Zekât Kimlere Verilebilir, Kimlere Verilemez?
{Hür, baliğ, âkil ve müslüman olan kimse, eğer nisap denilen miktarda bir mala
mâlik olur ve o malın üzerinden bir yıl geçerse, o malın zekâtı o kimseye
vacip olur.) Zira Cenâb-ı Hak Kur'an-ı
Kerim'in birçok âyetlerinde «Zekâtı verin» diye emrettiği gibi Peygamber
Efendimiz de (Aleyhi's-salâtü
ve's-selâm «Mallarınızın zekâtını veriniz- ([1])
buyurmuştur. Ayrıca zekâtın vücubu hakkında icma da vardır. Vacipten maksat farzdır. Çünkü vücubunda şüphe yoktur. Ancak farz olması için -metinde de
geçtiği üzere- birtakım şartlar vardır:
1- Hür olmak. Çünkü kölenin elinde mal bulunsa bile,
kendisinin değildir.
2 -
Baliğ ve âkil olmak. Sebebi biraz sonra anlatılacaktır.
3 - Müslüman olmak. Çünkü zekât bir ibadettir. Müslüman
olmayan kimsenin ibadeti ise makbul değildir.
4 - Malın nisap miktarı olması. Zira Peygamber Efendimiz
(Sal-lallahü Aleyhi ve Sellem)
zekât düşen malların her bir çeşidi için ayrı bir miktar koyarak malın o
miktardan az olduğu zaman ona z&-kât düşmediğini bildirmiştir. ([2])
5- Malın
üzerinden bir yıl geçmesi. Zira Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm); «Hiç bir malda, üzerinden yıl geçmedikçe zekât yoktur» ([3])
buyurmuştur. Aynca, yılın içinde dört mevsim vardır.
Malın fiatlan da çoğunlukla mevsimlere göre
değiştiği için kişi elindeki malı bir yıl içinde nenıalandırabilir.
Sonra, zekâtın vücubu fevri midir? Yani zekât vacip olur olmaz hemen
verilmesi gerekir mi, yoksa kişi istediği zaman vermekte serbest midir? Bunda
ihtilâf edilmiştir. Kimisi: «Hemen verilmesi gerekir. Çünkü mutlak emir bunu
gerektirir», Kimisi de : -Kişi istediği zaman vermekte serbesttir. Yani vacip
olduğu zaman vermeyip yıllarca sonra da verse, günah işlemiş olmaz. Bunun
içindir ki, zekâtı tehir edilip vacip olduğu zaman ödenmeyen bir malın ziyaâ uğraması halinde ödenmesi gerekmez- demiştir.
(Çocuk ile deliye
zekât farz değildir.) Çünkü zekât -yukarıda da söylediğimiz gibi- bir
ibadettir. Çocuk ile deli ise ibadet ile mükellef değillerdir. İmam-ı Şafii: «Zekât
ibadetten çok, mali bir vergi olduğu için o da nihayet öşür ve haraç gibidir,
.öşür ve haraç, nasıl kadının nafakası ve benzeri gibi zaruri masraflara kıyasen çocuk ile delinin maundan çıkanlıyorlarsa,
zekât da öyledir- demiştir. Biz diyoruz ki: öşür ve haraç ile zekât arasında
fark vardır. Zira haraç gayrimüslimlerden alındığı için tamamen toprak
vergisidir. öşürde ise her ne kadar ibadet vasfı varsa da ondaki toprak vergisi
olma vasfı daha galiptir. Eğer deli, az bir zaman dahi olsa yılın bir kısmında akh basma geliyorsa ona zekât farzdır, imam
EbûYûsuf dan
ise -Delilik kişide ister
çocukluktan beri süregelen, ister büyüdükten sonra başgösteren
bir hal olsun, yılın çoğu hangi halde geçerse o hal muteberdir- diye söylediği
rivayet olunmaktadır. İmam Ebû Hanife de: «Çocukluğundan beri deli olan kimse,
eğer iyileşirse iyileştiği tarihten itibaren yılı başlar. Nasıl ki çocuğun da
yılı, çocuk baliğ olduktan sonra başlar» demiştir. (Efendisile
hitabet akdi yapan köleye de zekat faiz değildir.) Çünkü, her ne kadar efendisile hitabet akti yapmış
ise de, henüz köle olduğu için tam bir mülke sahip değildir. Bunun içindir ki
eğer bu kölenin köleleri olursa onları azatlayamaz. (Nisap miktarı mab olup da, malı kadar borcu bulunan kimseye de zekât
farz değildir.) Çünkü bu kimsenin her ne kadar nisap miktarı malı varsa da, bu
malı ancak onun manevî hayatını kurtarabilecek miktarda olduğu için ona, susuz
ve çıplak olan kimsenin muhtaç olduğu su ve zaruri elbise kadar lüzumludur. Bu
itibar ile bu kimsenin malı varsa da yok hükmündedir.
Imam-ı Şafiî: «Bu kimse her ne kadar borluç
ise de, mülkiyetinde nisap miktarı mal bulunduğu için ona zekât farzdır» demiştir.
(Borçlu olup da malı borcundan fazla olan kimseye ise, eğer fazla olan malı
nisap miktarı varsa o miktarın zekâtını vermesi farzdır.) Borçtan maksat, kullann alacağı olan borç olup, nezir, keffâret
ve fitre gibi dini borçlar zekâtm farziyetine
mâni değildir. Fakat zekât borcu, dinî bir borç olduğu halde eğer zekâtı ödenmiyen mal henüz duruyor ve onunla mal nisabın altına
düşüyorsa, zekâtm vücübuna
manidir.
îmam Ebû Hanife ile îmam Muhammed'e
göre, zekâtı ödenmeyen mal durmuyorsa da yine manidir. Çünkü eğer zekâtı
ödenmeyen mal, hayvanlar ise devlet bu borcu kendisinden ister. Diğer mallar
ise bu görevde kendisi devletin yerine kaimdir İmam Züfer
de; -Zekâtı ödenmeyen mal ister dursun ister durmasın zekât borcu zekâtın vücübuna mani değildir. Yani onunla mal nisabın altına da
düşse, zekâtınm verilmesi gerekir- demiştir.
Rivayete göre İmam Ebû Yûsuf da: -Zekâtı ödenmeyen
mal eğer duruyorsa manidir, durmuyorsa mani değildir» demiştir.
(Mesken evleri,
giyilen elbiseler, ev eşyası, binek hayvanları, hizmet köleleri ve kullanılan
silâhlara zekât düşmez.) Çünkü bunların hepsi kişi için ihtiyaç maddeleridir ve
aynı zamanda bunlardan gelir de sağlanamaz, tlim ile
uğraşan kimsenin kitapları ile sanatkârın sanata ile ilgili âletleri de
öyledir.
(Eğer bir kimse bir
başkasında alacağı olur ve fakat o başkası İnkâr ettiği için bir türlü tahsil
edemez, ancak yıllardan sonra is-bat edip tahsil ederse, geçen yılların zekâtı
kendisine lâzım gelmez.) İmam Züfer ile îmam-ı Şâfin
-Lazım gelir» demişlerdir. Nerede olduğu bilinmeyen veyahut kaybolan, ya da gasbedilip .de gasbedildigi isbat edilemeyen
veyahut denize düşen mal ile efendisini bırakıp kaçan köle de elegeçtikleri zaman öyledirler. Aynı ihtilâf, kaçan, ya da kaybolan veyahut gasbedilen
kölenin fitresi efendisine vacip midir, değil midir? meselesinde de caridir.
imam Züfer.ile Imam-ı Şafii
bu meselelerin hepsinde: «Mal sahibinin elinde değilse de onun mülkü olduğu
için zekâtı kendisine vaciptir. Elinde olmaması vücûba
halel vermez. Nasıl ki yolculukta olan kimsenin kölesi beraberinde olmadığı
halde fitresi ona vaciptir» demişlerdir. Biz ise, H z. Ali (Radıyallâhü
anh}'in «Ele geçeceği
umulmayan mala zekât düşmez» mealindeki mevkuf hadisine dayanıyoruz. ([4]) Hem
de zekat ancak, sahibine kazanç sağlayan mala düşer. Sahibinin elinde olmayan
maldan ise kâr sağlamak mümkün değildir. Yolculukta olan kimse ise, kölesi
tasarrufu altında olduğu için ondan kâr sağlayabilir. Nitekim onu satabilmesi
de tasarrufu altında olduğu içindir.
Evde gömülen mala,
çıkarılması mümkün olduğu için zekât düşer. Tarlada gömülen malda ise ihtilâf
edilmiştir.
Eğer bir kimsenin bir
başkasında alacağı olur da, o başkası -ister zengin, ister fakir olsun-
borcunu inkâr etmiyorsa, o alacağa zekât düşer. Zira inkâr edilmeyen borcun
zenginden tahsili kendiliğinden, fakirden de icra yolu ile mümkündür. Eğer o
başkası borcunu inkâr ediyor ve fakat alacaklının ya
şahitleri vardır, ya da hakim durumu biliyorsa -aynı
sebebe binaen- yine hüküm böyledir. Eğer borçlunun müflis olduğuna hüküm de
edilirse - imam Ebû H a n i f e' ye göre- yine
böyledir. Zira ona göre herhangi bir kimse hakkında verilen iflâs hükmü
geçersizdir. 1 m a m M u -h a m m
e d ise: -Bu durumda o alacağa zekât düşmez. Çünkü borçlunun müflis olduğuna
hükmedildiği için ondan borcun tahsili mümkün değildir» demiştir. İmam Ebû Yûsuf'a gelince : fakirlerin menfaatini gözeterek, iflâs
hükmünün geçerli olup olmadığı konusunda imam Muhammed'in, görüşüne o alacağa
zekât düşüp düşmediği konusunda da imam Ebû Hani f e
' nin
görüşüne katılmıştır. (Eğer bir kimse bir taşıtı ticaret için aldıktan
sonra onu satmaktan vazgeçerek hizmette kullanmaya niyet ederse, o taşıtın
zekâtını verme vücubu sakıt olur.) Çünkü burada
satmaktan vaz geçme niyetiyle
vaz geçme fiili
beraberdir. (Eğer hizmet için aldıktan
sonra niyetini ticarete çevirirse, onu satmadıkça ona zekât düşmez. Zekât ancak
taşıtı sattıktan sonra kaça satarsa o paraya düşer.) Çünkü burada niyet ile
amel biribirinden ayrıdırlar. Zira taşıtı satmaya
niyet etmekle, onu bilfiil satmak ayn ayrı şeylerdir.
Fakat eğer bir mala miras yolu ile malik olduktan sonra o malı ticaret için satmaya
niyet ederse, o mal hemen ticaret malı olup ona zekât düşer. Çünkü burada
yalnız niyet vardır, amel yoktur. Zira bir şeye miras yolu ile malik olmak amel
değildir. Eğer bir şeye hibe, vasiyet, nikâh, hukuk veya kısas yerine paraya
razı olmak yolu ile malik olur ve ondan sonra o şey ticaret niyetini getirirse,
İmam Ebû Yûsuf: «O şey ticaret malı olur. Çünkü o
şeyi kabul etmek ameli ile onu satmak niyeti beraberdirler.»
imam Muhammed ise:
-Ticaret malı olmaz. Çünkü o şeyi satmaya niyet etmekle, onu bilfiil satmak
ameli beraber değillerdir» demişlerdir. Kimisi: «İmam Ebû
Yûsuf ile İmam Muhammed arasındaki ihtilâf bunun tersidir» demiştir.
(Zekât denirken
veyahut Ödenmesi gereken miktar anamaldan ayrılırken zekât niyeti getirilmezse
zekât ödenmiş olamaz.) Çünkü zekât bir ibadet olduğu için onda niyet şarttır.
Niyette de amel ile beraberlik asıldır. Ancak zekât muhtelif kimselere
verildiği için her bir kimseye verildiğinde eğer niyet şart okırsa
güç olur. Bunun için, oruca başlamazdan önce getirilen niyet nasıl orucun
sıhhati için kâfi geliyorsa, zekâtın sıhhati için de ödenmesi gereken miktar
anamaldan ayrılırken zekât niyetini getirmek kâfidir.
(Eğer bir kimse,
malının hepsini yardıma muhtaç kimselere dağıtırsa zekât farzı istihsanen sakıt olur.) Zira zekât malın bir kısmı olduğu
için hepsi verilince zekât da verilmiş olur. (Eğer malının bir kısmını
dağıtırsa, İmam Muhammed'e göre dağıtılan kısmın zekâtı ödenmiş olur. Çünkü
zekât malın her bir parçasında mevcut olduğuna göre bir kısmı dağıtılınca o kısmın
zekâtı da beraberinde verilmiş olur. imam Ebû Yûsuf
ise: -Zekâttan hiç bir şey ödenmiş olamaz. Çünkü maldan hangi kısmın zekât
olduğu belli değildir. Ancak ne zaman ki malın hepsi harcanıp da zekât olarak
verilmesi gereken miktar yalnız kalırsa, işte o zaman kalan kısmın zekât
olduğu anlaşılmış olur- demiştir.[5]
(Sayısı beşten aşağı
olan deve sürüsüne zekât düşmez. Ancak ne zaman ki sayısı beş olur ve üzerinden
de bir yıl geçerse, dokuza varıncaya kadar bir koyun, on olursa ondörde varıncaya kadar iki koyun, onbeş
olursa ondokuza kadar üç koyun, yirmi olursa yirmi
dörde kadar dört koyun, yirmi beş olursa otuz dört oluncaya kadar ikinci yaşma
basan bir dişi deve yavrusu, otuz beş olursa kırk beşe varıncaya kadar üçüncü
yaşına basan bir dişi deve yavrusu, kırk altı olursa altmışa kadar, dördüncü
yaşma basan bir dişi deve, altmış olursa yetmiş beşe kadar, beşinci yaşma
basan bir dişi deve, yetmiş altı olursa doksana kadar, üçüncü yaşına basan iki
tane dişi deve yavrusu, doksan bir olursa yüz yirmiye kadar, dördüncü yaşma
basan iki tane dişi deve lâzım gelir.) Peygamber Efendimizin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
zekât memurlarına yazdığı mektuplarında develerin zekâtı hakkında bu şekilde
talimat verdiği meşhurdur. ([6])
(Bundan sonra yenıbaştan başlayarak daha önce ne lâzım geliyor idiyse,
yine aynısı lâzım gelir. Yani yirmiye kadar artan her beş deve için, daha önce
lâzım gelen develer dışında bir koyun ve artan develer yirmi beş olunca,
sürünün sayısı yüz kırk dokuz oluncaya kadar, ikinci yaşma basan bir dişi deve
yavrusu lâzım gelir ve yüz elli olunca dört yaşmdaki
dişi develerin sayısı üç olur. Bundan sonra bir daha yenibaştan başlayarak
yirmiye kadar her beş deve için yine bir koyun ve artan develer yirmi beş olunca
iki yaşında, otuz altı olunca üç yaşında bir dişi deve lâzım gelir ve sürünün
sayısı yüz doksan altı olunca, iki yüze kadar, lâzım gelen dört yaşmdaki dişi develerin sayısı dört olur. Bundan sonra
yine yenibaştan başlayarak yüz elliden sonraki hesaba göre zekât lâzım gelir
ve artık böylece devam eder.) Biz Hanefilere göre böyledir. İmam Şafii: ise:
«Develerin sayısı yüz yirmiyi aşınca üç tane üç yaşına basan dişi deve yavrusu
ve yüz otuz olunca bir tane dört yaşına, iki tane de üç yaşına basan dişi deve,
ondan sonra her bir kırk deve için bir tane üç yaşma basan ve her bir elli
deve için bir tane dört yaşına basan dişi deve lâzım gelir, Zira Peygamber
Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) «Develer yüz yirmiyi aşmca
her ellide, bir tane dört yaşına ve her kırkta, bir tane üç yaşma basan dişi
deve yavrusu lâzım gelir» buyurmuştur» demiştir. Biz diyoruz ki: Peygamber
Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem),
Amr b. Hazm'e yazdığı mektubun
sonunda «Develer bundan az olursa her beş deve için bir koyun lâzım gelir-
diye yazdığı ([7]) için biz ziyade ile amel
ederiz. Zekât düşmede (Arap develeriyle
melez develer arasmda fark yoktur.) Zira deve
kelimesi her ikisine de şamildir.[8]
(Otuz taneden az olan
sığır sürüsüne zekât düşmez. Ancak ne zaman otuz olur ve üzerinden bir yıl da
geçerse, o zaman bir tane iki yaşma basan erkek veya dişi sığır lâzım gelir.
Kırkta da bir tane iiç yaşına basan keza erkek veya
dişi lâzım gelir. Kırktan yukarıda da altmışa kadar.) îmam Ebû
Hanife'ye göre (buna göredir.) Yani bir tanede bir
sığırın kırktabiri, iki tanede yir-midebiri, üç tanede onbeştebiri
lâzım gelip altmışa kadar böylece sürer. K u d u r i' nin
îmam Ebû Hanife' den
rivayeti böyledir. Kıyas da bunu gerektirir. Zira iki nisap arasındaki miktara
zekât düşmemesi ancak nass ile sabit olur. Burada ise
nass yoktur. Hasan İbn-i Ziyad ise, İmam Ebû Hani-f e'
den: «Kırktan sonra elliye varıncaya kadar bir şey lâzım gelmez. Ellide ise,
üç yaşma basan bir sığır ile aynı yaşta bir sığırın dörttebiri,
ya da iki yaşına basan bir sığırın üçtebiri lâzım gelir» diye rivayet etmiştir. Bu rivayetin
de dayanağı şudur: Otuz ile kırk sayıları arasındaki küsurata bir şey lâzım
gelmediğine göre, kırk ile elli arasındaki küsurata da bir şey lâzım gelmemesi
gerekir. îmam Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed de:
«Kırktan sonra altmışa varıncaya kadar bir şey lâzım gelmez- demişlerdir.
Ayrıca İmam Ebû Hanife' den
de bu yolda bir rivayet vardır. Zira, Peygamber Efendimiz (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem), Muaz b.
Cebel'i Yemen'e gönderirken ona; "Sığırlarda iki nisap
arasındaki küsurattan bir şey alma» ([9])
buyurmuş ve muhaddisler bunu kırk ile altmış
arasındaki küsurata yorumlamışlardır. Biz diyoruz ki: Kimisi; -Hadisten murat
yavrulardır, demiştir. (Bundan sonra altmışta iki tane iki yaşına basan erkek
veya dişi, yetmişte bîr tane üç yaşına basan dişi ve bir tane de iki yaşına
basan erkek veya dişi, seksende İki tane üç yaşma basan dişi, doksanda üç tane
iki yaşına basan erkek veya dişi, yüz tane de iki tane iki yaşına basan erkek
veya dişi ve bir tane üç yaşına basan dişi sığır lâzım gelir. Bundan sonra
miktarlar değişerek her on başına bir tane ya iki, ya üç yaşına basan sığır lâzım gelir.) Zira Peygamber
Efendimiz (Sailallahü Aleyhi ve Sellem)
; -Her bir otuz tane sığırda bir tane iki yaşma basan ve her bir kırk tanede
bir tane üç yaşına basan erkek veya dişi sığır düşer- ([10])
buyurmuştur.
(Zekâtta manda ile
sığır birdir.) Zira manda da sığırın bir çeşidi olduğu için sığır ikisine de
şamildir. Ne var ki bizim ülkemizde manda az olduğu için, sığır dendiği zaman
manda kimsenin hatırına gelmez. Bunun içindir ki eğer bir kimse -Sığır etini yemiyeceğim» diye yemin ettiği halde manda etini yese
yeminini bozmuş olmaz.[11]
(Sayısı kırktan aşağı
olan davar sürüsüne zekât düşmez. Ancak kırk olur ve üzerinden de bir yıl
geçerse, o zaman yüz yirmiye kadar bir tane, yüz yirmiden sonra ikiyüze kadar iki tane ve iki yüzden sonra üçyüz doksan dokuza kadar üç tane ve bundan sonra her bir
yüz tane başına bir tane lâzım gelir.) Peygamber Efendimizle (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) Hz. Ebû Bekr'in
talimatları bu şekilde varit olmuş ve icma da
böyledir. (Koyun ile keçi birdir.) Çünkü davar her ikisine de denir. Nass-ta da davar diye geçer. ([12])
Davarların zekâtında bir yaşını tamamlamamış olan keçi alınamaz. İmam
Ebû Hanife" den -
Hasan tbn-i Z i y a d' m rivayeti dışında- gelen bütün
rivayetlere göre bir yaşım tamamlamamış olan koyun da alınamaz. Zira H z. Ali (Radi-yallâhü anhJ'dan
hem mevkuf, hem merfu olarak gelen rivayete göre
davarların zekâtında ancak bir yaşında ve ondan yukarı olanlar alınır. Hem de
zekâtta vacip olan davar orta durumda olanıdır. Bir yaşından aşağı olanlar ise
küçüktür. Altı aylık olan koyunun kurban olabilmesi ise nasstan
öğrenilmiştir. Diğer iki İmam: «Koyunun altı aylığı alınabilir. Zira Peygamber
Efendimiz (Aİeyhi's-salâtü
vesselam) : hakkımız ancak ciz' ile senidir» yani
-Koyunun altı aylığı ile keçinin bir yıllığıdır- buyurmuştur. Hem de koyunun altı aylığı
kurban olabildiğine göre zekâtta alına-bilmesinin cevazı evleviyetle
lâzım gelir- demişlerdir ki î m a m Ebû Hanife' den de bu yolda bir rivayet vardır.[13]
(Atlar, eğer yalnız
otlama ile geçinir ve erkek ile dişi karışık olursa sahipleri muhayyerdir =
İsterse her bir at başına bir dinar, isterse hepsine değer biçerek ikiyüz dirhemden beş dirhem verir.) Bu, İmam Ebû Hanife' nin
görüşüdür ve İmam Zü.fer de bu görüştedir. Diğer iki
İmam ise : -Atlara zekât düşmez. Zira Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-satâtü ve's-selâm) -Müslümanın ne kölesinde ve ne de atında zekât yoktur- ([14])
buyurmuştur- demişlerdir. İmam Ebû Hanife ise;-Otlama
ile yetinen her bir ata ya bir dinar veya on dirhem
düşer- ([15]) hadisine dayanarak diğer
hadisi sırtında savaş yapılan ata yorumlamıştır ki, bu yorum Zeyd b. Sabit (Radıyal-lâhü anhümâ) 'dan menkuldür. Bir
dinar ile on dirhem arasında muhayyerdir de Hz. Ömer
(Radıyallâhü anh) 'dan
naklolunmak-tadır. ([16]) (Erkek
atlara, aralarında dişi olmadığı zaman) döllenmedikleri için (zekât düşmez. Bir
rivayete göre aralarında erkek bulunmayan dişi atlara da zekât düşmez.) imam Ebû Hanife' den «Dişi atlara
emanet aygır bulunabildiği için aralarında erkek bulunmasa da zekât düşer-
diye söylediği de rivayet olunmuştur, imam Ebû Hanife' den, aralarında dişi bulunmayan erkek atlara da
zekât düştüğü yolunda bir rivayet vardır.'
(Ticaret için olmayan
katır ve eşeklere zekât düşmez.) Zira Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) :
«Katır ile eşekler
hakkında bana bir şey nazil olmamıştır- ([17]) buyurmuştur.
Ancak eğer ticaret maü olurlarsa, o zaman diğer
ticaret mallan gibidirler ve zekât bizzat onlara değil, onlardaki sermayeye
düşer.[18]
imam Ebû
Hanife'ye göre (deve yavruları, kuzu, oğlak ve
buzağılara zekât düşmez.) Ancak eğer beraberlerinde anaları da bulunsa, o
zaman düşer. Bu, İmam Ebû Hanife'
nin en son görüşüdür. îmam Muhammed de imam Ebû Hanife ' nin bu görüşüne katılmıştır.
îmam Ebû Hanife önce; -Sürünün hepsi
büyük olduğu zaman nasıl bir büyük lâzım geliyorsa, küçük olduğu zaman da yine
bir büyük lâzım gelir- demiştir. İmam Ebû Hanife bu görüşünde «Beş tane devede bir koyun lâzun gelir» mealindeki hadiste geçen deve kelimesinin,
büyüklere de, küçüklere de şamil geldiğine bakmıştır. Nitekim bir kimse:Ben
deve etini yemiyec
diye yemin ettiği zaman eğer deve yavrusunun etini yese, yeminini
bozmuş olur. imam Züfer ile imam Mâlik de bu görüşü
benimsemişlerdir, imam Ebü Hanife
sonra, bu görüşünden cayarak i «Sürünün hepsi yavru olduğu zaman bir tane
yavru lâzun gelir- demiştir, imam Ebü
Hanife bu görüşünde de «ne şiş yansın ne kebap- kabilinden,
hem sürü sahibinin, hem fakirlerin mağdur olmaması düşüncesine dayanmıştır.
Nasıl ki sürünün hepsi büyük ve fakat zaif olduğu
zaman bir tane zaif lâzım gelmesi de bu düşünceye
dayanır. İmam Ebû Hanife bu
görüşünde yaş noksanlığım et noksanlığına kıyas etmiştir. îmam Ebü Yûsuf ile İmam-ı Şafii de bu görüşe kaildirler. İmam Ebû Hanife daha sonra, şer'î
miktarlarda kıyasa yol bulunmadığını düşünerek bu görüşünden de vazgeçmiş ve
yukarıda geçtiği üzere i «Yavrulara zekât düşmez»
demiştir. Çünkü yavrular içinde, şeriatın verilmesini emrettiği yaşta davar
bulunmadığına göre, eğer yavrulara zekât düşerse verilecek olan yavru, kıyas
yolu ile «şu kadar günlük, haftalık veya aylık olmalıdır- demek gerekir, ki
buna da imkân yoktur. Ancak yavrular arasında bir tane de büyük bulunsa, o
zaman yavrularla nisap tamamlanır. Fakat zekât yavrulardan değil, büyüklerden
verilir.
Sonra İmam Ebû Yûsuf'a göre kırktan az kuzu, otuzdan az buzağı ve yirmi
beşten az deve yavruları sürüsüne bir şey düşmez ve deve yavruları yirmi beş
olursa, bir tane yavru düşer. Bundan sonra ikinci nisaba varıncaya kadar-ki
yetmiştir- aradaki küsurata bir şey düşmez ve bu nisaba varınca verilmesi gereken
yavruların sayısı iki olur. Bundan sonra üçüncü nisaba varıncaya kadar yine
bir şey düşmez ve ancak bu nisaba varınca verilecek yavrular üç olur. îmam Ebû Yûsuf bir rivayete göre de «Beş yavruda bir yavrunun beştebiri, on yavruda beşteikisi,
onbeş yavruda beşte-üçü lâzım gelir ve böyle devam
eder..» bir diğer rivayete göre de : «Orta durumda olan bir deve yavrusunun beştebiri ile bir koyundan hangisinin değeri daha azsa o
lâzım gelir ve böylece devam eder» demiştir. (Eğer bir sürüde verilmesi gereken
yaşta hayvan bulunmazsa, zekât memuru ya daha iyisini
alır ve aradaki değer farkını sürü sahibine geri verir, ya
da), aradaki değer farkı ile birlikte (sürü sahibinden daha aşağısını alır.)
Bu da -biraz sonra anlatacağımız üzere- biz Hanefilere göre zekât malı yerine
değerinin verilmesi cevazına dayanmaktadır. Ancak şu var ki, birinci surette
zekât memuru daha iyisini satın alır gibi olduğu için kabule mecbur değildir.
İsterse ya aynı yaşı, ya da
değerini isteyebilir. İkinci surette ise kabule mecburdur. Çünkü bu surette
satış yoktur. Lâzım gelen yaşın, değerini vermektir.
Biz Hanelilere göre
(zekât malı yerine değerini vermek caizdir.) Keffaret,
Fitre, öşür ve Adak da öyledir. İmam-ı Şafii ise, nassa
aykırı düşer diye: «Nasıl K â b e' ye ssvkedilen
kurbanlıklar üe sair kurbanları kesmeyip de
değerlerini fakirlere vermek caiz değilse, zekât malı yerine de değerini vermek
caiz değildir» demiştir.
Biz diyoruz ki: Zekât
verme emri, kişinin servetinden belli bir oranda fakirlere yardım etmesi
gayesine matuf bulunduğuna göre, nassta geçen «şu
yaşta bu yaşta sığır, koyun, deve gibi kayıtlar hükümsüzdür. Fakat kurbanlar
öyle değildir. Zira kurban kesmede, ayrıca ta'zim ve
teslimiyeti simgeliyen kan dökme gayesi de bulunmaktadır.
Bunun için zekât kurbana kıyas edilemez. (Çift sürmede ve taşımacılıkta
kullanılan hayvanlarla, yemle beslenen hayvanlara zekât düşmez.) İmam Malik nassla-nn zahirine dayanarak:
-Düşer- demiştir. Bizim delilimiz.
«Ne yük taşıyan ve
çalışan hayvanlarda ve ne de nadas kaldıran sığırlarda zekât yoktur» ([19]) hadisidir.
Ayrıca zekât ancak, nemalan-dırmak için edinilen
mallara düşer. Sürüyü otlatıp satışa hazırlamak bunun delilidir. Çalışan ve yük
taşıyan hayvanlarda ise bu vasıf yoktur. Yemle beslenen hayvanlarda ise, her
ne kadar bu vasıf varsa da', masraflı oldukları için nemaları yok hükmündedir.
Otlama ile yetinen
sürüden maksat, yılın çoğunda otlama ile yetinen sürüdür. Hatta eğer yılın
yansı veyahut çoğunda sürüye yem veriliyorsa, yılın hepisinde
ona yem verilmiş gibi olup ona zekât düşmez. Zira herhangi bir şeyin azı o
şeyin çoğuna tâbidir. (Zekât memuru malın en iyisi ile en kötüsünü alamaz, orta
durumda olanını Zira Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm;«Halktan
mallarının en iyilerini almayın. Orta durumda olanlarından alın» ([20])
buyurmuştur. Hem de orta durumda olanlarından almakla hem mal sahibinin, hem
fakirlerin menfaati gözetilmiş olur. (Eğer bir mala nisap miktarında sahip olan
bir kimse yılın ortasında aynı maldan bir miktar daha eline geçerse, yeni
eline geçen malı da eskisine ekleyerek zekâtlarım birlikte verir.) İmam-ı Şafiî
«Yenisini eskisine eklemez. Çünkü her ne kadar yeni mal da eski malın cinsinden
ise de, ayrı bir mülkiyet ile eline geçtiği için
zekâtı ayn bir yıla tâbidir. Fakat anamaldan doğan
yavru veyahut kârlar, ana mala tâbi oldukları, hattâ ana malın mülkiyeti ile
kazanıldıkları için öyle değildir.- demiştir.
Biz diyoruz ki:
Anamaldan doğan yavru veyahut kârlar, anamalın cinsinden oldukları içindir, ki
zekâtlan anamalın zekâtı ile birlikte verilir. Çünkü
iki malın cinsleri aynı olunca oniarı biribirin-den ayırdeîmek güç
olduğu için her ele geçeni yeni bir yıla tâbi tutmak 'zor olur. Zaten mala
zekât düşmesi için üzerinden bir yıl geçmesi de,
kolaylık olsun diye şart olmuştur. (İmam Ebû Hanife ile İmam Ebû Yûsuf'a göre zekât
yalnız nisapta bulunup nisaptan fazla olan miktarda yoktur. İmam M u h a m m e d
ile İmam Z ü f e r ise : «Zekât malın hepsinde-dir-
demişlerdir. Buna göre eğer malın üzerinden yıl geçtikten
sonra nisaptan fazla olan miktar ziyana uğrayıp da, yalnız nisap miktarı
kalırsa, İmam Ebû Hanife
ile İmam Ebü Yûsuf'a göre nisap ziyana uğramazdan
önce .zekât olarak ne kadar verilmesi gerekiyor idiyse, yine bu kadar vermek
gerekir.
îmam Muhammed ile İmam
Züfer'e göre ise, malın ziyana uğrayan miktan oranında zekâtta düşüş olur. [[21]) İmam
Muhammet ile îmam Züfer: «Zekât mal nimetine karşı
bir şükürdür. Nimet ise, yalnız malın nisap olan miktarı değil, hepsidir-,
imam Ebû Hanife ile imam Ebû Yûsuf da: «Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) :
«Otlama ile yetinen
beş deveye bir koyun zekât düşer. Beşten fazla olan miktarda on oluncaya kadar
zekât yoktur ve böyle sürer» ([22])
buyurmuştur. Kaldı ki nisaptan fazla olan miktar nisaba tâbi olduğu için, malda
hasıl olan ziyan -nasıl sermaye birinden, iş diğerinden olmak üzere kurulan
ortaklıkta kâr sermayeye tâbi olduğu için önce kârdan çıkıyorsa, burada da-
önce nisaptan fazla olan miktardan çıkar» demişlerdir. Bunun içindir ki imam Ebû Hanife «Eğer malda husule
gelen ziyan nisaptan fazla olan miktardan fazla olursa önce son nisaptan, sonra
ondan Önceki nisaptan ve daha sonra daha önceki nisaptan çıkar ve böylece ilk
nisaba varıncaya kadar gider. Çünkü
malın kökü ilk nisap olup diğer nisap ona tabiidirler- demiştir. İmam Ebû Yûsuf ise «Ziyan son nisaptan çıktıktan sonra gerisi
diğer nisaplar arasında dağılır- demiştir. ([23])
(Eğer bir ülkeniz*
haraçtan ile hayvanlarının zekâtı asiler tarafından alınırsa, o ülke. asilerin
elinden kurtarıldıktan sonra haraç ve zekâtları bir daha alınmaz.) Zira devlet,
halkı zülüm ve saldırılardan koruduğu için onlardan haraç ve zekât alır.
Bunları ise devlet koruyamamıştır. Kimisi: «Haraç bir daha onlardan alınmaz.
Fakat zekâtlarını bir daha vermeleri gerekir. Çünkü zekât fakirlerin hakkıdır.
Asiler ise fakirlere dağıtmazlar. Fakat haraç asilere de verilebilir. Zira
asiler gerektiğinde küfürle savaşırlar» demiştir. Kimisi de: -Eğer mal sahibi,
malı kendisinden zorla alınırken zekât niyeniyle
verirse, zekât boynundan sakıt olur. Çünkü zalimler görünürde zengin de
olsalar, ellerindeki servet şunun bunun olduğu için gerçekte fakirdirler» demiş
ise de birinci görüş ihtiyata daha uygundur. .
(Eğer mal zekâö vacip olduktan sonra ve daha ödenmemişken zayi olursa
zekâtı sakat olur.) Iraam-ı Şafii: «Eğer kişi malının
zekâtını vermeye imkân bulduktan sonra malı zayi olursa, zekâtı sakıt olmaz.
Çünkü o zaman zekât da -fitre gibi- kişinin boynuna geçen bir borç olur. Şayet
borç olmasa da -kendisinden istendiği halde vermediği için- zayi olunca onu
kasten harcamış gibi olur» demiştir. Biz diyoruz ki: Zekât malın bir cüz'üdür.
Malın hepsi gidince içinde bulunan cüz'ü de gider. Kaldı ki ziyana uğramazdan
önce hiç bir fakir onu istememiş olabilir. Şayet istemiş olsa da mal sahibi
zekâtını istediği fakire vermekte muhayyer olduğu için kendisinden isteyen
fakire vermemiş olması kusur değildir. Ancak isteyenin zekât memuru olması
halinde ihtilâf edilmiştir. Kimisi: -Sakıt olmaz. Çünkü zekât memuruna vermek
gerektiği için vermemesi kusurdur» Kimisi : «isteyen, zekât memuru da olsa,
mal, sahibinin isteği dışında zayi olduğu için zekâtı sakıt olur» demiştir.
Zekât vacip olduktan
sonra eğer maun tamamı değil, bir kısmı zayi olursa, zayi olan miktarın zekâtı
sakıt olur.
(Eğer nisaba malik
olan kimse yıl tamam olmadan zekâtını verirse caizdir.) Çünkü zekâtın vücup sebebi nisaptır. Bu kimse de nisaba maliktir. Ancak
yıl daha bitmediği için ödemek zorunda değildir. Bunun için bu kimse de, henüz
borcunun vadesi gelmiyen borçluya benzer. Bu
borçlunun, vadesinden önce borcuna ödemesi nasıl caiz ise bununki de öyledir.,
t m a m Mâlik ise: «Caiz değildir demiştir. Aynı sebepten dolayı (birden fazla
yılların zekâtını önce vermek caizdir.) Bir nisaba malik olan kimsenin birden
çok nisapların zekâtını da vermesi caizdir. Zira zekâtın vücubuna
sebebiyet vasfında birinci nisap -Allah daha iyi bilir- asıl olup diğer
nisaplar ona tabidirler, imam Züfer ise caiz olmadığı görüşündedir.[24]
(İkiyüz
dirhemden az olan gümüşe zekât düşmez.) Zira Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâmî;
-Beş kıyeden az olan gümüşe zekât yoktur. Kıye
de kırk dirhemdir» ([25])
buyurmuştur. (Eğer kişinin gümüşü iki yüz dirhem olup üzerinden bir yıl geçerse
ona beş dirhem zekât düşer.) Zira Peygamber Efendimiz (Saîlallahü
Aleyhi ve Sellem), Muâz İbn-i Cebel'i
Yemen'e gönderirken ona; Her iki
yüz dirhem gümüşten beş dirhem ve her yirmi miskal altından
yarım miskal al» ([26]) diye yazmıştır. (Gümüşün ikiyüz
dirhemden fazla olan miktarında eğer o miktar kırk dirhem yoksa zekât yoktur.
Ancak ne zaman ki kırk dirhem veyahut fazla olursa o zaman kırk dirheme bir
dirhem zekât düşer.) Bu, İmam
Ebû Hanife'ye göredir.
Diğer iki İmam ise -ikiyüz dirhemden fazla olan
miktara, kırk dirhemden az da olsa, miktarına göre zekât düşer» demişlerdir, ki
î m a m -1 Şafii de buna kaildir, Zira H z. Ali Radıyallâhü
anhl'dan gelen rivayete göre Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) : «İkiyüz dirhemden fazla olan miktar ise. miktarına göredir»
([27])
buyurmuştur. Hem de zekât zenginlik nimetinin bir şükrüdür. Zenginlik de
şeriatta nisaba mâlik olmakla' hasıl olduğu için nisaptan az olan mala zekât
düşmez. Nisaptan fazla olan malın nisaptan fazla olan miktarına ise zekât
düşmemesi manasızdır. Hayvanların iki nisabı arasında kalan miktara zekât düşmemesi
ise, bir hayvanı bölmek zorunluğuna düşmemek içindir,
îmam Ebû Hanife ise.
Peygamber Efendimizin (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) Muaz îbn-i Cebel'e yazdığı mektupta geçen: -Küsurattan bir şey
alma- ([28])
ve Amr b. Hazm'ın mektubunda
geçen;
-Kırk dirhemden aşağı
olan gümüşte ze-kât yoktur» ([29])
hadislerine dayanmıştır. Kaldı ki dinde zorluk yoktur. Halbuki eğer küsurata
zekât düşerse, düşen zekât miktarını anlamak için uzun ve münasahalı
hesaba başvurmak ihtiyacı duyulacaktır. Bu ise zor bir iştir. Hatta bazan mümkün değildir. ([30])
Gümüşün nisabında
muteber olan dirhem, onu yedi miskal olan dirhemdir.
H z. Ömer'in tanzim ettiği zekât defterinde böyledir ve bunun üzerinde ittifak
edilmiştir. (Çoğu gümüş olan para, tamamı gümüş olan paranın hükmündedir. Azı
gümüş, çoğu başka madenlerin karışımı olan paralar ise, eşya hükmünde olup
değerinin nisaba ulaşması şarttır.) Çünkü saf gümüşün bileşimi mümkün olmadığı
için başka madenlerle karışık olmayan hiç bir gümüş para yoktur. Bunun için
eğer çoğu, yani yansından fazlası gümüş olursa, saf gümüşün hükmünde olup
içindeki gümügün ağırlığı ikiyüz
dirhem olduğu zaman ona zekât düşer. Eğer çoğu, yani yansından fazlası gümüş
olmayıp başka madenler olursa, paralık hükmünden çıkar ve -Allah izin verirse
sarraflık bahsinde geleceği üzere- eşya hükmüne tâbi olur. Fakat bu takdirde
ona zekât düşmesi için -başka eşyalarda olduğu gibi- ticaret niyeti gerekir.
Eğer içindeki gümüşün miktan ikiyüz
dirhem olursa, o zaman ticarette olmasa da ona zekât düşer. Zira altın ile
gümüşe zekât düşmesi için ne değer ve ne de ticarette olmalan
şart değildir.[31]
(Yirmi miskaldan az olan altına zekât düşmez. Ancak ne zaman ki
yirmi mıskal olursa) yukanda geçen hadise binâen (o
zaman ona yarım miskal zekât düşer.) Yukanda geçtiği üzere yedi miskal on dirhemdir. (Bundan sonra her dört miskalda iki kırat zekât vardır.)
Zira bir miskal yirmi kırattır. Malın kırkta biri de zekât olduğuna
göre dört miskalda iki kırat zekât bulunması lâzım
gelir. imam Ebû Hanife'ye
göre (yirmi miskaldan fazla olan miktarda, eğer o
miktar dört miskaldan az olursa zekât yoktur.) Diğer
iki İmam ise: -Dört mıskaldan az da olsa, kırkta biri zekâttır» demişlerdir.
Çünkü şeriatta bir miskal altın on dirhem gümüş
değerindedir. Bunun için nisaptan fazla olan altın miktarı eğer dört mıskal
olursa kırk dirhem gümüş değerinde olur. (Altın ite gümüş sikkeli olmayıp külçe
halinde, ya da mücevherat veyahut kap kaçak da olsa
yine onlara zekât düşer.) İ m a m –1 Ş
â f i i: -Kadın mücevheratı ile erkeğin gümüşten olan
yüzüğüne zekât düşmez. Çünkü ikisi de mubah olduğu için giyilmesi zorunlu olan
giyecekler hükmündedirler- demiştir. Biz diyoruz ki: Sikkeli olan altın ile
gümüşe zekât düşmesi, sikkeli olan altın ve gümüşün nemalanmaya
elverişli oldukları içindir. Bu vasıf ise, sikkeli olmayan altın ile gümüşte de
mevcuttur. Giyim eşyası ise öyle değildir.[32]
(Ticaret eşyası ne
olursa olsun, eğer değeri altın veya gümüşün nisaplarından birine ulaşırsa ona
zekât düşer.) Zira Peygamber Efendimiz (Sallallahü
Aleyhi ve Seîlem)
ticaret eşyası hakkında;
-Kişi elindeki ticaret
eşyasına değer biçtikten sonra her iki yüz dirhemden beş dirhem öder» ([33])
buyurmuştur. Hem de altın ile gümüş nasıl tabiatları itibarı ile nemalanmaya elverişli birer mal ise, ticaret eşyası da tab'an değilse de sahibi tarafından satışa sürmek suretiyle
nemalanmaya elverişli bir duruma getirilmiş bulunmaktadır.
(Ticaret eşyasına
değer biçilirken) fakirlerin hak'kını korumak için
(altın para ile gümüş paradan fakirler için hangisi daha yararlı ise, onunla
değer biçilir.) Yani ticaret eşyası hangisiyle nisaba ulaşıyorsa onunla değer
biçilir. Ben diyorum ki: Bu, imam E b ü H a n i f e ' den gelen bir rivayete
göredir. K u d u r i ise: «Mal sahibi, altın para ile gümüş paradan hangisini
isterse onunla değer biçebilir. Zira ikisi arasında fark yoktur» diye
kaydetmektedir. imam Ebû Yûsuf tan da: «Eğer eşya sahibi
eşyasını para ile almış ise hangi para ile almışsa onunla değer biçer. Zira eşyanın
maliyeti para ile daha kolay anlaşılmış olur. Eğer para ile almamışsa,
piyasada hangi para daha çok kullanılıyorsa onunla değer biçer» diye söylediği
rivayet olunmaktadır.
İmam Muhammed de:
-Para ile almış olsun olmasın, piyasada hangi para çok bulunuyorsa onunla değer
biçer. Nasıl ki gasb edilip itlaf edilen mala da,
piyasada en çok bulunan parayla değer biçilir» demiştir.
(Eğer bir mal yılın
başında ve sonunda nisab bulunuyorsa, yılın ortasında
nisabın altına düşmesi zekâtın vücubunu önliyemez.) Zira mala. nisabın altına düşüp düşmediğini
öğrenmek için bütün yıl boyunca değer biçip durmak zor olur. Fakat eğer mal,
yılın başında nisab yoksa zekât yılı başlamaz ve eğer
yılın sonunda nisab yoksa zekât vacib
olmaz. Yılın ortasıyla ise hiç bir hüküm taalluk etmez. Ancak eğer yılın ortasmda malın tamamı tükenip ondan hiç bir şey kalmaz ve
ondan sonra aynı maldan yeni bir nisab husule
gelirse, o zaman yıl bozulmuş olur. Zira bu surette eski nisabtan
hiçbir şey kalmadığı için, yeniden husule gelen nisabın yılı yeniden başlamış
olur. (Ticaret eşyasının nisabı, eşya sahibinin mülkiyetinde bulunan altın ile
ve gümüşlerle tamamlanır.) Zira her ne kadar ticaret eşyasına ticaret eşyası
olduğu için altın ile gümüşe de altın ve gümüş oldukları için zekât düşüyor ve
bu iki cihet biribirinden ayrı ise de, ticaret
eşyasıyla altın ve gümüş arasında ortak bir vasıf vardır ki o da, ikisininde alım satım aracı olmasıdır.
(Altın ile gümüşün nisabları birbirleriyle de tamamlanır.) Zira ikisi paralık
vasfında müşterektirler. Nitekim her birine ayn ayrı
zekât düşmesi de para oldukları içindir. Sonra, altın ile gümüş nisaplarının
birbirleriyle tamamlanması îmam Ebû Hanife'ye göre ağırlıkları ile değil, değerleri
itibariyledir. Diğer iki imam ise: -îster altın ister gümüş olsun, ikisinde de
muteber olan ağırlıktır» demişlerdir. Bu ihtilâfa göre, eğer bir kimse yüz
dirhem gümüş ile yüz djrhem gümüş değerinde beş miksal altına malik olursa veyahut bir kimsenin ağırlığı
iki yüz dirhemden az ve fakat değeri ikiyüz dirhemden
çok olan bir kemeri bulunuyorsa, îmam Ebû Hanife'ye göre bu kimseye zekât vaciptir, diğer iki imama
göre ise vacip değildir.[34]
(Eğer altın, gümüş,
demir, kurşun veya bakır madenlerinden biri herhangi bir kimse tarafından Öşür
veya Haraç vergisine tabi bir arazide
bulunup çıkarılırsa, o madene
beştebir zekât
düşer.)
lmam-ı Şafiî: «Altın ile gümüşten başka herhangi bir madene
zekât düşmez. Çünkü bir yerde rastlanıp çıkarılan maden de, kişinin herhangi
bir yerde rastlayıp avladığı bir av gibi mubah bir yoldan ele geçen bir şeydir»
demiştir. Madenlere zekât düşmesi için -bir kavle göre- üzerinden bir yıl geçmesi şart değildir. Çünkü herhangi bir mala zekât
düşmesi için üzerinden bir yıl geçmesinin şart olması
malın, sahibine bir yıl içinde kazanç sağlayabildiği içindir. Herhangi bir
yerde bulunup çıkarılan maden ise, hepsi kazançtır.
Bütün madenlere zekât
düştüğüne dair delilimiz-Madenlerde zekât beştebirdir»
([35])
hadisidir. Hem de madenlerin bulunduğu yerler daha önce müslüman
olmayan kimselerin elinde iken kıiıç zoru ile biz müslümanların eline geçtiği için
ganimet mallan hükmündedir. Ganimet mallarında ise, devletin payı beştebirdir. Av ise, daha önce herhangi bir kimsenin
mülkiyetinde olmadığı için öyle değildir. (Kişinin kendi evinde bulup çıkardığı
madenlere) t m a m E b û H a n i f e' ye göre (zekât düşmez.) Çünkü maden,
içinde bulunduğu toprağın parçasıdır. Üzerinde ev inşa edilen toprakta ise devletin
bir hakkı yoktur. Fakat hazine öyle değildir. Zira hazine toprağın bir parçası
olmayıp sonradan toprağa gömülen bir şeydir. Diğer iki imam ise, yukarıda geeçn hadisin ıtlakuıa dayanarak
kişinin kendi evi ile bir başka yerde bulunduğu madenler arasında ayırım
yapmamışlardır.
(Kişinin kendi tarlası
içinde bulduğu maden hakkında İmam Ebû Hanife'den iki rivayet gelmiştir.) el-Camiussağiyr'in
rivayetine göre îmam Ebû Hanife
bu madene zekât düştüğüne kaildir. Çünkü üzerinde ev inşa edilmeyen tarlada
Öşür ve Haraç gibi Devletin bir takım haklan vardır. Binalarda ise Devletin
bir hakkı yoktur.
(Hazineye gelince: Kişi onu ister kendi
evinde, ister tarlasında, ister bir başka yerde bulup çıkarsın, her üç İmama
göre de ona beştebir zekât düşer.) Zira yukarıda
geçen hadis mutlak olup onda herhangi bir kayıt yoktur. Ancak şu var ki: Eğer
üzerinde -Şehadet kelimesi, İhlâs
sûresi ve benzeri gibi- İslâm sikkesi olduğunu gösteren bir belirti
bulunuyorsa, bulunan hazine yerde bulunan eşya hükmündedir. Yerde bulunan
eşyanın hükmü ise sonradan gelecektir. Eğer üzerinde, haç veya herhangi bir
putun resmi gibi cahiliy-yet devrinden kalma olduğunu
gösteren bir şey bulunuyorsa, o zaman her hal-ü kârda ona beştebir
zekât düşer. Sonra, eğer kişi onu sahipsiz bir yerde bulmuş ise, geri kalan
beşte dördü kendisinindir. Eğer başkasına âit bir "yerde bulmuş ise, İmam Ebü Yûsuf'a göre yine böyledir. Çünkü hazineyi ilk bulan
kimse o olduğu için onun hakkıdır. İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed ise : -Hazinenin gömülü bulunduğu
yer müslümanlar tarafından fethedilince Devlet
tarafından ilk olarak kime verilmiş ise onundur. Zira herkesten önce o yere o
kimse malik olduğu için içinde bulunan hazineye de malik olmuştur. Bunun için
şayet o kimse o yeri başkasına satmış olsa bile, içinde bulunan hazine onunla
birlikte satılmamış tır. Nasıl ki, karnında inci bulunan bir balığı avlayan
kimse, balığı avlamakla karnındaki inciye de malik olup balığı satmakla
karnındaki inciyi satmış sayılmıyorsa bu da öyledir. Fakat maden öyle değildir.
Zira maden toprağın parçası olduğu için onunla birlikte satılmış olur. Şayet
ilk malikin kim olduğu bilinmezse, o yer müslümanlann
eline geçtikten sonra bilinen en eski mutasarrıfı kim
ise ona verilir- demişlerdir. Eğer sikkenin Cahiliyet
ile İslâmiyet devirlerinden hangisine ait olduğu kestirilemezse -mezhepte zahir
olan görüşe göre- Cahiliyet devrine ait olduğuna
hükmedilir. Zira Cahiliyet devri daha önce olduğu
için asıldır. Kimisi de: -İslâm ülkelerindeki müslümanlann
hâkimiyeti çok eski tarihlere dayandığı için İslâmiyet devrine ait olduğuna
hükmedilir- demiştir.
(Eğer bir kimse, müslüman olmayan bir ülkeye o ülkede hakim olan devletin
izniyle girdikten sonra orada bulunan bir evde hazine bulursa, bulduğu hazineyi
evin sahibine vermesi gerekir.) Çünkü hazineyi bulduğu yer her ne kadar müslümanlara ait değilse de, oraya izinle girdiği için
eğer sahibine vermezse güvenini kötüye kullanmış olur. (Fakat eğer çölde
bulursa kendisinindir) ve aynı zamanda ondan beştebir
zekât verme zorunluğu da yoktur. Çünkü çölde bulunduğu
için kimsenin mülkü olmadığı gibi gizliden alındığı için ganimet de değildir.
(Dağlarda bulunan
değerli taşlarda beştebir zekâtı yoktur.) Zira
Peygamber Efendimiz: j «Taşta beştebir zekâtı
yoktur» ([36]) buyurmuştur. imam Ebû Hanife' nin
son görüşüne göre -ki t m a m Muhammed de ayni görüştedir- (Civada
beştebir zekâtı vardır.) İmam Ebû
Yûsuf ise: «Yoktur» demiştir. İmam Ebû Hanife ile imam Muhammed'e göre (înci ile Anberde ise zekât yoktur.) îmam Ebû
Yûsuf: «İnci ile Anber gibi denizden çıkarılan her
çeşit süs eşyası zekâta tâbidir. Zira H z. Ömer (Radiyallâhü
anh) Anberden beştebir zekât almıştır. ([37])
demiştir. îmam Ebü Hanife
ile İmam Mu h a m m e d de: «Denizin dibi fethediîemediği için deniz dibinden çıkan şey -altın veya
gümüş dahi olsa- ganimet sayılmaz ki beştebir
vergisine tâbi olsun. H z. Ömer'in, beştebirini
aldığı anber ise denizin kenarında bulunmuştu. Karada
bulunan anberin vergiye tâbi olduğuna ise biz de
kailiz» demişlerdir.[38]
imam Ebû Hanife: «odun, kamış ve ottan
başka, yerden biten her ürüne -ister az ister çok olsun, yağmurla ister hark
açmak suretiyle olsun- öşür yani ondabir zekât
düşer» demiştir. Diğer iki İmam ise: «Kalıcı olmayan ve beş deve yükündan az olan ürüne zekât düşmez. Bir deve yükü
Peygamber Efendimiz (SaİIalIahü Aleyhi ve SellemJ 'in saı ile altmış sa'dır» demişlerdir,) ki bu günkü ağırlık birimi ile ikiyüz kilo gr. dır. (İki İmama göre yeşilliklere zekât düşmez.)
Buna göre îmam Ebû Hanife ile
diğer iki imam arasındaki ihtilâf iki konudadır:
1 - Toprak ürünlerine zekât düşmesi için nisaba
ulaşmaları şart mıdır?
2- Toprak ürünlerine zekât düşmesi için kalıcı olmaları
şart mıdır?
İki imamın birinci
konuya dair görüşlerinin delili; «Beş deve yükünden aşağı olan üründe zekât
yoktur» ([39]) hadisidir. Hem de ürünün
ondabiri zekât olduğuna göre ürünün nisab olması lâzımdır, ki sahibi şer'an
zengin sayılsın. İmam Ebü Hanife de;«Toprağın
yetiştirdiği ürünlerin zekâtı ondabirdir» ([40])
hadisine dayanmıştır. Zira bu hadiste «Eğer şu kadar olursa» diye bir kayıd yoktur. İmam Ebû Hanife ' ye göre iki imamın dayandıkları hadis ticaret
malı olan ürüne mahmuldür. Zira o zaman ürünleri yüklerle alıp veriyorlardı.
Kaldı ki herhangi bir ürüne zekât düşmesi için ürünün bir kimsenin mülkü
olması şart değildir, ki o kimsenin zengin olması şart olsun. Nitekim çocuğa
zekât vacib olmadığı halde onun da ekinlerinin ondabiri zekâttır. Bunun içindir ki toprak ürünlerinde yıl
şart değildir. Çünkü yıl, maldan kazanç sağlamaya imkân vermek içindir. Toprak
ürünleri ise hepsi kazançtır. İki imamın ikinci konuya dair görüşlerinin delili
de; «Yeşilliklerde zekât yoktur» ([41]) hadisidir.
Zira malûmdur ki ticaret malı olan yeşilliklere de zekât düşer, öyleyse hadis
«Yeşilliklerde öşür yoktur- manâsmdadır. İmam Ebû Hanife' nin
delili de yukarıda metni geçen «Toprağın yetiştirdiği ürünün zekâtı ondabirdir» hadisidir. îmam Ebü
Hani f e'ye göre «Beş yükten az olan üründe zekât
yoktur» hadisi, zekât memurunun toplamakla görevli olduğu zekâta mahmuldür.
Kaldı ki bir çok tarlalara kalıcı olmayan yeşillikler ekilir. Eğer yeşilliklere
zekât düşmezse, ekildikleri tarlalar ücretsiz olarak işletilmiş olur. Çünkü
toprak ürünlerinin zekâtı, ürünü yetiştiren toprağın ücretidir. Bunun içindir
ki işletilen toprağa haraç da düşer.
Odun, kamış ve ota
zekât düşmemesinin sebebine gelince: Çünkü bunların özel tarlalarda
yetiştirilmesi âdet olmamıştır. Hatta tarlaların bunlardan temizletilmesi
âdettir. Şayet birisi herhangi bir tarlasını bunları yetiştirmede kullanırsa,
o zaman bunlara da zekât düşer.
Kamıştan maksat acem
kamışı denilen bayağı kamıştır. Şeker kamışı ise, kokusu güzel olan ve kokusu
için yetiştirilen Hindistan kamışı ise, diğer toprak ürünleri gibi zekâta
tabidirler. Çünkü bu kamışlarda kazanç için kasten yetiştirilirler. Hurmanın
dal ve yapraklan ile saman ise öyle değildir. Zira ağacın dal ve yapraklan ile
saman maksut olmayıp maksut, ağacın tuttuğu meyvalarla
samandaki tanelerdir.
(Kova, dolap veyahut
hayvan sırtında taşınılan sularla sulanan ekinlerin zekâtı yirmide birdir.)
Çünkü bu ekinlerin masrafı diğerlerine göre daha çok olur. Hem yağmur ve hem
de taşınılan su ile sulanan ekinler ise -hem otlanan ve hem de yem verilen
hayvan sürüsünde oiduğu gibi- yılın çoğunda hangisiyle
sulanırsa onun hükmüne tabi olur. (İmam Ebû Yûsuf
»Safran ve pamuk gibi yüklerle alınıp verilmeyen ürünlere, eğer en ucuz olan
bir ürünün beş yükü değerinde olurlarsa zekât düşer») demiştir. Çünkü yüklerle
alınıp verilmedikleri için onlara şer'İ bir miktar tayin etmek mümkün olmaz.
Bunun için ticaret malı gibi değerleri nazara alınır.
İmam Muhammed de: «En
pahalı olan ürüne, eğer beş menne ulaşırsa zekât
düşer. Bunun için, pamuk gibi ucuz olan ürünlere, eğer beş yükten az olurlarsa
-ki bir yük üçyüz mendir- zekât düşmez. Fakat safran
gibi pahalı olan ürünlere, beş men olunca zekât düşer» demiştir.) Öşüre tâbi arazide üretildiği zaman (balda da öşür vardır.)
îmam-ı Şafii: -Bala zekât düşmez. Çünkü bal da koza gibi hayvansal bir
üründür» demiştir. Bizim ise delilimiz;
-Balın zekâtı ondabirdir- ([42]) hadisidir. Kaldki
bal kozaya kıyas edilemez. Çünkü an, balı meyve ve çiçeklerden alır. Meyve ve
çiçeklere ise zekât düşer. Koza böceği ise, kozayı dut yapraklarından üretir.
Yapraklarda ise-yukanda da geçtiği
üzere- zekât yoktur. Sonra İmam Ebû Hanife'ye göre bala -ister az ister çok olsun- zekât düşer.
Zira ona göre hiç bir üründe-yukanda da geçtiği üzere- zekât düşmesi için nisap şart de-
ğildir. İmam Ebû Yûsuf' tan ise,
balın nisabı hakkında üç rivayet gelmiştir. Bir rivayete göre İmam Ebû Yûsuf; «Balın nisabı en ucuz olan üründen beş yükün
değeridir», bir rivayete göre «Beş mendir-, bir rivayete göre de «On
tulumdur.» Zira rivayet olunmaktadır ki Beni Şebâbe
kabilesi ballarının zekâtını Peygamber Efendimiz (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) bu şekilde öderlerdi-demiştir. İmam
Muhammed de: «Balın nisabı yüz seksen ntıldır-
demiştir.Şeker kamışı da bal gibi olup aynı ihtilâf onda da caridir. imam Ebü Yûsuf dan her ne kadar -Dağlarda bulunan bal ve
meyvelere zekât düşmez. Çünkü onlan bulup toplayan
kimse onlan üretmemiştir- diye söylediği rivayet
olunuyorsa da, zahir olan görüşe göre dağlardan toplanan bal ve meyvelere de
zekât düşer. Çünkü üretmekten gaye kazanç sağlamaktır. Dağdan toplamakla da
aynı gaye, hatta daha külfetsiz olarak hasıl olur. (Öşüre
tâbi olan hiç bir toprak ürününde işçi. Öküz ve şâire ücreti gibi masraflar
hesap edilmez.) Zira Peygamber Efendimiz (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem), sulama masrafı olduğu zaman zekât
miktarının ondabirden yirmidebire
düştüğünü bildirmiştir. Eğer biz bu gibi masraflan da
hesaba katarsak, o zaman zekât miktarının daha da aşağıya düşeceğinden nassa muhalefet etmiş oluruz.
(Öşüre
tâbi arazide bulunan zift ve petrol kaynaklarına zekât düşmez.) Zira zift ve
petrol toprağın verimlerinden olmayıp su kuyula-n
gibi dipten kaynayan birer kaynaktırlar. (Fakat eğer ekime elverişli ise,
petrol kuyularının etrafındaki araziden haraç alınır.) Çünkü ekilmeye yanyan araziler haraca tabidirler.[43]
Cenâb-ı Hak: "Zekâtlar ancak fakirlerin, miskinlerin,
zekât memurlarının, kalpleri müslümanlığa
ısındırılmak istenenlerin, kölelikten kurtulmak İsteyenlerin, Allah yolunda
olanların ve yolda kalanların hakkıdır» ([44]) buyurmuştur.
Buna göre zekât verilebilenler sekiz sınıf kimselerdir. Ancak bu sınıflardan
kalpleri müslümanlığa ısındırılmak istenenler icma ile bugün ortadan kalkmıştır. Zira Cenâb-ı
Allah İslâm dinini gerektiği kadar güçlendirerek herhangi bir kimsenin kalbini müslümanhğa ısındırmaya gerek bırakmamıştır. (Fakir: Çok
az bir şeye malik olan, miskin de: hiç bir şeyi bulunmayan kimseye denir.)
Kimisi de bunun tersini söylemiştir, ki her iki görüşün de dayanağı vardır.
Sonra, fakir ile miskinin ayrı ayn sınıflar mı, yoksa
ikisinin bir sınıf mı olduğunda ihtilâf edilmiştir. AUah
izin verirse bu konu vasiyetler bahsimde gelecektir.
(Zekât memuru:
Zekâtları toplama görevinde çalışırken devlet tarafından kendisine zekâttan,
kendisiyle çoluk çocuğunun normal bir şekilde geçinebilecekleri kadar maaş
verilen kimsedir. Bu kimseye topladığı zekâtın sekizdebirini
vermek gerekli değildir.) Bunun için zekât memuru zengin de olsa -Hâşimi olmamak –şartiyle- zekât
alabilir. Fakat eğer Hâşimi olursa alamaz. Zira zekât
dünya malının kiri olup onu almada mezellet bulunduğu için, Peygamberin CSalIallahü Aleyhi ve Sellem)
hanedanına mensup olan kimselere ya-' kısmaz.
Zenginlik ise, bunun kadar üstün bir paye olmadığı için zekât memuru zengin de
olsa zekâttan maaş alabilir. Iraam-ı Ş â -f i İ (Allah rahmet eylesin) : -Zekât memuru âyette geçen sekiz
sınıftan biri olduğu için topladığı zekâtın sekizdebirini
ona vermek gerekir» demiştir. (Kölelikten kurtulmak istiyen
kimse : Efendisinin kendisiyle kitabet akdini yaptığı köledir. Bu köleye,
efendisine olan borç taksitlerini ödeyebilmesi için zekâttan yardım edilir.)
Peygamber Efendimizden (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) böyle nakledilmiştir.
(Borçlu: Borçlarından
fazla kalan malı nisaba ulaşamayan kimsedir.) lmam-ı
Şafii: -Borçlu ; Arabuluculukta ve iki kimse veya kabile arasmdaki
düşmanlığı giderip fitne ateşini söndürmek yolunda borçlanan kimsedir»
demiştir . (Allah yolunda olan: İmam Ebû Yûsuf'a göre
mali güçsüzlüğü yüzünden gazaya katılamayan kimsedir.) Zira bu tâbirden ancak
bu anlaşılır. (İmam Muhammed ise: -Hac kafilesinden geri kalan kimsedir»
demiştir.) Zira rivayet olunmaktadır ki birisi bir devesini Allah yoluna tasadduk etmiş ve Peygamber Efendimiz (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) ona, devesine hacca gitmek istiyenleri bindirmesini emretmiştir. Biz Hanefilere göre,
gazada olan kimseye zekat, fakirlerin hakkı olduğu için eğer zengin olursa
verilemez.
(Yolda kalmış olan
kimse ı Memleketinden uzak düşüp) varlıklı olduğu halde (beraberinde kendisini
memleketine ulaştıracak masrafı bulunmayan kimsedir. İşte zekât verilebilen
kimseler bunlardır. Zekât sahibi zekâtını, isterse bunların hepsine, isterse
bunlardan bir kaçına veyahut yalnız birine verebilir.) îmam-ı Şafii: «Bu
sınıfların hepsine ve her bir sınıftan en az üç kişiye vermek gerekir. Çünkü
Âyet-i kerimenin -Zekât ancak bu sekiz sınıfın hakkıdır» şeklindeki
ifâdesinden, zekâtın bu sekiz sınıfın hakkı olduğu ve bu sekiz sınıfın zekâtta
eşit bir şekilde ortak olduğu mânâsı çıkar» demiştir. Biz^diyoruz ki: Âyeti
kerime, zekâtın bu sekiz sınıf arasında eşit bir şekilde müşterek olduğunu
değil, zekâtı bunların dışında herhangi bir kimseye vermenin caiz olmadığım
ifade eder. Zira zekâtın mülkiyeti Allah'a aittir. Cenâb-ı
AUah da, bu sekiz sınıfta ihtiyaç vasfı bulunduğu
için zekâtı bu sekiz sınıfa vermeyi ve bunların dışında herhangi bir kimseye
vermemeyi emir buyurmuştur. Bizim bu görüşümüz, Hz.
Ömer ile Abdullah İbn-i Abbas
(Radıyallâhü anh)'dan da
rivayet olunmuştur.
(Zekât -fakir, de
olsa- müslüman olmayan kimseye verilemez.) Zira Peygamber
Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem),
M u a z İbn-i
Cebel'i Yemen'e gönderirken ona;-Onu, (yani zekâtı) zenginlerinden al, fakirlerine ver» ([45])
buyurmuştur. Bundan ise, müslüman olmayan fakire
vermenin caiz olmadığı mânâsı çıkar. Çünkü hadisteki birinci zamir nasıl müslümanlara raci ise, ikinci
zamirin do aynı merciye ait olması gerekir.
(Diğer sadakalar ise müslüman olmayan kimselere de verilebilir.) lmam-ı Şafiî diğer sadakalar da -zekâta kıyas ederek-:
«verilemez» demiştir, ki imam Ebû Yûsuf dan da bu yolda bir rivayet vardır.
Biz ise; «Bütün dinlerin mensuplarına sadaka verin» ([46])
hadisine dayanıyoruz. Hatta eğer Muaz tbn-i Cebel'in hadisi olmasaydı, müslüman
olmayan fakirlere zekât vermeyi de caiz görecektik.
(Zekât ile cami yaptmlamaz ve ölülere kefen alınamaz.) Zira zekâtta temlik
şarttır. Yani zekât veren kimsenin, verdiği kimseye zekât olarak verdiği şeyin
temlik etmesi gerekir. Cami ile ölü malik olamazlar.
tZekât ile herhangi bir ölünün borcu da ödenemez.) Çünkü başkasının
borcunda ödenen şey -hele eğer o başkası ölmüş ise- ona temlik edilmiş olamaz.
Aynı sebebe binaen (Zekât ile köle de satın alınıp azatlanamaz.)
İmam Mâlik, Âyeti kerimedeki (Kölelikten kurtulmak isteyenlerin) deyimini daha
geniş bir biçimde yorumlayarak zekât ile köle satın alıp azatlamanm
caiz olduğuna kail olmuştur.(Zekât zengin olan kimseye de verilemez.) Zira
Peygamber Efendimiz; «Zekât olan
kimseye helâl değildir» ([47])
buyurmuştur. Gerek bu hadisteki itlak ve gerek yu-kanda geçen Muaz İbn-i Cebel'in hadisi «Zengin de olsa, gazada olan kimseye
zekât verilebilir» diyen îmam-ı Şafii' nin görüşüne karşı birer delildir. (Kişi
zekâtını anne ve babaları ile çocuk ve torunlarına veremez.) Çünkü anne ve
babalarla çocuklar arasında menfaatlar müşterektir.
Aynı sebebe binaen (kişi zekâtını karısına da veremez.) İmam Ebû Hanife'ye göre aynı sebebe
binaen (kadın da kocasına zekâtını veremez.)
Diğer iki İmam ise,-Sana -hem sadaka verdiğin ve hem de akrabalık
hakkını gözettiğin için- iki ecir vardır- ([48])
hadisine dayanarak
kadının, zekâtını kocasına verebildiğine kail olmuşlardır. Peygamber Efendimiz
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
bunu «Ben kocama sadaka verebilir miyim?» diye soran A b d u 11 a h İbn-i Mesud'un hanımına cevap
olarak buyurmuştur. Biz diyoruz ki: Bu hadis sünnet olan sadakaya mahmuldür.
îmam Ebû Hanife'ye göre (kişi
zekâtını, mükâtep, yani kendisiyle kitabet akdini
yaptığı veyahut müdebber, yani kendisine -Ben
öldükten sonra sen hürsün- dediği köleleri ile Ümmülve-led, yani kendisinden çocuk doğuran cariyesine de veremer. Çünkü bu
vasıflarda olan köle ile cariyeler, efendileri tarafından başkasına
satılamadıkları için yan hür sayıhyorlarsa da, henüz
hürriyete kavuşamadıklan için kendilerine verilen
herhangi bir şey efendilerine verilmiş olur. îmam Ebû
Hanife'ye göre (kişi zekâtını, yansı azatlanmış olan kölesine de veremez.) Zira bu köle de kendisiyle
kitabet akdi yapılan köle gibidir.
(Zengin olan kimsenin
kölesine de zekât verilemez.) Zira köleye verilen herhangi bir şey efendisine
verilmiş olur. Bu kölenin efendisi ise zengin olduğu için ona zekât geçmez. (Zekât zengin olan kimsenin küçük çocuğuna da
verilemez.) Zira küçük çocuğun babası zengin olunca çocuk da zengin sayılır.
Fakat büyük olan çocuğa, babası zengin de olsa eğer kendisi fakir olursa
zekât verilebilir. Çünkü her ne kadar babası onu beslemek zorunda ise de,
büyük olduğu için babasının zenginliği ile zengin sayılmaz. Zengin olan
kimsenin karısı da öyledir. Zira kocası her ne kadar onu beslemek zorunda ise
de, kocasının zenginliği ile kendisi zengin sayılmaz.
(Zekât Haşimilere de verilemez.) Zira Peygamber Efendimiz (Sal-lallahü Aleyhi ve Sellem) :
Ey Haşim
oğulları, biliniz ki Cenâb-ı Allah size insanların
malından çıkan kiri yasaklamış ve onun yerine sîze Beytülmal'in beştebirinin beştebirini
vermiştir» ([49]) diye buyurmuştur. Fakat
sünnet olan sadaka Haşimiiere verilebilir. Çünkü
maldan çıkanlan sadaka yıkanmada kullanılan suya
benzer. Kendisine gusül lâzım gelen kimsenin kullandığı su müstamel olur da,
serinlemek için yıkanan kimsenin suyu temizdir.
(Haşimiler:
Hz. Ali, Hz. Abbas, Cafer, Akiyl ve Hars b. Abdul-muttalib'in soyundan olan
kimselerdir. Ancak bunların azatladığı köleler de Haşimî
sayılmaktadırlar.) Çünkü rivayet olunmaktadır ki, Peygamber Efendimizin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir
azatlısı; Bana zekât helâl mıdır? diye
sormuş ve Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) .- «Hayır. Sen bizim azathmızsin-
([50])
diye cevap vermiştir. Fakat eğer bir K u r e y ş İ, Hıristiyan olan bir köle
azatlarsa, Kureyşi' den cizye alınmadığı halde azatlısından
hıristiyan olduğu için alınır. Çünkü kıyas,
azatlayanın değil, azatlının durumunu göze almayı gerektirir. Azatlının
azatlayanın hükmünü alması ancak nass ile olur. Nass ise, yalnız zekât hakkındadır. İmam Ebü Hanife ile İmam Muhammed'e
göre, eğer bir kimse zekâtım fakir sandığı bir kimseye verdikten sonra o
kimsenin zengin veya Haşimi olduğu, ya da müslüman olmadığı veyahut
karanlıkta zekâtını bir kimseye verdikten sonra o kimsenin kendisinin babası
veya oğlu olduğu anlaşılırsa, zekâtını bir daha vermesi gerekmez. İmam Ebü Yûsuf ise: «Gerekir» demiştir.) Zira yanılmış olduğu kesin
olarak anlaşılmıştır. Necis bir kaptan apdest aldıktan veyahut ne-cis
bir elbise içinde namaz kıldıktan sonra, abdest aldığı
kabın veyahut içinde namaz kıldığı elbisenin necis
olduğunu öğrenen kimsenin nasıl bir daha namaz kılması gerekiyorsa, bu
kimsenin de zekâtını bir daha vermesi gerekir. İmam Ebû
Hanife ile İmam Muhammed'in delili de Maan b. Yezid'in hadisidir. Y e z
i d, fakirlere dağıtmak üzere bir miktar altın birisine bırakmış ve bunu Öğrenen
oğlu Maan gidip altınları adamdan almıştı. Y e z i d
altınları oğlu M a a n ' m yanında görünce ! «Oğlum,
ben sana verilsin, dememiştim» diye altınları Maan'
dan geri almak istemiş ve bunun üzerine Peygamber Efendimiz tSallallahü
Aleyhi ve Sel-lemVe müracaat etmişlerdi. Peygamber
Efendimiz de:Ey Yezid, niyet ettiğin sadaka sevabı
sana hâsıl olmuştur ve ey Maan, senin de aldığın
para senin olmuştur» ([51])
diye cevap vermişti. Kaldı ki bu gibi şeyleri kesin olarak bilmek mümkün
olmadığı için, kıblenin hangi tarafta olduğunu bilemiyen
kimsenin yaptığı gibi ancak içtihat ve zann ile
olur.
İmam Ebû Hanife' den -kişinin
kendisine zekât verildikten sonra zengin olduğu anlaşılması dışında- bu
suretlerin hep-sinde zekâtın bir daha verilmesi gerektiğini söylediği de
rivayet olunmuştur. Fakat zahir olan rivayet birincisidir. Bu da eğer kişi
içtihat ederek verdiği kimsenin müstahak olduğuna kanaat getirdikten sonra
vermiş ise böyledir. Sahih olan kavle göre, eğer fakir olduğunu kesin olarak
biliyorsa, o zaman içtihat etmeden de verse ve ondan sonra fakir olmadığı
'anlaşılsa bir şey lâzım gelmez.
Eğer kişi zekâtını
verdikten sonra, verdiği kimsenin kendisinin kölesi veyahut mükâtebi
olduğunu anlarsa -yukarıda da geçtiği üzere- köle
temellüke ehil olmadığı için kâfi gelmez. (Hangi maldan olursa olsun nisap
miktarına malik olan kimseye zekât verilemez.) Çünkü nisaba malik olan kimse
şeriatta zengin sayılır. Ancak malik olduğu nisabın zarurî ihtiyaçlarından fazla
olması şarttır. Mah, nisap miktarından az olan
kimseye ise -bu kimse bedenen sağlam ve çalışan bir kimse dahi olsa- zekât
verilebilir.) Zira bu kimse, nisap miktarına malik olmadığı için şer'an fakirdir. Zekât ta fakirlerin hakkıdır. Kaldı ki,
her hangi bir kimsenin gerçekten fakir olduğunu kesin olarak bilmek mümkün
olmadığı için, fakir olduğunu gösteren delile bakılır. Delil ise nisaba malik
olmayışıdır. (Bir kimseye ikiyüz dirhem veya daha
fazla vermek mekruh olmakla beraber şayet verilse caizdir.) İmam Züfer: -Caiz değildir. Çünkü kendisine ikiyüz
dirhem verilen kimse zenginleştiği için zekât zengine verilmiş olur- demiştir.
Biz diyoruz ki: Bu kimsede zenginlik vasfı, kendisine verilen ikiyüz dirhemi aldıktan sonra hâsıl olur. Bunun için
caizdir. Fakat zekât alması ile zengin olması, zaman bakımından biribirine çok yakın oldukları için -bir pisliğin yanında
durup namaz kılmak gibi- mekruhtur. (İmam Ebû Hanife: «Kanaatimca, zekâtınla
bir fakiri zengin edersen birkaç fakire vermekten daha iyidir» demiştir.) Yani,
herhangi bir fakire nisaba yakın bir miktar verip de onu geçici bir zaman
için dahi olsa avuç açmak mezelletinden kurtarmak, birçok fakirlere ve fakat
az az vermekten daha iyidir. Yoksa herhangi bir
kimseye nisap miktarını vermek -yukarıda da geçtiği
üzere- mekruhtur. (Zekâtı, vacip olduğu yerden başka bir yere nakletmek mekruhtur.)
Her yerin zekâtı aynı yerin fakirlerine verilir. Zira hcn
yukarıda geçen Muaz Ibn-i
Cebel'in hadisi bunu emrettiği gibi, eğer aynı yerin fakirlerine verilirse aynca komşuluk hakkı da gözetilmiş olur. (Ancak eğer zekât
sahibinin muhtaç olan akrabaları başka yerlerde oturur veyahut başka yerlerin
fakirleri daha muhtaç olurlarsa, o zaman zekâtın naklinde kerahet yoktur.)
Zira bu durumda zekâtını nakleden kimse akrabalık hakkını gözetmiş, ya da daha muhtaç olan fakirlere yardım etmiş olur. Şayet
hiç bir sebep yokken zekât nakledilirse, mekruh olmakla beraber caizdir. Çünkü nassan sabittir ki yalnız bir yerin fakirleri değil, bütün
fakirler zekâta müstahaktırlar.[52]
[1] Yirmtel C. 1 S. 78, el-MÜstedrek cilt 1 sh. 9.
[2] Buharl C. 1 S. 189, Müslim
C. 1 3. 315
[3] Ebû Davud
cüt 1 sh. 338
[4] Gariptir
[5] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 1/215-219.
[6] Buharl C. 1 S. 195-196
[7] Tahavl cilt 2 sh. 417, Ebû Davud
«el-Merasil» sh. 14, îbn-i Hazm «el-Mahalli» cilt 6 sh. 33
[8] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 1/219-221.
[9] Darekutnl sh. 202, Beyhaki dit 4 sh. 99, İbn-i Hazm
el-Mahallİ cilt 6 sh. 6
[10] Tirmizİ C. 1 S, 79, îbn-i Mâce C. I S. 13, Beyhaki cilt 4 sh. 99. tbn-i Ebl Şeybe
cilt 3 sh. 12
[11] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye Tercümesi,
Kahraman Yayınları: 1/221-222.
[12] Buhart C. I S. 196
[13] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 1/222-223.
[14] Buhart C. I S. 197. Müslim
C. 1 S. 316. Ebû Davud C. I
S. 232, Nesal C. I S. 342, tbn-İ
Mâce C. 1 S. 131, Tirmizİ
C 1 S. 80, Darekutnl
sh. 214
[15] Darekutnl sh. 214, Beyhaki cilt 4 sh. 119
[16] Gariptir. Nasb-ürraye C. 2 S. 358
[17] Buharî ve Müslim tarafından
kaydedilen bu hadiste katırlardan söz yoît. Peygamber
Efendimiz (S.A.V.) sadece «Eşşekler hakkında bana bir
şey nazil olmamıştır.» diye buyurmaktadır. Buharl C.
1 S. 319 ve 400, Müslim cilt 1 sh. 319
[18] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 1/223-224.
[19] Ebû Davud
C. 1 S. 237, Darekutn! sh.
204, BeyhakI cilt 4 ah, 18
[20] Bu hadis gariptir. Beyhakl
ve TahavI onu bu lâfza yakın bir şekilde ve bir
kısmını mürsel olarak rivayet etmişlerdir. Beyhakİ cilt 4 sh. 102, Tahavî cüt 1 sh.
314
[21] Meselâ bir kimsenin dokuz tane devesi veyahut yüz
yirmi tane koyunu olup da üzerinden yıl geçtikten
sonra ve daha zekâtını vermemişken eğer develerinden dört veyahut
koyunlarından seksen tane zayi olursa, İmam Ebû Hanice
ile İmam Ebû Yûsuf'a göre bu kimsenin her iki surette
de bir koyunun tamamını, İmam Muhammed
ile İmam Züfer'e göre ise birinci surette bir koyunun
dokuzda beşi, ikinci surette üçtebirini vermesi
gerekir
[22] Kadı Ebû Yala ve Ebû İshak el-Şirazl Nasbûr-RsyeC. 2 S. 363
[23] Buna göre eğer bir kimsenin kırk tane devesi olup da,
yıl bittikten sonra ve fakat daha rekâtını vermemişken yirmi tanesi Ölürse,
İmam Muhsm-med'e göre bu
kimseye üç yaşma basan bir dişi devenin Tansı, İmam Ebû
Yûsufa gfire otuz altıda
yirmisi, İmsin Ebû Hanlfe'ye
göre İse dört tane koyun lazım gelir.
[24] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 1/224-229.
[25] Buhaıi C. 1 S. 201 ve Müslim
cilt 1 sh. 315
[26] Darekutnl sh. 200
[27] 235 numarada geçen hadisin temimmesidir,
[28] Darekutoi sh. 200 ve Beyhakl C. 1 S, 135
[29] Ebü Uveys. Nasb-ürraye C. 2 S. 367
[30] Meselâ ikiyüz yedi dirhem
gümüşü bulunan bir kimseye, eğer iki yüzden onsraki
yedi dirheme de zekât düşerse birfnci yılda beş
dirhem ile yedi dirhemin kırkta biri lâzım gelfr.
Şayet birinci yılda zekâtını vermeyip ikinci yıla bırakırsa bu sefer birinci
yılın zekâtı dışında ona, ikiyüz dirhem ile bir
dirhemin kırkta otuzüçünün kırkta birûtf
vermek gerekir, ki bu çok ince ve içinden çıkılmaz bir hesaptır.
[31] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 1/229-231.
[32] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 1/231-232.
[33] Metnen gariptir, mealen Ebü Davud
C. 1 S. 225 ve BeyhakI dit 4 sh.
146
[34] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 1/232-233.
[35] Buhari C. 1 stı. 203, Müslim cilt 2 sh. 73, Ebû Davud cilt 2 sh. 83 ve 283
[36] Metnen gariptir. İbn-i Adi şeklinde
kaydetmiştir.
[37] Hz. Ömer'in Anberden beşte bir zekâtım aldığına dair rivayet gariptir.
AbdÜrezzak ile îbn-i EbJ Şeybe müsenneflerinde
bunu Ömer îbn-i AMÜlaztz'e
mal etmişlerdir. îbn-i Ebİ Şeybe cilt 3 sh. 21
[38] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 1/234-236.
[39] Buhar! C. 1 S. İM, Müslim C. 1 S. 316, Tahsvl C. 1 S. 314
[40] Tirmlzl, el-Müstedrek dit 1 sh. 401. Darekutnl sh. 201, BeyhaM dit 4 ah. 128
[41] Tirmlzl, el-Müstedrek dit 1 sh. 401. Darekutnl sh. 201, BeyhaM dit 4 ah. 128
[42] Abdürrezzak. Nasb-ürraye C. 2
S. 390
[43] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 1/236-239.
[44] Tevbe sûresi âyet 60
[45] Sıhah-ı Sitte'nin
hepsi : Buhart C. 1 S. 187, Müslim C. I S. 36
[46] İbn-i Ebl
Şeybe mürsel olarak C. 1 S.
39
[47] Ebû Davud
ile Tirmizi, Abdullah îbn-i
Amr tbn-i As'dan. Ebû Davud
C. 1 sh. 238, Tirmizi C. 1
S. 83
[48] Buhar! sh. 198, Müslim sh. 323, Nesal sh. 361, îbn-i Mâce sh. 133, Tir-mlzl C. I S. 81, el-Müstedrek
cilt 4 sh. 603
[49] Bu hadis bu lâfızla gariptir. Müslim bu mânaya yakın
bir başka lâfızla kaydetmiştir. C. 1 S. 346
[50] Ebü Davud
1/340. Tirmizi 1/83, Nesal
1/366, îmam Ahmed'in Müsnedl
cilt 6 sh. 8 ve 10. el-Müstedrek
cilt 1 sh. 404
[51] Buharl dit 2 sh. 1000
[52] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 1/239-246.