— ÎSLAM
HUKUKUNUN KAYNAK VE MESNEDLERI —
143) Bütün
Nevîleriyte Delillerin Kitab'a Dayanışı
144)
Delillerin Tertîb ve Sırası
145) Tarifi
Ve Hüccet (Şer"Î Delil) Olduğu
147) Kur'anın
Âciz Bırakıcı Olduğu Hususlar
149) Kur'anın
Hükümleri (Hukukî Esasları) Açıklaması
150) Kur'anın
Hükümleri (Hukuki Esasları) Açıklamadaki Üslûbu
151) Kur'anın
Hükümlere Delâleti
153) Sünnet
Bir teşri" Kaynağıdır
155) Mâhiyeti
itibariyle Sünnetin Nevileri
Üçüncüsü
Takriri (Tasvibi) Sünnet
156) Bize
Gelişi Bakımından Sünnetin Nevileri
157)
Birincisi Mütevâtir Sünnet
158)
Mütevâlir Sünnetin Nevileri
161) A.hâd
Sünnete Uymak îcbârîdir ve Â.hâd Sünnet Hukukî Bir Kaynaktır
162) Â.hâd
Sünnetle Amelin Şartları
Mâliklerin
Â.hâd Sünneti Kabul Şartları
167) Sünnetin
Getirdiği Hükümler
168) Sünnetin
Hükümlere Delâleti
170) Istılahı
Tariften Çıkan Neticeler
171) îcmâın
Hüccet (Şer"î delil) Oluşu
174) Bir
Mes'ele Hakkında Müctehidlerin İki Görüşe Sahib Olmaları1
176)
îcmâ"ın Senedi (Dayanağı)
179)
Zamanımızda îcmâ"ın Ehemmiyeti Ve Husfd İmkânı
190) Hükümle
İllet Arasındaki Münâsebet
191)
Birincisi.- Müessir Olan Münasib Vasıf
192)
İkincisi.-Müîâim Olan Münasib Vasıf
193)
Üçüncüsü.'Mürsel Olan Münasib Vasıf
194)
Dördüncüsü.-llgâ Edilmiş Olan Münasib Vasıf
195) illetin
(Anlaşılma) Yolları (mesâliku Vılleh)1
196)
Birincisi Nass (enna-s-s)
198) Üçüncüsü
Sebr ve Taksim (essebru ve tta-ksîm)
200) İlletin
ta-hrîci ve İlletin ta:h-kî-ki (ta-hrî-cu lmenâ-t ve ta.h-kî-ku lmenâ-t)
201) Kıyasın
Kısım ve Nevileri
Birincisi
Daha Kuvvetli, Evlâ Kıyas
Üçüncüsü Daha
Zayıf (Ednâ) Kıyâs
203) Kıyâsı
Kabul Edenlerin Delilleri
204) Kıyâsı
Kabul Etmeyenlerin Delilleri
210)
Birincisi, Nass İle istihsân. Yani Mesnedi Nass Olan istihsân
211)
ikincisi, icmâ" İle istihsân
212)
Üçüncüsü, Senedi Örf Olan îstihsân
213)
Dördüncüsü, Zaruretle îstihsân
214)
Beşincisi, Senedi Maslahat Olan îstihsân
215)
Altıncısı, Kapalı Kıyâs İle Îstihsân.
MÜRSEL MASLAHAT
(ELMA-SLA .HAT U LMURSELEH)
222)
Maslahatların Hüccet Olması
223)
Maslahatın Hüccet Olduğunu Reddedenlerin Delilleri ve Bu Delillerin Tenkidi.
224) Mürsel
Maslahatları Hüccet Olarak Benimseyenlerin Delilleri
226) Mürsel
Maslahatla Amel Etmenin Şartları
227) Maslahat
Esasına Göre Bulunulmuş Bazı îctihadlar
SEDDU
.Z.ZERÂI" (KÖTÜLÜĞE YOL AÇAN VESİLELERİN ÖNLENMESİ)
237) Sıhhatli
(meşru, makbul, sahîh) Örf
Fâsid (gayrı
meşru, makbul ve sahîh olmayan) örf
239)
Hükümlerin Mesnedi Olabilmesi için, Örfün Mûteberliğinin Şartlar
240)
Hükümlerin Tatbiki İçin Örf Bir Mesneddir
241)
Zamanların Değişmesiyle Hükümlerin Değişmesi
SAHÂBÎ GÖRÜŞÜ
(-KAVLU -S-SA.HÂBÎ)
BİZDEN
ÖNCEKİLERİN ŞERÎATİ (ŞER"U MEN-KABLENÂ)
254)
Istıshâbın Hüccet (şer"î delil) Oluşu
255) Istıshâb
Hakkında Dikkat Edilecek Hususlar
256)
Istıshâba Dayanan Kaide Ve Esaslar
Şer"î hükümler,
sadece şâri"in tayin ettiği delillerle bilinir (anlaşılır ve öğrenilir).
Bu delilleri sâri", mükelleflere şer"î hükümleri göstermeleri,
Şer"î hükümler hakkında mükellefleri irşâd etmeleri için tesbit
buyurmuştur. Bu deliller, hükümlerin asılları, hükümlerin şer"î kaynakları
veya hükümlerin delilleri olarak isimlendirilir. Bunların hepsi de bir manaya
gelen ayrı ayrı isimlerdir.
Delîl, kelime olarak
(yani lügatta) bir işi (veya hâli, vaziyeti, durumu) gösteren, ona delâlet
eden, ona irşadda bulunan her şeydir. Usulcülerin ıstılahında ise delil,
"üzerine sıhhatli bir şekilde düşünerek, haber cinsinden matlûbolana
ulaşmayı mümkin kılan şeydir."1 Haber cinsinden matlûbolan, şer"î
hükümdür. Bazı Usulcüler delilin, kat'î bir şekilde şer"î hükme ulaştmcı
olmasını şart koşmaktadırlar. Eğer -zannî bir şekilde ş,er"î hükme
ulaştırıyorsa bu delil değil, (o Usulcülere göre) emare (el'emârah) dir. Ancak
Usulcülerce meşhur olan, bunun şart olmadığıdır. Onlara göre delil, kat'î yahut
-zannî olsun, kendisinden şer"î, "amelî hükmün çıkarıldığı şeydir.
Şer"î deliller
akla aykırı olmaz. Çünkü şer"î deliller kendileriyle hükümlerin
öğrenilmesi ve kendilerinden hükümlerin çıkarılması için şerî"atda tayin
olunmuşlardır. Eğer şer"î deliller akla aykırı olsa idiler, kendilerinden
kasdolunan gaye hasıl olmazdı. Ayrıca isti-krâ' (tümevarım) da delillerin,
aklın icabına göre seyr (ceryan) ettiğini göstermektedir. Selîm akıllar
şer"î delilleri kabul etmekte ve icabına uymaktadır.3
Deliller muhtelif
itibarlara göre çeşitli kısımlara taksim olunmuştur. Yani bu taksimler,
delillere bakış zaviyesine göre muhteliftir. Biz, bu taksimlerden ikisini
zikredeceğiz:
Delillerdeki ittifak
ve ihtilaf nisbeti bakımından yapılan taksimdir. Bu itibarla deliller,
aşağıdaki nevîlere ayrılır:
Birinci Nevî
(Deliller): Bunlar, müslüman imamlar arasında ittifak mevzuudur; ve Kitab
(Kur'an) ile Sünnet'ten ibarettir.
ikinci Nevî
(Deliller): Bunlar, müslümanların ekserisi arasında ittifak mevzuudur.
Icmâ" ile -kıyâsdan ibarettir. Mûtezile'den enna-z-zâm ve bazı -hâriciler
icmâ" hususunda, Câferîler ve Zahirîler de kıyâs hususunda muhaliftirler.
Üçüncü Nevî
(Deliller): Kıyası kabul eden ekseriyet arasında bile, âlimlerin hakkında
ihtilaf ettikleri delillerdir. Bu nevî deliller şunlara şamildir: Örf
(el"urf)[1], Istıshâb (el'ıstı-s.hâb),
Istihsân (el'isti.hsân), Mürsel Maslahatlar (elma-sâli.hu 1-murseleh), Bizden
Önceki Ümmetlerin Şerîati (şer"u men -kablenâ), Şahabının Görüşü.
Alimlerden bazısı bu (üçüncü) nevî delilleri teşrî" (şer"î hüküm)
kaynaklarından kabul etmiş, bazısı da kabul etmemiştir.
Deliller na-kle veya
re'ye dayanışı (rucû"u) bakımından iki kısma ayrılır: 1) Naklî (deliller), 2)
"A-klî (deliller).
Birinci Nevî, na-klî
delillerdir. Bunlar Kitab ve Sünnet'den ibarettir. Sahâbînin görüşü, icmâ"
ve bizden önceki ümmetlerin şerî"atını delil olarak benimseyip,
teşrî" kaynağı sayan âlimlerin görüşüne göre bunlar da naklî delillere
ilhak olunmaktadır. Bu nevî delillerin na-klî olması, hiçbir kimsenin görüş ve
düşüncesinin payı bulunmadan, şâri"den naklolunmuş bir keyfiyete itaat
etme esasına dayanişlanndandır.
ikinci Nevî, aklî
delillerdir. Yani görüş ve düşünceye dayanan delillerdir. Bu nevî, -kıyâsdan
ibarettir, el'isti.hsân, elma-sâli.hu Imurseleh, el'ıstı-s.hâb da -kıyâsa ilhak
olunmaktadır. Bu nevî deliller, şâri"dcn naklolunmuş bir duruma değil,
görüşe ve düşünceye dayandığından, (na,klî değil) aklî sayılmışlardır.
Zikretmiş olduğumuz bu
(naklî ve aklî) kısımlar, sadece delillerin asıllarına nis-betlc yapılmış
taksimlerdir. Fakat şer"î hükme delillerle delil getirmek bakımından her
iki nevî de birbirine muhtaçtır. Çünkü şâri"den naklolunmuş bir delille
delil getirmek için, anlamanın aleti olan aklın kullanılması ve düşünmek
mutlaka lazımdır. Keza na-kle istinad etmedikçe re'y (ve görüş, akıl yürütme)
de sıhhatli ve muteber olamaz. Zira tek başına aklın, hükümlerin
teşrî"inde bir yeri yoktur.
Delillerin naklî ve
aklî olarak iki nevî olduğunu kaydettik. Dikkat edince şer"ı delillerin
Kitab ve Sünnet'den ibaret olduğunu görüyoruz. Çünkü sabit, mevcud olan
deliller, akıl ile sabit olmamışlar, bu delillere itimadın doğru olduğu
hususunda Kitab ve Sünnet'de deliller bulunduğundan, mezkûr deliller Kitab ve
Sünnet ile sabit olmuşlardır. Böylece Kitab ve Sünnet iki bakımdan hükümlerin
dayanağıdır:
Birincisi cüz'î,
fer"î (meselelere dâir) hükümlere delâletleri bakımından: Zekât, alım
satımlar, cezalar ve benzerleri gibi.
ikincisi cüz"î,
fer"î hükümlerin istinâd ettiği kaide ve asıllara delaletleri bakımından:
icmâ"ın bir delil, hüccet olduğuna ve hükümler için bir a-sl teşkil
ettiğine, keza -kıyasın ve bizden önceki ümmetlerin şerî"atlcrinin ve
benzerlerinin de böyle olduğuna delaletleri gibi.
Sünnet de iki bakımdan
Kitab'a dayanmakladır:
1) Sünnet'e
göre davranılmasına, Sünnct'e dayanılmasına, Sünnet'ten hükümlerin
çıkarılmasına, Kur'anı Kerim delalet etmiş, Yüce Allah şöyle buyurmuştur. [(Ey iman edenler, Allaha itaat edin.
Peygambere ve sizden olan emir (salahiyet) sahihlerine de itaat edin)][2].
(Kur'an'da) birçok yerlerde Allanın [(Allaha
ve o Peygambere itaat edin)][3]
ifadesini tekrarı, Allah Rasûlünün ASSÜ getirdiği şey Ki-tab'da bulunsa da,
bulunmasa da, O'na itaatin umumiliğine delalet etmektedir. Bunun yanında, aynı
manayı ifade eden diğer hükümler de vardır. Mesela Yüce Allanın [(Peygamber
size ne verdiyse onu alın, size ne yasak ettiyse ondan da sakının)][4] ve [(Artık
O'nun (Allahın ve Peygamberin) emrinden uzaklaşıp gidenler kendilerini
(dünyada) bir fitne (ve bela) çarpmasından, yahut (âhirette) onlara pek acıklı
bir azab (gelip) çatmasından çekinsin(lcr)][5]
ayetleri gibi.
2) Allahın.
[(-Habibim-biz sana Kur'anı indirdik. Tâ ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini
açıkça anlatasm!)][6] sözünün delaletiyle
Sünnet, Kerîm Kitab'ın manalarını şerhetmek ve O'nu açıklamak üzere vücud
bulmuştur. Yüce Allah [(Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et)][7]
buyurmuştur. Tebliğ, Kitab'ın teb-'ğıyle Kıtab'ın manalannı açıklamaya
şamildir. Sünnet bahsinde de görüleceği üzere Sünnet, Kitab'in açıklaması,
Kitab'ın manalannin şerhedicisi, Kitab'daki mücmel (öz ve kısa) ifadelerin
tafsil edicisidir.
Şu halde Yüce Allanın
Kitabı Kur'an, asılların aslı, kaynakların kaynağı ve bütün delillerin
dayanağıdır.
Hakkında ittifak
edilmiş ve üzerinde ihtilaf olunmuş delilleri zikrettik; ve Ki-tab'in bütün
delillerin dayanağı ve kaynakların kaynağı olduğunu söyledik. Böyle olunca,
şer':î hüküm anlaşılmak istendiğinde, diğer delillerden önce Kitab'a müracaat
edileceği bedîhîdir, aşikârdır. Kitab'da hüküm bulunamazsa, Sünnet'e müracaat
etmek icabeder. Çünkü Sünnet Kİtab'a dayanmaktadır; O'nun manalarını
şerhetmek-tedir. Binâenaleyh Kitab'da hüküm olmadığında Sünnete müracaat
bedîhîdir. Eğer Sünnette hüküm bulunmazsa, icmâ"a müracaat lüzumludur.
Zira icmâ"ın istinad ettiği şey, Kitab ya da Sünnetten bir nassdır.
Meselede icmâ" yoksa, -kıyâsa müracaat icabeder.
Buna göre kendilerine
müracaatla, hüküm çıkarma hususunda delillerin tertibi şöyledir: Kitab
(Kur'an), sonra Sünnet, sonra icmâ", sonra -kıyâs. Kitab ve Sünnete
ilaveten icmâ" ile -kıyâsın teşrî"î ahkâmın iki kaynağı olduğunda,
onları delil kabul eden fakihlerin ekserisi ittifak halindedirler. Ekseriyetin
tertib mevzuundaki görüşlerine delalet eden birçok e.serler vardır. Bunlardan
birkaçı şunlardır:
1) Allanın
Salât ve Selâmı Üzerine Olsun Allah Rasûlü, Yemen'e ARO Mu"â.z Efendimizi
gönderirken aralarında şu konuşma geçmişti [(Rasûlullah: Sana bir dâva
geldiğinde nasıl hükmedersin? Muâz: Allahın Kitabıyla hükmederim. Rasûlullah:
(O'nda hükmü) bulamazsan?) Muâz: ASSÜ Allah Ra-sulünün Sünneti ile hükmederim.
Rasûlullah: Allahın Kitabında ve Allahın Ra-sulünün Sünnetinde de (hükmü)
bulamazsan? Muâz: Re'yimle (fikir, görüş ve düşüncemle) ietihad eder, kusur
yapmam(ağa çalışırım), deyince Rasûlullah Muâz'm göğsüne vurarak: Allah
Rasûlünün rasûlünü (elçisini), Allah Rasulünün razı olduğu şeye muvaffak kılan
Allaha hamdolsun, der)]
Bu hadis şu bakımdan
delil olarak getirilmiştir: ASSÜ Allah Rasulü, Kitab ve Sünnette hüküm
bulamazsa, Muaz'ın re'y ile ietihadda bulunmasını tasvîb etmiştir-Kıyas ise,
re'y ile bir ietihad çeşidinden başka şey değildir.
2) Mehrân
oğlu Meymûn şöyle demiştir: ebû bekrini -s-sıddî-k, kendisine -hu-sûm (davacı
ve davalılar) müracaat edince, Yüce Allahın Kitabına müracaat ederdi-Vereceği
hükmü ondan bulursa, bulduğu ile hükmederdi. Allahın Kitabında bula-
mazsa, Allah Rasulünün
Sünnetine müracaat ederdi. Vereceği hükmü onda bulursa, bulduğu ile hükmederdi.
Onda da aradığını bulamazsa, insanlar (sahaben)ın ileri gelenlerini toplar,
onlarla istişare ederdi. Bir hususda görüşleri birleşir, icmâ" hasıl
olursa onunla hükmederdi. Hattâb oğlu Ömer de böyle yapardı.
3) Kûfe'deki
kadısı (hâkimi) şuray.ha, Hattâb oğlu Ömer şöyle demiştir: "Allahın Kitabı
ile hükmet. (Ondan hükmü) bulamazsan Allah Rasulünün -ka-dâsı (hükmü) yani
Sünneti ile hükmet. (Onda da aradığın hükmü) bulamazsan, doğru yol üzerindeki
imamlar(ın görüşlerin)dan sana (doğruluğu) aşikâr olan ile hükmet. (Yine
aradığın hükmü) bulamazsan re'yinle ictihâd et ilim ve istikâmet, salah sahibi
şahıslarla istişare et. abdullâhi bnu mes"ûd da böyle derdi.
Kur'an tarif
olun(masma ihtiyaç duyul)maktan daha meşhurdur. Bununla beraber Usulcüler, onun
tarifine ehemmiyet vermişler, çeşitli tariflerini zikretmişlerdir. Her usulcü,
tarifin (ifade edilmek istenen mefhumları içine alıp) toplayıcı ve (ifade edilmek
istenmeyen mefhum ve tabirlerin, tarifde yer almasına) mani olucu bir tarif olmasına[8] çok
dikkat göstermiştir. (Mesela) "Kur'an, ASSÜ Allah Rasulü Mu-hammed'e
indirilmiş, Mushaflar'da yazılı, ASSÜ Muhammed'den bize şübhcsiz ve mütevâtir
olarak naklolunmuş kitabdır," tarifi bunlardan biridir.2
Müslümanlar arasında
Kur'amn, teşri" için birinci kaynak, herkes hakkında, hatta bütün
beşeriyet hakkında bir şer"î delil, hüccet olduğunda ihtilaf yoktur.
Kur'anın hüccet oluşunun delili (burhanı), onun Allah katından oluşudur.
Kur'anın Allah katından oluşunun delili, az sonra izahının geleceği gibi
Kur'anın i"câzı (âciz bırakıcılığı, eşsizliği) dır. Allah katından oluşu,
i"câzı (âciz bırakıcılığı, eşitsizliği) dır. Allah katından oluşu,
i"câzı İle sabit olunca, herkes tarafından Kur'ana uyulması icabeder.
Birincisi.- O,
Allanın, Rasulü ASSÜ Muhammede indirilmiş kelamıdır, sözüdür. Buna göre Tevrat
ve İncil gibi diğer ilâhî, semavî kitablar Kur'andan sayılmazlar. Çünkü bu
kitablar ASSÜ Muhammed Efendimize indirilmem iştir.
ikincisi.- Kur'an,
lafız, telaffuz edilen şey (kelime, terkîb v.s.) ile mananın mecmûudur. Lafzı,
Arab Dili ile inmiştir. Yüce Allah [(Hakikat
biz onu Arabca bir Kur'an yaptık)][9]
buyurmuştur. Kur'anda Arabca olmayan bir lafız yoktur. ARE imam Şafiî, Allahın
Kitabının hepsi Arab Dili ile inmiştir. Allahın Kitabında Arab Dili dışında
hiçbir şey yoktur, der.4 Buna göre nebevi
hadîsler Kur'andan
sayılmazlar. Çünkü nebevî hadislerin manaları Allah tarafından vahyolunmuş ise
de, lafızları Allahdan değildir. Keza, Arab Dili ile de olsa, Kur'anın tefsiri
de Kur'andan sayılmaz. Keza Kur'anın Arabcadan başka bir dile tercemesi (ve
meali) de Kur'an sayılmaz.
Üçüncüsü.- Kur'an bize
tevatür ile naklolunmustur. Yani, yalan hususunda gizlice aralarında anlaşıp
söz birliği yapmaları, sayılarının fazlalığı ve yerlerinin birbirlerinden çok
uzak oluşu sebebiyle vehmolunamayacak büyük bir insan topluluğu, kendisi gibi
büyük bir insan topluluğundan naklederek, bu nakil, ASSÜ Allah Rasülüne kadar
varmıştır. Naklin başlangıcı, naklin bitimi, naklin ortası, kendisinden Önceki
ve sonraki nakiller gibi olmaktadır. Buna göre tevatür yolu haricinde naklolunan
(Kur'an okuma şekilleri) -kirâatlar Kur'andan değildir. Mesela "abdullâhi
bnu mes"ûddan rivayet olunan, kelimesinden sonraki ziyadesi ile âyetinin okunuşu[10],
ibnu mes"ûdun görüşüne göre, [(üç gün)]ün
"peşi
peşine" şeklinde tefsiri olarak izah olunmuştur.
Dördüncüsü.- Kur'an
(kendisine kendisinden olmayan bir şeyin ilavesinden ve kendisinden olan bir
şeyin kendisinden eksîlturnesinden uzaktır; bu gibi) ilave ve noksanlardan
(Allah tarafından) korunmuştur, korunmaktadır ve korunacaktır. Çünkü Yüce Allah
[(Kur'am biz indirdik, biz! Onun koruyucuları
da, şübhesiz ki biziz)][11]
buyuruyor. Kur'anda ne eksiklik ne de fazlalık vardır! Hiçbir mahluk Kur'andan
bir şey eksiltmeyi yahut Kur'ana bir şey ilave etmeyi başaramayacaktır. Çünkü
Yüce Allah onun korumasını kendi üzerine almıştır. Allahm korumasını üzerine
aldığı şeye de ortalık karıştıran düzenbaz bozguncuların elleri varamaz.
Beşincisi.- Kur'an
mu"cizdir, âciz bırakıcıdır. Yani bütün beşeriyet, insanlık, Kur'anın
benzerini ortaya koymaktan âciz kalmıştır. Kur'anın âciz birakıcılığı, muhalif
Arablara meydan okuyup, kendisinin benzeri gibi birşey ortaya koymalarını
teklifi ve bundan onların âciz kahşlanyla sabit olmuştur. Sonra benzerinden on
sûre ortaya koymaları şeklinde meydan okumuş, bundan da aciz kalmışlardı. Daha
sonra surelerin(e benzer şekil)den bir sûre ortaya koymaları tarzında meydan
okumuş, bundan da aciz kalmışlardı. Yüce Allah şöyle buyurmuştur
ki: Andolsun, insanlar
ve cinler şu Kur'anın benzerini (meydana) getirmeleri için bir araya toplansa,
yekdiğerine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini (meydana) getiremezler)][12],
[(Yoksa onu (Kur'anı) kendisi mi uydurdu
diyorlar? De ki: O halde haydi siz de onun gibi on sûre (meydana) getirin düzme
ve uydurma olarak! Allahtan başka kime gücünüz yetiyorsa (kime güveniyorsanız)
on-lan da (yardıma) çağırın, eğer. (iddianızda) doğrucular iseniz!)][13]
[(Eğer kulumuz (Muhammed)in üzerine parça
parça (sûre sûre, âyet âyet) indirdiğimiz (Kur'anın Allah katından geldiğin)den
şübhe ediyorsanız haydi onun benzerinden siz de bir sûre (meydana) getirin.
Allahtan başka şahidlerinizi (topladığınız putları ve bilginlerinizi) de
(yardıma) çağırın, eğer (iddianızda) doğru (insan)Iar iseniz. Fakat bunu
yapamazsınız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- artık sakının o ateşten ki onun
tutarağı (odunu, çırası, ocaktaşı) insanla o taştır. O (ateş) kafirler için
hazırlanmıştır)][14].
İstek ve gayretleri
tahrik, karşı çıkmaya teşvikte bulunan bu meydan okuyuşa mukabil, hiçbir mani
olmadığı ve karşı çıkmayı iktiza ettiren duruma rağmen Arablar karşı çıkmaktan
aciz kaldılar. Durum karşı çıkmayı iktiza ettiriyordu. Çünkü Arablar, ASSÜ
Muhammed Efendimizin davetini ibtal etmek, hükümsüz ve neticesiz kılmak
hakkında son derece gayretli ve azimliydiler. Eğer muktedir olsaydılar, Kur'ana
muarız bir şey ortaya koyar, ASSÜ Muhammed Efendimizin davetini neticesiz
kılarlardı. Karşı çıkmaya hiçbir mani yoktu. Çünkü Arablar belagat, fe-sâ.hat
sahibi, Arab Diline tamamen vâkıf, idare ve hükmetme salahiyetine mâlik bulunuyorlardı.
Böylece aczleri sabit olunca, Arab Dili ile inen Kur'anın Allah Kitabı olduğu,
ASSÜ Muhammed Efendimizin de Allahın hak rasûlü, elçisi bulunduğu sabit
olmuştu.
Sayısı fazla olan bu
hususların burada birkaçını ele alacağız:
1) Uzun
fasılalı aralıklarla inmesine, muhtelif hükümleri, çeşitli mevzuları içine
almasına rağmen, Kur'amn bütün kısımlarında yüksek seviyede mevcud olan, daha
önce Arablann nesirde ve şiirde görmemiş oldukları, kendilerini hayret ve
dehşete düşüren belâğatı.
2)
istikbalde vuku bulacak hadiseleri haber vermesi. Mesela Yüce Allahın
[(Elif, Lâm, Mim. Rum(lar)[15]
mağlûb oldu, yakın bir yerde. Halbuki onlar bu yenilmelerinin ardından gâlib
olacaklar[16])][17] sözü
gibi ki, fiilen vuku bulmuştur.
3) Hiçbir iz
ve kalıntının mevcud olmayışı sebebiyle Arablarca haklarında hiç, hiçbir şey
bilinmeyen, eski milletlerin vuku bulmuş meçhul hâdiselerini haber vermesi.
Yüce Allanın [(Bunlar gayb haberlerindendir ki sana onları vahyediyoruz. Onlan
bundan evvel ne sen biliyordun, ne kavmin!)][18] sözü
bu çeşit haberlere işaret etmektedir.
4) Daha
önceleri bilinmeyen ve şimdiki yeni ilmin ortaya çıkardığı, isbat ettiği tabiat
kanunları ve tabîî mahiyet hakkında bazı hakikatlere işaret etmesi. Yüce
Allanın [(Göklerle yer bitişik bir halde iken[19] biz
onları birbirinden yarıp ayırdığımızı, her diri şeyi de sudan yarattığımızı o
küfür (ve inkâr) edenler görmedi(ler)mi? Hâlâ inanmayacaklar mı onlar?[20])][21],
[(Biz aşılayıcı rüzgarlar[22]
gönderdik)][23] sözleri bu kabildendir.
Kur'an çok çeşitli
neviden hükümlere şâmildir. Bunları üç (ana) kısma bölmek mümkindir.
Birinci Kısım.- imana
(inanca) dair hükümler: Allaha, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine,
âhirete (son güne) inanmak gibi. Bunlar îtikâdî hükümlerdir. Tcvhîd timinde
tedkîk olunurlar.
ikinci Kısım.- Ruh ve
maneviyâtın kuvvetlendirilip terbiye edilmesine dair hükümler. Bunlar ahlâkî
hükümlerdir. Ahlak veya Tasavvuf ilminde tedkîk mevzuu edilirler.
Üçüncü Kısım.-
Mükelleflerin sözleri ve fiillerine dair olan amelî hükümler. Fıkıh ile
kasdedilen, Fıkıh timi ve Fıkıh Usûlü timinin kendisine ulaşmak ve öğrenmek
istedikleri bunlardır; ve iki nevidir:
Birinci nevî hükümler
ibâdetlerdir: Namaz ve oruç gibi. Bunlardan maksad, ferdin Rabbi ile olan
alakasını tanzimdir.
ikinci nevî hükümler,
ibadetlerin dışında kalan diğer bütün hükümlerdir. Bunlar fakihlcrin ıstılahı
ile muameleler (elmıTâmelât) diye isimlendirilir. (Bugünkü) yeni hukuki tabir
ile Hususi Hukuk ve Umumi Hukuk çerçevesine giren hükümlere şâmildir. Bu
hükümlerin gayesi, ferdin ferdlc, ferdin cemiyet ile yahut cemiyetin ce-miyetle
olan alakasını tanzim etmektir; ve aşağıdaki kısımlarda mütâlâa olunur:[24]
A) Aileyle
ilgili hükümler. Bunlar, Aile hukuku veya Ahvâli Şahsıyye meseleleri adıyla
isimlendirilir. Nikah, boşanma, neseb, (babalık) evladlık, velayet ve benzeri
mevzuları ele alır. Ailenin kuvvetli temcilere dayanması ve aile ferdlerinin
haklan ile vazifelerinin neler olduğunu açıklar. Bu hükümlere dair takriben
yetmiş (70) Kur'an ayeti mevcuddur.
B) Alım
satım, rehin ve sair akidler gibi ferdlerin mâlî muamelelerine dair olan
hükümler. Bunlar Medenî Hukuk (ve Borçlar Hukuku) çerçevesine girerler; ve
takriben bunlara müteallik yetmiş (70) Kur'an ayeti vardır.
C) Hakimin
hükmetmesi, şâhidlik ve yemine dair, insanlar arasında adaletin tahakkuku için
muhakeme icraatlarını tanzim maksadına matuf hükümler. Bunlar bugün Muhakeme
Usulleri (murâfa"ât) Hukuku olarak isimlendirilmektödir; ve on üç (13)
kadar (bunlara dair) Kur'an ayeti mevcuddur.
Ç) Cürüm ve
cezalara mütallık hükümler. Bunlar islâm Ceza Hukukunu meydana getirirler; ve
kendilerine dair otuz (30) kadar Kur'an ayeti mevcuddur. Bu hükümlerin gayesi
insanları, ırzlarını ve mallarını korumak ve cemiyette istikrar ve huzuru
temindir.
D) tdare
nizamı, idare edenle idare edilenlerin alaka dereceleriyle, bunların hak ve
vazifelerine müteallik hükümler. (Bugün) bunlar Anayasa Hukuku adıyla isimlendirilir;
ve bu hükümlere dair on (10) kadar Kur'an ayeti vardır.
E) islâm
Devletinin diğer devletlerle olan muameleleri ve bu muamelelerin derecesi ile
harb ve barış hallerindeki münasebet tarzlarının hukuki neticelerine, müste'min
(yabancı devlet vatandaş)lerin islâm Devleti ile alakalarına dair hükümler. Bu
hükümlerin bir kısmı Devletler Hususi Hukuku ve bir kısmı da Devletler Umumî
Hukuku çerçevesine girer. Bunlara dair Kur'anda yirmi beş (25) kadar ayet
vardır.
F) İktisadî
hükümler: Bunlar devletin gelir kaynaklan ve harcamalan, ferdlerin zenginlerin
mallarındaki haklarına dairdir; ve Kur'anda bunlardan bahseden on (10) kadar
ayet vardır.
Yüce Allah [(...Sana
(bu) Kitabı her şeyin apaçık bir beyanı olmak üzere indirdik)][25],
[(...Biz o kitabda hiçbir şeyi eksik bırakmadık)][26]
buyurmaktadır. Yani Kur'anda bütün şer"î hükümlerin açıklaması mevcuddur.
Ancak Kur'an, hükümleri iki şekilde açıklar:
Birinci Şekil.-
Teşrîin umumi kaide ve esaslarını zikredip icmâlî bir surette hükümlerin
açıklanışı. Meseleleri hüküm ve teşne esas olan umumi kaideler arasından şunlan
(misal olarak) sayabiliriz:
a) Şûra
(meşveret, müşavere): [(...bunların işleri aralarında müşavere (ile)dir...)][27],[(iş
hususunda onlarla müşâvere et)][28].
b) Adalet (Şübhesiz ki Allah adaleti emreder)][29]
[(Şübhesîz ki Allah
size emanetleri ehil (ve erbâb)ına vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmeylemenizi emreder)][30].
c) insan kendi kusur (ve suç)undan mesuldür ve
başkasının günahından mesul tutulmaz
[(Günahkâr hiçbir nefis, diğerinin (günah) yükünü taşımaz)][31].
ç) Ceza,
cürüm mikdâri kadardır. [(Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülük (bir
misilleme)dir)][32]
d)
Başkasının malının haramliğı [(Aranızda (birbirinizin) mallarınızı haksız
sebeblerle[33] yemeyin ve kendiniz bilip
dururken insanların mallarından bir kısmını günah(i mûcib sûretler)le[34]
yemeniz için onları (o malları) hüküm ve karar sahiblerine aktarma etmeyin[35])][36].
e) iyilik, hayır ve milletin faydasına olan
hususlarda işbirliğinde bulunmak [(...iyiliketmek,fenalıktan sakınmak
hususunda birbirinizle yardımlasın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde yardı
mlaşmayin)][37].
f)
Mükellefiyetleri, iltizamlan yerine getirmek [(Ey iman edenler, bağlandığınız ahidleri[38]
yerine getirin)][39].
g) Zorluğun
(mükelleflere) yüklenmemiş olduğu : [(...Din
(işlerin)de üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi)][40].
ğ)
Zaruretlerin, menolunmuş şeyleri helal, mubah kılışı [(...Fakat kim bunlardan yemeye muztar kalırsa
-(kimseye) saldırmamak ve haddi (ölmeyecek mikdâri) geçmemek şartıyla- onun
üzerine günah yoktur.)][41].
Kur'anda mücmel olarak
bulunup, Kur'anın (teferruatıyla) açıklamadığı hükümlerin bazıları şunlardır:
Zekatın emredilmesi. Allah [(Onların mallarından
sadaka (zekat) al)][42]
buyuruyor. Kısas da böyledir. (Allah)
[(Ey salim akıl sahiblcri, kısasda sizin için (umumi)
bir hayat vardır)][43], [(...maktuller
hakkında size kısas (misilleme) yazıldı (farzedildi)][44]
buyurmuş fakat Kur'an kısasın şartlarını açıklamamış, bunları Sünnet beyan
etmiştir. Alış veriş ve faiz de böyledir. Yüce Allah şöyle buyuruyor .[(...
Allah alış verişi helal, faizi haram kılmıştır...)][45]-
Sünnet ise, yasak alış verişi, şartlarını ve yasak faiz ile nevilerini
açıklamıştır. Hükümlerin bu nevî açıklanışı, icmâlî açıklayıştır, beyandır; ve
Kur'anda olan ekseriyetle budur. Kur'an hükümlerinin kaideler ve umumi esaslar
halinde (bize Allah tarafından) gelişindeki hikmet, yeni ortaya çıkacak hadiseler
hakkında bu esasların kifayet etmesi ve hiçbir şey hususunda kifayetsiz kalmamaları
içindir.
ikinci Şekil.- Tafsîlî
(cüz'î) hükümlerdir ve sayıları Kur'anda azdır. Mirastaki hisse mikdarları,
hadd cezalanndaki mİkdarlar, boşamanın keyfiyeti ve sayısı, karı koca arasında
lânetleşme (clli"ân), evlenilmesi yasak olan kadınların ve benzeri
meselelerin açıklanması bunlardandır.[46]
Kur'anın belagatı,
âciz bırakıcı oluşu, doğru yol ve irşad kitabı oluşu, hükümleri açıklamada
muhtelif uslublannm bulunuşunu iktiza ettirmiştir. Mesela o hükümleri sıralarken
bu sıralayıcında, söylediklerinin yapılması için özendiriş, hükümlerine karşı
gelmeyi ve inadı fena olarak tanıtış mevcuddur. Bunun için vâcib olan şeyin
vucûbunun, vacib oluşunun bazen emir sîğasiyla hükme bağlandığını (mesela)
[(-Ey şahidler siz de- şâhidlİği Allah için[47] edâ
edin)][48]
yahut fiilin muhatablar üzerine yazılmış, farz kılınmış bulunduğunu(n açıklanışıyla,
mesela) [(...sizden evvelki (insan)lere
yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz kılındı). Tâki
koru-nasmiz)][49], [(...sizekısas (misilleme)
yazıldı -farz kılındı-)][50] ve
bazen de fiili yapana güzel bir karşılık ve sevab verileceğinin zikrolunuşu ile
vacibin (Kur'an'da) açıklandığını görüyoruz. (Mesela) [(...Kim Allaha ve
Peygamberine itaat ederse (Allah) onu cennetlere sokar...)][51]
(âyetinde olduğu gibi).
Haram bazen nehy
(yasaklama) sîğasiyla açıklanmış olur. (Mesela)
[(-Meşrû-bir hak olmadıkça Allanın haram
kıldığı cana kıymayın...)[52] [(Kendinizi
tehlikeye atmayın...)][53]
(âyetleri gibi). Bazen fiilin yapılması halinde tehdidde bulunarak yahut fiili
yapmaya ceza verilerek olur. Mesela Yüce Allanın [(Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve
haram) olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın
bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir)][54] ve
[(Kim de Allaha ve Peygambere isyan eder, (Allanın) sınırlarını (çiğneyip)
geçerse onu da -içinde daim kalıcı olarak- ateşe koyar)][55]
sözleri gibi.
Buna göre Kur'andan
hüküm çıkarmak isteyen (ietihad ehliyetine sahib) herkesin, Kur'andaki bu
uslûblan, Kur'anın hükümleri nasıl açıkladığını, hükümler (na-sslar) de
vâcibliğe, haramlığa yahut mubahlığa delâlet eden şeyleri (çok iyi) bilmesi
icabetmektedir. Bu hususdaki faydalı kaidelerden şunları (misal kabilinden)
zikredebiliriz:
1) Fiil,
vâciblik yahut nedbe delalet eden bir sığa ile zikrolunmuşsa veya fiil ya da
faili Kur'anda medholunmuş, kendisine karşı sevgi ve muhabbet izhar edilmiş ya da
övülmüş veya failine güzel bir karşılık ve sevab verileceği beyan edilmişse,
fiilin hükmü vucûb (vâciblik) veya nedb olur.
2- Fiil
şâri"in, onun yapılmamasını ve ondan uzak durulmasını talebine delalet
eden bir sığayla zikrcdilmişse veya fiil ya da faili zemmolunarak zikredilmişse
veya fiil azaba, Allahın gazabı, hiddeti ya da ateşe girmenin sebebi olarak
zikredilmişse veya failine lanet olunmuşsa veya fiil bir murdar, bir fısk ya da
şeytanın işi olarak vasıflandınlmışsa veya faili bir hayvan ya da şeytan ve
benzeri şeylerle tavsif olunmuşsa, fiilin hükmü haram veya kerahet olur.
3- Fiil
helal kılınmak, kendisine izin verilmiş olmak, kendisinde zorluk, güçlük,
sıkıntı veya günah bulunmamak ya da bir şeyi haram, yasak kılanın bu
hareketinin reddedilişi ve benzeri gibi mubahlığa, serbestiye delalet eden bir
tabir ile zikredilmişse, fiilin hükmü ibâhattır, mubahhktır.
Naklolunan şeyin doğru
naklolunduğu hususunda yakînî (şübhesiz) bilgi ifade eden tevatür yoluyla bize
(kadar) ulaşması sebebiyle Kur'anın vürûdunun kat'î yani sabitliğinin kesin
olduğunu zikretmiştik. Şu halde Kur'an hükümlerinin de sabitliği, sübûtu
kat'îdir. Ancak Kur'anın hükümlere delaleti bazen kat^î ve bazen de -zannîdir.
(Yani Kur'an bazen hükümleri -ka-t"iyyetle gösterir; bu -ka-t"î
hükümlerde ihtilaf olmaz. Bazen de hükümleri -zannî yani müetehidin kanaatine
göre göstermiş olur; ve müctehidlcrin kanaatlan aynı olmazsa farklı ictihadlar
ortaya çıkar. Buradaki -zann, Türkçe'deki zan değildir. Kuvvetli bir kanaat
ifade eden manası vardır.) Kur'ânm lafzı sadece bir tek manaya geliyor, birden
fazla manaya gelmiyorsa, lafzın ve Kur'anın hükme delâleti -ka-t"î olur.
Mesela Allahın [(Zevcelerinizin çocuğu yoksa terikesinin yarısı sizindir. Eğer
onların çocuğu varsa size terikesinden (düşecek hisse) dörtte birdir. (Fakat bu
da) onların (zevcelerinizin) edecekleri vasıyyet(i) ve borc(u eda)dan
sonradır)][56] ve [(Zina eden kadınla
zina eden erkekten her birine yüzer deynek vurun)][57]
sözleri gibi. Buradaki "yarım", "dörtte bir" ve
"yüz" lafızlarının hepsinin manalarına delâletleri kat'îdir. (Yani
hepsi kesin olarak manalarını göstermektedirler.) Bu lafızlardan hiç birisi
birden fazla mana ihtimali taşımamaktadır. Bu bir tek mana, âyetlerde mezkûr
manadır.
Lafız birden fazla
manaya geliyorsa, lafzın ve Kur'anın hükme delaleti -zannî olur. Mesela Yüce
Allahın [(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç -kur' müddeLi beklesinler)][58]
sözünde -kur1 lafzıyla Kadınların hayız (aybaşı) adetleri kasdedilebilcccği
gibi hayızları dışındaki temizlik müddetleri de kasdedilebilir. işte bu ihtimal
sebebiyle ayetin hükme delaleti -ka-t"î degıl, zannîdir.
Sünnetin kelime olarak
(lügatta, dilde), fakihlerin ıstılahında ve Fıkıh Usûlü âlimlerince (ayrı ayrı)
manaları vardır. Sünnet kelimesi dil (Arapça) de, îliyâd hâline gelmiş, icabına
göre fiilin tekrarlandığı, muhafaza edilen tarz, yol ve âdetten ibarettir.
Yüce Allahın [(Daha evvel geçenler hakkında (da) Allah bu âdeti (koymuştur).
Allahın âdetini değiştirmeye ise asla (imkan) bulamazsın)][59] sözü
bu cümledendir, insanın sünneti, övülen veya zemmolunan bir tarzda olsun,
yaptığı hareket ve tasarruflarında daima bağlı kaldığı ve muhafaza ettiği
âdeti, tarzı, yolu ve şeklidir.
Fakihlerin ıstılahında
(Sünnet) bazılarının görüşüne göre, ASSÜ Nebî Efendimizden nafile ibadetlerden
naklolunmuş bulunanlar yanı vâcib (veya farz) olmayan
ibadetlerdir.[60]
Fakat fıkhî mesele (furû") kitablanndan anlaşıldığına göre fakihlerin
telakkisinde Sünnet, "ibadetler veya ibadetler dışındaki (hukuki
muamelelerden mendûb olan (şey)lcrdir." Bazı fakihlerin ifadelerinde
Sünnet kelimesi bazen bid"at (elbid"ah) mukabilinde kullanılarak
mesela, birisi ASSÜ Allah Rasulünün hareketine uygun olarak davranıyorsa,
"falanca Sünnet üzeredir" denilir. Birisi bunun tersine, hilafına
hareket ediyorsa onun hakkında da, "falanca bid"at üzeredir"
denilir.
Fıkıh Usûlü
âlimlerinin ıstılahında ise Sünnet, Allahın Salat ve Selamı Üzerine Olsun Nebî
Efendimizden söz, fiil veya ta-krîr (tasvîb) cinsinden sâdır ve hasıl olan,
Kur'an dışındaki her şeydir.[61] Bu
itibarla Sünnet, hükümlerin delillerinden bir delil ve teşri"
kaynaklarından bir kaynaktır.
Sünnetin teşrî"î
hükümlerin çıkarıldığı bir kaynak olduğunu kaydettik. Buna Kitab, icmâ" ve
akl(î deliller) delâlet etmektedir:
Birincisi Kitab.-
a)
Kitab-teşrî" tarzında ASSÜ Nebî Efendimizin her telaffuz ettiği şeyin
vahye dayandığına yani onun kaynağının Allahtan gelen bir vahiy olduğuna
delalet etmektedir. Yüce Allah [(Kendi (re'y ve) hevâsmdan söylemez o. O,
kendisine (Allahtan) ilkâ edilen bir vahyden başkası değildir)][62]
buyurmuştur. Buna göre ikisinin de kaynağı Allahtan vahy oluşu bakımından ASSÜ
Allah Rasulünün sözü Kur'an gibidir. Ancak Sünnet sadece mana olarak
vahyolunmuş (Kur'an ise lafızları, söz ve kelimeleriyle birlikte vahy olunmuştur.
Allah katından oluşu itibariyle Kur'ana uymak nasıl farz ise ASSÜ Rasûlüllâhın
sözleri de böyledir. Çünkü Sünnetin manası da Allah katındandır. Sözden maksad
ise manasıdır.
b) Yüce
Allah Nebisine Kur'anin manalarını açıklamak ve mücmel (öz ve kısa) hükümlerini
şerhetmek vazifesi vermiş, Yüce Allah [(... Biz sana da Kur'anı indirdik. Tâ ki
insanlara, kendilerine
ne indirildiğini
açıkça anlatasm...)][63]
buyurmuştur. Buna göre Allah Rasulünün açıklaması Kur'anın mütemmimi,
şer"î hükmün çıkarılması ve taleb olunmuş şeyin bilinebilmesi için bir
zaruret teşkil etmekte, netice itibariyle hükümlerin delillerinden bir delil
olmaktadır.
c) Kur'anda
mevcud pek çok sayıdaki na-s-slar, ayetler, Sünnete uymanın, onu iltizâmın
vazgeçilmezliği, Sünnetin bir teşrî" ve hükümlere ulaşma, hükümlerin elde
edilme kaynağı sayılması İcabettiği hususuna kat'î bir surette delalet
etmektedir. Âyetlerin bu delaletleri çeşitli uslub ve muhtemel ifade tarzları
(-sığalar) ile olmuştur. Kur'an ayetleri Allah Rasulüne itaati emretmekte, ona
itaat etmenin Allaha itaat etmek olduğunu söyleyip, anlaşmazlık mevzûunun Allah
ve Allah Rasulüne yani Allanın Kitabı ve Nebisinin Sünnetine müracaat ile halledilmesini,
Allah Rasulünün bize her getirdiği şeyi alıp benimsememizi, bizi men ettiği
şeyden uzaklaşmamızı, emir olarak bildirmekte, kendisiyle başkası arasında
ihtilaflı meselede Allah Rasûlünü hakem yapmayan şahsın imanı bulunmadığını,
Allah Rasulünün verdiği hüküm ve kararını ihtiyar edip etmeme hususunda
müslümana hak tanınmadığını sarahatle ifade edip, Allah Rasulünün emrine
uymayan muhalifler için de fena akıbet ve elemli azab hakkında endişeye
sevketmektedir.[64]
İkincisi icmâ".-
ASSÜ Nebî Efendimiz
zamanından günümüze kadar müslümanlar, şer"î hükümlerin anlaşılıp
öğrenilmesi ve onların icabına göre amel edip davranılması için Nebîlik
Sünnetinin getirdiği hükümleri benimsemenin farz olduğunda, onlara müracaat
etmenin zaruretinde icmâ" (ittifak) halindedirler. Sahabe olsun, sahabeden
sonra gelenler olsun, Kur'anda mevcud bir hüküm ile, Sünnette mevcud bir hüküm
arasında fark gözetmemişlerdir. Onlarca her ikisine de uyulması icabediyordu.
Zira kaynak birdi. O da Allanın îcmâ"larına delalet eden hadisler
sayılamayacak kadar çoktur. Bazılarını, delillerin delil (hüccet) olarak
getirilmelerindeki sıralama mevzûundan bahsederken misal kabilinden
zikretmiştik.
Üçüncüsü Akl(î ve
Mantıkî Delîl).-
Katl delil ile ASSÜ
Muhammed Efendimizin Allah Elçisi olduğu sabittir. Rasûl, Allahtan tebliğ eden
manasınadır. Peygamberin peygamberliğine inanmak, peygambere itaat etmek,
verdiği hükme boyun eymek, getirdiği her şeyi kabul etme mecburiyetini iktizâ
ettirir. Böyle olmazsa, peygambere inanmanın hiçbir manası kalmaz. Peygamberine
muhalefet ederek Allaha itaat ve Allanın hükmüne boyun eymek tasavvur
olunamaz.
154) Bir
Suâl
ASSÜ Nebî Efendimizden
sâdır ve hâsıl olan bütün her şey, kendisine uyulma mecburiyeti ve şer"î
hükme delil getirilmesi bakımından yukarıda zikredilen derece ve kıymette
midir, yoksa değil midir? ASSÜ Allah Rasulünden sâdır ve hasıl olan her şey bir
teşrî" kaynağı olabilir mi, yoksa olamaz mı?
Bu iki suale cevab
verebilmek için, mahiyeti yani zâtı (kendisi) bakımından Sünnetin nevileri ile
bize gelişi bakımından Sünnet nevîlerinin ele alınması lazımdır.
Sünnet, mahiyeti yani
zatı bakımından üç kısma ayrılır. 1)
Sözlü (-kavli) Sünnet, 2) Fiilî
(fi"lî) Sünnet, 3) Takrîrî
(tasvîbî) Sünnet. (Şimdi bunları teker teker ele alalım)
Bunlar ASSÜ Allah
Rasulünün muhtelif münâsebetlerde ve çeşitli maksadlarla söylediği sözlerdir.
Hadîs ismi âdeten bunlar için kullanılır. Hadis ismi (herhangi bir
kayıtla
kayitlanmaksızm) mutlak olarak zikredilirse, sözlü Sünnetin kasdedildiği akla
gelir. Sözlü Sünnet bu itibarla Hadîs kelimesinin mürâdifi (eş manalısı) ise de
Hadîs kefimesi, Sünnet kelimesinin umûmî manasından daha hususi (dar manah)dir.
Bununla beraber bazı âlimler hadîsin manasını, ASSÜ Ncbî Efendimizden nakledilen
yani ona nisbet olunan söz, fiil veya takrîr olarak tesbit etmiştir. Bu manaya
göre hadîs kelimesi, Sünnet kelimesinin umumi manasına mürâdif olur. tşte bu
itibarla tmam Elbuhârî meşhur kitabım e-s-sa.hî.hu mine l.hadî.s (Hadîsden Sahîh
Olanlar) şeklinde isimlendirmiştir. Oysa bu kitabı ASSÜ Allah Rasûlüne söz,
fiil ve takrîr olarak nisbet olunan şeyleri içine almaktaydı.
Sözlü Sünnet pek
çoktur. Mesela (Kasden insan öldürme(nin cezası) kısastır)], [(Zarar ve zarar
zararla karşılık vermek yoktur)], [(Sizden biriniz islâm'ın fena bulduğu bir
şey (münker)i görürse hemen onu eliyle değiştirsin. Kim bunu yapamazsa, onu
diliyle değiştirsin. Kim bunu yapamazsa onu kalbiyle değiştirsin. Bu sonuncusu
en zayıf imandır)] hadîsleri bunlardandır.
ASSÜ Nebî Efendimizin
sözleri, yalnızca hükümleri açıklamak ve hükümlerin tcşrî"î maksadına
matuf ise bir teşrî" kaynağı olurlar; fakat tamamen dünya işleri hakkında,
teşrî" ile alakası yok ve vahye dayanmıyorsa, hükümlerin delillerinden bir
delil, kendisinden şer"î hükümlerin çıkarıldığı bir kaynak değildir; ve
kendisine u-yulması icabetmez. Bu mevzu ile ilgili olarak şu hâdise rivayet
olunur: Medine'de Allah Rasulü bir kısım insanların hurma ağaçlarına erkek
hurma tohumlarını getirip döllediklerini (hurmaya erkek attıklarını) görür ve
öyle yapmamalarını işaret eder. Bu sebeble hurma meyveleri bozulur (hurmalar
olmaz) ve bunun üzerine kendilerine Rasûlullah [(Hurmaları dölleyiniz
(aşılayınız, hurmalara erkek atınız), sizler dünyanızın işlerini daha iyi
bilirsiniz)] buyurur.
ASSÜ Nebî Efendimizin
yaptığı işlerdir. Rükünleri ve şekilleriyle namazı eda edişi, davacının yemini
ve (ona ilaveten) bir şahid ile hüküm (kazâî karar) vermesi ve benzerleri gibi
davranışlarıdır. ASSÜ Allah Rasûlünün fiillerinden bazısı teşrî" için bir
kaynaktır; bazısı değildir.1 Bunları şöyle izah edebiliriz:
A) Bir insan oluşu ve
beşerî tabiat icabı kendisinden sâdır olan mahlukluk, yaratılmış olmanın
icabettirdiği (cibillî) fiilleri: Yemek, içmek, yürümek ve benzen şeyler.
Bunların mükelleflere mubah oluşları dışında hiçbir teşrî"î vasıfları
yoktur. Bundan dolayı Rasûlullâha bu gibi fiilleri icra ediş tarzında tabî
olmak icab etmemekle beraber, bu tabî oluşun sadece güzel bir şey olmasına
rağmen "abdullâhi bnu "umar gibi bazı sahabe bu gibi hususlarda da
Allah Rasûlüne uymaya çok ehemmiyet vermişlerdir.
Ordunun tanzimi, harb
ile alakalı yapılması icabeden şeyler, ticaret işleri ve ben-
zeri hususlar gibi
dünya işlerindeki beşerî tecrübesine göre yaptığı fiiller de bir teşrî"
kaynağı sayılmayışı itibariyle bu nevî fiillerine dâhildir. Bu fiiller vahye
değil, tecrübeye dayandığından dolayı İslâm Milleti için bir teşrî" olarak
kabul edilmez. ASSÜ Allah Rasûlü bu fiillerine müslümanlann uymalarını icbârî
kılmamış, bunları hüküm teşrî" etme cinsinden saymamıştır. îşte bunun için
Bedir Harbinde, müslüman ordusunun bir muayyen yere ordugâh kurmasını (Allah
Rasûlü) isteyince kendisine bazı sahabe bu yerde konaklanması için Allanın bir
irşadının mı bulunduğu, yoksa bunun sadece savaş usulüyle alakalı Rasûlullâhın
kendi beşerî görüş ve kanaatinden mi ibaret olduğunu sormuş, o da sadece kendi
görüş ve kanaati olduğunu söyleyince sahâbî ASSÜ Allah Rasûlüne bu yerin harb
taktiği bakımından uygun bir yer olmadığını ifadeyle, başka bir yer gösterip
ordunun orada ordugâh kurmasını söyleyerek sebeblerini izah edince, bu fikri
Rasûlullah Efendimiz kabul buyurmuştur.
Kendisine getirilen ve
bakmış olduğu dâva hâdiselerinin isbâtı da bir teşrî" kaynağı bulunmayışı
bakımından yine bu çeşit fiilleri cümlesindendir. Çünkü, onun takdiriyle olan
bir iştir; islâm Milleti için bir teşrî" değildir. Fakat dâva
hâdiselerinin sübûtunun farzedilmesi üzerine Allah Rasûlünün verdiği kararlar
ve hükümler islâm Milleti için bir teşrî"dir. îşte bundan dolayı
Rasûlullah [(Ben sizler gibi sadece bir beşerim. Siz bana bazı davalarla
müracaat ediyorsunuz. Belki bazınız bazınızdan delil getirme ve delil izahı
bakımından daha mahirdir ve ben (delil olarak) duyduğuma göre, mahirane delil
ileri süren lehine hükmetmiş olabilirim. Kimin (esasen hakkı olmaksızın) lehine
kardeşinin hakkından bir şeyle hükmedersem, ona sadece bir ateş parçası vermiş
olurum)]1 buyurmuştur.
B) ASSÜ
Allah Rasûlünün hususiyetlerinden olup, sadece tek başına ona âid bulunan ve islâm
Milletinin (hükümde) ona müşterek olmadığı sabit bulunan fiiller: îftar etmeden
oruç tutması, dörtten fazla hanım nikahlıyabilmesi v.s. gibi. Bunlar
Rasûlullâha mahsusdur ve bunlarda Rasûlullâha uyulması sahih (doğru) değildir.
Delillere göre bir erkeğin dörde kadar hanımla nikah yapması mubahtır; fakat
islâm Milleti hiç iftar etmeden devamlı oruç tutmaktan men olunmuştur.
C) Kur'anda
mevcud mücmel bir na-s-sın, hükmün açıklanması için olan ASSÜ Rasulullahm
fiilleri. Rasulullahm fiiliyle yaptığı bu açıklama islâm Milleti için bir
teşrî"dir ve (bu) hüküm bizim hakkımızda sabittir. Rasulullahm icra ettiği
fiilin hükmü bu durumda vaciblik, nedb v.s. kabilinden fiilin beyan ettiği
nassm hükmü gibi olur: Bu fiil ya (Rasûlullah tarafından) sarih bir söz, ya da
vaziyetleri karineleri »e (Kur'andaki) mücmelin beyanı ve izahı olur.
Rasulullahm [(Beni nasıl namaz kılıyor görmüşseniz öyle namaz kılın)] ve [(Hacc
ibadetiyle alakalı eda şekillerini benden alı(p öğreni)niz)] sözleri birinci
kısma misaldir. Rasulullahm namazı eda etmesi bize Allahın [(Namazı kılın)][65]
sözüyle emrettiği namazın bir izahı ve açıklamasıdır. Rasulullahm hacc
ibadetini eda etmesi, bize Allahın [(...Ona bir yol bulabilenlerin (gücü
yetenlerin) Kabe'yi hacc(ve ziyaret) etmesi Allahın insanlar üzerinde bir
hakkıdır)][66] sözüyle üzerimize farz
kıldığı haccın bir açıklamasıdır. Açıklamaya delalet eden vaziyetlerin ve
ahvâlin karineleri (ne verilebilecek misallerden biri) ise (faraza) hırsızın
elini bilekten kesişi veya kesilmesini emredişidir. Bu fiil, Allahın [(Erkek
hırsızla kadın hırsızın ellerini kesin)][67]
sözünden maksadı açıklamak içindir. Bu, Kur'andaki elin kesilmesiyle alakalı
nassi, mücmel bir nass sayan (âlim)ların görüşüdür. Fakat buradaki el
kelimesini mu-tla-k bir lafız olarak kabul eden (âlim)lcrc göre, bu mevzudaki
ASSÜ Rasulullahm fiili mutlak lafzı kayıtlayan bir kayıt durumundadır. Mutlak
lafzın kayıtlanması da bir açıklama ve beyan nev'idir.
Ç) ASSÜ
Rasulullahm yaptığı, vucûb, nedb ve ibâ.hat olarak şer"î vasfının
anlaşıldığı ve öğrenildiği fiiller. Bunlar îslâm Milleti için bir
teşrî"dir. Yüce Allahın [(Andolsun ki Rasulullahda sizin için güzel bir
(imtisal) numunc(si) vardır)][68] sözü
sebebiyle yaptığı fiilin hükmü mükellefler hakkında sabit olur.
D) ASSÜ
Rasulullahm yaptığı, şer"î vasfının anlaşılmadığı ve öğrenilmediği fakat
kendisinde (Allaha) yaklaşma (el-kurbah) kasdmm bulunduğu anlaşılan fiiller:
Devamlı olmayarak yaptığı bazı ibadetler gibi. Bu fiiller îslâm Milleti
hakkında müstc.habb olur. Fakat fiilde (Allaha) yaklaşma kasdımn bulunduğu
bilinmezse, fiil kendisinin islâm Milleti hakkında mubâ.h olduğuna delalet
eder: Alış veriş, el-muzârc"ah ve benzerleri gibi.
ASSÜ Rasulullahm
huzurunda söylenen sözü veya fiili veya öğrendiği giyabmdaki söz veya fiilleri
reddetmeksizin sükût etmesidir. Bu sükût, fiil (veya sözler)in mubâ.h ve caiz
olduğunu göstermektedir. Çünkü Rasulullah, baül yahut İslâm'ın reddetitiği şey
karşısında sükût etmez. Bu nevî Sünnette [(Buluğ devresine yaklaşmış çocukların
Mcscid'de kısa mızraklar (kargılar)la (harb) oyunu oynamalarına ses
çıkarmaması)][69] ve [(Bayram günü iki kızın
kahramanlık şarkısı söylemelerine ses çıkarmaması)] birer misaldir.
ASSÜ Rasulullahm
yapılan şeye sevinmesi, ona razı olduğunu belli etmesi yahut onu iyi bulduğunu
açıklaması da fiilin caiz olduğuna sükûtunun delalet etmesi gibidir. Hatta bu
rıza veya iyi buluş, fiilin caiz olduğunu göstermek bakımından daha açıktır.
Burada şu husus
dikkatten uzak tutulmamalıdır: ASSÜ Allah Rasulünün sükûtunun ifade ettiği
fiilin mubahlığı, fiilin sadece caiz olduğu manasına gelmez; fiil bir başka
delille vâcib olabilir. Buna göre ASSÜ Ncbî Efendimizin sadece sükûtu fiilin
mubahlığından başka bir şey ifade etmemekle[70]
beraber fiil vucub yahud nedb sıfatını bir başka delilden alabilir.
Bize ulaşma yolu
bakımından yani Sünnetin senedi olarak ifade edilen, Sünnetin rivayet edilişi
bakımından Sünnet üç kısma ayrılır: 1)
Mütevâtir Sünnet, 2) Meşhur Sünnet, 3) Â.hâd Sünnet. Bu, Hanefîlcrin
taksimidir. Cumhura göre Sünnet iki kısımdır: 1) Mütevâtir Sünnet, 2)
Â.hâd Sünnet. Onlara göre Meşhur Sünnet, â.hâd Sünnet kısımlarından bir
kısımdır; Hanefîler gibi onu müstakil bir kısım kabul etmemişlerdir. Biz
(Hanefîlerin taksimi olan) üçlü taksimi ele alarak, her kısmı müslakillen
inceleyeceğiz.
Şöyle tarif
olunabilir: Adctcn yalan üzerinde (aralarında) gizlice ittifak etmeleri yahut
gizlice ittifak kasdı olmaksızın yalanın kendilerinden vuku bulması imkansız
olan bir büyük topluluğun, kendileri gibi bir topluluktan rivayet ettikleri,
Rasululla-ha naklolunan şey ulaşıncaya kadar rivayet eden ve kendisinden
rivayet olunanların bu vasıftaki topluluklar olarak devam ettiği, Rasulullahdan
naklolunan hususu ondan rivayet edenlerin onda müşahede yahut ondan işitmiş
oldukları Sünnettir.
Bu tariften tevatürün
şartlarının şunlar olduğu anlaşılıyor:
a) Sünneti
rivayet edenlerin, âdeten yalan üzerine aralarında gizlice ittifak etmeleri
yahut bir kasıd olmaksızın kendilerinden yalanın vukûunun imkansız bulunduğu
bir topluluk olmaları. Şu halde tevatür için rivayetçiler hakkında bir muayyen
sayı şart koşulmamakta fakat (rivayetlerinin) âdelen kalbin ilmi'nân ve huzur
bulduğu ve ılım (kat'î bilgi) ifade ettiği bir topluluk esas alınmıştır.
Aralarında yalan bir şeyi rivayet etme hakkında gizlice bir ittifakın
bulunmaması da ya sayılarının pek fazla oluşu, ya da dürüstlükleri, dine
bağlılıkları ve benzeri gibi sebeblerdendir. Tevatürün tahakkuku için, rivayet
olunanı bütün insanların tasdikde ittifak etmeleri şart değildir; tevatürün kaidesi, kendisiyle zarurî ilmin
hasıl oluşudur. Bu hasıl olduysa, onun (naklolunanın) mütevâtirliğini anlamış
oluruz. Hasıl olmazsa, mütevâtir değildir.
b) Rivayet
tabakalarının her tabakasında râvîlerin birinci şartta (a şartında) zikrettiğimiz
vasıfta olmaları.
c) Râvîlerin
ilmi (Rasulullahtan naklettikleri bilgiler) müşahede veya işitmeye dayanmalı.
Bu şartın iki neticesi vardır. Birincisi: Râvîler haber verilen husus hakkında
ilim sahibi değiller de, -zann sahibi iseler bu şart tahakkuk etmediğinden
tevatür de vücud bulmaz, ikincisi: Râvîlerin ilmi hissî olmayan aklî bir şeye
istinad ediyorsa yine tevatür tahakkuk etmez.
Tevatürün şartları
tahakkuk ederse ya-kîn haber ve zarurî ilim ifade eder. Bu, bertaraf olunması,
defedilmesi mümkin olmayacak şekilde insanın zarureten ve mecburen edindiği
ilim (bilgi) ve haberdir.1 Çünkü tevatür ile sabit olan müşahede C'ıyânen,
gözle görülerek) ile sabit olan gibidir.2 Buna göre Mütevatir Sünnetin ASSÜ
Rasulullaha hiç şübhesiz âidliğinin doğru olduğu kat'îdir. Bundan dolayıdir ki,
Mütevatir Sünnet hiç ihtilafsız müslümanlar arasında hükümlerin delillerinden
bir delil ve hükümler için bir teşrî"î (hukuki) kaynaktır.-*
Mütevatir Sünnet bazen
sözlü ve bazen de fiilî olur. Birincisi az, ikincisi çoktur. Gayet kısa olarak
ikisinden de bahsetmek istiyoruz.
Sözlü Mütevatir Sünnet
iki nevidir: 1) Lafzî, 2) Mânevi. Birinci nevî, lafzı
(tabirleri) mütevatir olandır. ASSÜ Rasulullahın
(Hakkımda bile bile yalan söyleyen, kendisine
ateşteki yerini hazırlasın)] sözü gibi.
Manevî (ikinci nev'i)
ise, lafzının değil fakat müşterek manasının mütevatir olduğu Sünnettir. Yani
râvîlerin rivayette kullandıkları lafızlar muhtelif olmakla beraber, bu
lafızlar bütün rivayetlerde bir tek manayı ifade etmektedir. Bu nevide, her
rivayetin sahiblerinin müstakil olarak tevatür haddi (sayısı)ne ulaşmış
olmaları lüzumlu değildir. Fakat rivayetlerin mecmuu, tamamı itibariyle
müşterek olan mananın tevatür haddine ulaşması şarttır. (Amellerin niyete
dayanması ve niyetlerine göre amellerin itibar görmeleri)] bu nev'in bir
misalidir. Bu mana ASSÜ Rasulullahtan mütevatir bir şekilde rivayet olunmuş,
her haber (rivayet) müstakillen kendisi tevatür haddi (derecesi, sayısı) ne
ulaşmamış bile olsa, bu manaya delalet eden tevatür haddine ulaşmış birçok
haber (rivayet) bu manayı nakletmiştir. Mesela [(Ameller(in kıymeti) ancak
niyetlere göredir. Herkesin niyet ettiği ne ise eline geçecek olan ancak
odur)], [(Allah'ın (tevhîd) kelimesi en yüce şey olsun
diye kim vuruşursa, o Allah yolundadır)],[(İki taraf arasında (ki vuruşma sırasında) nice
maktûl(ler) vardır ki niyet(ler)ini Allah bilir)][71]
hadisleri ASSÜ Allah Rasûlünden bu mevzuda rivayet edilen haberlerdendir.
Bunlardan başka da, amel (davranış, hareket)ın sadece niyete göre itibar
göreceğini gösteren çok haber vardır, işte böylece bu mana, lafızlar muhtelif
ve hâdiseler çeşitli olsa da, ASSÜ Rasulullahdan tevatür olanın birçok
haberlerin (hadîs ve rivayetlerin), üzerinde icmâ" (ittifak) ettiği
manadır.
Allah'ın Salat ve
Selamı Üzerine olsun Rasulullahdan bir veya iki kişinin yani tevatür derecesine
(sayı itibariyle) ulaşmamış sayıdaki şahısların rivayet ettiği, sonra tâbi"îlerin
ve tâbi"îlere tâbi'ierin asnnda rivayet edenlerinin gizlice aralarında
yalan hakkında anlaşmaları düşünülemeyecek şekilde cemaatlar halinde olup,
tevatür etmiş Sünnettir.[72] Şu
halde Meşhur Sünnet asıl itibariyle â.hâd Sünnettendir. Yani Rasulullahdan onu
nakledenlerin sayısı, tevatürün sayısından azdır. Fakat sonra tâbi"îlerin
ve tâbi"îlere tâbi"lerin asrı olan (hicrî) ikinci ve üçüncü asırda
meşhur olarak mütevatir hale gelmiştir.[73] Bu
tariften de gayet açık bir şekilde anlaşılmıştır ki Meşhur Sünnetin Rasulullaha
mensubiyetinin sıhhati (doğruluğu ve makbullüğü) kat'î olmamakla beraber
Rasulullahtan Meşhur Sünneti nakleden râvîye mensubiyetinin sıhhati katidir.
Bunun için Hanelilere göre Meşhur Sünnet sanki yakînmiş (kat'î ilim ifade
ediyormuş) gibi kuvvetli bir -zann ifade eder. Bu kuvvetli -zann, Meşhur
Sünnetin Rasulullaha aidiyetinin sıhhatini, mu-tmain olarak bilmek
("ılmu-t-tuma'nîniyyeh) şeklinde isimlendirilir. Teşrîî bir kaynak ve bir
hüküm delili kılınması, kendisine göre hareket edilmesinin mecbûrîliği
bakımından Meşhur Sünnet Hanefîlerce, Mütevatir Sünnet derecesindedir.
[(Amellerfin kıymeti) ancak niyetlere göredir; herkesin niyet ettiği ne ise eline
geçecek olan ancak odur)] ve [(Halasının yahut teyzesinin üzerine kadının
nikahlanmasının haramlığı)] hadisleri bu nevîdendir.[74]
ASSU Rasulullahdan
(sayı itibariyle) tevatür haddine ulaşmamış sayıda şahısların rivayet ettiği,
aynı halin tâbi"îlerin ve tâbi"îlere tâbi"lerin asnnda da devam
ettiği Sünnettir. Bu Sünnet Hanefîlere göre Mütevâtir ve Meşhur olmayan,
diğerlerine göre de Mütevâtir olmayan Sünnettir. Â.hâd Sünnet ASSÜ Rasulullaha âidliğinin
sıhhati hakkında râcı.h -zann (tercihe değer kanaat), bazı hadisçilerle
Zahirîlere göre de -zann değil ilim (kat'î bilgi) ifade eder. Fakat bu Sünnetin
bir hüküm delili sayılarak kendisine göre amel etmek icab eder mi yoksa etmez
mi? Eğer icab eder dersek, bu hususda lazım gelen şartlar nelerdir? Şimdi bu suallerin
ccvablarım vereceğiz.
A.hâd Sünnete göre
hareket etmenin, onun hükümlerine bağlı kalınmasının ve onun hüküm
delillerinden bir delil kılınmasının farzlığı hususunda â.hâd Sünnetin
müslümanlar hakkında bir hüccet ve delil olduğu mevzuunda müslümanlar arasında
görüş ayrılığı yoktur. Bunun birçok bakımlardan delilleri vardır. Onlardan
bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1) Yüce
Allah'ın [(— o halde (mü'minlerin her
sınıfından yalnız bir zümre savaşa gitmeli), kimi de -din ve şeriat ilimlerini
iyice öğrenmeleri ve kavimleri (savaştan) dönüp kendilerine geldikleri zaman
onları Allah azabıyla korkutmaları için- (gitmeyip kalmalıdırlar). Olur ki (bu
suretle mü'minler aykırı hareketlerden) kaçınırlar)][75]
sözü. Buradaki (zümre olarak terceme edilmiş bulunan) kelimesi, Arabcada tek
bîr şahıs için de kullanılır. Eğer tek kişinin verdiği haber, (icabına göre)
hareket edilmek hususunda bir delil ve hüccet olmasaydı, din ve şerî"at
ilimlerini iyice Öğrenmiş şahısların, Allah azabıyla korkutmalarının bir faydası
olmazdı.
2) ASSÜ
Rasulullahm tek kişi halinde, zekatların toplanması davaların halledilmesi,
Şerîatin hükümlerinin tebliği için her tarafa memur, hakim ve elçiler
gönderdiği, gönderdiklerinin sözleriyle kendilerine gönderilenleri mes'ûl
tuttuğu (ilzam ettiği) tevatür etmiştir. Eğer tek kişinin verdiği haber delil
olmasaydı, onları bu şekilde ilzam etmez, mes'ûl tutmazdı.
3) Her
(muteber ilmî dirayeti bulunmayan sade) vatandaşın, icmâ"a göre, muftînin
fetvasına uyup onu tasdik etmesi lâzımdır. Oysa muftî, fetva olarak verdiği
haberde zannına dayanmış olabilir. ASSÜ Rasulullahdan işittiğinde şübhe etmeyenin,
ondan duyduğunu haber verdiği şeyi evleviyetle tasdik, kabul ve icabına göre
hareket etmek lazımdır.
4) Yalan
olması ihtimaline rağmen, (biz müslümanlar) iki erkeğin şahidiiği ile hüküm
vermeye memur kilmmışızdır. Kat'î surette yalan ihtimali ortadan kalkmadıkça
iki erkeğin şehadetine göre hareket etmek olmasaydı, bu şehadetle hareket
edemezdik. Yalana ihtimali bulunmasına rağmen şehadetle amel etmek icabediyor
sa, ASSÜ Nebî Efendimizden tek şahısların bulunduğu rivayetle evleviyetle amel
olunmalıdır.
5)
Sayılamayacak kadar birçok hâdisede Sahabe tek şahsın verdiği haberin kabul
olunup, onunla amel edilmesinde icmâ" buyurmuştur. Mesela, o şekilde haber
varid olduğundan ARO Ebû Bekir Efendimiz neneye (mirasda) altıda bir hak
tanımış, ARO Ömer Efendimiz de â.hâd Sünnet varid olduğundan zevceye kocasının
diyetinden miras hakkı tanımış, mecûsîlerden cizye almış, diğer Sahabe de
kendilerine ulaşan â.hâd haberler hakkında aynı tarzda hareket etmişlerdir.
Müslümanlar â.hâd
Sünnetin herkes hakkında bir delil ve hüccet olduğu, kendisine uyulmasının
lazım bulunduğu ve onun hukuk kaynaklarından biri olduğunda icmâ" (ittifak)
etmekle beraber, bunun şartlarında ihtilaf etmektedirler. Yani â.hâd Sünnetle
amel etmeyi ve ondan hüküm çıkarmayı icabettiren şartlarda!... ihtilaflarını
iki görüşte mütâlâa etmek kabildir:
163) Birinci Görüş
Bu görüş sahiblcrinin
koştukları şarta göre, -bu şartlarda aralarında ihtilaf bulunmakla beraber-
râvîde rivayetinin kabulü için gerekli şartlar bulunduğu takdirde "adi ve
.si-kah (emîn) şahısların rivayet ettiği ve rivayet senedinin Rasulullaha
muttasıl olduğu Sünnet ile amel etmek, ondan hüküm çıkarmak ve onu bir hukuk
kaynağı saymak icabetmektedir. Hanbelîler, Şâfiîler, Zahirîler, Câferîler ve
diğer mezheble-rin bazı fakihlerinin görüşü budur.
Haberi Rasulullahdan
rivayet eden râvî, râvîler silsilesinden (zincirinden, dizisinden) düşerek
(böylece) sened (Rasulullaha) muttasıl olmazsa, Mürsel Hadis olarak
isimlendirilen bu hadis ile amelin icabedip etmediği mevzuunda, bu (birinci)
görüş sahibleri ihtilaf halindedir: Zahirilere göre bu haber hüccet değildir ve
kendisiyle amel icabetmez. Şafiî Mezhebine göre (bazı) şartlarla delil olarak
kabul edilir. Bu haberin sa"îdu bnu Imuseyyeb gibi büyük tâbi"îlerin
mürselleri olması, bir başka cihetten isnâd olunması yahut sahâbînin görüşüne
muvafık bulunması veya bu haberin iktizasına göre âlimlerin ekserisinin fetva
vermiş olmaları, bu şartlardandır. Mevzu hakkında muttasıl senedli hadis
bulunmadığında a.hmedu bnu .hanbelin görüşüne göre Mürsel, delil olarak kabul edilir
ve ona göre amel olunur.
Bu görüş sahibleri
râvîlerin "adi ve .si-kah olmalarıyla iktifa etmemekte, rivayetin
senediyle alakalı olmayan, diğer hususlarla ilgili bulunan, kendilerine göre
sene-m sıhhatmin ve ASSÜ Rasulullaha senedin nisbetinin kabul edilebilmesi için
başka " koşmuşlardır- Bu görüşün sahibleri Mâlikîler ve Hanefîlerdir.
Gayet kısa bir e olmak üzere en ehemmiyetli şartları şunlardır:
Malikîler â.hâd haberi
kabul için, bu haberin Medînelilerin ameline muhalif bulunmamasını şart
koşmuşlardır. Bu husustaki delil(Ieri) şudur: Medînelilerin ameli Mütevatir
Sünnet mesabesindedir. Zira Medineliler amel(lerin)i babalarından dedelerinden
(ve onlar da) ASÜ Rasulullahdan miras olarak almış olduklarından, amelleri
rivayet ve mütevatir menzilesindedir. Mütevatir ise â.hâd (haber)dan daha ön
sıradadır. Bu esasa göre imam Mâlik [(ikisi birbirinden ayrılıncaya kadar
alıcı ve satıcı muhayyerdirler)] hadisini (delil olarak) benimsememiş ve bu
hadis hakkında, "bunun bizim aramızda bilinen bir haddi olmadığı gibi bu,
bizim aramızda kendisiyle amel olunan bir husus da değildir" demiştir,
(Keza Malikîler â.hâd
haberi kabul için) â.hâd haberin şerî"atte mer'î kaide ve sabit usule
muhalif bulunmamasını da şart koşmuşlardır. Bu esasa göre Malikîler sütü
sağılmayıp memelerinde biriktirilen hayvanların (elmu-sarrâh) haberini (delil
olarak) benimsemişlerdir. ASSÜ Rasulullahdan rivayet olunduğuna göre haber şudur:
Rasulullah [(Deve ve koyunlann sütlerini
sağmadan memelerinde biriktir(ip hîle yapm)meyin. Memelerinde sütü
biriktirilmiş hayvan satın alanlar, bu satın aldıkları hayvanların sütlerini
sağdıktan sonra iki hu-susda muhayyerdirler: isterse satın aldığı hayvanı
(kendi malı olarak mülkiyetinde) alıkor, isterse satın aldığı hayvanı bir
-sâ" mikdârı[76] kuru
hurmayla birlikte (satıcısına) iade eder)] buyurmuştur. Mâlikîlerin görüşüne
göre bu haber (hadis) "menfaat, mükellefiyet ve hasar
karşılığındadır" (manasındaki el-harâcu bi-d-damân) kaidesi[77] ne
ve "bir şeyi itlaf eden mütlif, itlaf olunan şey mi.slî ise onun mislini,
-kıyemî[78] ise
kıymetini tazmin etmekle mükelleftir", kaidesine muhalif Olduğundan: Mislî
malın itlafında bu mal cinsinden başka, -yiyecek maddeleri veya nakid (altın ve
gümüş) haricindeki- mallardan tazminde bulunulamaz. Keza Malikîler mürsel
maslahat ve sıkıntının bertaraf edilmesi (ref'u l.harac) esasma muhalefeti
iddiasıyla, ganimetlerin taksiminden önce deve ve koyunlardan (kesilip etler)
pişirilmiş olanların tencerelerden yere dökülmesi haberini (bir delil olarak)
be-nimsememişlerdir. Bu haber hakkında
Malikîler şöyle diyorlar: Deve ve koyunlardan
bazılarını (taksim edilmeden önce kesip,) etlerini pişiren gâzî sahâbîlere, bu
yaptığınız doğru değildir denerek, sonra da pişen etleri yemelerine izin
verilebilirdi. Pişirilmiş yiyeceğin telef edilmesi, maslahat (esasın)a aykırı,
bir ziyan ediş şeklidir; ve bu da haberin sahih olmadığını gösteren
hususlardandır.1
165)
Hanefilerin sunnetu l'Â.hâdı Kabul Şartları
a) Sünnet
çok vuku bulan bir hususla alakalı olmamalıdır. Çünkü Sünnet fazla vuku bulan
bir hususla ilgili olursa, nakil vesîlelerinin mevcudiyeti sebebiyle tevatür
yahut şöhret (meşhurluk) yoluyla nakledilmesi icabeder. Eğer bu tarzda
nakledil-meyip â.hâd yoluyla nakledilirse, bu nakledilme Sünnetin sıhhatli
olmadığına delalet eder. Namaz (kılma esnasın)da ellerin (kulaklara kadar,
tekbir getirirken) kaldırılması buna bir misaldir. Namazın her gün tekrar
edilmesine, her namaz kılanın (namaz kılış esnasında, iftitâh tekbiri dışında
tekbirlerde) elleri (kulaklara kadar) kaldırmaya ihtiyacı olmasına rağmen, el
kaldırma (haberi) â.hâd yol ile naklolunduğundan, (delil olarak) kabul
olunamaz.
b) Râvî
fakîh değilse Sünnet sıhhatli kıyasa, Şerîatte sabit kaidelerle u-sûle muhalif
olmamalıdır. Zira fakîh olmayan râvî Sünneti, lafızlarını aynen muhafaza ederek
değil, pek çok görüldüğü üzere (Sünnetten anladığı) mana ile rivayet edebileceğinden,
hadisteki manaların bazılarının farkına varamadığından, (rivayetinde) gözden
kaçırdığı şeyler bulunabilir. Onun için bu durumda umumi u-sûle ve sıhhatli
kıyas muktezâsma muhalif hadis (delil olarak) kabul edilmemek suretiyle,
ihtiyat i-cabeder. Bu esasa göre (Hanefiler) imam Mâlikin yaptığı gibi
memelerinde süt biriktirilen hayvanlar hadisini (delil olarak) almamışlardır.
Çünkü hadisin râvîsi ARO Ebû Hureyre Hanefîlerce fakîh değildir. Ayrıca bu
hadis (Hanefîlerce) Sünnetin bir (hukuki) kaide olarak getirdiği (ve islam
Hukukunda) yerleşmiş kaide ve esaslardan, [(el-harâcu bi-d-damân)] yani:
[(Menfaat, mükellefiyet ve hasar karşılığındadır)j kaidesine muhaliftir. Bu
kaide, malın hâsılatının, mal helak olunca zarar görene âid olmasını iktizâ
ettirmektedir. Buna göre sütün müşteriye âid olması icabeder. Çünkü mal onun
mükellefiyetindedir. Bu (memelerinde süt biriktirilmiş hayvanlara dâir olan)
hadis aynca, telef edilen şey mislî ise tazminatın mislî olmasının icabettiğine
dair olan tazminat kaidesine de muhaliftir.
c) Râvînin rivayet ettiği hadîse aykırı hareket
etmemesi. Eğer râvî hadîse muhalif olarak davranırsa bu ameli, hadîsin
neshedildiğini yahut râvînin bu hadis(le amel etmeyi) bir başka delil ile (amel
ettiğinden) terkettiğini yahut hadisin rivayet ettiği şekildeki manasının
kasdedilmcdiğini gösterir. Buna Hanefîlcr [(Birinizin kabından köpek yer içerse, birisi
toprakla olmak feere o kabı yedi kere yıkayınız)] hadisini misal gösterirler.
Hanefiler bu hadisi, hadisin râvîsi, köpek kabından yeyip içtiğinde üç defa
yıkadığı yani hadis ile amel etmediğinden (delil olarak) almamışlardır.
166) Tercihe
Değer Görüş
Hanefîlerle
Mâlikîlerin bu şartları, Sünnetin sıhhatinden ve ASSÜ Nebî Efendimize âid olup
olmadığından emin olmak için koştuklarını kabul etmekle beraber, görüşleri
tercihe şâyân değildir; diğer görüş tercihe şayandır. Çünkü Sünnet "adi,
.sikan, -dâbı-t râvîlerce rivayet edilip rivayet sıhhatli olduğunda,
Medinelilerin ameline muvafık veya muhalif olsun, yerleşmiş ve sabit u-sûle
muvafık, kıyasın iktizasına uygun olsun veya olmasın, râvîsi onunla amel etsin
veya etmesin, fazla vuku bulan bir mevzu hakkında olsun veya olmasın birdir; bu
Sünnete uymak, (delil olarak) onu benimsemek, ondan hükümler çıkarmak lazımdır.
Çünkü Medineliler islâm Milletinin hepsi değil bir kısmıdır; itibar râvînin
amel ettiği şeye değil, rivayet ettiği şeyedir. Çünkü râvî mâsüm değildir ve
hatâ ile yahut unutarak yahut te'vilde bulunarak rivayet ettiğinin hilafına
amel etmiş olabilir. Hadisdeki meselenin fazlaca vuku bulan bir mesele hakkında
olması, â.hâd haberlerin kabul veya reddine müessir değildir. Çünkü az vuku
bulan hadisenin hükmünü bilme ihtiyâcı, fazlaca vuku bulan hâdisenin hükmünü
bilme ihtiyacı gibidir; ve her iki hükmü de â.hâd (münferid şahıslar)
nakledebilir. Ayrıca bu bâbda çokluğun yahut azlığın bir ölçüsü de yoktur.
Temel esaslara
(u-sûle) muhalefeti sebebiyle â.hâd Sünnetin reddedilmesi ikna edici değildir.
Çünkü temci esasları temel esas yapan (u-sûlü u-sulleştiren) Sünnetin
kendisidir. Bunun için Sünnet, mevcud (sabit) temci esaslara muhalif bir hüküm
getirdiğinde, kendi dairesi (ve mevzûu)nda bu hüküm müessir olan, tek başına
müstakil bir temel esas (a-sl) sayılır: Tıpkı mevcud olmayan bir malın alım
satımı demek olan selem akdinde olduğu gibi. Temel esaslara muhalifliği
iddiasıyla senedi sahih olan reddolunmuş sahih Sünnetin, hakikatte temel
esaslara muhalif değil, muvafık olduğunu istikra' (derinlemesine yapılan ince,
eksiksiz ve etraflı tedkîk veya tümevarım) göstermiştir.
Mesela temel esaslara
muhalifliği iddiasıyla reddetmiş oldukları mu-sarrât hadisi, söyledikleri
temel esaslara aykırı değildir: "istifade, mükellefiyet ve hasar
karşılığındadir" (demek olan el-harâcu bi-d-damân) kaidesi bu meseleye
tatbik olunmaz. Çünkü mu-sarrât hayvanın sütü, hayvan satın aldıktan sonra
hasıl olmamıştır; satın alınmadan önce (zaten memesinde) mevcuddur. Bu süt,
hayvan müşterinin dindeyken hayvandan hasıl olan bir verim ve hasılat
(elğalleh) değildir ki müşteri onda hak sahibi olsun!.. Tazminat kaidesi de bu
meseleye tatbik olunmaz. Çünkü hayvanın satın alınmasından önceki memelerindeki
süt ile, satın alımdan sonra hayvan müşterinin elindeyken memelerinde hasıl
olan süt birbirine karışması sebebi ile, satımdan sonra memede hasıl olan sütün
mikdârının bilinmesi imkansız olduğundan, misli ile tazmine imkân yoktur. Bir
-sâ" mikdârı kuru hurma ile beraber iade mevzubahistir. Çünkü hurma da süt
de hacim ile ölçülen, yenilen ve (insana) azık olmaları müşterekliği sebebiyle
hurma süte en yakın bulunan mi.slî maddelerdendir[79].
Bunda temel esaslara ve kıyasa muhalefet nerededir? Râvînin fakîh olmayışıyla
tenkidi, kabul görecek bir görüş değildir. Çünkü Sünnetin râvîlerinin, ASSÜ
Allah Rasulünün devamlı olarak yanında bulunuşları sebebiyle, naklettiklerinin
sıhhati ve manasından bir şeyi gözden kaçırmadıklan hususunda mutmain olmaya
kifayet eden
fıkıhları vardı.
Bunlara, râvîlerin en iyi anlaşılacak tarzda ifade kudretine mâlik ve Arabcanin
(muhtelif) uslûblarını bildiklerini de eklemek lazımdır, işte bu sebebler-den
ötürü cumhurun görüşü tercihe şayandır, -dâbı-t ve .si-kah râvîlerce rivayet
edilip sahih olan her Sünnet (hadis)in kabul edilmesi, buna ne ve kim
muhalefet ederse etsin, bu muhalefet eden kim olursa olsun ona aldırmamak
lazımdır. Çünkü Allah bizi Nebisinin Sünnetine tabî olmaya davet etmiştir.
Sünnete de râvîler olmadan ulaşmak kabil değildir. Bizce râvîlerin -dab-t ve
"adaletleri sabit olur ya da bu vasıf-lan ağır basarsa bu, kat'î bilgi (el"ılmu
1-kâ-tı") veya kuvvetli kanaat (e-z-zannu rrâcı.h) tarzında Sünnetin
Rasulullaha âid olduğunun sıhhatini gösteren delildir. Gerek kat'î ilim, gerek
kuvvetli kanaat olsun, her ikisine göre de şer"an amel etmek icabeder.[80]
(Muhtelif nevileri
olan bu hükümler dörde ayrılabilir)
Birinci Nevî.-Kur'an
in hükümlerine muvafık ve onları te'kîd eder tarzdadır. "Ana babaya âsî
olmanın", "yalan şahidliğin" ve "cana kıymanın"
v.s.nin yasaklanması bu nevî hükümlerdendir.
ikinci Nevî.- Kur'anın
manalarını açıklayan ve Kur'andaki mücmel (öz ve kısa ifadcler)i tafsil eden
tarzdadır." Haccın nasıl yapıldığını", "zekatın verileceği
asgarî mal mikdânyla zekatın ne mikdarda verileceğini", "hırsızın ne
mikdarda hırsızlık yaparsa elinin kesileceğini" v.s. yi açıklayan
Sünnetler bu nevî hükümlerdendir.
Üçüncü Nevî.- Yeri
gelince izah olunacağı üzere, bazen Sünnet Kur'anın mutlak (ifadeleri)ni
kayıtlamakta yahut "âmm (umum İfade eden manalar)mı ta-h-sî-s etmekte
(hususileştirmekte)dir.
Dördüncü Nevi.-
Kur'anda bulunmayan ve Sünnetin getirdiği hükümlerdir. Zira Sünnet müstakilleri
(tek başına) hükümler ortaya koymaktadır; ve bu mevzuda Sünnet Kur'an gibidir.
ASSÜ Rasulullahın [(Dikkat edin, bana Kur'an ve onunla beraber onun gibisi
verilmiştir)] sözü bunu göstermektedir. Yani bana Kur'an verilmiştir. Bunun
yanında bana Kur'anın bahsetmediği (hükümler) hakkında, Kur'an gibi Sünnet
verilmiştir. Bu nevîden hükümlerin misalleri fazladır: "insanlara alışkın
(ehlî) eşeğin", "köpek dişli parçalayıcı hayvanların" ve
"pençeli kuşların yenilmesinin" haram kılınması, "bir şâhid ve
yemîn ile hüküm verilmesi", "yolcu olmayanlar hakkında rehnin caiz
olduğu", "diyeti "â-kı-lehin vermesinin icâbettiği",
"neneye mirastan hisse verilmesi" ve benzeri hükümler gibi.[81]
Sünnetin bize
nakledilmesi bakımından bazen mütevâtir Sünnette olduğu gibi -ka-t"î,
bazen de â.hâd Sünnet ve Meşhur Sünnette olduğu gibi -zannî olduğunu
söylemiştik. Hükümlere delalet edişi bakımından ise Sünnet, Kur'an gibidir:
Bazen -zannî ofur ve bazen de -ka-t"î olur. (Hadisteki) lafızlar, birden
fazla mana ihtimali taşıyorsa yani te'vîl edilebiliyor ise (bu Sünnetin)
delaleti -zannî olur. ASSÜ Rasu-lullahın [(Beş devenin zekâü bir koyundur)] hadisi,
-kat-"î delalete misallerdendir. Burada lafzı kat'î olarak (beş ne demek
ise o) manaya delalet etmekte, beşten başka bir manaya delaleti muhtemel
olmadığından lafzının delalet ettiği mana (medlul) hakkında hüküm sabit olur.
Sabit olan bu hüküm ise, bu kadar mal için bir koyunun zekât olarak
verilmesinin vucûbu (farzlığı) dur. ASSÜ Rasulullahın [(fâti.hatu lkitâb (Elham)siz namaz olmaz)]
hadisi, -zannî delalete misallerdendir. (Çünkü) bu hadis te'vîl
edilebilmektedir: Fatihasız namazın sahih ve edâ edilmiş olamayacağı şeklinde
anlaşılabildiği gibi, tam ve kâmil bir namazın ancak Fatiha ile olabileceği
şeklinde de anlaşılabilmekte (bu iki tarzda te'vil edilebilme ihtimali
taşımakta)dir. ikinci te'vîli (anlayışı) Hanefîler, birinci te'vîli fakihlerin
cumhuru benimsemiştir.
169) Lugatta
icmâ" lafzının manası "bir şeye azmetmek ve karar vermek"tir.
ASSÜ Rasulullahın [(Geceden oruca icmâ" etmeyenin orucu olmaz)] sözü bu
kabildendir. Yani "oruca azmetmeyenin" demektir. (Arabcada) "falanca şuna icmâ" etti"
denilir. Yani "şuna azmetti ve karar verdi" demektir, "ittifak
etmek" de icmâ"ın manalarındandir. Yüce Allah'ın [(...Siz ve ortaklarınız da artık toplanıp ne
yapacağınız hakkında ittifak edin...)][82] sözü
bu cümledendir. (Arabcada) “kavim şu hususda icmâ" etti" denilir.
Yani "şu hususta azim ve karar ile ittifak ettiler" demektir, ittifak
manasmdaki icmâ"ın birden fazla şahıslardan hasıl olabileceği (bir
kişiden hasıl olamayacağı)nin düşünülmesi mümkindir. Birinci mananın (azim ve
kararın) bir kişiden hasıl olması mümkindir.
Usulcülerin
ıstılahında ise icmâ", "ASSÜ Rasulullahın vefatından sonra, asırların
(zamanların) birinde, bir şer"î hüküm hakkında islâm Milleti
müctehid-lerinin ittifakı"dır.[83]
Birincisi.- Müctehid
olmayanların ittifakı muteber değildir... Müctehid, kendisinde tafsîlî
delillerinden şer"î hükümleri çıkarma (istinbâ-t) melekesi bulunan
şahıstır; ve bazen fa-kîh diye isimlendirilir. Müctehidler .hail ve "a-kd
ehli yahut re'y ve ictihâd ehli yahut milletin âlimleri ("ulemâ-u l'ummah)
diye de adlandırılırlar. Müctehid olmayan, (hüküm) çıkarma kudretine sahib
olmayan kişidir. Tıp, teknik v.s. gibi diğer bir ilim ya da fen sahasında âlim
olsa da şer"î (fıkhî) hususlarda ilmi bulunmayan şahıslar yahut avam bu
kabil (müctehid olmayanlar)dandır.
ikincisi.-Müctehidlerin
itifakından maksad, bütün müctehidlerin ittifakıdır. Bunun için Mcdinelilerin
icmâ"ı yahut Mekkelilerle Medinelilerin (Haremeyn ehâlîsinin) yahut
muayyen bir taifenin icmâı kâfi değildir; ve bu icmâ"lardan hiç birisi
ıstilâhen kasdedilen icmâ" değildir. Usulcülerin cumhuruna göre bir
(müctehid)in muhalefeti icmâ"a mani olduğundan (tek bir müctehidin)
muhalefeti varken icmâ" meydana gelemez. Bazılarına göre bir, iki ve üç (müctehid)in
muhalefeli (icmâ"a) mani değildir. Bazılarına göre ise ekseriyetin
ittifakı icmâ" olmasa bile kendisine uyulması lazım gelen bir hüccet
(delil) sayılır. Çünkü müctehidlerin ekseriyetinin ittifakı hakkın onlarla
beraber olduğu, kendilerini ittifaka sevkeden kat'î yahut tercihe değer
(râcı.h) bir delilin mevcudiyeti hissini vermektedir. Zira muhalifin delilinin
tercihe değer (râcı.h) olması âdeten nâdirdir.*
Tarifin iktizasına
göre, ittifakın İstisnasız bütün müctehidlere şâmil olmasının i-cabettiğini
görüyoruz. Bu bakımdan bir kişi dahi olsa bazı (müctehid)Ier muhalif olurlarsa
icmâ" olamaz. îemâ" yok ise uyulma lüzumu ve kabul edilecek hüccet
(delil) de yok demektir. Çünkü ekseriyet doğrunun katî bir delili değildir;
ekseriyet hatalı ve ekalliyet doğru görüşlü olabilir. Evet, muhalifin
delilinin tercihe değer olduğu apâşikâr anlaşılmazsa, cvlevİyctle kabul
edilebilecek içtihadı bir görüş oluşu itibariyle ekseriyetin görüşüne yakınlık
duyulup benimsenebilir.
Üçüncüsü.-Müctehidlerin
müslüman olmaları şarttır. Çünkü icmâ"ın hüccet oluşuna delalet eden
deliller, icmâ" edenlerin îslâm Milletinden olmalarının icabet-tiğini
göstermektedir. Bunun yanında icmâ" mcvzûunun îslâm inancına (akideye)
dayanan yahut akideyle alakalı olan yahut akideden doğan şer"î hususlar
olduğu hatırdan çıkmamalıdır.
Dördüncüsü.-[84]Müctehidlerin
ittifakının, meselenin hükmü hakkında görüş birliğinde bulundukları anda
tamamen tahakkuk etmesi icabeder. Buna göre o zamanın geçmiş olması yani
kendileriyle icmâ"ın hasıl olduğu müctehidlerin, icmâ"lannda İsrarlı
iken vefat etmeleri şart değildir. Buna göre bu icmâ" vaktinde (müetehid)
olmadığı halde, (icmâ"dan sonra) icmâ"a muhalefet eden bir
müetehidin ortaya çıkması (hasıl olmuş bulunan) icmâ"a zarar vermez. Bazı
Usulcüler, müctehidlerden bazısının görüşünden dönebileceğinden dolayı
icmâ"m tahakkuk etmesi için (müctehidlerin) zamanının sona ermesinin şart
olduğu görüşündedirler. (Bu görüş değil,) ilk görüş tercihe şayandır. Çünkü
icmâ"ın hüccet oluşuna dair deliller o zamanın geçmesinin icâbettiğini
göstermemekte, sadece müttefiklerin ittifaklarını şart koşmaktadır. Bunun için
zamanın müctehidleri ne zaman bir hadisenin hükmü hakkında ittifak edenlerse
icmâ" hasıl olmuştur; bu icmâ"a uymak lazımdır. Bazısının görüşünden
dönmesi yahut farklı görüşe sahib diğer bir müetehidin ortaya çıkması
icmâ"ı bozmaz (nakzetmez).
Beşincisi.-Müctehidlerin
ittifakının vucub, .hurmeh, nedb ve benzerleri gibi şer"î hüküm hakkında
olması şarttır. Tıbba, dile yahut spora âid, şer"î olmayan bir meseleye
dâir icmâ"lann hiçbirisi, kasdedilen şer"î icmâ" değildir.
Altıncısı.-Mutebcr
olan icmâ"m ASSÜ Rasulullahın vefatından sonra olmasıdır. Bu, Usulcülerden
birçoğunun tariflerinde zikrettiği kayıttır; ve biz de bunu benimsiyoruz.
Bazıları bu hususun şart olmadığını, ASSÜ Rasulullahın zamanında bir mesele
hükmü hakkında icmâ"m hasıl, bu hükmün delilinin icmâ" ve
Rasulullahın muvafakati olabileceği görüşündedirler. Fakat bizim görüşümüz bu
değildir. Çünkü Nebî Efendimiz mevcud olduğundan icmâ"a ihtiyaç yoktur.
Zira muteber olan Nebi Efendimizin sözü ve muvafakatidir. O, teşriin
kaynağıdır. Eğer Rasulullah zamanında icmâ" hasıl olursa, Rasulullah bu
icmâ"a ya muvafakat ya da muhalefet e-decektir. Eğer muhalefet ederse, o
icmâ"ın değeri yoktur. Eğer muvafakat ederse, muteber olan Rasulullahın
muvafakatidir. Bu sebebden dolayı ASSÜ Allah Rasulü devrinde icmâ"ın hasıl
oluşu görüşünü kabule değer bulmuyor ve onu benimsemiyoruz.
Ne zaman icmâ"
şartlarıyla hasıl olursa, hakkında icmâ" hasıl olan meselenin hükmü için
kat'î bir delildir. Bu icmâ" müslüman hakkında (kendisine uyulması)
mecburi, kat'î bir hüccettir; ve bu hüccet mevcud iken icmâ"a muhalefet ya
da icmâ"ın bozulması caiz değildir.[85] Icmâı
kabul eden (müslümanların) büyük ekseriyeti (elcumhûrura"-zam),
icmâ"m hüccet olduğu hususunda birçok deliller getirmişlerdir. Biz bu
delillerin bazılarını zikretmekle iktifa edeceğiz:
A) Yüce
Allah'ın [(Kim kendisine doğru yol besbelli
olduktan sonra Peygambere muhalefet eder, mü'minlerin yolundan başkasına uyup
giderse onu döndüğü o yolda bırakırız. (Fakat ankette de) kendisini cehenneme
koyarız. O, ne kötü bir yerdir)][86] sözü.
Bu ayet (icmâ"ın delil olduğuna) şu şekilde delalet etmektedir: Yüce Allah
mü'minlerin (gittiği) yola muhalefette bulunmaya ceza vadettiğinden,
mü'minlerin yolu, tâkîbedilmesi icabeden hakk, diğer yol da ter-kedilmesi
icabeden batıldır. Mü'minlerin ittifak ettikleri husus, kat'î olarak onların
yolu olur; kat'î olarak o hakk olur; mutlaka ona uyulmak icabeder. Icmâm manası
bundan başka bir şey değildir ve matlûb olan da budur.
B) islâm
Milletinin bir iş hakkında görüş birliğinde bulunduklarında hatâ işlemeyeceğine
delalet eden birçok hadisler vardır. ASSÜ Rasulullahın [(Milletim hatada söz
birliği yapmaz)] ve [(Milletim sapıklıkta söz birliği yapmaz)] hadisleri
bunlardandır. Bu hadisler â.hâd hadislerindense de manaları mütevatirdir. Onun
için (İslâm) Millctin(in) ittifak ettikleri hususun kat'iyyetle doğru ve hakk
olduğunu ifade etmektedirler. Milletin icmâ"ı, müctehidlerin
icmâ"ında varlık kazanır. Milletin mücichidleri ilim ve re'y (bilgi ve
görüş) sahibleridîr. Müetehid olmayanlar ise müctehidlere tâbidir. Böylece
müctehidlerin icmâ"ı doğru ve hakk olmuş olur. Hakka uymak ve ona muhalefette
bulunmamak icabeder. îcmâın hüccet olmasının manası ise ancak bu olabilir.[87]
C)
Müctehidlerin içtihadının mutlaka bir şer"î delili olmalıdır. Çünkü keyif,
hevâ ve hevese göre ictihâd olmaz. îctihâd, (bu kitabımızın) Giriş(inde) de
zikrettiğimiz üzere, keyfîliğe meydan vermeyen sabit metodlar, muayyen
kaideler ve sınırlanmış usullere göre olur. Bunun için bir görüşte müctehidler
ittifak edince, ittifak ettikleri görüşe kat'î olarak delâlet eden şer"î
bir delillerin bulunduğunu kat'î olarak anlarız. Zira bu delilin medlulüne
delâleti kati olmasaydı, âdeten ittifak hasıl olmazdı. Çünkü akü ve düşünce
tarzları muhtelif olduğundan, delilin birçok izah olunma (te'vîl) şekilleri
bulunsaydı, muhtelif olan bu akıl ve düşünme tarzlarının ittifak etmesi mümkin
olamazdı.
Sarih icmâ",
müctehidlerin açıkça görüşlerini söylemeleri ve sonra bir görüşte söz birliği
yapmaları, ittifak etmeleridir. Mesela bir yerde toplu olarak müctehidlere bir
mesele sorulup, her birinin görüşünü açıklamasından sonra bir görüşte ittifak
etmeleri gibi. Yatıut ayrı ayrı yerlerde bulunan müctehidlere meselenin şahıs
şahıs sorulup, hepsinin de mesele hakkında aynı görüşü beyan etmeleri gibi.
Yahut bir mesele hakkında bazı müctehidlerin verdiği fetva diğer müctehidlere
ulaştığında, onların da fetvaya muvafakat ettiklerini sarahaten açıklamaları
gibi. Yahut bir müetehid bir mesele hususunda muayyen bir hüküm verir (ya-k-dî)
ve bu hükümden diğer müctehidler haberdar olduktan sonra buna sözle, fetva
vermekle yahut hüküm vermekle (-ka-dâen) sarahaten muvafakatta bulunurlar. Bu
nevî icmâ" kat'î hüccettir; ona muhalefette bulunulamaz ve bu icmâ"
bozulamaz.
Bu icmâ",
müetehidin bir mesele hakkındaki görüşünü açıklaması, bu görüşün duyulup,
öğrenilip, şöhret bularak diğer müctehidlere ulaşması ve mesele hakkında
tedkîkde bulunmak için kâfi müddetin geçtiği, az sonra da açıklayacağımız gibi
birinden korkması yahut birine saygı duyması v.s. gibi müetehidi sükûta (ses
çıkarmamaya) sevkeden, görüşünü açıklamasına engel olan bir mâniin bulunmamasına
rağmen, müctehidlerin susmaları, bu görüşü sarahaten reddetmedikleri gibi,
sarahaten bu görüşe muvafakat da etmemeleridir. Alimler bu icmâ"ın hükmü
ve ne derece muteber olduğu mevzuunda üç ayrı görüştedirler:
Birinci Görüş.- Sükûtî
icmâ", icmâ" değildir. Aynca -zannî bir hüccet de sayılamaz. Şafiî ve
Mâlikîlerin görüşü budur.
Bu görüşün (dayandığı)
delilleri şunlardır: Sükût edene söz izafe olunamaz. Zira söylemediği bir şey
söyledi diye kabul olunamaz. Ayrıca sükûtun kat'î olarak muvafakat ile izah
olunmasına da imkan yoktur. Çünkü sükûtun sebebi,
1- Meselenin
diğer müctehidlere ulaşmaması,
2- Diğer
müctehidlerin mesele hakkında ietihadda bulunmamaları,
3- Mesele
hakkında görüşün zihinde teşekkül etmesi için henüz kafi mikdarda zamanın
geçmemiş oluşu,
4,
Başkasının bulunacağı reddin kafi geleceği inancıyla müetehidin sükût etmesi ve
kendi görüşünü alenen açıklamanın lüzumsuzluğunu zannetmesi,
5- Hakkın
Allah katında olduğu, buna her müetehidin içtihadıyla ulaştığından müetehidin
red ve inkarın lüzumsuzluğuna inanışı,
6- Zâlim bir
idareciden çekinişi,
7- Başka bir
müetehide duyduğu hürmetten dolayı, kendi görüşünü tasrîh etmekten utanması
olabilir. Bu ve diğer ihtimaller varken, sükûtun mutlaka muvafakat manasına
geldiğini söylemek mümkin değildir. Muvafakat hakkında delilin bulunmadığı
yerde ittifak ve icmâ" da olmayacaktır, tcmâın bulunmadığı yerde de hüccet
yoktur.
ikinci Görüş.- Sükûtî
icmâ" kat'î bir hüccettir; ona muhalefet olunamaz. Çünkü sükûtî icmâ"
sarih icmâ"dan kuvvet bakımından daha az ise de, sarih icmâ" gibidir.
Hanefilerin ekserisi ve Manbelîler bu görüştedirler.1
Bu görüşün delilleri
şunlardır: Ne zaman sükûtun muvafakat olduğuna dair karine bulunur ve sükûtun
muvafakat olduğuna dair bir işaret sayılmasına mani olan engeller bulunmaz ise,
sükût muvafakat olarak izah olunur. Görüşün
1- Şöhret
bulup diğer müctehidlere ulaşması,
2- Mesele
hakkında tedkîk ve teemmülde bulunmak için kâfi müddetin geçişi,
3- a) Başka
bir müetehidin, kendisine ulaşan bu görüşü reddettiğini,
b)
Müetehidin görüşü reddetmeye lüzum olmadığını zannetmesi,
c) Yahut
salahiyet sahibinden (veliyyu l'emrden) gelecek zarardan çekinmesi,
ç) Veya
müetehide ulaşan görüş hakkında kendi görüşünü tasrih etmesine engel olan
manilerin ve bunlara benzer diğer sebeblerin bulunmayışı ile karine tahakkuk
eder ve engeller ortadan kalkmış olur. Bütün bu zikredilenler tahakkuk ederse
sükûtun muvafakatin işareti sayılmaması için hiçbir sebeb kalmayacağından
icmâ" hasıl olur. temâ" ise kail bir hüccettir.
Üçüncü Görüş.- Sükûtî
icmâ' icmâ" değildir. Fakat -zannî bir hüccettir. Hanefilerin bazısıyla
bazı Şâfiîlerin görüşü budur.
Bu görüşün delilleri
şunlardır: tcmâın aslı ve hakikati, bütün (müctehidler)in
tahminen, (ve zannen)
değil, hakikatten ittifak etmeleridir. Bu ise sükûtî icmâ"da
oktur. Çünkü sükût, ne
kadar muvafakata delalet etmektedir denmiş olsa da, hiçbir
zaman tasrihin
muvafakata delaleti gibi olamaz, tşte bunun için icmâ" sayılamaz.
Ancak tasrihte
bulunmaya engel olan manilerin ortadan kalkmasıyla, sükûtun muva-fakata delalet
etmesi ağırlık kazandığından (erruc.hân) -zannî bir hüccet olarak kabul
edilmiştir,
173) Tercihe
Değer Görüş
Esasen icmâ"ın
tahakkuk etmesi için matlûb olan bütün müctehidlerin görüş hakkında
muvafakallannın hasıl olmasıdır. Muvafakat sarih bir tarzda hasıl olduğu gibi
delalet tarzıyla da hasıl olur. Muvafakatin sadece tasrihle tahakkuk ettiği
görüşünde değiliz. Çünkü ikinci görüş sahihlerinin de dediği gibi, engeller
ortadan kalktığında ve karine mevcud olduğunda sükût, muvafakata delalet eden
bir vesile olabilir. Çünkü bu durumda sükût bir açıklama olur. Zira açıklamaya
ihtiyacın olduğu vaziyette sükût edilmiştir. Eğer görüş batıl ise müetehidin
sükûtu haramdır. Hususen müetehidler hakkında hakim olan fikir, baskı ve sıkıntıya
maruz kalsalar da, hakk olanı açıklamak hususunda kendi görüşlerini beyan
etmekten çekinmedikleridir. Müetehidler hakkındaki bu fikir ve kanaat, onların
sükûtlarının muhalefet ve inkârla değil, muvafakat ve rızayla izah edilmesi
tarzındaki kanaatimizi kuvvetlendirmektedir.
Fakat tamamiyle
sükûtun rızaya delalet ettiğini ve tasrihe mani olan engellerin ortadan kalkmış
olduğunu bilemez isek, bu durumda hasıl olan sükûtî icmâ"m, icmâ"dan
kasdedilen manada bir icmâ" olmadığı, sadece -zannî bir hüccet sayılması
görüşündeyiz.
Bir zamanlar
müetehidler bir meselenin hükmü hakkında iki ayrı görüş halinde ihtilaf
etseler, daha sonra bu mesele hakkında üçüncü bir görüş ortaya konabilir mı,
yoksa konamaz mı? Ekseriyete göre konamaz. Bazılarına göre konabilir.
Bazılarına göre ise, bazı durumlarda konabilir ve bazı hallerde konamaz. Şimdi
bu husustaki görüşleri ele alalım;
Birinci Görüş.- Üçüncü
bir görüş ortaya konamaz. Zira ihtilafın iki görüşe münhasır olması zımnî
(dolaylı) veya bu görüş sahiblerinin verdiği isimle "mürekkeb (terekküb
etmiş) bir icmâ""dır. Mürekkeb icmâ", mesele hakkında başka
görüşün olmadığı hususunda hasıl olmuştur. Binaenaleyh üçüncü bir görüşün
bilâhare ortaya konması, mevcud işbu icmâ"a muhalefettir ve caiz olamaz.
Esasen bu hüccet
zayıftır. Çünkü hasıl olan, "üçüncü görüşün olmadığadır. Bir şey hakkında
görüşün bulunmaması, o şeyin hakkında görüşün olmamasını ıcabettir-mez. Zira
ikisi arasında açık bir fark vardır. (Delil olarak) söyledikleri bu görüş s
hibleri lehine bir hüccet değildir.
.
ikinci Görüş.- Mutlak
olarak üçüncü bir görüş ortaya konabilir. Bu görüşün del -Ii şudur: Madem ki
müetehidler arasında, mesele hakkında ihtilaf hasıl olmuştur halde bu, mesele
hususunda bir icmâ"ın olmadığına dair kat'î bir delildir. vün icmâ"
bütün müctehidlerin ittifakıdır; bazı müctehidlerin ittifakı değildir. Böyle
ittifak da hasıl
olmadıkça, üçüncü, dördüncü ve daha fazla görüşlerin ortaya konmasına bir mani
yoktur. Çünkü bu davranış icmâ"a muhalefet değildir.
Görünüşte bu delil
kuvvetliymiş intibaını vermekteyse de hakikatte zayıftır. Zira icmâ", bazı
ihtilaf elikleri hususlarda, ihtilaf edenler arasında tahakkuk edebilir.
Üzerinde ittifak olunan bu mikdâr, icmâ" ettikleri mahaldir ve bu mikdâra
muhalefet olunamaz. Bu görüş sahiblerinin bu manayı gözden kaçırmaları,
kendilerini (sonradan ortaya konacak görüşün hududunu hiçbir kayıtlamaya tabî
tutmadan) mutlak olarak umûmî tutma hatasına düşürmüştür.
Üçüncü Görüş.- Bazı
durumlarda üçüncü bir görüş ortaya konabilir ve bazı hallerde konamaz. Bu
görüş şöyle hülâsa edilebilir: Eğer ihtilaf halinde olan müetehidler arasında,
hakkında ittifak edilen müşterek bir mikdâr varsa, hakkında jemâ" hasıl
olmuş olan bu mikdâra muhalif üçüncü bir görüşün ortaya konması caiz değildir.
Zira böyle bir hareket mevcud bir icmâ"ı çiğnemek olur ki bu da caiz
değildir. Fakat üçüncü görüş, ihtilaf etmiş müctehidlerin ittifak ettikleri şey
dışında kalıyorsa, bu durumda icmâ" karşısında bulunmadığından, meselede
üçüncü bir görüşün ortaya konması caizdir. Bu ifadeleri açıklamak için bazı
misaller verelim:
A) Sahabe,
ana baba bir yahut baba bir kardeşler dede ile beraber mirasçı durumunda bulunduklarında,
dedenin mirası hususunda iki görüş halinde ihtilaf etmiştir:
1-
Kardeşlerle beraber, kardeşlerin dışında (dededen başka) miras alacak kimse
yoksa, bütün mirası dede alır ve kardeşlere bir şey bırakmaz.
2- Dede
mirasın tamamını almaz; dedeyle beraber kardeşler de miras alırlar.
Bu iki görüş arasında
sahabenin ittifak ettiği müşterek mikdâr, kardeşlerle dede mirasçı durumunda
bulunuyorlarsa, dedenin miras alma zaruretidir. İhtilaf noktası ise dedenin
kardeşleri hacbedip etmediği (onların miras almalarına mani olup olmadığı)
dir. Buna göre kardeşlerle bulunduğunda dedenin miras almaması tarzında üçüncü
bir görüşün ortaya konması, eski icmâ"a muhalefetinden dolayı caiz
değildir. Eski icmâ", kardeşlerle bulunduğunda dedenin mirasçı olma
zaruretidir. Bu, ihtilaf edenler arasındaki ittifak noktasıdır.
B) Sahabe,
kocası vefat eden gebe kadının "ıddeti hakkında da ihtilaf etmişlerdir.
Bir kısmı böyle kadının "ıddeti, çocuğu doğurunca nihayet bulur, bazısı ay
itibariyle hesablandığında veya doğum yaptığında hangisi daha fazla müddet istiyorsa
("ıddeti o müddetin bitiminde) nihayet bulur görüşündeydiler. Bu iki
görüşün ittifak noktası, "ıddetin bitimi hususunda doğumdan önce sadece
ayların hesablan-masıyla iktifa olunamayacağıdır. Bunun için doğumdan önce gebe
kadının kocası öldüğünde, "iddeünin aylarla hesabedilmesi şeklinde üçüncü
bir görüşün ortaya konması doğru değildir. Çünkü bu görüş, hakkında ittifak
hasıl olan noktaya muhalefet etmek olur. Oysa icmâ"a muhalefet olunamaz.
C) ittifak
noktasına muhalif olmayan üçüncü bir görüşün ortaya konulmasına Şöyle bir misal
verilebilir: Mirasın sadece ana, baba ile karı kocadan birine inhisar
meselesinde birinci asır müctehidleri ihtilaf etmişlerdir. Şöyle ki:
1) Bazıları
farz olarak (far-dan) anaya bütün mirasın üçte birinin verileceği, sonra kan
veya kocaya, kan ise dörtte bir, koca ise malın yarısının verileceği, sonra bakiyenin
de babaya verileceği görüşündeydiler.
2) Bazıları
ise karı ve kocadan birine farz olarak (far-dan) hakkı verildikten son-
ra bakiyenin üçle
birinin anneye, geriye kalanın da tamamının asaba olduğu için babaya verilmesi
görüşündeydiler.
Tâbi"îler
devrinde Mu.hammedu bnu Şîrînin bu meseledeki görüşü şuydu: a) Ana babayla kan
mirasçıysa, anaya bütün malın üçte biri verilir, b) Ana babayla koca
mirasçıysa, kocaya farz olan hakkı verildikten sonra anaya bakiyenin üçte biri
verilir, tbnu Sîrîn'in bu görüşü sahabenin iki görüş halindeki ihtilaflarında,
ittifak noktası olan hususa muhalefet teşkil etmediğinden, icmâ"a muhalif
sayılmaz ve benimsenmesinde (icmâ"a muhalefet bakımından) bir mani
yoktur.
Ç) Karısında
alaca hastalığı, delilik, bunaklık, gerek bitişik oluşu ve gerekse fazla kemik
bulunuşu yüzünden cinsî münasebet uzvunda bir hastalık bulunuşu sebebiyle
kocanın nikahı feshetme hakkı hususunda birinci asır fakihleri ihtilaf
etmiştir. Şöyle ki:
1) Bazısı, bu hastalıkların hepsi sebebiyle
kocanın fesh hakkının bulunduğu görüşündedirler.
2) Diğer bazısı da, kocanın boşama hakkıyla
iktifa ederek, fesh hakkının olmadığı görüşündedirler.
Bu meselede bazı
müetehidler şu, şu, şu, gibi hastalıklar sebebiyle kocanın nikahı feshetme
hakkı vardır. Bunların dışındaki hastalıklar sebebiyle kocanın bu hakkı yoktur,
görüşünü ortaya koysa, bu görüş icmâ"a muhalefet sayılmaz. Zira bu iki
görüş, aralarında müşterek nokta olan bu hastalıklardan bazıları hakkında
ittifak etmemişlerdir. Üçüncü görüş de bu hastalıklar sebebiyle feshetme
hakkına dairdir.
175)
Görüşlerden Tercihe Değer Olanı
Üçüncü görüş tercihe
şayandır. Çünkü bu görüş icmâ"ın hakikatini nazarı dikkate almaktadır.
Hakkında ihtilaf bulunan bir meselede de olsa, küçük bir mevzuda icmâ varsa,
buna muhalif üçüncü bir görüş ortaya konmasına cevaz vermemekte, fakat
icma"ın bulunmadığında da yeni bir görüşün ortaya konmasına mani olmamaktadır.
Çünkü memnu olan, daha önceki bir icmâ"a muhalif bulunan üçüncü bir görüş
onaya koymaktır. Birinci görüş sahiblcrinin ileri sürdüğü gibi, daha önceki
icmâ" ihtilaf etmiş olanların benimsedikleri görüşlerin sayısı hakkında
değildir ki, mutlak o-larak üçüncü bir görüş ortaya konamaz denebilsin! Fakat
önceki icmâ" meselelerin hükümleri hakkındadır. Misal verdiğimiz gibi,
umumen mesele hakkında ihtilaf mevcud olsa da, meselenin bazı kısımlarında
ittifakın husulü düşünülebilir. Mesela kardeşlerle dedenin mirasçı olarak
bulundukları meselede, sanki ihtilaf edenlerin bazıları, dede kardeşlerle
beraber mirasçı olarak bulunuyorsa miras alır; diğer bazıları da, kardeşler
dede ile beraber mirasçı olarak bulunuyorlarsa miras almazlar, demiş
gibidirler. Bu meselede üzerinde İttifak hasıl olan kısım, "dedenin
(kardeşlerle birlikte mirasçı olarak bulunduğunda) miras alacağıdır." işte
üzerinde ittifak hasıl olmuş bu kısma muhalif olacak bir başka görüş ortaya
konamaz.
Icmâ"ın mutlaka
bir şer"î dayanağı lazımdır. Çünkü bilmeden ve delilsiz olarak dinde söz
söylemek, kat'î olarak hatalı, hevâ ve hevese göre keyfi görüş beyan etmektir.
Bu ise caiz değildir; ve vuku bulamaz. Çünkü zikrettiğimiz hadislerin gösterdiği
gibi (islâm) Milleti (millet olarak, topyekûn) hataya düşmeden korunmuştur
(ma"-sûmdur). tcmâın senedi bazen Kitab, bazen Sünnet olur.
"Nenelerle ve kaç göbek aşağı olur ise olsun çocukların kızlarıyla
evlenmenin haram olduğu" hakkındaki icmâ"ın senedi, Yüce Allah'ın [(Analarınız
ve kızlarınızla.....evlenmek size haram kılınmıştır)][88] sözüdür.
Ayetteki dan maksadın usûl olan kadınlar olduğu, binâenaleyh kaç göbek uzak
olursa olsun nenelere de şamil bulunduğu, ayetteki dan maksadın furü"
olan kadınlar olduğu, binaenaleyh kaç göbek uzak olursa olsun adamın kendi
(sulbî) kızları ve adamın çocuklarının kızlarına da şâmil bulunduğu hususunda
icmâ" hasıl olmuştur.
Sahabenin, neneye
mirastan altıda bir hisse verilmesi meselesindeki icmâ"ınm senedi
Sünnettir. Çünkü [(ASSÜRasu-lullah, neneye (mirasda) altıda bir vermiştir)].
Usulcülcr, icmâ"m
senedinin icihad yahut kıyas olup olmayacağı hususunda ihtilaf halindedirler.
Ekserisi buna cevaz vermiş, Dâvûdu -z-zâhirî ve İbnu Cerîri -t-laberî gibi
diğer bazıları da buna cevaz vermemiştir. Bizim benimsediğimiz, ekseriyetin
görüşüdür. Sahabe zamanında senedi ietihad yahut kıyas olarak icmâ"lar
hasıl olmuştur. Mesela Kur'anm (tek bir kilab halinde bir yere) toplanması
hususunda icmâ" etmişlerdir. Bu icmâ"lannın senedi, bir ietihad
çeşidi olan ma-sla.hat (yarar celbi, zarar defi ve âmme menfaati) idi. Keza
Sahabe Affân oğlu Osman'a Cuma Namazı için üçüncü nidayı (çağırmayı yani
günümüzdeki Cumaları müezzinlerin minarede okudukları ilk ezanı) ihdas etmesine
muvafakat etmiştir. Bu icmâ"larında senedlcri, hususen camiden uzakta
bulunanlar olmak üzere müslümanlara namaz vaktinin girdiğini duyurma
ma-sla.hatıydı. Ve yine Sahabe, domuzun etinin haram oluşuna kıya.sen, domuz
yağının fıaramlığı hususunda icmâ"da bulunmuşlardır.[89]
Alimlerin ekserisi
icmâ"ın husulünün mümkin olduğunu ve fiilen icmâ"ın vuku bulduğu
görüşündedir. Bazıları ise icmâ"ın tahakkuk etmesinin mümkin bulunmadığı
ve esasen icmâ"ın vuku bulamadığı görüşündedirler. Mûtczilc'den enna-z-zâm
bunlardandır.
Icmâ"ın husulünün
mümkin olmadığı görüş ün dek ilerin delilleri şunlardır: Şahıs olarak
müctchidlcrin bilinmesi imkansızdır; kabil değildir. Çünkü müetehidi müetehid
olmayandan ayıracak bir ölçü yoktur. Hatta bir şahıs memleketinde müetehid
olarak tanınsa, memleketi ehâlisinden yahut diğer beldelerden bazı şahıslar o
şahsın ietihad ehliyetine sahibliği mevzuunda itirazda bulunabilirler. İetihad
ehliyetinde kendilerine itiraz edenler olmasa ve müetehid olarak tan inşalar
dahi, muhtelif şehir ve memleketlere müetehidler dağılmış bulunduklarından,
hepsini toplayıp mes-eyı kendilerine arzeünck fevkalade güçtür. Müetehidler
kendi mcmlckctlcrindeyk-Sanıs şahıs hepsine meselenin arzedilmesi istense bile,
her birine meselenin bildirilip, güvenilir bir tarzda görüşünün öğrenilip,
diğer bütün müctehidlerin görüşlerinin alınması vaktine kadar o görüşünde sabit
olduğunun yakînen bilinmesi pek güçür. Bunlara şunun da eklenmesi lazımdır:
Icmâ"ın bir senedinin bulunması lazım geldiği bilinmektedir. Eğer
icmâ"m senedi kat'î ise âdeten osu müslümanlar bilmektedir; ondan habersiz
değillerdir. Çünkü kat'î olan, şuyû bulmak ve bilmek vasfını hâiz olduğundan
icmâ"a hacet yoktur. Eğer icmâ"ın delili yani senedi zannî ise âdeten
üzerinde ittifak etmek imkansızdır. Çünkü istinbât ve hüküm çıkarma mevzuunda
müctehidlerin fikir ve düşünceleri muhteliftir.
Ekseriyetin yani
cumhurun delilleri ise şunlardır: îcmâın husulünün mümkin olmadığı
görüşündckilcrin ileri sürdükleri şeyler, sadece vuku bulması mümkin bir şey
hakkında şübhe hasıl etmekten ibaretir. Bu bakımdan (ileri sürdüklerinin) bir
değeri yoktur. (îcmâın) vuku bulmasının imkânına dair delil ise, fiilen vuku
bulmuş olmasıdır. Sahabe zamanında icmâ" hasıl olmuştur. Bize Sahabeden
birçok icmâ"lar naklolunmuştur. Mesela 1) Neneye mirastan altıda bir hisse verilmesindeki, 2) Müslüman hanımın müslüman olmayan
erkekle evlenmesinin batıl oluşundaki, 3)
Mehir tayin edilmemiş olsa da nikah akdinin sahih olduğu hususundaki, 4) Fethedilen toprakların gazilere
taksim edilmemesi hususundaki, 5)
Ana baba bir erkek ve kız kardeşlerin onların yerini alışlarındaki, 6) Sulbî oğulun (mirasda), oğlun oğlunu
hacbetiğine (onu mirasdan ıskat ettiğine) ve diğer birçok meselelere dair
icmâ"ları bunlardandır. Geçmişte icmâ"ın hasıl olması, vukûunun
imkanına dair kat'î bir delildir. Nasıl, icmâ" vuku bulmamıştır ve vuku
bulması imkansızdır denilebilir?!
178)
Cumhurun görüşünü mutlak olarak (tamamen) benimsemediğimiz gibi, diğerlerinin
görüşlerini de mutlak olarak reddetmiyor, bu ihtilafta iki görüş ortasında bir
görüş benimsiyoruz. Görüşümüz, icmâ"ı reddedenlerin (aşağıdaki delillerle)
tenkidini gerektirmektedir. Şöyle ki:
1) îcmâı
rcddcnlcrin "icmâ"ın mesnedi kat'î ise, insanların dikkatinden uzak
kalmayacağından icmâ"a hacet yoktur; eğer sencd -zannî ise ittifakları
âdeten mümkin olmadığından icmâ" hasıl olmayacaktır" ifadeleri, her
iki kısmıyla, görüşlerine deiil olamaz. Çünkü kat'î bir delilin icabına göre
hasıl olan icmâ", meseleye kat'î bir kuvvet ilave etmekte ve icmâ"ın
delilinin araştırılmasına lüzum bırakmamaktadır, îcmâın mesnedi â.hâd haberler
gibi -zannî olursa, delaleti açık ve manası belli ise âdeten hakkında
icmâ"ın husulü imkânsız değildir. Bu durumda -zannî delil icmâ ile
kal'iyyet derecesine yükselir.
2) Muhtelif
memleketlerde dağınık halde bulunduklarından şahıs şahıs müctehidlerin bilinme
imkansızlığı... v.s. yi ileri sürüşlerine gelince: Bu söz, üzerinde düşünmeye
ve münakaşaya değer. Doğru olan burada selefin (il müslumanların) zamanlarının
farklı iki devreye ayrıldığını söylemektir: Birincisi ba-habe zamanı, ikincisi
de Sahabeden sonrakilerin zamanıdır.
Sahabe zamanında,
hususen Allah Razı Olsun Ebû Bekir ve Ömer Efendilerimiz devrinde müetehidler
azdı; şahsen biliniyorlardı; takriben hepsi Medinede yahut yanlarına
gidilebilecek ve görüşleri öğrenilebilecek bir yerde bulunuyorlardı. Ict™a ise
danışma şeklini almaktaydı. Bu devirde, vaziyet kaydettiğimiz gibiyken icma ı
husulü gayet kolaydı ve nitekim fiilen de vuku bulmuştur. Sahabeden bizlere, az
önce zikrettiğimiz ve
cumhurun delil gösterdiği birçok icmâ"lar naklolunmuştur. Evet, bu
icmâ"lann hepsinin sarîh icmâ" olmadığı söylenebilir ve bu doğrudur;
bunu kabul ediyor, inkar etmiyoruz. Fakat bunda ne (kusur) vardır? Daha önce de
kaydettiğimiz üzere, bir kısım alimlere göre sükûtf icmâ", sarih icmâ"
gibidir. Eğer sükûtf icmâ"m diğer bazı alimlere göre hüccet olmadığı ileri
sürüldüğünden, Sahabenin sükûtî icmâ"ımn, icmâ"ın vukuuna bir delil
olamayacağı ve icmâ"m vukuunu kabul etmeyenler aleyhine delil teşkil
etmeyeceği iddiası ileri sürülürse, cevabımız şudur: Biz diyoruz ki, birçok
sebeblerden ötürü Sahabenin sükuti icmâ"ı, sarih icmâ" derecesinde
kabul edilmelidir. Bu sebeblerden bazıları şunlardır:
1)
Zikrettiğimiz gibi sayıca azlıkları ve şahsen bilinmeleri.
2) Hayat
tarzından gayet iyi bilinmekledir ki, hiç kimseden korkmadan ve hiç kimseye
karşı duydukları saygı, söyleyeceklerine mani olmadan doğru olarak gördükleri
şeyi hemen söylemeye alışkınlıkları. Bunu, Allah'ın âlim kullarına hakkı
açıklayıp onu gizlememe mükellefiyeti verişinden, bu vazifeye sadık kalma
ihti-mamıyla yapıyorlardı.
Söylediklerimizin
delili olarak burada, bu vasfın Sahabe müslümanlannm ferd-lerinde bile bulunan
umûmî bir hal olduğunu kaydetmemiz kafidir. Nitekim minberde hitabetmekte olan
Ömer Efendimizin (yüksek tutulduğunu hissettiği) kadınların mehirlerinin
mikdânmn azaltılması görüşünü açıkladığı sırada, bir (sahâbiyye) kadın hiçbir
şeyden çekinmeden Ömer Efendimizin görüşünü redde-miştir. Fethedilen
toprakların taksimi meselesinde Hattab oğlu Ömer Efendimizi, Bilal Efendimizin
tenkîdi hikâyesi meşhurdur. Ömer Efendimizin görüşüne muhalif bulunduğunu Bilal
Efendimiz açıkça söylemiş, halta biraz da ağırca konuşmuştu. Mü'minlerin
emîrine muhalefette bulunmakta oluşu, bu hareketini engellememişti... Nihayet
Hattab oğlu Ömer Efendimiz "Yâ Allah Bilâli bana kâfî ve yoldaş kıl"
demekten kendini alamadı; bundan başka bir söz ilave etmedi ve Bilal'e sert
davran-madı. Bu durumda olan bir kavmin müctehidlerinin sükûtunun rıza
göstermemek ve muvafakat etmemek manasında olduğunu kabul etmemiz zordur. Hattâ
sükûtlarının, görüşten haberdar oldukları takdirde rıza ve muvafakat manasında
olduğunu kat'iyyetle söyleyebilecek gibiyiz. Görüşten haberdar olmaları ise, az
oldukları, Medine veya ona yakın bir yerde bulunuşları sebebiyle gayeı. kolay
ve mümkindi.
Sahabeden sonraki
zamanlarda fakihlerin birbirinden uzak, muhtelif İslâm memleketlerinde
bulunuşlarından, sayılarının fazlalığından, meşrcblerinin (meyillerinin)
farklılığından, ilk devirde olduğu gibi içtihadın şûra tarzını almamış bulunuşu
sebebiyle icmâ"ın husulünü kabul etmek çok güçlür. Bu hususda en ileri
derecede söylenebilecek şey, "bazı meselelerde icühâdî hükümlerin
duyularak şöhret bulduğu ve bu görüşlere muhalefette bulunanın
bilinmediğidir." Fakat bu söylediğimiz durumda muhalifin bulunuşunun
bilinmemesi, muhalifin olmadığına delalet etmez. Netice olarak muhalifi
olduğunun bilinmediği görüşü icmâ", hatta sükûtî icmâ" olarak
da"î sayamayız.
İslâm Hukukunun mühim
kaynaklarından biri olan icmâ", hüküm delillerinden, sahih ve muteber bir
delildir. (Müetehidler bulunduğu takdirde) zamanımızda pek
fazla olan yeni
hadiselerin şer"î hükümlerini anlamak hususunda kendisinden istifade
etmek mümkindir. Ancak, (bütün) fakihler topluluğunun bilinmesi, meselelerin
kendilerine arzedilmesi, meseleler hakkındaki görüşlerinin öğrenilmesi temin
edilmeden, bu istifade mümkin değildir. Bizce bunun faydalı bir şekilde
tahakkuku sadece, tslâm alemindeki (ittifaklarının şer"î icmâ"
sayılabileceği) bütün fakihleri bir araya getiren bir "fıkıh
müessesesi" kurmak, müessesenin muayyen bir yeri bulunmak, çalışması için
lazım gelen para, kitab, kâübler v.s... gibi bütün her şeyinin temin edilmesi,
muayyen bir yönetmeliğe göre, muhtelif devreler halinde toplanarak, yeni husule
gelen meseleler ve hadiseler kendisine arzedilerek, bunları tedkik edip
şer"î nasslar, kaideler ve umumi esaslar ışığında hükümlerini verip, sonra
bu hükümler devre devre (zaman zaman) bülten yahut hususi kitablar şeklinde neşredilip,
ilim sahibi müslümanların hükümler hakkında görüşlerini açıklamaları için
bilgilerine takdim edilmekle olur. Zira herhangi bir sebeble bazı fakihler
fıkıh müesesesine katılamamış olabilir. Bu şahıslardan görüşlerini doğrudan
doğruya müesseseye, yahut her memleketteki temsilcisine göndermeleri taleb
olunur. Fıkıh müessesesinin görüşlerini daha iyi duyu/abilmek için radyodan (ve
hatta televizyonla, gazetelerden, mecmualardan) istifade edilmesinde bir beis
yoktur. Sonra müessese, kendi görüşlerini neşreder ve bunlara mukabil kendisine
gönderilen görüşleri inceler. Müessese mensûbları (âzâsı)mn görüşleri bir hüküm
üzerinde ittifak ettiğinde, bu hüküm icmâ"î hüküm olur. Bu icmâ",
Usulcülerin icmâ" dedikleri mefhûma yakın bir icmâ" olur ve mucibince
amel icabeder.
180) Kelime
olarak (Arabcada) kıyâs, bir şeyin mikdârını başka bir şeyle tesbît etmek
manasına kullanılır. Mesela (Arabcada) Arazîyi metre ile kıyâs ettim"
denilir. Yani arazînin metre ile mikdârını tesbît ettim demektir. Aynı zamanda,
her birinin diğerine göre mikdârını anlamak için bir şeyin başkasıyla
mukayesesine de kıyâs denir. Mesela her birinin diğerine nisbetle mikdârmın
anlaşılması için yapılan (ölçme işinde, Arabcada) "Bu iki kağıt arasında mukayese
yaptım" denilir. Fakat daha sonra kıyasın, müsâvî kılış hissî (maddî) veya
manevi olsun, iki şeyi birbirine müsâvî kılmak mânâsında kullanılması şöhret
bulmuştur. "Bu kağıdı şu kağıtla kıyasladım, yani bunu sununla müsâvî
kıldım manasmdaki bu ifade maddî (hissî) kıyaslama cümlesindcndir.
"Falancanın ilmi, falancanın ilmiyle kıyâs edilmez"; yani ikisi
birbirine müsâvî değildir manasmdaki bu ifade de manevi kıyaslama
cümlesindendir.
Usulcülerin
ıstılahında ise kıyas, "hükmün "illetinde müşterek oluşlarından dolayı,
hükmü hakkında şer"î nass bulunmayan mes'eleyi, hükmü hakkında şer"î
nass bulunan mes'eleyc ilhak etmek (ilk meselenin hükmünü ikinci meseleye
vermek)tir." Veya kıyas, "Her iki olayın hükmün "illetinde
müsâvî oluşları sebebiyle, hükmü hakkında bir şer"î nass bulunmayan olayı,
hükmü hakkında nass bulunan olaya, hakkında şer"î nass bulunan hükümde
müsâvî kılmaktır."[90]
Bunu şöyle
açıklayabiliriz: Bir hadisenin hükmünü sâri" (Şeriat Sahibi) açıkça
bildirmiş (ayet veya hadisle), müetehid de bu hükmün "illetini biliyor
olabilir. Sonra hükmü hakkında nass (ayet veya hadis) bulunmayan fakat hükmün
"illetinde birinci hadiseye müsavi bulunan ikinci bir hadise meydana
gelebilir. Müetehid bu ikinci hadiseyi birinci hadiseye ilhak ederek, ikisini hükümde
müsavi kılar (birinci hadisenin hükmünü ikinci hadiseye verir), işte bu ilhak
kıyastır. Usulcüler kıyası diğer muhtelif tabirlerle de ifade ederler. Mesela,
"iki hadiseyi hükümde müsavi kılmak", hükmün bir hadiseden diğer
hadiseye geçirilmesi (ta"diycsi)" gibi. tlhak, müsavi kılmak,
geçirmek tabirleri aynı manaya delalet etmektedirler. Bu mana, hakkında nass
bulunan hadisenin hükmünün, illette bu hadiseye müsavi olan hadiselere
geçirilmesi (ta"diyesi)dir. işte kıyas budur.
Kıyas, (mevcud
olmayan) bir hükmü var kılmaz. Fakat kendisine kıyas edilen (me-kîsun
"aleyh) de mevcud olduğu gibi, kıyas edilen (me-kîs) de de hükmün
"illeti mevcud bulunuşu sebebiyle, me-kîsun "aleyh hakkında sabit
oluşu zamanından itibaren me-kîs hakkında sabit olan hükmü açığa çıkarır. Ve
en son söylenebilecek şudur: me-kîsde hükmün belirmesi, müetehidin hükmün
"illetinin me-kîsde mevcut olduğunu açığa çıkarışına kadar gecikmiştir. O
halde kıyas, mevcut olmayan hükmü var kılıcı değil, (mevcud hükmü) ortaya
çıkarıcı (izhâr edici)dir. Müetehidin işi sadece hükmün "illetini anlamak,
me-kîs ve me-kîsun "aleyhin "illet ile hükümde müşterek olduklarını
açıklamaktan ibarettir. Böylece me-kîs ve me-kîsun "aleyhde ayni hüküm
ortaya çıkmış olur.
Kıyasın ıstılahı
tarifinden, rükünlerinin dört olduğunu anlamış bulunuyoruz:
Birincisi Asıl
(el'a-sl).- Aynı zamanda me-kîsun "aleyh olarak isimlendirilir. Hükmü
hakkında na-s-sın bulunduğu hâdisedir.
ikincisi Asim Hükmü.-
Nassın, asıl hakkında getirdiği şer"î hükümdür ve fer"a verilmesi
istenmektedir.
Üçüncüsü fer"
(elfer").- Aynı zamanda me-kîs olarak da isimlendirilir. Hükmü hakkında
na-s-s bulunmayan, kıyas yoluyla kendisine asim hükmünün verilmesi istenen
hadisedir.
Dördüncüsü illet
(cl"ılleh).- Asılda mevcud bulunan ve bu bulunuş sebebiyle asıldaki hükmün
(fer"a) verilmiş olduğu vasıftır. Bu vasfın fer'de de bulunuşu sebebiyle,
hükümde fer" asıl ile müsavi kılınmak istenmektedir.
Fer"in kıyas
yoluyla sabit olan hükmü, kıyas ameliyesinin neticesi vahut kıyas ameliyesinin
meyvesidir; kıyasın rükünlerinden değildir.
a) Şarabın
haram kılındığına dair nass vardır. Bu nass Yüce Allah'ın [(Ey iman edenler şarab, kumar, (tapmaya
mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır.
Onun için bun(lar)dan kaçının ki muradınıza eresiniz)][91]
sözüdür. Fakihlerden bir kısmına göre şarab, sadece üzümden yapılan ve
serhoşluk veren bir içecektir.[92]
Şarab, hükmü hakkında nassın bulunduğu asıldır. Hükmü, haram oluşudur. Arpa
suyu veya hurma nebî.zi[93],
hükmü hakkında nassın bulunmadığı, fakat (haramlık) hükmünün illetinin
kendisinde bulunduğu fer"dir. illet, serhoşluk vermektir. Her ikisi de
(asıl ve fer" de) illette müşterek oluşları sebebiyle, arpa suyu veya
hurma nebî.zi şaraba kıyas olunurlar ve şarabın hükmü olan haramlık onların da
hükmü olur.
b) Vârisin
müverrisini öldürmesi, hükmü hakkında nass bulunan asıldır. Hükmü, varisin
mirastan mahrumiyetidir. Nass ise ASSÜNebî Efendimizin [(-Müverrisini öldüren-
katil miras alamaz)] sözüdür. Hükmün illeti, zamanı gelmeden önce bir şey
hakkında acele etmek hususunda tecâvüzkârâne kasden (insan) Öldürmeyi vesile
edinmektir. Bu kötü kasıd katil aleyhine değerlendirilerek, acele ettiği şeyden
(mirasdan) mahrum bırakılarak cezalandırılır. Vasiyet edenin (mû-sînin) kendisi
lehine vasiyette bulunulmuş olan (mû-sâ leh) tarafından öldürülmesi, hükmü
hakkında nass bulunmayan bir olaydır. Fakat bu olayda, ilk olaydaki hükmün
illeti mevcuddur. Bu illet, suç işleyerek bir şey hakkında, daha vakti gelmeden
acele etmektir. Hükmün illetinde müşterekliklerinden dolayı, mûsâ lehin
mûsîsini öldürmesi olayı, varisin müverrisini öldürmesi olayına ilhak olunur;
ve birincisi ikincisine hükümde müsavi kılınarak mûsâ leh, kendisi için vasiyet
olunan maldan (mû-sâ bihden) mahrum bırakılır.
c) Hakkında yasaklayıcı nass bulunduğundan
insanın (din ve toprak) kardeşinin alım satımının üzerine alım satımda
bulunması yahut (din ve toprak) kardeşinin (mutabakat hasıl olmuş) nişanının
üzerine nişan yapması caiz değildir. Nass ASSÜ Allah Rasûlünün [(Mü'min mü'minin kardeşidir. Onun için
kardeşi bırakıp, vazgeçip terkedinceye kadar mü'minin, kardeşinin yaptığı
nişanın üzerine nişan yapması yahut kardeşinin yaptığı alım satım üzerine
kendisinin alım satımda bulunması helal değildir)] sözüdür. Hükmün illeti, bu
her iki davranıştaki, başkasının hakkına tecâvüz, başkasını sıkıntıya sokmak,
zarar vermek ve bunun neticesinde hasıl olan düşmanlık ve kindir. (Mü'minin)
kardeşinin bir başkasıyla bulunduğu kiralama mutabakatının üzerine (mü'min)
insanın kiralama ameliyesinde bulunması, hükmü hakkında nass bulunmayan bir
hadisedir. Hüküm illetinde müşterekliklerinden dolayı kiralama hadisesi ilk
hadiseye (yani alım satım veya nişanlamaya) kıyas edilerek, bu hükümde kiralama
ilk hadiseye müsavi kılınır. Hüküm de, haram ve yasak oluştur.
ç) Hükmü
hakkında nass mevcud olduğundan Cuma Namazı ezanının okunduğu vakitte alım
satım yasaktır. Nass Yüce Allah'ın [(Ey
iman edenler, Cuma günü namaz için çağrıldiğı(nız) zaman[94]
hemen Allah'ı zikretmeye[95]
gidin. Alış verişi bırakın)][96]
sözüdür. Hükmün illeti, alış verişteki namaza gitmeyi engelleyen ve namazın
kaçırılması ihtimalini taşıyan keyfiyettir. Bu illet, Cuma Namazı ezanı
vaktin-deki kiralama, rehin yahut nikah (ve diğer bunlara benzer) muamelelerde
de bulunduğundan, alış verişe kıyasla bu tasarrufların da hükmü, onların
yasaklanışları olur.
Bazı hususi şartlar
bulunmadıkça kıyas ameliyesi doğru olarak yapılamaz. Bu şartlardan bazıları
asılla ilgili, bazıları da diğer rükünlerle alakalıdır:
Aslın, başka bir aslın
fer"î olmaması şarttır. Yani asim hükmü nass veya iciıiâ" ile sabit
bulunmalıdır.
(Kıyasın
rükünlerinden) hususen "illetin şartları olmak üzere, diğer rükünlerin
şartları üzerinde biraz teferruatlıca durulmalıdır.
a) Kitabın
yahut Sünnetin nassı ile sabit, "amelî, şer"î bir hüküm olmalıdır. Fakat
icmâ" ile sabit olursa bazı Usulcülerc göre bu durumda kıyas sahih
(makbul, doğru) olmaz. Çünkü kıyas, hükmün illetini bilmek, illetin fer"de
bulunuşuna istinaden, fer"î aslın hükmünde asla müsavi kılmaktır. Bu,
hükmü icmâ" ile sabit meselede olamaz. Çünkü senedinin (delilinin)
zikredilmesi icmâ"da şart değildir. Sencd zikredilmeden hükmün illeti
bilinemez. Bu durumda kıyasın yapılması mümkin olamaz.
Diğer Usulcülere göre
ise hüküm icmâ"la bile sabit olsa, kıyasla hükmün fer"a geçiril(ip
sirayet ettirilmesi doğrudur. Çünkü hükmün illetinin anlaşılması için muhtelif
yollar vardır. Bunlardan biri de ileride açıklanacağı Üzere, asıl ile hüküm arasındaki
münasebettir. Bu bakımdan icmâ"ın senedinin zikredil memesinin bir zararı
yoktur; ve bu, illetin bilinmesine mani değildir, Tercihe değer olan bu
görüştür.
Fakat hüküm sadece
kıyas ile sabîtse, bunun asıl yerine koyulması, üzerine kıyasta bulunulması
sahih değildir. Bilakis, doğrudan doğruya hükmü hakkında nass bulunan asla
kıyas yapılması icabeder.
b) Hükmün,
aklın anlayabileceği bir "illete mebnî, akılla idrak edilebilir manada
olması. Çünkü kıyasın esası, hükmün illetini idrak edip, fer"da illetin
tahakkukunu anlamaktır. Böylece, ikisi de illette müşterek olduklarından aslın
hükmünün, fer"a geçiril(ip sirayet ettiril)mesi mümkin olur. Aklın, illeti
anlaması kabil olmazsa, kıyas imkansızdır, işte bunun için alimler, ibadetlerle
alakalı hükümlerde (ta"abbudî a.hkâmda) kıyas yoktur, demişlerdir.
Hükümlerin dayandığı bu illetlerin bilinmesini Allah sadece kendisine mahsus
kılmış ve hiçbir kimseye bu hükümlerin illetlerini anlama imkanı tanımamıştır.
Mesela namaz rekatlarının sayılan, erkek ve kadın zinâkâra yüz deynek, zina
iftirasında bulunana seksen deynek vurulması, haceda Kabe'nin etrafında dönüsün
(tevâfın), Safa ve Merve arasında gidip gelmenin muayyen sayılara bağlanması
ve benzerleri böyledir.
Fakat aslın hükmü
akılla anlaşılabilen manada ise yani aklın idrak edebildiği bir illete
dayanıyorsa, illet ve illetin fer'da tahakkuku anlaşılırsa kıyas sahihtir. Bu
durumda aslın hükmünün ibtidâen (ilk önce) meşru kılınmış demek olan
"azimet hükümlerinden bulunması ile istisnaî olarak meşru kılınmış demek
olan ru-h-sat hükümlerinden bulunması arasında fark yoktur. İçki içmenin haram
kılınışı, katil varisinin mirastan mahrum bırakıhşı birinciye ("azîmete)
misal, "ariyyeh satımı[97],
dînen yenilemeyecek ölü hayvanın ve diğer haram kılınan şeylerin zaruret halinde
yenilmesi ikinciye (ru-h-sata) misaldir.[98]
c) Hükmün,
fer"de tahakkuk etmesi mümkin olan bir illeti olmalıdır. Eğer illet sadece
asılda bulunabiliyor, aslın dışındaki bir meselede tahakkuku kabil değilse
kıyas mümkin değildir. Çünkü kıyas, asıl ve fer"in hükmün illetinde
müşterek oluşlarını lüzumlu kılar. Eğer hükmün illetinin asıldan başkasında
bulunması düşünülemez ise, illette de müştereklik düşünülemeyeceğinden kıyasa
imkan olamaz: Namazın sadece yolculukta kasredil(ip, dört rckatlı farz namazlarının
iki rekat kılın)ması ve oruç tutmamanın mubah kılınması gibi. Bu iki halde de
illet yolculuktur. Maksad meşakkatin bertaraf edilmesidir. Fakat bu yolculuk
illeti, yolcudan başkasında tahakkuk etmez. Onun içindir ki ağır iş ve
bitkinlik verecek derecede yorucu meslek sahibleri yolcuya kıyas olunamazlar.
ç) Aslın
hükmü, asla mahsus olmamalıdır. Zira bu hal hükmün fer"a geçiril(ip
sirayet etliril)mcsine manidir. Eğer bu geçirilme mümkin olmazsa kat'iyyctle
kıyas da mümkin değildir. Çünkü bu durumda kıyas, hükmün asla mahsus olduğunu
gösteren delile muhaliftir. Delile muhalif kıyas ise batıldır. ASSÜ Allah
Rasulünc "dörtten ziyade hanımı nikahlaması"mn mubah kılınması,
"kendisinden sonra hanımlarının başkası tarafından nikahlanmasının haram
kılınışı" bu cümledendir. Bu mubah kılma ve haram kılışta Rasulullaha
başkası kıyas olunamaz. Keza Sahabeden -Huzeymetu bnu .sabitin tek başına
olduğunda şâhidliğinin (bir ikinci şahid bulunmaksızın) kabul edilmesinin
kendisine mahsus hüküm oluşu da ASSÜ Ncbî Efendimizin sözüyle sabittir.
Efendimiz . [(Huzcyme kim lehine şâhidlik etmişse, bu ona kâfidir)]
buyurmuştur. İslam Milleti ferdlcrinden fazilet ve takvada derecesi ne olursa
olsun hiçbir ferdin Huzcyme Efendimize kıyas edilmesi sahih değildir.
a) Hükmü
hakkında nass bulunmamalıdır. Çünkü meselede nass yoksa kıyasa müracaat olunur.
"Hakkında nass bulunan hususda ietihad olamaz" kaidesi, Usulcüler
nezdinde yerleşmiş bir esastır. Eğer nass varsa, kıyasın manası yoktur. Buna
göre (Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse, mü'min bir köleyi azâd etmesi
lazımdır)][99] ayetinde mevcud
"yanlışlıkla öldürme keffâretine" kıyasla, "yemîn kcffârcıinde
mü'min olmayan bir kölenin azâd edilmesi kifayetsizdir" görüşü kabul
edilemez. Bu kıyas, yemin keffâreti meselesinde mevcud olan nassa muhalif
bulunduğundan sahih olmayan bir kıyastır. Nass, Yüce Allah'ın [(Allah sizi
yeminlerinizdcki Iağvdan dolayı mesul tutmaz. Fakat kalblerinizin azmettiği
yeminler yüzünden mükellef tutar. Bunun da keffâreti, ailenize yedirmekte
olduğunuzun orta (derece)sından on yoksulu doyurmak ya onları giydirmek yahut
bir kul azâd etmektir...)][100]
sözüdür. Bu nass da mutlaktır; iman vasfı ile kayıtlı değildir. Onun için
halâcn öldürme keffâretine kıyasla kulun iman vasfıyla kayıtlanması caiz olmaz.
b) Aslın
illeti fer"da mevcud olmalıdır. Çünkü hükmün fcr"a geçip sirayeti
(te"addîsi) illetin geçip sirayetidir. Ondan dolayı, asılda hükmün
dayandığı illetin aynının fer"da bulunması şarttır. Zira fer" illette
asıla müsavi olmazsa, hükümde asla müsavi kılınması imkansız olur. Çünkü bu
müsavilik yani hükmün asıldan fer"a geçmesi, illet hususunda ikisi
arasındaki benzerlik (mümâ.seleh) esasına dayanır. Bu mümkin olmazsa, hükümde
müsavilik de mümkin olmaz.
Bu şartın kendisinde
bulunmadığı kıyasa "-kıyâsun ma"a Ifâri-k" (isabetsiz, yanlış,
eksik kıyas) denir. Kendisi hakkında ortaklar arasında şuf'ah hakkı bulunan
"a-kâr (gayrı
menkûl) in taksimi meselesi -kıyâsun ma"a lfârı-k nev'inden bir kıyasa
misal olabilir. Şöyle ki: Bu gayrı menkûl, ortaklar arasında, ortakların hisse
mikdârları dikkate alınmadan, sayılarına göre mi bölünmcli, yoksa hisselerine
göre mi bölünmelidir? Hanefîlerc göre, ortakların hisselerinin ınikdârına
bakılmaksızın, sayılarına göre bölünür. Diğer fukahaya göre ortaklar arasında
paylarına göre bölünür. Hanefî olmayan bu fakihler, kıyas ile delil getirerek
şu mütalaayı ileri sürmektedirler: Şuf'ah yoluyla alınan mal, ortak malın
hasılatına benzemektedir. Madem ki böyle bir müşterek malda hasılat, fakihlerce
hiç ihtilafsız olarak ortaklar arasında hisseleri nisbelinde taksim
olunmaktadır, o halde buna, şuf'ah yoluyla ortakların gayrı menkûlü mülk
edinmeleri kıyas edilerek, ortaklık mülkiyetindeki hisseleri nisbetinde gayrı
menkûl aralarında taksim olunur. Hanefîler bu görüşü şöyle reddediyorlar: Bu,
-kıyâsun ma"a lfârı-ktır. Çünkü mâlik olunulan şeyden doğan hâsılatta, her
ortağın mülkü olan hissesinden doğan mikdâr kadar hakkı vardır. Halbuki şuf'ah
ile alınmış şey, ortakların mülklerinden doğmamıştır. Çünkü başkasının mülkünün,
bir insana âid hâsılat olması mümkin değildir.
İllet kıyasın esası,
ana dayanağı ve en ehemmiyetli rüknüdür. Bilinmesine ve fer"daki
varlığının tahakkuk etmesine dayanılarak kıyas yapılabilir; ve kıyasın neticesi
alınabilir. Böylece hakkında nass bulunan hükmün, sadece o mesele hususunda
varid olmadığı, kendilerinde hükmün illetinin tahakkuk ettiği bütün hadiselerin
hükmü olduğu, müetehidce anlaşılır. İşte bütün bu scbcbîcrdcn ve illetin
ehemmiyetinden dolayı, (mevzuya) "illetten maksadın ne olduğunu yani
illetin ıstılahı manâsını, "illet ile hikmet olarak isimlendirilen şey
arasındaki farkın ne olduğunu açıklayan bir giriş yapmak lüzumludur. Bu
girişten sonra da illetin şartlarını izah edebiliriz.
187)
Cumhurdan tedkîk ve tahkik ehli arasında yerleşmiş olan kanaate göre şer"î
hükümler, meşru kılınmalarına âmil olan scbcblcrİ ve gerçekleşmeleri istenmiş
mak-sadlari bulunmayan boş ve manasız şeyler değil, bilakis kısa ve u/.un
vadede ("âcil ve âcilde)ki kulların maslahatı (yarar celbi ve zarar defi)
için meşru kılınmışlardır. Kasdedilen bu maslahat ya kullar için menfaatlerin
temini veya kullardan zarar görmelerini, mefsedetleri ve sıkıntılı durumları
uzaklaştırıp bertaraf etmekten ibarettir. Buna göre, her iki şekliyle maslahat
emir, yasak yahut mubah kılış hâlindeki hukuk sistemine varlık veren aslî
âmildir. Nasslar üzerinde yapılan istikra', ibadetler veya muameleler olsun,
şcri"atin (İslam Hukukunun) hükümleri bunu göstermektedir. Mesela Kur'an
ekseriyetle hükmü ile birlikte, bu hükmü teşri" kılmasına âmil teşkil
etmiş bulunan bir ma-sla.halın temini yahut bir zararın bertaraf edilmesi
Şeklindeki hikmeti bir arada zikretmiştir. Bu cümleden olarak 1) [(Ey sâlİm akıl sahihleri, kısasda
sizin için (umumi) bir hayat vartdır)][101],2) [(Sİz de onlara (düşmanlara) karşı
gücünüzün yettiği kadar kuvvet (harbde kuvvetli olmaya yarayan her şey) ve
(cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla (bu hazırlanma ile)
Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınız (olanlar)ı kor-kulasınız)][102], 3) [(Ey iman edenler içki, kumar,
(tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer
murdardır. Onun için bun(lar)dan kaçının ki muradınıza eresiniz. Şeytan içkide
ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve
namazdan alıkoymak ister. Artık siz (hepiniz) vaz geçtiniz değil mi?)][103],4) [( Şimdi madem ki Zeyd o kadından alakasını
kesti (boşamak ve kadının da
"ıddeti tamamlanmakla), biz onu sana zevce yaptık. Tâ ki oğullarının
(cvladhklanmn) kendilerinden alakalarını kestikleri zevcclcr(inİ almakta)
mü'minler üzerine günah olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir)][104]
ayetleri zikredilebilir. Birinci âyet kısasın meşru kılmmasmdaki maksadın,
hayatın korunması olduğunu ifade ediyor, tkinci ayet, kuvvet hazırlamaktan
maksadın, düşmanın tecavüzüne mani olmak için düşmanı korkulmak olduğunu beyan
etmektedir. Üçüncü ayet içki ve kumarın haram kılmmasmdaki sebebin, düşmanlık,
kin v.s. gibi düşkünlük ve adîliklerin meydana gelmesi olduğunu açıklamaktadır.
Dördüncü ayet ise (evladlığımn boşadığı zevcesiyle Nebî Efendimizin
evlenmesinin Allah tarafından emrcdİlmesİndeki) gayenin, müslümanlarm
cvladhklarının zcvcelcriyle evlenmekte sıkıntı duymamaları olduğunu
göstermektedir. Hacc hakkındaki [(Tâ ki kendilerine aid (dünyevi ve uhrevi)
menfaatlere şahid (ve hazır) olsunlar)][105] ve
namazın farz kılınması hakkındaki [(Çünkü namaz edebsizlikten, akıl ve şeriale
uymayan her şeyden alıkor...)][106]
ayetleri de bu kabildendir. Neseblerin korunma maslahatı için, zinakar erkek ve
zinâkâr kadının deyneklenmesinin, malların korunması için hırsızın elinin kesilmesinin
meşru kılınması da böyledir.
Sünnet de bu yolu
takib etmiş ve ekseri hadiselerde, hükmün meşru kılınmasına delalet eden maksad
sarahaten açıklanmıştır. Mesela ASSÜ Allah Rasulünün [(Ey gençler topluluğu,
evlilik yüküne tahammül edebilecekleriniz evlensin. Çünkü (harama bakmaktan)
gözü en fazla alıkoyan ve cinsî münasebet uzvunu en iyi şekilde koruyan,
evliliktir)], [(Müslümanlara namaz kıldıran, namazı uzatmasın. Çünkü içlerinde
hasta, zayıf ve işi bulunanlar vardır)] hadisleri bu cümledendir.. Böylece
görülüyor ki hükümlerin meşru kılınmasından maksad, kulların maslahatlarını
gerçekleştirmektir. Hükmün hikmeti veya me'neti (cevheri ve candaman) diye
adlandırılan işle bu maslahattır. Şu halde hükmün hikmeti, "Şeriat
Sahibinin hükmü meşru kılarak gerçekleşmesini istediği maslahatın temini yahut
zararın bertaraf edilmesi maslahatıdır."
Ancak dikkat edilecek
olursa şeri"at ekseriyetle, mevcudluk ve mevcud olmamak hususunda hüküm
ile hikmetini birbirine bağlamamakla (yani hükmün hikmeti mevcud ise hüküm
vardır; hikmeti yok ise hüküm de yoktur şeklinde, hikmetle hüküm arasında bir
bağlantı kurmamakta) fakat hükmü öyle bir şeye bağlayıp ona istinad
ettirmektedir ki, bu bağlayış ve istinad clliriş, hükmün hikmetini, yani
hükümden kasdedilen maslahatı gerçekleştirmektedir: Ramazanda oruç tutmamanın
mubah kılınması gibi. Burada hüküm, hikmeti olan meşakkatin bertaraf edilmesine
bağlanmamış, başka bir şeye, yolculuk yahut hastalığa bağlanmıştır. Çünkü bu
bağlayışla hükmün hikmeti tahakkuk etmektedir. Bu şekilde davranılmış olmanın
sebebi, bazen mevcudiyetinden emin olmamızın imkansızlığı derecesinde hikmetin
gizliliğidir. Bu durumda hüküm hikmete istinad ettirilmez: Alış veriş ve diğer
karşılık mukabilinde icra edilen muamelelerde olduğu gibi. Bu muamelelerin
mubah kılımnasındaki hikmet, meşru ihtiyaçlarına cevab vererek insanların
sıkıntılarını bertaraf etmektir. İhtiyaç, gizli bir durumdur. Bunun için
Şeriat Sahibi hükmü, ihtiyacı görmenin ma-zınneti (umumen ihtiyacın görülüp,
ihtiyaca cevab verildiği zannedilen mahal) olan, başka açık (-zahir) bir
duruma, îcâb ve kabule bağlamıştır. Bazen hikmet ma-dbü-t (değişmezlik vasfını
hâiz) bir durum olmayabilir. Yani insanlara göre ve insanların takdirlerine
göre değişebilir. Bu durumda hikmete hüküm istinad ettirilmez. Çünkü bu
yapılırsa, hükümlerde ahenksizlik ve kargaşa meydana geleceğinden,
değişmezlik, umumiyet ve yerli yerine olurmuş bir mükellefiyet durumu
bulunmayacağından, (dînî) hükümleri çiğnemek için iddialar çoğalacaktır. Mesela
Ramazanda oruç tutmamanın mubah kılınmasının hikmeti, meşakkati bertaraf etmektir.
Meşakkat ise ma-dbû-ı (değişmez ölçüsü olan, değişmezlik arzeden) bir durum
değil, takdîri (şahısların takdirine göre değişebilen) bir hal olduğundan,
Şeriat Sahibi bu (mubah kılma) hükmünü, ma-dbû-t bir durum olan yolculuk yahut
hastalığa bağlamıştır. Çünkü yolculuk ve hastalıktan her birisi (mubah kılma)
hükmünün hikmetini gerçekleştirmenin ma-zınnetidir. Zararın bertaraf edilmesi
için şuf'ahm meşru kılınması da böyledir. Zarar ma-dbû-t değildir. Onun için
hüküm şirket (ortaklık) veya komşuluğa bağlanmıştır. Çünkü ortak veya komşuya,
müşteriden zarar gelebilir. Böylece zararın bertaraf edilmesinin -ki Şeriat Sahibinin
maksadı budur,- ma-zınncti olan bu İki duruma (ortaklık ve komşuluğa) hüküm
bağlamıştır.
işte hikmetin
gizliliği yahut ma-dbû-t olmaması sebebiyle ekseriya hükümler ona bağlanmayıp,
açık ve ma-dbû-t olan, hükmün hikmetinin gerçekleştirilmesinin ma-zmneti
bulunan bir (başka) duruma bağlanmışlardır. Bu açık (-zahir) ve ma-d-bû-t
durum, Usulcülerin hükmün "illeti yahut hükmün menâ-tı (hükmün bağlandığı
yer, hükme müessir âmil) veya hükmün ma-zmneti diye adlandırdıkları şeydir.
188) Bu
izahtan, hükmün illeti ile hükmün hikmeti arasındaki farkı anlamış oluyoruz.
Şöyle ki: Hikmet, Şeriat Sahibinin hükmü meşru kılarak gerçekleştirmeyi
kasdettiği maslahattır, illet ise, Şeriat Sahibinin hükmü istinad ettirdiği,
varlığına hükmün varlığını, yokluğuna hükmün yokluğunu bağladığı, -zahir ve
ma-dbû-t vasıftır. Zira bu vasıf, hükmün meşru kılınmasıyla kasdedilen
maslahatın gerçekleşmesinin ma-zmnetidir. İşte bundan dolayıdır ki Usulcüler
"hükümler hikmetlerine değil, illetlerine bağlıdırlar" derler. Yani,
bazen hikmeti bulunmazsa, illeti ne zaman var ise hüküm vardır. Bazen hikmeti
bulunsa bile, illeti ne zaman yok ise, hüküm de yoktur. Zira hükmün illete
bağlanması, hikmetin tahakkukunun ma-zınnetidir; hikmet ekseriyetle tahakkuk
eder. Hikmetin mevcud olmayışı pek nadirdir. Muteber olan ise nadiren değil,
gâliben (ekseriya) vuku bulandır. Mesela talebenin imtihanda geçme notunu
alması, derslerini bildiği, kavradığı ve bulunduğu tahsil merhalesini bitirmeye
ehliyeti bulunduğu hususunda ma-zınnetlir.
Aynı zamanda hükümlerin
illetlere bağlanması, teklifin (mükellef kılışın) yerli yerine oturması,
hükümlerin ölçüye bağlanıp, ı-t-tırâd arzetmeleri (her yer ve her zamanda aynı
manayı ifade etmeleri), şerî"atin umumi emirlerinin istikrar ve açıklık
içinde bulunmasına âmildir. Bazı cüzi hususlarda ve bazen de hadiselerde
hikmetin olmaması, yukarıdaki büyük değer ifade eden fayda ölçülerine müessir
değildir.
Buna göre, meşakkatle
karşılaşmasa bile müslüman ne zaman yolcu olursa oruç tutmayabilir. Kim de
yolcu (ve hasta) değilse, işinde meşakkat olsa bile bu insanın (Ramazanda) oruç
tutmama hakkı yoktur. Müslüman bir "a-kâra ortaksa, ortağı kendi hakkını
(payını) bir başkasına sattığında, bu (satılan) hakkı satın alan müşterinin
(hakkını satmayan ortağı) zararı olmasa bile, (hakkını satmayan ortak)
müslümanın o (satılan) hisseyi bu müşteriden şuf'ah hakkı ile cebren satın alıp
mülk edinme hakkı vardır. Çünkü şuf'ah hakkı ortaklığa veya komşuluğa
bağlanmış, fiilî zarara rabtcd ilmem iştir. Kim ortak veya komşu değilse,
müşteriden çok büyük zarar görse dahi -şuf'ah hakkıyla,- müşterinin aldığı
gayrı menkûlü satın alıp, mülkiyetine geçiremez. Keza tarafların ihtiyacı
bulunmasa bile illet olan icab ve kabul hasıl olursa satılan malın mülkiyeti
müşteriye, paranın mülkiyeti de satıcıya İntikâl eder. Bazı fakihlerin,
mükrehin (zorlananın) karısını boşaması veya alış verişi olmaz, görüşünde
oluşları söylediklerimizi hükümsüz kılmaz. Çünkü illet, hikmetin ma-zınneti
olması itibariyle hükmün menâ-tı kabul edilmiştir. İllette bu ma-zmnetin bulunmadığına
dair kal'î delil varsa illet, hikmetin ma-zınneti olmadığından hükmün de
mcnâ-tı olma vasfını kaybetmiştir. Ikrâh (zorlama) bazı fakihler nazannda
illette bu mananın (illetin hikmetin ma-zmneti olması manasının) bulunmadığına
dair kat'î bir delil olduğundan illet, illet sayılmamakta ve dolayısiyle hüküm
var olmamaktadır.
189) İlletin
manasını açıklayıp, hikmetle arasındaki farkı beyan ettikten sonra, şimdi de
illetin şartlarını ele alalım:
Birincisi.- İlletin
Açık (-zahir) Bir Vasıf Olması Lâzımdır.
Vasfın açık olması
demek, asılda ve fer"de bulunuşunun tahakkuk imkânıdır. Çünkü illet hükmün
alâmeti ve mevcudiyetinin işaretidir. Yani, fer"de illetin bulunmasıyla
asim hükmü, fer"in hükmü olur. illet hislerle an lası lam ayacak kadar
giz-liyse, hükmü göstermesi kabil değildir. Şu halde içkideki serhoş edicilik
gibi, illetin açık olması, gizli olmaması şarttır. Serhoş edicilik, içkide
olduğu gibi her türlü ser-hoş edici (madde ve) mâîde bulunuşunun tahakkuku
mümkin olan bir vasıftır. Bundan dolayı, illet gizli bir vasıfsa, Şeriat
Sahibi onun yerine onun ma-zmneti olan ve ona delalet eden açık bir vasıf
koyar: Tarafların birbirlerine karşılıklı bedel vererek icra ettikleri
muamelelerdeki karşılıklı rızâ gibi. Bu karşılıklı rıza, mülkiyetin intikalinin
esası ve illetidir. Rıza ise kalble alakalı, manevi, gizli bir durumdur; ve
(hislerimizle) anlaşılmasına imkan bulunmadığından illet olamaz. Bunun için
Şeriat Sahibi onun yerine açık bir durumu, akdin -sığasını koymuştur.
Keza tecâvüzkârâne
kasden (insan) öldürme fiili, kısasın illetidir. Fakat kasıdlı olmak,
öldürenden başkasınca bilinemeyen manevi (kalbî) bir durumdur. Bunun için
Şeriat Sahibi onun yerine, onunla birlikte bulunan, ona delalet eden, açık bir
şeyi ikame etmiş (koymuş)tir. Bu açık (-zahir) şey kılıç, tabanca, tüfek gibi,
öldürme işinde kullanılan, katilin isti'mâl ettiği âlettir.
Keza cinsî münasebette
bulunarak karısının rahmine kocanın nu-tfe (menî)sinin gidişi, (karısından
doğan çocukları hakkında) nesebin sabit olmasının illetidir. Fakat bu durum,
gizli bir keyfiyettir; muttali olunmasına ve kendisinden emin olunmasına imkan
yoktur. Bu bakımdan Şeriat Sahibi onun yerine ona delalet eden, açık bir şeyi,
sahih (makbul) nikah akdini ikame etmiştir.
İkincisi.- illet
ma-dbû-t Bir Vasıf Olmalıdır.
Yani vasıf mahdûd
olmalı; sınırlı, muayyen bir hakikate sahib olup, şahıs ve durumların
değişmesiyle değişiklik göstermemelidir yahut ehemmiyetsiz bir değişiklik
göstermelidir: (Vâris durumundaki) katilin mirastan mahrum bırakılmasında
(murisini) öldürmesi gibi. Öldürmenin, katilin ve mağdurun değişmesiyle
değişiklik arzetmeyen, mahdûd, muayyen bir hakikati vardır. Bu bakımdan varis
olan katile, mû-sâ leh olan katil kıyas edilebilir.
Serhoş edicilik,
şarabın haramhğimn illetidir ve mahdûd, muayyen bir hakikati vardır. Bu
hakikat, akla arız olan bozukluktur. Bu hakikat şarabın kendisi hakkında
sabittir (şarabın kendisinde bu vasıf mevcuddur). Binaenaleyh herhangi bir
sebebden dolayı şarabı içen kimsenin serhoş olmaması hiç de ehemmiyetli
değildir. Bu serhoş etme vasfının her serhoşluk veren mâîde (veya başka mâî
olmayan maddelerde) bulunduğunu anlamak mümkindir. Serhoşluk veren içkilerin,
kimisinin fazla serhoş yaptığı, kimisinin az serhoş yaptığı (yani ayni
mikdardaki bazı içkilerin az, bazılarının da çok serhoşluk verdiği) şeklindeki
farklılığın hiç ehemmiyeti yoktur. Zira bu küçük bir farktır ve serhoş edicilik
vasfının mevcudiyetine, onun hakikatine ve mahiyetine müessir değildir. Bundan
dolayı da değeri yoktur.
Bu şartın illette
aranmasındaki sebcb şudur: Kıyasın esası, fcr"in a-sla, hükmün illetinde
eşitliği ve bu eşitliğin neticesi olarak da aynı hükümde eşitliktir. İllet sınırlı
olmazsa, fcr"in a-sla illette eşitliği hükmü verilemez. Bunun için vasıf
ma-d-bu-t değilse Şeriat Sahibinin, onun yerine, onun ma-zınneti olan bir
ma-dbû-L durum
ikâme ettiğini
görüyoruz: Ramazanda oruç tutmamanın mubahlığının illeti olan meşakkat gibi!
Meşakkatin ma-dbû-t olmaması (değişmez, muayyen bir ölçüsünün olmaması)
yüzünden Şeriat Sahibi onun yerine, ma-d-bû-t olan, meşakkatin ma-zmneti bir
durumu yani yolculuğu veya hastalığı ikame etmiştir. Yüce AHâh bu hu-susda [(—
Artık sizden kim (o günlerde) hasta yahut sefer (yol) üzerinde olur (ve orucunu
yemiş bulunur)sa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde -tutar-)][107]
buyuruyor. Üçüncüsü.- İllet, Hükme Münâsib Bir Vasıf Olmalıdır
Vasfın hükme
münâsibüğinin manası, hükme mülâyimliği (ve uygunluğu)dir. Yani hükmün vasfa
bağlanması, hükmün hikmetinin tahakkuk ma-zınnetidir. Diğer bir tabirle, hükmü
meşru kılarak Şeriat Sahibinin kasdetliği maslahat, hükmün bu vasfa
bağlanmasıyla gerçekleşmekledir. Mesela, tecâvüzkârâne olarak kasidlı insan
öldürmek, kendisine kısasın bağlanması için münasib ve mülayim bir vasıftır.
Yahut maktul, katilin murisiyse mirastan mahrumiyetin bu nevî öldürmeye
bağlanışı için öldürme münâsib bir vasıftır. Zira bu bağlanış, hükmün meşru
kılmmasındaki hikmeti gerçekleştirme hususiyeti taşımaktadır. Buradaki hikmet
ise, insanları tecâvüzden alıkoymak ve insanları öldürülmekten korumaktır.
Serhoş edicilik,
içkinin haram kılınması için münâsib bir vasıftır. Çünkü hükmün bu vasfa
istinad etmesiyle akıllar bozulmaktan korunmuş oluyor.
Hırsızlık, kadın ve
erkek hırsızın ellerinin kesilmesinin farz kılınması için münâsib bir vasıftır.
Çünkü elin kesilmesinin hırsızlığa bağlanmasında, insanların mallarının korunma
hususiyeti mevcuddur.
Ramazanda yolculuk,
oruç tutmamanın mubahlığı hükmü için münâsib bir vasıftır. Çünkü bu bağlayışla
hükmün hikmeti yani meşakkatin bertaraf edilmesi, ekseriya tahakkuk etmektedir.
Şu halde hükmün meşru
kılınmasının hakiki âmili, hükmün illetinin gerçekleşmesidir. Eğer bu hikmet
bütün hükümlerde -zahir ve ma-dbû-t olsaydı, illet o olacaktı. Fakat açık
olmayışı veya ma-dbû-t bulunmayışı sebebiyle, onun gerçekleşmesinin ma-zmneti
olan açık, münâsib ve ma-dbû-t vasıflar onun yerine ikame edilmiştir.
Bu şarta göre, hüküm
ile kendileri arasında münâsebet ve mülâyimlik bulunmayan vasıfların illet
olarak gösterilmesi sahih değildir. Böyle olan vasıflar haricî veya değersiz
yani -tar-dıyyeh ve idîfâ-kıyyeh vasıflardır: Mesela içkinin rengi, akıcılığı
ve tadı gibi. Bu vasıflarda^ hiçbirisi içkinin haram kılınması için münâsib bir
vasıf olamaz.
Keza hırsızın zengin,
mevkî sahibi veya köylü olması, malı çalınanın da fakih veya işçi olması gibi
vasıflar, kadın ve erkek hırsızın ellerinin kesilmesi hükmü için münâsib bir
vasıf değillerdir.
Keza tecâvüzkârâne
kasden insan öldüren katilin; adam, kadın, Iraklı, münevver, cahil olması
vasıfları kısasın icabettiği hükmüne veya maktul katilin murisiyse, mirastan
mahrumiyeti hükmüne münâsib bir vasıf olamazlar.
Dördüncüsü.- İlletin
Sirâyetli (müte"addî) Bir Vasıf Olması Lâzımdır
Yani bu vasıf a-sla
münhasır kalmamalıdır. Çünkü kıyasın esası, fer"in asla, hükmün illetinde
iştirak etmesidir. Çünkü ancak bu müştereklik veya eşitlikle aslın hükmünün
fer"a sirayeti (geçmesi) mümkindir. Asıl, sadece kendisine münhasır bir
illete sahib ise bu illet, asıldan başka yerde bulunmuyor ise, fer"de
illet bulunmadığından dolayı kıyas mümkin değildir: Yolcu ve hastanın
(Ramazanda) oruç tutmamalarının mubahlığı hususunda yolculuğun veya hastalığın
illet olduğu gibi. Bu illet sadece yolcu veya hastada bulunur. Şu halde
buradaki illet yolcu ile hastaya mahsustur; ikisinden başkasına sirayet etmez.
Mesela maden ocağındaki işçi ve denizdeki gemi tayfası, işlerinde büyük
meşakkatlerle karşılaşsalar da buradaki illet onlara geçmez. Oysa serhoş
edicilik böyle değildir, içkinin haramlığının illeti olan bu vasıf, serhoşluk
veren bütün sulu (veya sulu olmayan) maddelerde mevcuddur; sadece a-sla
münhasır bir vasıf değildir.
Beşincisi.- illet,
Şeriat Sahibinin, Muteberliğini llgâ Etmediği Vasıflardan Olmalıdır
Yani bu vasfın ilga
edildiği ve itibarının kaldırıldığına dair bir şer"î delil
olma-malıdu". İlk önce müetehide bir muayyen vasıf, muayyen bir hükme
münâsibmiş gibi gelebilir. Fakat hakikatte bu vasıf, nassa ters düşen ve
şer"î delile muhalif bulunan bir vasıf olduğundan, muteber değildir ve
hükme münasib düşemez. Zira delile muhalif olan, kat'î olarak batıldır.
Mesela bu cümleden
olarak, Ramazan gününde cinsî münasebette bulunarak o-rucunu bozan ve köle azâd
etmeye gücü yeten insana nisbetle keffâretin, önce altmış gün oruç tutmak
olduğunu müetehid düşünebilir. Keffâretin hikmeti olan alıkoymak ve manî olmayı
gerçekleştirme babında bu düşüncesinin yerinde bir kanaat olduğu fikrini
taşıyabilir. Fakat bu görüş kat'iyyetle hatadır. Bunun neticesi olarak da,
şahıs orucunu bozmuş ise, bu şahsın köle azadına muktedir olması, (keffâret
olarak) önce oruç tutmasının icabetmesine münâsib bir vasıf olamaz. Çünkü bu
görüş, şerî"atte mevcud nassa ters düşmektedir. Bu nassda keffâretin
tertibi vardır: Önce köle azad etmek zikredilmiş, sonra azada gücü yetmeyen
için altmış gün oruç tutmak kaydedilmiş, sonra oruca gücü yetmeyen için de altmış
yoksulu doyurması istenmiştir, işte bu esasa göre fakihler, köle azad etmeye
iktidarı olduğundan ve bu keffâretin kendisi için bir manî oluş ve vaz geçiriş
ifade etmeyeceğinden dolayı, devrin Endülüs halîfelerinden birine, karısıyla
cinsî münâsebette bulunup orucunu bozmasına karşılık keffâret mükellefiyetinin
altmış gün oruç tutmak olduğu tarzında fetvâ veren Endülüs Kadısını hatalı
bulmuşlardır.
Keza, kız ve erkeğin,
şahsın çocukları oluşunda müştereklikleri var diye, bu müşterekliği mirasta
aralarında eşitlik temin etme hükmüne münasib bir vasıf olarak muteber saymak
kat'î olarak hatadır. Zira düşünülen bu hükme, bu vasfın münâsibliğini Şeriat
Sahibi Allah .... [(Allah size (miras hükümlerini şöylece) emreder: Evladlannız
hakkında (ki hüküm) erkeğe, iki dişinin payı mikdândır... (Bu hükümler ve
hisseler) Allah'tan birer ferîzadır)][108]
sözüyle ilga etmiş, itibarını ibtâl eylemiştir.
Keza bazı insanlar,
nikah akdinde kadın ve erkeğin müşterekliklerinin bulunuşu, boşama hakkında da
müşterekliklerinin bulunmasının icabetmesine münasib bir vasıftır, görüşünü
ileri sürseler, bu görüş hükümsüz (batıl) dür. Çünkü şer"î deliller,
(nikah akdinde kadın kendisi için şart koşmazsa) boşamanın kadının elinde
değil, erkeğin elinde bulunduğuna, kadının nikah akdinde kendisi için de
boşanma hakkının bulunmasını şart koşması halinde onun da boşanma hakkının
bulunacağına delalet etmektedir. Bu da, görüş sahibinin vehmettiği nikah
akdinde erkek ve kadının eşitliği vasfının, boşanma hakkında her ikisinin
eşitliği hükmüne münasibliğini, Şeriat Sahibinin ilga ettiğini göstermektedir.
illetin şanlarından
birinin, hükme münasib bir vasıf olmasıdır, demiştik. Yani (illet) hükmün meşru
kılmışından kasdedilen gayenin tahakkukunun ve hükmün hikmetinin
gerçekleşmesinin ma-zınneti olmalıdır. Bu münâsebet, şahısların keyifleri, hevâ
ve heveslerine, insana cazib ve hoş gelen durumlara bırakılmamış, bilakis bu
münasebet değişmez ve sarsılmaz ölçülere bağlanmıştır. Bunun için Şeriat
Sahibinin kabul ettiği muteberlik nevilerinden biri olmadıkça bu münasebet
sabit olmaz. İşte bu sebeblen dolayı Usulcüler, Şeriat Sahibinin münasib vasfı,
muteber sayıp, ilga etmesi bakımından aşağıdaki kısımlara ayırmışlardır:
Bu vasıf, hükmün
kendisi için Şeriat Sahibinin, kendisini illet saydığını göstermiş olduğu
vasıftır. Yani bu vasfa binaen meşru kıldığı hüküm için bu vasfı illet olarak
itibar etmiştir. Vasfın en mükemmel itibar şekli budur. Bu vasıf, müessir olan
münasib vasıf şeklinde isimlendirilmiştir. Çünkü Şeriat Sahibi onu böyle tam
bir şekilde muteber saymakla sanki hükmün bu vasıftan çıktığını yahut hükmün bu
vasfın neticelerinden biri olduğunu göstermiş olmaktadır. Münasib vasfın en üstün
nev'i budur. Kıyası kabul edenler arasında bu vasfa kıyasta bulunmanın sıhhati
hakkında ihtilaf yoktur.
Şimdi bir misal
verelim: Yüce Allah [(Sana kadınların ay halini (hayizlarını) sorarlar. De ki:
O bir ezadır. Onun için hayız zamanında kadınlarınızla cinsî münasebet)ten
ayrılın..)] buyuruyor. Hayız zamanlarında kadınlarla cinsi münasebetten uzak
duruşun icabet-tiği bu nass ile sabittir. Hayızm neticesi olan eziyetin hükmün
illeti bulunduğu mevzuunda da bu nassm sığası (ifade tarzı) sarihtir. Eziyet
müessir bir vasıftır.
Diğer bir misal ASSÜ
Allah Rasulünün [(Size sadece, (Medine'ye) gelen insanlar için yasaklamıştım)]
sözüdür. Yani size kurban etlerini (ileride yemek için, kavurarak, kurutarak
v.s. tarzlarla) saklamanızı Medine'ye gelen ve yemeye ihtiyacı olan
bedevilerden dolayı yasaklamıştım. Bu nass, saklama yasağının illetinin,
(Medine'ye muhtaç halde) gelen insanların olduğu hususunda sarihtir. Ve burada
gelen insanlar, müessir, münasib bir vasıftır.
Başka bir misal Yüce
Allah'ın [(Yetimleri nikah (çağın)a erdikleri zamana kadar (gözetip) deneyin. O
vakit kendilerinde bir akıl ve salah gördünüz mü mallarını onlara teslim edin)][110]
sözüdür. Bu Kur'an nassı, buluğa ermemiş şahıs hakkındaki mâlî velayet
hakkının, bu şahsın velîsine ait olduğuna işaret etmektedir. Bu hükmün illeti
küçüklük (buluğa ermem işlik) tir. Bu hususta yani küçüğün malı üzerine velayet
hükmünün illetinin küçüklük (-sığar) olduğu hakkında icmâ" vücûd
bulmuştur.
Bu, bizzat kendisinin,
hükmün illeti sayıldığı hususunda Şeriat Sahibinden bir delilin bulunmadığı
fakat a) bizzat kendisinin hükmün
cinsi için illet sayıldığı, b) yahut
hükmün kendisi için, bu vasfın cinsinin illet sayıldığı, c) yahut hükmün cinsi için bu vasfın cinsinin illet sayıldığına
dair nass veya icmâ" olarak şer"î bir delilin bulunduğu vasıftır.
Eğer bu neviden bir
münasib vasıf ile müetehid şer"î bir hükmün illetini tayin ederse
(ta"lîl ederse) bu hareketi, Şeriat Sahibinin illet tayini ve hükümleri
(illetlere) istinad ettirme metoduna mülayim olacağından illet tayini makbul ve
(bu illet tayini) üzerine kıyas yapmak sahih olur. Şimdi bu nevî münasib vasfa
bazı misaller verelim;
a) Vasfın
bizzat kendisini hükmün cinsi İçin Şeriat Sahibinin illet sayışına misal: Baba
için, küçük, bakire (hiç nikahlanmamış, dul olmayan) kız çocuğunu evlendirme
velayetinin sübûtu (hükmü)dur. Hanefîlere göre bu hükmün (sübûlun) illeti
küçüklüktür; bakirelik (hiç nikahlanmamışlık, dul olmamak) değildir. Delilleri
şudur: Şeriat Sahibi bu vasfı (küçüklüğü) mal üzerine velayet için muteber
saymış ve böylece bu vasfın muteberliğini kabul etmiştir. Mal üzerine velayet
ile evlendirme velayeti aynı cinsten yani mutlak velayettir. Sanki Şeriat
Sahibi küçüklüğü, velayet cinsinden olan her şey İçin yani velayetin bütün
nevileri İçin bir illet saymıştır. Böylece küçüklük, küçük kız dul (nikah
görmüş) olsun veya olmasın, hükmün, küçük kızı evlendirme velayetine kendisiyle
bağlanmış olduğu münasib vasıf olur.
b) Cinsini, Şeriat Sahibinin, hükmün kendisi için
bir illet saydığı vasfa misal: imam Malik gibi fazla yağmurlu günde namazların
birleştirilebileceği görüşünde olanlar için, namazların birleştirilmesi
meselesidir. Sünnete göre fazla yağmurlu günde namazlar birleştirilebilirler
ise de bu hükmün (birleştirilebilmenin) illetini Sünnet, sarahaten
açıklamamıştır. Fakat Şeriat Sahibi, bu yağmur vasfı cinsinden bir vasıf olan
yolculuğu, namazların birleştirilmesi hükmü için bir illet saymıştır.[111]
Çünkü yolculuk ve yağmurun her birisi, aynı cinstendir. Bu cins, meşakkatin
ma-zınneti olmasıdır. Meşakkate münasib olan da, mükelleflere kolaylık ve
hafrfleticilik getirilmesidir. Yolculuk sırasında namazların birleştirilmesinin
mubahlık hükmü, aynen yağmur esnasında da variddir. Şu halde Şeriat Sahibinin
yolcuya hafifletici (bir izin) olarak iki namazın birleştirilmesi için
yolculuğu illet sayması[112],
yolculuğun cinsinden olan yağmur gibi şeylerin, hafifletici (bir izin) ve iki
namazı birleştirmek için mubah kılıcı sayıldığına delalet etmektedir. Böylece
yağmur, birleştirilebilirle hükmünün illeti olur ve buna da kar, dolu ve
benzerlerinin yağışı halinde namazların birleştirilmesinin caiz oluşu kıyas
edilir.
c) Şeriat
Sahibinin hükmün cinsi için kendisinin cinsini illet saydığı vasfa misal:
Hayızm hayızlıdan namz(ı kılma mükellefiyetin düşürmesidir. şer"î hüküm,
hayızı esnasında hayızlının namaz kılmaması ve oruç tutmamasidır. Hayızdan
temizlenince de orucu kaza eder; fakat namazı kaza etmez. Bu hükmün illeti,
temizlenince hayızlının (hayızlıyken) geçen namazları kazaya mecbur
tutuluşunda, namazların vakitlerinde tekrarlanma bulunduğundan, hayızlıya
sıkıntı ve meşakkat getirmesidir. Bunun için Şeriat Sahibi hayızı, hayızdan
doğan bu (geçmiş namazların kaza mecburiyeti) meşakkati yerine ikame ederek,
hayızı hayızlının (geçmiş) namazları kaza etmemesi hükmü için bir illet
kılmıştır. Meşakkatin ma-zınneti sayılması itibariyle hayız cinsinden olan
şeylerin, hayızlıdan namazın kazasını düşürme cinsinden olan şeyler için illet
sayıldığını gösteren tatbikatlar Şeriatte mecuddur. Mesela yolculuk, meşakkatin
ma-zınnelidir. Yolculuğa, namazın -ka-srı (dört rekatlı farzların iki rekat
kılınması), naazlarm birleştirilmesi ve Ramazanda oruç tutmamanın mubahlığı
hükmü istinad ettirilmiştir. Hayızlıdan namazın düşürülmesi hükmüyle bu hükümler
arasındaki müştereklik, mükelleften meşakkatin bertaraf olunması ve hafifletici
bir tatbikatın getirilmesidir. Şu halde bu hükümler aynı cinstir. Ayrıca bu
hükümlerin illeti olan yolculuk, meşakkatin -mazınnetidir. Böylece hayız ve
yolculuk, meşakkatin ma-zınnellcrinden oldukları için, ikisi aynı cinstendir.
Diğer bir misal de,
serhoş etmese bile az mikdardaki içkinin haramlığıdır. Mesela müetehid,
buradaki haramlığın illetini, sarhoş edici maddenin, fazlaca içilmesine (veya
alınmasına) sevkedici vesilenin yok edilmesi olarak görebilir; ve Şeriat
hükümlerinden bu hususta bir delil de bulabilir. Keza yabancı (nikah düşen) bir
hanımla başbaşa yalnızca bir arada kalmak (erkeğe) haramdır. Bu hükmün illeti,
daha büyük harama sevkedici vesilenin yok cdifmesidir. Şu halde az içki içmek
(veya içki hükmündeki şeyden az olarak almak) ve yabancı bir hanımla yalnızca
kalmak aynı cinsten yani harama götürücü vesile cinsinden iki vasıftır,
ikisinden her birinin haramliğı, aynı cinsten, mutlak haram kılış cinsindendir.
Şu halde haramlığı hususunda az içkiye, sarhoşluk veren sulu (veya diğer)
maddelerin azı (da) kıyas o-lunur.
Diğer bir misal de
şudur: Kedinin artığı olan su pis değil, temizdir. ASSÜ Ncbî Efendimiz bu
hükmün illetini [(Kedi, sizin etrafınızda dolaşan dişi ve erkek hayvanlardan
biri)dır] sözüyle tayin etmiştir. Bu söz göstermektedir ki, temizliğin illeti,
kedinin insanlar etrafında dolaşan hayvanlardan oluşudur. Çünkü insanın
etrafında dönüp dolaşmak, kedinin artığı suyun pis olduğu kabul edilirse, meşakkat
ve sıkıntının ma-zınneti olur. Onun için mükellefe hafifletici bir tatbikat
getirmek ve mükelleften meşakkati bertaraf etme gayesiyle, (bu suyun) temizliği
ile hükmedilin iştir. Buna, kadının avretini hekimin görmesinin caiz oluşu
kıyas edilebilir. Bununla, kedinin artığı olan suyun temizliği arasındaki
müşterek nokta, her iki meselede de sıkıntının bertaraf edilmesi keyfiyyetinin
varlığıdır, iki mesele de aynı cinstendir. Bu cins, görmeye ihtiyaç varken,
kadının avretini hekimin görmesinin caiz olmadığını söylersek, sıkıntının
ma-zınnetidir.
Bu vasıf, muteber
bulunduğu yahut ilga edildiğine dair bir delilin olmadığı, fakat kendisine
göre hüküm verilmesinin yani kendisine hükmün istinad ettirilmesinin, umumen
şerî"atin genel esaslarınca desteklenen bir maslahatı gerçekleştiren
vasıftır. Bu vasıf, şerî"atin maslahatları cinsinden bir maslahatı
gerçekleştirme bakımından münasib bir vasıf ve muteberliği yahut ilga edilmiş
olduğuna dair delilin bulunmaması bakımından da mürsel (hakkında dinin görüş
beyan etmediği) bir vasıftır. îşte mürsel maslahat (elma-sla.hatu lmursclch)
diye isimlendirilen şey budur; ve Mâlikîlerce, Hanbclîlcrcc ve bunlara
muvafakat edenlerce bir şer"î hüccettir. Bunların dışmdakilerce -mesela
Hancfiler ve Şâfiîlerce- hüccet değildir. Kur'anın bir ki-tab haline
getirilmesi, (devletçe) para basmak, hapishaneler düzenlemek, fethedilen zırâî
arazîlere -harâc (el-harâc vergisin)ı koymak v.s. mürsel mashalatlara misaldir.
Bu vasıf, şahsın
vehmine göre, kendisine muayyen bir hükmün istinad etmesinin münasib gibi
gördüğü, fakat Şeriat Sahibinin, muteber sayılmasını ilga etliği bir vasıftır.
Mesela müteveffanın cvladları oluşları bakımından, kız ve erkek arasındaki
müşterekliğin, eşit miras almaları hükmü için münasib bir vasıf olarak
vehmedilişi gibi. Bu sadece bir vehimdir; münasib bir vasıf değildir. Çünkü
Şeriat Sahibi, daha önce de zikrettiğimiz gibi, erkeğin kızın aldığı hissenin
iki mislini almasını hükme bağlamak suretiyle bu vasfın münasibliğini ilga
etmiştir. Onun için bu vasfa, hükümlerin istinad ettirilmesi caiz değildir.
Çünkü böyle bir istinad ettiriş, kat'iyyetle hatalı ve bâtıldır.
İlletin yolları ile
kasdedilen, asılda bulunan illetin anlaşilabildiği usûl ve yollar
(metodlar)dır. İllet muhtelif yollarla anlaşılabilir. Bunların en meşhurları
na-s-s, icmâ", sebr ve taksim yollandır.
Bazen bir nass, kendisinde
mevcud hükmün illeti olarak muayyen bir vasfı gösterebilir. Böylece illetin
subutu nass ile olur. Böyle illete, (illeligî) hakkında nass bulunan illet adı
verilir.
Ancak nassın illete bu
delaleti, daima sarih olmayabilir. Bazen îmâ ve işaretle olabilir. Nassın
illete delaleti sarih ise, bu delalet bazen kat'î ve bazen zannî olabilir.
Şimdi her iki durumu da misal vererek ele alalım:
a) İlletten
başkasına ihtimali bulunmayan kat'î, sarih nassın illete delaleti.-Bu durumda
nassın illete sarih delaleti, kat'î olur. Mezkûr hal, dilde (Arapcada) illeti
göstermeye mahsus olan kelime ve kelime yapıları (lafı-z ve -sığalar) ile tahakkuk
eder (olmaması için), (olmasın diye v.s.
gibi.
Mesela Yüce Allah'ın
"Biz peygamberleri rahmet) müjdeciler(i) ve azab haberciler(i) olarak
(gönderdik). Tâ ki peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı (özür diye
ileri sürebildikleri) bir bahaneleri olmasın...)][113]
sözünde, peygamberlerin gönderilme illetinin [(insanların Allah'a karşı bir
bahanelerinin bulunmaması için)] olduğu hususunda nass sarihtir.
Yüce Allah'ın
fey"in (harb yapılmadan alınan ganimetin) yoksullara, yetimlere ...v.s.
gibi nerelere verileceğini zikrettikten sonra [(Bu mallar içinizden (yalnız)
zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın
diye...)][114]
buyurmaktadır. Bu nass, malların sadece zenginler arasında dolaşması, zengin
olmayanlar arasında tedavülde olmamasına mani olmanın, illet olduğunu sarihçe
göstermektedir.
[(Şimdi madem ki Zeyd o kadından (boşayıp,
kadının iddetinin bitmesiyle) alakasını kesmiştir, evJadlıklarının
kendilerinden ilişkilerini kestikleri zevcelerini nikahlamakta) mü'minler
üzerine günah olmasın diye, biz o kadını sana zevce yaptık)] [115]buyurmuştur.
Bu nass, Zeyd'in Zeyneb'i boşadıktan sonra, ASSU Nebî Efendimizin Zeyneb ile
nikahlanmasmdaki illetin, mü'minlerin erkek eviadlıklarının zevccleriyle
evlenmelerindeki sıkıntıyı bertaraf etmek olduğu hususundaki kat'î delaletinde
sarihtir.
ASSÜ Nebî Efendimizin
Ashabına, kurban etlerini (azık olarak) saklamalarım yasakladıktan sonra, bu
mevzuda kendilerine izin verirken [(Kurban etlerini (azık olarak) saklamanızı,
bize (Medineye) gelen (muhtaç) insanlar(a verip onların ihtiyaçlarını gidermeniz)
için yasaklamıştım. Ama şimdi (kurban etlerinizden) kendiniz de yeyinız ve
(azık olarak, kızartarak ve diğer tarzlarda) saklayınız)] ifadesinde, Önceki
yasaklamanın illeti, Medine'ye gelen insanların yemeye olan ihtiyaçlarıdır,
illet ortadan kalkınca, saklamanın haramlığı hükmü de ortadan kalkmış oluyor.
ASSÜ Rasûllulahm
[(îzin istemek, yalnızca göz(ün haramı görmemesi) için (meşru kılınmıştır)]
sözü, izin almanın illetinin, insanın görmesi helal olmayan şeye mani olmak
olduğunu, kat'î ve sarih bir şekilde beyan etmiştir. Onun için buna, insanın
başkasının evinin içine pencereden bakmasının yasaklığı, kıyas olunur.
b)
îlletlikte kat'î olmayan sarih nass ile illete delalet.-
Yani nass illete
delalet etmekle beraber, İlletten başkasına da delalet ihtimali taşımakta ise
de bu ihtimal kuvvetsiz bir ihtimaldir; ve illet hakkında bir nassın ortaya
çıkmasına mani değildir. Böylece nassın illetliğe delaleti sarih ve -zannîdir.
Mesela Yüce Allah'ın[(...Bu bir kitabdır ki (bütün) insanları Rablerinin
izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarman için onu sana indirdik)][116]
sözünde, [(çıkarman için)] şeklinde terceme edilmiş olan lafzının başındaki harfi (arabcada)
ta"Iîl, illet tesbiti manasına değil,"[117]
manasına olma ihtimalini taşıyorsa da ta"lîl manasında kabul edilir.
c) illet
hususunda sarih olmayan, fakat illete işaret ederek illet hakkında dikkat çeken
nassın illete delaleti.-Bu da nassın illete delalet etmesini temin eden bir
karinenin bulunmasıyla olur.
Mesela, hüküm ihtiva
eden cümleden sonra (Arabcada) te'kîd edatı olan (inne) ile te'kîd olunmuş bir
cümlenin gelişi, bu nevî bir delalet tezahürüdür: ASSÜ Allah Rasulü, kendisine
kedinin artığı olan suyun hükmü sorulunca cevaben
[(Şübhesiz kedinin artığı olan su pis
değildir. Kedi etrafınızda dolaşan dişi ve erkek hayvanlardandır)] buyurmuştur.
Keza Ramazan gününde
karısıyla (oruçlu iken) cinsî münasebette bulunduğunu ve bunun hükmünü soran
şahsa, Rasulullahın [(Bir köle azad et) demesi gibi, sözün cevab olarak
söylenmesi de bu nevî delalet tezahürlerindendir.
Diğer bir tezahür
nev'i de vasfın hükümle bir arada bulunuşudur. Bu yakın bulunuş, hükümle bir
arada bulunan vasfın, hükmün illeti olduğuna delalet eder. Usulcüler bunu
"hükmün müşta-k-ka (türemiş olana) bağlanması, iştikakın kendisinden
yapılanın (mâ minhu l'işti-kâ-k) illelliğini bildirir" şeklinde ifade
ediyorlar. (Yani hüküm müştak olana bağlanmış ise bu, iştikakın kökü, aslı,
masdarı neyse, onun illet olduğunu bildirmektedir.) Mesela Yüce Allah [(Erkek hırsızla kadın hırsızın ellerini
kesin)][118], [(Zina eden erkekle
zina eden kadından her birine yüzer deynek vurun)][119]
buyurmuş, ASSÜ Rasulullah da [(Katil (murisini öldürdüyse) miras alamaz)], [(Mirasçıya (murisince) bir şey vasıyyet
edilemez)] ve [(Sinirleri bozukken hakim hüküm vermesin)] buyurmuştur.[120]
Bazen bu vasfın illet
olduğu yoluyla sabit olabilir. Mesela ana baba bir erkek kardeşte iki nesebin
birleşmesinin yani hem baba ve hem de anne tarafından akrabalığının, miras
sıralamasında baba bir erkek kardeşten önce gelmesinin illeti olduğundaki
icmâ" gibi. Buna anne baba bir erkek kardeşin, baba bir erkek kardeşten,
şahıs üzerine velayet hakkının da önce gelmesi kıyas olunur. Keza buna miras
sıralamasında ana baba bir erkek kardeşin oğlunun, baba bir erkek kardeşin
oğlundan ve ana baba bir amcanın oğlunun, baba bir amcanın oğlundan önce gelmesi
kıyas olunur.
İllet nass ve
icmâ" ile sabit olmazsa müetehid illeti sebr (tecrübe) ve taksime
is-tinbat etmeye (ortaya çıkarıp anlamaya) çalışır. Se"br, tecrübe etmek
demektir. Taksimin manası ise şudur: Müetehid görüşüne göre, hükmün illeti
olabilecek bütün vasıfları sıralayıp tesbit eder. Sonra tekrar tekrar bu
vasıfları yeniden tedkîk edip gözden geçirerek üzerinde ciddî olarak düşünür ve
illet olmaya uygun gördüğünü bırakır, görmediğini ibtal eder. Bu ibka etmek ve
ilga etmek ameliyesine, "bu vasıflardan sadece şu vasıf illet
olabilir" görüşüne sahib oluncaya kadar devam eder. Müetehid bu ameliyede
illetin şartlarından faydalanır ve sadece illet olarak münasib, açık, ma-dbû-t
olan vasfı ibkâ eder. Mesela şarabın haramhğı hakkında nass vardır. Fakat bazı
müctehidlere Rasulullah'ın j^,,,n [(Her sarhoşluk veren şey şarabdır)]
sözü ulaşmamıştır veya ulaşmış olmakla beraber, o müetehide göre (hadisin
rivayetiyle ilgili hususlardan dolayı) hadis o müctehidçe sahih (makbul) sayılmamış
olabilir. Bu müetehid şarabın haram kılmışının illetini sebr ve taksim yoluyla
bulmaya çalışmaktadır. Önce bu müetehid, tek başına haramlığa illet olabilecek
bütün vasıflan tesbit eder. Bunlar mesela şarabın üzümden oluşu, şarabın akıcı
(ve mâî) oluşu, serhoşluk verici oluşu v.s. gibi vasıflardır. Sonra illetin
şartlarından istifade ederek bu vasıflan yeniden gözden geçirir. Faraza ikinci
vasıf olan şarabın akıcılık vasfını ilga eder. Çünkü bu vasıf haricî, sadece
şarabda bulunmayan bir vasıftır; hükümle alakası yoktur; ve hükme tesiri
bulunmamaktadır. Böylece nihayet
üçüncü vasfı ibkâ
eder. Çünkü bu vasıf yani serhoşluk veriş, açık ve hükme münasib bir vasıftır.
Keza babanın dul
olmayan küçük kızını evlendirme velayetine sahib olduğu hususunda nass vardır.
Bu hükmün illeti nass veya icmâ" ile tesbit edilmemiştir. Müetehid (bu
hükmün illetini tesbit edebilmek için) nassı ledkik ederek illeti şu iki
vasıftan, dul olmamak yahut küçüklük vasıflarından birine inhisar ettirir. Bu
iki vasfı yeniden tedkîk ettiğinde, düşünür ve dul olmamak vasfını (illet
olmaktan) uzak bulur. Çünkü Şeri"at Sahibi bu vasfı hiç bir şekilde
muteber saymamıştır. Böylece küçüklük vasfını ibkâ eder. Çünkü Şeriat Sahibi bu
vasfı küçüğün malı üzerindeki velayet hakkının illeti saymıştır. Böylece bu,
Şeriat Sahibinin muayyen bir vasfı -ki burada küçüklüktür- hükmün cinsi jçin
bir illet saydığına delil olur. Hükmün cinsi, mutlak olarak velayet hakkıdır.
Zira mal üzerindeki veJayct ile evlendirme üzerindeki velayet aynı cinstendir.
Onun için müetehid, araştırdığı illetin, dul olmamak değil küçüklük olduğuna
hükmeder. Böylece evlendirme velayetinin sübutu hususunda, küçük, dul olmayan
kız çocuğa; küçük, dul olan kız evlad kıyas edilir. Şübhesiz müctehidlerin sebr
ve taksim ameliyesinde görüşleri farklı olur. Bazen bir müetehid şu vasfın
münasib olduğu görüşünde olduğu halde, diğer bir müetehide o vasıf münasib
görünmeyebilir. Mesela Hanefîler babanın küçük, dul olmayan kızını
evlendirmedeki velayetin illeti dul olmamak değil, küçüklüktür derken, Şâfüler
illet küçüklük değil dul olmamaktır derler.
İlletin ısünbâtı (ne
olduğunun tesbiti)nde fakihlerin ihtilaf sebeblerinden biri de şudur: Bazı
maddelerin, kendi cinsleriyle mübadelesinde (değişiminde) mübadelede bulunan
iki taraftan birinin daha fazla mikdârda verip karşı tarafın bu mikdârdan daha
az mikdârda o maddeyi vermesinin haram olduğu hususunda Sünnet vardır. Bu
maddeler altın, gümüş, arpa, buğday, kuru hurma, kuru üzüm ve bir rivayete göre
de tuzdur. Nass veya icmâ"dan bu hükmün illetini gösteren bir delil
yoktur. Müetehid bu hükmün illetini araştırırken, sebr ve taksîm yoluyla ve
kendi içtihadıyla illeti "bu maddelerin bir cinsten bulunuşları ile bu
maddelerin hacimle ölçülen veya tartıyla tartılan maddeler oluşları"
şeklinde anlayabilir. Nitekim bu Hanefîlerin ve onları destekliyenlerin
görüşüdür. Veya müetehid illeti "bu maddelerin bir cinsten bulunuşları
ile bu maddelerin yiyecek maddesi yahut para (değer) oluşları" şeklinde anlayabilir.
Bu da Şâfiîlerin ve onları destekliyenlerin görüşüdür. Veya müetehid illeti
"bu maddelerin bir cinsten bulunuşları ile bu maddelerin saklanabilen azık
maddesi veya para (değer) oluşları" şeklinde anlayabilir. Bu ise
Mâlikîlerin ve onlan deslek-liyenlerin görüşüdür. Ve kıyas da fakihlerin
ısıınbat edip anladıkları illet nev'i esasına göre yapılır. Şu halde Hanefî
görüşüne göre yiyecek maddesi, saklanabilir azık maddesi olmasa da hacimle
ölçülen ve tartıyla tartılan bütün maddeler nass mevzuuna kıyas edilebilir.
Şafiî görüşüne göre ise nassa ancak yiyecek maddeleriyle para olanlar kıyas
edilebilir. Mâliki görüşüne göre ise nassa kıyas olunacakların, saklanabilir
azık maddeleri yahut para olmaları icabeder.
199)
Dördüncüsü ten-kî.hu. Imenâ-t (İlletin Diğer Vasıflardan Temyiz Olunması)
Bu, bazı Usulcülere
göre illeti anlama yollarındandır: diğer bazılarına göre ise değildir.
Ten-kî.hin kelime
manası, ayıklamak ve temyiz etmektir. Menâ-tm manası ise illettir. Usulcülerin
ıstılahında ten-kî.hu lmenâ-tlan kasdedilen, illetle alakası bulunan fakat
illetliğin haricindeki vasıflardan illetin ayıklanıp temyiz olunmasıdır. Şöyle
ki: Nass (sadece) illetin kendisine delalet etmemekte, illetle birlikte hükümle
alakası bulunmayan ve illetlikle işi olmayan bazı vasıfları da ihtiva
etmektedir.
Mesela şöyle bir
Sünnet vardır.[(Rasulullaha bir bedevî gelerek Ramazan günü (oruçlu iken) bile
bile karısı ile cinsî münasebette bulunduğunu söyler (ve bunun hükmünü sorar).
Rasulullah da adama, keffâreti emreder)].[121]
işte bu hadis, hükmün
illetine delalet etmekteyse de, muayyen bir vasfın illet olduğuna delalet
etmemektedir. Yani nass illeti ihtiva etmekteyse de muayyen bir vasfı illet
olarak göstermemekledir. Şu halde nass her ne kadar illete şamil ise de bu
illet, illetlikle alakası bulunmayan vasıf ve şübhelerden ayıklanıp, ortaya
çıkmış bir illet değildir, işte bu durumda müetehid nassı ele alarak hakiki
illeti, kendisiyle birlikte zikredilen ve illetle alakası bulunan diğer
hususlardan ayıklar. Bunlar, cinsî münasebette bulunanın bedevi oluşu, cinsî
münasebetin Medine'de oluşu, cinsî münasebetin sadece o senenin Ramazan gününde
vuku buluşu gibi hususlardır. Müetehid bütün bu vasıfları ayıklayıp atarak,
nihayet keffâreti icabettiren hüküm illetinin, Ramazan gününde bile bile cinsî
münasebet olduğu fikrine varır. Bu Şâfiîlerle, onları destekleyenlerin
görüşüdür. Hanefîler ve onları destekleyenler, illetin temyizinde daha geniş
bir Ölçü benimsemişlerdir. Hanefîlere göre bu hadisteki illet, sadece cinsî
münasebet değildir.Onlara göre illet tam olarak ayıklanıp temyîz edildikten
sonra, "orucu bozan bir hareketi bile bile yapmak suretiyle Ramazan'a
karşı hürmetsizlikte bulunmaktır." Bu hareket cinsî münasebette bulunmak,
yemek yahut içmek olabilir. Cinsî münasebetin orucu bozuculuğu, nassın
ibaresiyle sabit olduğu gibi, yemek ve içmenin orucu bozuculuğu da nassın
delaletiyle sabit olur.[122]
Müctehidlerin
görüşleri ten-kî.hu lmenâ-t hususunda da farklı olabilir. Bazılarına göre şu
(veya bu) vasıf illet ise diğer bazılarına göre başka bir vasıf illettir:
Bedevi hadisesinde Şafiî ve Hanefî görüşlerinin farklılığı gibi.
Bu iki ıstılah,
birbirine karıştırılabilen Usûl ıstılah larındandır.
ta-hrîcu lmcnâ-tın
manası, kendisine nass veya icmâ"ın delalet etmemiş olduğu hükmün
illetinin, illeti anlama yollarından biriyle mesela sebr ve taksim yoluyla,
(ortaya) çıkarılması demektir. Şu halde ta-hrîcu lmenâ-t, hakkında nass
bulunmayan, hakkında icmâ" olmayan illetin (hükmün illetinin), hakkında
nass veya icmâ" olmayan illetin anlaşılma yollarıyla (ortaya
çıkarılmasıdır) ıstınbâtıdır. Mesela içkinin haram kılmış illetinin serhoş
edicilik olarak, evlendirme velayetindeki illetin küçüklük olarak, kasden insan
öldürmede kısası icabettiren illetin, âdeten öldürme vasfını taşıyan bir aletle
öldürme olarak anlaşılması gibi. Buna göre öldürme fiili, ilk devirlerde
kullanılan kılıç gibi, yahut son devirlerde kullanılan mesela tüfek gibi, insanın
ruhunu çıkaran bir aletle icra edilince kısas hükmü sabit olur.
illetin (menâ-tm)
ta.h-kî-ki ise, nass ile yahut icmâ" ile yahut ısünbât (çıkararak anlamak)
ile sabit illetin, hakkında nass bulunan hadisenin dışındaki bir hadisede bulunup
bulunmadığı hususunda tedkîk ve araştırmada bulunmaktır.
Mesela hayizhyken
kadınlarla cinsî münasebette bulunmamanın illeti eziyyettir. Bu illetin
lohusalıkta (nifasta) bulunup bulunmadığını müetehid tedkîk eder. Eğer
bulunduğu görüşüne varırsa kıyasla bulunarak aslın hükmünü fer"a da verir
(geçirir). Bu hüküm, (o müddet içinde) kadınlarla cinsî münasebette bulunmaktan
uzak durmanın icabettiğidir.
Keza içkinin haram
kılınış illeti serhoşluk verişidir. Müetehid bu illetin diğer hangi sulu (veya
katı) maddelerde bulunup bulunmadığını tedkîk eder. Hangisinde bu illetin
tahakkuk ettiğini görürse, aslın hükmü olan "içilmesinin (yahut kullanılmasının)
haramlığı" hükmünü ona verir.
Hulasa edilecek
olursa, ten-kî.hu lmanâ-t, illetin şübhcli vasıflardan, kendisiyle ilgili fakat
illetlikle alakası bulunmayan vasıflardan illeti ayıklamak ve temyîz etmek demektir.
Ta-hrîcu lmenâ-t,
hakkında nass bulunmayan yahut hakkında icmâ" bulunmayan illetin, illetin
anlaşılma yollarından biriyle ıstmbatıdır.
Ta.h-kî-ku lmenâ-t
ise, asim illetinin sabit olup bilinmesinden sonra, bu illetin fer"de
bulunup bulunmadığını tedkîk ve tahkik etmektir.
Daha önce de
kaydettiğimiz gibi kıyasın esası, fer"in asıl ile illette
Müştereklikleridir. Ancak bazen illet, fer"da asıldan daha kuvvetli veya
daha fazla olarak bulunabilir. Bu, daha kuvvetli, evlâ kıyastır (el-kıyâsu
l'evlâ). Bazen fer"deki illet, asıldaki illete müsâvî (eşit) olur. Bu,
müsâvî kıyastır. Bazen de fer"deki illet, asıldaki illetten daha zayıf
olabilir. Bu da daha zayıf, ednâ kıyastır. (Şöyle ki:)
Bu, fer"deki
illetin asıldaki illetten daha kuvvetli olduğu kıyastır. Bu durumda aslın
hükmünün fer"in hükmü olarak sabit olması evlâdır. Mesela Yüce Allah ana
babaya iyi davranılmasım isterken [(Ana babana üf bile deme)][123]
buyurmuştur. Nass, ana babaya üf bile demeyi haram kılmaktadır. Bu hükmün
illeti üf demedeki (ana babaya) eziyet veriştir. Bu eziyet veriş, (kıyasta
fer" olan) ana babanın dövülmesinde, asıldan daha kuvvetli, daha fazla
olarak mevcud-dur. Böylece nass mevzuuna kıyasla, ana babanın dövülmesi, daha
kuvvetli (evlâ) kıyasla haram olmuş olur.[124]
Bu, asılda hükmün
dayandığı illetin, asılda ne derece bulunuyorsa, aynı derecede fcr"de de
bulunduğu kıyastır. Mesela Yüce Allah'ın [(Gerçek, yetimlerin mallannı haksız (ve haram)
olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar)][125]
sözüyle, haksız olarak yetimlerin mallarını yemenin haramlığı sabittir. Hükmün
illeti ise, yetimin malına tecavüzde bulunup, malını telef etmektir. Yetimin
malını haksız yere yakmak ise, nassda zikredilen hadiseye, illette müsavidir.
Buna göre bu yakmanın hükmü, haksız olarak yemenin hükmü yani haram olur.
Vasfın, kendisiyle
illet olduğu aslî mananın gerçekleşmesinde asıl ile fer" arasında eşitlik
bulunmasına rağmen, illetin fcr"de asıldan daha az bir açıklıkta mevcut
olduğu kıyastır. Mesela serhoş ediş şarabın haram oluşunun illetidir. Fakat hem
bir başka sulu maddede ve hem şarabda sarhoş etme vasfının bulunmasına rağmen,
bu başka sulu maddede serhoş etme vasfı, şarabdan daha zayıf bir şekilde
bulunabilir, (îşte böyle bir sulu maddenin şaraba kıyasen haram kılmışı, ednâ
kıyastır.)
Kıyasın fakihlerin
cumhuruna göre şer"î bir hüccet ve hüküm delillerinden bir delil
sayıldığını söylemiştik. Buna Zahirîler, bazı Mûtezilîler ve Câferîler
muhaliftir.[126] Kıyasın esasını,
rükünlerini, şartlarını, -dâbı-talarını (ölçülerini) açıkladıktan sonra, kıyası
kabul edenlerin ve kıyası reddedenlerin delillerini ele alalım.
Kıyası kabul edenler
Kitab, Sünnet ve Sahabenin amelinden ve aklî bir takım delillere
dayanmışlardır. Biz burada delillerinin en ehemmiyetlilerini hulasaten, kısaca
zikredeceğiz.
Birinci Delil.- Yüce
Allah Kur'anda [(... İşte ey akıl ve basiret sahibleri, siz (bundan) ibret
alın)][127] buyurmuştur. Yüce Allah
bunu, ASSÜ Allah Rasulü ve mü'minlcre karşı hile hazırlayıp islâm'a
küfretmeleri sebebiyle, Nadîr Oğullarının dünyada karşılaştıklan perişanlık ve
felaketleri açıkladıktan sonra zikreder. Bu ayetin manası şudur: "Ey selîm
akıl sahibleri düşünün! Eğer onlar gibi davranırsanız, onların başına gelen
felaketin sizin de başınıza geleceğinden çekininiz. Allah'ın kanunu birdir ve
herkes hakkında ceryan eder. Bir şey üzerinde ceryan eden tatbikat, onun benzeri
olan şey üzerinde de ceryan eder." Kıyasın manası bundan başka bir şey
değildir. Bunu şu husus izah etmektedir: (Arabcada) ibret almak manasına da
gelen el'i"tİbâr, bir şeyden diğer bir şeye intikal etmek manasınadır.
Zira bu lafız (Arabcada) el"ubûr lafzından müştaktır (türemiştir).
(Arabcada) bir nehrin bir tarafından öbür tarafına geçersem derim. Kıyas ise
ma-kîsun "aleyhden hükmün ma-kîse intikâlidir. Madem ki elT'tibâr yani
ibret almak (bir şeye göre diğerini değerlendirmek, ders, hisse ve pay almak)
bu nassla, âyetle emrolunmuştur ve kıyâs da madem ki bu nevî işlerden biridir,
o halde (elT'tibâr da) emrolunmuştur. Emrolunan şey farzdır. Farz ise meşrudur;
yasak değildir. Buna göre kıyas şer"î bir hüccet ve muktezâsına göre
hareket etmek lazım gelen muteber bir delildir. Bu istidlalin (delil getirişin,
böyle bir delil ileri sürüşün) makbul ve yerinde olmadığı söylenemez. Çünkü
ibret almanın manası, nasihati kabul edip doğru yola girmektir. Çünkü ibret
alma manasının, nasihati kabul edip doğru yola girmek manasıyla izah edilmesi,
ayeti delil getirmeye ters düşmemektedir. Zira, nasihati kabul etmek, ancak
benzer bir şeyin, kendi benzeri başka bir şeyin hükmünü aldığı zaman
gerçekleşmektedir. Mesela, "falanca vazifesinde hainlik yaptığından vazifesinden
atılmıştır. Bu size bir örnek olsun; kendinize bundan bir nasihat ve ibret payı
çıkarınız" dendiği zaman, yahut "falanca talebe ten-bellığinden
dolayı sınıfta kaldı. Ey talebeler bundan kendinize bir nasihat ve ibret payı
çıkarınız" denince, bu sözlerin manası ancak, atılan memurun yaptığını
yapanın atılacağı ve kalan talebenin yaptığını yapanın kalacağı şeklinde izah
olunabilir.
ikinci Delil.-ASSÜ
Rasulullah Muâz'ı Yemen'e hâkim olarak gönderirken ikisi arasındaki şu konuşma
meşhurdur.Muâza: Ne ile hüküm vereceksin? Diye sorunca o: Kİtab'la, sonra
Sünnetle ve sonra ictihâd ile, cevabım vermiş Rasulullah da bu hüküm verme
tertîb ve sıralamasını tasvîb buyurmuştur)]. Kıyas da, re'y ile ictihâd
nevilerinden biri olduğundan meşru ve hüküm delillerinden bîr delil olmuş
olmaktadır.
Üçüncü Delil.-
Sünnette birçok â.sâr, Rasulullahın kıyasa dikkat çektiği, kıyasın hükümleri
çıkarmaya salahiyetli bir müessese olduğunu göstermektedir. Mesela rivayet
olunanlardan biri şudur. [(Hattâb oğlu Ömer, Rasulullaha gelerek, yâ Rasulellah
bugün çok büyük bir şey yaptım: Oruçlu olduğum halde (zevcemi) öptüm, demiş,
bunun üzerine Rasulullah: (Oruçluyken) suyla ağzını çalkalasan ne olur? Diye
sorunca Ömer Efendimiz: Bir beis yoktur, demiştir. Bunun üzerine Rasulullah:
Öyleyse (bu meselenin üzerinde durmaktan) vazgeç buyurmuştur)][128]
Ibnu Abbâs'tan şu
rivayet olunmuştur .[(Bir kadın Rasulullahtan şöyle fetva soruyordu: Yâ
Rasulellah, babam gayet yaşlı ve ihtiyardır. Yolculuk edemeyecek derecededir.
Bu durumdayken, Allah'ın kullarına farz kıldığı hacc, babama farz oldu. Babam
yerine hacca gideyim mi? Rasulullah: Evet dedi.
Diğer bir rivayet de
şöyledir: Adamın biri Rasulullaha gelerek, annem hacca gitmeyi adamıştı, sonra
(haccetmeden) vefat etti. Annemin yerine haccedeyim mi? Buna Rasulullah şöyle
cevab verdi: Eğer annenin borcu olsaydı onun borcunu öder miydin? Adam: Evet
diye cevab verince Rasulullah şöyle buyurdu: Öyleyse Allah'ın hakkını da öde.
Allah'ın hakkı ödenmeye daha layıktır)][129]
Bir sahih hadis de
şöyledir. [(Bir bedevi Rasulullaha
gelerek "karım iki siyah çocuk dünyaya getirdi ve bu çocuk benden değildir
diye çocuğu reddettim, dedi. Rasulullah: Senin develerin var mı? Dedi. Adam:
Evet dedi. Rasulullah: Develerin ne renktedir? Diye sorunca bedevi: Koyu
kahverengidirler cevabını verdi. Rasulullah: Aralarında grileri de var mı
deyince bedevi: Evet vardır dedi. Rasulullah: Sence bu renk develere nereden
gelmiştir? Diye sordu ve bedevi: Yâ Rasulellah belki de soya çekmektendir!?
Dedi. Bunun üzerine Rasulullah: Belki senin çocuğunun rengi de soya
çekmektendir! Buyurdu)].[130]
Dördüncü Delil.-
Sahabe yeni meydana gelen olay ve hadiselerde ietihadda bulunuyor, bazı
hükümleri bazı hükümlere kıyas ediyor, bir şeyin benzerini benzeriyle değerlendiriyorlardı.
Mesela tbnu Abbâs [(ASSÜ Rasulullahm yiyecek maddelerini (satın aldıktan sonra)
kabzetmeden saunayı yasakladığını)] duyunca: "Her şeyi yiyecek maddeleri
menzilesinde sayarım" demişti.
Keza borçlu
(müteveffâ)nın malından alacaklıların alacakları daha fazla olduğunda,
alacaklıların hisselerinin hisseleri nisbetİnde eksilülmcsine, mirasta veresenin
paylarının miras malından daha fazla olması halinde, veresenin paylarının,
payları nisbetinde azaltılmasını (cl"avl) kıyâs etmişlerdi.
Keza îbnu Abbâs
kardeşleri hacbetmesi meselesinde (mirastan ıskat etmesi hususunda) dedeyi
oğulun oğluna kıyas etmiş ve "Zeydu bnu .sabit oğnlun oğlunu oğul gibi
tutuyor; fakat babanın babasını baba gibi tutmuyor; Allah'tan çekinmiyor
mu?" demişti.[131]
Hattâb oğlu Ömer, ebû
mûse l'eş"arîye gönderdiği yazıda şöyle diyordu: "Kur'an ve Sünnette
hükmü bulunmayan ve senin hüküm verme durumunda olduğun meseleleri iyice ama
iyice anlamalısın. Sonra onları iyice anlayınca onların benzerini tcdkîk edip,
onları da iyice kavra. Onlardan hangisi sence Allah'ı daha çok razı edecekse,
hangisi hakka daha yakınsa, kararını ona göre ver..."[132]
Bu ve benzeri haberler
(sahabeyle ilgili bilgiler) hiç bir kimse reddetmeksizin kıyasın benimsendiğini
gösterdiğinden kıyasın benimsenmesinin doğru olduğu hakkında manevî (mana
bakımından) tevatür ifade etmektedir.
Besince Delil.-
Hükümlerin meşru kılınmasından maksad, kulların maslahatların
gerçekleştirmektir. Meşru kılmaktan kasdedilen hikmet işte budur. Kıyasın benimsenmesi
bu gayeye uygun düşen hususlardandır. Çünkü kıyas muayyen bir hadisenin
hükmünü, bu hadiseyle illette müşterek bulunan, benzer hadiselere vermekten ibarettir.
Bu, Rabbın adaletinin ve hikmetinin iktizasıdır; ve hükümleri meşru kılmakta
şcrî"atin metoduna uygundur. Çünkü bir şeyi haram kılıp, o şeyin benzerini
mubah kılmak yahut bir şeyi mubah kılıp onun benzerini haram kılmak,
şerâ"atin takibettiği yol değildir.
Altıncı Delil.- Kitab
ve Sünnetin nassları mutlaka sınırlıdır. Hayattaki hadiseler ise mahdûd
değildir. Sınırlı olanın, sınırsız olanı kapsaması kabil değildir. Bundan
dolayı nassların ihtiva ettiği yahut işaret ettiği veya nasslardan çıkarılması
mümkin olan illet ve manaları nazarı dikkate alarak, hükmü hakkında nass
bulunan hükmü, hükmün illetinin bulunduğu her hadiseye vermek lazımdır. Böylece
daha önce vuku bulmamış ve hükmü hakkında nass bulunmayan hiçbir yeni hadise
karşısında şerî"at cevap veremez durumda kalmayacaktır.
Delilleri hulasaten
şunlardır:
Birinci Delil.- Allah
[(Aralarında Allah'ın indirdiğiylc hükmet)][133]
diyor. Kıyâsa Allah'ın indirdiğinden değildir. Keza Hak Teâlâ [(Ey iman
edenler, Allah'ın ve Rasulünün huzurunda (sözde ve işte) öne geçmeyin)][134]
buyuruyor. Kıyası kabul edenler bu ayetin delalet ettiği manaya aykırı hareket
etmektedirler. Çünkü kıyas, hakkında Kitab yahut Sünnetten nass bulunmayan
olaya hüküm vermekle Allah'ın ve Rasulü'nün önüne geçmek demektir.
Yüce Allah [(Senin
için hakkında bilgi hasıl olmayan şeyin ardına düşme)][135]
buyuruyor. Yani, hakkında senin bilginin bulunmadığı şeye uyma demektir.
Kıyas, şübheli ve -zannî bir durumdur. Onun için kıyâsa göre hareket etmek,
ilimsiz (kati bilgi olmaksızın) -zannî bir hareket olur. Oysa Kur'an'da da
buyrulduğu üzere [(-zann, haktan hiçbir şeyi ifade etmez)].[136]
Yüce Allah [(Sana (bu) kitabı her şeyin apaçık bir beyânı
olmak üzere indirdik)][137]
buyuruyor. Onun için Kur'anda her hükmün beyanı vardır; bu beyanın yanında
kıyasa hacet yoktur. Çünkü kıyas ile Kur'andaki bir hükme varılmış olsa, böyle
bir durumda Kur'an kifayetli demektir. Eğer kıyas ile Kur'ana muhalif bir hükme
varılsa, bu hüküm reddolunur ve makbul değildir.
ikinci
delil.-Sahabeden bize re'yi zemmeden ve re'y ile amel etmeyi reddeden birçok
e.serler (haberler) intikal etmiştir. Mesela ARO Ömer Efendimiz "re'y
sahihlerinden sakınınız. Onlar Sünnetlerin düşmanıdır. Hadisleri bellemek
onlara zor gelmiş, bunun üzerine re'y beyan etmişler, böylece sapmışlar ve
saptırmışlardır", buyurmuştur. Ömer Efendimizin diğer bir sözü de şudur:
"Karşılıklı ölçmekten, (mukaveleden) sakının. Bunun üzerine mükâyele yani
karşılıklı ölçmek nedir? Denince Ömer Efendimiz: Karşılıklı kıyaslama
(mu-kâyese)dır" demiştir. Ebû Tâlib oğlu Ali Efendimiz de şöyle
buyurmuştur: "Eğer din re'ye göre hareket etmek olsaydı, (benim re'yimce
yani fikrim ve göriişümce) mestin altının, üstü yerine meshe-dilmesi daha
uygundu" demiştir. Bunlar kıyasın zemmedildiğini ve hüccet olmadığını
göstermektedir. Binaenaleyh kıyasla amel olunamaz.
Üçüncü Delil.- Kıyas,
asıldan illetin ıstınbâtı, bu illetin fer"de bulunup bulunmadığının tedkîki
v.s. gibi -zannî (kat'î olmayan) durumlara dayanmakta olduğundan islâm Milleti
arasında ihtilaf ve çatışmalara sebeb olmaktadır, illetin tesbîti ve tahakkuku
gibi mevzularda görüşler değiştiğinden hükümler de değişmekte, aynı hâdisede
muhtelif hükümler hasıl olmaktadır. Böylece îslâm Milleti fırkalara
(cemaatlere) ayrılmaktadır. Tefrika, övülmeyen, yerilen bir durumdur. Tefrikaya
götürücü mahiyette olan kıyas da zemme, yerilmeye müstehakttr.
Dördüncü Delil.-
Şerîatin hükümleri birbirine benzeyenlerin eşit kılınması, farklı olan şeylerin
muhtelifliği esasına dayanmamaktadır. Bunun içindir ki Şerîat'te birbirine
benzer hükümler buluyoruz. Şunlar birinci nevîye (benzer durumların farklı
hükümlerine) misaldir: Hayızlı kadından, hayızlılık müddetindeki namazları ve
o-rucları düşmekte, fakat temizlendikten sonra, sadece kadın orucunu kaza etmek
mükellefiyetini taşımakta, namazı kaza etme mükellefiyeti taşımamaktadır.
İkisi arasında fark olmamasına rağmen hırsızın elinin kesilmesi icabettiği
halde, yankesicinin elinin kesilmesi icabetmez.[138]
Zina iftirasında bulunan insana iftira cezası (-ka-.zf.haddi) verildiği halde,
küfür (Islâmdan çıkma) iftirasında bulunana iftira cezası verilmez. Oysa küfür
zinadan daha çirkindir. Şu da ikinci nevîye (farklı durumların benzer
hükümlerine) misaldir: Her ikisi ayrı ayrı şeyler oldukları halde su gibi toprak
da temizleyici kılınmıştır. (Bu misalden de görüldüğü üzere) madem ki Şeriat,
hükümleri teşri kılışında, eşyalar arasında benzerliği nazarı dikkate
almamıştır, o halde kıyas hüccet değildir. Çünkü kıyas eşitlik ve benzerliğe
dayanmakta, Şeriat ise benzerlik ve müsâvîliği muteber saymamaktadır.
205) Tercihe
Değer Görüş
Esasen kıyası kabul
etmeyip reddedenlerin maksadlan sadece nasslara bağlı bulunup Şerîatin
keyifler, hevâ ve hevesler ile karmakarışıklıktan korunmasından başka bir şey
değildir. Görüşlerine hüccet olarak deliller de bulmuşlardır. Keza kıyası kabul
edip benimseyenler de nasslara karşı gelmek, onlara iftirada bulunup, onlardan
uzaklaşmak, Şerâtin hükümleriyle oynayıp, bu hükümlere keyfîliği, istek ve
arzuları hükümrân kılmak istememişlerdir. Caiz olmayan bir hataya düşmemek
için, kıyasın sıhhatli yapılabilmesi için neleri şart koştuklarını gördük. Her
iki taraf da gayret, cehd ve hüsnü niyetince sevab sahibidir. Bununla beraber,
iki taraftan hangisinin görüşünü doğru bulduğumuzu açıklayalım.
Her iki tarafın
delilleri hakkında iyice düşünüp, şer"î hükümlerin dayandığı esaslar ve
hükümleri teşri kılışın gayesini tedkîk edersek, kıyasın hüccet oluşunu benimseyenlerin
görüşünün tercihe değer olduğu neticesine varırız. Bunu şöyle izah edebiliriz.
Şer"î hükümlerin
illetleri vardır. Yani ibadet yahut muamele cinsinden olsun hükümler,
kendilerini iktiza ettiren illet ve vasıflara istinad ettirilmiştir,
ibadetlerde bu hükümleri gerekli kılmış illetlerin mevcudiyetini kat'î olarak
söylüyorsak da ibadetlerin illetleri bize kapalıdır; onların illetlerini
tafsilatıyla idrâk etmemize imkân yoktur. Muamelelerin illetlerini ise anlamak
mümkindir. Muamelelerin hükümlerinin makbul ve meşru bir suretle anlaşılması
mümkin olursa, Şerîatin (hükümleri) meşru kılış metoduna uyarak ve Kur'anın
birçok nassında delalet ettiği karşılıklı benzerlik kanununu benimseyerek, bu
illetlerin aynılarını ihtiva eden olayların hepsine, illetleri anlaşılmış
hükümleri vermek kabil olur. Çünkü kıyas, şer"î hükümlerin illetleri
olduğu esasına dayanmaktadır. Benzer şeyler arasındaki eşitlik, rarkh şeyler
arasındaki ayrılık, doğru ve muteber bir durumdur. Allah kullarını yaratmış ve
bu düzeni hükümrân kılmıştır. Kur'anm birçok nassı bu ölçüyle dolup
taşmaktadır. Bunlardan
bazılarını kıyası kabul edenler hüccet olarak kullanmışlardır. Mesela Yüce
Allah [(... işte ey akıl ve basiret sahib-leri! Siz (bundan) ibret alın)][139]
buyurmuştur. Bunun benzeri pek fazladır. Yüce Allah'ın şu sözleri bunlardandır.
[(Sİzİn kâfirleriniz (bütün) bunlardan daha mı hayrrhdır? Yoksa (semavî)
kitablarda sizin için bir beraat mi var)][140],
[(Onlar kendilerinden evvelkilerin sonuçlarının nice olduğuna bakmaları için
yer (yüzün)de gezip dolaşmadılar mı? Allah onların kökünü kırmıştır. O
kafirlerin hakkı da bunun benzerleridir)][141]
Allah "âd Kavminin dûçâr olduğu acıklı azabı bize anlattıktan sonra şöyle
buyuruyor: [(... işte günahkârlar güruhunu biz böyle cezalandırırız)].[142] Bu
ve benzeri ayetler, bir şeyin hükmünün, onun benzerinin hükmü olduğunu
göstermektedir, işte bu, Allah'ın kâinattaki kanunudur. Eğer durum böyle
olmasaydı, bu ayetlerin zikrinde bir mana, ayetlerde bir delalet, bir ibret
bulunmaz ve onlar hüccet gösterilmezdi.
Keza, farklı şeyleri
eşit kılmamanın Allah'ın hükmü olduğunu, farklı şeyleri hükümde Allah'ın eşit
kılabileceğini söyleyenlerin, bunu bilerek veya bilmeyerek söyleseler de
Allah'a, layık olmayan bir şeyi nisbet etmiş olduklarını Kur'an nassları
açıklamıştı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
(ÖyIe ya, biz müslümanİarı o günahkârlar gibi
yapar mıyız hiç? Size ne oluyor? Nasıl böyle hükmediyorsunuz?)] [143]
[(Yoksa kötülükleri kazananlar, kendilerini,
iman edip de iyi amel (ve hareketlerde bulunanlar gibi mi yapacağız, dirim ve
ölümleri bir mi olacak sandı(lar). Hükmedegeldikleri (bu) şey ne fena)],[144]
[(Yoksa biz iman edip de güzel güzel amel (ve hareket) edenleri yer yüzünde
fesad çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahud (Allah'tan) korkanları doğru yoldan
sapanlar gibi mi sayacağız?)].[145] Şu
halde Kur'an birbirine benzer iki şeyin, eşit, birbirinden farklı iki şeyin
ayrı oluşları kanun ve kaidesinin doğruluğuna şahittir. Kıyas ise bu kanun ve
kaidenin benimsenerek, hükmü gerektiren illete iki olay eşit iseler, hükmü hakkında
nass bulunan olaya, hükmü hakkında nass bulunmayan olayları ilhak ederek,
onlarda bu kaide ve kanunun tatbikinden ibarettir.
Kıyası reddedenlerin
hüccet olarak ileri sürdükleri şeylerde kendi lehlerine hüccet olacak bir şey
yoktur; ileri sürdükleri şeyler davalarına delalet etmemektedir. Çünkü kıyâs
mesele hakkında nass bulunmadığı zaman (hüccet olarak) alındığından [(...
Allah'ın ve Rasulünün huzurunda (sözde ve işte) Öne geçmeyin)][146]
ayetine muhalif değildir. Çünkü kıyas, hükmü hakkında sarih nassm bulunmadığı
olay hakkında Allah'ın hükmünü ortaya çıkarmaktadır. Yani kıyas sabit bir hükmü
meydana çıkarmaktadır. Yoksa, mevcud olmayan bir hüküm (ortaya) koymamaktadır.
Keza kıyas [(Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet)][147]
ayetine de muhalif değildir. Kıyas, hükmün sıhhati hususunda bize kuvvetli bir
-zann (e-z-zannu rrâci.h, kuvvetli kanaat) vermektedir. Amelî hükümlerin
tesbitinde ise bu râcı.h-zann kafidir. Kıyas, [(Senin için hakkında bilgi hasıl
olmayan şeyin ardına düşme)][148] ve [(-zann
hakdan hiçbir şeyi ifade etmez)][149]
ayetlerine de aykırı değildir. Kur'anın her şey için bir açıklama ve beyan
oluşu, hükümleri lafız yahut mana olarak açıklaması manasınadır. Yoksa her
hüküm için sarih nassm bulunuşu manasına değildir. Kıyas, Kur'anın hükümlere
mana ile delalet edişiyle alakalı olduğundan, kıyaslan müstağni kalınamaz.
Sahabeden, re'y ve
kıyası zemmeder şekilde nakledilen haberler ise, bozuk re'y ve yanlış kıyas ile
izah olunup anlaşılmalıdır. Biz kıyasın yanlış (fâsid, bozuk) bir kısmının
bulunduğunu kabul ediyoruz. Lakin kıyasın doğru olanı da vardır. Sahih (doğru)
kıyas, daha önce zikrettiğimiz kıyasın rükün ve şartlarının kendisinde bulunduğu
kıyastır. Buna aykırı olan kıyas ise bozuk ve fâsid kıyastır. Mesela kıyası reddedenlerin
kıyasa misal olarak [(...alım satım da
faiz gibidir...)][150]
ayetinde bulunan alım satımla faizi birbirine kıyas etmeleri gibi. Oysa alım
satımın mahiyeti, faizin mahiyetinden farklıdır. Keza Allah'ın bize Yûsuf
aley-hisselâmın kardeşlerinin sözlerini anlatırken [(...eğer o çalmış bulunuyorsa onun daha evvel
bir kardeşi de çalmıştı...)][151]
buyurarak yanlış kıyasa bir misal vermiştir. Iblîs'in ateş çamurdan daha
faziletlidir (daha üstündür) esasına dayanan şu kıyası: Kendisi ateşten
yaratıldığı için, kendi iddiâsınca, çamurdan yaratılmış olan Adem'den daha
üstün olduğundan, önünde secde edilmesi gereken Adem'in değil, kendisi olduğu
Larzındaki kıyası da batıl bir kıyastır; yahut batıl bir kıyas ile delil
getirmektir. Fakat bozuk kıyasın bulunması, sahih (doğru) kıyasın hüccet
oluşuna mani olamaz. Biz, kat'î olarak batıl olan, fakat Sünnete nisbet edilen
hadislerin bulunduğunu bilmekteyiz. Fakat bu hal, Sünnete uymanın ve Sünneti
şer"î bir delil saymanın icabettiğine mâni olamaz. Durum kıyasda da
aynıdır. Kıyasın bozuk olanı varsa bu, tamamen kıyası terkedip, kıyası
şer"î bir delil saymamak manasına gelemez.
Kıyasın ihtilaf ve
ayrılığa âmil olduğu iddiasına gelince: ihtilaf, Kur'andan, Sünnetten
hükümlerin çıkarılmasında, Sünnetin sıhhatinin şartlan, Sünnetin hükümlere
delalet şartlarında da mevcuddur. Keza bazı Kur'an nasslarını anlamada da
ihtilaf vardır. Durum böyle olduğu halde, ihtilafa mani olmak için, hiç kimse
çıkıp da Sünnetin terkedilmesi, Sünnetten hüküm çıkarılmaması lazımdır dememiştir.
Meselenin esası şudur:
Hakkında farklı görüşlerin bulunduğu meselenin hükmüne dair kat'î sarih bir
nass yoksa, ihtilaf içtihadı hususlardaki görüş ayrılıklarındaysa, şer"î,
amelî hükümlerin çıkarılmasındaki (ıstınbâtındaki) ihtilâf makbuldür. Sahabe
devrinden günümüze kadar fakihler ihtilaf etmişlerdir. Hatta kıyası reddedenler
dahî, aynı mezheb mensubu olsalar bile birçok hükümlerde kendi aralarında
ihtilaf etmişlerdir. Bu da, her içtihadı meselede içtihadın tabiî bir şey
olduğunu, ihtilafın sebebinin kıyası benimsemek veya benimsememek olmadığını
göstermektedir. Ve nihayet şunu kaydetmeliyiz: Kınanan, zemmolunan ihtilaf,
îtikâdî meselelerde, dînin inançla ilgili esaslarında, kat'î hükümlerinde yahut
hakkında icmâ" bulunan hükümlerindeki ihtilaftır; dînin hukuki mevzuatında
ve -zannî hükümlerindeki ihtilaf değildir.
Bazıları tarafından
ileri sürülmüş olan "Şeriat benzer meseleleri farklı ve ayrı, farklı
meselelleri de eşit mütâlâa etmiştir" İddiası delil olamaz. Bu görüş,
mutlak o-larak kifayetsizdir ve şerî"atin kaynak ve rnesnedlerine yeterli
derecede muttali olmadan ileri sürülmüş bir iddiadır. Bu iddia ileri
sürülürken Şerîatin şaşılacak derecedeki hikmetleri, derin esrarı, gerçek
maslahatları, hükümlerinin icabı olan mana ve illetleri tcdkîk olunmamıştır.
Şeriat, muhtelif olan iki hususun tefriki ve eşit olan İki hususun musâvî
kılınması tarzında selîm insan fıtratında mevcûd olan anlayışa ters düşen
hiçbir hüküm kat'iyyen getirmemiştir. Bunu gösteren Şerîatin hükümleri pek
çoktur. Eğer Şeriat bazı meselelere mahsus olmak üzere, benzerlerinden farklı
hüküm getirdiyse, bu nevîden olan meselelere bu hükümlerin verilmesini
icabettiren bir vasıf taşımaları hasebiyle, hükümleri kendilerine mahsustur; ve
başka meselelerle eşit kılınamazlar. Bu hususi vasfı bazı insanlar bilebilir
ve bazıarı da bilemeyebilir. Sahih kıyasın şartlan arasında, sıhhatli olduğunu
herkesin bilmesi şartı yoktur. Onun için iki benzer arasında eşitliği ve iki
muhtelif şey arasında da farklılığı gerektiren sahih (doğru ve makbul) kıyasa,
birisi Şerîatte herhangi bir şeyi muhalif bulursa, bu şey o şahsın kendi
tasavvur ve zihninde hasıl olan kıyasa muhaliftir; esasen sabit ve mevcud olan
sahih-kıyasa muhalif değildir.
Şerîatte karşılıklı
benzeyiş kanununa aykırı hükümler yoktur. Mesela hayızlı kadının temizlendikten
sonra, orucu kaza etmesi ve namazlarını kaza etmemesi, bu iki ibadet arasındaki
farklılığa, daha Önce izah ettiğimiz esasa yani namaz vakitlerinin
fazlalığından dolayı namazların kazasında sıkıntı (el.harac) bulunduğu, orucun
kazasında sıkıntının bulunmadığı esasına dayanmaktadır. Sıkıntı ise şer"an
bertaraf olunmuştur.
Zina iftirasında
bulunana .hadd cezası verilmesinin icabettiği, Islâmdan çıkma (elküfr)
iftirasında bulunana ise böyle bir cezanın icabeunediği meselesine gelince:
Zina iftirasında, isnadda
bulunan insanın yalan söylediğini diğer insanların öğrenebilmelerine imkan
olmadığından dolayı .hadd cezası, isnadda bulunanı yalanlamak-zina iftirasına
uğrayanın ırzını, namusunu temize çıkarmakta, hususen iftiraya u£rayan kadın
olduğunda ondan bu âr ve lekeyi bertaraf etmektedir. Küfr iftirasında ise
müslümanın halini müşahede etmek, müslümanların iftiraya uğrayan müslüma-nın
durumuna vâkıf olmaları, isnadda bulunanın yalanlanması için kâfidir, iftiraya
uğrayan müslüman, iman cümlesini telaffuz edebilir; ve böylece isnadda
bulunanın yalancılığı ortaya çıkar. Fakat zina iftirasına uğrayan, iftiracının
yalanlanması için
ne yapabilir?!
Hırsızın elinin
kesilip yankesicinin elinin kesilmemesi de böyledir. Çünkü hırsız, malın
muhafaza olunduğu mahallin dokunulmazlığını çiğnemekte, kilidi kırmakta,
duvarları delmektedir. Mal sahibinin bu (malını saklamaya ve muhafaza etmeye
mahsus yerde muhafaza etmek)den fazla malını muhafaza imkanı da yoktur. Onun
için insanlan bu beladan kurtarmak bakımından mutlaka elinin kesilmesi
ica-beder. Yankesici veya dolandırıcı böyle değildir. O malı insanların gözleri
önünde almaktadır. Onun için kovalanıp, tâkîbedilip malın zorla elinden
alınması kabil olduğu gibi, mahkemede aleyhine şahidler gösterilerek
kendisinden mal "geri alınabilir. Yankesici veya dolandırıcı .hadd
cezasıyla değil, fakat ta"zîr cezasıyla cezalandırılır. Hırsızlığın
mahiyeti, dolandırıcılığın mahiyeti gibi olmadığından hükümleri de ayrıdır.[152]
Toprağın temizleyici
vasfını haiz olduğuna gelince: Toprak, suyun bulunmadığı zamanda .hade.si
(abdestsizlik veya gusülsüzlüğü) gidermek için Şeriat Sahibinin hükmüyle
temizleyici kılınmıştır. Bu hüküm te"abbudîdir. (Yani ibadet mahiyeti
ağırlıktadır; bu hususta din ne diyorsa öylece kabul edilip dîne itaatkâr olmak
gerekir; ve insan aklı mantıkî izahtan âcizdir) Daha önce de söylediğimiz gibi
te"abbudî hükümlerin illetlerinin-tafsilâtı (biz insanlarca)
bilinememektedir.
Hulâsa edecek olursak,
sahih kıyas cumhura göre hüküm delillerinden ve şer"î hüccetlerden
biridir, iki görüşten tercihe değer olanı budur, Kitab, Sünnet ve icmâ"dan
sonra kıyasa müracaat olunur ve ona göre amel edilir.
206)
Arabcada istihsân kelimesinin manası, bir şeyi güzel saymak, iyi kabul etmektir.
Ayrıca, başkalarınca tasvîb edilmese de insanın canının istediği ve kendisine
meylettiği şeye de denir.
Fıkıh Usûlü
ıstılahında ise birçok tariflerle tarif olunmuştur. Bunlardan birisi
Elpezdevî'nin tarifidir. Şöyle diyor: "Istihsan, bir kıyasın muktezâsmdan,
daha kuvvetli bir kıyasa meyletmektir. Yahut bir kıyası, kendisinden daha
kuvvetli bir delil ile ta-h-sî-s etmektir." Hanefi fakîhi Hulvânî
(el.hulvânî veya el-halvâî) şöyle der: "îslihsân, Kitab, Sünnet veya
icmâ"daki daha kuvvetli bir delil sebebiyle kıyası ter-ketmektir."
Hanefi imamlarından Kerhî (elkcr-hî)nin tarifi ise şöyle: "istihsân, insanın
bir meselede, o meselenin benzerlerinde hükmettiği gibi hükmetmekten, iktiza
ettirici bir sebebden dolayı, daha farklı bir hükümle hükmetmeye
meyletmesidir." Mâliki ibnu T'arabî ise şöyle tarif eder: "İstihsân,
kendisine bazı iktizalarında muarız bulunan bir muarızın muârazasmdan dolayı,
istisna ve ruhsat kabilinden, delilin iktizasının terkini tercih
etmektir." Onu bazı Hanbclîlcr de şöyle tarif etmişlerdir: "istihsân,
hususi, şer"î bir delil sebebiyle, bir meselenin hükmünü, o meselenin benzerlerinden
farklı olarak verme meylidir."
207) Bütün bu tariflerden çıkarılan neticeye göre
islihsan: "Müctehİdin kalben mutmain olduğu, istisnayı yahut meyletmeyi
gerektiren bir sebeble açık bir kıyastan kapalı bir kıyasa meyletmesi yahut
umumi bir kaideden (küliî bir a-sldan) cüz'î bir meseleyi istisna
etmesidir."
Halletmesi ve hükmünü
beyan etmesi için müetehide arzolunan bir meselede, birbirine muhalif iki kıyas
düşünülebiliyorsa, kıyaslardan birincisi muayyen bir hükmün verilmesini
icabettiren aşikâr, açık bir kıyas, kıyaslardan ikincisi başka bir hükmün
verilmesini icabettiren gizli (kapalı, hemen akla gelmeyen, ince ince mesele
hakkında düşündükten sonra ancak farkedilebilen) bir kıyas ise, müetehidin
fikrindeki bir delil de ikinci kıyasın birinci kıyasa tercihini
icabettiriyorsa yahut açık kıyasın icabından kapalı kıyasın icabına
meyletmesini gerektiriyorsa, bu tercih yahut meyletmek istihsandir.[153] Bu
meyletmeyi icabettiren delil veehu l'isti.hsân yani istihsamn senedi (mesnedi
ve dayanağı), istihsanla sabit hüküm el.hükmü lmusta.hsen yani kıyas hilafına
sabit olan şey (hüküm) olarak isimlendirilir.
Keza, müctehide umumi
bir kaidenin veya küllî bir esasın yani a-slın şümulünde olan bir mesele
arzedilse, müctehidin fikrindeki hususi bir delil bu cüz'î meseleyi umumi
kaideden istisna etmeyi yahut, bu meselenin benzerleri hakkında sabit hükümden
bu meseleyi ayırıp fikrindeki hususi delil sebebiyle ona farklı bir hüküm vermeye
meyletse, bu istisnaî meylediş istihsandır. îstihsanı icabettiren delil vechu
l'isti.hsan yani istihsanm senedidir. Istihsan ile sabit hüküm el.hukmu 1
musta.hsen yani kıyas hilafına sabit şey (hüküm)dir.
a) Zırâî arazînin sulanma (eşşirb), kendi
suyunun kendisinin dışına akma (elmesîl) ve başka gayrı menkûlden kendisine
geçme (elmurûr) hakkı gibi irtifak haklarının[154]
satış akdinde sarahaten belirtilmedikleri takdirde, araziyle birlikte
satılmadıkları, Hanefî fıkhında yerleşmiş bir hükümdür. Zırâî arazî
vakfedilirken, vakıf akdinde bu hakların arazî ile birlikte vakfedildiğinc dair
bir sarih kayıt koyul-madığı takdirde, arazinin satımındaki hüküm (vakfında da)
sabit olur mu, olmaz mı? Hanefîler, kıyasa göre (hüküm) bu hakların vakfa dahil
olmadığı (satımında olduğu gibi), istihsana göre ise (hükmün, bu hakların)
vakfa dahil olduklarıdır, diyorlar. Bunu da şöyle izah ediyorlar: Zirai
arazinin vakfı, iki meseleye kıyâs olunabilir. Birincisi alım satıma kıyası,
ikincisi de kiralamaya kıyasıdır. Birinci kıyas, zihne ilk defa gelen, daha
açık daha aşikâr bir kıyastır. Çünkü malın sahibinin mülkiyetinden çıkarılması,
vakıf ile satımın müşterek vasıflarıdır. Bu açık kıyasın icabına göre,
satıştaki hüküm gibi, irtifak haklarının vakfa dahil olduğu sarahaten
zikredilmediği takdirde, bu haklar araziye tabî olarak vakfa dahil olmamalıdır.
İkinci kıyas yani bu arazinin vakfının kiraya kıyaslanması, kira ve vakfın her
birinin, maldan istifade hakkı vermesi, malın aslına malik olunmamasının ifade
edişteki müştereklik esasına dayan maktadır. Bu gizli bir kıyastır; hemen zihne
gelmemektedir; biraz düşünme ve teemmüle muhtaçtır. Bu kıyasa göre, kiradaki
hüküm gibi, herhangi bir sarih kayda hacet kalmadan, araziye tabî olarak vakfa
irtifak hakları dahildir, işte müctehidin bu gizli (kapalı) kıyası, açık kıyasa
tercihi istihsandır. İstihsanm vechi yani senedi şudur: Kapalı kıyas, açık
kıyaslan daha kuvvetli bir tesire sahibdir. Çünkü vakıftan maksad, yukarıda da
zikrettiğimiz üzre kendisine malik olunmadan vakfedilen şeyden istifade
teminidir. Oysa irtifak
hakları olmaksızın bu
istifade gerçekleşmemektedir. Onun için kirada olduğu gibi araziye tabî
olarak vakıfta irtifak haklarının dahil olması lazımdır.
b) Küllî bir
esastan (umumi bir a-sldan) cüz'î bir meselenin istisna edilmesine dair
misallerden biri sefeh sebebiyle hacredilmiş şahsın,[155]
hayırlı işlere vasiyetinin caiz olduğudur. Bu vasiyet kıyasa göre caiz
olmamakla beraber, isühsânen caizdir. Keza böyle bir şahsın kendi üzerine vakfı
istihsânen caizdir. Kıyasa göre bu da caiz
değildir. Bu iki
meselede istihsanm nasıl olduğunu izah edelim: Umumi kaideye göre, sefeh
yüzünden hacredilmiş şahsın mallarının muhafazası için, teberrûları sahih
(meşru) değildir. Fakat bu umumi kaideden, hayırlı işlere vasiyette bulunması
istisna edilmiştir. Çünkü vasiyet ancak mû-sînin (vasiyette bulunanın)
vefatından sonra mülkiyet ifade etmektedir. Vakıf da vasiyet gibi sefihin
malını kendi lehine muhafaza etmekte olduğundan bu istisna umumi kaidenin
maksadına (menfî bir tarzda) tesir etmemektedir.
Verdiğimiz misallerde
de görüldüğü üzere istihsân, küllî bir esasdan cüz'î bir meselenin istisnası
veya kapalı kıyası açık kıyasa tercih şeklinde olur. Bu istihsanm kendisinden
meyledilen ve kendisine meyledilene göre taksimidir.
Bazen istihsân
mesnedine yani deliline veya fıkıh kitaplarında kendisine istihsanm vechi
denilen şey dikkate alınarak çeşitlendirilir. Bu neviler şunlardır:
Bu, umumi kaidelerin
icabına göre benzer meseleler için sabit hükmün hilafına, cüz'î bir mesele
hakkında Şâriin hususi bir nassının bu meseleye hüküm vermesidir. Yani umumi
esasa göre benzerleri için sabit hükümden bu meseleyi nass müstesna kılmaktadır.
Mesela umumi kaide ve küllî esas, "mevcûd olmayan bir şeyin alım satımının
bâtıl olmasını" gerektirmektedir. Fakat, akid esasında insanın yanında bulunmayan
şeyin satımı olan selem, bundan hususi bir nass ile müstesna kılınmıştır. Nass
şudur: ASSÜ Rasulüllahtan şu rivayet olunmuştur [(Malı bilâhare almak üzere kim
bedelini peşinen verirse bunu, hacmi belli ve tartı mikdârı belli, tesellüm
vakti belli malda yapsın)]. Keza şart muhayyerliği (-hıyâru şşar-t) de bu
istihsana misal teşkil eder.[156]
Çünkü bu muhayyerliğin, akidlerdc lüzumun (bağlayıcılığın) esas olması umumi
kaidesinden istisna edilerek üç güne kadar (bu muhayyerliğin) caiz olduğuna
dair Sünnette nass mevcuddur.
Mesela ıstı-snâ"
(sanatkâra bir şey yapmasını ısmarlamak: Ayakkabı, elbise v.s. gibi) akdi buna
bir misaldir. Bu kabil ısmarlama istihsânen caizdir. Kıyasa göre caiz olmaması
lazımdır. Çünkü bu ısmarlama, mevcud olmayan bir şey hakkında yapılan akiddir.
Umumi kaideden istisna olarak caiz olmuştur. (Burada) istihsanm vechi ise,
hiçbir kimse reddetmeksizin müslümanlar arasında örf ve teamül olarak carî olup
böylece icmâ" halini almasıdır.
Keza belli bir ücretle
hamamlara girmek de bu çeşit istihsana misaldir. Umumi kaideye göre bu
davranışın meşru olmaması lazımdır. Çünkü belli bir ücret verdiği halde her
hamama girenin harcayacağı su (malum değil) meçhuldür. Ayrıca hamamda kalacağı
müddet de meçhuldür. Fakat umumi kaideden İstisna edilerek, insanların
sıkıntıya düşmelerini önlemek için, hiç kimse tarafından reddedi İm eksizin örf
olarak carî olması sebebiyle icmâ" halini alarak, islihsanen caiz
kılınmıştır.
Kitab, tabak ve
benzerleri gibi naklcdilebilir eşyanın bazı fakihlcre göre vakfedi-lişinin örf
haline gelişiyle, menkûl (nakledilebilir) eşyanın vakfının caiz olması bu nevî
istihsâna misaldir. Bu istihsân, vakfın ebedî olması, vakfın sadece gayrı
menkûlde caiz olup, menkûl eşyada caiz olmaması tarzındaki umumi esasın bir
istis-nasıdır. Zikrettiğimiz menkûl eşyanın vakfı, haklarında örf carî
olduğundan caizdir.
insanın (küçük abdest
bozarken) üzerine kayan (fevkalâde ince, yarı görünür görünmez) sidik sıçrantılarmdan
muaf olduğu,[157] muamelelerde az (da
olsa) aldanmış olmak (yesîr olan ğabn) buna misaldir. Çünkü bunlardan (sıçrantı
ve az aldanmaktan) kaçınmak mümkin değildir.
Keza, içlerine pis
(necis) şeyler düşen kuyuların, kendilerinden muayyen mikdârda su çıkarılınca
temizlenmiş oldukları da, insanlardan sıkıntıyı bertaraf etmek için ve zaruret
sebebiyle islihsanen sabittir.
Bunun misali,
kendisinden sakınmak yahut önlenmesi kabil olmayan, önünde durulmaz bir kuvvet
ile helak olmaları müstesna olmak kaydıyla, ecîrun müşterek (ücretle herkese iş
yapan) nezdindeki, başkalarına aîd olan mallardan helak olanları tazmin
etmesidir. Oysa umumi kaideye göre, bu şahıs emîn kişi olduğundan tecavüz yahut
kusuru sabit olmadan tazminde bulunmamalıydı. Lakin birçok fakihlcr, manevi
mesuliyet ve dînî vicdanların zayıflayıp, hainliğin fazlalaşması sebebiyle,
insanların mallarının korunması olan maslahatlarını göz önüne alarak
istihsanen, böyle şahsın tazminat ödemesinin icabettiği şeklinde fetva
vermişlerdir.
Buna daha önce,
irtifak hakları hususunda bir kayıt koyulmadan vakfedilen zirai araziyi misal
olarak vermiştik.
Yırtıcı kuşların
artığı suların temizlik hükmü de buna misaldir. Açık kıyas -ki diğer yırtıcı
hayvanların su artıklarına kıyasıdır-, pis olmalarını icabettirmektedir. Fakat
bu su artığının insanın su artığına kıyas edilmesi itibariyle temizliğine fetva
vermişlerdir. Çünkü yırtıcı kuşlar gagalarıyla suyu içmektedirler. Gagaları ise
temiz bir kemiktir. Bu kapalı kıyas olduğundan, bu kuşların artıkları olan
suların temizliğine hükmetmek istihsanen verilen hüküm olur.[158]
Birçok âlimler
istihsanı benimseyerek onu hüküm delillerinden bin saymış, Sâfiîler gibi
bazıları da onu reddetmiş, hatta imam Şafiî'den 'Îstihsân, zcvkleniş ve
keyfiliktir; canın istediği gibi hüküm vermektir", "îslihsânda
bulunan, kendiliğinden hüküm koymuştur" dediği naklolunur.[159]
Anlaşıldığına göre, kelime olarak istihsanın kullanılmış olması, bazı âlimlerin
zihninde keyfî, canın istediği gibi hüküm koyma manasını canlandırdığından onu
reddetmişler, fakat istihsanı benimseyenler nez-dinde istihsânm gerçek
hüviyetinin ne olduğunu tahkik etmemişler, istihsandan neyi kasdcttiklerini
anlamamışlar, istihsanı delilsiz, hüküm koyma kabilinden bir şey zannederek
ona hücumda bulunup, ne söylemişlerse söylemişlerdir. Canın istediği gibi ve
keyfî delilsiz olarak istihsanda bulunmanın delil olmadığında alimler arasında
ihtilaf yoktur. Eğer bu nevî bir istihsanın istihsân olarak adlandırılması
mümkin ise istihsanı reddedenler, böyle bir istihsanı reddetmektedirler.
Esasını yukarıda izah ettiğimiz üzre, kendisini kabul cdenlerce istihsân, bir
delile diğer bir delili tercih etmenin ötesine geçmeyen bir tatbikattır. Böyle
bir şeyin alimler arasında hilaf mevzuu olmaması daha lâyıktır. "Esasen
istihsanda, ihtilaf noktası olabilecek bir husus yoktur."
Bununla beraber biz
nass ile sabit hükmü istihsân değil, nass ile sabit hüküm o-larak
isimlendirmeyi tercih ediyoruz. Fakat Hanefî ıstılahında bu hüküm istihsân olarak
adlandırılmaktadır. Istılah ise tenkîd olunmaz.
217)
Maslahat, menfaatin celbi, temini yahut zararın yani mefsedetin defi, bertaraf
edilmesidir. Maslahatın olumlu ve müsbet tarafı, menfaati var kılmak; olumsuz
ve menfi tarafı da mefsedeti def etmek ve bertaraf kılmaktır. Bazen maslahat
kelimesi, mefsedetin defi ile bir arada bulunursa, maslahatın sadece müsbet
tarafı manasına kullanılır. Mesela fakihlerin "mefsedetin defi, maslahatın
celbine tercîh olunur (mu-kaddemdir)" ifadesi gibi.
218) Maslahatlardan
bazılarını Şeriat Sahibi muteber saymış, bazılarını ilga etmiş, bazıları
hakkında bir hüküm vermemiş (haklarında sükût etmiş)tir. Bunlardan birinci
kısım muteber maslahatlar, ikinci kısım mülga (ilga olunmuş) maslahatlar,
üçüncü kısım da mürsel (Şerîatçe müsbet veya menfî hiç bir şekilde hükme
bağlanmamış, kayıtsız) maslahatlardır.
Bunlar dînin, canın,
aklın, ırzın ve malın korunması gibi, kendilerini gerçekleştiren hükümleri
Şeriat Sahibinin meşru kılarak muteber saydığı maslahatlardır. Mesela Şeriat
Sahibi cihâdı dînin korunması için, kısası canın korunması için, içki içme hadd
cezasını aklın korunması için, zina ve zina iftirası hadd cezalarını ırzı
korumak için, hırsızlık hadd cezasını da malları korumak için meşru kılmıştır.
işte bu muteber
maslahatlarla illetleri arasındaki, illetleri mevcud ise maslahatların da
mevcudiyeti, illetleri yok ise maslahatların da mevcud olmadığı tarzındaki
bağlantı (errab-t) esasına göre kıyas delili ortaya çıkmıştır. Buna göre hükmü
hakkında Şeriat Sahibinin nassı bulunmayan her hâdise, hükmü hakkında Şeriat Sahibinin
nassı bulunan başka bir hâdiseye illetinde müsâvt ise, hakkında nass bulunan
hükmün aynını alır.
Muteber maslahatların
yanı sıra, Şeriat Sahibinin, meşru kıldığı hükümler ile muteber saymadığını
gösterdiği, kıymetleri olmadığım ifade ettiği, tercih olunamayacak,
hakikatleri bulunmayan, vehim ve kuruntu mahsûlü olan maslahatlar da vardır.
Bunlar ilga edilmiş, mülga maslahatlardır.
Şunlar, bu nevî mülga
maslahatlara misaldir: 1- Mirasta
kızın, eşit miras alma maslahatı. Şeriat Sahibi bu maslahatı, şu sözünün
delaletiyle ilga etmiştir:
[(Allah size (miras
hükümlerini şöyle) emreder: Evladlarımz hakkında(ki hüküm) erkeğe, iki dişinin
payı mikdândır...)][161] 2- Fâiz yoluyla faizcinin parasını
arttırma maslahatı. Şeriat Sahibi bu maslahatı, faizi haram kılarak ilga etmiş
ve şöyle buyurmuştur: [(… Halbuki Allah alış verişi helal ve faizi haram
kılmıştır...)][162]
Onun için faiz, malın ve paranın (meşru olarak) çoğalması ve nemâlandırılması
için bir vesîlc olamaz. 3- Cihada
gitmeyen korkakların kendilerini yaralanmak ve ölümden korumak maslahatları.
Şeriat Sahibi, meşru kıldığı cihad hükümleriyle, kabul edilemeyecek bu maslahatı
ilga etmiştir. Bu misaller çoğaltılabilir.
Mülga maslahatların,
hükümlere mesned olamayacakları hususunda alimler arasında ihtilaf yoktur.[163]
221) Mürsel
Maslahatlar
Muteber ve mülga
maslahatların yanı sıra, Şeriat Sahibinin muteber veya mülga oldukları
hususunda nassı bulunmayan maslahatlar vardır. Menfaat, fayda, istifade
celbettiği ve zarar defettiği için bunlar maslahattır. Şeriat Sahibinin ilga
veya itibarına mazhar olmadıkları cihetle de bu kabil maslahatlar mürseldir;
kayıtlanmam ıslardır. Şu halde esasen bu maslahatların, Şerîatçe hükmü
açıklanmamış, kıyaslanabilmelcri için de, hükmü hakkında nass bulunan
benzerlerinin olmadığı, fakat menfaat gerçekleştirecek yahut zarar def edecek
mahiyetteki muayyen bir hükmün meşru kılınmasına münasib bir vasıfları vardır.
Mesela (Ebû Bekir Efendimizin halifeliği zamanında) Kur'amn bir kitab halinde
toplanması, (Ömer Efendimizin halifeliği devrinde) sicillerin (dîvânların)
tedvini, sanatkârlara ve esnafa (emaneten yanlarında bulunan başkalarının
mallarına verdikleri zararlar için) tazminat ödcttirilmesi ve bir kişi
sebebiyle cemaatin öldürülmesi gibi mevzular, bu nevî maslahatlardandır.
İbâdetlerde mürsel
maslahatlara göre amel olunamayacağı hususunda alimlerin ihtilafı yoktur. Zira
ibadetlerle ilgili mevzuat, ictihâd ve re'yin ceryan edemediği, sadece
Rasûlullahın verdiği bilgiyle iktifa olunabilecek, kendilerine yapılan
ilavelerin bid"at olduğu hususlardır. Dinde bid"at çıkarmak ise
kınanmıştır. Her bid"at sapıklıktır; ve her sapıklığın sahibi de
ateştedir...
Muamelelerde
(ibadetler haricindeki hukuki münasebetlerde) maslahatların hüccet olup
olmadığı, hüküm delillerinden bir delil olup olmadığı mevzuunda alimler ihtilaf
etmişlerdir. Bu ihtilaf, Usûl kitablarında gayet uzun olarak anlatılmakta ise
de bu ihtilafın neticelerini aynı genişlik ve fazlalıkla Fıkıh kitablarında
görmüyoruz. Mesela mürsel maslahatları benimsemedikleri söylenen fakihlerin,
mürsel maslahat esasına dayanan ictihadlan vardır. Faraza bu durumu Şafiî ve
Hanefî Fıkhında görmekteyiz. Fakat durum ne olursa olsun, alimlerin bir kısmı
mürsel maslahatların hüccet olduğunu kabul etmemiştir. Zahiriler bunlardandır.
Kendileri zaten kıyası da kabul etmediklerine göre, evleviyetle mürsel
maslahatları reddedeceklerdir. Şâfiîlerle Hanefîlerin de mürsel maslahatı kabul
etmedikleri söylenmişse de, biz Fıkıhlarında, az sonra da zikredeceğimiz üzre,
mürsel maslahat esasına dayanan ieti-hadlarımn olduğunu biliyoruz.
Diğer bir kısım
alimler, mürsel maslahatları benimsemiş, onları şer"î bir hüccet ve hüküm
koyma kaynaklarından biri saymışlardır. Bu meyli ile en fazla tanınmış olan
îmam Mâlik, ondan sonra da Hanbel oğlu Ahmed'dir.
Bu iki kısım alimlerin
ortasında (yer alan) üçüncü bir kısım alimler vardır. Bunlar maslahatı (hüccet
olarak) benimsemektedirler. Fakat bunun için koştukları şartlar maslahatları,
alimlerin benimsemekte ihtilaf etmedikleri zaruretler manzumesine sokmaktadır.
Mesela Elğazzâlî bunlardandır. Zarurî, kat'î ve küllî olması şartıyla maslahau
(hüccet olarak) benimsemektedir.
Şimdi maslahatların
hüccet olduklarını reddedenlerin, sonra hüccet olduğunu benimseyenlerin
delillerini zikredip, ikisi arasında tercih yaptıktan sonra da fakihlerin
maslahat esasına göre hükme bağladıkları bazı meseleleri zikredeceğiz:
A)[164] Hikmet ve Şeriat Sahibi, kullarına maslahatlarını
gerçekleştirecek hükümleri meşru kılmıştır. Tek bir maslahatın bile gafili
olmamış, onu meşru kılmaksızm ler-keunemiştir. Mürsel maslahatları hüccet kabul
etmek Şeriat Sahibinin kulların bazı maslahatlarını terkedip, bu maslahatları
gerçekleştirecek hükümleri meşru kılmadığını kabul etmek olur. Bu ise Yüce
Allah'ın
[(insan, kendisinin
başı boş bırakılacağını mı sanıyor?)][165]
sözüne zıd olduğundan caiz değildir.
Görünüşte bu kuvvetli
bir huccetmiş gibi hissediliyorsa da, düşünülüp üzerinde teemmül olunursa
zayıftır. Zira Şerîatin kulların maslahatlarını gözettiği, bu maslahatlara
ulaştırıcı hükümleri meşru kıldığı doğrudur. Fakat Şeriat, Kıyamet Günü'ne adar
mevzûbahs olacak olan bütün maslahatların cüz'î meselelerini hükme
bağlamamıştır; sâdece
bazıları hakkında nassı vardır. Şeriat bütün hüküm ve esaslarıyla, Şeriat Sahibince
hükümleri koymaktan maksad ve gayenin maslahat olduğunu göstermektedir.
Şerîatin bütün maslahatlar hakkında nassmm olmaması, kusur değil
mükemmelliktir; ve ebedî, umumi olmaya ehliyetinin delillerindendir. Çünkü
maslahatların asılları itibariyle gözetilmelerinde bir değişiklik bulunmasa ve
bu husus her zaman sabit olmasa bile cüz'î meseleler halinde maslahatlar
değişirler ve teğayyür ederler. Şu halde, peşinen meseleler halinde
maslahatları bir bir ortaya koyup, her biri için müstakil bir hüküm vaz etmek
imkan dışı olduğu gibi zaruri de değildir. Öyleyse, Şerîatte kendisine has bir
hükmün olmadığı maslahat zuhur ederse, Şeriat Sahibinin maslahatı gözetme
mevzuundaki tasarruf ve yönelişine uygun, Şerîatin herhangi bir hükmüne
muhalif değilse, bu maslahatı gerçekleştirecek bir hüküm vermek kabul
edilebilir. Bu hareket Şeriat Sahibinin hüküm koyma hakkına tecavüz olmayacağı
gibi, Yaratan'ın yarattıklarını başı boş bıraktığını da göstermez. Çünkü
maslahatları gözetmeye ve onları (hüccet olarak) benimsemeye bizi irşâd eden
odur.
B) Mürsel maslahatlar, mülga ve muteber
maslahatlar arasında mütereddid (bazen birinden ve bazen diğerinden olabilecek)
maslahatlardır. Onun için mürsel maslahatların muteber maslahatlara ilhak
edilmeleri, mülga maslahatlara ilhak olunmalarından daha hayırlı (daha uygun
ve evlâ) değildir. Bu bakımdan kendilerinin mülga değil de muteber maslahatlar
kabilinden olduklarına delalet eden bir mesned (şâhid) bulunmadıkça
kendilerinin hüccet olmalarına imkân yoktur.[166]
Bu delil de zayıftır.
Zira Şerîatin dayandığı esas, maslahatın gözetümesidir. Maslahatın ilgâsı ise
istisnadır. Onun için, Şerîatin haklarında bir şey söylemediği, maslahat olma
vasıfları aşikâr maslahatların muteber maslahatlara ilhakı, mülga maslahatlara
ilhakından daha münasib (e"vlâ)dir.
C) Maslahatları
(hüccet olarak) benimsemek, cahillere hüküm koyma cesareti vereceğinden kargaşa
ve karışıklık hasıl olacak, salahiyet sahiblerinden devlet idarecileri,
hakimler ve benzeri yetkililerden şahsî menfaatlerine meyyal olanların önünde
kapılar açılacak, arzu ve isteklerine göre hüküm verecekler, bu hükümlere
maslahat elbisesi giydirip, din boyası ile de boyayacaklardır. Böylece din,
bozguncuları ve haksızları desteklemekle itham edilecek ve tenkîd olunacaktır.
Bu itiraza da şu şekilde
cevab verilebilir: Mürsel maslahatları (hüccet olarak) benimsemek mûteberlik
veya mülgâlıklarından emin olabilmek için Şeriatın delillerine vakıf olmayı
icabettirmektedir. Bunu ilim ve ictihâd ehli olmayanlar yapamaz. Eğer
cahillerin bu nevî bir cür'eti olursa, ilim sahibleri onların cehaletlerini
ortaya koyarlar; ve böylece şerlerinden insanlar da uzak kalırlar. Bozuk
idarecilere gelince: Bu kabil gayrı meşrulukları yapmalarına mani olmak
maslahat kapısının kapanmasıyle değil, onlara karşı milletin vazifesini yapıp,
eğri taraflarını düzeltmesi yahut vazifelerinden onları almakla olur.
A) Şerîatin
nassları ve muhtelif hükümleri, Şerîatin sadece kulların maslahatları
gerçekleştirmek üzere var kılındığını göstermektedir. Mürsel maslahatları benimsemek,
Şerîatin mahiyeti, dayandığı esas ve gönderiliş gayesiyle bağdaşmaktadır.
Bu doğrudur; âlimler
bunu sarahaten ifade etmiştir. Mesela Şâtıbî (eşşâ-tıbî) şöyle diyor: "...
Şerîat, sadece kulların âcil ve müstakbil maslahatlarını gerçekleştirmek,
kendilerinden mefsedetleri (zararları) uzaklaştırıp bertaraf etmek için var
kılınmıştır."1 Fakîh el"ızzu bnu "abdissellâm şöyle diyor:
"Mefsedetlerin def edilmesi yanut maslahatların celbedilmesi tarzında
olsun, Şeriatın tamamı maslahatlardan ibarettir."2 Ibnu I-kayyim şöyle
diyor: "Şeriatın dayanağı ve esâsı dünya ve âhiret-teki, kullarla alakalı
hüküm ve maslahatlardır. Şerîatin tamamı adalet, tamamı rahmet, tamamı
maslahat ve tamamı hikmettir. Adaletten zulme, rahmetten rahmetin zıddına,
maslahattan mefsedete, hikmetten manasızlığa kaçmış olan hiçbir mesele, te'vîl
yoluyla Şerîate dahil edilse bile Şerîatten değildir. Çünkü Şeriat kullan arasında
Allah'ın adaleti ve mahlûkâtı arasında Allah'ın rahmetidir."3 Şerîat
nasslarmın isti-krâı, bu âlimlerin ifadelerinin doğruluğunu göstermektedir.
B) insanların maslahatları ile bu maslahatların
vesileleri, zaman, durum ve şartların değişikliği ile değişmekte olduğundan,
peşinen bunların tamamının bir bütün halinde ortaya koyulması mümkin olmadığı
gibi, Şerîat Sahibi maslahatı gözettiğini gösterdiğine göre buna lüzum da
yoktur. Eğer maslahatlardan sadece mu-teberliğine dair hususi bir delilin
bulunduğu maslahatı muteber sayacak olursak, geniş bir şeyi daraltmış,
insanların birçok maslahatlarını ibtâl etmiş oluruz. Bunun ise Şerîatin
umumiliği (zaman ve cihan şumullüğü) ve ebedîliği ile bağdaşmadığından,
benimsenmesi doğru değildir.
C) Gerek
Sahabenin müctehidleri, gerek onlardan sonra gelen müetehidler ieti-hadlarında
maslahatların gözetilmesini, hükümlerin maslahatlara dayandırılması yolunu
benimsemişler, hiçbirisi bunda tenkide uğramamıştır. Bu da (mürsel maslahatın
hüccet olarak benimsenmesi şeklindeki) işbu esas (asl)ın sıhhatine, bu
tatbikatın doğruluğuna delalet etmekte ve böylece icmâ" haline
gelmektedir. Salah sahibi selefimizin maslahat esasına göre hareket ettikleri
meselelerden bazıları şunlardır:
1) Kur'an
sahifelerini bir mushaf halinde, bir araya toplamak ve müslümanlann bir tek
Mushaf etrafında toplanmaları.
2) Mirastan mahrum bırakılmak kasdıyia kocasının
boşadığı zevceye miras hakkının verilmesi.
3) Emîn kişi
sayıldıkları halde, sanat ve zanaat erbabının himayesindeki diğer şahıslara âid
malların ziyan olması, önünde durulamayacak mücbir bir kuvvet müessiriyeti
haricinde ise, bu kişilerin ziyanı tazminden mükellefiyetleri. Başkaları-
nm mallarını korumada
ciddiyetsiz olmamaları için, maslahat bu hükmü iktiza ettirmiştir. Bu hususta
ARO Ali Efendimiz: "insanları sadece bu hüküm ıslâh eder"1 demiştir.
4) Bir kişi
sebebiyle cemâatin öldürülmesi.
5) ARO Ömer Efendimizin Sa"du bnu Ebî
Va-k-kâ-sın evinde durmasının ehâlînin işleriyle ilgilenmesine mani olduğunda
evinin yakılmasını emretmesi.
6) Yine Ömer
Efendimizin Medine'de kadınların Na-sra bnu .haccâc isimli şahsa ilgi
göstermeleri üzerine bu şahsın saçlarını usturayla traş ettirip Medine'den
sürgün etmesi.
7) Ömer
Efendimizin, devlet memurlarının işgal ettikleri makamları ve nüfuzlarım kötüye
kullanarak elde ettikleri gelirleri ayırıp onlara el koyması v.s. gibi
sayılması uzayacak pek fazla birçok tatbikatları../
225) Tercihe
Değer Görüş
îki tarafın
delillerini tcdkîk ettikten sonra, mürsel maslahatların hüccet olup, bunlara
göre hüküm verilmesi, bunların hüküm delillerinden bir delil sayılması görüşünü
tercihe değer buluyoruz. Bizce bu hüküm verme kaynağı, değişen hayat şartları
karşısında Şerîatin kat'î ve esas hükümleri dışına çıkmaksızın lüzumlu
hükümlerle ihtiyacımıza cevab verecek bereketli bir kaynaktır. Fakat biz
müctehidlerin toplanması mümkin oldukça bu kaynağa ferdî olarak değil,
ccmâ"î olarak müracaat olunması tarafdârıyız.
Mürsel maslahatları en
fazla benimsenmiş fakihler olan Mâlikîler, bu maslahatlara istinad edebilmek
için, mürsel maslahatta bulunması icabeden şartalr koşmuşlardır. Bunlar
şunlardır:
1) Mülâyimlik. Yani maslahat Şeriat Sahibinin
maksadlarına mülayim ve münasib olup, hiçbir aslına ve esasına muhalif, hüküm
delillerinden birine aykırı olmayıp, bilakis Şeriat Sahibinin husulünü hedef
aldığı maslahatlar cinsinden yahut onlara yakın olmalı; onlara yabancı
olmamalıdır.
2)
Kendisinin serîm akıllarca kabul edilebilecek, akıl ile anlaşılabilir cinsten
olması lazımdır..
3)
Maslahatın hüccet olarak benimsenmesi; ya bir zaruretin muhafazası, ya bir
güçlüğün ve sıkıntının defi için olmalıdır. Çünkü Yüce Allah , [(…Din
(işferin)de üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi)][167]
buyuruyor.2
Esasen bu şartlar,
insanların zaafları, meyilleri, keyfîlik ve heveslerinin vanıltıcılıklarından
mürsel maslahatların uzaklaştırılması için ölçülerdir. Fakat bunlara şu iki
şartın da ilavesi yerinde olur:
1) Hüküm
verilmesi neticesinde hasıl olan maslahatın, vehmî (kuruntu kabilinden) değil,
hakiki maslahat olması lazımdır.
2) Maslahatın
hususi değil, umumi olması lazımdır. Yani insanların umumunun maslahatı için
hüküm konmalıdır; muayyen bir ferd yahut muayyen bir cemaat menfaati için
hüküm konmamalıdır.
islâm Fıkıh
Mezheblerinde mürsel maslahat esasına dayanan ictihadlar mevcud-dur. Bunlardan
bazıları şunlardır:
Mâlikîler şu fetvaları
vermişlerdir: 1) Müctehid yoksa,
müetehid olmayanların en liyakatlisinin imam olarak tayininin cevazı. 2) Bir adamın, kendisinden daha liyakatlisi
bulunduğu halde devlet başkanlığına getirilebileceği. 3) Devlet hazinesi boşalırsa varlıklı şahıslara, ordu ihtiyaçlarını
karşılamak gibi zaruri devlet ihtiyaçları için lüzumlu vergiler koyulabileceği
ve bunun devlet hazinesinde gerekli meblağın husulüne kadar yahut kifayetin
husulüne kadar devam edebileceği. 4)
Yaralamalarda çocukların (bulûğa ermemişlerin) bazılarının bazıları hakkındaki
şâhidtiklerinin kabulü. Çünkü çocukların oyunlarını âdeten çocuklardan başkası
görmez. Şâhiddeki adalet şartlarından birisi olan bulûğa ermişlik şartı bu
çocuklarda bulunmasa bile, maslahattan dolayı hüküm budur.
Şâfiîlere göre savaşta
düşmanların mağlûbiyeti icabettiriyorsa, düşmanların üzerlerine binerek
vuruştukları hayvanlar, düşmanların ağaçları, telef edilebilir.
Hanefîlere göre,
ganîmet olarak müslümanlar ellerinde bulundurdukları eşya ve koyunları
beraberlerinde götüremczlcrse, düşmanın istifade etmemesi için hayvanları
kurban ederler, sonra ganimet eşyalarıyla birlikte etleri yakarlar. Hanefîler
aynı zamanda istihsan nevilerinden, maslahatla istihsan esasına göre hüküm
vermektedirler, (îstihsan mevzuunda) bundan bahsetmiştik.
Hanbel oğlu Ahmed şu
fetvaları vermiştir: 1) Fesad
çıkaranların, şerlerinden emin olunabilecek bir beldeye sürgüne gönderilmeleri.
2) Hasta, muhtaç, ailesinin
kalabalık yahut ilim talebesi olması gibi muayyen bir maslahattan dolayı,
hususen bazı çocuklanna babanın hibede bulunfup diğerlerine hibede
bulunma)masi. 3) Hanbelî fakihlerine
göre, salahiyetli makam (veliyyu l'emr) vatandaşların zarureti halinde,
ihtikârcıların nezdindeki mallan, gerçek fiat üzerinden satmaya icbar edilir. 4) Keza salahiyetli makam,
vatandaşların ihtiyaçları hasıl olursa, sanat ve meslek erbabı mesleklerini
icradan imtina ettiklerinde, hakları olan ücretleri neyse onu vererek mesleklerini
zorla icra ettirebilir. 5) Zarar
vermeksizin başkasının arazisinden suyunu akıtmak isteyen şahıs, arazi sahibi
razı olmasa bile cebren suyunu akıtabilir. ARO Hattâb oğlu Ömer Efendimizden bu
naklolunmuş, kendisinden naklolunan iki rivayetten birinde de A.hmedu bnu
.Hanbel bu görüşü benimsemiştir. Hanbelî fakih-lerinden bir kısmı da bu şekilde
fetva vermişlerdir. Kabulü İcabeden doğru görüş de budur. Çünkü Şerîatte hakkın
kötüye kullanılması memnudur. Bu mesele, hakkın sûistimâli esasının tatbikatlarından
biridir. 6) Hanbelîlerin bir fetvası da şöyledir: Bir şahıs, bir insanın evinde
ikamet etmek zaruretinde kalır, başka ikamet edecek bir yer bulamaz, o ev,
sahibi ve hem de bu şahıs için kifâyetliyse, ikamet mukabilinde ödenecek gerçek
fiat neyse o fiat karşılığında ihtiyaç sahibi şahsa ev sahibi ikamet
müsaadesinde bulunmak zorundadır. Bazı Hanbelîlere göre de bedava ikamet ettirmeye
mecburdur.
228) Zerâi" vesileler demektir. (Bu kelimenin
müfredi olan) ,zcrî"ah, bir şeye götüren vesile ve yol manasınadır. Bu şey
mefsedet, maslahat, söz veya fiil olabilir. (Sedd ise kapamak, önlemek
manasınadır.) Fakat .zerâi" ekseriya, mefsedetlere (zararlara, ıslâmî mahzurlara)
götürücü mahiyetteki vesileler için kullanılmıştır. Eğer, "şu, seddu
.z.zerâi" cinsinden bir meseledir" denirse, bunun manası, o şey mefsedetlere
yol açıcı mahiyetteki vesilelerin önlenmesi kabil indendir, demektir.
229) Mefsedetlere
yol açan fiillerin kendileri ya bizzat fâsiddir; haram kılınmıştır, ya da
mubahtır; caiz ve helâldir.
Birinci cins fiiller
(yani kendileri haram kılınmış fiiller), tabiatları icabı, şerre, zarara,
fesada yol açarlar: Aklî dengeyi bozan serhoşluk verici maddeyi içmek (veya
kullanmak), namusları kirleten zina iftirası, neseblerin karışmasına yol açan
zina fiilleri gibi. Bu fiillerin yasaklığı hususunda alimler arasında ihtilaf
yoktur. Bu fiillerin kendileri haram olduklarından, seddu .z.erâi"
dairesine, esasen girmezler.
Mefsedellerc yol açan
caiz, mubah fiiller ise şu şekilde nevîlere ayrılmaktadır:
Birinci nevî Fiiller.-
Bunların mefsedete yol açışları az ve nadirdir. Onun için maslahat tarafı
tercih olunmuş, mefsedet tarafı tercih olunmamıştır. Erkeğin (sözlüsüne)
nişanlısına bakması, aleyhine şahidlik yapmakta olduğu kadına bakması,
(insanın) üzümcülük yapması gibi. Bu fiiller, mefsedet doğurabilirler
iddiasıyla men olunmazlar. Çünkü ağır basan maslahatları içinde mefsedetleri
kaybolmuş (gibi)dur. Hükümlerin teşri kılınmasındaki (Islâmî) yöneliş buna
delalet etmektedir. Bunda alimlerin ihtilafı yoktur. Mesela Şeriat Sahibi,
kadının doğru söylememesi muhtemel olduğu halde "ıddetinin bittiği veya
bitmediği tarzındaki beyanını kabul etmiştir. Şâhidlerin yalan söylemeleri muhtemel
olduğu halde, şahidliğe dayanarak hakimin karar vermesini meşru kılmıştır.
Kendisinde -dab-t sıfatının bulunmaması muhtemelken, "adi olan tek şahsın
verdiği haberi kabul etmiştir. Fakat bu ihtimaller dikkate alınmaya layık
olmadığından Şeriat Sahibi onlara değer vermemiş ve hesaba katmamıştır.
ikinci Nevî Fiiller.-
Bunların mefsedete yol açışları fazladır. Mefsedetleri maslahatlarından daha
ağır basmaktadır: (Memleketin) iç durumunun bozuk ve karışık olduğu zamanlarda
silah satmak, (her ne zaman olursa olsun) kumarhane (veya aynı hükümdeki
mahalleri) işletmek gibi gayrı menkûlü haram yolla kullanana gayn menkûlü
kiraya vermek, öyle bir sövme duyunca Allahu Teâlâya sövdüğü bilinen şahsın
yanında kâfirlerin ilahlarına sövmek, üzümden içki yaptığı bilinene üzüm satmak
gibi fiiller bunlardandır.
Üçüncü Nevî Fiiller.-
Bu fiiller ve vesileler mükellef tarafından, ne için var kılmmışlarsa onun
haricinde kullanıhrlarsa mefsedete yol açarlar. (Yani gayelerinin dışında bu
fiil ve vesilelerin kullanılışı mefsedeti hasıl eder.) Mesela karısını üç defa
boşamış olan kocaya karısını yeniden helal kılmak için nikahı bir vesile yapmak
isteyen, faiz muamelesinde bulunmak için alış verişi vesile olarak kullanan
şahıs gibi. Faraza A adındaki şahıs B adındaki şahsa muayyen bir vade ile
(mesela altı ay gibi) 1000 TL. na mal satıp, aynı malı A, B den hemen peşin
fiatına 900 TL na satın alsa, bu gibi muamelelerde sadece işin mefsedet tarafı
ağır basmaktadır.
230)
Haklarında ihtilaf bulunan fiiller ikinci ve üçüncü neviden olanlardır. Bu
fiiller mefsedete yol açtıklarından men edilmeli mi, men edilmemeli midirler?
Hanbelî ve Mâlikîlere
göre men edilmelidirler. Diğerlerine: Şâfiîler ve Zahirîlere göre men
edilmemelidirler.
Men edilmemeli
diyenlerin görüşüne göre, bu fiiller mubah fiillerdir. Binaenaleyh mefsedete
yol açma ihtimali yüzünden memnû olmazlar.
Men edilmeli
diyenlerin görüşüne göre, seddu .z.zerâi" hüküm verme kaynaklarından
müstakil bir kaynak, hükümlerin kendisine istinad ettiği muteber bir hüküm
delilidir. Fiil mefsedetin ağır bastığı bir şeye vesile kılmıyorsa, Şeriat
fesadı men ettiğinden fesada giden yolları ve fesada açılan pencereleri
kapamayı emrettiğinden, bu fiilin yasaklanması lazımdır. Bu görüşün sahibleri
fiillerin maksadlan, gayeleri ve neticelerini göz önünde bulundurarak men
edilmeleri görüşünü beyan etmişler, fiilin mubah oluşuna hiç değer
vermemişlerdir.
Diğer görüş sahibleri
ise fiilin neticesine bakmaksızın fiilin mubah oluşuna itibar ederek, fiilin
yapılmasıyla muhtemel zarara, fiil hakkındaki umumi ve şer"î izni tercih
ederek men edilmemesi görüşünü benimsemişlerdir.
Men edicilerin
görüşleri daha yerindedir. Çünkü vesileler, gayelerinin hükmü neyse o hükmü
almaktadırlar. Bu hususta Ibnu 1-Kayyim şöyle diyor: "Gaye ve mak-sadlara,
onlara vesile teşkil eden yollar ve sebebler olmadan ulaşılamayacağından,
maksad ve gayelere ulaştincı mahiyetteki yolları ve sebebleri gayelerine
tâbidir; ve gayelerinin hükmündedir. Haram olan, günah olan şeylerin
vesileleri, mekruhlukları ve haramlıklan hususunda, neticeleriyle irtibatları
ve yol açtıkları neticelerine göre değerlendirildiği gibi, sevablı ve ibadet
mahiyetindeki işlerin vesileleri de müstehab-lıkları ve helalhklari hususunda
yol açtıkları neticelerine göre değerlendirilirler. Böylece maksadın vesilesi
maksada tâbîdir; ve her ikisi de kasdedilmektedir. Fakat maksad, gaye ve hedef
olarak kasdedilmekte, vesile ile vesile maksadıyla kasdedıl-mektedir."
Seddu .z.zerâi"i
müstakil hüküm delillerinden biri kabul etmeyenler, fiil mubah olduğundan,
mefsedete yol açma ihtimalleriyle men edilemeyeceğini ileri sürüyorlar. Onlara
göre bu ihtimaller hasıl olabilir de, hasıl olmayabilir de. Onun için bu
ihtimaller -zann kabilindendir. -zann ise hakdan hiçbir şeyi ifade etmez.[168]
Doğrusu şudur ki, bu delil
zayıftır. Zaten mefsedet ihtimalinin nâdir, az olduğunda yahut ağırlığının
bulunmadığı zaman, fiile mani olmadığını kaydetmiştik. Sözünü ettiğimiz şey,
mefsedetin hasıl olabileceği hususunda -zannı gâlib telkin edici mahiyetteki,
ekseriya mefsedete yol açan fiillerdir. Gâlib veya râci.h -zann, amelî Şeriat
hükümlerinde muteberdir; ve şer"î hükümlerin sabit olması için ya-kîn,
kat'î ilim ve bilgi şart değildir. Bir kişinin verdiği haberin kabulü,
şâhidlik, kadının kendi iddeti hakkında beyanının kabulü gibi meselelerde
Şeriat Sahibinin gâlib -zanna hükümleri istinâd ettirdiğine dair misaller
vermiştik. Haber verenin, şahidlerin yahut kadının bu meselelerde yalan
söylemeleri ihtimaline göre ehemmiyetsiz mefsedetler bulunmasına rağmen bu
hükümler, ağırlığı (mefsedetlerden) daha fazla olan maslahatların
gerçekleştirilmesi için meşru kılınmıştır. Diğer görüşün delillerini zikrederken,
vuku bulması muhtemel (ağırlığı maslahattan) daha fazla olan mefsedeti bertaraf
etmek için Şeriat Sahibinin meşru kıldığı hükümlerden bazılarını kaydedeceğiz.
Sonra, Şeriat
Sahibinin bir şeyi haram kılması, vesileleri ve sebeblerini mubah kılması yahut
onları aslî mubahlık vasfıyla terketmesi kabul olunabilecek bir şey değildir.
Şu halde bir şeyin mubah olması için, ağırlığı daha fazla olan bir mefsedete
yol açmaması şarttır. Muayyen durumlar yahut hususi şartlar altında bir şey
mefsedete yol açıyorsa o şey men olunur ve yasaklanır. Mesela alış veriş
mubahtır. Fakat Cuma Namazına çağrılma (yani iç ezan) vaktinde yasaktır. Müşriklerin
ilahlarına sövmek mubahtır. Fakat bu fiil, Allahu Teâlâya sövme mefsedetine yol
açarsa memnudur. Hırsızlıkta elin kesilmesi farzdır. Fakat cihad ve harbde el
kesilmesinin te'cili icabeder. ASSÜ Allah Rasülü [(Harbde eller kesilmez)]
buyurmuştur. Bu da, eli kesilenin düşman saflarına kaçmasına vesile olmaması
içindir. Hediye vermek mubahtır. Hatta [(Birbirlerinize hediye veriniz ki
birbirinize muhabbetiniz olsun)] hadîsi sebebiyle müstehabdır. Fakat aha önce
aralarında birbirlerine hediye verme adeti yok ise, borçlunun alacaklısına
hediye vermesi, faiz mefsedetine vesile teşkil etmesin diye memnudur. Münkerin
lenyı (islâm'ın rıza göstermediği şeye mani olmak) farzdır. Fakat kendisinden
daha
'ük münkere (daha
fazla fenalığa) yol açacağı zaman, münkeri nehyetmemek caizdir.
232) Bütün
bunlardan, seddu .z.zerâi"in hüküm delillerinden ve hüküm kaynaklarından
biri olduğunu benimsemek görüşü tercihe
değer olarak kendini belli etmektedir. Çünkü Kitab ve Sünnet, seddu .z.zerâi"in
muteber bir esas olduğuna şâhidlik emektedir. Mesela:
1) Yüce
Allah [(Ey iman edenler râ"inâ demeyin, un-zurnâ deyin)][169]
buyuruyor. Allah müminlerin maksad ve niyetleri iyi olduğu halde râ"inâ
demelerini, bu tabirle ASSÜ Allah Rasulüne hakaret etmek isteyen Yahudilere
benzeme vesilesini ortadan kaldırmak için, yasaklamıştır.[170]
2) Ağız
dolusu içkiye yol açmaması için bir damlacık içki bile haram kılınmıştır. Ağız
dolusu içki, serhoşluk verecek mikdârda içki içmeye vesiledir; ve böylece mennû
olan şey vuku bulur. O bakımdan hadîsi şerifte
[(Serhoşluk verenin
azı da çoğu da haramdır)] buyrulmuştur. Buradaki illet, beyan ettiğimiz
husustur.
3) Yasak
olan bir davranışa yol açmaması için yabancı bir kadınla başbaşa kalmak
(bulunmak) haram kılınmıştır.
4) îddet bitmeden evvel cinsî münasebette
bulunmaya vesile olmaması için, cinsî münasebet te'hîr edilecek dahî olsa,
kadının iddetinde nikah akdi haram kılınmıştır.
5) ASSÜ
Rasulullah Efendimiz, bir arada bulunmaları, faize vesile olmasın diye, alış
veriş muâmelesiyle "malı bilâhare teslim almak üzere parayı peşin ödeme
muâmelesi"nin birleştirilmesini yasaklamıştır:
6) Batıl bir
şeyle iltimasda bulunmalarına, hediye almaları vesile teşkil etmesin diye,
hakim yahut salahiyetli makam sahihlerinin, daha Önce kendilerine hediye vermeleri
adet olmamış şahıslardan hediye kabul etmelerini Şerîat Sahibi men etmiştir.
7) Boşamanın
mirastan mahrumiyetine vesile kihnamamasi için, mirastan mahrum bırakılması
kasdıyla kocanın boşadığı zevceye miras hakkının aynen verilmesi. Bu,
fakihlerin ekseriyetinin görüşüdür. Bunlar bazı Sahabenin fetvasına dayanmaktadırlar.
Bu fikir-sahiblerinin görüşü, Kur'an ve Sünnet nasslarımn sıhhatine şâhidlik
ettiği seddü .z.zerâi" esasına dayanmaktadır.
8) Tamah
şevkiyle gizlenmesine yol açılmasın diye, başkasına âid bir şeyi bulan insanın,
o şey hakkında şâhid ikame etmesini Rasulullah Efendimiz emretmiştir. [(Oysa
böyle bir şahıs emin şahıstır. (Yani hakkında, nezdine emanet eşya bırakılan
şahsın hükmü tatbik edilmeliydi.)
9) Kin ve
nefret hisleriyle insanların birbirlerinden uzaklaşmalarına vesile teşkil
etmemesi için Şerîat Sahibi, şahsın başkasının nişanlısını nişanlamasını,
başkasının (muhayyerlik bulunan) alış verişinin üzerine alış veriş icra
etmesini, başkasının pazarlığının üzerine pazarlık yapmasını yasaklamıştır.
10) Şerîat
Sahibi ihtikârı yasaklayarak, ihtikârda bulunan hakkında:
[(Günahkârdan başkası ihtikârda bulunmaz)]
demiştir. Çünkü ihtikâr, insanların yiyecek maddelerinde darlık ve sıkıntı
meydana getirmek mefsedetine yol açmaktadır.
11) Zekât
olarak verdiği şeyin satılmakta olduğunu görse bile şahsın bu malı satın alması
Şerîat Sahibince yasaklanmıştır. Bu da, malın fakirden düşük bir fiatla geri
alınma vesilesini önlemek içindir.
12) Alacaklının borçlusundan, borcuna
mahsûbedilmediği takdirde hediye kabulünü Şerîat Sahibi men eüniştir.
233) Bunlar
ve diğer deliller, seddu .z.zerâi"in hüküm delillerinden bir delil
sayılması için kifayetlidir. Seddu .z.zerâi"i bir teşrî"î a-sl
saymayanlar, başka bir asla (esasa) yahut kaideye dahil oluşu itibariyle, bazı
ictihadlarında onun icabına göre hüküm vermişlerdir. Mesela Zahirîler, 1) Canları teminat altında
bulunanlara tecâvüz edeceği kati olana silah satmanın, 2) Üzümü, suyunu çıkarıp içki yapacağı kat'î olana satmanın batıl
olduğu görüşündedirler. Çünkü bu satış günaha yardım edip iş birliğinde
bulunmak kabîlindendir. Oysa Yüce Allah [(iyilik etmek, fenalıktan sakınmak
hususunda birbirinizle yardımlasın. Günah işlemek ve haddi aşmak hususunda
yardımlaşmayın[171])]
buyurmuştur.[172]
Keza Hancfîlere göre,
mirastan mahrum bırakılmak kasdıyla boşanmış olan zevceye miras hakkı aynen
verilir.
Şu halde söylenildiği
gibi sadece Mâlikîler seddu .z.zerâi" esasını benimseme-mişlerdir. Yalnız
bu esası diğerlerinden daha fazla kullanmışlardır. Bu hususda Mâliki fakîhi
Elkarâfî (el-karâfî) şöyle diyor: "Alimler .zerî"ahlann üç kısım
olduğu hususunda icmâ" halindedirler. Birinci kısım icmâ"an
muteberdir. Müslümanların yollan üzerine kuyular açmak, müslümanlarm
yiyeceklerine zehir koymak, Allah'a sövdüğü bilinen insanın yanında (bu insanın
saygı duyduğu) pullara sövmek gibi. ikinci kısım icmâ"an mülgadır:
Üzümcülük zıraati gibi. Bu ziraat içki yapılır endişesiyle yasaklanamaz. Üçüncü
kısım, hakkında ihtilaf bulunanlardır: Vadeli satışlar (buyû"u l'âcâl)
gibi. Biz (Mâlikîler) bunlarda ,zerî"ah esasına itibar ettik; ve bizim
dışımızdaki fakihlere muhalefette bulunduk. Hâsılı kelâm, biz seddu
.z.zerâi"i en fazla kullananlarız; yoksa onu sadece kullanan biz
değiliz." Fakat bununla beraber Mâlikîler ve Hanbelîler seddu
,z.zerâi"i hüküm kaynaklarından bir müstakil kaynak olarak saymakta
münferid kalmakta, bunun neticesi olarak da herkesten daha fazla bu esasa göre
hüküm vermektedirler.
234) Mürsel
Maslahatlar ve seddu .z.zerâi"
Seddu .z.zerâi"
esası (a-slı), maslahatlar esasını tekid edip, ona destek sağlayıp
kuvvetlendirmektedir. Çünkü seddu .z.zerâi" esası, mcfsedetlere yol açan
vesile ve sebeblere mani olmaktadır. Bu ise, maslahat nevîlerinin en
kuvveüisidir. Şu halde seddu .z.zerâi", mürsel maslahatlar esasının
tamamlayıcısıdır. Hatta bazı seddu .z.zerâi" şekilleri, mürsel maslahat
şekillerinden sayılabilir, işte bundan dolayıdır ki maslahat esasını
benimseyip, onun sancağını taşıyan Mâlikîler ile onları destekleyenlerin
.zerâi" esasını da benimsediklerini, bir mefsedete yol açtığında vesilenin
kapatılması (ve ona mânı olunması), maslahat tarafı daha ağır basan bir
vesilenin kendisi haram bile olsa, (önünün) açılması (kendisine mani
olunmaması) görüşünü kabul etmişlerdir. Bunun için, îslâm devleti zayıfsa ve
düşman devletinin şerrinden korkuyorsa, düşman devletine mal (vergi) vermesini
caiz görmüşler, keza bir haksızlığı def etmek yahut zararı para vermekten daha
büyük olan bir günahı (ma"-sıyeti) bertaraf etmek için tek çıkar yol
olarak göründüğünde rüşvet olarak para verilebilir demişler, müslümanların
muharebe ettiği devlete, müslüman esirlerin kurtarılması için fidye olarak
mâlî ödeme yapılabilir görüşünü benimsemişlerdir. Böyle bir devlete mâlî ödeme
caiz olmamakla beraber (Mâliki Mezhebi görüşünde), daha büyük zararı def etmek
veya daha büyük maslahatı celbetmek gayesiyle burada buna cevaz verilmiştir.
235) Örf,
cemiyetin ahş(ıp ülfet peyda et)tiği, îtiyâd haline getirdiği söz yahut fiil
olarak üzerinde yürüdüğü bir durumdur.
Fakihlerce örf ve âdet
(cl"âdeh) aynı manadadır. Fakihlerin "Bu, örf ve âdet ile
sabittir" ifadeleri, âdetin fakihlerce örften ayn bir şey olduğu manasına
değildir. Adet, örftür. Böyle ikisi bir arada zikredilirse, biri diğerini
te'kîd için zikrolunurlar; farklı bir ifade anlatmak için kullanılmazlar.
Tarifinden de
anlaşıldığı üzere örf bazen sözlü ve bazen amelî (fiilî), bazen umumi ve bazen
de hususi olabilir. Örfün bu bütün kısım (veya nevî)ları İse sahih veya fâsid
olabilir.
236) Amelî
örf, insanların itiyad haline getirdikleri amel (ve füller)dir. Karşılıklı
rızaya delalet eden fiîli tebadül tarzındaki alış veriş (elbey"u
bitte"â-tî), mehrin peşin ve muahhara bölünmesi, içeride kalış müddeti ve
harcanan su mikdârı tayin edilmeksizin umumi hamamlara giriş, ev için tabak,
çanak, şahıslar için' ayakkabı ısmarlamak (el'ıstı-snâ"), misafire yemek
ikram etmenin, misafirin yemekten yemesine izin vermek sayılması v.s. gibi
davranışlar bu cümledendir.
Sözlü Örf,
kullandıkları bazı kelimeleri insanların, kelimelerin aslî lügat manasından
başka muayyen bir mana ifade eder tarzda kullanmayı adet haline getirmeleridir.
Mesela (Arabcada) kelimesinin kız çocuk değil, sadece erkek evlad manasına, kelimesinin
balık dışındaki etler manasına, aslında yerde yürüyüp seyreden her canlı
manasına olan kelimesinin sadece dört
ayaklı hayvanlar manasına kullanılması gibi.
Amelî ve sözlü örf bu
iki nev'iyle, bütün islâm memleketlerinde yaygınlaşır, şöhret bulur, bu
memleketlerdeki insanlar o örfü icra ederlerse, böylece o örfler umumi örf
olurlar. Hususi örf ise, sadece bir memlekette yahut muayyen bir zanaat ve
sanat ehli, esnaf sınıfı arasında yaygınlaşan, şöhret bulan, icra olunan
örftür. Ismarlama yaptırmak (ıstı-snâ") ve umumi hamamlara girmek umumi
amelî örflerdendir. Mesela Irakta mehrin peşin ve muahhar mehre bölünmesi,
(Iraktaki) °ıyale şehrinin bazı mıntıkalarında portakal alış verişinde, bir
mikdâr fazla portakal vermek de hususi amelî örftendir.
(Arabcada) kelimesinin insan için kullanılmayıp sadece
dört ayaklı hayvanlar için kullanılma hali, kelimesinin evlilik rabıtasının
ortadan kaldırılması ve izalesi manasına kullanılması, umumi sözlü örftendir.
Muayyen ilmî sahalarda ilim adamlarının, kendi meslekleri çerçevesinde sanat,
umumi sözlü örftendir. Muayyen ilmî sahalarda ilim adamlarının, kendi
meslekleri çerçevesinde sanat, hususi bir tabir olarak (ıstılâhen) verdikleri
manayı kasdetükleri kelimelerin kullanılış tarzı da hususi sözlü örftendir.[173]
Sıhhatli Örf, Şeriatın
bir nassına muhalif olmayan, muteber bir maslahata engel teşkil etmeyen,
mefsedet tarafı ağır basan bir durumu celbetmeyen bir örftür. Mesela (Irakta)
insanların, erkek tarafın nişanlı kıza elbise ve benzeri şeyler kabilinden
götürdüklerinin hediye itibar olunup, mehre dahil bulunmamasını; nikah
kıyılırken kalabalık bir topluluğun davet olunarak, onlara tatlı ikram
olunmasını; elli sene önce Bağdad'hlann yapı işçisi olarak çalıştırdıkları
işçilere öğle yemeyi vermelerini, kahvehane işletenlerin işçilerine öğle ve
akşam yemeği vermelerini, Iraklıların muahhar mehrin boşama yahut ölüm olmadan
istenmemesi ve ona müstehak olunmamasını, âdet haline getirmeleri gibi.[174]
Fâsid örf, Şerîat
Sahibinin nassına muhalif yahut zarar celbeden ve maslahat defeden örftür,
insanların bankalardan (, her türlü resmî ve gayrı resmî dâire ve
müesseselerden mesela memurların Emekli Sandığından) veya şahıslardan faizle
borç (kredi) almak gibi bâtıl akidler yapmaları, piyango, at yarışları, (spor
toto), iskambil oyunları ve tavla gibi kumar oynamayı itiyad haline
getirmeleri, fâsid örftendir.
Alimler örfü,
hükümlerin dayandığı istinbat kaynaklarından biri saymışlardır. "Adet
muhakkemdir," "örf olarak bilinen, şart olarak koşulmuş gibidir"
sözleri, fa-kihlerin örfün hüccet oluşuna delalet eden ifadelerindendir.
Bazı âlimler[175]
örfün hüccet ve Şerîatte muteber bir (hüküm) delili bulunduğuna Yüce Allah'ın [(Sen
(güçlüğü değil) kolaylığı
(sağlayan yolu) tut,
örfü (Şeriatın ve akim beğendiğini, iyiliği) emret...)][176]
ayetini delil getirmişlerse de, bu zayıftır. Çünkü ayetteki kelimesi "ma"rûf" manasınadır.
Ma"rûf da iyi olduğu bilinen, yapılması icabeden şeydir; ve bu manasıyla
Şeriatın her emrettiği şey demek olur.
Bazıları ise örfün
hüccet olduğuna ASSÜ Rasulullah'tan rivayet olunan [(Müslümanların iyi ve güzel
gördüğü şey, Allah nezdinde de iyi ve güzeldir)] hadisini delil getirmekte
iseler de, bu istidlal de zayıftır. Birden fazla alim bu hadisin Rasulullaha
değil "Abdullâhi bnu Mes'ûda âid bir söz olduğunu (.hadî.sun mev-kûf)
söylemişlerdir. Fakat bu ifade örfün hüccet oluşuna delalet etmemekte,
icmâ"ın hüccet olduğuna delalet etmektedir.[177]
Ancak icmâ"ın mesnedi sahih örf olursa bu e.serin o zaman sadece bir örf
nev'ine delalet eden inhisarı bulunur; mutlak (umumi) olarak örfe delalet
etmemiş olur.
Doğru (ve hak) olan,
örfün Şerîatte muteberliği ve örfe hükümlerin istinad edişinin doğruluğudur.
Ancak örf müstakil, tek başına bir delil değildir; Şerîatin (diğer) muteber
delillerine dayanmaktadır. Çeşitli bakımlardan bu ifademizi te'yîd eden
deliller mevcuddur. Mesela:
1) Hikmet ve Şerîat Sahibinin, Arabların müsbet
(islâm'a aykırı olmayan) örflerini meşru saydığını görmekteyiz. Arabların
ticaret ve şirket şekillerinden müsbetlerinin meşru olarak benimsenişi
bunlardandır: Ortaklaşa yapılan ticaretler (mu-dârabah) ve (şer"an) bozuk vasıfları
olmayan kiralar gibi.[178]
Keza Şerîat Sahibini, şahsın nezdinde olmayan şeyi satmasını yasakladığı halde,
bu umumi yasaktan, Me-dineliler arasında örf olarak ceryan ettiğinden selem
(esselem) akdini istisna ettiğini görüyoruz. Yine ayni şekilde Şeriat Sahibi
kuru hurmayla kuru hurmanın değiştirilmesini yasakladığı halde, "ariyyeh
muamelesine izin vermiştir, "ariyyeh, dalı üzerindeki yaş hurmalar kuruduğunda
ne kadar edeceği tahmin edilerek, o kadar kuru hurma ile, dalları üzerindeki yaş
hurmaların değişimi demektir.[179]
Çünkü o devirde insanların bu nevî muameleye ihtiyaçları vardı; ve bu muamele
örf olarak aralarında ceryan etmekteydi. Hakîm Şerîat Sahibinin bu tasarrufları,
insanların yerleşmiş muamelelerinden islâm'a uygun olan örfü tanıdığını
göstermektedir. Fâsid (islâm'a aykırı) örfü ise Şerîat Sahibinin tanımadığını,
ilga ve ibtâl ettiğini görüyoruz: îslâm dışı (yani câhiliyet) adetlerinden olan
evlâd edinmede olduğu gibi. Keza kadınlara miras verilmemesi mevzuunda ayni
şeyi yapmış; bu adeti ilga ederek kadınlara da mirasda, değişmez bir hak
tanımıştır.
2) Esasen
örf, icmâ", mürsel maslahat ve .zerâi" gibi Şerîatin muteber
delillerinden birine dayanmaktadır. Mesela ısmarlama (el'ıstı-snâ") ve
hamamlara girmek, ıcmâ"a dayanan örf cinsindendir. Hiç kimseden İtiraz
vakî olmadan bu davranışlar örf olarak ceryan ederek icmâ" şeklini
almışlardır, icmâ" ise muteber (bir hüküm deliledir. Mürsel maslahata
dayanan örf de vardır. Çünkü örf sahihse, fâsid değilse, insaruar üzerinde bir
hakimiyeti mevcuddur. Meşrüiyyetinin tanınması insanlara ko-layhk temini ve
sıkıntının onlardan defedilmesi kabîlindendir. insanları örflerinden
uzaklaştırmak ise onları meşakkat ve sıkıntıya sokmak demektir. Sıkıntı ise bir
mefsedet olduğundan (islâm'da) bertaraf edilmiştir. Bu manaya elmebsû-t isimli
eserinde essera-hsî şöyle işaret ediyor: "... Çünkü örfde sabit olan şey
şer"î delil ile sabit olmuştur. Zira yerleşmiş olan adetten ayrılmakta,
apaçık bir sıkıntı vardır."1
3) Muhtelif
devirlerde müctehidlerin örfü hüccet olarak kullanıp ictihadlarında onu muteber
saymaları, örfün muteber sayılmasının doğruluğunu gösterir. Zira fa-kinlerin
örf ile amel etmeleri, sükuti icmâ" derecesinde kabul edilir. Ayrıca örfü
bazı müctehidler sarahaten (hüccet olarak) beyan etmişler ve bazıları da bu
durum karşısında sükût etmişlerdir. Böylece icmâ" ile muteberliği sabit
olmuştur.
1) Müsbet Örfe dair
verdiğimiz misallerdeki gibi örfün sahih olması, bir nassa muhalif bulunmaması
şarttır. Şu örfler de bu kabildendir:
a) Kendisine
emaneten mal bırakılan şahsın (elvedî), adete göre bu emanet malın
(elvedî"ah), malı bırakan kişinin (elmûdi") zevcesi, çocukları ve
hizmetkârı gibi teslim edilebileceği insanlara teslim etmeye mezun olmasının
örf ve adet olarak yerleşmesi.
b)
Nakledüebilir eşyanın vakfolunması.
c) Sahih
örfün icabına göre akidlerde koşulan şartlar.
Eğer örf nassa
muhalifse muteber değildir. Faizin, düğün yapanların verdiği yemekte içki
bulunması, avret yerlerinin açılmasının örf ve adet haline getirilmesi ve
benzeri gibi davranışlar, alimler arasında hiç ihtilafsız (örf olarak) muteber
değildir.[180]
Nassa muhalif örfden
maksad, her yönüyle nassa aykırı bulunan adetlerdir. Bu aykırılık, örfe göre
hareket edildiğinde nassla amel etmeyi tamamen ibtâl eder: (Fâsid örflere dair)
verdiğimiz misallerde görüldüğü gibi. Örf bu keyfiyette değilse (örfü
benimsemek her bakımdan nassla ameli ibtâl etmiyorsa), kendi dairesinde örfle
amel edilir; ve örfün icabı dışında da nass ile amel olunur: Ismarlayarak bir
şeyi yaptırmada (el'ıstı-snâ") olduğu gibi. Aslında ısmarlama ve sipariş
verme, mevcud olmayan bir şeyin satımı (değişimi)dır. Mevcud olmayan bir şeyin
satımı ise Şeriatte caiz değildir. Fakat hiçbir itiraz vaki olmadan insanların
örf haline getirdiklerinden dolayı ısmarlama caiz görülmüştür, tşte bu örf ve
adet sebebiyle ısmarlama yaptırılabilir. Fakat ısmarlama dışındaki değişim
esasına dayanan muamelelerden, mevcud olmayan şeyin değişimi (yani satımı)
helal ve caiz değildir.
2) Örfün
değişmezlik (cl'ı-t-tırâd) ve ekserîlik arzetmesi şarttır. Değişmezlikten
maksad, âdetin küllî olması yani muhtelif olmamasıdır. Bazen bu mana,
"umumi' tabiriyle de ifade edilir. Yani Örfün, o örfün sahihleri arasında
örf halinde bulunması, yaygın, şuyû bulmuş, herkesçe bilinmesi şarttır.
Ekserîlik, çoğunlukla ve gâliben demektir. Yani gayet az nisbette ayrılık
arzetmesidir.
Bu iki vasıf -ki
değişmezlik ve ekserîliktir- örf sahihleri arasında mevcud iseler
muteberdirler; fakat Fıkıh kitablannda mevcud iseler, değişmeleri ihtimâlinden
dolayı muteber değildirler.
3)
Tasarrufun (herhangi bir hukuki mahiyeti olan davranışın) dayandığı örlun, tasarrufun
husulünden evvel mevcud bulunup, tasarrufun meydana geldiği zamana kadar
istimrar etmesi, tasarrufun husulü ânında da örf olarak bulunması şarttır. İşte
vakıfların, vasiyetlerin, alım satımların senedleri ile, evlenme vesikalarının
ve bunlarda mevcud şartların ve tâbirlerin, o muameleleri icra etmiş
insanların devrindeki örf ile tefsir edilmesi lazımdır; onlardan sonra hasıl
olmuş örflerle tefsîr edilmemesi icabeder. Mesela bir şahıs, gayrı menkulünün
gelirini âlimlere yahut ilim talebelerine vakfetmişse, vakfetme devrindeki
Örfe göre âlimlerin manası, "başka bir şart aranmaksızın dînî mevzuatta
bilgi ve tecrübesi bulunanlar" demekse ve ilim talebelerinden de maksad o
devirde "dînî ilim tahsili yapanlar" ise, işbu vakfın geliri, daha
sonraki devrin örfüne göre âlimlik vasfını kazanmak için diploma sahibi olmak
şart koşulsa da, sonradan meydana gelen bu kabil örfi itibarlara bakılmaksızın
din alimlerine yahut sonraki örfe göre din tahsili ve dinî olmayan ilimlerin
tahsiliyle meşgul şahıslara ilim talebeleri dense bile, mezkûr vakfın geliri
sadece dînî tahsil yapan talebelere verilir.
4) Örfün
aksini ifade eden bir söz veya davranışın bulunmaması lazımdır. Mesela: a)
Piyasada alım satım muamelelerinde âdet, ücretin taksidle ödenmesi olduğu
halde, taraflar ücretin peşin ödenmesi hususunda sarahaten anlaşmışlarsa, b)
Nakliye masraflarının örfe göre müşteriye âid olmasına rağmen, taraflar bu
masrafların satıcıya âid olması hususunda anlaşmışlarsa, c) Örfe göre gayrı
menkûlün tapudaki tescil masrafları müşteriye âid olmasına rağmen taraflar bu
masrafların satıcıya âid olması hususunda anlaşmışlarsa, örfe göre hüküm
verilmez. Bu gibi hallerde (örf hilafına tarafların ittifakında) kaide şudur:
"Zikredilmese bile örfe göre sabit olan şey, örf hilafına bir hüküm
bulununca sabit olmaz."[181]
Hâdise, olay ve cüz'î
vak'alara hükümlerin tatbiki için örf bir dayanak sayılır. Mesela Yüce Allah'ın
[(... ve içinizden adalet sahibi iki kişiyi de şâhid yapın...)][182]
ayeti delil gösterilerek şahidliğin kabul olunması için adalet şart
koşulmuştur. Fakihlerce "adalet, sahibini takva ve mürüvvet (hakkiyle
insan olandaki fazilet ve haslet, vckâr)den ayrılmamaya sevkeden bir melekedir.
Mürüvveti, vekân ihlâl eden her şey, "adaleti lekeler sayılır. Bu ihlâl
eden şeyler ise zaman ve mekâna göre değişir. Faraza bu mevzuda Şâtıbî
(eşşâ-tıbî) şöyle diyor: "... Mesela (erkeklerin) başı açık olmaları,
esasen yerine göre değişmektedir. Bu hareket foğudaki memleketlerde mürüvvet
sahibleri hakkında çirkin bir hareket sayıldığı halde, batıdaki (islâm)
memleketlerinde, çirkin sayılmaz. Bu değişikliğe göre şer"î nukum de
değişiklik arzeder. Onun içindir ki doğuda erkeğin başının açıklığı
"adalet 'asfim lekelediği halde, batı (islâm) memleketlerinde "adaletini
lekelemez." nKezaKlanın [(-..Annelerin maruf vech ile (örf ve âdete göre)
yiyeceği, giyeceği, çocuk kendisinin olan (babay)a âiddir...)][183]
nassında mevcud hükmün tatbikinde, nafakanın takdiri için örfe müracaat edilir
ve dayanılır. Çünkü nass, nafakanın mikdârını açıklamamıştır. îmam Cassâs
a.hkâmu 1-kur'ân isimli eserinde aynen şöyle der: "...Zevce haksızlık
yapıp, kendisi gibi bir zevcenin örf ve âdete göre hakkı olan nafakadan daha
fazlasını taleb ederse, verilmez. Keza örf ve âdeta göre koca da karısı gibi
bir kadına verilen nafakadan daha az mikdârda nafaka verirse bu helal
değildir; ve zevcesi gibi bir kadının hakkı olan nafakayı vermeye icbar
edilir."
Şeriat Sahibinin işte
böyle farz kılıp mikdânm tahdîd etmediği her şeyde, mikdârın takdiri için örfe
müracaat edilir.
Örf ve âdete dayanan
hükümler, âdet ve örf değiştikçe değişir. Fakihlerin, "devirlerin
değişmesiyle hükümlerin değişmesi reddolunmaz" sözünden maksad budur. Bu
hususda îmam Şihâbuddîn Karâfî şöyle demektedir: "Âdetlere dayanan
hükümler, âdetlerin aldığı şekillere göre şekil değiştirirler ve âdetler ibtâl
edildiklerinde, bu hükümler de bâtıl olur: Çeşitli muamelelerdeki paralar,
bedel mukabilinde icra edilen, alım satım ve benzeri muamelelerdeki kusurlar
(ayiblar) gibi. Mesela örfde paranın biçimi değişmişse, alım satımda mevzûbahs
edilen para, eski para değil yeni paradır. Keza elbise ve kumaşlarda bir
zamanlar kusur (ve ayıb) sayılan bir durum, elbise ve kumaşların iadesini haklı
gösterdiği halde bu husustaki örf ve âdet değişse, bir zamanlar kusur ve ayıb
sayılan durum yeni örf ve âdete göre elbise ve kumaşın değerini arttıran,
tenkîde değil takdire lâyık bir vasıf durumuna gelmişse, bu durum sebebiyle,
elbise ve kumaşlar, müşteri tarafından kusurlu iddiasıyla satıcıya iade
edilemez. İşte âdetlere dayanan hükümlerin tamamında bu kanun muteberdir. Bu,
hakkında âlimlerin icmâ bulunan, tahkik ve tedkîk neticesidir. Uzun devirler
boyunca verilmiş fetvalarda bu kanun dikkate alınır. Her ne zaman yeni bir şey
örf haline gelirse, o muteber sayılır; ve her ne zaman bir şey örf olmaktan
çıkarsa, o da itibardan düşer..."
Bu esasa göre verilmiş
farklı hükümler vardır. Mesela Ebû Hanîfe'ye göre zahirdeki "adalet ile
iktifa edilir; kısas ve hadd cezalarıyla ilgili şâhidliklerin dışında
şâhidlerin gizlice tedkîk ve tezkiyesi şart değildir. Çünkü onun devrinde
insanlarda hâkim vasıf takva ve salah sahibi bulunmaları, dürüst davranmaları
idi. Fakat Ebû Yûsuf ve Muhammed devrinde yalancılık çoğaldı ve zahirî adalete
göre hüküm vermek, mefsedet ve hakları zâyî etmek halini aldı. Onun için bu
iki imama göre şâhidlerin tezkiyesi icabetmektedir. Ebû Hanifeyle iki talebesi
arasındaki bu görüş farkı hakkında fakihler, "bu ihtilaf zaman ve devir
ihtilafıdır, hüccet ve delildeki ihtilaf değildir" demişlerdir.
Hanefî imamlarının
verdiği fetvaya göre, evin dış görünüşü ve bazı odalarının müşâhedesiyle, görme
muhayyerliği düşer. Çünkü (o zamanlar) odalar hep aynı tarzda yapılırdı. Fakat
daha sonra evin odalarının yapımındaki âdet değişince, sonraki Hanefî imamları,
evin bütün odaları görülmedikçe, görme muhayyerliği hakkının düşmediğine fetva
vermişlerdir.
Sonraki fakihlerin,
Kur'an öğretmeye ücret alınabileceğine dâir verdikleri fetva da böyledir. Çünkü
âdet değişmiş idi. Önceleri (Kur'an hocalığı yapan) bu muallim şahıslara devlet
hazinesinden hediyeler verilirdi. Verilen hediyeler kesilince, sonraki
fakihler, Kur'andan uzak kalınmasın, Kur'an unutulmasın diye ücret
alınabileceği fetvasını verdiler.
ASSÜ Allah Rasulü,
fıtr sadakasını (fitreyi) bir -sâ" kuru hurma yahut bir -sâ" arpa
yahut bir -sâ" kuru üzüm yahut bir -sâ" keş[184]
olarak vacib kılmıştır: Bunlar o zamanlar Medînelilerin azık olarak
kullandıkları gıda maddelerinin ekserisi idi. Eğer azıklar değişirse, yeni
azıklardan da (fitre olarak) bir -sâ" verilebilir.
242) Daha
evvel de söylediğimiz gibi hükümlerin bu değişikliği, sadece örfe dayanan
hükümlerdedir; Şerîatin getirdiği kat'î hükümlerde değildir. Bu değişiklik
Şerîati neshetmek (hükümsüz kılmak) sayılmaz. Çünkü hüküm mevcuddur. Fakat
tatbiki İçin lüzumlu şartlar bulunmadığından başkası tatbik olunmaktadır. Yani
âdetin değişmesinin manası, başka bir hükmün tatbikini lüzumlu kılan yeni bir
durumun ortaya çıkmasıdır. Yahut aslî hüküm bakî olmakla beraber âdetin değişikliği,
aslî hükmün tatbiki için muayyen şartların bulunmasını lüzumlu kılmıştır.
Mesela şâhidlerin "adalet (vasfına sahib olmaları) şarttır. (Önceleri)
"adaletin zahiren bulunması, (bir insanda) "adaletin tahakkuku için
kâfiydi. Fakat yalancılık çoğalınca bu şart tezkiyeyi lüzumlu kılmıştır. Bu
hususta Şâtıbî şöyle diyor: "Âdetler değişince, her âdet şer"î bir
asla (esasa) dayanır; ve bu şer"î esas ile âdet hakkında hüküm verilir,
tşte ihtilafın manası budur."
Usul âlimlerinin
cumhuruna göre sahâbî, ASSÜ Rasûlullâhı görüp ona inanarak, örf ve âdete göre
arkadaş, dost denilebilecek bir müddet kadar onun yanında bulunan şahsa denir:
Râşid halîfeler, "Abdullâhi bnu "Abbâs, "Abdullâhi bnu
Mes"ûd ve diğer insanlar arasından Nebî Efendimize inanıp, onu
destekleyip, sözünü dinleyip, onun doğru yolu ile hidayeti bulanlar gibi.
ASSÜ Allah Rasûlünün
vefatından sonra ilmi ve fıkhı ile tanınmış Eshâbı Kiramı fetva verdiler;
hukuki meselelerde hükmettiler. Verdikleri fetva ve hükümleri bize intikâl
etmiştir. Eğer müetehid, bir mesele hakkında Kitab, Sünnet ve icmâ" hududu
içinde hüküm bulamazsa, Sahabenin bu fetva ve hükümleri acaba, dışına
çıkılamayacak, kendisine bağlı kalınacak bir Fıkıh kaynağı mıdırlar? Böyle
kabul edilmeleri sahih midir? Âlimler bunda ihtilâf etmiştir.
Sahâbî görüşünün ve
sözünün hüccet oluşundaki âlimlerin ihtilaf ettiği husus mutlak değildir.
Ihtilaflanndaki şu teferruatın kaydedilmesi lâzımdır:
1) tetihâd
ve re'y (fikir) ile idrak edilemeyecek hususdaki Sahâbî sözü, âlimlcrcc
hüccettir. Çünkü bu söz ASSÜ Nebî Efendimizden duyulmuş olmakla izah edilir; ve
böylece Sünnet kabîlinden olur. Sünnet ise bir hüküm koyma yani teşri"
kaynağıdır. Bu nevî Sahâbî sözüne Hancfîler "Abdullâhi bnu Mes"ûddan,
"hayızm en azının üç gün olduğunu söylediğinin" rivayet edilişini ve
Hanefîler nezdinde sabit olan bazı Sahabenin "en az mehir mikdârının on
dirhem olduğu" tarzındaki sözlerini misal verirler.
2) Hakkında
ittifak hasıl olan Sahâbî sözü şer"î bir hüccet sayılır. Çünkü bu
ıcma" olmaktadır. Keza, muhalifinin olduğu bilinmeyen Sahâbî sözü (veya
görüşü) de sükûtî icmâ" kabilindendir. Sükûü icmâı (hüccet olarak)
benimseyenlerce bu da Şer"î bir hüccettir.
3) Sahâbînin
görüşü, kendisi gibi başka bir Sahâbî hakkında ilzam edici bir hüccet
sayılmaz. Sahabeyi kendi aralarında ihtilaf eder, fakat hiçbirinin diğerini
kendi görüşünü benimsemeye mecbur kılmadığını görüyoruz.
4) Sahibinin
re'y ve içtihada dayanan söz ve görüşünde ihtilaf vardır: Acaba bu görüş ve
söz, Sahabeden sonraki müslümanlar hakkında hüccet midir, değil midir?...
245) Bazı
âlimlerce bu görüş ve söz, şer"î bir hüccettir. Müctehid Kitab, Sünnet ve
icmâ"da meselenin hükmünü bulamazsa Sahâbînin görüşünü benimsemek zorundadır.
Sahabe ihtilaf etmiş ise, Sahabenin görüşleri arasından birini ihtiyar etmek
mecburiyetindedir.
Bazı âlimlerce ise bu,
şer"î bir hüccet değildir; ve müctehidin Sahâbî görüşünü benimseme
mecburiyeti yoktur. Şer"î delilin icabı neyse onu benimsemesi lazımdır.
Birinci kısım âlimler
(Sahâbî görüşünün dışına çıkümamahdır diyenler) şunu ileri sürerler: Sahâbînin
içtihadında doğruluk ihtimali gayet fazladır; ve hatâ ihtimâli gayet azdır.
Çünkü Sahâbî, Kur'ânın (yeryüzüne) indiği devri müşahede etmiş, hüküm koymanın
(teşriin) hikmetlerine vâkıf olmuş, Kuran âyet ve sûrelerinin iniş sebeblerini
anlamış, ASSÜ Nebî Efendimize uzun müddet arkadaşlık ettiğinden bu hal ona
Şerîati öğretmiş ve Şerîatin manaları hususunda zevk sahibi kılmıştır. İşte
bütün bunlar Sahâbînin görüşlerine diğerlerinden daha yüksek bir mevkt kazandırmakta,
ictihadlarını diğerlerinin ictihadlarından doğruya daha yakın bir hale
getirmektedir.
İkinci kısım alimler
ise şunu ileri sürerler: Bizler Kitab ve Sünnet ile ikisinin nasslarının delil
olarak bizi irşâd ettikleri şeye uymakla mükellef kılınmışızdır. Sahâbî görüşü
bunlardan biri değildir. Re'y ve fikir ile ictihâd, hatalı da olabilir; doğru
da olabilir. Bu hususda Sahâbînin hatalı olma ihtimâli daha az ise de, Sahâbî
ile diğer insanlar arasında fark yoktur.
Tercih ettiğimiz
görüş, Sahâbî görüş ve sözünün ilzâmî bir hüccet olmadığıdır. Fakat (bununla
beraber) Kitab, Sünnet ve icmâ"da mesele hakkında bir nass bulunmadığı,
başka muteber bir delil de olmadığı zaman Sahâbî görüşünün hüccet olarak
alınması tarafdârıyız. Bu durumda Sahâbî ile diğer insanlar arasında fark
yoktur.
Tercih ettiğimiz
görüş, Sahâbî görüşünün hüccet olarak alınması tarafdârıyız. Bu durumda Sahâbî
görüşünün benimsenmesinin en isabetli davranış olduğu kanaatindeyiz.
246) Bizden
önceki (ümmet ve millet) lerin şerîatinden maksad, Allah'ın onlar için meşru
kılıp, onlara tebliğ edilmek üzere rasûl ve nebilerine indirdiği hükümlerdir.
Bu hükümlerin bizim
Şerîatimiz ile alakalan ve bize nisbetle ne derecede hüccet oldukları mevzuunda
alimler ihtilaf etmişlerdir. Görüşlerini zikretmeden önce, ihtilaf noktasının
açıklanması lazımdır. Çünkü bizden öncekilerin şerîatleri çeşitlidir, ve
bazılarının bizim hakkımızda hüccet olduğunda ittifak vardır. Bazılarının da
bize nisbetle hükümsüz olduğunda ittifak olunmuştur. Bir kısmının ise bize
nisbetle hüccet olup olmadığında ihtilaf edilmiştir:
247) Birinci Nevî Hükümler.- Bunlar Kur'an veya
Sünnette bulunan, biz-m Şerîatimizde de, bizden önceki kavim ve milletlere farz
kılındığı gibi, bize de farz kılındığına dâir delilin bulunduğu hükümlerdir. Bu
nevî hükümlerin bizim için de Şerîat olduğunda ihtilaf yoktur. Bu hükümlerin
meşruluğunun ve bizim hakkımızda da hüccet oluşunun kaynağı, bizim kendi
Şerîatimizin nasslarıdır. Oruç farizası bu cümledendir. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: [(Ey iman edenler sizden evvelki (ümmet ve millet)lere farz
kılındığı gibi sizin üzerinize de oruç farz kılındı. Tâ ki konmasınız)][185]
248) İkinci
Nevî Hükümler.- Bunlar Allah'ın Kur'anında yahut ASSÜ Allah Rasûlünün
Sünnetinde açıklanan, bizim hakkımızda hükümsüzlüğü, bizden önceki milletlere
mahsus olduklarına dair Şerîatimizde delilin bulunduğu hükümlerdir. Bu nevî
hükümlerin bize meşru kılınmamış olduğu hususunda ihtilaf yoktur. Yüce Allah'ın
şu sözü bu cümledendir: [(De ki, bana
vahyolunanlar arasında, yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde (sizin haram
dediklerinizden böyle) haram edilmiş bir şey bulmuyorum. Yalnız gerek ölü,
gerek dökülen kan, gerek domuz eti -ki bu, şübhesiz bir murdardır-, yahut
Allahtan başkasının adına boğazlanmış bir fısk olmak müstesnadır. (Bunlar
haramdır. Bununla beraber) kim (bunlardan bir şeyi yemeye) muztar kalırsa
(zaruret mikdârım) aşmamak üzere (yiyebilir). Çünkü Rabbın çok yarlığayıcı, çok
esirgeyicidir. Biz Yahudilere bütün tırnaklı (hayvan)ları haram kıldık. Sığır
ve koyunun iç yağlarını da üzerlerine haram kıldık. Bunların sırtlarına veya
barsaklarına yapışan, yahut kemiğe karışan (yağlar bu hükümden) müstesnadır.[186] Bu
(tahrîmi) onlara, zulümlerinden dolayı, ceza olarak yaptık. Biz elbette
doğrucularız)][187].
Allah Rasûlünün şu hadîsi de bu cümledendir: [( Bana ganimetler helal
kılınmıştır. Benden önce(ki ümmet ve milletlerden) hiç kimseye helal
kılınmamıştı)]. Yukarıdaki âyet, bize helal kılınan şeylerin (bizden önceki
ümmet ve milletlere) haram kılındığını, hadîs de daha önceki ümmet ve
milletlere helal olmayan (harb) ganîm etlerinin müslümanlara helal kılındığını
göstermektedir.
249) Üçüncü
Nevî Hükümler.- Bunlar Kitabımızda ve Nebimizin Sünnetinde zikri geçmeyen
hükümlerdir. Bunların bizim hakkımızda meşru olmadığı hususunda âlimler
arasında ihtilaf yoktur.
250)
Dördüncü Nevî Hükümler.- Bunlar Kitab veya Sünnet nassları tarafından
getirilmiş (yani bizden önceki ümmet ve milletler hakkında meşru oldukları
Kur'an veya Hadîslerde mezkûr), fakat bu nasslarda bizim hakkımızda bakî olup
olmadıklarına dair bir delil bulunmayan hükümlerdir. Mesela Yüce Allah: [(Biz
Tevrat'ta onların üzerine (şunu da) yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun,
kulağa kulak, dişe diş (karşılıktır. Hülasa bütün) yaralar birbirine
kısasdır...)][188] buyurmaktadır, işte
hakkında ihtilaf bulunan nevî budur. Bu nevî hükümlerin bize nisbetle hüccet
olup olmaması hususunda ihtilaf olunmuştur: Bazı alimler -Hanefîler gibi-,
bunun hüccet olduğu, bizim Şerîatimizin bir parçası bulunduğu görüşündedirler.
Diğer alimler de bunun bizim hakkımızda meşru olmadığı görüşündedirler. Her iki
kısım da kendi görüşünü te'yîd eden deliller ileri sürmüştür.[189]
251) Esasen
bu ihtilafın ehemmiyeti yoktur. Çünkü amelî bir neticesi mevcud değildir.
Allah'ın veya Nebî Efendimizin Sünnetinde bize hikâye edip açıkladığı, Önceki
şerîatlerin hükümlerinden her bir hükmün, bizim hakkımızda bakî olup olmadığına
dâir Şerîatimizde delil mevcuddur. Hükmün baki bırakıldığına veya
kaldırıldığına dâir delil, öncekilere âid o hükmün bize anlatıldığı nassda
olabileceği gibi Kitab ve Sünnetin başka (bir) yerinde bulunan nasslarında da
olabilir.
Burada
söylediklerimizi te'yîden 250. paragrafta mevcûd âyet hükümlerinin bizim
hakkımızda, kendi Şerîatimizin delilleriyle sabit olduğunu zikredebiliriz.
Çünkü bazı insanlar, uzuvlar ve yaralarda kısasın bizim Şcrîatimiz olmadığı,
bizden Öncekilerin şerîati olduğundan bizleri ilzam etmediği iddiasındadırlar.
Bu, hiçbir delil ve hüccete dayanmayan gerçek bir vehimdir. Bu ayetin
hükümlerinin bizim hakkımızda sabit olduğu, bizim Şerîatimizin bir parçası
bulunduğunda alimlerin ihtilâfı yoktur. Muhtelif mezheblerin Fıkıh kitablanna
muttali olan, bu kitablarda cana kıymak ve daha hafif suçlar hakkındaki kısasa
dair hususi bahislerin olduğunu görecektir. Onun için 250. paragraftaki ayet
hükümleri bizim hakkımızda sabittir ve bunda ihtilaf yoktur. Bu ayetle ilgili
olarak imam Şafiî şöyle diyor: "Allah, kitabları Tevrat olan insanlara
neyi farz kıldığını şöyle zikrediyor: [(Biz Tevrat'ta onların üzerine (şunu da)
yazdık:
Cana can, göze göz...
(karşılık)tır...)][190]. Bu
(islâm) ümmeti ve milletinde kısasın Yüce Allah'ın Tevrat ehli arasında nasıl
hükmettiyse, aynen mevcud olduğu hususunda hiçbir ihtilaf bilmiyorum. Keza
cana kıymak ve hakkında kısas tatbik edilecek uzuv itibariyle ölüme yol açmadan
uygulanabilecek yaralama kısasının iki hür müslüman arasında mevcut olduğu
hususunda da hiçbir ihtilaf bilmiyorum."[191] Ibnu
Kudâmenin Elmuğnî isimli eserinde şöyle deniliyor: "Mümkin olduğu
takdirde, canın dûnunda (yani uzuvlarda) kısasın ceryan edeceği hususunda
müslümanların icmâ"ı vardır. Ibnu Kesir de tefsirinde, âyetin icabına göre
amel olunması hususunda icmâ"ın bulunduğu"nu zikreder. Şu halde,
bizden öncekilerin şerîatini bizim hakkımızda hüccet olarak benimseyen alimlere
göre bu ayetin hükümleri bizim hakkımızda meşrudur. Birinci kısım alimler
(benimseyenler) ayetin hükümlerini, kendi görüşlerine uygun olarak, hüccet diye
ileri sürerken, ikinci kısım âlimler, bu hükümlerin bizim hakkımızda meşru
olduğuna dair, Şerîatimizde deliller bulunduğundan bu hükümleri hüccet olarak
benimsemektedirler. Şunlar, bu delillerdendir:
1) Yüce
Allah [(...maktuller hakkında size kısas (misilleme) farz kılındı...)]
buyuruyor. Allah Rasûlü [(Bile bile
insan öldürmenin cezası kısasdır. Ancak maktulün mirasçısı (velîsi) affederse
kısas düşer)] ve [(Maktulün velisi şu iki şeyden birinde muhayyerdir: Ya fidye
alır, ya ı (Katili) öldürür)] buyuruyor. Bu nasslar sarih olarak, bilerek insan
öldürmede kısasın farz olduğuna delalet etmektedir. 250. paragraftaki âyet
hükümlerinden biri de öldürmedeki kısas idi.
2) ASSÜ Allah Rasûlü yaralamalarda ve diş
kırmada kısas ile hükmetmiştir. Fakat mağdur kısası affetmişti.[192]
3) ASSÜ
Allah Rasulünden şöyle dediği rivayet olunur: [(Öldürülenin velisi ve yaralanan şahıs, şu
üçten birinde muhayyerdir: Ya kısas yapar, ya diyet alır yahut affeder)].
4) Yüce
Allah şöyle buyurmuştur [(... Onun için
kim sizin üzerinize saldırırsa siz de, tıpkı onların üstünüze saldırdıkları
gibi, ona saldırın...)].[193]
Alimler bu ayetin şümulüne [(Biz
Tevrat'ta onların üzerine (şunu da) yazdık: Cana can...)][194] ayetinde
mevcud olan canda ve candan aşağı (dün) olan şeylerde (mesela vücudun
uzuvları gibi) kısas
da girmektedir görüşündedirler.
Bütün bunlardan
anlaşılmaktadır ki, bizden önceki ümmet ve milletlere şeriat kılınmış olan
kısas ayetinin hükümleri, bizim kendi Şeriatimizdeki (müstakil) deliller ile,
bizim hakkımızda da sabittir.
252)
Istıshâb kelimesinin (lügat) manası birlikte, beraber bulunmayı ve beraberliğin
devamını istemektir. Bir ıstılah olarak manası, sabit olan bir şeyin
sabitliğinin yahut sabit olmayan bir şeyin sabit olmayışının devam etmesidir.
Yahut ıstıshâb, kendisini değiştiren bir şey bulunmadıkça bir durumun nasıl
idiyse öylece baki kalmasıdır. Mazide mevcudiyeti bilinen bir şeyin daha sonra
zail olduğu hususunda te-reddüd hasıl olursa, önceki mevcudiyetinden dolayı
ıstishâben bekasına hükmederiz. Mazide yokluğu bilinen bir şeyin daha sonra
mevcudiyeti hususunda tereddüd hasıl olursa, önceki yokluğundan dolayı
ıstishâben yokluğunun devam ettiğine hükmederiz.
Buna göre muayyen bir
zamanda hayatta olduğunu bildiğimiz şahıs hakkında vefatına dair bir delil
ortaya çıkıncaya kadar hayatının devam etmekte olduğu hükmünü veririz. Bakire
bir kızla evlenip, gerdekten sonra bu kızın bakire olmadığını iddia eden
adamın bu iddiası (aslen) bekâretin mevcudiyeti sebebiyle ısüshâben, delilsiz
kabul edilemez. Çünkü doğumundan itibaren bu kızın bakireliği asıldır.
İz tâkîbeden, suçu
ortaya çıkaran polis köpeği diye yahut av köpeği diye köpek satın alan insan
bilâhare köpeğin bu vasıfta bir hayvan olmadığını iddia ederse, iddiasının
hilafı sabit olmadıkça, asıl itibariyle bu vasıf (polis yahut av köpekliği
vasfı) mevcud olmadığından ıstishâben kabul edilecek iddia müşterikininkidir.
Çünkü asıl olan bu vasıfların köpekte bulunmaması, bu vasıfları köpeklerin
sonradan terbiye ve tecrübeyle kazanmış olmalarıdır...
1) Eşyalarda
Aslolan Mubahhktir Hükmü Istıshâbı Haramlıklanna dair bir delilin bulunmadığı
faydalı yiyecek, içecek maddeleriyle faydalı hayvan, nebat yahut cansız
maddeler mubahtır. Çünkü mubahlık, kâinattaki md her şey hakkında aslî
hükümdür. Bu şeylerden haram olanlar, zararlarından Şeriat Sahibince bir delil ile haram
kılınmaktadır. Faydalı şeylerin aslî hükümlerinin mubahlık oluşunun delili,
Yüce Allah'ın kullarına nimet bahşeden [(O,
göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini, kendi (tarafi)ndan size râm etti...)][195] ve [(Yerde
ne varsa hepsini sizin (fâideniz) için yaralan odur...)][196]
sözleridir. Nitekim bahşedilmiş ve âmâde kılınmış olması, ancak yaratılmış bu
şeylerden faydalanmanın mubahlığıyla olabilir. Fakat zararlı şeylerde aslolan
ha-ramlıktır. Çünkü ASSÜ Allah Rasûlü [(Zarar
vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur)] buyuruyor.
2) Aslî
Beraat Yahut Aslî Yokluk Istıshâbt
Buna göre, delil
olmadıkça insan(ın zimmeti) herhangi bir mesuliyet (hak)le mükellef değildir.
Başkası hakkında hak iddia edenin bunu isbât etmesi lazımdır. Çünkü aslolan
davalının, dava edilen şeyden berî olduğu (mesul ve mükellef ol-madığı)dur.
Keza sermaye birinden, çalıştırmak diğerinden olmak üzere yapılan ortaklıkta
sermayeyi çalıştıran şahıs kâr edilemediğini iddia ederse, iddiası kabul olunur.
Çünkü aslolan kârın olmadığıdır. Onun için bu olmayış ıstıshâb edilir. (Yani
ıstıshâba göre bu olmayışa, esasen kârın bulunmadığına hükmedilir.) Ancak bunun
hilafı, yani kâr edildiği sabit olursa, hüküm sabit olana göredir.
3) Hilâfına
Delil Bulununcaya Kadar, şer"t Hükmü Sabit Kılan Vasıf Istıshâbı Mesela
bir şahsın menkûl yahut gayrı menkûl hakkında mülkiyeti sabit ise bu
mülkiyetin, o malı
salması, vakfetmesi yahut hibe etmesi gibi bir tasarrufla mülkiyetin yok
olduğuna dair delil bulununcaya kadar bakî kaldığına, var olduğuna hükmederiz.
Bir malı itlaf etmek
yahut bir mal hakkında (kefalet gibi) iltizamda bulunmak şeklindeki sebeble
şahıs bir borç altına girmişse bu mükellefiyet, değişüricinin (bu
mükellefiyetin değiştiğine dair bir delilin) ortaya çıkışma yani borcu ödemek
yahut mesuliyetten ibra olunmak gibi mükellefiyetin kalktığına dair delil
bulununcaya kadar bakîdir.
Keza nikah akdi
sebebiyle karı kocanın birbirine helal oluşlarının sübûtu, ayrılıklarına dair
delil bulununcaya kadar bakidir. Diğer sabit hükümleri, bunlara kıyas ediniz...
Bir şeyin önceden
nasılsa öylece baki kalması ve buna muhalif olan şeyin redd (ve def)i için
ıstıshâb, Hanefîlerle onları destekleyenlcrce bir hüccettir. "Islıshâb
sabit kılmada (i.sbâtta) değil, def (ve redd)etmekte bir hüccettir"
sözlerinin manası budur.
Hanbelî ve Şâfiîler
gibi diğer fukahâya göre ıstıshâb hem def (ve redd) etmek, hem de sabit kılmak
bakımından bir hüccettir. Yani eski hükmün takrir ve sübûtu için sanki hüküm,
mevcud yeni bir delil ile sabit olmuşcasına (ısüshâb) bir hüccettir. Çünkü
ıstıshâb bir şeyin eskiden nasılsa Öylece bakî kalması hususunda kuvvetli
(râcı.h) bir -zannı (kanaati) iktiza ettirmektedir. Kuvvetli (râcı.h) -zann ise
şer"î, amelî hükümlerde muteberdir.
Fakihler arasındaki
kaybolmuş insan meselesindeki ihtilaf bu mevzudaki ihtilaflarından doğmuştur:
Hanefîlere göre kaybolmuş insan ıstıshâben hayattadır; kaybolduğu zamanki
mallan ve mevcud haklarına nisbetle hayatta bulunan insanlar hükmündedir. Buna
göre malları miras olarak veresesi arasında taksim olunamaz; zevcesi
kendisinden ayrılamaz. Fakat bu hayatiyeti yeni bir hak iktisâb etmesini temin
edemez. Yani kaybolduğu zaman şahsın sahibi olmadığı bir hak, o şahıs lehine
var kılınamaz. Buna (yani Hanefî görüşüne) göre kaybolan şahıstan önce murisi
Ölse, kaybolan şahıs murisinden miras alamaz. Yani kaybolan şahsın kayyımı, kaybolan
şahsın miras hissesinin teslîmini taleb edemez. Bu hisse kayıp şahsın durumu
anlaşılıncaya kadar bekletilir: Hayatta olduğu anlaşılırsa bekletilen bu
hissesini almaya hak kazanır. Hâkim kararıyla vefatı sabit olursa, murisinin
veresesinden o vakit hayatta olanlara hissesi taksim olunur.
Istıshâbın hem def (ve
redd) etmek, hem de sabit kılmak bakımından hüccet olduğu görüşündekilere göre
kayıp şahsın hayatiyeti sabittir ve tamamen hayatta olanların hükmüne tâbidir.
Buna göre mallarının mülkiyeti izale olunamaz; zevcesi kendisinden ayrılmaz;
murisi kendisinden önce Ölürse mirastaki hissesini alabilir; kendisi lehine
bulunulan vasiyetteki payda da hak sahibidir.
Red (ve inkâr)
hâlindeki sulhde, (Hanefîler ve diğer fukahâ) yine bu esasa dayanarak ihtilaf
etmişlerdir. Hanefîlere göre, inkarcı (reddeden) dâvâlı ile davacı arasında
sulh sahihtir. Hanefîlerin dışındakilere -mesela Şâfiîlere- göre bu sulh sahih
değildir. Istinâd ettikleri esas, ıstıshâbın def edici ve sabit kılıcı bir
hüccet oluşudur.
1) Hakikatte
ıstıshab yeni bir hükmü sabit kılmaz (mevcud olmayan bir hükmü mevcut kılmaz);
fakat muteber delil ile sabit olmuş eski hüküm, ıstıshâb ile devam eder. Şu
halde haddi zatında ıstıshâb hükümlerin kendisinden alındığı bir kaynak ve bir
fıkhı delil değil, sadece delili tarafından sabit kılınan önceki hükmün
bâkîliğine dair bir karîne ve işarettir.
2) Istıshâba
ancak, fakîh delili bulmak için olanca araştırma ve tedkîk gayretini sarfedip,
meselenin hükmü hakkında hususi bir delil bulunmadığında müracaat eder. Onun
için bazılarının ifade ettiği gibi "ıstıshâb fetvada en son müracaat
edilecek şeydir. Bir hâdisenin hükmü müftîye sorulunca, sırasıyla Kitâb,
Sünnet...den hükmü arar. Bulamazsa hükmünü müsbet veya menfî, hâl ıslıshâbından
alır: Halde mevcud hükmün kalktığı hususunda tereddüd varsa, aslolan bu hükmün
bakî kalmasıdır. Hâlde gayrı mevcud hükmün sabitliğinde tereddüd varsa, aslolan
bu hükmün sabit olmamasıdır."
Birçok kaide ve
esaslar ısüshâba dayanmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1) Eşyalarda
Aslolan Mubahlıktır.
Akidlerin,
tasarrufların ve insanlar arasındaki birçok muamelelerin hükmü, kendilerini
haram kılan nass bulunmadığı takdirde mubah olduklarıdır. Yukarıdaki kaideye
dayanan bu görüş, bir kısım fakîhlere âiddir.
2) Zimmetin Berâati (şahsın mükellef olmaması)
Asıldır. Yahut Zimmette Aslolan Berâattir (mesuliyetsizliktir)
Medenî ve Ceza (Hukuku
çerçevesindeki)-meselelerde ayni şekilde bu kaide tatbik olunur. Mesela birisi
aleyhine hak iddia edildiğinde, davacı bu davasını isbat etmedikçe aslolan
aleyhde böyle bir hakkın bulunmayışıdır. Keza suçu sabit oluncaya kadar maznun
(sanık) suçsuzdur (beridir). Bu fikirden hareketle "şübhe, maznunun lehine
tefsir olunur. Maznunun suçsuzluğunda hataya düşmek, suçsuzun suçlanma-sındakİ
hatadan daha hayırlıdır" denmiştir.
3) Şübhe île
Yalcın (kat'î bilgi) Ortadan Kalkmaz.
Mesela abdest aldıktan
sonra, abdestin bozulup bozulmadığından şübhelenen şahıs abdestlidir. Nikahı
sabit olanın evliliği ancak yakın ile ortadan kalkar. Şer"î bir sebeble
bir mala sahib olanın mülkiyeti, ancak mülkiyeti nakleden bir tasarruf İle ortadan
kalkar. Bu kaidedeki illet şudur: Yakîn, kendisinden şübhelenümeyen, mevcud bir
durum olduğundan, yokluğuna dair delil bulunmadıkça ıstıshâb olunur (bâkîlikte
istimrarı kabul edilir). Fakat sadece şübhe, yakîni yerinden
kıpırdatamayacağından, hiçbir değeri yoktur.
[1] Örf muteberdir.İhtilaf bir delil olarak sayılıp
sayılmamasındadır.
[2] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 59 uncu âyet.
[3] Kur'an 3 üncü 81u "ımrân suresi 32 nci ve 132
nri, 5 inci Elmaideh suresi 92 nci, 8 inci El'enfal suresi 1,20 ve 46 nci, 24
üncü Ennhur sûresi 54 üncü, 47 nci mu.hammed sûresi 33 üncü, 58 inci -•
mücadelen sûresi 13 üncü, 64 üncü Eueğâbun sûresi 12 nci ayetlerinde de aynı
ifade vardır. (Mütercim)
[4] Kuran 59 uncu el.haşr sûresi 7 inci âyet.
[5] Kuran 24 üncü EnnÛr sûresi 63 üncü ayet.
[6] Kuran 16 nci cnna.hl sûresi 43 üncü ayet.
[7] Kuran 5 ınci Elmaideh sûresi 67 nci âyet.
[8] Bu tarifler için bakınız:
[9] kuran 43 üncü ezzu-hruf suresi 3 üncü ayet
[10] Ayetin bu kısmînin meali şöyle: [(....Fakat kim
(bunları) bulamaz (bulmaya muktedir olamaz>a üç gün oruç (tutması)
lazımdır)]: Kur'an 5 inci Elmâidch sûresi 89 uncu âyet. Müterc.
[11] Kur'an 15 inci eLhıcr sûresi 9 uncu âyet.
[12] Kur'an 17 nci El'isrâ' sûresi 88 inci âyet.
[13] Kur'an 11 inci Hûd sûresi 13 üncü âyet.
[14] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 23 ve 24 üncü âyetler
[15] Merkezi istanbul olan Doğu Romalılar. (Çantay Meali c.
1, s. 718 dipnot 2. Mütercim)
[16] iranlılara (Çantay Meali c. 1, s. 718 dipnot 4.
Mütercim)
[17] Kur'an 30 uncu Errûm sûresi 1, 2 ve 3 üncü âyetler.
[18] Kur'an 11 inci Hûd sûresi 49 uncu âyei.
[19] Bir madde halinde, parçaları gaz zerreleri şeklinde
birbirine yapışıkken (Çantay Meali c. 2, s. 584 dipnot 25. Mütercim.)
[20] Çantay Mealine bakınız c. 2, s. 584 dipnoı 26.
(Mütercim)
[21] Kur'an 21 inci El'enbiyâ' sûresi 30 uncu âyet.
[22] Rüzgarların, ncbatlardaki dişi tohumlan, erkek
tohumlarla aşıladığı hakikati ilmin son keşiflerinden olduğu halde Allah bunu
(kullarına) on dört asır önce haber vermiştir. Bu da Kur'anın
mûcizelerindcndir. (Çantay Meali c. 2, s. 476 dipnot 3. Mütercim)
[23] Kur'an 35 inci el.hıcr sûresi 22 nci âyet.
[24] ılmu u-sûli lfı-khi lişşey-hi "abdilvahhâb
-hallâf s. 70. Ancak bu sahîfe numarasında bir yanlışlık olsa gerektir. Bu aııf
mahalli, elimdeki el-hallâfın aynı adlı eserinin sekizinci baskısının 32 ve
33-sahifelerine tekabül etmektedir. (Mütercim)
[25] Kur'an 16 ncı enna.hl sûresi 89 uncu âyet.
[26] Kuran 6 ncı el'en"âm sûresi 38 inci âyet.
[27] Kuran 42 nci Eşşûrâ sûresi 38 inci âyet.
[28] Kur'an 3 üncü âlu "ımrân sûresi 159 uncu âyet.
[29] Kur'an 16 ncı enna.hl sûresi 90uıcı âyet.
[30] Kur'an 4 üncü Ennisl' sûresi 58 inci âyet.
[31] Kur'an 6 ncı el'en"âm sûresi 164, 17 nci El'isrâ'
sûresi 15 inci, 35 inci fâ-tır sûresi 18 inci, 39 uncu Ezzümer sûresi 7 inci,
53 üncü Ennecm sûresi 38 inci âyet,
[32] Kur'an 42 nci eşşûrâ sûresi 40 mcı âyet.
[33] İslamın caiz görmediği kumar, hırsızlık, cebir,
çapulculuk, emanete hainlik v.s. gibi şeylerle (Çantay Meali c. 1, s. 51 dipnot
128. Mütercim)
[34] Yalancı şâhidlik, yaian yemin, rüşvet gibi. (Aynı
eser, aynı sahîfe dipnot 129. Mütercim)
[35] Geniş bilgi için bak: Aynı eser, aynı yer, dipnot 130.
(Müt.)
[36] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 188 inci âyet.
[37] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 2 nci âyet.
[38] Gerek sizinle Allah, gerek sizinle insanlar arasındaki
ta a hh (idlerinizi. (Çantay Meali c. 1, s. 155 dipnot 2. Mütercim)
[39] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 1 inci âyet.
[40] Kur'an 22 nci el.hacc sûresi 78 inci âyet.
[41] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 173 üncü âyet.
[42] Kur'an 9 uncu Eıtevbeh sûresi 103 üncü âyet.
[43] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 179 uncu âyet.
[44] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 178 inci âyet.
[45] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 275 inci âyet.
[46] Müslüman olanlar ve olmayanlar şu hususu çok iyi
bilmelidirler: Kur'anda veya Sünnette olsun, hükmü ebediyyen değişmeyecek olan
hususlar, mahiyetleri ebediyyen değişmeyecek unsurlara sahibdir. Bunlara
içtimaî, sınaî, fennî, siyâsî ve teknik tekâmül tesir etmez. Çünkü bu
meselelerin mahiyetleri değişmemektedir. Ne zaman ve nerede vuku bulursa bulsun
zina, kasden insan Öldürmek, hatâen insan öldürmek, faiz, evlenmek, boşanmak,
miras, hırsızlık ve bunlara mümasil hususlar mahiyetleri itibariyle hiç
değişiklik arzetmeyen vasıf ve unsurlara sahibdir. Onun için Islamın bu gibi
meselelerdeki tutumu hiç değişmez. Mesela Islamda hanımların açık saçık kıyafetle
ev dışında gezm-lerinin haram oluşu, Islamda kıyamete kadar (İevam edecek bir
hükümdür. Çünkü kadının açıklığı ne sebebden dolayı yasak ise, o sebeb kıyamete
kadar hiç bir değişikliğe uğramadan bakîdir. Zira kadınların kadınlıkları dün
ne ise bugün de odur. Erkeklerin erkeklikleri bugün ne ise yarın da odur.
Binaenaleyh değişmez biyolojik ve sosyolojik vakıaya dayanan Islamdaki değişmez
emir ve yasaklar, Isiamı anlayamamış, islam Hukuk mantığını kavrayamamışların
tefsiriyle değerlendirilemez! Bu mevzuat, Islamın kendisi ve îslam ilim adamlarınca
izah olunurlar. Hiçbir sistem başka sistemler tarafından şerh ve izah
edilemediği gibi, bu izah salahiyetini islam, câhil veya gayn müslim garazkâr
hiçbir şahıs ve müesseseye tanımamıştır. îslamı bilmeyenlerin ve Islama cebhe
almışların böyle mevzularda îslamı lenkid mahiyetindeki ifadeleri, cehalet veya
kinlerinin ilânıdır; hiçbir ilmî ve tefsiri değeri yoktur. (Mütercim)
[47] Tarafların leh ve aleyhlerinde olduğunu düşünmeyerek,
dosdoğru. (Medârik ve Celâieyn'den naklen Çantay Meali c. 3, s. 1056 dip not
17. Mütercim)
[48] Kuran 65 itici e-t-talâ-k sûresi 2nci âyet.
[49] Kuran 2 nci elba-karah sûresi 183 üncü âyet.
[50] Kur'an 2 nci eîba-karah sûresi 178 inci âyet.
[51] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 14 üncü âyet.
[52] Kur'an 6 nci eren"âm suresi 151 inci ayet.
[53] Kur'an 2 nci clba-karah sûresi 195 inci âyet.
[54] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 10 uncu âyet.
[55] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 14 üncü âyet.
[56] Kuran 4 üncü Ennisâ' sûresi 12inci âyet.
[57] Kuran 24 üncu Ennûr sûresi 2 nci âyet.
[58] Kur'an 2 nci elba4;arah sûresi 228 inci âyet.
[59] Kur'an 33 üncü el'a.hzâb sûresi 62 nci âyet.
[60] Eşşevklnîs. 33, El'âmidîc. 1, s. 241.
[61] hâşiyetu i'izmîrîc. 2, s. 196, El'âmidîc. 1, s. 241.
Câfcrîlernezdinde ma"-sûm imamlarından söz, fiil yahut ta-hrîr kabilinden
naklolunmuş şeylerin de Sünnet sayıldığı unutulmamalıdır; (mu.-hâ-darâtun fî
u-sûli lfı-khi 1 ca"ferî liustâ.zine şşey-h mu.hammed ebî zehrah s. 122).
[62] Kur'an 53 üncü Ennecm sûresi 3 ve 4 üncü âyetler.
[63] Kur'an 16 ncı enna.hl süresi 44 üncü âyet.
[64] Şu na-s-slar, mezkûr âyetler cümlesindendir: (Ey iman
edenler, Allaha itaat edin. Peygambere ve sizden (müslüman) olan emir
sahihlerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allaha ve
Peygambere döndürün eğer Allaha ve ahiret gününe inanıyorsanız...)] (Kur'an 4
üncü Ennisâ' sûresi 59 uncu âyet), [(Kim o Peygambere itaat ederse muhakkak
Allaha itaat etmiştir)] (Kur'an 4 üncü ennisâ' sûresi 80 inci âyet),
[(Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasak ettiyse ondan da sakının)]
(Kur'an 59 uncu el.haşr sûresi 7 inci âyet), Öyle değil, Rabbine andolsun ki
onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde
seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan
tam ir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar)] (Kur'an 4 üncü
Ennisâ' sûresi 65 inci âyet),
(Allah ve Peygamberi bir işe hüküm etliği
zaman gerek mü'min olan bir erkek, gerek mü'min olan ir kadın için (ona aykın
olacak) işlerinde kendilerine muhayyerlik yoktur)] (Kur'an 33 üncü el'a.hzâb
sûresi 36 ncı âyet).
[65] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 43, 83, 110 uncu
âyetler.
[66] Kur'an 3 üncü âlu "ımrân sûresi 97 nci âyet.
[67] Kur'an 5 inci Etmâideh sûresi 38 inci âyet.
[68] Kur'an 33 üncü el'a.hzâb sûresi 21 inci âyet.
[69] 5 elbu-hârî:
e-s-salâh 69, elTTîdcyn 2, clcihâd 81 ve 82, Müslim: elrrîdeyn 19 ve 22, Ebû
Pâvûd: El'edeb 51 inci bablar, musnedu a.hmed c. 2, s. 308, c. 3, s. 161, c. 6,
s. 166 ve 247. (Mütercim)
[70] el-i.hkamu fi u-suli la.hkami libni.hazm c.2,s.6
[71] musnedu a.hmed c. 1, s. 397. (Mütercim)
[72] mesellemu .s.subût c. 2, s. 111, .hâşiyetu Ilzmîrî c.
2, s. 196.
[73] Rasulullahın ashabının asrından sonraki asır
Tâbi"Herin asrıdır. Tâbi"îlerin asrından sonraki asır da
tabi"îlere tâbi" olanların asrıdır. Bu üç asırdan sonraki mütevatirliğin
yahut meşhurluğun hükmü yoktur. Zira Sünnet bu asırlardan sonra tedvin olunmuş,
yayılmış, meşhur olmuş ve herkes herkesten Sünneti nakletmiştir.
[74] u-sulü ssera-hsîc. l,s.392.
[75] Kur'an 9 uncu Ettevbeh sûresi 122 nci âyet
[76] Bir hacim ve ağırlık ölçüsü olan -sâ" Hanefflerce
4 müdd su alır. Müdd 1,06 litre su aldığına göre -sâ" 4.24 litre su alır.
ARE bu rakkamlan veren Ahmed Naîm Efendiye mukabil, ARE Ömer Nasûhî Bilmen
Hoca" bir -sâ" 3,333 kg.dır" ve Ahmed Davudoğlu Hocamız ise
"bir -sâ" takriben 3 kg.dir" demektedir. (Sahihi Buharı
Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi c. 1, s. 167, Büyük İslam İlmihali s. 363,
Sahihi Müslim Tercümesi ve Şerhi c. 2, s. 519) ARE Kâmil Miras ise birçok fıkıh
ve lügat kiiablarından naklen orta elli bir kimsenin iki elini birleştirerek
dön defa avuçladığı nesnenin bir -sâ" olduğunu kaydetmiştir. (Mezkûr
Tecrîd Tercemesi c. 5, s. 380) ARE Bilmen Hocanın verdiği rakkam, yaptığım
hesaplara göre 5 ves-kın kusursuz bir ton oluşuna binâendir. Zira der ves-k 60
-sâ" istîâb etmektedir. Aynca mu-sarrât hadîsi denilen bu hadîsin îzâhı
için mezkur Tecrîd Tcrcemesinin 6. c, 467 sahifesine bakınız. (Mütercim)
[77] Türk Medenî Kanunlarından Mecelle'nin 85 inci maddesi.
(Müt.)
[78] mi.slî, eşi bulunan; -kıyemîise kıymeti takdîren
değerlendirilen mal demektir. (Mütercim)
[79] i"lâmu
lmuva-k-kı'm Kitabında c. 1, s. 366 da, mu-sarrât hadîsini reddedenlere
reddiyeye bakınız.
[80] Kitab müellifi muhterem hocam burada, tercih ettiği
görüşün delillerini kısa da olsa vermiş, diğer görüşün delillerine, meseleyi
uzatmamak için yer vermemiştir. Hocamın bu tercihine hürmetim yanında
Hanefîlerin delillerini daha kuvvetli bulduğumu kaydetmeliyim. Mevzu hakkında
faraza imam Tahâvî Hazretlerinin ş.er.hu me"âni l'â.sâr kitabına
bakabilirsiniz: c. 4, s. 19-22 mı-sr 1388 H. (Mütercim)
[81] eşşevkânî s. 33, (Bu hükümler fukahâ arasında
mütiefakun aleyh değildir. Mütercim)
[82] Kur'an 10 uncu Yûnus sûresi 71 inci âyet.
[83] Bazı Câferî âlimleri icmâ"ı, "ASSÜ Muhammet!
Milletinin bir meseledeki ittifakı" yahut
herhangi bir asırda bir
mesele hakkında Bu Mîllet müctehidlerin İn söz birliğinde bulunmalarıdır",
şeklinde tarif etmektedir. Kiıâbu l'erâik s. 176. Diğer muhtelif tarifler için
muhtelif kitab-lara bak(abilirs)iniz. Mesela Eşşevkânî s. 63, elmuste-sfâ c. 1,
s. 110, ETâmidîç. 1, s. 280 v.d., kitâbu I'icmâ" li"alî
"abdirrazzâ-k muhtelif Usulcülerin birçok tariflerini nakletmişiir.
[84] Kilabda baskı hatası olarak "Üçüncüsü"
denilmekte ve aynı hata "Altıncı" neticeye kadar devam etmektedir.
Tercemeyi mezkûr hataları tashîhan yaptığımı kaydederim. (Mütercim)
[85] Elmusevvedeh s. 345.
[86] Kuran 4 üncü Ennisâ' sûresi 115 inci âyet.
[87] teh.zîbu l'u-sûli ilâ "ilmi I'u-sûl kitabında
eî.hıllîniıı tasrîh ettiği üzere Câferîler Masum imam'ın icmâ ' edenler
arasında bulunduğunu meydana çıkarışı sebebiyle icmâ"ın hüccet olduğu
görüşündedirler, el'erâik kitabı müellifi bunu şöyle izah ediyor: îcmâın
hııcccı oluşu icmâ" edenler arasında Masum imam'ın şahsının bulunduğunun
tahakkuku yahut icmâ"Ianna muvafakatinin tahakkuku yahut icmâ"
edenlerin görüşleri yoluyla, Masum îmam'ın görüşünün tahminen bilinmesi
esasına dayanır, (el'erâik s. 176-177) Aynca bakınız: kifâyetu l'u-sûl s. 69
v.d., u-sulı l'isiinbâ-ti li"alî ta-kıyyı Lhaydarî s. 135 v.d. Ancak tmam
Ennâinî icmâ"uı hüccet oluşunun sebebini izah ederken icmâ",
icmâ" edenler nezdinde muteber bir delilin bulunduğunu onaya koyma tadır,
demekte ve îmam'ın gâib oluşundan sonraki devirlerle zamanımız için bu görüşü
tercih rek şöyle devam etmektedir: "... en isabetli görüş budur. Çünkü imam'in
gıyabından sonra, ıcma edenler arasında Masum İmamın dâhil oluşu âdeten mümkin
değildir..." Ne var ki el'erâik ısım ı eser müellifi bu görüş hakkında
şöyle der: "Böyle bir icmâ" bize Masum imamın görüşünü ortay
koymadığından hakikatte bir icmâ" sayılmaz. Zira böyle bir icmâ"da
herkesin ittifakına ihtiyaç hissedilmiştir." Bakınız: ta-krîrâtu nnâinî fî
kitabi fevâidi l'u-sûl c. 1, s. 86-87, el'erâik s. 178.
[88] Kur'an 4 Üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.
[89] El'âmidîc. l.s.320.
[90] Kıyasın diğer tarifleri için şu eserlere bakınız.
[91] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 90 inci âyet.
[92] Hadîsde de ifade olunduğu gibi doğru olan, her
serhoşluk veren şeyin şarab (hükmünde) olduğudur [(Her serhoşluk veren
şarabtır, ve heT şarab da haramdır)]. Fakal kıyas ameliyesini izah etmek için
bu (metindeki) fakihierin görüşlerini misal olarak verdik. (Aynca kıyas
ameliyesini iyice anlatabilmek için burada el-hamr kelimesini şarab olarak
terceme ettiysem de onun Türkçedeki şer"î tercemesinin içki olduğu
hatırdan çıkmamalıdır. Müte.)
[93] Hurma nebî.zibir türlü şerbettir. Hurma taneleri suya
konur ve tatlan suya çıkar. Böylece yapılmış olur. Bak: bedâi"u
-s-sanâi" c. 1, s. 17 mı-sr 1328 H, (Mütercim)
[94] Yani Cuma Namazı ezanı okunduğu zaman. Bu ezandan
maksad imamın hulbe için minbere oturduğu vakit okunan ezandır. Çantay Mealine
bakınız c. 3, s. 1043 dipnot 20. (Mütercim)
[95] Cuma Namazına ve hutbeye. (Aynı eser, aynı yer.
Mütercim)
[96] Kuran 62 nci elcumıTah sûresi 9 uncu âyet.
[97] ariyyeh, "arayanın müfredidİr. "ariyyeh,
üzerindeki yaş hurmanın kuruduğunda ne kadar geleceği lahmin edilip, tahmin
olunan bu kuru hurma mikdânndaki kuru hurmayla, üzerindeki yaş hurmanın
değiştirilmek suretiyle satü)dığı hurma ağacıdır. Bu hüküm hadisle sabittir
[(Rasûlullâh bir şeyi
kendi cinsiyle, biri diğerinden fazla olduğu halde alıp satmayı menetti;
"ariyyehlere izin verdi)]. Buhârî'nin e-s-sa.hî-.hinde şu hadis
vardır: (Rasulullah müzâbeneyi (yani
dalındaki yaş hurmayı, kuru hunnayla takdîren satmayı, değişmeyi) yasakladı;
fakat "ariyyeh sahihlerine izin verdi)]. Buna çubuğundaki yaş üzüm kıyas
olunuT ve mikdân kuru üzüm olarak lakdÎT olunmak suretiyle, bu mîkdârdaki kuru
Üzüme satılabilir; değiştirilebilir. (Bu hususda geniş bilgi için Türkçe
eserlerden Prof. Kâmil Miras merhumun Tecridi Sarih Tercemesi'nin 1001-1007 ve 1010
numaralı hadislerin izahlarına bakabilirsiniz. Mütercim)
[98] Yüce Allah [(Boğazlanmayarak Ölen hayvan eti, kan,
domuz eti, Allahtan başkası adına boğazlanan, (henüz canı üstünde iken yetişip)
kestikleriniz müstesna olmak üzere boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan yuvarlanmış,
susulmuş, canavaT yırtmış olup da ölenler, dikili taşlar üzerinde (onlar adına)
boğazlanan (hayvanlar)... üzerinize haram kılınmıştır)] (Kur'an 5 inci Elmâideh
sûresi 3 üncü âyet) ve (Kim son derece açlık halinde çaresiz kalırsa, günaha meyil
maksadı olmaksızın, (haram olan ederden yiyebilir). Çünkü Allah çok
yargılayıcı, çok esirgeyicidir)] (Aynı âyet) buyuruyor. Son derece açlık
halinde kalan bu haram olan şeyleri yiyebiliyor. Bu duruma hastalık yahut diğer
herhangi zaruret hali kıyas edilerek, o halde de bu haram olan şeyler
yenebilir.
[99] Kuran 4 üncü Ennisâ' sûresi 92 nci âyet.
[100] Kuran 5 inci Elmâideh sûresi 92 nci âyet.
[101] Kuran 2 nci clba-karah sûresi 179 uncu âyet.
[102] Kur'an 8 inci El'cnfâl sûresi 60 inci âyet.
[103] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 90 ve 91 iııci âycüer.
[104] Kur'an 33 üncü cl'a.hzâb sûresi 37 nci âyet.
[105] Kur'an 22 nci el.hacc sûresi 28 inci âyet.
[106] Kur'an 29 uncu cT'ankebût sûresi 45 inci âyet.
[107] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 184 üncü âyet.
[108] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 11 inci âyet.
[109] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 222 nci âyet.
[110] Kur'an 4 üncü Ennisâ' suresi 6 nci âyet.
[111] Hanefî fukahâsı bu görüşte değildir. (Mütercim)
[112] Hanefî fukahâsı bu görüşte değildir. (Mütercim)
[113] Kuran 4 üncü Ennisâ' sûresi 165 inci âyet.
[114] Kur'an 59 uncu el.haşr sûresi 7 nci aya.
[115] Kur'an 33 üncü el'a.hzâb sûresi 37 nci âyet.
[116] Kur'an 14 üncü Ibrâhîm sûresi 1 inci âyet.
[117] Arab Dili ile alakalı bu tabirin izah ve misalleri
için Arabca Nahiv eserlerine, 1!müzârîfiilin başına gelen lam harfinin muhtelif
manaları" mevzuu esas alınarak müracaat olunmalıdır. (Mütercim)
[118] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 38 inci âyet.
[119] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 2 nci âyet.
[120]Birinci ayette kesilme hükmü, müştak olan essân-k ile
essâri-kah kelimelerine bağlanmışım Bu müştak kelimelerin iştikak olundukları
şey yani masdar da essera-k, esseri-k veya esseri-kah kelimeleri yani
çalmaktır. Şu halde çalmak, elierin kesilmesi hükmünün illetidir. Diğer nasslan
bu izahımıza kıyasla anlamaya çalışınız. (Mütercim)
[121] Hadisin aslı şöyledir: Ebû Hureyre'den rivayet
olunmuştur: [(Adamın biri ASSÜ Rasulullaha gelerek, helak oldum deyince
Rasulullah, seni helak etmiş olan nedir? Dedi. Adam, ben oruçlu iken karımla
cinsî münasebetle bulundum, dedi. Rasulullah da şöyle buyurdu: Bir köle azad edebilir
misin? Adam: Hayır dedi. Rasulullah: Aralıksız iki ay oruç tutabilir misin?
Deyince adam: Hayır cevabını verdi. Rasulullah: Altmış yoksulu doyurabilir
misin? Deyince adam: Hayır dedi. Rasulullah: öyleyse şuraya otur diyerek,
içinde kuru hurma bulunan bir zenbil getirip: Bunu al ve sadaka olarak ver,
dedi. Adam: Benden daha fakir olana mı? Vallahi Medine'nin iki siyah kayalığı
arasında bizden daha fakir bir aile yoktur, deyince Rasulullah gülerek: Bu
hurmaları aile efradına yedir, buyurdu.)] Hadisi Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd,
Tirmizî ve İbnu Mâce rivayet etmiştir. Bak: tcysînı lvu-sûl c. 2, s. 340.
[122] Nassın ibaresinden maksad, nassın siyakından aslî
yahut talî olarak kasdedilsin ve kas-dedilmesin sığasının, nassın anlattığı
manaya delaletidir. Mesela Yüce Allah [(Allah alış verişi helal, faizi haram
kıldı)] (Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 275 inci âyet) buyuruyor. Şu nassdan
anlaşılan mana, alış veriş ile faiz arasındaki benzerliğin reddıdir. Bu, aslî
manadır. Nassın ikinci manası ise, alış verişin hela], faizin haram hükmünde
oluşlarıdır. Nassın delaletiyse, beyan olunan hükümle, hakkında sükût olunan
hükmün,-.hükmün illetinde müşterek oluşları sebebiyle, lafzın beyan olunan
hükümle, hakkında sükût olunan hükme delaletidir. İnşaallah 3 üncü kısımda bunun
tafsilatı gelecektir.
[123] Kuran 17 nci El'isrâ' sûresi 23 üncü âyel.
[124] Bazı Usulenlerin görüşü şudur: Ana babanın
dövülmesinin haramhğı kıyasla değil nassla sabittir. Çünkü üf demeyi yasaklayan
nassjn illeti eziyettir. Bu eziyet, manası açık olan ve anlaşılan bir
keyfiyettir; ıstınbâtına hacet yoktur. Her Arabca bilen bu manayı anlayabilir.
Bu mana dövmek ve benzeri hareketlerde daha açık bir şekilde hissedilmekte,
ıstınbat veya anlama gayreti göstermeden idrâk olun a bilmektedir. Buna göre üf
demek nassın ibaresiyle, dövme ve benzerleri de nassın delaletiyle haram olmuş
olur.
[125] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 10 uncu âyet.
[126] Ancak Câferî âlimleri, illeti hakkında nass bulunan
hükmü, hüccet sayarak, bu şekilde fer" için hükmün subûlu kıyasla değil
nass iledir diyorlar. Keza evlâ kıyâsı da tatbik etmektedirler. Lâkin buna
kıyas olarak değil, bazdan, illeti hakkında nass bulunan hüküm cinsinden kabul
etmektedirler. Allanın [(Ana babaya üfbîle deme)] (Kur'an 17 nci
El'isrâ'sûresi 23 üncü âyet) sözünden alınmış olan ana babanın dövülmesinin
haramlığı v.s. gibi kıyaslan, Câferî alimleri benimsememişlerdir. İbnu 1 cuneyd
dışında onlardan nakledilen budur. Bakınız: u-usûlu l'ıstmbâ-tı lisseyyid
"alî ta-kıyyı I. haydan s. 258-259.
[127] Kur'an 59 uncu el. haşr sûresi 2 nci âyet.
[128] Teysîm lvu-sûl c.2 s.327.
[129] Aynı eser c.l
s.33 (Aslı kaydedilmiş hadis, ikinci rivayetin nassıdır. Mütercim)
[130] i"lâmu lmuva-k-krîn c.l s.137.
[131] Aynı eser c.l s.182.
[132] Bu yazınm tamamı için i'lâmu lmuva-k-kı"îne (c.l
s.77 v.d.) bakınız.
[133] Kur'an 5 inci Elmâidch sûresi 49 uncu âyet.
[134] Kur'an 49 uncu eLhucuTât sûresi 1 inci âyet.
[135] Kur'an 17 nci El'isrâ sûresi 36 ncı âyet
[136] Kur'an 53 üncü Ennecm sûresi 28 inci âyet.
[137] Kur'an 16 ncı enna.hl sûresi 89 uncu âyet.
[138] islam Hukukunda bu görüş ulemânın hepsinin ittifak
ettiği bir hüküm değildir. (Mütercim)
[139] Kur'an 59 uncu el.haşr sûresi 2 nci âyet.
[140] Kur'an 54 üncü cl-kamcr sûresi 43 üncü âyet.
[141] Kur'an 47 nci mu.hammed sûresi İO uncu âyet.
[142] Kur'an 46 nci el'a.h-kâf sûresi 25 inci âyet.
[143] Kur'an 68 inci el-kalem sûresi 35 ve 36 nci âyetler.
[144] Kur'an 45 inci eîcâ.siyeh sûresi 21 inci âyet.
[145] Kur'an 38 inci -sâd suresi 28 inci âyet.
[146] Kur'an 49 uncu el.hucurât sûresi 1 inci âyet.
[147] Kur'an 5 inci Elmâidch sûresi 49 uncu âyet.
[148] Kur'an 17 nci Eı'isra sûresi 36 nci âyet.
[149] Kur'an 53 üncü Ennccm sûresi 28 inci âyet.
[150] Kur'an 2 nci eiba-karah sûresi 275 İnci âyet.
[151] Kur'an 12 nci Yûsuf sûresi 77 nci âyet.
[152] Bu görüş fukahâ arasında ittifak noktası değildir.
Bazı fukahâya göre yankesicinin de hırsız gibi cezalandırılması gerekir.
(Mütercim)
[153] Hanefiler , açık kıyas mukabilindeki gizli kıyası da
islihsan olarak isimlendiriyorlar. Bu hareketlerini şöyle izah etmekledirler:
Gizli kıyas, açık kıyaslan daha iyidir (müstahsendir.) Bak: cuav-dî.h c-2 s.82,
keşfu l'esrâr c.4 s.l 123.
[154] İrtifak hakkı, gayrı menkûlün merâfıkından istifâde
hakkıdır. Merâfık ise, gayn menkûle âid haklardır. Fada bilgi için Mecelle'nin
142,143 ve 144 üncü maddelerine bak. (Mütercim)
[155] Ehliyete ânz semavî haller mevzuuna bak. (Mütercim)
[156] Alış veriş akdinde alıcı veya salıcı veya her ikisi
birden kendisi için malûm şer"î bir müddet dahilinde alım satım akdini
feshetmek veyahut infaz eylemek hakkım şart koşmuşlarsa, buna "şart
koşulmuş muhayyerlik mânâsına", -hıyâru şşar-t tabir olunur. (Mütercim)
[157] Böyle bir hüküm vardır diye müslüman lâııbâlî olamaz.
îlk kabir somlarından birinin dikkatsizlik neticesindeki İnsanın üzerine kayan
sidik sıçrantılan olduğu unutulmamalı. (Müt.)
[158] Bazdan bu son misali zaruretle istihsâna misal
gösterirler. Görüşlerinin kuvvetli olduğu taraf mevcuttur.
[159] El’amidic4 s209
[160] Buna el'ıstı-slâ.h da denir. (Kitabın 3üncü baskısı.
Müterc.)
[161] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 11 inci âyet.
[162] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 275 inci âyet.
[163] Eğer yanlış düşünmüyorsam, Şerîatteki emirler, muteber
maslahatlardan muilaka
gerçek leşti TÜmesi istenenler; Sünnetler ise gerçekleştirilmesi tavsiye
ve teşvik olunanlardır. Şeriatın yasaklayıp haram kıldığı şeyler, kat'îolarak
ilga ettiği maslahatları göstermektedir. Bunlar mülgadır. Allaha ve Muhammet)
Efendimize inananlar bunlardan yüz çevirmek mecburiyetindedirler. Allah
Cehennemi bu mülga maslahatları muteber maslahatmış gibi telakki edin, bu
telakkiye göre bir kısa zaman için dünyada yaşayan, bıı az ömrü, sonsuz âhiret
ömrüne feda eden, zavallı olmayabilecek!eri halde kendi kendilerini zavallı
yapan insanlar için hazırlamıştır. Şerîalin mekruh kıldığı şeyler ise
yapılmaması tavsiye ve teşvik olunan maslahatlardır. (Mütercim)
[164] Kıtabda olmayan bu harf, tashîhan mütercimce
konmuştur. (Müt.)
[165] Kur'an 75 inci el-kıyâmeh sûresi 36 ncı âyet.
[166] Bunu El'âmidî, el'i.hkâm adlı eserinde zikrediyor: c.
4, s. 216.
[167] Kur'an 22 nci el.hacc sûresi 78 inci âyet.
[168] Son cümle Kur'an 53 üncü Ennccm sûresi 28 inci
âyetinden mülhemdir. (Mütercim)
[169] Kuran 2 nci elba-karah sûresi 104 üncü âyet.
[170] Rasulullah ashabını irşâd buyururken bazdan, bizi
gözcL iyi anlayalım yâ Rasulellâh manasına "râ"inâ yâ
rasulellâh" derlerdi. Yahudiler bu tabiri "Tâ"înâ" yani
çobanımız şeklinde değiştirip tahkire kalkıştılar, un-zûmâ bize bak; bizi gözet
demektir. Ayetin iniş sebebi budur. Bak: Çantay Meali c. 1, s. 33 dip not: 57.
(Mütercim)
[171] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 2 nci âyet
[172] ten-ki.hu lfu-sûli lil-karâfî s. 200. İşbu iktibas,
hocamız Ebû Zehrah'ın "Mâlik" isimli kitabının 416. sahîfesindeki
dipnotundan naldedilmiştir.
[173] Mesela Fıkıh Usûlü fimi'nde kullanılan icmâ",
-kıyâs v.s. gibi tabirlerle Fizik'te kullanılan ohm, wat, amper, direnç ve
alternatif akım, elektroliz v.s. gibi. (Mütercim)
[174] Keza Çanakkale'nin bazı köylerinde, mesela Bayramiç'in
Pınarbaşı Köyü'nde, "patoz" tabir olunan harman makinasında
çalışanların tamamına, mahsûlünün makinadan çıkarılması hangi yemek günlerinde
kime isabet ediyorsa, o öğünün yemeğini çalışanlara yedirmesinin adet haline
gelmiş, olması da bu kabil örftendir. (Mütercim)
[175] elfurû-ku lil-karâfî c. 3, s. 149.
[176] Kur'an 7 inci elV'râf sûresi 199 uncu âyet.
[177] Elamidî c. 3, s. 112.
[178] Elkenz'e yazdığı şerhde ezzeyla't (c. 5, s. 52) şöyle
diyor: "ASSÜ Nebî Efendimiz zamanında insanlar mu-dârabah (sermâye
birinden, çalıştırma diğerinden olmak üzere ortaklık) icra ediyorlardı.
Rasulullah bu tasarruflarını serbest bıraktı..."
[179] Bu muamele için seçilmiş hurma ağacına "ariyyeh
denilir. Bu kelimenin cem'i "arayadır. (Mütercim)
[180] Hilafına nassın bulunduğu hiçbir örf muteber
değildir.: el-mebsû-t c. 12, s. 196.
[181] El- kava
idulilizzi bni abdisselâm c. 2 s. 178.
[182] Kuran 65 inci e-t-lalâ-k sûresi 2 nci âyet.
[183] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 233 üncü âyet.
[184] Keş, yoğurt peyniri yahut yağsız peynirdir. (Mütercim)
[185] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 183 üncü âyet.
[186] Barsak, işkembe ve böbrek yağlan haram oîan iç
yağlarında dahildir. (Çantay Meali c. 1, s. 21U dipnot 70. Mütercim)
[187] Kur'an 6 nci el'en"âm sûresi 145 ve 146 ncı
âyetler.
[188] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 45 inci âyet.
[189] Bakınız
[190] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 45 inci âyet.
[191] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 178 inci âyet.
[192] Aynı eser s. 13.
[193] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 194 üncü ayet.
[194] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 45 inci âyet.
[195] Kuran 45 inci elcâ.siyeh sûresi 13 üncü âyet ,
[196] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 29 uncu âyet.