Birinci Şart:
Arab Dili'ni Bilmek
İkinci Şart:
Kitabı (Kur'anı) Bilmek
Dördüncü
Şart: Fıkıh Usûlünü Bilmek
Beşinci Şart:
Üzerinde icmâ" Hâsıl Olmuş Mevzuları Bilmek
Altıncı Şart:
Şerîatin Maksad ve Gayelerini Bilmek
Yedinci Şart:
içtihada Fıtratan Kabiliyetli Olmak
384)
Haklarında ietihad Edilebilecek ve Edilemeyecek Hususlar
385) Îctihâd
Zamanla Ve Mekanla Kayıtlanmaz
387)
İçtihadın Değişmesi ve Ibîâli (na-k-dı)
388)
İçtihadın Tecezzüü (Bölünmesi)
391)
Mezhebierin Taklîd Edilmesi
381) Arab
Dilinde (kelime olarak) ictihâd, cühd sarfeünck, herhangi bir işi yapmak için
olanca gayreti harcamak demektir.
Fıkıh Usulcülerinin
ıstılahında ise ictihâd demek, ıstınbât yolu ile, şer"î hükümleri anlayıp
öğrenmek isteğiyle müctehidin gayret harcamasıdır. Ictihâdm bu ıstılahı
tarifinden şunlar anlaşılıyor:
1)
Müctehidin gayretini harcaması. Yani müctehid gayretinin olancasını harcamakta,
daha fazla bir gayret göstermekten kendisini âciz hissetmektedir.
2) Gayretini
sarfedenin müctehid olması. Müctehid olmayanın sarfettiği gayret kıymet
taşımaz. Çünkü ietihadda bulunabilme ehliyetine sahib değildir. Sadece ictihâd
ehliyetine sahib olanın içtihadı makbuldür.
3) Bu cühd, amelî ve şer"î hükümleri anlamak
gayesiyle sarfedilmelidir; bunların dışındaki hükümleri anlamak için harcanmış
olmamalıdır. Buna göre aklî, hissî yahut dile dair hükümleri anlamak için
harcanan cühd, Usulcülerce ıstılahı ictihâd nev'inden değildir.
4)
Şer"î hükümleri anlamanın ıstınbât yoluyla olması şarttır. Yani bu
hükümlerin tedkîk, inceleme ve araştırmalara tabî tutulan delillerinden
çıkarılarak elde edilmeleri şarttır. Bu kayda göre muftîden meseleleri sormak,
öğrenmek yahut tslâmî kita-blardan meseleleri idrâk ve zihinde muhafaza etmek,
Fıkıh Usûlü Ilmi'nde ıstılahı ictihâd değildir.
îctihâdın tarifinden,
müctehid demekle kimin kasdedildiği anlaşılmış olmaktadır. Buna göre müctehid,
kendisinde ictihâd melekesi bulunan yani taf-sîlî delillerinden, "amelî
ve şer"î hükümleri ıstınbât iktidar ve gücü bulunan, Usulcülerce fakîh
olan şahıstır. Buna göre şer"î hükümleri tedkîk, inceleme, araştırma ve
ıstınbâtta bulunmadan, âlimleri dinleyerek, telkinle, ezberle yahut kitablar
yoluyla öğrenen insan müciehid ve fakîh sayılamaz. îctİhâd kudreti ve iktidarı
ancak şahsı müctehid kılan ictihâd şartlarının şahısta bulunmasıyla hasıl olur.
Müctehid Arablann
hitabını, kelamlarındaki müfredatın (kelimelerin) ve ifâde uslüblannın
manalarım anlayabilecek tarzda Arab Dilini bilmek mecburiyetindedir. Arabcanm
bilinmesi ya tabii bir şekilde olur (: Arablann kendi dilleri olan Arabcayi
bilmeleri gibi), ya da öğrenilerek olur. Öğrenerek Arabcayi bilmek na.hiv,
-sarf, belagat, me"ânî ve beyân gibi arab Dili ilimlerini öğrenmekle olur.
Müctehidin bu tarzda Arab Dilini öğrenmesi zarurîdir. Çünkü şerî"atin
nasslan Arab Lisânı ile vürûd bulmuştur. Onun için şerî"atin nasslarının
anlaşılması, bu nasslardan hükümlerin çıkarılması ancak çok iyi bir Arab Lisânı
bilgisiyle mümkindir. Husûsen Kitab ve Sünnetin nasslan yüksek belagat,
fe-sâ.hat ve beyân seviyesine sâhib bulunduklarından Arab Dilini bilmeden,
Arabcanın ifade ve tâbirdeki uslûblannı, belâğî ve beyânı esrarını ihata
etmeden, kelime ve ibarelerinin nelere işaret ettiğine vâkıf olmadan şer"î
nasslann iyice anlaşılması, manalarının zevkine varılmasının ve nelere delâlet
ettiklerinin idrâk olunması imkânsızdır. Müctehid Arab Lisânını ne kadar
biliyorsa, o nisbette nasslan anlama, nasslann basit ve derin manalannı idrak
etme kabiliyetine sahib demektir. Fakat müctehidin Arabcayı, Arab Dili imamlan
ve meşhur Arab Dilcileri gibi bilmesi şart değildir. Müctehidin, şer"î
nasslan selîm olarak anlaması için ve şer"î nasslann neleri kasdettiklerini
idrâk etmesini mümkin kılacak kadar Arab Dilini bilmesi kendisine kâfidir.
Müctehidde bulunması
icabeden, ictihâd şartlarından biri de müctehidin Kitabı bilmesidir. Çünkü
Kitab esaslann, dayanakların temeli ve kaynağı, her şer"î delilin
istinâdgâhıdır. Onun için müctehidin Kur'an ayetlerinin hepsini icmâlî olarak
(umûmen) bilmesi, a.hkâm (hukukî) ayetlerini de bir bir ve teferruatlı olarak
bilmesi şarttır. Çünkü amelî ve şer"î hükümler bu (hukukî) ayetlerden
istınbât olunmaktadır. Bazı âlimler ahkâm ayetlerinin sayısını beş yüz olarak
tesbit etmişlerdir. Aslında ahkâm ayetlerinin beş yüz sayısında bırakılması
doğru değildir. Dikkatli tedfcîk, derin düşünce ve iyi idrâk ile diğer
ayetlerden de hüküm çıkarılması hatta kıssalardan, peygamberlerin başlarından
geçen vak'alardan hüküm ıstınbâtı mümkindir. Sonra, müctehidin ahkâm ayetlerini
ezberlemesi şart değildir, ihtiyaç halinde ayetlere kolayca müracaat
edebilmesi için bu ayetlerin Kitabdaki yerlerini bilmesi kâfidir. Alimler bu
ayetlerin tesbitine, şerhedilmelerine, delalet ettikleri hükümlerin beyanına
ehemmiyet vermişler, bu mevzûya dâir birçok eserler telif etmişlerdir. Cassâs
(elca-s-sâ-s) olarak bilinen Ebû Bekr A.hmedu bni "aliyyi nâzî (vf. 370
H.)nin tel'lifi kitâbu a.hkâmi 1-kur'an isimli eser, Ebû Bekrini bnu T'arabî
(vf. 543 H.)nin kitâbu a.hkâmi 1-kur'ân adlı eseri bunlardandır. Aynca bazı
Kur'an tefsircileri ahkâm ayetlerinin tefsirine hususi bir itina göstererek bu
ayetlerin üzerinde fazla durmuşlar, bu ayetlerden çıkanlan hükümleri izah
etmişler, fakihlerin ayetler hakkındaki görüşlerini beyan buyurmuşlardır.
Kurtubî'nin (el-kur-tubî: vf. 761 H.) elcâmi"u
lia.hkâmi 1-kur'ân
ismini verdiği tefsir, altıncı hicrî asır fakîhlerinden Tabrasî (e-t-tabrasî)nin
mecma"u lbeyâni fî tefsiri 1-kur'ân adındaki tefsiri de bu eserlerdendir.
Bu ve benzeri kitablar hâli hazırda müctehidin ahkâm ayetlerine müracaatını,
ayetlerin delalet ettiği mânâ ve hükümleri anlayıp idrak etmesini
kolaylaştınr.
Kur'an ayetlerinin
hangisinin nâsih ve hangisinin mensûh olduğunu bilmek de Kitabı bilmeye
dahildir. Nâsih ve mensûh mevzuu fazla uzun bir şey değilse de müctehidin
bilmesi icabeder. Nühhâs (ennu.h.hâs: vf. 338 H.) olarak tanınmış İmam ebû bekr
mu.hammedu bni a.hmedin kitâbu nnâsı-hi ve lmensû-h isimli eseri bu sahada
te'lîf olunan kitablardandır.
Ayrıca müctehidin
ahkâm ayetlerinin nuzûl sebeblerini de bilmesi zarurîdir. Çünkü bu bilgi
müctehide ayetin maksadının anlaşılmasında büyük nisbette yardım edecektir.
Müctehidin Sünnetten
nelerin sahih, nelerin zayıf olduğunu, hadîs râvîlerinin hallerini ve
durumlarını, ne nisbette "adalet sahibi olduklarını, -dab-t, takva,
vera" dereceleriyle fakihlik seviyelerini, Mütevâtir, Meşhur ve â.hâd
Sünneti bilmesi, hadîslerin manalarını anlaması, vürûd sebeblerini kuvvet ve
sıhhat bakımından hadislerin derecelerini, hadisler arasında tercih yapma
kaidelerini, hadislerin nâsih ve mensûh olanlarını bilmesi şarttır. Müctehidin
bütün hadislerin hepsini bilmesi şart değildir; sadece ahkâm hadislerini
bilmesi kâfidir. Bu hadisleri bilmiş olmak için, onları ezbere bilmek lazım
değildir. Müctehidin sahih hadis ve Sünnet kitablarına sâhib olması, ahkâm
hadislerinin bu kitablardaki yerlerini bilmesi kâfidir. Keza râvîlerin hâl ve
durumlarını bilmiş olmak için, hadis imamlarının te'lîf ettiği cer.h ve
ta"dîl kitablarına müctehidin mâlik olması (elinin altında bulunması)
kâfidir. Biz burada kâfidir diyoruz. Zira müctehidin, zikrettiğimiz şekilde
Sünnet bilgisine sadece tek başına hâli hazırda ulaşabilmesi çok zor olduğundan
hadis âlim ve imamlanna istinâd edip, onlara müracaat etmesi şarttır.
Alimler ahkâm
hadislerini bir araya toplamaya itina göstermişler ve hususta eserler yazarak
ahkâm hadislerini Fıkıh mevzûlarma göre tertîbetmişler, kısa veya uzunca
şerhler yazmışlar, hadislerin ihtiva ettiği hükümleri açıklamışlar, muhtelif
beldelerin ileri gelen fakihlerinİn görüşleri arasında mukayesede bulunmuşlar
ve hadislerin senedleri hususunda bilgi vermişlerdir. Bu eserler, müctehide
ahkâm ayetlerinin tesbîtini, manalarının ve hükümlerinin anlaşılmasını
kolaylaştıran vesilelerdendir. Şeyh mu.hammedu bnu "aliyyi şevkânînin
eseri olan neylu l'ev-târi şer.hu munte-ka l'a-hbâr isimli kitab bunlardandır.
Ayrıca müctehid, sadece ahkâm hadislerine inhisar etmeyen sahih hadis
kitablanyla şerhlerinden de bu sadette faydalanır.
Giriş'te de
zikrettiğimiz gibi Fıkıh Usûlünü bilmek her müctehid ve fakîh için zarurettir.
Çünkü müctehid şerî"atin delillerini, kendilerine müracaattaki sıralarını,
bunlardan hükümlerin
çıkarılma yollarını, lafızların manalarına delalet tarzlarını, bu delaletlerin
kuvvet nisbetini, hangisinin hangisinden önce geldiğini, deliller arasındaki
tercih kaidelerini ve diğer Fıkıh Usûlü timinin tedkîk ettiği mevzuları bu ilim
ile öğrenir ve bilir, ilk ve son zamanlarda âlimler bu ilme dâir birçok eserler
te'lîf buyurmuşlardır. Bu Fıkıh Usûlü ki tablan, alimlerin işbu ilmin
mevzûlanna ve kaidelerine kolayca vâkıf olmalarını temin eylemiştir.
Karşılaştığı ve
hakkında ietihadda bulunduğu meselelerde icmâ"a aykırı harekette
bulunmamak için müetehidin, hangi mevzu ve meseleler üzerinde icmâ" hasıl
olduysa onları bilmesi mecburîdir.
içtihadın şartlanndan
biri de şerî"atin sarahaten beyan etmediği hükümleri kıyas yahut maslahat
ve beşerî münâsebetlerde örf haline gelmiş bulunan, insanlann maslahatlarım
tahakkuk ettiren âdetlere dayanarak istinbât edebilmek için insanların
maslahatlarım, Şerîatin maksad ve gayelerini, hükümlerin illetlerini bilmektir.
Bundan dolayı insanların örf ve adetlerini ihata etmek, insanların
maslahatlarını dikkate alıp bunlara binâen hüküm istinbâtı için şarttır. Çünkü
insanların örf ve adetlerini nazarı dikkate almak, insanların meşrû
maslahatlarını dikkate almaktır.
Usulcülcrin sarahaten
beyan etmemelerine rağmen, bize göre içtihadın bir zarurî şartı da, alimde
içtihada fıtrî bir istîdâd bulunmasıdır. Yani müetehidin ince bir idrâk sahibi
olması yanında fıkhî bir akıl seviyesine, zihnî bir berraklığa, basiret ve kalb
gözü işlerliğine ve açıklığına, güzel anlayışa, zihin keskinliğine mâlik olması
şarttır. Bu fıtrî istîdâd ve kabiliyete sahib olmadan, şahıs yukarıda içtihadın
şartları olarak saydığımız içtihadın aletleri durumundaki vasıfları hâiz olsa
bile, içtihadın aletini bilse, öğrense bile müetehid olamaz. Çünkü içtihadın
aleti olan bu şartlar, fıtrî ic-tihâd kabiliyeti ve istîdâdıyla bir arada
insanda bulunmazlarsa şahsı müetehid kılamazlar, müetehid yapamazlar. Bu
görüşümüzde garabet ve tuhaflık yoktur. Mesela insanda fıtrî bir şiir istîdâd
ve kabiliyeti yoksa Arab Dilini öğrenmesi, Arab Dili ilimlerini iyi kavraması,
şiir vezinlerini güzelce hafızasına yerleştirmesi o insanı (Arabca şiir yazan)
şâir yapamaz, işte ietihadda durum böyledir, ileri gelen, sivril-miş
müetehidler, diğerlerinden daha fazla ictihâd ilimlerini, ietihad vesile ve
aletlerini bilen insanlar değillerdi. Fakat diğerlerinden daha fazla ietihad
kabiliyetine ve fıtrî ictihâd istidadına sahib idiler!...
Islâmî ve şer"î hükümlerin hepsinde
ietihadda bulunulamaz. (Yani bütün şer"î hükümler ictihâd mahalli
değildir.) Onun için bazı Usûl alimleri şöyle demişlerdir:
"Hakkında ietihad
edilebilecek (muetehedun fîh) hususlar, hakkında kati delil olmayan her
şer"î hükümdür." Yani hakkında kat'î delil bulunan şer"î
hükümlerde ietihadda bulunulamaz; bu hükümlerde ihtilaf edilemez. Bunlar,
haklannda kat'î nass-lann bulunduğu, durumlan intişâr edip yaygınlaşmış, âlim
ve cahilin aynı ölçüde bilip tanıdığı, hiç kimsenin bilmemekle mâzûr
görülmediği; namazın ve orucun farzlığı, zinanın haramlığı ve benzeri gibi
hükümlerdir.
Haklannda kat'î
nasslann vârid olmadığı, sübût yahut delâlet bakımından -zannî nassların vârid
olduğu hükümlerde ancak ietihad edilebilir, ictihâd edilecek hükümlerin nasslan
.sübût bakımından -zannî ise, (ki bu hal Peygamber Efendimizin Sünnetinde
olabilir) müetehid, nassın .subût (sabitlik) nisbetini tedkîk eder; senedin
sıhhat mikdânnı, kuvvetini, râvîlerinin .si-kah olup olmadıklanm, onlara
istînâd edilip edilemeyeceğini ve bunlara benzer tedkîk ve araştırmanın
îcâbettiği mevzular üzerinde durur. Bu meselelerde müetehidler fazlaca ihtilaf
ediyorlar. Mesela bir hadis, müetehidin biri nezdinde .sabit ise de diğer
müetehid nezdinde .sabit olmayabiliyor; ve hadîs ile bu diğer müetehid amel
etmiyor.
Delalet bakımından
-zannî olan hükümlere gelince: ictihâd bunlarda, lafzın manaya delalet
kuvvetini, bir delaletin başka bir delalete tercîh anlayışıyla, bu hükümlerden
maksadın ne olduğunda teksîf olunur. Fakihler lafızların delaletleri,
bazılannın bazılanna tercihi hususundaki ölçü mahiyetinde olan kaideler ve
umumi kıstaslarda ittifak etseler de, bu meselelerde ihtilaf etmekte, hatta
bazen bu kıstas ve ölçülerde de ihtilafa düşmektedirler. Bunun neticesinde de
ıstınbâtta ve hüküm çıkarmakta geniş bir görüş farklılığı hasıl olmaktadır.
Mesela emrin ve nehyin mûcebi, "âmmın ferdlerine delâletinin -zannî mi
yoksa -ka-t"î mi olduğu, mu-tla-kın mu-kayyedle alâkası ve diğer
mahallinde işaret ettiğimiz mevzular hep bu cinstendir.
Keza ictihâd, Şerîat
Sahibince hakkında bir nassm îrâd buyurulmadığı meselelerde de ceryân eder.
Böyle meselelerde müetehid kıyas v.s. gibi şerî"atin diğer delâletlerine
müracaata mecburdur. Şübhesiz bu delillerin sıhhat dereceleri, bu delillerden
hükümlerin istinbât keyfiyyeti, bu delillere istinaden istinbât olunmuş
hükümler hakkında müctehidlerin görüşleri farklıdır.
içtihadı bir zaman ve
bir mekân kayıtlamaz. Yani ictihâd sadece bir zamana ve sadece bir mekâna
mahsus değildir. Çünkü istinad ettiği şey, şahısta şartlarının bulunmasıdır.
Bu ise her zaman mümkin olan bir şeydir. Onun için içtihadı sadece bir muayyen
zamana inhisar ettir(ip o zamanın haricinde ictihâd olmaz de)mek caiz değildir.
Allah'ın fazıl ve keremi geniştir; sadece ilk müslümanlara inhisar etmiş, son
zaman müslümanlan hakkında Allah'ın fazıl ve keremi yoktur denemez, ilim ehli,
Rabblerinin insanlara gönderdiği, ASSÜ Muhammed Efendimizin insanlara tebliğ
ettiği şeyleri onlara beyan eden müetehidin her zaman mevcud olduğunu sarahaten
ifade buyurmuşlardır. Bazı alimlerin ietihad kapısının kapandığı tarzındaki
fetvalarının sebebi, bu âlimlerin serî"atin muhafazasına, kendilerinin
müctehidliklerini iddia eden cahillerin şerî"atle oynamalarına
çalışmalarıydı. Bu fetva ictihâd
iddiasında bulunan bu
cahiller için verilmiştir; ilim ehli ve ictihâd ehliyetine sahib zatlar için
verilmemiştir.
Bunun için kıyamete
kadar ictihâd bakîdir; şahısta içtihadın vesileleri ve şartlan tekemmül etme
kaydıyla herkese mubahtır. Ondan dolayı bu dereceye, bu şerefli mertebe ve
mevkie ancak, gerçekten ictihâd ehliyetine sahib zâtlardan başkası yükselemez.
Şu halde ictihâd muayyen bir zümreye, muayyen bir sülâleye, muayyen bir
memlekete, muayyen bir zamana tanınmış, verilmiş bir imtiyaz değildir; şartlarıyla
bütün kullara mubahtır. Çünkü Allah'ın şerî"ati bütün beşeriyet için
teşrî" kılınmıştır. Bütün beşeriyetin Allah'ın Dîninin hükümlerini
anlamak, öğrenmek, bu hususta düşünmek mecburiyeti vardır. Yüce Allah şöyle
buyuruyor
[(Kur'ânı
düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbler -inin- üzerinde kilitleri mi var -ki hiçbir
hakikat, gönüllerine girmiyor-)][1] Çünkü
ictihâd ilim mertebelerinin en yükseğidir. Ilİm ise herkese mubahtır. Hatta
mübarek serî"at ilme teşvik buyurmuş, ilim sahiblerini övmüş, ilmin
arttırılmasını istemiş, insanlara [(...Rabbım ilmimi arttır)][2]
demelerini öğretmiştir.
Kendisinde ictihâd
melekesi bulunan, ictihâd vesile ve sebeblerine mâlik olmakla ictihâd
ehliyetine sahib şahsın ictihâdda bulunması farzdır. Müctehid, delillerde
tedkîk ve araştırma yoluyla şer"î hükme ulaşmak zorundadır, içtihadının
müctehidi ulaştırdığı netice, müctehidin uymak zorunda bulunduğu şer"î
hükümdür; bu hükmü başkasını taklîd ederek terketmesi caiz değildir. Müctehid
içtihadında isabet etmiş ise kendisine iki ecir ve sevab vardır; içtihadında
hata etmiş ise alacağı ecir ve sevab bir tanedir. Allah'ın Salât ve Selâmı
Üzerine olsun Peygamberimiz böyle buyurmuştur: [(Salâhiyet sahibi (hâkim,
idâri âmir veya nâibleri) ictihâd ettiğinde doğru ictihâd etse iki sevab ve
ecir, hata ederse bir sevab ve ecir ile mükâfatlandınlacaktır.)]
içtihadın dayanağı,
tedkîk ve şer"î hükme ulaşmak için var gücü ve olanca cühdü sonuna kadar
harcamaktır. Yani müctehid bir mesele hakkında tedkîkte bulunup, iyice
araştırmada bulunup, cühdünün olancasını harcayarak bir hükme varırsa, bu hüküm
o müctehid hakkında uyması mecburî olan ve kendisiyle fetva vereceği hükümdür.
Fakat bu mesele hakkında müctehidin içtihadı değişirse müctehidin yeni
içtihadının muktezâsına göre amel etmesi, yeni içtihadıyla fetva buyurması ve
birinci içtihadını terketmesi lazımdır.
Müctehid hâkimse, bir
mesele hakkında içtihadına göre muayyen bir karar ve hüküm vermişse, başka
hâkimin bu içtihadı na-k-detmesi, ibtâl edip hükümsüz kılması caiz değildir.
Çünkü "içtihadın, emsali bir ictihâd ile na-k-d (nakz) olunamayacağı",
kaidedir. Fakat hâkime, hükmettiği ilk mesele gibi başka bir mesele
arzolunduğunda, bu mesele hakkında hâkimde yeni bir görüş hasıl olsa, hâkimin
bu yeni içtihadıyla hükmetmesi mecburîdir, ilk verdiği hüküm ise nakzolunmaz;
carî ve mer'îdir. Bu da göstermektedir ki kazâî eski hükümler, müslüman kadıyı
ve hâkimi bağlayıcı değildir. Islamda kadıların tatbikatları bunu
göstermektedir. Bunlardan birisi şudur: ARO Hattâb oğlu Ömer Efendimiz, mîrâsa
dâir .hacerî meselede (bu meseleye mîras hukukunda ayrıca elmes'eletü
lmüşerrekeh, elmes'eletü l"umariyyeh de denir) ebeveynin evlâdının mîrâs
alamayacağına hükmetmiş, sonra kendisine aynı mesele (başka şahıslarca)
arzolunmuş ve bu sefer ebeveynin evlâdının ananın evladıyla beraber (ana bir
kardeşlerle birlikte) mîras alacağına, hükmetmiş, bunun üzerine haklarında ilk
hüküm verilmiş şahıslar Ömer Efendimize itiraz edince: "O, o zamanki verdiğimiz
hükümdür. Bu ise şimdi vermekte olduğumuz hükümdür" buyurmuştu. Fakat
ictihâd kati nassa muhalif olursa na-k-dolunur; hiçbir itibarı yoktur. Çünkü
böyle bir ictihâd hakikatte ictihâd değildir.
içtihadın cüzlere,
parçalara, kısımlara ayrılması yani tecezzü' etmesi demek, âlimin bir meselede
müctehid olması, diğer meselelerde müctehid olmaması demektir. Yani bazı
meselelerde âlimin ictihâd şartlarını hâiz olması, içtihada muktedir bulunması,
diğer bazı meselelerde hâiz olmaması demektir. Mesela bir şahsın mirasa dâir
bütün delilleri, bütün nasslan, bütün Sünneti, âlimlerin görüşlerini ihata
etmesi gibi. Böyle bazı meselelerde içtihadı ihataya sahib, ictihâd şartlarını
taşıyan insan, o meselelerde ictihâdda bulunabilir. Diğer meselelerde kendisi
ictihâd vesilelerine, şartlarına mâlik bulunmadığından ictihâd edemese bile
bunun bir mahzuru yoktur.
Alimlerden bazıları
içtihadın tecezzüüne karşıdırlar. Fakat tercîhe şayan olan birinci görüştür;
ve ilk müctehidlerin tatbikatları bunu göstermektedir: Onlardan birine birçok
meseleler sorulduğunda, sadece bazısına cevab veriyorlar, diğerleri hakkında
cevab vermiyorlar ve "bilmiyorum" diyorlardı.
389) Taklîd
Arab Dilinde, insanın başkasına taktığı (yani taklîd ettiği) el-kılâdeh
(gerdanlık, madalya, nişan ve benzerlerin)den alınmıştır. Fıkıh Usulü
ıstılahında ise taklidi öazzâlî: "hüccet ve delilsiz olarak (başkasının)
görüşünü kabul etmektir", bazıları: "Sözü hüccet olmayanın sözüne
göre huccetsiz (şcr"î delilsiz) olarak amel etmektir", diğer
bazıları: "Neye dayanarak söylediğini bilmediğinin sözünü ve görüşünü
kabullenmendir" şeklinde tarif etmişlerdir. Bu tarifleri hulâsa edecek
olursak, "taklîd: Delilini ve kuvvet derecesini bilmeden, başkasının görüşünü
benimsemektir" şeklinde ifade olunabilir. Mesela falan müetehidin görüşü
olması sebebiyle bir şahsın delilini, bu delilin kuvvetini bilmeden, "ayıb
(kusur) sebebiyle nikâh fes-hedilebilir" görüşünü benimsemesi böyle (bir
taklîd ameliyesi)dir.
Şcrîatte aslolan
taklîdin zemmolunmasıdir, yerilmesidir. Çünkü taklîd delilsiz, huccetsiz olarak
(başkasına) uymak ve tabî olmak demektir. Aynca taklîd, mukallid-ler yani
taklidde bulunanların teşkîl ettiği zümreler arasında me.zmûm bir taassuba yol
açar.
Amelî ve şer"î
hükümlerde taklîdin caiz olup olmadığı alimler arasında ihtilaflıdır. Bir
kısım alimler hiçbir şekilde taklîdin caiz olmadığı, mükellefin ictîhâd
vesilelerini öğrenerek ietihadda bulunmak zorunda olduğu, bunun mükellef üzerine
vâcib olduğu görüşündedirler. Diğer bir kısım alimler de laklîdin herkes için
caiz bulunduğu, içtihada muktedir olanın da, ietihaddan âciz olanın da taklîd
ile amel edebileceği görüşündedir. Diğer bir kısım alimler de, ietihaddan âciz
olanlar için taklîdin caiz, müetehid olanlar için taklidin haram olduğu
görüşündedirler.
Alimler taklîdi
müdâfaa şeklinde olsun, taklide hücum tarzında olsun, taklîd mevzuuna dâir çok
kelâm etmişler, taklîd müdâfîleriyle taklîd aleyhdârlan arasında münâkaşa,
tenkîd ve cebheleşme şiddet kazanmıştır.
Bizim görüşümüze göre
mesele açıktır ve kolaydır; uzun söz ve münâkaşaya vesile olmaya deymeyecek
kadar basiddir. Şöyle ki: Her mükelleften matlûb olan şey Allah ve Peygamberine
itaattir. Birçok sarih nasslar bunu ifade etmektedir. Mesela Yüce Allah [(Allah
ve Peygambere itaat edin. Tâ ki rahmete kavuşturulasınız)][3]
[(...Peygamber
sizeneverdi ise onu alın, size ne yasak ettiyse ondan da sakının...)][4]
[(öyledeğil,Rabbineandolsunki onlar aralannda kimi oraya, kimi buraya çektikleri
(kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden
yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman
etmiş olmazlar)][5] [(...Rabbinizden size
indirilen (Kur'an)a uyun...)][6]
buyurmaktadır. Şu halde istisnasız her mükellefe farz olan Allah'a ve
Peygamberine itaattir. Bu farz, celal ve izzet sahibi Yüce Allah'ın Kur'anda
yahut ASSÜ Muhterem Peygamberimizin diliyle teşrî" buyurduğu şeylerin
mutlaka bilinmesini icâb ettirmektedir. Allah'ın teşri" buyurduğu şeylerin
öğrenilmesi, bilinmesi sadece Kur'an ve Sünnet nasslanna müracaat ve onlar ile
neyin kasdedildiğini anlayıp kavradıktan sonra onlardan hükümlerin
çıkarılmasıyla olur. Mükellef bu nasslarda sarih olarak hükmü bulamazsa,
şerî"atin emri üzre içtihada müracaat eyleyerek şerî"at çerçevesinde,
serî"atin umumi esasları ışığında, şerî"atin maksad, gaye ve
mefhumları istikametinde ietihadda bulunur. Hükümlerin anlaşılıp öğrenilmesinde
sağlam yol budur. Şübhesiz bu yolu takibedip bu yolda yürümek muayyen bir ölçüde
malûmatı ve idraki icabettirir. Bu da şahsın ilmî ve beşerî hâline göre az veya
çok olabilir. Nihayet şahıs, kendisini yüce ictihâd makamına ehil kılacak
seviyeye ulaşır. Eğer mükellef bu yol ile (iclihad yoluyla) hükümleri
anlamaktan aciz kalırsa, hükmünü bilmek ve anlamak istediği meseleyi, kendisine
Allah'ın da emrettiği üzre ilim ehlinden ve âlimlerden sorar ve aldığı cevaba
göre amel eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
[(...Eğer bilmiyorsanız zikir erbabına sorun...)][7].
Mükellefin muayyen bir alime bu suâli sorması, suâli sormak için bir muayyen
alimle kayıtlı olması lazım değildir. Çünkü Allah mükellefi bununla ilzam
eylememiştir. Islâmî ve şer"î bir ilzamın (mecbur kılışın) bulunmadığı
hususda iltizam (mecburiyet kaydıyla bir şeye bağlı kalmak) yoktur. Ayet
mükellefe [(ilim erbabına)] sormasını emretmiş, muayyen bir alime sormasını
emretmemiştir. Fakat mükellefe düşen, tanınmaya ve bilinmeye göre, en âlimi, en
faziletliyi, en fazla "adi olanı ve en çok vera" ve takva sahibi
olanı, böyle bir suâli sormak için seçmektir. Mükellefin kudreti b una yeter
[(Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez...)][8]
ictihâd ve taklid
meselesindeki görüşümüz budur. Kur'an nasslannın delalet ettiği, salah sahibi
selefin tâkîbeylediği tatbîkât budur: Müctehid istinbat ve ictihâd yoluyla
hükümleri anlıyor; avam da şerî"atin hükümlerini müctehidlerden soruyor,
sadece bir müetehide sormakla bağlı kalıp, başka müetehide sormamazlık
yapmıyorlardı.
Fıkhî islam
mezhebleri, fıkhî mektebler (ekoller)dir; müessislerinin isimleriyle
bilinirler. Bu zâtlar büyük müctehidlerdir; takva, salâh, ilim sahibi oldukları
ve müctehidlikleri müsellemdir. Bu mezheblerden bazıları kaybolmuş,
mensublarının kahnayışiyla amelî hayattan çekilmiş, görüşleri sadece fıkhî
-hılâf kitablarında kalmıştır. Evzâî (el-evzâ"î) ve sufyûnu .s.sevrî
mezhebleriyle diğer mezhebler bu cümledendir. Bu mezheblerden diğer bazıları da
şimdiye kadar devam etmiştir; mensûbları vardır; fakihlerinin görüşlerini nakleden
kitabları mevcuddur. Bu mezhebierin taklidi caiz midir, değil midir?
Müctehidin hükümleri
tedkîk ve ictihâd yoluyla aslî menbâlanndan almasının lazım geldiğini, taklidde
bulunmasının caiz olmadığını kaydetmiştik. Ictihaddan aciz mükellefin de ilim
ehline sormak zorunda bulunduğunu söylemiştik, ilim ehline suâl sormak (bu ilim
ehli hayatta iseler, gidip fiilen kendilerine sormak kabilse) ya bizzat şefehî
tarzda olur, ya da (vefat etmişlerse veya hayatta oldukları halde kendilerine
şefehî olarak sormak kabil değilse yahut hayatta bulundukları halde
kendilerinin kitabları ve eserleri neşredilmişse) bize görüşlerini sıhhatli
bir şekilde nakleden, iti-mad olunur kitablarına müracaat etmekle olur. Buna
göre aşağıdaki hususları zihinde daime canlı tutarak, bize sıhhatli bir
şekilde nakledilmiş olup, hâlen mâruf ve belli mezheblerden birine avamın
uyması caizdir:
1) Fıkhî
islam mezhebleri, şerî"atin nasslarım tefsir eden, bu nasslardan hüküm
çıkaran medreseler (ekoller)dir. Yani bu mezhebler istmbâtta ve hüküm çıkarmadaki
fıkhî esaslar (metodlar)dır; yeni bir şerî"at ve Islamdan gayrı bir şey
değillerdir.
2) islam
şerî"ati -ki Kur'an ve Sünnet nasslaridır-, hangi mezheb olursa olsun,
ondan daha geniştir, daha büyüktür. Mezhebierin hiçbirisi tslamdan daha büyük
ve daha geniş değildir.
3) islam
şerî"ati her mezheb hakkında hâkim ve şcr"î bir delildir ve
hüccettir; fakat hiçbir mezheb islam şerî"ati hakkında şer"î bir
delil ve hüccet değildir.
4) Bu
mezheblere tabî olmayı caiz kılan unsur, bu mezhebierin, mensublarına
şerî"atin hükümlerini öğretme, tanıtma ma-zınneti (elma-zmneh)
oluşlarıdır. (Şerîatin ahkâmını onlara öğretip tanıtacaklarının kuvvetle
zannolunmasıdir.) Yani bu mezhebler, Allahca indirilmiş Kur'an yahut Sünnetteki
hükmü bize öğretme ve tanıtma hususunda ma-zınnettirlcr (bunu yapacakları
kuvvetle zannolunmaktadır). Eğer bir meselede falanca mezhebin hatalı olduğu
tebeyyün eder ve iyice anlaşılır, o mesele hakkında başka bir mezhebin -savâb
ve doğru olduğu kafi olarak belli olursa, o başka mezhebin doğruluğu kâfi
derecede zahir, âyân beyân belli olursa, bu meselede mezheb mensubunun doğru ve
sevâb olan mezhebe tabî olması lazımdır.
5) Mezheb
mensubu bir meseledeki şerTatin hükmünü, mezhebinden olmayan bir fakîhe sorup
kendisine verdiği fetva ile amel edebileceği gibi, bütün ictihadlarda mezhebine
bağlı kalmak mecburiyetinde olmadığından bazı meselelerde başka mezhebe göre
amel edebilir. Ancak bu bazı meselelerdeki diğer mezhebe intikalin (keyfî,
canın istediği gibi, heva ve hevese göre değil;) sebebinin, şer"î bir
delil olması şarttır. (Yani bazı meselelerde başka mezhebe tabî olmanın şartı,
bu tabî olmayı şer"î bir delilin icabettirmesidir. Şahıs, mensûb olduğu
mezhebden başka bir mezhebe bazı meselelerde uyabilmesi için şer"î bir
delilin icabına uymak
mecburiyetindedir. Bir
meselede şer"î delilin İcabına uymak, o meseledeki şer"î delillerin
İhata edilmesine bağlıdır. Delillerin ihatası ve delilin icabına uyabilmek ise
Fıkıh Usûlüne ve icablarına ciddî vukuf olmadan temin edilemeyecek bir
kabiliyet-tir.)
6) Mukallidin
zemmolunmuş, yerilmiş mezheb
taassubundan kendini arındırması lazımdır. Çünkü mezhebler îslamın
parçacıkları değildir, tslamın hükmünü fesheden birer din değillerdir.
Mezhebler şcrî"atin tefsiri ve anlaşılma şekilleri, tarzları, şcrî"ate
doğru bakan pencereler, tedkîk, anlayış ve inceleme usulleri, metodlan, hüküm
çıkarmanın amelî şekilleridir; hepsi de Allah'ın indirdiğine ve teşri"
kıldığına varmak istemektedirler.
7)
Mezheblerin ihtilaflı görüşlerinin bulunması bizi hiçbir zaman sıkmamalıdır.
Anlayışta, hüküm çıkarışta ihtilaf tabiîdir, bedîhîdir. Çünkü görüş ayrılığı
beşerî akıldan ayrılmayan bir hususiyettir. Akıl, idrak ve anlayışların kat'î
olan farklılıkları, hüküm çıkarmada ve anlamada da mutlaka kendini göstermekte
ve ayrı ıstınbâtlar, ayrı anlayışlar hasıl olmaktadır. Bizler, bize büyük bir
fıkhî servet bırakan bu ilmî, fıkhı ihtilâf ile iftihar ediyor, onu Fıkhın
canlılığının, gelişmesinin, büyük fakihlc-rimizin düşünce genişliği ve
kapasitelerinin, parlak, berrak tslam şerîatine karşı hizmet vazifelerini
yaptıklarının bir delili sayıyoruz.
8) Bu
muhtelif fıkıh mezhebi müetehidlerinin değerlerini itiraf etmemiz, onlara
ihtiram duymamız, tebcilde bulunmamız, onlara karşı edcbli ve terbiyeli
olmamız, onlara hayır duada bulunmamız, görüşlerinde isabetli de olsalar,
hatalı da olsalar sevab ve ecre müstehak olduklarına inanmamız ve izzet, celâl
sahibi Allah'ın bize öğrettiği gibi şöyle dememiz vazifemizdir: [(Bunların
arkasından (kıyamete kadar) gelenler (gelmiş ve gelecek
olan mü'minler şöyle)
derler: Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile daha önden bizi geçmiş olan (din)
kardeşlerimizi yarlığa. İman etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin bırakma.
Ey Rabbimiz, şübhesiz ki sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin)][9].
Bu işe başlayıp bitirmeyi
nasîbeden Allah'a hamdolsun. Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafâ'ya,
onun nezîh, pâk, mübarek hanedanına, mücâhid ashabına ve onlara kıyamet gününe
kadar en iyi bir şekilde ve ihsan ile tabî olanlara Allah Salât ve Selâm
buyursun.
- bitti-
(Mütercim der ki: Bu
tercememi Rabbim, sâlih amelden başka bir şeyin fayda vermediği mahşer gününde
ameli sâlihimden kılsın; ve o müdhiş ateşiyle ben âcizin, hocalarımın ve
ebeveynimin arasında bir mania yapsın. Son sözüm dir. Erzurum, 3 Mart 1978 Cuma.)
[1] Kuran 47 nci mu.hammed sûresi 24 üncü ayet.
[2] Kur'an 20 nci -tâhâ sûresi 114 üncü ayet.
[3] Kur'an 3 üncü âlu "ımrân sûresi 132 nci ayet.
[4] Kur'an 59 uncu el.haşr sûresi 7 nci ayet.
[5] Kur'an 4 üncü Ennisâ' sûresi 65 inci ayet.
[6] Kur'an 7 inci elV'râf sûresi 3 üncü ayet.
[7] Kur'an 16 ncı enna.hl sûresi 43 üncü ayet.
[8] Kur'an 2 nci eiba-karah sûresi 286 ncı ayet.
[9] Kuran 59 uncu el.haşrsûresi 10 uncu âyet.