VEKİLLİK.. 2

SATIN ALMADA VEKİLLİK BABI 3

SATMADA VEKİLLİK BABI 7

Bir Fasıl 9

DAVA VE TESLİM ALMADA VEKİLLİK BÂBI 10

VEKİLİN AZLEDİLMESİ BABI 12


VEKİLLİK

 

(Kişinin kendi başına yapması caiz olan her akid için başkasını kendine vekil kılması caizdir.) Çünkü insan bâzı durumlardan ötü­rü bazen kendisi akdi yapamadığından başkasını kendine vekil kıl­maya ihtiyaç duyar. Böylece ihtiyacı gidermek için akid yine onun vasıtasıyla yapılmış olur. Nitekim edilen sahih rivayetlere göre Pey­gamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), ([1]) kurbanlık sa­tın almak için Hakiym b. Hazam'ı, nikâhını kıymak için de ([2]) Ömer b. Ümmü-Seleme'yi kendine vekil kıl­mıştır. Biraz önce söylediğimiz ihtiyaç nedeniyle (bütün haklarda dava vekili tutmak caizdir.) Çünkü herkes, dava usullerini bilme­mektedir. Nitekim yapılan sahih bir rivayete göre H 2 . Ali (Ker-remallahü Vechehu), önce A k i y l'i, o yaşlandıktan sonra da Abdullah   bin   Câ'fer'i   vekil kılmıştır. ([3])  (Şerl cezalar ve kısas dışında, haklan Ödemede ve tahsil etme­de de vekil tutmak caizdir. Çünkü müvekkilin Mahkeme meclisinde bulunması halinde seri cezalar ve kısasın uygulanmasında vekillik etmek sahih değildir.) Çünkü şer'î cezalar ve kısas, şüphe ile orta­dan kalkmaktadır. Nitekim hazır bulunmayan müvekkilin, suçluyu bağışlamış c4ma şüphesi vardır. Hattâ dînen mendub olduğu için asü olan da budur. Şahidin hazır bulunmaması halinde ise durum böyle değildir. Çünkü asıl olan, şahidin şahitlikten dönmediğidir. Müvek­kilin hazır bulunması halinde de durum böyle değildir. Çünkü bu takdirde suçluyu bağışlama şüphesi yoktur. Kaldı ki herkes, hakları tahsil etmeyi de beceremez. Bu nedenle eğer bu konuda vekil tut­maya cevaz verilmezse hak tahsili kapısı tamamen kapanacaktır. Bu söylediğimiz tmam Ebü Hanife'nin görüşüdür. (İmam Ebü Yûsuf ise •. Şahitler getirilerek isbatlanmış olsa bile şer'î cezalar ve kısas konusunda vekil tutmak caiz değildir, demiştir.) tmam Muhammed bu meselede îmam Ebû Hanife ile beraberdir. Kimisi ise İmam Ebû Yûsuf ile beraber ol­duğunu söylemiştir. Kimisi de, ihtilâf müvekkilin hazır bulunması halinde değil, hazır bulunmaması halinde vardır, demiştir. Çünkü müvekkilin hazır bulunması halinde vekilin söylediği, kendisine in­tikal edeceğinden bunu kendisi söylemiş gibi olur. imam Ebû Yûsuf diyor ki: Vekil tutmak, başkasını kendi yerine geçirmek demektir. (Şahitliğe şahitlik ve hak tahsili ko­nularında olduğu gibi) başkasını kendi yerine geçirme şüphesinden de kaçınılması gerekir. İmam Ebû Hanife ise: davacı ol­mak, cezanın sadece şartıdır. Cezâmn gerekliliği suça, suçun ortaya çıkması ise şahitliğe dayandığından şâir haklarda olduğu gibi şer'i cezalar ve kısas konusunda da vekil tutmak geçerlidir, demiştir. Ken­disine şer'i ceza veya kısas lâzım gelenin, savunma için vekil tut­ması konusunda da aynı ihtilâf vardır. îmam Ebû Hanife nin bu konudaki görüşü delillere daha uygundur. Çünkü vekil tutulması halinde de şüphe, ceza ve kı­sasın ortadan kalkmasına mâni değildir. Ancak suçlu vekilinin aleyh­teki ikrarı geçerli değildir. Çünkü müvekkilinin bu hususta kendisi­ne izin vermediği şüphesi vardır. (İmam Ebû Hanife: Müvekkilin, hasta veya üç günlük ve daha fazla uzak mesafede olması durumları dışında hasmın rızâsı olmadık­ça dava vekili tutması caiz değildir, demiştir. Diğer iki îmam İse i Hasmın rızâsı olmadan da bu caizdir, demişlerdir.) Bu,   î m a m -Şafii' nin de görüşüdür. Aslında dava vekili tutmanın câizliği konusunda ihtilâf yoktur. İhtilâf, dava vekili tutmanın, bağlayıcı olup olmadığı konusundadır.

iki İmam diyorlar ki \ Vekil tutmak, kişinin kendi öz hakkında yaptığı bir tasarruf olduğundan başkasının rızâsına bağlı olmaz. Tıp­kı borçları ödeşmede vekil tutmakta olduğu gibi.

îmam Ebû H a n i f e ise: Davayı vekil ile yürütmek, hasım aleyhine işleyen bir husus olduğundan Hâkim, kendisini mah­keme huzuruna getirir. Kaldı ki insanlar, davaları birbirlerinden fark­lı tarzlarda yürütürler. O halde eğer. biz, vekil tutmanın bağlayıcı ol­duğunu söylersek hasım bundan zarar göreceğinden bu, onun rızâ­sına bağlı olur. Hasta yeyâ uzak yolda, olan müvekkilin durumu ise böyle değildir. Çünkü bu durumda, davayı vekil ile yürütmek, onun aleyhine işleyen bir husus değildir, demiştir. Sonra tmam Ebû Hanife'ye göre, fi'len yolculukta bulunanın vekil tutması, bağlayıcı olduğu gibi, zaruret gerçekleştiği için yola çıkmak isteyenin de vekil tutması bağlayıcıdır. Dışarıya ve Mahkeme huzuruna alışık olmayan örtülü bir kadının da, R a z i' ye göre, vekil tutması bağlayıcıdır. Çünkü böyle bir kadın Mahkeme hu­zuruna çıksa bile utanacağından hakkını dile getiremeyecektir. Bu nedenle vekil tutması gerekir. Bu, son devir fıkıhçılarmın yerinde buldukları bir görüştür.

(Vekilliğin şartlarından biri de, müvekkilin, tasarruf yetkisine sahip ve hükümlere bağlı kalmak zorunda olan kimselerden olması­dır.) Çünkü vekil, tasarruf yetkisini müvekkilden almaktadır. O hal­de müvekkilin, başkasını yetkili kılabilmesi için önce kendisinin bu yetkiye sahip olması gerekir. Vekilliğin bir şartı da (Vekilin, akdi kavraması ve gayesini bitmesidir.) Çünkü vekil, ifâdede müvekkilin yerine geçtiğinden davayı anlayabilen ve anlatabilen kimselerden ol­ması gerekir. Şöyle ki, vekil, davayı kavrayamayan bir çocuk veya deli ise onu vekil kılmak geçersizdir. (Hür. akıl sahibi ve ergin bir kimsenin kendi gibi birisini vekil kılması caizdir.) Çünkü bu takdirde müvekkil tasarruf yetkisine sa­hip, vekil de davayı anlayıp anlatabilen bir kimsedir. (Eğer bu kim­se, ahş-verişten anlayan tahdit –kısıtlılık- altındaki bir çocuğu ve­kil kılarsa bu caizdir. Ancak doğacak haklar çocuğu değil, kendisini ilgilendirir.) Çünkü çocuk, anlayıp anlatabilen kimselerdendir. Nite­kim, velisinin izniyle yaptığı tasarruflar geçerlidir. Ancak sorumluluğu üstlenmesi sahih değildir. Çünkü ehliyeti noksandır. Bu neden­le sorumluluğu müvekkil üstlenmiş olur.İmam Ebû Yûsuf" dan: «Alıcı, önce satıcının duru­munu bilmez ve daha sonra çocuk veya deli olduğunu öğrenirse ak­di feshetme muhayyerliğine sahip olur. Çünkü o, haklan satıcıya âit olur diye alış-veriş akdi yapmıştır. O halde bunun tersine bir durum ortaya çıktığında, tıpkı malda bir kusur gördüğünde olduğu gibi, mu­hayyerdir,- dediği rivayet edilmiştir.(Vekillerin yaptıkları akitler ikiye ayrılır: Biri, satış ve İcar gi­bi vekilin kendine izafe ettiği akitlerdir. Bu tür akitten doğan hak­lar, müvekkili değil, vekili ilgilendirir.) tmam-ı Şafii ise: müvekkili ilgilendirir. Çünkü haklar tasarruf yetkisine bağlıdır. Mül­kiyet demek olan tasarruf yetkisi ise müvekkile âit olduğundan bun­dan doğan haklar da onu ilgilendirir. Böylece buradaki vekil, haber­ci ve nikâh vekili gibi olur. Biz diyoruz ki: Hakikat itibariyle akdi yapan vekildir. Çünkü akit, yapılan konuşmayla yapılır İnsan olması hasebiyle vekilin akit-le ilgili konuşması da sahihtir. Hüküm bakımından da akdi yapan yine vekildir. Çünkü akdi müvekkile izafe etmek zorunda değildir. Halbuki sadece elçi olsaydı tıpkı haberci gibi akdi müvekkile izafe etmek zorunda olurdu. O halde vekil, doğacak haklar bakımından asıl yetkili olup bu haklar onu ilgilendirmektedir. Bu nedenledir ki K u d û r i' de :

(Vekil, sattığı malı teslim eder ve bedeli teslim alır. Satın aldığı zaman da malı teslim alır ve bedel kendisinden istenir. Aynı zaman­da maldaki kusurdan ötürü, alıcı davacı, satıcı dâvâlı olur) denilmiş­tir. Çünkü bütün bunlar hak kabilindendir. Mülkiyet ise vekil yeri­ne müvekkile âit olur. Çünkü bu hususta daha önce verilen vekâ­let nazara alınır. Ben diyorum ki, Allah (Azze ve Celle) izin verirse kusurlu mal meselesinde yapacağımız bir tafsilât vardır. (Öbürü ise; Nikâh, Hul1 ve kasıtlı cinayet konusunda yapılan Sulh gibi vekilin müvekkile izafe ettiği her çeşit akittir. Bu akitlerden do­ğacak haklar vekili değil, müvekkili ilgilendirir. Şöyle ki, kocanın ve­kilinden mehr istenmez ve kadının vekili de onu kocaya teslim et­mek zorunda değildir.) Çünkü bu akitlerde vekil, sade bir haberci­dir, Nitekim akdi müvekkile izafe etmek zorundadır. Şayet akdi ken­dine izafe ederse kendi nikâhı kıyılmış olur. O halde bir elçi gibidir. Çünkü müvekkilin bu akitlerden doğan haklan bu haklan sağlayan

sebepten ayrılamaz. Bu sebep, karşı tarafın mülkiyet ve tasarruf hak­kını ortadan kaldırmaktır. Çünkü bunların birbirinden aynlmasıyla akit dağılır. O halde biri tarafından yapılması ile başka birine hak sağlaması düşünülemediğinden burada vekil sırf elçi durumundadır. Bunun bir Örneği de, inkâr edilen bir hak konusunda yapılan sulh­tur. Satış yerine geçen sulh ise, akdin birinci kısmındandır.

Hibe, Sadaka verme, ödünç. Emânet, Rehin ve Borç verme ko­nularındaki vekil de elçi durumundadır. Çünkü bunlarda da hüküm, malı teslim almakla gerçekleşir. Bir de buradaki hüküm, başkasının mülküne tesadüf ettiğinden vekil, asil hak sahibi yerine geçemez. Yukarıdaki hususlardan birini talep edenin vekili de aym durumda­dır. Ortaklık ve Mudarabede de durum aynıdır. Ancak borç almak konusunda vekil kılma geçersizdir. Şöyle ki bu durumda müvekki­lin mülkiyet hakkı gerçekleşmez. Borç almaya elçi göndermek ise böy­le değildir.

(Müvekkil alıcıdan satılan malın bedelini isterse alıcı, buna mâ­ni olabilir.) Çünkü o, akdin ve akitten doğan haklann yabancısıdır. Zira haklar, akdi yapanı ilgilendirir. (Şayet alıcı bedeli müvekkile Öderse bu caizdir ve vekil ikinci bir defa kendisinden bedeli isteye­mez.) Çünkü teslim ahnan bedelin kendisi müvekkilin hakkıdır ve müvekkil bu hakkına kavuşmuştur. öte yandan, bedeli müvekkilden alıp tekrar ona vermekte de bir fayda yoktur. Bu nedenle, alıcının müvekkilden alacaklı olması ha­linde ödeşmiş olurlar. Şayet alıcı hem müvekkilden hem de vekilden alacaklı ise müvekkille ödeşir, fakat vekille ödeşmez. Eğer alıcı, yal­nız vekilden alacaklı ise onunla da ödeşir. î m a m. Ebû H a -nife ile İmam Muhammed'e göre olan bu görüşün gerekçesi, onlara göre vekilin alıcıyı bedelden kurtarabilmesidir. An­cak gerek ödeşmede ve gerekse alıcıyı bedelden ibrada vekil, müvek­kil için bedele zamin olur.[4]

 

SATIN ALMADA VEKİLLİK BABI

 

(Bir kimse, başkasını bir şeyi satın almaya vekil kıldığında o şe­yin ya cinsi İle vasfını veya cinsi ile fiyatını belirtmesi gerekir.) Böy­lece vekillik konusu olan iş bilinir ve üstlenilmesi mümkün hale ge­lir, (Ancak müvekkil, vekile umumî bir vekâlet verir ve: gördüğün malı bana satın al, derse bu durumda yukarıdaki hususları belirt­meye gerek yoktur.) Çünkü bu durumda müvekkil, işi vekilin reyine bıraktığından vekil ne alırsa alsın müvekkilin dediğini yapmış olur. Bu konudaki fıkhl kural, vasıf belirsizliği gibi cüzi belirsizliğe vekillikte istihsânen cevaz verilmesidir. Çünkü vekil tâyin etmenin temeli, vekile kolaylık tanımaya dayanır. Zira vekil tâyin etmek, bir nevî yardım istemek demek olduğundan cüzî belirsizliğin olmama­sını şart koşmakta bir miktar zorluk bulunmaktadır. Zorluk ise di­nimizce ortadan kaldırılmıştır.

(Eğer vekillikte kullanılan ifâde, bir kaç cinsi kapsıyor veya o mânâya geliyorsa bu durumda malın bedeli açıklansa bile bu tür ve­kil tâyini sahih değildir.) Çünkü belirtilen bedelle söz konusu cins­lerden birer tane alınabileceğinden belirsizlik büyüyecek ve müvek­kilin hangisini istediği bilinmeyecektir. (Eğer vekillik konusu olan malın cinsi, bir kaç çeşidi kapsıyorsa vekil tâyini sahih değildir. An­cak bu cinsin bir çeşidi veya fiyatı açıklanırsa vekillik sahih olur.) Çünkü fiyatın açıklanmasıyla çeşit de bilinmiş olur. Çeşidin bilinme-siyle de maldaki belirsizlik azalmış olacağından isteği yerine getir­meye mâni olmaz. Şöyle ki: Müvekkilin bir kişiyi belirsiz bir köle veya bir cariye satın almaya vekil kılması sahih değildir. Çünkü câriye ve kölenin çeşitleri vardır. Eğer çeşidi açıklanırsa caizdir, örneğin : T û r k I, Habeşi, Hindi, Sindi veya İslâm ülkesinde doğan kö­le veya câriye demesi gibi. Aynı nedenle bedelin açıklanması halin­de de vekil tâyini caizdir. Şayet malın çeşidi veya fiyatı belirtildiği halde iyilik, kötülük veya orta hallilik gibi vasıfları belirtümezse bu durumda da vekil tâyini caizdir. Çünkü buradaki belirsizlik telâfisi mümkün olan bir belirsizliktir. Metin de zikredilen vasıftan maksat, malın türüdür. Cami'us-Sağir'de i Bîr kimse, başkasına; bana bir elbise veya bîr hayvan veya bir ev satın al. derse vekâlet geçersizdir, denilmiş­tir.) Çünkü malda aşın belirsizlik vardır. Çünkü -hayvan olarak terceme ettiğimiz- dabbeh, gerçek lü­gat mânâsı bakımında yeryüzünde yürüyebilen her şeye, örf bakımın­dan ise at, eşek ve katıra denildiğinden bir kaç cinsi birden ifâde etmektedir. Elbise de böyledir. Çünkü o da, en kalitelisinden en âdi­sine kadar giyilebilen her şeyi kapsamaktadır. Bu nedenle mehri el­bise olarak tâyin etmek sahih değildir. Aynı şekilde ev tâbiri de, de­ğişik cinsler anlamına gelmektedir. Çünkü evler de, kullanış amaç­lan, komşular, iç ve dış müştemilât ile bulundukları mahalle ve şe­hirler bakımından büyük farklılıklar gösterdiğinden müvekkilin is­teğini yerine getirmek imkânsız bir iştir. (Eğer evin fiyatı belirtilir veya evin ve elbisenin vasfı söylenir­se vekillik caizdir.) Burada vasıftan maksat çeşittir. Hayvanın çeşi­di belirtilirse bu da caizdir, örneğin: müvekkilin vekile; bana bir eşek al veya benzeri bir şey demesi gibi. (Bir kimse, başkasına bir kaç dirhem vererek: Bana bu dirhem­lerle bir miktar yiyecek al, derse bu takdirde) istihsânen (buğday veya onun unu alınır.) Kıyâsa göre ise, yiyeceğin hakiki mânâsı na­zara alınarak yiyecek maddesi olan her şey satın alınabilir. Tıpkı bir kimsenin, yiyecek maddesi yemeyeceğine dâir yemininde olduğu gi­bi. Çünkü yiyecek, yenen her şeyin adıdır. Istihsâna göre ise, örf da­ha kuvvetlidir. Alış-veriş konusu edilen yiyecek ise, örfen buğday ve onun unu demektir. Yeme konusunda ise örf bulunmadığından yiyecek hakiki mânâsında bırakılmıştır.

Kimisi ise: Eğer dirhemler çok ise, buğday, az ise ekmek, eğer ikisi arasında ise un kasdedilmiş olur, demiştir.

(Vekil, malı satın alıp teslim aldıktan sonra malın kusurlu ol­duğunun farkına varırsa bu durumda mal, henüz kendi tasarrufun­da ise onu kusuru nedeniyle geri çevirebilir.) Çünkü malı kusurdan ötürü geri çevirmek, akdin doğurduğu haklardandır. Bu hakların ta­mamı ise vekile aittir. (Şayet malı müvekkile teslim etmişse ancak onun izniyle geri çevirebilir.) Çünkü malın müvekkile teslim edilme­siyle vekilliğin hükmü sona ermiştir. Hem de malm geri çevirilme-siyle müvekkilin asıl olan tasarruf yetkisi iptal edilmiş olur. O hal­de müvekkilin izni olmadan vekil bu malı geri çeviremez. Bu yüz­dendir ki, vekil, malı müvekkile teslim etmeden Önce şüf'acı vb. gi­bi kimselerin hasmı durumunda iken teslimden sonra böyle değildir.

(Para alış-verişi ve selem akdi yapmaya başkasını vekil kılmak caizdir.) Çünkü bu, müvekkilin kendi başına yapabildiği akitlerden olduğundan bu konuda vekil tutmaya da yetkilidir. Bu husus daha önce de geçmişti. Selemdeki vekillikten maksat, selem akdiyle bir şey satmak değil, satın almaktır. Zira vekilin, selem akdiyle bir şey sat­ması caiz değildir. Çünkü bu durumda vekil, bedeli başkasına olmak üzere sonradan kendisinin teslim edeceği bir yiyecek maddesi sat­maktadır. Bu ise caiz değildir.

(Eğer vekil, malı teslim almadan satıcıdan aynhrsa akit bozu­lur.) Çünkü bu durumda, mal teslim alınmadan taraflar aynlmışlar-dır. (Müvekkilin ayrılması ise muteber değildir.) Çünkü akdi yapan kendisi değildir. Akdin gereği ise, akdi yapanın mah teslim alması­dır. Bu akdin doğuracağı haklar vekile âit olmadığı halde akdi ya­pan kendisi olduğundan malı teslim alması sahihtir. Tıpkı çocuk ve kısıtlılık altındaki köle gibi. Elçi ise böyle değildir. Çünkü elçilik, ma­lı teslim almak için değil, akdi yapmak içindir. Aynı zamanda elçi­nin akitteki sözleri gerçekte göndericinin olduğundan, onun malı tes­lim alması, akidle ilgisi olmayan bir kimsenin teslim alması gibi olup sahih değildir.

(Satın almaya vekil kılınan kimse, bedeli kendi parasından öde­yerek mah teslim alırsa ödediğini müvekkilden isteyebilir.) Çünkü müvekkil ile vekil arasında hükmî bir mal değiş-tokuşu gerçekleş­miştir. Bu nedenle bedelin miktarı konusunda ihtilâfa düştükleri tak­dirde karşılıklı olarak yemin ederler. Malm kusurlu olması halinde müvekkil onu vekile geri verir. Aynı zamanda satın alınan mal, ve­kil tarafından müvekkile teslim edildiğinden vekil, bedeli kendisin­den isteyebilir. Hem de akdin doğuracağı haklar vekile âit olduğun­dan ve müvekkil de bunu bildiğinden bedelin kendi malından öden­mesine rızâ göstermiş demektir.

(Eğer vekil, bedeli müvekkilden almak üzere mah alıkoymadan mal, onun elinde iken zayi olursa müvekkilden gitmiş olur ve veki­lin bedeli isteme hakkı ortadan kalkmaz.) Çünkü vekilin tasarruf yetkisi, tıpkı müvekkilin tasarruf yetkisi gibidir. Bu nedenle vekilin malı alıkoymaması halinde onu müvekkil, vekilin eliyle kendisi tes­lim almış gibi olur. (Vekil, bedeli müvekkilden alıncaya dek mah alıkoyabilir.) Çün­kü açıkladığımız üzere vekil, mah müvekkile satan kimse durumun­dadır, imam Züfer ise: Vekilin bunu yapmaya hakkı yok­tur. Çünkü müvekkil malı vekilin eliyle teslim almış sayıldığından vekilin, mah alıkoyma hakkı ortadan kalkar, demiştir.

Biz diyoruz ki: bu tür teslim almadan kaçınmak mümkün ol­madığından vekil, alıkoyma hakkının ortadan kalkmasına rızâ gös­termez. Kaldı ki söz konusu teslim alma, henüz kesinleşmemiştir.

Şöyle ki; eğer vekil, mah ahkoymamışsa onu müvekkil teslim al­mış sayılır. Yok eğer alıkoymuşsa kendisi teslim almış olur. (Eğer vekil, mah alikoyar ve mal zayi olursa kendisi zamin olur. İmam Ebû Yûsuf'a göre bu zaminlik, rehin zaminliği gibidir. İmam Muhammed'e göre ise satılan mal zaminliği gibidir.) Bu,   İmam

Ebû   Hanife' nin   de görüşüdür.   İmam   Züfer'e   gö­re ise, gasb zaminliğidir. Çünkü bu, haksız bir alıkoymadır.

İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed diyorlar ki; Vekil, malı müvekkile satan kişi durumunda olduğun­dan malı alıkoyması bedeli tahsil içindir. Bu nedenle maun zayi ol­masıyla bedel ortadan kalkmaktadır.

îmam Ebû Yûsuf İse: Vekil, mah alıkoymadan önce ona zamin olmazken bedeli tahsil için alıkoymakla zamin olmakta­dır. Bu ise rehnin ta kendisidir Satılan mal ise böyle değildir. Çün­kü onun zayi olmasıyla satış akdi bozulmuş olur. Burada ise, akdin aslı. bozulmamaktadır, demiştir.

Biz diyoruz ki; akid, müvekkil ile vekil yönünden bozulmakta­dır. Tıpkı müvekkilin, kusur nedeniyle malı vekile geri vermesi ve vekilin de bunu kabul etmesi durumunda olduğu gibi.

(Bir kimse, başkasını bir dirheme on kilo et almaya vekil kılar ve vekil, on kilosu bir dirheme satılan etin yirmi kilosunu bir dirheme satın alırsa bu durumda İmam Ebû Hanife'ye göre müvekkile, alı­nan etin on kilosunu yanm dirheme almak lâzım gelir. Diğer iki İmam ise: yirmi kilonun tamamını bir dirheme almak lâzım gelir, demiş­lerdir.) K u d û r i' nin bâzı nüshalarında İmam Muham­med ' in görüşü, İmam Ebû Hanife' nin görüşü yanın­da zikredilmiştir. imam Muhammed ise, Asıl adlı kitabında bu konu­daki ihtilâfı zikretmemiştir.

îmam Ebû Yûsuf diyor ki: Burada müvekkil, bir dir­heme on kilo et geldiğini sanarak, vekile et almak için bir dirhem vermesini söylemiştir. Vekil ise, bir dirheme yirmi kilo et almakla müvekkile daha çok fayda sağlamıştır. Bu, tıpkı müvekkilin bin li­raya satılmasını istediği malım vekilin ikibin liraya satması gibi olur.

îmam Ebû Hanife ise: Müvekkil, vekilden sadece on kilo et satın almasını istemiş, fazlasını istememiştir. Bu nedenle etin on kilosu kendisine on kilosu da müvekkile satın alınmış olur, de­miştir.

îmam Ebü Yûsuf un kendi görüşüne delil olarak gös­terdiği örnekte ise durum böyle değildir. Çünkü söz konusu örnek­teki fazlalık, müvekkilin malının bedeli olduğundan kendisine âit olur. Ancak vekil, bir dirheme yirmi kiloya tekabül edecek miktarda et alırsa durum böyle değildir. Çünkü bu takdirde vekil, ittifakla eti kendine almış olur. Zira müvekkii, semiz et istemişken vekilin aldı­ğı et zayıf olduğundan müvekkilin isteği gerçekleşmemiş olur. (Bir kimse, başkasını muayyen bir şeyi almaya vekil kılarsa ve­kil o şeyi kendine alamaz.) Çünkü bu, vekile güvenmiş olan müvek­kilin aldanmasına sebep olur. Hem de vekil, malı kendine almakla kendini vekillikten çıkarmış olur. Denildiği üzere müvekkil hazır bu­lunmadıkça vekilin bunu yapmaya yetkisi yoktur. Şayet müvekkilin verdiği para muayyen olur ve vekil, malı başka cins bir para ile sa­tın alır veya para muayyen olmaz ve vekil, malı nakitlerden başka bir şeyle satın alır veya kendisi de malı satın almaya başka birini vekil kılar ve kendisi yokken ikinci vekil malı satın alırsa bu durum­larda mal, birinci vekile satın alınmış olur. Çünkü vekil, müvekki­lin isteğine aykırı hareket ettiğinden akid onun adına kesinleşmiş olur. Şayet ikinci vekil, malı birinci vekilin huzurunda satın alırsa akid, birinci müvekkil adına kesinîeşir. Çünkü bu durum da birinci vekil, akitte hazır bulunduğundan müvekkilin isteğine aykırı dav­ranmış olmaz. (Eğer müvekkil, vekilden belirtmediği bir at satın almasını ister ve vekil atı alırsa bu at vekilin olur. Ancak vekil, atı alırken: Mü­vekkile almaya niyet ettim, der veya müvekkilin malıyla onu alır­sa bu durumda at müvekkilin olur.)

Ben diyorum ki, bu meselenin bir kaç şekli vardır. Şöyle ki: Eğer vekil, müvekkilin dirhemlerinden bahisle akid ya­parsa mal müvekkilin olur. Nitekim bana göre K u d û r i' nin: -veya müvekkilin malıyla onu alırsa» sözünden maksat da müvekki­lin nakit olan malı değil, söz konusu dirhemlerdir. Çünkü nakitte tafsilât ve ihtilâf vardır. Söz konusu dirhemlerden söz edilmesi ha­linde mâl, ittifakla müvekkilin olur. K u d û r i' deki ifâde ise mutlak olduğundan tafsilât ve ihtilâf konusu değildir. Yok eğer ve­kil, kendi dirhemlerinden bahisle akid yaparsa bu durumda mal ken­disinin olur. Çünkü bu, vekile dinen mubah olan ve vekilin yapabildiği nor­mal işlerdendir. Çünkü başkasının dirhemlerinden bahisle kişinin, kendine bir şey satın alması, hem dînen hem de örfen hoş görül­meyen bir şeydir. Şayet vekil, mutlak dirhemlerle akid yapmışsa bu durumda eğer müvekkilin dirhemlerini kasdetmişse satın alınan mal müvekkilin olur. Yok eğer kendi dirhemlerini kasdetmişse mal kendisinin olur.

Çünkü hem kendi adına hem de müvekkili adına iş görmeye yetki­lidir. Eğer müvekkil ile vekil akitteki niyet konusunda birbirlerini yalanlarlarsa bu durumda bedel hangisinin malından ödenmişse mal, ittifakla ona satın alınmış olur. Çünkü bu, akdin gayesini açıkça gös­terir. Eğer ikisi de akitte niyet bulunmadığında ittifak ederlerse bu durumda I.mam Muhammed'e göre mal, akdi yapanın­dır. Çünkü asıl olan herkesin kendi adına iş görmesidir. Ancak bu işin başkası için yapıldığı sabit olursa durum böyle değildir. Burada ise böyle bir durum yoktur.

İmam Ebû-Yûsuf'a göre ise, bedel hangisinin malın­dan ödenmişse mal onundur. Çünkü vekilin, niyetsiz olarak yaptığı akitte her iki ihtimal de vardır O halde akit kesinleşmez ve bedel hangisinin malından ödenmişse malın ona satın alındığı ihtimali ke-sinleşir. Hem de akdin niyetsiz yapıldığında birleşseler bile müvek­kil niyetiyle yapılma ihtimali de vardır. Böylece vekil, müvekkile hak­sızlık yapmaktan kurtulmuş olur Tıpkı birbirlerini yalanlamaları du­rumunda olduğu gibi. Yiyecek maddelerini selem akdiyle satın al­maya başkasını vekil kılmada da aynı şekiller mevcuttur. (Bir kimse, başkasını bin liraya bir at satın almaya vekil kılar ve vekil, müvekkile i dediğini yaptım fakat at bende öldü, der, mü­vekkil de: Sen atı kendine satın almıştın, derse bu durumda geçerli olan, müvekkilin sözüdür. Şayet müvekkil, bin lirayı vekile vermişse geçerli olan, vekilin sözüdür.) Çünkü birinci durumda vekil, yeniden yapamayacağı bir akitten ötürü müvekkilden bedel alma talebini di­le getirmektedir. Müvekkil ise, bunu inkâr etmektedir. Geçerli olan söz de inkâr edenindir. İkinci durumda ise vekil, emânet taşıyan kişi olduğundan bu emânetin sorumluluğundan kurtulmak istemektedir. Bu nedenle sözü geçerlidir. Şayet müvekkil ile vekil ihtilâfa düştüklerinde at he­nüz sağ ise bu durumda eğer bedel vekile teslim edilmiş ise geçerli olan söz onundur. Çünkü o, güvenilir kişidir. îki îmama göre bu du­rumda bedel vekile teslim edilmemiş olsa bile geçerli olan söz yine vekilindir. Çünkü bu takdirde vekil, sağ olan atı yeniden satm ala­bildiğinden bu iddiasında töhmet altına girmez.

imam Ebû Hanife1 den : Geçerli olan, müvekkilin sö­züdür. Çünkü vekilin iddiası töhmet konusudur. Şöyle ki; atı önce kendine alır. Aldandığını görünce de zararı müvekkile çektirmek is­teyebilir. Bedelin verilmesi halinde ise durum böyle değildir. Çünkü vekil bu konuda güvenilir kişi olduğundan sorumluluktan kurtulma-

sı için sözü geçerlidir. Birinci durumda ise bedel, tasarrufuna veril­memiştir, dediği rivayet edilmiştir. Eğer müvekkil, vekilden belirtti ği bir atı satın almasını ister ve daha sonra at sağ iken anılan ihti­lâfa düşerlerse bu durumda bedel, vekile teslim edilmiş olsun olma­sın, geçerli olan vekilin sözüdür. Bu konuda ittifak vardır. Çünkü burada vekil, yeniden yapabileceği bir akitten söz ettiği gibi töhmet de söz konusu değildir. Çünkü daha önce de geçtiği üzere belli bir şeyi satın almaya vekil kılınan kigi, o şeyi müvekkil hazır bulunmak­sızın aynı fiyatla kendine satın alamaz, imam Ebû Hani-f e ' den rivayet ettiğimiz üzere belirtilmeyen malın durumu ise böy­le değildir.(Bir kimse, başkasına -. falanca için şu atı bana sat, der ve o da atı kendisine sattıktan sonra alıcı, atı falanca için almadığını söyler ve daha sonra bu şahıs gelerek t ben alıcıdan bana at satın alması­nı istemiştim, derse atı kendisi alır.) Çünkü alıcının ilk sözü, kendi­sinin falancanın vekili olduğuna dâir bir ikrar olduğundan sonradan yaptığı inkâr, kendisine fayda vermez. (Eğer kendisi için at satın alınan şahıs; ben bunu kendisinden istememiştim, derse at kendisi­nin olmaz.) Çünkü alıcının ikrarı, onun bu sözüyle geri çevirilir. (An­cak alıcı, atı bu şahsa teslim ederse bu yeni bir satış olur ve bu şah­sın bedeli ödeyerek atı teslim alması gerekir.) Çünkü o, taati -sığ-yasız ahş-veriş- yoluyla alıcı olmuştur. Tıpkı başkasma, isteği ol­maksızın bir mal satın alan ve akit kesinleştikten sonra malı, ona teslim eden kimse gibi. Bu mesele, bedel ödenmese bile satış maksa­dıyla malın yalnızca tesliminin de taati için yeterli olduğunu göste­rir. Aynı zamanda taati, hem değerli hem de değersiz mallarda ge­çerlidir. Çünkü alış-verişin temeli olan karşılıklı rızâ mevcuttur.

(Bir kimse, başkasından kendisine, belirttiği iki koyun satın al­masını İster ve fiyatı belirtmezse bu durumda vekil, kendisine koyun­lardan birini satın alırsa bu caizdir.) Çünkü vekil tâyin etmek ka­yıtsız olduğu gibi belirtilen iki malın birlikte alınması da bazen müm­kün olmamaktadır. (Ancak halkın, fiyatını belirli hale getirmediği mallarda bu caiz değildir.) Çünkü bu, kişiyi satın almaya vekil kıl­maktır. Bu meselenin tümünde ittifak vardır. (Eğer müvekkil, veki­le .- fiyatları aynı olmak üzere bana bin dirheme iki koyun satın al, derse bu durumda İmam Ebû Hanife'ye göre vekilin koyunlardan bi­rini beşyüz veya daha aşağı bir fiyatla alması caizdir. Fazlasına aür-sa müvekkil bunu kabul etmek zorunda değildir.) Çünkü müvekkil, fiyatları aynı olmak üzere bin dirhemi ikisine karşılık olarak verdi­ğinden, her bir koyuna yarısı olmak üzere binin ikiye bölünmesi ge-

rekir. Böylece müvekkil, her bir koyunun beşyüze satın alınmasını istemiş olmaktadır. Sonra koyunlan beşeryüze almak, müvekkilin is­teğine uygun, daha aşağıya almak faydalı bir aykırılık, fazlasına al­mak ise zararlı bir aykırılıktır. Fazlalık az veya çok olsun caiz değildir. (Ancak müvekkil ile ihtilâfa düşmeden vekil, paranın arta kala-nıyla ikinci bir koyun alırsa bu istihsânen caizdir.) Çünkü birinci koyunla ilgili satın alma akdi mevcut olduğu gibi müvekkilin, açık­ça belirtilen bine iki koyun satın alınması şeklindeki isteği de ger­çekleşmiştir. Binin eşit bölünmesi ancak müvekkilin kullandığı ifâ­denin delaletiyle sabit olmaktadır. İki koyunun biner dirheme alın­ması şeklindeki fili durum ise bundan daha kuvvetlidir. (İki İmam: Eğer vekil, koyunlardan birini binin yansından faz­lasıyla halkın teamülüne uygun olarak satın alır ve kalan parayla da ikinci bir koyun satın alabilirse bu caizdir.) Çünkü vekil,, kayıt­sız tâyin edilir. Ancak teamül olan bir hususla kayıtlanabilir. Bu tea­mül de söylediğimiz husustadır. Ancak müvekkilin isteğini yerine ge­tirebilmesi için vekilin elinde söz konusu bin dirhemden bir koyun daha alabilecek kadar bir miktar kalmış olması gerekir.

(Bir kimsenin başkasından bin dirhem alacağı olur ve alacaklı, borçluya -. Sendeki bin dirhemimle bana şu atı al, der ve borçlu da atı alırsa caizdir.) Çünkü satılan malın belirtilmesiyle satıcı da be­lirtilmiş olur. Allah izin verirse ilerde açıklayacağımız üzere satıcı­nın belirtilmesi halinde ise bu tür satın alma caizdir.

(Şayet müvekkil, vekilden belirtmediği bir at satm almasını is­ter ve vekil atı satın alır ancak at, müvekkilce teslim alınmadan ve­kilde ölürse kendi malından gitmiş olur. Yok eğer müvekkilce tes­lim alınmışsa bu kez onun malından gitmiş olur.l Bu. imam Ebû Hanife'ye göredir. (Her iki İmam ise) Vekil, atı teslim almış­sa müvekkilden gider, demişlerdir.) Alacaklının, borçludan yanında­ki parasıyla selem veya sarf -para ahş-verişi- akdi yapmasını is­temesi konusunda da aynı izah mevcuttur.

Her iki İmam diyorlar ki: ister borç olsunlar isterse de peşin na­kit olsunlar dirhem ve dinarlar, değiş-tokuşlarda şu veya bu diye be-lirtilemezler. Nitekim bir kimse, borcu karşılığında alacaklıya bir mal sattıktan sonra iki taraf borcun olmadığında birleşirlerse yaptıkları akit bozulmaz. O halde dirhem ve dinar konusunda belirtmek ile be­lirtmeme arasında fark bulunmadığından bu konuda vekil tâyin et­mek sahih olup satın alman mal müvekkilin mülkiyetine geçmiş olur. Çünkü -vekilin tasarruf yetkisi tıpkı onun tasarruf yetkisi gibidir.

İmam   Ebû   Hanif e   ise: dirhem ve dinarlar, vekillik­lerde su veya bu diye belirtilebilirler. Nitekim, müvekkil, vekile: şu dirhemlerle veya sendeki alacağımla bana şu malı al, dedikten son­ra belirtilen dirhemler zayi olur veya vekildeki alacağından vaz ge­çerse vekillik bozulur. Hal böyle olunca bu meselede müvekkil, ala­cağını alacaklı olmadığı ve bu alacağı teslim almaya vekil kılmadığı bir kimsenin mülkiyetine geçirmiş olur. Tıpkı bir kimsenin, falanca­daki alacağı ile başka bir kimseden bir mal satın alması gibi. Veya müvekkil, teslim almaksızın sahip olamadığı bir şeyin teslim alınma­dan önce ödenmesini istemiş olur. Bu ise bâtıldır. Tıpkı alacaklının borçluya; Sendeki alacağımı istediğine ver, demesi gibi. Satıcının be­lirtilmesi halinde ise durum böyle değildir. Çünkü bu durumda sa­tıcı, önce alacağı müvekkil yerine teslim almaya vekil kılındıktan sonra ona mâlik olur. Müvekkilin bir kimseyi alacağından sadaka vermeye vekil kılması ise böyle değildir. Çünkü bu durumda müvek­kil, alacağını herkesçe tanınan Cenâb-ı Hak (Azze ve Celle)'ka ba­ğışlamış olur. Yukarıdaki meselede başkasını vekil kılmak sahih ol­mayınca da mal vekil için satın alınmış olur ve dolayısiyla ölünce de onun malından gitmiş olur. Ancak müvekkil, malı kendisinden teslim almışsa durum böyle değildir. Çünkü bu durumda müvekkil ile vekil arasında taati yoluyla satış akdi yapılmış olur, demiştir. (Bir kimse, başkasına bin dirhem vererek  bana bununla bir inek satın al, der ve vekil ineği aldıktan sonra müvekkil: sen onu beş yüze aldın, vekil de: Ben onu bine aldım, derse geçerli olan vekilin sözüdür.) Yâni satın alınan mal, bu değerde ise durum böyledir. Çünkü vekil, bu konuda güvenilir kişi olup bu sorumluluktan kur­tulmak istemektedir. Müvekkil ise, vekilin beşyüze zamin olduğunu iddia etmektedir. Vekil ise bunu inkâr etmektedir. Bu durumda eğer satın alınan mal, beşyüz dirhem değerinde ise geçerli olan, müvek­kilin sözüdür. Çünkü bu takdirde vekil, beşyüz dirhem değerinde bir inek satın almakla kendisinden bin dirhem değerinde bir inek satın almasını isteyen müvekkilin isteğine aykırı davranmış olduğundan, zamin olur. (Yok eğer müvekkil, vekile bin dirhemi vermemişse geçerli olan onun sözüdür.) Şöyle ki: eğer vekilin satın aldığı malın değeri beş­yüz dirhem ise müvekkilin isteğine aykırı davrandığı için, eğer mal, bin dirhem değerinde ise bu kez da karşılıklı olarak yemin edecek­leri için, geçerli olan müvekkilin sözüdür. Çünkü bu meselede mü­vekkil ile vekil, alıcı ile satıcı durumundadırlar. Aha ile satıcı ara­sında bedel konusunda' meydana geîen ihtilâf ise, tarafların karşılıklı olarak yemin etmeleridir. Daha sonra aralarındaki satış akdi fes­hedilir ve böylece satm alman malı vekil alır. (Eğer müvekkil fiyat belirtmeden vekile ı Bana şu atı al, der ve vekil, atı satın aldıktan sonra müvekkil: onu beşyüz dirheme aldın, vekil ise s bin dirheme aldım, der ve satıcı da vekili doğrularsa yemin etmesi kaydiyle geçerli olan, vekilin sözüdür.) Kimisi ise : burada ye­min etmek söz konusu değildir Çünkü hazır olan satıcının, vekili doğrulamasıyla ihtilâf ortadan kalkmıştır. Birinci meselede ise satı­cı hazır bulunmadığından ihtilâf nazara alınır, demiştir. Kimisi de: Burada da birinci meseledeki gibi karşılıklı olarak yemin ederler, de­miştir. İmam Muhammed ise. sadece karşılıklı yeminin en büyük şıkkı olan satıcı yeminini zikretmiştir. Mal satıcısı ise be­deli aldıktan sonra ikisi için de o yabancı durumundadır. Bedeli al­madan önce ise sadece müvekkil için yabancıdır. Çünkü aralarında herhangi bir satış akdi meydana gelmemiştir. O halde satıcının mü­vekkil aleyhindeki sözü geçerli olmaz ve dolayısıyla müvekkil ile ve­kil arasında ihtilâf devam etmektedir. Bu, İmam Ebû Man-s ur'un   görüşü olup daha kuvvetlidir.[5]

 

SATMADA VEKİLLİK BABI

 

(İmam Ebû Hanife'ye göre alış - verişte vekil kılınan kişinin, bu alış - verisi babası, dedesi ve şahitlik edemediği kimselerle yapması caiz değildir. Diğer iki İmam ise: onlara malın değeri üzerinden mal satabilir, demişlerdir.) Çünkü vekil tayini mutlak olduğu gibi bura­da vekil töhmet altında da tutulamaz. Çünkü vekil ile adı geçenlerin mallan tamamen birbirinden ayn olduğu gibi menfaatleri arasında da bağlantı yoktur.

îmam Ebû Hanife diyor ki: Bilinen töhmet konularının vekilliklerle ilgisi yoktur. Konumuz olan mesele ise töhmet yeridir. Çünkü vekil bu kimselere şahitlik edememektedir. Hem de menfaat­leri de birbirine bağlı olduğundan vekil, bir bakıma malı kendine sat­mış olur. icar ve sarf konularında da aynı ihtilâf vardır.

(İmam Ebû Hanife'ye göre satmaya vekil kılınan kişi, malı dü­şük veya yüksek fiyata satabildiği gibi para dışındaki bir mal karşı­lığında da satabilir. Diğer İki imam ise: Halkın, yanılmayı teamül haline getirmediği düşük fiyata satamadığı gibi para dışındaki bîrmal karşılığında satması da caiz değildir, demişlerdir.) Çünkü müvek­kilin vekile verdiği mutlak izin, halkın teâmülüyle kayıtlıdır. Nitekim tasarruflar, ihtiyaçları gidermek için olduklarından bu ihtiyaçların yerleriyle kayıtlıdırlar. Halk arasındaki teamül ise, malı benzerinin değeriyle ve parayla satmak şeklindedir. Bu nedenle bir kimseyi kömür, buz veya kurbanlık almaya vekil kılmak ihtiyaç za-manıyla kayıtlıdır. Hem de malı çok düşük fiyatla satmak, bir yön­den satış, bir yönden de bağış olur. Aynı şekilde malı mal kargılığın­da satmak da bir bakıma satış bir bakıma alış olduğundan bunlar mutlak satış adını almazlar. Bu nedenle Baba ile Vâsi bu tür satışı yapmaya yetkili değildirler.

İmam Ebü Hanife ise; Başkasını, satmaya vekil kıl­mak, mutlak olduğundan töhmet konusu olan durumlar dışında bu mutlakhğmı korur. Kaldı ki paraya şiddetli ihtiyaç vâki olması veya satılacak maldan bıkılması halinde onu düşük fiyatla veya başka bir mal karşılığında satmak, halk arasında teamül halindedir, demiştir.

imam Ebû Hanife 'den rivayet edildiği üzere yukarda örnek olarak verilen kömür, buz ve kurbanlık meseleleri de kendi­sine göre zamanla kayıtlı değildirler. Hem de düşük fiyatla mal sat­mak her yönüyle satış anlamındadır. Şöyle ki, bir kimse satış yap­mayacağına yemin eder ve daha sonra düşük fiyatla mal satarsa ye­minini bozmuş olur. Ancak Baba ile Vâsi'nin her yönden satış olan bu tür satışı yapamamalarının nedeni, velîsi bulundukları çocuğun menfaatini gözetmek zorunda olmalarıdır. Bu tür satışta ise menfaat gözetilmemektedir. Mal karşılığında mal satmak da her yönden hem alış hem de satıştır. Çünkü bu satış için yapılan tarif, satış ve alış için yapılan tariflerin ikisini de kapsamaktadır. (Satın almaya vekil kılınan kimsenin, akdi normal fiyat üzerin­den veya halkın benzerinde yanıldığı az bir fazlalıkla yapması caiz­dir. Halkın yanılmadığı çok yüksek bir fiyatla satın alması ise caiz değildir.) Çünkü burada töhmet mevcuttur. Şöyle ki: daha Önce de geçtiği üzere vekil, malı önce kendine satın aldıktan sonra bunun, menfaatine uygun düşmediğini görünce müvekkil için satın aldığını söyleyebilir. Nitekim Fıkıhçılar: Belli bir şeyi satın almaya vekil kılı­nan kimse bunu alırsa akit, müvekkil adına kesinleşmiş olur. Çünkü vekil, bunu kendine satuı alamaz Aynı şekilde İmam Ebû Ha­ni f e 'ye göre nikâh vekilinin de bir kadını mehr-ı mislinin fazlasıyla müvekkille evlendirmesi caizdir. Zira nikâh akdinin müvekkile izafe edilmesi zaruri olduğundan sözkonusu töhmete yer kalmamaktadır. Satın almaya vekil kılman kişi İse, akdi mutlak olarak yaptığından böyle değildir. (Halkın, yanılmadığı fiyatlar, değer koyucuların değerlendirme­lerine girmeyen fiyatlardır. Kimisi ise: yanılmanın teamül olduğu fi­yatların meta'lar için  on buçuk-, hayvanlar için «on - onbir- taşınmaz mallar için de «on - oniki» olduğunu söylemiştir.) Çünkü birincideki alış - veriş tasarrufu fazla, ikincideki orta, sonuncudaki ise azdır. Ya­nılmanın fazlalığı ise tasarrufun azlığından ötürüdür.

(İmam Ebû Hanife'ye göre bir kimse, başkasını bir atı satmaya vekil kılar ve vekil, atın yansını satarsa bu caizdir.) Çünkü müvekkilin sözünde, atı ayrı ayrı mı yoksa bütün olarak mı satmak gerektiği, kaydı yoktur. Nitekim îmam Ebü Ha­rt i f e 'ye göre vekilin atın tamamını yarı fiyata satması caiz oldu­ğundan atm yansını bu fiyata satması evleviyetle caizdir. (Diğer iki imam ise : caiz değildir.) Çünkü bu satış, sakıncalı olan ortaklığa yol açtığından teamül haline getirilmemiştir. (Ancak vekil, bu konuda müvekkille anlaşmazlığa düşmeden Öbür yarıyı da satarsa bu caizdir, demişlerdir.) Çünkü malm yansını satmak, bazen müvekkilin isteğini yerine getirmeye vesile olur. Şöyle ki, vekil, malm tamamını alacak müşteri bulamadığından onu ayrı ayn satmaya ihtiyaç duyabilir. Bu arada yaptığı ilk satış bozulmadan malın kalan kısmım da satarsa ilk satışın, müvekkilin isteğini yerine getirmeye vesile olduğu ortaya çıkar. Kalan kısmı sa­tamaması halinde ise ilk satışın buna vesile olmadığı anlaşıldığından câiz'değildir. Her iki imamın bu görüşü istahsana göredir. (Eğer müvekkil, vekilden bir koyun satın almasını ister ve vekil, koyunun yansını satın alırsa akit mevkuf –kesinleşmemiş- olur. Şayet vekil, kalan yansını da alırsa akit müvekkil adına kesinleşmiş olur.) Çünkü malm bir kısmını satın almak, bazen müvekkilin iste­ğini yerine getirmeye vesile olur örneğin: satuı alınan malın, birden fazla mirasçısı olan miras malı olması gibi. Bu durumda vekil, pay­lan ayrı ayrı satın almak zorundadır. Şayet müvekkil yapılan ilk sa­tış akdini bozmadan vekil, kalan paylan da satın alırsa ilk satuı al­manın, müvekkilin isteğini yerine getirmeye vesile olduğu ortaya çık­tığından akit, müvekkil için kesinleşmiş olur. Bu konuda görüş bir­liği vardır. İmam Ebû Hanife1 ye göre farkb olan satma vekilli-ğiyle satın alma vekilliği arasındaki birinci fark, daha önce de geçtiği üzere satın alma vekilliğinde töhmet olmasıdır. Diğer bir fark ise, satmaya vekil tayin etmenin müvekkilin malını ilgilendirmesi ve do­layısıyla sahih olmasıdır. Böylece müvekkilin bu konudaki mutlak sözü de muteber olur. Müvekkilin, satın alma isteği ise, başkasının malını ilgilendirdiğinden sahih değildir ve dolayısıyla onun bu konu­daki sözünde, mutlaklık ve kayıtlılık nazara alınmaz. (Bir kimse, başkasından atını satmasını ister ve vekil, atı satar ve bedeli teslim aldıktan sonra veya almadan önce abcı, açık delile veya satıcının yeminden kaçınmasına veya ikrarına dayanan Hâkim kararıyla, benzeri sonradan meydana gelemeyen bîr kusurdan ötürü atı geri çevirirse vekil de onu müvekkile geri verir.) Çünkü Hâkim, kusurun satıcı elinde meydana geldiği kanâatinde olduğundan verdi­ği karar, anılan delillere dayanmamaktadır. Cami'üs-Sağiyr'de Hâkim kararı için, anılan delillerin şart koşulması ise : Hâkim, böyle bir kusurun meselâ bir ay zarfında meydana gelmeyeceğini bilir, ancak satış tarihi konusunda tereddü­dü bulunduğundan bu tarihin, ortaya çıkması için söz "konusu delil­lere ihtiyâç duymaktadır, şeklinde açıklanmıştır. Veya bu kusur, an­cak kadınların veya doktorların bilebildiği bir kusurdur. Kadınların ve doktorun sözü ise, ancak iddiada geçerli olup malı reddetmede ge­çersiz olduğundan Hâkim, red için anılan delillere ihtiyâç duyar. Ni­tekim Hâkim, satışı müşahede eder ve kusur da açık olursa adı geçen delillerden birine ihtiyâç duymaz. Bu şekilde geri çevirilen mal, mü­vekkile geri verilmiş olduğundan vekilin bu konuda müvekkille mu­hakeme olmasına gerek yoktur. (Alıcının, açık delil veya davalının yeminden kaçınmasına daya­narak benzeri sonradan meydana gelebilen bir kusurdan ötürü malı vekile vermesi halinde de durum aynıdır.) Çünkü açık delil ye­terli bir dayanak olduğu gibi vekil de yeminden kaçınmak zorunda­dır. Zira satılan malla sıkı ilişkisi bulunmadığından ondaki kusur, bil­gisinden uzak kalmaktadır. Bu nedenle de müvekkile geri verilmiş olur.Şayet satılan mal, vekilin ikrarına dayanılarak geri çevirilmişse bu kez kendisine geri verilmiş olur.) Çünkü bu ikrar, yetersiz bir de­lil olduğu gibi vekil ikrar zorunda değildir. Çünkü o, susabilir ve ye­minden kaçınabilir. Ancak kendisi, ya açık delile veya yeminden ka­çınmasına dayanarak müvekkili dava edebilir. Malın mahkeme ka­ran olmadan geri çevirilmesi ve kusurun, benzeri sonradan meyda­na gelebilen bir kusur olması hâlinde ise durum böyle değildir. Şöyle ki, bu durumda vekil, müvekkile davacı olamaz. Çünkü malın vekilegeri verilmesi müvekkil açısından yeni bir satış akdi anlamındadır. Bu akitte müvekkil, malı vekile satmış sayılır.

Mahkeme kararıyla malı geri çevirmek, akdi feshetmek demek­tir. Çünkü Hâkimin bu konudaki yetkisi geneldir. Ancak kararın ge­rekçesi olan ikrar, yetersiz bir delildir. Bu nedenle akdin feshedilmiş olması bakımından vekil, müvekkile davacı olabilir. Karar gerekçesi­nin yetersiz olması bakımından ise vekil, açık delil getirmeden mü­vekkil malı geri almak zorunda değildir. Kusurun, benzeri sonradan meydana gelmeyen bir kusur olması \e malın, ikrara dayalı mahkeme karan olmadan geri çevirilmesi hâ­linde ise bir rivayete göre müvekkil, vekil dava etmeksizin malı geri almak zorundadır. Çünkü alıcının hakkı malı geri çevirmektir.

Diğer rivayetlere göre ise açıkladığımız nedenle vekil, müvekkile davacı olamaz. Burada alıcının asıl hakkı, malın kusursuz olması iken önce malı geri çevirmeye, daha sonra da kusurdan doğan eksikliği istemeye dönüştüğünden bu hak yalnızca geri çevirme değildir. Biz bu konuyu Kifâye'de daha uzunca açıklamış bulunuyoruz. (Bir kimse başkasına: At»mı peşin fiyatla satmam söylemiştim. Oysa sen onu veresiye satmışsın, der ve vekil de : Atı satmamı söyle­din fakat başka bir şey demedin, derse geçerli olan, müvekkilin sö­züdür.) Çünkü istek müvekkilden gelmekte ve bu isteğin mutlaklığı-na dâir bir delil de bulunmamaktadır. (Eğer mudarabe akdinde emek­çi ile sermâye sahibi bu hususta ihtilâfa düşerlerse geçerli olan, emek­çinin sözüdür.) Çünkü mudarabede asıl olan, isteğin genel olmasıdır. Nitekim emekçi, Mudarabe lâfzının söylenmesiyle tasarruf yetkisine sahip olur. Böylece Mudarabede mutlaklık olduğu anlaşılmış olur. An­cak sermâye sahibi ile emekçi mudarabe konusu olan malın türünde ihtilâfa düşerlerse sermâye sahibinin sözü geçerli olur. Çünkü iki ta­rafın iddialanyla mutlaklık ortadan kalktığından mudarabe tam bir vekilliğe dönüşür. Sonra İmam Ebû Hanife'ye göre müvekkilin mutlak satış isteğinde bulunması, hem peşin hem de herhangi bir süre ile veresiye satışını ifâde eder. Diğer iki imama göre ise bu satışın belli bir süreyle kayıtlanması gerekir. Bu görüşlerin gerekçeleri daha ön­ce geçti. (Bir kimse, başkasına atını satmasını söyler ve vekil, atı satarak bedel yerine alıcıdan bir şey rehin alır ve rehin zayi olur veya bedel için alıcıdan kefil alır ve kefilin ölümüyle bedel zayi olursa bu du-

rumda vekil, bedele zamin olmaz.) Çünkü haklar konusunda vekil, asıl yetkilidir. Bedeli teslim almak da bu haklardan olduğu gibi kefil­lik de bedeli sağlama bağlamaktadır. Rehin almak da bedel tahsili için bir güvence olduğu için vekil, hem rehin almaya hem de kefil kabul etmeye yetkilidir. Borcu teslim almaya vekil kılınan kişi ise böyle değildir. Çünkü o, bu işi asil yetki ile değil, başkası adına yap­maktadır. Burada müvekkil, onu kefil ve rehin kabul etmeye değil, borcu teslim almaya vekil kılmıştır. Oysa satma vekili, bedeli asil yet­kili olarak teslim almaktadır. Bu nedenle de müvekkil, onu bedeli tes­lim almaktan alıkoyamaz.[6]

 

Bir Fasıl

 

(Bİr kimse, iki kişiyi vekil kılarsa vekillerden biri, ikisinin vekil olduğu bir konuda kendi başına tasarrufta bulunamaz.) Satış, Hul' vb. gibi görüşmeye ihtiyâç duyulan tasarruflarda böyledir. Çünkü müvekkil, vekillerin ayrı ayrı değil, birlikte yaptıkları tasarrufa nzâ göstermiştir. Bu arada satış akdinde bedel, müvekkilce takdir edil­mekle beraber bu, malı biraz daha yüksek fiyata satmada ve alıcı seçmede fikir yürütmeye mâni değildir. (Ancak ikisini dava vekili tâ­yin etmişse durum böyle değildir.) Çünkü vekillerin dâvayı aynı an­da savunmaları, mahkeme meclisinde karışıklığa yol açtığından müm­kün değildir. Davanın yürütülmesini düzenlemek İçin gerekli olan fikir yürütmeye ise duruşmadan önce ihtiyâç duyulur. (Müvekkilin, karısını karşılıksız boşamaya veya yanındaki emâ­neti geri vermeye veya borcunu Ödemeye vekil kıldığı iki kişinin du­rumu da böyle değildir.) Çünkü bu konularda fikir yürütmeye ihti­yâç duyulmaz. Bunlar, sade söz ile yapılan işlerdir, iki kişi ile bir ki­şinin sözleri arasında da fark yoktur. Ancak müvekkil vekillere: -İs­terseniz eşimi boşayın-, veya: Onu boşamaya sizi yetkili kıldım, der­se ikisinin birden bunu yapması gerekir. Çünkü bu, işi her ikisinin kanâatine bırakmak demektir. Nitekim vekiller, aynı mecliste bu işe yetkili kılınmaktadır. Bir de müvekkil, boşamayı her ikisinin de fi'line bağladığından bunu iki kişinin eve girmesine bağlanan boşamaya kı­yaslamak gerekir. (Bir kimse, vekil kılındığı konuda başkasını vekil tayin edemez.) Çünkü müvekkil, vekil tâyin etmeyi değil, tasarrufta bulunmayı ona bırakmıştır. Nitekim o, sâdece vekilin görüşüne rızâ göstermiştir. Oy­sa insanların görüş kabiliyetleri birbirinden farklıdır. (Ancak müvekitil izin verirse vekil tâyin edebilir.! Çünkü bu durumda müvekkilin rızâsı vardır. (Müvekkilin vekile : Bildiğin gibi yap, demesi hâlinde de durum aynıdır.) Çünkü bu durumda iş, mutlak olarak vekilin takdi­rine bırakılmıştır. Bu şekilde tâyin edilen ikinci vekil, müvekkilin ve­kili olur.

Şöyle ki, birinci vekil, onu vekillikten alamadığı gibi ölümüyle . de vekillikten çıkmaz. İkisi de müvekkilin ölümüyle vekillikten çıkar­lar. Bunun bir benzeri de Hâkimlik Kuralları Bahsinde geçti. (Eğer birinci vekil, müvekkilinin izni olmaksızın başkasını vekil kılar ve ikinci vekil, onun huzurunda akit yaparsa, caizdir.) Çünkü gaye, bi­rinci vekilin akitten haberdar olmasıdır. Burada da birinci vekil, akit-ten haberdardır. İkinci vekilin yaptığı akdin doğurduğu hukuki so­rumluluklar konusunda fıkıhçılar, değişik görüşler ileri sürmüşlerdir.

(Şayet ikinci vekil, birinci vekilin gıyabında akit yaparsa bu caiz değildir.) Çünkü burada birinci vekilin görüşü alınmamıştır. Ancak ikinci vekil, birinciyi haberdar eder ve o da bunu uygun bulursa akit caizdir. (Aynı şekilde yabancı bir kimse, müvekkilin malını sattıktan sonra vekili haberdar eder ve vekil de bunu uygun bulursa akit caiz­dir.) Çünkü burada da vekilin muvafakati alınmıştır. (Eğer birinci vekil, ikinciye malın bedelini takdir eder ve ikinci, birincinin gıyabında akdi bu bedel üzerinden yaparsa caizdir.) Çünkü akitte birinci vekilin görüşüne ihtiyâç duyulmasının açık olan nede­ni, bedelin takdir edilmesidir. Bu ise daha önce meydana gelmiştir. Ancak müvekkilin iki vekil tâyin ederek bedeli takdir etmesi böyle değildir. Çünkü müvekkil, bedeli takdir ederek işi onlara bırakmakla gayesinin, malı fazla fiyatla satmada ve alıcı seçmede fikir birliği yapmaları olduğunu ortaya koymuştur. Bu noktayı daha önce de açık­ladık. Yok eğer müvekkil, bedeli takdir etmeden işi birinci vekile bı­rakırsa bu takdirde gayesi, işin en önemli yanı olan fiyat takdirinin birinci vekilin görüşüne uygun olmasıdır.

(Bir zimminin, küçük yaştaki müslüman kızını evlendirmesi veya onun adına malında alış - veriş yapması caiz değildir.) Yâni maunda tasarrufta bulunması caiz değildir. Çünkü zimmiHk, tasarruf yetki­sini ortadan kaldırmaktadır. Nitekim gayr-i müslimin müslüman kişi hakkında tasarrufta bulunma yetkisi yoktur.

Şöyle ki, onun müslüman kişi aleyhindeki şahitliği geçersizdir. Bir de bu tasarruf, maslahata dayalı bir tasarruf olduğundan bu mas­lahatın gözetilebilmesi için bu yetkinin muktedir ve şefkatli bir şeye verilmesi gerekir. Oysa gayr-ı müslim olmak, müslüman kişi hak­kında şefkatli olmayı ortadan kaldırdığından bu yetki ona verilemez.

(İki İmam  Hiddeti üzerine Öldürülen mürted ile müslumanlarla savaş hâlinde bulunan gayr-ı müslim de bu konuda zimmi gibidirler, demişlerdir.) Çünkü savaş hâlindeki gayr-ı müslim, zimmiye naza­ran bize daha da yabancı olduğundan tasarruf yetkisi evleviyetle elinden ahnır. îki imama göre, mürtedin kendi malindaki tasarrufu geçerli olmakla birlikte onun, çocuğu ve çocuğunun malı ile ilgili ta­sarrufları ittifakla mevkuf –kesinleşmemiş- olur. Çünkü bu tasar­ruf maslahat gözetilen bir tasarruftur. Bu ise ancak dinin bir olma­sıyla gerçekleşir. Halbuki dinin bir olup olmadığı şüphelidir. Sonra eğer mürted kişi, mürtedliğiyle öldürülürse tasarruf yetkisi ortadan kalkar ve yaptığı akitler bozulur. Yok eğer müslümanhğa dönerse bu takdirde hiç müslümanlıktan çıkmamış kabul edilir ve dolayısıyla yaptığı akitler sahih olur.[7]

 

DAVA VE TESLİM ALMADA VEKİLLİK BÂBI

 

(Dava vekili, aynı zamanda teslim alma vekilidir.) Bu, bize göre olup tmam Züfer'e göre böyle değildir. O : Müvekkil, sâdece vekilin davayı yürütmesine rızâ göstermiştir. Teslim almak ise dava­dan ayrı bir şey olup müvekkil buna rızâ göstermemiştir, demiştir. Biz diyoruz ki, bir şeye yetkili olan kimse, onu tamamlamaya da yetkilidir. Davanın tamamlanıp sonuçlanması ise, ancak kazanılanın teslim alınmasıyla gerçekleşir. Fetva ise bugün tmam Züfer'in görüşüne göredir. Çünkü vekillerde hainlik belirdiği gibi bazen da­vada güvenilen kişiye malı teslim almada güvenilmez. Alacağı talep etmeye vekil kılınan da dava vekili gibi olup asıl rivayete göre onu teslim alabilir. Çünkü buradaki TAKADÎ kelimesi, özü bakımından -teslim almak demek olan- KABZ kelimesiyle aym mânâdadır. Ne var ki örf, buna aykırıdır. Aynı zamanda kelimenin lügat mânâsını da hükümsüz kılar. Nitekim günümüzde fetva da, alacak vekilinin onu teslim almaya yetkili olmadığı şeklindedir.

(Eğer her iki vekil, dava vekili iseler malı birlikte teslim almaları gerekir.) Çünkü müvekkil, onlardan birinin eminliğine değil, ikisinin bir aradaki eminliğine rızâ göstermiştir. İkisinin malı birlikte teslim almaları da mümkündür. Daha önce geçtiği üzere iki vekilin davayı aynı anda savunması İse mümkün değildir.

(İmam Ebû Hanife'ye göre alacağı teslim alma vekili, aynı za­manda dava vekili olur.) Nitekim ona göre, borçlu, vekile karşı mü­vekkilin borcu tahsil ettiğine veya almaktan vazgeçtiğine dâir açık delil getirirse bu geçerli olur. Diğer iki imam ise: Alacağı teslim al­ma vekili, dava vekili olamaz, demişlerdir. Bu, aynı zamanda H a -san'ın îmam Ebû Hanife' den yaptığı bir rivayettir. Çünkü teslim almak, davadan başka bir şeydir. Hem de mal konu­sunda güvenilen herkes, davaları yürütme usûllerini bilemediğinden müvekkilin, malı teslim almasına nzâ göstermesi dava vekili olma­sına da rızâ göstermesi demek değildir.

İmam Ebû Hanife diyor ki: Müvekkil, vekilden alacağı mülkiyetine geçirmesini istemiştir. Çünkü alacağın kendisini teslim almak düşünülemediğinden borçlar, benzerleriyle ödenirler. Ancak bu, bir bakıma müvekkilin hakkının kendisini tahsil etmek kabul edil­miştir. Bu nedenle alacağı teslim alma vekili, şüf'a hakkını alma ve­kili, bağıştan dönme vekili, satın alma ve taksimat yapma vekili ile kusurdan ötürü malı geri çevirme vekiline benzemiş olur. Kaldı ki alacağı teslim alma vekili, hepsinden ziyâde şüf'a hakkını alma ve­kiline benzemektedir. Nitekim şüf'a meselesinde vekil, nasıl ki hakkı teslim almadan önce de karşı tarafın hasmı durumunda ise alacak meselesinde de vekil, alacağı tahsil etmeden önce de borçlunun has­mı durumundadır. Satın alma vekili ise, fi'len satın almadan satıcı için hasım olamaz. Vekilin, hasım durumunda olmasının nedeni, mal değiş - tokuşunun bir takım hukukî durumlar gerektirmesidir. Bu ara­da vekil, söz konusu hukuki durumlar konusunda asil yetkili oldu­ğundan aynı zamanda karşı tarafın hasmı durumundadır. (Müvekkile ait belli bir şeyi teslim almaya vekil kılınan kişi), ittifakla (dava vekili değildir.) Çünkü bu kimse, sâdece malın teslim alınması konusunda güvenilen bir kişi olduğu gibi teslim alma da, değiş-tokuş olmadığından kendisi, haberci hükmündedir. (Nitekim bir kimse, başkasını kendisine ait bir atı teslim almaya vekil kılar ve atı elinde bulunduran, müvekkilin bunu kendisine sattığına dair açık delil getirirse bu durumda müvekkil hazır oluncaya kadar mesele durdurulur.) Bu, istihsanen böyledir. Kıyasa göre ise, atın vekile verilmesi gerekir. Çünkü getirilen de-İİ1. hâsımsız olduğundan geçersizdir. Istihsana göre vekil, malı teslim almasını önlemek bakımından hasımdır. Çünkü o, malı teslim alma­da müvekkilin yerine geçtiğinden malı teslim alması önlenir. Nitekim müvekkil geldiğinde malın satıldığına dair yeniden delil getirilir. Böy­lece bu, malı elinde bulunduranın, müvekkilin, vekili vekillikten aldığına dair getirdiği delil gibi olur. Tıpkı oradaki delil gibi buradaki delil de vekilin malı teslim almasını önlemede geçerlidir.

(Boşama vb. meselelerde de durum aynıdır.) Yâni kadın, kendi­sini eşine götürmeye vekil kılman kişiye karşı eşinin kendisini boşa-dığına dair delil getirirse istihsana göre bu delil, müvekkil hazır olun­caya dek vekilin tasarrufta bulunmasını önlemede geçerlidir. Ancak bu delil, boşamanın isbâtında geçerli değildir. (Dava vekilinin Hâkim huzurunda müvekkili aleyhine ikrarda bulunması caizdir. Başkası yanında ikrarda bulunması ise caiz değildir.) Bu, t m a m E b û H a n i f e ile îmam Muhammed'e göre istihsânen böyledir. Ancak bu kimse, vekillikten çıkar. İmam Ebû Yûsuf ise: Mahkeme meclisi dışında da ol­sa vekilin, müvekkil aleyhine ikrarda bulunması caizdir, demiştir. İmam Züfer ile Imam-ı Şafii ise: Her iki durum­da da caiz değildir, demişlerdir. Bu, aynı zamanda imam Ebû Y û s u f'un ilk görüşüdür. Kıyas da budur. Çünkü vekil, davayı savunmakla mükelleftir. Bu ise karşı tarafla bir çekişme ve anlaş­mazlık demektir, ikrar ise bununla çelişmektedir. Çünkü ikrar, karşı tarafla anlaşmak demektir. Oysa bir işle mükellef olmak, onun zıd-dını yapmaya elvermez. Bu nedenle vekil sulh ve ibraya yetkili de­ğildir.

Müvekkilin, aleyhine ikrarda bulunmaması kaydıyla dava vekili tutması sahihtir. Aynı şekilde müvekkil, bir kimseyi mutlak olarak cevap vermeye vekil kılarsa bundan, davayı savunacak cevap kaste­dilmiş olur. Çünkü teamül bu şekildedir. Bu nedenledir ki, savunma­yı en iyi yapanlar sırasıyla tercih edilirler. İstihsana göre ise başka­sını vekil kılmak kesin olarak sahihtir. Vekil kılmanın sahih oluşu da müvekkilin kesin, olarak yetkili olduğu bir konuda olması ile ger­çekleşir. Bu konu, yalnız hasmın dediğim inkâr etmek değil, onu has­mın haklılık ve haksızlık durumuna göre hem inkâr edebilmek hem de ikrar edebilmektir. İlerde açıklayacağımız üzere bir kimseyi dava vekili kılmak, onu mutlak olarak söz sahibi kılmak anlamına da ge­lebilir. Bu nedenle vekil kılmanın kesin olarak sahih olmasını sağla­mak fçin bu anlam kasdedilir. Müvekkilin, aleyhine ikrarda bulun­maması kaydıyla dava vekili tutması konusunda İmam E b ü Yûsuf dan : Sahih değildir, çünkü müvekkil bu kaydı koymaya yetkili değildir, dediği rivayet edilmiştir. îmam Muhammed' den: Bu sahihtir, çünkü müvekkilin, vekilden ikrarda bulunmamasını istemesi, onun, hasmının dediğini inkar etmeye yetkili olduğunu daha da açık bir şekilde gösterir. Oy­sa dava vekilinin mutlak olarak tâyin edilmesi, onun hasmın dediğini inkâr etmeye de ikrar etmeye de yetkili olduğuna hamledilir, dediği rivayet edilmiştir. Yine İmamMuhammed' den, bu konuda davâh ile davacıyı birbirinden ayırdığı ve ikrara mecbur olduğundan davalının bu kaydı koymasının sahih olmadığını, davacının ise bu konuda muhayyer olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Sonra İmam Ebû Yûsuf: Vekil, müvekkil yerindedir. Müvekkilin ikrarda bulunması ise, Mahkeme meclisine mahsus olmadığından ve­kilin ikrarı da bu meclise mahsus değildir, derken îmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed; Bir kimseyi vekil kıl­mak, ya hakikî veya mecazî anlamda hasımlık diye anılan söz sahip­liğini ihtiva eder. Mahkeme meclisinde ikrarda bulunmak ise mecazî anlamda hasımlıktır. Buna hasımlık denmesinin nedeni, ya karşı ta­rafın hasımlığı karşılığında söylenmiş olması veya hasımlığın ona yol açmasıdır. Ikrann mahkeme meclisine mahsus olmasının nedeni ise, asıl olan hasımların gerekli olanı yapmalarıdır. Bu da, mahkeme mec­lisinde davayı konuşmaktır. Bu nedenle ikrar mahkeme meclisine mahsus olur. Ancak vekilin, mahkeme meclisi dışında ikrarda bulun­duğuna dâir delil getirilirse vekillikten çıkar. Şöyle ki, karşı taraftan malı kendisine vermesi istenmez. Çünkü bu vekil, kendisiyle çelişkiye düşmüş ve Baba ile Vâsi gibi olmuştur. Şöyle ki, bunlardan biri. Mahkeme meclisinde ikrarda bulunduktan sonra mal talep ederse ikrarı sahih olmadığı gibi mal da kendisine verilmez.

(Bir kimse, başkası için bir mala kefil olur ve alacaklı, kendisini borçludan malı almaya vekil kılarsa bu durumda kefaletten kurtul­muş olsun veya olmasın, kendisi bu konuda vekil olamaz.) Çünkü ve­kil, başkası için çalışan kimsedir Şayet vekil olabileceğini söylersek bu durumda da o, kendini sorumluluktan kurtarmaya çalışmış ola­cağından vekilliğin, başkası için çalışmak şartı yok olmuş olur. Hem de bu kimsenin vekilliği, sözünün geçerli olmasını gerektirir. Çünkü vekil, güvenilir kişidir. Vekilliğinin sahih olduğunu söylesek bile sö­zü geçersiz olur. Çünkü o, bununla kendini kurtarmaya çalışmakta­dır. Böylece gereğinin yok olmasıyla vekillik de yok olmuş olur. (Bir kimse, alacağı teslim almada, hazır bulunmayan alacaklının vekili olduğunu ileri sürer ve borçlu da kendisini doğrularsa borcu ona ödemesi gerekir.) Çünkü borçlunun ödediği, kendi öz malı oldu­ğundan vekili doğrulamakla, kendi aleyhinde ikrarda bulunmuş olur.

(Şayet alacaklı, hazır olur ve vekili doğrularsa mesele kesinleşmiş olur. Yok eğer onu doğrulamazsa borçlu, alacaklıya tekrar borcunu öder.) Çünkü alacaklı, vekilliği inkâr ettiğinden borç ödenmemiş olur. Nitekim bu konuda geçerli olan, alacaklının yeminli sözü oldu­ğundan daha Önce yapılan ödeme hükümsüz olur.

(Şayet vekile Ödenen mal, henüz elinde duruyorsa borçlu bunu kendisinden ister.l Çünkü borçlunun ödemeden gayesi, zimmetinin borçtan kurtulmasıdır. Oysa bu ödemeyle zimmeti kurtulmadığından vekilin alacağı teslim alışını iptal edebilir. (Yok eğer mal, vekilin elin­de zayi olmuşsa borçlu, bunu kendisinden İsteyemez.) Çünkü kendi­sini doğrulamakla borçlu, vekilin, malı teslim almada haklı olduğunu itiraf etmiştir. Aynı zamanda borçlu, mağdur olmuştur. Mağdur olan kimse ise, başkasını mağdur edemez.

(Ancak vekil, alacağı teslim alırken zaminliği üstlenmişse durum böyle değildir.) Çünkü borçlu ile vekile göre alacaklı, ikinci kez aldığı mala zamin olur. Bu, alacaklının malı ikinci kez teslim almasına bağlı olan bir nevi kefilliktir. Bu ise, tıpkı bir kimsenin başkasından olan alacağına kefil olmada olduğu gibi caizdir. Şayet borçlu, vekili ne doğrulayarak ne de yalanlayarak iddiası üzerine borcu kendisine öderse bu durumda eğer alacaklı, alacağı kendisinden tekrar isterse o da ödediğini vekilden ister. Çünkü o, vekilin vekilliğini doğrulaya­rak değil, alacaklı bunu kabul eder diye borcu kendisine ödemiştir. Bundan umudu kesilince vekilden, ödediğini ister. Vekili yalanlaya­rak borcu kendisine ödemesi halinde de durum aynıdır. Açıkladığımız nedenle bu takdirde durum daha da açıktır. Ancak bütün bu durum­larda hazır bulunmayan müvekkil gelmedikçe borçlu, ödediğini geri isteyemez. Çünkü ödenen mal ya kesin veya ihtimali olarak onun hakkı olmuştur. Tıpkı borcu yetkisiz bir kimseye, alacaklı kabul eder ümidiyle ödeyen borçlunun, alacaklı hazır bulunmadıkça bunu geri isteyememesi gibi. Çünkü alacaklının bunu kabul etme ihtimali var­dır. Hem de meşru bir gaye ile bir tasarrufta bulunan bir kimse, o gayeden umut kesmedikçe yaptığı tasarrufu bozamaz.

(Bir kimse, emâneti teslim almaya vekil kılındığını söyler ve emâ­neti yanında bulunduran da onu doğrularsa emâneti kendisine tes­lim etmeye zorlanmaz.) Çünkü o, başkasının malı hakkında vekil le­hine ikrarda bulunmuştur. Borç ise böyle değildir. Bir kimse, başka mirasçısı olmayan Babasının emâneti kendine miras bıraktığını söy­ler ve emâneti yamnda bulunduran da onu doğrularsa bu durumda emâneti kendisine vermeye zorlanır. Çünkü kişi. Öldükten sonra malı kalmaz. Kaldı ki her iki taraf da malın mirasçıya ait olduğunda bir­leşmişlerdir. Şayet bir kimse, emâneti sahibinden satın aldığını iddia eder ve emâneti yanında bulunduran da onu doğrularsa emâneti ona ver­meye zorlanmaz. Çünkü emânet sahibi yaşadıkça emâneti yanında bulunduranın, iddia sahibini doğrulaması, başkasının mah hakkında ikrarda bulunmak olur. Çünkü emânet sahibinin mülk edinmeye eh­liyeti vardır. Bu nedenle her ikisinin de emânet sahibi aleyhine, malın satıldığına dair beyânlan kabul edilmez. (Bir kimse, başkasını borçludan alacağını teslim almaya vekil kılar ve borçlu, alacaklının alacağını tahsil ettiğini iddia ederse borcu vekile ödemek zorundadır.) Çünkü vekillik, kesin olduğu halde ala­cağın tahsil edildiği, borçlunun iddiasıyla kesinleşemeyeceğînden ala­caklının hakkı geciktirilemez. (Ancak borçlu,) hakkını savunmak üzere (alacaklıyı bulup kendisine yemin ettirir.) Vekile ise yemin et­tiremez. Çünkü o, asıl sorumlu değildir.

(Bir kimse, başkasmı, satın aldığı mah kusurdan ötürü geri çe­virmeye vekil kılar ve satıcı, alıcının bu kusura razı olduğunu iddia ederse bu durumda alıcıya yemin ettiril medikçe mal, satıcıya geri ve­rilemez.) Borç meselesi ise böyle değildir Çünkü borç meselesinde müvekkilin, yemin etmemesiyle yanlışlığın ortaya çıkması halinde ve­kilin teslim aldığı malı geri almak suretiyle borçlunun zararını telâfi etmek mümkündür. Burada ise bu, mümkün değildir. Çünkü İmam Ebû Hanife'ye göre yanlışlık ortaya çıksa bile Hâkimin, mü­vekkile yemin ettirmeden akdi feshetmeye dair vereceği karar geçerli ve kesin olur. Bu nedenle böyle bir kararın verilmesi halinde faydası olmadığından müvekkile artık yemin ettirilmez. Bu, İmam Ebû H a n i f e ' nin fesihler ve akitlere dair asıl görüşüdür. Fıkıhçılar: diğer iki imama göre ise her iki meselede de telâfi imkânı itibariyle hükmün aynı olması ve geri verme işinin geciktirilmemesi gerekir, demişlerdir. Çünkü iki imama göre Hâkimin bu konudaki kararı ge­çersiz olduğundan her iki meselede de telâfi mümkündür.

Kimisi ise: imam Ebû Yûsuf'a göre esahh olan, her iki meselede de geri verme işinin geciktirilmesidir. Çünkü o, satıcı ile borçlunun menfâatini dikkate almaktadır. Nitekim satıcı istemese bile o, hazır bulunan müvekkile yemin ettirdiğinden aynı gaye ile geri verme işi, müvekkil gelinceye kadar geciktirilir, demiştir.

(Bir kimse, başkasına on dirhem vererek aile fertlerinin ihtiyaç­larına harcamasını İster ve vekil, kendi parasından on dirhem harcarsa müvekkilin verdiği on dirhem bunların yerine geçer -kendisi­nin olur. Çünkü harcama vekili, aynı zamanda satın alma vekili­dir. Satın alma vekili ise, ödediği bedeli müvekkilden alabilir. Nite­kim biz bunu daha önce açıklamıştık. O halde burada da durum ay­nıdır. Kimisi ise s bu, istihsânen böyledir. Kıyasa göre ise, vekil, harca­dığı kendi dirhemleri yerine müvekkilin dirhemlerini alamaz ve kendi dirhemlerini teberru1 etmiş sayılır, demiştir. Kimisi de . Kıyas ile istihsan delilleri yalnızca borç ödeme mese­lesinde çatışırlar. Çünkü borç ödeme satm alma değildir. Harcama ise, satın almayı İhtiva ettiğinden bu konuda Kıyas ile istihsan çatış­mamak tadırlar, demiştir. Hakikâti en iyi bilen ise Allah (Azze ve Cellerdir.[8]

 

VEKİLİN AZLEDİLMESİ BABI

 

(Müvekkil, vekili vekillikten azledebilir.) Çünkü vekillik, müvek­kile ait bir hak olduğundan onu iptal edebilir. Ancak başkasının hakkını ilgilendiren bir vekillik ise onu iptal edemez, örneğin: da­vacının isteğiyle davalı tarafından tutulan dava vekilinin vekilliği gibi. Çünkü burada vekilin azledilmesiyle davacının hakkı çiğnen­miş olur. Bu vekillik, tıpkı rehin akdi içinde yer alan vekillik gbidir.(Vekil, azledildiğini haber almadıkça vekilliği devam eder ve bu­nu Öğreninceye dek tasarrufta bulunması caizdir.) Çünkü bir yan­dan tasarruf yetkisinin elinden alınması öte yandan da yaptığı akit­lerden doğan haklardan sorumlu olması nedeniyle vekillikten azle­dilmekle kendisine zarar verilmiş olur. Nitekim satın aldığı maîm bedelini müvekkilin malından ödemesinin yanısıra sattığı malı da kendisi teslim ettiğinden bunlara zamin olur ve dolayısıyla zarar gö­rür. Yetkinin elinden alınması noktasından nikâh vekili ile diğer ve­killer arasında bu konuda fark yoktur. Bu arada vekilin azledildi­ğini haber veren kişide aranan sayı ve âdillik vasfını daha önce açık­ladığımızdan burada tekrarlayamıyoruz.

(Vekillik, müvekkilin sürekli delirmesi ve dinden çıkarak düş­man ülkesine katılmasıyla bozulur.» Çünkü vekil tutmak, isteğe bağ­lı bir tasarruf olduğumdan başlangıcı ile devamının hükmü aynıdır. Bu nedenle müvekkilir. vekillik konusundaki isteğinin devanı etme­si gerekir. Oysa anılar' nedenleıle bu istek bozulmuştur. Bıi konu-

daki deliliğin dâimi olması gerekir. Çünkü geçici olanı, baygınlık hük­mündedir. İ mam Ebû Yûsuf'a göre bu deliliğin sınırı bir aydır. Çünkü bu süreyle oruç faizi kalkmaktadır. Kendisinden yapılan di­ğer bir rivayete göre ise bu sınır, bir gün ve geceden fazla olan sü­redir. Çünkü bu süreyle beş vakit namaz kalktığından bu kişi, Ölü hükmünde olur. İmam Muhammed ise: Bu süre bir yıldır. Çünkü bu süreyle bütün ibâdetler kalktığından ihtiyat olarak ona göre takdir edilmesi gerekir, demiştir.

Fıkıhçılar: Müvekkilin, düşman ülkesine katılması konusunda­ki hüküm, îmam Ebû Hanife' nin görüşüne göredir. Çünkü ona göre mürted kişinin yapacağı tasarruflar, mevkuf oldu­ğundan vekil tutması da böyledir. Şayet bu kimse, tekrar müslü-man olursa yaptığı tasarruflar kesinleşir. Yok eğer mürtedliği üze­re öldürülür veya düşman ülkesine katılırsa vekillik bozulur, demiş­lerdir. Diğer iki İmama göre ise, bu kimsenin tasarrufları geçerli olup mürtedliği üzere ölmedikçe veya öldürülmedikçe veya düşman ülkeye katıldığına karar verilmedikçe vekillik bozulmaz. Nitekim bu husus, siyer bahsinde de geçti. Kadın müvekkilin mürted olması halinde ise, kendisi mürted ola­rak ölmedikçe veya düşman ülkeye katılmadıkça vekilinin vekilliği devam eder. Çünkü daha önce de öğrenildiği üzere kadının mürted­liği, yaptığı akitleri etkilemez. (Ortaklar vekil tuttuktan sonra aynlırlarsa bu durumda vekil, ayrıldıklarını bilsin veya bilmesin, vekillik bozulur.) Çünkü açıkla­dığımız üzere vekilliğin devam etmesi, müvekkilden gelen isteğin de­vam etmesine bağlıdır. Oysa ortakların ayrılmasıyla bu istek kalk­mıştır. Bu konuda vekilin, durumu bilmesi ile bilmemesi arasında fark yoktur. Çünkü bu ayrılık, vekilin hükmen azledilmesi anlamın­da olduğundan onun bilgisine bağlı değildir. Tıpkı vekillik konusu olan malın müvekkil tarafından satılmasıyla satma vekilinin azledil­mesi gibi. (Vekilin ölümü veya sürekli delirmesi halinde vekillik bo­zulur.) Çünkü öldükten veya delirdikten sonra vekil tâyin edilmesi sahih değildir.(Eğer vekil, mürted olarak düşman Ülkeye katılırsa bu durum­da, müslüman olarak dönmedikçe tasarrufta bulunması caiz değil­dir.!

Ben diyorum ki; bu, imara Muhammed'e göredir. İ m a m Ebû Yûsuf'a göre ise, Müslüman olarak dönse bi­le eski vekilliği geri dönmez. imam Muhammed diyor ki: Bir kimseyi vekil tâyin etmek, ona tasarruf yetkisini vermek ve bu konudaki hukukî enge­li ortadan kaldırmak demektir. Vekil ise, kendisindeki bir takım niteliklerle tasarrufta bulun­maktadır. Tasarruftan âciz kalması ise sonradan düşman ülkeye ka­tılması nedeniyledir. Çünkü îslâm ülkesiyle bu ülke birbirlerine zıt yerlerdir. O halde önceden verilen yetki devam ediyorsa acizliğin ortadan kalkmasıyla tekrar vekil olur. İmam Ebû Yûsuf ise diyor ki; bir kimseyi vekil tâ­yin etmek, ona isi yerine getirme yetkisini vermek demektir. Çün­kü tasarrufta bulunabilme yetkisi, kişinin ehliyetine, işi yerine ge­tirme yetkisi ise, müvekkilin ona vekillik hakkı vermesine bağlıdır. Vekil, düşman ülkeye katılmakla ölüler gibi olmuş ve dolayısıyla bo­zulan vekillik yetkisi geri dönmemektedir. Eğer müvekkil mürted olarak düşman ülkeye katıldıktan sonra müslüman olarak geri dönerse bu durumda asıl olan, vekilliğin ge­ri dönmesidir.

İmam Muhammed' den : Bu durumda vekillik geri döner, dediği rivayet edilmiştir. Nitekim vekil için de aynı şeyi söy­lemiştir. Ona göre müvekkil ile vekilin durumları arasındaki fark şudur: Müvekkil açısından vekillik, yetki vermeye dayanmaktadır. Bu ise ortadan kalkmıştır. Vekil açısından ise vekillik, vekildeki ta­sarruf ehliyetine dayanmaktadır. Bu ise, düşman ülkeye katılmakla ortadan kalkmamıştır.(Bir kimse, başkasını bir işe vekil kıldıktan sonra aynı işi ken­disi yaparsa bu durumda vekillik bozulur.) Şöyle ki: bir kimseyi bir kadını kendisiyle evlendirmeye veya bir şeyi satın almaya vekil kıl­dıktan sonra bunları kendisi yapar veya karısını boşamaya vekil kıl­dıktan sonra onu kendisi üç talâkla veya bir talâkla boşayıp iddeti biter veya karısını hul1 -bedelli boşama- ile boşamaya vekil kıldık­tan sonra hul'u kendisi yaparsa bütün bu durumlarda vekillik bo­zulur. Çünkü onun tasarrufta bulunmasıyla vekilin tasarrufu imkân­sız hale geldiğinden vekillik bozulmuştur. Nitekim, müveklyl, kadınla vekilsiz evlendikten sonra onu bo-şarsa vekil, kadını ikinci kez kendisiyle evlendiremez. Çünkü gayesi daha önce gerçekleşmiştir. Ancak vekil, bu kadınla evlendikten sonra onu boşarsa kendisini müvekkille evlendirebilir. Çünkü mü­vekkilin gayesi henüz gerçekleşmemiştir. Aynı şekilde bir kimseyi koyununu satmaya vekil kıldıktan sonra koyunu kendisinin satma­sı halinde de durum böyledir. Bu koyunun, Hâkim karanyla kusur­dan ötürü geri çevirilmesi halinde İmam Ebû Yûsuf dan : Bu takdirde vekil, o koyunu ikinci kez satamaz. Çünkü koyunu mü­vekkilin satmış olması, vekili tasarruftan alıkoymak olduğundan onu azletmek gibi olur, dediği rivayet edilmiştir.İmam Muhammed ise: Vekil, ikinci kez koyunu sa­tabilir. Çünkü, başkası adına yetkili olmak demek olan vekillik de­vam etmektedir. Yetkiyi kullanmaya engel olan durum ise ortadan kalkmıştır, demiştir. Ancak bir kimseyi bağış yapmaya vekil kıldık­tan sonra bağışı kendisi yapar ve geri alırsa vekil tekrar bağışta bulunamaz. Çünkü müvekkil, bağışı geri alıp almamakta serbest ol­duğundan onu geri alması, kendisinin bağış yapmak istemediğini gös­terir. Satılan malın, Hâkim karan ile geri çevirilmesi ise, müvekkilin isteği dişmda olduğundan onun, malı satmak istemediğim göstermez. Bu nedenle bu mal, tekrar müvekkilin mülkiyetine geçtiğinde vekil onu satabilir. Allah herkesten daha iyi bilendir.[9]

 



[1] Ebû Davud'un kaydettiği bu hadisin metni şöyledir:

«Peygamber Efendimiz (Salllalahü Aleyhi ve Sellem) kendisine bir kurban satın almak üzere Hâkim b. Huzzam'a bir dinar vererek onu pazara gönderdi. Hâ-Mm de o dinar ile bir kurbanlık satın alıp iki dinara sattı ve dönüp bir kurban­lık bir dinar İle satın aldı ve bir dinar da Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aley­hi ve Sellem)'e verdi. Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de sa­daka olarak o dinarı verdi ve Hâkim b. Huzzam'a; Ticaretin bereketli olsun, diye dua etti.

Ebû Pâvûd (Şirket) C. 2 S. 124. Tirmizİ (Alım-satımlar) C. 1 S, 163

[2] Nesal (Nikâh) C. 2 S. 76

[3] Beyhakl (Vekalet) C. 6 S. 81

[4] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 3/243-247.

[5] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 3/247-257.

[6] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 3/257-262.

[7] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 3/262-264.

[8] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 3/264-270.

[9] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 3/270-274.