Vasiyetin Keyfiyeti Hakkında Bir Bâb
MALIN ÜÇTE BİRİNİ VASİYET ETME BABI
Vasiyetin Durumuna Bakıldığı Hakkında Bir Fasıl
AKRABA, KOMŞU VE ŞÂİR KİMSELERE VASİYET BABI
BİNA, ARAÇ, TARLA VE BAĞ BAHÇE GİBİ ŞEYLERİN MENFAATİNİ
VASİYET ETME BABI
İslâm Bayrağı Altında Yaşıyan Gayr-I Müslimin Vasiyeti
Vâsi İle Vâsinin Sahip Olduğu Yetkiler Hakkında Bir Bâb
Hangi vasiyet caizdir,
hangisi değiidir. Müstahap olan hangisidir ve vasiyetten dönüş neyle olur.
(Vasiyet vacip değil, ancak müstahaptır.) Kıyâs ise vasiyetin caiz olmamasını
gerektirir. Çünkü vasiyet, kişinin mâliki bulunduğu bir şeyi, mülkünden
çıktıktan sonra başkasma vermesidir. Oysa, kişinin değil mülkünden çıkan bir
şeyi, mülkünde olan bir şeyi bile kasdederek bir kimseye : -Ben onu sana yarın
verdim» demesi caiz değilken «Ben öldükten sonra falanca malımı falana verdim»
demesinin caiz olmaması evleviyetle lâzım gelir. Fakat insanlar vasiyete
muhtaç oldukları için biz vasiyetin cevazını istihsan ediyoruz. Çünkü insan zinde
ve sağlıklı bulunduğu sürece uzun ümitler beslemekte ve âhiret hayatı için
gereken çalışmada kusur ve gevşeklik göstermektedir. Ancak hastalandığı ve
öleceğinden kaygı duymağa başladığı zaman malında göstermiş olduğu gevşeklik
ve kusuru kısmen olsun telâfi etmek ister. Ama öyle bir şekilde ki, eğer
kendisi ölüp bu dünyadan göç ederse malı Allah (Azze ve Celle) yolunda harcansın.
Eğer şifa bulup, hastalığından kalkarsa yine onu dünyevî hayatı yolunda
harcamaya imkân bulsun. İşte insanın bu ihtiyacına binâen biz vasiyeti meşru
görüyoruz, ki buna benzer bir açıklamayi biz kiralama bahsinde de yaptık.
Bundan başka şu da vardır: Kişinin malları üzerindeki mâlikiyeti ölümünden
sonra da tamamen zail olmaz. Nitekim cenazesinin yerden kaldırılması ve borçlarının
ödenmesi gibi masraflar onun malından yapılmaktadır. Eğer malı onun ölümünden
sonra yine onun olmasaydı bu masrafların o maldan yapılması caiz olmazdı.
Kaldı ki Kur'an da Hadis de vasiyetin caiz olduğunu açıkça bildirmektedirler.
Kur'an:«Yaptığı vasiyetten veya borcundan arta kalanın- ([1])
âyet-i kerimesidir. Hadis de;
«Cenâb-ı Allah
ömürlerinizin sonunda mallarınızın üçte birini size bağışlamıştır, ki onunla
amellerinizi arttırasmız. Onu istediğiniz yere koyabilirsiniz- ([2])
hadîs-i şerifidir. Vasiyetin cevazı hakkında ayrıca icma da vardır. Sonra,
metni geçen bu hadîse binâen, eğer kişi yabancı, yâni varisi olmayan bir
kimseye malının üçte birini veyahut ondan daha az bir miktarı vasiyet ederse
-varisleri razı olmasalar bile- vasiyeti geçerlidir.
Aliah (Azze ve Celle)
izin verirse biz ileride en sevaplı vasiyetin hangisi olduğunu açıklayacağız.
(Eğer kişi malının üçte birinden fazla vasiyet ederse vasiyeti geçerli
olamaz.) Zira Peygamber Efendimiz (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) - Sa'd İbn-i
Ebi Vakkas (Radıyallâhü anh) "in hadisinde geçtiğine göre- S a d' ı malının hepsini ve yansını vasiyet etmekten
men'ettikten sonra ona: «Üçte bir yeterdir. Hattâ üçte bir de çoktur- ([3])
buyurmuştur. Hem de kişi öldükten sonra mala ihtiyacı kalmadığı için mah varislerine
geçerek onların hakkı olur. Ancak şeriat -yukarıda anlattığımız üzere-
ihtiyaca binâen kişinin, vârisi olmayan kimselere malının üçte birine kadar
vasiyet etmesine göz yummuş ve fakat vârislere -ileride anlatacağımız üzere-
aralannda ayırım yapılmış olur diye cevaz vermemiştir. İAncak eğer kişi
öldükten sonra vârislerinin hepsi reşit olur ve yaptığı vasiyeti kabul
ederlerse o zaman geçerli olur.) Çünkü geçerli olmaması vârislerin hakkını
korumak içindir. Vârisler kendi haklarından vaz geçtikten sonra ise, geçerli
olmaması için bir sebep yoktur. (Fakat vasiyet sahibi daha sağ iken vârislerin
kabulü muteber değildir.) Çünkü vasiyet sahibi daha sağ iken mah vârislerine
geçmediği için onların kabul etmeleri, mal onların değilken vâki olduğu için
muteber değildir. Bunun için, eğer kabul de etseler vasiyet sahibinin ölümünden
sonra pişman olabilirler. Zira muteber olmayan bir şeyin hükmü yoktur. Ancak
diyebiliriz ki: Kişinin hastalanması ile onun malına vârislerinin hakkı geçmiş
olur. Bunun içindir ki kişi hasta iken malının üçte birinden fazla olan
bağışlan sahih olamaz. Ne var ki bu, kişinin aynı hastalıkta ölmesi şartına
bağlıdır. Bu itibarla, malm vârislerine geçmesi ancak vasiyet sahibinin
ölümünden sonradır. Vasiyet sahibi öldükten sonra ise -eğer vârisler kabul
ederlerse- mal artık onların olduğu için pişman olamazlar.Kişinin,
vârislerinden birine malından bir şey vasiyet ettiği zaman da diğer vârislerin
kabul etmeleri de böyledir. Yâni eğer kişinin Ölümünden sonra kabul ederlerse
kabulleri muteberdir. Kişi daha ölmemişken kabul etmeleri ise muteber
değildir.(Vârislerin kabul etmeleriyle vasiyet edilmesi geçerlilik kazanan mal)
biz Hanefilere göre (vasiyet sahibi tarafından kendisine vasiyet edilenin
mülkiyetine geçer.) îmam-ı Şafiî: «Vârisler tarafından onun mülkiyetine geçer»
demiştir. Fakat doğru olan, bizim görüşümüzdür. Çünkü vasiyet edilen malın
kendisine vasiyet edilenin malı olmasına sebep, vasiyet sahibidir. Vârislerin
kabul etmesiyle ise, sâdece şer'i engel ortadan kalkmış olur. Engelin kalkması
için ise malın teslim alınması şart değildir. Nihayet bu da, rehin olan
alacaklının rehnin sahibi olan borçlunun rehini satmasını kabul etmesi gibidir.
(Kişinin, kendisini öldürene -eğer bilfiil onu öldürmüş ise- ister yanlışlıkla
İster bilerek olsun, vasiyeti geçerli değildir.) Zira Peygamber Efendimiz
(Sallallahü Aleyhi ve SellerrO :«Kişinin, kendisini öldürene vasiyeti sahih
değildir» ([4]) buyurmuştur. Hem de
kendisine herhangi bir şeyi vasiyet edeni öldüren kimse, Allah (Azze ve
Celle)'m geciktirdiğini çabuklaştırmış olur. Bunun için, kişinin vârisi kişiyi
öldürdüğü zaman nasıl onun mirasından mahrum oluyorsa, bu da, kendisine malını
vasiyet eden kimseyi öldürdüğü zaman, onun kendisine vasiyet ettiği maldan mahrum
olur.
îmam-ı Şafiî ise:
«Vasiyet edeni öldürene vasiyet sahihtir» demiştir. îmam-ı Şafiî'ye karşı olan
delilimizi yukarıda açıkladık. (Eğer kişinin, kendisini öldürene yaptığı
vasiyeti vârisleri kabul ederlerse -İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed'e göre-
vasiyet geçerli olur. İmam Ebû Yûsuf ise -, «Yine de geçerli değildir.) Zira
kendisine vasiyet edeni öldürmesi suçu, vârislerin vasiyeti kabul etmeleriyle
üzerinden kalkmaz. Kendisine edilen vasiyetin geçerli olmaması da suçlu olduğu
içindi» (demiştir.) îmam Ebû Hanife ile îmam Muhammed ise: «Kendisine edilen
vasiyetin geçerli olmaması vârislerin yararı içindi. Vârisler kendi yararlarından
vaz geçince, geçerli olmaması için bir neden kalmaz» demişlerdir. (Kişinin,
vârisleri arasmda herhangi birine de vasiyet etmesi geçerli değildir.) Zira
Peygamber Efendimiz (Sallalîahü Aleyhi ve Sel-lem) :«Cenâb-ı Allah her hak
sahibinin hakkını vermiştir. Şunu bilin ki hiç bir vârise vasiyet olamaz» ([5])
buyurmuştur. Hem de eğer vârise vasiyet olsa, vârisler arasında ayırım yapmak
olur, ki bu da aralarındaki karşılıklı sevgi ve akrabalık bağının kopmasına yol
açar. Hem de hibeler bahsinde geçen hadise binâen, vârisler arasında kimine
bağışta bulunmak nasıl zulüm ise, ona vasiyet etmek de zulümdür,Fakat şunu
bilmek gerekir ki muteber olan varislik, kişi vasiyet ederken değil, ölürken
vasiyet ettiği kimsenin ona vâris olmasıdır. ([6])
Çünkü vasiyet Ölümden sonra bir tasarruf olduğu için onun hükmü ancak ölümden
sonra sabit olur. (Hasta olan kimsenin vârislerinden birine bağışı da vasiyet
gibidir.) Zira hastanın bağışı da vasiyet hükmündedir. Bunun içindir ki
hastanın bağışı malının üçte birinden çıkar. Hasta olan kimsenin vârislerinden
birine bir şeyi ikrar etmesi ise -ikrar sağlıkta olan bir tasarruf olduğu için-
hükümde vasiyetin tersidir. Yâni onda muteber olan, kişi ölürken değil, ikrar
ederken vârisin ona vâris olmasıdır.
(Eğer diğer vârisler
kabul ederlerse, o zaman vârise edilen vasiyet geçerli olur.) Bu istisna hem
yukarıda rivayet ettiğimiz hadiste rivayet edilmiştir. Hem de vârise edilen
vasiyetin geçerli olmaması diğer vârislerin hakkını korumak içindi. Bunun
için, eğer kendileri kabul ederlerse geçerli olur. Eğer vârislerden kimisi
kabul kimisi reddederse, o zaman ancak kabul edenin payı kadar geçerli olur.
Çünkü onun yetkisi ancak payının miktarı kadardır. Reddedenin payı miktarında
ise vasiyet geçersizdir. (Müslümanın gayn müslime, gayn müslimin de müslümana
vasiyeti geçerlidir.) Birincisinin
dayanağı:- «Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan
kimselere iyilik etmenizi ve onlara karşı âdil davranmanızı yasaklamaz- ([7])
âyet-i kerimesidir. İkincisi de : Çünkü müslüman olmayanlar islâm bayrağı
altında yaşamayı kabul ettikleri zaman bütün muamelelerde müslümanlarla eşit
olurlar. Bunun içindir ki her iki tarafın da gerek sağ iken ve gerek öldükten
sonra birbirlerine olan bağışlan geçerlidir.(el-Cami-üs'Sağir'de -Müslümanlarla
savaşmakta olan gayr-ı müslimlere edilen vasiyet geçersizdir- diye
kaydedilmektedir.) Zira Cenâb-ı Hak (Azze ve Celle) : «Allah, ancak sizinle din
uğrunda savaşanları, sizi yurdunuzdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım
edenleri dost edinmenizi yasaklar» ([8]) buyurmuştur. (Vasiyetin kabulü vasiyet edenin
ölümünden sonradır. Eğer kendisine vasiyet edilen kimse, vasiyet eden daha
sağken vasiyeti kabul veya reddederse onun kabulü de reddi de geçersizdir.)
Çünkü vasiyet ölümden sonra bir tasarruf olduğu için onun hükmü ancak vasiyet
edenin ölümünden sonra sabit olur. Bunun için onun Ölümünden önce vasiyetin
kabulü de, reddi de hükümsüzdür.
(Kişinin) vârisleri
ister zengin, ister fakir olsunlar (malının üçte birinden az miktarda vasiyet
etmesi müstahaptir.) Zira böyle yapan kimse, ölümünden sonra malından
kendisine kalan hissenin tamamını kendine harcamayıp bir miktarını vârislerine
bıraktığı için akrabalık hakkını gözetmiş olur. Fakat eğer üçte birin tamamını
vasiyet ederse, o zaman kendi hakkından hiç bir fedakârlık yapmadığı için
vârislerine hiç bir iyiliği yoktur. Sonra malın üçtebirinden az miktarda vasiyet
etmekle hiç vasiyet etmemekten hangisinin daha iyi olduğu hakkında ulemanın
ihtilâfı vardır. Ulemanın çoğu demişlerdir ki: Eğer vârisler fakir iseler ve
mirastan kendilerine düşen hisselerle zenginleşmiyorlarsa, hiç vasiyet etmemek
daha iyidir. Çünkü vasiyet etmemek, fakir olan vârislere yardım etmek demektir.
Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi
ve Sellem) : -Sadakanın en üstünü, sana kargı kin besleyen akrabana yaptığın
yardımdır- ([9]) buyurmuştur. Hem de
kişinin vârisleri fakir oldukları zaman eğer malından hiç bir şey vasiyet
etmezse fakir olan vârislerine yardım ettiği için, hem fakirlik, hem akrabalık
hakkını gözetmiş olur..Eğer kişinin vârisleri zengin iseler veyahut mirastan
kendilerine düşen hisse ile zenginleşiyorlarsa, vasiyet etmek daha iyidir. Çünkü
o zaman, vasiyet etmek yabancı fakirlere yardım etmek, vasiyet etmemek de
akrabaya bağışta bulunmaktır. Birincisi ise, onunla Allah (Azze ve Celle) nzâsı kasdedildiği için ikincisinden iyidir.
Kimisi de demiştir ki: Bu durumda kişi hangisini yaparsa sevap kazandığı için
ikisi arasında muhayyerdir. Zira birincisinde fakirlere yardım etmenin,
ikincisinde de akrabalık hakkını gözetmenin sevabı vardır. (Vasiyet edilen
mal, kendisine vasiyet edilen kimsenin kabulü ile onun malı olur.) î m a m Z ü
f e r ise bu görüşe katılmayarak : «Vasiyet de miras gibidir. Zira her ikisi
de malın bir şahıstan bir diğer şahsa geçmesi olduğu için her ikisinde de
ikinci şahıs birinci şahsın yerine geçer. Miras ise, vâris onu kabul etmese de
mal sahibinin ölümü ile onun mülkiyetine geçer. Bunun için vasiyette de -miras
gibi- kabul şart değildir- demiştir, ki İmam-ı Şafii' nin de iki kavlinden
biri bu yoldadır. Biz diyoruz ki: Vasiyet ile ikinci bir mülkiyet sabit olur.
Bunun içindir ki kendisine vasiyet edilen kimse malda bir kusur gördüğü zaman
onu vasiyet edene satan kimseye geri veremez ve onu vasiyet eden kimseden satm
alan kimse de onda bir kusur gördüğü zaman onu kendisine vasiyet edilen
kimseye geri veremez. Bunun için vasiyet miras gibi bir şahıstan bir diğer
şahsa geçiş olmayıp birinci şahsın, malı ikinci şahsa temlik etmesidir. Bir
kimse ise, herhangi bir malı bir başkasına eğer o başkası kabul etmezse temlik
edemez. Miras ise, bir şahsın bir diğer şahsın yerine geçmesi demek olup onda
yukanda geçen hükümlerin hepsi câridir. Bunur için miras, şeriat tarafından
yapılan cebri bir temlik olduğu için orda kabul şart değildir. (Vasiyetin
sâdece bir durumda kabulü şart değildir, ki o da şudur t Eğer vasiyet edenden
sonra, kendisine vasiyet edilen kimse de -henüz vasiyeti kabuJ etmemişken-
ölürse, vasiyet edilen mal) is-tihsânen
(vârislerinin mülkiyetine geçer.) Kıyâs ise, bu vasiyetin de geçersiz
olmasını gerektirir. Zira -yukarıda da açıkladığımız üzere- bir kimseye ait
bir malın bir başkasının mülkiyetine geçmesi için o başkasımn o malı kabul
etmesi şarttır. Bu da, satıcı abcıya: «Şu malımı sana sattım- dedikten sonra
alıcının henüz -Kabul ettim" dememişken Ölmesi gibidir. îstih-sânın da
dayanağı şudur: Vasiyet, vasiyet edenin ölümü ile onun tarafından kesinleşmiş
olup artık kendisi vasiyetini bozamaz. Ancak kendisine vasiyet edilen kimsenin
hakkı için mevkuf kalır ve onun ölümü ile, vasiyet edilen mal onun mülkiyetine
geçer. Nasıl ki muhayyerlik şartı ile bir malı satm alan kimse de malı kesin olarak
kabul etmeden öldüğü zaman mal onun mülkiyetine geçer.
(Eğer bir kimse, malı
kadar borçları olduğu hâlde vasiyet ederse vasiyeti geçerli olamaz.) Zira
borcun ödenmesi daha önemli bir ihtiyaç olduğu için borcu ödemek daha önce
gelir. Zira borçları ödemek farzdır. Vasiyet etmek ise bir teberrudur. (Ancak
eğer alacaklılar kabul ederlerse o zaman, vasiyet -de bir ihtiyaç olduğu için-
geçerli olur.) Çünkü o zaman borç kalmadığı için meşru olan sınır içinde
vasiyet geçerli olur. Zira kişinin vasiyete ihtiyacı vardır(Çocuğun da vasiyeti
geçerli değildir.) İmam-ı Şafiî: «Eğer hayır işlerinde olursa çocuğun da
vasiyeti geçerlidir. Zira H z . Ömer (Radıyallâhü anh) erginlik çağına
yaklaşmış bir çocuğun vasiyetini infaz etmiştir. ([10]) Hem
de vasiyet sevaplı bir tasarruf olduğu için onda çocuğa mânevi bir kazanç
vardır. Eğer vasiyeti geçerli olmazsa, vasiyet ettiği mal başkasına kalacağı
için bu kazançtan mahrum kalacaktır- demiştir.
Biz diyoruz ki:
Vasiyet bir bağıştır. Çocuk ise bağışa yetkili değildir. Hem de çocuğun sözü
mutlaka uyulması gereken nitelikte değildir. Oysa eğer vasiyetini geçerli
kabul etsek onun sözüne bu niteliği vermiş oluruz. H z.
Ömer (Radıyallâhü anh)'in,
vasiyetini infaz ettiği çocuğa gelince: ya erginlik çağına yeni girdiği için
mecazen ona -erginlik çağma yaklaşmış» denilmiştir. Ya da onun vasiyeti
cenazesinin yerden kaldırılması hakkında idi ki bu vasiyet bize göre de
geçerlidir. Sonra vasiyet nasü sevaph bir tasarruf ise, vasiyetin terki de
-onda akrabalık hakkının gözetimi gibi üstün bir duygu bulunduğu için- keza
sevaphdır. O hâlde çocuğun mânevi hayatı için vasiyet etmek nasıl kazançlı ise
etmemek de öyledir. Kaldı ki çocuk için vasiyet kazançlı bir tasarruf da olsa,
muteber olan, tasarrufun bâzı hâllerde kazançlı olması değil, lizâtihi kazançlı
bir tasarruf olmasıdır. Nitekim çocuğun, karısını boşaması bâzı hâllerde
kendisine kazanç sağladığı hâlde ne çocuğun kendisi ve ne de vasiysi çocuğun
kansını boşayamaz. Eğer çocuk vasiyet ettikten sonra ölmeyip ancak büyüyüp ergenlik
çağma girdikten sonra ölürse -vasiyet ettiği zaman çocuk olduğu için- vasiyeti
yine geçersizdir. Çocuğun: «Büyüdüğüm zaman malımın üçte biri falancaya
vasiyetim olsun» demesi hâlinde de hüküm böyledir. Çünkü çocuk, çocuk olduğu
için -nasıl ne kesin ve ne de şartlı olarak kansını boşayamaz ve kölesini
azatlaya-mazsa- ne kesin ve ne de şartlı olarak malını da kimseye vasiyet
edemez. (Bir şeyi henüz doğmamış bir çocuğa ve bir kimseye henüz doğmamış bir
yavruyu vasiyet etmek -eğer çocuk veyahut yavru vasiyet tarihinden itibaren
altı ay içinde doğarsa* caizdir.) Birincisinin caiz olması Çünkü vasiyet bir
yönden kişinin vasiyet ettiği malda başkasını kendi yerine geçirmesidir. Henüz
doğmamış çocuk da mirasta malı bırakan kimsenin yerine geçtiğine göre,
vasiyette de öyledir. Çünkü vasiyet de mirasın hükmündedir. Ancak vasiyette
malı başkasına temlik mânâsı bulunduğu için vasiyet reddedilebilir, Miras
reddedilemez. Bağış ise vasiyet gibi değildir. Çünkü bağış tam temlik olduğu
için henüz doğmamış çocuğa bir şey temlik edilemez. Zira temlikte malı teslim
alma imkânına sahip değildir. İkincisinin caiz olması da, çünkü henüz doğmamış
yavru her ne kadar vasiyet edilirken varlığı kesin olarak bilinmiyor idiyse de,
aradan altı ay geçmeden doğduğu için vasiyet edildiği zaman var olduğu anlaşılmış
olur. ölen kimse de artık bir hayır yapamayacağı ve vasiyete muhtaç olduğu için
ona vasiyet kapısı geniş tutulmuştur. Bunun için -bir ağacın ilerde tutacağı
meyveler gibi- henüz var olmayan şeyleri vasiyet etmek caiz olmuştur ve bu,
caiz olunca var olup ancak vasiyet edilirken varlığı kesin olarak bilinmeyen
şeyleri vasiyet etmenin caiz olması evleviyetle lâzım gelir. (Gebe bîr koyunu
bir kimseye vasiyet ederken karnındaki kuzuyu istisna etmek caizdir.) Çünkü
koyun dendiği zaman ondan karnındaki kuzu anlaşılmaz. Fakat eğer kişi istisna
yapmadan : -Bu koyun benim vasiyetimdir» derse, koyunun karnındaki yavru da annesine
tebean vasiyet edilmiş olur. Bunun için koyurru yalnız olarak vasiyet etmek
caizdir. Hem de henüz ana karnındaki yavruyu yalnız olarak vasiyet etmek caiz
olduğuna göre onu vasiyetten istisna etmenin de caiz olması lâzım gelir.(Bir
şeyi vasiyet edenin vasiyetinden dönmesi caizdir.) Zira vasiyet tamamlanmamış
bir bağış olduğu için -hibeler bâbmda anlattığımız üzere- hibe gibi ondan
dönüş caizdir. ,Hem de vasiyetin kabulü vasiyet edenin ölümünden sonra olduğu
için vasiyet eden, yapmış olduğu icaptan -satış akdinde olduğu gibi dönebilir.
(Kişi vasiyetinden
döndüğünü, açıkça söyleyince veyahut döndüğünü gösteren bir davranışta
bulununca vasiyetinden dönmüş olur.) Vasiyetinden dönmüş olduğunu açıkça
söylemesinin vasiyetten dönüş olması açıktır. Vasiyetinden döndüğünü gösteren
bir davranışta bulunması ise, çünkü o da açıkça söylemesi gibi olduğu için
onun yerine geçer. Nasıl ki herhangi bir malını muhayyerlik şartı ile sattıktan
sonra o malında herhangi bir şekilde tasarruf eden kimse, bu 'tasarrufu ile onu
satmaktan vaz geçmiş sayılır. Kısacası: Bir tasarruf ki, kişi onu başkasının
malında yaptığı zaman o mal sahibinin mülkiyetinden çıkıyorsa -ki biz bu tür
tasarrufları gasp bâbmda birer birer anlattık- kişi vasiyet ettiği malda da o
tasarrufu yaptığı zaman vasiyetinden dönmüş olur. Sonra her fiil ki onunla, vasiyet
edilen malda artış meydana geliyor ve malın, kendisine vasiyet edilen kimseye
teslimi de ancak o artış ile birlikte mümkün oluyorsa, o fiil de vasiyetten
dönüş sayılır.
Meselâ eğer bir kimse,
elinde bulunan bir kavutu, ya da bir arsayı, yahut tarlasından gelen bir
miktar pamuğu veya bir bez parçasını vasiyet ettikten sonra, kavutu yağla
ıslatır, yahut arsada bina yapar, ya da pamuğu bir setreye dolgu yapar veya
bez parçasını bir elbiseye astar veya yüz yaparsa, yaptığı vasiyetten dönmüş
olur. Çünkü vasiyet ettiği bu eşyanın, kendisine vasiyet ettiği kimseye
teslimi ancak kendilerinde meydana gelen artışlarla birlikte mümkündür. Fakat
kişinin vasiyet ettiği binayı badana etmesi veya yıkması öyle değildir. Çünkü
bu tür fiiller malın kendisinde değil, malın tabiindedirler. Vasiyet edilen
malın vasiyet edenin mülkiyetinden çıkmasını gerektiren fiillerle de
vasiyetten dönülmüş olur. Meselâ kişi vasiyet ettiği malı başkasına satar ve
bir daha satın alır, ya da başkasına hibe eder ve bir daha geri alırsa, mal
onun mülkiyeti altından çıktığı için onu vasiyet etmekten dönmüş olur. Zira
kişinin vasiyeti ancak mülkiyeti altında olar, şeylerde geçerli olur. Oysa o,
vasiyet ettiği şeyi mülkiyeti altından çıkarmıştır. Kişinin vasiyet ettiği davan
kesmesi de vasiyetten dönmektir. Zira kişi sahip olduğu hayvanı kendi ihtiyacı
için keser. Vasiyet edilen elbiseyi yıkamak ise vasiyetten dönmek değildir.
Zira elbisesini başkasına vermek isti-yen kimsenin onu vermeden önce yıkaması
âdettir. (Eğer bir kimse etmiş olduğu vasiyeti inkâr ederse vasiyetinden dönmüş
olmaz.) İmam Muhammed böyle söylemiştir. İmam Ebû Yûsuf ise: -Dönmüş olur.
Çünkü dönüş, edilen vasiyeti bozmak, inkâr da vasiyet edilmediğini söylemek
olduğuna göre, inkârın dönüş olması evleviyetle lâzım gelir- demiştir.
İmam. Muhammed de:
«Dönüş, edilen vasiyeti bozmak, inkâr da vasiyet edilmediğini söylemek
olduğuna göre ikisi bir değillerdir. Bunun içindir ki evliliğini inkâr eden
kimsenin evliliğini inkâr etmesiyle karısı boşanmaz» demiştir. (Eğer bir kimse
«falancaya ne vasiyet etmişsem ona haramdır, ribâdır» dese, vasiyetinden dönmüş
olmaz.) Çünkü bir şeye haram demek o şeyin varlığını kabul etmektir. (Fakat
«Falancaya ne vasiyet etmişsem geçersizdir» demesi öyle değildir.) Zira bu
deyim vasiyetten dönüşün taa kendisidir.
(Eğer kişi «Ben
vasiyetimi erteledim- dese yine vasiyetten dönüş değildir.) Çünkü bir şeyi
ertelemek -borcun ertelenmesinde olduğu gibi- o şeyi hükümsüz kılmak değildir.
(Fakat «Ben vasiyetimi bıraktım» demesi dönmektir.) Zira «Bıraktım- -Hükümsüz
kıldım- demektir. (Eğer kişi .Falancaya vasiyet ettiğim at falanındır- dese
vasiyetinden dönmüş olur.) Çünkü bu deyimden -Falancaya vasiyet ettiğim atta
falanı da ortak kıldım» mânâsı
anlaşılmaz.(Fakat eğer kişi atı önce birisine, sonra bir başkasına vasiyet
ederse, öyle değildir.) Çünkü bir şey iki kimseye vasiyet edildiği gibi,
kişinin bir malı sıra ile iki kişiye vasiyet etmesi bu mânâyı taşır.
(Eğer bir kimse
-Falancaya vasiyet ettiğim at vârisim olan falanındır» dese, birincisine
ettiği vasiyetten) yukarıda açıkladığımız sebebe binâen (dönüp, vârisine
vasiyet etmiş olur.) Vârise yapılan vasiyetin hükmünü de yukarıda açıkladık.
(Eğer vasiyet ediîen ikinci şahıs sağ değilse, o zaman birinci vasiyetin hükmü
bakidir.) Çünkü birinci vasiyetin bozulması, aynı şey ikinci şahsa vasiyet
edildiği içindir. İkinci şahıs ise mal kendisine vasiyet edilirken sağ olmadığı
için ona edilen vasiyet hükümsüzdür ve ona edilen vasiyet hükümsüz olunca
birinci vasiyet olduğu gibi kalmış olur. (Eğer ikinci şahsa vasiyet edilirken
ikinci şahıs sağ ise de, vasiyet sahibi ölmeden kendisi ölürse, vasiyet edilen
mal vasiyet edenin vârislerine kalır.) Çünkü bu durumda her iki vasiyet de hükümsüzdür.
Zira birinci vasiyet ikinci vasiyetle, ikinci vasiyet de kendisine vasiyet
edilen kimsenin vasiyet edenden önce ölmesiyle bozulur.[11]
(Eğer bir kimse
malının üçte birini bir kimseye ve üçte birini de bir diğer kimseye vasiyet
eder ve vârisleri kabul etmezlerse, malının üçte biri vasiyet ettiği iki kimse
arasında müşterek olur.) Zira -yukarıda da geçtiği üzere- vârisler kabul
etmedikleri zaman malın üçte birinden fazla vasiyet etmek geçerli olamaz.
Burada ise malın üçte ikisi iki kişiye vasiyet edilmiştir. Bu iki kişi de
istihkakın sebebi olan vasiyette eşit oldukları için istihkakta da eşittirler.
Malın üçte biri de aralarında bölünebildiği için ikisi bu üçte birde
ortaktırlar.
(Eğer birine üçte bir,
birine altıda bir vasiyet ederse, o zaman ikisi malın üçte birinde ikili birli
olarak ortak olurlar.) Çünkü vasiyet ikisine de edilmiştir. Ancak üçte bir,
kendilerine vasiyet edilen miktardan az olduğu için, her biri kendisine
vasiyet edilen miktar oranında onda ortak olur. Nasıl ki kişinin malı
borçlarını karşılayamadığı zaman alacaklıları arasında -herkese alacağının miktarı
oranında verilmek üzere- bölünür. Bunun için burada da malın üçte biri üçe
bölünüp biri hissesi az olana, ikisi de hissesi çok olana verilir.
(Eğer bir kimse bir
kimseye malının tamamını, bir kimseye de üçte birini vasiyet eder ve vârisleri
kabul etmezlerse -iki İmama göre- malının üçte biri dörde bölünüp üçü birine,
biri de birine verilir. İmam Ebû Hanife'ye göre ise her birine bir verilmek
üzere ikiye bölünür. İmam Ebü Hanife -muhabat, siaye ve derahim-i mürsele ([12])
meseleleri dışında- hiç bir yerde, kendisine malın üçte birinden fazla vasiyet
edilen kimseye fazla olan miktar oranından pay vermez.) iki İmam: «Çünkü bu
vasiyet malın üçte birinden fazla olduğu için her ne kadar fazla olan miktarda
geçerli değilse de, kendilerine vasiyet edilen iki kişiden birinin -hiç
değilse geçerli olan kısımda- diğerinden fazla pay sahibi olması için şer'î
bir engel yoktur» demişlerdir.
İmam Ebû Hanif e'de
«Vasiyet malın üçte birinden fazla olan miktarda geçersiz olduğuna göre,
kendilerine vasiyet edilen iki kişiden birinin diğerinden fazla pay sahibi
olması da geçersizdir. Bu itibarla bu kimse sanki her birine malının üçte
birini vasiyet etmiştir. Her birine malın üçte biri vasiyet edildiği zaman ise
-bilindiği üzere- malın üçte biri ikisi arasında eşit bir şekilde müşterek
olur.» demiştir. (Eğer bir kimse kendi maundan oğlunun payını vasiyet ederse
vasiyeti geçersizdir. Eğer oğlunun payı kadar vasiyet ederse geçerlidir.)
Çünkü oğlunun payı kendisi öldükten sonra maundan oğluna kalacak olan hisse okluğu
için kendisinin malı olmayıp oğlunun malıdır. Oğlunun payı kadar ise, onun
miktarında olan mal demek olduğu için oğlunun malı olmayıp kendisinin malıdır.
Bunun için oğlunun payı kadar vasiyet etmek caizdir.
İmam Züfer ise,
vasiyet edildiği zamana bakarak: -Birincisi de geçerlidir.» demiştir. Çünkü
vasiyet edildiği zaman oğlunun payı henüz kendisinin malıdır. İmam Züfer'e
olan cevabımız ise yukarıda geçti.
(Eğer bir kimse
malından bir sehim vasiyet ederse -İmam Ebü Hanife'ye göre- bu kimse vârislerinden
kendisine en az hisse düşen kimsenin hissesi kadar vasiyet etmiş olur. Ancak
eğer bu hisse bıraktığı maun altıda birinden az olursa o zaman altıda bir
tamam-lanır. Fakat altıda birden fazla olamaz. Diğer iki İmam ise: Bu kimse
vârislerinden herhangi birinin kendisinden alacağı hisse kadar vasiyet etmiş
olur. Ancak bu hisse, eğer vârisleri kabul etmezlerse üçte birinden fazla
olamaz.) Çünkü «Sehim» dendiği zaman örfen ve özellikle vasiyet babında
vârislerden herhangi birinin hissesi anlaşılmış olur. Vârislerden en az hisse
alan kimsenin hissesi de kesin olduğu için kelime ona hamlolunur. Ancak eğer
bu hisse üçte birden fazla olursa o zaman üçte bire indirilir. Çünkü vârisler
kabul etmedikleri zaman vasiyet üçte birden fazla olamaz» (demişlerdir, imam
Ebû Hanife de: «Sehim ancak altıda birdir. Abdullah İbn-i Mesud (Radıyallâhü
anh)'un Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den böyle naklettiği
rivayet olunmuştur. ([13]) Hem
de «Sehim» bâzan denilir de ondan altıda bir kasdedilir. Zira 1 y a s ,
Sehm'in sözlükte altıda birden ibaret olduğunu söylemiştir. Bâzan da «Sehim»
denilir. Ondan herhangi bir vârise düşen hisse kasdedilir. Biz de bu ikisinden
en azım tutuyoruz» demiştir. Ulema demişlerdir ki: Onların örfünde böyle idi.
Bizim örfümüzde ise sehim parça demektir. (Eğer bir kimse i «Falancaya malımdan
bir parça veriniz» diye vasiyet ederse o kimsenin vârislerine: -Ona
istediğinizi verebilirsiniz» denilecektir.) Çünkü bir parçanın ne kadar olduğu
bilinemez. Çok da olabilir az da. Ancak ne kadar olduğunun bilinememesi vasiyetin
sihhatine mâni değildir. Vârisler de vasiyet sahibinin yerine geçtikleri için
ne kadar olduğunun açıklanması onlara aittir. (Eğer bir kimse : «Malımın altıda
bîri falanındır- dedikten sonra, ya aynı yerde veya bir başka yerde : -Malımın
üçte biri onundur- derse -vârisler kabul etseler bile- malın yalnız üçte biri
vasiyet olur. Çünkü altına bir üçte bire dâhildir. Eğer: -Malımın altıda biri
falanındır- dedikten sonra ya aynı yerde veya bir başka yerde bir daha: -Malımın
altıda biri falanındır» dese, falana yalnız bir tane altına bir düşer.) Çünkü
bu kimse ikinci defada da: -Malımın altıda biri falanındır» dediği için ikinci
defa birinci defanın tekrarıdır. Eğer bir kimse at veya davarlarının üçte
birini bir kimseye vasiyet ettikten sonra at veya davarlarının üçte ikisi
ziyana uğrayıp sâdece üçte biri kalır ve fakat kalan miktar yine de umum malın
üçte birinden az ise, kalanın hepsi o kimsenindir.) İmam Züfer ise: -Kalanın
üçte biri onundur. Zira ziyana uğrayanlarla kalanların ikisi de vârislerle,
kendisine vasiyet edilen o kimse arasında müşterektir. Müşterek olan mal ise,
ziyana uğradığı zaman ortakların hepsi -herkes kendi hissesi oranında- ziyan
eder. Nasıl ki tereke değişik mallar olduğu zaman da öyledir» demiştir. Biz
diyoruz ki: Mal burada bir çeşit olduğu için, kendisine vasiyet edilen
kimsenin bütün malda dağınık olarak bulunan hissesini malın bir kısmında
toplamak mümkündür. Bunun içindir ki müşterek olan mal bir çeşit olduğu zaman,
eğer ortaklardan bir kısmı paylaşmak isterlerse -paylaşma, ortakların dağınık
olan hisselerini malın bir kısmında toplamak demek olduğu hâlde- diğer
ortaklar paylaşmaya zorlanırlar. Vasiyet de mirastan önce geldiği için biz vasiyeti
malın bir kısmında topluyoruz. Bunun için burada sanki at veya davarların üçte
biri değil, bir at veya koyunun üçte biri vasiyet edilmiştir. Müşterek mal
değişik cinsler olduğu zaman ise Öyle değildir. Çünkü değişik cinslerdeki
dağınık hisselerin bir çeşitte toplanamadığı için onda vasiyete öncelik
verilemez. (Eğer bir kimse elbiselerinin üçte birini bir kimseye vasiyet ettikten
sonra elbiselerinin üçte ikisi ziyana uğrayıp ancak üçte biri kalırsa,
kendisine vasiyet edilen kimse ancak kalan elbisenin üçte birine müstahak
olur.) Derler ki; Bu, eğer elbiseler değişik çeşitler olursa böyledir. Eğer
elbiselerin hepsi aynı çeşitten olursa o zaman elbiseler de at ve davarlar
gibidir, ölçülebilen ve tartılabilen cinsten olan mallar da öyledir. Çünkü bu
tip olan mallardaki ortakların dağınık hisselerini malın bir kısmında toplamak
mümkündür. (Eğer kişi üç tane atının üçte birini vasiyet ettikten sonra atlarından
iki tanesi ölüp bir tanesi kalırsa, kendisine vasiyet edilen kimseye ancak
kalan atın üçte biri düşer. Birden çok binalar da öyledir.)
Kimisi demiştir ki:
Bu, yalnız İmam Ebû Hanife'ye göredir. Çünkü îmam Ebû Hanife, ortakların,
aralarında müşterek binaları paylaşmaya zorlanamayacağı görüşündedir. Kimisi
de: «Hepsine göredir. Zira iki imama göre de hâkim içtihat ettikten sonra
binalardaki dağınık hisseleri binaların bir kısmında toplamak mümkün ise de,
eğer hâkim içtihat etmezse mümkün değildir» demiş ise de fıkha en uygunu
birincisidir.
(Eğer bir kimse bin
dirhem vasiyet ederken onun elde olan malından başka, aynca bir takım
alacakları da bulunuyor ve vasiyet ettiği bin dirhem onun elde olan malından
çıkarılabiliyorsa, alacaklarının tahsili beklenmeden vasiyeti verilir.) Zira böyle ne vârislere ve ne de kendisine
vasiyet ediien kimseye bir haksızlık yapılmadan herkes kendi hakkına ulaşmış
olur. Eğer kişinin vasiyet ettiği bin dirhem onun elde olan malından
çıkanlamıyorsa, o zaman elde olan malın üçte biri ne tutarsa verilir. Geri
kalanı da, her alacak tahsil edildikçe onun üçte biri -bin dirhem
tamamlanıncaya kadar- ödenir. Zira kendisine vasiyet edilen kimse de vârislerin
ortağı olduğu için, eğer bin dirhemin hepsi elde olan maldan çıkarılıp ona
verilirse vârislere haksızlık edilmiş olur. Çünkü alacaklar tahsil edilmedikçe
elde olan mal ondan üstündür. Hattâ tahsil edilmeyen alacağa mal bile denemez.
Eğer bir kimse Alî ile Hasan Ta malının üçte birini vasiyet ettikten sonra
Hasan'ın ölmüş olduğu anlaşılırsa, vasiyet edilen üçte birin hepsi Ali'nin
olur.) Zira ölmüş olan kimsenin dünya malına ihtiyacı kalmadığı için ona
edilen vasiyet geçersizdir. Bunun için bu vasiyet de Ali
ile cansız bir duvara edilen vasiyet gibidir.îmam Ebû Yûsuf dan ise:
«Eğer kişi vasiyet ederken
Hasan'ın öldüğünü bilmezse, A 1 i
ancak üçte birin yansına müstahak olur. Çünkü kişi vasiyet ederken Hasan'i
sağ bildiği için, ona göre vasiyet geçerli olup A 1 i' ye ancak üçte birinin
verilmesine razı olmuştur. Fakat vasiyet ederken Hasan'ı ölmüş bilirse, öyle
değildir. Zira ölüye edilen vasiyetin boş olduğunu bildiği için üçte birin
hepsinin A 1 i' ye verilmesine razı olmuştur.
Eğer kişi: «Malımın
üçte biri Ali ile Hasan'ın arasında olsun- derken Hasan sağ değilse, A I i
yalnız üçte birin yansındı, müstahak olur. Çünkü bu deyimden, her birine üçte
birin yansmdan fazla verilmemesinin istendiği anlaşılmaktadır. Yukarıda geçen
deyim ise öyle değildir. Nitekim bir kimsenin -Malımın üçte biri Ali' nin
-deyip de sükût etmesi hâlinde Ali, malının üçte birinin tamamına müstahak
olur. Fakat eğer «Malımın üçte biri Ali ile» dedikten sonra sükût ederse o
zaman A 1 i üçte bire müstahak olamaz. (Eğer hiçbir şeyi bulunmayan bir kimse,
malının üçte birini vasiyet ettikten sonra çalışıp mal edinir ve ondan sonra
ölürse, ölürken sahip olduğu malın üçte biri kendisine vasiyet ettiği kimseye
kalır.) Zira vasiyet, kişinin kendisinden sonra bir başkasını kendi yerine
geçirme aktı olduğu için onun hükmü ölümden sonradır. Bunun için, vasiyetin
sıhhatine kişinin vasiyet ederken değil, ölürken mal sahibi olması şarttır.
Eğer kişi vasiyet ederken malı bulunuyorsa da sonradan ziyaa uğrar ve fakat
çalışıp tekrar mal edindikten sonra ölürse -açıkladığımız aynı sebebe binâen-
yine öyledir.
Eğer kişi davarlarının
üçte birini vasiyet ettikten sonra ve daha Ölmemişken davarlarının hepsi ölür
veyahut hiç davarları bulunmazsa vasiyeti geçersizdir. Zira -yukarıda da
anlattığımız üzere- vasiyet, ölümden sonra hükmü sabit olan bir akittir. Bunun
için, kişinin ölürken vasiyet ettiği malın mevcut olması şarttır. Şayet vasiyet
ederken davarları bulunmaz da sonradan davar edinir ve daha sonra ölürse
-doğrusu şudur ki- vasiyeti geçerlidir. Çünkü kişinin malının üçte birini
vasiyet ederken malının hiç bulunmayıp ancak sonradan mal edinmesi hâlinde
vasiyeti geçerli olduğuna göre, davarlarının üçte birini vasiyet ederken hiç
davarları bulunmayıp ancak sonradan davar edinmesi hâlinde de vasiyetinin
geçerli olması lâzım gelir.Eğer kişinin: «Malımdan bir koyun falancaya
verilsin» diye vasiyet ederken hiç koyunu yoksa, onun malından o kimseye bir
koyunun değeri verilir. Zira «malımdan» dediği için maksadının koyunun
maliyeti olduğu anlaşılır. Çünkü koyunun maliyeti mutlak malda da bulunur. Eğer
kişi «malımdan» demeden «Ben öldükten sonra falancaya bir koyun verin» diye
vasiyet ederken hiç koyunları yoksa, kimisi i «Vasiyeti geçerli değildir.
Çünkü «malımdan» demediği için maksadının koyun olduğu anlaşılır. Koyunları
ise yoktur» demiştir. Kimisi de : -Geçerlidir. Çünkü koyunları olmadığı hâlde
«bir koyun» dediği için maksadının koyunun değeri olduğu anlaşılır» demiştir.
Eğer kişi -Davarlarımdan
bir koyun verin» diye vasiyet ederken davarlan yoksa vasiyeti geçersizdir.
Çünkü «davarlarımdan» dediği için maksadının koyunun kendisi olduğu anlaşılır.
Fakat eğer -malımdan bir koyun» derse öyle değildir, ki bir çok meseleler buna
göre tahriç edilir.
(Eğer bir kimse
malının üçte birini bir kimse ile fakirlere vasiyet ederse, İmam Ebû Hanife
ile İmam Ebû Yûsuf'a göre malının üçte birinin yarısı o kimseye, yarısı da
fakirlere verilir.) î m a m Muhammed ise: -Üçte birin üçte biri o kimseye, üçte
birin üçte ikisi de fakirlere verilir» demiştir.
Kişinin malının üçte
birini yalnız fakirlere vasiyet etmesi hâlinde de - İmam Ebû Hanife ile İmam
Ebû Yûsuf'a göre- vasiyetin hepsi bir fakire verilebilir. î m a m Muhammed
ise -yukarıda açıkladığımız üzere-: «En az iki fakire verilmesi gerekir»
demiştir.(Eğer bir kimse bîr kimseye yüz dirhem ve bir diğerine de yüz dirhem
vasiyet ettikten sonra bir başkasına da: -Ben seni onlara ortak kıldım» derse,
o başkası her iki yüz dirhemin de üçte birine müstahak olur.) Çünkü ortaklığın
sözlük anlamı eşitliktir. Bu kimse de, eğer ona her bir yüz dirhemden üçte bir
verilirse hissesi onların hisselerine eşit olur. Zira her iki yüz dirhem de
miktar bakımından birdirler. Fakat eğer kişi birine dört yüz dirhem, birine de
iki yüz dirhem vasiyet ettikten sonra, bir 'başkasına: «Ben seni onlara ortak
kıldım» derse öyle değildir. Çünkü iki vasiyetin miktarları bir olmadığı için
her üçü arasında eşitlik sağlamak mümkün değildir. Bunun için biz bu örnekteki
ortaklığı, yalnız üçüncü şahıs ile birinci ve ikinci şahısların ikisi arasında
eşitliğe hamlediyoruz. (Eğer bir kimse vârislerine i «Falancanın bende bîr
alacağı vardır. Sizden istediği zaman onu doğrulayımz» derse, onun bu ikrarı
malının üçte birine, kadar doğru kabul olunur.) Bu bir İstihsându. Kıyâsa göre
ise hiç doğru kabul edilmemesi gerekir. Çünkü miktarı açıklanmayan bir şeyi
ikrar etmek her ne kadar geçerli ise de, bu ikrar ile ancak miktarı açıklandığı
zaman hükmedilir. Vârislerin onu doğrulaması da fıkha aykırıdır. Zira davacı
davasını ancak Şahit getirmekle isbat edebilir. Bunun için bu ikrar ile
hükmedilemez. İstihsânın dayanağı da şudur: Bu kimse, vârislerinden önce alacaklısının
hakkına ulaşmasını ister. Bu istedini ise vasiyet yolu ile de yapabilirdi. Ancak
borcunun miktarını bilemediği veya unuttuğu ve borçtan da biran önce kurtulmak
istediği için böyle söylemek ihtiyacını duymuştur. Bu kimse, vârislerine
sanki «Falan kimse size gelerek bir
alacak iddia ettiği zaman, ne isterse ona malımdan, veriniz» demiştir. Bu söz
ise ancak malın üçte birine kadar doğru kabul edilebilir. Üçte birden fazla
olan miktarda ise doğru kabul olunamaz.
(Eğer bir kimse bir
şeyi yabancı ile bir vârisine vasiyet ederse, o şeyin yansı yabancının olur.
Vârisine olan vasiyeti ise geçersizdir.) Zira bu kimse kendilerine vasiyet
edebildiği ve edemediği iki kimseye vasiyet ettiği için birincisine olan
vasiyeti geçerlidir, ikincisine geçersizdir. Fakat eğer bir şeyi sağ olan bir
kimse ile bir ölüye vasiyet ederse öyle değildir. Zira ölü, vasiyet edilmeye
ehil olmadığı için sağ olan kimseye ortak olamaz. Bunun için vasiyet edilen
şeyin hepsi sağ olan kimsenindir. Vâris ise vasiyet edilmeye ehildir. Bunun
içindir ki eğer diğer vârisler kabul ederlerse ona edilen vasiyet geçerli olur.
Bu itibarla vâris ile ölü arasında fark vardır. Kişinin kendisini öldüren
kimse ile bir yabancıya vasiyeti de böyledir. Fakat eğer kişi bir mal veya
alacağı kendi vârisi ile bir yabancıya ikrar ederse, öyle değildir. Zira bu
ikrar yabancı hakkında da geçersizdir. Çünkü vasiyet yeni bir temlik olup
ortaklık ancak onunla oluştuğu için, o geçerli olmazsa ortaklık oluşamaz.
Bunun için, vasiyet olunan şeye, kendisine vasiyet edilmesi geçerli olan kimse
müstahak olur da diğeri olamaz.
İkrar ise, daha önce var
olan bir mülkiyetin varlığını bildirmektir. Bu ikrar ile ise ortaklı bir
mülkiyetin varlığı bildirildiği için bu mülkiyet ne ortaksız ve ne de ortaklı
olabilir. Ortaksız olamaz. Çünkü daha önce ona ortaklık vasfı verilmiştir.
Ortaklı da olamaz. Çünkü bu takdirde vâris, yabancıya ikrar edilen şeyde ortak
olur. Bu ise vârise edilen ikrarın geçerli olmasını gerektirir. Hem de eğer bu
ikrar yabancı hakkında geçerli olursa, yabancı vasiyet edilen şeyden neyi
teslim alırsa vâris onda ona ortak olduğunu ileri sürebileceği için, o miktar
hakkında olan ikrar bozulmuş olur ve durum böylece sürüp gideceği için ikrarın
bir yaran kalmaz. Vasiyet ise yeni temlik olduğu için onda hisseler birbirinden
ayrıdır. Bunun için birinde geçersiz, birinde geçerli olabilir.
(Eğer bir kimsenin
-biri iyi, biri orta, biri de kötü olmak üzere- üç takım elbisesi olup da, bu
takımlardan her birini bir kimseye vasiyet ettikten sonra biri kaybolup ancak
kaybolanın hangisi olduğu bilinmez ve vârisler de inkâr ederlerse, vasiyet
geçersiz olur.) Yâni eğer vârisler her birine : -Kaybolan takımın hangisi
olduğunu bilemiyoruz. Bunun için sana bir şey veremeyiz- derlerse vasiyet
geçersiz olur. Çünkü o zaman, kalan iki takımın kimlerin hakkı oldukları
bilinemediği için hak sahibine hakkının teslimi mümkün olamaz. (Ancak eğer
vârisler kalan iki takımı onlara verirlerse, o zaman engel ortadan kalktığı
için kalan bu iki takım üçü arasında paylaşılır ve iyi olan takımın sahibine
kalan iki takımdan iyisinin üçte ikisi, kötü olan takımın sahibine, kalan iki
takımdan kötüsünün üçte ikisi ve orta olan takımın sahibine de kalan iki
takımdan her birinin üçte biri verilir.) Çünkü iyi olan takımın sahibi kötü
olan takımda ve kötü olan takımın sahibi de iyi olan takımda bir hak iddia
edemezler. Bunun için, iyi olan takımın üçte ikisi iyi olan takımın sahibine ve
kötü olan takıımn üçte ikisi de kötü olan takımın sahibine verilir. Geride,
kalan iki takımdan her birinin üçte biri kalır, ki onu da, bizzahure orta olan
takımın sahibine vermek gerekir. Çünkü eğer kaybolan takım iyi olan takım ise,
kalan iki takımından iyisi, orta olan takımdır. Eğer kaybolan takım kötü olan
takım ise, kalan iki takımdan kötüsü orta olan takımdır. Bunun için orta olan
takımın sahibi kalan her iki takımda da hak iddia edebilir. (Eğer bir binada
ortak olan iki kişiden biri binanın bir odasını bir kimseye vasiyet ederse)
İmam Ebû Hanife ile İmam Ebû Yûsuf'a göre (bina taksim edildiği zaman eğer oda
vasiyet edenin payı içinde kalırsa, vasiyet ettiği kimsenin olur.) İmam
Muhammed ise: «Odanm yansı onun olur- demiştir. Eğer oda vasiyet sahibinin payı
içinde kalmazsa, o zaman binadan vasiyet sahibine düşen kısımdan odanm
yüzölçümü kadar bir yer kendisine vasiyet edilen kimseye verilir. Bu da İmam
Ebû Hanife ile İmam
Ebû Yûsuf'a göredir. İmam Muhammed ise: «Ona odanın
yarısının yüzölçümü kadar bir yer verilir. Çünkü kişi odayı vasiyet ederken
odanın yansı onun olmadığı için, vasiyeti yalnız kendi hissesi olan yanda
geçerlidir. Odanın diğer yansına paylaşma ile sonradan mâlik olsa dahi, bu
paylaşmada değiş tokuş niteliği bulunduğu için, kişi odanın diğer yarısını
sanki satın almış olur. Satın alınan mal ise, satın alınmadan önce vasiyet
edilemez. Bunun için, eğer bina paylaşılırken oda vasiyet sahibinin payı
içinde kalırsa bizzat odanın yarısı, eğer ortağının payı içinde kalırsa odanın
yansının yüzölçümü kadar, vasiyet sahibinin payından bir yer ona verilir-
demiştir. İmam Ebû Hanife ile İmam Ebû Yûsuf da: «Açıktır ki kişi odayı vasiyet
ederken, paylaşma ile odanın tamamı kendisinin olacağını düşünerek onu vasiyet
etmiştir. Zira hiç kimse her yönden kendisinden istifade edilmeyen bir malı
vasiyet etmek istemez. Ortaklı olan maldan ise her yönden istifade edilemez. Bu
paylaşmadaki değiş tokuş niteliği de tâli bir vasıf olup -gaye malı her yönden
istifade edilebilir bir duruma getirmek olduğu için- önün asıl niteliği
ifrazdır. Bunun içindir ki bu paylaşmaya ortaklardan biri istekli olduğu zaman
diğer ortak veya ortaklar ona zorlanırlar. Bu itibarla odanın tamamı sanki vasiyet
edilirken dahi, vasiyet edenin malı imiş gibidir. Odanın paylaşmada vasiyet
sahibine düşmediği zaman, ona düşen kısımdan odanın yüzölçümü kadar bir yerin
lâzım gelmesi de, ya o yerin odaya bedel olduğu içindir. Ya da kişinin odayı
vasiyet etmekten maksadı odanm kendisi olmayıp onun yüzölçümü kadar herhangi
bir yerdir. îşte bu iki ihtimali da göz önünde bulundurarak: -Oda kendisine
düştüğü zaman odanm kendisi, ortağına düştüğü zaman odanm yüzölçümü kadar bir
başka yer lâzım gelir» diyoruz» demişlerdir. Sonra .odanın vasiyet sahibinin
ortağına düşmesi halinde eğer binanın yüzölçümü yüz, odanın da on arşın olursa,
binadan vasiyet sahibine düşen hisse, oda kendisine vasiyet edilen kimse ile
vârisler arasında on sehim üzerinden paylaşılarak dokuz sehim vârislere, bir
sehim de kendisine oda vasiyet edilen kimseye verilir. Bu da imam Muhammed'e
göredir. Çünkü î m a m M u -h a m m e d, oda kendisine vasiyet edilen kimseye
odanın yarısını verir. Odanın yarısı da beş arşındır.
İmam Muhammed
vârislere de -odanın yansı çıktıktan sonra- geri kalanı verir, ki o da kırk
beş arşındır. Bunun için her beş arşın bir sehim kabul edilerek sehimlerin
hepsi on olur. imam Ebû Hanife ile tmam Ebû Yûsuf'a göre de vasiyet sahibinin
hissesi onbir sehim üzerinden paylaşılır. Çünkü kendisine oda vasiyet edilen
kimseye on arşın, vârislere de kırk beş arşın düşer. Buna göre ise sehimler
onbir olup iki sehim kendisine oda vasiyet edilen kimsenin, dokuz sehim de
vârislerindir. Şunu da söylemek yerinde olur ki eğer vasiyet yerine ikrar olsa,
kimisi: «Aynı ihtilâf onda da câridir», kimisi de s «îkrar ile vasiyet
arasında fark bulunduğu için, İmam Muhammed ikrarda diğer iki imamdan
ayrılmamıştır» demiştir. İkrar ile vasiyet arasındaki fark da şudur: Başkasının
malı hakkında ikrar geçerlidir de, başkasının malını vasiyet etmek
geçersizdir. Meselâ : Bir kimse başkasına âit bir mal hakkında «Falan canın
dır» diye ikrar ettikten sonra eğer o mala herhangi bir şekilde mâlik olursa
ona o malı o kimseye vermesi emrolunur. Başkasına âit bir malı vasiyet ettikten
sonra o mala herhangi bir şekilde mâlik olan kimsenin vasiyeti ise
geçersizdir. (Eğer bir kimse bir başkasının malından bir şeyi birisine vasiyet
eder ve öldükten sonra o başkası vasiyeti kabul edip o şeyi o kimseye verirse
caizdir. Eğer vermek istemese de vermeyebilir.) Çünkü bu vasiyet başkasının
malından yapılan bir bağış olduğu için mal sahibinin kabulüne bağlıdır ve mal
sahibi kabul ettiği zaman onun için de bağış olur. Bunun için vermeyebilir.
Fakat kişinin malının üçte birinden fazla vasiyet etmesi, eğer vârisler kabul
ederlerse öyle değildir. Çünkü bu vasiyet kişinin kendi malından yapıldığı
için yapıldığı yer itibariyle geçerlidir. Geçersizliği ancak vârislerin
hakkını korumak içindir. Vârisler kendi haklarından vaz geçince haklan sakıt
olduğu için geçerlilik kazanır.
(Eğer iki kardeş,
babalarından kendilerine kalan malı paylaştıktan sonra kardeşlerden biri,
babalarının bir kimseye malının üçte birini vasiyet ettiğini ikrar ederse,
kendisine düşen hissenin üçte birini o kimseye vermek zorunda olur.) Bu bir
istihsândır. Kıyâsa göre ise, o kimseye kendisine düşen hissenin yansını
vermesi gerekir, ki İmam Züfer'in görüşü bu yoldadır. Çünkü babalarının o
kimseye malının üçte birini vasiyet ettiğini ikrar etmesi o kimsenin hissede
onlara eşit olduğunu tazammün etmektedir. Oysa o kimse, eğer kendisi hissesinin
yansmı ona verirse hissede kendisine eşit olur. îstihsânın dayanağı da şudur:
Bu kardeş o kimseye terekenin üçte birini ikrar etmiştir. Tereke de iki
kardeşin elinde olduğu için, kendisi kendi elindekinin üçte birini o kimseye
ikrar etmiş olur. Fakat kardeşlerden birinin babalarının bir kimseye borçlu
olduğunu ikrar etmesi öyle değildir. Çünkü borç mirastan önce geldiği için,
kendisine düşen hissenin hepsini, ikrar ettiği borçta ödemek zorundadır.
Terekenin üçte biri kendisine vasiyet edilen kimse ise vârislere ortak olduğu
için onlardan öncelikli değildir. Bunun için ona bir şey verilmek istendiği
zaman vârislere de o şeyin iki katı verilmedikçe ona verilemez. Hem de eğer bu
kardeş kendisine düşen hissenin yansını o kimseye verirse, bakarsın diğer
kardeş de aynı ikran yapar da o kimseye kendisine düşen hissenin yarısını verir
ve o zaman, bu kimseye, terekenin üçte biri vasiyet edilmişken yansı ulaşmış
olur. (Eğer bir kimse, birine bir koyun vasiyet eder ve öldükten sonra koyun
bir kuzu doğurur, ancak koyun kuzusu ile birlikte terekenin üçte birini
aşmazsa, koyun ile kuzunun ikisi de koyunun vasiyet edildiği kimsenin
olurlar.) Çünkü koyun asaleten vasiyet edilmiştir. Kuzu da annesinin karnında
iken ona tâbi olduğu için -terekenin paylaşılmasından Önce dahi doğarsa-
vasiyete girer. Oysa, tereke paylaşılmadıkça ölünün malı sayılır. Bunun içindir
ki borçlar ondan ödenir. (Eğer koyun ile kuzunun değeri terekenin üçte birini
aşarsa, o zaman terekenin üçte biri -iki İmama göre- koyun ile kuzunun
ikisinden, İmam Ebû Hanife'ye göre ise, önce koyundan, eğer koyun yetmezse o
zaman kuzudan da çıkarılır.) El-Camiüssağiyr buna bir örnek getirerek şöyle
demiştir: Farze-delim ki bir adamın altıyüz dirhemi iie ü'çyüz dirhem değerinde
bir ineği vardır. Eğer adam, ineğini bir kimseye .vasiyet ettikten sonra ölür
ve tereke henüz paylaşılmamışken inek üçyüz dirhem değerinde bir buzağı
doğurursa, İmam Ebû Hanife'ye göre ineğin tamamı ile buzağının üçte biri, iki
İmama göre de inek ile buzağıdan her birinin üçte ikisi ineğin vasiyet edildiği
kimseye verilir. İki İmam -yukanda da söylediğimiz üzere- şöyle demişlerdir :
Çünkü yavru annesinin karnında iken ona tebean vasiyete gir-'miş olur. Satışta
olduğu gibi, doğup annesinden aynlması ile artık vasiyet edilmişlikten çıkmaz.
Bunun için annesi ondan öncelikli değildir ve vasiyet ikisinde de eşit bir
şekilde yürür. İmam Ebû H a n i f e de : «Anne asıldır. Yavru ona tâbidir. Tâbi
ile asıl aynı çizgide olamaz. Eğer biz vasiyeti her ikisinde de beraber olarak
yürütürsek, o zaman aslın bir kısmından vasiyet edilmişlik vasfı kalkar. Bu
ise caiz değildir. Satışa gelince: o öyle değildir. Çünkü satılmış olan bir
ineğin, beraberinde yavrusunun satıldığını kabul etmek ineğin satışında bir
eksiklik meydana getirmez. İneğin satışı yine tamdır ve sahihtir. Ancak şu var
ki, o zaman satışta verilen paranın bir kısmı yavruya bedel olacağı için
ineğin bir kısmı bedelsiz satılmış olur. Bunun da bir zararı yoktur. Çünkü
satışta asıl olan, satılan mal olup bedel tâbidir. (Bu da eğer tereke henüz
paylaşılmamış iken yavru doğarsa böyledir. Tereke paylaşıldıktan sonra doğan
yavru ise, zâten kendisine vasiyet edilenindir.) Çünkü o zaman anne tamamen onun
mülkiyetinde iken yavruyu doğurmuştur.[14]
fEğer hasta olan kimse
bir kadına borçlu olduğunu ikrar, yahut ona bir şey vasiyet eder veya bir
bağışta bulunur ve ondan sonra kadınla evlenirse, ikrarı geçerlidir. Fakat
vasiyet veya bağışı geçersizdir.) Zira ikrar, hükmü hemen lâzım gelen bir
tasarruftur. Kadın da kişi ona ikrar ederken kişiye yabancı idi. Bunun içindir
ki kişinin ikrar ettiği şey malının tümünden çıkar ve ikrar -ister sağlık,
ister hastalık hâlinde ediimiş olsun- kişinin borçlu olması nedeniyle geçersiz
olmaz. Ancak hastalıkta edilen ikrarın gereği sağlık hâlinde edilen ikrarın
gereğinden sonraya bırakılır. Vasiyet ise ikrar gibi değildir. Zira vasiyetin
hükmü ölümden sonradır. Kişi Ölürken ise kadın ona mirasçıdır. Mirasçıya ise
vasiyet geçersizdir. Bağış da her ne kadar görünürde hükmü hemen lâzım gelen
bir tasarruf ise de onun da hükmü onunla ilgilidir. Zira onun hükmü, kişi
ölürken kesinleşir. Kaldı ki malı, borçlarını karşılayamayan kimsenin ikrarı
geçerli olduğu hâlde, bağışı geçersizdir ve kişinin borcu olmadığı zamanda da
ikrarı malının tümünden çıkarken, bağışı -vasiyeti gibi- malının üçte birinden
çıkar. (Eğer hasta olan bir kimse, oğluna borçlu olduğunu ikrar, yahut ona bir
şey vasiyet eder, ya da bağışta bulunur ve oğlu da o zaman hıristiyan olup
sonradan ve fakat kendisi daha sağken müs-lüman olursa, ikrarı da, bağışı da,
vasiyeti de geçersizdir.)
Vasiyet ile bağışının
geçersiz olması, çünkü kendisi ölürken oğlu müslüman olduğu .için ona
mirasçıdır. Vasiyet ile bağışın ikisi de -yukanda da söylediğimiz üzere-
hükümleri ya ölüm ile, ya da ölümden sonra kesinleşir.
İkrara gelince: her ne
kadar ikrar, hükmü hemen lâzım gelen bir tasarruf ise de, kişi ikrar ederken
kendisine ikrar ettiği kimse onun oğlu olduğu için onu kayırmış olmasından
şüphe edilir. Yukanda sözü geçen kadın ise bunun gibi değildir. Zira kadın,
kişi ona ikrar ederken kişinin kansı olmayıp sonradan onunla evlenmiştir.
Hattâ eğer kadın o zaman onun kansı ılsa ve hıristiyanken onun ölümünden önce
müslüman olursa -miras sebebi olan evlilik bağı aralarında bulunduğu için- ona
ikran geçerli olamaz. (Kötürüm, felçli, çolak ve veremli olan kimselerin
hastalığı eğer uzayıp müzminleşir ve artık ölmelerinden kaygı duyulmuyorsa, bağışlan
mallarının tümünden çıkar.l Zira hastalık uzayıp müzminlesince artık insanda
bir tabiat olur. Bunun içindir ki müzmin hastalıklı olanlar artık tedaviyi
bırakırlar. Eğer hastalıkları ağırlaşıp yatağa düşseler, o zaman yeni bir
hastalık sayılır.(Eğer bu kimse yeni hastalandığı zaman bir bağışta bulunup ondan
sonra ölse -eğer yatağa düşmüş ise- bağışı malının üçte birinden çıkar.) Çünkü
yeni hastalanan kimse eğer yatağa düşerse ölümünden kaygı duyulur. Bunun
içindir ki tedaviye başvurur. Bunun için onun hastalığı -Allah (Azze ve Celle)
daha iyi bilir- ölüm hastalığıdır.[15]
(Eğer bir kimse Allah
f Azze ve Celle) haklan ile ilgili birtakım vasiyetlerde bulunursa -kendisi ne
şekilde onları sıralamış olursa olsun- önce -hac, zekât ve keffâretler gibi-
farzlardan başlanır.) Zira farz sünnetten daha önemlidir. Zahir de şudur ki
kendisi, Önce en Önemli olanın yapılmasını ister.
(Eğer güç bakımından
farzların hepsi aynı derecede olurlarsa ve terekenin üçte biri de hepsine
yetmiyorsa, kendisi önce hangisini söylemiş ise ondan başlanır.) Zira zahir
şudur ki kendisi en Önemliyi önce söyler.
T a h a. v i ise, önce
zekâttan başlamak gerektiğini ve zekâtın hacdan önemli olduğunu söylemiştir,
ki îmam Ebû Yûsuf dan gelen iki rivayetten biri bu yoldadır. Diğer rivayete göre
ise, îmam Ebû Yûsuf: haccı zekâttan önemli görmüştür ve îmam
Muhammed de bu görüştedir.
Birinci rivayetin dayanağı şudur: Zekât ile haccın ikisi de her ne kadar
farziyette aynı derecede iseler de, zekâtta ayrıca kul hakkı da bulunduğu için
zekât daha önemlidir. Diğer rivayet de, haccın hem mâli, hem bedeni, zekâtın
ise yalnız mâli bir ibâdet olduğu düşüncesine dayanmaktadır. Sonra, hac ile
zekâtın keffâretlerden önce gelmeleri, hac ile zekâtın güç bakımından
kefaretlerden üstün oldukları içindir. Zira hac ile zekât hakkında vârid olan
uyarıcı emirler ([16]) keffâretler hakkında vârid olmamıştır.
Keffâretler içinde de, adam öldürme, zihar ve yemin keffâretleri fitreden Önce
gelirler. Zira fitrenin vücûbu bunların vücûbu kadar açık değildir. Fitre de
kurbandan önce gelir. Zira fitrenin, Kur'an'ın emriyle vacip olduğunda icmâ
vardır. Kurban ise vücubunda ihtilâf edilmiştir. Diğer vacipler de buna göre
biribirinden önce gelirler.(Vacip olmayan şeylerden ise, vasiyet sahibi
hangisini önce söylemiş İse önce o yerine getirilir.) Zira -yukarıda da
anlattığımız üzere- zahir şudur ki: kendisi en önemliyi önce söyler. Bunun için
sanki kendisi: -Ben hangisini önce söylemişsem siz ondan başlayın» demiştir.
Derler ki: Malın üçte
biri -ister Allah (Azze ve Celle), ister kul hakkı olsun- edilen vasiyetlerin
hepsine göre taksim edilir. Ondan hayır işlerine isabet eden kısım da yukarıda
söylediğimiz sıraya göre harcanır ve vasiyet edilen şeylerin sayısı kadar
sehimlere ayrılıp hep bir vasiyet imiş gibi davranılmaz. Zira her ne kadar hepsinden
maksat Allah (Azze ve Celle) nzâsı ise de, her birinde kasd-edilen ayrı bir
özellik vardır. Bunun için -insanlara edilen vasiyetler gibi- bunda da vasiyet
edilen her şeye ayrı gözle bakılır.
(Eğer bir kimse
kendisine farz olan haccı vasiyet ederse, vârisleri onun oturduğu yerden binip
yola çıkacak bir kimseyi tutup onun yerine hacca gönderirler.) Çünkü ona vacip
olan, oturduğu yerden hacca gitmek idi. Bunun içindir ki kişiye haccın vacip
olmasında, kendisini oturduğu yerden hacca götürüp getirecek kadar güce sahip
olması şart olmuştur. Vasiyet de vacip olan bir şeyi yerine getirmek içindir.
Tutulan kimsenin de binerek gitmesi şart koşulmuştur. Çünkü kişiye yayan hacca
gitmek vacip olmadığı için, onun yerine tutulacak kimsede de yalnız binerek
gidebilme şartı aranmıştır.
(Eğer kişinin vasiyet
ettiği para miktarı onun oturduğu yerden yola çıkacak bir kimseyi tutmaya
yetmiyorsa, o zaman o para ile nereden yola çıkmak mümkün ise oradan yola
çıkacak bir kimse tutulur.) Kıyâsa göre bu kimse yerine kimsenin hacca
gönderilmemesi gerekmektedir. Zira vasiyeti, kendisine vacip olduğu şekilde
hac-ci yaptırmaya yetmemektedir. Bununla beraber kesin olarak biliyoruz ki bu
kimse vasiyetinin yerine getirilmesini istemiştir. Bunun için biz de, birinin
ne şekilde olursa olsun yerine hacca gitmesini caiz kıldık. Zira vasiyeti
mümkün olduğu şekilde yerine getirmek hiç yerine getirmemekten evlâdır. Mümkün
olduğu şekil de söylediğimiz şekildir. (Eğer hacca gitmek üzere evinden çıkan
bir kimse yolda ölür ve yerine birinin gönderilmesini vasiyet ederseJ İmam E b
û H anif e'ye göre (yine de onun oturduğu yerden birinin gönderilmesi
gerekir,) ki İmam Züfer de aym görüştedir. Diğer iki İmam ise, onun ulaştığı
yerden birinin gönderilmesinin caiz olduğunu istihsân etmişdîr. Aym ihtilâf,
kişinin başkası yerine hacca giderken yolda ölmesi hâlinde de câridir.
îki İmam : «Çünkü bu
kimsenin hacca gitmek maksadı ile yola çıkması kendisine sevap kazandırmış ve
vardığı yere kadar yol gitmenin farziyeti kendisinden sakıt olmuştur. Bunun
için sanki kendisi öldüğü yerin yerlisi imiş gibi artık oradan itibaren
birinin gönderilmesi vaciptir. Ticâret maksadı ile yola çıkmak ise öyle
değildir. Çünkü ticâret için yolculuk yapmak ibâdet olmadığı için bu maksatla
evinden çıkıp da yolda ölen kimse yerine, oturduğu yerden birisinin
gönderilmesi gerekir- demişlerdir. İmam Ebü Hani f e : de «Hac vasiyeti
denildiği zaman, vasiyet sahibinin oturduğu yerden birinin onun yerine
gönderilmesi mânâsı anlaşılır. Zira vacibi gerektiği şekilde yerine getirmek
vaciptir- demiştir.[17]
(Eğer bir kimse
komşularına bir şey vasiyet ederse -İmam Ebü Hanife'ye göre- komşuları evi
kendisine bitişik olanlardır. Diğer iki İmam ise: -Aynı mahallede oturan Ve
aynı mescitte namaz kılanların hepsi onun komşularıdırlar» demişlerdir.) îki
îmam bunu istihsân etmişlerdir. Kıyâs ise î m a m E b û Hanife' nin görüşüdür.
Zira -komşu-nun gerçek anlamı evi bitişik veya pek yakın olan kimsedir. Bunun
içindir ki kişi komşulukla şüf'a hakkına sahip olur. Hem de kelimeyi bütün
mahalle sakinlerine hamletmek mümkün olmadığı için onu kapı komşuda kullanmak
zorunluğu vardır. îstihsânın dayanağı da, mahalle sâkinlerinin, hepsine Örfen
komşu denilmesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Mescide komşu olanın
mescitten başka yerde namazı olamaz» ([18])
diye buyururken, mescide komşu olanı «Ezan sesini işiten kimse» diye
açıklamıştır. Hem de komşulara vasiyet etmekten gaye onlara yardım etmek
olduğuna göre -evi bitişik olsun olmasın- bütün komşulara yardım etmek
müstahaptır. Ancak komşuların birbirleriyle görüşmeleri ve oturup kalkmaları
gerekir, ki bu da mescitleri bir olduğu zaman olur.
îmam-ı Şafii' nin
«Komşuluk kırk haneye kadardır-diye açıklaması ise uzak bir mânâdır ve bu
hususta rivayet olunan hadis de zaiftir. ([19])
Derler ki: «komşu- deyimi erkek, kadm, müslüman, gayr-ı müs-iim, herkese
şâmildir. Bunun için bunların hepsi komşuluk hakkında eşittirler.
(Eğer bir kimse bir
şeyi kayınlarına vasiyet ederse, kayınları ka-nsınin en yakın ve mahrem
akrabalarıdırlar.) Zira rivayet olunmaktadır ki Peygamber Efendimiz
(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) eşi S a-f i y y e ile evlendiği zaman onun hatın
için onun mahremi olan bütün akrabalarını azatlamıştır ve onlara «Peygamber'in
kayınları»deniliyordu. ([20]) Bu
açıklamayı îmam Muhammed ile Ebû Ubeyd ihtiyar etmişlerdir. -Kayınlar-
kavramına ayrıca bahanın, oğulun ve diğer yakın akrabaların kayınları da dâhildirler.
Zira bunların hepsine -kişinin kayınları- denilir. Eğer vasiyet sahibi ölürken
karısı onun nikâhı altında ise veyahut rec'i talâk ile boşanmış ise de henüz
iddeti bitmemişse, onun yukarıda geçen akrabaları vasiyete müstahaktırlar.
Çünkü evlilik bağı kopma-dıkça kayınlık devam. eder. Vasiyet sahibi Ölürken de
kayınlığın devamı şarttır. (Eğer bir kimse bir şeyi eniştelerine vasiyet
ederse, enişteleri mahremi bulunan bütün kadınların kocalarıdır.) Zira bunların
hepsine -ister hür, ister köle, ister yakın, ister uzak olsun- enişte denilir.
(Eğer bir kimse bir şeyi akrabalarına vasiyet ederse, derecelerine göre önce
onun en yakın akrabaları o şeye müstahak olurlar. Ana baba ve çocuklar akrabaya
dâhil değillerdir. Akrabalar da en az iki kişiye denilir. Bu da İmam Ebû Hanife'ye
göredir. Diğer iki îmam ise: «Vasiyet ettiği şey islâmiyetten sonraki en uzak
atası vâsıtası ile akraba olan herkese verilir- demişlerdir.) îslâmiyetten sonra
kendisine en uzak olan ata da -ulemanın ihtilâfına göre- ya ilk müslüman olmuş,
ya da müslüman olmamışsa da islâmiyete ilk yetişmiş atadır. Bu ihtilâfın
faydası da, Ebû- T â 1 i b' in soyundan olan kimseler hakkında kendini
gösterir. Zira E b ü T â 1 i b islâmiyete yetişmiş, fakat müslüman olmamıştır.
îki İmam: -Çünkü
«Akrabalar- kelimesi karabetten gelmedir. Karabet ise yakınlık demek olduğu
için, soyca kişiye yakın olanların hepsi onun akrabalarıdırlar» demişlerdir.
îmam Ebû Hanife de: «Vasiyet de mirasın kardeşidir. Miras ise, derecelerine
göre önce en yakın akrabalara kalır. Kaldı ki akrabalara bir şeyi vasiyet
etmekten gaye, onlara karşı iyi davranmada, onlara iyilik ve yardımda
bulunmada gösterilen kusuru telâfi etmektir. Bu ise yakın akrabalara mahsustur»
demiştir. İmam Ebû Hanife'ye göre «akrabalar» kelimesi çoğul olduğu için ondan
en az iki kişi kasdolunur. Nasıl ki mirâsta da öyledir. Şunu da bilmek lâzımdır
ki akrabalara, ana baba ve çocuklar dâhil değillerdir. Çünkü bunlara akraba
denmez. Hattâ eğer bir kimse babası için -Benim akrabamdır» dese ona
saygısızlık etmiş olur. Çünkü dil örfünde bir kimseye bir diğer kimse vâsıtası
ile ulaşan kimseye akraba denir. Ana baba ile çocuklar arasında ise vasıta
yoktur. Akrabalar kelimesinin karabetten gelme olduğu için bütün akrabalara
şâmil olduğuna da bakılmaz. Zira bu mânâ icmâ ile terkedilmiştir. (Eğer bir
kimse: Malımın üçte birini akrabalarıma verin- diye vasiyet ederken iki amcası
ve iki dayısı varsa) İmam Ebû Hanife vasiyeti de mirasa kıyâs ederek (Malının
üçte biri iki amca-sımndır, demiştir.! Çünkü mirasta amca dayıdan daha yakındır.
İki îmam ise yakınlık derecesine bakmadıkları için: -İki amca ile iki dayı onu
dörde bölerler- demişlerdir.
(Eğer bu vasiyeti
yapan kimse bir amcası ile iki dayısına bırakırsa, vasiyet ettiğinin yansı
amcasının, diğer yansı iki dayısının-dır.) Çünkü -Akrabalar» çoğul olduğu için
onda çoğul mânâsı göz önünde bulundurulur. Çoğul mânâsı ise nasıl mirasta en az
iki ise vasiyette de Öyledir. Fakat eğer: -Malımın üçte birini akrabama verin»
diye vasiyet ederse, vasiyet ettiğinin hepsi amcasınındır. Çünkü «Akraba-
kelimesi türkçede tekil mânâsında kullanıldığı için amca vasiyet edilenin
hepsini alır. Zira amca dayılardan daha yakındır. Eğer vasiyet sahibi bir amca
ile bir hala ve bir dayı ile bir teyze bırakırsa, vasiyet ettiği şey amca ile
hala arasında eşit olarak taksim edilir. Çünkü amca ile halanın yakınlığı aynı
derecede ve dayı ile teyzenin yakınlığından daha güçlüdür. Hala da her ne kadar
mirasçı değilse de vasiyete müstahaktır. Nasıl ki vasiyet sahibinin akrabası
köle veyahut gayr-ı müslim olduğu zaman da mirasçı olmadığı hâlde vasiyete
müstahaktır. Eğer vasiyet sahibinin akrabaları arasında kendisine mahrem olan
kimse yoksa vasiyet geçersizdir. Çünkü kişi akrabalarına kendisine mahrem
oldukları için vasiyet eder. (Eğer bir kimse bir kimsenin ailesine bir şey
vasiyet ederse, İmam Ebü Hanife'ye göre o kimsenin ailesi eşidir.) Diğer iki
îmam ise: «Kişinin ailesi -dil örfünde- kişinin kendilerine baktığı ve geçimlerini
sağladığı kimselerin hepsine denilir. Nitekim: «Bana. ailenizin hepsini getirin-
([21])
âyet kerîmesi de bunu göstermektedir»
demişlerdir. î m a m E b ü H a n i f e de: «Aile kelimesi eş mânâsında hakikâttir.
Nitekim :
«Musa süreyi doldurup
ailesiyle birlikte yola çıkınca Tur tarafından bir ateş gördü» ([22])
âyet-i kerimesinde aile bu mânâda kullanılmıştır ve «Falancanın ailesi vardır»
denildiği zaman da «Bekâr değildir» demek istenir. Bir kelime de, mecazi
mânâda kullanıldığını gösteren bir karine bulunmayınca ondan hakikî mânâ
kasdedilir» demiştir. (Eğer bir kimse bir şeyi bir kimsenin aile efradına
vasiyet ederse, o şey o kimsenin ev halkına vasiyet edilmiş olur.) Çünkü -aile
efradı- ile -ev halkı» aynı mânâyı taşırlar. Eğer kişinin ev halkına vasiyet
ederse kişinin babası ile dedesi de ev halkma dâhildirler. Çünkü evin temeli
babadır. Eğer kişinin soydaşlarına, ya da sülâlesine vasiyet ederse, kişinin
soydaşları baba tarafmdan oîan akrabalarıdır. Sülâlesi de babasının atalar
zinciridir. Çünkü kişi annesinin değil, babasının soyundan sayılır. «Akraba»
ise -sülâle» gibi değildir. Çünkü akrabahk baba tarafından da, anne tarafmdan
da olabilir. Eğer kişi bir kabilenin yetim, kör, sakat veya dullarına vasiyet
eder ve kabilenin yetim, kör, sakat veya dulları da sayılabiliyorlar-sa, onlara
zengin, fakir, erkek, kadın, her yetim, her kör, her sakat veya her. dul
girer. Çünkü sayüabildikleri için vasiyet edilen şeyi onlara vermek mümkündür.
Fakat eğer sayılamayacak kadar çok iseler, o zaman vasiyet yalnız fakir olanla
rinadır. Zira vasiyetten gaye sevap kazanmaktır. Sevap da ancak muhtaç olanlara
yardım edildiği zaman kazanılmış olur. Bu vasıflar da muhtaçlığı andırdığı
için onları fakirlik mânâsında yorumlamak caizdir. Fakat bir kabilenin genç
veya bekârlarına vasiyet edip de, kabilenin genç veya bekârları sayılamayacak
kadar çok iseler, öyle değildir. Zira o zaman, vasiyet geçersizdir. Çünkü
gençlik veya bekârlık muhtaçlığı andırmadıkları için onları fakirlik mânâsında
yorumlamak mümkün değildir. Vasiyeti geçerli kılmak da, vasiyet edilen şeyi
onlara vermeyi gerektirdiği için mümkün değildir. Çünkü kaç kişi, kimler ve
nerede oldukları bilinmediği için onların hepsini bulmak mümkün olamaz. Eğer
bir kimse bir şeyi mutlak fakirlere vasiyet ederse, o şeyi en az İki fakire
vermek gerekir. Zira -fakirler» çoğuldur ve çoğulun en azı da -yukanda da
geçtiği üzere- ikidir. Eğer bir kimse bir şeyi «Falanoğulları»na vasiyet ederse
-îmam Ebû Hanife' nin ilk görüşüne göre, ki diğer iki İmam da bu görüştedirler-
kadınlar da onlara dâhildirler. Zira erkeklerin çoğulu kadınları içine alır.
İmam Ebû Hanife sonradan bu görüşünden caymıştır. Çünkü -Oğullar» kelimesi
erkekler için olup kadınlarda kullanılması mecazdır. Fakat »Falanoğulla-n» bir
ulus, bir kabile veya bir boy adı olursa öyle değildir. Çünkü o zaman onunla
ulus, kabile veya boyun bütün fertleri kasdedüdi-ği için kadınlar da
içindedirler.
(Eğer kişi bir şeyi
bir kimsenin çocuklarına vasiyet ederse, o şey o kimsenin çocukları arasında
-erkek çocuklarla kız çocuklara eşit bir şekilde- paylaşılır.) Çünkü çocuk
kelimesi erkek çocuğa denildiği kadar kız çocuğa da denilir. (Eğer bir
kimsenin mirasçılarına vasiyet ederse, o zaman vasiyet edilen şey o kimsenin
mi-çılan arasında -bir erkeğe iki kızın hissesi kadar verilmek suretiyle-
paylaşılır.) Çünkü «mirasçılar» deyiminden, erkeklere kadınlardan fazla hisse
verilmesini istediği anlaşılır.[23]
(Eğer bir kimse bir
hayvan veya aracının birkaç yıl için veya süresiz olarak bir kimsenin hizmetine
verilmesini vasiyet ederse geçerlidir.) Zira kişinin, sağlığında mâliki olduğu
bir şeyin menfaatini kira karşılığı veya iğreti olarak bir başkasına
verebildiğine göre, öldükten sonra da verebilmesi gerekir. Nasıl ki kişi mâlik
olduğu eşyanın aynmı da sağlığında verebildiği gibi öldükten sonra da verebilir.
Ancak menfaati vasiyet edilen malın menfaati, kendisine vasiyet edilenin
oluyorsa da, mülkiyeti yine sahibinin uhdesinde kalır. Nasıl ki vakfedilen
malın da yalnız menfaati, kendisine vakfe-dilenin olur. Malın mülkiyeti ise
vakfedenin uhdesinde kalır.
Bu vasiyetin ayrıca
bir özelliği daha vardır, ki o da bu vasiyetin hem süresiz hem geçici
olabilmesidir. Çünkü vasiyet bizim kuralımıza göre bir temlik olduğu için
miras gibi değildir. Zira miras, kişinin kendisine kalan malda mirası bırakan
kimsenin yerine geçmesi olduğu için orada kalan şey maldır. Burada ise malın
menfaatidir. Bir hayvan veya araçtan elde edilen kazancı da hayvan veya aracın
menfaatim vasiyet etmek gibidir. Çünkü kazanç menfaatin karşılığı olduğu için o
da menfaatin hükmündedir. (Eğer bir kimsenin hizmetine verilmesi vasiyet edilen
hayvan veya araç, malın üçte birinden fazla değilse kendisine vasiyet edilen
kimsenin onu kullanması için ona teslim edilir.) Çünkü araç veya hayvan malın
üçte birinden fazla olmadığı için mirasçıların onda bir hakkı yoktur. (Eğer
ölünün başka malı yoksa, o zaman araç veya hayvanı iki gün mirasçılar, bir gün
de kendisi kullanmak üzere anlaşacaklardır.) Zira vasiyet edilen şey mal
olduğu zaman nasıl kendisinin hakkı malın üçte birinde, mirasçıların hakkı da
malın üçte ikisinde ise, menfaat olduğu zamanda da öyledir. Araç veya hayvan da
parça-lanamadığı için onu üçe bölmek mümkün değildir. Bunun için biz anlaşmaya
başvuruyoruz, ki her iki tarafın da hakkı kaybolmasın. Fakat eğer vasiyet
edilen menfaat binada oturmak ise ve bina da üçe bölünüyorsa -bina malın üçte
birinden fazla da olsa- onda anlaşmaya gidilemez. Çünkü binayı üçe bölmek hem
mümkündür, hem de daha âdilânedir. Zira binayı üçe bölmekle kimsenin hakkı
kaybolmadığı gibi bütün hak sahipleri aynı anda haklarında tasarruf etmeye başlarlar.
Anlaşmada ise bir hak sahibi diğerlerinden Önce hakkında tasarruf etmeye
başlamış olur. Bununla beraber şayet binayı da aralarında anlaşma ile
paylaşmak isterlerse olur. Çünkü hak kendilerinindir. Fakat birincisi daha
âdilâne olduğu için evlâdır. Mirasçıların kendi haklanm satmak istemelerine
gelince: tmam Ebû Yûsuf dan: -Satabilirler. Çünkü binanın üçte ikisi yalnız
onlarındır- diye söylediği rivayet olunmuşsa da, zahir olan görüş şudur ki
satamazlar. Zira eğer ölünün başka mallarının da olduğu ortaya çıkarsa -o
zaman bina terekenin üçte biri altına düşeceği için- kendisine vasiyet edilen
kimsenin binada oturma hakkı binanın hepsinde olur. Hem de kendisinin elinde
olan kısmın yıkılması hâlinde, oturmak için mirasçılardan binanın diğer kısmını
isteyebilir. Oysa eğer mirasçılar onu satarlarsa bu imkân ortadan kalkmış
olur. Bunun için satamazlar. (Binada oturma hakkı kendisine vasiyet edilen
kimse. Öldüğü zaman bu hak vasiyet edenin mirasçılarına geri dönmüş olur. Zira
vasiyet eden kimse, mülkiyetinde olan bir şeyde tasarruf hakkını ancak
kendisine vasiyet ettiği kimseye vermiştir. Bu kimsenin ölümü ile bu hak
başkasına geçtiği için vasiyet edenin o başkasına da muvafakat etmesi gerekir.
(Şayet vasiyet eden,
daha sağken, kendisine vasiyet ettiği kimse ölürse vasiyet bozulur.) Zira
-yukarıda da söylediğimiz üzere- vasiyetin hükmü ölümden'sonra gerçekleştiği
için vasiyetin kabulü vasiyet edenin ölümünden sonradır. Bu kimse ise vasiyet
edenden önce ölmüştür.
Eğer bir kimse araba
veya binasının gelirini bir kimseye vasiyet eder ve o kimse de araba veya
binayı bizzat kendisi kullanmak isterse, kimisi: «Caizdir. Çünkü gaye
bakımından binada oturmak veya arabaya binmekle bina veya arabayı kiraya vermek
arasında fark yoktur» demiş ise de en doğrusu şudur ki caiz değildir. Zira
binada oturma veya arabaya binme hakkı menfaattir. Kira bedeli ise ayındır.
Mirasçılar için ise ikisi arasında fark vardır. Çünkü eğer ölünün borçlu olduğu
ortaya çıkarsa, borcu kira bedelinden ödemek mümkündür. Fakat eğer binada
bizzat kendisi oturuyor veyahut arabayı kullanıyorsa buna imkân bulunmaz.
Binada oturma veya arabaya binme hakkı kendisine vasiyet edilen kimse de bina
veya arabayı kiraya veremez.
îmam-ı Şafiî ise:
-Verebilir. Zira binada oturma veya arabaya binme hakkı kendisine vasiyet
edildiği için bu hakka mâlik olmuştur. Bunun için bu hakkı başkasına da -bedel
karşılığında veya bedelsiz olarak- verebilir» demiştir. Çünkü I m a m -1 Ş â f
i i' ye göre menfaat da mal gibidir.
Bir mal bir kimseye
vasiyet edildiği zaman o kimse o malı nasıl -bedel karşılığında veya bedelsiz
olarak- başkasma verebiliyorsa bu da öyledir. Fakat bir şeyi iğreti olarak bir
kimseye vermek o şeyin menfaatini vasiyet etmek gibi değildir. Zira bir şeyin
menfaatim bir kimseye vasiyet etmek o menfaati o kimseye temlik etmektir. Bir
şeyi bir kimseye iğreti olarak vermek ise - I m a m -1 Ş â f i i' ye göre -o şeyin menfaatini o kimseye ibaha
etmektir.» Biz de diyoruz ki: Bir şeyi bir kimseye vasiyet etmek o şeyi ölümden
sonra ve karşılıksız olarak o kimseye temlik etmektir. Bunun için, kendisine
vasiyet edilen kimse o şeyi -iğreti olarak alınan şeye kiyâsen- başkasına
bedel karşılığında veremez. Çünkü bir kimsenin bir başkasına bir şeyi iğreti
olarak vermesi -bize göre- sağlığında o şeyin menfaatini o kimseye bedelsiz
olarak temlik etmesidir. İğreti olarak bir şeyi alan kimse ise -bir şeyi kiraya
vermek o şeyin menfaatim bedel karşılığında kiracıya temlik etmek olduğu için-
nasü o şeyi kiraya veremiyorsa, bu da öyledir. Bunun sebebi de şudur: Bedel
karşılığında temlik bozulamayan, bedelsiz olan temlik de bozulabilen bir
akittir. Vasiyet de bir bağış, yâni bedelsiz bir temlik olduğu için bozulabilen
bir akittir. Ancak bu akdi yalnız bağışı yapan kimse bozabilir. Bağışı yapan
kimse de öldüğü için artık bozamaz. Bunun için bu akit de kesinlik kazanmıştır.
Bununla beraber aslında bozulabilen bir temlik akdi olduğu için zail bir
akittir. Zaîf bir akit ile ise güçlü bir akde mâlik olunamaz. Hem de -biz
Hanefilere göre- menfaat mal değildir. Onu mal karşılığında temlik etmek ise
onda mallık vasfını vücuda getirmektir. Bunu da ancak menfaati veren şeyin
mülkiyetine sahip, olan, ya da menfaata bedel karşılığında mâlik olan kimse
yapabilir. Zira kişi, menfaati ancak ona ne şekilde mâlik olmuşsa başkasına
temlik edebilir. Eğer menfaata bedelsiz olarak mâlik olmuş bir kimse, onu bedel
karşılığında bir kimseye temlik ederse mâlik olduğundan daha fazlasını temlik
ettiği için sahih değildir. Şunu da bilmek gerekir ki: kişi, menfaati kendisine
vasiyet edilen şeyi bulunduğu şehirden başka yere götüremez. Ancak eğer evi
başka yerde olur ve menfaati vasiyet edilen şey de terekenin üçte birinden
fazla, değilse, o zaman maslahat için onu evinin bulunduğu yere götürebilir.
Zira vasiyet, vasiyet edenin maksadma göre uygulanır. Eğer kişinin evi,
kendisine menfaati vasiyet edilen şeyin bulunduğu şehirde ise, vasiyet edenin
maksadı, kişiyi yolculuk masrafına sokmadan o şeyi aynı yerde onun hizmetine
sunmaktır. Eğer evi başka yerde ise, o zaman vasiyet edenin maksadı şeyi evinin
bulunduğu yere götürmesidir.
Eğer kişi, araba
veyahut binasının gelirini de bir kimseye vasiyet etmek isterse, edebilir.
Zira şeyin geliri menfaatinin karşılığı olduğu için vasiyet edilebilmekte
menfaatin hükmünü alır. Kaldı ki şeyin geliri para olduğu için o da şeyin
kendisi gibi maldır. Bunun için, gelirini vasiyet ettiği araba veya binasından
başka bir şeyi yoksa, vasiyet edilen gelir sâdece o yılının gelirinin üçte
biridir. Çünkü o yılın geliri hazır bir mal olduğu için paylara bölünmesi mümkündür.
Eğer kendisine araba veya binanın geliri vasiyet edilen kimse araba veya
binayı mirasçılarla paylaşmak isterse yapamaz. Ancak bir rivayete göre îmam
Ebû Yûsuf: «Kendisi de mirasçıların ortağı olduğu için onlarla paylaşmak
isteğinde bulunabilir» demiştir. Biz de diyoruz ki: Bir kimsenin başkaları ile
herhangi bir şeyi paylaşmak isteğinde bulunmas
o kimsenin o şeyde bir hak sahibi olmasını gerektirir. Binanın geliri
kendisine vasiyet edilen kimsenin ise, binanın kendisinde hiç bir hakkı
yoktur.
Eğer kişi bir kimseye
bir malmı,ryasiyet ederken o malın menfaatim da bir başkasına vasiyet eder ve
o mal da terekenin üçte birinden fazîa değilse, o kimseye malın kendisi -fakat
diğerine malın menfaatim vermesi şartı ile- teslim edilir. Zira ölü belli olan
iki şeyi -birini diğeri üzerine atfetmek suretiyle- iki kimseye vasiyet ettiği
için sanki her birine ayrı ayrı vasiyette bulunmuştur. Kaldı ki eğer malın
kendisini bir kimseye vasiyet etmeden, sâdece menfaatini vasiyet etmiş olsaydı,
malın kendisi mirasçılara, menfaati da vasiyet ettiği kimseye kalacaktı. O
hâlde malın kendisini bir kimseye vasiyet ettiği zaman da yine öyledir. 2irâ
miras ile vasiyetin ikisinde de malın ikinci şahsa geçişi birinci şahsm
ölümünden sonra olduğu için vasiyet de mirasın kardeşidir, ki buna benzer daha
birçok meseleler vardır. Meselâ: Eğer kişi bir kimseye kısrağını vasiyet
ederken bir diğer kimseye de kısrağın karnındaki tayı, yahut bir kimseye bir
yüzüğü vasiyet ederken bir başkasına da yüzüğün kaşını vasiyet eder, yahut:
«Şu sepet A 1 i'nin, içindeki hurmalar da Hasan'ın-dır» dese, bu örneklerin her
üçünde de vasiyet ettiği gibi hükmedilir. Yâni hiç birinde kabın sahibine
kabın içindeki şeyden hisse verilmez. Fakat eğer her birine ayrı ayn vasiyet ederse
- İmam Ebû Yûsuf'a göre yine böyle ise de- İmam Muham-m e d' e göre kısrak,
yüzüğün halkası ve sepet vasiyet edildikleri kimsenindir. Tay, yüzüğün kaşı ve
hurmalar da ikisinindir.
îmam Ebû Yûsuf: «Çünkü
kişinin tayı ikinci şahsa vasiyet etmesinden, birinci vasiyetiyle birinci
şahsa yalnız kısrağı vasiyet etmek istediği anlaşılmıştır. Bu itibarla kişi
ikinci vasiyeti yaparken sanki: -Ben birinci şahsa yalnız kısrağı vasiyet
ettim» diye açıklamada bulunmuştur. Bu açıklamayı da her ne kadar hemen yapmayıp
bir başka zamana bırakmışsa da yine muteberdir. Çünkü vasiyet sahibi hayatta
olduğu sürece vasiyetinden cayabildiği için, yaptığı vasiyetleri birlikte
yapması ile ayn ayn zamanlarda yapması arasında fark yoktur» demiştir.
imam Muhammed de:
«Kısrak dendiği zaman onun karnındaki taya da şâmildir. Yüzük de dendiği zaman
onunla, yüzüğün halkası ile kaşının ikisi kasdedilir. Sepet ile içindeki hurmalar
da öyledir. Bunun için kişi birinci vasiyetiyle birinci şahsa hem halkayı, hem
kaşı, ikinci vasiyetiyle de ikinci şahsa yalnız kaşı vasiyet etmiş olur. Çünkü
ikinci vasiyet birinci vasiyetten ayrı bir zamanda yapıldığı için birinci
vasiyetin açıklaması olmayıp ayn bir vasiyettir. Ayn bir vasiyet olunca da
onunla ikinci şahıs kendisine vasiyet edilen şeyde birinci şahsa ortak kılınmış
olur. Fakat vasiyetler bitişik olduğu zaman öyle değildir. Çünkü o durumda
ikinci vasiyet birinci vasiyetin bir istisnası hükmündedir» demiştir. (Eğer
bir kimseye bahçesinin meyvesini vasiyet eden kimse Ölürken onun bahçesinde
meyve varsa o kimseye yalnız o meyveler verilir. Eğer bu kimse -Bahçemin meyveleri hep falanındır» dîye vasiyet
ederse, o zaman o kimseye gelecek yılların meyveleri de kendisi hayatta
bulunduğu sürece verilir. Eğer bu kimse bahçesinin gelirini bir kimseye
vasiyet ederse, bahçesinin mevcut olan geliri ile gelecek yıllara âit
gelirlerinin hepsi o kimsenin olur.) -Meyve» ile -gelir» kelimeleri arasındaki
fark şudur: «Meyve, dil örfünde mevcut olan meyvelere dendiği için henüz mevcut
olmayan meyvelere şâmil değildir. Ancak eğer «hep- veyahut -dâima» kelimeleri
gibi -onunla, henüz var olmayan meyvelerin de kasde-dildiğini bildiren karine
bulunursa, o zaman henüz var olmayan meyvelere de şâmil olur. Gelir kelimesi
ise var olan ve olmayan meyvelerin ikisine de şâmildir. Meselâ: A 1 i bahçesinin,» ya «tarlasının» veyahut
«apartmanının geliriyle geçiniyor- dendiği zaman, «gelir- kelimesinden mevcut
olan ve olmayan gelirlerin hepsi kas-dedilir. -Meyve» ise dendiği zaman onunla
yalnız mevcut olan meyveler kasdedildiği için, bu mânâda kullanılmadığı zaman
bu mânâda kullanılmadığını bildiren bir karine gerekir. (Eğer bir kimse,
davarlarının sütünü, ya da sırtlarındaki yünü, yahut kannlanndaki yavruları bir
kimseye vasiyet ettikten sonra ölürse, devamlı olarak -kaydını söylemiş olsa
bile- yalmz, ölürken davarlarının sırtında bulunan yün, yahut karınlarında
bulunan yavrular, ya da memelerinde bulunan süt o kimsenin hakkı olur.l Çünkü
vasiyet, hükmü ölümden sonra câri olan bir akittir. Bunun için, kişi ölürken bu
eşyalardan .nesi var idiyse sâdece onlar lâzım gelir. Yukanda geçen «meyve»
ile -gelir» kelimeleri ise öyle değildir. Aralarındaki fark şudur: Vasiyet bir
temliktir. Kıyâs ise mevcut olmayan bir şeyi temlik etmenin caiz olmamasını
gerektirir. Ancak şeriat henüz mevcut olmayan meyve ve gelirler hakkında -satış
ve kiralama akitleri gibi- bir takım akitlerin cevazına kail olduğu için,
bunları vasiyet etmenin de caiz olması evleviyetle lâzım gelir. Zira vasiyet
kapısı -yukanda da söylediğimiz üzere- ihtiyaca binâen Seniş tutulmuştur. Henüz
mevcut olmayan yavrularla diğer ikisi hakkında ise hiç bir akit caiz değildir
ve eser
gelmediği lçin, bunlan
vasiye cut olanları öyle değildir. Çünkü davar satılırken onun karmnyavru, ortadaki yün ve
memelerindeki süt de olur. Aynca bunlarla kacün kendini bulu" de[24]
(Eğer bir Yahudi veya
Hıristiyan, sağlığında bir havra veya kilise yaptırdıktan sonra ölürse, havra
veya kilise kendisinden mirasçılarına kahr.) Zira îmam Ebû Hanife'ye göre bu
da vakıf gibidir. Vakıf ise ona göre vakfı yapan kimseden miras kalan bir mal
olup bozulamayan bir akit değildir. Bunun için bu da öyledir. Diğer iki imama
göre de havra veya kilise yapmakla günâh işlendiği için onlara göre de geçerli
değildir.
(Eğer Yahudi veya
Hıristiyan, mahdut şahıslar için bir havra veya kilise yapılmasını vasiyet
ederse vasiyeti malının üçte birinden çıkar.J Yâni eğer Yahudi veya Hıristiyan
belirli bâzı kimseler için evinin özel bir manastıra çevirilm esini vasiyet
ederse, vasiyeti geçerli olup malının üçte birinden çıkar. Zira vasiyette
kişinin, ölümünden sonra malında hem başkasını kendi yerine geçirme, hem de
malını o başkasına temlik etme mânâları vardır. Gayr-ı müslim ise bu her iki
şeye de yetkilidir. Bunun için bu vasiyet her iki mânâya göre de geçerlidir.
(Eğer gayr-ı müslim,
evinin umumî ve herkese açık bir kiliseye çevirilmesini vasiyet ederse, İmam
Ebû Hanife'ye göre vasiyeti geçerlidir. Diğer iki İmam ise : «Geçersizdir.)
Çünkü kilise yaptırmak her ne kadar g'ayr-ı müslimlerin inancına göre sevap ise
de, gerçekte günâhtır. Günâh olan bir şeyi vasiyet etmek de -bu vasiyeti
geçerli sayıp gereğini yerine getirmede günâh işlemeye teşvik mânâsı bulunduğu
için- geçersizdir» (demişlerdir.) İmam Ebû Han if e de: Bu vasiyet her ne kadar
gerçekte günâh ise de, onların inancına göre sevap olduğu için geçerli saymak
zorundadır. Çünkü biz onların din ve inançlarına kanşmayıp saygı göstermekle
emrolunmuşuzdur. Nitekim eğer bir gayr-ı müslim, gerçekte sevap ve fakat
onların inancına göre günâh olan bir şeyi vasiyet ederse-onların inancına göre
günâh olduğu için- caiz değildir. O hâlde bunun tersi de buna göredir-
demiştir. Sonra, imam E b û H a n i f e' ye göre bir havra veya kilise yapmak
ile yapılmasını vasiyet etmek arasında fark vardır. Zira İmam Ebû Hani f e
demiştir ki: Kişinin bir binasını, mabede çevirmesi veya kendisine ait bir yer
üzerinde bir mabet yapması ile, o bina veya yer onun mülkiyetinden -çıkmaz.
Meğer yapılan mabet cami veya mescit gibi yapılması gerçekten sevap olan bir
bina olursa, o zaman onun mülkiyetinden çıkar. Kilise ise, yapılması gerçekte
sevap olmadığı için kendisini yapanın mülkiyetinden çıkmaz. Bunun için, kiliseyi
yapan kimse öldükten sonra kilise, kendisini yapanın mirasçılarına kalır.
Kaldı ki gayr-ı müslimler kiliselerinde, birtakım gözler yaparak ve odalar
ayırarak bu göz ve odalarda kaldıkları için kiliseler umuma âit birer mabst
değillerdir. Hattâ bu durumda olan cami ve mescitler de kiliseler gibi
kendilerini yapanın mülkiyetinden çıkmaz ve kendilerim yapan kimse ölünce onun
vârislerine geçerler. Mabet yapılmasını vasiyet etmek ise onu bilfiil yapmak
gibi değildir. Çünkü vasiyet mülkiyeti gidermek için vazedilmiş bir akit-tir.
Ancak gayr-ı müslimlerin ettikleri vasiyet eğer onların inancına göre sevap
olmazsa gereğinin yerine getirilmesi gerekmez. Fakat eğer onlara göre sevap
ise geçerlidir ve vasiyet ettikleri şey on-lann mülkiyetinden çıktığı için
öldükleri zaman mirasçılarına geçmez. Kısacası; Gayr-ı müslimin vasiyeti dört
çeşit olup biri, gayr-ı müslimlere göre sevap olan, bize göre olmayan
vasiyettir, ki biz bunu yukarıda söyledik.
Biri, gayr-ı müslimin,
kendisi öldükten sonra domuzlarının kesilip müşriklere yedirilmesi gibi bir
şeyi vasiyet etmesidir. Bu vasiyetin sıhhatında -yukarıda da söylediğimiz
üzere- eğer kendilerine vasiyet edilenler belirli kimseler ise ihtilâf vardır.
Biri, gayr-ı müslimin -bir cami yapımı veyahut ışıklandırılması gibi- bizim
inancımıza göre sevap olup onlara göre sevap olmayan bir şeyi vasiyet
etmesidir. Bu vasiyet onlara göre sevap olmadığı için icma ile geçersizdir.
Ancak eğer yapımı vasiyet edilen cami belirli birtakım şahıslar için vasiyet
edilmişse, o belirli kimselerin mülkü olacağı için vasiyet geçerlidir. Biri -Kudüs'
teki Mescid-i Aksa'nın ışıklandırılması, yahut bir Rum'un müslüman olmayan
düşmanları ile sa-vaşılmasmı vasiyet etmesi gibi- hem bize, hem onlara göre
sevap olan bir şeyi vasiyet etmektir. Bu vasiyet -belirli kimseler için olsun,
olmasın- geçerlidir. Çünkü hem gerçekte, hem onların inancına göre sevap olan
birşeyi vasiyet etmektir. Biri de -şarkıcı veyahut ağıtçı olan kadınlara
yardımda bulunulması gibi- ne bizim ve ne de onların inancına göre sevap olmayan
bir şeyi vasiyet etmektir. Bu vasiyet de, hem bizim, hem onların inancına göre
günâh olduğu için geçersizdir. Ancak eğer kendilerine vasiyet edilenler
belirli kimseler ise o zaman vasiyet geçerlidir. Çünkü kendilerine vasiyet
edilen kadınların kimler olduğu bilindiği için vasiyet edilen şey onlara
temlik edilmiş olur.
Nefsani isteklerine
uyup hiç bir günâhtan sakınmayan kimsenin vasiyetine gelince: eğer bu kimse
açıktan kâfir değilse, vasiyetinin sıhhati bakımından ona müslüman gözü ile
bakılır. Zira biz zahire göre hükmetmekle emrolunmuşuzdur. Eğer açıktan inkarcılık
yapıyorsa, dinden çıkmış kimse hükmündedir ve İmam Ebû H a n i f e ile diğer
iki İmamın dinden çıkmış kimse hakkında olan meşhur ihtilâfları bu kimsenin de
tasarruflarının sahih olup olmadığı hakkında câridir. Dinden çıkmış olan kadına
gelince: en doğrusu şudur ki vasiyeti geçerlidir. Zira kadın olduğu için kendi
hâlinde bırakılır ve ona dokunulamaz. Dinden çıkmış erkek ise öyle değildir.
Çünkü dinden çıkmış erkek ya bir daha müslüman olur, ya öldürülür. (Eğer
müslümanlarla savaş hâlinde olan ülkeden bir gayr-ı nıüs-lim, kendisine verilen
güvence ile bizim ülkemize gelerek bir müs-lümana veya ülkemizde oturan bir
gayr-ı müslime malının hepsim vasiyet ederse geçerlidir.) Çünkü malın üçte
birinden fazlasını vasiyet etmenin caiz olmayışı mirasçıların hakkını gözetmek
içindir. Bunun içindir ki eğer mirasçılar kabul ederlerse geçerli olur. Burada
ise, mirasçılar müslümanlarla savaş hâlinde olan ülkede oldukları için
gözetilmesi gereken bir hakları yoktur. Zira müslümanlarla savaş hâlinde olan
ülke halkı, inancımıza göre hayat hakkına sahip değillerdir. Kaldı ki, bu
gayr-ı müslime âit olan maun dokunulmazlığı kendisine güvence verildiği
içindir. Güvence ise ona, vârislerinin hakkı için değil, kendisinin hakkı için
verilmştr. Eğer bu gayr-ı müslim, malının hepsini değil, bir kısmını vasiyet
ederse, o zaman vasiyet ettiği miktar alınıp geri kalanı mirasçılarına
verilir. Tabiidir ki bu da yine kendisine güvence verildiği içindir. Eğer bu
gayr-ı müslime bir müslüman veya bir gayr-ı müslim bir şey vasiyet ederse bu
vasiyet de geçerlidir. Zira bu gayr-ı müslim islam ülkesinde bulunduğu sürece,
bütün muamelelerde islam bayrağı altında yaşıyan gayr-ı müslimlerin
hükmündedir. Bunun içindir ki -vasiyetten başka- sağlığında da yaptığı bütün temlik
ve bağış akitleri geçerlidir. imam Ebû Hanife ile İmam Ebû Yûsuf dan ayrıca:
-Bu gayr-ı müslime edilen vasiyetler geçerli değildir. Çünkü kendisine her ne
kadar güvence verilmişse de, müslümanlarla savaş hâlinde olan ülke halkından
olduğu için her an ülkesine dönmek azmindedir ve dönebilir. Hattâ eğer
kendisinden cizye alınmazsa bir yıl islâm ülkesinde kalamaz» diye söyledikleri
de rivayet olunmuştur. Eğer islâm bayrağı altında yaşıyan gayr-ı müslim de
malının üçte birinden fazla veyahut bir mirasçısına vasiyet ederse
-müslü-manlarm vasiyetine kıyâsen- geçerli değildir. Çünkü islâm bayrağı
altında yaşıyan gayr-ı müslimler de müslümanlar gibi islâmın muamelelere
mütaalhk hükümlerini yüklenmiş olurlar.
Eğer islâm bayrağı
altında yaşıyan gayr-ı müslim kendi dininden olmayan bir diğer gayr-ı müslime
bir şey vasiyet ederse, vasiyeti -mirasa kıyâsen- geçerlidir. Zira müslümanlık
dışında kalan bütün dinler bir din sayılırlar. Eğer islâm bayrağı altında
yaşıyan gayr-ı müslim, müslümanlarla savaş hâlinde olan ülke halkından olup
islâm ülkesinde oturan bir gayr-ı müslime vasiyet ederse, vasiyeti geçerli
değildir. Çünkü ülkeleri ayrı olduğu için birbirlerine mirasçı olamazlar.
Vasiyet de mirasın kardeşidir.[25]
(Eğer bir kimse bir
başkasını, vâsi yapar ve o başkası da onun yanında vasiliği kabul eder, fakat
kalkıp gittikten sonra kabulünden cayarsa, red sayılmaz.) Zira onu vâsi tâyin
eden kimse ona güvenmiş ve durumu öğrenmeden güveni içinde ölmüştür. Bunun
için, eğer onun yanından kalkıp gittikten sonra cayması -ölü ister daha sağ
iken, ister ölümünden sonra olsun- red sayılırsa, ölü ona güvenerek öldüğü
için aklanmış olur. Fakat eğer bir kimse -bir malını satmak veyahut ona bir
mal satın almak üzere- bir başkasına vekâlet verir ve o başkası onun yanında
vekâleti kabul eder ve fakat kendisinden ayrıldıktan sonra kabulünden cayarsa,
red sayılır.Çünkü ona vekâlet veren kimse sağ olduğu için ona yüklediği işi
kendisi de yapabilir ve dolayısıyla, onun caymasından bir zarar görmez. (Eğer
kişi kendisini vâsi tâyin edenin yanında, kabulünden cayarsa, red sayılır.)
Çünkü kendisini vâsi tâyin eden kimse onu kabule zorlayamaz. Kaldı ki o
reddettikten sonra bir başkasını tâyin edebildiği için aldatılmış da olmaz.
(Eğer kişi -kendisini vâsi tâyin eden kimse Ölünceye kadar- ne red ve ne de
kabul etmezse, onun ölümünden sonra serbest olup isterse kabul, istense
reddeder.) Çünkü kendisini tâyin edenin sağlığında kabul ettiğini söylemediği
için kimse onu kabule zorlayamaz. Ancak eğer terekeden bir şeyi satarsa o zaman
vasiliği yüklenmiş olur. Zira onun terekedeki bu tasarrufu vasiliği kabul
ettiğini gösterir. Kabul ise ölümden sbnra da olsa, muteberdir. Yaptığı satış
akdi de -vâsi iken yaptığı için- muteberdir. Hattâ eğer satışı yaparken vâsi
olduğunu bilmese bile yine satışı muteberdir. Fakat vekilin -vekil olduğunu
bilmeden- yaptığı tasarruflar muteber değildir. Çünkü vasilik başkası yerine
geçiş demektir. Zira ölüden velayet vasfı kalktığı için bu vasıf vâsi tâyin
ettiği kimseye geçer. Bunun için vasilik başkasının yerine geçiştir ve böyle
olunca da vâsinin yaptığı tasarrufun sıhhati için vâsi olduğunu bilmesi şart
değildir. Nasıl ki veraset de başkası yerine geçiş olduğu için, mirasçının
yaptığı tasarrufların sıhhati, mirasçı olduğunu bilmesine bağlı değildir.
Vekâlet ise öyle değildir. Çünkü vekâleti veren kimse sağ olduğu için velayet
vasfı kendisinde mevcuttur. Bunun için, eğer vekil vekil olduğunu bilmezse
tasarrufu geçerli olamaz. (Eğer kendisini vâsi tâyin eden kimse ölünceye kadar
vasiliği kabul etmeyen kişi: «kabul etmem- dedikten sonra ı «kabul ederim»
demek isterse, eğer -Kabul etmem- dediği zaman hâkim onu çıkarmamışsa -Kabul
ederim- diyebilir.) Çünkü vasiliğin bozulması ölüye zarar olduğu için, vâsi
tâyin edilen kimsenin yalnız «Kabul etmem demesi ile vasiliği bozulmaz. Ancak
vasiliğin bozulmamasın-da da vâsinin zararı vardır. Fakat bu zarar, vasiliğin
ona kazandıracağı mânevi sevab ile telâfi olunduğu için Ölünün zararını önlemek
daha evlâdır. Fakat eğer hâkim onu vasilikten çıkarmışsa -maslahatı gözettiği
için- hâkimin onu çıkarması geçerlidir. Zira hâkim, zararı önleme yetkisine
sahiptir. Vâsi de bâzan görevini yapmaktan âciz olduğu için vasiliğinin
devamında zarar vardır. Bunun için hâkim onu çıkanr da onun yerine, ölünün
malını koruyabilecek ve onda güzel ve yararlı bir şekilde tasarruf edebilecek
bir başkasını tâyin eder. Şayet hakim onu çıkardıktan sonra: «Ben kabul ederim
derse, kabulü hâkimin onu vasilikten çıkarmasından sonra olduğu için artık
muteber değildir. (Eğer bir kimse bir gayr-ı mûslimi veya bir fasıkı vâsi tâyin
ederse, hâkim onları çıkarıp onların yerine başkalarını tâyin eder.) Bu tâbir
şuna işarettir ki: kişinin gayr-ı müslim veya fasıkı vâsi tâyin etmesi geçerlidir.
Çünkü eğer geçerli olmazsa hâkimin onlan çıkarmasına gerek bulunmayacaktı.
îmam Muhammed ise «Asü»da geçersiz olduğunu söylemiştir. Ancak İmam Muhammed'in
bu sözünü kimisi : «Yâni aslında geçerlidir. Hâkim geçersiz kılar. Çünkü biz
Ha-neftlere göre fasıkm velayet yetkisi vardır. Gayr-ı müslim de bâzan bu
yetkiye sahiptir. Ancak fasıkta sağlam olmama şüphesi bulunduğu, gayr-ı müslim
de din düşmanı olduğu için hâkim onlan çıkarır», Kimisi de: «Yâni gayr-ı
müslimin tâyini aslında geçersizdir. Fasıkm tâyini de aslında geçerli ise de
hâkim onu geçersiz kılar» şeklinde yorumlamıştır. «Asıl»da ayrıca fasıkm sağlam
olmamasından korkulması da şart koşulmuştur. Zira kişinin sağlam olmaması,
vasilikten çıkarılması için yeterli bir mazerettir.
(Eğer ölü tarafından
tâyin edilen vâsi görevini yerine getirmekten âciz olursa) ölü ile
mirasçıların hakkını korumak için (hâkim ona bir başkasını da yardımcı olarak
verir.) Çünkü vâsi yetersiz olduğu zaman ona yardımcı vermede zarar vardır.
Şayet vâsinin kendisi kendisinin yetersiz olduğunu ileri sürerek hâkimden
yardımcı isterse, gerçekten yetersiz olduğu anlaşılmadıkça hâkim onun sözüne
kulak veremez. Zira yükünü hafiflettirmek için yalan söylemiş olabilir. Eğer
vâsinin büsbütün güçsüz ve beceriden yoksun olduğu anlaşılırsa, hâkim onu
çıkarıp yerine bir başkasını tâyin eder. Fakat hâkim, güçlü, işinin ehli ve
sağlam olan vâsiyi çıkaramaz. Çünkü bu vâsiyi ölü seçip tâyin ettiği için
hâkimin tâyin edeceği vâsi onun kadar olamayacağı için onun görevde kalması
daha iyidir. Bunun içindir ki ölünün babası baba ve dolayısıyla daha şefkatli
olmasına rağmen ölünün tâyin ettiği vâsi ondan önce gelir. Eğer mirasçılar
vâsiyi hâkime şikâyet ederlerse -vâsi yetkisini ölüden aldığı için- hâkim
bizzat onda hıyanet görmedikçe onu az-letmemelidir. Ancak bizzat onda hiyânet
gördüğü zaman onu azledebilir. Çünkü Ölü onu sağlam' diye tâyin etmiştir. Oysa
sağlam olmadığı anlaşıldığından, eğeı ölünün kendisi sağ olsa onu çıkarırdı.
Fakat Ölü sağ değildir ve hâkim onun naibidir. Bunun için hâkim vâsiyi azleder.
(Eğer bîr kimse iki kişiyi vâsi tâyin ederse -İmam Ebû Hanİfe ile İmam
Muhammed'e göre- iki kişiden biri tek başına ve diğerine danışmadan) Allah
(Azze ve Celle) izin verirse ilerde anlatacağımız birkaç şey dışında (hiç bîr
tasarrufta bulunamaz.)
îmam Ebû Yûsuf ise:
«Her biri tek başına ve diğerine danışmadan her türlü tasarrufu yapabilir.
Çünkü vasiliğin mânâsı ölünün maunda tasarruf etmeye yetkili olmaktır. Bu ise,
bölünmesi mümkün olmayan ser'i bir vasıftır. Bunun için her birinin tek başına
bu vasfa sahip olması gerekir. Nasıl ki iki erkek kardeşten her biri, tek
basma ve diğerine danışmadan kız kardeşlerini evlendirebilir. Zira vâsi olmak,
ölünün yerine kaim olmak demek olduğuna göre, bu mânâ ancak eğer vâsi ölünün
sahip olduğu yetkinin hepsine sahip olursa gerçekleşir, ölü ise, kendi maunda
tek başına tasarruf etmeye yetkili idi» demiştir, imam Ebû H a -nife ile
îmam Muhammed de şöyle demişlerdir; îki.kişiyi vâsi tâyin
eden kimse bir kişiye güvenemediği için iKi kişiyi tâyin eder. Bunun içüı, eğer
biri diğerinden habersiz olarak bir tasarrufta bulunursa ölünün rızâsı dışına
çıkmış olur. iki erkek kardeşten her birinin diğerinden habersiz olarak kız
kardeşlerini evlendirmesi ise öyle değildir. Çünkü her birine verilen
evlendirme yetkisi kendilerinde bulunan kardeşlik vasfından ötürüdür. Bu vasıf
ise ikisinde de aynı derecede mevcuttur. Hem de kadının evlendirilmesi velîsi
üzerine vacip olan bir hakkıdır. Hattâ eğer kadına denk olan bir kimse kadınla
evlenmek teklifinde bulunup kadın da bu teklifi uygun bulursa, kadının velîsi
onu o kimse ile evlendirmek zorundadır. Burada ise tasarruf, vâsinin hakkı
olduğu için, vâsi muhayyer olup isterse yapar, isterse yapmaz. Bu itibarla,
birinci meselede kardeş, kardeşine vacip olan bir ödevi yerine getirdiği için
tasarrufu geçerlidir. İkinci meselede ise, arkadaş arkadaşının hakkını
kullandığı için tasarrufu geçerli değildir. Nasıl ki iki ortaktan her biri
aralarında müşterek olan borcu diğerinden habersiz olarak ödeyebilir de,
aralarında müşterek olan alacağı diğerinden habersiz olarak alıp kullanamaz.
(Ancak) yukarıda da söylediğimiz üzere (birkaç şey) zaruret bâbmdan oldukları
için (müstesnadırlar. O şeyler de şunlardır:
1- ölünün kefen ve sair hazırlıkları.) Zira
Ölünün yerden kaldırılmasını geciktirmede ölünün bozulma tehlikesi vardır.
Bunun içindir ki ölünün komşuları bile, onun malından bu hazırlıkları görmeye
yetkilidirler. Bunun için, iki vâsiden hangisi hazırsa diğerini beklemeden bu
hazırlıkları görebilir.
2- Küçük çocukların yiyecek ve giyecekleri.) Çünkü eğer
küçük çocuklara hemen yiyecek ve giyecek sağlanmazsa açlık ve çıplaklık
nedeniyle ölmelerinden korkulur.
3- Ölünün yanında veya elinde bulunan emânetleri ve
başkalarından zorla veya bozuk bir satış akdiyle aldığı mallan sahiplerine
geri vermek.) Zira emânet olarak, yahut
zorla veya bozuk bir satış akdiyle alman malları sahiplerine geri vermek
gerektiğinden, bu mallan geri vermede yetkiye gerek yoktur.
4.5 - Ölünün borçlarını ödemek ve mallarını korumak.! Çünkü
alacaklının kendisi de alacağının cinsinden nerede bulunursa alabilir. Mal da
kimin elinde olursa o kimse, elinde bulunan malı korumakla yükümlüdür. Kaldı
ki malları korumak yetki ve beceri isteyen bir tasarruf değildir.
6- Ölünün vasiyet
ettiği şeyi vasiyet ettiği kimseye vermek.) Çünkü bu da beceri isteyen bir şey
değildir.
7 - Ölü ile İlgili davalara hasım olarak girmek.) Çünkü
her iki vâsinin birlikte davaya girmeleri mümkün değildir. Bunun içindir ki iki
vekili bulunan bir davada iki vekilden ancak birisi bulunabilir.
8 - Bağışlan kabul etmek) Çünkü geciktirmede bağışın elden gitme
tehlikesi vardır. Kaldı ki bağışı, anne bile kucağındaki çocuğuna kabul
edebildiği için bağışların kabulü yetki isteyen bir tasarruf değildir.
9- Kaybolma tehlikesini başgosteren dağınık eşyayı bîr
araya toplayıp düzene koymak.) Çünkü
dağınık eşyayı olduğu gibi bırakmada eşyanın kaybolma tehlikesi bulunduğu
gibi, herhangi bir malı elinde bulunduran kimse o malı düzene koymak
zorundadır. Bunun için bu iş de yetki isteyen bir tasarruf değildir.
El-Cami-Üssağir'de «İki
vâsiden her biri tek başına satış yapamaz ve alacakları tahsil edemez» diye
kayıtlıdır. Çünkü ölü onların tasarrufuna ancak ikisi beraber olduğu zaman razı
olmuştur. Hem de -satış olsun, alacağın tahsili olsun- ikisi de bir şeyi bir
başka şeyle -özellikle aynı cinsten olmadıkları zaman- değiştirmektir. Bunun
için ikisi de yetki isteyen birer tasarrufturlar.
Eğer Ölü, iki kişiyi
ayrı ayrı vâsi tâyin etmiş İse, kimisi j «Her biri tek başına -bir kimsenin iki
kişiye vekâlet verdiği zamanda olduğu gibi- tasarrufta bulunabilir. Çünkü ölü
onları ayrı ayn tâyin ettiği için her birinin tek başına göreceği tedbire razı
olmuştur» demiştir Kimisi de : «Yukanda geçen ihtilâf bu suretle de câridir-
demiştir, ki en doğrusu da budur. Zira vasilik ölümden sonra olduğu için her
ikisinde de bu vasıf, onları tâyin eden kimsenin öldüğü anda meydana gelmiştir.
İki kişiye verilen vekâlet ise -birine diğerinden sonra verildiği için- öyle
değildir. Bununla birlikte, bu iki vâsiden biri öldüğü zaman, her üç imama göre
de onun yerine bir başkasının tâyini gerekir. Zira İmam Ebû Hanife ile İmam
Muhammed'e göre biri tek başına
tasarrufa yetkili değildir.
îmam Ebû Yûsuf da, her
ne kadar birini tek başına tasarrufa yetkili görüyorsa da: «ölü iki kişiyi
tâyin ettiği için .ikisinin sıra ile işe bakmalarını istemiştir. Sıra ile
bakmak ise, ancak ölenin yerine bir başkasının tâyini ile mümkün olabilir» demiştir.
Eğer ölen vâsi, kendi yerine sağ kalan vâsiyi tâyin ederse -zahir olan
rivayete göre- bir başkasını tâyin etmesi hâlinde olduğu gibi sağ kalan vâsi
tek başına tasarruflarda bulunabilir ve hâkimin bir başka vâsiyi tâyin
etmesine gerek yoktur. Çünkü sağ kalan vâsi ölen vâsinin yerine geçtiği için,
göreceği herhangi bir tedbir ölen vâsi tarafından görülmüş gibi olur.
İmam Ebû Hanife' den
«Sağ kalan vâsi tek basma herhangi bir tasarrufta bulunamaz. Zira tereke sahibi
onun tek başına göreceği tedbire razı olmamıştır. Fakat ölen vâsi eğer başkasını
tâyin ederse Öyle değildir. Çünkü o zaman vâsiler iki olduğu için her birinin
tedbiri iki kişinin tedbiri sayılır» diye söylediği de rivayet olunmuştur.
Eğer bir vâsi ölüp bir
kimseyi vâsi tâyin ederse, tâyin ettiği vâsi -bize göre- hem kendisinin, hem
vâsisi bulunduğu kimsenin vâsisi olur. î m a m -1 Şafiî ise, vesayeti de
vekâlete kıyâs ederek: Birinci ölünün vâsisi olamaz. Çünkü bir kimseye vekâlet
veren kimse, nasıl o kimseden başkasının vekâletine razı değilse bu da öyledir»
demiştir. Biz diyoruz ki: Vâsi de, dede gibidir. Dede nasıl ölen oğlundan
kendisine geçen yetki ile torununu hem kendisi bizzat evlendirebilir, hem de
onu evlendirmek için başkasına vekâlet verebiliyorsa, vasi de ölüden kendisine
geçen yetkiyi hem kendisi kullanabilir, hem başkasına verebilir. Çünkü kişinin
vâsi tâyin etmesi, ölürken sahip olduğu yetkiyi başkasına devretmesidir. Bu
kimse de ölürken hem kendi malında, hem kendisim vasi tâyin eden kimsenin terekesinde
tasarruf etmeye yetkili idi. Bunun için, tâyin ettiği vâsinin de kendisi gibi
her iki terekede de tasarruf etmeye yetkili olması lâzım gelir. Vesayeti
vekâlete kıyâs etmek de doğru bir kıyâs değildir. Çünkü vâsi tâyin eden kimse,
vâsisinin de bir gün öleceğini bildiği için onun da bir vâsi tâyin etmesine
razıdır. Başkasına vekâlet veren kimse ise, sağ olduğu için kendi işini
kendisi de görebilir. Bunun için vekilinin vekil tutmasına râza değildir.
(Vasinin, mirasçılar yerine, kendisine terekeden bir şey vasiyet edilen kimse
île terekeyi paylaşması geçerlidir. Kendisine terekeden bir şey vasiyet edilen
kimse yerine, terekeyi mirasçılarla paylaşması ise geçerli değildir.) Çünkü
mirasçı ölünün yerine kaimdir. O derecede ki, eğer ölünün satın aldığa bir
malda kusur görülürse mi-râscı o malı satıcısına geri verebilir ve ölünün sattığı
bir malda da eğer kusur görülürse aha o malı mirasçıya geri verebilir. Vâsi de
ölünün yerine kaimdir. Bunun için, mirasçı hazır olmadığı zaman onun yerine
vâsi hasım olabilir ve dolayısıyla vâsinin mirasçı yerine yaptığı paylaşma da
geçerlidir. Hattâ eğer mirasçı geldiği zaman, ona düşen hisse, vâsinin elinde
zayi olmuşsa, terekeden kendisine bir şey vasiyet edilen kimseye düşen hissede
ortaklık davasında bulunamaz. Terekeden kendisine bir şey vasiyet edilen kimse
ise her yönden Ölünün yerine kaim değildir. Çünkü kendisine vasiyet edilen şeye
yeni bir sebeple mâlik olmuştur. Bunun içindir ki eğer o şeyde kusur görülürse
kendisine vasiyet edilen kimse o şeyi -onda görülen kusur sebebiyle-
satıcısına geri veremez. Bunun için eğer kendisine vasiyet edilen kimse -hazır
bulunmazsa vâsi onun yerine kaim olamaz. Hattâ eğer kendisi hazır olmadığı bir
sırada vâsi onun hissesini terekeden ayırır ve ona daha vermemişken vâsinin
elinde zayi olursa, ona terekenin geri kalan kısmından hisse vermek gerekir.
Çünkü terekenin -taksimi onun gıyabında yapıldığı için geçerli değildir. Ancak
şu var ki vâsi onun ziyamdan sorumlu değildir. Çünkü vâsi emin bir kimsedir ve
eğer onu terekeden ayırmamış olsa, onu terekenin içinde korumaya yetkili idi.
Bunun için sanki tereke taksim edilmeden zayi olmuştur. Çünkü kendisine
vasiyet edilen kimse terekede mirasçılarla ortaktır. Ortaklık mâl ise, zayi olduğu
zaman bütün ortakların kesesinden gider. Kaldığı zaman da bütün ortaklara
kalmış olur. İşte bunun için (eğer vâsi terekeyi mirasçılarla paylaşır ve
kendisine vasiyet edilen kimsenin hissesini yanına alır da ona teslim etmeden
zayi olursa, kendisine vasiyet edilen kimseye bu sefer, terekeden geri kalan
miktarın üçte birinden hisse verilir.)
(Eğer ölü, bir bedel
vasiyet eder, vâsi de terekeyi mirasçılarla paylaşarak bedeli yanına alır ve
fakat elinde zayi olursa) imam Ebû Hanife'ye göre (bedel bu kez terekeden kalan
miktarın üçte birinden çıkardır. Hattâ vâsi ayırdığı bedeli hacca gidecek olan
kimseye verse bile eğer o kimse hacca gitmeden bedel onun elinde zayi olsa yine
böyledir.) îraam Ebû Yûsuf ise: «Eğer zayi olan bedel terekenin tam üçte biri
ise, ölünün hakkı artık kalmamıştır. Eğer terekenin üçte birinden az ise,
bedel ancak üçte bir tamam oluncaya kadar verilir» demiştir.
ImamMuhammedde: «Zayi
olan bedel -terekenin üçte biri kadar olsun olmasın- bir daha verilmez Çünkü
tereke ölünün hakkı için paylaşılır. Oysa eğer ölünün kendisi sağlığında kendi
malından bir bedel miktarım ayırıp da o bedel miktarı zayi olursa ona bir şey
lâzım gelmez. O hâlde onun yerine kaim olan vâsinin de bedeli terekeden
ayırdıktan sonra bedelin zayi olması hâlinde bir şey lâzım gelmemesi gerekir»
demiştir. imam Ebû Yûsuf da: «Vasiyet dâima terekenin- üçte birinden çıktığı
için, eğer terekenin üçte biri kalmazsa vasiyet bozulur- demiştir.
imam Ebû Hanife ise:
«Tereke ondan bedelin çıkarılması için paylaşılmıştır. Çıkarılan bedelle hac
ifâ edilmeyince ise, bedel sanki çıkarılmamış ve tereke paylaşılmadan sanki zayi
olmuştur. Bunun için bedel bu kez, terekeden geri kalan miktarın üçte birinden
çıkar» demiştir.
(Eğer bir kimse,
yanmda bulunan bin dirhemin üçte birini bir kimseye vasiyet eder, mirasçılar da
o bin dirhemi paylaşmak üzere hâkime verir, hâkim de, kendisine vasiyet edilen
kimse hazır değilken o bin dirhemi paylaşırsa, hâkimin paylaşması geçerlidir.)
Çünkü bu vasiyet geçerlidir. Bunun için eğer kendisine vasiyet edilen kimse
vasiyeti kabul etmeden ölürse vasiyet edilen şey onun mirasçılarına geçer.
Hâkim de halka ve –özellikle- ölülerle hazır olmayan kimselere hizmet etmek
için tâyin edilmiştir. Hazır olmayan kimsenin hissesini terekeden ayırıp
saklamak da yararlı bir hizmettir. Bunun için bu paylaşma geçerlidir. Hattâ
eğer hazır olmayan kimse, geldiğinde hissesinin hâkimin elinde zayi olduğunu
da görse, mirasçılarla herhangi bir davada bulunamaz.
(Eğer ölünün
alacaklıları hazır değilken vasi terekeden bir şeyi satarsa caizdir.) Çünkü
vâsi tereke sahibi olan ölünün yerine kaimdir. Tereke sahibinin ise,
sağlığında -ölüm hastalığında dahi olsa- malından herhangi bir şeyi,
alacaklılrı hazır değilken satması caizdir. Bunun için, onun yerine kaim olan
kimsenin de satışı öyledir. Zira alacaklıların hakkı malın kendisinde değil,
mâliyetindedir. Maliyet ise satışla kaybolmaz. Çünkü satış bir malı bir başka
mal ile değiştirmektir. (Eğer bir kimse, malından bir şeyin satılıp parasının
fakirlere dağıtılmasını vasiyet eder, vâsi de o şeyi satıp parasını aldıktan
sonra para vâsinin elinde zayi olur ve ondan sonra o şeyin bir başkasına âit
olduğu ortaya çıkarsa, vâsi sorumlu tutulur.) Çünkü satış akdini yapan, kendisi
olduğu için akdin bütün gereklerini yerine getirmek de ona aittir. Akdin
gereklerinden biri de satılan malın alıcıya verilmesidir.
Satılan mal ise,
başkasına âit olduğu için alıcıya verilmesi mümkün değildir. Onun alıcıya
verilmesi mümkün olmaymca da, alıcıdan aldığı parayı ona geri vermesi gerekir.
(Fakat vâsi alıcıya verdikten sonra verdiğini ölünün terekesinden alır.) Çünkü
vâsi ölünün İşçisi olduğu ve bu satışı onun vasiyeti üzerine yaptığı için o da
vekil gibidir. Vekil ise, böyle bir ceremeyi çektiği zaman onu kendisine vekâlet
veren kimseden alır.
im am Ebû Hanife t
Allah rahmet eylesin) önce: «Vâsi, ödediğini ölünün terekesinden alamaz. Çünkü
parayı alan. kendisi olduğu için ceremeyi de kendisine çekmesi gerekir»
diyordu. Fakat sonradan bu görüşünden cayarak bizim söylediğimiz görüşe dönmüş
ve -zahir olan rivayete göres «Vâsi, ödediği parayı terekenin tamamından alır
demiştir. İmam Muhammed ise: «Terekenin üçte birinden alır. Çünkü bu ziyan
vasiyetten doğan bir ziyandır. Vasiyet ise terekenin üçte birinden çıkar-
demiştir. Zahir olan rivayet de, bu ziyanın aldanıştan doğan bir ziyan olduğu
için Ölünün bir borcu olduğu düşüncesine dayanmaktadır. Çünkü borçlar
terekenin tamamından çıkar. Fakat hâkim veya hâkimin tâyin ettiği bir kimse bu
satışı yaparsa sorumlu olamaz. Çünkü hâkimi böyle şeyler için sorumlu tutmak
hâkimlik görevinin boş kalmasına yol açar. Zira o zaman, so-
rumlu durumlara
düşmemek için herkes hâkimlik yapmaktan çekinecektir. Hâkimin tâyin ettiği
kimse de bu hususta hâkim gibidir. Fakat vâsi öyle değildir. Çünkü vâsi de
vekil gibidir. Şunu da bilmek gerekir ki, eğer tereke zayi olmuş veyahut
terekeden kalan miktar vâsinin çektiği ceremeyi karşılayamıyorsa, o zaman
ziyanı vâsinin kendisi çeker. (Eğer vâsi, terekeyi mirasçılar arasında
paylaşırken mirasçı olan bir çocuğa bir altın kordon düşer, vâsi de kordonu
satar ve parasını yanma alır, ancak para vâsinin elinde zayi olur ve ondan
sonra kordonun bir başkasına âit olduğu ortaya çıkarsa, vâsi, kaybettiği
kordonun parasını çocuğun malından alır.) Çünfcü vâsi kordonu çocuğun adına
satmıştır. Ancak çocuk da verdiğini, kendi hisseleri oranında diğer
mirasçılardan alır. Zira kendisine düşen kordonun başkasına âit olduğu ortaya
çıkınca yapılan paylaşma bozulmuş olur.
(Eğer yetimin bir
kimsede alacağı olur ve o kimse de ondaki bu alacağı başkasına havale etmek
isterse, eğer yetim için havale daha iyiyse yetimin vâsisi havaleyi kabul
edebilir.) Havalenin yetim için daha iyi olması da kendisine havale edilen
kimsenin havale edenden daha kolaylıkla borçlarını ödemesi ve ödeyebilmesidir.
Şayet havale eden kimse kendisine havale edilenden daha güçlü ve borçlarını
daha kolaylıkla ödüyorsa, o zaman havaleyi kabul etmek caiz değildir. Çünkü bu
kimseden yetimin alacağı daha geç tahsil edileceği için bu havale yetim için
zarardır. (Vâsinin terekeden bir şeyi satması veya tereke hesabına bir şeyi
satın alması, ancak eğer alım satımlarda halkın aldandığı kadardan fazla
aldanmamışsa geçerlidir.) Çünkü kişinin büyük ölçüde aldatılmış olduğu alış
veya satışta kazanç yoktur. Fakat eğer aldanma az olursa -az aldanmadan
sakınmak mümkün olmadığı için- öyle değildir. Çünkü vâsinin az aldandığı alım
veya satımı da geçersiz kılmak alım satımın kapısını kapatmaktır. Alış verişte
kendisine izin verilen çocuğun büyük ölçüde aldandığı alım satımı ise - imam
Ebû Hanife'ye göre- geçerlidir. Çünkü çocuk vâsi gibi olmayıp mala sahip olma
vasfı ile malda tasarruf eder. Ona verilen izin ise üzerindeki hacn, yâni
tasarruf memnuniyetini kaldırmaktır. Vâsi ise öyle değildir. Çünkü vâsi,
şeriatın kendisine -faydalı tasarruflarda bulunması kaydı ile- vermiş olduğu
bir yetki ile- başkasının malında tasarruf eder. Bunun için yaptığı tasarrufun
zararlı olmaması şarttır. İki imama göre ise, çocuğun alım-satımı, eğer çocuk
onda çok aldanmış ise -velisi ona izin vermiş olsa bite- geçersizdir. Çünkü
aldanma gereksiz bir bağıştır. Çocuk ise kimseye bağışta bulunamaz. (Vâsi
terekeden bir şeyi sattığı zaman, eğer ona dâir senet yazmak istenirse, -biri
satışa, bîri de satışı yapan kimsenin vâsi olduğuna dâir olmak üzere- iki
senet yazmak gerekir.) Zira böyle yapmak ihtiyata daha uygundur. Çünkü eğer
ikisi bir kâğıtta yazılırsa, şahitler kâğıdı imzalarken kâğıdın muhtevasını
ayrıntılı bir şekilde bilmeden kâğıda imza koymuş olabilirler. Bu ise onları
yalancı şahitliğe sürükler. Kinlisi demiştir ki: Satış senedi yazılırken, bu
sebepten dolayı «Falanın vâsisi falan tarafından- denmiyecek, «Falan oğlu falan
tarafından- denecektir. Kimisi de: «öyle de dense bir sakıncası yoktur. Çünkü
satışı yapanın vâsi olduğu zâten bilinmektedir- demiştir. (Vâsi, vâsisi
bulunduğu büyük çocuğun -eğer o büyük çocuk hazır bulunmazsa- taşınılmaz
malları dışmda her şeyini satabilir.) Zira vâsiyi tâyin eden babanın kendisi de
çocuğunun ancak taşınılan mallarını satabilir, taşınılmaz mallarını satamaz.
Bunun için babanın tâyin ettiği vâsinin de öyle olması lâzım gelir.
Kıyâs ise, vâsinin,
vâsisi bulunduğu büyük çocuğun taşınılan mallarını da satamamasını gerektirir.
Çünkü babanın kendisi de büyük çocuğunun taşınılan mallarını da satamaz. Fakat
biz vâsinin satabilmesini istihsan ediyoruz. Çünkü taşınılan mallar içinde
öyle şeyler vardır ki, eğer sahibinin gelmesi beklense çürüyüp gider. Bunun
için o şeyleri satıp paralarını saklamak daha yararlıdır. Taşınılmaz mallar ise
öyle değildir.
(Vâsi, vâsisi
bulunduğu kimsenin malında ticâret edemez.) Zira vâsiye terekeyi yalnız koruma
görevi verilmiştir .Ona terekede ticâret yapma yetkisi verilmemiştir. imam Ebû
Yûsuf ile imam Muhammed demişlerdir ki: Kardeşin vâsisi, küçük kardeş ile hazır
olmayan büyük kardeş hakkında, babanın hazır olmayan büyük çocuğu hakkındaki
vâsisi gibidir. Anne ile amcanın vâsileri de öyledirler. Yukarıda geçen cevap
bunların terekesi hakkındadır. Zira bunların vâsileri kendileri yerine
kaimdirler. Kendileri ise, velisi bulundukları kimsenin malını ancak korumaya
yetkilidirler. Bunun için vâsilerinin de kendileri gibi olması gerekir. (Vâsi,
küçük çocuğun malı hakkmda çocuğun dedesinden Önce gelir.) İmam-ı
Şafii ise; -Dede vâsiden önce
gelir. Çünkü şeriat, çocuğun babası olmadığı zaman dedesini babası yerine geçirmiştir.
Nitekim ölenin babası olmadığı zaman mirasının hepsi dedesine kalır. Bunun
için dede vâsiden öncedir» demiştir. Biz diyoruz ki: Vâsiyi baba tâyin ettiği
için babanın bütün yetkisi vâsiye geçer. Bu itibarla,' vâsisi bulunan kimsenin
babası sağmış gibidir. Baba sağ olduğu zaman ise dededen önce gelir. Bunun
için babanın vâsisi de dededen öncedir. Çünkü babanm, kendisi öldükten sonra
yerine babasının geçeceğini bildiği hâlde vâsi tâyin etmesinden, çocuklarına
vâsinin, -babasından daha iyi bakabileceğine kani olduğu anlaşılır. (Eğer baba
vâsi tâyin etmeden ölürse o zaman dede babanm yerine geçer.} Zira babaya en
yakın ve en şefkatli olan dededir. Nitekim vâsi, vâsisi bulunduğu kimsenin
çocuğunu evlendiremediği hâlde, dede torununu evlendirmeye yetkilidir. Ancak
vâsi tasarrufta -yukarıda açıkladığımız sebebe binâen- dededen önce gelir.[26]
(Eğer iki vâsi, ölünün
kendileriyle birlikte bir başkasını da vâsi tâyin ettiğine şahitlik ederlerse
şahitlikleri geçersizdir.) Çünkü kendisine şahitlik ettikleri kimsenin
kendilerine yardımcı olacağı için, bu şahitliklerinde şahsî menfaat gözetmiş
olmaları şüphesi vardır. (Ancak eğer kendisine şahitlik ettikleri kimse de vâsi
olduğunu iddia ederse o zaman geçerlidir.) Bu, bir istihsandır. Kıyâsa göre
ise -bu surette de aym şüphe mevcut olduğu için- yine de geçerli olmaması
gerekir. îstihsanın gerekçesi de.şudur: ölü kendine vâsi tâyin etmese de hâkim
ona tâyin edebildiği gibi, kişinin isteği üzerine hâkim kişiyi, onlar şahitlik
etmeseler de onların yanına verebilir. Bunun için, onların şahitliğiyle, hiç
olmazsa hâkim adam aramak külfetinden kurtulmuş olur. Vasilik ise'ancak hâkimin
tâyini ile olur. (Eğer ölünün iki oğlu da şahitlik ederlerse böyledir.) Yâni
eğer ölünün iki oğlu, -babalarmıp bir kimseyi vâsi ettiğine" şahitlik eder
ve o kimse de inkâr ederse, şahitlikleri geçersizdir. Çünkü şâhitlik-leriyle,
babalarından kendilerine kalan terekeye bakacak bic kim-s'enin tâyinini
istedikleri için kendi menfaatîannı gözetmiş olurlar. (Eğer iki vâsi, Ölünün,
yahut bir başkasının mahndsm bir şeyin 510nün küçük bir mirasçısına ait
olduğuna şahitlik ederlerse bu şahitlik de geçersizdir.! Çünkü iki vâsi bu
şahitliği yapmakla tasarruf yetkilerinin sahasını genişletmek istemiş
olabilirler. (Eğer bu iki vasi, ölünün malından bir şeyin ölünün büyük olan bir
mirasçısına âit olduğuna şahitlik ederlerse, yine geçersizdir. Fakat
şahitlikleri eğer başkasının malı hakkında olursa geçerlidir.) tmam Ebû
Hanife'ye göre böyledir. Diğer iki imam ise: «Şahitlikleri her iki surette de
geçerlidir. Çünkü kendisine şahitlik ettikleri mirasçı büyük olduğu için
şâhitlikleriyle yetki sahaları genişlemiş olmaz. Bunun için bu şahitliklerinde
şahsi menfaat gözetimi yoktur- demişlerdir.
imam Ebû Hanife ise:
-Bu şâhitlikleriyle her ne kadar tasarruf yetkilerinin sahası genişlemiyorsa
da, koruma yetkilerinin sahası genişlemiş olur. Kaldı ki mirasçı büyük de
olsa, hazır olmadığı zaman onun taşınılan malını satabildikleri için tasarruf
yetkilerinin sahası da genişlemiş olur. Bu itibarla, kendi menfaatları için
şahitlik ettikieri şüphesi yine vardır. Fakat şahitlikleri bir başkasının malı
hakkında olduğu zaman öyie değildir. Çünkü ölü onla n yalnız kendi terekesine
bakmak üzere vâsi tâyin ettiği için, vesayetleri altında bulunan bir kimsenin
tereke dışındaki bir başka malına bakamazlar. Bunun için bu surette kendi
menfaatları için şahitlik şüphesi yoktur. (Eğei iki kimse bir ölünün diğer iki
kimseye bin dirhem borçlu olduğuna şahitlik eder ve diğer iki kimse de ilk iki
kimseye aynı şâ-hitlİği yaparlarsa her iki partinin de şahitliği kabul olunur.
Fakat eğer her bir partinin diğer partiye olan şahitliği ölürtUn ona bin dirhem
vâsiyet ettiğine dâir olursa kabul olunmaz.! Bu, tmam E b C Hanife ile
İmam Muhammed'in görüşüdür. İmam Ebû Yûsuf ise: «Borca dâir
olan şahitlikleri de kabul olunmaz» demiştir. Fakat H a s s a fin dediğine göre
tmam Ebû Hanife de tmam Ebü Yûsuf gibi söylemiştir. îmam Ebû Yûsuf dan ayrıca
İmam M u -li a m m e d gibi söylediği
de rivayet olunmuştur.
Kabul olunmanın
gerekçesi şudur: Borç mala değil, kişinin zimmetine giren bir haktır. Zimmete
ise, değişik sebeplere dayanan birçok haklar girdiği için, iki partinin
birbirlerine, ölüden alacaklı olduklarına ettikleri şahitlikten, ölünün belli
olan herhangi bir malında ortak oldukları sonucu doğmaz. Bunun içindir ki eğer
bir yabancı iki partiden birinin borcunu kendi cebinden öderse, diğer parti
onda ortak .olduğunu iddia edemez. Kabul olunmamanın da gerekçesi şudur: Borç
her ne kadar mala değil, zimmete giriyorsa da, borçlunun ölümü ile zimmeti
bozulduğu için, borcu zimmetinden terekesine geçer. Bunun içindir ki eğer
ölünün iki alacaklısından biri, alacağını ölünün terekesinden tahsil ederse
diğer alacaklı da onda ona ortak olur. Bunun için bu şahitlikten de iki
partinin ortak olduğu sonucu doğar. Fakat borçlunun sağ olması hâlinde durum
böyle değildir. Çünkü o zaman borçlar onun malında olmayıp zimmetinde olduğu
için alacaklıların onun herhangi bir malında ortak olmaları söz konusu
değildir. (Eğer iki kişi bir ölüyü kasdederek : -Bu iki kimseye tarlasını yet
etti» ve o iki kimse de î -Ölü malının üçte birini bu iki kişiye ye bahçesini
vasiyet etti» diye şahitlik ederlerse, her iki şahitlik de -ittifak ile-
geçerlidir.) Çünkü bu iki şahitlikte ortaklık söz konusu olmadığı için şahsi
menfaat gözetimi yoktur. (Eğer iki kişi:
«Ölü, malının üçte birini bu iki kimsem vasiyet etti» ve o iki kimse de: -Ölü
malının üçte birini bu iki kişiye vasiyet etti» diye şahitlik ederlerse her iki
şahitlik de geçersizdir. İki kişinin : «Ölü, bu İki kimseye bir at vasiyet
etti- ve İki kimsenin de: -Ölü, bu iki kişiye malının, üçte birini vasiyet
etti» diye şahitlik etmeleri de keza geçersizdir.) Çünkü bu her iki örnekte de
şahitlikler ortaklığı sonuçlandırır.[27]
[1] Nisa sûresi âyet 11
[2] Ebû Hüreyre, Ebû Derda, Maaz İbn-i Cebel. Hz. Ebû Bekir ve Halid b. Ubeyd (R.A.)
tarafından rivayet olunan bu hadisi, İbn-i Mâce. Ebû Hüreyre'-den, Darekutnî,
Maaz İbn-i Cebel'den, İmam Ahmed, Ebû Derda'dan, fbn-i Adiy ile Ukayli, Hz. Ebu
Bekir'den, Taberâni de Halid b. Ubeyd'den naklen kaydetmişlerdir.
tbn-i Mâce (Vasiyetler) S. 199, Darekutni'nin Sünen'i (Nevadır) S. 488
[3][3] Eimme-i Sitte'nin Sapd tbn-i Ebî Vakkas (R.A.Vdan
naklen kaydettikleri hadîsin tamamı şöyledir :
«Peygamber Efendimiz
(S.A.V.)'e : -Yâ Resulüllah, benim malım çoktur. Benîm vârisim de sadece
biricik kınındır. Ben malımın hepsini vasiyet edeyim mi?
dedim. Peygamber Efendimiz (S.A.V) :
- Hayır, dedi.
-O halde üçte ikisini
vasiyet edeyim, dedim. Peygamber Efendimiz (S.A.V.):
- Hayır, dedifc
- öyleyse yarısını vasiyet
edeyim, dedim. Peygamber
Efendimiz (S.A.V.) :
Hayır, dedi.
- öyleyse üçte birini
vasiyet edeyim, dedim. Peygamber Efendimiz (S.A.V.):
- Neyse üçte bir olsun. Hattâ üçte bir de
çoktur. Zira senin, malından verdiğin sadaka nasıl sadaka ise, çoluk çocuğuna yaptığın
masraflar da sadakadır. Senin için,
çoluk çocuğunu varlık içinde bırakırsan, onları şuna buna avuç açar durumda
bırakmandan iyidir, buyurdu.» BuhârI (Cezıâiz) C. 1 S. 173. (Vasiyetler) C. 1
S. 383, (Bed'ül-halk) C. I S. 560, (Meğazi-Vedâ Haccı) C. 2 S. 632. (Nefekalar)
C. 2 S. 806, (Feraİz) C. 2 S. 9?7, Müslim (Vasiyetler) C. 2 S. 40
[4] Darekutni (Kazalar) S. 525
[5] Ebü Dâvûd (Vasiyetler) C. 2 S. 40, Tirmizi
(Vasiyetler) C. 2 S. 34, tbn-i Mâce (Vasiyetler) S. 199 Nesâl (Vasiyetler) C. 2
S. 131
[6] Bunu bir örnekle açıklamak iyi olur kanatmdayım.
Örneğin : Malından bir çey kardeşine vasiyet eden bir kimse, eğer vasiyet
ettiği zaman oğlu yok ve fakat ondan sonra bir oğlu olur ve ondan sonra kendisi
ölürse, vasiyet ederken oğlu olmadığı için kardeşi her ne kadar ona vâris
idiyse de, ölürken oğlu olduğu için kardeşi ona vâris değildir. Bunun için bu
vasiyet geçerlidir. Eğer bu kimse kardeşine vasiyet ederken oğlu var ve lakat
oğlu öldükten sonra kendisi ölürse, ölürken oğlu olmadığı için kardeşi ona
vâristir. Bunun için bu vasiyet geçersizdir
[7] Mümtahİne sûresi âyet 8
[8] Mümtahine sûresi âyet 9
[9] Eba Eyyub, Hâkim b. Huzam, Ümm-İ Külsüm ve Ebû Hüreyre
(R.A.V-dan rivayet olunan bu hadisi, İmam Ahmed, Eba Eyyub ile Huzam'dan, Hâkim, Abdurrahman b. Avf
(R.A.)'ın hanımı Ümm-İ Küîsüm'dan -ki bu hanım iki kıbleye yönelik olarak
namaz kılmıştır- Ebû Ubeyd, Kasım b.
Selâm da «Kitab ülemyalnde rivayeti «Adamın biti Peygamber
Efendimiz (S.A.V.)'e :
- Sadakanın en üstünü hangisidir? diye-sordu.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.:
- Fakirliğinden ötürü
sana karşı kin besleyen akrabana yaptığın yardımdır buyurdu» şeklindedir.
İmam Ahmed'in Müsnedi C. 5 S. 416, el-Müstedrek (Zekât bahsinin sonlan!
C. 1 S. 406, Kltab-ülemval (Sadakalar babı) S. 353
[10] îmam Mâlik'in Muvatta'da kaydettiği bu olayın rivayet
şekli şöyledir : «Hz. Ömer (R.A.)'e:
- Burada Gassanilerden henüz ergenlik çağına
varmayan bir delikanlı vardır. Vârisleri Şam'da kalıyorlar. Kendisi çok
zengindir. Burada ise sâdece bir amcası kızı oturmaktadır, dediler. Hz.
Ömer (R.A.) :
- Malını amcası kızına
vasiyet etsin, dedi ve çocuk Ceşem
kuyusu adındaki suyunu ona vasiyet
etti. Râvi demiştir ki : Çocuk
öldükten sonra bu kuyu otuz bin dirheme satıldı.» Afcdürrezzak
da buna Süfyan'i Sevri tarikiyle Amr. b. Hazm'dan şu şekilde nakletmiştir:
«Bizde henüz erginlik çağına varmayan bîr çocuk vardı. Çocuk on onikı yaşlarında
idi. Çocuğun bir halası vardı. Şam'da oturuyordu. Çocuk halasına otuz bin
dirhem değerinde olan bir kuyusunu halasına vasiyet etti. Durum Hz. Ömer
<R.A.)'e iletildi. Hz. Ömer {R.A.) çocuğun vasiyetini kabul etti.»
Muvatta' (Kazalar) S. 318
[11] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/357-369.
[12] MUHABAT), Satış akdinde satıcının alıcıya ikram etmesi
demektir. Meselâ : bir kimsenin iki tane atı vardı. Birinin değeri bin yüz,
diğerinin de değeri altiyüz dirhemdir. Eğer bu kimse, atlarından birinin bir
kimseye ve diğer atının da bir diğer kimseye yüzer dirhem ile satılmasını vasiyet
ederse bu kimse bîr alıcıya bin, diğer alıcıya da beşyüz dirhem ikram etmiş
olur, ki bu bin beşyüz dirhemin hepsi vasiyettir. Eğer bu kimsenin bu iki attan
başka malı yoksa, vârisleri de onun bu vasiyetini kabul etmezlerse, satışta
ikram ancak, malın üçte biri miktarında yapılabilir ve kendisine bin dirhem
ikram edilmesi vasiyet edilen kimseye üçte birin üçte ikisi, kendisine beşyüz
dirhem ikram edilmesi vasiyet edilen kimseye de üçte birin üçte biri
miktarında ikram edilir. Oysa eğer bu da diğer vasiyetler gibi olsaydı, malın
üçte biri miktarında yapılan ikram —İmam Ebû Hanife'ye göre— ikisine eşit bir
şekilde yapılmalı idi.
SÎATE : bir kısmı
azatlanan kölenin diğer kısmına da azatlığın geçmesi demektir. Buna da şu
şekilde bir Örnek getirilebilir : Eğer bir kimsenin, biri iki bin, diğeri bin
dirhem değerinde olan iki kölesi olup da azatlanmalanni vasiyet eder ve başka
malı da yoksa, eğer vârisleri kabul ederlerse iki köle de tamamen
azat-lanıriar, kabul etmezlerse malın üçte biri miktarında azatlanırlar. Malın
üçte biri de bin dirhem olduğu için, değeri iki bin dirhem olan köle, bin
dirhemin Üçte ikisi, bin dirhem değerinde olan köle de bin dirhemin üçte biri
miktarında azatlanırlar ve azatlık, kölelerin eeri kalan kısımlarına da buna
göre seçer.
DERAHtM-t MÜRSELE de : kişinin «Ben öldükten sonra malımdan falancaya
su kadar para verin» şeklinde verilmesini vasiyet ettiği para demektir. İmam
Ebû Hanife ile diğer iki İmam arasında bunda da ihtilâf yoktur. Örneğin : Bütün
malı üç bin dirhem olan bir kimse, birine bin, birine de iki bin dirhem vasiyet
eder ve vârisler kabul etmezlerse, vasiyet sadece malının üçte biri olan bin
dirhemde geçerli olur ve her üc imama göre de bu bin dirhemin üçte ikisi
kendisine iki bin dirhem vasiyet edilen kimseye, üçte biri de kendisine bin
dirhem vasiyet edilen kimseye verilir.
[13] TaberanlTıİn Abdullah îbn-i Mesud (R.A.)'dan rivayet
ettiği bu hadisin metni şöyledir:
«Adamın biri Peygamber
Efendimiz (S.A.V.) zamanında kendi malından bir sehim bir başkasına verdikten sonra
öldü ve bir sehmin ne kadar olduğu bilinemedi. Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz {S.A.V.)'e baş vuruldu. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) adamın malından
o kimseye altıda bir verdi.»
Nasb-ürraye C. 4 S, 407
[14] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/369-380.
[15] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/381-382.
[16][16] Zekâtın önemini belirten uyarıcı hadislerden bir
tanesi Buhâri'nin Ebû HÜreyre (R-A.)'dan naklettiği şu mealdeki hadîstir :
«Peygamber Efendimiz (S.A.V.) : «Kim ki Cenâb-ı Allah (C.C.) ona mal verdiği
halde malının zekâtını vermezse, kıyamet günü malı, sözleri üzerinde iLi siyah
nokta bulunan kel bir yılanın kılığına girip onun boynuna dolanır,' sonra M
avurtlarını tutarak : «işte ben senin malınım, senin stok ettiğin altınlarım»
der» buyurduktan sonra «Allah <C.C.Vm kereminden kendilerine verdiğinde
cimrilik edenler, yaptıkları cimriliğin kendileri için iyi olduğunu sanmasınlar.
Hayır, o cimrilik olanlar için kötüdür. Cimrilik edip vermedikleri, kıyamet
günü boyunlarına dolandırılır» mealindeki Al-i İmran sûresinin 180. âyet-i
kerimesini okudu.» Buhârl (Zekât-zekât vermeyenlerin günâh işlemesi) C. 1 S.
188-
[17] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/382-384.
[18] Darekutnİ (Namaz) S. 161, el-Müstedrek (Namaz) C. 1 S.
246
[19] Bu hususta varit olan hadîs hem müsnet, hem mürsel
olarak rivayet olunmuştur. Müsned olarak
rivayet oîunanı Taberânî, KaT) b. Mâlik'ten naklen şu şekilde
kaydetmiştir ; «Adamın biri Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'e gelerek :
- Yâ Resûliilah ben
falan mahallede oturmaktayım. Beni en çok incitenler komşulukta bana en yakın
olanlardır, dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (S.A.V., Hz. Ebfl Bekir,
Hz. Ömer ve Hz. Ali [R.A.)'ye :
- Gidin mescidin kapısında durun ve «Ey halk,
bilin ki komşuluk kırk haneye kadardır ve komşusu, kötülüklerinden emin
olmayan kimse cennete giremez» diye bağırın» buyurdu.»
Ebû Yala da Ebü Hüreyre
(R.A.)'dan Peygamber Efendimiz (S.A.V.)"İr &$ le buyurduğunu
nakletmiştir:
«Komşuluk hakkı kırk
haneye kadardır. Bu taraftan, bu taraftan, bn taraftan, bu taraftan : Sağdan,
soldan, önden ve arkadan.»
Beyhâkl'de Hz. Aİse (RA.Vnın
Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'den şunu naklettiğini kaydetmiştir:
«Cibril (Aleyhisselâm)
bana komşuluk haklara kırk haneye kadar gözetmemi tavsiye etti: On hane hu
taraftan, on hane bu taraftan, on hana bu taraftan ve on hane bu
taraftan.» Mssb-ürraye C. 4 S. 413-414
[20] Müellifin «Peygamber Efendimiz (S.A.V.) eşi Safİyye
iie evlendiği za-man onun hatın için onun bütün yakın akrabalarım azat etti»
şeklindeki beyanı bir zühuldür. Zira Ebû Dâvüd ve Hâkim gibi muhadislerin
rivayetine göre bu kadın Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in eşi Safİyye olmayıp
eşi Cüveyriye'dİr.
Ebû Dâvüd C. 2 S. 192. El-Müstedrek C. 4 S. 26
[21] Yûsuf S. âyet 2
[22] Kasas S. âyet 29
[23] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/384-389.
[24] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/389-395.
[25] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/395-398.
[26] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/398-409.
[27] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/409-411.