YEMİNLER BAHSİ 2

Yemin Olabilen Ve Olamayan Deyimler 2

Kefaret Hakkında Bir Fasıl 3

Girmek Ve Kalmak Fiilleri Hakkında Yemin. 5

Çıkmak, Gelmek, Binmek Ve B. Fiiller Hakkında Yemin. 6

Yemek Ve İçmek Fiilleri Hakkında Yemin. 6

Konuşmak Fiili Hakkında Yemin. 9

Bir Fasıl 10

Satmak - Satın Almak - Evlenmek V.B. Fiiller Hakkında Yemin. 11

Hac Namaz Ve Oruç Hakkında Yemin. 11

Giyinmek, Süs Takımlarını Takmak V.B. Fifcler Hakkında Yemin. 12

Dövmek, Öldürmek V.B. Fiiller Hakkında Yemin. 13

Borç Ödeme Hakkında Yemin. 13

Çeşitü Meseleler 14


YEMİNLER BAHSİ

 

(Yeminler -yemin-İ gamus, yemin-i münakide ve yemin-i lağıv olmak üzere- üç çeşide ayrılır. Yemin-i gamus: geçmiş olan bir şey hakkında bilebile yalan yemin etmektir. Bu yeminin sahibi çok bü­yük bir günah işlemiş olur.) Zira Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) : Kim yalan yere yemin ederse, Allah onu Cehenneme sokar» ([1]) bu­yurmuştur. (Ve bu yeminin -pişmanlık duyarak Allah'tan mağfi­ret dilemekten başka- kefareti de yoktur.) îmam-ı Şafii: «Kefareti vardır. Zira kefaret, Allah'ın yüce adına karşı işlenen say­gısızlık günahını ortadan kaldırmak için vazedilmiş, ki yemin-i ga-mus'ta -kişi yaptığı yalana Allah'ı şahit gösterdiği için- bu mânâ mevcuttur- demiştir.

Biz diyoruz ki: yemin-i gamus halis ve günahtır. Kefaret ise, oruç ile Ödenen ve niyetsiz sahih olmayan bir ibâdettir. Bunun için büyük günaha karşılık olamaz. Yemin-i münakide ise öyle değildir. Çünkü yemin-i münakidenin kendisi günah olmayıp günah ancak onu bozmadadır, ki o da ikinci bir istekle işlendiği için yeminden sonradır. Yemin-i gamusun günahlık vasfı ise kendisindedir. Bunun için yemin-i münakide hükmüne giremez. (Yemini münakide de : kişinin herhangi bir iş hakkında «ben falanca işi yapacağım- veya -yapmayacağım- diye ettiği yemindir. İşte bu yeminini kişi bozduğu zaman ona kefaret lâzım gelir.)  Zira

Cenabı Hak  (Azze ve Celle) : -Allah sizi rastgele yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat bile bile yaptığınız yeminlerden ötürü sizi sorumlu tutar.- ([2]) bu­yurmuştur.

(Yemin-i lağıv de: kişinin geçmişte herhangi bir şeyin olduğu­nu veyahut olmadığını zannederek: «Vallahi bu iş olmuş» veyahut «olmamış- diye yemin ettikten sonra yanılmış olduğunu anladığı ye­mindir. Bu yemin de Cenâb-ı Allah [Azze ve Celle) 'dan, sahibini sorumlu tutmayacağını umanz.) Eğer kişi herhangi bir kimseyi -me­selâ- A 1 i sanarak -Vallahi Ali' dir- dedikten sonra o kim­senin A I i olmayıp Veli olduğunu anlarsa, yine yaptığı ye­min lağıvdır ve umarız ki Allah onu sorumlu tutmayacaktır.

(Bilerek edilen yemin i!e, kişiye zorla ettirilen yemin ve unu­tarak edilen yeminin üçü birdir.) Zira Peygamber Efendimiz (Sallallahâ Aleyhi ve Sellem) : «Üç şey ciddileri de ciddidir, şakaları da ciddidir; nikâh, talâk ve yemin- ([3]) buyurmuştur. İmam-ı Şafii: -zorla ettirilen yemin ile unutularak edilen yemin hükmünde bize katılmamıştır, ki biz bunu zorlama bahsinde anlatacağız. (Kişiye, yapmayacağına yemin ettiği şeyi unutarak yapması ve­yahut başkası tarafından kendisine zorla yaptırılması halinde de ke­faret lâzım gelir.) Zira kişi herhangi bir işi unutarak yapması ve­yahut başkası tarafından kendisine zorla yaptırılması halinde de o işi yapmış sayılır. Kendisine kefaret de ancak o işi yapması ile lâ­zım gelir. Kişinin baygınlık halinde veyahut deli iken yapması da kaza kefareti gerektirir. Çünkü bu hallerin hepsinde kefaret lâzım gelmenin şartı yerine gelmiş olur. Şayet kefaret, işlenmiş olan bir günahı silmek için dahi olsa, bu hallerin hepsinde her ne kadar iş­lenmiş bir günah yoksa da, günahın sebebi olan, yeminin gereğine aykırı davranış vardır.[4]

 

Yemin Olabilen Ve Olamayan Deyimler

 

(Şer'i yemin, ya Allah adına, ya Allah'ın Rahman ve rahim gi­bi bir başka adına, ya da kibriya ve azamet gibi yemin edilmesi âdet olan Allah'ın bir sıfatına edilen yemindir.) Zira bunlarla yemin et­mek âdet olduğu gibi, yeminin sözlük anlamı güç demektir. Allah'a ve onun isim ve sıfatlarına saygı gösterildiği için ancak bunlarla ye­min edildiği zaman söz güç kazanmış olur.

(Allah'ın sıfatlan içinde yalnız bilgisine edilen yemin yemin de­ğildir.) Zira Allah'ın bilgisine yemin etmek âdet olmadığı gibi, Al­lah'ın bilgisi Allah'ın bildikleri demektir. (Eğer kişi -. -Allah'ın gaza­bına* yahut -öfkesine yemin» derse, yemin etmiş sayılmaz.) «Al­lah'ın rahmetine yemin ederim» sözü de öyledir. Zira hem Allah'ın rahmetine yemin etmek âdet değildir hem de bazen «Allah'ın rah­meti- denir de ondan yağmur, Cennet veyahut -gazab- denir de ondan belâ ve felâket kasdedilir.

(Peygamber, Kabe gibi, Allah'ın isim ve sıfatlarından başka şey­lere yemin eden kimse de yemin etmiş olamaz.) Zira Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm);-Kim ki yemin etmek isterse, ya Allah'a yemin etsin, yahut hiç yemin etmesin- buyurmuştur. ([5])

(Kur'an'a da yemin etmek öyledir.) Zira Kur'an'a yemin etmek âdet olmamıştır. Ben diyorum ki: eğer kişi: «Peygambere. Kur'an'a yemin ederim» dese, böyledir. Eğer : -Peygamberden, Kur'an'dan uzak olayım- derse yemin etmiş olur. Çünkü Peygamber'den, Kur'an'dan uzak kalmak küfürdür.

(Yeminin deyimleri -Vallahi-, -Billahi» ve -Tallahi» deyimleri­dir.) Çünkü bunların hepsi yeminde âdettirler. îmam Ebû Ha­ni f e: -kişi: «Allah'ın hakkına yemin ederim- dediği zaman ye­min etmiş olamaz- demiştir, ki İmam Muhammed de bu görüştedir ve İmam Ebû Yûsuf dan da gelen iki rivayetten biri bu yoldadır. Diğer rivayete göre ise İmam Ebû Yûsuf: -Allah'ın hakkına yemin ederim» yemindir. Çünkü hak, Allah'ın sıfatlarından biri olduğu için bu kimse sanki: -Hak olan Allah'a yemin ederim-  demiştir.» demiştir.

İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed de; -hak kelimesinden Allah'ın taatleri kasd edilir. Zira Allah'ın ta-atleri onun hakkıdırlar.-Bunun için «Allah'ın hakkma yemin ederim» deyimi, Allah'dan başka bir şeye yemin olur» demişlerdir. (Eğer kişi: -Allah'a yemin ederim» yahut -Allah'a şahitlik ede­rim» dese, yemin etmiş olur.) Zira bu deyimler yeminde kullanıla-gelmişlerdir. Nitekim münafıklar Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve SeHem)'e: -Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın Peygamberisin»

dedikten sonra Cenâb-ı Hak (Azze ve Celleî :Münafıklar yeminlerini kalkan edindiler» ([6]) diye buyurarak mü­nafıkların bu sözünü yemin diye vasıflandır m ıştır. Kişinin yalnız «ye­min ederim-, ya da «şahitlik ederim.» sözü de yemindir. Çünkü bu sözde Allah kelimesi geçmiyorsa da -Allah'dan başkasına yemin et­mek caiz olmadığı için- ona hamledilir. Bunun içindir ki kimisi: «yemin olması niyete muhtaç değildir» demiştir. Kimisi de: «Muh­taçtır. Çünkü eğer niyet olmazsa, onda Allah'dan başkasına yemin ihtimali bulunur.» demiştir.

(Allah'ın ömrü yeminim olsun,» deyimi de yemindir.) Zira Al­lah'ın ömrü Allah'ın beka sıfatı demektir. (Allah'ın sözü, Allah'ın güvencesi de, -Allah'ın ömrü gibi- yemindir.) Zira söz yemin demektir. Cenâb-ı Hak (Azze ve Celle) : Allah'a verdiğiniz sözü yerine getirin- ([7]) buyurmuştur. Güven­ce de sözdür.

(«Bana nezir olsun bu şey böyledir» sözü de yemindir.) Zira Pey­gamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) :

«Kim ki bir nezri yapar da, nezr ettiği şeyi açıklamazsa ona yemin kefareti lazım gelir» ([8]) buyurmuştur.

(«Eğer falan şeyi yaparsam yahudi», «Hristiyan», yahut «gâvur olayım» sözü de yemindir.) Zira bunu söyliyen kimse hristiyan ol­maya razı olmadığına göre, -falan şeyi kendime haram kıldım» de­miş gibi olur. «Falan şeyi kendime haram kıldım» sözü ise yemindir. Eğer kişi yapmış olduğu bir şey hakkında «falan şeyi yapmış isem yahudi olayım» derse, yemin-i gamus olur. Fakat «eğer falan şeyi yaparsam hristiyan olayım» deyimine kıyâsen dinden çıkmış ol­maz. Kimisi: «olur. Çünkü o işi yaptığı halde «eğer yapmış isem ya-hudî olayım» dediği için, sanki: «ben yahudiyim» demiş gibi olur» demiştir. Fakat doğrusu şudur ki: Eğer kişi bu deyimin yemin oldu­ğunu biliyorsa, heriki surette de dinden çıkmaz. Yok eğer yemin ile dinden çıktığına inanıyorsa, o zaman -dinden çıkmaya razı ol­duğu için- her iki surette de dinden çıkar.

(«Eğer şu işi yapmış isem Allah'ın gazabı üzerime olsun- sözü İse yemin değildir.) Zira bu söz yemin anlammda kullanılmadığı gi­bi bir ileniştir. İlenişler ise şarta bağlanamaz. (Eğer bu işi yapmış isem zina işlemiş», «İçki içmiş- yahut «riha yemiş olayım» sözleri de yemin değildir.) Çünkü bu şeylerin hepsi bâzı hallerde caiz­dir. ([9]) Allah'ın ismine karşı saygısızlık ise hiçbir zaman caiz ola­maz. Kaldı ki bu sözler yeminde kullanılmazlar.[10]

 

Kefaret Hakkında Bir Fasıl

 

(Yemin kefareti, zıhar kefaretinde azatlanmasi emrolunan ev­safta bir köle azatlamaktır. Kişi isterse köle azatlamak yerine, on yoksulu ya -her birine, içinde namaz kılınabilecek kadar büyük bir giysi parçasını vermek suretiyle- giydirir, ya da -zıhar kefaretin­de olduğu gibi her birine ya yanm sa' buğday, ya bir sa1 arpa veya hurma vermek suretiyle yedirir.) Zira Cenâb-ı Hak (Azze ve Celle) :«Yeminin kefareti, çoluk çocuğunuza yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu yedirmek, yahut giydirmek, ya da bir köle azat etmek­tir. Bulamayan kimse ise üç gün oruç tutar, işte yemin ettiğiniz za­man yeminlerinizin kefareti budur. ([11]) buyurmuştur. Bu âyette geçen -yahut» kelimesi ise muhayyerliği ifâde eder. Bunun, için ki­şi bu üç şey arasında muhayyerdir. (Şayet kişi bu üç şeyden birine de gücü yetmezse, o zaman üç gün üst üste oruç tutar.) I m a m-ı Ş â f i i: âyet mutlak olduğu için kişi muhayyer olup isterse üst-üste," isterse değişik zamanlarda oruç tutar- demiştir. Biz ise, Ab­dullah   İbn-i   Mesud    (Radıyallâhü anh) :«Üç gün üst üste oruç tutar» şek­si  Ündeki kiraetine dayanıyoruz. Zira bu kiraet meşhur olduğu için o da meşhur olan hadis hükmündedir.

Sonra, metinde geçen, giysi parçasının en az, içinde namaz kı­lınabilecek kadar büyük olması, İmam Muhammed' den rivayet olunmuştur. İmam Ebû Hanife ile İmam Ebü Yûsuf ise: -Her bir yoksula verilecek giysi parçasının en az, bütün vücudunu örtecek kadar büyük olması gerekir. Hattâ eğer yoksula yalnız kilot verirse kâfi gelmez.- demişlerdir, ki doğ­rusu da budur. Zira yalnız üzerinde kilot bulunan kimseye –örfen- çıplak denilir. Ancak bütün vücudu örtemiyen giysi parçası eğer yanm sa1 buğday veya bir sa' arpa veya hurma değerinde olursa -gi­yecek olarak verilemiyorsa da- yiyecek bedeli olarak verilebilir.

[Yemini  bozmadan   yemin   kefaretini   vermek   caiz   değildir.)

İmam-ı Şafii: «Kefaret oruç olmayıp mal olduğu zaman caizdir. Çünkü kefareti gerektiren sebep yemindir. Yemin ise kefa­ret ödenmezden önce edilmiştir. Bunun için, yemin kefareti de yan­lış öldürme kefareti gibi olup yanlış öldürme kefareti nasıl, adam ya­ralandıktan sonra ve daha ölmemişken verilebiliyorsa, bu da öyle­dir» demiştir. Biz diyoruz ki: kefaret işlenmiş olan günahı silmek içindir. Ye­min içen kimse ise, yeminini bozmadan günah işlemiş olmaz. Kefa­reti gerektiren şey yeminin kendisi değil, yeminin bozulmasıdır. Yan­lış öldürmede ise, yaralanma ölüme sebeptir. Bunun için ikisi ara­sında fark vardır. (Bununla beraber eğer feişi yeminini bozmadan yemin kefaretini verirse) verdiği kefaret sadaka olduğu için (onu geri alamaz.)

(Eğer bir kimse: -namaz kılmayacağım», yahut «falanca ile ko­nuşmayacağım» yahut -falan adamı öldüreceğim» gibi günah olan bir işi yapmak için yemin ederse, bu kimseye yemini bozup kefaret vermesi gerekir.) Zira Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve'-s-selâm) : -Kim ki bir şey için yemin ettikten sonra o şeyin aksini yapmayı daha iyi görürse, daha iyi olan şeyi yapsın da, yemininden dolayı

kefaret versin.» ([12]) buyurmuştur. Hem de eğer yemini bozmayıp günah olan şeyi yaparsa telâfisi mümkün olamaz. Yemini bozma­nın telâfisi ise, kefaret vermekle mümkündür.

(Eğer müslüman olmayan kimse yemin eder ve ondan sonra -daha müslüman değilken veyahut müslüman olduktan sonra- yeminini bozarsa, ona kefaret lâzım gelmez.) Çünkü müslüman olma­yan kimse yemine ehil değildir. Zira yemin Allah'ın ismine gösteri­len bir saygıdUr. Müslüman olmayan kimse ise, ne Allah'a gerekti­ği kadar saygı gösterir ve ne de -kefaret bir ibâdet olduğu için- kefarete ehildir.

(Eğer bir kimse kendi malı olan bir şeyi kendine haram kılar­sa, o şey ona haram olmaz. Ancak o şeyi kullandığı zaman ona ke­faret lâzım gelir.) İmam-ı Şafii: -ona kefaret de lâzım gelmez. Çünkü helâl olan bir şeyi haram kılmak, şeriatın bir hük­münü değiştirmek olduğu için, meşru bir tasarruf olan yemin onun­la münakid olmaz» demiştir. Biz diyoruz ki: kişi: -falan şey benim için haramdır» dediği zaman o şeyin ona haram olduğunu ifâde eder. Bu da -şeriatın hükmünü değiştirmek olduğu için- mümkün olmadığına göre bun­dan maksad yemindir.

(Eğer bir kimse : «bana helâl olan her şey haram olsun» der­se, onun bu sözü -eğer onunla başka şeyleri kasd etmezse- yal­nız yiyecek ve içecekler hakkında olur.) İmam Züfer: -bu kimse, yeminini bitirir bitirmez, yeminini bozmuş olur.» demiştir, ki kıyas da bunu gerektirir. Zira bu kimse -hiç değilse- nefes alıp verir. Oysa nefes alıp verme de ona helâl olan şeylerdendir. Istihsanın dayanağı da şudur: eğer bu kimsenin sözü genel mâ­nâda kalırsa yeminini bozamaması hiçbir zaman mümkün olamaz. Bunun için onun bu sözü genel mânâda değildir ve genel mânâda olmayınca da örfen ondan yalnız yiyecek ve içecekler anlaşılır. Ki­şinin bu sözü genel mânâda olmadığı için -eğer niyet olmazsa- kadına da şâmil olmaz. Ancak eğer bu sözü ile kadmı da kasd eder­se, o zaman bu söz aynca ila olur. Yani dört ay içinde eğer kadı­na yaklaşmazsa kadın kendisinden boşanmış olur. Bu da zahir olan rivayete göredir.

Bizim Mavera ün-Nehir uleması ise: «Bu söz ila olmayıp sarih talâktır. Yâni niyet olmasa da bu söz ile boşanma vâki olur» de­mişlerdir, ki fetva da buna göredir.

(Eğer bir kimse bir şeyi şartsız olarak adarsa, adadığı şeyi ye­rine getirmesi gerekir.) Zira Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)«Kim ki bir şeyi adarsa, adadığı şeyi yerine getirmesi gerekir» ([13]) buyurmuştur. (Eğer bir kimse şartlı olarak bir şeyi adar ve koştu­ğu şart yerine gelirse, adadığı şeyi yerine getirmesi gerekir.) Zira yukarıda geçen hadis mutlak olduğu gibi, şarta bağlanan şey, bağ­landığı şart yerine geldiği zaman şartsız olarak adanmış gibi olur.

(Rivayet olunmaktadır ki îmam Ebû Hanife bu görüşünden dö­nerek j «eğer bir kimse: -şu işi yaparsam bana hacca gitmek» ya­hut -bir yıl oruç tutmak lâzım gelsin» yahut «ne kadar malım var­sa hepsi sadaka olsun» diye söylerse, ona bir yeminin kefaretini vermek kâfidir» demiştir, ki İmam Muhammed de buna kaildir.) Şa­yet yeminin kefaretini vermeyip de adadığı şeyi yaparsa, yine de yü­kümlülükten kurtulmuş olur. Bu da eğer koştuğu şart, olmasını is­temediği bir şey ise böyledir. Çünkü o zaman yemin mânâsında olur. Yemin de men' içindir. Fakat görünüşte adak olduğu için kişi bir yemin kefaretini vermek ile, adadığı şeyi yapmak arasında muhay­yer olur. Fakat eğer koştuğu şart -benim hastam iyileşirse şu ka­dar gün oruç tutacağım» cümlesinde olduğu gibi- olmasını arzu­ladığı bir şey olursa öyle değildir. Çünkü bunda yemin mânâsı yok­tur. Bu, tamamen adak olduğu için adanan şeyi yerine getirmek ge­rekir.

(Eğer bir kimse herhangi bir şey için yemin ettikten sonra he­men ardından «Allah dilerse» şartını getirirse, o kimseye yemin çt-tiği şey lâzım gelmez.) Zira Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) :

«Kim ki herhangi bir şey için yemin ederken «Allah dilerse» dese yemin etmemiş gibi olur» buyurmuştur. Ancak şu var ki «Allah di­lerse» şartını hemen yerine bitişik olarak söylemek lâzımdır. Çünkü yemin bittikten sonra söylemek yeminden dönüş olur. Yeminden ise dönüş olamaz.[14]

 

Girmek Ve Kalmak Fiilleri Hakkında Yemin

 

(Eğer bir kimse: «hiçbir eve girmiyeceğim» diye yemin ettikten sonra Kâ'be'ye, yahut camiye, ya da kilise veya havraya girerse, ona kefaret lâzım gelmez.) Zira ev: içinde bannmak için yapılmış bina demektir. Bu yerler ise bannmak için yapılmamışlardır.

(Bu yemini yapan kimse, herhangi bir evin girişine veyahut ka­pısının önündeki gölgeliğe de girdiği zaman, ona kefaret lâzım gel­mez.) Çünkü evin girişi ile evin kapısı önündeki gölgeliğe ev den­mez. Kimisi: -eğer girişin tavanı bulunuyor ve kapısı kapandığı za­man içindeki kimse içerde kalıyorsa, on?, giren kimseye kefaret lâ­zım gelir. Çünkü böyle bir yerde baıinılabilir» demiştir.

(Evin antre veyahut avlusuna giren kimseye de kefaret lâzım gelir.) Zirâ yılın bâzı vakitlerinde antre ve avlularda oturulduğu için buralar evden sayılırlar. Kimisi: «eğer antre veyahut avlunun dört yanında duvar bulunuyorsa böyledir, bulunmuyorsa değildir» demiş ise de, doğrusu şudur ki hüküm mutlaktır.

(Eğer bir kimse: «hiçbir binaya girmiyeceğim» diye yemin et­tikten sonra yıkık bir binaya girerse, ona kefaret lâzım gelmez. Eğer: «şu binaya girmiyeceğim» diye yemin eder ve bina yıkılıp düz bir yer durumuna geldikten sonra binanın arsasına girerse, ona kefa­ret lâzım gelir.) Çünkü yemin ederken «şu binaya» dediği için bi­nanın yeri de binanın içine girmiştir. Aynı sebepten dolayı (eğer: «şu eve girmiyeceğim" diye yemin eder ve ev yıkılıp yeniden yapıl­dıktan sonra eve girerse, ona kefaret lâzım gelir. Eğer ev cami, ha­mam, park veyahut okul gibi umuma âit bir bina haline geldikten sonra oraya girerse, ona kefaret lâzım  gelmez.) Çünkü artık ona ev denilmez. Hattâ aynı sebepten dolayı, eğer cami, hamam veya ben­zeri olan şey yıkılıp düz bir yer durumuna da gelse, yine ona gir­mesi halinde o kimseye kefaret lâzım gelmez. (Eğer ev yıkılıp onun yerine bir başka ev yapılırsa ve adam o yeni eve girerse ona kefa­ret lâzım gelmez.), Çünkü bu durumda kişi yemin ettiği eve girmiş olmuyor.

(Eğer s «Şu eve girmiyeceğim- diye yemin ettikten sonra evin damına çıkıp oturursa ona kefaret lâzım gelir.) Çünkü evin damı evden sayılır. Nitekim caminin damı camiden sayıldığı içindir ki i'ti-kâfta olan kimse, eğer caminin damına çıksa i'tikafı bozulmaz. Fa­kat kimisi: «evin damına çıkıp oturmakla kefaret lâzım gelmez- de­miştir ve f akih   Ebû   el-Leys   de bunu benimsemiştir.

(Eğer eve girmiyeceğine yemin eden kimse evin kapısı içinde du­rur ve fakat kapı kapandığı zaman kendisi dışarda kalırsa, ona ke­faret lâzım gelmez.) Çünkü kapı, evi ve evin içindeki eşyayı koru­mak içindir. Bunun için kapının dışında kalan kısım evden sayıl­maz.

(Eğer kişi eve girmiyeceğine yemin ederken evin içinde ise, -şan çıkıp yeniden içeri girmedikçe ona kefaret lâzım gelmez.) Bu, bir istihsandır. Çünkü evin içinde kalmak eve girmek hükmünde ol­duğu için kıyas bu kimseye kefaret lâzım gelmesini gerektirir. İs-tihsanın dayanağı da şudur ki: girmek fiili, dışarıdan içeriye doğ­ru ayrılmak olduğu için devam etmiyen: bir fiildir.

(Eğer kişi, sırtında bulunan bir elbise için: «şu elbiseyi giymi-miyeceğim» diye yemin ettikten sonra hemen çıkarırsa ona kefaret lâzım gelmez.) Bir hayvana binmekte olan kimseye de, eğer: şu hay­vana binmiyeceğim» diye yemin ettikten sonra hemen inerse kefaret lâzım gelmez. Bir evde oturan kimseye de, eğer: «Şu evde oturma­yacağım- diye yemin ettikten sonra hemen taşınmaya başlarsa ke­faret lâzım gelmez, t m a m Züfcr: «Bu suretlerin hepsinde kefaret lâzım gelir. Çünkü kişi yemin ettikten sonra ne kadar çabuk da davransa, yemin ettiği zaman yapmayacağını söylediği şeyleri yap­mak halindedir» demiştir. Biz diyoruz ki: yemin, yerine getirilmesi için inikad etmiş olur. Bunun için yeminin yapıldığı zaman, yeminin hükmünden müstes­nadır.

(Eğer kişi yemin ettikten sonra eski halinde -bir saniye bile olsa- devam ederse ona kefaret lâzım gelir.) Çünkü bu fiillerin hep­si devam eden fiillerdir. Nitekim: «ben bir gün giydim», «bir gün bindim» yahut «bir gün durdum- denilebilir de «bir gün girdim- de­nilemez. Şayet kişi: «ben bu fiilleri yeniden işlemem» demek iste­dim, dese -bu mânâ da sözünün muhtemeli olduğu için- kabul olunur.

(Eğer bir kimse: «şu evde durmayacağım» diye yemin ettikten sonra kendisi evden -bir daha dönmemek kaydıyla- çıkar ve fa­kat eşyası ile çoluk çocuğunu evde bırakırsa, ona kefaret lâzım ge­lir.) Çünkü çıktığı evden ilgisini kesmedikçe evden çıkmış sayılmaz. Zira işi çarşı ve pazarlarda olan kimse, bütün gününü dışarda ge­çirdiği halde: «Ben falan evde otururum» der. Semt, sokak ve ma­halle de bu konuda ev gibidirler. Şehir ise ev gibi olmayıp: «ben şu şehirde durmayacağım.» diye yemin eden kimseye kefaret lâzım gelmemesi için yalnız kendisinin şehirden çıkması yeterlidir. Bu kim­senin, ev eşyasıyla çoluk çocuğunu da şehirden çıkarmasına -ge-

Ien bir rivayete göre İmam Ebü Yûsuf dışında- kimse gerek görmemiştir. Çünkü bir kimse, oturmakta olduğu şehirden çık­tıktan sonra ona artık o şehrin sakini denmez. Sahih olan görüşe göre köy de şehir gibidir.

Sonra  -imam Ebû Hanife'ye göre- kişinin, bü­tün eşyasını evden çıkarması gerekir. Hattâ eğer bir çivisi bile kal­sa ona kefaret lâzım gelir. Çünkü -yukarıda da söylediğimiz üze­re- kişi çıktığı evden tamamen ilgisini kesmedikçe çıkmış sayıl­maz, îmam Ebû Yûsuf ise: «eşyanın tamamını çıkar­mak bazen mümkün olmadığı için, çoğunu çıkarmak kâfidir de­miştir, tmam Muhammed de: «çıkarılması gerekli olan, kendisine gerekli olan eşyasıdır Gerekli olmayan eşyanın ise mes­kenle bir ilgisi yoktur» demiştir.

Ulemâ: «bu görüş daha uygundur ve halk için daha kolaydır» demişlerdir, Sonra, kişi eşyasını çıkardığı zaman bir başka eve ta­şıması gerekir. Eğer eşyasını sokakta istif eder veyahut camiye gö­türürse yine ona kefaret lâzım gelir, demişlerdir. Bunun delili hak­kında da –ziyada- şöyle denilmektedir: «Çünkü bir kimse, otur­duğu şehirden çoluk çocuğuyla birlikte çıktığı zaman, nasıl yeni bir yerde oturmaya karar vermedikçe -namaz hakkında- çıktığı şeh­rin sakinlerinden sayılıyorsa, bu da öyledir.»[15]

 

Çıkmak, Gelmek, Binmek Ve B. Fiiller Hakkında Yemin

 

(Eğer bir kimse: «camiden çıkmayacağım- diye yemin ettikten sonra başkasına emredip de, o başkası onu «nrtına alarak camiden çıkarırsa, o kimseye kefaret lâzım gelir.) Çünkü kişinin herhangi bir işi kendisinin bizzat yapmasıyla başkasına yaptırması arasında fark yoktur. Bunun için bu kimse sanki bir hayvanın sırtına bine­rek camiden çıkmıştır. (Eğer bir başkası onu zorla çıkarırsa, ona o zaman kefaret lâzım gelmez.) Çünkü bu durumda çıkması, onun isteği dışında olmuştur. (Eğer başkası onu. emriyle değil, fakat iste­ğiyle sırtına alıp çıkarırsa) sahih olan rivayete göre yine (ona ke­faret lâzım gelmez,) Zira çıkarılması kendisinin emriyle olmadığı için kendisi çıkmış sayılmaz.

(Eğer bir kimse: «cenazeden başka herhangi bir iş için evden çıkmayacağım» diye yemin ettikten sonra cenazeye çıkar ve bu ara­da bir başka işini de görürse, ona kefaret lâzım gelmez.) Zira kişi

cenaze için çıkmış ve ancak çıktıktan sonra başka işini görmüştür. Bunun İçin ona «başka bir iş için çıkmış» denilmez.

(Eğer kişiı «ben Mekke'ye gitmek için yola çıkmayacağım» di­ye yemin ettikten sonra Mekke'ye gitmek için yola çıkar ve fakat Mekke'ye varmadan yan yoldan dönerse ona kefaret lâzım gelir.) Çünkü her ne kadar M e k k e' ye varmadan geri dönmüş ise de, M e k k e' ye gitmek için yola çıkmayacağına yemin ettiği halde yemininde durmamışdır. (Fakat eğer yemini «Mekke'ye gitmiyece-ğim- şeklinde olursa o zaman Mekke'ye girmedikçe ona keffâret lâ­zım gelmez.);

(Eğer bir kimse: «Ben Basra'ya gideceğim» diye yemin ettiği halde ölünceye kadar Basra'ya gitmezse, gözlerini hayata yumduğu anda ona keffâret lâzım gelir.) Çünkü sağ bulunduğu sürenin her anında yeminini yerine getirebilirdi.

(Eğer kişi: «Gidebilirsem yarın gideceğim» dîye yemin ederse, onun bu yemini «Eğer bir engel çıkmazsa» mânâsındadır. el-Camius-Sağiyr bunu «eğer hastalanmadığı, hükümet tarafından men'edilme-diği ve kendisini gitmekten alıkoyan bir durum ortaya çıkmadığı halde gitmezse ona keffâret lâzım gelir» şeklinde yorumlamıştır. Şa­yet kendisi: «Ben bu sözümle «Allah izin verirse» diye kasdettîm» dese, inancı ile başbaşa bırakılır.) Çünkü herhangL bir şeyi yapa­bilmenin, gerçek mânâsı, Allah'ın, o işi yapana başarı vermesi de­mek ise de, örfen o işi yapabilme imkânına sahip olmak mânâsında kullanılır. Bunun için ondan daima bu "mânâ anlaşılır. Bununla be­raber eğer onunla birinci mânâ da kasdedilirse, kelimenin hakikî mânâsı kasdedilmiş olduğu için —diyâneten— caizdir. Hattâ kimi­si : «Yalnız diyâneten değil, hükmen de caizdir» demiştir. Fakat ki­misi: «Hükmen caiz değildir. Çünkü zahire aykırıdır» demiştir.

(Eğer bir kimse, karısına: «Benim iznim olmadıkça evden çık­mayacaksın» diye yemin ettikten sonra, kadın bir kez ondan izin alarak, bir kez de izinsiz olarak çıkarsa -her defasında ondan izin alması gerektiği için- o kimseye kefaret lâzım gelir.) Çünkü kişi «iznim olmadıkça» dediği için kadına izinsiz olarak çıkmayı yasak­lamıştır. Bununla beraber eğer: «bir kere ben sana izin verdikten sonra artık her zaman gidebilirsin, demek istedim» derse, hükmen değil, fakat diyâneten kabul olunur. Çünkü onun sözü her ne ka­dar zahire aykırı ise de bu mânâyı da taşır. (Eğer kişi kadına: «meğer ki ben sana izin vereyim» der ve ka­dın da bir kere İzin alarak, bir kere de İzin almadan çıkarsa, kişiye kefaret lâzım gelmez.) Zira -meğer ki ben sana izin vereyim» deyimi -ben sana izin verinceye kadar» demektir. (Eğer kadın evden çıkmak isterken kocası ona s -çıkarsan ben­den boşsun» der ve bunun üzerine kadın yerinde oturup bir mik­tar durduktan sonra kalkıp çıkarsa, boşanmış olmaz.) Zira kocası­nın bu yemini –örfen- onu o anda çıkmaktan alıkoymak içindir. Yeminler de örfe dayanırlar.

(Eğer bir kimse bir başkasına: «otur yemek ye, ondan sonra git» der ve o başkası da -eğer yersem kanm boş olsun» dedikten sonra gidip kendi evinde yemek yerse, karısı boşanmaz.) Zira «eğer yersem- sözü, örfen «eğer senin yemeğini yersem» mânâsındadır. Fakat eğer -bugün yemek yersem kanm boş olsun» derse, öyle de­ğildir. Çünkü -bugün» kaydı, örfen bu mânâyı vermeye mânidir.[16]

 

Yemek Ve İçmek Fiilleri Hakkında Yemin

 

(Eğer bir kimse: -şu ağaçtan yemiyeceğim» diye yemin ederse, onun yemini ağacın meyvesi hakkında olur.) Zira ağacın kendisi yi-yilemediği için yemek fiili ağaçtan çıkan şeye verilir, ki o da mey-vesidir. Çünkü ağaç meyveye sebep olduğu için mecazen meyve ye­rine ağaç kullanılabilir. Ancak kişiye kefaret lâzım gelmesi için, mey­veyi hali tabiisinde iken yemesi gerekir. Üzümden yapılan bira, sir­ke veya pekmez gibi şeyleri yemekten dolayı kefaret lâzım gelmez.

(Eğer bir kimse! -şu koruktan yemiyeceğim- diye yemin eder ve koruk olgunlaşıp üzüm haline geldikten sonra yerse, ona kefaret lâ­zım gelmez. Bunun gibi eğer: -şu üzümden» veyahut -şu sütten ye­miyeceğim- diye yemin eder ve üzüm kurutulduktan, yahut süt, yo­ğurt veya ayran yapıldıktan sonra yerse, ona kefaret lâzım gelmez.) Zira olabilir ki koruk ekşi olduğu, üzüm yaş olduğu ve süt tatlım­sı olduğu için bunları yememeye yemin etmiştir. Bunun için bu şey­lerden bu vasıflar kalkınca yeminin hükmü kalkar. Fakat eğer: «ben bu çocuk veya delikanlı ile konuşmayacağım» diye yemin eder ve çocuk veya delikanlı ihtiyarladıktan sonra onunla konuşursa ona ke­faret lâzım gelir. Çünkü müslüman kimse ile -hangi yaşta olursa olsun- konuşmamak günah olduğu için onunla konuşmamaya ye­min etmenin meşru bir nedeni yoktur.

(Eğer bir kimse:-şu  kuzunun  etini  yemiyeceğim»  diye  ye­min ederse, kuzu koç olduktan sonra dahi yemesi halinde ona kefaret lâzım gelir.) Çünkü genç hayvanın etini yemiyen kimse kart etleri evleviyetie yemez. Bunun için hayvanda gençlik vasfı, hayva­nın etini yememeye yemin etmek için sebep olamaz. Bu itibarla bu kimsenin yemini hayvanın kuzuluk vasfı için değildir.

(Eğer bir kimse: «koruk yemiyeceğim» diye yemin ederse, ko­ruk üzüm olduktan sonra yemesi halinde ona kefaret lâzım gelmez.) Çünkü üzüm ile koruk ayrı ayn şeylerdir.

(Eğer bir kimse  -üzüm satın almayacağım» diye yemin ettiği halde içinde üzüm taneleri bulunan bir koruk salkımını alırsa ona kefaret lâzım gelmez.) Zira salkımın hepsini birlikte satın aldığı için, içinde bulunan üzüm taneleri de salkıma tâbidir. (Fakat eğer: «üzüm yemiyeceğim» diye yemin ettiği halde, içinde üzüm taneleri bulunan bir koruk salkımım yerse, ona kefaret lâzım gelir.) Çünkü salkımın taneleri teker teker yiyildiği için, içinde bulunan üzüm taneleri ay­rı olarak yiyilmiş olur. Bunun için bu kimse de: «arpa satın alma­yacağım» veyahut -yemiyeceğim» diye yemin ettiği halde, içinde ar­pa taneleri bulunan bir ölçek buğday satın alan veyahut yiyen kim­se gibidir. Bu kimseye nasıl birinci surette kefaret lâzım gelmiyor da, ikinci surette lâzım geliyorsa, bu da öyledir. (Eğer bir kimse «et yemiyeceğim» diye yemin ettiği halde ba­lık etini yerse, ona kefaret lâzım gelmez.) Kıyas ise, bu kimseye ke­faret lâzım gelmesini gerektirir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de balık eti­ne de et denilmiştir. Istihsamn dayanağı da şudur: balık etine me­cazen et denilir. Zira et kandan oluşur. Balık ise, suda yaşadığı için onda kan yoktur. (Eğer bu kimse domuz veya insan etini yese, ona kefaret lâzım gelir.) Zira domuzun da insanın da eti haram ise de, ettir. Haram hakkında ise yemin münakid olur. (Eğer bu kimse ci­ğer veyahut işkembe de yese, yine ona kefaret lâzım gelir.) Zira ciğer <le, işkembe de, kandan oluşduklan ve et olarak yiyildikleri için gerçekte ettirler. Kimisi ise: -ciğer ve işkembeye Örfen et de-nümediği için onlan yemekten ötürü, kefaret lâzım gelmez» de­miştir.

(Eğer bir kimse ı -iç yağı almayacağım» veyahut -yemiyeceğim» diye yemin ederse-İmam Ebû Hanife'ye göre- bu kimseye ancak kann yağını satın aldığı veyahut yediği zaman kefaret lâzım gelir. Diğer iki İmam ise: «Sırt yağında da») iç yağı özelliği bulunduğu için onu da yemekten (kefaret lâzım gelir» demişlerdir.) î m a m Ebû Hanife de: «sırt yağı gerçekte ettir. Çünkü kandan olu­şur, et olarak kullanılır ve etin verdiği kuvvet onda da bulunur. Bunun içindir ki, et yemiyeceğine yemin eden kimseye, onu yemesi ha­linde kefaret lâzım gelir ve iç yağı satmayacağına yemin eden kim­seye, onu satması halinde kefaret lâzım gelmez» demiştir.

(Eğer bir kimse: -ben et- veyahut -iç yağı satın almam» veya «yemem» diye yemin ettikten sonra kuyruk satın alır veyahut yer­se, ona' kefaret lâzım gelmez.) Zira kuyruk üçüncü bir çeşit olup ne et ve ne de iç yağıdır.

(Eğer bir kimse: «ben bu buğdaydan yemem» diye yemin eder­se, buğdayı dişleriyle kırmadıkça ona kefaret lâzım gelmez. Eğer bu kimse o buğdaydan yapılmış ekmeği de yese -İmam Ebû Hanife'ye göre- ona kefaret lâzım gelmez. Diğer iki İmam: -lâzım gelir» de­mişlerdir.) Çünkü -bu buğdaydan yemem» sözünden örfen «bu buğ­dayın ekmeğini yemem» mânâsı da anlaşılır. îmam Ebû Ha­fi, i î e ise: «buğday kelimesinin kullanılmakta olan hakiki mânâ­sı tane olan buğdaydır. Zira buğday nasıl ekmek yapıldıktan sonra yiyiliyorsa, tane olarak da bazen haşlanarak, bazen kavrularak yi-yilir. Bunun için buğday kelimesinden örfen bu mânâ anlaşılır- de­miştir. Sahih olan rivayete göre iki imam, kişinin, buğdayı tane ola­rak yemesi halinde ona kefaret lâzım geldiğine kaildirler. Çünkü buğday mecazen bu1 mânâların hepsinde müstameldir. Nasıl ki bir kimse: «Falan eve ayak basmam» diye yemin ettiği zaman meca­zen «hiç bir zaman o eve girmem» mânâsını kasd etmiş olur.

(Eğer kişij -ben bu undan yemiyeceğim» diye yemin ettikten sonra o undan yapılmış ekmeği yerse ona kefaret lâzım gelir.) Zira un, un olarak yiyümediği için un kelimesi kullanıldığı zaman me­cazen undan yapılan şey kasd olunur. Bunun içindir ki (eğer kişi unu susuz olarak yutarsa) sahih olan görüşe göre (ona kefaret lâ­zım gelmez.) Çünkü undan mecazi mânânın murad olması kesindir.

(Eğer bir kimse -. «ekmek yemiyeceğim» diye yemin ederse, sa­kini bulunduğu şehir halkı ekmek olarak neyi kullanıyorsa, yemi­ni o ekmek hakkında olur) ki o da buğday ve arpa ekmeğidir. Zi­ra dünyanın çoğunda bu iki tahıldan ekmek yapılır. (Eğer o kimse kadayıf ekmeğinden yese, ona kefaret lâzım gelmez.) Çünkü kada­yıfa ekmek denilmez. Meğer ki kadayıfı kasdetmiş olsun. Zira ada­mın sözü bu mânâyı da taşır. (Eğer bu kimse Irak'da pirinç ekme­ğini yese ona da kefaret lâzım gelmez.) Çünkü Irak'da pirinç ekmeği âdet değildir. Fakat eğer o kimse Taberistan ve­yahut yediklerinin çoğu pirinç ekmeği olan bir yerde olursa, ona kefaret lâzım gelir.

(Eğer bir kimse: «ben kebap yemiyeceğim" diye yemin ederse, yemini yalnız et kebapı hakkında olup patlıcan vb. şeylere şâmil de­ğildir.) Çünkü mutlak kebap dendiği zaman ondan yalnız et ke­babı anlaşılır. Ancak eğer kebap edilmesi âdet olan başka şeyleri de kasd ederse, o zaman o şeylerin kebabını da yemekten dolayı kendisine kefaret lâzım gelir. Çünkü kebap kelimesinin sözcük an­lamı onlara da şâmildir.

(Eğer bir kimse: «ben haşlama yemiyeceğim» diye yemin eder­se, yemini yalnız et haşlaması hakkında olur.) Bu, örfe bakılarak yapılan bir istihsandır. Çünkü haşlama kelimesini herşeye teşmil et­mek mümkün değildir. Bunun için halk arasında haşlama dendiği zaman ondan ne anlaşılıyorsa o olur, ki o da et haşlamasıdır. Me­ğer haşlamadan başka şeyleri de kasd ederse o zaman kasd ettiği şeylerin hepsine şâmil olur. Eğer bu kimse et suyunu da içerse ona kefaret lâzım gelir. Çünkü et suyunda hem haşlanmış et parçaları bulunur, hem de haşlama aynı zamanda et suyuna da denilir.

(Eğer bir kimse: -ben kelle yemiyeceğim» diye yemin ederse, yemini tandırlarda pişirilip şehirde satılan kelleler hakkındadır. El-cami-üs-Sağir'de -eğer kişi: -ben kelle yemiyeceğim» diye yemin ederse, yemin ettiği kelle -İmam Ebû Hanife'ye göre- sığır ve da­var kelleleridir. Diğer iki imam ise: -yalnız davar kelleleridir- de­miştir.) Bu ihtilâf zaman ve devirlerin ihtilâfıdır. Muhtasar'da ya­zılı olduğuna göre imam Ebû Hanife zamanında sığır­ların da. davarların da kellelerini pişirip satmak âdetti, iki îmam zamanında ise yalnız davar kelleleri kelle olarak satılırdı. Bizim za­manımızda ise, âdet ne ise ona göre fetva verilir.

(İmam Ebû Hanife'ye göre «meyve yemiyeceğim» diye yemin eden kimseye, üzüm, nar, hurma, acur veya salatalık yediği zaman kefaret lâzım gelmez. Eğer elma, kavun veya erik yerse ona kefa­ret lâzım gelir. Diğer iki imam ise: «üzüm, hurma veya nar da ye­diği zaman ona kefaret lâzım gelir- demişlerdir.) Bu ihtilâfın se­bebi şudur: yemekten önce veya sonra meyve olarak yiyilen herşe­ye meyve denir ve eğer bir şey meyve olarak yiyilmesi âdet ise, o şey ister kuru ister yaş olsun farketmez. Bu özellik ise, elma vb. şey­lerde mevcuttur. Bunun için kişi bunları yediği zaman ona kefaret îâzım gelir.

Acur ve salatalık gibi şeylerde ise bu Özellik yoktur. Çünkü bun­lar yeşilliklerdendir. Bunun için kişi bunları yediği zaman ona ke­faret lâzım gelmez. Üzüm, hurma ve nara gelince: iki imam: «bun-

larda meyvelik vasfı vardır. Hattâ bunlar meyvalann en üstünüdür­ler- demişlerdir, traam Ebü Hanife de: «Bunlar mey­veden, çok, besin olarak kullanılırlar. Bunun için bunlarda meyve­lik vasfı azdır- demiştir.

(Eğer bîr kimse -. -ben katık yemiyeceğim» diye" yemin ederse -İmam Ebû Hanife ile İmam Ebû Yûsuf'a göre- ancak tek başı­na yiyilmiyen şeyler katıktır. İmam Muhammed ise : -Çoğunlukla ek­mekle yiyilen her şey katıktır.» demiştir) ki İmam Ebü Yû­suf dan da bu yolda bir rivayet vardır. Zira katık, ekmeğe ka­tılan yiyecek demek olduğuna göre -et, yumurta vb. gibi- ekmek­le yiyilen herşey katıktır. İmam Ebû Hanife de: -ka­tık ana yemeğe tabaen yiyilen yiyecek olduğuna göre bu tabaiyet ya hakikidir, ki ana yemeğe karışmasıyla olur. Ya da hükmidir. O da tek başına yiyilememesidir. Sirke vb. şeyler sıvı oldukları için tek başına yiyilemeyip ancak içilirler. Tuz da yemekte eritilmek sure­tiyle yiyüir. Fakat et vb. şeyîer tek basma yiyilebildikleri için Öy­le değillerdir» demiştir. Üzüm ile kavun da -sahih olan görüşe gö­re- katık değillerdir.

(Eğer bir kimse: «kahvaaltı yapmayacağım- diye yemin ederse, kahvaaltı, güneşin doğuşundan öğleye kadar süren zamana mahsus yemektir. Akşam yemeği de öğleden gece yansına kadar süren za­man içinde yiyilen yemektir.) Çünkü günün öğleden sonraki kısmı­na akşam faslı denilir. Bunun içindir ki hadiste, öğle namazı akşa­mın iki namazmdan biri diye adlandırılmıştır. (Sahur da, gece ya-nsmdan tan yerinin ağarmasına kadar süren zaman içinde yiyilen yemektir.) Zira sahur seherden gelmedir. Seher de tan yerinin ağar­masına yakın olan zamana denir. Sonra -ister kahvaaltı, ister akşam yemeği olsun- ikisi de do­yuncaya kadar yiyilen yemeklerdir. Bunun için eğer kişi kahvaaltı yaparken veyahut akşam yemeğini yerken sofradan yarı tok kalkar­sa, tam anlamıyla kahvaaltı yapmış veyahut akşam yemeğini yemiş sayılmadığı için ona kefaret lâzım gelmez.

(Eğer bir kimse: -eğer yersem-, -içersem» yahut «giyersem be­nim kölem hür olsun- dedikten sonra: «benim maksadım, «şu ye­mek-, -şu içecek- veyahut «şu elbise değil idi de, şu idi» derse, ne hükmen ve ne de diyâneten kabul olunmaz.) Çünkü niyet ancak ta-lâffuz edilmiş şeylerde geçerli olur. Burada ise ne elbise, ne yemek ve ne de içecek telâffuz edilmemiştir. (Eğer kişi: -eğer ben elbise giyersem» yahut «yemek yersem»  ya da  «bir şey içersem şöyle olsun» derse, o zaman hükmen kabul olunmaz, fakat diyâneten kabul olunur.) Zira «eğer yemek yersem-, «elbise giyersem», «bir şey içer­sem» şartlan «yediğim yemek, giydiğim elbise» yahut «içtiğim şey ne olursa olsun- mânâsında olduğu için kişi kalbinde olan bir takım şeyleri istisna edebilir. Ancak bu istisna zahire aykın olduğu için hükmen kabul olunmaz.

(Eğer bir kimse: «ben Dicle nehrinden içmem» diye yemin et­tikten sonra Dicle nehrinden bir kab vasıtasıyla su içerse -İmam Ebû Hanife'ye göre- ona kefaret lâzım gelmez. Ancak eğer ağzım nehre dayayıp içerse o zaman lâzım gelir.)  Diğer iki İmam ise : «bir kap vasıtasıyla da içse, ona kefaret lâzım gelir. Zira : -ben Dicle neh­rinden su içmem» sözü, onda bir kayıt bulunmadığı için «ben Dicle nehrinden ne şekilde olursa olsun su içmem» mânâsında daha za­hirdir- demişlerdir. İmam Ebü Hanife de -ben Dicle nehrinden su içmem», sözü bizzat nehirden su içmem mânâsında-dır. Bunun içindir ki bizzat nehirden içtiği zaman –ittifakla-  ona kefaret lâzım gelir» demiştir.

(Eğer bir kimse: «ben Dicle'nin suyundan içmem- diye yemin ettikten sonra Dicle'den bir kap vasıtasıyla su içerse, ona kefaret lâ­zım gelir.) Çünkü herhangi bir kaynağın suyu -bir kaba dahi gir­se- aynı kaynağın suyudur. Bu kimse de: «ben Dicle'nin suyunu iç­mem- diye yemin etmiştir.

(Eğer bir kimse, boş bir destiyi göstererek: «eğer bugün şu tes­tide bulunan sudan içmezsem karım boş olsun- diye yemin ederse -İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed'e göre- karısı boşanmaz. Şayet testide su bulunsa bile, eğer daha akşam olmadan dökülürse yine karısı boşanmaz. İmam Ebû Yûsuf ise î «her iki surette de bo­şanma vâki olur- demiştir.) Yâni -testi ister boş olsun, ister boş olmayıp sonradan suyu dökülsün- her iki surette de adamın karı­sı güneşin batmasıyla boşanır. Yemin, talâk yemini olmayıp baya­ğı yemin de olsa, yine aynı ihtilâf câridir. İhtilâfın sebebi de şudur:

İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed'e göre eğer yemini yerine getirmek mümkün olmazsa yemin inikad etmez. Çünkü yeminin inikad etmesi, yerine getirilmesi içindir. Tes­tinin boş olması veyahut boş olmayıp da suyunun dökülmesi halin­de ise, yeminin yerine getirilmesi mümkün değildir. Bunun için bu yemin inikad etmez. İmam Ebû Yûsuf da: «Her ne ka­dar yemini yerine getirmek mümkün değilse de, yeminin hrflefi olan kefaret veya boşanma mümkün olduğu için lâzım gelir» demiştir.

(Eğer yemin mutlak olup onda «bugün» kaydı bulunmazsa, bi­rinci surette -İmam Ebü Hanife ile İmam Muhammed'e göre -ye­min lâzım gelmez. İmam Ebû Yûsuf'a göre derhal lazım gelir. İkin­ci surette ise her üç İmama göre de lâzım gelir.) İmam   Ebû Yûsuf mutlak yemin ile, içinde -bugün» kaydı bulunan ye­min arasında şu şekilde ayınm yapmıştır: kişi: -bugün dediği za­man «eğer akşama kadar yapmazsam şöyle olsun.» demek ister. Bu­nun için yemini ancak vaktin bitimi olan akşamın varmasıyla lâ­zım gelir Mutlak olan yeminde ise, kişi yeminini bitirir bitirmez ye­rine getirmesi gerekir. Oysa burada yeminini yerine getirmesi im­kânsızdır. Bunun için derhal lâzım gelir. İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed ise: -mutlak olan yeminde kişi yeminini bitirir bitirmez yerine ge­tirmesi gerekir. Oysa, içeceğine yemin ettiği su döküldüğü çin ar­tık yeminini yerine getirmesine imkân yoktur. Bunun için bu kim­se, destide su bulunup da içmeden öldüğü zaman nasıl yemini lâ­zım geliyorsa bu durumda da öyledir, «bugün» kaydı ile mukayyed bulunan yemine gelince : bu yemini vaktin sonunda yerine getirmek vâcib olur. Vaktin sonunda ise, destide su bulunmadığı için yemin -başta su bulunmadığı zaman nasıl münakid değilse- münakid de­ğildir» demişlerdir.

(Eğer bir kimse: -ben göklere yükseleceğim- yahut -şu taşı al­tına çevireceğim» diye yemin ederse, yemini münakid olur ve biter bitmez yeminin gereği lâzım gelir.) İmam Züfer: «yemini münakid olmaz. Çünkü yapacağına yemin ettiği şey âdeten imkân­sız olduğu için aklen de imkânsız imiş gibidir. Bunun için yemini münakid olmaz- demiştir.

Biz diyoruz ki: bu yemini yerine getirmek âdeten imkânsız ise de aklen imkânsız değildir. Nitekim melekler göklere yükselirler. Taşın altına dönüşmesi de, Allah'ın dilemesi halinde kaza aklen müm­kündür ve aklen mümkün olunca yemin münakid olur. Desti mese­lesi ise öyle değildir. Zira destide su yokken destinin suyunu içmek aklen de mümkün değildir. Bunun için yemin münakid olmaz.[17]

 

Konuşmak Fiili Hakkında Yemin

 

(Eğer bir kimse î -falan kişi ile konuşmayacağım» diye yemin ettikten sonra o kişi ile uykuda iken ve fakat sesini ona işitircesine konuşursa ona kefaret lâzam gelir.) Çünkü kişi uykuda olduğu için her ne kadar ne dediğini anlayamamış ise de sesini  işittiği için nihayet o da, kendisiyle konuşulurken dalgın olduğu için kendisi­ne ne söylendiğini anlayamayan kimse gibidir. Mebsut'un bâzı ri­vayetlerinde ise: -kendisine kefaret lâzım gelmesi için, kişi ile ko­nuşurken onu uyandırması gerekir» diye geçmektedir, ki ulemamı­zın çoğu bu görüştedirler. Zira eğer onunla konuşurken onu uyandır-mazsa ona, duyuramayacak kadar uzak olan bir yerden seslenmiş gibi olur.

(Eğer bir kimse: -ben falanca ile, kendisinin izni olmadıkça ko­nuşmayacağım» diye yemin ettikten sonra o kimse izin verir, ancak kendisi bu izni duymadan onunla konuşursa ona kefalet lâzım ge­lir.) Çünkü izin ezandan gelmedir. Ezan da duyuru demek olduğu için, kendisine izin verildiğini duymadan konuşmaması gerekir, îmam Ebû Yûsuf ise: -ona kefaret lâzım gelmez. Çün­kü herhangi bir iş için bir kimseye izin vermek, o kimseyi o işi yap­mada serbest kılmak demektir. Serbest kılmak ise -razı olmak gi­bi- izin verene aittir» demiştir.

Biz diyoruz ki: Razı olmak kalbin, izin ise dilin amellerinden olduğu için birbirlerine kıyaslanamazlar.

(Eğer bir kimse: -falanca ile bir ay konuşmayacağım» dîye ye­min ederse, onunla yemin ettiği günden itibaren bir aya kadar ko­nuşamaz.) Zira eğer -bir ay» demeseydi, sonsuzluğa dek onunla ko-nuşamaması lâzım gelecekti. Bunun için «bir ay» kaydı, bir aydan fazlasını hükümden çıkarmak içindir. Fakat eğer: «ben bir ay oruç tutacağım» diye yemin ederse öyle değildir. Çünkü «oruç tutacağım» cümlesinde «bir ay» kaydı bulunmasa da, sonsuzluğa dek oruç tut­ması gerekmez. Bu itibarla burada bu kayıt, tutmak istediği oruç miktarını belirtmek içindir. Bunun için ne zaman ve ne şekilde oruç tutmak isterse tutabilir.

(Eğer «konuşmayacağım» diye yemin eden bir kimse namazda Kur'an okusa, ona kefaret lâzım gelmez. Namaz dışında okusa lâ­zım gelir.) Teşbih çekmek, zikretmek ve tekbir getirmek de Kur'an okumak gibidir. Kıyas ise, bu kimseye, namazda dahi okusa kefaret lâzım gelmesini gerektirir, ki îmam-ı Şâfil buna kaildir. Zira okumak da gerçekte konuşmaktır. Biz diyoruz ki: namazda okumak ne örfen ve ne de şer'an ko­nuşmak değildir. Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm);

Bizim bu namazımızda, insanların birbirleriyle konuşması türün­den olan herhangi bir şey yakışmaz» ([18]) buyurmuştur. Hattâ kiT misi demiştir ki: namaz dışında bile okumak, kefaret gerektirmez. Zira okumaya, teşbih çekmeye, konuşmak denmez, okumak denir, teşbih çekmek denir.

(Eğer bir kimse: -falanca ile konuştuğum gün kanm benden boş olsun- diye yemin ederse, onun yemini gündüze de, geceye de şamildir.) Zira «gün» kelimesi devam eden. bir fiil ile beraber gel­diği zaman ondan mutlak vakit kasd olunur. Cenâb-ı Hak  (Azze ve Celle) :  «O gün arkasını düşmana dönen kimse...- ([19]) buyurmuştur. Konuşmak da devam etmeden bir fiil­dir. IŞâyet: «ben gün kelimesinden gündüz mânasını kasd ettim» dese, diyâneten olduğu gibi hükmen de kabul olunur.) Zira gün ke­limesi gündüz mânâsında da kullanılmaktadır, t m a m E b û Y ü s uf" dan: «hükmen kabul olunmaz.» Çünkü gün kelimesi­nin gündüz mânâsında kullanılması yaygın değildir» diye söyledi­ği de rivayet olunmaktadır. (Eğer: «falanca İle konuştuğum gece» dese, o zaman yemini yalnız geceye mahsus olur.) Zira gece kelime­si mutlak vakitte kullanılmayıp yalnız gündüzün karşıtı mânâsinda kullanılır. Nasıl ki, gündüz kelimesi de mutlak vakit demek ol­mayıp gecenin karşıtı olan vakit demektir.

(Eğer bir kimse i «falan kişi gelmeden» veyahut -izin vermeden falanca ile konuşursam, karım boş olsun» diye yemin eder ve de­diği kimse gelmeden veya izin vermeden falanca ile konuşursa, ye­minini bozmuş olur. Eğer o kimse geldikten veya izin verdikten son­ra konuşursa bir şey lâzım gelmez.) Çünkü «falan kişi gelmeden-veyâhut «izin vermeden- dediği için o falan kişinin gelmesi veya izin vermesi hâlinde yeminin hükmü ortadan kalkmış olur. (Eğer o kim­se gelmeden veya izin vermeden ölürse) artık gelmesi veyahut izin vermesi mümkün olmadığı için iyemin sakıt olur.) İmam E b û Yûsuf: «sakıt olmaz» demiştir. Çünkü ona göre imkân şart de­ğildir.

(Eğer bir kimse t «ben falan kişinin kahsı» veyahut «dostu ile konuşmayacağım» diye yemin eder ve o kişi karısından ayrıldıktan veyahut dostu ile arası bozulduktan sonra kansı veya dostu ile ko­nuşursa ona kefalet lâzım gelmez.) Zira -falan kişinin karısı» veya­hut «dostu ile konuşmayacağım» deyiminden, o kişinin karısı veya­hut dostu oldukları için onlarla konuşmamaya yemin ettiği anlaşı­lır. Kişinin kansı kendisinden ayrıldıktan veyahut dostu ile arası bozulduktan sonra ise, kansı veyahut dostu artık onun kansı ve­ya onun dostu değillerdir, ki onlarla konuşmakla yemin edene ke­faret lâzım gelsin. Ziyadat'ta ise «falancanın kansı» veyahut «dos­tu» deyimi, kadını veyahut kişiyi tanıtmak için olup yemin eden kimse, sanki: -ben şu kadınla» veyahut «şu adamla konuşmayaca­ğım» şeklinde yemin etmiştir. Bu şekilde yemin eden kimse ise -ka­dın kocasından, yahut dost dostundan aynlmış olsa bile- eğer on­larla konuşursa ona kefaret lâzım gelir» diye geçmektedir.

(Eğer bir kimse: «şu kefye sahibi İle konuşmayacağım» diye ye­min eder ve kefye sahibi kefyesini sattıktan sonra adam onunla ko­nuşursa ona kefaret lâzım gelir.) Çünkü «şu kefye sahibi- deyimi, adamı tanıtmaktan başka bir şey için değildir. Zira hiç kimseye, kefye sahibi olduğu için düşmanlık edilmez. Bunun için, yemin eden kimse sanki: «Ben bu adamla konuşmayacağım- şeklinde yemin et­miştir.

(Eğer bir kimse ı «ben bu delikanlı ile konuşmayacağım» diye yemin eder ve delikanlı yaşlandıktan sonra ancak yemin eden kim­se onunla konuşursa, ona kefaret lâzım gelir.) Zira -yukanda da geçtiği üzere-- delikanlılık vasfı, sahibi ile konuşmamak için yemin etmeye sebep olacak bir vasıf değildir. Bunun için bu vasıf lağıv olup adam sanki: -Ben bu adamla konuşmayacağım» şeklinde ye­min etmiştir. Bu şekilde yemin eden kimse ise, eğer konuşursa ko­nuştuğu kimse ister genç, ister ihtiyar olsun ona kefaret lâzım gelir.[20]

 

Bir Fasıl

 

(Eğer bir kimse t «Ben falanca ile bir zaman konuşmayacağım» diye yemin ederse, yemini altı ay için münakid olur.) Çünkü -bir zaman» deyiminden bazen kısa bir zaman, bazen kırk yıl, bazen de altı ay kasd edilir.

«İnsanoğlu varedilip bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz bir zaman geçmiştir.» ([21]) âyetinde geçen «Bir zaman» kelimesi müfessirler: «kırk yıldır demişlerdir.  "Her zaman veyve verir» ([22]) âyetinde geçen «zaman» kelimesi de altı ay demektir. Altı ay ise kıSa bir zaman ile kırk yıl süren zamanın ortası olduğu için buradaki «bir zaman» kelimesinden murad altı aydor. Zira kısa bir zaman için herhangi bir kimse ile konuşmamak zâten vâki olduğu için buna yemin etmeye gerek yoktur. Çok uzun za­man konuşmamak da, hiç konuşmamak mesabesinde olduğu için ki­şi onu da kasd etmez. Çünkü eğer uzun zamanı kasd ederse kayıt­sız olarak: «falanca ile konuşmayacağım» diye yemin eder. Bu da, eğer «bir zaman» kaydından herhangi bir mânâyı kasd etmezse böy­ledir. Bu kayıttan herhangi bir mânâ kasd edildiği zaman ise, ne kasd edilirse o olur.

(Eğer: «ben falanca ile bir kaç gün konuşmayacağım, diye ye­min ederse, bu yemin Üç gün içindir.) Çünkü «bir kaç gün» çoğul­dur. Çoğulun en azı da üçtür.[23]

 

Satmak - Satın Almak - Evlenmek V.B. Fiiller Hakkında Yemin

 

(Eğer bir kimse: «ben falan şeyi satmam» yahut «satın almam» veya «kiralamam» diye yemin ettikten sonra o şeyi satmak, yahut satın almak veya kiralamak için başkasını vekil kılarsa yeminini boz­muş olmaz.) Zira bu fiillerin akdi kimin tarafından yapılırsa o fii­li yapan odur. Bunun içindir ki akitten doğan bütün haklar, akdi yapana aittir ve bunun içindir ki, eğer yemin eden kimse başka­sına vekâleten de akdi yaparsa, yeminini bozmuş olur. Ancak eğer yemin ederken, kendisinin yapmayacağı gibi, başkasına da yaptır­mayacağım kasd ederse, yahut mevki sahibi bir kimse olup akitle­ri bizzat yapmak kendisine yakışmıyorsa, o zaman başkasına da yap­tırsa, yeminini bozmuş olur.

(Eğer «evlenmiyeceğim» yahut «karımı boşamayacağım» veya «kölemi azatlamayacağım» diye yemin eden bir kimse, bunları yap­mak için başkasını vekil kılarsa yeminini bozmuş olur.) Zira bu şey­leri yapmada vekil olan kimse, sadece aracıdır, sözcüdür. Bunun için­dir ki bunları yaparken kendi adına değil, kendisini vekil kılanın adma yapar ve bunun içindir ki akitten doğan bütün haklar ona değil, kendisini vekil lalana aittir. (Şayet: «kendi ağzımla yapmak istemedim» dese, diyâneten kabul olunur hükmen kabul olunmaz.)

(Eğer keçi veya koyununu kesmiyeceğine yemin eden bir kim­se, bunu başkasma yaptırırsa yeminini bozmuş olur.) Çünkü koyu­nun sahibi koyununu bizzat kesmeye yetkili olduğu gibi, bu yetki­yi başkasına da verebilir. Kaldı ki koyunu kesmenin yararı kendi­sine âit olduğu için, bunu başkasma yaptırdığı zaman da kendisi yapmış gibi olur. (Şayet ı «kendim bizzat kesmek istemediğim için yemin ettim» dese) yukarıda geçen boşama ve benzerleri meselesin­de hükmen kabul olunmuyorsa da, burada (hükmen de kabul olu­nur.) Çünkü bu iki mesele arasında şu bakımdan fark vardır: bo­şama nasıl ağızla yapılan bir şey ise, bunda başkasını vekil kılma da ağızla yapılan bir şeydir. Bunun için kişinin boşamada başka­sını vekil tutmasının bir mânâsı yoktur. Hayvan kesmek ise, elle ya­pılan bir iş olduğu için, koyunun sahibi söylemese de başkası onu kesebilir. Bu itibarla eğer sahibinin emriyle kesilirse mecazen «sa­hibi onu kesti» demek caizdir. Bunun için, sahibi: «ben bizzat kes­mek istemediğim için yemin ettim» dediği zaman hakikî mânâyı kasd etmiş olduğundan, hem diyâneten, hem hükmen kabul olunur. (Eğer çocuğunu dövmiyeceğine yemin eden bir kimse, onu baş­kasına dövdürürse yeminini bozmuş olmaz.) Zira kişi çocuğunu eğitmek ve okutmak İçin döver veya dövdürür. Bu yarar ise çocuğa ait olduğu için, kişi çocuğunu dövdürdüğü zaman -mecazen de ol­sa- kendisi onu dövmüş denilmez.   .

(Eğer bir kimse: «eğer atımı satmazsam karım boş olsua» di­ye yemin ettikten sonra atını başkasına hibe ederse, karısı boşan­mış olur.) Çünkü atı başkasına hibe ettiği için onu satması artık mümkün değildir. (Eğer bir kadın, kocasına; «benim üstüme evlenmişsin» der ve kocası i «ben kiminle evlenmiş isem benden üç talâk ile boş olsun» diye cevap verirse, kendisine bu yemini yaptırsa karısı boşanmış olur.) İmam Ebû Yûsuf dan ise: «kendisine bu yemi­ni yaptıran karısı boşanmaz. Çünkü kişi bu yemini, ona cevap olsun diye yapmıştır. Hem. de bu yemini, onu sevindirmek için yapmıştır. O ise, kendisinin değil, kumasının boşanmasıyla sevinir» diye söy­lediği rivayet olunmuştur. Zahir olan görüşün delili ise kişinin ye-minindeki itlaktır. Kaldı ki, eğer adamın maksadı onu sevindirmek olsaydı ona: «eğer senden başkasıyla evlenmiş isem benden boş ol­sun» diyecekti. Böyle demeyip de «ben kiimnle evlenmiş isem ben­den boş olsun- demesi -şeriatın helâl kıldığı bir şeye itiraz ettiği için-  onu tedirgin etmek maksadıyla söylediğini gösterir.

Şayet kişi: «benim maksadım o değil idi de, yeni evlendiğim kadın idi- dese -ammı tahsis kabilinden olduğu için- hükmen ka­bul olunmaz fakat diyâneten kabul olunur.[24]

 

Hac Namaz Ve Oruç Hakkında Yemin

 

(Eğer bir kimse, Kâ'be'nin içinde veyahut bir başka yerde :«Bey-tüllah'a» yahut «Ka'be'ye yaya gitmek boynumun borcu olsun- de­se, ona* yaya olarak hacca veya umreye gitmek vâcib olur. Bu kim­se, isterse binerek de gidebilir. Ancak o zaman kurban kesmesi lâ­zım gelir. Bu kimse, esasında ne vâcib ve ne de maksud olmayan bir ibâdeti adadığı için, kıyas ona bir şey lâzım gelmemesini gerek­tiriyorsa da, bizim bu görüşümüz hem H z. Ali (Radıyallâhü anhl'dan rivayet olunmuş, hem de bu deyim ile hac ve umrenin vâ­cib olduğu görüşü, bütün halk arasında yaygındır. Bunun için bu kimse sanki: «yaya olarak Beytüllah'ı ziyaret etmek boynumun bor­cu olsun» demiştir, ki biz bunu hac menasiki bahsinde de söyledik.

(Eğer bir kimse i «BeytüIIah'ın yoluna çıkmak boynumun borcu olsun» dese ona bir şey lâzım gelmez.) Zira hac veya umreyi bu de­yim ile adamak yaygın değildir.

(Eğer kişi: «yaya olarak hareme» yahut «Safa ile Merve'ye git­mek boynumun borcu olsun» dese) îmam Ebû Hanife'-ye göre (ona bir şey lâzım gelmez. İki İmam ise -. «yaya olarak ha-rem'e gitmek boynumun borcu olsun» demesi halinde ona bir hac veya umre lâzım gelir» demişlerdir) «yaya alarak Mescid-i Ha-ram'a gitmek boynumun borcu olsun» demesi nalinde de aynı ihti­lâf câridir, tki imam : «Çünkü Beytüllah, harem'in bir parçasıdır. Mescid-i haram dg öyledir. Bunun için harem veya Mescid-i Haram dendiği zaman, Beytüllah denmiş gibi olur. Safa ile Merve ise öyle değildir. Çünkü Safa ile Merve, Beytüllah'dan ayrı şeylerdir» demişlerdir, imam Ebû Hanif e ise: «her ne kadar Beytüllah, harem veya Mescid-i Haram'ın bir parçası ise de, harem veya Mescid-i Haram'ın Kabe mânâsında kullanıl­ması yaygın değildir, ki mecazen o mânâda kullanılsın- demiştir.

(Eğer bir kimse: «eğer bu sene hacca gitmezsem kölem azat olsun» diye yemin ettikten sonra: «ben hacca gittim» dese ve fakat iki şahit! «biz onu kurban bayramında Kûfe'de gördük» diye şahit­lik ederlerse -İmam Ebû Hanife ile İmam Ebû Yûsuf'a göre- kö­lesi azatlanmış olmaz. İmam Muhammed ise . «Azatlanır.l Çünkü iki şahit onu kurban bayramında K û f e' de gördüklerini söyle­mektedirler. Bu ise, hacca gitmemiş olması demektir» (demiştir.) îmam Ebü Hanife ile îmam Ebû Yûsuf ise: «Bu şahitlik nefye dâirdir. Çünkü bu şahitlikten gaye, adamın kur­ban bayramı K û f e' de geçirdiğim kanıtlamak değil, hacca git­mediğini söylemektir. Zira kölenin istediği, adamın kurban bayra­mını K û f e ' de geçirmiş olmasının kanıtlanması değil, hacca git­memiş olmasının kanıtlanmastdır. Bu itibarla şahitler sanki: «biz şa­hitlik ederiz ki bu adam bu sene hacca gitmemiştir» demişlerdir. Ancak şu var ki bu nefi, şahidin bilgisi altına giren bir nefidir. Ne var ki -şahidin bilgisi altına girsin girmesin- nefler arasında fark yoktur» demişlerdir.

{Eğer ı «oruç tutmayacağım» diye yemin eden bir kimse, oruca niyet getirip bir saat tuttuktan sonra orucunu bozarsa, ona kefaret lâzım gelir.) Zira bu kimse her ne kadar orucunu bozmuş ise de, oruca başladığı için oruç tutmuş sayılır. Çünkü oruç: ibâdet kas-dıyla, yiyip içmekten ve cinsel ilişkide bulunmaktan sakınmaktır. Bu kimse de -bir saat olsun- bunu yapmıştır.  (Eğer bir kimse: «birgün olsun oruç tutmayacağım» diye yemin ettikten sonra bir sa­at oruç tutar ve orucunu bozarsa ona kefaret lazım gelmez.) Çün­kü «birgün oruç» dendiği zaman ondan, geçerli ve şer'i olan oruç kasd edilir, ki o da akşama kadar devam eden oruçtur.

(Eğer: «namaz kılmayacağım- diye yemin eden bir kimse, na­maza başlayıp Fatihayı okuduktan ve rukûa vardıktan sonra nama­zını keserse ona kefaret lâzam gelmez. Eğer secde de yaptıktan son­ra keserse ona kefaret lâzım gelir.» Bu bir istihsandır. Kıyasa göre ise, nasıl oruca başlamasıyla ona kefaret lâzım geliyorsa, namaza da başlaması ile lâzım gelmesi gerekir.

Istihsanın dayanağı da şudur; Namaz çeşitli rükünlerden iba­ret olduğu için kişi bu rükünlerin hepsini yapmadıkça namaz kıl­mış olamaz. Oruç ise öyle değildir. Çünkü oruç tek bir rükündür. O da, ibâdet niyetiyle yiyip içmekten ve cinsel ilişkide bulunmak­tan sakınmaktır. Kişi -bunu yapınca, bir saat bile olsa- oruç tut­muş sayılır. (Fakat eğer bu kimse: -bir kez olsun namaz kılmayacağım» di­ye yemin ederse o zaman, iki rekât namaz kılmadıkça ona kefaret lâzım gelmez.) Zira, -namaz» dendiği zaman .ondan şer'an muteber olan namaz kasd olunur, ki bu namazın en azı olan iki rekâttır. Zi­ra kuyruksuz, yâni bir rekât namaz kılmaktan nehyedilmiştir.[25]

 

Giyinmek, Süs Takımlarını Takmak V.B. Fifcler Hakkında Yemin

 

(Eğer bir kimse, kansma: -eğer senin eğirdiğinden giyersem, giydiğim, hediy olsun- dedikten sonra pamuk satın alır ve aldığı pa­muğu, karısı tarafından eğirilip dokunduktan sonra giyerse -İmam Ebû Hanife'ye göre- hediy olur. Diğer iki İmam ise : -kadının eğir-diği pamuk, eğer kadım kocası yemin ederken ona mâlik değil idiy­se, hediy olmaz- demişlerdir.) Hediy: M e k k e' ye gönderileri kurbanlığın adı olduğu için burada M ek k e' de verilen sada­ka demektir, iki îmam: -çünkü adame ancak, eğer kişinin adadığı şey ya kendi malı olur, ya da -eğer malı değilse -eğer malım olursa sadaka olsun- şeklinde bir ifâde kullanırsa geçerli olur. Bu­rada ise kişi adamayı yaparken, karısının eğirdiği pamuk ne onun malı idi ve ne de eğer onu satın almamış olsaydı, ne karısının onu eğirmesiyle ve ne kendisinin onu giymesiyle onun malı olmazdı» de­mişlerdir.   İmam   Ebû   Hanife   de: «kadın genellikle kocasının pamuğundan eğirdiği için burada kişi kendi pamuğunu kasd etmiştir. Kişinin pamuğu ise, karısı tarafından eğirilse bile yine ken­disinin malıdır- demiştir.

(Eğer bir kimse: -ben hiç süs takımını takmayacağım» diye ye­min ettiği halde gümüş yüzük takarsa yeminini bozmuş olmaz.) Çün­kü gümüş yüzük ne örfen, ne de şer'an süs takımı değildir. Bunun içindir ki erkeklere caizdir. Gümüş yüzük ancak, mühür olarak kul­lanmak için takılır. (Eğer bu kimsenin taktığı yüzük altın olursa, yeminini bozmuş olur.) Zira altın yüzük süs takımıdır. Bunun için­dir ki erkeklere haramdır. (Eğer bu kimse kıymetli taşlar da işlen­memiş inci gerdanlığını takarsa  -İmam Ebû Hanife'ye göre- ye­minini bozmuş olmaz. İki İmam % «bozmuş olur.) Çünkü işlemesiz olan inci de gerçekte süs takımıdır. Nitekim Kur'an-i Kerîm'de de ([26]) ona süsü denilmiştir.» (demişlerdir.) îmam Ebû Ha­nife ise: -işlemesiz inci gerdanlığını takmak âdet değildir. Ye­minler de âdetlere dayanır» demiştir. Kimisi demiştir ki: bu ihtilâf zaman ve âdetlerin değişikliğinden ileri gelmektedir. îmam Ebû Hanife zamanında işlemesiz inci gerdanlığım takmak âdet de­ğil idi. îki îmam zamanında ise âdet idi. Bugün de işlemesiz inci­lerle süslenmek âdet olduğu için fetva iki imamın görüşüne göredir.

(Eğer bir döşek üzerinde yatmıyacağına yemin eden kimse, dö­şeğin üzerine çarşaf sererek üzerinde yatarsa, yeminini bozmuş olur.) Zira çarşaf döşeğe tâbi olduğu için adam döşeğin üzerinde yatmış sayılır. (Eğer döşek üzerine bir başka döşek serip serdiği döşek üze­rinde yatarsa, yeminini bozmuş olmaz.) Zira şeyin benzeri şeyin ta­bii olamaz. Bunun için birinci döşek üzerinde değil de, ikinci döşek üzerinde yatmış sayılır.

(Eğer yerde oturmayacağına yemin eden kimse, bir kilim veya hasır serip de üzerinde oturursa, yeminini bozmuş olmaz.) Zira bu kimseye bu durumda «yerde oturmuş» denmez. Fakat kişinin üze­rindeki elbise sergi gibi değildir. Çünkü elbise, sahibine tabi oldu­ğu için, kişi elbisesiyle yerde oturduğu zaman «elbisesi üzerinde otur­muş» denmez.

(Eğer bir taht üzerinde oturmayacağına yemin eden kimse, tah-tm üzerine bir döşek veya hasır serdikten sonra otursa, yeminini bozmuş olur.). Çünkü çıplak taht üzerinde oturmak âdet değildir.

Bunun için bu kimseye «taht üzerinde oturmamış» denmez. Fakat eğer taht üzerine bîr başka taht bırakıp üzerinde otursa öyle de­ğildir. Çünkü ikinci taht da birinci taht gibi olduğu için, bu kim­seye «birinci taht üzerinde oturmuş» denmez.[27]

 

Dövmek, Öldürmek V.B. Fiiller Hakkında Yemin

 

(Eğer bir kimse bir başkasına t «seni döversem kölem azat ol­sun- der ve o başkası öldükten sonra bu kimse onu döverse, köle­si azatlanmış olmaz.) Çünkü dövmek, vücudu incitmek için yapılan bir fiildir, ölmüş kimse ise acı duyamaz. Kabir azabını gören Ölü­ye ise -genel inanca göre- tekrar can girer. Giydirmek de döv­mek gibidir. Yâni eğer bir kimse bir başkasına: -seni giydirirsem kölem azat olsun» dese, yine hüküm böyledir. Zira giydirmek, giy­dirilen kimseye elbise vermek demektir. Nitekim yemin kefaretinde fakirleri giydirmek de bu mânânadır. ölmüş kimseye ise vermek ola­maz. Meğer ki kişi giydirmekten örtmeyi kasd etmiş olsun. Ancak o zaman kölesi azatlanmış olur. (Bir kimse ile konuşmak veyahut yanma girmek fiilleri de döv­mek gibidirler.) Zira konuşmaktan maksad, konuşulan kimseye bir şeyler anlatmak olduğu için, ölmüş kimse ile konuşulamaz. Bir kim­senin yanına girmek de ona uğramak demektir. Kişi Öldükten son­ra ise ona uğranmaz, kabri ziyaret edilir.

(Eğer bir başkasına: «seni yıkarsam kölem azatlarısın- diyen kimse, o başkasını -Öldükten sonra- yıkarsa kölesi azatlanmış olur.) Zira yıkamak su ile temizlemek olduğuna göre ölmüş kimse de yı­kanır.

(Eğer karısını dövmiyeceğine yemin eden kimse, karısının saçı­nı çeker, boğazını sıkar, yahut herhangi bir yerini ısınrsa, yemini­ni bozmuş olur.) Zira birini dövmek vücudunu incitmektir. Kadı­nın vücudu da eylemlerle de incinir. Kimisi demiştir ki: eğer kadın­la oynaşırken bu eylemleri yaparsa, yeminini bozmuş olmaz. Çün­kü o zaman buna dövmek değil, şakalaşmak denir.

(Eğer bir kimse, öldüğünü bildiği biri hakkında: «ben falanca­yı öldürmezsem kanm boş olsun» derse, karısı boşanmış olur.) Zira ölmüş kimseyi öldürmenin mümkün olmadığını bildiği halde: -Eğer öldürmezsem- dediği için sanki: «eğer şu ölüyü öldürmezsem karım boş olsun- demiştir. (Eğer bu sözü söylerken o kimsenin ölmüş olduğunu bilmezse), yukarıda geçen testi meselesine kıyâsen î m a m Ebû Hanife ile İmam Muhammed'e göre (kansı boşanmaz.)    îmam   Ebû   Yûsuf'a   göre boşanır.[28]

 

Borç Ödeme Hakkında Yemin

 

(Eğer bir kimse: «yakın bir zamanda borcumu ödeyeceğim» dî­ye yemin ederse söylediği yakın zaman bir aydan az bir zamandır. Eğer: «uzun zaman sonra» derse, uzun zaman bir aydan fazla olan zamandır.) Zira bir aydan az bir zaman, yakın, bir aydan fazla olan zaman da uzun sayılır. Bunun içindir ki, uzun zaman ortalıkta gö­rünmeyen kimseye; «bir aydar görünmüyorsun» denir.

(Eğer bir kimse: »falancaya olan borcumu bugün ödeyeceğim» diye yemin ettikten sonra o gün borcunu öder, ancak ödediği pa­radan bir kısmı kalp, yahut başkasına âit çıkarsa, ona kefaret lâ-zım gelmez.) Zira parada kalplık bir kusur ise de, kalp olan para yine paradır. Bunun için eğer alacaklı göz yumarak bu parayı on­dan kabul ederse kendisi o gün borcunu ödemiş ve dolayısıyla ye­mini yerine gelmiş olur. Paradan bir kısmının başkasına âit olması halinde de, teslim alınması sahih olduğu için, şayet geri de verilse yine yemin yerine gelmiş olur. (Eğer ödenen para tamamen sahte çıkarsa, o zaman kişiye kefaret lâzım gelir.) Zira sahte olan para para olmadığı için onunla görülen hiçbir işlem geçerli değildir. (Eğer ödiyeceğine yemin ettiği borcu karşılığında alacaklısına bir şey sa­tar ve alacaklısı da o şeyi teslim alırsa, yine yemini yerine gelmiş olur.) Zira kişi borcunun aynım Ödemese bile, eğer onun yerine bir başka şeyi ve fakat karşılıklı rızâ ile verirse, yine borcunu ödemiş olur, ki bu da yapılan satış akdiyle sağlanmıştır. Alacaklının o şe­yi teslim alması ise, her halde satış akdinin kesinlik kazanması için şart koşulmuştur. (Eğer alacaklı aynı günde ona alacağını bağışla-sa, adamın yemini yerine gelmiş sayılmaz.) Çünkü bu durumda ona «borcunu ödemiş- denmez.

(Eğer bir kimse: «ben alacağımı parça parça olarak almam» di­ye yemin ettikten sonra bir kısmını alırsa, hepsini almadıkça ona yemin lâzım gelmez.) Çünkü alacağı, alacağın bir kısmı değil, hep­sidir. Bunun için, ne zaman ki alacağının hepsini parça parça ha­linde alırsa o zaman ona «alacağını parça parça halinde almış- de­nilir. (Şayet bu kimse alacağım iki tartıda alır ve fakat aralarında tartma ameliyesinden başka bir işle uğraşmazsa, ona yemin lâzım gelmez. Çünkü buna «parça parça almak» denmez.) Zİrâ hepsini bir defada almak bazen mümkün olmadığı için bu kadarına göz yu­mulur.

(Eğer bir kimse elli dirhemden başka parası olmadığı halde i «eğer yüz dirhemden başka param varsa kanm boş olsun- diye ye­min ederse ona yemin lâzım gelmez.) Zira nasıl yüz dirhemden faz­la parası olmayan kimsenin yüz dirhemden fazla parası yoksa, elli dirhemden fazla parası olmayan kimsenin de yüz dirhemden fazla parası yoktur.[29]

 

Çeşitü Meseleler

 

(Eğer bir kimse: «şu işi yapmayacağım» diye yemin ederse, Öm­rü boyunca o işi yapmaması lâzım gelir.) Çünkü sözünde bir kayıt bulunmadığına göre sözü «şu işi hiçbir zaman yapmayacağım» -nâsındadır.

(Eğer bir kimse: «şu işi yapacağım diye yemin ederse, o işi -bir kere de olsa- yaptığı takdirde yemini yerine gelmiş olur.) Bu kim­seye ancak, eğer ölünceye kadar veyahut o işi yapmaya imkân kal-mayıncaya kadar yapmazsa yemin lâzım gelir.

(Eğer vali birisine ı «kötü insanlar şehre girdikleri zaman bana bildireceksin- diye yemin verirse, bu yemin valinin vali bulunduğu süreye mahsustur.) Zira. kötü kimseleri valiye bildirmekten gaye, şehir halkını o kimselerin' şerrinden korumaktır. Vali görevinden alın­dıktan veyahut başka yere nakli yapıldıktan sonra ise, ona kötü in­sanları bildirmenin bir yaran yoktur.

(Eğer: «ben atımı falancaya hibe edeceğim» diye yemin eden bir kimse atım o kimseye hibe ederse -o kimse almasa bile- ye­mini yerine gelmiş olur.) îmam Züfer: «yemini yerine gel­miş olmaz. Çünkü hibe de satış gibidir. Satışın sıhhati nasıl alıcı­nın kabuluna bağlı ise, hibenin sıhhati da, hibe edilen şeyi kendi­sine hibe edilenin kabuluna bağlıdır- demiştir. Biz diyoruz ki: hibe bir bağış akdi olduğu için bu akid yalnız bağışı yapan ile tamam olur. Bunun içindir ki; -falanca verdi de diğeri almadı- denilir. Hem de hibeden gaye cömertlik yapmaktır. Kişi bir şeyi bir başkasına verdikten sonra, o başkası o şeyi alma­sa da kişi yine cömertlik yapmış olur. Satış ise Öyle değildir. Çünkü satış bir trampa akdi olduğu için iki tarafın da kabulü şarttır.

(Eğer bir kimse: «ben fesleğen koklamıyacağım- diye yemin et­tikten sonra, gül veya yasemin koklarsa, ona yemin lâzım gelmez.) Çünkü fesleğen sapı bulunmayan bir bitkidir. Gül ile yasemin ise saplıdırlar.

(Eğer bir kimse: «menekşe satm almayacağım- diye yemin eder ve menekşenin bitkisiyle yağından birini kasd etmezse, onun yemi­ni menekşenin yağı hakkında olur.) Çünkü halk arasında «menek­şe» dendiği zaman ondan menekşe yağı kasd edilir. Bunun içindir ki menekşe yağının satıcısına «menekşe satıcısı- denir. Kimisi de: «bizde menekşe dendiği zaman ondan menekşe bitkisi kasd olunur» demiştir.

(Gül hakkında edilen yemin ise, gülün kendisi hakkındadır.) Zi­ra «gül- kelimesi gül yağında değil, kendisinde hakikattir. Menek­şe ise, tersine olarak menekşe yağı mânâsında kullanılır.[30]

 



[1] Bu lafız İle gariptir. İbn-i Hibban'm Ebû Ümame'den naklen kaydet­tiği bu hadisin lafzı şöyledir: «Peygamber Efendimiz {Sallallahü Aleyhi ve Sel-lem): «Kim İd bîr müslüman kişinin malını koparmak için yalan yere yemin eder­se Allaho na cenneti yasak lalar ve onu cehenneme sokar» diye buyurdu»

Buhar! ile Müslim'in de Abdullah tbn-i Mesut'dan naklettikleri bu hadisin so­nun da «Allah ona cenneti yasaklar ve onu cehenneme sokar» yerine «Allah ile, Allah kendirine darsın olarak karşılaşır» cümlesi kayıtlıdır. Buhar! (yemin ve ulaklar) C. 2. S. 887, Müslim C. 1 S. 80         Nasb-ürraye C. 3 S. 292

[2] Mâide sûreyi âyet 89

[3] Ebû Dâvûd (Talâk) C. I S. 298, Tirmizî (Talâk) C. 1 S. 153, İbn-i Mâce (şakadan karısını boşayan, nikahlayan veya boşadiğı karıyı bîr daha nikâhı altı­na alan kimseler babı) S. 148, el-Müstedrek (Talâk) C. 2 S. 198 ve Darekutni C. 2 S. 432

[4] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/173-175.

[5] Müslim (yemin ve adaklar) C. 2 S. 46. Buhârl (babalarınıza yemin et­meyin babı) C. 2 S. 982, Tirmizî (Adak ve yeminler) C. 1 S. 198. Ebû Dâvûd (Ya­pamayacağı şeyleri atlayan kimseler babı) C. 2 S. 116, ÎbnMâce (adayıp da ada-dıiğ şeyi açıklamayan kimseler babı) C. S. 155

[6] Mücâdele sûresi âyet 16

[7] Nahy sûresi âyet 91

[8] Ebû Dâvûd (yapamayacağı şeyi adayan kimseler babı) C. 2 S. 116, lbn-1 Mâce (bir adağı adayıp da adadığı şeyi açıklamayan kimseler babı) C. 1 S. 155

[9] Zinanın hiç bir halde caiz olması söz konusu değildir. Ancak kendisiyle itoft edilen kadın, sonradan kendisiyle evlenildiği zaman helâl olduğu için, müellif te-cevvüzen «bâzı hallerde caizdir» demiştir. îçki ile nbaya gelince: Bunlar Islâmi-yetten önce helâlken sonradan haram kılındıkları için «Bunlar bâzı hallerde ca­izdir» sözü «Bunlar bir zaman caizdi» demektir. Kaldı ki tslâmiyetten sonra da­hi, içki de nba da zaruret halinde caiz görülmüşlerdir.

[10] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/175-177.

[11] Mâide sûresi âyet 89

[12] Müslim, Ebû Hüreyre (Radıyallâhü anhVdan: (Adaklar) C. 2 S. 48, Buharl de Abdurrahman b. SemÜre (Radıyalâhü anhÜmâVdan: (Yemin ve adak­lar) C. 2 S. S80. Ancak Buhâri'nin rivayeti «Peygamber Efendimiz <SalİallahÜ Aley­hi ve Sellem) bana : «Ey Abdurrahman, bir şey için yemin ettikten sonra o şeyin aksini yapmayı daha iyi gördüğün zaman, daha İyi gördüğün şeyi yap da yeminin* den dolayı kefaret var» şeklindedir.      Nasb-ürraye C. 3 S. 296

[13] Gariptir. Bununla beraber ona ihtiyaç yoktur. Zira adanan şeyi yeri­ne getirmenin vücubna hem Kur'an, hem hadis ve hem de icma delildir. Netekim Hac sûresinin 29. âyetinde «adaklarını yerine getirsinler» diye buyurulduğu gibi, Buharl'nin (Allah'a itat etmeyi adamak babında) Hz. Aİşe'den rivayet ettiğine gö­re Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): «Kim ki Allah'a itaat et­meyi adarsa Allah'a İtaat etsin ve kim H Allah'a karsı gelmeyi adarsa Allah'a kar-sı gelmesin» diye buyurmuştur. Adağı yerine getirmenin vücudu hakkında ayn­ca icma da vardır ve müteahhir olan ulemadan kimisi adağı yerine getirmenin -cubu İçin icmaı delil getirmiştir.  Peth-ül kadir C. 4 8. 375

[14] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/178-181.

 

[15] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/182-184.

 

[16] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/184-186.

 

[17] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/186-192.

 

[18] Nesât (Sehiv) 20, İmam Ahmed'in Müsned'i 5/447-448

[19] Enfal sûresi âyet 16. Müellif bu âyet-i kerimeyi «gün» kelimesinin de­vam etmeyen bir fiil ile beraber geldiği zaman ondan mutlak vakit mürad oldu­ğuna delil olarak  getirmiştir.   Çünkü  âyette  «gün» kelimesiyle   beraber  gelen fiil düşmana arka dönmek fiilidir. Bir şeye arka dönmek ise devam etmeyen bir fiildir. Nasıl ki «Falanca ile konuştuğum gün» misalinde geçen «konuşmak» fiili de devam etmeyen bir fiildir. Bunun için bu misalde geçen «gün» kelimesinden murat, gündüz olmayıp mutîak vakittir. Yâni «Palanca ile konuştuğum gün, ka­nm bos olsun» sözü «Falanca ile konuştuğum vakit kanm boş olsun» manâsın-dadir. Çünkü konuşmak fiiîi devam etmeyen bir fiildir. Bunun için, eğer bu sözü söyleyen kimse, dediği falanca i!e gece de konuşsa kansı boşanır. Zira gün keli­mesi mutlak vakit mânâsında olunca -gündüze olduğu gibi- geceye de şâmildir, îşte müellifin demek istediği budur. Fakat hatıra öyle geliyor ki, «konuşmak» fii­li «girmek», «çıkmak» ve benzeri gibi devam etmeyen fiillerden olmayıp bilakis «oturmak», «durmak», «uyumak» ve benzeri gibi devam eden fiillerdendir. Neteklm «Falan kes saatlarca konuştu» sözü de bunu açıkça göstermektedir. Her ne kadar el-Kifâye haşiyesi buna cevap olarak bir şeyler yazıyorsa da pefc tatminkar bula­madığım için buraya almadım.

[20] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/192-196.

[21] Dehr sûresi âyet 1

[22] Ibrtüm «üresi ftyet 25.

[23] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/196.

 

[24] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/197-198.

[25] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/198-200.

 

[26] îki îmam «Kur'an-ı Kerim'de» sözleriyle NahI sûresinin «Biz denizden taktığınız süsleri de çıkarırsınız» mealindeki 14. âyeti kasdetmişleröir. Zira de­nizden süs takımı olarak; sadece inci çıkarılır. el-Ktfaye C. 4 S

[27] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/200-202.

 

[28] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/202-203.

[29] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/203-204.

 

[30] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebû Bekir Merginânî, Hidaye Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/204-205.