4)
Bir îzâfet Terkibi Olarak Usûlu’I-Fıkhın Tarifi
5)
Fıkıh Usûlünün Istılahı Tarifi
6)
Fıkıh Usûlü'nü Okumaktaki Gaye Ve Bu İlme Ne Derece İhtiyâç Olduğu
7)
Fıkıh Usûlü Ilmi'nin Doğuşu
12)
Fıkıh Usûlü incelemelerinde Alimlerin Tâkîbettiği Yollar
1) Şeri
hükümleri, dînen muteber olan kaynaklarından çıkarmak, rasgele ve insanın
canının istediği gibi olmaz. Bunun için müctehidin tâkîbedeceği yollar, faydalanacağı
kaideler ve icâbına bağlı kalacağı ölçülerin bulunması zarurîdir. Müctehidin
içtihadı ancak bu şekilde makbul ve doğru, hükümlere ulaşması mümkün olabilir.
2)
Hükümlerin kaynaklarını, kaynakların şer'î delil oluşlarını (huccetliklerini)
ve kendilerinin istidlaldeki mertebelerini, bu İstidlalin şartlarını inceleyip,
hüküm çıkarma metodlarını açıklayarak, tafsili delillerinden hükümleri istinbât
ederken (çıkarırken) müctehidin bağlı kaldığı muayyen kaideleri ortaya koyan
ilim Fıkıh Usûlü Ilmi'dir. Bundan dolayı bu ilim, büyük âlim İbnu Haldun'un
dediği gibi "şer'î ilimlerin en ehemmiyetli, en yüce ve en
faydahlanndandır."1
3) Fikh
Usûlü'nün gerçek mâhiyeti ve açıklamamızın dışına çıkmamakla beraber usûlcüler
(Fıkıh Usûlcüleri), şer'î ilimlerden muayyen bir İlme lakab ve isim olması
itibariyle Fıkıh Usûlü için bir ıstılahı tarif zikrederler. Bu tarife giriş
mâhiyetinde olarak da mu-dâf olan u-sûl ve mu-dâfun ileyh olan elfı-kh
kelimelerinden meydana gelen u-sûlu Ifı-kh izafet terkibinin manasını
açıkla(yarak işe başla)rlar. Hakîkaten bu tarz, bu ilmin ve Fıkıh
Usûlcüleri'nin ıstılahlarını öğrenme bakımından, işe yeni başlayan talebe için
faydalı olmakta, talebe Usûl kitablarma müracaat ettiğinde yabancılık
çekmemektedir. Bundan dolayı biz de onların metodunu tâkîbederek Önce bir
izafet terkibi oluşu itibariyle u-sûlu
Ifı-khın tarifini, sonra da inceleme mevzûmuz olan muayyen ilme bir
lakab oluşu itibariyle ıstılahı tarifini ele alacağız. [1]
Kendisinin bu itibarla
tarifi, iki parçası olan u-sûl ve ıfı-khın tariflerini îcâbetürmektedir.
el'u-sûl kelimesi,
el'a-sl kelimesinin çoğuludur; ve kelime olarak (lugattaki mefhûmu itibariyle)
manası dayanış, bina ediliş hissî veya aklî olsun, başkasının kendisine
dayandığı, kendi üzerinde başkasının bina olunduğu şey demektir, el'a-sl kelimesinin
âlimlerce kullanılması âdet hâline gelen manaları ise birden fazladır:'
a) Eddelîl
(delil): Bazen "bu meselenin aslı icmâ'dır" denilir. Yani bu
meselenin delili icmâ'dır, demektir. Bu mânâda Fıkıh Usûlü denmiştir: Fıkhın
delilleri demektir. Zira Fıkıh aklî bir şekilde deliller üzerine oturtulmuş,
bina edilmiş, dayandırılmıştır.
b) errâcıh
(tercih olunan): "Sözde asi olan hakikattir" ifadesi gibi. Yani
sözün, mecazî değil de hakîkî manasına hami olunması tercih olunur, demektir.
"Kitâb (Kur'ân) kıyâsa nisbetle asidir" demek de böyledir. Yani
tercîhe lâyık olan, demektir.
c)
el-kâ'ideh (kaide): "Lâşenin (boğazlanmayarak ölmüş murdar hayvanın)
zaruret içindeki insanca yenebileceği asi olanın hilâfmadır" denilir. Yani
umûmî kaideye muhaliftir. (Keza) Arabca'da "fâ'ilin merfû" olması
asidir" denilir. Yani umûmî, devamlı kaide fâ'ilin ref" olunmasıdır
yahut fâ'ilin ref" olunması Nahiv llmi'nin kâidclerindendir, demektir.
ç)
elmuste-s.hab: "Asi olan zimmetin beri1 bulunmasıdır" denilir. Yani
aksi sabit oluncaya kadar zimmetin bir şey ile mevsûfiyettcn hâlîliği
ısti-s.hâb olunur (;aksi bilinmedikçe insanın zimmetinin her türlü mes'ûliyyet
vasfından berî' olması aslı, devam eden bir hükümdür) demektir.
elfı-kh kelimesi ise lugatta
bir şeyi bilmek, bir şeyi anlamak demektir. Fakat Kur'an'daki kullanılışı
fı-khdan maksadın mutlaka ilim (her hangi bir kayıtla kayıtlanmamış bilgi)
olmadığını, (fı-khdan kasdedilen mananın) ince anlayış, keskin idrâk ve
konuşanın gayesini anlamak olduğunu göstermektedir. (Dediler ki: Ey Şuayb, biz
senin söylemekte olduğundan bir çoğunu iyice anlamıyoruz)[2] ve
(... Böyle iken onlara o kavme ne oluyor ki (kendilerine söylenen) hiç bir sözü
anlamaya yanaşmıyorlar)[3]
tarzındaki Kur'ân âyetleri bu cümledendir.
Âlimlerin ıstılahında
ise elfı-kh (fıkıh), tafsili delillerinden alınmış şer"î, "amelî
hükümleri bilmek[4] veya bu hükümlerin
kendisidir.
el'a.hkâm (hükümler),
el.hükmün (hükmün) çoğuludur. Hüküm, bir vaziyeti, başkası hakkında müsbet
(olumlu) veya menfî (olumsuz) olarak sabit kılmaktır. Mesela "güneş
aydınlatmaktadır" yahut "aydınlatmamaktadır", "su
sıcaktır" yahut "sıcak değildir" sözleri gibi. Hükümler ile
burada kasdedilen, mükelleflerin fiileri hakkında sabit olan vucûb, nedb,
.hürmet, kerâhat, ibâ.hat, fesâd yahut bu-tlândır.[5]
elfi-kh (fıkıh)
kelimesinin doğru bir şekilde kullanılmış olması için, şer'î tamamını bilmek şart değildir. Bu hükümlerden
bir kısmını bilmeğe fıkh ğİ gibi* bilinen bu bir kısım hükümlere de fı-kh
denilir ve kendisinde istinbâ-t (hüküm çıkaTfftâ) melekesi bulunduğu müddetçe o
hükümleri bilene de fa-kîh (fıkıhçı: îslam Hukukçusu) denilir. Hükümleri
şerî'ate âid (mensûb) olduklarından dolayı "şer'î" tarzında
kayıtlanmışlardır. Yani hükümler doğrudan doğruya, ya da bir vasıtayla
şerî'atten alınmıştır. Buna göre (yukarıdaki tarife) "bütünün
parça(sın)dan ve "dünyanın yaratılmış olduğunu bilmek gibi aklî hükümler,
"ateş yakıcıdır" gibi hissî yani his yoluyla sabit hükümler,
"zehir öldürücüdür" gibi tecrübeyle sabit hükümler, (Arabca
dilbigisinde "kâne ve kardeşleri (kelimeler) mübtedâyı ref" edip,
«4ttf)&i na-sbeder" gibi va-d'î (insanlarca koyulmuş beşerî) hükümler
girmemektedir.
Bu şerl hükümlerin
"amelî yani mükelleflerin filleriyle alâkalı olması şarttır: MüMeflerin
namazları, alışverişleri ve işledikleri suçları gibi... Bunlar da ibâdetler ve
insanfâf âfâsı karşılıklı hukukî muamelelerle ilgili hükümlerdir. înançla,
akideyle alâkalı hükümler "amelî hükümlere dahil değildir. (Meselâ)
Allah'a, âhiret gününe inanmak gibi hususlar iükâdî hükümlerdir (fıhkî hükümler
değildir. Keza) doğru olmanın îcâbettiği, yalanın haram olduğu gibi ahlâkî
hükümler de (fıkhın) tarif(in)e dahil değildir. Fıkıh ilminde incelenmeyen bu
gibi hükümler îtikâdî ise ahlâk ya da tasavvuf ilminde incelenir.
Bu şer'î, "amelî
hükümlerin istidlal ve nazar (tedkîk) yoluyla tafsili delillerden çıkarılmış
olması şarttır. Bu şarta göre Allah'ın, Allah Rasûlü'nün yahut mukallidle-rin
hükümleri bilmeleri, ıstılahda Fıkıh sayılmadığı gibi Allah, Rasûlullâh yahut
mu-kallidler de fakîh değillerdir. Çünkü Allah'ın bilgisi kendi zâtından
ayrılmaz, zâtının icâbıdır; hükmü ve derili bilmektedir. Allah Rasûlü'nün SAV
bilgisi ise delillerden değil, vahiyden alınmadır. Mukallidin bilgisi ise nazar
(tedkîk) ve ictihâd yoluyla
değil, (müetehidi)
taklîd etme suretiyle elde edilmiştir.[6]
Tafsili (taf-sîlî)
deliller, her biri husûsî bir meseleyle alakalı olup, o meselenin muayyen
hükmünü gösteren cüzi delillerdir. Meselâ:
a) (Analarınız
size haram edildi)[7] âyeti. Bu, "analarla
nikahlanma" husûsî meselesiyle alâkalı tafsîlî yani cüz'î bir delildir ve
muayyen bir hükme delâlet etmektedir ki o da analarla nikahlanmanın
(evlenmenin) haramlığıdır.
b) - (Zinaya
yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz bir hayâsızlıktır, kötü bir yoldur)[8]
âyeti, muayyen bir meseleye, zina meselesine mahsûs cüz'î bir delildir. Bu
meseleye has hükme delâlet etmektedir ki, (bu hüküm de) zinanın haramlığıdır.
c) (Siz de
onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihâd İçin)
bağlanıp beslenen atlar hazırlayın...)[9]
âyeti, müslüman topluluğu tarafından kuvvet hazırlanması muayyen meselesiyle
alâkalı cüz'î bir delildir. Bu meseleye has muayyen bir hükme delâlet etmektedir
ki bu hüküm, düşmanın korkutulması için müslüman topluluğun kuvvet
hazırlamasının vucûbu (îcâbettiği)dur.
ç) ASSÜ
Allah Rasûlü'mn (Teammüden insan öldürenin cezası kısastır) sözü, kasden
öldürme husûsî meselesiyle ilgili cüz'î bir delildir. Bu meselenin, kısasın
vucûbu (gerektiği) şeklindeki hükmünü göstermekle (ona delâlet et-mekte)dir.
d) Neneye
mîrasdan altıda bir hisse verilmesinde icmâ" vardır. Bu, muayyen bir
mesele olan nenenin mirasına has cüz'î bir delildir. Bu meselenin hükmü olan,
neneye altıda bir pay verilmesinin vucûbuna delâlet etmektedir.
Şu halde tafsili
deliller, bize her meselenin hükmünü gösteriyor. Bundan dolayıdır ki tafsili
deliller, kendilerinden çıkarılacak hükümleri anlayıp tanımak için fakîhin
inceleme mevzuudur. Fakîh bu hükümleri tafsili delillerden çıkarırken, usûl
ilminin ıstınbât kaideleri ve istidlal metodları için ortaya koyduğu esaslardan
yardım görür. Usulcü ise bu tafsîlî delilleri incelemez; ihtiva ettiği küllî
(umûmî) hükümleri tanıyıp anlamak için icmâlî küllî delilleri inceler. Bu
incelemeyi de, fakîhin şer"î hükmü öğrenebilmesi için, cüz'î deliller üzerine
tatbîk edeceği kaideleri tesbit etmek maksadıyla yapar.
Muayyen bir ilme lakab
(isim) oluşu itibariyle ise şöyle tarif olunur: "Fıkhın ıstınbâtını mümkin
kılan kaideleri ve icmâlî delilleri bilmek"[10] veya
"bu kaideler ve icmâlî delillerdir."
Kaideler, küllî
-ka-dıyyelerdir (kaziyelerdir). Bu -ka-dıyyelerin hükmü, şümulleri içindeki
cüz'î nasslara (âyet, hadîs gibi şer"î delillere) tatbîk olunur ve böylece
cüz'î nasslann hükmünü öğreniriz.[11]
Bununla ilgili misaller:
Engelleyici bir karine
(emâre, işaret) bulunmadıkça emir vucûb (gereklilik) ifâde eder" bir
kaidedir. Bu kaidenin hükmü : (Ey iman edenler, bağlandığınız ahidleri yerine
getirin...)[12] ve (Namazı dosdoğru
kılın,
zekâtı verin, O
Rasûl'e itaat edin)[13]
âyetleri gibi, bu kaidelerin şümulüne giren bütün cüz'î nasslara tatbîk olunur.
Böylece bütün (engelleyici karinelerden ârî) mücerred emir sığaları (kipleri)
bu kaidenin şümulüne girer ve böylece emir sığası neyle alâkahysa, onun vucûbu
öğrenilmiş olur. Bağlanılan ahidlerin yerine getirilmesinin vucûbu, namaz
kılmanın vucûbu, zekât vermenin ve O Rasûl'e itaatin vucûbu gibi.
Haram kılmayı
engelleyen bir karine bulunmadıkça nehy (yasak), ta.hrîmi (haramlığı, haram
kılmayı) ifâde eder" bir kaidedir. Bu kaide (engelleyici karineden ârî)
mücerred nehyedici (yasaklayıcı) nasslara tatbîk olunur ve bu tatbîk olunuşla
nehy sığasının alâkalı bulunduğu şeyin haramlığı öğrenilmiş olur. Meselâ (Zinaya yaklaşmayın)[14] ve
(Ey iman edenler, birbirinizin mallarını haram sebeblerle yemeyin)[15]
âyetleriyle zinanın hükmü ile haram sebeblerle insanların mallarını yemenin
hükmü haram oluyor.
işte müetehid bu kaidelerle
fıkhın ıstınbâtma yani şer’î "amelî hükümleri, tafsîlî delillerinden
çıkarmaya muvaffak olur. Meselâ müetehid namazın hükmünü anlamak, öğrenmek
istediğinde "Namazı dosdoğru kılın)[16]
âyetini okur. (Dosdoğru kılın), (vucûbu
engelleyen karineden ârî) mücerred bir emir siğasıdir. "Engelleyici bir
karine bulunmadıkça emir vücûb ifade eder" kaidesi, bu emir siğasına
tatbik olunabilmektedir. Şu halde netîce olarak namazı dosdoğru kılmak vâcib
(farz) dir, der.
îemâlî deliller ise
Kitâb (Kur'an), Sünnet, icmâ" ve kıyâs gibi şer"î hükümlerin
kaynaklarıdırlar, temâlî delilleri bilmek, bu delillerin huccetliklerini
(şer"î delîl oluşlarını), kendileriyle istidlal edilirken mertebelerinin
ne olduğunu, delâlet ediş hallerinin ihtilâfı durumunda nassın delâlet
şekilleri, icmâ"ın manası, şartlar, kıyâsın nevileri ve "illeti ile
bu "illeti anlayabilme yollan v.s. gibi kıyâsla ve diğer icmâlî delillerle
alâkalı bahislerin bilinmesi suretiyle olur.
Şu halde usulcü, cüzi
delillerinden şer"î hükümlerin çıkarılışına delâlet etmesi bakımından
icmâlî delilleri inceler; onlar üzerinde çalışır.
Fakîh ise, usûle âid
kaidelerden yardım görüp, icmâlî deliller ve bunlarla alâkalı bahislere iyice
hâkim olarak, cüz"î delillerden cüz"î hükümleri çıkarmak için,
cüz"î delilleri inceler; onlar üzerinde çalışır.
Yukarıdaki
söylediklerimizle de îzâh olunduğu üzere Fıkıh Usûlünü (bir ilim olarak) vaz
etmekten (ortaya koymaktan) gaye, müetehidin hata ve yanlışlığa düşmeksizin
şer"î, "amelî hükümlere ulaşmasını temin için bunu hazırlayıcı kaide
ve metodları tesbît edip ortaya koymaktır.
Buna göre Fıkıh ve
Usûl, gayelerinin şer"î hükümlere ulaşmak oluşunda birleşiyorlar. Ancak
Usûl, bu ulaşmanın metodlarmı ve hüküm çıkarmanın yollarını açıklamakta, Fıkıh
ise, Usûl flmi'nin çizdiği metodlar ışığında ve tesbit ettiği kaideleri tatbik
ederek fiilen hükümleri ıstınbât etmektedir,
letihâd kapısının
kapatıldığı sözünden sonra Fıkıh Usûlü Ilmi'ne ihtiyâç kalmamıştır denemez.
Çünkü biz Kıyamet Günü'nc kadar içtihadın bakî olduğu görüşündeyiz. Fakat
şartlarıyla... îctihâd kapısının kapandığı fetvasını veren, Allah'ın
şerî"atine karşı cahillerin cür'etle davrandıklarını, keyfî olarak
hükümlerin verildiğini (teşrî"ini), içtihadın sadece ismini bilip başka
şeyini bilmeyenlerin ictihâd iddiasıyla ortaya çıktıklarını görünce, kendisi de
ietihâdda bulunarak vermiştir, ictihâd mertebesine varmamış olan kişi de bu
ilmi öğrenip, kaidelerine vâkıf olma ihtiyâcındadir. Böylece imamların
görüşlerinin nerelerden çıkarılıp alındığını, görüşleri (mezhebleri)nin
esaslarını öğrenerek bu görüşler arasında mukayese yapıp tercîhde bulunabilir
ve imamların hükümleri çıkarıp tesbit ederken lâkîbettikleri me-todlann
ışığında hükümleri ta-hrîc edebilir.
Şer"î hükümlerle
ilgilenenler bu ilimsiz olamayacağı gibi, avukat, hâkim veya mekteblerdeki
hocalar gibi, insan yapısı beşerî kanunlarla ilgili olanların da bu ilme
ihtiyaçları vardır. Çünkü Usûl Ilmi'nin tesbît ve tayin ettiği kaide, usûl,
kıyâs ve usûlü, nasslarm tefsirine dâir usûlî kaideler, kelime ve ibarelerin
manalarına delâlet etme yolları, bu delâletin çeşitli izahları, deliller
arasındaki tercihe âid kaideler v.s.nin insan yapısı kanunlarla ilgilenen, bu
kanunların tefsirini ve ihtiva ettikleri hükümleri anlamak isteyen herkes için
tam manasıyla eksiksiz bir şekilde hazmedil-mesi gereklidir. Bu bakımdan
eskiden olduğu gibi zamanımızdaki şerî"at (veya ilahiyat) ve hukuk
fakülteleri Irak, Suriye, Mısır ve diğer memleketlerde talebelerine bu ilmi
okutmaya îtinâ göstermişlerdir.
Fıkıh Usûlü, Fıkh'ın
var olduğu zamandan beri rnevcuddur. Çünkü madem ki Fıkıh vardır, mutlaka
Fıkhın kaideleri, umûmî esasları ve kaynaklarının bulunması da zaruridir.
Bunlar da Usûl Ilmi'nin unsurları ve mahiyetidir.
Fakat beraberce var
olmalarına rağmen Fıkıh, Usûl Ilmi'nden daha önce tedvin edilmiştir. Yani
Fıkh'ın meselelerinin diğerlerinden ayrılışı, kaidelerin yerli yerine
oturtulması, mevzularının tanzim edilmesi ve tedvini, Fıkıh Usûlü kaidelerinin
diğer kaidelerden ayıklanıp müstakil olarak tedvininden öncedir. Bu ise,
tedvîninden önce Fıkıh Usûlü yoktu yahut fakîhler hükümleri çıkarırlarken,
muayyen kaideler ve sabit metodlar tâkîb etmiyorlardı demek değildir. Filhakika
bu ilmin kaideleri, fakîhlerce açıklanmamış olsa bile, müctchidlerin
zihinlerinde istikrar kazanmıştı ve onların ışığında yürüyorlardı. Meselâ
fakîh sahâbî "Abdullâhi bnu Mes"ûd (Gebe kadınların "ıddetleri,
çocuklarını doğurmalarıyla biter)[17]
âyetinden dolayı, "kocası vefat eden gebe kadının "iddeti, çocuğunu
doğurmakla biter" görüşündeydi ve bu âyetin içinde bulunduğu e-t-talâ-k
suresinin, (içinizden ölenlerin (geride)
bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler)[18]
âyetinin içinde bulunduğu elba-karah sûresinden sonra indiğini delil
gösteriyordu. İşte böylece bu istidlal ile "lâ.hı-k na-s-s, sâbi-k-na-s-sı
nes-heder (sonra gelen nass, kendinden önce gelen, aynı mevzûdaki nassın
hükmünü kaldırır)" şeklindeki usûl kaidelerinden birine, bunu sarahaten
söylemese de işaret etmiş oluyordu.[19]
Adeten bilinmektedir ki, bir şey önce var olur, ondan sonra tedvîn edilir.
Yani tedvîn bir şeyi yokken var kılmaz; var olan bir şeyi ortaya koyar, su
yüzüne çıkarır. Meselâ Arabca Nahiv îlmi ile Mantık îlmi için de durum
böyledir. Nahiv İlmi tedvîn edilmeden önce Arablar sözlerinde fâ"ili
ref" ediyor, mef'ûlü na-sbediyor ve diğer Nahiv kaidelerine göre
konuşuyorlardı. Mantık ilmi tedvîn edilip kaideleri tesbît edilmeden Önce akıl
sâhibleri birbirleriyle fikir münâkaşaları yapıyor, inkârı kabil olmayan
esaslar (bcdîhiyyât) ile istidlalde bulunuyorlardı.
Şu halde Fıkıh Usûlü,
Fıkh'ın doğusuyla beraber Fıkıh ile vardı. Hattâ Usûl, Fıkh'ın doğuşundan önce
de mevcûd idi. Zira Usûl, hüküm çıkarmanın kanunları ve görüşlerin ölçüsüdür.
Fakat ilk zamanlarda tedvîne ihtiyâç duyulmadı. Faraza ASSÜ Nebî Efendimiz
zamanında tedvini şöyle dursun, bu ilmin kaidelerine ihtiyâç bile
hissedilmemişti. Çünkü hükümlerin açıklanması, fetvaların verilmesi hususunda
ASSÜ Nebî Efendimiz (tek) mürâcât edilen kişiydi. Böylece içtihada, Fıkh'a,
mahal yoktu, içtihadın bulunmadığı yerde, hüküm çıkarma (ıstınbât) mctodları da
bulunmaz ve dolayısiyle kaidelerine de hacet yoktur.
8) SAV Nebî
Efendimiz vefat ettikten sonra, ictihâd ile, hükümlerini Kitâb (Kur'an) ve
Sünnet'ten çıkararak hükme bağlanması zarurî olan hâdiseler oldu. Ancak
Sahâbe'nin fıkıhçıları Arabca'nm üslûbunu, Arabca kelime ve ibarelerin manalarına
delâlet etme şekillerini bildiklerinden, teşrî"in herkesçe farkına
varılamayan tarafları (esrarı) ile hikmetine mâlûmâtlarıyla hâkim
bulunduklarından, Kur'an âyet ve sûrelerinin iniş, Sünnet'in hâsıl oluş (vürûd)
sebeblerini müdrik olduklarından dolayıdır ki ictihâd kaidelerine, istidlal ve
hüküm çıkarma yollarından söz etmeye ihtiyâç hissetmemişlerdir.
Istınbât metodlan
şuydu: Bir hâdise karşılarına çıkarsa, hükmünü Allah'ın Kitâbı'nda arıyorlardı.
Orada hükmü bulamazlarsa, Sünnete müracaat ediyorlardı. Sünette de hüküm
bulamazlarsa, şerî"atin gaye ve maksadlanndan, şerî"at nass-larının
işaretlerinden bildikleri ışığında ictihâd ediyorlardı, ietihâdda güçlük
çekmiyorlar, ictihâd kaidelerini tedvîne hacet görmüyorlardı. Bu hususta
beraberinde (sahibi) oldukları ASSÜ Nebî Efendimizle devamlı bulunuşlarının,
sohbetinde mevcudiyetlerinin kazandırmış olduğu fıkhı zevk, mümtaz vasıfları
olan zihin keskinliği, ruh berraklığı ve ciddî kavrayışları kendilerine
yardımcı oluyordu.
Sahabe asrı işte
böylece sona erdi ve bu ilmin kaideleri tedvîn edilmedi. Tabiîler
(etıâbi"ûn) de böyle yapü. IstmbâL mevzuunda Sahâbe'nin metodunda
yürüdüler. Delillerinden hükümleri çıkarmanın usûlünü tedvîne ihtiyaç
duymadılar. Çünkü Nübüvvet Asn'na zaman bakımından yakındılar, fıkıhları ve
ilimlerini Sahâbe'den almışlardı.
9) Ancak Tâbiîler'in asrından sonra tslam
memleketleri genişledi. Daha önce vuku bulmamış bir çok hâdiseler vuku buldu.
Arablar ile Arab olmayanlar karışınca Arab Dili fe-sâ.hatini (doğru, hatasız,
akıcı, kolayca söylenişini ve yabancı, nâdir kelimelerden selâmetini yani ilk
berraklık ve saflığını) kaybetmeğe başladı. îctihâd ve müctehidler çoğaldı;
bunların ıstınbât metodlari fazlalaştı; münâkaşa ve cedelin sayısı arttı;
ihtimal(li meselelerin sayısı yükseldi. Bunlardan dolayı ihtilâf halinde
müctehidlerin müracaat edecekleri, Fıkh'ın ve isabetli görüşün ölçüsü olması
bakımından ictihâd için kaide, kaynak ve temel esasları tcsbit etmeye ihtiyâç
duymuşlardı.
Bu kaideler, kaynak
olarak Arab Dili'nin uslûbları, bu dilin temel esasları, şerî"atin bilinen
gaye ve her müslümanm bilemediği incelikleriyle, şerî"atin mas-la.hatlan
gözetişi ve Sahâbe'nin istidlal metodu v.s. gibi mevzular dikkate alınarak
tanzim edilmişti.
10) Bu ilim
tedvin edilmiş şekliyle, fakîhlerin sözleri ve hükümleri açıklayışlarında
dağınık kaideler hâlinde doğmaya başladı. Fakîh hükmü, hükmün delilini ve
delâlet ediş şeklini zikrediyordu. Fakihler arasındaki hilaf, Usûl
kaidelerinden yardım görmelerini temin ediyor, fakîh görüşünü takviye ve
içtihadım istinâd ettirmiş olduğu esâsı açıklarken bu kaidelere dayanıyordu.
11) Fıkıh
Usûlü'nde ilk kitab yazanın Ebû Hanîfe'nin talebesi Ebû Yûsuf olduğu
söylenmekte ise de, bize (Usûle dâir) intikâl eden bir kitabı yoktur.
Âlimler arasında
yaygın olan (kanaat)e göre müstakil bir surette bu ilimde ilk kitab yazan, imam
Mu.hammedu bnu tdrise şşâf'î (vf. 204 H.) dir.[20] Usûl
hakkında meşhur Errisâleh isimli eseri te'lîf ederek eserinde Kur'an, Kur'an'ın
hükümleri açıklayışı, Sünnet'in Kur'an'i açıklayışı, icmâ", kıyâs, nâsi-h
ve mensû-h, emr ve nehy, -habaru Ivâ.hid ile ihticâc ve benzeri gibi Usûl'e
dâir bahislere yer vermiştir, imam Şafiî'nin Risâle'sindeki metod ve
hususiyeti; meselenin incelik ve derinliğine inip, söylediklerini delîle
dayandırması, muhalif görüşleri ise sağlam, parlak bir ilmî uslûb ile tenkîd
etmesidir.
Şafiî'den sonra İmam
A.hmcdu bnu.Hanbel Rasûlullâh'a itaat, nâ-sıh ve mensû-h, "ilel
mevzularında birer eser verdi. Daha sonra ise âlimler bu ilmin mevzularını tanzime
başlayıp, bahislerini ekler yaparak genişletmekte birbirini lâkîbettiler.
Âlimler Fıkıh Usûlü
incelemelerinde aynı yolu tâkîbetm em işlerdir. Bir kısmı,
müetehid imamlardan
nakledilmiş fer"î, fıkhı meselelere uygunluklarına ya da muhalefet
edişlerine ehemmiyet vermeden, delillerle destekledikleri usûlî kaideleri
tesbît etme yolunu benimsemiştir. Nazarî olan bu akımın gayesi, delilin delâlet
ettiği gibi bu ilmin kaidelerini tesbit, bu kaideleri istidlalin zabt ve rabt
altına alınması bakımından Ölçüler haline getirip, mezhebin fer"î
meselelerine hizmet eder değil, müctehidlerin ictihadlanna hükmeden hâkim
vaziyetine sokmaktır. Bu yol, Ke-lamcılar'ın (Mütekellimler'in) yolu olarak
bilinmiştir. Mûtezilîlcr, Şâfiîler ve Fıkıh UsûlÜ'nü tedvine başladıklarında
Ca"ferî (mezhebi) âlimleri bu yolu tâkîbetmişlerdir. Daha sonra
Ca"fcrîler bu yolu, mezhebin fer"î meseleleri ışığında usûlî
kaideleri tesbit mahiyetindeki diğer yolla mezcedip, bu yolu terketmişlerdir.1
Kelamcılar'ın yolunun
mümeyyiz vasıfları, aklî istidlale meyledip, mezhebler hakkında taassub
göstermemek, fıkhı, fer"î meseleleri az zikretmek, zikredildiğinde de bunu
sadece misâl vermiş olmak için yapmaktır.
13)
Âlimlerden bir kısmı imamlardan nakledilmiş bulunan fıkhî, fcr"î meselelerin
gerektirdiği gibi usûlî kaideleri lesbîte dayanan diğer bir yol tâkîbetm iştir.
Yani bu âlimler, imamlardan gelen fer"î, fıkhî meseleler ışığında,
imamlarınca ictihâd ve hükümlerin ıstınbâtında nazarı dikkate alındığını
gördükleri kaideleri tesbît ve vaz ettiler. Hanefî âlimleri bu yolu
tâkîbetmckle tanınmış olduklarından bu yol Hanefî yolu olarak isim yapmıştır.
Bu yolun meziyeti
amelî mahiyetidir. O da, mezheb imamlarından nakledilmiş fer"î, fıkhî
meselelerin tatbîkî ve amelî bir incelemesi, bu imamların ıstınbâtlarında
nazarı dikkate aldıkları kaide, umûmî prensip ve usûlî esasları çıkarıp ortaya
koymaktır. Böylece bu yol, mezhebin fer"î meselelerine hizmet eden
kaideleri tesbit, ic-tihadda bu mezheb imamlarının tutumlarını müdâfaa
etmektedir. Metodu bu olan yol, allâme ibnu Haldun'un da dediği gibi, fıkıhla
da iç İçe ve fcr"î meseleler(in
hususiyetlerini
tebarüz ettirmed)e diğerlerinden daha liyakatlidir.2
14) iki yolu
birleştirme ve iki tutumun meziyetlerini muvaffakiyetle bir araya getirme
esasına dayanan, incelemede üçüncü bir yol ortaya çıkmıştır. Bu yol ıstınbâtta
ölçü olarak, her görüş ve içtihada hükmetmesi için, delilin desteğinde mücerred
usûlî kaideleri tesbît ederken, imamlardan nakledilmiş fıkhî, fer"î meseleleri
gözden uzak tutmayıp, bu fer"î meselelerin dayandığı usûlü beyanla,
kaideleri fer"î meselelere uygulayıp, bağlayıp, onları meselelerin hadimi
kılmaktadır. Şafiî, Mâliki, Hanbelî, Ca"ferî ve Hanefî gibi çeşitli
mezheblerin âlimleri bu yolu tâkîbetmişlerdir.
15)
Kelamcılar'ın tutumuna göre te'lîf edilmiş kitablardan H. 413 de vefat eden
Şafiî imâmu 1. harameyn "Abdulmeliki bunu Abdillâhi lCüveynînin elburhân
adlı eseri, H. 505 de vefat eden Şafiî Ebû .Hâmid Mu.hammedu bnu Mu.hammedi
löazzâlînin
elmuste-sfâ adlı eseri, H. 413 de vefat eden Mu"tezilî Ebu I.Huseyni
Mu.hammedu bnu "aliyyu lba-srînin elmu"temed adlı kitabı sayılabilir.
Yukarıdaki üç kitabı H. 606'da vefat eden Şâfü Fa-hruddîni rrâzî hülâsa
etmiştir. Ayrıca H. 631 de vefat eden Şâfü seyfuddevleti l'âmidî de bu üç
kitabı bazı ilâvelerle el'i.hkâmu fi u-sûli l'a.hkâm adlı eserinde ihtisar
etmiştir.
Hanefî yoluna göre
te'lîf edilen ehemmiyetli eserlerden H. 370 de vefâteden elca-s-sâ-s olarak
mâruf Ebû Bekr A.hmedu bnu "Alî nin el'u-sûl adlı eseri, H. 430 da vefat
eden Ebû Zeyd "Abdullâhi bnu "Umara dDebbûsî nin el'u-sûl adlı
kitabı, H. 482 de vefat eden fa-hru l'islâm "aliyyu bnu Mu.hammedi
İpezdevî nin el'u-sûl adlı eseriyle H. 730 da vefat eden "AbduV'Azîzu bnu
A.hmede lbu-hârînin bu esere yazdığı keşfu l'esrâr adlı kitab sayılabilir.
iki yolu birleştirme
esasına göre telif edilen eserler arasında H. 649 da vefat eden, Hanefi îmam
Mu-zafferuddîn A.hmedu bnu "Aliyyi ssâ"âtînin bedî"u nm-zâmi
beyne lkitâbeyi I-pezdevî ve I'i.hkâm adlı eseri, H. 747 de vefat eden
Hane-fî.sadru şşerî"ah "Ubeydullâhi bnu Mes"ûdun etten-kî.h (ve
aynı müeilife âid) şerhu ettev-dî.h isimli kitablar, H. 792 de vefat eden Şafiî
şeyh Sa"duddîn Mes"ûdu bnu "Umara tteftâzânînin (ettelvî.hu)
şer.hu ttev-dî.h adlı eseri, H, 771 de vefat eden Şafiî tâcuddîn
"Abdulvahhâbi bnu "Aliyyi ssubkînin cem"u lcevâmi" adlı
eseri, H. 861 de vefat eden Hanefî ibnu Ihumâmın etta.hrîr adlı eseri ve onun
şerhi olan, müellifin talebesi H. 879 da vefat eden Mu.hammedu bnu Mu.hammed emîru
l.hâccı l.halebî nin etta-krîm ve tta.hbîr adlı kitabı, H. 1119 da vefat eden
Mu.hibbullâhi bnu "abdişşekûrun musellemu .d.subût adlı eseriyle O'nun
şeyhi allâme "Abdul"Aliyyi Mu.hammedu bnu Nı-zâmıddîni ren-sârînin
eseri ve diğerleri zikrol-unabilir.
Ca"feriyyeh
âlimlerince mühim Usûl kitablari arasında H. 336 da vefat eden es-seyyidu
şşerîfu lmurte-dânm e.z.zerf'atu ilâ u-sûli ş§î"ah adlı eseri, H. 460 da
vefat eden Şeyh ebû ca"fer Mu.hammedu bnu .Hüseyni bni "Aliyyi
-t-tûsînin "uddetu I'u-sûl adlı eserleri vardır.1 (Bu kitab ve müellif
isimleri aslî harfleriyle aşağıya çıkarılmıştır:
Son zaman Ca"ferî
âlimlerince te'lîf olunan eserler arasında, H. 1205'de yazılması sona eren ebu
l.haseni lceylânînin el-kavânin kitabıyla, H. 1341 de te'lîfı nihayet bulan
Mu.hammed Mehdi İkâ-zımînin el"anâvîn kitabı zikredilebilir.
Usûl Ilmi'nin
mevzuları şer"î hüküm, bu hükmün delili, hükmün ıstınbâtı, ictı-had
ehliyetinin şartlan bakımından ıstınbât edenin kendisi yani müetehiddir. Buna
göre kitabın bahislerini şu şekilde tanzim edeceğiz:
Birinci Kısım: Hükümle ilgili bahisler.
tkinci Kısım : Hükümlerin delilleri.
Üçüncü Kısım:
Hükümlerin ıstınbât yollarıyla, tstınbât kaideleri ve bunların yanında mütalaa
edilen tercih kaideleri, nâsı-h ve mensû-h mevzuları.
Dördüncü Kısım:
îctihâd ve şartlan, müetehid, taklid ve manası.
[1] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, Fıkıh Usulü, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları:
[2] Kur'ân 11 inci Hûd sûresi 91 inci âyet.
[3] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 78 inci âyet.
[4] elbey-dâvî fî minhâci lvu-sûl 22, el'i.hkâmu fi u-sûli
Va.hkâmi lil'âmidî c. 1 s. 7, irşâdıı lfu.hûli Iişşevkânî3, Ie-tâifu l'işârât
8.
[5] le-tâifu l'işârât 8, mebâ.hi.su l.hukmi liustâ.zinâ
mu.hammed sellâm medkûr 5.
[6] Anlaşılıyor ki, mukallid delilleriyle bir kısım
şer"î hükümleri bilse de fakîh olarak adlandırılmıyor. Zira Usulcülerin
ıstılahında fakîh, fiilen ictihadda bulunup hüküm çıkarmış olsun ya da
icithadda bulunmayıp hüküm çıkarmamış olsun, kendisinde delillerinden hüküm
çıkarma melekesi mcvcûd olan kişidir. Şu halde fakîh, fıkhın kendisi için
seciye olduğu kişi yani müetehiddir. Fakat bu manada değişiklik hâsıl olmuş,
şahıs nazar ve istidlal yoluyla yahut müctehidlerin sözlerini anlayarak yahut
taklîd ve öğrenmekle elde etmiş olsun, fıkıh meseleleri için fıkıh kelimesi
kullanılmış, meselelere bu yollarla sahib olana fakîh denmeye başlanmıştır. Bu
yeni mana usulcüler arasında değil (fakat) fıkıhçılar arasında yaygınlaşmıştır.
[7] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.
[8] Kur'an 17 nci El'isrâ' sûresi 32 nci âyet.
[9] Kur'an 8 inci El'enfâl sûresi 60 inci âyet.
[10] fet.hu Iğaffâri bişer.hi lmcnâri libni nuceym 7,
teshüu Ivu-sûli ilâ "ilmi l'u-sûli lilma.hlâvî 7, irşâdu lfu.hûl 3.
[11] Bazen bu kaidelere küllî deliller ve şumullerindeki
hükümlere de külli hükümler denir. Meselâ (şerî"atteki) emir, küllî bir
delildir. Delâlet ettiği hüküm olan îcâb, küllî bir hüküm; âmir (emredici)
nasslar, cüz'î deliller; cüz'î delillerin hükümleri ise, cüz'i hükümlerdir.
[12] Kur'an 5inci Elmâideh sûresi linçi âyet.
[13] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 56 nci âyet.
[14] Kur'an 17 nci El'isrâ' sûresi 32 inci âyet
[15] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 29 uncu âyet.
[16] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 56 nci âyet.
[17] Kur'an 65 inci e-t-iaîâ-k sûresi 4 üncü âyet.
[18] Kur'an 2 nci elba-karah suresi 234 üncü âyet.
[19] şer.hu ttcv-dî.hi litten-kî.h c.l, s. 39.
[20] Allâme, şeyh mu.hammed "ali lkâ-zum 1-hurâsânî
nin takrirlerinden olan fevâidu l'u-sûl kitabının mukaddimesinde allâme
ma.hmûdu şşihâbî 1-hurâsânî şöyle diyor: "Değerli ilim adamlarından bir
çoğu; ibnu -hallikân, ibnu -haldûn, keşfu -z-zunûn sahibi gibi. Fıkıh Usûlü'nde
iîk eser te'lîf edenin mu,hammedu bnu idrîse şşâfT'î olduğunu açıkça
söylemişlerdir. Fakat ben bunu katî bir şey gibi söyleyemem. Bence Ebû Yûsuf
ya"-kûbu bnu ibrâhîm(in Fıkıh Usûlü'ne dâir kitab yazan ilk kişi olması)
daha kuvvetli ihtimâldir. Ebû Yûsuf, -kâ-dı 1-ku-dâh (baş kadı, adalet vekili)
ismini alan ilk şahısdır ve Usûl te'lîfînde de Şafiî'den önce olması
gerektir." Sahîfe: (d)-(h).