Yemin Olabilen Ve Olamayan Deyimler
Girmek Ve Kalmak Fiilleri Hakkında Yemin
Çıkmak, Gelmek, Binmek Ve B. Fiiller Hakkında Yemin
Yemek Ve İçmek Fiilleri Hakkında Yemin
Satmak - Satın Almak - Evlenmek V.B. Fiiller Hakkında
Yemin
Hac Namaz Ve Oruç Hakkında Yemin
Giyinmek, Süs Takımlarını Takmak V.B. Fifcler Hakkında
Yemin
Dövmek, Öldürmek V.B. Fiiller Hakkında Yemin
(Yeminler -yemin-İ gamus, yemin-i münakide ve
yemin-i lağıv olmak üzere- üç çeşide ayrılır. Yemin-i gamus:
geçmiş olan bir şey hakkında bilebile yalan yemin etmektir. Bu yeminin sahibi
çok büyük bir günah işlemiş olur.) Zira Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
Kim yalan yere yemin ederse, Allah onu
Cehenneme sokar» ([1]) buyurmuştur. (Ve bu
yeminin -pişmanlık duyarak Allah'tan mağfiret dilemekten başka- kefareti de
yoktur.) îmam-ı Şafii: «Kefareti vardır. Zira kefaret, Allah'ın yüce adına
karşı işlenen saygısızlık günahını ortadan kaldırmak için vazedilmiş, ki
yemin-i ga-mus'ta -kişi
yaptığı yalana Allah'ı şahit gösterdiği için- bu mânâ mevcuttur- demiştir.
Biz diyoruz ki:
yemin-i gamus halis ve günahtır. Kefaret ise, oruç
ile Ödenen ve niyetsiz sahih olmayan bir ibâdettir. Bunun için
büyük günaha karşılık olamaz. Yemin-i münakide ise öyle değildir. Çünkü yemin-i münakidenin kendisi günah olmayıp günah ancak onu
bozmadadır, ki o da ikinci bir istekle işlendiği için yeminden sonradır.
Yemin-i gamusun günahlık vasfı ise kendisindedir.
Bunun için yemin-i münakide hükmüne giremez.
(Yemini münakide
de : kişinin herhangi bir iş hakkında «ben falanca işi yapacağım- veya
-yapmayacağım- diye ettiği yemindir. İşte bu yeminini kişi bozduğu zaman ona
kefaret lâzım gelir.) Zira
Cenabı Hak (Azze ve Celle) : -Allah sizi rastgele yeminlerinizden dolayı
sorumlu tutmaz. Fakat bile bile yaptığınız
yeminlerden ötürü sizi sorumlu tutar.- ([2]) buyurmuştur.
(Yemin-i lağıv de:
kişinin geçmişte herhangi bir şeyin olduğunu veyahut olmadığını zannederek:
«Vallahi bu iş olmuş» veyahut «olmamış- diye yemin ettikten sonra yanılmış
olduğunu anladığı yemindir. Bu yemin de Cenâb-ı
Allah [Azze ve Celle) 'dan,
sahibini sorumlu tutmayacağını umanz.) Eğer kişi
herhangi bir kimseyi -meselâ- A 1 i sanarak -Vallahi Ali' dir-
dedikten sonra o kimsenin A I i olmayıp Veli olduğunu anlarsa, yine yaptığı yemin
lağıvdır ve umarız ki Allah onu sorumlu tutmayacaktır.
(Bilerek edilen yemin
i!e, kişiye zorla ettirilen yemin ve unutarak edilen yeminin üçü birdir.) Zira
Peygamber Efendimiz (Sallallahâ Aleyhi ve Sellem) : «Üç şey ciddileri de ciddidir, şakaları da ciddidir; nikâh, talâk ve
yemin- ([3])
buyurmuştur. İmam-ı Şafii: -zorla ettirilen yemin ile unutularak edilen yemin
hükmünde bize katılmamıştır, ki biz bunu zorlama bahsinde anlatacağız.
(Kişiye, yapmayacağına yemin ettiği şeyi
unutarak yapması veyahut başkası tarafından kendisine zorla yaptırılması
halinde de kefaret lâzım gelir.) Zira kişi herhangi bir işi unutarak yapması
veyahut başkası tarafından kendisine zorla yaptırılması halinde de o işi yapmış
sayılır. Kendisine kefaret de ancak o işi yapması ile lâzım gelir. Kişinin
baygınlık halinde veyahut deli iken yapması da kaza kefareti gerektirir. Çünkü
bu hallerin hepsinde kefaret lâzım gelmenin şartı yerine gelmiş olur. Şayet
kefaret, işlenmiş olan bir günahı silmek için dahi olsa, bu hallerin hepsinde
her ne kadar işlenmiş bir günah yoksa da, günahın sebebi olan, yeminin
gereğine aykırı davranış vardır.[4]
(Şer'i yemin, ya Allah adına, ya Allah'ın
Rahman ve rahim gibi bir başka adına, ya da kibriya ve azamet gibi yemin edilmesi âdet olan Allah'ın
bir sıfatına edilen yemindir.) Zira bunlarla yemin etmek âdet olduğu gibi,
yeminin sözlük anlamı güç demektir. Allah'a ve onun isim ve sıfatlarına saygı
gösterildiği için ancak bunlarla yemin edildiği zaman söz güç kazanmış olur.
(Allah'ın sıfatlan
içinde yalnız bilgisine edilen yemin yemin değildir.)
Zira Allah'ın bilgisine yemin etmek âdet olmadığı gibi, Allah'ın bilgisi
Allah'ın bildikleri demektir. (Eğer kişi -. -Allah'ın gazabına* yahut
-öfkesine yemin» derse, yemin etmiş sayılmaz.) «Allah'ın rahmetine yemin
ederim» sözü de öyledir. Zira hem Allah'ın rahmetine yemin etmek âdet değildir
hem de bazen «Allah'ın rahmeti- denir de ondan yağmur, Cennet veyahut -gazab- denir de ondan belâ ve felâket kasdedilir.
(Peygamber, Kabe gibi,
Allah'ın isim ve sıfatlarından başka şeylere yemin eden kimse de yemin etmiş
olamaz.) Zira Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm);-Kim ki yemin
etmek isterse, ya Allah'a yemin etsin, yahut hiç
yemin etmesin- buyurmuştur. ([5])
(Kur'an'a
da yemin etmek öyledir.) Zira Kur'an'a yemin etmek
âdet olmamıştır. Ben diyorum ki: eğer kişi: «Peygambere. Kur'an'a
yemin ederim» dese, böyledir. Eğer : -Peygamberden, Kur'an'dan
uzak olayım- derse yemin etmiş olur. Çünkü Peygamber'den, Kur'an'dan
uzak kalmak küfürdür.
(Yeminin deyimleri
-Vallahi-, -Billahi» ve -Tallahi» deyimleridir.) Çünkü bunların hepsi yeminde
âdettirler. îmam Ebû Hani f e: -kişi: «Allah'ın
hakkına yemin ederim- dediği zaman yemin etmiş olamaz- demiştir, ki İmam
Muhammed de bu görüştedir ve İmam Ebû Yûsuf dan da
gelen iki rivayetten biri bu yoldadır. Diğer rivayete göre ise İmam Ebû Yûsuf: -Allah'ın hakkına yemin ederim» yemindir. Çünkü
hak, Allah'ın sıfatlarından biri olduğu için bu kimse sanki: -Hak olan Allah'a
yemin ederim- demiştir.» demiştir.
İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed de;
-hak kelimesinden Allah'ın taatleri kasd edilir. Zira Allah'ın ta-atleri
onun hakkıdırlar.-Bunun için «Allah'ın hakkma yemin
ederim» deyimi, Allah'dan başka bir şeye yemin olur»
demişlerdir. (Eğer kişi: -Allah'a
yemin ederim» yahut -Allah'a şahitlik ederim» dese, yemin etmiş olur.) Zira bu
deyimler yeminde kullanıla-gelmişlerdir. Nitekim münafıklar Peygamber Efendimiz
(Sallallahü Aleyhi ve SeHem)'e:
-Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın Peygamberisin»
dedikten sonra Cenâb-ı Hak (Azze ve Celleî :Münafıklar yeminlerini kalkan edindiler» ([6]) diye
buyurarak münafıkların bu sözünü yemin diye vasıflandır m ıştır. Kişinin
yalnız «yemin ederim-, ya da «şahitlik ederim.» sözü
de yemindir. Çünkü bu sözde Allah kelimesi geçmiyorsa
da -Allah'dan başkasına yemin etmek caiz olmadığı
için- ona hamledilir. Bunun içindir ki kimisi: «yemin olması niyete muhtaç
değildir» demiştir. Kimisi de: «Muhtaçtır. Çünkü eğer niyet olmazsa, onda Allah'dan başkasına yemin ihtimali bulunur.» demiştir.
(Allah'ın ömrü yeminim
olsun,» deyimi de yemindir.) Zira Allah'ın ömrü Allah'ın beka sıfatı demektir.
(Allah'ın sözü, Allah'ın güvencesi de, -Allah'ın ömrü gibi- yemindir.) Zira söz
yemin demektir. Cenâb-ı Hak (Azze
ve Celle) : Allah'a verdiğiniz sözü yerine getirin- ([7])
buyurmuştur. Güvence de sözdür.
(«Bana nezir olsun bu
şey böyledir» sözü de yemindir.) Zira Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) :
«Kim ki bir nezri
yapar da, nezr ettiği şeyi açıklamazsa ona yemin
kefareti lazım gelir» ([8])
buyurmuştur.
(«Eğer falan şeyi
yaparsam yahudi», «Hristiyan»,
yahut «gâvur olayım» sözü de yemindir.) Zira bunu söyliyen
kimse hristiyan olmaya razı olmadığına göre, -falan
şeyi kendime haram kıldım» demiş gibi olur. «Falan şeyi kendime haram kıldım»
sözü ise yemindir. Eğer
kişi yapmış olduğu bir şey hakkında «falan şeyi yapmış isem yahudi
olayım» derse, yemin-i gamus olur. Fakat «eğer falan
şeyi yaparsam hristiyan olayım» deyimine kıyâsen dinden çıkmış olmaz. Kimisi: «olur. Çünkü o işi
yaptığı halde «eğer yapmış isem ya-hudî olayım» dediği için, sanki: «ben yahudiyim»
demiş gibi olur» demiştir. Fakat doğrusu şudur ki: Eğer kişi bu deyimin yemin
olduğunu biliyorsa, heriki surette de dinden çıkmaz.
Yok eğer yemin ile dinden çıktığına inanıyorsa, o zaman -dinden çıkmaya razı olduğu
için- her iki surette de dinden çıkar.
(«Eğer şu işi yapmış
isem Allah'ın gazabı üzerime olsun- sözü İse yemin değildir.) Zira bu söz yemin
anlammda kullanılmadığı gibi bir ileniştir.
İlenişler ise şarta bağlanamaz. (Eğer bu işi yapmış isem zina işlemiş», «İçki
içmiş- yahut «riha yemiş olayım» sözleri de yemin
değildir.) Çünkü bu şeylerin hepsi bâzı hallerde caizdir. ([9])
Allah'ın ismine karşı saygısızlık ise hiçbir zaman caiz olamaz. Kaldı ki bu
sözler yeminde kullanılmazlar.[10]
(Yemin kefareti, zıhar kefaretinde azatlanmasi emrolunan evsafta bir köle azatlamaktır. Kişi isterse köle
azatlamak yerine, on yoksulu ya -her birine, içinde
namaz kılınabilecek kadar büyük bir giysi parçasını vermek suretiyle- giydirir,
ya da -zıhar kefaretinde
olduğu gibi her birine ya yanm
sa' buğday, ya bir sa1 arpa
veya hurma vermek suretiyle yedirir.) Zira Cenâb-ı
Hak (Azze ve Celle)
:«Yeminin kefareti, çoluk çocuğunuza yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu
yedirmek, yahut giydirmek, ya da bir köle azat etmektir.
Bulamayan kimse ise üç gün oruç tutar, işte yemin ettiğiniz zaman
yeminlerinizin kefareti budur. ([11])
buyurmuştur. Bu âyette geçen -yahut» kelimesi ise muhayyerliği ifâde eder.
Bunun, için kişi bu üç şey arasında muhayyerdir. (Şayet kişi bu üç şeyden
birine de gücü yetmezse, o zaman üç gün üst üste oruç tutar.) I m a m-ı Ş â f i
i: âyet mutlak olduğu için kişi muhayyer olup isterse
üst-üste," isterse değişik zamanlarda oruç tutar- demiştir. Biz ise, Abdullah İbn-i Mesud (Radıyallâhü anh) :«Üç gün üst üste oruç tutar» şeksi Ündeki kiraetine
dayanıyoruz. Zira bu kiraet meşhur olduğu için o da
meşhur olan hadis hükmündedir.
Sonra, metinde geçen,
giysi parçasının en az, içinde namaz kılınabilecek kadar büyük olması, İmam
Muhammed' den rivayet olunmuştur. İmam Ebû Hanife ile İmam Ebü Yûsuf ise:
-Her bir yoksula verilecek giysi parçasının en az, bütün vücudunu örtecek kadar
büyük olması gerekir. Hattâ eğer yoksula yalnız kilot
verirse kâfi gelmez.- demişlerdir, ki doğrusu da budur. Zira yalnız üzerinde kilot bulunan kimseye –örfen-
çıplak denilir. Ancak bütün vücudu örtemiyen giysi
parçası eğer yanm sa1 buğday veya bir sa' arpa veya hurma değerinde olursa -giyecek olarak
verilemiyorsa da- yiyecek bedeli olarak verilebilir.
[Yemini bozmadan
yemin kefaretini vermek
caiz değildir.)
İmam-ı Şafii: «Kefaret
oruç olmayıp mal olduğu zaman caizdir. Çünkü kefareti gerektiren sebep
yemindir. Yemin ise kefaret ödenmezden önce edilmiştir. Bunun için, yemin
kefareti de yanlış öldürme kefareti gibi olup yanlış öldürme kefareti nasıl,
adam yaralandıktan sonra ve daha ölmemişken verilebiliyorsa, bu da öyledir»
demiştir. Biz diyoruz ki:
kefaret işlenmiş olan günahı silmek içindir. Yemin içen kimse ise, yeminini
bozmadan günah işlemiş olmaz. Kefareti gerektiren şey yeminin kendisi değil,
yeminin bozulmasıdır. Yanlış öldürmede ise, yaralanma ölüme sebeptir. Bunun
için ikisi arasında fark vardır. (Bununla beraber eğer feişi
yeminini bozmadan yemin kefaretini verirse) verdiği kefaret sadaka olduğu için
(onu geri alamaz.)
(Eğer bir kimse:
-namaz kılmayacağım», yahut «falanca ile konuşmayacağım» yahut -falan adamı
öldüreceğim» gibi günah olan bir işi yapmak için yemin ederse, bu kimseye
yemini bozup kefaret vermesi gerekir.) Zira Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve'-s-selâm) :
-Kim ki bir şey için yemin ettikten sonra
o şeyin aksini yapmayı daha iyi görürse, daha iyi olan şeyi yapsın da,
yemininden dolayı
kefaret versin.» ([12])
buyurmuştur. Hem de eğer yemini bozmayıp günah olan şeyi yaparsa telâfisi
mümkün olamaz. Yemini bozmanın telâfisi ise, kefaret vermekle mümkündür.
(Eğer müslüman olmayan kimse yemin eder ve ondan sonra -daha müslüman değilken veyahut müslüman
olduktan sonra- yeminini bozarsa, ona kefaret lâzım gelmez.) Çünkü müslüman olmayan kimse yemine ehil değildir. Zira yemin
Allah'ın ismine gösterilen bir saygıdUr. Müslüman
olmayan kimse ise, ne Allah'a gerektiği kadar saygı gösterir ve ne de -kefaret
bir ibâdet olduğu için- kefarete ehildir.
(Eğer bir kimse kendi
malı olan bir şeyi kendine haram kılarsa, o şey ona haram olmaz. Ancak o şeyi
kullandığı zaman ona kefaret lâzım gelir.) İmam-ı Şafii: -ona kefaret de lâzım
gelmez. Çünkü helâl olan bir şeyi haram kılmak, şeriatın bir hükmünü
değiştirmek olduğu için, meşru bir tasarruf olan yemin onunla münakid olmaz» demiştir. Biz diyoruz ki: kişi: -falan şey benim için haramdır»
dediği zaman o şeyin ona haram olduğunu ifâde eder. Bu da -şeriatın hükmünü
değiştirmek olduğu için- mümkün olmadığına göre bundan maksad
yemindir.
(Eğer bir kimse :
«bana helâl olan her şey haram olsun» derse, onun bu sözü -eğer onunla başka
şeyleri kasd etmezse- yalnız yiyecek ve içecekler
hakkında olur.) İmam Züfer: -bu kimse, yeminini
bitirir bitirmez, yeminini bozmuş olur.» demiştir, ki kıyas da bunu gerektirir.
Zira bu kimse -hiç değilse- nefes alıp verir. Oysa nefes alıp verme de ona
helâl olan şeylerdendir. Istihsanın
dayanağı da şudur: eğer bu kimsenin sözü genel mânâda kalırsa yeminini
bozamaması hiçbir zaman mümkün olamaz. Bunun için onun bu sözü genel mânâda
değildir ve genel mânâda olmayınca da örfen ondan
yalnız yiyecek ve içecekler anlaşılır. Kişinin bu sözü genel mânâda olmadığı
için -eğer niyet olmazsa- kadına da şâmil olmaz. Ancak eğer bu sözü ile kadmı da kasd ederse, o zaman bu
söz aynca ila olur. Yani dört ay içinde eğer kadına
yaklaşmazsa kadın kendisinden boşanmış olur. Bu da zahir olan rivayete göredir.
Bizim Mavera ün-Nehir
uleması ise: «Bu söz ila olmayıp sarih talâktır. Yâni niyet olmasa da bu söz
ile boşanma vâki olur» demişlerdir, ki fetva da buna göredir.
(Eğer bir kimse bir
şeyi şartsız olarak adarsa, adadığı şeyi yerine getirmesi gerekir.) Zira
Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü
ve's-selâm)«Kim ki bir şeyi adarsa, adadığı şeyi yerine
getirmesi gerekir» ([13])
buyurmuştur. (Eğer bir kimse şartlı olarak bir şeyi adar ve koştuğu şart
yerine gelirse, adadığı şeyi yerine getirmesi gerekir.) Zira yukarıda geçen
hadis mutlak olduğu gibi, şarta bağlanan şey, bağlandığı şart yerine geldiği
zaman şartsız olarak adanmış gibi olur.
(Rivayet olunmaktadır
ki îmam Ebû Hanife bu
görüşünden dönerek j «eğer bir kimse: -şu işi yaparsam bana hacca gitmek» yahut
-bir yıl oruç tutmak lâzım gelsin» yahut «ne kadar malım varsa hepsi sadaka
olsun» diye söylerse, ona bir yeminin kefaretini vermek kâfidir» demiştir, ki
İmam Muhammed de buna kaildir.) Şayet yeminin kefaretini vermeyip de adadığı
şeyi yaparsa, yine de yükümlülükten kurtulmuş olur. Bu da eğer koştuğu şart,
olmasını istemediği bir şey ise böyledir. Çünkü o zaman yemin mânâsında olur.
Yemin de men' içindir. Fakat görünüşte adak olduğu için kişi bir yemin
kefaretini vermek ile, adadığı şeyi yapmak arasında muhayyer olur. Fakat eğer
koştuğu şart -benim hastam iyileşirse şu kadar gün oruç tutacağım» cümlesinde
olduğu gibi- olmasını arzuladığı bir şey olursa öyle değildir. Çünkü bunda
yemin mânâsı yoktur. Bu, tamamen adak olduğu için adanan şeyi yerine getirmek
gerekir.
(Eğer bir kimse
herhangi bir şey için yemin ettikten sonra hemen ardından «Allah dilerse»
şartını getirirse, o kimseye yemin çt-tiği şey lâzım gelmez.) Zira Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) :
«Kim ki herhangi bir
şey için yemin ederken «Allah dilerse» dese yemin etmemiş gibi olur»
buyurmuştur. Ancak şu var ki «Allah dilerse» şartını hemen yerine bitişik
olarak söylemek lâzımdır. Çünkü yemin bittikten sonra söylemek yeminden dönüş
olur. Yeminden ise dönüş olamaz.[14]
(Eğer bir kimse:
«hiçbir eve girmiyeceğim» diye yemin ettikten sonra Kâ'be'ye, yahut camiye, ya da
kilise veya havraya girerse, ona kefaret lâzım gelmez.) Zira ev: içinde bannmak için yapılmış bina demektir. Bu yerler ise bannmak için yapılmamışlardır.
(Bu yemini yapan
kimse, herhangi bir evin girişine veyahut kapısının önündeki gölgeliğe de
girdiği zaman, ona kefaret lâzım gelmez.) Çünkü evin girişi ile evin kapısı
önündeki gölgeliğe ev denmez. Kimisi: -eğer girişin tavanı bulunuyor ve kapısı
kapandığı zaman içindeki kimse içerde kalıyorsa, on?, giren kimseye kefaret lâzım
gelir. Çünkü böyle bir yerde baıinılabilir» demiştir.
(Evin antre veyahut
avlusuna giren kimseye de kefaret lâzım gelir.) Zirâ yılın bâzı vakitlerinde
antre ve avlularda oturulduğu için buralar evden sayılırlar. Kimisi: «eğer
antre veyahut avlunun dört yanında duvar bulunuyorsa böyledir, bulunmuyorsa
değildir» demiş ise de, doğrusu şudur ki hüküm mutlaktır.
(Eğer bir kimse:
«hiçbir binaya girmiyeceğim» diye yemin ettikten
sonra yıkık bir binaya girerse, ona kefaret lâzım gelmez. Eğer: «şu binaya girmiyeceğim» diye yemin eder ve bina yıkılıp düz bir yer
durumuna geldikten sonra binanın arsasına girerse, ona kefaret lâzım gelir.)
Çünkü yemin ederken «şu binaya» dediği için binanın yeri de binanın içine
girmiştir. Aynı sebepten dolayı (eğer: «şu eve girmiyeceğim"
diye yemin eder ve ev yıkılıp yeniden yapıldıktan sonra eve girerse, ona
kefaret lâzım gelir. Eğer ev cami, hamam, park veyahut okul gibi umuma âit bir
bina haline geldikten sonra oraya girerse, ona kefaret lâzım gelmez.) Çünkü artık ona ev denilmez. Hattâ
aynı sebepten dolayı, eğer cami, hamam veya benzeri olan şey yıkılıp düz bir
yer durumuna da gelse, yine ona girmesi halinde o kimseye kefaret lâzım
gelmez. (Eğer ev yıkılıp onun yerine bir başka ev yapılırsa ve adam o yeni eve
girerse ona kefaret lâzım gelmez.), Çünkü bu durumda kişi yemin ettiği eve
girmiş olmuyor.
(Eğer s «Şu eve girmiyeceğim- diye yemin ettikten sonra evin damına çıkıp
oturursa ona kefaret lâzım gelir.) Çünkü evin damı evden sayılır. Nitekim
caminin damı camiden sayıldığı içindir ki i'ti-kâfta olan kimse, eğer caminin damına çıksa i'tikafı bozulmaz. Fakat kimisi: «evin damına çıkıp
oturmakla kefaret lâzım gelmez- demiştir ve f akih Ebû el-Leys de bunu benimsemiştir.
(Eğer eve girmiyeceğine yemin eden kimse evin kapısı içinde durur ve
fakat kapı kapandığı zaman kendisi dışarda kalırsa,
ona kefaret lâzım gelmez.) Çünkü kapı, evi ve evin içindeki eşyayı korumak
içindir. Bunun için kapının dışında kalan kısım evden sayılmaz.
(Eğer kişi eve girmiyeceğine yemin ederken evin içinde ise, dı-şan çıkıp yeniden içeri girmedikçe ona kefaret lâzım
gelmez.) Bu, bir istihsandır. Çünkü evin içinde
kalmak eve girmek hükmünde olduğu için kıyas bu kimseye kefaret lâzım
gelmesini gerektirir. İs-tihsanın dayanağı da şudur
ki: girmek fiili, dışarıdan içeriye doğru ayrılmak olduğu için devam etmiyen: bir fiildir.
(Eğer kişi, sırtında
bulunan bir elbise için: «şu elbiseyi giymi-miyeceğim» diye yemin ettikten sonra hemen çıkarırsa ona
kefaret lâzım gelmez.) Bir hayvana binmekte olan kimseye de, eğer: şu hayvana binmiyeceğim» diye yemin ettikten sonra hemen inerse
kefaret lâzım gelmez. Bir evde oturan kimseye de, eğer: «Şu evde oturmayacağım-
diye yemin ettikten sonra hemen taşınmaya başlarsa kefaret lâzım gelmez, t m a
m Züfcr: «Bu suretlerin hepsinde kefaret lâzım gelir.
Çünkü kişi yemin ettikten sonra ne kadar çabuk da davransa, yemin ettiği zaman
yapmayacağını söylediği şeyleri yapmak halindedir» demiştir.
Biz diyoruz ki: yemin, yerine getirilmesi
için inikad etmiş olur. Bunun için yeminin yapıldığı
zaman, yeminin hükmünden müstesnadır.
(Eğer kişi yemin
ettikten sonra eski halinde -bir saniye bile olsa- devam ederse ona kefaret
lâzım gelir.) Çünkü bu fiillerin hepsi devam eden fiillerdir. Nitekim: «ben
bir gün giydim», «bir gün bindim» yahut «bir gün durdum- denilebilir de «bir
gün girdim- denilemez. Şayet kişi: «ben bu fiilleri yeniden işlemem» demek
istedim, dese -bu mânâ da sözünün muhtemeli olduğu için- kabul olunur.
(Eğer bir kimse: «şu
evde durmayacağım» diye yemin ettikten sonra kendisi evden -bir daha dönmemek
kaydıyla- çıkar ve fakat eşyası ile çoluk çocuğunu evde bırakırsa, ona kefaret
lâzım gelir.) Çünkü çıktığı evden ilgisini kesmedikçe evden çıkmış sayılmaz.
Zira işi çarşı ve pazarlarda olan kimse, bütün gününü dışarda
geçirdiği halde: «Ben falan evde otururum» der. Semt, sokak ve mahalle de bu
konuda ev gibidirler. Şehir ise ev gibi olmayıp: «ben şu şehirde durmayacağım.»
diye yemin eden kimseye kefaret lâzım gelmemesi için yalnız kendisinin şehirden
çıkması yeterlidir. Bu kimsenin, ev eşyasıyla çoluk çocuğunu da şehirden
çıkarmasına -ge-
Ien bir rivayete göre İmam Ebü
Yûsuf dışında- kimse gerek görmemiştir. Çünkü bir kimse, oturmakta olduğu
şehirden çıktıktan sonra ona artık o şehrin sakini denmez. Sahih olan görüşe
göre köy de şehir gibidir.
Sonra -imam Ebû Hanife'ye göre- kişinin, bütün eşyasını evden çıkarması
gerekir. Hattâ eğer bir çivisi bile kalsa ona kefaret lâzım gelir. Çünkü
-yukarıda da söylediğimiz üzere- kişi çıktığı evden tamamen ilgisini
kesmedikçe çıkmış sayılmaz, îmam Ebû Yûsuf ise:
«eşyanın tamamını çıkarmak bazen mümkün olmadığı için, çoğunu çıkarmak kâfidir
demiştir, tmam Muhammed de: «çıkarılması gerekli
olan, kendisine gerekli olan eşyasıdır Gerekli olmayan eşyanın ise meskenle
bir ilgisi yoktur» demiştir.
Ulemâ: «bu görüş daha
uygundur ve halk için daha kolaydır» demişlerdir, Sonra, kişi eşyasını
çıkardığı zaman bir başka eve taşıması gerekir. Eğer eşyasını sokakta istif
eder veyahut camiye götürürse yine ona kefaret lâzım gelir, demişlerdir. Bunun
delili hakkında da –ziyada- şöyle denilmektedir: «Çünkü bir kimse, oturduğu
şehirden çoluk çocuğuyla birlikte çıktığı zaman, nasıl yeni bir yerde oturmaya
karar vermedikçe -namaz hakkında- çıktığı şehrin sakinlerinden sayılıyorsa, bu
da öyledir.»[15]
(Eğer bir kimse:
«camiden çıkmayacağım- diye yemin ettikten sonra başkasına emredip de, o
başkası onu «nrtına alarak camiden çıkarırsa, o
kimseye kefaret lâzım gelir.) Çünkü kişinin herhangi bir işi kendisinin bizzat
yapmasıyla başkasına yaptırması arasında fark yoktur. Bunun için bu kimse sanki
bir hayvanın sırtına binerek camiden çıkmıştır. (Eğer bir başkası onu zorla
çıkarırsa, ona o zaman kefaret lâzım gelmez.) Çünkü bu durumda çıkması, onun
isteği dışında olmuştur. (Eğer başkası onu. emriyle değil, fakat isteğiyle
sırtına alıp çıkarırsa) sahih olan rivayete göre yine (ona kefaret lâzım
gelmez,) Zira çıkarılması kendisinin emriyle olmadığı için kendisi çıkmış
sayılmaz.
(Eğer bir kimse:
«cenazeden başka herhangi bir iş için evden çıkmayacağım» diye yemin ettikten
sonra cenazeye çıkar ve bu arada bir başka işini de görürse, ona kefaret lâzım
gelmez.) Zira kişi
cenaze için çıkmış ve
ancak çıktıktan sonra başka işini görmüştür. Bunun İçin ona «başka bir iş için
çıkmış» denilmez.
(Eğer kişiı «ben Mekke'ye gitmek için yola çıkmayacağım» diye
yemin ettikten sonra Mekke'ye gitmek için yola çıkar ve fakat Mekke'ye varmadan
yan yoldan dönerse ona kefaret lâzım gelir.) Çünkü her ne kadar M e k k e' ye varmadan geri dönmüş ise de, M e k k e' ye gitmek için yola çıkmayacağına yemin ettiği halde
yemininde durmamışdır. (Fakat eğer yemini «Mekke'ye gitmiyece-ğim- şeklinde olursa o
zaman Mekke'ye girmedikçe ona keffâret lâzım
gelmez.);
(Eğer bir kimse: «Ben
Basra'ya gideceğim» diye yemin ettiği halde ölünceye kadar Basra'ya gitmezse,
gözlerini hayata yumduğu anda ona keffâret lâzım
gelir.) Çünkü sağ bulunduğu sürenin her anında yeminini yerine getirebilirdi.
(Eğer kişi:
«Gidebilirsem yarın gideceğim» dîye yemin ederse, onun bu yemini «Eğer bir
engel çıkmazsa» mânâsındadır. el-Camius-Sağiyr bunu «eğer hastalanmadığı, hükümet tarafından men'edilme-diği ve kendisini
gitmekten alıkoyan bir durum ortaya çıkmadığı halde gitmezse ona keffâret lâzım gelir» şeklinde yorumlamıştır. Şayet
kendisi: «Ben bu sözümle «Allah izin verirse» diye kasdettîm»
dese, inancı ile başbaşa bırakılır.) Çünkü herhangL bir şeyi yapabilmenin, gerçek mânâsı, Allah'ın, o
işi yapana başarı vermesi demek ise de, örfen o işi
yapabilme imkânına sahip olmak mânâsında kullanılır. Bunun için ondan daima bu
"mânâ anlaşılır. Bununla beraber eğer onunla birinci mânâ da kasdedilirse, kelimenin hakikî mânâsı kasdedilmiş
olduğu için —diyâneten— caizdir. Hattâ kimisi :
«Yalnız diyâneten değil, hükmen de caizdir» demiştir.
Fakat kimisi: «Hükmen caiz değildir. Çünkü zahire aykırıdır» demiştir.
(Eğer bir kimse,
karısına: «Benim iznim olmadıkça evden çıkmayacaksın» diye yemin ettikten
sonra, kadın bir kez ondan izin alarak, bir kez de izinsiz olarak çıkarsa -her
defasında ondan izin alması gerektiği için- o kimseye kefaret lâzım gelir.)
Çünkü kişi «iznim olmadıkça» dediği için kadına izinsiz olarak çıkmayı yasaklamıştır.
Bununla beraber eğer: «bir kere ben sana izin verdikten sonra artık her zaman
gidebilirsin, demek istedim» derse, hükmen değil, fakat diyâneten
kabul olunur. Çünkü onun sözü her ne kadar zahire aykırı ise de bu mânâyı da
taşır. (Eğer kişi kadına:
«meğer ki ben sana izin vereyim» der ve kadın da bir kere İzin alarak, bir
kere de İzin almadan çıkarsa, kişiye kefaret lâzım gelmez.) Zira -meğer ki ben
sana izin vereyim» deyimi -ben sana izin verinceye kadar» demektir.
(Eğer kadın evden çıkmak isterken kocası
ona s -çıkarsan benden boşsun» der ve bunun üzerine kadın yerinde oturup bir
miktar durduktan sonra kalkıp çıkarsa, boşanmış olmaz.) Zira kocasının bu
yemini –örfen- onu o anda çıkmaktan alıkoymak
içindir. Yeminler de örfe dayanırlar.
(Eğer bir kimse bir
başkasına: «otur yemek ye, ondan sonra git» der ve o başkası da -eğer yersem kanm boş olsun» dedikten sonra gidip kendi evinde yemek
yerse, karısı boşanmaz.) Zira «eğer yersem- sözü, örfen
«eğer senin yemeğini yersem» mânâsındadır. Fakat eğer -bugün yemek yersem kanm boş olsun» derse, öyle değildir. Çünkü -bugün» kaydı,
örfen bu mânâyı vermeye mânidir.[16]
(Eğer bir kimse: -şu
ağaçtan yemiyeceğim» diye yemin ederse, onun yemini
ağacın meyvesi hakkında olur.) Zira ağacın kendisi yi-yilemediği
için yemek fiili ağaçtan çıkan şeye verilir, ki o da mey-vesidir.
Çünkü ağaç meyveye sebep olduğu için mecazen meyve yerine ağaç kullanılabilir.
Ancak kişiye kefaret lâzım gelmesi için, meyveyi hali tabiisinde iken yemesi
gerekir. Üzümden yapılan bira, sirke veya pekmez gibi şeyleri yemekten dolayı
kefaret lâzım gelmez.
(Eğer bir kimse! -şu
koruktan yemiyeceğim- diye yemin eder ve koruk
olgunlaşıp üzüm haline geldikten sonra yerse, ona kefaret lâzım gelmez. Bunun
gibi eğer: -şu üzümden» veyahut -şu sütten yemiyeceğim-
diye yemin eder ve üzüm kurutulduktan, yahut süt, yoğurt veya ayran
yapıldıktan sonra yerse, ona kefaret lâzım gelmez.) Zira olabilir ki koruk ekşi
olduğu, üzüm yaş olduğu ve süt tatlımsı olduğu için bunları yememeye yemin
etmiştir. Bunun için bu şeylerden bu vasıflar kalkınca yeminin hükmü kalkar.
Fakat eğer: «ben bu çocuk veya delikanlı ile konuşmayacağım» diye yemin eder ve
çocuk veya delikanlı ihtiyarladıktan sonra onunla konuşursa ona kefaret lâzım
gelir. Çünkü müslüman kimse ile -hangi yaşta olursa
olsun- konuşmamak günah olduğu için onunla konuşmamaya yemin etmenin meşru bir
nedeni yoktur.
(Eğer bir
kimse:-şu kuzunun etini yemiyeceğim»
diye yemin ederse, kuzu koç
olduktan sonra dahi yemesi halinde ona kefaret lâzım gelir.) Çünkü genç
hayvanın etini yemiyen kimse kart etleri evleviyetie yemez. Bunun için hayvanda gençlik vasfı, hayvanın
etini yememeye yemin etmek için sebep olamaz. Bu itibarla bu kimsenin yemini
hayvanın kuzuluk vasfı için değildir.
(Eğer bir kimse:
«koruk yemiyeceğim» diye yemin ederse, koruk üzüm
olduktan sonra yemesi halinde ona kefaret lâzım gelmez.) Çünkü üzüm ile koruk
ayrı ayn şeylerdir.
(Eğer bir kimse -üzüm satın almayacağım» diye yemin ettiği
halde içinde üzüm taneleri bulunan bir koruk salkımını alırsa ona kefaret lâzım
gelmez.) Zira salkımın hepsini birlikte satın aldığı için, içinde bulunan üzüm
taneleri de salkıma tâbidir. (Fakat eğer: «üzüm yemiyeceğim»
diye yemin ettiği halde, içinde üzüm taneleri bulunan bir koruk salkımım yerse,
ona kefaret lâzım gelir.) Çünkü salkımın taneleri teker teker
yiyildiği için, içinde bulunan üzüm taneleri ayrı
olarak yiyilmiş olur. Bunun için bu kimse de: «arpa
satın almayacağım» veyahut -yemiyeceğim» diye yemin
ettiği halde, içinde arpa taneleri bulunan bir ölçek buğday satın alan veyahut
yiyen kimse gibidir. Bu kimseye nasıl birinci surette kefaret lâzım gelmiyor
da, ikinci surette lâzım geliyorsa, bu da öyledir.
(Eğer bir kimse «et yemiyeceğim»
diye yemin ettiği halde balık etini yerse, ona kefaret lâzım gelmez.) Kıyas
ise, bu kimseye kefaret lâzım gelmesini gerektirir. Çünkü Kur'an-ı
Kerim'de balık etine de et denilmiştir. Istihsamn
dayanağı da şudur: balık etine mecazen et denilir. Zira et kandan oluşur.
Balık ise, suda yaşadığı için onda kan yoktur. (Eğer bu kimse domuz veya insan
etini yese, ona kefaret lâzım gelir.) Zira domuzun da insanın da eti haram ise
de, ettir. Haram hakkında ise yemin münakid olur.
(Eğer bu kimse ciğer veyahut işkembe de yese, yine ona kefaret lâzım gelir.)
Zira ciğer <le, işkembe de, kandan oluşduklan ve et olarak yiyildikleri
için gerçekte ettirler. Kimisi ise: -ciğer ve işkembeye Örfen
et de-nümediği için onlan
yemekten ötürü, kefaret lâzım gelmez» demiştir.
(Eğer bir kimse ı -iç
yağı almayacağım» veyahut -yemiyeceğim» diye yemin
ederse-İmam Ebû Hanife'ye
göre- bu kimseye ancak kann yağını satın aldığı
veyahut yediği zaman kefaret lâzım gelir. Diğer iki İmam ise: «Sırt yağında
da») iç yağı özelliği bulunduğu için onu da yemekten (kefaret lâzım gelir»
demişlerdir.) î m a m Ebû Hanife
de: «sırt yağı gerçekte ettir. Çünkü kandan oluşur, et olarak kullanılır ve
etin verdiği kuvvet onda da bulunur. Bunun içindir ki, et yemiyeceğine
yemin eden kimseye, onu yemesi halinde kefaret lâzım gelir ve iç yağı
satmayacağına yemin eden kimseye, onu satması halinde kefaret lâzım gelmez»
demiştir.
(Eğer bir kimse: -ben
et- veyahut -iç yağı satın almam» veya «yemem» diye yemin ettikten sonra kuyruk
satın alır veyahut yerse, ona' kefaret lâzım gelmez.) Zira kuyruk üçüncü bir
çeşit olup ne et ve ne de iç yağıdır.
(Eğer bir kimse: «ben
bu buğdaydan yemem» diye yemin ederse, buğdayı dişleriyle kırmadıkça ona
kefaret lâzım gelmez. Eğer bu kimse o buğdaydan yapılmış ekmeği de yese -İmam Ebû Hanife'ye göre- ona kefaret
lâzım gelmez. Diğer iki İmam: -lâzım gelir» demişlerdir.) Çünkü -bu buğdaydan
yemem» sözünden örfen «bu buğdayın ekmeğini yemem»
mânâsı da anlaşılır. îmam Ebû Hafi, i î e ise:
«buğday kelimesinin kullanılmakta olan hakiki mânâsı tane olan buğdaydır. Zira
buğday nasıl ekmek yapıldıktan sonra yiyiliyorsa,
tane olarak da bazen haşlanarak, bazen kavrularak yi-yilir.
Bunun için buğday kelimesinden örfen bu mânâ
anlaşılır- demiştir. Sahih olan rivayete göre iki imam, kişinin, buğdayı tane
olarak yemesi halinde ona kefaret lâzım geldiğine kaildirler. Çünkü buğday
mecazen bu1 mânâların hepsinde müstameldir. Nasıl ki bir kimse: «Falan eve ayak
basmam» diye yemin ettiği zaman mecazen «hiç bir zaman o eve girmem» mânâsını kasd etmiş olur.
(Eğer kişij -ben bu undan yemiyeceğim»
diye yemin ettikten sonra o undan yapılmış ekmeği yerse ona kefaret lâzım
gelir.) Zira un, un olarak yiyümediği için un
kelimesi kullanıldığı zaman mecazen undan yapılan şey kasd
olunur. Bunun içindir ki (eğer kişi unu susuz olarak yutarsa) sahih olan görüşe
göre (ona kefaret lâzım gelmez.) Çünkü undan mecazi mânânın murad olması kesindir.
(Eğer bir kimse -.
«ekmek yemiyeceğim» diye yemin ederse, sakini
bulunduğu şehir halkı ekmek olarak neyi kullanıyorsa, yemini o ekmek hakkında
olur) ki o da buğday ve arpa ekmeğidir. Zira dünyanın çoğunda bu iki tahıldan
ekmek yapılır. (Eğer o kimse kadayıf ekmeğinden yese, ona kefaret lâzım
gelmez.) Çünkü kadayıfa ekmek denilmez. Meğer ki kadayıfı kasdetmiş
olsun. Zira adamın sözü bu mânâyı da taşır. (Eğer bu kimse Irak'da
pirinç ekmeğini yese ona da kefaret lâzım gelmez.) Çünkü Irak'da
pirinç ekmeği âdet değildir. Fakat eğer o kimse Taberistan
veyahut yediklerinin çoğu pirinç ekmeği olan bir yerde olursa, ona kefaret
lâzım gelir.
(Eğer bir kimse: «ben
kebap yemiyeceğim" diye yemin ederse, yemini
yalnız et kebapı hakkında olup patlıcan vb. şeylere
şâmil değildir.) Çünkü mutlak kebap dendiği zaman ondan yalnız et kebabı
anlaşılır. Ancak eğer kebap edilmesi âdet olan başka şeyleri de kasd ederse, o zaman o şeylerin kebabını da yemekten dolayı
kendisine kefaret lâzım gelir. Çünkü kebap kelimesinin sözcük anlamı onlara da
şâmildir.
(Eğer bir kimse: «ben
haşlama yemiyeceğim» diye yemin ederse, yemini
yalnız et haşlaması hakkında olur.) Bu, örfe bakılarak yapılan bir istihsandır. Çünkü haşlama kelimesini herşeye
teşmil etmek mümkün değildir. Bunun için halk arasında haşlama dendiği zaman
ondan ne anlaşılıyorsa o olur, ki o da et haşlamasıdır. Meğer haşlamadan başka
şeyleri de kasd ederse o zaman kasd
ettiği şeylerin hepsine şâmil olur. Eğer bu kimse et suyunu da içerse ona
kefaret lâzım gelir. Çünkü et suyunda hem haşlanmış et parçaları bulunur, hem
de haşlama aynı zamanda et suyuna da denilir.
(Eğer bir kimse: -ben
kelle yemiyeceğim» diye yemin ederse, yemini
tandırlarda pişirilip şehirde satılan kelleler hakkındadır. El-cami-üs-Sağir'de -eğer kişi: -ben kelle yemiyeceğim»
diye yemin ederse, yemin ettiği kelle -İmam Ebû Hanife'ye göre- sığır ve davar kelleleridir. Diğer iki
imam ise: -yalnız davar kelleleridir- demiştir.) Bu ihtilâf zaman ve
devirlerin ihtilâfıdır. Muhtasar'da yazılı olduğuna göre imam Ebû Hanife zamanında sığırların
da. davarların da kellelerini pişirip satmak âdetti, iki îmam zamanında ise
yalnız davar kelleleri kelle olarak satılırdı. Bizim zamanımızda ise, âdet ne
ise ona göre fetva verilir.
(İmam Ebû Hanife'ye göre «meyve yemiyeceğim» diye yemin eden kimseye, üzüm, nar, hurma,
acur veya salatalık yediği zaman kefaret lâzım gelmez. Eğer elma, kavun veya
erik yerse ona kefaret lâzım gelir. Diğer iki imam ise: «üzüm, hurma veya nar
da yediği zaman ona kefaret lâzım gelir- demişlerdir.) Bu ihtilâfın sebebi
şudur: yemekten önce veya sonra meyve olarak yiyilen herşeye meyve denir ve eğer bir şey meyve olarak yiyilmesi âdet ise, o şey ister kuru ister yaş olsun farketmez. Bu özellik ise, elma vb. şeylerde mevcuttur.
Bunun için kişi bunları yediği zaman ona kefaret îâzım
gelir.
Acur ve salatalık gibi
şeylerde ise bu Özellik yoktur. Çünkü bunlar yeşilliklerdendir. Bunun için
kişi bunları yediği zaman ona kefaret lâzım gelmez. Üzüm, hurma ve nara
gelince: iki imam: «bun-
larda meyvelik vasfı vardır. Hattâ bunlar meyvalann en üstünüdürler- demişlerdir, traam Ebü Hanife
de: «Bunlar meyveden, çok, besin olarak kullanılırlar. Bunun için bunlarda
meyvelik vasfı azdır- demiştir.
(Eğer bîr kimse -.
-ben katık yemiyeceğim» diye" yemin ederse -İmam
Ebû Hanife ile İmam Ebû Yûsuf'a göre- ancak tek başına yiyilmiyen
şeyler katıktır. İmam Muhammed ise : -Çoğunlukla ekmekle yiyilen
her şey katıktır.» demiştir) ki İmam Ebü Yûsuf dan
da bu yolda bir rivayet vardır. Zira katık, ekmeğe katılan yiyecek demek
olduğuna göre -et, yumurta vb. gibi- ekmekle yiyilen
herşey katıktır. İmam Ebû Hanife de: -katık ana yemeğe tabaen
yiyilen yiyecek olduğuna göre bu tabaiyet
ya hakikidir, ki ana yemeğe karışmasıyla olur. Ya da hükmidir. O da tek başına yiyilememesidir.
Sirke vb. şeyler sıvı oldukları için tek başına yiyilemeyip
ancak içilirler. Tuz da yemekte eritilmek suretiyle yiyüir.
Fakat et vb. şeyîer tek basma yiyilebildikleri
için Öyle değillerdir» demiştir. Üzüm ile kavun da -sahih olan görüşe göre-
katık değillerdir.
(Eğer bir kimse: «kahvaaltı yapmayacağım- diye yemin ederse, kahvaaltı, güneşin doğuşundan öğleye kadar süren zamana
mahsus yemektir. Akşam yemeği de öğleden gece yansına kadar süren zaman içinde
yiyilen yemektir.) Çünkü günün öğleden sonraki kısmına
akşam faslı denilir. Bunun içindir ki hadiste, öğle namazı akşamın iki namazmdan biri diye adlandırılmıştır. (Sahur da, gece ya-nsmdan tan yerinin ağarmasına
kadar süren zaman içinde yiyilen yemektir.) Zira
sahur seherden gelmedir. Seher de tan yerinin ağarmasına yakın olan zamana
denir. Sonra -ister kahvaaltı, ister akşam yemeği
olsun- ikisi de doyuncaya kadar yiyilen yemeklerdir.
Bunun için eğer kişi kahvaaltı yaparken veyahut akşam
yemeğini yerken sofradan yarı tok kalkarsa, tam anlamıyla kahvaaltı
yapmış veyahut akşam yemeğini yemiş sayılmadığı için ona kefaret lâzım gelmez.
(Eğer bir kimse: -eğer
yersem-, -içersem» yahut «giyersem benim kölem hür olsun- dedikten sonra:
«benim maksadım, «şu yemek-, -şu içecek- veyahut «şu elbise değil idi de, şu
idi» derse, ne hükmen ve ne de diyâneten kabul
olunmaz.) Çünkü niyet ancak ta-lâffuz edilmiş
şeylerde geçerli olur. Burada ise ne elbise, ne yemek ve ne de içecek telâffuz
edilmemiştir. (Eğer kişi: -eğer ben elbise giyersem» yahut «yemek yersem» ya da «bir şey içersem şöyle olsun» derse, o zaman
hükmen kabul olunmaz, fakat diyâneten kabul olunur.)
Zira «eğer yemek yersem-, «elbise giyersem», «bir şey içersem» şartlan
«yediğim yemek, giydiğim elbise» yahut «içtiğim şey ne olursa olsun- mânâsında
olduğu için kişi kalbinde olan bir takım şeyleri istisna edebilir. Ancak bu
istisna zahire aykın olduğu için hükmen kabul
olunmaz.
(Eğer bir kimse: «ben
Dicle nehrinden içmem» diye yemin ettikten sonra Dicle nehrinden bir kab vasıtasıyla su içerse -İmam Ebû
Hanife'ye göre- ona kefaret lâzım gelmez. Ancak eğer
ağzım nehre dayayıp içerse o zaman lâzım gelir.) Diğer iki İmam ise : «bir
kap vasıtasıyla da içse, ona kefaret
lâzım gelir. Zira : -ben Dicle nehrinden su içmem» sözü, onda bir kayıt
bulunmadığı için «ben Dicle nehrinden ne şekilde olursa olsun su içmem»
mânâsında daha zahirdir- demişlerdir. İmam Ebü Hanife de -ben Dicle nehrinden su içmem», sözü bizzat
nehirden su içmem mânâsında-dır. Bunun içindir ki bizzat nehirden içtiği zaman
–ittifakla- ona kefaret lâzım gelir»
demiştir.
(Eğer bir kimse: «ben
Dicle'nin suyundan içmem- diye yemin ettikten sonra Dicle'den bir kap
vasıtasıyla su içerse, ona kefaret lâzım gelir.) Çünkü herhangi bir kaynağın
suyu -bir kaba dahi girse- aynı kaynağın suyudur. Bu kimse de: «ben Dicle'nin
suyunu içmem- diye yemin etmiştir.
(Eğer bir kimse, boş
bir destiyi göstererek: «eğer bugün şu testide
bulunan sudan içmezsem karım boş olsun- diye yemin ederse -İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed'e
göre- karısı boşanmaz. Şayet testide su bulunsa bile, eğer daha akşam olmadan
dökülürse yine karısı boşanmaz. İmam Ebû Yûsuf ise î
«her iki surette de boşanma vâki olur- demiştir.) Yâni -testi ister boş olsun,
ister boş olmayıp sonradan suyu dökülsün- her iki surette de adamın karısı
güneşin batmasıyla boşanır. Yemin, talâk yemini olmayıp bayağı yemin de olsa,
yine aynı ihtilâf câridir. İhtilâfın sebebi de şudur:
İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed'e
göre eğer yemini yerine getirmek mümkün olmazsa yemin inikad
etmez. Çünkü yeminin inikad etmesi, yerine
getirilmesi içindir. Testinin boş olması veyahut boş olmayıp da suyunun dökülmesi
halinde ise, yeminin yerine getirilmesi mümkün değildir. Bunun için bu yemin inikad etmez. İmam Ebû Yûsuf da:
«Her ne kadar yemini yerine getirmek mümkün değilse de, yeminin hrflefi olan kefaret veya boşanma mümkün olduğu için lâzım
gelir» demiştir.
(Eğer yemin mutlak
olup onda «bugün» kaydı bulunmazsa, birinci surette -İmam Ebü
Hanife ile İmam Muhammed'e göre -yemin lâzım gelmez.
İmam Ebû Yûsuf'a göre derhal lazım gelir. İkinci
surette ise her üç İmama göre de lâzım gelir.) İmam Ebû
Yûsuf mutlak yemin ile, içinde -bugün»
kaydı bulunan yemin arasında şu şekilde ayınm
yapmıştır: kişi: -bugün dediği zaman «eğer akşama kadar yapmazsam şöyle
olsun.» demek ister. Bunun için yemini ancak vaktin bitimi olan akşamın
varmasıyla lâzım gelir Mutlak olan yeminde ise, kişi yeminini bitirir bitirmez
yerine getirmesi gerekir. Oysa burada yeminini yerine getirmesi imkânsızdır.
Bunun için derhal lâzım gelir. İmam Ebû Hanife ile
İmam Muhammed ise: -mutlak olan yeminde kişi yeminini bitirir bitirmez yerine
getirmesi gerekir. Oysa, içeceğine yemin ettiği su döküldüğü çin artık yeminini yerine getirmesine imkân yoktur. Bunun
için bu kimse, destide su bulunup da içmeden öldüğü
zaman nasıl yemini lâzım geliyorsa bu durumda da öyledir, «bugün» kaydı ile mukayyed bulunan yemine gelince : bu yemini vaktin sonunda
yerine getirmek vâcib olur. Vaktin sonunda ise, destide su bulunmadığı için yemin -başta su bulunmadığı
zaman nasıl münakid değilse- münakid
değildir» demişlerdir.
(Eğer bir kimse: -ben
göklere yükseleceğim- yahut -şu taşı altına çevireceğim» diye yemin ederse,
yemini münakid olur ve biter bitmez yeminin gereği
lâzım gelir.) İmam Züfer: «yemini münakid
olmaz. Çünkü yapacağına yemin ettiği şey âdeten imkânsız
olduğu için aklen de imkânsız imiş gibidir. Bunun
için yemini münakid olmaz- demiştir.
Biz diyoruz ki: bu
yemini yerine getirmek âdeten imkânsız ise de aklen imkânsız değildir. Nitekim melekler göklere
yükselirler. Taşın altına dönüşmesi de, Allah'ın dilemesi halinde kaza aklen mümkündür ve aklen mümkün
olunca yemin münakid olur. Desti meselesi ise öyle
değildir. Zira destide su yokken destinin suyunu
içmek aklen de mümkün değildir. Bunun için yemin münakid olmaz.[17]
(Eğer bir kimse î
-falan kişi ile konuşmayacağım» diye yemin ettikten sonra o kişi ile uykuda
iken ve fakat sesini ona işitircesine konuşursa ona kefaret lâzam gelir.) Çünkü
kişi uykuda olduğu için her ne kadar ne dediğini anlayamamış ise de sesini işittiği için nihayet o da, kendisiyle konuşulurken dalgın olduğu
için kendisine ne söylendiğini anlayamayan kimse gibidir. Mebsut'un
bâzı rivayetlerinde ise: -kendisine kefaret lâzım gelmesi için, kişi ile konuşurken
onu uyandırması gerekir» diye geçmektedir, ki ulemamızın
çoğu bu görüştedirler. Zira eğer onunla konuşurken onu uyandır-mazsa ona, duyuramayacak kadar uzak olan bir yerden
seslenmiş gibi olur.
(Eğer bir kimse: -ben
falanca ile, kendisinin izni olmadıkça konuşmayacağım» diye yemin ettikten
sonra o kimse izin verir, ancak kendisi bu izni duymadan onunla konuşursa ona
kefalet lâzım gelir.) Çünkü izin ezandan gelmedir. Ezan da duyuru demek olduğu
için, kendisine izin verildiğini duymadan konuşmaması gerekir, îmam Ebû Yûsuf ise: -ona kefaret lâzım gelmez. Çünkü herhangi
bir iş için bir kimseye izin vermek, o kimseyi o işi yapmada serbest kılmak
demektir. Serbest kılmak ise -razı olmak gibi- izin verene aittir» demiştir.
Biz diyoruz ki: Razı
olmak kalbin, izin ise dilin amellerinden olduğu için birbirlerine
kıyaslanamazlar.
(Eğer bir kimse: -falanca
ile bir ay konuşmayacağım» dîye yemin ederse, onunla yemin ettiği günden
itibaren bir aya kadar konuşamaz.) Zira eğer -bir ay» demeseydi, sonsuzluğa
dek onunla ko-nuşamaması
lâzım gelecekti. Bunun için «bir ay» kaydı, bir aydan fazlasını hükümden çıkarmak
içindir. Fakat eğer: «ben bir ay oruç tutacağım» diye yemin ederse öyle
değildir. Çünkü «oruç tutacağım» cümlesinde «bir ay» kaydı bulunmasa da,
sonsuzluğa dek oruç tutması gerekmez. Bu itibarla burada bu kayıt, tutmak
istediği oruç miktarını belirtmek içindir. Bunun için ne zaman ve ne şekilde
oruç tutmak isterse tutabilir.
(Eğer «konuşmayacağım»
diye yemin eden bir kimse namazda Kur'an okusa, ona
kefaret lâzım gelmez. Namaz dışında okusa lâzım gelir.) Teşbih çekmek,
zikretmek ve tekbir getirmek de Kur'an okumak
gibidir. Kıyas ise, bu kimseye, namazda dahi okusa kefaret lâzım gelmesini
gerektirir, ki îmam-ı Şâfil buna kaildir. Zira okumak
da gerçekte konuşmaktır. Biz
diyoruz ki: namazda okumak ne örfen ve ne de şer'an konuşmak değildir. Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm);
Bizim bu namazımızda,
insanların birbirleriyle konuşması türünden olan herhangi bir şey yakışmaz» ([18])
buyurmuştur. Hattâ kiT misi demiştir ki: namaz
dışında bile okumak, kefaret gerektirmez. Zira okumaya, teşbih çekmeye,
konuşmak denmez, okumak denir, teşbih çekmek denir.
(Eğer bir kimse:
-falanca ile konuştuğum gün kanm benden boş olsun-
diye yemin ederse, onun yemini gündüze de, geceye de
şamildir.) Zira «gün» kelimesi devam
eden. bir fiil ile beraber geldiği zaman ondan mutlak vakit kasd olunur. Cenâb-ı Hak (Azze
ve Celle)
: «O gün arkasını düşmana dönen
kimse...- ([19])
buyurmuştur. Konuşmak da devam etmeden bir fiildir. IŞâyet:
«ben gün kelimesinden gündüz mânasını kasd ettim»
dese, diyâneten olduğu gibi hükmen de kabul olunur.)
Zira gün kelimesi gündüz mânâsında da kullanılmaktadır, t m a m E b û Y ü s
uf" dan: «hükmen kabul olunmaz.» Çünkü gün kelimesinin gündüz mânâsında
kullanılması yaygın değildir» diye söylediği de rivayet olunmaktadır. (Eğer:
«falanca İle konuştuğum gece» dese, o zaman yemini yalnız geceye mahsus olur.)
Zira gece kelimesi mutlak vakitte kullanılmayıp yalnız gündüzün karşıtı mânâsinda kullanılır. Nasıl ki, gündüz kelimesi de mutlak
vakit demek olmayıp gecenin karşıtı olan vakit demektir.
(Eğer bir kimse i
«falan kişi gelmeden» veyahut -izin vermeden falanca ile konuşursam, karım boş
olsun» diye yemin eder ve dediği kimse gelmeden veya izin vermeden falanca ile
konuşursa, yeminini bozmuş olur. Eğer o kimse geldikten veya izin verdikten sonra
konuşursa bir şey lâzım gelmez.) Çünkü «falan kişi gelmeden-veyâhut «izin
vermeden- dediği için o falan kişinin gelmesi veya izin vermesi hâlinde yeminin
hükmü ortadan kalkmış olur. (Eğer o kimse gelmeden veya izin vermeden ölürse)
artık gelmesi veyahut izin vermesi mümkün olmadığı için iyemin sakıt olur.)
İmam E b û Yûsuf: «sakıt olmaz» demiştir. Çünkü ona göre imkân şart değildir.
(Eğer bir kimse t «ben
falan kişinin kahsı» veyahut «dostu ile
konuşmayacağım» diye yemin eder ve o kişi karısından ayrıldıktan veyahut dostu
ile arası bozulduktan sonra kansı veya dostu ile konuşursa ona kefalet lâzım
gelmez.) Zira -falan kişinin karısı» veyahut «dostu ile konuşmayacağım»
deyiminden, o kişinin karısı veyahut dostu oldukları için onlarla konuşmamaya
yemin ettiği anlaşılır. Kişinin kansı kendisinden ayrıldıktan veyahut dostu
ile arası bozulduktan sonra ise, kansı veyahut dostu artık onun kansı veya
onun dostu değillerdir, ki onlarla konuşmakla yemin edene kefaret lâzım
gelsin. Ziyadat'ta ise «falancanın kansı» veyahut
«dostu» deyimi, kadını veyahut kişiyi tanıtmak için olup yemin eden kimse,
sanki: -ben şu kadınla» veyahut «şu adamla konuşmayacağım» şeklinde yemin
etmiştir. Bu şekilde yemin eden kimse ise -kadın kocasından, yahut dost
dostundan aynlmış olsa bile- eğer onlarla konuşursa
ona kefaret lâzım gelir» diye geçmektedir.
(Eğer bir kimse: «şu kefye sahibi İle konuşmayacağım» diye yemin eder ve kefye sahibi kefyesini sattıktan
sonra adam onunla konuşursa ona kefaret lâzım gelir.) Çünkü «şu kefye sahibi- deyimi, adamı tanıtmaktan başka bir şey için
değildir. Zira hiç kimseye, kefye sahibi olduğu için
düşmanlık edilmez. Bunun için, yemin eden kimse sanki: «Ben bu adamla
konuşmayacağım- şeklinde yemin etmiştir.
(Eğer bir kimse ı «ben
bu delikanlı ile konuşmayacağım» diye yemin eder ve delikanlı yaşlandıktan
sonra ancak yemin eden kimse onunla konuşursa, ona kefaret lâzım gelir.) Zira
-yukanda da geçtiği üzere--
delikanlılık vasfı, sahibi ile konuşmamak için yemin
etmeye sebep olacak bir vasıf değildir.
Bunun için bu vasıf lağıv olup adam sanki: -Ben bu adamla konuşmayacağım»
şeklinde yemin etmiştir. Bu şekilde yemin eden kimse ise, eğer konuşursa konuştuğu
kimse ister genç, ister ihtiyar olsun ona kefaret lâzım gelir.[20]
(Eğer bir kimse t «Ben
falanca ile bir zaman konuşmayacağım» diye yemin ederse, yemini altı ay için münakid olur.) Çünkü -bir zaman» deyiminden bazen kısa bir
zaman, bazen kırk yıl, bazen de altı ay kasd edilir.
«İnsanoğlu varedilip bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz bir
zaman geçmiştir.» ([21])
âyetinde geçen «Bir zaman» kelimesi müfessirler: «kırk yıldır demişlerdir. "Her zaman veyve
verir» ([22]) âyetinde geçen «zaman»
kelimesi de altı ay demektir. Altı ay ise kıSa bir
zaman ile kırk yıl süren zamanın ortası olduğu için buradaki «bir zaman»
kelimesinden murad altı aydor.
Zira kısa bir zaman için herhangi bir kimse ile konuşmamak zâten vâki olduğu
için buna yemin etmeye gerek yoktur. Çok uzun zaman konuşmamak da, hiç
konuşmamak mesabesinde olduğu için kişi onu da kasd
etmez. Çünkü eğer uzun zamanı kasd ederse kayıtsız
olarak: «falanca ile konuşmayacağım» diye yemin eder. Bu da, eğer «bir zaman»
kaydından herhangi bir mânâyı kasd etmezse böyledir.
Bu kayıttan herhangi bir mânâ kasd edildiği zaman
ise, ne kasd edilirse o olur.
(Eğer: «ben falanca
ile bir kaç gün konuşmayacağım, diye yemin ederse, bu yemin Üç gün içindir.)
Çünkü «bir kaç gün» çoğuldur. Çoğulun en azı da üçtür.[23]
(Eğer bir kimse: «ben
falan şeyi satmam» yahut «satın almam» veya «kiralamam» diye yemin ettikten
sonra o şeyi satmak, yahut satın almak veya kiralamak için başkasını vekil
kılarsa yeminini bozmuş olmaz.) Zira bu fiillerin akdi kimin tarafından
yapılırsa o fiili yapan odur. Bunun içindir ki akitten doğan bütün haklar,
akdi yapana aittir ve bunun içindir ki, eğer yemin eden kimse başkasına
vekâleten de akdi yaparsa, yeminini bozmuş olur. Ancak eğer yemin ederken,
kendisinin yapmayacağı gibi, başkasına da yaptırmayacağım kasd
ederse, yahut mevki sahibi bir kimse olup akitleri bizzat yapmak kendisine
yakışmıyorsa, o zaman başkasına da yaptırsa, yeminini bozmuş olur.
(Eğer «evlenmiyeceğim» yahut «karımı boşamayacağım» veya «kölemi
azatlamayacağım» diye yemin eden bir kimse, bunları yapmak için başkasını
vekil kılarsa yeminini bozmuş olur.) Zira bu şeyleri yapmada vekil olan kimse,
sadece aracıdır, sözcüdür. Bunun içindir ki bunları yaparken kendi adına
değil, kendisini vekil kılanın adma yapar ve bunun
içindir ki akitten doğan bütün haklar ona değil, kendisini vekil lalana aittir.
(Şayet: «kendi ağzımla yapmak istemedim» dese, diyâneten
kabul olunur hükmen kabul olunmaz.)
(Eğer keçi veya
koyununu kesmiyeceğine yemin eden bir kimse, bunu başkasma yaptırırsa yeminini bozmuş olur.) Çünkü koyunun
sahibi koyununu bizzat kesmeye yetkili olduğu gibi, bu yetkiyi başkasına da
verebilir. Kaldı ki koyunu kesmenin yararı kendisine âit olduğu için, bunu başkasma yaptırdığı zaman da kendisi yapmış gibi olur.
(Şayet ı «kendim bizzat kesmek istemediğim için yemin ettim» dese) yukarıda
geçen boşama ve benzerleri meselesinde hükmen kabul olunmuyorsa da, burada
(hükmen de kabul olunur.) Çünkü bu iki mesele arasında şu bakımdan fark
vardır: boşama nasıl ağızla yapılan bir şey ise, bunda başkasını vekil kılma
da ağızla yapılan bir şeydir. Bunun için kişinin boşamada başkasını vekil
tutmasının bir mânâsı yoktur. Hayvan kesmek ise, elle yapılan bir iş olduğu
için, koyunun sahibi söylemese de başkası onu kesebilir. Bu itibarla eğer
sahibinin emriyle kesilirse mecazen «sahibi onu kesti» demek caizdir. Bunun
için, sahibi: «ben bizzat kesmek istemediğim için yemin ettim» dediği zaman
hakikî mânâyı kasd etmiş olduğundan, hem diyâneten, hem hükmen kabul olunur.
(Eğer çocuğunu dövmiyeceğine
yemin eden bir kimse, onu başkasına dövdürürse yeminini bozmuş olmaz.) Zira
kişi çocuğunu eğitmek ve okutmak İçin döver veya dövdürür. Bu yarar ise çocuğa
ait olduğu için, kişi çocuğunu dövdürdüğü zaman -mecazen de olsa- kendisi onu
dövmüş denilmez. .
(Eğer bir kimse: «eğer
atımı satmazsam karım boş olsua» diye yemin ettikten
sonra atını başkasına hibe ederse, karısı boşanmış olur.) Çünkü atı başkasına
hibe ettiği için onu satması artık mümkün değildir. (Eğer bir kadın, kocasına; «benim üstüme evlenmişsin»
der ve kocası i «ben kiminle evlenmiş isem benden üç talâk ile boş olsun» diye
cevap verirse, kendisine bu yemini yaptırsa karısı boşanmış olur.) İmam Ebû Yûsuf dan ise: «kendisine bu yemini yaptıran karısı
boşanmaz. Çünkü kişi bu yemini, ona cevap olsun diye yapmıştır. Hem. de bu
yemini, onu sevindirmek için yapmıştır. O ise, kendisinin değil, kumasının
boşanmasıyla sevinir» diye söylediği rivayet olunmuştur. Zahir olan görüşün
delili ise kişinin ye-minindeki itlaktır. Kaldı ki,
eğer adamın maksadı onu sevindirmek olsaydı ona: «eğer senden başkasıyla
evlenmiş isem benden boş olsun» diyecekti. Böyle demeyip de «ben kiimnle evlenmiş isem benden boş olsun- demesi -şeriatın
helâl kıldığı bir şeye itiraz ettiği için-
onu tedirgin etmek maksadıyla söylediğini gösterir.
Şayet kişi: «benim
maksadım o değil idi de, yeni evlendiğim kadın idi- dese -ammı
tahsis kabilinden olduğu için- hükmen kabul olunmaz fakat diyâneten
kabul olunur.[24]
(Eğer bir kimse, Kâ'be'nin içinde veyahut bir başka yerde :«Bey-tüllah'a» yahut «Ka'be'ye yaya
gitmek boynumun borcu olsun- dese, ona* yaya olarak hacca veya umreye gitmek vâcib olur. Bu kimse, isterse binerek de gidebilir. Ancak
o zaman kurban kesmesi lâzım gelir. Bu kimse, esasında ne vâcib
ve ne de maksud olmayan bir ibâdeti adadığı için,
kıyas ona bir şey lâzım gelmemesini gerektiriyorsa da, bizim bu görüşümüz hem
H z. Ali (Radıyallâhü anhl'dan
rivayet olunmuş, hem de bu deyim ile hac ve umrenin vâcib
olduğu görüşü, bütün halk arasında yaygındır. Bunun için bu kimse sanki: «yaya
olarak Beytüllah'ı ziyaret etmek boynumun borcu
olsun» demiştir, ki biz bunu hac menasiki bahsinde de
söyledik.
(Eğer bir kimse i «BeytüIIah'ın yoluna çıkmak boynumun borcu olsun» dese ona
bir şey lâzım gelmez.) Zira hac veya umreyi bu deyim ile adamak yaygın
değildir.
(Eğer kişi: «yaya
olarak hareme» yahut «Safa ile Merve'ye gitmek
boynumun borcu olsun» dese) îmam Ebû Hanife'-ye göre (ona bir şey lâzım gelmez. İki İmam ise -.
«yaya olarak ha-rem'e gitmek boynumun borcu olsun»
demesi halinde ona bir hac veya umre lâzım gelir» demişlerdir) «yaya alarak Mescid-i Ha-ram'a gitmek boynumun borcu olsun» demesi nalinde de aynı ihtilâf câridir, tki
imam : «Çünkü Beytüllah, harem'in bir parçasıdır. Mescid-i haram dg öyledir. Bunun
için harem veya Mescid-i Haram dendiği zaman, Beytüllah denmiş gibi olur. Safa ile Merve
ise öyle değildir. Çünkü Safa ile Merve, Beytüllah'dan ayrı şeylerdir» demişlerdir, imam Ebû Hanif e ise: «her ne kadar Beytüllah, harem veya Mescid-i
Haram'ın bir parçası ise de, harem veya Mescid-i
Haram'ın Kabe mânâsında kullanılması yaygın değildir, ki mecazen o mânâda
kullanılsın- demiştir.
(Eğer bir kimse: «eğer
bu sene hacca gitmezsem kölem azat olsun» diye yemin ettikten sonra: «ben hacca
gittim» dese ve fakat iki şahit! «biz onu kurban bayramında Kûfe'de
gördük» diye şahitlik ederlerse -İmam Ebû Hanife ile İmam Ebû Yûsuf'a göre-
kölesi azatlanmış olmaz. İmam Muhammed ise . «Azatlanır.l Çünkü iki şahit onu kurban bayramında K û f e'
de gördüklerini söylemektedirler. Bu ise, hacca gitmemiş olması demektir»
(demiştir.) îmam Ebü Hanife
ile îmam Ebû Yûsuf ise: «Bu şahitlik nefye dâirdir. Çünkü bu şahitlikten gaye, adamın kurban
bayramı K û f e' de geçirdiğim kanıtlamak değil, hacca gitmediğini
söylemektir. Zira kölenin istediği, adamın kurban bayramını K û f e ' de
geçirmiş olmasının kanıtlanması değil, hacca gitmemiş olmasının kanıtlanmastdır. Bu itibarla şahitler sanki: «biz şahitlik
ederiz ki bu adam bu sene hacca gitmemiştir» demişlerdir. Ancak şu var ki bu nefi, şahidin bilgisi altına giren bir nefidir.
Ne var ki -şahidin bilgisi altına girsin girmesin- nefler
arasında fark yoktur» demişlerdir.
{Eğer ı «oruç
tutmayacağım» diye yemin eden bir kimse, oruca niyet getirip bir saat tuttuktan
sonra orucunu bozarsa, ona kefaret lâzım gelir.) Zira bu kimse her ne kadar
orucunu bozmuş ise de, oruca başladığı için oruç tutmuş sayılır. Çünkü oruç:
ibâdet kas-dıyla, yiyip içmekten ve cinsel ilişkide
bulunmaktan sakınmaktır. Bu kimse de -bir saat olsun- bunu yapmıştır. (Eğer bir kimse:
«birgün olsun
oruç tutmayacağım» diye yemin ettikten sonra bir saat oruç tutar ve orucunu
bozarsa ona kefaret lazım gelmez.) Çünkü «birgün
oruç» dendiği zaman ondan, geçerli ve şer'i olan oruç kasd
edilir, ki o da akşama kadar devam eden oruçtur.
(Eğer: «namaz
kılmayacağım- diye yemin eden bir kimse, namaza başlayıp Fatihayı okuduktan ve
rukûa vardıktan sonra namazını keserse ona kefaret
lâzam gelmez. Eğer secde de yaptıktan sonra keserse ona kefaret lâzım gelir.»
Bu bir istihsandır. Kıyasa göre ise, nasıl oruca
başlamasıyla ona kefaret lâzım geliyorsa, namaza da başlaması ile lâzım gelmesi
gerekir.
Istihsanın dayanağı da şudur; Namaz çeşitli rükünlerden ibaret
olduğu için kişi bu rükünlerin hepsini yapmadıkça namaz kılmış olamaz. Oruç
ise öyle değildir. Çünkü oruç tek bir rükündür. O da, ibâdet niyetiyle yiyip
içmekten ve cinsel ilişkide bulunmaktan sakınmaktır. Kişi -bunu yapınca, bir
saat bile olsa- oruç tutmuş sayılır. (Fakat eğer bu kimse: -bir kez olsun namaz
kılmayacağım» diye yemin ederse o zaman, iki rekât namaz kılmadıkça ona
kefaret lâzım gelmez.) Zira, -namaz» dendiği zaman .ondan şer'an
muteber olan namaz kasd olunur, ki bu namazın en azı
olan iki rekâttır. Zira kuyruksuz, yâni bir rekât namaz kılmaktan nehyedilmiştir.[25]
(Eğer bir kimse, kansma: -eğer senin eğirdiğinden giyersem, giydiğim, hediy olsun- dedikten sonra pamuk satın alır ve aldığı pamuğu,
karısı tarafından eğirilip dokunduktan sonra giyerse
-İmam Ebû Hanife'ye göre- hediy olur. Diğer iki İmam ise : -kadının eğir-diği pamuk, eğer kadım kocası yemin ederken ona mâlik değil
idiyse, hediy olmaz- demişlerdir.) Hediy: M e k k e' ye gönderileri
kurbanlığın adı olduğu için burada M ek k e' de verilen sadaka demektir, iki
îmam: -çünkü adame ancak, eğer kişinin adadığı şey ya kendi malı olur, ya da -eğer
malı değilse -eğer malım olursa sadaka olsun- şeklinde bir ifâde kullanırsa
geçerli olur. Burada ise kişi adamayı yaparken, karısının eğirdiği pamuk ne
onun malı idi ve ne de eğer onu satın almamış olsaydı, ne karısının onu
eğirmesiyle ve ne kendisinin onu giymesiyle onun malı olmazdı» demişlerdir. İmam
Ebû Hanife de: «kadın
genellikle kocasının pamuğundan eğirdiği için burada kişi kendi pamuğunu kasd etmiştir. Kişinin pamuğu ise, karısı tarafından eğirilse bile yine kendisinin malıdır- demiştir.
(Eğer bir kimse: -ben
hiç süs takımını takmayacağım» diye yemin ettiği halde gümüş yüzük takarsa
yeminini bozmuş olmaz.) Çünkü gümüş yüzük ne örfen, ne
de şer'an süs takımı değildir. Bunun içindir ki
erkeklere caizdir. Gümüş yüzük ancak, mühür olarak kullanmak için takılır.
(Eğer bu kimsenin taktığı yüzük altın olursa, yeminini bozmuş olur.) Zira altın
yüzük süs takımıdır. Bunun içindir ki erkeklere haramdır. (Eğer bu kimse
kıymetli taşlar da işlenmemiş inci gerdanlığını takarsa -İmam Ebû Hanife'ye göre- yeminini bozmuş olmaz. İki İmam % «bozmuş
olur.) Çünkü işlemesiz olan inci de gerçekte süs takımıdır. Nitekim Kur'an-i Kerîm'de de ([26]) ona
süsü denilmiştir.» (demişlerdir.) îmam Ebû Hanife ise: -işlemesiz inci gerdanlığını takmak âdet
değildir. Yeminler de âdetlere dayanır» demiştir. Kimisi demiştir ki: bu
ihtilâf zaman ve âdetlerin değişikliğinden ileri gelmektedir. îmam Ebû Hanife zamanında işlemesiz
inci gerdanlığım takmak âdet değil idi. îki îmam zamanında ise âdet idi. Bugün
de işlemesiz incilerle süslenmek âdet olduğu için fetva iki imamın görüşüne
göredir.
(Eğer bir döşek
üzerinde yatmıyacağına yemin eden kimse, döşeğin
üzerine çarşaf sererek üzerinde yatarsa, yeminini bozmuş olur.) Zira çarşaf
döşeğe tâbi olduğu için adam döşeğin üzerinde yatmış sayılır. (Eğer döşek
üzerine bir başka döşek serip serdiği döşek üzerinde yatarsa, yeminini bozmuş
olmaz.) Zira şeyin benzeri şeyin tabii olamaz. Bunun için birinci döşek
üzerinde değil de, ikinci döşek üzerinde yatmış sayılır.
(Eğer yerde
oturmayacağına yemin eden kimse, bir kilim veya hasır serip de üzerinde
oturursa, yeminini bozmuş olmaz.) Zira bu kimseye bu durumda «yerde oturmuş»
denmez. Fakat kişinin üzerindeki elbise sergi gibi değildir. Çünkü elbise,
sahibine tabi olduğu için, kişi elbisesiyle yerde oturduğu zaman «elbisesi
üzerinde oturmuş» denmez.
(Eğer bir taht
üzerinde oturmayacağına yemin eden kimse, tah-tm üzerine bir döşek veya hasır serdikten sonra otursa,
yeminini bozmuş olur.). Çünkü çıplak taht üzerinde oturmak âdet değildir.
Bunun için bu kimseye
«taht üzerinde oturmamış» denmez. Fakat eğer taht üzerine bîr başka taht
bırakıp üzerinde otursa öyle değildir. Çünkü ikinci taht da birinci taht gibi
olduğu için, bu kimseye «birinci taht üzerinde oturmuş» denmez.[27]
(Eğer bir kimse bir
başkasına t «seni döversem kölem azat olsun- der ve o başkası öldükten sonra
bu kimse onu döverse, kölesi azatlanmış olmaz.)
Çünkü dövmek, vücudu incitmek için yapılan bir fiildir, ölmüş kimse ise acı
duyamaz. Kabir azabını gören Ölüye ise -genel inanca göre- tekrar can girer.
Giydirmek de dövmek gibidir. Yâni eğer bir kimse bir başkasına: -seni giydirirsem
kölem azat olsun» dese, yine hüküm böyledir. Zira giydirmek, giydirilen
kimseye elbise vermek demektir. Nitekim yemin kefaretinde fakirleri giydirmek
de bu mânânadır. ölmüş kimseye ise vermek olamaz. Meğer ki kişi giydirmekten
örtmeyi kasd etmiş olsun. Ancak o zaman kölesi azatlanmış olur. (Bir kimse ile konuşmak veyahut yanma girmek fiilleri
de dövmek gibidirler.) Zira konuşmaktan maksad,
konuşulan kimseye bir şeyler anlatmak olduğu için, ölmüş kimse ile konuşulamaz.
Bir kimsenin yanına girmek de ona uğramak demektir. Kişi Öldükten sonra ise
ona uğranmaz, kabri ziyaret edilir.
(Eğer bir başkasına:
«seni yıkarsam kölem azatlarısın- diyen kimse, o başkasını -Öldükten sonra-
yıkarsa kölesi azatlanmış olur.)
Zira yıkamak su ile temizlemek olduğuna göre
ölmüş kimse de yıkanır.
(Eğer karısını dövmiyeceğine yemin eden kimse, karısının saçını çeker,
boğazını sıkar, yahut herhangi bir yerini ısınrsa,
yeminini bozmuş olur.) Zira birini dövmek vücudunu incitmektir. Kadının
vücudu da eylemlerle de incinir. Kimisi demiştir ki: eğer kadınla oynaşırken
bu eylemleri yaparsa, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü o zaman buna dövmek değil,
şakalaşmak denir.
(Eğer bir kimse,
öldüğünü bildiği biri hakkında: «ben falancayı öldürmezsem kanm
boş olsun» derse, karısı boşanmış olur.) Zira ölmüş kimseyi öldürmenin mümkün
olmadığını bildiği halde: -Eğer öldürmezsem- dediği için sanki: «eğer şu ölüyü
öldürmezsem karım boş olsun- demiştir. (Eğer bu sözü söylerken o kimsenin ölmüş
olduğunu bilmezse), yukarıda geçen testi meselesine kıyâsen
î m a m Ebû Hanife ile İmam
Muhammed'e göre (kansı boşanmaz.)
îmam Ebû Yûsuf'a
göre boşanır.[28]
(Eğer bir kimse:
«yakın bir zamanda borcumu ödeyeceğim» dîye yemin ederse söylediği yakın zaman
bir aydan az bir zamandır. Eğer: «uzun zaman sonra» derse, uzun zaman bir aydan
fazla olan zamandır.) Zira bir aydan az bir zaman, yakın, bir aydan fazla olan
zaman da uzun sayılır. Bunun içindir ki, uzun zaman ortalıkta görünmeyen
kimseye; «bir aydar görünmüyorsun» denir.
(Eğer bir kimse:
»falancaya olan borcumu bugün ödeyeceğim» diye yemin ettikten sonra o gün
borcunu öder, ancak ödediği paradan bir kısmı kalp, yahut başkasına âit
çıkarsa, ona kefaret lâ-zım gelmez.) Zira parada
kalplık bir kusur ise de, kalp olan para yine paradır. Bunun için eğer alacaklı
göz yumarak bu parayı ondan kabul ederse kendisi o gün borcunu ödemiş ve
dolayısıyla yemini yerine gelmiş olur. Paradan bir kısmının başkasına âit
olması halinde de, teslim alınması sahih olduğu için, şayet geri de verilse
yine yemin yerine gelmiş olur. (Eğer ödenen para tamamen sahte çıkarsa, o zaman
kişiye kefaret lâzım gelir.) Zira sahte olan para para
olmadığı için onunla görülen hiçbir işlem geçerli değildir. (Eğer ödiyeceğine yemin ettiği borcu karşılığında alacaklısına
bir şey satar ve alacaklısı da o şeyi teslim alırsa, yine yemini yerine gelmiş
olur.) Zira kişi borcunun aynım Ödemese bile, eğer onun yerine bir başka şeyi
ve fakat karşılıklı rızâ ile verirse, yine borcunu ödemiş olur, ki bu da
yapılan satış akdiyle sağlanmıştır. Alacaklının o şeyi teslim alması ise, her
halde satış akdinin kesinlik kazanması için şart koşulmuştur. (Eğer alacaklı
aynı günde ona alacağını bağışla-sa, adamın yemini
yerine gelmiş sayılmaz.) Çünkü bu durumda ona «borcunu ödemiş- denmez.
(Eğer bir kimse: «ben
alacağımı parça parça olarak almam» diye yemin
ettikten sonra bir kısmını alırsa, hepsini almadıkça ona yemin lâzım gelmez.)
Çünkü alacağı, alacağın bir kısmı değil, hepsidir. Bunun için, ne zaman ki
alacağının hepsini parça parça halinde alırsa o
zaman ona «alacağını parça parça halinde almış- denilir.
(Şayet bu kimse alacağım iki tartıda alır ve fakat aralarında tartma
ameliyesinden başka bir işle uğraşmazsa, ona yemin lâzım
gelmez. Çünkü buna «parça parça almak» denmez.) Zİrâ
hepsini bir defada almak bazen mümkün olmadığı için bu kadarına göz yumulur.
(Eğer bir kimse elli
dirhemden başka parası olmadığı halde i «eğer yüz dirhemden başka param varsa kanm boş olsun- diye yemin ederse ona yemin lâzım gelmez.)
Zira nasıl yüz dirhemden fazla parası olmayan kimsenin yüz dirhemden fazla
parası yoksa, elli dirhemden fazla parası olmayan kimsenin de yüz dirhemden
fazla parası yoktur.[29]
(Eğer bir kimse: «şu
işi yapmayacağım» diye yemin ederse, Ömrü boyunca o işi yapmaması lâzım
gelir.) Çünkü sözünde bir kayıt bulunmadığına göre sözü «şu işi hiçbir zaman
yapmayacağım» mâ-nâsındadır.
(Eğer bir kimse: «şu
işi yapacağım diye yemin ederse, o işi -bir kere de olsa- yaptığı takdirde
yemini yerine gelmiş olur.) Bu kimseye ancak, eğer ölünceye kadar veyahut o
işi yapmaya imkân kal-mayıncaya kadar yapmazsa yemin
lâzım gelir.
(Eğer vali birisine ı
«kötü insanlar şehre girdikleri zaman bana bildireceksin- diye yemin verirse,
bu yemin valinin vali bulunduğu süreye mahsustur.) Zira. kötü kimseleri valiye
bildirmekten gaye, şehir halkını o kimselerin' şerrinden korumaktır. Vali
görevinden alındıktan veyahut başka yere nakli yapıldıktan sonra ise, ona kötü
insanları bildirmenin bir yaran yoktur.
(Eğer: «ben atımı
falancaya hibe edeceğim» diye yemin eden bir kimse atım o kimseye hibe ederse
-o kimse aü almasa bile- yemini yerine gelmiş olur.)
îmam Züfer: «yemini yerine gelmiş olmaz. Çünkü hibe
de satış gibidir. Satışın sıhhati nasıl alıcının kabuluna
bağlı ise, hibenin sıhhati da, hibe edilen şeyi kendisine hibe edilenin kabuluna bağlıdır- demiştir. Biz diyoruz ki: hibe bir bağış akdi olduğu için bu akid yalnız bağışı yapan ile tamam olur. Bunun içindir ki;
-falanca verdi de diğeri almadı- denilir. Hem de hibeden gaye cömertlik
yapmaktır. Kişi bir şeyi bir başkasına verdikten sonra, o başkası o şeyi almasa
da kişi yine cömertlik yapmış olur. Satış ise Öyle değildir. Çünkü satış bir
trampa akdi olduğu için iki tarafın da kabulü şarttır.
(Eğer bir kimse: «ben
fesleğen koklamıyacağım- diye yemin ettikten sonra,
gül veya yasemin koklarsa, ona yemin lâzım gelmez.) Çünkü fesleğen sapı
bulunmayan bir bitkidir. Gül ile yasemin ise saplıdırlar.
(Eğer bir kimse:
«menekşe satm almayacağım- diye yemin eder ve
menekşenin bitkisiyle yağından birini kasd etmezse,
onun yemini menekşenin yağı hakkında olur.) Çünkü halk arasında «menekşe»
dendiği zaman ondan menekşe yağı kasd edilir. Bunun
içindir ki menekşe yağının satıcısına «menekşe satıcısı- denir. Kimisi de:
«bizde menekşe dendiği zaman ondan menekşe bitkisi kasd
olunur» demiştir.
(Gül hakkında edilen
yemin ise, gülün kendisi hakkındadır.) Zira «gül- kelimesi gül yağında değil,
kendisinde hakikattir. Menekşe ise, tersine olarak menekşe yağı mânâsında
kullanılır.[30]
[1] Bu lafız İle gariptir. İbn-i Hibban'm Ebû Ümame'den naklen kaydettiği
bu hadisin lafzı şöyledir: «Peygamber Efendimiz {Sallallahü
Aleyhi ve Sel-lem): «Kim İd bîr müslüman
kişinin malını koparmak için yalan yere yemin ederse Allaho
na cenneti yasak lalar ve onu cehenneme sokar» diye
buyurdu»
Buhar! ile Müslim'in de Abdullah tbn-i Mesut'dan naklettikleri bu
hadisin sonun da «Allah ona cenneti yasaklar ve onu cehenneme sokar» yerine
«Allah ile, Allah kendirine darsın olarak karşılaşır» cümlesi kayıtlıdır.
Buhar! (yemin ve ulaklar) C. 2. S. 887, Müslim C. 1 S. 80 Nasb-ürraye C. 3 S. 292
[2] Mâide
sûreyi âyet 89
[3] Ebû
Dâvûd (Talâk) C. I S. 298, Tirmizî
(Talâk) C. 1 S. 153, İbn-i Mâce
(şakadan karısını boşayan, nikahlayan veya boşadiğı
karıyı bîr daha nikâhı altına alan kimseler babı) S. 148, el-Müstedrek (Talâk) C. 2 S. 198 ve Darekutni
C. 2 S. 432
[4] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/173-175.
[5] Müslim (yemin ve adaklar) C.
2 S. 46. Buhârl (babalarınıza yemin etmeyin babı) C.
2 S. 982, Tirmizî (Adak ve yeminler) C. 1 S. 198. Ebû Dâvûd (Yapamayacağı şeyleri
atlayan kimseler babı) C. 2 S. 116, Îbn-İ Mâce (adayıp da ada-dıiğ şeyi
açıklamayan kimseler babı) C. S. 155
[6] Mücâdele sûresi âyet 16
[7] Nahy
sûresi âyet 91
[8] Ebû
Dâvûd (yapamayacağı şeyi adayan kimseler babı) C. 2
S. 116, lbn-1 Mâce (bir
adağı adayıp da adadığı şeyi açıklamayan kimseler babı) C. 1 S. 155
[9] Zinanın hiç bir halde caiz
olması söz konusu değildir. Ancak kendisiyle itoft
edilen kadın, sonradan kendisiyle evlenildiği zaman helâl olduğu için, müellif te-cevvüzen «bâzı hallerde
caizdir» demiştir. îçki ile nbaya gelince: Bunlar Islâmi-yetten önce helâlken
sonradan haram kılındıkları için «Bunlar bâzı hallerde caizdir» sözü «Bunlar
bir zaman caizdi» demektir. Kaldı ki tslâmiyetten
sonra dahi, içki de nba da zaruret halinde caiz
görülmüşlerdir.
[10] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/175-177.
[11] Mâide
sûresi âyet 89
[12] Müslim, Ebû
Hüreyre (Radıyallâhü anhVdan: (Adaklar) C. 2 S. 48, Buharl
de Abdurrahman b. SemÜre (Radıyalâhü anhÜmâVdan: (Yemin ve
adaklar) C. 2 S. S80. Ancak Buhâri'nin rivayeti
«Peygamber Efendimiz <SalİallahÜ Aleyhi ve Sellem) bana : «Ey Abdurrahman,
bir şey için yemin ettikten sonra o şeyin aksini yapmayı daha iyi gördüğün
zaman, daha İyi gördüğün şeyi yap da yeminin* den dolayı kefaret var»
şeklindedir. Nasb-ürraye C. 3 S. 296
[13] Gariptir. Bununla beraber
ona ihtiyaç yoktur. Zira adanan şeyi yerine getirmenin vücubna
hem Kur'an, hem hadis ve hem de icma
delildir. Netekim Hac sûresinin 29. âyetinde
«adaklarını yerine getirsinler» diye buyurulduğu
gibi, Buharl'nin (Allah'a itat
etmeyi adamak babında) Hz. Aİşe'den
rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem): «Kim ki Allah'a itaat etmeyi
adarsa Allah'a İtaat etsin ve kim H Allah'a karsı gelmeyi adarsa Allah'a kar-sı
gelmesin» diye buyurmuştur. Adağı yerine getirmenin vücudu hakkında aynca icma da vardır ve müteahhir olan ulemadan kimisi adağı yerine getirmenin vü-cubu İçin icmaı
delil getirmiştir. Peth-ül kadir C. 4 8. 375
[14] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/178-181.
[15] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/182-184.
[16] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/184-186.
[17] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/186-192.
[18] Nesât
(Sehiv) 20, İmam Ahmed'in Müsned'i
5/447-448
[19] Enfal
sûresi âyet 16. Müellif bu âyet-i kerimeyi «gün» kelimesinin devam etmeyen bir
fiil ile beraber geldiği zaman ondan mutlak vakit mürad
olduğuna delil olarak getirmiştir. Çünkü
âyette «gün» kelimesiyle beraber
gelen fiil düşmana arka dönmek fiilidir. Bir şeye arka dönmek ise devam
etmeyen bir fiildir. Nasıl ki «Falanca ile konuştuğum gün» misalinde geçen
«konuşmak» fiili de devam etmeyen bir fiildir. Bunun için bu misalde geçen
«gün» kelimesinden murat, gündüz olmayıp mutîak
vakittir. Yâni «Palanca ile konuştuğum gün, kanm bos
olsun» sözü «Falanca ile konuştuğum vakit kanm boş
olsun» manâsın-dadir. Çünkü konuşmak fiiîi devam etmeyen bir fiildir. Bunun için, eğer bu sözü
söyleyen kimse, dediği falanca i!e gece de konuşsa kansı boşanır. Zira gün kelimesi
mutlak vakit mânâsında olunca -gündüze olduğu gibi- geceye de şâmildir, îşte
müellifin demek istediği budur. Fakat hatıra öyle geliyor ki, «konuşmak» fiili
«girmek», «çıkmak» ve benzeri gibi devam etmeyen fiillerden olmayıp bilakis
«oturmak», «durmak», «uyumak» ve benzeri gibi devam eden fiillerdendir. Neteklm «Falan kes saatlarca
konuştu» sözü de bunu açıkça göstermektedir. Her ne kadar el-Kifâye haşiyesi buna cevap olarak bir şeyler yazıyorsa da pefc tatminkar bulamadığım için buraya almadım.
[20] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/192-196.
[21] Dehr
sûresi âyet 1
[22] Ibrtüm
«üresi ftyet 25.
[23] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/196.
[24] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/197-198.
[25] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/198-200.
[26] îki îmam «Kur'an-ı Kerim'de» sözleriyle NahI
sûresinin «Biz denizden taktığınız süsleri de çıkarırsınız» mealindeki 14.
âyeti kasdetmişleröir. Zira denizden süs takımı
olarak; sadece inci çıkarılır. el-Ktfaye C. 4 S
[27] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/200-202.
[28] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/202-203.
[29] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/203-204.
[30] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye Tercümesi,
Kahraman Yayınları: 2/204-205.