhangi bir suçu,
günahı olmadığı halde şeref ve itibann, galibiyetin ve otoritenin Allah'ın ve
Allah dostlarının düşmanlarına ait olduğunu; Allah'ın, düşmanların ehl-i beyti
ezdiklerini, onların haklarını gasbettiklerini ve peygamberlerinin emanetini
değiştirdiklerini gördüğü halde ve dostlarına, taraftarlarına ve ordusuna
yardıma muktedir olduğu halde onlara yardım etmediğini ve onlan galip
kılmadığım, aksine düşmanlannı onlar üzerine ebediyen galip getireceğini veya
O'nun buna —hâşâ— muktedir olmadığım, dolayısıyla bu işin O'nun kudreti ve
dilemesi dışında hasıl olduğunu; sonra peygamberin emanetini değiştirenleri
mezarında O'nunla birlikte yan yana yatırdığım ve her zaman ümmetinin hem O'na
ve hem de yanında yatanlara selâm vereceğini zanneden kimse -ki Rafizîler
böyle-zannetmekteler- Allah hakkında en çirkin ve en kötü zanda bulunmuştur. Bu
kimseler ister; "Allah Teâlâ onlara yardım etmeye, devlet ve zaferi
onların lehine kılmaya muktedirdir." desinler, isterse "Buna
muktedir değildir." desinler farketmez; onlar Allah'ın gücünü yahut
hikmetini ve hamdini lekelemektedirler. Bu ise Allah hakkında kötü zanda
bulunmaktır. Şüphesiz bunu yapan Allah, kendisi hakkında böyle zanda bulunanlara
buğz etmektedir; onlara göre bu övgüye lâyık değildir ve Allah'ın bunun aksini
yapması gerekirdi. Fakat bu bozuk zanm ondan daha büyük bir yamayla yamadılar,
kızgın yere basmaktan kaçıp ateşe sığındılar da: "Bu Allah'ın dilemesiyle
olmadı, O'nun bunu savuşturacak ve dostlarına yardım edecek gücü yoktur. Zira
O, kullarının fiillerine muktedir değildir ve o fiiller O'nun kudreti altına
girmez." dediler. Böylece Allah hakkında, mecusi ve putperest
kardeşlerinin tanrıları hakkındaki zanları gibi bir zanna düştüler. Her
inkarcı, kâfir, kahredilmiş, alçak bid'atçı kimse ancak Rabbi
hakkında bu zanda bulunur ve kendisini
yardıma ve zafere, düşmanlarına galip gelmeye daha lâyık sanır. Halkın pek çoğu
hatta —Allah'ın diledikleri hariç— hepsi, Allah hakkında gerçek dışı kötü zan
beslemektedir. İnsanların çoğunluğu hakkının tam verilmediğine, payının eksik
olduğuna, Allah'ın kendisine verdiğinin üstünde şeyleri hakettiğine inanır ve
tavrıyla şöyle der: "Rabbim bana zulmetti ve hakettiğim şeylere engel oldu."
Diliyle bunu inkâr edip açıkça söylemeye cesaret edemezken nefsi bu konuda
böyle şahitlik eder. Nefsini kontrol edip onun içinde gizlediklerini ve
sakladıklarını öğrenmeye dalan kimse bunun, çakmakta ateşin gizlendiği gibi
nefiste gizlendiğini görür. İstediğin bir kişinin çakmağım çak, kıvılcımları
sana çakmağında bulunanları haber verir. Eğer bir kimseyi araştıracak olsan,
onun kaderi itham edip ayıpladığını, cereyan edene karşı ileri geri
konuştuğunu, kaderin şöyle şöyle olması gerektiğini söylediğini görürsün.
Tabii bu hal kimilerinde az, kimilerinde çoktur. Bizzat kendi nefsini kontrol
et, bakalım kendin bundan salim misin?!
"Ondan
kurtulursan büyük bir şeyden kurtulursun, Yoksa ben senin kurtulacağını
zannetmiyorum."
Nefsine öğüt veren
akıllı insanlar buraya iyi dikkat etsin, Rabbi hakkındaki kötü zannından
dolayı Allah Teâlâ'ya her zaman tevbe ve istiğfar etsin; her kötülüğün kaynağı
ve her şerrin menbaı olan cehalet ve zulümden meydana gelen nefsine kötü zanda
bulunsun. Çünkü nefis kötü zanda bulunulmaya hâkimlerin hâkimi, adaletlilerin
en adaletlisi, merhametlilerin en merhametlisi, tam zenginlikle ganî, tam hamd
ve tam hikmetle Hamîd; zâtında, sıfatlarında', fiillerinde, isimlerinde her
türlü kötülükten münezzeh; her yönden mutlak kemâle sahip zâtı, böyle sıfatları
ve böyle fiilleri olan, tamamı hikmet ve maslahat, rahmet ve adalet olan,
isimlerinin tamamı güzel olan Allah'tan daha müstahaktır.
"Rabbin hakkında
kötü zanda bulunma, Zira Allah güzelliğe en lâyık olandır.
Nefsin hakkında asla iyi
zanda bulunma,
Zalim, cani ve cahil
hakkında nasıl iyi zandâ buluffipilirsin ki?
De ki: Ey her
kötülüğün kaynağı oian nefis! Ölü cimriden hayır umulur mu?
Nefsin hakkında
kötülükleri düşün; onları bulursun, Aynen o şekilde; hayrı ise imkânsız
gibidir.
Nefiste senin için ne
takva ne de bir hayır vardır, Bunlar Celil olan Rabbinin ihsanlarıdır.
Bunlar ne nefistedir
ne de nefistendir; fakat, Rahman'dandır... Artık kılavuza teşekkür et".
Bizi bunları söylemeye
sevkeden Allah Teâlâ'nm: "...Allah hakkında ca-hiliyet devri zannı gibi
haksız bir zanda bulunan bir grup da kendi derdine düşmüştü..."[582]
âyetidir.
Sonra Allah Teâlâ,
bâtıl zanlanndan kaynaklanan şu sözlerini haber verdi: "Bu işte bizim bir
fikrimiz var mı?"[583]
"Bu işte bizim fikrimiz alınsaydı burada öldürülmezdik."[584].
Birinci ve ikinci sözlerinden maksatları, kaderi is-bat (kabul) ve işin tamamım
Allah'a havale etmek değildir. Şayet ilk ifadedeki maksatları bu olsaydı, bu
ifadeden dolayı kötülenmezler ve bu ifadenin: "De ki: Bütün iş Allah'a
aittir" âyetiyle[585]
reddedilmesi güzel düşmezdi ve ayrıca bu sözün kaynağı cahiliye zannı
olamazdı. Onun için pek çok müfessir: "Buradaki bâtıl zanîarından maksat,
kaderi yalanlamaları ve iş onlara bıra-kilsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı
onların sözünü dinleyip kendilerine uysalardi öldürülmeyeceklerdi, yardım ve
zafer de onların olacaktı şeklindeki zanlarıdır." demiştir. Allah Teâlâ
cahiliye zannı olan bu bâtıl zanlannı yalanlamıştır. Bu öyle bir zandır ki,
gerçekleşmesi kaçınılmaz olan kaza ve kaderin gerçekleşmesinden sonra
kendilerinin o kaza ve kaderi savuşturmaya muktedir olduklarını ve iş onlara
bırakılmış olsaydı kazanın gerçekleşmeyeceğini zannettikleri cahiliye dönemi
insanlarına has zandır. İşte Allah Teâ-lâ şu sözüyle onları yalanlamıştır:
"De ki: Bütün iş Allah'a aittir." Ancak O'nun ezelî kaza ve kaderinin
kaydettiği, ezelî ilminin ve kitabının takdir ettiği şey gerçekleşir. İnsanlar
istese de istemese de Aİlah'ın dilediği olur, olmaması imkânsızdır. İnsanlar
ister istesin, ister istemesin Allah'ın dilemediği de olmaz. Hezimetiniz ve
öldürülmeniz takdir olunmuşsa bu, savuşturulma-sma imkân olmayan kevnî emriyle
olmuştur. Bu işte herhangi bir fikriniz olsun veya olmasın birdir. Bazılarınız
hakkında ölüm yazgısı yazılmış olsa, sizler evlerinizde bulunsanız bile
haklarında Ölüm yazgısı yazılanlar evlerinden öldürülecekleri yerlere elbette
çıkacaklardır, bu kaçınılmazdır; onların bunda bir fikirleri olsun veya
o..nasın birdir. İşte bu, Allah'ın dilemediği şeylerin gerçekleşmesini ve
gerçekleşmeyecek şeyleri de dilemesini caiz gören inkarcı Kaderiyye mezhebi
mensuplarının görüşünü boşa çıkaran, iptal eden delillerin en açık olanıdır.
Sonra Allah Teâlâ bu
takdir'deki bir başka hikmeti haber verdi: Gönüllerinde olam imtihan etmek. Bu
ise, gönüllerinde olan iman ve nifakı deneye tabi tutmaktır. Zira bununla
mü'minin iman ve teslimiyeti artar; münafık ile gönlünde hastalık bulunanın ise
gönlündekinin organlarında ve dilinde görülmesi kaçınılmaz olur.
Sonra bir diğer
hikmetten haberdar etti: Mü'minlerin gönüllerinde var olanları arındırmak,
gönüllerini saflaştırmak, temizlemek, terbiye etmek. Çünkü tabiatların
baskılan, nefislerin eğilimi, alışkanlıkların hâkim olması, şeytanın güzel
göstermesi ve gaflet bürümesiyle gönüllere, kendilerine konulan iman, İslâm,
iyilik ve talcvâ gibi hususların zıtları karışır. Devamlı olarak sürekli
afiyette olsa bile bu karışmadan kurtulamaz ve ondan arınamaz. Bundan dolayı
Aziz olan Allah'ın hikmeti, gönüller için, kendisine bir hastalık arız olup da
doktorunun hastalığı vücudundan gidermek ve vücudunu hastalıktan arındırmak
için tedbir almadığı takdirde kötüleşmesinden ve ölümünden korkulan hastaya
sunulan acı ilâç gibi mihnetler ve belâlar takdir etmesini gerektirdi. Allah
Teâlâ'nın müslümanlara karşı bu kırılma, hezimet ve onlardan öldüreceklerini
öldürme nimeti, onlara düşmanlarına karşı yardım etme, destekleme ve zafere
erdirme nimetine denktir. Bu durumda da o durumda da Allah'ın müslümanlar
üzerinde eksiksiz nimeti vardır.
Scnra Allah Teâlâ o
savaşta sadık mü'minlerden yüz çevirenlerin yüz çevirmesini ve bunun kendi
kazançları ve günahları sebebiyle olduğunu; şeytanın o
ameller sebebiyle onların
ayaklarını kaydırdığını nihayet
yüz
çevirdiklerini;
amellerinin kendi aleyhlerine bir ordu olduğunu, o amellerle düşinanlarının
gücünün arttığını, zira amellerin kulun lehine ve aleyhine bir ordu olduğunu;
kul için her zaman onu hezimete uğratacak veya zafere ulaştıracak bizzat
kendinden olan bir seriyyenin mevcut bulunduğunu; kulun amelleriyîe düşmanına
karşı savaştığını zannettiği yerde düşmanına o amellerle yardım ettiğini ve
düşmanıyla savaştığını zannettiği yerde de düşmanıy-la birlik olup kendisine
karşı savaşacak bir seriyyeyi gönderdiğini; kulun amellerinin, kendi icapları
olan hayır ve serleri işlemeye âdeta onu zorla ittiğini, kulun ise bunu
hissetmediğini yahut hissedip de görmezlikten geldiğini; gücü yettiği halde
insanın düşmanından kaçmasını, ancak şeytanın kendisine gönderdiği ve onun
sayesinde ayağını kaydırdığı amellerinden oluşan bir ordu sebebiyle olduğunu
da haber verdi.
Sonra şunu haber
verdi: Onları (sahabeyi) affetmiştir. Çünkü bu firar, herhangi bir nifak ve
imanda şüpheden dolayı değildi. Allah'ın affettiği geçici bir olaydan
ibaretti. Böylece imanın yiğitliği ve sebatı merkezine ve aslına dönmüştür.
Sonra Allah Teâlâ onlara şunu bir daha tekrarladı: Uğramış oldukları bu belâ
ancak kendi nefislerinden gelmiş olup amelleri sebebiyledir. Buyurdu ki:
"Başınıza bir belâ gelince, siz onun iki katını (Bedir'de) onların
başlarına getirmiş olduğunuz halde yine 'Bu nereden başımıza geldi?' dediniz.
De ki: 'O, kendinizdendir.' Şüphesiz Allah, herşeye Kâdir'dir."[586] Bu
ifadenin aynısını bundan daha genel bir şekilde Mekkî sûrelerde de zikretmiştir:
"Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür.
O, yine de çoğunu affeder. "[587],
"Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa
kendindendir."[588]
Buradaki iyilik ve kötülük, nimet ve musibet demektir. Nimet Allah'tan olup
sana iyilik yaptığı şeydir, musibet ise ancak nefsinden ve amelinden
kaynaklanır. îlki O'nun lütfudur, ikincisi adaletidir. Kul ise O'nun lütfü ile
adaleti arasında döner dolaşır. Kulun üzerinde O'nun lütfü cari ve onun
hakkında O'nun hükmü geçerli ve onun hakkında verdiği hüküm adildir.
İlk âyeti, "De
ki: O, kendinizdendir." sözünden sonra "Şüphesiz Allah herşeye
Kâdir'dir." sözüyle noktalamıştır. Onlara adaletiyle beraber kudretinin
umumi oluşunu ve kendisinin âdil ve kadir olduğunu bildirmek için böyle
yapmıştır. Bunda kaderin ve sebebin isbati vardır. Allah sebebi zikretmiş ve
onların kendilerine izafe etmiştir. Kudretinin umumiliğini de zikretmiş ve onu
da kendisine izafe etmiştir. İlki cebr'i (zorlama), ikincisi ise kaderi iptal
eden görüşü ortadan kaldırır. Bu durum Allah'ın şu sözüyle uyuşur:
"...(Kur'an) ancak
aranızdan doğru yola girmeyi dileyene (bir Öğüttür)... Âlemlerin Rab-bi Allah
dilemedikçe sizler bir şey dileyemezsiniz. "[589]
Burada kudretini
zikretmesinde ince bir nükte vardır: Bu iş O'nun elin-; de ve kudreti
altındadır. O, öyle bir ilâhtır ki şayet dilese o işi sizden geri çevirirdi. O
halde böyle şeylerin giderilmesini O'ndan başkasından istemeyin. O'ndan
başkasına güvenmeyin. Bu mânayı tam anlamıyla şu âyetle ortaya koydu ve
açıkladı: "îki topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelenler Allah'ın
izniyledir."[590] Bu
izin şer'î ve dinî değil, kevnî ve kaderi izindir. Sihir konusundaki şu âyette
de böyledir: "...Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar hiçbir kimseye zarar
veremezlerdi... "[591]
Sonra bu takdirin hikmetini haber verdi: Mü'minlerin münafıklardan, iki
topluluktan birinin diğerinden apaçık bir ayırımla ayrıldığını müşahede etme
ve gözle görmek suretiyle ayird edip bilmek... Münafıkların içlerindekini açığa
vurmaları ve mü'minlerin de hem bunu hem de Allah'ın onlara verdiği karşılığı
ve cevabı işitmeleri, münafıklığın nereye varacağım ve ulaşacağım ve sahibini
dünya ve ahiret saadetinden nasıl mahrum ettiğini, dünya ve ahiretinin
mahvolmasını nasıl doğurduğunu bilmeleri de bu takdirin hikmetlerindendir. Bu
kıssanın kapsamında Allah'ın nice şahane hikmetleri ve mü'minlere eksiksiz
nimetleri; nice sakındırmalar, korkutmalar, doğru yolu göstermeler, uyarılar;
hayır ve şer sebepleri ile bunların lehine ve sonuçlarına ait durumların
bildirilmesi vardır.
Allah Teâlâ, bundan
sonra kendi yolunda öldürülenlerden dolayı Peygamberine ve dostlarına en
güzel, en ince ve kazasına (kaderine) razı olmaya en teşvik edici biçimiyle
başsağlığı diledi: "Allah yolunda öldürülenleri Ölü sanmayın, bilâkis
Rableri katında diridirler. Allah'ın fazlından onlara verdiği şeylere
sevinerek nzıklandırılırlar. Arkalarından kendilerine kavuşamayanlara herhangi
bir korkuları olmadığını, üzülmediklerini müjdelemek isterler. "[592]
Böylece onlar için daimî hayatin yanı sıra kendine en yakın dereceyi, O'nun
katında olmayı, üzerlerine sürekli rızık akışını, fazlından verdiği şeylerle
sevinmelerini —ki bu rızanın da üstünde hatta rızanın kemâlidir—, kendileri
için toplanan kardeşlerine sevinçlerinin ve nimete erişmişlikîerinin
tamamlandığını müjdelemelerini, üzerlerine olan nimetinin ve ikramlarının her
an yenilendiğini muştulamayı da toplamıştır. Allah Teâlâ bu mihnet (sıkıntı)
esnasında onlara, başlarına gelen her mihneti ve belâyı kendisiyle karşılaştırmış
olsaJar, bu ihsan ve nimetin yanında hiç kalacak ve elbette eseri kalmayacak
onlara verdiği nimetlerinin ve ihsanlarının en büyüğünü de hatirlattı: Bu da,
O'nun, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyacak onları ruhen temizleyecek
kitabı ve hikmeti öğretecek, peygamber olarak gönderilmesinden önce içinde
oldukları dalâletten hidayete, bedbahtlıktan kurtuluşa, karanlıktan nura,
cehaletten ilme çıkaracak kendi içlerinden bir peygamber göndermesidir. Artık
insanların yağmur yağışından elde ettikleri faydanın yanında onlara yağmurun
getirdiği sıkıntı gibi kulun bu büyük iyiliğin hasıl olmasından sonra uğradığı
her belâ ve mihnet bu bol, geniş iyiliğin yanında gerçekten basit bir şeydir.
Ayrıca Allah Teâlâ, sakınmaları için belâ sebebinin kendilerinden
kaynaklandığını; O'nu birlemeleri, O'na tevekkül etmeleri ve O'ndan başkasından
korkmamaları için söz konusu musibetin kendi kaza ve kaderiyle meydana
geldiğini bildirdi. O'nu kaza ve kaderi konusunda itham etmesinler diye, çeşit
çeşit isim ve sıfatlarını onlara tanıtmak için bu musibetteki hikmetleri de
haber verdi. Ve onları, kendilerine vermiş olduğu daha değerli ve kaçırdıkları
zaferden ve ganimetten daha Önemli olan şeylerle teselli etti. Şehitlik
hususunda onlarla yarışsınlar ve onîara üzülmesinler diye şehitlerin nail
oldukları kendisinin sevap ve ikramını bildirerek ölülerinden dolayı sahabeye
başsağlığı diledi. Zâtının cömertliği ve celâlinin yüceliğinin gerektirdiği ve
lâyık olduğu şekilde hamd O'na mahsustur. [593]
Uhud savaşı, sona erince müşrikler çekildiler.
Müslümanlar, onların kadınları, çocukları ve malları gasbetmek için Medine'ye
gideceklerini sandılar. Bu da onlara ağır geldi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.) Ali b. Ebî Tâlib'e (r.a.): "Düşmanın peşine düş, ne yaptıklarına ve
ne istediklerine bak. Eğer atları sürüp develere binerlerse Mekke'ye dönmek,
yok eğer atlara binip develeri sürerlerse Medine'ye gitmek istiyorlar
demektir. Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Medine'ye girmek niyetinde
iseler onlara karşı yürüyüp onlarla orada çarpışacağım!" buyurdu. Hz. Ali
şöyle anlatıyor: Ne yaptıklarına bakarak peşlerini takip ettim. Atları sürüp
develere bindiler ve Mekke'ye yöneldiler. Mekke'ye dönmeye karar verdiklerinde
Ebu Süfyan, müslümanlara yaklaşıp şöyle seslendi: "Gelecek yıl sizinle
buluşma yerimiz Bedir olsun." Hz. Peygamber (s.a.) de: "Tamam, kabul
ettik! deyin" buyurdu. Ebu Süfyan: "İşte buluşma yeri orası."
dedi. Sonra arkadaşları ile birlikte ayrılıp gitti. Biraz yol aldıktan sonra
aralarında geçen şeyler sebebiyle birbirlerini kınamaya başladılar. Bir kısmı
diğerlerine cîedi ki "Hiçbir şey yapmadınız. Güçlerini ve keskinliklerini
kırdınız, sonra bıraktınız. Size karşı etrafında toplanacakları liderleri sağ
kaldı. Geri dönün de köklerini kazıyalım."
Bu durum Allah
Rasülü'ne (s.a.) ulaşınca sahabe arasında seslenerek düşmanlarıyla karşılaşmak
için yürümeye çağırdı ve: "Bizimle beraber savaşa katılmış olanlardan
başkası gelmesin!" buyurdu. Abdullah b. Übey O'na: "Senin
yanında ben de geleyim mi?" dedi.
"Hayır" diye cevapladı. Şiddetli yaralarına ve korkularına rağmen
müslümanlar çağrısına uyup "İşittik, itaat ettik." dediler. Câbir b.
Abdullah izin isteyerek: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben senin katıldığın her
savaşa mutlaka katılmak isterim. Ancak babam beni kızlarının başında bıraktı.
Ama izin ver seninle geleyim." dedi. Bunun üzerine ona izin verdi. Hz.
Peygamber (s.a.) ile birlikte müslümanlar Hamrâü'l-Esed'e[594] kadar
ilerlediler. Ma'bed b. Ma'bed el-Huzaî orada Allah Rasûlü'ne (s.a.) gelerek
müslüman oldu. Rasûlullah ona Ebu Süfyan'm ardından yetişip savaştan caydırmaya
çalışmasını emretti. Ma'bed, Ebu Süfyan'a Ravha'da yetişti. Ebu Süfyan onun
müslüman olduğunu bilmiyordu. "Ma'bed, ne haber?'* diye sor* du. Ma'bed
dedi ki: "Muhammed ve ashabı size ateş püskürüyorlar. Benzeri görülmemiş
bir orduyla yola çıkmışlar. Üstelik arkadaşlarından geride kalanlar da pişman
olmuşlar." Ebu Süfyan: "Sen ne diyorsun!" dedi. Ma'bed;
"Ordunun öncü birlikleri şu tepenin ardından çıkıncaya kadar süratle yola
koyulmandan başka bir yol göremiyorum." dedi. Ebu Süfyan: "Vallahi,
onların kökünü kazımak için saldırmak üzere toplanmıştık." dedi. Ma'bed:
"Sana tavsiye ederim, böyle yapma." dedi.
Bunun üzerine gerisin
geri Mekke'ye döndüler. Ebu Süfyan Medine'ye gitmek isteyen bir müşrikle
karşılaştı ve ona: "Mekke'ye döndüğünde devene kuru üzüm yükletmem
karşılığında Muhammed'e bir haber iletebilir misin?", diye sordu. Adam:
"Evet" dedi. O zaman Ebu Süfyan: "Muhammed'e, bizim kendisinin
ve ashabının kökünü kazımak için saldırmak üzere toplandığımızı ilet."
dedi. Onun sözü kendilerine ulaştığında ashab: "Allah bize yeter. O ne
güzel vekildir. Bu yüzden kendilerine bir fenalık dokunmadan Allah'tan nimet ve
bollukla geri döndüler. Allah'ın rızasına uydular. Allah büyük lütuf sahibidir."[595]
dediler. [596]
Daha önce geçtiği gibi
Uhud savaşı hicri 3. yılın Şevval ayının yedisinde cumartesi günü olmuştu. Hz.
Peygamber (s.a.) Medine'ye dönüp Şevval'in geri kalan günleriyle Zilkade,
Zilhicce ve Muharrem aylarını burada geçirdi.
Muharrem ayı
girdiğinde Hz. Peygamber'e (s.a.), Huveylid'in oğullan Talha ve Seleme'nin
kendi kabileleriyle bunlara tâbi olanlar arasında dolaşıp Esed b. Huzeyme
oğullarını Allah Rasûlü (s.a.) ile savaşa çağırmak için gezdikleri haberi
ulaştı. Bunun üzerine Ebu Seleme'yi onlara karşı gönderdi. Kendisine bir
sancak verdi. Ensar ve Muhacirlerden 150 kişiyi onun yanısıra gönderdi. Bunlar
deve ve koyun sürüleri ele geçirdiler, herhangi bir çarpışma olmadı. Ebu Seleme
bu deve ve koyunların hepsini Medine'ye getirdi. [597]
Hz. Peygamber (s.a.),
Muharrem aymın 5. günü, Halid b. Süfyan b. beyh el-Hüzelî'nin kendisine karşı
bir ordu toplamış olduğu haberini aldı. îid'e karşı Abdullah b. Üneys'i
gönderdi. Abdullah onu öldürdü.
Abdülmü'min b. Halefi
şöyle der: Abdullah, Halid'in başını getirip Hz. Peygamberin (s.a.) önüne
koydu. O da kendisine bir asa verip: "Bu, kıyamet günü seninle benim
aramda bir işarettir." buyurdu. Abdullah ölüm döşeğinde o asanın
kendisiyle birlikte kefenine konulmasını vasiyet etti. Abdullah'ın (Medine'den)
ayrılığı on sekiz gece sürmüştü. Muharrem ayının çıkmasına yedi gün kala,
cumartesi günü geri dönmüştü.[598]
Safer ayında Hz.
Peygamber'e (s.a.) Adal ve Kâra" kabilelerinden'[599] bir
grup geldi. Aralarında müslümanların bulunduğunu söylediler ve Hz.
Pey-gamber'den (s.a.) onlara kendileriyle birlikte, dini öğretecek, Kur'an
okutacak kimseler göndermesini istediler.
Hz. Peygamber de
beraberlerinde, İbn İshak'ın ifadesine göre altı kişi gönderdi. Buharı ise:
"On kişiydiler. Başlarına da Mersed b. Mersed el-Ganevî'yi komutan
yapmıştı.*' demektedir.[600]
Aralarında Hubeyb b. Adiy de vardı. Birlikte yola çıktılar.
Hicaz dolaylarında
Hüzeyloğuîlanna ait bir su olan Recî'e vardıklarında kendilerini götürenler
sahabılere ihanet ettiler ve onlara karşı Hüzeylo-ğullarından yardım istediler.
Onlar da gelip sahabîleri çepeçevre kuşattılar ve hepsini öldürdüler. Sadece
Hubeyb b. Adiy ile Zeyd b. Desine'yi esir ettiler. Sonra bu ikisini götürüp
Mekke'de sattılar. Hubeyb ile Zeyd, Bedir savaşında Mekkelilerin ileri
gelenlerinden bazılarını öldürmüşlerdi. Hubey'i yanlarında hapsettiler, bir
müddet sonra öldürülmesine karar verdiler. Onu Harem'den çıkartıp Ten'im'e
getirdiler.
İdam edilmesi için
görüş birliğine vardıklarında Hubeyb: "Beni bırakın da İki rekât namaz
kılayım." dedi. Serbest bıraktılar ve iki rekât namaz kıldı. Selâm
verince: "Vallahi eğer, korktu diyecek olmasaydınız daha fazla kılardım."
dedi. Sonra şöyle devam etti: "Allah'ım! Kaç kişi olduklarını say ve
onları teker, teker öldür. Onlardan hiçbirini sağ bırakma." Daha sonra şu
şiiri okudu:
"Gruplar
etrafımda toplandılar, kabilelerini de bir araya getirip he (grubun
toplanmasını istediler.
Hepsi düşmanlıklarını
açığa vurup benim aleyhime çalışıyorlardı!, kü ben telef olacak yerde, yağlı
urganda bağlıyım.
Çocuklannı ve
kadınlarını etrafıma topladılar. Beni asılmak üzere; gayet sağlam ve uzun bir
dar ağacına yaklaştırdılar.
Kederimden sonraki
garipliğimi ve ölümüm sırasında bu kimselerjiti bana hazırladığı şeyleri
Allah'a şikâyet ediyorum.
Ey arşın sahibi!
Yapmak istediklerine karşı bana sabır ver. Etimi parçaladılar, umudum kesildi.
Beni küfrü ya da ölümü
seçmede serbest bıraktılar; gözlerim yaşla doldu, ama korkudan sızlanmıyorum.
Ölümden çekinmiyorum,
zaten bir ölüyüm ben. Gidişim de dönüşüm de Rabbimedir.
Müslüman olarak
öldürüleyim, ne tarafta öldürüldüğüme önem vermiyorum, yatacağım yer Allah
katmdadır.
Bu Allah rızası
içindir, dilerse parçalanmış bir cesedin mafsalları!^ mübarek kılar.
Düşmana karşı ürperme
ve korku göstermiyorum; çünkü dönüşüm Allah'adır".
Ebu Süfyan ona dedi
ki: "Arzu eder miydin, burada Muhammed'in boynu vurulaydı da sen ailenin
yanında olaydın?" Hubeyb: "Hayır vallahi. Ben ailemin arasında
olayım da Muhammed'e bulunduğu yerde kendisine acı verecek bir dikenin
batmasını bile asla arzu etmem" diye karşılık verdi.
Sahihti Buharî)'dey
öldürüleceği zaman iki rekât namaz kılma âdetini ilk başlatan insanın, Hubeyb
olduğu kaydedilmektedir. Ebu Ömer b. Abdil-ber, Leys b. Sa'd yoluyla aktardığı
bir kıssada Zeyd b. Hârise'nin bu iki rekâtı kıldığım nakletmiştir. Hicr b. Adiy
de, Muaviye, Şam'a bağh beldelerden Azrâ'da kendisinin öldürülmesini
emrettiğinde aynı şekilde iki rekât namaz kılmıştır. [601]
Sonra Hubeyb'i idam
ettiler ve cesedini koruyaca.k bir kimse görevlendirdiler. Fakat Amr b. Ümeyye
ed-Damrî, geceleyin gelip onu darağacıyla birlikte yüklenerek götürdü ve
defnetti[602]
Hubeyb, esirliği
sırasında Mekke'de hiç meyve bulunmazken, bir salkım üzüm yerken görülmüştür.
Zeyd b. Desine'ye gelince, Safvan b. Ümeyye onu satın alıp babasına karşılık
öldürdü.
Musa b. Ukbe, bu olayın
sebebini şöyle zikretmiştir: "Allah Rasûlü (s.a.) bu birliği Kureyş
hakkında araştırma yapmaları için göndermişti. Lihyano-ğullan onları
engelledi.'[603]
Yİne bu ayda, hicrî 4.
yılın Safer ayında Maûne kuyusu olayı vuku bulmuştur. Özeti şudur:
Mulâibu'l-Esinne denilen Ebu Berâ Âmir b. Mâlik, Ra-sûlulîah'ın (s.a.) yanına
Medine'ye gelmişti. Hz. Peygamber onu îslâm'a çağırmış, ancak o ne müslüman
olmuş, ne de uzak durmuştu. "Ey Allah'ın Rasûlü! Dinine çağırmaları için ashabını Necidlilere
gönderirsen onlara icabet edeceklerim umarım." demişti. Bunun üzerine
Allah Rasûlü (s.a.): "Ne-cid halkının onlara zarar vermelerinden
korkarım." buyurmuştu. Ebu Berâ ise: "Ben onları himaye ederim."
demişti. Rasûlullah (s.a.) da onunla birlikte, İbn İshak'ın görüşüne göre 40
sahabî göndermişti. Sahih(~i Buhar?)''de: "Onlar 70 kişiydiler."
denmektedir. Sahih(-i Buharı)'de geçen sayı sahihtir.
Rasûlullah (s.a.)
bunların başlarına, Sâideoğullarından olup Mu'nik Li^ yemût diye lâkap takılmış
Münzir b. Amr'ı komutan tayin etti. Bu kimseler müslümanlann seçkinlerinden,
faziletlilerinden, önde gelenlerinden ve kur-râlarından idiler. Maûne kuyusunda
konaklâymcaya kadar gittiler. Bu kuyu, Âmiroğullan toprakları ile
Süleymoğulları taşlığı arasında bir yerde idi, burada konakladılar. Sonra Hz.
Peygamber'in (s.a.) mektubunu, Ümmü Sü-leym'in kardeşi Haram b. Mühân ile Allah
düşmanı Âmir b. Tufeyl'e gönderdiler. Tufeyl, mektuba bakmayıp bir adama
emretti, o da Harâm'ı arkasından mızrakladı. Mızrak kendisini delip geçtiğinde
kanı görünce Haram: "Kabe'nin Rabbine yemin olsun, ben kazandım!"
dedi.[604] Bunun ardından hemen
Allah düşmanı, geri kalanlarla savaşmak için Âmiroğullannı harbe çağırdı. Ebu
Berâ'nın himayesinden dolayı ona katılmadılar. Bunun üzerine Süleymoğullarını
harbe çağırdı. Usayya, Ri'l ve Zekvân kabileleri olumlu eevap verdiler. Gelip
Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabını çepeçevre kuşattılar. Ashab, Kâ'b b. Zeyd b.
Neccâr hariç, son adamları da öldürülünceye kadar savaştılar. Kâ'b, son
nefesini veriyor diye şehitler arasında bırakılmıştı. Hendek savaşında şehit
edilinceye kadar yaşadı.
Amr b. Ümeyye ed-Damrî
ile Münzir b. Ukbe b. Âmir, müslümanlann otlağına çıkmışlardı. Olay yerinin
üzerinde kuşlann dönüp durduğunu gördüler. Münzir b. Muhammed, savaş alanına
inip kendisi de şehit edilinceye kadar arkadaşlarıyla birlikte müşriklere karşı
çarpıştı. Amr b. Ümeyye ed-Damrî ise esir alındı. Fakat Mudar kabilesinden
olduğunu bildirince, Âmir kakülünü kesti ve annesinin bir adağını yerine
getirmek için onu kölelikten azad etti. Amr b. Ümeyye de oradan ayrıldı. Kanat
vadisinin başlangıcındaki Karkara[605]
denilen yere gelince bir ağacın gölgesinde oturdu. Kilâboğul-Iarından iki adam
gelip onunla birlikte o gölgelikte mola verdiler. Adamlar uyuyunca Amr,
arkadaşlarının intikamını alıyorum zannıyla ansızın saldırarak ikisini de
öldürdü. Bunların üzerinde Hz. Peygamber'in (s.a.) ahidnâmesi vardı. Fakat Amr
bunu bilmiyordu. Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına döndüğünde yaptığı şeyi
anlattı. O zaman Allah Rasûlü (s.a.): "Şüphesiz sen (haksız yere) iki
adamı öldürmüşsün. Onların diyetini mutlaka ödeyeceğim!" buyurdu.[606]
İşte bu olay
Nadîroğulları gazasına sebep oldu. Hz. Peygamber (s.a.), bu iki şahsın diyetini
vermeye yardım etmeleri için aralarındaki anlaşmadan dolayı Nadîrogullarına
gitti. "Evet" dediler. Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer,
Hz. Ali ve ashabından bir grupla oturuyordu. Yahudiler, toplanmış, bu konuyu
görüşüyorlardı. Bazıları: "Şu değirmen taşını Muham-med'in üzerine atıp
onu öldürecek bir adam var mı?" dediler. İçlerinden en şakileri olan Amr
b. Cihâş —Allah ona lanet etsin— ortaya atıldı. Bu sırada Cebrail (a.s.)
Âlemlerin Rabbi katından, yahudilerin verdiği kararı Rasûlü'-ne bildirmek için
geldi. Hz. Peygamber (s.a.) hemen o anda Medine'ye dönmek üzere yerinden
kalktı. Sonra hazırlanıp bizzat onlarla savaşmak üzere yola çıktı.
Nadîroğullarını altı gün kuşatma altında tuttu. Medine'de vekil olarak İbn Ümmi
Mektûm'u bırakmıştı. Bu olay Rebîülevvel ayında oldu.
İbn Hazm der ki: İçki
o vakit haram kılındı. NadîroğuIIarı, silah dışında develerinin taşıyabileceği
kadar mal almak ve memleketlerinden çıkmak şartıyla teslim oldular. Huyey b.
Ahtab ile Sellâm . Ebî Hukayk gibi ileri gelenleri Haybcr'e, bir grup da Şam'a
gitti. İçlerinden sadece iki kişi müslüman oldu: Yâmin b. Arnr ve Ebu Sa'd b.
Vehb. Bu ikisi mallarını kurtardılar. Hz. Peygamber (s.a.), Nadîroğullarınm
mallarını özellikle ilk Muhacirler arasında paylaştırdı. Çünkü bu mallar,
müslümanların at sürmeden ve binmeden (savaşmaksızın) elde ettikleri
ganimetlerdendi. Ancak fakirliklerinden dolayı Ebu Dücâne ile Sehî b. Huneyf
adlı iki Ensarîye de ganimetten pay verdi.[607]
Haşr sûresi, bu gaza
hakkında nazil olmuştur. Bizim söylediğimiz megazi ve siyer âlimlerine göre
sahih olan haberdir[608]
Muhammed b. Şihâb
ez-Zührî, Nadîroğulları gazasının Bedir savaşından altı ay sonra vuku
bulduğunu zannetmiştir. Bu ya onun yanılgısıdır ya
bile bırakmaksızın
hepsinin o sûrede zikredileceklerini zannedecekleri şekilde 'minhüm, minhüm'
diye inmeye
da ona atfedilen bir
yanlışlıktır. Bilâkis söz konusu gazanın Uhud savaşından sonra olduğunda şüphe
yoktur. Bedir savaşından altı ay sonra olan gaza Kaynukaoğullan gazâsıdır.
Kurayza gazası ise Hendek savaşından, Hayber de Hudeybiye anlaşmasından sonra
olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) yahudilerle dört savaş yapmıştır:
1) Kaynukaoğullan gazası, Bedir'den sonra.
2)
Nadîroğullan gazası, Ühud'dan sonra.
3) Kurayzaoğulları gazası, Hendek'ten sonra.
4) Hayber gazası, Hudeybiye anlaşmasından sonra. [609]
Allah Rasûlü (s.a.)
bir ay süreyle rükûdan sonra kunut okuyup Bi'ri Ma-ûne olayında kurrâları
öldürenlere beddua etti. Bunlar daha sonra tevbe edip müslüman olarak
geldiklerinde beddua okumayı terketmiştir.[610]
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.), Zâtü'r-Rikâ gazasına bizzat katıldı. Bu Necid gazâsıdır. Hicretin 4.
yılı Cemaziyelûla ayında savaşa çıktı. Muharrem ayında çıktığı da
söylenmiştir. Muhariboğullan ve Sa'lebe b. Sa'd b. Gatafan oğullarıyla
savaşmak niyetindeydi. Medine'de Ebu Zer el-öıfarî'yi vekil bıraktı. Osman b.
Affan'ı bıraktığı da söylenmiştir. Ashabından 400 kişinin başında savaşa çıktı.
700 kişi oldukları da söylenmiştir. Gatafan kabilesinden bir toplulukla
karşılaştılar. Birbirlerine karşı durdular, fakat aralarında savaş çıkmadı.
Ancak Hz. Peygamber (s.a.) sahabeye o gün korku namazı klıdırdı.[611] İbn
İshak ile siyer ve megazi âlimlerinden bir grup bu gazanın tarihi ve onda
kılınan korku namazı hakkında böyle
söylemişlerdir. Diğer âlimler de bu görüşü onlardan almışlardır. Bu gerçekten
problemdir. Zira müşriklerin, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hendek savaşı sırasında
güneş batıncaya kadar ikindi namazını kılmaktan alıkoydukları sabittir.[612]
Sünen'de ve îmam Ahmed
ile Şafiî'nin —Allah onlara rahmet eylesin— Müsned'lenndt nakledildiğine göre
müşrikler Hz. Peygamber'i (s.a.) öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını
kılmaktan alıkoymuşlardı da hepsini topluca kılmıştı.[613]
Halbuki bu olay korku namazının nazil olmasından önceydi, Hendek savaşı ise
hicretin 5. senesi Zâtü'r-Rikâ'dan sonra yapılmıştır.
Görünen odur ki, Hz.
Peygamber'in (s.a.) kıldığı ilk korku namazı Us-fan'da kıldığıdır. Nitekim Ebu
Ayyaş ez-Zurakî diyor ki: Biz Hz. Peygam-ber'le (s.a.) birlikte Usfan'da idik.
Bize öğle namazını kıldırdı. O gün müşriklerin komutanı Halid b. Velid idi.
Müşrikler: "Gerçekten onların bir gaflet anım yakaladık." dediler ve
ilâve ettiler: "Onların bu namazdan sonra bir namazları daha vardır ki
kendilerine mallarından ve oğullarından daha sevimlidir." Bunun Üzerine
öğle ile ikindi arasında korku namazı nazil oldu. Hz. Peygamber (s.a.) bize
ikindi namazım kıldırdı. Bizi iki gruba ayırdı... Sonra hadisin geri kalanını
zikretti. Hadisi, Ahmed (b. Hanbel) ve Sünen sahipleri rivayet etmiştir[614]
Ebu Hureyre anlatıyor:
Hz. Peygamber (s.a.), Dacnân ile Usfan arasında bir yere inerek müşrikleri
kuşatmıştı. Müşrikler: "Bunların bir namazı var ki, o kendilerine
oğullarından ve mallarından daha sevimlidir. İşinizi sağlam tutun. Sonra hep
birden üzerlerine saldırın." dediler. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) geldi
ve Hz. Peygamber'e (s.a.) ashabını iki gruba ayırmasını söyledi... Hadisin
devamım zikretti. Tirmizî: Hadis, hasen-sahihtir, demişür.[615]
Usfan gazasının Hendek
savaşından sonra olduğu konusunda ilim adamları arasında ihtilâf yoktur. Hz.
Peygamber'in (s.a.) korku namazını Zâtü'rRikâ'da kıldırdığı rivayeti de
sahihtir. Böylece bunun (Zâtü'r-Rikâ gazasının) Hendek ve Usfan savaşından
sonra olduğu anlaşılmış oldu. Ebu Hureyre ile Ebu Musa el-Eş'arî'nin
Zâtü'r-Rikâ gazasına katılmış olmaları da bu görüşü kuvvetlendirmektedir.
Nitekim Sahihayn'da. Ebu Musa'dan, kendisinin Zâtü'r-Rikâ gazasına katıldığı
ve sahabenin ayaklan parçalandığından dolayı ayaklarına çaput sardıkları
rivayet edilmiştir. [616]
Ebu Hureyre'ye
gelince, Müsned'âe ve Sünen'de Mervan b. Hakem'in ona şöyle sorduğu
nakledilmektedir. "Hz. Peygamber'le (s.a.) birlikte korku namazı kıldın
mı?"Ebu Hureyre: "Evet" dedi. Hakem: "Ne zaman?'* diye
sorunca, "Necid gazasının olduğu yıl." diye cevap verdi.[617]
Bu da, Zâtü'r-Rikâ
gazasının Hayber'den sonra olduğuna delâlet eder[618]
Zâtü'r-Rikâ gazasının Hendek savaşından önce olduğunu söyleyen apaçık bir
yanlışlığa düşmüştür. Bazıları bunu kavrayamayınca, lafızlar ve tarihler çatıştığında
olayları, ayrı ayrı sayma konusundaki alışkanlıkları üzere, Zâtü'r-Rikâ
gazasının biri Hendek savaşından önce diğeri de ondan sonra olmak üzere iki
kere yapıldığını iddia etmişlerdir. Bu iddiada bulunan kimsenin söyledikleri
—sahih değil ya— sahih olsaydı, daha önce Usfan kıssasında belirtilen sebepten
ötürü, sahabeye korku namazını birinci defada kıldırmış olması ve bunun da
Hendek savaşından sonra olması mümkün olmazdı. Bu iddiada bulunanların buna,
Hendek savaşında namazı ertelemenin caiz olup neshedil-mediği ve çarpışma
esnasında kılmaya imkân buluncaya kadar namazın ertelenmesinin caiz olduğu
şeklinde cevap verme haklan vardır. Nitekim îmam Ahmed'in (r.h) mezhebindeki
iki görüşten biri ve daha başkalarının görüşü budur. Fakat Usfan kıssasında,
Hz. Peygamber'in (s.a.) sahabeye ilk korku namazını burada kıldırdığına ve
bunun Hendek savaşından sonra olduğuna bir çözüm bulamazlar.
Doğrusu, Zâtü'r-Rikâ
gazasının anlatımını buradan sonraya, Hendek': ten hatta Hayber'den sonraya
almak gerekirdi. Ancak biz, megazî ve siyer âlimlerine uyarak onu burada zikrettik.
Sonra onların yanılgılarının farkına vardık. Tevfik Allah'tandır.
Müslim'in, Sahihinde
CâbirMen rivayet ettiği şu hadis de Zâtü'r-Rikâ gazasının Hendek savaşından
sonra olduğuna delâlet etmektedir.Câbir diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.) ile
birlikte Zâtü'r-Rikâ'ya varıncaya dek gittik .Gölgelik bir ağacın yanına
vardığımızda orayı Rasûlullah'a (s.a.) bırakmıştık. Derken müşriklerden bir
adam geldi. Rasûlullah'ın (s.a.) kılıcı ağaçta asılıydı. Adam kılıcı alıp
kınından sıyırdı... Anlatmaya devam etti. Câbir daha sonra şöyle diyor: Namaza
çağrıda bulunuldu. Bir gruba iki rekât kıldırdı, sonra bunlar ayrılıp gittiler.
Ardından diğer gruba iki rekât kıldırdı. Böylece Allah Rasûlü (s.a.) dört
rekât, sahabe ise ikişer rekât kılmış oldu.[619]
Korku namazı Hendek
savaşından sonra meşru kılınmıştır. Hatta bu rivayet onun Usfan'dan bile sonra
olduğuna delâlet eder. En iyi bilen Allah'tır.
Câbir'in devesini Hz.
Peygamber'e (s.a.) satması olayının Zâtü'r-Rikâ gazâsmda olduğu nakledilmiştir [620]Tebük'ten
dönüşü sırasında olduğu da söylenmiştir. Fakat şu meselede Hz. Peygamber'e
(s.a.), kızkardeşlerine bakacak ve onlara katlanacak dul bir kadınla
evlenmesini haber vermesi, babasının vefatından sonra onun deveyi satmada
acele ettiğini ve Tebük gazasının olduğu yıla kadar bunu ertelemediğini
göstermektedir. En iyi bilen Allah'tır.
Zâtü'r-Rikâ gazasından
dönüşleri sırasında müşriklerden bir kadını esir aldılar. Bunun üzerine kadının
kocası, Muhammed'in (s.a.) ashabından kan dökünceye kadar geri dönmemeyi adadı.
Geceleyin geldi. Hz. Peygamber (s.a.) müslümanlan düşmandan korumak için iki
kişiyi gözcülükle vazifelendirmişti. Bunlar, Abbâd b. Bişr ile Ammar b. Yâsir
idiler. Kadının kocası bir ok atıp Abbâd'ı vurdu. Abbâd namaz kılıyordu, oku
söküp çıkarttı. Adam kendisine üç ok alıncaya kadar namazını bozmadı ve
vazgeçmedi. Nihayet selâm verdi ve arkadaşını uyandırdı. Arkadaşı: "Allah
Allah! Beni ne diye uyandırmadın?" dedi. Abbâd şöyle cevap verdi:
"Bir sûre okuyordum, yarıda kesmek istemedim. "[621]
Musa b. Ukbe,
MegazPsinde şöyle der: Bu gazanın ne zaman olduğu, Bedir'den önce mi yoksa
sonra mı veya Bedir ile Uhud arasında mı ya da Uhud'dan sonra mı olduğu
bilinmemektedir.
Bedir'den önce
olmasını mümkün görmekle gerçekten iyice uzaklaşmış oldu. Bunun imkânsız olduğu
açıktır. Yukarıda açıklaması geçtiği üzere bu gaza ne Uhud'dan, ne de
Hendek'ten önceydi. [622]
Ebu Süfyan'ın Uhud'dan
ayrılışı esnasında "Gelecek yıl sizinle buluşma yerimiz Bedir olsun."
dediği daha önce geçmişti. Şaban ayı girince, —ertesi yılın Zilkade ayı olduğu
da söylenmiştir— Hz. Peygamber (s.a.) 1500 kişinin başında buluşma yerine doğru
yola çıktı. Müslümanîann on atı vardı. Sancağını Ali b. Ebî Tâlib taşıyordu.
Medine'de yerine Abdullah b. Revâha'yı vekil bırakmıştı. Böylece Bedir'e geldi.
Orada sekiz gün müşrikleri bekleyerek durdu. Ebu Süfyan da Mekke'den
müşriklerle beraber yola çıktı. 2000 kişiydiler ve elli atları vardı. Mekke'den
bir konak uzaklıktaki Memızzah-rân'a geldiklerinde Ebu Süfyan onlara: "Bu
yıl kıtlık yılıdır. Sizi geri götürmek fikrindeyim." dedi. Ayrılarak geri
döndüler. Sözlerini tutmadılar. Bu nedenle bu gaza, Bedr-i Mev'id diye
isimlendirildiği gibi İkinci Bedir diye de adlandırılmıştır. [623]
Dûme, dal harfi ötreli
olarak okunmalıdır. Üstünlü okunuşundi öftaya çıkan Devme, başka bir
yerdir.
Hz. Peygamber (s.a.)
hicretin 5. yılı Rebîülevvel ayında oraya doğru yola çıktı. Sebebi, kendisine
orada Medine'ye yürümek isteyen büyük bir topluluğun bulunduğu haberinin ulaşmasıdır.
Dûmetü'l-Cendel ile Medine arası on beş gecelik bir mesafeydi, Şam'dan da beş
gecelik uzaklıktaydı. Medine'de Siba' b. Urfuta el-Gifarî'yi vekil bıraktı.
Müslümanlardan 1000 kişinin başında yola koyuldu. Yanında Üzreoğullanndan
Mezkur adında bir kılavuz vardı. Onlara yaklaştığında müşrikler batıya doğru
yönelmişlerdi. Deve ve koyunlarının izlerini buldu. Bunun üzerine müslümanlar
onların hayvanlarına ve çobanlarına baskın yaptılar. Ölenler öldü,
kaçabilenler kaçtı. Bu haber Dûmetü'l-Cendel halkına gelince dağıldılar. Hz.
Peygamber (s.a.) onların yurtlarında konakladı. Orada, Dûmetü'l-Cendel
halkından hiç kimseyi bulamadi. Birkaç gün burada kaldı. Etrafa seriyyeler,
birlikler gönderdi. Halktan hiçbir kimseyi bulamadılar. Daha sonra Hz.
Peygamber (s.a.) Medine'ye döndü. Bu gazada Uyeyne b. Hısn ile bir anlaşma
yaptı.[624]
Müreysî[625]
gazası hicretin 5. yılı Şaban ayında oldu.[626]
Sebebi: Hz. Pey-gamber'e (s.a.) MustalıkoğuIIarı reisi Haris b. Ebî Dirâr'm,
kavmi arasında dolaşarak onları ve Araplardan söz geçirebildiklerini
Rasûlullah'la (s.a.) savaşmak üzere davet ettiği haberi ulaştı. Peygamberimiz
Büreyde b. Husayb el-Eslemî'yi durumu öğrenmesi için gönderdi. Büreyde onların
yanma gidip Haris b. Ebî Dirâr ile buluştu ve onunla konuştu. Hz. Peygamberdin
(s.a.) yanına dönüp onların durumunu haber verdi.
Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.) müslümanlan savaşa çağırdı, onlar da çıkmak için acele
ettiler. Bundan önce hiçbir gazaya katılmamış bir grup münafık da kendileriyle
birlikte yola çıktı. Medine'de Zeyd b. Hârise'yi vekil bıraktı. Ebu Zer
el-öıfarî'yi bıraktığını söyleyenler bulunduğu gibi, Nü-meyle b. Abdullah
el-Leysî'yi bıraktığını söyleyenler de vardır.
Hz. Peygamber (s.a.)
Şaban ayından iki gece geçtikten sonra pazartesi günü yola çıktı. Haris b. Ebî
Dırar ile yanında bulunanlara Allah Rasûlü'-nün (s.a.) kendilerine doğru
gelmekte olduğu ve Peygamber ile müslüman-lardan haber getirmek üzere yolladığı
casusun öldürüldüğü haberi ulaşınca büyük bir korkuya kapıldılar. Yanlarında
bulunan Araplar onlardan aynldılar.
Allah Rasûlü (s.a.)
Müreysî'e geldi. Burası bir su kenarı idi. Çadırını burada kurdu. Yanında Hz.
Âişe ile Ümmü Seleme (r.anhüma) vardı. Savaşa hazırlandılar. Allah Rasûlü
(s.a.) ashabına saf tutturdu. Muhacirlerin sancağı Hz. Ebu Bekir Sıddîk'ta,
Ensarınki Sa'd b. Ubâde'de idi. Bir müddet karşılıklı ok attılar. Sonra Allah
Rasûlü (s.a.) ashabına emretti ve hep birden hücuma kalktılar. Zafer
müslümanların oldu. Müşrikler bozguna uğradı, öldürülenler öldürüldü. Hz.
Peygamber (s.a.) düşmanın kadın ve çocuklarını esir aldı, deve ve koyun
sürülerini ele geçirdi. Bir kişi dışında müslümanlar-dan kimse öldürülmedi.
Abdülmü'min b. Halef, Sîret adlı kitabında ve daha başkaları böyle
söylemektedirler. Bu bir yanılgıdır. Zira aralarında savaş olmamıştır. Ancak
düşmana su kenarında baskın yapmış ve çocukları —kadınları ve mallarını ele
geçirmiştir. Nitekim Sahih(~i Buharı/de: "Hz. Peygamber (s.a.)
Mustahkoğullan üzerine onlar gafilken hücum etti..." denmekte ve hadis
zikredilmektedir. [627]
Kabile reisi Hâris'in
kızı Cüveyriye de esir almanlar arasındaydı. Sabit b. Kays'ın payına düşmüş,
Sabit de kendisiyle kölelik sözleşmesi yapmıştı. Hz. Peygamber (s.a.), onun
kölelikten kurtulmasıjçin gereken parayı ödedi ve onunla evlendi. Müslümanlar bu
evlilik sebebiyle, "Onlar, Allah Rasûlü'-nün s.a.) hısımlandır."
diyerek Mustalıkoğullarmdan yüz esir köleyi azad edip serbest bıraktılar.[628]
îbn Sa'd der ki: Bu
gazada Hz. Âişe'ye ait bir gerdanlık düştü de onu aramaya koyuldular. Neticede
teyemmüm âyeti nazil oldu.
Taberânî, Mucem'inde
Muhammed b. İshak - Yahya b. Abbâd b. Abdullah b. Zübeyr - babası aracılığıyla
Hz. Âişe'nin şöyle dediğini zikreder: Benim gerdanlık meselemden dolayı olanlar
olduktan, ifk ehli dediklerini dedikten sonra Rasûlullah (s.a.) ile birlikte
bir başka gazaya daha çıktım. Yine gerdanlığım düştü. Onu aramak için herkes
yolundan kaldı. Allah'ın dilediği bir zamanda Ebu Bekir'le karşılaştım. Bana:
"Kızım! Her seferde âlemin başına sıkıntı ve belâ oluyorsun. Hiç kimsenin
yanında su yok." dedi. Bunun üzerine Allah, teyemmüme ruhsat veren âyeti
indirdi[629]
Bu hadis, teyemmüm
âyetinin inişine sebep olan gerdanlık hikâyesinin bu gazadan sonra meydana
geldiğine delâlet etmektedir; görünen budur. Fakat bu kıssada gerdanlığın
kaybolması ve aranması sebebiyle cereyan eden ifk hâdisesi yer almıştır.
Bazıları iki olayı birbiriyle karıştırmışlardır. Biz burada ifk hâdisesine
işaret edeceğiz. [630]
Hz. Peygamber (s.a.)
bu gazaya çıktığında çekilen kur'anın kendisine çıkması sebebiyle Hz. Âişe'yi
beraberinde götürmüştü. Hz. Peygamber'in (s.a.), hanımları arasındaki âdeti
buydu. Gazadan dönüşte bir yerde konakladılar. Hz .Âişe ihtiyacı sebebiyle
çıktı, sonra geri döndü. Bu sırada kızkar-deşinden emanet olarak aldığı bir
gerdanlığı kaybetti. Hemen kaybettiği yere gerdanlığını aramak üzere geri
döndü. Hevdecini taşıyan adamlar geldiler, onu içinde zannederek hevdeci deveye yüklediler.
Hafifliğini farketmemiş-lerdi. Çünkü Hz. Âişe'nin (r.anha) yaşı çok gençti,
kendisini ağırlaştıracak kadar şişmanlamamiştı. Aynı şekilde bu kimseler
hevdeci hep birlikte taşıdıkları için hafifliğini hissedemediler. Şayet
hevdeci bi: ya da iki kişi kaldır-saydı durum gizli kalmazdı.
Hz. Âişe
konakladıkları yere dönüp geldi. Gerdanlığını bulmuştu ama burada hiç kimse
kalmamıştı. Konaklama yeri.ide oturdu. Kendisini kaybettiklerini anlayınca
aramak üzere buraya döneceklerini düşünüyordu. Allah, bütün işlerinde hâkimdir,
arşının üstünden işleri dilediği gibi düzenler. Gözlerini uyku bürüdü ve
nihayet uyuyakaldı. Safvan b. Muattal'ın, "İnna lilla-hi ve inna ileyhi
râciûn! Rasûlullah'ın hanımı!" sözünü duyuncaya dek uyanmadı. Safvan,
ordunun ardçılan arasında konaklamıştı, çünkü o çok uyuyan birisiydi. Nitekim,
İbn Ebî Hâtim'in Sahih'inâe ve Sözen'de denmektedir ki: Safvan Hz. Âişe'yi
görünce tamdı, —hicâb âyetinin inmesinden önce görüyordu— ve istircâda bulundu.
Sonra devesini çöktürüp Hz. Âişe'ye yaklaştırdı, o da deveye bindi. Hz.
Âişe'ye bir kelime bile söylemedi, o da kendisinden "İnna lillahi ve inna
ileyhi râciûn" sözünden başka bir şey işitmedi. Sonra Safvan, deveyi
yularından çekerek onunla birlikte ordunun bulunduğu yere varıncaya kadar
yürüdü. Ordu Nahruzzahîra'da konaklamıştı. İnsanlar bu durumu görünce her biri
seciyesine göre ve kendisine yakışan biçimde konuştular. Habîs ruhlu, Allah
düşmanı İbn Übey, soluklanacak bir fırsat buldu ve kalbindeki münafıklık ve
kıskançlık kederinden dolayı sözde taşkınlık yapıp iftirayı (ifk) orada burada
söylemeye, yalana yalan katmaya, ifki yaymaya, neşretmeye, toplamaya,
dağıtmaya başladı. Arkadaşları da bu konuda ona yaklaşmaya çalışıyorlardı.
Medine'ye dönünce, Hz. Peygamber (s.a.) bu konuda susup konuşmazken,
iftiracılar lakırdıya daldılar. Sonra Allah Ra-sûlü (s.a.) Hz. Âişe'den ayrılma
konusunda ashabıyla istişare etti. Hz. Ali, onu boşayıp başkasını almasına açık
değil dolaylı olarak işaret etti. Üsame ve başkaları ise düşmanların sözüne
aldırmayıp onu nikâhında tutmasını tavsiye ettiler. Hz. Ali, söylentilerdeki
şüpheyi gördüğü için Allah Rasûlü'nün (s.a.) insanların sözlerinden dolayı
çektiği gam ve kederden kurtulması için şek ve şüphenin yakîne terkedilmesini
önerdi; hastalığın kökünü kurutmak üzere görüş bildirdi. Üsame ise, Allah
Rasûlü'nün (s.a.) Hz. Âişe'ye ve babasına olan sevgisini, bunların da ötesinde
ve daha önemlisi onun temiz ve masum olduğunu, iffetli ve dindar biri olduğunu
biliyordu. Allah Rasûlü'nün (s.a.) Rab-bi katındaki değeri ve derecesinden
dolayı AUah'm O'nu müdafaa edeceğini bildiğinden ötürü Allah Rasûlü'nün evinin
hanımı, kadınları arasındaki sevgilisi ve Sıddık'ının kızını iftiracıların
indirdiği dereceye indirmeyeceğini; Ra-sûlullah'ın Rabbi katında en değerli
olduğunu ve Allah'ın, zinakâr bir kadım O'nun nikâhında bulundurmayacak kadar O'nun Allah
katında aziz olduğunu biliyordu. Yine Hz. Peygamber'in (s.a.) sevgilisi olan
Âişe-i Sıddîka'-nın, Rasülü'nün nikâhında iken onu fuhşa mübtelâ kılmayacak
kadar Rabbi katında yüce olduğunu biliyordu. Kim Allah'ı ve Rasûlü'nü (s.a.) ve
O'nun Allah katındaki değerini kalbinde güçlü bir şekilde duyuyorsa, Ebu Eyyub
ve sahabenin diğer ileri gelenlerinin bunu işitince söyledikleri gibi:
"Allah'ım! Seni noksanlardan tenzih ederiz, hâşâ bu büyük bir
iftiradır."[631]
der.
Onların Allah'ı teşbih
edişlerini ve bu makamda O'nu tenzih edişlerin-deki tanımayı, dostu ve
yaratıklarının en değerlisi olan Rasûlü'ne kötü ve zi-nakâr bir kadın nasip
etmesi gibi O'na yakışmayan şeylerden Allah'ı nasıl tenzih ettiklerini bir
düşün! Kim Allah hakkında böyle bir şey düşünürse O'nun hakkında kötü bir
zanda bulunmuştur. Allah ve Rasûlü'nü hakkıyla tanıyanlar, Allah Teâlâ'nm şu
sözünde belirttiği gibi, kötü kadınların ancak kendilerine benzer erkeklere
yakıştığını anlamışlardır: "Kötü kadınlar, kötü erkeklerindir. "[632]Dolayısıyla
bunun büyük bir suç isnadı ve apaçık bir iftira olduğundan şüphe etmeyerek
kestirip attılar.
Bu durumda şöyle bir
soru yöneltüebilir: Peki, Rasûlullah (s.a.) Allah'ı en iyi tanıyan, kendisinin
O'nun katındaki derecesini ve kendisine yakışanı en iyi bilen olduğu halde neden
Hz. Âişe'nin meselesi hususunda çekimser kalmış, ona soru sormuş, araştırıp
istişare etmiş ve sahabenin ileri gelenleri gibi: "Attanım! Seni tenzih
ederim. Hâşâ bu büyük bir iftiradır." dememiştir?
Cevap: Bu, Allah
Teâlâ'nm, bu kıssa sebebiyle bazı toplulukları yükseltip diğerlerini alçaltsm,
hidayete erenlerin hidayetini ve imanını güçlendirip zalimlerin ise sadece
hüsranını artırsın diye bu kıssayı Rasûlü ve ümmetinin bütünü için kıyamete
kadar bir imtihan, deneme ve kendileri için bir vesile kıldığı yüce hikmetlerin
bütünündendir. İmtihanın ve denemenin tam olması Hz. Âişe'ye iftira konusunda
Allah Rasûlü'ne vahyin bir ay süreyle kesilmesini gerektirdi. Allah'ın takdir
buyurup hükmettiği hikmetinin tamamlanması ve en mükemmel yönleriyle ortaya çıkması;
sadık mü'minlerin iman ve sebatlarının adalet ve doğruluk üzere artması ve
Allah'a, Rasûlü'ne, ehl-i beytine, sıddîk kullarına karşı hüsn-i zanlarının
devam etmesi; münafıkların iftira ve nifaklarının katmerlenmesi ve Allah'ın
Rasûlü'ne ve mü'minlere onların kalblerinde gizlediklerini açığa vurması;
Sıddîka (Hz. Âişe)dan ve ana-babasmdan istenen kulluğun tamama ermesi; Allah'ın
onlara olan nimetlerinin tamamlanması; gerek Hz. Âişe'nin gerekse ebeveyninin
Allah'a olan ihtiyaç ve rağbetleri, O'na muhtaç olmaları ve boyun eğmeleri,
O'na hüsn-i zanda bulunmaları ve ümit bağlamalarının artması; böylece Hz.
Âişe'nin, yaratıklardan ümidini kaybedip herhangi bir insanın elinden yardım
ve destek gelebileceğinden ümidini kesmesi için bu konuda Hz. Peygamber'e
(s.a.) hiçbir şey vahyedilmedi. Ana babası kendisine: "Kalk, Allah
Rasûlü'ne (s.a.) teşekkür et. Allah O'na senin masum olduğunu vahyetti."
dediklerinde bu makamın hakkını tam verdi ve: "Vallahi kalkmam, yalnızca
masum olduğumu vahyeden Allah'a hamdederim." dedi.
Ayrıca bu olay
ayıklandı, temize çıkarıldı ve mü'minlerin kalpleri bu konuda Allah'ın,
Rasülüne vahiy göndermesini olabilecek en muazzam bir şekilde gözetledi ve
bunu son derece istekle bekleyip durdular. İşte bu durum, Hz. Peygamber'e bir ay
süreyle vahyin kesilmesinin hikmetlerindendir. Ra-sûlullah'm (s.a.), ehl-i
beytinin, Sıddîk'ın ve ailesinin, ashabımn ve mü'minlerin en çok ihtiyaç
duydukları anda vahiy ansızın geliverdi. Öyle ki toprağın yağmura en çok
gereksinim duyduğu anda yağmurun yağması gibi geldi. En güç ve en nazik bir
konumda gelmişti. Tam bir sevinçle sevindiler ve son derece neşelendiler.
Şayet Allah, Rasûlü'nü hemen ilk anda olayın gerçeğine muttali kılsaydı ve o
anda hemen vahiy gönderseydi bu hikmetler ve daha nice kat kat hikmetler.,
kaybolur giderdi.
Yine Allah Teâlâ,
Rasûlü'nün ve ehl-i beytinin kendi katındaki derecesini ve onların kendi
katındaki değerlerini açığa vurmayı, Rasûlü'nü bu darboğazdan çıkarmayı ve
O'nu bizzat savunup müdafaa etmeyi ve düşmanlarım reddetmeyi, Rasûlü'nün bir
müdahelesi olmayan ve O'na nisbet edilemeyen bir işten dolayı O'nu
ayıplamalarına ve kötülemelerine cevap vermeyi üstlenmiş, hatta bunu O tek
başına yüklenerek Ras'ûlü'nü ve ehl-i beytini müdafaa etmek istemiştir.
Asıl maksat Rasûluîlah'a
eziyet vermekti. Hanımına iftira atılan kimse suçsuz olduğunu bilse veya
bilmeye yakın bir zanla tahmin etse onun, hanımının masum olduğuna şahitlik
etmesi yakışık almazdı. Rasûlullah (s.a.) Hz. Âişe hakkında kesinlikle sû-i
zanda bulunmamıştır; hem Rasûlullah'ı hem de Hz. Âişe'yi bundan tenzih ederiz.
Bunun için iftiracılardan mazur görülmesini isteyerek Rasûlullah şöyle
buyurdu: "Ailem hakkında bana eza veren bir şahsa karşı bana kim yardım
eder. Vallahi, ben ailem hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyorum. Bu
iftiracılar bir adamın adım ortaya attılar ki, onun hakkında da hayırdan başka
bir şey bilmiyorum. Bu adam ailemin yanma ancak benimle birlikte
girmiştir." Zira Rasûlullah'm (s.a.) sahip olduğu, Sıd-dîka'nın
suçsuzluğuna delâlet eden ipuçları mü'minlerinkinden çok daha fazlaydı. Fakat
sabrının, sebatının, merhametinin, Rabbine olan hüsn-i zanm-nın ve O'na olan
güveninin mükemmelliğinden ötürü sabır ve sebat makamının ve Allah'a hüsn-i
zan beslemenin gereğini tam olarak yerine getirdi. Nihayet, gözünü aydınlatıp
gönlünü sevindiren ve değerini artıran, Rabbinin kendisine ne kadar önem
verdiğini ümmetine bildiren, onun işine itina ettiğini gösteren vahiy
geliverdi.
Hz. Âişe'nin günahsız
oluşunu bildiren vahiy gelince Allah Rasûlü (s.a.), iftirasını açığa vuranlar
hakkında emir buyurdu, seksener değnek had cezası vuruldu. Habîs ruhlu Abdullah
b. Übeyy'e ise iftiracıların başı olmasına rağmen had vurulmadı. Denilmiştir
ki: Zira had cezalan had vurulanlar için bir günahı hafifletme ve bir keffarettir.
Halbuki habîs adam buna lâyık değildir. Allah ona ahirette büyük bir azap
vaadetmiştir ki hadde gerek yoktur; bu ona yeter. Yine denilmiştir ki: Bilâkis
o kişi sözü süsleyip püslüyor, derleyip toparhyarak anlatıyor ve kendisine
isnad edilmeyecek şekilde kalıplara sokuyordu. Şöyle de denilmiştir: Had,
ancak itirafla veya bir delille sabit olur. O ise iftira ettiğini itiraf
etmedi. Ayrıca hiç kimse onun iftirada bulunduğuna dair şahitlik etmedi. Çünkü
o bunu sadece yandaşlarının arasında söylüyordu ve onlar da aleyhine şahitlik
etmediler. Zaten mü'minler arasında böyle bir şey söylemiyordu.
Bir başka görüşe göre:
Hadd-i kazf (iftira cezası) Allah hakkı olduğunu söyleyenler bulunsa da kul
hakkıdır, ancak hak sahibinin istemesiyle bu hak alınır. İftira atılan kimsenin
istemesi gerekir. Hz.Âişe ise bu hakkı İbn Übey'-den talep etmemiştir.
Bir görüşe göre ise:
Allah Rasûlü (s.a.), onun münafıklığının ortaya çıkmasına ve defalarca
öldürülmesi gerekecek şekilde konuşmasına rağmen öldürmediği gibi, bu defa da
ona had cezası uygulanmasını daha büyük bir fayda —onun kavminin kalbini
kazanmak ve onları İslam'dan nefret ettirmemek— nedeniyle terketmiştir. Çünkü
bu habis ruhlu adam kendisine itaat olunan ve reis konumunda bir kimseydi.
Dolayısıyla ona had vurulması halinde fitnenin ayaklanmasından emin
olunamazdı. Belki de bütün bu sebeplerden dolayı kendisine had vurulması
terkolundu.
Mistah b. Üsâse,
Hassan b. Sabit ve Hamne bt. Cahş gibi gerçek mü'-minlere, günahlarını
temizlemek ve onlara keffaret olmak üzere had vurdurdu. O halde Abdullah b.
Übeyy'in bunların dışında bırakılması, buna lâyık olmamasmdandır.
Sıddîka'mn
suçsuzluğuna dair âyet inip ana babasının "Kalk da Rasû-lullah'a (s.a.)
teşekkür et." demeleri üzerine: "Vallahi, kalkmam ve ancak
Allah'a hamdederim." sözü üzerinde
düşünen kimse; onun Allah'ı tanımasını, imanının gücünü, nimeti Rabbine
yükleyişini, bu makamda hamdi yalnız O'na tahsis edişini, tevhidi
soyutlayışını, musibet anındaki cesaretinin gücünü ve kendisinin suçsuzluğuna
delil getirişini anlar. Hz. Âişe, sulha rağbet ve onu talep makamında
kalkmasını gerektiren şeyi yapmadı. Rasûlullah'ın (s.a.) kendisine olan
sevgisine, güvenine rağmen sevgilinin sevgiliye naz olarak diyeceğini dedi;
özellikle naz makamlarının en güzeli olan böyle bir makamda sözü tam yerinde
kullandı. Onun; "Ancak Allah'a hamdederim, zira suçsuzluğuma dair vahiy
indiren O'dur." dediği zaman Allah'a olan sevgisi ne kadar güzeldir? Onun
bu sebatı ve vakan Allah içindir ve O, kendisine en sevimli şeydir, O'na karşı
sabredemez. Oysa sevgilisinin (Rasûlullah'ın) gönlü bir ay kendisine karşı
değişmiş, sonra da ondan hoşnutluk ve ikbal görmüştür. Bu nedenle O'na kalkıp
teşekkür etmede, Rasûlullah'ı çok sevmesine rağmen onun hoşnutluğuna ve
yakınlığına sevinmede acele etmedi ki, bu gayet sebatkâr ve güçlü bir
davranıştır.
Bu mesele hakkında Hz.
Peygamber (s.a.): "Ailem konusunda bana eza veren bir adam hakkında kim
bana yardımcı olur?" dediğinde Abdüleşhelo-ğulîanmn kardeşi Sa'd,b.
Muaz'ın kalkıp: "Ey Allah'ın Rasûlü! Sana ben yardım edeceğim!"
demesi ilim adamlarının birçoğuna problem olmuştur. Zira hiçbir âlim, Sa'd b.
Muaz'ın Hendek savaşından hemen sonra Kurayzaoğul-ları hakkında hüküm
vermesinin akabinde vefat ettiği konusunda ihtilâf etmemiştir; ve bunun 5.
yılda olduğu sabittir. Oysa îfk hadisesinin şu bahsettiğimiz Mustalıkoğulları
gazasında olduğunda şüphe yoktur ki bu gaza, Müreysî gazâsıdır. Âlimlerin
çoğunluğuna göre bu gaza Hendek savaşından sonra hicri 6. yılda olmuştur. Bu
problemi çözmek için âlimler farklı metodlardan yola çıkmışlardır: Musa b.
Ukbe, Buharî'nin kendisinden rivayetine göre Müreysî gazasının Hendek'ten önce
hicretin 4. yılında olduğunu söylemiştir. Vakıdî, 5. yılda olduğunu ifade etmiş
ve: "Kurayza ve Hendek savaşları ondan sonradır" demiştir. Kadı
İsmail b. İshak da: "Bu konuda ihtilâf ettiler. En doğrusu Müreysî
gazasının Hendek savaşından önce olmasıdır," demiştir. Buna göre problem
yoktur. Fakat âlimler aksi görüştedirler. Hem ifk hadisinde de bunun aksini
gösteren deliller vardır. Çünkü Hz. Aişe: "Olay, hicab âyeti nazil olduktan
sonra oldu." dem ektedir.[633]
Hicab âyeti ise Zeyneb bt. Cahş hakkında inmiştir. O zaman Zeynep Hz.
Peygam-ber'in (s.a.) nikâhındaydı. Çünkü Rasûlullah (s.a.) Hz. Zeyneb'e Hz.
Âişe hakkındaki kanaatini
sormuş, o da: "Kulağımı ve gözümü duymadığım, görmediğim şeyden muhafaza
ederim." demişti. Hz. Âişe der ki: "Zeyneb, Hz. Peygamber'in
hanımları arasında benimle rekabet ederdi."
Tarihçiler, Hz.
Peygamber'in (s.a.) Zeyneb'Ie evlenmesinin hicretin 5. yılı Zilkade ayında
olduğunu kaydederler. Buna göre Musa b. Ukbe'nin görüşü sahih değildir.
Muhammed b. İshak: "Mustahkoğüllan gazası Hendek savaşından sonra hicretin
6. yılında oldu." der, orada ifk hadisini zikreder. Ancak o bunu
Zührî'den, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe yoluyla Hz. Âi-şe'den aktararak
hadisi kaydeder. Bu hadiste: "Üseyd b. Hudayr kalktı ve: Ya Rasûlullah!
Size ben yardım edeceğim, dedi. Sa'd b. Ubâde de karşı çıktı." demekte ve
Sa'd b. Muaz'ı anmamaktadır. Ebu Muhammed İbn Hazm diyor ki: Kendisinde hiç
şüphe olmayan doğru budur. Sa'd b. Muaz isminin zikredilmesi bir yanlışlıktır.
Çünkü Sa'd b. Muaz, şüphesiz Kurayzaoğulları fethinin hemen peşinden vefat
etmiştir. Fetih ise hicretin 4. yılı Zilkade ayının sonunda olmuştur.
Mustalıkoğulları gazası ise, Sa'd'in vefatından 1 yıl 8 ay sonra, 6. yılda
olmuştur. Adı geçen iki şahıs arasındaki münakaşa, Mustalıkoğulları gazasından
dönüşten 50 günü aşkın bir zaman geçtikten sonra olmuştur. [634]
Ben derim ki: Doğru
olan, ileride geleceği gibi Hendek savaşının hicretin 5. yılında olduğudur.
. İfk hadisinde,
Buharî'nin, Ebu Vâil aracılığıyla naklettiği bir rivayetinde: Mesrûk'un: 'Ümmü
Rûman'dan ifk hadisini anlatmasını istedim, rivayet etti." dediği
geçmektedir[635] Bir çok âlim şöyle
demektedirler: Bu, apaçık bir yanlıştır. Zira Ümmü Rûman, Hz. Peygamber (s.a.)
döneminde vefat etmiş ve Allah Rasûlü (s.a.) kabrine inerek: "Hurilerden
bir kadına bakmaktan hoşlanan kimse buna baksın." demiştir[636]
Diyorlar ki: "Mesrûk, Ümmü Rûman'ın sağlığında Medine'ye gelip ondan hadisi
rivayet etmesini istemiş olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) ile görüşmüş olması ve
O'ndan hadis işitmiş olması gerekirdi. Halbuki Mesrûk, Medine'ye ancak Allah
Rasûlü'nün (s.a.) vefatından sonra gelmiştir." Yine diyorlar ki:
"Mesrûk, Ümmü Rûman'dan bu hadisten başka bir hadis daha rivayet etmiş,
ancak mürsel olarak rivayette bulunmuştur. Dolayısıyla bazı râviler, onun Ümmü
Rûman'dan hadis işittiğini zannetmişler ve bu hadisi de duyduğuna
hamletmişlerdir. Beiki de Mesrûk: 'Ümmü Rûman'dan rivayet etmesi istendi.'
demiştir de bazıları bunu.*Ben
istedim' şeklinde yanlış okumuşlardır. Çünkü âlimlerden hemzeyi her zaman elif
üstüne yazanlar vardır."
Öteki âlimler diyorlar
ki: Bütün bunlar Buharî'nin Sahih'ine aldığı sahih rivayeti reddetmez. İbrahim
el-Harbî ve başkaları demişlerdir ki: "Mesrûk, henüz on beş yaşındayken
Ümmü Rûman'dan hadisi sormuş, yetmiş sekiz yaşında iken de vefat etmiştir. Ümmü
Rûman, Mesrûk'un kendisinden hadis rivayet ettiği kimselerin en
eskisidir". Bunlar diyorlar ki: "Ümmü Rûman'ın, Hz. Peygamber (s.a.)
hayatta iken vefat ettiğine ve Hz. Peygamber'in (s.a.) onun kabrine indiğine
dair hadise gelince, bu hadis sahih değildir.Sahih olmasını engelleyen iki
illet vardır: Birincisi; Aii b. Zeyd b. Cüd'ân'ın rivayet etmiş olmasıdır ki bu
râvi, hadisiyle delil getirüemiyecek zayıf bir râvidir. İkincisi ise; hadisi
Hz. Peygamber'den (s.a.) Kasım b. Muhammed yoluyla rivayet etmiş olmasıdır.
Kasım ise Hz. Peygamber (s.a.) devrine yetişmemiştir. Öyleyse bu hadis nasıl
olur da Buharî'nin Sahih'inde rivayet ettiği güneş gibi bir isnada sahip
hadisin karşısında kabul görebilir! Buharî hadisinde Mesrûk: 'Ümmü Rûman'dan
sordum da hadisi bana anlattı.' demektedir ki, bu hadisin lafzının 'süüet =
soruldu' olmasını iptal eder." Ebu Nuaym da, MaYıfetü's-Sahabe adlı
eserinde: "Ümmü Rûman'ın, Hz. Peygamber (s.a.) döneminde vefat ettiği
söylenilmişse de bu yanlıştır." der.
İfk hadisinin
rivayetlerinden birinde: Hz. Ali'nin kendisiyle istişare ettiğinde Hz.
Peygamber'e (s.a.); "Cariyeye sor, o sana doğrusunu söyler." dediği;
bunun üzerine Berîre'yi çağırıp sorduğunda onun: "Âişe hakkında kuyumcunun
halis altın hakkında bildiğinden başka bir şey bilmiyorum." dediği veya
buna benzer bir şey söylediği geçmektedir. Bu da bir problem olmuştur. Çünkü
Berîre, ancak bundan uzun bir süre sonra kölelik sözleşmesi yapıp azad
olmuştur. Hz. Peygamber'in (s.â.) amcası Abbas o zaman Medine'de idi. Hz.
Abbas ise Medine'ye ancak Mekke fethinden sonra gelmişti. Bunun için Hz.
Peygamber (s.a.), kocasına dönmesi için Berîre'ye aracılık edip onun da buna
razı olmadığı zaman, amcasına: "Ey Abbas! Mugîs'in kendisine olan
sevgisine rağmen Berîre'nin ona nefret duymasına hayret .etmiyor musun?"
demiştir.[637]
İfk hâdisesinde
Berîre, Hz.Âişe'nin yanında değildi. Onların bu zikrettikleri şayet bağlayıcı
ise, o zaman yanlışlık, cariyenin Berîre olarak isimlen-dirilmesindedir. Hz.
Ali, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Berîre'ye sor" dememiş, sadece
"Cariyeye sor, o sana doğrusunu söyler." demişti. Bazı râviler onu
Berîre sandılar ve onu öylece isimlendirdiler. Eğer Mugîs'in Fetih sonrasına
kadar karismil istemeye
devam etmiş ve ondan ümit kesmemiş olması suretiyle onların zikrettikleri
bağlayıcı değilse problem ortadan kalkar[638]. En
iyi bilen Allah'dır.
Bu gazadan dönüşleri
esnasında münafıkların başı İbn Übey: "Medine'ye dönersek, andolsun ki
üstün kimseler zelil kimseleri oradan çıkaracaktır." dedi. Zeyd b. Erkam
bu sözü Hz. peygamber'e (s.a.) iletti. İbn Übey de gelip kendini mazur
göstererek böyle bir şey söylemediğine yemin etti. Hz. Peygamber (s.a.) susup
bir şey söylemedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ Münafi-kûn sûresinde Zeyd'i tasdik
eden âyetleri indirdi. Allah Rasûlü (s.a.) Zeyd'in kulağından tutup:
"Müjdeler olsun, Allah seni doğruladı." dedi, sonra: "Bu, kulağı
ile Allah'a vefakârlık gösteren kimsedir." buyurdu. Bunun üzerine Hz.
Ömer: "Ey Allah'ın Rasûlü! Abbâd b. Bişr'e emret de İbn Übey'in boynunu
vursun." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) de: "İnsanlar, Muhammed ashabını
öldürüyor diye konuştuklarında onlara bunu nasıl anlatırız?" buyurdu.[639]
İki görüşten en
kuvvetlisine göre, hicretin 5. yılının Şevval ayında vuku bulmuştur. Çünkü Uhud
savaşının hicri 3. yılın Şevval ayında olduğunda ihtilâf yoktur. Müşrikler,
ertesi yıl yani hicrî 4. yılda Rasûluilah'a (s.a.) savaş için geleceklerine
dair söz vermişlerdi. Ama o yıl kıtlık başgösterdiğinden dolayı sözlerini
tutmayıp caydılar. Hicri 5. yıl olunca Rasûlullah'la (s.a.) savaşmak üzere
geldiler. Siyer ve meğâzi âlimlerinin görüşü budur.
Musa b. Ukbe, megazî
ve siyer âlimlerine karşı çıkarak; "Aksine (Hendek savaşı) hicrî 4. yılda
vuku bulmuştur." der.
İbn Hazm:
"Kuşkusuz sahih olan budur." der. Ve bu görüşe Sahihayn' -da geçen şu
İbn Ömer hadisini delil gösterir: "Uhud savaşında İbn Ömer, on
dörtyaşındaiken Rasûluilah'a (s.a.) gösterildi de (savaşması için) izin vermedi.
Daha sonra Hendek savaşı sırasında on beş yaşında iken gösterilince izin verdi.[640]
îbn Hazm der ki:
"Şu halde doğru olan, iki savaş arasında sadece bir yıl olduğudur."[641]
Bu görüşe iki şekilde
karşı çıkılabilir:
1— îbn Ömer
haber vermiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.) kendisini sava-şamayacak kadar küçük
gördüğü için geri çevirmiş ve savaşabileceği yaşa ulaştığını anlayınca da izin
vermiştir. Yoksa bunda (İbn Ömer'i^) on dört yaşını bir yıl veya daha fazla
aşmış olmasını çürüten bir durum yoktur.
2— Belki de
İbn Ömer, Uhud savaşında on dört yaşma yeni basmış, Hendek savaşında ise on
beşinin sonuna gelmişti. [642]
Hendek savaşının
sebebi şuydu: Yahudiler Uhud savaşında müşriklerin müslümanlara galip geldiğim
görüp Ebu Süfyan'm müslümanlarla savaşmak üzere verdiği sözü öğrenince Sellâm
b. Ebi'l-Hukayk, Sellâm b. Mişkem, Ki-nâne b. Rebî' ve daha başkaları gibi
Yahudi ileri gelenlerinin bulunduğu bir grup, Kureyş'i Allah Rasûlüne (s.a.)
karşı savaşa teşvik ve kışkırtmak için Mekke'ye gittiler ve onlara yardım
edeceklerine dair söz verip ertesi yıl geri döndüler. Kureyşliler bunların
tekliflerini kabul etti. Kureyş'ten sonra Gata-fân kabilesine gidip onları da
(bu işe) çağırdılar. Onlar da bu teklifi kabul etti. Daha sonra, aym şekilde
bütün Arap kabilelerini birer birer dolaştılar. Çağrılan her kabile davetlerini
kabul etti.
Kureyş'Iiler Ebu
Süfyan komutası altında dört bin kişiyie yola çıktı. Sü-leymoğullan kabilesi
Merru'z-Zahrân denilen yerde onlara katıldı. Aynı şekilde Esedoğulları,
Fezâre, Eşca' ve Mürreoğulları kabileleri de yola çıktı. Gatafan kabilesi ise
Uyeyne b. Hısn komutasında geldi. Hendek savaşma katılan kâfirlerin toplam
sayısı on bin idi. [643]
Allah Rasûlü (s.a.)
müşriklerin gelmekte olduğunu işitince sahabe ile istişare etti. Selman-ı
Farisî, Rasülullah'a (s.a.) düşmanla Medine arasına hendek kazılmasını teklif
etti. Allah Rasûlü (s.a.) de bu işin yerine getirilmesini emretti.
Müslümanlar hep
birlikte bu işe koşuştular. Bizzat Hz. Peygamber (s.a.) de bu işte çalışmış ve
müslümanlar (kendilerine karşı olan) kâfir hücumunu önlemek için acele
etmişlerdir. Tevatüren geldiği üzere, hendek kazmasında nübüvvetinin delilleri
ve peygamberliğinin işaretleri vardır. Hendek, Sel' dağının eteğine
kazılmıştı. Sel' dağı müslümanların arkasındaki dağ olup, hendek, onlarla
kâfirler arasındaydı.
Allah Rasûlü (s.a.) üç
bin müslümanla çıktı. Dağı arkasına, hendeği de önlerine siper edindi.
îbn İshak, "Yedi
yüz kişiyle çıkmıştır" der. Bu Allah Rasûlû'nün (s.a.) Uhud harbine
çıkışma (bakılarak yapılan) bir hatadır.
Hz. Peygamber (s.a.)
kadın ve çocukların Medine'nin hisar ve kalelerine yerleştirilmesini emretti.
Başlarına da İbn Ümmi Mektûm'u bıraktı. [644]
Huyey b. Ahtab,
Kurayza yahudilerine gidip kalelerine yaklaştı. Kâ'b b. Esed ona kapıyı açmak
istemedi. Bunun üzerine Huyey, kapıyı açıncaya kadar dil döktü. Yanma girince;
"Sana zamanın kuvvet ve şerefini, sana Mu-hammed'le savaşmak üzere
başlarında komutanları olduğu halde Kureyş, Gatafan ve Esedoğullarımn
(ordularını) getirdim." dedi.
Kâ'b b. Esed:
"Allah'a yemin olsun ki sen bana zamanın zillet ve horlu-ğunu, suyu
boşalmış, şimşekler çakan, gürültüler koparan fakat içi boş bir bulut
getirmişsindir." dedi. Huyey, Kâ'bTD. Esed'e, Allah Rasûlü (s.a,) fle
arasındaki ahdi bozup müşriklerle beraber Allah Rasûlü'ne (s.a.) karşı savaşa
girmeyi kabul etmesine kadar ısrar etti. Müşrikler bu karara son derece
sevindiler. Yalnız Kâ'b, Huyey'e, şayet Muhammed'e karşı galip gelemezler-se
kendisiyle beraber gelip kalesine girmesini ve onun başına geleceklerin Huyey'e
de gelmesi şartıyla bunu kabul edeceğini söyledi. Huyey de kabul etti ve ona
verdiği sözü tuttu.
Kurayzaoğullan
yahudilerinin durumu ve andlaşmayı bozdukları haberi Allah Rasûlü'ne (s.a.) ulaşınca,
Sa'd b. Ubâde, Sa'd b. Muaz, Havvât b. Cü-beyr ve Abdullah b. Revâha'yı;
onların verdikleri sözde durup durmadıklarını, anlaşmayı bozup bozmadıklarını
anlamaları için Kurayza yahudilerine gönderdi. Bu sahabîler, Kurayzaoğullarına
yaklaştıklarında onları, olabilecek en kötü bir hal ve tutum üzere buldular.
Allah Rasûlû'nün (s.a.) elçilerine açıktan açığa sövüp düşmanlıklarım izhar
ettiler. İş, Allah Rasûlü'ne (s.a.) dil uzatmaya kadar varınca, onlardan
ayrılıp, yahudilerin kesin olarak ahid-lerini bozup sözlerinde durmadıklarını
haber vermek üzere Allah Rasûlüne (s.a.) yöneldiler.
Bu durum müsîümanlara
çok ağır geldi. İşte o zaman AllaliRasûlü (s.a.): "Allahu ekber! Ey
müslümanlar! müjde size!" buyurdu. Belâ şiddetlendi, nifak başgöstermeye
yüz tuttu. Hâriseoğullarmdan bazıları Allah Rasûlü'-nden (s.a.) Medine'ye
gitmek için izin isteyerek şöyle dediler: "'Evlerimiz gerçekten açıktır.'
Halbuki onlar (in evleri) açık değildi. Onlar sadece kaçmak istiyorlardı.
"[645] Selemeoğullan da
dağılmaya yeltendi, fakat daha sonra Allah (c.c), iki grubu da sebat ettirdi. [646]
Müşrikler Allah
Rasülü'nü (s.a.) bir ay süreyle kuşatma altında tuttular. Ancak Allah'ın,
müslümanlarla müşrikler arasındaki hendekle O'nu koruması sebebiyle aralarında
çarpışma olmadı. Şu kadar var ki, Amr b. Abd-i Ved ve onunla beraber Kureyş'ten
birkaç süvari hendeğin yanına kadar geldiler. Hendekle karşılaşınca: "Bu,
Arapların hiç bilmediği bir harp hilesidir." diyerek hendeğin en dar
yerine yönelip, oraya hücum ettiler. Atlarıyla sıçrayıp hendekle Sel' dağı
arasındaki kıraç yere geçtiler. Müslümanlara meydan okuyup döğüşmeye devam
ettiler. Amr b. Abd ile döğüşmek için Hz. Ali -Allah O'ndan razı olsun- ileri
atıldı ve onunla karşılaştı. Allah onun elinde Amr'ın canını aldı. Amr b. Abd,
müşriklerin en namlı kahraman ve babayi-ğitlerindendi. Geri kalanlar da
korkarak arkadaşlarının yanına kaçtılar. Hendek savaşında müslümanların
parolası: "Hâ Mim. Lâ yunsarûn = Ha Mîm. Onlar yardım görmeyecekler."
idi.'[647]
Muhasara hali
müslümanların aleyhine uzayıp gidince Allah Rasûlü (s.a.) Gatafan
komutanlarından Uyeyne b. Hısn ve Haris b. Avf ile, şayet kavimleriyle
birlikte çekip giderlerse Medine'nin yıllık meyve mahsûlünün üçte birini
vermek kaydıyla anlaşma yapmak istedi. Görüşmeleri bu şekilde devam ediyordu:
Allah Rasûlü (s.a.) bu hususta Sa'd b. Ubâde ve Sa'd b. Muaz'ın görüşlerini
sordu. Onlar: "Ey Allah'ın Rasûlü! Eğer Allah (c.c.) bunu, bu şekilde sana
emretmişse başımız gözümüz üstüne! Yok eğer bu sadece senin,
bizim için yaptığın bir şeyse buna hiç
hacet yok. Çünkü (bir zamanlar) bjz ve şu kavim Allah'a şirk koşar, putlara
taparken bile, bunlar misafirlik |e satın almanın dışında Medine'nin bir tek
meyvesini yemeyi bile umamamış-lardır. Şimdi Allah bizi İslâm'la
şereflendirmiş, ona ulaştırmış ve seninle kuvvetlendirmişken mi mallarımızı
onlara verelim? Onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yok!" dediler.
Allah Rasûlü (s.a.) de görüşlerini haklı bularak: "Ben, ancak bütün
Arapların sizin üzerinize üşüştüklerini gördüğüm için böyle bir şey yapmak
istemiştim." dedi. [648]
Sonra şüphesiz Allah
Azze ve Celle, -hamd O'nadır- kendi katından bir !işi icra ederek düşmanı
perişan etti. Hepsini bozguna uğratıp kılıçlarını paramparça etti. Bunu
hazırlayan, kolaylaştıran ilâhî lütuf şu idi: Gatafan'dan, Nu-aym b. Mes'ûd b.
Âmir -Allah O'ndan razı olsun- adında bir kişi Allah Rasûlü'ne (s.a.) gelerek:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Ben müslüman oldum, istediğini emret." dedi.
Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Sen bir tek kişisin. Elinden
geldiğince, bizi kuşatmış olan kavimlerin arasına gir de onları bize karşı
savaşmaktan vazgeçirmeye bak. Çünkü harp, aldatmaktan ibarettir!" buyurdu.
Bunun üzerine Nuaym,
Kurayza yahudilerinin yanma gitti. Cahiliyye döneminde onların dostu idi.
Aralarına karıştı. Yahudiler onun müslüman olduğunu bilmiyorlardı. Nuaym şöyle
dedi: "Ey Kurayzaoğullan! Şüphesiz siz Muhammed'e karşı harp açtınız.
Şayet Kureyşliler bir fırsatını bulabilirlerse onları yener, ganimetlerini
toplarlar. Yok eğer yenemeyecek olurlarsa, dönerek yurtlarına savuşur, sizi
Muhammed'le başbaşa bırakırlar. O da sizden intikamını alır." Yahudiler:
"Peki ne yapalım, ey Nuaym?" dediler. Dedi ki: Siz kendilerinden
rehineler almadıkça onlarla birlikte savaşmayın." O zaman: "Sen bize
iyi bir öğüt verdin." dediler.
Sonra Nuaym b. Mes'ûd,
hemen Kureyşlilerin yanına gitti ve onlara şöyle dedi: "Size karşı olan
sevgi ve dostluğumu çok iyi bilirsiniz." Evet, dediler. Bunun üzerine,
"Yahudiler, Muhammed ve arkadaşlarıyla, aralarında olan anlaşmayı
bozduklarına pişman olmuşlar. Sizden rehineler alarak O'na göndereceklerini,
sonra da o rehinelerin, size karşı O'na yardım edeceklerine dair haber
göndermişler. Şayet sizden rehineler isteyecek olurlarsa sakın onlara kimseyi
vermeyiniz." diye tenbihte bulundu. Daha sonra Gatafanoğulları-nın yanına
giderek onlara da aynı şeyi söyledi.
Şevval ayının
cumartesi gecesi gelince Kureyş müşrikleri, yahudilere elçi göndererek
"Biz burada hep böyle oturacak değiliz. Paçalar ve ayakkabılar eskidi.
Kalkın gelin, Muhammed'le savaşalım." dediler. Yahudiler de müşriklere
bir elçi göndererek: "Bu gün cumartesidir. Siz, bizden önde, cumartesi
günü iş yapmış olan kimselerin başlarına geleni bilirsiniz. Ayrıca, cumartesi
günü çıktıktan sonra bile, bize rehineler göndermedikçe sizinle beraber savaşacak
değiliz." dediler.
Elçileri bu haberi
getirince Kureyşliler: "Allah'a yemin olsun ki Nuaym'ın söyledikleri demek
ki doğru imiş" dediler, sonra da yahudilere haber göndererek:
"Allah'a yemin olsun ki size bir kişi bile gönderecek değiliz. Bizimle
çıkın, Muhammed'le savaşalım!" dediler. Buna karşılık Kurayza yahudileri
de: "Vallahi demek ki Nuaym'ın size getirdiği haber doğru imiş."
dediler. Böylece iki taraf birbirinden ayrılmış oldu. [649]
Nihayet Allah (c.c.)
müşrikler üzerine bir rüzgâr ordusu gönderdi. Bu rüzgâr ordusu çadırlarını
kökünden sökmeye başladı. Ters çevirmedik hiçbir kazan, koparmadık hiçbir ip
bırakmıyor, artık bir yerde sabit duramıyorlar-dı. Allah'ın melekler ordusu ise
onları sallıyor, kalplerine ürkeklik ve korku salıyordu.
Allah Rasûlü (s.a.)
Huzeyfe b. Yeman'ı, onların durumlarını öğrenmek için gönderdi. Huzeyfe b.
Yeman onları bu halde buldu; gitmek için hazırlanmışlardı. Geri dönerek Allah
Rasûlü'ne (s.a.) müşriklerin gittiği haberini verdi.
Hz. Peygamber (s.a.)
sabaha eriştiğinde Allah (c.c), düşmanı umduğuna nail olamadan kinleriyle
gerisin geriye göndermişti. Allah (c.c), düşmanın savaşından Rasûlünü korumuş,
vaadini gerçekleştirmiş, ordusunu güçlendirmiş, kuluna yardım etmiş ve tek
başına bütün orduları bozguna uğratmıştı. [650]
(Savaş bittikten
sonra) Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye gelerek silahını bıraktı. Ümmü Seleme'nin
evinde yıkanırken Cebrail (a.s.) geldi ve: ' Silahı bıraktınız ha? Halbuki,
melekler henüz silahlarını bırakmadılar. - Kurayzaoğullan yahudilerini
kastederek - Şunlarla savaşmak için hazırlan!" dedi. Bunun üzerine Allah
Rasûlü (s.a.) ashaba seslenerek: "İşiten ve itaat eden kişi ikindi namazım
Kurayzaoğullari topraklarından başka yerde kılmasın." buyurdu.[651]
Müslümanlar emre itaatle derhal yola çıktılar.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) Kurayzaoğullarma düzenlediği gaza yukarıda anlatıldı. Hendek ve
Kurayzaoğulları savaşında müslümanlar on kişi kadar şehit vermiştir.[652]
Yukarıda anlattığımız
gibi, Ebu Râfi' müşrik ve yahudi ordularını Allah Rasûlü'ne (s.a.) karşı savaşa
kışkırtan kimseler arasındaydı. Fakat arkadaşı Huyey b. Ahtab gibi
Kurayzaoğullarıyla birlikte öldürülmemişti. Evs kabilesinin Kâ'b b. Eşrefi
Öldürmekle elde ettiği fazilette onlara denk olmak için Hazreçliler Ebu Râfi'i
Öldürmek için can attılar. Allah Teâlâ bu iki kabileyi Allah Raûiü'nün (s.a.)
emrinde, hayır işlerde adeta birbirini geçmek için yarış ettirmiştir. Bunlar
Ebu Râfi'i öldürmek için Allah Rasûlü'nden (s.a.) izin istediler, O da izin
verdi. Hepsi de SelemeoğuHarından olan, kavmin reisi Abdullah b. Atîk'le
beraber Abdullah b. Üneys, Ebu Katâde, Haris b. Rib'î, Mes'ûd b. Sinan ve Huzâî
b. Esved onu öldürmek için ileri atıldılar.
Yola koyulup onun
Hayber'deki evine vardılar. Geceleyin baskın yapıp Ebu Râfi'i öldürerek, Allah
Rasûlü'nün (s.a.) yanına döndüler. Hepsi de Ebu Râfi'i kendisinin öldürdüğünü
iddia ediyorlardı. Bunun üzerine Allah Rasû-
İÜ (s.a.):
"Kılıçlarınızı bana gösteriniz." dedi. Kılıçlarını Allah Rasûlü'ne
(s.a.) gösterdiklerinde Abdullah b. Üneys'in kılıcı için: "Ebu Râfi'i öldüren
kılıç budur. Çünkü onda yemek kalıntısı görüyorum." dedi.[653]
Allah Rasûlü (s.a.)
Kurayzaoğulları savaşından sonra, iki yüz kişilik bir kuvvetle, savaşmak üzere
Lihyanoğullarına doğru sefere çıktı. Lihyanoğul-larmı gafil avlamak için, Şam'a
gidiyor gibi göründü. Medine'de yerine İbn Ummi Mektûm'u vekil bıraktı. Sonra
hızlanarak, Emeç ile Usfan arasında Lihyanoğullarına ait bölgedeki vadilerden
biri olan Guran vadisine kadar geldi. Burası Hz. Peygamberin (s.a.) İslâm'ı
tebliğ için gönderdiği sahabilerinin musibete uğradıkları yerdi. Onlara rahmet
okudu ve dua etti. Fakat Lihyano-ğulları Peygamberimiz'in (s.a.) geldiğini
duyunca dağların tepelerine kaçtılar. Hz. Peygamber (s.a.) onlardan hiç kimseyi
ele geçiremedi. Ancak yurtlarında iki gün daha kaldı. Bu arada öncü birlikler
gönderdiyse de onlar da hiç kimseyi yakalayamadılar. Oradan Usfan'a gitti.
Kureyşliler kendisini dinlesinler diye on süvariyi Kürâu'I-Gamîm'e gönderdi.
Sonra da Medine'ye döndü. Medine'den uzak kalışı on dört gece sürdü.[654]
Lihyanoğulları
seferinden sonra Allah Rasûlü (s.a.), Necid taraflarına
süvari birliği gönderdi. Bunlar,
Hanîfeoğullannın reisi Sümâme b. Üsâl el-Hanefî'yi yakalayarak Peygamberimiz'e
(s.a.) getirdiler. Allah Rasûlü (s.a.) Sümâme b. Üsâl'i mescidin direklerinden
birine bağladı. Yanma gelerek "Ey Sümâme! Gönlünden ne geçiriyorsun?"
dedi. O da: "Ey Muhammedi Şayet beni öldürecek olursan kanlı bir katili
öldürmüş olursun. Yok eğer bana iyilik eder, beni bağışlarsan, iyiliğin
kadrini bilen bir kimseye iyilik etmiş olursun. Eğer kurtulmam için mal
istersen, dilediğin kadar iste, al." dedi. Peygamberimiz (s.a.) de onu
kendi haline bıraktı. Sonra bir defa daha yanına gelerek aynı şeyi yine
söyledi. O da, önceki söylediği şekilde cevap verdi. Sonra Peygamberimiz (s.a.)
üçüncü bir sefer daha Sümâme'nin yanına gelerek "Sümame'yi serbest
bırakınız." dedi. Ashab da onu salıverdiler.
Sümâme, Mescidin
yakınındaki bir hurmalığa giderek gusletti. Sonra da Peygamberimize (s.a.)
gelerek müslüman oldu ve Peygamberimiz'e (s.a.) şöyle dedi: "Vallahi,
(akşamleyin) yeryüzünde bana, senin yüzünden daha sevimsiz bir yüz yoktu.
Fakat sabaha çıkınca senin yüzün bana yüzlerin en sevimlisi oldu. Vallahi, akşamleyin
yeryüzünde bana senin dininden daha sevimsiz bir din yoktu. Fakat sabaha
çıkınca senin dinin bana dinlerin en sevimlisi oldu. Senin süvarilerin beni
yakaladıklarında, ben umre yapmak istiyordum." dedi. Allah Rasulü (s.a.)
Sümame'yi müjdeleyerek (niyetlenmiş olduğu) umreyi yapmasını emretti.
Sümâme, Mekke'ye
Kureyşlilerin yanına gelince: "Demek dinden çıktın ey Sümâme?"
dediler. Sümâme de: "Hayır. Allah'a yemin olsun ki, dinden çıkmadım. Ancak
Muhammed'le (s.a.) birlikte müslüman oldum. Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın
Rasûlü (s.a.) izin vermedikçe, size Yemame'den bir buğday tanesi bile
gelmeyecek," dedi. [655]Yemame,
Mekke'nin gıda ambarı idi. Böylece yanlarından ayrılarak memleketine gitti ve
Mekke'ye herhangi bir şey gönderilmesini yasakladı. Bu Kureyşlilerin yaşayışını
iyice zorlaştırdı. Bunun üzerine Kureyşliler Allah Rasûlü'ne (s.a.) mektup
yazdılar; akrabalıkları hürmetine, Sümâme'ye mektup yazmasını rica ederek
kendilerine yiyecek gönderilmesine izin vermesini istediler. Allah Rasûlü
(s.a,) de isteklerini kabul ederek Sümâme'ye mektup yazıp Mekke'ye erzak
gönderme yasağını kaidırttı. [656]
Uyeyne b. Hısn
el-Fezârî, Gatafan kabilesinden Abdullah oğullarıyla birlikte Peygamberimiz'in
(s.a.) Gâbe'deki [657]sağmal
develerine baskın yaparak onları alıp götürdü. Usfanlı olan çobanı da öldürdü.
Baskıncılar çobanın karısını da götürdüler. Abdülmü'min b. Halef "Çoban
Ebu Zerr'in oğlu idi" diyor ki, bu gerçekten gariptir.
Bunun üzerine imdat
dileyen bir ses geldi ve: "Ey Allah süvarileri! Atlarınıza bininiz."
diye bağrıldı. Bu, bu şekilde savaşa ilk çağrı idi. Allah Rasu-lü (s.a.) zırh
gömlek içerisinde, tam silahlı vaziyette atına bindi. Peygamberimiz'in (s.a.)
yanma ilk gelen, zırhlı ve miğferli bir vaziyette Mik-dâd b. Amr idi. Allah
Rasûlü (s.a.) mızrağına sancağı bağlayarak: "Sen git, süvariler sana
erişecektir. Ben de peşin sıra geleceğim" dedi. Allah Rasûlü (s.a.)
(Medine'de) İbn Ümmü Mektûm'u yerine vekil bıraktı.
Seleme b. Ekva' yaya
olarak baskıncılara yetişti. Onları oka tutarak şöyle
dedi:
"Al sana! Ben
Ekva'm oğluyum. Bugün, alçakların öleceği gündür."
Seleme, Zü Kared'e
vardığında sağmal develerin hepsini aldığı gibi, ayrıca baskıncılardan otuz da
kaftan koparmıştı. Seleme der ki: Allah Rasûlü (s.a.) ve süvariler akşamleyin
bize yetiştiler. "Ey Allah Rasûlü! Şüphesiz baskıncılar susuzdur. Beni,
yüz kişiyle beraber göndersen de ellerinde bulunan davarlarım kurtarıp, su
kaplarını alsam." dedi. Allah Rasûlü (s.a.): "Gücün yettiğinde
yumuşak davran." buyurdular. Daha sonra "Şimdi onlara Gata-fanlılarm
toprağında ziyafet çekiliyordur." dedi.
İmdat isteği
Medine'deki Amr b. Avf oğullarına gelince, hemen yardım geldi. Süvariler de
gelmeye devam ediyordu. Topluluk kimileri yaya ve kimileri develerle olmak
üzere gelip Zû Kared'de Allah Rasûlü'ne (s.a.) katıldı.
Abdülmü'min b. Halef
der ki: "Ashab on sağmal deveyi baskıncılardan kurtarmış, geri kalan on
deveyle de baskıncılar kaçıp kurtulmuştur."
Ben derim ki: Bu açık
bir hatadır. Sahihayn'âz. ashabın bütün develeri baskıncılardan kurtardıkları
rivayet edilmiştir. Müslim'in, Seleme'den, Sahih indeki rivayet ettiği metni
şöyledir: "Allah'ın (c.c.) yaratmış olduğu, Allah Rasûlü'ne (s.a.) ait
bulunan sağmal develeri arkama almış, ayrıca onlardan
otuz tane de kaftan koparmıştım. [658]
Bu gazve Hudeybiye'den
sonra yapılmıştı. Megazî ve siyer âlimlerinden bir grup, bu gazve hakkında
hataya düşerek Hudeybiye'den önce vuku bulduğunu söylemişlerdir.
Söylediğimizin doğruluğunun delili; Ahmed b. Han-bel ve Hasan b. Süfyan'm, Ebu
Bekr b. Ebî Şeybe -Haşim b. Kasım- İkrime b. Ammar- İyas b. Seleme- onun babası
Seleme senediyle rivayet ettikleri şu haberdir: "Hudeybiye zamanı Allah
Rasûlü (s.a.) ile beraber Medine'ye geldim. Ben ve Rabah, develerle birlikte,
sulayıp tekrar yaylıma göndermek için Talha'nm atıyla çıktık. Sabah
karanlığında Abdurrahman b. Uyeyne Allah Rasûlü'nün (s.a.) develerine baskın
yapıp çobanı da öldürdü..." Sonra Seleme olayın devamını anlatmıştır.
Ayrıca Müslim, Sahihinde, olaya geniş bir şekilde yer vermiştir.[659]
Abdülmü'min b. Halef,
Sîret'inde, bu hususta açık bir hataya düşmüştür. Lihyanoğullan savaşının
Kurayzaoğulları savaşından altı ay sonra meydana geldiğini nakledip, sonra da:
"Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye geldiğinde birkaç gece geçip geçmemişti ki
Abdurrahman b. Uyeyne baskın yaptı" diyerek, olayı anlatmıştır. Baskın
yapan Abdurrahman'dır. Abdurrahman'ın babası, Uyeyne b. Hısn b. Huzeyfe b.
Bedir'dir de denilmiştir. Böyle olunca Seleme'nin "Hudeybiye zamanı
Medine'ye geldim" demesi nerede kalıyor?[660]
Vâkıdî, Hudeybiye'den
önce, hicretin 6. yılında gönderilen birçok ser-riyyeden bahseder:
Allah Rasûlü (s.a.)
Medine'ye geldikten sonra, 6. yılın Rabîulevvel -veya Rebîulâhir- ayında Ükkâşe
b. Mihsan el-Esedî'yi, içlerinde Sabit b. Akram ve Siba' b. Vehb'in de
bulunduğu kırk kişilik bir kuvvetle Gamra'ya göndermiş, Ükkâşe bu gidişi ciddi
tutmuş ve Gamra halkı, onlara karşı ihtiyatlı davranarak kaçışmışlardır.
Ükkâşe, su kaynaklarının bulunduğu yerde konaklayarak, öncü birliklerini
peşlerinden gönderdi. Öncü birlikler, kendilerine, onların bir kısım
hayvanlarının bulundukları yeri gösteren bir kişiyi
yakalayarak, yüz develerini ele geçirip
Medine'ye götürdüler.[661]
Yine Allah Rasûlü
(s.a.) Ebu Ubeyde b. Cerrâh'ın komutanı bulunduğu seriyeyi Zü'l-Kassa'ya [662]göndermiştir.
Mücahidler bütün gece yürüyerek sabaha karşı Zü'1-Kassa'ya ulaşıp, ansızın
baskın yaptılar. Ancak bedeviler dağa kaçarak yakalanmadılar. Mücahidler,
sadece bir kişiyi yakaladılar. O da müs-lüman oldu. [663]
Allah Rasûlü (s.a.)
Muhammed b. Mesleme'yi, Rebîulevvel ayında, on kişilik bir keşif birliğiyle
gönderdi. Bedevîler, mücahidler uykuya varıncaya kadar pusu kurdular.
Mücahidler işin farkında değillerdi. Farkına vardıklarında ise baskına
uğramışlardı. Muhammed b. Mesleme'nin arkadaşları şe-hid edildi. Muhammed b.
Mesleme ise yaralı olarak kaçıp kurtuldu.[664]
a) Cemum Seferi:
Bu sene -Hicrî 6. yıl-
Zeyd b. Harise, Cemum'a gönderilmiştir. Zeyd, Müzeynelerden Halîme isminde bir
kadım ele geçirdi. Halime, mücahidlere Süleymoğuilannın konak yerlerinden
birisini-gösterdi. İslâm mücahidleri de oraya ansızın baskın yapıp, bir hayli
deve, davar ve esir aldılar. Esirler arasında Halime'nin kocası da vardı. Zeyd
b. Harise, elde ettikleriyle beraber jseferden dönünce, Allah Rasûlü (s.a.)
Halîme ve kocasını Müzeyneoğullan-na bağışladı.[665]
b) Tarif
Seferi:
Peygamberimiz (s.a.)
yine bu yıl yani hicretin 6. yılında Cemaziyelûlâ ayında Zeyd b. Hârise'yi on beş kişilik bir kuvvetle
Tarifte [666] oturan Sa'-lebeoğullarma
gönderdi. İslâm mücahidleri Tarife geldikleri zaman, bedeviler, üzerlerine
Allah Rasûîü'nün (s.a.) yürüdüğünü zannederek korkup kaçtılar. Zeyd b. Harise
yirmi develerini ele geçirdi. Zeyd b. Harise sefer ıçîn dört gece Medine'den
uzak kaldı.
c) îs Seferi:
Peygamberimiz (s.a.)
yine aynı yılın Cemazîyelûlâ ayında Zeyd b. Hârise'yi (bu sefer) îs'e[667]
gönderdi. Bu sefer esnasında, Peygamberimiz'in (s.a.) kızı Hz. Zeyneb'in kocası
olup, Şam'dan gelmekte olan Ebu'l-Âs b. Rebî'in yanındaki Kureyş mallarına el
konuldu.
îbn îshak der ki:
Abdullah b. Muhammed b. Hazm bana şöyle anlattı: Ebu'l-Âs b. Rebî' ticaret
yapmak üzere Şam'a gitti. Ebu'l-Âs güvenilir bir kimseydi. Yanında Kureyş'e ait
ticaret mallan da bulunuyordu. Seferden memleketine dönerken, Allah Rasûîü'nün
(s.a.) seriyyesiyle karşılaştı. Mücahid-ler Ebu'l-Âs'ın kervanını alıp
götürdüler. Kendisi kaçıp kurtuldu. İslâm mücahidleri, ele geçirdikleri ticaret
mallarıyla (Medine'ye) Allah Rasûîü'nün (s.a.) yanma gelince, Peygamberimiz
(s.a.) bu malları mücahidler arasında paylaştırdı.
Ebu'l-Âs Medine'ye
gelerek, Allah Rasûîü'nün (s.a.) kızı Hz. Zeynep'in yanına varıp himayesini
istedi ve Hz. Zeynep'ten, kendisine ve yanında bulunup ta diğer insanlara ait
olan malları, Allah Rasûîü'nün (s.a.) tekrar kendisine iade etmesini O'ndan
istemesini talep etti.
Allah Rasûlü (s.a.)
mücahidleri çağırarak: "Bu adamın bize olan yakınlığını bilirsiniz. Siz
onun ve ondan başka kimselerin mallarını ele geçirmiş bulunuyorsunuz. O
mallar, Allah'ın size nasib ettiği ganimet mallandır. O mallan kendisine geri
vermeyi uygun görürseniz, geri veriniz. Şayet geri vermek istemezseniz, onlar
zaten sizin hakkınızdır." dedi.
Mücahidler:
"Hayır! Ey Allah'ın Rasûlü! Biz, o malları ona geri veriyoruz"
diyerek, ele geçirdikleri mallan tekrar iade ettiler. Öyle ki, her biri ele
geçirdikleri mallardan az çok demeden ne varsa, küçük ve eski tulumdan abdest
ibriğine hatta ipe varıncaya kadar herşeyi Ebu'1-Âs'a geri verdiler.
Ebu'l-Âs çıkıp
Mekke'ye vardı. İnsanlara mallarını teslim edip işini bitirdikten sonra:
"Ey Kureyşlüer! Herhangi birinizin yanımda vermediğim bir malı kaldı
mı?" diye sordu. Kureyşlüer: "Hayır kalmadı. Allah seni hayırla
mükâfatlandırsın. Biz, seni vefalı ve şerefli bulduk." dediler.
Bunun üzerine
Ebu'l-Âs: "Allah'a yemin ederim ki, size gelmeden önce müslüman olmamı
engelleyen şey, mallarınızı kaçırmak için müslüman olduğumu zannetmeniz
korkusundan başka bir şey değildir. Şimdi, şehâdet ederim ki, Aîlahtan başka
tanrı yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed Allah'ın kulu ve
elçisidir." dedi.
Vâkıdî ve İbn îshâk'ın
bu sözleri Ebu'l-Âs olayının Hudeybiye'den önce meydana geldiğim gösterir.
Çünkü anlaşmadan (Hudeybiye anlaşması) sonra Allah Rasûîü'nün (s.a.) keşif
birlikleri Kureyş müşriklerinin peşine düşmemiştir. Fakat, Musa b. Ukbe,
Ebu'l-Âs olayının müterekeden sonra vuku bulduğunu iddia etmiştir. [668]
Kureyşlilerin
mallarını alanlar Ebu Basîr ve arkadaşlarıdır. Bu iş Allah Rasûîü'nün (s.a.)
emriyle olmamıştır. Çünkü, Ebu Basîr ve arkadaşları sahilde karargâh kurmuş
olup, yakınlarından geçen Kureyş'e ait her kervanın mallarına el koyuyorlardı. Bu,
Zührî'nin görüşüdür.
Musa b. Ukbe, İbn
Şihâb'dan naklen, Ebu Basîr olayı hakkında şöyle der: Ebu Cendel, Ebu Basîr ve
yanlarında toplanan adamları, sahilde hâlâ üslenmekte devam ediyorlardı.
Ebu'l-Âs b. Rebi', Kureyş'ten birkaç kişiyle birlikte onlara uğradı. Allah
Rasûîü'nün (s.a.) kızı Hz. Zeynep, Ebu'l-Âs'ın nikâhlısıydi. Ebu'l-Âs ve
yanındakileri yakaladılar; yanlarında bulunan malları alıp onlan da esir
ettiler. Fakat Ebu'l-Âs'ın, Allah Rasûlü'ne (s.a.) olan hısımlığından dolayı
hiç kimseyi öldürmediler. Huveylid'in kızı Hz. Hatice'nin öz kız kardeşinin
oğlu olan Ebu'l-Âs, o gün müşrikti. Ebu Basîr ve adamlan Ebu'1-Âs'ı serbest
bıraktılar. Ebu'l-Âs, Medine'ye, karısı Hz. Zeynep'in yanına gelerek Ebu
Cendel ve Ebu Basîr'in esir ettikleri arkadaşları ve aldıkları mallar konusunda
görüştü. Bunun üzerine Hz. Zeynep, Allah Rasûlü (s.a.) ile bu konuda görüşme
yaptı.
İleri sürüldüğüne
göre, Allah Rasûlü (s.a.) ayağa kalkarak ashaba: "Bizler çeşitli
kimselerle akrabalık kurduk. Ebu'l-Âs'la da akrabalık kurduk. O bulduğumuz ne
iyi bir akrabadır! O Kureyşli arkadaşlarıyla Şam'dan gelirken, Ebu Cendel ile
Ebu Basîr onları yakalamışlar ve yanlarında bulunan mallan
almışlar. Ama kimseyi öldürmemişler.
Allah Rasûlü'nün kızı Zeynep, benden onları himaye etmemi istedi. Sizler de
Ebu'l-Âs ve arkadaşlarını himaye eder misiniz?" diye hitap etmiştir.
Ashab: "Evet, bizler de kabul ederiz," dediler. Allah Rasûlü'nün
(s.a.), Ebu'l-Âs ve yanlarında bulunan esir arkadaşları hakkında söyledikleri,
Ebu Cendel ve adamlarına ulaşınca, devenin dizini bağladıkları zincire
varıncaya kadar, aldıkları herşeyi onlara geri verdiler. Ayrıca Allah Rasûlü
(s.a.), Ebu Cendel ile Ebu Basîr'e bir mektup yazarak kendisine gelmelerini
emretti; ve yanlarında bulunan müslümanlan yurtlarına, ailelerinin yanlarına
geri döndürmelerini istedi ve Kureyş'ten hiçbir kimseye ve onların
kervanlarına saldırmamalarını emretti. Allah Rasûlü'nün (s.a.) mektubu, ölmek
üzereyken Ebu Basîr'e ulaştı. Daha mektubun başındayken Ebu Basîr öldü. Ebu
Cendel, onu bulunduğu yere gömerek Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanma geldi ve
böylece Kureyş kervanı selâmet bulmuş oldu. Musa b. Ukbe, hadisin kalan kısmım
da zikretmiştir.
Musa b. Ukbe'nin sözü,
bu hususta en doğrusudur. Çünkü Ebu'l-Âs, sulh zamanında müslüman olmuş, Kureyş
kervanı müterake yıllarında Şam'a yayılmıştır. Zührî'nin anlatışı, çok açık bir
şekilde olayın mütareke yıllarında olduğunu göstermektedir.
Vâkıdî şöyle der:
Hicri 6. sene Dıhye b. Halîfe el-Kelbî, Kayser'in yanından döndü. Kayser,
Dıhye'yi mal ve elbise ile mükafatlandırmıştı. Dıhye, Hısma'ya gelince[669]
Cüzamlardan birkaç kişiye rastladı. Bunlar, Dıhye'nin yolunu kesip yanında
bulunan herşeyi aldılar. Dıhye (Medine'ye gelince) evine varmadan Allah
Rasûlü'nün (s.a.) yanına uğrayarak durumu O'na iletti. Bunun üzerine Allah
Rasûlü (s.a,) Zeyd b. Hârise'yi Hısma'ya gönderdi.
Ben derim ki: Bu olay,
tereddütsüz Hudeybiye'den sonradır. [670]
Vâkıdî der ki: Hz. Ali
yüz kişilik bir kuvvetle, Fedek'te oturan, Sa'd b. Bekr oğullarından bir kabileye
gitmek üzere yola çıktı. Bunun sebebi, Fedek'te bulunan bir topluluğun, Hayber
yahudilerine yardım etmek istediklerine dair bir haberin Allah Rasûlü'ne
(s.a.) ulaşmasıydı. Hz. Ali (r.a.) seferi esnasında gece yürüyor, gündüz
gizleniyordu. Hz. Ali (r.a.), Sa'doğullarının bîr casusunu yakaladı. Casus, Hz.
Ali'ye (r.a.) Sa'doğullannm, kendisini, eğer yahudiler Hayber mahsulünü onlara
tahsis ederlerse kendilerine yardım edeçeklerine dair tekliflerini bildirmek
üzere Hayber'e gönderdiklerini Sraf etti.[671]
Vâkıdî der ki: Hicrî
6. yılın Şaban ayında, Abdurrahman b. Avf'm keşif birliği Dûmetu'l-CendePe
gönderilmiştir. Allah Rasûlü (s.a.), Abdurrahman b. Avf'a: "Eğer sana
itaat ederlerse, krallarının kızıyla evlen." dedi. Kavim müslüman oldu ve
Abdurrahman b. Avf da (kral) Asbağ'ın kızı Tümâdir ile evlendi. Tümâdır,
Abdurrahman b. Avf'ın oğlu Ebu Seleme'nin annesidir. Babası,
Dûmetu'l-Cendel'lerin reis ve kralıydı.[672]
Vâkıdî der ki: Kürz b.
Câbir el-Fihri komutasındaki keşif birliği, Allah Rasûlü'nün (s.a.) çobanını
öldüren ve develeri götüren Ureynelilere hicretin 6. yılı Şevval ayında
gönderildi. Keşif birliği yirmi süvariden ibaretti[673]
Ben derim ki: Bu,
geleceği üzere, bu seferin Hudeybiye'den önce Zilkade ayında meydana geldiğini
gösterir. Ureyneliler olayı, Sahihayn'da, Enes b. Mâlik'den şu şekilde
aktarılmaktadır: Ukl ve Ureyne kabilelerinden bir grup, Allah Rasûlü'ne (s.a.)
gelerek: "Ey Allah Rasûlü! Bizler hayvan sahipleriyiz, ekin ve arazi
sahipleri değiliz! Medine'nin havası bize ağır geldi." dediler. Allah
Rasûlü (s.a.) de develerin bulundukları yere çıkıp, onların süt ve
sidiklerinden içmelerini emretti. Hastalıkları'geçince, Allah Rasûlü'nün (s.a.)
çobanım öldürerek develeri alıp götürdüler ve müslüman olduktan sonra, tekrar
İslâm'ı bırakıp kâfir oldular.
Müslim'in metni ise
şöyledir: Çobamn gözüne mil çektiler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.),
onların yakalanıp el ve ayaklarının kesilmesini emrederek peşlerinden süvari
birliği gönderdi. Onları, Harre'nin bir yerine o halleriyle bırakarak ölüme
terketti.[674]
Nâfi\ hicretin 6.
yılının Zilkade ayında gerçekleşti demiştir. Sahih olan budur. Zührî, Katâde,
Musa b. Ukbe, Muhammed b. îshak ve daha başkaları bu görüştedir.
Hişam b. Urve,
babasından naklen şöyle der: Allah Rasûlü (s.a.) Ramazan ayında Hudeybiye'ye[675]
hareket etti. Anlaşma ise, Şevval ayında gerçekleşti.
Bu bir yanılgıdır.
Çünkü fetih gazilerinin (yola çıkması) Ramazan ayındadır. Ebu'l-Esved, doğru
şekliyle Urve'den naklen- "Hudeybiye anlaşması Zilkade ayında
gerçekleşmiştir." der.
Sahihayn'da, Enes b.
Mâlik'in "Hz. Peygamber (s.a.) hepsi de Zilkade ayında olmak üzere dört
defa umre yapmıştır." dediği ve Hudeybiye umresini bunlar arasında
saydığı rivayet edilmektedir.[676]
Allah Rasulü'nün
(s.a.) yanında bin beş yüz sahabî[677]
bulunuyordu. Sahi- Câbir'den bu şekilde rivayet olunmuştur. Yine Sahihayn'da.
Câbir'den naklen, "Bin dört yüz sahabî idiler"'[678],
Abdulah b. EbîEvfâ'dan naklen de "Bin üç yüz kişi idik."[679]dedikleri
rivayet edilir.
Katâde şöyle der: Saîd
b. Müseyyeb'e: Rıdvan bîatına katılan kaç kişiydi? diye sordum. O da:
"Bin beş yüz kişiydi" dedi. "Câbir b. Abdullah, bin dört yüz
kişi olduklarını söylüyor." deyince; "Allah (c.c.) ona rahmet eylesin
yanılmıştır. Bana bin beş yüz kişi olduklarını nakleden kendisidir."[680]
dedi.
Ben derim ki: Câbir b.
Abdullah'tan her iki görüş de sahih yolla aktarılmıştır. Câbir'den gelen,
Hudeybiye yılında yetmiş deve kurban etmiş oldukları ve her bir devenin ise,
yedi kişi adına kesilmiş olduğu rivayeti de sahihtir. Câbir'e: Kaç kişiydiniz?
diye sorulunca; "Süvari ve yayalarımızla birlikte bin dört yüz kişiydik."
demiştir. [681]Kalb, bu görüşü kabule
daha çok meylediyor. Bu Berâ b. Âzib, Ma'kıl b. Yesâr, kendisinden gelen iki
rivayetin en sahihine göre Seleme b. Ekva' ve Müseyyeb b. Hazn'ın görüşüdür.
Şu'be'nin Katâde -Saîd b. el-Müseyyeb- babası Müseyyeb senediyle naklettiğine
göre Müseyyeb diyor ki: "Bizler, Rıdvan ağacı altında Allah Rasûlü (s.a.)
yanında bin dört yüz kişiydik."
"Yediiyüz
kişiydiler." diyen çok açık bir hataya düşmüştür.'[682]
Böyle diyenin gerekçesi şudur: Onlar, o gün yetmiş deve kurban etmişlerdir.
Bir deve ise, yedi veya on kişinin kurban vazifesini yerine getirmesi için
kâfidir.
Bu söz, bu görüşü
ileri süren kimsenin dediği şeye delil olmaz. Çünkü açıkça belirtmiştir ki bu
umre ziyaretinde bir deve yedi kişi adına kurban edilmiştir. Şayet yetmiş deve
hepsi adına kurban edilmiş olsaydı, o zaman dört yüz doksan kişi olmaları
gerekirdi. Halbuki, aynı hadisin devamında açıkça; "Bin dört yüz kişi
idiler." demiştir. [683]
Zülhulbyfe'ye
geldiklerinde Allah Rasûlü (s.a.) kurban edeceği hayvanı
belirleyip gerdanlık taktı, işaretledi ve
umre için ihrama girdi. Kureyş hakkında bilgi getirmesi için Huzâa kabilesine
mensup bir casusunu ileri gönder-jdi. Usfân'a yaklaştığında, casusu gelerek:
"Kâb'b. Lüey'i sana karşı savaşmak ve seni Mescid-i Haram'dan alıkoymak
için, Ehâbiş[684] ve çeşitli kabileleri
toplamış vaziyette bıraktım geldim1' dedi.
Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.) ashabıyla görüşerek: "Kureyşlileife yardım eden şu adamların
çoluk çocukları üzerine yönelip onları ele geçirmeye ne dersiniz? Eğer oturup
kalırlarsa yağmalanmış ve intikamlarını da alamamış bir vaziyette oturup
kalmış olurlar. Yok eğer, (peşimizden) gelirlerse Allah (c.c.) onların
boyunlarını vurur. Veya Mescid-i Haram'a yürüyüp, bizi engellemek isteyenlerle
çarpışmamıza ne dersiniz?" dedi.
Hz. Ebu Bekir söz aldı
ve: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir. Bizler umre yapmak üzere geldik.
Herhangi bir kimseyle savaşmak için gelmedik. Ancak bizimle, Mescid-i Haram arasına
girecek biri olursa onunla da çarpışırız." dedi.
Hz. Peygamber (s.a.):
"O halde yürüyünüz." buyurdu. Emre itaatle aş-hab da yürüdü. Yolun
bir kısmını katetiklerinde Hz. Peygamber (s.a.): "Hâ-lid b. Velid, öncü
olarak Kureyş süvarileri içinde Gamîm'de[685]
bulunmaktadır. Sağ tarafa yöneliniz." buyurdu. Allah'a yemin olsun ki, onlar
ordunun toz bulutuna karışıncaya kadar Halid b. Velid onların farkıria
varamadı. Halid b. Velid Kureyş'i uyarmak üzere atını mahmuzlayarak uzaklaştı. [686]
Hz. Peygamber (s.a.)
ilerlemeye devam etti. (Mekke'ye) girilecek Seniy-ye[687]
denilen yere gelince devesi çöktü. Ashab "Hal! Hal!" diyerek onu kaldırmaya
zorladılar. Çökmekten vazgeçmeyince; "Kasvâ huysuzlaştı, Kasvâ
huysuzlaştı." dediler.
Peygamberimiz (s.a.):
"Hayır Kasvâ huysuzlaşmadı. Onun böyle huyu yoktur. Fakat (bir zaman) fili
(Mekke'ye girmekten) alıkoyan şimdi de Kas-vâ'yi tutarak alıkoydu. Varlığım
elinde bulunan Allah'a (c.c.) yemin ederim ki Kureyşliler, Allah'ın (c.c.) yasakladığı
kendilerinin saygı duydukları şey-lerden hangisini benden isteyecek olurlarsa
muhakkak onu, kabul edeceğim, (Onların isteğini yerine getireceğim)"
diyerek Kasvâ'yı kalkmaya zorladı. Deve sıçrayıp kalktı.
Allah Rasûlü (s.a.)
dönerek, Hudeybiye'nin en son noktasına, Semed denilen yere indiler. Oranın
suyu azdı ve insanlar o sudan azar azar alıyorlardı. İnsanlar o suyu da çok
geçmeden çekip tükettiler. Su bitince Allah Rasûlü'n^ (s.a.) susuzluktan dolayı
şikâyette bulundular. Peygamberimiz (s.a.) okluğundan bir ok çekerek çukura
saplamalarını emretti. Allah'a yemin olsun ki, as-hab Semed çukurundan
ayrılıncaya kadar, onlara yetecek miktarda sij fışkırmaya devam etti.[688]
Kureyş müşrikleri
Peygamberimiz'in (s.a.) kendilerine saldırmasından korktular. Allah Rasûlü
(s.a.) onlara ashabdan bir elçi yollamak isteyerek Hz. Ömer'i (r.a.) yanına
çağırdı.
Hz. Ömer (r.a.):
"Ey Allah Rasûlü! Şayet eziyete maruz kalacak olursam, Mekke'de Kâ'b
oğullarından beni koruyacak kimsem yoktur. Osman b. Affân'ı gönder. Çünkü onun
kabilesi Mekke'dedir ve o, istediğin şeyi tebliğ edecek bir kimsedir."
dedi. Allah Rasûlü (s.a.), Hz. Osman'ı (r.a.) çağırıp, "Onlara, çarpışmak
için gelmediğimizi sadece umre yapmak için gelmiş olduğumuzu ilet ve onları
İslâm'a davet et." diyerek Kureyşlilere gönderdi.
Ayrıca Allah Rasûlü
(s.a.) Hz. Osman'a, Mekke'de bulunan kadın ve erkek mü'minlere uğrayarak
onların yanında kalıp yakında Mekke'nin fethedileceğini onlara müjdelemesini,
Allah'm-Azze ve Celle- Mekke'de dinini gâlip kılacağını ve Mekke'de imanın
gizli kalmayacağını haber vermesini emretti.
Hz. Osman (r.a.)
ayrılıp gitti. Beldah'da Kureyş müşriklerine rastladı. Kureyşliler, Hz. Osman'a
(r.a.): "Nereye gidiyorsun?" dediler.
Hz. Osman (r.a.):
"Allah Rasûlü (s.a.) beni, sizi Allah'a (c.c.) ve islâm'a davet etmek için
gönderdi. Kimseyle savaşmak için değil, umre yapmak için geldiğini size haber
vermemi İstedi." dedi.
Kureyşliler;
"Söylediklerini duyduk, işini gör." dediler. Ebân b. Said b. Âs, Hz.
Osman'a (r.a.) doğru varıp; hoş geldin, dedi. Hz. Osman'ı (r.^.)
himayesine alıp kendi
atını eğerledi ve onu ata bindirdi. Ebân, onu Mekke ye varıncaya kadar
terkisinde götürdü. Müslümanlar, Hz. Osman (r.a.) dön rrieden önce: "Osman
bizden önce Beytullah'a varıp tavaf etti." dediler.
Allah Rasûlü (s.a.):
"Bizler mahsur iken (tavaftan engellenmiş bir vazı yetteyken) Osman'ın
Beytullah'ı tavaf edeceğini hiç sanmam." buyurdu.
Ashab: "Ey
Allah'ın Rasûlü! Beytullah'a ulaşmışken Osman'ı tavafta: alıyokacak ne
olabilir?" dediler.
Peygamberimiz (s.a.):
"Bu, bizlerle beraber tavaf etmeden yalnız baş na Kabe'yi tavaf
etmeyeceğine dair onun hakkındaki bir zannımdır." Dedi. [689]
Müslümanlarla
müşrikler barış hususunda birbirine girdiler. Bu esnada '.! bu iki topluluktan bir adam karşı taraftan
birine bir ok attı. Aralarında çarpışma çıktı. İki topluluk da, birbirlerine
bağırarak, ok ve taş atmaya başla-; dılar. Her iki taraf da kendi yanlarında
bulunup karşı taraftan olan kimseleri $ rehin aldılar.
Bu sırada Allah
Rasûlü'ne (s.a.), Hz. Osman'ın şehid edildiği haberi ulaştı.
Bunun üzerine
Peygamberimiz (s.a.) müslümanları bîat etmeye çağırdı. Hz.Peygamber (s.a.)
ağacın altında duruyorken müslümanlar, Rasûlullah'a (s.a.ft * bîat etmek için koşuştular ve firar etmemek
üzere kendisine bîat ettiler. Al-n lah Rasûlü (s.a.) kendi elini tutarak:
"Bu, Osman adınadır." dedi.[690]
Bîat etme işi sona
erdiğinde Hz. Osman çıkageldi. Müslümanlar Hz. Os-, man'a: "Beytullah'ı tavaf edip şifa
buldun ey Ebu Abdullah." dediler. Hz. Osman: "Hakkımda ne kötü düşünmüşsünüz! Canım
elinde bulunan Allah'a ; yemin ederim
ki, Allah Rasûlü Hudeybiye'de beklerken, Mekke'de bir yıl dahi
kalmış olsaydım Allah Rasûlü tavaf
etmeden ben Beytullah'ı tavaf etmezdim.
Halbuki Kureyşliler
Beytullah'ı tavaf etmeye çağırmışlardı; ama ben kabul ~ etmedim." dedi. Müslümanlar: "Allah
Rasûlü (s.a.) Allah'ı en iyi bilen ye zanm en güzel olanımızdır." diyerek karşılık
verdiler.
Hz. Ömer (r.a.) ağacın
altında bîat etmek İçin Allah Rasûlü'nün (s.a) - elini tutmuştu. Ced b. Kays hariç bütün
müslümanlar Peygamberimiz'e (s.a ) bîat ettiler.[691]
Ma'kil b. Yesar,
ağacın dalını tutarak Allah Rasûlü'ne (s.a.) değmemesi için kaldırıyordu.'[692]
Allah Rasûlü'ne (s.a.)
bîat eden ilk şahabı, Ebu Sinan el-Esedî idi.
Seleme b. Ekva',
bîatın başında, ortasında ve sonunda olmak üzere üç defa Peygamberimiz'e (s.a.)
bîat etmiştir.[693]
Ashab bu halde iken,
Büdeyl b. Verkâ el-Huzâî, Huzâa kabilesinden birkaç kişiyle çıkageldi.
Huzâahlar, Tihâme bölgesi kabileleri içinde Allah Ra-sûlü (s.a.) hakkında iyi
niyet besleyen kimselerdi. Büdeyl, Peygamberimiz'e (s.a.): "Ben, Kâ'b b.
Lüey ve Âmir b. Lüey'i, seninle savaşmak ve seni Bey-tullah'ı tavaftan
engellemek için, yeni doğurmuş develeriyle birlikte Hudey-biye'nin birçok su
kaynağı başında konaklamış bir vaziyette bıraktım geldim." dedi.
Allah Rasûlü (s.a.):
"Biz herhangi bir kimseyle savaşmak için gelmedik. Bizler umre yapmak için
geldik. Harpler Kureyş'i halsiz bırakmış, onlara pek çok zarar açmıştır. Eğer
isterlerse, onlara biraz daha zaman tanıyayım, beni diğer kabilelerle başbaşa
bıraksınlar. Şayet diğer İnsanların girdikleri dine girmeyi arzu ederlrtse
girebilirler. Yok eğer bunları kabul etmezlerse zaten savaşmak üzere
toplanmışlardır. Eğer Kureyşliler bütün bunları reddedip, illa savaşmak
İsterlerse; canım elinde bulunan Allah'a (c.c.) yemin ederim ki, ya bu davam
hususunda tek başıma kalıncaya kadar onlarla çarpışırım yahut da Allah (c.c.)
va'dini yerine getirir." dedi.
Büdeyl,
Peygamberimiz'e (s.a.): "Söylediklerini Kureyşlilere ileteceğim"
diyerek ayrılıp gitti ve Kureyşlilerin yanına gelip şöyle dedi: "Şu adamın
yanından geliyorum. Bazı şeyler söylediğini işittim. Eğer isterseniz, söylediklerini
size anlatayım."
Kureyş'in
beyinsizleri: "O'ndan herhangi bir şeyi haber vermene ihtiyacımız
yoktur." dediler.
İleri görüşlüleri ise:
"Duyduğun şeyleri anlat" dediler.
Büdeyl, şunları,
şunları işittim diyerek, Peygamberimiz'in (s.a.) söylediklerini Kureyşlilere
anlattı.
Bunun üzerine Urve b.
Mes'ûd es-Sakafî: "Şu adam, size doğru lolan yolu anlatmıştır.
Söylediklerini kabul ediniz. Benim, Muhammed'e gitmeme izin veriniz."
dedi. Kureyşliler de, "Git" dediler.
[694]
Urve, Peygamberimiz'in
(s.a.) yanma gelerek konuşmaya başladı. Peygamberimiz (s.a.), Büdeyl'e
söylediklerinin aynısını Urve'ye de söyledi.
İşte o zaman Urve,
Peygamberimiz'e (s.a.): "Ey Muhammedi Kavmini yok etmeyi uygun görür
müsün? Senden önce Araplardan hiçbir kimsenin kendi kavminin kökünü kazıdığını
işittin mi? Diğer durum olursa senin halin nice olur? Allah'a yemin ederim ki,
ben öyle yüzler, öyle ayak takımı kimseler görüyorum ki, harpten kaçıp seni
yapayalnız bırakacak kişilerdir." dedi.
Bu arada Hz. Ebu Bekir
(r.a.) kızarak, Urve'ye: "Lât putunun bızrını (bilmem neresini) emesice!
Bizler mi O'nun başından kaçıp, O'nu tek başına bırakacağız?" dedi. Urve:
"Bu kim?" diyerek sordu. Ashab: "O, Ebu Bekir'dir."
dediler. Urve, "Canım elinde bulunana yemin ederim ki, eğer bana karşı
yapmış olup da henüz ödeyemediğim iyiliğin olmasaydı mutlaka sana cevap verir,
lafının altında kalmazdım." diyerek Peygamberimiz'le (s.a.) konuşmaya
devam etti. Peygamberimiz'le (s.a.) her konuşmasında Peygamberimiz'in (s.a.)
sakalını okşuyordu. Urve, Peygamberimiz'le (s.a.) konuşurken, Muğîre b. Şu'be
de miğferli ve kılıçlı bir vaziyette Peygamber'in (s.a.) yanı başında
bulunmaktaydı. Urve'nin Peygamberimiz'in (s.a.) sakalına, elini her uzatışında
kılıcının kınıyla eline vurarak; "Çek elini Allah Rasûlü'nün (s.a.)
sakalından" diyordu.
Urve başını
kaldırarak: "Bu kim?" dedi. Ashab: "Muğîre b. Şûbe'dir."
dediler. Urve, Muğîre b. Şûbe'ye kızarak: "Ey hain! Ben, senin hiyanetinin
bedelini ödeyip durmaya çalışmıyor muyum?" diyerek çıkıştı.
Muğîre, müslüman
olmadan önce cahiliye devrinde bir kavimle arkadaşlık yapmış, sonra da onları
öldürerek mallarını almıştı. Daha sonra gelerek müslüman olmuş ve
Peygamberimiz (s.a.) de ona şöyle demişti: "Senin müslüman olmanı kabul
ediyorum. Ama iş mala gelince, ondan hiçbirşey kabul edemem!"
Bu konuşmalardan sonra
Urve, göz ucuyla Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabını süzmeye başladı. Allah'a
(c.c.) yemin olsun ki, Peygamberimiz'in (s.a.) aksırıp çıkardığı balgam bile
mutlaka bir kişinin eline düşüyor ve onu ajarak
vücuduna, yüzüne
sürüyordu. Onlara bir şey emrettiği zaman emrini yerine getirmek için
koşuşuyorlardı. Abdest aldığı zaman abdest suyunu, nerdeyse birbirleriyle
döğüşürcesine kapışıyorlar, konuştuğu zaman huzurunda seslerini kısıyorlar ve
O'na olan saygılarından dolayı da yüzüne dikkatle bakmıyorlardı.
Urve, Kureyşliler'in
yanına dönerek: "Ey Kureyşliler! Allah'a yemin olsun ki, şüphesiz
krallara; Kisrâ'ya, Kayser'e ve Necâşî'ye elçi olarak gitmi-şimdir. Vallahi,
ben, bunlardan hiçbir hükümdarın adamlarının, Muhammed'in ashabının Muhammed'i
sayıp ululadıkları gibi saydıklarını görmedim. Vallahi! Muhammed, eğer aksınp
tükürecek olsa, mutlaka bir adamın eline düşüyor ve onu alarak derisine ve
yüzüne sürüyor. Onlara bir şey emrettiği zaman, emrini yerine getirmek için
üşüşüyorlar. Abdest altığı zaman, neredeyse birbirleriyle döğüşürcesine abdest
suyunu kapışıyor; O, bir şey söylediği zaman, huzurunda seslerini kısıyor ve
O'na olan saygılarından dolayı, yüzüne dikkatlice bakmıyorlar. Size doğru olanı
arzetmiştir, onu kabul ediniz." dedi.
Kinâne kabilesinden
bir adam: "Bırakınız Muhammed'e bir de ben gideyim." dedi.
Kureyşliler de; "Git öyleyse" dediler. Bu adam Peygamberi-miz'in
(s.a.) ve ashabının yanına yaklaşınca, Allah Rasûlü (s.a.): "Bu
filancadır. Kurbanlık develere saygı gösteren bir kabileye mensuptur. Kurbanlık
develeri ona doğru sürün." dedi. Müslümanlar, kurbanlık develeri o adama
doğru sürüp, (Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! diye) telbiye getirerek onu
karşıladılar. Bu durumla karşılaşınca: "Sübhanallah! Bu topluluğu,
Bey-tullah'ı tavaf etmekten engellemek doğru değildir" diyerek,
adamlarının yanma döndü. Onlara; ''Boyunlarına kurbanlık gerdanı takılmış,
kurban edilmek üzere nişanlanmış develer gördüm. Bunların Beytullah'ı tavaf
etmekten engellenmelerini uygun görmüyorum." dedi.
Bunun üzerine Mikrez
b. Hafs ileri atılarak: "İzin verin Muhammed'e bir de" ben
gideyim." dedi. Kureyşliler "Sen de git" dediler. Mikrez, müslü-manlara
yaklaşınca Peygamberimiz (s.a.): "Bu Mikrez b. Hafs'dır. O, günahkâr,
fâsık bir kimsedir." buyurdu. Mikrez, gelerek Allah Rasûlüyle (s.a.)
konuşmaya başladı. [695]
Mikrez,
Peygamberimiz'le (s,a.) konuşmaktayken, Süheyl b. Amr çıka-geldi. Peygamberimiz
(s.a.): "İşiniz birazcık kolaylaştırılmıştır." dedi. Süheyl:
"Haydi, artık bizimle sizin aranızda bir anlaşma yazmanın zamanı gel
di." dedi. Peygamberimiz (s.a.) anlaşmayı yazacak kâtibi çağırarak, "Bis-millâhirrahmanirrahim
yaz." dedi. Süheyl: "Rahman nedir bizler bilmeyiz. Onun yerine, daha
önce senin de yazdığın gibi 'Bismikellahümme' yaz." dedi. Müslümanlar:
"Bizler Bismillâhirrahmanirrahim'den başka bir şey yazmayız."
dediler. Peygamberimiz (s.a.): "Haydi, Bismikellahümme diye yaz."
dedi. Sonra: "Bunlar, üzerinde Allah Rasûlü Muhammed'in anlaşma yaptığı
maddelerdir." diyerek kâtibe yazmasını emretti.
Süheyl yine itiraz
ederek: "Allah'a yemin ederim ki; eğer bizler seni, Allah'1 n Rasûlü
olarak tanımış olsaydık, Beytullah'ı tavaf etmene engel olmaz ve seninle
çarpışmazdık. Onun yerine, Muhammed b. Abdullah -Abdullah'ın oğlu Muhammed-
yaz." dedi.
Hz. Peygamber (s.a.)
Süheyl'e: "Her ne kadar, siz beni yalanlasanız da, ben Allah'ın
Rasûlüyüm." dedi ve kâtibe dönerek: "Muhammed b. Abdullah yaz"
dedi.
Hz. Peygamber (s.a.)
(anlaşmayı yazdırmaya): "Kabe ile, bizim aramıza girmemeniz ve Kâbeyi
tavaf etmemiz şartıyla." diyerek devam etti. Süheyl bu maddeye itiraz
ederek: "Vallahi! (bu) olamaz. Araplar zor altında bırakılarak bu anlaşmayı
yapmak zorunda kaldığımızı söyler dururlar. Bu; ancak gelecek yıl
olabilir" dedi ve madde bu şekilde yazıldı.
Süheyl Peygamberimiz'e
(s.a.): "Senin dininden olsa bile bizden sana hiçbir kimsenin gelmemesi;
şayet gelecek olursa tekrar bize iade etmen...*' şartını ileri sürdü.
Müslümanlar:
"Sübhanallah! Müslüman olarak gelen bir kimse, nasıl olur da müşriklere
geri gönderilir" diyerek öfke ve hayretlerini ifade ettiler. Müslümanlar
ve Süheyl anlaşma maddeleri üzerinde böyle tartışırlarken, Süheyl b. Amr'in
oğlu Ebu Cendel ayaklarına bukağılar vurulmuş bir vaziyette zincirini sürüyerek
yavaş yavaş geliverdi. Mekke'nin alt tarafından yola çıkıp, kendisini
müslümanların içine atmıştı.
Süheyl (hemen):
"Ey Muhammed! Bu, bana geri verilmesini sana şart koştuğum ilk
kişidir." dedi. Peygamberimiz (s.a.): "Anlaşmayı henüz karara
bağlamadık." diyerek karşı çıktı ise de Süheyl: "Allah'a yemin ederim
ki, o takdirde, seninle herhangi bir şey üzerine asla anlaşma yapmam"
diyerek inadında ısrar etti.
Peygamberimiz (s.a.):
"O'nu bana bırak" diye karşılık verdi. Süheyl: "O'nu sana
bırakamam." diye cevapladı. Peygamberimiz ısrarla, "Hayır!
Bunu yapacaksın"
dedi. Mikrez dahi: "Evet, biz onu bıraktık" dediyse de, Süheyl:
"Bunu yapamam" diyerek inadını sürdürdü.
İş bu noktaya gelince
Ebu Cendel: "Ey müslümanlar! Müslüman olarak gelmişken, tekrar müşriklere
geri mi veriliyorum? Karşılaştığım şeyleri görmüyor musunuz?" diyerek
feryat etti. Gerçekten Ebu Cendel, Allah yolunda çok çetin işkencelere maruz
kalmıştı.
Hz. Ömer der ki:
Allah'a yemin ederim kj, müslüman olduktan sonra o güne kadar asla şüpheye
düşmemiştim. Peygamber'e (s.a.) gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü! Sen
Allah'ın gerçek peygamberi değil misin?" dedim. Allah Rasûlü (s.a.):
"Evet, ben Allah'ın gerçek peygamberiyim." dedi. Peki bizler hak,
düşmanlarımız da bâtıl üzere değiller mi? dedim. Peygamber (s.a.) yine
"Evet" dedi. O zaman, "Peki dinimizi küçük düşürmeye ne diye
meydan veriyor ve Allah, onlarla bizim aramızda henüz hükmünü vermeden geri dönüyoruz."
dedim. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle-söyledi: "Ben Allah'ın Rasülü-i yüm.
Benim yardımcım O'dur. Ben O'nun emirlerine karşı gelemem."
Dedim ki: "Bize,
Beytullah'a varıp, onu tavaf edeceğimizi söyleyen sen değil miydin?" Allah
Rasûlü (s.a.): "Evet, ben böyle söyledim. Ama, ben sana, Beytullah'a bu
yıl varacağım söyledim mi?" dedi. "Hayır", dedim. Hz. Peygamber
(s.a.): "Sen yine de Beytullah'a gidecek ve onu tavaf edeceksin."
dedi.
Ebu Bekir'e gelerek
Allah Rasûlü'ne (s.a.) söylediğim şeylerin aynısını ona da söyledim. Ebu Bekir,
bana aynen Allah Rasûlü'nün (s.a.) verdiği şekilde cevap verdi. Hatta,
"Ölünceye kadar O'nun emir ve yasağına uy. Allah'a (c.c.) yemin ederim
ki, şüphesiz o hak üzeredir." diye de ilâve etti.
Hz. Ömer:der.[696]
'Bu olaydan dolayı
(keffâret olsun diye) çok şeyler yaptım.'[697]
Allah Rasûlü (s.a.),
anlaşmayı yazdırma işini bitirince ashaba: "Kalkıp, kurbanlarınızı
kesiniz! Sonra da tıraş olunuz." diye emir verdi. Allah'a yemin ederim
ki, bu sözünü üç defa tekrarlamasına rağmen yerinden kalkan
tek kişi bile olmadı.
Onlardan hiç kimse kalkmayınca, Peygamberimiz (s.a.) kalkarak Ümmü Seleme'nin
yanına girip insanların kendisine yaptıklarını anlattı.
Ümmü Seleme O'na:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Bunu istiyor musun? Çık, onlardan hiçbir kimseye tek
kelime dahi söylemeden kurbanını kes ve berberini çağırarak tıraş ol."
dedi. Peygamberimiz (s.a.) kalkarak dışarı çıktı ve kurbanını kesip, berberini
çağırarak tıraş oluncaya kadar hiçbir kimseye bir şey söylemedi. Ashab bu
durumu görünce, kalkarak kurbanlarını kestiler ve birbirlerini tıraş etmeye
başladılar. Öyle ki, sıkışıklık ve izdihamdan dolayı nerdeyse birbirlerini
öldüreceklerdi. Daha sonra Peygamberimize (s.a.) (müs-, lümanlığı kabul etmiş)
mü'min kadınlar geldi. Bu esnada Allah -Azze ve Celle-: "Ey iman edenler!
Mü'min kadınlar muhacir olarak size geldikleri zaman onJ lan imtihan
ediniz." âyet-i kerimesini "Kâfir zevcelerinizi nikâhınızda tut-}
mayınız..." (kısmına kadar) indirdi.[698]
Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), o güri hâlâ müşrik olan iki karısını boşadı.
Bunlardan birisiyle Muâviye, diğerleriyj le de Safvân b. Ümeyye evlendi. [699]
Bütün bunlardan sonra
Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye döndü. Medine'jJ ye dönüş yolunda Allah (c.c):
"Şüphesiz biz sana, apaçık bir fetih nasib ettik. Bu, senin gelmiş ve
geçmiş günahlarını Allah'ın yarlığaması, senin üzerindeki nimetini tamamlaması
ve seni dosdoğru yola iletmesi ve Allah'ın sana çok şerefli bir galibiyetle
yardım etmesi içindir." âyet-i kerimelerini indirdi[700]
Hz. Ömer'in (r.a.):
"Ey Allah'ın Rasûlü! Bu bir fetih midir?" demesi üzerine,
Peygamberimiz (s.a.), "Evet, bu bir fetihtir, ey Ömer!" diye cevap
verdi.
Ashab'ın: "Ne
mutlu sana ey Allah'ın Rasûlü! Peki bizim için ne vardır?" diye sormaları
üzerine de Allah (c.c.) "Mü'minlerin kalplerine sekîneti (manevi kuvveti,
sükûneti) indiren Odur..." âyetini indirdi.[701]
Allah Rasûlü (s.a.)
Medine'ye gelince, Ebu Basîr Kureyş'ten kaçıp müs-lüman olarak Peygamberimiz'e
(s.a.) geldi. Kureyşliler, Ebu Basîr'i geri almak için iki adam göndererek:
"Bizimle yaptıgm-anlaşma gereği onu bize teslim edeceksin!" dediler.
Peygamberimiz (s.a.) de Ebu Basîr'i gelen iki adama teslim etti. Bunlar Ebu
Basîr'le birlikte yola çıkıp Zülhuleyfe'ye gelince yanlarında taşıdıkları
hurmalardan yemek üzere konakladılar. Ebu Basîr adamlardan birisine:
"Vallahi şu kılıcın çok kaliteli sanıyorum." dedi. Diğeri, kılıcı
hemen sıyırarak: "Doğru! Onu defalarca denedim. Vallahi bu, gerçekten iyi
bir kılıçtır." dedi. Ebu Basîr, "Göster, bir bakayım" diyerek
kılıcı ondan alıp adama vurması üzerine adam öldü. Diğeri ise kaçarak, koşa
koşa Medine'ye gelip Mescid-i Nebevî'ye girdi. Allah Rasûlü (s.a.) adamı
görünce, "Şu adam, korku ve dehşet verici şeyler görmüştür." dedi.
Adam Peygamberi-miz'in yanına yaklaşınca, "Vallahi! Arkadaşım öldürüldü.
Ben de nerdeyse öldürülecektim." dedi.
Ebu Basîr gelerek
Peygamberimiz'e (s.a.) şöyle dedi: "Ey Allah'ın Peygamberi! Şüphesiz
Allah sana düşeni edâ ettirdi. Beni onlara teslim ettin. Allah da beni onların
elinden kurtardı."
Peygamberimiz (s.a.):
"Ne adam yahu! Sanki harp ateşinin küreği! Hele yanında kendisine yardım
edecek bir kişi daha olsaymış!..." diye karşılık verdi.
Ebu Basîr bunları
işitince, Allah Rasûlü'nün (s.a.) kendisini müşriklere geri vereceğini anladı.
Medine'den çıkıp Sîfu'I-Bahr'e geldi. Ebu Cendel b. Süheyl de Kureyşlilerin
elinden kaçarak gelip Ebu Basîr'le buluştu. Kureyş'ten müslüman olmuş her kim
varsa gelip Ebu Basîr'e katıldılar. Öyle ki, kırk kişi civarında bir topluluk
oluştu. Allah'a yemin ederim ki: Kureyş'in Şam'a gitmekte olan bir kervanını
haber aldıkları zaman onların karşılarına çıkıyor, kervanda bulunanları
öldürüyor ve mallarını da alıyorlardı.
Bunun üzerine
Kureyşliler Peygamberimiz'e (s.a.) elçi göndererek, Allah'a ve akrabalık
bağları üzerine yemin verip, kendilerinden O'na gelenlerin artık emniyette
olacağını bildirip, onları, tekrar kendilerine göndermemesini istediler. Bu
olay üzerine Allah Azze ve Celle: "Sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan
sonra, Mekke hududu içinde, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de
onlardan çeken, O'dur. Allah yaptıklarınızı hakkıyle görücüdür. Onlar, Allah'ı
tanımayan, sizi Mescid-İ Haram'dan ve bağlı kurbanları mahalline
ulaşmaktan alıkoyan kimselerdir. Eğer
Mekke'deki henüz tanımadığınız inan mış erkeklerle inanmış kadınları bilmeden
ezmek suretiyle üzüntüye kapılmana ihtimali olmasaydı Allah savaşı önlemezdi...
İnkâr edenler, gönüllerindek cahiliyye çağının asabiyet ateşini
ateşlendirdiklerinde..." âyet-i kerimelerin indirdi.[702]
Müşriklerin
asabiyetleri, Allah Rasûlü'nün (s.a.), Allah peygamberi ol duğunu ve anlaşmaya
"Bismillahirrahmanirrahîm" ile başlanmasını kabul et memeleri ve
müslümanlarla, Beytullah arasına girmeleriydi[703]
Buharî'nin Sahihinde
şöyle geçmektedir: "Hz. Peygamber (s.a.) abdes aldı ve abdest suyunu
ağzından Hudeybiye kuyusuna püskürtür püskürtme; kuyu suyla dolmaya
başladı." Sahihayn'd&ki rivayete göre Berâ b. Âzib ve Seleme b. Ekva
da aynı şeyi söylemektedirler.[704]
Urve, Mervan b. Hakem
ve Misver b. Mahreme'den naklen şöyle demiştir: "Allah Rasûlü (s.a.),
kuyuya okluğundan bir ok sapladı." Bu rivayet
de Sahihayn'da aynen mevcuttur.
Ebu'I-Esved'in
Megaz/'sinde Urve'den naklen şöyle geçmektedir: Peygamber (s.a.) bir kova
içerisinde abdest aldı. Suyla ağzını çalkalayıp, kovaya püskürterek, kovadaki
suyun kuyuya dökülmesini emretti. Ayrıca okluğundan bir ok çekip, kuyuya
atarak Allah'a dua etti. Ashab kuyunun başında oturmaktayken, kuyu suyla
dolmaya başladı. Öyle ki, elleriyle avuçlamaya başladılar.
Ebu'l-Esved,
rivayetinde her iki hususu da toplamıştır. Bu daha doğr görünmektedir. Allah en
iyi bilendir.
Câbir'den gelen,
Buharî'nin Sahih'mdeki rivayet ise şöyledir: Hudeybiye günü insanlar
susamışlardı. Allah Rasûlü (s.a.), önünde bulunan deriden yapılmış, küçük bir
su kabından abdest alıyordu. Ashab, su almak için O'na doğru koşuştular. Allah
Rasûlü (s.a.) ashaba, "Neyiniz var?" diye sorduÜ "Ey Allah'ın
Rasûlü! Şu senin önündeki sudan başka, ne içebileceğimiz nö de abdest
alabileceğimiz suyumuz var." diye cevap verdiler. Bunun üzerintj Allah
Rasûlü (s.a.) ellerini kabın içerisine kor komaz, kaynaklar misali, par-
inaklarının arasından
su fışkırmaya başladı. Bu sudan hem içip, hem de ab-dest aldılar. (O gün) Bin
beşyüz kişiydiler.[705]
Bu, Hudeybiye kuyusu
mucizesinden başka bir olaydır.
Bu gaza esnasında
müslümanlar bir gece yağmura tutuldular. Hz. Peygamber (s.a.) sabah namazını
kıldırınca şöyle söyledi: "Rabbiniz'in bu gece ne söylediğini biliyor
musunuz?" dedi. Müslümanlar: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir"
dediler. Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Allah (c.c.) şöyle söyledi: "Kullarımdan
bir kısmı bana iman ederek bir kısmı da kâfir olarak sabahladı. Allah'ın fazlı
ve rahmetiyle üzerimize yağmur yağdı diyenler, bana iman edip, yıldıza
(yıldızın yağmur yağdırmasına) inanmayan kimselerdir. Yıldızın şöyle şöyle
hareketiyle üzerimize yağmur yağdı, diyenlere gelince, onlar Bana karşı kâfir
olup, yıldıza iman etmişlerdir."[706]
Anlaşma şu şekilde
neticelendi: Müslümanlarla Mekke'liler on yıl süreyle
savaşmayacaklar ve insanlar
birbirlerinden emin olacaklar. Müslümanlar bu yıl geri dönecekler, ancak ertesi
yıl Mekke'ye gelecekler, Mekkeliler şehre girmelerine engel olmayacaklar ve
Hz. Peygamber (s.a.) orada üç gün kalabilecek. Müslümanlar Mekke'ye, ancak
kılıçları kınlarında olduğu halde, yolcu silahlarıyla girebilecekler.
Müslümanlardan Mekkeliler tarafına geçen biri olursa geri verilmeyecek, Mekkelilerden
müslümanlar tarafına geçen kimse ise iade edilecek. Her iki taraf anlaşmaya
uymaya dikkat edecekler, aralarında herhangi bir hırsızlık ve hıyanet
olmayacak.'
Bunun üzerine
müslümanlar: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bunu onlara verecek miyiz?" diye
sordular. Peygamberimiz (s.a.): "Bizden onların tarafına gidecek olanı
Allah uzak etsin! Onlardan bize gelip de tekrar onlara vereceğimiz kimseye
gelince, Allah d kimse için bir ferahlık, bir çıkış yolu yaratacaktır."
buyurdu. [707]
Allah Teâlâ, Hudeybiye
kıssası içerisinde, Kâ'b b. Ucre'nin yaptığı gibi, (ihramdan çıkmadan)
saçlarını tıraş ettiren kimseler hakkında fidye olarak oruç tutmaları veya
sadaka vermeleri veyahut kurban kesmeleri hükmünü indirdi.
Allah Rasûlü (s.a.)
Hudeybiye'de başlarını tıraş ettirenlere üç kere, saçlarını kısalttıranlara
ise bir kere olmak üzere bağışlanmaları için dua etmiştir.
Müslümanlar
Hudeybiye'de, bir deveyi ve bir sığın yedişer kişi adına kurban ettiler.
Allah Rasûlü (s.a.)
orada, müşrikleri öfkelendirmek için, burnunda gümüş halka bulunan ve Ebu
Cehiİ'e ait bir deveyi kurbanlıkları arasında kurban etti.
Fetih sûresi burada
nazil oldu. Huzâalılar Allah Rasûlü'nün (s.a.), Be-kiroğulları ise
Kureyşlilerin müttefiki oldular. Çünkü anlaşma şartlarına göre; dileyen Allah
Rasûlü'nün, dileyen de Kureyş'in müttefiki olabilecekti.
Allah Rasûlü (s.a.)
Medine'ye dönünce, aralarında Ukbe b. Ebî Muayt'ın kızı Ümmü Külsûm'un da
bulunduğu bir grup mü'min kadın gelerek Pey-gamberimiz'e sığındılar. Ümmü
Külsûm'un ailesi, aralarındaki anlaşma gereği onun kendilerine iade edilmesini
istemek için geldiler. Fakat Allah Rasûlü (s.a.) onu geri vermedi. Zira Allah
Teâlâ O'na, kadınları iade etmeyi yasaklamıştı.
Denilmiştir ki: Bu
yasaklama, kadınlarla ilgili şartın neshedilmesi demektir. Yine denilmiştir
ki: Bu, sünnetin Kur'an ile tahsis edilmesidir ki, gerçekten büyük bir şeydir.
Ayrıca "Bu şart sadece erkeklerle ilgili idi; müşrikler ise hem erkekler
hem de kadınlar hakkında geçerli bir hüküm saymak istemişler, fakat Allah
Teâlâ bunu reddetti" denilmiştir. [708]
1— Hz. Peygamber (s.a.) hac aylarında umre
yapmıştır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) Zilkade ayında yola çıkmıştı.
2— Hacda olduğu
gibi, umre için de mîkatta ihrama girmek daha efdal-dir. Allah Rasûlü (s.a.)
gerek hac ve gerekse umre için Zülhuleyfe'de ihrama girmiştir. Zülhuleyfe ile
Medine arası bir mil kadar veya buna yakın bir mesafedir.
Bu konuda: "Umre
için Beyt-i Makdis'te ihrama giren bir kimsenin geçmiş ve gelecek günahları
bağışlanır.", diğer bir rivayetinde ise."Önceki günahlara keffaret
olur" şeklinde gelen hadis sabit değildir.[709]
Senedinde ve metninde güçlü
muztariblik vardır.
3— Kıran
haccında olduğu gibi başlı başına yapılan umrede de kurban sevketmek
sünnettir.
4— Kurban
edilecek hayvanı önceden işaretlemek sünnettir; bu iş yasak bir işkence
değildir.
5— Allah
düşmanlarını kızdırmak rnüstehaptır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) müşrikleri
kızdırmak için, kurbanlıkları arasında, Ebu Cehil'in, burnunda gümüş halka
bulunan devesini kurban etmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.) ve
ashabının özellikleri hakkında şöyle buyurmuştur; "...Onlar İncil'de de
şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış, kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış,
gövdesi üzerine dikilmiş ve ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah,
böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcıları öfkelendirir..."[710]
'...Çünkü Allah yolunda açlığa, susuzluğa, yorgunluğa maruz kalmak, kâfirleri
kızdıracak bir yeri işgal etmek ve düşmana başari kazanmak karşılığında onların
yaptıkları yararlı bir iş mutlaka yazılır. Doğ-rusu Allah, iyilik yapanların
ecrini zayi etmez."[711]
6— Ordu komutanının önceden düşman tarafına
casuslar göndermes gerekir.
7— Savaşta
iken ihtiyaç halinde, güvenilir bir müşrikten yardım istemek caizdir. Çünkü
Allah Rasûlü'nün (s.a.) Huzâaîı casusu o sırada kâfirdi; ve bu da, casusun
düşman içlerine kolayca sızıp haber toplayabilmesi açısından daha faydalıydı.
8— Devlet
başkanının, tebaası ve ordusuyla istişare etmesi müstehaptır. Bu istişare,
onların fikirlerini almak, gönüllerini hoş tutmak, nifak çıkarmalarından emin
olmak, uzmanlık isteyen ve insanlar arasında bazılarının bilebileceği bir
faydalı bilgiyi öğrenmek ve Allah Teâlâ'nın: "...İş hakkında onlara
danış..."[712]
emrine sarılmak içindir. Yine Allah Teâlâ şöyle buyurarak kullarını övmüştür:
"...Onların işleri, aralarında danışma iledir..."[713]
9—
Müşriklerin erkekleriyle savaşmadan önce, erkeklerinden ayrı kalan müşrik
kadınları ve çocukları esir r'mak caizdir.
10— Mükellef olmayan hakkında söylenmiş olsa
bile, doğru olmayan bir
sözü reddetmek gereklidir. Çünkü müslümanlar, Kasvâ yürümediği zaman:
"Kasvâ huysuzlaşti!" yani diretti, ileri adım atmadı, yürümedi
diyerek tabiatı ve huyundan olmayan bir şeyi ona nisbet ettiler. Hz. Peygamber
(s.a.) ise: "Kasvâ huysuzlaşmadı. Onun böyle bir huyu yoktur." diye
cevap vererek devenin çöküş sebebini şöyle açıkladı: "FilIeri^Mekke'ye
girmekten alıkoyan Allah, alıkonulmaları ve bu alıkonulmanın arkasından gelen
şeyler sebebiyle ortaya çıkan yüce bir hikmetten ötürü Kasvâ'yı burada da
alıkoymuştur."
11— Kişinin,
bineği veya ilişkili bulunduğu benzen bir şeyle isimlendirilmesi sünnettir.
(Meselâ, fili alıkoyan., gibi).
12— Te'kid
edilmesi gereken dinî bir haber hususunda yemin etmek caiz, hatta müstehaptır.
Zira Hz. Peygamber'in (s.a.) seksenden fazla yerde yemin ettiği rivayet
edilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, O'na haber verdiği şeyin doğruluğuna, Yûnus,
Sebe' ve Tegâbün sûrelerinde olmak üzere üç yerde [714] yemin
etmesini emretmiştir.
13—
Müşrikler, ehl-i bid'at ve günahkârlar ile zalim ve âsiler şayet Allah
Teâlâ'nın yasaklarından birine saygı göstererek bir şey isteyecek olurlarsa;
başkalarını engellemiş olsalar bile istekleri kabul edilip yerine getirilir ve
bu hususta kendilerine yardımcı da olunur. Onlar, küfür ve taşkınlıklarında
değil, Allah'ın yasaklarına hürmet gösterdikleri hususlarda yardım görürler.
Bunun dışındaki hususlarda ise engellenirler. Allah Teâlâ'nın sevdiği ve razı
olduğu hususlarda, yardım isteyen bir kimse, her kim olursa olsun kendisine
yardım edilir. Şu kadar var ki, bu sevilen şey hususundaki yardım, Allah'ın
sevmediği daha büyük bir şeye sebebiyet vermemelidir. Bu durum, nefislere ağır
gelen, en ince ve en zor meselelerdendir. Bu sebeple ashabtan buna canı
sıkılanlar olmuş, Hz. Ömer (r.a.) söyleyeceğini söylemiş, bundan sonra da
(söylediklerine keffâret olmak üzere) birçok hayırlı işler yapmıştır. Hz. Ebu
Bekir (r.a.) ise, bunu rıza ve teslimiyetle karşılamıştır. Öyle ki, Hz. Ebu
Be-kiı'in gönlü bu hususta Allah Rasûlü'nün (s.a.) gönlüyle beraber olmuş, Hz.
Ömer'in sorusuna, Allah Rasûlü'nün (s.a.)verdiği cevabın aynısıyla cevap
vermistir. Bu durum, Hz. Ebu Bekir'in -Allah ondan razı olsun- ashabın en faziletlisi,
en kâmili, Allah'ı ve Rasûlü'nü en iyi tanıyıp dinini en iyi bileni, en
kuvvetli sevgi göstereni ve Hz. Peygamber'e (s.a.) en iyi uyum sağlayan kimse
olduğunu ortaya koyar. Bundan dolayı Hz. Ömer, karşısına çıkan herhangi bir
hususta başka sahabîlere değil, sadece Allah Rasûlü'ne (s.a.) ve O'nun
Sıddîk'ına soru sormuştur.
14— Hz.
Peygamber (s.a.) Hudeybiye'ye giderken sağ tarafa doğru yönelmiştir. Şafiî
(r.h.) der ki: Hudeybiye'nin bir kısmı Harem bölgesine dahil, bir kısmı da
Harem'in dışındadır.
Ahmed b. Hanbel bu
olay hakkında, Hz. Peygamber'in (s.a.), Harem bölgesi dışında hareket ettiği
halde Harem'in içinde namaz kıldığını rivayet etmiştir.[715]
Mekke'de kılınan namazın üstünlüğünün kat kat fazla olmasının sadece tavaf yeri
olan Mescid'e mahsus olmayıp Harem bölgesine dahil bütün yerler için de aynı
olduğuna bir delildir. Hz. Peygamber'in (s.a.): *'Mescid-i Haram'da kılman bir
rekât namaz, benim mescidimde kılınan yüz rekât namazdan daha
faziletlidir."[716]
hadisi şu âyet-i kerimeler gibidir: "...Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar.
.."[717], "Kulu Muhammed'i
bir gece Mescid-i Ha-ram'dan, kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için,
çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın sânı ne
yücedir..."[718]
Halbuki isrâ hâdisesi Ümmü Hâni'nin evinden başlamıştır.
15— Mekke'nin yakınına konaklayacak bir kimsenin,
Harem bölgesinin dışında (= Hill) konaklayıp Harem bölgesinin içinde namaz
kılması gerekir. Nitekim İbn Ömer böyle yapardı.
16— Devlet
başkanının, barış yapmayı müslümanların yararına gördüğü zaman, düşmana barış
teklifinde bulunması caizdir. Barış, anlaşma teklifinin karşı taraftan
gelmesine bağlı değildir.
Kendisi otururken
başında beklenilmesi âdeti olmadığı halde Mugîre b. Şu'be'nin, kılıcıyla Allah
Rasûlü'nün (s.a.) baş ucunda beklemesinde, düşman elçilerinin geldiği sırada onlara
karşı bir üstünlük ve övünme olması, devlet başkanına tazim ve itaat ile
çevresindekiler tarafından korunduğunu gösterme bakımından uyulması gereken bir
sünnet vardır. Bu, müslümanların elçilerinin kâfirlere gönderilmesinde ve
kâfirlerin elçilerinin de müslümanlara gelmebinde uygulanan bir âdettir. Yoksa
bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) şu sözüyle kınadığı cinsten değildir: "Kim,
kişilerin ayakta durarak kendisine saygı göstermesinden hoşlanırsa, cehennemdeki
yerini hazırlasın."[719]
Yine harpte övünmek ve böbürlenmek -savaşdişındaki hallerde olduğu gibi- kınanan
cinsten değildir. Kurbanlık hayvanların diğer elçiye doğru sürülmesi, kâfirlerin
elçilerine İslâm'ın nişanelerini göstermenin müstehap olduğuna delildir.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) Mugîre'ye söylediği: "Müslümanlığını kabul ederim. Malına gelince,
ondan bir şey kabul edecek değilim." sözünde, kendisiyle anlaşma yapılmış
müşrik malının korunmuş olup o malın mülk edinilemeyeceği, aksine geri
verileceğini gösteren bir delil vardır. Çünkü Mu-gîre, onlarla güven üzerine
arkadaşlık yapmış, sonra sözünü tutmayıp onlara hainlik ederek mallarım
almıştı. Ama Hz. Peygamber (s.a.) onların mallarının peşine düşüp müdafaasını
yapmamış ve mallarım kendilerine tazmin etmemiştir. Çünkü bu olay, Mugîre'nin
müslüman olmasından önce meydana gelmiştir.
Yine, Hz. Ebu Bekir'in
Urve'ye: "Lât putunun bızrını emesice!" diye söylediği sözde, eğer
durumun gerektirdiği bir fayda varsa, avret mahallinin adının açığa
vurulabileceğinin caiz olduğunu gösteren bir delil vardır. Aynı şekilde Hz.
Peygamber (s.a.) cahiliye davasında bulunan bir kimseye babası.-nın ayıp
yerinin açıkça söylenilmesine izin vermiştir. O kimseye şöyle denir:
"Babanın şeyini ısır!" Bu hususta kinaye kullanılmaz. Çünkü her
durumun gereğine göre söylenecek bir söz vardır.
17—
Kâfirlerin gönderdiği elçinin edebinin az olması, cahil ve kaba olması
muhtemeldir. Burada umumi bir fayda bulunduğundan ona karşılık verilmez. Her
ne kadar Arapların âdetinden ise de Hz. Peygamber (s.a.) konuşma esnasında
Urve'nin sakalını tutmasına aynıyla karşılık vermemiştir. Çünkü vakar ve tazim,
bunun aksini gerektirir.
Aynı şekilde Allah
Rasûlü (s.a.) Müseyleme hakkında, "Şahitlik ederiz ki o Allah'ın
elçisidir." diyen Müseyleme'nin elçilerine de karşılık vermeme-miş ve:
"Eğer elçiler Öldürülmez hükmü olmasaydı, şüphesiz ikinizi de
öldürürdüm" buyurmuştur[720]
18— İster baştan, ister göğüsten gelmiş olsun,
balgam temizdir.
19— Kullanılmış su temizdir.
20— İyimser olmak, olayları iyiye yorumlamak
müstehaptır, ki bu hoş karşılanmayan uğurlu veya uğursuz sayma cinsinden
değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.), Süheyl geldiği zaman: "İşiniz
kolaylaştı." demiştir.
21— Hazırda
bulunan kişinin kendi adıyla babasının adı bilindiğinde dede adının
zikredilmesine gerek duyulmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Muham-med b.
Abdullah adı üzerine bir şey ilâve etmemiş ve Süheyl'in sadece kendi adıyla
baba adının zikredilmesiyle yetinmiştir. Dede adının zikredilmesinin şart
koşulmasının bir aslı, bir dayanağı yoktur. Adda b. Halid, Hz. Peygam-ber'den
(s.a.) bir köle satın aldığı zaman, kendisine: "Bu, Adda b. Halid b.
Hevze'nin satın aldığı köledir."[721]
şeklinde dede adım da zikrederek yazdırmasına gelince bu rivayet, böyle
yapmanın caiz olduğunu ve bir sakıncası bulunmadığını gösteren ilave bir
açıklamadır. Yoksa bunun şart olduğuna delil teşkil etmez. Sırf kendisinin ve
babasının ismini zikretmekle yetinilemeyecek kadar meşhur olmadığından
dedesinin adını da zikretmiştir. Kendi ismi ile baba ismi aynı olduğunda dede
isminin zikredilmesi şart olur. Böyle bir benzerlik olmadığı durumlarda ise,
kendi ismi ile baba ismi yeterli sayılır. Allah en iyi bilendir.
22—
Müslümanların aleyhine bir takım olumsuz neticeler doğuracak hükümler içerse
de fayda tarafı ağır basması ve daha şerli bir şeyi savuşturması sebebiyle
müşriklerle anlaşma yapmak caizdir. Bunda iki zararın en zararlısını, daha az
zararlı olanı beraberinde getirmesi ihtimaline karşın, savuşturma yaran
vardır.
23— Bir
kimse sözle veya niyetle, vakit tayin etmeksizin bir şeyi yapmaya yemin eder
veya adakta bulunur, yahut-o şeyi yapma hususunda bir başkasına vaadde
bulunursa onu hemen yapması gerekmez, erteleyebilir.
24— Başı
(tamamen) tıraş etmek, haccın olduğu gibi umrenin de menâ-sikindendir ve saçı
kısaltmaktan daha faziletlidir. Aynı şekilde bu, diğerlerinin umrelerinde
olduğu gibi, alıkonulanın (mahsur)
umresinde de menâsiktendir.
.
25— Alıkonulan kimse, ister Harem hududu
içerisinde bulunsun ister bulunmasın,
alıkonulduğu yerde kurbanını keser. Kendisi Harem bölgesine ulaşamadığı
takdirde, kurbanını Harem içerisinde kesebilecek kimseyle anlaşma yapması
vacib değildir ve şu âyet-i kerimenin delaletiyle kurban, yerine ulaşmaksızm
ihramından çıkamaz: "...Bağlı kurbanlıkların yerlerine ulaşmasına engel
olanlardır. "[722]
26—
Kurbanların kesildiği yer Harem hududunun dışında bir yer idi. Çünkü Harem
bölgesinin her yeri kurban kesim yeridir.
27—
Alıkonulan kimselere umreyi kaza etmek vacip değildir. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.) ashabına, başlarını tıraş etmelerini ve kurbanlarını kesmelerini
emretmiş, hiçbirine bu umreyi kaza etmelerini emretmemiştir. Ertesi yıl yapılan
umre ise ne vacip bir umreydi, ne de alıkonulan umre yerine yapılan bir kaza
umresiydi. Çünkü müslümanlar engellendikleri umrede 1400 kişi iken, ertesi yıl
yapılan umrede bundan daha az idiler. "Umretü'l-Kadıyye" veya
"Kaza Umresi" diye isimlendirilmesi ise, Hz. Peygamber'in (s.a.)
üzerinde anlaşma yaptığı umre olmasındandır. Burada umre kelimesi yapılma
sebebinin kaynağı ile tamlama ohışturmuşur.
28— Mutlak
bir emir, hemen yapmayı gerektirir (-fevridir). Eğer böyle olmasaydı Hz.
Peygamber (s.a.) verdiği emri ashabın yerine getirmeyi geciktirmelerine
kızmazdı. Ashabın emri yerine getirmeyi geciktirmelerine şöyle gerekçe
gösterildi: Onlar emrin yürürlükten kaldırılacağını umuyorlar, böyle
yorumlayarak emri yerine getirmeyi geciktiriyorlardı. Bu gerekçenin kendisine
gerekçe gösterilmesi daha münasip! Böyle bir gerekçe bâtıldır. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.) ashabtan böyle bir şey hissetseydi, emrinin geciktirilmesinden
dolayı öfkesi şiddetlenerek: "Neden öfkelenmeyeyim ki? Ben bir şey emrediyorum
uyulmuyor!" demezdi. Ashabın emri geciktirmeleri, hoş karşılanan değil,
affedilen bir gayrettir. Allah onlardan razı olmuş, günahlarını bağışlamış ve
cenneti onlara gerekli kılmıştır.
29— Bir
delilin kayıtladığı durumlar haricinde prensip, ümmetinin, Hz. Peygamber ile
(s.a.) hükümler konusunda ortak olmasıdır. Bu sebeple Üm-mü Seleme şöyle
demiştir: "Dışarı-çık ve başını tıraş ettirip kurbanını kesene kadar hiç
kimseyle konuşma." O, ashabın Hz. Peygamber'e (s.a.) uyacağım bilmiştir.
Soru: Bu işi ashaba
emrettiğinde kendisine uymadıkları halde, bunu yapmaya koyulduğu zaman nasıl
oldu da O'na uydular?
Cevap: Ashabın, emrin
yürürlükten kalkacağını umarak yerine getirmeyi geciktirdiklerini ileri
sürenlerin böyle düşünmelerine sebep olan durum işte budur. Onlara göre Hz.
Peygamber (s.a.) böyle yapınca, ashab emrin men-suh olmayıp kesin bir hüküm
olduğunu anladılar. Bu zannın yanlışlığı yukanda anlatılmıştı. Hz. Peygamber
(s.a.) ashaba öfkelenip hiç kimseyle konuşmak-sızın dışarı çıkarak, onlara
kendisinin emredilen şeyi hemen yerine getirmeye koyulan bir kimse olduğunu
gösterip, onlar gibi emre itaati geciktirmeyince; ashab da Allah'a uyma ve
itaatin, Rasülü'ne uymayı gerektirdiğini anladılar, O'na uymaya ve emrini
yerine getirmeye koşuştular.
30— Kâfirler
ile, onlardan müslümanlara gelenlerin geri verilip, müslümanlar tarafından
kâfirlere geçecek olanların geri verilmemesi üzerine anlaşma yapmak caizdir.
Ancak kadınlar bunun dışındadır. Kadınların kâfirlere geri verilmesinin şart
koşulması caiz değildir. İşte bu anlaşmada, Kur'an nas-sıyla yürürlükten
kaldırılan yer burasıdır ve burası dışında geçerli bir sebep olmaksızın nesh
iddiasında bulunmaya yol yoktur.
31— Kadından istifadenin kocanın mülkünden
çıkmasının malî bir değeri vardır. Bu yüzden Allah Telâlâ, karısı (Mekke'den
Medine'ye) hicret eden ve aralarına engel konan müşrik kocaya, vermiş olduğu
mehrin iade edilmesini vacip kılmıştır. Aynı şekilde Allah Teâlâ, müslümanlar
tarafına hicret eden karılarına verdikleri mehirleri, kâfirler müslümanlardan
talep hakkı elde ettiklerinde, karısı irtidat eden müslüman kocaya verdiği
mehrin iade edilmesini de vacip kılmıştır. Bunu, aralarında karara bağladığı
bir hüküm olarak bildirmiş ve sonra da bu hükmü hiçbir şey neshetmemiştir.
Kocaların verdikleri mehrin onlara iade edilmesini şart koşması, bu mehrin
mehr-i misil (objektif değer) değil
de mehr-i müsemma
(akdi yapanların aralarında kararlaştırdıkları değer)
olduğuna delâlet eder.
32— Kâfirler
tarafından islâm devlet başkanı tarafına gelen bir kimseyi geri verme hükmü,
içlerinden müslüman olarak ayrılıp devlet başkanının bulunduğu beldeden başka
bir yere giden kimseyi kapsamaz. Şu da var ki, devlet başkanının bulunduğu beldeye gelen kimseyi
talep olmaksızın geri göndermesi
de gerekmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Ebu Basir kendisine geldiği zaman geri
göndermemiş ve gitmesi için de onu zorlamamıştır. Ama Ebu Bâsir'i istemeye
geldiklerinde almalarına izin vermiş, fakat onu geri dönmeye zorlamamıştı.
33—
Anlaşmalılar, kendileri tarafından devlet başkanına gelen kimseyi teslim alıp
gözetimleri altına aldıkları zaman, bu kişi içlerinden herhangi birini
öldürdüğünde, ne diyet vermek ve ne de kısas olmak suretiyle o kimsenin kan
bedelini öder ve ne de devlet başkanı bu kan bedelini tazmin eder. Aksine bu
kimse onları kendi yurtlarında öldürmüş hükmünde olur ki devlet başkanının
onlar üzerinde herhangi bir hükmü olmaz. Çünkü Ebu Basîr, anlaşmalı iki
kişiden birini Medine'den sayılan Zülhuleyfe'de öldürmüştü. Fakat Ebu Basîr'i
onlar teslim almış olup devlet başkanının elinden ve hükmünden
uzaklaştırmalardı.
34—
Anlaşmalılar, imam (devlet başkanı) ile anlaştıktan sonra müslü-manlar içinden
bir grup çıkıp karşı tarafa savaş açar, mallarını ele geçirir fakat imama
katılmazlarsa, imamın harp açan kimseleri karşı taraftan uzaklaştırıp onlara
mani olması gerekmez. İmamın anlaşmasına, sözleşmesine ve dinine ister
girsinler isterse girmesinler eşittir. Hz. Peygamber (s.a.) ile müşrikler
arasındaki anlaşma, Ebu Basîr ve arkadaşları ile müşrikler arasında yapılmış
bir anlaşma değildi. Buna göre, şayet bazı müslüman hükümdarlar ile
hıristiyanlar ve diğer zimmiler arasında bir anlaşma yapılsa, onlarla arasında
bir anlaşma bulunmayan bir başka müslüman hükümdarın onlara karşı savaş açıp
mallarını ele geçirmesi caizdir. Nitekim Şeyhülislâm (İbn Tey-miye) de, Ebu
Basîr'le müşrikler arasında cereyan eden olaya dayanarak Malatya
hıristiyanları ve esirleri hakkında bu şekilde fetva vermiştir. [723]
Hudeybiye anlaşması,
sebeplerini sağlamlaştıran Allah'tan başkasının tam? olarak anlayamayacağı
kadar büyük ve yüce bir anlaşmadır. Ve neticesi de[ böyle olmuş, hikmeti ve
rızasının gerektirdiği şekilde gerçekleşmiştir.
1— Hudeybiye
anlaşması, Allah Telâlâ'mn, Rasulü'nü ve ordusunu azız kıldığı, insanların grup
grup Allah'ın dinine girdiği yüce fethin öncesinde bir başlangıç olmuştur. Bu
anlaşma, yüce fethin kapısı, anahtarı ve önündeki habercisidir. Bu, bir kader,
ve bir kanun olarak hükmeylediği böyle muazzam, yüce işler öncesinde onları
haber veren, onlara işaret eden birtakım mukaddimeler ve hazırlıklar ortaya
koyma kanunudur.
2— Bu
anlaşma, en büyük ve en yüce fetihlerden biri oldu. Çünkü insanlar
birbirlerinden emin olmuşlar, müslümanlar kâfirlerle bir araya gelmiş, onları
İslâm'a davet etmeye başlamış, onlara Kur'an'ı dinletmiş ve onlarla İslâm
hakkında güven içerisinde açıktan açığa tartışmışlardır. Müslümanlıklarını
gizleyen kimseler kendilerini bu anlaşmayla açığa vurmuş ve Allah'ın girmesini
dilediği kimseler mütareke müddeti içerisinde İslâm'a girmişlerdir.
Bu yüzden Allah Teâlâ,
Hudeybiye anlaşmasını "apaçık bir fetih" olarak isimlendirmiştir,
îbn Kuteybe der ki: (Apaçık bir fetih'ten maksat) Senin için yüce bir hükmü
ifa ettik, demektir. Mücâhid ise şöyle der: Bu, Allah'ın Hudeybiye ile Rasûlü
için hükmettiği şeydir.
Meselenin aslı şudur:
Fetih, -sözlükte- kapalı bir şeyi açmak demektir. Hudeybiye'de müşriklerle
yapılan sulh, Allah açıncaya kadar kapalı ve sed çekilmiş bir vaziyette idi.
Allah Rasûlü (s.a.) ile ashabının Kabe'yi ziyaretten engellenmeleri, anlaşmanın
açılmasının sebeplerindendir. Dış görünüşte müslümanlar için zulüm ve
haksızlık, işin aslında ise izzet, fetih ve zafer vardı. Alîah Rasûlü (s.a.)
ince bir perde gerisinden önündeki yüce fethi, kuvveti ve zaferi görüyor ve
müşriklerin kendisinden istedikleri, ashabtan çoğunun ve ileri gelenlerin bile
tahammül edemediği her şartı kabul ediyordu. O (s,a.), hoşa gitmeyen bu durumun
altında gizli olan, iyi olan şeyi biliyordu: ^...Bazen hoşlanmadığınız bir
şey, hakkınızda iyi olabilir..,"[725]
"Kişinin sevdiği
şeyler bazen sevmediği şeye sebep olduğu gibi Bazan da sevmediği şeyler sevdiği
şeye sebep olur."
Allah Rasûlü (s.a.) bu
şartlar altına, Allah'ın kendisine olan yardımına, desteğine ve akıbetin kendi
lehine olacağına güveninden ötürü giriyordu. İnanıyordu ki bu şartlar ve
taşıdığı hükümler zaten zaferin kendisiydi. Şartlan ileri sürenlerin farkına
varmadan ayaklandırdıkları ve kendileri ile savaşa görevlendirdikleri en büyük
bir orduydu, bu anlaşma. Akabinde, kuvvet umdukları yerden hor ve hakirliğe;
kudret, şeref ve zafer gösterdikleri yerden de mağlubiyete uğratıldılar. Allah
Rasûlü (s.a.) ve İslâm askerleri ise, Allah için ve O'nun yolunda haksızlığa
katlandıkları, hezimete uğradıkları yerden galip ve üstün gelmişlerdir. Devir
değişmiş, iş aksine dönmüştür. Bâtılla elde edilen azizlik hakla zillete; Allah
yolundaki hezimet ise Allah'ın yardımıyla galibiyet ve üstünlüğe dönüşmüş;
Allah'ın hikmet ve alâmetleri, vadini tasdik ettiği ve akılların iç durumunu
kavrayamayacağı Rasûlü'ne olan yardımı en mükemmel ve kâmil şekliyle ortaya
çıkmıştır.
3— Bu
anlaşmayı Allah Teâlâ, müminlerin iman ve bağlılıklarının, hoşlarına giden ve
gitmeyen konularda Allah'ın hükmüne boyun eğmeye rızalarının artmasına sebep
kıldı. Bu anlaşma sayesinde Allah'ın hükmüne razı oldular, iVadini tasdik ettiler ve kendilerine verilen
vadi beklediler. Dağların bile sarsıldığı bir zamanda en muhtaç oldukları bir
vakitte Allah'ın, kalbleri-ne indirdiği sekinetle kendilerine lütuf ve ihsanda
bulunduğunu gördüler. Allah onların üzerine kendisi sayesinde kalbleri mutmain
olacak, ruhları kuvvet bulacak ve imanları artacak olan sekinetini indirdi.
4— Allah,
Rasûlü ve mü'minler için karara bağladığı bu hükmü, bunda birtakım haksızlıklar
ve kendisinden istenileni verme hususu bulunmasına rağmen Rasûlü'nün geçmiş ve
gelecek günahlarını bağışlama, kendisine vereceği nimetini tamamlama, O'nu
dosdoğru yola iletmeye; kendisine yüce galibiyeti nasib etmeye, kendisinden
razı olmaya Rasûlünü kendi emrine girdirmeye ve göğsünü genişletmeye sebep
kılmıştır. Anlaşma Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabının kendisi sayesinde bütün
bunları elde etmelerinin sebebi olmuştur. Bundan dolayı Allah Teâlâ bu hükmü
bir mükâfat ve bir gaye olarak zikretmiştir ki bu da Allah'ın hükmü ve fethi
yanında Hz. Peygamber (s.a.) ve mü'-minlerle kâim olan bir fiile karşı olur.
Allah Teâlâ'nın,
burada Rasûlü'ne yapmış olduğu yardımı, nasıl azîz (üstün, şerefli) diye
nitelemiş olduğunu ve sonra yine kalplerin en şiddetli şekilde dalgalandığı bu
yerde mü'minlerin kalplerine sekînet indirişini nasıl zikrettiğini bir düşün;
ki burası sekînete en muhtaç yerdi. O sekinet sayesinde imanlarına iman
katılmıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, mü'minlerin, Rasûlü ile yaptıkları bîatlarını
zikretmiş ve bu bîatı kendisine yapılan bir bîat sayarak teyîd etmiş, Allah
Rasûlü'nün eli müslümanların elleri üzerinde iken kendi elinin müslümanlar
üzerinde olduğunu te'kid etmiştir. Çünkü o, Rasûlü ve Nebîsidir. Rasûlü'yle
yapılan akit kendisiyle yapılan akit ve yine Rasûlü'ne yapılan bîat da
kendisine yapılan bîat mesabesindedir. Kim Rasûlüne bîat ederse Allah'a bîat
etmiş gibi olur ve Allah'ın eli Rasûlü'nün eli üzerindedir. Hacerü'l-Esved,
Allah'ın yeryüzündeki sağ eli olduğuna [726] ve
ona el sürüp onu öpenin sanki
Allah ile musafaha edip O'nun sağ elini Öpmüş olduğuna göre, Allah Rasûlü'nün
eli bu işe Hacerü'l-Esved'den daha elverişlidir. Sonra Allah Teâlâ bu bîatı
bozan kimsenin, bozmasının kendi aleyhine döneceğini ve bîata vefa gösteren
kimsenin de büyük mükâfat alacağını bildirmiştir. Şu halde bîata vefa göstereni
ve göstermeyeniyle bütün müslümanlar, Rasûlü'nün lisanıyla İslâm ve İslâm
hukuku üzerine Allah'a bîat etmişlerdir.
Sonra Allah Teâlâ,
Peygamberine katılmaktan geri duran bedevilerin hallerini; Allah, kendi
Resûlü'nü, dostlarını ve ordusunu perişan edip düşmanlarını onlara galip
getirecek ve böylece ailelerinin yanlarına asla dönemeyeceklerdir, şeklinde
Allah hakkında besledikleri kötü zanlarıni zikretti. Bu şekilde zanda
bulunmaları Allah'ı, isimlerini, sıfatlarını ve Allah'a yakışan şeyleri
bilmemelerinden ve aynı zamanda Allah'ın Rasûlü'nü hakkıyla tanımamalarından,
Rabbi'nin ve Mevlâsı'mn kendisine lâyık olduğu şekilde muamele edeceğini
bilmemelerinden kaynaklanıyordu.
Sonra Allah Teâlâ,
Rasûlü'ne karşı bîat altına girmeleri sebebiyle mü'-minlerden razı olduğunu
bildirdi. Allah, müslümanların kalplerinde o vakit bulunan sadakat, vefa,
gerçek itaat ve bağlanmalarını, diğer şeylere karşı Allah'ı ve Rasûlü'nü
tercih edeceklerini bilmiş ve kalplerine sekîneti, tatmin-karlık ve hükme karşı
rıza göstermeyi indirmiştir. Allah Teâlâ müslümanlara, hükmüne rıza
göstermeleri ve emrine sabretmelerine karşılık yakın bir fethi ve elde
edecekleri bol ganimetleri nasib etmiştir. İlk fetih ve ganimetler, Hay-ber'in
fethi ve ganimetleri olmuş, sonra da kıyamete kadar fetihler ve ganimetler,
sürekli kılınmıştır.
Allah Teâlâ
müslümanlara, elde edecekleri bol ganimeti vadetmiş ve müslümanlar için bu
ganimeti acele olarak gerçekleştirdiğini bildirmiştir. Bu hususta iki görüş
vardır:
1) Bu, müslümanlarla düşmanları arasında cereyan
eden anlaşmadır.
2) Hayber'in fethi ve Hayber ganimetleridir.
Sonra Allah Teâlâ
şöyle buyurmuştur: "... İnsanların size uzanan ellerini önlemiştir."[727]
Bunun tefsiri hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür: a) Mekkelilerin ellerini
sizinle savaşmaktan önlemiştir, b) Yahudilerin ellerini, Allah Rasûlü'nün
ashabıyla birlikte Medine'den çıkmasından sonra Medine'de kalanları yok
etmelerini engellemiştir, c) Bunlardan maksat, Hayber halkı ile onlara yardım
etmek isteyen Esed ve Gatafan kabilelerinden olan yardımcılarıdır.
Doğrusu ise, âyetin
bunların hepsini içermesidir.
"İnsanlara bir
delil olması için" âyet-i kerimesi hakkında denilmiştir ki: Bu, Allah'ın
sizin için yaptığı bir iştir. Bu da, çok olmalarına rağmen düşmanlarınızın
ellerini size kötülük yapmaktan engellemesidir. Çünkü o vakit Mekke ve
civarında yaşayan halk, Hayber ve civarında yaşayan insanlar, Esed, Gatafân ve
Arap kabilelerinin çoğunluğu onların düşmanlarıydı. Onlar, bu düşmanlar
arasında vücuttaki bir benek gibiydiler. Buna rağmen onlara herhangi bir zarar
veremiyorlardı. Düşmanlarının ellerinin müslümanlardan önlenmesi;
çokluklarına, şiddetli düşmanlıklarına, müslümanları abluk ya alarak her zaman,
her yerde onları gözetlemelerine rağmen müslümanlara herhangi bir kötülük
yapamamaları Allah Teâlâ'mn âyetlerindendir.
Yine denilmiştir ki:
Bundan maksat Hayber fethidir. Allah Teâlâ Hayber fethini, inanan kulları için
bir delil, ondan sonraki fetihler için de bir alâmet kılmıştır. Çünkü Allah
Teâlâ müslümanlara, bol bol ganimetler ve yüce fetihler vaadetmiş ve onlar için
Hayber fethini çabuklaştırmıştır. Bu fethi, kendisinden sonraki fetihler için
bir delîl, müslümanlann Hudeybiye günündeki sabırlarına ve hükme rıza
göstermelerine ve memnuniyetle karşılamalarına mukabil bir mükâfat ve teşekkür
kılmıştır. Bu sebeple Hayber'i ve ganimetlerini, Hudeybiye'de hazır bulunanlara
tahsis etmiştir.
Sonra Allah Teâlâ:
"...Sizi dosdoğru yola iletmesi için..." buyurmuştur. İnananlar için
yardım, zafer ve ganimetlerin yanı sıra hidayeti de eklemiştir. Müslümanları
hidayete erenler, yardım görenler ve ganimet elde edenler kılmıştır.
Sonra Cenab-ı Hak
mü'minlere, o zamana kadar elde edemedikleri bol bol ganimetler ve başka
fetihler vaadetmiştir. Bu fetihten maksat, Mekke fethidir, denilmiştir. İran
ve Bizans imparatorluklarının fethi olduğu da söylenilmiştir. Ayrıca Hayber
fethinden sonra yeryüzünün doğu ve batı taraflannda gerçekleşecek olan
fetihlerdir de denilmiştir.
Allah Teâlâ, eğer
kâfirler O'nun dostlarıyla (müslümanlarla) savaşacak olurlarsa, onların yardım
görmeden gensin geriye döneceklerini, bunun kendilerinden önceki kullarına da
tatbik ettiği ilâhî kanunu olduğunu ve bu kanunda hiçbir değişiklik
bulunmadığını bildirmiştir.
Soru: Peki ama Uhud'da
kâfirler müslümanlarla savaştılar, onlara karşı üstünlük sağladılar ve
arkalarını dönüp kaçmadılar?
Cevap: Bu, daha başka
bir yerde anlatılan bir şarta bağlı vaaddir ki, o da sabır ve takvadır. Bu şart Uhud'da, sabra aykırı
düşen gevşeklikleri, takvaya aykırı düşen ihtilâfları ve itaatsizlikleri
sebebiyle ortadan kalkmış, dolayısıyla müslümanları düşmanlarından yüz
çevirtmiş ve şart ortadan kalktığı için de vaad gerçekleşmemiştir.
Sonra Allah Telâlâ,
müşriklere karşı inananları üstün kıldıktan sonra birbirlerinden ellerini
çekenin kendisi olduğunu bildirdi. Bunu da bu hususta yüce hikmetler bulunduğu
için yapmıştır. Şöyle ki: Mekkeliler arasında, müslümanlann bilmediği,
imanlarını gizleyen müslüman olmuş kadın ve erkekler bulunuyordu. Şayet
sizleri onlar üzerine salsaydı, savaş kalabalığında bilmeden onları
öldürürdünüz ve onlardan da size düşmanlık ve vurulmayı haketmeyeni vurup
öldürme gibi fecî bir durum isabet edecekti. Allah Teâlâ, imanlannı gizleyen bu
zayıf kimselerden mü'minlere zarar gelebileceğini, bunun da sebebinin
müminlerin onlara verdikleri zarar olacağını haber verdi.
Allah Teâlâ haber
vermektedir ki, eğer o kimseler müşriklerden ayrılıp bir kenara çekilselerdi,
elbette Allah Teâlâ müşrikleri ölüm, esaret veya başka yollarla azaba
uğratırdı. Fakat, Rasûlü aralarında iken kökten yoketme azabını Mekkelilerden
uzaklaştırdığı gibi, bu imanlarını gizleyen zayıf kimselerin aralarında
bulunması sebebiyle de müşriklerden azabım uzaklaştırmıştır.
Sonra Allah Teâlâ
kâfirlerin, gönüllerinde alevlendirdikleri kaynağı cehalet ve zulüm olan
cahiliye asabiyetini haber verdi. Bu asabiyet sebebiyle kâfirler, Allah'ın
Rasûlü'nü ve kullarını Kabe'yi ziyaretten engellemişler, anlaşmaya
"Bismillahi'r rahmani'r rahim" diye başlanmasını kabul etmemişler,
doğruluğunu bildikleri halde ve yirmi yıllık zaman içerisinde görüp
dinledikleri deliller sayesinde peygamberliğinin gerçekliğini yakînen tanımalarına
rağmen Muhammed'in (s.a.) Allah Rasûlü olduğunu kabul etmemiş.-lerdi. Kendi
takat ve iradelerinde olan diğer fiillerin kâfirlere izafe edildiği gibi, Allah
Teâla, her ne kadar kendi kaza ve kaderiyle gerçekleşmişse de, gönüllerinde
alevlendirdikleri bu cahiliyye asabiyetini de kâfirlere izafe etmiştir.
Allah Teâlâ,
düşmanlarının kalplerinde bulunan cahiliyye asabiyetine mukabil, Rasûlü'nün ve
dostlarının kalplerine sekîneti indirenin kendisi olduğunu haber vermiştir.
Sekînet, Allah Rasûlü'nün ve ordusunun nasibi; cahiliyye asabiyeti ise
müşriklerin ve ordularının nasibi idi. Sonra Allah Teâlâ, inanan kullarına
takva kelimesini bağlayıcı kıldı. Bu takva kelimesi, Allah'tan sakınılması
gereken bütün kelimeleri içine alan bir cinstir, türünün en üstünü de ihlâs
kelimesidir. Bu takva kelimesi, Bismillahi'r rahmani'r rahim ile tefsir edilen
ve Kureyşlilerin, kendileri için bağlayıcılığını kabul etmedikleri kelimedir.
Allah bunu dostlarına ve ordusuna bağlayıcı kılmış, lâyıkı olmayan yerden
korumak için de bunu düşmanlarına haram kılmıştır. O, kelimeyi daha müstehak ve
daha lâyık olana gerekli kılmış, yerli yerine koymuş; lâyık olmayan yere koymak
suretiyle onu zayi etmemiştir. O, tahsis edeceği yeri ve konulması gereken
yerleri hakkıyla bilendir.
Allah Teâlâ,
Rasûlü'nün, Mescid-i Haram'a emîn olarak gireceklerine dair gördüğü rüyayı
tasdik ettiğini ve bunun kesin olarak gerçekleşeceğini; fakat bunun zamanının
bu yıl gelmemiş olduğunu haber verdi. Sizler bilmeseniz de Allah Teâlâ, bunun
vaktine kadar ertelenmesindeki faydayı biliyordu. Halbuki sizler, bunun acele
olarak gerçekleşmesini istiyordunuz. Rab Teâlâ ise tehir edilmesi konusunda
sizin bilmediğiniz fayda ve hikmeti biliyordu. Bu sebeple, Mekke fethi öncesi
bir giriş, bir başlangıç olmak üzere yakın bir fetih müyesser kılmıştır.
Sonra Allah Teâlâ,
bütün dinlerden üstün kılmak için Rasûlü'nü hidayet rehberi Kur'an ve hak din
ile gönderenin kendisi olduğunu bildirdi. Allah Teâlâ dinini yeryüzünün bütün
dinlerinden üstün kılma ve tamamlama işini üzerine almıştır. Allah'ın bu işi üzerine
alması, mü'minlerin kalplerini kuv-vetlerindirmek, onlara müjde vermek,
ayaklarım sağlamlaştırmak ve kesin olarak gerçekleşecek bu vaad hakkında güven
üzere bulunmalarını temin içindir. Sakın ola ki, Hudeybiye'de Allah'ın
düşmanlara göz yummasını ve üstün gelmelerini, düşmanına yardım ettiği,
Rasûlü'nü ve dinini yalnız bıraktığı şeklinde anlam ayasınız. Rasûlü'nü gerçek
dini ile gönderip O'na, dinini diğer bütün dinlerden üstün kılacağım
vaadetmişken böyle bir şey nasıl olabilir!
Sonra Allah Teâlâ,
Rasûlü'nü ve kendisi için seçtiği taraftarlarını zikretti. Onları en güzel
şekilde övdü. Onların Tevrat ve İncil'deki sıfatlarını zikretti. Bunda,
Tevrat'ı, İncil'i ve Kur'an'ı getirenlerin doğruluklarına en büyük delil
vardır. îşte bunlar (sahabe), kendi haklarında meşhur olan bu sıfatlarla önceki
kitaplarda da anlatılan kimselerdir. Yoksa kâfirlerin dedikleri gibi onlar,
mülk ve dünyayı isteyen zorba kimseler değildir. Bu sebepledir ki, Şam
hiris-tiyanlan müslümanları görüp, hal ve hareketlerini, adalet ve ilimlerini,
merhametlerini, dünyaya önem vermeyip ahirete olan rağbetlerini müşahede
ettiklerinde: "Mesih'e arkadaşlık edenler bu kimselerden daha üstün değillerdir."
demişlerdir. Bu hıristiyanlar, sahabeyi ve faziletlerini, düşmanları
ra-fızîlerden daha iyi biliyorlardı. Rafızîler ise sahabeyi Allah Teâlâ'nın şu
ve benzeri âyetlerde vasıflandırdığının aksi ile vasıflandırıyorlar:
"...Allah'ın doğru yola eriştirdiği kimse hak yoldadır. Kimi de
saptırırsa, artık onu doğru yola götürecek bir rehber bulamazsın. "[728]
Musa b. Ukbe şöyle der: Allah Rasûlü (s.a.)
Hudeybiye'den Medine'ye döndüğünde yirmi gün kadar Medine'de kaldı. Sonra
savaşmak üzere Hay-ber'e gitmek için yola çıktı. Allah Teâlâ, Rasûl'ü
Hudeybiye'de iken Hay-ber'i ona vaadetmişti.
îmam Mâlik şöyle der:
Hayber'in fethi hicrî 6. yılda gerçekleşmiştir. Alimlerin çoğunluğu ise,
Hayber fethinin hicrî 7. yılda olduğu görüşündedirler. Muhammed İbn Hazm ise
kesin ve kuşku götürmez bir gerçek olarak Hayber fethinin hicrî 6. yılda
meydana geldiğini söylemiştir.
Bu konudaki ihtilâf,
herhalde tarih başlangıcına bağlıdır. Acaba hicrî tarih, Allah Rasûlü'nün
(s.a.) Medine'ye geldiği Rebîulevvel ayından mı başlar, yoksa o yılın birinci
ayı olan Muharrem ayından mı başlar? Bu hususta âlimler iki yol tutmuşlardır:
Çoğunluk, tarihin Muharrem ayından başladığı görüşündedir. Muhammed İbn Hazm
ise, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Medine'ye geldiği zaman olan Rebîulevvel ayından
başladığı görüşündedir. İmam Ah-med'in sahih isnadîa rivayet ettiği gibi,
hicreti ilk kez tarih başlangıcı olarak alan, Yemen'de, Ya'lâ b. Ümeyye'dir.[729] Bu
işin ilk kez, hicretin 16. yılında Hz. Ömer tarafından yapıldığı da söylenir. [730]
îbn İshak diyor ki:
Bana Zührî'nin Urve yoluyla naklettiğine göre Mer-van b. Hakem ile Misver b.
Mahreme -bu ikisi birlikte rivayet etmişlerdir-şöyle demişlerdir: Allah Rasûlü
(s.a.) Hudeybiye yılında Medine'den ayrıldı. Mekke ile Medine arasında iken
O'na Fetih sûresi indi. Allah Teâlâ, Rasû-lü'ne şu âyetle Hayber'i fetih
müjdesini verdi: "Allah size, ele geçireceğiniz bol bol ganimetler
vaadetmiştir. Şunu da sizin için acele olarak gerçekleştirmiş..."[731]; bu
da Hayber'dir. Hz. Peygamber (s.a.) Zilhicce ayında Medine'ye geidi. Muharrem
ayında Hayber'e gidinceye kadar Medine'de kaldı. Allah Rasûlü (s.a.), Hayber
ile Gatafan arasında bulunan bir vadi olan Recî'de konakladı. Gatafanhların
kendilerine kadar gelmelerinden endişeye kapılarak, burada geceledi ve sabah
erkenden onlara doğru yola çıktı.[732]
Allah Rasûlü (s.a.)
Medine'de Sibâ' b. Urfuta'yı vekil bıraktı. Ebu Hureyre bu sırada Medine'ye
gelmişti. Sabah namazında Sibâ' b. Urfuta'ya yetişti. Onu, birinci rekâtta
Meryem, ikinci rekâtta da Mutaffifîn sûrelerini okurken dinleyince kendi
kendine şöyle dedi: Falan kimseye yazıklar olsun ki, onun iki ölçeği vardır;
kendisi bizzat ölçerek aldığı zaman bol ölçekle alır, satarken ölçtüğü zaman
ise eksik ölçekle satar. Namazını bitirince Sibâ'ın yanına geldi. Sibâ' ona
azık hazırladı. Allah Rasûîü'nün yanına ulaştı ve müs-lümanlarla konuştu. Bunun
üzerine müslümanlar, onu ve arkadaşlarım kendi hisselerine ortak ettiler.
Seleme b. Ekva' şöyle
der: Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber Hayber'e gitmek üzere yola çıktık.
Geceleri yürüyorduk. Ashabtan biri, Âmir b. Ekva'a: Kısa vezinli şiirlerinden
bize bir şeyler dinletmez misin? dedi. Âmir, şair idi. Müslümanlara şiirler
okuyarak arkalarından develeri sürmeye başladı. Şöyle diyordu:
"Allah'ım! Sen
olmasaydın biz hidayet bulamaz, Tasadduk etmez ve namaz da kılmazdık.
Yaptıklarımı bağışla,
canımız sana feda oîsun. Düşmanla karşılaştığımızda ayaklarımızı sabit
kıl,
Bize sükunet ve
metanet indir, Çağnlsak geliriz.
Bize feryad ve figân
ettiklerinde,
Başımıza getirmek
istedikleri fitneden sakındır."
Allah Rasûlü (s.a.):
"Şiir söyleyerek develeri süren kimdir?" diye sordu.
"Âmir." dediler. "Allah ona merhamet etsin!" buyurdu.
Ashabtan biri "Ya Rasûlaliah, ona şehidlik vacip oldu. Keski ondan bir
müddet daha bizi faydalandirsaydımz!" dedi. [733]
Seleme b. Ekva' şöyle
devam ediyor: Hayber'e gelip Hayberlileri kuşattık. Son derece açlığa maruz
kalmıştık. Sonra Allah Teâlâ, müslümanlara Hay-ber'in fethini müyesser kıldı.
Akşam olunca yer yer çok sayıda ateşler yaktılar. Rasûlullah(s.a-): "Bu
ateşler nedir, niçin yakıyorsunuz?" diye sorunca: "Et için."
dediler. "Ne eti için?" diye tekrar sordu. "Evcil eşek eti
için." dediler. Allah Rasûlü (s.a.): "Etleri dökün, kaplan da
kırın." buyurdu. Müslümanlardan biri: "Ey Allah'ın Rasûlü, etleri
döküp kapları yıkasak olmaz mı?" dedi. Rasûlullah (s.a.): "Veya öyle
yapın" buyurdu.[734]
Mücahidler saf saf
olduklarında (yahudilerden) Merhab, kılıcını sallayarak kaleden dışarı çıktı.
Şöyle diyordu:
"Hayber halkı
bilir ki ben Merhab'ım! Tepeden tırnağa silahlı, tücrübeli kahramanım, Harp
kızışıp şiddetlendiği zamanlarda."
Âmir, şöyle diyerek
onun karşısına çıktı:
"Hayber halkı
bilir ki ben Âmir'im!
Tepeden tırnağa
silahlı, tehlikelerden sakınmaz kahramanım."
Birbirlerine kılıçla
hücuma başladılar. Merhab'ın kılıcı Âmir'in kalkanına saplandı.
Âmir,-Merhab'ın ayaklarına doğru hamle yapmak üzere atıldı. Kılıcı kısa idi.
Kılıcının ağzı kendisine dönerek diz kapağına isabet etti. Bu darbeden dolayı
da şehid oldu. Seleme, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Âmir'in amelinin boşa
gittiğini söylüyorlar." dedi. Allah Rasûlü (s.a.) de: "Bunu söyleyen
yalan söylemiştir. Şüphesiz Âmir'e iki ecir vardır." buyurdu ve iki
parmağım birleştirerek dedi ki: "Şu gerçek ki Âmir, hem Allah'a itaat yolunda
bütün ilim ve amel kuvvetini sarfeden, hem de Allah yolunda savaşan bir
mücahiddir. Yeryüzünde Araplardan onun gibisi az bulunur."[735]
Allah Rasûlü (s.a.)
Hayber'e geldiğinde sabah namazını kıldırdıktan sonra müslümanlar hayvanlarına
bindiler. Haber halkı müslümanlann geldiğinden habersiz, tarlalarına gitmek
üzere ipleri ve zembiUeriyle yollara düşmüşlerdi. Orduyu görünce: "Vallahi
Muhammedi İşte Muhammed, işte ordu!" deyip kaçışarak kalelerine döndüler.
Rasûlullah (s.a.) onların bu halini görünce şöyle söyledi: "Allahu ekber,
harap oldu Hayber! Allahu ekber harap oldu Hayber! Biz düşman bir kavmin
yurduna girince, uyarılmış olan o kimselerin hali yaman olur!"[736]
Hz. Peygamber (s.a.),
Hayber'e yaklaşıp onu karşısına alınca, "Durunuz." diyerek
mücahidleri durdurdu ve: "Allah'ım! Yedi gök ve onların gölgeledikleri
şeylerin Rabbi! Yedi kat yer ve onların yüklendikleri şeylerin Rabbi! Şeytanlar
ve onların saptırdıklarının Rabbi! Senden bu kentin hayrını, halkının hayrını
ve orada bulunanların hayrım diliyoruz. Bu kentin şerrinden, halkının
şerrinden ve orada bulunanların şerrinden sana sığınırız." diye dua edip
sonra orduya: "Haydi ilerleyiniz. Bismillah!"[737]
diye talimat verdi. [738]
Hücum edecekleri günün
gecesinde Allah Rasûlü (s.a.): "Bu sancağı yarın, Allah'ı ve Rasülü'nü
seven, kendisini de Allah ve Rasûlü'nün sevdiği ve Allah'ın fethi onun eliyle
müyesser kılacağı bir kimseye vereceğim" dedi. Müslümanlar geceyi,
sancağın kime verileceğini konuşarak geçirdiler. Sabaha eriştiklerinde hepsi
birden sancağın kendisine verileceğini ümit ederek Allah Rasûlü'nün (s.a.)
huzuruna vardılar. Hz, Peygamber (s.a.): "Ali b. Ebî Tâ-lib nerede?"
diye sordu. "Ya Rasûlallah! O gözlerinden rahatsızdır." dediler.
"Ona haber gönderin." dedi. Hz. Ali getirildi. Allah Rasûlü (s.a.)
Hz. Ali'nin gözlerine tükürerek ona dua etti. Hz. Ali, sanki gözlerinde ağrı
yokmuşçasına iyileşti. Bundan sonra Peygamberimiz (s.a.) sancağı kendisine
verdi. Hz. Ali: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bizim gibi (müslüman) olana kadar
onlarla savaşayım mı?" diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu:
"Meydanlarina varıncaya kadar sükûnetle gir. Sonra onları İslâm'a davet
et. İslâm hususunda üzerlerine gerekli olan Allah'ın haklarım onlara haber
ver. Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın, senin sayende bir tek kişiyi hidayete
erdirmesi, birçok kırmızı develere sahip olmandan daha hayırlıdır."[739]
Merhab şöyle diyerek
ortaya çıktı:
"Ben o kimseyim
ki anam/bana Merhab adını takmıştır! Tepeden tırnağa silahlı, tecrübeli
kahramanım ben, Harplerin kızışıp şiddetlendiği zamanlarda."Hz. Ali,
karşısına şöyle diyerek çıktı:
"Ben o kimseyim
ki anam bana Haydar adını takmıştır! Ben ormanların korkunç görünüşlü aslanı
gibiyim. Düşmanları üçer beşer haklarım!"
Ve Merhab'a bir kılıç
vurup başım gövdesinden ayırdı. Bundan sonra fetih gerçekleşti.[740]
Hz. Ali -Allah ondan
razı olsun- yahudilerin kalesine yaklaşınca, kalenin üzerinden bir yahudi Hz.
Ali'yi farkederek: Sen kimsin? dedi. Hz. Ali: Ben, Ali b. EbîTâlib'im! diyerek
cevap verdi. Yahudi, Hz. Ali'ye: Musa'ya indirilene yemin olsun ki sizler galip
olacaksınız! dedi.
Aynı şekilde, Sahih-i
Müslim'de de, Merhab'ı öldürenin Hz. Ali (r.a.) olduğu rivayeti vardır.[741]
Musa b. Ukbe; Zührî ve
Ebu'l-Esved- Urve ve Yunus b. Bükeyr-îbrl İs-hak kanalıyla şöyle rivayet
etmiştir: Hâriseoğullarından Abdullah b. Sehl, Câ-bir b. Abdullah'tan naklen,
Merhab'ı öldürenin Muhammed b. Mesleme olduğunu rivayet etmiştir. Câbir,
rivayetinde şöyle der: "Yahudi Merhab, silahını kuşanmış vaziyette Hayber
kalesinden kasîde söyleyerek dışarı çıktı. O, şöyle diyordu: "Benimle kim
karşılaşacak!" Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Bunun karşısına
kim çıkacak?" diye ashaba seslendi. Muhammed b. Mesleme: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Onunla ben karşılaşacağım. Vallahi ben, şu an intikam alması gereken ve
gözü hiçbir şeyi görmeyen bir kimseyim. Dün -Mahmud b. Mesleme'yi kastederek-
kardeşimi öldürdüler." diye cevap verdi. Mahmud b. Mesleme, Hayber'de
şehit edilmişti. Allah Rasûlü (s.a.): "Öyleyse onun üzerine yürü!
Allah'ım! Merhab'a karşı ona yardım et." diye dua etti. Birbirlerine
yaklaştıklarında aralarına bir ağaç girdi. Her ikisi de karşısındakine karşı
ağacı siper ediniyordu. Ne zaman onlardan biri, ağacı siper edinse, diğeri
kılıcıyla ağacın önüne gelen dallarını kesiyordu. Sonunda düello için ortaya
çıktıklarında, ağaç sanki aralarında dikilen bir adama dönmüş, hiçbir dalı
kalmamıştı. Sonunda Merhab, Muhammed b. Mesleme'ye hamle yaparak kılıcıyla ona
vurdu. Muhammed b. Mesleme, deri kalkanıyla kılıçtan korundu. Kılıç kalkana
saplandı, bırakmadı. Muhammed b. Mesleme de bir darbe indirerek Merhab'ı
öldürdü[742]' Yine Seleme b. Sellâme
ve Mecma' b. Harise de, Merhab'ı öldürenin Muhammed b. Mesleme olduğunu söylemişlerdir.
Vâkıdî şöyle der:
Anlatıldığına göre, Muhammed b. Mesleme, Merhab'ın inciklerine vurarak onları
kesince, Merhab; "Ey Muhammed! Beni hemen öldür" demiş; Muhammed ise:
"Ölümü, kardeşim Mahmud'un tattığı gibi yavaş yavaş tat" diyerek onu
terketmişti. Bu arada Hz. Ali (r.a.) Merhab'm yanına gelerek, boynunu kesip
üzerinde bulunan (harp) eşyalarını almıştı. Bunun üzerine Hz. Ali ve Muhammed,
Merhab'ın eşyalarını hususunda Allah Rasûlü'nün (s.a.) huzuruna çıktılar.
Muhammed b. Mesleme: "Ey Allah'ın Rasûlü! Onun ayaklarını kesip, sonra
terketmem, sadece ölümü yavaş yavaş tatması içindi. Yoksa, onun işini hemen
bitirebilirdim." demişti. Hz. Ali (r.a.) ise: "Doğru söylüyor.
Boynunu, o, ayaklarını kestikten sonra vurdum." diyerek karşılık
vermişti. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) Merhab'ın kılıcını, mızrağını,
miğferini ve kalkanını Muhammed b. Mesleme'ye vermiştir. Merhab'ın kılıcı
Muhammed b. Mesleme'nin ailesinin yanındaydı. Üzerinde ne olduğu bilinmeyen bir
yazı vardı. Bir yahudî yazıyı okudu, şunların yazı olduğu anlaşıldı:
"Bu kılıç,
Merhab'm kılıcıdır. Onu kim tadarsa helak olur!"
Sonra (Merhab'm
ölümünden sonra kardeşi) Yâsir dışarı çıktı. Yâsir'le karşılaşmak üzere Zübeyr
ileri atıldı. Zübeyr'in annesi Safiyye: "Ey Allah'ın Rasûlü! Yâsir oğlumu
öldürecek?" diye (telaşlı bir şekilde) sordu. Allah Ra-sûlü (s.a.):
"Aksine, senin oğlun onu öldürecektir, inşallah" buyurdu ve Zübeyr,
Yâsir'i öldürdü. [743]
Musa Vh-Ukbe şöyle
demiştir: Sonra yahudîler savunma yapmak üzere Kamus adındaki kalelerine
sığındılar. Allah Rasûlü (s.a.) onları yirmi güne yakın muhasara altında tuttu.
Kalenin bulunduğu yer, sıcağı şiddetli, sağlığa elverişli olmayan bir yerdi.
Müslümanlar son derece zorluk çektiler. Açlıktan dolayı eşekleri kestiler.
Fakat Allah Rasûlü (s.a.) müşlümanları eşek etlerini yemekten nehyetti. (Bu
arada) efendisinin davarlarını gütmekte olan Hayber halkından, Habeşli zenci
bir köle geldi. Hayber halkım silaha sarılmış bir vaziyette görünce, onlara ne
yapmak istediklerini sordu. Hayberliler: "Peygamber olduğunu iddia eden şu
kişi ile savaşacağız" diye cevap verdiler. Peygamberin (s.a.) adının
anılması zenci kölenin gönlüne işledi. Davar-larıyla Allah Rasûlü'nün (s.a.)
yanına gelerek: "Ne söylüyor, neye davet ediyorsun?" diye sordu. Hz.
Peygamber (s.a.) de: "İslâm'a, Allah'tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına
ve benim Allah'ın elçisi olduğuma tanıklık etmeye ve sadece Allah'a ibâdet
etmeye çağırıyorum" buyurdu. Köle: "Şehadet edip Allah Teâlâ'ya iman
edersem bana ne var?" diye sorunca, Peygamberimiz (s.a.): "Eğer bu
iman üzere ölürsen, sana cennet var" şeklinde karşılıkta bulundu ve köle
müslüman oldu. Sonra köle: "Ey Allah'ın Peygamberi! Yanımda bulunan
davarlar emanettir." dedi. Allah Rasûlü (s.a.) ona: "Koyunları
yanından çıkar ve onları çakıl taşlarıyla taşla! Şüphesiz ki Allah senin adına
emanetini yerine getirecektir." buyurdu. Köle de böyle yaptı ve davarlar
sahibinin yanına döndüler. Böylece yahudi, kölesinin müslüman olduğunu anladı.
Allah Rasûlü (s.a.) müslümanlar arasında ayağa kalkarak onlara nasihatta
bulunup, cihada teşvik etti. Müslümanlar ve yahudiler karşılaştıklarında, bu
zenci köle de öldürülenler arasında bulunuyordu. Müslümanlar
onu karargâhlarına taşıyarak çadıra
aldılar. Allah Rasûlü'nün (s.a.), çadırda kölenin halini görüp sonra da ashaba
yönelerek şöyle dediğini söylediler: "Allah, bu köleye ikram edip onu
hayra şevketti. Allah'a hiç secde etmediği halde, cennet hurilerinden ikisini
başucunda gördüm."
Hammâd b. Seleme'nin
Sabit kanalıyla Enes'ten rivayetine göre Allah Rasûlü'ne (s.a.) bir adam
gelerek: "Ey Allah Rasûlü! Ben, siyah tenli, çirkin yüzlü, pis kokulu,
malı mülkü olmayan bir adamım. Şu yahudilerle öldürü-lünceye kadar çarpışırsam,
cennete girer miyim?" diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.): "Evet,
girersin" buyurdu. Bunun üzerine adam ileri atılarak öldürü-lünceye kadar
çarpıştı. Öldüğü zaman, Hz. Peygamber (s.a.) yanına gelerek: "Allah,
yüzünü güzelleştirdi, kokunu hoş eyledi ve malını çoğalttı!" dedi; sonra
şöyle buyurdu: "Cennet hurilerinden iki zevcesini üzerinden cübbesini
çıkarıp, cildiyle cübbesi arasına girerlerken gördüm."
Şeddâd b. el-Hâd
anlatıyor: Bedevilerden bir kişi Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve O'na iman edip,
tabî olarak şöyle söyledi: "Ben de seninle beraber hicret edeceğim"
Allah Rasûlü (s.a.)de bu bedeviyi kollamalarını bazı sahabîlerine tavsiye
etti. Hayber savaşı vuku bulunca, Allah Rasûlü (s.a.) bazı şeyleri ganimet
olarak elde etmiş, onları paylaştırmıştı. Bu paydan bir hisse de bu bedevî için
ayırmış ve onun için ayırdığı bu hisseyi sahabîlerine vermişti. Bu bedevî
arkalarında koyun güdüyordu. Geldiği zaman ashab payını kendisine verince,
bedevî: "Bu nedir?" diye sordu. Ashab: "Allah Rasûlü'nün (s.a.)
senin için ayırdığı paydır" dediler. O payı alarak Hz. Peygamber'e (s.a.)
getirip: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu nedir?" diye sordu. Peygamberimiz
(s.a.) de: "Senin için ayırdığım hissedir." buyurdu. Bedevî:
"Ben, bunlar için sana tâbi olmadım! Fakat sana, okla -boğazına işaret
ederek- şuramdan vurulup öleyim de, cennete gireyim diye tâbi oldum"
dedi. Allah Rasûlü (s.a.): "Eğer Allah'a doğru söylüyorsan, O da seni
doğrulayacaktır." buyurdu. Sonra bedevî düşmanla çarpışmaya gitti.
Bilâhare ölmüş vaziyette Hz. Peygamber'e (s.a.) getirildi. Allah Rasûlü (s.a.):
"Bu, o mudur!" diye sordu. Ashab: "Evet odur." dediler.
Allah Rasûlü (s.a.): "Allah'a doğru söyledi. Allah da onu doğruladı!"
buyurdu. Sonra Hz. Peygamber (s.a,) onu cübbesine sararak, öne koyup namazını
kıldırdı ve ona şöyle dua etti:
"Allah'ım! Bu,
senin yolunda muhacir olarak çıkıp, sonra da şehit düşen kulundur. Ben onun
böyle olduğuna şahidim."[744]
Vâkıdî şöyle der:
Yahudîler Zübeyr kalesine geçmişlerdi. Bu kale, bir zirvenin tepesinde sağlamca
bir kaleydi. Allah Rasûlü (s.a.) orada üç gün kalmıştı. Bu sırada yahudilerden
Azzâl adında bir adam gelerek: "Ey Ebu'l-Kasım! Sen burada bir ay da
kalsan hiçlerine gelir. Çünkü onların, yer altında su kaynaklan var. Geceleri
çıkıp, ondan içiyor sonra kalelerine dönüyor ve böylece senden korunuyorlar.
Şayet sen, onların su kaynaklarını kesecek olursan o zaman senin karşına,
meydana çıkarlar." dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) sularının
bulunduğu yere giderek sularını kesti. Yahudiler, suları kesilince kaleden
çıktılar ve çok çetin bir şekilde çarpıştılar. Müslümanlardan birkaç kişi
şehit oldu, yahudilerden de on kadar kişi öldürüldü. Allah Rasûlü (s.a.) Zübeyr
kalesini fethederek Küteybe, Vatîh ve İbn Ebi'l-Hukayk'ın kalesi Sülâlim'e
geçti. Kale halkı çetin bir savunma yaptı. Natât ve Şak bölgelerinden hezimete
uğrayan herkes onların yanına gelmişti. Zira Hayber'in iki tarafı vardı:
1-AIlah Rasûlü'nün (s.a.) önce fethettiği Şak ve Natât ciheti. 2-Küteybe, Vatîh
ve Sülâlim tarafı. Küteybe, Vatîh ve Sülâîim kalelerinin halkı, kalelerinden
dışarı çıkmadılar. Sonunda Hz. Peygamber (s.a.), onlara karşı mancınık
kurdurmaya karar verdi. Allah Rasûlü (s.a.) tarafından on dört gün süreyle
muhasara altında tutulan yahudiler yok olacaklarım anlayınca, Hz. Peygamberden
(s.a.) sulh istediler. İbn Ebi'l-Hukayk, Allah Rasûlü'ne (s.a.): "İnip,
seninle konuşabilir miyim?" diye haber yolladı. Allah Rasûlü de (s.a.):
"Evet, inip benimle konuşabilirsin" diye karşılık verdi. Bunun
üzerine İbn Ebi'l-Hukayk kaleden inerek Hz. Peygamber'le (s.a.); kalede bulunan
yahu-dilerin savaşla kanları dökülmemek, çocukları kendilerine bırakılmak,
Hay-ber'den ve Hayber arazisinden çocuklarıyla birlikte çıkıp gitmelerine
müsaade edilmek ve sırtlarındaki elbiselerinden başka kendilerine ait olan mal,
arazi, altın, gümüş at ve silahlarını Hz. Peygamber'e (s.a.) bırakmak üzere
anlaşma yaptı. Allah Rasûlü (s.a.): "Eğer herhangi bir şeyi benden
gizleyecek olursanız, Allah'ın ve Rasûlü'nün himayesi üzerinizden kalkar"
dedi. (Onlar da kabul ederek) bu şartlar üzerine anlaşma yaptılar. [745]
Hammâd b. Seleme'nin
Ubeydullah b. Ömer -Nâfi'-İbn Ömer kanalıyla rivayetine göre Allah Rasûlü
(s.a.) Hayberlilerle savaşarak onları kalelerine çekilmek zorunda bırakmış;
ekin, hurmalık ve arazilerine el koymuştu. Bunun üzerine Hayberliler,
hayvanlarının taşıyabileceği kadar yüklerini alıp altın ve gümüşlerini Hz.
Peygamber'e (s.a.) bırakarak Hayber'den çıkıp gitmek üzere O'nunla (s.a.)
anlaşma yaptılar. Allah Rasûlü (s.a.) ayrıca herhangi bir şeyi gizleyip
saklamamalarını, eğer böyle yapacak olurlarsa, kendilerinden
himaye ve ahdin kalkacağını şart
koşmuştu. Fakat daha sonra yahudiler, Na-dîroğulları yurdundan Hayber'e
sürüldüklerinde beraberinde getirdiği, Hu-yey b. Ahtab'a ait mal ve zînet
eşyası dolu bir tulumu sakladılar. Allah Rasûlü '(s.a.), Huyey b. Ahtab'ın
amcasına: "Huyey'in Nadîr'den getirdiği tulumuna ne oldu?" diye
sordu. O da: "Savaşlar ve geçimler o tulumu aldı götürdü" diye
karşılık verince, Allah Rasûlü (s.a.) "Geçen zaman az, ama mal bundan çok
fazlaydı" buyurdu ve Huyey'in amcasını Zübeyr'e havale etti. Huyey'in
amcası Zübeyr'e gitmeden önce bir harabeye girmişti. Zübeyr, onu biraz sıkıştırınca:
"Huyey'i şuradaki bir harabede dolaşırken gördüm" dedi. Harabeye
gidip arayarak Huyey'in tulumunu orada buldular. Bunun üzerine Allah i Rasûlü
(s.a.), Ebu'l-Hukayk'ın iki oğlunu -ki bunlardan birisi Huyey b. Ah-! tab'ın
kızı Safiyye'nin kocasıydı- öldürttü. Kadınlarını ve çocuklarını da esir !
etti. Vermiş oldukları sözü tutmadıkları için mallarını müslümanlar arasında 1
bölüştürdü. Onları Hayber'den çıkarıp sürmek istediğinde: "Ey Muhammedi
Bizleri bırak, bu topraklarda kalalım. Bu toprakları ıslâh eder, bakımım yaparız.
Bizler bunları sizden daha iyi biliriz" dediler. Gerçekten de, ne Allah
Rasûlü'nün (s.a.) ne de ashabının arazinin bakımını yapacak işçileri olmadığı
gibi, kendilerinin de bu iş için boş vakitleri yoktu. Neticede onların, yetişecek
olan bütün ekin ve meyvelerin yarısının kendilerine verilmesi şartıyla Hayber'de
kalmalarına müsaade etti.[746]
Abdullah b. Revâha, daha önce de geçtiği gibi yetişecek ekin ve meyveleri
tahmin ederdi. Hz. Peygamber (s.a.) anlaşmadan sonra sadece, sözlerim
tutmadıkları için Ebu'l-Hukayk'ın iki oğlunu öldürtmüştür. Çünkü onlar, eğer Allah
Rasûlü'nden (s.a.) herhangi bir şeyi saklayacak veya gizleyecek olurlarsa,
kendilerinden Allah'ın ve Rasûlü'nün himayesinin kalkacağını kabul etmişlerdi.
Fakat verdikleri sözde durmayarak bir şeyler saklamışlardı. Allah Rasûlü
(s.a.) onlara: "Sizleri sürüp çıkardığımızda, Medine'den getirdiğiniz
mallar nerede?" diye sorduğunda, onlar: "Hepsi tükendi." deyip
bu hususta yemin etmişlerdi. Ama Allah Rasûlü (s.a.) kendisini sıkıştırması
için Kinâne'nin amcasının oğlunu, Zübeyr'e havale ettiğinde onların mallarını
sakladıklarım itiraf etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.), Kinâne'yi,
Muhammed b. Mesleme'ye göndermiş, o da Kinâne'yi öldürmüştü. Muhammed b.
Mesleme'nin kardeşi Mahmud b. Mesleme'yi öldüren kişinin Kinâne olduğu da
söylenmiştir. [747]
Hz. Peygamber (s.a.)
Huyey b. Ahtab'ın kızı Safiyye'yi ve onun halasının kızını esir aldı. Safiyye
Kinâne b. Ebi'l-Hukayk'ın nikâhlısıydı. Safiyye, yeni zifafa girmiş bir
gelindi. Allah Rasûlü (s.a.) Bilâl'e, Safiyye'yi çadırına getirmesini emretti.
Bilâl, Safiyye'yi ölülerin arasından geçirip getirdi. Allah Rasûlü (s.a.) bu
durumu hoş görmeyerek Bilâl'e: "Ey Bilâl! Senden merhamet kalktı
mı?" dedi[748]
Allah Rasûîü (s.a.)
Safiyye'ye İslâm'ı sundu; o da müslüman oldu. Onu kendisi için ayırarak azad
etti ve azad edilmesini mehir yerine saydı.[749] Yolda
Safiyye ile gerdeğe girdi ve onun için düğün yemeği verdi. (Gerdeğe girdiğinde)
Safıyye'nin yüzünde bir morartı gördü. Allah Rasûlü (s.a.): "Bu
nedir?" diye sorunca Safiyye şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Sen
üzerimize gelmeden önce rüyamda, ayın sanki yerinden ayrılarak, kucağıma
düştüğünü gördüm. Vallahi, senin hakkında kesinlikle hiçbir şey düşünmüyordum.
Bunu kocama anlatınca: 'Medine'de bulunan şu kralı istiyorsun!' diyerek yüzüme
bir tokat attı"[750]
Ashab, Allah
Rasûlü'nün (s.a.) Safiyye'yi, hanımı olarak mı, yoksa cariye olarak mı aldığı
hususunda şüpheye düşerek, "Bekleyiniz! Eğer Safiyye'yi örterse o
hanımlarından birisi; örtmezse cariyelerinden birisidir" dediler. Allah
Rasûlü (s.a.) bineğine binince, giymiş olduğu elbisesini Safiyye'nin sırtına
ve yüzüne örttü, sonra elbisenin bir ucunu kendi altına aldı. Böylece ashab
Safıyye'nin, Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımlarından biri olduğunu anladılar ve
yolculukta Allah Rasûlü'nü (s.a.) geriden takip ettiler. Rasûlullah (s.a.)
bineğine bindirmek için yanına geldiğinde Hz. Safiyye, Allah Rasûlü'-ne (s.a.)
saygısından ötürü, ayağıyla O'nun uyluğunun üzerine basmaktan çekinip dizini,
O'nun uyluğunun üzerine koyarak hayvana bindi.[751]
Hz. Peygamber (s.a.)
Safiyye ile gerdeğe girdiğinde Ebu Eyyûb, sabaha kadar eli kılıç kabzasında,
Allah Rasûlü'nün (s.a.) çadırının yambaşmda dikilerek gecesini geçirdi. Ebu
Eyyûb, Allah Rasûlü'nün (s.a.) çadırdan çıktığını görünce tekbir getirdi.
Allah Rasûlü (s.a.): "Ey Eyyûb! Sana ne oluyor?" diye sordu. Ebu
Eyyûb: "Ey Allah'ın Resulü! Bu kadının yanma girdiğinden beri, bu gecemi
uykusuz geçirdim. Senin, onun babasını, kardeşini, kocasını ve bütün
akrabalarını öldürdüğünü hatırlayarak, sana bir kötülük yapmasından
korktum." deyince, Allah Rasûlü (s.a.) gülerek, Ebu Eyyûb'a güzel
sözler söyledi[752]
Hz. Peygamber (s.a.)
Hayber ganimetlerini, her biri yüzer hisselik otuz altı kümeye ayırdı. Toplamı
üç bin altı yüz hisse ediyordu. Allah Rasûlü (s.a.) bunun yarısını, kendisi ve
müslümanlar için ayırdı. Bu, bin sekiz yüz hisse yapıyordu. Allah Rasûlü (s.a.)
için de müslümanlardan herhangi birinin payı gibi bir pay ayrılmıştı. Diğer bin
sekiz yüz hisseyi ise, karşılaşabileceği musibet ve felâketler ile,
müslümanların ortaya çıkabilecek çeşitli ihtiyaçları için bir tarafa koydu.[753]
Beyhakî şöyle
demiştir: Taksimat böyle yapılmıştır. Çünkü Hayber'in yarısı anveten (zorla),
yarısı da sulh yoluyla fethedilmiştir. Allah Rasûlü (s.a.) zorla fethedilen
kısmı, ganimeti ve beşte birlik kısmı hak eden kimseler arasında paylaştırmış;
sulh yoluyla fethedilen kısmı ise karşısına çıkabilecek musibet ve felaketler
ile müslümanların ihtiyaç gösterecek umumî işleri için ayırmıştır.
Ben derim ki: Beyhakî
tarafından yapılan bu açıklama, İmam Şafiî'nin (r.h.) şu fıkhî kaidesi üzerine
kurulmuş bir açıklamadır: "Zorla fethedilen arazilerin taksiminin diğer
ganimetlerin taksimi gibi olması vaciptir." Beyhakî, Hayber'in yarısını
Hz. Peygamber'in (s.a.) paylaştırmadığını görünce "Yansı da sulh yoluyla
fethedilmiştir" demiştir. Fakat siyer ve meğazîyi gereği gibi düşünen
kimse, Hayber'in zorla fethedilip, Hz. Peygamber'in (s.a.) Hayber topraklarının
hepsine kılıçla, zorla el koyduğunu hemen anlar. Şayet Hayber topraklarının
herhangi bir kısmı sulh yoluyla fethedilmiş olsaydı, Allah Rasûlü (s.a.) Hayber
yahudilerini oradan sürüp çıkarmazdı. Zira Hz. Peygamber (s.a.) onların
Hayber'den çıkarılmalarını kesin olarak emrettiğinde, Hayberliler: "Bizler
arazî işlerini sizlerden daha iyi biliriz. Bırakın, burada kalıp çıkacak
mahsûlün yarısını size vermek şartıyla Hayber topraklarını imar edelim!"
demişlerdi. Bu, Hayber'in zorla fethedildiği hususunda cidden açık bir
delildir. Malum olduğu üzere, Hayber'de yahudi ve müslümanlar arasında mızrak
ve kılıçlarla çarpışmalar meydana gelmiş, gerek yahudilerden, gerekse
müslümanîardan ölenler olmuştu. Fakat kalelerine sığınmak zorunda
bırakıldıklarında, seve seve kabul ettikleri sulh için kalelerinden inmişler;
altın, gümüş, zırh ve silahlarını Allah Rasûlü'ne (s.a.) bırakıp canları ve
çocılklarının bağışlanması ve Hayber topraklarından çıkıp gitmeleri şartıyla anlaşma
yapmışlardı. İşte sulh bu idi. Hayber topraklarından herhangi bir kısmının
yahudilere bırakılması şeklinde bir anlaşma vâki olmamış, kesinlikle böyle bir
anlaşma cereyan etmemiştir. Şayet böyle bir anlaşma olsaydı; Allah Rasûlü
(s.a.): "Dilediğimiz kadar kalmanıza müsaade ederiz." demezdi.
Onların, kendi topraklarında, dilediği kadar kalmalarına Hz. Peygamber (s.a.)
nasıl olur da müsaade etmiş olabilir? Hz. Ömer yahudilerin hepsini Hayber
topraklarından sürgün ettiği zaman, yukarıda olduğu gibi onlarla arazi
müs-lümanlara ait olmak üzere ve onlardan bir haraç alınması şartıyla anlaşma yapmamış,
böyle bir anlaşma hiç vuku bulmamıştır. Çünkü o, Hayber'e kesinlikle haraç
vergisi koymamıştır.
Kuşkusuz doğru olan
şudur: Hayber anveten (zorla) fethedilmiştir. Devlet başkanı anveten fethedilen
topraklar hususunda, bu toprakları bölüştürmek veya vakfetmek ya da bu
toprakların bir kısmını bölüştürüp, bir kısmını vakfetmek tercihleri arasında
muhayyerdir. Hz. Peygamber (s.a.) her üç türü de yaparak, î^urayza ve Nadîr
topraklarını taksim etti; Mekke topraklarını taksim etmedi ve Hayber'in ise yarısını
taksim edip, diğer yansını bıraktı. Mekke'nin zorla fethedildiği konusundaki
itiraza yer bırakmayan açıklama ise daha önce geçmişti.
Hayber ganimetleri bin
sekiz yüz hisseye taksim edilmiştir. Çünkü Hayber, Hudeybiye'ye katılıp da,
gerek Hayber'de hazır bulunan gerekse bulunmayanlar için Allah tarafından
vaadedilmiş bir ganimet idi. Hudeybiye'de müslümanlar bin dört yüz kişiydiler.
Yanlarında ise iki yüz at vardı ve her at için iki hisse takdir edilmiş,
dolayısıyla Hayber ganimetleri bin sekiz yüz hisseye ayrılmıştır. Câbir b.
Abdullah'tan başka Hudeybiye'de bulunup da Hayber savaşına katılamayan herhangi
bir sahabî yoktur. Allah Rasûlü (s.a.) ona da Hayber savaşına katılan bir kimse
gibi pay ayırmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.)
süvari olana üç, yaya olana ise bir hisse vermiştir. Toplam bin dört yüz
kişiydiler. Aralarında iki yüz de süvari vardı. Kuşkusuz doğru olan budur!
Abdullah el-Ömeri.
Mâfî -İbn Ömer kanalıyla şöyle rivayet etmiştir: "Ra-sûlullah (s.a.)
süvariye iki, yaya olana ise bir hisse verdi."[754]
İmam Şafiî -Allah ona
rahmet eylesin- demiştir ki: Herhalde Abdullah el-Ömerî Nâfi'in, at için iki,
yaya için de bir hisse dediğini işitmiş, fakat (bunu rivayet ederken) atlı
için demiştir. Hadis âlimlerinden hiçbir kimse Ubey-dullah b. Ömer'in, hıfz
konusunda kardeşini geçtiğinde şüphe etmez. Bize, arkadaşlarımızdan güvenilir
bir kişi [755]İshâk el-Ezrak
el-Vâsıtî-Ubeydullah b. Ömer-Nâfi- İbn Ömer kanalıyla Allah Rasûlü'nün (s.a.)
at için iki, at sahibi için de bir hisse ayırdığını haber vermişti :[756]
Sonra Şafiî, Ebu
Muâviye -Ubeydullah b. Ömer -Nâfi'-İbn Ömer kanalıyla, Hz. Peygamberin (s.a.)
süvari olan kimseye biri kendisi, ikisi de atı için olmak üzere üç hisse
verdiğini rivayet etmiştir. Bu rivayet Sahihayn'da. da mevcuttur[757]
Aynı şekilde bunu Sevri ve Ebu Üsâme de, Ubeydullah'-tan rivayet etmişlerdir.
Şâfıî (r.h.) şöyle
der: Mecma' b. Câriye'nin rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) Hayber
hisselerini on sekiz parçaya ayırdı; ordu, üç yüzü süvari olmak üzere, bin beş
yüz kişiden teşekkül etmekteydi ve Allah Rasûlü (s.a.) süvariye iki, yayaya da
bir hisse verdi [758]
Şafiî (r.h.) şöyle
demiştir: Babası -amcası Abdurrahman b. Yezîd- amcası Mecma' b. Câriye
kanalıyla bu hadisi rivayet eden Mecma' b. Yakub tanınmamış bir râvidir. Biz bu
hususta Ubeydullah'ın hadisini kabul ettik ve bu hadise zıt düşen dengi bir
haber de görmedik. Bir haberin reddedilmesi ancak dengi bir haberle caizdir.
Beyhakî şöyle
demiştir: Mecma' b. Yakub'un senediyle ordunun ve atlıların sayısı hakkında
rivayet ettiği habere karşı çıkılmıştır. Câbir ve megâzi âlimlerinin
rivayetlerine göre ordu bin dört yüz kişi idi ve bunlar Hudeybiye'de hazır
bulunan kimselerdi. Yine İbn Abbas, Salih b. Keysan, Beşîr b. Yesâr ve meğazî
âlimlerinin rivayetlerinde ise; atların sayısının iki yüz olduğu; at için iki,
sahibi için bir ve yaya için de.bir hisse verildiği haberi mevcuttur.
Ebu Davud şöyle
demiştir: "Ebu Muaviye'nin hadisi daha sahihtir ve uygulama da bu
yoldadır. Mecma'ın hadisinde şüphe görüyorum. Çünkü iki yüz süvari oldukları
halde, üç yüz süvariydiler demiştir."
Yine Ebu Davud'un Ebu
Amra yoluyla onun babasından şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Dört kişi
Allah Rasûlü'ne (s.a.) geldik. Yanımızda da bir at vardı. Her birimize birer,
at içinse iki hisse verdi."'[759]' Bu
hadisin isnadında Abdurrahman b. Abdullah b. Utbe b. Abdullah b. Mes'ûd vardır
ki, bu Mes'ûdî diye meşhur olan kişi olup onda zayıflık vardır. Bu hadis,
ondan, başka bir yoldan da rivayet edilmiştir. Bu rivayette şöyle der: "Üç
kişi Allah Rasûlü'ne (s.a.) geldik. Yanımızda da bir at vardı. Atlıya üç hisse
verdi." Bu haberi de Ebu Davud rivayet etmiştir.[760]
Bu savaş esnasında Hz.
Peygamber'in (s.a.) amcasının oğlu Cafer b. Ebu Tâlib ve arkadaşları ile Eş'arîlerden
Ebu Musa Abdullah b. Kays ve arkadaşları hep birlikte (Habeşistan'dan) Allah
Rasülü'nün (s.a.) yanma döndüler. Bunlarla birlikte dönenler arasında Esma bt.
Umeys de vardı.
Ebu Musa diyor ki:
Bizler Yemen'de iken Hz. Peygamber'in (s.a.) ortaya çıktığı haberi bize
ulaşmıştı. Ben ve iki kardeşim -birisi Ebu Rühm, diğeri Ebu Bürde, ki ben
onların en küçüğü idim- kavmimizden elli küsur kişiyle birlikte muhacir olarak
yola çıktık. Bir gemiye bindik. Gemimiz bizi Habeşistan'daki Necâşî'niri
yanına bıraktı. Necâşî'nin yanında Cafer b. Ebu Tâlib ve arkadaşlarıyla
buluştuk. Cafer bize; "Allah Rasûlü (s.a.) bizleri buraya gönderdi ve
burada kalmamızı emretti. Siz de bizimle beraber kalınız!" dedi. Topluca
Medine'ye gelene kadar onunla beraber kaldık. Hayber'i fethettiği sırada1
Allah Rasûlü'ne (s.a.) kavuştuk. Hayber ganimetlerinden bize de pay verdi.
Cafer ve arkadaşlarıyla birlikte bulunan gemimiz halkından başka, Hayber
fethinde bulunmayan hiçbir kimseye pay vermedi. Yalnızca fethe katılanlar
yanında Cafer ve arkadaşlarına pay verdi. Ordudaki mücahidlerden bazıları bize:
"Bizler hicret şerefini kazanmakta sizleri geçtik" diyorlardı.
Ebu Musa devamla şöyle
diyor: Esma bt. Umeys Hz. Hafsa'nm yanına girdi. Bu sırada Hz. Ömer de
Hafsa'nın yanına girdi. Hz. Ömer, Esma'yı görerek; "Bu kadın kim?"
diye Hafsa'ya sordu. Hafsa da: "Esma'dır." dedi. Hz. Ömer, Esma'ya:
"Bizler hicret şerefini kazanmakta sizleri geçtik. Bu sebeple bizler,
Allah Rasûlü'ne (s.a.) sizden daha lâyık ve daha yakınız." dedi. Bunun
üzerine Esma öfkelenerek Hz. Ömer'e "Ey Ömer! Hayır, kesinlikle öyle
değilsiniz! Sizler Hz. Peygamber'le (s.a.) beraberdiniz. Aç olanınızı
doyuruyor, cahilinize öğüt veriyordu. Halbuki bizler, uzaklarda hiç hoş olmayan
bir ülkedeydik. Bunların hepsine Allah ve Rasûlü yolunda katlanılmıştır.
Allah'a yemin olsun ki, söylediğin şeyleri Hz. Peygamber'e (s.a.)an-latmadan,
ne bir şey yiyecek, ne de bir şey içeceğim. Bizler eziyete uğratılıyor,
korkutuluyorduk. Ben bunu, muhakkak Rasûlullah'a (s.a.) söyleyeceğim! Vallahi,
bu hususta ne yalan söylerim, ne yalana tenezzül ederim, ne de alacağım cevaba
kendiliğimden bir şeyler katıp çoğaltırım." dedi. Hz. Peygamber (s.a.)
gelince Esma: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ömer şöyle, şöyle söyledi" dedi.
Allah Rasûlü (s.a.): "Peki ona sen neler söyledin?" diye sordu. Esma
da: "Ona şöyle, şöyle söyledim." dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü
(s.a.): "O bana sizden daha yakın, daha lâyık değildir. Ömer ve
arkadaşlarına bir tek hicret sevabı vardır. Ey gemi halkı! Emin olun ki, sizin
için iki hicret sevabı vardır." buyurdu. Ebu Musa ve gemi halkı, bu haberi
sormak için grup grup Esma'ya geliyorlardı. (Bu o derece büyük bir sevinç
meydana getirmişti ki) dünya malından hiçbir şey, Allah Rasûlü'nün (s.a.)
kendileri hakkında söylediği bu söz kadar onların gönüllerinde ferahlık verici
ve bu kadar büyük tesirli olamazdı ![761]
Cafer, Hz.
Peygamber'in (s.a.) yanına geldiğinde, Allah Rasûlü (s.a.) onu karşılayıp
alnından öpmüş ve: "Vallahi Hayber'in fethedilmesine mi, yoksa Cafer'in
gelişine mi, hangisine daha çok sevineyim bilemiyorum?" de-rm"ştir.[762]
Bu olay hakkında
rivayet edilen "Cafer, Hz. Peygamber (s.a.) baktığında, Allah Rasûlü'ne
(s.a.) hürmet olsun diye tek ayağı üzerinde sekerek yürümüştür." haberine
gelince; bu olayı, ayılar emsali raksçılar raks hususunda kendilerine esas
almışlardır. Bu haberi Sevrî -Ebu'z-Zübeyr- Câbir senediyle rivayet eden
Beyhakî: "Haberin isnadında, Sevrî'ye kadar olan kısımda bilinmeyen râvî
vardır" diyor.
Ben derim ki: Bu haber
sahih olsa bile, Hz. Peygamber'in (s.a.) tavrına aykırı olan yürümedeki kırılıp
dökülme, kırıtma, endam satma ve ayılara benzemenin caizliği hususunda hüccet
olamaz. Çünkü bu hareket belki Türkler-deki cönk çalma vb. gibi Habeşlilerin
ileri gelenlerine saygı göstermek için yapageldikleri âdetlerindendi. Cafer de
bu âdete göre hareket ederek bir defa bunu yapmış, sonra da İslâm geleneğinden
dolayı bu hareketi terketmiştir.Böyle olunca, bu nerede sekerek, kırılıp,
bükülerek yürümek nerede? Başarıya ulaştıran yalnız AHah'dır! [763]
Musa b. Ukbe şöyle
demiştir: Fezâreoğulîan Hayberlilere yardıma gelenlerdendi. Allah Rasûlü
(s.a.) Fezareoğullanna haber gönderip, Hayberlilere yardım etmemelerini
isteyerek, eğer Hayberlileri bırakıp giderlerse kendilerine Hayber'den bir
şeyler verileceğini vaad etti. Fakat bu teklifi kabul etmediler. Allah Teâlâ
Hayber'in fethini Rasûlüne (s.a.) nasib edince, Fe-zâreoğullanndan orada
bulunanlar Allah Rasülü'ne (s.a.) gelerek; "Bize vermiş olduğun sözü
tut" dediler. Allah Rasûlü (s.a.) de onlara: "O halde Zürrü-kaybe
-Hayber dağlarından bir dağdır- sizin olsun" dedi. Bunun üzerine
Fe-zâreoğulları "O zaman seninle savaşırız" deyince Allah Rasûlü
(s.a.): "Peki bizimle savaşmak için buluşma yeriniz şurası olsun"
buyurdu. Fezâreoğulla-rı bu sözü Allah Rasûlü'nden (s.a.) işitir işitmez
kaçışarak çekip gittiler.
Vâkidî şöyle der: Ebu
Şüyeym el-Müzenî, -müslüman olmuş ve islâmi-yeti güzel bir şekilde yaşamıştır-
şöyle demiştir: Uyeyne b. Hısn ile ailelerimizin yanına döndüğümüzde, Uyeyne tekrar
yanımıza gelmişti. Hayber'e yakın bir yerde, gecenin sonuna doğru konaklamış ve
son derece korkmuştuk. Bu arada Uyeyne: "Size müjdeler olsun! Rüyamda
Hayber dağlarından Zürru-kaybe'nin bana verildiğini gördüm. Vallahi!
Muhammed'in yakasına yapışacağım!" dedi. Hayber'e geldiğimiz zaman,
Uyeyne de gelmiş, Allah Rasûlü'nü (s.a) Hayber'i fethetmiş olarak bulmuştu.
Uyeyne, Allah Rasûlüne (s.a.): "Ey Muhammed! Müttefiklerimden elde
ettiğin ganimetten bana da'pay ver! Çünkü ben, seninle çarpışmaktan vazgeçtim,
seni müttefiklerimle başbaşa bıraktım" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz
(s.a.): "Yalan söylüyorsun! Seni, ancak işitmiş olduğun o sayha ürkütüp,
ailenin yanma kadar götürdü!" buyurdu. Uyeyne: "Ey Muhammed! Beni
mükâfatlandır!" dedi. Allah Rasûlü (s.a.) "O zaman Zürrukaybe senin
olsun" buyurdu. Uyeyne "Zürrukaybe nedir?" dedi. Allah Rasûlü
(s.a,): "Rüyada aldığını gördüğün dağdır." deyince, Uyeyne,
Peygamberimizin yanından ayrıldı. Uyeyne ailesinin yanına dönünce, Haris b.
Avf gelerek: "Ben sana, eline bir şey geçmez! demedim mi? Vallahi!
Muhammed doğu ile batı arasındaki heryere galip gelecektir. Yahudiler bunu
bize söyler dururlardı. Ebu Râfi' Sellâm b. Ebi'l-Hukayk'ın: 'Bizler,
peygamberlik hususunda, Harunoğullanndan çıktı diye Muhammed'i kıskanıyoruz.
Halbuki o, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Fakat yahudiler bu
hususta bana kulak asmazlar. Bizim için, biri Yesrib'te (Medine) diğeri ise Hayber'de olmak üzere
iki defa boğazlanmak vardır' dediğine şahitlik ederim." Haris şöyle devam
eder: O vakit Sellâm'a: Muhammed yeryüzünün tamamına hükmedecek mi? diye
sormuştum da, bana: "Musa'ya indirilmiş olan Tevrat'a yemin ederim ki,
evet! Fakat, yahudilerin O'nun hakkında söylediğim şeyleri öğrenmelerini de
istemem!" demişti. [764]
Bu savaş sırasında Hz.
Peygamber (s.a.) zehirlenmişti. Bir yahudi kadını olan, Sellâm b. Mişkem'in
karısı ve Hâris'in kızı Zeynep, zehirlemiş olduğu kızartılmış bir koyunu Allah
Rasülü'ne (s.a.) hediye etti. Zeynep, müslümanlara: "Muhammed koyun etinin
en çok neresini sever?" diye sormuş, müslümanlar da: "But etini çok
sever." diye cevap vermişlerdi. Bunun üzerine Zeynep butuna daha çok zehir
kattı. Hz. Peygamber (s.a.) koyunun butundan ısırınca, but Allah Rasülü'ne
(s.a.) zehirli olduğunu bildirdi. Hz. Peygamber (s.a.) ısırmış olduğu lokmayı
ağzından attı, sonra: "Burada bulunan yahudileri bana toplayınız."
buyurdu. Ashab da yahudileri toplayarak Rasûlullah'ın yanına getirdiler. Allah
Rasûlü (s.a.) yahudilere: "Ben size bir şeyler soracağım, bana doğru cevap
verecek misiniz?" diye sordu. Yahu-diler:"Evet, (doğru cevap
vereceğiz) ey Ebu'l-Kâsım!"dediler.Hz. Peygamber (s.a.) onlara:
"Sizin babanız kimdir?" diye sordu. Yahudiler: "Babamız
filandır" dediler. Hz. Peygamber (s.a.): "Yalan söylediniz. Babanız
filandır" buyurdu. Yahudiler: "Doğru ve yerinde söyledin"
dediler. Allah Rasûlü (s.a.): "Ben sizden bir şey daha sorsam, bana doğru
cevap verir misiniz?" diye sordu. Yahudiler: "Evet, ey Ebu'l-Kâsım,
(doğru cevap veririz.) Biz sana yalan söylesek, babamızın kim olduğunu bildiğin
gibi bu yalanımızı da bilirsin" dediler. Allah Rasûlü (s.a.) onlara:
"Cehennemlikler kimlerdir?" diye sordu. Yahudiler: "Kısa bir
müddet cehennemde bizler bulunacağız. Sonra arkamızdan sizler oraya
gireceksiniz." dediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Haydi
oradan! Vallahi, biz hiçbir zaman cehennemde size halef olacak değiliz!"
buyurdu. Allah Rasûiü (s.a.): "Size bir şey daha sorsam, bu sefer bana
doğru cevap verir misiniz?" diye bordu. Yahudiler: "Evet,"
dediler. Hz. Peygamber (s.a.): "Siz şu koyunu zehirlediniz mi?" diye
sordu. Yahudiler: "Evet, zehirledik!" dediler. Peygamberimiz:
"Peki sizi, bunu yapmaya sevk eden nedir?" dedi. Yahudiler: "Eğer
sen bir yalancı isen, senden kurtuiup rahata kavuşmayı istedik. Eğer gerçekten
peygambersen zehir sana zarar vermez (diye düşündük)" dediler.[765]
Zeynep, Allah
Rasûlü'nün (s.a.) yanma getirildiğinde: "Seni öldürmek istedim'"
dedi. Peygamberimiz: "Allah sana, bunu yapabilecek gücü vermemiştir."
dedi. Müslümanlar: "Onu öldürelim mi?" diye sordular. Allah Rasûlü
(s.a.): "Hayır, Öldürmeyiniz." buyurarak, Zeyneb'e ne ilişti, ne de
onu cezalandırdı.[766]Allah
Rasûlü (s.a.) omuzundan kan aldırarak, zehirlenmiş koyun etinden yiyenlere de
kan aldırmalarını emretti. Bu zehirli et yüzünden, ashabtan ölenler oldu.
Zeyneb'in öldürülmesi konusunda ihtilaf edilmiştir. İmam Zührî şöyle der:
"Müslüman olmuş, Allah Rasûlü (s.a.) de onu bırakmıştır." Bu
rivayeti Abdürrezzak, Ma'mer ve Zührî'den rivayet etmiştir. Ma'-mer şöyle
demiştir: "İnsanlar Allah Rasûlü'nün (s.a.) Zeyneb'i öldürdüğünü
söylüyorlar."
Ebu Davud, Vehb b.
Bakıyye -Halid- Muhammed b. Amr- Ebu Seleme kanalıyla "Yahudi bir kadın
Hayber'de Hz. Peygamber'e (s.a.) kızartılmış bir koyun hediye etti..."
diyerek hadiseyi anlatmıştır. Ebu Seleme devamla şöyle diyor: Zehirli et
yüzünden Bişr b. Berâ b. Ma'rûr öldü. Hz. Peygamber (s.a.) yahudi kadına haber
göndererek: "Seni yaptığın bu şeye sevkeden nedir?" diye sordu.
Câbir şöyle diyor: "Allah Rasûlü (s.a.) yahudi karısının öldürülmesini
emretti, kadın öldürüldü. "[767]
Ben derim ki: Her iki
rivayet de mürseldir. Bunu Hammâd b. Seleme, Muhammed b. Amr -Ebu Seleme- Ebu
Hureyre kanalıyla muttasıl bir sened-le şöyle rivayet eder: "Allah Rasûlü
(s.a.) Bişr b. Berâ öldüğü zaman kadını öldürtmüştür. "[768]
Bu iki rivayet şu
şekilde uzlaştırılmıştır: Allah Rasûlü (s.a.) başlangıçta Zeyneb'i öldürmemiş,
fakat Bişr ölünce öldürmüştür.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) zehirli etten yeyip yemediği hususunda ihtilâf edilmiştir. Rivayetlerin
büyük çoğunluğu, Allah Rasûlü'nün (s.a.) o etten yediği, bundan sonra üç yıl
yaşadığı ve vefatına sebep olan ağrısı için de şöyle dediği yolundadır:
"Hayber günü koyundan yediğim lokmanın acısını zaman zaman hissederdim.
İşte bu anlar o zehirden dolayı kalp damarımın benden kesildiği anlardır."[769]
İmam Zührî; Allah
Rasûlü (s.a.) şehid olarak vefat etti, demiştin
Musa b. Ukbe ve daha
başkaları şöyle demiştir: Allah Rasûlü'nün (s.a.) savaşmak için Hayber'e
gittiği haberini duyduklarında Kureyşlilerin aralarında büyük bahisler ve
anlaşmalar oldu. Kureyşlilerin bir kısmı, Muhammed ve arkadaşları; bir kısmı
ise, iki müttefikimiz ve Hayber yahudileri gâlip gelecek, diyorlardı. Haccac b.
Ilât es-Sülemî, müslüman olmuş ve Hayber fethinde bulunmuştu. Abduddâr b.
Kusayoğullarinın kızkardeşi Ümmü Şeybe, Haccac'm nikâhhsıydı. Haccac zengin bir
kimseydi. Süleymoğullarmm topraklarında maden yatakları vardı. Hz. Peygamber
(s.a.) Hayber'i fethedince Haccac b. Ilât Allah Rasûlü'ne (s.a.): "Karımın
yanında altınlarım var. Eğer karım ve ailesi müslüman olduğumu anlarlarsa, bana
mallarımı vermezler! Bana izin ver de, çabucak gidip Hayber'in fethi haberi
ulaşmadan Mekke'ye varayım ve onlara öyie bir takım haberler vereyim ki, onlar
sayesinde malımı ve canımı kurtarayım!" dedi. Allah Resulü (s.a.) de
Haccac'a izin verdi. Haccac Mekke'ye geldiğinde, karısına: "Geldiğimi
gizli tut ve yanında bulunan mallarımı bana getir. Muhammed ve arkadaşlarından
ele geçen ganimet mallarından bir şeyler satın almak istiyorum. Çünkü onların
kökleri kazınmış maliarı yağmalanmıştır. Muhammed esir edilmiş, arkadaşları da
kendisini ter-ketmiştir. Yahudiler, onu Mekke'ye gönderip, sonra Medine'de ölen
adamlarına karşılık öldüreceklerine dair yemin ettiler" dedi. Bu haber
Mekke'de yayılınca, müslümanlara çok ağır geldi, gırtlaklarına dayandı.
Müşrikler ise neşe ve sevinçlerini belirttiler. İnsanların şamata ve
gürültüleri, sevinç gösterileri Hz. Peygamber'in (s.a.) amcası Abbas'ın
kulağına gelince, kalkıp dışarı çıkmak istedi. Fakat sırtüstü düştü, ayağa kalkmaya
gücü yetmedi. Bunun üzerine oğlu Kusem'i yanma çağırdı. Kuşem sima bakımından
Allah Rasûlü'ne (s.a.) benziyordu. Bu arada Abbas, Allah düşmanlarının
sevinmemeleri için, sesini yükselterek şöyle şiir söylüyordu:
"Sevgili oğlum
Kuşem! Burnu yerde sürülesicelerin, burnunun sürt meşine rağmen,
Nimet sahibi
Rabbim'in, izzet ve hamiyet sahibi Peygamberine yen sevgili oğlum Kuşem!"
Gerek müslümanlardan,
gerekse müşriklerden pek çok kimse Abbasi kapısının önünde toplandılar.
Onlardan kimisi neşe ve sevinç gösteriyorjı misi müslümanların başına gelene
seviniyor ve sevinç gösterisi için teşvik yor, kimisi de hüzün ve felâketten dolayı ölü gibi bir
hal arzediyordu. Müslümanlar, Abbas'ın söylediği şiiri işitip soğukkanlılığını
görünce, gönülleri ferahladı; müşrikler ise kendilerine ulaşmayan bir haberin
Abbas'a geldiğini zannettiler. Sonra Abbas, bir kölesini Haccac'a göndererek
ona şöyle dedi: "Onunla yalnız olarak görüş ve; 'Getirdiğin haber ve
söylediğin şeylerden dolayı sana yazıklar olsun! Halbuki Allah'ın vaad ettiği
şeyler, getirdiğin haberden daha hayırlı değil miydi? de!' Köle bunları
söyleyince, Haccac "Ebu'l-Fazl'a selâm söyle! Bana evlerinin tenha bir
yerini hazırlasın, kendisinin yanına varacağım. Vereceğim haber onu
sevindirecektir." dedi. Köle, evin kapışma gelince: "Müjde ey
Ebu'1-Fazl!" diye seslendi. Abbas sevincinden, sanki hiç hasta değilmiş
gibi, yerinden sıçradı. Kölenin yanına gelip, alnından öptü. Köle, Haccac'ın
dediklerini bildirince Abbas köleyi âzad etti. Sonra köle Abbas'a: "Haccac
bana, kendisi için odalarından bir odayı boşaltmanı ve öğle vakti sana
geleceğini söyledi." dedi. Haccac, Abbas'ın yanına gelip onunla başbaşa
kalınca, vereceği haberi gizli tutması için Abbas'tan söz istedi. Abbas da bu
hususta söz verdi. Bunun üzerine Haccac, Abbas'a şöyle dedi: "Ben, Allah
Rasûlü'nü (s.a.) Hayber'i fethetmiş, mallarını ganimet olarak almış, bundan
Allah'ın hisseleri ayrılmış ve Allah Rasûlü'nü (s.a.) Huyey'in kızı Safiyye'yi
kendisi için seçmiş ve onunla zifafa girmiş bir vaziyette bırakıp gelmiş
bulunuyorum. Ben kendi mallarım için, onları toplayıp götürmek için geldim.
Allah Rasûlü'nden (s.a.) istediğim şekilde konuşmak için izin istedim, O da
bana izin verdi. Benim söylediklerimi üç gün gizli tut. Sonra istediğini
söyleyebilirsin." Karısı Haccac'ın mallarını topladı, sonra Haccac çabucak
Medine'ye döndü. Üç gün geçince Abbas, Haccac'ın karısına gelerek: "Kocan
ne yaptı?" diye sordu. Haccac'ın karısı: "Gitti ey Ebu'l-Fazl, All«h
seni mahzun eylemesin. Sana ulaşan haber bize de ağır gelmiştir.-" diye
karşılık verdi. Abbas dedi ki: "Evet, Allah beni mahzun etmez. Allah'a
hamdolsun ki, ancak istediğim şey olmuştur. Allah, Rasûlü'ne Hayber'i
fethetmeyi nasip etmiş, orada Allah'ın taksimatı uygulanmış ve Allah Rasûlü
(s.a.) Safiyye'yi kendisi için seçmiştir. Eğer sana kocan lazımsa, git ona
yetiş." Kadın: "Vallahi, sanırım ki sen doğru söylüyorsun."
dedi. Abbas: "Vallahi, doğru söylüyorum. Durum sana söylediğim
gibidir." dedi. Bunun üzerine kadın: "Peki, bunları sana kim haber
verdi?" diye sordu. Abbas: "Sana o haberi veren kişi haber
verdi" dedi. Kadının yanından ayrılarak Ku-reyşlilerin meclislerine geldi.
Kureyşliler Abbas'ı görünce: "Ey Ebu'1-Fazl! Vallahi bu, büyük bir
soğukkanlılık ve dayanıklılıktır! Senin başına hayırdan başka bir şey
gelmesin!" dediler. Abbas: "Evet, Allah'a hamdolsun, benim başıma
hayırdan başka bir şey gelmemiştir. Bana, Haccac şunları, şunları haber verdi
ve benden, bir ihtiyacından dolayı söylediği şeyleri üç gün gizli
tutmamı istedi" dedi. Böylece Allah,
müminler üzerindeki üzüntü ve tasayı müşrikler üzerine çevirmiş oldu.
Müslümanlar evlerinden çıkarak Abbas'ın yanma geldiler. Abbas da durumu onlara
anlattı. Sevindirici haberi duyunca müslümanların yüzleri aydınlandı.[770]
1— Haram
aylarda kâfirlerle savaşılması. Kuşkusuz Hz. Peygamber (s.a.) Hudeybiye'den
Zilhicce ayında dönmüş, kısa bir müddet Medine'de kaldıktan sonra Muharrem
ayında Hayber'e gitmiştir. Zührî, Urve-Mervan ve Mis-ver b. Mahreme kanalıyla
böyle rivayet etmiştir. Aynı şekilde Vâkıdî şöyle diyor: "Allah Rasûlü (s.a.)
Hayber'e hicrî yedinci yılın başında çıkmıştır." Fakat bunu delil almak
söz götürür. Zira Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hayber'e çıkışı Muharrem ayının
başında değil, sonlarında gerçekleşmiş, Hayber'i fethi ise şüphesiz Safer
ayında olmuştur. Bu istidlalden daha kuvvetli delil, Allah Rasûiü'nün (s.a.)
ağaç altında iken ashabından, savaşmak ve kendisini bırakıp kaçmamak üzere bîat
almasıdır. Bu biat Zilkade ayında gerçekleşmiştir. Fakat bu da Hz.
Peygamber'in (s.a.) Hayber'e Muharrem'in başında çıktığına delil teşkil etmez.
Çünkü Allah Rasûlü (s.a.), ancak müşriklerin Hz. Osman'ı öldürdükleri ve
kendisiyle savaşmak istedikleri haberi kendisine ulaşınca, ashabtan
savaşmaları ve bırakıp kaçmamaları konusunda bîat almış, ashab da işte o zaman
bîat etmiştir. Savaşı düşman başlattığı zaman haram ayda savaş yapmanın caiz
olduğu konusunda ihtilâf yoktur. Ancak ihtilâf haram ayda savaş açma
hususundadır. Cumhur (âlimlerin büyük çoğunluğu), bunu caiz görerek şöyle
derler: Haram ayda savaşmanın haramlığı mensuh-tur. Bu, dört mezhep imamının
görüşüdür. Allah onlara rahmet etsin.
Ata ve daha başkaları
ise bunun mensuh olmayıp, devam etmekte olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir.
Atâ, Allah'a yemin ederek: "Haram ayda savaşmak helâl kılınmamış ve bunun
haramlığmı da hiçbir şey nesh etmemiştir." derdi.
Bu iki istidlalden,
daha kuvvetli diğer bir istidlal ise, Hz. Peygamber'in (s.a.) Tâif'i muhasara
altına almasıdır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) Taife Şev-vai'in sonlarında çıkmış
ve onları yirmi küsur gün muhasara altında tutmuştu. Bu kuşatma günlerinden
birkaç günü ise Zilkade ayı içindeydi. Zira Mekke'yi Ramazan ayının bitimine on
gün kala fethetmiş ve fetihten sonra orada ondokuz gün ikamet etmiş, namazını
kısaltarak kılmıştı.[771]
Akabinde Şevval ayının bitimine yirmi gün kala Hevâzin'e gitmişti. Allah,
Hevâzin'i fethetmeyi kendisine nasib etmiş, Hz. Peygamber (s.a.) orada elde
edilen ganimetleri taksim etmişti. Sonra oradan Tâif'e gitmiş ve Tâif'i de
yirmi küsur gün muhasara altında tutmuştu. İşte bu durum, kuşatma günlerinden
birkaç günün kesin olarak Zilkade ayı içinde olmasını gerektirir.
Denmiştir ki: Allah
Rasûlü (s.a.) Tâif'i ancak on küsur gün muhasara altında tutmuştur. İbn Hazm:
"Şüphesiz sahih olan budur!" der. Doğrusu, İbn Hazm'm kabul ettiği,
hayret edilecek bir görüştür. Bunu sahih görüp kesin kılması da nereden
geliyor? Halbuki Sahihayn *da Tâif muhasarası konusunda Enes b. Mâlik'ten
gelen bir rivayette: "Onları kırk gün muhasara altında tuttuk. Kaleye
sığınarak korundular.." diyerek hâdise anlatılmıştır.[772]
İşte bütün bunlardan ötürü bu kuşatma hâdisesi hiç şüphesiz Zilkade ayında
olmuştur. Bununla birlikte kıssada bir delil yoktur. Çünkü Tâif gazvesi,
Hevâzin gazvesini tamamlayıcı mahiyette olmuştur. Önce onlar Allah Rasûlüyle
(s.a.) savaşmaya başlamışlar, yenilgiye uğrayınca kralları -Mâlik b. Avf
en-Nadri-Sakîflilerle beraber Allah Rasûlü'yle (s.a.) harb ederek Tâif kalesine
sığınmıştı. Onlarla yapılan savaş, başlanılan savaşın devamı mahiyetindedir.
En iy^ bilen Allah'tır.
Allah Teâlâ, Mâide
sûresinde -ki iniş sırası itibariyle Kur'an'ın son sûre-lerindendir ve
içerisinde mensuh âyet yoktur- şöyle buyurmuştur: "Ey inananlar, Allah'ın
nişanelerine, hürmet edilen aya, (Kabe'ye) hediye olan kurbanlığa, gerdanlıklar
takılan hayvanlara... sakın hürmetsizlik etmeyin..."
Allah Teâlâ, Bakara
sûresinde de şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammedi Sana hürmet edilen ayı, o
aydaki savaşı soruyorlar. De ki: 'O ayda savaşmak büyük bir günahtır. Fakat Allah yolundan alıkoymak...'
" [773] Bu iki âyet
Ivlti-denîdir. Nüzul itibariyle aralarında yaklaşık sekiz sene vardır ve ne
Allah'ı'ı kitabında, ne de Rasûlü'nün sünnetinde bu iki âyetin hükmünü nesh
eden bir şey vardır. Ümmet de nesh edildiği hususunda icmâ' etmemiştir. Nesh
epj-diği yolunda, kim şu âyeti: "...Müşriklerle topyekün savaşın!.." [774]
veya benzeri olup da umumi hüküm ifade edene âyetleri delil gösterecek olursa
nesh hususunda ona delâlet etmeyen şeyle istidlalde bulunmuş olur. Kim de nesh
hususunda; Hz. Peygamber'in (s.a.) Ebu Âmir'i bir seriyye ile Zilkade ayında
Evtas'a göndermesini delil gösterecek olursa, delilsiz istidlalde bulunmuş
olur. Çünkü bu olay, müşriklerin başlattıkları gazvenin devamı mahiyetindeydi.
Yoksa haram ayda Allah Rasûlü (s.a.) tarafından onlara karşı saya(ş açma diye
bir şey söz konusu olmamıştır.
2— Ganimet mallarının, süvari için üç, yaya için
qe iki hisse şekliik taksim edilmesi. İzahı yukarıda geçmişti.
3— Ordudaki askerlerin her birinin yiyecek bir
şeyler bulduğu zamkı bulduğu şeyin beşte birlik kısmmı (devlete) vermeksizin
yemesi caizdir. Nit kim Abdullah bPMugaffel Hayber günü kaybedilen bir yağ
tulumunu elır geçirmiş ve Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda ona sahip olmuştur.
[775]
4— Harp
bittikten sonra, orduya yardım için gelenlere ganimetten 0e
verilmesi ancak ordunun izin ve rızasına
bağlıdır. Çünkü Hz. Peygamber (sta Hayber'de kendisine katılan gemi halkına
-Cafer ve arkadaşları- pay veH mesi hususunu ashabıyla görüştükten sonra,
onlara hisse vermiştir.
5— Evcil
eşek etlerinin haram kılınması. Hayber günü evcil eşek etler nin Allah Rasûlü
tarafından haram kılınışı sabittir. Yine evcil eşek etlerinin haram kılınışına
illet (sebep) olarak onlann pis olmasını gösteren haber de sabittir. Bu haber,
"Allah Rasûlü (s.a.) evcil eşekleri yasakladı. Çünkü onlar kavmin yük
hayvanları idi. Allah Rasûlü'ne (s.a.): 'Yük taşıyan hayvanlar yok oidu,
eşekler yendi' denildiğinde, onların etini yemeyi yasakladı." diyen
sahabilerin sözüne de, "Beşte biri ayrılmadığı için yasakladı"
diyenlerin sözüne de, "Allah Rasûlü evcil eşeklerin etini yemeyi
yasakladı, çünkü onlar kentin etrafında dolaşıyor ve pislik yiyorlardı."
diyenlerin sözüne de tercih edilmiştir. Bunların hepsi Sahih'ie[776]
mevcuttur. Fakat Allah Rasûlü'nün (s.a.): "Onlar pistir." şeklindeki
sözü, illet olma konusunda bütün bunlara tercih edilmiştir. Çünkü öteki görüşler râvinin
zannından kaynaklanmış olup illet olarak pis olmalarının gösterilmesine aykırı
düşen ifadelerdir.
Evcil eşek etinin
haram kılınışıyla Allah Telâlâ'nm şu âyeti arasında herhangi bir çelişki
yoktur: "Ey Muhammed! De ki: Bana vahyolunanda leş, akıtılmış kan, domuz
eti -ki o pistir- ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan
başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum..." [777] Şu
gerçek ki, bu âyetin inişi esnasında yiyeceklerden bu dört şeyden başkası haram
kılınmamıştı. Ancak haram kılma yeni yeni ve az az gerçekleşiyordu. Eşeklerin
bundan sonra haram kılınması ise, nas (Kur'an) kendisi hakkında hüküm koymadığı
için Kur'an'm dışında yeni baştan bir haram kılmadır. Yoksa Allah Rasûlü'nün
(s.a.) hükmü yürürlükten kaldıran (nâsih) bir zat olması bir yana, O, ne
Kur'an'm mubah kıldığı şeyleri kaldıran, ne de umumî hükmünü tahsis eden bir
kimsedir. Allah en iyi bilendir.
6— Müt'a
nikâhı Hayber günü haram kılınmamıştır. Müt'a nikâhının haram kılınması fetih
(Mekke'nin fethi) yılında gerçekleşmiştir.[778]
İşte doğru olan budur! İlim adamlarından bir grup, Allah Rasûlü'nün (sa.)
müt'a nikâhını Hayber gününde haram kıldığı zannına kapılarak, Sahihayn'dsi geçen
ve Hz. Ali'den rivayet edilen şu hadisi delil göstermişlerdir: "Allah
Ra-sûlü (s.aj) Hayber gününde kadınlarla müt'a nikâhı yapılmasını ve evcil eşek
etlerinin yenmesini yasak etti." [779]
fi' Yine bu konuda
Sahihayn'da yeralan bir hadis ise şöyledir: Hz. Ali (r.a)
İbn Arjbas'ın, kadınlarla müt'a nikâhı
yapma konusunda yumuşaklık gösterdiğimi jişitince: "Ey îbn Abbas, yavaş
ol! Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) Hayber günü, müt'a nikâhını ve evcil eşek
etlerini yasak etti." demiştir. Buharî'de yine Hz. Ali'den rivayet edilen
bir metin ise şöyledir: "Allah Rasûlü (s.a.) Hayber günü kadınlarla müt'a
nikâhı yapılmasını ve evcil eşek etlerinin yenmesini yasak etti."
Bu ilim adamları,
Allah Rasûlü'nün (s.a.) müt'a nikâhını fetih yılında mubah (helâl) kılıp sonra
haram kıldığını görünce: "Müt'a nikâhı haram ki lındı, sonra mubah kılındı,
ardından yeniden haram kılındı." diye görüş beyan etmişlerdir.
Şafiî şöyle der:
"Müt'a nikâhından başka önce haram sonra mubah, sonra yeniden haram
kılınan bir şey bilmiyorum!" îlim adamlarından bir grup da: "Müt'a
nikâhı iki sefer neshedilmiştir." demişlerdir. Bir başka grup ise bu
konuda diğerlerine muhalefet ederek şöyle demişlerdir: "Müt'a nikâhı ancak
fetih yılında haram kılınmıştır. Bundan önce ise mubahtı." Bunlar devamla
diyorlar ki: "Hz. Ali b Ebî Tâlib (r.a), müt'a nikâhının haram kılmışı ile,
evcil eşeklerin haram kılınışım bir arada haber vermiş -Zira İbn Abbas her
ikisini de mubah görüyordu- ve onun görüşünü reddetmek için, Hz. Pey-gamber'den
(s.a.) her ikisinin de haram olduğuna dair haberi rivayet etmiştir." Hiç
kuşkusuz eşek etlerinin haram kılınması Hayber günü olmuştu. Eşeklerin haram
kılınmaları için, zaman olarak Hayber gününü zikretmiş, fakat müt'a nikâhının
haram kılmışını mutlak bırakarak bir zamanla kayıt-lamamıştır. Nitekim bu durum
Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde sahih bir isnadla şöyle geçmiştir: "Allah
Rasûlü (s.a.), evcil eşek etlerini Hayber günü haram kıldı, kadınlarla müt'a
nikâhı yapılmasını da haram kıldı." Başka bir metin ise şöyledir:
"Kadınlarla müt'a nikâhı yapılmasını haram kıldı, ve evcil eşek etlerini
de Hayber günü haram kıldı." Süfyân b. Uyeyne bu durumu tafsilli ve açık
bir şekilde böyle rivayet etmiştir. Bir kısım râviler, Hayber gününün her iki
haram kılma için ortak bir zaman olduğu zannına kapılarak, her iki haram
kılmayı da Hayber günüyle kayıtlamışlardır. Sonra bazıları çıkıp, haram
kılınan iki şeyden birisiyle yetinip, -ki, o da eşeklerin haram kılınmasıdır-
bunu bir zamanla kayıtlamışlardır. Şüphe buradan doğmuştur.
Hayber kıssasında
sahabe, yahudi kadınlarla müt'a yapmamış, bu hususta Allah Rasûlü'nden (s.a.)
izin istememiş ve bu gazveyi aktaran hiçbir kimse kesinlikle böyle bir şey
nakletmemiştir. Bu olayda, müt'a hakkında -fetih (Mekke fethi) gazilerinin
aksine- onun ne işlenişinden, ne de yasaklanışından sözedilmiştir. Çünkü müt'a
olayının gerek işlenişi gerekse yasaklanışı bakımından Mekke fethinde vuku
bulduğu meşhurdur. Bu metod (meseleyi açıklığa kavuşturmak bakımından) iki
yolun en sahih olanıdır.
Hayber kıssası
hakkında üçüncü bir metod da şudur: Allah Rasûlü (s.a.) müt'a nikâhım asla
umumî bir şekilde haram kılmamış, aksine ihtiyaç olmadığı zaman haram kılmış,
müt'a nikâhına ihtiyaç duyulduğu zaman ise mubah kılmıştır. İbn Abbas'ın
tuttuğu yol buydu. Öyle ki, buna fetva veriyor ve şöyle diyordu: "Müt'a da
ölü eti kan ve domuz eti gibidir. Zaruret halinde ve zina korkusu bulunduğu
zaman mubah olur." Fakat insanların çoğu, İbn Abbas'ın sözünü bu şekilde
anlamadılar, onun müt'a nikâhını mutlak olarak mubah kıldığı zannına kapıldılar
ve bu konuda ileri geri konuştular; şiirler söylediler. İbn Abbas bu durumu
görünce, müt'a nikâhının haramlığı konusundaki görüşe döndü.
7— Tarladan çıkacak meyve yahut ekinden bir
kısmını aimak şartıyla yapılan müsâkat ve muzâraa akitlerinin caizliği. Nitekim
Allah Rasûlü (s.a.), Hayber halkına bu şekilde muamele etmiş ve bu uygulama
vefatına kadar sürmüş, bunu kesinlikle kaldırmamıştır. Ayrıca Hulefa-i
Raşidîn'in yaptıkları uygulama da bu şekilde devam etmiştir. Bu ise kiraya
verme kabilinden değil, ortaklık kabilindendir ve mudarabe akdinin bir benzeri
olup onunla aynıdır. Her kim mudarabe akdine "mubahtır" deyip de,
bunu haram kılacak olursa, şüphesiz benzer olanların arasını ayırmış olur.
8— Allah
Rasûlü Hayberlilere, giderlerini kendi mallarından karşılamaları şartıyla,
Hayber arazilerini işletmeleri için vermiş, fakat onlara tohum vermediği gibi
Medine'den de kesinlikle onlara tohum taşıtmamıştır. Allah Rasûlü'nün (s.a.) bu
tutumu, tohumun tarla sahibinden olmasının şart olmadığını ve tohumun tarlayı
işletecek olan taraftan alınmasının da caiz olduğunu gösterir. Aynca bu,
kendisinden sonraki Hulefa-i Raşidîn'in de tutumudur. Nitekim nakledilen bu olduğu
gibi kıyasa uygun olan da budur. Çünkü arazi (tarla), mudarabe akdindeki
sermaye durumundadır. Tohum, ise tarlayı sulama hükmündedir. Bundan dolayı tohum
tarlada çürür ve bir daha sahibine dönmez. Eğer mudarabe akdindeki sermaye
durumunda olsaydı, sahibine dönmesi şart koşulurdu ki, bu da müzaraa akdini
fasid eder. Anlaşılmıştır ki, bu hususta sahih kıyas, Allah Rasûlü'nün (s.a.)
ve Hulefa-i Raşidîn'in tutumlarına uygun olan kıyastır. Allah en iyi bilendir.
9— Henüz
ağaçta iken, çıkacak hurma miktarı tahmin edilir ve taksimi buna göre yapılır.
Taksim ise bir ahş-veriş akdi değildir.
10— Sadece
bir tahminci ve bir taksim edici ile yetinmenin caiz olması.
11— Sulh
anlaşmasının, devlet başkanı istediği zaman bozulması caiz olan
bir akit olarak
yapılmasının caizliği.
12—- Sulh
akdi ve eman vermenin bir şarta bağlanmasının caizliği. Nitekim Allah Rasûlü
(s.a.) Hayberliîerle, hiçbir şeyi gizlememe ve saklamamaları şartıyla akit
yapmıştır.
13— Herhangi
bir şeyle itham altında bulunan kişileri ceza vererek itirafa zorlamanın
caizliği. Bu davranış zalim bir siyaset değil, âdil bir şeriattır.
14— Hükümler konusunda karine ve emarelere göre
işlem yapılabilir. Hz. Peygamber'in (s.a.) Kinâne'ye: "Mal çoktu, geçen
zaman ise az" demesi gibi. Allah Rasûlü (s.a.) bunu, Kinâne'nin:
"Harpler ve geçimler, o malları tüketti." sözünün yalan oluşuna bir
delil olarak getirmiştir.
lif- Kişinin sözü,
yalanına delil teşkil ettiğinde, sözüne bak hain mevkiine konabileceği.
lmaksız
16— Eğer
zimmiler, kendilerine şart koşulan herhangi bir şeye muhale fet edecek
olurlarsa, artık onlar hakkında zimmet anlaşması kalmaz, kanlan ve mallan helâl
olur. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) Hayberliîerle anlaşma yap^ mış, kendilerine
herhangi bir şeyi saklamamalarını ve gizlememelerini şart koşmuştu; eğer böyle
yapacak olurlarsa, kanları ve malları helâl olacaktı. Bunlar şarta vefa
göstermeyince de, Allah Rasûlü (s.a.) onların kanlarını ve mallarını mubah
saymıştır. Emîrülmü'minîn Hz. Ömer de, zimmîlere koştuğu şart^ iarda buna uymuş
ve bu şartlardan herhangi bir şeye muhalefet ettikleri zaman, ayrılıkçı ve
düşman gruplara karşı yapması helal olan şeyleri onlara karşı da yapmayı helal
saymıştır.
17-- Bir
emrin, işlenmeden önce kaldırılmasının caizliği. Hz. Peygamber (s.^j) ashaba,
önce evcil eşek eti pişen kapların kırılmasını emretmiş, sonra o kapların
yıkanması yolundaki emriyle de önceki emrini değiştirmiştir.
18-H- Eti
yenmeyen hayvanın derisinin ve etinin boğazlanmayla da ten iz olmayacağı. Eti
yenmeyen hayvanın kesilmesi de ölmesi yerindedir. Boğaz ı-ma işi ise, ancak eti
yenen hayvanlarda etkili olur.
19— Bir
kimse ganimet malları paylaşılmadan önce herhangi bir şeyi a \i-cak olursa,
ganimetten alacağı paydan az da olsa, aldığı şeyi mülk edinemez. O şeye ancak
taksimle sahip olabilir. İşte bu yüzden Hz. Peygamber (s.a:), hiyanet ederek
bir kadife kazak çalan kimse hakkında: "O kadife kazak, üzerinde alev
alev yanıyor." [780]buyurmuştur.
Yine hiyanet ederek, bir ayakkabı tasması çalan kimse hakkında da:
"Ateşten bir ayakkabı tasmadtj" buyurmuştur.[781]
20— Devlet
başkanı, savaşla fethedilen topraklan taksim etmek veya i hiplerine bırakmak ya
da bir kısmını taksim edip bir kısmını sahiplerine 11-rakmakikonusunda
serbesttir.
21- İslâm'ın
galibiyetinin ve yayılışının sebeplerinden görülen veya işitilen bir şeyi
uğurlu saymak ve bunu ilan etmek caiz hatta müstehabtır. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.), Hayber halkının yanında kürek, balta ve zenbillerin görülmesini uğurlu
saymıştır. Çünkü bu, Hayber'İn harab olması hususuntla bir uğurlu görmedir.
22—
Zimmîlerin, ihtiyaç duyulmadığı zamanlarda İslâm yurdund
karılıp sürülmelerinin caiz oluşu.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştu: "Allah'ın sizin kalmanıza
müsaade ettiği sürece, bizler de müsaade ederiz." Onların büyüklerine:
"Bir gün kervanın seni Şam tarafına, sonra birgün (başka yere) alıp
götürdüğünde halin ne olur?" demişti. Hz. Ömer, Allah Rasûlü'nün (s.a.)
vefatından sonra onları Hayber'den sürmüştür. Bu, Muhammed b. Cerîr
et-Taberî'nin görüşüdür. Bu, şayet devlet başkanı bir fayda görecek olursa kendisiyle
amel edilmesi caiz olan, kuvvetli bir görüştür.
Şöyle denemez:
"Hayber halkı, zimmîlik anlaşmaları bulunan kimseler değil, aksine
kendileriyle barış anlaşması yapılan kimselerdi." Bu, boş bir iddiadır.
Çünkü onlar zimmîlerdi. Bundan dolayı da kanları ve mallan hususunda devamlı
bir emân ve güvenlik içinde olmuşlardır. Evet, cizye kanunlaşmamış (meşru
kılınmamış) ve farziyyeti de nazil olmamıştı. Dolayısıyla Hayberliler,
cizyesiz zimmîlerdi. Cizyenin farziyyeti nazil olunca, kendileriyle zirnmîlik
anlaşması yapılan ehl-i kitab ve mecûsilerden cizye alınmaya yeni başlanmıştır.
Hayberlilerden cizye alınmaması, onların zimmî olmadıklarından değil, aksine
cizyenin farziyyeti henüz nazil olmadığından dolayı idi.
Anlaşma akdinin
müebbed olmaması, onların kanlarının dökülmeme-siyle ilgili değil, Hayber
topraklarında iskân edilme süreleriyle alâkalıdır. İmam daha sonra, istediği
zaman onların kanlarını mubah görebilir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.):
"Sizlerin burada kalmanıza, Allah'ın veya bizim müsaade ettiğimiz sürece,
izin veririz." demiş; fakat "Kanlarınızı dilediğimiz sürece
koruruz." dememiştir. Kurayza ve Nadîr oğullarıyla yapılan zimmîlik
anlaşması da; Allah Rasûlü'ne (s.a.) karşı savaşmamaları, O'nun aleyhinde
başkalarına yardım etmemeleri, böyle yaptıklarında kendilerinden emânın
(zimmîlik sözleşmesinin) kalkacağını kabul etmeleri şartlarıyla yapılan
"şartlı bir zimmîlik anlaşması idi. Onlar da cizyesiz zimmîlerdi. Çünkü o
zaman cizyenin farziyyeti-nazil olmamıştı. Allah Rasûlü (s.a.), onların kadın
ve çocuklarının esir edilmelerini mubah görmüş, ahdin bozulmasını kadın ve
çocuklar için de geçerli saymıştır/Anlaşma şartlarının bozulması karşısında
sesini çıkarmayan ve kabullenen kimseyi, anlaşmayı bozan ve harp eden kimse
yerine koymuştur. Aynı şekilde, cizyenin farziyyetinden sonraki dönemde de,
ahdin bozulmasının kadın ve çocuklar için de geçerli olması, Allah Rasûlü'-nün
(s.a.) zimmîler konusundaki tavrının gereğidir. Fakat bu durum,ahdi bozanlar
silahlı ve kuvvetli bir grup oldukları zaman olur. Ama anlaşmayı bozan,
topluluktan yalnız bir kişi olur ve diğerleri de buna katılmazsa, o zaman ou
kişinin anlaşmayı bozması karısı ve çocukları için geçerli olmaz. Nitekim ÎIz.
Peygamber (s.a.), kendisine hakaret edenlerden kanının dökülmesini helâl kıldığı
kimselerin kadın ve çocuklarını esir etmemiştir. İşte Allah Rasûlü*nün avrı
budur. Kaçınılma? davranış da budur. Do&ruya ulaştırmak Allah'tandır!
23— Bir
adamın, cariyesini azad edip azad edilmesini mehri sayması ve onun izni,
şahidler, başka bir veli aranmaksızın ve nikahlama, evlendirme lafızları
kullanılmaksızın cariyesini karısı yapmasının caiz oluşu. Nitekim Allah Rasû'ü
(s.a.) Safiyye'ye böyle yapmış ve kesinlikle; "Bu, bana mahsus bir
durumdur" dememiş, ümmetinin bu hususta kendisine uyacağını bile bile buna
işaret etmemiştir. Sahabeden de hiçbir kimse, "Bunu Allah Rasûlü'nden
(s.a.) başkasının yapması doğru olmaz." dememiş, aksine hâdiseyi rivayet
ederek bütün ümmete aktarmışlar ve onlan böyle yapmaktan menetmemişlerdir. Allah
Rasûlü de (s.a.) bu hususta kendisine uyulmasını yasaklamış değildir. Oysa
Allah Teâlâ, kadının kendi mehrini bağışlamasıyla yapılan nikâhı Rasûlü'ne
mahsus kıldığında: "..Diğer mü'minlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere..."
buyurmuştur.[782] Şayet cariyesini karısı
yapma, ümmetinden ayrı olarak sırf kendisine mahsus bir şey olsaydı, nadir ve
az olmasından ötürü bir kadının kendisini (mehrini) bir erkeğe bağışlamasını
zikretmek değil, efendilerin cariyeleri ile böyle muamelelere girişmeleri
çokça gerçekleştiğinden ötürü bu tahsisi zikretmek açıklamaya ihtiyaç gösterme
bakımından ondan daha uygun yahut ona denk olurdu. Özellikle kaide, ümmetin
Allah Rasûlü'ne (s.a.) iştirak etmesi ve O'na uymasıdır. Durum böyle olunca,
nasıl olur da Allah Rasûlü (s.a.) caiz olmayı gerektiren bir durum ortada iken,
kendisine uyulması caiz olmayan bir yerde ümmeti men etmek hususunda sessiz
kalabilir! Bu muhal gibidir. Ümmet de bu konuda Allah Rasûlüne (s.a.)
uyulmayaca-ğına dair icmâ' etmemiştir. Dolayısıyla ümmetin icmâ'ım kabul etmek
gerekir. Başarıya iletmek Allah'tandır!
Sahih kıyas bunun caiz
olmasını gerektirir. Çünkü cariye sahibi, cariyenin bizzat kendisine, birleşme
menfaatine ve onun hizmetine sahip olmaktadır. Cariye sahibi onun
rakabesindeki mülkiyet hakkını düşürüp menfaat mülkiyetini yahut onun bir
türünü devam ettirme yetkisine sahiptir. Bu durum kölesini azad edip de,
yaşadığı müddetçe kendisine hizmet etmesini şart koşması gibidir. Sahibi,
cariyeyi mülkiyetinden çıkardığı zaman, herhangi bir türden menfaatini istisna
ederse, satım akdinde bunu yapmaktan engellenemez. O halde nikâh akdinde
bundan nasıl engellenebilir? Cinsel ilişki menfaati nikâh veya cariye
edinmekle mubah olduğuna ve cariyenin azad edilmesi ise kendisinden cariyeliği
kaldırdığına göre onun zevce yapılması cinsel ilişki menfaatinin mubah olmasına
bağlıdır. Dolayısıyla efendisi rızası olmadan cariyenin nikâhını ve başkasına
satılmasını gerçekleştirebilir ve kendisi lehine cariye hakkında sahip olduğu
bir şeyi istisna edebilir. Nikâh akdi bunun ge-Teklerinden olduğundan efendi
ona mâlik olur. Çünkü efendinin istisna edilen mülkiyetinin devamı ancak bu
akitle tamam olur. İşte bu, sahih sünnete uygun olan,sahih kıyasın ta
kendisidir! Allah en iyi bilendir.
24— Kişinin
kendisi veya başkası adına yalan söylemesinin caizliği. Ancak bu durum, eğer
kişi bu yalanla kendi hakkına ulaşabilecek ve başkasına da zarar vermeyecekse
caiz olur. Nitekim Haccac b. Ilât müslümanlar hakkında yalan söylemiş ve bu
yalandan dolayı müslümanlara herhangi bir zarar vermeden Mekke'de bulunan
mallarını elde etmiştir. Yalandan dolay: Mekke'deki müslümanlara dokunan eza ve
üzüntü ise, yalanla meydana gelen faydanın yanında, çok az bir zarardır.
Özellikle de bu yalandan sonra, doğru haberle hâsıl olan imanın artması, neşe ve
sevincin doruğa ulaşması yanında çok daha azdır. Böylece yalan ağırlıklı
faydanın hasıl olmasına bir sebep oldu. Bunun benzeri, imam ve hâkimin gerçeğin
ortaya çıkmasını sağlamak amacıyla davalıya gerçeğin aksini düşündürmesi
olayıdır. Nitekim Hz. Davud'un (a.s.) oğlu Hz. Süleyman (a.s.), çocuğu ikiye
bölme teklifiyle iki kadından birisini şüpheye düşürmüş, bu hareketiyle gerçek
annenin bilinmesini sağlamıştır.[783]
25— Bir
adamın seferde iken karısıyla cinsî münasebette bulunmasının ve karısının
kendisiyle birlikte ordu içerisinde bir hayvana binmesinin caiz oluşu.
26— Bir
kimse, diğer bir kimseyi öldürücü bir zehirle katledecek olursa, kendisi de
öldürdüğü kimseye karşılık kısas yoluyla idam edilir. Tıpkı yahu-di kadınının
Bişr b. Berâ'ya karşılık öldürüldüğü gibi.
27— Ehl-i
kitab'ın kestikleri hayanlardan yemenin caizliği ve onların yemeklerinin helâl
olduğu.
28— Kâfir
bir kimsenin verdiği hediyenin kabul edilebileceği.
Eğer, kadın kısas
olarak değil de, koyunu zehirlemek suretiyle müslümanlara karşı harp açmış
olduğu için, anlaşmayı bozduğundan ötürü öldürülmüştür, denilirse; şöyle cevap
verilir: Eğer kadının öldürülmesi anlaşmayı bozmasından dolayı olsaydı, koyunu
zehirlediğini itiraf ettiği vakit öldürülmesi gerekirdi. Yoksa onun
öldürülmesi, zehirli koyundan yiyerek ölen kimsenin ölüm zamanına
bırakılmazdı.
Soru: Kadın, anlaşmayı
bozunca öldürülmeli değil miydi?
Cevap: Bu, devlet
başkanı esirde olduğu gibi anlaşmayı bozan kimse hususunda da muhayyerdir,
diyenlerin delilidir.
Soru: Sizler, îmam
Ahmed'in de belirttiği gibi, onun öldürülmesini tarz olarak görüyorsunuz.
Halbuki Kadı Ebu Ya'lâ ve ona tâbi olanlar, devlet baş-
. kanı bu hususta
muhayyerdir diyorlar.
Cevap: Şayet, koyun
zehirleme hadisesi, anlaşmadan önce olmuşsa bunda herhangi bir delil yoktur.
Eğer anlaşmadan sonra olmuşsa müslüman birisinin öldürülmesiyle anlaşmanın
bozulup bozulmayacağı hakkında iki görüş ileri sürülmüştür: Bununla anlaşmanın
bozulduğunu kabul etmeyenlere göre bu açıktır. Bununla anlaşma bozulmuştur
görüşünde olanlara göre ise müs-iümanı zehirleyen kişinin öldürülmesi zorunlu
mudur veya devlet başkanı bu hususta muhayyer midir, yoksa anlaşmayı bozan
sebepler birbirinden ayırt edilip de şöyle mi denir: Sebebin (anlaşmayı bozma) sebebiyle
öldürülmesi kesinlik kazanır ve eğer
anlaşmayı, devlet başkanına isyan etmek veya dârül-harbe sığınmakla bozarsa
devlet başkanı bu hususta muhayyerdir; anlaşmayı bunların dışında, bir müslümam
öldürmek, müslüman bir kadınla zina etmek, müslümanlar aleyhine casusluk
yapmak veya müslümanların sırlarını "düşmana bildirmek gibi bir şeyle bozarsa bu
konudaki açık ifadeye göre idam cezası uygulanır. Buna göre bu kadın, koyunu
zehirlemekle harp eden birisi olmuştu ve dolayısıyla öldürülüp öldürülmemesi
muhayyer idi. Fakat zehir yüzünden müslümanlar dan bazıları ölünce, ya kısasa
kısas olarak ya da bir.müslümam öldürmekle anlaşmayı bozduğu için öldürülmesi
farz olmuş vft bu yüzden öldürülmüştür. İşte bu muhtemeldir. En iyi bilen
Allah'tır. [784]
Hayber'in tamamen zorla
mı, yoksa-bir kısmının zorla, bir kısmının sulh yoluyla mı fethedildiği
konusunda ihtilâf edilmiştir.
Ebu Davud, Enes'ten
şöyle rivayet etmiştir: "Allah Rasûlü (s.a.) ber'e savaş açtı. Hayber'i
zorla ele geçirdik. Akabinde harp esirleri toplia di." [785]
İbn İshak şöyle
demiştir: İbn Şihâb'a sordum; bana, Allah Rasûlü' (s.a.) savaştıktan sonra,
Hayber'i zorla fethettiğini haber verdi.
Ebu Davud, İbn
Şihâb'dan şöyle rivayette bulunmuştur: Bana, Allah Ra-sûlü'nün (s.a.) Hayber'i
savaştıktan sonra, zorla fethettiği ve Hayber halkından kalelerinden inenlerin
de ancak çarpışmadan sonra sürülmeleri şartıyla indikleri haberi ulaştı. [786]
İbn Abdilber şöyle
demiştir: Hayber toprakları hakkında sahih olan şudur: "Hayber
topraklarının hepsi, Fedek'in aksine, mağlup edilerek zorla fethedilmiştir.
Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) Hayber topraklarının tamamını, atları ve develeriyle
Hayber içlerine kadar dalan ganimetçiîer arasında taksim etmiştir. Bunlar ise
Hudeybiye'ye katılan sahabîlerdir. Ulemâ da Hayber topraklarının taksim
edildiği hususunda ihtilâf etmeyip ancak beldeler (ülkeler) ganimet olarak
alındığı zaman, toprakların eski sahiplerine bırakılıp vergi mi konacağı, yoksa
taksim mi edileceği hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Kûfeli alimler derler
ki: Devlet başkanı zorla fethedilen araziyi, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hayber
arazisinde uyguladığı gibi taksim etmekle, Hz. Ömer'in Irak'ın Sevâd
(Mezopotamya) arazisinde uyguladığı gibi eski sahiplerine bırakıp vergi koymak
arasında muhayyerdir.
İmam Şafiî ise şöyle
der: "Fethedilen toprakların hepsi, Hz. Peygam-ber'in (s.a.) Hayber'i
taksim ettiği gibi taksim edilir. Çünkü topraklar da kâfirlerin diğer malları
gibi bir ganimettir."
îmam Mâlik de, Hz.
Ömer'in yaptığına tâbi olarak, fethedilen toprakların eski sahiplerine bırakılıp
vergi konacağı yolunda görüş ileri sürmüştür. Çünkü arazi, Hz. Ömer'in
kendisinden sonra gelecek müslümanların yararına olmak üzere bir grup sahabe
arasında uyguladığı araziyi eski sahiplerine bırakıp vergi alması hadisesiyle
diğer ganimetlere göre özel bir durum arzet-miştir. İmam Mâlik, Zeyd b. Eşlem
kanalıyla onun babasından şöyle rivayet etmiştir: Ömer'in (r.a) şöyle dediğini
işittim: "Şayet sonradan gelecek nesillere bir şey kalmaması endişesi
olmasaydı, müslümanların fethettiği her bir kenti Allah Rasûlü'nün (s.a.)
Hayber'i paylaştırdığı gibi, ben de paylaştırır-dım," [787]
İbn İshak'm söylediği
gibi bu rivayet, Hayber arazisinin tamamının hisselere ayrıldığına delâlet
eder.
Hayber'in bîr kısmı
sulh yoluyla, bir kısmı da zorla fethedilmiştir diyenler, şüpheye düşmüş,
yanılmışlardır. Onların şüpheye düşmesi, kanlarının dökülmemesi şartıyla,
halkının teslim ettiği iki kale sebebiyledir. Bu iki kale halkının, erkek kadın
ve çocukları ganimet olmayınca bunun suhltan dolayı olduğunu zannetmişlerdir.
Hayatıma yemin ederim ki, erkek, kadın ve çocuklar hakkındaki bu tutum, bir
nevi sulh gibidir. Fakat, onlar topraklarını ancak kuşatma ve çarpışma
neticesinde bırakmışlardır. Dolayısıyla, bu iki kale
halkına ait toprakların hükmü de, hepsi
zorla ganimet olarak elde edilen|y< hakkı olanlar arasında paylaştırılan
diğer Hayber arazilerinin hükmü gibidir:
Hayber'in yarısı sulh
ile diğer yarısı ise zorla fethedildi diyenler, Yahya b. Saîd'in, Beşîr b.
Yesâr'dan rivayet ettiği: "Allah Rasûlü (s.a.) yansı kendisine, diğer
yarısı da müslümanlara ait olmak üzere Hayber'i ikiye taksim etti." [788]
hadisinden ötürü şüpheye düşmüş olabilirler.
Ebu Ömer (İbn
Abdilber) şöyle demiştir: "Bu hadis sahih olsa bile mânasının şöyle
olması gerekir: Rasûlullah'a ait olan bu yarı, bu yarıda hakkı olan diğer
kimselerle birlikte O'nundu. Çünkü Hayber ganimetleri otuz altı hisseye taksim
edilmiş, Hz. Peygamber (s.a.) ve O'nunla birlikte bulunan bir gruba on sekiz
hisse düşmüştü. Diğer sahabîler ise geriye kalan hisseleri paylaşmışlardı. Bunların
hepsi de önce Hudeybiye'de bulunup sonra Hayber'e katılan kimselerdi. Halkının,
kuşatma ve çarpışmadan sonra teslim ettiği kaleler İse sulh yoluyla feth
edilmiş olmaz. Şayet sulh yoluyla feth edilmiş olsaydı, sulh ehlinin kendi
topraklarına ve diğer mallarına sahip oldukları gibi, onlar da kalelerine sahip
olurlardı. Bu hususta doğru olan, Musa b. Ukbe ve diğerlerinin İbn Şihâb'tan
rivayet ettikleri değil, İbn İshak'm söylediğidir." Ebu Ömer'in sözü
burada sona ermektedir.
Ben derim ki: İmam
Mâlik'in îbn Şihâb'tan rivayetine göre Hayber'in bir kısmı zorla, bir kısmı ise
sulh yoluyla fethedilmiştir. Küteybe topraklarının çoğu zorla fethedilmiş
olmakla birlikte sulh ile elegeçirilen kısmı da vardır. Mâlik şöyle demiştir:
"Küteybe, ürün veren kırk bin hurma ağaçlı Hayber toprağıdır." [789]
îmam Mâlik, Zührî -İbn
Müseyyeb kanalıyla şöyle rivayet etmiştir: "Allah Rasûlü (s.a.); Hayber'in
bir kısmım zorla.fethetmiştir."[790]
Allah Rasûlü (s.a.)
Hayber'den Vâdi'l-Kurâ'ya gitti. Orada yahudi bir topluluk bulunuyordu. Onlara
araplardan da bir cemaat katılmıştı. Ashab konakladığında, yahudiler ashabı ok
atışıyla karşıladılar. Ashab harp nizamında değildi. Neticede Allah Rasûlü'nün
kölesi Mid'am öldürüldü. Ashab, "Cennet ona mübarek olsun" demeye
başlayınca, Hz. Peygamber (s.a.): "Hayır öyle değil! Canım elinde bulunan
Allah'a yemin ederim ki, Hayber günü, taksim edilmeyen ganimetten aldığı kadife
kazak, üzerinde alev alev yanmaktadır." buyurdu. Ashab bunu duyduğu esnada
bir adam Hz. Peygamberce (s.a.) bir veya iki papuç tasması getirdi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.aJ): "Ateşten bir papuç tasması veya ateşten iki
papuç tasması!" buyurdu. [791]
Hz. Peygamber (s.a.)
ashabını savaş düzenine koyarak onları saf saf dizdi. Sancağını Sa'd b.
Ubâde'ye verdi. Hubab b. Münzir, Sehl b. Huneyf ve Ab-bâd b. Bişr'e de birer
bayrak verdi. Sonra yahudileri İslâm'a davet etti ye onlara, eğer müslüman
olurlarsa mallarını muhafaza edip kanlarını koruyacaklarını ve mükâfatlarının
da Allah'a ait olacağını bildirdi. Yahudiler bü teklifi kabul etmeyerek,
içlerinden birisi çarpışmak için ileri atıldı. Ona kar^ı Zübeyr b. Avvâm ileri
çıkıp onu öldürdü. Sonra bir başkası daha ileri atıla . Zübeyr b. Avvâm onu da
öldürdü. Sonra bir başkası daha ileri atıldı; Bu ona karşı Hz. Ali b. Ebî Tâlib (r.a) ileri
çıkarak onu öldürdü. Bu şekilde devam ede ede onlardan on bir kişi öldürüldü.
Onlardan her biri öldürüldüğünde Allah Rasûlü (s.a.) geride kalanları İslâm'a
davet ediyordu. O gün namaz vakti girince Allah Rasûlü (s.a.) ashabına namaz
kıldırıyor, sonra dönüp onları yeniden İslâm'a, Allah'a ve Rasûlü'ne inanmaya
davet ediyordu. Onlar yine bunu kabul etmeyince, Allah Rasûlü (sa.)
kendileriyle, akşam olup, sabahlaymcaya kadar harp etti. Güneş henüz bir mızrak
boyu yükselmemişti ki, ellerinde olan şeyleri Allah Rasûlü'ne (s.a.) teslim
ettiler. Allah Rasûlü (s.a.) Vâdi'l-Kurâ'yı zorla fethetmiş ve Allah Teâlâ
onların mallarını kendisine ganimet olarak nasib etmiştir. Müslümanlar savaş
neticesinde, birçok ev eşyası ve mal elde etmiştir. Allah Rasûlü (s.a.)
Vâdi'l-Kur'â'da dört gün ikâmet etmiş ve elde ettiği şeyleri ashabı arasında
orada iken taksim etmişti. Arazi ve hurmalıkları yahudilerin ellerinde
bırakarak, bunları işletmek üzere onlarla anlaşma yapmıştır. Allah Rasülü'nün
(s.a.) Hayber, Fedek ve Vâdi'l-Kurâ halklarıyla uzlaşma yaptığı haberi, Teymâ
yahudilerine ulaşınca Allah Rasûlü'yle (s.a.) anlaşma yaparak» mallarıyla
beraber orada ikamet etmişlerdir. Hz. Ömer (r.a) hilâfete geçince, Hayber ve
Fedek yahudilerini sürmüş, fakat Teymâ ve Vâdi'1-Kurâ halkını sürmemiştir.
Çünkü, Teymâ ve Vâdi'l-Kurâ, Şam topraklarına dahildi... Hz. Ömer,
Vâdi'l-Kurâ'nın berisinden Medine'ye kadar olan bölgeyi Hicaz bölgesi, bunun
gerisinde kalan bölgeyi de Şam toprakları olarak kabul etmiştir. [792]
Allah Rasûlü (s.a.) dönerek Medine'ye gitmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.)
yolun bir kısmını katetmiş, bütün gece yürümüştü. Yolun bir yerine gelince
onları uyku bastırmış, uyuma ve istirahat için konaklamışlardı. Allah Rasûlü
(s.a.) Bilâl'e: "Sen bu gece bizim için bek-'Ie!" dedi. Bilâl,
kendisine takdir edildiği kadar (nafile) namaz kıldı, Allah Rasûlü (s.a.) ve
ashabı uyudular. Tan yerinin ağarması yaklaşınca Bilâl, tan-yerine doğru
yönelerek devesine yaslandı. Fakat devesine yaslanmış bir vaziyette iken
Bilâl'in gözlerine uyku galebe çaldı. Güneş yüzlerine vuruncaya kadar ne Hz.
Peygamber (s.a.), ne Bilâl, ne de ashabtan herhangi biri uyanabildi. Neticede
içlerinden ilk uyanan Allah Rasûlü (s.a.) oldu; telaşa kapılarak: "Ey
Bilâl!" diye seslendi. Bilâl: "Ey Allah'ın Rasûlü! Anam babam sana
feda olsun. Senin nefsini tutan, benimkini de tuttu." diye karşılık verdi.
Develerini bir miktar yürüterek, bu vadiden çıktılar. Sonra Allah Rasûlü
(s.a.): "Bu, içinde şeytan bulunan bir vadidir." buyurdu. O vadiyi
geçince ashaba, inip abdest almalarını emretti. Sonra sabah namazının sünnetini
kıldı. Sonra Bi-lâl'e emrederek, namaz için kamet getirmesini istedi ve ashaba
sabah namazını kıldırdı. Sonra onlara yönelip, korkularını görünce şöyle
buyurdu: "Ey insanlar! Allah ruhlarımızı almıştı. Eğer dileseydi onu bize,
bundan başka bir vakitte de geri verirdi. İçinizden biri namazını uyuyarak
geçirir yahut na? mazını unutur, sonra hatırlarsa, geçirdiği namazı, vaktinde
kıldığı gibi kılsın." Sonra Allah Rasûlü (s.a.) Hz. Ebu Bekir'e
yönelerek: "Şeytan, ayakta namaz kılar Vaziyetteyken Bilâl'e gelmiş, onu
yan üstü yatırmış, ninniler söyr leyip hafif hafif vurularak çocuğun uyutulduğu
gibi onu uyutmaya çalışmış ve nihayet o da uyumuştur." dedi. Sonra Hz.
Peygamber (s.a.) Bilâl'ı rarak, Ebu Bekir'e anlattığı şeyi ona da anlatmıştır.[793]
Bir rivayete göre, bu
hâdise Hudeybiye'den dönüşlerinde vuku tur. Başka bir rivayete göre ise, Tebük
seferinden dönüşlerinde olmuştur. Uyuf yarak sabah namazını geçirme hâdisesini,
İmrân b. Husayn rivayet etmiş, fakat zamanını belirtmemiş [794] ve
hangi gazvede gerçekleştiği hakkında hiçbir şey söylememiştir. Aynı şekilde bu
hâdiseyi Ebu Katâde de nakletmiştir. Her iki si de, uzun bir kıssa içinde bunu
rivayet etmişlerdir.[795]
İmam Mâlik, Zeyd b.
Eslem'den, bu olayın Mekke yolunda olduğun rivayet etmiştir. Bu rivayet
mürseldir. [796]
Şu'be'nin, Cami' b.
Şeddâd -Abdurrahman b. Ebu Alkame senediyle rih vayetine göre Abdullah b.
Mes'ûd diyor ki: "Allah Rasûlü'yle (s.a.) beraL ber, Hudeybiye zamanında
geldik. Hz. Peygamber (s.a.): "Kim bizi bekler? buyurdu. Bunun üzerine
Bilâl: "Ben beklerim dedi"... İbn Mes'ûd kıssanın devamını
anlatmıştır. [797]
Fakat râviler bu kıssa
hakkında çelişkiye düşmüşlerdir. Abdurrahman b. Mehdî, Şu'be-Câmi kanalıyla:
"Bu kıssada nöbetçi İbn Mes'ûd idi." demiştir. Gunder ise Câmi'den
naklederek, bekçinin Bilâl olduğunu söylemiştir. Bu kıssanın tarihi hakkındaki
rivayet de <, ilişkilidir. Mu'temir b. Süleyman1, Şu'be -Cami' kanalıyla:
"Bu olay, Tebük seferinde olmuştur" diye rivayet etmiş, diğerleri ise
yine Câmi'den; bu olayın Hudeybiye'den dönüşlerinde olduğunu söylemişlerdir.
Bu da rivayette bir yanılgı olduğunu ortaya kor. Züh-rî'nin Saîd'den rivayet
ettiği haber böyle bir şeyden salimdir.
Başarıya laştırmak
Allah'tandır. [798]
1—(Bir
kimse, bir namazı uyuyarak veya unutarak geçirirse bu namazın
vakti, uyandığı veya
hatırladığı zamandır.
2— Revâtib
sünnetler (farzlardan önce veya sonra kılınan sünnetler) de
arzlar gibi kaza edilir. Allah Rasûlü
(s.a.), sabah namazının sünnetini de far-zıyla beraber kaza etmiştir. Öğle
namazının sadece sünnetini tek olarak kaza etmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.)
tavrı, revatib sünnetleri de farzlarla birlikte kaza etmekti.
3— Kaçırılan
namazlar için de, ezan okunup kamet getirileceği. Çünkü bu kıssanın bazı
rivayetlerinde Allah Rasûlü (s.a.) Bilâl1 e, namaz için ezan okumasını, bazı
rivayetlerinde ise ezan okuyup kamet getirmesini emretmiştir. Bunu Ebu Davud
rivayet etmiştir.
4— Kaçırılan namazların da cemaatle
kılınabileceği.
5— Kaçırılan
namazların, Allah Rasûlü'nün (s.a.): "Hatırladığı zaman kılsın"
emrinden dolayı hemen kaza edilmesi gerekir. Hz. Peygamber'in (s.a.), namazı
istirahat için konakladıkları yerden biraz sonraya ertelemesi, oranın şeytanın
bulunduğu bir yer olmasından ötürüdür. Böylece oradan daha hayırlı bir yere
gitmiştir. Bu ise, kaza hususunda acele etmeyi kaçırma sayılmaz. Çünkü onlar
namaz ve onun durumuyla meşgul idiler.
6— Özellikle
tuvalet ve hamam gibi şeytanın mekân tuttuğu yerlerde namaz kılmaktan
kaçınmaya tenbih vardır. Çünkü bu yerler, şeytanın sığındığı ve ikâmet ettiği
yerlerdir. Hz. Peygamber (s.a.), namazı bu vadide kaza etme hususunda acele
etmeyi terk ettiğinde: "Orada şeytan vardır" demiştir. Peki, ya
şeytanın sığınağı ve barınağı olan yerler hakkında ne düşünülür? [799]
Hz. Peygamber (s.a.),
Medine'ye dönüp de Muhacirler, Hayber'de kendilerine bağışlanan mallara ve
hurma ağaçlarına sahip oldukları zaman En-sar'm hediye olarak kendilerine
verdikleri hurma ağaçlarını onlara geri verdiler. Ümmü Süleym de -Enes b.
Mâlik'in annesidir- Hz. Peygamber'e (s.a.) birkaç mahsüllü hurma ağacı vermiş,
Rasûlullah da mahsulünden istifade etmek üzere, bunları dadısı Ümmü Eymen'e
-Üsâme b. Zeyd'in annesidir- vermişti. Allah Rasûlü (s.a.) hurma ağaçlarını
Ümmü Süleym'e geri verince, bunların yerine Ümmü Eymen'e her hurma ağacı
karşılığında kendi bahçesinden on hurma ağacı vermiştir.[800]
Hz. Peygamber (s.a.)
Hayber dönüşü Medine'de Şevval ayına kadar kalmış ve bu süre içerisinde
çeşitli yerlere birçok seriyyeler göndermiştir. [801]
Benî Fezâre
taraflarına, Necid'e gönderilen Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) seriyyesi.
Ebu Bekir'in yanında
Seleme b. Ekvada bulunmaktaydı. Seleme'nin payına güzel bir cariye düşmüş,
Allah Rasûlü (s.a.) Seleme'den onu hibe etmesini istemiş ve Mekke'de bulunan
müslüman esirlere karşılık onu fidye olarak vermişti. [802]
Otuz süvari ile
birlikte Hevâzin taraflarına gönderilen Hz. Ömer (r.a) seriyyesi.
Fakat Hevâziniiler'e
Hz. Ömer'in gelmekte olduğu haberi ulaşınca kaçtılar; seriyye onların
mahallerine geldi. Hz. Ömer, onlardan kimseye rastlamadan Medine'ye geri döndü.
Bu arada kılavuz, Hz. Ömer'e: "Has'amo-ğullarından başka bir topluluğu
bırakıp gidecek misin ki, onlar yurtlarındaki kuraklık yüzünden buraya kadar
gelmiş bulunuyorlar." dedi. Hz, Ömer: "Allah Rasûlü (s.a.) bana,
onlarla çarpışmayı emretmemiştir." diye karşılık verdi ve onlara
dokunmadı. [803]
İçlerinde Abdullah b.
Üneys'in de bulunduğu yahudi Yesîr b. Rizâm'a, otuz süvari ile gönderilen
Abdullah b. Revâha seriyyesi.
Allah Rasûlü'ne (s.a.)
Yesîr'in, Gatafanlıları toplayıp kendisiyle savaşacağı haberi ulaşmıştı.
Abdullah b. Revâha komutasındaki seriyye, Hayber'de Yesîr'e gelerek:
"Allah Rasûlü (s.a.) seni Hayber'e vali yapacağını bildirmek için bizi
yolladı." dediler. Yesîr, yahudilerden otuz kişiyi yanma alarak yola çıktı
ki, her birinin terkisinde müslümanlardan biri bulunuyordu. Yol almaya
başlayıp, Karkarat-i Niyar -Hayber'e altı mildir- denilen yere geldiklerinde
Yesîr, pişman olarak elini Abdullah b. Üneys'in kılıcına uzattı. Abdullah b.
Üneys durumu farkederek, hemen devesini geriletti. Sonra devesinden inerek
kafilenin arkasında kaldı. Bir fırsatını bulunca, Yesîr'in ayağına bir darbe
indirerek kesti. Yesîr de, elindeki kayın ağacından yapılma ucu eğri sopa ile
Abdullah b. Üneys'in yüzüne vurup başını beyne sirayet edecek şekilde yardı.
Bunun üzerine müslümanlardan her biri önündeki Yesîr'in adamına hamle yaparak
onu öldürdü. Yalnızca kaçıp yakalanmayarak onları aciz bırakan bir yahudi
kuruldu. Müslümanlardan hiç kimse ölmedi. Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına
geldiklerinde, Hz. Peygamber (s.a.) Abdullah b. Üneys'in başının yarığına
tükürdü. O günden sonra başının yarığı ne irinlendi, ne de ölünceye kadar onu
rahatsız etti. [804]
Otuz kişiyle birlikte
Fedek'teki MürreoğuUarına gönderilen Beşîr b. Sa'd -el Ensarî seriyyesi.
Beşîr b. Sa'd onlara
gitmek üzere yola çıktı. Davar çobanlarına rastladı. Bulabildiği davar, deve ve
sığırları sürüp Medine'ye doğru yol almaya başladi. Mürreoğulları geceleyin
Beşîr b. Sa'd'a yetişip İslâm birliğini sabaha kadar oka tuttular. Beşîr ve
arkadaşlarının okları tükendi, içlerinden kurtulup dönebilen döndü, şehit
olanlar da şehit oldu. Beşîr olanca gücüyle çarpıştı. Mürreoğulları deve, sığır
ve koyunlanyla geri döndüler. Beşîr canını dişine takarak Fedek'e ulaştı.
Fedek'te yahudüerin yanında, yaraları iyileşinceye Iça-dar kalıp Medine'ye
döndü. [805]
Sonra Allah Rasûlü
(s.a.), Cüheyne kabilesinden, Huraka üzerine bir 4t -riyye gönderdi. Bu seriyye
içerisinde Üsame b. Zeyd de bulunuyordu. Hura-kalılar'a yaklaştıklarında,
seriyyenin başındaki komutan, bilgi edinmek için öncüler gönderdi. Öncüler
onların durumlarını ilettiklerinde, geceleyin onlara yaklaşana kadar ilerledi.
Mürreoğullan, davarlarını sağıp sessizce köşelerine çekilmişlerdi. Komutan
ayağa kalkıp Allah'a lâyık olduğu şekilde hamd-ü senada bulunduktan sonra şöyle
dedi: "Ben size, bir olan, ortağı bulunmayan Allah'ın emirlerini yerine
getirip yasaklarından sakınmanızı, bana da itaat edip, karşı gelmemenizi ve
alacağım kararlarda, işimde bana aykırı davranmamanızı tavsiye ederim. Zira
kendisine itaat edilmeyenin görüşü yoktur." Sonra onları düzene koyarak
şöyle dedi: "Ey filan! Sen filanla, ey falan! Sen falanla arkadaş ve
kardeşsin! Sizden biri, arkadaş ve kardeşini bırakmasın! Sakın ola, sizden biri
döndüğünde ben ona, arkadaşın nerede diye sorduğumda, bilmiyorum demesin! Ben
tekbir aldığım zaman, siz de tekbir alın!" dedi. Mücahidler, tekbir alıp
kılıçlarını sıyırarak, bir tek hamle yapıp, Mürreoğul-lanm kuşattılar. Allah'ın
kılıçları Mürreoğüllarını yakalamış, onlardan dilediklerini yere
indiriyorlardı. O gün parolaları; "Emit! Emit! = Öldür! Öldür!" idi.
Üsâme, Mürreoğullarından Mİrdâs b. Nehîk adında bir adamın peşine düşmüştü.
Mirdas'a yaklaşıp da kılıcıyla dokununca, Mirdas: "Lâ ilahe illallah"
dedi. Fakat yine de Üsâme onu öldürdü. Sonra mücahidler onların davar, deve,
sığır ve çocuklarını alıp götürdüler. Her bir mücahide on deve veya onun
karşılığı koyun düşmüştü. Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanına gelip de, Üsâme'nin
yaptığı haber verilince, bu durum Allah Rasûlü'ne (s.a.) çok ağır gelerek şöyle
buyurdu: "Onu 'Lâ ilahe illallah' dedikten sonra mı öldürdün?"
Üsâme: "O, bunu ancak ölümden kurtulmak için söylemiştir." dedi. Hz.
Peygamber (s.a.): "Kalbini yarıp baktın mı?" dedi. Sonra Allah Rasûlü
(s.a.): "Kıyamet gününde *Lâ ilahe illallah' sözüyle gelirse halin ne
olur!" buyurdu. Allah Rasûlü bu sözü o kadar tekrar etti ki, Üsâme o gün
yeni müslüman olmayı temenni[806]
ederek şöyle söyledi: "Ey Allah'ın Rasülü! 'Artık Lâ ilahe illallah diyen
bir kimseyi öldürmemek hususunda Allah'a söz veriyorum!" Allah Rasûlü:
"Benden sonra da" buyurdu. Üsâme: de: "Senden sonra da"
dedi. [807]
Allah Rasûlü (s.a.)
Gâlib b. Abdullah el-Kelbî'yi, Kedîd'teki Mülevva-hoğulîarına gönderdi ve ona
Mülevvahoğullarına ansızın baskın yapmasını emretti.
İbn îshak şöyle
demiştir: Bana, Yakub b. Utbe, Müslim b. Abdullah el-Cühenî- Cündeb b. Mekîs
el-Cühenî kanalıyla şöyle anlattı. Mekîs el-Cühenî şöyle demiştir: Ben onun
seriyyesinde bulunuyordum. Yola çıktık, Kedîd'e geldiğimizde, Haris b. Mâlik b.
Bersâ el-Leysî'ye rastlayıp onu yakaladık. Kendisi: "Ben müslüman olmak
için geldim." dedi. Gâlib b. Abdullah ona: "Eğer gerçekten müslüman
olmak için gelmişsen, bir gün bir gece bağlanmak sana zarar vermez. Yok eğer
bundan başka maksatla gelmişsen, sana karşı emniyette olmuş oluruz." deyip
iple sıkıca bağlayarak, zenci bir adamcağızı başında bıraktı ve ona; "Biz
senin yanına gelinceye kadar onunla kal! Eğer sana üstün gelmeye kalkışırsa,
başını kes." dedi. Sonra yolumuza devam ederek Kedîd vadisine vardık ve
ikindiden sonra, akşama doğru orada konakladık. Arkadaşlarım beni, gözcü olarak
Mülevvahoğullarına gönderdi. Orada bulunanları rahatça görebileceğim bir
tepeciğe çıktım ve yüz üstü yattım. Bu sırada daha güneş batmamıştı. Onlardan
bir adam dışarı çıkarak beni tepeciğin üzerinde yüzüstü yatarken gördü ve
karısına: "Şu tepeciğin üzerinde günün başında görmediğim bir karaltı
görüyorum. Bir de sen bak, köpekler bazı kaplarını sürükleyip götürmüş
olmasın?" dedi. Kadın baktı ve: "Hayır! Vallahi, ben bir şey
göremiyorum." dedi. Adam: "Bana, yayımla birlikte okluğumdan iki ok
getir." dedi. Kadın da bunları kocasına getirdi.
Adam bana bir ok
atarak böğrüme sapladı. Oku çıkarıp yere bıraktım, hiç hareket etmedim. Sonra
bana bir ok daha attı ve onu da omuzumun başına sapladı. Onu da çıkarıp yere
koydum ve hareket etmedim. Adam karısına: "Vallahi! Oklarım onu
karıştırdı. Eğer bir gözcü olsaydı hareket ederdi. Sabaha çıkınca oklarımı
bul, al, getir! Köpekler onları dişleriyle çiğnemesin!" dedi. Mekîs
el-Cühenî şöyle devam eder: Onları bir müddet kendi hallerine bıraktık. Akşam
olup develeri gelmiş, onların sütlerini sağıp, evlerine çekilmişler ve gecenin
zifiri karanlığı gitmişti. Onlara âni bir baskın yapıp bizimle çarpışanları
öldürdük. Deve ve sığırları sürerek oradan geri döndük. Onlardan biri imdat
istemek için kabilelerine doğru gitti. Süratle çıkarak Haris b. Mâlik ve
arkadaşına uğradık. Onları yanımıza aldık. İmdada gelenler bize doğru gelmeye
başladı. Kendilerine karşı koyamayacağımız kadar çok insan geldi. Onlarla
aramızda sadece Kudeyd vadisi kalmıştı. Allah Azze ve Celle kendi katından bir
sel gönderdi. Vallahi bundan önce hiç böyle yağmur görmemiştik. Hiç kimsenin
geçemeyeceği şekilde sel geldi. Onlardan hiçbir kimsenin seli geçemeyip,
sadece durup bize baktıklarını gördüm. Biz vadiyi geçip süratle ilerleyerek
Müşellel tepesine sığınmıştık. Sonra tepeden inerek elleri-mizdekilerle onları
aciz bıraktık.[808]
Bu seriyyenin, bundan
önce anlatılan seriyye olduğu da söylenmiştir. Allah en iyi bilendir. [809]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) Hayber'e gönderdiği kılavuzu Huseyl b. Nüveyre Medine'ye gelmişti. Hz.
Peygamber (s.a.-) ona: "Arkanda bıraktığın yerlerden ne haber?" diye
sordu. Huseyl şöyle dedi: "Yemen, Gatafan ve Hayyan kabilelerini toplanmış
vaziyette bıraktım. Uyeyne onlara; siz mi bizim yanımıza gelirsiniz yoksa biz
mi sizin yanınıza varalım diye haber salmış; onlar da, sen bizim yanımıza gel
diye haber göndermişler. Bunlar, seni veya etrafındakilerden bazılarını
öldürmek istiyorlar."
Bunun üzerine Allah
Rasûlü (s.a.), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'i çağırarak durumu onlara anlattı.
Her ikisi de: "Beşîr b. Sa'd'ı gönder." dediler.
Allah Rasûlü (s.a.)
Beşîr b. Sa'd'ı, bir sancak bağlayıp üç yüz kişiyle birlikte yolladı. Geceleri
yürüyüp gündüzleri gizlenmelerini onlara emretti. Onlarla beraber Huseyl de
kılavuz olarak sefere katıldı. Geceleri yürüyüp gündüzleri saklanarak Hayber'in
altlarına kadar geldiler. Düşmanlara İyice yaklaşıp yaylıma bırakılan
hayvanlarına baskın yaptılar. Bu haber onlara ulaşınca sağa sola dağıldılar.
Beşîr b. Sa'd, arkadaşlarıyla çıkıp bunların konak yerlerine geldi, fakat orada
hiçbir kimseyi bulamadı; elde ettikleri hayvanlarla geri döndüler. Selah
demlen yere geldiklerinde, Uyeyne'nin casusuna rastlayıp onu öldürdüler. Sonra
Uyeyne'nin topluluğuna rastladılar. Uyeyne onlardan haberdar değildi.
Birbirleriyle uzaktan uzağa, çarpışmaya giriştiler. Uyeyne'nin topluluğu
bozuldu. Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabı onların peşine düşerek iki kişiyi
yakaladılar. Mücahidler bu kişileri Hz. Peygamber'e (s.a.) getirince ikisi de
müslüman oldular. Allah Rasûlü (s.a.) de onları serbest bıraktı.[810]
Haris b. Avf,
Uyeyne'ye, bozguna uğramış ve atı kendisini dört nala götürürken:
"Dur!" diye seslendi. Uyeyne: "Duramam. Arkamdan takip
ediliyorum" diye karşılık verdi. Haris, Uyeyne'ye: "Senin hâlâ durum
ve tutumunu göz önüne alıp düşünmek zamanın gelmedi mi? Muhammed, memleketler
fethedip duruyor. Sen ise başka şeyler üzerinde duruyorsun." dedi. Haris
şöyle demiştir: Güneşin zevalinden geceye kadar orada bekledim, fakat hiçbir
kimseyi göremedim. Onu da aramadılar. Ancak onun kalbine bir korku düşmüştü. [811]
Allah Rasûlü (s.a.),
İbn Ebî Hadred el-Eslemî'yi bir seriyye ile gönderdik İbn İshak kıssayı şöyle
anlatmıştır: Cüşem b. Muâviye kabilesinden Kays b. Rifâa veya Rifâa b. Kays
adında bir adam büyük bir toplulukla gelerek Kayslıları, Allah Rasûlü'ne (s.a.)
karşı savaş açmak üzere toplamak maksadıyla Gâbe'de konakladı. Bu adam
Cüşemliler içerisinde isim ve şeref sahibi bir kimseydi. İbn Ebî Hadred
el-Eslemî devamla şöyle der: Hz. Peygamber (s.a.), benimle birlikte
müslümanlardan iki kişiyi daha çağırarak: "Gidip şu adam hakkında haber ve
bilgi getirin" diye emir verdi. Bize, son derece zayıflamış, arık bir
deve verilerek içimizden biri deveye bindirildi. Vallahi, deve zayıflığından
dolayı arkadaşımızı kaldıramaymca bazı adamlar devenin arkasından düşmemesi
için elleriyle dayandılar, nihayet deve kalktı. Neredeyse kalkamayacaktı. Allah
Rasûlü (s.a.): "Bununla idare edin!" buyurdu. Ok
e kılıçtan ibaret silahlarımızla yola
çıktık. Güneşin batmasına yakın, ko naklamış topluluğa yaklaştığımızda ben bir
köşede gizlendim ve iki arkadaşıma da oymağın diğer tarafında gizlenmelerini
söyleyerek; benim, askerin etrafında tekbir alıp sesimi yükselttiğimi duyunca,
siz de benimle birlikte tekbir alıp sesinizi yükseltin, diye emrettim. Vallahi,
bizler bu şekilde bir gaflet anı yakalamayı veya herhangi bir şey görmeyi
beklerken gece bizi bürümüş ve gecenin karanlığı yok olup sabah yaklaşmıştı.
Oymağın hayvanlarını otlatmak için bu taraflara gönderilmiş bir çobanları
vardı. O gün yanlarına gelmekte gecikmiş ve onun hakkında korkuya kapılmaya
başlamışlardı. Arkadaşları Rifâa b. Kays kalkıp kılıcım alarak boynuna astı ve:
"Vallahi, bu çobanımızın peşinden gideceğim. Vallahi herhalde başına bir
kötülük gelmiştir." dedi. Yanında bulunanlardan birkaç kişi de:
"Vallahi gidemezsin. Senin yerine biz gideriz." dediler. Rifâa:
"Vallahi benden başka kimse gitmeyecek?" deyince, "Bizler de
seninle beraber geleceğiz." dediler. Kays: "Vallahi, içinizden kimse
peşimden gelmesin!" diyerek çıktı ve benim bulunduğum yere doğru gelmeye
başladı. Bir fırsatını bulunca ona bir ok attım ve kalbine sapladım. Vallahi
hiç konuşamadı. Derhal üstüne atlayıp kafasını uçurdum. Sonra tekbir alarak
askerin tarafına bağırmaya başladım. Benimle birlikte İki arkadaşım da tekbir
alıp bağırmaya başladılar. Vallahi orada bulunan topluluk, güçleri yettiğince
kadın ve çocuklarını kurtarmak için, yanındakine dik-ket et, yanındakine dikkat
et diye bağırmaktan başka bir şey yapmadılar. Yanlarında mallarından hafif
olanları götürebildiler. Çok sayıda deve ve koyun sürüp götürdük. Bu deve ve
koyunları Allah Rasûlü'ne (s.a.), getirdik. Rifâa'nın kellesini de yanımda
taşıyıp getirmiştim. Allah Rasûlü (s.a.) mehir olarak kullanmam için bu
develerden on üçünü bana verdi. Ailemi yanıma topladım. O zaman kabilemden bir
kadınla evlenmiştim. Ona iki yüz dirhem mehir verecektim. Evlenmeme yardım
etmesini isteyerek Allah Rasûlü'ne (s.a.) geldiğimde bana: "Vallahi,
yanımda sana yardım edebileceğim bir şey yok." demişti. Bunun üzerine
günlerce bekledim... Sonra İbn Ebî Hadred bu seriy-yeyi anlatmıştır. [812]
Allah Rasûlü (s.a.),
içlerinde Ebu Katâde ve Muhallim b. Cessâme'nib de bulunduğu müslümanlardan
teşekkül eden bir seriyyeyi İdam'a gönderdi. Âmir b. Azbat el-Eşcaî, yanında
kendisine ait bazı eşyaları ve bir süt tulu-muyla devesijizerinde müslümanların
yanına uğrayıp İslâm'a uygun bir şekilde selâm verdi. Fakat müslümanlar
selâmını almadılar. Muhallim b. Ces-sâme, aralarındaki bir sürtüşmeden dolayı
Âmir'in üzerine hücum ederek onu öldürdü, devesini ve eşyalarını aldı.
Medine'ye Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanına geldiklerinde O'na durumu anlattılar.
Haklarında şu âyet indi: "Ey iman edenler! Allah yoluna koyulduğunuz zaman
iyice araştırın. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek,
'Sen mü'min değilsin' demeyin. Çünkü Allah katında birçok ganimetler vardır.
Önceden siz de öyleydiniz. Allah size lütfetti. O halde iyice araştırıp
anlayın. Şüphesiz ki Allah işlediklerinizden haberdardır." [813]
Medine'ye gelip bu durum Allah Ra-sûlü'ne (s.a.) haber verilince Muhallim'e:
"Onu, Allah'a iman ettim, dedikten sonra mı öldürdün?" diye çıkıştı. [814]
Hayber'in fethedildiği
sene Kays kabilesinin reisi olan Uyeyne b. Bedr, Âmir b. Azbat el-Eşcaî'nin
diyetini talep için Allah Rasûlü'ne (s.a.) geldi. Hındif kabilesinin reisi olan
Akra' b. Habis ise Muhallim'den diyet alınmasını engellemeye çalışıyordu. Allah
Rasûîü (s.a.), Âmir'in kabilesine: "Sizler bizden şimdi elli deve,
Medine'ye döndüğümüz zaman da elli deve almaya razı olmaz mısınız?" diye
teklifte bulundu. Uyeyne b. Bedr ise: "Vallahi, benim kadınlarıma
tattırdığı acıyı Huraka kabilesinden olan onun kadınlarına da tat-tırmadıkça
onu bırakmam." diye karşılık verdi. Bunu söyleyip durdu. Ama sonunda
diyete razı oldular. Müslümanlar, Muhallim'i bağışlaması için Hz, Peygamber'in
(s.a.) yanına getirdiler. Muhallim, Allah Rasûlü'nün (s.a.) huzurunda durunca
Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'ım, Muhallim'i bağışlama!" diye beddua
etti ve bunu üç kere tekrarladı. Muhallim ayağa kalktığında gözyaşlarını
elbisesinin ucuyla siliyordu. [815]
İbn İshak şöyle
demiştir: Muhallim'in kabilesi, bundan sonra Allah Rasûlü'nün (s.a.) onu
bağışladığını iddia etmişlerdir. İbn İshak devamla şöyle der: Bana Ebu'n-Nadr
Salim şöyle anlattı: Âmir'in kavmi diyeti kabul etmediler. Akra' b. Habis
kalkıp gitti ve onlarla başbaşa kalınca: "Ey Kayslılar! Allah Rasûlü
(s.a.) size, kendisiyle insanları barıştırmak için sizin terkettiği-niz
öldürülen bir adamı istedi. Siz de Allah Rasûlü'nün (s.a.), insanların arasini
barıştırmasını engellediniz. Peki Allah Rasûlü (s.a.) size kızıp da O'nun
^kızmasından ötürü Allah'ın gazabına uğramayacağınızdan veya size lanet edip J
de O'nun laneti üzerine Allah'ın da size lanet etmeyeceğinden emin misiniz?! i
Vallahi, ya onu Allah Rasûlü'ne (s.a.) teslim edersiniz ya da
Temimoğulla-rından, hepsi de öldürülenin kesinlikle namaz kılmadığına şahitlik
eden elli kişi getirir ve öldürülenin kanını heder ederim." dedi. Böyle
söyleyince Âmir'in kabilesi diyeti almayı kabul etti. [816]
Sahihayn'da Saîd b.
Cübeyr'in rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'nm, 'Ey
iman edenler; Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan emir sahibine itaat
edin....'[817] âyeti Abdullah b. Huzâfe
es-Sehmî hakkında inmiştir. Allah Rasûlü (s.a.), kendisini bir seriyye ile
göndermişti." [818]
Yine Sahihayn 'da
A'meş -Saîd b. Ubeyde- Ebu Abdurrahman es-Sülemî kanalıyla gelen bir hadiste
Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) Ensar'dan bir adamı,
gönderdiği bir seriyyeye komutan tayin etti. Seriyyede bulunanlara da komutam
dinleyip itaat etmelerini emrederek onları gönderdi. Derken bir şeyden ötürü
bu komutanı kızdırdılar. O da: "Bana odun toplayın" dedi. Hemen
topladılar. Sonra: "Bir ateş yakın" dedi, yaktılar. Bundan sonra:
"Allah Rasûlü (s.a.) size, beni dinleyip itaat etmenizi emretmedi
mi?" dedi. Onlar da: "Evet emretti" dediler. Komutan:
"Öyleyse bu ateşe girin!" dedi. Bunun üzerine birbirlerine
bakışarak: "Biz Allah Rasûlü'ne (s.a.) ateşten kurtulmak için sığındık"
dediler. Nihayet komutanın öfkesi geçti ve ateş söndürüldü. Allah Rasûlü'nün
(s.a.) yanına geldiklerinde bu olayı anlattılar. Allah Rasûlü (s.a.):
"Eğer ateşe girselerdi bir daha ondan çıkamazlardı. İtaat ancak meşru
olan şeyler hususundadır." buyurdu.[819] Bu
komutan Abdullah b. Huzâfe es-Sehmf dîr. [820]
SoruSjEğer ateşe
girmiş olsalardı, yanlış te'vilde bulunarak kendi zanla-rma göre Allah'a ve
Rasûlü'ne itaat için girmiş olacaklardı. Öyle olunca nasıl olur da" ebedî
ateşte kalırlar?
Cevap: Çünkü kendilerini
ateşe atmak günah olduğundan, eğer bunu işlemiş olsalardı intihar etmiş
olurlardı. Seriyyede bulunanlar, kendilerini ateşe atmanın bir itaat, bir
Allah'a yaklaşma ameli mi yoksa günah mı olduğunu düşünmeksizin hemen ateşe
girmeye karar verselerdi, böyle yapmakla, kendilerine haram kılınmış olan bir
şeyi yapmaya kalkışmış olurlardı ki, bu hususta ülü'l-emr'e itaat etmek caiz
değildir. Halbuki, yaratana isyan olan bir hususta yaratılana itaat olunmaz.
Böyle olunca, kendilerine ateşe girmeyi emredene itaat etmeleri Allah'a ve
Rasûlü'ne isyan olacağından, bu itaat azab görmelerine sebep teşkil edecekti.
Çünkü bu itaat, masiyetin ta kendisidir. Eğer ateşe girselerdi, ülü'l-emr'e
itaat etmiş olsalar bile Allah'a ve Rasûlü'ne isyan eden kimseler olacaklardı.
Ülü'l-emr'e itaatleri Allah'a ve Rasûlü'ne karşı yapılan isyanı ortadan
kaldırmayacaktı. Çünkü onlar, kendini öldürenin azaba müstehak olduğunu ve
Allah'ın kendilerine bunu yasakladığını biliyorlardı. Dolayısıyla, meşru olan
şeyler haricinde kendisine itaat edilmesi vacip olmayan kimseye itaat için bu
yasağı çiğnemeye haklan yoktur.
Ülü'l-emr'e itaat için
kendisine azap eden kimsenin hükmü bu olduğuna göre, yine ülü'l-emr'e itaat
maksadıyla, eziyet edilmesi caiz olmayan başka bir müslümana azab eden kimsenin
hali ne olur!
Hem adı geçen
sahabiler eğer ateşe girselerdi, bu ateşe girmekle Allah'a ve Rasûlü'ne itaat
etmeyi kasdetmelerine rağmen ateşten çıkamayacaklarına göre, kendisini dünyevî
arzu ve endişe caiz olmayan itaate sevkeden kimsenin hali ne olur!
Bu kişiler eğer ateşe
girselerdi, komutana itaat etmeyi kasdetmiş olup bunun da Allah'a ve Rasûlü'ne
bir itaat olduğunu zannetmelerine rağmen ateşten çıkamayacaklarına göre,
şeytanın kardeşleri olan ve bazı bilgisiz kimseleri, bunun Hz. Halil İbrahim'in
bir mirası olduğu ve ateşin Hz. İbrahim'e karşı olduğu gibi kendilerine karşı
da soğuk ve selâmet olacağı şeklinde bir şüpheye düşürüp ve insanların
akıllarını karıştırıp ateşe girenlerin halleri ne olur! Bunların en hayırlısı,
ateşe rahmanı bir halle girdiği zannına kapılan aklı karıştırılmış kimsedir.
Oysa oraya şeytanî bir halle girmiştir. Bunu bilmeyince bu kişi melbusûn aleyh
(hakikat kendisine karşı karıştırılan) dir. Eğer bunu bilirse bu kişi de
şeytanın dostlanndan olmasına rağmen, kendisinin Rahman'ın dostlarından olduğu
yolunda insanları şüpheye düşüren, onların akıllarını karıştıran, bir
mülebbistir. Bunların çoğu ateşe şaşırtıcı bir hareket ve insanın gözünü
bağlayan tüllerle girerler. Bunlar dünyada ateşe girmeleri hususunda üç
sınıftırlar: 1) Hakikat kendisine karıştırılan, 2) Hakikati karıştıran, 3) Hile
yapan. Ahiret ateşi ise azab verme bakımından daha şiddetli ve daha devamlıdır. [821]
Nâfi* şöyle demiştir:
Kaza umresi hicri 7. yılın Zilkade ayında gerçekleşmiştir. Süleyman et-Teymî
de şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) Hayber'den Medine'ye dönünce, bir takım
serriyyeler gönderdi. Zilkade ayı girinceye kadar Medine'de kaldı. Sonra,
ashaba kaza umresi için çıkılacağını ilan etti.
Musa b. Ukbe ise şöyle
der: Hz. Peygamber (s.a.) Hudeyebiye yılından bir sonraki yıl, hicri 7. senenin
Zilkade ayında umre yapmak üzere yola çıkmıştır. Bu ay, müşriklerin kendisini
Mescid-i Haram'a gitmekten engelledikleri aydır. Ye'cüc denilen yere
geldiklerinde bütün silahları kalkan, deri korunak, ok ve mızrakları bıraktı.
Müslümanlar Mekke'ye, yolcu silahı olan kılıçlarıyla girdiler. Allah Rasûlü
(s.a.) Cafer b. Ebî Tâlib'i önden, Haris b. Hazn el-Âmirî'nin kızı Meymune'ye
göndererek, Meymûne'yi kendisine istetti. Meymûne evlendirme işini, Abbas b.
Abdulmuttalib'e havale etti. Mey-mûne'nin kardeşi Ümmü'1-Fazl, Abbas'ın
karısıydı. Abbas da Meymûne'yi, Allah Rasûlü'yle (s.a.) evlendirdi. Allah
Rasûlü (s.a.) Mekke'ye geldiğinde ashabına, müşriklerin sabır ve kuvvetlerini görmeleri
için: "Omuzlarınızı açın, tavaf esnasında hızla yürüyün!" diye
emretti.[822] Kendisi de gücünün
yettiği
ölçüde müşriklere
güçlü görünüyordu. Allah Rasûlü (s.a.) ve müslümanlar Kabe'yi tavaf ederlerken,
Mekke halkından erkek, kadın ve çocuklar da durmuş, Allah Rasûlü'nü (s.a.) ve
ashabını seyrediyorlardı. Bu arada Abdullah b. Revaha da, kılıcını kuşanmış bir
vaziyette Allah Rasûlü'nün (s.a.) önünde şiir söyleyerek şöyle diyordu:
"Ey kâfir
oğullan! Çekilin, Allah Rasûlü'nün yolundan. Rahman olan Allah, Tenzîl'inde,
rsûlü'ne okunan sahifelerde indirmiştir
ki: Ey Rabbim! Ben, O'nun sözlerine inanıyorum!Doğruyu O'nu kabul etmekte
buldum! Ey kâfirler bugün sizi, O'nun emir ve tevili üzere,Başlan omuz ve
gövdelerden ayıran, dosta dostunu unutturan bir ölümle öldürürüz!"[823]
Müşrik erkeklerden bir
grup kin ve öfkelerinden dolayı, Allah Rasûlü'nü (s.a.) seyretmeyi hoş
görmeyerek uzaklaştılar. Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'de üç gün kaldı. Dördüncü
günün sabahında, Allah Rasûlü (s.a.) Ensâr'ın meclisinde Sa'd b. Ubâde ile
konuşurken, Süheyl b. Amr ve Huveytıb b. Ab-düluzzâ, kendisine gelerek Huveytıb
bağıra bağıra: "Allah aşkına! Toprağımızdan çıkıp gideceksin diye anlaşma
yapmadık mı? Bak işte, üç gün geçmiştir!" dedi. Sa'd b. Ubâde kızarak:
"Ey anası ölesice! Yalan söyledin! Burası ne senin, ne de babalarının
toprağıdır. Vallahi çıkmayız!" dedi. Allah Rasûlü (s.a.) Huveytıb veya
Süheyl'den birisini çağırıp: "Sizden bir kadini nikahladım. Onunla zifafa
girene kadar burada kalmam size ne zarar verebilir? Bizler sofra kuracağız.
Sizler de bizimle beraber yersiniz." dedi. Müşrikler ısrarla: "Allah
aşkına! Seninle yaptığımız anlaşma sadece bizden ayrılıp gitmendi."
dediler. Allah Rasûlü (s.a.) Ebu Râfi'e göç için halkı çağırmasını emretti.
Allah Rasûlü (s.a.) devesine binerek Şerif vadisinde konaklayıp orada kaldı.
Ebu Râfi'i, akşamleyin Meymûne'yi getirmesi için geride bıraktı. Meymune ve
beraberindekiler gelene kadar kendisi Şerifte kaldı. Ebu Râfi ve
beraberindekiler yolda, müşriklerin ayak takımı ve çocuklanndan eziyet ve
zahmet gördüler. Allah Rasûlü (s.a.), Meymune ile Şerifte zifafa girdi. [824]
Sonra Şeriften ayrılarak Medine'ye geldi. Allah Teâlâ, daha sonra Mey-mûne'nin
kabrinin, Allah Rasûlü'nün kendisiyle zifafa girdiği Şerifte olmasını takdir
etmiştir.
İbn Abbas'ın:
"Allah Rasûlü (s.a.) Meymune ile ihramlı iken nikâh ya--pıp, ihramdan
çıktıktan sonra zifafa girmiştir." [825]
sözü, düzeltilen sözlerinden olup onun bir yanılgısı sayılmıştır. Saîd b.
Müseyyeb şöyle demiştir: "Meymune her ne kadar teyzesi de olsa, İbn Abbas
yanılmıştır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) Meymune ile, ihramdan çıktıktan sonra
evlenmiştir." Bunu Buharı rivayet etmiştir. [826]
Yezîd b. el-Asamm,
Meymûne'den şöyle rivayet etmiştir: "Allah Rasûlü (s.a.) benimle Şerifte,
ikimiz de ihramlı değilken evlendi." Hadisi Müs-' lim rivayet etmiştir.[827]
Ebu Râfi' de şöyle
der: "Allah Rasûlü (s.a.) Meymune ile, ihramlı değilken nikâh yaptı ve
zifafa girdi. Ben de aralarında elçi idim." Bu, Ebu Râ-fi'den sahih olarak
gelmiştir. [828]
Saîd b. Müseyyeb şöyle
demiştir: "Şu, Abdullah b. Abbas, Allah Rasûlü'nün (s.a.), Meymûne'yi
ihramda iken nikahladığını iddia ediyor. Halbuki Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'ye
gelmiş, ihramdan çıkma ile nikâh işi birlikte olmuştur. Bu durum İbn Abbas'ın
karıştırmasına sebep olmuştur."
"Allah Rasûlü
(s.a.), Meymûne ile ihrama girmeden önce evlenmiştir" de denilmiştir.
Fakat bu söz götürür. Ancak Allah Rasûlü'nün (s.a.), Meymûne ile evlenme
hususunda ihrama girmeden önce, (Ebu Râfi'i) vekil tayin ettiğinde şüphe
yoktur. Sanırım, Şafiî bunu bir görüş olarak zikretmiştir.
Şu halde bu hususta üç
görüş vardır:
1— Allah
Rasûlü (s.a.) Meymûne ile, Umre ihramından çıktıktan sonra, ihramsız halde
iken evlenmiştir. Bu görüş bizzat Meymûne'nin kendisinin, Meymûne ile Allah
Rasûlü (s.a.) arasında elçilik görevi yapan Ebu Râfi'in, Saîd b. Müseyyeb ve
nakil ehlinin cumhurunun görüşüdür.[829]
2— Allah
Rasûlü (s.a.) Meymûne ile ihramda iken evlenmiştir. Bu, İbn Abbas'ınt8\
Kûfelilerin ve bir cemaatın görüşüdür.
3— Allah
Rasûlü (s.a.) Meymûne ile ihrama girmeden önce evlenmiştir.
İbn Abbas'ın,
"Allah Rasûlü, Meymûne ile ihramlı iken evlendi" sözü, ihramlı halde
değil, haram ayda evlendi şeklinde yorumlanmıştır. Demişlerdir ki: Birisi
ihram bağladığı zaman: "Ahrame'r-racülü = Adam ihrama girdi" denilir.
Kişinin kendisi ihramsız da olsa haram aya girdiğinde yine "Ahrame"
fiili kullanılır. Nitekim şâirin şu beyti buna delildir:
"Halife İbn
Affân'ı haram aya girmiş ve kötülüklerden sakınır bir halde iken öldürdüler.
Onun gibi öldürülen
bir kimseyi daha görmedim!"
Şüphesiz, İbn Affân'ı
(Hz. Osman) Medine'de, haram ayda ve ihramlı değilken öldürmüşlerdir. [830]
Müslim, Sûr/»/;'inde
Hz. Osman'ın (r.a.) şöyle dediğini rivayet eder: "Allah Rasûlü'nün (s.a.)
şöyle dediğim işittim: İhramda olan bir kimse ne nikâh yapabilir, ne
nikâhlanabilir, ne de dünür olabilir." [831]
Eğer burada söz ve fiilin çelişmesi düşünülecek olursa, şüphesiz sözün takdim
edilmesi gerekir. Çünkü fiil, beraat-i asliyyeye uygundur. Söz ise, beraat-i
asliyyeyi olduğu halden başka hale çevirendir. Dolayısıyla söz, beraat-i
asliyyenin hükmünü kaldırır. Hükümlerin konmasındaki kaideye uygun olan da
budur. Şayet fiil, söze ercih
edilecek olursa, söz beraat-i asliyyenin gerektirdiği şeyi kaldırdığı hal-jde,
bu sefer fiil, sözün gerektirdiği hükmü kaldırır. O zaman da hükmün iki i sefer
değişmesi gerekir ki, bu, hükümlerin konmasında gözetilen kaideye ay-jkındır.
Allah en iyi bilendir! [832]
Hz. Peygamber (s.a.)
Mekke'den ayrılmak istediğinde, Hz. Hamzl'nın kızı onların peşine düşerek:
"Ey amca! Ey amca!" diye bağırmaya başladı. Hz. Ali (r.a.) çocuğu
alıp elinden tuttu ve Hz. Fâtıma'ya: "Amcanın kızı yanında kalsın!"
dedi. Hz. Fâtıma da çocuğu alarak devesine bindirdi. Hz. Ali, j Ha. Zeyd ve Hz.
Cafer çocuğun konukluğu hakkında tartıştılar. Hz. Ali: "Onu I ben aldım. O
benim amcamın kızıdır" dedi. Hz. Cafer: "Benim de amcamın | kızıdır
ve teyzesi kanmdır" dedi. Hz. Zeyd de: "Kardeşimin kızıdır."
dedi. j Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) çocuğun teyzesine verilmesine
hükmetti İ ve: "Teyze, anne yerindedir." buyurdu. Hz. Ali'ye:
"Ey Ali! Sen benden-! sin, ben de sendenim", Hz. Cafer'e: "Ey
Cafer! Sen yaratılış ve huyca bana ; en çok benzeyensin", Hz. Zeyd'e de:
"Ey Zeyd! Sen de bizim kardeşimiz ve dostumuzsun." buyurdu. Rivayetin
sıhhatinde ittifak edilmiştir. [833]
Bu kıssada fıkhı
bakımdan şu hükümler vardır:
( Hidâne [834]
hususunda teyze, anne ve babadan sonra diğer akrabalara tercih edilir.
Hidâne hakkma sahip
bir kadının çocuğun bir yakmıyla evlenmesi, onun hidâne yetkisini düşürmez.
İmam Ahmed b. Hanbel (r.h.), kendisinden gelen bir rivayette, hidâne hakkına
sahip olan kadının evlenmesinin özellikle kız çocuğu hakkında hidâne yetkisini
ortadan kaldırmayacağını belirterek, Hamza'nın bu kızı hakkında cereyan eden
hadiseyi delil göstermiştir. Amca oğlu, çocuğun mahremi (evlenmesi yasak olan
kişi) olmadığından, bu hususta amca oğlu ile yabancı birisini ayırt etmemiş ve:
"Hidâne hakına sahip kadının evlenmesi kız çocuğu hakkında hidâne
yetkisini ortadan kaldırmaz." demiştir. Hasan el-Basrî de: "Hidâne
hakkına sahip kadının evlenmesi, çocuk ister erkek ister kız olsun, hidâne
yetkisini ortadan kaldırmaz." demiştir. Hidâne yetkisinin nikâhla ortadan
kalkıp kalkmadığı konusunda dört görüş ortaya atılmıştır:
1— Hidâne, çocuk ister erkek, ister kız olsun
nikâhla ortadan kalkar. Bu, İmam Mâlik, Şafiî, Ebu Hanife ve kendisinden gelen
bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel'in kanaatidir.
2— Hiçbir
halde ortadan kalkmaz. Bu, Hasan el-Basrî ile îbn Hazrh'ın görüşüdür.
3— Eğer
çocuk kız ise hidâne yetkisi düşmez, erkekse düşer. Bu Ahmed b. Hanbel'den
(r.h.) gelen bir başka rivayettir. Mühennâ'nın rivayetine göre ise şöyle
demiştir: "Anne evlendiğinde oğlu küçükse, çocuk anneden alınır."
Ahmed b. Hanbel'e: "Kız çocuğu da oğlan çocuğu gibi midir?" diye
sorulmuş, o da: "Hayır! Kız çocuğu annesiyle yedi yaşına kadar beraber
kalır." diye cevap vermiştir. İbn Ebû Musa, Ahmed b. Hanbel'den, şöyle bir
rivayet daha nakletmiştir: "Anne evlenmiş olsa bile, büiûğ yaşma gelene
kadar, kız çocuğuna en müstehak olan kimsedir."
4— Eğer
hidâne hakkına sahip olan kadın çocuğun soyundan birisiyle evlenirse, hidâne
yetkisi ortadan kalkmaz; fakat yabancı birisiyle evlenirse, kalkar. Sonra bu
görüşün sahipleri de üç ayrı görüş ileri sürmüşlerdir:
a) İster mahrem olsun ister olmasın evlendiği
erkeğin, sadece çocuğun soyundan olması yeterlidir. Bu görüş, Ahmed b.
Hanbel'in arkadaşlarının zahir ve mutlak görüşleridir.
b) Bununla
birlikte, evleneceği erkeğin çocuğa mahrem olan akrabadan olması gerekir. Bu da
Ebu Hanife'nin görüşüdür.
c) Bu şart
yanında, hidâne hakkına sahip kadının evleneceği erkeğin çocuğun de.de^i
olması suretiyle çocukla o şahıs arasında bir yakınlık bulunma-sı.gerekir. Bu,
İmam Ahmed'in mezhebinde olan bazı âlimler ile İmam Mâlik ve İmam Şafiî'nin
görüşüdür.
Bu kıssada, teyzeyi
halaya ve anne tarafından olan akrabalığı, baba tarafından olan akrabalığa
tercih edenler için hüccet vardır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.), Hamza'nın kızı
hakkında, halası Safiyye o zaman hâlâ hayatta olduğu halde, çocuğun teyzesinde
kalmasına hükmetmiştir. Bu, Şafiî, Mâlik, Ebu Hanife ve kendisinden gelen iki
rivayetten birine göre Ahmed b. Hanbel'in görüşleridir. Ahmed b. Hanbeî'den bu
hususta gelen ikinci bir rivayet ise: "Halanın, teyzeye tercih
edileceği" yolundadır. Üstadımızın (İbn Tey-miye) tercih ettiği görüş de
budur.
Aynı şekilde, baba
tarafından olan kadınlar da, anne tarafından olan kadınlara tercih edilirler.
Çünkü çocuk üzerindeki velayet, asıl olarak babaya aittir. Annenin, babaya
tercih edilmesi, çocuğun faydası ve iyi terbiye edil-
mesi, annenin çocuğuna
olan şefkati ve bağlılığındandır. Kadınlar bu işe erkeklerden daha
münasiptirler. Şayet iş sadece kadınlara veya sadece erkeklere havale edilecek
olursa, bu sefer baba tarafından olan akrabalık, anne tarafından olan
akrabalıktan daha üstün olur. Nitekim baba, kendisi dışındaki her erkekten
daha üstündür. Bu cidden kuvvetli bir görüştür.
Hamza'nın kızının
teyzesinin, halasına tercih edilmesine şu şekilde cevap verilir: Teyzesinin
aksine, halası hakkı olduğu halde hidâne yetkisini istememiş, Allah Rasûlü de
(s.a.) Cafer'in talebiyle, Hamza'nın kızının teyzesinde kalmasına hükmetmiştir.
Çünkü Cafer, hidâne yetkisinin istenmesinde karısının yerine vekil olmuş,
bundan dolayı da Hz. Peygamber (s.a.), karısının gıyabında, çocuğun onda
kalmasına hükmetmiştir.
Hem çocuğun
akrabalarının, hidâne yetkisine sahip kadın evlendiği zaman onun çocuk
üzerindeki hidâne yetkisine mâni olma hakları bulunduğu gibi, kocanın da
karısını, çocuğu almaktan engelleme ve zamanını kendisine ayırmasını isteme
hakkı vardır. Koca çocuğun alınmasına razı olur da yakınlığından dolayı yahut
bir rivayete göre çocuk, kız olduğundan dolayı kadının hidâne hakkı düşmediği
yerde onun çocuğu almasına imkân tanınır. Koca razı olmazsa, hak onundur. Kaldı
ki, bu hâdisede koca (Cafer), çocuğun alınmasına razı olmuş ve diğerleriyle bu
hususta çekişmiştir. Safiyye'den ise herhangi bir talep gelmemiştir.
Aynı şekilde, iki
görüşten birine göre, henüz şehvet uyandırmayan kız çocuğu üzerinde, amca
oğlunun da hidâne yetkisi vardır, hatta kız çocuğu şehvet uyandırsa da, amca
oğlunun yine hidâne yetkisi vardır. Bu durumda kız, amca oğlunun seçtiği
güvenilir bir kadına veya amca oğlunun bir mahremine teslim edilir. İşte
tercih edilen görüş budur. Çünkü amca oğlu, kız çocuğunun asabesi olan bir
akrabadır. Dolayısıyla o, bu işte yabancılardan ve hâkimden daha üstündür. Hele
hele kız çok küçükse bu hususta hiçbir müşkil yoktur. Eğer şehvet uyandıran
biri ise, teyzesine teslim edilir. Kocasıyla birlikte teyzesi hidâne yetkisine
sahip kimselerdendir. Allah en iyi bilendir.
Zeyd'in, Hamza'nın
kızı için "Kardeşimin kızı" demesine gelince, bununla, Allah
Rasûlü'nün (s.a.) Muhacirleri birbiriyle kardeş yaparken, kendisi ve Hamza
arasında kurmuş olduğu kardeşliği kastediyor. Zira Allah Rasûlü (s.a.) ashabı
arasında iki defa kardeşlik kurmuştur. Birincisinde, hicretten önce,
Muhacirleri birbirleriyle hak ve eşitlik üzere kardeş yapmıştı. Burada Ebu
Bekir ile Ömer'i, Hamza ile Zeyd b. Hârise'yi, Osman'la Abdurrahman b. Avf'ı,
Zübeyr'le İbn Mes'ûd'u, Ubeyde b el-Hâris ile Bilâl'ı, Mus'ab b. Umeyr'le Sa'd
b. Ebî Vakkâs'ı, Ebu Ubeyde ile Ebu Huzeyfe'nin azadlı kölesi Sâlim'i ve Sa'd
b. Zeyd ile Talha b. Ubeydullah'ı kardeş yapmıştı. İkincisi ise, Medine'ye
geldikten sonra Enes b. Mâlik'in evinde Muhacirle, Ensat'ı kardeş yapmıştı. [835]
Bu umrenin,
umretü'1-kazâ diye isimlendirilmesinde ihtilaf edilmiştir. Acaba bu umre,
engellendikleri umreyi kaza için yapıldığından mı, yoksa Hu-deybiye
anlaşmasıyla karara bağlanıp yerine getirildiği için mi bu isimle
isimlendirilmiştir? Bu konuda yukarıda geçtiği üzere iki görüş iîeri sürülmüştür.
Vâkidî şöyle der: Bana, Abdullah b. Nâfi, babasından İbn Ömer'in şöyle
dediğini rivayet etti: "Bu umre kaza değil; fakat müşriklerin, müslümanlan
muhasara ettikleri ayda müslümanların yapmaları şarta bağlanan umredir."
Fakihler bu hususta
dört görüş ileri sürmüşlerdir:
1— Umreden
alıkonan kimsenin kurban kesmesi ve yapamadığı umreyi kaza etmesi gerekir. Bu,
Ahmed b. HanbePden gelen rivayetlerin birisi, hatta ondan rivayet edilen
görüşlerin en meşhurudur.
2— Alıkonan
kimsenin, kaza yapması gerekmez, kurban kesmesi gereklidir. Bu, Şafiî'nin ve
mezhebinin zahirine göre İmam Mâlik'in görüşüdür; ayrıca Ebu Tâlib'in Ahmed b.
Hanbel'den yaptığı rivayetidir.
3— Alıkonan
kimsenin kaza yapması gerekir, fakat kurban kesmesi gerekmez. Bu, Ebu
Hanife'nin görüşüdür.
4— Alıkonan kimseye , ne kaza, ne de kurban
gerekir. Bu da, Ahmed b. HanbelVen yapılan rivayetlerden birisidir.
Umreden alıkonan kimseye, alıkonduğu umreyi
kaza etmesini ve kurban kesmesini vacip gören kimseler, Hz. Peygamber (s.a.)
ve ashabının, Mescid-i Haram'a gitmekten alıkonduklarında, kurban kesmelerini
ve ertesi yılda bu umreyi kaza etmelerini delil göstererek: Umre, (sünnet iken)
yapmaya başlamakla vacip olur. Vacip ise ancak kendisinin işlenmesiyle sakıt
olur. Hz. Peygamber (s.a.) umre tamamlanmadan önce ihramdan çıktığı için kurban
kesmiştir." deyip, ayrıca âyetin zahiri, Allah Teâlâ'nın şu sözüne göre:
"...Fakat herhangi bir sebeple, hac ve umreden alıkonursamz, o halde kolayınıza
gelen bir kurban kesin..." [836]
kurban kesmeyi gerekli kılmaktadır, diye eklemişlerdir.
Alıkonan kimseye
yapamadığı umreyi kaza etmeyi ve kurban kesmeyi acip görmeyenler ise şöyle söylemişlerdir: "Hz.
Peygamber (s.a.) kendisiyle beraber ahkonanlardan hiçbir kimseye umrelerini
kaza etmelerini emretme-miş, ihramdan çıkmaları kurbanlarını kesmeye bağlı
olmamış, aksine ashabına başlarını tıraş ettirmelerini ve yanlarında kurbanı
olanlara kurbanlarını kesmelerini emretmiştir." Kaza etmeyi değil de
sadece kurban kesmeyi vacip görenler ise; "Fakat herhangi br sebeple hac
ve umreden alık onursanız o halde kolayınıza gelen bir kurban kesin." âyetini
delil göstermişlerdir.
Kurban kesmeksizin
sadece umrenin kaza edileceğini vacip gören kimse ise delil olarak diyor ki:
Umre başlamakla vacip olur. Kişi alıkonduğu zaman, ahkonma mazeretinden dolayı
umreyi tehir etmesi caiz olur. Alıkonma ortadan kalkınca, önceki vacibi tekrar
getirir. Umre yapmak üzere girdiği ilk ihramla mümkün olduğu vakitte umreyi
yapma araşma giren ihramsızlık hiçbir şeyi gerektirmez. Kur'an'ın zahiri bu
görüşü reddeder ve kaza yapmaksızın sadece kurban kesmeyi vacip kılar. Çünkü
Kur'an, alıkonan kimsenin yapması gereken tek şey olarak kurbanı gerekli
kılmıştır ki, bu da alıkonan kişinin kurban kesmekle yetineceğini göterir. En
iyi bilen Allah'tır. [837]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) Hudeybiye'de alıkonduğu zaman kurban kesmesi, ahkonan kimsenin
kurbanını alıkonduğu vakit keseceğini gösterir. Bu kişi eğer yalnızca umre için
ihrama girmişse bunda ihtilâf yoktur. Şayet hacc-ı ifrad veya hacc-ı kıran için
ihrama girmişse bu hususta iki görüş vardır:
1) Yapılacak iş aynen böyledir (yani kurban
kesilir). Sahih olan da budur. Çünkü hac iki nüsükten biridir; umrede olduğu
gibi hac ihramından çıkıp alıkonulduğu vakitte kurbanını kesmesi caizdir.
Çünkü umrenin vakti geçmez; bütün zaman umre için bir vakittir. Vaktinin
geçmesinden korkul-mamasma rağmen umre ihramından çıkıp kurbanını kesmek caiz
olduğuna göre, vaktinin geçmesinden korkulan hacda ise alıkonduğu vakit
kurbanını kesip ihramdan çıkması haydi haydi caizdir.
2) Hanbel'in
rivayetine göre İmam Ahmed ise şöyle demiştir: İhramdan çıkamaz ve kurban
bayramının birinci gününe kadar da kurbanını kesemez. Bunun sebebi şudur:
Kurban için belli bir zaman ve belli bir mekân vardır. O mekândan aciz kalınca
vacibi kendi zamanında yapabileceği için kendisinden zaman zarureti düşmez. Bu
görüşe göre kurban bayramının birinci gününden Önce ihramdan çıkması caiz
elmaz. Delili şu âyet-i kerimedir: "... Kurban yerine ulaşıncaya kadar
başlarınızı tıraş etmeyin..."
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) kurban kesmesi ve ihramdan çıkması, umre yapmaktan ahkonan kimsenin
ihramdan çıkabileceğine delildir. Bu cumhurun görüşüdür. îmam Mâlik'ten (r.h.),
umre yapanın, umre vaktinin geçmesinden korkulmadığından, ihramdan
çıkamayacağına dair bir görüş rivayet edilmiştir. İmam Mâlik'ten böyle bir
rivayetin gelmesi, sıhhati uzak olan bir şeydir. fcira âyet şüphesiz
Hudeybiye'de inmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) ve bütün ashabı umre için ihramda
iken hepsi de ihramdan çıkmışlardır. Bu, ilim adamlarından hiç kimsenin şüphe
edemiyeceği bir gerçektir.
Allah Rasûlü'nün
(s.a.), ittifakla helâl bölge (Hill) olmasına rağmen, Hudeybiye'de kurbanım
boğazlaması, ahkonan kimsenin gerek helâl gerekse haram bölge olsun, alıkonduğu
yerde kurbanım kesebileceğine delildir. Bu : görüş, cumhur, İmam Ahmed, Mâlik
ve Şafiî'nin görüşleridir. Ahmed b. 1 Hanbel'den gelen başka bir rivayete göre
ise, o kimse Harem bölgeden başka bir yerde kurbanını kesemez. Kurbanını Harem
bölgesine gönderir ve ihramdan çıkacağı vakitte kurbanı kesmesi için bir
adamla anlaşır. Bu görüş îbn Mes'ûd (r.a), ve tabiînden bir cemaattan rivayet
edilmiştir. Ebu Hanife'nin görüşü de budur.
Şayet bu rivayetin
onlardan geldiği sahih ise, zalim bir kimsenin bir cemaata veya bir tek kişiye
musallat olması gibi hususi bir alıkonmaya hamle-dilmesi gerekir. Umumi bir alıkonmaya
gelince, Allah RasûhVnden (s.a.) sabit olan uygulama bunun aksini
göstermektedir. Hudeybiye ise, âlimlerin ittifakıyla helâl bölgedendir. İmam
Şafiî ise: "Bir kısmı helâl, bir kısmı ise Harem bölgesindedir."
demiştir. Ben derim ki: İmam Şafiî'nin kasdettiği, çevresinin Harem
bölgesinden olmasıdır. Yoksa Hudeybiye'nin kendisi ittifakla helâl
bölgedendir.
Ahmed b. Hanbel'in
(r.h.) arkadaşları, ahkonan kimsenin Harem bölgesinin çevresine çıkmaya gücü
yettiğinde kurbanı orada kesmesinin gerekli olup olmadığında ihtilâf
etmişlerdir. Bu hususta iki görüşleri vardır.
Sahih olan: Gerekli
değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Harem bölgesi çevresine gitmeye gücü
yetiği halde kurbanını alıkonduğu yerde kesmiştir. Şüphesiz Allah Teâlâ
(Fetih, 48/25), kurbanın yerine ulaşmaktan engellendiğini haber vermiş ve
engellenme işi üzerinde gerçekleştiği için de "hedy = kurban"
kelimesini tümleç olarak vermiştir. Yani; sizi Mescid-i Ha-ram'dan engellediler
ve kurbanı da mahalline ulaşmaktan engellediler. Malum olduğu üzere
müslümanların ve kurbanın engellenmeleri o yıl boyunca devam etmiş, engelleme
ortadan kalkmamış, müslümanlar ihramh olmaları gereken yere ulaşamamış ve
kurban da boğazlanması gereken yere ulaşamamıştır. [838]
Mute, Şam'da Belkâ yakınlarında bir yerdir.
Savaş hicrî 8. yılın ziyelûla ayında olmuştur. Sebebi şuydu: Rasûluîlah (s.a.),
Lihboğullarmdan Haris b. Umeyr el-Ezdî'yi, bir mektubla Şam tarafına, Bizans
İmparatoruna yahut Busrâ melikine göndermişti. Elçinin karşısına Şurahbil b.
Amr el-Gassanî çıktı. Şurahbil onu bağlattı ve gönderip boynunu vurdurttu.
O güne kadar
Rasülullah'ın (s.a.) hiçbir elçisi öldürülmemişti. Bu haber kendisine ulaşınca
çok öfkelendi. Hemen orduyu hazırladı.
: Komutanlığa Zeyd b.
Hârise'yi getirdi ve dedi ki: "Eğer o öldürülürse yerine Cafer b. Ebî
Tâlib geçsin. Cafer de öldürülürse yerine Abdullah b. Re-vâha geçsin."[839]
Müslümanlar
hazırlandılar. Sayıları üç bin idi. Yola çıkma vakti gelince halk gelip Hz.
Peygamber'in (s.a.) komutanlarıyla vedalaştılar ve onlara selâm verip dua
ettiler. Bu sırada Abdullah b. Revâha ağladı. Ona: "Niye ağlıyorsun?"
diye sordular. Abdullah dedi ki: "Vallahi ben, ne dünya sevgisi ne de
sizlerden ayrılacağımdan ötürü ağlıyorum. Fakat ben Rasûlullah'm (s.a.), Allah
Teâlâ'nın kitabından içinde cehennemin anıldığı 'İçinizden, cehenneme
uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin yapmayı üzerine aldığı kesin bir
hükmüdür.[840]' âyetini okuduğunu
işitmiştim. Oraya uğradıktan sonra, dönüşümün nasıl olacağını bilmediğimden
dolayı ağlıyorum."
Müslümanlar:
"Allah yardımcınız olsun, sizleri tehlikelerden korusun ve sağ-salim bize
döndürsün." dediler.
Bunun üzerine Abdullah
b. Revâha şu şiiri söyledi:[841]
"Fakat ben Rahman'dan
mağfiret diliyorum; Ve kanlan fışkırtıp köpürten bir kılıç darbesi!
Veya öldürücü bir
yara, kasıp kavurucu, Ciğer ve barsaklan; bir kargı darbesi!
Öyle ki, kabrime
uğrayanlar desinler:
Allah bu gaziye doğru
yolu göstermiş, o da bulmuş."
Sonra Maan'a varıncaya
kadar yürüdüler ve burada konakladılar. Müslümanlara, Hirakl'in (Heraklius,
610-641 m.) 100.000 Rum askeriyle Belkâ'-da olduğu ve bunlara; Lahm, Cüzam,
Belkayn, Behrâ ve Beliy kabilelerinden 100.000 kişinin katıldığı haberi geldi.
Bunun üzerine müslümanlar durumu görüşmek için iki gece Maan'da konakladılar.
Bazıları: Rasûhıllah'a (s.a.) bir mektup yazıp bizim sayımızı ve düşmanın
sayısını bildirelim. Ya bize savaşçılar göndersin veya ne yapmamız gerektiğini
emretsin, onu yapalım, dediler.
Abdullah b. Revâha,
müslümanları cesaretlendirmk için şöyle dedi: "Ey müslümanlar! Vallahi,
sizin şu anda istemediğiniz şey, arzulayıp elde etmek için yola çıktığınız
şehitliktir. Biz insanlarla, ne sayıca çokluğumuza ne de kuvvetimize göre
savaşıyoruz! Biz sadece Allah'ın bizi şereflendirdiği şu din kuvvetiyle
savaşıyoruz! Haydi yürüyün! Bunda muhakkak ki iki iyilikten biri, ya zafer ya
da şehitlik vardır!" [842]
Müslümanlar Belkâ sınırlarına yaklaştıkları
zaman, Meşârif köyünde düşman birlikleriyle karşılaştılar. Düşman
yaklaşıyordu. Müslümanlar Mute'ye Idoğru çekildiler. İki ordu bu köyün
yakınlarında karşı karşıya geldiler. Müslümanlar hazırlandılar ve savaşa
başladılar.
Bayrak, Zeyd b. Hârise'nin elindeydi. Zeyd,
elindeki bayrakla, düşman imızraklarıyla delik deşik edilip cansız bir halde
yere düşünceye kadar savaştı. O düşünce, bayrağı Cafer eline aldı ve ölüm
kendisine ulaşıncaya kadar isavaşa devam etti. Atından yere atlayıp atının
ayağını kesti. Sonra öldürü-lünceye kadar savaştı. İslâm'da, savaşta kendi
atının ayağını kesen ilk müs-lüman Cafer'dir. Sağ kolu kesilince bayrağı sol
eline aldı. Sol kolu da kesilince, löldürülünceye kadar bayrağı bağrında tuttu.
Şehit düştüğünde otuz üç yaşındaydı.
Daha sonra bayrağı Abdullah
b. Revâha eline aldı ve ileriye geçti. Atının üzerindeydi. Nefsini kendisine
boyun eğdirmeye çalışıyor ve bazı tereddütler geçiriyordu. Sonra karar verip
indi. Bu sırada amcasının oğlu etli bir kemik parçası getirdi ve: "Bununla
kendini güçlendir. Bu günlerde çok zor I durumlarla karşılaştın." dedi.
Abdullah b. Revâha kemiği elinden aldı, ondan bir parça ısırdı. Müslümanların
bulunduğu tarafta bir kargaşalık duydu. "Sen hâlâ dünya ile
uğraşıyorsun!" diyerek elindeki kemiği bıraktı. Kılıcını eline alıp öne
çıktı ve ödürüîünceye kadar savaştı.
Sonra bayrağı
Aclânoğullarından Sabit b. Akrem eline aldı.' 'Ey müslümanlar! İçinizden
birini seçin!" dedi. Müslümanlar: "Seni seçtik." dediler. Sabit:
"Ben bu işi yapamam." dedi. O zaman müslümanlar Halid b. Velid
üzerinde anlaştılar. Halid b. Velid bayrağı eline alınca, düşmana karşı savunmaya
geçti ve saldırılarını önledi. Sonra bir geri çekilme hareketi tertipleyerek
müslümanları geri döndürdü.
îbn Sa'd, yenilginin
müslümanlar tarafında olduğunu zikretmiştir. Sahih-i Buharî'de ise yenilginin
Rumlar tarafında olduğu kay itlidir.[843]
Doğrusu, İbn İshak'ın
rivayet ettiği gibi, her iki taraf da birbirinden kaçmıştır[844]
Allah Teâlâ Rasûlü'ne,
bütün bunları aynı gün bildirmiş, o da ashabına haber vermişti: "Onlar
rüyada bana, cennette, altın tahtlar üzerinde oturur vaziyette gösterildiler.
Abdullah b. Revâha'nın tahtında, arkadaşlannınkilerde olmayan bir eğrilik
gördüm. Bu neden böyledir? diye sordum. Bana şöyle cevap verildi: Bu ikisi
savaşa yürüyüp gittiler. Fakat Abdullah biraz tereddüt geçirdi, sonra
yürüdü."[845]
Abdürrezzâk'm, İbn
Uyeyne -İbn Cüd'ân- İbnü'l-Müseyyeb senediyle rivayetine göre Hz. Peygamber
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "İnciden bir çadır içinde Cafer, Zeyd, ve îbn
Revâha bana gösterildi. Her biri bir tahtta oturuyordu. Zeyd ile İbn
Revâha'yı, boyunlarında bukağılarla gördüm. Cafer'i ise kusursuz bir halde
gördüm, bukağılan yoktu. Sordum -veya bana denildi ki-: Çünkü bu ikisi, ölüm
kendilerini kuşattığında yüz çevirdiler. -Yahut: Bu ikisi yüzlerini
çevirmişlerdi.- Fakat Cafer böyle bir şey yapmadı."[846]
Hz. Peygamber (s.a.)
Cafer hakkında şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah Teâlâ, onun iki koluna
karşılık iki kanat vermiştir. Şimdi cennette onlarla dilediği yere uçmaktadır.
"[847]
Ebu Ömer (İbn
Abdilber) der ki: İbn Ömer'in şöyle dediği bize rivayet ediîdi: "Cafer'in
göğsüyle omuzlan arasında ve önünde, kılıç veya mızrak yarası olarak doksan
yara vardı." [848]
Musa b. Ukbe şöyle
diyor: Ya'lâ b. Münye (Ümeyye), Mute savaşma katılanların haberini Rasûluİlah'a
(s.a.) bildirmek için geldi. Rasûlullah (s.a.) dedi ki: "İstersen sen
anlat, istersen ben sana anlatayım." Ya'lâ: "Sen an-lat, ya
Rasûlallah!" deyince Hz. Peygamber (s.a.) bütün olanları ona anlattı. O
zaman Ya'lâ şöyle dedi: "Seni hak ile gönderene (Allah'a) yemin ederim
ki, onların olaylarından söylemedik tek bir harf bile bırakmadın. Gerçekten
onların hali, aynen senin bildirdiğin gibiydi." Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Allah benim için yeryüzünü aradan kaldırdı da
onların çarpıştıkları savaş meydanını gözlerimle gördüm."
Bu savaşta şehid
olanlar şunlardı: Cafer, Zeyd b. Harise, Abdullah b. Revâha, Mes'ûd b. Evs,
Vehb b. Sa'd b. Ebî Şerh, Abbad b. Kays, Harise b. Numan, Sürâka b. Amr b.
Atiyye, Amr b. Zeyd'in oğullan Ebu Küleyb ve Câbir'le Saîd b. Hâris'in oğullan
Âmir ve Amr... vs.
İbn îshak der ki:
Abdullah b. Ebî Bekr, Zeyd b. Erkam'dan kendisine şöyle aktarıldığını bana
haber verdi: Ben, Abdullah b. Revâha'nın kucağında büyüyen bir yetim idim.
Mute seferine çıktığında, beni de devesinin heybesi üzerinde terkisine
bindirmişti. Allah'a yemin olsun ki, geceleyin yürürken onun şöyle şiir
söylediğini işittim:
"Ey devem; beni
ve yükümü götürürsen eğer, Kumluktan sonra dört konak daha ileriye;
Artık sen serbestsin
rahat ol, sana hakaret ilişmeyecek. Ben geri ailemin yanına dönmeyeceğim.
Müslümanlar gelip beni
geçtiler, Şam'ın bu en son konak yerinde."[849]
Tirmizî ve başka
eserlerde yeralan; "Allah Rasûlü (s.a.) Fetih günü Mekke'ye girdiğinde
Abdullah b. Revâha O'nun önünde: 'Çekilin ey kâfir oğulları O'nun önünden...'
beyitlerini okuyordu" [850]
şeklindeki ifade bir yanlışlıktır. Çünkü İbn Revâha bu savaşta öldürülmüştür ve
bu savaş Fetih'-ten dört ay önce yapılmıştır. Ancak, O'nun önünde, Abdullah b.
Revâha'nın şiiri okunmuştur. Bu ise ilim adamları arasında tartışmasız bir
husustur...
Zâtü's-Selâsil,
Vâdi'l-Kurâ'nın ilerisindedir. Sülâsil veya Selâsil şeklin de iki türlü de
okunur. Medine ile arası on günlük mesafe idi. Bu seriyye hicrî 8. yılın
Cemâziyelâhir ayında yapılmıştır. [851]
İbn Sa'd der ki:
Kudaalılardan bir topluluğun Medine'yi kuşatmak üzere toplandıkları haberi
ulaşınca Hz. Peygamber (s.a.) Amr b. Âs'ı yanına çağırdı. Onun için beyaz bir
sancak bağladı, ayrıca siyah bir bayrak verdi. Sonra Muhacirler ile Ensar'ın
ileri gelenlerinden üç yüz kişilik bir birlikle gönderdi. Otuz atları vardı.
Hz. Peygamber (s.a.) Amr'a, Beliy, Uzre ve Belkayn kabilelerine uğradığında
buradaki kimselerin yardımlarını sağlamaya çalışmasını emretti.
Gece yol alıp gündüz
gizlendiler. Aradıkları topluluğa yaklaştıklarında Amr b. Âs'a, onların çok
kalabalık oldukları haberi geldi. Bunun üzerine Râfi' b. Mekîs el-Cühenî'yi
Rasûlullah'a (s.a.) gönderip yardım istedi. Hz. Peygamber (s.a.) iki yüz
kişinin başında Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı gönderdi. Ona bir sancak verdi.
İçerisinde Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in de bulunduğu Mı> hacirler ile
Ensar'ın ileri gelenlerini ona yardıma gönderdi. Ebu Ubeyde'yej; Amr'a
katılmasını, birlik ve beraberlik içerisinde olup ihtilâf etmemelerini emretti.
Amr b. Âs'ın yanına
vardıklarında Ebu Ubeyde, insanlara imam olmak istedi. Amr dedi ki: "Sen
bana yardımcı olarak gönderildin. Komutan benim." Bunun üzerine Ebu
Ubeyde ona itaat etti. Müslümanlara, Amr b. Âs namaz kıldırıyordu. Yola
koyuldular. Kudaahlarm memleketini geçip sınırlarına kadar ulaştılar. Buranın
sonunda bir düşman topluluğuna rastladılar. Müslümanlar üzerlerine yürüyünce,
bu topluluk dağılarak kendi yurtlarına kaçtılar. Amr b. Âs, selâmetle
dönüşlerini ve gazalarında olup bitenleri haber vermek üzere Avf b. Mâlik
el-Eşcaf yi Hz. Peygamber'e (s.a.) gönderdi.[852]
İbn İshak,
müslümanların, Cüzam kabilerine ait Selsel isimli suyun başında
konakladıklarını, bu sebeple gazaya Zâtü's-Selâsil denildiğim zikretmektedir.
İmam Ahmed'in Muhammed
b. Ebî Adiy-Davud-Âmir senediyle rivayetine göre Rasûlullah (s.a.)
Zâtü's-Selâsil birliğini, Ebu Ubeyde'yi Muhacirlere Amr b. Âs*i da bedevi
Araplara komutan yaparak gönderdi. Her ikisine de: "Birbirinize itaat
edin." buyurdu. Kendilerine, Bekiroğullanna baskın yapmaları emrolunmuştu.
Fakat Amr gidip Kudaalılara baskın yaptı. Çünkü Bekiroğulları onun dayıları
idiler. Râvi diyor ki: Mugîre b. Şu'be, Ebu Ubeyde'ye gidip dedi ki:
"Rasûlullah (s.a.) seni bize komutan yapmıştı. Fakat filanın oğlu ordunun
idaresini eline aldı. Senin onun yanında hiçbir yetkin yok!" Ebu Ubeyde
şöyle cevap verdi: "Rasûlullah (s.a.) bize, birbirimize itaat etmemizi
emretmişti. Amr, karşı gelse de ben Rasûlullah'a (s.a.) itaat ederim."[853]
Bu gazada ordu
komutanı Amr b. Âs ihtilâm olmuştu. Çok soğuk bir gece olduğu için su
kullanmaktan korktu ve teyemmüm yaptı, arkadaşlarına sabah namazım kıldırdı.
Bunu Hz. Peygamber'e (s.a.) haber verdiklerinde buyurdu ki: "Ey Amr, sen
cünüb iken arkadaşlarına namaz mı kıldırdın?!" Amr, kendisini yıkanmaktan
alıkoyan şeyi şöyle anlattı: Ben Allah Teâlâ'mn şu kelâmını işitmiştim:
"...Kendi kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz ki Allah size çok merhamet
edicidir." [854]
Buna karşılık Rasûlullah (s.a.) gülümsedi ve bir şey söylemedi. [855]
"Teyemmüm, hadesi
(abdestsizliği ve cünüplüğü) ortadan kaldırrinzj Çünkü Hz. Peygamber (s.a.),
teyemmüm yaptığı halde Amr'a cünüb denjiş tir." diyenler bu olayı delil
göstermişlerdir.
Bu konuda onlara karşı
gelenler, üç cevap ortaya koymuşlardır:
1— Sahabîler
Amr'ı şikâyet ettiklerinde, "Cünüb iken bize sabah namazını
kıldırdı" demişlerdi. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.), ona, hem soru
sorma hem de olayı öğrenmek isteme tarzında: "Sen cünüb iken arkadaşlarına
namaz mı kıldırdın?!" buyurmuştur, Amr, mazeretini bildirip ihtiyacı
yüzünden teyemmüm yaptığını açıklayınca, Hz. Peygamber (s.a.), onun
söylediklerini kabul etti.
2—
Rivayetlerde farklılık vardır. Amr'ın kasıklarını yıkayıp namaz ab-desti
aldığı, bundan sonra arkadaşlarına namaz kıldırdığı da rivayet edilmiştir ki
bu rivayette teyemmüm zikredilmemiştir.
Bu rivayet teyemmüm rivayetinden daha sağlam gözükmektedir. Abdülhak,
teyemmüm rivayetini zikrettikten sonra bu hadisi naklederek şöyle demiştir: Bu
rivayet birincisinden daha mevsûldür. Çünkü Abdurrahman b. Cübeyr el-Mısrî
-Amr'm azatlısı Ebu Kay s- Amr senediyle nakledilmiştir. [856]
Teyemmümün zikredildiği birinci rivayet ise, yine Abdurrahman b. Cübeyr'in Amr
b. Âs'tan rivayeti olarak gelmekte, fakat aralarındaki Ebu Kays isimli râvi
zikredilmemektedir.
3— Hz.
Peygamber (s.a.), Amr'm gusletmeyi terkedişindeki fıkhı bilgisini öğrenmek
istediği için ona: "Sen arkadaşlarına cünüb iken namaz mı kıldırdın?!"
demişti. Amr, O'na, teyemmüm alış sebebi konusundaki fıkhı bilgisini söyleyince
Peygamber (s.a.) kendisine, öyle yapma demedi. Bu da | gösterir ki, Amr'ın,
haber verdiği üzere soğu.ktan dolayı helâk olmaktan korkarak yaptığı teyemmüm
ve o durumda teyemmümle namaz kıldırması -Allah daha iyi bilir ya- caizdir ve
bunu yapan kimseye karşı gelinmez. Böylece anlaşılmıştır ki, Hz. Peygamber
(s.a.) onun fıkhını ve ilmini öğrenmek istemiştir. En iyi bilen Allah'tır. [857]
Bu seriyyede komutan,
Ebu Ubeyde b. Cerrah idi. Hafız Ebu'I-Feth Mu-hammed İbn Seyyidinnâs,
Uyûnu'l-Eser adlı kitabında bize bu seferin hicrî 8. yılın Recep ayında
yapılmış olduğunu haber veriyor ki bu bence bir yanlışlıktır. Nitekim bunu
inşaallahu teâlâ aşağıda anlatacağız:
Bazıları derler ki:
Rasûlullah (s.a.), Ebu Ubeyde b. Cerrah'i, aralarında Ömer b. Hattâb'ın da
bulunduğu Muhacir ve Ensar'dan üç yüz kişinin başında, Cüheyneliîerden bir
küçük kabilenin yaşadığı-deniz sahiline yakın bir yerdeki Kıbliyye'ye gönderdi.
Orası ile Medine arası beş günlük mesafedir. Yolda başlarına büyük bir açlık
felâketi geldi ve selem ağacı yapraklan ( = habat) yediler. Büyük bir balık
karaya vurmuştu onu yediler. Sonra geri döndüler. Düşmanla karşılaşmadılar.
Bu anlatım söz
götürür. Çünkü Sahihayn'daki hadiste Câbir'in şöyle dediği rivayet
olunmaktadır:
Rasûîullah (s.a.) üç
yüz kişilik bir süvari birliği ile bizi sefere gönderdi. Komutanımız Ebu Ubeyde
b. Cerrah idi. Kureyş'in kervanını gözetlemek için gidiyorduk. Başımıza büyük
bir açlık felâketi geldi de habat (denilen selem ağacı cinsinden dikenli bir
ağacın yapraklarını) yedik. Bu yüzden bu sefere Ceyşü'l-Habat (Yaprak
Askerleri) denildi. Bunun üzerine bir adam (Kays b. Sa'd b. Ubâde) üç deve
kesti. Sonra üç deve daha kesti. Arkasından üç deve
daha kesti. Daha sonra Ebu Ubeyde, onu
bundan alıkoydu. Derken deniz, bizim için sahile anber denilen bir balık
atıverdi. Biz bunun etini yarim ay (on beş gün) yedik. Balığın yağıyla
yağlandık ve nihayet vücutlarımız semiz-leşti, gücümüz yerine geldi. Ebu Ubeyde
balığın kaburga kemiklerinden ikisini alıp (diktirdi). Askerler arasındaki en
uzun boylu kimseyi ve en yüksek deveyi aradı. Adamı devenin üzerine bindirerek
kemiklerin altından geçirdi. Balığın etinden yol için pastırma hazırladık.
Medine'ye döndüğümüzde Ra-sûluîlah'a gelip bu olayı anlattık. Buyurdu ki:
"O, Allah'ın sizier için denizden çıkardığı bir rızıktır. Yanınızda o
etten bir parça varsa bize de yediriniz, olmaz mı?" Rasûlullah'a bir parça
gönderdik de onu yedi.[858]
Ben derim ki: İşte
bütün bunlar bu gazanın, barıştan ve Hudeybiye umresinden önce yapıldığını
gösterir. Çünkü Mekkeliler'le Hudeybiye'de sulh anlaşması yapıldığı andan
itibaren onların kervanını gözetlemek mümkün olamazdı. Fetihe kadar devam eden
güvenlik ve barış zamanı idi. Habat seriyye-sinin, biri barıştan önce, biri de
barıştan sonra olmak üzere iki kere yapılmış olması ise uzak bir ihtimaldir. En
iyi bilen Allah'dır. [859]
1— Şayet
seferin Recep ayında yapıldığı yolunda verilen tarih doğruysa haram ayda
savaşmak caizdir. Allah daha iyi bilir ya, görünen o ki, bu doğru olmayıp bir
yanılgıdır. Hz. Peygamber'in (s.a.) haram ayda savaşa çıktığı, baskın yaptığı
ve seriyye gönderdiği bilinmemektedir. Müşrikler, Alâ b. Hadramî olayında
müslümanlan Recep ayı başında savaşmak konusunda ayıplamışlar ve:
"Muhammed haram ayı helâl yaptı." demişlerdi. Bunun üzerine Allah
Teâlâ şu âyeti indirdi: "Sana haram ayda savaş yapmayı soruyorlar. De ki:
O ayda savaşmak büyük bir günahtır."[860] Bu
âyetin, kendisine göre hareket edilmesi vacip olan bir nas tarafından
neshedildiği sabit değildir. Ümmet de bunun neshedildiğinde icmâ etmemiştir.
Haram aylarda savaş yapmanın haramlığı konusunda: "Haram aylan çıkınca,
müşrikleri nerede bulursanız öldürün..."[861]âyeti
delil gösterilmişse de bu âyet bir delil teşkil etmez. Çünkü bu âyette zikri
geçen "haram aylar"; Allah Teâlâ'nın müşriklere yeryüzünde emniyet
içerisinde gezip dolaşmak üzere mühlet verdiği "dört tesyîr ayı"dır.
Bu ayların başlangıcı Zilhicce'nin onuncu günü olan büyük hac günü, sonu ise
Rabîulâhir'in onuncu günüdür. İşte pek çok sebepten ötürü âyet hakkında doğru
olan yorum tarzı budur; o sebeplerin sıralanacağı yer de burası değildir.
2— Aç
kalındığı zaman ağaç yapraklarını yemek caizdir. Yeşil cui bunun gibidir.
3— Düşmanla
karşılaştıklarında ihtiyaç duyacakları endişesinden dolayı -her ne kadar
muhtaç olsalar da- devlet başkanı veya ordu komutanının gazilere, binek
hayvanlarını kesmelerini yasaklaması caizdir. Onlar yasakladıkları zaman
gazilerin bu yasağa itaat etmeleri gereklidir.
4— Deniz
hayvanı ölüsünün yenilmesi caizdir; Ailah Teâlâ'nın "Ölü eti ve kan size
haram kılınmıştır."[862]âyetinin
hükmüne dahil değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bir geçimlik
olmak üzere deniz avı ve yiyeceği size helâl kılındı..."[863] Hz.
Ebu Bekir Sıddîk, Abdullah b. Abbas ile sahabeden bir grubun; deniz avını
denizden avlanılan avdır, deniz yiyeceğini de denizde ölen hayvandır, diye
tefsir ettikleri sahih olarak rivayet edilmiştir.[864]
Yine Sünen 'de Abdullah İbn Ömer'den merfû ve mevkuf olarak şu rivayet yer
almaktadır: "Bize iki ölü ile iki kan helâl kılındı. İki ölü, balık ve
çekirge; iki kan ise ciğer ve dalak kanıdır." [865]
Hadis, hasendir. Bu mevkuf hadis, merfû hükmündedir. Çünkü sahabînin
"Bize helâl kılındı..." veya "haram kılındı..." demesi, Hz.
Peygamber'in (s.a.) helâl kılmasına veya haram kılmasına dayanır.
İtiraz: Sahabîler bu
olayda zorunlu kalmışlardı. Bu yüzden onu yemeyi düşündüklerinde: "O
leştir, ölü hayvan etidir." dediler. "Biz, Allah Rasû-lü'nün (s.a.)
elçileriyiz ve darda kalmış bulunuyoruz." dediler ve sonra yediler. İşte
bu, şayet o etten uzak kalmaları mümkün olsaydı yemeyeceklerine bir delildir.
Cevap: Şüphe yok ki
onlar darda kalmışlardı. Fakat Allah Teâlâ onlara en temiz ve en helâlinden bir
rızik hazırladı. Hz. Peygamber (s.a.), döndüklerinde onlara şöyle buyurmuştu:
"Onun etinden yanınızda bir parça kaldı
mı?" Sahabîler;
"Evet" dediklerinde, Hz. Peygamber (s.a.) de o etten yedi; sonra
şöyle buyurdu: "Bu, şüphesiz Allah Teâîâ'nın sizin için gönderdiği tyr
nzıktır." Şayet bu et darda kalanların rızkı olsaydı, Rasûlullah (s.a.)
zorunlu olmadığı o vakitte ondan yemezdi. Sonra şu da var; şayet bu etten
yemeleri zaruretten dolayı olsaydı; sahabîlerin onun yağıyla yağlanmaları,
elbiselerini ve vücutlarını murdar kılmaları nasıl caiz olurdu?! Hem fakihlerın
birçoğu doyuncaya kadar ölü hayvan eti yemeyi caiz saymazlar; ancak ölmeyecek
kadar yemeyi caiz görürler. Halbuki seriyyeye katılanlar, güç ve kuvvetleri
yerine gelip vücutları semirecek kadar ondan yemişlerdi, yol için azık da
hazırlamışlardı.
Şayet denilirse ki:
Bahsi geçen olay, bu hayvan deniz içerisinde ölmüş ve deniz onu, ölü iken
sahile atmış olsaydı ancak o zaman sizin için bu konuda bir delil olabilirdi.
Malumdur ki böyle bir ihtimal mümkün olduğu gibi, balık diri iken denizin
çekilmesi sonra da sudan ayrı kaldığından ötürü ölmüş olması ihtimali de
mümkündür. Bu ise hem balığın boğazlanması hem de deniz hayvanının boğazlanması
demektir. Bu ihtimali ortadan kaldırmak hiçbir şekilde mümkün değildir. Nasıl
olabilir ki! Zira hadisin bazı rivayetlerinde şöyle geçmektedir: "Deniz,
bir tepeciğin üzerinden çekildiği gibi balıktan çekildi."
Cevap: Bu uzak bir
ihtimal olmakla beraber hemen hemen harikulade bir olay şeklinde meydana
gelebilir. Çünkü böyle bir hayvan diri olduğu zaman deniz kıyısında değil
denizin ortasında ve dalgalar arasında bulunur, oradan ayrılıp karaya
yaklaşmaz. Hem bu ihtimal de meseleyi çözmeye kâfi gelmemektedir. Zira bir
hayvanın ölüm sebebi hakkında acaba bu sebep hayvanı mubah kılan bir sebep
midir, yoksa mubah kılmayan bir sebep midir diye şüpheye düşülse bu hayvan
helâl olmaz. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), okla vurulduktan sonra su içerisinde
bulunan av hayvanı hakkında: "Eğer su içerisinde boğulmuş olarak bulursan
onu yeme. Çünkü sen, onu su mu yoksa attığın ok mu öldürdü, bilemezsin."
buyurmuştur. Şu halde, deniz hayvanı denizde öldüğünde haram olsaydı mubah
olmazdı. Bu konuda ilim adamları arasında bir ihtilaf bilinmemektedir.
Öte yandan bu naslar
mubah kabul edenleri destekler mahiyette olmasaydı bile sahih bir kıyas onları
desteklerdi. Şöyle ki: Ölü hayvan eti, bünyesinde suları, artıkları ve pis
kanı toplamış olması sebebiyle haram kılınmıştır. Boğazlama, bu kanı ve
artıkları giderdiği içindir ki hayvanın helâl olmasına sebep teşkil eder. Yoksa
ölüm, haram klima sebebi değildir. Çünkü başka şeylerle olduğu gibi,
boğazlamayla da meydana gelmektedir. Eğer boğazlamanın hayvanda gidereceği kan
ve artıklar mevcut değilse sırf ölümden dolayi hayvan haram olmaz. Ve ayrıca
çekirgede olduğu gibi helâl olması için boğazlama da şart değildir. Bu yüzden;
sinek, arı ve benzerleri gibi akıcı kana sahip olmayan hayvanlar ölüm sebebiyle
murdar olmazlar. İşte balık da bu sınıftandır Zira balık öldüğü zaman
bünyesinde kan ve artık barındıran bir hayvan olsaydı, boğazlama dışındaki bir
ölümle helâl olmazdı; ve balığın suyun içerisinde ölmesiyle dışında ölmesi
arasında bir fark bulunmazdı. Çünkü malumdur ki, balığın karada ölmesi, denizde
öldüğü zaman haram olacağı görüşünü savunanlara göre haramhğım gerektiren bu
artıkları gidermemek-tedir. Şayet bu konuda naslar mevcut olmasaydı, bu kıyâs
gerçekten yeterli olurdu. En iyi bilen Allah'tır.
5— Hz.
Peygamber'in (s.a.) yaşadığı dönemde meydana gelen olaylarda, ictihad yapmak
caizdir ve kendisi bunu kabu! etmiştir. Fakat bu durum, içtihada mecbur
kalındığı zamanda ve nassa müracaat mümkün olmadığı hallerde olabilir. Nitekim
Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.) Rasülullah'ın (s.a.) huzurunda bir
kısım olaylar hakkında ictihadda bulunmuşlar ve görüşlerini açıklamışlardır.
Hz. Peygamber (s.a.) onların bu davranışlarım kabullenmiştir. Fakat bu
ictihadlar ancak muayyen ve cüz'î bir kısım hükümlerde olmuş; umumi hükümlerde
ve şeriatın genel prensiplerinde olmamıştır. Zira Rasûlullah'm (s.a.) huzurunda
hiçbir sahabî kesinlikle böyle bir davranışta bulunmamıştır. [866]
Büyük fetih; Allah'ın
kendisiyle dinini, Rasûlü'nü, ordusunu, güvenilir taraftarlarını yücelttiği ve
kendisiyle, âlemlere hidayet sebebi kıldığı beytini ve beldesini kâfirlerin ve
müşriklerin ellerinden kurtardığı bir fetihtir. Bu öyle bir fetihtir ki,
göktekiler onunla müjdelenmiş ve izzetinin ipleri İfcJîlö^-feut-"B$6sa
omuzlanna bağlanmıştır. Bu fetih sebebiyle insanlar, akın akın Allah'ın dinine
girmişlerdir. Yeryüzü bunun sebebiyle aydınlanmış ve parlamıştır.
Rasûlullah (s.a.),
İslâm alayları ve Rahman orduları ile hicrî 8. yılı Ra-mazanı'nın on günü
geçtikten sonra fetih için yola çıktı. Medine'de, Ebu Rühm Külsûm b. Husayn
el-Gifarî'yi vekil bıraktı. İbn Sa'd ise, Abdullah b. Ümmi Mektûm'u vekil
bıraktı, demektedir. [867]
Hz. Peygamber'i (s.a.)
bu fethe sürükleyen, yönelten sebep; siyer, me-gazî ve tarih âlimlerinin önderi
Muhammed b. İshak b. Yesâr'm zikrettiğine göre şu idi:
Bekir b. Abdümenât b.
Kinâneoğulları Huzaâhlara saldırdılar. Huzâalı-lar, Vetîr denilen bir su
kenarında yaşıyorlardı. Bekiroğulları bir gece onlara baskın yapıp bazılarını
öldürdüler. Onları bu işe yönelten şu olaydı: Hadramîlerden Mâlik b., Abbâd
ismindeki bir adam, ticaret için yola çıkıp Huzâalı-ların yurtlarının ortasına
geldiği sırada Huzâalılar tarafından baskına uğratılıp öldürülmüş ve malları
alınmıştı. Buna karşılık Bekiroğullan da Huzâalılardan bir adama saldırmışlar
ve onu öldürmüşlerdi. (İslâmiyetin zuhurundan önce) Huzâahlar saldın
düzenleyerek, (Kinânelilerin eşrafından olan) Esvedoğullarmdan Selmâ, Külsûm ve
Züeyb'i Arafat'ta, Harem hududunu belirten taşların yanında öldürmüşlerdi.
Bütün bunlar bi'setten (Hz. Peygam-ber'in, peygamberliğinden) önceydi.
Rasûlullah (s.a.) peygamber olarak gönderilip İslâm geldiği zaman aralan
ayrıldı. İnsanlar artık bu yeni konuyla meşgul oluyorlardı.
Rasûlullah (s.a.) ile
Kureyş arasında Hudeybiye anlaşması gerçekleştiğinde şu şart ileri sürülmüştü:
"Rasûlulîah'ın (s.a.) anlaşma ve sözleşmesine girmek isteyen serbesttir;
Kureyş'in anlaşma ve sözleşmesine girmek isteyen de serbesttir." Bunun
üzerine Bekiroğullan Kureyş'in anlaşma ve sözleşmesine; Huzâalılar ise
Rasûlullah'm (s.a.) anlaşma ve sözleşmesine girdiler. Barışın uygulamaya
konmasını fırsat bilen Bekiroğullan, Huzâahlardan eski öçlerini almak
istediler. Nevfel b. Muaviye ed-DÎIÎ, Bekiroğullanndan bir topluluğun başında
çıkıp Vetîr suyu başındaki Huzâahlara bir gece baskını düzenledi ve içlerinden
bazılarını öldürdüler. Karşılıklı mızraklaşıp çarpıştılar. Kureyşliler
Bekiroğullarına silah yardımı yaptılar. Bazı Kureyşlİler gece karanlığından
istifade edip onlarla birlikte savaşa katıldı. îbn Sa'd bunlardan şu kimselerin
adını zikretmektedir: Safvân b. Ümeyye, Huveytıb b. Abdü-luzzâ^Mikrez b. Hafs.
Neticede Huzâahları Harem'e kadar sürdüler. Harem sınırına ulaştıklarında
Bekiroğulları dediler ki: "Ey Nevfel! Biz Harem'e girmişiz! İlâhından
kork, ilâhından!" O ise çok ağır bir söz söyledi: "Bugün ^âh milâh
yok! Ey Bekiroğullan! Öcünüzü alınız. Ömrüme yemin olsun ki sizler hacıları
Harem'de soyar dururdunuz da şimdi orada öcünüzü almayacak mısınız?"
Huzâalılar Mekke'ye
girdiklerinde, Büdeyl b. Verkâ el-Huzâî ile dostları, Râfi' adındaki bir
adamın evine sığındılar. Bunun üzerine Amr b. Salim el-Huzâî yola çıkıp
Medine'ye geldi. Rasûluîlah'ın (s.a.) önünde durdu. Hz. Peygamber (s.a.)
mescidde ashabının arasında oturuyordu. Amr, O'na şu şiiri okudu:
"Allah'ım! Ben
Muhammed'e hatırlatırım, Babamızla O'nun babası arasındaki eski ittifakı.
: O zaman biz baba, sizler ise oğul idiniz;
Sonra müslüman olduk,
sana yardımdan el çekmedik.
Yardım et -Allah seni hidayetten ayırmasın-
ebedî bir yardım! Allah'ın kullarım çağır; imdadımıza yetişsinler.
Rasûlullah onların
aralarında, kılıcını sıyırmış, Boyuna yükselen dolunay gibi bembeyaz.
Uğradığı zulümden
dolayı yüzü renkten renge girmiş,
Büyük ordunun başında,
denizler gibi köpükler saçarak geliyor.
Kureyşliler sana
verdikleri sözde durmadılar. Seninle yaptıkları sağlam anlaşmadan caydılar.
Bizi Mekke'nin aşağı
tarafında gözetlediler, Sen kimseyi çağırmayacaksın sandılar.
Onlar çok zelil ve çok
az kimselerdir sayıca. Geceleyin Vetîr'de, uykuda iken bize baskın yaptılar.
Rükû ve sücûd halinde iken bizi öldürdüler!"[868]
Yani, biz müslüman
olmuştuk, ama öldürüldük, demek istiyordu. R sûlullah (s.a.) ona şöyle dedi:
"Ey Amr b. Salim! Sana yardım edilecek!" Bu sırada Rasûlullah'a
(s.a.) bir bulut gösterildi. Hz. Peygamber (s,a.): "I bulut, Kâ'boğullanna
yardım edileceğine işarettir." buyurdu. Büdeyl b. Verk
Huzâalllardan bir
topluluk ileRasûlullah'm yanma gelip başlarına gelenleri ve Kureyşlilerin,
Bekiroğullarını nasıl desteklediklerini anlattılar. Sonra Mekke'ye döndüler.
Hz. Peygamber (s.a.) ashabına şöyle dedi: "Ebu Süfyan, anlaşmayı
sağlamlaştırmak ve barış süresini uzatmak için yanınıza gelmek üzere bulunuyor
galiba." [869]
Büdeyl b. Verkâ,
arkadaşlarıyla yoluna devam ediyordu. Usfan'a geldiklerinde Ebu Süfyan b. Harb
ile karşılaştılar. Kureyşliler onu, yaptıkları şeyin sonucundan korktuklarından
ötürü anlaşmayı sağlamlaştırması ve/süreyi uzatması için Rasülullah'a (s.a.)
göndermişlerdi. Ebu Süfyan, Büdeyl b. Verkâ ile karşılaştığında dedi ki:
"Nereden geliyorsun, ey Büdeyl?" Onun Hz. Peygamberin (s.a.) yanına
gittiğini sanıyordu. Büdeyl: "Şu sahilde ve vadi içlerinde bulunan
Huzâalılara gitmiştim." dedi. Ebu Süfyan: "Peki Mu-hammed'in yanına
gittin mi?" diye sordu. Büdeyl: "Hayır." dedi. Büdeyl, Mekke'ye
doğru yola koyulduğunda Ebu Süfyan, eğer Medine'den geliyorsa hayvanı muhakkak
hurma çekirdeği yeminden yemiş olmalı, diye düşünerek Büdeyl'in devesinin
dışkısını alıp ezdi. İçinde hurma çekirdeği bulunduğunu gördü. "Allah'a
yemin ederim ki Büdeyl, Muhammed'iri yanından geliyor." dedi.
Sonra Ebu Süfyan yola
koyulup Medine'ye geldi. Kızı Ümmü Habîbe*-nin evine gitti. Oturmak için Allah
Rasûlü'nün (s.a.) yatağına doğru ilerleyince Ümmü Habîbe yatağı katlayıp ondan
uzaklaştırdı. Bunu görünce: ,"Kızım, yavrum! Beni mi bu yataktan
esirgedin, yoksa onu mu benden esirgedin?" diye sordu. O da: "Hayır,
bu Allah Rasûlü'nün (s.a.) yatağıdır. Sen ise pis bir müşriksin." diye
cevap verdi. Ebu Süfyan: "Vallahi, benden sonra sana bir şer isabet
etmiş." dedi.
Sonra Ebu Süfyan,
çıkıp Rasüîullah'ın yanma geidi ve O'nunla konuştu. Fakat Hz. Peygamber (s:a.)
ona bir cevap vermedi. Ebu Süfyan, sonra Hz. Ebu Bekir'e gidip kendisi için
Rasülulİah ile konuşmasını söyledi. Hz. Ebu Bekir: "Ben bunu yapamam"
dedi. Sonra Ömer b. Hattâb'a gidip onunla konuştu. Hz. Ömer: "Ben sizin
için Rasûlullah'tan şefaat mı dileyeceğim?! Vallahi, eğer bir karıncadan
başkasını bulamasam bile onunla size karşı savaşırım!" dedi. Bunun
üzerine Ebu Süfyan, Ali b. Ebî Tâlib'in evine gitti. Hz. Fâtıma da oradaydı.
Hz. Hasan henüz bir çocuktu ve önlerinde emekleyip duruyordu. Ebu Süfyan:
"Ey Ali, şu topluluk içinde akrabalık yönünden bana en yakını sensin. Ben
bir iş için gelmiş bulunuyorum. Hiçbir şey elde edemeden, geldiğim gibi geri dönmeyeyim! Benim
için Muhammed'e ri ca et!" dedi. Hz. Ali: "Allah senin iyiliğini
versin, ey Ebu Süfyan! Vallahi] Rasûlullah (s.a.), hakkında konuşamayacağımız
bir şeye karar vermiş durum dadır." dedi. O zaman Ebu Süfyan, Fâtıma'ya
dönerek şöyle dedi: "Şu oğluna emretsen de iki taraf arasında himayeci
olsa, böylece dünyanın sonuna kadar Arapların efendisi olsa, olmaz mı?"
Hz. Fâtıma: "Vallahi, benim bu oğlum ne halk arasında himayeci olacak yaşa
gelmiştir; ne de herhangi biç kimse Rasülullah'a (s.a.) karşı himayeci
olabilir." dedi.
Ebu Süfyan, Hz. Ali'ye
dönerek: "Ey Ebu Hasan! Ben, işlerimin çok zorlaştığını görüyorum. Sen
bana bir tavsiyede bulun." dedi. Hz. Ali şöyle cevapladı: "Vallahi,
ben senin için yararlı olacak bir şey bilmiyorum. Ama sen, Kinâneoğullarımn ulu
kîşisisin. Kalk, iki taraf arasında himayeci olduj-ğunu açıkla, sonra yurduna
git." Ebu Süfyan: "Bunun bana bir fayda sağla]-yacağını sanıyor
musun!" diye sordu. Hz. Ali: "Hayır, vallahi bir faydask olacağını pek
sanmıyorum. Fakat senin için bundan başka bir yol da yok.? dedi.
Bunun üzerine Ebu
Süfyan, mescidde ayağa kalkıp: "Ey insanlar! Haberiniz olsun ki, ben iki
taraf arasında himayeci oluyorum." dedi. Sonra devesine bindi, dönüp
gitti.
Ebu Süfyan,
Kureyşlilere geldiğinde; "Ne haber var?" diye sordular. Dedi ki:
"Muhammed'in yanına vardım ve onunla konuştum. Vallahi bana hiçbir cevap
vermedi. Sonra Ebu Kuhâfe'nin oğluna gittim, ondan da bir hayır bulamadım.
Sonra Ömer b. Hattâb'a gittim, onu baş düşman buldum. Sonrja Ali'ye gittim. Onu
kavmin en yumuşağı buldum. Ali bana bir yo! gösterdi, ben de onu yaptım.
Vallahi, bilmiyorum bu yaptığım şeyin bana bir faydası olur mu, yoksa olmaz
mı?" Kureyşliler: "O'sana ne tavsiye etmişti?" dtfe sordular.
"Bana, iki taraf arasında himayeci olduğumu açıklamamı söylemişti. Ben de
öyle yaptım." dedi. Kureyşliler: "Muhammed bunu geçerli gördü
mü?" dediler. "Hayır." dedi. O zaman Kureyşliler: "Yazıklar
olsun san£! Vallahi adam seninle oyun oynamaktan başka bir şey yapmamış!"
dediler. Ebu Süfyan da: "Hayır, fakat bundan başka da yapacak bir şey
bulamadım " dedi. [870]
Rasûluilah (s.a.)
müslümanlara yol için hazırlanmalarını emretti. Ai sine de kendisi için
hazırlık yapmalarını söyledi.
Hz. Ebu Bekir, kızı
Âişe'nin yanma geldiğinde onun Hz. Peygamber'in (s.a.) yol hazırhklanyla meşgul
olduğunu gördü. Şöyle dedi: "Bu hazırlıkları yapmanı sana Rasûlullah
(s.a.) mı emretti kızım?" Hz. Âişe: "Evet." dedi ve hazırlığına
devam etti. Hz. Ebu Bekir: "Sence nereye gitmek istiyor olabilir?"
diye sorunca Hz. Âişe: "Hayır, vallahi bilmiyorum." cevabını verdi.
Derken Rasûlullah
(s.a.) müslümanlara, Mekke'ye doğru gideceklerini bildirdi. Kendilerine iyice
hazırlık yapmalarını emretti. Sonra şöyle dua etti: "Allah'ım! Yurtlarına
ansızın varabilmemiz için Kureyşlilerin casus ve habercilerini tut,
engelle." Müslümanlar hazırlıklarını sürdürdüler.[871]
Bu sırada Hâtıb b. Ebî
Beltea, Rasûluîlah'm (s.a.) kendilerinin Üzerine yürüdüğünü haber vermek için
Kureyşlilere bir mektup yazdı. Mektubu bir kadına verdi. Bunu Kureyşlilere
ulaştırması için ona bir ücret öddedi. Kadın, mektubu başında saç örgüleri
arasında gizledi. Sonra böylece yola koyuldu. Rasûlullah'a (s.a.) Hâtıb'ın
yaptığı şey hakkında gökten haber ulaştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), Hz.
Ali ile Zübeyr'i gönderdi. îbn İshak'ın dışındakiler: Ali, Mikdad ve Zübeyr'i
gönderdi, diyorlar. Rasûlullah (s.a.) onlara dedi ki: "Hemen gidin! Hâh
bahçesine vardığınızda, yanında Kureyşlilere bir mektup götüren bir kadını
hayvanı üzerinde bulacaksınız."
Hz. Ali ile Zübeyr
hemen atlarını koşturup gittiler. Sözü geçen yerde kadını tnldular ve
hayvanından indirdiler. Dediler ki: "Yanındaki mektup nerede?"
Kadın: "Yanımda mektup yok benim." dedi. Eşyasını aradılar fakat bir
şey bulamadılar. O zaman Hz. Ali -Allah ondan razı olsun- kadına dedi ki:
"Allah'a yemin ederim ki Rasûlullah (s.a.) hiçbir zaman yalan söylememiştir,
biz de yalan söylemiyoruz! Vallahi, ya mektubu çıkarırsın, ya da seni
soyacağız!" Kadın onun ciddi olduğunu görünce: "Yüzünü çevir."
dedi. O da yüzünü çevirdi. Kadın, saç örgülerini açıp arasından mektubu
çıkarttı ve onlara verdi. Onlar da mektubu Rasûlullah'a (s.a.) getirdiler.
Baktılar ki mektup Hâtıb b. Ebî Beltea tarafından Kureyşlilere yazılmış ve
Rasûlullah'ın (s.a.) onlar üzerine yürümekte olduğunu haber veriyor.
Rasûlullah (s.a.)
hemen Hâtıb'ı çağırttı ve sordu: "Bu nedir ey Hâtıb?" Hâtıb dedi ki:
"Hakkımda hüküm vermekte acele etme ya Rasûlallah! Vallahi ben, Allah'a
ve Rasûlüne iman etmiş bir kimseyim. Ben dinimden dönmedim ve dinimi
değiştirmedim. Ben Kureyşliler arasında yanaşma bi şeydim, onlardan değildim.
Benim onlar arasında ailem, akrabalarım ve çocuklarım var. Bunları himaye edecekleri bir
akrabalık da yok aramızda. Senin yanında bulunanların ise orada kendilerini
koruyacak akrabaları var. İstedim ki, bundan böyle onların yanında taraftarım
olsun da akrabalarımı himaye etsinler."
Ömer b. Hattâb dedi
ki: "İzin ver bana ya Rasûlallah, şunun boynunu vurayım! Bu adam Allah'a
ve Rasûlü'ne hiyanet etmiştir, münafıklık yapmıştır!" Rasûlullah (s.a.)
şöyle buyurdu: "O, Bedir savaşında bulunmuştur. Ne biliyorsun ey Ömer;
belki de Allah, Bedir savaşma katılmış olanlara bakıp: 'İstediğinizi yapın.
Ben sizi bağışlamışımdır.' buyurmuştur." Hz. Qmer'in gözleri doldu ve:
"Allah ve Rasûlü en iyi bilendir." dedi.[872]
Sonra Rasûlullah
(s.a.) oruçlu olarak yola çıktı. Müslümanlar da oruçlu idiler. Küdeyd'e -burası
bugün insanların (kaf harfi ile) Kudeyd dedikleri yerdir-vardıkları zaman Hz.
Peygamber (s.a.) iftar etti. Müslümanlar da O'nunla birlikte iftar ettiler.[873]
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.), Merruzzahrân'da konaklaymcaya kadar yola devam etti. Burası Mer
vadisidir. Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında on bin kişi bulunuyordu.
Allah Teâlâ,
Kureyşlilerin haber almasını engellemişti. Korku ve bekleyiş içindeydiler. Ebu
Süfyan (b. Harb) çıkıp haber toplamaya çalışıyordu. Onunla birlikte Hakîm b.
Hizam ile Büdeyl b. Verkâ, söylentileri araştırmak için çıktılar.
Bundan Önce Abbas
(b.Abdülmuttaîib), çoluk çocuğuyla birlikte müs-lüman olup muhacir olarak yola
çıkmıştı. Rasûlullah (s.a.) ile Cuhfe'de karşılaştı. Daha önce karşılaştığı da
söylenmiştir. [874]
Hz. Peygamber (s.a.)
ile yolda karşılaşanlar arasında, amcasın Ebu Süfyan b. Haris ile Abdullah b. Ebî Ümeyye de
vardı. Bu ikisi O'nunla Ebvâ'da karşılaşmışlardı. Biri amcasının, diğeri de
halasının oğlu idi. Hz. Peygamber (s.a.) bunlarla karşılaştığında,
kendilerinden gördüğü eza ve hicivler sebebiyle yüzünü çevirdi. Ümmü Seleme
O'na dedi ki: "Amcanın oğlu ile halanın oğlu senin için insanların en
şakisi olamazlar."
Ebu Ömer (İbn
Abdilber)'in anlattığına göre Hz. Ali, Ebu Süfyan'a şöyle dedi:
"Rasûlullah'ın (s.a.) yanına ön tarafından varıp O'na, kardeşlerinin Hz.
Yusuf'a söyledikleri: 'Allah'a yemin olsun ki; Allah, seni bizden üstün kılmıştır.
Doğrusu biz sana yaptıklarımızda suçlu idik.'[875]
sözünü söyle. Bundan daha güzel bir sözün bulunabilmesi asla mümkün
değildir." Ebu Süfyan da böyle yaptı. O zaman Rasûlullah (s.a.) ona şöyle
cevap verdi: "Bugün size hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur. Allah sizi
bağışlasın. O, merhamet edicilerin en merhametlisidir."[876]
Bunun üzerine Ebu
Süfyan Hz. Peygambere (s.a.) bir şiir söyledi. Şu beyitler o şiirindendir:
"Hayatına and olsun
ki, ben sancak taşıdığımda, Lâfın süvarileri Muhammed'in süvarilerini yensin
diye;
Geceleyin yola çıkıp
yolunu şaşırmış, gecesi kapkaranlık olmuş bir kimse gibiydim.
Şimdiki zamanım ise
yolum gösterilip hidayete erdiğim zamandır.
Nefsimden başka bir rehber
beni hidayete ulaştırdı.
Beni Allah'a yöneltti,
her kovulacak yerde kovduğum."
Rasûlullah (s.a.), Ebu
Süfyan'ın göğsüne elini vurup dedi ki: "Kovulan ve sürülen kimselerle
birlikte her kovulacak yere beni sen kovmuştun.[877]
Bundan sonra Ebu Süfyan
iyi bir müslüman oldu.
Denilmiştir ki:
Müslüman olduktan sonra, kendisinden utandığı için hiçbir zaman başını kaldırıp
Rasûlullah'a (s.a.) bakmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.)
onu seviyordu. Ona cennete gireceğini
haber vermişti/?[878] Hz.
Peygambe1^ (s.a.): "Hamza'ya halef olmasını ümid ediyorum."
buyurmuştu. Vefatı yaklaştığı sırada Ebu Süfyan dedi ki: "Benim için
sakın ağlamayın. Vallahi, mjjş-lüman olduğumdan beri hiçbir kötü söz
söylemedim." [879]
Rasûlullah (s.a.)
Merruzzahrân'a varıp konakladığı zaman yatsı vakti gelmişti. Orduda bulunanlara
ateş yakmalarım emretti ve on bin ateş yakıldı. Hz. Peygamber (s.a.) gece
nöbetçilerinin başına Ömer b. Hattâb'ı -Allah ondan razı olsun- görevlendirdi.
Abbas, Rasûlullah'ın
(s.a.) boz katın Beyzâ'ya binip çıktı. Rasûlullah (s.a.) savaşarak zorla
Mekke'ye girmeden önce, Kureyşliler gelip O'ndan emân istesinler diye haber
vermek için Kureyşliîere göndermek üzere bir oduncu veya herhangi bir kimse
arıyordu.
Abbas anlatıyor:
Vallahi, ben bu maksatla dolaşıyorken Ebu Süfyan (b. Harb) ile Büdeyl b.
Verkâ'nın sesini işittim. Aralarında konuşuyorlardı. Ebu Süfyan diyordu ki:
"Bu geceki kadar çok ateşi ve askeri hiçbir zaman görmedim ben."
Büdeyl ise şöyle diyordu: "Bunlar vallahi Huzâahlar! Onları harp ateşi
biraraya getirmiş." Ebu Süfyan: "Huzâalıların ateşleri ve askerleri
bunlardan daha az ve daha önemsizdir." dedi. Ebu Süfyan'ın sesini tamdım
ve: "Ey Ebu Hanzala!" dedim. O da benim sesimi tamdı; "Ebu Fadl,
sen misin?" dedi. "Evet" dedim. "Babam anam sana feda
olsun, ne haber var?" diye sordu. Ben: "Bunlar Rasûlullah (s.a.) ve
arkadaşlarıdır. Vallahi, Kureyş'in sabahı pek yaman olacak!" diye
cevapladım. Ebu Süfyan: "Peki, çare nedir, babam anam sana feda
olsun?" diye sordu. Şöyle dedim: "Vallahi, eğer sana karşı zafer
elde ederse muhakkak boynunu vuracaktır. Şu katırın arkasına bin de seni
Rasûlullah'a (s.a.) götüreyim ve senin için emân dileyeyim." Terkime
bindi. İki arkadaşı dönüp gitti. Ebu Süfyan'ı alıp götürdüm. Müslümanların
yaktığı ateşlerden her birinin yanma geldiğimizde "Kim bu?" diye
soruyorlardı. Rasûiullah'm katırını ve benim de üzerinde olduğumu gördüklerinde
"Rasûlullah'ın (s.a.) amcası, O'nun katırına bin-:miş." diyorlardı.
Ömer b. Hattâb'm ateşinin yanından geçerken "Kim ö?" ıdedj ve ayağa
kalktı. Hayvanın terkisinde Ebu Süfyan'ı görünce şöyle d^di:
"Allah düşmanı
Ebu Süfyan! Seni anlaşmasız ve sözleşmesiz olarak ele geçirmeye imkan veren
Allah'a hamdolsun." Sonra süratle Rasûlullah'm (s.a.) yanına doğru yürüdü.
Katırı topukladım da onu geçiverdi. Hemen katırdan inip Rasûlullah'm (s.a.)
yanına girdim. Ömer de bu sırada yanına gelip dedi ki: "Ya Rasûlallah!
İşte Ebu Süfyan! Bana izin ver de boynunu vurayım!" Ben: "Ya
Rasûlalîah! Ben onu himayeme aldım" dedim ve Rasûlullah'm (s.a.) yanına
geçip oturdum. Ebu Süfyan'ın başını tutup "Vallahi, bu gece benden başka
hiç kimse onunla başbaşa kalmayacak" dedim. Ömer, onun hakkındaki
isteğinde ileri gidince dedim ki: "Yavaş ol ey Ömer! Vallahi, eğer
Adi-yoğullarından bir adam olsaydı o zaman böyle demezdin." Hz. Ömer:
"Yavaş ol ey Abbas! Vallahi, babam Hattâb eğer müslüman olsaydı ona senin
müslüman oluşuna sevindiğim kadar sevinmezdim. Çünkü biliyorum ki, Rasû-lullah
(s.a.) da senin müslüman oluşuna sevindiği kadar Hattâb'ın müslüman oluşuna
sevinmezdi." dedi. RasûluUah (s.a.): "Ey Abbas, onu senin çadırına
götür de sabah olunca bana getir." buyurdu. Ebu Süfyan'ı alıp götürdüm.
Sabah olunca tekrar Rasûlullah'a (s.a.) getirdim. Rasûlullah (s.a.) onu görünce
şöyle dedi: "Yazıklar olsun sana ey Ebu Süfyan! Allah'tan başka tanrı
olmadığını anlama zamanın daha gelmedi mi?" Ebu Süfyan: "Babam, anam
sana feda olsun! Ne yumuşak huylu, ne asil ve ne iyiliksever insansın! Yemin
olsun ki Allah ile birlikte O'ndan başka bir tanrı olsaydı eğer, şimdiye kadar
bir faydası olurdu zannediyorum." dedi. Rasûlullah (s.a.) dedi ki:
"Yazıklar olsun sana ey Ebu Süfyan! Benim Allah Rasûlü olduğumu
anlayacağın vakit daha gelmedi mi?" Ebu Süfyan dedi ki: "Babam anam
sana feda olsun! Ne yumuşak huylu, ne asîl ve ne iyilik sever insansın! Bu
konuya gelince, şimdi bile hâlâ içimde bazı kuşkular var."
Bunun üzerine Abbas
ona şöyle dedi: "Yazıklar olsun sana! Müslüman ol! Boynun vurulmadan önce
Allah'tan başka tanrı olmadığım ve Muham-med'in, Allah'ın Rasûlü olduğunu kabul
et." Nihayet Ebu Süfyan, hakkı kabul edip şehadet getirdi ve müslüman
oldu.
Abbas dedi ki:
"Ya Rasûlallah! Ebu Süfyan, övünmeyi çok seven bir adamdır. Ona bir
lütufta bulunsan olmaz mı?" Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Olur.
Kim Ebu Süfyan'ın evine girerse güven içerisinde olur. Kim kapısını kapayıp
evinde oturursa o güven içerisindedir. Kim Mescid-i Haram'a girerse o da güven
içerisindedir. "
Hz. Peygamber (s.a.)
Abbas'a, Allah'ın ordusu geçerken görsün diye Ebu Süfyan'ı vadinin en dar
yerinde, boğazın yakınında dağın başlangıç yerinde tutmasını emretti. O da
böyle yaptı. Kabileler, bayraklarıyla geçiyordu. Her bir kabile oradan
geçerken, "Ey Abbas, bu kim?" diye soruyordu. (Abbaf
jder ki): Ben de; Süleymliler, diyordum.
O zaman: "Süleymlilerle aramda bir ! kavga yok." diyordu. Sonra başka
bir kabile geçiyordu, yine soruyordu: "Ey I Abbas, bunlar kim?" Ben:
Müzeyneliler, diyordum. "Müzeynelilerle aram-!da bir kavga yok"
diyordu. Nihayet kabileler bitti. Geçen kabilelerden bana ! sormadığı hiçbiri kalmadı.
Ben, kabileyi kendisine söylediğimde, benimle bun-jlar arasında bir kavga yok,
diyordu. Nihayet Rasûlullah (s.a.), Muhacirler [ile Ensar'dan meydana gelen
kalabalık bir alay içerisinde geçmeye başladı. ' Birliktekilerin her biri
zırhlara bürünmüş, gözlerinden başka bir yerleri gö-! Tünmüyordu. Ebu Süfyan
dedi ki: "Sübhanallah, ya Abbas! Bunlar kim?" | Ben: "Bunlar
Muhacirler veEnsar'la birlikte Rasûlullah'tır" dedim. Dedi ki: !
"Bunlara hiç kimse dayanamaz, hiç kimse güç yetiremez." Sonra şöyle
dedi: , "Vallahi ey Ebu Fadl! Kardeşinin oğlunun saltanatı bugün pek büyük
olmuş!" | Abbas diyor ki: "Ey Ebu Süfyan, dedim; bu
peygamberliktir!" Ebu Süfyan: "Evet, anladım." dedi. Ben de:
"Git, kavmini uyar" dedim.
Ensar'm bayrağı Sa'd
b. Ubâde'de idi. Ebu Süfyan'ın önünden gederken ona dedi ki: "Bugün en
büyük savaş günüdür. Bugün (Kabe'de savaşın) helâl kılınacağı gündür. Bugün
Allah, Kureyşlileri hor ve hakir kılacaktır!"
Rasûlullah (s.a.) Ebu
Süfyan'ın hizasına geldiği zaman Ebu Süfyan dedi ki: "Ya Rasûlalîah!
Sa'd'in ne söylediğini işitmedin mi?" Hz. Peygamber (s.a.) "Ne
söyledi?" diye sordu. Ebu Süfyan, şöyle şöyle söyledi, diye anlattı.
Bunun üzerine Hz. Osman ile Abdurrahman b. Avf dediler ki: "Ya Rasûlallah!
Biz onun Kureyşlilere saldırıp saldırmayacağından emin değiliz." RasûluUah
(s.a.) buyurdu ki: "Hayır. Bugün Kabe'nin sânının yüceltileceği bir
gündür. Bugün Allah'ın Kureyşlileri (İslâmiyetle) yücelteceği bir gündür."
Sonra Rasûlullah (s.a.) Sa'd'a haber göndererek sancağı ondan aldı ve oğlu
Kays'a verdi. Sancak, oğlu Kays'ta olunca, Sa'd'ın elinden çıkmamış sayılacağını
düşündü. Ebu Ömer (İbn Abdilber) diyor ki: Rivayet edildiğine göre Hz.
Peygamber (s.a.) sancağı Sa'd'dan alınca Zübeyr'e vermiştir.
Ebu Süfyan, yürüyüp
Kureyşlilerin yanına vardı. En yüksek sesiyle şöyle bağırdı: "Ey Kureyş
topluluğu! İşte Muhammed, karşısında dayanamayacağınız kadar büyük bir
kuvvetle yanı başınıza gelmiş bulunuyor. Kim, Ebu Süfyan'ın evine girerse;
güvencededir." Hind bt. Utbe kalkıp geldi, bıyığından yakalayıp: "Şu
yağ tulumunu, ince bacaklıyı öldürün! Kavminin ne kötü bir öncüsüdür bu!"
dedi. Ebu Süfyan dedi ki: "Yazıklar olsun size! Siz bu tutumunuzla
kendinizi aldatmayın. O, sizin karşı koyamayacağınız bir orduyla başucunuza
gelmiş bulunuyor. Kim Ebu Süfyan'ın evine girerse güvencededir. Kim Mescid-i
Haram'a girerse güvencededir." Kureyşliler dediler ki: "Allah seni
kahretsin! Senin evinin bize ne kadar faydası olabilir?" Dedi ki:
"Kim evine girip
kapısını kapatırsa güvencededir. Kim Mescid-i Haram'a girerse o da
güvencededir." Bunun üzerine insanlar, evlerine ve Mescid-i Haram'a
gitmek üzere dağıldılar.[880]
RasûluIIah (s.a.)
yürüdü, yukarı tarafından Mekke'ye girdi. Burada kendisine bir çadır kuruldu.
! RasûluIIah (s.a.),
Halid b. Velid'e Mekke'ye aşağı tarafından girmesini emretti. Halid, ordunun
sağ kanadına kumanda ediyordu. Bu kanat Eşlem, Süleym, Gifâr, Müzeyne, Cüheyne
ve daha başka Arap kabilelerinden meydana gelmişti. Ebu Ubeyde ise, piyadeler
ile zırhsız birliklere komuta ediyordu. Bunların silahı yoktu.
Hz. Peygamber (s.a.),
Halid ve yanındakilere şöyle dedi: "Eğer Kureyş-Iiîerden biri size karşı
koyarsa, onları ekin biçer gibi biçin! (Yarın) benimle buluşma yeriniz Safa
tepesidir." Karşılarına kim çıktıysa hepsini yere serdiler. Kureyş'in
serkeşleri ve ayak takımı, İkrime b. Ebu Cehil, Safvân b. Ümeyye ve Süheyl b.
Amr'ın önderliğinde müslümanlarla çarpışmak üzere Handeme'de toplandılar.
Bekiroğullarından Himâs
b. Kays b. Halid, RasûluIIah (s.a.) Mekke'ye girmeden önce silahlarını
hazırlıyordu. Karısı: "Bunları niçin hazırlıyorsun?*' diye sordu. Himâs:
"Muhammed ve arkadaşları için." dedi. Karısı: "Vaİla-hi,
Munammed ve arkadaşlarına hiç kimsenin karşı durabileceğini zannetmiyorum."
dedi. Himâs: "Vallahi, ben onlardan bazılarını esir alıp sana hizmetçi
yapmayı bile ümid ediyorum." dedi. Ve şu beyitleri söyledi:
Onlar bugün gelecek
olurlarsa ben hasta değilim; I|te mükemmel silahlar; şu uzun demirli mızrağım,
»ü iki ağızlı ve çabucak sıyrılan kılıcım." [881]
Sonra Himâs,
Handeme'de, Safvân, îkrime ve Süheyl b. Amr'a katıldı. Müslümanlar bunların
yanlarına gelince, ok ve mızraklar atmaya başladılar. Müslümanlardan Kürz b.
Câbir el-Fihrî île Huneys b. Halid b. Rabîa öldürüldü. Bu ikisi Halid b.
Velid'in süvari birliğindeydiler. Ondan ayrılmışlar ve başka bir yol
tutturmuşlardı. İkisi de öldürüldü. Müşriklerden ise on iki civarında adam
öldürülmüştü. Müşrikler yenildiler. Silahlarını hazırlamış olan Himâs da
yenilip kaçanlar arasındaydı. Evine girdi ve karısına dedi ki: "Kapıyı
üzerime kapa!" Karısı: "Hani dediğin nerede kaldı?" dedi. Himâs
şöyle cevapladı:
"Eğer sen Handeme
gününe şahit olsaydın, Safvân ve İkrime'nin nasıl kaçtıklarına;
Müslüman kılıçlarıyla
bizi karşıladılar,
Kolları ve kelleleri
nasıl biçiyorlardı, görseydin!
Vuruyorlardı,
haykırıştan başka şey duymuyorduk,
Etrafımızda,
homurtularından, haykırmalarından başka.
Beni ayıplayacak en
küçük bir söz bile söylemezdin o zaman."
Ebu Hureyre der ki:
RasûluIIah (s.a.) ilerleyip Mekke'ye girdi. İki kanattan birinin başında
Zübeyr'i, diğerinin başında Halid b. Velid'i gönderdi. Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı
da, zırhsızlara komutan yapıp gönderdi. Sonra vadinin ortasından yürüyüşe
geçtiler. RasûluIIah (s.a.) da kendi bölüğünün içerisinde idi. Ebu Hureyre
diyor ki: Kureyşliler birtakım serserileri toplamışlardı. Diyorlardı ki:
"Bunları ileri sürelim. Şayet Kureyş'in lehine bir durum olursa biz de
onlarla birlik oluruz. Eğer yenilirlerse istediklerini onlara veririz."
RasûluIIah (s.a.) "Ey Ebu Hureyre!" diye seslendi. Ben: "Buyur,
emret ya Rasûlallah!" dedim. "Bana Ensar'ı çağır. Ensar'ımdan başkası
gelmesin." buyurdu. Ebu Hureyre çağırdı. Hemen gelip Rasûlullah'ın (s.a.) etrafında
toplandılar. Şöyle buyurdu: "Kureyş'in serserilerini ve onlara katılanları
görüyor musunuz?" Sonra iki elini birbiri üzerine kavuşturarak:
"Benimle Safâ'-da buluşuncaya kadar onları ekin biçer gibi biçiniz!"
dedi. Sonra ayrıldık. Artık bizden her isteyen dilediğini öldürüyordu. Ama
onlardan hiçbiri bize bir şey yapamıyordu. [882]
Rasûlullah'm (s.a.)
bayrağı Hacûn'da, Mescia-i Feth'in bulunduğu yerde dikildi. [883]
Sonra Rasûlullah
(s.a.) kalktı. Muhacirler ve Ensar, önünü arkasını ve etrafını sarmışlardı.
Mescıd-i Haram'a girdi. Hacer-i Esved'e doğru yöneldi, onu selâmladı. Sonra
Kabe'yi tavaf etti. Elinde bir yay vardı. Kabe'nin etrafında ve üzerinde üç
yüz altmış put bulunuyordu. Elindeki yay ile putlara dürtüyor ve şöyle
diyordu: "Hak geldi, bâtıl yok olup gitti. Zaten bâtıl her zaman yok
olmaya mahkumdur."[884]
"Hak geldi. Bâtıl, ne yoktan bir şeyi var edebilir, ne de yok olanı
tekrar diriltebilir." [885]Putlar
yüzleri üstü birbiri üzerine devriliyordu. [886]
Peygamber (s.a.)
tavafı devesi üzerinde yapiyorduj O gün ihramlı değildi. Yalnız tavafla
yetindi. Tavafı tamamlayınca Osman b. Talha'yı çağırdı. Kabe'nin anahtarlarını
kendisinden aidi. Kapının bununla açılmasını emretti, kapı açıldı. İçeriye
girdi. Kabe'nin içindeki resimleri gördü. Hz. İbrahim (a.s.) ile Hz. İsmail
(a.s.)'in fal okları çekiyor halde yapılmış resimlerini gördü. Buyurdu ki:
"Allah bunu yapanları kahretsin! Vallahi, o ikisi hiçbir zaman fal oku
çekmemişlerdir!"[887]
Hz. Peygamber (s.a.),
Kabe'nin içinde Öd ağacından yapılmış bir güvercin heykeli gördü. Bunu kendi
eliyle kırdı. Resimlerin yok edilmesini emretti, resimler silindi.
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.) kapıyı üzerine kapattırdı. Üsâme ve Bilâl de içerideydi. Kapının
karşısına gelen duvara doğru, üç arşın kalıncaya kadar ilerledi. Burada durup
namaz kıldı. Sonra Beytullah'ın içinde dolaşt bir köşesinde tekbir getirdi,
Allah'ı birledi. Sonra kapıyı açtı.
Bu sırada Kureyşlüer
sıra sıra Mescid-i Haram'a doluşmuşlar, Hz gamberMn (s.a.) ne yapacağını
gözlüyorlardı. [888]
Hz. Peygamber (s.a.)
kapının sövelerine tutundu. Kureyşlüer kapiı tında idiler. Şöyle buyurdu:
"Allah'tan başka
ilâh yoktur. O yegânedir, O'nun ortağı yoktur. O, va*-dini yerine getirdi ve
kuluna yardım etti. Bütün düşmanları tek başına bozguna uğrattı. İyi bilin ki,
cahiliye çağma ait herşey, mal ve kan davaları, Beytullah'ın perdedarlığı ile
hacılara su dağıtma âdetleri dışında hepsi de şu iki ayağımın altındadır,
kaldırılmıştır. İyi bilin ki, kamçı ve sopa ile yapılan yarı kasıtlı
(şibhu'1-amd) hatâen adam öldürmenin ağır bir diyeti vardır. Bu da, içlerinden
kırkının karınlarında yavruları olmak şartıyla yüz devedir.
Ey Kureyş topluluğu!
Muhakkak ki Allah, cahiliye gururunu, cahiliye atalarıyla övünüp büyüklenmeyi
sizden kaldırmıştır. Bütün insanlar Âdem'den, Âdem de topraktan
yaratılmıştır!"
.
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.) şu âyeti okudu: "Ey insanlar! Biz sizi| bir erkek ile bir dişiden
yarattık. Birbirinizle tanışasmız diye sizi milletlere veika-bilelere ayırdık.
Allah katında en üstün olanınız, en çok sakmanımzdir. Şüphesiz ki Allah
herşeyi bilir, herşeyden haberdardır.[889]
Sonra şöyle
buyurdu:
— Ey Kureyş topluluğu!
Şimdi hakkınızda ne yapacağımı sanıyorsunuz?
Kureyşliler:
— Hayır yapacağını.
Sen iyi bir kardeşsin, iyi bir kardeş oğlusun, dediler. Hz. Peygamber (s.a.)
buyurdu:
— Ben, size Hz.
Yusuf'un kardeşlerine dediğini söyleyeceğim: "Size bugün hiçbir başa
kakma ve ayıplama yoktur." Gidin, sizler serbestsiniz! [890]
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.) Mescid-i Haram'da oturdu. Hz. Ali O'na doğru geldi. Kabe'nin anahtarı
elindeydi. Dedi ki: "Ya Rasûlallah! Kabe per-dedarlığt (hicâbe) ile
hacılara su dağıtma (sikâye) işini bize ver. Allah'ın selâmı üzerine
olsun." Rasûlullah (s.a.) buyurdu: "Osman b. Talha nerede?"[891]
Çağırdılar, geldi. Ona şöyle dedi: "İşte anahtarın ey Osman. Bugün iyilik
ve vefa günüdür."[892]
İbn Sa'd, Tabakat'mda,
Osman b. Talha'nın şöyle dediğini naklediyor: Biz cahiliye döneminde Kabe'yi
pazartesi ve perşembe günleri açıyorduk. Rasûlullah (s.a.) bir gün halk ile
birlikte Kabe'ye girmek için gelmişti. Ben kendisine sert davranmış ve dil
uzatmıştım. O ise bana yumuşak davranarak: "Ey Osman! Umulur ki bir gün
sen bu anahtarı benim elimde göreceksin. O zaman onu istediğime
vereceğim." demişti. Ben de: "O gün, Kureyş'in mahvo-lup kıymetten
düşeceği gün olacaktır." demiştim. Buna karşılık: "Hayır. Asıl o
zaman Kureyş yaşayacak ve üstün olacaktır." diye cevap vermiş ve Kabe'ye
girmişti. Bana söylediği bu söz, hiç aklımdan çıkmamış ve bir gün olacak diye
hep beklemiştim. Fetih günü olunca bana dedi ki: "Ey Osman! Anahtarı bana
getir." Ben de getirdim. Anahtarı benden aldı, sonra tekrar bana geri
verdi ve dedi ki: "Ebedî bir miras olarak ve temelli kalmak üzere bunu
alın. Onu sizin elinizden ancak zalim olan alabilir. Ey Osman! Allah Teâlâ,
Beyt'-ini size emanet ediyor. Bu beyt sebebiyle size ulaşacak şeyleri meşru
olarak yeyiniz." Osman b. Talha devamla şöyle anlatıyor: Dönüp gidiyordum,
Hz. Peygamber beni çağırdı. Geri dönüp gittim. Bana dedi ki: "Sana
vaktiyle söylediğim şey aynen olmadı mı?" İşte o anda hemen hicretten
önce Mekke'de iken bana söylemiş olduğu "Umulur ki bir gün sen bu anahtarı
benim elimde göreceksin. O zaman onu istediğime vereceğim." sözünü
hatırladım ve dedim ki: Evet, şahitlik ederim ki sen, şüphesiz Allah
Rasûlü'sün![893]
Saîd b. Müseyyeb'in
naklettiğine göre Abbas, o gün anahtarı Haşimo-ğullanndan bazı adamların
gözetimine almak için üstünlük taslamışü. Fakat Rasûlullah (s.a.) anahtarı
Osman b. Tahla'ya geri verdi. [894]
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.) Bilâl'e, Kabe'nin üzerine çıkıp ezan okumasını emretti. Bu sırada Ebu
Süfyan b. Harb, Attâb b. Esîd, Haris b. Hişâm ve Kureyş'in ileri gelenleri
Kabe avlusunda oturuyorlardı. Attâb dedi ki: "Allah (babam) Esîd'e lütfetti
de duyduğunda hiç hoşlanmayacağı şu sesi ona işittirmedi." Haris şöyle
dedi: "Vallahi, O'nun gerçek peygamber olduğunu bilseydim muhakkak
kendisine tâbi olurdum." Ebu Süfyan ise şöyle dedi: "Vallahi, ben
hiçbir şey söylemeyeceğim. Eğer konuşursam şu çakıl taşları bile söylediklerimi
haber verirler." İşte bu esnada Hz. Peygamber yanlarına çıkıp geldi ve
onlara dedi ki: "Ben sizin söylediklerinizi biliyorum!" Sonra
konuşulanları aynen onlara tekrarladı. Haris ve Attâb o zaman dediler ki:
"Biz şahitlik
ederiz ki sen, Allah'ın Rasûlü'sün! Vallahi, bu söylediklerimize, hiçbir kimse
yanımızda bulunup da vâkıf olmadı ki, o sana haber verdi diyelim![895]
Sonra Rasûiullah
(s.a.), Ebu Tâlib'in kızı Ümmü Hâni'nin evine girdi ve gusül yaptı. Onun evinde
sekiz rekât namaz kıldı. Kuşluk vaktiydi.[896] Bu
yüzden bazıları bu namazın, kuşluk namazı olduğunu zannettiler. Halbuki bu,
fetih namazı idi. Bundan böyle müslüman komutanlar bir kaleyi, bir şehri
fethettikleri zaman, Rasûlullah'a (s.a.) uymak için fetihten hemen sonra bu
namazı kıldılar. Olayın anlatımında, bu namazın fetih münasebetiyle Allah'a
şükür olarak kılındığına bir delil de bulunmaktadır. Çünkü Ümmü Hâni: "Bu
namazı kıldığını ne bundan önce, ne de bundan sonra görmüştüm." demiştir.
Ümmü Hâni, kocasının
iki yakınını himayesine almıştı. Rasûiullah (s.a.) ona şöyle dedi: "Senin
emân verdiğine biz de emân verdik ey Ümmü Hâni!"[897]
Fetih tamamlanınca
Rasûiullah (s.a.), dokuz kişi dışında bütün insanlara emân verdiğini açıkladı.
Bu dokuz kişinin ise, Kabe'nin örtüsü altında bulunsalar bile öldürülmelerini
emretti. Onlar şunlardı: Abdullah b. Sa'd b. Ebî ,Serh, İkrime b. Ebî Cehil,
Abdüluzzâ b. Hatal, Haris b. Nüfeyl b. Vehb, Makîs b. Subâbe, Hebbâr b. Esved,
İbn Hatal'm şarkıcı iki kadın kölesi -bunlar Rasûiullah (s.a.) hakkında
hicivler içeren şarkılar okurlardı-, Abdülmuttalibo-ğullarından birinin
azadlısı olan Sâre.
Bunlardan îbn Ebî Şerh
müslüman oldu. Osman b. Affân onu getirip Rasûlullah'tan (s.a.) emân vermesini
istedi. Hz. Peygamber (s.a.), sahabeden bazılarının kalkıp onu öldürmelerini
umarak ondan vazgeçtikten sonra bunu kabul etti. O, daha önce müslüman olup
hicret etmiş, sonra dinden çiikıp Mekke'ye geri dönmüştü.
i: İkrime b. Ebî
Cehil'in kaçışından sonra karısı gelip onun adına emân iistedi. Hz. Peygamber
(s.a.) ona da emân verdi. O zaman İkrime dönüp geldi ve müslüman oldu. İyi
müslüman oldu.
İbn Hatal, Haris ve Makîs
ile iki şarkıcı kadından biri öldürüldüler. Makîs, müslüman olmuş, sonra dinden
çıkıp (kardeşini yanlışlıkla öldüren sahabî Evs b. Sâbit'i) öldürüp müşriklere
katılmıştı. Hebbâr b. Esved'e gelince; bu, Ra-sûlullah'ın (s.a.) kızı Zeyneb'in
Medine'ye hicreti sırasında karşısına çıkmış, mızrakla vurup onu bir kaya
üzerine düşürmüş ve karnındaki çocuğu düşürmesine sebep olmuş ve kaçmıştı.
Daha sonra müslüman oldu, iyi de müslüman oldu.
Rasûlullah'tan (s.a.),
Sâre ile iki şarkıcı kadından biri için de emân istenildi. Hz. Peygamber
(s.a.) onlara da emân verdi. Bu iki kadın da müslüman oldu. [898]
Fetih'in ertesi günü
olunca, Rasûiullah (s.a.) insanlar arasında ayağa 1 al-kıp konuştu: Allah'a
hamd ve senada bulunup O'nu lâyık olduğu biçimde övdükten sonra dedi ki:
(Ey insanlar! Şüphe
yok ki Allah, gökleri ve yeri yarattığı gün Mekke'yi de haram ve dokunulmaz
kılmıştır. Burası Allah'ın, kıyamet gününe kadar haram ve dokunulmaz kıldığı
yerdir. Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kimsenin, burada kan dökmesi ve
ağaç kesmesi helâl değildir. Şayet bir kimse, Rasûlullah'm burada çarpışmasını
ruhsat saymaya kalkışırsa, ona: 'Allah yalnız Rasûlü'ne izin vermişti. Size
izin vermemiştir.' deyiniz. Bana da ancak günün belli bir saatinde helâl
olmuştur. Artık Mekke'nin bugünkü ha-ramhğı dünkü haramlığına dönmüştür. Bu
söylediklerimi, burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın."[899]
Allah Teâlâ;
Rasûîü'nün şehri, vatanı ve doğum yeri olan Mekke'nin fethini kendisine nasip
edince, Ensar aralarında şöyle konuştular: "Ne dersim niz, Allah,
Rasûlullah'a (s.a.) şehri ve vatanı olan Mekke'nin fethini nasib edince artık
orada mı kalır?" Hz. Peygamber (s.a.) bu sırada ellerini kaldırmış Safa
tepesinde dua ediyordu. Duasını bitirdikten sonra "Ne diyordunuz?"
diye sordu. "Bir şey yok, ya Rasûîallah!" dediler. Ama çok geçmeden
konuşulanı kendisine söylediler. O zaman Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Allah korusun; hayatım sizin hayatınızladır, Ölümün sizin
ölümünüzledir."[900]
Rasûlullah (s.a.)
Beytullah'ı tavaf ederken, Fudâle b. Umeyr b. Mülev-vih O'nu öldürmeyi
tasarladı. Ona doğru yaklaştığında Hz. Peygamber (s.a.): "Sen Fudâle
misin?" diye sordu. "Evet, ya Rasûlallah!" dedi. Peygamberimiz:
"Kalbinden ne geçiriyordun?" diye sorduğunda Fudâle: "Hiçbir
şey, Allah'ı zikrediyordum." cevabım verdi. Hz. Peygamber (s.a.) gülümsedi
ve: "Allah'tan bağışlanmam dile." buyurdu. Sonra elini onun göğsüne
koyunca kalbi yatıştı. Fudâle derdi ki: "Vallahi, Rasûlullah (s.a.) elini
göğsümden kaldırdığı zaman, benim için Allah'ın yaratıkları arasında O'ndan
daha sevgili olan hiçbiri yoktu." Fudâle şöyle anlatıyor: Sonra aileme
döndüm. Başımdan geçenleri bir kadına anlatıyordum. Kadın: "Söze
gel" dedi. "Hayır", dedim. Fudâle, şöyle diyerek kalkıp gitti:
"Kadın bana, söze
gel, dedi; dedim ki, Senden geri durur, Allah ve İslâm;
Eğer Muhammed ve
taraftarlarını görseydin, Fetihle, putların parçalandığı gün;
Görürdün Allah'ın
dinini mutlaka apaçık ve aydınlık; Şirkin ise yüzünü karanlıkların bürüyüp
nasıl kararttığını.'[901]
O gün Safvân b. Ümeyye
ile İkrime b. Ebî Cehil kaçtılar. Umeyr b. Vehb el-Cumahî, Rasûlullah'tan (s.a.) Safvân için emân
istedi. Rasûluîlah (s.a^) emân vermeyi kabul etti ve Mekke'ye girdiği günkü
sarığını ona verdi. Safvân gemiye binmek üzere iken Umeyr kendisine yetişti ve
onu geri getirdi. (Hz. Peygamber kendisini İslâm'a dstyet edince) Safvân: Bana
bu konuda iki ay mühlfet ver, dedi. Rasûlullah (s.a.): "Sana dört ay
mühlet verilmiştir." buyurdu.[902]
Haris b. Hişâm'm kızı
Ümmü Hakîm, İkrime b, Ebî Cehil'in nikâhı altındaydı; müslüman oldu.
Rasûlullah'tan (s.a.), kocasına emân vermesini istedi. Hz. Peygamber de ona
emân verdi. Ümmü Hakîm, kocasına Yemen'de yetişti, ona güvence verdi ve onu
alıp geri getirdi. Rasûlullah (s.a.) Safvân ile bunların eski nikâhlarını kabul
etti.[903]
Daha sonra Rasûlullah
(s.a.), Temîm b. Esîd el-Huzâî'ye emrederek, harem sınırlarını işaretleyen
taşlan yenilettirdi[904]
Rasûlullah (s.a.),
Kabe çevresindeki putlar için birlikler gönderdi. Bu putların hepsi kırılarak
yok edildi. Lât ve Uzzâ ile bir üçüncüsü olan Menât da bunlardandır. Hz.
Peygamber'in (s.a.) münadisi Mekke'de şöyle bağırdı: "Kim, Allah'a ve
âhiret gününe inanıyorsa; evinde hiçbir put bırakmasın, hepsini
kırsın!"
Hz. Peygamber (s.a.),
Ramazan ayının bitimine beş gece kala, Halid b. Velid'i Uzzâ putunu yıkması
için gönderdi. Halid, ashabtan otuz süvari ile birlikte gitti. Putu yıkıp
Rasûlullah'a (s.a.) döndü ve olanları haber verdi. Rasûlullah (s.a.): "Bir
şey gördün mü?" diye sordu. Halid: "Hayır" dedi. Rasûlullah
(s.a.): "Sen onu tam olarak yıkamamışsın, dön ve onu yık." buyurdu.
Halid öfkeli öfkeli geri döndü. Kılıcını sıyırdı. Bu sırada karşısına çırılçıplak,
kapkara ve saçı başı dağınık bir kocakarı çıktı. Putun hizmetçisi kocakarıya
bağırmaya başladı. Halid kılıcım vurup kanyı ikiye böldü. Sonra Rasûlullah'a
(s.a.) dönüp olanları anlattı. Hz. Peygamber (s.a.): "Evet, işte o
Uzzâ'dır. Artık ülkenizde kendisine tapılmasından edebiyen ümidini kesmiştir."
buyurdu. Bu put Nahle'de bulunuyordu. Kureyş ile bütün Kinâneo-ğullarmm putu
idi. Onların en büyük putu buydu. Onun bakıcıları Şeybânoğulları idi.
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.) Amr b. Âs'ı, Huzeyl kabilesinin putu olan Suvâ'i yıkmaya gönderdi. Amr
der ki: Putun yanına vardığımda bakıcısı da oradaydı. Bana: "Ne istiyorsun?"
diye sordu. "Rasûlullah (s.a.) bana, bu putu yıkmamı emretti." dedim.
Bakıcı: "Buna gücün yetmez." dedi. "Niçin?" diye sordum.
"Seni bundan alıkoyar." dedi. Ona: "Sen hâlâ bâtıl üzerindesin.
Yazıklar olsun sana. Bu put işitir veya görür mü hiç?!" dedim ve yanına
yaklaşıp putu kırdım. Sonra arkadaşlarıma emrettim, putun hazinesini yıktılar.
İçeride hiçbir şey bulamadık. Sonra bakıcıya: "Nasıl, gördün mü?"
diye sordum. Bakıcı: "Ben Allah'a teslim oldum." dedi.[905]
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.) Sa'd b. Zeyd el-Eşhelî'yi Menât üzerine gönderdi. Kudeyd yakınlarında
Müşellel'de bulunuyordu. Evs, Hazrec, Gassan ve diğer kabilelerin putu idi.
Sa'd yirmi süvari ile yola çıktı. Ordaya vardıklarında bakıcısı yanındaydı.
"Ne istiyorsunuz?" diye sordu. "Menât'ı yıkmayı" dedim.
Bakıcı: "İşte sen, işte o." dedi. Sa'd puta yönelip üstüne doğru
yürüdü. Karşısına çırılçıplak, kapkara, saçı başı dağınık bir kadın çıktı.
Feryad edip bağırıyor ve göğsünü dövüyordu. Bakıcı, kadına: "Menâfi yanına
al ve isyankârları parçala." dedi. Sa'd vurdu ve kadını öldürdü. Sonra
putun yanına geldi. Arkadaşlarıyla birlikte onu yıkıp parçaladılar. Hazinesinde
hiçbir şey bulamadılar.[906]
îbn Sa'd der ki: Halid
b. Velid, Uzza'yı yıkmaktan döndüğünde Rasû-lullah (s.a.) Mekke'de bulunuyordu.
Onu, Cüzeymeoğullannı İslâm'a davet etmesi için gönderdi. Savaşmak için
göndermemişti. Halid, Muhacirler ve En-sar ile Süleyinoğullanndan üç yüz elli
kişilik bir birliğin başında yola çıktı. Yanlarına ulaştığında: "Siz
kimlersiniz?" diye sordu. Şöyle cevap verdiler: "Biz müsîümanız.
Namaz kılıyoruz ve Muhammed'i (s.a.) tasdik ediyoruz. Meydanlarımızda mescidier
yapık ve buralarda ezan da okutuyoruz." Halid: "Peki, üzerinizdeki
bu silahlar ne oluyor?" diye sordu. Cüzeymeoğulla-n: "Araplardan bir
kavim ile aramızda düşmanlık var. Sizin onlar olmanızdan korkmuştuk." diye
cevapladılar. Onların, müslüman olduk ( = eslemnâ) demeyi beceremeyerek,
sabe'nâ ( = biz dinimizden çıktık) dedikleri de söylenmiştir. Halid:
"Silahlarınızı bırakın." deyince silahlarını bırakıverdiler.
"Onları esir edin!" diye emretti. Müslümanlar onları esir aldılar.
Sonra onlardan bir kısmına
emredip diğerlerinin ellerini boyunlarına bağlattı. Onları arkadaşlarına
paylaştırdı. Seher vakti olunca Halid b. Velid: "Yanında esir bulunan
herkes onun boynunu vursun!" diye seslendi. Süleymoğullan elîerindekileri
öldürüverdiler. Fakat Muhacirler ile Ensar esirlerini salıverdiler. Halid'in
yaptıkları Hz. Peygamber'e (s.a.) haber verilince: "Allah'ım! Halid'in
yaptıklarından dolayı sana sığınıyorum." buyurdu ve Hz. Ali'yi,
öldürülenlerin diyetlerini ve kaybettiklerini ödemesi için gönderdi.[907]
Halid ile Abdurrahman
b. Avf arasında bu meseleden dolayı birtakım sözler ve atışmalar oldu. Bunlar
Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaşınca şöyle buyurdu: "Yavaş ol ey Halid!
Ashabıma ilişme. Vallahi, eğer senin Uhud dağı kadar altının olup onu Allah
yolunda harcasan, ashabımdan bir kimsenin sefer için yaptığı bir sabah
yürüyüşüne veya akşam yürüyüşüne erişemezsin."[908]
Hassan b. Sabit (r.a.)
Hudeybıye umresi hakkında şu şiiri söylemiştir
"Zâtu'l-Esâbi' ve
ilerisindeki Civâ, Azra'ya kadar silindi; şimdi evleri bomboş,
Hashâsoğullannın diyarı bitkisiz, çorak;
rüzgârlar ve yağmur izlerini siler, örter,
Orada bir dost ve otlu
sulu bol arazilerinin arasında ise develer ve davarlar daimî bulunurdu.
Bırak bunu, fakat
yatsı (vakti) geçip gittiğinde, beni uykusuz bırakan hayalin hakkından kim
gelir?
Onu kendine köle
kılan, Şâ'sa'dır; onun kalbine o kadından bir şif? yoktur.
Sanki Beyt'i Ra's'ten
bir yıllanmış mühürlü şarap gibidir ki karışımı bal ile sudur,
Bir gün işte o içkiler
anıldıklarında, onlar Râh şarabının güzel j na feda olsunlar.
Eğer savaşmak veya
sövüşmek gibi şeyler olduğu zaman kınai gerektiren bir şey yaparsak bunu işte o
içkilerin üzerine atanz. Onları
içiyorduk ve onlar da bizi krallar ve aslanlar olarak bırakıyorlardı, düşmanla
karşılaşmak bizi yıldırmıyordu.
Atlarımızı toz
kaldırır vaziyette görmezseniz, onları kaybettik demektir. Buluşma yerleri
Kedâ'dır.
Yularlar ile yarış
içindedirler, omuzlarının üzerinde susamış mızraklar vardır.
Küheylanlanmız diğer
atlardan çok önde; kadınlar, onları geri çevirmek için başörtüîeriyle yüzlerine
vururlar.
Ya yüzünüzü bizden
öteye çevirirsiniz umre yaparız; fetih olur ve perde açılır;
Yoksa bir gün boyunca
kılıçla vuruşmaya katlanın, o günde Allah dilediği kimseleri üstün kılar.
Cebrail içimizde
Allah'ın elçisidir. Rûhu'l-Kudüs'ün bir dengi yoktur.
Allah buyurdu ki:
"Size bir kul gönderdim, hakkı söyler; sınama yarar sağlarsa.
Onu şahit tuttum, o
halde kalkınız ve onu tasdik ediniz." Siz ise, ne kalkarız, ne dileriz
dediniz.
Allah buyurdu ki:
"Bir ordu yola çıkardım ki onlar Ensar'dır, hedefleri düşmanla karşılaşmaktır." -
Bizim herVün
alıştığımız: Sövüşmek, vuruşmak yahut atışmaktık.
Bizi hicvedenlere
kâfiyelerle hadlerini bildiririz ve kanlar karıştığında boyunlarım
vururuz.
Ebu Süfyan'a benden
bir mektup ilet, artık gizlilik kalktı:
Kılıçlarımız seni bir
köle yaptı; Abdüddâroğullannm efendileri cariyelerdir,
Muhammed'i hicvettin,
ben de onun adına cevap verdim; bunun Allah katında karşılığı verilecektir.
Dengi olmadığın halde
O'nu hicvettin ha?! Öyleyse şerriniz hayrınıza fedadır.
Mübarek, iyi, hanîf,
Allah'ın emîni, tabiatı akdine vefadan ibaret birini
hicvettin!
İçinizden O'nu
hicveden kimseyle (bizden) O'nu medheden, O'na yardım eden kimse hiç denk olur
mu?
Benim babam, onun
babası ve ırzım, Muhammed'in namusunu sizden korumak için bir sığınaktır.
Lisanım keskindir, bir
kusuru yoktur. Denizimi ise kovalar bulandiramaz. [909]
Hudeybiye barışı, bu
büyük fethin öncesinde bir başlangıç ve bir hazırlıktı. Bu barış sayesinde
insanlar birbirine güven duydular ve birbirleriyle konuştular, İslâm dini
hakkında tartışma yaptılar. Mekke'deki imanlarını gizleyen müslümanlar
dinlerini açığa vurma, ona çağrıda bulunma ve onun üzerinde tartışma yapma
imkânı buldular. Bu barış sebebiyle büyük bir insan kitlesi İslâm'a girdi. Bu
yüzden Allah Teâlâ, şu âyetinde onu bir fetih olarak isimlendirdi:
"Doğrusu biz sana apaçık bir fetih verdik." [910]
Hudeybiye barışı hakkında bu âyet nazil olunca Hz. Ömer (r.a.): "Bu bir
fetih midir, ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.) de:
"Evet!" buyurdu. [911]Allah
Teâlâ Hudeybiye'yi fetih olarak anısını tekrarladı ve: "Allah, Rasû-lü'nün
rüyasını doğru çıkardı..." diye başlayan âyetin "Allah sizin bilmediğinizi,
bilir. Size bundan başka yakın zamanda bir fetih verecektir.[912] kısmında
böyle andı. Büyük olayların öncesinde, onlara bir giriş ve işaret niteliğinde
mukaddimeler takdim etmek Allah Teâlâ'nın âdetidir. Nitekim Hz. İsa ve babasız
yaratılışı kıssasının öncesinde, Hz. Zekeriyya kıssasını ve onun
du-rumundakilerin çocuk sahibi olamayacağı kadar yaşîı oluşuna rağmen ona çocuk
verişini anlatmıştır. Yine kıblenin neshedilmesinin öncesinde Kabe'nin
tarihini, yapılışını ve hürmete lâyık oluşunu, isminin yüceltilişini; sonra
yapıcısını ve onun hürmet ve medhe lâyık oluşunu anlattı ve bütün buniardan
önce neshi, onu gerektiren hikmetini ve onu kuşatan kudretini zikretmek
suretiyle bir ön giriş yaptı. Rasûlü'nün (s.a.) peygamber olarak gönderilmesi
öncesinde Fil kıssasını, kâhinlerin onu müjdelemelerini ve başka şeyleri
anlatmış olması da böyledir. Uyanık halde iken vahyin gelmesinden önce
Rasûlullah'm (s.a.) uykusunda gördüğü salih rüyalar da, aynı şekilde bir mukaddimedir.
Hicret de cihad emri öncesi yine bir mukaddimedir. Şeriatın ve kaderin
sırlarını, gereği gibi düşünen kişi, O'nun hikmetinin, akılları hayrete düşüren
hallerini görür.
1— Anlaşmalılar,
devlet başkanının zimmetinde, himaye ve güveni altında bulunanlarla
savaştıklarında, devlet başkanına savaş açmış sayılırlar ve aralarındaki
anlaşma ortadan kalkmış olur. Bu durumda devlet başkanı onlara» yurtlarında
geceleyin baskın yapabilir. Eşitlik üzere anlaşmanın bozulduğunu onlara
bildirmesine ihtiyaç yoktur. Bildirme, ancak onların hiyanet etmelerinden
korkarsa olur. Hiyanet gerçekleştiğinde ise, onunla yapılan anlaşmanın dışına
çıkmış ve anlaşmayı bozmuş olurlar.
2—
Anlaşmalılar ses çıkarmadıkları, karşı gelmedikleri ve buna razı oldukları
takdirde, bizzat yapanlarla destekçileri dahil, hepsinin anlaşması bozulmuş
olur. Şöyle ki; Kureyş'ten Bekiroğulları'na yardım edenler onların bir kısmıydı
ve hepsi onlarla birlikte savaşmamışlardı. Bununla birlikte Hz. Peygamber
(s.a.) hepsine birden savaş açmıştır. Şöyle ki: Nasıl sulh anlaşmasına, tâbi
olarak girmişler ve onlardan her biri ayrı bir sulh anlaşması yapmamış,
yapılan anlaşmaya razı olup onu kabullenmişlerse, işte onların anlaşmayı bozmalarının
hükmü de aynen böyledir. Gördüğünüz gibi kuşkusuz Allah Rasûlü'nün (s.a.)
sünneti işte budur.
Bunun bütüne şâmil
edilmesi herbir fert anlaşmayı bozacak davranışı bizzat yapmış olmasa bile
onların cemaatinin buna razı olmaları halinde anlaşmayı bozan zimmîlere bu
hükmün icra edilmesi demektir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.), bazı yahudiler oğluna
saldırdıklarında ve bir evin damından taş atıp kolunu kırdıklarında Hayber
yahudilerini (yurtlarından) sürmüştür. Hatta Hz. Peygamber (s.a.)
Kurayzaoğulları'nın bütün savaşçılarını öldürmüş, onlardan her birine
anlaşmayı bozup bozmadığım sormamıştır. Sadece iki adamın suikaste teşebbüs
etmesine rağmen Nadîroğullarını sürmesi de böyledir. Kay-nukaoğullan'na da
böyle davranmıştır. Fakat Abdullah b. Übeyy, Allah Ra-sûlü'nden (s.a.) onları
bağışlamasını istedi. İşte Rasûhıllah'm (s.a.) şeksiz-şüphesiz tavrı ve metodu
budur.
Âlimler, destekçinin
bizzat savaşa katılan kimse gibi olduğu konusunda icmâ etmişlerdir; ganimet
taksiminde ve sevap elde etme hususunda da hepsinin tek tek savaşa bizzat
katılmaları şart değildir.
Yol kesiciler de bu
hükme dahildir: Destekçileri de bizzat buna katılanlar gibidir. Çünkü bizzat
yapan, ancak geride kalanlardan aldığı güç sayesinde kötülüğe girişmiştir,
onlar olmasa ulaşmış olduğu şeye ulaşamaz. Şüphesiz doğrusu budur ve bu, Ahmed
(b. Hanbel), İmam Mâlik, Ebu Hanîfe ve daha başka imamların görüşüdür.
3— Savaş
durumundaki harbîlerle 10 yıl savaş yapmamak üzere aniaş-ma caizdir, ama bundan
(10 yıldan) daha fazla süreli bir anlaşma caiz midir? Doğrusu; ihtiyaç ve
tercih edilen bir menfaat sebebiyle bunun caiz olmasıdır. Meselâ, müslümanlar
tarafında bir zaaf bulunuyor ve düşmanları da kendilerinden daha güçlü bir
durumda ise ve on yıldan daha uzun süreli anlaşma yapmada İslâm'ın bir menfaati
varsa caizdir.
4— Devlet
başkanı veya bir başka kimse, kendisinden verilmesi caiz yahut vacip olmayan
şeyler istendiğinde, onu vermekten kaçınmak için susabilir. Susması istenileni
vermek anlamına gelmez. Zira Ebu Süfyan, Allah Ra-sûlü'nden (s.a.) anlaşmanın
yenilenmesini istemiş, ama Hz. Peygamber (s.a.) susmuş, ona herhangi bir
şekilde cevap vermemiştir. Hz. Peygamber (s.a.), bu susmasından ötürü onunla
anlaşma yapmış olmadı.
5—
Kâfirlerin elçileri öldürülmez. Nitekim Ebu Süfyan, anlaşmayı Bozanların
hükmüne dahil olduğu halde Allah Rasûlü (s.a.) onu öldürmemiştir. Çünkü o,
kavminin Hz. Peygamber'e (s.a.) gönderdiği bir elçi idi. '
6— İslâm daveti kendilerine ulaşmışsa, kâfirlere
kendi memleketlerinde, evlerinde gece baskını yapmak ve onları gafil avlamak
caizdir. İslam daveti kendilerine ulaştıktan sonra Rasûlullah'm (s.a.)
seriyyeleri, O'nun izniyle kâfirlere geceleyin baskın yapıp saldırıyorlardı.
7— Casusun
öldürülmesi -müslüman da olsa- caizdir. Zira Hz. Ömer (r.a.) Rasûlullah'tan (s.a.),
Mekkelilere durumu haber verecek mektubu gönderdiği için Hâtıb b. Ebî
Beltaa'yi öldürme izni istedi. Ancak Hz. Peygamber (s.a.): Öldürülmesi helâl
olmaz, o müslümandir, buyurmadı da, aksine: "Nerden biliyorsun, belki de
Allah, Bedir savaşına katılanlara vâkıf olup, onları tanıyarak: 'İstediğinizi
yapın!' buyurmuştur." dedi. Böylece onun öldürülmesin-deki engeli
belirterek cevap verdi; o-engel de Bedir gazasına katılmış olmasıdır. Bu
şekilde cevap verilmesi, böyle bir engeli olmayan casusun öldürülmesinin caiz
oluşuna bir tenbih gibidir. Bu, İmam Mâlik ile Ahmed (b. Han-bel)'in
mezhebindeki iki görüşten biridir. İmam Şafiî ve Ebu Hanîfe ise, 'öldürülmez'
demişlerdir ki, Ahmed (b. Hanbel)'in zahir görüşü de budur. Her iki grup da
Hâtıb kıssasını delil getirmektedir. Doğrusu: Böyle kimsenin öldürülmesi devlet
başkanının görüşüne bırakılmıştır. Şayet Öldürülmesinde
müslümanlar lehine bir fayda görürse,
öldürür; sağ bırakılması daha iyi olacaksa, sağ bırakır. En iyi bilen
Allah'tır.
8— Kamu
yararı ve bir ihtiyaç sebebiyle kadının her tarafının soyulup açılması caizdir.
Çünkü Hz. Ali ve Mikdâd, mahfedeki kadına: "Ya mektubu çıkarırsın ya da
seni soyarız!" demişlerdir. Gerektiği yerde ihtiyaçtan ötürü soyulması
caiz olduğuna göre, İslâm'ın ve müslümanların faydası dolayısıyla soyulması
haydi haydi caizdir.
9— Kişi,
kendi heva ve zevki için değil Allah için, O'nun Rasûlü ve dini. için öfkelenip
yoruma giderek bir müslümana münafıklık ve kâfirlik suçlamasında bulunduğu
vakit, bundan dolayı küfre düşmez, hatta günah işlemiş bile sayılmaz. Hatta
niyetinden ve maksadından ötürü sevaba nail olur. Ancak bu durum, nefsine
uyanlarla bid'atçilerin hilâfınadir. Zira onlar, kendi arzularına ve
mezheplerine muhalefet sebebiyle tekfir edip bid'atçilikle suçluyorlar. Oysa
kendileri tekfir edip bid'atçilikle suçladıkları kimselerden daha çok buna
müstehaktırlar.
10—
(Günahları) imha edici büyük bir sevap, şirk koşma dışındaki büyük bir günaha
keffâret olabilir; Hâtıb'ın Bedir gazasına katılmasının, yaptığı casusluğa keffâret
kabul edilişi gibi... Zira bu büyük iyiliğin kapsadığı yarar, Allah'ın ona olan
sevgisi, ondan razı oluşu, onunla sevinişi ve meleklerine karşı onu yapanla
övünüşü, casusluk suçunun içerdiği kötülükten ve ihtiva ettiği Allah'ın
buğzundan daha büyüktür. Dolayısıyla en güçlü en zayıfa galip geldi de, onu
ortadan kaldırıp gereğini iptal etti. Kalbin sıhhatli yahut hasta olmasını
gerektiren iyiliklerden yahut kötülüklerden kaynaklanan sıhhat ve hastalık
hususunda Allah'ın hikmeti işte budur ve Allah'ın vücuda ilişkin sıhhat ve
hastalık konusundaki hikmetinin benzeridir. Çünkü bu ikisinden hangisi daha
güçlü ise mağlub olana otoritesini kurar ve egemenlik onun eline geçer. Nihayet
en zayıf olanın etkisi kaybolur. Bu O'nun yaratışı ve kazası konusundaki
hikmetidir. İşte şerîatındaki ve buyruğundaki hikmeti de budur.
Bu durum Allah'ın:
"Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir.", "Size yasak edilen
büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük günahlarınızı örteriz. "[913]
âyetlerinden ve Hz. Peygamber'in (s.a,), "Bir günahın peşinden bir iyilik
yap, onu imha etsin." hadisinden[914]
dolayı kötülüklerin iyiliklerle yok edilmesi hakkında sabit olduğu gibi şu delillerden dolayı bunun
aksinde de sabittir: "Ey inananlar! Sadakalarınızı başa kakma ve ezâ etmekle
boşa çıkarmayın!..."[915] ve
"Ey inananlar! Seslerinizi, Peygamber-1 in sesini bastıracak şekilde
yükseltmeyin. Birbirinizîe yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek
sesle konuşmayın; yoksa siz, farkında olmadan amelleriniz boşa gir der.[916] Hz.
Âişe'nin, Zeyd b. Erkâm bey-i îne usulüyle satım yaptığında ona söylediği:
"Zeyd Rasûlullah'la (s.a.) yaptığı cihadı (n sevabını) iptal etmiştir;
tevbe ederse o başka!" sözü de buna delildir. [917]
Buharî'nin Sahihinde rivayet ettiği Hz. Peygamber'in (s.a.): "İkindi
namazını terkeden kimsenin ameli boşa gitmiştir. "[918]
hadisi de buna delildir. Bundan başka iyiliklerle kötülüklerin birbirini
uzaklaştırdığım, birinin diğerini iptal ettiğini, onlardan güçlü olanın güçsüz
olanı giderdiğini gösteren âyetlerle hadisler de vardırL Denkleştirme ve amelin
boşa çıkması bunun üzerine kurulur, ,:
Özetle, iyilik yapma
gücüyle isyan hastalığı birbirine saldırmakta ve birbiriyle savaşmaktadırlar.
Bu güçle birlikte bu hastalığın bir artma ve helake varan durumu, bir gerileme
ve noksanlaşma durumu -ki bu, hastanın en iyi halidir- ve yerinde sayma ve biri
diğerini bastınncaya kadar birbirleriyle çekişme durumu vardır. Buhran vakti[919]
girdiğinde -ki bu vuruşma için meydana çıkma ânıdır- kalbin nasibine şu ikiden
biri düşer: Ya selâmete çıkmak ya da helak olmak... Bu buhran ya Allah
Teâlâ'nın rızasını ve bağışlamasını ya da kızmasını ve ceza vermesini
gerektiren fillerin işlenmesi ânında olur. Nitekim peygamberi duada: "Rahmetini
gerektirenleri isterim."[920]
diye geçmektedir. O gün Hz. Talha için de: "Talha cenneti hak edecek işler
yaptı!"[921] buyurmuş ve bir adam Hz.
Peygamber'e (s.a.) arz edilerek: "Ya Rasûlallah! Bu, cehennemi hakedecek
davranışta bulundu." demişlerdi. Bunun üzerine: "Onun adına bir köle
azad edin!" buyurmuştur[922]
Sahih bir hadiste de: "îki mucibe (cenneti veya cehennemi gerektiren şey)
nedir, biliyor musunuz?" sorusuna: "Allah ve Rasûlü en iyisini
bilir." dediler. O zaman: "Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ölen
kimse cennete girer; Allah'a herhangi bir şeyi şirk koşarak ölen kimse de
cehenneme girer." buyurdu[923]'
Hz. Peygamber bu ha-disiyle tevhid ve şirkin mucibâtın (cenneti ve cehennemi
gerektirecek şeylerin) başı ve temeli olduğunu ve bu ikisinin kesinlikle bir
öldürücü zehir ve yine kesinlikle bir kurtarıcı panzehir yerinde bulunduğunu
söylemek istiyordu.
Nitekim vücuda, gücünü
gevşetip zayıflatacak kaçınılmaz kötü sebepler arız olabilir ve böylece,
bunların varlığından dolayı vücut iyi sebeplerden ve yararlı gıdalardan
istifade edemez, hatta o bozuk maddeler onları tabiatlarına ve kuvvetlerine
çevirir ve onlarla sadece bedenin hastalığı artar. Bazan bedenin güçlenmesini
sağlayan, onu sağlık ve sağlık sebepleriyle pekleştiren uygun sebepler ve
münasip maddeler bedende bulunabilir ve bu yüzden kötü sebepler, hemen hemen hiç
vücuda zarar veremez, hattâ bu fazla maddeleri onları asıl tabiatına
dönüştürebilir. Kalbin sıhhatini yahut fesadını icabetti-ren maddeler de işte
bunun gibidir.
Hâtıb'ın imanının
gücünü bir düşün! O iman, onu Bedir gazasına katılmaya, Rasûlullah (s.a.) ile
birlikte canını vermeye; Allah ve Rasûlü'nü kavmine, aşiretine ve yakınlarına
tercih etmeye sürüklemişti. Üstelik onlar düşmanın arasında, beldesinde
oldukları halde bu, onun azmini kırmadı, imanının keskinliğini de köreltmedi;
ailesi, aşireti ve yakınları kendilerinin yanında olan kimselerle savaşmaktan
alıkoymadı. Ne zaman ki, casusluk hastalığı geldi, bu güç kendim gösterdi.
Buhran iyi durumda idi, bu yüzden hastalık iyileşti ve hasta ayağa kalktı.
Sanki daha önce hiç kalp ağrısı yokmuş gibi oldu. Hekim, casusluk hastalığının
üstüne çıkmış ve onu yenmiş olan imanının gücünü görünce, kan almak isteyene:
"Bu hastalık, kan almaya ihtiyaç duymaz." dedi. "Ne biliyorsun,
belki de Allah Teâlâ, Bedir gazasına katılanları iyice tanımış ve: 'Dilediğinizi
yapın, şüphesiz günahlarınızı bağışladım! demiştir." (sözünü Hz.
Peygamber (s.a.) bu anlamda söyledi.) Bunun aksi Zü'1-Huveysıra et-Temîmî ve benzeri Haricîler
hakkında vâriddir ki onların namaz, oruç, Kur'an okuma hususundaki gayretleri
bir sahabînin ( o Hâricî'nin ameli karşısında) kendi amelini küçümseyeceği bir
dereceye varmıştı. Buna rağmen Allah Rasûlü (s.a.), bu Haricîler hakkında şu
sözleri nasıl söylemiştir (iyi düşünmek gerek): "Yetişirsem onları Âd
kavminin öldürüldüğü gibi öldüreceğim!", "Onları gebertin! Zira
onların öldürülmesinden dolayı Allah katında öldüren için sevap vardır.",
"Şu gökyüzü altında öldürülenlerin en şerlileri."[924] Bu
veçhile o yok edici bozuk maddelerin varlığı yanında o büyük amellerden
yararlanamadılar ve o büyük ameller kötülüğe dönüştü.
tblis'in halini düşün!
Helak edici madde nefsinde saklanmış olduğu için o mevcutken geçmişte yaptığı
ibadetlerden istifade edememiş ve asıl karekte-rine, daha müstahak olduğu şeye
dönmüştür. Allah'ın, kendisine delillerini verdiği halde onlardan sıyrılıp
çıkan ve kendisini şeytanın yönlendirdiği ve böylece azıtıp sapanlardan olan
kimse ve benzerleri de işte böyledir. İtimat, içte gizlenen sırlara,
maksatlara, niyetlere ve himmetleredir. O öyle bir iksirdir ki, ya bakır
amelleri altına dönüştürür ya da cürufa iade eder. Basan Allah'tandır.
Aklı ve fikri olan bir
kişi, bu meselenin kıymetini, kendisinin ona olan şiddetli ihtiyacını ve ondan
faydalanmasını bilir ve bu mesele sayesinde herkesin yaptığını görenden ulaşan
mucip sebeplerle Allah'ın yaratışında, buyruğunda, sevabında, cezasında,
dengeleme hükümlerinde, dünya ve ahirette ruha ve bedene zevk ve elem
ulaştırmasında ve bunlarda mertebelerin farklılaşması konusunda Allah
Teâlâ'nın marifet ve hikmetinin kapılarından muazzam bir kapıya muttali olur.
11— Yine bu
kıssadan çıkan sonuçlara göre, anlaşmayı bozduklarında, üzerlerine yürüyüşten
haberdar edilmeksizin anlaşmalılara ansızın saldırmak ve gece baskını
düzenlemek caizdir. Ancak anlaşmaya sadık kalırlarsa iki taraf anlaşmanın
bozulduğunu eşit şekilde bilmedikçe bu caiz değildir.
12— Devlet
başkanının yanına geldiklerinde, müslüman hükümdarların yaptıkları gibi düşman
elçilerine müslümanların kaîabalıklığım, güçlülüğünü, şevketini ve heybetini
göstermek caiz, hatta müstehaptır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), Mekke'ye giriş
gecesinde ateşler yakılmasını emir buyurdukları gibi, Hz. Abbas'a; İslâm
askerleri, tevhid birlikleri ve Allah'ın ordusu kendisine gösterilinceye kadar
Ebu Süfyan'ı dağın eteğinde, geçidin daraldığı yerde tutmasını da emretti ve
tepeden tırnağa silahlı sadece gözleri görünür halde RasûlulJah'ın (s.a.) özel
muhafız birliği kendisine gösterildi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) Ebu Süfyan'ı
gönderdi, o da gördüklerini Kureyş'e haber verdi.
13— Hz.
Peygamberdin (s.a.) ve müslürhanlann girdiği gibi, mubah olan savaş için
Mekke'ye ihramsız girmek caizdir ve bunda ihtilâf yoktur. Hac ve umre yapmak
isteyenin, Mekke'ye ihramsiz giremeyeceğinde de ihtilaf yoktur. Bunun dışında
ot toplayıcılar ve oduncular gibi, sürekli bir ihtiyaç olmaksızın girenler
hakkında ise üç görüş vardır:
1) İhramsız
girmek caiz değildir. İbn Abbas'ın (r.a.) görüşü ve Ahmed (b. Hanbel)'in zahir
mezhebi, Şafiî'nin de iki görüşünden biri budur.
2) Ot toplayıcı ve oduncu gibidir; ihramsız girebilir. Bu da Şafiî'nin son
görüşü m; Ahmed (b. Hanbel)'den gelen bir
rivayettir.
3) Mîkatlann
içinde ise, ihramsız olarak girişi caizdir. Mikatların dışında ise ancak
ihramla girebilir. Bu da Ebu Hanîfe'nin görüşüdür.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) mücâhid ile hac ve umre yapmak isteyen hakkındaki tutumu bellidir.
Fakat bu ikisinden başka şahıslar için, Allah'ın ve Rasuiü'nün vacip kıldığı ya
da ümmetin icmâ ettiği hükümler dışında bir gereklilik (vacib) yoktur.
14—
Âlimlerin çoğunluğunun (cumhurun) savunduğu gibi Mekke'nin kılıç zoruyla
fethedildiği açıkça ifade edilmiştir. Bu konuda Şafiî ve Ahmed (b. Hanbel)'in
iki görüşünden biri dışında aksinin söylendiği bilinmemektedir. Kıssanın akışı,
düşünenler için cumhûr'un görüşünü yansıtan en açık bir şahittir. Ebu Hâmid
el-Gazzâlî, Mekke'nin sulh yoluyla fethedildiğini söylemeyi çirkin görünce,
el-Vasit adlı eserinde Şafiî'nin, oranm zorla fethedildiğine dair görüşünü
zikredip, "Bu onun görüşüdür" demiştir.
Barış yoluyla
fethedildiği görüşünde olanlar şöyle demişlerdir: Eğer savaşla fethedilmiş
olsaydı, Rasûİuîlah (s.a.), Hayber'i ve diğer menkul ganimetleri taksim ettiği
gibi Mekke'yi de ganimetçiler arasında paylaştırır; beşte birini alır, geri
kalanı taksim ederdi. Müslüman olduğunda Ebu Süfyan, Mek-keliler için eman
dileyince Rasûlullah (s.a.) eman verdi, bu da onlarla yapılan bir sulh akdi
oldu. Şayet zorla fethedilseydi; ganimetçiler oranın meskenlerine ve evlerine
sahip çıkarlar, bunlara Mekkelilerden daha çok hak sahibi olurlar ve
Mekkelilerin oradan çıkarılmaları da caiz olurdu. Oysa Hz. Peygamber (s.a.),
orası hakkında bu hükmü vermedi, hatta evleri, kendilerini oradan çıkaranların
elinde bulunduğu halde Muhacirlere içlerinden çıkarıldıkları evlerini bile
vermedi. Hz. Peygamber (s.a.), Mekkelilerin o evleri satmalarına, satın
almalarına, kiralamalarına, oturmalarına ve onlardan yararlanmalarına ses
çıkarmadı. Halbuki bu durum, zorla fethetme hükümlerine aykırıdır. Hem
Rasûlullah (s.a.) evleri, (içlerinde oturan) Mekkelilere nisbet etmek suretiyle
bunu açıkça ifade etmiştir: "Ebu Süfyan'm evine giren güvendedir, kendi
evine giren de güvendedir."
Zorla fethedildiği
görüşünde olanlar da şöyle demişlerdir: Şayet Rasûlullah (s.a.), Mekkelilerle
sulh yapmış olsaydı; herbirinin kendi evine girmesi, kapısını kapatması ve
silahını bırakmasıyla sınırlı emrinin bir faydası olmazdı; Halid b. Velid
aralarından bir grubu öldürünceye kadar onlarla çar-pışmazdı. Üstelik Hz.
Peygamber (s.a.) onu ayıplayıp nehyetmemiştir. Makîs b. Subâbe, Abdullah b.
Hataî ve adları bu ikisiyle birlikte sayılan kişileri öldürmezdi. Çünkü barış
anlaşması yapılmış olsaydı bu adamları anlaşmadan kesinlikle istisna ederdi ve
her iki durum da nakledilirdi. Sulh yoluyla fethedilmiş olsaydı, onlarla
çarpışmazdı. Halbuki şöyie buyurmuştur: "Herhangi bir kimse Rasûlullah'ın
(s.a.) burada savaşmasını ruhsat saymaya kalkışırsa, ona: 'Ailah Teâlâ
Rasûlü'ne izin vermiş, size müsaade etmemiştir' deyiniz!" Malumdur ki
Rasûluilah'a (s.a.) mahsus olan bu izin sulh hususunda değil, ancak savaş
hususundadır. Zira sulh hususundaki izin umumidir.
Hem Mekke'nin fethi
sulh yoluyla olsaydı, "Allah Teâlâ'nın orayı kendisi için günün belli bir
vaktinde helâî kıldığını" söylemezdi. Zira sulh yoluyla fetholunsaydı,
haramlığı üzere kalır ve sulhtan ötürü haramlıktan çıkmazdı. Halbuki Mekke'nin
o saatte haram olmadığım, harb süresinin bitiminden sonra ilk haramlığma
döndüğünü haber vermiştir.
Yine, şayet sulhla
fetholunmuş olsaydı; Kasûlullah (s.a.) ordusunu, atlılarını ve yayalarını sağ
ve sol kanat olarak, silahla donatılmış bir halde hazır-lamazdı. Ebu
Hureyre'ye: "Bana Ensar'ı çağır!" demiş, o da onları çağırmıştı.
Ensar gelerek Hz. Peygamber'in (s.a.) etrafını sarmışlardı. Rasûİuîlah (s.a.):
"Kureyş'in serserilerini) ve onlara katılanları görüyor musunuz?" demiş,
sonra bir elini diğerinin üzerine koyarak: "Bana Safâ'da kavuşuncaya kadar
onları ekin biçer gibi biçin!" buyurmuştu. Nihayet Ebu Süfyan: "Ya
Rasûîallah! Kureyş cemaati (nin kanları) mubah kılındı, bugünden sonra artık
Kureyş bitmiştir." demişti de, bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.):
"Kim kapısını kaparsa, o güvencededir." sözünü söylemişti. Böyle bir
şeyin sulh varken olması imkânsızdır. Eğer aralarında bir sulh anlaşması geçmiş
olsaydı -ki asla geçmemiştir- bundan daha ehemmiyetsiz bir şeyle bile bozulurdu.
Hem nasıl barış
olabilir ki? Mekke, ancak atların ve süvarilerin ayak bas-malarıyla
fetholunmuştur. Allah, Rasuiü'nün atlılarını ve süvarilerini Hudeybiye sulhunun
olduğu gün engellediği gibi Mekke'ye girmesini engellememiştir. Çünkü o gün
gerçekten barış günüydü. Zira Allah RasûhVnün (s.a.) devesi Kasvâ Hudeybiye'de
çöktüğünde: "Kasvâ huysuzlaştı." dediler de, Ra-sûlullah (s.a.):
"Huysuzlaşmadı, onun böyle bir huyu yoktur. Fakat onu, filleri (Mekke'ye
girmekten) engelleyen engelledi." buyurdu. Sonra: "Vallahi, benden
Allah'ın haramlarından bir harama hürmet ettikleri bir durum isterlerse onu
onlara mutlaka vereceğim." dedi.
Sulh anlaşması,
şahidlerin huzurunda bir belge düzenlenmesi suretiyle, müslümanlardan ve
müşriklerden oluşan bir kalabalığın hazır bulunduğu bir ortamda yapıldı.
Müslümanların sayısı o gün 1400 idi. Fetih gününde böyle bir sulh anlaşması
yapılsın, bu yazıya geçirilmesin, şahit tutulmasın, hiç kimse orada hazır
bulunmasın ve keyfiyeti ve kararlaştırılan şartlar nakledilmesin; açıktır ki
bu imkânsızdır. Hz. Peygamberdin (s.a.) şu sözünü düşün: "Allah, filleri,
Mekke'ye girmekten alıkoydu ve Rasûlü ile müslümanları oraya hâkim kıldı."
Bu sözden, Rasûlü'nün ve galip olan ordusunun Mekke halkına egemen
olmalarının, Mekke'ye zorla girecekken Allah'ın engellediği fillerin egemen
olmasından daha muazzam olduğu nasıl anlaşılır! Allah, Rasûlü ile mü'minleri,
Mekkelilere hâkim eylemiştir. Nihayet onlar da orayı galibiyetten, zorun
baskısından, küfrü ve kâfirleri baş eğdirdikten sonra fethetmiş terdir. Bu ise, barışın yumuşaklığı, düşmanın
teklif ve şartları altında onları Mekke'ye girdirmekten ve Rasûlü'ne açtığı,
dinini kendisiyle aziz eylediği ve âlemlere bir alâmet kıldığı en muazzam bir
fetih içinde zafer, izzet ve zorla fethetmenin yaptırım gücünü elde etmeyi
onlardan engellemesinden daha değerli ve daha şerefli; delil yönünden daha
açık, zafer itibarıyla daha mükemmel, hüküm ve irade olarak da daha yüce idi.
Zorla fethedildiğini
savunanlar diyorlar ki: "Zorla fethedilmiş olsaydı, gaziler arasında pay
edilirdi." sözünüze gelince; bunun temelinde, beşte biri ayrıldıktan sonra
arazinin Allah Teâlâ'nm gaziler arasında taksim ettiği ganimetlere dahil
olduğu hükmü yatmaktadır. Halbuki sahabenin ve onlardan sonra gelen imamların
çoğunluğu aksi görüştedirler; arazi, taksim edilmesi vacip olan ganimetlere
dahil değildir ve Hulefâ-i Râşidin'in uygulaması da böyledir. Hz. Bilâl ve
arkadaşları, zorla fethettikleri Şam ve havalisi topraklarını aralarında
taksim etmesini istediklerinde Hz. Ömer'e: (r.a.) "Beşte birini al ve
taksim et!" dediler. O zaman Hz. Ömer: "Bu, mal değildir. Ancak
orayı, sizlere ve müslümanlara devamlı gelir getiren bir fey' olarak tutacağım."
dedi. Bunun üzerine Bilâl ve arkadaşları -Allah onlardan razı olsun-: "Onu
aramızda taksim et!" dediler. Bu defa Hz. Ömer: "Yarabbi, beni
Bi-lâî'den ve arkadaşlarından muhafaza et!" diye dua etti. Henüz bir sene
geçmemişti ki onlardan bakan bir göz kalsın. Sonra diğer sahabiler de bu
hususta Hz. Ömer'e (r.a.) muvafakat ettiler. Allah onlardan razı olsun. Mısır-1
Irak'ın fethinde de, İran toprakları ve zorla fethedilen diğer beldeler hakkı ı
da da bu hüküm geçerli oldu; Hulefâ- Râşidîn, sözkonusu topraklardan'bir köyü
bile taksim etmediler.
"Hz. Ömer,
onların gönüllerini aldı ve orayı kendilerini razı etmek suretiyle
vakfetti." demek doğru olmaz. Çünkü bu hususta onunla tartıştılar ve Hz.
Ömer direnip Bilâl ve arkadaşlarına (r. anhüm) beddua etti. Onun düşüncesi ve
tatbikatı, doğrunun ta kendisi ve tam bir başarıdır. Çünkü bu arazi taksim
olunsaydı, o gazilerin mirasçıları ve akrabaları orayı miras yoluyla elde
edeceklerdi; neticede bir köy ve bir belde tek bir kadının veya küçük bir
çocuğun elinde kalacaktı, gazilerin elinde de hiçbir şey bulunmayacaktı. Bunda
ise en büyük ve en muazzam bir fesad vardı. İşte Hz. Ömer'in (r.a.) korktuğu
da bu idi. Nihayet Allah Teâlâ kendisini araziyi taksim etmemeye muvaffak
eyledi de sözkonusu toprakları en son müslüman orada savaşmcaya kadar onların
üzerine fey' olarak vakfetti. Onun ileri görüşünün bereket ve uğuru, İslâm ve
müslümanlar üzerinde zahir oldu. Nitekim imamların çoğunluğu da bu konuda ona
muvafakat ettiler.
Ancak, arazinin taksim
edilmeksizin bırakılmasının keyfıyyeti hakkında imamlar ihtilâf ettiler. İmam
Ahmed'in zahir görüşü ve kendinden gelen rivayetlerin çoğu, bu tür arazi
konusunda devlet başkanı kendi nefsinden gelen bir tercihle değil,
müslümanların menfaatine bağlı bir tercihle muhayyerdir. Şayet müslümanlar
için en iyisi taksim ise taksim eder; en iyisi müslüman cemaatin istifadesi
için vakfetmekse vakfeder; en uygunu bir bölmümü-nün taksimi, diğer bölüklünün
vakfedilmesi ise öyle yapar. Zira Hz. Peygamber (s.a.) bu üç kısmı da
yapmıştır: Kurayza ve Nadîroğulları arazilerini taksim etmiş, Mekke'yi taksim
etmemiş, Hayber topraklarının ise bir kısmım taksim etmiş ve bir bölümünü de
müslümanların yararına olmak üzere paylaş-tırmayıp bırakmıştır.
Ahmed (b. Hanbel)'den
ikinci bir rivayet daha vardır: Devlet başkanı araziyi vakfetmek sizin,
galibiyet ve istila ile arazi doğrudan doğruya vakıf olur. Mâlik'in görüşü de
budur.
Yine ondan (Ahmed b.
Hanbel'den) üçüncü bir/rivayet daha vardır: Devlet başkam araziyi gaziler
arasında menkul mallan taksim ettiği gibi taksim edebilir; ancak gaziler o
arazideki haklarından vazgeçerlerse o başka. İmam Şafiî'nin görüşü de
böyledir.
Ebu Hanife diyor ki:
Devlet başkanı şu üç şıktan birini seçmekte serbesttir: 1) Taksim edebilir, 2)
Sahiplerini o arazide bırakıp onlardan harkc alabilir, 3) Sahiplerini oradan sürgün edip başka
ahaliyi o topraklara yerleştirip onlardan haraç aiabilir.
Hz. Ömer'in (r.a.) bu
uygulaması, Kur'an'a muhalif değildir. Çünkü arazî, Allah Teâlâ'nın beşte
birinin alınıp geri kalanının gaziler arasında taksimini emrettiği ganimetlere
dahil değildir. Bundan dolayı Hz. Ömer: "O, mal değildir." demiştir.
Ganimetlerin bu ümmetten başkasına mubah olmaması da buna delildir; hatta bu
durum, bu ümmetin özelliklerindendir. Nitekim sıhhati muttefekun aleyh olan bir
hadiste, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ganimetler bana helâl
kılındı; halbuki benden önce hiç kimseye helâl kılınmamıştı." Allah Teâlâ,
kâfirlerin elinde bulunan topraklan bizden önceki peygamberlerin ümmetlerine,
oraları zorla fethettiklerinde helâl kılmıştır. Nitekim Hz. Musa'nın kavmine
zorla fethedilen toprakları helâl kılmıştır. Bu nedenle Hz. Musa, kavmine:
"Ey kavmim; Allah'ın size yazdığı mukaddes topraklara girin, ardınıza
dönmeyin, yoksa ziyana uğramış olarak döj-nersiniz!" [925] demişti.
Hz. Musa ve kavmi, kâfirlerle savaştılar ve hem ülkelerini, hem de mallarını
istilâ ettiler. Sonra ganimetleri bir araya getirdiler^ daha sonra gökten bir
ateş inerek ganimetleri yaktı kül etti. Ancak o toprakr larda ve ülkede
yerleştiler, bu kendilerine haram kılınmadı. Böylece arazinin ganimetlerden
olmadığı ve Allah'ın araziye dilediğini vâris kıldığı anlaşildıı
Mekke'ye gelince,
şayet orası dışındaki şehirlerin taksimi vacip olsa bile Mekke'de, Mekke'nin
taksim edilmesini engelleyen bir diğer husus daha vardır: Bu da oranın mülk
edinilemeyişidir. Zira Mekke, dâru'nnüsüktür (haç ibadetinin yerine getirildiği
yerdir), halkın ibadetgâhıdır ve Allah Teâlâ'nın ister yerli, ister yabancı
olsun insanlar için tahsis ettiği haremidir. Orası Al^ lah'ın âlemlere bir
vakfıdır, onlar orada eşittirler ve Mina, önce gelenin ikametgâhıdır. Yani,
burası falanın yeridir, denilemez. Allah Teâlâ buyurur ki; "Kâfirler ile
Allah'ın yolundan, gerek yerli, gerek dışarıdan gelen bütün h> sanlar için
ibadet yeri yaptığımız Mescid-i Haram'dan alıkoyanlara ve orada zulüm ile
yanlış yola saptırmak isteyenlere can yakıcı bir azap tattırırız."[926]
Burada sözü edilen Mescid-i Haram'dan maksat, harem'in tamamıdır. Şu âyet de
bunun gibidir: "Doğrusu müşrikler pistirler; artık bu yıllarından sonra
Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar!"[927]
Burada da Mescid-i Haram sözünden maksat haremin tamamıdır. Yine şu âyet de
böyledir: "Kulunu bir gece MescidL i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın
sânı ne yücedir!.."[928] Oyrsa
Sahih'te [929] rivayet edildiği üzere:
"Hz. Peygamber (s.a.) Ümmü Hâni'-nin evinden götürülmüştür." Allah
Teâlâ buyurur ki: "İşte bu, ailesi Mescid-i Haram'da ikâmet etmeyen
kimseler içindir."[930]
Burada ikâmet etme sözünden maksat, ittifakla bizzat namaz mahallinde ikâmet
etmek değil, Harem'-de ve oraya yakın yerlerde ikâmet etmek demektir; nitekim
hac âyetinin akışı da buna delâlet eder. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"... Orada zulm ile yanlış yola saptırmak isteyenlere can yakıcı bir azab
tattırırız." Bu, kesinlikle namaz mahalline (Kabe'ye) has değildir,
bilakis bundan maksat Harem'in tamamıdır. Harem'i ister yerli ister yabancı
olsun, bütün insanlar için kılan, oraya girmeyi engelleyeni ve zulüm ile hak
yoldan saptırmak isteyeni tehdid edenin ta kendisidir. Harem ile Safa, Merve,
sa'y mahalli Mina, Arafat dağı ve Müzdelife gibi hac menâsikinin ifâ edildiği
bölümler hiç kimseye mahsus kılınamaz, buralar insanlar arasında müşterektir.
Çünkü buraları insanların menâsiki (hac vazifelerini) yaptıkları ve ibadet
ettikleri yerlerdir. Bu yerler, Allah'tan bir mesciddir ki, orayı insanlar için
vakf ve vaz'etmiştir. Bu nedenle Hz. Peygamber (sla.), kendisi için Mina'da
onu sıcaktan koruyacak bir ev yapılmasından çekinerek: "Mina önce gelip
konanın konakladığı, devesini çökerttiği bir yerdir." buyurdu.[931]
Bundan dolayı selef ve
halef âlimlerinin çoğunluğu, Mekke arazisinin alınıp, satılmasının ve
evlerinin kiraya verilmesinin caiz olmadığı görüşüne vardılar. Bu, Mekke
âlimlerinden Mücâhid ve Atâ'nın, Medine âlimlerinden Mâlik (b. Enes)'in, Irak
âlimlerinden Ebu Hanîfe'nin, ayrıca Süfyân es-Sevrî, İmam Ahmed b. Hanbel ve
İshâk b. Rahûyeh'in görüşüdür.
îmam Ahmed (r.h.)
Alkâme b. Nadle'nin şöyle dediğini nakleder: Mekke'nin evleri; Rasülullah
(s.a.), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde Sevâib (boş evler) olarak
anılırdı ve ihtiyacı olan oturur, ihtiyacı olmayan da (bir başkasını)
oturturdu.
Abdullah b. Ömer'den
de şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Mekke evlerinin kira paralarını
yiyen kimse, ancak karnına cehennem ateşi doldurmaktadır." Bunu Dârakutnî
Hz. Peygamber'in sözü olarak rivayet etmekte ve bu hadiste: "Allah
Mekke'yi haram kılmıştır, evlerinin satışı da, ücretlerinin (veya kiralarının)
yenmesi de haramdır." lafızları da yer almaktadır.
îmam Ahmed,
Ma'mer-Leys senediyle Atâ, Tâvûs ve Mücâhid'in şöyle
dediklerini nakleder: "Mekke
evlerinin satışı veya kiraya verilmesi mekruhtur."
İmam Ahmed, Kasım b.
Abdurrahman'ın: "Mekke evlerinin kirasından yiyen kimse, karnına ancak
ateş doldurmaktadır." dediğini zikreder.
İmam Ahmed, Hüşeym-Haccâc-Mücâhid
yoluyla Abdullah b. Ömer'in: "Mekke evlerinin kiraya verilmesini ve
satışını yasakladı." dediğini; Atâ'nın da: "Mekke evlerinin
kiralanmasını yasakladı." dediğini aktarır.
Ahmed, İshak b. Yusuf
kanalıyla Abdülmelik'in şöyle dediğini naklet-miştir: Ömer b. Abdülaziz,
Mekkelilerin emîrine, "Mekke evlerinin kiraya verilmesini
yasaklamasına" dair mektup yazmış ve "Bu, haramdır" demiştir.
Ahmed'in rivayetine göre Hz. Ömer; Mekkelilere, dışarıdan gelen (ya-bancı)lerin
istediği yere yerleşmesi için evlere kapılar koymalarını yasaklamıştır;
Abdullah b. Ömer de babasının, Mekke evlerinin kapılarının kapatılmasını,
kapısı olmayanın evine kapı yapmasını, evinin bir kapısı olanın onu kapatmasını
yasakladığını, ancak bunun hac mevsiminde olduğunu anlatır.
Satış ve kiraya verme
caizdir diyenler şunları söylemektedir: Bunun caiz oluşuna delilimiz; Allah'ın
kitabı, Rasûlü'nün sünneti, ashabının ve Hulefâ-i Râşidîn'in uygulamasıdır.
Allah Teâlâ: "...Yurtlarından ve mülklerinden çıkarılan Muhacir
fakirlerindir." [932]
"...Hicret edenler ve yurtlarından çıkarılanlar... "[933],
"Allah size ancak din uğrunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan
çıkaran kimseleri dost edinmenizi yasaklar."[934]
buyurmuş ve evleri onlara nisbet etmiştir, bu da mülk kılma nisbetidir. Kendisine:
"Yarın Mekke'deki hangi evinizde konaklayacaksınız?" denildiğinde:
"Akıl, bize ev bı-raktımı ki?!"[935]
buyurmuş "Evim yoktur." dememiş, aksine onların evi kendisine nisbet
etmelerine ses çıkarmamıştır. Ayrıca Akîl'in evi işgal edip elinden çıkarmadığını
da haber vermiştir. Ümmü Hânî'nin evi, Hatice'nin evi, Ebu Ahmed b. Cahş'm
evi... gibi evlerinin kendilerine nisbet edilmesi hadislerde sayılamayacak
kadar çoktur. Onlar bu evlere, taşınabilir (menkul) mallara mirasçı oldukları
gibi mirasçı oluyorlardı. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.): "Akîl bize ev
bıraktırın ki?" demiştir. Ebu Tâlib'in evlerine Akîl vâris olmuştu; çünkü
o kâfirdi, Hz. Ali (r.a.) ise Ebu Tâlib'e aralarındaki din farklılığından
dolayı vâris olamamıştı. Bunun üzerine Akîl evleri işgal etmişti. Hicretten
önce ve sonra hatta Hz. Peygamber'in (s.a.) peygamberliğinden önce ve sonra
ölenlerin vârisleri, ölenin evine şu âna kadar mirasçı olagelmişlerdir. Safvân
b. Ümeyye, bir ev Hz. Ömer b. el-Hattâb'a (r.a.) dört bin dirheme satmış, o da
orayı hapishane yapmıştır. Alım-satım ve miras caiz olunca kiraya vermek haydi
haydi caiz olur. Gördüğün gibi her iki grubun ayaklarının durduğu yer
burasıdır. Delilleri kuvvet ve açıklık yönünden reddedilemez. Allah'ın delil
ve açıklamaları ise birbirini iptal etmez, aksine birbirini tasdik eder,
hepsinin gerektirdiği şekilde amel etmek farzdır ve vacip olan, nerede olursa
olsun hakka uymaktır.
Doğrusu, her iki
tarafın delillerinin gerektirdiği şekilde görüş ortaya koymaktır: Evler mülk
edinilebilir, hibe edilebilir, miras kalabilir, satılabilir. Mülkiyetin el
değiştirmesi ise toprakta ve arsada değil binada olur. Bina ortadan kalksa,
sahibinin yeri satmaya hakkı yoktur. Ancak yeniden bina yapmak ve eski haline
döndürmek hakkına sahiptir. O şahıs, orada oturmaya ve dilediğini oturtmaya
daha lâyıktır. Kira akdi ile ikâmet menfaatine karşılık bedel alma hakkı
yoktur. Zira bu menfaat konusunda başkasına tercih edilmeye müstehaktır.
Önceliği ve ihtiyacı nedeniyle orası hakkında o kimsenin bir hususiyeti vardır.
Oranın menfaatine ihtiyacı kalmazsa, bu menfaat için bir bedel alma hakkına
sahip değildir. Nitekim meydanlarda ve geniş yollarda oturmak, madenler
üzerinde ikâmet etmek /s. gibi müşterek menfaatler ve mallardan yararlanma
böyledir; oraları önce işgal eden, yararlandığı sürece oraya daha müstehaktir,
ihtiyacı kalmadığında da ona karşı bir bedel alma hakkına sahip değildir. Bu
görüş sahipleri, evlerin satımı ve mülkiyetlerinin naklinin arsa üzerinde
değil bina üzerinde gerçekleştiğini açık bir şekilde ifade etmişlerdir. Bunu
Ebu Hanife'nin arkadaşları ve onun mezhebini izleyenler söylemektedirler.
Denilirse ki: Kiraya
vermeyi yasakladınız, fakat satışı caiz gördünüz; bunun şerîatte bir benzeri
var mıdır? Şeriatta malumdur ki, kira akdi satıştan daha geniş (hükümlere
tâbi)dir. Satış yasak olduğu halde kiralama caiz olabilir, vakıf ve hür
insanda olduğu gibi. Aksine gelince, böyle bir şey bilmiyoruz.
Cevap: Satış ve kiraya
verme akitlerinden her birisi caizlik ve yasaklanma hususunda biri diğerini icabettirmeyen
müstakil birer akittir; kaynaklan da çeşitlidir, hükümleri de... Satış caiz
olur, çünkü satıcının başkasından daha üstün (ve tercihli) olduğu yer -bina-
üzerinde meydana gelmektedir. Kiraya vermeye gelince, sadece menfaate
yöneliktir, menfaat de müşterektir; ona daha önce sahip olanın ise bedel alma
değil, bir öncelik hakkı vardır. Bundan dolayı kiraya vermeye değil satışa
cevaz verdik. Kabul etmeyip ille seri/ atta bir benzerini göstermemizi
istiyorsanız denildi ki: İşte mükâteb köle böyledir. Efendisinin onu satması
caizdir, fakat alıcısı yanında mükâteb köle olur, efendisinin onu kiraya
vermesi caiz değildir. Çünkü kiraya vermede kölenin mükâtebe akdi ile sahip olduğu menfaatlerini
ve kazançlarını iptal vardır. En iyi bilen Allah'dır. Ne var ki satışı yasak
değildir. Öyleyse Mekke'nin arazisinin ve evlerinin menfaatleri müslümanlar
arasında müşterekse satıcının yanında olduğu gibi müşteri yanında da aynı
şekilde bunların menfaatleri müşterek oîur: İhtiyacı varsa oturur, ihtiyacı
yoksa (başkasını) oturtur. Satımı halinde müslümanların bu menfaattaki
iştirakini iptal yoktur. Nitekim mükâtebin satımında, mükâtebe akdi ile onun
sahip olduğu menfaatlerinin mülkiyetini iptal bulunmadığı-gibi... Bunun
benzeri, Ümmet-i Mu-hammed'in eskiden beri uygulayageldikleri sahih kanaate
göre, Hz. Ömer'in (r.a.) vakfetmiş olduğu haraç arazinin (araziyi haraciye)
satımının caiz olmasıdır. Zira bu haraç arazi, müşteriye satıcı katında olduğu
gibi harâciyye olarak intikal eder. Gazilerin hakkı ise sadece haracındadır, bu
da satışla iptal olmaz. Kaldı ki ümmet bu arazinin miras olabileceğinde
ittifak etmiştir. Şayet satımı vakıf olması sebebiyle bâtıl olsaydı, vakıf
olması miras kalmasını da iptal etmeliydi. Ahmed b. Hanbel (haraç) arazinin
nikâhta mehir kılınabileceğine hükmetti. Burada mehir, miras ve hibe yoluyla
mülkiyetin nakli caiz olursa; kıyas, uygulama ve fıkıh itibarıyla satış da caiz
olur. En iyisini Allah bilir.
Soru: Mekke zorla
fethedilmiş olsa bile, zorla fethedilen diğer araziler gibi Mekke arazisinden
haraç alınabilir mi, bunu yapmanız caiz midir, değil midir?
Cevap: Bu konuda
Mekke'nin zorla fethedildiği fikrinde olanların iki görüşü vardır:
a) Başka
türlü bir görüş belirtmenin caiz olmadığı üstün ve delillendiril-miş görüş:
Zorla da fethedilmiş olsa Mekke arazisine haraç yoktur. Zira Mekke arazisi,
haraç alınmayacak kadar yüce ve uludur. Özellikle haracın arazi cizyesi
(cizyetü'1-arz) olduğu ve bunun (zimmılerden) adam başına alınan cizye gibi
arazi üzerine konulduğu düşünüldüğünde... Rabbin haremi, üzerine cizye
konulamayacak kadar ulu ve değer itibarıyla daha yücedir. Kaldı ki Mekke
fethedilmesiyle birlikte Allah Teâlâ'nın takdir ettiği şekliyie müsiümanlarm
müşterek olduğu bir emm harem oluş konumuna geri döndü. Çünkü harem, müsiümanlarm
hac menâsikini ifa ettikleri ve ibadetlerini yaptıkları bir yerdir; yeryüzü
halkının kıblesidir.
b) Ahmed (b.
Hanbel)'in arkadaşları ve müntesiplerinden bazısının görüşü: Zorla fethedilen
diğer arazilere konduğu gibi Mekke arazisine de haraç konur. Fakat bu görüş
fâsiddir ve Ahmed'in (r.h.) açık ifadesine, mezhebine, Rasûhıllah'ın (s.a.) ve
kendisinden sonraki Hulefâ-i Râşidîn'in (r. anhüm) uygulamasına aykırıdır. Bu
görüşe iltifat edilmez. En iyi bilen Allah'dır.
Bazı arkadaşlar, Mekke
evlerinin satışının haram oluşunu, zorla fethedilmiş olması görüşüne
dayandırdılar. Bu doğru bir temellendirme değildir. Zira zorla alınan
toprakların meskenleri, tek kelimeyle satılır. Şu halde bu temellendirmenin
yanlışlığı meydana çıkmış demektir. En iyi bilen Allah'dir.
15— Mekke
fethinden çıkartılan hükümlerden biri de şudur: Bu olaydan anlaşıldığına göre
Rasûlullah'a (s.a.) söven kişinin öldürülmesi gerekir ve onun öldürülmesi
mutlaka yerine getirilmesi gereken bir had cezasıdır. Zira Hz. Peygamber
(s.a.), Mekîs b. Subâbe ile İbn Hatal'a ve çocuklar öldürülmediği gibi
harbîlerin kadınları da öldürülmemekle beraber kendisine hicivli şarkılar
söyleyen iki cariyeye eman vermemiş, o iki cariyenin öldürülmesini emretmiş ve
Hz. Peygamber'e (s.a.) sövdüğü için efendisi tarafından öldürülen bir âmâ ümmü
veledin kanını heder etmiştir.[936]
Ayrıca yahudi Kâ'b b. Eşrefin öldürülmesini isteyerek: "Kâ'b'm hakkından
kim gelir? O, Allah'a ve Rasûlü'ne eziyet etmiştir."[937]
buyurmuştur ki, Kâ'b kendisine söverdi. Rasûlullah'a (s.a.) şovenin
Öldürüleceği görüşü, Hulefâ-i Raşidîn'in icmâ'ıdır ve sahabe arasında onlara
aykırı düşünen bir kimse de bilinmemektedir. Çünkü (Ebu Bekir) es-Sıddîk (r.a.)
kendisine söven kimseyi öldürmek isteyen Ebu Berze el-Eslemi'ye:
"Rasûlullah'tan (s.a.) başka herhangi bir kimse için bu olmaz."
demiştir. Hz. Ömer de bir rahibe rastlamış ve kendisine: "Bu adam
Rasûlullah'a (s.a.) sövüyor." denilmişti. O zaman Hz. Ömer: "Eğer
duysaydım, onu gebertirdim. Biz onlara Peygamberimize (s.a.) sövmeleri için
zimmet vermedik." demiştir.
Kuşkusuz,
Peygamberimiz'e sövmek suretiyle savaşma, bize göre elle savaşmaktan ve yılda
bir defa ahnan cizye parasını engellemekten eziyet ve mağlubiyet itibarıyla
daha büyüktür. Öyleyse, nasıl zimmîlik anlaşması şunlarla bozulur ve bundan
dolayı o kişi öldürülür de sövme halinde böyle bir şey söz konusu olmaz?! Yılda
bir defa ödediği bir dinarı engellemesinin kötülüğü, şahitlerin gözü önünde
Peygamberimiz'e en çirkin bir şekilde açıktan açığa sövmek suretiyle yaptığı
kötülüğe nasıl oranlanır? Aksine, elle savaşmasının kötülüğü, sövmek suretiyle
savaşmasının kötülüğüyle kıyas bile kabul etmez. Zira anlaşmasını ve emânmı
bozan şeylerin en başında Allah Rasûlü'ne (s.a.) sövme gelir. Anlaşmasını
(ahdini) bozan, bundan daha büyük bir şey yoktur; yaratan Allah'a sövme
müstesna. İşte bu ta kıyasın kendisidir, nassların
gereğidir ve Hulefâ-i Râşidîn'in (r.
anhüm) icmâ'ıdır. Bu meselenin kırktan fazla delili vardır.
Denilirse ki: Hz.
Peygamber (s.a.), "Eğer Medine'ye dönersek en şerefli olan en aşağılık
olanı oradan çıkaracaktır." dediği halde Abdullah b. Übeyy'i
öldürmemiştir. Kendisine: "Adaletli ol! Zira sen adaleti
gözetmiyorsun!" diyen Zü'I-Huveysira'yı da, yine kendisine: "Diyorlar
ki, sen azgınlığı yasaklıyor, ama onda kendin tek kalıyormuşsun!" diyen
kişiyi de[938], "Bu taksimde Allah
rızası gözetilmedi!" diyeni de, sikâye vazifesine öncelikle Zübeyr'in bakmasına
hükmettiğinde: "Halanın oğlu olduğu için ona verdin." diyeni de,
bunlardan başka kendilerinden O'na ezâ ve azarlama gelen şahısları da öldürmemiştir.
Cevap: Hak,
Rasülullah'm (s.a.) idi. İster hakkım alır, ister almaktan vazgeçer.
Kendisinden sonrakiler için Rasülullah'm (s.a.) hakkını almaktan vazgeçme hakkı
yoktur. Nitekim kendi hakkını almak da, almamak da Allah Teâlâ'ya aittir ve
Allah'a ait bir hak gerektikten sonra O'nun hakkını hiç kimsenin almaktan
vazgeçmesi mümkün değildir. Zikrettiklerinizin ve daha başkalarının
öldürülmesinden Hz. Peygamber'in (s.a.) hayatında vazgeçmekte, insanların
gönlünü ısındırma ve kendisinden nefret ettirmeme gibi ölümünden sonra yok
olan büyük maslahatlar vardır. Şöyle ki; insanlara O'nun (s.a.) ashabını
öldürdüğü haberi ulaşsaydı nefret ederlerdi. Bizzat kendisi de buna işaret
etmiş ve Abdullah b. Übey'in öldürülmesi fikrini ileri süren Hz. Ömer'e:
"İnsanlara, Muhammed ashabım öldürüyor diye bir haber ulaşmasın!" buyurmuştur.
[939]
Şüphesiz bu gönülleri
İslâm'a ısındırma ve kalpleri onda birleştirme yararı, kendisine söven ve
eziyet eden kimsenin öldürülmesiyle hasıl olacak yarardan O'na (s.a.) göre
daha büyük ve daha iyi idi. Bu sebeple öldürme yararı galip gelip, s'erçekten
ağırlık kazandığında; Kâ'b b. Eşrefe yaptığı gibi söve-ni öldürtmüştür. Çünkü
Kâ'b, düşmanlığını ve sövmesini açığa vurmuştu. Bu yüzden öldürülmesi sağ
bırakılmasından daha tercihe şayandı. îbn Hatal'ın, Mekîs'in, o iki cariyenin,
âma ümmü veledin öldürülmesi de böyledir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) yarar
tarafı ağır bastığı için öldürtmüş, yine yarar tarafı ağır bastığı için de
dokunmamıştır. Yönetim, nâiblerine ve halifelerine
intikal edince, onların Hz. Peygamber'in
(s.a.) hakkını düşürme yetkileri kalmamıştır.
[940]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) Feth'in ikinci gününde yaptığı konuşmasında şu ilmî gerçekler
bulunmaktadır:
1—
"Mekke'yi insanlar değil Allah haram kılmıştır."[941]
Dolayısıyla bu, takdiri bu dünyanın yaratıldığı gün gerçekleşmiş bir şer'î
kaderi haram kılmadır. Sonra, Sahih-i Buharî'dç, Hz. Peygamber'den rivayet
olunduğu gibi bu durum, dostu ibrahim'in ve Muhammed'in ^salavâtullahi ve
selâmuhû aleyhimâ- lisanlarında kendisini göstermiştir: Rasûlullah (s.a.) bir
duasında şöyle demiştir: "Allah'ım; dostun İbrahim Mekke'yi harem kıldı,
ben de Medine'yi harem kılıyorum!.."[942]
îşte bu, göklerin ve yeryüzünün yaratıldığı günkü, önceki bir harem kılınışını
Hz. İbrahim'in lisanı üzere haber vermektir, bu nedenle Medine'nin harem
kılmışını tartıştıkları halde ehl-i İslâm'dan hiç kimse Mekke'nin harem
kılınışını tartışmamıştır. Bu konuda kesin doğru Medine'nin de harem
kılındığıdır. Çünkü bu konuda Rasûİullah'tan (s.a.) hiçbir yönden kusur
bulunamayacak yirmi küsur sahih hadis gelmiştir.[943]
2—
"Mekke'de hiç kimsenin kan dökmesi helâl olmaz." Bu haram kıl- ma,
Mekke'ye has olup da orası dışındaki yerlerde mubah, harem bölge ol- masından
dolayı orada haram olan kan dökümüne aittir. Nitekim, oradaki
ağacı kesme, yaş otu koparma ve kaybolan
eşyayı kaldırmanın (almanın) haram oluşu oraya mahsustur, başka yerlerde
bunlar mubahtır. Çünkü hepsi bir sözde ve bir nizamdadır; aksi takdirde
tahsisin faydası yok olur. Bu da birkaç türlü olur:
a) Ebu
Şurayh el-Adevî'nin kendisi dolayısıyla ifade ettiği husus: Ha-rem'de bulunup
da imama biat etmekten kaçınan taife ile orada savaşılmaz; özellikle
kendilerince (biat etmemelerine dair) bir te'villeri (gerekçeleri) varsa.
Mekkelilerin Yezid'e biattan kaçınıp İbn Zübeyr'e biat etmelerinde olduğu
gibi... Onlarla savaşmak, üzerlerine (taş atmak için) mancınık kurmak ve
Allah'ın haremini helâl kılmak, nas ve icmâ ile caiz değildi. Bu konuda yalnızca
fâsık Amr b. Saîd
[944] ve avanesi muhalefet etmiş, kendi re'yi ve hevâsı ile
Rasûlullah'ın (s.a.) hadisine ters düşmüş ve: "Harem, bir âsiyi
korumaz." demiştir. Kendisine denilir ki: O, asiyi Allah'ın azabından
korumaz. Şayet kanının dökülmesinden korumayacaksa o zaman insanlar açısmdan
harem olamaz; kuşlar ve hayvanlar için harem olur. Oysa Hz. İbrahim
-salâvâtullahi aleyhi ve selâmuhu- döneminden beri asileri korumaya devam etmiş
ve İslâm da bunu kabul etmiştir. Sadece Mekîs b. Subâbe, İbn Hatal ve bu
ikisiyle birlikte adları sıralananları korumamıştır. Çünkü o saatta
"harem" değildi, aksine "helâl bölge = hiU" idi. Savaş
vakti geçince Allah Teâlâ'nın gökleri ve yeryüzünü yarattığı günde takdir
ettiği (haremlik) konumuna döndü. Kaldı ki cahiliyye dönemindeki araplarda bile
adam, babasının yahut oğlunun katilini harem'de görür fakat ona sataşmazdı. Bu
durum onlar arasında haremi harem yapan özelliği idi. Sonra İslâm geldi, bu
durumu pekiştirip güçlendirdi ve Hz. Peygamber (s.a.) ümmetten bazılarının
savaşmak ve öldürmek suretiyle haremi helal kılması hususunda kendisini örnek
alacağını anlayarak kendi fiiline başkasının iştirak etmesini kesmiş ve
ashabına: "Bir kimse Rasûlullah'ın (s.a.) Mekke'de savaşmasından
kendisine ruhsat çıkarmaya kalkışırsa ona: Aıİah, Rasûlü'ne izin vermiş, ama
sana izin vermemiştir'deyiniz." buyurdu.[945]
Buna göre, harem dışında öldürülmesini gerektiren bir had veya kısas (suçu)
işleyip, sonra oraya sığınan kimseye sözkonusu cezanın haremde verilmesi caiz
olmaz. İmam Ahmed (b. Hanbel), Ömer b. Hattâb'ın (r.a.) şöyle dediğini
nakleder: "Orada (babam) Hattâb'ın katilini bulsam, oradan
çıkıncaya kadar ona dokunmam."[946]
Abdullah b. Ömer'in şöyle dediği rivayet olundu: "Babam Ömer'in katiliyle
harem'de karşılaşsam, onu azarlayıp kovmazdim." İbn Abbas'ın ise:
"Babamın katiliyle harem'de karşılaşsam, ona oradan çıkıncaya kadar
sataşmam." dediği naklolunur, ki bu, tabiîn ile onlardan sonra gelenlerin
çoğunluğunun görüşüdür. Hatta ne bir tabiîden ne de bir sahabîden aksi bir
görüş kaydedilmiştir. Ebu Hanîfe ve Irak ekolünden kendisine uyanlarla, İmam
Ahmed (b. Hanbel) ve hadis ekolünden kendisine uyanlar da bu görüştedirler.
b) İmam
Mâlik ve Şafiî ise, o şahıstan hak hill'de (harem dışında) tamamen alındığı
gibi harem'de de alınır görüşüne varmışlardır ki, İbn Münzir'in tercihi de
böyledir. Bu görüşün delilleri: 1) Hadlerin ve kısasın her zaman ve mekânda
uygulanacağına delâlet eden nassların umumî ifadeleri. 2) Hz. Peygamber'in
(s.a.), İbn Hatal'ı Kabe'nin örtüsüne tutunmuş olduğu halde öldürtmesi. 3) Hz.
Peygamber (s.a.): "Harem bir asiyi, bir idam kaçağını ve bir bozguncuyu
korumaz (barındırmaz)" buyurmuştur[947] 4)
Had ve kısas cezaları, idam suretiyle infaz olunmayan cezalardan olması
halinde harem o kimseyi korumaz ve cezanın uygulanmasını engellemezdi. 5)
Harem'de haddi veya kısası gerektiren bir suç işleseydi harem onu korumaz ve
suçun cezasının tatbikini engellemezdi. Aynı şekilde haricinde işleyip, sonra
harem'e sığındığında da durum aynıdır. Çünkü dokunulmazlığına nisbetle
haremdir. İki durum arasında farkh bir pozisyon aizetmez. 6) Zararı sebebiyle
öldürülmesi mubah sayılan hayvanın Harem'e sığınmış olarak öldürülmesi ile
orada öldürülmesini icabettiren bir şey yapmış oluşu arasında bir fark yoktur;
yılan, çaylak, saldırgan (kuduz) köpek., v.s. gibi. Zira Hz. Peygamber (s.a.):
"Şu fasik (zararlı) beş yaratık hill'de de, harem'de de öldürülür...
"[948] buyurmuş ve fısk
illetinden ötürü hilî'de ve harem'-de öldürülmelerini tenbih etmiş; harem'e
sığınmalarını öldürülmelerine bir engel saymamıştır. Öldürülmeyi hak etmiş olan
fasık insanlar da böyledir.
İlk görüşte olanlar
şöyle savundular: Bunda bizim saydığımız delillere ve özellikle Allah Teâlâ'nın
"Kim oraya girerse güvenlik içinde olur."[949] âyetine
ters düşen bir husus yoktur. Bu âyet, ya Allah Teâlâ'nın haberinde yanlış
bildirimin imkânsız olması nedeniyle emir anlamında bir haberdir, ya haremi
hakkında kanunlaştırdığı dininden ve şeriatından verdiği bir haberdir, ya da
gerek cahiliyye, gerek İslâm dönemlerinde haremi hakkında daimî bilinen
durumdan haber vermedir. Allah'ın şu âyetlerinde olduğu gibi: "Görmediler
mi, çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken Biz, Mekke'yi güven içinde ve
kutsal bir yer kıldık?..."[950] ve
"Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız, dediler.
Biz onları kendi katımızdan bir nzik olarak, her şeyin ürünlerinin toplanıp
getirildiği, güvenli ve kutlu bir yere yerleştirmedik mj?"[951]
Bunun dışındaki yanlış görüşlere iltifat edilmez. Meselâ, bazılarının:
"Harem'e giren kimse cehennemden emîn olur." ve bazılarının: "Gayri
müslim olarak Ölmekten emîn olur." demeleri gibi. Oysa oraya girenlerden
niceleri cehennemin dibindedir!
Had cezalarının ve
kısasın her zaman ve mekânda infaz edilebileceğini gösteren umumi kaidelere
gelince, evvela denir ki: O genel kurallarda, infaz şartlarına ve engellerinin
yokluğu hallerine ilişkin bir ifade bulunmadığı gibi, hadlerin ve kısasların
infaz zamanına ve mekânına ilişkin bir ifade de yoktur. Zira ibare, konulduğu
asıl anlamı ve gerekse muhtevası itibariyle buna delâlet etmemektedir; onlara
nisbetle mutlaktır (şartlarla ve kayıtlarla sınırlandırılmış değildir). Bu
nedenle hüküm için herhangi bir şart ya da engel (mani) bulunsaydı:
"Hükmün ona bağlı olması o genel kural için bir tahsistir." demezdi.
O zaman muhakkik (âlim araştırmacı), şöyle diyemez: Allah Teâlâ'-mn
"...Size bunlardan gayrisi helâl kılındı..."[952]
âyeti, iddeti içinde veya velisinin izni olmaksızın yahut şahitsiz nikahlanmış
kadına mahsustur. İşte aynı şekilde hadlerin ve kısasların infazı hususundaki
genel naslarda, infazın zamanına, mekânına, şartına, engeline ilişkin herhangi
bir ifade de yoktur. İbarenin bunu içerdiği düşünülse o zaman gereğinin iptal
olmaması için menetmeye delâlet eden delillerle tahsisi gerekirdi ve ayrıca
genel ifadenin sair benzerleri gibi kendi dışındakilere hamledilmesi de
gerekirdi. O genel hükümleri hamile kadın, emzikli, iyileşmesi umulan hasta ve
ağır hastalık, aşırı soğuk, şiddetli sıcak gibi haddin veya kısasın infazını
haram kılan ortam ve şartlar ile tahsis ettiğinize göre o genel hükümlerin bu
delililerle tahsisini engelleyen şey nedir? Şayet; o tahsis değildir mutlakını
takyîddir, derseniz, biz de bu ölçekle dengi dengine sizi ölçeriz.
Ibn Hatal'm
öldürülmesine gelince, daha önce de geçtiği üzere bu iş haremde savaşmanın
helâl olduğu vakitte olmuştu; üstelik Hz. Peygamber (s.a.) başkasının bu
hususta daha kendisi gibi hareket etmesinin önünü kesmiş ve bunun kendi (s.a.)
hususiyetlerinden olduğunu açıkça belirtmişti: "Gündüzün bir vaktinde
sadece bana helâl kılındı." hadisi açıkça ifade etmektedir
ki, harem dışında helâl olan kan dökme
(haremde) özellikle o vakitte sadece O'na (s.a.) helâl kılınmıştır. Çünkü her
zaman helâl olsaydı o saate tahsis etmezdi. Bu da açıkça gösterir ki o saatte
helâl olan kan dökme, o saat dışında haramdır. "Harem bir âsiyi
korumaz." sözüne gelince fasık Amr b. Said el-Eşdak'ın sözüdür. Ebu Şurayh
el-Kâ'bî, yukarıdaki hadisi kendisine rivayet ettiğinde o, bu sözü söyleyerek
Allah Rasülü'nün (s.a.) hadisini reddetmektedir. Nitekim Sahih'de bu durum
açık bir şekilde gelmiştir. Şu halde Allah Rasülü'nün (s.a.) sözüne nasıl
tercih edilebilir?
"Cezası idam
olmayan had ve kısas gerektiren bir suç işlemesi halirjde harem, cezanın
infazından onu korumaz." sözünüze gelince; bu meselede âlimlerin iki
görüşü vardır ki bunların her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olunan
hükümlerdir: Hadlerin ve kısasların uygulanmaması görüşünde olan kimse idam ve
idam dışındaki haddler ve kısaslar hakkındaki engelleyici delillerin genel
ifadesine bakmıştır. İdamla idam dışındaki had ve kısasları ayıran kimse de,
şöyle demiştir: Kan dökmek ifadesi öldürmeye hamledilir. Harem'de idamın haram
kılınmasından dolayı orada idam dışındaki had ve kısasların infazının da haram
kılınması gerekmez. Çünkü insan (hayatın)ın hürmeti, dokunulmazlığı en büyüktür
ve öldürmek suretiyle bu hürmeti ihlâl ise en şiddetli ihlâldir. Diyorlar ki:
Zira, (idam dışındaki) celde vurmak veya (el, ayak, kulak, burun... v.s.)
kesmek terbiye etme yerindedir. Dolayısıyla efendisinin kölesini terbiye etmesi
gibi bu durum da engellenmez. Bu görüşten anlaşıldığına göre bu hususta idamla
idam dışındaki had ve kısaslar arasında bir fark yoktur. Ebu Bekr: Bu meseleyi
Hanbel'in amcasından rivayetinde buldum; idam dışında cezaların hepsi harem'de
infaz olunabilir. Dedi ki: Uygulama, hareme giren her caniye (suçlu) oradan
çıkıncaya kadar had uygulanmaması şeklindedir. Diyorlar ki: O zaman size
birleşik cevap veririz: Bu hususta idamla idam dışındakiler arasında müessir
bir fark varsa, ilzam (ileri sürdüğünüz gerekçe) bâtıl olur; eğer aralarında
müessir bir fark yoksa, aralarında eşit hüküm veririz, bu sefer de itiraz
bâtıl olur. Böylece her iki takdire göre de bâtıllığı tahakkuk etmiş oldu.
Diyorlar ki:
"Harem, orada hürmeti ihlâl eden kimseyi korumaz; çünkü orada haddi gerektirecek
suçu işlemiştir. Dolayısıyla hareme sığman da böyledir." demenize gelince
bu hüküm Allah'ın, Rasülü'nün ve sahabenin aralarını ayırdıkları iki şeyi bir
tutmak demektir. İmam Ahmed, Abdürrezzak-Ma'mer-İbn Tâvûs-babası Tavus
kanalıyla İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmiştir: "Hiirde (harem dışında)
hırsızlık yapıp veya adam öldürüp de hareme giren kimseyle oturulmaz,
konuşulmaz ve o kimse korunma altına alınmaz. Ama çıkması için yemin verilerek
talepte bulunulur; çıkınca yakalanır ve had cezası uygulanır. Haremde hırsızlık
yapmış veya adam öldürmüşse cezası da
haremde infaz
edilir."[953] Esrem de yine İbn
Abbas'tan: "Haremde bir suç işleyen kimseye ne işlemişse onun cezası orada
uygulanır." dediğini rivayet eder. Allah Teâiâ, haremde savaşan şahsın
öldürülmesini emretmiş ve: "Onlar orada size savaş açıncaya kadar
Mescid'i Haram'da onlarla savaşmayın; size savaş açarlarsa onları
öldürün..."[954]
buyurmuştur.
Oraya sığınan ile
kudsiyetini (hürmetini) ihlâl eden arasında bazı yönlerden fark vardır:
1) Orada suç
işleyen harem'de suç işlemeye kalkışmakla oranın kudsiyetini ihlâl etmiştir.
Ama harem dışında suç işleyip de oraya sığınan için durum böyle değildir. Çünkü
o, haremin kudsiyetine saygılıdır ve oraya sığınmakla haremin kudsiyetinin
şuurundadir. Öyleyse ikisinden birinin diğerine kıyaslanması bâtıldır.
2) Harem'de
suç işleyen kimse hükümdarın sarayında ve hareminde onun minderi (tahtı)
üzerinde cinayet işleyen müfsid cani yerindedir. Harem dışında cinayet işleyip
sonra oraya sığman kimse ise, sultanın tahtı ve haremi dışında cinayet işleyip
de sığınma talebiyle haremine giren kimse mevkiindedir.
3) Harem'de
cinayet işleyen, Allah Teâlâ'nın hürmetini (saygınlığım) Beytinin (Kabe'nin)
ve hareminin hürmetini ihlal etmiştir. Bu yüzden o, başkasının aksine iki
hürmeti ihlâl etmiş demektir.
4) Şayet
haremde cinayet işleyenlere had uygulanmasaydı, Allah'ın Ha-remi'nde fesad
yaygınlaşır ve kötülük artardı. Mekkeliler de diğerleri gibi canlarını,
mallarını ve ırzlarım koruma ihtiyacındadırlar. Haremde suç işleyenler hakkında
had uygulanması meşru olmasaydı, Allah'ın hadleri geçersiz (iflas etmiş),
haremi ve orada oturanları zarar kuşatmış olurdu.
5) Hareme
sığman kimse, günahtan sıyrılıp çıkmış, Rabbin evine sığın-mışj Kabe'nin
örtüsüne yapışmış tevbekâr kimse durumundadır. Oranın hürmetini ihlâle
kalkışmış olanın aksine ne kendisinin ne de Beytullah'ın durumu ona sataşılmaya
uygundur. Böylece (aradaki) farkın sırrı açığa çıkmış ve İbn Abbas'm söylediği
sözün fıkhın ta kendisi olduğu anlaşılmış oldu.
"O, müfsid (zararlı)
bir hayvan gibidir; yırtıcı, kuduz köpek gibi hill'de ve haremde öldürülmesi
caizdir." sözünüze gelince; bu kıyas doğru değildir. Zira yırtıcı köpeğin
huyu zarar vermektir. Dolayısıyla harem, zararını orada bulunanlardan
uzaklaştırmak için o köpeğin öldürülmesini haram kılmaz. Fakat insan hakkında
asloîan hürmettir ve hürmeti de büyüktür. Sadece sorira-dan ortaya çıkan bir
durum sebebiyle mubah olur. Bu durumda insan, yenilmesi mubah olan
hayvanlardan insana saldıran azgın deveye benzer ve harem bu (tür) deveyi
korur'
Hem ehl-i harem
(Mekkelilerin) saldırgan köpeğin, yılanın ve çaylağın öldürülmesine harem
dışında oturanlarla eşit ihtiyaç duyar. Eğer harem bunları korumuş olsaydı,
haremde oturanlar bunlardan büyük zarar görürdü.
3— Hz.
Peygamber'in (s.a.) hutbesinde söylediği: "Orada bir ağaç bile
kesilmez!", hadisin diğer lafzında: "Dikeni kesilmez! "[955] ve
Sahih-i Müslim'deki bir metinde ise: "Dikeni koparılmaz!"[956]
sözünün ifade ettiği hüküm. Âlimler arasında şu hususta görüş ayrılığı yoktur:
Bu ifade ile insanların yetiştirmediği, çeşitli türdeki yabani ağaçlar
kastedilmektedir. Fakat insanların haremde (Mekke'de) yetiştirdiği ağaçlar
hususunda âlimler üç ayrı görüş ileri sürmüşlerdir. Hepsi de Ahmed (b.
Hanbel)'in mezhebinde mevcuttur:
1) Koparabilir,
bundan dolayı tazmin etmesi de gerekmez. Bu görüş îbn Akîl'in, Ebu'l-Hattâb'ın
ve daha başka âlimlerin tercihidir.
2)
Koparamaz. Koparırsa her halükârda cezası vardır. Bu da Şafiî'nin görüşüdür;
îbn Bennâ da Hısâl adlı eserinde işte bunu kaydetmiştir.
3) Hillde
yetiştirilip de sonra (hiUden sökülerek) hareme dikilenle, başta harem'de
yetiştirilenler arasında fark vardır. Birincisinde ceza yoktur, ikincisinde
jse kopanlamaz, (koparılırsa) her halükârda cezası vardır. Bu da||el-Kâdî'nin
görüşüdür.
4) Bu konuda
dördüncü bir görüş daha vardır: Badem, ceviz, hurma gibi insanlar tarafından
yetiştirilenlerle çmar ve palamut gibi insanlar tarafından yetiştirilmeyenler
arasında fark vardır. Birinci kısmın koparılması caiz olup cezası da yoktur.
İkincisinin ise (koparılması) caiz olmayıp (koparmanın) cezası vardır.
el-Muğnî adlı eserin
müellifi şöyle diyor: Evlâ olan bütün ağaçların (koparılmasının) haram olduğu
hususunda hadisin genel oluşunu kabul etmektir. Ancak zirai mahsullerden
yetiştirdiklerine, evcil hayvanlardan kestiklerine kıyasla insanların
yetiştirdiği ağaç türleri bu hükmün dışındadır. Zira biz, vahşi olup da
evcilleştirilenleri değil, aslen evcil olanları av hayvanı hükmünden çıkardık.
Burada da böyledir. Bu ifadeler, el-Muğnî yazarının şu dördüncü görüşü
seçtiğini açıkça göstermektedir. Netice itibariyle Ahmed (b. Hanbel)'in
mezhebinde dört görüş vardır.
Hadis, dikenin ve
cehri çalısının koparılmasının haram kılındığı hususunda gerçekten de açıktır.
Ama Şafiî: Koparılması haram değildir, zira tabiatı gereği insanlara eziyet
verir; bu yüzden hüküm itibariyle yırtıcı/pençeli hayvanlara benzemiştir,
demektedir. Bu da, Ebu'l-Hattâb ve İbn Akîl'in tercihi olup Atâ, Mücâhid ve
daha başka âlimlerden de rivayet olunmuştur.
Hz. Peygamber'kı
(s.a.) "dikeni kesilmez", diğer lâfızda "dikeni biçilmez"
hadisi yasaklık hususunda açıktır. Dolayısıyla sıradan yırtıcı/pençeli
hayvanlara kıyası sahih değildir. Zira, yırtıcı/pençeli hayvanlar yaratılış
itibariyle saldırgandır, halbuki diken kendisine yaklaşmayana zarar vermez.
Hadis, yeşille kuru
arasında ayırım yapmamaktadır. Fakat âlimler kurunun kesilmesine, "O ölü
gibidir, bu konuda aksi bir görüş de bilinmemektedir." diyerek cevaz
vermişlerdir. Buna göre hadisin gelişi, (Hz. Peygamber'in) sadece yeşil otu
kasdettiğini gösterir. Zira bunu, avı ürkütmek gibi saymıştır. Kurunun
kesilmesinde, Rabbini hamdetmek (övmek) suretiyle teşbih eden yeşil ağacın
hürmetini ihlâl etme sözkonusu değildir. Bundan dolayı H2. Peygamber (s.a.),
iki kabir üzerine iki yeşil dal dikerek: "Umulur ki, kurumadıkları sürece
bunlardan dolayı kabirdekilerin azapları hafifletilir."[957]
buyurmuştur. *
Hadiste, ağaç kendi
kendine kökünden söküldüğünde veya dal kınldı-jİ! ğında ondan yararlanmanın
caiz olduğuna delil vardır. Çünkü onu o kişi kes-* memiştir. Bu hususta ihtilaf
yoktur.
Soru: Ne dersiniz,
ağacı birisi kesip (veya söküp) sonra terkettiğinde, kendisinin veya
başkasının ondan yararlanması caiz olur mu?
Cevap: İmam Ahmed (b.
Hanbel)'e bu mesele soruldu da: "Ava benzetilmesi yönünden, odunundan
yararlanamaz." dedi. Ve yine şöyle söyledi: Kestiğinde ondan yararlanıp
yararlanamayacağı konusunda bir şey işitmedim. Bu konuda bir bakış açısı daha
vardır: Kesen dışındakilerin ondan yararlanması caiz olur. Zira ağaç,
kendisinin fiili bulunmaksızın kesilmiştir. Öyleyse, rüzgârın söktüğünde olduğu
gibi bu durumda da ondan yararlanması mubah olur. Bu, avın aksinedir. Zira avı
ihramlı bir kimse öldürdüğü vakit onu yemek başkaları için de haramdır. Zira
ihramhmn avı öldürmesi, onu murdar kılması demektir. Hadisin diğer lafzmdaki:
"Dikeni koparılmaz" sözü, yaprağın koparılmasının da haram olduğu hususunda
açıktır veya açık gibidir. Bu, Ahmed (b.Hanbel)'in ,-rahimehuUah- görüşüdür.
Şafiî ise: "Yaprağı koparabilir"
demiştir. Bu görüş Atâ'dan da rivayet olunmuştur. Birincisi (İbn Hanbel'inki)
nassın zahir ifadesi ve kıyastan dolayı daha sahihtir. Zira yaprağın ağaçtaki
konumu tüyün kuştaki konumu gibidir. Hem yaprağın koparılması dalların
kurumasına bir sebeptir. Çünkü yapraklar ağacın elbisesi ve koruyucusu dur.
4— Hz.
Peygamber'in (s.a.) "Yaş otu koparılmaz." sözüdür. Bundan
kasdolunanın insanların yetiştirdiği değil, kendi kendine biten (yabani otlar)
olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Kuru ot hadisin hükmüne dahil değildir, hadis
özellikle yaş ot hakkındadır. (Hadiste geçen) halâ (ot) sözü, yaşlığı devam
ettiği sürece yaş ot demektir. Kuruduğunda "haşiş" denir.
Ahleü'i-ardu" demek, o arazinin yaş otu arttı, çoğaldı demektir. (Hadiste
geçen) 'İhîiiâu'I-halâ" ifadesi, halâ = yaş ot koparma anlamındadır. Bir
hadisde geçen: "İbn Ömer, atı için ihtilâ ederdi." ifadesi atı için
yeşil ot koparırdı anlamındadır. Bu kelimeden, yem torbası anlamına
"mıhlat" kelimesi türetilmiştir ki yeşii ot kabı demektir. İzhır
otunun (Mekke ayrığı, Mekke samanı) koparılması ise nass (hadis) ile istisna
edilmiştir. İstisna suretiyle tahsis edilmesi, ondan gayrısmda umum kastedildiğine
bir delildir.
Soru: Hadis, otlatmayı
kapsamakta mıdır, kapsamamakta mıdır?
Cevap: Bu konuda iki
görüş vardır. İlki: Kapsamaz, dolayısıyla otlatmak caiz olur. Bu Şafiî'nin
görüşüdür. İkincisi: Her ne kadar lâfız yönüyle kapsamasa da mâna itibariyle
kapsar; dolayısıyla otlatmak caiz olmaz. Bu da, Ebu Hanîfe'nin mezhebidir.
Ahmed (b. Hanbel)'in arkadaşlarından her iki görüşten birini benimseyenler
vardır.
Haramdır diyenler,
koparıp hayvana verme ile hayvanı otlaması yeşil ota sürme arasında ne fark vardır?
demişlerdir.
Mubahtır diyenler de,
hac kurbanlarının hareme girmesi ve orada çokça bulunmaları âdet olduğuna ve
hayvanların ağızlarının kapatıldığına dair asla bir şey aktarılmadığına göre bu
durum otlatmanın caizliğine delâlet eder, demişlerdir.
Haramdır diyenler
şöyle dediler: Hayvanım otlamaya göndermesi ve hayvanı yeşil otun üzerine
sürmesi ile sahibi kendisini sürmeksizin hayvanın kendi kendine otlaması
arasında fark vardır. Hayvan sahibinin hayvanların ağızlarını kapatması
gerekmez. Nitekim (ihramhmn) kasden güzel koku koklaması caiz olmasa da ihramda
iken güzel koku koklamamak için burnunu örtmesi de gerekmemektedir. Aynı
şekilde yolu üstündeki bir avı ezmekten korkarak yürüyüşten vazgeçmesi de
gerekmemektedir, her ne kadar bunu kasdetmesi (avı çiğneyeyim demesi) kendisine
caiz değilse de... Benzerleri de böyledir.
Soru: Yer elması,
mantar (tornalan) ve toprakta gömülü şeylerin koparılması/sökülmesi hadise
dahil midir? Cevap: Dahil değildir. Çünkü o, meyve konumundadır. Ahmed (b.
Hanbel) de: "Harem'in ağaçlarından acur ve ışrık[958]
yenilir." demiştir.
5— Hz.
Peygamberdin (s.a.) "Avı ürkütülmez!" sözü, avın öldürülmesine ve
avlanmasına hangi sebeple olursa olsun neden olmanın haramhğı hususunda
açıktır, hatta yerinden ürkütülmese bile... Çünkü o, bu mekânda muhterem bir
hayvandır. Oraya önce gelmiştir ve orası hakkında daha çok hak sahibidir. Bu da
gösterir ki, muhterem hayvan bir mekâna önce geldiğinde rahatsız edilmez.
6—
"Yitiğini, ilân edenden (ilân etmek için alandan) başkası alamaz."; bir
lâfızda: "Yitiği, ilân etmek için alandan başkasına helâl olmaz."
hadisi, haremde kaybedilen eşyanın hiçbir durumda mülk edinîlemiyeceğine ve
mülk edinmek için değil, sadece ilân etmek için alınabileceğine delildir. AJtsi
takdirde Mekke'nin bununla tahsisinde asla bir fayda bulunmaz.
Bu hususta ihtilâf
edilmiştir. Mâlik ve Ebu Hanîfe: Hill ve haremin yitiği birdir, demişlerdir ki
Ahmed (b. Hanbel)'den gelen iki rivayetten ve Şafiî'nin ikûgörüşünden biri
budur; İbn Ömer, İbn Abbas ve Âişe'den -Allah onlardan razı olsun- rivayet
olunmuştur. Ahmed (b. Hanbel) diğer rivayetinde, Şafiî de diğer görüşünde
şöyle demişlerdir: Haremdeki yitiğin mülk edinmek için alınması caiz olmaz,
ancak sahibi adına korumak için almak caizdir. Almış olsa sahibi gelinceye kadar
ebediyen ilân eder. Bu Abdurrahman b. Mehdî'nin, Ebu Ubeyd'in görüşü olup,
doğru olanı da budur. Bu hususta hadis açıktır. (Hadiste geçen)
"münşid", bulduğu yitiği sahibi var mı diye ilân eden;
"naşid" ise, kaybettiği malı arayan demektir. "Kayıp arayanın,
kayıp bulduğunu ilân edene kulak verişi gibi" deyiminde bu anlam açıkça
görülmektedir. Ebu Davud'un Söneninde rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.)
hacımr yitirdiği kayıp malı almayı yasakladı. İbn Vehb, hadisi; "Yani
sahibi bulsun diye bırakır." şeklinde açıklamıştır.[959]
Üstadımız (İbn
Teymiye) demiştir ki: Bu, Mekke'nin özelliklerindendir. Bu konuda Mekke ite
diğer beldeler arasındaki fark şudur: İnsanlar oradan çeşitli ülkelere
dağılırlar. Dolayısıyla eşyasını kaybeden onu aramaya ve soruşturmaya imkân
bulamaz. Ama diğer şehirler için böyle bir durum sözko-nusu değildir.
7—
Hutbedeki, "Bir kimsenin bir yakını öldürülürse, o kimse şu ikisinden
birini tercih etmede muhayyerdir: Öldürmek (katilin öldürülmesini istemek),
diyet (kan bedeli) almak" ifadesi, kasden öldürme durumunda katilin ille
de kısas edilmesinin gerekmediğine delildir. Bilâkis bu durumda şu iki şeyden
birisi tercih edilir: Ya kısas, ya da diyet.
Bu konuda üç görüş
vardır, hepsi de İmam Ahmed (b. Hanbel'den rivayet edilmiştir:
Birinci görüş: Vacip
olan iki şeyden birisidir; ya kısas, ya da diyet. Bu hususta veli şu dörtten
birini tercih etmede muhayyerdir:
a— Karşılıksız
affetme,
b— Diyet
karşılığında affetmek.
c— Kısas.
Bu üçü arasındaki
muhayyerliğinde görüş ayrılığı yoktur.
d— Diyetten
daha çok bir meblağ üzerinde sulh olma, anlaşma. Bunda da iki görüş vardır.
Mezhep itibariyle en meşhuru: Caiz olmasıdır. İkincisi ise, bir mal
karşılığında affedecekse, ancak ya diyet, ya da diyetten daha aşağı bir miktar
üzere anlaşma yapabilir. Delil bakımından daha tercihe şayan olan da budur.
Zira diyeti tercih ederse, kısas düşer. Sonra artık kısas istemeye hakkı
kalmaz. Bu Şafiî'nin mezhebi olup İmam Mâlik'den gelen iki rivayetin
birisidir.
İkinci görüş: İcabeden
aynen kısastır. Öldürülenin yakını, diyet karşılığında ancak katilin rızasıyla
affedebilir. Diyete dönse de katil razı olmasa, derhal katile kısas uygulanır.
Bu da kendisinden gelen rivayete göre Mâlik'in ve Ebu Hanîfe'nin mezhebidir.
Üçüncü görüş: Kısasla
diyet arasında muhayyer olmakla birlikte icabeden aynen misli misline
kısastır; isterse katil razı olmasın... Veli diyet karşılığında
bağışladığında, katil de razı olduğunda problem yoktur. Ancak razı olmadığı
takdirde, velinin aynen kısasa dönme hakkı vardır. Ama kısası mutlak (kayıtsız,
şartsız) surette bağışlamışsa; "Vacip olan iki şeyden biridir." dediğimizde
diyet onun hakkıdır, "Vacip olan aynen kısastır." dediğimizde de
diyet olma hakkı düşer.
Soru: Katil ölmüş
olsaydı ne derdiniz? Cevap: Bunda iki görüş vardır:
1) Diyet
düşer. Ebu Hanîfe'nin mezhebi budur. Zira Hanefîlere göre vâcib olan aynen
kısastır ve Allah Teâlâ'mn katilin canını almasıyla kısasın infazı imkânı yok
olmuştur. Ebu Hanîfe, bunu cani kölenin ölmüş olması
durumunda işlediği cinayetin diyetinin,
efendinin zimmetine intikal etmezdi kaidesine benzetmiştir. Bu hüküm, rehinin
telefi ve kefilin ölümü durumunun aksinedir. Zira hak, rehin verenin ve
kendisine kefil olunan şahsın zimmetinde sabit olduğundan dolayı düşmediği
gibi, vesikanın telef olmasıyla da düşmez.
2) Şafiî ve
Ahmed ise şöyle demişlerdir: Diyetin terekesinden ödenmesi gerekir. Çünkü
veliler kısası düşürmeksizin kısasın infazı imkânı kalmamıştır. Bundan dolayı
mirasçıların hem idamdan hem de diyetden karşılıksız yoksun birakilmamaları
için diyet vacip olur.
Soru: Ne dersiniz,
kısası seçmiş olsaydı ondan sonra da diyet karşılığında bağışlamayı tercih
etse, buna hakkı var mıdır?
Cevap: Bu hususta iki
görüş vardır: a) Buna hakkı vardır. Çünkü kısas en üst düzeydir, öyleyse onun
en alt düzeye intikal hakkı vardır, b) Buna hakkı yoktur. Çünkü kısası tercih
ettiğinde kendi isteğiyle diyet hakkını düşürmüştür. Dolayısıyla düşürdükten
sonra diyete dönme hakkı yoktur.
Soru: Peki bu hadisle
Hz. Peygamber'in (s.a.): "Kasden öldüren kimse kisaslıktır."[960]
hadisinin arasım nasıl bulursunuz?
Cevap: Aralarında
hiçbir yönden çelişki yoktur. Bu hadis kasden öldürme hususunda kısasın farz
olduğuna; "O iki görüşte muhayyerdir" sözü ise, ölenin yakınının bu
farzın yerine getirilmesi ile bedelini yani diyeti alması arasında muhayyer
oluşuna delâlet eder. O halde hangi çelişkidir sözkonusu olan? Bu hadis Allah
Teâlâ'nm şu âyeti gibidir: "Öldürülenler hakkında size kısas farz
kılındı."[961] Bu
da, hak sahibinin kendisine farz kılınanı (kısası) talep etmekle bedelini alma
arasında muhayyer kılınışını ortadan kaldırmaz. En iyi bilen Allah'dir.
8— Hz.
Abbas'ın, kendisine: "İzhır müstesna" demesinden sonra hutbedeki,
'İzhir müstesna" sözü iki meseleye delildir:
a) İzhır'ın kesilmesinin mubah oluşu.
b) Konuşma
sırasında istisna yapılacağı vakit istisnaya sözün başında veya bitirmeden önce
niyet etme şart değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) şayet izhın istisnaya
sözün başından veya tamamlanmasından önce niyet etmiş olsaydı, yaptığı istisna
Hz. Abbas'ın kendisine sormasına, demircileri ve evleri| için izhırın gerekli
olduğunu bildirmesine bağlı kalmazdı. Bunun benzeri Hz.Peygamber'in (s.a.) İbn
Mes'ud'un hatırlatmasından sonra Bedir esirlerinden Süheyl b. Beydâ'yi istisna
edişidir. Şöyle buyurmuştu: "Onlardan hiçbiri ya fidye vermek ya da boynu
vurulmak dışında kurtulamayacaktır..." İbn Mes'ud'da: "Süheyl b.
Beydâ müstesna... Zira ben onun müslüman olduğunu söylediğini duydum."
dedi. Bunun üzerine: "Süheyl b. Beydâ müstesna..." buyurdu.[962]
Onun her iki durumda da istisnaya sözünün daha başından niyet etmiş olmadığı
malumdur.
Yine bir benzeri,
meleğin Hz. Süleyman'a söylediği sözdür. Hz. Süleyman: "Bu gece yüz
kadını (hanım ve cariye olarak yüz kadınla ilişki kurmak için) dolaşacağım, her
kadın da Allah yolunda savaşacak bir erkek çocuk doğuracak." dediğinde
melek ona: "İnşaâllahu teâlâ, de!" demiş; fakat Hz. Süleyman
söylememiştir. Hz. Peygamber (s.a.): "Eğer inşaâllahu teâlâ deseydi,
onlar Allah yolunda topluca savaşırlardı."; bir başka lâfızda ise:
"isteğine nail olurdu" buyurmuş[963]' ve
böylece Hz. Süleyman bu istisnada bulunsaydı istisnanın ona fayda vereceğini de
haber vermiştir. Niyeti şart koşan kimse, ona fayda vermez der.
Bunun bir başka
benzeri, Hz. Peygamber'in (s.a.): "Vallahi, Kureyş'le savaşacağım, vallahi
Kureyş'le savaşacağım" diye üç defa söyleyip sonra sükut etmesi, daha
sonra da: "İnşâallah" demesidir.[964]
İşte bu da sükuttan sonraki istisnadır ki konuşmayı kestikten ve sükut
ettikten sonra istisna etmeyi muhtevidir. Ahmed (b. Hanbel) cevazına
hükmetmiştir ki bu, şüphesiz doğrudur. Ve bu açık sahih hadislerin gereğine
uymak evlâdır. Başarı Allah'tandır.
9— Kıssada
geçmektedir ki, Ebu Şâh adında sahabeden bir şahsın ayağa kalkıp: "Bana
yazınız" demesi üzerine Hz. Peygamber (s.a.), hutbesini kas-dederek:
"Ebu Şâh için yazınız!" buyurmuştur.[965] Bu
da ilmin yazılmasına ve hadis yazma yasağının kaldırıldığına bir delildir. Zira
Hz. Peygamber (s.a.) "Benden Kur'an dışında birşey yazan kimse onu yok
etsin!" buyurmuştu[966] Bu
yasak, İslâm'ın ilk dönemlerinde vahy-i metlûv (okunan vahiy, Kur'an) ile
vahy-i gayr-i metlûvvün (namazda okunmayan vahiy, hadis) karşıtırıîma-sı
korkusundandı. Sonra hadislerinin yazımına izin verdi.
Sahih bir rivayete
göre Abdullah b. Amr, Hz. Peygamber'in (s.a.) hadisini yazardı.[967]
Yazdıklarından es-Sâdıka diye adlandırılan bir sahife oluşmuştu ki bunu, torunu
Amr b. Şu'ayb babasından, o da Abdullah'tan rivayet etmiştir. Adı geçen
sahifedeki Hadisler, hadislerin en sahihlerindendir. Bazı hadis imamları, onu
Eyyûb -Nâfi- İbn Ömer senediyle rivayet edilen hadisler derecesinde
sayıyorlardı. Dört mezhep imamı ile daha başkaları bu sahifeyi delil olarak
kullanmışlardır.
10— Kıssada
geçtiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Kabe'ye girdi, orada namaz kıldı; fakat
suretler (resimler) imha edilinceye kadar oraya girmemiştir. Bu da resimli
yerde namaz kılmanın mekruh olduğuna bir delildir. Hatta bu, mekruh olmaya
hamamda namaz kılmaktan daha müstehaktır. Çünkü hamamda namaz kılmanın mekruh
oluşu, oranın çoğunlukla pislik bulunan bir yer, ya da şeytan evi oluşundan
dolayıdır ki doğru olan da budur. Resimlerin bulunduğu yer ise çoğunlukla şirk
ihtimali taşıyan yerdir ve milletlerin şirklerinin çoğu, resimler ve kabirler
yönündendir.
11— Kıssada geçer: Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'ye,
başında siyah bir sarık olduğu halde girmiştir. Bu da zaman zaman siyah
giymenin caiz oluşuna bir delildir. Bundan dolayı Abbasi halifeleri
kendilerine, valilerine, kadılarına ve hatiplerine siyah giymeyi şiar
kılmışlardır. Hz. Peygamber (s.a.), siyahı daimi bir elbise olarak giymemiş ve
siyah giymek bayramlarda, cumalarda ve büyük cemiyetlerde elbette O'nun şiarı
olmamıştır. Fetih günü başına siyah sarık sarmış olması bir rastlantıdır, öyle
denk gelmiştir. Diğer sahabîler için böyle bir durum sözkonusu olmamıştı. Hatta
o gün Hz. Peygamber'in (s.a.) diğer elbiseleri siyah değildi, üstelik sancağı
beyazdı.
12— Kadınlarla müt'a nikâhının mubah kılınması da
bu gazvede vâki olan şeylerdendir. Sonra müt'a nikâhını Mekke'den çıkışından
önce, haram kılmıştır. Müt'anın haram kılındığı vakit hususunda dört görüş
ileri sürülmüştür:
a) Hayber
savaşmdaydı. Bu içlerinde Şafiî ve daha başkalarının bulunduğu bir grup âlimin
görüşüdür.
b) Mekke
fethi senesindedir. Bu da İbn Uyeyne ve bir grubun görüşüdür.
c) Huneyn
gazası senesindeydi. Bu görüş, gerçekte Huneyn gazasının Mekke fethiyle
peşpeşe olmasından dolayı ikinci görüşün aynıdır.
d) Veda
haccı senesindeydi. Bu, ravilerden birinin yanılgısıdır. Zihni Mekke fethinden
Veda haccına kaymıştır. Nitekim Muaviye'nin zihni de Ci'râne umresinden Veda
haccına kaymıştı da: "Veda haccında, Merve'de Rasûlul-lah'ın (s.a.) saçım
enli bir okla (yahut bıçakla) kısalttım." demişti. Bu konu hac bahsinde
geçmiştir. Zihnin zamandan zamana, mekândan mekâna ve olaydan olaya intikali
hadis hafızlarına ve onlardan alt mertebedeki şahıslara çok vakit arız olan bir
hâdisedir.
Doğrusu: Müt'a nikâhı,
kesinlikle Mekke fethedildiği yıl haram kılınmıştır. Çünkü Sahih-i Müslim'de
sabit olmuştur ki; sahabe, Hz. Peygamber (s.a.) yanlannda olmakla beraber O'nun
izni ile müt'a nikâhı yapmışlardır.[968]
Şayet haram kılınması Hayber fethi sırasında olsaydı, neshin iki defa vaki
olması gerekirdi ve bunun, şeriatın hiçbir döneminde asla bir benzeri yoktur;
benzeri bir durum şeriatta vuku bulmaz. Hem Hayber'de müslüman hanımlar yoktu.
Sadece yahudi kadınlar vardı. Ehl-i kitabın kadınlarıyla nikahlanmak henüz
mubah kılınmamıştı. Bu olaydan daha sonra Mâide süresindeki şu âyetle mubah
kılındılar: "Bugün size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Kenr dilerine
kitab verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir.
İnananlardan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kendilerine kitab
verilenlerin hür ve iffetli kadınları size helâldir."[969] Bu
âyet: "Bugün size dininizi tamamladım."[970]
âyeti ile "Bugün artık kâfirler sizi dininizden etmekten umutlarım
kesmişlerdir."[971]
âyetine muttasıldır. Bu, Veda haccın-dan sonra veya Veda haccı sırasında
gerçekleşen son durumdu. Dolayısıyla ehl-i kitabın kadınlarının nikâhlanması
Hayber gazası sırasında sabit değildi ve Fetih'ten önce müslümanlann, düşmanlarının
kadınları ile müt'a nikâhı yapmaya bir rağbetleri yoktu'. Fetih'ten sonra ehl-i
kitap kadınlarından köle-leştirilenler oldu ve onlar müslümanlann cariyesi
oldular.
Soru: Peki,
Sahihayn'dz Ali b. Ebi Tâlib'den rivayet edilen: "Rasûlul-lah (s.a.)
Hayber gazasında kadınlarla müt'a nikâhı yapmayı ve evcil eşeklerin etini
yemeyi yasakladı." hadisini[972]' ne
yapacaksınız? Hadis, sahih ve açıktır.
Cevap: Bu hadis iki
metinle sahih olarak rivayet edilmiştir. Birisi budur. İkincisinde ise; Hz.
Peygamberin (s.a.) yalnızca müt'a nikâhını ve Hayber savaşında evcil eşek eti
yemeyi yasakladığı ifade edilmektedir. Bu, İbn Uyey-ne'nin Zührî'den
rivayetidir. Kasım b. Asbağ'ın rivayetine göre Süfyan b. Uyeyne şöyle demiştir:
"Hz. Peygamber'in (s.a.) Hayber gazasında müt'a nikâhını değil, evcil
eşeklerin etini (yemeyi) yasakladığını kasdediyor." Bunu Ebu Ömer (İbn
Abdüber) zikretmiştir. Temhîd'dc; "Sonra âlimlerin çoğunluğu bunu kabul
etmişlerdir." şeklinde bir ifade geçmektedir. Ravilerden biri Hayber
gazasının ehl-i kitap kadınlarla müt'a nikâhı yapılmasının haram kılmış vakti
olduğu yanılgısına kapılarak: "Rasûlullah (s.a.) Hayber gazası sırasında
müt'a nikâhını ve ehli eşeklerin etinin yenmesini haram kıldı." şeklinde
rivayet etmiştir. Birisi de hadisin bir bölümünü rivayetle yetinip:
"Ra-sûlullah (s.a.) müt'ayı Hayber gazası sırasında haram kıldı."
diyerek açık bir hata işlemiştir.
Soru: İkisinin haram
kılmışı aynı anda vuku bulmuş değilse, ikisinin haram kılınışım bir arada
zikretmekteki fayda nedir? Müt'a nikâhı ile eşek etinin haram kılmışı arasında
ne ilişki vardır?
Cevap: Bu hadisi, Ali
b. Ebî Tâlib -radıyalahu anh- iki meselede amca-oğlu Abdullah b. Abbas'a karşı
bir delil olmak üzere rivayet etmiştir. Zira İbn Abbas, gerek müt'ayı, gerek
eşek etini (yemeyi) mubah görüyordu. Bu yüzden Ali b. Ebî Tâlib bu iki meselede
kendisiyle tartıştı ve ona bu iki haram kılmayı rivayet ederek eşeğin (etinin
yenmesinin) haram kılınışım Hayber gazası sırasında olmakla kayıtladı ve
müt'anın haram kılınışını mutlak bırakarak: "Sen yolunu şaşırmış bir
adamsın. Şüphesiz Rasûluüah (s.a.) müt'ayı ve ehli eşeklerin etini (yemeyi)
Hayber gazasında haram kılmıştır." dedi. Nitekim Süfyan b. Uyeyne'nin
söylediği ve âlimlerin çoğunluğunun kabul ettiği budur. Böylece Hz. Ali, İbn
Abbas'a karşı ikisinin de Hayber gazasında olduğunu kayıtlama suretiyle değil,
bunlarla delil getirmek için bu iki durumu rivayet etmiştir. Başarıya
ulaştıran Allah'dir.
Fakat işte tam burada
bir başka bakış açısı vardır: Hz. Peygamber (s.a.) müt'ayı hiçbir halde mubah
olmayan kötü şeylerin haram kılındığı gibi mi haram kılınmıştır, yoksa ihtiyaç
olmadığı zamanda haram kılıp mecbur (zorunlu) kalana mubah mı kılmıştı? İşte
İbn Abbas'ın hakkında tartıştığı ve: "Ben müt'ayı mecbur kalan (muztar
olan) için leş ve kan (m helâl olduğu) gibi mubah gördüm." dediği bu
ikincisidir. Müt'a hususunda işi rayından çıkaranlar olunca (yani muztar oluş
haline aldırmaksızın müt'a ruhsatından istifade ederek nefsî davranışlar
sergileyince) ve zaruret noktasında durmayınca (zaruret hali dışında da müt'a
yapınca) İbn Abbas müt'anın helâl olduğuna dair fetva vermeyi kesti ve
görüşünden döndü. îbn Mes'ûd müt'a nikâhını mubah görür ve bu konuda: "Ey
iman edenler; Allah'ın size helâl kıldığı güzel,ve temiz şeyleri kendinize
haram etmeyin."[973]
âyetini okurdu. Sahihayn'-da onun şöyle dediği geçer: "Rasûlullah (s.a.)
ile birlikte cihad ediyorduk. Yanlanmızda kadınlarımız da yoktu. Bunun üzerine:
Hadım olalım mı? diye sorduk. Fakat Rasûlullah (s.a.) bize bunu yasakladı.
Sonra bize elbise karşi-
lığında belli bir
zamana kadar kadınlarla nikâhlanmamıza izin verdi. Sonra Abdullah b. Mes'ûd:
'Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı şeylerin iyi ve hoş olanlarını
kendinize haram kılmayın. Haddi aşmayın. Doğrusu Allah haddi aşanları sevmez.'
âyetini okudu."[974]
Abdullah b. Mesûd'un
bu âyeti, bu hadisin hemen peşinden okuması iki şeye muhtemeldir: 1) Müt'ayı
haram kılanı reddetmek ve müt'a şayet iyi ve hoş şeylerden olmasaydı Rasûlullah
(s.a.) onu mubah kılmazdı, demektir. 2)
Bu âyetin son tarafını kasdetmiş olmasıdır ki bu, müt'ayı mutlak surette mubah
göreni reddetmek ve böyle gören kimsenin haddi aşan bir kimse olduğunu
bildirmektir. Zira Rasûlullah (s.a.) müt'a konusunda sadece zaruret sebebiyle,
gazve sırasında duyulan ihtiyaç zamanında, kadınların bulunmadığı ve kadına
şiddetli ihtiyaç duyulduğu vakitte izin vermiştir. Kadınlar çok iken ve normal
nikâhın kıyılmasına imkân varken, yolcu olmayıp memlekette ikâmet halinde iken
müt'aya ruhsat veren kimse haddi aşmıştır ve Allah haddi aşanları sevmez.
Soru: Peki, Müslim'in
Sahih'indt Câbir ve Seleme b. Ekva'dan rivayet ettiği: "Rasûlullah'in
(s.a.) tellâlı yanımıza gelerek: Rasûlullah (s.a.) sizin is-timtâ', yani
kadınlarla müt'a yapmanıza izin vermiştir, dedi." hadisini[975] ne
yapacaksınız?
Cevap: Bu, haram
kılınmadan önce Fetih sırasındaydı. Daha sonra Müslim'in Sahih'indç Seleme b.
Ekva'dan rivayet ettiği şu delille müt'ayı (Hz. Peygamber) haram kıldı:
"Rasûlullah (s.a.) Evtâs (Huneyn) yılında bize müt'a için üç (gece) ruhsat
verdi, sonra bunu yasakladı."[976]
Evtâs yılı, fetih yılı demektir. Çünkü Evtâs gazası Mekke fethiyîe peşpeşedir.
Soru: Peki Müslim'in
Sahih'indc Câbir b. Abdillah'tan rivayet ettiği: "Biz Rasûlullah (s.a.) ve
Ebu Bekir döneminde bir avuç hurma ve un karşılığında birkaç günlüğüne müt'a
yapardık. Tâ ki Amr b. Hureys hâdisesinde Hz. Ömer bunu yasaklayıncaya kadar bu
böyle devam etti." ifadesini[977]' ve
Hz. Ömer'den sabit olan: "Rasûlullah (s.a.) döneminde iki müt'a vardı ki
ben ikisini de yasaklıyorum: Kadınların müt'ası ve haccın müt'ası (hacc-ı
temettü)" [978]
ifadesine ne diyeceksiniz?
""Cevap:
Ulemâ bu konuda iki gruba ayrılmıştır. Bit grup: "Müt'ayı haram sayan ve
bize yasaklayan Hz. Ömer'dir. Rasûlullah (s.a.), Hulefâ-i Râ-şidîn'in sünnet
edindiği şeylere uymayı emretmiştir." demektedir. Bu grup, müt'anın Fetih
yılında haram kılmışına dair Sebre b. Ma'bed'den rivayet edilen hadisi sahih
kabul etmemişlerdir. Zira hadisi, Abdülmelik b. er-Rebî' b. Sebre, babası
aracılığıyla dedesinden rivayet etmiş olup İbn Maîn onun hakkında olumsuz şeyler
söylemiş, Buharî de kendisine olan ihtiyaca ve İslâm'ın asıllarından bir asıl
oluşuna rağmen Sahih İne (Sebre) hadisini almayı uygun görmemiştir. Şayet,
Buharî'ye göre (sözkonusu hadis) sahih olsaydı, rivayet edip onu delil
göstermekten geri durmazdı. Demişlerdir ki: Şayet Sebre hadisi sahih olsaydı,
(bu durum) İbn Mes'ûd'a gizli kalmaz ve kendilerinin müt'a yaptıklarını
rivayet edip âyeti delil göstermezdi. Hem şayet sahih olsaydı, Hz. Ömer:
"O, Rasûlullah (s.a.) zamanındaydı; ben onu yasaklıyorum ve ona (müt'a
yapmaya) ceza veriyorum." demez aksine; "Hz. Peygamber (s.a.) onu
haram kılmış ve yasaklamıştır." derdi. Diyorlar ki: Sahih olsaydı,
hakikaten peygamberlik hilâfeti dönemi olan<Hz. Ebu Bekir) es-Siddîk
döneminde yapılmazdı.
İkinci grup ise, Sebre
hadisinin sahih olduğu görüşündedirler. Bu hadis sahih olmasa bile, Hz. Ali'nin
(r.a.); Rasûlullah'm (s.a.) kadınların müt'ası-nı haram kıldığına dair rivayet
ettiği hadis sahihtir. O halde Câbir hadisinin şöyle anlaşılması gerekir:
Câbir'in müt'a nikâhının yapıldığı yolundaki rivayeti haber vermesi sırasında
kendisine haram kılındığı haberi ulaşmamıştı. Hz. Ömer (r.a.) zamanına kadar bu
iş şöhret bulmamıştı. Müt'a hususunda tartışma (ayrılık) çıkınca haram
kılınışı meydana çıktı ve şöhret buldu. Böylece müt'a hakkında gelen hadisler
uzlaşmış olur. Başarı Allah'tandır.
13— Mekke
fethi kıssasındaki fıkhı kurallardan biri de şudur: Kadının bir-iki erkeği
koruması altına alması ve himaye etmesi caizdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.),
Ümmü Hânî'nin kocasının iki yakınına verdiği emanı geçerli saymıştır.
14— Tevbe
etmesi istenilmeden, irtidadı (dinden dönmesi) çok amansız olan mürtedin
öldürülmesi caizdir. Çünkü Abdullah b. Sa'd b. Ebî Şerh, müs-lüman olup hicret
etmişti ve RasûluIIah'a gelen (s.a.) vahyi yazıyordu, (vahiy kâtiplerindendi).
Sonra irtidat etti ve Mekke'ye sığındı. Fetih günü olunca, Hz. Osman b. Affân
onu bîat etsin diye RasûluIIah'a (s.a.) getirdi. Rasûlullah (s.a.)
Abdullah'tan uzun müddet geri durdu, sonra bîat aldı ve: "OnakarşLsadece biriniz
kalkar da boynunu vurur diye sustum." buyurdu. Bunun İl üzerine
bir sahâbî: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bana işaret etseydin ya!" dedi. O
zaman da: "Bir peygamberin hain gözleri olması yakışmaz." buyurdu.[979] Zira
iman edip hicret ettikten ve vahiy kâtipliği yaptıktan sonra dinden çıkmakla
küfrü çok amansız ve katı olmuştu. Sonra irtidat etmiş ve müşriklere katılmıştı;
İslâm'a dil uzatır, onu ayıplardı. Rasûlullah (s.a.) da öldürülmesini istiyordu.
Bu nedenle, Osman b. Affân onu getirdiğinde -ki Osman'ın süt kardeşiydi- Hz.
Peygamber (s.a.), Osman'dan haya ettiği için öldürülmesini emretmedi ve
ashabından biri (kendiliğinden) kalkıp öldürsün diye bîat almadı. Onlarsa,
RasûluIIah'a (s.a.) karşı izni olmaksızın onu öldürmeye kalkışmaktan
sakındılar. Rasûlullah (s.a.) da Osman'dan haya etti (kırmak istemedi), ve
Allah Teâlâ, Abdullah hakkında bundan sonra onun eliyle gerçekleşecek fetihler
irade buyurduğu için ezelî takdir yardım etti de (Hz. Peygamber) ondan bîat
aldı. Ve Allah Teâlâ'mn şu âyetiyle istisna ettiklerinden oldu: "İman
ettikten, peygamberin hak olduğuna şehadet ettikten, kendilerine apaçık deliller
geldikten sonra inkâr eden bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah,
zâlim kavmi doğru yola iletmez. İşte onların cezası: Allah'ın, meleklerin ve
bütün insanların laneti onların üzerinedir! Onlar bunun içinde ebedi
kalıcıdırlar. Kendilerinden azap hafifletilmeyecek ve onlara asîâ fırsat
verilmeyecektir. Ancak bundan sonra tevbe edenler ve kendilerini düzeltenler
müstesnadır. Çünkü Allah, gerçekten kusurları örten ve çok esirgeyendir."[980]Hz.
Peygamber'in (s.a.): "Bir peygamberin hâin gözleri olması yakışmaz."
sözü, Peygamberin (s.a.) dışı içine, gizlisi açığına ters düşmez; Allah'ın
hükmü ve emri geldiğinde onu işaretle anlatmaz, aksine açıkça belirtir, ilân
eder ve ortaya kor demektir. [981]
[1] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/19.
[2] Furkan, 25/51-52.
[3] Furkan, 25/51-52.
[4] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/19-20.
[5] Ahmed, 6/21. Senedi ceyyiddir. Fudâle b. Ubeyd
anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) Veda Haccında şöyle buyurdu: "Size mü'min
kimdir, haber vereyim mi? Mü'min, İnsanların kendisine mallarını ve canlarını
emniyet ettiği kimsedir. Müslüman, dilinden ve elinden insanların selâmette
olduğu kimsedir. Mücahid, Allah'a itaat yolunda nefsiyle cihad edendir.
Muhacir hatalardan ve günahlardan uzaklaşandır." Bu hadisi İbn Hibbân (25)
ve Hâkim (1/111) sahih saymış, Zehebî de buna muvafakat etmiştir.
[6] Fâtır, 35/6.
[7] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/20-21.
[8] Furkan, 25/20.
[9] Muhammed, 47/4.
[10] Muhammed, 47/33.
[11] Enfâl, 8/12.
[12] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/21-22.
[13] Bu emirler şu âyetlerde yer almaktadır. 1) "Ey
inananlar! Allah'dan gerek iği gibi korkun. Ancak müslüman olarak ölün."
(ÂI-i İmrân, 3/102). 2) "Allah yolurida gerektiği gibi cihad edin. O, sizi
seçti. Size dinde bir zorluk yüklemedi." (Hac, 22^78).
[14] Hac, 22/78.
[15] Hatîb et-Bağdâdî, Tarihu Bağdat'ta. (7/209):
"Müsamahakâr, kolay hanîf dini ile gönderildim. Sünnetime muhalefet eden
benden değildir." Hadisin senedi zayıftır.
[16] Hâkim (2/528), "Şüphesiz zorlukla birlikte bir
kolaylık var" âyeti hakkında Hasan el-Basrî'den rivayet eder ki: Peygamber
(s.a.) sevinçli, neşeli, gülerek ve şöyle diyerek dışarı çıktı; "Bir
zorluk, iki kolaylığa elbette galip gelemeyecektir. 'Şüphesiz zorlukla birlikte
bir kolaylık vardır. Şüphesiz zorlukla birlikte bir (başka) kolaylık
vardır." Hadisin senedindeki râviler sikadır. Ancak hadis mürseldir.
[17] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/22-24.
[18] Secde, 32/24.
[19] Müslim, 1910; Ebu Davud, 2502; Nesâît 3099.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/24-25.
[20] Bakara, 2/218.
[21] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/26.
[22] Müddessir, 74/1-4.
[23] Hıcr, 15/94.
[24] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/29.
[25] Allah Rasûlü (s.a.) söven-sayan, kötü ve edepsiz söz
söyleyen bir zat değildi. Yalnızca müşriklerin, tanrılarını, ancak Allah
Teâlâ'ya lâyık olan sıfatlarla nitelemelerinin doğru olmadığını, onların
inandıkları tanrılarda böyle sıfatlar bulunmadığım söyler ve onların
tanrılarını Allah'ın da şu âyetlerde nitelediği sıfatlarla nitelerdi: 1-
"Allah'dan başka kendilerine dua ettiğiniz şeyler de sizler gibi
kuldur." 2- "O'ndan gayrı ancak dişilere dua ediyorlar. Onlar ancak
azgın şeytana dua ediyorlar." 3- "O'ndan gayrı dua ettiğiniz
varlıklar ne size yardım etmeye güç yetirebilirler, ne de kendilerine yardım
edebilirler." 4- "Allah'ı bırakıp putlara tapanlar sadece zanna
uymaktadırlar. Onlar yalnızca tahminde bulunuyorlar." (Yunus, 10/66). İşte
bu âyetlerde de görüldüğü üzere
Allah,
putperestlerin inandıkları tanrıların kusurlarını sergilemektedir.
[26] Fussilet, 41/43
[27] En'âm, 6/112
[28] Zâriyât, 51/52, 53
[29] Bakara, 2/214.
[30] Ankebût, 29/1-10.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/30-31.
[31] Kıyamet, 75/20-21
[32] Dehr,. 76/27.
[33] Tirmizi, 2416. Hz. Âİşe, Muaviye'ye şu mektubu yazdı:
Selâm sana. Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim: "İnsanları
kızdırarak Allah'ın hoşnutluğunu elde etmeye çalışana insanların vereceği
sıkıntıya karşı Allah yeter. Allah'ı kızdırarak insanların hoşnutluğunu elde
etmeye çalışanı Allah insanların eline bırakır." Selâm sana. Hadisin
senedi sahihtir. İbn Hıbban (1541) bir başka senedle: "İnsanları
kızdırarak Allah'ı hoşnut edene Allah yeter. İnsanları hoşnut ederek Allah'ı
kızdıranı Allah, insanların eline bırakır." metniyle rivayet etmiştir. Bu
rivayetin senedi de sahihtir.
[34] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/31-33.
[35] Ankebût, 29/5.
[36] Nesâî, 3/54, 55; tbn Hibbân, 509. Bu muhaddislerin
Hammâd b. Zeyd aracılığıyla Atâ b. Sâib'den rivayet ettiklerine göre Atâ'nın
babası Sâib anlatıyor: Ammâr b. Yasİr bize bir namaz kıldırdı. Ama çok kısa
kıldırdı. Bunun üzerine cemaattan biri: "Namazı hafif -yahut çok kısa-
kıldırdın" dedi. O da: "Ben bu namazda Allah Rasûlü'nden (s.a.)
işittiğim duaları okudum." dedi. Ammar gitmek için ayağa kalkınca
cemaattan biri (Atâ b-Sâib'in babası) onun peşine takıldı ve okuduğu duayı
sordu. O da şu duayı cemaate söyledi: ..." Hadisin senedi çok güçlüdür.
Zira Hammâd b. Zeyd hadisi Atâ b. Sâib'den karıştırmaya başlamadan önce
duymuştur. Hadis Müsned'de (4/264) ve Nesâî'de Şerîk-Ebu Hâşim et-Vasıtî-Ebu
Miclez-Kays b. Abbâd-Ammar şeklindeki bir
başka senedle,de
rivayet
olunmuştur.
[37] En'âm, 6/53.
[38] Burada şu âyete işaret edilmektedir: İnsanlardan
"Allah'a inandık" diyenler vardır. Fakat Allah uğrunda eziyet
gördüklerinde insanların fitnesini (eziyetini) Allah'ın azabı gibi tutarlar.
Rabbinden bir yardım gelecek olsa: "Biz de sizinle beraberdik"
derler. Allah, herkesin kalbinde olanları en iyi bilen değil midir? (Ankebut,
29/10).
[39] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/33-35.
[40] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/37.
[41] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/37.
[42] Buharı, 1/3, 65/Alâk sûresi (96), 91/1; Müslim, 160;
Ahmed, Müsned, 6/223-233.
[43] Buharı, 26/11, 63/20, 97/35; Müslim, 2432. Ebu Hureyre
anlatıyor: Cebrail, Hz. Pey-gamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu
Hatice'dir, içinde katık yahut yemek yahut da İçecek bulunan bir kapla geldi.
Meğer sana gelmiş. Rabbinden ve benden ona selâm söyle. Cennet'te kamıştan bir
köşkle onu müjdele. O köşkte ne gürültü, şamata vardır, ne de dert."
dedi.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/37-38.
[44] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/38.
[45] Ahzab, 33/5.
[46] Buharî, 65/Ahzâb sûresi (33); Müslim, 2425; Tirmizİ ve
Nesâî. İbn Ömer diyor ki: "Evlâtlıkları babalarına nisbet edin. Bu Allah
katında en doğru olandır" âyeti ininceye kadar Allah Rasûlü'nün (s.a.)
azatlı kölesi Zeyd b. Hârise'yi Muhammed'in oğlu Zeyd diye çağırırdık."
Yukarıda anlatılan Zeyd kıssasımlbn Hişâm, Sîre'sinde ve İbn Hacer el-hâbe'de
(no: 2890) uzun bir şekilde vermişlerdir.
[47] Abdürrezzak, Musannef, 5/325.
[48] Buharî'nin (1/3,11/1) Hz. Âişe'den rivayet ettiği
uzunca bir hadisde Hz. Peygamber (s.a.) ile Varaka arasında şu konuşma geçer:
Varaka: —Sana gelen, Allah'ın Musa'ya indirdiği Cebrail'dir. Keşke genç
olsaydım da kavmin seni memleketinden çıkardığında sağ kalsay-dim! Hz.
Peygamber.(s.a.): —Onlar beni çıkaracaklar mı? Varaka: —Evet. Senin getirdiğin
gibisini getirip de kendisine cephe alınmayan hiçbir kimse yoktur. O güne
ulaşırsam sana destek verir, yardımcı olurum... Sonra çok geçmeden Varaka vefat
etti. Hâkim'in Müstedrek'te (2/609) Hz. Âişe'den rivayetine göre Allah Rasûlü
(s.a.): "Varaka'ya sövmeyin. Çünkü ben cennette ona ait bir yahut iki
bahçe gördüm." buyurmuştur. Hâkim, hadisin Buharı ve Müslim'in şartlarına
göre sahih olduğunu söylemiş;
Zehebî de ona muvafakat
etmiştir. Söyledikleri doğrudur.
[49] Tirmİzî, 2289. Hadisin senedinde zayıf bir ravi olan
Osman b. Abdurrahman vardır. Ancak İmam Ahmed'in îbn Lehia
—Ebu'1-Esved-Urve-Âişe senediyle rivayet ettiği bir şahid hadis vardır. Bu
hadise göre Hz. Hatice, Hz. Peygamber'e (s.a.) Varaka b. Nevfel'İ sordu. O da:
"Onu gördüm. Üzerinde beyaz giyecekler vardı. Sanırım cehennemliklerden
olsaydı üzerinde beyaz giyecekler bulunmazdı" dedi.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/38-40.
[50] Bk. Hz. Peygamber'in Davete Başlaması, dipnot: 3.
[51] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/41.
[52] İbn Hişâm'ın Sfre'sinde kaydettiğine göre Ibn İshak
Megazî'smdz şunları anlatıyor: Am-mar b. Yâsir ailesinden bir takım adamların
bana anlattıklarına göre Ammar'ın annesi Sümeyye hanıma müslüman olduğundan
ötürü Muğireoğullan ailesi işkence etti. Müslümanlıkta ısrar edince onu
öldürdüler. Ammar ile anne ve babası Ebtah'da Mekke'nin kızgın çöllerinde
işkence görürlerken Allah Rasûlü (s.a.) yanlarından geçtiğinde: "Sabır, ey
Yâsir ailesi! Buluşacağınız yer cennettir." buyururdu. Bu konuda Osman b.
Affân'dan gelen bir hadiste de: "Sabredin, ey Yâsir ailesi! Zira
buluşacağınız yer cennettir." buyurul-muştur. Bu hadisi Taberânî, Evsât'ta
rivayet etmiştir. İbrahim b. Abdülaziz el-Mukavvim dışındaki râvileri Sahih (-İ
Buharî) râvîleridir; ancak bu râvi de sikadır. Bk. Mecmau'z-Zevâid, 9/293.
[53] Hafız îbn Hacer'in el-İsâbe 'de Varaka'nın
biyografisinde kaydettiğine göre bu hadisi Zü-beyr b. Bekkâr, Osman -Dahhâk b.
Osman -Abdurrahman b. Ebu'z-Zinâd- Urve b. Zü-beyr senediyle rivayet etmiştir.
Hadis mürseldir. Seneddeki Osman zayıftır.
[54] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/41-42.
[55] Şafiî, 1/95; Ebu Davud, 924, Abdullah b. Mes'ûd
anlatıyor: Habeşistan'a hicret etmeden evvel Hz. Peygamber (s.a.) namazdayken
kendisine selâm verirdik. O da namazda iken selâmımızı alırdı. Habeşistan'dan
döndüğümüzde kendisine selâm vermek için geldiğimde O'nu namaz kılarken
buldum. Selâm verdim, selâmımı almadı. Bunun üzerine aklıma bin bir düşünce
geldi. Oturdum, bekledim. Namazını bitirince yanına vardım. "Doğrusu
Allah, dilediği yeni bir emir gönderir. Namazda konuşmamanız da Allah'ın
buyurduğu yeni emirlerdendir." buyurup selâmımı aldı. Hadisin senedi
hasendir. İbn Hibbân sahih saymıştın. Buharı (21/2-15, 63/37) ve Müslim, (538)
şu metinle rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.) namazdayken kendisine
selâm verirdik. O da selâmımızı ahrdı. Necâşî'nin yanından döndüğümüzde
kendisine selâm verdik, selâmımızı almadı. "Ey Allah'ın Rasülü!
Namazdayken sana selâm verirdik, sen de alırdın!" dedik. "Doğrusu
namaz bir meşguliyettir" buyurdu.
[56] Bakara, 2/238.
[57] Buhari, 21/2, 65/Bakara (2); Müslim, 539; Tirmizî,
405.
[58] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/43-45.
[59] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/45-46.
[60] İbn Sa'd, Tabakât'ta (8/98, 99) zayıf bir ravî olan
Vâkıdî'den rivayet etmiştir. Ancak Buharı (63/38) ve Müslim'in (952) de rivayet
ettikleri üzere Necaşî'nİn müslümanlığı kesindir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.)
onun gıyabında cenaze namazını kılmış ve: "Bugün Allah'ın salih bir kulu
Ashame Öldü" demiştir.
[61] İbn Sa'd, Tabakât'ı&($/91), Vâkıdî -Abdullah b.
Amr b. Züheyr -İsmail b. Amr b. Saîd el-Ümevî-Ümmü Habibe senediyle rivayet
etmiştir. Vâkıdî zayıftır. Ancak Ebu Davud (2086 ve 2107) ve Nesâî'nin (6/119)
rivayetlerine göre ümmü Habibe, Ubeydullah 6. Cahş'-ın nikâhındaydı. Ubeydullah
Habeşistan'da vefat edince Necaşî, Ümmü Habibe ile Hz. Peygamber'! (s.a.)
nikahladı ve ona dört bin dirhem mehir verdi ve onu Şurahbîl b. Ha-sene ile
beraber Allah Rasûlü'ne (s.a.) gönderdi. Bu rivayetin senedi sahihtir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/46.
[62] Buharı, 64/38, 74; Müslim, 2502 ve 2503; Tirmizî 1559;
Ebu Davud, 2725.
[63] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/46-48.
[64] tbn Hişâm'in Sîre'sinde (1/217, 218) ve îmam Ahmed'in
Müsnedlnde (1/202, 5/290 ve 292) sahih senedle rivayet ettikleri uzunca bir
rivayetin bir parçasıdır. Heysemî, bu rivayeti Mecmau 'z-Zevâid'de (6/24, 27)
kaydettikten sonra diyor ki: "îmam Ahmed rivayet etti. Râvileri -İbn İshak
dışında- Sahih ravileridir. İbn îshak da işitme (semâ') lafzını açık bir
şekilde söylemiştir." Dolayısıyla tedlis şüphesi ortadan kalkmıştır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/48.
[65] Bu kasidenin tamamım İbn Hişâm (1/272, 280) kaydetmiştir.
Müellifin verdiği beyit kasidenin elli sekizinci beytidir.
[66] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/49-50.
[67] Mahalleye kapatılmış ve sahife olayı için bk. İbn
Hİşâm, Sîre, 1/350; İbn Kesîr, es-Şıretu n-Nebeviyye, 2/43, 71; Şerhu'l-Mevâhibu'l-Ledüniyye,
1/278, 290.
[68] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/50.
[69] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/51.
[70] Tâif hadisesini İbn Hişâm (1/260, 262) dua kısmı hariç
îbn İshak -Yezid b. Ziyad-Muhammed b. Kâb el-Kurazî senediyle geniş bir şekilde
rivayet etmiştir. Râvileri sikadır; ancak hadis mürseldir. Dua kısmım ise
senedsiz vermiştir. Duayı Mecmau'z-Zevâid'de (6/35) Abdullah b. Cafer'den
kaydedip Taberânî'nin rivayet ettiğini söyleyen Heysemî: "Hadisin
senedinde tedlisci bir râvi olan İbn İshak vardır. Geri kalan râvîleri
sikadır." diyor.
Duanın tercümesi küçük
farklarla yukarıda geçti. Bk. 1/94; dipnot: 43.
[71] Buharı, 59/6; Müslim, 1795. Hz. Âişe anlatıyor:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Uhud gününden daha şiddetli bir günle karşılaştın
mı?" diye sordum. Anlattı: Başıma gelen kavminden geldi. Onlardan başıma
gelenlerin en şiddetlisi Akabe günü geldi. Kendimi îbn Abdi Yâ-leyl b.
Abdükülâl'e arzetmiştim. İstediğimi cevapsi2 bıraktı. Kederli bir şekilde oradan
ayrıldım. Kendime geldiğimde Karnu's-Seahb'de idim. Başımı kaldırdım. Bir de ne
göreyim! Bir bulut beni gölgelemiyor mu? Baktım, içinde Cebrail var. Bana
eslendi: "Allah Teâlâ, kavminin sana söylediklerini ve verdikleri olumsuz
cevabı işitti. Onlar hakkında dilediğini emredip yaptırman için Allah sana
dağlar meleğini gönderdi." Dağlar meleği bana seslenip selâm verdi. Sonra:
"Ey Muhammed! Doğrusu Allah kavminin sana söylediklerini işitti. Ben
dağlar meleğiyim. Rabbin dilediğini emretmen için beni sana yolladı. Ne
diliyorsun? İstersen onların başına iki tepeyi geçireyim." dedi. Ben de:
"Hayır. Ben onların sulblerinden yalnız Allah'a ibadet edecek, hiçbir
şeyi O'na ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını umarım" dedim.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/52.
[72] Ahkâf, 46/29-32. Merhum müellif cinlerin Kur'an
dinlemesinin Hz. Peygamberin (s.a.) Tâif'ten döndüğü o gecede gerçekleşmiş
olduğu konusunda İbn İshâk'a uymuştur. Ancak bu söz götürür. Zira cinlerin
Kur'an dinlemeleri Peygamberimiz Tâif'e gitmeden iki sene önce gerçekleşmiştir.
Hafız İbn Kesîr, Tefsir'ınde (4/162) buna uyanda bulunmuştur. Buharî (10/105,
65/Cin (72) ve Müslim'in (449) rivayetlerine göre İbn Abbas anlatıyor: Allah
Rasûlü (s.a.) Ukaz çarşısına gitmek İçin bir grup ashabıyla yola koyuldu...
Şeytanlarla göğün haberi (vahiy) arası engellenmiş ve onların üzerlerine yanan
parlak yıldızlar gönderilmişti. Şeytanlar kavimlerine döndüklerinde: "Ne
oldu size?" dîye sordular. Onlar da: Bizimle göğün haberi arası
engellendi" dediler. Bunun üzerine yeryüzünün doğularını, batılarını
dolaşmaya başladılar. Tihame yolunu tutan bir grup cin, Nahle'deki Allah
Rasûlü'ne (s.a.) uğradılar. Hz. Peygamber (s.a.) Ukaz çarşısına gitmek üzere
yoldaydı. Ashabına sabah namazını kıldırıyordu. Cinler Kur'an'ı duyunca dinlemeye
koyuldular ve: 'Bizimle göğün haberi arasına giren engel budur" deyip
kavimlerine döndüler. "Ey kavmimiz! Biz doğru yola götüren, hayrete
düşüren bir Kur'an dinledik, ona inandık. Biz Rabbirnize hiçbir şeyi ortak
koşmayacağız." dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Peygamberi Hz.
Muhammed'e (sa.): "De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur'an'ı dinlediği bana
vahyolundu..." (Cin, 72/1-2) âyetlerini indirdi. Bk. İbn Hacer,
Fethu'l-Bâri, 8/514.
[73] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/53.
[74] îbn Kesîr, es-Sîretü'n-Nebeviyye, 2/153-154.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/54.
[75] Müslim'in (162) Enes'den rivayet ettiği hadiste:
"Sonra mescide girdim, orada iki rekât namaz kıldım." ifadesi yer
almakta; yine Müslim'in (172) Ebu Hureyre'den rivayetinde ise, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle anlatıyor:
"Kendimi peygamberlerden bir topluluk ara- sında gördüm. Baktım, Musa ayakta
namaz kılıyor. Bİr de ne göreyim, menfur adam- ıara benzer kıvırcık saçlı,
güçlü kuvvetli bir adam! Bir de baktım Meryem'in oğlu İsa (a.s.) ayakta namaz kıbyor; ona en çok
benzeyen insan Urve b. Mes'ûd es-Sakafî'dir. Baktım, İbrahim (a.s.) da ayakta
nama2 kılıyor; ona en çok benzeyen insan da kendisini kastederek,
arkadaşınızdir. Namaz vakti girmişti, onlara imam olup namaz
kıldırdım." İmam Ahmed'in (1/257)
îbn Abbas'dan rivayetinde de: "Peygamberler Mescid-İ Aksâ'-ya
geldiklerinde Hz. Peygamber namaza durdu. Bütün peygamberler de O'nunla birlikte
namaza durdular" denmektedir. Hafız îbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de Hz.
Peygamber'in (s.a.), peygamberlere miraca çıkmadan önce namaz kıldırdığım
söylerken, Îbn Kesîr'in görüşüne göre doğrusu peygamberlere Beyt-i Makdis'de
miraca çıktıktan sonra namaz kıldırmıştır.
,.
[76] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/55-56.
[77] Bu cümle Buhan'nin Sahih inde (Sg/3B)Şerîk b. Abdullah
b. Ebu Nemr'den rivayet ettiği ilavelerden olup, aynı zamanda ŞeriVin tek
başına kaldığı yanlışlardandır. Merhum müellif buna dikkat çekmeliydi. Hattabî
diyor ki:
Bu rivayette geçen
Allah Teâlâ'ya yaklaşma izafesi selefin, gelmiş-geçmiş âlimlerin ve
tefsircilerin umumunun kanaatlerine aykırıdır. Bu hadis Şerîk'den başka
yollarla da Enes'den rivayet edilmiş, ancak onlarda
şu
çirkin sözler yer almamıştır. Bu da bu sözlerin Şerîk'den çıktığı zannını
güçlendiren delillerdendir. Abdülhak el-İşbîli, el-Cem Beyn&'s-Sahihayn
adlı eserinde diyor ki: Şerîk bu hadisde meçhul bir ilâvede bulundu ve
bilinmeyen sözler sarfetti. Isrâ olayını bir grup hadis hafızı rivayet etmiş,
ama onlardan hiçbiri Şerik'in söylediklerini söylememiştir. Şerîk hadis hafızı
değildir. Hafız İbn Kesir, Tefsirinde (3/3) diyor ki: Şerîk b, Abdullah b. Ebu
Nemr bu hadisde muzdarip duruma düştü, iyi hıfzedemedi ve iyi kaydedemedi. Hafız
Ebu Bekir el-Beyhakî: "Şerîk hadisinde yani 'Sonra izzet sahibi Cebbâr'a
tâ varıp yaklaştı, iki yay mesafesi yahut daha yakın oldu.' sözünde Hz.
Peygamber (s.a.) Allah Tealâ'yı gördü iddiasında bulunanların görüşü üzere
Şerik'in tek başına kaldığı bir ilâve vardır. Hz. Âişe, İbn Mes'ûd ve Ebu
Hureyre'nin bu âyetleri Cebrail'ir. Allah'ı görmesine yorumlamaları daha doğru
bir görüştür." diyor. İbn Kesîr sözüne devamla diyor ki: Merhum
Beyhakî'nin bu konuda söylediği şu söz doğrudur. Çünkü Ebu Zer: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Rabbini gördün mü?" diye sorduğunda: "O, bir nurdur. O'nu
nasıl göreyim?" bir rivayete göre de "Bir nur gördüm"
buyurmuştur. Bu hadisi Müslim rivayet
/ etmiştir. "Sonra tâ varıp yaklaştı" sözündeki yaklaşan
Sahihayn'da mü'minlerin annesi ;/ Hz.
Âişe ile İbn Mes'üd'dan rivayet edildiği üzere Cebrail'dir. Müslim'in Sahihinde
de I Ebu Hureyre'den aynı şekilde
rivayet
edilmiştir Onlardan bu görüş dışında
bir görüş v bilinmemektedir.
[78] Buharî, 59/6; Müslim, 164; Nesâî, 1/217; Ahmed,
Müsned, 4/208, 210.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/56-57.
[79] Müslim, 176, 284, 285; Tirmizî, 3275, 3276, 3277.
[80] Necm, 53/13.
[81] Buharî, 65/Necm Sûresi (53), 59/6, 97/4; Müslim, 174,
177; firmizî, 3274.
[82] Müslim, 178, 291, 292.
[83] Ahmed, 1/368, 4/66, 5/243, 5/378; Tirmizî, 3231, 3232,
3233
[84] Necm, 53/11.
[85] Necm, 53/13.
[86] Necm, 53/8.
[87] Necm, 53/5.
[88] Necm, 53/6-8.
[89] Yukarıda geçen dipnotta bunun Şerîk'in tek başına
rivayet ettiği cümlelerden olduğunu ve onda da yanıldığını söyledik. Müellif bu
durumun nasıl farkına varamadı bilemiyo-1 ruz. Mamafih kendisi aşağıda Şerîk'in
bu hadisdeki bazı hatalarına dikkat çekecektir.
[90] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/57-59.
[91] Buharî, 63/41, 65/İsrâl (17/3); Müslim, 170. İmam
Ahmed (1/309) sahih senedle ibn Abbas'dan oldukça detaylı şahid bir hadis
rivayet etmektedir
[92] Ahmed, 1/374. Senedi hasendir. Metni şöyledir: Hz.
Peygamber (s.a.) gecele/in Beyt-i Makdis'e götürüldü, aynı gece geri döndü.
Mekkelilere gece yolculuğunu Beyt-i Mak-dis'in alametini ve onların
kervanlarını anlattı. Bir takım İnsanlar: "Biz, söylediği şeylerde
Muhammed'i tasdik etmeyiz" deyip dinden döndüler, kâfir oldular. Allah,
onların boyunlarını Ebu Cehil ile birlikte vurdu. İbn Kesir, Te/sir'de (3/15):
"Bu hadisin senedi sahihtir"
diyor. Bu hadisin,
Şeddâd b. Evs'den rivayet edilen bir şahidi vardır ki, Beyhakî, Delâil'ûe
Muhammed b. İsmail et-Tirmizî-İshak b. İbrahim b. Alâ b.Dah-hâk ez-Zübeydî-
Velid b. Abdurrahman b. Cübeyr b. Nüfeyr- Şeddâd b. Evs senediyle rivayet eder.
Şeddâd b. Evs'in: "Ey Allah'ın Rasûlü! İsrâ hadisesi nasıl
gerçekleşti?" sorusuyla başlayan hadisde şu ifadeler yer almaktadır. Hz.
Peygamber (s.a.) anlattı: "Size söylediklerimin doğru olduğunun bir
delili, ben filan filan yerde size ait bir kervana rastladım. Bir develerini
kaybetmişlerdi, onu filan bulup getirdi. Yolculuk esnasında önce filan yerde,
sonra filan yerde konaklayacaklar ve falan gün buraya gelecekler. Kervanın
başını üzerinde bir siyah çul ve iki siyah harar bulunan esmer bir deve
çekmektedir." Hz. Peygamber'in (s.a.) söylediği gün gelince insanlar
gözlemek için bir tepeye çıktılar. Öğle vakti yaklaşınca kervan geldi. Kervanın
başında Allah Rasûlü'nün tasvir ettiği deve vardı. Beyhakî: "Bu hadisin
senedi sahihtir." diyorsa da seneddeki îshak b. İbrahim b. Alâ çok
yanlışlık yapan bir râvidir. Bundan dolayı Hafız tbn Kesir (3/14): "Bu
hadis Beyhakî'nin dediği gibi sahih şeyleri de, Beyt-i Lahm'de namaz kılma ve
Ebu Bekir Sıd-dîk'm Beyt-i Makdis'in niteliklerini sorması vs. gibi münker
şeyleri de içermektedir" diyor. En iyi bilen Allah'dır.
[93] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/59-60.
[94] Ebu Davud, 2041 ;Ahmed, 2/527. Senedi hasendir. Metni:
"Bana herhangi bir : lâm
verdiğinde muhakkak Allah, o kimsenin selâmını almam için ruhumu İade eder.
[95] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/60-62.
[96] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/62.
[97] Şerîk'in tenkid aldığı şeylerin toplamı ondur: 1)
Peygamberlerin -salât ve selâm onlara-göklerdeki yerleri, 2) Miracın
peygamberlikten önce olması, 3) Miracın uykuda gerçekleşmesi, 4)
Sidretü'l-Müntehâ'nın yeri konusunda aykırı kalması, 5) İki nehir konusunda
aykırı düşmesi, 6) Peygamberimizin göğsünün Isra hadisesi sırasında yarılması,
7) Kevser nehrinin dünya göğünde olduğunun söylenmesi, 8) Allah Teâlâ'ya tâ
varıp yaklaşma, 9) Hz. Peygamberin (s.a.) Rabbinden namazı hafifletmesini
istemek için dönmekten kaçınmasının beşincide olduğunu açıkça belirtmesi, 10)
"Onu Cebbâr'a yükseltti. O, yerinde idi" sözü. Bk. tbn Hacer,
Fethu'l-Bârî, 13/404, 405.
[98] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/62-63.
[99] îbn Sa'd, Tabakât'ta (1/216-217) zayıflığında icmâ
bulunan Vâkidî'den rivayet etmiştir, tmam Ahmed, (4/341, 3/492), Abdurrahman b.
Ebu'z-Zinâd aracılığıyla Ebu'z-Zinâd'dan şöyle dediğini rivayet eder: Deyi
kabilesinde Rabîa b. Abbâd adında cahiliye Araplan'-ndan bir adam bana şöyle
anlattı: Cahiliye devrinde Hz. Peygamber'i (s.a.) Zülmecâz panayırında:
"Ey insanlar! Allah'tan başka tanrı yoktur deyin, kurtuluşa erin."
derken gördüm. İnsanlar başına toplanmıştı. Arkasında beyaz yüzlü, şaşı ve
başında iki -aç lülesi bulunan bir adam "O dönek ve yalancıdır."
diyor, Hz. Peygamber (s.a.) nereye giderse o da peşine takılıyordu. Kim
olduğunu sordum. Bana Allah Rasûlü'nün (s.a.) soyunu söylediler ve: "Bu
da amcası Ebu Leheb" dediler. Bu rivayetin senedi hasendir.
tbn
Hibbân (1683) Târik b. Abdullah el-Muhâribî yoluyla bir şahid hadis rivayet
etmiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/67-68.
[100] Îbn Hişâm, Sire, 1/427-428. Râvîleri sikadır. Senedi
hasendir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/68.
[101] Îbn Hişâm, Sîre, 1/428-429. Râvîleri sikadır. Senedi
hasendir.
[102] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/69.
[103] Müellif on ikinci kişinin adını vermemiştir. Abbas b.
Ubade olacaktır.
[104] Ahmed, 3/322, 329. Beyhakî, Sünen, 9/9. Râvîleri
sikadır. Hâkim (2/624, 625) senedi sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat
etmiştir. İbn Kesîr, Sire'sinde (2/196) "Bu se-ned Müslim'in şartlarında
ceyyiddir" diyor. Hafız
îbn
Hacer, Fethu'l-Bâri'de (17/177) hadisi hasen saymış; İbn Hibbân (1688) ise
sahih olduğunu söylemiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/69-71.
[105] îbn Hişâm, 1/435; Ebu Davud, 1069; Hâkim, 1/281;
Beyhakî, 3/176. Kâ'b b. Mâlik'in oğlu Abdurrahman anlatıyor: Gözü kör olduktan
sonra babam Kâ'b b. Mâlik'i götürüp getiren ben oldum. Onu cuma namazına
götürmek için çıkardığımda ezanı işitince Es'ad b. Zürâre'ye rahmet okurdu.
Ona: "Ezanı duyunca Es'ad b. Zürâre'ye rahmet okuyorsun?" dedim.
"Çünkü, Beyâzaoğullan taşlığındaki Hezmu'n-Nebît'de bulunan
Nakîu'I-Hadamat denilen hurma ıslatılan bir havuzda ilk cumayı bize kıldıran
odur" dedi. "O gün kaç kişiydiniz?" diye sordum. "Kırk
kişi" cevabını vredi. Bu rivayetin senedi -ibn Hacer'in de dediği
gibUhasendir. Burada cumanın sıhhati için cemaatin kırk kişi olmasının şart
koşulduğuna dair bir delil yoktur. Zira bir rastlantı sonucu sayıları kırk idî.
Yine bu hadiste cemaat kırk kişiden az olduğunda cumanın geçersiz olduğuna
dair bir delil yoktur.
[106] Muaz'la Üseyd b. Hudayr'ın müslüman oluşlarının
kıssası için bk. ibn Hişâm, Sîre, 1/435-436.
[107] Buharı, 56/13; Müslim, 1899; Ahmed, Müsned, 3/290,
291, 293\ Berâ b. Âzib (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna
demir zırhla yüzü örtülü bir adam geldi ve: "Ey Allah'ın Rasûlü! Harb mı
edeyim yoksa (önce) müslüman mı olayım?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.):
"Müslüman ol, sonra savaş!" buyurdu. Adam müslüman oldu, sonra savaşa
katıldı ve şehit düştü. Allah Rasûlü (s.a.): "Az işledi, ama çok sevap kazandı."
buyurdu. Başka hadislerde bu şahsın Amr b. Sabit olduğu belirtilmiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/71-72.
[108] îbn Hişâm, es-Sîre, l/44(M47; Ahmed, 3/460, 462;
Tayâlisî, 2/93. Senedi sahihtir. Hey- , semî, Mecmau 'z-Zevâid'de (6/42,45) bu
hadisi kaydetmiş ve: "Hadisi Ahmed ve benzer \ şekilde Taberânî rivayet
etmiştir. Ahmed'in râvileri Îbn İshak dışında Sahih'in râvüeri-dir. Ancak o da
açıkça işitme ifade eden söz sarfetmiştir." demiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/72-73.
[109] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/73.
[110] İbn Hişam, es-Sîre, 1/469. Râvileri sikadır. Osman b.
Ebu Talha, Ümmü Seleme ile hicret ettiği gün daha müslüman olmamıştı.
Hudeybiye anlaşması sırasında müslüman olmuş ve Mekke'nin fethinden önce Hâlid
b. Velid ile birlikte hicret etmiştir Uhud savaşında babası ile kardeşleri
Haris, Kilâb, Müsâfi' ve amcası Osman b. Ebu lalha sehid düştüler. Allah Rasûlü
(s.a.) Fetih günü ona ve onun amcasının oğlu Şeybe'ye Kabe'nin anahtarlarını
teslim etti. Cahiliye devrinde olduğu gibi bu vazifeyi onlara bıraktı. Bu konuda:
"Doğrusu Allah, emanetleri lâyıkı olanlara vermenizi emreder." âyeti
(Nisa, 4/58) indi. Osman -Allah ona rahmet eylesin- Hz. Ömer'in hilâfetinin ilk
yıllarında Ecnâdeyn'de şehid düştü.
[111] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/75.
[112] İbn Hişâm, es-Sîre, 1/480-483. Râvileri sikadır; ancak
İbn İshak'm hadisi kendisinden aldığı üstadı meçhuldür.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/76.
[113] Buharı, 63/45.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/76-77.
[114] Yasin, 36/9.
[115] tbn Sa'd, 1/227, 228; İbn Hişâm, es-Sîre, 1/483;
Abdürrezzak, Musannef, 5/389; Ah-med, 1/348. îbn Abbas anlatıyor: Bir gece
Kureyş, Mekke'de bir toplantı yapıp konuyu görüştüler. Kimileri Hz. Peygamber'i
(s.a.) kastederek: "Sabah olunca O'nu iple bağlayıp bir yere kapatın",
kimileri; "Hayır, O'nu öldürün" ve kimileri de: "O'nu memleketten
sürün" diye görüşlerini açıkladılar. Allah Teâlâ, Peygamberini durumdan
haberdar eyledi. O gece Hz. Ali, Hz. Peygamber'in (s.a.) yatağında geceledi ve
Hz. Peygamber (s.a.) yola çıkıp mağaraya vardı. Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.)
zannıyla Hz. Ali'yi kollayarak geceyi geçirdiler. Sabah olunca ona baskın
yaptılar. Hz. Ali'yi gördükleri vakit Allah onların tuzağını geri teptirdi de:
"Şu adamın nerde?" diye sordular. O da:
"Bilmiyorum" dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber'in (s.a.) izini takibe koyuldular. Dağa
vardıklarında akıllan karıştı. Dağa tırmandılar. Mağaraya uğradılar. Mağaranın
kapısına bir örümceğin ağ kurmuş olduğunu gördüler ve: "Buraya girmiş
olsaydı örümcek kapısına ağ kurmuş olmazdı." dediler. Hz. Peygamber
(s.a.) orada üç gece kaldı. Hafız İbn Kesîr ve îbr Hacer (Fethu'l-Börî,
7/184-185) hadisi hasen saymışlardır. Oysa Tak-nfc'de, senedde geçen Osman b.
Amr b. Sâc hakkında: "Onda zayıflık vardır." demiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/77.
[116] Bir önceki dipnotta kaynaklan zikredildi. Hafız îbn
Hacer, Fethu'l-Bârî'de örümceğin ağ dokuması konusuna Mervezî'nin Müsnedü Ebî
Bekr <no:73) adlı eserinden, Hasan Basrî'den gelen mürsel bir şâhid hadis
aktarmıştır ki, o hadisin râvileri sikadır.
[117] Buharî, 37/3, 4, 63/45.
[118] Buharî, 62/2, 63/45; Müslim, 2381.
[119] Buharî, 63/45, 77/16. Buradaki metne göre: Hz. Ebu
Bekir'in oğlu Abdullah geceyi onların yanında mağarada geçirirdi. Abdullah,
becerikli ve zeki bir delikanlı idî. Seher vakti onların yanından ayrılır,
Mekke'ye gider ve sanki orada gecelemiş gibi sabahleyin Ku-reyşlilerle birlikte
olurdu. Hz. Peygamber (s.a.) ile Hz. Ebu Bekir hakkında hazırlanan bir tuzak
duysa, derhal hafızasına kaydedip akşam hava kararmaya başlayınca haberi onlara
iletirdi. Hz. Ebu Bekir'in azatlı kölesi Âmir b. Füheyre ise onların sağmal
davar sürülerini otlatır ve akşamleyin bir müddet geçincf sürüyü onlara
getirirdi. Böylece onlar bol sütleri olduğu halde geceyi geçirirlerdi. Bu süt
kendi sağmallarının sütü olup
içine
kızgın taşlar koyarak ısıtır içerlerdi. Nihayet Âmir b. Füheyre gecenin sonunda
sürüye seslenir, onları alıp otlatmaya götürürdü. Âmir bunu o üç gece boyunca
her gece yapardı. Bu kıssayı İbn Abbas'tan aktaran İbn Âiz rivayetinde ise
deniyor ki: "Sonra Âmir b. Füheyre hayvanları otlasınlar diye salıverir ve
diğer insanların çobanlan arasında sanki geceyi onlarla birlikte geçirmiş gibi
sabahlardı. Böylece onun yaptığı şeylerin farkına
varılmazdı."
Musa b. Ukbe'nin İbn Şihâb'dan rivayetinde ise: "Âmir güvenilir, emniyet
edilir iyi bir
müslümandı."
deniyor.
[120] İbn Sa'd, 1/229; Buharî, 63/45, 77/16.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/78-79.
[121] Hâkim, 3/6. Muhammed b. Sîrîn'den mürsel olarak
rivayet edilmiştir. Hafu İbn Hacer, Fethu'I-Bâri'de (7/185) BeyhakFnin
Delâilü'n-Nübüvve adlı eserinden Muhammed b. Sî-rîn'in mürsel rivayeti olarak
kaydetmiş ve demiştir ki: Ebu'I-Kâsım el-Bagavî, İbn Ebî Müleyke'den benzer
şekilde mürsel olarak rivayet etmiştir. İbn Hişâm, ilâvelerden olmak üzere
Hasan el-Basrî'den benzer şekilde "Bana ulaştı ki" ifadesiyle rivayet
etmiştir.
[122] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/81-82.
[123] Buharî, 66/61; Müslim, 2009; Hâkim, 3/6-7; Ahmed,
3/212.
[124] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/82-83.
[125] Hadis hasendir. Hâkim (3/9-10), Hişâm b. Hubeyş'ten
rivayet etmiştir. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (6/58) kaydetmiş, Taberânfnin
rivayet ettiğini söylemiş ve demiştir kî: Senedinde bilmediğim bir grup râvi
var. Bu hadisin Câbir ve Ebu Ma'bed el-Huzâî'den gelen iki şahidi vardır. Bu
şahid hadisleri Hafız İbn Kesîr, eJ-Bidâve'de (3/192-194) kaydetmiştir. Hadisi
İbn Sa'd, Tabakât'ta. (1/230-231) rivayet etmiştir.
[126] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/83-85.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/89.
[128] îbn Sa'd, Tabakât, 1/233; Buharî, 63/45; Hâkim, 3/11;
tbn Hişâm, es-Sîre, 1/492.
[129] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/90.
[130] Bk.Sahih-i Müslim, 3/1623 (171); Buharî, 63/45; Ibn
Sa'd, Tabakât, 1/237; Mecmau'z-Zevâid, 6/63; Ibn Kesîr, es-Sîre, 1/279-280; Ibn
Hişâm, Sîre, 1/495-496.
[131] Ibn Hişâm, es-Sîre, 1/512.
[132] Ahmed ve Tirmizî (3139). Senedinde, Hafız îbn Hacer'in
Takrîb'dc gevşek ( = leyyin) olarak nitelediği Fâbûs b. Ebu Zübyân var olmasına
rağmen Tirmizî ve Hâkim {Müsted-rek, 313) hadisi sahih saymış ve Zehebî de ona
katılmıştır. Âyet: İsrâ, 17/80.
[133] Hâkim, Müstedrek, 3/3-4. Senedi ceyyiddir. Hâkim
hadisin sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır. Ahmed (6/198) de
sahih senedle rivayet etmiştir.
[134] Hâkim, Müstedrek'le rivayet etmiş ve sahih olduğunu
söylemiştir. Zehebî de ona katılmıştır.
[135] Buharî, 63/46; Tayâlisî, 2/94.
[136] Ahmed, 3/122; Dârimî, 1/42. Senedi sahihtir.
[137] İbn Sa'd, Tabakâı, 1/237-238.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/90-92.
[138] İbn Sa'd, Tabakât, 1/239; Buharî, 63/45; Müslim, 52'4
[139] İbn Sa'd, Tabakât, 1/240.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/93-94.
[140] Zevi'l-erhâm: Asabe ve muayyen hisse sahibi olmayan
dayı, hala, teyze, kızın çocukları... gibi kan akrabalarına denir.
[141] Ahzâb, 33/6.
[142] Buharî, 39/3, 65/4/7, 85/16. İbn Abbas diyor ki:
Muhacirler, Medine'ye hicret ettikleri vakit bir muhacir, Ensar'dan birine
akrabası olmaksızın Hz. Peygamber'in (s.a.) aralarında kurduğu kardeşlikten
ötürü mirasçı olurdu. "Herkes için mirasçılar kıldık." âyeti inince
bu hüküm yürürlükten kaldırıldı. Sonra Allah "Kendileriyle
yeminleştiğiniz kimselere
hisselerini verin." buyurdu ki, buradaki hisseden maksat yardım, bağış ve
nasihattir. Artık onlara miras bırakılmaz, vasiyet edilir. İbn Kesîr,
Tefsîr'inde (3/468) diyor ki: Allah Teâlâ: "Zevİ'l-erhâm (akrabalar) miras
hususunda Allah'ın kitabında (yani Allah'ın hükmünde diğer mü'minlerden ve
muhacirlerden) birbirlerine daha yakındırlar." buyuruyor. Yani akrabalar
birbirlerinin mirasçısı olma konusunda Muhacirlerden ve Ensar'dan birbirlerine
daha yakındırlar. Bu âyet daha önce yürürlükte bulunan kardeşlik anlaşması ve
müttefiklik anlaşması ile gerçekleşen birbirine mirasçı olma hükmünü yürürlükten
kaldırmaktadır. Nitekim İbn Abbas ve daha başkaları diyorlar ki: "Muhacir,
Allah Rasûlü'nün (s.a.) aralarında kurduğu kardeşlikten ötürü akrabalar ve
diğer yakınlardan hariç olarak Ensâr'dan birine mirasçı olurdu." Saîd b.
Cübeyr ile selef ve haleften pek çok kimse de böyle söylemiştir. İbn Ebî
Hatim'in rivayetine göre Zübeyr b. Avvâm (r.a.) anlatıyor: Allah Teâlâ biz
KureyşVe Ensâr cemaatine mahsus olmak üzere: "Akrabalar miras hususunda
birbirlerine daha yakındırlar." âyetini indirdi. Şöyle ki, biz Kureyş
cemaati Medine'ye hicret ettiğimizde mallarımızı bırakıp geldik. Ensâr'ı ne iyi
kardeş bulduk bilseniz! Onlarla kardeşlik kurduk ve birbirlerimize mirasçı
olduk. Bu cümleden olmak üzere Hz. Ebu Bekir (r.a.), Hârice b. Zeyd ile; Hz.
Ömer (r.a.) falan ile ve Hz. Osman (r.a.), Zürayk b. Sa'd ez-Zürakîoğullanndan
bir adam iie -bazı insanlar daha başka bir kimse olduğunu söylemektedir-
kardeşlik kurdular. Ben de Kâ'b b. Mâlik ile kardeşlik kurdum. Onun yanma
geldim, ona uydum. Silah ona ağır gelmiş buldum. Vallahi yavrum, eğer o vakit
dünyadan göçüp gitmiş olsaydı, benden başkası ona mirasçı olamazdı. Tâ ki,
Allah Teâlâ bu âyeti özel olarak biz Kureyş ve Ensâr cemaatleri hakkında
indirdi; böylece miraslarımıza döndük.
[143] Hz. Peygamber'in (s.a.) Hz. Ali İle kardeşlik
kurduğunu ifade eden hadislerin hepsi zayıftır. Bk. Mecmau'z-Zevâid, 9/111;
el-LeöUu'l-Masnûa, 191, 194 ve 201. Hz. Peygamber {s.a.) Hz. Ali'ye: "Sen
benim dünya-âhiret kardeşimsin." buyurmuş olduğu Tirmizî (3722) tarafından
rivayet edilmişse de bu hadisin senedindeki Cemî b. Umeyr'i, İbn Hib-bân hadis
uydurmakla itham etmiş ve ibn Nümeyr de onun hakkında: "İnsanların en
yalancılarındandı." demiştir.
[144] Buharî, 8/80, 62/5, 85/9; Müslim, 532, 2382, 2383.
[145] Müsiim, 249. Hadisin devamı şöyledir: Sahabîler:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Ümmetinden henüz daha dünyaya gelmemiş olanları nasıl
tanıyabilirsin?" diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Düşünün,
bir adamın siyah yağız atlar arasında ayağında ve alnında beyazlık bulunan bir
atı olsa, o adam atını tanımaz mı?" diye karşı bir soru sordu. Onlar da:
"Evet, tanır ey Allah'ın Rasûtü!" cevabını verdiler. Peygamberimiz
(s.a.) devamla buyurdu ki: "Onlar, aldıkları abdestten ötürü alınları ve
ayaklan parlar bir vaziyette gelirler. Ben havuz başında onların önünde
bulunacağım. Haberiniz olsun, yitik devenin sürüldüğü gibi bîr takım insanlar
havzımdan sürülüp uzaklaştırılacaklar. Ben onlara: "Hey, buraya
gelin!" diye sesleneceğim. Bana: "Senden sonra onlar da (inançlarını
ve amellerini) değiştirdiler." denecek. Ben de: "Uzak olun! Uzak
olun!" diyeceğim.
[146] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/94-96.
[147] Buharı, 63/45. Enes b. Mâlik anlatıyor: Allah'ın
Peygamberi (s.a.) Medine'ye gelince Abdullah b. Selâm geldi ve: "Tanıklık
ederim ki, sen Allah'ın peygamberisin ve sen hakikati getirdin. Yahudiler
bilirler ki, ben kendilerinin efendileriyim ve efendilerinin oğluyum ve aynı
zamanda onların en bilginleriyim ve en bilginlerinin oğluyum. Onları çağır,
benim müslüman olduğumu onlar öğrenmeden önce beni onlara sor. Zira müslüman olduğumu
bilirlerse benim hakkımda bende bulunmayan şeyler söylerler." dedi.
[148] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/96-97.
[149] Bakara, 2/144.
[150] îbn Sa'd, Tabakâi, 1/241. Buharî'nin rivayetine göre
Berâ b. Azib kınlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) 16 veya 17 ay Beyt-i Makdis'e
doğru namaz kıldı. Allah Rasûlü (s.a.) kıblenin Kabe'ye çevrilmesini arzu
ederdi. Allah Teâlâ: "Yüzünürı göğe çevrildiğini görüyoruz." âyetini
indirdi, Hz. Peygamber (s.a.) Kabe'ye doğru naımaz kılmaya başladı. Bir takım
sefih insanlar yani yahudiler: "Daha önceki kıblelerinden onları çeviren
nedir?" dediler. Allah ta Peygamberine: "De ki: Doj*u da, Batı da
Allah'ındır. O, dilediğini doğruyola eriştirir." âyetini indirdi. Bir
adam, Hz. Peygamber'le (s.a.) birlikte namazını kıldı, namazı kıldıktan sonra
çıktı. İkindi namazım kılmakta olan ve Beyt-i Makdis'e doğru rükû etmiş
vaziyette bulunan bir Ensâr topluluğuna uğradı ve kendisinin Allah Rasûlü
(s.a.) ile birlikte namaz kıldığına ve O'nun (namazda) Kabe'ye doğru
yöneldiğine şahitlik etti. Bunun üzerine cemaat yönlerini Kabe'ye doğru
çevirdi. Bu ha-dİsİ Tirmizî (2966) rivayet etmiştir.
[151] Şûra, 42/13.|
[152] Tabakât, 1/243. Seneddeki l£bu Ma'şer'in ismi Nüceyh
b. Abdurrahman es-Sindî olup kendisi zayıfF bir râvidir.
[153] Âl-İ İmrân,İ3/7.
[154] Bakara, 2/143.
[155] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/99-102.
[156] Buharı, 18/5; Müslim 685. Hz. Âişe, (r.a.) diyor ki:
"Namaz ük olarak İkişer rekât farz kılındı. Sonra yolculuk namazı aynen
bırakıldı, ikâmet halinde kılınan namaz tamamlandı." Buharî'nin (63/48)
bir metnine göre ise: "Namaz iki rekât olarak farz kılındı. Sonra Hz.
Peygamber (s.a.) hicret etti, namazın farzı dört rekât oldu."
[157] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/102.
[158] Hac, 22/39.
[159] Hac, 22/40.
[160] Hac, 22/19.
[161] Buharî, 64/8, 65/22/3. Ebu Zer, "İşte Rableri
hakkında birbirleriyle mücadeleye giren iki taraf âyetinin Bedir savaşında,
savaş başlamadan önce düelloya çıkan Hz. Hamza ve iki arkadaşı ile Utbe ve iki
arkadaşı hakkında indiğine yemin ederdi.
[162] Furkân, 25/52.
[163] Hac, 22/39.
[164] Hâkim, Müstedrek, 2/66; Tirmizî, 3170; Ahmed, 1/216.
İbn Cerîr et-Taberî. Hâkim, hadisin Buharî ve Müslim'in şartlarını taşıdığını
belirterek sahih olduğunu söylemiş, Ze-hebî de ona katılmıştır.
[165] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/105-106.
[166] Bakara, 2/190.
[167] Tevbe, 9/41
[168] Saff, 61/10-11
[169] Saff, 61/12
[170] Tevbe, 9/111.
[171] el-Tuğrâî'nin Lâmiyetü'l-Acem adlı kasidesinin son
beytidir.
[172] Mâide, 5/54.
[173] ÂH İmrân, 3/31.
[174] Mâide, 5/54.
[175] Âl-i İmrân, 3/169.
[176] Buharı, 40/8, 43/1, 46/26, 54/4; Müslim, 715; Tirmizî,
1253; Ebu Davud, 3505; Nesâî, 7/297, 300; İbn Mâce, 2205
[177] Tirmizî, 3013; İbn Mâce, 190 ve 2800. Senedi hasendir.
[178] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/107-112.
[179] Buharı, 2/26, 57/8, 97/28, 30; Nesâî, 8/119; İbn Mâce,
2753.
[180] Buharî, 56/2; Müslim, 1878; Muvatta, 2/443 Nesâî,
6/17; İbn Mâce, 2754.
[181] Buharî, 56/5, 56/73, 59/8, 81/2; Müslim, 1880, 1881,
1882, 1883; Nesâî, 6/15; Tirmizî, 1648, 1649, 1651; Dârimî, Sünen, 2/202.
[182] Nesâî, 6/18. Senedi zayıfsa da önceki hadisin
şahidliği ile hasen mertebesindedir.
[183] Ahmed, 5/314, 316, 319, 326, 330. Senedi hasendir.
Hâkim (2/75) sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır. Hadisi
Mecmau'z-Zevâid'de (5/272) kaydeden Heyse-mî diyor ki: Ahmed ve Taberanî
(el-Kebîrve el-Evsat adlı eserlerinde) rivayet etmişlerdir. Ahmed'in ve
başkalarının senedlerinden birinin râvîleri sikadır.
[184] Nesâî, 6/21. Senedi hasendir. İbn Hibbân (1586) ve
Hâkim (3/71) sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.
[185] Hadis sahihtir. Ebu Davud, 2541, Nesâî, 6/25-26; İbn
Mâce, 2792; Tirmizî, 165f mî, 2/201; Ahmed, Müsned, 5/230, 235, 244. ibn hibbân
(1615) sahih olduğun mistir.
[186] Buharî, 56/4; Ahmed, 2/335.
[187] Müslim, 1884; Nesâî, 6/19, 20.
[188] Buharî, 30/4, 59/6, 69/1; Müslim, 1027; Nesâî,
6/22,23.
[189] Ahmed, Müsned; 1/195, 196. Senedinde Iyâz b. Gatîf
vardır ki, onun Gatîf b. Haris olduğu da söylenir. Bu râviyi İbn Ebi Hatim,
el-Cerh ve't-Ta'dîl (6/408) adlı eserinde kaydetmiş, ama onun hakkında cerh
veya ta'dîl ifadesi kullanmamıştır. Diğer râvileri sikadır. Bu konuda Ahmed
(4/322,345), Tirmizî (1625) ve Nesâî (6/49): "Kim Allah yolunda bir
harcamada bulunursa, yaptığı bu harcama o kimseye yedi yüz misli sevap olarak
yazılır." hadisini rivayet etmişlerdir ki bu hadisin senedi sahihtir;
Hâkim de sahih olduğunu söylemiştir.
[190] Bakara, 2/261.
[191] tbn Mâce, 2761. Senedinde Halîl b. Abdullah adlı bir
râvi vardır. Hafız îbn Hacer"in Takrîb'ât dediği üzere meçhul bir râvidir.
[192] Ahmed, 3/487; Hâkim, 2/217. senedi zayıftır. Bu konuda
Ahmed (4/386), Ebu Davud (3966) ve Nesâî (6/26): "Kim mü'min bir köle azat
ederse, o köle o kimse için cehennemden kurtuluş akçesi olur." hadisini
rivayet etmişlerdir; bu hadisin senedi sahihtir. Bu hadisin Müsned 'de rivayet
edilen üç şahidi vardır. Bk. Ahmed, 4/150, 4/344, 5/244.
[193] Buharı, 11/18, 56/16; Tirmizî, 1632; Ahmed,
3/479.
[194] Nesâî, 6/12, 13,14; Ahmed, 2/256, 342, 44lj Hâkim,
2/72; Beyhakî, 9/161. Hepsi de Îbnü'l-Leclâc yoluyla Ebu Hureyre'den rivayet
etmiştir. İbnü'I-Leclâc'ın ismi konusunda farklı şeyler söylenmiş, kimileri
isminin "Kâkâ" kimileri, "Husayn" ve kimileri de
"Hâlid" olduğunu belirtmişlerdir. Bu râviyi İbn Hibbân'dan başkası
sika kabul etmemiştir. Ancak hadisin bir başka senedi daha vardır ki, o
senedle kuvvet bulur. Bk. Ahmed, 2/340; Nesâî, 6/12,13; Hâkim, 2/72. Bu
rivayetin senedi hasendir; İbn Hibbân (1597 ve 1599) sahih olduğunu
söylemiştir.
[195] Ahmed, 5/225, 226. Senedi sahihtir. îbn Hibbân sahih
olduğunu söylemiştir.
[196] Ahmed, 6/443, 444. Münziri, et-Terğîb ve't-Terhîb
(2/167) adlı eserinde diyor ki: Senedindeki râviler sikadır; ancak Hâlid b.
Düreyk, Ebu'd-Derdâ'ya yetişmemiştir. Ondan hadis işittiğini söyleyenler de
olmuştur. Hadisin şâhidleri vardır. İlk cümlesi dışındaki kısımlarıyla aynı
anlamı ifade edenler yukarıda geçti. Buharı ve Müslim'in Ebu Saîd'-den rivayet
ettikleri hadiste buyuruluyor ki: "Herhangi bir kul Allah Teâlâ yolunda
bir gün oruç tutsa, muhakkak Allah o güne karşılık olmak üzere onun yüzünü
cehennemden yetmiş yıl uzaklaştırır." Nesâî, hasen bir senedle Ukbe b.
Âmirden: "Kim, Allah için bir gün oruç tutarsa; Allah ondan cehennemi yüz
yıllık bir mesafe kadar uzaklaştırır." hadisini rivayet etmektedir.
Ayrıca Taberânî, el-Kebîr\e el-Evsal adlı eserlerinde Amr b. Abese'den buna
şahid bir hadis rivayet eder.
[197] İbn Mâce, 2775. Senedi hasendir.
[198] Ahmed, 6/85. Senedi sahihtir.
[199] Buharı, 56/5, 56/73, 59/8, 81/2.
[200] Müslim, 1913; Nesâî, 6/39.
[201] Tirmizî, 1621; Ebu Davud, 2500; Ahmed, 6/20. Senedi
hasendir. Tirmizî: "Hasen-sahihtir" diyor. İbn Hibbân (1624) ise
sahih olduğunu söylemiştir.
[202] Nesâî, 6/39, 40; Dârimî, 2/211; Ahmed, 1/62, 65, 66,
75; Tirmizî, 1667. Senedinde Hz. Osman'ın azatlı kölesi Ebu Salih vardır; İbn
Hibbân'dan başkası onun sika olduğunu söylememiştir. Diğer râvileri sikadır.
Bununla birlikte Tirmizî hadisin hasen olduğunu söylemiştir. ^^
[203] ibn Mâce, 2766: Ahmed, 1/65. Senedi zayıftır.
[204] Ahmed, 2/466, 524; Tirmizî, 1650; Beyhakî, 9/160.
Senedi hasendir. Hâkim, (2/68) sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona
katılmıştır. Hadisin İlk cümlesi için Dârimî (2/202) ve Hâkim'İn (2/68) rivayet
ettikleri bir şâhid hadis vardır ki, onun râvileri sikadır. Ayrıca Ahmed'in
(5/266) rivayet ettiği bir başka şâhid hadis daha vardır. Hadisin son cümlesinin
şahidi olan hadis yukarıda geçti. Bk. Cihada Teşviki, dipnot: 7.
[205] Ahmed, 6/362. Senedi zayıftır.
[206] Ahmed, 1/61, 65. Senedi zayıftır.
[207] Ahmed, 4/134; Dârimî, 2/203; Nesâî, 6/15. Senedinde
Muhammed b. Şennr -yahut Semîr-er-Rueynî vardır; İbn Hibbân'dan başkası onun
sika olduğunu söylemedi: ştir. Diğer râvileri sikadır. Hâkim'İn (2/83) Ebu
Hureyre'den rivayet ettiği bir şâhid hadis vardır ki, onunla kuvvetlenir.
İ
[208] Meryem, 19/71.
[209] Ahmed, 2/437. Senedi zayıftır.
[210] Ebu Davud, 2501. Senedi sahihtir.
[211] Ebu Davud, 3965; Nesaî, 6/27; Ahmed, 4/384. Senedi
sahihtir. îbn Hibbân (1645) sahih olduğunu söylemiştir.
[212] Ahmed, 4/113; Tirmizî, 1628; Nesâî, 6/26, 27. Senedi
sahihtir. Ayrıca hadiste geçen bir cümlenin şahidi de vardır. Bk. Tirmizî,
1634; Nesâî, 6/27.
[213] İbn Hibbân (1643) sahih olduğunu söylemiştir. Müellif,
derecenin NesâTde "beş yüz sene" İle tefsir edildiğini söylemişse de
bu merhumun bir yanılgısıdır.
[214] Ahmed, 4/144, 146, 148; Ebu Davud, 2513; Nesâî, 6/28;
Hâkim, 2/95; Dârimî, 2/215; tbn Mâce, 2811. Senedindeki Hâlid b. Zeyd
el-Cühenî'yî İbn Hibbân'dan başkası sika saymamıştır. Hafız el-Irâki:
"Senedinde muztariblik vardır." diyor. Ancak "Kişinin eğlence
için yaptığı herşey..." kısmına Câbir b. Abdullah el-Ensârî ile Câbir b.
Umeyr el-Ensârî'nin rivayet ettikleri: "Allah Teâlâ'yı hatırlatmayan her
şey boştur, oyun-eğlencedir-yahut gaflettir-. Ancak şu dört şey bunun
dışındadır: Kişinin iki hedef arasında koşması, atını eğitmesi, hanımıyla
oynaşması ve yüzmeyi öğrenmesi." hadisi şâhidlik eder. Bu hadisi Nesâî
(74/2) ve Taberânî (el-Mu'cemu'I-Kebîr, 1/89/2) rivayet etmişlerdir. Senedi sahihtir.
Münzirî, et-Terğîb ve't-Terhîb (2/170) adlı eserinde senedinin ceyyid olduğunu
söylemiştir. Heysemî, Mecmau'z-Zevöid'de (6/269) diyor ki: Hadisi Taberânî
(el-Evsat ve ei-Keblr adlı eserlerinde) ve Bezzâr rivayet etmiştir.
Taberânî'nin râvileri Ab-dülvehhâb b. Baht dışında Sahih râvîleridir; o râvî de
sikadır. Tirmizî'nin (1637), Abdullah b. Abdurrahmân b. Ebu Hüseyn'den rivayet
ettiği bir başka şâhid hadis daha vardır. Râvileri sika ise de hadis mürseldir.
"Allah'ın kendisine atıcılığı öğrettiği kimse..." kısmına ise
Müslim'in (1919) Ukbe b. Âmir'den rivayet ettiği şu hadis şâhidlik eder?
"Kim atıcılığı öğrenir de sonra onu terkederse o kimse bizden değildir
yahut isyan etmiş demektir."
[215] îbn Mâce, 2834. Senedi zayıfsa da bir Önceki dipnotta
geçen Müslim'in rivayetiyle bu hadisin metni aynı anlamı taşımaktadır.
[216] İki ayrı senedi olan bu hadis hasendir. Bk. Ahmed,
3/82; Taberânî, Sağır, s.197.
[217] Sahih, uzunca bir hadisin bir bölümüdür. Bk. Tirmizî,
2619; Ahmed, 5/231, 236, 237; İbn Ebî Şeybe, el-îman, s. 2. Müellifin
kaydettiği cümlenin, Taberânî'de zayıf senedle Ebu Ümâme'den rivayet edilen bir
şahidi vardır.
[218] Ahmed, 2/251, 437; Tirmizî, 1655; Nesâî, 6/61; tbn
Mâce, 2518. Senedi hasendir. İbn Hibbân (1653) ve Hâkim (2/217) sahih olduğunu
söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.
[219] Müslim, 1910; Ebu Davud, 2502; Nesâî, 6/8. Hadisin
râvilerinden biri olan Abdullah b. Mübarek: "Kanaatimizce bu hüküm Allah
Rasûlü'nün (s.a.) devrinde idi." demektedir. Nevevî diyor ki:
Îbnü'l-Mübârek'in söylediği muhtemeldir. Başkaİan bunun umumî olduğunu
söylemektedir. Kastedilen şudur: Kim böyle yaparsa bu özellikte cihaddan geri
kalan münafıklara benzemiş olur. Zira cihadı terketmek münafıklığın
şubelerinden biridir.
[220] Ebu Davud, 2503; İbn Mâce, 2762; Dârimî, 2/209. Senedi
kuvvetlidir.
[221] Ebu Davud, 3462; Beyhakî 5/316; ed-Dûlâbî, el-Künâ,
2/65; Ahmed, 2/28 ve 5007; Taberânî, Kebîr 3/207/1. Hadis hasendir.
îne alış-verişi: Bir
malı belli bir para karşılığında, parası belli bir süre sonra ödenmek kaydıyla
veresiye satıp sonra onu satılan fiyattan daha az bir paraya peşin geri satın
alma. Bu şekil bir uygulama ile borç alamayan kimseler kredi temin etmiş
oluyorlardı. "Sığırların kuyruklarına yapıştıklarında" ifadesi ziraat
ve tarım işlerine kendini vermekten ve yalnızca bu işle uğraşmaktan kinayedir.
Hadis-i şerifte arazide üretim yapmaktan ve toprağın yararlı şeylerinden
istifade etmekten herhangi bir sakındırma ve yasaklama yoktur. Burada
kastedilen yalnızca sırf dünyaya eğilmeden, onu mamur hale getirmeden ve
dünyalık işlerle uğraşmaktan ötürü farzları yerine getirememeden
sakmümasıdır. Yoksa Hz.
Peygamber (s.a.) ziraata ve araziden çıkan yararlı şeylerden istifade etmeye
teşvik etmiş; araziden ürün elde etme ve ondan yararlanmayı bunu yapanlar için
kıyamete kadar sürüp giden bir sadaka saymıştır. Nitekim Buharı ile Müslim'in
Enes'ten rivayet ettikleri bir hadiste: "Herhangi bir müslüman bir ağaç
diker yahut bir tahıl yetiştirir de ondan bir kuş yahut bir insan yahut da bir
hayvan yerse muhakkak bu onun için bir sadaka olur." buyrulmuştur. İmam
Ahmed (3/183, 184, 191), Tayâlisî (2068) ve Buharî'nin (el-Edebit'i-Müfred,
479) sahih senedle rivayet ettikleri bir hadiste ise: "Kıyamet vakti gelse
ve birinizin elinde bir fidan bulunsa, eğer kıyamet kopmadan o fidanı dikebilirse
diksin." buyrulmuştur. Arazinin bakımına ve araziden ürün elde etmeye
Allah'ın oraya koyduğu hayırlı şeyleri çıkarmaya teşvik eden daha başka
hadisler de vardır.
[222] İbn Mâce, 2763; Tirmizî, 1666. Senedi zayıftır.
[223] Bakara, 2/195.
[224] Ebu Davud, 2512; Tirmizî, 2976. Eşlem Ebu İmrân
anlatıyor: İstanbul'a doğru Medine'den gazaya çıktık. Ordunun başında Hâlid b.
Velid'in oğlu Abdurrahman vardı. Bizanslılar sırtlarım şehrin duvarına
yapıştırmışlardı. Bir adam düşmana hücum etti. İnsanlar: "Dur, dur! Lâ
ilahe illallah! Kendi kendini tehlikeye atıyor." dediler. Bunun üzerine
Ebu Eyyûb dedi ki: Bu âyet, biz Ensâr cemaati hakkında idi, Allah, Peygamberine
yardım edip de İslâm'ı zafere eriştirince biz O'na: "Gel, artık mallarımız
arasında kalahm,onlann bakımını yapalım" dedik. Allah Teâlâ bunun üzerine:
"Allah yolunda harcamada bulunun. Kendinizi tehlikeye atmayın."
âyetini İndirdi. Kişilerin kendilerini tehlikeye atması mallarımız arasında
kalıp onların bakımıyla uğraşma ve cihadı terket-medir. Ebu İmran diyor ki: Ebu
Eyyûb Allah yolunda cihaddan asla geri durmadı. Nihayet şehit düşüp
İstanbul'da defnedildi. Bu rivayetin senedi sahihtir. İbn Hibbân (1667) ve
Hâkim (2/275) hadisi sahih saymış, Zehebî de ona katılmıştır. Merhum Hafız İbn
Hacer, Fethu'l-Bârî'de (8/138) hadisi Müslim'in rivayet ettiğini söylemekle
hata etmiştir; zira o rivayet etmemiştir. Hadisi 7e/sir'inde (1/228) kaydeden
ibn Kesîr ek olarak bunu Abd b. Humeyd, İbn Cerîr, îbn Ebî Hatim, îbn Merdûyeh
ve Ebu Ya'lâ'nm rivayet ettiğini belirtmiştir.
[225] Müslim, 1902; Tirmizî, 1659; Ahmed, 4/396, 411.
[226] Buharı, 3/45, 56/10 ve 15, 97/28; Müslim, 1904; İbn
Mâce, 2783; Ahmed, 4/392 , 397, 402, 405, 417. Ebu Musa el-Eş'ari anlatıyor:
Bir bedevî Arap Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve: "Ey Allah'ın Rasûlü! Adam
vardır ganimet için savaşır, adam vardır üne kavuşmak için savaşır ve adam
vardır (yiğitlikteki) derecesi görülsün diye savaşır. Peki, Allah yolunda olan
kimdir?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Allah sözü en üstün
olsun diye savaşan Allah yolundadır." cevabını verdi.
[227] Müslim, 1905; Tirmizî, 2383.
[228] Ebu Davud, 2606; Tirmizî, 2212. Allah Rasûlü (s.a.):
"Allah'ım! Ümmetimin erken dönmesi için yardım et, gazalarını mübarek
eyle!" diye dua ederdi. Bir seriye yahut ordu gönderdiği zaman günün evvelinde
gönderirdi. Bu hadis şâhidleriyle birlikte sahihtir. Ebu Davud (2655) ve
Tirmizî (1613) Nu'mân b. Mukarrin'in (r.a.) şöyle dediğini rivayet ederler:
"Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte savaşlarda bir arada bulundum; günün
evvelinde savaşa başlamadığı zaman savaşı güneş tepe noktadan kayıp rüzgârlar
esmeye başlayıncaya ve yardım ininceye kadar tehir ederdi." Senedi
sahihtir. Buharı (58/1) Nu'man b. Mukarrin'in şöyle dediğini rivayet eder:
"Ama ben de Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte savaşta hazır bulundum. Günün
evvelinde savaşa başlamadığında, rüzgârlar esip namazlar kıhnmcaya kadar
bet-" lerdi."
[229] Ebu Davud, 2519. Senedindeki iki râviyi tbn Hibbân'dan
başkası sika kabul etmemiştir. Diğer râvileri sikadır, Bu konuda Mâlik (2/466)
mevkuf olarak, Ebu Davud (2515) ve Ne-sâî (6/49, 50) merfû olarak şu hadisi
rivayet ederler: "Savaş iki türlüdür: Allah'ın rızasını isteyen, İslâm
devlet başkanına itaat eden, malının iyisini Allah yolunda harcayan, ortağına
iyi davranan ve bozgunculuktan kaçınan kimsenin uykusu da, uyanık hali de hep
onun için sevaptır, övünmek, gösteriş ve riyakârlıkta bulunmak için savaşan,
İslâm devlet başkanına isyan eden ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran iyi bir
şekilde dönmez." Hadisin senedi hasendir.
[230] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/113-123.
[231] Ebu Davud, 2606; Tirmizî, 2212. Allah Rasûlü (s.a.):
"Allah'ım! Ümmetimin erken dönmesi için yardım et, gazalarını mübarek
eyle!" diye dua ederdi. Bir seriye yahut ordu gönderdiği zaman günün
evvelinde gönderirdi. Bu hadis şâhidleriyle birlikte sahihtir. Ebu Davud (2655)
ve Tirmizî (1613) Nu'mân b. Mukarrin'in (r.a.) şöyle dediğini rivayet ederler:
"Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte savaşlarda bir arada bulundum; günün
evvelinde savaşa başlamadığı zaman savaşı güneş tepe noktadan kayıp rüzgârlar
esmeye başlayıncaya ve yardım ininceye kadar tehir ederdi." Senedi
sahihtir. Buharı (58/1) Nu'man b. Mukarrin'in şöyle dediğini rivayet eder:
"Ama ben de Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte savaşta hazır bulundum. Günün
evvelinde savaşa başlamadığında, rüzgârlar esip namazlar kıhnmcaya kadar
bet-" lerdi."
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/123.
[232] Müslim, 1876; Ahmed, 2/231.
[233] Tirmizî, 1669. Senedi hasendir.
[234] Buharî, 56/6, 56/21; Müslim, 1877; Tirmizî, 1761; Nesâî,
6/36 ve 35.
[235] Buharî, 56/14, 64/9.
[236] Müslim, 1887.
[237] Ahmed,4/I31; Tirmizî, 1663; İbn Mâce, 2799. Senedi
sahihtir.
[238] Â1-İ îmrân, 3/169.
[239] Tirmizî, 3013, İbn Mâce, 2800. Senedi hasendir.
[240] Ahmed, 1/266 (2388); Ebu Davud, 2520. Râvileri
sikadır. Hâkim (2/297, 298) sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona
katılmıştır.
[241] Ahmed, 1/266. Senedi sahihtir. İbn Hibbân (1611) ve
Hâkim (2/74) sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.
[242] Ahmed, 2/297, 427; İbn Mâce, 2798. Senedi zayıftır.
[243] Ahmed, 4/216; Nesâî, 6/33. Râvileri sikadır. Senedi
güçlüdür.
[244] Ahmed, 2/297; Tirmizî, 1668; Nesâî, 6/36; Dârimî,
2/205. Senedi hasendir. İbn Hibbân (1613) sahih olduğunu söylemiştir.
[245] Ebu Davud, 2522. Senedinin hasen sayılması kabildir.
İbn Hibbân (1612) sahih olduğunu söylemiştir.
[246] Ahmed, 5/287. Senedi sahihtir. 68.Ahmed, 1/22, 23;
Tirmizî, 1644. Senedi zayıftır.
[247] Ahmed,1/22,23;Tirmizi 644.Senedi zayıftır.
[248] Ahmed, 4/185; Dârimî, 2/206, 207. Senedi hasendir. îbn
Hibbân (1614) sahih olduğunu söylemiştir.
[249] Müslim, 1891; Ebu Davud, 2495. İbn Hibbân (1600) sahih
olduğunu söylemiştir.
[250] Ebu Davud, 1449; Dârimî, 1/331; Nesâî, 5/58. Râvileri
sikadır. Bu hadise şâhid İmam Ahmed'de üç hadis vardır: 1) 4/114: Râvileri
sikadır. Senedindeki râviler Buharî ve Müslim'in râviîeridir. 2) 3/391. 3)
2/191.
[251] îbn Mâce, 4011; Tirmizî, 2174; Ebu Davud, 4344. Senedi
zayıftır. Ancak bir başka se-nedle rivayet edilmiştir ki o senedle bu hadis
kuvvet kazanır. Bk. Ahmed, 3/19, 61; Hu-meydî, Müsned, 752 Hâkim, 4/505, 506.
Bu hadisin iki şahidi vardır: 1) Ahmed, 5/251, 256; İbn Mâce, 4012. Senedi
hasendir. 2) Nesâî, 7/161; Ahmed, 4/315. Senedi sahihtir. Son hadisin râvisi
Târik b. Şihab, Hz. Peygamber'i {s.a.) gören, ama O'ndan hadis işitmeyen bir
sahabîdir. Ancak âlimler, sahabînin mürsellerinin hüccet olduğunda ittifak
etmişlerdir.
[252] Buharî, 61/27, 96/10; Müslim, 1920,1921, 1922. ikinci
metni Ebu Davud (2484) rivayet etmiştir. Senedi sahihtir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/124-128.
[253] Müslim, 1043; Ebu Davud, 1642.
[254] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/129.
[255] Ebu Davud, 2639. Râvileri sikadır.
[256] Buharî, 56/103, 64/79; Müslim, 2769 (54)
[257] Buhari, 56/157, 63/25, 88/6; Müslim, 1739; Ebu Davud,
2636; Tirmizî, 1675. Hadiste harpte ihtiyatlı olup uyanık davranma teşvik
edilmekte, düşmanı aldatma tavsiye edilmektedir; uyanık bulunmayanlar işin
kendi aleyhine dönmesinden emin olamazlar. Ay-nca harpte düşünceyi kullanmaya
da işaret edilmektedir. Harpte düşünceyi kullanmak, cesaret ve yiğitlikten daha
çok ihtiyaç duyulan bir şeydir.
[258] Bk.Müsned, 948; Sahih-iMüslim, 1901; Sünen-iEbu Davud,
2501, 2618; Siyer-i İbn Hi-şâm, 2/65; Sahih-i Buharı, 56/40-41.
[259] BY.Sahih-i Buhari (Fethu'1-Bâri, 7/225); Müslim,
1763,1743; Müsned, 208, 221; Sünen-i Ebu Davud, 2656 ve 2657.
[260] Ebu Davud, 2590; Ahmed, 3/449; Tirmizî, Şemail, 1/197;
İbn Mâce, 2806. Sâib b. Ye-zîd: "Hz. Peygamber (s.a.) Uhud savaşında iki
zırhı birbirine geçirerek giyindi" demektedir. Hadisin râvileri sikadır.
Hâkim (3/25) Zübeyr b. Avvâm'dan bir şahit hadis aktarmış ve sahih olduğunu
söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.
[261] Buharî, 56/102, 121, 143, 62/9; Ebu'ş-Şeyh,
Ahlâku'n-Nebî (s.a.), s.150-152; Tirmizî, 1681; İbn Mâce, 2818; Ebu Davud,
2591, 2592.
[262] Buhari, 64/8; Ebu Davud, 2695.
[263] Buharî, 10/6, 56/102; Müslim, 1365.
[264] Buharî (Fethu'l-Bâri, 5/122, 123 ve 6/102); Müslim,
1730, 1745.
[265] Buharî, 56/102.
[266] Ebu Davud, 2628; Ahmed, 4/194. Senedi sahihtir.
[267] Buharî, 56/97.
[268] Buharî, 64/29; Müslim, 1742.
[269] Buharî, 64/4. îbn Abbas anlatıyor: Hz. Peygamber
(s.a.) Bedir savaşı olduğu gün: "Allah'ım! Bana vaadettiğin yardımı bugün
lütfet! Allah'ım! Eğer yardım etmezsen yeryüzünde Sana ibadet edecek kimse
kalmayacak." diye dua etti. Hz. Ebu Bekir, elini tutup, "Yetişir, ey
Allah'ın Rasûlü!" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Bütün bu
toplananlar bogzuna uğratılacak ve arkalarına dönüp kaçacaklar. Kıyamet, onlara
azap vaadedilen gündür. O ne korkunç, ne acı bir gündür!" âyetini (Kamer,
54/45-46) okuyarak dışarı çıktı.
[270] Ebu Davud, 2632; Tirmizî, 3578; Ahmed, 3/184. îbn
Hibbân (1661) senedinin sahih olduğunu söylemiştir. İmam Ahmed (6/16) sahih
senedle Süheyb'den bir şâhid hadis nak-letmiştir.
[271] Buharî, 56/52, 61, 97, 167, 64/54; Müslim, 1776.
Müslim, 1776.
[272] Müslim, 1776
[273] Birincisi: Ebu Davud, 2596, 2638; Ebu'ş-Şeyh,
Ahlâku'n-Nebî fs.a.J, s. 165. Senedi ha-sendir. Hâkim (2/107, 108) sahih
olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır. Ahmed (4/46) ve Dârimî (2/219)
sahih senedle Seleme b. Ekva'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Bir adamla
(savaşta) düello yaptım. Onu öldürdüm. Allah Rasûlü (s.a.) onun üstünden çıkanı
ganimet olarak bana verip beni ödüllendirdi. Hâlid b. Velid'in yanında parolamız:
"Emil = Öldür/" kelimesi idi. İkincisi: Ebu'ş-Şeyh'in, Ahlâku'n-Nebî
(s.155) eserinde Zeyd b. AK b. Hüseyin'den rivayetine göre Hz. Peygamber'in
(s.a.) parolası: "Ya Mansûr, emit.'"sözü idi. Bu hadis munkatı'dır.
Üçüncüsü: Ahmed, 4/65, 5/377; Tirmizî, 1682; Ebu Davud, 2597. Senedi hasendir.
Hâkim (2/107) sahih olduğunu söylemiştir. İbn Kesir, Tefsirinde (4/69) Ebu
Davud ve Tirmizî'nin rivayeti olarak kaydetmiş ve: "Bu sened sahihtir."
demiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/129-132.
[274] Ebu Davud, 2659; Nesâî, 5/78, 79; Dârimî, 2/149; İbn
Hibbân, 1666. Senedi zayıfsa da İmam Ahmed'in (4/154) Ukbe b. Âmir'den rivayet
ettiği şâhid hadisle kuvvet kazanıp hasen derecesine ulaşır.
[275] Mâlik, Muvatta, 2/447; Buharı, 56/147, 148; Müslim,
1744.
[276] Ebu Davud, 4404; Tirmizî, 1584; Nesâî, 6/155; İbn
Mâce, 2541. Senedi hasendir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/132.
[277] Müslim, 1731; Tirmizî, 1617; Ebu Davud, 2613.
[278] Bir önceki hadisin bir bölümüdür.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/132-133.
[279] Sahih-iMüslim'de (1812) Ibn Abbas'dan rivayet
edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) kadınları gazaya götürürdü. Kadınlar
yaralıları tedavi eder ve ganimetten biraz ma! alırlardı. Allah Rasüiü (s.a.)
onlara ganimetten bir pay ayırmazdı. Yine aynı kaynakla yer alan bir hadise
göre Hz. Peygamber'e (s.a.) ganimette hazır bulunan kadın ve köleye herhangi
bir pay ayrılıp ayrılmayacağı soruldu. O da, onlara bir pay ayrılmayacağını,
ancak biraz bağış yapılacağını söyledi.
[280] Buharı, 56/51; Müslim, 1762.
[281] Müslim, 1807; Ebu Davud, 2752. Seleme b. Ekva' diyor
ki: Allah Rasüiü biri süvari payı, diğeri piyade payı olmak üzere bana iki tür
pay ayırdı. Bunları benim İçin birleştirdi.
[282] Ebu Davud, 2739. Râvileri sikadır. Bu konuda Ahmed
(5/323,324) Ubâde b. Sâmit'ten hadis rivayet etmiştir. Ahmed (1/173) Mekhûİ
yoluyla Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Peygamber'e
(s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Adam vardır, bir topluluğun koruyucusu olur.
Onun payı ile başkasının payı bir olur mu?" dedim. Buyurdu ki: "Ey
Sa'd'ın anasının oğlu. Anan seni kaybetsin! Siz ancak zayıflarınız hürmetine
nzıklandınhr, yardım görürsünüz." Râvileri sikadır. Ancak Mekhûİ, Sa'd'dan
hadis işit-memiştir. Buharî'nin (56/76) Mus'ab b. Sa'd'dan rivayetine göre Sa'd
(r.a.) kendisinden daha az savaşçı olanlara göre kendisinde bir üstünlük
görmüştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Siz ancak zayıflarınız
hürmetine yardım görür, nzıkiandırılırsmız." buyurdu. Nesâî, (6/45) bu
hadisi: "Allah bu ümmete ancak zayıflan hürmetine, onların duaları,
namazları ve ihlâslan hürmetine yardım eder." metniyle rivayet etmiştir.
Senedi sahihtir.
[283] Ebu Davud, 2750. Habîb b. Mesleme el-Fihrî:
"Hz.Peygamber'le (s.a.) savaşta hazır bulundum. Ganimetin dörtte birini
başlangıçta, üçte birini de dönüşte bağış olarak verdi." demektedir.
Senedi sahihtir. İbn Hibbân (1672) hadisin sahih olduğunu söylemiştir. Ahmed
(5/319, 320), ibn Mâce (2852) ve Tirmizî (1561) Ubâde b. Sâmit'ten bir şâhid
hadis rivayet etmişlerdir.
[284] Ahmed, 5/323, 324. Senedi zayıftır.
[285] Ebu Davud, 2991. Şa'bî'den mürsel olarak.
[286] Ebu Davud, 2994. Senedi güçlüdür. İbn Hibbân (2247)
sahih olduğunu söylemiştir. Ebu Davud (2995) Enes'den bir şahid hadis
aktarmıştır, râvileri sikadır.
[287] Ebu Davud, 2999. Râvileri sikadır.
[288] Ahmed, 1/271; Tirmizî, 1561; İbn Mâce, 2808. Senedi
hasendir. Zülfikâr, Âs b. Müneb-bih'in kılıcı idi. O, Bedir savaşında ölünce
Hz. Peygamber'e (s.a.), O'ndan da Hz. Ali'ye geçti.
[289] Ebu Davud, 2726. Râvileri sikadır.
[290] Ebu Davud, 2785. Senedi zayıftır.
[291] Ahmed, 2/174; Ebu Davud, 2526. Senedi sahihtir.
[292] Ebdân sirkeli: İki sanatkârın, yaptıkları işlerde
ortaklık kurup her birinin diğerini iş kabul etmek ve çalıştırıldığı şeylerden
malum Ölçüde onun adına iş yapmak konusunda vekil tayin etmesi ve sanatın
türünü aralarında belirlemeleri yoluyla kurulan şirket şekli. İmam Mâlik, her
iki ortağın sanatının aynı olması şartıyla bu şirketin sahih olacağını söylemiştir.
Ebu Hanife ve taraftarları bu şirketin sahih, Şafii ise bâtıl olduğunu savunur.
Bk. Şevkânî, Neyiü'l-Evtâr, 5/299.
[293] Ebu Davud, 3388; Nesâî, 7/57; tbn Mâce, 2288. Râvileri
sikadır, ancak hadis munkati'dır.
[294] Buharî, (64/38). Ebu Hureyre anlatıyor: Allah Rasûlü
(s.a.) Ebân b. Said b. Âs'ı bir seriyenin başında Medine'den Necid taraflarına
gönderdi. Ebân ve arkadaşları, Allah Rasûlü (s.a.) Hayber'i fethettikten sonra
O'nun yanına geldiler. Hz. Peygamber (s.a.) ganimetten onlara pay ayırmadı.
[295] Buharî, 57/17, 64/38; Ebu Davud, 2978, 2979, 2980.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/135-138.
[296] Buharî, 57/20.
[297] Ebu Davud, 2701. Senedi sahihtir.
[298] Buharî, 57/20, 64/38; 72/22 Müslim, 1772; Ahmed, 4/86,
5/56; Ebu Davud, 2702.
[299] Ebu Davud, 2704. Senedi güçlüdür.
[300] Ebu Davud, 2706. Senedi zayıftır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/138-139.
[301] Ahmed, 3/140, 197; Tirmizî, 1601; Senedi sahihtir. İki
ayrı rivayeti daha vardır. İ^Ah-med, 3/312, 323, 380, 395; Ebu Davud, 4391; îbn
Mâce, 3935. Râvileri sikadır. 2} Ahmed, 4/438, 439, 443, 446; İbn Mâce, 3937.
Râvileri sikadır.
[302] Buharı, 56/130, 64/38, 72/28; Müslim, 1968 (21);
Tirmizî, 1600. RâfT b. Hadîc anlatıyor: Tihâme'deki Zülhuleyfe'de Allah Rasûlü
(s.a.) ile birlikte idik. Davar ve deve sürüsü ele geçirdik. Arkadaşlar acele
edip onları (kesip) kazanlara doldurdular. Allah Rasûlü (s.a.) kazanların
dökülmesini emretti.
[303] Ebu Davud, 2705. Senedi sahihtir. îbn Mâce (3938)
hadisi Sa'lebe b. Hakem'den şu şekilde rivayet eder: Düşmanın bir davar
sürüsünü ele geçirdik. Onları yağmaladık. Kazanlarımızı ocağa kurduk. Hz.
Peygamber (s.a.) onların yanına geldi. Dökülmelerini emretti ve sonra:
"Yağmalama helâl değildir." buyurdu. Hafız İbn Hacer'in el~hâbe'de ve
eî-Bûsırî'nin ez-Zevâîd'de dedikleri gibi hadisin senedi sahihtir.
[304] Ebu Davud, 2708; Ahmed, 4/108, 109; Dârimî, 2/230.
Senedi sahihtir.
[305] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/139.
[306] Hadis sahihtir. İbn Mâce, 2850; Nesâî, 6/262; Ahmed,
2/184. Kavileri sikadır, ancak tbn İshak muan'an rivayet ettiği için tedlis
şüphesi vardır. Ahmed'in (4/126) Irbâz b. Sâriye'den rivayet ettiği bir şahidi
vardır, şahidleriyle senedi basendir. Ayrıca îbn Mâ-ce'nin (2850) Ubâde b.
Sâmit'ten rivayet ettiği bir şâhid hadis daha vardır; senedindeki İsa b. Sinan
gevşek bir râvidir, diğer râvileri sikadır. Bir önceki hadisle hasen derecesine
ulaşır.
[307] Mâlik, Muvatta, 2/459; Buharı, 2/33, 64/38; Müslim,
115; Ebu Davud, 2711; Nesâî, 7/24.
[308] Buharî, 56/189; Müslim, 1831.
[309] Buharî, 56/190; İbn Mâce, 2849; Ahmed, 2/160.
[310] Müslim, 114; Tirmizî, 1574; Dârimî, 2/230, 231; Ahmed,
1/30, 47.
[311] Mâlik, Muvatta, 4/458; Ahmed, 4/114, 5/192; Ebu Davud,
2710; Nesâî, 4/64; ibn Mâce, 2848. Senedi sahihtir.
[312] Ahmed, 2/213; Ebu Davud, 2712. Senedi hasendir. Hâkim
(2/127) sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.
[313] Tirmizi, 1461; Ebu Davud, 2713. Hz. Peygamber (s.a.)
buyuruyor ki: "Bir adamı ganimet malından çalmış olarak bulursanız onun
malını yakın ve onu kırbaçlayın." Senedinde zayıf bir râvi olan Muhammed
b. Salih b. Zaide vardır. Tirmizî diyor kî: Bu hadis garîbtir. Yalnız bu
senedle biliyoruz. Muhammed'e (Buharî'ye) bu hadisi sordum. "Bunu yalnızca
Salih b. Muhammed b. Zaide rivayet etti. Onun künyesi Ebu Vâkıd el-Leysî'dir.
Bu râvinin hadisleri münkerdir." dedi. Muhammed (Buharî) dedi ki: "Bu
olay birçok hadiste rivayet edildi. Ama onlarda Hz. Peygamber'in (s.a.) o
kişinin malı-m yakmayı emrettiği yer almamaktadır." Ebu Davud'un (2714)
rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, ganimetten
çalanın malını yaktırdılar ve onu kırbaçlattılar. Bu hadis zayıftır. Hafız îbn
Hacer, Fethu'l-Bâri'de (6/130) hadisin Amr b. Şuayb'dan mevkuf olarak rivayet
edildiği görüşünü tercih etmiştir.
[314] Böyle bir şey ancak Allah Rasûiü'nden (s.a.) bir nas
sabit olunca yöneltilebilir. Yukarıda geçtiği üzere zayıf olunca onun bir
veçhi yoktur.
[315] "İçki içeni kırbaçlayın. İkinci kere yemden
içerse yine kırbaçlayın. Üçüncüsünde de kırbaçlayın. Dördüncü kere içerse
öldürün." hadisi sahihtir. Bu hadis şu kaynaklarda şu sahabîlerden rivayet
edilmiştir: ]) İbn Ömer'den: Ahmed, Ebu Davud, Nesâî ve Hâkim, 2) Muâviye'den:
Ebu Davud, Tirmizî ve Hâkim, 3) Züeyb'den: Ebu Davud, Bey-hakî, 4) Ebu
Hureyre'den: Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, Hâkim, 5) Şurahbil b. Evs'den:
Taberânî, Hâkim, Ziya, 6) Cerîr'den: Taberânî, Dârakutnî, Hâkim, Ziya, 7)
Abdullah b. Amr'dan: Ahmed, Hâkim, 8) Câbir'den: İbn Huzeyme, Hâkim, 9)
Gudayf'dan: Taberânî, 10) Şerîd b. Süveyd'den: Nesâî, Hâkim ve Ziya.
[316] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/140-142.
[317] Buharı, 57/16, 64/12; Ebu Davud, 2689; Ahmed, 4/80.
[318] Müslim, 1808; Ahmed, 3/124; Tirmizî, 3264; Ebu Davud1
ve^
[319] Buharı, 8/76, 8/82, 44/7, 44/8, 64/70; Müshm, 1764;
Ebu Davud, 2679.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/143.
[320] Enfâl, 8/67.
[321] Müslim, 1763; Ahmed, 1/30, 31. Senedi hasendir.
[322] Ahmed, 1/383, 384. Bk. İbn Kesîr, 2/325.
[323] Bk.Taberî, 10/99-100; ed-Dürrü't-Mensûr, 3/224.
[324] Buharı, 46/11, 56/172, 64/11.
[325] Müslim, 1755. Yukarıda geçti.
[326] Buharı, 64/54; İbn Hişâm, 2/489.
[327] tbn Hişâm, Sîre, 1/644; Ebu Davud, 2686. Senedi
hasendir.
[328] Ahmed, İ/247 (2216). Senedi zayıftır.
[329] Buharî, 49/13; Müslim, 2525.
[330] Heysemî, hadisi Mecmau 'z-Zevâid'de (10/47) Zübeyb b.
Sa'lebe el-Anberî'den kaydettikten sonra diyor ki: Taberânî rivayet etmiştir.
Senedinde Abdullah b. Zübeyb vardır. Diğer râvileri sikadır. İbn Ebî Hatim,
el-Cerh ve't-Ta'dîl (5/62) adlı eserinde Abdullah b. Zübeyb'i zikretmiş, ama onun
hakkında herhangi bir cerh ve ta'dil ifadesi kaydetmemiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/143-146.
[331] Ahmed, 6/277; Ebu Davud, 3921. Senedi sahihtir.
[332] Nisa, 4/24.
[333] Müslim, 1755. Az yukarıda geçti.
[334] Ahmed, 5/413, 414, Tjrmizî, 1566, Dârimî, 2/227. Hadis
sahihtir. Hâkim (2/55) sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de ona katılmıştır.
[335] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/146-147.
[336] Buharı, 56/173; Ebu Davud, 2653; îbn Mâce, 2836.
Seleme b. Ekva' (r.a.) anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) sefer esnasında İken
müşriklerden bir casus O'nun yanına geldi. Sa-habîlerin yanına oturdu, onlarla
konuştu. Sonra kaçıp gitti. Hz. Peygamber (s.a.): "Onu yakalayın ve
öldürün." buyurdu. Onu ben Öldürdüm. Hz. Peygamber (s.a.) casusun üzerinden
çıkan eşyayı ve elbiseleri bana ganimet olarak verdi.
[337] Buharı, 56/141, 56/195, 64/9, 64/46, 79/23; Müslim,
2494, Ebu Davud, 2650; Tirmizî, 3302;
Ahmed, 1/80, 105.
[338] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/149-150.
[339] Ebu Davud, 2700. Râvileri sikadır, ancak Ibn İshak'm
tedlisi var. Tİrmizî (3716) hadisi bir başka yolla, ama zayıf senedle rivayet
etmiştir. Bu konuda Ahmed (1/224, 362) îbn Abbas'dan bir hadis rivayc etmiştir.
Yine Ahmed'in (4/168, 310) Şa'bî yoluyla Sakîfli bir adamdan rivayetine göre o
adam diyor ki: Allah Rasûlü'nden (s.a.) Ebu Bekre'yi bize iade etmesini
istedik, kabul etmedi ve: "O, Allah'ın azatlısı, sonra Allah'ın
Rasû-lü'nün (s.a.) azatlısıdır." buyurdu. Hadisin râvileri sikadır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/150.
[340] Buharî, 63/47; Müslim, 1352. Ömer b. Abdülaziz, Sâib
b. Yezîd'e: "Mekke'de kalma konusunda ne işittin?" diye sordu. O da
Alâ b. Hadramî'nin şöyle dediğini işittim: Allah Rasûlü: "Muhacir,
Mina'dan döndükten sonra üç gün kalabilir." buyurdu. Hafız İbn Hacer diyor
ki: Bu hadisden çıkarılacak fıkhî hükme göre Mekke'de ikâmet etme, fetihden
önce oradan hicret etmiş olanlara haramdı. Ancak hac yahut umre maksadıyla
oraya gidenlerin ibadetini tamamladıktan sonra üç günü geçmeyecek şekilde orada
kalması mubah kılınmıştı.
[341] Buharî, 23/37; Müslim, 1628.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/150-151.
[342] Buharî, 25/44,56/180; Müslim, 1351.
[343] Mâide, 5/20-21.
[344] Şuarâ, 26/59.
[345] Ebu Davud, 3011, 3012, 3013, 3034. Senedi sahihtir.
Vatîha: Hayber kalelerinden birinin adı. Ketîbe: Hayber köylerinden birinin
adı. Şık: Hayber kalelerinden biri. Netât: Hayber'de bir pınardır, hurma
ağaçlarını sular; Hayber'de bir kale adı olduğu da söylenmiştir. Ayrıca Hayber
arazisine verilen bir isim olduğunu söyleyenler de vardır. Sülâlim: Hayber
kalelerinden biri.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/153-155.
[346] Ahmed, 2/292, 538; Müslim, J780 (86); Ebu Davud, 3022,
3021. Ebu Davud'un rivayetlerinden birincisinde meçhul bir râvi, ikincisinde
ise İbn îshak'ın muan'an rivayeti (tedlîsi) vardır. Heysemî bunu
Mecmau'z-Zevâid'üc (6/165, 167) kaydetmiş ve: "Taberânî rivayet etmiştir.
Râvileri, Sahih râvfleridir." demiştir. Hadisin İbn Cerîr (2/330, 332)
tarafından kaydedilen bir üçüncü senedi daha vardır, ancak bu sened zayıftır.
[347] Buharı, 3/39, 45/7, 45/8, 87/8; Müslim, 1355; Ebu
Davud, 2017; Dârimî, 2/256.
[348] Buharî, 3/37; Müslim, 1354.
[349] Müslim, 1780; Ahmed, 2/538.
[350] Buharî, 58/9, Müslim, 1/498 (82); Muvatta, 1/252; Ebu
Davud, 2763; Dârimî, 2/234, 235; Ahmed, 6/341, 423, 425. İkinci metin İmam
Ahmed'e aittir.
[351] £bu Davud, 2683; Nesâî, 7/105. Senedinde Esbât b. Nasr
vardır. Bu râvi sadûk ( = doğru bir insan) ancak çok hata yapan biridir. Bu
konuda Dârakutnî ve Hâkim, Saîd b. Yerbû'-dan şöyle bir hadis rivayet ederler:
"Şu dört kişiye ister harem bölgesinde, ister harem dışında bulunsunlar
emân vermiyorum: Huveyris b. Nukayd, Hilâl b. Hata!, Mıkyes b. Subâbe, Abdullah
b. Ebû Şerh." Yunus b.Bükeyr'in Megâzî'ye yaptığı eklerde ve Buharî
(56/169, 64/48) ile Müslim'de (1358) Enes b. Mâlik'den rivayet edildiğine göre
Allah Rasûlü (s.a.) fetih senesi Mekke'ye başında miğfer olduğu halde girdi.
Miğferi çıkarınca huzuruna bir adam geldi ve: "İbn Hatal, Kabe'nin
örtüsüne sarılmış" dedi.
Hz. Peygamber (s.a.):
"Onu öldürün" diye emir verdi. İbn Ebî Şeybe İle Beyhakî'nin
(DelâiFde) yine Enes'den rivayetlerine göre Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'yi
fethettiği gün şu dördü dışında halka eman verdi: Abdüluzzâ b. Hatal, Mıkyes b.
Subâbe el-Kinânî, Abdullah b. Ebî Şerh ve Ümmü Sâre. Bk. Fethu'l-Bâri, 4/52.
[352] Ebu Davud, 2645; Tirmizî, 1604;.Nesâî, 8/36. Hadis
sahihtir. Râvileri sika ise de hadisin mevsûl mü, mürsel mi olduğu
tartışmalıdır. Buharı, Tirmizî ve daha başkaları mür-sel olduğunu tercih
etmişlerdir. Ancak Nesâî (5/82, 83) Ahmed (5/4,5) ve İbn Mâce'nin (2536)
rivayet ettikleri: "Allah Teâlâ, müslüman olduktan sonra müşrikleri
terkedip müs-lümanlar arasına gelmedikçe hiçbir müşriğin amelini kabul etmez."
hadisi bunu takviye eder ve
buna şâhidlik eder. Bu
hadisin senedi hasendir. İmam Ahmed'in (4/160) rivayetine göre Cerîr b.
Abdullah, Hz. Peygamber'e (s.a.) bîai ettiğinde Peygamberimiz ondan Allah'a
hiçbir şeyi ortak koşmama, namaz kılma, zekât verme, müslümana nasihat etme
(yahut samimi davranma) ve müşrikten uzaklaşma hususunda söz aldı. Bu hadisin
senedi sahihtir. Hemen aşağıda gelecek oian hadis buna şâhidlik eder.
"Ateşleri
birbirini görmeyecek" sözünün anlamı şudur: Müslümanın konakladığı yerin,
müşrik evinden uzak olması ve müslümanın, evinde ateş yansa bu ateş kendi
evinde ateş yakan müşrike görünür ve ışık verir bir yerde oturmaması lâzım ve
vaciptir. Müslüman ancak müslümanlarla bir arada oturur. Bu ise hicrete bir
teşviktir. Bk. Avnu'l-Ma'bûd, 7/305, Mısır, 1968.
[353] Ebu Davud, 2787. Senedi zayıftır. Ancak bir önceki
hadisle kuvvet kazanır. Bu hadisi Hâkim (2/141) de rivayet etmiştir; onun
senedindeki râviler sikadır.
[354] Ahmed, 4/99; Ebu Davud, 2479; Darimî, 2/239, 240.
Senedinde geçen Ebu Hind el-Becelî hakkında Abdülhak: "Meşhur
değildir." ve Îbnü'l-Kattân: "Meçhuldür" diyor. Diğer râvileri
sikadır. Ahmed'in (1671) hasen senedle Abdullah b. es-Sa'dî'den rivayet ettiği:
"Düşman savaştığı müddetçe hicretin arkası kesilmez." hadisi buna
şâhidlik eder. Muâviye, Abdurrahman b. Avf, ve Abdullah b. Amr b. Âs, Hz.
Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu aktarırlar: "Hicret iki şeydir:
Birisi günahlardan uzaklaşma, diğeri Allah'a ve Rasûlü'ne hicret etmedir. Tevbe
kabul olunduğu müddetçe hicret kesilmez. Güneş batıdan doğuncaya kadar da tevbe
kabul olunur. Güneş batıdan doğunca herkesin kalbine, içinde olanla birlikte
mühür vurulur. Mü'minin imdadına amel yetişir." Bu hadisi İmam Ahmed
(5/270) başka bir hasen senedle İbnü's-Sa'dî'den şu şekilde rivayet eder:
İbnü's-Sa'dî, bir grup arkadaşıyla Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi; Arkadaşları:
"Sen
yüklerimizi
ve develerimizi muhafaza et, içeri sonra girersin." dediler. Grubun en
küçüğü o idi. Onlar işlerini gördüler, sonra ona: "Haydi içeri gir!"
dediler. O da içeri girdi. Hz. Peygamber (s.a.): "Geliş sebebin?"
diye sordu. İbnü's-Sa'dî: "Bana hicret etme hükmünün bozulup
bozulmadığını söylemeniz için geldim." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.): "Senin geliş sebebin onlarınkinden daha hayırlı. Düşmanla savaşıldığı
müddetçe
hicret
kesilmez." buyurdu.
[355] Ebu Davud, 2482; Ahmed, 2/84, 199, 209. Senedi
zayıftır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/158-159.
[356] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/163.
[357] Buharı, 29/1, 58/10, 85/21, 96/5; Müslim, 1370 ve
1371.
[358] Ebu Davud, 4530; Nesâî, 8/24. Senedi güçlüdür.
Tenkîh'de: "Senedi sahihtir." deniyor. Hafız İbn Hacer,
Fethu'I-Bârî'de (12/231) hadisin hasen olduğunu söylemiştir. "Onlar
başkalarına karşı bir eldir." sözü; birbirlerine yardımcı ve destek olmada
bir el gibidirler, anlamındadır. "Müslümanların kanlan birbirine
denktir." sözünün anlamı ise şudur: Müslümanların kanlan kısas konusunda
birbirine eşittir. Soylu olan sıradan insana, büyük küçüğe, âlim cahile, erkek
kadına kısas edilir. Öldürülen asilzade yahut âlim ve katil sıradan insan yahut
cahil biri olduğunda Öldürülen kimseye karşılık katilinden başkası kısas
edilmez. Cahiliye devri insanları ise bunun aksini yaparlar, soylu bir kimsenin
kan davasında sıradan insanlardan olan katiline kısas uygulamaya razı olmazlar,
katilin kabilesinden pek çok kimse Öldürürlerdi. "Statü bakımından en
aşağıda bulunanlarının verdiği eman, onların emam demektir." sözü ise şu
anlamdadır: Müslümanlardan biri, bir kâfire eman verdiğinde bütün müslümanlara
o kâfirin kanı haram olur. İsterse bu eman veren kimse köle, kadın yahut ırgat
gibi onların statü bakımından en aşağıda olanlarından biri olsa da, onun
verdiği eman bozulmaz.
[359] düşman yardım görür." buyurmuştur/6'
Ebu Davud, 2759; Tirmizî, 1580. Senedi sahihtir
[360] Ahmed, Müsned, 5/223, 224, 437; İbn Mâce, 2688;
Tahâvî, Müşkilü'1-Âsâr, 1/77, 78; Taberânî, es-Sağîr, s.9 ve 121; Ebu Nuaym,
Hılyetü'l-Evliyâ, 9/24; Tayâlisî, 1285. Senedi sahihtir, İbn Hibbân (1682)
sahih olduğunu söylemiştir.
[361] Buharı, 58/22, 78/99, 90/9, 92/21; Müslim, 1735, 1736,
1737, 1738; Ebu Davud, 2756; Tirmizî, 1581; Ahmed, Müsned, 1/411, 417, 441 ve
2/16, 29, 46,48, 56, 70, 75, 96, 103, 112, 116, 123, 126, 142, 156 ve 3/7, 19,
35, 39,46,61, 64, 70, 84, 142, 150, 250,270; İbn Mâce, 2873.
[362] Hâkim, 2/126. Metni: "Bir kavim herhangi bir
anlaşmayı bozdu mu mutlaka aralarında öldürme hadiseleri çıkar." Senedinde
gevşek (ieyyin) bir râvi olan Beşîr b. Muhacir vardır. Bununla birlikte Hâkim
hadisi sahih saymış ve Zehebî de ona katılmıştır. İbn Mâ-ce'nin (4019) rivayet
ettiği hadis de şahid olur ki onun senedi şahidleriyle hasendir. Taberânî'nin
Kebir'de rivayet ettiği bir hadis vardır ki, senedi hasene yakındır, bunun
Münzirî'inin dediğine göre şahidleri vardır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/163-164.
[363] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/165.
[364] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/165.
[365] Kaynukaoğulları gazvesi hakkında bk. İbn Hişâm,
es-Sîre, 2/47-50; İbn Kesîr, es-Sîre, 3/5-7; Şerhu'i-Mevâhibi Ledüniyye,
1/456-458; ibn Sa'd, 2/28-29; İbn Seyyiddinnâs, 1/294; el-İmtâ, s. 103.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/165-166.
[366] Buharî, muallak olarak rivayet etmiştir. Abdürrezzâk,
Musannefte (9732) mevsûl se-nedle naktetmiştir.
[367] Haşr, 59/16.
[368] Buharî, 41/6, 56/154, 64/14; Müslim, 1746.
[369] Buharı, 65/1 (Haşr Sûresi tefsiri); Müslim, 1757. Hz.
Ömer anlatıyor: Nadîroğullanmn mallan, Allah'ın, Peygamberine fey' olarak ihsan
ettiği şeylerdendi. Müslümanlar ne at, ne deve kosturmuşlardı. Bu yüzden mallar
Hz. Peygamber'e (s.a.) ait oldu. Ailesinin bir yıllık nafakasını ayınr, arta
kalanı Allah yolunda cihada hazırlık olmak üzere hayvan ve silah aîımına
harcardı.
[370] Nadîroğullan gazvesi için bk. Ibn Hişâm, 2/190-194;
tbn Sa'd, 2/57-59: Taberî, 3/36; İbn Kesîr, 3/145-150; Ibn Seyyiddinnâs, 2/48;
Şerhu'l-Mevâhibi Ledüniyye, 2/79, 86; Musannef, 9732.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/166-168.
[371] Buharı", 64/30; Müslim, 1769; Ahmed, 6/56, 131,
142, 280. Hz. Âişe anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) Hendek
savaşından dönünce
silahını çıkarıp koydu, gusül abdesti aldı. Cebrail başındaki tozlan silkerek
O'nun yanına geldi ve: "Silahını çıkardın öyle mi? Vallahi, biz silahımızı
çıkarmadık. Haydi onlara doğru yola koyul." dedi. Allah Rasûlü (s.a.):
"Nereye?" diye sordu. Cebrail, Kurayzaoğullannı işaret etti. Hz.
Peygamber (s.a.) de onlara doğru yola çıktı.
[372] Buharı, 12/5; Müslim, 1770. Buharı ile Müslim'in
hadisi bir tek senedle aynı üstaddan rivayet etmiş olmalarına rağmen bütün
Müslim nüshalannda "ikindi" yerine "öğlen"
geçmektedir.
[373] Buharî, 2/36, 61/25, 34, 64/38; Müslim, 626.
[374] ÎBuharî, 9/36, 38, 10/26, 12/4, 64/29; Tirmizî, 180.
[375] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/168-171.
[376] Ibn Hişâm es-Sîre, 2/240. Bu hadis sahîh-mürseldir.
Buharî ve Müslim'in metinleri ise: "Onlar hakkında Allah Teâlâ'nın
hükmüyle hükmettin" şeklindedir.
[377] Ebu Davud, 4404; Tirmizî, 1584; Nesâî, 6/155; Ibn
Mâce, 2541. Senedi hasendir.
[378] Kurayzaoğullan gazvesi için bk.îbn Hişâm, 2/233-248;
İbn Sa'd, 2/74-78; Taberî, 3/52; Ibn Seyyiddinâs, 2/68
Şerhu'l-MevâhibiLedüniyye, 2/126-148; Musannef, 9737; İbn Kesîr, 3/223-243;
Buharî,-64/30; Müslim, 1768, 1769; Müsned, 6/141, 142.
[379] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/171-173.
[380] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/173-176.
[381] Ebu Davud, 2761; Ahmed. 3/487, 488. Senedinde zayıf
bir râvi vardır. Ancak şu kaynaklarda yer alan sahih bir şahid hadisle güç
kazanır: Ahmed, 1/390, 391; Ebu Davud, 2762; Dârimî, 2/235.
[382] Ebu Davud, 2758; Ahmed, 6/8. Senedi sahihtir,
[383] Müslim, 1787; Ahmed, 5/395.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/176-177.
[384] Buharî, 54/15; Müslim, 1784. Müddetin on sene ile
sınırlandırılmasını Ebu Davud (2766) ile Beyhakî (9/221, 222) rivayet
etmişlerdir.
[385] "Ey İnananlar! Mü'mİn kadınlar hicret ederek size
geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah, onların imanlarını daha iyi bilir.
Eğer onların inanmış olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri çevirmeyin.
Bu kadınlar o İnkarcılara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar.
İnkarcıların bu kadınlara verdikleri mehirleri iade edin. Bu kadınların
mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman, onlarla evlenmenizde sizin için bir
günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın; onlara verdiğiniz mehri
isteyin; kâfir erkekler de hicret eden mü'min kadınlara verdikleri mehirleri
istesinler. Allah'ın hükmü budur. Aranızda o hükmeder. Allah bilendir, hikmet
sahibidir. Ey mü'min erkekler! Eğer inkâr eden eslerinize sarfettiklerinizden
kâfirlere herhangi birşey geçecek olursa ve siz de üst durumda olursanız,
ganimetten eşleri giden mü'min erkeklere sarfettikleri miktar kadarını verin.
İnandığınız Allah'a karşı gelmekten sakının." (Mümtahme, 60/10-11).
[386] Buharî, 64/58; Nesâî, 8/237. İbn Ömer anlatıyor: Hz.
Peygamber (s.a.) Halid b. Velid'i Cüzeymeoğullanna gönderdi, onları İslâm'a
davet etti. Adamlar "Eslemnâ"= Müslüman olduk" sözünü söylemeyi
iyi beceremediler, "Sabe'nö, sabe'nâ= Dinimizi değiştirdik, dinimizi
değiştirdik." demeye başladılar. Bunun üzerine Hâlid bazılarım öldürdü,
bazılarını esir aldı ve bizim her birimize esirini teslim etti. Gün oldu,
Hâlid bizim her birimizden elimiz altındaki esirlerimizi Öldürmemizi emretti.
Ben buna karşı geldim ve: "Vallahi ne ben esirimi öldürürüm, ne de
arkadaşlarımdan herhangi biri esirini öldürür." dedim. Böylece Hz.
Peygamber'e (s.a.) geldik ve durumu O'na aktardık. Hz. Peygamber (s.a.)
ellerini kaldırıp iki kere: "Allah'ım! Ben, Hâlid'in yaptığından Sana
sığınırım!" diye dua etti. İbn Hişâm'm es-Sfre'de (2/430) rivayetine göre
Ebu Cafer Mu-hammed b. Ali el-Bâkır anlatıyor: Sonra Allah Rasûlü (s.a.) Ali b.
Ebî Tâlib'i çağırdı ve ona: "Ey Ali! O kavme git, hallerine bak ve
cahiliye âdetlerini ayaklarının altına al." buyurdu. Hz. Ali yola koyulup
onlara gitti. Yanında Allah Rasûlü'nün (s.a.) gönderdiği bir mal vardı. O
kabile halkına kanların diyetini ve mallarına verilen zararın tazminatını
Ödedi. Hatta onların köpeklerinin yalağını bile tazmin etti. Nihayet tazminatım
Ödemediği ne bir kan ve ne bir mal kaldı... Bu rivayetin senedi sahihtir, ama
mürseldir. Müellifin, Hz. Peygamber'in (s.a.) onların diyetlerinin yansını
tazmin ettiğini söylemesinin dayanağım bulamadık.
[387] Ahmed, Müsned, 2/180, 183, 215, 224; Tirmizî, 1413;
Nesâî, 8/45; İbn Mâce, 2644. Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Kâfirin
diyeti, mü'minin diyetinin yansıdır." Hadisin senedi hasendir. İmam Ahmed,
Ömer b. Abdüîaziz, Urve, Mâlik ve Amr b. Şuayb bu görüştedirler. Hz. Ömer ve
Hz. Osman'dan rivayet edildiğine göre kâfirin diyeti dört bin dirhemdir. Saîd
b. Müseyyeb, Atâ, Hasan Basrî, İkrime, Amr b. Dinar, Şâfıî, İshâk ve Ebu Sevr
de bu görüştedirler. Alkame, Mücâhid, Şa'bî, Nehaî, Sevrî ve Ebu Hanîfe onun
diyeti de müslümamn diyeti gibidir, diyorlar. Bk. el-Muğnî. 7/793.
[388] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/177-180.
[389] Ebu Davud, 3006; Ibn Sa'd, 2/110. Senedi sahihtir. Bu
hadisi et-Müntekâ sahibi "Müşriklerle mal meçhul de olsa mal üzerine sulh
anlaşması yapmanın câizliği" başlığı altında (Neylü'l-Evtâr, 8/58-61)
uzunca ve bazı ilâvelerle zikretmiş ve Buharî'nin rivayet ettiğini ■
söylemiştir. Merhum, kaydettiği bu hadisin bütün metninin Buharî'ye ait
olduğunu söylemekle hata etmiştir. Zira metnin pek çok bölümü Sahih-i
Buharî'de mevcut değildir. Bu bölümler Bürkânî'nin Müstahrec"inde Hammâd
b. Seleme yoluyla rivayet edilmiştir. Herhalde müellif
Humeydî'nin el-Cem'
beyne's-Sahihayn adlı eserindeki metni aktarmıştır. Zira Humeydî, hadisi
Buharî'ye nisbet etmektedir. Hafız Ibn Hacer diyor ki: Herhalde âdeti olduğu
üzere hadis metninin gelişini Bürkânî'nin Müstahrec 'inden aktarmış ve
Buharî'ye nisbet etmekle de dikkatsizlik göstermiştir, el-tsmailî, Hammâd'm
hadisi kimi zaman uzun, kimi zaman da kısa şekilde rivayet ettiğine dikkat
çekmiştir.
[390] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/180-181.
[391] Müsâkât: Ağaç bir taraftan, bakım ve emek diğer taraftan
olmak üzere kurulan ortaklık. Müzâraa: Bir taraf tarlasını, diğer taraf da
emeğini koymak ve üzerinde anlaştıkları nis-betlere göre çıkan mahsûle ortak
olmak şartıyla kurulan ortaklık. Mudârabe: Bir taraftan mal, diğer taraftan iş
ve emek esasına göre kurulan ve kârın aralarında ortak bulunduğu şirket akdi.
[392] Buharfflj 60/40, 85/30; Müslim, 1720.
[393] Levs: Bir tek şahidin, öldürülen kimsenin ölmeden önce
"Beni filan vurdu" diye ikrar etmesine şahîdlik etmesi yahut iki
şahidin öldürülenle o kişi arasında bir düşmanlık veya bir tehdit veyahut buna
benzer bir durum bulunduğuna şahidlik etmeleri,
[394] Kasâme: Faili meçhul cinayetlerde, öldürülenin
bulunduğu yerde oturanlardan seçilmiş elli kişinin "Ben öldürmedim ve
öldüreni de bilmiyorum." diye yemin etmesi.
[395] Mülâane: Kadının, evlilik bağından kurtulmak için
kocasıyla bir bedel karşılığında anlaşmaya varması.
[396] Meselenin izahı: Bir müslüman, kâfir yoldaşlarla
seyahat ediyor olsa, yanında müslüman bulunmasa ve vasiyet etse, vasiyetine de
onlardan iki kişi şahit olsa İmam Ahmed'e göre onların şahitlikleri kabul
edilir, ikindiden sonra şahitlerden lehine yemin ettikleri kimse akraba bile
olsa hiyanet etmeyeceklerine, hiçbir şeyi saklamayacaklarına, bunun
karşılığında rüşvet almadıklarına, şahit oldukları herhangi bir hususu
gizlemeyeceklerine ve bu vasiyetin aynen o adamın vasiyeti olduğuna yemin
etmeleri istenir. Eğer rüşvet aldıktan ortaya çıkarsa vasiyette bulunanın
velilerinden diğer iki adam kalkar da: "Bizim şahitliğimiz onla-nnkinden
daha gerçektir. Onlar hiyanet etmişler ve saklamışlardır." diye Allah'a
yemin ederlerse, onlar lehine hüküm verilir. îbn Münzir diyor ki: Âlimlerin
İleri gelenleri bu görüştedir. Şurayh, Nehaî, Evzaî ve Yahya b. Hamza bu
görüşte olanlardandır. İbn Mes'-ûd, Hz. Osman döneminde şu şekilde hüküm
vermiştir. Ebu Musa el-Eş'arî de aynı hükmü vermiştir.
Ebu Hanîfe, Mâlik ve
Şafiî ise: "Kabul edilmez. Çünkü fasıkta olduğu gibi vasiyet dışındaki
meselelerde şahitliği kabul edilmeyenin vasiyette de şahitliği kabul edilmez.
Hatta vasiyette kabul edilmemesi daha da uygundur" diyorlar. îmam Ahmed
ise şu âyeti delil gösteriyor: "Ey inananlar! Sizden birine ölüm gelip
çattığı zaman vasiyet ederken içinizden iki âdil kimseyi şahit tutun; şayet
yolculukta iken ölüm musibeti gelip çatmışsa (ve sizlerden kimse bulunmuyorsa)
sizden olmayan-diğer iki kimseyi şahit tutmak İçin namazdan sonra ahkorsunuz
ve şüpheleniyorsanız onlara şu şekilde Allah adına yemin ettirirsiniz: Lehine
şahitlikte bulunduğumuz kişi akraba bile olsa yeminle hiçbir ücret (rüşvet)
almayacağız ve Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. "(Mâide, 5/106). İşte
Kur'an'ın açık ifadesi ortada. Allah Rasûlü (s.a.) de bu şekilde hükmetmiştir.
Nitekim Ebu Davud (3606) ve Tirmizi'nin (3061) İbn Abbas'tan rivayetlerine göre
Sehmoğullanndan bir adam Te-mîm ed-Dârî ve Adiy b. Bedâ ile yolculuğa çıktı.
Sehm kabilesinden olan adam hiç müslüman bulunmayan bir memlekette vefat etti.
Diğer iki adam onun terekesini alıp getirdiklerinde, ailesi, onun eşyaları
arasında altınla süslü gümüş kadehi bulamadılar. Allah Rasûlü (s.a.) o iki
adama yemin ettirdi. Sonra kadeh Mekke'de bulundu. Mekkelİler: "Biz bunu
Temîm ile Adiy'den satın aldık" dediler. Sehm kabilesinden olup vefat eden
adamın velilerinden iki adam ayağa kalkıp: "Bizim şahitliğimiz o iki
adamın şahitliğinden daha gerçektir. Kadeh bizim adarmmızındir" diye yemin
ettiler. Bunun üzerine: "Ey inananlar! Sizden birine ölüm gelip
çattığında..." diye başlayan âyet indi. Bu rivayetin senedi güçlüdür. Ebu
Davud (3605) ve Tayâlisî'nin rivayetlerine göre Hz. Peygamber'den (s.a.)
sonraki zamanlarda Ebu Musa el-Eş'arî de bu şekilde hüküm vermiştir. Bu
rivayetin senedindeki râviler sika ve sened sahihtir. Âyette geçen:
"Sizden olmayan" ifadesini "sizin aşiretinizden olmayan"
şeklinde yorumlamak doğru olmaz. Çünkü âyet Adiy ve Temîm
olayi hakkında inmiştir; bu konuda
müfessirler arasında görüş ayrılığı yoktur. Hadisler de bunu göstermektedir.
Zira dedikleri doğru olsa yeminler gerekmez; çünkü iki müslü-man şahide yemin
gerekmez. Buna göre âyet muhkemdir, mensuh değildir ve onun doğrultusunda amel
etmek bakidir. İbn Abbas, İbn Müseyyeb, İbn Cübeyr, İbn Şîrîn, Katâde, Şa'bî,
Sevrî ve sonrakiler içinde Ahmed bu görüştedir. Âyetin, "İçinizden iki
âdil şahit tutun" âyetiyle neshedilmiş olduğu iddiası -ki Zeyd b. Eşlem,
Şafiî, Ebu Hanîfe ve Mâlik bu görüştedirler- reddolunur. Çünkü istediğini
yapabilme (ihtiyar) halinin hükmü zaruret halinin hükmünü neshedemez.
Şahitlikte bulunacak bir müslümamn bulunmadığı bir yerde kâfirlerin vasiyete
şahit olmaları ile iki müslümamn hazır bulunduğunda müslümanlann vasiyete şahit
olmaları çelişki değildir. Bu durumda âyetin anlamı, İbrahim Nehaî ile Saîd b.
Cübeyr'in dediği gibi şöyle olur: Bir adama yolculuk sırasında ölüm gelip
çattığında iki müslümanı şahit tutsun. İki müslüman bulamazsa ehl-i kitaptan
İki adamı şahit tutsun. Ehl-i kitaptan olan iki şahit onun terekesini
getirdiğinde eğer ölenin varisleri onların doğru söylediklerini belirtirlerse
sözleri kabul edilir. Şayet itham ederlerse ikindi namazından sonra Allah
adına: "Saklamadık, yalan söylemedik, hiyanet etmedik ve
değiştirmedik" diye yemin ederler. Eğer kâfirlerin yalan söyledikleri
anlaşılırsa, Ölünün velilerinden diğer iki kişi onların yerine geçer ve Allah
adına: "Kâfirlerin şahitlikleri asılsızdır. Biz onların şahitliklerini
saymıyoruz" diye yemin ederlerse kâfirlerin şahitlikleri reddedilir,
velilerinki ise geçerli sayılır. Bk. tbn Kudâme, el-Muğnî, 9/182-184; Zâdü'l-Mesir
2/446-447;İbn Kesir Tefsir,2/110-114
[397] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/181-187.
[398] Bu adam ağaç üzerindeki yaş hurmanın, kurutulmuş
olarak ne kadar geleceğini göz kararı ile tahmin ederdi. Bu işi yapana
"hâns" denir. Tirmizî'nin bazı ilim adamlarından aktardığına göre bu
iş şöyle olur: Kendilerinden zekât verilmesi farz olan hurma, üzüm gibi
meyveler olgunlaşınca devlet başkanı bir hâns gönderir. Hâns, meyvelere bakar
bundan şu kadar kuru üzüm, şu kadar kuru hurma çıkar diye hesabım yapar ve
ondan alınacak öşrün meblağını hesaplar, sahipleri için tesbit eder ve onlan meyvelerle
başbaşa bırakır. Meyveleri devşirme zamanı gelince onlardan öşür alır. Mâlik,
Şafiî, Ahmed ve İshak bu görüştedirler. Bu işlemin faydası, meyve sahiplerinin
onlardan istifade etmeleri, çiçeklerini satmaları ve ailelerine, komşularına
ve fakirlere ikram etmeleri için kolaylık sağlamadır. Çünkü bunlardan menetme
onları sıkıştırmak demektir. İbn Münzir: "Kendilerinden ilim alınan
kimseler, tahminle hesaplanmış olan meyvelere, devşirmeden önce bir âfet isabet
etse bunun tazmini gerekmeyeceğinde icmâ etmişlerdir." diyor. Buharı
(24/54) ve Müslim'in (1392) rivayetlerine göre Ebu Humeyd es-Sâİdî anlatıyor:
Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte Tebük gazasına çıktık. Vâdi'l-Kurâ'ya
vardığında bir kadının kendi bahçesinde çalıştığını gördü. Hz. Peygamber (s.a.)
ashabına: "Meyvelerin ne kadar geleceğini göz karan ile tahmin edin."
buyurdu. Allah Rasûlü (s.a.) on vesk gelir diye tahminde bulundu ve kadına:
"Çıkanın ne kadar geldiğini hesap et." dedi. Ebu Davud (1603),
Tirmizî (644), İbn Mâce (1819) ve Beyhakî'nin (4/122) Attâb b. Esîd'den
rivayetlerine göre Allah Rasûlü (s.a.) hurma nasıl ağacı üzerinde göz kararı
ile tahmin ediliyorsa aynı şekilde üzümün de tahmin edilmesini ve hurmanın
zekâtı kuru hurma olarak alındığı gibi üzümün zekâtının da kuru üzüm olarak
alınmasını emir buyurdu. Bu rivayetin senedindeki râviler sikadır. Ancak
senedde Saîd b. Müseyyeb ile Attâb arasında kopukluk vardır. Çünkü Saîd, Hz.
Ömer'in hilâfeti sırasında doğmuş, Attâb ise Hz. Ebu Bekir vefat ettiği gün
vefat et-mİştİr. Ama Nevevî (r.h.): "Bu hadis her ne kadar mürsel ise de
imamların görüşleriyle güçlenir." diyor. Ebu Davud (1605), Tirmizî (643)
ve Nesâî'nin (5/42) Sehİ b. Ebu Hayse-me'den rivayetlerine göre Allah Rasûlü
(s.a.): "Meyveleri ne kadar gelir diye göz karan ile hesapladığınız zaman
(o sayıyı esas) alın ve üçte biri çıkarın. Üçte biri çıkarmazsanız dörtte biri
çıkarın." buyururdu. İbn Hibbân (768) bu hadisi sahih saymış, Hafız Jbn
Ha-cer ise Feîhu 'l-Bârî'de (3/274) hakkında bir şey söylememiştir. Bu göz
karan ile tahminde bulunma işlemi ancak hurmalar yenebilecek olgunluğa
ulaştığında sünnet olur
[399] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/187-188.
[400] Şafiî, 2/126; Buharî, 58/1. Ömer İbnü'l-Hattâb (r.a.),
Abdurrahman b. Avf; "Hz. Peygamber (s.a.) Hecer mecusilerinden cizye
aldı." diye şahitlikte bulununcaya kadar Mecusilerden cizye almazdı.
[401] Abdürrezzak, 10029; Beyhakî, 9/188. Senedinde meçhul
bir râvi vardır. Bununla birlikte İbn hacer Fethul Baride (6/186) senedindeni
hasen saymıştır.
[402] Müslim, 1731.
Yukarıda geçti.
[403] Buharı, 58/1. Hafız İbn Hacer (6/189-190) diyor ki: Bu
rivayete göre Muğîre, HzJ Peygamber'in (s.a.) mecusiler cizye vermeyi kabul
edinceye kadar onlarla savaşmayı emrettiğini haber vermektedir. Böylece bu
rivayetle, Abdurrahman b. Avf bunu rivayet etmekte yalnız kaldı diye iddia
edenlerin görüşü reddedilmektedir.
[404] Ahmed (1/227,362) ve Tirmizî (3230), A'meş - Yahya b.
Umâre - Saîd b. Cübeyr - İbn Abbas senediyle rivayet etmişlerdir. Yahya b.
Umâre'yi İbn Hibbân es-Sikât adlı eserinde zikretmiş; Buharı, Tarihu 'l-Kebîr
(4/2/292) adlı eserinde bu şahsın biyografisini vermiş, ama onun hakkında
herhangi bir cerh zikretmemiştir. A'meş'ten rivayette bulunan bu üstadın ismi
konusunda muhaddisler ihtilâf etmişlerdir: Sevrî, ondan rivayetinde râvinin
adım Yahya b. Umâre olarak vermiş ve Buharı, İbn Hibbân ile Yakub b. Şeybe
bunun kesin doğru olduğunu ifade etmişlerdir. Ebu Üsame ise A'meş'ten rivayette
bulunan râvinin ismini nisbesiz olarak "Abbâd" şeklinde vermiştir.
EI-Eşcaî, A'meş'ten aktaran râvinin adını "Yahya b. Abbâd" olarak;
Hammad b. Üsame ise "Abbâd b. Cafer" olarak vermiştir. Hadisi ibn
Kesîr, Tefsîr'indet Taberî tefsirinden Ebu Üsame senedli olarak aktarmış ve
sonra Müsned'de İmam Ahmed'in ve Nesâî'nin Ebu Üsame - A'meş - Abbâd (bu şekilde
nisbesiz olarak) senediyle yukarıdakine benzer tarzda rivayet ettiklerini
söylemiş ve sonra da demiştir ki: Bu hadisi Tirmizî, Nesâî, İbn Ebî Hatim ve
İbn Cerîr rivayet etmiştir; hepsi de tefsirlerinde Süfyan es-Sevrî - A'meş -
Yahya b. Umare el-Kûfî - Saîd b. Cübeyr -ibn Abbas senediyle aktarmışlardır.
Tirmizî: "Hadis hasendir." diyor.
[405] Bk. İbn Hişâm, es-Sîre, 2/526. Enes b. Mâlik
anlatıyor: Allah Rasülü'nün (s.a.) huzuruna geldiğinde Ükeydir'İn kaftanını
gördüm. Müslümanlar ona elleriyle işaret ediyorlar ve hayranlık
gösteriyorlardı. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Buna mı hayran
oluyorsunuz? Canım elinde olana yemin ederim, ki, Sa'd b. Muaz'ın cennetteki
mendilleri bundan daha güzeldir." buyurdu. Bu rivayetin senedi sahihtir.
Müslim'in (4/1917) yine Enes'ten rivayetine göre ise Dûmetu'l-Cendel hükümdarı
Ükeydir, Allah Rasûlü'ne (s.a.) bir takım hediye etti. İnsanlar ona hayran
oldular. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Muham-med'in canı elinde
olana yemin ederim ki Sa'd b. Muaz'ın cennetteki mendilleri bundan daha
güzeldir." buyurdu.
[406] Ebu Davud, 3041. Senedi zayıftır.
[407] Ahmed, 5/230, 233, 247; Ebu Davud, 3038, 3039;
Tirmizî, 623; İbn Mâce, 1803; Nesâî, 5/25-26. Râvileri sikadır. îbn Hibbân
(794) ve Hâkim (1/398) hadisin sahih olduğunu söylemişler, Zehebî de buna
katılmıştır. Bu
konuda Ebu Ubeyd,
el-Emvâl (s. 27) adlı eserinde "-Urve b.zübeyr’den hadis
nakletmektedir.
[408] Bakara, 2/256.
[409] Abdürrezzak, Musannef'de Ma'mer - A'meş - Şakîk b.
Seleme - Mesrûk b. Ecdâ senediyle rivayet etmiştir. Abdürrezzak diyor kî:
Ma'mer, "Ergenlik yaşına girmiş kadın sözü hatadır. Kadınlara bir şey
gerekmez." derdi. Ebu Ubeyd, el-Emvâl'de (s. 37) diyor ki: "Bizim
görüşümüzce -Allah daha iyi büir ya- bu konuda sağlam ve mahfuz olarak gelen
hadis, ergenlik yaşma girmiş kadının sözü edilmeyen hadistir. Zira müslümanlarm
tatbik ettikleri budur ve Hz. Ömer de ordu komutanlarına böyle yazmıştır."
Hz. Ömer'in mektubunu Ebu Ubeyd (s. 93), İsmail b. İbrahim - Eyyûb
es-Sahtiyanî - Nâfi' - Hz. Ömer'in kölesi Eşlem senediyle şöylece kaydetmiştir:
Hz. Ömer, ordu komutanlarına mektup yazarak onlara Allah yolunda
savaşmalarını, kendileriyle savaşmayanlarla savaşmamalarını, kadınları ve
çocukları öldürmemelerini ve yalnızca vücudunun tüylerini tıraş etmek için
ustura kullanmış olanları öldürmelerini emretti. Ayrıca ordu komutanlarına,
adam başına cizye koymalarını, kadınlardan ve çocuklardan cizye almamalarını
ve yalnızca vücudunun tüylerini tıraş etmek için ustura kullanmış olanlara
cizye koymalarım yazdı. Bu rivayetin senedi sahihtir.
[410] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/188-194.
[411] Müddessir, 74/1-2.
[412] Tevbe, 9/2.
[413] Tevbe, 9/5.
[414] İbn Kesîr (2/335), bu âyetin tefsiri hakkında şunları
söyler: Müfessirler, buradaki "haram ayların" hangileri olduğu
konusunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Cerîr et-Taberî, bu ay-lann Allah'ın şu
âyetinde zikredilenler olduğu görüşündedir: "Onlardan dördü haram
aylardır. İşte bu dosdoğru dindir. Aylar hususunda kendi kendinize
zulmetmeyiniz." {Tevbe, 9/36). Bunu Ebu Cafer el-Bâkır söylemiştir. Ancak
İbn Cerîr et-Taberî: "Onlar hak-
kında,
haram ayların sonuncusu Muharrem'dir." demiştir. Bu görüşü, Ali b. Ebı
Talha, İbn Abbas'tan nakletmiştik Dahhâk da bu görüştedir. Ancak bu pek tutarlı
değildir. Anlatımdan çıkan o ki, İbn Abbas'ın görüşü, kendisinden nakledilen
el-Avfî rivayetindeki görüşü olup bu görüş aynı zamanda Mücâhid, Amr b. Şuayb,
Muhammed b. Ishak, Ka-tâde, Süddî ve Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'in de
görüşüdür. Onlara göre bu haram aylardan maksat, Allah'ın şu sözüyle parmak
bastığı dört tesyir ayıdır: "Yeryüzünde dört ay gezip dolaşın."
{Tevbe, 9/2). Sonra da şu sözüyle: "Haram aylar çıktığında..." (Tevbe,
9/5). Yani: Size onlarla savaşmayı haram kıldığımız ve kendilerine mühlet
verdiğimiz dört ay geçince, onları nerede bulursanız, kendileriyle savaşın.
Çünkü (gramer bakımından) harf-i tarifin daha önce sözü geçene dönmesi,
mukadder (tasarlanan) bir şeye
dönmesinden
daha uygundur.
[415] Tevbe, 9/36.
[416] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/197-200.
[417] A'râf, 7/199-200.
[418] Mü'minûn, 23/93-97.
[419] Fn«ilet. 41/34.
[420] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/200-201.
[421] Bk. İbn Hişâm, 1/595; İbn Sa'd, 2/6; Taberî, 2/259-260;
İbn Seyyidinnâs, 1/224; İbn -Kesîr, 2/238; Şerhu'l-Mevâhibi'l-Ledüniyye, 1/390.
Gaza: Düşmanla çarpışmaya gitmek demektir.
Seriyye İse, düşman
üzerine gönderilen keşif kollan, küçük askerî birlikler demektir. Bu birlikler en az 5 kişilik, en çok 300-400
kişilik olurdu.
Hadis ve siyer âlimleri, Peygamberimizin
bizzat bulundukları askerî hareketleri gaza (=
gazve), kendisinin katılmayıp bir şahabının komutası altında gönderdiği
askerî birliklere de seriyye ismini
vermektedirler.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/205.
[422] Bk îbn Hişâm,
1/595-596; tbn Sa'd, 2/7; İbn Kesîr, 2/338-339.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/205-206.
[423] Bk. tbn Hişâm, 1/595-596; tbn Sa'd, 2/7; İbn
Seyyidinnâs, J/225. Harran Medine vadi-lerindendir. Hum yakınlarındaki
Mahacce'nin solunda yer alan kuyular olduğu da söylenmiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/206.
[424] Ebvâ: Karh vilâyetinden bîr köydür. Cuhfe'yle arasında
23 millik bir mesafe vardır. Bk. İbn Hişâm, 1/591; İbn Sa'd, 2/8; Taberî,
2/259; İbn Seyyidinnâs, 1/224; İbn Kesîr, 2/352; Şerhu 'I-Mevâhibi'l-Ledümyye,
î/392.
Buharî, Sahihrmde
(64/1) der ki: İbn îshak şöyle söylemektedir: Rasûlullah'm (s.a.) ilk gazvesi
Ebvâ, sonra Buvât, sonra da Aşîra'dır. Yine Buharî (64/1) , Zeyd b. Erkam'-dan
şöyle rivayet etmiştir: Zeyd'e denildi ki: Hz. Peygamber (s.a.) kaç gazveye
çıkmıştır? On dokuz, dedi. Sen, onunla (s.a.) kaç gazveye çıktın? sorusuna
ise: On yedi diye cevap verdi. Râvi der ki: İlki hangisi idi? dedim. Aşîr ya da
Aşîra, dedi. Bunu Katâde'ye-söylediğimde: "Aşîra'dır." dedi.
Yine Buharî'nin
Sahih'inde (64/1) Büreyde'den: "Rasûlullah (s.a.) 16 defa savaşa
çıkmıştır" şeklînde bir rivayet daha vardır. Müslim ise (1814),
Büreyde'nin Rasûlullah (s.a.) ile beraber 16 savaşa katıldığını rivayet
etmiştir. Müslim'in yine Büreyde'den bir başka rivayetine göre Rasûlullah
(s.a.) 19 defa gazaya çıkmış ve sekizinde savaşmıştır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/206-207.
[425] Bk. İbn Hişâm, 1/598, 600; İbn Sa'd, 2/8, 9; İbn
Kesîr, 2/361; Taberî, 2/260, 261 ve İbn Seyyidinnâs, İ/226.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/207.
[426] İbn Sa'd, 2/9.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/207.
[427] Ibn Hişâm, 1/598, 600; tbn Sa'd, 2/9, 10; Taberî,
2/260, 261; İbn Seyyidinnâs, 1/226; İbn Kesîr, 2/361.
[428] Buhari 8/58;Müslim 2409
[429] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/208.
[430] Beyhakî, Sünen, 9/12, 58^ 59.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/208-209.
[431] İbn Hişâm, 1/601, 604; tbn Sa'd, 2/10-11; îbn
Seyyidinnâs, 1/227; Ibn Kesîr, 2/364, 365, 366, 371.
[432] Bakara, 2/217.
[433] Bakara, 2/193.
[434] Enam, 6/23.
[435] Zariyat, 15/14.
[436] Zümer,39/24.
[437] Büruc,85/10.
[438] Enam, 6/53.
[439] Araf, 7/155.
[440] Buharî, 92/9; Müslim, 2886; Ahmed b. Hanbel, 2/282:
Ebu Hureyre'den; Tirmizî, Ahmed b. Hanbel, 1/169 ve 185: Sa'd b. Ebî
Vakkâs'tan; Ahmed k Hanbel, 4/ İ10: Hareşeb. el-Hurr'dan.
[441] Tevbe, 9/49.
[442] el-îsâhe. 1110: İbn Kesîr. 2/361. 362.
[443] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/209-212.
[444] Bu, Ibnîshak'ın es-Sfre'sindeki (1/613 ve 1/411) sözü
ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'-inde (3901 ve 3965) Abdullah b. Mes'ûd hadisinde
geçen İfadedir. İbn Mes'ûd der ki: "Biz Bedir Savaşında, her üç kişi bir
deveye nöbetleşe biniyorduk. Ebu Lübâbe ve Ali b. Ebi Tâlib, RasûluIIah'ın
(s.a.) arkadaşları idiler." İbn Mes'ûd devam ediyor: "RasûluIIah'ın
(s.a.) nöbeti İdi, Ebu Lübâbe ve Ali ona dediler ki: Biz senin ardmsıra
yürürüz. O zaman Rasûlullah (s.a.): Siz ikiniz benden daha güçlü değilsiniz,
ben de sizden daha fazla sevaptan müstağni değilim, dedi." Senedi
hasendir. Hâkim (3/20 hadisin sahih olduğunu kabul etmiş, Zehebî de ona
katılmıştır.
[445]Medine'ye 40 mil uzaklıkta bir köydür.
[446] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/215-216.
[447] Enfâl, 8/47.
[448] tbn İshak, es-Sîre, 1/621; Rasülullah (s.a.)
Kureyş'in, kum tepesinden vadiye doğru indiklerini görünce: Allah'ım; işte
Kureyş, kibiriyle ve böbürlenmesiyle, Sana meydan okuyarak ve Rasûlü'nü
yalanlayarak geldi. Allah'ım! Süz verdiğin zaferi nasib eyle. Allah'ım! Onları
yarına çıkartma!" buyurdu.
[449] Müellif H.nia ftncekî serivvede olanları kastediyor.
[450] Enfal 8/42.
[451] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/216.
[452] İbn Hişâm (1/620), İbn İshak'tan rivayet etmiş ve:
"Selemoğullanndan bazı adamlardan işittim" demiştir ki, bu sözde îbn
İshak ile Selemoğullarından olan adamlar arasındaki râvi bilinmemektedir.
Hâkim (3/426, 427) de hadisi mevsûl olarak rivayet etmiştir. Senedinde meçhul
bir râvi vardır. Zehebî der ki: Hadis münkerdir. İbn Kesîr, Bidâye'ât (3/167)
İbn Abbas'tan bu hadisi rivayet etmiş ve el-Emevî'ye nisbet etmiştir. Râviler
arasında kelbi de vardır ve bu şahıs sika görülmemiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/217-218.
[453] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/218.
[454] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/117: Hz. Ali'den, sahih
senedle; Müslim, 1779: Hz. Enes'ten.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/218-220.
[455] Müslim, 1763: Hz. Ömer'den rivayet etmiştir:
"Bedir savaşında Rasûlullah (s.a.) müşriklere baktı; onlar 1000, ashabı
ise 319 kişiydi. Allah'ın Peygamberi (s.a.) kıbleye yöneldi, sonra ellerini
kaldırdı ve Rabbine hafif bir sesle yalvarmaya başladı: "Allah'ım! Bana
verdiğin sözü tut, va'dini yerine getir. Allah'ım! İslâm ehlinden olan bu
topluluk yok olursa, yeryüzünde Sana İbadet edecek kalmaz." Ellerini
kaldırmış ve kıbleye yönelmiş olarak Rabbine seslenmeye devam etti, hatta
ridası omuzlarından düştü. Ebu Bekir geldi, rİdasım aldı, omuzlarına koydu.
Sonra arkasında durdu ve dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü; Rabbine bu kadar dua
yeter. O, sana vermiş olduğu sözü yerine getirecektir..." Hadisi, Tirmizî
ve Ali b. el-Medİnî sahih görmüşlerdir. Ayrıca Ahmed b. Hanbel (1/30, 32), Ebu
Davud, Buharî (64/4), Tirmizî ve İbn Cerîr et-Taberi, İbn Abbas'tan şöyle rivayet
etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.) Bedir savaşında: "Allah'ım;
(peygamberlere) yardım sözünü ve (bana özel) zafer va'dini yerine getirmeni
Senden isterim. Allah'ım; eğer Sen (şu bir avuç müslümanm helakini) diliyorsan,
Sana ibadet eden bulunmayacaktır." diyordu. Ebu Bekir, elini tuttu ve: Bu
kadar dilek yetişir, dedi. Rasûlullah (s.a.) çadırdan: "(Bedir'deki) bu
topluluk yakında muhakkak hezimete uğrayacak ve onlar (Kureyş) likalarına dönüp
gidecekler." (Kamer 54/45) âyetini okuyarak çıktı.
[456] Enfal,8/12
[457] Eniâl, 8/9.
[458] îbn Kesîr, Ebu Amr, Âsim, tbn Âmir, Hamza ve Kisâî
"mürdifine" şeklinde dal harfini kesralı; Nâfi ve Âsım'dan naklen Ebu
Bekr "mürdefîne" şeklinde, dal harfini fethali okumuşlardır.
[459] ÂI-i İmrân, 3/124.
,
[460] Âl-i İmrân, 3/123, 125.
[461] Âl-i İmrân. 3/126.
[462] Âl-i îmrân, 3/121.
[463] Âl-i îmrân, 3/123.
[464] Âl-i İmrân, 3/124.
[465] Âl-i İmrân, 3/125.
[466] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/220-222.
[467] Bu davranış, câhiliyye araplannda bir gelenektir.
Haksızlığa uğrayan birisi, soyunu biselerini çıkararak sallardı ki, haksızlığa
uğradığı anlaşılıp diğerleri yardıma gelsin, kikaten yardıma da gelirlerdi.
[468] Mübâreze: Eskiden iki ordu karşılaştıklarında topluca
savaşmadan önce iki taraftar zı şahıslar ortaya çıkıp birer birer, ikişer
ikişer çarpışırlardı.
[469] Ahmed b. Hanbel, 1/117; Ebu Davud, 2665; güçlü bir
senedle.
[470] Hadiste geçen kelimesi, vücudundaki müzmin bir
hastalık veya belâ kırıklık, kesiklikten
dolayı yatalak hasta olan kişiler için kullanılır. Şâir şöyle der:
Beni götürmedin, sizden
sonra hasta olarak kaldım; Size acının, elemin kızgınlığından şikâyet ediyorum.
[471] Hâkim, Müstedrek, 3/187, 188: İbn Abbas'tan.
[472] Buharı, 64/8: Ebu Zer'den (r.a.) Ebu Zer, "işte
Rableri hakkında hasımlık yapan iki taraf..." (Hacc, 22/19) âyetinin Bedir
savaşında mübarezeye (düelloya) çıkan Hz. Hamza ile iki arkadaşı ve Utbe ile
iki arkadaşı hakkında indiğine yemin ederdi. Ayrıca Buharı (64/8), Hz. Ali'den:
"Kıyamet günü hesaplaşmak için Allah'ın huzuruna ilk defa diz çökecek
şahıs benim" dediğini rivayet eder. Rivayeti Hz. Ali'den aktaran râvi Kays
b. Ab-bâd dedi ki: "İşte Rableri hakkında hasımlık yapan iki
taraf..." âyeti, Bedir savaşında birbirine meydan okuyan Ali, Hamza,
Ubeyde ile Şeybe b. Rabîa, Utbe b. Rabîa ve Ve-lid b. Utbe hakkında nazil
olmuştur. Bundan, yemin edenin müellifin dediği gibi Hz. Ali olmayıp Ebu Zer
olduğu anlaşılır.
[473] Bk. Dipnot: 10.
[474] tbn Hişâm, es-Sîre, î/626, 627, senedsiz olarak. Emevî
de, İbn Kesîr'de (2/434) geçtiği gibi îbn İshak yoluyla, "Bana Zührî,
Abdullah b. Sa'lebe b. Saîr'den nakletti" diye rivayet eder. Lafzı
şöyledir: Topluluk karşılaştığı zaman Ebu Cehil şöyle dedi: "Allah'ım;
akrabalık bağlarını koparan ve bize bilmediğimizi getireni sabaha çıkarma"
O böylece zafere ulaşmak istiyordu. Onlar bu durumda iken, Allah Teâlâ
müslümanları düşmanlarıyla karşılaşmaya teşvik etti, düşmanlarını müslümanlann
gözüne az gösterdi; öyle ki onlarla çarpışmak istediler. Rasûlullah (s.a.) da
çardakta birazcık uyukladı. Sonra uyandı ve: "Müjdele, Ebu Bekir! İşte
Cebrail, sarığını sarmış, atının dizginlerini tutarak gemini çekiştirerek
geliyor. Va'dettiğim Allah'ın yardımı geldi." buyurdu. Buharı (64/11), İbn
Abbas'tan Hz. Peygamber'in (s.a.) Bedir savaşında: "Jşte Cebrail, atının başını
tutmuş ve üzerinde savaş âletleri var." buyurduğunu nakletmiştir.
[475] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/222-224.
[476] İbn Hişâm, 1/663; İbn Kesîr, 2/432, 433; Şerhu
Mevâhibu'l-Ledûniyye, 1/423.
[477] Enfâl, 8/49.
[478] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/224-225.
[479] Ahmed b. Hanbel, 3/136, 137; Müslim, 1901; Hâkim,
3/426: Enes b. Mâlik'ten.
[480] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/225-226.
[481] Taberânî, senedini vererek îbn Abbas'tan rivayet
etmiştir. Bu sened hakkında Heysemî (6/84) şöyle demiştir: "Râviieri
sikadır." Bu rivayet şöyledir: "Peygamber (s.a.) Hz. Ali'ye: Bana bir
avuç kum ver, buyurdu; o da verdi. Rasûlullah (s.a.) da onu Kureyştilerin yüzüne
attı. öyleki Kureyşlilerden gözleri kura dolmayan hiçbir kimse kalmadı."
Daha önce geçen Abdullah b. Saîr hadisinin lafzı ise şöyledir: "Rasûlullah
(s.a.) emredip, eliyle bir avuç kum aldı, sonra çıktı. Kureyşlileri karşısına
aldı: Yüzleri buruşsun, buyurdu ve o kumu onlara doğru üfledi. Sonra ashabına:
Yükleniniz! Hezimetten başka bir şey olmayacaktır. Allah Teâlâ onlardan
öldüreceğini öldürecek, esir alacağını esir alacaktır, buyurdu." Hakîm b.
Hizâm'ın rivayeti ise şöyledir: "Bedir savaşında Rasûlullah (s.a.) emir
buyurup bir avuç kum aldı, onu karşımıza almıştık, o bir avuç kumu attı ve,
yüzleri buruşsun, buyurdu. Hezimete uğradık. îşte bunun için Allah azze ve
celle: "...Attığında da sen atmadın, fakat Allah attı..." (8/17)
âyetini indirdi." Heysemî, Mecmau'z-ZevâicTde (6/84) şöyle der:
"Taberânî rivayet etmiştir. Senedi hasendir." Bk. tbn Kesîr, 2/295.
[482] Enfâl, 8/17.
[483] Müslim, 1763; Hz. Ömer hadisinden.
[484] Ibn Hişâm, es-Stre, 1/633; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/450: İbn İshak yoluyla, senedi hasendir.
[485]Ahmed b. Hanbel, 1 /İ17: Hz. Ali hadisinden. Senedi
sahihtir.
[486] Heysemî, Mecmau'z-Zevaid'de (6/77) şöyle der: Taberânî
rivayet etmiştir. Senedindeki Abdülaziz b. tmrân adlı râvi zayıftır. Hafız İbn
Hacer, Takrîb'de: "Metruktür. Kitapları yakılmış ve hadisleri ezberinden
rivayet ettiği için çok yanılmıştır." diyerek Abdüla-ziz'i tenkid
etmiştir.
*
[487] Enfâl, 8/19.
[488] İbn Hişâm, 1/628.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/226-228.
[489] Buharı, 64/7; Müslim, 1800; Ahmed b. Hanbel, 3/115,
121 ve 236, Enes hadisinden özetle. Ayrıca Ahmed b. Hanbel (1/444) uzun bir
şekilde îbn Mes'ûd'dan rivayet eder. Râvileri sikadır, ancak Ebu Ubeyde
babasından işitmemiştir. Hadisi Heysemî, Mecmau'z-Zevâİd'de (6/79) Taberânî'den
rivayet edip; "Muhammed b. Vehb b.
Ebî Kerîme dışındaki
râvileri Sahih râvileridir. Muhammed de sikadır." demiştir.
[490] İbn Hişâm, 1/632, îbn İshak'tan. Senedi hasendir. Aynısını
Buharî (40/2) de rivayet etmiştir.
[491] İbn Hişâm, 1/637; ibn İshak'tan, senedsiz olarak.
[492] Buharî, 64/12.
[493] İbn Kesîr'in es-Sîre'de (2/448) zikrettiğine göre
Beyhakî, Delâlilii'n-Nübüvve'de Hâkim tankıyla Muhammed b. Sâlih-Fadl b.
Muhammed eş-Şa'râmMbrahim Münzir-Abdülaziz b. İmran-Rifâa b. Yahya-Muaz b.
Rifâa b. Râfiî-babasından rivayet etmiştir. İbn Kesîr der ki: Hadis bu yönden
garîbtir. İsnadı ceyyiddir. Hadisi tahric etmemişlerdir. Teberâ-nî, İbrahim b.
Münzir'den rivayet etmiştir. Bu isnad nasıl ceyyid olur anlayamıyoruz. Çünkü
isnadda Abdülaziz b. îmran ez-Zühri vardır. Bu zât hakkında Nesâî: "Metruktür";
Buharî: "Hadisi bırakılır, ondan hadis yazılmaz"; Ebu Hatim:
"Gerçekten hadisi zayıf ve terkedilen biridir." demişler ve Tirmizî
ile Dârakutnî de zayıf görmüşlerdir, tbn Hibbân: "Meşhurlardan münker
hadisler rivayet eder"; Ömer b. Şebbe ise: "Hadiste çok hata yapardı.
Kitapları yakıldı, hafızasından hadis rivayet ederdi." demişlerdir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/228-230.
[494] tbn Hişâm (1/639), tbn İshak'tan; **Bana bir âlim
rivayet etti. Rasûlullah (s.a.)..." şeklinde aktarmıştır. Senedi
mu'daldır. Ahmed b. Hanbel'in (6/170) Hz. Aişe'den merfû olarak rivayetine göre
Hz. Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: "Allah'ın belâsını verdiği peygamber
kavmi! O ne kötü bir kovmaydı beni ve ne şiddetli bir
yalanlamaydı."
Râvi-leri sikadır, fakat munkatı'dır. Çünkü İbrahim en-Nehaî, Hz. Aişe'den
hadis dinlememiştir.
[495] Buharî, 64/7; Müslim, 2874; Nesâî, 4/109 ve 110:
Enes'den. Ahmed b. Hanbel, 2/131; Nesâî, 4/111: îbn Ömer'den.
[496] Buharı, 64/36: Ebu Talha'dan.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/230.
[497] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/231.
[498] Müslim, 1901; Ahmed b. Hanbel, 3/136: Enes b. Mâlik
hadisinden.
[499] Bedir savaşı için Bk. îbn Hişâm, 1/606, 715, 2/43; İbn
Sa'd, 2/11, 27; İbn Kesîr, 2/370, 515 Şerhu Mevâhibi'l-Ledüniyye, 1/406, 453;
Taberî, 2/265; ibn Seyyidinnâs, 1/230/"
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/231.
[500] İbn Hişâm, 2/43, 44; İbn Sa'd, 2/35, 36; İbn
Seyyiddinnâs, 1/294; İbn Kesîr, 2/539; Şerhu Mevâhibi'l-Ledünİyye, 1/454.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/233.
[501] İbn Hişâm, 2/44, 45; İbn Sa'd, 2/30; Şerhu
Mevâhibü'l-Ledüniyye, i/458; İbn Seyyi-dinnâs, 1/344; İbn Kesîr, 2/520. Sevik:
Kavut denen, arpa ve buğday unu. Cahiliye döneminde şarapla karıştırılıp yemek
yapılırdı.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/233-234.
[502] İbn Hişâm 2/46;İbn Sad,2/34,35;İbn Kesir,2/3,5;;İbn
Seyyidinas,1/303
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/234.
[503] İbn Hişâm, 2/46; îbn Kesîr, 3/4, 5; Şerhu
Mevâhibi'l-Ledüniyye, 2/16; İbn Sa'd, 35, 36; İbn Seyyiddinnâs, 1/304.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/234.
[504] İbn Hişâm, 2/17; îbn Sa'd, 2/28; İbn Kesîr, 3/5; Şerhu
Mevâhibi'l-Ledüniyye, 1/456; İbn Seyyiddinnâs, 1/294.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/234.
[505] ibn İshak ve başkaları şöyle derler: Tay kabilesi
kollarından Nebhanoğullan'ndan bir araptı. Babası cahiliyye dönemindeki bir kan
davasından Medine'ye gelip Nadîroğullan ile anlaştı, onlar arasında mertebesi
yükseldi ve Akîle bt. Ebi'l-Hakîk ile evlendi. Akîle ondan Kâ'b'ı doğurdu. Uzun
boylu, iri cüsseli, koca karınlı, İri başlı bir adamdı. Ebu Davud (3000), Zührî
tankıyla Abdurrahman b. Abdullah b. Kâ'b b. Mâlik, o da babasından rivayet
etmiştir: Kâ'b b. Eşref şairdi, Hz. Peygamber'i (s.a.) hicvederdi ve Kureyş
kâfirlerini Hz. Peygamber'e (s.a.) karşı kışkırtırdı. Rasûlullah (s.a.)
Medine'ye geldiğinde Medineliler karışık (yahudi, müşrik, müslüman içice)
yaşıyorlardı. Rasûlullah (s.a.) onları ayırmak istedi. Yahudiler ve müşrikler
Müslümanlara en şiddetli biçimde zulmediyorlardı. Allah Teâlâ Rasûlü'ne (s.a.)
ve müslamanlara sabretmelerini emretti. Kâ'b zulmünden vazgeçmeye yanaşmayınca,
Rasûlullah (s.a.) Sa'd b. Muaz'a Kâ'b'ı öldürmeleri için bir müfreze
göndermesini emir buyurdu.
[506] Buharı, 64/15; Müslim, 1801; Ebu Davud, 2678; îbn
Hişâm, 2/51, 58; İbn Sa'd, 2/31, 34; Şerhu Mevâhibi'l-Ledünniyye, 2/8, 14; İbn
Kesîr, 3/9, 17.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/235.
[507] Ehâbiş: Dağlık yörelerdeki kabileler olup İslâm'dan
önce Kureyşle aralarında geçen bir savaşta Leysoğullanna katılmışlardı.
Denilir ki: Hayır, bu doğru değil. Mustalıkoğullan ile Hevn b. Huzeymeoğullan
Mekke'nin aşağı taraflannda Habeşî dağı yanında toplandılar ve orada Kureyş'le
anlaşma yaptılar. "Gece bürüdüğü, gündüz açıldığı ve Habeşî dağı yerinde
sebat ettiği sürece bizim dişımızdakilere karşı biz, bir tek el gibiyiz"
diye Allah adına and içtiler. Bu yüzden Kureyş'in Habeşîleri denilmek suretiyle
dağın adıyla isimlendirildiler.
[508] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/239.
[509] İbn Hişâm, 2/63, 66; îbn îshak'tan, o da Zührî ve bir
başkası yoluyla mürsel olarak rivayet etmiştir. Buharî (64/17) bazısına
değinmiştir. Hadisin tamamını ve bir benzerini Ah-med b. Hanbel (3/351) de
rivayet etmiştir. Dârimî (2/129, 130) ise mevsûl olarak İbn Zübeyr yoluyla
Câbir'den aktarmıştır, râvileri sikadır. Bu hadisin İbn Abbas'tan rivayet
edilen şahidini ise Hâkim (2/128, 129, 296, 297) ve Ahmed b. Hanbel (290)
rivayet etmiştir. Hakim hadisi sahih görmüş, Zehebi de ona muvafakat etmiştir.
[510] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/239-240.
[511] Bir önceki dipnotta geçen Câbir hadisinin bir
bölümüdür.
[512] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/240-241.
[513] tbn Hişâm (2/65), tbn tshak'tan senedsiz olarak;
Buharî ise (64/17) Berâ'dan nakleder: O gün müşriklerle karşılaştık. Peygamber
(s.a.) bir okçu birliğini yerleştirdi ve onlara Abdullah b. Cübeyr'i komutan
yaptı ve: "(Yerinizi) terketmeyiniz, galip geldiğimizi görseniz de
(yerinizi) terketmeyiniz. Onların bize galip geldiğini görseniz bile bize
yardıma gelme-yiniz..." buyurdu. Hadisi Ahmed b. Hanbel {4/293, 294) de
rivayet etmiştir. Ebu Davud ise (2662) yine Berâ'dan şöyle rivayet etmiştir:
"Uhud Savaşında Rasûlullah (s.a.) okçuların -ki 50 kişiydiler- başına
Abdullah b. Cübeyr'i koydu." Râvi dedi ki: "Onları bir mevkie
yerleştirdi" ve şöyle buyurdu: "Bizi kuşların kaptığını görseniz bile
ben size haber gönderinceye kadar (yerinizi) terketmeyiniz. Bizim düşmana galip
geldiğimizi ve onları ezip çiğnediğimizi bile görseniz size haber gönderinceye
kadar (mevkiinizi) terketmeyiniz..." buyurdu. Bu hadisin şahidi İbn Abbas
hadisi olup Ahmed b. Hanbel (1/287, 288) rivayet etmiştir. Senedi kavidir.
[514] Sahihlerde bunun aksi görülmektedir. Buharî, 64/29;
Müslim, !868; Ebu Davud, 2957 ve 4406; Tirmizî, 1711 ve
1361; İbn Mâce, 2543;
Nesâî, 6/155, 156; Ahmed b. Hanbel, 2/17; ibn Ömer'den şöyle rivayet
etmişlerdir: "Rasûlullah (s.a.) Uhud savaşında bana baktı -ben 14
yaşındaydım- ve izin vermedi. Hendek savaşında baktı -15 yaşındaydım- ve bana
izin verdi."
[515] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/241-242.
[516] Ebu Davud, 2596, 2638; Ebu'ş-Şeyh, Ahlâku'n-Nebî;
Ahmed b. Hanbel, 4/46: İkrime b. Ammâr yoluyla lyâs b. Seleme'den, o da
babasından rivayet etmiştir. Senedi hasendir. Hâkim (2/107) sahih görmüştür.
Dârimî, 2/219; Hâkim, 2/107, 108: Ebu'I-Gamîs hadiminden lyâs b. Seleme
yoluyla babası Seleme'den rivayet etmiştir. İsnadı sahihtir.
[517] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/242.
[518] İbn Hişâm (2/77), ibn Ishak'tan aktarmıştır: Yahya b.
Abbâd b. Abdillah b. Zübeyr-babası Abdullah b. Zübeyr-babası Zübeyr'den rivayet
etmiştir: "Vallahi, az veya çok hiçbir mal olmaksızın paçalarını sıvamış
kaçar durumdaki Hind bt. Utbe ile arkadaşlarının halhallanna baktığımı görür
gibiyim. Biz düşmanı kovalarken okçular askere meyledip arka tarafımızı
(düşman) atlılara boşalttıklarında onlar arkamızdan geldiler ve birisi şöyle
bağırdı: "Haberiniz olsun, Muhammed öldürüldü!" Düşmanın
bayraktarlarını öldürmüş ve onlardan hiçkİmse bayrağa yaklaşamaz hale
gelmişken biz geri çekildik ve düşman dönüp üzerimize saldırdı." İsnadı
sahihtir.
[519] Buharî, 64/24; Müslim, 1790: Sehl b.Sa'd hadisinden,
[520] Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve'sindt, îbn Kesîr'in (2/447)
Yahya el-Hamânî yoluyla Abdurrahman b. Süleyman b. Gasîl-Âsim b. Ömer b.
Katâde-babası ve dedesi Katâde b. Nu'man'dan şöyle rivayet ettiğini
kaydetmiştir: (Katâde'nin) Uhud savaşında gözbebeği (yanağına) elmacık
kemiğine düşmüştü, koparmak istediler. Durumu Hz. Peygam-ber'e (s.a.) arzettiler:
"Hayır!" dedi ve onu yanma çağırarak gözbebeğini eliyle yerine koydu.
(Gözü
öylesine iyileşmişti ki
daha sonra) hangi gözünün vurulduğunu bilemiyordu. Ömer b. Katâde dışında
râvileri sikadır. Ömer'i İbn Hibbân'dan başkası sika kabul etmemiş ve kendisinden
oğlu Âsım'dan başkası rivayette bulunmamıştır. İbn Ha-cer, el-îsâbe'de (7078)
şöyle diyor: "Katâde'nin gözünün Uhud savaşında vurulduğu bir başka yoldan
da rivayet olunmuştur. Bunu Dârakutni İle İbn Şahin, Abdurrahman b. Yahya
el-Uzrî yoluyla Katâde b. Nu'man'dan şu şekilde rivayet ediyorlar: Gözü yanağına,
elmacık kemiğinin üzerine akmış. Hz. Peygamber (s.a.) de onu yerine koymuş ve
(bundan sonra) gözlerinin en iyi göreni (o gözü) olmuştu. Abdurrahman b. Yahya
el-Uzrî adlı râvî de tenkid edilmiştir. Ukaylî diyor ki: Meçhul bir râvidir; bu
bakımdan hadis delil alınamaz. Yine Dârakutnî ve Beyhakî, (Delâil'inde) Iyâz b.
Abdillah b. Ebi Şerh tarîkiyla Ebu Saîd el-Hudrî-Katâde'den; İbn Hişâm'ın
Sfre'sinde (2/82) aktardığına göre îbn İshâk, Âsim b. Ömer b. Kâtade'den uzun
bir mürsel hadis olarak benzer rivayetlerde bulunmuşlardır. İbn Abdilber,
el-îsüâb adlı eserinde, ilk rivayetin daha sahih olduğunu söylemiştir.
[521] İbn Hişâm, (2/83) İbn İshak'ın, Benî Adiy b. Neccâr'ın
kardeşleri Kasım b. Abdurrahman b. Râfı'den rivayet ettiğini aktarır. Kâsım'ı,
Ibn Hatim (7/13) zikretmiş, ancak herhangi bir cerh ve ta'dîl kaydetmemiştir.
Buharî ve Müslim (1903) de Enes b. Mâlik'ten benzer rivayetlerde
bulunmuşlardır.
[522] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/243-244.
[523] tbn Hişâm, (2/84) sened zikretmeksizin kaydeder. İbn
Kesîr, (2/63) Ebu'l-Esved'in Ur-ve b. Zübeyr'den ve Zührî'nin Saîd b.
Müseyyeb'ten rivayet ettiklerini aktarır. Her iki rivayet de mürseldir. tbn
Kesîr'in (2/44) aktardığına göre, TaberPnin Süddî yoluyla mürsel olarak rivayet
ettiği uzun hadis içinde geçmektedir.
[524] îbn Hişâm, (2/75), senedsiz olarak aktarır. Hâkim,
(3/204, 205), Beyhakî (4/15) ve Ser-râc'ın tbn îshak yoluyla Yahya b. Abbâd b.
Abdullah b. Zübeyr-babası-dedesi yoluyla rivayetleri vardır. Senedi ceyyiddir.
Heysemî'nin Mecmau'z-Zevâid'âe (3/23) söylediğine göre bu hadisin Taberânî'nin
hasen senedle îbn Abbas'tan rivayet ettiği bir şahidi vardır. Ayrıca Îbn Sa'd'm
kaydına göre (3/1/9), Hasan el-Basrî'den kavî mürsel bir şahidi daha vardır.
[525] Bu, Ahmed b. Hanbel ile Ebu Hanîfe'nin görüşüdür.
Mâlik, Şâfıî, Ebu Yusuf ve Muhammed ise: "Delilin umumiliği sebebiyle
şehid yıkanır. Zira vâcib olsaydı meleklerin yıkamasıyla sakıt olurdu. Halbuki
Hz. Peygamber (s.a.) yıkanmasını emretmiştir." demektedirler. Şevkânî de:
"Bu doğrudur" demektedir. Bk. Muğnî, 2/530, 531.
[526] İbn Hişâm, 2/90; Ahmed b. Hanbel, 5/428, 429: îbn
tshak'dan, Husayn b. Abdurrah-man b. Amr b. Sa'd b. Muaz-Ebu Ahmed'in azatlısı
Ebu Süfyân-Ebu Hureyre yoluyla rivayet ediyorlar. Senedi güçlüdür.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/245-246.
[527] Müsle: Cesedin, ölünün kulağını, burnunu kesmek,
karnını deşmek şeklinde yapılan ci-hiliyye davranışı.
[528] Buharî, 64/9; Ahmedb. Hanbel, 4/293: Berâ'dan. Ahmedb.
Hanbel, 1/287, 288, 463: îbn Abbas'tan, hasen senedle.
[529] Bir Önceki dipnotta kaynağı gösterilen Îbn Abbas
hadisinde geçmektedir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/246-248.
[530] Âl-i İmrân, 3/152.
[531] Ahmed b. Hanbel, 1/287, 288, 463; Hasen senedle
rivayet etmiştir ve Hâkim (2/296, 297) de sahih görmüştür.
[532] Buharî, 64/18; Müslim, 2306.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/248-249.
[533] Müslim, 1789.
[534] İbn Hibbân, 2213; Ebu Davud et-Tayâlisî, 2/99.
Senedinde zayıf oluşunda ittifak olunan İshak b. Yahya b. Talha b. Ubeydullah
et-Teymî vardır. Hadisi Hâkim (3/26, 27) sahih kabul etmiş, Zehebî de şu
sözleriyle ona katılmıştır: "İshak metruktür." Heyse-mî,
Mecmau'z-ZevâicTde. (6/112) hadisi nakledip Bezzâr'a nisbet etmiş ve
"Senedindeki İshâk b. Yahya b. Talha adlı râvi metruktür." demiştir.
[535] "Tanıdığım ok"tan maksat, Rasûlullah'm
(s.a.) kendisine verdiği oktur. Sa'd, o oku atıp birisini öldürüyor, müşrikler
aynı oku alıp müslümanlar tarafına atıyorlar, Sa'd da tekrar aynı oku atıp
birilerini öldürüyordu.
[536] Buharı, 64/24; Müslim, 1790.
[537] Buharî, 64/21; Müslim, 1791; Tirmizî, 3005, 3006; İbn
Mâce, 4027; Ahmed b. Hanbel, 3/99, 178, 201, 206, 253, 288: Hz. Enes'ten. Âyet:
Âl-i İmrân, 3/128.
[538] Buharî, 64/17; Müslim, 1903; Tirmizî, 3198, 3199;
Ahmed b. Hanbel, 3/201, 253: Hz. Enes'ten
[539] Buharî, 64/18.
[540] ibn Hişâm, es-Sİre, 2/94, 95; tbn lshâk'tan; Mâlik,
Muvatta, 2/465, 466: Yahya b. Sa-■ îd'den mürsel olarak rivayet
etmişlerdir. İbn Abdilder der ki: Bu hadisi müsned olarak
bilmiyorum; siyer
âlimlerince mahfuz bir hadistir.
[541] Ibn Kesîr (1/409), îbn Ebî Necîh-babası senediyle
kaydetmiş ve "HafizEbu Bekr el-Beyhakî, Detâilu'n-Nübüvve adlı eserinde
rivayet etmektedir." demiştir. Âyet: Âl-i İm-ran, 3/144.
[542] Hâkim (3/199, 200), Sâid b. Müseyyeb yoluyla
"Abdullah b. Cahş dedi ki" şeklinde rivayet etmekte ve: "Mursel
olmasaydı, Şeyhayn'ın şartına göre sahih olacaktı." demektedir. Zehebî de
kendisine katılmaktadır. Hadisin şâhidleri için Bk. eî-İsâbe, 4583.
[543] îbn Hişâm, (es-Sîra, 2/90, 91) İbn İshak'tan, ravileri
sika bir senedle naklediyor. Wh-med b. Hanbel (5/299), Ebu Katâde'den şöyle
rivayet ediyor: Ebu Katâde anlatıyor: Emr b. Cemûh, Rasülullah'a geldi ve: Ya
Rasûlallah (s.a.)! Şu ayağım sağlam olarak cennette gezebilmem için
öldürülünceye kadar Allah yolunda savaşsam, ne
dersiniz? dedi. Ayağı
topaldı. Rasûlullah (s.a.): "Evet!" buyurdu. Uhud savaşında kendisi,
kardeşinin oğlu İle kölelerinden biri şehid edildiler. Rasûlullah (s.a.)
cesedlerine rastlayınca: "Şu (sakat) ayağın iyileşmiş olarak cennette
yürüdüğünü görür gibiyim." buyurdu. Rasûlullah (s.a.) emir verdi, o
ikisini ve kölelerini bir kabre koydular. İbn Hacer'in Fethu'l-Börî'âe dediği
gibi senedi hasendir.
[544] îbn Hişâm, 2/83: tbn İshak'tan. Daha önce de geçti.
[545] Daha Önce geçti. Bk. Dipnot: 11
[546] İbn Kesir, Tefsirinde (1/416) Vâkidî'den nakleder. Çok
zayıftır.
[547] İbn Hacer, el-îsâbe'te (7637) munkatı1 olarak rivayet
eder.
[548] Âl-i Imrân, 3/121.
[549] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/249-254.
[550] Bu, Üseyd b. Hudayr, Câbir b. Abdillah, Kays b. Kahd
ve Ebu Hureyre'nin görüşü olup Evzâî, Ahmed b. Hanbel, Hammâd b. Zeyd, İshâk ve
Îbnü'l-Münzir bununla amel etmişlerdir. İmam Mâlik bir rivayetinde:
"Ayakta durmaya gücü yetenin, oturan kimsenin arkasında kıldığı namaz
sahih değildir." demiştir ki bu da, Muhammed b. Hasan'ın kavlidir. Sevrî,
Şafiî ve ashâb-ı re'y (Hanefîler): "oturanın arkasında, ayakta durmaya
gücü yeten insan ayakta durarak (kıyamda bulunarak) namaz kılar" demişlerdir.
Bk. İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/220, 221; el-Muhallâ, 3/59; Neylû'I-Evtâr, 3/159.
[551] îbn Hişâir (2/88), İbn İshak'tan aktarmıştır. Âsim b.
Ömer b. Katâde anlatıyor: Aramıza kendisine Kuzman
denilen, kimlerden
olduğu bilinmeyen bir adam gelmişti. Rasû-lullah (s.a.) kendisine bu adamdan
söz edilince: "O cehennemliklerdendir." diyordu. Âsim devam ediyor:
"Uhud savaşı olduğunda çok çetin bir biçimde savaştı ve tek başına
müşriklerden 8 veya 9 kişiyi öldürdü. Cesaret sahibi bir insandı. Sonra
yaralandı, Zaferoğulları'nın evine taşındı. Müslümanlardan bazıları ona:
Vallahi, bugün çok çalıştın (güzel savaştın) ey Kuzman, müjdeler olsun!"
demeye başladılar. O ise: Neden müjdeler olsun?! Vallahi, sadece kavmimin
hesabına (veya kavmimden utandığım için) savaştım. Böyle olmasaydı,
savaşmazdım, diyordu. Yarası ağırlaşmca (dayanamadı) sadağından bir ok alarak
onunla kendini öldürdü." Râvileri sikadır, ancak mürseldir.
Ayrıca Buharı (64/38)
ve Müslim (U2), Sehl b. Sa'd es-Saîdî'den rivayet ediyorlar: Sehl anlatıyor:
Rasûlullah (s.a.) ve müşrikler karşılaşıp savaştılar. Rasûlullah (s.a.) askeri
karargâhına, diğerleri de kendi karargâhlarına döndüler. İçlerinde Rasûlullah'm
(s.a.) ashabı arasında bir adam vardı ki düşman ordusundan ayrılan bir adam
gördü mü peşine düşüyor ve kılıcı ile vurmadan bırakmıyordu. Bunun üzerine
ashâb-ı kiram:
—Bugün bizden hiçbiri
falan kadar yararlılık gösteremedi, dediler. Rasûlullah (s.a.) da:
—Dikkat edin, o adam
cehennemliklerdendir, buyurdu.
Bunun üzerine bir
sahabî "Ben devamlı onun yanında olacağım" dedi. Onunla birlikte
çıktı, o durdukça duruyor, hızlandıkça hızlanıyordu. Derken adam ağır bir
şekilde yaralandı. Çabuk ölmek İstedi; kılıcının kabzasını yere, sivri ucunu da
iki memesi arasına dayadı ve kılıcının üzerine yüklenerek kendisini öldürdü.
Onu takip eden sahabî Ra-sûlullah'ın (s.a.) huzuruna çıkarak: "Senin
Allah'ın Rasûlü olduğuna şehâdet ederim." deyince, Rasûlullah (s.a.):
"Ne oldu ki?" buyurdu. O da: "Az önce cehennemlik olduğunu
söylediğin adam yok mu, cemaat onun meselesini büyüttü. Ben de, ben sizin için
onu izlerim, diyerek onu aramaya çıktım. Sonunda ağır bir biçimde yaralandı.
Çabuk ölmek istedi, kılıcının kabzasını yere, sivri ucunu iki memesi arasına
dayadı, sonra üzerine yüklenerek kendisini öldürdü." dedi. O zaman Allah
Rasûlü (s.a.): "Adam bazan cehennemlik olduğu
halde, görünürde cennet
ehlinin amelini işler. Bazan da adam cennetlik olduğu halde insanların gözü
Önünde cehennemliklerin amelini İşler" buyurdu.
Ebu Ya'Iâ el-Mavsılî,
Müsned adlı eserinde buradakinin benzeri bir hadis rivayet etmiştir. Ancak
başlangıcı şöyledir: Rasûlullah'a (s.a.) Uhud savaşında: "Falanın gösterdiği
kadar yararlıkta bulunanı görmedik, insanlar kaçtı ama o kaçmadı..."
denildi. RâvİIer arasındaki Saîd b. Abdirrahman el-Kâdî'den her ne kadar Müslim
rivayette bulunmuşsa da, Hafız İbn Hacer, et-Takrib'de bu şahıs için
"Sadûktur, fakat hakkında vehmedilmiştir" demektedir. Bununla
birlikte Heysemî de Mecmau'z Zevâid'de (6/116) "Râvileri Sahih
râvileridir" diye kaydetmektedir. Aynca Bk. Buharî, 56/185; Müslim, 112;
Ebu Hureyre'den şöyle rivayet etmişlerdir: Rasûlullah'la (s.a.) beraber Hayber
savaşına katıldık. Rasûlullah (s.a.) yanında bulunanlardan müslüman olduğunu
iddia eden bir adam hakkında: "O, cehennemliktir." buyurdu... Yİne bu
hadiste, Rasûlullah'm (s.a.) BilâPe, insanlar arasında, "Cennete ancak
müslüman olan kişi girer ve Allah Teâlâ bu dini fâcir kimse ile de te'yid eder,
destekler." diye seslenmesini emrettiği de kaydedilmektedir.
[552] Bu konuda Hz. Peygamber'den (s.a.), onun Uhud'da ve
başka gazvelerde şehid düşenler üzerine namaz kıldığı vâriddir. Nesâî (4/60),
Tahâvî (Şerhu Meâni'l-Âsâr, 1/291), Beyhakî (4/15, 16), Şeddâd b. el-Hâd'dan
şöyle rivayet etmişlerdir: Çöl bedevilerinden bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.)
geldi, kendisine iman edip tâbi oldu, sonra da: "Seninle birlikte
(yurdumdan, vatanımdan) hicret ediyorum (ayrılıyorum)" dedi. Hz. Peygamber
(s.a.) onu ashabından bazılarına emanet etti. Hayber gazvesi vuku bulduğunda
Rasûlullah (s.a.) bir miktar ganimet ele geçirdi; ganimeti taksim etti ve o
şahsın payını da ayırdı. Kendileri için ayırdığı paylan da arkadaşlarına verdi.
O şahıs ordunun arkasını koruyan ardçılardandı. Gelince, payını kendisine
verdiler. "Bu nedir?" dedi. "Rasûlullah'm (s.a.) sana ayırdığı pay"
dediler. Payım alıp Hz. Peygamber'in (s.a.) yanma geldi. Aralarında şu konuşma
geçti:
—Bu nedir?
—Sana ayırdığım paydır.
—Ben sana bunun için
tâbi olmadım. Ben sana, şurama -boynunu işaret etti- bir ok atılsın da öleyim
ve cennete gireyim diye tâbi oldum.
—Allah'ı tasdik
edersen, O da senin isteğini gerçekleştirir.
Kısa bir süre
eğleştiler ve sonra düşmanla çarpışmak için kalktılar. Bir müddet sonra bu
şahıs taşınarak Hz. Peygamber'e (s.a.) getirildi. İşaret ettiği yerden bir ok
isabet etmişti. Hz. Peygamber (s.a.) "Bu, o mu?" buyurdu.
"Evet"
dediler. "O, Allah'ı das-dik etti, Allah da onun isteğini
gerçekleştirdi." dedi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.)
onu kendi cübbesine
kefenledi, öne koyup cenaze namazını kıldı. Cenaze namazını kıldırırken Hz.
Peygamber (s.a.) şu duayı okudu: "Allah'ım; bu Senin kulundur. Senin yolunda
hicret ederek çıktı, şehit olarak öldürüldü, ben de buna şahidim." Hadisin
senedi sahih olup Hâkim (3/595, 596) bu hadisi sahih kabul etmiş, Zehebî de onu
tasdik etmiştir.
Tahâvî, Şerhu
Meâni'l-Âsâr adlı eserinde (1/290) Abdullah b. Zübeyr'den naklediyor:
"Uhud savaşında Hz. Hamza (nın cesedi) Rasûlullah'a (s.a.) getirildi, bir
bürdeye sarıp namazını kıldı, dokuz tekbir aldı. Sonra diğer şehidler getirildi
ve sıralandı. Bunların cenaze namazlarını kılarken, onlarla birlikte Hz.
Hamza'nın da namazını (yeniden, tekrar tekrar) kılıyordu." Senedi
ceyyiddir. Hadisin şahİdleri için bk. Ahmed b. Hanbel, 1/463: ibn Mes'ûd'dan,
kavî senedle; Dârakutnî, s. 474: İbn Abbas'tan; Hâkim, 3/198; İbn Mâce, İ513;
Nasbu'r-Râye, 2/309, 314.
Ebu Davud (3137),
Dârakutm (s. 474) ve Hâkim (l/365)'de Enes b. Mâlik'ten şöyle rivayet
edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Hamza'nın yanına vardı, Hz.
Hamza'-ya müsle yapılmıştı. Hz. Hamza dışında hiç kimsenin (yani Uhud
şehitlerinden hiç kimsenin) cenaze namazım kılmadı." Senedi hasendir.
Râvinin demek istediği -Allah bilir ama- Hz. Hamza dışında hiç kimsenin
namazını tek kılmadı. (Yani Hz. Hamza'nın namazını tek başına kıldı.
Diğerlerininkini topluca kıldı.) Bu rivayet, Hz. Hamza haricindekiler üzerine,
Hz. Hamza'yla birlikte namaz kılması şeklinde daha önce geçen Abdullah b.
Zübeyr hadisiyle çelişmez.
Bütün bu hadisler
göstermektedir ki, şehidler üzerine cenaze namazı kılmak meşrudur; ancak vacip
değildir. Çünkü sahâbe-i kiramdan çoğu Bedir savaşında ve diğer savaşlarda
şehid düşmüşler, ancak Hz. Peygamber'in (s.a.) onlar üzerine cenaze namazı
kıldığı rivayet edilmemiştir. Kılmış olsaydı, rivayet edilirdi. Müellif İbn
Kayyim (rh.a.)
de buna dayanarak:
"İşin doğrusu, Allah Rasûlü (s.a.), her iki durumda da kendisine gelen
vahye göre cenaze namazlarını kılmak veya kılmamak hususunda muhayyer bırakılmıştı.
Nitekim bu, İmam Ahmed (b. Hanbel)'den nakledilen rivayetlerden biri olup,
usûlüne ve mezhebine en uygun olan görüştür." demektedir. Tehzîbu's-Sünen,
A/295.
[553] Yukarıda geçti. Bk. dipnot: 12, 13.
[554] Ahmed, Müsned, 3/308, 398: Câbir'den, sahih senedle;
özet olarak: Nesâî, 4/79; İbn Mâce, 1516; Ebu Davud 3165; Tirmizî, 1717;
rivayet etmişler ve Tirmizî; Hasen -sahihtir demiştir. İbni Hibbân da (196)
sahih görmüştür.
[555] Buharı, 64/26; Tirmizî, 1036; Ebu Davud, 3138; Nesâî,
4/62; îbn Mâce, 1514: Câbir'den. Hadisten, bir mezara birden fazla ölünün
defnedilmesinin- müellif İbn Kayyim'in (rh.a.) ifadesinin vehmettirdiğinin
aksine- MuğnPıie (2/563) geçtiği gibi, zaruret haliyle mukayyed olduğu
anlaşılmaktadır. Üstelik İmam Şafiî de (rh.a.) el-Ümm adlı eserinde (1/245) şöyle
demektedir: "Darlık (yer sıkıntısı) ve acele gibi zaruret ânında iki veya
üç ölü bir kabre defnedilebilir. En faziletlileri ve en iyileri kıble tarafına
konulur. Her ne halde olursa olsun kadınların erkeklerle defnedilmesini uygun
görmüyorum. Zaruret olur ve başka çıkar yol bulunamazsa, erkek kadının önüne
kadın da erkeğin arkasına konulur ve erkekle kadın arasına kabirde topraktan
bir engel oluşturulur."
[556] İbn Hişâm (2/98) İbn İshak'tan nakleder. İbn İshak der
ki: Bize Ebu Ishak b. Yesâr, Selemeoğullanndan bazı şeyhlerden rivayet etti:
Rasûlullah (s.a.), o gün ölülerin defnedilmesini emrettiğinde şöyle buyurdu:
Amr b. Cemûh ile Abdullah b. Amr b. Harâm'a bakın... Zira onlar dünyada iki
samimi dosttular, ikisini birlikte bir kabre koyun!" Hadisi Ahmed b.
Hanbel de (5/299) hasen senedle İbn Hacer'in Fethu'l-Bârfde (3/173) Ebu
Katâde'den rivayet ettiği gibi rivayet etmiştir. Geniş bilgi için bk: 33 nolu
dipnot. Yalnız, hadiste geçen "O, kardeşinin oğlu ve köleleri" sözü
için İbn Abdilber, Temhîd adlı eserinde, "O, kardeşinin oğlu değil,
amcasının oğlu idi" demektedir ki, doğrusu da budur. Ancak kendisinden
daha yaşlı olabilir. Aynca Ahmed b. Hanbel (5/4I3)'de Câbir'in şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "Babam ve amcam o gün bir mezara defnedildiler."
Senedi sahihtir. Kasdolunan şahıs, daha önceki rivayette açıklandığı gibi Amr
b. Cemûh'tur; saygısından ötürü onu amca diye anmıştır.
[557] Lisânu'l-Arab'da; Harmel; yaprağı söğüt yaprağına,
çiçeği de yasemen çiçeğine benzeyen bir bitki şeklinde tarif edilmektedir.
[558] îbn Sa'd, 3/562; Evzâî'den, Zührî-Câbir tarikıyla
rivayet etmiştir. Râvİlerİ sikadır, senedi sahihtir. Mâlik, Muvatta'da
(2/470), Abdurrahman b. Sa'sa'a'dan; İbn İshak, Afeğâ-zPsinde: "Babam
Ensardan birinden bana rivayet etti..." diyerek nakletmiştir.
[559] Ahmed b. Hanbel, (1/165), sahih senedle; Beyhakî
(3/401), bir başka tarikle, kavî bir senedle Zübeyr b. Awâm, Yakub b. Şeybe
yoluyla nakletmiştir. Yakub b. Şeybe, hadis âlimlerinin büyüklerinden; hafız,
imam ve allâme bir zâttır. Zehebî'nin, "Ondan daha güzel bir müsned
yazılmadı" dediği el-Müsnedü'l-Kebîr adlı bir eseri vardır; fakat bu eseri
tamamlayamamıştır. Yahya b. Maîn'in arkadaşlarından ve onların çağdaşlarından
hadis yazmış; Ali b. Âsim, Yezid b. Harun, Ravh b. Ubâde ve başkalarından hadis
dinlemiştir. Hicrî 262'de vefat etmiştir. Bk. Tezkiretü'l-Huffâz, 577.
[560] Buharı, 64/17; Müslim, 2296; Ebu Davud, 3223, 3224;
Nesâî, 4/61,62; Ahmed b. Han-bel, 4/149, 154, 157.
[561] Daha önce geçti. Bk. Dipnot: 39.
[562] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/254-260.
[563] Âl-i İmrân, 3/121.
[564] ÂI-i İmrân, 3/152
[565] Buharî, 56/100.
[566] Âl-i İmrân, 3/179.
[567] Cin, 72/26-27.
[568] Âl-i İmrân, 3/123.
[569] Tevbe, 9/25.
[570] Âl-i İmrân, 3/139-141.
[571] Âl-i İmrân, 3/140.
[572] Nisâ,4/104.
[573] ÂI-i İmrân, 3/139.
[574] Âl-i İmrân, 3/142.
[575] Âl-ilmrân, 3/143.
[576] Ali İmrân, 3/144.
[577] Âl-i tmrân, 3/146-147.
[578] Âl-ilmrân,3/î53.
[579] Fetih, 48/6.
[580] Sâd, 38/27.
[581] Ahmed b. HanbePin MüsneeTde {3/338, 387) Câbir'den
naklettiğine göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e (s.a.) gelerek: "Biz
yahudilerden bizi hayrete düşüren sözler işitiyoruz. Bazılarını kaydetmemize
ne dersin?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): "Yahudilerin ve
hıristiyanlarm şaşırdığı gibi siz de mi şaşıracaksınız? Ben size anlaşılır,
parlak bir
deitl
getirdim. Şayet Musa sağ olsaydı, bana tâbi olmaktan başka bir yol
bulamazdı" buyurdu. Bu hadis hasen bir hadistir. Yine Müsnecfde (3/470,
471) Abdullah b. Şed-dâd'dan nakledilen bir şâhid hadis bulunmaktadır. Ebu
Ya'lâ da Hz. Ömer'den
bir başka hadis rivayet etmiştir.
[582] ÂI-i Imrân,3/154.
[583] Âl-i lmrân,3/154.
[584] Âl-i tmrâif.3/154.
[585] Âl-i İmrân,3/I54.
[586] Âl-i lmrân,3/165.
[587] Şûra, 42/30.
[588] Nisa, 4/79.
[589] Tekvîr, 81/28-29.
[590] Âl-i tmrân, 3/166,
[591] Bakara, 2/102.
[592] Âl-i İmrân,3/169.
[593] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/260-281.
[594] Hamrâü'1-Esed: Zülhuleyfe'ye giden yolun solunda
Medine'ye 8 mil mesafede bir yerdir.
[595] Âl-i îmrân, 3/174. ed-Dürrü'I-Mensûr, 2/101-103; İbn
Kesîr, Tefsir, 1/428-429; Taberî, 4/116-122, Bulak baskısı; îbn Hişâm, 2/121;
İbn Kesîr, 3/97; Şerhu'l-Mevâhib-i L'edü-niyye, 2/59-64; îbn Seyyidinnâs, 2/37.
Buharı (64/25), Ebu Muaviye -Hişâm- babası kanalıyla Hz. Âişe'den şöyle
rivayet ediyor: "Kendileri savaşta yara aldıktan sonra Allah ve
Peygamberin çağrısına koşanlara, hele onlardan iyilik edip sakınanlara büyük
ecir vardır." (Âl-i İmrân, 3/172) Hz.Âişe Urve'ye dedi ki: Ey
kızkardeşimin oğlu! Baban Zü-beyr ile Ebu Bekir onlardan
idiler. RasûluHah
(s.a.) Uhud savaşında musibete uğrayıp müşrikler de ayrılıp gidince onlann geri
dönmelerinden endişe etti ve: "Peşlerinden kim gider?" buyurdu. Bunun
üzerine onlardan yetmiş kişi ortaya çıktı. Râvi dedi ki: "Aralarında Hz.
Ebu Bekir ile Zübeyr de vardı." Ayrıca bk. Müslim, 2418; ibn Mâce, 124; Hâkim,
Müstedrek, 4/298. îbn Kesir diyor ki: Bu anlatım gerçekten gariptir. Zira megâzi
âlimlerince meşhur olan rivayete göre Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte
Hamrâü'1-Esed gazasına çıkanlar Uhud'a katılan herkestir. Yediyüz kişi idiler;
onlardan yetmişi şehid düştü, gerisi sağ kaldı. eş-Şâmi der ki: Hz. Âişe'nin
sözü ile megâzi âlimlerinin görüşü birbirleriyle çekilmez. Çünkü Hz. Âişe'nin:
"Onlardan yetmiş kişi ortaya çıktı" sözünün anlamı, bu hususta onlar
diğerlerini geçtiler, geri kalanlar da onlara katıldılar şeklindedir.
[596] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/283-284.
[597] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/285.
[598] Büyük hadis hafızı, tarihçi, nesep bilgini allâme
Şerafeddîn Abdülmü'min b. Halef ed-Dimyatî h.614/1217 yılında dünyaya geldi.
Hadis ilmini kendi kendine okudu. Kıraat ilmini Kemâl ed-Darir'den tahsil etti.
Hafız Münziri'nin yıllarca derslerine devam etti ve ondan icazet aldı. İlim
uğrunda Şam'a, Cezîre'ye ve Irak'a yolculuklar yaptı. Pek çok hadis âliminden
hadis dinledi. Devrinde hadis ilmi onda zirveye erdi. Merhum dindar, güvenilir
ve işini sağlam yapan bir zattı. Hadis üstadlarımn isimleri iki büyük cilt
tutmaktadır. Hadis, fıkıh ve dil konusunda eserleri vardır. H. 705/1305 yılında
Kahire'-de vefat etti. Bk. eş-Şezerât, 6/12, Tezkiretü't-Huffâz, 4/258-259. İbn
Hişâm, 2/619-620, îbn İshak'tan Muhammed b. Cafer b. Zübeyr aracılığıyla, Abdullah
b. Üneys şöyle dedi diyerek nakletmiştir. Bu sened munkatı'dır. Ahmed b.
Han-bel (3/4.6) ise, İbn İshak'tan, Muhammed b. Cafer b. Zübeyr - îbn Abdullah
b. Üneys - babası senediyle mevsûl olarak nakletmiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/285.
[599] Adal: Hûn b. Huzeyme b. Müdrike b. îlyas b. Mudar
soyundan bir kol olup Adal b. Dîş'e nisbet olunurlar. Kâra İse, yine Hûnoğullanndan
bir kol olup adı geçen Adal b. Dîş'e nisbet olunurlar. îbn Dtireyd diyor ki:
Taşlık, siyah tepeye Kâra denilir. Karalılar böyle bir tepeye yerleşip onunla
isimlendirilmiş olmalıdırlar. Ok atmak konusundaki maharetlerinden dolayı
darb-ı mesel olmuşlardır. Şair şöyle der:
"Kâra ile okçuluk
yansı yapan kimse (şöhrete ulaşmaları konusunda) onlara hizmet etmiş
demektir."
[600] İbn İshak'ın Sfre'smds böyle geçmektedir. Sahih(-i
Buharî)'de ise Ebu Hureyre'den rivayetle Âsim b.Sabit'i komutan tayin ettiği
belirtilmektedir. Sahih'teki rivayet daha doğrudur.
[601] Hicr ve arkadaşlarının öldürülmesi konusunda bk,
el-îsâbe, 1629.
[602] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/139, 5/287. İbn Ebî Şeybe
ise Cafer b.Amr b.Ümeyye - babası kanalıyla "Hz. Peygamber'in (s.a..) Amr
b. Ümeyye'yi tek başına Kureyş'e casus olarak gönderdiğini" rivayet eder.
Amr b. Ümeyye anlatıyor: "Hubeyb'in asıldığı darağacınm yanına casuslardan
korkarak geldim. Darağacınm üstüne çıkıp Hubeyb'İ çözdüm, yere düştü. Az öteye
çekildim. Sonra etrafa bakındım, fakat Hubeyb'İ göremedim. Sanki yer onu
yutmuştu. Şimdiye kadar Hubeyb'den herhangi bir iz, eser görülmedi."
Senedinde İbrahim b. İsmail b. Mücemma' vardır ki zayıf bir râvi olduğunda
ittifak edilmiştir.
[603] Buharı, 64/28; Ahmed b. Hanbel, Müsned (7915) 2/310;
İbn Hişâm, 2/169-183; îbn Sa'd, 2/55-56; Taberî, 3/29; İbn Seyyidİnnâs, 2/40;
İbn Kesîr, 3/123-124; Şerhu'l-Mevâhib-i Ledünİyye, 2/64—74.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/286-288.
[604] Buharî, 56/9, 56/16, 64/28; Müslim, 677; Ahmed b.
Hanbel, 3/137, 210, 270, 289.
[605] Burası Karkaratü'l-Küdr'dür. Arhadiyye'ye yakın Ma'den
dolaylarında bir yerdir. Medine ile arası sekiz menzildir. Kanat İse, Tâİf'ten
buraya uzanan bir vâdı olup suyunu Arhadiyye ile Karkaratü'l-Küdr'e döker.
[606] îbn Hişâm, 2/183-187; İbn Kesîr, 3/139-144; Taberî,
3/33; İbn Seyyidinnâs, 2/46 Şerhu'l-Mevâhİbi Ledüniyye, 2/74-79.
[607] Ibn Hişâm, 2/190-195; İbn Kesîr, 3/145-154;
Şerhu'I-MevâhibiLedüniyye, 2/79-86; İbn Seyyidinnâs, 2/47; İbn Sa'd, 2/57.
[608] Buharı 65/59/1, Saîd b. Cübeyr'in şöyle dediğini
nakletmektedir: İbn Abbas'a sordum: "Ya Tevbe sûresi?1'. "Tevbe
sûresi, münafıkların gizli olan kusurlarım ifşa ederek onları utandıran bir
sûredir. Onlardan tek bir kişiyi
devam etti." dedi.
"Ya Enfal sûresi?" diye sordum. "Bedir savaşı hakkında nazil
oldu." dedi. "Haşr sûresi?" diye sordum. "Nadîroğullan
gazası hakkında indi." dedi.
[609] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/288-291.
[610] Buharı, 14/7, 23/41, 64/38, 80/58; Müslim, 677/(304):
Enes b. Mâlik'ten.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/291.
[611] İbn Sa'd, 2/61-62; Ibn Seyyidinnâs, 2/52; Buharî,
64/33. Bu gaza Zâtü'r-Rikâ diye isimlendirilmiştir. Çünkü sahabenin ayaklan
yürümekten parçalanmış ve ayaklarına caput-lar dolamışlardı. Buharî (64/33),
Ebu Musa el-Eş'arî'nin şöyle anlattığını nakletmektedir: Hz. Peygamber'le
(s.a.) birlikte bir gazaya çıktık. Bİz altı kişi aramızda nöbetleşerek bir
deveye biniyorduk. Ayaklarımız yarıldı. Benim de ayaklarım yarılmış ve
tırnaklarım düşmüştü. Bu yüzden ayaklarımıza bez dolamaktaydık. Ayaklarımıza
çaput doladığımızdan ötürü bu gaza Zâtü'r-Rİkâ diye adlandırıldı. Bu gaza,
Muhariboğullan gazası, Sa'lebeogullan gazası, Enmâroğulları gazası, korku
namazının bu gazada vâki olması sebebiyle Korku Namazı gazası ve yine bu gazada
meydana gelen garip olaylar nedeniyle E'âcib gazası diye de
isimlendirilmiştir.
.,
[612] Buharı, 64/29, 80/58; Müslim, 627; Ebu Davud, 409;
Nesâî, 1/236; tbn Mâce, 684; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/79, 81, 113, 122,
126, 135, 137, 146, 150, 152: Hz. Ali'den (r.a.)- Müslim, 628; tbn Mâce, 686;
Ahmed b. Hanbel, 1/404, 456; îbn Mes'ûd'dan.
[613] Nesâî, 2/17; Ahmed b. Hanbel, 3/25,49, 67; Beyhakî,
1/402; Şafiî, 1/55; Dârimî, 1/358; Ebu Saîd el-Hudrî'den. İsnadı sahihtir, Ibn
Hİbbân (285) ve başkaları da hadisi sahih kabul etmişlerdir. Ayrıca bu konuda
İbn Mes'ûd'dan Tirmizî (179), Ahmed b. Hanbel (1/375,423) ve Nesâî'de (1/17)
bir hadis rivayet edilmiştir ki râvileri sikadır, ancak mun-kati'dır. Çünkü Ebu
Ubeyde, babasından hadis dinlememiştir. Fakat Ebu Saîd hadisi için şahid olmaya
elverişlidir.
[614] Ahmed b. Hanbel, 4/59, 60; Ebu Davud, 1236; Nesâî,
3/177, 178; isnadı sahihtir. Usfan: Mekke ile Medine arasında bir köydür.
[615] Ahmed b. Hanbel, 2/522; Tirmizî, 3038; Nesâî, 3/174;
Senedi hasendir.
[616] Buharî,64/31; Müslim, 1816.
[617] Ahmed b. Hanbel, 2/320; Nesâî, 3/173. İsnadı
sahihtir. .
[618] Zâtü'r-Rikâ gazasının Hayber'den sonra olduğu
görüşünde olanlardan bazıları şunlardır: Buharî, 64/29; İbn Kesîr, es-Sîre,
3/161; İbn Hacer, Fethu'1-Bân.
[619] Müslim, 843; Buharî, 64/31, 56/84, 56/87. Bu rivayette
"Kılıcı kınından sıyırdı" sözünden sonra şöyle devam eder:
Rasûlullah'a (s.a.): "Benden korkuyor musun?" diye sordu.
"Hayır." buyurdu. "Seni benim elimden kim kurtaracak?"
deyince Hz. Peygamber: "Beni senin elinden Allah kurtaracaktır."
buyurdu. Râvi diyor ki: Rasûlulah'-ın ashabı o adamı tehdit ettiler de adam
kılıcı kınına koyup yerine astı.
[620] İbn Hişâm, 2/206-207, İbn İshak-Vehb b. Keysân
aracılığıyla Câbir'den nakletmektedir. Sahih bir seneddir. Benzer şekilde
Sahihayn'da da mevcuttur, ama hangi gaza olduğu belirtilmemiştir.
[621] İbn Hişâm, 2/208-209; Ahmed b. Hanbel, 3/344-349; Ebu
Davud, 198; Beyhakî, ed-Delâil: Câbir b. Abdullah'tan. Senedinde Akîl b. Câbir
b. Abdullah vardır ki İbn Hib-bân, onu sika kabul etmiştir, diğer râvileri de
sikadır. Hadisi, ibn Huzeyme (36) ve ibn Hibban da sahih kabul etmişlerdir.
[622] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/291-295.
[623] ibn Hişâm, 2/209-213; tbn Kesîr, 3/169-172; ibn Sa'd,
2/59-60; Taberî, 3/41; ibn Sey-yidinnâs, 2/53; Şerh'ut-Mevâhibi Ledüniyye,
2/93-95.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/295.
[624] İbn Hişâm, 2/213; îbn Kesîr, 3/177-178; îbn Sa'd,
2/62-63; Şerhu'lMevâhibi Ledüniy-ye, 2/94-95; Taberî, 3/43; İbn Seyyidinnâs,
2/54.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/295-296.
[625] Müreysî: Huzâaoğullanna ait bir su olup bununla Fur'
(Medine taraflarında bir yerdir) arasında bir günlük mesafe vardır. Bu gaza
MustalıkoğuIIarı gazası diye de isimlendirilmiştir. Bu, Cüzeyme b. Sa'd b.
Amr'ın lâkabı olup Huzâaoğullannın bir koludur.
[626] Beyhakî, Katâde, Urve ve başkalarından rivayet etmiş
olup Hâkim bunu tercih etmiştir. Muhammed b. îshak 6. yılda olduğunu söylemiş;
Halîfe ve Taberî de bunu kesin kabul etmişlerdir. Buharî (64/32), Musa b.
Ukbe'den bu gazanın 4. yılda olduğunu nakletmiş-tir. Hafız İbn Hacer der ki:
Buharî böyle zikretmiştir; herhalde o, "5. yılda" yazmak istemiştir
de bir kalem hatası olarak "4. yılda" yazmıştır. Musa b. Ukbe'nin
MegazV-sinde birkaç senedle nakledilip Hâkim, Ebu Saîd en-Nisabûrî, Beyhakî'nin
(ed-DelâiPde) ve başkalarının tahric ettiği rivayete göre 5. senedir. Musa b.
Ukbe'nin İbn Şihâb aracılığıyla naklettiği rivayetin metni şöyledir:
"sonra Rasûlullah (s.a.) Mustahkoğullan ve Lihyânoğullan ile 5. yılın
Şaban ayında savaştı." BuharTnin Cihad kitabında İbn Ömer'den kendisinin
Rasûlullah (s.a.) ile birlikte Mustalıkoğullanna karşı 4. yılın Şaban ayında
savaşa çıktığına fakat O'nun çarpışmak için kendisine izin vermediğine dair
rivayeti de bunu destekler. Çünkü Hz. Peygamber, daha önce geçtiği gibi ona
Hendek savaşında izin vermiştir ki bu da Şaban ayından sonradır. 5. veya 4.
yılda olmuştur desek de farketmez. Hâkim, el-lklîl adlı eserinde: Urve'nin ve
daha başkalarının bu savaşın 5. yılda yapıldığı yolundaki sözleri, doğruya İbn
İshak'm sözünden daha yakındır. Ben derim ki: Ifk hadisinde Sa'd b. Muaz ile
Sa'd b. Ubâde arasındaki, ifk ashabı (iftiracılar) hakkındaki münakaşaya dair
haber de bunu destekler... Şayet Müreysî gazası, ifk hadisesinin bu gazada
olması yanında 6. senenin Şaban ayında olsaydı, Sahih'te Sa'd b. Muaz'ın
zikredilmesi yanlışlık olurdu. Çünkü Sa'd b. Muaz, Kurayza savaşında vefat
etmişti ki bu savaş, sahih rivayete göre 5. senede olmuştu. Söylenildiği gibi
4. senede olsaydı yanlışlığın en büyüğü olmuş olurdu. Şu halde ortaya
çıkmıştır kî, Müreysî'nin Hendek'ten önce olmuş olması için bu gazanın 5. yılın
Şaban ayında olması gerekir. Çünkü Hendek, 5. yılın Şevval ayındaydı.
Dolayısıyla Sa'd b. Muaz, Müreysî'de bulunmuş ve bundan sonra Hendek'te bir
okla vurulmuş ve aldığı bu yara sebebiyle Kurayza savaşı esnasında vefat etmiş
olur.
[627] Buharî, 49/13; Müslim, 1730; Ebu Davud, 2633; Ahmed b.
Hanbel, 2/31, 32,$1: Abdullah b. Ömer'den.
[628] İbn Hişâm, 2/294-295: İbn İshak'tan. Aynı senedle
Ahmed b. Hanbel, 6/277. Bu hadiste, Muhammed b. Cafer b. Zübeyr'in Urve'den
aktardığına göre Hz. Âişe'nin şöyle dediği nakledilmektedir: "Kavmine
karşı ondan daha
hayırlı bir.kadın
bilmiyorum." İsnadı sahihtir. Bu gaza için bk. İbn Hişâm, 2/289-296; ibn
Kesîr, 3/297-303; İbn Sa'd, 2/63-65; Taberî, 3/63; İbn Seyyidinnâs, 2/91;
Şerhu't-MevahibiLedüniyye, 2/95-102; Buharî, 49/13.
[629] Senedinde Muhammed b. Humeyd er-Râzî vardır ki, İbn
Hacer'in Fethu'I-BârTte (1/368) dediği gibi zayıf bir râvidir. Buhârî (6/2,
65/Mâide sûresi/6) ve Müslim (367), Hz. Âişe'nin şöyle dediğini
nakletmişlerdir: Hz. Peygamber {s.a.) ile birlikte seferlerinden birine
çıkmıştık. Beydâ denilen yerde veya Zâtü'l-Ceyş'de gerdanlığım koptu. Onu
aramak için Rasûlullah (s.a.) orada bekledi, müslümanlar da onunla birlikte
beklediler. Halbuki suyun başında olmadıkları gibi yanlannda su da
bulunmuyordu. Derken Ebu Bekir yanıma geldi. Rasûlullah (s.a.) başını dizime
koymuş, uyuyordu. Ebu Bekir bana: Sen hem Rasûlullah'ı, hem de yanındaki
insanları yoldan alıkoydun. Bunlar su başında değiller ve yanlannda su da yok!
dedi. Ebu Bekir beni azarladı ve Allah'ın dilediği kadar söylenip durdu. Eliyle
de böğrüme vurmaya başladı. Kıpırdamama ancak Rasûlullah'ın (s.a.) dizimde
bulunması mani oluyordu. Böylece sabahleyin Rasûlullah (s.a.) susuz olarak
uykudan kalktı. Bunun üzerine Allah Teâlâ teyemmüm âyetini indirdi. Üseyd b.
Hu-dayr dedi ki: Bu sizin İlk bereketiniz değildir ey Ebu Bekir ailesi! Âişe
dedi ki: Müteakiben üzerine bindiğim deveyi kaldırdık, meğer gerdanlık altında
imiş. Bu hadiste geçen "seferlerinden biri" sözü hakkında İbn
Abdilber, Temhîd adlı eserinde: "Bunun Mus-talıkoğullan gazası olduğu
söylenmektedir." demektedir. el-İstizkâr adlı eserde de bu kesin kabul
edilmektedir. Fakat ondan daha önce İbn Sa'd ve tbn Hibbân böyle söylemişlerdir.
Bu hadisin bir benzeri Ahmed b. Hanbel (6/272, 273) tarafından da rivayet
edilmiştir, senedi sahihtir.
[630] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/296-298.
[631] Nûr, 24/16. Ifk hadisesi için bk. Buharî, 52/15, 65/6;
Müslim ,2770; Tirmizî, 3179; İbn Hişâm, 2/297-307; İbn Kesîr, 3/304-311.
[632] Nûr, 24/26.
[633] Hafız îbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de (7/333) şöyle
demektedir: Hİcâb âyeti bîr grup âlime göre 4. senenin
Zilkadesinde inmiştir.
Vâkıdî'nin, Hİcâb âyetinin inişi 5. yılın Zilkadesinde idi, sözü kabul
edilemez. Halîfe, Ebu Ubeyde ve bir çok âlim bunun 3. yılda olduğunu kesin
görmüşlerdir.
[634] Cevâmiu's-Sîre, s. 206; Fethu't-Bârî, 8/360.
[635] Buhârt, 60/19.
[636] İbn Sa'd, 8/277. Buharî, Tarih'inde, ayrıca İbn Münde
ile Ebu Nuaym, Hamraad b. Seleme - Ali b. Zeyd b. Cüd'an - Kasım b. Muhammed
kanalıyla rivayet etmişlerdir.
[637] Buharı, 68/16; Ebu Davud, 223; Dârimî, 2/170; Nesâî,
8/245, 246; îbn Mâce, 2075;İbn Abbas'tan.
[638] Bir başkası da Berîre'nin Hz. Âişe'ye ücret karşılığı
hizmet ettiğini söyleyerek cevap vermiştir. Berîre, kölelik anlaşması
yapmasından önce sahibi nezdinde bir köle olarak bulunuyordu.
[639] Buharı, 65/3, 65/5; Müslim, 2772; Tirmizî, 3309, 3310;
Ahmed b. Hanbel, 4/369, 373: Zeyd b. Erkam'dan. Aynca Câbir'den; Buharî,
(65/Münafıkûn sûresi/65) Müslim (2584), Tirmizî (3312) ve Ahmed b. Hanbel (3/393)'de
bir hadis rivayet edilmektedir. Bk. ibn Kesîr, Tefsir, 4/369-371.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/298-306.
[640] Buharı, 64/29; Müslim, 1868.
[641] Cevâmiu's-Sîre, 158. İbn Kesir, Fusûl adlı eserinde
(s. 56) İbn Hazm'ın görüşünü ve İbn Ömer hadisini deiil göstermesini
naklederek; Evet bu hadis Sahihayn 'da mevcuttur; ama İbn Hazm'ın iddia ettiği
şeye delil teşkil etmez, der. Çünkü Rasûluüah'a (s.a.) göre savaşa izin verme
yaşı (asgari) onbeş yaşı idi. Onbeş yaşında olana izin veriyor, olmayana
vermiyordu. îbn Ömer'e de, Uhud savaşında on beş yaşında olmadığı için izin
verme miş, Hendek savaşında bu yaşa ulaştığı için izin vermiştir. Dolayısıyla
bu durum, İbn
Ömer'in on beşini bir,
iki, üç (yıl) hatta daha fazla aşmış olmasına engel teşkil etmez. Herhalde İbn
Ömer, şöyle demiştir: "Ben, buluğa ermişken yahut savaş erlerinden biri
olarak, Hendek savaşında kendimi Rasülullah'a arzettim."
[642] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/309-310.
[643] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/310.
[644] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/310-311.
[645] Ahzâb, 33/13.
[646] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/311-312.
[647] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/64, 289, 5/377; Ebu Davud,
2597; Tirmizî, 1682. Ebu tshâk hadisinden. Senedi hasendir. Hâkim (2/107) sahih
demiştir.
[648] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/312-313.
[649] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/313-314.
[650] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/314.
[651] Buharî, 64/29; Müslim, 1770. tbn Ömer anlatıyor: Hz.
Peygamber (s.a.) Hendek savaşının olduğu gün şöyle demiştir: "Sizden
hiçbir kimse ikindi namazını Kurayzaoğullan topraklarından başka bir yerde
kılmasın!" Bazıları yolda iken ikindi vakti girdi. Bir kısmı,
"Kurayzaoğullan topraklarına varmadan namazlarımızı kılmayız,"
dediler. Diğer bir kısmı ise, "Namazlarımızı kılarız. Bizi bundan meneden
bir şey yoktur" dediler. Durum Hz. Peygamber'e (s.a.) anlatılınca hiç
kimseyi ayıplamadı. Bu Buharî'nin metnidir. Müslim'in metni ise şöyledir:
"Allah Rasûlü (s.a.) düşman ordularının gittiği gün bize; sizden hiçbir
kimse öğle namazını Kurayzaoğullan topraklarından başka bir yerde kılmasın'
diye nida etti. Müslümanlardan bir kısmı vakti geçirme korkusundan ötürü
namazlarım Kurayzaoğullan topraklarına varmadan kıldılar. Diğer bir kısmı ise
vakti geçirsek bile, Allah Rasûlü'nün (s.a.) emrettiği yerden başka bir yerde
namazlarımızı kılmayız, dediler." İbn Ömer şöyle demiştir: Hz. Peygamber
(s.a.), İki gruptan hiç bîr kimseyi ayıplamadı. Bu hadisden şu fıkhî hükümler
çıkarılmıştır: Bir hadisin veya âyetin zahirine sarılan kimse ve bir nastan
onu tahsis eden bir mana çıkaran kimse ayip-lanamaz.
[652] Hendek savaşı hakkında bakınız: İbn Hişam, 2/214-233;
îbn Sa'd, 2/65; Taberî, 3/43; İbn Seyyidinnâs, 2/54; İbn Keşîr, 3/178-222;
Şerhu'I-Mevâhib-i Ledüniyye, 2/102-126.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/314-315.
[653] İbn Hişam, 2/273-275; Buharı, 64/16, 56/155; Berâ
hadisinden.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/315-16.
[654] Bk. îbnHişâm, 2/279-281; Şerhu'1-Mevahib-i Ledüniye,
2/146-153; İbn Sa'd, 2/78-80; Taberî, 3/59; îbn Seyyidinnâs, 2/83; İbn Kesîr,
3/156.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/317.
[655] Buharı, 64/70.
[656] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/317-318.
[657] İçinde Medine halkının mallarının bulunduğu, Şam
yönünde Medine'ye yakın bir yerdir.
[658] Buharı, 64/37, 56/166; Müslim, 1806; Ahmed b. Hanbel,
4/48; Ebu Davud, 2752. Seleme b. Ekva' hadisinden.
[659] Ahmed b. Hanbel, Müsned, A/52, 54; Müsİim, 1807.
[660] Bu gazve hakkında bakınız; İbn Hişam, 2/281-289; İbn
Sa'd, 2/80-84; İbn Seyyidinnâs, 2/84; îbn Kesîr, 3/286-296; Şerh'ui-Mevahib-i
Ledüniye, 2/148-153.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/318-320.
[661] tbn Sa'd, 2/84; Şerhu'l-Mevahib-i Ledüniye, 2/153-154. Gamra, Mekke yolu üzerinde
Feydi Kala' denilen
yere iki günlük mesafede Esedoğullarma ait bir su ismidir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/320-321.
[662] Rabeze yolu üzerinde, Medine'ye yirmi mil mesafesi
olan bir yerdir. İbn Sa'd, 2/86; Şer'ul-
Mevahİb~i Ledünniye,
2/154-155.
[663] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/321.
[664] İbn Sa'd, 2/85; Şerhu'l-Mevahib-i Ledüniye,
2/154.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/321.
[665] İbn Sa'd, 2/86; Şerhu'l-Mevahib-i Ledüniye,
2/155.
[666] Medine'ye otuz altı mil uzaklıkta bulunan bir su
ismidir. İbn Sa'd, 2/87; Şerhu'I-Mevahib-i Ledüniye, 2/158.
[667] Medine'ye dört günlük mesafede olan bir yerdir. İbn
Sa'd, 2/87; Şerhu'1-Mevahib-i Ledüniye, 2/155-158.
[668] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/321-323.
[669] Vâdi'l-Kurâ'nm
arka taraflarında bir yer ismidir.
[670] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/323-324.
[671] îbn Sa'd, 2/89-90; Şerhu'l-Mevahib-i Ledüniye,
2/162-163. Fedek, Medine'ye iki günlük uzaklıkta bir yerdir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/324-325.
[672] Bu seriyye hakkında bk. lbn Sa'd, 2/89;
Şerhu'l-Mevahib-i Ledüniye, 2/160-162.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/325.
[673] îbn Sa'd, 2/93; Şerhu'l-Mevahib-i Ledüniye, 2/171-177.
[674] Buharî, 4/66,24/68, 56/152, 64/36, 65/5, 76/5, 29,
87/22; Müslim, 1671; Nesâî, 7/94, 95, 97, 98; Ebu Davud, 4364; lbn Mâce, 2578;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/107, 163, 170, 205, 233.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/325.
[675] Mekkeye dokuz mil uzaklıkta bir yer ismidir. İbn
Hişam, 2/3308-323; İbn Sa'd, 2/95-105; Taberî, 3/71, İbn Seyyiddinâs, 2/113;
îbn Kesîr, 3/312-337; Şerhu'l-Mevahib-i Ledün-niye, 2/179, 217; Buharı, 64/35.
[676] Buhari, 26/3, 56/186, 64/35; Müslim, 1253; Ebu Davud,
1994; Tirmizî 815; Ahmed b. Hanbel, 3/134, 256.
[677] Buharı, 61/25, 65/48; Müslim, 1856.
[678] Buharı, 64/35; Müslim, 3856.
[679] Buharı, 64/35; Müslim, 1857.
[680] İbn Hacer'in Felhu'I-Bârî'âc (7/341) naklettiğine göre
bunu îsmâliî, Amr b. Ali el-Fellâs -Ebu Davud et-Tayâlİsî- Kurre-Katâde; Buharı
ise, Salı b. Muhammed- Yezîd b. Zeriğ-Saîd-Katâde senedleriyle rivayet
etmiştir: Katâde şöyle demiştir: Saîd b, Müseyyeb'e, Câbir b. Abdullah'ın,
Hudeybiye günü bin dört yüz kişi olduklarını söylediği haberi bana ulaştı,
dedim. Saîd b. Müseyyeb: "Câbir bana, Hudeybiye'de, Hz. Peygamber'e (s.a.)
bîat edenlerin bin beş yüz kişi olduklarım söyledi." dedi.
[681] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/396; İbn Sa'd, 2/100;
Müslim, 1318; imam Mâlik, 2/486; Darimî, 2/78.
[682] Bu İbnjİshâk'm görüşüdür ki, ona hiçbir kimse
katılmamıştır.
[683] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/329-330.
[684] Uhbûş'un çoğuludur. Bunlar; Hevn b. Huzeyme b.
Müdrikeoğullan, Haris b. Abdime-nât b. Kinâneoğulları ve Huzâa kabilesinden
Mustalikoğullandır ki, Kureyşlilerle birlikte Allah Rasülü'ne (s.a.) karşı
savaşmak için İttifak sağlamışlardı.
[685] Anlaşıldığı kadarıyla Hudeybiye'ye yakın bir yerdir.
Fakat, burası Mekke ile Medine arasında bulunan Kürâu'l-Gamîm'den farklı bir
yerdir. Burası hakkında İbn Habib; "Râ-biğ ve Cuhfe arasında, yakm bir
yerdir" demiştir.
[686] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/330-331.
[687] Burası, Hudeybiye'ye nazır dağda bir yol olup,
Seniyyetü'l-Mirâr denilen yerdir.
[688] Buharı, 54/15; Abdürrezzak, 9720; Ahmed b. Hanbel,
4/322, 326, 328, 331.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/331-332.
[689] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/332-333.
[690] Ahmed b. Hanbel, 1/59
[691] Müslim, 1S56.
[692] Müslim, 1858.
[693] Müslim, 1807.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/333-334.
[694] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/334-335.
[695] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/335-336.
[696] Başlangıçta emre itaatte meydana gelen gecikmeden
dolayı, keffâret olması İçin çok sa-lih amel işledim, demek istemiştir. İbn
İshak'in rivayetine göre Hz. Ömer (r.a.) "O gün söylediğim sözün
korkusundan dolayı sadaka vermeye, oruç tutmaya, nafile namaz kılmaya ve köle
azad etmeye devam eder dururdum" derdi.
[697] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/336-338.
[698] Mümtahıne, 60/10.
[699] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/338-339.
[700] Fetih, 48/1-3.
[701] Fetih, 48/4.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/339.
[702] Fetih, 48/24-26.
[703] Buharî, 54/15; Ebu Davud, 2765; Ahmed b. Hanbel
Müsned, 4/323, 326, 328, 331
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/340-341.
[704] Müslim, 1807; Ahmed b. Hanbel Müsned, 4/48.
[705] Buharı, 64/35; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/329, 353,
363.
[706] Buharı, 15/28, 64/35, 97/35; Müslim, 71; İmam Mâlik,
1/192; Ebu Davud, 3906; Ne-sâî, 3/165; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/117.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/341-342.
[707] Ahmed b. Hanbel, 4/325; Ebu Davud, 2766. İbn İshak,
Zührî-Urve b. Zübeyr-Mis b. Mahreme-Mervan b.Hakem senediyle rivayet etmiştir
Râvileri sikadır.
[708] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/343-344.
[709] EbuDavud, 1741; İbn Mâce, 3001, 3002; İbn Hibbân,
1021. Senedinde iki meçhul râvi vardır. Hasan el-Basrî, Atâ b. Ebî Rebah ve
İmam Mâlik, mikattan Önce ihrama girme-vi mekruh görenlerdendir. Rivayete göre
Hz. Ömer, tmrân b. Husayn'ın Basra'da İhrama girmesini ayıplayıp yasaklamıştır.
Aynı şekilde Hz. Osman!, Horasan ve Kirman'da ihrama girilmesini hoş
karşılamamıştır. Bk: Fethu'l-Bâri, 3/332.
[710] Fetih, 48/29.
[711] Tevbe, 9/120.
[712] Âl-i İmrân, 3/159.
[713] Şûra, 42/38.
[714] Bu üç âyet şunlardır:
"O gerçek
midir?" diye sana sorarlar. De ki: "Evet. Rabbİme yemin ederim ki o
gerçektir. Siz Allah'ı âciz kılamazsınız." (Yûnus, 10/53)
"İnkâr edenler:
Kıyamet bize gelmeyecektir, dediler. (Ey Muhammed) De kî: "Hayır, Öyle
değil; görülmeyeni bilen Rabbime andolsun ki o saat sîze muhakkak
gelecektir..." (Sebe', 34/3)
"înkâr edenler,
tekrar diriltilmeyeceklerini İddia ederler. (Ey Muhammed) De ki: "Evet,
Rabbime andolsun ki şüphesiz diriltileceksiniz ve sonra yaptıklarınız size
bildirilecektir. Bu, Allah'a göre kolaydır." (Tegâbün, 64/7)
[715] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/326. Misver b. Mahreme ve
Mervan b. Hakem'İn hadisinden, râvileri sikadır.
[716] Buharî, Mescid-i Mekke, 1; Müslim, 1394-1396. Ebu
Hureyre'den.
[717] Tevbe, 9/28.
[718] İsrâ, 17/1.
[719] Ebu Davud, 5229; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/91;
Tirmizî, 2756. Muaviye hadisinden. Senedi sahihtir.
[720] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/487, 488; Ebu Davud, 2761.
Nuaym b. Mes'ûd el-Eşcaî hadisinden. Senedi sahihtir. Hâkim (2/143) hadise
sahih demiş, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Bu hadisin Ebu Davud'da (2762)
İbn Mes'ûd'dan rivayet edilen bir şahid hadisi de vardır.
[721] Tirmizî, 1216; İbn Mâce, 2251. Abdülmecid b. Vehb'den
şöyle rivayet ediyorlar: Adda b. Halid b. Hevze bana dedi ki: "Allah
Rasûlü'nün {s.a.) benim için yazdırdığı bir yazıyı sana okuyayım mı?"
"Evet, oku", dedim. Bir yazı çıkararak bana okudu: "Bu, Adda b.
Halid b. Hevze'nin Allah Rasûlü (s.a.) Muhammed'den satın alma belgesidir.
Ondan sıhhatli, çalıntı ve haram olmayan bir köle veya cariyyeyi, bir
müslümanın bir müslü-mana satış yapması kabilinden satın almıştır." Senedi
kuvvetlidir.
[722] Fetih, 48/25.
[723] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/344-352.
[724] Bü bölüm Fetih suresinin tercümesiyle birlikte
okunursa daha iyi anlaşılır.
[725] Bakara, 2/216.
[726] Müellife yaraşan, -Allah ona rahmet etsin- Hatİb
Bağdadî (Tarih, 6/328) ve daha başkalarının, îshak b. Bişr el-Kâhilî kanalıyla
rivayet ettikleri mevzu hadisten alınan bu cümleyle kitabını lekelememesiydi.
Hadis şöyledir: Îshak b. Bişr el-Kâhilî diyor ki: Ebu Ma'şer el-Medâinî'nin
Muhammed b. Münkedir kanalıyla Câbir'den rivayetine göre Allah Rasûlü {s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Hacerü'l-Esved, Allah'ın, yeryüzündeki sağ elidir, Allah
onun sayesinde kullanyla musafaha eder." Ebu Bekir b. Ebî Şeybe, Musa b.
Harun, Ebu Zür'a ve İbn Adiyy senedde geçen İshak b. Bişr el-Kâhilî'nin yalancı
bir kimse olduğunu söylemişlerdir. Hadisin, İbn Asâkir'in kitabında (2/90/15)
başka bir yoldan daha rivayeti vardır ki, hadisin ancak çürüklüğünü artırır.
Çünkü bu hadisin senedinde Ebu Ali el-Ahvâzî vardır ve hadis uydurmakla itham
edilmiş biridir. Bundan dolayı İbn Cev-zî hadis hakkında:' "Sahih olmayan
bir hadistir" demiştir. Ebu Bekr İbn el-Arabî ise: "Bu, kendisine
iltifat edilmeyecek bâtıl bir hadistir" demiştir. İbn Kuteybe,
Garîbu'l-Hadîs adlı eserinde bunu, İbn Abbas'a dayandırarak rivayet etmiştir.
Ama bunun da senedinde İbrahim b. Yezid el-Havzî vardır ki metruk bir kimsedir.
[727] Fetih, 48/20.
[728] Ketıf, 18/17.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/352-358.
[729] tbn Hacer, bu rivayeti zikredip (Fethu'l-Bârî, 7/209)
şöyle demiştir: Ahmed b. Hanbel bu haberi sahih bir isnadîa rivayet etmiştir.
Fakat bu tsnadda, Amr b. Dînâr İle Ya'lâ arasında kopukluk vardır.
[730] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/361-362.
[731] Fetih, 48/20.
[732] Râvileri sikadır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/362.
[733] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/362-363.
[734] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/345, 346. İsnadı
kuvvetlidir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/363.
[735] Buharı, 46/32, 64/38, 72/14, 78/90, 80/19, 87/17;
Müslim, 1802, 1807.
[736] Buharî, 12/6, 56/102, 64/38; Müslim, 1365; Tjrmizî,
1550; Nesâî, 1/272; Ahmed b. Han-bel, Müsned, 3/102, 161, 164, 168, 206, 246,
263. Bu hadis, her ikisi de Mâliki mezhebinden olan İbn Abdilber ve İbn
Reşîk'in Muvatla Şerhİ'nde Nevevî'nin Müslim Şerhİ'nde olmak üzere, hepsi de bu
hadisin şerhinde belirttikleri gibi Kur'an'dan misal verme, is-tişhad etme ve
iktibas yapmanın caiz olduğu hususunda bir asıldır. Aynı şekilde Mâliki
mezhebinden Kadı Iyaz ve Bâkıllânî de bu hususun caiz olduğunu açıklamışlardır.
Sahih hadisler ile sahabe ve tâbiîn'den gelen haberler de bunun caizliğine
delâlet ederler.
[737] İbn Hişâm (2/329) İbn İshak'tan rivayet etmiştir. İbn
İshak, "Bana, itham edemediğim bir kimse-Atâ b. Ebu Mervan el-Eslemî-
babası -Ebu Muattib b. Amr kanalıyla rivayet etmiştir." diyerek
nakletmektedir. İbn Kesîr'in (Bidâye, 4/183) kaydettiğine göre Bey-hakî,
seneddeki müphem kişinin adının Salih b. Keysân olduğunu söylemiştir. Ondan
rivayet eden İbrahim b. İsmail b. Mecma' zayıf bir râvidir. Fakat Hâkim {1/446,
2/101), Heysemî (5/252) ve İbnü's-Sünnî'nin (525) Süheyb'den (r.a.) rivayet
ettikleri hadis bu hadise şahîdlik eder: Süheyb şöyle demiştir: Rasûlullah
(s.a.) girmek İstediği her şehri gördüğünde şöyle dua ederdi: "Yedi kat
göklerin ve gölgelendirdiklerinin Rabbi olan Allah'ım!..." Metinde geçen
hadisi destekleyen bir başka rivayet de Ebu Lübâbeb. Münzir kanalıyla gelen
hadistir. Heysemî bu hadis hakkında Mecmau'z-Zevâİd'de (10/134) der ki: Hadisi
Taberânî, £v5û/'ta rivayet etmiştir. İsnadı sahihtir.
[738] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/364-365.
[739] Buharı, 62/9; Müslim, 1807; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/52: Seleme b. Ekva'dan; Buharı, 56/102, 56/143, 62/9, 64/38; Müslim, 2406;
Ahmed b. Hanbel, 5/333: Sehl b. Sa'd'dan; Müslim, 2405; Tirmizî. 2726; Ahmed b.
Hanbel, 1/185: Sa'd b. Ebî Vakkâs'tan.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/365-366.
[740] Müslim, 1806. Seleme b. Ekva' hadisinden.
[741] Hâkim (Müstedrek, 3/437) şöyle demiştir: Merhab'ı
öldürenin Hz. Ali (r.a.) olduğuna dair gelen haberler, birçok senedlerle rivayet
edilmiş mütevâtir haberlerdir.
[742] İbn Hişâm, 2/333, 334: İbn İshak'tan; Ahmed b. Hanbel,
3/385; Hâkim, 3/436İ sahihtir.
[743] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/366-368.
[744] Nesâî, 4/60; Tahavî, Şerhti Meâni'l-Asâr, 1/291 Hâkim,
3/595, 596; Beyhakî, 4/15, 16. İsnadı sahihtir.
[745] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/368-370.
[746] Ebu Davud, 3006; Beyhakî, 9/137. isnadı Sahihtir. İbn
Kesir, fes-Sîre, 3/377) Beyhâ-utf kî'nin Delâİlü'n-Nübüvve adlı eserinden
naklen rivayet etmiştir.
[747] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/370-371.
[748] İbn ishak, Yunus b. Bükeyr'den bir rivayetinde, onun
şöyle dediğini nakletmiştir: Bana babam İshak b. Yesar şöyle anlatmıştır:
"Allah Rasûlü Kamus kalesini fethedince..."
[749] Buharı, 67/13; Müslim, 1365 (84) (85): Enes
hadisinden. ;
[750] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (9/251), İbn Ömer'den
benzerini rivayet edip şöyle del mistir: Taberanî rivayet etmiştir. Râvileri,
Sahih râvileridir.
[751] Buharı, 67/60; Müslim, 1365: Enes b. Mâlik'ten.
[752] tbn Hişâm, 2/339-340. İbn (shak'tan senedsiz olarak
rivayet etmiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/371-373.
[753] Ebu Davud, 3010, 3012. Senedi hasendir.
[754] Dârakutnî, s. 470. Senedi zayıftır.
[755] Ebu'l-Abbas el-Esam, Şafiî'nin Müsned'ini rivayet
ederken şöyle demiştir: Rebî* b. Süleyman'ın şöyle dediğini işittim: Şafiî
(r.h.) 'Bana itham edemediğim bir kişi haber verdi' dediği zaman bu sözüyle
İbrahim b. Ebu Yahya'yı; 'Bana güvenilir bir kimse haber verdi' dediği zaman da
Yahya b. Hassan'ı kastediyor.
[756] Şafiî, Müsned, 2/112.
[757] Buharı, 64/38, 56/51; Müslim, 1762; İmam Mâlik, 2/456,
Ebu Davud, 2733; Tirmizî, 1554; Ahmed b. Hanbel, 2/2, 62, 72, 80: İbn Ömer
hadisinden.
[758] Ebu Davud, 2736, 3615; Dârakutnî, s. 469; Hâkim,
2/131. Senedinde Yakub b. Mecma' vardır ki, îbn Hibbân'dan başkası onu sika
bulmamıştır. İmam Şafiî, bu kişi hakkında: "Tanınmamış bir râvidir."
der. Hafız İbn Hacer Fettıu'l-Bârî'de (6/51) onun duğunu söylemiştir.
[759] Ebu Davud, 2734; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/138.
[760] Ebu Davud, 2735. Senedinde meçhul bir kişi vardır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/373-376.
[761] Buharı, 57/15, 64/38, Müslim, 2502, 2503; Ebu Davud,
2745; Tirmizî, 1559,
[762] Taberânî, Evsat (s.7) ve Sağır'de (s.8) rivayet
etmiştir. Senedi zayıftır.
[763] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/376-378.
[764] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/378-379.
[765] Buharî, 58/7, 64/141, 76/55; Ebu Davud, 4509; Dârimî,
1/3,4; Ahmed b. Hanbt Ebu Hureyre'den.
Iİ2/451;
[766] Buharı, 51/28; Müslim, 2190; Enes b. Mâlik'den.
[767] Ebu Davud, 4511.
[768] Rasûlullah'a (s.a.) dayandırılan bu rivayetin senedi
hasendir. Hâkim ve Beyhakî (Sii-nen'de) rivayet etmişlerdir. Hadisin sonundaki
iki rivayet arasını uzlaştırma Beyhakî'ye aittir.
[769] Buharî (64/83) muallak olarak, Yunus -Zührî-Urve- Âişe
(r.a.) senediyle rivayet etmiştir. İbn Hacer şöyle demiştir: Bu hadisi Bezzâr,
Hâkim ve İsmaüî, Anbese b. Halid -Yunus kanalıyla Rasûlullah'a (s.a.)
dayandırmışlardır. Musa b. Ukbe bu hadisi Zührî kanalıyla mürsel olarak rivayet
etmiştir. Aynı şekilde hadisin mürsel olarak iki şahidi daha vardır ki, İbrahim
el-Harbî, Garîbü'l-Hadîs'inde bunları rivayet etmiştir.
[770] Abdiirrezzâk, Musannef, 9771; Ahmed b. Hanbel, 3/138:
Abdürrezzâk'tUn. Seuc s, hıhtır. Heysemî Mecmau 'z-Zevâid'de (6/154) nisbesine
Ebu Ya'Iâ, Bezzâ^e TalLranî vı de katmıştır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/379-383.
[771] Buharî, 64/52. İbn Abbas'tan.
[772] Müslim, 1059; Ahmed b. Hanbel, 3/107. Buharî'de
(64/56) hadisin baş kısmında müellifin (r.h.) zikrettiği cümle yoktur.
[773] Bakara, 2/217.
[774] Tevbe, 9/36,
[775] Buharî, 64/38; Müslim, 1772 (73).
[776] Buharî, -Fethu''-Bâri- 7/370, 9/564, 565.
[777] En'âm, 6/145.
[778] Müslim, 1406 (21). Rebî b. Sebre, babasının kendisine
şunları söylediğini rivayet etmektedir: Sebre, Allah Rasûlü (s.a.) ile
bulunduğu bir zamanda Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: "Ey insanlar! Kadınlarla
müt'a nikâhı'yapma hususunda size izin vermiştim. Allah bunu artık kıyamet
gününe kadar haram kılmıştır!..."
[779] Buharî, 64/38, 67/31, 72/28, 90/3; Müslim, 1408;
Tirmizî, 1121; İmam Mâlik, 2/542; Nesâî, 6/125, 126; İbn Mâce, 1961; Dârimî,
2/140; Ahmed b. Hanbel, 1/79.
[780] Sahihtir, yukarıda geçti.
[781] Sahihtir, yukarıda geçti.
[782] Ahzâb, 33/50.
[783] Buhari, 85/30; Müslim, 1720: Ebu Hureyre'den.
[784] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/385-395.
[785] Ebu Davud, 3009; isnadı sahihtir. Bundan daha geniş
bir rivayet Buharî (8/12; 64/38) ve Müslim (1365)'de yer almaktadır.
[786] Ebu Davud, 3018. Hadis mürseldir.
[787] Buhari: 64/38; Ebu davııd. 3020; Ahmed b. Hanbel.
Müsned. 1/32, 40.
[788] Ebu Davud, 3010. Senedi kuvvetlidir.
[789] Ebu Davud, 3017. Rivayet mürseldir.
[790] Ebu Davud, 3017.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/395-397.
[791] İmam Mâlik, 2/459; Buharî, 83/33; Müslim, 115; Ebu
Davud, 2711; Nesâî, 7/24l
[792] Taberi, 3/91; îbn Kestr, 3/412, 413; îbn Seyyidinnâs,
2/143; Şerhu'l-Mevâhibi Ledü-niyye, 2/247, 249.
[793] Bu hadis, Ebu Hureyre'nin müsned rivayetiyle Zeyd b.
Eslem'in mürsel rivayeti birleştirilerek (müleffak) rivayet edilmiştir. Mâlik,
İ/13,14; Müslim, 680; Ebu Davud, 435, 436; Tirmizî 3162, Nesâî, 1/295, 297; İbn
Mâce, 697: Ebu Hureyre'den. Mâlik, 1/14, 15: Zeyd b. Eslem'den. İbn Abdilber:
"Hadis' Muvatta râvilerinin ittifakıyla mürseldir" demiştir.
[794] Buharî, 61/25; Müslim, 682; Ebu Davud, 443.
[795] Buharı, 9/35; Müslim, 681; Ebu Davud, 437, 438.
[796] Muvatta. 1/14, 15.
[797] Ahmed b. Hanbel, 1/386, 464; Ebu Davud, 447. Râvileri
sikadır.
[798] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/399-402.
[799] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/402.
[800] Buharî, 51/35; Müslim, 1771.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/402-403.
[801] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/405.
[802] Müslim, 1775; Ahmed b. Hanbel, 4146; Ebu Davud, 2697.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/405.
[803] Şerhu'l-Mevâhib-i Ledüniyye, 2/249.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/405-406.
[804] İbn Sa'd, 2/92; Şerhu't-Mevâhibi Ledüniye, 2/170, 177;
İbn Kesîr, 3/418, 419.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/406.
[805] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/406-407.
[806] Buharı, 64/45, 87/2; Müslim, 97; Ebu Davud, 2643;
Ahmed b. Hanbel, 5/207. Üsâme b. Zeyd'den. Şöyle demiştir:
"Allah Rasûlü
<s.a.) bizi Huraka'ya gönderdi. Kavme bir sabah baskın yapıp, onları
yenilgiye uğrattık. Ben ve Ensar'dan bir kişi, onlardan bîr adama yetişip de
onu kuşatınca, adam: "Lâ ilahe illallah" dedi. Böyle söyleyince
Ensardan olan şahıs, elini adamdan çekti. Ben mızrağımı ona sapladım ve onu
öldürdüm. Medine'ye dönüp te bu haber Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaşınca: "Ey
Üsâme! Onu 'lâ ilahe illallah' dedikten sonra mı öldürdün?!" buyurdu. Ben
de: "O, bunu ölümden kurtulmak için söyledi" dedim. Bu sözü o kadar
tekrar etti ki, ben keşke bu günden önce müslüman olmamış olsaydım, diye
temenni ettim."
[807] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/407-408.
[808] İbn Hişâm, 2/609, 610: İbn İshak'tan. Ahmed b. Hanbel,
3/467, 468; Ebu Davud (2678) özet olarak "Onu iple bağladık" sözüne
kadar rivayet etmiştir. Müslim b. Abdullah el-Cühenî dışındaki râvileri
sikadır. Abdullah el-Cühenî'yi, İbn Hibbân'ın dışındakiler sika
görmemişlerdir. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'ât (6/202, 203) "Bu rivayeti
Ahmed b. Hanbel ve Taberanî rivayet etmiş ve râvileri sikadır." demiştir
İbn tshak, Taberânî rivayetinde, haberi işittiğini açıkça belirten ifade
kullanmıştır.
[809] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/408-409.
[810] ib Şa'd, 2/120; Şerhu 7-Mevâhibi Ledüniyye, 2/252.
[811] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/409-410.
[812] İbn Hişâm, 2/629-630.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/410-411.
[813] Nisa, 4/94.
[814] Ahmed b. Hanbel, 6/11; İbn Hişâm, 2/626-627. Râvileri
sikadır. Süyûtî, ed-Dürrü't-Mensûr'da (2/199-200) hadisi nakledip İbn Sa'd, İbn
Ebî Şeybe, İbn Cerîr, Taberânî, İbnü'l-Münzir, îbn Ebî Hâtİm, Ebu Nuaym ve
Beyhakî'nin (Delâil'inde, Abdullah b. Ebî Hadred el-Eslemî'den) de rivayet
ettiklerini'ilâve etmiştir. Heysemî, Memau'z-Zevâid'dc (7/8) rivayet edip
"Bu hadisi Ahmed b. Hanbel ve Taberânf rivayet etmiştir. Râvileri
sikadır" demiştir.
[815] İbn Hişâm, 2/627; Ebu Davud, 4503; İbn Mâce, 2625;
Ahmed b. Hanbel, 5/112. Ziyad b. Sa'd b. Dumeyre dışındaki râvileri güvenilir
(sika) kimselerdir. Ziyad'i, İbn Hibbân'-dan başkası güvenilir bulmamıştır.
[816] ibn Hişâm, 2/628-629.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/411-413.
[817] Nisa, 4/59.
[818] Buharı, 65/4 (II); Müslim, 1834; Ebu Davud, 2624;
Tirmizî, 1672; Mesaî, 7/154, 155: İbn Cerîr, 9858; Ahmed b. Hanbel, 3124; İbn
Abbas'dan.
[819] Buharı, 64/59, 93/4; Müslim, 1840; Ahmed b. Hanbel,
1/82, 124.
[820] Bunu rivayetinde Ahmed b. Hanbel açıkça
belirtmektedir. Ahmed b. Hanbel, 3/67; tbri Mâce, (2863) Ömer b. Hakem b.
Sevbân kanalıyla Ebu Saîd el-Hudri'den naklediyor: "Allah Rasûlü (s.a.)
Alkame h. Mücezziz'i bir ordunun başında gönderdi ki ben de o ordu
içerisindeydim. Savaşacağımız yere vardığımızda veya henüz yolun bir yerine geldiğimizde
ordudan bir gruba izin verdi ve başlarına da Abdullah b. Huzâfe b. Kays es-
Sehmî'yi komutan tayin
etti. Abdullah b. Huzâfe, Bedir savaşına katılanlardandı ve kendisinde biraz
şakacılık vardı..." Senedi kuvvetlidir, tbn Huzeyme, İbn Hibbân (1552) ve
Hâkim (3/630, 631) hadisi sahih görmüşlerdir. Bu hadisten çıkarılan bazı
hükümler: Komutanın öfke halinde verdiği hüküm, şeriata aykırı düşmedikçe
geçerli olur. Kayıt ve şartla sınırlandırılmayan (mutlak) emir bütün halleri
kapsamaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) onlara, komutana itaat etmelerini
emretti; onlar da bunu bütün hallere, hatta öfke haline ve bir günahı emir
haline hamlettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) onlara, kendisine itaat
edilmesini içeren emrin, günah olmayan şeylere mahsus olduğunu beyan etti.
[821] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/413-415.
[822] Ahmed b. Hanbel, İ/306. İbn Abbas'tan: Kureyşliler,
Muhammed ve ashabını Yesrib'-in (Medine) sıtması zayıflatmıştır, demişlerdi.
Allah Rasûlü (s.a.) umre yaptığı yılda Mekke'ye gelince, ashabına:
"Müşriklerin kuvvetinizi görmesi için, Kabe'yi tavaf ederken üç turda
remel yapınız" buyurdu. Müslümanlar remel yapınca, Kureyşliler
birbirlerine: Yesrib'in sıtması onları zayıflatmamış, diyerek hayretlerini
gizleyememişlerdir. İsnadı sahihtir. Buharı 64/43; Müslim, 1266.
[823] İbn Hişâm, 2/271. İbn İshak: "Bana Abdullah b.
Ebu Bekr bu hâdiseyi mürsel olarak rivayet etti" demiştir. İbn Hacer'in
(Feihu'I-Bârî, 7/384) dediği gibi, Abdürrezzak bu olayı, Enes'den iki sahih
senedle rivayet etmiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/417-418.
[824] İbn Hişâm, 2/372; İbn Sa'd, 2/120, 123; Şerhu'I-Mevâhib-i
Ledüniyye, 2/253, 263.
[825] Buharı, 64/43, 67/30; Müslim, 1410; Ebu Davud, 1844;
Tirmizî, 842; Nesâî, 5/191.
[826] Saîd b. Müseyyeb'in hadisi Buharî'de yoktur. Bu hadis
Ebu Davud (1845) ve Beyhakî'-de vardır.
[827] Müslim, 1411; Ebu Davud, 1843; tbn Mâce 1964; Ahmed b.
Hanbel, 6/333, 335.
[828] Ahmed b. Hanbel, 6/393; Tirmizî, 841. Hammâd b. Zeyd
-Matar el-Varrâk-Rebîa-Süleyman b. Yesâr- Ebu Râfi' kanalıyla rivayet etmiş ve:
"Bu hadis hasendir. Hammâd b. Zeyd'den başka, bu hadisi Matar el-Varrâk'a
İsnâd ederek rivayet eden bir kimsevi bilmiyoruz. Matar el-Varrâk ise hadisi
delil olmayan birisidir." demiştir. Ebu Ömer ibn Abdilber'in Süleyman b.
Yesâr'la Ebu Râfi' arasında kopukluk bulunduğunu *m ieme-sine rağmen İmam
Mâlik, Süleyman b. Yesâr'dan hadisi mürsel olarak rivayet etmiştir ki, Mâlik,
Matar el-Varrâk'dan daha iyi hafızaya sahip biridir.
[829] Fethu'l-Bârî, 9/143. Bu hususta, İbn Abbas hadisinin
bir benzeri, Hz. Âişe ve Ebu Hu-reyre kanalıyla sahih olarak gelmiştir.
[830] İbn Hibbân da bu te'vîte meyletmiş ve bunu Sahih'inde
kesin kabul etmiştir.
[831] Müslim, 1409; Tirmizî, 840; Ebu Davud, 1841; Nesâî,
5/292; İbn Mâce, 1966.
[832] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/418-421.
[833] Buharî, 26/3, 53/6; Ebu Dâvud, 2278.
[834] Hidâne: Anne veya akrabadan herhangi bir kadın veya
erkeğin bir çocuğu himayesi altına alarak, koruma ve terbiye etmesine denir.
[835] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/421-424.
[836] Bakara, 2/196.
[837] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/424-425.
[838] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/425-426.
[839] Buharî, 64/44: İbn Ömer'den; Ahmed Müsned, 5/291, 300,
301: Ebu Katâde'den.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/427.
[840] Meryem, 19/71.
[841] İbn Hişâm, 2/373-374. Hadis mürseldir.
[842] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/427-428.
[843] Buharı, 64/44.
[844] Bk: İbn Hişâm, 2/373-389; îbn Sa'd, 2/128; Taberî,
3/107; İbn Seyyidinnâs, 2/153; İbn
Kesîr, 3/455-493; Şerhu
Mevâhibi Ledüniyye, 2/267-277; Mecmau'z-Zevâk, 6/156, 160.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/429.
[845] Ibn Hişâm, 2/380: îbn İshak'tan.
[846] Abdürrezzak, Musannef, 9562. Mürsel olması yanında
hadis, seneddeki İbn Cüd'ân'ın zayıf bir râvi olması sebebiyle zayıftır.
[847] Heysemî, bunu Mecmau'z-Zevâid'de {9/272, 273) İbn
Abbas kanalıyla naklettikten sonra der ki: Taberânî, biri hasen olan iki
senedle rivayeTetmiştİr.
Bu konuda yine
Taberânî'de, Mecmau'z-Zevâid'de (6/160) bulunan hadise benzeyen,
Ebu'I-Yüsr'den nakledilen bir hadis bulunmaktadır. Senedinde zayıf bir râvi
olan Sabit b. Dînâr vardır ve hadis zayıftır. Sahİh-i Buharî'de nakledilen bir
hadiste İbn Ömer'in, Cafer'in oğlu Abdullah'ı gördüğünde kendisini:
"Selâm sana, ey iki kanatlının oğlu!" diye selâmladığı rivayet
edilmektedir.
[848] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/430.
[849] İbn Hişâm, 2/376-377.
[850] Tirmizî, 2851; Nesâî, 5/202, 5/212: Enes b. Mâlik'ten.
[851] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/430-431.
[852] İbn Sa'd. Tabakât, 2/131.
[853] Ahmed, 1/196. Senedinde inkıta' vardır. Çünkü Âmir
(Şa'bî) Amr'a yetişmemiştir. Ebu Ubeyde'ye yetişmemiş olması da daha evlâdır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/433-434.
[854] Nisa, 4/29.
[855] Ebu Davud, 334; Beyhakî, 1/225. Senedi kuvvetlidir.
Hadisi Buharı, Sahih'inde (6/6) muallak olarak kaydetmiş, Haftz İbn Hacer ise
kuvvetli bulmuştur. İbn Hibbân (202) ve Hâkim (1/177) hadisi sahih bulmuş,
Zehebî de buna katılmıştır. Münzirî de hasen olduğunu belirtmiştir. Hafız îbn
Hacer der ki: Bu hadisten şu hükümler çıkarılmıştır: 1- Suyu kullanması halinde
helâk olmaktan korkan kimsenin teyemmüm etmesi caizdir; soğuk veya başka
sebeplerden dolayı olması farketmez. 2- Teyemmüm eden kimsenin, abdestli
olanlara imam olup namaz kıldırması caizdir. 3- Hz. Peygamber (s.a) devrinde
ictihad yapmak caizdir.
[856] Ebu Davud, 335. İsnadı sahihtir. Abdürrezzak da
Musannef inde (878) başka bir yolla Abdullah b. Amr b. Âs'tan rivayet etmiş,
ama teyemmümü zikretmemiştir.
[857] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/434-435.
[858] Buharî, 64/65, 47/13, 72/38; Müslim, 1935; Ebu Davud,
3840; Nesâî, 7/207, 208; Ah-med, 3/309, 311; Câbir'den.
[859] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/437-438.
[860] BaRara, 2/2İ7.
[861] Tevbe, 9/5.
[862] Mâide, 5/3.
[863] Mâide, 5/96.
[864] Fethu'1-Bârî, 9/529; Taberî, 2687, 2697; Beyhakî,
9/254.
[865] Şafiî, 2/425; Ahmed, 2/97; İbn Mâce, 3314: Abdurrahman
b. Zeyd b. Eşlem -Zeyd b. Eşlem- İbn Ömer kanalıyla. Abdurrahman zayıf bir
râvidir. Dârakutnî (s. 539, 540) ise Ali b. Müslim -Abdurrahman ve Mutarrİf-
Abdullah yoluyla babalan Zeyd b. Eslem'in İbn Ömer'den merfû rivayeti olarak
naklediyor. Beyhakî ise (1/254) İbn Vehb -Süleyman b. Bilâl-Zeyd b. Eşlem- İbn
Ömer kanalıyla mevkuf olarak rivayet edip: Bu isnad sahihtir, demiştir. Bu ise
müsned anlamındadır. Müellif merhumun dediği gibi merfû hükmündedir.
[866] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/438-441.
[867] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/445.
[868] Ibn Hişâm, es-Sîre'de (2/394-395) senedsiz oiarak îbn
îshak'tan rivayet etmiştir. Tat rânî, Sağîr'de (s, 222) Meymûne bt.
el-Hâris'ten (r.a.) zayıf bir senedle mevsûl olar. rivayet etmiştir.
[869] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/445-448.
[870] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/448-449.
[871] îbn Hişâm, 2/389-398. Îbn İshak'tan senedsiz olarak.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/449-450.
[872] Îbn
Hişâm, (2/398-399), senedsiz
olarak rivayet etmiştir. 65/Mümtahine/60), Müslim (2494),
Ebu Davud (2650), Tirmizî (3302) bel
(1/80) Hz. Ali'den rivayet etmişlerdir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/450-451.
[873] Buharı, 64/47; Müslim, 1113: Îbn Abbas'tan.
[874] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/451.
[875] Yusuf, 12/91.
[876] Yusuf, 12/92.
[877] Hâkim, 3/43, 44. İbn Abbas'tan ceyyid bir senedle.
Hâkim, hadisi sahih bulmuş, Zehe-bî de ona katılmıştır.
[878] İbn Hacer'in ei-Isâbe'de (537) naklettiğine göre Ebu
Ahmed el-Hâkim, bu hadisi Ham-mâd b. Seleme-Hişâm b. Urve-babası senediyle
rivayet etmiştir. Urve diyor ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ebu
Süfyan b. Haris, cennet ehli gençlerinin efendisidir." Râvüeri sikadır,
fakat hadis mürseldir.
[879] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/451-453.
[880] Buharı, 64/47. Hİşâm b. Urve'nin, babasından mürsel
rivayetidir. Bk. Şerhu'l-Mevâhib-i
Ledüniyye, 2/305-306.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/453-456.
[881] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/456.
[882] Müslim, 1780; Ahmed, 2/538; Ebu Davud, 3024.
[883] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/457-458.
[884] İsrâ, 17/71.
[885] Sebe', 34/49.
[886] Buharı, 46/32, 64/48, 65/İsrâ (17); Müslim, 1781;
Tirmizî, 3137; Ibn Hibbân, 1702.
[887] Birinci kısmını Ibn Hİşâm (2/411-412), İbn İshak'tan,
Safiyye bt. Şeybe hadisi içerisinde rivayet etmiştir. Senedi kuvvetlidir.
İkinci kısmını ise Buharî (27/54, 60/11, 64/48) İbn Abbas hadisi olarak rivayet
etmektedir.
[888] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/458-459.
[889] Hucurât, 49/13.
[890] Ibn Hişâm (2/412), İbn İshak'tan, 'ilim adamlarından
birinin bana bildirdiğine göre' diyerek rivayet etmiştir.
Ahmed b. Hanbel (6533,
6552), Ebu Davud (4547), İbn Mâce (2627) îbn Ömer'den
şöyle
rivayet etmişlerdir: Rasûlullah (s.a.) fetih günü Mekke'de halka hitabetti; üç
defa tekbir getirdikten sonra şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh yoktur.
O yegânedir. Va.'dini yerine getirdi ve kuluna yardım etti. Bütün düşmanları
tek başına bozguna uğrattı. İyi bilin ki, cahiliye çağına ait olup kan ve mal
davalarını hatırlatan her âdet -Beytullah'ın perdedarhğı ile hacılara su
dağıtma âdetleri dışında- ne varsa hepsi de şu iki ayağımın altındadır,
kaldırılmıştır." Sonra şöyle buyurdu: "İyi bilin ki, kamçı ve sopa
ile yapılan yan kasıtlı hatâen adam öldürmenin diyeti yüz devedir. Bunlardarv
kırkının karınlarında yavruları da olmalıdır." İbn Hibbân (1526) ve tbn
el-Kattân buhadisi sahih bulmuştur. Bu hususta İbn Ömer'den, Şafiî (2/263),
Ebu Davud (4549), Nesâî (8/42), îbn Mâce (2628), Dârakutnî (s. 333) ve Ahmed b.
Hanbel (4583, 4926)'de senedinde zayıf bir râvi olan Ali b. Zeyd b. Cüd'an'ın
bulunduğu bir hadis rivayet edilmiştir. Bu hadis, şahidle-riyle hasen bir
hadistir. İbn Kesîr'in naklettiğine göre (4/217) İbn Ebî Hâtİm, tbn Ömer'den
şu hadisi nakletmiştir: Rasûlullah (s.a.) fetih günü Mekke'de, devesi Kasvâ
üzerinde tavaf etti. Rükünleri elindeki ucu eğri sopasıyla (bastonuyla)
selâmlıyordu. Mescid'de devesini çöktürecek bir yer bulamadı. Nihayet
İnsanların elleri üzerine indi ve Mesîl vadisine çıkıp devesini çöktürdü.
Sonra Rasûlullah (s.a.), hayvanı üzerinde insanlara hita-bet*;,. Allah'a
hamdetti ve O'na lâyık olduğu biçimde senada bulundu, sonra şöyle buyurdu: Ey
insanlar! Allah Teâlâ cahiliye kibirlerini ve atalarıyla övünmeyi sizden gidermiştir.
İnsanlar iki türlüdür: Biri Allah Teâlâ katında iyi, müttakî ve salih adam; diğeri
de Allah Teâlâ katında günahkâr, isyankâr ve kolayca günah işleyen adamdır.
Allah azze ve celle şöyle buyuruyor: 'Ey insanlar! Biz sizi bir erkek İle bir
dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere
ayırdık. Allah katında, sizin en üstününüz en müttakî olanınızdır. Şüphesiz ki
Allah herşeyi bilir, ve herşeyden haberdardır.' Sonra Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurdu: "Size bu sözü söylüyor ve
Allah'tan,
kendim için ve sizin için bağışlanma diliyorum." Senedinde Musa b Ubeyde
er-Rebezî vardır ki, bilhassa Abdullah b. Dinar'dan yaptığı rivayetlerde zayıf
olan bir râvidîr. Bu hadisi de ondan rivayet etmiştir. Fakat Ahmed (2/361) ve
Ebu Davud'un (5116) Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri bu hadise benzer bir
şahid hadis
vardır
ki hadis hasendir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/459.
[891] Bu, Osman b. Talha b. Ebî Talha'dır. Tam ismi
şöyledir: Ebu Talha Abdullah b. Abdü-luzzâ b. Osman b. Abdüddâr b. Kusay b.
Kilâb el-Kuraşî el-Abderî. Kâbe-İ Muazzama'-nın perdedarı (hâcib'i) idi. Hicâbe
vazifesi kendi soyuna ait olan Şeybe b. Osman b. Ebî Talha'nın amca oğludur.
Hudeybiye andlaşması ile Mekke fethi arasındr.ki barış döneminde Halid b.
Velid ve Amr b. Âs ile birlikte müslüman olmuştur. Amcası Osman b. Ebî
Talha
ise Uhud savaşında müşriklerin sancaktarlarındandır. O gün kâfir olarak öldürülmüştü,
[892] İbn Hişâm, 2/412.
[893] İbn Sa'd, Tabakat, 2/136-137; Şerhu'I-Mevâhib-i
Ledüniyye, 2/340-341.
[894] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/460-461.
[895] İbn Hişâm, 2/413.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/461-462.
[896] Buharî, 18/12, 19/31, 64/50; Müslim, 336 (80);
Tirmizî, 474; Ebu Davud, 1291. Bk. 1. cilt, Kuşluk Namazı Konusundaki Tutumu,
s. 317-332.
[897] İmam Mâlik, 1/152; Buharı, 58/9; Müslim; 1/498 (336)
(82).
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/462.
[898] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/462-463.
[899] Buharî, 64/52; Müslim, 1354; Tirmizî, 809; Nesâî,
5/204-206; Ahmed, 4/31, 32: Ebu ti
Şurayh'tan. Müslim, 1353; Nesâî, 5/203: İbn Abbas'tan. Müslim, 1355: Ebu
Hureyre'den.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/463.
[900] Müslim, 1780; Ahmed, 2/538: Ebu Hureyre'den.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/463-464.
[901] İbn Hişâm, 2/417.
[902] İbn Hişâm, 2/418.
[903] tbn Hişâm, 2/418.
[904] Bu taşlar harem sınırlarını işaretlemek üzere
konulmuştu. Taşlann dışında kalan böl, ye Hill, İçinde kalan bölgeye de Harem
denilir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/464-465.
[905] tbn Sa'd, 2/İ46.
[906] îbn Sa'd, 2/146-147.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/465-466.
[907] İbn Sa'd, 2/147-148; İbn Hişâm, 2/428-431; Buharı,
64/58.
[908] İbn Hişâm, 2/431. Müslim'de (2541) Ebu Saîd
el-Hudrî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Halid b. Velid ile Abdurrahman
b. Avf arasında bir şey vardı da Halid ona sövdü. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.) buyurdu: "Ashabımdan hiçbirine sövmeyin. Çünkü biriniz Uhud dağı
kadar altın infak etse, onların bir ölçeğine hatta onun yarısına
erişemez."
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/466-467.
[909] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/469-472.
[910] Fetih, 48/1.
[911] Ebu Davud, 2736. İsnadı hasendir.
[912] Fetih, 48/27.
[913] Hûd, 11/114; Nisa, 4/31.
[914] Sahih bir hadistir. Tirmizî, 1988; Ahmed b. Hanbe!
Müsned, 5/153, 158, 228, 236; Dâ-rimî, 2/323; Ebu Zer ve Muâz b. Cebel'den
rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nerede
olursan ol, Allah'tan kork; kötülüğün ardından onu imha
.edecek bir iyilik yap
ve insanlarla güzel bir şekilde geçin!"
[915] Bakara, 2/264.
[916] Hucurât, 49/2.
[917] Dârakutnî, (2/311) ve Beyhakî (5/330), Ebu tshak
kanalıyla Âliye'den şu hadisi nakfel-mişierdir: Bir kadın Hz. Âişe'ye gelerek,
veresiye olmak üzere Zeyd b. Sâbit'e 800 dirheme bir köle sattığını, sonra da
Zeyd'den onu peşin paraya 600 dirheme geri satın aldığını, böyle bir satım
akdinin hükmünün ne olduğunu sordu. Hz. Âişe: "Ne kötü almışsın, ne kötü
satmışsın! Zeyd'e söyle, Allah Rasûlü'yle (s.a.) birlikte katıldığı cihadın
sevabını iptal etmiştir. Ancak tevbe ederse o başka!" dedi. Râvileri
sikadır. Âliye ise kendisinden hem kocasının, hem de oğlunun hadis rivayet
ettiği bir râvidir; kocası da oğlu da hadis imamıydı, İbn Hibbân bu kadını
es-Sikât adlı eserinde zikreder. Onun bu hadisini Sevrî, Evfeaî, Ebu Hanife ve
arkadaşlan İmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel, Hasan b. Salih delil kabul etmişlerdir.
Zeylâî, Nasbu'r-Râye'de, et-Tenkîh adlı eserin müellifinin, hadisin senedini
ceyyid bulunduğunu nakletmİştir.
[918] Buharı, 9/15.
[919] Tıpçılar, ani hastalıklarda hastada bir anda meydana
gelen değişikliğe buhran = kriz demektedirler.
[920] Tirmizî, 4791; İbn Mâce, 1384; Abdullah b. Ebî
Evfâ'dan. Senedinde Fâid b. Abdur-rahman adlı râvi vardır ki zayıftır. Hâkim
ise Müstedrekİnde (1/525) îbn Mes'ûd'dan naklederek sahih olduğunu söylemiş ve
Zehebî de ona katılmıştır.
[921] Ahmed b. Hanbel, 1/165; Tirmizî, 3739. Senedi
kuvvetlidir; îbn Hibbân (2212) ve HâJ kim (3/374), sahih görmüş, Zehebî de
Hâkim'e uymuştur. Tirmizî: "Hasen hadistir.' demiştir.
[922] Ebu Davud, 3964. Senedinde Gurayf b. ed-Deylemî vardır
ki, Îbn Hibbân'dan başkası onu sika kabul etmemiştir.
[923] Müslim, 93: Câbir b. Abdullah'tan.
[924] Müslim, 1064: Ebu Saîd'den, 1067: Ebu Zer'den; Ahmed
b. Hanbel, 5/253, 256; Tirmizî, 3003; Ebu Ümâme'den; senedi hasendir.
[925] Mâide, 5/21.
[926] Hacc, 22/25.
[927] Tevbe, 9/28.
[928] Isrâ, 17/1.
[929] Merhum müellifimiz bu hadisin Sahih-i Buharî'de veya
Müslim'de yer aldığını söylemekle yanılmıştır. Fakat hadis îbn Hişâm (2/402),
Taberânî ve Ebu Yal'a'da mevcut olup;za-yıftır. Bk. Feîhu'l-Bârî, 7/155;
Mecmau'z-Zevâid, 1/76.
[930] Bakara, 2/396.
[931] Bk. Hz. Peygamber'in Haccı, 2/273 (Dipnot; 327).
[932] Haşr, 59/8.
[933] Âl-i îmrân, 3/195.
[934] Mümtahme, 60/9.
[935] Buharı, 25/44.
[936] Ebu Davud, 4361; Nesâî, 7/107, 108. Senedi güçlüdür.
Hafız îbn Hacer,Bulûğu7-Merâm'da ravilerinin sika olduğunu söylemiştir. Hz.
Peygamber'e (s.a.) sövmenin hükmü konusunda en derli toplu, en geniş eseri,
"es-Sârimu'l-Meslûl a/â Şalimi 'r-Rasûl= Peygambere sövene yalın
kılıç" adıyla Şeyhülislâm Ibn Teymiye kaleme almıştır.
[937] Daha önceki dipnotlara bakınız. Hadis sahihtir.
[938] Ahmed b. Hanbel, 5/2,4. Senedi hasendir.
[939] Buharî, 65/63; Müslim, 2584 (64); Tirmizî, 3312; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 3/393; metni şöyledir: "insanlar Muhammed ashabını
öldürüyor, diye konuşmasınlar!"
[940] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/473-491.
[941] Buharı, 3/37; Müslim, 1354.
[942] Müslim, 1374.
[943] Buharı, 5/98; Müslim, 1360-1363, 1365, 1366, 1372; Ebu
Davud, 2034-2039; Tirmizî, 3917, 3918; İbn Mâce, 3113, Muvatta', 2/889; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 1/119, 169, 181, 185, 3/149, 159, 240, 243, 336, 393, 404,
77, 141, 5/309, 318, 329.
[944] Amr b. Saîd b. el-Âsî b. Ümeyye el-Kuraşî el-Emevî.
Eşdak diye bilinir, tbn Hacer, Fethu'l-Bârî'dç (1/76) der ki: Sahabî değildir.
Hayırla onları takıp edenlerden de değildir. Yezîd b. Muâviye'nin Medine
valisi idi. Yezîd'e bîat etmeyip Kabe'ye sığındığında Abdullah b. Zübeyr'in
üzerine, Mekke'ye savaş için ordu gönderen şahıs budur. Abdullah b. Zübeyr ise
Beytullah'a (Kabe'ye) sığınmış ve bundan dolayı "Âizü'1-Beyt" diye
isimlendirilmiştir.
[945] Yukarıda geçti.
[946] Abdürrezzak, Musannef, 9228, 9229.
[947] Bu, Amr b. Saîd el-Eşdak'ın sözü olup, Hz.
Peygamber'in (s.a.) hadisi değildir. Bk: Buharı, 64/51; Müslim, 1354.
[948] Muttefekun aleyhtir. Yukarıda geçti.
[949] Âl-i İmrân, 3/97.
[950] Ankebût, 29/67
[951] Kasas, 28/57.
[952] Nisa..4/43.
[953] İsnadı sahihtir, Musannef (9226)'da mevcuttur.
[954] Bakara, 2/191.
[955] Buharî, 25/43; Müslim, 1304.
[956] Müslim, 1355.
[957] Buharı, 23/82; Müslim, 292.
[958] Irşık: Yere yayılan, geniş yapraklı dikensiz bir
ağaçtır. Hemen hemen hiçbir şey bu ağacı yemez, ancak keçi ondan az bir miktar
yer.
[959] Ebu Davud, 1719; Müslim, 1724
[960] Ebu Davııd, 4539; Nesâî, 8/39; İbn Mâce, 2635.
[961] Bakara, 2/178.
[962] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/383.
[963] Buharî, 84/9; Müslim, 1654.
[964] Ebu Davud, 3285. Senedi zayıftır.
[965] Buharı, 45/6.
[966] Müslim 3004.
[967] Buharî, 31/39.
[968] Daha önce geçti.
[969] Maide ,5/5.
[970] Maide 5/3.
[971] Maide 5/3.
[972] Daha önce ğeçti.
[973] Mâide, 5/87.
[974] Buharî 67/8; Müslim, 1404.
[975] Müslim, 1405.
[976] Müslim, 1405 (18).
[977] Müslim, 1405 (16).
[978] Ahmed b. Hanbel, 3/325; senedi hasendir. Müslim (1217)
Sahihinde Hz. Cabır in şöyle dediğini rivayet eder: Biz Rasûlullah'ın {s.a.)
yanında müt'a yaptık. Hz. Ömer hilafete geçince: "Şüphesiz ki Allah, Rasülü'ne
dilediğini, dilediği şekilde helâl kılar. Yine şüphesiz ki Kur'an yerli yerine
inmiştir. Artık Allah'ın size emrettiği gibi hac ve umreyi tamamlayın! Şu
kadınlarla müt'a yapmayı kesin! Şayet bana bir süre için bir kadını nikâh eden
bir adam getirirlerse, onu mutlaka taşlarla recmederim." dedi. ;
[979] Ebu Davud, 2683, 4359; Nesâî, 7/105, 106. Hâkim
(3/45), sahih kabul etmiş Zehebi de
kendisine muvafakat etmiştir.
[980] Âl-i İmran, 3/86-89.
[981] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
3/493-511.