HÜKÜMLERİN ISTINBÂT (ÇIKARILMA)
LAFZIN MANA
İÇİN TAYİNÎ (TAHSİS VE VA-D"I)
-HÂ-S-S OLAN
LAFIZ (EL-HÂ-S-S)
262) Beşerî
Kanunlardan Misaller
263) Mutlak
ve Mukayyedin Tarifi
266) Mutlakın
Mukayyede Hamli (Mutlakın Mukayyedle îzâht)
267) Mutlak
ve Mukayyede Dâir Beşerî Kanunlardan Misaller
269) Emrin
Mûcebi (emrin îcâb ve iktizâsı)
270) Nehyden
(Yasaktan) Sonra Emir
277) Emrin
Tekrara Delâlet Etmesi
272) Emrin
Derhal Veya Bilâhare Yapmaya Delaleti
273) Vacibin
Onsuz Tamam Olmadığı Şey Vâcibdir
276) Nehy,
Tekrarı ve Fiili Yapmaktan Derhal Vazgeçmeyi îcâbettirir mi?
277) Nehy,
Nehyedilenin Fâsid Olmasını iktizâ Ettirir mi?
280) Erkeklere
Olan Hitaba Dişilerin Dâhil Olduğu
281) Cem'in
ifade Ettiği En Az Sayı Nedir?
282) Milleti
(Ümmeti)ne Olan Hitaba ASSÜ Nebî Efendimizin Dâhil Olup Olmadığı
283)
"Âmmın Ta-H-Sî-Si (Ta-H-Sî-Su V'âmm: Umum İfade Eden Lafzın Umumîliğinin
Tahsisi)
285) Munfasıl
Yani Müstakil Olan Muhassısın Nevileri
İkincisi,
"Âmmdan Ayrı (Munfasıl) Müstakil Kelâm
286) Muttasıl
Yani Müstakil Olmayan Muhassıs8 Ve Nevileri
290)
"âmm Olan Lafzın Delâletindeki ihtilâfın Neticesi
293) Beşerî
Kanunlardan "âmm ve Tahsise Dâir Misaller
294) Hüküm
Sebebin Hususuna (Hususîliğine) Göre Değil, Lafzın Umûmuna Göredir
296) Lisanda
(Arabcada) Müşterekin Varolmasının Sebebleri
Birinci
Kısım: Hakîkat (el.ha-kî-kahfi
307) Hakikat
ve Mecazın Birleştirilmesi
AÇIK
DELALETLÎ LAFIZ (ELVÂ-DI.HU DDÎLÂLEH)
317) Nass ve
Zahir Arasındaki Fark
319) Sahîh ve
Makbul Tevillere Misaller
323) Tefsir
île Te'vîl Arasındaki Fark
324-325-326)
Beşerî Kanunlarda Müfesser
329) Delâleti
Açık (ve Vazıh) Lafzın Mertebeleri
LAFZIN MANAYA
DELÂLET KEYFİYETÎ
342) Misal
olarak şunları gösterebiliriz:
343) Beşerî
Kanunlarda Nassın İbaresi
345) Îslâmî
Ve Şer"Înasslardan Misaller
346) Beşerî
Kanunlarda işaretin Delâleti
348) îslâmî
ve Şer"î Nasslarla Beşerî Kanunlardan Misaller
A) Îslâmî ve
şer"î Nasslardan Misaller
B) Beşerî
Kanunlardan Misaller
Dördüncü
Kısım: Nassm iktizâsı
Besinci
Kısım: Muhalefet Mefhûmu
353)
Muhalefet Mefhûmunun Nevileri
354)
Muhalefet Mefhumuyla Amel Etmenin Şartları
355)
Muhalefet Mefhumunun Huccetliği
356) Hanefî
Cumhur Görüş Ayrılığının Neticesi
357) Beşerî
Kanunların Tefsirinde Muhalefet Mefhûmu
358) Beşerî
Kanunlardan Muhalefet Mefhumuna Dair Misaller
ŞERİ"
ATIN UMUMÎ MAKSAD VE GAYELERİ
364)
Maslahatların Tamamlayıcıları
365)
Maslahatların Ehemmiyet Dereceleri
DELİLLERİN
TEARUZU, TERCİH VE NESH
(TE"ÂRU-DU
L'EDlLLETt VE TTERCÎ.HU VE NNES-H)
370) Nesh ve
Tahsis (ennes-hu ve ıta-h-sî-s)
372) Nesh
Devre ve Neshedilebilir Hükümler
TEARUZ VE
TERCİH (ETTE"ÂRU-DU VE TTERCt.H)
Birinci Yol:
Nass, Zahire Tercîh Olunur
İkinci Yol:
Müfesser, Nassa Tercîh Olunur
Üçüncü Yol:
Muhkem, Kendisi Dışındaki Bütün Delaletlere: Zahire, Nassa yahut Müfessere
Tercîh Olunur
Dördüncü Yol:
Nassın ibaresiyle Sabit Hüküm, Nassın işaretiyle Sabit Hükme Tercih Edilir
Beşinci Yol:
Nassın işaretiyle Sabit Hüküm, Nassın Delaletiyle Sabit Hükme Tercih Olunur
Altıncı Yol:
Tearuz Hâlinde Mantûkun Delâleti. Mefhûmun Delâletine Tercih Olunur
379) Bir
Araya Getirip Bağdaştırmak (elcem"u ve ttevfîk)
379) Delil
Kuvvetine Göre Tercih
380) Müteârız
îki Delilin de Terkedilmesi
Birinci kısımda hüküm
ve hükümle ilgili hususlardan, ikinci kısımda hükümlerin delillerinden bahsetmiştik.
Bu kısımda da hükümlerin kaynaklarından çıkarılma yollarından, bu kaynaklardan
hükümleri çıkarırken müctehidi irşâd eden kaidelerden bahsedeceğiz.
Bu teşrî"î (hüküm
koyma) kaynakların ilki Kitab ve Sünnet nasslarıdir. Bunlar her ıstınbâtm (hüküm
çıkarmanın) müracaat mahalli ve her delilin mesnedidir. Bu nasslar Arabca
olduğundan nasslarm tefsirine has Arab Dili kaidelerinin bilinmesi şarttır.
Arabcanın uslûblarında, lafızların manalarında, kullanılışlarında, lafızların
manalara delaletlerinde., v.s. de bulundukları isti-krâ' faaliyetinden sonra
Usulcüler. bu kaideleri açıklamaya ehemmiyet vermişlerdir.
Lisanla ilgili Usul
kaideleri dediğimiz bu kaideler[1] tek
başına, mükemmel bir şekilde nasslann anlaşılması ve tefsirleri için kâfi
değildir. Mutlaka Şeriat Sahibinin hükümleri meşru kılışındaki umumi maksad ve
gayelerin bilinmesi de şarttır.
Aynı zamanda müetehid
nasslar yahut hükümler arasında belirebilecek çelişmelerin yani te"âru-dun
bertaraf edilmesinde faydalanılacak kaideleri, bu te"âru-dun nasıl ve
hangi yollarla ortadan kaldırılacağını, nesneden ve neshedileni (nâsi-hi ve
mensû-hu), deliller ve hükümler arasında tercihte bulunma kaidelerini de
bilmelidir.
Istınbât yollan ve
kaideleri, lisanla ilgili Usûl kaidelerini, teşrî"in (hüküm koymanın)
umumi maksad ve gayelerini, deliller arasındaki tc"âru-dun ortadan
kaldırılması, bazısının diğer bazısına nasıl tercih edileceğini, neshedenin ve
neshe-dilenin bilinmesine dayanır.
Buna göre bu kısmı üç
bölüme ayıracağız:
1) Lisân ile
ilgili Usûl kaideleri.
2) TeşrTin
umumi gaye ve maksadları.
3) Nesheden
(nâsi-h), neshedilen (mensû-h), te"âru-d ve tercih.
Daha önce de temas
ettiğimiz gibi bu kaideler, manaları ifade edişleri bakımından nasslann
lafızlanyla ilgilidir. Bu kaidelere hakim olabilmek için manaya nisbetle
lafzın ve kelimenin kısımlarına vâkıf olmak ve her kısmın şumûlündeki taksim ve
mes'eleleri bilmek lâzımdır.
Usûlcülere göre lafı-z
(tâbir, ifade ve kelime) manaya nisbetle ve manayla alakası bakımından dört
kısma ayrılır:
1) Mana için lafız tayini (kelimenin manaya
kullanılışı, va-d"ı) bakımından yapılan taksim. Buna göre lafız -hâ-s-s,
"âmm ve müşterek kısımlarına ayrılır.
2) Lafzın, kendisi için layin edilen manaya veya
başka manaya kullanılması bakımından yapılan taksim. Lafız buna göre
.ha-kî-kat, -sarî.h ve kinayedir.
3) Lafzın
manaya delaleti bakımından yapılan taksim. Yani kullanıldığı manada lafızdan
anlaşılan mananın açıklığı ve kapalılığı bakımından yapılan taksim. Lafız buna
göre -zahir, na-s-s, mu.hkem, müfesser -hafiyy,
mücmel, muşkil ve muleşâbihtir.
4) Lafzın
kullanıldığı manaya nasıl delalet ettiği ve lafızdan mananın anlaşılma yolları
bakımından yapılan taksim. Buna göre lafzın manaya delaleti ya "ıbârah, ya
işârah (işaret), ya delâleh (delâlet), ya da i-kü-dâ' yoluyla olur.
Zikrettiğimiz sıraya
göre her kısmı, müstakil bir bahisle ele alacağız. Çünkü tabiî olan sıralama
budur: Lafız önce manaya tayin ve tahsis edilir; sonra lafız tayin edilmiş
olduğu o manaya kullanılır; sonra lafzın açıklık ve kapalılık bakımından o
manaya delaletine dikkat edilir; sonra açık veya kapalı olsun, mananın
Öğrenilmesi (anlaşilması)nin yolu araştırılır.
259) Mana
için tayini bakımından lafız -hâ-s-s, "âmm ve müşterek kısımlarına
ayrılır, -hâ-s-sın şümulünde mu-tla-k, mu-kayyed, emir ve nehiy (yasak) vardır.
Buna göre bu bahsi üç mevzûya ayıracağız: Birincisi -hâ-s-s olan lafız,
ikincisi "âmm olan lafız, üçüncüsü de müşterek olan lafızdır.
260) Kelime
manası itibariyle -hâ-s-s, münferid (yalnızca, tek başına) demektir. Arabca'da
denildiğinde manası anlaşılır.
Usulcülerin ıstılahı olarak -hâ-s-s, tek bir mana için yalnızca kendisinin
tayin ve tahsis edilmiş olduğu her lafızdır; sözdür.
-hâ-s-s üç nevîdir: 1) Şahsa âid (şahsî) -hâ-s-s. Özel
isimler bu cümledendir. Mesela gibi 2)
Nev'e âid (nev"î, türe mahsûs) -hâ-s-s. Mesela gibi. 3) Cinse âid (cinsî) -hâ-s-s. Mesela gibi. Maddî varlığı olan şeyler
haricindeki manalar için tayin ve tahsis edilmiş lafız da -hâ-s-s
kabilindendir. Mesela ve benzerleri gibi.
-hâ-s-sda ehemmiyetli
olan, lafzın ifade ettiği manayı taşıyan şeylerin (yani lafzın) ferdlerinin var
olup olmamasına.bakılmaksızın lafzın, bir tek oluşu bakımından bir tek mana
ifade edişidir, işte bunun için nev'e âid (nev"î, türe mahsûs) -hâ-s-s
lafız ve cinse âid -hâ-s-s lafız, -hâ-s-s kabilindendir. Şübhesiz mesela gibi
nev"î -hâ-s-s lafız bir tek mana için tayin edilmiştir. O mana ise küçüklük
(çocukluk) devrini geçirmiş erkektir. Bu manayı taşıyan şeylerin (ferdlerin
sayıca birden fazla) bulunması, kaydettiğimiz gibi mühim değildir. Keza gibi cinsî -hâ-s-s lafız bir tek mana için
tayin edilmiş (va-d" olunmuş)tir. Yani konuşan hayvan (canlı) demek olan
bir tek hakikati ifade etmek için tayin olunmuştur. Bu tek hakikatin
nev"lerinin bulunması mühim değildir. Çünkü üzerinde dikkatin toplandığı
şey onlar değildir. Şu halde bu bakımdan nev"î -hâ-s-s ve cinsî -hâ-s-sm
her birinin bir (tek) manası vardır. Her ikisi de bu itibarla bir tek mana için
tayin edilmiş şahsî -hâ-s-s gibidir. Bu bir tek mana şahsen belli olan muayyen
varlıktır.
-hâ-s-s ile
nevîlerinin tarifinden anlaşıldığına göre, nev"î -hâ-s-sdan oluşları itibariyle
ve benzeri sayı ifade eden lafızların hepsi -hâ-s-s kabilindendir. Bazı
Usulcüler bunu sarahaten söylemişlerdir. Mesela ve benzeri sayı isimleri bir
tek mana için tayin edilmişlerdir. Çünkü faraza lafzı, bu sayının kendisi için
tayin olunmuştur. Yani başka bir şeye bakmaksızın mecmu" olması
bakımından (üç tane birin) birlerin mecmû"u (yekûnu) için ayın olunmuştur.
Bu mecmû"un ve yekûnun ferdlerden (kendinden küçük yılardan) meydana
gelmesi -hâ-s-slığma zarar vermez; ve bu, yekûnda çoğalmayı
gerektirmez. Çünkü
yekûnun ferdierden meydana gelmiş bulunuşu, mesela (adındaki şans) in
parçacıklarının (uzuvlarının) çokluğu menzil esindedir. nün manası, üçü meydana
getiren parçaların her birinde bulunmadığı gibi, den anlaşılan mana da Ahmcd'in
parçalarında bulunmamaktadır.
Fakat bazı Usulcüler
sayı isimlerini nev"î -hâ-s-sdan oluşları bakımından değil de, aynı
lafızla sınırlanmış olan birçok ferdlcre delalet edişleri itibariyle ve böyle
lafızların -hâ-s-s oluşları bakımından -hâ-s-sdan saymışlardır. Bu Usulcüler
-hâ-s-si, sayı isimleri gibi tek olan sınırlı bir şey için yahut bir tek şey
için tayin edilmiş lafızdır, diye tarif ederler. Bu bir tek şey gibi şahıs
itibariyle, gibi nev" itibariyle yahut
gibi cins itibariyle olabilir.[2]
Birinci tarifi ve
tarafdârlarmm görüşünü yahut ikinci tarifi ve tarafdârlannın görüşünü
benimsesek de, sayı isimleri -hâ-s-sdan sayılmaktadır.
-hâ-s-s olan lafız
açıktır; mücmelliği (kısalığı) ve muşkilliği (anlama güçlüğü) yoktur. Onun için
tayin edildiği manaya kati olarak yani delilden doğan bir ihtimal bulunmaksızın
delalet eder. Medlulü hakkındaki hüküm -zannî olarak değil, -ka-t"î olarak
sabittir.
Şunlar -hâ-s-sa
misaldir:
1) Yüce
Allah'ın yemin keffâretine dâir Fakat kim (bunları) bulamaz (bulmaya muktedir
olamaz) ise üç gün oruç (tutması lazımdır)][3] sözü.
Bu nassdan çıkarılan hüküm, üç gün oruç tutmanın icabettiğidir. Çünkü lafzı
-hâ-s-s lafızlardandır. Manasına kati olarak delalet etmektedir.
Üçten aza veya üçten
çoğa ihtimali yoktur.
2) Kur'anda
mevcud, mirasçıların hisselerinin hepsi katidir. Çünkü hepsi -hâ-s-s
cümlesindendir.
3) Allah'ın
Salât ve Selâmı Üzerine olsun; Allah Rasûlünün
[(Her kırk koyunda bir koyun (zekât olarak) verilir)] sözü. Koyunun
zekât nisabının kırk koyun olarak takdir edilmesi, (kırktan) aza ve (kırktan)
çoğa ihtimali olmayan bir takdirdir. Çünkü kırk lafzı -hâ-s-s lafızlardandır,
işte -hâ-s-sm hükmü budur: Koyunun zekâtının nisabı otuz dokuzdur yahut mesela
ellidir denemez. Kırk koyunda bir koyunun zekât olarak takdiri de (birden) az
veya (birden) fazlaya ihtimali olmayan takdirdir. Çünkü bir (sayısı) da
-hâ-s-sdan d ir. İşte -hâ-s-sın hükmü budur.
Fakat -hâ-s-sın
te'vîline dâir bir delil bulunursa yani -hâ-s-s lafızla, lafzın tayin edildiği
manadan başka bir mananın kasdedildiğinc dâir bir delil varsa, bu durumda hâss,
delilin iktiza ettirdiği şeyle izah olunur. Mesela koyun zekâtıyla ilgili
yukarıdaki hadîsde," iLi," lafzını Hanefîlerin "koyunun kendisi
ve değeri" olarak îzâh etmeleri gibi. Bu görüşe göre (Hancfîlerce) zekat
olarak koyunun kendisi verilebileceği gibi, koyunun kıymet ve değeri de zekat
olarak verilebilir. Delil olarak, teşrîî maksadın dikkate alınmasını ileri
sürmektedirler. Şöyle diyorlar: Hakîm olan Şeriat Sahibi zekâtı meşru kılmakla,
bu nass ile sadece yoksulların ihtiyacına cevab verip, onlara fayda teminini
istemiştir. Bu ise koyunun kendisini zekât olarak vermekle gerçekleştiği gibi,
koyunun kıymetini (para olarak) vermekle de gerçekleşmektedir.
Hâssın açıkladığımız
hükmü, âlimler arasında ittifak mevzuudur. Diğer âlimlerle ihtilaf ettikleri
meselelerde Hanefîlcr, bu hükmü hüccet olarak kullanmışlardır. Bu meselelerden
birini zikredelim:
Fakihler gebe olmayan,
nikahlı kocasıyla gerdeğe girmemiş bulunan, hayizdan kesilmemiş bulunan ve
kocasından boşanmış kadının iddet müddetinin üç -kur' müddeti olduğunda ittifak
halindedirler. Çünkü Yüce Allah
[(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç -kur' beklesinler)][4]
buyurmaktadır. Fakat
fakihler -kur'dan maksadın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir:
Hanefîlerce bu
lafızdan maksad hayızdir. Yani (yukarıda mezkûr vasıflardaki) boşanmış kadın üç
hayız görünce iddetini görmüş (bitirmiş) olur. Hanefîlerin muhalifi olanlara
göre İse bu lafızdan maksad hayız müddeti dışında kalan temizlik müddetidir.
Hanefîlerin hücceti
şudur: lafzı -hâ-s-sdır. Onun için manası (ne ise o mana) ya kat'î bir surette
delalet etmektedir. Buna göre (üçten) ne az ve ne de (üçten) çok olmaksızın,
iddetinin hükmü, üç -kur' müddeti beklemesinin icab ettiğidir. Eğer -kur1
lafzının manasını temizlik olarak izah edersek, (kadının beklemek zorunda
olduğu) müddet üç -kur'dan ya fazla olur; ya da daha az olur. Bu ise caiz
değildir. Çünkü bu hal nassın iktizâsına aykırıdır; ve -hâ-s-sm hükmüne
muhaliftir. Zira kocanın zevcesini boşadığı temizliği, iddetten saymazsak,
iddet üç temizlik müddetine ilaveten dördüncü temizlik müddetinin bir kısmı
olur. Eğer kocanın zevcesini boşadığı temizliği, iddetten sayarsak, iddet iki
temizlik müddetine ilaveten üçüncü temizlik müddetinin bir kısmı olur. Bu ise
kaydettiğimiz üzre nassa aykırıdır.[5] Fakat
-kur'u hayız olarak izah edersek iddet, fazlasız ve noksansız üç hayız
olmaktadır. Bu ise nassın hükmü ve -hâ-s-sın icabıdır. Böylece -kur'un manasını
temizlik olarak değil, hayız olarak anlamak icabeder.
Irak Medenî Kanununun
244. maddesi hâssm misallerindendir. Şöyle diyor: Mezkûr bütün ahvâlde,
alacaklının rucû hakkına sahib bulunduğunu öğrendiği günden itibaren üç sene
geçtikten sonra haksız iktisab davasına bakılmadığı gibi, böyle bir davaya rucû
hakkının doğduğu günden on beş sene sonra da bakılmaz." Buradaki
müddetlerle ilgili lafızlar -hâ-s-s kabilindendir; manalarına kati olarak delalet
etmekte, mezkûr müddetler sona erdikten sonra hüküm kat*î olarak sabit olmaktadır.
Hüküm, haksız iktisâb davasına bakılamayacağıdır. Irak Ceza Kanununda tayin
olunmuş cezalar ile, mahkemelerin verdiği kararlara itiraz hakkındaki Hukuk
Mahkemeleri Usulü Kanununda tesbit edilmiş müddetler, memurun bulunduğu dereceden
bir üst dereceye terfi etmesi için sivil hizmet (memûrîn) kanununun şart
koştuğu müddetler, 1966 tarih ve 33 sayılı sivil tekâüd kanununun, muayyen bir
seviyeye gelmiş olan memurun maaşından kesilecek mikdâr ile tekâüd olanların
maaşları hakkındaki mikdâr bildiren tabirler -hâ-s-s cümlesindendir. Bu mikdârlar
hakkındaki kanun hükmü, te'vîl kabul etmez şekilde kart olarak sabittir.
Mutlak, kendi cinsinde
şuyû bulmuş bir medlule delalet eden lafızdır. Diğer bir tabirle mutlak, hiçbir
lafzı kayıtla kayıtlanınaksızın muayyen olmayan ferdlere (şeylere) yahut
(muayyen olmayan) ferde delalet eden lafızdır
gibi.
Mukayyed, bir vasıfla
kayıtlanmış olarak kendi cinsinde şuyû bulmuş (şâyî olmuş) bir medlule delâlet
eden lafızdır.3 Diğer bir tabirle Mukayyed, beraberinde bulunan bir vasıfla
kayıtlanmış muayyen olmayan ferilere (şeylere) veya (muayyen olmayan) ferde
delalet eden lafızdır gibi. Mukayyed kayıtlandığı vasfın haricinde mutlak
sayılır. Yani mukayyed, vasıflanmış olduğu vasıf ile mukayyed sayılır; o
vasıfdan başka bir şeyle delil olmadan kayiüanamaz. Mesela sözü, sadece Irak
tabiyeti (uyruğu) bakımından
kayıtlıdır. Fakat bu
kayıt haricinde bu söz mutlaktır; ve zengin, fakir, şehirli veya köylü v.s. her
Iraklı adama şamildir.
Mutlak kendi
mutlaklığmda ceryân eder; kayıtlanmasına dâir delil olmaksızın hiçbir kayıtla
kayıtlanamaz; manasına delâleti kat'îdir; medlulü hakkında hüküm sabittir.
Çünkü mutlak, -hâ-s-s cümlesindendir. Bu hüküm de -hâ-s-sın hükmüdür. Şunlar
mutlaka misaldir:
Yüce Allah'ın
(kocaları ölmüş zevceler hakkındaki) [(içinizden ölenlerin (geride)
bıraktıkları zevceler
kendi kendilerine dört ay on (gün) beklerler... )][6]
sözünde kelimesi mutlak olarak bulunuyor. Bu kelimeyi "gerdeğe
girmiş" kaydı ile kayıtlamak caiz değildir. Onun için bu nass
(nikahlanmış) gerdeğe girmiş 'e girmemiş zevcelere şâmil olup, böyle zevcelerin
kocaları ölünce iddetleri dört ay °n gündür.
Yüce Allah'ın -zihâr
keffâretine dâir [(Kadınlanndan zıhâr ile aynlmak isteyip de sonra dediklerini
geri alacaklar (için), birbiriyle temas etmezden evvel, bir köle azâd etmek
(lâzımdır)...)][7] sözünde tabiri, her türlü
kayıttan uzak, mutlak bir şekilde yer almıştır. Onun için mutlak manasıyla
anlaşılır; ve mu-zâhir zevcesine avdet etmek isterse, herhangi bir köleyi azâd
etmesi gerekir (bu kölede mü'minlik vasfı bulunsa da bulunmasa da farketmez).
Yüce Allah'ın [(-Fakat
bütün bu hükümler ölenin- edeceği vasıyyet (in tenfîzin)den veya borc(unun
ödenmcsin)dcn sonra-dır)][8] sözü,
kayıtlanmasına dâir delilin bulunduğu mutlaka misaldir. Bu nassda
kelimesi mutlak olarak
bulunuyor. Bu durum, her mikdârda vasiyette bulunulabi-leceğini iktiza
ettiriyorsa da vasiyetin üçte bir ile kayıtlı olduğuna dair delil vardır.
Delil, ASSÜ Allah Rasûlünün Sa"du bnu Ebî Va-k-kâ-sı, malının üçte
birinden fazlasını vasiyet etmesini men eden meşhur hadistir. Meşhur Sünnet,
Hanefîlerle diğer fakihlerce, Kitab'ın mutlakını kayıtlar. Ahâd Sünnet ise
Hanefîlerce değil, fakat cumhurca Kitab'ın mutlakını kayıtlar.
Mukayyedin hükmü,
kaydın icabına göre amel etmenin lüzumu ve delîl bulunmadan kaydın ilga
olunamamasıdır. Mesela, erkeğin evlenemeycceği kadınları sayarken Yüce
Allah'ın [(... kendileriyle (zifafa) girdiğiniz kanlarınızdan olup
himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız...)][9]
sözüne göre kız, kızın annesiyle nikahlanıp da zifafa giren erkeğe haram
olmaktadır. Çünkü kızın haram oluşu, annesiyle nikah yapmak ve annesiyle zifafa
girmekle kayıtlıdır; sadece annesiyle nikah yapmakla (gerdeğe girmeden) kızı
haram olmamaktadır. [(Himayelerinizde
bulunan) tabiri de hükme müessir (ihtirazı) bir kayıt değil, (üvey kızların
ekseriyetle üvey babalarının himayesinde bulunduklarından dolayı kullanılmış)
bir "ekseriyet" kaydıdır ve hükme tesiri yoktur. Çünkü Yüce Allah
yukarıdaki sözünden sonra [(…Eğer üvey kızlarınızın analarıyla zifafa
girmemişseniz, üvey kızlarınızla evlenmenizde size bir vebal yoktur...)][10]
buyurmaktadır. Eğer kızın himayesi ve terbiyesi altında bulunması haramlık kaydından
olsaydı, kayıt olan "anayla zifafa girmenin" tahakkuk etmediği zaman
yani (âyette) haramhğın kaldırılışı ve helalliğin beyânı sırasında
zikredilirdi.
Yüce Allah'ın -zıhâr
keffâretine dâir [(Fakat kim (bunu) bulamazsa, (yine) birbiriyle temas etmezden
evvel fasılasız iki ay oruç tutsun)][11] sözü
de diğer bir misaldir. Burada [(iki ay)] ifadesi [(fasılasız)] kaydı ile
kayıtlanmıştır.
Keza Yüce Allah'ın bir
mü'mini hatâen öldürmenin
keffâretine dâir olan ,
[(...mü'min bir köleyi azad etmesi... lazımdır...)][12]
sözüne öre keffâret olarak mü'min vasfıyla kayıtlanmış olan kölenin dışında
azad edilecek köle,' keffâret yerine geçmemektedir.
Lafız bir nassda
mutlak, (aynı lafız) bir başka nassda mukayyed olarak bulunabilir Bu durumda
mukayyed ile mutlak lafız izah olunabilir mi (mutlak mukayyede hamledilir mi)?
Yani böyle hallerde mutlakdan maksad mukayyeddir denilebilir mi? yoksa kendi
mahallinde mutlakın mutlakliğı ile ve kendi yerinde de mukayyedin kayıtlılığ'
i'e m' ame' edilmelidir? Buna cevab verebilmek için lafzın bir nassda mutlak ve
başka bir nassda mukayyed olarak bulunduğu halleri ve her hâlin hükmünü
açıklamak lazımdır. Bu haller şunlardır:
1) Mutlak ve
mukayyedin hükmü bir olduğu gibi, hükmün sebebi de bir ise mutlak mukayyedle
izah olunur. Mesela Yüce Allah [(Boğazlanmayarak ölen hayvan, kan ve domuz
eti,., size haram kılınmıştır)][13] ve
[(De ki: Bana vahyolunanlar arasında, yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde (sizin
haram dediklerinizden böyle) haram edilmiş bir şey bulmuyorum. Yalnız gerek
boğazlanmayarak ölen hayvan, gerek dökülen kan... müstesnadır)][14]
buyurmuştur, [(kan)] lafzı ilk ayette mutlak, ikinci ayette [(dökülen)]
kaydıyla kayıtlanmış, mukayyed olarak bulunuyor. Her iki ayetteki hüküm birdir:
Kanın yenilmesi. Her iki ayetteki hükmün sebebi birdir. Kanın yenilmesinden
doğacak zarar. işte bu durumda mutlak mukayyedle izah olunur; ve yenmesi haram
kandan maksad sadece dökülen kan olur. Buna göre karaciğer, dalak, etin
içindeki ve etteki damarların içindeki kanlar haram değildir; hepsi helaldir.
2) Mutlak ve
mukayyedin, hüküm ve sebebde farklı bulunmaları. Mesela Yüce Allah'ın [(Erkek
hırsızla kadın hırsızın ellerini kesin...)][15] ve
[(Ey jman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar
ellerinizi yıkayın...)][16]
sözlerinde olduğu gibi. [(Eller)] lafzı birinci ayette mutlak, ikinci ayette
[(dirseklere kadar)] tabiriyle kayıtlıdır. Hüküm farklıdır: Birinci ayetle
hüküm, erkek ve kadın hırsızın ellerinin kesilmesi, ikinci âyette hüküm, elleri
yıkanmasının farzlığıdır. Birinci ayette hükmün sebebi hırsızlık, ikinci
ayette hüküm sebebi namaz kılma isteğidir. îşte bu durumda
mutlak mukayyedle izah olunmaz; mutlak ile yerinde, mukayyedle de mahallinde
amel olunur. Çünkü iki nassın mevzuları arasında esasen bir alaka da yoktur.
Hırsızlık ayetindeki mut-laklığın icabına göre, mutlak ile amel ederek hırsızın
(omuzuna kadar kol ve)elinin tamamının kesilmesi lazımdı. (Çünkü Arabcada
"el" manasında olan "elyed" kelimesi, el parmaklannın
uçlarından, kolun omuzda bitim yerine kadar olan uzvun adıdır) Fakat bu mutlak
ifadeyi Sünnet kayıtlamış, ASSÜ Rasûlüllah hırsızın elini bilekten kesmiştir.
Hanefilerce meşhur olan bu Sünnet ile Kitab'ın mutlakı kayıtlanabilir.
3) Sebebin
bir, hükmün farklı olması. Bu durumda mutlak mutlak olarak kalır ve kendi
mevzuunda onunla amel olunur. Mesela Yüce Allah'ın [(Ey iman edenler,namaza
kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız...)][17] ve
[(…bu hâlde su da bulamamışsamz o vakit tertemiz bir toprakla teyemmüm edin;
binâenaleyh (niyyetle) ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün...)][18]
ayetlerinde olduğu gibi. Birinci nassın hükmü, mukayyed olarak bulunan
[(eller)in yıkanmasının farzliği, ikinci nassın hükmü de mutlak olarak bulunan
[(eller)]in meshedilmesidir. Her iki hükmün sebebi de birdir. Bu hüküm namaz
kılmak istemektir, işte bu durumda mutlak mukayyedle izah olunmaz. Her biri
ile kendi mahallinde, mutlaklığı ve mukayyedliği ile amel olunur.
4) Mutlak ve
mukayyedin hükümlerinin bir olmasına rağmen, hükümlerinin seb-eblerinin farklı
olması. Bu durumda da mutlak mukayyed ile izah olunmaz; kendi mevzuunda muüakın
mutlaklığı ile ve kendi mevzuunda mukayyedin kayıtlılığı ile amel olunur. Bu,
Hanefîlerin ve Câferîlerin görüşüdür. Diğerlerine -mesela Şâfiîlere-göre mutlak
bu durumda mukayyedle izah olunur. Yüce Allah'ın -zıhâr keffâretine dâir
[(...birbiriyle temas etmezden evvel, bir köle azad etmek (lazımdır)...)][19] ve
hatâen insan öldürme keffâretine dâir
mü'min bir köleyi azad etmesi... lazımdır...)][20] nasslanndan birincisinde [(köle)] lafzı
mutlak, ikinci nassda mukayyeddir.
(Hanefîlere muhalif
olan) ikinci görüş sahiblerinin delili şudur: Bir nassda lafız mutlak, diğer
nassda lafız mukayyed olup, her iki nassın hükmü de aynı olursa, mutlak
mukayyed ile izah olunmalıdır. Çünkü hükümde müsavidirler; ve böyle yapılırsa
(mutlak mukayyedle izah edilirse) nasslar arasında te"âru-d kaldırılmış
olur; aralarında insicam tahakkuk eder.
Hanefîlerin delilleri
ise şudur: Bir nassın mutlaklığma, diğer nassın mukayyed-liğine âmil, sebebin
farklılığı olabilir. Bu durumda kendi mevzuunda mutlak, kendi mevzuunda da
mukayyed kasdedilmiş demektir. Mesela hatâen insan öldürmek mevzuundaki
keffârette köle [(mü'min olmak)] kaydıyla kayıtlanmış, bundan da katile karşı
cezanın ağırlaştırılması kasdedilmiştir. Oysa zıhârda ise nikâhın bakı Kalması
maksadıyla keffârette köle mutlak bırakılmış, bundan da zıhârda bulunan ,
hakkında kolaylık ve yükün hafifletilmesi kasdedilmiştir.
Ayrıca, aralarındaki
te"âru-du gidermek için mukayyed ile mutlakm izah edil-esi her birine göre
amel etmek mümkin olmazsa olur. Aralarında sebeb farklılığı rken te"âru-d
tahakkuk etmemiştir; ve her biriyle, kendi mevzuunda amel etmek imkansız
değildir.
Tercihe değer görüş Hanefîlerin
ve Câferîlerin görüşüdür.
1) Irak Ahvâli Şahsıyye Kanununun 59. maddesinin
2. fıkrası şöyledir: "Çocukların nafakaları, kız evleninceye, erkek çocuk
da talebe değilse, dengi olanların gelir temin ettikleri çağa gelinceye kadar
devam eder." Buradaki talebe kelimesi mutlaktır. Talebelik için herhangi
bir vasıf şart koşulamaz. Çünkü kanundaki bu kelime mutlak olarak geçtiğinden,
mutlak mullaklığında câridir. Onun için talebelik üb, dil, islam Hukuku v.s.
gibi sahalarda olsa da, erkek çocuk talebe olduğu takdirde, emsalinin para
kazandığı çağa gelse de, nafakası devam eder.
2) 1960 tarih ve 24 sayılı Irak Sivil Hizmet
(memurin) Kanununun 19. maddesinin 4. fıkrası şöyledir: "Altı aydan az
olmayan bir eğitim kursuna, aralıksız altı ay devam edip muvaffak olan her
devlet memuruna terfîine esas olması için altı ay kıdem tanınır. Bu memur
üniversite mezunuysa, kendisine bu maksadla bir yıllık kıdem tanınır."
Bu maddede aşağıdaki
hususlar yer almaktadır:
a) Kurs
kelimesi bazı kayıtlarla zikredilmiştir. Bunlar: Eğitim kursu olması, aralıksız
altı aydan az olmaması ve bu kursu memurun muvaffakiyetle tamamlaması
kayıtlarıdır. Şu halde kursa, bu kayıtlardan başka kayıtlar ilave edilemez.
Mesela kursun Irak'ta veya Irak dışında olması, kursun öğleden önce veya akşam
yapılması gibi. Çünkü mukayyed, kayıtlandığı hususlar dışında mutlaktır.
b)
"Aralıksız altı ay" ifadesi vardır. O halde altı ay, aralıksız olmak
kaydı ile kayıtlanmıştır. Buna göre kursun müddeti altı ay olsa, fakat fasılalı
bir tarzda devam etmiş bulunursa, böyle bîr kursu memur basarsa da, kanunun bu
maddesinden istifade edemez. Zira böyle bir kursta, aralıksız olma kaydı
bulunmamaktadır.
c) Kanunda
üniversite mezunu ibaresi mevcuddur. Terfîine esas olarak bir yıllık kıdem
hakkını elde edebilmesi için bu memurun tahsil seviyesini gösteren şart,
üniversite mezunu olmasıdır. Buna göre mezkûr kayda, başka bir kayıt ilave
olunamaz. Mesela üniversite diplomasının, memurun vazifesiyle ilgili bulunması,
bu diplomanın Irak üniversitelerinden alınmış olması gibi kayıtlar kanunda
buluncundan, unlaf şart koşulamaz. Çünkü yukarıda da açıklandığı üzere
mukayyed, ayıtlandığı husus dışında mutlaktır. Bazılarına göre üniversite
diplomasının memurun vazifesiyle alakalı olması icabeder. Bu doğru değildir.
Zira kayıtlandığına dair nass bulunmadıkça mutlak, mutlaklığı üzre câridir; ve
mukayyed, kayıtlandığı sus haricinde mutlak olarak kalır. Eğer kanun koyucu
diplomanın, memurun vaziyesiyle alakalı olması kaydını kasdetmiş olsaydı, bu
kanunun 11. maddesinin 2. asmda yaptığı gibi sarahaten kaydı koyardı.
3 ) Irak
Medenî Kanununun 213. maddesinin 2. fıkrası şöyledir: "Kendisi veya
başkasını müessir ve şümullü bir zarardan korumak için başkasına zarar veren
şahsın sebeb olduğu bu zarardan, korunmak veya korumak istediği o zarar çok
daha fazlaysa, sadece mahkemenin münâsib bulduğu zarardan mesul lutulur."
Kanundaki bu
"zarar" kelimesi mutlak olduğundan, az olsun, çok olsun, insanın
vücuduyla yahut malıyla alakalı olsun yani ncv'i, vasfı ve alakalı olduğu şey
ne olursa olsun, her türlü zarara şâmildir. Çünkü zarar kelimesi burada
mutlaktır.
Aynı kanunun 214.
maddesinin 2. fıkrası şöyledir: "Yangının yayılmasını önlemek için, birisi
sahibinin izni olmadan başkasının evini yıksa; yıkmayı, salahiyetli makamların
izniyle yaptıysa, tazmin mesuliyeti yoktur. Yıkmayı kendi kendine yaptıysa,
münâsib bir tazminatla mükellef kılınır."
Kanundaki
"ev" kelimesi mutlak olduğundan her türlü ev nev'ine şâmildir.
"Yangın" kelimesi de mutlak olduğundan sebebi ve büyüklüğü ne olursa
olsun, her türlü yangına şâmildir. "Tazmînât" ise "münâsib"
kaydıyla kayıtlı olduğundan, hakim herhangi bir tazminatla hükmedemez.
Tazminatın, evi yıkılan ev sahibinin uğradığı zararla mütenâsib bulunması
şarttır.
4) Irak
Medenî Kanununun 1184. maddesinin 1. fıkrası şöyledir: "Toprakla tasarrufta
bulunması itibariyle, hazîne toprağına sınırlar tayin edip, kendisine hiç
itiraz edilmeksizin on sene aralıksız o toprakta ziraatçılık yapan şahıs o
topraktan intifa hakkına sahib olur." Aynı kanunun 1223. maddesinin [21].
fıkrası da şöyledir: "Kabul edilir bir mazeret bulunmadan, hazine
toprağında üç sene aralıksız bizzat yahut kiralama veya iare yoluyla
ziraatçılık yapmayan şahıs, o hazine toprağındaki tasarruf
hakkını
kaybeder."
Aralıksız on sene,
aralıksız üç sene tabirleri mukayyed kabîlindendir. Kayıt,
"aralıksız"dır. Her iki maddenin hükmü, mezkûr müddetler aralıksız
olarak geçince ve şahısta da kanundaki hususlar tahakkuk edince, sabit olur.
5) Irak Ceza
Kanununun 75. maddesi şöyledir: "Birden fazla suç işlemekten sanık küçük
çocuk, aynı davada, işlediği bütün suçlarından dolayı muhakeme olunabilir."
Burada "küçük çocuk" tabiri mutlaktır. Hangi vasıfta olursa olsun,
maddedeki şartlar varsa, her çocuğa uygulanır.
Aynı kanunun 47.
maddesi şöyledir: "Suçtan haberdâr olduğu halde, faile suç irtikâbında
kullanılan herhangi bir şeyi, âletleri yahut silâhı veren veya suçluya yardım
eden... şahıs suça müşterektir." Buradaki "silah ve âletler"
tabirleri mutlaktır. Suç kendileriyle işlenmişse her türlü silah ve âlete (bu
madde) tatbik edilir; ve hiçbir kayıt aranmaz. Böylece bu gibi şeyleri faile
veren, suça iştirak etmiş sayılır.
268) Emir
-hâ-s-sm kısımlanndandır. Emir, kendisini yüksek ve üstün telakki edenin, fiili
taleb etmesi için tayin edilmiş (kullanılmış ve va-d" olunmuş) lafızdır.1
Arabca'da bir fiilin yapılmasını istemek, 1)
Malum emir sîğasi (kipi) olan 2)
Başında emir lamı bulunan mu-dâri" sığası ile veya 3) Kendileriyle ihbar kasdedil-meyen, emir ve taleb kasdedilen
haber cümleleriyle, şâir uslûb ve tabirlerle gerçekleşir. Birinciye misal Yüce
Allah'ın [(Güneşin (zeval vaktinde) günorta noktasından batıya doğru
kaymasından sonra güzelce namaz kıl)][22] ve
Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin...)][23]
sözleridir. İkinciye misal Yüce Allah'ın
[(…Öyleyse içinizden kim o aya erişirse orucunu tutsun)][24] sözü
ve ASSÜ Allah Rasûlünün [(Kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa hayır söz
söylesin yahut sussun)] sözüdür. Üçüncüye misal Yüce Allah'ın [(Anneler
çocuklarım iki bütün yıl emzirirler. (Bu hüküm) emmeyi tamam yaptırmak
isteyen(ler) içindir)][25] Bu
sığadan maksad, emzirmeyi annelerin yapüğını haber vermek değil, çocuklarını
annelerin emzirmelerini emretmektir.
tir.
(Arapçada) emir sığası birçok manalar için
kullanılır. Bu manalar arasında vucûb, nedb, ibâ.hat, tehdîd, irşâd, te'dîb,
ta"cîz, du"â' ve diğer manalar vardır.
Vucûba misâl[27]
[(Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, o Rasûle itaat edin)][28]
âyetidir. Nedbe misal [(Ellerinizin malik olduğu köle ve cariyelerde eğer bir
hayır biliyorsanız kitabete kesin...)[29]
âyetidir. îbâhate misâl [(ihramdan çıktığınız vakit (İsterseniz) avlanın...)][30]
âyetidir. Tehdide misâl [(... Siz istediğinizi yapın...)][31]
âyetidir. îrşâda misal [(Ey iman edenler, tayin edilmiş bir vakte kadar
birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın...)][32]
âyetidir. Te'dîbe misâl Allah Rasû-lünün küçük bir çocuk olan "Abdullâhi
bnu Mes"ûda hitaben: [(Önünden ye!) sözüdür. Ta"cîze misâl [(...
haydi onun benzerinden siz de (meydana) bir sûre getirin...)][33]
âyetidir. Duaya misâl: [(Rabbım beni, ana ve babamı... yarlığa)][34]
âyetidir. îmtinâna (nimet bahşetmek) misal [(Allah'ın size (helâl kılıp) rızık
yaptığı şeylerden yeyin.)][35]
âyetidir, ikrama misâl [(Selâmetle girin oraya...)][36]
âyetidir. îhânete (el'ihâneh, küçümsemek) misal [(Tat (o azabı). Çünkü sen,
(evet iddianca) sen çok ulu, çok şerefli idin!?)][37]
âyetidir.
Emir siğasının bu
birçok manalarda kullanılışı yüzünden, emir ile hakiki olarak istenen ve
kasdedilen mananın ne olduğu hakkında görüş ayrılığı hasıl olmuştur. Başka bir
tabir ile, emir siğasından kasdedilen manaya delâlet eden karinelerden emir
siğası tecrid olunduğunda, emrin hangi mana için va-d" olunduğu hususunda âlimler
ihtilaf etmişlerdir. Bu (yukarıdaki) manaların hepsinde emir sığasının hakikat
olmadığı, vucûb, nedb ve ibâ.hat haricindc(ki sair manalar hakkında) mecaz
olduğunda ittifak vardır. O halde ihtilaf bu üç manadadır: Yani esasen emir bu
üç manaya delalet etmesi için mi va-d" olunmuştur? Yoksa bazısına delalet
için mi, yoksa bu üçten sadece birine delalet etmesi için mi va-d"
olunmuştur?
Bazı alimlere göre
emir bu üç mana arasında, lafzı müştereklikle müşterektir; müşterek lafızda
olduğu gibi, kasdcdilmiş mana ancak bir müracci.h (maksadın bu üç manadan
hangisi olduğuna dair delil veya işaret) ile ortaya çıkar.
Bazılarına göre emir
sadece îcâb (vacib kılma) ile nedb arasında lafzı müştereklikle müşterektir;
ikisinden birinin (mana olarak) tayin edilmesi için mutlaka bir muraccı.h
şarttır.
Ğazzâlî'nin de
içlerinde olduğu diğer bazılarına göre emrin sadece vucûbda mı voksa sadece
nedbde mi yoksa, müştereken her ikisinde de mi hakikat olduğu bilinmemektedir.
Bu alimlere göre, emirle neyin talebolunduğu anlaşılıncaya kadar, bir sey
söyleyememekten (teva-k-kuf) başka, karînesiz olarak emrin hükmü esasen yoktur
Çünkü kendisinde birçok manalar toplandığı (izdiham ettiği) için emir, mücmel
cinsindendir.
Fakat âlimlerin âmmesi
(çoğu) emirde müştereklik ve mücmelîiğin olmadığı, bu manalardan bizzat birisi
hakkında hakikat olduğu görüşündedirler. Yani aslında emir bu üç manadan birine
delalet etmesi için va-d" olunmuştur; emrin bu üç manadan birine delaleti
aslen va-d"ından alınmıştır; ve bu bir tek mana haricinde ise emir mecazdır.
Bu görüşteki âlimler, bu bir tek mananın ne olduğu hususunda ihtilaf
etmişlerdir:
Bazı Mâliki fakihleri
bu mananın ibâ.hat olduğu görüşündedirler. Zira emir, fiilin yapılmasını taleb
içindir. Bu talebin kat'î olarak en hafifi (derece bakımından en aşağıda olanı
ve ednâsı) fiilin mubahlığıdır.
Bir kısım alimlere ve
imam Şafiî'den nakledilen iki görüşten birine göre bu mana nedbdir. Çünkü emir,
fiil talebi için va-d" olunmuştur. Onun için fiil talebi la-rafınm fiili
yapmama (fiili terk) tarafına tercihî lazımdır. Fiil talebinin de en hafifi
(ednâsı) nedbdir. Oysa ibâ.hatta bu iki taraf müsavi olduğundan, ibâ.hat İçin
emir mevzûbahs olmaz.
Cumhura göre bu mana
vucûbdur. Yani mutlak olan emir vucûba delalet etmesi için va-d" olmuştur;
vucûbda hakikat, vucûb haricinde (ki manalarda) mecazdır. Karine olmadan emir,
vucûb dışındaki manalara delalet etmez. Karine nedbe delâlet ediyorsa, emrin
îcâbı ve mûcebi nedbdir. Karine ibâ.hate delâlet ediyorsa emrin mûcebi
ibâ.hattir. Böylece karinenin delâletine göre emrin mûcebi sabit olur. Sıhhatli
(doğru) olan bu görüştür. Nassların bu esâsa göre anlaşılmaları ve bu görüşe
göre hükümlerin istınbâti icabeder. Bu görüşün sıhhatli olduğunu gösteren
deliller çoktur. Bunlardan bazısını şöyle sıralayabiliriz:[38]
1) Yüce
Allah Kur'anda [(... Artık onun emrinden uzaklaşıp gidenler kendilerini
(dünyada) bir fitne (ve bela) çarpmasından, yahut ahirette) onlara pek acıklı
bir azab (gelip) çatmasından çekinsin(ler)][39]
buyuruyor. Ayet şu bakımdan delildir: Ayette emre karşı gelene fitne çarpacağı
ve pek acıklı bir azaba uğrayacağı haber verilerek
emre aykırı hareket
etmekten kaçınılmasına işaret olunmuştur. Emredilen şey vâcib olmadıkça, emre
muhalefette fitne ve azab endişesi bulunmaz. Çünkü vâcib haricinde bir şeyin
yapılmamasında (azaba sebeb olacak bir) mani yoktur.
2) Allah'ın
Salât ve Selâmı Üzerine olsun Rasûlullah şöyle buyuruyor [(Milletime (ümmetime)
meşakkat vereceği endişesi olmasaydı her namazda (misvakı) diş fırçalamayı
onlara emrederdim.)] Bu hadîs emrin vucûb için olduğunun delilidir. Çünkü emir
nedb için olsaydı (hadisdeki diş fırçalamanın emredilmesiyle, müslumanlardan
mendûb bir hareket ta-lebedilmiş olur. Yani) diş fırçalamak mendûb olur; ve
(mendûbun mutlaka yapılması icabeden bir şey olmayışı itibariyle) diş
fırçalamanın emredil meşinde de bir meşakkat bulunmazdı.
3) Kur'an nassı veya hadis nassı olsun, Sahabe
ve tâbi"îler sayısız birçok hâdiselerde, karine bulunmadıkça emir sığasını
vucûba delil getirmişlerdir. Bu istidlal şekli, onların arasında, hiç itiraz
görmeden yaygınlaşmış, bu da mutlak emrin vucûb ifade ettiğini, emredilen şeyin
nedb olarak değil, icbârî bir şekilde talebedil-diğinde icmâ"larının
bulunduğunu gösterir.
4) Vucûbdan
başka bir şeyin kasdedildiğine dair karineleri olmayan emirlerden zihnen ilk
anlaşılan şey vucûbdur.
5) Fiilin
yapılmamasını men etmek ve yapılmasını lalebetınek isteyenin bunu emir
sîğasiyle talebettiğinde (Arab) dilcileri ittifak halindedirler. Bu da emrin,
fiilin mutlaka yapılmasını taleb için -ki bu vucûbdur- va-d" olunduğunu
gösterir. Bunu emrin, fiillerin çekimlerinden (te-sârîfinden) biri oluşu da
izah eder. Fiillerin çekimlerinin hepsi, "adam" ve "Zübeyr"
gibi isim ve diğer harfler gibi hususi manalar için va-d" olunmuştur,
zira kelâmın va-d"ından maksad, dinleyene gayeyi anlatmaktır. Maksad,
muhatabın mutlaka ve mecburen fiili yapması olunca, bunun emir sığasından
başkasıyla olması mümkin değildir. Bu da emrin aslında bu manaya (vucûba)
delalet etmesi için, bu mananın muhataba ifade edilmesi için va-d" olunduğunu
göstermektedir.
6) (Arab) dilcileri
emre muhalefetle bulunanları, isyanda bulunmakla, âsî olmakla tavsîf
etmişlerdir. İsyanda bulunmak, vucûb(a muhalefet)den başkasında gerçekleşmeyen
bir isimdir.
Emrin vucûb için
olduğu görüşündekiler, bir şey yasaklandıktan, haram kılındıktan sonra o şeyin
emrcdilmesinin hükmünde ihtilaf etmişlerdir:
Hanbelîlere, Mâlik'e
ve Şafiî'nin görüşünün zahirine göre bu hal o şeyin mubah kılındığına delalet
eder; mubahhktan fazla bir şey ifade etmez. Delil olarak şunu ileri
sürüyorlar: Bu hal birçok nasslarda mevcuddur. Mesela Yüce Allah'ın [(...
ihramdan çıktığınız vakit (isterseniz) avlanın)][40]
ayetinde emri, Yüce Allah'ın [(Sizi ihramlı olduğunuz halde avlanmayı helal
saymamak şartıyla...)][41]
ayetiyle avlanmayı Haram kıldıktan sonra vârid olmuştur. Buradaki avlanma
emrinin sadece mubahlığa lalet e(np vucûba delalet etmediğinde (âlimler)
ittifak etmişlerdir. Keza Yüce Allah'ın [(Artık o az kanınca yer (yüzün)e
dağılın; Allah'ın Fazlından (nasîb) arayın...)][42]
nassı Cuma Namazı'na çağırılırken alış verişin haram kılınışından[43]
sonra vârid olmuştur. (Allah'ın fazlından (nasib) aramak)]dan maksad; alış
veriş, geçim temini ve şâir ticarî işlerdir. Haram kılındıktan sonra varid olsa
da, nasib aramanın bu âyette mubah olduğunda alimler ittifak etmişlerdir.
Hanefîlerin
ekseriyetinin de dahil olduğu diğer bir kısım alimlere göre nehy ve haramdan
sonra emir, bir şeyin haram kılınmadan önce emredildiğinde olduğu gibi vücûb
ifade eder. Bu görüş sahibleri delil olarak şunu ileri sürüyorlar: Emrin vucûba
delalet ettiğini gösteren deliller, haram kılınmazdan Önceki emirle haram
kılındıktan sonraki emir arasında bir ayırım yapmamaktadır. Birinci görüş
sahihlerinin delil olarak ileri sürdükleri ise kabul edilemez. Çünkü (Allah'ın
fazlından (nasib) aramak)], [(Avlanmak)] ve benzerleri, bizim menfaatimiz ve
maslahatımız için meşru kılman şeylerdendir. Menfaatimiz için meşru kılınan
şeylerin emredilmiş olmaları, emrin istikametini vucûbdan mubahlığa çeviren bir
karinedir. Çünkü bu emredilen şeyler vâcib (farz) olsaydı, istek ve
ihtiyarımıza bırakılmazdık; onlardan mükellef bulunurduk (boynumuzun borçları
olurlardı); ve onları yapmadığımız zaman da günah işlemiş olurduk. Neticede
emir, mevzuunu (mubah olan: Avlamak ve Allah'ın fazlından nasib aramayı)
zıddına (vacibe) çevirmiş olurdu. Bu ise caiz değildir. Daha evvel yasaklanmış
olsun veya olmasın, karineleri bulunmayan emir, vucûba delalet eder. Emrin
karinesi varsa, karinenin delalet ettiği mana neyse, emir o manaya yönelir.
Bunda ihtilaf yoktur.
Bazı Hanbelîlerin
görüşüne göre -ki bunu Hancfîlerden Kemâluddîni bnul Humâm da benimsemiş
(ihtiyar etmiş)tir-, nehyden sonra emir, nehyi kaldırır; ve emredilen fiilin
durumunu, nehyden evvel neyse o hale avdet ettirir; nehyden evvel fiil vacib
ise bu emir ile vacib olur; nehyden evvel fiil müste.hab ise bu emir ile
müste.hab olur.
Bu son (üçüncü) görüş
bana göre kabule en yakındır. Nehylerden sonra emirle-nn bulunduğu nasslann
istikrâı bunu göstermektedir. Mesela (avlanmak meselesini ele alırsak,) haram
kılınmadan önce avlanmak mubahtı. Haram kılış sebebinin ortalan kalkmasından
sonra avlanmak emredilince, durum mubahlığa yeniden avdet etmiştir. Keza Cuma
Namazı'nm iç ezanı işitilirken muhtelif şekillerdeki kazanç temini haram
kılınmadan önce, kazanç temini mubahtı. Kazanç teminine engel olan şeyin (Cuma
Namazı ibadetinin) ortadan kalkmasından sonra kazanç temini emredilmiş ve
böylece kazanç temini mubahlığa tekrar avdet etmiştir. Keza müslümanlara haram
(yasak) aylar haricinde harbetmek vâcibdi. Harbetmek bu aylarda nehyedi-lince
haram olmuştu. Sonra haram aylar bitince harbetmenin emredilmesiyle,
harbet-menin hükmü, nehyden önce olduğu gibi vucûba avdet etmiştir.
Tekrar, bir fiili
yapıp sonra yeniden aynı fiilin yapılmasıdır. Acaba emir, emredilen şeyin
tekrar yapılmasını, yapıldıktan sonra yeniden yapılmasını icabettirmekte midir?
Yoksa icabettirmemekte midir?
Bu mevzudaki
görüşlerden muhtar (benimsemeye değer) olanı, emrin tekrara delalet
etmediğidir. Çünkü (Arabcada) emir sığası, bir defa yapmaya veya tekerrüre
işaret etmeksizin sadece mutlak olarak fiilin talebine delalet etmektedir. Zira
emir sığası mutlak olarak fiilin talebi için va-d" olunduğundan, emredilen
şeyin tekrarı yahut bir defa yapılması, emir sığasının mahiyetinin dışındadır;
va-d" olunuş bakımından emir sığası tekrar veya bir defa yapmaya delalet
etmemektedir. Fakat emredilen şeyin husulü, bir kereden az yapmakla mümkin
olmadığından, emredilen şeyin yapılmış olması için, bir kere yapılması
zarurîdir; yoksa emir sığasının kendisi bir kere yapmaya delalet etmemektedir.[44] Buna
göre mutlak emir, sadece emredilen fiilin yapılmasına delalet etmektedir. Emre
uymak için fiilin sadece bir defa yapılması kâfidir. Ancak, emredilenin
tekrarlanmasına dair bir karine varsa, o zaman karineye göre hareket edilir.
Mesela Yüce Allah'ın [(Ey iman edenler namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi
ve dirseklere kadar ellerinizi... yıkayınız...)][45]
ayetinde ab-dest alma emrinin namaz kılmayı istemeye bağlanması (ta"lî-kı)
gibi, emredilen şey için Şerîat Sahibinin sebeb saydığı bir şart yahut vasfa
emir bağlanabilir (ta"lî-k edilebilir). Yukarıdaki ayette abdestin
tekrarı emre değil, abdestin sebebinin tekerrürüne yani namaz kılmayı istemeye
dayanmakladır. Keza Allah'ın [(Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine
yüzer deynek vurun.,.)][46]
ayetinde zinâkâra deynek vurulması emri, bu emrin illeti olan zinanın
gerçekleşmesine dayanmaktadır. Zinanın her tekerrür edişinde deynek vurmak da
tekerrür eder. Yani burada tekrar, deynek vurmanın illetinin tekerrürüne
mebnîdir; dcyneklc vurma emrine mebnî değildir.
Bu muhtar (tercihe ve
seçilmeye değer) görüşün yanında, başka görüşler de vardır. Bunlardan birisi
şudur: Emir imkan olduğunda, emredilen şeyin bütün hayat boyunca tekrarını
icabettirir. Ancak bunu meneden bir delil varsa, o delile göre hareket edilir.
Hanbelîlerin ekseriyetiyle bazı Şafiî imamlarının görüşü budur, iddialarına
göre emir sığasından dil itibariyle anlaşılan budur. Delil olarak da şu hadîsi
ileri sürüyorlar:' ASSÜ Allah Rasûlü [(Ey insanlar Allah size haccı farz
kıldı)] deyince, müslümanlardan birisi kalkıp "her sene mi ey Allah
Rasûlü?!" diye sormuş, Nebî Efendimiz de cevaben -
[(Her sene dersem, hacc her sene farz olur.
Her sene farz olursa onu yapmaya güç yetirc-mezsiniz ve yapamazsınız. Hacc
hayatta bir defa farzdır. Birden fazlası te-tavvu"dur)] buyurur.
Bu haberin delalet
şekli şudur: Bu suâli soran Arabcayı bilmekteydi. Dil bakımından emir tekrarı
icabettirmeseydi, adam bu suali sormaz ve ASSÜ Allah Rasûlü de onun hatalı
olduğunu gösterirdi.
Doğrusu bu ileri
sürülen delil zayıftır; görüşlerine bir hüccet teşkil etmekten uzaktır. Bu
haber görüşlerini değil görüşlerinin zıddını te'yîd etmektedir denilebilir.
Çünkü emir dil bakımından tekrara delalet etseydi, adam bu suâli neden sorsun?!
Adamın suâli emirden dil bakımından anlaşılanın sadece fiilin talebedilmesi
olduğunu, fiilin tekrar olmadığını göstermez mi?! işte bundan dolayı adam,
anlaşılan bu mananın hacca nisbetle bakî mi olduğundan, yoksa (haccın) namaz ve
zekat gibi tekerrür eden ibadetlere mi ilhak edildiğinden emin olmak istemiş
(ve böylece bir suâl sormuş)tir. Çünkü namaz, oruç ve zekat gibi bazı
ibadetler, vakitlerin te-kerrürüyle tekerrür etmektedir. Hacc da zaman ve mekân
ile alakalıdır. Bu bakımdan tekerrür eden ibadetlere benzer tarafı mevcuddur.
Onun için adam vaziyeti anlayamamış, hacem zamanla alakalı oluşundan bu
mütekerrir ibadetlere mi ilhak edileceğini, yoksa mekânla alakalı oluşundan
onlara ilhak edilmeyeceğini öğrenmek istemiş, zihnindeki bu meseleyi halletmek
gayesiyle ASSÜ Allah Rasûlüne yukarıdaki suâli tevcih etmiştir.
Acaba emir, emredilen
fiilin derhal yapılmasına mı, yoksa geciktirilerek bilahare yapılmasına mı
delalet etmektedir? Bu hususda fakihler ihtilaf etmiştir. Emrin tekrara
delalet ettiği görüşündekiler, emrin emredilenin derhal yapılmasını
icabettirdiğini ileri sürüyorlar. Diğerlerinin ise görüşü şudur: Emir ya vakit
ile kayıtlıdır, ya da vakit ile kayıtlı değildir. Vakitle kayıtlı olan emir ya
geniş bir vakit ile kayıtlıdır, ya da dar bir vakit ile kayıtlıdır. Geniş vakit
ile kayıtlı emrin yerine getirilmesi vaktin sonuna kadar te'hîr edilebilir.
Yani vacibin (veya farzın) eda edilmesi, vaktin sonuna kadar te'hîr edilebilir.
Dar vakitle kayıtlı emrin yerine getirilmesinin te'hîre tahammülü yoktur.
Fakat emredilen
-keffâretler gibi-, mahdûd bir vakit ile kayıtlı olmayan emir, gelecekte[47]
sadece fiilin talebi içindir; te'htr edilebilir. Yani emredilen şey derhal
yapılabileceği gibi, te'hîr edilip bilâhare de yapılabilir. Hanefîler ve
Câferîler ile onlara muvafık olanlarca doğru (-sa.hî.h) olan ve bizce tercihe
değer bulunan bu görüştür. Çünkü emir sığası, gelecek zamanın neresinde olursa
olsun, gelecek zamanda sadece (fiilin yapılmasını) talebe delalet eder. Derhal
yapmak ancak bir karineyle anlaşılır: Hizmetkârına bir şahsın "bana (içmek
için bir bardak) su getir" demesi gibi. Bilindiği üzre âdeten su talebi
susuzluk ve suya olan ihtiyâç esnasında olur. Bu durumda karine sebebiyle emir,
derhal yerine getirilmesine delalet eder.
Emir, icabının derhal
yerine getirilmesini değil, bilâhare yerine getirilmesini ifade etmekle
beraber, vacibi edada acele etmek, te'hîr etmekten hayırlıdır. Çünkü ileride
başa nelerin geleceği belli olmaz. Vacibi (emrolunanı) edadan önce insan vefat
edebilir. Allah'ın elinde olan eceller (kullarca) meçhuldür. Onun için
emredilenin derhal yapılması müstehabdır (dînen olgun bir harekettir). Yüce
Allah [(Öyleyse (hepiniz) hayırlı işlerde birbirlerinizle yarış edin (hayırlı
İşleri birbirinizden daha önce yapmaya çalışın). Zaten topunuzun en son dönüp
gelişi Allah'a'dır. Artık o, hakkında ihtilaf etmekte olduğunuz şeyleri size
(orada) haber verecektir)][48] ve
[(Rabbinizin mağfiretine... koşuşun )][49]
buyuruyor. Bu ayetlerdeki ve lafızları, vacibin vakit geçirmeden edasının
müstehab olduğuna delalet etmekte, vucûba delalet etmemektedirler. Çünkü vacibi
(emredileni) vaktinde eda edene "yarış eden" yahut
"koşuşan" denmez.
Emrin vucub ifade
ettiğini yani emredilen fiilin mecburen ve mutlaka yapılmasını, bu fiilin de
muhatab hakkında vacib (farz) oluşunu ifade ettiğini yukarıda söylemiştik.
Fakat bazen, emredilen fiilin yani vacibin yapılması, başka bir şeyin
yapılmasına bağlı olabilir. Acaba bu diğer şey de, vacibin kendisini sabit
kılan birinci emrin kendisiyle vacib olur mu, olmaz mı? Bu suâlin cevâbı için,
mevzûya biraz tafsilâtlıca ele almak şarttır.
Vacibin yapılmasının kendisine
bağlı olduğu şey iki kısımdır:
Birinci Kısım.-
Mükellefin kudreti dahilinde olmayan şeydir. Mesela, hacc farizasını yerine
getirmeye gücü yetmesi, zekât için nisabın (husulü), Cuma Namazının edası için
lazım şahıs sayısının husulü ve benzeri gibi şeylerdir. Bu kısım ile insan
mükellef kılınmaz; ve emir bu kısma şâmil değildir. O bakımdan hacc eda etmek
için mükellefin hacca gücünü yetirmek gayesiyle gayret göstermesi; zekâtı
vermesi için msâb mikdân malının bulunması gayesiyle çabalaması; Cuma Namazının
edasının sıhhati için matlûb şahıs sayısını temine çalışması icabetmez.
ikinci Kısım.-
Mükellefin kudreti dahilinde olan şeydir. Bu (kısım ise) iki nevîdir:
1. Nevî.- Vacib olduğu hususunda hususi bir
emrin bulunduğu şeydir. Bunun hakkında söylenecek bir sözümüz yoktur;
mevzûmuzun dışındadır; ve burada o kas-dedilmemektedir. Mesela namaz için
abdest almak bu nevîdendir. Abdest almak mükellefe Allah'ın [(...dosdoğru namazı kılın...)][50]
ayetiyle değil, müstakil bir emir ile vacibdir (farzdır). Bu müstakil emir Yüce
Allah'ın [(Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve
dirseklere kadar ellerinizi ve başlarınıza meshedip, her iki topuğa kadar
ayaklarınızı yıkayın...)][51]
ayetidir.
2. Nevî.-
Vacibin yerine getirilmesinin kendisine dayandığı, vacib oluşuna dair hususi
bir emrin bulunmadığı şeydir.
(işbu 273. paragrafın
başlarındaki) suâlimizden kasdedilen işte budur. Usulcüler bu nev'in, vacibin
kendisinin sabit olduğu birinci emrin bizzat kendisiyle vacib olduğunu kabul
etmişlerdir. Bunun birçok misali vardır:
Haccın emredilmesi, bu
vacibi (farizayı) yerine getirmek için Mekke'ye gitmeyi icabettirir. Mekkeye bu
gidiş, haccı emreden emrin kendisiyle vacib olur. Çünkü hacc vecîbesi bu
Mekkeye gidiş (yolculuk) olmadan tamamlanamaz. Cemaatla namazın farz olduğu
görüşündekilere göre, cemaat halinde namazın eda emri, camilere gitmeden yerine
getirilemez. Camilere gitmek, cemaatla namazı eda etmek emrinin kendisiyle
vacib olur. Yüce Allah'ın [(Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar
kuvvet....hazırlayın...)][52]
ayetiyle sabit, Milletin kâfi mİkdârda kuvvet hazırlaması emri sanayî, fizik,
kimya ve benzer alanlarda yeni gelişen ilimlerin öğrenilmesi olmadan yerine
getirilmeyeceğinden, bu ilimlerin öğrenilmesi, kuvvet hazırlanmasını emreden
emrin kendisiyle (kifâî) farz (vâcib) olmuştur, insanlar arasında adaletin
hakim kılınması ve insanlara haksızlık yapılmasının bertaraf edilmesi emri,
adaletin hakim kılınması vazifesini yerine getirmek üzere hakimlerin tayin
edilmesini iktiza ettirir. Böylece adaletin hakim kılınması emrinin kendisiyle
hakimlerin tayini de vacib olur. Diğer bunlara benzer hususlar da
zikrettiklerimize kıyas olunur.
Hulasa edecek olursak,
vacib olan bir şeyin emredilmesi, vacibin edasının kendisine dayandığı,
hakkında hususi bir emrin bulunmadığı bir şeyin emredilmesi demektir.
274) Ennehy
lügatte (kelime olarak) men etmek (yasaklamak manasına)dir. (Arabcada) akıl
olarak isimlendirilmiştir. Çünkü akıl, sahibini hak ve doğruya muhalefette
bulunmayı nehyetmekLe (yasaklamakta)dir. (Bir Fıkıh Usulü tabir ve) ıstılahı
olarak nehy, "kendisini üstün ve yüksek telakki eden tarafından, nehye
delâlet eden bir sığayla fiilin yapılmamasını taleb etmektir." Nehy
sığaları (muhteliftir. Bunlar) arasında şunlar vardır: 1) Meşhur sığası: Yüce Allah'ın [(Zinaya yaklaşmayın)][53] sözü
gibi. 2) (Bir şeyin) helal olmadığını
açıklamak: Yüce Allah'ın [(Yine erkek zevcesini (üçüncü defa olarak) boşarsa
ondan sonra kadın kendinden başka bir erkeğe nikahlanıp varıncaya (ve vardığı
bu erkek o kadınla cinsî münasebette bulununcaya) kadar birinci kocasına helal
olmaz...)][54] ayeti gibi. 3) Kendi yapısıyla nehye ve harama
delalet eden lafız ile ifadede bulunmak: Yüce Allah'ın [(...Allah taşkın
kötülük(ler)den, münker[55] den
nehyed-er...)][56] ve [(Annelerinizle,
kızlarınızla...evlenmeniz size haram kılınmıştır)][57]
ayetleri gibi. 5) Bazen nehy, neh-ye
delalet eden emir sığasının kullanılmasıyla olur: Yüce Allah'ın [(Günahın açığa çıkanını da gizli kalanını da
bırakın)][58] ayeti gibi.
Nehy sığası 1) Haram kılmak, 2) Kerahet, 3) Dua, 4) Te'yîs (ümit kırma), 5) Irşad ve benzeri birçok manalarda
kullanılmıştır. 1. Manaya misal Yüce
Allah'ın [(Meşru bir hak olmadıkça Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın ...)][59]
ayetidir. 2. Manaya misal ASSÜ Allah
Rasulünün [(Develerin çöktüğü yerlerde
namaz kılmayın)] hadîsi şerifidir. 3.
Manaya misal Yüce Allah'ın [(Ey Rabbımız, bizi doğru yola ilettikten sonra
kalblerimizi (haktan) saptır-ma...)][60]
âyetidir. 4. Manaya misal Yüce
Allah'ın [(..Beyhude bugün Özür dilemeyin...)][61]
âyetidir. 5. Manaya misal Yüce
Allah'ın [(...Size açıklanırsa fenanıza
gidecek şeyleri sormayın...)][62]
âyetidir.
Nehyin kullanıldığı
manaların muhtelif oluşu sebebiyle alimler nehyin hakiki manasında yani
mûcebinde yani hükümde yani karinelerden mücerred emrin neye delalet ettiğinde
ihtilaf etmişlerdir. Bazıları nehy bu durumda kerahete delalet eder. Onun
hakiki manası budur. Karine olmadan kerahetten başka bir manaya delalet etmez,
görüşündedirler. Bazılarına göre nehiy, kerahet ile ta.hrîm (haram kılış) arasında
müşterektir. Nehyin aslî manası budur. Nehyin bu ikisinden hangisini gösterdiğini
karine tayin eder. Cumhura göre nehyin mûcebi ta.hrîmdir. Nehyin va-d"
olunduğu hakiki manası budur. Bu mana dışında nehy sadece mecaz olarak kullanılır.
Bu mecaz mananın kasdedildiğine karine delâlet eder. Fakat nehy, karinelerden
tecrîd olunmuşsa, o takdirde kendisinden ta.hrîmden başka bir şey anlaşılmaz.
Cumhurun görüşü, tercihe değer olan görüştür: Nehy sığası, muhakkak surette
fiilin yapılmamasını talebe delalet etmesi için va-d" olunmuştur.
Karineden mücerred nehy sîğasından akıl, muhakkaklık ve mecburiyet manasını
anlamaktadır. Haram kılış ve ta.hrîmin de manası ancak budur. Selefin (ilk
miislumanların), mücerred nehy sığasını ta.hrîme delil getirmeleri de bunu
te'yîd etmektedir.
Bazı âlimlere göre nehy, derhal fiili
yapmaktan vazgeçmeye ve tekrara, sîğasiyla delalet etmez. Çünkü sîğanın mahiyeti
ve tabiatı bunu icabettirmez; o, sığanın haricindeki bir şey ile yani derhal
yapmaktan vazgeçmeye ve tekrara delalet eden karineyle anlaşılır.
Bazı alimlere göre
nehy aslında, fiili yapmaktan derhal vazgeçmeyi ve fiili yapmamanın tekrarını,
bütün zamanlar içinde bu tekrarın uzamasını ve devamını ifade etmektedir. Yani
Şeriat Sahibi bir şeyi nehyederse, mükellef derhal o şeyden uzak duracak, bu
uzak durması devamlı olacaktır. Çünkü yasağa itaat etmek, hemen fiilden imtina
etmek ve bu imtinâda devamlı olmakla gerçekleşir. Ayrıca Şeriat Sahibi fiili,
fiildeki mefsedetten dolayı yasaklamıştır. Derhal ve daima o fiilden imtina etmedikçe
bu mefsedetin defedümesine imkân yoktur. Biz de bu görüşü tercih ediyoruz.
Yukarıda da
kaydedildiği üzre nehy, sîğası karinelerden tecerrüd edince, tercihe değer
görüşe göre haramlık ifade eder. Onun için nehyedilen (yasaklanan) şeyi
mükellef yapamaz. Yaparsa günahkâr olur; ve ahtrette ceza göre. Bu, uhrevî
cezadır. Fakat yasaklanan şey ibadetlerden ve muamelelerden ise, acaba
yasaklanmış oluşu, onun fâsid olmasını iktiza ettirir de sahih olarak vuku
bulduğunda hasıl olan hukuki
(şer"î) neticeleri, hasıl olmaz mı? Alimler bu meselede ihtilaf
etmişlerdir. Biz görüşlerini şu şekilde hülâsa edebiliriz:
1) Nehy,
fiilin mahiyeti ve şer"î varlığına müessir olan bir şey hakkındaysa,
neh-yedilen şeyin bâtılhğını ve fâsidliğini iktiza ettirir; ve nehyedilen şeyi
sanki hiç olmamış hükmünde kılar. Bu şekilde nehyedilen şeyle, mevcud olmayan
şey aynidir. Bir şeyin sahîh olarak mevcûd (hasıl) olduğundaki şer"an
sabit hukuki neticesi, o şey mevcud değilse yoktur. Mesela ana rahmindeki
cenînin alım satımının, mevcud olmayan şeyin alım satımının, abdestsiz namaz
kılmanın, anneler ile evlenmenin nehyedilmesi gibi. Bu nevî yasaklanmış olan
şeyi bazı âlimler "bizzat kendisi yasak olan" yani fiilinin
kendisinin veya bir parçasının yasaklandığı, nehyolunduğu şey, olarak ifade
ederler.
2) Cuma
Namazı (iç) ezanı vaktinde alım satımın, gasbedilmiş arazîde namaz kılmanın
nehyedilmesi gibi nehy, nehyedilen şeyin kendisine yönelmiş değil de,
nehyedilen şeyle bir arada bulunan, fakat (yasaklanan o) fiilin bir parçası
olmayan bir şeye yönelmiş ise, bu nehyîn neticesi fiilin fâsid ve bâtıl olduğu
değil, mekruh olduğudur. Yâni fiilin şer"an sabit hukuki neticeleri hasıl
olmakla beraber, fiili Şeriat Sahibinin nehyetmesi sebebiyle, fiil mekruhtur.
Fakihlerin cumhurunun görüşü budur.
Zahirîler gibi
fakihlerin az bir kısmına göre bu durumda fiil fâsiddir. Çünkü bu fakihlere
göre nehyedilen, o şeyin ister kendisi ve mahiyeti, ister o şeyin beraberinde
bulunan şey olsun nehy, (nehyedilen şey hakkında) fâsidliği icabettirmektedir.
3) Vadesi
meçhul veresiye alış verişin, fâsid şartla yapılan alış verişin, bayram günü
tutulan orucun nehyedilmesi gibi nehy, fiilin kendisi ve mahiyetine yönelmeyip,
fiilden ayrılmayan bazı vasıflarına yani fiilin var olmasının bazı şartlarına
yönelmiş ise, cumhur fiilin fâsid ve bâtıl olduğu görüşündedir. Hanefîler
ayırımda bulunarak, fiilin ibadetlerden ise fâsid ve bâtıl olduğu,
muamelelerden ise bâtü olmayıp sâdece fâsid olduğu görüşündedirler. Hanefîlere
göre (muâmeleler-deki) fasidin bazı hukuki neticeleri hasıl olabildiği halde
bâtılın hiçbir hukuki neticesi hasıl olmaz. Hüccet olarak şunu ileri
sürüyorlar: ibadetler Allah'ın rızasını kazanmak maksadı ile tâat, emre itaat
ve imtihan için meşru kılınmışlardır. Bunlar, ancak Şeriat Sahibi nasıl
emrettiyse, ibadetlerin öylece eda edilmesiyle tahakkuk eder. Ta-leb edilen bu eda
ise, edanın kendisinde ve edanın bir vasfında talebe muhalefet olmazsa
gerçekleşir. Onun için ibadetlerde fesâd (fâsidlik) ibadetlerin butlanı
(bâtillığı) gibidir. Netice itibariyle ibadetlerde Hanefîlere göre fâsid, bâtıl
demektir. Muamelelerden maksad ise, kulların maslahatlarını gerçekleştirmektir.
Muamelelerin hukuki neticeleri, muamelelerin rükün ve şartlarına dayanır. Bir
şeyin rükünleri gerçekleşirse, o şey var olmuş ve mevcudiyeti sabit olmuştur.
Ne var ki bu varlık, bütün vasıfları mevcud ise tamdır; ve bu durumda sahih
olur. Bazen de bu varlık var olmakla beraber, bazı vasıflarının mevcud olmaması
sebebiyle tam değildir. Bu durumda böyle bir varlık, herhangi bir maslahat
gerçekleştirebilir. Bu sebeble bazı hukuki neticelerin husulü icabeder. İşte
bu (muâmelelerdeki) fâsiddir. Sahih ile bâül arasında bir mertebedir. Böylece
Hanefîler, varlığının mevcudiyetine binâen fiile müstehak olduğu yeri verirken,
fiilin bazı vasıflarının bulunmayışı sebebiyle nehyin de hakkını vermişler; ve
bâtıl değil, fâsid görüşünü ileri sürmüşlerdir.
Eşşevkânî şöyle
söylüyor: "Hak olan, ibadetler ve muameleler arasında fark gözetilmeksizin
her nehyin, şer"î bir iktizâ ile, nehyedilen şeyin haramlığım ve bâül ile
aynı manayı ifade eden fâsidliğini icabettirmesidir. Delil olmadıkça bu
iktizanın dışına hiçbir şey çıkmaz. Bunun delillerinden birisi Allah'ın Salât
ve Selâmı Üzerine olsun Allah Resulünün: [(Bizim tutumumuza aykırı her durum
reddolunmuştur)] hadîsi şerifidir. Nehyedilen şey, bizim tutumumuza aykırı bir
şey olduğundan reddolunmuştur, merdûddur. Merdûd olan şey ise bâtıldır. Nehyin
fesadı icabettirmesinden kasdedilen (mana) işte budur."
Lugatta (kelime
olarak) müteaddid (sayıca fazla olan şeyler)e şumûlü bulunan (manasına)dır. Bu
manada (arabca olarak) hayır hepsini kapsamıştır" denilir. Yani
"hayır hepsine şâmil olmuştur" demektir. Fıkıh Usûlü ıstılahı olarak
"âmm, "sadece bir kere va-d" olunup (kullanılıp, söylenip),
hiçbir inhisar manası taşımaksızın, kendisine elverişli olan her şeyi kapsayan
lafızdır. Yani "âmm, (Arab) Dilinde müteaddid defalar değil sadece bir
defa manasının bütün ferdlerini şümulü içine almak üzere va-d" olunmuş bir
lafızdır. Yani "amm gibi esasen vakıada mahdûd olsa da, lafızda muayyen
bir sayıya münhasırlık delaleti bulunmaksızın, manasının elverişli olduğu bütün
ferdlerine şamil olmak üzere sadece bir defa va-d" olunmuş lafızdır.
Mesela kelimesi, "âmm lafızdır. Çünkü bu kelime, bu kelimenin manasına
elverişli olan tek tek (adamların) hepsine şâmil olmaya delalet için (Arabcada)
bir kere va-d" olunmuştur.[63]
Umuma delalet eden
lafızlar çoktur. En meşhurları şunlardır:
1) ve lafızları. Bu iki lafız, izafe edildikleri
şeyde umum ifade ederler. Mesela Yüce Allah'ın
[(Her can ölümü tadıcıdır)][64] ve
[(Herkes kazancı mukabilinde bir rehindir[65])][66]
âyetleriyle ASSÜ Allah Rasulünün [(Her çoban (mes'ûliyet taşıyan insan) idaresi
alündakilerden mesuldür)] hadîsi şerifi gibi.
2) istiğrak
(kapsamak ve şumûl) manasına olan ile
veya i-dâfeh ile mu"arraf (belirli kılınmış) cem" (çoğul).Birinciye
misal Yüce Allah'ın [(...Allah muhakkak
iyilik edenleri sever)][67]
[(Anneler çocuklarım iki bütün yıl emzirirler.
(Bu hüküm) emmeyi tamam yaptırmak isteyen(ler) içindir...)][68]
[(Ana ve baba ile yakın hısımların bıraktıklarından erkeklere hisseler vardır)][69] ve
[(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti
beklerler...)][70] gibi ayetleridir. Bu
nasslardaki cem" (çoğul) kelimeler, ferdlerini kapsama manası ifade
etmektedirler. gibi nekre (belirsiz) cem"ler ise umum ifade etmezler;
cem"in en az mikdâri olan üç sayısı ile izah olunurlar.
izafet (i-dâfeh) ile
mu"arraf kılınmış olana misal, Yüce Allah'ın [(Annelerinizle evlenmeniz size haram
kılındı...)][71], [(Onlann mallanndan
sadaka (zekât) al...)][72] ve
[(Allah size (miras hükümlerini şöylece) emreder: Evlad-lannız hakkında(ki
hüküm) erkeğe, İki dişinin payı mikdândır...)][73]
ayetleridir.
Cem"in salim
mu.zekker cem", salim muenne.s cem" veya cem"u tteksîr olması
mühim değildir. Bunlar istiğrâ-k manasındaki "elif lâm" ile yahut
"i-dâfeh" ile ma"rifeh (mu"arra O kılmırsa, hepsi de umum
ifade eden kelimelerdendir.
3) istiğrak
ifade eden ile mu"arraf müfred
lafız. Mesela Yüce Allah'ın [(Andolsun
asra[74] ki,
muhakkak insan kat'î bir ziyandadır. Ancak iman edenlerle güzel güzel amel (ve
hareketlerde bulunanlar, bir de birbirine hakkı tavsiye, sabrı tavsiye edenler
böyle değil. (Onlar ziyandan müstesnadır)] [75]süresidir.
Buradaki lafzı, bütün insan ferdlerine şâmildir. Şunlar da ayni şeye
misaldirler: Yüce Allah'ın [(Allah alış verişi helal, faizi haram kılmıştır)],[76]
[(Zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüzer deynek vurun...)],[77]
[(Erkek hırsızla kadın hırsızın ellerini kesin...)][78]
âyetleriyle ASSÜ Allah Rasulünün [(Zenginin hakkı edayı geciktirmesi zulümdür)]
hadîsi şerifi.
Burada şuna dikkat
olunmalıdır: "Elif lam" ile mu"arraf müfred lafız, Elif lâm veya
manasına olmadığı zaman umum ifade etmektedir. Eğer Elif lâm bu iki manadan
birini ifade ederse, kendisiyle mu"arraf lafız umûm ifade eden lafızlardan
değildir. Yüce Allah'ın [(Hakikat, biz Firavun'a bir peygamber yolladığımız
gibi... Firavun o peygambere isyan etti de...)][79]
ayetinde lafzmdaki ahd Elif lamıdır, [80] ifadesinde
de ve lafızlarının Elif lâmlan "cins" Elif lamıdır. Yani erkek cinsi
kadın cinsinden daha kuvvetlidir, demek olur. Buradaki sîjil ile lafızları umûm
ifade etmezler. Buradaki daha kuvvetlilik, zümre hakkındadır. Mana bir zümrenin
bir zümreden daha kuvvetli olduğunu ifade etmektedir; yoksa bir ferdin bir
ferdden daha kuvvetliliğini ifade etmemektedir.
4) izafet
ile mu"arraf müfred lafız. Mesela Yüce Allah'ın [(Eğer Allah'ın (bunca)
nimetini birer birer saymak isterseniz (ne mümkin?) siz (onlan) icmal suretiyle
bile sayamazsınız...)][81]
ayeti ve ASSÜ Allah Rasûlünün [(-Deniz-suyu temizleyicidir ve -denizin- ölü
hayvanları da helaldir) hadîsi şerifi gibi. Hadis, bütün deniz hayvanı
nevîlerinin ölülerinin helal olduğuna delalet etmektedir.
5) (Arabcadaki) Mevsûl isimler [(Gerçek,
yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler karınlarına ancak bir
ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir)],[82]
[(...Onlardan mâadası ise size helal kılınmıştır...)][83]
ayetleri gibi. Son âyetteki lafzı, (Kur'anda) bu ayetten evvel zikredilmiş
evlenilemeyecek kadınlar haricindeki bütün kadınlara şâmildir. Keza Yüce
Allah'ın [(...Sizin nezdinizdeki tükenir; Allah'ın nezdindeki ise bakîdir)],[84]
[(Kadınlarınız içinden artık âdetten (hayızdan) kesilmiş olanlar...)][85]
[(Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin...)][86],[(...Şerlerinden,
serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince: Onlara (evvela) öğüt verin...)][87]
âyetleri yine bu cümledendir.
6)
(Arabcadaki) istifham isimleri gibi. Mesela Yüce Allah'ın [(Kim Allah'a güzel
bir ödünç verir...)][88] ayeti
bu kabildendir.
7) gibi şart isimleri Mesela Yüce Allah'ın
[(...Öyleyse içinizden kim o aya erişirse orucunu tutsun...)],[89]
[(....Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir)][90],[(Kim
bir mü'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalıcı olmak üzere
cehennemdir...)][91], [(..îşte kim zerre
ağırlığınca bir hayır yapıyor (idiy)se onu(n sevabını) görecek. Kim de zerre
ağırlığınca şer yapıyor (idiy)se onu(n cezasını) görecek)],[92]
[(Nerede olursanız olun velev tahkim edilmiş yüksek kalelerde bulunun, ölüm
size çatıp yetişir...)].[93]
8) Nefy
yahut nehy siyakında vârid nekre (olumsuzluk yahut yasağın ifade edilişinde
yer alan belirsiz lafız). Mesela Yüce Allah'ın [(Onlardan ölen hiçbir kimseye
ebediyyen duâ etme...)][94]
âyeti ve ASSÜ Allah Rasûlünün [(Baba çocuğufnu öldürmesi) sebebiyle
öldürülmez)], [(Vârise (murisin) vasiyet(i) caiz olmaz)], [(Zarar vermek ve
zarara zararla mukabelede bulunmak yoktur)] hadîsi şerifleri buna misaldir.
Böyle nekreden önce (den, dan manasına olan) harfi bulunmazsa bu nekre zahiren
umum ifade eder. Fakat kendinden Önce ö- harfi bulunursa, hiçbir te'vîl kabul
etmeksizin o zaman bu nekre kat'î olarak umum ifade eder. Mesela (hiçbir adam
görmedim ve bana hiçbir kimse gelmedi manasına, Arabca olarak) dediğimiz gibi.
Eğer nekre i.sbât
siyâ-kmda vârid ise, umum ifade eden lafızlardan değildir. Mesela Yüce
Allah'ın [(- Allah size herhalde bir inek boğazlamanızı emrediyor...)][95]
ayetinde olduğu gibi.
Fakat i.sbât siyâ-kmda
vârid nekre, karine ile umûma delalet edebilir. Mesela Yüce Allah'ın [(Orada
laze yemiş(Ier) onlann temenni edecekleri her şey onlarındır)][96]
ayetinde kullara nîmet bahsedilmesi karînesiyle bütün taze yemiş nevilerine
şâmildir.
Keza i.sbât siyâ-kında
nekre, aynı zamanda bir şart ifadesi içindeyse yine umuma delalet eder. Mesela
("kim bana bir esir getirirse ona bir Dînâr var" manasına Arabca
oîarak) cümlesindeki lafzı, her esîre şâmildir.
Burada, erkeklere ve
dişilere delalet etmeleri bakımından, cem" (çoğul) manası ifade eden
lafızların muhtelif kısımlar arzettiğine dikkat olunmalıdır:
1) Bazıları
kadınlara delalet etmeksizin sadece husûsen erkeklere delâlet etmekte yahut
erkeklere delalet etmeksizin sadece husûsen kadınlara delalet etmekte, ancak
cem" lafzının haricindeki bir delil ile hem erkek ve hem de kadınlara
delalet etmektedirler. Mesela erkeklere mahsûs olan ve dişilere mahsûs olan
lafızları gibi. Bu iki lafızdan her biri, lafzın dışında bir delil bulunmadan,
diğerinin manasını ifade etmez.
2) Bazıları
ise lafız olarak va-d" (kullanılma) bakımından erkek ve dişilere şâmildir.
Bu lafızlar erkek ve dişilik alameti taşımayan lafızlardır lafızları gibi.
3) Bazıları
va-d"ları bakımından erkek ve dişiye şâmil olup, bir açıklama olmadan
ikisinden birine has kılınamayan lafızlardır:
ve gibi.
4) gibi
bazıları, salim müenne.s cem"de dişilik alâmetiyle kullanılır; gibi
bazıları, salim mü.zekker cem"de erkeklik alâmetiyle kullanılır. Keza
(erkekler cemâati yaptı) lafzında olduğu gibi erkek cem"lerinde harfinin
kullanılışı ve ((dişiler cemâati yaptı) lafzında olduğu gibi dişi
cem"lerde harfinin kullanılışı da böyledir. Acaba bu cenV'ler (çoğullar)
bu iki sınıfı yani erkek ve dişileri kapsar mı, yoksa her cem", alâmetinin
delalet ettiği şeye mi mahsusdur?
Cumhura göre her
cem", alâmetinin delalet ettiği şeye mahsusdur. Delil olmadan, erkeklere
âid manaya kadınlar dahil olamayacağı gibi, delil olmadan kadınlara âid manaya
da erkekler dahil olamazlar. Çünkü isimler müsemmâlara delalet etmeleri için
va-d" olunmuşlardır. Bu va-d" ve kullanış ile her nevin diğer neviden
tefriki mümkin olmuştur. Şeriatın herkese şâmilliği karinesinde olduğu gibi
bazen dişilerin erkek cem"a dahil bulunmalarım iktiza ettiren karineler
mevcûd olabilir. Bazen de karîne bulunmadığı halde tağlîb (gâlib ve ekseriyet
kılma) yoluyla dişiler erkeklere ilhak olunurlar: Yüce Allah'ın [(Hepiniz
oradan inin dedik...)][97]
ayetinde olduğu gibi.
Bazılarına göre
mü.zekker cem'ler va-d" (manalarına ilk tâyin, tesbît, koyuş ve kullanış)
bakımından dişilere de şâmildirler.
Esas alınmaya ve
tercihe değer olan cumhurun görüşüdür.
Alimler (Arabçada)
cem"in ifade ettiği en az sayının kaç olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Bu
sayı acaba iki mi yoksa üç müdür? Cumhurca bu sayı ikidir. Buna eöre mecazî
olarak değil, hakiki olarak iki sayısına cem" demek doğrudur. Bazı âlimler
de bu sayının üç olduğunu, iki sayısına ancak mecazî manada cem" denilebileceği
görüşündedirler. Her iki zümre de bir kısım deliller ileri sürmektedirler. Tercihe
değer olan, cumhurun görüşüdür.[98]
[(Ey iman edenler)][99] [(Ey
insanlar)][100], [(Ey kullarım)][101]
gibi Kur'an'daki hitabların şümulüne ASSÜ Peygamber Efendimiz de dahil midir?
Cumhura göre dahildir, Bazılarına göre dahil değildir. Tercihe değer, cumhurun
görüşüdür. Çünkü bu sığalar her insana ve her mü'mine şâmildir. ASSÜ Allah
Rasulü insanların da, mü'minlerin de efendisidir. Bir delil bulunmadıkça bu
hitabların dışında olamaz.
Manasının bütün
ferdlerini "âmmın kapsadığını, "âmm ile alakalı hükmün "âmmın
bütün ferdleri için sabit olduğunu kaydetmiştik. Fakat Şeriat Sahibinin
"âmmdan ibtidâen maksadının umum olmadığına yani mânasının bütün
ferdlerini kapsamak, hükmün sübûtunun bütün ferdleri için olmadığına, bilakis
ibtidâen maksadının "âmmın bazı ferdleri olduğuna ve hükmün sübûtunun da
bu bazı ferdler hakkında olduğuna delalet eden delil bulunabilir, işte
"âmmın ta-h-sî-sinden (Umumîliğinin husûsîleştirüip, şümullü olan
manasının daraltılmasından) maksad budur. Şu halde ta-h-sî-s "âmmın bazı
müsemmâlanna yani fcrdlerinc münhasır kılınmasıdır. Tahsise delâlet eden delile
muhassıs (elmu-ria-s-sı-s yani tahsis eden) adı verilir.
Mesela Hanefîler gibi
bazı fukahâ muhassısın "âmm ile birlikte ("amma mu-kârin) olması ve
muhassısın bulunduğu kelâm (ifadc)dan ayrı (müstakil) bulunmasını şart
koşarlar. Eğer muhassıs "amma mu-kârin değilse, muhassıs olamaz; nâsı-h
(nesheden) olur. Keza (muhassıs) "âmmın lafzından ayrı (müstakil) olmaz
İse -mesela istisna gibi-, muhassıs olamaz; buna, "âmmın umumîliğine mâni
ve sadece bazıjerdlerine münhasır bırakılması denir ki işte bu -ka-sr
(münhasırhk) delilidir.
Ancak cumhur,
Hanefîlerin muhassısda koştukları şartları koşmamaktadırlar. Cumhura göre
tahsîs, müstakil veya gayrı müstakil, "âmin olan nassa mu-kârîn olan veya
"âmm nassa mu-kârin olmayan bir delille yapılabilir. Fakat bu delildeki
şart, "âmm olan nass ile amel edilme vaktinden sonra vârid olmamasıdır.
(Bu delil) aksi
halde muhassıs değil,
nâsı-h olarak kabul edilir.[102]
Hanefîler dışındaki
görüşe, yani cumhura göre tahsisin delili şu şekilde incelenebilir:
Âmmı tahsîs eden
deliller iki nevidir: 1) Muttasıl
(bitişik), 2) Munfasıl (müstakil).
Muttasıl delil, kendi başına müstakil değildir. Bilakis "âmm ile birlikte
zikrolunmustur; manası kendisinden önceki lafızla alakalıdır; ve "âmm olan
kelimeye şâmil kelâmın bir parçasıdır. Müstakil delil ise, başlı başına
müstakil (ve ayrı) olup, "âmm lafza şâmil kelamın bir parçası değildir.
Bu muhassıs dört
nevidir: 1) Âmm ile muttasıl
(bitişik), müstakil kelam, 2) Âmmdan
ayrı (munfasıl), müstakil kelam, 3)
Akıl ve 4) Örf.
Birincisi, "âmm
İle Muttasıl, Müstakil Kelâm
Müstakil demek, tek
başına tam olan demektir. Amma muttasıl demek, "âmm ile birlikte
zikredilmiş, "âminin akabinde yer alan demektir. Mesela Yüce Allah'ın
[(Öyleyse içinizden kim o aya erişirse orucunu tutsun...)][103]
ayeti gibi. Âyetteki umumîlik Ramazan ayına her erişene şâmildir. Böyle
şahısların oruç tutmaları bu ayete göre farzdır. Fakat bu umumilik, kendinden
sonraki, kendine muttasıl, müstakil bir kelâm ile, hasta ve yolcu olmayanlarla
tahsîs edilmiştir. Yukarıdaki umum ifade eden ayetin hemen akabinde Yüce
Allah'ın şu âyeti yer alır: [(...Kim de hasta olur yahut yolcu olursa, o halde
başka-günlerde oruç tutamadığı günler sayısınca -orucunu kaza etsin-)].[104] Şu
halde, Ramazan ayına erişmiş olana orucun farz olduğu hükmündeki nassın
umumiliği, hasta ve yolculara şâmil değildir.
Kendisi tam olan
fakat, "âmm lafzın bulunduğu nassla bağlantısı olmayan kelâmdır. Mesela
Yüce Allah'ın [(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme
müddeti beklerIer...)][105]
ayetindeki tabiri, zifafa girmiş veya girmemiş her türlü boşanmış kadına şâmil
olan "âmm bir ifadedir. Buna göre, zifaftan önce veya sonra (fakat nikah
akdinden sonra) boşanmış kadınların üç hayız ve temizlenme müddeti iddet
beklemeleri farzdır. Fakat bu umumilik, bu meselede muhassıs olan Yüce Allah'ın
[(Ey iman edenler,
mü'min kadınları nikahlayıp da sonra, kendilerine dokunmadan onları boşadığmız
zaman sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur..,)][106]
ayeti ile "zifafa girmiş ve boşanmış kadınlar" olarak tahsis
edilmiştir. Yani bu ikinci ayet, birinci ayeti (nassı) sadece zifafa girmiş
kadınlara tevcih etmiş, onlar haricindeki kadınları şümulüne almasına mani
olmuştur. Yine Yüce Allah'ın
[(Boğazlanmayarak ölen hayvan eti size haram kılınmıştır)][107]
ayeti, bu durumdaki bütün hayvanlar hakkında "âmmdır. Boğazlanmayarak
ölen hayvanların etlerinin hükmü de bu ayete göre haramdır. Fakat bu umumi
hüküm ASSÜ Allah Ra-sulünün
[(-Denizin-suyu temizleyici ve Ölmüş olan hayvanlarının etleri de)
helaldir)] hadîsi şerîfiyle, deniz hayvanlarının ölüsü haricindeki ölü
hayvanlar ile tahsis edilmiştir. Yüce Allah'ın zina iftirası ve bunun cezasına
dair ayetleri de bu mevzuya misal teşkil eder. Ayetler şunlardır:
[(Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadıyla)
iftira atan, sonra (bu hususta) dört şahid getirmeyen kimseler(in her birin)e
de seksen deynek vurun. Onların şâhid-liklerini ebediyyen kabul etmeyin. Onlar
fâsıkların ta kendileridir. Meğer ki bu (hareketten) sonra tevbe (ve rucû) ve
(hallerini) ıslâh ederler. Çünkü Allah çok yarlığa-yıcı, çok esirgeyicidir)].[108] Bu
nass iftirâcılann umumuna şâmildir. Çünkü tabiri "âmm olduğundan, şümulüne
iftirâcılann hepsi: Kanlarına (zina hususunda) iftira eden kocalar olsun,
başkalan olsun, dahildirler. Keza [( cul- tabiri de "âmm olduğundan
şümulüne, iftiracıların kanları olsun veya olmasın kendilerine iftira edilen
kadınlar girmektedirler. Bu umum ifadesinin hükmüne göre iftiracı (karısına
iftira eden bir) koca olsun veya başka birisi olsun, aleyhine iftira (cezası
olan) herkese .hadd cezasının tatbiki icabeder. Fakat bu nassdan anlaşılan bu
umumi hüküm, Yüce Allah'ın
[(Zevcelerine zina isnâd eden ve kendilerinin
kendilerinden başka şahidleri de bulunmayan kimseler(e gelince:) onlardan her
birinin (yapacağı) şâhidlik, kendisinin hakikaten sadıklardan olduğunu Allah'a
yemin (ile) dört (defa ifade ve tekrar edeceği) şâhidliktir. Beşinci
(şehâdet)de eğer yalancılardan ise Allah'ın laneti muhakkak kendisinin üzerine
(olmasını ifade etmesi)dü\ O (kadın)ın billahi onun (yani kocasının) muhakkak
yalancılardan olduğuna dört (kere) şehâdet etmesi, beşincide de eğer kocası
sâdıklardan ise muhakkak Allah'ın gazabı kendi üzerine (olmasını söylemesi) o
kadından bu cezayı def eder.)] [109]
ayetleriyle tahsis edilerek, o hüküm sadece zina iftirasında bulunan koca
olmayan şahıslara münhasır bırakılmış, kanlarına zina isnad eden kocalar ise,
muhassıs nassm şümulüne girmişlerdir. Bunlar (izahlar) cumhurun görüşüne
göredir. Çünkü onlar muhassısın, "amma mu-kârin (yakın ve bir arada)
bulunmasını şart koşmam aktadırlar.
Hanefîlere göre bu
tahsis değildir; cüz'î (yani kısmen) bir nes-hdir. Yani Ha-nefîlere göre ikinci
nass,"âmmın hükmünden kocaların kanlarına zina isnad etmeleriyle alakalı
kısmını nes-hetmiş, böylece kocalar hakkındaki "âmmın hükmünü ibtâl
ederek, sadece kocalara, hususi bir hüküm tahsis etmiştir.
Akıl, şer"î
mükellefiyetlere şâmil bütün nassların, küçükler ve deliler gibi mükellefiyete
ehil olmayanların dışında, mükellefiyet ehliyetindekilere münhasır-lıklarını
tahsis etmeye delil olabilecek bir varlıktır. Şeriat akıl delilini te'yîd
ederek mükellefiyetin illetini, daha önce de kaydettiğimiz gibi, akıl ile
beraber bulûğ olarak kabul etmiştir.
Yüce Allah'ın
[(Dosdoğru namaz kılın)][110] ve
[(Size oruç farz kılındı)][111]
gibi şer"î mükellefiyetler hakkındaki umumi nasslarının hepsi küçükler ve
deliler haricindeki şahıslar ile tahsis edilmiştir. Mu-hassıslan akıldır.
Şeriat da aklın gösterdiği bu hükme delalet etmektedir.
Mükellefiyetlere şamil
olmayıp, aklın ta-h-sî-slerine hükmettiği umumi nasslar da böyledir. Mesela
Yüce Allah'ın [(Allah her şeyi yaratandır...)][112]
ayeti, Celîl olan Allah'ın dışındaki şeyler ile (akıl tarafından) tahsis edilmiş
(ve böylece -hâ-s-s olmuş)tir: Allah yaratılmış değildir; dâim ve bakîdir.
Keza Yüce Allah'ın
[(... Allah her şeye hakkıyla kadirdir)][113]
ayetindeki kudret, yukarıda da beyan edildiği üzere, Allah'ın kendi kendini
yaratmasına şâmil değildir. (Yani bu kudret, Allah'ın kendini yaratmasının
dışındaki şeylere kadir olmakla, akıl tarafından tahsis edilmiştir).
Mâliki Mezhebine göre
örf, "âmm lafzı tahsis edebilir. Karâfî (el-karâfî) şöyle diyor: Umumu
tahsis eden âdetlerimiz vardır. Örf ile tahsis edilen umûma (Mâlikîler) Yüce
Allah'ın şu ayetini misal veriyorlar [(Anneler çocuklarını iki bütün yıl
emzirir-ler. (Bu hüküm) emmeyi tamam yaptırmak isteyen(Ier) içindir,..)][114] Bu
ayet, çocuklarını emzirmemek, adetlerinden olmayan anneler ile tahsis
edilmiştir. Keza şunlar da Örf ile tahsise misaldir:
1) ASSÜ
Allah Rasulünün [(Yiyecek maddesinin, kendi cinsinden yiyecek maddesiyle, biri
az diğer fazla oldukları halde değişimi yasaktır)] hadîsi şerîfindeki umum
ifade eden tabiri, ASSÜ Allah Rasûlü devrindeki örfde, kendisine ismi verilen şeyler ile tahsis edilmiştir.
Bazı âlimlerin görüşü böyledir.
2) Yüce
Allah'ın bazı zâlim milletleri helak eden rüzgâr hakkında [(O, Rabbının emriyle
her şeyi helak edecektir...)][115]
ayeti, hemen kendisinden sonra gelen Yüce Allah'ın [(...işte onlar o hale
geldiler ki meskenlerinden başka bir şey görünmez oldu...)][116]
ifadesinin delalet ettiğine göre, Öyle bir rüzgâr âdeten neleri helak ederse,
onların hepsini helak ettiği manasındadır.
3) Keza Yüce
Allah'ın Sebe' Melikesi (Belkıs) hakkındaki [(...Kendisine her şey
verilmiştir...)][117]
ifadesi, "kendisi gibi iktidar sahibi hükümdarların (örfen) ellerinde
bulundurabildikleri şeylere sahib olduğu" şeklinde (örfün tahsisiyle)
anlaşılmaktadır.[118]
4) "Hayvanlar"
tabirinin sadece "atlar" için kullanıldığı bir memlekette adamın biri
"hayvanlarını bir şahsa vasiyet etse", umum ifade eden hayvanlar
tabiri, o memleket örfüyle tahsis edilir; ve vasiyet sadece
"atlarına" has kılınır. Varsa öküz, inek, koyun, keçi v.s. gibi diğer
hayvanları bu vasiyetin haricinde kalır.
Bu, daha önce de
söylediğimiz gibi, "âmm lafzın bulunduğu nassm ibaresinin bir parçasıdır.
Şu halde tek başına tam bir kelam değildir. Bu muhassısm muhtelif nevileri
vardır:
Birincisi, İstisna
(el'isti.sna)
İstisna (Arabcada)
yahut emsali harflerle,[119]
medlulünün muttasıl olduğu cümleye kasdedilmediğini gösteren, tek başına bir
müstakillik taşımayan, bir cümleye muttasıl kelamdan ibarettir; ve istisna ne
şart, ne sıfat ve ne de ğâyehdir. İstisna sığalarından bazıları şunlardır: 1)
-en meşhurları budur-, 2) 3) fit, 4)
lit , 5), 6) ve benzerleri.
istisnanın sıhhati
için, istisnanın ikisi arasını ayıran ve bölen hiçbir şey (lafız) bulunmaksızın
müste.snâ minh ile istisnanın, (kendisinden istisna edildiği şey) muttasıl
(bitişik) yahut muttasıl hükmünde olması şarttır.
(Bu şarta uymayip,
muttasıl olmayıp da) istisna munfasıl (ayrı) olursa, o zaman bir ay uzadığı
takdirde, böyle munfasıl istisnanın da sıhhatli olduğu şeklinde bir görüş varsa
da bu tercih olunamayacak bir görüştür. Tercihe değer olan yukarıda
zikrettiğimiz görüştür; ve fakihlerin cumhuru da onu kabul etmiştir.
Muhassıs olan,
muttasıl istisnaya misaller:
1) Yüce
Allah'ın [(...Meğer ki aranızda (elden ele) devredeceğiniz ve peşin yaptığınız
bir ticaret olsun! O zaman bunu yapmamanızda size bir vebal yoktur...)][120]
sözü, bu ayetin başında Allah'ın borçların yazılması emrini, tahsis eden bir
istisnadır.
2) Yüce
Allah'ın [(Kalbi iman üzre (sabit ve) mutmain (ve müsterih) olduğu halde
(cebir, zor ve) ikraha uğratılanlar (zorlananlar) müstesna olmak üzere kim
imanından sonra Allah'ı tanımazsa...)][121]
ayeti. Burada istisna, "âmm bir ifade olan sözünü, "kendi irade,
ihtiyar ve rızasıyla tanımayanlar" ile tahsis etmiştir. Fakat zorla
tanımamazlık eden (küfreden) ise kâfir olmamaktadır.
3) Yüce
Allah'ın
[(Onlar ki Allah'ın yanma başka bir tanrı daha
(katıp) tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina
etmezler. Kim bunlar(dan birini) yaparsa ceza görür. Kıyamet günü de azabı
katmerleşir ve o (azabın) içinde hor ve hakir ebedî bırakılır. Meğer ki
(şirkten) tevbe ve iman edip iyi amel (ve hareket)de bulunan kimseler ola.
işte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok varlığayıcı,
çok esirgeyicidir)][122]
ayeti. Ayete göre, zikri geçen kötü şeyleri yapıp da sonra tevbe ve iman
etmeyip, iyi hareketlerde bulunmayanlar ceza göreceklerdir.
Burada şunu da
açıklamak faydalı olacaktır: istisna eğer birbirlerine atfedilmiş cümlelerden
sonra bulunursa o takdirde, (mezkûr cümlelerden birine) mahsus olduğuna dair
delil bulunmazsa, bütün cümlelerin hepsine birden râcîdir. Bazılarına göre ise
bu durumda istisna, umuma şamil olduğuna dâir delil bulunmazsa, sadece son
cümleye râcîdir. Buna misal olarak şunları gösteriyorlar: Yüce Allah şöyle buyuruyor.
[(Namuslu ve hür kadınlara[123]
(zina isnadıyla) iftira atan, sonra (bu hususda) dört şahid getirmeyen kimselerin
her birine) de seksen deynek vurun. Onların ebediyyen şâhidliklerini kabul etmeyin.
Onlar fâsıklann ta kendileridir, Meğer ki bu (hareketlerden) sonra tevbe
(ederek dönerler) ve (hallerini) ıslâh ederler...)].[124]
istisna sadece son cümleye râcîdir şeklindeki ikinci görüş sahihlerine göre
burada istisna sadece a râcîdir;
ifadesine râcî
değildir. Birinci görüş sahihlerine göre de burada istisna sadece a râcîdir. Hüccetleri şudur: Delil istisnayı
bu ayette son cümle ile tahsis etmiştir. Diğer bir misal de Yüce Allah'ın
hatâen insan Öldürmeye dâir olan [(...Kim bir mü'mini yanlışlıkla Öldürürse
mü'min bir köleyi azad etmesi ve (ölenin) ailesine (mirasçılarına) teslim
edilecek bir diyet (kan bahası) vermesi lazımdır. Meğer onlar (o diyeti) sadaka
olarak bağışlamış olsunlar...)][125]
âyetidir. Ayetteki istisna e değil e râcîdir. Çünkü son cümledir, ikinci görüş
sahihlerine göre istisna sadece son cümleye rucû etmektedir. Birinci görüş
sa-hiblerinc göre ise delilin,diyetle istisnanın tahsis edildiğine delaleti
sebebi ile istisna yine e râcîdir.
Şevkânî'nin de dediği
gibi buradaki sıfattan "manevî sıfat" kasdedilmektedir. Maksad Arabca
Nahiv (syntax, söz dizimi) Ilmi'nde zikri geçen sadece na"t değildir.
Mesela Yüce Allah'ın
[(Analarınızla...kendileriyle (zifafa)
girdiğiniz kanlarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız (ile
evlenmeniz) size haram edildi...)][126]
ayetinde kendileriyle evlenmenin haram kılındığı üvey kızlar sadece,
ana-larıyla zifafa girilmiş olanlara münasırdır.
Birden çok olan
cümlelerden sonra sıfat bulunursa, sıfatın en son cümleye mi yoksa bütün
cümlelere mi âid olduğu meselesi, aynen istisnanın rucûu meselesi gibidir.
Ğazzâlî'nin de dediği
gibi şart, şart koşulan şeyin (meşrû-tun) onsuz var olmadığı ve kendisinin
varlığının, meşrû-tun var olmasını icabettirmediği şeydir. Sığaları fazladır.
Şart manasına olan (eşşar-üyyeh) ı bunlardandır. Misal olarak şu ayetler
gösterilebilir: [(Çocuklarınızı (başkalarına) emzirtmek isterseniz meşru
sûretde verdiğiniz (emzirme ücretin)i teslim etmek (ödemek) şartıyla yine
uhdenize vebal yoktur...)][127].
Ayette, nefy siyakında nekreliği sebebiyle "âmm olan ın nefyi (yani
vebalin olmaması), ayetteki şart ile meşruttur (şart koşulmuştur). Yani vebalin
olmaması sadece bu durumdadır. Başka bir ayette Yüce Allah şöyle buyuruyor:
[(Zevcelerinizin
çocuğu yok ise, terekesinin yarısı sizindir... Eğer çocuğunuz yoksa
bıraktığınızdan dörtte biri zevcelerinizindir...)][128]
Buna göre ayetteki, miras hakkı olarak terekenin dörtte bîri ve yarısı,
müteveffanın çocuğunun olmaması şartına bağlıdır.
Ğâyeh, bir şeyin
nihayetidir; sonudur, sinindir, hudududur; ve hükmün nihayetten Önce sabit
olmasını ve nihayetten sonra bulunmamasını (intifâını) icabettirir. Ğâyeh
sığaları (Arabcada) ve dır. Gayenden sonraki hükmün
ğâyehden önceki hükme
muhalif olması şarttır. Ğâyeh, ya bir tek cümlenin hemen akabinde olur, ya da
birden fazla cümlelerden sonra bulunur. Ğâyeh bir tek cümlenin akabindeyse,
ğâyeh bir tane ise bu durum, hükmün ğâyehden önceki kısma mahsûs olduğunu ve ğâyehden
sonraki kısmın, lafzın (ifadenin) "umûmundan hariç bırakıldığına delalet
eder. Mesela "Mezuniyetlerine kadar fakülte talebelerinin masraflarını
karşıla." ifadesi gibi Ğâyeh, bir tek cümlenin akabinde ise, fakat ğâyeh
birden fazla (müte"addid) ise: a)
Eğer ğayehlerin vürûdu "a-tıf Vâv'i ileyse yani ğâyeh cem" üzerineyse
hüküm ğâyehlerden önceye mahsûsdur. b)
Eğer ğayehlerin vürûdu ta-hyîr harfi ileyse yanı ğâyeh bedel üzerine ise hüküm
ğâyehlerden (herhangi) birine mahsûsdur. Mesela
"Mezun oluncaya ve memleketlerine (gitmek üzere) yola çıkıncaya
kadar fakülte talebelerinin masraflarını karşıla" ifadesinde hüküm
mezuniyetlerinden ve memleketlerine (gitmek üzere) yola çıkmalarından önce
talebelere mahsûsdur. Masraflarının karşılanmasının durdurulması için,
memleketlerine (gitmek üzere) yola çıkmaksızın sadece mezuniyetleri kâfi
değildir. Fakat durum "Mezun oluncaya yahut memleketlerine (gitmek üzere)
yola çücıncaya kadar fakülte talebelerinin masraflarını karşıla"
ifadesinde değişiktir. Bu son ifadede (hüküm yani) talebelerin masraflarının
karşılanması, mezuniyetlerinden Önceye yahut memeleketlerine (gitmek üzere)
yola çıkmakdan önceye mahsûsdur: Mezuniyet ve yola çıkmak olan buradaki iki
ğâyehden herhangi birisinin tahakkuku halinde masrafların karşılanması durur.
Alimler ğâyehin
muğayyâya (yani ğâyehin sonunu, bitimini, nihayetini gösterdiği şeye) dahil
olup olmadığında ihtilaf halindedirler. Bazısı, ğâyeh kendinden evvelki şeye
(muğayyâya) dahildir, derken diğer bazıları dahil olmadığı görüşündedirler.
Mesela Yüce Allah'ın
[(Ey iman edenler
namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi
yıkayın...)][129] ayetinde [(yıkamaya
dahil midir, değil midir? Bazı ulemâya göre dahildir; bazısına göre dahil
değildir, ihtiyat dahil olmalarını icabettirir.
Daha Önce de
kaydettiğimiz gibi "âmm, (şumulündeki) bütün ferdlerinin tamamına
(itiğrâ-k yoluyla) delalet eder. Fakat alimler "âminin bu şümule
delaletinin -ka-t"î mi yoksa -zannî mi olduğunda iki görüş halinde ihtilaf
etmişlerdir:
1) Hanefîlerin de dahil olduğu bir kısım
alimlere göre ta-h-sî-s olunmadıkça "âmmın ferdlerifıde delaleti katidir;
tahsis olunursa "âmmin bakî kalan ferdlerine delaleti kat'î değildir;
zannîdir. Bu görüş sahihlerinin "âmm lafız için kabul ettikleri
kat'iyyetin manası, mutlak olarak tahsis ihtimalinin ortadan kaldırılması
değil, delilden neş'et eden tahsis ihtimalini ortadan kaldırmaktır. Eğer
"âmmın tahsisine dair bir delil yoksa, "âmmın kat'î olarak umûma
delaleti bakîdir.
2) Cumhura göre,
la-h-sî-sden önce de, sonra da, "âmmın bütün ferdlerine şâmil oluşuna
delaleti -ka-t"î değildir; -zannîdir.
288) Birinci
görüş sahihlerinin (Hanefîlerin) delilleri şudur: "âmm olan lafız dil
itibariyle, bütün ferdlerini kapsayıp içine (ve şümulüne) alsın diye va-d"
olunmuştur.
arnm lafzın hakîki
manası budur. Onun için "âmm lafız söylenince bu hakiki manası
anlaşılmalıdır, "âmmın tahsisine, bazı ferdlerine münhasır olduğuna dair
bir delil bulunmadıkça, "âmmın mezkûr hakiki manasından başka bir manada anlaşılması
caiz olamaz. Herhangi bir delil bulunmadan "âmmın tahsîs edilme ihtimâli,
hiçbir Kıymet ifade etmez; hiçbir itibarı yoktur. Bu bakımdan delil olmadan
sadece "âmmın tahsis ihtimali, "âmmın ferdlerine şümulünün katiliğine
tesir edemez. Mezkûr ihtimal kuruntu ve vehim kabilinden bir şeydir.
Kuruntunun da kuruntuya kapılmanın da hiçbir kıymeti yoktur.
289) ikinci görüş sahiblerinin yani cumhurun
delilleri ise şudur: içinde "âmm lafızların bulunduğu şer"î nasslann
isti-krâı göstermiştir ki, "âmm lafız gâliben tahsîs edilmektedir. Pek az
istisnalar hariç, tahsis edilmeyen "âmm yoktur. Hattâ alimler arasında
"bir kısmı tahsîs edilmemiş "âmm yoktur" tabiri şöhret
bulmuştur, "âmm olan lafzın tahsisi ekseriyetle şuyû bulmuşsa, tahsîs
ihtimâli de kuruntu ve vehim değildir. Netice itibariyle "âmmın
istiğrâ-ka (kapsam ve şümule) delaleti kat'î olmaz.
Alimlerin, "âmmın
delâletindeki kuvvet hakkındaki yani delaletinin zannî veya kat'î olması
hususundaki görüş ayrılıkları, şu iki mevzuda da ihtilaf etmelerine sebeb
olmuştur:
A) Kur'anın
"âmm ifadelerinin, â.hâd haberlerin -hâ-s-sı ile ta-h-sî-s edilmesi:
Alimler Kur'andaki "âmm lafzın Kur'an ile veya Mütevâtir Sünnet ile tahsîs
edilebileceğinde müttefiktirler. Fakat â.hâd Sünnet ile tahsîs edilip
edilemeyeceğinde ittifak etmemişlerdir. Çünkü Kur'anın sübûtu kat'îdir; fakat
â.hâd Sünnetin sübûtu zannîdir. Zannînin ise kat'îyi tahsîs kuvveti yoktur. Bu,
Hanefîlerin görüşüdür. Onlara göre Kur'anın "âmmının â.hâd Sünnetle
tahsisi mümkin değildir. Kur'anın "âmmı, ancak kendi kuvvetindeki bir
mu-ha-s-sı-s ile tahsîs olunabilir, da ya Kur'an nassıdır, yahut Mütevâtir
Sünnettir, "âmmın delaleti, tahsîsden sonra zannî olduğundan kendisini,
zannî olan bir muhassıs -mesela â.hâd haberler gibi-, tahsîs eder. Hanefîlere
göre "âmmın tahsîsi, kendisinden muradın ve maksadın ne olduğunu beyan ve
açıklama kabîlindendir. Onun için açıklayıcı, açıklanan kuvvetinde veya daha
kuvvetli bir şey olmalıdır.
Hanefîlerin dışında kalanlara
yani âlimlerin cumhuruna göre Kur'andaki "âmm lafız, â.hâd Sünnetteki
-hâ-s-s lafız ile ta-h-sî-s olunabilir. Çünkü â.hâd haber, sübût bakımından
zannî ise de, -hâ-s-s olduğundan delalet bakımından kat'îdir; ve Kur'anın
"âmm olan lafzı sübût bakımından kat'î ise de delalet bakımından zannîdir.
Böylece Kur'anın "âmmı ile â.hâd haberin -hâ-s-sı birbirlerine muâdil ve
denk olurlar. Bundan dolayı Kur'anın "âmmının, â.hâdın -hâ-s-sı ile
tahsîsi caizdir.
â.hâd haberlerle
Kur'anın "umûm ifade eden lafızlarının tahsisine dâir misaller:
1) Yüce
Allah'ın [(Boğazlanmayarak ölen hayvanın (murdar hayvanın ve İaşenin) eti size
haram kılındı...)][130]
ayeti ASSÜ Nebî Efendimizin [(-Denizin- suyu temiz ve temizleyici, ölüsü de
helaldir)] hadîsi şerîfiyle tahsîs olunmuştur.
2) Kur'anın
miras ayetlerrndeki mirasçının "umûmunu, ASSÜ Peygamber Efendimizin
[(Müslüman millet mensûblan ile islâm Milletinden olmayanlar arasında miras
hukuku ceryan etmez)] hadîsi şerîfiyle
[(-Murisini öldüren- katil, miras alamaz)] hadîsi tahsîs etmiştir.
3) Yüce
Allah'ın [(Erkek hırsızla kadın hırsızın... ellerini kesin...)][131]
ayetinin "umûmunu, ASSÜ Peygamberimizin [(Dörtte bir dinardan azında
(hırsızlık sebebiyle uzuv) kesmek yoktur)] hadîsi şerifi tahsîs etmektedir.
4) Yüce
Allah'ın [(...Onlardan mâadası ise -nâmuskâr ve zinaya sapmamış (insanlar) halinde
(yaşamanız şartıyla) mallarınızla (mehir vermek veya satın almak suretiyle)
ara(yıp nikahla)mamz için- size helal kılınmıştır...)]2 ayetinin "umûmunu,
ASSÜ Allah Rasûlünün [(Kadm, halasının ve teyzesinin üzerine (aynı anda aynı
erkeğin kanlan olarak) nikahlanamaz)] hadîsi şerîfiyle tahsîs olunmuştur.
Şu halde Kur'anın
umûmunun â.hâd Sünnet ile tahsisinin vuku bulmuş olması ve delil olarak da bu
vakıanın ileri sürülmesi, Kur'anın umûmunun â.hâd Sünnetle tahsisinin sıhhatine
delildir.
Hanefîler, cumhurun
İleri sürdüğü delillere karşı şunları söylüyorlar: Yukarıdaki hadîslerle
tahsisin yapılmasının iki sebebi vardır:
a) Ya
Kur'anın "âmmı, kat'î bir delil ile lahsîs olunmuş ve geriye kalan ferdlerine
delâleti zannî olmuştur; (ve bu durumda) geriye kalan ferdlerde "umûmun
zannî bir delille tahsîsi caizdir. Mesela Yüce Allah'ın [(...onlardan mâadası
ise...size helâl kılınmıştır)][132]
ayetinde bulunan lafzı âmmdir. Müşrik kadınların ve müşrik olmayan kadınların
umûmuna şâmildir. Fakat (buradaki lafzı) Yüce Allah'ın [(...Allah'a eş tanıyan
(müşrik) kadınlarla... evlenmeyin...)][133]
ayetiyle tahsîs edilmiştir. Bu tahsîsden sonra (ayetteki umum ifade eden
lafzı), mesela [(Kadın, halasının ve teyzesinin üzerine (aynı anda aynı erkeğin
karıları olarak) nikahlanamaz)] hadîsi gibi â.hâd haberle, zannî bir delil ile
tahsîsi kabul eder.
b) Ya da
yukarıdaki (cumhur tarafından delil gösterilen) hadisler meşhur, mus-tefî-d
Sünnettendir. Meşhur Sünnet ile Kur'anın "âmmı tahsîs olunabilir.
Doğrusu, Kur'anın
â.hâd Sünnetle tahsîs olunduğu bir vakıadır. Alimler bu hususu delillerle
göstermişlerdir. Tahsîs eden hadislerin Meşhur olduğu şeklindeki Hanefîlerin
iddiası kabul edilemez. Bu hususda Hanefîlerin delili yoktur. Çünkü (muhassıs
olan) bazı â.hâd hadislerin Meşhur oldukları doğruysa da, hadîs alimlerinin
izah ettiği üzre (muhassıs) diğer hadîsler (Meşhur değil) â.hâddırlar.
Şunu da söyleyelim ki,
Sünnet bahsinde de zikrettiğimiz gibi, cumhura göre â.hâd haberlerden olan
Meşhur Sünnet, Hanefîlere göre Kur'anın "âmmıni tahsis edebildiği için,
cumhurla Hanefîler arasındaki görüş ayrılığının hududu daralmaktadır.
291) B)
"âmmın hükmü -hâ-s-sın hükmüyle ihtilaf ettiğinde, birinin hükmü diğerinin
hükmünün muayyen bir meseledeki delâletine ters ise: Birinci görüş sahihleri
yani "âmmın delaleti katidir diyenlere (Hanefîlere) göre ikisi arasında
te"âm-d vardır. Zira her ikisinin de delaleti katidir. Bu durumda, hâss
ile âmmın (nuzûl veya) vurûd zamanlan birbirinden ayn değil ise (birbirine
zaman bakımından muk-terin oldukları biliniyorsa) hâss âmmı tahsis eder. Fakat
vurûd (veya nuzûl) bakımından hâss, âmrndan sonraysa, âmmı bazı ferdlerinde
nesheder. Fakat hâss ile âmmın vurûd (veya nuzûl) zamanlan mechûl ise, tercî.h
kaidelerine göre ikisinden tercihe şâyân olan (râcı.h) ile amel olunur. Eğer
(ikisinden biriyle amel etmeyi sağlayacak bir tercîh unsuru ve) muraccı.h yok
ise biri diğerini amelden düşürür; her ikisiyle de (istidlal ve) i.hticâcda
bulunulamaz.
İkinci görüş sahibleri
yani âmmın umûma delaleti zannîdir diyenlere göre hâss ile âmm arasında
te"âru-d yoktur. Zira (onlara göre) hâssın delaleti kati, âmmın delaleti
zannîdir. Kat'î zannîye tercîh (ve takdîm) olunduğundan, zanniyle değil
kat'iyle amel olunur. Yani tarih bakımından hangisinin daha evvel (vârid veya
nazil) olduğunu bilsek de, bilmesek de hâsa ile âmm (bu durumda) tahsis edilir.
Şâfiîler, Hanbelîler ve bunlara muvafık olanlann görüşü budur.
Mesela ASSÜ Allah
Rasûlü [(Göğün (semânın) suladığının (zekât olarak) onda biri verilir)] ve
[(Beş ves-k[134] den az olan (toprak
mahsullerimden zekât verilmez)] buyurmuştur. Birinci hadîs âmmdır; mahsûlün
azına da çoğuna da şâmildir. Buna göre mahsûl az olsun, çok olsun onda biri
zekât olarak verilir. İkinci hadîs (âmm değildir) hâssdir; ne hakkında vârid
olmuşsa sadece ona şâmildir. Yani sadece beş ves-klık (veya daha çok) mahsûle
şâmildir; daha azına şâmil değildir. Cumhur ikinci hadîsle amel etmişlerdir.
Zira ikinci hadîs hâssdir ve delati kat'îdir. Birinci hadîs âmm olup, (onlara
göre) delaleti zannî olduğundan kendisiyle amel etmemişlerdir. Böylece cumhur,
"beş ves-kden az toprak mahsulâtından zekât vermenin farz olmadığı"
görüşüne varmışlardır.
Birinci görüş sahibi
olan Hanefîler, âmm olsa da, delaleti hâs gibi kati olduğundan dolayı, mahsûlün
azında da çoğunda da zekâtın verilmesini icabettir-diğinden birinci hadîs ile
amel etmişlerdir. Vucûb hususunda ihtiyatlı olmak gerektiğinden ikinci hadisle
değil, birinci hadisle amel tercîhe şayandır. Aynca birinci hadîs diğerinden
daha meşhurdur; ve onunla amel etmek fakirler için daha faydalıdır.
a)
Kendisiyle -hu-sû-sun kasdedilme ihtimâlinin olmadığına dair delilin bulunduğu,
"umûma kat'î bir şekilde delalet eden "âmm. Faraza Yüce Allah'ın
[(Yerde yürüyen hiçbir canlı hariç olmamak üzere nziklan Allah'ın üstünedir)] [135]ayeti
gibi.
b)
Kendisiyle bütün ferdlerinin değil, bazı ferdlerinin kasdedildiğine dair delil
bulunduğu için, kat'î olarak kendisiyle husus kasdedilen "âmm. Mesela Yüce
Allah'ın:
1) [(...Ona gücü yetenlerin Kabe'yi hacc (ve
ziyaret) etmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır...)][136],
2) [(Namazı
dosdoğru kılın...)][137],
3) [(...öyleyse içinizden kim o aya (Rama-zan'a)
erişirse orucunu tutsun...)][138]
buyurduğu ayetleri bu kabildendir. Birinci ayetteki tabiri, ikinci ayetteki
[(lafzındaki cemâ"at zamîri ve üçüncü ayetteki ifadesi, "umûm lafızlanndandır. Fakat
bunlar ile mükelleflerin hepsi değil, bazıları kasdedilmektedir. Ehliyeti
bulunmayan deliller ve benzerlerini insan aklı bu mükellefiyetin dışında
mütâlâa ettiği gibi, hadîs ile de mükellefiyet hârici bırakılmışlardır. ASSÜ
Peygamberimiz şöyle buyuruyor[(Şu üç kişiden mes'ûliyet kaldırılmıştır: Bulûğa
erinceye kadar çocuktan, aklı başına gelene kadar deliden ve uyanıncaya kadar
uyuyandan)].
4) Keza Yüce
Allah'ın [(...o ateşin tutarağı (odunu, çırası, ocaktaşı) insanlarla o
taştır..)][139] ayetinde dan maksad :
[(Şübhe yok ki kendileri içirt bizden en güzel (bir saadet ve cennet müjdesi)
takdîr edilmiş olanlar, işte bunlar cehennemden uzaklaştırılmışlardır)][140]
ayetinin delalet ettiği üzere hepsi değil, bir kısmıdır.
c) Mutlak
"âmm ("âmmun ma-h-sû-s). Tahsisinin muhtemel olmadığına dair karinesi
bulunmayan, "umûma delaletinin olmadığına dair de karinesi bulunmayan
("umûma delâletinin ve tahsis ihtimalinin bulunmadığına dâir karinesi
olmayan) mutla-k "âmmdır. Mesela Yüce Allah'ın
[(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız
ve temizlenme müddeti beklerler...)][141]
ayeti gibi.
Irak Medenî Kanununun
7. maddesinde "Kim hakkını gayn meşru bir şekilde kullanırsa, tazminden
mükelleftir" der. "Kim: tabiri, umum ifade eden lafızlardan
olduğundan "âmmdır.
Irak Ceza Kanununun
253. maddesi "Her kim yalancı şâhidlikte bulunmak için bir şey isterse
yahut alırsa yahut hediye kabul ederse yahut bulunulan vaade razı olursa,
kendisi, o şeyi veren veya vaadde bulunan yahut buna vâsıta olan, rüşvet yahut
yalancı şâhidlik cezalarının hangisi daha ağırsa onlarla cezalandırılırlar"
der. Burada "her kim: tabiri umum ifade eder. Zira "her: tabiri,
izafe olunduğu şeyin umûmunu ifadede kullanılır. Keza umûm lafızlarından olan
"kim: tabiri de umum ifade etmektedir.[142]
b) "âmmın
Tahsisine Dâir Misaller:
Irak Ahvâli Şahsıyye
Kanununun 58. maddesi "zevce hariç, herkesin nafakası kendi malından temin
edilir. Zevcenin nafakası kocasına âiddir" der. Burada isti.snâ' (yani
hâriç tabiri) mu-ha-s-sı-sdır. Herkesin nafakasının kendi malından temin edilmesini,
zevce haricindeki kimselerle tahsis etmektedir. Yani istisna, "âmm
olan" herkesin nafakası kendi malından temin edilir" hükmünü, zevce
dışındaki şahıslara münhasır (mahsûs) bırakmıştır. Kendisinin malı mülkü olsa
da zevce nafakası bütün durumlarda kocaya âiddir.
Aynı Kanunun 10.
maddesi şöyledir: "Evlenme akdi, vergi, harç ve resim alınmadan,
salahiyetli mahkemede, aşağıdaki şartlara uygun olarak husûsî bir sicile
kaydolunur..." Buradaki "mahkeme" tabiri "âmmdır. Fakat
kanunun kendisine evlilik akidlerini tescil salahiyetini verdiği mahkeme
mefhûmu ile tahsis olunmuştur, tahsîs eden muhassıs ise "salahiyetli"
sıfatıdır.[143]
Usulcü ve fakihlerin
lisânında "muteber olan lafzın "umûmudur, sebebin -hu-sû-su değildir"
ifadesi çok meşhur olmuştur. Bununla söylemek istedikleri şudur: Bir suâl, bir
vaka gibi hususi bir sebeble vârid olsa bile "âmm, "umûmu üzere
bakîdir. Şu halde hüküm nasslara, nasslann şumûlündeki hükümlere göredir; yoksa
hüküm bu nasslann vârid olmasına vesile teşkil eden sebeblere göre değildir.
Buna göre nass, "âmm sîğa ile vârid ise, nassın "umûmuyla amel etmek
lazımdır. Bu umûmî nassın vürûduna sebeb teşkîl eden şey bir suâl yahut vuku
bulmuş bir hâdise olsun, sebebi nazarı dikkate alınmaz. Çünkü nassın umûm
sîğasıyla vârid olması demek Şeriat Sahibinin, nassın hükmünün umûmî olmasını
istemesi, sebebine has (ve mahsûs) olmamasını dilemesi demektir. Hanefî,
Hanbelî mezhebleri ve diğer bazı fukahâ bu görüştedir. Bu mevzûya dâir misaller
pek çoktur. Birkaçını zikredelim:
1) Allah'ın
Salât ve Selâmı Üzerine olsun Allah Rasûlüne biri gelip: "Biz deniz
yolculuğu yaparken beraberimizde (ancak) az mikdârda su al(abil)iriz. O suyla
abdest alırsak (sonra) susuz kalırız. Deniz suyu ile abdest alalım mı? Diye sorunca
cevaben Peygamberimiz: [( [(Denizin suyu temiz ve temizleyici, (deniz
hayvanlarının) ölüsü(nün etini yemek) de helaldir)] buyurmuştur. Buradaki
[(suyu temiz ve temizleyicidir)] tabiri "âmmdır. Zaruret hali veya gayn
zaruret haline şâmildir. Burada hüküm suâlin hususuna (hususîliğine) değildir;
sual soranın yanına aldığı suya ihtiyacı oluşundan dolayı deniz suyu ile abdest
alınıp alınmayacağını sorması haline mahsûs değildir. Keza nassın (deniz suyunun
temiz ve temizleyici olduğu şeklindeki) hükmü sadece suâl sorana mahsûs
değildir; umûm için bir hükümdür; herkese şâmildir.
2) ASSÜ
Peygamber Efendimiz ölmüş bir koyun görünce beraberinde bujunan ashabına:
[(Derisin almaz mısınız? Tabaklar kullanırsınız!..)] diğer bir rivayette de:
[(Tabaklanan her deri temizlenmiştir)] buyurur. Burada Peygamberimizin
kullandığı ifâde "âmmdır: Gördüğü Ölü hayvana (koyuna) mahsus, ölü koyun
derisine has değildir; tabaklanmakla temizlenmesi bakımından bütün derilere
şâmildir.
3) ASSÜ
Rasûlullah Efendimize Sa"du bnu rrabî" Efendimizin zevcesi gelerek
şöyle dedi: "Bu iki çocuk, seninle Uhud Harbi'nde savaşırken şehîd olan
Sa"du bnur-rabî"in kızlarıdır. Amcaları bunların (babalarından miras
yoluyla kendilerine intikal etme durumundaki) mallarını aldı (babalarından bu
iki kıza hiçbir şey kalmadı)." Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kızların
amcalarına: 3-[(Bu iki kıza, babalarının öldüğünde geriye bıraktığı bütün malın
üçte ikisini, annelerine (yani sa"dın zevcesine) de sekizde birini
vereceksin. Bakiye de senindir)] demiştir. Peygamberimizin bu vak'aya dâir verdiği
bu hüküm, sadece bu olaydaki şahıslara mahsûs değildir; (mirasçı olarak zevce,
iki kız evlad ve erkek kardeşin bulunduğu, buna benzer) bütün miras
meselelerine ve bütün insanlara şâmildir; hepsini umûmuna alır. Bu olayda
kızların babalarının Allah yolunda şehîd olması, kızların (kendilerine miras
olarak intikal edecek maldan) başka mallarının olmamasının hiç ehemmiyeti
yoktur.
4)
Kur'andaki li"ân (karı kocanın lânetleşmesine dâir) ayeti, zevcesinin
zinâkâr olduğunu iddia ede(rek, bunu şâhidlerle isbat edemeye)n Umeyye oğlu
Hilâl (hilâlu bunu umeyyeh) hâdisesi sebebiyle inmiş olsa bile ayet, kanlarının
zinâkâr olduğunu iddia eden bütün kocalar hakkında umûmîdir; "âmmdır.[144]
!,lte ânlara benzer
bir suâl yahut bir hâdise gibi husûsî bir sebeble vârid olan er âmm
(ifaden)İn "umûmuyla amel edilir; sebebinin hususîliğine bakılmaz.
Vunkü imam Şafiî'nin de dediği gibi "sebeb bir şey ortaya koymaz. Bir şey
ortaya k°yan lafız ve ifadelerdir." ASSÜ Peygamber Efendimiz zamanından
beri uslüman fakihlerin anlayışı tatbikatı bu olmuş ve hiçbir zaman bunun
karşısına çıkan bulunmamıştır. Onun için hükmün, sebebinin hususîliğine değil,
lafzın umumîliğine göre olduğunda icmâ" vardır. Burada hatırlatalım ki
Kur'an ve Sünnet'teki "umûm ifade eden lafızların ekserisinin vurûd
sebebleri, sorulan sualler veya vukua gelmiş hâdiselerdir. Bununla beraber,
kaydettiğimiz üzre, fakihler bu lafızların "umûmuyla amel etmişler,
hiçbiri aksi bir görüş benimsememiştir.
îslam Hukuku'ndaki bu
tatbikat aynen beşerî hukuklarda da mer'îdir. Kanunların (meclislerden
çıkarılıp) mer'iyyete konulmasının hususi sebebleri yahut buna âmil olan
muayyen hâdiseler bulunsa da, muteber olan kanunların umûm ifade eden metinleri
ve ihtiva ettikleri umûmî hükümleridir.
Usulcülerc göre
müşterek, hudûd ve mana mahiyetleri farklı olan ferdlcri, bedel esasına göre
içine alan bir lafız ve tabirdir. Başka bir tabirle müşterek, iki yahut daha
çok manalara müteaddid va-d"larla va-d"olunmuş bir lafızdır. Şu halde
müşterek, delalet ettiği şeylerin hepsi için bir va-d"la değil, müteaddid
va-d"larla va-d" olunmuştur. Yani müşterek, manalarından her bir
manaya müstakil, münferid olarak vad" olunmuştur. Müşterek lafız (mesela
önce) şu manaya va-d"olunmuş, sonra başka bir manaya va-d"olunmuştur;
ve böylece va-d"lar levâlî etmiştir.
Sadece iki manaya
va-d"olunmuş müşterek lafızlardan biri" tJl}\" kelimesidir. Bu
kelime hem kadınların hayız (ay başı) halleri ve hem de (iki hayız hali
arasındaki) temizlik hali manalarına va-d"olunmuştur.
ikiden fazla manaya
va-d"olunmuş müşterek lafızlardan biri" cr^J I" kelimesidir
ve müteaddid manalara
va-d"olunmuştur: Bir uzuv olan göz, su gözesi, câsûs, ticâret malı
manaları bunlardan bazılarıdır. Bu lafzın bütün bu manalara va-d"olunması,
müteaddid va-d"larladır. Yani bu manalardan her birine müstakil, münferid
olarak va-d"olunmuştur. Mesela " ^jil" lafzı da böyledir: Azâd
eden ve azâd olunan için va-d"olunmuştur.
Arab Dili'nde müşterek
lafızlar mevcuddur. Bunu inkâr mümkin değildir. Arabcada müşterekin
mcvcûdiycündeki sebebleri alimler bahis mevzuu etmişlerdir. Sebeblerin en
ehemmiyetlileri şunlardır:
a)
Lafızların, manalarına va-d"ında Arab kabilelerinin farklı hareket
etmeleri. Mesela bir kabile bu lafzı bir manada kullanırken, başka bir kabile
aynı lafzı değişik bir manada kullanmış, üçüncü kabîlc aynı lafzı üçüncü bir
manaya va-d"etmiştir. Böylece va-d" teaddüd etmekte, dil âlimleri va-d"ın
veya vâ-dı"ın (kullananın) müteaddid olduğunu açıklamaksızın bize lafız,
bu (müteaddid) manalarda kullanılmış olarak naklolunmaktadır.
b) Lafız bir
manada kullanılır; sonra bir başka manada mecaz olarak isti'mâl edilir; sonra
mecazî kullanılışı şöhret bulur; ve şöhret bulan bu kullanılışın, o lafzın
mecazî manası olduğu unutulur. Böylece lafız bize hakiki ve mecazî manalarda
kullanılmış (mev-dû") olarak naklolunur.
c) Lafzın,
iki mana arasında müşterek bir manaya va-d" olunması, lafzın bu iki manaya
kullanılmasının doğru (-sa.hî.h) olması, sonra her iki manaya lafzın kullanılmasının
doğruluğuna âmil olan bu müşterek manada insanların gaflete düşüp lafzı, lafzı
müşterek kabilinden'bir lafız zannetmeleri. Mesela " lafzı böyledir. Bunun
lügat (yani kelime olarak) manası, muayyen bir şeyin husulünün itiyâd haline
geldiği her zaman ve vakit demektir. Arabcada denilir. Manası "sıcaklığın
olduğu, mûtâd bir zaman devresi vardır" demektir. Keza Arabcada denilir.
Manası "kadının hayız gördüğü mûtâd zaman devresi ve temiz olduğu mûtâd
zaman devresi olarak devrî zamanlan vardır" demektir. Arabcada lafzı da
böyledir: Kendisi" (iki veya daha çok sayıdaki şeyleri bir araya getirip
toplamak) manasına va-d"olunmuş bir lafızdır. Bu itibarla (evlenme ve
nikâh) akdinin kendisi için kullanılması doğrudur. Çünkü akid iki lafzı: Icâb
ve kabulü -dammetmektedir (bir araya getirmektedir). Aynı şekilde "
^üdl" lafzının "cinsî münâsebet" için kullanılması da doğrudur.
Fakat (ennikâ.h lafzının nikâh) akdi için kullanılması yaygınlaştığı ve şöhret
bulduğu için, bazıları bu lafzın hakiki manasının nikah akdi olduğunu, bu
lafzın diğer manalara kullanılmasının ise mecazî olduğunu zannetmiş, diğer
bazıları da bu lafzın hakiki manasının cinsî münâsebet olduğunu, akid için
kullanılışın ise mecazî manasında kullanılışı olduğunu sanmıştır.
ç) Lafzın
lugatta (kelime olarak dilde) bir manaya va-d"olunması, sonra aynı lafzın
ıstılahda başka bir manaya va-d"olunmasi. Mesela Arabcadaki"lafzı
gibi: Lugatta, "duâ" manasına va-d"olunmuş, sonra Islâmî ıstılahda
"namaz" olarak bildiğimiz ibadete va-d "olunmuştur.
Kitab veya Sünnet'in
şer"t bir nassinda müşterek lafız vârid ise:
a) Lugavî
bir mana ile şer"î ve ıstılahı bir mana arasında müşterek ise, şer"î
ve ıstılahı manası esas alınır.
b) İki veya daha fazla îügavî manalar arasında
müşterek ise, bir delile istinad edilerek bu manaların birinin esas alınması
icabeder.
1- a) Yüce
Allah'ın [(Boşama iki defadır...)][145]
ayetinde lafzı şer"î ve ıstılahı manasıyla anlaşılır"in şer"î ve
ıstılahı manası, meşru evlilik rabıtasının, bağının çözülmesidir. Buradaki
tabiri, lügat manası olan "herhangi bir bağı çözmek" manasıyla
anlaşılmaz.
b) Yüce
Allah'ın [(Namazı dosdoğru kılın... )][146]
ayetinde lafzıyla kasdedilen: Edâ ediliş tarzı hepimizin malumu bulunan ibadet
manasındaki şer"î ve ıstılahı mefhûmudur; "duâ" demek olan
lugavî manası değildir.
Müşterekin lugavî
değil de ıstılâhî manasıyla anlaşılmasının sebebi şudur: Şerîat Sahibi, bu
lafzı lugavî manasından alıp, kendisinin kullandığı şer"î ve ıstılahı manasına
nakledince, Şerîat Sahibi örfünde ve lisânında o lafzın delâleti, Şerîat Sahibi
hangi manaya kullanmışsa o mana için tayin edilmiş olduğundan, sadece o mananın
anlaşılması icabeder.[147]
2- a) Yüce
Allah [(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç -kur' müddeti beklerler...)][148]
buyurmuştur. Burada tabiri lugavî manasında kullanılmıştır. Bu lafzın lugavî
manası da "kadının hem hayız hâli ve hem de temizlik hâli" demektir.
Buna göre müetehid, burada bu lafızdan ney-İn kasdcdildiğini anlamak için var
gücünü kullanacaktır. Çünkü Şeriat Sahibi sadece iki manadan birini
kasdetmiştir. Müctehidler ictihadlarında, (meselelere) bakış açılarında,
manalardan biri veya diğerine delalet eden karinelerin tercihinde ihtilaf
halindedirler. Onun İçin ayette geçen un manasında ayrı görüşte olduklarını
müşahede ediyoruz: bir kısmı ayette tabirinin manası temizlik halidir derken,
diğer bir kısmı da hayız halidir demektedirler. Burada bu tabirin manası
temizlik halidir diyenler bazı karinelerle istidlalde bulunmuşlardır. Mesela
şunu ileri sürüyorlar: Ayette tabirinin sonunda "müenneslik tası"
vardır. Bu da sayısı bildirilen şeyin (ma"dûdun) müzekker olduğunu
bildirir. Müzekker olan (temizlik hali manasındaki) " lafzıdır; (hayız
hali manasındaki) lafzı değildir. Onun
için ayetteki dan temizlik hali anlaşılır.
İkinci görüş sahibleri
(olan Hanefîler de) bir takım karinelerle istidlalde bulunmuşlardır. Mesela
şöyle diyorlar: Ayetteki lafzı -hâ-s-sdır; ve manasına kart olarak delalet
edeceğinden, "iddet müddeti de eksiksiz ve noksansız üç -kur' olacaktır.
Bu zaman mikdâri da ancak -kur'un manası ayette hayız olarak anlaşılınca
gerçekleşebilmektedir. Bu hayız manasını, temizlik manasına tercih ettiren, bu
hu-susda teyîd mahiyetinde olan diğer bir durum da şudur: Kadının "iddet
müddetinden maksad, çocuğun kadının rahminde olup olmadığının anlaşılmasıdır.
Bunu anlatan da (temizlik hali değil) hayız halidir.
b) Yüce
Allah [(Eğer erkek veya kadın kelâleh oldukları halde (vefat edip geriye mal
ve) mîrâs birakmışlarsa...)][149]
buyurmuştur. Arabcada " lafzı müşterektir: 1) Baba ve evlâd bırakmadan vefat eden için kullanılır, 2) Mirasçılardan baba ve evlâd
olmayanlar için kullanılır. 3) Baba
ve evlatların vâsıta olmadıkları hısımlar için kullanılır. Burada müetehidin
mirasla ilgili nasslara ve karinelere müracaatla kelimesinden maksadın ne
olduğunu izah etmesi lazımdır. Mirasa dair nassların iti-krâından sonra
fakîhlerin cumhuru âyetteki
den maksadın 1. mana
olduğu görüşünü tercih etmişlerdir. Yani baba ve evlâd bırakmadan vefat eden
şahıs dir görüşünü benimsemişlerdir.
Müşterekin umûmu
demek, müşterek lafzın kullanılıp, hangi manalara va-d" olunmuşsa o
manaların hepsinin birden kasdedilmcsidir. Bu meselede usûlcüler (farklı
görüşler halinde) ihtilaf etmişlerdir:
Müşterekle "umûm
kasdedilemez. Müşterek, sadece bir tek mana(sın)da kullanılabilir. Müşterekin
va-d"olunduğu manaların hepsi, müşterekin bir kere isti'mâliyle
kasdedilemez. Bu, Usulcülerin cumhurunun görüşüdür.
Dayandıkları delilleri
şunlardır: Müşterek, delalet etliği manaların hepsine birden bir tek
va-d"la va-d"olunmamıştır; müteaddid va-d"larla
va-d"olunmuştur. Yani manalarından her bir manaya müstakil, münferid
olarak va-d"olunmuştur. Bu bakımdan bir kullanılışında bütün manalarının
kasdedilmesi, va-d"ındaki esasa muhaliftir. (Bir lafzın) va-d"ındaki
asla ve esasa muhalefet ise caiz değildir. Bunu müşterekin, manalarına şumûl
değil, bedel esasına göre delalet ettiği de açıklar. Yani müşterek,
(manalarından sadece bu veya şu manasına delalet eder; bir defada bütün
manalarına delalet etmez. Çünkü müşterekin o manalara va-d"olunması
müteaddid va-d"larla olmuştur. Bu, "âmm lafız ile müşterek lafız
arasındaki farktır: Çünkü "âmm olan lafız, lafzının şümulünde bulunan
bütün ferdlcre şumûl ve istığrâ-k (kapsama) esasına göre delalet eder; bedel
esasına göre delalet etmez.
Müşcrekle "umûm
kasdedilebilir. Müşerekde aslolan, kullanıldığında bir ek mananın kendisinden
kasdedilmesi ise de, bir defa kullanıldığında kendisiyle bütün manalarının
kasdedilmesi caiz ve mümkindir. Böylece, delalet ettiği manaya şümulünde aynen
"âmm lafız gibi olur.
(Bu görüş
sahihlerinin) dayandıkları delilleri şunlardır: Müşterek lafız, Kur'anda böyle
(yani "umûm ifade eden) bir şumûl ile vâriddir. Yüce Allah
[(Görmedin mi,
göklerde olan herkes (herşey) ve yerde bulunan herkes (her şey), güneş, ay,
yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu hakikaten Allah'a
secde ediyor (onun kudretine boyun eğiyor, onun tedbîrinden, iradesinden,
zerrece dışarı çıkamıyor)...)][150]
buyuruyor. Ayetteki insanlar hakkında alnı yere koymaktır, insanların dışındaki
şeyler hakkında essucûd: Secde etmek (yani insan olmayan şeylerin secde
etmeleri demek) zorla boyun eğmek, teslîm olmak manasını ifade eder. Ayette
[(Secde ediyor)] lafzından, birbirinden
farklı olan bu iki
mana (bir kullanılışta) kasdedilmiş bulunuyor. Bu, müşterek lafzın bir
kullanılışında bütün manaların kasdedilebileceğine bir delildir.
Birinci görüş
sahibleri bu istidlali şöyle tenkîd ediyorlar: Ayetteki "secde
etme"nin manası, ihtiyarî olsun, icbârî olsun sâdece boyun cymek ve
teslimiyettir. Bu mana insanda da insan olmayanlarda da tahakkuk eder; ve bu
lafzî müşterek kabîlinden değil; manevî müşterek (manada müştereklik) kabilindendir.
Fakat ayette [(insanların birçoğu) denmekle ihtiyarî boyun eymeye işaret
olunmuştur.
Müşterekle
"umûmun kasdedilebilmcsi menfî ifadelerde olur; müsbet ifadelerde olmaz.
(Diğer bir tabirle nefy hâlinde müşterekle "umûm kasdedilebilir; i.sbât halinde
kasdedilmez.) Mesela " "insan falancanın
mevlâlari[151] ile
konuşmamaya yemin etse", falancanın a"Iâ mevlâsıyla veya esfel
mevlâsıyla (falancayı azâd eden şahısla veya o falancanın azâd ettiği şahısla)
konuşursa yemininde durmamış, yeminini çiğnemiş ve bozmuş olur. Fakat bir şahıs
malının üçte birini mcvlâlarına yahut mevlâsına vasiyet etmiş ise",
vasiyet bâtıldır. Çünkü bu durumda vasiyetin kimin lehine olduğu (mû-sâ lehin
kim olduğu) meçhuldür. Zira "mevlâ" tabiri azad edenle azad edilen
arasında müşterektir. (Böyle) müsbet ifadelerde müşterekin "umûmu yoktur.
Tercihe şâyân olan
cumhurun görüşüdür. Müşterekle kastedilen, sadece manalarından biridir.
(Manalarının arasından) kasdedilen mana ise, muteber karinelerle anlaşılır.
300) Lafız, va-d"olunduğu (vazolunduğu)
manada yahut başka manada kullanılışı itibariyle dört kısma ayrılır. Bunlar 1) Hakîkat, 2) Mecaz, 3) Sarih ve 4) Kinayedir. Şimdi her kısmı kısaca
ele alalım.
301)
Hakîkat, va-d"olunduğu manada kullanılan lafızdır. Bu hakikat lugavî,
şer"î ve örfî ("urfî) olabilir. Lugavî hakikat, dilin va-d"ma
âiddir. Şer"î hakikat Şeriat Sahibine âiddir. Örfi hakikat de husûsî veya
umûmî örfe âiddir.
Lugavî hakikat, va-d"olunduğu
lugavî manasında kullanılan lafızdır:
"ay","yıldızlar","güneş"
gibi. Lügat (dil) itibariyle bu lafızlar, hepimizce malum, bu parlak cisimler
(için kullanılmış yani) va-d"olunmuştur.
Şer"î hakikat,
şer"î manasında kullanılmış olan lafızdır. Yani müşerri"in
kasdet-tiği manada da kullanılmış lafızdır: lafızlarının, hepimizce malum
ibadetler için kullanılması gibi. Keza lafızlannın, şerî"atte va-d"
olundukları manalarda kullanılmaları da bu kabildendir.
Örfî hakikat, örfî
manasında kullanılmış lafızdır. Yani lafzın kullanılması, kullanmanın âdet
olduğu manada olmaktadır. Bu örf ve âdet, umumi bir örf olabildiği gibi muayyen
bir meslek erbabına yahut bir muayyen ilme mahsûs da olabilir: II
"lafzıgibi. Bu lafız umumi örfde, malum nakil vasıtası için kullanılır.
" lafzı da böyledir. Bu lafız dört ayaklı canlı mahluklar için kullanılır,
ilim ve meslek ehli örfünde kullanılan lafızlar da böyledir. Mesela Arab
Dilcileri örfündeki" lafızları, Mantık âlimleri arasında kullanılan ve
" <+±Ul\ " lafızları, Fıkıh ulemâsı arasında kullanılan "
tabiri, hukukçulann kullandığı "ihtar", "fesh" ve
"ibtâl" kelimeleri bu cinstendir...
Bütün nevtleriyle
hakikatin hükmü, birbirlerine hitabedenlerin ıstılahında (örf ve âdetinde)
lafzın kullanıldığı yani va-d"olunduğu mananın sabit olması, hükmün o
manaya tealluku ve o mananın lafızdan ayrılmaması (ademi intifâı)dır. Buna göre
bir şahıs (mesela) Zeyd'in çocuğuna bin Dînâr vasiyette bulunsa: vasiyet sadece
Zeyd'in çocuğu hakkında sabittir; başkaları hakkında
sabit değildir. Çünkü
Zeyd'in çocuğuna, Zeyd'in çocuğu değildir denmesi mümkin olamaz. Keza Yüce
Allah'ın [(-Kısas ve zina gibi şeylerden dolayı meşru bir hak olmadıkça
Allah'ın haram ettiği cana kıymayın...)][152]
ayetinde zikredilen "öldürme"nin hakikati, insan ruhunu (bedenden)
çıkarmaktır. Ayetteki nehy ve yasak bu hakikate âid olduğundan, haksız yere
insan Öldürmek caiz değildir.
Hakikatin hükümleri
arasında, mecaza hakikatin tercih olunması da vardır. Bunun için lafzın
hakikat ile izahı (lafzın hakikate hamlolunması, hakikat olarak anlaşılması)
mümkin ise hüküm hakikat hakkında sübût bulur; mecaz hakkında sabit olmaz.
Mesela bir şahıs Zeyd'in çocuğuna bir şey vasiyet etse:
bu vasiyet Zeyd'in
çocuğu hakkında sabit olur; çocuğunun çocuğu hakkında sabit olmaz. Çünkü lafzı,
sulbî çocuk hakkında hakikat, çocuğun
çocuğu hakkında
mecazdır. Bunun için lafız hakikate hamlolunur; hakikat ile izah olunur;
lafızdan hakiki manası anlaşılır; mecaza hamlolunmaz; lafızdan mecazî manası
anlaşılmaz. Zira hakikatle amel etmek mümkinse mecaz düşer. (Lafzın hakiki
manasına göre hüküm verilebiliyorsa, o lafzın mecazî manası o makamda
hükümsüzdür.) Çünkü mecaz, hakikatin halefi (vekîli ve nâibi)dir. Halef ise
asıl ile muâraza edemez (asîle muhalefette bulunamaz).
303) Mecaz,
lafzın va-d"olunduğu mananın haricindeki bir manada kullanılan lafızdır.
Bu kullanmanın sebebi, hakiki mana ile kullanılan bu ikinci mana arasındaki
alâka ve lafızdan hakiki manasının kasdedilmesine mani olan bir karinenin
bulunmasıdır.
Alâkadan
(el"alâ-kah) maksad, lafzın hakiki manasıyla, kullanıldığı bu ikinci mana
arasında, lafzı duyanda hasıl olan zihnî bir irtibat ve bağdır"atılgan ve
cesur adam" için "arslan" lafzının kullanılması gibi. Buradaki_
alâka"arslan" lafzının aslî ve hakîkî manasıyla, lafzın kullanıldığı
(bu ikinci) manayı bağlayan, bir araya getiren mana olan " s-i-am ":
"cesurluk ve atilganlık"tır.
Karineden maksad,
konuşan tarafından lafzın hakiki manasının söylenmek istenmediğini, konuşanın
mecazî manayı ifade etmek istediğini göstermeye yarayan alamet ve işarettir.
a) Müşâbehet
Yani lafzın hakiki manasıyla lafzın kullanıldığı (bu ikinci) mecazî manasının
bir muayyen vasıfta müşterek olmaları ve birleşmeleridir. Mesela (Mekke'den
hicretinde) ASSÜ Peygamber Efendimizi Mcdînelilerin gördükleri zaman
"Dolunay (ayın ondördü) doğdu" demeleri gibi. Bu ifade gökte
ondördüncü gecesindeki ayın aydınlık ve parlaklığı ile Peygamberimizin mübarek
yüzünün nûrânîliği arasındaki müşterek vasfa dayanmaktadır. Bizim ARO Velîd
oğlu Hâlid Efendimize "arslan" dememiz, bu zât ile
"arslan"m "cesurluk ve atılganlık"taki müşterek vasfa
istinâd eder. Kurnaz ve düzenbaz insanı "tilki" vasfıyla tavsif
etmemiz de öyle olan şahıs ile tilkinin "açıkgözlük ve kurnazlık"
vasfında birleşmelerinden dolayıdır.
b) Elkevn=
Bir şeyin, önceki vaziyeti ile isimlendirilmesi, daha evvelki vasfı ile
adlandırılması demektir. Mesela Yüce Allah [(Yetimlere mallarını verin...)][153]
buyuruyor. Bunun manası, evvelce yetîm olan, (şimdi) bulûğa ermiş, rüşdüne
erişip reşîd olmuş şahıslar demektir. Çünkü kendisi ufak çocuk iken babası
vefat eden çocuk demek olan yetîmc mal, Yüce Allah'ın
[(Yetimleri nikah
(çağın)a erdikleri zamana kadar (gözetip) deneyin. O vakit kendilerinde bir
akıl ve salah gördünüz mü mallarını onlara teslim edin...)][154]
ayetinin de delalet ettiği üzre bulûğa ve rüşde ermesinden sonra verilir.
c) El'evl
(gelecekteki hal)- Bir şeyin istikbâldeki hal ve vaziyeti ile isimlendirilmesi
demektir: Yüce Allah'ın ASÜ Yûsuf Peygambere, hapishanedeki arkadaşının
rüyasını anlattığını naklederken [(...Ben rüyamda kendimi şarâb sıkıyor
gördüm...)][155] ayetindeki ifadesi gibi.
Burada mana "...daha sonra şarâb olacak üzüm sıkıyor gördüm"
şeklindedir.
ç) Kabiliyet
ve isti"dâd=Muayyen bir netice hasıl etmek için kendisindeki kuvvet ve
isti"dâd ile o şeyin isimlendirilmesi demektir: "zehir
öldürücüdür" sözü gibi. Bu ifade, zehirde öldürme kabiliyeti, kuvveti ve
isti"dâdı var demektir.
d) Hulûl=
Mahal zikredilip, zikredilen bu mahal ile, o mahalde bulunan şeyin kasdedilmesi
demektir. Yüce Allah'ın [(-...istersen- şehre sor)][156]
ayeti gibi. Bu ayet "şehrin ehâlîsine sor" demektir. Allah ayette
mahal zikretmiş, o mahalde bulunanları kasdetmiştir. Keza "nehir
aktı" sözümüz de böyledir: "Nehir yatağındaki su aktı" demektir.
e) Cüz'iyyet
ve aksi= Bir şeyin cüz'ünün bir kısmının ve bir parçasının söylenerek o şeyin
hepsinin ve tamamının kasdedilmesi; bîr şeyin tamamının söylenerek o şeyin bîr
cüz'ünün ve bir kısmının kasdedilmesi demektir. Yüce Allah'ın [(Boyun
çözmektir)][157] ve [(Bir bovnu hürriyete
kavuşturmak lazımdır)][158]
ayetleri birinci nevî cüz'iyyete (yani cüz'ü, parçası ve kısmı zikredip bütün
ve tamamı kasdetmeye) misaldir. Her iki ayette de dan maksad, kölenin şahsıdır;
ve kölenin hürriyete kavuşturulması kasdedilmektedir. Keza Yüce Allah'ın [(Ebû
Leheb'in iki eli kurusun...)][159]
ayeti de bu kabildendir. Allah cüz'ü (iki eli) zikretmiş, küllü (iki elin
sahibinin tamamını) kasdetmiş yani Ebû Leheb'in şahsını kasdetmiştir.
Allah'ın [(...parmaklarını kulaklarına
tıkarlar...)][160] ayeti de ikinci nevî
cüz'iyyete (yani küllün zikri, cüz'ün kasdedilmesine) misaldir: Parmaklardan
maksad parmak uçlarıdır (; parmakların tamamı değildir). Allah küllü yani
bütünü ve tamamı zikretmiş; fakat cüz'ü (parmakların uçlarını) kasdetmiştir.
f)
Sebebiyet= Sebebin zikredilip müsebbebin (sebebin neticesinin) kasdedilmesi
yahut müsebbebin zikredilip sebebin kasdedilmesi demektir. Birinciye misal,
konuşan iki kişiden birinin "falanca, kardeşinin kanını yedi"
sözüdür. Yani "diyetini yedi": demektir. Çünkü kanının akıtılması
(öldürülmesi), kardeşin alma hakkına sahib bulunduğu diyetin sebebidir. (Yani
se-beb olan kan zikredilmiş, müsebbeb olan diyet kasdedilmiştir.) ikinciye
misal kocanın zevcesine hitaben, boş olmasını kasdederek " "iddetini
gör" demesi-dir. Çünkü iddetin sebebi boşamak (talâk)tır. Bu durumda koca
müsebbebi zikretmiş ve sebebi kasdetmiştir.
Alakası müşabehet ve
benzerlik olan mecaza istiâre"= denildiği gibi, alâkası müşabehet olmayan
mecaza da mürsel mecâz= ismi verilir.
Lafzın hakiki
manasının kasdedilmesine mani olan karinenin de nevileri vardır:
a) Hissi
karine:Bu ağaçtan yedim" ifadesi gibi. Maksad Bu ağacın meyvesinden
yedim" demektir. Zira his, ağacın kendisinin yendiğinin kasdedilmesine
manidir.
b) Âdet yahut hâl karinesi.- Âdeten, hâl ve
vaziyete göre anlaşılan karinedir. Mesela evden dışan çıkmak isteyen zevcesine
mani olmak isteyen kocanın Çıkarsan
(benden) boşsun" demesinden, zevcenin o vaziyet ve halde çıkması
anlaşılır; diğer durumlardaki çıkması hâli anlaşılmaz.
c) Islâmî ve
şer"î karine.- (Fıkıh kitablanmızda kullanılan ve Arabca bir terkîb olan;
husûmette vekîl kılmak manası ifade eden) tabirinden, mahkemede karşı tarafın
iddialarına cevab verip, onlar karşısında müdâfaada bulun-mak manası (dâva
vekilliği) anlaşılır; kavga, münâkaşa, düşmanlık ve davada karşı taraf olana
husûmet beslemek (de vekîl kılmak) manası anlaşılmaz. Zira kavga, düşmanlık,
husûmet gibi şeyler şer"an ve Islâmen memnudur. îslâmda ve şerî"atte
mükellefiyetin erkek ve kadınlar hakkında umûmî olduğu bilindiğinden
(Kur'andaki ve Sünnetteki) [(Ey iman eden erkekler)][161]
gibi umûmî sîğalardan ve tabirlerden hem erkekler ve hem de dişiler (kadın ve
kızlar) anlaşılır.
a) Lafız
hakkında mecazî mananın sübûtu ve hükmün bu manaya teallukudur (bağlanmasıdır).
Mesela Yüce Allah'ın [(...yahut sizden biriniz ğâi-ttan gelirse...)][162]
ayetinde olduğu gibi. Ayetteki küçük
.hade.s (abdestin
bozulması) manasınadır; hakiki manası olan "çukurca yer" manasına
değildir. Mecazî manaya müteallik olan hüküm, su bulunamadığı (veya kullanılamadığı)
zaman namaz kılınmak istendiğinde teyemmüm etmektir. Keza Yüce Allah'ın
[(...yahut kadınlarla dokunuştuğunuzda...)][163]
ayeti de böyledir. Ayetteki mecazî manası olan cinsî münâsebet manasınadır;
hakiki manası olan el
ile dokunma manasına değildir.
b) Hakiki
mananın anlaşılması mümkinse mecazî manaya itibar olunmaz. Yani sözden hakiki
manasının anlaşılması kabilse, anlaşılacak olan mana hakiki manadır. Çünkü
hakikat asıldır; mecaz hakikatin halefidir; fer"idir (vekilidir). Asıl
dururken vekile, halefe yahut fer"a bakılmaz. Fakat sözden hakiki
manasının anlaşılması (kelamın hakikate hamledilmesi) imkansız olursa, mecazî
manasına bakılır. Zira sözün mana ifade etmesi, manasız sayılmasından
hayırlıdır (kelamın i"mâli ihmâlinden hayırlıdır).
Buna göre "bir
şahıs Zeyd'in çocuğuna bin Dînâr vasiyet etse
bu kelam Önce hakiki
manasına göre anlaşılır; ve vasiyet sadece Zeyd'in sulbî çocuğu hakkında sabit
olur. Eğer Zeyd'in sulbî çocuğu yoksa bakılır: a) Zeyd'in sulbî çocuğu (hayatta) yoksa, fakat (hayatta) Zeyd'in
sulbî çocuğunun çocuğu= varsa kelam (vasiyete dâir söz) bu mana ile anlaşılır
(vasıyyetteki çocuk tabirinden çocuğunun çocuğu anlaşılır); ve vasiyet Zeyd'in
çocuğunun çocuğu hakkında sabit olur. Zira (Arabcada çocuğun çocuğu
ma-nasındaki) (çocuk) lafzının mecazî manasıdır.lafzının hakiki manasının
anlaşılması mümkin olmadığından mecazî manasına müracaat olunmuştur, b) Fakat Zeyd'in ne sulbî çocuğu ve ne
de çocuğunun çocuğu (hayatta) yoksa (vasiyete dair olan bu söz yani) kelâm
ihmâl olunur; manasız kılınır. Çünkü sözden ne hakiki ve ne de mecazî
manalarının Anlaşılması mümkindir! Yaşça küçük bir şahsın, yaşı kendisinden
büyük bir şahıs hakkında "bu benim çocuğumdur iddiasında bulunması da
kelâmın ihmâline (manasız kılınmasına) bir misaldir.
Bir lafız ile aynı
anda hem mecazî ve hem de hakîkî manalarının kasdedilmesi mümkin değildir.
Mesela arslanı öldürme" sözü ile hem bildiğimiz muayyen vahşî hayvanın ve
hem de cesur adamın kasdedilmesi kabil değildir. Çünkü lafız söylendiğinde ilk
anlaşılan hakiki manadır. Eğer mecazî mananın kasde-dildiğine dâir bir karine
bulunursa, lafız bu mecazî manaya tahsîs edilmiş olur; ve lafzın hakiki manasının
anlaşılması imkansızlaşır. Bazılarına göre bir lafızdan aynı anda hem hakiki ve
hem de mecazi manasının anlaşılması caizdir. Fakat doğru olan görüş (ilk görüş
olan) bunun caiz olmadığıdır. Evet, hakiki manaya da şâmil olacak tarzda lafız
mecazi manada kullanılabilir. Buna (mecazın umûmu ve şumûlü demek olan) ismi
verilir. Mesela (ana manasındaki) ptfl lafzının (insanın dünyaya gelmesinde
doğurmakla hisse sahibi kadınlar manasına ve furû"un yani çocukların
mukabili olan, çoğulu gelen)"manasında kullanılması mümkindir. :
"ana" lafzı böyle a-sl manasında kullanıldığında hem
"valide" dediğimiz insanın kendi anasına ve hem de
"nineler"e şamildir. Bunun bir başka misali de şudur: "Bir şahıs
falancanın evine ayak basmamaya yemin ettiğinde: ayak basmak ile kasdedilen
mana "girmek"tir. Zira ayak basmak sebebdir. Bu sözüyle şahıs sebebi
zikretmiş, müsebbebi kasdetmiştir. Şahsın yukarıdaki sözüyle kasdettiği,
mecazi manadır; yalınayak veya pabuçlarla (falancanın evine) girmeye şâmildir.
Böylece şahıs, (falancanın evine ister yalınayak, ister pabuçla girsin; her iki
durumda da mecazın, umûmuyla yeminini bozmuş olur; hakikat ve mecazın
tevhidiyle, birleştirilmesiyle ve cem"İyle yeminini bozmuş olmaz.
308) Hakikat
olarak yahut mecaz olarak lafzın o manada çok kullanılmasından dolayı, tam bir
açıklıkla kendisinden maksadın aşikâr olduğu lafız sarihtir. Birinciye
(hakikatlikte sarihliğe) misal (kocanın karısına, "sen boşsun"
manasına)"demesidir. Bu ifade (lafzın mana için kullanılması bakımından)
şer"î hakikattir; nikâhın izâlesinde de sarih bîr tabirdir, ikinciye
(mecazhkta sarihliğe) misal Yüce Allah'ın [(-... istersen- şehre sor)][164]
ayetidir. Bu ifade mecaz olmakla beraber, kendisinden maksadın "şehrin
ehâlîsine sor" demek olduğu hususunda sarihtir. Keza bir şahsın
Vallahi bu ağaçtan
yemeyeceğim" sözünün hakikat olmadığı, mecaz olduğu herkesçe
bilinmektedir. Çünkü âdeten şahıs tarafından ağacın kendisinin yenmesi
imkansızdır. Bu bakımdan şahsın yemini mecaz mana olan ağacın meyvesinden..."
manasında anlaşılır.
Sarihin hükmü, niyete
bakılmaksızın mûcebinin (muktezasının ve icabının) sübûtudur. Yani konuşanın
niyeti ne olursa olsun hükmün, kelâmın kendisine tealluk etmesidir. Söz
sahibinin, söylediği sözün manasını kasdetmesi (o manaya niyetlenmesi) yahut
kasdetmemesi birdir. Çünkü edilen kelâmın manası aşikâr ve açıktır. Mesela
(boşamak manasındaki)lafzı böyledir: Şeriat Sahibi 5u lafzı (karı koca
arasında) ayrılığın vukuu için bir sebeb kıldığından, boşamanın sıhhatinin
şartlan mevcud ise lafzının telaffuz olunmasıyla -ka-dâen (kazâî ve adlî
olarak) bu hüküm (yani karı kocanın birbirinden boşanmaları hükmü) sübût bulur.
Durum hâkime intikal ettiğinde koca bu sözle karısını boşamayı kasdetmediğini,
mesela karısının herhangi bir) kayıtla bağlı bulunmadığını söylemek istediğini
iddia etse bile, (zira Arabcada -talâ-km kelime manası budur) koca bu
iddiasında tasdik olunmaz (iddiası kabul olunmaz). Çünkü (kocanın kullandığı)
lafız "boşama" manasında sarih olduğundan hâkim, lafzın aşikâr ve
zahir olan manasına göre hüküm verir. Keza karşı taraf kabul ettiği takdirde
alış veriş (elbey") lafzı da böyledir. Şerîat Sahibi bu lafzı, alım satım
malının (mebî"in) mülkiyetinin satıcıdan müşteriye intikâli için bir
sebeb kıldığından, satışın sıhhati ve mûteberliği için lâzım şartlar mev-cudsa
alıcı ve satıcının alış veriş lafzını zikretmeleriyle hüküm sabit olur (yani
satılan malın mülkiyeti müşteriye intikâl eder). Satış akdine taraf olanlar
("â-kıdeyn) telaffuz ettikleri sözlerin manalarına niyetli olsalar da
olmasalar da bir şey değişmez.
Lügatta kinaye
(kelimesinin manası), herhangi bir şeyi söylemek, (fakat bu söylenenle)
söylenenden başka bir şeyi kasdetmektir. Istilahda ise kinaye, kullanışa göre
kendisiyle kasdedilen mananın gizlendiği, kendisiyle kasdedilen mananın ancak
bir karineyle anlaşıldığı lafızdır. Bu lafız hakikat, mecaz veya (mecazlığı
herkesçe bilinmeyen) gayrı müte"âraf olabilir.[165]
Mesela kocanın karısına hitaben: istediğin yere git ailene
dön","iddetini say" gibi sözler söylemesi böyledir. Bu ifadeler
"boşamak"tan kinayedir.
Kinayenin hükmü,
muktezasının ve mûcebinin ancak niyet veya halin delaleti ile sabit olması
(niyet veya halin delaleti olmaksızın kinayenin icab ve iktizasının sabit
olmaması) dır. Mesela koca karısını boşamak isteyerek yahut zevcesi kocasından
kendisini boşamasını taleb ettikten sonra kocanın kansına hitaben iddetini
say" demesi gibi.
(İslam Hukukunda)
şübhelerle bertaraf ve defolunan şeylerin -mesela zina iftirası .haddi (cezası)
gibi- kinaye ile sabit olmaması da kinayenin hükmündendir. Faraza bir şahıs
birisine sadece ben zinâkâr değilim" derse, bu ifade kinaye olduğundan
zina iftirası .haddini icabettiren bir zina -ka.zfi (iftirası) sayılmaz. Bu
kinaye ifadeden maksadın ne olduğu kapalı olduğundan, bu kapalılık (ve -hafâ')
bir şübhedir; söyleyeninden zina iftirası cezasını defeder ve uzaklaştırır.
311) Lafız,
manasına delaletinin vuzuhu ve açıklığı yahut bu delaletin kapalılığı (-hafâı)
bakımından ikiye ayrılır: a) Açık
(vâ-dı.h, vazıh) delaletli lafız, b)
Açık olmayan (gayrı vazıh) delaletli lafız.
Bu bahiste her iki
kısmı da müstakil bir tarzda ele alarak tedkîk edeceğiz.
312) Vazıh delaletli lafız dört kısımdır: 1) Zahir, 2) Nass, 3) Müfesser ve 4) Muhkem. Bu taksim, her kısmın
delaletteki vuzuh kuvveti ve delaletteki vuzuh zayıflığının farklı oluş esasına
dayanır. Bu dört kısmın en az vuzuhlu olanı zahir lafızdır. Onu nass lafız
tâkîbeder. Sonra vuzuh kuvvetlenmeye başlar; ve müfesser gelir. Nihayet vuzuh
en kuvvetli olarak muhkemde görülür. Şimdi her birini tek tek inceleyelim.
313) Zahir lügatta (kelime olarak) açık ve vazıh
demektir. Zahirin (Fıkıh Usulündeki) ıstılahı manası ise kelâmı söylemekten
(siyâ-kından) maksad kendisi olmadığı halde, kendisinden maksad neyse,
kendisinin zikredilmesiyle bu maksadın aşikâr olduğu -yani kendisinin haricinde
bir başka şeye bu hususda ihtiyacı bulunmayan- lafızdır.
Mesela Yüce Allah'ın
[(Allah alış verişi helal kıldı; faizi haram kıldı...)][166]
ayeti, alım satımın helal kılındığı ve faizin haram kılındığı hususunda
zahirdir. Çünkü 1) Ayetteki [(helal
kıldı)] ve [(haram kıldı)] lafızlarından açık ve aşikâr olarak (zahiren)
anlaşılan mana bu manadır. 2) Bu
mananın anlaşılması için bir haricî karineye ihtiyaç yoktur. 3) Ayetin asıl maksadı bu helal kılışı
ve haram kılışı ifade değildir; "alış veriş de faiz gibidir" diyenlere
bir reddiye olarak alış veriş ile faiz arasında bir benzerlik bulunmadığını
açıklamak, ayetin siyâkındaki aslî maksaddır.
Yüce Allah [(Peygamber
size ne verdiyse onu alın; size ne yasak ettiyse ondan da sakının...)][167]
buyuruyor. Bu ayet, her emrettiğinde ve her yasak ettiği şeyde ASSÜ Allah
Rasûlüne itaat etmenin icabettiğine delaleti hususunda -zahirdir. Ayetin
lafızlarının kendilerinden kolayca anlaşılan mana budur. Ancak bu mana, ayetin
siyâkındaki aslî maksad değildir. Çünkü bu ayetin siyakından aslî maksad,
fey'in (muharebesiz olarak müslümanların elde ettikleri ganimet malının)
taksiminde ASSÜ Allah Rasûlüne itaatkâr olmanın icabettiğine (ayetin) delalet
etmesidir. Ve bu aslî maksada tabî olarak da (ayet), mutlak olarak Peygambere
itaatkâr bulunmanın vucûbuna delalet etmektedir.
Keza Yüce Allah
[(...sizin için helal olan (diğer) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere
nikâh edin. Şayet (bu suretle de) adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz o
zaman bir (tane zevce ile iktifa edin...)][168]
ayeti, helal olan hanımlarla evlenmenin muba.hlığı hususunda zahirdir. Çünkü
bu mubahlık manası, ayetin siyâkındaki aslî maksad değildir. Ayetin siyâkındaki
aslî maksad, haksızlık yapılamayacağından emin bulunulduğunda kocanın tlört
hanıma kadar zevceyle evlenebilmesinin mubahlığı, adalet yapamayacağından
endişe ederse (veya zevcelerinin haklarını İslamın istediği gibi yerine
getirmekten endişe ederse) kocanın bir hanımla evlenebileceğidir.
Allah'ın Salât ve
Selâmı Üzerine olsun Allah Rasûlünün kendisine "deniz suyunun temiz olup
olmadığı sorulunca" cevaben [(Denizin suyu hem temiz, hem temizleyici,
(içinde yaşıyan hayvanların) ölüsü de helaldir)] buyurmuştur. Bu hadis, deniz
(hayvanlarının) ölüsünün hükmü hakkında -zahirdir. Çünkü Rasûlullah Efendimizin
bu beyanından maksadı, denizin (hayvanının) ölüsünün hükmünü izah değildir.
Zira sorulan suâl deniz suyu hakkındadır; denizin (hayvanının) ölüsü hakkında
değildir.
a) Te'vîli muhtemeldir. Yani zahirin zâhirliği
bırakılıp, kendisiyle başka bir mana kasdedİIebilir. Mesela "âmm ise
ta-h-sî-s olunması, mu-tla-k ise mu-kayyed kılınması, kendisinden hakiki
manasının değil mecazî manasının anlaşılması v.s. gibi te'vîl nevîleriyle
te'vîl olunabilir.
b) Zahir
(açık, aşikâr, ilk bakışta akla gelen) manasını terkedilmesini icabettiren bir
delil bulunmadıkça, zahir (olan) manasıyla amel etmenin icabettiği. Yani zahir
olan manasından başka bir mana ile te'vîl olunmasını iktiza ettiren delil
yoksa, zahir lafızdan sadece zahir manası anlaşılabilir. Zira kaide (veya
aslolan usûlî tatbikat veya anlayış), aksini iktiza ettiren bir delil yoksa
lafzı, lafzın zahirinden uzak-laştırmamak (zahirî manasından gayrı manalar ile
te'vîl etmemek)tır. Mesela Yüce Allah'ın [( Allah alışverişi helal kıldı; faizi
haram kıldı)][169] ayeti, alış verişin
umûmunun (her türlü alış verişin) helal olduğu mevzuunda -zahirdir. Lakin bu
umumdan" -hamrın (içkinin) alış verişi" (müslüman hakkında) ta-h-sî-s
olunduğundan (içki alış verişi müslüman için) caiz değildir. Keza "insanın
beraberinde, yanında, karşısında bulunmayan bir şey hakkındaki alış
verişi" de Şerîat Sahibinin yasakladığı alış verişlerden olduğundan bu
âyetin -zahirinden anlaşılan helal alış verişin "umûmuna dahil değildir.
(Zira bu "umûmdan, bir ta-h-sîs delili ile -hâ-s-s kılınmıştır.)
c) Zahir
lafız ASSÜ Peygamber Efendimiz devrinde neshi kabul eder. (Ondan sonraki
devirlerde -zahir lafızların mensû-niyetleri iddiası îslâmî değildir.) Çünkü
Rasulullahdan sonra nes-h diye bir şey yoktur.
315) Fıkm
Usûlü ıstılahında na-s-s lafız demek, kendisinin dışındaki haricî bir unsura
ihtiyacı olmadan, kendi lafzı ve kendi sîğasıyla manaya delalet eden, kelamın
siyakından (kelamın edilmesinden, sözün söylenmesinden) aslî maksadın bu mana
olduğu, lafızdır.[170] Şu
halde na-s-s, manasına delalet edişinde (kendi manasını gösterip ifade
edişinde) -zahir lafızdan daha açıktır; daha zahirdir (ve daha kuvvetlidir).
Nassın bu fazla vuzuhu ve açıklığının sebebi, sîğasından dolayı değildir; kelamın
(nass lafzın delalet etliği) bu manayı açıklamak için söylenmiş (sev-k edilmiş)
oluşudur. Mesela Yüce Allah'ın [(Allah alış verişi helal kıldı; faizi haram
kıldı)][171] ayeti, alış verişin
helal ve faizin haram kılmışı hususunda -zahirdir; alış veriş ile faizin
farklı oldukları hususunda na-s-sdır. Çünkü a) Ayetten derhal anlaşılan mana, alış verişle faizin farklı oluş
manasıdır, b) Ayetin siyakından aslî
maksad bu manadır. Zira ayet "alış veriş de ancak faiz gibidir" diyen
inkarcılara (kâfirlere) bir reddiye olarak inmiştir.
a) Te'vîli
kabul eder.
b) Sadece
ASSÜ Allah Rasulü devrinde nes-hi kabul eder.
c) Te'vîlinc
dair bir delil yoksa na-s-s olan lafza göre amel etmek icabeder. Yani na-s-s
olan lafzın delalet ettiği mananın terkedilip, bu man-sû-s manadan başka bir
mananın kasdolunduğuna dair bir delil bulunmadıkça hüküm, na-s-s olan lafzın manasına
göredir.
ç) Eğer
böyle bir delil varsa, (yani bu mananın te'vîline dair delil mevcud ise)
te'vîlin icabına göre amel etmek (hüküm vermek) lazımdır.
a) Nass
lafzın manasına delaleti, zahir lafzın manasına delaletinden daha açık ve
vazıhtır.
b) Kelamın
siyakından aslî gaye nass lafzın manasıdır. Oysa zahir lafzın manası kelamın
siyakının aslî gayesi değil; talî ve lcbe"î gayesidir.
c) Nass olan lafzın te'vîl ihtimali, zahir olan
nassın te'vîl ihtimalinden daha uzaktır; daha zayıftır; ve daha azdır.
ç) Nass ve
zahir lafızlar arasında te"âru-d vârid olur ise, nass lafız zahir lafza
tercih olunur.
Arabcada te'vîl döndü
manasına olan kökünden alınmıştır. Bu manada Yüce Allah [(...-kendi arzularına
göre- onun te'vîline yeltenmek için...)][172]
buyurmuştur. Yani bir manadan başka bir manaya onu döndürmek, çevirmek
demektir, tslâmî ve şer"î ıstılahta ise te'vîl oluşu bakımından te'vîl:
"Lafzın, kendisinden açık ve zahir olarak anlaşılan medlul ve manasının
anlaşılabilmesi yanında, başka bir medlul ve mana ile anlaşılmasıdir."
Doğru ve sahîh olan te'vîl ise, lafızdan açık ve zahir olan medlulünün
anlaşılması ihtimâliyle beraber, bir delîlin de takviye ve yardımıyla lafızdan,
açık ve zahir medlulünden başka bir medlulün anlaşılın asıdır. Sahîh te'vîli
ettelvî.h (adlı Usûl kitabı) Sahibi şu şekilde tarif ediyor: "Lafzın açık
ve zahir manasını bırakıp,delilin delaleti sebebiyle lafızdan, muhtemel
bulunduğu mercû.h (talî, ikinci derecede kalan) bir mananın
anlaşılmasıdır."
Söylediğimiz gibi
zahir ve nass lafızlardan her biri te'vîl olunabilir; ve te'vîli iktiza
ettiren bir delil sebebi ile her birisinden, derhal akla gelen zahir ve açık
manası terkedilip başka bir mana anlaşılabilir. Kaide, lafzı zahirinden ve açık
manasından ayırmamaktır. Yani lafızdan zahirinin haricinde bir mananın
anlaşılması yani lafzın te'vîli, makbul bir delile dayanmalıdır, işte bunun
için te'vîl, makbul ve sahîh, fâsid ve gayrı makbul olmak üzere iki kısımdır.
Sahîh te'vîl te'vîlin sıhhatinin şartlarını hâiz tc'vîldir. Bu şartlar da
şunlardır:
1) Lafzın te'vîli
kabul eder olması. Te'vili kabul eden lafızlar da -zahir lafızlarla na-s-s
lafızlardır. Müfesser ve muhkem lafızlar ise te'vîli kabul etmezler.
2) Kuvvetli
olmayan ve mercû.h bir ihtimal de olsa, lafız te'vîle muhtemel olmalıdır. Yani
açık ve zahir manasının dışında kendisinden anlaşılan manaya muhtemel
bulunmalıdır. Fakat lafızdan böyle bir mananın anlaşılması mümkin ve muhtemel
değilse te'vîl sahih ve makbul değildir.
3) Te'vîlin
na-s-sdan, -kıyasdan, icmâ"dan, teşrî" hikmetinden yahut teşrf'in umûmî
esaslarından akılla anlaşılabilen bir delile dayanmış olması. Eğer te'vîl makbul
bir delile istinâd etmiyorsa, te'vîl makbul değildir.
4) Te'vîl
sarih bir nassa muhalif olmamalıdır.
Te'vîl bazen akla
anlayışa yatkın, idrâke yakın olabilir; ve en küçük bir delil de te'vîlin
sübûtuna kâfî gelir. Fakat bazen te'vîl, akıl ve anlayışa uzak, idrâke yatkın
olmayabilir; ve herhangi bir delil te'vîlin subutuna kâfî gelmez. Bu durumda
te'vîlin makbul olabilmesi için, kendisini kabul ettirecek, meşrûlaştıracak
kuvvetli bir delil şarttır. Aksi halde gayrı makbul te'vîl derecesinde sayılır
ve reddolunur.
a) Yüce
Allah'ın [(Allah alış verişi helal kıldı...)][173]
ayetinden anlaşılan "her türlü alış veriş (yani alış verişin umûmu)",
muayyen bazı alış verişleri yasaklayan Sünnet ile ta-h-sî-s olunmuştur. Mesela
"şahsın yanında bulunmayan şeyi satması" gibi.
b) Yüce
Allah'ın [(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti
beklesinler...)][174]
ayetinden anlaşılan "boşanmış kadınların umûmu", Yüce Allah'ın
[(Ey iman edenler
mü'min kadınları nikahlayıp da sonra kendilerine dokunmadan onları boşadığınız
zaman sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur...)][175]
ayetinin delaletiyle "gerdeğe girmiş kadınlar" ile ta-h-sî-s
olunduğu gibi, keza Yüce Allah'ın [(... Gebe kadınların iddetlcri ise
çocuklarını doğurmakla biter...)][176]
ayetinin delaletiyle "gebe olmayan kadınlar" ile de ta-h-sî-s
olunmuştur. Zira gebenin iddeti, karnındakini doğurunca nihayet bulur.
c) Allah'ın
Salât ve Selâm Üzerine olsun Peygamber Efendimizin ,)] [(Her kırk koyunda bir
koyun zekat olarak verilir)] hadîsindeki in "kıymet ve değer" ile
tc'vîli de makbul bir te'vîldİr. Bu tc'vîlc göre hadisin manası "her kırk
koyunda bir koyun yahut bir koyunun kıymeti, zekat olarak verilir"
şeklinde olur. Bu Ic'vîlin dayandığı delil şudur: Zekattan maksad fakirlerin ihtiyacını
gidermektir. Bu maksad, koyunun kendisinin fakire verilmesiyle hasıl olduğu
gibi, koyunun kıymeti (olan para)nm, (zekam) müslehak fakirlere dağılılmasıyla
da hasıl olmaktadır.[177]
ç) Hem alış
veriş ve hibe tabirinden her biri, bir diğerine umûmen muhtemel bulunduğundan
(yani birinden diğeri anlaşılabildiğinden), bir delilin delaleti sebebiyle alış
verişten = den hibe= ve hibeden alış verişin anlaşılması da (birinin diğeriyle
te'vîli de) makbul tevillerdendir.
Bazen te'vîl makbul
delile dayanmayıp (akıl ve anlayışa) uzak bulunabilir. Böyle bir te'vîl makbul
ve meşru sayılmaz. Mesela ARO Feyrûzu ddeylemî Efendimiz müslüman olunca iki
karısı vardı. Bu kadınlar birbirlerinin kız kardeşleriydi. Kendisine ASSÜ
Allah Rasulü [(İkisinden hangisini istersen zevcen olarak alıkoy, diğerini
bırak)] buyurmuştur. Açık ve aşikâr olarak bundan anlaşılan mana, ASSÜ
Peygamber Efendimizin, birbirinin kız kardeşi olan iki karısından istediğinden
ayrılması ve istediğiyle evliliğini devam ettirmesi hususunda ARO Feyrûz
Efendimize izin verdiğidir. Ancak Hanefîler bu hadisi te'vîl ederek hadisin
manasını şöyle izah ediyorlar: "iki karısıyla Feyrîz ayrı ayrı iki nikah
akdiyle evlenmişse, ilk defa evlenmiş olduğu karısıyla evliliğini devam
ettirmesi, ikincisinden ayrılması; eğer Feyrûz iki karısıyla ayni nikah akdiyle
evlenmişse, karılarından biriyle yeniden nikah yapması ve diğerini
bırakmasını" Peygamber Efendimiz kendisinden istemiş olmaktadır.
Hancfîlerin te'vîl delilleri, Feyrûz'un durumunun, müslüman erkeğin aynı nikah
akdiyle iki kız kardeşle evlenmesine yahut iki kız kardeşle ayrı ayrı nikah
akidlerinde evlenmesine kıyas edilmesidir. Bu delil zayıf olduğundan
Hanefîlerin işbu te'villeri de (anlayışa) uzaktır. Çünkü ASSÜ Ra-sulullah
Efendimiz ARO Feyrûz'a, bu iki kız kardeşle nasıl evlendiğini, bir akidde mî
yoksa ayrı ayrı akidlerde mi evlendiğini sormamıştır. Eğer hadisten maksad Hanefîlerin
dediği olsaydı, Rasulullah Efendimiz ona böyle bir suâl sorar yahut önce ona
hükmü izah ederdi. Zira bu hadisi Peygamber Efendimiz, tslamın hükümlerinin
beyan edildiği bir devirde îrâd buyurduğundan Feyrûz'a mevzua dâir dinin
hükümlerini anlatması uygun düşerdi. Oysa Rasulullah Efendimiz böyle bir şey
yapmamıştır. Bu bakımdan Hanefîlerin te'vîli zayıf ve kabule şâyân
görülmemektedir.[178]
Şer'î nassların zahir
ve nass lafızlarında te'vîl caiz olduğu gibi, makbul olduğu takdirde kanun
metinlerinde de caizdir. Mesela Mısır Ceza Kanununun 313 ve 3l7nci maddelerinde
hırsızlık suçunun cezasının ağırlaştırılması hususunda "gece"
kelimesi böyledir. Keza aynı kanunun 352 ve 356. maddelerinde zırâî âletlerin
tahribi mevzuunda yine "gece" cezayı ağırlaştıran bir teşdîd unsuru
sayılmıştır. Gece kelimesinin açık ve zahir manası, güneşin batışından, güneşin
doğuşuna kadarki müddettir. Fakat buradaki "gece": " J^JJİ"
kelimesinin "gecenin karanlığının artığı zaman" olarak te'vîl
edilmesi mümkindir. Böyle bir tc'vilin de karinesi şudur: Cezanın
ağırlaştırılmasının âmili, suçlunun cürmü işlemek için karanlığı fırsat
cdin-mesidir. Bilindiği gibi karanlık güneşin hemen batışı ile çekmemektedir.
Her ne olursa olsun,
(islam Hukukçusu) fakîh te'vîl iddiasıyla keyfi hareket eder duruma düşmemek,
kendisini karışıklık içinde bulmamak için te'vîl hususunda çok titiz
davranmalı, te'vîlde bulunurken itinâ ve ihtiyatlı tasarruf etmeli, te'vîlin
sıhhatli olabilmesi için delilin bulunup bulunmadığından emin olmalıdır.
321) Müfesser tabiri Arabcada (açıklamak, izah
etmek manasındaki) kökünden alınmıştır. Müfesser, manası açık (ve izaha muhtaç
olmayan) lafız demektir. Fıkıh Usulü ıstılahında müfesser, "na-s-s olan
lafızdan daha fazla (manasına delaleti) açık ve vuzuhlu, te'vîl olunma
ihtimalinin bulunmadığı tarzda açıklanmış olan, manasına bizzat kendisinin
delalet ettiği lafızdır." Mesela:
1) Yüce
Allah'ın [(...siz de müşriklerle topyekûn har-bedin...)][179]
ayetinde kelimesi, (manası açık) zahir ve "ânım bir lafızdır. Fakat
tahsîsi muhtemeldir. Kendisinden sonra lafzı zikredilmekle tahsis ihtimali
kalkmış ve kelimesi müfesser (tefsir
olunmuş) bir lafız haline gelmiştir.
2) Yüce
Allah'ın [(Namuslu ve hür kadınlara zina isnâd eden, sonra (bu isnadlanna dair)
dört şâhid getiremeyen kimselerin her birin)e de seksen deynek vurun...)][180]
ayetindeki lafzı te'vîl ihtimali taşımamaktadır. Çünkü bu tabir fazlalık ve
noksanlık kabul etmeyen muayyen bir adeddir. Bu bakımdan müfesser cinsîndendir.
3) Gerdeğe girmemiş (yahut kocalarıyla
aralarında halveti sahîha vuku bulmamış) ve boşanmış kadınların, iddet müddeti
beklemelerinin icabetmediğinc dair olan Yüce Allah'ın [(...sizin için
üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur...)][181]
ayetinde lafzı iddetin, boşanan kadının beklediği malum ve maruf müddetten
başka bir müddetle te'vîl edilme ihtimalini kaldırdığından, âyetteki müfesser
kabilindendir.
4) (Kocasından boşanma hakkına sahib zevceye
hitaben kocanın) kendini bir -talâ-k ile boşa" ifadesindeki" lafzı
"üç -talâ-k" ile te'vîl olunabilir -hâ-s-s bir lafızdır. Fakat"
lafzının zikredilmesiyle te'vîl ihtimali kalkmış (böylece "boşa"
demek olan "-talli-kî" lafzı müfesser olmuş)tır.
5) Kur'anda
mücmel (öz ve kısa) bir şekilde vârid olup da Sünnet'in kat'î bir tarzda tafsilatını
izah ederek icmâlliklerini giderdiği lafızlar da müfesser olur. Yüce Allah'ın
[(Namazı kılın ve zekâtı verin)][182] ve
[(...ona bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Kabe'yi hacc (ve ziyaret)
etmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır...)][183]
ayetleriyle farz kıldığı namaz, zekât ve hacc ibadetlerinin teferruatını, ASSÜ
Allah Rasûlü Muhammed Efendimiz sözleriyle ve filleriyle izah buyurmuş, böylece
Kur'andaki yukarıda zikri geçen lafızlar, te'vîl ihtimali olmayan lafızlar haline
gelmiştir.
Müfesser kelâm, nes-hi
kabul eden hükümlerdense, ASSÜ Peygamber Efendimiz devrinde nes-hedilme
ihtimali taşımakla beraber, teferruatının bildirilip izah olunduğu tarzda
kendisi ile ve delalet ettiği (medlûlü)yle amel etmenin vucubudur.
Allah'ın Salât ve
Selâmı Üzerine olsun Allah Rasûlünün vefatından sonra ise hem Kur'an ve hem de
Sünnet, vahyin kesilmesi sebebiyle nes-hedilmesi ihtimali bulunmayan mu.hkem
cinsindendir.
Müfesserin te'vîli
kabul etmez hale geldiği tefsîr, Kur'an nasslarından zikrettiğimiz misallerde
olduğu gibi sığanın kendisinden çıkan yahut Rasûlullahın Sünneti'nin tefsîr
ettiği namaz, zekât ve hacc misallerinde zikrettiğimiz gibi Şeriat Sahibinin
(şâri"in) kendisinin îrâd buyurduğu kat'î, tefsiri beyandan çıkarılmış
olan tefsirdir. Bu tefsirle müfesser kılman şeyler te'vîl kabul etmez. Şeriat
Sahibinin kendisinin îrâd buyurduğu kat'î tefsîrî beyandan çıkarılmış tefsîr,
sîğanın yahut lafzın kendisine mülhak sayılır; ve o nassm bir parçası olur.
Te'vîl ise, lafızdan
maksadın ne olduğunu, zannî bir delil ile ve ictihâd yoluyla beyan etmektir.
Fakat te'vîl katî değildir. Oysa müfesseri tefsîr eden tefsîr yani nass-dan
maksadın ne olduğunu beyan eden açıklama, Şeriat Sahibinin kendisi tarafından
yapılmıştır. Bunun için müctehidlerin te'villeri kat'î değildir; ve maksad
olarak zikrettikleri şeyler aslında (Allah katında) maksad olmayabilir.
Beşerî kanunlar kendi
metinleriyle, te'vîl ihtimalini ortadan kaldıracak şekilde ifade etmek
istedikleri hususları izah ederlerse müfesser kabilinden addolunurlar. Keza
kanunda mevcud bulunan tabirler, yine kanun tarafından izah olunur, maksadın
ne olduğu açıklanırsa, böyle izah edilmiş kelime ve mefhumlar da müfesserdirler.
Mesela 1960 tarih ve 20 sayılı Irak Sivil Hizmet (memurin) kanununun 2.
maddesinde memur, müstahdem, kadro ve vckîl (bakan)dcn maksadın ne olduğu ayrı
ayrı müstakil bir tarzda izah olunmuştur. Böylece bu tabirler, kanunun beyan
ettiği mananın haricindeki bir mana ile te'vîl edilemeyecek kadar vuzuh ve
açıklık kazanmış, müfesser hale gelmiştir. Kanunun kendisinin bütün
teferruatıyla izahını yapüğı tüm kanunî mefhumlar veya kanunun izah ve açıklama
salahiyeti verdiği mercilerin izah ve beyanları hangi hususa dâirse, o husus
müfesser olur. Bu mezkûr izah ve beyanlar ise kanun metnine mülhak kabul
olunur.[184]
327) Arab
Dili'nde muhkem lafzının manası "şübhesiz ve kat'î olarak bilinen"
demektir: Bir şer"î ıstılah olarak muhkem, "kendisinin, manasına
delaleti, müfesserden daha fazla bir tarzda kuvvetli bir açıklık taşıyan,
le'vîl ve nes-h kabul etmez lafız"dır.
Muhkem lafız te'vîl
ihtimali taşımamaktadır. Çünkü delaletinin açıklığı ve vuzuhu öyle bir dereceye
ulaşmıştır ki, öylesine delalet vuzuhuyla te'vîl ihtimali ortadan
kalkmaktadır. Muhkem, nes-h de kabul etmez. Çünkü mu.hkem, mahiyeti itibariyle
tebdîl, tağyir ve değiştirmeyi kabul etmeyen aslî (temel) bir hükme delalet
eder. Yahut mahiyeti itibariyle tebdîl ve değiştirmeyi kabul eden bir hükme
mu.hkem delâlet eder; fakat bulunan bir karine, bu hükmün nes-h ihtimalini
ortadan kaldırmıştır. Mahiyetleri itibariyle nes-hi kabul etmeyen esâs ve aslî
hükümler arasında Allah'a, Âhiret Gününe, peygamberlere iman zulmün haramhğı,
adaletin farz olduğuna dair ve benzer nasslar mevcuddur. Ebedî olduklarına
karinenin delalet ettiği cüz'î hükümler de vardır. Mesela evli, namuslu ve hür
hanımlara zina iftirasında bulunanlar hakkındaki Yüce Allah'ın [(...onların
ebediyyen şahidliklerini kabul etmeyin...)][185]
ayeti, Yüce Allah'ın ASSÜ Peygamber Efendimizden sonra, Peygamberimizin
hanımlarıyla evlenmeyi haram kılan [(Sizin Allah'ın Rasulüne eziyet etmeniz ve
kendisinden sonra onun zevcelerini nikahlamanız asla olamaz...)][186]
ayeti, ASSÜ Allah Rasulünün [[(Kıyamete kadar cihâd bakîdir)] hadisi şerifi,
ebedî olduklarına karinenin delalet ettiği cüz'î hükümlerdendir. Bu mu.hkem
nev'i, adını alır. Burada mu.hkem mevzuunda kasdedilen de bu nevî mu.hkemdir.
Muhkem bazen de ASSÜ Peygamber Efendimizin vefatı ile vahyin kesilmesinden
dolayı olabilir. Bu nevî mu.hkeme adı verilir. Burada mu.hkem mevzuunda
kasdedilen bu nevî mu.hkem değildir.
Neye delalet ediyorsa
medlûlüyle kat'î olarak amelin vucûbu, manasından başka bir şey ifade etme
ihtimâli taşımayışı, nes-h ve ib-tâle muhtemel olmayışıdır.
Delaleti vazıh lafzın
dört kısım olduğunu, bunların -zahir, na-s-s, müfesser ve mu.hkem isimlerini
aldığını kaydetmiştik. Hepsinin (manalarına) delaleti vazıhtır. Fakat
kendilerinden maksadın ne olduğuna delaletlerinin vuzuh kuvveti farklıdır.
Delaletinin vuzuh bakımından en kuvvetlisi mu.hkemdir. Sonra müfesser, sonra
nass ve sonra -zahir gelir. Bu farklılığın neticesi, kendisini (delillerin)
te"âru-du sırasında gösterir. Şöyle ki: Mesela zahir ile nass
te"âru-d etse nass tercih olunur. Çünkü nass, delalet bakımından zahirden
daha vazıhtır. Eğer nass ile müfesser te"âru-d etse, müfesser nassa tercih
olunur. Keza tc"âru-d halinde mu.hkem, diğer üçüne birden tercih olunur.
Üçüncü bölümde te"âru-d ve tercihten bahsederken te"âru-da dair misaller
de vereceğiz.
330)
Delaleti vazıh olmayan lafız, manasına delaletinde kapalılık (el-hafâ') bulunduğundan,
kendisiyle maksadın ne olduğuna bizzat kendisi delalet etmeyip, bunun
kendisinin dışındaki haricî bir unsurla anlaşıldığı lafızdır. Kapalılıkta,
delaleti açık olmayan lafzın muhtelif mertebeleri, dereceleri vardır. Delaleti
en kapalı olan lafız müteşâbihtir. Sonra kapalılığı ondan daha az olan mücmel
gelir. Daha sonra müşkil ve sonra da -hafiyy gelir. Şimdi her birini tek tek
ele alalım:
331) Hafi
(el-hafiyy) lafız, manasına delaleti zahir ve açık olmakla beraber manasının
bazı ferdlerine tatbik olunmasında kapalılık olan, bu bazı ferdler hakkındaki
kapalılığın izalesi için tedkîk ve teemmüle, düşünmeye ihtiyâç hissedilen
lafızdır. Mesela:
a) Yüce
Allah'ın [(Erkek hırsızla kadın hırsızın...ellerini kesin...)][187]
ayetinde tabiri böyledir. Hırsız (essân-k), başkasının malını, emsalinin
muhafaza olunduğu yerden gizlice alandır. Hırsız kelimesinden açık ve zahiren
anlaşılan bütün ferdlerine şâmil olduğu, hatta bir nevî maharetle, el
çabukluğuyla insanlar uyanıkken insanlardan bir şeyler çalan şahsa da şamil
bulunduğudur. Yani yankesiciye= de şamil olduğudur. Keza =hırsız kelimesi, açık
ve zahirî manasına bakılırsa, mezarlardan, kabirlerden ölülerin kefenlerini
çalanlara ve kefen soyucularına da şamil (yani kelimesi kelimesine de şümulü var gibi) görünmektedir.
Fakat (lafzının şümulünde imiş gibi görünen iki kişinin) birine sadece
yankesici isminin verilmesi, diğerine de kefen soyucusu denmesi, yankesici ve
kefen soyucularına nis-betlc hırsız kelimesini, manası kapalı (-hafi) bir
kelime haline getirmiştir. Çünkü yankesici ve kefen soyucusuna, hırsız
kelimesinin manasının mutabık geldiği, hırsız kelimesinin kendisinden
anlaşılmamaktadır; bunun için hârici bir unsur lazımdır. Kapalılık şuradadır:
Kefen soyucusu ve yankesici olan şahıslara sadece kefen soyucusu ve yankesici
denildiğinden ötürü zihne, yankesici ile kefen soyucusunun hırsız kelimesinin
ferdlerinden olmadıkları düşüncesi geliyor. Fakat tedkîk ve düşünme ile
anlaşılıyor ki yankesiciye sadece yankesici isminin verilmesinin sebebi,
yankesicinin yaptığı hırsızlıkta bir mahiyet fazlalığının bufunuşundandır.
Çünkü yankesici,
malını çaldığı şahsın gafletini fırsat bilerek, uyumayan uyanık gözlere
hırsızlığı hissettirmeyip maharet, el çabukluğu ve ustalık icra etmektedir.
Durum böyle olunca yankesicinin çalması daha çok tehlike arzetmektedir; ve suçu
ise daha iğrençtir. Bu itibarla hırsız kelimesi yankesiciye de şâmil
olmaktadır; hırsız gibi yankesici de (Islamdaki) hırsızlık cezasıyla tecziye
olunur. Kefen soyucusuna gelince: Kefen soyma fiilinde, hırsızlığa nisbetle bir
noksanlık bulunduğundan kefen soyucusuna sadece kefen soyucusu= denmiştir.
Çünkü kefen soyucusu malın muhafaza olunduğu mahalden yahut malı muhafaza eden
şahıstan, insanların rağbet gösterdikleri bir malı almamıştır. Zira mezar
muhafaza mahalli olamayacağı gibi, ölü de malı muhafaza eden şahıs durumunda
kabul edilemez. Bu itibarla kefen soyucusunahırsız= kelimesi şamil olamayacağından,
kefen soyucusuna (Islamdaki) hırsızlık cezası (.haddi) tatbik olunmaz; fakat
ta"zîr cezası verilir. Bu, mesela Allah Rahmet Eylesin Ebû Hanîfe gibi
bazı islam Hukukçularının görüşüdür. Fukahamn cumhuruna göre hırsız kelimesi,
kefen soyucusuna da şâmildir. Çünkü kendisine sadece kefen soyucusu isminin
verilmesi, hırsız manasının kendisine mutabık olmasına engel teşkil etmez.
Kefen soyucuya, kefen soyucu isminin has oluşu, cinsin nevilerinden muayyen bir
nev'e hususi bir ismin verilmesi, yine o muayyen nev'in bu cinsin şümulünde
kalması gibidir. Burada kefen soyucusu, hırsız cinsinin nevilerinden bir nevî
olur; ve kefen soycusuna hırsız isminin verilmesi (yani kefen soyucusuna hırsız
denmesi) doğrudur. Mezarın malı muhafaza mahalli olmayışı fikri kabul edilemez.
Çünkü kefene nisbetle mezar, muhafaza mahalli olabilir. Zira her şeyin
muhafaza olunduğu mahal, kendisine münasib tarzdadır. Kefenin arzu olunan,
insanların rağbet ettikleri şeylerden olmayışı, mal oluşuna ve
müle-kavvimligine (intifamın mubahlığına ve mu.hrezliğine yani muhafaza altına
alınmişlığına) mani değildir. Buna göre de hırsızın çaldığı şeyde aranan
"müte-kavvim mal oluş" şartı kefende tahakkuk eder; ve kefen
soyucusuna hırsızlık cezası (.haddi) tatbik olunur. Tercihe şâyân olan cumhurun
görüşüdür.
b) ASSÜ
Allah Rasulünün [(Katil miras alamaz)] hadisindeki [(katil)] lafzı da böyledir.
Bu kelime "âmm bir lafızdır; açık ve zahirî manasına bakılırsa hem kasden
insan öldüren katile ve hem de hatâen insan öldüren katile şâmil görünmektedir.
Kelimenin kasden katile delaleti açık ve zahirdir. Fakat kelimenin manasının
hatâen katile mutabık oluşunda bir kapalılık vardır, bu kapalılığın sebebi,
öldürmenin hatâ ile tavsif olunmasıdır. Çünkü mirastan mahrumiyet bir cezadır.
Cezayı haketmekte âdeten hatâ ve yanlışlık, kasıddan ve bilerek bir şeyi
yapmaktan farklı muamele görür. Burada hala, kasdî harekete müsâvî (eşit)
kılınarak mirastan mahrumiyetin sebebi olacak ve kendisine hadisin manası
tatbik edilecek midir, yoksa edilmeyecek midir? Bazı fakihlere göre cezada,
halâ da kasdî harekete müsavidir. Bu görüşe göre hadisdeki [(katil)] lafzı,
kasden insan öldüren katile şâmil olduğu gibi hatâen insan öldüren insana da
şâmildir; bile bile katil olanla, hatâen katil olanın her birisi mirasdan
mahrum edilir. Bu görüşün dayandığı delili şudur: Hatâen insan öldürene katil isminin
verilmesi doğrudur. Ayrıca halâen katil, titizlik ve ihtiyatlı davranma
hususunda kusurlu olduğundan, ceza olarak mirasdan
mahrum bırakılır.
Mirasdan mahrumiyet aslî ve tam ceza değildir; fer"î cezadır. Onun için
hatâen katilin, bilerek insan öldüren katilden, kısas cezasında farklı oluşu,
mirasdan mahrumiyette müsâvî olmalarına manî değildir. Diğer taraftan hatâen
katil, bu fer"î cezayla cezalandırılmazsa bu durum, mirasçılar arasında
öldürme hâdisesinin yaygınlaşmasına ve öldürmenin hatâen vuku bulduğu
iddiasının intişârına sebeb olur. İşte bu kapıyı kapamak, suça giden yolu yok
etmek, zamanı gelmeden önce bir şey hususunda aceleciliği önlemek bakımından,
hatâen insan öldürenin de mirasdan mahrum bırakılması icabeder.
Bazı fakihlere göre
ise hadisteki [( JzllM )]: [(katil)] kelimesi, hatâen katile şâmil değildir.
Çünkü hatâen katilin fena bir maksadı yoktur. Onun için aslî ceza olan kısasla
ve fer"î ceza olan mirastan mahrumiyetle cezalandırılmaz.
Kendi manasında
delaletinde zahir ve açık olan, fakat bu mananın bazı ferdle-rine tatbik
olunmasında ve mutabık düşmesinde bir -hafâ' ve kapalılık bulunan her lafız
böyledir: Bu ferdlerden bazısına nisbetle o lafız -hafidir. O lafzın manası ya
düşünme ve tedkîkten sonra bu bazı ferdlere mutabık düşer ve o lafzın hükmü bu
bazı ferdlerde de carî olur; ya da düşünme ve tedkîkten sonra mutabık düşmez ve
-yukarıda da misallerini verdiğimiz gibi- o lafzın hükmü bu bazı ferdlerde carî
olmaz. Fukaha efendilerimizin görüşleri bu sahada farklı olabilmektedir.
Mısır Ceza Kanununun
311. maddesi şöyledir: "Başkasının menkûl malını kim el yordamına getirip
çarparsa, o şahıs hırsızdır." Acaba elektrik ceryânım çalana da bu kanun
maddesi tatbik edilecek midir? Elektrik ceryanımn menkûl mal sayılmasındaki
-hafâ' (kapalılık) sebebi şudur: Menkûl mal, âdeten bir mekândan başka bir
mekâna nakledilebilir mal demektir. Bu manayı elektrik ceryanına tatbik
edebilir miyiz? Mısır Temyiz Mahkemesi'nin verdiği karara göre elektrik ceryanı
da menkûl mal sayılmakla olduğundan, elektrik ceryanı hırsızı, yukarıdaki kanun
maddesinin şumûlündedir.
Lafzın bazı ferdlerine
(manasının) mutabık gelmesinde -hafâ' ve kapalılık hasıl eden şey ("ân-d)
hakkında düşünmenin ve tedkîkin vucûbudur: (Tedkîkden sonra) lafzın bu bazı
ferdlerini şümulüne aldığı görülürse ferdler, lafzın ferdlerinden kılınır; ve
lafzın hükmünü alırlar: Yankesici misalinde olduğu gibi. Eğer (tedkîkten sonra)
lafzın bu bazı ferdlerini şümulüne almadığı görülürse ferdler, lafzın hükmünü
almazlar: Kefen soyucusu misalinde olduğu gibi. Fakihler düşünce ve
tedkiklerinde ittifak ettikleri gibi ittifak edemeyebilirler de..
334)
Müşki.(=bana şu karışık geldi) dan alınmıştır. Yani (=şu, benzerleri ve emsalinin arasına
karıştı) demektir. Bir ıstılah olarak müşkil, emsali ve benzerlerinin arasına
girmesi sebebiyle, kendisinden maksadın ne olduğunda karışıklık bulunan, diğer
emsali arasından ancak bir delil ile temeyyüz edip ayrılan lafza verilen
isimdir. Başka bir tabir ile miişkil, kendisinden maksad sadece bir tanesi
olduğu halde müteaddid manalara ihtimali bulunan, fakat emsal ve benzerleri
yani bu müteaddid manalar araşma girmiş, bu giriş sebebiyle işitenden gizli
kalan(i-htifâ' eden), emsal ve benzerlerinden temeyyüz edip ayrılması için
düşünmeye ve tedkîke muhtaç olan kelam veya lafzın ismidir. Şu halde müşkildeki
kapalılık (el-hafâ1) sebebi kendi lafzı ve sîğasidır: Müşkil, sîğasıyla
kendisinden maksadın ne olduğuna delalet etmez; kendisinden maksadın ne olduğunu
açıklayacak bir haricî karine şarttır. (Bilindiği üzre) -hafi lafız böyle
değildir, -hafi lafzın kapalılığı yani -hafâı, lafzın kendisinden değil, beyan
ettiğimiz gibi lafzın haricindeki âmiller sebebiyle lafzın manasının bazı
ferdlere mulâbakatindeki karışıklık ve iştibahtan doğmaktadır.
335) Müşterek lafız, müşkilin misallerindendir.
Müşterek lafız Arab Dilinde birden fazla manada kullanılmış bir lafız
olduğundan kendisi muayyen bir manaya delalet etmez; kendisiyle kasdedilen
manayı tahdîd eden, haricî karinelerin bulunmasıdır. Bunda ise müctehidlerin
görüşleri birbirini tutmamaktadır. Yüce
Allah'ın [(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç -kur' müddeti
beklesinler...)][188]
ayetinde bulunan lafzında olduğu gibi. Bu lâfız arab dilinde hanımların hayız hâli
ve temizlik hâli mânasında kullanılan (bu iki mânâ için vaMolunmaz bir
lâfızdır), ayette bu lâfızdan maksadın ne olduğunu tayin eden, karinelerdir.
Yüce Allah'ın
[(Kadınlarınız sizin (evlad yetiştiren) tarlalarınızdır. O halde tarlanıza
istediğiniz gibi (islediğiniz hal ve şekilde) gelin...)][189]
ayetinde bulunan (ve istediğiniz gibi tarzında terecme edilmiş bulunan) lafzı
da böyledir. Bu lafız Arab Dilinde (keyfiyet, hal ve durum manasına
olan)" anlamına kullanıldığı gibi, (nereden manasına olan)"manasına
da kullanılır. Maksadın bunlardan hangisi olduğunu tayin eden, ayetin siyakı ve
karinelerdir. Nitekim bunlar maksadın "mahal ve yer" olmadığını;
durumlar, haller ve keyfiyetler olduğunu, ayetin ahvâlin umûmuna delalet
ettiğini tayin etmişlerdir.
1959 tarih ve 118
sayılı Irak Ahvali Şahsıyye Kanununun 8. maddesi şöyledir: "Onsekiz yaşını
doldurmakla evlenme ehliyetine sahib olunur." Bu kanun hükmüne göre 18
yaşını dolduran şahıs, evlenme ehliyetine sahib olmaktadır. Her senenin bitiminde
yaş dolduğuna göre 18 yaşın doldurulması demek, şahsın 18 sene yaşamış olması,
yani 18 sene sonunda 18 yaşını doldurması demektir. Fakat sene kelimesi kamerî
seneye yahut şemsî seneye (güneş yılına) muhtemeldir. Şu halde bu kanunun
yukarıdaki maddede kullandığı mefhûm müşkildir. "Sene"den maksadın ne
olduğunun mutlaka belli olması icabeder; maksad kamerî sene midir, yoksa şemsî
sene midir? Düşünme ve tedkîkle anlıyoruz ki bu kanun aile hukuku meselelerini
içine almaktadır; ve (Irak'ta) aile hukuku mevzuatında islam Şerîati hükümleri
tatbik olunur. Irak Ahvâli Şahsiyye Kanununun 1. maddesinde de beyan olunduğu
gibi, işbu kanunda muhteva olarak bulunsun veya bulunmasın, bütün aile hukuku
mevzuatında hüküm İslam Şerîati'ne göre olduğundan, İslam Şerîati de seneyi
hesâb ederken "kamerî yılı" kullandığından bu husus, 18 yaşın
doldurulmasından kanunda 18 kamerî yılın geçmiş olması manasının kasdedildiğine
dair karine kabul edilir.
Müşkilin hükmü, müşkil
lafızdan kasdedilen mananın ne olduğunu gösteren delil ve karineleri araştırıp
tedkîk etmek, tedkîkin neticesine göre amel etmektir. Bu, önce lafzın bütün
mefhum ve manalarını tedkîkle bu manaları ortaya koyup, onlar üzerinde
teemmülde bulunup kasdedilen manayı tayinle olur.
337) Mücmel
(öz ve kısa olarak, tafsîlatsız zikredilmiş, icmal olunmuş) Arab Dilinde
mübhem (izahı bilinmeyen) demektir. Lafız durumu mübhcm hale getirdi"den
alınmıştır. ARE imam Serahsî'nin kaydettiği üzre Fıkıh Usûlü ıstılahı olarak
mücmel, "icmal edenin (mücmel lafzı söyleyenin) tefsir ve izahı olmaksızın
kendisinden maksadın ne olduğu anlaşılmayan, icmal edenin yani mücmilin beyan
ve izahı ile kendisinden maksadın ne olduğu anlaşılabilen lafız" demektir.
Şu halde mücmel, kendisiyle ne murâd olunduğu kapalı olan, ancak mücmeli
söyleyen tarafından muradın izah edilmesi ile maksadın anlaşılabildiği
lafızdır. Çünkü mücmeli söyleyenin maksadının ne olduğuna dair, lafzın
manasına delalet eden bir karine yoktur. Buna göre mücmeldeki kapalılık
(el-hafâ1) sebebi lafzîdir; arızî ("ândı) değildir. Yani mücmel lafız,
kendi sîğasıyla kendisinden maksadın ne olduğuna delalet etmemektedir;
kendisinden maksadın ne olduğunu açıklayan lafzî veya hâlî karineler yoktur;
lafızdan maksadın ne olduğunun anlaşılması için Şerîat Sahibine (şâri"a)
müracaat etmek şarttır.
a) Lafzın, kendisinden kasdedilen manayı tayin
eden karinelerin bulunmadığı müşterek lafız olmasıdır.
b) Bazen de
sebeb, lafızdaki garabettir. Mesela Yüce Allah'ın [(Hakikat insan helû"
(sabrı kıt ve hırsına düşkün) olarak yaratıimıştır)][191]
ayetinde bulunan lafzı böyledir. Bu bakımdan Allah, lafzı ondan sonraki
ayetlerde tefsir buyurmuştur. Alemlerin Rabbı devamla şöyle ferman ediyor:
[(Kendisine şer (zarar, fakirlik, hastalık v.s.) dokundu mu feryadı basar,
kendisine hayır (bolluk, zenginlik) dokununca da (içinde Allah'ın hakkı bulunan
mal verilince de) çok cimri olur)][192]
Keza Yüce Allah'ın [(el-kâri"ah,
nedir el-kâri"ah? Sana el-kâri"atuyu bildiren nedir? O gün insanlar
yaygın (ve salgın) pervaneler (mütekâsif dalgalar halinde çekirgeler) gibi
olacak. Dağlar atılmış renkli yünler gibi olacak)][193]
ayetlerinde yer alan lafzı da böyledir; ve bu lafzı, daha sonraki ayetlerde
bizzat Rabbımız tefsir buyurmuştur.
c) Bazen de
icmalin sebebi, lafzın lugavî manasından ıstılahı manasına naklo-lunmasıdır.
Mesela lafızlarının Arab Dilindeki kelime manalarından alınarak islam Dininde,
hepimizin bildiği muayyen dînî manalara nakledilmeleri) gibi. Bu lafızların
dini manaları mücmel olduğu içindir ki Peygamberimizin Sünneti bu lafızlardan
kasdedilen şer"î ve dini manaları açıklamıştır, işte Şeriat Sahibinin bu
beyanı olmasaydı, bu lafızlardan Şeriat Sahibinin kasdettiği şer"î ve dini
manaların anlaşılması mümkin olmayacak idi.
Şeriat Sahibi
tarafından icmalliği giderilinceye ve manası açıklığa kavuşturuluncaya kadar,
kendisinden maksadın ne olduğunun tayin edilememesi ve kendisiyle amel
olunamamasıdır.
Eğer Şeriat Sahibinin
mücmeli beyanı, kat'î ve vâfi (tam, kifayetli ve noksansız) ise, mücmel
müfesser olur. Mesela ASSÜ Allah Rasûlü Muhammed Efendimizin ve benzeri
ifadeleri beyanından sonra bu ifadelerin mücmelken müfesser olmaları gibi.
Eğer beyan bu
keyfiyette olmazsa, mücmel müşkil olur; ve işkâlinin (müşkilliğinin) izalesi,
kendisinden maksadın ne olduğunun anlaşılması için düşünme ve tedkîke ihtiyaç
hissedilir. Çünkü Şerîat Sahibi mücmel olan lafzı kısmen beyan etmek suretiyle,
lafızdan kasdedilen mananın o olduğunun anlaşılması için teemmül ve ictihâd kapısını
açmıştır. Mesela Faiz lafzı Kur'anda mücmel olarak vârid olmuştur.
Peygamberimizin Sünneti lafzını altı ri-bevî mallar hadîsi (haklarında faiz
ameliyesinin ceryan ettiği altı mal sınıfını açıklayan hadisi) ile beyan etmiş
ise de, bu beyan vâfi değildir (fakihlerin farklı görüş beyanına mani
değildir). Çünkü bu hadis, saydığı altı mal sınıfına faizi münhasır kılmamış
tır (faiz sadece bu altı sınıf malda vuku bulur dememiştir). Onun için hadisde
vârid olan mal sınıflarına kıyasen, hakkında faizin ceryan edeceği şeylerin
beyanı için ictihâd edilebilir.
339)
Kendisinden maksadın ne olduğu kapalı olan, kendi sîğasiyla kendisinden muradın
ne olduğuna delalet etmeyen, kapalılığını (-hafâını) izâle edecek bir karine
olmadığından idrâkine imkan bulunmayan, bilinmesini Şerîat Sahibinin sadece kendisine
has kıldığı lafız müteşâbihtir. Usûl ulemâsı efendilerimiz, müteşâbihin tarifinde
böyle diyorlar. Misal olarak da şunları veriyorlar:
1) Bazı
sûrelerin başlarında bulunan ve kendilerine denilen harfler:[194][195][196]
2) Allah'ın
sıfatlarına dâir olan ayetler: [(O çok esirgeyici (Allah'ın emir ve hükmü) arşı
istilâ etmiştir)][197] ve
[(Allah'ın eli, onların elleri üstündedir)][198]
ayetleri gibi.
Esasen Usulcülerin
kasdettikleri manada müteşâbih, Fıkıh Usûlü îlmi'nin tedkîk mevzuu değil, Kelâm
îlmi'nin tedkîk mevzuudur. Burada kısaca şunu tebarüz ettirerek yetinmek
isteriz: Gerek mu-ka-t-ta" harfler olsun, gerek Allah'ın sıfatlarına dair
ayetler olsun, bunlar Usulcülerin kasdettikleri müteşâbih cinsinden değildir.
Mu-kat-ta" harfler, Kur'an bu ve benzeri harflerden teşekkül etmekte
olduğu halde insanların Kur'anın benzerini ortaya koymaktan aciz kaldıklarını
beyan içindir; Kur'anın âciz bırakıcılığının, Allah katından oluşunun bir
delili durumundadırlar. Sıfat ayetleri-ninse manaları bellidir. Yüce Allah'a
layık olan manalarla anlaşılırlar. Yani bu sıfatlar Allah'ın sıfatlarıdır;
fakat yarattığı mahluklarının sıfatlarından farklıdırlar. Allah'ın zâtı diğer
varlıklara benzemediği gibi, onun sıfatlan da kendisinin dışındakilerin
sıfatlarına benzemez. Yüce Allah'ın [(Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri
gibisi (dahi) yoktur. O, hakkıyla işiten, kemâliyle görendir)][199]
ayeti bunu göstermektedir.
Şuna dikkat
olunmalıdır: Amelî ve şer"î a.hkâm ayetleri ve hadislerinde, istikra' ile
sabit olduğu üzre müteşâbih lafızlar yoktur. Çünkü a.hkâm nusûsu (hukuki temel
metinler) ile kasdedilen, (kulların) bu nasslarla amel etmeleri ve onları
(hayatlarında) tatbik etmeleridir; sadece itikâd ve iman etmek değildir. Eğer
onlar müteşâbih olurlarsa, kendileriyle amel etmeye imkan olmaz. Icablanna göre
hareket olunmak üzre meşru kılındıklarına göre kendilerinde herhangi bir
anlaşılmazlık, teşâbüh ve iştibâh bulunmamak lazımdır.
Üçüncü bahiste, lafzın
manasına delaletinin açıklığı yahut kapalılığı bakımından lafzın kısımlarını
tedkîk etmiştik. Bu bahiste de lafzın, manasına delaletinin yollarını ele
alacağız. Lafız bu itibarla dört kısımdır: 1)
na-s-sın ibaresiyle delalet eden lafız, 2)
na-s-sın işaretiyle delalet eden lafız, 3)
na-s-sın delaletiyle delalet eden lafız, 4)
na-s-sm i-kti-dâıyla (iktizasıyla) dalelat eden lafız. Bu taksimin sebebini
şöyle izah edebiliriz: Lafızdan anlaşılan mana ya nassın ibaresi, ya işareti,
ya delaleti, ya da iktizası yoluyla anlaşılır. Böylece lafzın, manasına
delaleti dört kısma taksim edilmiş olur. Bu dört delalet kısmına, cumhur
-Hancfîler haricindeki ulemâ- hususi bir delalet şekli olan muhalefet
mefhûmunu yani mefhûmu lmu-halefeti ilave etmişlerdir. Şimdi her bir delaleti
ayrı ayrı inceleyelim:
341) Nassın
ibaresi, lafzın kendi sığasından derhal anlaşılan manaya delaletidir. Bu
mananın, lafzın siyakından aslî olarak veya talî olarak kasdedilmesi arasında
fark yoktur. Şu halde lafzın kendisinden anlaşılan her mana -lafzın söylenmesi
(siyakı) aslen bu manayı ifade için olsun yahut bu mana lafzın siyakından
kasdedilen aslî manaya nisbetle tebc"î ve talî (ikinci derecede) bir mana
olsun- ibarenin delaleti sayılır; ve kendisine "na-s-sın harfi
manası" denilir. Yani sözün cümİçlerindeki kelimelerden anlaşılan mana
demektir.
a) Yüce
Allah'ın [(-Kısas ve zina gibi şeylerden dolayı meşrû- bir hak olmadıkça
Allah'ın haram ettiği cana kıymayın)][200]
ayeti ibaresiyle yani kendi lafızlarıyla "insan Öldürmenin
haramlığma" delalet etmektedir.
b) Yüce
Allah'ın [(Namazı kılın; zekâtı verin)][201]
ayeti ibaresiyle "namazın ve zekatın farziyetine" delalet etmektedir.
Aslen ayetin siyakından kasdedilen mana (da) zaten bu manadır.
Bazen kelamın siyakı
asaleten ve tebe"an iki yahut Uç manayı ifade etmek için olabilir.
c) Yüce
Allah'ın [(Allah alış verişi helal, faizi haram kılmıştır)][202]
ayetinden, ibarenin delaletiyle iki mana anlaşılıyor:
1) Alış
verişle faiz arasında benzerlik bulunmadığı. Bu mânâ, kâfirlerin [(Alım satım
da ancak faiz gibidir)]1 sözlerine reddiye olarak a-yetin sev-k olunduğu aslî
maksaddir.
2) Ahş
verişin helal ve faizin haram kılınışı. Bu mana ayetin talî ve tebe"î maksadıdır.
Yani kelamın ve ayetin siyakı, esasen bu mananın beyanı için değildi. Bu mana
tebe"an ve dolayısıyle ayetten anlaşılmıştır. Çünkü alış verişin helal ve
faizin haram olduğunu beyan etmeksizin sadece alış verişle faiz arasında
benzerliğin bulunmadığı ayette ifade olunabilir idi. Hal böyleyken bu mananın
zikredilmesi, kendisiyle ayetin asli maksadına varılmak için, ayetin siyakında
talî mana ve maksad olduğunu göstermektedir.
ç) Yüce
Allah'ın .sizin için helal olan-diğer- kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak
üzere nikah edin. Şayet -bu suretle de- adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz
o zaman bir tane ile iktifa edin-)][203]
ayeti, ibaresiyle üç manaya delalet etmektedir.
1) Nikahın
yani evlenmenin helalliği ve mubahlığı.
2) Bir
erkeğin en fazla dört zevcesinin olabileceği, daha çok kadınla ayni anda evli
olamayacağı.
3) Birden
fazla karısı olursa, koca bu karıları arasında adaleti temin etmekten korkarsa,
kocanın bir zevceyle iktifa edeceği.
Bu üç mananın hepsi de
nassın ibaresinden yanı nassın lafızlarından anlaşılmakladır. Hepsi de nassın
siyakının maksadıdır. Yalnız bu üç mananın birincisi ayetin siyakının talî ve
tcbe"î maksadıdır, ikinci ve üçüncü manalar ise ayetin siyakının aslî
maksadıdır.
Beşeri kanunlarda
nassın ibaresinden anlaşılan mananın misalleri çoktur. Çünkü kanun vâzıı her
kanun hükmünü, muayyen bir hükmü göstermek için tanzim etmiş (sev-k eylemiş),
bu hükmü göstermesi için de kanunun kelime ve ibarelerini ona göre
düzenlemiştir. Şu halde hangi kanun olursa olsun, mutlaka her kanun metninin,
ibaresinin delalet ettiği bir manası vardır. Mesela Irak Medeni Kanununun 139.
maddesi şöyledir: "Eğer gasbettiği malı gâsıb istihlâk ederse yahut telef
ederse yahut kaybederse yahut kendisinin tecâvüzü olsa da olmasa da mağsûb
malın tamamı veya ot kısmı telef olursa gâsıb, malı tazmîn eder." (Bu
kanun metninin kelimelerinden anlaşılan manaların hepsi nassın ibaresidir ve
hepsi de nassın siyakının yani kanunun tanziminin aslî maksad larıdır.)[204]
344) Nassın
işareti lafzın, ne aslî ne de talî olarak kasdedilmeyen, fakat kelamın
siyakından kasdedilen manadan ayrılmayan bir manaya delalet etmesidir. Yani
nass kendi sîğa ve ibaresiyle bu manaya delalet etmemektedir. Fakat nass
iltizam yoluyla bu manaya işaret ve îmâ etmektedir. Bu şu demektir: Nassın
ibaresinin delalet ettiği mana, nassın işaret ettiği bu manayı istilzam
etmektedir. Onun için bu manaya lafzın delaleti, ibare yoluyla değil işaret ve
îmâ yoluyla olmaktadır. Bundan dolayı bazen bu delaleti "lafzın, siyaktan
kasdedümediği halde iltizâmî olarak delaletidir" şeklinde ifade ederler.
Bazen (nassın işareti
yani) işaret delaleti, az bir düşünce ve tedkîkle anlaşılabilir; gayet açık ve
vazıh olur. Fakat bazen de derin tedkîk ve düşünceye ihtiyaç gösterecek
derecede kapalı olur.
Ayrıca nassın
ibaresiyle delalet ettiği mana ile, nassın işaretiyle delalet ettiği mana
arasında hakiki bir telâzümün (ayrılmazlığın) bulunduğundan emin olmak
ica-beder. Bu itibarla insanın nassın manasından ayrılmaz diye her tasavvur
ettiği şey mutlaka nassın işareti değildir: Nassın manasıyla nassın işareti
arasındaki telâzüm, birbirinden ayrılması olmayan iki şey arasındaki telâzüm
kabîlindendir ve hakiki bir ayrılmazlıktır.
a) Yüce
Allah'ın [(Annelerin ma"rûf vech ile (babanın elinden gelen mikdâra, örf
ve âdete göre) yiyeceği, giyeceği, çocuk kendisinin olan (babay)a âiddir...)][205]
ayeti ibaresiyle, süt emziren anaların nafaka, giyim masraflarının (süt emen
çocukların) babalarına âid bulunduğuna, çocuğun anaya değil, babaya (neseb
bakımından) nisbet edildiğine delalet etmektedir. Çünkü ayette çocuk, [(Çocuk
kendisinden olan -babay-a)] ifadesinde babasına ihtisas harfi (.harfu
l'i-hti-sâ-s) olan harfi ile izafe olunmuştur. İşbu nassın işaretiyle, bu son
manaya bağlı olarak ve ondan ayrılmayan diğer manalar da anlaşılır. Mesela:
1) Çocuğun
nafakasını sadece babanın temin etmesi icabeder. Çocuğunun nesebinin kendisine
âid olmasında babaya hiç kimse iştirak edemediği gibi, nafakayı temin etme
mükellefiyetinde de babaya hiç kimse müşterek değildir.
2) Baba,
ihtiyacını giderecek kadar çocuğunun malından alabilir. Çünkü çocuk babaya
Allah'ın 3 ifadesinde (âidiyyet ve mülkiyyet ifade eden lâm harfi) ile mensûb
kılınmıştır. Hür olduğundan çocuğun kendisi, babanın mülkiyetinde
olamayacağından babanın, çocuğunun mülkünü edinmesi ve mülküne malik olması,
babanın ihtiyacı halinde caizdir.
b) Yüce
Allah'ın [(Oruç (günlerinizin) gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal
kılındı...)][206] ayetinin nassınm
ibaresinden, gecenin son kısmına kadar kocanın zevcesiyle cinsî münasebette
bulunmasının helalliği, mubahlığı anlaşılmaktadır. Bu mubahhğm bu vakte kadar
uzaması, oruçlu cünüb bulunduğu halde sabah olmasını istilzam etmektedir.
Böylece şahısta cünüblük ve oruçluluk vasıfları bir arada bulunacaktır. Bu iki
vasfın bir arada bulunmaları, birbirini hükümsüz kılmadıklarını ve
birbirlerinin zıddı olmadıklarını, orucun (başlangıç vaktinin) cünüblükle
bozulmamasını (cünübün oruç tutmaya başlayabileceğini) müstelzimdir. Çünkü
cenâbetliğin mukaddimeleri ve seb-ebleri mubah ve helal kılınmıştır. Şu halde
ayet ibaresiyle: Gecenin son lahzasına kadar kan koca arasında cinsi
münasebetin mubahlığına delalet etmekte; işaretiyle de-oruç tutan insanın cünüb
olarak sabahlamasının câizliğine delalet etmektedir. Bu İşaret manası, ayetin
siyakındaki maksad olmamakla beraber, ibaresiyle ayetin delalet ettiği manadan
ayrılmayan, o mananın mütelâzımi olan bir manadır.
c) Yüce
Allah'ın [(...hicret eden fakirlere âiddir ki onlar Allahtan fazıl (ve inayet)
ve hoşnudluk ararlar... yurdlarından ve mallarından (mahrum edilerek)
çıkarılmışlardır...)][207]
ayetinin siyakı, muhacirlerin fey'den bir pay almaya müstehak bulunduklarına
delalet etmesi içindir. İşaret delaletiyle bu ayetten anlaşılmaktadır ki zikri
geçen muhacirlerin Mekke'deki malları hakkında mülkiyet haklan kalmamıştır. Çünkü
ayet kendilerinden [(fakirlere âiddir...)] ibaresiyle bahsetmiştir. Mallarından
mülkiyetlerinin kalkması, ayetin siyakının ne aslî ve ne de talî ve tebe"î
maksadı olmayan bir manadır. Fakat bu mana, ayette geçen lafzından ayrılmaz bir manadır.
ç) Yüce
Allah'ın [(Eğer bilmiyorsanız zikir erbabına sorun)][208]
ayeti ibaresiyle "zikir ehline sormanın icabettiği" ne delalet etmektedir.
Çünkü ayetten maksad bu manadır. Zikir ehline sual sormak, kendilerine sual
sorulabilmesi için "bir zikir ehlinin yetiştirilmesini" icabettirir.
Bu mana ayetin maksadı değildir. Fakat, ayet işâreten bu manaya delalet
etmektedir.
d) Yüce
Allah'ın [(iş hususunda onlarla müşavere et)][209]
ayeti ibaresiyle, tslamda devlet idaresi esasının şûra, müşavere, danışma,
görüş ve re'y alma olduğuna delalet etmektedir. Bu mana, milletin her ferdiyle
müşavere edilmeyeceğinden, milletin işi hakkında kendileriyle istişare
edilecek bir cemaatin
yetiştirilmesini
istilzam etmektedir. Bu istilzam manası ayetin siyakının maksadı olmadığından,
ayetin bu manaya delaleti işaretledir.
e) Yüce Allah'ın [(...onun bu taşınması ile
sütten kesilmesi (müddeti) otuz aydır)][210]
ayeti ile [(...sütten ayrılması da iki yıl -sürmüştür-)][211]
ayetinden işaret yoluyla "gebeliğin asgarî müddetinin altı ay
olduğu", her iki ayetin dikkatlice tedkîkiyle anlaşılmaktadır.
f) ASSÜ
Rasulullah Efendimizin [(Bu gibi günde onları istemekten müstağni kılın)]
hadisinde, nassın ibaresiyle sabit hüküm, "bayram günü fakire sadakai
fıtrin verilmesinin icabettiği"dir. Çünkü bu mübarek hadîs esasen bu
hükmün beyanı için sev-kolunmuş (îrâd olunup, buyrul-muş)tur. işbu hüküm
hadisin kendi ibaresinden anlaşılmaktadır. (Bu hadiste) işaret yoluyla da bir
takım hükümler sabit olmuştur:
1) Sadakai
fıtri zenginden başkasının vermesi icabetmez. Çünkü (başkasından mal veya para)
istemekten müstağni kılabilecek insan sadece zengin olandır.
2) Müstağni kılmanın tahakkuk edebilmesi için
sadakai fıtrin zengine değil, muhtaca verilmesi icabeder.
3) Verilen
mal ne türlü mal olursa olsun, vacib yerine getirilmiş olur. Çünkü nass,
müstağni kılmaya itibar etmiştir. Müstağni kılmak da nakdî veya gayrı nakdî
tediyelerle hasıl olur.
Yukarıdaki misallere
dikkat edilirse anlaşılacaktır ki nassın işaretinden çıkarılmış iltizâmı
manalar (nassın ibare manasından ayrılmayan manalar) bazen kapalı ve -hafi
olup çok dikkatli ve titiz bir teemmül ve pek derin bir tedkîk ile idrâk edilip
anlaşılabilir. Bu iltizâmı manaları bazıları kavrayamayabilir; onlara ancak
Fıkıh'da derinleşmiş ve ilerlemiş fakihler idrak edebilirler. Ayrıca akılların
anlayışları da farklı olduğundan, işaret yoluyla nasslardan çıkan manaların
idrakinde akıllar da ittifak etmeyip, ihtilaf ede(bili)rler. Nassın ibaresinin
delaletiyle idrâk olunan manalar böyle değildir. Çünkü nassın ibaresinin
manası, fakih olmayanın bile anlayacağı derecede açık ve vazıhtır.
a) 1969
tarih ve 111 sayılı Irak Ceza Kanununun 378. maddesinin ilk fıkrası şöyledir:
"Karı kocadan birinin şikayeti olmadıkça, bu karı kocadan biri aleyhine
zina davası açılamayacağı gibi, böyle bir davada da hiçbir icrââtta
bulunulamaz." Bu kanun ifadesi, işaret yoluyla delalet etmektedir ki, karı
kocadan birinin işlediği zina suçu, diğeri hakkında suç sayılır; cemiyet
hakkında suç sayılmaz. Çünkü bu mana, nassın ibaresinden anlaşılan manadan yani
zina davası ancak karı kocadan bin tarafından açılır manasından ayrılmayan bir
mefhumdur. Zira kanun vâzıına göre zina suçu cemiyet aleyhine işlenen bir suç
olsaydı -mesela hırsızlık gibi- âmmenin hakkı zina suçuna müteallik olacak ve
zina davası kan kocadan birinin açmasına bağlı olmayacaktı. Cemiyete karşı
tecavüz sayılan diğer âmme suçlarında durum böyledir. Bu Irak kanununun
telakkîsi, zinayı cemiyet ve âmme aleyhine bir tecavüz sayan, bu suça ceza
vermeyi Allah'ın yani cemiyetin ve âmmenin hakkı kabul eden islam
Serîati'ne aykırıdır.
îslam Şerîati'nde, karı kocadan biri zina yapsa zina davası, karı kocadan
birinin diğerini şikâyetine bağlı değildir.[212]
347) Hükmün
"illetinde müşterek oluşları sebebiyle, man-tû-kun yani nassda zikredilen
şeyin hükmünün, meskûtun "anh (nassda zikri geçmeyen şey) hakkında sabit
bulunduğuna lafzın delaleti, nassın delâleti=dilâletu nna-s-s adını alır. (Yani
nassın rnantûku ile meskûtun "anh ayni illette müşterektirler. Bu illet,
mantûkun hükmünün illetidir, işbu illette müştereklik sebebiyle mantûkun hükmü,
meskûtun "anh hakkında da sabit olmaktadır. İşte nassın yani lafzın bu
sabitliğe ve sübûta delaleti, dilâletu nna-s-s demektir.) Hükmün illeti, Arab
Dili'nin anlaşılmasıyla anlaşılabilir. Yani buradaki illeti, tedkîke ve
içtihada hacet olmadan Arabcayı bilen herkes anlayabilir. Nassın delaleti
yoluyla elde edilen hüküm, nassın lafzından değil de, nassın manasından
alındığı için bazıları nassm delaletini, "dilâletu ddilaleh" olarak,
bazıları da "fa.hva I-hı-tâb": olarak isimlendirmişlerdir. Çünkü
kelamın fa.hvâsi, kelamın manasıdır. Şâfiîler ise dilâletu nnassa, mefhûmu
lmuvâfa-kah= adını vermişlerdir. Çünkü lafzın sükût mahallindeki (hükmünü
açıklamadığı mevzûdaki) medlulü ve manası, nu-t-k mahallindeki (hükmünü
açıkladığı meseledeki) medlulüne ve manasına muvafık ve uygundur. . Buna göre
meskûtun "anh, man-tû-kun bihehüküm bakımından muvafık olur. Bazıları da
dilâletu nnassa, celî (açık) kıyâsve evlâ (evlcviyetle) delâletisimlerini
veriyorlar. Çünkü illet mantûkun binden daha kuvvetli olarak, meskûtun
"anhde kendini belli ettiğinden meskûtun "anh, hükme mantûkun bihden
daha layıktır.
Muayyen bir vak'ada
nass, ibaresiyle bir hükme delâlet etse, illet bakımından bu vak'aya eşit
illetin kendisinden daha kuvvetli olarak bulunduğu başka bir hâdise meydana
gelse, illetteki bu eşitlik yahut kuvvellilik Arab Dilini anlamakla, düşünce ve
içtihada hacet kalmadan en basit bir dikkatle kavranabiliyorsa, nassın bu iki
vak'aya da şâmil olduğu, nassdaki hükmün meskûtun "anh yani ikinci hâdise
hakkında da sabit bulunduğu derhal anlaşılır.
1) Yüce
Allah'ın [(Ana babana öf (bile) deme)][213]
ayeti ibaresiyle, çocuğun ana babasına "Öf demesinin haramhğı"na
delalet ediyor. Çünkü öf demekle ana ve baba müteessir olur; onlara böylece
eziyet verilir. Hemen anlaşılmaktadır ki bu nass, "ana babaya
sövme"nin ve "ana babaya vurma"mn haram oluşu hükmünü de içine
almaktadır. Çünkü sövmede ve vurmada "Öf kelimesindeki eziyet verişten
daha fazla bir incitme vardır, Böylece sövmek ve vurmak (dövmek) evleviyetle
haram olur. Yani meskûtun "anh, mantûktan daha çok haramlık hükmüne
evlâdır ve münasibdir. Bu mana ise gayet açıktır; ictihâd yahut kıyâsa muhtaç
değildir.
2) Yüce
Allah'ın [(Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler
karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe (cehenneme)
gireceklerdir)][214]
ayeti ibaresiyle, haksız olarak yetimlerin mallarının yenmesinin ha-ramliğını
ifade ediyor. Ayetten nassın delaletiyle anlaşılmaktadır ki "yetimlerin
mallarının yakılması, dağıtılması, nasıl olursa olsun telef edilmesi"
haramdır. Zira bütün bu hareketler, haksız olarak yetimlerin mallarının
yenmesine müsavidir. Çünkü bu hareketlerde de, haksız olarak mallarının
yenmesinde de müşterek unsur, kendisine yapılan tecavüzü def etmekten âciz,
bulûğa ermemiş yetimin malına tecâvüzde bulunmaktır. Böylece nass, yetimlerin
haksız olarak mallarını yemeyin ibaresiyle, yetimlerin mallarım yakmayı ve
telef etmeyi (ve benzeri hareketleri) de delalet yoluyla haram kılmıştır. Bu
misalde meskûtun "anh, hükmün illetinde mantûkun bine müsâvîdir.
3) Yüce
Allah'ın [(Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti
beklerler...)][215]
ayetinden ibarenin delaletiyle, boşanmış kadının rahminde çocuk bulunup
bulunmadığından emin olmak için iddet müddeti beklemesinin farz olduğu
anlaşılmaktadır. Bu illeti Arabcayı anlayanlar anlamaktadır. Aynı illet mesela
riddet (islam Dininden çıkmak) gibi, evliliğin feshedilme sebeblerinden biriyle
kocasıyla nikahı feshedilen kadında da mevcuddur. Bu nassın delaletiyle nikahı
feshedilen kadının da iddet müddetini beklemesi farzdır. Burada meskûtun
"anhdeki illet, mantûkun illetine müsâvîdir.
Böylece dilâletu nnass
ile kıyas arasındaki fark açığa çıkmış oluyor: Muvafık mefhûmun (elmefhûmu
lmuvâfı-km) yani meskûtun "anhİn mantûkun bihe illette müsâvî oluşu,
te'vîle ve içtihada hiç ihtiyaç olmadan sadece Arabcayı anlamakla
anlaşılabilir. Fakat me-kîsin, me-kîsun "aleyhe illette müsavatı ise
sadece Arabcayı bilmekle anlaşılmaz; teemmül, tedkîk ve ictihâd ile
anlaşılabilir.
Irak Ceza Kanununun
379. maddesinin 2. fıkrası şöyledir: "Kocanın da karısının zinası hakkında
mahkemece verilmiş kararın infazını durdurma hakkı vardır." Bu nassın
delaletinden anlaşılmaktadır ki zina davasının devamına, mahkemece dava ile
alakalı olarak bir karar verilmeden önce de koca manî olabilir. Yani mahkemede
davanın seyrinin durdurulmasını taleb edebilir. Çünkü sudûrundan sonra mahkeme
kararının tatbik olunmasını durdurabilen şahıs, evleviyetle karardan Önceki
dava hakkındaki icrââtları durdurabilir.
Irak Medeni Kanununun
1282. maddesinde şu hüküm vardır: "irtifak hakkı on beş sene kullanılmazsa
son bulur." Eğer irtifak hakkı işbu maddedeki müddetten daha fazla bir
zaman kullanılmazsa, muvafık mefhumla veya nassın delaletiyle, hakkın son
bulduğu anlaşılır.1
349) iktizâ
(cl'i-kti-dâ') kelimesinin Arab Dilindeki manası "lalebdemektir. Fıkıh
Usûlü ıstılahı olarak iktizâyı imam Serahsî ARE şöyle tarif ediyor:
"Kendisi olmadan nassla amele imkan bulunmayan, nassm hüküm ifade eder
olması için nassda takdir olunması şart olan bir fazlalıktan ibarettir."
Diğer bir tabirle, nassın iktizâ delaletiyle kasdedilen, lafzın meskûtun
"anhe delaletidir ki kelamın doğru ve sıhhatli anlaşılması bu meskûtun
anhın kelamda takdirine bağlıdır.
1) Yüce
Allah [(Analarınız, kızlarınız....size haram kılındı...)][216]
buyurmuştur. Bu nassm takdiri, "analarınızı, kızlarınızı... nikahlamanız
(yani onlarla evlenmeniz) size haram kılındı" şeklindedir. Lafız iktizâ
yoluyla bu manaya delalet etmektedir. Çünkü zâtlar (varlıkların kendileri)
haram kılınmazlar; haram kılman zâtların fiilleri, zâtlarla alakalı fiillerdir.
Buradaki fiil de evlenme fiilidir.
2) Yüce
Allah [(Ölü, kan, domuz eti... üzerinize haram kılınmıştır)][217]
buyuruyor. Yani bu şeyleri "yemek", bu şeylerden
"faydalanmak" (haram kılınmıştır) demekledir. Bu mana, lafzın
iktizâen delaletiyle anlaşılmaktadır. Çünkü yukarıda da zikrettiğimiz gibi zaün
kendisi haram kılınmaz. Haram kılınan sadece mükellefin fiilidir. Onun için her
nassda,. o nassa münasib düşen muktezâ=
ail ne ise takdîrolunur.
3) ASSÜ
Allah Rasûlü şöyle buyuruyor: [(Şübhesiz Allah benim (İslam) Milletimden
hatayı, unutmayı ve zorlanarak istemeden yaptıkları şeyi kaldırmıştır.) Hadisin
zahiri hatâen, unularak yahut zorlanılarak vuku bulan fiilin kaldırıldığına
veya islam Milletinde hata, unutmak ve zorlamak fiillerinin bulunmadığına,
bunların vuku bulmadığına delalet etmektedir. Bu iki mana da doğru değildir.
Çünkü vuku bulan şeyin kaldırılmasına imkan yoktur; ve bu şeyler islam
Milletinde fiilen mevcuddurlar. Kelamın doğruluğu ve sıhhati (hadiste sarahaten
zikredilmemiş,) hazfolunmuş bir tabirin takdir edilmesini iktiza ettiriyor. Bu
mahzûf şey hüküm ya da günah kelimesidir. Bu takdire göre hadisin manası,
"Benim milletimden bu mezkûr şeylerin hükmü, onlan kim yapmışsa
kaldırılmıştır" olur. (Veya hüküm kelimesi yerine günah kelimesi de takdir
edilebilir.) Böylece günah (veya hüküm) tabiri "meskûtun "anh"
olur ve kelamın yani hadisin doğru olarak anlaşılabilmesi bu tabirin takdirine
bağlıdır. Böylece bu tabir, iktiza delaletiyle hadîsin medlulünden sayılır.
4) Bir
koyunun mâlikine hitaben bir şahsın: "Fakirlere bu koyunu benim yerime on
Dinar'a (takriben 1500 TL) tasadduk et (sadaka olarak ver) derse bu söz on
Dînâr'a (önce mâlikinden koyunun satın alınmasına iktizâen delalet eder. Çünkü
taleb sahibince koyuna mâlik olunmadan, fakirlerle alâkalı olarak koyun
hakkında tasarrufta bulunma hususunda koyunun mâliki taleb sahibinin naibi
olamaz. Şu halde burada satın alış, sözün (nassm) iktizasının delaletiyle
sabittir.
ibarenin delaleti.-
Nassın lafızları ve sîğasıyla hükme delaleti ve nassm bu hüküm için sev-k
edilmiş olmasıdır. Bu hükme, nassın ibaresiyle sabit hüküm denir.
îşâretin delâleti.-
Nassın lafızları ve sîğasıyla hükme delaleti ve nassın bu hüküm için sev-k
edilmemiş olmasıdır. Bu hükme, nassın işaretiyle sabit hüküm denir.
Nassm delaleti.-
Nassın lafızları ve sîğasıyla hükme delalet etmemesi, aklen kendisinden
anlaşılan mana ve ruhuyla hükme delalet etmesidir. Bu hükme, nassın delaletiyle
sabit hüküm denir.
iktizâ delaleti.-
Nassın lafızları, sığası ve manasıyla delalet etmemesi, nassın doğru ve
sıhhatii mana ifade edebilmesi için, nassda zarûreten takdir olunması iktiza
etmiş bulunan bir fazlalıkla nassm delaletidir. Delaletler hakkındaki bu
hulâsadan da anlaşıldığı üzre, yukarıdaki delalet yollarından hangisiyle olursa
olsun nassdan anlaşılan her mana, nassın medlullerinden ve nass ile sabit
sayılır; nass o mananın delili itibar olunur. Bundan dolayı bu dört delalet
"nassm man-tû-kunun delâleti" (lafızlarının delaleti) sayılır. Nassm
mantûkunun bu delâleti, nassm mefhûmunun delaletine yani nassın muhalefet
mefhûmuna zıddır. Şimdi (kısaca) nassın muhalefet mefhûmunu ele alalım.
352) Hükümde
meskûtun "anhın mantûka müsâvt oluşuna lafzın delaleti denir;
ve bu delalet lafzî
delaletlerdendir; ve nassm delaleti yahut muvafakat mefhû-mu=adını alır
demiştik.
Fakat lafzın, mantûkun
hükmünün zıddımn meskûtun "anh hakkında sabit oluşuna delaleti yani
meskûtun "anhın mantûka hüküm bakımından muhalif olduğuna lafzın delaleti,
muhalefet mefhûmu= diye isimlendirilir. Birinci hüküm nassın mantûkuikinci
hüküm yani meskûtun "anh hakkında sabit hüküm de nassın muhalif
mefhûmuveya hitâb delîli= olarak isimlendirilir. Bu manada Âmidî şöyle diyor:
"muhalefet mefhûmu, lafzın sükût mahallindeki medlulünün, nu-t-k mahallindeki
medlulüne muhalif olmasıdır; ve kendisine hitâb delili denir." Muhalefet
mefhûmuna hitâb delili denmesi, hitabın bu mefhûma delalet etmesinden
dolayıdır.
Muhalefet mefhûmunun,
kendisini (şer"î bir hüccet olarak) benimseyenler nez-dinde nevileri
vardır. En meşhur nevileri şunlardır:
Bir vasıfla kayıtlanmış
lafzın, o vasfın bulunmadığında (intifamda), hükmünün zıddına delalet
etmesidir. Burada vasıfla kasdedilen şey şart= ,ğayeh=ve aded= haricinde her
türlü kayıttır; ve burada vasıftan maksad, na"ttan daha umûmi bir manadır.
Yani vasıf (Arabça) Nahiv ÎImi'ndeki= bir na"t= olabilir: "mer'âda
otlayarak beslenip, bu beslenmeyle İktifa eden koyunların zekatları
verilmelidir." gibi. Vasıf mu-dâf= -. flii olabilir: "koyunların
mer'âda otlayıp beslenip, bu beslenmeyle iktifa edenleri" gibi. Vasıf
mu-dâfun ileyh olabilir: "zenginin oyalayıp borcunu geciktirmesi
haksızlıktır." gibi. Vasıf zaman zarfı olabilir: Yüce Allah'ın [(...Cuma
Günü namaz için çağrıldığınız zaman...)][218]
ayeti gibi. Vasıf mekân zarfı olabilir: " "Bağdat'ta sat" gibi.
a) Yüce
Allah [(Sizden kim hür ve müslüman kadınların nikahla alacak bir bolluğa güç
yetiştiremezse o halde sağ ellerinizin mâlik oldğu mü'min cariyelerinizden
-alsın-.)][219] buyuruyor. Bu ayet, hür
hanımları nikahlamaktan aciz-kalındığında, müslüman cariyeleri nikahla almanın
mubahlığına delalet ediyor. Ayet muhalefet mefhumuyla müslüman olmayan
cariyelerin nikahla alınmasının yasak olduğuna delalet ediyor.
b) Yüce
Aılah [(...Kendi sulbünüzden (gelmiş) oğullarınızın karıları -ile evlenmeniz
size haram kılındı-)][220]
buyuruyor. Bu ayet muhalefet mefhûmu ile sulbî olmayan oğulların kanlan ile
evlenmenin helal olduğuna delalet etmektedir.
c) Allah'ın Salât ve Selâmı Üzerine olsun Allah
Rasûlü [(Mer'ada otlayarak beslenip, bu beslenmeyle iktifa eden hayvanlann
zekatları Verilmeli)] buyurmuştur. Hadisin muhalif mefhûmu, "sâimeh
olmayan (yani mer'adaki otlamayla iktifa etmeyen hayvanlann) zekatlarının farz
olmadığıdır.
ç) ASSÜ
Allah Rasûlü [(Meyvelerini döllendirip (aşılayıp) de kim hurma ağacını satarsa,
hurma ağacının meyveleri satıcıya aiddir)] buyuruyor. Hadisin muhalif mefhûmu,
meyveleri döllenmemiş hurma ağacını birisi satarsa, bu ağacın meyvelerinin
satıcıya aid olmayacağıdır.
d) ARO Câbir
Efendimiz şöyle söylüyor: "ASSÜ Allah Rasûlü, taksim olunmamış her
müşterek malde şuf'ah ile hükmetti". Bu hadisin muhalif mefhûmu, taksim
olunmuş malda şuf'al. hakkının gayrı meşruluğudur.
e) ASSÜ
Peygamberimiz [(Ödeme imkanına sahib olup borcunu ödemeyen borçlu
(alacaklısının kendisine -hakkımı vermeyip beni oyalıyorsun gibi-) söz
söylemesini ve kendisinin (habsolunma) cezasına çarptırılmasını helal kılmış
olur)][221] buyurmuştur. Bu hadisin
muhalif mefhumu, ödeme imkanına sahib olmayıp da borcunu ödemede oyalama ve
gecikme gösteren şahsın alacaklısına -hakkımı vermeyip beni oyalıyorsun ve
benzeri gibi- söz söylemesini ve kendisinin habsolunma cezasına çarptırılmasını
helal kılmamış olacağıdır. (Yani borcunu ödeyebileceği halde ödemeyip oyalama
yapanın habsolun-ması, alacaklısının o insana borcuyla ilgili olarak sözler
söylemesi helal olduğu halde, borcunu Ödeme imkanına sahib olmayanın borcunu
geciktirmesi halinde bu şeylerin yapılması helal olmaz.)
Şarta bağlı bir hüküm ifade eden lafzın, şart
bulunmadığında zıddının subutuna delalet etmesidir. Yani şarta bağlılık, şartın
mevcudiyeti halinde hükmün mevcud olmasını icabettirmekte, şartın bulunmayışı
halinde hükmün bulunmamasını gerektirmektedir.
a) Yüce
Allah [(Sizden kim hür ve müslüman kadınlan nikahla alacak bir bolluğa güç
yetiremezse o halde sağ ellerinizin malik olduğu mü'mın cariyelerinizden
-alsın-)][222] buyuruyor. Bunun muhalif
mefhumu, "hür kadınlan nikahla alacak bir bolluğa güç yettiğinde,
müslüman cariyeleri nikahla almanın mubah olmadığıdır."
b) Yüce
Allah [(-Eğer onlar gebe iseler doğuruncaya kadar nafakalarını temin edin...)][223]
buyuruyor. Ayet, İbare delaletiyle bâin olarak boşanan zevce gebe ise, (doğuruncaya
kadar) nafakasının (kocası tarafından) temin edilmesinin farzlığım ifade
ediyor. Ayet muhalefet mefhumu ile de gebelik yoksa bu hükmün de (nafaka
temininin farzlığmın da) olmadığına delalet ediyor.
c) Yüce
Allah [(-Aldığınız- kadınların mehirlerinİ yürekten isteyerek ve -Allahın-bir
atiyye-si- olarak verin. Bununla beraber eğer ondan birazını gönül hoşluğu ile
size bağışlamış olurlarsa onu da içinize sine sine yeyin)][224]
buyuruyor. Ayet, zevcenin nzası olursa, kocanın zevcesinin mehrinden bir mikdâr
alabileceğini ifade ediyor. Keza ayet muhalefet mefhumu ile de zevcenin nzası
yoksa, kocanın zevcesinin mehrinden bir şey almasının haram olduğunu ifade
ediyor.
ç) Allah'ın
Salât ve Selâmı Üzerine olsun Allah Rasûlü [(Bir şey hibe eden, hibe ettiği şeye
bedel olarak bir şey almamışsa, hibe ettiği şeye (herkesten) daha müstehaktır)]
buyurmuştur. Bu hadise göre bir malı başkasına hibe eden vâhib, hibede
bulunduğu malına bedel olarak bir şey almadığı takdirde bu hibesinden rucû
edebilir ve dönebilir. Bu hadisin muhalif mefhumuna göre ise, "eğer vâhib
hibe ettiği nesneye bedel olarak bir şey aldıysa, hibesinden vaz geçemez."[225]
Kendisindeki hükmün
bir ğâyeh (sınır, hudûd, nihayet, son) ile kayıtlı bulunduğu lafzın, ğâyeh
sonrası ve ötesi hakkında bu hükmün zıddına delalet etmesidir. Gâyeh Mefhûmuna
Misaller
a) Yüce
Allah [(Yine erkek, zevcesini (üçüncü defa olarak) boşarsa ondan sonra kadın
kendinden başka bir erkeğe nikahlanıp varıncaya (ve o erkek de kadınla cinsî
münasebette bulununcaya kadar) o birinci kocasına helal olmaz...)][226]
buyuruyor. Bu nass üç defa boşanmış zevcenin (kendisini üç defa boşayan
kocasına) helal olmadığına delalet ediyor. Bu hüküm bir ğayeh ile
kayıtlanmıştır. Ğayeh, kendisini boşayan kocasından başka bir erkek ile
evlenmesidir. Bu nass, muhalif mefhumu ile, ğâyehden sonra yani evlendiği
ikinci kocadan zevce ayrılıp "iddeti bittikten sonra, zevcenin kendisini
(üç defa) boşayan erkekle evlenmesinin helal olduğuna delalet etmektedir.
b) Yüce
Allah [(-Bütün gece- fecr(i sadık) olan ak iplik kara iplikten size seçilinceye
kadar (sabahleyin şafak sökünceye kadar, tan yeri beyaz iplik gibi ağanncaya
kadar) yeyin, için...)][227]
buyuruyor. Bu nass, fecri sâdığın doğumuna kadar, oruç tutulan günlerin
gecelerinde yeyip içmenin mubahlığıni ifade ediyor. Nass, muhalif mefhumu ile
de, bu ğâyehden yani fecri sadığın doğumundan sonra yemenin, içmenin haram
olduğunu ifade etmektedir.
c) Yüce
Allah [(Sana kadınların ay halini de sorarlar. De ki: O bir ezadır. Onun için
hayız zamanında kadınlarınızla cinsî münasebet)dan ayrılın; temizlendikleri
vakte kadar kendilerine yaklaşmayın, iyice temizlendiler mi o zaman Allah'ın
size emrettiği yerden onlara gidin. Her halde Allah hem çok tevbe edenleri
sever, hem çok temizlenenleri sever)][228]
buyuruyor. Ayetin muhalif mefhumu, hayızdan zevceler temizlendikten sonra,
kendileriyle cinsî münasebetin mubahlığıdır.
ç) Yüce
Allah [(Eğer mü'minlerden iki zümre birbirleriyle döğüşürlerse aralarını (bulup
nasihatle, Allah'ın hükmüne davetle) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine
karşı hâlâ tecavüz ediyorsa siz, o tecavüz edenle, Allah'ın emrine dönünceya
kadar savaşın)][229]
buyuruyor. Ayet muhalif mefhumuyla, mütecaviz zümre Allah'ın emrine dönerse,
kendileriyle savaşılmama-sına delalet etmektedir.
Kendisindeki hükmün
bir aded (sayı) ile kayıtlı bulunduğu lafzın, bu aded (sayı) haricinde o hükmün
zıddına delalet etmesidir. Yani hükmün muayyen bir adede bağlanması, o aded
haricinde (o adedden küçük veya büyük adedlerde) hükmün bulunmadığına delâlet
etmektedir.
a) Yüce
Allah [(Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadı ile) iftira atan, sonra (bu
mevzuda) dört şahid getirmeyen kimselerin her birine) de seksen deynek
vurun...)][230] buyuruyor. Ayetin muhalif
mefhumu, bu adedden (seksenden) az veya çok deynek vurmanın caiz olmadığıdır.
b) Yüce
Allah [(...Fakatkim (bunlan) bulamaz (bulmaya muktedir olamaz)sa üç gün oruç
-tutması lazımdır-)][231]
buyuruyor. Ayetin muhalif mefhumu, bu sayıdaki günler dışında tutulacak orucun,
insanı mesuliyetten kurtarmayacağıdır:
c) Yüce
Allah [(Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer deynek vurun)][232]
buyuruyor. Ayet muhalif mefhumuyla, zina cezasının tatbikinde bu sayıdan az
veya çok deynek vurmanın caiz olmadığına delalet ediyor.
Kendisindeki hükmün
"alem İsme bağlanmış bulunduğu lafzın, bu hükmün başka "alem
isimlerde olmadığına delalet etmesidir. Burada "alem isimden maksad,
sıfata delalet etmeyen ve .zâta delalet eden lafızdır. Bu "alem "
"Zeyd ayağa kalktı (dikildi)" gibi "alem, yahut"
"koyun zekâta tâbidir" gibi ismu nev" olabilir. Mesela:
a) Yüce
Allah [(Muhammed Allah'ın Rasûlüdür)][233]
buyuruyor. Bu ayetin muhalif mefhumu "Muhammedden başkasının Allah'ın
Rasûlü olmadığıdır."
b) Yüce
Allah [(Size analarınız...haram kılınmıştır)][234]
buyuruyor. Bu ayetin muhalif mefhumu da "bu ayette zikredilmeyen
kadınların haram olmadıklarıdır."
c) Allah'ın
Salât ve Selâmı Üzerine olsun Peygamberimiz şöyle buyurmuştur [(Buğday zekata
tâbidir)]. Bu nassın muhalif mefhumu, "buğdayın dışındaki şeylerin zekâta
tabî olmadığıdır."
Bütün kısımlarıyla
muhalefet mefhumu, mantûkun hükmünün zıddının meskût hakkında sabit olduğuna
delalet eder; ve mantûkun bu hükmü müsbet veya menfî olabilir.
Muhalefet mefhumuyla
amel oIunabilmesi için, bu mefhumu (bir hüccet olarak) kabul edenler (bu
mefhumla istidlalde aşağıdaki şartların tahakkuku lazımdır diyorlar.
1) Hükmü
kayıtlayan kaydın mantûkun hükmünün meskût hakkmda sabit ol göstermekten başka
bir şey ifade etmemesi şarttır. Yani mantûkdaki kayıt kalkarsa mentukun hükmü
de kalkar- Eğer kayıt (hükmün sabit
olmadığını göstermekten)başka bir şey
ifade ediyorsa muhaIefet mefhûmu hüccet ve delil olmaz ve kendisiyle
amel olunamaz. Mesela:
a) Kaydın
ekseriyet büdiren bir kayıt olması yani gâliben insanlar arasındaki tatbikat
ifade eder bir hüviyet taşıması böyledir. (Yani böyle bir kaydın bulunduğu
nassm muhalif mefhumu ile amel olunamaz.):
Yüce Allah'ın [(
kendileriyle (zifafa) girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan
üvey kızlarınızda evlenmeniz) size haram kılındı)][235]
ayetinde kaydı ihtirâzî bir kayıt değil, bir ekseriyet ve çoğunluk, umûmî
teamül ifade eden bir kayıttır. Çünkü insanlar arasındaki âdet, başka kocasından
kızı bulunan kadının, bu kız çocuğunun babası olmayan bir erkekle evlenirken
beraberinde bu kız çocuğunu da alıp yeni kocasının evine götürmesi ve kızının
bu yeni evinde terbiye etmesi şeklinde ceryan etmektedir. Onun için yukarıdaki
Allah Kelâmının muhalif mefhumuyla amel olunamaz. Yani üvey kız Üvey babanın
himayesinde olsun veya olmasın, üvey baba kızın anası ile gerdeğe girmişse
artık bu kadından doğma üvey kızıyla evlenemez.
Keza durum Yüce
Allah'ın [(Ey iman edenler, faizi öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin...)][236]
ayetinin de muhalefet mefhumu ile amel olunamaz. Ayetin muhalif mefhumu,
"kat kat arttırılmış olmaz ise faiz yemenin cevazıdır." Çünkü
ayetteki kayıt, faiz ameliyesinde ekseriya ve gâliben vuku bulan tatbikatı
ifade etmektedir. Çoğunlukla vâkî tatbikat, önce faizin az bir mikdâr olması,
daha sonra zamanın geçişi ile faiz mikdârının (borçlu ve faizci arasında) kat
kat arttırılması şeklindeydi(; ve hâlen de öyledir). Yahut ayetteki bu [(kat
kat arttırılmış)] kaydı, hâsıl olan vakıayı beyan maksadıyla zikredildiğinden
ihtirazı bir kayıt değildir; ve dolayısıyle muhalefet mefhumuyla amel ifade
etmez.
2) Muhalefet
mefhumuyla amel etmenin diğer bir şartı da kayıttan kasdın mübalağa ve
çoğaltma gayesi taşımamasıdır. Eğer kayıttan maksad çoğaltma ve mübalağa ise
muhalefet mefhumu ile amel olunmaz. Mesela:
Yüce Allah'ın
[(-Habibim- onlar için (diler) istiğfar et (Allahtan mağfiret iste, diler)
istiğfar etme. Eğer onlar için yetmiş defa, istiğfar dahi etsen yine Allah
kendilerini kafiyyen yarhğacak değildir...)][237]
ayeti böyledir. Buradaki [(yetmiş) kaydı, ihtirazı bir kayıt değildir;
kendisiyle, istiğfardaki fazlalık, çokluk ve mübalağa ifade olunmak
istenmiştir. Allah'ın bu ayetle anlatmak istediği, istiğfarda bulunan ne kadar
çok istiğfarda bulunursa bulunsun, kendileri için istiğfarda bulunulan bu
(ayetin işaret ettiği) şahıslara hiçbir faydasının olmadığıdır. Buna göre ayet
muhalif mefhumuyla, "yetmiş adedden fazla yapılan istiğfarın, kendileri
için istiğfarda bulunulan şahıslara faydalı olacağına" delalet
etmemektedir.
Alimlerin cumhuru,
lakab mefhumunda mefhûmu lmuhalefet ile amel olunmayacağı görüşündedirler.
Doğru olan da budur. Zira lakab mefhumundan anlaşılan şey sadece hükmün isnad
olunduğu ismin haricinde hüküm bulunmadığıdır. Mesela ASSÜ Allah Rasulünün
[[(Koyunlar zekâta tâbidir)] hadisinden "deve ve sığırdan zekatın
verilmesinin farz olmadığı" anlaşılmamaktadır. Keza Peygamberimizin
[(Buğday zekata tâbidir)] hadisinden "arpa ve darının zekata tâbi
olmadığı" anlaşılmamaktadır. Lakab mefhumunun delil olarak kabul
edilmemesi hususunda şer"î nasslar, beşerî kanunlar, müelliflerin ve
yapılan akidlerin ibareleri arasında fark yoktur. Mesela "müteveffanın
borcu terekesinden ödenir" şeklindeki sözden "müteveffanın yerine
getirilmesi lazım olan sahih (ve nâfi.z) vasiyetlerinin terekeden
faydalanılarak yerine getirilemeyeceği" anlaşılmaz. Keza "alış veriş,
mülkiyeti nakleder" ifadesinden, "alış verişten başka bir şey,
mülkiyeti nakletmez" manası anlaşılmaz...
Usulcüler vasıf, şart,
ğâyeh ve aded mcfhumlarıyla şer"î nasslar haricinde ihti-cacda bulunma
hususunda ittifak halindedirler. Yani bu mefhumlar akidlerde, hukuki
tasarruflarda, sözlerde, müelliflerin ve fakihlerin sözlerinde delil ve hüccet
olarak kabul olunmaktadırlar. Mesela birisi "evimi, vefatımdan sonra
Bağdad'da dînî ilim tahsil eden talebelere vakfettim"
dediği zaman bu sözün
mantûku, vakfın sadece bu zikredilen şahıslara şamil olduğuna, başkalarına
şamil bulunmadığına delalet eder. Eğer birisi de "malımın üçte birini
fakir hısımlarıma vasiyet ettim" derse, vasiyeti sadece bu zikrettiği
vasıftaki şahıslaradır; fakir olmayan hısımları ve vasiyetten faydalanamaz,
insanların sözlerinde muhalefet mefhumunun delil oluşundaki sebeb, insanların
anlayış, ifade ve tabirlerindeki örf ve adetin bu şekilde ceryan edişidir.
Eğer böyle dav-ranılmamış olursa insanların iradeleri değerlendirilmemiş,
akidleri yanlış değerlendirilmiş olur. Bu ise caiz değildir.
Usulcüler vasıf, şart,
ğâyeh ve aded mcfhumlarıyla, hususen şer"î nasslarda ih-ticâcda bulunma
mevzuunda ihtilaf etmişlerdir: Usulcülerin cumhuru ve mefhumlarla ihticacda
bulunmuş, Hanefîler ihticâcda bulunmamıştır.
Buna göre şer"î
nass, bir vak'anın hükmüne delalet ediyor, bir vasıf, bir şart ile kayıtlı
yahut bir ğâyeh ile yahut bir aded ile tahdîd olunmuş ise bu nass, bu
kayıtlardan ârî bulunan vak'ada bu hükmün zıddına delalet eder. Cumhur bu
görüştedir. Hanefîlere göre ise bu kayıtlarla zikredilen vak'ada nass, hükmü
hususunda delil ve hüccet ise de, bu kayıtlardan ârî bulunan vak'ada nass,
muhalefet mefhûmu ile vak'amn hükmüne delâlet etmez; bu vak'anın hükmü meskûtun
"anlıdır; kendisi hakkında bir başka şer"î delil aranır. Eğer başka
şer"î delil bulunamazsa e'ıstı-s.hâb delili o vak'a hakkında benimsenir.
Istishâb da (bilindiği üzre) "eşyada aslolan mubahlıktır" esasına
dayanmaktadır.
Bu görüşlerinde
Hanefılerin istinad ettikleri delilleri şunlardır:
1) İslâmî ve
şer"î nasslardaki kayıtların birçok maksadları, gayeleri, manaları vardır.
Eğer bizlere göre bu mana ve maksadlar açık değilse, bu kayıtların gaye ve
maksadı "hükmün,
kaydın bulunduğu yere has kılınması, kaydın bulunmadığı yerde de hükmün
bulunmamasını ifade etmektir", diye kat'î bir şey söyleyemeyiz. Bunun
sebebi şudur: Şerîat Sahibinin maksadlan çoktur; hepsine birden vukuf ve onları
ihata mümkin değildir, insanların maksadlan ise böyle değildir; ihataları,
tesbiüeri ve ne olduklarını öğrenmek mümkindir. Bundan dolayı muhalefet mefhumu
insanların sözlerinde delil ve hüccettir; Şerîat Sahibinin sözlerinde delil ve
hüccet değildir.
2) Arab Dili
uslûblannda, mantûkun hükmünün zıddı meskûtun "anh hakkında sabittir diye
umûmî bir kaide ve anlayış yoktur. Buna delil olarak mesela birisinin diğerine
"falanca sabahleyin sana geldiği vakit kendisine ikramda bulun"
demesini gösterebiliriz. Bu sözden "falanca sana akşamleyin gelirse ona
ikramda bulunma" manası anlaşılmaz. Bu mananın anlaşilmayışından dolayıdır
ki bu söze muhâtab olan, sözü söyleyene "falanca bana akşamleyin gelirse
kendisine ikramda bulunmayayım mı?" diye sorabilir. Mantûkun delaleti
meskût hakkında kat'î değilse, şer"î nassm, sadece bu delalet ihtimali ile
meskût hakkında delil ve hüccet olması mümkin değildir. Çünkü şcr"î
nasslarla ihticâc ve istidlalde ihtiyat, asıldır, ihtiyat da muhalefet
mefhumuyla hüküm verilmemesini iktiza ettirmektedir.
3) Birçok
şer"î nass vardır ki kayıtları olan vak'aların hükümlerine delâlet etmektedirler.
Fakat aynı hüküm, o kayıtların olmadığı vak'alarda da sabit olabilmektedir.
Mesela korku şartıyla (dört rekatlı) namazın -ka-sn böyledir. (Yani korku
kaydıyla namaz -ka-sredildiğine göre bunun muhalefet mefhumu, korku yoksa namazın
-ka-sredilemeyeceğidir.) Oysa korkunun bulunmadığı diğer bazı hallerde namazın
-ka-sredildiği şerî"atte sabittir. Bu da muhalefet mefhûmunun kat'î bir
delil olarak kabul edilemeyeceğini göstermektedir.
4) Dikkat
edilirse görülecektir ki eğer Şerîat Sahibi muhalefet mefhumunu delil olarak
kullanacaksa, bunu sarahaten beyan etmektedir. Mesela Yüce Allah şöyle buyuruyor:
[(...Temizlendikleri vakte kadar kendilerine yaklaşmayın, iyice temizlendilermi
o zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin...)].[238]
(Buradaki son cümle muhalefet mefhumu beyânıdır.)
Cumhurun dayandığı
deliller ise şunlardır:
1) Islâmî ve
şer"î nasslardaki kayıtlar boşuna değildir; bunların bir gayesi ve maksadı
vardır. Kayıtların eğer hükmü, kaydın bulunduğu yere has kılmaktan başka
maksadlan yoksa, o takdirde kaydın bulunmadığı yerde hüküm olmadığını kabul etmek
icabeder. Yani muhalefet mefhumunu kabul etmek lazımdır. Bu, kaydı manasız ve
maksadsız kılmamak için şarttır. Şerîat Sahibinin kelâmı ise manasızlıktan ve
maksadsızlıktan münezzehtir, beridir ve uzakur.
2) Arab Dilinde alışılagelmiş uslûb, hükmün bir
kayıtla kayıtlamşının, kaydın kalktığında hükmün de kalktığına delalet
ettiğidir, ibareden ilk anlaşılan şey budur.
Mesela ASSÜ
Peygamberimizin [(Zenginin oyalayıp borcunu geciktirmesi haksızlıktır)] sözünü
duyan "fakirin oyalayıp borcunu geciktirmesinin haksızlık olmadığım"
anlar.
Biz cumhurun görüşünü
biraz daha (tercihe değer ve) yatkın buluyoruz. Çünkü şerî"atin maksadlan,
ihata edilemeyecek kadar çok ise de, müctehid kaydın kendisinin bulunduğu yere
hükmü has kılmaktan başka bir maksadı bulunmadığını anlarsa, zannı ğâlibi bu
kaydın sadece nassda bu maksadla bulunduğu ve bu kaydın bulunmadığı yerde
hükmün de bulunmayacağı, şeklinde vücûd bulur. Zannı ğâlib de muhalefet
mefhûmu delaletiyle amel etmek için kâfidir. Çünkü bu mefhûmun delaleti,
kendisini kabul edenlerin ittifakıyla kat'î değil, zannîdir.
(Hanefilerle cumhur
arasındaki) muhalefet mefhumu hususunda mevcud ihtilaf kendisini, bir kayıt ile
kayıtlı nassda gösterir. Muhalefet mefhumunu (bir hüccet olarak) kabul
edenler, (Hanefîler gibi) nassın bu kayıtla mantûku hakkında hükmü sabit
kılmakta, kaydın kalktığında da hükmü kaldırmaktadırlar. Muhalefet mefhumunu
(bir hüccet olarak) kabul etmeyen (Hanefî)ler ise (cumhur gibi) kaydın
bulunduğu yerde nassm mantûku hakkında hükmü sabit kılıyorlarsa da, kaydın
bulunmadığı yerde hükmün zıddı sabittir demiyorlar; kaydın bulunmadığı yerin
hükmünü diğer deliller ışığında bulmaya çalışıyorlar.
Lakab mefhûmu
haricinde muhalefet mefhûmu, beşerî kanunların tefsirinde, ka-nunlann ifade
ettiği hükümleri anlamada selîm bir yoldur. Bu bakımdan kabul edilmesi
icabeder. Keza muvafakat mefhûmu da böyledir; onun da beşerî kanunların
tefsirinde ve anlaşılmasında tatbiki ve kabulü icabeder. Bazı kanunlar bu
hususda sarih hüküm ihtiva ederler.[239]
a) 1959 tarih ve 188 sayılı Irak Ahvali Şahsıyye
Kanununun 6. maddesi 4. fıkrasında "Koca nikah akdinde şart koştuğu
hususları yerine getirmez ise, zevce nikah akdinin feshini taleb
edebilir" deniliyor. Bu fıkranın muhalefet mefhûmu "koca nikah
akdinde şart koştuğu hususları yerine getirir ise, zevcenin nikah akdinin feshini
talebedemeyeceğidir." Buradaki mefhûm (anlaşılan mana), şart mefhûmudur.
b) Aynı
kanunun 8. maddesi şöyledir: "Evlenme ehliyeti 18 yaşını doldurmakla tamam
olur." Bunun muhalefet mefhûmu, "18 yaş dolmadan evvel evlenme
ehliyetinin tekemmül etmediğidir." (Buradaki mefhum da aded mefhûmudur.)[240]
359) Doğru
bir şekilde şer"î nasslann anlaşılması, makbul bir şekilde hükümlerin
delillerinden isünbâtı ve çıkarılması için şerTatin umûmî gaye ve mak-sadlannm
bilinmesi bir zarurettir. Bu bakımdan müctehidin, lafızların manalara delalet
şekillerini bilmesi kâfi değildir. Teşriin sırlarını, Şeriat Sahibinin muhtelif
hükümleri teşri kılmakla kasdetmiş bulunduğu umûmî gayeleri bilmesi de
zarurîdir. Böylece nasslan anlayabilir; selîm olarak onları tefsîr edebilir; ve
bu umûmî mak-şadların ışığında hükümleri ıstmbât edebilir.
360) Şerîatin muhtelif hükümlerinin tedkîki ve
istikra' ile tesbît olunmuştur ki şerî"atin aslî maksadı, kuliann
maslahatlarını tahakkuk ettirmek, bu maslahatları korumak ve kullardan zararı
ırak kılıp def etmektir. Ancak bu maslahatlar, insanın keyfine göre kendisi
için maslahat ve menfaat olarak gördüğü şeyler değildir. Maslahat, şerTatin
ölçüsünde, tartısında maslahat olan şeydir; istek, arzu ve keyiflere göre,
onların ölçü ve tartısında maslahat olan şey değildir. İnsan nefsânî
arzularıyla, istekleriyle, kısa vâdede kolayca nail olacağı menfaate tamah
gösterip, istikbâlde uğrayacağı büyük zararı dikkate almadan, bunların
tesiriyle faydayı zarar ve zaran fayda olarak görebilir. Mesela başkalarının
malını, dolambaçlı, örtülü, kapalı usullerle haksız olarak yemeyi* gıda
maddelerini piyasaya sürmeyip ihtikâr (stok) etmeyi, faiz alarak servetini bu
pis ve haram yolla çoğaltmayı, dünya hayatının zevklerinden istifade edebilmek
için cihâdda bulunmamayı kendisi hakkında menfaat olarak görebilir. Fakat bu
insan, saydığımız menfaatlerin hakîkî değil, şeklî menfaat olduklarını, çünkü
bunların öz ve mahiyetleri itibariyle hem hâl ve hem de istikbâl hakkında tam,
katıksız bir zarar olduklarını unutmaktadır. İşte bundan dolayı mükellefin malûmat
sahibi olması, neyi yapıp neyi yapmayacağını tayin edebilmesi, menfaat ve
zararlarını ölçebilmesi için şer'latin umûmî gaye ve maksadlarının açıklanması
lazımdır.
Yukarıda da
kaydettiğimiz üzre şerTatin maksadı, önce kulların maslahatlarını var kılarak
tahakkuk ettirmek, ikinci olarak da bu maslahat ve mcnfaatlan korumaktır. Bu
maslahat ve menfaatlar istıkrâa göre üç nevîdir: Zarurî maslahatlar, hâcî
maslahatlar ve tahsînî maslahatlar. Her nevînin kendisine göre de mükemmilleri
vardır; ve bu üç nevî, ehemmiyet bakımından aynı mertebede değildir. Şimdi her
birini ayn ayrı ele alalım:
Zarurî maslahatlarla
insanların hayatlarının, cemiyetin ayakta ve istikrarlı kal-
masının kendilerine
dayandığı maslahatlar kasdedilmektedir. Bu maslahatlar bulunmazsa hayat düzeni
ihlâle uğrar, insanlar arasında karışıklık, işlerinde düzensizlik, dengesizlik
hakim olur; dünyada sıkıntı ve ahirette azab görürler.
Bu zaruri maslahatlar
din, can, akıl, nesil ve maldır. Bütün şerî"atler (Allah'ın kullarına
gönderdiği ilâhî dünyâ nizamları) kollama ve muhafaza tarzları değişik olsa da
bu zarurî maslahatları kollamışlardır, gözetmişlerdir, dikkate almışlardır.
Şerîatlerin sonuncusu olan (Allah'ın Salat ve Selamı Üzerine olsun
Peygamberimiz Muhammed Efendimize Allahca gönderilen) islâm Şerîati bu
maslahatları en mükemmel kollama şekliyle muhafaza altına almıştır: önce bu
zarurî maslahatların var olmaları, mevcudiyet kazanmaları için hükümler meşru
kılmış, sonra da bu zaruri maslahatların muhafaza olunmaları için hükümler
koymuştur.
Mesela dînin
mevcudiyeti ve var olması için rükün ve ana unsurlar neyse onları meşru
kılmıştır. Dinin ana unsurları iki şehâdet (Allahdan başka ilah bulunmadığına
ve Muhammed'in Allah'ın kulu ve peygamberi olduğuna gözle görürmüşcesine inanmak),
iki şehâdetin icablan, ölümden sonra yeniden dirilmeye, hesaba inanmak gibi
diğer îmân müesseseleri; namaz, oruç, zekât ve hacc gibi ana ibadetlerdir.
Bunların (Allah'ın istediği ve ASSÜ Peygamberimizin öğrettiği, bunları ilk
öğrenen Sahabe dediğimiz îslam Nesli'nin tatbik ettiği) yerine getirilmeleri
ile din var olur; insanların işleri ve durumları doğru bir istikamet kazanır;
cemiyet kuvvetli ve sağlam bir temele oturmuş olur.
Dînin korunması için
dine davet; dine yapılacak saldırı ve tecavüzlere karşılık verip, onları
savmak; dinin tatbikini, tezahür şeklini silmek ve dini yok etmek isteyenlere
karşı cihad farz kılınmış; Islamdan çıkana ceza takdir olunmuş ve müslümanlan
inançlarında şübheye düşürenler, yanlış fetva verenler yahut Islâmî hükümleri
tahrîf edip bozanlar v.s. (bu davranışlarında serbest bırakılmamışlar;) men
edilmişlerdir.
Can ve nefsin
mevcudiyeti için evlilik meşru kılınmış; canın muhafazası için de vücûdun
mukavemetini temin edecek şeylerin yenilip içilmesi farz kılınarak, cana
kasdedene ceza verilmiş, canın tehlikeye ve helake maruz bırakılması haram edilmiştir.
Akıl, Allah'ın
insanlara bahşettiği bir nimettir. Esas itibariyle akılda insanlar eşittirler.
Aklın muhafaza olunması için, aklı bozan her türlü serhoşluk (ve uyuşturuculuk)
veren maddeler haram kılınmış, serhoşluk ve uyuşturuculuk veren maddeleri
kullananlar hakkında ceza takdir olunmuştur.
Neslin(, namus ve
ırzın) varlığı ve mevcudiyeti İçin îslâmî ve şer"î evlilik meşru
kılınmıştır. Neslin muhafaza olunması, nesillerin birbirine karışmaması için
zina haram kılınmış ve zina yapanlara ceza verilmiş, zina iftirası yasaklanmış,
başkasına zina iftirasında bulunan cezalandırılmış, zaruret bulunmadıkça çocuk
düşürmek (çocuk aldırmak) ve gebeliği önlemek (aile planlaması ve nüfûs
kontrolü) haram kılınmıştır.
Malın varlığı ve
mevcudiyeti için muhtelif (ticarî) muameleler mubah ve çalışmak farz
kılınmıştır. Malın muhafazası ve korunması için de çalmak ve hırsızlık haram
edilmiş, çalana ceza verilmiş; başkasının malını telef etmek yasaklanmış ve
itlaf olunan malın tazmîn edilmesi hükmü getirilmiş; gayrı mâkul ölçülerle malı
saçıp savuranın
(sefihin), delinin ve benzerlerinin hacr altına alınmaları (mâlî tasarruflardan
men edilmeleri) esası getirilmişir.
Sıkıntı, darlık ve
meşakkatin, güçlüğün kalkması için insanların muhtâc olduğu hususlar, hâcî
maslahatlardır. Bu maslahatlar bulunmazsa yaşamanın ve hayatın düzeni ihlâl
olmaz ise de insanlar zorluk, meşakkat, darlık ve sıkıntıya düşerler. Hâcî maslahatların
hepsi, insanlardan güçlük ve sıkıntıları kaldırma esasına dayanır. Bu maksadı
tahakkuk ettirmek için şerî"at, muhtelif hükümler getirmiştir.
Mesela ibadetlerde
sıkıntıyı def etmek için ruhsatlar (erru-ha-s) meşru kılınmış, Şerîat Sahibi
hasta ve yolcu için oruç tutmamalarına müsâade etmiş, hastalık halinde oturarak
namaz kılmaya, (bazı fakihlerc göre) yolculukta namazların birleştirilerek
kılınmasına (cem"lerine), su olmadığında teyemmüm etmeye, namaza
durulduktan sonra gemi yahut tayyare istikâmetini değiştirir, böylece namaz
kılan şahıs Kıble tarafından yönünü dönmüş olursa namazın yine sıhhatli namaz
olmasına izin vermiştir.
Hukukî muamelelerde,
umûmî kaidelerden istisnaî olarak çeşitli hukuki tasarruflar meşru
kılınmıştır. Mesela selem, ıstı-snâ", kira, zırâî ortaklık
(elmuzâra"ah) ve benzeri akidlere, devamı münasib olmayan evlilikten
kurtulmak için boşanmaya müsâade edilmiştir.
Âdetler hakkında da,
denizde ve karada yapılan avcılığa müsâade olunmuş; iyi, güzel olan (helal)
şeylerden faydalanmaya izin verilmiştir.
Cezaî mevzuatta ise,
şübheler sebebiyle hadd cezalarının düşmesi esası getirilmiş; katilin yükünü
azaltmak İçin hatâen insan öldürmede diyet âkıleh (el"â-kılch) üzerine
yüklenmiştir.
Bunlara ilaveten, cüzi
nasslar (muayyen meselelere dâir temel İslâmî metinler) yanında umumi nasslar
da şerî"atm hâcî maslahatları kolladığım ve gözettiğini göstermektedir.
Bunlar arasından şunları zikredebiliriz: [(Allah sizin üzerinize bir güçlük
yapmayı dilemez...)][241],
[(...Din (işlerin)dc üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi...)] ,[242]
[(Allah size kolaylık diler, size güçlük istemez...)][243]
363)
TahsînîMaslahatlar Tahsînî maslahatlar, insanterın hâl ve dorumlarının sağlam
ahlâk, üstün edeb ve olgun âdabın icab ve iktizâsına görerc!:nas?".ı
temi.ı eder. Tahsînî maslahatlar olmaz ise yaşayış ve hayat nizamı ihlâl olmaz;
insanlar meşakal ve darlık içine düşmezler. Fakat hayatları güzel ahlak, selîm
fiirct, vo!:âr, haysiyetli bir yaşayışın icabettirdiği yaşayış olmaz, islam
şerTaii bu tahsîr.i m^.slahalaa ibadetlerde, hukuki tasarruf ve adetlerde,
cezaî mevzuatla kollamıştır.
Mesela ibadetlerde
avret yerlerinin (insanın kendisinden başkasının görmesine izin verilmemiş olan
insan bedeninin bazı yerlerinin) örtülmesini, camilere giderken iyi elbiselerin
giyilmesini, nafile sadaka verilerek, nafile oruç tutularak ve nafile namaz
kılınarak ibadette bulunmak meşru kılınmıştır.
Hukukî muamelelerde,
necislerin (pis maddelerin) alım satımından, isrâfdan kaçınmak emrolunmuş,
insanın başka birisinin alış verişi üstüne alış verişte bulunması
yasaklanmıştır.
Âdetler mevzuunda
yemek içmek âdabına uyulması mendûb kılınmıştır. Sağ elle yemek, insanın
yemeğini kendi önünden yemesi, çirkin şeylerin yenmemesi ve üstün ahlak ile
ahlaklanmak bunlardandır.
Ceza ve harb hukukunda,
kısas olarak maktule işkence, (kulakları, bumu, dudakları, göz kapaklarını,
parmakları, el ve kolları, cinsî münasebet uzvunu kesmek v.s. gibi) savaşta
işkence ve çocuk, kadın ve râhiblerin öldürülmesi haram kılınmıştır.
Zarurî, hâcî ve
tahsînî maslahatların her birini en iyi bir tarzda gerçekleştiren ve koruyan
mükcmmilleri ve tamamlayıcıları vardır.
Zarurî maslahatlarda,
namaz farzının tamamlayıcısı ve tekmilesi olarak ezan ve cemâatle namaz meşru
kılınmıştır. Düşmanlık ve kinin husulüne manî olması, caydırıcılık gayesinin
gerçekleşmesi için kısasın vucûbunda suçlu ile mağdur arasında eşitliğin
bulunması şartı konmuştur. Can ve neslin mevcud kılınması için evlilik meşru
kılınırken, karı koca arasında daha iyi bir geçim olması, aralarındaki
anlayışın daha devamlı olabilmesi için, evlenilecek hanımı görmek ve erkek
hanım arasında kefâet ve denklik meşru kılınmıştır. Neslin (ırz ve namusun)
korunması için zina haram kılınırken, zinaya sebeb olabilecek şeyler de haram kılınmıştır:
(Nikâhı düşen bir) kadınla erkeğin başbaşa kalmaları, kadına şehvetle bakmak ve
beraberinde mahremi olmadan kadının tek başına yolculuğa çıkması gibi şeyler
de yasaklanmıştır. Aklın korunması için içki içmek haram kılınırken, içki içen
cezalandırılmış, çok içerek serhoş olma kötülüğünün yolunu kapamak maksadıyla,
içeni serhoş yapmasa da az içki içmek bile haram kılınmıştır. Mala mevcudiyet
kazandıran muhtelif hukukî muameleler meşru kılınırken, bu muamelelerin maksad
ve gayesini muhafaza etmek için onları tamamlayıcı mahiyetteki tatbikatlar da
meşru kılınmıştır. Meçhul şeyin alım ve satımı, mevcud olmayan (mal)ın alım
satımı, sonunun nasıl olacağı bilinmeyen şeyin alım satımı (bcy"u lğarar)
ve benzeri ticaret tarzları yasaklanmıştır.
Hâcî maslahatlarda,
sıkıntı ve darlığı bertaraf edici hukuki muamele nevileri meşru kılınırken,
caiz olan şartların koşulmasına müsâade edilmiş, insanlar arasında anlaşmazlık
çıkabilecek mahzurlu şartların koşulması yasaklanmıştır. Halâen insan öldürmede
katilin yükünü hafifletmek için diyet ödeme mükellefiyeti "â-kıleh üzerine
terettüb ettirilirken, bu mükellefiyet, diyeti Ödeme iktidarına malik olanlara
takside bağlanarak, ödenmesi kolay mikdârlara bölünerek yüklenmektedir.
Tahsînî maslahatlarda,
tetavvuan sadaka vermek mendûb kılınırken, verilecek malın orta seviyeli mal
olması için dikkat göstermek meşru kılınmıştır. Nafile iba-
detlere başlamış
olmak, bu ibadetlerin tamamlanması için bir mecburiyet sebebi kılınmıştır.
Ve nihayet
maslahatların tamamlayıcıları, mükemmilleri mevzuunda dikkati çeken bir husus
şudur: Hâcî maslahatlar zarurî maslahatların tamamlayıcıları, tahsînî
maslahatlar da hâcî maslahatların tamamlayıcıları sayılırlar.
Üç nevî maslahatın
ehemmiyet mertebeleri değişiktir. İlk kollanacak olan maslahatlar, zarurî
olanlardır. Sonra hâcî maslahatlar, sonra da tahsînî maslahatlar gelir. Buna
göre zarurî maslahatlar hakkında meşru kılınan hükümler, hâcî maslahatlar için
meşru kılınan hükümlerden daha ehemmiyetlidir; ve hâcîlcr için meşru kılınan
hükümler de tahsînî maslahatlar hakkında meşru kılınan hükümlerden daha ehemmiyetlidir.
Netîce olarak maslahatların bu tertibe göre kollanmaları icabeder. Yani zarurî
maslahatları ihlâl ederse hâcî maslahatlara ihtimam göstermek caiz değildir.
Zarurî ve hâcî maslahatları ihlâl ettiği takdirde tahsînî maslahatlara itina
göstermek caiz olamaz. (Zaruri, hâcî veya tahsînî olsun) aslî maslahatlar ihlâl
oluyorsa, bu aslî maslahatların tamamlayıcılarının ve mükemmillerinin kollanması
caiz değildir. Bu ölçülere göre mesela örtülmesi dînen istenmiş olsa da,
muayene ve tedâvî icabetti-riyorsa avretin açılması mubah olur. Çünkü avretin
örtülmesi lahsînî maslahattır; canın muhafazası için tedâvî zarurî
maslahattandır. Canın korunması için murdar ölü hayvan gibi temiz olmayan
şeylerin yenmesi mubah kılınmıştır. Çünkü canın korunması zaruri
maslahatlardandır. Eğer darlık ve zorluğun insandan def edilmesinde zaruri bir
maslahattan feragat etme manası varsa, bu durumda darlık ve meşakkatin def
edilmesi caiz değildir. Mesela ibadetlerde kısmen meşakkat bulunsa bile cdâ
edilmeleri farzdır. Çünkü dinin muhafaza edilmesi için ibadet ve kullukları
yerine getirmek zarurîdir. Dînin muhafazası ise zarurî maslahatlardandır.
Zaruri maslahatın ihlâli
halinde hâcî yahut tahsînî maslahat kollanmıyor ise,daha ehemmiyetli zarurî
maslahattan feragat sebebi olduğunda daha az ehemmiyetli zarurî maslahat da
kollanmaz. Mesela insanın canı üzerine titremesi, canına kıyamaması ve
korkaklığı sebebiyle cihada iştirak etmemesi caiz değildir. Çünkü bu iştirak
.etmeyişte, dinin muhafazasından vaz geçmek, müslümanlara yapılan tecâvüze
karşılık vermekten ve dâru l'islâmı, îslam beldesini korunmaktan feragat etme
manası vardır. İkisi de zarurî maslahattan ise de, bu zarurî durumlar canın
muhafazasından daha ehemmiyetlidir. Helak olmaktan kurtulmak için tek çıkar
yol olduğu takdirde içkinin içilmesi mubah olur; hatta bu durumda içki içmemek
caiz dcğildir(; mutlaka içki içilecektir). Çünkü canın muhafazası, akim muhafazasından
daha ehemmiyetlidir.
366)
Şeriatın Maksadlarının Neticesi Olan Kaide ve Temel Esaslar Zarurî, hâcî ve
tahsînî maslahatları kollama esasına göre, bu maslahatlara dayanarak fakihler
birçok umumi temel esaslar tesbit etmişler, daha sonra da bu temel esaslardan,
daha tâli olan kaideler çıkarmışlardır. Bu temci esaslardan ve umumi
kaidelerden bazıları şunlardır:
1)
"Zarar izale olunur."
Bu temel esasa dayanan
meselelerden bazıları şunlardır: şuf'ahda hak kiminse şuf 'ah hakkının o kimse
lehine sabit olması; telef olunan malların tazmininin icabet-tiği; satın alınan
maldaki ayıb sebebiyle bu malın geriye iade edilmesi hususunda müşterinin
muhayyer olması; hastalık vak'alarımn çok ve salgın hastalıkların yaygın olduğu
zamanlarda tıbbî koruyucu tedbirlerin alınması...
2)Umumi
zararı def etmek için, hususi zarar tercih olunur."
Bu kaideye dayanan
meselelerden bazıları şunlardır: Katile kısasın tatbik edilmesi; hırsızın
elinin kesilmesi; yola meyilli (yıkılacak gibi duran) duvarın yıkılması; câhil
tabibin hekimlikle iştigâlden ve hîle öğreten müftînin iftâ ile iştigalden men
edilmesi; zaruret halinde (salahiyetli makamca yani veliyyu l'emrce) ticarî
malların fiatlannm tayin ve tcsbiti.
3)
"Daha büyük zarar daha az zararla izale olunur."
Bu kaideye dayanan meselelerden
bazıları şunlardır: Görülen zarar nafaka temininden acizlik yahut gıyâb
sebeblerine binâen zevcenin boşanması; taharet yapmaktan tamamen acizlik
halinde taharetsiz; yahut örtülebilmesi imkansız olduğunda avret yeri
örtülmeden (bazı fakihlere göre) namaz kılmanın cevazı.
4)
"Mefsedetlerin def edilmesi, menfaatlerin celbedilmesinden evlâdır."
Şunlar, bu kaideye
dayanan meselelerden bazılarıdır: Başkalarına zararı dokunacak şekilde mal
sahibinin kendi mülkünde tasarruftan men olunması; bazılarının kısmen kâr ve
ticarî menfaatine engel olsa da, kendilerine (memleket dahilinde) ihtiyâç
bulunan bazı ticarî malların ihracının men edilmesi.
5) "Zaruretler
memnu şeyleri mubah kılar."
Kaideye dayanan bazı
meseleler: Zaruret esnasında, haram kılınmış şeylerin yenilip içilmesi; bazı
mubah şeylerin zarûreten kayıtlanması.
6) Zaruretler kendi mikdârlarınca takdîr
olunurlar."
Kaideye dayanan bazı
meseleler: Zaruret halinde yenen yahut içilen haram şeyler, zaruretin bertaraf
edildiği mikdârda yenip içilebilir. Bir özür sebebiyle caiz olan şey, özrün son
bulmasıyla caizlikten çıkıp bâtıl ve haram olur.
7) Meşakkat
kolaylaştırmayı celbeden"
Kaideye dayanan bazı
misaller: Ruhsatların teşrî kılınması; nikah akdi esnasında bilmediği kusuru
zevce, bilahare kocasında görürse (bazı fakihlere göre) nikahın feshedilmesi;
borç para almanın, havale ve hacrin caiz olması.
8) Sıkıntı,
darlık ve zorluk kaldırılmıştır."
Kaideye dayanan bazı
meseleler: Erkeklerin muttali olamayacakları mevzuatta hanımların
şâhidliklerinin kabulü; şâhidliğin kabulünde kat'iyyet olmasa da râcı.h -zann
ile iktifa etmek.
9)
"İnsanı güçlüğe düşürenin irtikâbı caiz
değildir."
Kaideye dayanan bazı
meseleler: Gece boyunca hiç dinlenmeden aralıksız teheccüd namazı v.s. gibi
ibadetlerle meşgul olmanın memnûluğu; hiç aralık vermeden oruç tutmanın yasak
oluşu; dünya ve insanlarla alakayı kesmenin yasak oluşu: Meselâ (hiçbir meşru
manî yokken) evlenmekten kaçınmak gibi.[244]
Fıkıh Usulünde
şer"î deliller arasındaki tearuzun manası, muayyen bir meselede bir
şer"î delilin muayyen bir hükmü iktiza ettirmesi ve aynı meselede başka
bir delilin başka bir hükmü icab ettirmesiyle delillerin karşılıklı olarak
tenâ-ku-d (tenakuz) etmeleridir); birbirlerine muhalif hüküm ifadesinde
bulunmasıdır). Filvâkî işin aslında bu manada tearuzun, şer"î delillerde
vuku bulması tasavvur olunamaz. Çünkü şer"î deliller hüküm ifade ve hükme
delalet etmeleri için na-sb ve tayin olunmuşlardır, işte böylece hükümlerin
muktezalanna göre amel etmek mümkin olur; ve mükellef aklı başında ve baliğ
oldukça hükümleri öğrenmek, anlamak demek olan mükellefiyetin şartı tahakkuk
etmiş bulunur. O halde delillerin tearuzu ve maksad-larmın mübhem olması mümkin
değildir. Çünkü tearuz, maksadı mübhem kılma, maksadı meçhulleştirme ve
mükellefiyet şartının bulunmaması demektir. İslam şerî"atinde bütün bunlar
caiz değildir; İzzet, celâl ve hikmet sahibi meşerri"in böyle bir şey
yapmış olması imkansızdır.
Esasen vakıada
tearuzun husulü imkansız olsa da müctehidlerin na-zar ve (delillere)
bakışlarında tearuz imkansız değildir. Mesela bazı müctehidlere, bazı deliller
birbirlerine muarız imiş gibi gelebilir. Bunun sebebi, müetehidin anlayışındaki
kusur ve eksiklik, idrakindeki zayıflık, meselenin delillerinin tamamını ihata
etmemesi, hepsini görmemesidir. Böylece hakikatte mevcud olmayan bir tearuz
varmış gibi görünür. Usulcüler, delillerdeki ve nasslardaki bu zahirî ve
görünüşte var olan tearuzun giderilmesi için kaideler koymuşlardır. Nâsih ve
mensûh, lafızların delaletlerinin bazısını bazısına tercih yollarını ve diğer
tercih usullerini bilmek bunlardandır. Biz bu bölümde tearuzun ortadan
kaldırılmasından iki bahisde söz edeceğiz: 1)
Nesh, mânâsı, yeri, zamanı ve diğer nesh ile alakalı hususlar, Deliller ve
nass-lar arasındaki tearuzun ortadan kaldırılması ve tercih kaideleri.
468) Lugatta
neshin (kelime olarak Arab Dilindeki) manası "izale etmek,
naklet-mek"tir. Fıkıh Usulünde bir ıstılah olarak manası, şer"î bir
hükmü, kendisinden sonraki şer"î bir delil ile kaldırmaktır. Sonraki
delile nâsı-h (hükmü kaldıran), ilk hükme de mensû-h (kaldırılmış hüküm), bu
kaldırma işine de nes-h ismi verilir.
Kur'anda nesh vuku
bulmuştur. Kur'andaki en açık, hiç kimsenin vukuu hususunda münakaşada
bulunamayacağı neshlerden birisi namazda beytu lma-kdise teveccüh ediliyor
(dönülüyor) iken, Mescidi Harama teveccüh olunmasıdır. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: [(Biz yüzünü (vahye intizâr ve iştiyakından) çok kere göğe doğru
evirip çevirdiğini muhakkak görüyoruz. Şimdi seni herhalde hoşnûd olacağın bir
Kıble'ye döndürüyoruz. (Namazda) artık yüzünü Mescidi Haram tarafına (Kabe
semtine) çevir. (Ey mü'minler) siz de nerede
bulunursanız (namazda)
yüzlerinizi o yana döndürün...)][245]
Nesh, beytu
lma-kdisden Kıble'nin Mescidi Harama çevrilmesinde olduğu gibi; birinci hükmün
tamamının kaldırılması ile küllî olabildiği gibi; birinci hükmün, üzerlerine
tatbik edilen ferdlerden bazılarından kaldırılması (bazılarından kaldırılmaması)
suretiyle cüz'î olabilir. Mesela Zina iftirası mevzuundaki Yüce Allah'ın
[(Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadıyla) iftira atan, sonra (bu hususda)
dört şâhid getirmeyen kimseler(in her birine) de seksen deynek vurun. Onların
ebediyyen sahiciliklerini kabul etmeyin...)][246]
ayetinin hükmü, karılarına zina isnâd eden (ve iddialarını şahidlerle
isbatlayamayan) kocalar hakkında Hanefî fu-kahâsına göre Allah'ın :
[(Zevcelerine zina isnâd eden ve kendilerinin kendilerinden başka şahidleri de
bulunmayan kimseler(e gelince:) onlardan her birinin (yapacağı) şahidlik,
kendisinin hakikaten sadıklardan olduğunu Allah'a yemin (ile) dört (defa ifade
ve tekrar edeceği) şâhidliktir)][247]
ayetiyle nesholunmuştur. Böylece karısına zina isnad edip, delili (yanı şahidleri)
bulunmayan kocanın hükmü, li"ânda bulunmasıdır (; karısıyla karşılıklı
olarak lânetleşmesidir). Yani karısına bulunduğu zina isnadında doğru ve sadık
olduğuna dair dört defa kadı (hakim) önünde Allah'a yemin edecek, beşinci
yemininde de eğer yalancılardan ise Allah'ın lanetinin kendisi üzerine olmasını
söyleyecektir. Sonra karısı dört defa, kocasının kendisine yaptığı zina
isnadında yalancı olduğuna dair Allah'a yemin edecek, beşinci yeminini de eğer
kocası doğru söylüyorsa Allah'ın gazabının kendi (yani zevce) üzerine olması
şeklinde yapacaktır, böylece karı koca arasında lânetleşme tamamlanınca kadı,
kan kocayı birbirinden ayırır.
ifade ettiğimiz üzre
şerî"atte nesh fiilen vuku bulmuştur. Neshin hikmeti, kulların maslahatlarını
ve menfaatlerini kollamaktır. Çünkü hükümleri teşrî kılmanın aslî maksadı -daha
önce de kaydettiğimiz gibi- kulların maslahatlarını gerçekleştirmektir.
Herhangi bir zamanda bir hükmün tebdil edilmesini maslahat icab-ettirmiş ise,
bu değiştirme, teşri" gaye ve maksadıyla bağdaşmaktadır. Aynca nesh,
şerî"atte yerleşmiş bir esas olan, kulların maslahatlarını ve menfaatlarim
kollayarak hükümleri (bir anda değil) yavaş yavaş, merhale merhale (tederrücen)
teşrî" kılma tatbikatıyla da bağdaşmaktadır. Mesela önce namazın
sabahleyin iki rek"at, akşamleyin iki rek"at, şeklinde farz kılınıp,
sonra bugünkü haliyle bilindiği üzre belli zamanlarda ve malûm rekatlarıyla,
kalbler namaza ısınıp ruhlar namazla terbiye olunduktan sonra beş vakitte farz
kılınması böyledir.
Cüz'î nesh, tahsis ile
karıştınlabilir. Çünkü "âmmın tahsisi, "âmrmn hükmünü "âmmın
bazı ferdlerinden kaldırır; ve bu hükmü muhassısın içine aldığı ve şâmil olduğu
"âmmın ferdîerinin dışında kalanlarına âid kılar. Keza cüz'î nesh de,
"âmmın hükmünü "âmmın bazı ferdlerinden kaldırmakta ve hükmü diğer
bazı ferdlere âid kılmaktadır. Fakat buna rağmen aralarında bir fark vardır:
Nesh hâlinde, evvelâ (ibtidâen) hüküm bütün ferdlere şâmildir. Sonra nâsıh
delille hüküm, bazı ferdlerden kalkar; ve bu ferdlerin haricindeki ferdler
hakkında hüküm bakî kalır. Fakat tahsîs halinde "âmmın hükmü evvelâ
(ibtidâen), "âmmın bazı ferdlerine şâmildir. Yani mu-hassıs bize açıklamış
olmakladır ki, işin başından itibaren müşerri"in gaye ve maksadı, hükmün
bütün ferdlerine şâmil olması değildir; bazı ferdlerine şâmil olmasıdır, işte
bunun için muhassısın, "âmmla bir arada ("amma mu-kârin) olması yahut
en azından "âmm ile amel olunmadan önce vârid olması şart koşulmuştur.
Cüz'î nesh böyle değildir; cüz'î nâsıhın, "âmmla amel edilme vaktinden
daha sonra vârid olması şarttır.
Bazen nesh sarih olur;
Şeriat Sahibi açıkça neshi tasrîh eder. Mesela Allah'ın Salât ve Selâmı Üzerine
olsun Allah Rasûlünün [(Size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Şinıdi(den sonra)
kabir ziyaretinde bulununuz; kabirler size ahireli haürlatır)] hadîsi gibi.
Bazen nesh -dımnî
(zımnî ve dolaylı) olur. Şeriat Sahibi açıkça neshi tasrîh et- fakat ilk nassın
neshedildiğine dâir sarih bir nass bulunmaksızın, ilk nassa
muarız bir hüküm meşru
kılar; ve ilk hükümle bu son hüküm (birbirlerine muhalif ve mu"ân-d
bulunduklarından) bağdaşması mümkin değildir. Böylece son hükmün teşrî"
kılınması, -dimnî olarak kendisinden önceki hükmü neshetmiş olur. Mesela Yüce
Allah'ın
[(Sizden zevcelerini
geride) bırakıp ölecek olanlar eşlerinin (kendi evlerinden) çıkanlmayarak
yılına kadar fâidelenmesini (bakılmasını) vasıyyet -etsinler-)][248]
ayeti, kocası ölen hanımın iddet müddetinin tam bir sene olduğunu ifade etmektedir.
Islamın ilk devirlerindeki hüküm böyleydi. Daha sonra Yüce Allah'ın [(içinizde ölenlerin (geride) bıraktıkları
zevceler kendi kendilerine dört ay on(gün) beklerler,..)][249]
ayeti indi. Bu ayet ise kocası ölen hanımın iddet müddetinin dört ay on gün olduğunu
gösteriyor. Bu ikinci ayet birinciden daha sonra indiği için, birinci ayetin
hükmünü neshetmiş olur.
Nesh sadece Allah'ın
Salât ve Selâmı Üzerine olsun Allah Rasûlü Muhammed Efendimizin hayatı
esnasında olabilir; onun vefatından sonra olamaz. Çünkü nesh vahiyle
olmaktadır; Allah Rasûlünden sonra ise vahiy yoktur. Az sonra da zikredeceğimiz
gibi neshedenin, neshedilenin kuvvetinde olması icabeder. Vahiyden başka, vahiy
kuvvetinde olan bir şey de yoktur. Vahiy ise ASSÜ Allah Rasûlünün vefatıyla
kesilmiştir. Onun için ASSÜ Peygamberimizin vefatından sonra İslam
şerî"atinin hükümlerinden hiçbir şey kat'iyyetle neshedilemez.
(Peygamber Efendimizin
hayatı devrinde) neshedilebilir hükümler, tebdil ve tağyiri kabul eden
fer"î hükümlerdir. Diğer hükümlerin ise neshi caiz değildir. Neshi caiz
olamayan bu hükümler aslî hükümlerdir: Allah'a, ahiret gününe, hesab gününe,
Allah'a ortak tanımanın haramlığına, zulmün ve zinanın yasaklığına inanmak
gibi. Keza temel ahlak ve faziletler de böyledir: Adalet, doğruluk, ana babaya
iyilik etmek gibi. Bu hükümlerin hiçbir zamanda, hiçbir şart altında ve hiçbir
durumda tebdil ve tağyirini gerektiren bir âmil tasavvur edilemez. Şartlar,
durumlar ve zamanlar ne kadar değişip teğayyür etse de bu hükümler sabittir;
değişmezler. Kendilerinde ebedilik unsuru bulunan fer"î (cüz'î) hükümlerin
de neshedilmeleri caiz değildir; onlar da sabit hükümlerdendir. Mesela ASSÜ
Allah Rasûlünün
[(Cihad, kıyamete
kadar bakîdir)] hadîsi şerifi gibi.
Nesh kaidesi,
"nâsih delilin mensûh delil kuvvetinde veya ondan daha kuvvetli olması ve
nâsihin mensûhdan sonra değil, mcnsûhdan önce vârid olmasıdır." Bu (esas)
kaideye dayanılarak birçok kaideler tesbit olunmuş ve bazı neticeler ortaya
konmuştur. Bunlardan bazıları şöyledir:
1) Aynı
kuvvette olduklarında Kur'an nasslannın Kur'an nasslanyla neshedilme-si
caizdir.
2) Mütevâtir
Sünnetin Kur'anla ve Kur'anın Mütevâtir Sünnetle neshedilmesi caizdir. Çünkü
Mütevâtir Sünnet, subûtun katiliğinde ve aynı kaynağa yani vahye dayanma
hususunda Kur'an gibidir.
3) Âhâd Sünnetin Âhâd Sünnet ile yahut daha
kuvvetli nasslarla neshedilmesi caizdir.
4) Kitab
yahut Sünnet nassını, icmâ" neshedemez. Çünkü (Kitab ve Sünnetteki) nassın
delâleti kat'î ise, bu nassın hilafına icmâ" vuku bulamaz. Eğer (Kitab ve
Sünnetteki) nassın delaleti zannî ise ve icmâ" nassın hilafına vuku
bulmuşsa bunun manası, başka bir delilin bulunduğu ve başka nassın icmâ"
etmiş fakihlerin nazarında, zannî delaletli nassa tercih olunduğudur. Buna
göre nâsih, icmâ"ın kendisi değil, icmâ"ın dayanmış bulunduğu
delildir.
5) Kitab ve
Sünnetin nassi icmâ"ı neshetmez. Çünkü nâsihin mensûhdan daha sonra vârid
olması icabeder. Kitab ve Sünnetin nasslan ise icmâ"dan daha öncedir.
Çünkü, daha önce de söylediğimiz gibi icmâ", ancak Peygamberimiz
Efendimizin vefatından sonra bir şer"î delil ve hüccet sayılır.
6) Kitabın yahut Sünnetin bir nassına veya
kıyasa dayanan icmâ"ın, başka bir icmâ" ile neshi caiz değildir.
Fakat maslahat teğayyür edince ve maslahatın gerçekleşmesinin başka bir hükmün
teşriiyle olacağı görülürse, maslahata mebnî içmâın başka bir icmâ" ile
neshi caizdir.
7) Kıyas, ne
Kitab ve Sünnetten bir nassi veya icmâ"ı neshedebilir, ne de Kitab ve
Sünnetten bir nass veya icmâ" ile mensûh kılınır. Çünkü Kitab, Sünnet veya
icmâ"da hüküm bulunamadıkça kıyasa müracaat olunmaz. Ayrıca Kitab, Sünnet
veya icmâ"da sabit bulunan bir hususa kıyasın muhalif bulunmaması şarttır.
Aksi halde kıyas muteber değildir.
8) Kıyas,
başka bir kıyası neshetmez. Çünkü kıyas ictihâd, re'y ve görüşe dayanır.
Kıyas, içtihadıyla kendisine (yani kıyasa) ulaşmış müetehid hakkında bir hüccet
ve delil ise de o müetehidin dışındaki müetehidler hakkında bir hüccet ve delil
değildir.
Ancak aynı müetehid
iki ayrı kıyasta bulunmuşsa, bu kıyaslardan biri diğerini neshetmez; fakat bu
iki kıyas arasında te"âru-d vardır. Çünkü kıyas ictihâd ve re'ye dayanır;
hükümlerin neshi meselesinde re'y ve görüşün söz hakkı ise yoktur, iki ayrı
kıyasda bulunmuş müetehidin, kıyaslarından birini diğerine tercih için
çalışması ve kendisinin nazarında tercihe değer gördüğüyle amel etmesi
lazımdır. Yani bu durumda istihsan delilinde olduğu gibi meseleye dair iki
ayrı kıyas vardır ve birisini müetehid tercîh eder. Ekseriya illetinin kuvveti
ve bu illetin hükme tesiri dolayısıyle tercih olunan, -hafi kiyasdir. Evvelce
de söylediğimiz üzre buna istihsan denilmektedir.
374) Daha
önce de kaydettiğimiz üzre, şer"î deliller hiçbir zaman tearuz etmezler;
aralarında var gibi görünen tearuz müctchidin nazanndaki tearuzdur. Bunun için
tearuz zahirîdir yani görünüştedir; ve müctehide göredir; hakiki bir tearuz
mevcud değildir. Bu zahirî tearuz, müctehidin hükmünü anlayıp öğrenmeye
çalıştığı belli bir vak'ada, aynı anda bu iki tearuz halindeki delilden her
birinin muayyen bir hüküm ifade etmesi ve birbirine muhalif bulunması demektir.
Bu zahirî tearuzun vuku bulması için iki delilin de bir kuvvette olması
şarttır: Kur'andan iki ayet yahut Sünnetten iki hadis gibi. Durum böyle olursa
müetehid bu iki nassm vürûd tarihlerini araştırır. Vürûd tarihlerini
Öğrenirse, vürûdu sonra olanı, vürûdu önce olan için nâsi-h kılar. Mesela Yüce
Allah'ın [(Sizden zevcelerini geride) bırakıp ölecek olanlar eşlerinin (kendi
evlerinden) çıkarilmayarak yılına kadar fâidelenmesini (bakılmasını) vasıyyet
-etsinler-)][250] ve [(İçinizden ölenlerin
(geride) bıraktıkları zevceler
kendi kendilerine dört
ay on (gün) beklerler...)][251]
ayetlerinde ikincisi, birincisinden sonra indiğinden birinciyi (hüküm
bakımından) neshetmiştir; kocası ölen kadın hakkındaki hüküm ikinci ayetle
sabittir. Islamın bidayetinde ilk ayete göre hüküm veriliyor, kocası ölen
zevcenin iddeti bir yıl olarak hesablanıyordu. ikinci ayet in; ince kocası Ölen
zevcelerin iddetlerini dört ay on gün olarak tesbit ettiğinden, amel artık bu
ikinci ayete göre oldu.
Keza Yüce Allah'ın
[(içinizden ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay
on (gün) beklerler...)][252] ve
[(Gebe kadınların iddetleri ise doğurmaları -ile biter-)]3 ayetlerinden ilki,
gebe olanı ve gebe olmayanı birbirinden ayırmadan kocaları ölen kadınların
iddetlerinin dört ay on gün olduğunu gösteriyor, ikinci ayet ise kocaları ölen
gebe kadınların iddetlerinin, çocuklarını doğurmakla biteceğini gösteriyor.
Muhterem sahâbî ARO
" Abdullâhi bnu Mes"ûda göre ikinci ayet birinciden sonra indiğinden
gebe kadınlar hususunda birinci ayeti nes-hetmiştir. Onun için gebe, müddet az
olsun uzun olsun doğurmakla, iddet müddetini beklemiş sayılır.
375) Eğer
te"âru-d halindeki iki nassın vürûd tarihleri bilinmiyorsa müetehid,
aşağıdaki yollardan biriyle iki nassdan birini diğerine tercih etme usulüne
başvurur:
Mesela Allah nikahla
alınmaları haram olan kadınları beyan ettikten sonra [(...onlardan mâadası
ise...size helal kılındı...)][254]
buyurmuştur.
Bu ayetin zahiri,
haram oldukları sayılan (tâdâd olunan) kadınların dışında dörtten fazla kadınla
evlenmenin mubahlığına delalet etmektedir. Fakat, Yüce Allah'ın [(...sizin için
helal olan
(diğer) kadınlardan
ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikah edin...)][255]
ayeti, dörtten fazla kadınla evlenmenin haram oluşu hususunda na-s-s-dır. Onun
için ikinci ayet birinci ayetin zahirine tercih edilerek, böylece bir erkeğin
aynı anda dörtten fazla kadınla evli bulunması haram olur.
Mesela ASSÜ Allah
Rasûlü [(Müstehâdah hanım her namaz için abdest alır)] buyurmuştur. Bu hadis,
aynı namaz vakti içinde de olsa, müstehâdah hanımın her namaz için abdest almak
zorunda bulunduğu hakkında na-s-sdır. Çünkü hadisten ilk bakışta anlaşılan bu
manadır; hadisin siyakından aslî maksad da bu manadır. Fakat te'vîl
olunabilir. Bu hadîse, hadîsin ASSÜ Peygamber Efendimizden şu ikinci rivayeti
mu"ân-ddır.[(Müstehâdah hanım her namaz vakti için abdest alır)]. Yani her
namaz vakti için bir defa abdest alır ve bu abdestiyle müteaddid namazlar
kılabilir. Te'vîl ihtimali bulunmayan bu mana müfesserdir ve birinciye tercih
olunarak icabına göre amel edilir.
Mesela Yüce Allah'ın
[(...onlardan mâadası ise...size helal kılındı...)][256]
ayeti, kendisinden Önce zikredilen, evlenilmesi haram hanımların dışındaki hanımlarla
evlenmenin mubahlığı hakkında na-s-sdır. Bu umûmî manasıyla, ASSÜ
Peygamberimizin vefatından sonra, onun zevceleriyle de evlenmenin mubahhğına
şâmil ise de Yüce Allah'ın [(...Sizin Allah'ın Peygamberine eza vermeniz
(doğru) olmadı(ğı gibi) kendinden sonra onun zevcelerini nikahlamanız asla olamaz...)][257]
ayeti, Peygamberimizin vefatından sonra onun zevceleriyle evlenmenin haram
olduğu hususunda muhkemdir. Onun için na-s-s olan ilk ayetin önüne geçirilir;
ilk ayete tercih olunur; ve vefatından sonra Peygamberimizin hanımlarıyla
evlenmenin haram oluşu ile hükmedilir.
Mesela Yüce Allah [(Ey
iman edenler, maktuller hakkında size kısas (misilleme) farz kılındı...)][258] ve
[(Kim bir mü'mini kasden
öldürürse cezası,
içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir...)][259]
buyuruyor. Birinci ayet ibare yoluyla katile kısas tatbik edilmesinin
icabettiğine delâlet etmekte, ikinci ayet de işaret yoluyla, kasden insan
öldüren katile kısasın tatbik edilmeyeceğine delalet etmektedir. Çünkü bu ayet,
kasden insan öldüren katilin cezasının, ebediyyen cehennemde kalmak olduğunu
açıklamaktadır. Ayet sadece, kasden insan öldüren katilin cezasına münhasırdır;
onun cezasını beyan etmektedir. Bu da işaret yoluyla, kasden insan öldüren
katilin başka bir cezayla cezalandırılmayacağını gösterir. Çünkü islam
Hukukunda mâruf bir kaide vardır: "Beyân makamında i-kti-sâr, .ha-sr ifade
eder." ibareyle anlaşılan mana işaretle anlaşılan manaya tercih olunur; ve
kasden insan öldüren katile kısas tatbik olunması icabeder.
Mesela Yüce Allah
[(Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse mü'min bir köleyi azâdetmesi ... lazımdır...)][260] ve
[(Kim bir mü'mini kasden
öldürürse cezası
içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir...)[261]
buyuruyor. Birinci ayetten ibare yoluyla, hatâen insan öldüren katilin
keffârette bulunmasının farz olduğunu; delâlet yoluyla da, kasden insan öldüren
katilin de keffârette bulunmasının farz olduğunu anlıyoruz. Çünkü hatâen
katilin keffâret mükellefiyeti varsa kasden katilin bu mükellefiyeti
evleviyetle bulunmalıdır. Zira keffâretin sebebi öldürme suçudur. Bu suç kasden
öldürmede, hatâen öldürmekden daha kuvvetli ve daha korkunç bir şekilde
mevcuddur. Bundan dolayı keffâret hatâ sahibine farz olunca kasıd sahibine
evleviyetle farz olmalıdır, ikinci ayetten işaret yoluyla kasden[262]
katilin üzerine dünyada keffâret borcunun bulunmadığını anlıyoruz. Çünkü ayet,
böyle bir katilin cezasının sadece cehennemde ebediyyen kalmak olduğunu beyan
ediyor. Beyan makamındaki bu -ka-sr, nefy ifade eder. (Yani cezanın açıklanma
makamında, ceza sadece bir cezaya münhasır bırakılmışsa, başka cezanın olmadığı
anlaşılır.) Yani başka ceza ile cezalandırılmayacağını ifade eder. işaret
yoluyla anlaşılan bu mana, birinci ayetten delalet yoluyla anlaşılan mana ile
te"âru-d etmektedir. İşaretle anlaşılan mana, delaletle anlaşılan manadan
daha çok tercihe şâyân bulunduğu cihetle hüküm: Kasden katilin keffâretten
mükellef olmadığıdır.
Mesela Yüce Allah [(Ey
iman edenler, faizi öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin...)[263]
buyuruyor. Bu ayetin muhalefet mefhûmu, Yüce Allahın [(...Eğer (tefeciliğe,
murâbahcılığa) tevbe ederseniz mallarınızın başları (sermâyeleriniz) yine
sizindir. (Bu suretle) ne haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğratılmış
olmazsınız)][264] ayetiyle te"âru-d
etmektedir. Çünkü bu ikinci ayetin mantûku, az da olsa faizin haram olduğunu
ifade ediyor. Bu sebeble ikinci ayetin mantûku, birinci ayetin muhalefet
mefhûmuna tercih edilir (ve hüküm, az da olsa, çok da olsa faizin haramlığı
olur).
Nâsıhin bilinmesi
mümkin olmazsa, zikrettiğimiz tercih yollarıyla tercinde bulunmak da kabil
değilse, nasslann ikisi de -yukarıda zikrettiğimiz üzre- aynı kuvvette iseler,
müctehid te"âru-d hâlindeki iki nassı cem"edip aralarında tevfî-kde
bulunup cem" ve tevfî-k yollarından birini kullanır; ve her iki nass ile
birden (ikisinin arasını bağdaştırarak) amel eder. Mesela Yüce Allah: [(Sizden
birinize ölüm gelip çattığı vakit -eğer mal bırakacaksa- anaya, babaya, yakın
akrabaya meşru bir surette vasiyette bulunmak takva sahibleri üzerinde bir hak
olarak farz kılındı)][265] ve b) [(Allah size (miras hükümlerini
şöylece) emreder: Evladlarınız hakkında (ki hüküm) erkeğe, iki dişinin payı
mikdândır. Fakat onlar (o evladlar) ikiden fazla kadınlar ise (ölünün) bıraktığının
(terekenin) üçte ikisi onlarındır. (Dişi evlad) bir tek ise o zaman (bunun)
yarısı onundur, (Ölenin) çocuğu varsa ana ve babadan her birine terekenin
altıda biri (verilir). Çocuğu olmayıp da ona anası ve babası mirasçı olduysa
üçte biri anasının (bakiye de babasının)dır. (Erkek, dişi) kardeşleri varsa o
vakit altıda biri anasınındır (geri kalanı da babasının. Fakat bütün bu
hükümler ölenin) edeceği vasiyet(in tenfîzin)den veya borc(unun ödenmesin)den
sonradır.[266] Siz babalarınızdan ve
oğullarınızdan hangisinin, fâidc cihetinden, size daha yakın olduğunu
bilmezsiniz. (Bu hükümler ve hisseler) Allah'ın birer farîzasıdır. Şübhesiz ki
Allah hakkıyla bilicidir; yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.)][267]
buyurmuştur. Birinci ayet ana babaya, yakın akrabaya meşru bir surette
vasiyette bulunmayı farz kılmıştır. İkinci ayetin ifâde ettiğine göre, şanına
yaraşmayan her şeyden beri, münezzeh ve uzak Yüce Allah, ana babanın,
evladların ve yakın akrabanın payını tayin etmiş, bunu ölenin istek ve tayinine
bırakmamıştır. Şu halde iki ayet birbiriyle tc"âru-d etmektedir. Fakat
birinci ayet, "din ayrılığı gibi bir manî ile ölenden miras alamayan ana
baba ve yakın akrabaya vasiyette bulunmayı mecburî kılmaktadır" şeklinde
anlaşılmak; ikinci âyet de "miras alan ana baba ve yakın akrabanın miras
hükümlerini beyan" manasında anlaşılmak suretiyle, her iki ayetin
birbiriyle tevfî-ki (bağdaştırılması) mümkindür.
2) Yüce
Allah a) [(İçinizden ölenlerin
(geride) bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on (gün)
beklerler...)][268] ve
[(...Gebe kadınların iddetleri ise doğurmaları -ile biter-)[269]
buyurmaktadır. Bazı fa-kihlere göre ikinci ayet birinci ayeti, kocası ölen gebe
kadının hükmü hususunda nes-hetmişir. Bu fakihler, bu iki ayeti bağdaştırarak
şöyle diyorlar: "Kocası ölen gebe kadın, iki iddet müddetinden en uzunu
ile iddetini bekler." Yani kocasının ölümünden sonra gebe dul, dört ay on
gün geçmeden karnındaki çocuğu dünyaya getirirse, bu doğurmasıyla iddeti bitmiş
olmaz; iddeti kocasının vefatından itibaren dört ay on gün geçtikten sonra
bitecektir. Eğer bu kadın kocasının vefatından dört ay on gün geçtikten sonra
karnındaki çocuğu dünyaya gefirdiyse, çocuğu doğurmakla iddet müddetini
tamamlamış olur.
377)
Nasslardan biri "âmm ve diğeri -hâ-s-s ise yahut nasslardan biri mu-tla-k ve
biri mu-kayyed ise, "âmmın hâss ile tahsis olunup hâssın vârid olduğu
yerde hâss ile amel etmek ve bunun haricinde de "âmm ile amel etmek, keza
mutlakın mukayyede hamlolunarak (mutlakın mukayyedle izah olunarak) yahut kendi
yerinde mukayyed ile ve bunun haricinde mutlak ile amel etmek de cem" ve
tevfî-k yollarından biridir. Bunları "âmm ve -hâ-s-s, mu-tla-k ve
mu-kayyed bahislerinde beyan edip misallerini vermiştik.
378) îki
nassdan birinin diğerine mu"ân-d olamayacak şekilde te'vîl olunması da
başka bir tevfî-k yoludur.
Delillerin kuvvetleri
birbirinden farklı ise, delilin kuvvetine göre tercihde bulunulur. Esasında bu
tercih, iki müte"ân-d nassdan birinin tercihi değildir. Bu bahsin başında
da işaret ettiğimiz üzre kuvvet bakımından birbirinden farklı olan deliller
arasında te"âru-d yoktur. Kuvvet bakımından birbirine müsâvî bulunan
deliller arasında te"âru-d olur. Kuvvetleri farklı olan deliller
arasındaki tercih yollarından bazıları şunlardır:
a) Kitab yahut Sahîh Sünnet nassı kıyasa tercih
olunur. Çünkü kıyas zannî bir delildir; ve nassın olduğu yerde kıyasla amel
edilemez.
b) Kıyasın muktezasma icmâ" tercih olunur.
Zira icmâ" kat'îdir; fakat kıyas zannîdir. Zannînin katiye mu"âra-da
gücü yoktur.
c) Mütevâtir
hadis, â.hâd hadîse tercih olunur.
ç) Fakîh
olan "adlin rivayet ettiği hadîs, fakîh olmayan "adlin rivayet ettiği
hadîse tercîh olunur.
d) İki kıyas
te"âru-d ederse, daha kuvvetli olan tercîh olunur: Birinin illetini nassın
beyan etmiş olması, diğer kıyâsın illetinin (müctehidçe) ıstınbât edilerek
tesbît olunması gibi. Bunlardan, illeti nassla tesbit edilen diğerinden daha
kuvvetlidir. Yahut birinin illetinin, diğerinin illetinden daha çok hükme
müessir olması veya daha çok münasib bulunması gibi. Bunlardan da illeti hükme
daha uygun düşen, diğerine tercih edilir.
Deliller arasındaki
te"âru-dun def edilmesi yahut tercih yollarının tatbîki mümkin değilse
müetehid iki delille de istidlalde bulunmayı bırakır; ve bu iki müte"ârı-d
delilden mertebe bakımından daha aşağıda bulunan başka bir delil arar. Mesela
iki nass te"âru-d etse ve aralarında tercih yapılması kabil olmasa,
müetehid bu iki nassı bırakır ve kıyasa intikâl eder.
[1] Bu kaideler, Arabca yazılı olan her kanun nassmın
(metninin) ıcfsîri için zaruridir. Çünkü bu kaideler Arabca ibarenin
anlaşılması için âyâr ve Ölçülerdir. Kanun Arabca yazılı oldukça kelime ve
ibarelerin anlaşdması hususunda bu ölçü ve ayarlara boyun eğer. Kanunun Arabca
tanzim edilmesi veya ecnebî bir dilden Arabcaya terceme edilmiş olması bu
mevzuda birdir. Bunun için bu kaidelerin, nasslann tefsirinde dikkate
alınmaması, kanunun hatalı anlaşılmasına, hükümlerinin yanlış öğrenilmesine,
muhtelif olaylara hangî hükümlerinin tatbikinin gerektiğinin kavranama-masına
yol açacağından neticede insanlannhaklan kaybolacaktır. Çünkü hakim, kanunu
anladığı gibi tatbik etmektedir. Anlayışı yanlış olursa hak sahiblcri haktannı
kaybeder; haksızlar hak sahibi olur veya masumlar suçlu bulunur yahut suçlular
masum gösterilir. Burada şunu da açıklamakta fayda vardır: Kanunlar üç şekilde
tefsir edilirler: A) Hukukî tefsîr.-Kanunlan şerhederken sarihlerin kullandığı
tefsir tarzıdır. Vakıayı dikkate almaksızın, katıksız bir mantık ve mücerredlik
vasfını hâizdir. B) Kazâî tefsir.-Mahkemeye getirilen hâdiseleri ve vakıayı
dikkate alarak yapılan tefsirdir. Birinci tefsirin hilâfına bu şekil tefsirde
vakıanın tesirinde kalış ve amelî oluş sıfatı kuvvetlidir. Şu kadar var kî
hâkim davanın hâdiselerini incelerken fiilen kanunu tefsir eder. Bu kanunun
tatbiki için yapılan bir tefsirdir. Bu bakımdan muayyen bir kanun maddesinin
hemen doğrudan doğruya hakimden tefsir edilmesi istenmemelidir. Çünkü hakim
kanunu ancak tatbiki sırasında tefsir eder. Zira bu tefsir, latbik için zaruridir.
C) Teşrîî tcfsir.-Kanıın koyucunun kendisinin kanundaki muğlaklığı ve
ibaredeki anlaşılmazlığı giderek, kanundaki mutlak ifadeyi kayıtlamak yahut
kanunun tefsirindeki ihtilafı i/âle etmek için yaptığı tefsirdir, bu nevî
tefsirkanuna ilhak edilip onun bir parçası sayılır. Yukarıdaki üç nev'iyle
tefsir, kanun ibaresinden kasdedilen manayı aniamak için, işaret ettiğimiz
nasslann tefsiri kaidelerinden istifade eder. Nass y°ksa, istenen hükmün
öğrenilmesi için kıyâs, teşriî maksadlar ve benzeri hususlardan faydalanılır.
[2] ettelvî.hu "ale ttev-dî.h c. 1, s. 32-34.
Bazıları ise -hâ-s-sı şöyle tarif etmişlerdir: "Ya bir, ya da iki yahut üç
yahut daha fazla olan sınırlı bir şeyi içine alan lafızdır." Bakınız:
[3] Kur'an 5 inci Elmâidch sûresi 89 uncu âyet.
[4] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 228 inci âyet.
[5] Çünkü nassda [(üç -kur' beklesinler)] deniliyor. Üçten
az veya üçıen çok denilmiyor. (Mütercim).
[6] Ku’ran 2nci elba-karah suresi 234 üncü ayet.
[7] Kur'an 58 inci Elmucâdeieh sûresi 3 üncü âyet.
[8] Kur'an 4 üncü Enııisâ' sûresi 11 inci âyet.
[9] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.
[10] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.
[11] Kur'an 58 inci Elmucâdeieh sûresi 4 üncü âyet.
[12] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 92 nci âyet.
[13] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 3 üncü âyet.
[14] Kur'an 6 ncı el'en"âm sûresi 145 inci âyet.
[15] Kur'an 5'nci
Elmâideh sûresi 38 inci âyet.
[16] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 6 ncı âyet.
[17] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 6 ncı âyet.
[18] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 6 ncı âyet.
[19] Kur'an 58 inci Elmucâdeleh sûresi 3 üncü âyet.
[20] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 92 nci âyet.
[21] ettav-dî.hc. f,s. 140, mir-kâıu lvu-süli ve .hâşiyetu
l'izmîrîc. l,s. 155-156, El'âmidic. 2, s. 204. Burada şu iki hususa dikkat
edilmelidir: 1) Kendini yüksek ve üstün telakki etme kaydı, emredenin
kendisini böyle kabul ettiğini gösteriyor. Yoksa emredenin esasen yüksek ve
üstün olması şart değildir. Fakat emredenin kendisi yüksek sayması şarttır.
Esasen kendisi üstün ve yüksek olsa da olmasa da bu mühim değildir. 2)
Âlimlerin ittifakıyla emir, ta-h-sî-s olunmuş sözde hakikattir. Cumhura göre
emir, fiilde mecazdır: Yüce Allah ın [(Halbuki Firavunun emri (işi) hiç de
değildi)] (Kuran 11inci Jud suresi 97 nci ayet)sözünde olduğu gibi Ayetteki
“emr”kelimesi fill manasınadır;müsebbe (neticeye)sebeb denmesi
cümlesindendir.Bak:irşadu lfu.hul s.91,El-menaru ve şer.huhü s.108-109,Elamidi
c.2,s.188v.d
[22] Kuran 17 nci El’isra sûresi78inayet
[23] Kuran 4 üncü Ennisa suresi 59 uncu âyet.
[24] Kuran 2nci elba-karah sûresi 185 inci âyet.
[25] Kuran 2nci
eIba-karah sûresi 233 üncü âyet
[26] Bak:Elamidi c.2,s
207.
[27] Kitabın dip notundaki bu misalleri metne mütercim
almıştır.
[28] Kur'an 24 üncü Ennûr suresi 56 ncı âyet.
[29] Kur'ân 24 üncü Ennûr sûresi 33 üncü âyet.
[30] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 2 nci âyet.
[31] Kur'an 41 inci fu-s-sılet sûresi 40 inci âyet.
[32] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 282 nci âyet.
[33] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 23 üncü âyet.
[34] Kur'an 14 üncü İbrâhîm sûresi 41 inci âyet.
[35] Kur'an 6 nci el'en"âm sûresi 142 nci âyet.
[36] Kur'an 15 inci cLhıcr sûresi 46 ncı âyet.
[37] Kur'an 44 üncü eddu-Mn sûresi 49 uncu âyet.
[38] elmusevvedetu fi u-sûli İfı-khi libni leymiyyeh s. 5,
eli.hkâmu libni .hazm c. 3, s. 263, şer.hu müsellemi .s.subût c. 1, s.
373-374, irşâdu Ifu.hûl s. 95, etielvl.h s. 153-154, keşfu I'esrâr c. 1, s. 106
v-d., .hâşiyetu l'izmîrî, El'âmidî c. 2, s. 208-212 v.d., şer.hu lmenâr s. 123
v.d. Görülüyor ki hakikat olarak emrin ne için va-d" olunduğundaki
âlimlerin ihtilâfı, nasslann anlaşılmasında büyük bir görüş ayrılığına yol
açmıştır, va-d" itibariyle emrin vucûba delalet ettiğini kaide olarak
kabul etsek, ihtilaf büyük ölçüde azalsa da tamamen ortadan kalkmayacaktır.
Çünkü bu kaidenin esas alınması, emrin vucûba delalet etmediğini gösteren
karinelerin ibtâii demek değildir. Emrin
ucuba delalet etmediğini
gösteren karinenin teşhisi, karinenin mûteberliği, karinenin müessir sayılması,
karinenin delâlet ettiği mananm ne olduğu hususundaki görüş ve anlayışlar
farklı oldukça azalsa da nasslann tefsiri ve hükümlerin ıstmbâtı mevzuundaki
ihtilaf bakî kalacaktır.
[39] Kur'an 24 Üncü Ennûr sûresi 63 üncü âyet.
[40] Kur'an 5 inci Eimâideh sûresi 2 nci âyet.
[41] Kur'an 5 inci Eimâideh sûresi 1 incî âyet.
[42] Kur'an 62 nci elcumu"ah sûresi 10 uncu âyet.
[43] Bunu Kur'an 62
nci elcumu"ah sûresi 9 uncu âyeti ifade etmektedir. Ayet şudur: [(ey iman
edenler, Cuma günü namaz için çağrıldığınız) zaman (hatib minbere çıkıp müezzin
zan okurken) hemen Allahı zikretmeye gidin. Alış verişi bırakın. Bu,
bilirseniz, sizin için çok harlıdır.)] (Mütercim).
[44] Elmusevvedeh s. 20, el'i.hkâmu libni .hazm c. 3, s.
318, letâifu l'işârât s. 24, El'âmidî c. 2, s. 255 v.d. Bazıları emir sığasının
kendisinin, emredilen şeyin bir defa yapılmasına delalet ettiği görüşündedir.
Bak: Eşşevkânî s. 97.
[45] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 6 ncı âyet.
[46] Kur'an 24 üncü Ernıûr sûresi 2 nci âyet.
[47] Arabcada bir tabir olan müstakbei veya istikbal,
Türkçe'de gelecek tabiriyle ifade edilmektedir. Buradaki gelecekten maksad,
emrin verilmesinden İtibaren başlayan zamandır. Emirden beş saniye sonra, yanm
dakika sonra, bir veya on yıl soma v.s. bütün zaman şeridi, hep gelecek yani
istikbâl manasım taşır. Binâenaleyh, Arab Dilindeki bu zaman mefhûmu, Fıkıh ve
Fıkıh Usûlü kiıablanmızda aynen kullanıldığından gelecek, istikbâl, müstakbel
tabirlerimizden Arabcadaki mezkûr mana anlaşılmalı, sadece Türkçemizdeki yaygın
olan gelecek mefhûmu anlaşılmamalıdır. (Mütercim)
[48] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 48 inci âyet.
[49] Kur'an 3 üncü âlu "ımrân sûresi 133 üncü âyet.
[50] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 43, 83 ve 110 uncu
âyetler. Ayrıca diğer beş sûrede altı kere tekerrür eder. (Mütercim)
[51] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 6 ncı âyet.
[52] Kur'an 8 inci El'enfâl sûresi 60 inci âyet.
[53] Kur'an 17 nci El'tsrâ' suresi 32 nci âyet.
[54] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 32 ncü âyet.
[55] Salim akılların bu fenadır diye hükmcltîği ve Şerîatin
de çirkin gördüğü şeyler. (Çanuy Meali c. 2, s, 499 dipnot 60)
[56] Kur'an 16 ncı enna.hl sûresi 90 inci âyet.
[57] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.
[58] Kur'an 6 nci el'en"âm sûresi 120 nci âyet.
[59] Kur'an 6 nci el'en-âm sûresi 151 inci âyet.
[60] Kur'an 3 üncü âlu "ımrân sûresi 8 inci âyet.
[61] Kur'an 66 nci etta.hrihı sûresi 7 nci âyet.
[62] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 101 inci âyet.
[63] Burach "âmınm tarifinden, kendisiyle mu-ıla-k
arasındaki fark anlaşılmaktadır, "âmm, ferdlenn-den her ferdi bir defada
şümulüne almaktadır. Oysa mu-üa-k, bir defada ya sadece yaygın (ve şâi")
Kir ferdi, ya da yaygın olan ferdlcri şümulüne almakta, bütün ferdiere şâmil
olmamaktadır.
[64] Kur’an 3 üncü âtu "ımrân sûresi 185 inci âyet.
[65] Menıûndur, ipotektir. îyi amelle gelirse bu rehni
çözer. Aksi halde helake uğrar. (Çantay Meali c. 3, s. 966 dipnot 17.)
[66] Kur'an 52 nci e-t-tûr sûresi 21 inci âyet.
[67] Kur an 2 nci elba-karah sûresi 195 inci âyet.
[68] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 233 üncü âyet.
[69] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 7 inci âyet.
[70] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 228 inci âyet. 4
[71] Kur'an 4 Üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.
[72] Kur'an 9 uncu Ettevbeh sûresi 103 üncü âyet.
[73] Kur'an 4 Üncü Ennisâ' sûresi 11 inci âyet.
[74] Yani ikindi Namazına yahut ASSÜ Peygamberin asrına
yahut sürekli zamana ve dehre. (Çaniay Meali c. 3, s. 1217 dipnot 2)
[75] Kur'an 103 üncü el"a-sr sûresi.
[76] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 275 inci âyet.
[77] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 2 nci âyet.
[78] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 38 inci âyet.
[79] Kur'an 73 üncü Elmuzzemmil sûresi 15 ve 16 ncı
âyetler.
[80] a-kvâ" kelimesi kitabın aslında
"-hayran" tarzındaysa da Urafımızdan yukarıdaki şekilde
değiştirilmiştir. (Müte.)
[81] Kur'an 14 üncü tbrâhun sûresi 34 üncü âyet.
[82] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 10 uncu âyet.
[83] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 24 üncü âyet.
[84] Kur'an 16 ncı enna.hl sûresi 96 ncı âyet.
[85] Kur'an 65 inci e-t-talâ-k sûresi 4 üncü âyet.
[86] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 22 nci âyet.
[87] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 34 üncü âyet.
[88] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 245 inci âyet.
[89] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 185 İnci âyet
[90] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 197 inci âye
[91] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 93 üncü âyet.
[92] Kur'an 99 uncu Ezzüzâl sûresi 7 ve 8 inci âyetler.
[93] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 78 inci âyet.
[94] Kur'an 9 uncu Ettevbeh sûresi 84 üncü âyet.
[95] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 67 net âyet
[96] Kur'an 36 ncı Yâsîn sûresi 57 nci âlet.
[97] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 38 inci âyet.
[98] Her iki zümrenin delilleri için bak:
[99] Kur'anda 20 sûrede 89 kere zikredilmiştir. (Mütercim)
[100] Kur'anda 8 sûrede 19 kere zikredilmiştir. (Mütercim)
[101] Kur'anda 2 sûrede 4 kere zikredilmiştir. (Mütercim)
[102] Tahsîs ile ncs-h arasındaki faiklardan bazıları
şunlardır: Hükmün sabit olmasından sonra kaldırılması nes-hdİr. Tahsîs ise
"âmm olan lafızdan maksadın ne olduğunu açıklamaktır. Tahsîs sadece bazı
ferdler için olduğu halde nes-h bütün ferdler için olur
[103] Kur'an 2 nci e!ba-karah sûresi 185 inci âyet.
[104] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 185 inci âyet.
[105] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 228 inci âyet.
[106] Kur'an 33 üncü el'a.hzâb sûresi 49 uncu âyet.
[107] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 3 üncü âyet.
[108] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 4 ve 5 inci âyetler.
[109] Kur'an 24 üncü Ennör sûresi 6, 7, 8 ve 9 uncu âyetler.
[110] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 43, 83 ve 110 uncu
âyetler. Ayrıca 5 sûrede 6 kere tekerrür eder.
(Mütercim)
[111] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 183 üncü âyet.
[112] Kur'an 13 üncü erra"d sûresi 16 nci ve 39 uncu
Ezzumer sûresi 62 nci âyet.
[113] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 284 ncü âyet. Aynca 5
sûrede 8 defa tekerrür eder. (Mütercim)
[114] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 233 üncü âyet.
[115] Kur'an 46 net el'a.h-kâf sûresi 25 inci âyet.
[116] Kur'an 46 nci el'a.h-kâf sûresi 25 inci âyet
[117] Kur'an 27 nci Enneml sûresi 23 üncü âyet.
[118] Bu ve bundan evvelki misaldeki tahsis delÜini baalan
"his delili" olarak isimlendiriyorlar. Yani arnmın bazı ferdlerine
tahsis olunduğunu hissimiz; müşahede etmektedir. Bak
[119] Harften maksad Arabcadaki "Elit, Hâ, Tâ
v.s." gibi hecâ harfleri değil, Arabcada kelimenin üç kısmından birisi
olan harftir. (Mütercim)
[120] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 282 nci âyet.
[121] Kur'an 16 nci enna.hl sûresi 106 nci âyet.
[122] Kur'an 25 inci elfur-kân sûresi 68, 69 ve 70 inci
âyetler.
[123] Ayetteki ((elmu.h-sanât)] tabiri, evli yahut bekâr,
iffetli, hür ve mükellef olan kadınlar için kullanılır. (Elmcdârik'ien naklen
Çantay Meali c. 2, s. 629 dipnot 5, Mütercim)
[124] Kur'an 24 Üncü Ennûr sûresi 4 ve 5 inci âyetler.
[125] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 92 nci âyet.
[126] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.
[127] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 233 üncü âyet
[128] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 12 nci âyet.
[129] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 6 nci âyet.
[130] Kur'an 5 inci Elmâİdeh suresi 3 üncü âyet.
[131] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 38 inci âyet.
[132] Kur'an 4 üncü Ernıisâ' sûresi 24 üncü âyet.
[133] Kur'an 2 nci elbâ-karah sûresi 221 inci âyet.
[134] Bak: 225. s. 1. dipnot. (Mütercim)
[135] Kuran 11 inci Hû d sûresi 6 nci âyet.
[136] Kuran 3 üncü âlu "ımrân sûresi 97 nci âyet.
[137] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 56 ncı âyet.
[138] Kuran 2 nci elba-karah sûresi 185 inci âyet
[139] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 24 üncü âyet.
[140] Kur'an 21 inci Elenbiyâ' sûresi 101 inci âyet.
[141] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 228 inci ayet.
[142] Müellif aynı kanunun 67 ve Irak Ahvâli Şahsıyya Kanunu
10. maddesini de misal olarak göstermiştir. Biz yukarıda terceme etliklerimizle
iktifa ediyoruz. (Mütercim)
[143] Müellif Üç misal daha zikrediyorsa da biz yukarıda
terceme etliklerimizle iktifanın bizim için maksadı hasıl ettiğine kânîyiz.
(Mütercim)
[144] Liân âyeti 24 üncü Ennûr sûresinin 6,7, 8, 9,10 uncu
âyetleridir- (Mütercim)
[145] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 229 uncu âyet.
[146] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 56 ncı âyet.
[147] Lugavî ve kânûnî yani ıstılâhî (hukukî) olmak üzere
iki manası bulunan tabirler kanun metinlerinde kullanıldığında da durum
aynıdır; lâbir lügat manasıyla değil, kânûnî ve hukukî manasıyla
anlaşılmalıdır.
[148] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 228 inci âyet.
[149] Kur'an 4 üncü Ennisâ sûresi 12 nci âyet.
[150] Kur'an 22 nci el.hacc sûresi 18 inci âyet.
[151] Arabcada mevlâ tabiri hem köleyi azadeden ve hem de
kölelikten azad olunup hür hale gelen için kııüanıhr. Nitekim az sonra metinde
de müellif bu hususu tasrih buyuracaktır (Mütercim)
[152] Kur'an 6 ncı eren"âm sûresi 151inci âyet.
[153] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 2 nci âyet.
[154] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 6 ncı âyet.
[155] Kur'an 12 nci Yûsuf sûresi 36 ncı âyet.
[156] Kur'an 12 nci Yûsuf sûresi 82 nci âyet.
[157] Kur'an 90 inci Elbeled sûresi 13 üncü âyet.
[158] Kuran 58 inci Elmücâdcleh sûresi 3 üncü âyet.
[159] Kur'an 111 inci Tebbct veya Ebû Leheb sûresi 1 inci
âyet.
[160] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 19 uncu âyet.
[161] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 104 üncü âyet.
[162] Kur'an 4 üncü Ennisâ1 sûresi 43 ncü âyet.
[163] Kur'an 4 üncü Ennisâ1 sûresi 43 ncü âyet.
[164] Kuran 12 nci Yûsuf sûresi 82 nci âyet.
[165] Usulcüler diyorlar ki: Terkedilmiş hakikat kinayedir,
terkedilmemiş, kullanılmakta olan hakikat sarihtir. Herkes tarafından bilinen,
meşhur, müte"âraf mecaz sarihtir; gayn müte"âraf mecaz kinayedir
[166] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 275 inci âyet.
[167] Kur'an 59 uncu el.haşr sûresi 7 nci âyet.
[168] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 3 üncü âyet.
[169] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 275 inci âyet.
[170] Her Kur'an ayetîne ve Rasulullahın her hadîsi şerifine
na-s-s kelimesi kullanılır. "Kur'an ve Sünnet na-s-slan" denilir. Bu
manada na-s-s lafzı, ıstılahı manalanyla -zahir, na-s-s, müfesser ve mu.hkcm
tabirlerine şâmildir.
[171] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 275 inci ayet.
[172] Kur'an 3 üncü âlu "ımrân sûresi 7 nci ayet.
[173] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 275 inci ayet.
[174] Kuran 2 nci clba-karatı sûresi 228 inci ayet.
[175] Kuran 33 üncü el'a.hzâb sûresi 49 uncu ayet.
[176] Kuran 65 inci e-t-talâ-k sûresi 4 üncü âyet.
[177] (Şafiî) El'âmidî, Hanelilerin bu te'vîlini uzak
te'villcrden sayarak makbul addetmemişlir. Bak
[178] Bu, muhalif ulemaca Hanefîlerin tenkididir.
Hanefîlerin işbu te'vil hakkındaki mütalaaları için bak: teysîra tta.hrîri
liemîr pâdişâh c. l,s. 145-146 mı-sr 135011. (Mütercim)
[179] Kuran 9 uncu Eltevbch sûresi 36 ncı âyet.
[180] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 4 üncü âyet.
[181] Kur'an 33 üncü el'a.hzâb sûresi 49 uncu âyet.
[182] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 43 üncü âyet.
[183] Kur'an 3 üncü âlu "unrân sûresi 97 nci âyet.
[184] elmed-halu liTulûrni 1-kânûniyyeti liustâ.zinâ dduktûr
"abdilmun"imi lbedrâvî s. 211. (Müellifin biraz daha teferruatlı
olarak ele aldığı "Beşerî Kanunlarda Müfesser" isimli mevzûyu biz
yukarıdaki şekilde hülâsa ederek iktifayı tercemede yeterli bulduk. Mütercim)
[185] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 4 üncü âyet.
[186] Kur'an 33 üncü el'a.hzâb sûresi 53 üncü âyet.
[187] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 38 inci âyet.
[188] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 228 inci âyet.
[189] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 223 üncü âyet.
[190] Paragraf numarasının 337 olması lazımdı. Lakin yanlış
olsa da kitabın paragraf numaralarına tercernede bağlı kalmayı tashihe tercih
ettik. (Mütercim)
[191] Kur'an 70 inci elme"âric sûresi 19 uncu ayet.
[192] Kur'an 70 inci elme"âric sûresi 20 ve 21 inci
ayetler.
[193] Kur'an 101 inci el-kâri"ah sûresi 1, 2, 3, 4, ve
5 inci ayetler.
[194] Kur'an 42 nci Eşşûrâ sûresi 1 ve 2 nci âyetler.
[195] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 1 inci âyet.
[196] Kur'an 11 inci Hüd sûresi 1 inci âyet.
[197] Kur'an 20 nci -tâhâ sûresi 5 inci âyet.
[198] Kur'an 48 İnci cifet.h sûresi 10 uncu âyet.
[199] Kur'an 42inci
Eşşûrâ sûresi 1 linçi âyet
[200] Kur'an 6 ncı el'en"âm sûresi 151 inci âyet.
[201] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 56 ncı âyet.
[202] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 275 inci âyet.
[203] Kuran 4 üncü Ennisâ' sûresi 3 üncü âyet.
[204] Müellif daha iki kanuni misal vermişse de biz birinin
lerccmesiyle iktifa ediyoruz. (Mütercim)
[205] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 233 üncü âyet.
[206] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 187 nci âyet.
[207] Kufan 59 uncu el.haşr sûresi 8 inci âyet
[208] Kur'an 16 nci enna.hl sûresi 43 üncü ayet.
[209] Kur'an 3 üncü âlu "ımrân sûresi 159 uncu âyet.
[210] Kur'an 46 nci el'a.h-kâf sûresi 15 inci âyet
[211] Kur'an 31 inci lu-kmân sûresi 14 üncü âyet.
[212] Müellif daha iki Tiisal vermişse de biz bir misalin
tercemesiyle iktifa ediyoruz. (Mütercim)
[213] Kur'an 17 nci El'isrâ' sûresi 23 üncü âyet.
[214] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.
[215] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 228 İnci âyet.
[216] Kuran 4 uncu Ennisi, sûresi 23 üncü ayet.
[217] Kuran 5 lnci Elmâideh sûresi 3 üncü ayet.
[218] Kur'an 62 nci elcumu"ah sûresi 9 uncu âyet.
[219] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 25 inci âyet.
[220] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 23 üncü âyet.
[221] Hadisin lercemesi, "umdetu
1-kârîşer.hu-sa.hî.hilbu-hârî isimli eserin el'isıi-krâ-d kitabının 13.
babmdaki şerhe istinaden yapılmıştır: c. 12, s. 237 mı-sr 1348 H. (Mütercim)
[222] Kur'an 4 üncü Ennİsâ' sûresi 25 inci ayet.
[223] Kur'an 65 inci e-t-talâ-k sûresi 6 ncı ayet.
[224] Kuran 4 üncü Ennisâ' suresi 4 üncü ayet.
[225] Geniş bilgi için merhum Ali HaydarEfendi'nin duranı
I.hukkâm adlı Mecelle şerhinin 86S.madde şerhine müracaat edilebilir.
(Mütercim)
[226] Kur'an 2 nci elba-karah süresi 230 uncu ayet.
[227] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 230 ncu ayet.
[228] Kur'an 2 nci elba-karah suresi 187 nci ayet.
[229] Kur'an 49 uncu cl.hucurâl suresi 9 uncu ayet.
[230] Kur'an 24 üncü Ennûr suresi 4 üncü ayet.
[231] Kur'an 5 inci Elmâideh sûresi 89 uncu ayet.
[232] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 2 nci ayet
[233] Kur'an 48 inci
etfet.h sûresi 29 uncu ayet.
[234] Kuran 4 üncü Ennisâ' suresi 23üncü ayet.
[235] Kuran 4 üncü Ennisa sûresi 23 üncü ayet.
[236] Kur'an 3 üncü âlu "ımrân sûresi 130 uncu ayet.
[237] Kur'an 9 uncu Ettevbeh sûresi 80 inci ayet.
[238] Kuran 2 nci elba-karah sûresi 222 nci ayet.
[239] Müellif Irak Medenî Kanunuyla Ahvâli Şahsıyye
Kanunundan mevzûya dâir iktibaslarda bulunmuş ise de biz muktebes ibarelerin
lercemesine burada lüzum görmedik. (Mütercim)
[240] Müellif 12 misal vermişse de biz ikisinin tercemesiylc
iktifa eıtik. (Mütercim)
[241] Kuran 5 inci Elmâideh sûresi 6 ncı ayet.
[242] Kur'an 22 nci d.hacc sûresi 78 inci ayet.
[243] Kur'an 2 nci clba-karah sûresi 185 inci âyet.
[244] Müellifin burada dokuz tanesini zikrettiği kaidelere
Külli Fıkıh Kaideleri denir. Bunlar doksan dokuz tane olarak Mecclle'nin
bidayetinde tahrir olunmuştur. (Mütercim)
[245] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 144 üncü âyet.
[246] Kur'an 24 üncü Ennûr sûresi 4 üncü âyet.
[247] Kur'an 24 üncü Ennflr sûresi 6 ncı ayet.
[248] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 240 inci ayet.
[249] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 234 üncü ayet.
[250] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 240 inci ayet.
[251] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 234 üncü ayet.
[252] Kur'an 65 inci e-t-lalâ-k sûresi 4 üncü ayet.
[253] Birinci Bölümün Üçüncü Bahsinde, delaleti vazıh lafzın
zahir, nass, müfesser ve muhkem olarak
dörde ayrıldığını izah etmiştik
[254] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 24 üncü ayet.
[255] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 3 üncü ayet.
[256] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 24 üncü ayet.
[257] Kur'an 33 üncü el'aJızâb sûresi 53 üncü ayet.
[258] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 178 inci ayet.
[259] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 93 Üncü ayet
[260] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 92 nci ayet
[261] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 93 Üncü ayet
[262] Kasden yerine maıbu kitabda halâen tabiri varsa da
bunun bir matbaa hatası olduğu kanaatiyle ibareyi yukarıdaki gibi tashîhan
lerceme ettim. (Mütercim)
[263] Kur'an 3 üncü âlu "unrân sûresi 130 uncu âyet.
[264] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 279 uncu ayet.
[265] Kur'an 2 nci elba-karah sûresi 180 inci ayet.
[266] Terekeden, önce borç verilir. Bakiye kalırsa üçte
birinden vasiyeti yapılır. Sonra da mirası öleştirilir. (Çantay Meali c. 1, s.
120 dipnot 9. Mütercim)
[267] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 11 nci ayet.
[268] Kur'an 2 nci elba-karah 234 Üncü ayet.
[269] Kur'an 65 inci e-t-talâ-k sûresi 4 üncü ayet.