11.5.1. Yahudilere Göre Boşanma
11.5.2. Hıristiyan
Mezheplerinde Boşanma
11.5.3. Cahiliyye
Devrinde Boşanma
11.6. Talâk
Yalnızca Erkeğin Hakkıdır
11.7.4. Şaka
Yapanla Hata Yapanın Talâkı
11.73. Dalgın ve
Unutan Kimsenin Talâkı
11.7.6. Şaşkın Kimsenin Talâkı
11.8. Üzerine Talâk Vâki Olan Kimse
11.9. Üzerine
Talâk Vaki Olmayan Kimse
11.11. Talâk Ne
İle Vâki Olur?
11.11.1.1. Kişinin Karısını Kendisine Haram Kılması Talâk
Sayılır mı?
11.11.1.2.
Müslümanların Kullandıkları Yeminlerle Yemin Etmek
11.11.2. Yazılı
Olarak Boşanma
11.12.1. Talâkda Şahidin Gerekli Olduğunu ve Şahid
Olmadan Talâkın Vaki Olmayacağını Söyleyenler
11.13 . Münciz, Muallak Ve Geleceğe Yönelik Talâk
11.13.3. Geleceğe İzafe Edilen Talâk
11.14. Sünnet
Üzere Ve Bid'at Üzere Yapılan Talâk
11.14.1. Sünnet
Üzere Olan Talâk
11.14.2. Bid'at
Üzere Yapılan Talâk
11.14.3. Hamile
Kadını Boşamak
11.14.4. Hiç Hayız
Görmeyen Ve Hayızdan Kesilen Kadın İle Nikahlanan Küçük Kız Çocuğunu Boşamak
11.16. «Elbette»
Sözcüğü İlk Yapılan Boşama
11.17.1.1. Ric'i Talâkın Hükmü
11.17.1.2. Ric'î
Talâkla Boşanan Karıdan Kocanın Görmesi Caiz Olan Hususlar
11.17.1.3. Ric'î
Talâkla Yapılan Boğama Talâk Sayısını Noksanlaştırır
11.17.2.1. Talâk-ı
Bâin'in Kısımları
a- Beynunet-i Suğra İle Vâki Olan Talâkın Hükmü
b- Beynunet-i
Kübrâ ile Vâki Olan Talâkın Hükmü
11.17.2.2. Daha
Önceki Talâkların Kalkması Meselesi
11.18. Ölüm
Döşeğindeki Hastanın Karısını Boşaması
11.19. Talâkta Kadını Muhayyer Kılma Ve Başkasını
"Vekil Tutma
11.19.1. «Kendin
İçin Uygun Olanı Seç»
11.19.2.1. Kadının
Niyeti mi Muteberdir, Erkeğin Niyeti mi?
11.19.2.2. Kadının
Muhayyer Kılınması O Anda mı Yoksa Sürekli Olarak mı Geçerlidir?
11.19.3. «Dilersen
Kendini Boşa»
11.19.4. Başkasını Vekil Tutma
11.19.5. Bu Kiplerin Mutlak ve Mukayyed Oluşu
11.19.6. Talâk Hakkını Nikâh Akdinden Önce ve Sonra
Kadına Vermek
11. 20. Hakimin Boşama Kararı Verdiği Durumlar
11.20.1. Nafakanın
Ödenmemesi Durumunda Talâk
11.20.2. Kadına
Verilen Zarardan Dolayı Boşanma
11.20.3. Kocanın
Kaybolması Sebebiyle Boşama
11.20.4. Kocanın
Hapsolması Sebebiyle Boşama
Talâk, «ıtlak»
kelimesinden türemiş olup salmak ve terketmek manasına gelir. Esirin bağını
çözdüğün ve onu saldığın zaman «esiri ıtlak ettim» demek buna benzer.
Şer'i Şerif ise talâk;
kadın ile erkek arasındaki bağın çözülmesi ve evlilik ilişkisinin sona ermesi
demektir.
İslâmiyet, evlilik
hayatının istikrarlı bir şekilde devam etmesini arzu eder ve bu amacın
gerçekleşmesi için gerekli tedbirleri alır. Evlilik akdi; kadın ve erkek için
evlerinin sığınılacak bir beşik olması, o evin gölgesinde nimetlenmelerine bir
yol açılması ve çocuklarını en iyi şekilde yetiştirme imkânını elde etmeleri
için hayat boyu devam etmek üzere gerçekleşir. Bundan dolayıdır ki, ka-rı-koca
arasındaki bağ, münasebetlerin en mukaddes ve en güvenilir olanıdır.
Allah Teâlâ'nın,
karı-koca arasındaki ahdi; «Onlar sizden sağlam teminat almışlardı.» (Nisa:
21) ayeti kerîmesiyle «sağlam teminat» olarak isimlendirmesi, bu bağın
kutsiyetine delalet eden en kuvvetli delildir. Bu yüzdendir ki, bu sağlam ve
kutsî bağı ihlâl etmek ve şanını küçümsemek uygun olmaz. Evlilik bağını her birerlerinin
maslahatlarını gidereceği ve menfaatlerini yok edeceği için İslâm dini
tarafından hoş karşılanmamıştır.
İbn Ömer (r.a.)'dan
rivayet olunduğuna göre Rasûlüllah sallal-lahu aleyhi ve sellem; «Helâllerin
Allah'a en sevimsiz geleni boşanmadır.» buyurmuştur.
İslam açısından, kadın
ile erkek arasındaki nikâh bağını bozmak isteyen her insan, İslâm'ın dışında
sayılıp bu kimse, İslam'a nisbet edilme şerefinden de mahrumdur.
Bu konuda Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem; «Kan ile kocasının arasım bozan bizden değildir.»
buyurmaktadır. (Hadisi Ebû Dâvûd ve Tirmizî rivayet etmiştir.
İslâm Dini şidetle
nehyettiği halde bazı kadınların, kan-koca arasını açarak, karısının yerine
kendisinin girmeye çalıştığı vakîdir.
Ebû Hüreyre (r.a.)'dan
rivayet olunduğuna göre, Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: «Hiç bir kadın, kız kardeşinin boşanmasını, kendisinin bu koca
ile nikâhlanmasi için istemesin. Zira kendisine ait olan kısmet ne ise, ister
istemez kendisine ulaşacaktır.» (Hadisi Buharı, Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî
rivayet etmiştir.)
Hiç bir sebep ve gerek
yokken boşanmasını isteyen kadına Cennet'in kokusu haramdır.
Sevbân (r.a.)'den
rivayet olunduğuna göre Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: «Bir zaruret obuadan kocasından boşanmayı isteyen kadına Cennet
kokusu haramdır.» (Hadîsi Tirmizî, Nesâî, Ebû Dâvûd ve îbn Mâce rivayet etmiş,
Tirmizî hadîsi 'hasen' saymıştır.)
Fakîhler, talâkın
hükmü konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Bu görüşlerden en
doğru olanı, zaruret dışında talâktan kaçınmak gerektiğini söyleyenlerinkidir.
Bu görüşün sahipleri Hanefîler ve Hanbelîler olup Rasûlüllah sallallahu aleyhi
ve sellem'in «Zevkini tattıktan sonra çokça karı boşayan kişiye Allah lanet
etsin,» hadîsini görüşlerine delil olarak getirmişlerdir.
Boşanmada Allah'ın
nimetim inkâr vardır. Şüphesiz evlilik, Allah'ın nimetlerinden biridir. Nimeti
inkâr ise haramdır, öyleyse zaruret olmadan boşanmak helâl olmaz.
Boşanmayı mubah kılan
zaruretlerden biri; erkeğin, kadının gidişatından şüphelenmesi veya kansma
karşı kalbinde aşın bir iştahsızlık bulunması hâlidir. Şüphesiz kalpleri
değiştiren Allahu Teâlâ'dır.
Boşanmayı gerekli
kılan bir zaruretin bulunmadığı hallerde boşanmak, sırf Allah'ın nimetine küfür
olmuş olup kocanın, kötü edepli olduğunu ortaya koyar ki, bu tür boşanma mekruh
ve mahzurludur.
Hanbelîlerin bu konuda
güzel bîr açıklaması vardır. Bunu aşağıya özet olarak aktarıyoruz:
«Vacip olan talâk;
boşanmayı kötülüğün sona ermesi için bir vasıta olarak gördükleri takdirde,
eşler arasında mevcut olan kötülük konusunda iki hakemin boşanma hükmü verdiği
talâktır. Dört ay bekledikten sonra i'lâ edenin boşanması da bunun gibidir.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: «Kadınlara yaklaşmamaya yemin edenler dört ay
bekleyebilirler. Eğer yeminlerinden dönerlerse, bilsinler ki, Allah bağışlar
ve merhamet eder. Şayet boşamaya kararlı iseler, bilsinler ki, şüphesiz Allah
işitir ve bilir.» (Bakara: 226-227)
«Haram olan boşanmaya
gelince: Bu tip boşanma, ihtiyaç olmadan yapılan boşanmadır ki, bu haramdır.
Eşler için söz konusu olan maslahatı yok edeceği için, ihtiyaç olmadan yapılan
boşanma hem erkeğe, hem de kadına haramdır. Nasıl ki mal telef etmek haramsa,
bu tip boşanma da haramdır. Çünkü, Rasûlüllah sallallahu aeyhi ve sellem;
«İslâm'da zarar vermek ve zarara uğramak yoktur.» buyurmuştur.
«Bir başka rivayete
göre; bu tip boşanma mekruhtur. Çünkü Nebî aleyhisselâm; «Helâllerin Allah'a en
sevimsiz geleni boşanmadır.» buyurmuştur. (Bir diğer lâfızda «Allah,
kendisine, boşanmadan daha sevimsiz bir helâl kılmamıştır.» şeklindedir.)
«Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem, boşanmayı «helâl» olarak isimlendirdiği halde, zaruret
olmadan yapılırsa, bunun sevimsiz olduğunu belirtmiştir. Böyle bir boşanma,
mendub olan maslahatları içeren nikâhı giderdiği için mekruh olmuş olur.
«Mubah olan boşanma
ise; kadının kötü ahlâklı olması, geçimsiz olması, kadından beklenen gayenin
gerçekleşmemesi ve kadından dolayı erkeğin zarara uğraması gibi durumlarda
zorunlu olarak yapılan talâktır.
«Mendub olan boşanmaya
gelince: Bu da kadının, namaz ve benzeri gibi Allah'ın hakkına teallûk eden
konularda gevşek davranması halindeki boşanmadır. Şayet erkeğin, kadını bunları
yapmaya zorlaması mümkün olmazsa boşaması mendubdur. Yine eğer kadın iffetli
değilse boşanmak mendub olur.»
İmam Ahmed şöyle
demiştir: «Erkeğin bu kadını nikâhında tutması gerekmez. Çünkü böyle olursa
dininde noksanlık bulunmuş olur. Bu durumda erkek, kadının yatağına yabancı
erkekleri alarak kendinden olmayan çocuk doğurmasından emin olamaz. Böyle hallerde
kocası, kadının aldığı mehrin bir kısmını vererek ondan kurtulmak için
karısını zorlayabilir, bu zorlamada bir beis sözkonusu olmaz. Çünkü Allahu Teâlâ
şöyle buyurmuştur:
«Kadınlara
verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz İçin onla-ti sıkıştırmayın. Ancak,
apaçık hayasızlık etmeleri hali bunun dışındadır.» (Nisa 191.)
îbn Kudâme şöyle
demiştir: «(Yukarda sözü geçen) bu iki yerde boşanmanın vacib olma ihtimali
vardır.»
tmam Ahmed devamla
şöyle demiştir: «Geçimsizlik halindeki boşanma ve kadına zarar dokunmaması için
hulu' (mal karşılığında boşanma) yoluyla boşanma mendub talâktan sayılır.»
İbn Sina, Şifâ isimii
kitabında şöyle demektedir:
«Eşlerin boşanmalannı
gerektiren bazı sebeplerin var olması ve boşanma müessesesinin de tamamen
kapatılmaması gerekir. Çünkü, ayrılmayı gerektiren sebepleri tamamen ortadan
kaldırmak bir takım zararları ve tehlikeleri beraberinde getirir. Bunlardan
bazıları şunlardır:
«Bazı kişisel
karakterler diğerleriyle bağdaşmaz. Her ne kadaf aralarını birleştirmeye
çalışsanız da başarılı olamazsınız. Bu tür eşler arasındaki problemler ve
anlaşmazlıklar sürekli artar ve giderek hayat çekilmez hale gelir.
«insanlardan bazıları,
kendisine denk olmayan bir eşe yakalanır ve giderek, geçim konusunda kötü bir
gidişata ve insan tabiatının hoş karşılamayacağı buğuzkâr bir karaktere sahip
olur. Bu durum, erkeği başka yollar aramaya sevkeder. Çünkü şehvet, her insanda
tabiî olarak mevcuttur. Çok kere bu durum, bazı anormalliklere sebep olur ve
eşler, neslin devamı konusunda birbirlerine yardımcı olmazlar. Bunlar, ancak
başka eşlerle evlenirlerse nesillerinin devamına imkân bulabilirler. Böylece
aralarının ayrılması için bir yol bulunmuş olur. Ancak, bu isteksizliğin çok
şiddetli olmuş olması gerekir.»
Yahudi şeriatine göre
ve bugün geçerli olan uygulama açısından, özürsüz olarak karısını boşamak
mubahtır. Meselâ erkek, kendi hanımından daha güzel bir kadın görürse, hanımım
özürsüz olarak boşayabilir. Ancak, özürsüz boşanma pek hoş karşılanmaz .
Yahudilere göre,
boşanmayı gerektiren özürler iki kısma ayrılır:
a-
Yaratılışta mevcut bulunan ayıplar: Devamlı göz salgısı, şaşılık, ağız kokusu,
kamburluk, topallık ve kısırlık gibi.
b- Ahlakî
ayıplar: Sert mizaçlı olmak, geveze, pis, inad ve israfçı olmak, her şeyi
almaya çalışan açgözlülük, oburluk, yiyeceklerin en güzelini aramak ve
tantanayı sevmek gibi vasıflar.
Yahudilere göre, zina,
en kuvvetli ayıp sayılır ve zina sabit olmasa bile zina olayının duyulması kafi
gelir. Ancak, Hz. İsa aleyhisselâm, zinadan başka diğer sayılan ayıplan kabul
etmemiştir.
Yine yahudilere göre;
erkeğin ayıbı ne olursa olsun, hatta zina hali sabit olsa bile, kadının
boşanma talebinde bulunma hakkı yoktur.
Hıristiyan Batı
âleminde hakim olan mezhepler şunlardır:
Katoliklik,
Ortodoksluk ve Protestanlık.
Katolik Mezhebi; boşanmayı
kesin olarak haram sayar. Problem ne kadar büyük olursa olsun, herhangi bir
sesbepten dolayı evlilik bağının bozulmasını mubah saymaz. Evliliğe ihanet
etme durumunda, onların mubah saydıkları şey, dinî bakımdan eşler arasında
evliliğin devam etmesi itibariyle, maddi olarak eşlerin ayrılmasından
ibarettir. Bu maddi ayrılık esnasında, eşlerden birisi bir başkasıyla
evlenemezler. Çünkü bir başka eşle evlenmeleri taaddüdü zevcât sayılır ki,
hıristiyanlık dini de birden fazla evliliği mubah saymaz.
Katolikler, bu
görüşlerini Hz. İsa'nın ağzından naklen Markos încili'nde mevcut olan şu
ibareye dayandırmışlardır:
«Eşler evlenmekle yek
vücut olmuş olup evlilikten sonra bunlar iki kişi sayılmazlar, yani bir kişi
kabul edilirler. Şöyle ki, Allah'ın birleştirdiği kişileri insanlar
ayıramazlar.»
Ortodoks ve
Protestanlar ise; belirli durumlarda boşanmayı mubah sayarlar. Bunlara göre,
en önemli boşanma sebeplerinden birisi, eşlerin birbirlerine ihanet
etmeleridir. Ancak, bu mezhepler, boşanan eşlerin daha sonra bir başkasıyla
evlenmelerini haram sayarlar. Evliliğe ihanet durumunda boşanmayı helâl sayan
bu hiristiyan mezhepleri, Hz. isa'dan nakledilen Matta İncilindeki şu ifadeye
dayanmaktadırlar:
«Karısını zina
suçundan değil de bir başka şey için boşayan kişi, onu zina etmeye terketmiş
sayılır.»
Yine bu mezhepler,
boşanan erkek ve kadının başka birisiyle evlenmesinin haram olduğuna Markos
încili'nde geçen şu ifadelerle hükmetmişlerdir:
«Her kim karısını
boşar da başka birisiyle evlenirse, onunla zina etmiş sayılır. Her hangi bir
kadın da kocasından ayrılıp başka birisiyle evlenirse, onunla zina etmiş
sayılır.»
Mü'minlerin annesi
Aişe (r.a.) şöyle demiştir :
«Cahiliyye döneminde
erkek kadım dilediği zaman boşar, dilediği zaman da, kadın iddet beklediği
halde yine ona dönerdi. İsterse karısını yüz defa, hatta daha fazla boşasın,
durum değişmezdi. Hatta bir adam karısına; «Vallahi seni ne alırım ne de
bırakırım,» demiş, kadın da; «Bu nasıl olur?» dediğinde, adam; «Seni boşarım,
id-detin bitince tekrar geri alırım,» cevabını vermişti.»
Bunun üzerine kadın,
Aişe (r.a.)'nın yanına, gidip durumu ona haber verdi. Aişe (r.a.) sustu. Nebî
aleyhisselâm gelince durumu ona anlattı. Nebî aleyhisselâm da sustu. Bunun
üzerine şu ayeti kerime nazil oldu:
«Boşama iki keredir.
Bundan sonra ya iyilikle tutmak, ya da salıvermek lazımdır.» (Bakara: 229)
Aişe (r.a.) devamla
şöyle dedi:
«Bundan sonra
insanların boşanmış olanları da boşanmamış olanları da bu durumu kabul
ettiler.» (Hadisi Tirmizî rivayet etmiştir.)
îslâm, boşanmayı
yalnızca erkeğe ait bir hak olarak tanımıştır. Çünkü erkek, karısını boşayıp
başka bir kadınla evlenmek istediği zaman, karısına, diğer boşanan kadınlara
ödenen nafaka mikta-rınca, hatta daha fazla nafaka ödemek zorunda kalacağmdan
dolayı evliliğin devamını daha çok ister. Meselâ; erkeğin, karısına meh-rin
kalan kısmını ödemesi, boşanan kadına ne gibi eşyalar veriliyorsa onlan
vermesi ve ona iddet müddetince nafaka vermesi gerekmektedir. İşte erkek, hem
bu sebeple, hem de aklı ve mizacı gereği, kadının hoş olmayan davranışlarına
daha çok sabır gösterir. Bu bakımdan erkek, her kızma anında veya gördüğü bir
kötülükten dolayı hemen boşanmaya doğru koşmaz, boşanma ihtimali ona
meşakkatli gelir. Kadın ise, kızgınlık anında erkekden daha çok boşanmaya
meyleder ve bu ihtimali daha çok düşünür. Kaldı ki, kadının, kocasına herhangi
bir mal vermesi sözkonusu olmadığı gibi, onun nafakasını yüklenme mecburiyeti
de yoktur. îşte bunlar, kadının evlilik bağına hemencecik son vermesine yol
açabilecek sebeplerdir. Şayet, boşanma hakkı kadına verilmiş olsaydı, sağlam
bir sebep sayılamayacak durumlardan dolayı evlilik müessesesi sona ererdi.
Boşanma hakkının kadma
verilmesi halinde ortaya çıkan durumu daha iyi anlamak için Batı ülkelerine
bakmak gerekir. Batılılar, boşanma hakkını kadın ve erkeğe eşit bir şekilde
verdiler. Bu yüzdendir ki, müslüman ülkelere nisbetle boşanma oranı Batılı ülkelerde
oldukça yüksektir.
Âlimler, talâkın
akıllı, bulûğ çağma ermiş ve kendi isteğiyle boşaması caiz olan kocanın
boşamasıyla geçerli olacağına dair ittifak etmişlerdir. Eğer koca, deli veya
çocuk olursa, yahut da zorlanırsa, ağzından boşama sözü çıkmış olsa bile talâk
vaki olmaz. Çünkü talâk, sonuçlan itibariyle, eşlerin hayatlarını etkileyen
bir tasarruftur. Yapılan tasarrufun sahih olabilmesi için, elbette boşayanın
tam ehliyet sahibi olması lazımdır. Şüphesiz ehliyet; akıl, bulûğa erme ve bir
şeyi kendi isteğiyle yapabilme yeteneğiyle tamamlanır.
Bu konuda Nesâî,
Tirmizî, Ebû Dâvûd ve İbn Mâce'nin Alî (r.a.)'dan rivayet ettikleri hadiste
Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır :
«Üç kişiden teklif
kaldırılmıştır:Uyanıncaya kadar uyuyandan, âkil-bâliğ oluncaya kadar çocuktan
ve akıllanıncaya kadar deliden.»
Ebû Hüreyre (r.a.)'dan
rivayet olunduğuna göre Nebî aleyhisselâm şöyle buyurmuştur:
«Her talâk caizdir.
Ancak aklı olmayamnki müstesnadır.» (Hadisi Tirmizî ve mevkuf olarak da Buhari
zikretmiştir.)
İbn Abbas (r.a.),
«hırsızların zorlamasıyla karısını boşayan kişi» hakkında, «bu adamın boşaması
geçerli değildir,» demiştir. (Bu rivayet Buharî'nindir.)
Aşağıda
özetleyeceğimiz meseleler hakkında âlimler değişik görüşler ortaya
koymuşlardır:
1- Zorlanamn talâkı,
2- Sarhoşun talâkı,
3- Şaka yapanın talâkı,
4- Kızgın kimsenin talâkı,
5- Unutanın ve dalgının talâkı,
6- Şaşkın kimsenin talâkı.
Zorlanan kişinin kendi
ihtiyarı yoktur. îrade ve ihtiyar ise teklifin esasıdır. Bunlar yok olunca
teklif de kalkar. Zorlanan kişi yaptığı işlerden sorumlu tutulamaz. Çünkü bu
kimsenin iradesi elinden alınmıştır. Bu kimse gerçekte zorlayan kişinin
iradesine göre iş yapar.
Bir kimse küfür
kelimesini söylemeye zorlansa bununla kafir olmaz. Çünkü Allahu Teâlâ «Gönlü
imanla dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstesna.» (NahI: 106) buyurmuştur.
Müslüman olmaya
zorlanan kişi müslüman olmaz. Karısını boşamaya zorlanan kişinin de talâkı
geçerli sayılmaz.
Rivayet olunduğuna göre
Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: «Hata, unutmak ve
zorla yaptırılan suçların cezası ümmetimden kaldırılmıştır. (Yani ceza
görmeyeceklerdir.)» (Hadisi İbn Mâce, îbn Hibbân, Dârekutni, Taberî, ve Hâkim
rivayet etmiş, Nevevî ise hasen saymıştır.)
Mâlik, Şafiî, Ahmed ve
Mısır fakihlerinden Davud bu görüştedir. Ömer b. Hattab, oğlu Abdullah, Ali
bin Ebi Tâlib de aynı şeyi söylemişlerdir.
Ebû Hanife ve
arkadaşları ise «Zorlanan kimsenin talâkı geçerlidir.» demişlerdir. Bu
görüşleriyle sahabenin çoğunluğuna muhalefet etmeleri bir yana ellerinde
herhangi bir delilleri de yoktur.
Fakihlerin çoğunluğu
sarhoşun nikâhının geçerli olacağı görüşündedir. Çünkü sarhoş, aklını kendi
iradesiyle bozmaya sebep olmuştur.
Bir başka grup ise
sarhoşun talâkının vâki olmadığını, onun sözünün dikkate alınmayıp deli gibi
sayıldığını söylemişlerdir. Çünkü her ikisi de teklifin muhatabı olan akıldan
yoksundurlar.
Allahu Teâlâ şöyle
buyurmuştur: «Ey inananlar, sarhoşken ne dediğinizi bilene kadar namaza
yaklaşmayın.» (Nisa: 43)
Bu ayette Allahu Teâlâ
sarhoşun sözünün dikkate alınmayacağını bildirmiştir. Çünkü sarhoş ne
söylediğini bilemez.
Osman (r.a.)'dan sabit
olduğuna göre, kendisi sarhoşun boşamasına itibar etmezdi. İlim ehlinin bazısı
sahabeden hiçbir kimsenin Osman'a muhalefet etmediği görüşünde olup bu görüş
aynı zamanda Yahya bin Saîd el-Ensarî, Humeyd bin Abdurrahman, Rabia, Leys bin
Sa'd, Abdullah bin Hüseyn, îshak bin Râhûye, Ebû
Sevr ve bir kavilde
Şafiînin görüşüdür. Şâfiîlerden Müznî de bu görüşü benimsemiştir. Ayrıca
Ahmed'den gelen rivayetlerden birisi de bu yönde olup, onun mezhebi bu görüş
üzere kararlaşmıştır. Zahir ehlinin tümünün görüşü budur. Hanefîlerden Ebû
Ca'fer et-Tahavî ve Ebu'l-Hasan el-Kerhî de bu görüşü seçmişlerdir.
Şevkânî şöyle
demiştir: «Aklı giden sarhoşun boşamasının bir hükmü yoktur. Çünkü teklifin
muhatabı olan akıldan mahrumdur. Şârî, sarhoşa verilecek cezayı tayin etmiş
olup, kendi görüşümüzle bu sının aşarak ceza olsun dîye talâkının geçerli
olduğunu söyleme ve neticede sarhoşa iki şekilde ceza verme hakkımız yoktur.»[1]
Kızgın kimse ne
söylediğini düşünmeyip kendisinden çıkan sö-. zü bilemez. Bu bakımdan talâkı
geçerli olmaz. Çünkü iradeden yoksun sayılır.
Ahmed, Ebû Davud, îbn
Mâce ve Hâkim'in Âİşe'den rivayet ederek, Hâkim'in sahihlediği hadiste Nebi
aleyhisselâm, «İğlâk halinde boşama ve köle azad etme geçerli değildir.»
buyurmuştur.
Hadiste geçen «iğlâk»
kelimesi kızgınlık, zorlanma ve delilik hâli olarak tefsir edilmiştir.
Zâd-ül-Meâd'da geçtiği
gibi İbn Teymiyye şöyle demiştir: «îğlâk kelimesinin hakikati, kişinin kalbinin
kapanarak ne söylediğini bilmemesi ve konuştuğunu kasdetmemesidir. Bu kimsenin
sanki kast ve iradesi kapanmıştır.» îbn Teymiyye devamla demiştir ki,
«Zorlananın ve delinin talâkı ile sarhoşluk ve kızgınlık sebebiyle aklını
giderenin talâkı bu kısma girer. Hatta ne söylediğini bilmeyen ve söylediğinde
kasıt bulunmayanın talâkı da bunun gibi olup geçerli sayılmaz.»
Kızmak üç kısma
ayrılır:
a) Akim
gitmesi ve sahibinin ne dediğini bilmemesi. Bu kimsenin talâkı tartışmasız
olarak geçerli olmaz.
b) Sahibinin
ne söylediğini ve ne kasdettiğini
düşünmesine mâni olmayacak şekilde Öfkenin ilk başlangıcında yaptığı
talâktır ki, bu talâk geçerli olur.
c) Öfkenin
aklı tamamen gitmeyecek şekilde şiddetlenmesine gelince: Bu durumda Öfke
arttığı zaman kendisinden çıkan sözlere pişman ettirecek şekilde kişiyle
niyyeti arasına girer. îşte bu tip öfke hali ihtilâf konusudur. Ancak böyle bir
öfke anında talâkın vâki olmayacağı görüşünün kuvvetli delili vardır.
Fakihlerin çoğunluğu,
şaka yapanın nikâhı sahih olduğu gibi talâkı da geçerli olur, görüşündedir.
Çünkü Ahmed, Ebû Dâvûd, İbn Mâce, Tirmizî ve Hâkim'in Ebu Hûreyre'den (r.a.)
rivayet ettikleri, Tirmizî'nin hasen ve Hakim'in sahih saydığı hadiste
Rasûlüllah sal-Iallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
«Üç şey vardır ki;
bunların ciddisi ciddi, şakası da ciddidir. Bunların birincisi nikâh, ikincisi
boşanma, üçüncüsü de bir adamın boşamış olduğu karısına tekrar dönmesidir.»
(Her ne kadar bu hadisin senedin de hakkında ihtilâf vaki olan Abdullah b.
Hubeyb varsa da başka hadislerle kuvvet kazanmaktadır.)
içlerinde Bakır, Sâdık
ve Nâsır'm da bulunduğu bazı ilim ehli ise şaka yapanın talâkının geçerli
olmayacağı görüşüne varmışlardır. Ahmed ve Mâlik'in mezhebinde de bu görüş
mevcuttur. Çünkü bunlar talâkın vâki olması için, lisânla ifade ederek rıza
göstermeyi, talâkın mânâsını bilmeyi ve talâkın neticesini murad etmiş olmayı
şart koşmuşlardır.
Niyet ve kasd ortadan
kalkınca, yapılan talâk yemini lağv hükmündedir. Çünkü Allahu Teâlâ şöyle
buyurmuştur: «Şayet boşamaya kararlı (azimli) iseler, bilsinler ki Allah
şüphesiz işitir ve bilir.» (Bakara: 227)
Şüphesiz «azim», bir
işi yapmayı isteyenin o işi yapmaya karar vermesidir ki, bu da bir işi yapmaya
veya terketmeye kesin iradenin bulunmasını gerektirir. Nitekim Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem de «Ameller niyetlere göredir» buyurmuştur.
Talâk, niyete muhtaç
bir iştir. Şaka yapanın ise boşamaya ne azmi ne de niyeti vardır.
Buharî'nin îbn
Abbas'tan rivayet ettiğine göre; «Şüphesiz talâk bir ihtiyaçtan dolayı
yapılır.» buyurmuştur.
Hataen karısını
boşayanın talâkına gelince; bu kimse söylediği sözle talâkı kasdetmemiş sadece
ağzından hataen bu kelime çıkmıştır.
Hanefî fakihleri ise
hata ile yapılan boşamaya, dış görünüşü itibariyle talâk muamelesi yapılacağı,
kendisi ile Rabbi arasında olan dini durum bakımından ise talâkının geçerli
olmayıp karısının kendisine helâl sayılacağı görüşündedirler.
Dalgın ve unutanın
talâkı, hata ve şaka yapan gibidir. Hata edenle şaka yapan arasında fark şudur:
Şaka yapanın talâkı,
geçerli olduğunu kabul edenlere göre hem kazaen hem de diyaneten vâki olur.
Hata edenin talâkı ise yalnız kazaen geçerli olur. Bu da gösteriyor ki talâk
konusu şaka ve eğlenceye gelmez.
Şaşkın kimse kendisine
isabet eden ani bir olay karşısında ne söylediğini bilmeyen kimsedir ki, bu
olay onun aklını giderir ve fikrini sapıtır. Deli, bunak ve baygın kimsenin
talâkı vâki olmadığı gibi bunun da talâkı vâki olmaz.
Yine bunun gibi aklına
yaşlılık, hastalık veya ani bir musibetten dolayı bir noksanlık gelen kimsenin
talâkı da vâki olmaz.
Kadın boşanmaya uygun
bir durumda olmadıkça üzerine talâk vâki olmaz. Kadın ancak aşağıdaki
şekillerde boşanmaya uygun durumda sayılır:
a) Kadınla kocası arasında evlilik bağı
hakikaten mevcut ise.
b) Ric'î
talâkdan veya beynuneti suğra ile boşanmış bulunan talâkı bainden iddet
bekliyorsa. Çünkü bu iki durumda da iddet bitinceye kadar evlilik hükmen
geçerli kabul edilir.
c) Kadın,
talâk kabul edilen bir ayrılıkla meydana gelen iddetini bekliyorsa. Meselâ;
kadın müslüman olup kocasının İslâm'dan kaçınması sebebiyle meydana gelen
ayrılıkla i'lâ sebebiyle meydana gelen ayrılık gibi. Bu iki durumda ayrılık,
Hanefîlere göre talâk sayılır.
d) Kadın,
nikâh akdi esastan bozulmadan ve kocaya helâl olması durumu henüz kalkmadan
nikâhın fesh olduğu ortaya çıkan bir ayrılıktan dolayı iddet bekliyorsa. Meselâ
kadının dinden dönmesiyle meydana gelen ayrılık gibi. Çünkü bu durumda fesih,
sahih olarak vâki olduktan sonra nikâh akdinin devamına mâni olacak ânî bir
durumun ortaya çıkmasıyla olmuştur.
Daha önce
belirttiğimiz üzere; kadın, boşanmaya ehil olmadığı müddetçe üzerine talâk
vaki olmaz. Meselâ; denkliğin bulunmaması, mehrin mehr-i misilden az olması
veya bulûğa eren çocuğun muhayyerlik hakkım kullanması, yahut nikahın
sıhhatinin şartlarından bir şartın ortadan kalkması gibi sebeplerle evliliğin
bozulmasından dolayı kadının iddet beklemesi durumunda talâk vâki olmaz.
Çünkü bu durumlarda nikâh akdi aslından bozulmuştur ki iddet müddetince akdin
varlığı devam etmemektedir. Bu durumda, kişi karısına «sen boşsun» dese, bunun
sözü geçersiz bir söz sayılıp, üzerine talâkdan dolayı meydana gelecek olan
hükümler geçerli olmaz. Yine bunun gibi, hanımıyla yatmadan ve onunla sahih
bir halvetle halvette bulunmadan Önce boşanmış olan karısının üzerine talâk
vaki olmaz. Çünkü aralarındaki evlilik bağı zaten sona ermiş ve yabancı bir
kadın olmuştur. Artık kadın boşanmaya ehil değildir. Çünkü bu durumdaki kadın
ne adamın karışıdır, ne de iddet beklemektedir.
Bir kimse hakikaten
veya hükmen beraber yatmadığı karısına, üç defa «sen boşsun» derse, yalnız
birinci söz talâk-ı bâin olarak vâki olur. Çünkü evlilik henüz mevcut idi.
Ancak ikinci ve üçüncü boşama sözcükleri ise anlamsız olup bunlardan dolayı
herhangi bir-şey lâzım gelmez. Çünkü koca bu sözleri, karısı ve iddetlisi olmayan
bir kadına söylemiştir.
Nitekim Ebû Hanife ve
Şafii'ye göre, beraber yatmadan önce boşamış olduğu karısının iddet beklemesi
gerekmez.
Yine bunun gibi
erkeğin, kendisine daha önce geçmiş olan bir evlilikle bağlı olmayan yabancı
bir kadını boşamasiyla talâk vâki olmaz. Kendisiyle evlilik ilişkisi kurmamış
olduğu bir kadına «sen boşsun» derse bunun sözü boş söz olup hiç bir etkisi
yoktur.
Boşanıp da iddeti
biten kadın hakkındaki hüküm aynıdır. Çünkü iddetinin bitmesiyle kadın erkeğe
göre yabancı olmuştur.
Uç talâkla boşanıp
iddet bekleyen kadının durumu da aynıdır. Çünkü üç talâktan sonra kadın,
beynuneti kübrâ ile kocasından ayrılmış sayıldığından, onu boşamasının bir
anlamı kalmaz.
«Filân kadınla
evlenirsem, o, boştur» gibi bir sözle henüz evlenmeden kendisine yabancı
sayılan bir kadını boşamaya bağlanan talâk vakî olmaz.
Çünkü Tirmizî'nin Amr
b. Şuayb'dan, onun babasından, onun da dedesinden rivayet ettiğine göre
Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
«Adem oğlu mâlik
olmadığı bir malı adak yapamaz ve mâlik olmadığı bir köleyi azad edemez. Yine,
adem oğlu malik olmadığı bir kadını boşayamaz.» Tirmizî, hadisin hasen olduğunu
ve bu konudaki rivayetler arasında en güzeli sayıldığını söylemiştir. Bu görüş
Ne-bî aleyhisselam'ın ashabından ve diğerlerinden ilim ehlinin de görüşü olup,
Ali b. Ebî Talib, İbn Abbas, Cabir b. Zeyd ve tabiin'İn fa-kihlerinin pek
çoğundan rivayet edilmiştir. Şafii de bu görüşü benimsemiştir.
Muallak talâk
konusunda Ebû Hanife şöyle demiştir: «Muallak talâk ister bütün kadınlar için
olsun isterse belli bir kadın adına yapılsın şartlar gerçekleştiği zaman
geçerli olur. Tüm kadınları kapsayan talâka misâl «Herhangi bir kadınla
evlenirsem o boştur» demektir. Belli bir kadına misâl ise, «ismini zikrederek
filân kadınla evlenirsem, o boştur,» demektir.
Talâk ister sözle,
ister karıya gönderilen yazıyla, ister dilsizin işaretiyle, isterse de elçi
göndermek suretiyle olsun.evlilik bağının sona erdiği anlamına gelen her şeyle
vaki olur.
Söz bazan sarih bazan
da kinaye şeklinde olur.
Sarih söz : Söylendiği
zaman Kendisinden boşanma mânâsı anlaşılan sözdür. Meselâ «Sen boşsun» demek
ve talâk kökünden türeyen tüm kelimeleri kullanmak sarih söz kısmına girer.
Şâfiî'ye göre «Sarih
talâk sözleri üç tane olup, bunlar Kur'ân'da geçen «Talâk» «Firak» ve «Serah»
kelimeleridir.
Zahir ehlinin bazısı
talâkın, ancak bu üç sözle vâki olacağını söyleyerek demişlerdir ki «Şer'î
şerif bu üç lâfzı belirtmiştir. Talâk bir ibadet olup, lâfız da O'nun
şartlarından olunca Şer'î Şerifin belirttiği sözlerin dışına taşmamak
gerekir.»
Kinaye söz: Hem talâka
hem de başka şeye ihtimali bulunan sözdür. Meselâ «Sen bainsin» demek gibi. Bu
söz evlilikten uzaklaşma anlamına geldiği gibi kötülükten uzaklaşma anlamına
da gelir. Yine «Emrin elindedir» sözünün, tasarruf hürriyetine mâlik olmaya
ihtimâli bulunduğu gibi kadının kendi korunmasına mâlik olmaya da ihtimali
vardır. «Sen bana haramsın» sözü, erkeğin kadından faydalanmayacağı anlamına
geldiği gibi kadını incitmenin haram olduğu anlamına da gelebilir.
Sarih sözün mânâsı ve
delâleti açık olduğu için, kocanın muradını açıklayacak niyete ihtiyaç
duyulmadan, bu sözle talâk vâki olur.
Sarih sözle talâkın
vâki olmasında «Karım boştur» veya karışma «sen boşsun» gibi sözlerle boş
kelimesini karısıyla beraber söylemesi şart koşulur.
Kinaye söze gelince;
bu sözle niyetsiz talâk vâki olmaz. Meselâ sarih sözle karısını boşayan bir kimse;
«Ben karımı boşamayı kasdetmedim, başka bir mânâ kasdettim» derse, bunun sözü
hükmen kabul edilmeyip talâkı vâki olur. Şayet kinaye söz kullanan «Ben bu
sözle talâka değil, başka şeye niyet ettim» derse hükmen bunun sözü kabul
edilir ve talâkı vâki olmaz. Çünkü kinaye sözün hem talâka hem de başka şeye
ihtimali vardır. Burada maksadı tayin edecek olan niyettir.
Bu görüş Mâlik ve
Şafii'ye aittir. Çünkü Buhari ve diğerlerine göre; Aişe'nin rivayet ettiği
hadiste şöyle geçmektedir: «Cevn'in kızı Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in
yanma girdirilince Rasûlüllah O'na yaklaştı. Kadın «Senden Allah'a (C.C.)
sığınırım» dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem; «Sen büyük
bir zata sığındın, ailene var» buyurdular.
Savaşa gitmekten geri
kalan Ka'b bin Mâlik (r.a.) olayında Buhari, Müslim ve diğerlerinin rivayetine
göre; kendisine, «Rasûlüllah hanımından ayrılmanı emrediyor,» denilince, Ka'b;
«O'nu boşa-yayım mı, yoksa ne yapayım?» diye sormuş, Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem «Bilâkis, ondan aynisin, ona yaklaşmasın» buyurdular. Bunun
üzerine Kâ'b, karısına; «ailene var» dedi.
Bu iki hadisin ifade
ettiğine göre «ailene var» sözü kasıtla beraber talâk sayılır. Yoksa kasıt
olmadan talâk geçerli olmaz.
Hanefî mezhebine
gelince: Kinaye sözle yapılan talâk, niyetle beraber vâki olacağı gibi,
boşayanın halinin boşamaya delâlet etmesiyle de vaki olacağı görüşündedirler.
Bugünkü Mısır
kanunları ise boşayanın halinin delâletini yeterli gören Hanefi mezhebini
uygulamayıp, boşayanın kinaye sözüyle talâka niyet etmesi gerektiğini şart
koşmuşlardır.[2]
Kişi karısını
kendisine haram kıldığı zaman ya bizzat karısının kendisine haram olduğunu
kasdeder. Yahut da haram sözüyle bu kelimenin mânasını değil de ayrılmayı
kasdederek talâkı mu-rad etmiş sayılır.
Birinci durumda talâk
vaki olmaz. Çünkü Tirmizi'nin Aişe'den rivayet ettiğine göre Aişe (r.a.) şöyle
demiştir:
Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem hanımlarından birisine i'lâ[3]
yapmıştı. Daha sonra i'Iâ'nın müddeti dolunca kendisine haram kıldığı
yaklaşmayı helâl saymış, ayrıca yaptığı bu yemin için keffareti gerekli
görmüştür.
Sahih-i Müslim'de îbn
Abbas'dan rivayeten; o şöyle demiştir: «Bir adam karısını kendine haram ederse
bu bir yemindir; keffaretini verir: «İbn Abbas devamla «Şüphesiz Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem'de sizler için güzel bir örnek vardır.» (Ahzab :
21)
ayetini de okumuştur.
Yine Nesaî'nin îbn
Abbas'tan rivayetine göre bir adam İbn Ab-bas'a gelerek «Ben karımı kendime
haram kıldım», dedi. Bunun üzerine İbn Abbas; «Yalan söyledin. Kann sana haram
değildir?» dedi. Sonra da «Ey Nebi, eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana
helâl kıldığı şeyi niçin kendine yasak kılıyorsun? Allah bağışlayandır.
Acıyandır. Allah şüphesiz size yeminlerinizi keffaretle geri almanızı meşru
kılmıştır.» (Tahrim: 66) ayetini okudu ve adama; «Sana en büyük keffaret olan
köle azad etmen gerekir» dedi.
İkinci durumda ise
talâk vaki olur. Çünkü tahrim sözü diğer kinayeler gibi bir kinayedir.
Her kim müslümanların
yeminleriyle yemin eder, sonra yeminini bozarsa Şafii'lere göre bu kimseye
keffaret-i yemin gerekir. Talâk ve başka bir şey gerekmez. Malik'ten bu konuda
bir şey va-rid olmamış olup bu konudaki ihtilâf sonraki Malikiler arasında olmuştur.
Dendi ki; bu kişiye sadece istiğfar lâzım gelir. Malikile-rin meşhur
fetvalarına göre kişi müslümanlar tarafından alışkanlık haline getirilen
yeminle yemin ettiği zaman kendisine istiğfar gerekir.[4]
Ebherî; bu kimseye
yalnız istiğfar lâzım gelir» demiştir. Şafiilerin görüşü gibi yemin keffareti
gerekir de denmiştir. Malikilere göre bu hilaf talâka niyet etmediği zamandır.
Eğer talâka niyet ederse ve yeminini bozarsa Malikilere göre kendisine yemin
keffaretî lâzım gelir.
Biz Ebheri'nin
tercihini uygun görüyoruz. Talâkla yemin edene de istiğfardan başka bir şey
lâzım gelmediği kanaatindeyiz.
Konuşmaya kadir olduğu
halde yazı ile yapılan boşama vâki olur. Nitekim bir kimse karısını sözle
boşayabildiği gibi, boşama sözünü yazı ile de ona bildirebilir.
Fakihler yazının
«Müstebîn» ve «Mersûm» olmasını şart koşmuşlardır. Müstebîn olmasının manası;
yazının açık olması kâğıt ve benzeri şeyler üzerinde okunaklı olması demektir.
Mersûm olmasına
gelince; «Ey filân, sen boşsun» şeklinde isminin yazılması gerekmektedir.
Şayet yazı isim
belirtmeden bir kâğıdın üzerine «sen boşsun» veya «karım boştur» şeklinde
yazılmışsa, bu durumda niyetsiz talâk vâki olmaz. Çünkü yazdığı bu yazıyı
belki de talâk kasdiyle değil de sözgelişi güzel yazı denemesi için yazmış
olabilir.
İşaret dilsize
nisbetle hâlini anlatma edatıdır. Bunun için dilsiz evlilik bağının sona
erdiğini kasdettiğine delâlet eden bir işaretle işaret ettiği zaman bu işaret
talâk yerine geçer. Bazı fakihler, dilsizin yazı yazmayı bilmemesini ve yazı
yazmaya kadir olmamasını şart koşmuşlardır. Eğer yazı yazmayı biliyorsa işaret
kâfi gelmez. Çünkü yazı yazmak maksadı göstermek açısından daha uygun olup,
zaruret olmadıkça yazıyı işaretle değiştirmek doğru olmaz.
Uzakta olan karısını
boşadiğını bildirmesi için elçi göndermekle talâk vaki olur. Bu durumda elçi
boşayan kişinin yerine geçmiş olup, onun adına karısını boşar.
Önceki (selef) ve
sonraki (halef) fakihlerin çoğunluğu, talâk erkeğin hakkı olduğundan, talâkın
şahitsiz vâkî olacağı, erkek bu hakkını kullanırken herhangi bir delile ihtiyaç
duyulmayacağı ve Nebi aleyhisselâm'dan ve sahabeden talâkta şahitliğin meşru
olduğuna dair herhangi bir rivayet gelmediği görüşüne varmışlardır.
Şia'nın îmamiyye kolu
bu görüşe muhalefet ederek şöyle demişlerdir: «Talâkın sıhhati için şahitlerin
bulunması şarttır.» Bu görüşlerine Talâk süresindeki şu ayet-i kerimeyle delil
getirdiler:
«Kadınların iddet
sûreleri biteceğinde, onlan ya uygun şekilde alıkoyun, ya da uygun bir şekilde
onlardan ayrılın. İçinizde de iki âdil şâhid getirin.» (Talâk: 2-3)
Taberisi'nin
zikrettiğine göre bu âyetin zahiri, talâkda şâhid-Ierin bulunması yönünde bir
emirdir. Bu görüş ehl-i beytden rivayet olunmuştur. Bu emir vacip için olup
talâkın sıhhati için şâ-hidlerin bulunmasını şart kılmıştır.
Talâkta şahit
bulunmasının gerekli olduğunu ve şahitsiz talâkın sahih olmadığını şart
koşanlar, sahabeden mü'minlerin emiri Ali (r.a.) ile İmran bin Husayn,
tabiinden İmam Muhammed Bakır, imam Cafer Sâdık ve bunların neslinden gelen
ehl-i beyt imamlarıdır.
İbn Cüreyc ve îbn
Sîrîn'de bu yönde görüş belirtmişlerdir.
Cevahirü'I-Kelâm
kitabında Ali (r.a.) den rivayet edildiğine göre kendisine talâk konusunda
soran bir kimseye «Allah'ın emrettiği gibi iki adaletli şahid buldun mu?» diye
sordu. Adam «hayır» dedi. Bunun üzerine Ali (r.a.) «Git, senin talâkın geçerli
değildir» dedi.
Ebû Davud'un
Sünen'inde îmran bin Husayn'dan rivayet ettiğine göre; kendisine karısını
boşayıp sonra onu alan ve boşarken de geri alırken de şahid bulundurmayan adam
hakkında sorulun-
ca îmran b. Husayn;
«Kanm sünnete aykırı bir şekilde boşadın, yine sünnete aykırı bir şekilde onu
aldın. Onu boşarken ve tekrar alırken şahid bulundur. Bîr daha da böyle yapma»
demiştir.
Usul kitaplarında
geçtiğine göre; sahabenin «Şu sünnettendir» demesi, sahih olarak Nebî
aleyhisselâm'a ref edilmiş hükmündedir. .Çünkü sahabenin «Bu sünnettir» sözü
zahiri manasıyla sünnetine uyulması gerekli olan bir zat için sarfedilmiştir
ki, o da Rasulul-lah sallallahu aleyhi ve sellem'dir. Zaten sahabenin maksadı
şer'i şerifi açıklamak olup, lügat ve âdeti açıklamak değildir.
Hafız Süyûtî,
Dürrü'l-Mensur isimli tefsirinde; «Kadınların id-det süreleri biteceğinde,
onları ya uygun şekilde alakoyun ya da uygun şekilde onlardan aynim. İçinizden
de iki âdil şahit getirin.» (Talâk: 2-3) ayetinin yorumunu şöyle açıklamıştır:
Abdurrahman'm İbn Sîrîn'den
rivayetine göre, karısını şahitsiz boşayıp sonra yine alan kimse hakkında bir
adam îmran bin Husayn'a sordu. Bunun üzerine îmran bin Husayn «Bu adamın yaptığı
ne kötü. Karısını bid'ât üzere boşadı, yine sünnete aykırı olarak tekrar aldı.
Boşarken ve alırken iki şâhid bulundursun ve Allah'a istiğfarda bulunsun.»
dedi.
îmrân'ın bu adamın
yaptığını yadırgaması ve bu konuda onu korkutarak istiğfarda bulunmasını
emretmesi şahitsiz talâkı günah saydığını gösterir. Şu halde Imrân'a,göre
talâkta şahidin bulunması gerekir.
«Vesail» kitabında
îmam Ebû Cafer Bâkir'dan rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir.
«Allah'ın kitabında
emrettiği ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnet kıldığına göre
talâk, kadın hayız olup temizlendikten sonra erkeğin onu terketmesidir. Onu
boşadığına dair iki adaletli şahit hazır bulunur. Talâkın temiz iken kadınla
cima etmeden olması gerekir. Bu adam, üç temizlik müddeti dolmadığı müddetçe
karısını almaya en lâyıktır. Bunun dışında vâki olan talâk ise batıl olup talâk
değildir.»
Cafer es-Sadık ise:
«Her kim karısını şahidsiz boşarsa bir şey yapmış sayılmaz.» demiştir.
«El-întîsâr» kitabında
Seyyid Mürtezâ şöyle demiştir: «Bu ko^ nudaki îmamiyye'nin görüşü şudur:
Talâkın vâki olmasında iki adaletli şahidin bulunması gerekir. Şayet şahidler
bulunmazsa talak vaki olmaz. Çünkü Allahu Teâlâ: «İçinizden de iki adaletli
şahit getirin.» buyurmuştur. Bu ayette Allahu Teâlâ şahit getirmeyi emretmiş
olup, şer'i şerifin örfüne göre, emrin zahiri vücup ifade eder.
Buradaki vacibliğin
zahirini müstehap olarak kabul etmek delilsiz olarak şer'î örfün dışına
çıkmaktır.»
Suyutî
Dürrü'l-Mensûr'da Abdurrezzak ve Abd bin Humeyd'İn Atâ'dan şöyle rivayet
ettiklerini nakleder: Ata şöyle demiştir: «Nikâh şahitledir. Talâk şahitledir.
Boşadığı kansını tekrar almak yine şahitledir.»
İbn Kesir'in
Tefsir'inde İbn Cüreyc'den rivayet ettiğine göre Atâ «içinizden de iki adaletli
şahit getirin» âyeti hakkında şöyle demiştir. «Nikâh, talâk ve boşanan karıyı
geri almak, Allahu Taalâ'nm buyurduğu gibi iki adaletli şahit getirmeden ve
özürsüz olarak caiz olmaz.»
Atâ'nın «caiz olmaz»
sözü, talâk ve nikâh eş değerli olduğu ve nikâhta şahitlerin bulunması şart
olduğundan, ona göre talâkta şahitlerin gerekli olduğunu açık bir şekilde
göstermektedir.
Talâkta şahitlerin
bulunması, yukarda zikri geçen sahabe ve tabiilerin görüşü olduğu ortaya
çıkınca, bazı fıkıh kitaplarında geçen rivayetlerde şahitlerin bulunmasının
mendup olduğu ve yolunda icma bulunduğu iddiasının mezhep içinde bir icma
olduğu yoksa «Mustesfa» kitabında geçtiği gibi ümmet-i Muhammed'in ittifakı
olarak tarif edilen bir icma olmadığını öğrenmiş bulunuyorsun.
Daha önce Suyuti ve
İbn Kesir'den naklettiğimiz rivayetlerden de anlaşıldığına göre, şahitlerin
bulunması konusu, Seyyid Murteza'nın «întisar» kitabında naklettiği gibi sadece
ehli beyte mensup âlimlerin görüşleri değil, aynı zamanda daha önce
bahsettiğimiz gibi 'Atâ, îbn Şîrîn ve İbn Cureye'in de görüşüdür.
Talâk kipi; ya münciz
olur veya muallak olur. Yahutta talâk
geleceğe izafe
edilerek yapılır.
Bir şarta bağlı
olmayan ve gelecek bir zamana izafe edilmeyen talâk olup, ağzından çıktığı an
derhal vakî olan talâktır. Meselâ kişinin karışma «sen boşsun» demesi gibi. Bu
talâkın hükmü, söyleyenin ağzından talâk sözü çıktığı ve bu söz yerine ulaştığı
andan itibaren vakî olmaktır.
Kocanın talakın vaki
olmasını bir şarta bağlı kılmasıdır. Meselâ kişinin hanımına «filân yere
gidersen sen boşsun» demesi gibi.
Muallak talâkın sahih
olması ve bununla boşamanın gerçekleşmesi için üç şartı vardır.
Birincisi: Koşulan
şartın o anda mevcut olmaması ve daha sonra meydana gelmesinin mümkün olması.
Mesela; gün fiilen aydınlandığı halde «Gün ağardığı zaman boşsun» demesi gibi.
Şart kipini söylediği anda, koştuğu şart fiilen mevcutsa bu durumda, her ne
kadar ifade talik suretinde getirilmiş olsa bile talâk hemen vâki olmuş olur.
Şayet koşulan şart, «Deve iğne deliğinden geçerse sen boşsun» gibi meydana
gelmesi mümkün olmayan bir iş üzerine olursa bu talâk boş bir söz sayılır.
İkincisi: Nikâh akdi
meydana geldiği anda, kadının kendi haremi ismetinde bulunmasıyla boşanmaya
ehil olması.
Üçüncüsü: Üzerine
ta'Iik edilen şart meydana geldiği zaman kadının boşanabilme durumunda
bulunması.
Tâ'lik (şarta bağlı
talâk) iki kısımdır:
a- Fiili
yapmaya veya terketmeye yahutta haberi te'kid etme anlamına gelen yeminden
kasdedilen mananın ta'Iik kasdedilmesi-dir ki, buna «Ta'lik-i Kasemi» (yeminle
ilgili ta'Iik) denir. Meselâ kişinin karısına, boşanmak için değil de evden
çıkmasını engellemek için, «eğer çıkarsan boşsun» demesi gibi.
b- Şart
yerine geldiği zaman talâkın gerçekleşmesi kasdedilen tâ'liktir. Buna
«Tâ'lik-i Şartî» (şartla ilgili tâ'lik) denir. Meselâ kişinin karısına «Eğer
mehrinin kalan kısmını bana bağışlarsan sen boşsun» demesi gibi.
Bu iki kısmıyla
tâ'lik, cumhur ulemaya göre geçerlidir. îbn Hazm ise geçerli olmadığı
görüşündedir.
Ibn Teymiyye ve İbn
Kayyım bu meseleyi açıklığa kavuşturarak şöyle demişlerdir: «Kendisinde yemin
manası bulunan muallak ta'âk geçerli değildir. Bu tip yemin bozulduğu zaman
yemin keffa-reti vermek gerekir ki bu da on fakiri doyurmak veya giydirmektir.
Durumu iyi olmayanlar ise üç gün oruç tutarlar.
«Şartla ilgili tâ'lik
edilen konu meydana gelirse talâk gerçekleşir.»
İbn Teymiyye şöyle
demiştir: İnsanların talâk konusunda kullandıkları sözler üç kısma ayrılır.
Birincisi: Hemen
gerçekleşen ve kadının salıverilmesi anlamına gelen talâktır. Meselâ; «Sen
boşsun» demek gibi. Bu sözle talâk
vâkî olur. Bu bir
yemin olmadığı gibi bunda ittifakla keffaret de yoktur.
İkincisi: «Bu işi
yapmam için seni boşamam gerekiyor» sözü gibi olan ta'Iik sîgasıdır. Bu tip
talâk, Iugat bilginlerinin, âlimler grubunun ve umumun ittifakiyle bir
yemindir.
Üçüncüsü: «Eğer şöyle
yaparsam karım boştur» sözü gibi olan tâ'lik sîgasıdır.
Bu söz, kendisiyle
yemin kasdedildiği zaman yenlin sayılır. Şüphesiz bu kimse dininden dönmeyi
kerih gördüğü gibi talâkı da kerih görmektedir. O bakımdan bunun hükmü,
fakihlerin ittifakıyla yemin sîgası sayılan birincinin hükmü gibidir.
Şayet şart esnasında
sonucun meydana gelmesini istiyorsa bu yemin sayılmaz. Meselâ «Eğer bana bin
dinar verirsen boşsun», veya «Zina ettiğin zaman boşsun» ,demek gibi. Bu kimse
fuhuş vaki olduğunda talâkın gerçekleşmesini kasdetmiş olup yalnız yemini
kasdetmiş değildir. Bu ise yemin olmayıp, fakihlerden hiçbirisine göre bunda
keffaret gerekmez. Bilâkis talâk vaki olur. Çünkü şart bulunmuştur.
Ancak olmasını arzu
etmediği şeye muhalif olmayı kendisine lüzumlu görerek, kendisiyle men etme,
tasdik etme veya yalanlama kasdedilen söz, ister yemin sigasiyla isterse
sonucun meydana gelmesi istenen bir sigayla söylenmiş olsun, Araplara ve diğer
insanların tümüne göre yemindir.
Kişi bu şekilde yemin
ettiği zaman bunda da iki hüküm vardır. Ya yemin-i mün'âkide olur ki bunda
keffaret gerekir. Ya da yaratıklar adına yemin etmek gibi mün'âkide olmayan
yemin olur. Bu tip yeminde keffaret gerekmez. Ama keffaret gerektirmeyen
mün'âkide ve muhterame yemine gelince; bu Allah'ın kitabında ve Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetinde olmayan bir hükümdür ki, buna delil
de getirilemez .[5]
Bu talâk, vakti
geldiği zaman talâkın gerçekleşeceğini kasde-derek belli bir zamana talâkı
ertelemektir. Meselâ kişinin karısına : «Yarın veya sene başında sen boşsun»
derse, talâkı bağlamış bulunduğu vakit girdiğinde kadm mülkünde olduğu zaman
yarın veya sene başında talâk vaki olur. Kişi karısına; «Seneye boşsun»
derse; Ebû Hanife ve Mâlik «Derhal boş olur,» demişlerdir. Şafi'î ve Ahmed b.
Hanbel ise «Sene bitinceye kadar talâk vaki olmaz,» demişlerdir.
îbn Hazm şöyle
demiştir: 'Bir kimse «Ay başı geldiği zaman sen boşsun», derse veya belli bir
vakit zikrederse, bu sözle karısını boşamış olmaz. Ne o anda, ne de ay
başında.
'Bunun delili;
Kur'ân'da ve hadislerde bununla talâk vâkî olacağına dair bir rivayetin
gelmemiş olmasıdır. Allahu Teâlâ, kendisiyle ilişki kurulan ve kurulmayan
kadının boşanmasıyla ilgili malumatı bize vermiş olup bu konuda ise bize bir
şey bildirmemiştir.
«Allah'ın sınırlarını
kim aşarsa, şüphesiz kendine yazık etmiş olur.» (Talâk; 1).
îbn Hazm devamla
demiştir ki: 'Eğer bir talâk yapıldığı zaman gerçekleşmiyorsa, daha sonraki
bir zamanda, söylenmediği halde bir önceki talâkın vâkî olması muhaldir.'
Talâk sünnet üzere ve
bid'ât üzere diye ikiye ayrılır.
Şer'î Şerifin mendup
kıldığı yol üzere gerçekleşen talâk sünnet üzere olan talâktır. Bu da kocanm
zifafa girmiş bulunduğu karısını temizlik içinde ona dokunmadan bir talâkla
boşamasıdır. Çünkü Allahu Teâlâ «Boşanma iki defadır. (Bundan sonrası) ya iyilikle
tutma ya da iyilik yaparak boşamadır.» buyurmuştur. (Bakara; 229) Yani meşru
olan talâk; arkasından ric'ât (geri dönüş) gelen bir defa boşamadır. Sonra
ikinci kez karısını boşar. Yine birinci gibi tekrar karısına dönebilir. Daha
sonra ise koca muhayyerdir. İsterse karışım iyilikle tutar, isterse yine
iyilikle ondan ayrılır.
Allahu Teâlâ şöyle
buyuruyor: «Ey Nebî, kadınları boşayacağınızda, onları iddetlerini gözeterek
boşayın ve İddeti sayın.» (Talâk; 1). Yani, kadınlarınızı boşamak istediğiniz
zaman onları iddet bekleyerek boşayınız. Şüphesiz karısını boşayan, hayızdan
veya nifasdan temizlendikten ve onunla ilişki kurmadıktan sonra karısını boşar.
Bunun hikmeti, kadm
hayızlı iken boşandığı zaman bu vakitte iddet beklemeye başlayamaz. Böylece
zaman uzayıp gider. Çünkü kalan hayız günleri îddetten sayılmaz. Bu durumda
ise kadına zarar verilmiş olur. Şayet kendisiyle ilişki kurduğu bir temizlikte
onu boşarsa, kadının hamile olup olmadığı bilinmez, o bakımdan kadın ne ile
iddet saymaya başlayacağını bilemez. Hayız gördükten sonra mı İddet saymaya
başlayacak yoksa çocuk doğurduktan sonra mı?
Nâfi' bin Abdullah bin
Ömer'den rivayet olunduğuna göre İbn Ömer; Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve
sellem devrinde, hayz hâlinde hanımını boşadı. Bunun üzerine Ömer (r.a.) bu
mesele hakkında Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'e sordu. Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve; sellem de kendisine şunları söyledi: «Ona emret de karısına dönsün.
Sonra kadm temizleninceye kadar onu yanında alıkoysun. Sonra hayız olup tekrar
temizlenince isterse onu saklar, isterse dokunmadan önce onu boşar. îşte
kadınların kendisi için Allah'ın boşamasını emrettiği iddet budur.»
Bir rivayette, İbn
Ömer; hayızlı haldeyken karısını bir talakla boşadı. Ömer durumu Nebi
aleyhisselam'a anlatınca Nebi aley-hisselam şöyle buyurdu: «Ona emret karışma
dönsün. Sonra onu ya temizken, yahut hamile olduğu halde boşasin.» (Hadisi
Nesâî, Müslim, îbn Mâce ve Ebû Davûd rivayet etmişlerdir.)
Bu rivayetin
zahirinden anlaşıldığına göre kendisinde talâk vaki olan hayızı akabindeki
temizlik anında yapılan talâk sünnet talâk olup bid'ât değildir.
Bu görüş, Ebû Hanife,
iki rivayetten birisine göre Ahmed ve iki görüşünden birisine göre Şafi'i'nin
görüşüdür. Bunlar görüşlerine hadisin zahiriyle delil getirerek dediler ki;
«Talâkın men edilmesi ancak hayızdan dolayıdır. Kadın temizlenince haramı
gerektiren durum kalkmış olup diğer temizlik hallerinde caiz olduğu gibi bu
temizlik anında talâk sünnet üzere geçerli olur.»
Fakat «Sonra
temizleninceye kadar onu tutar sonra hayız olup temizlenince» ifadesinin bulunduğu
birinci rivayet, kendisiyle amel etmeyi gerektirecek daha fazla bir mana taşımaktadır.
Ravdatu'n-Neddiyye
kitabının yazan; «Bu rivayet aynı zamanda Buhari ve Müslim'de de mevcuttur,»
demiştir. Böylece birinci rivayet iki yönden daha çok kabule şayan
görülmektedir.
Bu görüş kendisinden
gelen iki rivayetin birisinde Ahmed'in, diğer bir görüşünde Şafi'î'nin, Ebû
Yusuf ve Muhammed'in görüşüdür.
Bid'at üzere yapılan
talâka gelince, bu Şer'î Şerife aykırı olan talâktır. Meselâ karısını bir
kelimeyle üç talâkla boşaması veya bir mecliste «sen boşsun, sen boşsun, sen
boşsun» diyerek ayrı ayrı üç defa boşaması, yahut hayız ve nifaslı haldeyken
karısını boşaması, yahutta cimada bulunduğu temizlik halinde boşaması gibi.
Alimler, bid'at üzere
yapılan talâkın haram olduğuna ve yapanın günahkâr olacağı üzerine icma
etmişlerdir. Cumhur ulema bid'at üzere yapılan talâkın vaki olacağı görüşüne
vararak aşağıdaki hususlarla delil getirmişlerdir:
1- Bid'at
üzere yapılan talâk, âyet-i kerimenin
umumi manasının kapsamına girmektedir.
2- îbn
Ömer'in açıklamasına göre; kendisi hayızlı halde kan-smı boşayınca,
Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem
ona verilen bu talâkın «geçerli sayılmasıyla» birlikte, karısına dönmesini emretti.
Bazı âlimler[6] ise
bid'at üzere yapılan talâkın vaki olmayacağı ve bunun ayet-i kerimenin
kapsamına girmediği kanaatine varmışlardır. Çünkü bid'î talâk, Allah'ın (Celle
Celâlühû) izin verdiği bir talâk değil, bilâkis Allah'ın tersini emrettiği bir
talâk şeklidir. Bu konuda AÜahu Teâlâ «Kadınlarınızı iddetlerini gözeterek
boşayı-mz.» (Talâk : 1) buyurmuştur.
Rasûlülîah sallallahu
aleyhi ve sellem İbn Ömer için; «Ona emret, kan sına dönsün» buyurmuştur.
Sahih olarak gelmiştir ki; Rasûlüllah aleyhisselam, kendisine bu haber
ulaşınca kızmıştır. O ise, Allah'ın (Celle Celâlühû) helâl kıldığı bir şeyden
dolayı kızmaz.
îbn Ömer'in «O talâk
sayılır,» sözüne gelince; kadın için talâkı geçerli sayanın kim olduğunu
açıklamamıştır.
Bilâkis Ahmed b.
Hanbel, Ebû Dâvûd ve Nesai'nin rivayetine göre; îbn Ömer hayızlı haldeyken
kansını boşayınca, Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem onun bu hareketini
reddederek kendisine herhangi bir şey lâzım geldiğini belirtmedi.
Bu rivayetin isnadı
sahih olup, bu rivayeti tartışma konusu yapan kimse de olmamıştır. Aynı
zamanda bu rivayet, İbn Ömer'e herhangi bir şeyi gerek görmeyenin, Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem olduğunu da açıklamıştır. İbn Ömer'in sözü bu
rivayetle ça-tışamaz. Çünkü hüccet, İbn Ömer'in rivayetinde olup, görüşünde
değildir.
«Ona emret, karısına
dönsün» sözünün bir talâk sayılacağı rivayetine gelince; eğer bu rivayet sahih
olsaydı, elbette açık bir delil olurdu. Ancak bu rivayet İbn Kayyım'ın «Hedy»
kitabında kesin olarak ifade ettiği gibi sahih değildir. O bu konuda,
senetlerinde cahil ve yalancı insanların bulunduğu bir takım rivayetler
naklet-miştir ki, bunlann hiç birisiyle hüccet getirilemez.
Hasılı; sünnet üzere
yapılana muhalif olan talâk'a bid'at talâkı denir. Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem'den sabit olduğuna göre «Her bid'at dalâlettir.»
Yine bu talâkın, Şer'i
Şerife muhalif olduğunda ihtilâf yoktur. Nitekim Rasûlüllah sallallahu aleyhi
ve sellem, İbn Ömer hadisinde bunu belirtmiştir. Allah ve Rasûlünün koyduğu
nizama muhalif olan her şey ise reddedilmiştir. Çünkü Aişe (r.a.)'nm rivayet
ettiği hadiste Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
«Üzerinde bizim emrimiz bulunmayan her iş reddedilmiştir.». Bid'î talâk'ın
hükmünün lâzım geldiğini ve Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve selem'in emri
gereği olmayan bid'î talâkın sahibinden vaki olup onu bağlayıcı olduğunu
zannedenin bu görüşü delilsiz olarak kendisinden kabul edilemez.
Bid'at üzere yapılan
talakın vaki olmayacağını söyleyenler şunlardır:
Abdullah bin Ma'mer,
Sa'îd bin Müseyyeb ve İbn Abbas'ın arkadaşlarından Tâvûs'tur.
Hallâs b. Amr ve
tabiînden Ebû Kilâbe de aynı görüşü benimsemiş olup, Hanbelî imamlarından İbn
Akîl, Ehl-i Beyt imamları, Zahirîler ve İmam Ahmed'in bir görüşü de bu yönde
bilinmektedir. Aynca İbn Teymiyye de aynı görüşü tercih etmiştir.
Hamile kadını boşamak,
herhangi bir vakit caiz olur. Çünkü Müslim, Nesâî, Ebû Dâvûd ve İbn Mâce'nin
rivayetine göre îbn Ömer hayızlı halde bulunan karısını bir talâkla boşadı.
Ömer durumu Rasûlüllah. sallallahu aleyhi ve seliem'e arzedince Rasûiüllah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Ona emret kansına dönsün, sonra
onu ya temizken, yahut hamile olduğu halde boşasin.» Alimler bu kanaate varmış
olup, ancak Hanefîler bu konuda ihtilâf etmişlerdir, Ebû Hanife ve Ebû Yusuf “Üç talâkın yerine gelmesi için iki talâk
arası bir ay olarak tesbit edilir,» demiş. Muhammed ve Züfer ise; «kadın hamile
iken bir talâktan fazla üzerine geçerli olmaz, doğuruncaya kadar onu terkeder
sonra kalan iki talâkı gerçekleştirir» demişlerdir.
Bunları boşamak,
talâk, tek olarak yapıldığı zaman sünnet üzere olmuş olur. Boşamanın tek
olarak yapılması dışında bunları boşamada başka şart aranmaz.
Erkek karısıyla cima
ettiği zaman, karışım üç talâkla boşama hakkına sahip olur. Alimler, kocanın
karısını bir lâfızla üç talâkla boşaması veya bir temizlik müddetinde arka
arkaya lâfızlarla boşaması aleyhine ittifak etmişlerdir. Bunun sebebini de
şöyle açıklamışlardır:
«Bir anda üç talâk
vâki olduğu zaman, pişmanlık anında geriye dönme, yaptığı hatayı düzeltme
kapısı kapanmış olup Şâri'e (Şeriat'ın sahibine) karşı gelinmiş olur. Çünkü
Sâri, pişmanlık anında yapılan hatayı düzeltmek için talâk'ı birkaç tane
kılmıştır. Bunun da ötesinde karısını bir anda üç talâkla boşayan, bu
talâkiy-la kadının kendisine helâlliğini iptal etmesi açısından ona zarar
vermiş olur.»
Nesâi'nin Mahmud bin
Lebid (r.a.) hadisinden rivayet ettiğine göre bu zat şöyle demiştir: «Karısını
bir anda üç talâkla boşayan bir adamı Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem
bize haber verirken kızgın bir şekilde ayağa kalktı. 'Ben aranızda olduğum halde
Allah'ın kitabıyla mı oynanıyor?' Bunun üzerine bir adam kalkarak 'Ya
Rasûlallah onu öldürmeyeyim mi?' buyurdu.»
İbn Kayyım,
Îğâsetü'l-Lehfân isimli kitabında şöyle demiştir: «Rasûlüllah sallallahu aleyhi
ve sellem, karısını bir anda üç talâkla boşayanı, «Allah'ın kitabıyla oynayan
kişi» olarak nitelemiştir. Çünkü bu adam boşama usûlüne muhalefet etmiş,
bununla Allah'ın isetmediği bir boşama şeklini tercih etmiştir. Şüphesiz AUahu
Te-âlâ, dilediği zaman karısına dönebilecek bir boşama şeklini iste-mektedr. Bu
adam, ise, geriye dönüşü mümkün olmayan bir talâkla karısını bosamışor.
Yine bir defada üç
talâkla boşamak Allahu Teâlâ'nın «Talâk ikidir» ayetine muhaliftir. «Merretân
ve merrât» kelimeleri Kur'ân ve hadis lügatinde mevcuttur. Hatta araplann ve
diğer milletlerin lügatinde de bir İsin arkasından ikinci bir iş yapıldığı
zaman bu lügatler kullanılır, îki ve çok kerre ifadeleri bir kerrede toplandığı
zaman Allah'ın kitabı buna yol vermediği halde onun hududuna tecavüz edilmiş
olur. Sonra, Şârî'in, üzerine hüküm tertip ettiği bir lâfızla murad ettiği
hükümden Şari'in zıddım kasdettiğini anlamak nasıl caiz olur?»
Alimler bunun haram
olduğuna ittifak etmiş, karısını bir lâfızla üç talâkla boşayanın talâkının
vâki olup olmayacağı konusunda ise ihtilâf etmişlerdir. Şayet bu talâk geçerli
ise bir talâk mı sayılacak yoksa üç talâk mı sayılacak?
Cumhur ulemâ geçerli
olacağına, bazıları ise bu tip talâkın geçerli olmayacağı kanaatine
varmışlardır. Geçerli olacağını söyleyenler de ihtilâf ederek bazıları üç
talâk sayılacağını bazıları ise tek talâk sayılacağını söylemişlerdir. Bazıları
da «Eğer karısıyla cima-da bulunmuşsa üç, şayet bulunmamışsa bir talâk sayılır»
demişlerdir.
1. «Bundan
sonra kadını boşarsa, kadın başka birisiyle evlen-medikçe bir daha kendisine
helâl olmaz.» (Bakara; 230)
2. «Eğer onlara mehir biçer de el sürmeden onları
boşarsaniz...» (Bakara; 237)
3. «Kadınlara el sürmeden ve mehirlerini
biçmeden onları bo-sarsanız size sorumluluk yoktur.» (Bakara; 236)
4. «Boşanma iki defadır. (Bundan sonrası) Ya
iyilikle tutma, ya da iyilik yaparak bırakmadır.» (Bakara; 229)
Bu ayetin zahirinden
üç talâkın veya iki talâkın bir defada yahut ayn ayn caiz olup vâki olduğu
anlaşılmaktadır.
5. Sehl bin Sa'd'in rivayet ettiği hadiste
geçtiğine göre, o şöyle demiştir:
«Benî Aclân'ın kardeşi
Uveymir .karısına zina isnad edip, lîan yemini yapınca demiştir kî: 'Ya
Rasulalllah, eğer onu saklarsam ona zulmetmiş olurum. Onu boşuyorum. Onu
boşuyorum. Onu boşuyorum.'» (Hadisi Ahmed bin Hanbel rivayet etmiştir.)
6. Hasan'dan rivayet olunduğuna göre o şöyle
demiştir: «Abdullah bin Ömer'in bana anlattığına göre, o demiştir ki:
'Abdullah
b. Ömer, hayız
halindeki karısını bir talâkla boşadı. Sonra temizlenince arkasından iki talâk
daha buna ilâve etti. Bu haber Rasûl-üllah'a ulaşınca şöyle buyurdu: «Ey îbn
Ömer, Allah sana böyle emretmeraiştir. Şüphesiz sen sünneti işlemekte kusur
ettin. Sünnet şu şekildedir ki; önce hayızdan temizlenmesini bekleyeceksin.» İbn
Ömer demiştir ki: «Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem bana emretti, ben de
kanma döndüm. Sonra Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: «Kanı
temizlendiği zaman, onu yanında olduğu halde boşa veya onu sakla.» Bunun
üzerine ben dedim: «Ya Rasûlallah, onu üç talâkla boşasam, ona tekrar dönebilir
miyim?» Rasûlüllah: «Hayır, karın senden talâkı bâinle boş olmuş olur,» buyurdular.'»
(Hadisi Darekutnî rivayet etmiştir.)
7. Abdurrezzâk'm,
Musannifinde, 'Ubade bin Samit (r.a.)'den rivayet ettiğine göre; 'Ubade şöyle
demiştir: «Benim dedemin bir karısı vardı, onu bir talâkla boşsun diyerek
boşamıştı. Rasûlüllah'a giderek durumu arzettiğinde, Rasûlüllah ona şöyle
buyurdu: «Deden Allah'tan korkmuyor mu? Karısını üç talâkla boşaması onun hakkıdır.
Amma kalan dokuz yüz doksan yedi tanesi kadına düşmanlık ve zulümdür. Allah
dilerse ona azab eder .dilerse onu bağışlar.» Bir rivayette: «Şüphesiz senin
baban, kendisine bir çıkar yol göstermesi için Allah'tan ittika etmemiştir.
îlk üç talâkla sünnete uygun olmayan bir şekilde karısından talâk-i bâinle boş olmuştur. Kalan dokuz yüz doksan
yedi talâk ise boynunda kalmış bir günahtır.»
8. Rukâne
hadisine göre; Bu zât Nebi aleyhisselam'a, yemin ederek karısını bir talâkla
boşamayı kasdettiğini bildirdi.
Bu da gösteriyor ki;
eğer üç talâkla boşamış olsaydı, talâkı geçerli olacaktı. îşte sahabeden pek
çoğunun ve tabiinin çoğunluğunun ve dört mezhep imamının görüşü budur.
Bir lâfızda üç talâkla
boşayanın bir talâk sayılacağım söyleyenler ise aşağıdaki rivayetlerle delil
getirmişlerdir.
1. Müslim'in
rivayet ettiği hadiste: «Ebu's-Sahbâ', îbn Abbas'a 'Bilir misin, hani
Rasûlüllah ile Ebu Bekir devirlerinde ve Ömer'in hilâfetinin üç yılında üç
talâk bir sayılırdı?' demiş, îbn Abbas da «Evet» cevabım vermiştir.
Yine Ebu's-Sahbâ'dan
rivayet olunduğuna göre İbn Abbas «Rasûlüllah ile Ebu Bekir devirlerinde ve
Ömer'in hilâfetinin İki yılında üç talâk bir sayılıfdi. Bilâhere Ömer bin
Hattab: «İnsanlar kendilerine mühlet verilmiş olan bir işte acele gösterdiler.
Keşke şunu onlara geçerli kılsaydık» dedi. Ve onu kendilerine geçerli kıldı.»
demiştir. (Yani şu anda insanların üç talâk saydıklarına karşılık o zamanki
insanlar bunu bir talâk sayıyorlardı.)
2. İkrime'nin İbn Abbas'dan rivayet etiğine göre İbn
Abbas (r.a.) şöyle demiştir: 'Rukâne karısını bir mecliste üç talâkla boşadı.
Ancak bu duruma çok fazla üzüldü. Bunun üzerine Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve
sellem nasıl boşadığını sordu. «Üç talâkla» deyince Rasûlüllah «Bir mecliste
mi?»diye sordu. Adam «Evet» dedi. Rasûlüllah «O bir talâk sayılır. Dilersen
karına don,» buyurdular. Bunun üzerine Rukâne karısına döndü.' (Hadisi Ahmed
bin Hanbel ve Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.)
İbn Teymiyye,
Fetavâ'sında 3. cilt, 22. sahifede şöyle demektedir: «Kitap, sünnet, icma ve
kıyas delillerinde, karısını boşayana üç talâk lâzım geldiğini gerektirecek bir
şey bulunmadığı gibi bu kimsenin nikâhı kesin olarak sabittir. Yine karısı
kesin olarak başkasına haramdır. Uç talâkla boş olduğunu kabul etmek,
başkasına haram olmakla beraber mubah olduğunu kabul etmek demek olup, aynı
zamanda Allah ve Rasûlü'nün haram kıldığı tahlil nikâhına da yol açmak
demektir. Tahlil nikâhı ise, ne Nebî aleyhisselam ne de halifeler devrinde
zahiren mevcud değildir. Onların zamanında bir kadının üç talâktan sonra,
tahlil nikâhı ile kocasına geri döndüğü naklolmamıştır. Bilâkis Nebî
aleyhisselam tahlil nikâhı yapanı ve yapılanı lanetlemiştir.»
ibn Teymiyye uzun bir
açıklamadan sonra en son şöyle demiştir: «Hasılı Nebî aleyhisselam'm ümmetine
lüzumlu ve şer'î olarak meşru kıldığı bir şeyi değiştirmek mümkün olmadığı
gibi, şüphesiz Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'den sonra nesih yapmak da
mümkün değildir.»
İbn Teymiyye'nin
öğrencisi İbn Kayyım şöyle demiştir: «Nebî aleyhisselam'dan sahih olarak
rivayet olunduğuna göre; üç talâk, Nebî aleyhisselam, Ebû Bekir ve Ömer'in
(r.a.) halifeliğinin ilk dönemlerinde bir talâk sayılıyordu. Daha sonra Ömer
(r.a.) insanlar toplam olarak üç talâkı bir anda kullanmasınlar diye onları
engellemek ve onlara bir ceza vermek için bir anda üç talâkın geçerli olacağı
yönde görüş belirtmiştir. Bu Ömer (r.a.)'den bir ictihad olup gayesi kolaylık
getirmektir. Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in fetva verdiği bir hükmü
terketmek caiz olmaz. Nitekim onun zamanında ve halifelerinin zamanında ashabı
aynı fetva üzerindeydiler. Böylece hakikat ortaya çıkınca isteyen dilediğini
söylesin.»
Şevkâni şöyle
demiştir: «Bahr kitabının yazan bu görüşü Ebû Musa'dan nakletmiştir. Başka bir
rivayette aynı görüş, Ali, İbn Abbas, Tâvûs, 'Atâ, Câbir, İbn Zeyd, Hâdî,
Kasım, Bakır, Ahmed bin îsa, Abdullah bin Musa bin Abdullah'dan bir diğer
rivayette Zeyd bin Ali'den nakl olunmuştur.
«İçlerinde İbn
Teymiyyc re İbn Kayyım'in da bulunduğu sonraki âlimlerden bir grup aynı görüşü
benimsemişlerdir. Ibn Muğîs «Vesaik» isimli kitapta bu görüşü Muhammed bin
Veddâh'tan nakIetmîştir. Muhammed bin Bekî, Muhammed bin Abdüsselâm ve diğerleri
gibi, Kurtuba âlimlerinden bir cemaattan bu yönde fetva naklolunmuşum Bu görüşü
îbn Münzir; 'Atâ, Tâvûs, Ömer ve îbn Dînâr gibi tsâ'nın arkadaşlanndan
nakletmiş, yine İbn Muğîs bu görüş hakkında Alî, İbn Mes'ûd, Abdurrahman bin
Avf ve Zübeyr'-den bir yazı nakletmiş tir.»
Bİr lâfızla yapılan üç
talâkin mutlak olarak vâki olmayacağım söyleyenlerin delillerine gelince:
Bunlar.bu tip talâkın bid'ât üzere yapılan talâk sayılacağı ve bid'ât üzere
yapılan talâkın vâki olmayıp geçersiz olacağı görüşündedirler.
Bu görüş bazı taiînden
rivayet olunmuş, aynı zamanda îbn Aliy-ye ve Hişam bin Hakem'den de naklolunmuş
tur. Ebû Ubeyde ve bazı zahir ehli aynı görüştedir. Bakır, Sâdık, Nasır ile
şâir bid'ât üzere yapılan talâkın vaki olmadığını söyleyenlerin de görüşleri
bu yöndedir. Çünkü bir lâfızla yapılan üç talâkla,arka arkaya kullanılan
lâfızlarla yapılan üç talâk aynı cümleden sayılır.
Talâk konusunda,
hanımıyla cinsel birleşme yapanla yapmayanı tefrik edenler İbn Abbas ve îshak
bin Râhûye'nin arkadaşlarından bir topluluktur.
Tirmizî şöyle
demiştir: «Nebî aleyhisselam'm ashabı ve diğer ilim ehlinden kişiler «elbette»
sözcüğü ile yapılan talâk hakkında ihtilâf etmişlerdir. Ömer bin Hattab'dan
rivayet olunduğuna göre; o, «elbette» sözcüğü ile yapılan talâkı «bir talâk»
sayardı. Ali'den rivayet olunduğuna göre, o elbette talâkını üç talâk sayardı.
İlim ehlinden bazıları; «Bu konuda kişinin niyetine bakılır. Eğer bir talâka
niyet etmişse bir sayılır. Üç talâka niyet etmişse üç sayılır. Eğer iki talâka
niyet etmişse yine bir sayılır» demişlerdir.
Malik bin Enes,
elbette talâkı hakkında; «Eğer karısıyla cinsel ilişkide bulunmuşsa üç talâk
sayılır» demiştir.
Şafii ise: «Eğer bir
talâka niyet etmişse bir sayılır ve karısına dönme hakkına sahip olur, eğer
ikiye niyet etmişse iki, üçe niyet etmişse üç talâk sayılır.» demiştir.
Talâk, ya ric'î olur,
ya da bâin olur. Bâin de ikiye ayrılır: Ya beynûnet-i suğrâ, ya da beynûnet-i
kübrâ olur.
Bunların her
birerlerinin kendine ait özel durumları vardır ki onları aşağıda zikrediyoruz.
Ric'î talâk, kocanın
hakiki olarak zifafa girdiği hanımını bir mal karşılığı olmadan, daha evvel de
asla üzerinden talâk geçmeden mücerred olarak boşamasıdır. Ric'î talâk'ta
boşama sözcüğünün açık veya kinayeli olması arasında bir fark yoktur. Şayet koca
,hakiki olarak zifafa girmediği karısını boşarsa veya mal karşılığında
karısını boşarsa, yahutta yaptığı talâkla üçü tamamlamışsa, bu durum bâin
olarak gerçekleşmiş olur.
Ric'î talâk konusunda
asıl olan şu ayet-i kerîmedir :
«Boşanma iki defadır.
(Bundan sonrası) Ya iyilikle tutma, ya da iyilik yaparak bırakmadır.» (Bakara;
229)
Yani Allah'ın meşru
kıldığı talâk, bir defa yapıldıktan sonra, aı-dmdan bir defa daha yapılması
şeklini alan talâktır. Bu durumda kocanın birinci boşamadan sonra karışım
iyilikle tutması caizdir. Nitekim ikinci talâktan sonra da karısını iyilikle
tutması hakkı vardır.
«İyilikle tutma»nın
mânâsı; karısına dönmesi, nikâhını tekrar geri alması ve onunla iyi geçinmesi
demektir.
Bu hak ancak ric'î
talâk vâki olduğu zaman mümkün olur. Allahu Tealâ şöyle buyuruyor: «Boşanan
kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı hali beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret
gününe inanmışlarsa, rahimlerinden Allah'ın yarattığını gizlemeleri kendilerine
helâl değildir. Kocaları bu arada barışmak isterlerse, kanlarını geri almakta
daha çok hak sahibidirler.» (Bakara; 228).
Hadis-i şerifte
geçtiği üzere Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, Ömer (r.a.)'a «Ona emret,
karısına dönsün» buyurmuştur. (Hadisi Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.)
Ric'î talâktan istisna
edilen üç hal ise, aşağıda açıklanacağı üzere Kur'an-i Kerim'le sabittir. Üçü
tamamlayan talâk, karının bâin olarak boşanmasına sebep olur. Onu kocasına
haram kılar. Bu kadının, tahlil nikâhı kasdetmeksizin hakiki bir nikâhla
evlenince-ye kadar, ona dönmesi helâl değildir. Allahu Tealâ şöyle buyurmuştur:
«Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka biriyle evlenmedikçe bir daha
kendisine helâl olmaz.» (Bakara, 230). Yani ikinci talâktan sonra üçüncü kez
karısını boşarsa, üçe ulaşan bu talâktan sonra, kadın başka bir erkekle sahih
bir nikâhla evleninceye kadar birinci kocasına helâl olmaz.
Temastan önce vâki
olan talâk da, karıyı bâin talâkla boş kılar. Çünkü bu durumdaki talâkta iddet
beklemek yoktur. Müracaat ise iddet müddetinde geçerli olur. Iddet bekleme
ortadan kalkınca, karısına geri dönme işlemi ortadan kalkmış olur. Allahu Teâlâ
şöyle buyurmuştur. «Ey inananlar! Mü'min kadınlarla nikahlanıp onları,
temasta bulunmadan boşadığınızda, artık onlar için size iddet saymaya lüzum
yoktur. Kendilerine bağışta bulunarak onları güzellikle serbest bırakın.»
(Ahzab; 49)
Temastan önce ve
halvetten sonra vâki olan talâk bâin sayılır. Bu tür talâkta iddet beklenmesi
ihtiyat için olup, karısını dönebileceği anlamına gşlmez. Kadının kocasından
boşanması ve ondan kurtulması için mal vermeyi teklif etmesi suretiyle mal
üzerine vaki olan talâk da bâin sayılır. Çünkü kadın bu malı bir nevi karşılık
olarak vermiştir. Bu karşılık da, evlilik bağının çözülmesi durumudur. Evlilik
bağının çözülmesi ise, bâin talâktan başka bir şekilde mümkün oimaz. Allahu
Tealâ şöyle buyurmuştur: «Eğer Allah'ın yasalarını ikisi koruyamayacaklar diye
korkarsanız, o zaman kadının fidye vermesinde ikisine de günah yoktur.»
(Bakara; 229)
Ric'i talâk, kişinin
hanımından mal bakımından faydalanmasına mâni değildir. Çünkü ric'î talâk
evlilik akdini kaldırmayıp, mülkiyet hakkını gidermez ve kocasına helâl
olmasını da etkilemez. Ric'î talâk her ne kadar ayrılmak için bir sebep ise de
boşanan ka-dın, iddet beklediği müddetçe, üzerine boşanma hükümleri geçerli
olmaz. Ancak koca kansına dönmeden önce iddet biterse o zaman boşanmayla ilgili
hükümler tatbik edilir. İddet bittiği zaman karışma dönmezse bu durumda kadın
talâk-ı bâinle boş olmuş olur. Durum böyle olunca ric'î talâk, hanımdan maddi
olarak faydalanmaya manî değildir. Eşlerden birisi vefat ettiği zaman iddet
devam edip sona ermediği müddetçe diğeri ona varis olur ve kadının nafakası
kocanın üzerine vacip olur. Aynı zamanda koca tarafından vâki olan
talâk,yapılan zihar ve i'Iâ yemini kadın üzerine geçerli olur.
Ric'î talâkla iki
sebepten dolayı mehr-i müeccel helâl olmaz.
Bunlar ölüm veya
talâktır. Ancak iddetin bitmesiyle sonraya bırakılan mehir helâl olur.
Rİc'ât, iddet
müddetince kocanın hakkıdır. Bu hakkı Sâri' kocaya tanımıştır. O bakımdan bu
hakkı düşürmeye mâlik değildir. Hatta «benim için ric'ât yoktur.» dese bile bu
sözünden vazgeçip hanımına dönmesi hakkı vardır. Çünkü Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur.
«Kocaları bu arada barışmak isterlerse karılarını geri almakta daha çok hak
sahibidirler.» (Bakara; 228)
Hanımına dönmesi
kocaya ait bir hak olunca, hanımın rızası ve durumu bilmesi şart olmadığı gibi
veliye de ihtiyaç yoktur. Şu ayet-i kerime'den dolayı hocaya bu hak
verilmiştir:
«Kocaları bu arada
barışmak isterlerse karılarını geri almakta daha çok hak sahibidirler.»
(Bakara: 228).
Her ne kadar, daha
sonra kocasının kendisine döndüğünü inkâr etme korkusundan dolayı müstehab
olsa bile, ric'âtte şahitlerin bulunması şartı yoktur. Ancak şu ayet-i
kerime'den dolayı şahitlerin bulunması müstehabdır.
«İçinizden de iki âdil
şahit getirin.» (Talâk; 2)
Kocanın hanımına
dönmesi «sana döndüm» demesi gibi söz ile cima, öpmek yahut şehvetle dokunmak
gibi cimaya çağrışım yapan fiillerle sahih olur.
Şafiî'ye göre
müracaat, gücü yeten kimse için ancak açık bir sözle caiz olup cima, öpmek
jahut şehvetle dokunmak gibi fiillerle caiz olmaz. Şafiî bu görüşüne, «talâkın
nikâhı giderdiği» hükmünü delil getirmiştir.
îbn Hazm şöyle
demiştir: «Kocanın hanımıyla cima etmesi, ric'ât sözünü söyleyinceye ve şahit
bulundurup, iddet bitmeden önce kadına bildirinceye kadar ona dönmüş sayılmaz.
Şayet şahit bulundurmadan ric'ât ederse hanımına dönmüş sayılmaz. Çünkü Allahu
Tealâ şöyle buyurmuştur. «Kadınların iddet süreleri biteceğinde, onları ya
uygun şekilde alıkoyun, ya da uygun bir şekilde onlardan aynim; içinizden de
iki âdil şahit getirin.» (Talâk; 2)
Allahu Tealâ bu âyette
ric'ât, talâk ve şahit getirme durumlarını ayrı ayn zikretmiş olup bunları
birbirinden ayırmak caiz değildir. Karısını boşayıp iki âdil şahit getirmeyen
veya karısına dönüp yine iki âdil şahit getirmeyen Allah'ın koyduğu sınıra
tecavüz etmiş demektir.
Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: «Bir kimse dinimizde olmayan bir amel
yaparsa o reddedilmiştir.»
Ebû Dâvûd, îbn Mâce,
Beyhâkî ve Taberanî'nin îmran bin Husayn'dan rivayet ettiğine göre; karısını
boşayıp sonra dönen, boşarken ve dönerken şahit bulundurmayan kişi hakkında
îmran bin Husayn'a sorulunca o şöyle cevap vermiştir: «Sünnete aykırı olarak
kannı boşadm, yine sünnete aykırı olarak ona döndün. Boşarken ve dönerken
şahit bulundur. Bir daha böyle yapma.»
Talâkın nikâhı
giderdiği şeklindeki Şafi'î'nin deliline gelince; Şevkânî bu konuda şöyle
demiştir: «önceki âlimlerin kanaatine göre iddet bekleme, kocaya tanınan
muhayyerlik müddetidir. Muhayyerlik ise söz ve fiil ile sahih olur. «Kanlarını
geri almakta kocaları daha çok hak sahibidirler.» (Bakara 228) âyet-i
kerimesinin zahirinden de bu anlaşılmaktadır.»
Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem'in «Ona emret, kansma dönsün», sözü, müracaatın fiil ile caiz
olacağını göstermektedir. Çünkü bu âyet, sözle müracaatı fiilden ayınp tahsis
etmemektedir. Her kim sözle müracaatın tahsis edildiğini söylerse delil
getirmesi gerekir.
Ebû Hanife şöyle
demiştir: «Ric'i talâkla boşanan kadının, kocası için süslenmesi, güzel
kokular sürünmesi, ipek elbiseler giymesi, sürme çekmesinde bir beis yoktur.
Koca, ayağını yere vurmak, öksürmek gibi bir hareketle veya bir sözle yanma
gireceğim" bildirmeden karısının yanına giremez.»
Şafi'î şöyle demiştir:
«Ric'î talâkla boşanan kadın iddet müdde-tince kesin olarak kocasına haramdır.»
İmam Mâlik, «Onunla
beraber yalnız kalamaz, izni olmadan yanına giremez. Saçma bakamaz. Yanında
başkası olduğu zaman onunla beraber yemek yemesinde bir beis yoktur.» demiştir.
Ibn Kasım, İmam
Mâlik'in: «Onunla beraber yemek yemesinin mubah olduğu» sözünden döndüğünü
nakletmiştir.
Ric'î talâk, kocanın
hanımı üzerine sahip olduğu talâk sayışım noksanlaştırır. Birinci talâk hakkını
kullandığı zaman, koca için iki talâk kalmış olur. İkinci talâk hakkını
kullanırsa bir talâk kalmış olur. Kansma dönmesi, kullandığı talâk haklarını
geri çevire-mez. Bilâkis, müracaat etmeden iddeti bitinceye kadar karısını
ter-kedecek olsa, daha sonra kadın başka bir kocayla evlendikten sonra tekrar
birinci kocasını alacak olsa, daha Önce vaki olan talâkların geçerli sayılması
kaydıyla kocasına dönmüş sayılır. İkinci koca, birinci koca tarafından verilen
talâkları kaldırmış olamaz. Çünkü Ömer (r.a.)'a karısını iki talâkla boşayıp,
iddeti bittikten sonra başkasıyla evlenen, sonra ondan aynlan bu kadınla
evlenen birinci koca hakkında sorulduğu zaman, Ömer (r.a.) «Bu adamın daha önce
kullandığı talâkları geçerlidir.» şeklinde cevap vermiştir. Bu görüş Ali, Zeyd
ve Muâz, Abdullah bin Amr, Sa'îd bin Müseyyeb ve Hasan Basrî'den rivayet
olunmuştur.
Daha Önce de geçtiği
üzere bâin talâk üç talâkın tamamlanmış olması, temastan önce vâki olması ve
mal üzerine yapılması durumlarındaki talâktır.
Bidayetü'l-Müctehid
kitabında İbn Rüşd, şöyle demiştir: «Talâk-ı bâine gelince; alimler hul'
konusunda 'talâk mıdır, yoksa fesih midir?' şeklinde ihtilâf etmekle beraber
talâk-ı bâinin, zifafın vâki olmaması, talâk sayısının dolmuş olması ve hul'da
kadının karşılık vermesi gibi durumlarda tahakkuk edeceği hususunda ih-tifak
halindedirler.
Yine âlimler, ayrı
ayrı vâki olduğu takdirde hür bir kadının talâkında beynuneti gerektiren sayı
üzerinde ittifak etmişlerdir. Çünkü, Allahu Teâlâ «Talâk ikidir» buyurmuştur.
Alimler, üç talâkın fiille değil de bir kelimeyle lâfızda vâki olması
konusunda ihtilâf etmişlerdir.»
îbn Hazm'm görüşü; üç
talâkı tamamlayan boşama ile, temastan Önce vâki olan boşamanın talâk-ı bâin
olduğu, bunun dışındakilerin ise talâk-ı bâin olmadığı şeklindedir. İbn Hazm
şöyle demiştir:
«İslâm dininin esası
olan Allah'ın kitabında ve Rasûlüllah'in hadislerinde kendisinde ric'ât
bulunmayan talâk-ı bâinin var olduğunu bulamamaktayız. Ancak toplu halde veya
ayrı ayrı verilen üç talâkla yahut cima yapmadan önce boşanan kadın bunun
dışındadır. Bundan fazlası ise yoktur. Mısır'daki ahval-i şahsiyye kanunu,
kocanın ayıplı olması veya kayb olması yahut kocanın hapsolması veya kadına
zarar vermesi halindeki boşamayı talâk-ı bâin saymaktadır.
Talâk-ı bâin; üçten az
olarak vâki olduğu zaman beynuneti suğ-ra, üçü tamamlandığı takdirde ise
beynuneti kübrâ ismini alır.
Beynunet-i suğra iîe
vâki olan talâk, koca tarafından vâki olmakla evlilik bağını giderir. Evlilik
bağı ortadan kalkınca, boşanan kadın, kocasına nisbetle yabancı bir kadın olmuş
olur ki, kocasının ondan faydalanması helâl değildir. îddet bitmeden önce veya
sonra eşlerden birinin Ölmesi halinde diğeri ona varis olamaz. Talâk-ı bâinle
boşanma ve ölüm durumlarında, verilmesi gereken mehrin kalan kısmının alınması
helâl olur.
Kocanın Beynûnet-i
suğra ile boşamış olduğu karısına, başka kocayla evlenmeden yeni bir akd ve
mehirle dönmesi hakkı vardır. Karısına tekrar döndüğü zaman daha Önce kullanmış
olduğu talâk hâlâ aynen geçerli olur. Meselâ daha önce bir talâkla karısını boşamışsa
tekrar onu aldıktan sonra iki talâk hakkı daha kalmış olur. Şayet daha önce iki
talâkla boşanmışsa, ancak bir talâk hakkı kalmış olur.
Beynunet-i suğra ile
vâki olan taîâk beynunet-i suğra gibi evlilik ilişkisini giderir ve beynûnet-i
suğra'nın hükümlerini alır. Ancak beynünet-i kübrâ'da kadın başka bir kocayla
sahih bir nikâhla nikahlanıp, tahlil nikâhı kasdetmeksizin ikinci koca onunla
yatmadığı müddetçe birinci kocanın bu kadına dönmesi helâl olmaz.
Çünkü Allahu Tealâ
şöyle buyurmuştur. «Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka biriyle
evlenmedikçe bir daha kendisine helâl olmaz.» (Bakara, 230). Yani karısını
üçüncü kez boşarsa kadın başka birisiyle evlenmeden birinci kocasına helâl
olmaz. Çünkü Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, Rifâe'nin karısına;
«Hayır, birbirinizin balçığından tatmadığınız müddetçe olmaz.» demiştir.
Beynûnet-i kübrâ ile
boşanan kadın, başka bir kocayla evlendikten sonra tekrar boşansa ve iddeti
bittikten sonra birinci kocayla evlenecek olsa, birinci kocanın, karışma yeni
bir akidle sahip olup üç talâk hakkı bulunduğu hususu âlimler arasında ittifak
konusudur. Çünkü ikinci koca, birinciye ait olan helâlliği kaldırmış sayılır.
Birinci koca ona yeni bir akidle tekrar döndüğü zaman, bu akid yeni bir
helâllik kurmuş olur.
Beynûnet-ı suğra ile
boşanan kadın, iddeti bittikten sonra başka birisiyle evlenip sonra boşanarak
birinci kocaya döndüğünde Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre durum beynunet-i kübrâ
gibi olur, yeni bir helâllıkla birinci koca karısına dönmüş ve üç talâk hakkı
saklı olarak ona sahip olmuş olur.
îmam Muhammed ise
şöyle demiştir: «Birinci koca daha önce kullanmış olduğu talâklar sayılarak
karısına dönmüş olur. Bu ki-şi, karısını ric'î talâkla boşamış, yahut
beynûnet-i suğra ile boşadıktan sonra yeni bir akidle karısına varan kimse gibi
olmuş olur.»
İşte bu meseleye
fıkıhta «hedm» meselesi denir. Yani ikinci koca, üç talâkta olduğu gibi, üçten
az vâki olan talâkta daha öncekileri kaldırır mı, kaldırmaz mı? meselesi
demektir.
Kur'ân'da ve açık
sünnette ölüm döşeğindeki hastanın karısını boşaması hakkında bir hüküm sabit
olmamıştır. Ancak sahabeden sabit olduğuna göre Abdurrahman bin Avf ölüm
döşeğindeki hastalığında karısını boşadı. Bunun üzerine Osman (r.a.) kadının
ölen kocasının mirasından alması yönünde hüküm vererek «Abdurrahman bin Avf
karısını boşamakla, onu miras hakkından mahrum bıraktı, şeklinde onu itham
etmek için değil, sünnetin bu şekilde olduğunu belirtmek için böyle hüküm
verdim.» demiştir.
Bunun için Abdurrahman
bin Avf'ın kendi nefsine şöyle dediği varid olmuştur. «Ben karımı ona zarar
vermek için veya miras hakkından kaçınmak için boşamadım.» Yani karısının kendisinden
alacağı mirasım inkâr etmiş değildir.
Osman b. Affân'ın
durumu da bunun gibidir. Osman (r.a.) evinde abluka altındayken «Uyeyne b.
Hısn el-Fizarî'nin kızı Ümmü'1-Be-nin adındaki karısını boşamıştı. Osman (r.a.)
Öldürülünce karısı, Ali (r.a.)'a geldi ve durumu haber verdi. Bunun üzerine
Ali, kadının Osman'dan düşen mirasını alması yönünde hüküm vererek şöyle dedi:
«Daha önce onu bırakmıştı. Ne zaman öleceğini anladı o zaman karısını boşadı.»
İşte bundan dolayı
ölüm döşeğindeki hastanın karısını boşaması konusunda fakihler ihtilâf
etmiştir.
Hanefîler şöyle
demiştir: «Hasta karısını talâk-ı bâinle boşar ve bu hastalıktan ölürse, karısı
kendisine varis olur. Şayet iddet bittikten sonra ölürse karısının miras hakkı
yoktur. Yine bir kimse bir adamla savaşırsa veya kısas yahut recm cezasında
öldürülmek üzere öne çıkartılırsa bu şekilde Ölmesi veya öldürülmesi durumunda
aynıdır. Eğer kendi emriyle karısını üç talâkla boşarsa veya karısına «sen
kendin boşanmayı seç» der de kadın da kendisi için boşanma yolunu seçer veya
kocasından para karşılığında boşanırsa bu durumda kadın iddet beklerken adam
ölürse kadın kocasına varis olamaz. Bu iki durum arasındaki fark şudur.
Birinci durumda talâk bir kişiden vâki olmuştur ki bu kişi karısını miras
hakkından mahrum etmek için boşadığı hissini vermektedir. O bakımdan düşüncesinin
tersi ile muamele görür ve engel olmasını istediği hakkı vermesi gerekir. Bunun
için bu talâka miras hakkından kaçmak anlamına gelen «Talâk-ı fâr» denir.
«İkinci durumdaki
talâkta ise mirastan kaçınma düşünülemez. Çünkü bu talâk ile kadın boşanmayı
emretmiş ve kendisine uygun görerek razı gelmiştir. Mahsur kalan yahut savaş
meydanında bulunan kimsenin talâk-ı bâinle karısını boşaması durumu da bunun
gibidir.»
Ahmed ve İbn Ebî Leylâ
şöyle demişlerdir: «Kadının, iddeti bittikten sonra, başkasıyla evlenmediği
müddetçe miras hakkı vardır.»
Mâlik ve Leys ise
«îster iddet beklesin, ister beklemesin kadının miras hakkı vardır.»
demişlerdir. Şafi'î «Varis olamaz» demiştir.
Bidayetü'l-Müctehid kitabında
yazarı şöyle demiştir: «İhtilâfın sebebi, âlimlerin, sedd-i zerâî ile amel
etmenin vacip olması konusundaki ihtilâflarından kaynaklanmaktadır. Bu şöyle
olur: Hasta kişi hastalığı anında karısını boşadığı zaman onu mirastan mahrum
etmekle itham olunur. Bu durumda şeddi zerâî'i dikkate alanlar kadına mirasın
verilmesi gerektiğini söylemişler, sedd-i zerâi'i dikkate almayıp talâkın
vücubunu dikkate alanlar ise kadına mirası gerekli görmemişlerdir. Bu taife
şöyle demektedir. «Eğer talâk vâki olmuşsa, talâkın tüm hükümlerinin geçerli
olması gerekir. Şayet talâk vâki olmamışsa o zaman evlilik tüm hükümleriyle
devam etmektedir.»
«Onların bu
münakaşalarına iki cevaptan birisi gerekir. Çünkü «Şer'î Şerifteki, bir kısmı
talâk hükmünü, bir kısmı ise evlilik hükmünü içeren bir talâk çeşidi vardır,»
demek zordur. Bundan daha zoru, miras bakımından talâkın sahih olması veya
olmaması arasında fark olduğunu söylemektir.
«Fakat bunu
söyleyenler, bu görüşün Osman ve Ömer'in fetvası olduğuna sevinmişler, hatta Malikîler
bu görüşün sahabe icmâı olduğunu zannetmişlerdir. Onların bu sözlerinin bir
anlamı yoktur. Şüphesiz bu konuda İbn Zübeyr'den hilaf vâki olduğu meşhurdur.
«İddet müddetinde
kocasına vâris olur, diyenin görüşüne gelince; onlara göre iddet, evlilik hükümlerinin
bir bölümündendir. Bu kimse sanki iddeti, ric'î talâkla beklenen iddet'e
benzetmektedir ki bu görüş Ömer ve Aişe (r.a.)'dan rivayet olunmuştur.
«Kadın evlenmediği
müddetçe miras alabileceğini şart koşan, «Bir kadının iki kocaya varis
olamayacağı» üzerine müslümanlann icmâ:mı dikkate almıştır.»
Âlimler, kadının
kendisinin talâkı istemesi veya kocanın kadına talâkı bırakıp kendini boşaması
hakkında ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanife; «Bu durumda kadın asla vâris olamaz»
demiştir.
Evzâî, temlik ve talâk
arasmı ayırmış «Temlikte kadının miras hakkı yok, talâkta vardır,» demiştir.
Mâlik bu durumların
hepsini eşit görerek; «Kadın Ölürse, erkek ona varis olamaz, erkek ölürse
kadın ona varis olur» demiştir ki, bu görüş gerçekten asıl delillere muhaliftir.
İbn Hazm şöyle
demiştir: «Hastanın talâkı, sağlam kişinin boşaması gibidir. Hasta ister ölsün
ister ölmesin arada bir fark yoktur. Eğer hasta üç talâkı birden kullanırsa
yahut hastalığında üçüncü talâkı kullanırsa veya cimadan önce vâki olup adam
ölür, yahut iddet bitmeden önce veya sonra kadın ölürse veya talâk-ı ric'î
vâki olup adam ölmeden önce kadına dönmezse yahut iddet tamam olduktan sonra
kadın ölürse bu durumların hiçbirisinde erkek kadına kadın da erkeğe varis
olamaz. Sağlam kişinin hasta karısını, hasta kişinin sağlam karısını boşaması
bunun gibi olup arada bir fark yoktur. Yine Öldürülmek için tevkif edilenle
doğum sancısı içinde bulunanın talâkı da bunun gibidir, tşte insanların ihtilâf
ettikleri nokta burasıdır.»
Talâk, kocanın
haklarından bir haktır. Bizzat kendisi karısını boşayabileceği gibi boşama
işlemini kadının kendisine bırakma ve boşama konusunda başkasını vekil etmesi
hakkı vardır.
Karıyı muhayyer kılma
ve vekil tutma durumlarının tümü kocanın hakkını düşürmeyip, o hakkı istediği
zaman kullanmasına da engel değildir.
Zahiriler bu görüşe
muhalefet ederek şöyle demişlerdir: «Kocanın talâk konusunda işi karısına
bırakması veya başkasını vekil etmesi caiz değildir.»
îbn Hazm şöyle
demiştir: «Bir kimse karısını kendisini boşamaya yetkili kılarsa, bunu
uygulaması lâzım gelmeyip kadın, ister kendi nefsini boşasın ister boşamasın,
boşamış sayılmaz. Çünkü Allahu Teâlâ boşamayı erkekler için bir hak kılıp
kadınlar için kılmamıştır.
Kadını muhayyer
bırakmakla ilgili kipler :
1. «Kendin için uygun olara seç.»
2. «Emrin elindedir.»
3. «Dilersen kendini boşa.»
Fakihler bu kipler
konusunda ihtilâf ederek değişik görüşler belirtmişlerdir. Bu görüşleri kısaca
aşağıda özetliyoruz:
Fakihler bu kiple
talâkın vâki olacağı görüşündedirler. Çünkü Şer'î Şerif bu kipi, talâk
kiplerinden saymıştır. Bu konuda Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:
«Ey Nebî; eşlerine
şöyle söyle: Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız, gelin size bağışta
bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, Rasûlü'nü, Ahiret yurdunu
istiyorsanız biliniz ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük ecir
hazırlamıştır.» (Ah-zab; 29)
Bu âyet nazil olunca
Âişe (r.a.)'nın yanına girdi ve ona şöyle dedi: «Ben, Rasûlü'nün lisanı üzerine
Allah'tan sana bir emir hatırlatmaktayım. Acele etme, git annen-babanla
görüş.» Âişe (r.a.); «Ne hususta onlarla görüşeyim?» dedi. Bunun üzerine
Rasûlüllah sal-lallahu aleyhi ve sellem bu âyeti okudu. Âişe (r.a.) «Senin
hakkında mı anne-babamdan izin isteyeceğim? Ben Allah'ı, Rasûlü'nü ve Ahiret
yurdunu seçtim,» dedi. Âişe (r.a.) devamla «Söylediğin bu sözü hanımlarından
diğerlerine bildirmemeni istiyorum.» dedi. Rasûlüllah; «Benden böyle bir istekte
bulunma. Durumu onlara haber vereceğim.» buyurdular. Sonra Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sel-lem'in diğer hanımları da Âişe'nin yaptığı gibi
yaptılar. Allah'ı, Rasûlü'nü ve Ahiret yurdunu seçtiler.
Buharı, Müslim, Ebû
Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî'nin Aişe'den rivayet ettikleri hadiste Âişe (r.a.)
şöyle demiştir: Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem biz hanımlarını
muhayyer bıraktı. Biz de Allah'ı ve Rasûlü'nü seçtik. Rasûlüllah bunu talâk
saymadı.» Müslim'in lâfzında ise şöyle geçmektedir: «Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem hanımlarım muhayyer bıraktı. Onun bu muhayyerliği talâk sayılmadı.»
Bu rivayette; «Şayet
Rasûlüllah'in hanımları kendi nefislerini seçmiş olsalardı, talâk sayılmış
olacağına ve bu lâfzın talâkta kullanılacağına delâlet vardır.»
Bu konuda fakihlerden
hiçbirisi ihtilâf etmemiştir.
Kadın kendi nefsini
seçtiği zaman bunun talâk sayılacağı konusu ihtilaflı bir konu iken bazıları
bunun talâk-ı ric'î olduğunu söylemişler ki, bu görüş Ömer, İbn Mes'ûd ve İbn
Abbas'tan (r.a.) rivayet olunmuştur. Ömer bin Abdülaziz, îbn Ebî Leylâ, Süfyan,
Şafi'î, Ahmed ve îshak'm görüşü de budur.
Bazıları ise; «şayet
kadın kendi nefsini seçerse bu talâk-ı bâin olur.» demişler. Bu görüş Ali b.
Ebî Talip'ten rivayet olunmuştur. Hanefîler de aynı şeyi söylemişlerdir.
Mâlik b. Enes ise
şöyle demiştir: «Eğer nefsini seçerse bu üç talâk sayılır. Şayet kocasını
seçerse bir talâk sayılır. HaneEîler bu yolla talâkın vâki olması için kocanın
ve karının kelâmında nefis sözcüğünün geçmesini şart koşmuşlardır. Meselâ koca,
karısına «seç» der, kadın da «seçtim» derse bu batıl bir söz olup, bundan bir
şey lâzım gelmez.
Kişi karısına «emrin
elindedir» (Yani boşanmak konusunda karar sana aittir.) der, kadın da kendini
boşarsa, Ömer ve Abdullah bin Mes'ud (r.a.)'ya göre bu bir talâk sayılır.
Süfyân, Şafi'î ve Ah-med'in görüşleri de bu yöndedir.
Hanefiler şöyle
demişlerdir: «Bu ifade ile bir defa talâk-ı bâin vâki olur. Çünkü talâk işini
kanya bırakmak kadın Üzerindeki sultasının gitmesini gerektirir. Kadın kendi
isteğiyle bunu kabul edince, ric'at imkânı olmakla beraber talâk vacib olur.
Şafiî erkeğin
niyetinin muteber olduğu görüşüne varmıştır. Eğer bire niyet ederse, bir talâk,
üçe niyet ederse, üç talâk sayılır. Erkeğin, verdiği talâkı bizzat inkâr etmesi
ve sayı bakımından şu kadar talâkla boşamıştım, demesi hakkı olduğu gibi
muhayyerlik veya temlik konusunda da aynı hakka sahiptir.
Diğerleri ise, «eğer
kadın birden çok talâka niyet ederse niyet ettiği şey vâki olur» demişlerdir.
Çünkü kadın, erkek gibi sarih olarak üç talâka malik olmuş olur.
Eğer kadın kendi
nefsini üç talâkla boşar, koca da «ben ancak bunlardan bir tanesini kabul
ediyorum,» derse, kadın bunun sözüne iltifat etmez. Hüküm kadının verdiği
hükümdür. Osman, îbn Ömer ve İbn Abbas'ın görüşü budur. Ömer ve İbn Mes'ud; Abdullah
bin Mes'ud'un kıssasında geçtiği gibi «Bir talâk vâki olur,» demişlerdir.
Îbn Kudâme Muğnî
kitabında şöyle demiştir: «Talâk işi kadına bırakıldığı zaman, bu hak o andaki
oturumla bağlı olmayıp, sürekli olarak geçerlidir.
«Bu görüş Ali'den
rivayet olunmuştur. Ebû Sevr, îbn Münzir ve Hakem de aynı şeyi söylemişlerdir.
«Mâlik, Şafii ve «rey
taraftarları» şöyle demişlerdir: «Muhayyerlik sadece o meclise aittir.
Meclisten ayrıldıktan sonra kadının boşama hakkı kalmaz. Çünkü kocanın «kendin
seç» demekle talâk konusunda karısını muhayyer kılması o meclise ait olmuş
olur.
«Birinci görüş tercih
olunmuştur. Çünkü Ali, talâk konusunda karısını muhayyer bırakan adama «seni
vekil birakmcaya kadar o hak onundur» demiştir.»
îbn Kudâme devamla
demiştir ki: «Sahabeden bu görüşe muhalif olanını bilmiyoruz. Durum böyle olunca
bu konuda icma ha-sil olmuştur. Çünkü bu, bir nevi talâkta vekil bırakmadır. O
bakımdan yabancı birisini vekil bırakma durumunda olduğu gibi, muhayyer
bırakma sürekli olarak geçerli olur.»
«Eğer koca karısına
bıraktığı talâktan vazgeçerse veya 'sana verdiğim muhayyerliği feshettim'
derse bu sözü batıldır. 'Atâ, Mücahid, §a'bî, Nfeha'î, ve Evzâ'î böyle
söylemişlerdir.
«Zührî, Sevrî, Mâlik
ve «rey taraftarları», «Kocanın dönmek hakkı yoktur. Çünkü karısına bu şekilde
sahip olmuştur. Dönme hakkına sahip değildir.» demişlerdir.»
îbn Kudâme devamla
demiştir ki: «Eğer koca, karısıyla cima ederse talâk hakkına dönmüş olur. Çünkü
bu bir
nevi vekil bırakmadır.
Vekil bıraktığı konuda tasarruf etmek vekâleti iptal ettiğini gösterir.
«Eğer kadın kendisine
verilen talâk hakkını reddederse, vekâletin fesh olmasıyla vekillik hükümsüz
olduğu gibi adına verilen muhayyerlik de hükümsüz olur.»
Hanefiler şöyle
demişlerdir: «Bir kimse karısına; 'kendini boşa' der, bunu derken niyet etmezse
veya bir talâka niyet ederse bunun
üzerine kadın da
'kendimi boşadım' derse bir ric'î talâk vâki olmuş olur. Eğer kadın üç talâk
ile kendini boşarsa, kocası da üç talâkı isterse, bu talâklar vâki olur. Şayet
koca, karısına 'kendini bo-Şa 'der, kadın da 'kendimi bâin talâkla başadım'
derse, boş olur. Eğer kadın 'nefsimi seçtim' derse, boş olmaz. Koca karısına
'dilediğin zaman kendini boşa' derse, kadının o mecliste ve daha sonra kendini
boşama hakkı vardır. Eğer koca kendi karısını boşamasını bir adama söylerse
adam sadece o mecliste karısını boşayabilir.
Karıyı boşamak
konusunda başka birisini vekil tutmak sahihtir. Bunun hükmü, aynı mecliste ve
daha sonra geçerli olmak üzere talâkın kadına bırakılması hükmüdür. Şafi'î
başkası hakkında bu görüşe muvafakat etmiştir. Çünkü kişi başkasına «karımı boşamakta
yetkil:sin», «karımı boşamakta muhayyersin» isterse «karımı boşa» demiş olsun
bu sözler vekil bırakmadır.
Ebû Hanife'nin
arkadaşları «Başkasını vekil bırakma, sadece o meclise aittir. Çünkü bu bir
nevi muhayyerlik olup, kocanın ka-nsma «kendin için seç» demesine
benzemektedir» demişlerdir.
Muğnî sahibi şöyle
demiştir: «Bize göre bu vekâlet mutlak olup, alışverişteki vekâlet gibi süreklilik
ifade eder. Durum böyle olunca, koca, vekâleti feshetmediği veya karısıyla
cimada bulunmadığı müddetçe vekilin, karısını boşama hakkı vardır. Aynen
talâkın kadına bırakılması gibi vekil bir ve üç talâkla karısını boşayabilir.
«Kişi talâk
konusundaki vekâletini ancak vekâlet vermek caiz olan akıllı kişiye verebilir.
«Çocuk ve deliye
gelince, bunlara talâk emrini vermek sahih değildir. Şayet bunlar vekil
tutulacak olursa bunların talâkları vâki olmaz. Rey sahipleri ise sahih olur
demişlerdir.»
Bu sigalar bazen,
talâk işini kadına bırakmak veya hiçbir şeyle kayıtlamadan «nefsin için uygun
olanını seç» cümlesine ilâve yapmadan mutlak olarak getirilir.
Bu durumda kadının,
eğer orda ise, talâk işinin kendisine bırakıldığı mecliste kendini boşayabilme
hakkı vardır. Şayet orda değilse talâk iznini öğrendiği mecliste hakkım
kullanabilir. Meclis değiştikten sonra boşama hakkına sahip olmadığından kendi
nefsini boşayamaz. Çünkü ifade mutlak olup, sadece o meclise yöneliktir.
Meclis değişince aynı hakka sahip olamaz.
Bu hüküm, talâkı
kadına bırakmanın umumiliğine delâlet eden bir işaret bulunmadığı haldedir.
Meselâ nikâh akdedilirken talâkın kadına bırakılması gibi. Çünkü bu anda talâkı
karısına bırakan kocanın, karısının aynı mecliste kendisini boşama hakkına
sahip olacağını kasdettiği düşünülemez, işte bu siga, halin delaletiyle umumilik
ifade eder..
Talâkın kadına
bırakılması ile ilgili sözler, bazen umumi olurlar. Meselâ kişinin karısına;
«dilediğin zaman nefsine uygun olanını seç» veya «istediğin zaman emrin
elindedir» demesi gibi. Bu durumda kadın, istediği zaman kendini boşayabilir.
Çünkü koca, kendini boşama hakkına umumî olarak sahip olmak şartıyla karısına
malik olmuştur. Öyleyse kadın bu hakkını kullanabilir. Ve herhangi bir vakitte
kendini boşayabilir.
Bu sigalar, talâk
hakkını bir sene müddetle kadına vermek gibi bazan muayyen vakti belirlerler.
Bu durumda kadın ancak belirli vakitte kendini boşayabilir. Belirli vakit
geçtikten sonra ise talâkta hakkı yoktur.
Nikâh akdinden önce
veya sonra talâk hakkını kadına vermek caizdir. Ancak Hanefiler; nikâh akdi
zamanında akde ilk başlayan tarafın kadın olmasını şart koşmuşlardır.
Meselâ kadının erkeğe;
«Ne zaman istersem boşanmam üzere, talâk hakkının bana ait olması şartıyla,
nefsimi sana nikahladım» der, erkek te «kabul ettim» derse, bu kabul ile
evlilik tamam olup, kadının boşama hakkı doğar. Ve kadın istediği zaman kendini
boşayabilir. Çünkü kocanın kabulü, önce evliliğe sonra da talâkı kadına
bırakmaya yöneliktir.
Ama erkeğin kadına,
«istediğin zaman boşanman üzere ismetin elinde olarak seninle evleniyorum»
demesi ve kadının da kabul ettim demesi gibi talâkı kadına bırakmaya yakın bir
icabla koca nikâh akdine başlarsa, bununla nikâh akdi tamam olur. Fakat talâk
hakkının kadına geçmesi sahih olmaz. Bu durumda kadının kendi nefsini boşaması
hakkı yoktur.
îki durum arasındaki
farka gelince, birinci durumda koca, akid tamam olduktan sonra talâk hakkını
kadına vermiştir. Böylece koca evlilik akdinin tamamlanmasıyla sahip olunan
talâk hakkıyla boşamaya mâlik olmuştur.
İkinci durumda ise,
kocanın boşamaya mâlik olması, ona sahip olmadan önce gerçekleşmiştir. Çünkü
sadece icab gerçekleşip, kabul gerçekleşmediği için evlilik akdi tamamlanmadan
koca, talâka mâlik olmuştur.
Hâkimin boşama karan
verdiği durumlar, Mısır'da 1920 ve 1929 senesinde çıkan kanunla belirlenmiştir.
Bu durumlar hakkında açık ve sarih bir nas bulunmadığı cihetle çıkartılan
kanun, fakih-lerin içtihadından istifade edilerek hazırlanmış ve bu kanunla insanlardan
zorluğu kaldırmak müsamaha dini olan islâm'ın ruhuna uygun düşen yoldan
yürüyerek kolaylık gözetilmiştir.
1920 senesi 25 nolu
kanunla, nafaka verilmemesi ve eşlerde ayıbın bulunması hallerinde boşanma
hükmü getirilmiştir.
1929 senesi 25 nolu
kanunda ise eşlerin zarar görmesi, özürsüz olarak kocanın kaybolması ve kocanın
hapsolması durumlarında hâkimin boşama karan vermesini hükme bağlamıştır.
Ayıbdan dolayı hâkimin
boşama karan vermesi dışında bu kanunun kendine özel maddelerini sıralayarak
ilgili hükümleri aşağıda açıklıyoruz: (Ayıb'dan dolayı boşama hakkında ise
daha önce açıklama geçmiştir.)
Mâlik, Şafii ve Ahmed,
kadının isteği üzerine kocasının açık malı bulunmaması halinde nafaka ödemediği
takdirde, hâkimin hükmüyle ayrılmanın caiz olduğu kanaatine varmışlar ve bu
görüşlerine aşağıdaki delillerle delil getirmişlerdir.
1. Koca,
karısını ya iyilikle tutacak veya onu serbest bırakıp iyilikle boşayacaktır.
Çünkü Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: «Boşama iki defadır. (Bundan sonrası) Ya
iyilikle tutma ya da iyilik yaparak boşamadır.» (Bakara; 229) Şüphe yok ki,
nafaka verilmemesi, iyilikle tutmaya zıttır.
2. Allahu
Teâlâ şöyle buyuruyor: «Haklarına tecavüz
etmek için onlara zararlı olacak şekilde tutmayın.» (Bakara; 231).
Rasûlüllah sallallahu
aleyhi vesellem de, «İslâm'da zarar vermek ve zararla mukabele etmek yoktur.»
buyurmuşlardır.
Kadına infakı
terketmekten daha büyük hangi zarar olabilir? Bu zararı gidermek, hakime düşen
bir görevdir.
3. Hakimin,
kocadaki ayıpdan dolayı eşlerin arasını ayırması kabul edildiğine göre, kocanın
infak etmemesi, kadına en şiddetli eza ve kocada ayıbın bulunmasından daha çok
kadına bir zulümdür. Öyleyse infakın bulunmaması durumunda eşleri ayırmak daha
evlâdır.
Hanefiler, sebep ister
mücerred olarak infaktan kaçınmak isterse zor duruma düşmekten ve infaktan
aciz kalmaktan dolayı olsun kocanın infak etmemesi durumunu ayrılma sebebi
saymamışlardır. Onların delilleri şunlardır:
1. Allahu
Teâlâ şöyle buyurmuştur: «Varlıklı olan kimse, nafakayı varlığına göre
versin; rızkı ancak kendisine yetecek
kadar verilmiş olan kimse, Allah'ın
kendisine verdiğinden versin, Allah kimseye verdiği rızkı aşan bir yük
yüklemez. Allah güçlükten sonra kolaylık verir.» (Talâk; 7)
îmam Zührî'ye,
ailesine nafaka vermekten aciz kalan adam hakkında, «araları ayrılır mı?» diye
sorulduğunda «Acele etme, onların aralan ayrılmaz» demiş ve yukarda geçen ayeti
okumuştur.
2. Sahabenin
içerisinde zengin ve fakir olanlar vardı. Onların hiçbirisinden, fakirliği ve
zor durumda kalması sebebiyle nafaka ödemeyen kocanın karısıyla arasını Nebî aleyhisselam'ın ayırdığı bilinmemektedir.
3. Nebî
aleyhisselam'ın hanımları, yanında
olmayan şeyleri, Nebî aleyhisselam'dan istemişlerdi. Bunun üzerine Nebî
aleyhisse-lam bir ay onlardan uzaklaştı. Bu uzaklaşma onlara bir nevi ceza
vermekti.
Kocanın yanında
bulunmayan bir şeyi ondan istemek suç sayıldığına göre, koca maddi açıdan zor
durumda kalınca hakkında ayrılma talebinde bulunmak, kocaya yapılacak en büyük
zulümdür ki, böyle bir şeye iltifat edilemez.
4. Hanefiler
dediler ki: «Gücü yetmekle birlikte infaktan kaçınmak zulüm sayıldığına göre,
bu zulmü kaldırmanın yolu, infak için malını satmak veya ailesine infak
edinceye kadar kocayı hapsetmektir. Başka yollar mevcut olduğu sürece bu zulmü
kaldırmak için eşlerin arasını ayırmaya karar verilemez. Durum böyle olunca,
infaktan dolayı hakim eşlerin arasını ayırmaz. Çünkü talâk, hak sahibi olan
koca tarafından vuku bulan Allah'a en sevimsiz gelen helâldir. Böyle bir ceza
tayin edilmemişken hakim nasıl bu yola başvurabilir. Sonra boşanma yolu, zulmü
kaldırmak için tek çıkar yol da değildir.
Buraya kadar
bahsettiklerimiz koca infaka kadir olduğu zamandır. Şayet koca fakir ise, o
durumda zulüm vâki olmamış olur. Çünkü Allahu Teâlâ bir nefsi ancak verdiği
nimetle sorumlu tutar.
Mısır Medenî
Kanunu'nun 5. maddesi şöyledir: «Eğer koca yakın bir yerde gözden ırak ise ve
kendisinin de malı varsa, bu malından nafaka verilmesi yönünde hüküm verilir.
Şayet açıkta malı yoksa, hâkim iyi yollarla bu kimseyi mazur sayar ve ona
belli bir müddet tanır. Hanımının kendine harcayacağı malı göndermezse veya
hanımına infak etmek için gelmezse, müddet bittikten sonra hâkim boşama kararı
verir. Eğer koca, kendisine ulaşmak mümkün olmayan uzak bir yerden ise veya
durumu bilinmiyorsa yahut kaybolmuş olup hanımına infak edeceği bir malı
bulunmadığı sabit olursa hâkim boşama karan verir.»
Bu maddeyle ilgili
hükümler, nafakadan aciz kalan mahpus üzerine de geçerli olur.
Madde 6 : «Kocanın
infak etmemesi yüzünden hâkimin boşaması ile ric'i talâk vâki olur. Durumu
düzeldiği ve iddet müddetinde infaka hazır hale geldiği zaman, kocanın
hanımına dönmesi hakkı vardır. Şayet durumu düzelmez ve infaka hazır hale
gelmezse hanımına dönmesi sahih değildir.»
imâm Malik; emsalleri
arasında beraber kalmaları mümkün olmayacak şekilde bir zararla kocasının
kendisine zarar verdiğini iddia etmesi durumunda, kadının hakimden ayrılma
talebinde bulunabileceği görüşündedir.
Bu zararlar şöyle
olabilir : Meselâ kadını dövmesi, ona sövmesi veya dayanılmayacak şekilde herhangi
bir eziyetle ona eziyet etmesi, yahutta haram olan bir sözü söylemeye veya bir
fiili yapmaya onu zorlaması gibi.
Eğer kadının delil
getirmesi veya kocanm itiraf etmesi ile kadının iddiası' hâkimin yanında sabit
olursa ve yapılan eziyet, benzerleri arasında beraber kalmaya takat
getirilemeyecek şekilde ise ve hâkim aralarını düzeltmekten aciz kalırsa bu
durumda onların aralarını bâin talâkla ayınr.
Şayet kadın delil
getirmekten aciz kalırsa veya koca kadına za: rar verdiğini ikrar etmezse
kadının iddiası düşmüş olur.
Eğer kadından tekrar
şikâyet vâki olup ayrılma talebinde bulunursa, mahkemece iddiasının doğruluğu
ispatlanmazsa hâkim, re-şît, âdil ve erkek olmak şartıyla aile hayatından
haberdar olan ve eşlerin arasım düzeltme kudretine sahip iki hakem tayin eder.
Hakemlerin eşlerin ailelerinden seçilmeleri daha güzeldir. Ancak bulunmazsa
başkası da hakem olabilir. Hakemlerin eşler arasındaki gerginliğin sebeplerini
öğrenmeleri ve imkân nisbetinde aralarım bulmaları gerekir. Şayet aralarım
bulmaktan aciz kalınıyor, geçimsizlik her ikisinden veya sadece koca
tarafından meydana geliyorsa, gerçek durum ortaya çıkmamışsa hakim talâkı
bâin'le aralarını ayınr. Şayet geçimsizlik hanım tarafından olursa eşlerin
arası talâkla değil hulû ile ayrılır.
Eğer hakemler bir
görüş üzerinde ittifak etmezlerse, hâkim tekrar araştırma ve inceleme
yapmalarını emreder. Yine bir görüş üzerinde birleşemezlerse hâkim
başkalarıyla onlan değiştirir. Hakemlerin üzerinde karar kıldıkları
görüşlerini hakeme arz etmeleri ve hâkimin de bu görüş üzerinde hüküm vermesi
gerekir.
Bu meselenin aslı
Allahu Teâlâ'nm şu ayet-i kelimesidir: «Kan kocanın arasının açılmasından
endişelenirseniz .erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem
gönderin. Bunlar düzeltmek isterlerse Allah onların aralarım buldurur.» (Nisa;
35)
Yine Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: «Boşanma iki defadır. (Bundan sonrası) Ya iyilikle tutma ya da
iyilik yaparak boşamadır.» (Bakara; 229)
İyilikle tutma geçmiş,
artık iyilikle boşama tayin edilmiştir.
Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem; «İslâm'da zarar vermek ve zarar ile mukabele etmek yoktur»
buyurmuşlardır.
1929 senesi, 25 nolu
kanunun 6. maddesi aynen şöyledir: «Kadın emsalleri dikkate alınarak, beraber
kalmaları mümkün olmayacak şekilde kocasından zarar gördüğünü iddia ederse,
hakimden ayrılma talebinde bulunabilir. Kadının zarar gördüğü sabit olur ve hakim
aralarım düzeltmekten aciz kalırsa talâk-i bâinle onlan boşar.»
Şayet hakim aynlma
isteğini reddeder de sonra tekrar şikâyet gelirse ve herhangi bir zarar da
mevcut değilse hakim, 7-8-9-10 ve 11. maddelerde açıklanan şekilde hüküm verir.
Madde 7 : «Tayin
edilen iki hakemin erkek, adaletli mümkünse tarafların ailesinden olmaları
şart koşulur. Eğer mümkün değilse, eşlerin durumunu bilen ve aralarını bulmaya
yetenekli yabancılardan da hakem seçilebilir.»
Madde 8 : «Hakemlerin
eşler arasındaki geçimsizliğin sebeplerini öğrenmeleri ve aralarını bulmak
için gayret sarfetmeleri gerekir. Şayet belli bir yol üzerinde birleşirlerse,
o yolu kararlaştırırlar.»
Madde 9 : «Hakemler
eşlerin arasını bulmaktan aciz kalır, kötülük koca tarafından veya her
ikisinden meydana gelirse yahut durum belli olmazsa bu durumda hakim talâkı
bâinle aralarını ayırır.»
Madde 10 : «Şayet
hakemler aralarında anlaşamazlarsa, hakem araştırmayı tekrar etmelerini
onlardan ister. Yine ihtilâf ederlerse, onların yerine başka iki hakem tayin
eder.»
Madde 11 : «Hakemlerin
kararlaştırdıkları bilgileri hakime iletmeleri hakimin de bu bilgiler
doğrultusunda hüküm vermesi gerekir.»
Kocanın gıyabında
boşama, kadından zaran defetmek için Mâlik ve Ahmed'in görüşüdür.
Kadın, kendisini
bırakıp kaybolan kocasından ona infak edecek malı bulunsa bile aşağıdaki
şartlarla aynlma talebinde bulunabilir.
1. Kocanın kaybolmasının, geçerli olmayan bir
Özürden dolayı olması.
2. Kocasının kaybolmasıyla kadının zarar
görmesi.
3. Kocasının .bulunduğu beldenin dışına çıkmış
olması.
4. İçinde kadının zarar gördüğü bir senenin
geçmiş olması.
Eğer kocanın
kaybolması Öğrenim görmek, ticari girişimde bulunmak, şehrin dışında görevli
olmak, uzak yerde askerlik yapmak gibi geçerli bir Özürden dolayı ise, bu
durumlarda kadının aynlma isteğinde bulunmasına izin verilemez.
İkâmet ettiği beldede
kaybolması durumundaki hüküm de aynıdır.
Kadının ayrılma
talebinde bulunabilmesi için; içinde zarar gördüğü ve yalnızlık hissettiği bir
senenin geçmesi ve bu sene zarfında kendisinin Allah'ın haram kıldığı şeylere
düşmesinden korkması gerekmektedir.
Bir sene takdiri îmam
Mâlik'e göredir. Bu müddetin üç ay olduğu da söylenmiştir. îmam Ahmed'in
görüşüne göre aynlma talebinde bulunmak için geçmesi gereken en az zaman altı
aydır. Çünkü altı ay, bir kadının kocasız olarak sabredebileceği en son zaman
parçasıdır. Nitekim daha önceki bölümde geçtiği gibi Ömer'in soru sorması
neticesinde Hafsa'nm cevabı bu şekilde olmuştur.
Mâlik ve Ahmed'e göre
kocanın hapsolması sebebiyle boşama bu konuya dâhildir. Çünkü kocanın
hapsolması ondan uzak olduğu için kadına zarar vermektedir.
Kocanın üç sene veya
daha çok hüküm giydiği sabit olur ve hüküm kesinleşip infaz edilince infaz
tarihinden itibaren bir müddet veya daha fazla zaman geçerse kadın, kocasının
kendisinden uzak olması sebebiyle zarar gördüğü için hakimden boşanma talebinde
bulunabilir.
Şartlar sabit olunca
Mâlik'e göre hakim talâk-ı bâinle eşleri boşar. Ahmed'e göre ise bu talâk fesh
sayılır. îbn Teymiyye şöyle demiştir: «Bunun üzerine kaybolmuş kişinin kansı
hakkındaki icma ile verilen hüküm gibi esir mahpus ve benzerlerinin kansı
hakkında kadının kocasından faydalanma imkânı kalmadığı için aynı hüküm
geçerlidir.»
Mısır Medenî Kanununun
12. maddesi aynen şöyledir: «Koca geçerli bir özür olmadan bir sene ve daha çok
kaybolursa karısına yetecek malı bulunsa bile, kadının kocasmdan uzak
kalmasından dolayı zarar görmesi halinde hakimden talâk-ı bâinle boşanma talebinde
bulunabilir.»
Madde 13 : «Kaybolan
kocaya vasıtayla ulaşmak mümkünse hakim uzakta oluşunu bir mazeret sayarak ona
evine dönmesi için belli bir müddet tayin eder. Şayet bu müddet zarfında
karısıyla beraber kalmak için gelmezse veya karısını kaldığı yere nakil yapmazsa
yahut karısını boşamazsa bu durumda hakim karısıyla arasını ayırır.
«Eğer tayin edilen
vakit dolar, yukarıda sayılan hususları yerine getirmez ve geçerli bir özür de
ortaya koyamazsa hakim talâk-ı bâinle aralarını ayırır. Şayet vasıtayla
kaybolan kocaya varmak mümkün değilse hakim herhangi bir Özür kabul etmeden ve
bir vakit te tayin etmeden kadım boşar.»
Madde 14 : «Üç yıl ve
daha fazla müddetle hürriyeti kısıtlayıcı bir cezayla hüküm giymiş ve cezası
kesinleşmiş mahpusun karısının, bir sene geçtikten sonra görmüş olduğu zarardan
dolayı, kendisine intak edecek malı bulunsa bile kocasının hapsolmasından
dolayı talâk-ı bâin'le boşanmayı hakimden isteyebilir.»
[1] Son olarak Mısır'da bu görüş uygulanmakta olup, 1929
senesi 25 nolu kanunun ilk maddesinde: «Zorlanan kişiyle, sarhoşun talâkı
geçerli olmaz» denmektedir.
[2] Şu andaki Mısır mahkemelerindeki tatbikat buna
göredir. 1929 senesi 25 no'lu kanunun dördüncü maddesi aynen şöyledir. «Kinaye
sözle yanlan talâk: Hem talâka hem de başka şeya ihtimali olan talâktır ki, bu
sözle niyetsiz talâk vâki olmaz.»
[3] î'lâ: Karısına yaklaşmayacağına dair yemin etmektir.
İ'lâ müdleti dört aydır.
[4] Bugün Mısır'daki adete göre alışılagelmiş yemin şekli
Allah adı-ıa ve talâk üzerine yapılan yemindir. Müslümanların kullandıkları
yemin-erle yemin edip sonra yeminini bozana yemin keffareti gerektiği gibi
is-netinde bulunan karısı da ondan ayrılmış sayılır. İlk asırlarda Mekke'ye
;itmeye ve oruç tutmaya yemin ederse bugün bu tür yeminler kullanılmadığı için
sahibine yemin lâzım gelmez.
[5] Muallak talâk konusunda Mısır'da geçerli olan tatbikat
1929 senesi 25 no'lu kanunun ikinci maddesinin kapsadığı şu kanundur: «Bir şeyi
yapmak veya yapmak manasına sevkeder bir mana kasdedip başka bir şey
kasdetmediği zaman, hemen yerine getirilmesi gerekmeyen talâk vaki olmaz.»
Bu maddenin esbab-ı mucibesinin izahında göyle denmektedir: «Bugünkü
Mısır Kanunu, talâk üzerine yapılan yeminin ilgası hakkında bazı Hanefî,
Maliki ve Şafiî âlimlerinin görüşlerini almıştır. Yine aynı kanun, yemin
manasına gelen talik sözle yapılan talâkın ilgasında Ali b. Ebi Talib, Kadı
Şurayh, Davud-u Zahiri ve arkadaşlarının görüşünü benimsemiştir.
[6] Bu alimlerden bazıları seleften İbn Aliyye, İbn
Teyraiyye, İbn Hazm ve îbn Kayyım'dır.
[7] Elbette sözcüğü Arapçada katiyet yâni kesinlik İfade
eder.