Allah'ı Çokça Anmanın Sınırı Nedir?
TESBÎH, TAHMÎD, TEHLÎL VE TEKBİRİN FAZİLETİ :
Parmak Hesabıyla Zikir Ve Tesbîh Etmek :
Müslümanların Meydana Getirdiği Toplantılarda Allah'ı
Anmak Sünnettir :
1. Gıda, Giyim, Konut Ve Ticarî Konularda Helâl Lokmayı
Arayıp Bulmak.
3. Faziletli Vakitleri, Eşref-İ Saatleri Düşünerek El
Kaldırmak.
4. Elleri Omuz Seviyesine Kadar Kaldırmak.
5. İki El Arasını Açık Tutmak.
6. Duaya Hamd Ve Sena, Peygamber (a.S.) Efendimize
Salâvat Getirerek Başlamak.
9. Kabul Olunacağını Düşünerek Duâ Etmek.
10. Günahı Gerektirmiyecek, Akrabalık Bağlarını
Zedelemiyecek.
11. Hemen Yerine Gelmesini İstemekte Acele Etmemek.
12. Kabul Olunmasını Kesinlik İfade Eden Sözlerle
Dilemek.
13. Kısa Fakat Özlü Ve Anlamlı Cümlelerle Dua Etmek.
14. Kendine, Çoluk Çocuğuna, Mal Ve Servetine Betduâ
Etmemek.
15. Önemli Cümleleri Üç Defa Tekrarlamak.
16. Önce Kendi Nefsine, Sonra Ana-Babasına, Sonra Da
Bütün Mü'minlere Duâ Etmek.
17. Duânm Sonunda Elleri Yüze Sürmek, Allah'a, Hamd,
Peygambere Salât İle Bitirmek.
Din Kardeşinin Gıyabında Duâ Etmek :
Bütün ibâdetlerin
hedefi, Allah'ın varlığını, birliğini kalbden dile, dilden azaya intikal
ettirip o sonsuz kudretin karşısında aczimizi,, mahviyetimizi ifâde etmek, her
an ona muhtaç bulunduğumuzu halimizle, sözümüzle ve davranışımızla ortaya
koymaktır.
Zikir'de bir
ibâdettir. Allah'ın varlığını, birliğini, her türlü noksanlıktan, beşerî
sıfatlardan münezzeh bulunduğunu kalbden dile aktarmak, kalble dili bu hususta
birleştirip bütünleştirmektir. Allah'ı her dem anmak, O'nun Celâl ve Cemal
sıfatlarını dile getirmek ne büyük şeref ve ne yüce bir ibâdettir!.
Kur'ân-ı Kerîm'de
zikrin önemine temas edilerek şöyle buyuru-luyor .-
«Ey İmân edenler!
Allah'ı çokça zikredin (anın), O'nu sabah akşam teşbih edin.»[1]
-Zikrin en önemli
yanı, kul Allah'ı anınca Allah'ın da onu anması onu rahmetiyle yadetmesidir.
Kur'ân'da özellikle bu husus açıklanmıştır.
«Artık .beni anın, Ben
de sizi (rahmet ve gufran ile) anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.»[2]
Kudsi Hadîste ise
şöyle buyurulmuştur :
«Ben kulumun beni
zannettiğinin yanındayım (kulum Beni sandığı gibi bulacaktır). Beni zikrettiği
zaman Ben onunla beraberim. Kulum beni kendi nefsinde anarsa, Ben de onu kendi
katımda anarım. Kulum beni bir topluluk içinde anarsa, Ben de onu daha hayırlı
bir topluluk içinde anarım. Kulum bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın
yaklaşırım; o bana bir arşın yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kulum
bana yürüyerek gelirse, Ben ona seğirterek giderim.»[3]
Rahatlıkla diyebiliriz
ki, zikir ehli daima önde olanlardır. Allah'a en çok yakınlık sağlayanlar da
yine onlardır. Yeterki bu Re-sûlüllah'm Sünnet-i Seniyyesinin ölçülerine uysun.
Bu manayla Peygamber (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur :
Müferridler' Öne
geçti! «Bunun üzerine soruldu -.»
Müferrialer kimlerdir? «Cevap verdi :» Allah'ı çokça anan erkekler ve kadınlardır.»[4]
Zikir ruhu zinde tutan
bir ibâdettir. Aynı zamanda lâhuttan insana mânevi gıda sunan bir vasita, kul
ile Allah arasındaki engelleri kaldıran bir araçtır. İnsan hayatı boyunca her
dem bu vasıtaya muhtaçtır. Allah Resulü bu konuda şöyle buyuruyor :
«Allah'ı zikredenler
Onu zikretmiyenin misali, diriyle ölü misalidir.[5]
Böylece diyebiliriz
ki, Zikir, sâlih amellerin başında gelir. Ona muvaffak olana gerçekten velilik
menşuru verilmiştir. Bunun için Allah Resulü Muhammed (A.S.) her hal-u kârda
Allah'ı anmış ve kendisine gelerek : «Ey Allah'ın Resulü! İslâm'ın esas ve
prensipleri, emir ve tavsiyeleri hayli çoğaldı, hepsini yerine getirmem çok
zor, daha çok yapabileceğim bir ameli bana tavsiye et..» diyen adama, Allah
Resulü şöyle buyurmuştur : «Dilin her dem Allah'ın zikriyle ıslak bulunsun!»
Ashabına da :
«Ey Ashabım! Size en
hayırlı amelinizden, Rabbiniz katında en arınmış ve en sade ibâdetinizden,
derecelerinizi en çok yükselten ve. sizin için altın ve gümüş harcamaktan daha
hayırlı; düşman ile karşılaşıp onların boynunu vurmanız, onların da sizin
boynunuzu vurmasından daha sevâplı bir işten haber vereyim mi?»
Diye sorduğunda,
Ashabı :
— Evet, Ya Resûlellah! diye isteklerini
belirtince, şöyle buyurmuştur :
— «Allah'ı zikretmek,» (O'nu gönülden severek, saygı duyarak
anmak)...[6]
ZİKİR bir bakıma
kurtuluşun emin yolu, mululuğun açık tutulan kapısıdır. Bu kapıdan gönül
rahatlığı içinde giren kimse Cenâb-ı Hakk'm kerem ve inayet bağına erişmiş
sayılır. Bunun için Allah Resulü Muhammed
(A.S.) şöyle buyurmuştur :
«Âdemoğlu Allah'ın
azabından kurtarıcı olarak zikirden daha kurtarıcı bir amelde bulunmamıştır.[7]
Yukarıda mealini
yazdığımız âyette : «Ey İmân edenler! Allahı çokça anın, O'nu sabah akşam
teşbih edin...» buyurulmuştur. Diğer bir âyette ise ; «Onlar ki ayakta iken,
otururken, yanları üzeri yatarken Allah'ı anarlar.» buyuruluyor. Bunların
ışığı altında Tabiîn'den Mücahid diyor ki : «İnsan ayakta iken de, otururken
de, yatarken de Allah'ı andığı takdirde, âyette belirtilen «çokça anma»
düzeyine kendini ulaştırmış olur.,.»
Ünlü îlim Adamı İbn
Salah'tan aynı konu sorulduğunda şu cevabı vermiştir :
«Peygamber (A.S.)
Efendimziden rivayet yoluyla sabit olan zikirlere sabah akşam; gece gündüz
devam eden kimse, cidden Allahı çokça anmış olur.»
Ali bin Ebû Talha ise
bu hususta İbn Abbas tR.A.) Hazretlerinin şöyle bir açıklamada bulunduğunu
nakletmiştir :
«Allah (C.C.) ne kadar
bir şeyi kullarına farz kılmışsa, mutlaka ona belli bir sınır çizmiştir ve
kullan için o hususta özür imkânı tanımıştır. Ancak zikir için ne sınır
koymuş, ne de özür kabul etmiştir : «Ayakta iken, otururken yanlarınız üzeri
yatarken Allah'ı anınız...» buyurmuştur. Bu durumda gece ve gündüz, eyleşik
halinde ve yolculukta, karada ve denizde, sağlıklı günlerde, hastalıklı durumlarda,
ve zenginlik devrelerinde Allah'ı anmamız gerekir. [8]
Zikir yalnız Allah'ın Celâl
ve Cemal sıfatlarını, anmak, tehlîl ve tekbîr, teşbih ve tahmîdde bulunmak
değildir. Helâl ve haram sınirlannı bilmek ,aldığına ve sattığına dikkat etmek,
tezgah bağında, masada, tarla ve bahçede, fabrika ve atelyede Allahı hatırlayarak
dosdoğru iş görmek te zikirdir. Nitekim tabiinden Ata' el-Hora-sanî de zikrin
şümulünü bu anlamda geniş tutmuştur.
Kurtubl diyor ki :
«Zikir meclisi, içinde
Allah'ın Kelâmı, Peygamberin Sünneti iku-nup anlatılan, sâlihlerin hayatından
örnekler verilen, din âlin terinin tefsir ve yorumlarından bahsedilen
meclislerdir.»[9]
ZİKİRDE EDEP
:
Zikirden maksad bir
bakıma nefsi tezkiye etmek, kalbi dünya kirlerinden temizleyip vicdanı
geliştirmektir. Nitekim Kur'ân'da zikirden amacın bu olduğu şöyle açıklanıyor
:
«Namazı dosdoğru kıl,
çünkü namaz hayasızlıktan, dinen aklen kötü sayılan şeylerden alıkor. Aiıdolsun
ki Allah'ı zikretmek çok büyüktür...»[10]
Namaz baştan sonuna
kadar zikirdir. Zikir ise en büyük ibâdettir. Kalbler ancak namaz ve zikirle
yatışır. Ruh ancak zikir ibadetiyle gıdasını alır. Namaz nasıl zikirse, oruç
da, zekât da, hac da zikirdir. Çünkü bütün bu ibâdetler Allah'ın emri olduğu
ve Allah (C.C.) hatırlandığı için yapılmaktadır. Kur'ân'da bu hususa işaretle
deniliyor ki :
Onlar imân etmişler ve
kalbleri Allah'ı anmakla huzura kavuşmuştur. Haberiniz olsun ki, kalbler ancak
Allah'ı anmakla yatışıp huzura
kavuşur...»[11]
O halde zikri tam bir
edep üzere yapmak; bağırıp çağırmadan, yapmacık hareketlerde bulunmadan, Sünnet
ölçüleri içinde yerine getirmek lâzımdır. Çünkü ancak bu ölçü ve anlamda
yapılan zikir kalbleri yatıştırıp huzura kavuşturur. Nitekim Ashabdan bir
cemaat seslerini yükselterek duâ yapıyorlardı, onların bu halini gören
Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz şu yolda uyarısını yaptı :
«Kendinizi (kontrol
edip) tutun; çünkü siz ne sağıra, ne de gaibe sesleniyorsunuz. Şüphesiz ki
seslenip duâ ettiğiniz hem işitir, hem çok yakındır; o kadar ki size yük
taşıyan devenizin boynundan daha yakındır.»[12]
Zikir meclisi ilâhî
rahmetin bolca indiği, meleklerin katıldığı bir meclistir. Bu bakımdan vakti
müsait olanların zikir halkasına katılması müstehabdır. îbn Ömer (R.A.)'m
yaptığı sahih rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu konuda şu
tavsiyede bulunmuşlardır :
«Cennet bahçelerine
uğradığınızda oturup yararlanın.» Bunun üzerine
soruldu : «Ey Allah'ın Resulü! Cennet bahçeleri nelerdir?» Cevap verdi : «Zikir
halkalarıdır. Şüphesiz ki Allah'ın gezip dolaşan melekleri vardır ki bunlar
zikir halkalarını arzu ederler. Bu halkalara gelince çepeçevre onları
kuşatırlar.»[13]
Yine rivayete göre,
bir gün Resûlüllah (A.S,) Efendimiz Ashabından halka kurmuş bir
cemaata rasladığmda sordu :
— Sizi meclis kurup oturtan nedir?
Cevap verdiler :
— Oturup Allah'ı zikrediyoruz; bizi
İslâm'a eriştirdiği için de O'na
hamdediyoruz.
— «Allah için (söyleyin), sizi burada meclis
kurup oturtan şey bu mudur? Sizi töhmet altında tuttuğum için yemin
verdirmiyorum, Ancak Cibril bana gelerek, Allah'ın sizinle meleklerine
iftihar ettiğini haber verdi.»[14]
Allah'ın iftihar
ettiği mü'minler elbetteki en aziz amelde bulunanlardır. [15]
İnsanların ve
meleklerin; cinlerin ve varlık âleminin söylediği ve söyliyeceği en güzel
kelime, şüphesiz ki lâ ilahe illâllah'dır. Bu katıksız bir Tevhıd'dir. Kâinat
bu kelimenin etrafında dönmekte ve bütün eşya bu kelimeyle varlığını ve
hareketini sürdürmektedir. Âdem (A.S.)'den son Peygamber Hz. Muhammed (A.S.)
Efendimize kadar gelip geçen her peygamberin mayası ve cevheri bu kelime olmuş
ruhların muhtaç bulunduğu mânevi gıda olarak sadece bu kelime sunulmuştur.
Bunun için Allah
Resulü buyuruyor :
«Kul bir defa her
türlü gösterişten uzak katıksız olarak La Ilahe İllallah demeyi görsün, mutlaka
kendisine göğün kapılan açı-hr, bu kelime Arş'a ulaşıncaya kadar bu açılma
devam eder; tabii kul büyük günahlardan sakındığı sürece bu böyledir.»[16]
Evet, Lâ İlahe
İllallah kalbin tek sermayesi, imânın temel taşıdır. Günah ve isyan kirleri
kalbi karartınca onu ancak bu kelimeyle temizleyip1! cilalamak mümkündür.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Ashabına bu konuda şöyle emretmiştir :
«İmanınızı tazeleyin!»
Bunun üzerine Ashab soruyor : «Ya Resû-lellah! İmânımızı nasıl tazeliyelim?»
Cevap veriyor : «Lâ İlahe İllallah sözünü çokça söyleyin...»[17]
Bu nedenle zikrin en
üstünü ve en faziletlisi, Lâ İlahe Îllâl-Lah'dır. Duanın en faziletlisi,
El-Hamdu Lillâh'dır. Kimin de son sözü Lâ İlahe İllallah olursa, Cennete girer,
müjdesi vardır.[18]
Teşbih : Bir bakıma
«Sübhanellah» demekse de Allah'ın her türlü noksanlıktan münezzeh olduğu, bütün
kemal sıfatlarıyla vasıflanmış bulunduğu, kâinattaki her şeyin yaratıldığı
kanuna uyarak Yüce Yaradan'ı teşbih ettiği anlamında daha çok yaygındır. Namazlardan
sonra 33 defa Sübhanellah demekle bu mânaları kasdediyor ve Allah'ın insanlar
için koymuş olduğu hayat kanununa uyacağımızı, her halimizde Allah'ı
hatırlıyarak Ona teslimiyet göstereceğimizi dile getiriyoruz.
Tahmîd : Allah'ın
Allah (C.C.) olduğu için övülmeye lâyık bulunduğunu; verdiği ve sunduğu
sayısız lütuf ve ihsanlar karşısında Ona hamdetmemizin bir görev olduğunu ifâde
etmektir.
Tehlil : La İlahe
İllallah, diyerek Allah'ın varlığım, birliğini kabul etmek, uluhiyyetin ancak
O'na has bulunduğunu söylemektir.
Tekbîr : Allahu Ekber,
demek suretiyle Allah'ın çok büyük olduğunu, büyüklüğünün nisbet kabul
etmediğini, kıyas ölçülerine girmediğini ifade etmektir.
Bunun için Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur
«İki kelime vardır ki
dile hafif, terazide ağır gelir; Rahman olan Allah katında da çok sevilir :
Sübhanellahi Ve Bi-Hamdihi, Sübhanellahî'l-Azîm...»[19]
«Sübhanellah, Vel-Hamdu
Lîllâh Ve Lâ Îlâhs İllâ-Hu Vallahu Ekber demem benim yanımda, üzerine güneş
doğan her şeyden daha hayırlıdır.»[20]
Bu konuda yirmiye
yakın sahih hadîs rivayet edilmiştir. Hepsini buraya nakletmemize gerek
görmüyoruz. Ancak konuyu daha açıklar mahiyette olan şu hadîsi mealen
yazmamızda yarar vardır .-
«Kim bir günde 100
defa Lâ İlahe İllâllahu Vahdehu Lâ Şerike Leh, Lehıtl-Mülkü Ve Lehü'l-Hamdu
Vehu Ve Alâ Külli Şeyin Kadir derse, bu onun için on köleyi azad etmeye bedeldir,
ayrıca kendisine yüz sevap yazılır ve yüz günahı silinir. O gün akşama kadar
onu şeytandan koruyucu olur. Hiç kimse bundan daha üstün bir amelde bulunamaz,
ancak bu hususta ondan daha çoğuyla amel eden müstesna.»[21]
İstiğfar : Allah'tan
bağışlanma dilemek, işlenilen günahların ilâhî rahmetle örtülmesini istemek ve
O'nun affını kazanmaya yönelmektir. Allah'ın da kullarından en çok sevdiği
husus, bir günah, işledikten sonra onu kime karşı işlediğini düşünerek büyük
bir pişmanlık içinde Allah'a yönelip istiğfar etmeleridir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin geçmiş ve gelecek günahları bağışlandığı halde günde en az yetmiş
defa istiğfar eder, Allah'ın mağfiret ve rahmetini dilerdi. Kur'ân-ı Kerîm'de
istiğfar ile ilgili birçok âyetler vardır. Bu da onun önemini göstermeye
kâfidir.
«Ey âdemoğlu! Bana
seslenip dua ettiğin ve benden umduğun sürece seni herhalde mağfiretime
eriştiririm (günahlarını bağışlarım). Artık senin günahlarının (küçüklüğüne,
büyüklüğüne) aldırış etmem. Ey âdemoğlu! Eğer senin günahların gökteki bulutlara
kadar erişse sonra da Bana yönelip istiğfar etsen yine de aldırış etmeden
senin günahlarını bağışlarım. Ey âdemoğlu! (Kul hakkı, millet hakkı müstesna)
yeryüzü dolusu hata ile bana gelsen, sonra da Bana hiçbir şeyi ortak koşmadığın
halde bana kavuşsan, sana yeryüzü dolusu mağfiret ile gelirim.»[22]
Mealindeki hadîs, kul
ile Allah (C.C.) arasındaki tevbe ve istiğfar bağının ölçü ve anlamını
yansıtmaktadır.[23]
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, Tesbîh'in kısaca mânası Allah'ı noksan sıfatlardan,
uluhiyyete aykırı şeylerden tenzih ve takdistir. Bu anlamda tenzih ve takdis
yapılırken ve benzeri zikirlerde bulunulurken sayıda yamlmamak için parmak
uçlarından ve boğumlarından yararlanıldığını bilmekteyiz. Sonraları çeşitli
ağaç ve çekirdeklerden yapılan ve beli sayıda iplere dizilen boncuk ve benzeri
şeyler de bu maksatla kullanıldığı için TESBÎH ismini almıştır.
Ancak tesbîh denilen
âletin ne zaman, kim tarafından bu maksatla kullanıldığını kesin olarak
bilmiyoruz. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin belli sayıda yaptığı zikir ve
teşbihleri parmak uçları veya boğumlarıyla hesapladığı sahih rivayetlerle sabit
olmuştur. Bundan anlıyoruz ki tesbîh denilen âlet sonradan bir bid'a olarak
ortaya çıkarılmış ve zamanla yaygmlaşarak benimsenmiştir,
Abdullah bin Ömer
(R.A.) diyor ki : «Resûlüllah (A.S.) Efendimizi parmaklarıyla tesbîh yaparken
gördüm.»[24]
Sahabiyeden
Büseyre (R.A.) adındaki hanım diyor ki, Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz biz kadınlara şöyle buyurdu
«Tesbîh, tehlîl ve
takdise gerekli olun? bundan gaflet etmeyin, sonra rahmeti unutursunuz. Tesbîh
yaparken parmaklarınızla bağlantı yapıp (sayıyı noksansız sağlamaya çalışın).
Çünkü parmaklarına da hem sorumlu tutulacak, hem sorguya çekileceklerdir.»[25]
Zikir ve tesbîh
konusunda parmak uçlarına ve parmak sayısına ayrı bir özellik tanındığına ve
sünnetin bu yolda, icra edildiğine göre, Arapların Sebha, bizim Tesbîh
dediğimiz âletle zikir ve teşbihte bulunmak, parmak uçları ve boğumlan
hesaplanarak yapılan tesbîh kadar faziletli değildir. Cami' ve mescitlerde ön
safta bulunan cemaatin teşbihi olmayanlara cami'a vakfedilen teşbihleri dağıtmaları
sünnete uygun değildir. İsteyen parmak hesabıyla teşbihini yerine getirsin,
buna engel olmak doğru bir hareket sayılmaz.[26]
İslâm her yerde -bazı
yerler müstesna-, her zaman Müslümanların Allah'ı hatırlayarak anmasını
emretmiştir. Çünkü Allah'ın anıl-madığı bir toplantıda şeytan yer alır.
Şeytanın bulunduğu bir mecliste hayır yoktur.
Bu bakımdan Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz bulunduğu her toplantıda Allah'ı anmış ve ashabına bunu bir
sünnet olarak tavsiye etmiştir. Yapılan sahih rivayetlere göre, bu konuda
şöyle buyurduğunu bilmekteyiz :
«Bîr topluluk bir
yerde oluşur da ö toplantıda Allah'ı anmaz ve Peygambere salâvat getirmezse, bu
tutumları mutlaka kıyamet günü onlar için bîr hasret olacak.»[27]
Nitekim Fethü'1-AHam
sahibi diyor ki : Bu hadîs, meclislerde Allah'ı anmanın ve Peygamber (A.S.)
Efendimize salâvat getirmenin gereğine delâlet etmektedir. Özellikle hasret
kelimesini âhiret azâ-bıyla ycrumiuyacak olursak, bunun vücubu kendiliğinden
ortaya çıkar.
Tabii meclislerde ve
mutad toplantılarda hep zikir ve teşbih, sa-lavat ve dua yapılmaz. Bir ara veya
toplantı başlarken önce Allah'ı anıp Peygambere salât-u selâm getirmek
yeterdir. Ayrıca her toplantıda yararlı şeyler görüşülüp konuşulabileceği
gibi, yararsız ve lüzumsuz şeyler de konuşulabilir. Bu bakımdan meclis veya
toplantı dağılmak üzere iken herkes şu tesbîhî yapmalı, bir günah veya kusur
işlenmişse bunun bağışlanmasını dilemelidir :
Kim bulunduğu
toplantıdan kalkmadan önce :
«Allahım! Seni tenzih
ve takdis ederim, Senin hamdinle Sana hamdederim. Senden başka hiçbir ilâh
bulunmadığına şehadet ederim, günahlarımın bağışlanmasını Senden dilerim. Sana
tevbe ederim.» derse, mutlaka Allah CC.C.) onun o mecliste işlediği günah ve
kusurları bağışlar.
Gıybetten Sonra
İstiğfar Etmek :
Gıybet bütün dinlerde
haram 'kılınmıştır. Özellikle İslâm Dininde sosyal yapıyı zedeliyen, kardeşlik
bağlarım koparmaya yönelik bulunan
gıybetin tahrimi üzerinde titizlikle durulmuş ve gıybet yapanları büyük bir
azabın beklediği haber verilmiştir.
Bütün bu yasaklara
rağmen herhangi bir toplantıda bilerek ve ya bilmiyerek bir Müslüman,
kardeşinin aleyhinde konuşur, gıybet yaparsa, bunun derhal farkına varmalı,
Allah'a yönelip tevbe ve istiğfar etmelidir. Ayrıca aleyhinde bulunduğu
kardeşi için de Allah'tan bağışlanma dilemeli, onun için dua etmelidir.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur.
«Şüphesiz ki gıybetin
keffareti, gıybetini yaptığın kimse için istiğfarda bulunman} Allahım, bizi ve
onu bağışla demendir.»[28]
Bu tavsiyede güzel
ahlâkın, din kardeşliğinin derin mânası yer almaktadır. Ferdi her yerde hem
kontrol altında tutar, hem söz ve davranışlarını disipline eder.[29]
Allah'a el açıp dua
etmek, kulluğumuzun gereğidir. Çünkü her an Allah'a muhtaç durumda buİunan ve
bütün varlığıyla O'na ait olan âdemoğlu sık sık arzu ve isteklerini, ihtiyaç ve
endişelerini Ya-radan'a arzetmekle emrolunmuştur.
«Rabbinize gönülden
yalvara yakara gizlice duâ edin. Şüphesiz ci O aşırı gidenleri sevmez.»[30]
«Düzeltilip iyi hale
getirildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk iyapmaym. Allah'a korkarak ve umut
bağlayarak duâ edin. Şüphesiz ki Allah'ın rahmeti iyilikte bulunanlara çok
yakındır.»[31]
Sahih hadislerde ise
şöyle buyuruîmuştur :
«Duâ ibâdetin
kendisidir.»
Nu'man bin Beşir
(R.A.) diyor ki : «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz böyle buyurduktan sonra Mü'min
Sûresinin 60. âyetini okudu.[32]
Abdurrezzak'm
El-Hasen'den yaptığı sahih rivayete göre, As-hab-ı Kiramdan bir cemaat
Peygamber (A.S.) Efendimizden, «Rabbi-miz nerededir?» diye sorduklarında şu
âyet indi :
«Kullarım sana beni
sorarlarsa, şüphesiz ki ben yakmınii Bana duâ edince duâ edenin duasını kabul
ederim.»[33]
«Hiç bir şey Allah
katında duadan daha güzel ve faziletli değildir.»[34]
Kudsi Hadiste ise
şöyle buyurulmuştur :
ört haslet vardır :
Onlardan biri benim içindir; biri sentti -içindir. Biri benimle senin
aramızdadır; bîri de seninle kullarım arasındadır. Benim için olanı, hiçbir
şeyi bana ortak koşmayacaksın. Senin için olanı, hayırdan ne işlersen
karşılığım sana veririm. Aramızda olanı, senden duâ, benden kabul buyurmak.
Seninle kullarım arasında olanı, kendin için hoş gördüğün şeyi onlar için de
hoş gör...»[35]
Hazreti Âişe
(R.A.) Validemiz naklediyor.: Allah
Resulü (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu :
«Sakınmak kadere fayda
vermez; Ğım ise inmiş ve inecek oîan (kaza ve belâyı geri çevirmede) fayda
verir. Şüphesiz ki belâ inmeye başlar da duâ onu karşılayıp durdurmaya çalışır
ve (bu yüaden) feıyâmete kadar itişip kalkışırlar.»[36]
«Kazayı ancak duâ geri
çevirir. Ömrü de ancak iyilik ve hayir-hahlık artırır.»[37]
Duâ hakkında daha
birçok emir ve tavsiyeler rivayet yoluyla sabit olmuştur. Biz ancak konunun
önemini belirtir mahiyette birkaç âyet ve hadîsi nakletmekle yetindik. Asıl
yazmak istediğimiz, duanın sünnete uygun yapılması hususundaki sahih
rivayetlerdir. Günümüzde İslâm adına kendine göre bir ekol meydana getirip duâ
ve zikir konularında farklı adâb ve biçimler ortaya koyanlar eksik değildir. Bu
bakımdan duanın sünnete uygun adabım sıralamamızda, büyük yarar vardır : [38]
Haram lokmada kul ve
millet hakkı vardır. Bu da büyük günahlardan ve affedilmesi pek umulmayan
haksızlıklardandır. Kanında ve iliğinde kul ve millet hakkından yana haram
lokmanın eseri bulunan bir kimsenin duası pek makbul değildir.
Nitekim bir gün Sa'd
bin Ebî Vekkas (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimize : «Ya Resûlellah! Duâ
buyurunda Allah beni duası makbul kullarından eylesin...» diye istekte
bulundu. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz «Ya-Sa'd! Yiyecek ve içeceğini temiz ve
he-lâhndan sağlamaya çalış. Muhammed'in canını kudret elinde tutan zata yemin
ederim ki, adam haram lokmayı midesine indirir de bu yüzden kırk gün (duâ ve
niyazı) kabul olunmaz. Herhangi bir kulun eti haksızlık ve faizden oluşup
yeşerirse, cehennem ateşi o ete daha lâyıktır.» buyurdu.[39]
Diğer, bir hadîste ise
Allah Resulü şöyle buyurmuştur :
«Ey insanlar! Şüphesiz
ki Allah çok güzel ve çok temizdir; ancak güzel ve temiz olanı sever. Hem
doğrusu Allah Peygamberlere emrettiğini nıü'minlere de emrederek şöyle
buyurmuştur : «Ey peygamberler! Temiz ve helâl şeylerden yeyin ve iyi amelde
bulunun. Şüphesiz ki sizin yapageldiklerinizi bilirim.» «Ey imân edenler!, Size
rızık olarak verdiğimizin helâl ve temizinden y ey iniz...»
Resûlüllah (A.S.) devamla dedi ki :
«Adam saçı sakalı
birbirine karışmış toz toprak içinde yolculuğunu uzatır da yediği haram,
giydiği haram ve haram ile gıdalamr, ellerini göğe kaldırıp «Ya Rabbî, Ya
Rabbî!.» der. Bu durumda onun duası nerede nasıl kabul olunur?.»[40]
Kıble, Tevhid
inancının odağı-, ilâhî feyiz ve rahmetin bolca tecelli ettiği merkez ve
yeryüzünde Allah'a ibâdet için kurulan ilk mâ-beddir. Bu ba,kımdan Allah'a el
açıp duâ ve niyazda bulunurken, ibâdet ve taat ederken bu merkeze yönelmemiz
kadar tabii ne olabilir? ResûlüHah
(A.S.) Efendimiz yağmur duasına çıktığında da kıbleye
yönelerek arz-i hal
etmiştir. Hane-i saadette de duâ yaparken çoğu kez kıbleye yönelmiştir.[41]
Ramazan ay'ı, Arafe
günü, Cuma ve mübarek günler, gecenin son üçte biri kalınca, seher vakti, secde
anları, yağmur yağdığında, iki ordunun karşılaştığı zamanlarda, korkulu
anlarda, kalblerin yuf-kalaştığı demlerde duâ etmek, faziletli vakitlerde
yapılan dualar cümlesindendir.
Nitekim bir adam
Peygamber (A.S.) Efendimize sordu :
— Ya Resûlellah! Hangi duâ daha çok kabule yakındır?
Efendimiz cevap verdi :
— Gecenin ikinci yarısında ve bir de beş vakit
farz namazdan sonra yapılan duâ... [42]
«Kulun Allah'a en
yakın bulunduğu vakit, secde anıdır. O halde secdede iken duanızı çoğaltın,
çünkü bu kabule daha lâyıktır.»[43]
Nitekim'İbn Abbas
(R.A.)'dan yapılan rivayette şöyle buyurul-muştur : «Ellerini omuz seviyesine
kadar kaldırman dilektir.»[44]
Yapılan sahih
rivayette deniliyor ki :
«Allah'tan bir dilekte
bulunacağınız zaman, avuçlarınızın içiyle isteyiniz, ellerinizin üstüyle
değil.»[45]
Bazıları, «ellerinizi
omuz hizasına kadar kaldırın...» cümlesinden, «kollarınızı omuz seviyesine
kadar kaldırınız...» mânasını çıkarmak istemişlerse de fukahaca uygun kabul
edilmemiştir. Çünkü Re-sûlüllah (A.S.) Efendimizin bu konudaki fiili her türlü
şüphe ve tereddüdü kaldıracak açıklıktadır. Efendimiz normal vakitlerde sadece
ellerini omuz hizasına kadar kaldırıp duâ etmiş; çok önemli vak'-alarda ise
koltuk altlarının beyazlığı görülebilecek şekilde kollarını da kaldırmıştır. [46]
Yapılan sahih
tesbitlere göre, duada iki avuç arasını açık tutmak adâbdandır.
Meraku'l-felâh'da ellerin göğüs hizasına kadar kaldırılması, avuç içlerinin
yüze yakın yönelik bulunması belirtilirken Haşiyesi Tahtavfde bu konu şöyle
açıklanmıştır :
El-Hısnü'1-Hasîn'deki
ifadeye' ve şerhindeki açıklamaya göre, iki avuç içini göğe doğru çevirip
ellerini omuz hizasına kadar kaldırır. Çünkü gök, duanın kıblesi sayılır,
denilmektedir, Fukahadan ileri gelen zatlardan bazısı bu iki görüş arasında bir
farklılık ve aykırılık olmadığını savunmuştur. Çünkü elleri kaldırmaktan
maksad, avuç içlerinin yere doğru tutulmam asıdır. Ancak sözü edilen iki rivayet
ve görüş arasındaki fark, ellerin kaldırılma miktarındadır. Nitekim Ebû
Dâvud'da İbn Abbas (R.A.)'dan yapılan rivayetle buna işaret edilmiştir :
«Ellerini omuz seviyesine kadar kaldırman dilektir.» Diğer bir rivayette ise
«Omuz seviyesine veya ondan biraz aşağı seviyeye kaldırman dilektir,»-
buyurulmuştur.
Hazret-i Peygamber
(A.S.)'m duâ yaparken koltuk altlarının beyazlığı görülebilecek kadar ellerini
kaldırdığı hakkındaki rivayete gelince, bu elleri fazla kaldırmanın cevazına
veya yağmur duasına veya bu anlamda şiddetli belâ anlarına ve duada mübalağada
bulunmaya hamle dilmiştir.
En-Nehr kitabında
şöyle deniliyor :
«Duanın müstehab olan
şekli şöyledir : İki avuç arasında açıklık bulunması, iki elden birinin yere
konulmaması. Ancak bir özürden veya şiddetli soğuktan dolayı ellerini
kaldıramıyorsa, o takdirde sadece şehadet parmağıyla işarette bulunması yeter.»
Hısnü'l-Hasîn Şerhinde
ise şöyle deniliyor
«Zahir olan şudur ki :
Ellerini bitiştirmek ve parmakları I&bleye yöneltmek adâbdandır.»
Mişkât Şerhinde
deniliyor ki :
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin Arafe günü duada iki avhcumı bir araya getirdiği vârid olmuştur.»
Tahtavî bu cümleyi
tahlil ederek diyor ki :
«Buradaki «bir araya
getirmek» ten tam bir yaklaşma irâc se bile bu iki avuç arasım azıcık olsun
açık tutmaya münaf edil-sayılmaz. «Peygamber (A.S.) iki avucusu bir araya
getirdi...» esinden çıkan mâna da iki elin arasım açık tutmaya münafi değildir.
Çünkü mâna, iki avucunu yukarıya kaldırdığında aynı hizada tutup cem'etti, birini
diğerinden farklı tutmadı» demektir.»[47]
Çünkü Hamd duâmn
huzura yüksslmesini, gök 'kapılarının açılmasını, Salât-U Selâm Rahmet
Peygamberi Hazreti Muham-med'in ilgi ve irtibatım sağlar. Yapılan sahih
rivayete göre, namazdan sonra duâ edip duasında Allah'a hamdetmiyen,
Peygambere Sa-lât getirmiyeıı bir adama raslıyan Resûlüllah (A.S) Efendimiz,
«Bu adanı pek acele etti!» buyurdu ve sonra onu ya da bir başkasını çağırarak
şöyle tavsiyede bulundu :
«Sizden biriniz duâ
ettiğinde Eabbini uiulayip haind ve senada bulunmakla başlasın, sonra da
Peygamber1 e (A.S) salât-u selâm getirsin... Ondan sonra dilediği şekilde duâ
etsin.»[48]
7. Kalb huzuruyla başlamak, her an muhtaç durumda bulunduğunu
hatırlamak ve içten gelen bir istekle yalvarıp yakarmak,
Dikkat bölünme kabul
etmediği gibi kalb de birkaç şeyle meşgul olmayı kabul etmez. Bir şeyle meşgul
olurken diğeri ihmal edilmiş olur. Bu bakımdan ibâdet ve duâ kalbin dünyevî
meşgaleden boş tutulmasını ister, Allah C.C.) ile meşgul olmayı emreder. Huzursuz
yapılan bir duâ mana ve maksadından uzak kelime dizisinde kalır.
8. Sesi ne çok yükseltmek, ne de duyulmuyacak kadar
alçalt-mak, bu ikisi arasında bir yol izlemek.
Duada yapmaeık hareketler
göstermek, kafiyeli sözlerle bağırıp çağırmak sünnete aykırıdır. Günümüzde
duahanların ve bazı bilgisiz kişilerin uzun duâ yapmaları, kalıplaşmış kelime
ve cümleleri tekrarlayıp cemaatın hislerini tahrik eder ölçüde ses tonajını
yükseltip aynı arzu ve isteği çeşitli kelime ve cümlelerle tekrarlayıp durmaları
bu cümledendir.
Halbuki Kur'ân'da
duanın ölçüve biçimi belirlenmişir :
«Duam yaparken sesini
yükseltme, gizli de söyleyip sesini tosma, bu ikisi arasında bir yol tut...»[49]
Diğer bir âyette de :
«Rabbinize gönülden yalvara yakara gizlice duâ edin. Çünkü Allah aşırı
gidenleri sevmez.» buyurulmuştur.[50]
Sahih rivayetlerden
tesbit edildiğine göre, Ashabdan bir cemaat seslerini yükselterek duâ
yapıyordu, derken Resûlüllah (A.S.) Efendimiz çıkageldi ve şöyle buyurdu :
«Ey insanlar!
Kendinizi tutun; çünkü ne sağıra, ne de gaibe' dua ediyorsunuz. Siz ancak her
şeyi hakkıyle işiten ve gören zata duâ ediyorsunuz. Şüphesiz ki sizin duâ
ettiğiniz zat, size bineğinizin boynundan daha yakındır.»[51]
Yapacağı duanın kabul
olunacağına inanarak ve bu ölçüde düşünerek yapılan bir duâ makbuldür. Nitekim
sahih rivayete göre, Allah Resulü şöyle buyurmuştur :
«Kalbler (bir şeyleri
alıp) koruyan kaplar (gibi)dir. Bir kısmı bir kısmından daha alıcı ve
koruyucudur. Allah'tan bir dilekte bulunduğunda, kabul olunacağına inandığımız
halde isteyin. Çünkü gaflet içindeki bir kalb ile duâ eden bir kulun duasını
Allah kabul buyurmaz.»[52]
Duâ genellikle ya
Allah'tan hayır, rahmet, inayet ve ihsan dilemek, ya da şer ve kötülükten,
musibet ve felâketten Allah'a sığınmak, âhiret saadetine erişmek için edilir.
Bu bakımdan günah ve isyana kapı açacak, şer ve kötülüğü, merhamet ve şefkati
zedeliye-cek ölçü ve anlamda duâ ve istekte bulunmak doğru değildir. Aynı
zamanda bu tarz yapılan duâ Allah katında hüsn-ü kabul görmez.
Buna işaretle
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz buyurdu ki :
«Herhangi bir müslüman
içinde günah ve akrabadan ilgisizlik bulunmayan bir duâ ile duâ ederse, mutlaka
Allah ona şu üç hasletten birini verir : Ya duasını hemen kabul edip isteğini
acele olarak yerine getiriri ya o isteği âhirete şaklar, ya da ondan isteğinin,
bir misli kötülüğü geri çevirir.»
Bunun üzerine Ashab-ı
Kiram :
— O takdirde biz duâ ve isteklerimizi
çoğaltırız, Deyince, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, onlara :
— Allah daha çoğaltıcıdır, diye cevap verdi.[53]
Gelecek günlerin neler
getireceğini, ortaya çıkan olayların nasıl bir sonuca bağlanacağını önceden
bilmemiz çok zor, çoğu zaman imkânsızdır. Hayır ve iyiliğin ne de ve nerede
olduğunu Allah (C.O daha iyi bilir. O halde bir dilekte bulunup duâ ederken
onun hemen yerine gelmesini arzu edip sabırsızlık göstermemeliyiz. Halimizi
Ce-nab-ı Hakk'm yüce dergahına arzedip takdiri Ona bırakmalıyız. O, en iyisini
ve en güzelini yapar.
Allah Resulü (A.S.)
Efendimiz bu hususa dikkatlerimizi çekerek şöyle buyurmuştur :
«Sizden biriniz :
Duâ ettim de kabul
olunmadı, diyerek acele etmediği sürece duası kabul olunur.»[54]
Böyle bir inançla
dilekte bulunmak, kabul olunmasının ilk belirtisi sayılır. «Benim duam kabul
olunmaz..» şeklinde düşünen kimsenin duâ ve dileği nasıl muteber değilse,
«Allahım! dilersen duamı kabul buyur..» diyen kimsenin de bu tarz bir isteği
pek makbul sayılmamıştır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu konuda şöyle
bir uyarıda bulunmuştur :
«Sizden biriniz,
Allahım! dilersen beni bağışla.. Allahım! dilersen bana merhamet et., şeklinde
dilekte bulunmasın. Bilakis dileğine kesinlik ifade eden sözlerle dile
getirsin. Çünkü onu böyle demeye zorlayan yoktur.»[55]
Aynı dileği çeşitli
cümlelerle dile getirip uzun boylu duâ etmek pek uygun değildir. Maksadı
yansıtır şekilde az kelimeyle çok mâna taşıyan sözlerle duâ etmek, sünnete daha
uygundur. Nitekim Resû-lüllah CA.S.) Efendimizin bu konuda tavsiyeleri
olmuştur. Uzunca duâ eden bir adama : «Bu kadar uzatmana gerek yok, de ki :
Rab-bim! dünyada da bize iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi Cehennem
atehinin azabından koru..» diye uyarıda bulunmuştur.
Yine yapılan sahih
rivayetlere göre bir adam Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek :
— Ya Resûlellah! Hangi duâ daha uygun ve daha
faziletlidir? Diye sordu. Resûlüllah. ona şu cevabı verdi :
— Rabbinden dünya ve âhirette afv ve afiyet
iste..
Adam ayni soruyu
ikinci ve üçüncü günleri gelip sorduğunda kendisine ayni cevap verilmiş ve
sonunda Allah Resulü şöyle buyurmuştur : «Sana dünya ve âhirette afv ve afiyet
verildiği takdirde gerçekten kurtulmuş olursun.»[56]
Yine bu anlamda şöyle
buyurulmuştur :
«Hiçbir duâ kulun :
Allahım! dünyada da, âhirette de senden afiyet diliyorum, demesinden daha üstün
ve daha uygun değildir.»[57]
«Allahım! canımı
al...», «Allahım! belâmı ver..,», «Allahım! beni kahreyle...», «Rabbim!
çocuklarımın canmı al...» gibi sözlerle betduâ etmek günahtır. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz bu tarz duaları men'-etmiş, her zaman Allah'tan iyilik, hayır,
rahmet, mağfiret, inayet, afiyet ve ihsan istenilmesini; şer ve kötülükten,
musibet ve fitneden Allaha sığınılmasını emretmiştir.
Ashabdan Câbir (R.A.)
diyor ki : Resûlüllah (A.S.) Efendimiz betduâ yapmamızı hiçbir zaman uygun
görmedi. Böyle duada bulunanları uyardı.
«Kendinize,
çocuklarınıza, hizmetçilerinize ve mallarınıza bet-duâda bulunmayın; sonra
Allah'ın dilekleri kabul ettiği saate raslar-da sizin için (o betduâ) kabul
olunur.»[58]
Duânm özlü ve anlamlı
olması, az kelimeyle ifade edilmesi daha uygundur. Allah'tan rahmet ve mağfiret
dilediğimizde veya şer ve kötülükten, musibet ve fitneden Ona sığındığımızda
cümleyi üç defa tekrarlamamız tavsiye edilmiştir. Nitekim îbn Mes'ud (R.A.) diyor
ki : «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz üç defa dilekte bulunmayı, üç defa üstüste
istiğfar etmeyi beğenirdi.»[59]
Duada belirtilen
sırayı gözetmek sünnete uygundur. Hem Kur'-ân'da Hazret-i îbrahimi'n (A.S.) bu
ölçüde duâ ettiği açıklanıyor. Diğer bir âyetle de şöyle duâ etmemiz telkin
ediliyor : «Rabbimiz! bizi bağışla ve bizden önce imân eden kardeşlerimizi de
bağışla...»[60]
Ashabdan Ubey bin Kâ'b
(R.A.) diyor ki :
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz birine duâ etmek istediğinde önce kendi nefsine duâ etmekle
başlardı.»[61]
Bu konudaki
hadîslerin, nakledilegelen rivayetlerin çoğu zayıf olmakla beraber hepsi
biraraya getirilince Kasen derecesine ulaştığını El-Hafız İbn Hacer kabul
etmiştir.
Evlâd annesinden bir
parçadır. Bu. bakımdan aralarında kopmaz bir bağ mevcuttur. Evlâd ne kadar kötü
de olsa, annenin merhamet ve şefkati ondan yanadır. Babanın evlâda nisbeti ve
aralarındaki bağ bu ölçüde değildir. Ancak onun veli-yi nimeti ve sebeb-i
feyz-i hayatı sayılır. îçten gelen bir istekle evlâdı için duâ ettiğinde Allah
katında kabul görür.
Resûlüllah CA.S.)
Efendimiz buyurdu ki :
«Üç duanın kabul
olunacağında hiç şüpheyoktur : Babanın duâ-8i, misafirin duası haksızlığa
uğrayanın duası...»[62]
Misafirin, İftar
Anında Oruçlunun, Âdil Hükümdarın ve Haksızlığa Uğrayanın Duası :
Bu dört kimsenin duası
da makbul dualar arasında bulunuyor-dur. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bunu
belirtirken şöyle buyurmuştur :
«Üç kimse var ki
duaları reddolunmaz : İftar anında oruçlunun duası, âdil hükümdarın duası,
zulme uğrayanın duası. Cenâb-ı Hak (mazluma) der ki : İzzetim hakkı için az
sonra da olsa elbette sana yardım edeceğim...»[63]
Din kardeşliğini
ruhlara serinlik, kalblere merhamet ve şefkat verecek Ölçü ve anlamda kafa ve
gönüllere en te'sirli biçimde aşılayan şüphesiz ki Islâmiyettir. Cemiyet
yapısında bu kardeşliğe ne kadar çok ihtiyaç duyulduğunu hepimiz bilmekteyiz.
Her şeyi parayla ölçen ve her konuda para ve yarar sağlamayı amaçlıyan kim-
selerde hayır yoktur.
Öylelerinden oluşan bir toplumda huzur duymak, rahat nefes almak mümkün
değildir. Hem Allah'ın rahmet ve inayeti biı birini kardeşçe seven toplumlardan
yanadır.
Bu bakımdan din
kardeşinin gıyabında onu hatırlayarak sağlık, esenlik ve mutluluğu için duâ
eden kimsenin dileği makbuldür. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu konuda şöyle
buyurmuştur :
«Ya Ömer! bizi duâ
ederken unutma.»
Diğer bir rivayette,
Hz. Ömer Umre yapmak için Resûlüllah Efendimize gelerek müsaade istedi. Bunun
üzerine Allah Resûlıi ona izin verirken şöyle ricada bulundu :
«Ey kardeşim! bizi de
duandan unutma...» [64]Safyan
bin Abdullah (R.A.) anlatıyor :
«Şam'a ayak bastığım
gün ziyaret etmek üzere Ebu Derdâ Hazretlerinin evine uğradım. Kendisi yoktu.
Annesiyle görüştüm. «Bu yıl haccetmek istiyor musun?» diye sordu. «Evet dedim.
Bunun üzerine bana dedi ki : «Bizim için Allah'tan hayr ve iyilik iste. Çünkü
Peygamber (A.S.) ; «Müslümanın kendi kardeşi gıyabında yapacağı duâ makbuldür.
Onun başucunda muvekkel bir melek bulunur. O ne kadar kardeşine hayr ile duâ
ederse, melek «âmîn der ve bir misli de sana diye ilâve eder.»
Sokağa çıktığımda Ebu
Derdâ Hazretleriyle karşılaştım. Aynı konu onunla da aramızda geçti, O da
annesinin naklettiği hadîsi bana nakletti.»[65]
[1] Ahzab Sûresi Âyet : 41-42.
[2] Bakare Sûresi Âyet : 152.
[3] Buharı – Müslim.
[4] Sahih-i Müslim.
[5] Sahih-i Buharî - Ebû Musa
(R.A.)'dan.
[6] Tinnizî - Ahmed bin Hanbel -
El-Hâkim : Sahih îsnadla.
[7] Ahmed bin Hanbel : Muaz bin
Cebel (R,A.)'den.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/253-256.
[8] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/256.
[9] Tezkiretü'l-Kurtubî -
Fikhü's-Sünne : 1/580.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/256-257.
[10] Ankebut Sûresi Âyet : 45.
[11] Ra'd Sûresi Âyet : 28.
[12] Buhari - Müslim - Ebû Dâvud
- Tirmizi.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/257-258.
[13] Et-Tergîb Ve't-Terhîb.
[14] Sahih-i Müslim :
Muaviye'den.
[15] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/258-259.
[16] Tirmizi - Hadisün Hasenün
Garibim : Ebû Hüreyre (R.A.)'den.
[17] Ahmed bin Hanbel - îsnad-i
Ceyyid ile.
[18] Nesâî - îbn Mâee - El-Hâkim
– Buharı.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/259-260.
[19] Buhari - Müslim - Tirmizî :
Ebû Hüreyre (R.A.)'den.
[20] Müslim - Tirmizî - Ebû
Hüreyre (R.A)'den.
[21] Buharî - Müslim - Tirmizi -
Nesâî - tbn Mâce : Ebû Hüreyre (R.A.)'den.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/260-262.
[22] Tirmizî - Hadîsim Hasenim
Garibün : Enes b. Mâlik (R.A.)den.
[23] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/262.
[24] Eshab-ı Sünen rivayet
etmiştir.
[25] Eshab-ı Sünen - EI-Hâkim :
Sened-i sahihle rivayet etmişlerdir.
[26] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/262-263.
[27] Tirmizî - Ahmed bin Hanbel :
Ebû Hüreyre (R.A.)'den.
[28] Taberanı.
[29] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/263-265.
[30] A'raf Sûresi Âyet : 55.
[31] A'raf Sûresi Âyet : 56.
[32] Ahmed bin Hanbel ve Ashab-ı
Sünen.
[33] Bakare Sûresi Âyet : 186.
[34] Tirmizî - îbn Mâce : Ebû
Hüreyre (R.A.)'den.
[35] Ebû Ya'lâ : Enes bin Mâlik
(R.A.)'den.
[36] Bezzar - Taberanî - El-Hâkim
: Âişe (RA.)'dan.
[37] Tirmizî : Selmân
El-Farisi'den.
[38] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/265-268.
[39] El-Hafız îbn Merdveyh : Ibn
Abbas (R.A.)'dan.
[40] İmam Ahmed bin Hanbel -
Sahih-i Müslim : Ebû Hüı-eyre (R.A.)'den.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/269.
[41] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/269-270.
[42] Tirmizi : Sened-i Sahihle
Ebû Umame (R.A.rden.
[43] Sahih-i Müslim : Ebû Hüreyre
(R.A.)'den.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal
Kitabevi: 2/270.
[44] Ebû Dâvud : İbn Abbas
(R.A.)'dan.
[45] Mâlik bin Yesar rivayet
etmiştir.
[46] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/270.
[47] Fazla. bilgi İçin bak :
Haşiyet-i Tahtavİ - Mısır baskı : 1318 - Cilt 1, Sahi-fe : 172-173 Sıfat-i
Ezkâr Bahsi. Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/272.
[48] Ebû Dâvud - Tirmizî : Fadale
bin Ubeyd (R.A.)'den.
[49] îsrâ Sûresi Âyet : 110 -
Buradaki Salat kelimesini duâ ile tefsir edenler olduğu gibi namaz ile de
tefsir edenler vardır.
[50] A'raf Sûresi Âyet : 55.
[51] Buharî - Müslim : Ebû Musa
El-Eş'ari RA.den
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/272-273.
[52] Ahmed bin Hanbel : Abdullah
bin Ömer (R.A.)'dan.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/273-274.
[53] Ahmed bin Hanbel : Ebû Said
(R.A.).den.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/274.
[54] Mâlik ; Ebû Hüreyre
(R.A.)'den.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/274-275.
[55] Ebü Dâvud : Ebû Hüreyre.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/275.
[56] İbn Mâce.
[57] ibn Mâce.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/276.
[58] Taberânî.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/276-277.
[59] Ebû Dâvud ; îbn Mes'ud
(R.A.)'den.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/277.
[60] Haşır Sûresi, Âyet : 10.
[61] Tirmizi : İsnad-i Sahih ile
rivayet etmiştir.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/277.
[62] Ahmed bin Hanbel - Ebû Dâvud
- Tirmizi : Sened-i hasen ile. (369)
Tirmizî : Sened-i Hasenle rivayet etmiştir.
[63] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/277-278.
[64] Ebû Dâvud - Tirmizî : Ömer
(R.A.)'den.
[65] Ebû Dâvud - Müslim : Safvan
bin Abdillah (RA.Vdan.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 2/278-279.