3.KISIM... 5

HÜKÜMLERİN   ISTINBÂT (ÇIKARILMA) 5

YOLLARI VE KAİDELER! 5

257) Giriş. 5

1. BÖLÜM... 6

LİSÂNA DÂİR USÛL KAİDELERİ. 6

258) Giriş. 6

BİRİNCİ BAHİS. 6

LAFZIN MANA İÇİN TAYİNÎ (TAHSİS VE VA-D"I) 6

1. MEVZU.. 6

-HÂ-S-S OLAN LAFIZ (EL-HÂ-S-S) 6

261) -hâssın Hükmü. 7

262) Beşerî Kanunlardan Misaller. 9

1. ALT   BAŞLIK.. 9

MUTLAK VE MUKAYYED.. 9

(ELMU-TLAKU VE LMU-KAYYED) 9

263) Mutlak ve Mukayyedin Tarifi 9

264) Mutlakm Hükmü. 9

265) Mukayyedin Hükmü. 10

266) Mutlakın Mukayyede Hamli (Mutlakın Mukayyedle îzâht) 11

267) Mutlak ve Mukayyede Dâir Beşerî Kanunlardan Misaller. 12

2. ALT  BAŞLIK.. 14

EMlR (EL'EMR) 14

269) Emrin Mûcebi (emrin îcâb ve iktizâsı) 14

270) Nehyden (Yasaktan) Sonra Emir. 17

277) Emrin Tekrara Delâlet Etmesi 18

272) Emrin Derhal Veya Bilâhare Yapmaya Delaleti 19

273) Vacibin Onsuz Tamam Olmadığı Şey Vâcibdir. 20

3. ALT BAŞLIK.. 21

NEHÎY.. 21

(ENNEHY) 21

275) Nehyin Mûcebr. 22

276) Nehy, Tekrarı ve Fiili Yapmaktan Derhal Vazgeçmeyi îcâbettirir mi?. 22

277) Nehy, Nehyedilenin Fâsid Olmasını iktizâ Ettirir mi?. 23

2. MEVZU.. 24

"ÂMM(EL"ÂMM) 24

278) "Âmmın Tarifi 24

279) Umum ifade Eden Lafızlar. 24

280) Erkeklere Olan Hitaba Dişilerin Dâhil Olduğu. 27

281) Cem'in ifade Ettiği En Az Sayı Nedir?. 27

282) Milleti (Ümmeti)ne Olan Hitaba ASSÜ Nebî Efendimizin Dâhil Olup Olmadığı 27

283) "Âmmın Ta-H-Sî-Si (Ta-H-Sî-Su V'âmm: Umum İfade Eden Lafzın Umumîliğinin Tahsisi) 28

284) Tahsis Delili 28

285) Munfasıl Yani Müstakil Olan Muhassısın Nevileri 28

İkincisi, "Âmmdan Ayrı (Munfasıl) Müstakil Kelâm.. 29

Üçüncüsü, Akıf 30

Dördüncüsü, Örf 30

286) Muttasıl Yani Müstakil Olmayan Muhassıs8 Ve Nevileri 31

İkincisi, Sıfat (E-S-Sıfah) 32

Üçüncüsü, Şart (eşşar-t) 33

Dördüncüsü, Ğâyeh (etğâyeh) 33

287) "âmm Lafzın Delâleti 34

290) "âmm Olan Lafzın Delâletindeki ihtilâfın Neticesi 34

292) "Âmmın Nevileri 37

"Âmm Üç Kısımdır: 37

293) Beşerî Kanunlardan "âmm ve Tahsise Dâir Misaller. 37

a) "amma Dâir Misaller: 37

294) Hüküm Sebebin Hususuna (Hususîliğine) Göre Değil, Lafzın Umûmuna Göredir. 38

3. MEVZU.. 39

MÜŞTEREK (ELMUŞTERAK) 39

295) Tarifi 39

296) Lisanda (Arabcada) Müşterekin Varolmasının Sebebleri 40

297) Müşterekin Hükmü. 41

298) Misaller. 41

299) Müşterekin Umûmu. 42

Birinci Görüş. 42

ikinci görüş. 42

Üçüncü Görüş. 43

2. BAHİS MANADA.. 43

KULLANILIŞI İTİBARÎYLE LAFIZ. 43

Birinci Kısım: Hakîkat (el.ha-kî-kahfi 44

302) Hakikatin Hükmü. 44

İkinci Kısmı Mecaz. 45

304) Alâkanın Nevileri 45

305) Karinenin Nevileri 46

306) Mecazın Hükmü. 47

307) Hakikat ve Mecazın Birleştirilmesi 47

Üçüncü Kısım: Sarih ve Kinaye. 48

309) Sarihin Hükmü. 48

310) Kinaye. 49

3.BAHİS LAFZIN.. 49

MANAYA DELALETİ. 49

1. MEVZU.. 49

AÇIK DELALETLÎ LAFIZ (ELVÂ-DI.HU DDÎLÂLEH) 49

Birinci Kısım: Zahir. 50

314) Zahirin Hükmü. 50

ikinci Kısım: Nass. 51

316) Nassın Hükmü. 51

317) Nass ve Zahir Arasındaki Fark. 52

318)Te’vil 52

319) Sahîh ve Makbul Tevillere Misaller. 53

320) Beşerî Kanunlarda Te'vîl 54

Üçüncü Kısım: Müfesser. 54

322) Müfesserin Hükmü. 55

323) Tefsir île Te'vîl Arasındaki Fark. 55

324-325-326) Beşerî Kanunlarda Müfesser. 55

Dördüncü Kısım: Muhkem.. 56

328) Mufıkemin Hükmü. 56

329) Delâleti Açık (ve Vazıh) Lafzın Mertebeleri 57

2. MEVZU.. 57

DELALETİ AÇIK OLMAYAN LAFIZ. 57

(ĞAYRU LVÂ-DI.HI DDLLALEH) 57

Birinci Kısım: Hafi 57

332) Beşerî Kanunlarda Hafi 59

333) Hafinin Hükmü. 59

İkinci Kısım: Müşkil 59

336) Beşerî Kanunlarda Müşkil 60

336) Müşkilin Hükmü1. 61

Üçüncü Kısım: Mücmel 61

icmalin sebebi bazen: 61

338) Mücmelin Hükmü. 62

Dördüncü Kısım: Müteşâbih. 62

4. BAHİS. 63

LAFZIN MANAYA DELÂLET KEYFİYETÎ. 63

340) Giriş. 63

Birinci Kısım: Nassın ibaresi 63

342) Misal olarak şunları gösterebiliriz: 63

343) Beşerî Kanunlarda Nassın İbaresi 64

İkinci Kısım: Nassın İşareti 65

345) Îslâmî Ve Şer"Înasslardan Misaller. 65

346) Beşerî Kanunlarda işaretin Delâleti 67

Üçüncü Kısım: Nassın Delâleti 67

348) îslâmî ve Şer"î Nasslarla Beşerî Kanunlardan Misaller. 68

A) Îslâmî ve şer"î Nasslardan Misaller. 68

B) Beşerî Kanunlardan Misaller. 69

Dördüncü Kısım: Nassm iktizâsı 69

350) Misaller. 69

351) Delâletlerin Hülâsası 70

Besinci Kısım: Muhalefet Mefhûmu. 70

353) Muhalefet Mefhûmunun Nevileri 71

Birinci Nevî: Sıfat Mefhûmu. 71

Sıfat Mefhûmuna Misaller. 71

ikinci Nevî; Şart Mefhûmu. 72

Şart Mefhûmuna Misaller. 72

Üçüncü Nevî: Gâyeh Mefhûmu. 72

Dördüncü Nevî: Aded Nefhûmu. 73

Aded Mefhûmuna Misaller. 73

Beşinci Nevî: Lakab Mefhûmu. 74

354) Muhalefet Mefhumuyla Amel Etmenin Şartları 74

355) Muhalefet Mefhumunun Huccetliği 75

356) Hanefî Cumhur Görüş Ayrılığının Neticesi 77

357) Beşerî Kanunların Tefsirinde Muhalefet Mefhûmu. 77

358) Beşerî Kanunlardan Muhalefet Mefhumuna Dair Misaller. 78

2. BÖLÜM... 78

ŞERİ" ATIN UMUMÎ MAKSAD VE GAYELERİ. 78

361) Zarurî Maslahatlar. 79

362) Hâcî Maslahatlar. 80

364) Maslahatların Tamamlayıcıları 81

365) Maslahatların Ehemmiyet Dereceleri 81

3.BÖLÜM... 83

DELİLLERİN TEARUZU, TERCİH VE NESH.. 83

(TE"ÂRU-DU L'EDlLLETt VE TTERCÎ.HU VE NNES-H) 83

367) Giriş. 83

1.BAHİS. 84

NESH (ENNES-H) 84

369) Neshin Hikmeti 85

370) Nesh ve Tahsis (ennes-hu ve ıta-h-sî-s) 85

371) Neshin Nevileri 85

372) Nesh Devre ve Neshedilebilir Hükümler. 86

373) Nesh Neyle Mümkindir?. 86

2.BAHİS. 87

TEARUZ VE TERCİH (ETTE"ÂRU-DU VE TTERCt.H) 87

Tercih Yoları 88

Birinci Yol: Nass, Zahire Tercîh Olunur. 88

İkinci Yol: Müfesser, Nassa Tercîh Olunur. 88

Üçüncü Yol: Muhkem, Kendisi Dışındaki Bütün Delaletlere: Zahire, Nassa yahut Müfessere Tercîh Olunur  89

Dördüncü Yol: Nassın ibaresiyle Sabit Hüküm, Nassın işaretiyle Sabit Hükme Tercih Edilir  89

Beşinci Yol: Nassın işaretiyle Sabit Hüküm, Nassın Delaletiyle Sabit Hükme Tercih Olunur  89

Altıncı Yol: Tearuz Hâlinde Mantûkun Delâleti. Mefhûmun Delâletine Tercih Olunur. 90

379) Bir Araya Getirip Bağdaştırmak (elcem"u ve ttevfîk) 90

379) Delil Kuvvetine Göre Tercih. 91

380) Müteârız îki Delilin de Terkedilmesi 92


3.KISIM

 

HÜKÜMLERİN   ISTINBÂT (ÇIKARILMA)

 

YOLLARI VE KAİDELER!

 

257) Giriş

 

Birinci kısımda hüküm ve hükümle ilgili hususlardan, ikinci kısımda hükümlerin delillerinden bahsetmiştik. Bu kısımda da hükümlerin kaynaklarından çıkarılma yol­larından, bu kaynaklardan hükümleri çıkarırken müctehidi irşâd eden kaidelerden bahsedeceğiz.

Bu teşrî"î (hüküm koyma) kaynakların ilki Kitab ve Sünnet nasslarıdir. Bunlar her ıstınbâtm (hüküm çıkarmanın) müracaat mahalli ve her delilin mesnedidir. Bu nasslar Arabca olduğundan nasslarm tefsirine has Arab Dili kaidelerinin bilinmesi şarttır. Arabcanın uslûblarında, lafızların manalarında, kullanılışlarında, lafızların manalara delaletlerinde., v.s. de bulundukları isti-krâ' faaliyetinden sonra Usulcüler. bu kaideleri açıklamaya ehemmiyet vermişlerdir.

Lisanla ilgili Usul kaideleri dediğimiz bu kaideler[1] tek başına, mükemmel bir şekilde nasslann anlaşılması ve tefsirleri için kâfi değildir. Mutlaka Şeriat Sahibinin hükümleri meşru kılışındaki umumi maksad ve gayelerin bilinmesi de şarttır.

Aynı zamanda müetehid nasslar yahut hükümler arasında belirebilecek çelişmelerin yani te"âru-dun bertaraf edilmesinde faydalanılacak kaideleri, bu te"âru-dun nasıl ve hangi yollarla ortadan kaldırılacağını, nesneden ve neshedileni (nâsi-hi ve mensû-hu), deliller ve hükümler arasında tercihte bulunma kaidelerini de

bilmelidir.

Istınbât yollan ve kaideleri, lisanla ilgili Usûl kaidelerini, teşrî"in (hüküm koy­manın) umumi maksad ve gayelerini, deliller arasındaki tc"âru-dun ortadan kaldırılması, bazısının diğer bazısına nasıl tercih edileceğini, neshedenin ve neshe-dilenin bilinmesine dayanır.

Buna göre bu kısmı üç bölüme ayıracağız:

1) Lisân ile ilgili Usûl kaideleri.

2) TeşrTin umumi gaye ve maksadları.

3) Nesheden (nâsi-h), neshedilen (mensû-h), te"âru-d ve tercih.

 

1. BÖLÜM

 

LİSÂNA DÂİR USÛL KAİDELERİ

 

258) Giriş

 

Daha önce de temas ettiğimiz gibi bu kaideler, manaları ifade edişleri bakımından nasslann lafızlanyla ilgilidir. Bu kaidelere hakim olabilmek için ma­naya nisbetle lafzın ve kelimenin kısımlarına vâkıf olmak ve her kısmın şumûlündeki taksim ve mes'eleleri bilmek lâzımdır.

Usûlcülere göre lafı-z (tâbir, ifade ve kelime) manaya nisbetle ve manayla ala­kası bakımından dört kısma ayrılır:

1)  Mana için lafız tayini (kelimenin manaya kullanılışı, va-d"ı) bakımından yapılan taksim. Buna göre lafız -hâ-s-s, "âmm ve müşterek kısımlarına ayrılır.

2)  Lafzın, kendisi için layin edilen manaya veya başka manaya kullanılması bakımından yapılan taksim. Lafız buna göre .ha-kî-kat, -sarî.h ve kinayedir.

3) Lafzın manaya delaleti bakımından yapılan taksim. Yani kullanıldığı manada lafızdan anlaşılan mananın açıklığı ve kapalılığı bakımından yapılan taksim. Lafız buna göre -zahir, na-s-s, mu.hkem, müfesser -hafiyy,  mücmel, muşkil ve muleşâbihtir.

4) Lafzın kullanıldığı manaya nasıl delalet ettiği ve lafızdan mananın anlaşılma yolları bakımından yapılan taksim. Buna göre lafzın manaya delaleti ya "ıbârah, ya işârah (işaret), ya delâleh (delâlet), ya da i-kü-dâ' yoluyla olur.

Zikrettiğimiz sıraya göre her kısmı, müstakil bir bahisle ele alacağız. Çünkü tabiî olan sıralama budur: Lafız önce manaya tayin ve tahsis edilir; sonra lafız tayin edilmiş olduğu o manaya kullanılır; sonra lafzın açıklık ve kapalılık bakımından o manaya delaletine dikkat edilir; sonra açık veya kapalı olsun, mananın Öğrenilmesi (anlaşilması)nin yolu araştırılır.

BİRİNCİ BAHİS

 

LAFZIN MANA İÇİN TAYİNÎ (TAHSİS VE VA-D"I)

 

259) Mana için tayini bakımından lafız -hâ-s-s, "âmm ve müşterek kısımlarına ayrılır, -hâ-s-sın şümulünde mu-tla-k, mu-kayyed, emir ve nehiy (yasak) vardır. Buna göre bu bahsi üç mevzûya ayıracağız: Birincisi -hâ-s-s olan lafız, ikincisi "âmm olan lafız, üçüncüsü de müşterek olan lafızdır.

 

1. MEVZU

 

-HÂ-S-S OLAN LAFIZ (EL-HÂ-S-S)

 

260) Kelime manası itibariyle -hâ-s-s, münferid (yalnızca, tek başına) demektir. Arabca'da denildiğinde       manası anlaşılır. Usulcülerin ıstılahı olarak -hâ-s-s, tek bir mana için yalnızca kendisinin tayin ve tahsis edilmiş olduğu her lafızdır; sözdür.

-hâ-s-s üç nevîdir: 1) Şahsa âid (şahsî) -hâ-s-s. Özel isimler bu cümledendir. Me­sela gibi 2) Nev'e âid (nev"î, türe mahsûs) -hâ-s-s. Mesela gibi. 3) Cinse âid (cinsî) -hâ-s-s. Mesela gibi. Maddî varlığı olan şeyler haricindeki manalar için tayin ve tahsis edilmiş lafız da -hâ-s-s kabilindendir. Mesela ve benzerleri gibi.

-hâ-s-sda ehemmiyetli olan, lafzın ifade ettiği manayı taşıyan şeylerin (yani lafzın) ferdlerinin var olup olmamasına.bakılmaksızın lafzın, bir tek oluşu bakımından bir tek mana ifade edişidir, işte bunun için nev'e âid (nev"î, türe mahsûs) -hâ-s-s lafız ve cinse âid -hâ-s-s lafız, -hâ-s-s kabilindendir. Şübhesiz mese­la gibi nev"î -hâ-s-s lafız bir tek mana için tayin edilmiştir. O mana ise küçüklük (çocukluk) devrini geçirmiş erkektir. Bu manayı taşıyan şeylerin (ferdlerin sayıca birden fazla) bulunması, kaydettiğimiz gibi mühim değildir. Keza  gibi cinsî -hâ-s-s lafız bir tek mana için tayin edilmiş (va-d" olunmuş)tir. Yani konuşan hayvan (canlı) demek olan bir tek hakikati ifade etmek için tayin olun­muştur. Bu tek hakikatin nev"lerinin bulunması mühim değildir. Çünkü üzerinde dikkatin toplandığı şey onlar değildir. Şu halde bu bakımdan nev"î -hâ-s-s ve cinsî -hâ-s-sm her birinin bir (tek) manası vardır. Her ikisi de bu itibarla bir tek mana için tayin edilmiş şahsî -hâ-s-s gibidir. Bu bir tek mana şahsen belli olan muayyen varlıktır.

-hâ-s-s ile nevîlerinin tarifinden anlaşıldığına göre, nev"î -hâ-s-sdan oluşları iti­bariyle ve benzeri sayı ifade eden lafızların hepsi -hâ-s-s kabilindendir. Bazı Usulcüler bunu sarahaten söylemişlerdir. Mesela ve benzeri sayı isimleri bir tek mana için tayin edilmişlerdir. Çünkü faraza lafzı, bu sayının kendisi için tayin olunmuştur. Yani başka bir şeye bak­maksızın mecmu" olması bakımından (üç tane birin) birlerin mecmû"u (yekûnu) için ayın olunmuştur. Bu mecmû"un ve yekûnun ferdlerden (kendinden küçük yılardan) meydana gelmesi -hâ-s-slığma zarar vermez; ve bu, yekûnda çoğalmayı

gerektirmez. Çünkü yekûnun ferdierden meydana gelmiş bulunuşu, mesela (adındaki şans) in parçacıklarının (uzuvlarının) çokluğu menzil esindedir. nün manası, üçü meydana getiren parçaların her birinde bulunmadığı gibi, den anlaşılan mana da Ahmcd'in parçalarında bulunmamaktadır.

Fakat bazı Usulcüler sayı isimlerini nev"î -hâ-s-sdan oluşları bakımından değil de, aynı lafızla sınırlanmış olan birçok ferdlcre delalet edişleri itibariyle ve böyle lafızların -hâ-s-s oluşları bakımından -hâ-s-sdan saymışlardır. Bu Usulcüler -hâ-s-si, sayı isimleri gibi tek olan sınırlı bir şey için yahut bir tek şey için tayin edilmiş lafızdır, diye tarif ederler. Bu bir tek şey gibi şahıs itibariyle, gibi nev" itibariyle yahut   gibi cins itibariyle olabilir.[2]

Birinci tarifi ve tarafdârlarmm görüşünü yahut ikinci tarifi ve tarafdârlannın görüşünü benimsesek de, sayı isimleri -hâ-s-sdan sayılmaktadır.

 

261) -hâssın Hükmü

 

-hâ-s-s olan lafız açıktır; mücmelliği (kısalığı) ve muşkilliği (anlama güçlüğü) yoktur. Onun için tayin edildiği manaya kati olarak yani delilden doğan bir ihtimal bulunmaksızın delalet eder. Medlulü hakkındaki hüküm -zannî olarak değil, -ka-t"î olarak sabittir.

Şunlar -hâ-s-sa misaldir:

1) Yüce Allah'ın yemin keffâretine dâir Fa­kat kim (bunları) bulamaz (bulmaya muktedir olamaz) ise üç gün oruç (tutması lazımdır)][3] sözü. Bu nassdan çıkarılan hüküm, üç gün oruç tutmanın icabettiğidir. Çünkü lafzı -hâ-s-s lafızlardandır. Manasına kati olarak delalet etmektedir.

Üçten aza veya üçten çoğa ihtimali yoktur.

2) Kur'anda mevcud, mirasçıların hisselerinin hepsi katidir. Çünkü hepsi -hâ-s-s cümlesindendir.

3) Allah'ın Salât ve Selâmı Üzerine olsun; Allah Rasûlünün  [(Her kırk koyunda bir koyun (zekât olarak) verilir)] sözü. Koyunun zekât nisabının kırk koyun olarak takdir edilmesi, (kırktan) aza ve (kırktan) çoğa ihtimali olmayan bir takdirdir. Çünkü kırk lafzı -hâ-s-s lafızlardandır, işte -hâ-s-sm hükmü budur: Koyunun zekâtının nisabı otuz dokuzdur yahut mesela ellidir denem­ez. Kırk koyunda bir koyunun zekât olarak takdiri de (birden) az veya (birden) faz­laya ihtimali olmayan takdirdir. Çünkü bir (sayısı) da -hâ-s-sdan d ir. İşte -hâ-s-sın hükmü budur.

Fakat -hâ-s-sın te'vîline dâir bir delil bulunursa yani -hâ-s-s lafızla, lafzın tayin edildiği manadan başka bir mananın kasdedildiğinc dâir bir delil varsa, bu durumda hâss, delilin iktiza ettirdiği şeyle izah olunur. Mesela koyun zekâtıyla ilgili yukarı­daki hadîsde," iLi," lafzını Hanefîlerin "koyunun kendisi ve değeri" olarak îzâh et­meleri gibi. Bu görüşe göre (Hancfîlerce) zekat olarak koyunun kendisi verilebi­leceği gibi, koyunun kıymet ve değeri de zekat olarak verilebilir. Delil olarak, teşrîî maksadın dikkate alınmasını ileri sürmektedirler. Şöyle diyorlar: Hakîm olan Şeriat Sahibi zekâtı meşru kılmakla, bu nass ile sadece yoksulların ihtiyacına cevab verip, onlara fayda teminini istemiştir. Bu ise koyunun kendisini zekât olarak vermekle gerçekleştiği gibi, koyunun kıymetini (para olarak) vermekle de gerçekleşmektedir.

Hâssın açıkladığımız hükmü, âlimler arasında ittifak mevzuudur. Diğer âlimlerle ihtilaf ettikleri meselelerde Hanefîlcr, bu hükmü hüccet olarak kullanmışlardır. Bu meselelerden birini zikredelim:

Fakihler gebe olmayan, nikahlı kocasıyla gerdeğe girmemiş bulunan, hayizdan kesilmemiş bulunan ve kocasından boşanmış kadının iddet müddetinin üç -kur' müddeti olduğunda ittifak halindedirler. Çünkü Yüce Allah   [(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç -kur' beklesinler)][4]

buyurmaktadır. Fakat fakihler -kur'dan maksadın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir:

Hanefîlerce bu lafızdan maksad hayızdir. Yani (yukarıda mezkûr vasıflardaki) boşanmış kadın üç hayız görünce iddetini görmüş (bitirmiş) olur. Hanefîlerin muha­lifi olanlara göre İse bu lafızdan maksad hayız müddeti dışında kalan temizlik müddetidir.

Hanefîlerin hücceti şudur: lafzı -hâ-s-sdır. Onun için manası (ne ise o mana) ya kat'î bir surette delalet etmektedir. Buna göre (üçten) ne az ve ne de (üç­ten) çok olmaksızın, iddetinin hükmü, üç -kur' müddeti beklemesinin icab ettiğidir. Eğer -kur1 lafzının manasını temizlik olarak izah edersek, (kadının beklemek zorun­da olduğu) müddet üç -kur'dan ya fazla olur; ya da daha az olur. Bu ise caiz değildir. Çünkü bu hal nassın iktizâsına aykırıdır; ve -hâ-s-sm hükmüne muhaliftir. Zira ko­canın zevcesini boşadığı temizliği, iddetten saymazsak, iddet üç temizlik müddetine ilaveten dördüncü temizlik müddetinin bir kısmı olur. Eğer kocanın zevcesini boşadığı temizliği, iddetten sayarsak, iddet iki temizlik müddetine ilaveten üçüncü temizlik müddetinin bir kısmı olur. Bu ise kaydettiğimiz üzre nassa aykırıdır.[5] Fakat -kur'u hayız olarak izah edersek iddet, fazlasız ve noksansız üç hayız olmaktadır. Bu ise nassın hükmü ve -hâ-s-sın icabıdır. Böylece -kur'un manasını temizlik olarak değil, hayız olarak anlamak icabeder.

 

262) Beşerî Kanunlardan Misaller

 

Irak Medenî Kanununun 244. maddesi hâssm misallerindendir. Şöyle diyor: Mezkûr bütün ahvâlde, alacaklının rucû hakkına sahib bulunduğunu öğrendiği günden itibaren üç sene geçtikten sonra haksız iktisab davasına bakılmadığı gibi, böyle bir davaya rucû hakkının doğduğu günden on beş sene sonra da bakılmaz." Buradaki müddetlerle ilgili lafızlar -hâ-s-s kabilindendir; manalarına kati olarak de­lalet etmekte, mezkûr müddetler sona erdikten sonra hüküm kat*î olarak sabit olmak­tadır. Hüküm, haksız iktisâb davasına bakılamayacağıdır. Irak Ceza Kanununda ta­yin olunmuş cezalar ile, mahkemelerin verdiği kararlara itiraz hakkındaki Hukuk Mahkemeleri Usulü Kanununda tesbit edilmiş müddetler, memurun bulunduğu dere­ceden bir üst dereceye terfi etmesi için sivil hizmet (memûrîn) kanununun şart koştuğu müddetler, 1966 tarih ve 33 sayılı sivil tekâüd kanununun, muayyen bir se­viyeye gelmiş olan memurun maaşından kesilecek mikdâr ile tekâüd olanların maaşları hakkındaki mikdâr bildiren tabirler -hâ-s-s cümlesindendir. Bu mikdârlar hakkındaki kanun hükmü, te'vîl kabul etmez şekilde kart olarak sabittir.

1. ALT   BAŞLIK

 

MUTLAK VE MUKAYYED

 

(ELMU-TLAKU VE LMU-KAYYED)

 

263) Mutlak ve Mukayyedin Tarifi

 

Mutlak, kendi cinsinde şuyû bulmuş bir medlule delalet eden lafızdır. Diğer bir tabirle mutlak, hiçbir lafzı kayıtla kayıtlanınaksızın muayyen olmayan ferdlere (şey­lere) yahut (muayyen olmayan) ferde delalet eden lafızdır  gibi.

Mukayyed, bir vasıfla kayıtlanmış olarak kendi cinsinde şuyû bulmuş (şâyî olmuş) bir medlule delâlet eden lafızdır.3 Diğer bir tabirle Mukayyed, beraberinde bulunan bir vasıfla kayıtlanmış muayyen olmayan ferilere (şeylere) veya (muayyen olmayan) ferde delalet eden lafızdır gibi. Mukayyed kayıtlandığı vasfın haricinde mutlak sayılır. Yani mukayyed, vasıflanmış olduğu vasıf ile mukayyed sayılır; o vasıfdan başka bir şeyle delil olmadan kayiüanamaz. Mesela sözü, sadece Irak tabiyeti (uyruğu) bakımından

kayıtlıdır. Fakat bu kayıt haricinde bu söz mutlaktır; ve zengin, fakir, şehirli veya köylü v.s. her Iraklı adama şamildir.

 

 

264) Mutlakm Hükmü

 

Mutlak kendi mutlaklığmda ceryân eder; kayıtlanmasına dâir delil olmaksızın hiçbir kayıtla kayıtlanamaz; manasına delâleti kat'îdir; medlulü hakkında hüküm sa­bittir. Çünkü mutlak, -hâ-s-s cümlesindendir. Bu hüküm de -hâ-s-sın hükmüdür. Şunlar mutlaka misaldir:

Yüce Allah'ın (kocaları ölmüş zevceler hakkındaki) [(içinizden ölenlerin (geride)

bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on (gün) beklerler... )][6] sözünde kelimesi mutlak olarak bulunuyor. Bu kelimeyi "gerdeğe girmiş" kaydı ile kayıtlamak caiz değildir. Onun için bu nass (nikahlanmış) gerdeğe girmiş 'e girmemiş zevcelere şâmil olup, böyle zevcelerin kocaları ölünce iddetleri dört ay °n gündür.

Yüce Allah'ın -zihâr keffâretine dâir [(Kadınlanndan zıhâr ile aynlmak isteyip de sonra dediklerini geri alacaklar (için), birbiriyle temas etmezden evvel, bir köle azâd etmek (lâzımdır)...)][7] sözünde tabiri, her türlü kayıttan uzak, mutlak bir şekilde yer almıştır. Onun için mutlak manasıyla anlaşılır; ve mu-zâhir zevcesine av­det etmek isterse, herhangi bir köleyi azâd etmesi gerekir (bu kölede mü'minlik vasfı bulunsa da bulunmasa da farketmez).

Yüce Allah'ın [(-Fakat bütün bu hükümler ölenin- edeceği vasıyyet (in tenfîzin)den veya borc(unun ödenmcsin)dcn sonra-dır)][8] sözü, kayıtlanmasına dâir delilin bulunduğu mutlaka misaldir. Bu nassda

kelimesi mutlak olarak bulunuyor. Bu durum, her mikdârda vasiyette bulunulabi-leceğini iktiza ettiriyorsa da vasiyetin üçte bir ile kayıtlı olduğuna dair delil vardır. Delil, ASSÜ Allah Rasûlünün Sa"du bnu Ebî Va-k-kâ-sı, malının üçte birinden faz­lasını vasiyet etmesini men eden meşhur hadistir. Meşhur Sünnet, Hanefîlerle diğer fakihlerce, Kitab'ın mutlakını kayıtlar. Ahâd Sünnet ise Hanefîlerce değil, fakat cumhurca Kitab'ın mutlakını kayıtlar.

 

265) Mukayyedin Hükmü

 

Mukayyedin hükmü, kaydın icabına göre amel etmenin lüzumu ve delîl bulun­madan kaydın ilga olunamamasıdır. Mesela, erkeğin evlenemeycceği kadınları sa­yarken Yüce Allah'ın [(... kendileriyle (zifafa) girdiğiniz kanlarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız...)][9] sözüne göre kız, kızın annesiyle nikahlanıp da zifafa giren erkeğe ha­ram olmaktadır. Çünkü kızın haram oluşu, annesiyle nikah yapmak ve annesiyle zifafa girmekle kayıtlıdır; sadece annesiyle nikah yapmakla (gerdeğe girmeden) kızı haram olmamaktadır.   [(Himayelerinizde bulunan) tabiri de hükme müessir (ihtirazı) bir kayıt değil, (üvey kızların ekseriyetle üvey babalarının himayesinde bulunduklarından dolayı kullanılmış) bir "ekseriyet" kaydıdır ve hükme tesiri yoktur. Çünkü Yüce Allah yukarıdaki sözünden sonra [(…Eğer üvey kızlarınızın analarıyla zifafa girmemişseniz, üvey kızlarınızla evlenmenizde size bir vebal yoktur...)][10] buyurmaktadır. Eğer kızın himayesi ve terbiyesi altında bulunması haramlık kaydından olsaydı, kayıt olan "anayla zifafa girmenin" tahakkuk etmediği zaman yani (âyette) haramhğın kaldırılışı ve helalliğin beyânı sırasında zikredilirdi.

Yüce Allah'ın -zıhâr keffâretine dâir [(Fakat kim (bunu) bulamazsa, (yine) birbiriyle temas etmezden evvel fasılasız iki ay oruç tutsun)][11] sözü de diğer bir misaldir. Burada [(iki ay)] ifa­desi [(fasılasız)] kaydı ile kayıtlanmıştır.

Keza Yüce Allah'ın bir mü'mini hatâen öldürmenin   keffâretine   dâir  olan ,  [(...mü'min bir köleyi azad etmesi... lazımdır...)][12] sözüne öre keffâret olarak mü'min vasfıyla kayıtlanmış olan kölenin dışında azad edilecek köle,' keffâret yerine geçmemektedir.

 

266) Mutlakın Mukayyede Hamli (Mutlakın Mukayyedle îzâht)

 

Lafız bir nassda mutlak, (aynı lafız) bir başka nassda mukayyed olarak bulunabi­lir Bu durumda mukayyed ile mutlak lafız izah olunabilir mi (mutlak mukayyede hamledilir mi)? Yani böyle hallerde mutlakdan maksad mukayyeddir denilebilir mi? yoksa kendi mahallinde mutlakın mutlakliğı ile ve kendi yerinde de mukayyedin kayıtlılığ' i'e m' ame' edilmelidir? Buna cevab verebilmek için lafzın bir nassda mutlak ve başka bir nassda mukayyed olarak bulunduğu halleri ve her hâlin hükmünü açıklamak lazımdır. Bu haller şunlardır:

1) Mutlak ve mukayyedin hükmü bir olduğu gibi, hükmün sebebi de bir ise mut­lak mukayyedle izah olunur. Mesela Yüce Allah [(Boğazlanmayarak ölen hayvan, kan ve domuz eti,., size haram kılınmıştır)][13] ve [(De ki: Bana vahyolunanlar arasında, yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde (sizin haram dediklerinizden böyle) haram edilmiş bir şey bulmuyorum. Yalnız gerek boğazlanmayarak ölen hayvan, gerek dökülen kan... müstesnadır)][14] buyurmuştur, [(kan)] lafzı ilk ayette mutlak, ikinci ayette [(dökülen)] kaydıyla kayıtlanmış, mukayyed olarak bulunuyor. Her iki ayetteki hüküm birdir: Kanın ye­nilmesi. Her iki ayetteki hükmün sebebi birdir. Kanın yenilmesinden doğacak zarar. işte bu durumda mutlak mukayyedle izah olunur; ve yenmesi haram kandan maksad sadece dökülen kan olur. Buna göre karaciğer, dalak, etin içindeki ve etteki damar­ların içindeki kanlar haram değildir; hepsi helaldir.

2) Mutlak ve mukayyedin, hüküm ve sebebde farklı bulunmaları. Mesela Yüce Allah'ın [(Erkek hırsızla kadın hırsızın ellerini kesin...)][15] ve [(Ey jman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirsek­lere kadar ellerinizi yıkayın...)][16] sözlerinde olduğu gibi. [(Eller)] lafzı birinci ayette mutlak, ikinci ayette [(dirseklere kadar)] tabiriyle kayıtlıdır. Hüküm farklıdır: Birinci ayetle hüküm, erkek ve kadın hırsızın ellerinin kesilmesi, ikinci âyette hüküm, elleri yıkanmasının farzlığıdır. Birinci ayette hükmün sebebi hırsızlık, ikinci ayette  hüküm  sebebi namaz kılma isteğidir. îşte bu durumda mutlak mukayyedle izah olunmaz; mutlak ile yerinde, mukayyedle de mahallinde amel olunur. Çünkü iki nassın mevzuları arasında esasen bir alaka da yoktur. Hırsızlık ayetindeki mut-laklığın icabına göre, mutlak ile amel ederek hırsızın (omuzuna kadar kol ve)elinin tamamının kesilmesi lazımdı. (Çünkü Arabcada "el" manasında olan "elyed" kelime­si, el parmaklannın uçlarından, kolun omuzda bitim yerine kadar olan uzvun adıdır) Fakat bu mutlak ifadeyi Sünnet kayıtlamış, ASSÜ Rasûlüllah hırsızın elini bilekten kesmiştir. Hanefilerce meşhur olan bu Sünnet ile Kitab'ın mutlakı kayıtlanabilir.

3) Sebebin bir, hükmün farklı olması. Bu durumda mutlak mutlak olarak kalır ve kendi mevzuunda onunla amel olunur. Mesela Yüce Allah'ın [(Ey iman edenler,nama­za kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız...)][17] ve [(…bu hâlde su da bulamamışsamz o vakit tertemiz bir toprakla teyemmüm edin; binâenaleyh (niyyetle) ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün...)][18] ayetlerinde olduğu gibi. Birinci nassın hükmü, mukayyed olarak bulunan [(eller)in yıkanmasının farzliği, ikinci nassın hükmü de mutlak olarak bulunan [(eller)]in meshedilmesidir. Her iki hükmün sebebi de birdir. Bu hüküm namaz kılmak istemektir, işte bu du­rumda mutlak mukayyedle izah olunmaz. Her biri ile kendi mahallinde, mutlaklığı ve mukayyedliği ile amel olunur.

4) Mutlak ve mukayyedin hükümlerinin bir olmasına rağmen, hükümlerinin seb-eblerinin farklı olması. Bu durumda da mutlak mukayyed ile izah olunmaz; kendi mevzuunda muüakın mutlaklığı ile ve kendi mevzuunda mukayyedin kayıtlılığı ile amel olunur. Bu, Hanefîlerin ve Câferîlerin görüşüdür. Diğerlerine -mesela Şâfiîlere-göre mutlak bu durumda mukayyedle izah olunur. Yüce Allah'ın -zıhâr keffâretine dâir [(...birbiriyle temas etmezden evvel, bir köle azad etmek (lazımdır)...)][19] ve hatâen insan öldürme keffâretine dâir  mü'min bir köleyi azad etmesi... lazımdır...)][20]  nasslanndan bi­rincisinde [(köle)] lafzı mutlak, ikinci nassda mukayyeddir.

(Hanefîlere muhalif olan) ikinci görüş sahiblerinin delili şudur: Bir nassda lafız mutlak, diğer nassda lafız mukayyed olup, her iki nassın hükmü de aynı olursa, mut­lak mukayyed ile izah olunmalıdır. Çünkü hükümde müsavidirler; ve böyle yapılırsa (mutlak mukayyedle izah edilirse) nasslar arasında te"âru-d kaldırılmış olur; aralarında insicam tahakkuk eder.

Hanefîlerin delilleri ise şudur: Bir nassın mutlaklığma, diğer nassın mukayyed-liğine âmil, sebebin farklılığı olabilir. Bu durumda kendi mevzuunda mutlak, kendi mevzuunda da mukayyed kasdedilmiş demektir. Mesela hatâen insan öldürmek mevzuundaki keffârette köle [(mü'min olmak)] kaydıyla kayıtlanmış, bundan da katile karşı cezanın ağırlaştırılması kasdedilmiştir. Oysa zıhârda ise nikâhın bakı Kalması maksadıyla keffârette köle mutlak bırakılmış, bundan da zıhârda bulunan , hakkında kolaylık ve yükün hafifletilmesi kasdedilmiştir.

Ayrıca, aralarındaki te"âru-du gidermek için mukayyed ile mutlakm izah edil-esi her birine göre amel etmek mümkin olmazsa olur. Aralarında sebeb farklılığı rken te"âru-d tahakkuk etmemiştir; ve her biriyle, kendi mevzuunda amel etmek imkansız değildir.

Tercihe değer görüş Hanefîlerin ve Câferîlerin görüşüdür.

 

267) Mutlak ve Mukayyede Dâir Beşerî Kanunlardan Misaller

 

1)  Irak Ahvâli Şahsıyye Kanununun 59. maddesinin 2. fıkrası şöyledir: "Çocukların nafakaları, kız evleninceye, erkek çocuk da talebe değilse, dengi olan­ların gelir temin ettikleri çağa gelinceye kadar devam eder." Buradaki talebe kelime­si mutlaktır. Talebelik için herhangi bir vasıf şart koşulamaz. Çünkü kanundaki bu kelime mutlak olarak geçtiğinden, mutlak mullaklığında câridir. Onun için talebelik üb, dil, islam Hukuku v.s. gibi sahalarda olsa da, erkek çocuk talebe olduğu tak­dirde, emsalinin para kazandığı çağa gelse de, nafakası devam eder.

2)  1960 tarih ve 24 sayılı Irak Sivil Hizmet (memurin) Kanununun 19. maddesi­nin 4. fıkrası şöyledir: "Altı aydan az olmayan bir eğitim kursuna, aralıksız altı ay devam edip muvaffak olan her devlet memuruna terfîine esas olması için altı ay kıdem tanınır. Bu memur üniversite mezunuysa, kendisine bu maksadla bir yıllık kıdem tanınır."

Bu maddede aşağıdaki hususlar yer almaktadır:

a) Kurs kelimesi bazı kayıtlarla zikredilmiştir. Bunlar: Eğitim kursu olması, aralıksız altı aydan az olmaması ve bu kursu memurun muvaffakiyetle tamamlaması kayıtlarıdır. Şu halde kursa, bu kayıtlardan başka kayıtlar ilave edilemez. Mesela kursun Irak'ta veya Irak dışında olması, kursun öğleden önce veya akşam yapılması gibi. Çünkü mukayyed, kayıtlandığı hususlar dışında mutlaktır.

b) "Aralıksız altı ay" ifadesi vardır. O halde altı ay, aralıksız olmak kaydı ile kayıtlanmıştır. Buna göre kursun müddeti altı ay olsa, fakat fasılalı bir tarzda devam etmiş bulunursa, böyle bîr kursu memur basarsa da, kanunun bu maddesinden isti­fade edemez. Zira böyle bir kursta, aralıksız olma kaydı bulunmamaktadır.

c) Kanunda üniversite mezunu ibaresi mevcuddur. Terfîine esas olarak bir yıllık kıdem hakkını elde edebilmesi için bu memurun tahsil seviyesini gösteren şart, üniversite mezunu olmasıdır. Buna göre mezkûr kayda, başka bir kayıt ilave oluna­maz. Mesela üniversite diplomasının, memurun vazifesiyle ilgili bulunması, bu diplomanın Irak üniversitelerinden alınmış olması gibi kayıtlar kanunda bulun­cundan, unlaf şart koşulamaz. Çünkü yukarıda da açıklandığı üzere mukayyed, ayıtlandığı husus dışında mutlaktır. Bazılarına göre üniversite diplomasının memurun vazifesiyle alakalı olması icabeder. Bu doğru değildir. Zira kayıtlandığına dair nass bulunmadıkça mutlak, mutlaklığı üzre câridir; ve mukayyed, kayıtlandığı sus haricinde mutlak olarak kalır. Eğer kanun koyucu diplomanın, memurun vaziyesiyle alakalı olması kaydını kasdetmiş olsaydı, bu kanunun 11. maddesinin 2. asmda yaptığı gibi sarahaten kaydı koyardı.

3 ) Irak Medenî Kanununun 213. maddesinin 2. fıkrası şöyledir: "Kendisi veya başkasını müessir ve şümullü bir zarardan korumak için başkasına zarar veren şahsın sebeb olduğu bu zarardan, korunmak veya korumak istediği o zarar çok daha fazlay­sa, sadece mahkemenin münâsib bulduğu zarardan mesul lutulur."

Kanundaki bu "zarar" kelimesi mutlak olduğundan, az olsun, çok olsun, insanın vücuduyla yahut malıyla alakalı olsun yani ncv'i, vasfı ve alakalı olduğu şey ne olur­sa olsun, her türlü zarara şâmildir. Çünkü zarar kelimesi burada mutlaktır.

Aynı kanunun 214. maddesinin 2. fıkrası şöyledir: "Yangının yayılmasını önlemek için, birisi sahibinin izni olmadan başkasının evini yıksa; yıkmayı, sala­hiyetli makamların izniyle yaptıysa, tazmin mesuliyeti yoktur. Yıkmayı kendi ken­dine yaptıysa, münâsib bir tazminatla mükellef kılınır."

Kanundaki "ev" kelimesi mutlak olduğundan her türlü ev nev'ine şâmildir. "Yangın" kelimesi de mutlak olduğundan sebebi ve büyüklüğü ne olursa olsun, her türlü yangına şâmildir. "Tazmînât" ise "münâsib" kaydıyla kayıtlı olduğundan, ha­kim herhangi bir tazminatla hükmedemez. Tazminatın, evi yıkılan ev sahibinin uğradığı zararla mütenâsib bulunması şarttır.

4) Irak Medenî Kanununun 1184. maddesinin 1. fıkrası şöyledir: "Toprakla ta­sarrufta bulunması itibariyle, hazîne toprağına sınırlar tayin edip, kendisine hiç itiraz edilmeksizin on sene aralıksız o toprakta ziraatçılık yapan şahıs o topraktan intifa hakkına sahib olur." Aynı kanunun 1223. maddesinin [21]. fıkrası da şöyledir: "Kabul edilir bir mazeret bulunmadan, hazine toprağında üç sene aralıksız bizzat yahut ki­ralama veya iare yoluyla ziraatçılık yapmayan şahıs, o hazine toprağındaki tasarruf

hakkını kaybeder."

Aralıksız on sene, aralıksız üç sene tabirleri mukayyed kabîlindendir. Kayıt, "aralıksız"dır. Her iki maddenin hükmü, mezkûr müddetler aralıksız olarak geçince ve şahısta da kanundaki hususlar tahakkuk edince, sabit olur.

5) Irak Ceza Kanununun 75. maddesi şöyledir: "Birden fazla suç işlemekten sanık küçük çocuk, aynı davada, işlediği bütün suçlarından dolayı muhakeme olu­nabilir." Burada "küçük çocuk" tabiri mutlaktır. Hangi vasıfta olursa olsun, madde­deki şartlar varsa, her çocuğa uygulanır.

Aynı kanunun 47. maddesi şöyledir: "Suçtan haberdâr olduğu halde, faile suç ir­tikâbında kullanılan herhangi bir şeyi, âletleri yahut silâhı veren veya suçluya yardım eden... şahıs suça müşterektir." Buradaki "silah ve âletler" tabirleri mutlaktır. Suç kendileriyle işlenmişse her türlü silah ve âlete (bu madde) tatbik edilir; ve hiçbir kayıt aranmaz. Böylece bu gibi şeyleri faile veren, suça iştirak etmiş sayılır.

 

2. ALT  BAŞLIK

 

EMlR (EL'EMR)

 

268) Emir -hâ-s-sm kısımlanndandır. Emir, kendisini yüksek ve üstün telakki edenin, fiili taleb etmesi için tayin edilmiş (kullanılmış ve va-d" olunmuş) lafızdır.1 Arabca'da bir fiilin yapılmasını istemek, 1) Malum emir sîğasi (kipi) olan 2) Başında emir lamı bulunan mu-dâri" sığası ile veya 3) Kendileriyle ihbar kasdedil-meyen, emir ve taleb kasdedilen haber cümleleriyle, şâir uslûb ve tabirlerle gerçek­leşir. Birinciye misal Yüce Allah'ın [(Güneşin (zeval vaktinde) günorta noktasından batıya doğru kaymasından sonra güzelce na­maz kıl)][22] ve Allah'a itaat edin. Peygam­bere itaat edin...)][23] sözleridir. İkinciye misal Yüce Allah'ın  [(…Öyleyse içinizden kim o aya erişirse orucunu tutsun)][24] sözü ve ASSÜ Allah Rasûlünün [(Kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa hayır söz söylesin yahut sussun)] sözüdür. Üçüncüye misal Yüce Allah'ın [(Anneler çocuklarım iki bütün yıl emzirirler. (Bu hüküm) emmeyi tamam yaptırmak isteyen(ler) içindir)][25] Bu sığadan maksad, emzirmeyi an­nelerin yapüğını haber vermek değil, çocuklarını annelerin emzirmelerini emretmek­tir.

tir.

 

269) Emrin Mûcebi (emrin îcâb ve iktizâsı)[26]

 

 (Arapçada) emir sığası birçok manalar için kullanılır. Bu manalar arasında vucûb, nedb, ibâ.hat, tehdîd, irşâd, te'dîb, ta"cîz, du"â' ve diğer manalar vardır.

Vucûba misâl[27] [(Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, o Rasûle itaat edin)][28] âyetidir. Nedbe misal [(Ellerinizin malik olduğu köle ve cariyelerde eğer bir hayır biliyorsanız kitabete kesin...)[29] âyetidir. îbâhate misâl [(ihramdan çıktığınız vakit (İsterseniz) avlanın...)][30] âyetidir. Tehdide misâl [(... Siz istediğinizi yapın...)][31] âyetidir. îrşâda misal [(Ey iman edenler, tayin edilmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın...)][32] âyetidir. Te'dîbe misâl Allah Rasû-lünün küçük bir çocuk olan "Abdullâhi bnu Mes"ûda hitaben: [(Önünden ye!) sözüdür. Ta"cîze misâl [(... haydi onun ben­zerinden siz de (meydana) bir sûre getirin...)][33] âyetidir. Duaya misâl: [(Rabbım beni, ana ve babamı... yarlığa)][34] âyetidir. îmtinâna (nimet bahşet­mek) misal [(Allah'ın size (helâl kılıp) rızık yaptığı şeyler­den yeyin.)][35] âyetidir, ikrama misâl [(Selâmetle girin ora­ya...)][36] âyetidir. îhânete (el'ihâneh, küçümsemek) misal [(Tat (o azabı). Çünkü sen, (evet iddianca) sen çok ulu, çok şerefli idin!?)][37]

âyetidir.

Emir siğasının bu birçok manalarda kullanılışı yüzünden, emir ile hakiki olarak istenen ve kasdedilen mananın ne olduğu hakkında görüş ayrılığı hasıl olmuştur. Başka bir tabir ile, emir siğasından kasdedilen manaya delâlet eden karinelerden emir siğası tecrid olunduğunda, emrin hangi mana için va-d" olunduğu hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bu (yukarıdaki) manaların hepsinde emir sığasının haki­kat olmadığı, vucûb, nedb ve ibâ.hat haricindc(ki sair manalar hakkında) mecaz olduğunda ittifak vardır. O halde ihtilaf bu üç manadadır: Yani esasen emir bu üç manaya delalet etmesi için mi va-d" olunmuştur? Yoksa bazısına delalet için mi, yoksa bu üçten sadece birine delalet etmesi için mi va-d" olunmuştur?

Bazı alimlere göre emir bu üç mana arasında, lafzı müştereklikle müşterektir; müşterek lafızda olduğu gibi, kasdcdilmiş mana ancak bir müracci.h (maksadın bu üç manadan hangisi olduğuna dair delil veya işaret) ile ortaya çıkar.

Bazılarına göre emir sadece îcâb (vacib kılma) ile nedb arasında lafzı müştereklikle müşterektir; ikisinden birinin (mana olarak) tayin edilmesi için mutla­ka bir muraccı.h şarttır.

Ğazzâlî'nin de içlerinde olduğu diğer bazılarına göre emrin sadece vucûbda mı voksa sadece nedbde mi yoksa, müştereken her ikisinde de mi hakikat olduğu bilin­memektedir. Bu alimlere göre, emirle neyin talebolunduğu anlaşılıncaya kadar, bir sey söyleyememekten (teva-k-kuf) başka, karînesiz olarak emrin hükmü esasen yok­tur Çünkü kendisinde birçok manalar toplandığı (izdiham ettiği) için emir, mücmel cinsindendir.

Fakat âlimlerin âmmesi (çoğu) emirde müştereklik ve mücmelîiğin olmadığı, bu manalardan bizzat birisi hakkında hakikat olduğu görüşündedirler. Yani aslında emir bu üç manadan birine delalet etmesi için va-d" olunmuştur; emrin bu üç manadan bi­rine delaleti aslen va-d"ından alınmıştır; ve bu bir tek mana haricinde ise emir me­cazdır. Bu görüşteki âlimler, bu bir tek mananın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir:

Bazı Mâliki fakihleri bu mananın ibâ.hat olduğu görüşündedirler. Zira emir, fii­lin yapılmasını taleb içindir. Bu talebin kat'î olarak en hafifi (derece bakımından en aşağıda olanı ve ednâsı) fiilin mubahlığıdır.

Bir kısım alimlere ve imam Şafiî'den nakledilen iki görüşten birine göre bu mana nedbdir. Çünkü emir, fiil talebi için va-d" olunmuştur. Onun için fiil talebi la-rafınm fiili yapmama (fiili terk) tarafına tercihî lazımdır. Fiil talebinin de en hafifi (ednâsı) nedbdir. Oysa ibâ.hatta bu iki taraf müsavi olduğundan, ibâ.hat İçin emir mevzûbahs olmaz.

Cumhura göre bu mana vucûbdur. Yani mutlak olan emir vucûba delalet etmesi için va-d" olmuştur; vucûbda hakikat, vucûb haricinde (ki manalarda) mecazdır. Karine olmadan emir, vucûb dışındaki manalara delalet etmez. Karine nedbe delâlet ediyorsa, emrin îcâbı ve mûcebi nedbdir. Karine ibâ.hate delâlet ediyorsa emrin mûcebi ibâ.hattir. Böylece karinenin delâletine göre emrin mûcebi sabit olur. Sıhhatli (doğru) olan bu görüştür. Nassların bu esâsa göre anlaşılmaları ve bu görüşe göre hükümlerin istınbâti icabeder. Bu görüşün sıhhatli olduğunu gösteren deliller çoktur. Bunlardan bazısını şöyle sıralayabiliriz:[38]

1) Yüce Allah Kur'anda [(... Artık onun emrinden uzaklaşıp gidenler kendilerini (dünyada) bir fitne (ve bela) çarpmasından, yahut ahirette) onlara pek acıklı bir azab (gelip) çatmasından çekinsin(ler)][39] buyuruyor. Ayet şu bakımdan delildir: Ayette emre karşı gelene fitne çarpacağı ve pek acıklı bir azaba uğrayacağı haber verilerek

emre aykırı hareket etmekten kaçınılmasına işaret olunmuştur. Emredilen şey vâcib olmadıkça, emre muhalefette fitne ve azab endişesi bulunmaz. Çünkü vâcib hari­cinde bir şeyin yapılmamasında (azaba sebeb olacak bir) mani yoktur.

2) Allah'ın Salât ve Selâmı Üzerine olsun Rasûlullah şöyle buyuruyor [(Milletime (ümmetime) meşakkat vereceği endişesi olmasaydı her namazda (misvakı) diş fırçalamayı onlara emreder­dim.)] Bu hadîs emrin vucûb için olduğunun delilidir. Çünkü emir nedb için olsaydı (hadisdeki diş fırçalamanın emredilmesiyle, müslumanlardan mendûb bir hareket ta-lebedilmiş olur. Yani) diş fırçalamak mendûb olur; ve (mendûbun mutlaka yapılması icabeden bir şey olmayışı itibariyle) diş fırçalamanın emredil meşinde de bir meşakkat bulunmazdı.

3)  Kur'an nassı veya hadis nassı olsun, Sahabe ve tâbi"îler sayısız birçok hâdiselerde, karine bulunmadıkça emir sığasını vucûba delil getirmişlerdir. Bu is­tidlal şekli, onların arasında, hiç itiraz görmeden yaygınlaşmış, bu da mutlak emrin vucûb ifade ettiğini, emredilen şeyin nedb olarak değil, icbârî bir şekilde talebedil-diğinde icmâ"larının bulunduğunu gösterir.

4) Vucûbdan başka bir şeyin kasdedildiğine dair karineleri olmayan emirlerden zihnen ilk anlaşılan şey vucûbdur.

5) Fiilin yapılmamasını men etmek ve yapılmasını lalebetınek isteyenin bunu emir sîğasiyle talebettiğinde (Arab) dilcileri ittifak halindedirler. Bu da emrin, fiilin mutlaka yapılmasını taleb için -ki bu vucûbdur- va-d" olunduğunu gösterir. Bunu emrin, fiillerin çekimlerinden (te-sârîfinden) biri oluşu da izah eder. Fiillerin çekimlerinin hepsi, "adam" ve "Zübeyr" gibi isim ve diğer harfler gibi hususi mana­lar için va-d" olunmuştur, zira kelâmın va-d"ından maksad, dinleyene gayeyi anlat­maktır. Maksad, muhatabın mutlaka ve mecburen fiili yapması olunca, bunun emir sığasından başkasıyla olması mümkin değildir. Bu da emrin aslında bu manaya (vucûba) delalet etmesi için, bu mananın muhataba ifade edilmesi için va-d" olun­duğunu göstermektedir.

6) (Arab) dilcileri emre muhalefetle bulunanları, isyanda bulunmakla, âsî olmak­la tavsîf etmişlerdir. İsyanda bulunmak, vucûb(a muhalefet)den başkasında gerçekleşmeyen bir isimdir.

 

270) Nehyden (Yasaktan) Sonra Emir

 

Emrin vucûb için olduğu görüşündekiler, bir şey yasaklandıktan, haram kılındıktan sonra o şeyin emrcdilmesinin hükmünde ihtilaf etmişlerdir:

Hanbelîlere, Mâlik'e ve Şafiî'nin görüşünün zahirine göre bu hal o şeyin mubah kılındığına delalet eder; mubahhktan fazla bir şey ifade etmez. Delil olarak şunu ile­ri sürüyorlar: Bu hal birçok nasslarda mevcuddur. Mesela Yüce Allah'ın [(... ihramdan çıktığınız vakit (isterseniz) avlanın)][40] ayetinde emri, Yüce Allah'ın [(Sizi ihramlı olduğunuz halde avlanmayı helal saymamak şartıyla...)][41] ayetiyle avlanmayı Haram kıldıktan sonra vârid olmuştur. Buradaki avlanma emrinin sadece mubahlığa lalet e(np vucûba delalet etmediğinde (âlimler) ittifak etmişlerdir. Keza Yüce Allah'ın [(Artık o az kanınca yer (yüzün)e dağılın; Allah'ın Fazlından (nasîb) arayın...)][42] nassı Cuma Namazı'na çağırılırken alış verişin haram kılınışından[43] sonra vârid olmuştur. (Allah'ın fazlından (nasib) aramak)]dan maksad; alış veriş, geçim temini ve şâir ticarî işlerdir. Haram kılındıktan sonra varid olsa da, nasib aramanın bu âyette mu­bah olduğunda alimler ittifak etmişlerdir.

Hanefîlerin ekseriyetinin de dahil olduğu diğer bir kısım alimlere göre nehy ve haramdan sonra emir, bir şeyin haram kılınmadan önce emredildiğinde olduğu gibi vücûb ifade eder. Bu görüş sahibleri delil olarak şunu ileri sürüyorlar: Emrin vucûba delalet ettiğini gösteren deliller, haram kılınmazdan Önceki emirle haram kılındıktan sonraki emir arasında bir ayırım yapmamaktadır. Birinci görüş sahihlerinin delil ola­rak ileri sürdükleri ise kabul edilemez. Çünkü (Allah'ın fazlından (nasib) aramak)], [(Avlanmak)] ve benzerleri, bizim menfaatimiz ve maslahatımız için meşru kılman şeylerdendir. Menfaatimiz için meşru kılınan şeylerin emredilmiş olmaları, emrin is­tikametini vucûbdan mubahlığa çeviren bir karinedir. Çünkü bu emredilen şeyler vâcib (farz) olsaydı, istek ve ihtiyarımıza bırakılmazdık; onlardan mükellef bulunur­duk (boynumuzun borçları olurlardı); ve onları yapmadığımız zaman da günah işlemiş olurduk. Neticede emir, mevzuunu (mubah olan: Avlamak ve Allah'ın fazlından nasib aramayı) zıddına (vacibe) çevirmiş olurdu. Bu ise caiz değildir. Daha evvel yasaklanmış olsun veya olmasın, karineleri bulunmayan emir, vucûba delalet eder. Emrin karinesi varsa, karinenin delalet ettiği mana neyse, emir o ma­naya yönelir. Bunda ihtilaf yoktur.

Bazı Hanbelîlerin görüşüne göre -ki bunu Hancfîlerden Kemâluddîni bnul Humâm da benimsemiş (ihtiyar etmiş)tir-, nehyden sonra emir, nehyi kaldırır; ve emredilen fiilin durumunu, nehyden evvel neyse o hale avdet ettirir; nehyden evvel fiil vacib ise bu emir ile vacib olur; nehyden evvel fiil müste.hab ise bu emir ile müste.hab olur.

Bu son (üçüncü) görüş bana göre kabule en yakındır. Nehylerden sonra emirle-nn bulunduğu nasslann istikrâı bunu göstermektedir. Mesela (avlanmak meselesini ele alırsak,) haram kılınmadan önce avlanmak mubahtı. Haram kılış sebebinin orta­lan kalkmasından sonra avlanmak emredilince, durum mubahlığa yeniden avdet etmiştir. Keza Cuma Namazı'nm iç ezanı işitilirken muhtelif şekillerdeki kazanç te­mini haram kılınmadan önce, kazanç temini mubahtı. Kazanç teminine engel olan şeyin (Cuma Namazı ibadetinin) ortadan kalkmasından sonra kazanç temini emredil­miş ve böylece kazanç temini mubahlığa tekrar avdet etmiştir. Keza müslümanlara haram (yasak) aylar haricinde harbetmek vâcibdi. Harbetmek bu aylarda nehyedi-lince haram olmuştu. Sonra haram aylar bitince harbetmenin emredilmesiyle, harbet-menin hükmü, nehyden önce olduğu gibi vucûba avdet etmiştir.

 

277) Emrin Tekrara Delâlet Etmesi

 

Tekrar, bir fiili yapıp sonra yeniden aynı fiilin yapılmasıdır. Acaba emir, emre­dilen şeyin tekrar yapılmasını, yapıldıktan sonra yeniden yapılmasını icabettirmekte midir? Yoksa icabettirmemekte midir?

Bu mevzudaki görüşlerden muhtar (benimsemeye değer) olanı, emrin tekrara de­lalet etmediğidir. Çünkü (Arabcada) emir sığası, bir defa yapmaya veya tekerrüre işaret etmeksizin sadece mutlak olarak fiilin talebine delalet etmektedir. Zira emir sığası mutlak olarak fiilin talebi için va-d" olunduğundan, emredilen şeyin tekrarı yahut bir defa yapılması, emir sığasının mahiyetinin dışındadır; va-d" olunuş bakımından emir sığası tekrar veya bir defa yapmaya delalet etmemektedir. Fakat emredilen şeyin husulü, bir kereden az yapmakla mümkin olmadığından, emredilen şeyin yapılmış olması için, bir kere yapılması zarurîdir; yoksa emir sığasının kendisi bir kere yapmaya delalet etmemektedir.[44] Buna göre mutlak emir, sadece emredilen fiilin yapılmasına delalet etmektedir. Emre uymak için fiilin sadece bir defa yapılması kâfidir. Ancak, emredilenin tekrarlanmasına dair bir karine varsa, o zaman karineye göre hareket edilir. Mesela Yüce Allah'ın [(Ey iman edenler namaza kalka­cağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi... yıkayınız...)][45] ayetinde ab-dest alma emrinin namaz kılmayı istemeye bağlanması (ta"lî-kı) gibi, emredilen şey için Şerîat Sahibinin sebeb saydığı bir şart yahut vasfa emir bağlanabilir (ta"lî-k edi­lebilir). Yukarıdaki ayette abdestin tekrarı emre değil, abdestin sebebinin te­kerrürüne yani namaz kılmayı istemeye dayanmakladır. Keza Allah'ın [(Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer deynek vurun.,.)][46] ayetinde zinâkâra deynek vurulması emri, bu emrin illeti olan zinanın gerçekleşmesine dayanmaktadır. Zinanın her tekerrür edişinde deynek vurmak da tekerrür eder. Yani burada tekrar, deynek vurmanın illetinin tekerrürüne mebnîdir; dcyneklc vurma emrine mebnî değildir.

Bu muhtar (tercihe ve seçilmeye değer) görüşün yanında, başka görüşler de vardır. Bunlardan birisi şudur: Emir imkan olduğunda, emredilen şeyin bütün hayat boyunca tekrarını icabettirir. Ancak bunu meneden bir delil varsa, o delile göre hare­ket edilir. Hanbelîlerin ekseriyetiyle bazı Şafiî imamlarının görüşü budur, iddialarına göre emir sığasından dil itibariyle anlaşılan budur. Delil olarak da şu hadîsi ileri sürüyorlar:' ASSÜ Allah Rasûlü [(Ey insanlar Allah size haccı farz kıldı)] deyince, müslümanlardan birisi kalkıp "her sene mi ey Allah Rasûlü?!" diye sormuş, Nebî Efendimiz de cevaben  -

 [(Her sene dersem, hacc her sene farz olur. Her sene farz olursa onu yapmaya güç yetirc-mezsiniz ve yapamazsınız. Hacc hayatta bir defa farzdır. Birden fazlası te-tavvu"dur)] buyurur.

Bu haberin delalet şekli şudur: Bu suâli soran Arabcayı bilmekteydi. Dil bakımından emir tekrarı icabettirmeseydi, adam bu suali sormaz ve ASSÜ Allah Rasûlü de onun hatalı olduğunu gösterirdi.

Doğrusu bu ileri sürülen delil zayıftır; görüşlerine bir hüccet teşkil etmekten uzaktır. Bu haber görüşlerini değil görüşlerinin zıddını te'yîd etmektedir denilebilir. Çünkü emir dil bakımından tekrara delalet etseydi, adam bu suâli neden sorsun?! Adamın suâli emirden dil bakımından anlaşılanın sadece fiilin talebedilmesi olduğunu, fiilin tekrar olmadığını göstermez mi?! işte bundan dolayı adam, anlaşılan bu mananın hacca nisbetle bakî mi olduğundan, yoksa (haccın) namaz ve zekat gibi tekerrür eden ibadetlere mi ilhak edildiğinden emin olmak istemiş (ve böylece bir suâl sormuş)tir. Çünkü namaz, oruç ve zekat gibi bazı ibadetler, vakitlerin te-kerrürüyle tekerrür etmektedir. Hacc da zaman ve mekân ile alakalıdır. Bu bakımdan tekerrür eden ibadetlere benzer tarafı mevcuddur. Onun için adam vaziyeti anlaya­mamış, hacem zamanla alakalı oluşundan bu mütekerrir ibadetlere mi ilhak edi­leceğini, yoksa mekânla alakalı oluşundan onlara ilhak edilmeyeceğini öğrenmek is­temiş, zihnindeki bu meseleyi halletmek gayesiyle ASSÜ Allah Rasûlüne yukarıdaki suâli tevcih etmiştir.

 

272) Emrin Derhal Veya Bilâhare Yapmaya Delaleti

 

Acaba emir, emredilen fiilin derhal yapılmasına mı, yoksa geciktirilerek bilahare yapılmasına mı delalet etmektedir? Bu hususda fakihler ihtilaf etmiştir. Emrin tekra­ra delalet ettiği görüşündekiler, emrin emredilenin derhal yapılmasını icabettirdiğini ileri sürüyorlar. Diğerlerinin ise görüşü şudur: Emir ya vakit ile kayıtlıdır, ya da va­kit ile kayıtlı değildir. Vakitle kayıtlı olan emir ya geniş bir vakit ile kayıtlıdır, ya da dar bir vakit ile kayıtlıdır. Geniş vakit ile kayıtlı emrin yerine getirilmesi vaktin so­nuna kadar te'hîr edilebilir. Yani vacibin (veya farzın) eda edilmesi, vaktin sonuna kadar te'hîr edilebilir. Dar vakitle kayıtlı emrin yerine getirilmesinin te'hîre ta­hammülü yoktur.

Fakat emredilen -keffâretler gibi-, mahdûd bir vakit ile kayıtlı olmayan emir, gelecekte[47] sadece fiilin talebi içindir; te'htr edilebilir. Yani emredilen şey derhal yapılabileceği gibi, te'hîr edilip bilâhare de yapılabilir. Hanefîler ve Câferîler ile on­lara muvafık olanlarca doğru (-sa.hî.h) olan ve bizce tercihe değer bulunan bu görüştür. Çünkü emir sığası, gelecek zamanın neresinde olursa olsun, gelecek za­manda sadece (fiilin yapılmasını) talebe delalet eder. Derhal yapmak ancak bir karineyle anlaşılır: Hizmetkârına bir şahsın "bana (içmek için bir bardak) su getir" demesi gibi. Bilindiği üzre âdeten su talebi susuzluk ve suya olan ihtiyâç esnasında olur. Bu durumda karine sebebiyle emir, derhal yerine getirilmesine delalet eder.

Emir, icabının derhal yerine getirilmesini değil, bilâhare yerine getirilmesini ifade etmekle beraber, vacibi edada acele etmek, te'hîr etmekten hayırlıdır. Çünkü ileride başa nelerin geleceği belli olmaz. Vacibi (emrolunanı) edadan önce insan ve­fat edebilir. Allah'ın elinde olan eceller (kullarca) meçhuldür. Onun için emredilenin derhal yapılması müstehabdır (dînen olgun bir harekettir). Yüce Allah [(Öyleyse (hepiniz) hayırlı işlerde birbirlerinizle yarış edin (hayırlı İşleri birbirinizden daha önce yap­maya çalışın). Zaten topunuzun en son dönüp gelişi Allah'a'dır. Artık o, hakkında ih­tilaf etmekte olduğunuz şeyleri size (orada) haber verecektir)][48] ve [(Rabbinizin mağfiretine... koşuşun )][49] buyuruyor. Bu ayetlerdeki ve lafızları, vacibin vakit geçirmeden edasının müstehab olduğuna delalet etmekte, vucûba delalet etmemektedirler. Çünkü vacibi (emredileni) vaktinde eda edene "yarış eden" yahut "koşuşan" denmez.

 

273) Vacibin Onsuz Tamam Olmadığı Şey Vâcibdir

 

Emrin vucub ifade ettiğini yani emredilen fiilin mecburen ve mutlaka yapılmasını, bu fiilin de muhatab hakkında vacib (farz) oluşunu ifade ettiğini yuka­rıda söylemiştik. Fakat bazen, emredilen fiilin yani vacibin yapılması, başka bir şeyin yapılmasına bağlı olabilir. Acaba bu diğer şey de, vacibin kendisini sabit kılan birinci emrin kendisiyle vacib olur mu, olmaz mı? Bu suâlin cevâbı için, mevzûya biraz tafsilâtlıca ele almak şarttır.

Vacibin yapılmasının kendisine bağlı olduğu şey iki kısımdır:

Birinci Kısım.- Mükellefin kudreti dahilinde olmayan şeydir. Mesela, hacc farizasını yerine getirmeye gücü yetmesi, zekât için nisabın (husulü), Cuma Na­mazının edası için lazım şahıs sayısının husulü ve benzeri gibi şeylerdir. Bu kısım ile insan mükellef kılınmaz; ve emir bu kısma şâmil değildir. O bakımdan hacc eda etmek için mükellefin hacca gücünü yetirmek gayesiyle gayret göstermesi; zekâtı vermesi için msâb mikdân malının bulunması gayesiyle çabalaması; Cuma Na­mazının edasının sıhhati için matlûb şahıs sayısını temine çalışması icabetmez.

ikinci Kısım.- Mükellefin kudreti dahilinde olan şeydir. Bu (kısım ise) iki nevîdir:

1.  Nevî.- Vacib olduğu hususunda hususi bir emrin bulunduğu şeydir. Bunun hakkında söylenecek bir sözümüz yoktur; mevzûmuzun dışındadır; ve burada o kas-dedilmemektedir. Mesela namaz için abdest almak bu nevîdendir. Abdest almak mükellefe Allah'ın  [(...dosdoğru namazı kılın...)][50] ayetiyle değil, müstakil bir emir ile vacibdir (farzdır). Bu müstakil emir Yüce Allah'ın [(Ey iman edenler, namaza kalka­cağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi ve başlarınıza meshedip, her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın...)][51] ayetidir.

2. Nevî.- Vacibin yerine getirilmesinin kendisine dayandığı, vacib oluşuna dair hususi bir emrin bulunmadığı şeydir.

(işbu 273. paragrafın başlarındaki) suâlimizden kasdedilen işte budur. Usulcüler bu nev'in, vacibin kendisinin sabit olduğu birinci emrin bizzat kendisiyle vacib olduğunu kabul etmişlerdir. Bunun birçok misali vardır:

Haccın emredilmesi, bu vacibi (farizayı) yerine getirmek için Mekke'ye gitmeyi icabettirir. Mekkeye bu gidiş, haccı emreden emrin kendisiyle vacib olur. Çünkü hacc vecîbesi bu Mekkeye gidiş (yolculuk) olmadan tamamlanamaz. Cemaatla na­mazın farz olduğu görüşündekilere göre, cemaat halinde namazın eda emri, camilere gitmeden yerine getirilemez. Camilere gitmek, cemaatla namazı eda etmek emrinin kendisiyle vacib olur. Yüce Allah'ın [(Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet....hazırlayın...)][52] ayetiyle sabit, Milletin kâfi mİkdârda kuvvet hazırlaması emri sanayî, fizik, kimya ve benzer alan­larda yeni gelişen ilimlerin öğrenilmesi olmadan yerine getirilmeyeceğinden, bu ilimlerin öğrenilmesi, kuvvet hazırlanmasını emreden emrin kendisiyle (kifâî) farz (vâcib) olmuştur, insanlar arasında adaletin hakim kılınması ve insanlara haksızlık yapılmasının bertaraf edilmesi emri, adaletin hakim kılınması vazifesini yerine getir­mek üzere hakimlerin tayin edilmesini iktiza ettirir. Böylece adaletin hakim kılınması emrinin kendisiyle hakimlerin tayini de vacib olur. Diğer bunlara benzer hususlar da zikrettiklerimize kıyas olunur.

Hulasa edecek olursak, vacib olan bir şeyin emredilmesi, vacibin edasının kendi­sine dayandığı, hakkında hususi bir emrin bulunmadığı bir şeyin emredilmesi de­mektir.

 

3. ALT BAŞLIK

 

NEHÎY

 

(ENNEHY)

 

274) Ennehy lügatte (kelime olarak) men etmek (yasaklamak manasına)dir. (Arabcada) akıl olarak isimlendirilmiştir. Çünkü akıl, sahibini hak ve doğruya muhalefette bulunmayı nehyetmekLe (yasaklamakta)dir. (Bir Fıkıh Usulü tabir ve) ıstılahı olarak nehy, "kendisini üstün ve yüksek telakki eden tarafından, nehye delâlet eden bir sığayla fiilin yapılmamasını taleb etmektir." Nehy sığaları (muhteliftir. Bunlar) arasında şunlar vardır: 1) Meşhur sığası: Yüce Allah'ın [(Zinaya yaklaşmayın)][53] sözü gibi. 2) (Bir şeyin) helal ol­madığını açıklamak: Yüce Allah'ın [(Yine erkek zevcesini (üçüncü defa olarak) boşarsa ondan sonra kadın ken­dinden başka bir erkeğe nikahlanıp varıncaya (ve vardığı bu erkek o kadınla cinsî münasebette bulununcaya) kadar birinci kocasına helal olmaz...)][54] ayeti gibi. 3) Ken­di yapısıyla nehye ve harama delalet eden lafız ile ifadede bulunmak: Yüce Allah'ın [(...Allah taşkın kötülük(ler)den, münker[55] den nehyed-er...)][56] ve [(Annelerinizle, kızları­nızla...evlenmeniz size haram kılınmıştır)][57] ayetleri gibi. 5) Bazen nehy, neh-ye de­lalet eden emir sığasının kullanılmasıyla olur: Yüce Allah'ın  [(Günahın açığa çıkanını da gizli kalanını da bırakın)][58] ayeti gibi.

 

275) Nehyin Mûcebr

 

Nehy sığası 1) Haram kılmak, 2) Kerahet, 3) Dua, 4) Te'yîs (ümit kırma), 5) Irşad ve benzeri birçok manalarda kullanılmıştır. 1. Manaya misal Yüce Allah'ın [(Meşru bir hak olmadıkça Allah'ın har­am kıldığı cana kıymayın ...)][59] ayetidir. 2. Manaya misal ASSÜ Allah Rasulünün  [(Develerin çöktüğü yerlerde namaz kılmayın)] hadîsi şerifidir. 3. Manaya misal Yüce Allah'ın [(Ey Rabbımız, bizi doğru yola ilettikten sonra kalblerimizi (haktan) saptır-ma...)][60] âyetidir. 4. Manaya misal Yüce Allah'ın [(..Beyhude bugün Özür dilemeyin...)][61] âyetidir. 5. Manaya misal Yüce Allah'ın  [(...Size açıklanırsa fenanıza gidecek şeyleri sormayın...)][62]

âyetidir.

Nehyin kullanıldığı manaların muhtelif oluşu sebebiyle alimler nehyin hakiki manasında yani mûcebinde yani hükümde yani karinelerden mücerred emrin neye delalet ettiğinde ihtilaf etmişlerdir. Bazıları nehy bu durumda kerahete delalet eder. Onun hakiki manası budur. Karine olmadan kerahetten başka bir manaya delalet et­mez, görüşündedirler. Bazılarına göre nehiy, kerahet ile ta.hrîm (haram kılış) ara­sında müşterektir. Nehyin aslî manası budur. Nehyin bu ikisinden hangisini göster­diğini karine tayin eder. Cumhura göre nehyin mûcebi ta.hrîmdir. Nehyin va-d" olunduğu hakiki manası budur. Bu mana dışında nehy sadece mecaz olarak kul­lanılır. Bu mecaz mananın kasdedildiğine karine delâlet eder. Fakat nehy, kari­nelerden tecrîd olunmuşsa, o takdirde kendisinden ta.hrîmden başka bir şey anla­şılmaz. Cumhurun görüşü, tercihe değer olan görüştür: Nehy sığası, muhakkak surette fiilin yapılmamasını talebe delalet etmesi için va-d" olunmuştur. Karineden mücerred nehy sîğasından akıl, muhakkaklık ve mecburiyet manasını anlamaktadır. Haram kılış ve ta.hrîmin de manası ancak budur. Selefin (ilk miislumanların), mücerred nehy sığasını ta.hrîme delil getirmeleri de bunu te'yîd etmektedir.

 

276) Nehy, Tekrarı ve Fiili Yapmaktan Derhal Vazgeçmeyi îcâbettirir mi?

 

 Bazı âlimlere göre nehy, derhal fiili yapmaktan vazgeçmeye ve tekrara, sîğasiyla delalet etmez. Çünkü sîğanın mahiyeti ve tabiatı bunu icabettirmez; o, sığanın hari­cindeki bir şey ile yani derhal yapmaktan vazgeçmeye ve tekrara delalet eden karineyle anlaşılır.

Bazı alimlere göre nehy aslında, fiili yapmaktan derhal vazgeçmeyi ve fiili yap­mamanın tekrarını, bütün zamanlar içinde bu tekrarın uzamasını ve devamını ifade etmektedir. Yani Şeriat Sahibi bir şeyi nehyederse, mükellef derhal o şeyden uzak duracak, bu uzak durması devamlı olacaktır. Çünkü yasağa itaat etmek, hemen fiil­den imtina etmek ve bu imtinâda devamlı olmakla gerçekleşir. Ayrıca Şeriat Sahibi fiili, fiildeki mefsedetten dolayı yasaklamıştır. Derhal ve daima o fiilden imtina et­medikçe bu mefsedetin defedümesine imkân yoktur. Biz de bu görüşü tercih ediyo­ruz.

 

277) Nehy, Nehyedilenin Fâsid Olmasını iktizâ Ettirir mi?

 

Yukarıda da kaydedildiği üzre nehy, sîğası karinelerden tecerrüd edince, tercihe değer görüşe göre haramlık ifade eder. Onun için nehyedilen (yasaklanan) şeyi mükellef yapamaz. Yaparsa günahkâr olur; ve ahtrette ceza göre. Bu, uhrevî cezadır. Fakat yasaklanan şey ibadetlerden ve muamelelerden ise, acaba yasaklanmış oluşu, onun fâsid olmasını iktiza ettirir de sahih olarak vuku bulduğunda hasıl olan hukuki  (şer"î) neticeleri, hasıl olmaz mı? Alimler bu meselede ihtilaf etmişlerdir. Biz görüşlerini şu şekilde hülâsa edebiliriz:

1) Nehy, fiilin mahiyeti ve şer"î varlığına müessir olan bir şey hakkındaysa, neh-yedilen şeyin bâtılhğını ve fâsidliğini iktiza ettirir; ve nehyedilen şeyi sanki hiç ol­mamış hükmünde kılar. Bu şekilde nehyedilen şeyle, mevcud olmayan şey aynidir. Bir şeyin sahîh olarak mevcûd (hasıl) olduğundaki şer"an sabit hukuki neticesi, o şey mevcud değilse yoktur. Mesela ana rahmindeki cenînin alım satımının, mevcud olmayan şeyin alım satımının, abdestsiz namaz kılmanın, anneler ile evlenmenin nehyedilmesi gibi. Bu nevî yasaklanmış olan şeyi bazı âlimler "bizzat kendisi yasak olan" yani fiilinin kendisinin veya bir parçasının yasaklandığı, nehyolunduğu şey, olarak ifade ederler.

2) Cuma Namazı (iç) ezanı vaktinde alım satımın, gasbedilmiş arazîde namaz kılmanın nehyedilmesi gibi nehy, nehyedilen şeyin kendisine yönelmiş değil de, nehyedilen şeyle bir arada bulunan, fakat (yasaklanan o) fiilin bir parçası olmayan bir şeye yönelmiş ise, bu nehyîn neticesi fiilin fâsid ve bâtıl olduğu değil, mekruh olduğudur. Yâni fiilin şer"an sabit hukuki neticeleri hasıl olmakla beraber, fiili Şeriat Sahibinin nehyetmesi sebebiyle, fiil mekruhtur. Fakihlerin cumhurunun görüşü budur.

Zahirîler gibi fakihlerin az bir kısmına göre bu durumda fiil fâsiddir. Çünkü bu fakihlere göre nehyedilen, o şeyin ister kendisi ve mahiyeti, ister o şeyin beraberinde bulunan şey olsun nehy, (nehyedilen şey hakkında) fâsidliği icabettirmektedir.

3) Vadesi meçhul veresiye alış verişin, fâsid şartla yapılan alış verişin, bayram günü tutulan orucun nehyedilmesi gibi nehy, fiilin kendisi ve mahiyetine yönelmeyip, fiilden ayrılmayan bazı vasıflarına yani fiilin var olmasının bazı şartlarına yönelmiş ise, cumhur fiilin fâsid ve bâtıl olduğu görüşündedir. Hanefîler ayırımda bulunarak, fiilin ibadetlerden ise fâsid ve bâtıl olduğu, muamelelerden ise bâtü olmayıp sâdece fâsid olduğu görüşündedirler. Hanefîlere göre (muâmeleler-deki) fasidin bazı hukuki neticeleri hasıl olabildiği halde bâtılın hiçbir hukuki netice­si hasıl olmaz. Hüccet olarak şunu ileri sürüyorlar: ibadetler Allah'ın rızasını kazan­mak maksadı ile tâat, emre itaat ve imtihan için meşru kılınmışlardır. Bunlar, ancak Şeriat Sahibi nasıl emrettiyse, ibadetlerin öylece eda edilmesiyle tahakkuk eder. Ta-leb edilen bu eda ise, edanın kendisinde ve edanın bir vasfında talebe muhalefet ol­mazsa gerçekleşir. Onun için ibadetlerde fesâd (fâsidlik) ibadetlerin butlanı (bâtillığı) gibidir. Netice itibariyle ibadetlerde Hanefîlere göre fâsid, bâtıl demektir. Muamelelerden maksad ise, kulların maslahatlarını gerçekleştirmektir. Muamele­lerin hukuki neticeleri, muamelelerin rükün ve şartlarına dayanır. Bir şeyin rükünleri gerçekleşirse, o şey var olmuş ve mevcudiyeti sabit olmuştur. Ne var ki bu varlık, bütün vasıfları mevcud ise tamdır; ve bu durumda sahih olur. Bazen de bu varlık var olmakla beraber, bazı vasıflarının mevcud olmaması sebebiyle tam değildir. Bu du­rumda böyle bir varlık, herhangi bir maslahat gerçekleştirebilir. Bu sebeble bazı hu­kuki neticelerin husulü icabeder. İşte bu (muâmelelerdeki) fâsiddir. Sahih ile bâül arasında bir mertebedir. Böylece Hanefîler, varlığının mevcudiyetine binâen fiile müstehak olduğu yeri verirken, fiilin bazı vasıflarının bulunmayışı sebebiyle nehyin de hakkını vermişler; ve bâtıl değil, fâsid görüşünü ileri sürmüşlerdir.

Eşşevkânî şöyle söylüyor: "Hak olan, ibadetler ve muameleler arasında fark gözetilmeksizin her nehyin, şer"î bir iktizâ ile, nehyedilen şeyin haramlığım ve bâül ile aynı manayı ifade eden fâsidliğini icabettirmesidir. Delil olmadıkça bu iktizanın dışına hiçbir şey çıkmaz. Bunun delillerinden birisi Allah'ın Salât ve Selâmı Üzerine olsun Allah Resulünün: [(Bizim tutumumuza aykırı her durum reddolunmuştur)] hadîsi şerifidir. Nehyedilen şey, bizim tutumu­muza aykırı bir şey olduğundan reddolunmuştur, merdûddur. Merdûd olan şey ise bâtıldır. Nehyin fesadı icabettirmesinden kasdedilen (mana) işte budur."

 

2. MEVZU

 

"ÂMM(EL"ÂMM)

278) "Âmmın Tarifi

 

Lugatta (kelime olarak) müteaddid (sayıca fazla olan şeyler)e şumûlü bulu­nan (manasına)dır. Bu manada (arabca olarak) hayır hepsini kap­samıştır" denilir. Yani "hayır hepsine şâmil olmuştur" demektir. Fıkıh Usûlü ıstılahı olarak "âmm, "sadece bir kere va-d" olunup (kullanılıp, söylenip), hiçbir inhisar ma­nası taşımaksızın, kendisine elverişli olan her şeyi kapsayan lafızdır. Yani "âmm, (Arab) Dilinde müteaddid defalar değil sadece bir defa manasının bütün ferdlerini şümulü içine almak üzere va-d" olunmuş bir lafızdır. Yani "amm gibi esasen vakıada mahdûd olsa da, lafızda muayyen bir sayıya münhasırlık delaleti bulunmaksızın, manasının elverişli olduğu bütün ferdlerine şamil olmak üzere sadece bir defa va-d" olunmuş lafızdır. Mesela kelimesi, "âmm lafızdır. Çünkü bu kelime, bu kelimenin manasına elverişli olan tek tek (adamların) hepsine şâmil olmaya delalet için (Arabcada) bir kere va-d" olunmuştur.[63]

 

279) Umum ifade Eden Lafızlar

 

Umuma delalet eden lafızlar çoktur. En meşhurları şunlardır:

1)  ve lafızları. Bu iki lafız, izafe edildikleri şeyde umum ifade ederler. Mesela Yüce Allah'ın  [(Her can ölümü tadıcıdır)][64] ve [(Herkes kazancı mukabilinde bir rehindir[65])][66] âyetleriyle ASSÜ Allah Rasulünün [(Her çoban (mes'ûliyet taşıyan insan) idaresi alündakilerden mesuldür)] hadîsi şerifi gibi.

2) istiğrak (kapsamak ve şumûl) manasına olan  ile veya i-dâfeh ile mu"arraf (belirli kılınmış) cem" (çoğul).Birinciye misal Yüce Allah'ın  [(...Allah muhakkak iyilik edenleri sever)][67]                                                              

 [(Anneler çocuklarım iki bütün yıl emzirirler. (Bu hüküm) emmeyi ta­mam yaptırmak isteyen(ler) içindir...)][68] [(Ana ve baba ile yakın hısımların bıraktıklarından erkeklere hisseler vardır)][69] ve [(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler...)][70] gibi ayetleridir. Bu nasslardaki cem" (çoğul) kelimeler, ferdlerini kapsama manası ifade etmektedirler. gibi nekre (belirsiz) cem"ler ise umum ifade etmezler; cem"in en az mikdâri olan üç sayısı ile izah olunurlar.

izafet (i-dâfeh) ile mu"arraf kılınmış olana misal, Yüce Allah'ın  [(Annelerinizle evlenmeniz size haram kılındı...)][71], [(Onlann mallanndan sadaka (zekât) al...)][72] ve [(Allah size (miras hükümlerini şöylece) emreder: Evlad-lannız hakkında(ki hüküm) erkeğe, İki dişinin payı mikdândır...)][73] ayetleridir.

Cem"in salim mu.zekker cem", salim muenne.s cem" veya cem"u tteksîr olması mühim değildir. Bunlar istiğrâ-k manasındaki "elif lâm" ile yahut "i-dâfeh" ile ma"rifeh (mu"arra O kılmırsa, hepsi de umum ifade eden kelimelerdendir.

3) istiğrak ifade eden  ile mu"arraf müfred lafız. Mesela Yüce Allah'ın   [(Andolsun asra[74] ki, muhakkak insan kat'î bir ziyandadır. Ancak iman edenlerle güzel güzel amel (ve hareketlerde bulunanlar, bir de birbirine hakkı tavsiye, sabrı tavsiye edenler böyle değil. (Onlar ziyandan müstesnadır)] [75]süresidir. Buradaki lafzı, bütün insan ferdlerine şâmildir. Şunlar da ayni şeye misaldirler: Yüce Allah'ın [(Allah alış verişi he­lal, faizi haram kılmıştır)],[76] [(Zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüzer deynek vurun...)],[77] [(Erkek hırsızla kadın hırsızın ellerini ke­sin...)][78] âyetleriyle ASSÜ Allah Rasulünün [(Zenginin hakkı edayı geciktirmesi zulümdür)] hadîsi şerifi.

Burada şuna dikkat olunmalıdır: "Elif lam" ile mu"arraf müfred lafız, Elif lâm veya manasına olmadığı zaman umum ifade etmektedir. Eğer Elif lâm bu iki manadan birini ifade ederse, kendisiyle mu"arraf lafız umûm ifade eden lafızlardan değildir. Yüce Allah'ın [(Hakikat, biz Firavun'a bir peygamber yolladığımız gibi... Firavun o peygambere isyan etti de...)][79] ayetinde lafzmdaki ahd Elif lamıdır, [80] ifadesinde de ve lafızlarının Elif lâmlan "cins" Elif lamıdır. Yani erkek cinsi kadın cinsinden daha kuvvetlidir, demek olur. Buradaki sîjil ile lafızları umûm ifade etmezler. Buradaki daha kuvvetlilik, zümre hakkındadır. Mana bir zümrenin bir zümreden daha kuvvetli olduğunu ifade etmektedir; yoksa bir ferdin bir ferdden daha kuvvetliliğini ifade etmemektedir.

4) izafet ile mu"arraf müfred lafız. Mesela Yüce Allah'ın [(Eğer Allah'ın (bunca) nimetini birer birer saymak isterseniz (ne mümkin?) siz (onlan) icmal suretiyle bile sayamazsınız...)][81] ayeti ve ASSÜ Allah Rasûlünün [(-Deniz-suyu temizleyicidir ve -denizin- ölü hayvanları da helaldir) hadîsi şerifi gibi. Hadis, bütün deniz hayvanı nevîlerinin ölülerinin helal olduğuna delalet etmektedir.

5)  (Arabcadaki) Mevsûl isimler [(Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir)],[82] [(...Onlardan mâadası ise size helal kılınmıştır...)][83] ayetleri gibi. Son âyetteki lafzı, (Kur'anda) bu ayetten evvel zikredilmiş evlenilemeyecek kadınlar haricindeki bütün kadınlara şâmildir. Keza Yüce Allah'ın [(...Sizin nezdinizdeki tükenir; Allah'ın nezdindeki ise bakî­dir)],[84] [(Kadınlarınız içinden artık âdetten (hayızdan) kesilmiş olanlar...)][85] [(Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin...)][86],[(...Şerlerinden, serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince: Onlara (evvela) öğüt verin...)][87] âyetleri yine bu cümledendir.

6) (Arabcadaki) istifham isimleri gibi. Mesela Yüce Allah'ın [(Kim Allah'a güzel bir ödünç verir...)][88] ay­eti bu kabildendir.

7)  gibi şart isimleri Mesela Yüce Allah'ın [(...Öyleyse içinizden kim o aya erişirse orucunu tutsun...)],[89] [(....Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir)][90],[(Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir...)][91], [(..îşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyor (idiy)se onu(n sevabını) görecek. Kim de zerre ağırlığınca şer yapıyor (idiy)se onu(n cezasını) görecek)],[92] [(Nerede olursanız olun velev tahkim edilmiş yüksek kalelerde bulunun, ölüm size çatıp yetişir...)].[93]

8) Nefy yahut nehy siyakında vârid nekre (olumsuzluk yahut yasağın ifade edi­lişinde yer alan belirsiz lafız). Mesela Yüce Allah'ın [(Onlardan ölen hiçbir kimseye ebediyyen duâ etme...)][94] âyeti ve ASSÜ Allah Rasûlünün [(Baba çocuğufnu öldürmesi) sebebiyle öldürülmez)], [(Vârise (murisin) vasiyet(i) caiz olmaz)], [(Zarar vermek ve zarara zararla mukabelede bulunmak yoktur)] hadîsi şerifleri buna misaldir. Böyle nekreden önce (den, dan manasına olan) harfi bulunmazsa bu nekre zahiren umum ifade eder. Fakat kendinden Önce ö- harfi bulunursa, hiçbir te'vîl kabul etmeksizin o zaman bu nekre kat'î olarak umum ifade eder. Mesela (hiçbir adam görmedim ve bana hiçbir kimse gelmedi ma­nasına, Arabca olarak) dediğimiz gibi.

Eğer nekre i.sbât siyâ-kmda vârid ise, umum ifade eden lafızlardan değildir. Me­sela Yüce Allah'ın [(- Allah size herhalde bir inek boğazlamanızı emrediyor...)][95] ayetinde olduğu gibi.

Fakat i.sbât siyâ-kmda vârid nekre, karine ile umûma delalet edebilir. Mesela Yüce Allah'ın [(Orada laze yemiş(Ier) onlann temenni edecekleri her şey onlarındır)][96] ayetinde kullara nîmet bahsedilmesi karînesiyle bütün taze yemiş nevilerine şâmildir.

Keza i.sbât siyâ-kında nekre, aynı zamanda bir şart ifadesi içindeyse yine umu­ma delalet eder. Mesela ("kim bana bir esir getirirse ona bir Dînâr var" manasına Arabca oîarak) cümlesindeki lafzı, her esîre şâmildir.

 

280) Erkeklere Olan Hitaba Dişilerin Dâhil Olduğu

 

Burada, erkeklere ve dişilere delalet etmeleri bakımından, cem" (çoğul) manası ifade eden lafızların muhtelif kısımlar arzettiğine dikkat olunmalıdır:

1) Bazıları kadınlara delalet etmeksizin sadece husûsen erkeklere delâlet etmekte yahut erkeklere delalet etmeksizin sadece husûsen kadınlara delalet etmekte, ancak cem" lafzının haricindeki bir delil ile hem erkek ve hem de kadınlara delalet etmek­tedirler. Mesela erkeklere mahsûs olan ve dişilere mahsûs olan lafızları gibi. Bu iki lafızdan her biri, lafzın dışında bir delil bulunmadan, diğerinin manasını ifade etmez.

2) Bazıları ise lafız olarak va-d" (kullanılma) bakımından erkek ve dişilere şâmildir. Bu lafızlar erkek ve dişilik alameti taşımayan lafızlardır  lafızları gibi.

3) Bazıları va-d"ları bakımından erkek ve dişiye şâmil olup, bir açıklama olma­dan ikisinden birine has kılınamayan lafızlardır:  ve  gibi.

4) gibi bazıları, salim müenne.s cem"de dişilik alâmetiyle kullanılır; gibi bazıları, salim mü.zekker cem"de erkeklik alâmetiyle kullanılır. Keza (erkekler cemâati yaptı) lafzında olduğu gibi erkek cem"lerinde harfinin kullanılışı ve ((dişiler cemâati yaptı) lafzında olduğu gibi dişi cem"lerde harfinin kullanılışı da böyledir. Acaba bu cenV'ler (çoğullar) bu iki sınıfı yani erkek ve dişileri kapsar mı, yoksa her cem", alâmetinin delalet ettiği şeye mi mahsusdur?

Cumhura göre her cem", alâmetinin delalet ettiği şeye mahsusdur. Delil olma­dan, erkeklere âid manaya kadınlar dahil olamayacağı gibi, delil olmadan kadınlara âid manaya da erkekler dahil olamazlar. Çünkü isimler müsemmâlara delalet etmele­ri için va-d" olunmuşlardır. Bu va-d" ve kullanış ile her nevin diğer neviden tefriki mümkin olmuştur. Şeriatın herkese şâmilliği karinesinde olduğu gibi bazen dişilerin erkek cem"a dahil bulunmalarım iktiza ettiren karineler mevcûd olabilir. Bazen de karîne bulunmadığı halde tağlîb (gâlib ve ekseriyet kılma) yoluyla dişiler erkeklere ilhak olunurlar: Yüce Allah'ın [(Hepiniz oradan inin dedik...)][97] ayetinde olduğu gibi.

Bazılarına göre mü.zekker cem'ler va-d" (manalarına ilk tâyin, tesbît, koyuş ve kullanış) bakımından dişilere de şâmildirler.

Esas alınmaya ve tercihe değer olan cumhurun görüşüdür.

 

281) Cem'in ifade Ettiği En Az Sayı Nedir?

 

Alimler (Arabçada) cem"in ifade ettiği en az sayının kaç olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Bu sayı acaba iki mi yoksa üç müdür? Cumhurca bu sayı ikidir. Buna eöre mecazî olarak değil, hakiki olarak iki sayısına cem" demek doğrudur. Bazı âlimler de bu sayının üç olduğunu, iki sayısına ancak mecazî manada cem" denilebi­leceği görüşündedirler. Her iki zümre de bir kısım deliller ileri sürmektedirler. Ter­cihe değer olan, cumhurun görüşüdür.[98]

 

282) Milleti (Ümmeti)ne Olan Hitaba ASSÜ Nebî Efendimizin Dâhil Olup Olmadığı

 

 [(Ey iman edenler)][99] [(Ey insan­lar)][100], [(Ey kullarım)][101] gibi Kur'an'daki hitabların şümulüne ASSÜ Peygamber Efendimiz de dahil midir? Cumhura göre dahildir, Bazılarına göre dahil değildir. Tercihe değer, cumhurun görüşüdür. Çünkü bu sığalar her insana ve her mü'mine şâmildir. ASSÜ Allah Rasulü insanların da, mü'minlerin de efendisidir. Bir delil bulunmadıkça bu hitabların dışında olamaz.

 

283) "Âmmın Ta-H-Sî-Si (Ta-H-Sî-Su V'âmm: Umum İfade Eden Lafzın Umumîliğinin Tahsisi)

 

Manasının bütün ferdlerini "âmmın kapsadığını, "âmm ile alakalı hükmün "âmmın bütün ferdleri için sabit olduğunu kaydetmiştik. Fakat Şeriat Sahibinin "âmmdan ibtidâen maksadının umum olmadığına yani mânasının bütün ferdlerini kapsamak, hükmün sübûtunun bütün ferdleri için olmadığına, bilakis ibtidâen mak­sadının "âmmın bazı ferdleri olduğuna ve hükmün sübûtunun da bu bazı ferdler hakkında olduğuna delalet eden delil bulunabilir, işte "âmmın ta-h-sî-sinden (Umumîliğinin husûsîleştirüip, şümullü olan manasının daraltılmasından) maksad budur. Şu halde ta-h-sî-s "âmmın bazı müsemmâlanna yani fcrdlerinc münhasır kılınmasıdır. Tahsise delâlet eden delile muhassıs (elmu-ria-s-sı-s yani tahsis eden) adı verilir.

Mesela Hanefîler gibi bazı fukahâ muhassısın "âmm ile birlikte ("amma mu-kârin) olması ve muhassısın bulunduğu kelâm (ifadc)dan ayrı (müstakil) bulun­masını şart koşarlar. Eğer muhassıs "amma mu-kârin değilse, muhassıs olamaz; nâsı-h (nesheden) olur. Keza (muhassıs) "âmmın lafzından ayrı (müstakil) olmaz İse -mesela istisna gibi-, muhassıs olamaz; buna, "âmmın umumîliğine mâni ve sadece bazıjerdlerine münhasır bırakılması denir ki işte bu -ka-sr (münhasırhk) delilidir.

Ancak cumhur, Hanefîlerin muhassısda koştukları şartları koşmamaktadırlar. Cumhura göre tahsîs, müstakil veya gayrı müstakil, "âmin olan nassa mu-kârîn olan veya "âmm nassa mu-kârin olmayan bir delille yapılabilir. Fakat bu delildeki şart, "âmm olan nass ile amel edilme vaktinden sonra vârid olmamasıdır. (Bu delil) aksi

halde muhassıs değil, nâsı-h olarak kabul edilir.[102]

Hanefîler dışındaki görüşe, yani cumhura göre tahsisin delili şu şekilde incele­nebilir:

 

284) Tahsis Delili

 

Âmmı tahsîs eden deliller iki nevidir: 1) Muttasıl (bitişik), 2) Munfasıl (müstakil). Muttasıl delil, kendi başına müstakil değildir. Bilakis "âmm ile birlikte zikrolunmustur; manası kendisinden önceki lafızla alakalıdır; ve "âmm olan kelim­eye şâmil kelâmın bir parçasıdır. Müstakil delil ise, başlı başına müstakil (ve ayrı) olup, "âmm lafza şâmil kelamın bir parçası değildir.

 

285) Munfasıl Yani Müstakil Olan Muhassısın Nevileri

 

Bu muhassıs dört nevidir: 1) Âmm ile muttasıl (bitişik), müstakil kelam, 2) Âmmdan ayrı (munfasıl), müstakil kelam, 3) Akıl ve 4) Örf.

Birincisi, "âmm İle Muttasıl, Müstakil Kelâm

Müstakil demek, tek başına tam olan demektir. Amma muttasıl demek, "âmm ile birlikte zikredilmiş, "âminin akabinde yer alan demektir. Mesela Yüce Allah'ın [(Öyleyse içinizden kim o aya erişirse orucunu tutsun...)][103] ayeti gibi. Âyetteki umumîlik Ramazan ayına her erişene şâmildir. Böyle şahısların oruç tutmaları bu ayete göre farzdır. Fakat bu umumilik, kendinden sonra­ki, kendine muttasıl, müstakil bir kelâm ile, hasta ve yolcu olmayanlarla tahsîs edil­miştir. Yukarıdaki umum ifade eden ayetin hemen akabinde Yüce Allah'ın şu âyeti yer alır: [(...Kim de hasta olur yahut yolcu olursa, o halde başka-günlerde oruç tutamadığı günler sayısınca -orucunu kaza etsin-)].[104] Şu halde, Ramazan ayına erişmiş olana orucun farz olduğu hükmündeki nassın umumiliği, hasta ve yolculara şâmil değildir.

 

İkincisi, "Âmmdan Ayrı (Munfasıl) Müstakil Kelâm

 

Kendisi tam olan fakat, "âmm lafzın bulunduğu nassla bağlantısı olmayan kelâmdır. Mesela Yüce Allah'ın [(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerIer...)][105] ayetindeki tabiri, zifafa girmiş veya girmemiş her türlü boşan­mış kadına şâmil olan "âmm bir ifadedir. Buna göre, zifaftan önce veya sonra (fakat nikah akdinden sonra) boşanmış kadınların üç hayız ve temizlenme müddeti iddet beklemeleri farzdır. Fakat bu umumilik, bu meselede muhassıs olan Yüce Allah'ın

[(Ey iman edenler, mü'min kadınları nikahlayıp da sonra, kendilerine dokunmadan onları boşadığmız zaman sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur..,)][106] ayeti ile "zifafa girmiş ve boşanmış kadınlar" olarak tahsis edilmiştir. Yani bu ikinci ayet, birinci ayeti (nassı) sadece zifafa girmiş kadınlara tevcih etmiş, onlar haricindeki kadınları şümulüne almasına mani olmuştur. Yine Yüce Allah'ın  [(Boğazlanmayarak ölen hayvan eti size haram kılınmıştır)][107] ayeti, bu du­rumdaki bütün hayvanlar hakkında "âmmdır. Boğazlanmayarak ölen hayvanların et­lerinin hükmü de bu ayete göre haramdır. Fakat bu umumi hüküm ASSÜ Allah Ra-sulünün  [(-Denizin-suyu temizleyici ve Ölmüş olan hayvanlarının etleri de) helaldir)] hadîsi şerîfiyle, deniz hayvanlarının ölüsü haricindeki ölü hayvanlar ile tahsis edilmiştir. Yüce Allah'ın zina iftirası ve bunun cezasına dair ayetleri de bu mevzuya misal teşkil eder. Ayetler şunlardır:

 [(Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadıyla) iftira atan, sonra (bu hususta) dört şahid getirmeyen kimseler(in her birin)e de seksen deynek vurun. Onların şâhid-liklerini ebediyyen kabul etmeyin. Onlar fâsıkların ta kendileridir. Meğer ki bu (ha­reketten) sonra tevbe (ve rucû) ve (hallerini) ıslâh ederler. Çünkü Allah çok yarlığa-yıcı, çok esirgeyicidir)].[108] Bu nass iftirâcılann umumuna şâmildir. Çünkü tabiri "âmm olduğundan, şümulüne iftirâcılann hepsi: Kanlarına (zina hususunda) iftira eden kocalar olsun, başkalan olsun, dahildirler. Keza [( cul- tabiri de "âmm olduğundan şümulüne, iftiracıların kanları olsun veya olmasın kendilerine if­tira edilen kadınlar girmektedirler. Bu umum ifadesinin hükmüne göre iftiracı (karısına iftira eden bir) koca olsun veya başka birisi olsun, aleyhine iftira (cezası olan) herkese .hadd cezasının tatbiki icabeder. Fakat bu nassdan anlaşılan bu umumi hüküm, Yüce Allah'ın

 [(Zevcelerine zina isnâd eden ve kendilerinin kendilerinden başka şahidleri de bu­lunmayan kimseler(e gelince:) onlardan her birinin (yapacağı) şâhidlik, kendisinin hakikaten sadıklardan olduğunu Allah'a yemin (ile) dört (defa ifade ve tekrar edeceği) şâhidliktir. Beşinci (şehâdet)de eğer yalancılardan ise Allah'ın laneti mu­hakkak kendisinin üzerine (olmasını ifade etmesi)dü\ O (kadın)ın billahi onun (yani kocasının) muhakkak yalancılardan olduğuna dört (kere) şehâdet etmesi, beşincide de eğer kocası sâdıklardan ise muhakkak Allah'ın gazabı kendi üzerine (olmasını söylemesi) o kadından bu cezayı def eder.)] [109] ayetleriyle tahsis edilerek, o hüküm sa­dece zina iftirasında bulunan koca olmayan şahıslara münhasır bırakılmış, kanlarına zina isnad eden kocalar ise, muhassıs nassm şümulüne girmişlerdir. Bunlar (izahlar) cumhurun görüşüne göredir. Çünkü onlar muhassısın, "amma mu-kârin (yakın ve bir arada) bulunmasını şart koşmam aktadırlar.

Hanefîlere göre bu tahsis değildir; cüz'î (yani kısmen) bir nes-hdir. Yani Ha-nefîlere göre ikinci nass,"âmmın hükmünden kocaların kanlarına zina isnad etmele­riyle alakalı kısmını nes-hetmiş, böylece kocalar hakkındaki "âmmın hükmünü ibtâl ederek, sadece kocalara, hususi bir hüküm tahsis etmiştir.

 

Üçüncüsü, Akıf

 

Akıl, şer"î mükellefiyetlere şâmil bütün nassların, küçükler ve deliler gibi mükellefiyete ehil olmayanların dışında, mükellefiyet ehliyetindekilere münhasır-lıklarını tahsis etmeye delil olabilecek bir varlıktır. Şeriat akıl delilini te'yîd ederek mükellefiyetin illetini, daha önce de kaydettiğimiz gibi, akıl ile beraber bulûğ olarak kabul etmiştir.

Yüce Allah'ın [(Dosdoğru namaz kılın)][110] ve [(Size oruç farz kılındı)][111] gibi şer"î mükellefiyetler hakkındaki umumi nasslarının hepsi küçükler ve deliler haricindeki şahıslar ile tahsis edilmiştir. Mu-hassıslan akıldır. Şeriat da aklın gösterdiği bu hükme delalet etmektedir.

Mükellefiyetlere şamil olmayıp, aklın ta-h-sî-slerine hükmettiği umumi nasslar da böyledir. Mesela Yüce Allah'ın [(Allah her şeyi yara­tandır...)][112] ayeti, Celîl olan Allah'ın dışındaki şeyler ile (akıl tarafından) tahsis edil­miş (ve böylece -hâ-s-s olmuş)tir: Allah yaratılmış değildir; dâim ve bakîdir.

Keza Yüce Allah'ın [(... Allah her şeye hakkıyla kadirdir)][113] ayetindeki kudret, yukarıda da beyan edildiği üzere, Allah'ın kendi kendini yaratmasına şâmil değildir. (Yani bu kudret, Allah'ın kendini yaratmasının dışındaki şeylere kadir olmakla, akıl tarafından tahsis edilmiştir).

 

Dördüncüsü, Örf

 

Mâliki Mezhebine göre örf, "âmm lafzı tahsis edebilir. Karâfî (el-karâfî) şöyle diyor: Umumu tahsis eden âdetlerimiz vardır. Örf ile tahsis edilen umûma (Mâlikîler) Yüce Allah'ın şu ayetini misal veriyorlar [(Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirir-ler. (Bu hüküm) emmeyi tamam yaptırmak isteyen(Ier) içindir,..)][114] Bu ayet, çocuklarını emzirmemek, adetlerinden olmayan anneler ile tahsis edilmiştir. Keza şunlar da Örf ile tahsise misaldir:

1) ASSÜ Allah Rasulünün [(Yiyecek maddesinin, kendi cinsinden yiyecek maddesiyle, biri az diğer fazla oldukları halde değişimi yasaktır)] hadîsi şerîfindeki umum ifade eden tabiri, ASSÜ Allah Rasûlü devrindeki örfde, kendisine  ismi verilen şeyler ile tahsis edilmiştir. Bazı âlimlerin görüşü böyledir.

2) Yüce Allah'ın bazı zâlim milletleri helak eden rüzgâr hakkında [(O, Rabbının emriyle her şeyi helak edecektir...)][115] ayeti, hemen kendi­sinden sonra gelen Yüce Allah'ın [(...işte onlar o hale geldiler ki meskenlerinden başka bir şey görünmez oldu...)][116] ifadesinin delalet ettiğine göre, Öyle bir rüzgâr âdeten neleri helak ederse, onların hepsini helak ettiği manasındadır.

3) Keza Yüce Allah'ın Sebe' Melikesi (Belkıs) hakkındaki [(...Kendisine her şey verilmiştir...)][117] ifadesi, "kendisi gibi iktidar sahibi hükümdarların (örfen) ellerinde bulundurabildikleri şeylere sahib olduğu" şeklinde (örfün tahsisiyle) anlaşılmaktadır.[118]

4) "Hayvanlar" tabirinin sadece "atlar" için kullanıldığı bir memlekette adamın biri "hayvanlarını bir şahsa vasiyet etse", umum ifade eden hayvanlar tabiri, o mem­leket örfüyle tahsis edilir; ve vasiyet sadece "atlarına" has kılınır. Varsa öküz, inek, koyun, keçi v.s. gibi diğer hayvanları bu vasiyetin haricinde kalır.

 

286) Muttasıl Yani Müstakil Olmayan Muhassıs8 Ve Nevileri

 

Bu, daha önce de söylediğimiz gibi, "âmm lafzın bulunduğu nassm ibaresinin bir parçasıdır. Şu halde tek başına tam bir kelam değildir. Bu muhassısm muhtelif nevileri vardır:

Birincisi, İstisna (el'isti.sna)

İstisna (Arabcada) yahut emsali harflerle,[119] medlulünün muttasıl olduğu cümleye kasdedilmediğini gösteren, tek başına bir müstakillik taşımayan, bir cümleye muttasıl kelamdan ibarettir; ve istisna ne şart, ne sıfat ve ne de ğâyehdir. İstisna sığalarından bazıları şunlardır: 1)  -en meşhurları budur-, 2)  3) fit, 4)

lit , 5), 6)  ve benzerleri.

istisnanın sıhhati için, istisnanın ikisi arasını ayıran ve bölen hiçbir şey (lafız) bulunmaksızın müste.snâ minh ile istisnanın, (kendisinden istisna edildiği şey) mut­tasıl (bitişik) yahut muttasıl hükmünde olması şarttır.

(Bu şarta uymayip, muttasıl olmayıp da) istisna munfasıl (ayrı) olursa, o zaman bir ay uzadığı takdirde, böyle munfasıl istisnanın da sıhhatli olduğu şeklinde bir görüş varsa da bu tercih olunamayacak bir görüştür. Tercihe değer olan yukarıda zikrettiğimiz görüştür; ve fakihlerin cumhuru da onu kabul etmiştir.

Muhassıs olan, muttasıl istisnaya misaller:

1) Yüce Allah'ın [(...Meğer ki aranızda (elden ele) devredeceğiniz ve peşin yaptığınız bir ticaret olsun! O zaman bunu yapmamanızda size bir vebal yoktur...)][120] sözü, bu aye­tin başında Allah'ın borçların yazılması emrini, tahsis eden bir istisnadır.

2) Yüce Allah'ın [(Kalbi iman üzre (sabit ve) mutmain (ve müsterih) olduğu halde (cebir, zor ve) ikraha uğratılanlar (zorlananlar) müstesna olmak üzere kim imanından sonra Allah'ı tanımazsa...)][121] ayeti. Burada istisna, "âmm bir ifade olan sözünü, "kendi irade, ihtiyar ve rızasıyla tanımayanlar" ile tahsis etmiştir. Fakat zorla tanımamazlık eden (küfreden) ise kâfir olmamaktadır.

3) Yüce Allah'ın

 [(Onlar ki Allah'ın yanma başka bir tanrı daha (katıp) tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Kim bunlar(dan birini) yaparsa ceza görür. Kıyamet günü de azabı katmerleşir ve o (azabın) içinde hor ve hakir ebedî bırakılır. Meğer ki (şirkten) tevbe ve iman edip iyi amel (ve hareket)de bulu­nan kimseler ola. işte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok varlığayıcı, çok esirgeyicidir)][122] ayeti. Ayete göre, zikri geçen kötü şeyleri yapıp da sonra tevbe ve iman etmeyip, iyi hareketlerde bulunmayanlar ceza göreceklerdir.

Burada şunu da açıklamak faydalı olacaktır: istisna eğer birbirlerine atfedilmiş cümlelerden sonra bulunursa o takdirde, (mezkûr cümlelerden birine) mahsus olduğuna dair delil bulunmazsa, bütün cümlelerin hepsine birden râcîdir. Bazılarına göre ise bu durumda istisna, umuma şamil olduğuna dâir delil bulunmazsa, sadece son cümleye râcîdir. Buna misal olarak şunları gösteriyorlar: Yüce Allah şöyle bu­yuruyor. [(Namuslu ve hür ka­dınlara[123] (zina isnadıyla) iftira atan, sonra (bu hususda) dört şahid getirmeyen kimse­lerin her birine) de seksen deynek vurun. Onların ebediyyen şâhidliklerini kabul et­meyin. Onlar fâsıklann ta kendileridir, Meğer ki bu (hareketlerden) sonra tevbe (ederek dönerler) ve (hallerini) ıslâh ederler...)].[124] istisna sadece son cümleye râcîdir şeklindeki ikinci görüş sahihlerine göre burada istisna sadece a râcîdir;

ifadesine râcî değildir. Birinci görüş sahihlerine göre de burada istisna sadece  a râcîdir. Hüccetleri şudur: Delil istisnayı bu ayette son cümle ile tahsis etmiştir. Diğer bir misal de Yüce Allah'ın hatâen insan Öldürmeye dâir olan [(...Kim bir mü'mini yanlışlıkla Öldürürse mü'min bir köleyi azad etmesi ve (ölenin) ailesine (mirasçılarına) teslim edilecek bir diyet (kan bahası) vermesi lazımdır. Meğer onlar (o diyeti) sadaka olarak bağışlamış olsunlar...)][125] âyetidir. Ayetteki is­tisna e değil e râcîdir. Çünkü son cümledir, ikinci görüş sahihlerine göre istisna sadece son cümleye rucû etmektedir. Birinci görüş sa-hiblerinc göre ise delilin,diyetle istisnanın tahsis edildiğine delaleti sebebi ile istisna yine e râcîdir.

 

İkincisi, Sıfat (E-S-Sıfah)

 

Şevkânî'nin de dediği gibi buradaki sıfattan "manevî sıfat" kasdedilmektedir. Maksad Arabca Nahiv (syntax, söz dizimi) Ilmi'nde zikri geçen sadece na"t değildir. Mesela Yüce Allah'ın

 [(Analarınızla...kendileriyle (zifafa) girdiğiniz kanla­rınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız (ile evlenmeniz) size haram edildi...)][126] ayetinde kendileriyle evlenmenin haram kılındığı üvey kızlar sadece, ana-larıyla zifafa girilmiş olanlara münasırdır.

Birden çok olan cümlelerden sonra sıfat bulunursa, sıfatın en son cümleye mi yoksa bütün cümlelere mi âid olduğu meselesi, aynen istisnanın rucûu meselesi gibi­dir.

 

Üçüncüsü, Şart (eşşar-t)

 

Ğazzâlî'nin de dediği gibi şart, şart koşulan şeyin (meşrû-tun) onsuz var ol­madığı ve kendisinin varlığının, meşrû-tun var olmasını icabettirmediği şeydir. Sığaları fazladır. Şart manasına olan (eşşar-üyyeh) ı bunlardandır. Misal olarak şu ayetler gösterilebilir: [(Çocuklarınızı (başkalarına) emzirtmek isterseniz meşru sûretde verdiğiniz (emzirme ücretin)i teslim etmek (ödemek) şartıyla yine uhdenize vebal yoktur...)][127]. Ayette, nefy siyakında nekreliği sebebiyle "âmm olan ın nefyi (yani vebalin olmaması), ayetteki şart ile meşruttur (şart koşulmuştur). Yani vebalin olmaması sadece bu durumdadır. Başka bir ayette Yüce Allah şöyle buyuruyor:

[(Zevcelerinizin çocuğu yok ise, terekesinin yarısı sizindir... Eğer çocuğunuz yoksa bıraktığınızdan dörtte biri zevcelerinizindir...)][128] Buna göre ayetteki, miras hakkı olarak terekenin dörtte bîri ve yarısı, müteveffanın çocuğunun olmaması şartına bağlıdır.

 

Dördüncüsü, Ğâyeh (etğâyeh)

 

Ğâyeh, bir şeyin nihayetidir; sonudur, sinindir, hudududur; ve hükmün nihayet­ten Önce sabit olmasını ve nihayetten sonra bulunmamasını (intifâını) icabettirir. Ğâyeh sığaları (Arabcada) ve dır. Gayenden sonraki hükmün

ğâyehden önceki hükme muhalif olması şarttır. Ğâyeh, ya bir tek cümlenin hemen akabinde olur, ya da birden fazla cümlelerden sonra bulunur. Ğâyeh bir tek cümlenin akabindeyse, ğâyeh bir tane ise bu durum, hükmün ğâyehden önceki kısma mahsûs olduğunu ve ğâyehden sonraki kısmın, lafzın (ifadenin) "umûmundan hariç bırakıldığına delalet eder. Mesela "Mezuniyetlerine kadar fakülte talebelerinin masraflarını karşıla." ifadesi gibi Ğâyeh, bir tek cümlenin akabinde ise, fakat ğâyeh birden fazla (müte"addid) ise: a) Eğer ğayehlerin vürûdu "a-tıf Vâv'i ileyse yani ğâyeh cem" üzerineyse hüküm ğâyehlerden önceye mahsûsdur. b) Eğer ğayehlerin vürûdu ta-hyîr harfi ileyse yanı ğâyeh bedel üzerine ise hüküm ğâyehlerden (herhangi) birine mahsûsdur. Mesela  "Mezun oluncaya ve memleketlerine (gitmek üzere) yola çıkıncaya kadar fakülte talebelerinin masraf­larını karşıla" ifadesinde hüküm mezuniyetlerinden ve memleketlerine (gitmek üzere) yola çıkmalarından önce talebelere mahsûsdur. Masraflarının karşılanmasının durdurulması için, memleketlerine (gitmek üzere) yola çıkmaksızın sadece mezuniy­etleri kâfi değildir. Fakat durum "Mezun oluncaya yahut memleketlerine (gitmek üzere) yola çücıncaya kadar fakülte talebelerinin masraflarını karşıla" ifadesinde değişiktir. Bu son ifadede (hüküm yani) talebelerin masraflarının karşılanması, mezuniyetlerinden Önceye ya­hut memeleketlerine (gitmek üzere) yola çıkmakdan önceye mahsûsdur: Mezuniyet ve yola çıkmak olan buradaki iki ğâyehden herhangi birisinin tahakkuku halinde masrafların karşılanması durur.

Alimler ğâyehin muğayyâya (yani ğâyehin sonunu, bitimini, nihayetini gösterdiği şeye) dahil olup olmadığında ihtilaf halindedirler. Bazısı, ğâyeh kendin­den evvelki şeye (muğayyâya) dahildir, derken diğer bazıları dahil olmadığı görüşündedirler. Mesela Yüce Allah'ın

[(Ey iman edenler namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar el­lerinizi yıkayın...)][129] ayetinde [(yıkamaya dahil midir, değil midir? Bazı ulemâya göre dahildir; bazısına göre dahil değildir, ihtiyat dahil olmalarını icabetti­rir.

 

287) "âmm Lafzın Delâleti

 

Daha Önce de kaydettiğimiz gibi "âmm, (şumulündeki) bütün ferdlerinin tam­amına (itiğrâ-k yoluyla) delalet eder. Fakat alimler "âminin bu şümule delaletinin -ka-t"î mi yoksa -zannî mi olduğunda iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

1)  Hanefîlerin de dahil olduğu bir kısım alimlere göre ta-h-sî-s olunmadıkça "âmmın ferdlerifıde delaleti katidir; tahsis olunursa "âmmin bakî kalan ferdlerine delaleti kat'î değildir; zannîdir. Bu görüş sahihlerinin "âmm lafız için kabul ettikleri kat'iyyetin manası, mutlak olarak tahsis ihtimalinin ortadan kaldırılması değil, delil­den neş'et eden tahsis ihtimalini ortadan kaldırmaktır. Eğer "âmmın tahsisine dair bir delil yoksa, "âmmın kat'î olarak umûma delaleti bakîdir.

2) Cumhura göre, la-h-sî-sden önce de, sonra da, "âmmın bütün ferdlerine şâmil oluşuna delaleti -ka-t"î değildir; -zannîdir.

288) Birinci görüş sahihlerinin (Hanefîlerin) delilleri şudur: "âmm olan lafız dil itibariyle, bütün ferdlerini kapsayıp içine (ve şümulüne) alsın diye va-d" olunmuştur.

arnm lafzın hakîki manası budur. Onun için "âmm lafız söylenince bu hakiki ma­nası anlaşılmalıdır, "âmmın tahsisine, bazı ferdlerine münhasır olduğuna dair bir delil bulunmadıkça, "âmmın mezkûr hakiki manasından başka bir manada anlaşılması caiz olamaz. Herhangi bir delil bulunmadan "âmmın tahsîs edilme ihtimâli, hiçbir Kıymet ifade etmez; hiçbir itibarı yoktur. Bu bakımdan delil olmadan sadece "âmmın tahsis ihtimali, "âmmın ferdlerine şümulünün katiliğine tesir edemez. Mezkûr ihti­mal kuruntu ve vehim kabilinden bir şeydir. Kuruntunun da kuruntuya kapılmanın da hiçbir kıymeti yoktur.

289)  ikinci görüş sahiblerinin yani cumhurun delilleri ise şudur: içinde "âmm lafızların bulunduğu şer"î nasslann isti-krâı göstermiştir ki, "âmm lafız gâliben tahsîs edilmektedir. Pek az istisnalar hariç, tahsis edilmeyen "âmm yoktur. Hattâ alimler arasında "bir kısmı tahsîs edilmemiş "âmm yoktur" tabiri şöhret bulmuştur, "âmm olan lafzın tahsisi ekseriyetle şuyû bulmuşsa, tahsîs ihtimâli de kuruntu ve ve­him değildir. Netice itibariyle "âmmın istiğrâ-ka (kapsam ve şümule) delaleti kat'î olmaz.

 

290) "âmm Olan Lafzın Delâletindeki ihtilâfın Neticesi

 

Alimlerin, "âmmın delâletindeki kuvvet hakkındaki yani delaletinin zannî veya kat'î olması hususundaki görüş ayrılıkları, şu iki mevzuda da ihtilaf etmelerine sebeb

olmuştur:

A) Kur'anın "âmm ifadelerinin, â.hâd haberlerin -hâ-s-sı ile ta-h-sî-s edilmesi: Alimler Kur'andaki "âmm lafzın Kur'an ile veya Mütevâtir Sünnet ile tahsîs edilebi­leceğinde müttefiktirler. Fakat â.hâd Sünnet ile tahsîs edilip edilemeyeceğinde ittifak etmemişlerdir. Çünkü Kur'anın sübûtu kat'îdir; fakat â.hâd Sünnetin sübûtu zannîdir. Zannînin ise kat'îyi tahsîs kuvveti yoktur. Bu, Hanefîlerin görüşüdür. Onlara göre Kur'anın "âmmının â.hâd Sünnetle tahsisi mümkin değildir. Kur'anın "âmmı, ancak kendi kuvvetindeki bir mu-ha-s-sı-s ile tahsîs olunabilir, da ya Kur'an nassıdır, ya­hut Mütevâtir Sünnettir, "âmmın delaleti, tahsîsden sonra zannî olduğundan kendisi­ni, zannî olan bir muhassıs -mesela â.hâd haberler gibi-, tahsîs eder. Hanefîlere göre "âmmın tahsîsi, kendisinden muradın ve maksadın ne olduğunu beyan ve açıklama kabîlindendir. Onun için açıklayıcı, açıklanan kuvvetinde veya daha kuvvetli bir şey olmalıdır.

Hanefîlerin dışında kalanlara yani âlimlerin cumhuruna göre Kur'andaki "âmm lafız, â.hâd Sünnetteki -hâ-s-s lafız ile ta-h-sî-s olunabilir. Çünkü â.hâd haber, sübût bakımından zannî ise de, -hâ-s-s olduğundan delalet bakımından kat'îdir; ve Kur'anın "âmm olan lafzı sübût bakımından kat'î ise de delalet bakımından zannîdir. Böylece Kur'anın "âmmı ile â.hâd haberin -hâ-s-sı birbirlerine muâdil ve denk olurlar. Bun­dan dolayı Kur'anın "âmmının, â.hâdın -hâ-s-sı ile tahsîsi caizdir.

â.hâd haberlerle Kur'anın "umûm ifade eden lafızlarının tahsisine dâir misaller:

1) Yüce Allah'ın [(Boğazlanmayarak ölen hayvanın (murdar hayvanın ve İaşenin) eti size haram kılındı...)][130] ayeti ASSÜ Nebî Efendimi­zin [(-Denizin- suyu temiz ve temizleyici, ölüsü de helaldir)] hadîsi şerîfiyle tahsîs olunmuştur.

2) Kur'anın miras ayetlerrndeki mirasçının "umûmunu, ASSÜ Peygamber Efen­dimizin [(Müslüman millet mensûblan ile islâm Milletinden olmayanlar arasında miras hukuku ceryan etmez)] hadîsi şerîfiyle  [(-Murisini öldüren- katil, miras alamaz)] hadîsi tahsîs etmiştir.

3) Yüce Allah'ın [(Erkek hırsızla kadın hırsızın... ellerini kesin...)][131] ayetinin "umûmunu, ASSÜ Peygamberimizin [(Dörtte bir dinardan azında (hırsızlık sebebiyle uzuv) kes­mek yoktur)] hadîsi şerifi tahsîs etmektedir.

4) Yüce Allah'ın [(...Onlardan mâadası ise -nâmuskâr ve zinaya sapmamış (insanlar) ha­linde (yaşamanız şartıyla) mallarınızla (mehir vermek veya satın almak suretiyle) ara(yıp nikahla)mamz için- size helal kılınmıştır...)]2 ayetinin "umûmunu, ASSÜ Allah Rasûlünün [(Kadm, halasının ve teyzesinin üzerine (aynı anda aynı erkeğin kanlan olarak) nikahlanamaz)] hadîsi şerîfiyle tahsîs olunmuştur.

Şu halde Kur'anın umûmunun â.hâd Sünnet ile tahsisinin vuku bulmuş olması ve delil olarak da bu vakıanın ileri sürülmesi, Kur'anın umûmunun â.hâd Sünnetle tahsisinin sıhhatine delildir.

Hanefîler, cumhurun İleri sürdüğü delillere karşı şunları söylüyorlar: Yukarıdaki hadîslerle tahsisin yapılmasının iki sebebi vardır:

a) Ya Kur'anın "âmmı, kat'î bir delil ile lahsîs olunmuş ve geriye kalan ferdlerine delâleti zannî olmuştur; (ve bu durumda) geriye kalan ferdlerde "umûmun zannî bir delille tahsîsi caizdir. Mesela Yüce Allah'ın [(...onlardan mâadası ise...size helâl kılınmıştır)][132] ayetinde bulunan lafzı âmmdir. Müşrik kadınların ve müşrik olmayan kadınların umûmuna şâmildir. Fakat (buradaki lafzı) Yüce Allah'ın [(...Allah'a eş tanıyan (müşrik) kadınlarla... evlenmeyin...)][133] ayetiyle tahsîs edilmiştir. Bu tahsîsden sonra (ayetteki umum ifade eden lafzı), mesela [(Kadın, halasının ve teyzesinin üzerine (aynı anda aynı erkeğin karıları olarak) ni­kahlanamaz)] hadîsi gibi â.hâd haberle, zannî bir delil ile tahsîsi kabul eder.

b) Ya da yukarıdaki (cumhur tarafından delil gösterilen) hadisler meşhur, mus-tefî-d Sünnettendir. Meşhur Sünnet ile Kur'anın "âmmı tahsîs olunabilir.

Doğrusu, Kur'anın â.hâd Sünnetle tahsîs olunduğu bir vakıadır. Alimler bu husu­su delillerle göstermişlerdir. Tahsîs eden hadislerin Meşhur olduğu şeklindeki Ha­nefîlerin iddiası kabul edilemez. Bu hususda Hanefîlerin delili yoktur. Çünkü (muhassıs olan) bazı â.hâd hadislerin Meşhur oldukları doğruysa da, hadîs alimlerinin izah ettiği üzre (muhassıs) diğer hadîsler (Meşhur değil) â.hâddırlar.

Şunu da söyleyelim ki, Sünnet bahsinde de zikrettiğimiz gibi, cumhura göre â.hâd haberlerden olan Meşhur Sünnet, Hanefîlere göre Kur'anın "âmmıni tahsis ed­ebildiği için, cumhurla Hanefîler arasındaki görüş ayrılığının hududu daralmaktadır.

291) B) "âmmın hükmü -hâ-s-sın hükmüyle ihtilaf ettiğinde, birinin hükmü diğerinin hükmünün muayyen bir meseledeki delâletine ters ise: Birinci görüş sahih­leri yani "âmmın delaleti katidir diyenlere (Hanefîlere) göre ikisi arasında te"âm-d vardır. Zira her ikisinin de delaleti katidir. Bu durumda, hâss ile âmmın (nuzûl veya) vurûd zamanlan birbirinden ayn değil ise (birbirine zaman bakımından muk-terin oldukları biliniyorsa) hâss âmmı tahsis eder. Fakat vurûd (veya nuzûl) bakımından hâss, âmrndan sonraysa, âmmı bazı ferdlerinde nesheder. Fakat hâss ile âmmın vurûd (veya nuzûl) zamanlan mechûl ise, tercî.h kaidelerine göre ikisinden tercihe şâyân olan (râcı.h) ile amel olunur. Eğer (ikisinden biriyle amel etmeyi sağlayacak bir tercîh unsuru ve) muraccı.h yok ise biri diğerini amelden düşürür; her ikisiyle de (istidlal ve) i.hticâcda bulunulamaz.

İkinci görüş sahibleri yani âmmın umûma delaleti zannîdir diyenlere göre hâss ile âmm arasında te"âru-d yoktur. Zira (onlara göre) hâssın delaleti kati, âmmın de­laleti zannîdir. Kat'î zannîye tercîh (ve takdîm) olunduğundan, zanniyle değil kat'iyle amel olunur. Yani tarih bakımından hangisinin daha evvel (vârid veya nazil) olduğunu bilsek de, bilmesek de hâsa ile âmm (bu durumda) tahsis edilir. Şâfiîler, Hanbelîler ve bunlara muvafık olanlann görüşü budur.

Mesela ASSÜ Allah Rasûlü [(Göğün (semânın) suladığının (zekât olarak) onda biri verilir)] ve [(Beş ves-k[134] den az olan (toprak mahsullerimden zekât verilmez)] buyurmuştur. Bi­rinci hadîs âmmdır; mahsûlün azına da çoğuna da şâmildir. Buna göre mahsûl az ol­sun, çok olsun onda biri zekât olarak verilir. İkinci hadîs (âmm değildir) hâssdir; ne hakkında vârid olmuşsa sadece ona şâmildir. Yani sadece beş ves-klık (veya daha çok) mahsûle şâmildir; daha azına şâmil değildir. Cumhur ikinci hadîsle amel etmişlerdir. Zira ikinci hadîs hâssdir ve delati kat'îdir. Birinci hadîs âmm olup, (onlara göre) delaleti zannî olduğundan kendisiyle amel etmemişlerdir. Böylece cumhur, "beş ves-kden az toprak mahsulâtından zekât vermenin farz olmadığı" görüşüne varmışlardır.

Birinci görüş sahibi olan Hanefîler, âmm olsa da, delaleti hâs gibi kati olduğundan dolayı, mahsûlün azında da çoğunda da zekâtın verilmesini icabettir-diğinden birinci hadîs ile amel etmişlerdir. Vucûb hususunda ihtiyatlı olmak gerek­tiğinden ikinci hadisle değil, birinci hadisle amel tercîhe şayandır. Aynca birinci hadîs diğerinden daha meşhurdur; ve onunla amel etmek fakirler için daha fay­dalıdır.

 

292) "Âmmın Nevileri

 "Âmm Üç Kısımdır:

 

a) Kendisiyle -hu-sû-sun kasdedilme ihtimâlinin olmadığına dair delilin bulunduğu, "umûma kat'î bir şekilde delalet eden "âmm. Faraza Yüce Allah'ın [(Yerde yürüyen hiçbir canlı hariç olmamak üzere nziklan Allah'ın üstünedir)] [135]ayeti gibi.

b) Kendisiyle bütün ferdlerinin değil, bazı ferdlerinin kasdedildiğine dair delil bulunduğu için, kat'î olarak kendisiyle husus kasdedilen "âmm. Mesela Yüce Allah'ın:

1)  [(...Ona gücü yetenlerin Kabe'yi hacc (ve ziyaret) etmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır...)][136],

2) [(Namazı dosdoğru kılın...)][137],

3)  [(...öyleyse içinizden kim o aya (Rama-zan'a) erişirse orucunu tutsun...)][138] buyurduğu ayetleri bu kabildendir. Birinci ayette­ki tabiri, ikinci ayetteki [(lafzındaki cemâ"at zamîri ve üçüncü ayetteki  ifadesi, "umûm lafızlanndandır. Fakat bunlar ile mükelleflerin hepsi değil, bazıları kasdedilmektedir. Ehliyeti bulunmayan deliller ve benzerlerini insan aklı bu mükellefiyetin dışında mütâlâa ettiği gibi, hadîs ile de mükellefiyet hârici bırakılmışlardır. ASSÜ Peygamberimiz şöyle buyuruyor[(Şu üç kişiden mes'ûliyet kaldırılmıştır: Bulûğa erinceye kadar çocuktan, aklı başına gelene kadar deliden ve uyanıncaya kadar uyuyandan)].

4) Keza Yüce Allah'ın [(...o ateşin tutarağı (odunu, çırası, ocaktaşı) insanlarla o taştır..)][139] ayetinde dan maksad : [(Şübhe yok ki kendileri içirt bizden en güzel (bir saadet ve cennet müjdesi) takdîr edilmiş olanlar, işte bunlar cehennemden uzaklaştırılmışlardır)][140] ayetinin delalet ettiği üzere hepsi değil, bir kısmıdır.

c) Mutlak "âmm ("âmmun ma-h-sû-s). Tahsisinin muhtemel olmadığına dair karinesi bulunmayan, "umûma delaletinin olmadığına dair de karinesi bulunmayan ("umûma delâletinin ve tahsis ihtimalinin bulunmadığına dâir karinesi olmayan) mutla-k "âmmdır. Mesela Yüce Allah'ın

 [(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti bekler­ler...)][141] ayeti gibi.

 

293) Beşerî Kanunlardan "âmm ve Tahsise Dâir Misaller

 

a) "amma Dâir Misaller:

 

Irak Medenî Kanununun 7. maddesinde "Kim hakkını gayn meşru bir şekilde kullanırsa, tazminden mükelleftir" der. "Kim: tabiri, umum ifade eden lafız­lardan olduğundan "âmmdır.

Irak Ceza Kanununun 253. maddesi "Her kim yalancı şâhidlikte bulunmak için bir şey isterse yahut alırsa yahut hediye kabul ederse yahut bulunulan vaade razı olursa, kendisi, o şeyi veren veya vaadde bulunan yahut buna vâsıta olan, rüşvet ya­hut yalancı şâhidlik cezalarının hangisi daha ağırsa onlarla cezalandırılırlar" der. Bu­rada "her kim: tabiri umum ifade eder. Zira "her: tabiri, izafe olunduğu şeyin umûmunu ifadede kullanılır. Keza umûm lafızlarından olan "kim: tabiri de umum ifade etmektedir.[142]

b) "âmmın Tahsisine Dâir Misaller:

Irak Ahvâli Şahsıyye Kanununun 58. maddesi "zevce hariç, herkesin nafakası kendi malından temin edilir. Zevcenin nafakası kocasına âiddir" der. Burada isti.snâ' (yani hâriç tabiri) mu-ha-s-sı-sdır. Herkesin nafakasının kendi malından temin edil­mesini, zevce haricindeki kimselerle tahsis etmektedir. Yani istisna, "âmm olan" herkesin nafakası kendi malından temin edilir" hükmünü, zevce dışındaki şahıslara münhasır (mahsûs) bırakmıştır. Kendisinin malı mülkü olsa da zevce nafakası bütün durumlarda kocaya âiddir.

Aynı Kanunun 10. maddesi şöyledir: "Evlenme akdi, vergi, harç ve resim alınmadan, salahiyetli mahkemede, aşağıdaki şartlara uygun olarak husûsî bir sicile kaydolunur..." Buradaki "mahkeme" tabiri "âmmdır. Fakat kanunun kendisine evli­lik akidlerini tescil salahiyetini verdiği mahkeme mefhûmu ile tahsis olunmuştur, tahsîs eden muhassıs ise "salahiyetli" sıfatıdır.[143]

 

294) Hüküm Sebebin Hususuna (Hususîliğine) Göre Değil, Lafzın Umûmuna Göredir

 

Usulcü ve fakihlerin lisânında "muteber olan lafzın "umûmudur, sebebin -hu-sû-su değildir" ifadesi çok meşhur olmuştur. Bununla söylemek istedikleri şudur: Bir suâl, bir vaka gibi hususi bir sebeble vârid olsa bile "âmm, "umûmu üzere bakîdir. Şu halde hüküm nasslara, nasslann şumûlündeki hükümlere göredir; yoksa hüküm bu nasslann vârid olmasına vesile teşkil eden sebeblere göre değildir. Buna göre nass, "âmm sîğa ile vârid ise, nassın "umûmuyla amel etmek lazımdır. Bu umûmî nassın vürûduna sebeb teşkîl eden şey bir suâl yahut vuku bulmuş bir hâdise olsun, sebebi nazarı dikkate alınmaz. Çünkü nassın umûm sîğasıyla vârid olması demek Şeriat Sahibinin, nassın hükmünün umûmî olmasını istemesi, sebebine has (ve mahsûs) olmamasını dilemesi demektir. Hanefî, Hanbelî mezhebleri ve diğer bazı fukahâ bu görüştedir. Bu mevzûya dâir misaller pek çoktur. Birkaçını zikredelim:

1) Allah'ın Salât ve Selâmı Üzerine olsun Allah Rasûlüne biri gelip: "Biz deniz yolculuğu yaparken beraberimizde (ancak) az mikdârda su al(abil)iriz. O suyla abdest alırsak (sonra) susuz kalırız. Deniz suyu ile abdest alalım mı? Diye sorunca ce­vaben Peygamberimiz: [( [(Denizin suyu temiz ve te­mizleyici, (deniz hayvanlarının) ölüsü(nün etini yemek) de helaldir)] buyurmuştur. Buradaki [(suyu temiz ve temizleyicidir)] tabiri "âmmdır. Zaruret hali veya gayn zaruret haline şâmildir. Burada hüküm suâlin hususuna (hususîliğine) değildir; sual soranın yanına aldığı suya ihtiyacı oluşundan dolayı deniz suyu ile ab­dest alınıp alınmayacağını sorması haline mahsûs değildir. Keza nassın (deniz suyu­nun temiz ve temizleyici olduğu şeklindeki) hükmü sadece suâl sorana mahsûs değildir; umûm için bir hükümdür; herkese şâmildir.

2) ASSÜ Peygamber Efendimiz ölmüş bir koyun görünce beraberinde bujunan ashabına: [(Derisin almaz mısınız? Ta­baklar kullanırsınız!..)] diğer bir rivayette de: [(Tabaklanan her deri temizlenmiştir)] buyurur. Burada Peygamberimizin kullandığı ifâde "âmmdır: Gördüğü Ölü hayvana (koyuna) mahsus, ölü koyun derisine has değildir; tabaklanmakla temizlenmesi bakımından bütün derilere şâmildir.

3) ASSÜ Rasûlullah Efendimize Sa"du bnu rrabî" Efendimizin zevcesi gelerek şöyle dedi: "Bu iki çocuk, seninle Uhud Harbi'nde savaşırken şehîd olan Sa"du bnur-rabî"in kızlarıdır. Amcaları bunların (babalarından miras yoluyla kendilerine intikal etme durumundaki) mallarını aldı (babalarından bu iki kıza hiçbir şey kalmadı)." Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kızların amcalarına: 3-[(Bu iki kıza, babalarının öldüğünde geriye bıraktığı bütün malın üçte ikisini, annelerine (yani sa"dın zevcesine) de sekizde biri­ni vereceksin. Bakiye de senindir)] demiştir. Peygamberimizin bu vak'aya dâir ver­diği bu hüküm, sadece bu olaydaki şahıslara mahsûs değildir; (mirasçı olarak zevce, iki kız evlad ve erkek kardeşin bulunduğu, buna benzer) bütün miras meselelerine ve bütün insanlara şâmildir; hepsini umûmuna alır. Bu olayda kızların babalarının Allah yolunda şehîd olması, kızların (kendilerine miras olarak intikal edecek mal­dan) başka mallarının olmamasının hiç ehemmiyeti yoktur.

4) Kur'andaki li"ân (karı kocanın lânetleşmesine dâir) ayeti, zevcesinin zinâkâr olduğunu iddia ede(rek, bunu şâhidlerle isbat edemeye)n Umeyye oğlu Hilâl (hilâlu bunu umeyyeh) hâdisesi sebebiyle inmiş olsa bile ayet, kanlarının zinâkâr olduğunu iddia eden bütün kocalar hakkında umûmîdir; "âmmdır.[144]

!,lte ânlara benzer bir suâl yahut bir hâdise gibi husûsî bir sebeble vârid olan er   âmm   (ifaden)İn "umûmuyla amel edilir; sebebinin hususîliğine bakılmaz. Vunkü imam Şafiî'nin de dediği gibi "sebeb bir şey ortaya koymaz. Bir şey ortaya k°yan lafız ve ifadelerdir." ASSÜ Peygamber Efendimiz zamanından beri uslüman fakihlerin anlayışı tatbikatı bu olmuş ve hiçbir zaman bunun karşısına çıkan bulunmamıştır. Onun için hükmün, sebebinin hususîliğine değil, lafzın umumîliğine göre olduğunda icmâ" vardır. Burada hatırlatalım ki Kur'an ve Sünnet'teki "umûm ifade eden lafızların ekserisinin vurûd sebebleri, sorulan sualler veya vukua gelmiş hâdiselerdir. Bununla beraber, kaydettiğimiz üzre, fakihler bu lafızların "umûmuyla amel etmişler, hiçbiri aksi bir görüş benimsememiştir.

îslam Hukuku'ndaki bu tatbikat aynen beşerî hukuklarda da mer'îdir. Kanunların (meclislerden çıkarılıp) mer'iyyete konulmasının hususi sebebleri yahut buna âmil olan muayyen hâdiseler bulunsa da, muteber olan kanunların umûm ifade eden me­tinleri ve ihtiva ettikleri umûmî hükümleridir.

 

3. MEVZU

 

MÜŞTEREK (ELMUŞTERAK)

 

295) Tarifi

 

Usulcülerc göre müşterek, hudûd ve mana mahiyetleri farklı olan ferdlcri, bedel esasına göre içine alan bir lafız ve tabirdir. Başka bir tabirle müşterek, iki yahut daha çok manalara müteaddid va-d"larla va-d"olunmuş bir lafızdır. Şu halde müşterek, delalet ettiği şeylerin hepsi için bir va-d"la değil, müteaddid va-d"larla va-d" olun­muştur. Yani müşterek, manalarından her bir manaya müstakil, münferid olarak vad" olunmuştur. Müşterek lafız (mesela önce) şu manaya va-d"olunmuş, sonra başka bir manaya va-d"olunmuştur; ve böylece va-d"lar levâlî etmiştir.

Sadece iki manaya va-d"olunmuş müşterek lafızlardan biri" tJl}\" kelimesidir. Bu kelime hem kadınların hayız (ay başı) halleri ve hem de (iki hayız hali arasındaki) temizlik hali manalarına va-d"olunmuştur.

ikiden fazla manaya va-d"olunmuş müşterek lafızlardan biri" cr^J I" kelimesidir

ve müteaddid manalara va-d"olunmuştur: Bir uzuv olan göz, su gözesi, câsûs, ticâret malı manaları bunlardan bazılarıdır. Bu lafzın bütün bu manalara va-d"olunması, müteaddid va-d"larladır. Yani bu manalardan her birine müstakil, münferid olarak va-d"olunmuştur. Mesela " ^jil" lafzı da böyledir: Azâd eden ve azâd olunan için va-d"olunmuştur.

 

296) Lisanda (Arabcada) Müşterekin Varolmasının Sebebleri

 

Arab Dili'nde müşterek lafızlar mevcuddur. Bunu inkâr mümkin değildir. Arabcada müşterekin mcvcûdiycündeki sebebleri alimler bahis mevzuu etmişlerdir. Sebeblerin en ehemmiyetlileri şunlardır:

a) Lafızların, manalarına va-d"ında Arab kabilelerinin farklı hareket etmeleri. Mesela bir kabile bu lafzı bir manada kullanırken, başka bir kabile aynı lafzı değişik bir manada kullanmış, üçüncü kabîlc aynı lafzı üçüncü bir manaya va-d"etmiştir. Böylece va-d" teaddüd etmekte, dil âlimleri va-d"ın veya vâ-dı"ın (kullananın) müteaddid olduğunu açıklamaksızın bize lafız, bu (müteaddid) manalarda kul­lanılmış olarak naklolunmaktadır.

b) Lafız bir manada kullanılır; sonra bir başka manada mecaz olarak isti'mâl edi­lir; sonra mecazî kullanılışı şöhret bulur; ve şöhret bulan bu kullanılışın, o lafzın mecazî manası olduğu unutulur. Böylece lafız bize hakiki ve mecazî manalarda kul­lanılmış (mev-dû") olarak naklolunur.

c) Lafzın, iki mana arasında müşterek bir manaya va-d" olunması, lafzın bu iki manaya kullanılmasının doğru (-sa.hî.h) olması, sonra her iki manaya lafzın kul­lanılmasının doğruluğuna âmil olan bu müşterek manada insanların gaflete düşüp lafzı, lafzı müşterek kabilinden'bir lafız zannetmeleri. Mesela " lafzı böyledir. Bunun lügat (yani kelime olarak) manası, muayyen bir şeyin husulünün itiyâd haline geldiği her zaman ve vakit demektir. Arabcada denilir. Manası "sıcaklığın olduğu, mûtâd bir zaman devresi vardır" demektir. Keza Arabcada denilir. Manası "kadının hayız gördüğü mûtâd zaman dev­resi ve temiz olduğu mûtâd zaman devresi olarak devrî zamanlan vardır" demektir. Arabcada lafzı da böyledir: Kendisi" (iki veya daha çok sayıdaki şeyleri bir araya getirip toplamak) manasına va-d"olunmuş bir lafızdır. Bu itibarla (evlenme ve nikâh) akdinin kendisi için kullanılması doğrudur. Çünkü akid iki lafzı: Icâb ve kabulü -dammetmektedir (bir araya getirmektedir). Aynı şekilde " ^üdl" lafzının "cinsî münâsebet" için kullanılması da doğrudur. Fakat (ennikâ.h lafzının nikâh) akdi için kullanılması yaygınlaştığı ve şöhret bulduğu için, bazıları bu lafzın hakiki manasının nikah akdi olduğunu, bu lafzın diğer manalara kullanılmasının ise mecazî olduğunu zannetmiş, diğer bazıları da bu lafzın hakiki manasının cinsî münâsebet olduğunu, akid için kullanılışın ise mecazî manasında kullanılışı olduğunu sanmıştır.

ç) Lafzın lugatta (kelime olarak dilde) bir manaya va-d"olunması, sonra aynı lafzın ıstılahda başka bir manaya va-d"olunmasi. Mesela Arabcadaki"lafzı gibi: Lugatta, "duâ" manasına va-d"olunmuş, sonra Islâmî ıstılahda "namaz" olarak bildiğimiz ibadete va-d "olunmuştur.

 

297) Müşterekin Hükmü

 

Kitab veya Sünnet'in şer"t bir nassinda müşterek lafız vârid ise:

a) Lugavî bir mana ile şer"î ve ıstılahı bir mana arasında müşterek ise, şer"î ve ıstılahı manası esas alınır.

b)  İki veya daha fazla îügavî manalar arasında müşterek ise, bir delile istinad edilerek bu manaların birinin esas alınması icabeder.

 

298) Misaller

 

1- a) Yüce Allah'ın [(Boşama iki defadır...)][145] ayetinde lafzı şer"î ve ıstılahı manasıyla anlaşılır"in şer"î ve ıstılahı ma­nası, meşru evlilik rabıtasının, bağının çözülmesidir. Buradaki tabiri, lü­gat manası olan "herhangi bir bağı çözmek" manasıyla anlaşılmaz.

b) Yüce Allah'ın [(Namazı dosdoğru kılın... )][146] ayetinde lafzıyla kasdedilen: Edâ ediliş tarzı hepimizin malumu bulunan ibadet manasındaki şer"î ve ıstılahı mefhûmudur; "duâ" demek olan lugavî manası değildir.

Müşterekin lugavî değil de ıstılâhî manasıyla anlaşılmasının sebebi şudur: Şerîat Sahibi, bu lafzı lugavî manasından alıp, kendisinin kullandığı şer"î ve ıstılahı ma­nasına nakledince, Şerîat Sahibi örfünde ve lisânında o lafzın delâleti, Şerîat Sahibi hangi manaya kullanmışsa o mana için tayin edilmiş olduğundan, sadece o mananın anlaşılması icabeder.[147]

2- a) Yüce Allah [(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç -kur' müddeti beklerler...)][148] buyurmuştur. Burada ta­biri lugavî manasında kullanılmıştır. Bu lafzın lugavî manası da "kadının hem hayız hâli ve hem de temizlik hâli" demektir. Buna göre müetehid, burada bu lafızdan ney-İn kasdcdildiğini anlamak için var gücünü kullanacaktır. Çünkü Şeriat Sahibi sadece iki manadan birini kasdetmiştir. Müctehidler ictihadlarında, (meselelere) bakış açılarında, manalardan biri veya diğerine delalet eden karinelerin tercihinde ihtilaf halindedirler. Onun İçin ayette geçen un manasında ayrı görüşte ol­duklarını müşahede ediyoruz: bir kısmı ayette tabirinin manası temizlik halidir derken, diğer bir kısmı da hayız halidir demektedirler. Burada bu tabirin ma­nası temizlik halidir diyenler bazı karinelerle istidlalde bulunmuşlardır. Mesela şunu ileri sürüyorlar: Ayette tabirinin sonunda "müenneslik tası" vardır. Bu da sayısı bildirilen şeyin (ma"dûdun) müzekker olduğunu bildirir. Müzekker olan (temizlik hali manasındaki) " lafzıdır; (hayız hali manasındaki)  lafzı değildir. Onun için ayetteki dan temizlik hali anlaşılır.

İkinci görüş sahibleri (olan Hanefîler de) bir takım karinelerle istidlalde bulun­muşlardır. Mesela şöyle diyorlar: Ayetteki lafzı -hâ-s-sdır; ve manasına kart olarak delalet edeceğinden, "iddet müddeti de eksiksiz ve noksansız üç -kur' ol­acaktır. Bu zaman mikdâri da ancak -kur'un manası ayette hayız olarak anlaşılınca gerçekleşebilmektedir. Bu hayız manasını, temizlik manasına tercih ettiren, bu hu-susda teyîd mahiyetinde olan diğer bir durum da şudur: Kadının "iddet müddetinden maksad, çocuğun kadının rahminde olup olmadığının anlaşılmasıdır. Bunu anlatan da (temizlik hali değil) hayız halidir.

b) Yüce Allah [(Eğer erkek veya kadın kelâleh oldukları halde (vefat edip geriye mal ve) mîrâs birakmışlarsa...)][149] buyur­muştur. Arabcada " lafzı müşterektir: 1) Baba ve evlâd bırakmadan vefat eden için kullanılır, 2) Mirasçılardan baba ve evlâd olmayanlar için kullanılır. 3) Baba ve evlatların vâsıta olmadıkları hısımlar için kullanılır. Burada müetehidin mirasla ilgili nasslara ve karinelere müracaatla kelimesinden maksadın ne olduğunu izah etmesi lazımdır. Mirasa dair nassların iti-krâından sonra fakîhlerin cumhuru âyetteki

den maksadın 1. mana olduğu görüşünü tercih etmişlerdir. Yani baba ve evlâd bırakmadan vefat eden şahıs dir görüşünü benimsemişlerdir.

 

299) Müşterekin Umûmu

 

Müşterekin umûmu demek, müşterek lafzın kullanılıp, hangi manalara va-d" olunmuşsa o manaların hepsinin birden kasdedilmcsidir. Bu meselede usûlcüler (farklı görüşler halinde) ihtilaf etmişlerdir:

 

Birinci Görüş

 

Müşterekle "umûm kasdedilemez. Müşterek, sadece bir tek mana(sın)da kul­lanılabilir. Müşterekin va-d"olunduğu manaların hepsi, müşterekin bir kere isti'mâliyle kasdedilemez. Bu, Usulcülerin cumhurunun görüşüdür.

Dayandıkları delilleri şunlardır: Müşterek, delalet etliği manaların hepsine bir­den bir tek va-d"la va-d"olunmamıştır; müteaddid va-d"larla va-d"olunmuştur. Yani manalarından her bir manaya müstakil, münferid olarak va-d"olunmuştur. Bu bakımdan bir kullanılışında bütün manalarının kasdedilmesi, va-d"ındaki esasa muhaliftir. (Bir lafzın) va-d"ındaki asla ve esasa muhalefet ise caiz değildir. Bunu müşterekin, manalarına şumûl değil, bedel esasına göre delalet ettiği de açıklar. Yani müşterek, (manalarından sadece bu veya şu manasına delalet eder; bir defada bütün manalarına delalet etmez. Çünkü müşterekin o manalara va-d"olunması müteaddid va-d"larla olmuştur. Bu, "âmm lafız ile müşterek lafız arasındaki farktır: Çünkü "âmm olan lafız, lafzının şümulünde bulunan bütün ferdlcre şumûl ve istığrâ-k (kapsama) esasına göre delalet eder; bedel esasına göre delalet etmez.

 

ikinci görüş

 

Müşcrekle "umûm kasdedilebilir. Müşerekde aslolan, kullanıldığında bir ek ma­nanın kendisinden kasdedilmesi ise de, bir defa kullanıldığında kendisiyle bütün manalarının kasdedilmesi caiz ve mümkindir. Böylece, delalet ettiği manaya şümulünde aynen "âmm lafız gibi olur.

(Bu görüş sahihlerinin) dayandıkları delilleri şunlardır: Müşterek lafız, Kur'anda böyle (yani "umûm ifade eden) bir şumûl ile vâriddir. Yüce Allah

[(Görmedin mi, göklerde olan herkes (herşey) ve yerde bulunan herkes (her şey), güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu hakikaten Allah'a secde ediyor (onun kudretine boyun eğiyor, onun tedbîrinden, iradesinden, zerrece dışarı çıkamıyor)...)][150] buyuruyor. Ayetteki insanlar hakkında alnı yere koymaktır, insanların dışındaki şeyler hakkında essucûd: Secde etmek (yani insan olmayan şeylerin secde etmeleri demek) zorla boyun eğmek, teslîm olmak manasını ifade eder. Ayette [(Secde ediyor)] lafzından, birbirinden

farklı olan bu iki mana (bir kullanılışta) kasdedilmiş bulunuyor. Bu, müşterek lafzın bir kullanılışında bütün manaların kasdedilebileceğine bir delildir.

Birinci görüş sahibleri bu istidlali şöyle tenkîd ediyorlar: Ayetteki "secde etme"nin manası, ihtiyarî olsun, icbârî olsun sâdece boyun cymek ve teslimiyettir. Bu mana insanda da insan olmayanlarda da tahakkuk eder; ve bu lafzî müşterek kabîlinden değil; manevî müşterek (manada müştereklik) kabilindendir. Fakat ayette [(insanların birçoğu) denmekle ihtiyarî boyun eymeye işaret olunmuştur.

 

Üçüncü Görüş

 

Müşterekle "umûmun kasdedilebilmcsi menfî ifadelerde olur; müsbet ifadelerde olmaz. (Diğer bir tabirle nefy hâlinde müşterekle "umûm kasdedilebilir; i.sbât ha­linde kasdedilmez.) Mesela " "insan falancanın

mevlâlari[151] ile konuşmamaya yemin etse", falancanın a"Iâ mevlâsıyla veya esfel mevlâsıyla (falancayı azâd eden şahısla veya o falancanın azâd ettiği şahısla) konuşursa yemininde durmamış, yeminini çiğnemiş ve bozmuş olur. Fakat bir şahıs malının üçte birini mcvlâlarına yahut mevlâsına vasiyet etmiş ise", vasiyet bâtıldır. Çünkü bu durumda vasiyetin kimin lehine olduğu (mû-sâ lehin kim olduğu) meçhuldür. Zira "mevlâ" tabiri azad edenle azad edilen arasında müşterektir. (Böyle) müsbet ifadelerde müşterekin "umûmu yoktur.

Tercihe şâyân olan cumhurun görüşüdür. Müşterekle kastedilen, sadece mana­larından biridir. (Manalarının arasından) kasdedilen mana ise, muteber karinelerle anlaşılır.

 

2. BAHİS MANADA

 

KULLANILIŞI İTİBARÎYLE LAFIZ

 

300)  Lafız, va-d"olunduğu (vazolunduğu) manada yahut başka manada kul­lanılışı itibariyle dört kısma ayrılır. Bunlar 1) Hakîkat, 2) Mecaz, 3) Sarih ve 4) Kinayedir. Şimdi her kısmı kısaca ele alalım.

 

Birinci Kısım: Hakîkat (el.ha-kî-kahfi

 

301) Hakîkat, va-d"olunduğu manada kullanılan lafızdır. Bu hakikat lugavî, şer"î ve örfî ("urfî) olabilir. Lugavî hakikat, dilin va-d"ma âiddir. Şer"î hakikat Şeriat Sa­hibine âiddir. Örfi hakikat de husûsî veya umûmî örfe âiddir.

Lugavî hakikat, va-d"olunduğu lugavî manasında kullanılan lafızdır:

"ay","yıldızlar","güneş" gibi. Lügat (dil) itibariyle bu lafız­lar, hepimizce malum, bu parlak cisimler (için kullanılmış yani) va-d"olunmuştur.

Şer"î hakikat, şer"î manasında kullanılmış olan lafızdır. Yani müşerri"in kasdet-tiği manada da kullanılmış lafızdır: lafızlarının, hepi­mizce malum ibadetler için kullanılması gibi. Keza lafızlannın, şerî"atte va-d" olundukları manalarda kullanılmaları da bu kabildendir.

Örfî hakikat, örfî manasında kullanılmış lafızdır. Yani lafzın kullanılması, kul­lanmanın âdet olduğu manada olmaktadır. Bu örf ve âdet, umumi bir örf olabildiği gibi muayyen bir meslek erbabına yahut bir muayyen ilme mahsûs da olabilir: II "lafzıgibi. Bu lafız umumi örfde, malum nakil vasıtası için kullanılır. " lafzı da böyledir. Bu lafız dört ayaklı canlı mahluklar için kullanılır, ilim ve meslek ehli örfünde kullanılan lafızlar da böyledir. Mesela Arab Dilcileri örfündeki" lafızları, Mantık âlimleri arasında kullanılan ve " <+±Ul\ " lafızları, Fıkıh ulemâsı arasında kullanılan " tabiri, hukukçulann kullandığı "ihtar", "fesh" ve "ibtâl" kelimeleri bu cinstendir...

 

302) Hakikatin Hükmü

 

Bütün nevtleriyle hakikatin hükmü, birbirlerine hitabedenlerin ıstılahında (örf ve âdetinde) lafzın kullanıldığı yani va-d"olunduğu mananın sabit olması, hükmün o manaya tealluku ve o mananın lafızdan ayrılmaması (ademi intifâı)dır. Buna göre bir şahıs (mesela) Zeyd'in çocuğuna bin Dînâr vasiyette bulunsa: vasiyet sadece Zeyd'in çocuğu hakkında sabittir; başkaları hakkında

sabit değildir. Çünkü Zeyd'in çocuğuna, Zeyd'in çocuğu değildir denmesi mümkin olamaz. Keza Yüce Allah'ın [(-Kısas ve zina gibi şeylerden dolayı meşru bir hak olmadıkça Allah'ın haram ettiği cana kıymayın...)][152] ayetinde zikredilen "öldürme"nin hakikati, insan ruhunu (bedenden) çıkarmaktır. Ayetteki nehy ve yasak bu hakikate âid olduğundan, haksız yere insan Öldürmek caiz değildir.

Hakikatin hükümleri arasında, mecaza hakikatin tercih olunması da vardır. Bu­nun için lafzın hakikat ile izahı (lafzın hakikate hamlolunması, hakikat olarak anlaşılması) mümkin ise hüküm hakikat hakkında sübût bulur; mecaz hakkında sabit olmaz. Mesela bir şahıs Zeyd'in çocuğuna bir şey vasiyet etse:

bu vasiyet Zeyd'in çocuğu hakkında sabit olur; çocuğunun çocuğu hakkında sabit olmaz. Çünkü lafzı, sulbî çocuk hakkında hakikat, çocuğun

çocuğu hakkında mecazdır. Bunun için lafız hakikate hamlolunur; hakikat ile izah olunur; lafızdan hakiki manası anlaşılır; mecaza hamlolunmaz; lafızdan mecazî ma­nası anlaşılmaz. Zira hakikatle amel etmek mümkinse mecaz düşer. (Lafzın hakiki manasına göre hüküm verilebiliyorsa, o lafzın mecazî manası o makamda hükümsüzdür.) Çünkü mecaz, hakikatin halefi (vekîli ve nâibi)dir. Halef ise asıl ile muâraza edemez (asîle muhalefette bulunamaz).

 

İkinci Kısmı Mecaz

 

303) Mecaz, lafzın va-d"olunduğu mananın haricindeki bir manada kullanılan lafızdır. Bu kullanmanın sebebi, hakiki mana ile kullanılan bu ikinci mana arasındaki alâka ve lafızdan hakiki manasının kasdedilmesine mani olan bir karinenin bulunmasıdır.

Alâkadan (el"alâ-kah) maksad, lafzın hakiki manasıyla, kullanıldığı bu ikinci mana arasında, lafzı duyanda hasıl olan zihnî bir irtibat ve bağdır"atılgan ve cesur adam" için "arslan" lafzının kullanılması gibi. Buradaki_ alâka"arslan" lafzının aslî ve hakîkî manasıyla, lafzın kullanıldığı (bu ikin­ci) manayı bağlayan, bir araya getiren mana olan " s-i-am ": "cesurluk ve atilganlık"tır.

Karineden maksad, konuşan tarafından lafzın hakiki manasının söylenmek isten­mediğini, konuşanın mecazî manayı ifade etmek istediğini göstermeye yarayan alamet ve işarettir.

 

304) Alâkanın Nevileri

 

a) Müşâbehet Yani lafzın hakiki manasıyla lafzın kullanıldığı (bu ikinci) mecazî manasının bir muayyen vasıfta müşterek olmaları ve birleşmeleridir. Me­sela (Mekke'den hicretinde) ASSÜ Peygamber Efendimizi Mcdînelilerin gördükleri zaman "Dolunay (ayın ondördü) doğdu" demeleri gibi. Bu ifade gökte ondördüncü gecesindeki ayın aydınlık ve parlaklığı ile Peygamberimizin mübarek yüzünün nûrânîliği arasındaki müşterek vasfa dayanmaktadır. Bizim ARO Velîd oğlu Hâlid Efendimize "arslan" dememiz, bu zât ile "arslan"m "cesurluk ve atılganlık"taki müşterek vasfa istinâd eder. Kurnaz ve düzenbaz insanı "tilki" vasfıyla tavsif etmemiz de öyle olan şahıs ile tilkinin "açıkgözlük ve kurnazlık" vasfında birleşmelerinden dolayıdır.

b) Elkevn= Bir şeyin, önceki vaziyeti ile isimlendirilmesi, daha evvelki vasfı ile adlandırılması demektir. Mesela Yüce Allah [(Yetimlere mallarını verin...)][153] buyuruyor. Bunun manası, evvelce yetîm olan, (şimdi) bulûğa ermiş, rüşdüne erişip reşîd olmuş şahıslar demektir. Çünkü kendisi ufak çocuk iken babası vefat eden çocuk demek olan yetîmc mal, Yüce Allah'ın

[(Yetimleri nikah (çağın)a erdikleri zamana kadar (gözetip) deneyin. O vakit kendilerinde bir akıl ve salah gördünüz mü mallarını onlara teslim edin...)][154] ayetinin de delalet ettiği üzre bulûğa ve rüşde ermesinden sonra verilir.

c) El'evl (gelecekteki hal)- Bir şeyin istikbâldeki hal ve vaziyeti ile isim­lendirilmesi demektir: Yüce Allah'ın ASÜ Yûsuf Peygambere, hapishanedeki arka­daşının rüyasını anlattığını naklederken [(...Ben rüyamda kendimi şarâb sıkıyor gördüm...)][155] ayetindeki ifadesi gibi. Burada mana "...daha sonra şarâb olacak üzüm sıkıyor gördüm" şeklindedir.

ç) Kabiliyet ve isti"dâd=Muayyen bir netice hasıl etmek için kendisin­deki kuvvet ve isti"dâd ile o şeyin isimlendirilmesi demektir: "zehir öldürücüdür" sözü gibi. Bu ifade, zehirde öldürme kabiliyeti, kuvveti ve isti"dâdı var demektir.

d) Hulûl= Mahal zikredilip, zikredilen bu mahal ile, o mahalde bulunan şeyin kasdedilmesi demektir. Yüce Allah'ın [(-...istersen- şehre sor)][156] ayeti gibi. Bu ayet "şehrin ehâlîsine sor" demektir. Allah ayette mahal zikret­miş, o mahalde bulunanları kasdetmiştir. Keza "nehir aktı" sözümüz de böyledir: "Nehir yatağındaki su aktı" demektir.

e) Cüz'iyyet ve aksi= Bir şeyin cüz'ünün bir kısmının ve bir parçasının söylenerek o şeyin hepsinin ve tamamının kasdedilmesi; bîr şeyin tama­mının söylenerek o şeyin bîr cüz'ünün ve bir kısmının kasdedilmesi demektir. Yüce Allah'ın [(Boyun çözmektir)][157] ve [(Bir bovnu hürriyete kavuşturmak lazımdır)][158] ayetleri birinci nevî cüz'iyyete (yani cüz'ü, parçası ve kısmı zikredip bütün ve tamamı kasdetmeye) misaldir. Her iki ayette de dan maksad, kölenin şahsıdır; ve kölenin hürriyete kavuşturulması kasdedilmektedir. Keza Yüce Allah'ın [(Ebû Leheb'in iki eli kurusun...)][159] ayeti de bu kabildendir. Allah cüz'ü (iki eli) zikretmiş, küllü (iki elin sahibinin tamamını) kasdetmiş yani Ebû Leheb'in şahsını kasdetmiştir. Allah'ın  [(...parmaklarını kulaklarına tıkarlar...)][160] ayeti de ikinci nevî cüz'iyyete (yani küllün zikri, cüz'ün kasdedilmesine) misaldir: Parmaklardan maksad parmak uçlarıdır (; parmakların tamamı değildir). Allah küllü yani bütünü ve tamamı zikret­miş; fakat cüz'ü (parmakların uçlarını) kasdetmiştir.

f) Sebebiyet= Sebebin zikredilip müsebbebin (sebebin neticesinin) kas­dedilmesi yahut müsebbebin zikredilip sebebin kasdedilmesi demektir. Birinciye misal, konuşan iki kişiden birinin "falanca, kardeşinin kanını yedi" sözüdür. Yani "diyetini yedi": demektir. Çünkü kanının akıtılması (öldürülmesi), kardeşin alma hakkına sahib bulunduğu diyetin sebebidir. (Yani se-beb olan kan zikredilmiş, müsebbeb olan diyet kasdedilmiştir.) ikinciye misal ko­canın zevcesine hitaben, boş olmasını kasdederek " "iddetini gör" demesi-dir. Çünkü iddetin sebebi boşamak (talâk)tır. Bu durumda koca müsebbebi zikretmiş ve sebebi kasdetmiştir.

Alakası müşabehet ve benzerlik olan mecaza istiâre"= denildiği gibi, alâkası müşabehet olmayan mecaza da mürsel mecâz=  ismi verilir.

 

305) Karinenin Nevileri

 

Lafzın hakiki manasının kasdedilmesine mani olan karinenin de nevileri vardır:

a) Hissi karine:Bu ağaçtan yedim" ifadesi gibi. Mak­sad Bu ağacın meyvesinden yedim" demektir. Zira his, ağacın kendisinin yendiğinin kasdedilmesine manidir.

b)  Âdet yahut hâl karinesi.- Âdeten, hâl ve vaziyete göre anlaşılan karinedir. Mesela evden dışan çıkmak isteyen zevcesine mani olmak isteyen kocanın   Çıkarsan (benden) boşsun" demesinden, zevcenin o vaziyet ve halde çıkması anlaşılır; diğer durumlardaki çıkması hâli anlaşılmaz.

c) Islâmî ve şer"î karine.- (Fıkıh kitablanmızda kullanılan ve Arabca bir terkîb olan; husûmette vekîl kılmak manası ifade eden) tabirinden, mahkemede karşı tarafın iddialarına cevab verip, onlar karşısında müdâfaada bulun-mak manası (dâva vekilliği) anlaşılır; kavga, münâkaşa, düşmanlık ve davada karşı taraf olana husûmet beslemek (de vekîl kılmak) manası anlaşılmaz. Zira kavga, düşmanlık, husûmet gibi şeyler şer"an ve Islâmen memnudur. îslâmda ve şerî"atte mükellefiyetin erkek ve kadınlar hakkında umûmî olduğu bilindiğinden (Kur'andaki ve Sünnetteki) [(Ey iman eden erkekler)][161] gibi umûmî sîğalardan ve tabirlerden hem erkekler ve hem de dişiler (kadın ve kızlar) anlaşılır.

 

306) Mecazın Hükmü

 

a) Lafız hakkında mecazî mananın sübûtu ve hükmün bu manaya teallukudur (bağlanmasıdır). Mesela Yüce Allah'ın [(...yahut siz­den biriniz ğâi-ttan gelirse...)][162] ayetinde olduğu gibi. Ayetteki küçük

.hade.s (abdestin bozulması) manasınadır; hakiki manası olan "çukurca yer" ma­nasına değildir. Mecazî manaya müteallik olan hüküm, su bulunamadığı (veya kul­lanılamadığı) zaman namaz kılınmak istendiğinde teyemmüm etmektir. Keza Yüce Allah'ın [(...yahut kadınlarla dokunuştuğunuzda...)][163] ayeti de böyledir. Ayetteki mecazî manası olan cinsî münâsebet manasınadır;

hakiki manası olan el ile dokunma manasına değildir.

b) Hakiki mananın anlaşılması mümkinse mecazî manaya itibar olunmaz. Yani sözden hakiki manasının anlaşılması kabilse, anlaşılacak olan mana hakiki manadır. Çünkü hakikat asıldır; mecaz hakikatin halefidir; fer"idir (vekilidir). Asıl dururken vekile, halefe yahut fer"a bakılmaz. Fakat sözden hakiki manasının anlaşılması (kelamın hakikate hamledilmesi) imkansız olursa, mecazî manasına bakılır. Zira sözün mana ifade etmesi, manasız sayılmasından hayırlıdır (kelamın i"mâli ihmâlinden hayırlıdır).

Buna göre "bir şahıs Zeyd'in çocuğuna bin Dînâr vasiyet etse

bu kelam Önce hakiki manasına göre anlaşılır; ve vasiyet sa­dece Zeyd'in sulbî çocuğu hakkında sabit olur. Eğer Zeyd'in sulbî çocuğu yoksa bakılır: a) Zeyd'in sulbî çocuğu (hayatta) yoksa, fakat (hayatta) Zeyd'in sulbî çocuğunun çocuğu= varsa kelam (vasiyete dâir söz) bu mana ile anlaşılır (vasıyyetteki çocuk tabirinden çocuğunun çocuğu anlaşılır); ve vasiyet Zeyd'in çocuğunun çocuğu hakkında sabit olur. Zira (Arabcada çocuğun çocuğu ma-nasındaki) (çocuk) lafzının mecazî manasıdır.lafzının hakiki ma­nasının anlaşılması mümkin olmadığından mecazî manasına müracaat olunmuştur, b) Fakat Zeyd'in ne sulbî çocuğu ve ne de çocuğunun çocuğu (hayatta) yoksa (vasiyete dair olan bu söz yani) kelâm ihmâl olunur; manasız kılınır. Çünkü sözden ne hakiki ve ne de mecazî manalarının Anlaşılması mümkindir! Yaşça küçük bir şahsın, yaşı kendisinden büyük bir şahıs hakkında "bu benim çocuğumdur iddiasında bulunması da kelâmın ihmâline (manasız kılınmasına) bir misaldir.

 

307) Hakikat ve Mecazın Birleştirilmesi

 

Bir lafız ile aynı anda hem mecazî ve hem de hakîkî manalarının kasdedilmesi mümkin değildir. Mesela arslanı öldürme" sözü ile hem bildiğimiz muayyen vahşî hayvanın ve hem de cesur adamın kasdedilmesi kabil değildir. Çünkü lafız söylendiğinde ilk anlaşılan hakiki manadır. Eğer mecazî mananın kasde-dildiğine dâir bir karine bulunursa, lafız bu mecazî manaya tahsîs edilmiş olur; ve lafzın hakiki manasının anlaşılması imkansızlaşır. Bazılarına göre bir lafızdan aynı anda hem hakiki ve hem de mecazi manasının anlaşılması caizdir. Fakat doğru olan görüş (ilk görüş olan) bunun caiz olmadığıdır. Evet, hakiki manaya da şâmil olacak tarzda lafız mecazi manada kullanılabilir. Buna (mecazın umûmu ve şumûlü demek olan) ismi verilir. Mesela (ana manasındaki) ptfl lafzının (insanın dünyaya gelmesinde doğurmakla hisse sahibi kadınlar manasına ve furû"un yani çocukların mukabili olan, çoğulu gelen)"manasında kullanılması mümkindir. : "ana" lafzı böyle a-sl manasında kullanıldığında hem "valide" dediğimiz insanın kendi anasına ve hem de "nineler"e şamildir. Bunun bir başka misali de şudur: "Bir şahıs falancanın evine ayak basmamaya yemin ettiğinde: ayak basmak ile kasdedilen mana "girmek"tir. Zira ayak basmak sebebdir. Bu sözüyle şahıs sebebi zikret­miş, müsebbebi kasdetmiştir. Şahsın yukarıdaki sözüyle kasdettiği, mecazi manadır; yalınayak veya pabuçlarla (falancanın evine) girmeye şâmildir. Böylece şahıs, (falancanın evine ister yalınayak, ister pabuçla girsin; her iki durumda da mecazın, umûmuyla yeminini bozmuş olur; hakikat ve mecazın tevhidiyle, birleştirilmesiyle ve cem"İyle yeminini bozmuş olmaz.

 

Üçüncü Kısım: Sarih ve Kinaye

 

308) Hakikat olarak yahut mecaz olarak lafzın o manada çok kullanılmasından dolayı, tam bir açıklıkla kendisinden maksadın aşikâr olduğu lafız sarihtir. Birinciye (hakikatlikte sarihliğe) misal (kocanın karısına, "sen boşsun" manasına)"demesidir. Bu ifade (lafzın mana için kullanılması bakımından) şer"î hakikattir; nikâhın izâlesinde de sarih bîr tabirdir, ikinciye (mecazhkta sarihliğe) misal Yüce Allah'ın [(-... istersen- şehre sor)][164] ayetidir. Bu ifade mecaz ol­makla beraber, kendisinden maksadın "şehrin ehâlîsine sor" de­mek olduğu hususunda sarihtir. Keza bir şahsın

Vallahi bu ağaçtan yemeyeceğim" sözünün hakikat olmadığı, mecaz olduğu herkesçe bilinmektedir. Çünkü âdeten şahıs tarafından ağacın kendisinin yenmesi imkansızdır. Bu bakımdan şahsın yemini mecaz mana olan ağacın meyvesinden..." manasında anlaşılır.

 

309) Sarihin Hükmü

 

Sarihin hükmü, niyete bakılmaksızın mûcebinin (muktezasının ve icabının) sübûtudur. Yani konuşanın niyeti ne olursa olsun hükmün, kelâmın kendisine tealluk etmesidir. Söz sahibinin, söylediği sözün manasını kasdetmesi (o manaya niyetlen­mesi) yahut kasdetmemesi birdir. Çünkü edilen kelâmın manası aşikâr ve açıktır. Mesela (boşamak manasındaki)lafzı böyledir: Şeriat Sahibi 5u lafzı (karı koca arasında) ayrılığın vukuu için bir sebeb kıldığından, boşamanın sıhhatinin şartlan mevcud ise lafzının telaffuz olunmasıyla -ka-dâen (kazâî ve adlî olarak) bu hüküm (yani karı kocanın birbirinden boşanmaları hükmü) sübût bulur. Durum hâkime intikal ettiğinde koca bu sözle karısını boşamayı kasdetmediğini, mesela karısının herhangi bir) kayıtla bağlı bulunmadığını söylemek istediğini iddia etse bile, (zira Arabcada -talâ-km kelime manası budur) koca bu iddiasında tasdik olunmaz (iddiası kabul olunmaz). Çünkü (kocanın kullandığı) lafız "boşama" ma­nasında sarih olduğundan hâkim, lafzın aşikâr ve zahir olan manasına göre hüküm verir. Keza karşı taraf kabul ettiği takdirde alış veriş (elbey") lafzı da böyledir. Şerîat Sahibi bu lafzı, alım satım malının (mebî"in) mülkiyetinin satıcıdan müşteriye in­tikâli için bir sebeb kıldığından, satışın sıhhati ve mûteberliği için lâzım şartlar mev-cudsa alıcı ve satıcının alış veriş lafzını zikretmeleriyle hüküm sabit olur (yani satılan malın mülkiyeti müşteriye intikâl eder). Satış akdine taraf olanlar ("â-kıdeyn) telaffuz ettikleri sözlerin manalarına niyetli olsalar da olmasalar da bir şey değişmez.

 

310) Kinaye

 

Lügatta kinaye (kelimesinin manası), herhangi bir şeyi söylemek, (fakat bu söylenenle) söylenenden başka bir şeyi kasdetmektir. Istilahda ise kinaye, kullanışa göre kendisiyle kasdedilen mananın gizlendiği, kendisiyle kasdedilen mananın ancak bir karineyle anlaşıldığı lafızdır. Bu lafız hakikat, mecaz veya (mecazlığı herkesçe bilinmeyen) gayrı müte"âraf olabilir.[165] Mesela kocanın karısına hitaben: istediğin yere git ailene dön","iddetini say" gibi sözler söylemesi böyledir. Bu ifadeler "boşamak"tan kinayedir.

Kinayenin hükmü, muktezasının ve mûcebinin ancak niyet veya halin delaleti ile sabit olması (niyet veya halin delaleti olmaksızın kinayenin icab ve iktizasının sabit olmaması) dır. Mesela koca karısını boşamak isteyerek yahut zevcesi kocasından kendisini boşamasını taleb ettikten sonra kocanın kansına hitaben iddetini say" demesi gibi.

(İslam Hukukunda) şübhelerle bertaraf ve defolunan şeylerin -mesela zina ifti­rası .haddi (cezası) gibi- kinaye ile sabit olmaması da kinayenin hükmündendir. Fa­raza bir şahıs birisine sadece ben zinâkâr değilim" derse, bu ifade kinaye olduğundan zina iftirası .haddini icabettiren bir zina -ka.zfi (iftirası) sayılmaz. Bu kinaye ifadeden maksadın ne olduğu kapalı olduğundan, bu kapalılık (ve -hafâ') bir şübhedir; söyleyeninden zina iftirası cezasını defeder ve uzaklaştırır.

 

3.BAHİS LAFZIN

 

 MANAYA DELALETİ

 

311) Lafız, manasına delaletinin vuzuhu ve açıklığı yahut bu delaletin kapalılığı (-hafâı) bakımından ikiye ayrılır: a) Açık (vâ-dı.h, vazıh) delaletli lafız, b) Açık ol­mayan (gayrı vazıh) delaletli lafız.

Bu bahiste her iki kısmı da müstakil bir tarzda ele alarak tedkîk edeceğiz.

 

1. MEVZU

 

AÇIK DELALETLÎ LAFIZ (ELVÂ-DI.HU DDÎLÂLEH)

 

312)  Vazıh delaletli lafız dört kısımdır: 1) Zahir, 2) Nass, 3) Müfesser ve 4) Muhkem. Bu taksim, her kısmın delaletteki vuzuh kuvveti ve delaletteki vuzuh zayıflığının farklı oluş esasına dayanır. Bu dört kısmın en az vuzuhlu olanı zahir lafızdır. Onu nass lafız tâkîbeder. Sonra vuzuh kuvvetlenmeye başlar; ve müfesser gelir. Nihayet vuzuh en kuvvetli olarak muhkemde görülür. Şimdi her birini tek tek inceleyelim.

 

Birinci Kısım: Zahir

 

313)  Zahir lügatta (kelime olarak) açık ve vazıh demektir. Zahirin (Fıkıh Usulündeki) ıstılahı manası ise kelâmı söylemekten (siyâ-kından) maksad kendisi olmadığı halde, kendisinden maksad neyse, kendisinin zikredilmesiyle bu maksadın aşikâr olduğu -yani kendisinin haricinde bir başka şeye bu hususda ihtiyacı bulun­mayan- lafızdır.

Mesela Yüce Allah'ın [(Allah alış verişi helal kıldı; faizi haram kıldı...)][166] ayeti, alım satımın helal kılındığı ve faizin haram kılındığı hususunda zahirdir. Çünkü 1) Ayetteki [(helal kıldı)] ve [(haram kıldı)] lafızlarından açık ve aşikâr olarak (zahiren) anlaşılan mana bu man­adır. 2) Bu mananın anlaşılması için bir haricî karineye ihtiyaç yoktur. 3) Ayetin asıl maksadı bu helal kılışı ve haram kılışı ifade değildir; "alış veriş de faiz gibidir" diy­enlere bir reddiye olarak alış veriş ile faiz arasında bir benzerlik bulunmadığını açıklamak, ayetin siyâkındaki aslî maksaddır.

Yüce Allah [(Peygamber size ne verdiyse onu alın; size ne yasak ettiyse ondan da sakının...)][167] buyuruyor. Bu ayet, her emrettiğinde ve her yasak ettiği şeyde ASSÜ Allah Rasûlüne itaat etmenin icabettiğine delaleti hususunda -zahirdir. Ayetin lafızlarının kendilerinden kolayca anlaşılan mana budur. Ancak bu mana, ayetin siyâkındaki aslî maksad değildir. Çünkü bu ayetin siyakından aslî maksad, fey'in (muharebesiz olarak müslümanların elde ettikleri ganimet malının) taksiminde ASSÜ Allah Rasûlüne itaatkâr olmanın icabettiğine (ayetin) delalet etmesidir. Ve bu aslî maksada tabî olarak da (ayet), mut­lak olarak Peygambere itaatkâr bulunmanın vucûbuna delalet etmektedir.

Keza Yüce Allah [(...sizin için helal olan (diğer) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Şayet (bu suretle de) adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz o zaman bir (tane zevce ile iktifa edin...)][168] ayeti, helal olan hanımlarla ev­lenmenin muba.hlığı hususunda zahirdir. Çünkü bu mubahlık manası, ayetin siyâkındaki aslî maksad değildir. Ayetin siyâkındaki aslî maksad, haksızlık yapılamayacağından emin bulunulduğunda kocanın tlört hanıma kadar zevceyle ev­lenebilmesinin mubahlığı, adalet yapamayacağından endişe ederse (veya zevceleri­nin haklarını İslamın istediği gibi yerine getirmekten endişe ederse) kocanın bir hanımla evlenebileceğidir.

Allah'ın Salât ve Selâmı Üzerine olsun Allah Rasûlünün kendisine "deniz suyu­nun temiz olup olmadığı sorulunca" cevaben [(Denizin suyu hem temiz, hem temizleyici, (içinde yaşıyan hayvanların) ölüsü de helaldir)] buyurmuştur. Bu hadis, deniz (hayvanlarının) ölüsünün hükmü hakkında -zahirdir. Çünkü Rasûlullah Efendimizin bu beyanından maksadı, denizin (hayvanının) ölüsünün hükmünü izah değildir. Zira sorulan suâl deniz suyu hakkındadır; denizin (hayvanının) ölüsü hakkında değildir.

 

314) Zahirin Hükmü

 

a)  Te'vîli muhtemeldir. Yani zahirin zâhirliği bırakılıp, kendisiyle başka bir mana kasdedİIebilir. Mesela "âmm ise ta-h-sî-s olunması, mu-tla-k ise mu-kayyed kılınması, kendisinden hakiki manasının değil mecazî manasının anlaşılması v.s. gibi te'vîl nevîleriyle te'vîl olunabilir.

b) Zahir (açık, aşikâr, ilk bakışta akla gelen) manasını terkedilmesini icabettiren bir delil bulunmadıkça, zahir (olan) manasıyla amel etmenin icabettiği. Yani zahir olan manasından başka bir mana ile te'vîl olunmasını iktiza ettiren delil yoksa, zahir lafızdan sadece zahir manası anlaşılabilir. Zira kaide (veya aslolan usûlî tatbikat veya anlayış), aksini iktiza ettiren bir delil yoksa lafzı, lafzın zahirinden uzak-laştırmamak (zahirî manasından gayrı manalar ile te'vîl etmemek)tır. Mesela Yüce Allah'ın [( Allah alışverişi helal kıldı; faizi haram kıldı)][169] ayeti, alış verişin umûmunun (her türlü alış verişin) helal olduğu mevzuunda -zahirdir. Lakin bu umumdan" -hamrın (içkinin) alış verişi" (müslüman hakkında) ta-h-sî-s olunduğundan (içki alış verişi müslüman için) caiz değildir. Keza "insanın beraberinde, yanında, karşısında bulunmayan bir şey hakkındaki alış verişi" de Şerîat Sahibinin yasakladığı alış verişlerden olduğundan bu âyetin -zahirinden anlaşılan helal alış verişin "umûmuna dahil değildir. (Zira bu "umûmdan, bir ta-h-sîs delili ile -hâ-s-s kılınmıştır.)

c) Zahir lafız ASSÜ Peygamber Efendimiz devrinde neshi kabul eder. (Ondan sonraki devirlerde -zahir lafızların mensû-niyetleri iddiası îslâmî değildir.) Çünkü Rasulullahdan sonra nes-h diye bir şey yoktur.

 

ikinci Kısım: Nass 

 

315) Fıkm Usûlü ıstılahında na-s-s lafız demek, kendisinin dışındaki haricî bir unsura ihtiyacı olmadan, kendi lafzı ve kendi sîğasıyla manaya delalet eden, kelamın siyakından (kelamın edilmesinden, sözün söylenmesinden) aslî maksadın bu mana olduğu, lafızdır.[170] Şu halde na-s-s, manasına delalet edişinde (kendi manasını gösterip ifade edişinde) -zahir lafızdan daha açıktır; daha zahirdir (ve daha kuvvetli­dir). Nassın bu fazla vuzuhu ve açıklığının sebebi, sîğasından dolayı değildir; kela­mın (nass lafzın delalet etliği) bu manayı açıklamak için söylenmiş (sev-k edilmiş) oluşudur. Mesela Yüce Allah'ın [(Allah alış verişi helal kıldı; faizi haram kıldı)][171] ayeti, alış verişin helal ve faizin haram kılmışı husu­sunda -zahirdir; alış veriş ile faizin farklı oldukları hususunda na-s-sdır. Çünkü a) Ayetten derhal anlaşılan mana, alış verişle faizin farklı oluş manasıdır, b) Ayetin siyakından aslî maksad bu manadır. Zira ayet "alış veriş de ancak faiz gibidir" diyen inkarcılara (kâfirlere) bir reddiye olarak inmiştir.

 

316) Nassın Hükmü

 

a) Te'vîli kabul eder.

b) Sadece ASSÜ Allah Rasulü devrinde nes-hi kabul eder.

c) Te'vîlinc dair bir delil yoksa na-s-s olan lafza göre amel etmek icabeder. Yani na-s-s olan lafzın delalet ettiği mananın terkedilip, bu man-sû-s manadan başka bir mananın kasdolunduğuna dair bir delil bulunmadıkça hüküm, na-s-s olan lafzın ma­nasına göredir.

ç) Eğer böyle bir delil varsa, (yani bu mananın te'vîline dair delil mevcud ise) te'vîlin icabına göre amel etmek (hüküm vermek) lazımdır.

 

317) Nass ve Zahir Arasındaki Fark

 

a) Nass lafzın manasına delaleti, zahir lafzın manasına delaletinden daha açık ve vazıhtır.

b) Kelamın siyakından aslî gaye nass lafzın manasıdır. Oysa zahir lafzın manası kelamın siyakının aslî gayesi değil; talî ve lcbe"î gayesidir.

c)  Nass olan lafzın te'vîl ihtimali, zahir olan nassın te'vîl ihtimalinden daha uzaktır; daha zayıftır; ve daha azdır.

ç) Nass ve zahir lafızlar arasında te"âru-d vârid olur ise, nass lafız zahir lafza tercih olunur.

 

318)Te’vil

 

Arabcada te'vîl döndü manasına olan kökünden alınmıştır. Bu manada Yüce Allah [(...-kendi arzularına göre- onun te'vîline yel­tenmek için...)][172] buyurmuştur. Yani bir manadan başka bir manaya onu döndürmek, çevirmek demektir, tslâmî ve şer"î ıstılahta ise te'vîl oluşu bakımından te'vîl: "Laf­zın, kendisinden açık ve zahir olarak anlaşılan medlul ve manasının anlaşılabilmesi yanında, başka bir medlul ve mana ile anlaşılmasıdir." Doğru ve sahîh olan te'vîl ise, lafızdan açık ve zahir olan medlulünün anlaşılması ihtimâliyle beraber, bir delîlin de takviye ve yardımıyla lafızdan, açık ve zahir medlulünden başka bir medlulün anlaşılın asıdır. Sahîh te'vîli ettelvî.h (adlı Usûl kitabı) Sahibi şu şekilde tarif ediyor: "Lafzın açık ve zahir manasını bırakıp,delilin delaleti sebebiyle lafızdan, muhtemel bulunduğu mercû.h (talî, ikinci derecede kalan) bir mananın anlaşılmasıdır."

Söylediğimiz gibi zahir ve nass lafızlardan her biri te'vîl olunabilir; ve te'vîli ik­tiza ettiren bir delil sebebi ile her birisinden, derhal akla gelen zahir ve açık manası terkedilip başka bir mana anlaşılabilir. Kaide, lafzı zahirinden ve açık manasından ayırmamaktır. Yani lafızdan zahirinin haricinde bir mananın anlaşılması yani lafzın te'vîli, makbul bir delile dayanmalıdır, işte bunun için te'vîl, makbul ve sahîh, fâsid ve gayrı makbul olmak üzere iki kısımdır. Sahîh te'vîl te'vîlin sıhhatinin şartlarını hâiz tc'vîldir. Bu şartlar da şunlardır:

1) Lafzın te'vîli kabul eder olması. Te'vili kabul eden lafızlar da -zahir lafızlarla na-s-s lafızlardır. Müfesser ve muhkem lafızlar ise te'vîli kabul etmezler.

2) Kuvvetli olmayan ve mercû.h bir ihtimal de olsa, lafız te'vîle muhtemel ol­malıdır. Yani açık ve zahir manasının dışında kendisinden anlaşılan manaya muhte­mel bulunmalıdır. Fakat lafızdan böyle bir mananın anlaşılması mümkin ve muhte­mel değilse te'vîl sahih ve makbul değildir.

3) Te'vîlin na-s-sdan, -kıyasdan, icmâ"dan, teşrî" hikmetinden yahut teşrf'in umûmî esaslarından akılla anlaşılabilen bir delile dayanmış olması. Eğer te'vîl mak­bul bir delile istinâd etmiyorsa, te'vîl makbul değildir.

4) Te'vîl sarih bir nassa muhalif olmamalıdır.

Te'vîl bazen akla anlayışa yatkın, idrâke yakın olabilir; ve en küçük bir delil de te'vîlin sübûtuna kâfî gelir. Fakat bazen te'vîl, akıl ve anlayışa uzak, idrâke yatkın ol­mayabilir; ve herhangi bir delil te'vîlin subutuna kâfî gelmez. Bu durumda te'vîlin makbul olabilmesi için, kendisini kabul ettirecek, meşrûlaştıracak kuvvetli bir delil şarttır. Aksi halde gayrı makbul te'vîl derecesinde sayılır ve reddolunur.

 

319) Sahîh ve Makbul Tevillere Misaller

 

a) Yüce Allah'ın [(Allah alış verişi helal kıldı...)][173] ayetinden anlaşılan "her türlü alış veriş (yani alış verişin umûmu)", muayyen bazı alış verişleri yasaklayan Sünnet ile ta-h-sî-s olunmuştur. Mesela "şahsın yanında bulunmayan şeyi satması" gibi.

b) Yüce Allah'ın [(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklesinler...)][174] ayetinden anlaşılan "boşanmış kadınların umûmu", Yüce Allah'ın 

[(Ey iman edenler mü'min kadınları nikahlayıp da sonra kendilerine dokunmadan onları boşadığınız zaman sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur...)][175] ayeti­nin delaletiyle "gerdeğe girmiş kadınlar" ile ta-h-sî-s olunduğu gibi, keza Yüce Allah'ın [(... Gebe kadınların iddetlcri ise çocuklarını doğurmakla biter...)][176] ayetinin delaletiyle "gebe olmayan kadınlar" ile de ta-h-sî-s olunmuştur. Zira gebenin iddeti, karnındakini doğurunca nihayet bulur.

c) Allah'ın Salât ve Selâm Üzerine olsun Peygamber Efendimizin ,)] [(Her kırk koyunda bir koyun zekat olarak verilir)] hadîsindeki in "kıymet ve değer" ile tc'vîli de makbul bir te'vîldİr. Bu tc'vîlc göre hadi­sin manası "her kırk koyunda bir koyun yahut bir koyunun kıymeti, zekat olarak ver­ilir" şeklinde olur. Bu Ic'vîlin dayandığı delil şudur: Zekattan maksad fakirlerin ih­tiyacını gidermektir. Bu maksad, koyunun kendisinin fakire verilmesiyle hasıl olduğu gibi, koyunun kıymeti (olan para)nm, (zekam) müslehak fakirlere dağılılmasıyla da hasıl olmaktadır.[177]

ç) Hem alış veriş ve hibe tabirinden her biri, bir diğerine umûmen muhtemel bu­lunduğundan (yani birinden diğeri anlaşılabildiğinden), bir delilin delaleti sebebiyle alış verişten = den hibe= ve hibeden alış verişin anlaşılması da (birinin diğeriyle te'vîli de) makbul tevillerdendir.

Bazen te'vîl makbul delile dayanmayıp (akıl ve anlayışa) uzak bulunabilir. Böyle bir te'vîl makbul ve meşru sayılmaz. Mesela ARO Feyrûzu ddeylemî Efendimiz müslüman olunca iki karısı vardı. Bu kadınlar birbirlerinin kız kardeşleriydi. Kendi­sine ASSÜ Allah Rasulü [(İkisinden hangisini istersen zevcen olarak alıkoy, diğerini bırak)] buyurmuştur. Açık ve aşikâr olarak bundan anlaşılan mana, ASSÜ Peygamber Efendimizin, birbirinin kız kardeşi olan iki karısından istediğinden ayrılması ve istediğiyle evliliğini devam ettirmesi husu­sunda ARO Feyrûz Efendimize izin verdiğidir. Ancak Hanefîler bu hadisi te'vîl ede­rek hadisin manasını şöyle izah ediyorlar: "iki karısıyla Feyrîz ayrı ayrı iki nikah ak­diyle evlenmişse, ilk defa evlenmiş olduğu karısıyla evliliğini devam ettirmesi, ikincisinden ayrılması; eğer Feyrûz iki karısıyla ayni nikah akdiyle evlenmişse, karılarından biriyle yeniden nikah yapması ve diğerini bırakmasını" Peygamber Efendimiz kendisinden istemiş olmaktadır. Hancfîlerin te'vîl delilleri, Feyrûz'un du­rumunun, müslüman erkeğin aynı nikah akdiyle iki kız kardeşle evlenmesine yahut iki kız kardeşle ayrı ayrı nikah akidlerinde evlenmesine kıyas edilmesidir. Bu delil zayıf olduğundan Hanefîlerin işbu te'villeri de (anlayışa) uzaktır. Çünkü ASSÜ Ra-sulullah Efendimiz ARO Feyrûz'a, bu iki kız kardeşle nasıl evlendiğini, bir akidde mî yoksa ayrı ayrı akidlerde mi evlendiğini sormamıştır. Eğer hadisten maksad Ha­nefîlerin dediği olsaydı, Rasulullah Efendimiz ona böyle bir suâl sorar yahut önce ona hükmü izah ederdi. Zira bu hadisi Peygamber Efendimiz, tslamın hükümlerinin beyan edildiği bir devirde îrâd buyurduğundan Feyrûz'a mevzua dâir dinin hükümlerini anlatması uygun düşerdi. Oysa Rasulullah Efendimiz böyle bir şey yap­mamıştır. Bu bakımdan Hanefîlerin te'vîli zayıf ve kabule şâyân görülmemektedir.[178]

 

320) Beşerî Kanunlarda Te'vîl

 

Şer'î nassların zahir ve nass lafızlarında te'vîl caiz olduğu gibi, makbul olduğu takdirde kanun metinlerinde de caizdir. Mesela Mısır Ceza Kanununun 313 ve 3l7nci maddelerinde hırsızlık suçunun cezasının ağırlaştırılması hususunda "gece" kelimesi böyledir. Keza aynı kanunun 352 ve 356. maddelerinde zırâî âletlerin tahribi mevzuunda yine "gece" cezayı ağırlaştıran bir teşdîd unsuru sayılmıştır. Gece kelimesinin açık ve zahir manası, güneşin batışından, güneşin doğuşuna kadarki müddettir. Fakat buradaki "gece": " J^JJİ" kelimesinin "gecenin karanlığının artığı zaman" olarak te'vîl edilmesi mümkindir. Böyle bir tc'vilin de karinesi şudur: Ce­zanın ağırlaştırılmasının âmili, suçlunun cürmü işlemek için karanlığı fırsat cdin-mesidir. Bilindiği gibi karanlık güneşin hemen batışı ile çekmemektedir.

Her ne olursa olsun, (islam Hukukçusu) fakîh te'vîl iddiasıyla keyfi hareket eder duruma düşmemek, kendisini karışıklık içinde bulmamak için te'vîl hususunda çok titiz davranmalı, te'vîlde bulunurken itinâ ve ihtiyatlı tasarruf etmeli, te'vîlin sıhhatli olabilmesi için delilin bulunup bulunmadığından emin olmalıdır.

 

Üçüncü Kısım: Müfesser 

 

321)  Müfesser tabiri Arabcada (açıklamak, izah etmek manasındaki) kökünden alınmıştır. Müfesser, manası açık (ve izaha muhtaç olmayan) lafız demek­tir. Fıkıh Usulü ıstılahında müfesser, "na-s-s olan lafızdan daha fazla (manasına de­laleti) açık ve vuzuhlu, te'vîl olunma ihtimalinin bulunmadığı tarzda açıklanmış olan, manasına bizzat kendisinin delalet ettiği lafızdır." Mesela:

1) Yüce Allah'ın [(...siz de müşriklerle topyekûn har-bedin...)][179] ayetinde kelimesi, (manası açık) zahir ve "ânım bir lafızdır. Fakat tahsîsi muhtemeldir. Kendisinden sonra lafzı zikredilmekle tahsis ihtimali kalkmış ve  kelimesi müfesser (tefsir olunmuş) bir lafız haline gelmiştir.

2) Yüce Allah'ın [(Namuslu ve hür kadınlara zina isnâd eden, sonra (bu isnadlanna dair) dört şâhid getiremeyen kimselerin her birin)e de seksen deynek vurun...)][180] ayetindeki lafzı te'vîl ihtimali taşımamaktadır. Çünkü bu tabir fazlalık ve noksanlık kabul etmeyen muayyen bir adeddir. Bu bakımdan müfesser cinsîndendir.

3)  Gerdeğe girmemiş (yahut kocalarıyla aralarında halveti sahîha vuku bul­mamış) ve boşanmış kadınların, iddet müddeti beklemelerinin icabetmediğinc dair olan Yüce Allah'ın [(...sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur...)][181] ayetinde lafzı iddetin, boşanan kadının beklediği malum ve maruf müddetten başka bir müddetle te'vîl edilme ihtimalini kaldırdığından, âyetteki müfesser kabilindendir.

4)  (Kocasından boşanma hakkına sahib zevceye hitaben kocanın) kendini bir -talâ-k ile boşa" ifadesindeki" lafzı "üç -talâ-k" ile te'vîl olunabilir -hâ-s-s bir lafızdır. Fakat" lafzının zikredilmesiyle te'vîl ihtimali kalkmış (böylece "boşa" demek olan "-talli-kî" lafzı müfesser olmuş)tır.

5) Kur'anda mücmel (öz ve kısa) bir şekilde vârid olup da Sünnet'in kat'î bir tarzda tafsilatını izah ederek icmâlliklerini giderdiği lafızlar da müfesser olur. Yüce Allah'ın [(Namazı kılın ve zekâtı verin)][182] ve [(...ona bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Kabe'yi hacc (ve ziyaret) etmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır...)][183] ayetleriyle farz kıldığı namaz, zekât ve hacc ibadetlerinin teferruatını, ASSÜ Allah Rasûlü Muhammed Efendimiz sözleriyle ve filleriyle izah buyurmuş, böylece Kur'andaki yukarıda zikri geçen lafızlar, te'vîl ihtimali olmayan lafızlar ha­line gelmiştir.

 

322) Müfesserin Hükmü

 

Müfesser kelâm, nes-hi kabul eden hükümlerdense, ASSÜ Peygamber Efendi­miz devrinde nes-hedilme ihtimali taşımakla beraber, teferruatının bildirilip izah olunduğu tarzda kendisi ile ve delalet ettiği (medlûlü)yle amel etmenin vucubudur.

Allah'ın Salât ve Selâmı Üzerine olsun Allah Rasûlünün vefatından sonra ise hem Kur'an ve hem de Sünnet, vahyin kesilmesi sebebiyle nes-hedilmesi ihtimali bulunmayan mu.hkem cinsindendir.

 

323) Tefsir île Te'vîl Arasındaki Fark

 

Müfesserin te'vîli kabul etmez hale geldiği tefsîr, Kur'an nasslarından zikret­tiğimiz misallerde olduğu gibi sığanın kendisinden çıkan yahut Rasûlullahın Sünneti'nin tefsîr ettiği namaz, zekât ve hacc misallerinde zikrettiğimiz gibi Şeriat Sahibinin (şâri"in) kendisinin îrâd buyurduğu kat'î, tefsiri beyandan çıkarılmış olan tefsirdir. Bu tefsirle müfesser kılman şeyler te'vîl kabul etmez. Şeriat Sahibinin ken­disinin îrâd buyurduğu kat'î tefsîrî beyandan çıkarılmış tefsîr, sîğanın yahut lafzın kendisine mülhak sayılır; ve o nassm bir parçası olur.

Te'vîl ise, lafızdan maksadın ne olduğunu, zannî bir delil ile ve ictihâd yoluyla beyan etmektir. Fakat te'vîl katî değildir. Oysa müfesseri tefsîr eden tefsîr yani nass-dan maksadın ne olduğunu beyan eden açıklama, Şeriat Sahibinin kendisi tarafından yapılmıştır. Bunun için müctehidlerin te'villeri kat'î değildir; ve maksad olarak zik­rettikleri şeyler aslında (Allah katında) maksad olmayabilir.

 

324-325-326) Beşerî Kanunlarda Müfesser

 

Beşerî kanunlar kendi metinleriyle, te'vîl ihtimalini ortadan kaldıracak şekilde ifade etmek istedikleri hususları izah ederlerse müfesser kabilinden addolunurlar. Keza kanunda mevcud bulunan tabirler, yine kanun tarafından izah olunur, mak­sadın ne olduğu açıklanırsa, böyle izah edilmiş kelime ve mefhumlar da müfesserdirler. Mesela 1960 tarih ve 20 sayılı Irak Sivil Hizmet (memurin) kanunu­nun 2. maddesinde memur, müstahdem, kadro ve vckîl (bakan)dcn maksadın ne olduğu ayrı ayrı müstakil bir tarzda izah olunmuştur. Böylece bu tabirler, kanunun beyan ettiği mananın haricindeki bir mana ile te'vîl edilemeyecek kadar vuzuh ve açıklık kazanmış, müfesser hale gelmiştir. Kanunun kendisinin bütün teferruatıyla izahını yapüğı tüm kanunî mefhumlar veya kanunun izah ve açıklama salahiyeti ver­diği mercilerin izah ve beyanları hangi hususa dâirse, o husus müfesser olur. Bu mezkûr izah ve beyanlar ise kanun metnine mülhak kabul olunur.[184]

 

Dördüncü Kısım: Muhkem 

 

327) Arab Dili'nde muhkem lafzının manası "şübhesiz ve kat'î olarak bilinen" demektir: Bir şer"î ıstılah olarak muhkem, "kendisinin, manasına delaleti, müfesserden daha fazla bir tarzda kuvvetli bir açıklık taşıyan, le'vîl ve nes-h kabul etmez lafız"dır.

Muhkem lafız te'vîl ihtimali taşımamaktadır. Çünkü delaletinin açıklığı ve vuzuhu öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, öylesine delalet vuzuhuyla te'vîl ihtimali or­tadan kalkmaktadır. Muhkem, nes-h de kabul etmez. Çünkü mu.hkem, mahiyeti iti­bariyle tebdîl, tağyir ve değiştirmeyi kabul etmeyen aslî (temel) bir hükme delalet eder. Yahut mahiyeti itibariyle tebdîl ve değiştirmeyi kabul eden bir hükme mu.hkem delâlet eder; fakat bulunan bir karine, bu hükmün nes-h ihtimalini ortadan kaldırmıştır. Mahiyetleri itibariyle nes-hi kabul etmeyen esâs ve aslî hükümler arasında Allah'a, Âhiret Gününe, peygamberlere iman zulmün haramhğı, adaletin farz olduğuna dair ve benzer nasslar mevcuddur. Ebedî olduklarına karinenin delalet ettiği cüz'î hükümler de vardır. Mesela evli, namuslu ve hür hanımlara zina ifti­rasında bulunanlar hakkındaki Yüce Allah'ın [(...on­ların ebediyyen şahidliklerini kabul etmeyin...)][185] ayeti, Yüce Allah'ın ASSÜ Pey­gamber Efendimizden sonra, Peygamberimizin hanımlarıyla evlenmeyi haram kılan [(Sizin Allah'ın Rasulüne eziyet etmeniz ve kendisinden sonra onun zevcelerini nikahlama­nız asla olamaz...)][186] ayeti, ASSÜ Allah Rasulünün [[(Kıyamete kadar cihâd bakîdir)] hadisi şerifi, ebedî olduklarına karinenin delalet ettiği cüz'î hükümlerdendir. Bu mu.hkem nev'i, adını alır. Burada mu.hkem mevzuunda kasdedilen de bu nevî mu.hkemdir. Muhkem bazen de ASSÜ Peygamber Efendimizin vefatı ile vahyin kesilmesinden dolayı olabilir. Bu nevî mu.hkeme adı verilir. Burada mu.hkem mevzuunda kasdedilen bu nevî mu.hkem değildir.

 

328) Mufıkemin Hükmü

 

Neye delalet ediyorsa medlûlüyle kat'î olarak amelin vucûbu, manasından başka bir şey ifade etme ihtimâli taşımayışı, nes-h ve ib-tâle muhtemel olmayışıdır.

 

329) Delâleti Açık (ve Vazıh) Lafzın Mertebeleri

 

Delaleti vazıh lafzın dört kısım olduğunu, bunların -zahir, na-s-s, müfesser ve mu.hkem isimlerini aldığını kaydetmiştik. Hepsinin (manalarına) delaleti vazıhtır. Fakat kendilerinden maksadın ne olduğuna delaletlerinin vuzuh kuvveti farklıdır. Delaletinin vuzuh bakımından en kuvvetlisi mu.hkemdir. Sonra müfesser, sonra nass ve sonra -zahir gelir. Bu farklılığın neticesi, kendisini (delillerin) te"âru-du sırasında gösterir. Şöyle ki: Mesela zahir ile nass te"âru-d etse nass tercih olunur. Çünkü nass, delalet bakımından zahirden daha vazıhtır. Eğer nass ile müfesser te"âru-d etse, müfesser nassa tercih olunur. Keza tc"âru-d halinde mu.hkem, diğer üçüne birden tercih olunur. Üçüncü bölümde te"âru-d ve tercihten bahsederken te"âru-da dair mi­saller de vereceğiz.

 

2. MEVZU

 

DELALETİ AÇIK OLMAYAN LAFIZ

 

(ĞAYRU LVÂ-DI.HI DDLLALEH)

 

330) Delaleti vazıh olmayan lafız, manasına delaletinde kapalılık (el-hafâ') bu­lunduğundan, kendisiyle maksadın ne olduğuna bizzat kendisi delalet etmeyip, bu­nun kendisinin dışındaki haricî bir unsurla anlaşıldığı lafızdır. Kapalılıkta, delaleti açık olmayan lafzın muhtelif mertebeleri, dereceleri vardır. Delaleti en kapalı olan lafız müteşâbihtir. Sonra kapalılığı ondan daha az olan mücmel gelir. Daha sonra müşkil ve sonra da -hafiyy gelir. Şimdi her birini tek tek ele alalım:

 

Birinci Kısım: Hafi

 

331) Hafi (el-hafiyy) lafız, manasına delaleti zahir ve açık olmakla beraber ma­nasının bazı ferdlerine tatbik olunmasında kapalılık olan, bu bazı ferdler hakkındaki kapalılığın izalesi için tedkîk ve teemmüle, düşünmeye ihtiyâç hissedilen lafızdır. Mesela:

a) Yüce Allah'ın [(Erkek hırsızla kadın hırsızın...ellerini kesin...)][187] ayetinde tabiri böyledir. Hırsız (essân-k), başkasının malını, emsalinin muhafaza olunduğu yerden gizlice alandır. Hırsız ke­limesinden açık ve zahiren anlaşılan bütün ferdlerine şâmil olduğu, hatta bir nevî maharetle, el çabukluğuyla insanlar uyanıkken insanlardan bir şeyler çalan şahsa da şamil bulunduğudur. Yani yankesiciye= de şamil olduğudur. Keza =hırsız kelimesi, açık ve zahirî manasına bakılırsa, mezarlardan, kabirlerden ölülerin kefenlerini çalanlara ve kefen soyucularına da şamil (yani kelimesi  kelimesine de şümulü var gibi) görünmektedir. Fakat (lafzının şümulünde imiş gibi görünen iki kişinin) birine sadece yankesici isminin verilmesi, diğerine de kefen soyucusu denmesi, yankesici ve kefen soyucularına nis-betlc hırsız kelimesini, manası kapalı (-hafi) bir kelime haline getirmiştir. Çünkü yankesici ve kefen soyucusuna, hırsız kelimesinin manasının mutabık geldiği, hırsız kelimesinin kendisinden anlaşılmamaktadır; bunun için hârici bir unsur lazımdır. Kapalılık şuradadır: Kefen soyucusu ve yankesici olan şahıslara sadece kefen soyu­cusu ve yankesici denildiğinden ötürü zihne, yankesici ile kefen soyucusunun hırsız kelimesinin ferdlerinden olmadıkları düşüncesi geliyor. Fakat tedkîk ve düşünme ile anlaşılıyor ki yankesiciye sadece yankesici isminin verilmesinin se­bebi, yankesicinin yaptığı hırsızlıkta bir mahiyet fazlalığının bufunuşundandır.

Çünkü yankesici, malını çaldığı şahsın gafletini fırsat bilerek, uyumayan uyanık gözlere hırsızlığı hissettirmeyip maharet, el çabukluğu ve ustalık icra etmektedir. Durum böyle olunca yankesicinin çalması daha çok tehlike arzetmektedir; ve suçu ise daha iğrençtir. Bu itibarla hırsız kelimesi yankesiciye de şâmil olmaktadır; hırsız gibi yankesici de (Islamdaki) hırsızlık cezasıyla tecziye olunur. Kefen soyucusuna gelince: Kefen soyma fiilinde, hırsızlığa nisbetle bir noksanlık bulunduğundan kefen soyucusuna sadece kefen soyucusu= denmiştir. Çünkü kefen soyucusu malın muhafaza olunduğu mahalden yahut malı muhafaza eden şahıstan, insanların rağbet gösterdikleri bir malı almamıştır. Zira mezar muhafaza mahalli olamayacağı gibi, ölü de malı muhafaza eden şahıs durumunda kabul edile­mez. Bu itibarla kefen soyucusunahırsız= kelimesi şamil olama­yacağından, kefen soyucusuna (Islamdaki) hırsızlık cezası (.haddi) tatbik olunmaz; fakat ta"zîr cezası verilir. Bu, mesela Allah Rahmet Eylesin Ebû Hanîfe gibi bazı islam Hukukçularının görüşüdür. Fukahamn cumhuruna göre hırsız kelimesi, kefen soyucusuna da şâmildir. Çünkü kendisine sadece kefen soyucusu isminin verilmesi, hırsız manasının kendisine mutabık olmasına engel teşkil etmez. Kefen soyucuya, kefen soyucu isminin has oluşu, cinsin nevilerinden muayyen bir nev'e hususi bir is­min verilmesi, yine o muayyen nev'in bu cinsin şümulünde kalması gibidir. Burada kefen soyucusu, hırsız cinsinin nevilerinden bir nevî olur; ve kefen soycusuna hırsız isminin verilmesi (yani kefen soyucusuna hırsız denmesi) doğrudur. Mezarın malı muhafaza mahalli olmayışı fikri kabul edilemez. Çünkü kefene nisbetle mezar, mu­hafaza mahalli olabilir. Zira her şeyin muhafaza olunduğu mahal, kendisine münasib tarzdadır. Kefenin arzu olunan, insanların rağbet ettikleri şeylerden olmayışı, mal oluşuna ve müle-kavvimligine (intifamın mubahlığına ve mu.hrezliğine yani muha­faza altına alınmişlığına) mani değildir. Buna göre de hırsızın çaldığı şeyde aranan "müte-kavvim mal oluş" şartı kefende tahakkuk eder; ve kefen soyucusuna hırsızlık cezası (.haddi) tatbik olunur. Tercihe şâyân olan cumhurun görüşüdür.

b) ASSÜ Allah Rasulünün [(Katil miras alamaz)] hadisindeki [(katil)] lafzı da böyledir. Bu kelime "âmm bir lafızdır; açık ve zahirî manasına bakılırsa hem kasden insan öldüren katile ve hem de hatâen insan öldüren katile şâmil görünmektedir. Kelimenin kasden katile delaleti açık ve zahirdir. Fakat kelimenin manasının hatâen katile mutabık oluşunda bir kapalılık vardır, bu ka­palılığın sebebi, öldürmenin hatâ ile tavsif olunmasıdır. Çünkü mirastan mahrumiyet bir cezadır. Cezayı haketmekte âdeten hatâ ve yanlışlık, kasıddan ve bilerek bir şeyi yapmaktan farklı muamele görür. Burada hala, kasdî harekete müsâvî (eşit) kılınarak mirastan mahrumiyetin sebebi olacak ve kendisine hadisin manası tatbik edilecek midir, yoksa edilmeyecek midir? Bazı fakihlere göre cezada, halâ da kasdî harekete müsavidir. Bu görüşe göre hadisdeki [(katil)] lafzı, kasden insan öldüren katile şâmil olduğu gibi hatâen insan öldüren insana da şâmildir; bile bile katil olan­la, hatâen katil olanın her birisi mirasdan mahrum edilir. Bu görüşün dayandığı delili şudur: Hatâen insan öldürene katil isminin verilmesi doğrudur. Ayrıca halâen katil, titizlik ve ihtiyatlı davranma hususunda kusurlu olduğundan, ceza olarak mirasdan

mahrum bırakılır. Mirasdan mahrumiyet aslî ve tam ceza değildir; fer"î cezadır. Onun için hatâen katilin, bilerek insan öldüren katilden, kısas cezasında farklı oluşu, mirasdan mahrumiyette müsâvî olmalarına manî değildir. Diğer taraftan hatâen katil, bu fer"î cezayla cezalandırılmazsa bu durum, mirasçılar arasında öldürme hâdisesinin yaygınlaşmasına ve öldürmenin hatâen vuku bulduğu iddiasının intişârına sebeb olur. İşte bu kapıyı kapamak, suça giden yolu yok etmek, zamanı gelmeden önce bir şey hususunda aceleciliği önlemek bakımından, hatâen insan öldürenin de mirasdan mahrum bırakılması icabeder.

Bazı fakihlere göre ise hadisteki [( JzllM )]: [(katil)] kelimesi, hatâen katile şâmil değildir. Çünkü hatâen katilin fena bir maksadı yoktur. Onun için aslî ceza olan kısasla ve fer"î ceza olan mirastan mahrumiyetle cezalandırılmaz.

Kendi manasında delaletinde zahir ve açık olan, fakat bu mananın bazı ferdle-rine tatbik olunmasında ve mutabık düşmesinde bir -hafâ' ve kapalılık bulunan her lafız böyledir: Bu ferdlerden bazısına nisbetle o lafız -hafidir. O lafzın manası ya düşünme ve tedkîkten sonra bu bazı ferdlere mutabık düşer ve o lafzın hükmü bu bazı ferdlerde de carî olur; ya da düşünme ve tedkîkten sonra mutabık düşmez ve -yukarıda da misallerini verdiğimiz gibi- o lafzın hükmü bu bazı ferdlerde carî olmaz. Fukaha efendilerimizin görüşleri bu sahada farklı olabilmektedir.

 

332) Beşerî Kanunlarda Hafi

 

Mısır Ceza Kanununun 311. maddesi şöyledir: "Başkasının menkûl malını kim el yordamına getirip çarparsa, o şahıs hırsızdır." Acaba elektrik ceryânım çalana da bu kanun maddesi tatbik edilecek midir? Elektrik ceryanımn menkûl mal sayılmasındaki -hafâ' (kapalılık) sebebi şudur: Menkûl mal, âdeten bir mekândan başka bir mekâna nakledilebilir mal demektir. Bu manayı elektrik ceryanına tatbik edebilir miyiz? Mısır Temyiz Mahkemesi'nin verdiği karara göre elektrik ceryanı da menkûl mal sayılmakla olduğundan, elektrik ceryanı hırsızı, yukarıdaki kanun mad­desinin şumûlündedir.

 

333) Hafinin Hükmü

 

Lafzın bazı ferdlerine (manasının) mutabık gelmesinde -hafâ' ve kapalılık hasıl eden şey ("ân-d) hakkında düşünmenin ve tedkîkin vucûbudur: (Tedkîkden sonra) lafzın bu bazı ferdlerini şümulüne aldığı görülürse ferdler, lafzın ferdlerinden kılınır; ve lafzın hükmünü alırlar: Yankesici misalinde olduğu gibi. Eğer (tedkîkten sonra) lafzın bu bazı ferdlerini şümulüne almadığı görülürse ferdler, lafzın hükmünü al­mazlar: Kefen soyucusu misalinde olduğu gibi. Fakihler düşünce ve tedkiklerinde it­tifak ettikleri gibi ittifak edemeyebilirler de..

 

İkinci Kısım: Müşkil

 

334) Müşki.(=bana şu karışık geldi) dan alınmıştır. Yani  (=şu, benzerleri ve emsalinin arasına karıştı) demektir. Bir ıstılah olarak müşkil, emsali ve benzerlerinin arasına girmesi sebebiyle, kendisinden maksadın ne olduğunda karışıklık bulunan, diğer emsali arasından ancak bir delil ile temeyyüz edip ayrılan lafza verilen isimdir. Başka bir tabir ile miişkil, kendisinden maksad sa­dece bir tanesi olduğu halde müteaddid manalara ihtimali bulunan, fakat emsal ve benzerleri yani bu müteaddid manalar araşma girmiş, bu giriş sebebiyle işitenden gizli kalan(i-htifâ' eden), emsal ve benzerlerinden temeyyüz edip ayrılması için düşünmeye ve tedkîke muhtaç olan kelam veya lafzın ismidir. Şu halde müşkildeki kapalılık (el-hafâ1) sebebi kendi lafzı ve sîğasidır: Müşkil, sîğasıyla kendisinden maksadın ne olduğuna delalet etmez; kendisinden maksadın ne olduğunu açıklayacak bir haricî karine şarttır. (Bilindiği üzre) -hafi lafız böyle değildir, -hafi lafzın kapalılığı yani -hafâı, lafzın kendisinden değil, beyan ettiğimiz gibi lafzın har­icindeki âmiller sebebiyle lafzın manasının bazı ferdlere mulâbakatindeki karışıklık ve iştibahtan doğmaktadır.

335)  Müşterek lafız, müşkilin misallerindendir. Müşterek lafız Arab Dilinde birden fazla manada kullanılmış bir lafız olduğundan kendisi muayyen bir manaya delalet etmez; kendisiyle kasdedilen manayı tahdîd eden, haricî karinelerin bulun­masıdır. Bunda ise müctehidlerin görüşleri birbirini tutmamaktadır.  Yüce Allah'ın [(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç -kur' müddeti beklesinler...)][188] ayetinde bulunan lafzında olduğu gibi. Bu lâfız arab dilinde hanımların hayız hâli ve temizlik hâli mânasında kullanılan (bu iki mânâ için vaMolunmaz bir lâfızdır), ayette bu lâfızdan maksadın ne olduğunu tayin eden, karinelerdir.

Yüce Allah'ın [(Kadınlarınız sizin (evlad yetiştiren) tarlalarınızdır. O halde tarlanıza istediğiniz gibi (islediğiniz hal ve şekilde) gelin...)][189] ayetinde bulunan (ve istediğiniz gibi tarzında terecme edilmiş bu­lunan) lafzı da böyledir. Bu lafız Arab Dilinde (keyfiyet, hal ve durum ma­nasına olan)" anlamına kullanıldığı gibi, (nereden manasına olan)"manasına da kullanılır. Maksadın bunlardan hangisi olduğunu tayin eden, ayetin siyakı ve karinelerdir. Nitekim bunlar maksadın "mahal ve yer" olmadığını; durum­lar, haller ve keyfiyetler olduğunu, ayetin ahvâlin umûmuna delalet ettiğini tayin etmişlerdir.

 

336) Beşerî Kanunlarda Müşkil

 

1959 tarih ve 118 sayılı Irak Ahvali Şahsıyye Kanununun 8. maddesi şöyledir: "Onsekiz yaşını doldurmakla evlenme ehliyetine sahib olunur." Bu kanun hükmüne göre 18 yaşını dolduran şahıs, evlenme ehliyetine sahib olmaktadır. Her senenin biti­minde yaş dolduğuna göre 18 yaşın doldurulması demek, şahsın 18 sene yaşamış ol­ması, yani 18 sene sonunda 18 yaşını doldurması demektir. Fakat sene kelimesi kamerî seneye yahut şemsî seneye (güneş yılına) muhtemeldir. Şu halde bu kanunun yukarıdaki maddede kullandığı mefhûm müşkildir. "Sene"den maksadın ne olduğunun mutlaka belli olması icabeder; maksad kamerî sene midir, yoksa şemsî sene midir? Düşünme ve tedkîkle anlıyoruz ki bu kanun aile hukuku meselelerini içine almaktadır; ve (Irak'ta) aile hukuku mevzuatında islam Şerîati hükümleri tatbik olunur. Irak Ahvâli Şahsiyye Kanununun 1. maddesinde de beyan olunduğu gibi, işbu kanunda muhteva olarak bulunsun veya bulunmasın, bütün aile hukuku mevzuatında hüküm İslam Şerîati'ne göre olduğundan, İslam Şerîati de seneyi hesâb ederken "kamerî yılı" kullandığından bu husus, 18 yaşın doldurulmasından kanunda 18 kamerî yılın geçmiş olması manasının kasdedildiğine dair karine kabul edilir.

 

336) Müşkilin Hükmü1[190]

 

Müşkilin hükmü, müşkil lafızdan kasdedilen mananın ne olduğunu gösteren de­lil ve karineleri araştırıp tedkîk etmek, tedkîkin neticesine göre amel etmektir. Bu, önce lafzın bütün mefhum ve manalarını tedkîkle bu manaları ortaya koyup, onlar üzerinde teemmülde bulunup kasdedilen manayı tayinle olur.

 

Üçüncü Kısım: Mücmel

 

337) Mücmel (öz ve kısa olarak, tafsîlatsız zikredilmiş, icmal olunmuş) Arab Di­linde mübhem (izahı bilinmeyen) demektir. Lafız durumu mübhcm hale getirdi"den alınmıştır. ARE imam Serahsî'nin kaydettiği üzre Fıkıh Usûlü ıstı­lahı olarak mücmel, "icmal edenin (mücmel lafzı söyleyenin) tefsir ve izahı olmak­sızın kendisinden maksadın ne olduğu anlaşılmayan, icmal edenin yani mücmilin beyan ve izahı ile kendisinden maksadın ne olduğu anlaşılabilen lafız" demektir. Şu halde mücmel, kendisiyle ne murâd olunduğu kapalı olan, ancak mücmeli söyleyen tarafından muradın izah edilmesi ile maksadın anlaşılabildiği lafızdır. Çünkü müc­meli söyleyenin maksadının ne olduğuna dair, lafzın manasına delalet eden bir karine yoktur. Buna göre mücmeldeki kapalılık (el-hafâ1) sebebi lafzîdir; arızî ("ân­dı) değildir. Yani mücmel lafız, kendi sîğasıyla kendisinden maksadın ne olduğuna delalet etmemektedir; kendisinden maksadın ne olduğunu açıklayan lafzî veya hâlî karineler yoktur; lafızdan maksadın ne olduğunun anlaşılması için Şerîat Sahibine (şâri"a) müracaat etmek şarttır.

 

icmalin sebebi bazen:

 

a)  Lafzın, kendisinden kasdedilen manayı tayin eden karinelerin bulunmadığı müşterek lafız olmasıdır.

b) Bazen de sebeb, lafızdaki garabettir. Mesela Yüce Allah'ın [(Hakikat insan helû" (sabrı kıt ve hırsına düşkün) olarak yaratıimıştır)][191] ayetinde bulunan lafzı böyledir. Bu bakımdan Allah, lafzı ondan sonraki ayetlerde tefsir buyurmuştur. Alemlerin Rabbı devamla şöyle ferman ediyor: [(Kendisine şer (zarar, fakirlik, has­talık v.s.) dokundu mu feryadı basar, kendisine hayır (bolluk, zenginlik) dokununca da (içinde Allah'ın hakkı bulunan mal verilince de) çok cimri olur)][192] Keza Yüce Allah'ın  [(el-kâri"ah, nedir el-kâri"ah? Sana el-kâri"atuyu bil­diren nedir? O gün insanlar yaygın (ve salgın) pervaneler (mütekâsif dalgalar ha­linde çekirgeler) gibi olacak. Dağlar atılmış renkli yünler gibi olacak)][193] ayetlerinde yer alan lafzı da böyledir; ve bu lafzı, daha sonraki ayetlerde bizzat Rabbımız tefsir buyurmuştur.

c) Bazen de icmalin sebebi, lafzın lugavî manasından ıstılahı manasına naklo-lunmasıdır. Mesela lafızlarının Arab Dilindeki kelime manalarından alınarak islam Dininde, hepimizin bildiği muayyen dînî manalara nak­ledilmeleri) gibi. Bu lafızların dini manaları mücmel olduğu içindir ki Peygambe­rimizin Sünneti bu lafızlardan kasdedilen şer"î ve dini manaları açıklamıştır, işte Şeriat Sahibinin bu beyanı olmasaydı, bu lafızlardan Şeriat Sahibinin kasdettiği şer"î ve dini manaların anlaşılması mümkin olmayacak idi.

 

338) Mücmelin Hükmü

 

Şeriat Sahibi tarafından icmalliği giderilinceye ve manası açıklığa kavuşturuluncaya kadar, kendisinden maksadın ne olduğunun tayin edilememesi ve kendisiyle amel olunamamasıdır.

Eğer Şeriat Sahibinin mücmeli beyanı, kat'î ve vâfi (tam, kifayetli ve noksansız) ise, mücmel müfesser olur. Mesela ASSÜ Allah Rasûlü Muhammed Efendimizin ve benzeri ifadeleri beyanından sonra bu ifadelerin mücmelken müfesser olmaları gibi.

Eğer beyan bu keyfiyette olmazsa, mücmel müşkil olur; ve işkâlinin (müşkilliğinin) izalesi, kendisinden maksadın ne olduğunun anlaşılması için düşünme ve tedkîke ihtiyaç hissedilir. Çünkü Şerîat Sahibi mücmel olan lafzı kısmen beyan etmek suretiyle, lafızdan kasdedilen mananın o olduğunun anlaşılması için teemmül ve ictihâd kapısını açmıştır. Mesela Faiz lafzı Kur'anda mücmel olarak vârid olmuştur. Peygamberimizin Sünneti lafzını altı ri-bevî mallar hadîsi (haklarında faiz ameliyesinin ceryan ettiği altı mal sınıfını açıklayan hadisi) ile beyan etmiş ise de, bu beyan vâfi değildir (fakihlerin farklı görüş beyanına mani değildir). Çünkü bu hadis, saydığı altı mal sınıfına faizi münhasır kılmamış tır (faiz sadece bu altı sınıf malda vuku bulur dememiştir). Onun için hadisde vârid olan mal sınıflarına kıyasen, hakkında faizin ceryan edeceği şeylerin beyanı için ictihâd edilebilir.

 

Dördüncü Kısım: Müteşâbih

 

339) Kendisinden maksadın ne olduğu kapalı olan, kendi sîğasiyla kendisinden muradın ne olduğuna delalet etmeyen, kapalılığını (-hafâını) izâle edecek bir karine olmadığından idrâkine imkan bulunmayan, bilinmesini Şerîat Sahibinin sadece ken­disine has kıldığı lafız müteşâbihtir. Usûl ulemâsı efendilerimiz, müteşâbihin tari­finde böyle diyorlar. Misal olarak da şunları veriyorlar:

1) Bazı sûrelerin başlarında bulunan ve kendilerine denilen harfler:[194][195][196]

2) Allah'ın sıfatlarına dâir olan ayetler: [(O çok esirgeyici (Allah'ın emir ve hükmü) arşı istilâ etmiştir)][197] ve [(Allah'ın eli, onların elleri üstündedir)][198] ayetleri gibi.

Esasen Usulcülerin kasdettikleri manada müteşâbih, Fıkıh Usûlü îlmi'nin tedkîk mevzuu değil, Kelâm îlmi'nin tedkîk mevzuudur. Burada kısaca şunu tebarüz ettire­rek yetinmek isteriz: Gerek mu-ka-t-ta" harfler olsun, gerek Allah'ın sıfatlarına dair ayetler olsun, bunlar Usulcülerin kasdettikleri müteşâbih cinsinden değildir. Mu-kat-ta" harfler, Kur'an bu ve benzeri harflerden teşekkül etmekte olduğu halde insanların Kur'anın benzerini ortaya koymaktan aciz kaldıklarını beyan içindir; Kur'anın âciz bırakıcılığının, Allah katından oluşunun bir delili durumundadırlar. Sıfat ayetleri-ninse manaları bellidir. Yüce Allah'a layık olan manalarla anlaşılırlar. Yani bu sıfat­lar Allah'ın sıfatlarıdır; fakat yarattığı mahluklarının sıfatlarından farklıdırlar. Allah'­ın zâtı diğer varlıklara benzemediği gibi, onun sıfatlan da kendisinin dışındakilerin sıfatlarına benzemez. Yüce Allah'ın [(Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur. O, hakkıyla işiten, kemâliyle görendir)][199] ayeti bunu göstermektedir.

Şuna dikkat olunmalıdır: Amelî ve şer"î a.hkâm ayetleri ve hadislerinde, istikra' ile sabit olduğu üzre müteşâbih lafızlar yoktur. Çünkü a.hkâm nusûsu (hukuki temel metinler) ile kasdedilen, (kulların) bu nasslarla amel etmeleri ve onları (hayatlarında) tatbik etmeleridir; sadece itikâd ve iman etmek değildir. Eğer onlar müteşâbih olurlarsa, kendileriyle amel etmeye imkan olmaz. Icablanna göre hareket olunmak üzre meşru kılındıklarına göre kendilerinde herhangi bir anlaşılmazlık, teşâbüh ve iştibâh bulunmamak lazımdır.

 

4. BAHİS

 

LAFZIN MANAYA DELÂLET KEYFİYETÎ

 

 

340) Giriş

 

Üçüncü bahiste, lafzın manasına delaletinin açıklığı yahut kapalılığı bakımından lafzın kısımlarını tedkîk etmiştik. Bu bahiste de lafzın, manasına delaletinin yollarını ele alacağız. Lafız bu itibarla dört kısımdır: 1) na-s-sın ibaresiyle delalet eden lafız, 2) na-s-sın işaretiyle delalet eden lafız, 3) na-s-sın delaletiyle delalet eden lafız, 4) na-s-sm i-kti-dâıyla (iktizasıyla) dalelat eden lafız. Bu taksimin sebebini şöyle izah edebiliriz: Lafızdan anlaşılan mana ya nassın ibaresi, ya işareti, ya delaleti, ya da ik­tizası yoluyla anlaşılır. Böylece lafzın, manasına delaleti dört kısma taksim edilmiş olur. Bu dört delalet kısmına, cumhur -Hancfîler haricindeki ulemâ- hususi bir dela­let şekli olan muhalefet mefhûmunu yani mefhûmu lmu-halefeti ilave etmişlerdir. Şimdi her bir delaleti ayrı ayrı inceleyelim:

 

Birinci Kısım: Nassın ibaresi

 

341) Nassın ibaresi, lafzın kendi sığasından derhal anlaşılan manaya delaletidir. Bu mananın, lafzın siyakından aslî olarak veya talî olarak kasdedilmesi arasında fark yoktur. Şu halde lafzın kendisinden anlaşılan her mana -lafzın söylenmesi (siyakı) aslen bu manayı ifade için olsun yahut bu mana lafzın siyakından kasdedilen aslî manaya nisbetle tebc"î ve talî (ikinci derecede) bir mana olsun- ibarenin delaleti sayılır; ve kendisine "na-s-sın harfi manası" denilir. Yani sözün cümİçlerindeki ke­limelerden anlaşılan mana demektir.

 

342) Misal olarak şunları gösterebiliriz:

 

a) Yüce Allah'ın [(-Kısas ve zina gibi şeylerden dolayı meşrû- bir hak olmadıkça Allah'ın haram ettiği cana kıymayın)][200] ayeti ibaresiyle yani kendi lafızlarıyla "insan Öldürmenin haramlığma" delalet etmektedir.

b) Yüce Allah'ın [(Namazı kılın; zekâtı ve­rin)][201] ayeti ibaresiyle "namazın ve zekatın farziyetine" delalet etmektedir. Aslen aye­tin siyakından kasdedilen mana (da) zaten bu manadır.

Bazen kelamın siyakı asaleten ve tebe"an iki yahut Uç manayı ifade etmek için olabilir.

c) Yüce Allah'ın [(Allah alış verişi helal, faizi haram kılmıştır)][202] ayetinden, ibarenin delaletiyle iki mana anlaşılıyor:

1) Alış verişle faiz arasında benzerlik bulunmadığı. Bu mânâ, kâfirlerin [(Alım satım da ancak faiz gibidir)]1 sözlerine reddiye olarak a-yetin sev-k olunduğu aslî maksaddir.

2) Ahş verişin helal ve faizin haram kılınışı. Bu mana ayetin talî ve tebe"î mak­sadıdır. Yani kelamın ve ayetin siyakı, esasen bu mananın beyanı için değildi. Bu mana tebe"an ve dolayısıyle ayetten anlaşılmıştır. Çünkü alış verişin helal ve faizin haram olduğunu beyan etmeksizin sadece alış verişle faiz arasında benzerliğin bu­lunmadığı ayette ifade olunabilir idi. Hal böyleyken bu mananın zikredilmesi, kendi­siyle ayetin asli maksadına varılmak için, ayetin siyakında talî mana ve maksad olduğunu göstermektedir.

ç) Yüce Allah'ın .sizin için helal olan-diğer- kadınlardan ikişer, üçer, dörder ol­mak üzere nikah edin. Şayet -bu suretle de- adalet yapamayacağınızdan endişe eder­seniz o zaman bir tane ile iktifa edin-)][203] ayeti, ibaresiyle üç manaya delalet etmekte­dir.

1) Nikahın yani evlenmenin helalliği ve mubahlığı.

2) Bir erkeğin en fazla dört zevcesinin olabileceği, daha çok kadınla ayni anda evli olamayacağı.

3) Birden fazla karısı olursa, koca bu karıları arasında adaleti temin etmekten korkarsa, kocanın bir zevceyle iktifa edeceği.

Bu üç mananın hepsi de nassın ibaresinden yanı nassın lafızlarından anlaşılmakladır. Hepsi de nassın siyakının maksadıdır. Yalnız bu üç mananın birin­cisi ayetin siyakının talî ve tcbe"î maksadıdır, ikinci ve üçüncü manalar ise ayetin siyakının aslî maksadıdır.

 

343) Beşerî Kanunlarda Nassın İbaresi

 

Beşeri kanunlarda nassın ibaresinden anlaşılan mananın misalleri çoktur. Çünkü kanun vâzıı her kanun hükmünü, muayyen bir hükmü göstermek için tanzim etmiş (sev-k eylemiş), bu hükmü göstermesi için de kanunun kelime ve ibarelerini ona göre düzenlemiştir. Şu halde hangi kanun olursa olsun, mutlaka her kanun metninin, ibaresinin delalet ettiği bir manası vardır. Mesela Irak Medeni Kanununun 139. maddesi şöyledir: "Eğer gasbettiği malı gâsıb istihlâk ederse yahut telef ederse yahut kaybederse yahut kendisinin tecâvüzü olsa da olmasa da mağsûb malın tamamı veya ot kısmı telef olursa gâsıb, malı tazmîn eder." (Bu kanun metninin kelimelerinden anlaşılan manaların hepsi nassın ibaresidir ve hepsi de nassın siyakının yani kanu­nun tanziminin aslî maksad larıdır.)[204]

 

İkinci Kısım: Nassın İşareti

 

344) Nassın işareti lafzın, ne aslî ne de talî olarak kasdedilmeyen, fakat kelamın siyakından kasdedilen manadan ayrılmayan bir manaya delalet etmesidir. Yani nass kendi sîğa ve ibaresiyle bu manaya delalet etmemektedir. Fakat nass iltizam yoluyla bu manaya işaret ve îmâ etmektedir. Bu şu demektir: Nassın ibaresinin delalet ettiği mana, nassın işaret ettiği bu manayı istilzam etmektedir. Onun için bu manaya lafzın delaleti, ibare yoluyla değil işaret ve îmâ yoluyla olmaktadır. Bundan dolayı bazen bu delaleti "lafzın, siyaktan kasdedümediği halde iltizâmî olarak delaletidir" şeklinde ifade ederler.

Bazen (nassın işareti yani) işaret delaleti, az bir düşünce ve tedkîkle anlaşılabilir; gayet açık ve vazıh olur. Fakat bazen de derin tedkîk ve düşünceye ihtiyaç gösterecek derecede kapalı olur.

Ayrıca nassın ibaresiyle delalet ettiği mana ile, nassın işaretiyle delalet ettiği mana arasında hakiki bir telâzümün (ayrılmazlığın) bulunduğundan emin olmak ica-beder. Bu itibarla insanın nassın manasından ayrılmaz diye her tasavvur ettiği şey mutlaka nassın işareti değildir: Nassın manasıyla nassın işareti arasındaki telâzüm, birbirinden ayrılması olmayan iki şey arasındaki telâzüm kabîlindendir ve hakiki bir ayrılmazlıktır.

 

345) Îslâmî Ve Şer"Înasslardan Misaller

 

a) Yüce Allah'ın [(Annelerin ma"rûf vech ile (babanın elinden gelen mikdâra, örf ve âdete göre) yiyeceği, giyeceği, çocuk kendisinin olan (babay)a âiddir...)][205] ayeti ibaresiyle, süt emziren an­aların nafaka, giyim masraflarının (süt emen çocukların) babalarına âid bulun­duğuna, çocuğun anaya değil, babaya (neseb bakımından) nisbet edildiğine delalet etmektedir. Çünkü ayette çocuk, [(Çocuk kendisinden olan -babay-a)] ifadesinde babasına ihtisas harfi (.harfu l'i-hti-sâ-s) olan harfi ile izafe olunmuştur. İşbu nassın işaretiyle, bu son manaya bağlı olarak ve ondan ayrılmayan diğer manalar da anlaşılır. Mesela:

1) Çocuğun nafakasını sadece babanın temin etmesi icabeder. Çocuğunun neseb­inin kendisine âid olmasında babaya hiç kimse iştirak edemediği gibi, nafakayı te­min etme mükellefiyetinde de babaya hiç kimse müşterek değildir.

2) Baba, ihtiyacını giderecek kadar çocuğunun malından alabilir. Çünkü çocuk babaya Allah'ın 3 ifadesinde (âidiyyet ve mülkiyyet ifade eden lâm harfi) ile mensûb kılınmıştır. Hür olduğundan çocuğun kendisi, ba­banın mülkiyetinde olamayacağından babanın, çocuğunun mülkünü edinmesi ve mülküne malik olması, babanın ihtiyacı halinde caizdir.

b) Yüce Allah'ın [(Oruç (günlerinizin) gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı...)][206] ayetinin nassınm ibaresinden, gecenin son kısmına kadar kocanın zevcesiyle cinsî münasebette bulunmasının helalliği, mubahlığı anlaşılmaktadır. Bu mubahhğm bu vakte kadar uzaması, oruçlu cünüb bulunduğu halde sabah olmasını istilzam etmek­tedir. Böylece şahısta cünüblük ve oruçluluk vasıfları bir arada bulunacaktır. Bu iki vasfın bir arada bulunmaları, birbirini hükümsüz kılmadıklarını ve birbirlerinin zıddı olmadıklarını, orucun (başlangıç vaktinin) cünüblükle bozulmamasını (cünübün oruç tutmaya başlayabileceğini) müstelzimdir. Çünkü cenâbetliğin mukaddimeleri ve seb-ebleri mubah ve helal kılınmıştır. Şu halde ayet ibaresiyle: Gecenin son lahzasına kadar kan koca arasında cinsi münasebetin mubahlığına delalet etmekte; işaretiyle de-oruç tutan insanın cünüb olarak sabahlamasının câizliğine delalet etmektedir. Bu İşaret manası, ayetin siyakındaki maksad olmamakla beraber, ibaresiyle ayetin dela­let ettiği manadan ayrılmayan, o mananın mütelâzımi olan bir manadır.

c) Yüce Allah'ın [(...hicret eden fakirlere âiddir ki onlar Allahtan fazıl (ve inayet) ve hoşnudluk ararlar... yurdlarından ve mallarından (mahrum edilerek) çıkarılmış­lardır...)][207] ayetinin siyakı, muhacirlerin fey'den bir pay almaya müstehak bulunduk­larına delalet etmesi içindir. İşaret delaletiyle bu ayetten anlaşılmaktadır ki zikri geçen muhacirlerin Mekke'deki malları hakkında mülkiyet haklan kalmamıştır. Çün­kü ayet kendilerinden [(fakirlere âiddir...)] ibaresiyle bahsetmiştir. Mal­larından mülkiyetlerinin kalkması, ayetin siyakının ne aslî ve ne de talî ve tebe"î maksadı olmayan bir manadır. Fakat bu mana, ayette geçen  lafzından ayrılmaz bir manadır.

ç) Yüce Allah'ın [(Eğer bilmiyorsanız zikir erbabına sorun)][208] ayeti ibaresiyle "zikir ehline sormanın icabettiği" ne delalet etmektedir. Çünkü ayetten maksad bu manadır. Zikir ehline sual sormak, kendilerine sual sorulabilmesi için "bir zikir ehlinin yetiştirilmesini" icabettirir. Bu mana ayetin maksadı değildir. Fakat, ayet işâreten bu manaya delalet etmektedir.

d) Yüce Allah'ın [(iş hususunda onlarla müşavere et)][209] ayeti ibaresiyle, tslamda devlet idaresi esasının şûra, müşavere, danışma, görüş ve re'y alma olduğuna delalet etmektedir. Bu mana, milletin her ferdiyle müşavere edil­meyeceğinden, milletin işi hakkında kendileriyle istişare edilecek bir cemaatin

yetiştirilmesini istilzam etmektedir. Bu istilzam manası ayetin siyakının maksadı ol­madığından, ayetin bu manaya delaleti işaretledir.

e)  Yüce Allah'ın [(...onun bu taşınması ile sütten kesilmesi (müddeti) otuz aydır)][210] ayeti ile [(...sütten ayrılması da iki yıl -sürmüştür-)][211] ayetinden işaret yoluyla "gebeliğin asgarî müddetinin altı ay olduğu", her iki ayetin dikkatlice tedkîkiyle anlaşılmaktadır.

f) ASSÜ Rasulullah Efendimizin [(Bu gibi günde onları istemekten müstağni kılın)] hadisinde, nassın ibaresiyle sabit hüküm, "bayram günü fakire sadakai fıtrin verilmesinin icabettiği"dir. Çünkü bu mübarek hadîs esasen bu hükmün beyanı için sev-kolunmuş (îrâd olunup, buyrul-muş)tur. işbu hüküm hadisin kendi ibaresinden anlaşılmaktadır. (Bu hadiste) işaret yoluyla da bir takım hükümler sabit olmuştur:

1) Sadakai fıtri zenginden başkasının vermesi icabetmez. Çünkü (başkasından mal veya para) istemekten müstağni kılabilecek insan sadece zengin olandır.

2)  Müstağni kılmanın tahakkuk edebilmesi için sadakai fıtrin zengine değil, muhtaca verilmesi icabeder.

3) Verilen mal ne türlü mal olursa olsun, vacib yerine getirilmiş olur. Çünkü nass, müstağni kılmaya itibar etmiştir. Müstağni kılmak da nakdî veya gayrı nakdî tediyelerle hasıl olur.

Yukarıdaki misallere dikkat edilirse anlaşılacaktır ki nassın işaretinden çıkarılmış iltizâmı manalar (nassın ibare manasından ayrılmayan manalar) bazen ka­palı ve -hafi olup çok dikkatli ve titiz bir teemmül ve pek derin bir tedkîk ile idrâk edilip anlaşılabilir. Bu iltizâmı manaları bazıları kavrayamayabilir; onlara ancak Fıkıh'da derinleşmiş ve ilerlemiş fakihler idrak edebilirler. Ayrıca akılların an­layışları da farklı olduğundan, işaret yoluyla nasslardan çıkan manaların idrakinde akıllar da ittifak etmeyip, ihtilaf ede(bili)rler. Nassın ibaresinin delaletiyle idrâk olu­nan manalar böyle değildir. Çünkü nassın ibaresinin manası, fakih olmayanın bile anlayacağı derecede açık ve vazıhtır.

 

346) Beşerî Kanunlarda işaretin Delâleti

 

a) 1969 tarih ve 111 sayılı Irak Ceza Kanununun 378. maddesinin ilk fıkrası şöyledir: "Karı kocadan birinin şikayeti olmadıkça, bu karı kocadan biri aleyhine zina davası açılamayacağı gibi, böyle bir davada da hiçbir icrââtta bulunulamaz." Bu kanun ifadesi, işaret yoluyla delalet etmektedir ki, karı kocadan birinin işlediği zina suçu, diğeri hakkında suç sayılır; cemiyet hakkında suç sayılmaz. Çünkü bu mana, nassın ibaresinden anlaşılan manadan yani zina davası ancak karı kocadan bin ta­rafından açılır manasından ayrılmayan bir mefhumdur. Zira kanun vâzıına göre zina suçu cemiyet aleyhine işlenen bir suç olsaydı -mesela hırsızlık gibi- âmmenin hakkı zina suçuna müteallik olacak ve zina davası kan kocadan birinin açmasına bağlı ol­mayacaktı. Cemiyete karşı tecavüz sayılan diğer âmme suçlarında durum böyledir. Bu Irak kanununun telakkîsi, zinayı cemiyet ve âmme aleyhine bir tecavüz sayan, bu suça ceza vermeyi Allah'ın yani cemiyetin ve âmmenin hakkı kabul eden islam

Serîati'ne aykırıdır. îslam Şerîati'nde, karı kocadan biri zina yapsa zina davası, karı kocadan birinin diğerini şikâyetine bağlı değildir.[212]

 

Üçüncü Kısım: Nassın Delâleti

 

347) Hükmün "illetinde müşterek oluşları sebebiyle, man-tû-kun yani nassda zikredilen şeyin hükmünün, meskûtun "anh (nassda zikri geçmeyen şey) hakkında sabit bulunduğuna lafzın delaleti, nassın delâleti=dilâletu nna-s-s adını alır. (Yani nassın rnantûku ile meskûtun "anh ayni illette müşterektirler. Bu illet, mantûkun hükmünün illetidir, işbu illette müştereklik sebebiyle mantûkun hükmü, meskûtun "anh hakkında da sabit olmaktadır. İşte nassın yani lafzın bu sabitliğe ve sübûta de­laleti, dilâletu nna-s-s demektir.) Hükmün illeti, Arab Dili'nin anlaşılmasıyla anlaşılabilir. Yani buradaki illeti, tedkîke ve içtihada hacet olmadan Arabcayı bilen herkes anlayabilir. Nassın delaleti yoluyla elde edilen hüküm, nassın lafzından değil de, nassın manasından alındığı için bazıları nassm delaletini, "dilâletu ddilaleh" ola­rak, bazıları da "fa.hva I-hı-tâb": olarak isimlendir­mişlerdir. Çünkü kelamın fa.hvâsi, kelamın manasıdır. Şâfiîler ise dilâletu nnassa, mefhûmu lmuvâfa-kah= adını vermişlerdir. Çünkü lafzın sükût mahal­lindeki (hükmünü açıklamadığı mevzûdaki) medlulü ve manası, nu-t-k mahallindeki (hükmünü açıkladığı meseledeki) medlulüne ve manasına muvafık ve uygundur. . Buna göre meskûtun "anh, man-tû-kun bihehüküm bakımından muvafık olur. Bazıları da dilâletu nnassa, celî (açık) kıyâsve evlâ (evlcviyetle) delâletisimlerini veriyorlar. Çünkü illet mantûkun binden daha kuvvet­li olarak, meskûtun "anhde kendini belli ettiğinden meskûtun "anh, hükme mantûkun bihden daha layıktır.

Muayyen bir vak'ada nass, ibaresiyle bir hükme delâlet etse, illet bakımından bu vak'aya eşit illetin kendisinden daha kuvvetli olarak bulunduğu başka bir hâdise meydana gelse, illetteki bu eşitlik yahut kuvvellilik Arab Dilini anlamakla, düşünce ve içtihada hacet kalmadan en basit bir dikkatle kavranabiliyorsa, nassın bu iki vak'aya da şâmil olduğu, nassdaki hükmün meskûtun "anh yani ikinci hâdise hakkın­da da sabit bulunduğu derhal anlaşılır.

 

348) îslâmî ve Şer"î Nasslarla Beşerî Kanunlardan Misaller

 

A) Îslâmî ve şer"î Nasslardan Misaller

 

1) Yüce Allah'ın [(Ana babana öf (bile) deme)][213] ayeti ibare­siyle, çocuğun ana babasına "Öf demesinin haramhğı"na delalet ediyor. Çünkü öf demekle ana ve baba müteessir olur; onlara böylece eziyet verilir. Hemen anlaşılmaktadır ki bu nass, "ana babaya sövme"nin ve "ana babaya vurma"mn haram oluşu hükmünü de içine almaktadır. Çünkü sövmede ve vurmada "Öf kelimesindeki eziyet verişten daha fazla bir incitme vardır, Böylece sövmek ve vurmak (dövmek) evleviyetle haram olur. Yani meskûtun "anh, mantûktan daha çok haramlık hükmü­ne evlâdır ve münasibdir. Bu mana ise gayet açıktır; ictihâd yahut kıyâsa muhtaç de­ğildir.

2) Yüce Allah'ın [(Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir)][214] ayeti ibaresiyle, haksız olarak yetimlerin mallarının yenmesinin ha-ramliğını ifade ediyor. Ayetten nassın delaletiyle anlaşılmaktadır ki "yetimlerin mal­larının yakılması, dağıtılması, nasıl olursa olsun telef edilmesi" haramdır. Zira bütün bu hareketler, haksız olarak yetimlerin mallarının yenmesine müsavidir. Çünkü bu hareketlerde de, haksız olarak mallarının yenmesinde de müşterek unsur, kendisine yapılan tecavüzü def etmekten âciz, bulûğa ermemiş yetimin malına tecâvüzde bu­lunmaktır. Böylece nass, yetimlerin haksız olarak mallarını yemeyin ibaresiyle, ye­timlerin mallarım yakmayı ve telef etmeyi (ve benzeri hareketleri) de delalet yoluyla haram kılmıştır. Bu misalde meskûtun "anh, hükmün illetinde mantûkun bine müsâvîdir.

3) Yüce Allah'ın [(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler...)][215] ayetinden ibarenin delaletiyle, boşanmış kadının rahminde çocuk bulunup bulunmadığından emin olmak için iddet müddeti beklemesinin farz olduğu anlaşılmaktadır. Bu illeti Arabcayı anlayanlar anlamaktadır. Aynı illet mesela riddet (islam Dininden çıkmak) gibi, evliliğin feshedilme sebeblerinden biriyle kocasıyla nikahı feshedilen kadında da mevcuddur. Bu nassın delaletiyle nikahı feshedilen kadının da iddet müddetini beklemesi farzdır. Burada meskûtun "anhdeki illet, mantûkun illetine müsâvîdir.

Böylece dilâletu nnass ile kıyas arasındaki fark açığa çıkmış oluyor: Muvafık mefhûmun (elmefhûmu lmuvâfı-km) yani meskûtun "anhİn mantûkun bihe illette müsâvî oluşu, te'vîle ve içtihada hiç ihtiyaç olmadan sadece Arabcayı anlamakla anlaşılabilir. Fakat me-kîsin, me-kîsun "aleyhe illette müsavatı ise sadece Arabcayı bilmekle anlaşılmaz; teemmül, tedkîk ve ictihâd ile anlaşılabilir.

 

B) Beşerî Kanunlardan Misaller

 

Irak Ceza Kanununun 379. maddesinin 2. fıkrası şöyledir: "Kocanın da karısının zinası hakkında mahkemece verilmiş kararın infazını durdurma hakkı vardır." Bu nassın delaletinden anlaşılmaktadır ki zina davasının devamına, mahkemece dava ile alakalı olarak bir karar verilmeden önce de koca manî olabilir. Yani mahkemede davanın seyrinin durdurulmasını taleb edebilir. Çünkü sudûrundan sonra mahkeme kararının tatbik olunmasını durdurabilen şahıs, evleviyetle karardan Önceki dava hakkındaki icrââtları durdurabilir.

Irak Medeni Kanununun 1282. maddesinde şu hüküm vardır: "irtifak hakkı on beş sene kullanılmazsa son bulur." Eğer irtifak hakkı işbu maddedeki müddetten daha fazla bir zaman kullanılmazsa, muvafık mefhumla veya nassın delaletiyle, hakkın son bulduğu anlaşılır.1

 

Dördüncü Kısım: Nassm iktizâsı

 

349) iktizâ (cl'i-kti-dâ') kelimesinin Arab Dilindeki manası "lalebde­mektir. Fıkıh Usûlü ıstılahı olarak iktizâyı imam Serahsî ARE şöyle tarif ediyor: "Kendisi olmadan nassla amele imkan bulunmayan, nassm hüküm ifade eder olması için nassda takdir olunması şart olan bir fazlalıktan ibarettir." Diğer bir tabirle, nassın iktizâ delaletiyle kasdedilen, lafzın meskûtun "anhe delaletidir ki kelamın doğru ve sıhhatli anlaşılması bu meskûtun anhın kelamda takdirine bağlıdır.

 

350) Misaller

 

1) Yüce Allah [(Analarınız, kızlarınız....size haram kılındı...)][216] buyurmuştur. Bu nassm takdiri, "analarınızı, kızlarınızı... nikahla­manız (yani onlarla evlenmeniz) size haram kılındı" şeklindedir. Lafız iktizâ yoluyla bu manaya delalet etmektedir. Çünkü zâtlar (varlıkların kendileri) haram kılınmazlar; haram kılman zâtların fiilleri, zâtlarla alakalı fiillerdir. Buradaki fiil de evlenme fiilidir.

2) Yüce Allah [(Ölü, kan, domuz eti... üzerinize haram kılınmıştır)][217] buyuruyor. Yani bu şeyleri "yemek", bu şeylerden "faydalanmak" (haram kılınmıştır) demekledir. Bu mana, lafzın iktizâen delaletiyle anlaşılmaktadır. Çünkü yukarıda da zikrettiğimiz gibi zaün kendisi haram kılınmaz. Haram kılınan sadece mükellefin fiilidir. Onun için her nassda,. o nassa münasib düşen muktezâ=  ail ne ise takdîrolunur.

3) ASSÜ Allah Rasûlü şöyle buyuruyor: [(Şübhesiz Allah benim (İslam) Milletimden hatayı, unutmayı ve zorlanarak istemeden yaptıkları şeyi kaldırmıştır.) Hadisin zahiri hatâen, unularak yahut zorlanılarak vuku bulan fiilin kaldırıldığına veya islam Milletinde hata, unut­mak ve zorlamak fiillerinin bulunmadığına, bunların vuku bulmadığına delalet et­mektedir. Bu iki mana da doğru değildir. Çünkü vuku bulan şeyin kaldırılmasına imkan yoktur; ve bu şeyler islam Milletinde fiilen mevcuddurlar. Kelamın doğruluğu ve sıhhati (hadiste sarahaten zikredilmemiş,) hazfolunmuş bir tabirin takdir edilme­sini iktiza ettiriyor. Bu mahzûf şey hüküm ya da günah kelimesidir. Bu takdire göre hadisin manası, "Benim milletimden bu mezkûr şeylerin hükmü, onlan kim yapmışsa kaldırılmıştır" olur. (Veya hüküm kelimesi yerine günah kelimesi de takdir edilebilir.) Böylece günah (veya hüküm) tabiri "meskûtun "anh" olur ve kelamın yani hadisin doğru olarak anlaşılabilmesi bu tabirin takdirine bağlıdır. Böylece bu tabir, iktiza delaletiyle hadîsin medlulünden sayılır.

4) Bir koyunun mâlikine hitaben bir şahsın: "Fakirlere bu koyunu benim yerime on Dinar'a (takriben 1500 TL) tasadduk et (sadaka olarak ver) derse bu söz on Dînâr'a (önce mâlikinden koyunun satın alınmasına iktizâen delalet eder. Çünkü taleb sahibince koyuna mâlik olunmadan, fakirlerle alâkalı olarak koyun hakkında tasarrufta bulunma hususunda koyunun mâliki taleb sahibinin naibi olamaz. Şu halde burada satın alış, sözün (nassm) ikti­zasının delaletiyle sabittir.

 

351) Delâletlerin Hülâsası

 

ibarenin delaleti.- Nassın lafızları ve sîğasıyla hükme delaleti ve nassm bu hüküm için sev-k edilmiş olmasıdır. Bu hükme, nassın ibaresiyle sabit hüküm denir.

îşâretin delâleti.- Nassın lafızları ve sîğasıyla hükme delaleti ve nassın bu hüküm için sev-k edilmemiş olmasıdır. Bu hükme, nassın işaretiyle sabit hüküm de­nir.

Nassm delaleti.- Nassın lafızları ve sîğasıyla hükme delalet etmemesi, aklen kendisinden anlaşılan mana ve ruhuyla hükme delalet etmesidir. Bu hükme, nassın delaletiyle sabit hüküm denir.

iktizâ delaleti.- Nassın lafızları, sığası ve manasıyla delalet etmemesi, nassın doğru ve sıhhatii mana ifade edebilmesi için, nassda zarûreten takdir olunması iktiza etmiş bulunan bir fazlalıkla nassm delaletidir. Delaletler hakkındaki bu hulâsadan da anlaşıldığı üzre, yukarıdaki delalet yollarından hangisiyle olursa olsun nassdan anlaşılan her mana, nassın medlullerinden ve nass ile sabit sayılır; nass o mananın delili itibar olunur. Bundan dolayı bu dört delalet "nassm man-tû-kunun delâleti" (lafızlarının delaleti) sayılır. Nassm mantûkunun bu delâleti, nassm mefhûmunun delaletine yani nassın muhalefet mefhûmuna zıddır. Şimdi (kısaca) nassın muhalefet mefhûmunu ele alalım.

 

Besinci Kısım: Muhalefet Mefhûmu

 

352) Hükümde meskûtun "anhın mantûka müsâvt oluşuna lafzın delaleti denir;

ve bu delalet lafzî delaletlerdendir; ve nassm delaleti yahut muvafakat mefhû-mu=adını alır demiştik.

Fakat lafzın, mantûkun hükmünün zıddımn meskûtun "anh hakkında sabit oluşuna delaleti yani meskûtun "anhın mantûka hüküm bakımından muhalif olduğuna lafzın delaleti, muhalefet mefhûmu= diye isimlendirilir. Bi­rinci hüküm nassın mantûkuikinci hüküm yani meskûtun "anh hakkında sabit hüküm de nassın muhalif mefhûmuveya hitâb delîli= olarak isimlendirilir. Bu manada Âmidî şöyle diyor: "muhalefet mefhûmu, lafzın sükût mahallindeki medlulünün, nu-t-k mahallindeki medlulüne muhalif olmasıdır; ve kendisine hitâb delili denir." Muhalefet mefhûmuna hitâb delili denmesi, hitabın bu mefhûma delalet etmesinden dolayıdır.

 

353) Muhalefet Mefhûmunun Nevileri

 

Muhalefet mefhûmunun, kendisini (şer"î bir hüccet olarak) benimseyenler nez-dinde nevileri vardır. En meşhur nevileri şunlardır:

 

Birinci Nevî: Sıfat Mefhûmu

 

Bir vasıfla kayıtlanmış lafzın, o vasfın bulunmadığında (intifamda), hükmünün zıddına delalet etmesidir. Burada vasıfla kasdedilen şey şart= ,ğayeh=ve aded= haricinde her türlü kayıttır; ve burada vasıftan maksad, na"ttan daha umûmi bir manadır. Yani vasıf (Arabça) Nahiv ÎImi'ndeki= bir na"t= olabilir: "mer'âda otlayarak beslenip, bu beslen­meyle İktifa eden koyunların zekatları verilmelidir." gibi. Vasıf mu-dâf= -. flii olabilir: "koyunların mer'âda otlayıp beslenip, bu beslenmeyle iktifa edenleri" gibi. Vasıf mu-dâfun ileyh olabilir: "zenginin oy­alayıp borcunu geciktirmesi haksızlıktır." gibi. Vasıf zaman zarfı olabilir: Yüce Allah'ın [(...Cuma Günü namaz için çağrıldığınız zaman...)][218] ayeti gibi. Vasıf mekân zarfı olabilir: " "Bağdat'ta sat" gibi.

 

Sıfat Mefhûmuna Misaller

 

a) Yüce Allah [(Sizden kim hür ve müslüman kadınların ni­kahla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse o halde sağ ellerinizin mâlik oldğu mü'min cariyelerinizden -alsın-.)][219] buyuruyor. Bu ayet, hür hanımları nikahlamaktan aciz-kalındığında, müslüman cariyeleri nikahla almanın mubahlığına delalet ediyor. Ayet muhalefet mefhumuyla müslüman olmayan cariyelerin nikahla alınmasının ya­sak olduğuna delalet ediyor.

b) Yüce Aılah [(...Kendi sulbünüzden (gelmiş) oğullarınızın karıları -ile evlenmeniz size haram kılındı-)][220] buyuruyor. Bu ayet muhalefet mefhûmu ile sulbî olmayan oğulların kanlan ile evlenmenin helal olduğuna delalet etmektedir.

c)  Allah'ın Salât ve Selâmı Üzerine olsun Allah Rasûlü [(Mer'ada otlayarak beslenip, bu beslenmeyle iktifa eden hayvanlann zekatları Ve­rilmeli)] buyurmuştur. Hadisin muhalif mefhûmu, "sâimeh olmayan (yani mer'adaki otlamayla iktifa etmeyen hayvanlann) zekatlarının farz olmadığıdır.

ç) ASSÜ Allah Rasûlü [(Meyvelerini döllendirip (aşılayıp) de kim hurma ağacını satarsa, hurma ağacının meyveleri satıcıya aiddir)] buyuruyor. Hadisin muhalif mefhûmu, meyveleri döllenmemiş hur­ma ağacını birisi satarsa, bu ağacın meyvelerinin satıcıya aid olmayacağıdır.

d) ARO Câbir Efendimiz şöyle söylüyor: "ASSÜ Allah Rasûlü, taksim olunmamış her müşterek malde şuf'ah ile hükmetti". Bu hadisin muhalif mefhûmu, taksim olunmuş malda şuf'al. hakkının gayrı meşruluğudur.

e) ASSÜ Peygamberimiz [(Ödeme imkanına sahib olup borcunu ödemeyen borçlu (alacaklısının kendisine -hakkımı vermeyip beni oyalıyorsun gibi-) söz söylemesini ve kendisinin (habsolunma) cezasına çarptırılmasını helal kılmış olur)][221] buyurmuştur. Bu hadisin muhalif mefhumu, ödeme imkanına sahib olmayıp da borcunu ödemede oyalama ve gecikme gösteren şahsın alacaklısına -hakkımı vermeyip beni oyalıyorsun ve benzeri gibi- söz söylemesini ve kendisinin habsolunma cezasına çarptırılmasını helal kılmamış ola­cağıdır. (Yani borcunu ödeyebileceği halde ödemeyip oyalama yapanın habsolun-ması, alacaklısının o insana borcuyla ilgili olarak sözler söylemesi helal olduğu halde, borcunu Ödeme imkanına sahib olmayanın borcunu geciktirmesi halinde bu şeylerin yapılması helal olmaz.)

 

ikinci Nevî; Şart Mefhûmu

 

 Şarta bağlı bir hüküm ifade eden lafzın, şart bulunmadığında zıddının subutuna delalet etmesidir. Yani şarta bağlılık, şartın mevcudiyeti halinde hükmün mevcud ol­masını icabettirmekte, şartın bulunmayışı halinde hükmün bulunmamasını gerektir­mektedir.

 

Şart Mefhûmuna Misaller

 

a) Yüce Allah [(Sizden kim hür ve müslüman kadınlan nikah­la alacak bir bolluğa güç yetiremezse o halde sağ ellerinizin malik olduğu mü'mın cariyelerinizden -alsın-)][222] buyuruyor. Bunun muhalif mefhumu, "hür kadınlan ni­kahla alacak bir bolluğa güç yettiğinde, müslüman cariyeleri nikahla almanın mubah olmadığıdır."

b) Yüce Allah [(-Eğer onlar gebe iseler doğuruncaya kadar nafakalarını temin edin...)][223] buyuruyor. Ayet, İbare delaletiyle bâin olarak boşanan zevce gebe ise, (doğuruncaya kadar) nafa­kasının (kocası tarafından) temin edilmesinin farzlığım ifade ediyor. Ayet muhalefet mefhumu ile de gebelik yoksa bu hükmün de (nafaka temininin farzlığmın da) ol­madığına delalet ediyor.

c) Yüce Allah [(-Aldığınız- kadınların mehirlerinİ yürekten isteyerek ve -Allahın-bir atiyye-si- olarak verin. Bununla beraber eğer ondan birazını gönül hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa onu da içinize sine sine yeyin)][224] buyuruyor. Ayet, zevcenin nzası olursa, kocanın zevcesinin mehrinden bir mikdâr alabileceğini ifade ediyor. Keza ayet muhalefet mefhumu ile de zevcenin nzası yoksa, kocanın zevcesinin meh­rinden bir şey almasının haram olduğunu ifade ediyor.

ç) Allah'ın Salât ve Selâmı Üzerine olsun Allah Rasûlü [(Bir şey hibe eden, hibe ettiği şeye bedel olarak bir şey almamışsa, hibe ettiği şeye (herkesten) daha müstehaktır)] buyurmuştur. Bu hadise göre bir malı başkasına hibe eden vâhib, hibede bulunduğu malına bedel olarak bir şey almadığı takdirde bu hibesinden rucû edebilir ve dönebilir. Bu hadisin muhalif mefhumuna göre ise, "eğer vâhib hibe ettiği nesneye bedel olarak bir şey aldıysa, hibesinden vaz geçemez."[225]

 

Üçüncü Nevî: Gâyeh Mefhûmu

 

Kendisindeki hükmün bir ğâyeh (sınır, hudûd, nihayet, son) ile kayıtlı bulun­duğu lafzın, ğâyeh sonrası ve ötesi hakkında bu hükmün zıddına delalet etmesidir. Gâyeh Mefhûmuna Misaller

a) Yüce Allah [(Yine er­kek, zevcesini (üçüncü defa olarak) boşarsa ondan sonra kadın kendinden başka bir erkeğe nikahlanıp varıncaya (ve o erkek de kadınla cinsî münasebette bulununcaya kadar) o birinci kocasına helal olmaz...)][226] buyuruyor. Bu nass üç defa boşanmış zev­cenin (kendisini üç defa boşayan kocasına) helal olmadığına delalet ediyor. Bu hüküm bir ğayeh ile kayıtlanmıştır. Ğayeh, kendisini boşayan kocasından başka bir erkek ile evlenmesidir. Bu nass, muhalif mefhumu ile, ğâyehden sonra yani evlendiği ikinci kocadan zevce ayrılıp "iddeti bittikten sonra, zevcenin kendisini (üç defa) boşayan erkekle evlenmesinin helal olduğuna delalet etmektedir.

b) Yüce Allah [(-Bütün gece- fecr(i sadık) olan ak iplik kara iplikten size seçilinceye kadar (sabahleyin şafak sökünceye kadar, tan yeri beyaz iplik gibi ağanncaya kadar) yeyin, için...)][227] buyuruyor. Bu nass, fecri sâdığın doğumuna kadar, oruç tutulan günlerin gecelerinde yeyip içmenin mubahlığıni ifade ediyor. Nass, muhalif mefhu­mu ile de, bu ğâyehden yani fecri sadığın doğumundan sonra yemenin, içmenin har­am olduğunu ifade etmektedir.

c) Yüce Allah [(Sana kadınların ay halini de sorarlar. De ki: O bir ezadır. Onun için hayız zamanında kadınlarınızla cinsî münasebet)dan ayrılın; temizlendikleri vakte kadar kendilerine yaklaşmayın, iyice temizlendiler mi o zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin. Her halde Allah hem çok tevbe edenleri sever, hem çok temizlenenleri sever)][228] buyuruyor. Ayetin muhalif mefhumu, hayızdan zevceler temizlendikten sonra, kendileriyle cinsî münasebetin mubahlığıdır.

ç) Yüce Allah [(Eğer mü'minlerden iki zümre birbirleriyle döğüşürlerse aralarını (bulup nasihatle, Allah'ın hükmüne da­vetle) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa siz, o te­cavüz edenle, Allah'ın emrine dönünceya kadar savaşın)][229] buyuruyor. Ayet muhalif mefhumuyla, mütecaviz zümre Allah'ın emrine dönerse, kendileriyle savaşılmama-sına delalet etmektedir.

 

Dördüncü Nevî: Aded Nefhûmu

 

Kendisindeki hükmün bir aded (sayı) ile kayıtlı bulunduğu lafzın, bu aded (sayı) haricinde o hükmün zıddına delalet etmesidir. Yani hükmün muayyen bir adede bağlanması, o aded haricinde (o adedden küçük veya büyük adedlerde) hükmün bu­lunmadığına delâlet etmektedir.

 

Aded Mefhûmuna Misaller

 

a) Yüce Allah [(Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadı ile) iftira atan, sonra (bu mevzuda) dört şahid getirmeyen kimselerin her birine) de seksen deynek vurun...)][230] buyuruyor. Ayetin muhalif mefhumu, bu adedden (seksenden) az veya çok deynek vurmanın caiz olmadığıdır.

b) Yüce Allah [(...Fakatkim (bunlan) bulamaz (bulmaya muktedir olamaz)sa üç gün oruç -tutması lazımdır-)][231] buyuruyor. Ayetin muhalif mefhumu, bu sayıdaki günler dışında tutulacak orucun, insanı mesuliyetten kurtarmayacağıdır:

c) Yüce Allah [(Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer deynek vurun)][232] buyuruyor. Ayet muha­lif mefhumuyla, zina cezasının tatbikinde bu sayıdan az veya çok deynek vurmanın caiz olmadığına delalet ediyor.

 

Beşinci Nevî: Lakab Mefhûmu

 

Kendisindeki hükmün "alem İsme bağlanmış bulunduğu lafzın, bu hükmün başka "alem isimlerde olmadığına delalet etmesidir. Burada "alem isimden maksad, sıfata delalet etmeyen ve .zâta delalet eden lafızdır. Bu "alem " "Zeyd ayağa kalktı (dikildi)" gibi "alem, yahut" "koyun zekâta tâbidir" gibi ismu nev" olabilir. Mesela:

a) Yüce Allah [(Muhammed Allah'ın Rasûlüdür)][233] buyu­ruyor. Bu ayetin muhalif mefhumu "Muhammedden başkasının Allah'ın Rasûlü ol­madığıdır."

b) Yüce Allah [(Size analarınız...haram kılınmıştır)][234] buyuruyor. Bu ayetin muhalif mefhumu da "bu ayette zikredilmeyen kadınların har­am olmadıklarıdır."

c) Allah'ın Salât ve Selâmı Üzerine olsun Peygamberimiz şöyle buyurmuştur [(Buğday zekata tâbidir)]. Bu nassın muhalif mefhumu, "buğdayın dışındaki şeylerin zekâta tabî olmadığıdır."

 

354) Muhalefet Mefhumuyla Amel Etmenin Şartları

 

Bütün kısımlarıyla muhalefet mefhumu, mantûkun hükmünün zıddının meskût hakkında sabit olduğuna delalet eder; ve mantûkun bu hükmü müsbet veya menfî olabilir.

Muhalefet mefhumuyla amel oIunabilmesi için, bu mefhumu (bir hüccet olarak) kabul edenler (bu mefhumla istidlalde aşağıdaki şartların tahakkuku lazımdır diyorlar.

1) Hükmü kayıtlayan kaydın mantûkun hükmünün meskût hakkmda sabit ol­ göstermekten başka bir şey ifade etmemesi şarttır. Yani mantûkdaki kayıt kalkarsa mentukun hükmü de kalkar- Eğer kayıt (hükmün sabit  olmadığını göstermekten)başka bir şey  ifade ediyorsa muhaIefet mefhûmu hüccet ve delil olmaz ve kendisiyle amel olunamaz. Mesela:

a) Kaydın ekseriyet büdiren bir kayıt olması yani gâliben insanlar arasındaki tatbikat ifade eder bir hüviyet taşıması böyledir. (Yani böyle bir kaydın bulunduğu nassm muhalif mefhumu ile amel olunamaz.):

Yüce Allah'ın [( kendileriyle (zifafa) girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınızda evlenmeniz) size haram kılındı)][235] ayetinde kaydı ihtirâzî bir kayıt değil, bir ekseriyet ve çoğunluk, umûmî teamül ifade eden bir kayıttır. Çünkü insanlar arasındaki âdet, başka kocasından kızı bulunan kadının, bu kız çocuğunun babası olmayan bir erkekle evlenirken beraberinde bu kız çocuğunu da alıp yeni kocasının evine götürmesi ve kızının bu yeni evinde terbiye etmesi şeklinde ceryan etmektedir. Onun için yukarıdaki Allah Kelâmının muhalif mefhu­muyla amel olunamaz. Yani üvey kız Üvey babanın himayesinde olsun veya ol­masın, üvey baba kızın anası ile gerdeğe girmişse artık bu kadından doğma üvey kızıyla evlenemez.

Keza durum Yüce Allah'ın [(Ey iman edenler, faizi öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin...)][236] ayetinin de mu­halefet mefhumu ile amel olunamaz. Ayetin muhalif mefhumu, "kat kat arttırılmış olmaz ise faiz yemenin cevazıdır." Çünkü ayetteki kayıt, faiz ameliyesinde ekseriya ve gâliben vuku bulan tatbikatı ifade etmektedir. Çoğunlukla vâkî tatbikat, önce fai­zin az bir mikdâr olması, daha sonra zamanın geçişi ile faiz mikdârının (borçlu ve faizci arasında) kat kat arttırılması şeklindeydi(; ve hâlen de öyledir). Yahut ayetteki bu [(kat kat arttırılmış)] kaydı, hâsıl olan vakıayı beyan mak­sadıyla zikredildiğinden ihtirazı bir kayıt değildir; ve dolayısıyle muhalefet mefhu­muyla amel ifade etmez.

2) Muhalefet mefhumuyla amel etmenin diğer bir şartı da kayıttan kasdın müba­lağa ve çoğaltma gayesi taşımamasıdır. Eğer kayıttan maksad çoğaltma ve mübalağa ise muhalefet mefhumu ile amel olunmaz. Mesela:

Yüce Allah'ın [(-Habibim- onlar için (diler) istiğfar et (Allahtan mağfiret iste, diler) istiğfar etme. Eğer onlar için yetmiş defa, istiğfar dahi etsen yine Allah kendilerini kafiyyen yarhğacak değildir...)][237] ayeti böyledir. Buradaki [(yetmiş) kaydı, ihtirazı bir kayıt değildir; kendisiyle, istiğfardaki fazlalık, çokluk ve mübalağa ifade olunmak istenmiştir. Allah'ın bu ayetle anlatmak istediği, istiğfarda bulunan ne kadar çok istiğfarda bulunursa bulunsun, kendileri için istiğfarda bulunu­lan bu (ayetin işaret ettiği) şahıslara hiçbir faydasının olmadığıdır. Buna göre ayet muhalif mefhumuyla, "yetmiş adedden fazla yapılan istiğfarın, kendileri için istiğfarda bulunulan şahıslara faydalı olacağına" delalet etmemektedir.

 

355) Muhalefet Mefhumunun Huccetliği

 

Alimlerin cumhuru, lakab mefhumunda mefhûmu lmuhalefet ile amel olunma­yacağı görüşündedirler. Doğru olan da budur. Zira lakab mefhumundan anlaşılan şey sadece hükmün isnad olunduğu ismin haricinde hüküm bulunmadığıdır. Mesela ASSÜ Allah Rasulünün [[(Koyunlar zekâta tâbidir)] hadisinden "deve ve sığırdan zekatın verilmesinin farz olmadığı" anlaşılmamaktadır. Keza Pey­gamberimizin [(Buğday zekata tâbidir)] hadisinden "arpa ve darının zekata tâbi olmadığı" anlaşılmamaktadır. Lakab mefhumunun delil olarak kabul edilmemesi hususunda şer"î nasslar, beşerî kanunlar, müelliflerin ve yapılan akidlerin ibareleri arasında fark yoktur. Mesela "müteveffanın borcu terekesinden ödenir" şeklindeki sözden "müteveffanın yerine getirilmesi lazım olan sahih (ve nâfi.z) vasiyetlerinin terekeden faydalanılarak yerine getirilemeyeceği" anlaşılmaz. Keza "alış veriş, mülkiyeti nakleder" ifadesinden, "alış verişten başka bir şey, mülkiyeti nakletmez" manası anlaşılmaz...

Usulcüler vasıf, şart, ğâyeh ve aded mcfhumlarıyla şer"î nasslar haricinde ihti-cacda bulunma hususunda ittifak halindedirler. Yani bu mefhumlar akidlerde, huku­ki tasarruflarda, sözlerde, müelliflerin ve fakihlerin sözlerinde delil ve hüccet olarak kabul olunmaktadırlar. Mesela birisi "evimi, vefatımdan sonra Bağdad'da dînî ilim tahsil eden talebelere vakfettim"

dediği zaman bu sözün mantûku, vakfın sadece bu zikredilen şahıslara şamil olduğuna, başkalarına şamil bulunmadığına delalet eder. Eğer birisi de "malımın üçte birini fakir hısımlarıma vasiyet ettim" derse, vasiyeti sadece bu zikrettiği vasıftaki şahıslaradır; fakir olmayan hısımları ve vasiyetten faydalanamaz, insanların sözlerinde muhalefet mefhumunun delil oluşundaki sebeb, insanların an­layış, ifade ve tabirlerindeki örf ve adetin bu şekilde ceryan edişidir. Eğer böyle dav-ranılmamış olursa insanların iradeleri değerlendirilmemiş, akidleri yanlış değerlendirilmiş olur. Bu ise caiz değildir.

Usulcüler vasıf, şart, ğâyeh ve aded mcfhumlarıyla, hususen şer"î nasslarda ih-ticâcda bulunma mevzuunda ihtilaf etmişlerdir: Usulcülerin cumhuru ve mefhumlar­la ihticacda bulunmuş, Hanefîler ihticâcda bulunmamıştır.

Buna göre şer"î nass, bir vak'anın hükmüne delalet ediyor, bir vasıf, bir şart ile kayıtlı yahut bir ğâyeh ile yahut bir aded ile tahdîd olunmuş ise bu nass, bu kayıtlardan ârî bulunan vak'ada bu hükmün zıddına delalet eder. Cumhur bu görüştedir. Hanefîlere göre ise bu kayıtlarla zikredilen vak'ada nass, hükmü husu­sunda delil ve hüccet ise de, bu kayıtlardan ârî bulunan vak'ada nass, muhalefet mefhûmu ile vak'amn hükmüne delâlet etmez; bu vak'anın hükmü meskûtun "anlıdır; kendisi hakkında bir başka şer"î delil aranır. Eğer başka şer"î delil bulunamazsa e'ıstı-s.hâb delili o vak'a hakkında benimsenir. Istishâb da (bilindiği üzre) "eşyada aslolan mubahlıktır" esasına dayanmaktadır.

Bu görüşlerinde Hanefılerin istinad ettikleri delilleri şunlardır:

1) İslâmî ve şer"î nasslardaki kayıtların birçok maksadları, gayeleri, manaları vardır. Eğer bizlere göre bu mana ve maksadlar açık değilse, bu kayıtların gaye ve

maksadı "hükmün, kaydın bulunduğu yere has kılınması, kaydın bulunmadığı yerde de hükmün bulunmamasını ifade etmektir", diye kat'î bir şey söyleyemeyiz. Bunun sebebi şudur: Şerîat Sahibinin maksadlan çoktur; hepsine birden vukuf ve onları ihata mümkin değildir, insanların maksadlan ise böyle değildir; ihataları, tesbiüeri ve ne olduklarını öğrenmek mümkindir. Bundan dolayı muhalefet mefhumu insan­ların sözlerinde delil ve hüccettir; Şerîat Sahibinin sözlerinde delil ve hüccet değildir.

2) Arab Dili uslûblannda, mantûkun hükmünün zıddı meskûtun "anh hakkında sabittir diye umûmî bir kaide ve anlayış yoktur. Buna delil olarak mesela birisinin diğerine "falanca sabahleyin sana geldiği vakit ken­disine ikramda bulun" demesini gösterebiliriz. Bu sözden "falanca sana akşamleyin gelirse ona ikramda bulunma" manası anlaşılmaz. Bu mananın anlaşilmayışından dolayıdır ki bu söze muhâtab olan, sözü söyleyene "falanca bana akşamleyin gelirse kendisine ikramda bulunmayayım mı?" diye sorabilir. Mantûkun delaleti meskût hakkında kat'î değilse, şer"î nassm, sadece bu delalet ihtimali ile meskût hakkında delil ve hüccet olması mümkin değildir. Çünkü şcr"î nasslarla ihticâc ve istidlalde ihtiyat, asıldır, ihtiyat da muhalefet mefhumuyla hüküm verilmemesini iktiza ettir­mektedir.

3) Birçok şer"î nass vardır ki kayıtları olan vak'aların hükümlerine delâlet et­mektedirler. Fakat aynı hüküm, o kayıtların olmadığı vak'alarda da sabit olabilmek­tedir. Mesela korku şartıyla (dört rekatlı) namazın -ka-sn böyledir. (Yani korku kaydıyla namaz -ka-sredildiğine göre bunun muhalefet mefhumu, korku yoksa na­mazın -ka-sredilemeyeceğidir.) Oysa korkunun bulunmadığı diğer bazı hallerde na­mazın -ka-sredildiği şerî"atte sabittir. Bu da muhalefet mefhûmunun kat'î bir delil olarak kabul edilemeyeceğini göstermektedir.

4) Dikkat edilirse görülecektir ki eğer Şerîat Sahibi muhalefet mefhumunu delil olarak kullanacaksa, bunu sarahaten beyan etmektedir. Mesela Yüce Allah şöyle buyuruyor: [(...Temizlendikleri vakte kadar kendilerine yaklaşmayın, iyice temizlendilermi o zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin...)].[238] (Buradaki son cümle muhale­fet mefhumu beyânıdır.)

Cumhurun dayandığı deliller ise şunlardır:

1) Islâmî ve şer"î nasslardaki kayıtlar boşuna değildir; bunların bir gayesi ve maksadı vardır. Kayıtların eğer hükmü, kaydın bulunduğu yere has kılmaktan başka maksadlan yoksa, o takdirde kaydın bulunmadığı yerde hüküm olmadığını kabul et­mek icabeder. Yani muhalefet mefhumunu kabul etmek lazımdır. Bu, kaydı manasız ve maksadsız kılmamak için şarttır. Şerîat Sahibinin kelâmı ise manasızlıktan ve maksadsızlıktan münezzehtir, beridir ve uzakur.

2)  Arab Dilinde alışılagelmiş uslûb, hükmün bir kayıtla kayıtlamşının, kaydın kalktığında hükmün de kalktığına delalet ettiğidir, ibareden ilk anlaşılan şey budur.

Mesela ASSÜ Peygamberimizin [(Zenginin oya­layıp borcunu geciktirmesi haksızlıktır)] sözünü duyan "fakirin oyalayıp borcunu ge­ciktirmesinin haksızlık olmadığım" anlar.

Biz cumhurun görüşünü biraz daha (tercihe değer ve) yatkın buluyoruz. Çünkü şerî"atin maksadlan, ihata edilemeyecek kadar çok ise de, müctehid kaydın kendisi­nin bulunduğu yere hükmü has kılmaktan başka bir maksadı bulunmadığını anlarsa, zannı ğâlibi bu kaydın sadece nassda bu maksadla bulunduğu ve bu kaydın bulun­madığı yerde hükmün de bulunmayacağı, şeklinde vücûd bulur. Zannı ğâlib de mu­halefet mefhûmu delaletiyle amel etmek için kâfidir. Çünkü bu mefhûmun delaleti, kendisini kabul edenlerin ittifakıyla kat'î değil, zannîdir.

 

356) Hanefî Cumhur Görüş Ayrılığının Neticesi

 

(Hanefilerle cumhur arasındaki) muhalefet mefhumu hususunda mevcud ihtilaf kendisini, bir kayıt ile kayıtlı nassda gösterir. Muhalefet mefhumunu (bir hüccet ola­rak) kabul edenler, (Hanefîler gibi) nassın bu kayıtla mantûku hakkında hükmü sabit kılmakta, kaydın kalktığında da hükmü kaldırmaktadırlar. Muhalefet mefhumunu (bir hüccet olarak) kabul etmeyen (Hanefî)ler ise (cumhur gibi) kaydın bulunduğu yerde nassm mantûku hakkında hükmü sabit kılıyorlarsa da, kaydın bulunmadığı yerde hükmün zıddı sabittir demiyorlar; kaydın bulunmadığı yerin hükmünü diğer deliller ışığında bulmaya çalışıyorlar.

 

357) Beşerî Kanunların Tefsirinde Muhalefet Mefhûmu

 

Lakab mefhûmu haricinde muhalefet mefhûmu, beşerî kanunların tefsirinde, ka-nunlann ifade ettiği hükümleri anlamada selîm bir yoldur. Bu bakımdan kabul edil­mesi icabeder. Keza muvafakat mefhûmu da böyledir; onun da beşerî kanunların tefsirinde ve anlaşılmasında tatbiki ve kabulü icabeder. Bazı kanunlar bu hususda sa­rih hüküm ihtiva ederler.[239]

 

358) Beşerî Kanunlardan Muhalefet Mefhumuna Dair Misaller

 

a)  1959 tarih ve 188 sayılı Irak Ahvali Şahsıyye Kanununun 6. maddesi 4. fıkrasında "Koca nikah akdinde şart koştuğu hususları yerine getirmez ise, zevce ni­kah akdinin feshini taleb edebilir" deniliyor. Bu fıkranın muhalefet mefhûmu "koca nikah akdinde şart koştuğu hususları yerine getirir ise, zevcenin nikah akdinin feshi­ni talebedemeyeceğidir." Buradaki mefhûm (anlaşılan mana), şart mefhûmudur.

b) Aynı kanunun 8. maddesi şöyledir: "Evlenme ehliyeti 18 yaşını doldurmakla tamam olur." Bunun muhalefet mefhûmu, "18 yaş dolmadan evvel evlenme ehliyeti­nin tekemmül etmediğidir." (Buradaki mefhum da aded mefhûmudur.)[240]

 2. BÖLÜM

 

ŞERİ" ATIN UMUMÎ MAKSAD VE GAYELERİ

 

359) Doğru bir şekilde şer"î nasslann anlaşılması, makbul bir şekilde hükümlerin delillerinden isünbâtı ve çıkarılması için şerTatin umûmî gaye ve mak-sadlannm bilinmesi bir zarurettir. Bu bakımdan müctehidin, lafızların manalara de­lalet şekillerini bilmesi kâfi değildir. Teşriin sırlarını, Şeriat Sahibinin muhtelif hükümleri teşri kılmakla kasdetmiş bulunduğu umûmî gayeleri bilmesi de zarurîdir. Böylece nasslan anlayabilir; selîm olarak onları tefsîr edebilir; ve bu umûmî mak-şadların ışığında hükümleri ıstmbât edebilir.

360)  Şerîatin muhtelif hükümlerinin tedkîki ve istikra' ile tesbît olunmuştur ki şerî"atin aslî maksadı, kuliann maslahatlarını tahakkuk ettirmek, bu maslahatları korumak ve kullardan zararı ırak kılıp def etmektir. Ancak bu maslahatlar, insanın keyfine göre kendisi için maslahat ve menfaat olarak gördüğü şeyler değildir. Masla­hat, şerTatin ölçüsünde, tartısında maslahat olan şeydir; istek, arzu ve keyiflere göre, onların ölçü ve tartısında maslahat olan şey değildir. İnsan nefsânî arzularıyla, istek­leriyle, kısa vâdede kolayca nail olacağı menfaate tamah gösterip, istikbâlde uğrayacağı büyük zararı dikkate almadan, bunların tesiriyle faydayı zarar ve zaran fayda olarak görebilir. Mesela başkalarının malını, dolambaçlı, örtülü, kapalı usul­lerle haksız olarak yemeyi* gıda maddelerini piyasaya sürmeyip ihtikâr (stok) et­meyi, faiz alarak servetini bu pis ve haram yolla çoğaltmayı, dünya hayatının zevk­lerinden istifade edebilmek için cihâdda bulunmamayı kendisi hakkında menfaat olarak görebilir. Fakat bu insan, saydığımız menfaatlerin hakîkî değil, şeklî menfaat olduklarını, çünkü bunların öz ve mahiyetleri itibariyle hem hâl ve hem de istikbâl hakkında tam, katıksız bir zarar olduklarını unutmaktadır. İşte bundan dolayı mükellefin malûmat sahibi olması, neyi yapıp neyi yapmayacağını tayin edebilmesi, menfaat ve zararlarını ölçebilmesi için şer'latin umûmî gaye ve maksadlarının açıklanması lazımdır.

Yukarıda da kaydettiğimiz üzre şerTatin maksadı, önce kulların maslahatlarını var kılarak tahakkuk ettirmek, ikinci olarak da bu maslahat ve mcnfaatlan koru­maktır. Bu maslahat ve menfaatlar istıkrâa göre üç nevîdir: Zarurî maslahatlar, hâcî maslahatlar ve tahsînî maslahatlar. Her nevînin kendisine göre de mükemmilleri vardır; ve bu üç nevî, ehemmiyet bakımından aynı mertebede değildir. Şimdi her bi­rini ayn ayrı ele alalım:

 

361) Zarurî Maslahatlar

 

Zarurî maslahatlarla insanların hayatlarının, cemiyetin ayakta ve istikrarlı kal-

masının kendilerine dayandığı maslahatlar kasdedilmektedir. Bu maslahatlar bulun­mazsa hayat düzeni ihlâle uğrar, insanlar arasında karışıklık, işlerinde düzensizlik, dengesizlik hakim olur; dünyada sıkıntı ve ahirette azab görürler.

Bu zaruri maslahatlar din, can, akıl, nesil ve maldır. Bütün şerî"atler (Allah'ın kullarına gönderdiği ilâhî dünyâ nizamları) kollama ve muhafaza tarzları değişik olsa da bu zarurî maslahatları kollamışlardır, gözetmişlerdir, dikkate almışlardır. Şerîatlerin sonuncusu olan (Allah'ın Salat ve Selamı Üzerine olsun Peygamberimiz Muhammed Efendimize Allahca gönderilen) islâm Şerîati bu maslahatları en mükemmel kollama şekliyle muhafaza altına almıştır: önce bu zarurî maslahatların var olmaları, mevcudiyet kazanmaları için hükümler meşru kılmış, sonra da bu zaru­ri maslahatların muhafaza olunmaları için hükümler koymuştur.

Mesela dînin mevcudiyeti ve var olması için rükün ve ana unsurlar neyse onları meşru kılmıştır. Dinin ana unsurları iki şehâdet (Allahdan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın kulu ve peygamberi olduğuna gözle görürmüşcesine inan­mak), iki şehâdetin icablan, ölümden sonra yeniden dirilmeye, hesaba inanmak gibi diğer îmân müesseseleri; namaz, oruç, zekât ve hacc gibi ana ibadetlerdir. Bunların (Allah'ın istediği ve ASSÜ Peygamberimizin öğrettiği, bunları ilk öğrenen Sahabe dediğimiz îslam Nesli'nin tatbik ettiği) yerine getirilmeleri ile din var olur; insan­ların işleri ve durumları doğru bir istikamet kazanır; cemiyet kuvvetli ve sağlam bir temele oturmuş olur.

Dînin korunması için dine davet; dine yapılacak saldırı ve tecavüzlere karşılık verip, onları savmak; dinin tatbikini, tezahür şeklini silmek ve dini yok etmek istey­enlere karşı cihad farz kılınmış; Islamdan çıkana ceza takdir olunmuş ve müslümanlan inançlarında şübheye düşürenler, yanlış fetva verenler yahut Islâmî hükümleri tahrîf edip bozanlar v.s. (bu davranışlarında serbest bırakılmamışlar;) men edilmişlerdir.

Can ve nefsin mevcudiyeti için evlilik meşru kılınmış; canın muhafazası için de vücûdun mukavemetini temin edecek şeylerin yenilip içilmesi farz kılınarak, cana kasdedene ceza verilmiş, canın tehlikeye ve helake maruz bırakılması haram edil­miştir.

Akıl, Allah'ın insanlara bahşettiği bir nimettir. Esas itibariyle akılda insanlar eşittirler. Aklın muhafaza olunması için, aklı bozan her türlü serhoşluk (ve uyuşturuculuk) veren maddeler haram kılınmış, serhoşluk ve uyuşturuculuk veren maddeleri kullananlar hakkında ceza takdir olunmuştur.

Neslin(, namus ve ırzın) varlığı ve mevcudiyeti İçin îslâmî ve şer"î evlilik meşru kılınmıştır. Neslin muhafaza olunması, nesillerin birbirine karışmaması için zina haram kılınmış ve zina yapanlara ceza verilmiş, zina iftirası yasaklanmış, başkasına zina iftirasında bulunan cezalandırılmış, zaruret bulunmadıkça çocuk düşürmek (çocuk aldırmak) ve gebeliği önlemek (aile planlaması ve nüfûs kontrolü) haram kılınmıştır.

Malın varlığı ve mevcudiyeti için muhtelif (ticarî) muameleler mubah ve çalışmak farz kılınmıştır. Malın muhafazası ve korunması için de çalmak ve hırsızlık haram edilmiş, çalana ceza verilmiş; başkasının malını telef etmek yasaklanmış ve itlaf olunan malın tazmîn edilmesi hükmü getirilmiş; gayrı mâkul ölçülerle malı

saçıp savuranın (sefihin), delinin ve benzerlerinin hacr altına alınmaları (mâlî tasar­ruflardan men edilmeleri) esası getirilmişir.

 

362) Hâcî Maslahatlar

 

Sıkıntı, darlık ve meşakkatin, güçlüğün kalkması için insanların muhtâc olduğu hususlar, hâcî maslahatlardır. Bu maslahatlar bulunmazsa yaşamanın ve hayatın düzeni ihlâl olmaz ise de insanlar zorluk, meşakkat, darlık ve sıkıntıya düşerler. Hâcî maslahatların hepsi, insanlardan güçlük ve sıkıntıları kaldırma esasına dayanır. Bu maksadı tahakkuk ettirmek için şerî"at, muhtelif hükümler getirmiştir.

Mesela ibadetlerde sıkıntıyı def etmek için ruhsatlar (erru-ha-s) meşru kılınmış, Şerîat Sahibi hasta ve yolcu için oruç tutmamalarına müsâade etmiş, hastalık halinde oturarak namaz kılmaya, (bazı fakihlerc göre) yolculukta namazların birleştirilerek kılınmasına (cem"lerine), su olmadığında teyemmüm etmeye, namaza durulduktan sonra gemi yahut tayyare istikâmetini değiştirir, böylece namaz kılan şahıs Kıble ta­rafından yönünü dönmüş olursa namazın yine sıhhatli namaz olmasına izin ver­miştir.

Hukukî muamelelerde, umûmî kaidelerden istisnaî olarak çeşitli hukuki tasarru­flar meşru kılınmıştır. Mesela selem, ıstı-snâ", kira, zırâî ortaklık (elmuzâra"ah) ve benzeri akidlere, devamı münasib olmayan evlilikten kurtulmak için boşanmaya müsâade edilmiştir.

Âdetler hakkında da, denizde ve karada yapılan avcılığa müsâade olunmuş; iyi, güzel olan (helal) şeylerden faydalanmaya izin verilmiştir.

Cezaî mevzuatta ise, şübheler sebebiyle hadd cezalarının düşmesi esası getiril­miş; katilin yükünü azaltmak İçin hatâen insan öldürmede diyet âkıleh (el"â-kılch) üzerine yüklenmiştir.

Bunlara ilaveten, cüzi nasslar (muayyen meselelere dâir temel İslâmî metinler) yanında umumi nasslar da şerî"atm hâcî maslahatları kolladığım ve gözettiğini göstermektedir. Bunlar arasından şunları zikredebiliriz: [(Allah sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez...)][241], [(...Din (işlerin)dc üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi...)] ,[242] [(Allah size kolaylık diler, size güçlük istemez...)][243]

363) TahsînîMaslahatlar Tahsînî maslahatlar, insanterın hâl ve dorumlarının sağlam ahlâk, üstün edeb ve olgun âdabın icab ve iktizâsına görerc!:nas?".ı temi.ı eder. Tahsînî maslahatlar olmaz ise yaşayış ve hayat nizamı ihlâl olmaz; insanlar meşakal ve darlık içine düşmezler. Fakat hayatları güzel ahlak, selîm fiirct, vo!:âr, haysiyetli bir yaşayışın icabettirdiği yaşayış olmaz, islam şerTaii bu tahsîr.i m^.slahalaa ibadetlerde, hukuki tasarruf ve adetlerde, cezaî mevzuatla kollamıştır.

Mesela ibadetlerde avret yerlerinin (insanın kendisinden başkasının görmesine izin verilmemiş olan insan bedeninin bazı yerlerinin) örtülmesini, camilere giderken iyi elbiselerin giyilmesini, nafile sadaka verilerek, nafile oruç tutularak ve nafile na­maz kılınarak ibadette bulunmak meşru kılınmıştır.

Hukukî muamelelerde, necislerin (pis maddelerin) alım satımından, isrâfdan kaçınmak emrolunmuş, insanın başka birisinin alış verişi üstüne alış verişte bulun­ması yasaklanmıştır.

Âdetler mevzuunda yemek içmek âdabına uyulması mendûb kılınmıştır. Sağ elle yemek, insanın yemeğini kendi önünden yemesi, çirkin şeylerin yenmemesi ve üstün ahlak ile ahlaklanmak bunlardandır.

Ceza ve harb hukukunda, kısas olarak maktule işkence, (kulakları, bumu, dudak­ları, göz kapaklarını, parmakları, el ve kolları, cinsî münasebet uzvunu kesmek v.s. gibi) savaşta işkence ve çocuk, kadın ve râhiblerin öldürülmesi haram kılınmıştır.

 

364) Maslahatların Tamamlayıcıları

 

Zarurî, hâcî ve tahsînî maslahatların her birini en iyi bir tarzda gerçekleştiren ve koruyan mükcmmilleri ve tamamlayıcıları vardır.

Zarurî maslahatlarda, namaz farzının tamamlayıcısı ve tekmilesi olarak ezan ve cemâatle namaz meşru kılınmıştır. Düşmanlık ve kinin husulüne manî olması, caydırıcılık gayesinin gerçekleşmesi için kısasın vucûbunda suçlu ile mağdur arasında eşitliğin bulunması şartı konmuştur. Can ve neslin mevcud kılınması için evlilik meşru kılınırken, karı koca arasında daha iyi bir geçim olması, aralarındaki anlayışın daha devamlı olabilmesi için, evlenilecek hanımı görmek ve erkek hanım arasında kefâet ve denklik meşru kılınmıştır. Neslin (ırz ve namusun) korunması için zina haram kılınırken, zinaya sebeb olabilecek şeyler de haram kılınmıştır: (Nikâhı düşen bir) kadınla erkeğin başbaşa kalmaları, kadına şehvetle bakmak ve berabe­rinde mahremi olmadan kadının tek başına yolculuğa çıkması gibi şeyler de yasak­lanmıştır. Aklın korunması için içki içmek haram kılınırken, içki içen ceza­landırılmış, çok içerek serhoş olma kötülüğünün yolunu kapamak maksadıyla, içeni serhoş yapmasa da az içki içmek bile haram kılınmıştır. Mala mevcudiyet ka­zandıran muhtelif hukukî muameleler meşru kılınırken, bu muamelelerin maksad ve gayesini muhafaza etmek için onları tamamlayıcı mahiyetteki tatbikatlar da meşru kılınmıştır. Meçhul şeyin alım ve satımı, mevcud olmayan (mal)ın alım satımı, sonu­nun nasıl olacağı bilinmeyen şeyin alım satımı (bcy"u lğarar) ve benzeri ticaret tarz­ları yasaklanmıştır.

Hâcî maslahatlarda, sıkıntı ve darlığı bertaraf edici hukuki muamele nevileri meşru kılınırken, caiz olan şartların koşulmasına müsâade edilmiş, insanlar arasında anlaşmazlık çıkabilecek mahzurlu şartların koşulması yasaklanmıştır. Halâen insan öldürmede katilin yükünü hafifletmek için diyet ödeme mükellefiyeti "â-kıleh üzerine terettüb ettirilirken, bu mükellefiyet, diyeti Ödeme iktidarına malik olanlara takside bağlanarak, ödenmesi kolay mikdârlara bölünerek yüklenmektedir.

Tahsînî maslahatlarda, tetavvuan sadaka vermek mendûb kılınırken, verilecek malın orta seviyeli mal olması için dikkat göstermek meşru kılınmıştır. Nafile iba-

detlere başlamış olmak, bu ibadetlerin tamamlanması için bir mecburiyet sebebi kılınmıştır.

Ve nihayet maslahatların tamamlayıcıları, mükemmilleri mevzuunda dikkati çeken bir husus şudur: Hâcî maslahatlar zarurî maslahatların tamamlayıcıları, tahsînî maslahatlar da hâcî maslahatların tamamlayıcıları sayılırlar.

 

365) Maslahatların Ehemmiyet Dereceleri

 

Üç nevî maslahatın ehemmiyet mertebeleri değişiktir. İlk kollanacak olan masla­hatlar, zarurî olanlardır. Sonra hâcî maslahatlar, sonra da tahsînî maslahatlar gelir. Buna göre zarurî maslahatlar hakkında meşru kılınan hükümler, hâcî maslahatlar için meşru kılınan hükümlerden daha ehemmiyetlidir; ve hâcîlcr için meşru kılınan hükümler de tahsînî maslahatlar hakkında meşru kılınan hükümlerden daha ehem­miyetlidir. Netîce olarak maslahatların bu tertibe göre kollanmaları icabeder. Yani zarurî maslahatları ihlâl ederse hâcî maslahatlara ihtimam göstermek caiz değildir. Zarurî ve hâcî maslahatları ihlâl ettiği takdirde tahsînî maslahatlara itina göstermek caiz olamaz. (Zaruri, hâcî veya tahsînî olsun) aslî maslahatlar ihlâl oluyorsa, bu aslî maslahatların tamamlayıcılarının ve mükemmillerinin kollanması caiz değildir. Bu ölçülere göre mesela örtülmesi dînen istenmiş olsa da, muayene ve tedâvî icabetti-riyorsa avretin açılması mubah olur. Çünkü avretin örtülmesi lahsînî maslahattır; canın muhafazası için tedâvî zarurî maslahattandır. Canın korunması için murdar ölü hayvan gibi temiz olmayan şeylerin yenmesi mubah kılınmıştır. Çünkü canın korun­ması zaruri maslahatlardandır. Eğer darlık ve zorluğun insandan def edilmesinde za­ruri bir maslahattan feragat etme manası varsa, bu durumda darlık ve meşakkatin def edilmesi caiz değildir. Mesela ibadetlerde kısmen meşakkat bulunsa bile cdâ edilme­leri farzdır. Çünkü dinin muhafaza edilmesi için ibadet ve kullukları yerine getirmek zarurîdir. Dînin muhafazası ise zarurî maslahatlardandır.

Zaruri maslahatın ihlâli halinde hâcî yahut tahsînî maslahat kollanmıyor ise,daha ehemmiyetli zarurî maslahattan feragat sebebi olduğunda daha az ehemmiyetli zarurî maslahat da kollanmaz. Mesela insanın canı üzerine titremesi, canına kıyamaması ve korkaklığı sebebiyle cihada iştirak etmemesi caiz değildir. Çünkü bu iştirak .etmeyişte, dinin muhafazasından vaz geçmek, müslümanlara yapılan tecâvüze karşılık vermekten ve dâru l'islâmı, îslam beldesini korunmaktan feragat etme ma­nası vardır. İkisi de zarurî maslahattan ise de, bu zarurî durumlar canın muhafa­zasından daha ehemmiyetlidir. Helak olmaktan kurtulmak için tek çıkar yol olduğu takdirde içkinin içilmesi mubah olur; hatta bu durumda içki içmemek caiz dcğildir(; mutlaka içki içilecektir). Çünkü canın muhafazası, akim muhafazasından daha ehemmiyetlidir.

366) Şeriatın Maksadlarının Neticesi Olan Kaide ve Temel Esaslar Zarurî, hâcî ve tahsînî maslahatları kollama esasına göre, bu maslahatlara daya­narak fakihler birçok umumi temel esaslar tesbit etmişler, daha sonra da bu temel esaslardan, daha tâli olan kaideler çıkarmışlardır. Bu temci esaslardan ve umumi kaidelerden bazıları şunlardır:

1) "Zarar izale olunur."

Bu temel esasa dayanan meselelerden bazıları şunlardır: şuf'ahda hak kiminse şuf 'ah hakkının o kimse lehine sabit olması; telef olunan malların tazmininin icabet-tiği; satın alınan maldaki ayıb sebebiyle bu malın geriye iade edilmesi hususunda müşterinin muhayyer olması; hastalık vak'alarımn çok ve salgın hastalıkların yaygın olduğu zamanlarda tıbbî koruyucu tedbirlerin alınması...

2)Umumi zararı def etmek için, hu­susi zarar tercih olunur."

Bu kaideye dayanan meselelerden bazıları şunlardır: Katile kısasın tatbik edil­mesi; hırsızın elinin kesilmesi; yola meyilli (yıkılacak gibi duran) duvarın yıkılması; câhil tabibin hekimlikle iştigâlden ve hîle öğreten müftînin iftâ ile iştigalden men edilmesi; zaruret halinde (salahiyetli makamca yani veliyyu l'emrce) ticarî malların fiatlannm tayin ve tcsbiti.

3) "Daha büyük zarar daha az zararla izale olunur."

Bu kaideye dayanan meselelerden bazıları şunlardır: Görülen zarar nafaka temi­ninden acizlik yahut gıyâb sebeblerine binâen zevcenin boşanması; taharet yapmak­tan tamamen acizlik halinde taharetsiz; yahut örtülebilmesi imkansız olduğunda av­ret yeri örtülmeden (bazı fakihlere göre) namaz kılmanın cevazı.

4) "Mefsedetlerin def edilmesi, menfaatlerin celbedilmesinden evlâdır."

Şunlar, bu kaideye dayanan meselelerden bazılarıdır: Başkalarına zararı dokuna­cak şekilde mal sahibinin kendi mülkünde tasarruftan men olunması; bazılarının kısmen kâr ve ticarî menfaatine engel olsa da, kendilerine (memleket dahilinde) ih­tiyâç bulunan bazı ticarî malların ihracının men edilmesi.

5) "Zaruretler memnu şeyleri mubah kılar."

Kaideye dayanan bazı meseleler: Zaruret esnasında, haram kılınmış şeylerin ye­nilip içilmesi; bazı mubah şeylerin zarûreten kayıtlanması.

6)  Zaruretler kendi mikdârlarınca takdîr olunurlar."

Kaideye dayanan bazı meseleler: Zaruret halinde yenen yahut içilen haram şeyler, zaruretin bertaraf edildiği mikdârda yenip içilebilir. Bir özür sebebiyle caiz olan şey, özrün son bulmasıyla caizlikten çıkıp bâtıl ve haram olur.

7) Meşakkat kolaylaştırmayı celbeden"

Kaideye dayanan bazı misaller: Ruhsatların teşrî kılınması; nikah akdi esnasında bilmediği kusuru zevce, bilahare kocasında görürse (bazı fakihlere göre) nikahın feshedilmesi; borç para almanın, havale ve hacrin caiz olması.

8) Sıkıntı, darlık ve zorluk kaldırılmıştır."

Kaideye dayanan bazı meseleler: Erkeklerin muttali olamayacakları mevzuatta hanımların şâhidliklerinin kabulü; şâhidliğin kabulünde kat'iyyet olmasa da râcı.h -zann ile iktifa etmek.

9) "İnsanı güçlüğe düşürenin irtikâbı caiz

değildir."

Kaideye dayanan bazı meseleler: Gece boyunca hiç dinlenmeden aralıksız teheccüd namazı v.s. gibi ibadetlerle meşgul olmanın memnûluğu; hiç aralık vermed­en oruç tutmanın yasak oluşu; dünya ve insanlarla alakayı kesmenin yasak oluşu: Meselâ (hiçbir meşru manî yokken) evlenmekten kaçınmak gibi.[244]

 

3.BÖLÜM

 

DELİLLERİN TEARUZU, TERCİH VE NESH

 

(TE"ÂRU-DU L'EDlLLETt VE TTERCÎ.HU VE NNES-H)

 

367) Giriş

 

Fıkıh Usulünde şer"î deliller arasındaki tearuzun manası, muayyen bir meselede bir şer"î delilin muayyen bir hükmü iktiza ettirmesi ve aynı meselede başka bir deli­lin başka bir hükmü icab ettirmesiyle delillerin karşılıklı olarak tenâ-ku-d (tenakuz) etmeleridir); birbirlerine muhalif hüküm ifadesinde bulunmasıdır). Filvâkî işin aslında bu manada tearuzun, şer"î delillerde vuku bulması tasavvur olunamaz. Çünkü şer"î deliller hüküm ifade ve hükme delalet etmeleri için na-sb ve tayin olun­muşlardır, işte böylece hükümlerin muktezalanna göre amel etmek mümkin olur; ve mükellef aklı başında ve baliğ oldukça hükümleri öğrenmek, anlamak demek olan mükellefiyetin şartı tahakkuk etmiş bulunur. O halde delillerin tearuzu ve maksad-larmın mübhem olması mümkin değildir. Çünkü tearuz, maksadı mübhem kılma, maksadı meçhulleştirme ve mükellefiyet şartının bulunmaması demektir. İslam şerî"atinde bütün bunlar caiz değildir; İzzet, celâl ve hikmet sahibi meşerri"in böyle bir şey yapmış olması imkansızdır.

Esasen vakıada tearuzun husulü imkansız olsa da müctehidlerin na-zar ve (delillere) bakışlarında tearuz imkansız değildir. Mesela bazı müctehidlere, bazı de­liller birbirlerine muarız imiş gibi gelebilir. Bunun sebebi, müetehidin anlayışındaki kusur ve eksiklik, idrakindeki zayıflık, meselenin delillerinin tamamını ihata etme­mesi, hepsini görmemesidir. Böylece hakikatte mevcud olmayan bir tearuz varmış gibi görünür. Usulcüler, delillerdeki ve nasslardaki bu zahirî ve görünüşte var olan tearuzun giderilmesi için kaideler koymuşlardır. Nâsih ve mensûh, lafızların delalet­lerinin bazısını bazısına tercih yollarını ve diğer tercih usullerini bilmek bunlar­dandır. Biz bu bölümde tearuzun ortadan kaldırılmasından iki bahisde söz edeceğiz: 1) Nesh, mânâsı, yeri, zamanı ve diğer nesh ile alakalı hususlar, Deliller ve nass-lar arasındaki tearuzun ortadan kaldırılması ve tercih kaideleri.

 

1.BAHİS

 

NESH (ENNES-H)

 

468) Lugatta neshin (kelime olarak Arab Dilindeki) manası "izale etmek, naklet-mek"tir. Fıkıh Usulünde bir ıstılah olarak manası, şer"î bir hükmü, kendisinden son­raki şer"î bir delil ile kaldırmaktır. Sonraki delile nâsı-h (hükmü kaldıran), ilk hükme de mensû-h (kaldırılmış hüküm), bu kaldırma işine de nes-h ismi verilir.

Kur'anda nesh vuku bulmuştur. Kur'andaki en açık, hiç kimsenin vukuu husu­sunda münakaşada bulunamayacağı neshlerden birisi namazda beytu lma-kdise te­veccüh ediliyor (dönülüyor) iken, Mescidi Harama teveccüh olunmasıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: [(Biz yüzünü (vahye intizâr ve iştiyakından) çok kere göğe doğru evirip çevirdiğini muhakkak görüyoruz. Şimdi seni herhalde hoşnûd olacağın bir Kıble'ye döndürüyoruz. (Namazda) artık yüzünü Mescidi Haram tarafına (Kabe semtine) çevir. (Ey mü'minler) siz de nerede

bulunursanız (namazda) yüzlerinizi o yana döndürün...)][245]

Nesh, beytu lma-kdisden Kıble'nin Mescidi Harama çevrilmesinde olduğu gibi; birinci hükmün tamamının kaldırılması ile küllî olabildiği gibi; birinci hükmün, üzerlerine tatbik edilen ferdlerden bazılarından kaldırılması (bazılarından kaldırılmaması) suretiyle cüz'î olabilir. Mesela Zina iftirası mevzuundaki Yüce Allah'ın [(Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadıyla) iftira atan, sonra (bu hususda) dört şâhid getirmeyen kimseler(in her birine) de seksen deynek vurun. Onların ebediyyen sahiciliklerini kabul etmeyin...)][246] ayetinin hükmü, karılarına zina isnâd eden (ve iddialarını şahidlerle isbatlayamayan) kocalar hakkında Hanefî fu-kahâsına göre Allah'ın : [(Zevcelerine zina isnâd eden ve kendi­lerinin kendilerinden başka şahidleri de bulunmayan kimseler(e gelince:) onlardan her birinin (yapacağı) şahidlik, kendisinin hakikaten sadıklardan olduğunu Allah'a yemin (ile) dört (defa ifade ve tekrar edeceği) şâhidliktir)][247] ayetiyle nesholunmuştur. Böylece karısına zina isnad edip, delili (yanı şahidleri) bulunmayan kocanın hükmü, li"ânda bulunmasıdır (; karısıyla karşılıklı olarak lânetleşmesidir). Yani karısına bulunduğu zina isnadında doğru ve sadık olduğuna dair dört defa kadı (hakim) önünde Allah'a yemin edecek, beşinci yemininde de eğer yalancılardan ise Allah'ın lanetinin kendisi üzerine olmasını söyleyecektir. Sonra karısı dört defa, kocasının kendisine yaptığı zina isnadında yalancı olduğuna dair Allah'a yemin edecek, beşinci yeminini de eğer kocası doğru söylüyorsa Allah'ın gazabının kendi (yani zevce) üzerine ol­ması şeklinde yapacaktır, böylece karı koca arasında lânetleşme tamamlanınca kadı, kan kocayı birbirinden ayırır.

 

369) Neshin Hikmeti

 

ifade ettiğimiz üzre şerî"atte nesh fiilen vuku bulmuştur. Neshin hikmeti, kul­ların maslahatlarını ve menfaatlerini kollamaktır. Çünkü hükümleri teşrî kılmanın aslî maksadı -daha önce de kaydettiğimiz gibi- kulların maslahatlarını gerçek­leştirmektir. Herhangi bir zamanda bir hükmün tebdil edilmesini maslahat icab-ettirmiş ise, bu değiştirme, teşri" gaye ve maksadıyla bağdaşmaktadır. Aynca nesh, şerî"atte yerleşmiş bir esas olan, kulların maslahatlarını ve menfaatlarim kollayarak hükümleri (bir anda değil) yavaş yavaş, merhale merhale (tederrücen) teşrî" kılma tatbikatıyla da bağdaşmaktadır. Mesela önce namazın sabahleyin iki rek"at, akşamleyin iki rek"at, şeklinde farz kılınıp, sonra bugünkü haliyle bilindiği üzre bel­li zamanlarda ve malûm rekatlarıyla, kalbler namaza ısınıp ruhlar namazla terbiye olunduktan sonra beş vakitte farz kılınması böyledir.

 

370) Nesh ve Tahsis (ennes-hu ve ıta-h-sî-s)

 

Cüz'î nesh, tahsis ile karıştınlabilir. Çünkü "âmmın tahsisi, "âmrmn hükmünü "âmmın bazı ferdlerinden kaldırır; ve bu hükmü muhassısın içine aldığı ve şâmil olduğu "âmmın ferdîerinin dışında kalanlarına âid kılar. Keza cüz'î nesh de, "âmmın hükmünü "âmmın bazı ferdlerinden kaldırmakta ve hükmü diğer bazı ferdlere âid kılmaktadır. Fakat buna rağmen aralarında bir fark vardır: Nesh hâlinde, evvelâ (ibtidâen) hüküm bütün ferdlere şâmildir. Sonra nâsıh delille hüküm, bazı ferdlerden kalkar; ve bu ferdlerin haricindeki ferdler hakkında hüküm bakî kalır. Fakat tahsîs halinde "âmmın hükmü evvelâ (ibtidâen), "âmmın bazı ferdlerine şâmildir. Yani mu-hassıs bize açıklamış olmakladır ki, işin başından itibaren müşerri"in gaye ve mak­sadı, hükmün bütün ferdlerine şâmil olması değildir; bazı ferdlerine şâmil olmasıdır, işte bunun için muhassısın, "âmmla bir arada ("amma mu-kârin) olması yahut en azından "âmm ile amel olunmadan önce vârid olması şart koşulmuştur. Cüz'î nesh böyle değildir; cüz'î nâsıhın, "âmmla amel edilme vaktinden daha sonra vârid olması şarttır.

 

371) Neshin Nevileri

 

Bazen nesh sarih olur; Şeriat Sahibi açıkça neshi tasrîh eder. Mesela Allah'ın Salât ve Selâmı Üzerine olsun Allah Rasûlünün [(Size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Şinıdi(den sonra) kabir ziyaretinde bulununuz; kabirler size ahireli haürlatır)] hadîsi gibi.

Bazen nesh -dımnî (zımnî ve dolaylı) olur. Şeriat Sahibi açıkça neshi tasrîh et- fakat ilk nassın neshedildiğine dâir sarih bir nass bulunmaksızın, ilk nassa

muarız bir hüküm meşru kılar; ve ilk hükümle bu son hüküm (birbirlerine muhalif ve mu"ân-d bulunduklarından) bağdaşması mümkin değildir. Böylece son hükmün teşrî" kılınması, -dimnî olarak kendisinden önceki hükmü neshetmiş olur. Mesela Yüce Allah'ın

[(Sizden zevcelerini geride) bırakıp ölecek olanlar eşlerinin (kendi evlerinden) çıkanlmayarak yılına kadar fâidelenmesini (bakılmasını) vasıyyet -et­sinler-)][248] ayeti, kocası ölen hanımın iddet müddetinin tam bir sene olduğunu ifa­de etmektedir. Islamın ilk devirlerindeki hüküm böyleydi. Daha sonra Yüce Allah'ın  [(içinizde ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on(gün) beklerler,..)][249] ayeti indi. Bu ayet ise kocası ölen hanımın iddet müddetinin dört ay on gün olduğunu gösteriyor. Bu ikinci ayet birinciden daha sonra indiği için, birinci ay­etin hükmünü neshetmiş olur.

 

372) Nesh Devre ve Neshedilebilir Hükümler

 

Nesh sadece Allah'ın Salât ve Selâmı Üzerine olsun Allah Rasûlü Muhammed Efendimizin hayatı esnasında olabilir; onun vefatından sonra olamaz. Çünkü nesh vahiyle olmaktadır; Allah Rasûlünden sonra ise vahiy yoktur. Az sonra da zikre­deceğimiz gibi neshedenin, neshedilenin kuvvetinde olması icabeder. Vahiyden başka, vahiy kuvvetinde olan bir şey de yoktur. Vahiy ise ASSÜ Allah Rasûlünün vefatıyla kesilmiştir. Onun için ASSÜ Peygamberimizin vefatından sonra İslam şerî"atinin hükümlerinden hiçbir şey kat'iyyetle neshedilemez.

(Peygamber Efendimizin hayatı devrinde) neshedilebilir hükümler, tebdil ve tağyiri kabul eden fer"î hükümlerdir. Diğer hükümlerin ise neshi caiz değildir. Neshi caiz olamayan bu hükümler aslî hükümlerdir: Allah'a, ahiret gününe, hesab gününe, Allah'a ortak tanımanın haramlığına, zulmün ve zinanın yasaklığına inanmak gibi. Keza temel ahlak ve faziletler de böyledir: Adalet, doğruluk, ana babaya iyilik et­mek gibi. Bu hükümlerin hiçbir zamanda, hiçbir şart altında ve hiçbir durumda teb­dil ve tağyirini gerektiren bir âmil tasavvur edilemez. Şartlar, durumlar ve zamanlar ne kadar değişip teğayyür etse de bu hükümler sabittir; değişmezler. Kendilerinde ebedilik unsuru bulunan fer"î (cüz'î) hükümlerin de neshedilmeleri caiz değildir; on­lar da sabit hükümlerdendir. Mesela ASSÜ Allah Rasûlünün

[(Cihad, kıyamete kadar bakîdir)] hadîsi şerifi gibi.

 

373) Nesh Neyle Mümkindir?

 

Nesh kaidesi, "nâsih delilin mensûh delil kuvvetinde veya ondan daha kuvvetli olması ve nâsihin mensûhdan sonra değil, mcnsûhdan önce vârid olmasıdır." Bu (esas) kaideye dayanılarak birçok kaideler tesbit olunmuş ve bazı neticeler ortaya konmuştur. Bunlardan bazıları şöyledir:

1) Aynı kuvvette olduklarında Kur'an nasslannın Kur'an nasslanyla neshedilme-si caizdir.

2) Mütevâtir Sünnetin Kur'anla ve Kur'anın Mütevâtir Sünnetle neshedilmesi caizdir. Çünkü Mütevâtir Sünnet, subûtun katiliğinde ve aynı kaynağa yani vahye dayanma hususunda Kur'an gibidir.

3)  Âhâd Sünnetin Âhâd Sünnet ile yahut daha kuvvetli nasslarla neshedilmesi caizdir.

4) Kitab yahut Sünnet nassını, icmâ" neshedemez. Çünkü (Kitab ve Sünnetteki) nassın delâleti kat'î ise, bu nassın hilafına icmâ" vuku bulamaz. Eğer (Kitab ve Sünnetteki) nassın delaleti zannî ise ve icmâ" nassın hilafına vuku bulmuşsa bunun manası, başka bir delilin bulunduğu ve başka nassın icmâ" etmiş fakihlerin na­zarında, zannî delaletli nassa tercih olunduğudur. Buna göre nâsih, icmâ"ın kendisi değil, icmâ"ın dayanmış bulunduğu delildir.

5) Kitab ve Sünnetin nassi icmâ"ı neshetmez. Çünkü nâsihin mensûhdan daha sonra vârid olması icabeder. Kitab ve Sünnetin nasslan ise icmâ"dan daha öncedir. Çünkü, daha önce de söylediğimiz gibi icmâ", ancak Peygamberimiz Efendimizin vefatından sonra bir şer"î delil ve hüccet sayılır.

6)  Kitabın yahut Sünnetin bir nassına veya kıyasa dayanan icmâ"ın, başka bir icmâ" ile neshi caiz değildir. Fakat maslahat teğayyür edince ve maslahatın gerçekleşmesinin başka bir hükmün teşriiyle olacağı görülürse, maslahata mebnî içmâın başka bir icmâ" ile neshi caizdir.

7) Kıyas, ne Kitab ve Sünnetten bir nassi veya icmâ"ı neshedebilir, ne de Kitab ve Sünnetten bir nass veya icmâ" ile mensûh kılınır. Çünkü Kitab, Sünnet veya icmâ"da hüküm bulunamadıkça kıyasa müracaat olunmaz. Ayrıca Kitab, Sünnet veya icmâ"da sabit bulunan bir hususa kıyasın muhalif bulunmaması şarttır. Aksi halde kıyas muteber değildir.

8) Kıyas, başka bir kıyası neshetmez. Çünkü kıyas ictihâd, re'y ve görüşe daya­nır. Kıyas, içtihadıyla kendisine (yani kıyasa) ulaşmış müetehid hakkında bir hüccet ve delil ise de o müetehidin dışındaki müetehidler hakkında bir hüccet ve delil değildir.

Ancak aynı müetehid iki ayrı kıyasta bulunmuşsa, bu kıyaslardan biri diğerini neshetmez; fakat bu iki kıyas arasında te"âru-d vardır. Çünkü kıyas ictihâd ve re'ye dayanır; hükümlerin neshi meselesinde re'y ve görüşün söz hakkı ise yoktur, iki ayrı kıyasda bulunmuş müetehidin, kıyaslarından birini diğerine tercih için çalışması ve kendisinin nazarında tercihe değer gördüğüyle amel etmesi lazımdır. Yani bu du­rumda istihsan delilinde olduğu gibi meseleye dair iki ayrı kıyas vardır ve birisini müetehid tercîh eder. Ekseriya illetinin kuvveti ve bu illetin hükme tesiri dolayısıyle tercih olunan, -hafi kiyasdir. Evvelce de söylediğimiz üzre buna istihsan denilmekte­dir.

 

2.BAHİS

 

TEARUZ VE TERCİH (ETTE"ÂRU-DU VE TTERCt.H)

 

374) Daha önce de kaydettiğimiz üzre, şer"î deliller hiçbir zaman tearuz etmez­ler; aralarında var gibi görünen tearuz müctchidin nazanndaki tearuzdur. Bunun için tearuz zahirîdir yani görünüştedir; ve müctehide göredir; hakiki bir tearuz mevcud değildir. Bu zahirî tearuz, müctehidin hükmünü anlayıp öğrenmeye çalıştığı belli bir vak'ada, aynı anda bu iki tearuz halindeki delilden her birinin muayyen bir hüküm ifade etmesi ve birbirine muhalif bulunması demektir. Bu zahirî tearuzun vuku bul­ması için iki delilin de bir kuvvette olması şarttır: Kur'andan iki ayet yahut Sünnetten iki hadis gibi. Durum böyle olursa müetehid bu iki nassm vürûd tarihleri­ni araştırır. Vürûd tarihlerini Öğrenirse, vürûdu sonra olanı, vürûdu önce olan için nâsi-h kılar. Mesela Yüce Allah'ın [(Sizden zevcelerini geride) bırakıp ölecek olanlar eşlerinin (kendi evlerinden) çıkarilmayarak yılına kadar fâidelenmesini (bakılmasını) vasıyyet -etsinler-)][250] ve [(İçinizden ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler

kendi kendilerine dört ay on (gün) beklerler...)][251] ayetlerinde ikincisi, birincisinden sonra indiğinden birinciyi (hüküm bakımından) neshetmiştir; kocası ölen kadın hakkındaki hüküm ikinci ayetle sabittir. Islamın bidayetinde ilk ayete göre hüküm veriliyor, kocası ölen zevcenin iddeti bir yıl olarak hesablanıyordu. ikinci ayet in; ince kocası Ölen zevcelerin iddetlerini dört ay on gün olarak tesbit ettiğinden, amel artık bu ikinci ayete göre oldu.

Keza Yüce Allah'ın [(içinizden ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi ken­dilerine dört ay on (gün) beklerler...)][252] ve [(Gebe kadınların iddetleri ise doğurmaları -ile biter-)]3 ayetlerinden ilki, gebe olanı ve gebe olmayanı birbirinden ayırmadan kocaları ölen kadınların iddetlerinin dört ay on gün olduğunu gösteriyor, ikinci ayet ise kocaları ölen gebe kadınların iddetleri­nin, çocuklarını doğurmakla biteceğini gösteriyor.

Muhterem sahâbî ARO " Abdullâhi bnu Mes"ûda göre ikinci ayet birinciden son­ra indiğinden gebe kadınlar hususunda birinci ayeti nes-hetmiştir. Onun için gebe, müddet az olsun uzun olsun doğurmakla, iddet müddetini beklemiş sayılır.

375) Eğer te"âru-d halindeki iki nassın vürûd tarihleri bilinmiyorsa müetehid, aşağıdaki yollardan biriyle iki nassdan birini diğerine tercih etme usulüne başvurur:

 

Tercih Yoları

 

Birinci Yol: Nass, Zahire Tercîh Olunur[253]

 

Mesela Allah nikahla alınmaları haram olan kadınları beyan ettikten sonra [(...onlardan mâadası ise...size helal kılındı...)][254] buyurmuştur.

Bu ayetin zahiri, haram oldukları sayılan (tâdâd olunan) kadınların dışında dörtten fazla kadınla evlenmenin mubahlığına delalet etmektedir. Fakat, Yüce Allah'ın [(...sizin için helal olan

(diğer) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikah edin...)][255] ayeti, dörtten fazla kadınla evlenmenin haram oluşu hususunda na-s-s-dır. Onun için ikinci ayet birinci ayetin zahirine tercih edilerek, böylece bir erkeğin aynı anda dörtten fazla kadınla evli bulunması haram olur.

 

İkinci Yol: Müfesser, Nassa Tercîh Olunur

 

Mesela ASSÜ Allah Rasûlü [(Müstehâdah hanım her namaz için abdest alır)] buyurmuştur. Bu hadis, aynı namaz vakti içinde de olsa, müstehâdah hanımın her namaz için abdest almak zorunda bulunduğu hakkında na-s-sdır. Çünkü hadisten ilk bakışta anlaşılan bu manadır; hadisin si­yakından aslî maksad da bu manadır. Fakat te'vîl olunabilir. Bu hadîse, hadîsin ASSÜ Peygamber Efendimizden şu ikinci rivayeti mu"ân-ddır.[(Müstehâdah hanım her namaz vakti için abdest alır)]. Yani her namaz vakti için bir defa abdest alır ve bu abdestiyle müteaddid namazlar kılabilir. Te'vîl ihtimali bulunmayan bu mana müfesserdir ve birinciye tercih olunarak icabına göre amel edilir.

 

Üçüncü Yol: Muhkem, Kendisi Dışındaki Bütün Delaletlere: Zahire, Nassa yahut Müfessere Tercîh Olunur

 

Mesela Yüce Allah'ın [(...onlardan mâadası ise...size helal kılındı...)][256] ayeti, kendisinden Önce zikredilen, evlenilmesi haram hanımların dışındaki hanımlarla evlenmenin mubahlığı hakkında na-s-sdır. Bu umûmî ma­nasıyla, ASSÜ Peygamberimizin vefatından sonra, onun zevceleriyle de evlenmenin mubahhğına şâmil ise de Yüce Allah'ın [(...Sizin Allah'ın Peygamberine eza vermeniz (doğru) olmadı(ğı gibi) kendinden sonra onun zevcelerini nikahlamanız asla ola­maz...)][257] ayeti, Peygamberimizin vefatından sonra onun zevceleriyle evlenmenin haram olduğu hususunda muhkemdir. Onun için na-s-s olan ilk ayetin önüne geçirilir; ilk ayete tercih olunur; ve vefatından sonra Peygamberimizin hanımlarıyla evlenmenin haram oluşu ile hükmedilir.

 

Dördüncü Yol: Nassın ibaresiyle Sabit Hüküm, Nassın işaretiyle Sabit Hükme Tercih Edilir

 

Mesela Yüce Allah [(Ey iman edenler, maktuller hakkında size kısas (misilleme) farz kılındı...)][258] ve [(Kim bir mü'mini kasden

öldürürse cezası, içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir...)][259] buyuruyor. Birin­ci ayet ibare yoluyla katile kısas tatbik edilmesinin icabettiğine delâlet etmekte, ikin­ci ayet de işaret yoluyla, kasden insan öldüren katile kısasın tatbik edilmeyeceğine delalet etmektedir. Çünkü bu ayet, kasden insan öldüren katilin cezasının, ebediyyen cehennemde kalmak olduğunu açıklamaktadır. Ayet sadece, kasden insan öldüren katilin cezasına münhasırdır; onun cezasını beyan etmektedir. Bu da işaret yoluyla, kasden insan öldüren katilin başka bir cezayla cezalandırılmayacağını gösterir. Çünkü islam Hukukunda mâruf bir kaide vardır: "Beyân makamında i-kti-sâr, .ha-sr ifade eder." ibareyle anlaşılan mana işaretle anlaşılan manaya tercih olunur; ve kas­den insan öldüren katile kısas tatbik olunması icabeder.

 

Beşinci Yol: Nassın işaretiyle Sabit Hüküm, Nassın Delaletiyle Sabit Hükme Tercih Olunur

 

Mesela Yüce Allah [(Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse mü'min bir köleyi azâdetmesi ... lazımdır...)][260] ve [(Kim bir mü'mini kasden

öldürürse cezası içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir...)[261] buyuruyor. Birinci ayetten ibare yoluyla, hatâen insan öldüren katilin keffârette bulunmasının farz olduğunu; delâlet yoluyla da, kasden insan öldüren katilin de keffârette bulun­masının farz olduğunu anlıyoruz. Çünkü hatâen katilin keffâret mükellefiyeti varsa kasden katilin bu mükellefiyeti evleviyetle bulunmalıdır. Zira keffâretin sebebi öldürme suçudur. Bu suç kasden öldürmede, hatâen öldürmekden daha kuvvetli ve daha korkunç bir şekilde mevcuddur. Bundan dolayı keffâret hatâ sahibine farz olun­ca kasıd sahibine evleviyetle farz olmalıdır, ikinci ayetten işaret yoluyla kasden[262] katilin üzerine dünyada keffâret borcunun bulunmadığını anlıyoruz. Çünkü ayet, böyle bir katilin cezasının sadece cehennemde ebediyyen kalmak olduğunu beyan ediyor. Beyan makamındaki bu -ka-sr, nefy ifade eder. (Yani cezanın açıklanma makamında, ceza sadece bir cezaya münhasır bırakılmışsa, başka cezanın olmadığı anlaşılır.) Yani başka ceza ile cezalandırılmayacağını ifade eder. işaret yoluyla anlaşılan bu mana, birinci ayetten delalet yoluyla anlaşılan mana ile te"âru-d etmek­tedir. İşaretle anlaşılan mana, delaletle anlaşılan manadan daha çok tercihe şâyân bu­lunduğu cihetle hüküm: Kasden katilin keffâretten mükellef olmadığıdır.

 

Altıncı Yol: Tearuz Hâlinde Mantûkun Delâleti. Mefhûmun Delâletine Tercih Olunur

 

Mesela Yüce Allah [(Ey iman edenler, faizi öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin...)[263] buyuruyor. Bu ayetin muhalefet mefhûmu, Yüce Allahın [(...Eğer (tefeciliğe, murâbahcılığa) tevbe ederseniz mallarınızın başları (sermâyeleriniz) yine sizindir. (Bu suretle) ne haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğratılmış olmazsınız)][264] ayetiyle te"âru-d etmektedir. Çünkü bu ikinci ayetin mantûku, az da olsa faizin haram olduğunu ifade ediyor. Bu sebeble ikinci ayetin mantûku, birinci ayetin muhalefet mefhûmuna tercih edilir (ve hüküm, az da olsa, çok da olsa faizin haramlığı olur).

 

379) Bir Araya Getirip Bağdaştırmak (elcem"u ve ttevfîk)

 

Nâsıhin bilinmesi mümkin olmazsa, zikrettiğimiz tercih yollarıyla tercinde bu­lunmak da kabil değilse, nasslann ikisi de -yukarıda zikrettiğimiz üzre- aynı kuv­vette iseler, müctehid te"âru-d hâlindeki iki nassı cem"edip aralarında tevfî-kde bu­lunup cem" ve tevfî-k yollarından birini kullanır; ve her iki nass ile birden (ikisinin arasını bağdaştırarak) amel eder. Mesela Yüce Allah: [(Sizden birinize ölüm gelip çattığı vakit -eğer mal bırakacaksa- anaya, babaya, yakın akrabaya meşru bir surette vasiyette bulunmak takva sahibleri üzerinde bir hak olarak farz kılındı)][265] ve b) [(Allah size (miras hükümlerini şöylece) emreder: Evladlarınız hakkında (ki hüküm) erkeğe, iki dişinin payı mikdândır. Fakat onlar (o evladlar) ikiden fazla kadınlar ise (ölünün) bıraktığının (terekenin) üçte ikisi onlarındır. (Dişi evlad) bir tek ise o zaman (bunun) yarısı onundur, (Ölenin) çocuğu varsa ana ve babadan her birine terekenin altıda biri (verilir). Çocuğu olmayıp da ona anası ve babası mirasçı olduysa üçte biri anasının (bakiye de babasının)dır. (Erkek, dişi) kardeşleri varsa o vakit altıda biri anasınındır (geri kalanı da babasının. Fakat bütün bu hükümler ölenin) edeceği vasiyet(in tenfîzin)den veya borc(unun ödenmesin)den sonradır.[266] Siz babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, fâidc cihetinden, size daha yakın olduğunu bilmezsiniz. (Bu hükümler ve hisseler) Allah'ın birer farîzasıdır. Şübhesiz ki Allah hakkıyla bilicidir; yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.)][267] buyurmuştur. Bi­rinci ayet ana babaya, yakın akrabaya meşru bir surette vasiyette bulunmayı farz kılmıştır. İkinci ayetin ifâde ettiğine göre, şanına yaraşmayan her şeyden beri, münezzeh ve uzak Yüce Allah, ana babanın, evladların ve yakın akrabanın payını tayin etmiş, bunu ölenin istek ve tayinine bırakmamıştır. Şu halde iki ayet birbiriyle tc"âru-d etmektedir. Fakat birinci ayet, "din ayrılığı gibi bir manî ile ölenden miras alamayan ana baba ve yakın akrabaya vasiyette bulunmayı mecburî kılmaktadır" şeklinde anlaşılmak; ikinci âyet de "miras alan ana baba ve yakın akrabanın miras hükümlerini beyan" manasında anlaşılmak suretiyle, her iki ayetin birbiriyle tevfî-ki (bağdaştırılması) mümkindür.

2) Yüce Allah a) [(İçinizden ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on (gün) beklerler...)][268] ve [(...Gebe kadınların iddetleri ise doğurmaları -ile biter-)[269] buyurmaktadır. Bazı fa-kihlere göre ikinci ayet birinci ayeti, kocası ölen gebe kadının hükmü hususunda nes-hetmişir. Bu fakihler, bu iki ayeti bağdaştırarak şöyle diyorlar: "Kocası ölen gebe kadın, iki iddet müddetinden en uzunu ile iddetini bekler." Yani kocasının ölümünden sonra gebe dul, dört ay on gün geçmeden karnındaki çocuğu dünyaya getirirse, bu doğurmasıyla iddeti bitmiş olmaz; iddeti kocasının vefatından itibaren dört ay on gün geçtikten sonra bitecektir. Eğer bu kadın kocasının vefatından dört ay on gün geçtikten sonra karnındaki çocuğu dünyaya gefirdiyse, çocuğu doğurmakla iddet müddetini tamamlamış olur.

377) Nasslardan biri "âmm ve diğeri -hâ-s-s ise yahut nasslardan biri mu-tla-k ve biri mu-kayyed ise, "âmmın hâss ile tahsis olunup hâssın vârid olduğu yerde hâss ile amel etmek ve bunun haricinde de "âmm ile amel etmek, keza mutlakın mukayyede hamlolunarak (mutlakın mukayyedle izah olunarak) yahut kendi yerinde mukayyed ile ve bunun haricinde mutlak ile amel etmek de cem" ve tevfî-k yollarından biridir. Bunları "âmm ve -hâ-s-s, mu-tla-k ve mu-kayyed bahislerinde beyan edip misallerini vermiştik.

378) îki nassdan birinin diğerine mu"ân-d olamayacak şekilde te'vîl olunması da başka bir tevfî-k yoludur.

 

379) Delil Kuvvetine Göre Tercih

 

Delillerin kuvvetleri birbirinden farklı ise, delilin kuvvetine göre tercihde bulu­nulur. Esasında bu tercih, iki müte"ân-d nassdan birinin tercihi değildir. Bu bahsin başında da işaret ettiğimiz üzre kuvvet bakımından birbirinden farklı olan deliller arasında te"âru-d yoktur. Kuvvet bakımından birbirine müsâvî bulunan deliller arasında te"âru-d olur. Kuvvetleri farklı olan deliller arasındaki tercih yollarından bazıları şunlardır:

a)  Kitab yahut Sahîh Sünnet nassı kıyasa tercih olunur. Çünkü kıyas zannî bir delildir; ve nassın olduğu yerde kıyasla amel edilemez.

b)  Kıyasın muktezasma icmâ" tercih olunur. Zira icmâ" kat'îdir; fakat kıyas zannîdir. Zannînin katiye mu"âra-da gücü yoktur.

c) Mütevâtir hadis, â.hâd hadîse tercih olunur.

ç) Fakîh olan "adlin rivayet ettiği hadîs, fakîh olmayan "adlin rivayet ettiği hadîse tercîh olunur.

d) İki kıyas te"âru-d ederse, daha kuvvetli olan tercîh olunur: Birinin illetini nassın beyan etmiş olması, diğer kıyâsın illetinin (müctehidçe) ıstınbât edilerek tesbît olunması gibi. Bunlardan, illeti nassla tesbit edilen diğerinden daha kuvvetli­dir. Yahut birinin illetinin, diğerinin illetinden daha çok hükme müessir olması veya daha çok münasib bulunması gibi. Bunlardan da illeti hükme daha uygun düşen, diğerine tercih edilir.

 

380) Müteârız îki Delilin de Terkedilmesi

 

Deliller arasındaki te"âru-dun def edilmesi yahut tercih yollarının tatbîki mümkin değilse müetehid iki delille de istidlalde bulunmayı bırakır; ve bu iki müte"ârı-d delilden mertebe bakımından daha aşağıda bulunan başka bir delil arar. Mesela iki nass te"âru-d etse ve aralarında tercih yapılması kabil olmasa, müetehid bu iki nassı bırakır ve kıyasa intikâl eder.

 



[1] Bu kaideler, Arabca yazılı olan her kanun nassmın (metninin) ıcfsîri için zaruridir. Çünkü bu kai­deler Arabca ibarenin anlaşılması için âyâr ve Ölçülerdir. Kanun Arabca yazılı oldukça kelime ve ibarelerin anlaşdması hususunda bu ölçü ve ayarlara boyun eğer. Kanunun Arabca tanzim edil­mesi veya ecnebî bir dilden Arabcaya terceme edilmiş olması bu mevzuda birdir. Bunun için bu kaidelerin, nasslann tefsirinde dikkate alınmaması, kanunun hatalı anlaşılmasına, hükümlerinin yanlış öğrenilmesine, muhtelif olaylara hangî hükümlerinin tatbikinin gerektiğinin kavranama-masına yol açacağından neticede insanlannhaklan kaybolacaktır. Çünkü hakim, kanunu anladığı gibi tatbik etmektedir. Anlayışı yanlış olursa hak sahiblcri haktannı kaybeder; haksızlar hak sahi­bi olur veya masumlar suçlu bulunur yahut suçlular masum gösterilir. Burada şunu da açıklamakta fayda vardır: Kanunlar üç şekilde tefsir edilirler: A) Hukukî tefsîr.-Kanunlan şerhederken sarihlerin kullandığı tefsir tarzıdır. Vakıayı dikkate almaksızın, katıksız bir mantık ve mücerredlik vasfını hâizdir. B) Kazâî tefsir.-Mahkemeye getirilen hâdiseleri ve vakıayı dikka­te alarak yapılan tefsirdir. Birinci tefsirin hilâfına bu şekil tefsirde vakıanın tesirinde kalış ve amelî oluş sıfatı kuvvetlidir. Şu kadar var kî hâkim davanın hâdiselerini incelerken fiilen kanunu tefsir eder. Bu kanunun tatbiki için yapılan bir tefsirdir. Bu bakımdan muayyen bir kanun mad­desinin hemen doğrudan doğruya hakimden tefsir edilmesi istenmemelidir. Çünkü hakim kanunu ancak tatbiki sırasında tefsir eder. Zira bu tefsir, latbik için zaruridir. C) Teşrîî tcfsir.-Kanıın ko­yucunun kendisinin kanundaki muğlaklığı ve ibaredeki anlaşılmazlığı giderek, kanundaki mutlak ifadeyi kayıtlamak yahut kanunun tefsirindeki ihtilafı i/âle etmek için yaptığı tefsirdir, bu nevî tefsirkanuna ilhak edilip onun bir parçası sayılır. Yukarıdaki üç nev'iyle tefsir, kanun ibaresinden kasdedilen manayı aniamak için, işaret ettiğimiz nasslann tefsiri kaidelerinden istifade eder. Nass y°ksa, istenen hükmün öğrenilmesi için kıyâs, teşriî maksadlar ve benzeri hususlardan fayda­lanılır.

[2] ettelvî.hu "ale ttev-dî.h c. 1, s. 32-34. Bazıları ise -hâ-s-sı şöyle tarif etmişlerdir: "Ya bir, ya da iki yahut üç yahut daha fazla olan sınırlı bir şeyi içine alan lafızdır." Bakınız:

[3] Kur'an 5 inci Elmâidch sûresi 89 uncu âyet.

[4] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 228 inci âyet.

[5] Çünkü nassda [(üç -kur' beklesinler)] deniliyor. Üçten az veya üçıen çok denilmiyor. (Mütercim).

[6] Ku’ran 2nci elba-karah suresi 234 üncü ayet.

[7] Kur'an 58 inci Elmucâdeieh sûresi 3 üncü âyet.

[8] Kur'an 4 üncü Enııisâ' sûresi 11 inci âyet.

[9] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.

[10] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.

[11] Kur'an 58 inci Elmucâdeieh sûresi 4 üncü âyet.

[12] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 92 nci âyet.

[13] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 3 üncü âyet.

[14] Kur'an 6 ncı el'en"âm sûresi 145 inci âyet.

[15] Kur'an  5'nci Elmâideh sûresi 38 inci âyet.

[16] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 6 ncı âyet.

[17] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 6 ncı âyet.

[18] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 6 ncı âyet.

[19] Kur'an 58 inci Elmucâdeleh sûresi 3 üncü âyet.

[20] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 92 nci âyet.

[21] ettav-dî.hc. f,s. 140, mir-kâıu lvu-süli ve .hâşiyetu l'izmîrîc. l,s. 155-156, El'âmidic. 2, s. 204. Burada şu iki hususa dikkat edilmelidir: 1) Kendini yüksek ve üstün telakki etme kaydı, emrede­nin kendisini böyle kabul ettiğini gösteriyor. Yoksa emredenin esasen yüksek ve üstün olması şart değildir. Fakat emredenin kendisi yüksek sayması şarttır. Esasen kendisi üstün ve yüksek olsa da olmasa da bu mühim değildir. 2) Âlimlerin ittifakıyla emir, ta-h-sî-s olunmuş sözde hakikattir. Cumhura göre emir, fiilde mecazdır: Yüce Allah ın [(Halbuki Firavunun emri (işi) hiç de değildi)] (Kuran 11inci Jud suresi 97 nci ayet)sözünde olduğu gibi Ayetteki “emr”kelimesi fill manasınadır;müsebbe (neticeye)sebeb denmesi cümlesindendir.Bak:irşadu lfu.hul s.91,El-menaru ve şer.huhü s.108-109,Elamidi c.2,s.188v.d 

[22] Kuran 17 nci El’isra sûresi78inayet

[23] Kuran 4 üncü Ennisa suresi 59 uncu âyet.

[24] Kuran 2nci elba-karah sûresi 185 inci âyet.

[25] Kuran 2nci  eIba-karah sûresi 233 üncü âyet

[26] Bak:Elamidi c.2,s  207.

[27] Kitabın dip notundaki bu misalleri metne mütercim almıştır.

[28] Kur'an 24 üncü Ennûr suresi 56 ncı âyet.

[29] Kur'ân 24 üncü Ennûr sûresi 33 üncü âyet.

[30] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 2 nci âyet.

[31] Kur'an 41 inci fu-s-sılet sûresi 40 inci âyet.

[32] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 282 nci âyet.

[33] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 23 üncü âyet.

[34] Kur'an 14 üncü İbrâhîm sûresi 41 inci âyet.

[35] Kur'an 6 nci el'en"âm sûresi 142 nci âyet.

[36] Kur'an 15 inci cLhıcr sûresi 46 ncı âyet.

[37] Kur'an 44 üncü eddu-Mn sûresi 49 uncu âyet.

[38] elmusevvedetu fi u-sûli İfı-khi libni leymiyyeh s. 5, eli.hkâmu libni .hazm c. 3, s. 263, şer.hu mü­sellemi .s.subût c. 1, s. 373-374, irşâdu Ifu.hûl s. 95, etielvl.h s. 153-154, keşfu I'esrâr c. 1, s. 106 v-d., .hâşiyetu l'izmîrî, El'âmidî c. 2, s. 208-212 v.d., şer.hu lmenâr s. 123 v.d. Görülüyor ki haki­kat olarak emrin ne için va-d" olunduğundaki âlimlerin ihtilâfı, nasslann anlaşılmasında büyük bir görüş ayrılığına yol açmıştır, va-d" itibariyle emrin vucûba delalet ettiğini kaide olarak kabul etsek, ihtilaf büyük ölçüde azalsa da tamamen ortadan kalkmayacaktır. Çünkü bu kaidenin esas alınması, emrin vucûba delalet etmediğini gösteren karinelerin ibtâii demek değildir. Emrin

ucuba delalet etmediğini gösteren karinenin teşhisi, karinenin mûteberliği, karinenin müessir sayılması, karinenin delâlet ettiği mananm ne olduğu hususundaki görüş ve anlayışlar farklı oldukça azalsa da nasslann tefsiri ve hükümlerin ıstmbâtı mevzuundaki ihtilaf bakî kalacaktır.

[39] Kur'an 24 Üncü Ennûr sûresi 63 üncü âyet.

[40] Kur'an 5 inci Eimâideh sûresi 2 nci âyet.

[41] Kur'an 5 inci Eimâideh sûresi 1 incî âyet.

[42] Kur'an 62 nci elcumu"ah sûresi 10 uncu âyet.

[43] Bunu  Kur'an 62 nci elcumu"ah sûresi 9 uncu âyeti ifade etmektedir. Ayet şudur: [(ey iman edenler, Cuma günü namaz için çağrıldığınız) zaman (hatib minbere çıkıp müezzin zan okurken) hemen Allahı zikretmeye gidin. Alış verişi bırakın. Bu, bilirseniz, sizin için çok harlıdır.)] (Mütercim).

[44] Elmusevvedeh s. 20, el'i.hkâmu libni .hazm c. 3, s. 318, letâifu l'işârât s. 24, El'âmidî c. 2, s. 255 v.d. Bazıları emir sığasının kendisinin, emredilen şeyin bir defa yapılmasına delalet ettiği görüşündedir. Bak: Eşşevkânî s. 97.

[45] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 6 ncı âyet.

[46] Kur'an 24 üncü Ernıûr sûresi 2 nci âyet.

[47] Arabcada bir tabir olan müstakbei veya istikbal, Türkçe'de gelecek tabiriyle ifade edilmektedir. Buradaki gelecekten maksad, emrin verilmesinden İtibaren başlayan zamandır. Emirden beş saniye sonra, yanm dakika sonra, bir veya on yıl soma v.s. bütün zaman şeridi, hep gelecek yani istikbâl manasım taşır. Binâenaleyh, Arab Dilindeki bu zaman mefhûmu, Fıkıh ve Fıkıh Usûlü kiıablanmızda aynen kullanıldığından gelecek, istikbâl, müstakbel tabirlerimizden Arabcadaki mezkûr mana anlaşılmalı, sadece Türkçemizdeki yaygın olan gelecek mefhûmu anlaşılmamalıdır. (Mütercim)

[48] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 48 inci âyet.

[49] Kur'an 3 üncü âlu "ımrân sûresi 133 üncü âyet.

[50] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 43, 83 ve 110 uncu âyetler. Ayrıca diğer beş sûrede altı kere te­kerrür eder. (Mütercim)

[51] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 6 ncı âyet.

[52] Kur'an 8 inci El'enfâl sûresi 60 inci âyet.

[53] Kur'an 17 nci El'tsrâ' suresi 32 nci âyet.

[54] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 32 ncü âyet.

[55] Salim akılların bu fenadır diye hükmcltîği ve Şerîatin de çirkin gördüğü şeyler. (Çanuy Meali c. 2, s, 499 dipnot 60)

[56] Kur'an 16 ncı enna.hl sûresi 90 inci âyet.

[57] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.

[58] Kur'an 6 nci el'en"âm sûresi 120 nci âyet.

[59] Kur'an 6 nci el'en-âm sûresi 151 inci âyet.

[60] Kur'an 3 üncü âlu "ımrân sûresi 8 inci âyet.

[61] Kur'an 66 nci etta.hrihı sûresi 7 nci âyet.

[62] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 101 inci âyet.

[63] Burach "âmınm tarifinden, kendisiyle mu-ıla-k arasındaki fark anlaşılmaktadır, "âmm, ferdlenn-den her ferdi bir defada şümulüne almaktadır. Oysa mu-üa-k, bir defada ya sadece yaygın (ve şâi") Kir ferdi, ya da yaygın olan ferdlcri şümulüne almakta, bütün ferdiere şâmil olmamaktadır.

[64] Kur’an 3 üncü âtu "ımrân sûresi 185 inci âyet.

[65] Menıûndur, ipotektir. îyi amelle gelirse bu rehni çözer. Aksi halde helake uğrar. (Çantay Meali c. 3, s. 966 dipnot 17.)

[66] Kur'an 52 nci e-t-tûr sûresi 21 inci âyet.

[67] Kur an 2 nci elba-karah sûresi 195 inci âyet.

[68] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 233 üncü âyet.

[69] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 7 inci âyet.

[70] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 228 inci âyet. 4

[71] Kur'an 4 Üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.

[72] Kur'an 9 uncu Ettevbeh sûresi 103 üncü âyet.

[73] Kur'an 4 Üncü Ennisâ' sûresi 11 inci âyet.

[74] Yani ikindi Namazına yahut ASSÜ Peygamberin asrına yahut sürekli zamana ve dehre. (Çaniay Meali c. 3, s. 1217 dipnot 2)

[75] Kur'an 103 üncü el"a-sr sûresi.

[76] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 275 inci âyet.

[77] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 2 nci âyet.

[78] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 38 inci âyet.

[79] Kur'an 73 üncü Elmuzzemmil sûresi 15 ve 16 ncı âyetler.

[80] a-kvâ" kelimesi kitabın aslında "-hayran" tarzındaysa da Urafımızdan yukarıdaki şekilde değiştirilmiştir. (Müte.)

[81] Kur'an 14 üncü tbrâhun sûresi 34 üncü âyet.

[82] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 10 uncu âyet.

[83] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 24 üncü âyet.

[84] Kur'an 16 ncı enna.hl sûresi 96 ncı âyet.

[85] Kur'an 65 inci e-t-talâ-k sûresi 4 üncü âyet.

[86] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 22 nci âyet.

[87] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 34 üncü âyet.

[88] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 245 inci âyet.

[89] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 185 İnci âyet

[90] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 197 inci âye

[91] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 93 üncü âyet.

[92] Kur'an 99 uncu Ezzüzâl sûresi 7 ve 8 inci âyetler.

[93] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 78 inci âyet.

[94] Kur'an 9 uncu Ettevbeh sûresi 84 üncü âyet.

[95] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 67 net âyet

[96] Kur'an 36 ncı Yâsîn sûresi 57 nci âlet.

[97] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 38 inci âyet.

[98] Her iki zümrenin delilleri için bak:

[99] Kur'anda 20 sûrede 89 kere zikredilmiştir. (Mütercim)

[100] Kur'anda 8 sûrede 19 kere zikredilmiştir. (Mütercim)

[101] Kur'anda 2 sûrede 4 kere zikredilmiştir. (Mütercim)

[102] Tahsîs ile ncs-h arasındaki faiklardan bazıları şunlardır: Hükmün sabit olmasından sonra kaldırılması nes-hdİr. Tahsîs ise "âmm olan lafızdan maksadın ne olduğunu açıklamaktır. Tahsîs sadece bazı ferdler için olduğu halde nes-h bütün ferdler için olur

[103] Kur'an 2 nci e!ba-karah sûresi 185 inci âyet.

[104] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 185 inci âyet.

[105] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 228 inci âyet.

[106] Kur'an 33 üncü el'a.hzâb sûresi 49 uncu âyet.

[107] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 3 üncü âyet.

[108] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 4 ve 5 inci âyetler.

[109] Kur'an 24 üncü Ennör sûresi 6, 7, 8 ve 9 uncu âyetler.

[110] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 43, 83 ve 110 uncu âyetler. Ayrıca 5 sûrede 6 kere tekerrür eder.

(Mütercim)

[111] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 183 üncü âyet.

[112] Kur'an 13 üncü erra"d sûresi 16 nci ve 39 uncu Ezzumer sûresi 62 nci âyet.

[113] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 284 ncü âyet. Aynca 5 sûrede 8 defa tekerrür eder. (Mütercim)

[114] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 233 üncü âyet.

[115] Kur'an 46 net el'a.h-kâf sûresi 25 inci âyet.

[116] Kur'an 46 nci el'a.h-kâf sûresi 25 inci âyet

[117] Kur'an 27 nci Enneml sûresi 23 üncü âyet.

[118] Bu ve bundan evvelki misaldeki tahsis delÜini baalan "his delili" olarak isimlendiriyorlar. Yani arnmın bazı ferdlerine tahsis olunduğunu hissimiz; müşahede etmektedir. Bak

[119] Harften maksad Arabcadaki "Elit, Hâ, Tâ v.s." gibi hecâ harfleri değil, Arabcada kelimenin üç kısmından birisi olan harftir. (Mütercim)

[120] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 282 nci âyet.

[121] Kur'an 16 nci enna.hl sûresi 106 nci âyet.

[122] Kur'an 25 inci elfur-kân sûresi 68, 69 ve 70 inci âyetler.

[123] Ayetteki ((elmu.h-sanât)] tabiri, evli yahut bekâr, iffetli, hür ve mükellef olan kadınlar için kul­lanılır. (Elmcdârik'ien naklen Çantay Meali c. 2, s. 629 dipnot 5, Mütercim)

[124] Kur'an 24 Üncü Ennûr sûresi 4 ve 5 inci âyetler.

[125] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 92 nci âyet.

[126] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.

[127] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 233 üncü âyet

[128] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 12 nci âyet.

[129] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 6 nci âyet.

[130] Kur'an 5 inci Elmâİdeh suresi 3 üncü âyet.

[131] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 38 inci âyet.

[132] Kur'an 4 üncü Ernıisâ' sûresi 24 üncü âyet.

[133] Kur'an 2 nci elbâ-karah sûresi 221 inci âyet.

[134] Bak: 225. s. 1. dipnot. (Mütercim)

[135] Kuran 11 inci Hû d sûresi 6 nci âyet.

[136] Kuran 3 üncü âlu "ımrân sûresi 97 nci âyet.

[137] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 56 ncı âyet.

[138] Kuran 2 nci elba-karah sûresi 185 inci âyet

[139] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 24 üncü âyet.

[140] Kur'an 21 inci Elenbiyâ' sûresi 101 inci âyet.

[141] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 228 inci ayet.

[142] Müellif aynı kanunun 67 ve Irak Ahvâli Şahsıyya Kanunu 10. maddesini de misal olarak göstermiştir. Biz yukarıda terceme etliklerimizle iktifa ediyoruz. (Mütercim)

[143] Müellif Üç misal daha zikrediyorsa da biz yukarıda terceme etliklerimizle iktifanın bizim için maksadı hasıl ettiğine kânîyiz. (Mütercim)

[144] Liân âyeti 24 üncü Ennûr sûresinin 6,7, 8, 9,10 uncu âyetleridir- (Mütercim)

[145] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 229 uncu âyet.

[146] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 56 ncı âyet.

[147] Lugavî ve kânûnî yani ıstılâhî (hukukî) olmak üzere iki manası bulunan tabirler kanun metinle­rinde kullanıldığında da durum aynıdır; lâbir lügat manasıyla değil, kânûnî ve hukukî manasıyla anlaşılmalıdır.

[148] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 228 inci âyet.

[149] Kur'an 4 üncü Ennisâ sûresi 12 nci âyet.

[150] Kur'an 22 nci el.hacc sûresi 18 inci âyet.

[151] Arabcada mevlâ tabiri hem köleyi azadeden ve hem de kölelikten azad olunup hür hale gelen için kııüanıhr. Nitekim az sonra metinde de müellif bu hususu tasrih buyuracaktır (Mütercim)

[152] Kur'an 6 ncı eren"âm sûresi 151inci âyet.

[153] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 2 nci âyet.

[154] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 6 ncı âyet.

[155] Kur'an 12 nci Yûsuf sûresi 36 ncı âyet.

[156] Kur'an 12 nci Yûsuf sûresi 82 nci âyet.

[157] Kur'an 90 inci Elbeled sûresi 13 üncü âyet.

[158] Kuran 58 inci Elmücâdcleh sûresi 3 üncü âyet.

[159] Kur'an 111 inci Tebbct veya Ebû Leheb sûresi 1 inci âyet.

[160] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 19 uncu âyet.

[161] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 104 üncü âyet.

[162] Kur'an 4 üncü Ennisâ1 sûresi 43 ncü âyet.

[163] Kur'an 4 üncü Ennisâ1 sûresi 43 ncü âyet.

[164] Kuran 12 nci Yûsuf sûresi 82 nci âyet.

[165] Usulcüler diyorlar ki: Terkedilmiş hakikat kinayedir, terkedilmemiş, kullanılmakta olan hakikat sarihtir. Herkes tarafından bilinen, meşhur, müte"âraf mecaz sarihtir; gayn müte"âraf mecaz kinayedir

[166] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 275 inci âyet.

[167] Kur'an 59 uncu el.haşr sûresi 7 nci âyet.

[168] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 3 üncü âyet.

[169] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 275 inci âyet.

[170] Her Kur'an ayetîne ve Rasulullahın her hadîsi şerifine na-s-s kelimesi kullanılır. "Kur'an ve Sünnet na-s-slan" denilir. Bu manada na-s-s lafzı, ıstılahı manalanyla -zahir, na-s-s, müfesser ve mu.hkcm tabirlerine şâmildir.

[171] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 275 inci ayet.

[172] Kur'an 3 üncü âlu "ımrân sûresi 7 nci ayet.

[173] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 275 inci ayet.

[174] Kuran 2 nci clba-karatı sûresi 228 inci ayet.

[175] Kuran 33 üncü el'a.hzâb sûresi 49 uncu ayet.

[176] Kuran 65 inci e-t-talâ-k sûresi 4 üncü âyet.

[177] (Şafiî) El'âmidî, Hanelilerin bu te'vîlini uzak te'villcrden sayarak makbul addetmemişlir. Bak

[178] Bu, muhalif ulemaca Hanefîlerin tenkididir. Hanefîlerin işbu te'vil hakkındaki mütalaaları için bak: teysîra tta.hrîri liemîr pâdişâh c. l,s. 145-146 mı-sr 135011. (Mütercim)

[179] Kuran 9 uncu Eltevbch sûresi 36 ncı âyet.

[180] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 4 üncü âyet.

[181] Kur'an 33 üncü el'a.hzâb sûresi 49 uncu âyet.

[182] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 43 üncü âyet.

[183] Kur'an 3 üncü âlu "unrân sûresi 97 nci âyet.

[184] elmed-halu liTulûrni 1-kânûniyyeti liustâ.zinâ dduktûr "abdilmun"imi lbedrâvî s. 211. (Müellifin biraz daha teferruatlı olarak ele aldığı "Beşerî Kanunlarda Müfesser" isimli mevzûyu biz yukarı­daki şekilde hülâsa ederek iktifayı tercemede yeterli bulduk. Mütercim)

[185] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 4 üncü âyet.

[186] Kur'an 33 üncü el'a.hzâb sûresi 53 üncü âyet.

[187] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 38 inci âyet.

[188] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 228 inci âyet.

[189] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 223 üncü âyet.

[190] Paragraf numarasının 337 olması lazımdı. Lakin yanlış olsa da kitabın paragraf numaralarına tercernede bağlı kalmayı tashihe tercih ettik. (Mütercim)

[191] Kur'an 70 inci elme"âric sûresi 19 uncu ayet.

[192] Kur'an 70 inci elme"âric sûresi 20 ve 21 inci ayetler.

[193] Kur'an 101 inci el-kâri"ah sûresi 1, 2, 3, 4, ve 5 inci ayetler.

[194] Kur'an 42 nci Eşşûrâ sûresi 1 ve 2 nci âyetler.

[195] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 1 inci âyet.

[196] Kur'an 11 inci Hüd sûresi 1 inci âyet.

[197] Kur'an 20 nci -tâhâ sûresi 5 inci âyet.

[198] Kur'an 48 İnci cifet.h sûresi 10 uncu âyet.

[199]   Kur'an 42inci Eşşûrâ sûresi 1 linçi âyet

[200] Kur'an 6 ncı el'en"âm sûresi 151 inci âyet.

[201] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 56 ncı âyet.

[202] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 275 inci âyet.

[203] Kuran 4 üncü Ennisâ' sûresi 3 üncü âyet.

[204] Müellif daha iki kanuni misal vermişse de biz birinin lerccmesiyle iktifa ediyoruz. (Mütercim)

[205] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 233 üncü âyet.

[206] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 187 nci âyet.

[207] Kufan 59 uncu el.haşr sûresi 8 inci âyet

[208] Kur'an 16 nci enna.hl sûresi 43 üncü ayet.

[209] Kur'an 3 üncü âlu "ımrân sûresi 159 uncu âyet.

[210] Kur'an 46 nci el'a.h-kâf sûresi 15 inci âyet

[211] Kur'an 31 inci lu-kmân sûresi 14 üncü âyet.

[212] Müellif daha iki Tiisal vermişse de biz bir misalin tercemesiyle iktifa ediyoruz. (Mütercim)

[213] Kur'an 17 nci El'isrâ' sûresi 23 üncü âyet.

[214] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.

[215] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 228 İnci âyet.

[216] Kuran 4 uncu Ennisi, sûresi 23 üncü ayet.

[217] Kuran 5 lnci Elmâideh sûresi 3 üncü ayet.

[218] Kur'an 62 nci elcumu"ah sûresi 9 uncu âyet.

[219] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 25 inci âyet.

[220] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.

[221] Hadisin lercemesi, "umdetu 1-kârîşer.hu-sa.hî.hilbu-hârî isimli eserin el'isıi-krâ-d kitabının 13. babmdaki şerhe istinaden yapılmıştır: c. 12, s. 237 mı-sr 1348 H. (Mütercim)

[222] Kur'an 4 üncü Ennİsâ' sûresi 25 inci ayet.

[223] Kur'an 65 inci e-t-talâ-k sûresi 6 ncı ayet.

[224] Kuran 4 üncü Ennisâ' suresi 4 üncü ayet.

[225] Geniş bilgi için merhum Ali HaydarEfendi'nin duranı I.hukkâm adlı Mecelle şerhinin 86S.madde şerhine müracaat edilebilir. (Mütercim)

[226] Kur'an 2 nci elba-karah süresi 230 uncu ayet.

[227] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 230 ncu ayet.

[228] Kur'an 2 nci elba-karah suresi 187 nci ayet.

[229] Kur'an 49 uncu cl.hucurâl suresi 9 uncu ayet.

[230] Kur'an 24 üncü Ennûr suresi 4 üncü ayet.

[231] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 89 uncu ayet.

[232] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 2 nci ayet

[233]  Kur'an 48 inci etfet.h sûresi 29 uncu ayet.

[234] Kuran 4 üncü Ennisâ' suresi 23üncü ayet.

[235] Kuran 4 üncü Ennisa sûresi 23 üncü ayet.

[236] Kur'an 3 üncü âlu "ımrân sûresi 130 uncu ayet.

[237] Kur'an 9 uncu Ettevbeh sûresi 80 inci ayet.

[238] Kuran 2 nci elba-karah sûresi 222 nci ayet.

[239] Müellif Irak Medenî Kanunuyla Ahvâli Şahsıyye Kanunundan mevzûya dâir iktibaslarda bulun­muş ise de biz muktebes ibarelerin lercemesine burada lüzum görmedik. (Mütercim)

[240] Müellif 12 misal vermişse de biz ikisinin tercemesiylc iktifa eıtik. (Mütercim)

[241] Kuran 5 inci Elmâideh sûresi 6 ncı ayet.

[242] Kur'an 22 nci d.hacc sûresi 78 inci ayet.

[243] Kur'an 2 nci clba-karah sûresi 185 inci âyet.

[244] Müellifin burada dokuz tanesini zikrettiği kaidelere Külli Fıkıh Kaideleri denir. Bunlar doksan dokuz tane olarak Mecclle'nin bidayetinde tahrir olunmuştur. (Mütercim)

[245] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 144 üncü âyet.

[246] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 4 üncü âyet.

[247] Kur'an 24 üncü Ennflr sûresi 6 ncı ayet.

[248] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 240 inci ayet.

[249] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 234 üncü ayet.

[250] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 240 inci ayet.

[251] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 234 üncü ayet.

[252] Kur'an 65 inci e-t-lalâ-k sûresi 4 üncü ayet.

[253] Birinci Bölümün Üçüncü Bahsinde, delaleti vazıh lafzın zahir, nass, müfesser ve muhkem olarak

dörde ayrıldığını izah etmiştik

[254] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 24 üncü ayet.

[255] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 3 üncü ayet.

[256] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 24 üncü ayet.

[257] Kur'an 33 üncü el'aJızâb sûresi 53 üncü ayet.

[258] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 178 inci ayet.

[259] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 93 Üncü ayet

[260] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 92 nci ayet

[261] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 93 Üncü ayet

[262] Kasden yerine maıbu kitabda halâen tabiri varsa da bunun bir matbaa hatası olduğu kanaatiyle ibareyi yukarıdaki gibi tashîhan lerceme ettim. (Mütercim)

[263] Kur'an 3 üncü âlu "unrân sûresi 130 uncu âyet.

[264] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 279 uncu ayet.

[265] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 180 inci ayet.

[266] Terekeden, önce borç verilir. Bakiye kalırsa üçte birinden vasiyeti yapılır. Sonra da mirası öleştirilir. (Çantay Meali c. 1, s. 120 dipnot 9. Mütercim)

[267] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 11 nci ayet.

[268] Kur'an 2 nci elba-karah 234 Üncü ayet.

[269] Kur'an 65 inci e-t-talâ-k sûresi 4 üncü ayet.