B-
Îstihsân'ın Çeşitleri Ve Dayanakları:
C-
İstishâb Delili Üzerine Kurulmuş Kaideler
3.
MESÂLİH-İ MÜRSELE VEYA İSTISLÂH..
a.
Zarurî, Hâcî ve Tahsînî Maslahatlar:
C—
Mesâlih-İ Mürsele Ve İstıslâh
D-
Mürsel Maslahat'ın Hüccet Oluşu.
C.
Çok Sık Şartlarla Kabul Edenler:
a.
Mesâlih-i Mürseleyi Sıkı Şartlarla Hüccet Kabul Edenlerin Şartları
b.
Mesâlih-i Mürsele'yi Hüccet Olarak Kabul Edenler ve Görüşleri:
aa.
Mesâlih-i Mürsele'yi Delil Kabul Edenlerin Şartları:
1.
Maslahat Şer'î bir delile aykırı olmamalı:
3.
Maslahat Küllî (Umumi) Olmalı:
bb.
Mesâlih-i Mürselenin Hüccet Oluşuna Dair Deliller
c.
Mesalih-i Mürseleyi Hüccet Olarak Kabul Etmeyenler Ve Görüşleri:
E-MaslahatEsasına
Göre Bulunulmuş Bazı İctihâdlar.
b. Arapların Bazı Örflerinin İslâm'da Devam
Ettirilmesi:
D-
Hükümlerin Tatbikinde Örfün Nazarı İtibare Alınması
E-
Örf Üzerine Kurulmuş Hükümlerin Değişmesi:
6.
ŞER'Ü MEN KABLENÂ (GEÇMİŞ ŞERİATLAR)
B.
Şer'ü Men Kablena (Geçmiş Şerîatler)
3.
Neshedilip edilemediği belirtilmeyen hükümler:
A-
Zerâyi'in Manası Ve Mahiyeti
Bu fasılda, fer'î
delillerden istihsan, istishâb, ıstıslâh (mesâlîh-i mürsele), örf ve âdet,
sahâbî kavli, Şeddi- zerâyi', geçmiş şeriatlar (Şer'ü men kablenâ) ayrı ayrı
incelenecektir.
İstihsan lügatta bir
şeyi güzel saymak manasına gelmektedir. Istılahta biri dar, diğeri geniş manada
olmak üzere iki şekilde tarif edilmiştir.
Buna hafî kıyas denir.
Bu manaya göre istihsan kıyas'ın bir kısmı demektir. Burada ifade edelim ki,
kıyasın illeti, hemen anlaşilıyorsa, ona celî kıyas, şayet illeti, hemen
anlaşılmıyor ve bir muhakeme ve derin düşünce neticesinde anlaşılıyorsa ona da
hafî kıyas ve dar manada istihsan denir. İstihsan darcmanasıyla "Bir
kıyas'dan, ondan daha kuvvetli bir kıyasa dönmektir: şeklinde tarif edilmiştir.
Görüldüğü gibi bu tarif, istihsan için dar manalı bir tarif olmuş oluyor. Çünkü
istihsan, hafî kıyas'ı içerisine aldığı gibi, başka şeyleri de bünyesinde bulundurmaktadır.
Bu yönden her hafî kıyas, istihsân'dır, fakat her istihsan, hafî kıyas
değildir.
Geniş madana
istihsân'ın, hafî kıyası da içerisine alacak şekilde tarifleri bulunmaktadır.
Bunlardan ikisini vermekle yetineceğiz.
1. "İstihsan, celî
kıyasa muarız ve
mukabil olan bir
delildir [1]Celî kıyasa muarız olan
delil; nass, icmâ, zaruret ve hafî kıyas'dan birisi olur. Bu duruma göre
istihsân, celî kıyasa muhalif olarak bir muamelenin meşruluğuna hükmetmektir.
Bu da sünnet, icmâ, zaruret ve kıyas-ı hafî'ye dayanmaktadır. İşte bunlardan
herhangi birisi, celî kıyas ile tearuz ederse, o tercih edilir yani celî kıyas
terk edilerek istihsânla amel edilir.
2. İstihsân,
müctehidin bir meselede herhangi bir sebeple celî kıyasın muk-tezasından, hafî
kıyasın muktezasına yönelmesi yahut külli bir kaideden cüz'i bir meseleyi,
herhangi bir sebeble istisna etmesidir.
îstihsân'ın tarifini
verirken "celî kıyasa muarız ve mukabil bir delildir" demiş ve bu
delilin, nass, icmâ, zaruret veya kıyası hafiden birinin olabileceğini ifade
etmiştik, işte bunlar îstihsân'ın dayanakları ve çeşitleridir.[2] Şimdi
bunları misallerle izah edelim.
Nass ile celî kıyas
tearuz edince, nass kıyasa tercih edilir ve onunla amel edilir. Böyle bir
durumda bu nass, külli bir kaidenin, bir cüz'ünün hükmünü değiştirmiş olur.
Mesela, İslâm Hukuku'nda yok olan bir şeyin yani akit anında mevcut olmayan bir
şeyin satışı, haramdır. Bu genel bir kaidedir. Şu halde satılan malın akit
anında mevcut olması gerekir. Ancak selem akdi, yok olan (mevcut olmayan) bir
şeyin satışı olduğu halde şu hadisle caiz görülmüştür: "Malı biîâhere
vermek üzere kim bedelim peşinen verirse bunu, hacmi belli, tartısı, miktarı
belli ve tesellüm vakti belli maldan yapsın"[3]
îcâre, menfaatin
satışıdır. Menfaat ise yok olan bir şeydir. Kıyasa göre bunun da caiz olmaması
gerekirken bir hadisle bu tecvîz edilmiştir.[4]
Müzaraa ve müsakat da böyledir.
Ramazan'da yeme içme
vs. orucu bozar. Ancak unutarak yeme ve içme ise orucu bozmaz. Kıyasa göre
bununla da bozulması gerekir. Ancak burada nass bulunduğu için kıyas, terk
edilmiştir.[5] Malûm olduğu üzere gülme
abdesti bozmaz. Ancak bir hadiste namazda gülme ile abdestin bozulacağı hükme
bağlanmıştır. Kıyasa göre namazda iken de gülme ile abdestin bozulmaması
gerekir. Ancak burada nass bulunduğu için kıyas, terk edilmiştir.[6]
Bazan kıyas-ı celi,
bir icmâ ile tearuz edebilir. Bu takdirde icmâ, celî kıyasa tercih edilir.
Mesela, İslâm Hukukunda İstisna' (siparişle bir şeyin yapılmasını isteme), icmâ
ile tecvîz olunmuştur. İstisna, yok olan bir şey üzerine yapılmış bir satış
akdidir. Kıyas bu akdin bâtıl olmasını gerektirir. Çünkü akde konu olan şey
mesela ayakkabı, akit anında mevcut değildir. Fakat her devirde bu türlü akde
göre muamele teamül halinde yapıla geldiğinden onun sıhhati üzerinde icma
teşekkül etmiş, dolaytsıyle celî kıyas terk edilmiştir.
Celî kıyas, zaruretle
karşı karşıya gelince terkedilir. Mesela, celî kıyasa göre hareket ettiğimiz
zaman, kuyuların temizlenmesi imkânsız olur. Çünkü kuyuların su ile yıkanıp
temizlenmesi imkânsızdır. Kuyuların temizliği, su ile yıkama yerine kova ile su
çıkarılarak yapılmaktadır. Kova ile su çekilirken, kova devamlı olarak pis suya
temasta bulunur ve kirlenir. Bu kirlilik hali ne kadar su çekilirse çekilsin
bitmez. Bunun için celî kıyas terk edilmiş ve istihsânla amel edilmiştir. Çünkü
burada istihsânla amel etmeyi gerektiren bir zaruret hali vardır. Zaruret ise
güçlüğün kalkmasını gerektirmektedir. Aynı şekilde bey'ül-vefâ'nın caiz olmaması
gerekirken, zaruret menzilesinde olan ihtiyaca binaen caiz görülmüştür.[7]
Celî kıyas, hafî kıyas
ile tearuz edebilir. Bu takdirde hafî kıyas ile amel edilir. Bunun için bir
kaç misal verelim.
1. Aslan, kaplan, kurt gibi yırtıcı hayvanların
etleri, necis olduğundan yenilmesi caiz değildir. Bu hayvanların artık suları
da pistir.
Yırtıcı kuşların
etleri, necis oldukları için yenilmesi caiz değildir, Celî kıyasa göre bu
kuşların artık sularının da piş olması gerekir. Fakat hafî kıyasa göre onların
artık sulan pis değildir. Şöyle ki, yırtıcı hayvanlar ağızları ile suyu içerler.
Su içerken de salyaları suya akar. Halbuki yırtıcı kuşlar, gagaları ile suyu
içerler, gaga ise kemiktir. Dolayısıyle su temiz kalır.
2. Müşteri
malı teslim almadan önce, satıcı ile aralarında fiyat üzerinde ihtilâf çıksa,
celî kıyasa göre satıcının delil getirmesi gerekir. Çünkü satıcı müşterinin
söylediğinden fazla bir parayı iddia etmektedir. Bu duruma göre satıcı davacı,
müşteri davalıdır. Delili, satıcı getirecek, müşteri de yemin edecek ve iş
bitecek. İstingana göre ise'delil bulunmadığı zaman alıcı da satıcı da yemin
eder. Çünkü her ikisi de hem bir şeyi iddia ve hem de bir şeyi inkâr
etmektedir. Satıcı, fazla bir para iddia ve alıcının mala sahip olmayı hak
ettiğini inkâr etmektedir. Alıcı, ise, ileri sürülen fazla parayı inkâr ve
malın kendisine teslim edilmesini iddia etmektedir. Şu halde her ikisinin de
yemin etmesi gerekir.
3. Vâkıf, bir,ziraî araziyi vakf edince, o
arazinin geçiş hakkı, su hakkını da zikretmemiş olsa bile vakfetmiş sayılır. Bu
istihsân deliline göredir. Celî kıyasa göre vakf, bey' gibidir. Bey'de
zikredilmeyen bir şey, satılmış sayılmaz. O halde o da vakfedilmiş sayılmaz.
îsühsân yönü şudur: Vakfetmekten maksat, vakfedilen şeyden İnsanların istifade
etmelerini sağlamaktır. Vakfedilen araziden ise ancak onun su yolu, geçiş yolu
ile istifade etmek mümkündür. Bu sebeple kişi arazisini vakfedince, icâre de
olduğu gibi su yolu, geçiş yolu, bunların vakfedil-diği zikredilmese bile
vakfedilmiş olur.
İstihsân'ı hüccet
olarak en çok Hanefîler kullanmışlardır, tmâm Mâlik'in de ıtİstihsân, ilmin
onda dokuzudur" dediği rivayet edilir. Hanefîlerin istihsân deliline
istinaden çıkardıkları hükümleri, klasik fıkıh kitaplarında bulmak mümkündür.
Hanefîler, istihsân delilini çok kullandıkları için Şâfiîlerin tenkidlerine
maruz kalmışlardır. Hatta imâm Şafiî (öl. 204) "Kim istihsân deliline
istinaden bir hüküm koyarsa, bir sâri' olmuş olur:[8]
demiştir. Şafiî, istihsân deliline müracaat edenlerin keyif ve arzularına uygun
hükümler çıkardıklarım zannetmiştir. Halbuki Hanefîlerce kabul edilen istihsân,
şer'î nass-ların dışına çıkarak arzu ve keyife uygun olarak hüküm vermek
değildir. Nitekim Ebû Hanîfe'ye göre istihsân; nass, icmâ, zaruret ve Örfe
dayanır. Fakat istihsân üzerindeki bu ihtilâf, onun ıstılahı tarifindeki
anlaşmazlıktan kaynaklanmıştır. Şayet tarifte bir anlaşma sağlansaydı, onun
hüccet olarak kullanmada bir ihtilâf zuhur etmeyecekti. Nitekim istihsân'a
karşı çıkan İmâm Şafiî dahi bununla amel etmiştir. Ancak İsmine istihsân
dememiştir. İmâm Mâlik de istihsân deliliyle amel etmiştir. Pek çok fıkhi
meselede istihsân deliliyle hüküm çıkarmıştır. Şu kadar var ki, îmâm Mâlik buna
istihsân değil, mesâlih-i mürsele adını vermiştir. "İlmin onda dokuzu
istihsâlidir" derken istihsân'ı maslahat yerine koymuş ve onu maslahatın
şümulüne dâhil etmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki, ilk önce Hanefî
fakîhleri tarafından kullanılan istihsân tabiri, sonradan Mâliki Han-belî ve
Şâfİî fakîhleri tarafından da kullanılmıştır. Ancak tatbikatta mezhepler
arasında bazı farklılıklar olmuştur.[9]
İstishâb, lügatte
beraberce bulunma (musahabet) veya beraber olmanın devam etmesi (sohbet)
anlamına gelir. Istılahta ise şöyle tarif edilmiştir: "Mazide sabit olup
sonradan değiştiği bilinmeyen bir şeyin, hali hazırda da aynen kalmasına
hükmetmektir:[10] Mesela, ölüp ölmediği
bilinmeyen bir şahsın (mefkûd), hazırda da hayatta olduğu istishâb deliliyle
kabul edilir. Aynı şekilde karı kocamı.; İkalılarının devam ettiği, aksi bir
haber gelinceye kadar kabul edilir.
İstishâb, delil
bulunmayan yerlerde hüccet olur. Bütün mezhepler istishâb deliline dayanarak istinbâtta
bulmuşlardır. Hatta kıyası hüccet olarak kabul etmeyen Zâhiriyye ve îmâmiyye
mezhepleri bile istishâb ile pek çok meselenin fıkhı hükmünü istinbât
etmişlerdir. Nazari olarak istihsân'ı kabul etmeyen Şâfiîler de istishâb'ı,
diğer mezheplerden daha çok kullanmışlardır. Çünkü diğer mezheplerin Örf-âdet
ve istihsân'a istinaden hükme bağladıkları meselelerde, îmâm Şafiî istishâb
deliline baş vurmuştur. Mâlikîler, mesâlih-i mürsele sahasını çok geniş
tuttukları için istishâb deliline çok az müracaat etmişlerdir. Hanefîler, bu
delili Mâlikîlerden daha fazla kullanmışlardır.
Hanefî ve Mâlikîler
istishâb'ı defetme konusunda elverişli, is-bât hususunda ise elverişsiz
sayarlar. Yani onlara göre istishâb ile yeni haklar elde edilmez, fakat bu
sayede eski hakların gitmesi önlenir. Bunun en güzel misâlini mefkûd meselesi
teşkil eder. Mefkûd, hayatta olduğu veya öldüğü bilinmeyen kaybolmuş kişidir.
Mefkûd, kendi malları bakımından sağ kimseler gibi muamele görür; mülkiyet
hakkı devam ettiği gibi, karısı da onun ölümüne kadar bir delil bulununcaya
kadar veya hâkim tarafından ölümüne hük-medilinceye kadar evlilik bağını korur:
fakat mefkûd, kayıb bulunduğu müddet zarfında yeni haklar kazanamaz. Bu müddet
zarfında ona miras ve vasiyyet yoluyla bir şey intikal etmez. Buna göre o gâib
iken mirasçı olacağı bir yakını ölürse, hissesi ihtiyaten alıkonur; eğer sağ
olarak dönerse onu alır, yok eğer hâkim onun ölümüne hükmederse, muris (miras
birakanj'ın öldüğü vakit, o da ölmüş farzedilir. Ve bu esasa göre terike,
ölenin öteki varisleri arasında yeniden paylaştırılır. Kendi mallarındaki
mülkiyet hakkı ise, hâkim tarafından onun ölümüne hükmedinceye kadar devam
eder ve bu mallar, ölümüne hükmedildiğî anda varislerine kalır. Görüldüğü gibi
Hanefî ve Mâlikîlerce, istishâb, bir şeyin hilafı bilinmedikçe olduğu hal üzere
devam ettirilmesini sağlamak üzere müdafaa için bir hüccet olarak kabul edilir.
Şafiî ve Hanbelîler
ise istishâb'ı hem defetme ve hem de isbât hususunda yeterli bir delil
sayarlar. Mefkûd meselesinde onlar, ölümüne hükmedilinceye kadar mefkûdu sağ
olarak kabul ederler. Onlara göre kayıplık müddeti içerisinde mefkûd kendisine
ait malların mülkiyet hakkına sahip olduğu gibi, kendisine miras, vasiyyet ve
benzer yollarla da mal intikal edebilir. Şafiî ve Hanbelîlere göre önceden
sabit olup sonaradan devam edip etmediği hususunda şüpheye düşülen bir
abdestin, veya mülkiyetin veyahut nikâhın devamına, istishâb ile hükmedilir.
Onlar "şayet istishâb bir hüccet olmasaydı, bunların böyle devam etmesine
hükmedilmezdi" derler.
îstishâb delili
üzerine bir takım küllî kaideler kurulmuştur. Bunlardan bazılarım izah edelim:
1.
"Eşyada asî olan ibâhedir"[11]
Mesela, yiyecek, içecek, giyeceklerin, Ki-tâb, Sünnet ve diğer kaynaklarda hükmüne
rastlanmıyorsa, onların istishâb deliline dayanarak cevazına, mubâhlığına
hükmedilir.
2.
"Berâet-i zimmet asıldır"[12] Bir
kişinin zimmetinin herhangi bir şeyle meselâ borçla meşguliyeti ispatlanmcaya
kadar meşgul olmadığına itibar edilir. İstishâb, ceza ve borçlar hukukunda
kabul edilen bir esastır. Kişi, kendisine isnad edilen bir suçun, bir borcun,
ispat olunmasına kadar, suçsuz ve borçsuz kabul edilir.
3. "Şek ile yakın zail olmaz"[13].
Meselâ, varlığı kesin şekilde sabit olan bir şeyin mücerret şüpheyle yokluğuna
hükmedilemez. Bir kimse abdest aldığım kesin şekilde bilse, sonra da
bozulduğunda şüpheye düşse, abdestin varlığına hükmedilir.
4. "Bir
şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır"[14] Sağ
olduğu bilinen bir kişinin, ölümünerbir delille ispatlanmcaya kadar
hükmedilemez. Ancak bir delil ile ispatlanınca, o şahsın ölümüne karar verilir.
Hanefî fakîhleri,
istishâb kabilinden olan tahkîmu'1-hâli yani hali hazin hakem kılmayı bir
delil olarak kabul ederler. İstishâb önceden var olduğu sabit bir şeyin, aykırı
bir delil bulunmadıkça şimdi de var olduğunun kabul edilmesidir. Tahkîmu'1-hâl
ise şimdi mevcut olan bir şeyin, önceden de var olduğunun kabul edilmesidir.[16]
Maslahat, faydalı
olanı elde etmek, zararlı olanı gidermektir. Bu "celb-i menfaat, def-i
mazarrat"[17] tabiri ile ifade edilir.
Maslahat'ın çoğulu ise mesâlih'-tir. Maslahatın mukabili mefsedet'tir.
Maslahatlar çeşitli
yönlerden taksim edilebilir. Maslahatlar bir yönden muteber, merdûd, mürsel,
diğer bir yönden zarurî, hâcî ve tahsînî olmak üzere kısımlara ayrılırlar.[18]
Şimdi bunları kısaca izah edelim. Ondan sonra Mesâlih-i mürsele'nin bir delil
olup olmadığı konusuna geçelim.
Bu maslahatlar,
"Mekâsidü'ş-şerîa" bölümünde tafsilatlı bir şekilde göreceğiz. Ancak
burada bunlar hakkında çok kısa bir bilgi verelim.
Bunlar, nefsi, malı,
aklı, dini, nesli muhafaza maslahatıdır. Bu beş şeye Mesâlih-i zarûriyye denir.
Bu beş maslahatı temin için pek çok hüküm konmuştur. Kısas, hudûd, tazminat
gibi hükümler bu cümledendir.
Bu, insanların zaruret
derecesine varmayan ihtiyaçları dolayısıyle olan maslahattır. Bey'bi'l-vefa,
istisna, selem gibi akitler bu ihtiyaçları gidermek maksadıyla tecvîz
edilmiştir.
Bu, bir zaruret, bir
ihtiyaçtan dolayı olmayıp mücerred güzeli, en uygununu seçmek cinsinden olan,
bir hükmün varlığını yokluğuna tercih eden maslahattır. Muaşeret kaideleri
gibi.
b. Muteber, Merdûd Ve
Mürsel Maslahatlar:
Maslahatlar, hüküm
istinbatında muteber olup olmaması yönünden üç kısma ayrılır:
1. Maslahat-ı Mutebere
2. Maslahat-ı Merdûde,
3. Maslahat-ı Mürsele. Şimdi bunları kısaca izah
edelim.
Bu, Şâri'in hüküm
koyarken itibar ettiği illet ve maslahattır. Meselâ, teklifin istinatgahı olan
akl'm muhafazası, Şâri'in maksudu olan bir maslahattır. Bu sebeple Sâri',
şarab'ı haram kılmıştır. Çünkü şarap, sarhoş etmek suretiyle aklı ifsad eder.
Şu halde sarhoşluk veren ne kadar içecek ve yiyecek maddesi varsa, bütününün
haram olması gerekir. Çünkü bu hususta onlarla şarap arasında bir fark yoktur.
Onlar da şarap gibi sarhoş edicidir ve aynı maslahat onlarda da vardır. Yani
onlar da tahrim edilmeyecek olursa, zikrettiğimiz maslahat elde edilmiş olmaz,
işte Şâri'in itibar ettiği bu maslahatı muhafaza için diğer müskiratın
hürmetine hükm olunmuştur. Cumhur fukahâya göre maslahat-ı mutebere bir hüccet
ve delil olup kıyas-ı celiye râcidir. Böyle maslahatlar, bütün müctehidler-ce
makbuldür. Maslahat-ı muteberinin kıyas-ı celî'ye râci olduğuna dair bir başka
misal verelim. Bulûğ yaşına gelmemiş bir çocuğun mallarında babanın velayet
hakkı vardır. Bu husus, icmâ ile sabittir. Bu hükmün illeti, küçüklük
(sığar)'dür, yani çocuğun kendi mallarını korumaktan olan aczidir. Bu hükmün
hikmeti ise, onun mallarını muhafaza etmektir. Bu illet ve hikmet, mecnûnun
mallarında da mevcuttur. O halde bu mes'ele, mecnûnun mallarını muhafaza
maslahatının şer'an muteber olduğuna şehâdet etmektedir. Bu sebeple bu
mâslahat-ı mûtebereye istinaden "mecnûnun mallarında babanın (veli)
velayet hakkı vardır" denilmektedir. Ancak maslahat-ı mutebere ile
istidlalde çoğunlukla kıyas ciheti zikrolunmaz.
Bu, İslâm'ın kabul
etmeyip iptal ve ilga ettiği maslahattır. Şer'î hükümlere aykırı olan herhangi
bir maslahat, haddi zatında bir maslahat değil bir mefse-dettir. Meselâ,
Ramazan orucunu kasden bozan bir kimseye, bir nev'i ceza olmak üzere keffâret
olarak önce bir köle azad etmek, buna gücü yetmezse iki ay muttasıl olarak oruç
tutmak, buna da gücü yetmezse altmış fakire yemek yedirmek gerekir.[19] İşte
bu keffâretin hukuken muteber olması için bu tertibe riâyet edilmesi şarttır.
Çünkü bu husus, nass ile sabittir. Halbuki Endülüs Emevî Devletinin
halîfelerinden Abdurrahman Murtazâ, bir gün herhangi bir mazereti olmaksızın
kasden Ramazan orucunu bozmuş olduğundan dolayı, o vakit Endülüs'ün en büyük
fakîh ve müctehidi olan Yahya b. Yahya (öl. 234), adı geçen halîfenin altmış
gün oruç tutmasının vâcib olduğuna fetva vermişti. Bazı âlimler, bu fetvâ'mn
nass'a aykırı olduğunu ileri sürünce Yahya b. Yahya bu itiraza şöyle cevap
vermişti: "Keffâret, zecr için (suçtan caydırmak için) meşru kılınmıştır.
Halbuki ben ona bîr köle azad etmekle fetva verseydim, bu ona çok kolay
gelirdi. Çünkü onun serveti çoktur, bu sebeple köle azad etmek onun için pek
güç değildir. Şu halde onun hakkında keffâretten maksud olan maslahatı yani
suçtan caydırıcılık maslahatını hâsıl etmek için, keffâretin ikinci şıkkını tercih
ederek altmış gün oruç tutmasının vacip olduğuna fetva verdim. Zira bir daha
bu suçu işlememesi ancak bu hükümle hasıl olur."[20]
Usûl âlimleri, bu
cevabı kabul etmiyorlar. Çünkü bu fetva, nassa muhaliftir. Şârî, bu hususta
zengin ile fakir arasında bir ayırım yapmamaktadır. Keffâ-ret'te nass'daki
tertibe riâyet etmek gerekir. Bu tertibe riâyet etmemek nassm hükmüne aykırı
olan maslahata göre amel etmektir ki, bu asla tecviz olunamaz.
Endülüs'te verilen bu
fetvanın aynının, yine o zamanlarda şarkda verildiği, görülmektedir. Şöyle ki,
Horasan emiri, bir gün yeminini bozmuş olduğundan dolayı İsa b. Ebân (öl. 220),
adı geçen emirin bir köle azadı yerine üç gün oruç tutmasının vâcib olduğuna
fetva vermiştir. Fakat bu fetvasını, Yahya b. Yahya'nın illetine değil başka
bir illet üzerine dayandırmıştı. Bazı âlimler bu fetva'-ya itiraz edince, İsa
b. Ebân bu fetvanın gerekçesini şöyle anlatmıştı: "Bu zat, servetini
zulüm, rüşvet gibi gayrı meşru yollardan elde etmiştir. Bu sebeple bu zatın
elinde bulunan bütün mallarını sahiplerine iade etmesi ve harcadıklarını da
tazmin etmesi gerekir. Görüldüğü gibi bu şahıs borca batık bir borçludur ve
fakir hükmündedir. Şu an,da borcunu ödeyecek ve elinde bulunan malları sahiplerine
iade edecek olsa -ki ödemesi ve iade etmesi vâcibtir- elinde bir köle azad
edecek kadar parası kalmaz. Bu sebeple keffâret olarak bir köle azad etmesi yerine
üç gün oruç tutması gerektiğine fetva verdim."
Usûl âlimleri, bu
cevabı beğenmişler ve "Bu cevap çok doğrudur. Fetvanın dayandığı illet ve
maslahat, şer'an muteberdir. Bununla Yahya b. Yahya'nın fetva verirken
dayandığı illet arasında büyük bir fark vardır. Bu iki fetva birbirine karıştırılmamalıdır.
Bu sebeple, İsa b. Ebân'm fetvası, şer'in itibar ettiği makbul bir maslahata
dayanmaktadır. îmâm Yahya'mnki ise şer'in ilga ve iptal ettiği merdûd
maslahattır" demişlerdir.[21]
Bu, Sâri' tarafından
ne itibar ne de iptal ve ilga edildiği bilinmeyen maslahattır. Müctehidler,
maslahat-ı mürselenin hüccet olup olmaması hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu
konuyu bir başlık altında inceleyeceğiz.
Mesâlih-i mürsele,
İslâm'ın amaçlarına uygun olan ve hakkında muteber veya ilga edilmiş özel bir
delil bulunmayan maslahatlardır. Eğer riıaslahatları gösteren bir delil
bulunursa, bu gibi maslahatlar Kıyas'ın şümuluna girer, ilga edildiklerine
dair bir delil bulunursa, onlar da batıl olup kabul edilmeleri İslam'ın
amaçlarına aykırı düşer.
Mesâlih-i mürsele ile
istidlal işine istislâhdenir. İstislâh'ın sözlük anlamı da iyi hale
getirilmesini istemektir. Ayrıca istislâh, mesâlih-i mürsele anlamında
kullanılmaktadır.[22]
i Netice-i kelâm,
mesâlih-i mürsele, hakkında nass, icmâ ve kıyas gibi emir ve yasak edici bir
delil bulunmayan ve İslâm'ın ruhuna uygun olan maslahatlara (kamu yararlarına)
göre hüküm vermek veya davranmaktır.[23]
İslâm âlimleri,
ibadetlerde mesâlih-i mürsele ile amel edilemeyeceği hususunda görüş birliğine
sahiptirler. Ancak muâmelâtda, mürsel maslahatların bir delil olup olmadığı
hususu münakaşa ve tartışma konusu olmuştur. İslâm âlimlerinin bu konudaki
görüşlerini üç grubta toplamak mümkündür:
a. Mesâlih-i Mürseleyi Hüccet olarak kabul
etmeyenler,
b. Mesâlih-i Mürseleyi Hüccet olarak kabul
edenler,
c. Mesâlih-i Mürseleyi çok sıkı şartlarla hüccet
olarak kabul edenler.
Zahirîler mürsel
maslahatlarla amel edilmesini kabul etmezlerdir. Hanefî ve Şafiî mezhebi
hukukçuları da nazariyatta mürsel maslahatları bir hüccet olarak kabul
etmemişlerdir. Hal böyle iken adı geçen mezheplerin fıkıh kitaplarında maslahat
esaslarına dayanan bazı ictihâdlann bulunduğu görülmektedir.
Maliki ve Hanbelî mezheblerine mensub İslâm hukukçuları,
mürsel masla-arı hükme mesned olacak bir delil olarak kabul etmişlerdir.
İmâm Gazâlî, Beyzâvî
gibi bazı âlimler, maslahat-ı mürseleyi, hüccet olarak benimsemişlerdir.
Bunlar, zarûrî.kat'î ve küllî olması şartıyle maslahatı hüccet olarak kabul
etmişlerdir. Böylece bu âlimler mesâlih-i mürsele'yi, bu şartlarla zarurî
maslahatlar manzumesine sokmuşlardır. Şimdi mürsel maslahatları hüccet olarak
kabul eden ve etmeyenlerin bu konudaki görüşlerini ayrıntılı bir biçimde
verelim.
Gazâlî ve Beyzâvî gibi
âlimlere göre maslahat-ı mürsele'nin hüccet olabilmesi için onda üç şartın
bulunması gerekir:
1. Maslahat zarurî olmalı: Maslahat zarurî
olmalı, tahsînî ve hacî olmamalıdır.
2. Maslahat küllî olmalı: Maslahat umumî olmalı,
bir şahsa, bir zümreye,
bir bölgeye mahsus
olmalıdır.
3. Maslahat kat'î olmalı: Maslahat kat'î olmalı,
zannî olmamalıdır.
Gazâlî, bu konuda şöyle
bir misal vermektedir: Bir düşman birliğinin, önlerine birkaç müslüman esiri
siper ederek İslâm birliğine ok attıklarını düşünelim: Şayet İslâm birliği, bu
durumda düşman birliğinin bütün müslümanları hatta siper ettikleri müslüman
esirleri öldüreceğini ve topraklarını istilâ edeceklerini kesin olarak
anlarsa, siper yapılan müslüman esirlerin ölümlerine sebep olsa bile, karşı
taarruza geçer. Burada şer'î bir yasak ihlâl edilmektedir. O da, suçsuz ve
günahsız olan müslüman esirleri öldürme işidir. Fakat burada: 1) Bütün müslü-manlarm canlarını
koruma zarureti vardır, 2) Karşı
taarruza geçilmediği takdirde, müslümanların toptan imha edileceği kesinlikle
bilinmektedir. 3) Olayda küllilik
vasfı vardır; yani ferdi veya cüzi bir maslahatı gözetme gibi bir durum yoktur:
bütün müslümanlarm durumu söz konusudur.[25]
İşte burada karşı
taarruza geçmeyi gerektiren maslahat, zarurî, küllî ve kat'î olduğu için bu
maslahata itibar edilir. Yani bir müctehid, böyle bir olayda, bütün
müslümanlarm hayatlarını korumanın, birkaç müslümanın hayatlarını korumaktan
Şâri'in maksadına daha uygun olacağı kanaatine varır.
Mâlikîler ile
Hanbelîler, mesâlih-i mürseleyi, haklarında bir nass bulunmayan meselelerde
müstakil bir delil olarak kabul ederler. Ancak kabul ettikleri mesâlih-i
mürselede aşağıdaki şartların bulunmasını ileri sürerler:
Kendi başına bir delil
olan maslahat ile Şâri'in amaçlan arasında bir uygunluk olmalı ve o maslahat
şer'î bir delile mesela Kur'ân, Sünnet, İcmâ ve Kıyas'a aykırı düşmemelidir.
Endülüslü fakîh Yahya b.1 Yahya el-Leysî'nin keffâret konusunda fetvasının,
nassa aykırı olduğu için kabul edilmediğini evvelce zikretmiştik.
Maslahata göre verilen
bir hüküm, zarurî bir güçlüğü kaldırmalıdır. Yani maslahata dayanılarak verilen
bir hüküm, insanlara hakiki bir menfaat sağlamalı veya onlardan bir zararı
uzaklaştırmalıdır. Eğer maslahata dayanarak verilen bir hükümle, bu maksad
tahakkuk etmiyorsa o merdûddur. Meselâ, kocanın elinden boşama hakkını alıp
kadıya vermek kat'î olarak bir menfaati gerçekleş-îirmez. Bu vehimden öteye
geçmez.
Maslahata göre verilen
hüküm, küllî olmalıdır. Şahsî olmamalıdır. Bir bölgeye, bir zümreye münhasır
olmamalıdır. Şu halde, bir şahsın, bir bölgenin, bir zümrenin menfaatlerini
gerçekleştirmek üzere özel kanunlar çıkarılamaz. Yani özel hükümler konulamaz.
1. Sahâbîler
mesâlih-i mürsele ile hüküm vermişlerdir. Bunlardan bir kısmını şöyle
sıralayabiliriz. Sahabe devrinde Kur'ân-ı Kerim'in mushaf haline getirilişi,
zekâtı vermeyenlere harb ilânı, Hz. Ömer'in bir mecliste söylenen üç talâkı, üç
talâk kabul edişi, zekâtta müellefe-i kulûb'ün hisselerinin kaldırılışı,
harâc'ın konuşulu, divanların te'sisi, hapishanelerin yapılması, para basımı
mesâlih-i mürsele deliline dayanmaktadır. Aynı şekilde Hz. Ömer süte su
katanları doğru yola getirmek gayesiyle su katılmış sütü yere dökmüştür.
Sahâbiler, bir kişinin öldürülmesine katılan bir topluluğun tamamını, ölüm
cezasına çarptırmışlardır. Çünkü bu maslahat icabıdır. Rivâyate göre San'a'da
bir şahsı bir topluluk öldürmüş. Hz. Ömer de o topluluğa dahil olanların
hepsini idam ettirmiş ve "bütün San'a halkı bu cinayete katılsaydı,
hepsini idam ettirirdim" demiştir. Aynı şekilde Hz. Ömer şahsi malları ile
otoritesine dayanarak aldıkları mallan birbirine karıştıran valilerin
mallarını ikiye böler ve yarısına el kordu. Bu yola onu sevk eden amme
menfaatidir. Dolayısıyle valiler haksız kazanç elde edemezler. Dört halife,
san'atkâra, yed-i emin olmasına rağmen, kendilerine teslim edilen malı telef
ettikleri takdirde tazmin ettirirlerdi. Tazmin ettirilmesinin sebebi,
kendilerine teslim edilen malı daha iyi korumalarını sağlamak idi.
2. Şer'î
maslahatlar cinsinden olan bir maslahatı kabul etmemek, mükellefi sıkıntı ve
güçlük içinde bırakmak demektir. Allah ise kullar için güçlük değil kolaylık
murat eder.
Hanefî ve Şâfiîler,
mesâlih-i mürseleyi müstakil bir delil olarak kabul etmeyip onu kıyasa dahil
etmişlerdir. Onlara göre bir maslahatı kıyasa bağlamak için herhangi bir nass
bulunmazsa, demek o maslahat muteber değildir. Bunların mesâlih-i mürseleyi bir
delil olarak kabul etmedikleri hakkındaki görüşlerini şöyle sıralayabiliriz:
1. Hakkında
hususi bir nass bulunmayan maslahat, indî bir görüş mahsulü olup nefsi arzulara
dahil bir şeydir.
2. Maslahatlar muteber ise kıyasın şümulüne
girer, muteber değilse, nass ve kıyasın şümulüne girmediği gibi onların bir
değeri de olmaz.
3. Bir nassa
dayanmaksızın maslahatı delil olarak almak, şeriat hükümlerinden sıyrılmak ve
maslahat adına insanlara zulmetmektir. Tıpkı bazı zâlim hükümdarların yaptığı
gibi.
4. Maslahatı
kendi başına bir delil olarak alırsak, bir mesele hakkında memleket ve
kişilere göre özel hükümler verilmesine yol açmış oluruz. Zararlıdır diye bir
şey, her hangi bir memlekette yasak olurken başka bir memlekette faydalıdır
diye meşru olacaktır veya bir şahsa göre zararlı olduğu için haram görülen bir
şey, başka birisine göre faydalı ve helâl sayılacaktır. Oysa bütün insanlara
hitab eden İslam'ın hükümleri böyle olamaz.[27]
Mâliki mezhebi
hukukçularından el-Karâfî (öl. 684), bütün mezheblerin mesâlih-i mürsele
esasına dayanarak hükümler verdiklerini ifade ederken şöyle demiştir:[29]
''Gerçekte maslahat-ı mürsele bütün mezheplerce kabul edilmiştir: çünkü onlar,
kıyas yapıyorlar, münasebetleri kısımlara ayırıyorlar ve bunların muteber olup
olmadığını gösteren bir delil aramıyorlar. Maslahat-ı mürsele ile kastedilen de
İşte budur. Mesâlih-i mürsele Uç amel edildiğini destekleyen hususlardan biri
de sahâbilerin mutlak maslahat ile amel etmiş olmalarıdır. Onlar, böyle
maslahatlarla amel etmiş olmalarıdır. Onlar, böyle maslahatlarla amel ederken
bunların muteber olup olmadıklarına dair bir delil araştırmıyorlardı. Mesela,
mvs-haf yazılması daha Önce görülmüş bir şey değildi. Hz. Ebûbekir'in yerine
halife olarak Hz. Ömer'i tavsiye etmesi de böyle yeni bir şeydi. Hz. Ömer'in
divanları teşkili, müslümanîar için para basılması ve hapishanelerin yapılması
gibi işler tamamen maslahat icabı şeylerdi. Hz. Peygamber'in mescidi
karşısında bulunan vakıfların yıkılarak bu meesidin Hz. Osman tarafından
genişletilmesi aynı gerekçeye (maslahata) dayanıyordu."[30]
Burada mezheplerce
maslahat-ı mürsele esasına göre verilmiş fetva ve hükümlerden bazılarını misal
olarak zikredeceğiz:
a.
Mâlikilere göre idareciler, ihtiyaç halinde bazı vergiler koyabilirler. Aynı
şekilde bu mezhebe göre yaralamalarda, çocukların birbirlerine yapacakları şahitlikleri
kabul edilir.
b. Şâfiîlere göre savaşta gerekli hallerde
düşmanların hayvanları, ağaçları
telef edilebilir.
c.
Hanefîlere göre müslümanlar, ganimet olarak ellerinde bulundurdukları
hayvanları beraberlerinde götürmezlerse düşmanın istifade etmemesi için onları
kurban ederler. Yine bu mezhebe göre, mâcin müftî, câhil tâbib, hilekâr müf-
lis'in işlerine son
verilir.
d.
Hanbelîlere göre idareciler, vatandaşların zaruretleri halinde muhtekirlerin
elinde bulundurdukları malları gerçek fiatlan üzerinden satmaya icbar edebilirler. Yine bu mezhebe göre fesat çıkaranlar, başka
beldelere sürgüne gönderilebilir.
Örf, âdet ve teamül
ihtiyaç anında kendilerine müracaat olunan şer'î bir delildir. Bunlar,
eşanlamlı kelimeler gibi fıkıh ilminde biri diğerinin yerine kullanılmaktadır.
Ancak aralarında lügat ve ıstılah bakımından bazı farkılılklar bulunmaktadır.
Lugatta güzel bir şey (maruf) demek olan örf, ıstılahta "aklen ve şer'an
güzel olan, selim akıl sahipleri yanında münker olmayan (yadırganmayan)
şey" diye tarif edilir.
Âdet, insanlar
tarafından alışkanlıkla yapılagelen şeydir. Buna teamül de denir. Bir âdet hem
güzel, hem de kötü hususda meydana gelebilir. Bu sebeple "iyi âdet"
"kötü âdet" denildiği halde, örf ayırıma tabi tutulmaması dolayisı ile
iyi örf,kötü örf denmez.[31]
Fakîhler, genellikle örf ile âdeti aynı manada
kullanırlar ve şu şekilde tarif ederler: "İnsanlar arasında alışkanlıkla
yapılagelen ve aklı selim yanında güzel kabul edilen şeydir."
Örf, bir yönden sözlü
(kalvî), amelî (fiilî), diğer yönden umûmî ve husûsî kısımlarına ayrılır.[32]
Örfün bütün bu çeşitleri ise fâsid ve sahîh olabilir. Bunları ayrı ayrı izah
edelim:
Kitâb ve Sünnet'e
aykırı düşen örf ve âdete, fâsid örf denir. Mesela içki içmek ve faiz alıp
vermek, bazen insanlar arasında âdet haline getirilebilir. Fakat nasslara
aykırı olan bu gibi âdetleri, güzel kabul etmek doğru olmaz.
Dine ve akla aykırı
olmayan âdete, sahîh örf denir. Sahîh örf; bir yönden umûmî örf (örf-i âmm)
husûsî örf (örf-i
hâs), diğer yönden
kavlî örf, amelî örf kısımlarına ayrılır. Bunları da ayrı başlıklar halinde
inceleyelim.
Bu, bütün bölgelerde
insanların üzerinde birleştikleri genel bir örftür. Meselâ, bütün bölgelerde
insanlar, içeride kalış müddeti ve harcanan su miktarı tayin edilmeksizin
hamamlara girip yıkanmayı bir âdet haline getirmişlerdir. Bu âdet meşru, kabul
edilmiştir. Aym şekilde, bütün bölgelerde insanlar sipariş (is-tısnâ) suretiyle
bazı eşyaları yaptırmayı âdet haline getirmişlerdir. Bu akit şekli de meşru
kabul edilmiştir. Hatta bu örf üzerinde icmâ vuku bulmuştur. Hanefî-ler bu örf
karşısında kıyas'ı terk ederler.
Husûsî örf, herhangi
bir bölge, ülke veya topluluğa has bir örftür. Tüccar ve çiftçilerin örfü gibi.
Aynı şekilde ilimlere ait ıstılahlar ile şer'î örfler de bu cümleden
sayılmaktadır. Hâs olan bir örf ve âdete dayanan hükümler, örf ve âdetin cari
olduğu ülke, bölge ve topluluklar arasında muteber olur. Bu hükümler zamana
göre değişebilir. Mecelle'de "Ezmânm teğayyürü ile, ahkâmın teğay-yürü
inkâr olunamaz" külli kaidesi bu esasa dayanmaktadır. Bu hususta biraz
sonra bilgi verilecektir.
Bu, bir topluluğun
herhangi bir kelimeyi veya bir cümleyi alışkanlık halinde devamlı olarak sözlük
manasından başka bir manada kullanmalarıdır. Meselâ "filan eve ayağımı
basmam "sözü, örfen "o eve girmem" manasındadır. Binaenaleyh
bir kimse, filânın evine ayağımı basmayacağım diye yemin etse ve o eve hayvanla
dahi girse yemini bozulmuş olur. Örfde "et" denilince balık etinin dışındaki
etler kastedilmiş olur. Bir kimse et yemeyeceğine dair yemin etse ve balık eti
yese, yemini bozulmuş olmaz. Sobayı yak, oluk akıyor, lambayı yak, nehir akıyor
tabirleri de böyledir.
Bu da herhangi bir
topluluğun bir işi, bir hareketi belli bir şekilde devamlı olarak yapmalarıdır.
Karşılıklı rızaya delâlet eden fiili tebâdül tarzındaki alış veriş (el-Bey'ü
bi't-teâtî) buna misal olarak zikredilebilir.
Fakîhler, örf ve
âdeti, hükümlerin dayandığı, istinbât kaynaklarından biri olarak kabul
etmişlerdir. Bu konuda istinad ettikleri delilleri şöyle sıralayabiliriz:
' 'Annelerin maruf
vech ile (örf ve âdete göre) yiyeceği, giyeceği, çocuk kendisinin olana
(babaya) aittir.[33]
"Kim fakir ise örfe göre yesin"[34] gibi
âyetleri Örf ve âdetin şer'i bir delil olduğunu göstermektedir.
Sâri', arapların
İslama aykırı olmayan bazı örflerini meşru saymıştır. Meselâ, mudârebe
şirketi, İslâm'dan Önce vardı. Bu müessese İslâm'da da devam ettirildi.
İslâm'da şahsın yanında olmayan bir şeyin satılması yasaklandı. Ancak bu esasa
aykırı olduğu halde, Medineliler yanında örf olarak cereyan eden Selem akdi,
yasaklanmadı. Aynı şekilde kuru hurma ile yaş hurmanın değiştirilmesi
yasaklandığı halde, ariyye (çoğulu araya) muamelesine izin verildi. (Ariyye
dalı üzerindeki yaş hurmalar kuruduğunda ne kadar edeceği tahmin edilerek o
kadar hurma ile dalları üzerindeki yaş hurmaların değişimi demektir). Çünkü o
devirde insanların bu nev'i muamelelere ihtiyacı vardı ve bu muameleler örf
olarak aralarında cereyan etmekteydi,
İslâm cahiliyye
araplannın bazı örflerini ise ilga etmiştir. Meselâ, İslâm ca-hiliyye âdeti
olan, evlad edinmeyi yasaklamıştır. Aynı şekilde cahiliyye döneminde kadınlara
miras verilmezken İslâm, bu âdeti değiştirerek onları da mirasçı yapmıştır.
Mecelle'de yer alan ve
aşağıda zikredeceğimiz bazı külli kaideler, örf ve âdetin nass gibi bir delil
olduğunu göstermiştir:
1. Âdet muhakkemdir (md. 36).
2. Âdet'in delaletiyle manayı hakiki terk
olunur, (md. 40).
3. Âdet ancak muttarid ve galip oldukça muteber
olur (md. 41).
4. Örfen ma'rûf olan şey, şart kılınmış gibidir,
(md. 43).
5. Beyne't-tüccar ma'ruf olan şey, beyinlerinde
meşrut gibidir (md. 44).
6. Örf ile tayin nass ile tayin gibidir, (md.
45).
Bütün mezhepler, kavlî
(sözlü) örfi ittifakla hüccet olarak kabul ederler. Ancak amelî örfün hüccet
olup olmamasında görüş birliği bulunmamaktadır.
Hanefiler, hakkında
nass bulunmayan konularda ameli örfün hüccet olabilmesi için şu iki şartın
bulunmasını ileri sürerler:
1. Amelî
örfün ya herkes tarafından veya çoğunluk tarafından kabul ve tekrar edilir
olması ve,
2. Amelî örfün nasslara aykırı olmaması gerekir.
Hanefîler hakkında
nass bulunan konularda.amelî örfün bir hüccet olarak kabul edilmesinde ise
ihtilâf etmişlerdir.
Ebû Hanîfe ile İmâm
muhammed'e göre hakkında nas bulunan konularda Örf ve âdet ile nass tearuz
ederse, nass tercih edilerek onunla amel edilir. Ebû ' Yusuf ise bu konuda
şunları ifade etmektedir:
1. Şayet
nas, bir örf üzerine bina edilmiş ise, o örfün değişmesiyle, ona bağlı nass'ın
hükmü de değişebilir. Mesela hadiste faiz cereyan eden altın, gümüş, arpa,
buğday, tuz, hurma maddeleri sayılırken, altın ile gümüşün alış verişleri tartı
(vezn) ile, diğerlerinin alış verişleri ise Ölçek (keyl) ile olacağı ifade
edilmiştir. Bu durumda, hurma ile tuzun tartı (vezn) ile satılması nass'a
aykırı olur. Ebû Yusuf'a göre bu nass asr-ı saadette insanların örf ve âdetleri
üzerine vârid olmuştur. Şimdi ise insanların bu cins eşyaların satılmasında
örf ve âdetleri değişmiştir. Dolayısıyla hurma ile tuzun ölçek (keyl) yerine
tartı (vezn) ile satılması
şer'a aykırı değildir.
2. Şayet
nas, o zaman mevcut bir örf üzerine varit olmamış veya varit olduğunda mevcut
bir âdeti ortadan kaldırmışsa, bu nass'a aykırı düşen örf ve âdet'e itibar
edilmez. Mesela Kur'ân-ı Kerîm, içkiyi yasaklamış dolayısıyle arapların içki
içme âdetlerini de ortadan kaldırmıştır. Halbuki zamanımızda her türlü içki içme
âdeti bulunmaktadır. Bu ise şer'a aykırı düşmektedir.
Şâfiîler kavli Örfü
bir hüccet olarak kabul ettikleri halde ameli Örfü bir hüccet olarak
benimsememişlerdir. Bu konuda Sübkî "insanların amelî, dinde hüccet
değildir" derken Ebû İshâk eş-Şirâzî de "Dîn, insanların âdetleri,
üzerine kurulmamıştır" demiştir.[35]
Kur'ân-ı Kerim, bazı
konularda hüküm verilirken Örfün nazari itibare alınmasını emretmiştir. Bu
konuda şu iki misâli verebiliriz.
1. "Annelerin maruf vech ile (örf ve âdete
göre) yiyeceği, giyeceği, çocuk kendisinin olana (babaya) aittir"[36]
âyetinde, zevce'nin nafakasının takdirinde örfe müracaat edileceği ifade
edilmiştir. Bu âyete göre, hâkimler zevcenin nafakasını takdir ederken,
bulundukları bölgenin örf ve âdetini göz önünde bulunduracaklardır.
2. "...ve içinizden adalet sahibi iki
kişiyi de şahit yapın"[37]
âyetinde, şahitlik yapacak bir şahısda adalet vasfının bulunması şart koşulmuştur.
Bir insanın bazı davranış ve hareketleri bir bölgede yadırganırken, o hareket
ve davranışlar diğer bir bölgede normal karşılanabilir. Dolayısıyle bir şahısda
bulunması gereken adalet vasfı, zaman ve mekâna göre değişebilir. Bu bakımdan
bir şahısta adalet vasfının bulunup bulunmadığına örf ve âdet ile karar
verilebilir. İşte hakimler Örf ve âdeti nazarı itibare alarak şahitlerde bulunması
gereken adalet vasfını tesbit ederler.
Örf ve âdet'e dayanan
hükümler, örf ve âdetlerin değişmesiyle değişebilir. Mecelle'nin "Ezmânın
teğayyürü ile ahkâmın teğayyürü inkâr olunamaz" kaidesi, bu esası ifade
etmektedir. Bu esasa göre verilmiş farklı hükümler, vardır. Mesela Ebû
Hanife'ye göre zahirdeki adalet ile iktifa edilir. Kısas ve hadd cezalarıyla
ilgili davalarda şâhidlik yapacakların gizlice tetkik ve tezkiyesi şart değildir.
Çünkü onun devrinde gizli tezkiyeye ihtiyaç yoktu.'Fakat Ebû Yusuf ve İmâm
Muhammed devrinde insanların durumlarında bir değişiklik oldu. Yalancı şahitler
çoğaldı. Bu sebeple iki imâm, gizli tezkiye müessesesini kabul ettiler ve şahitlerin
gizli araştırma ile durumları tesbit edilmeye başlandı.
Hanefî imamların
verdiği bir fetvaya göre, evin dış görünüşü ve bazı odalarının görülmesiyle,
görme muhayyerliği düşer. Çünkü ilk zamanlarda odalar aynı tarzda yapılırdı.
Fakat daha sonraları evin odalarının yapımında âdet değişince, sonraki Hanefî
fakîhleri, evin odaları görülmedikçe, görme muhayyerliği hakkının düşmediğine
fetva vermişlerdir.
Hanefi imamlarının
devrinde Kur'ân öğretenlere, ücret verilmesi tecviz edilmemişti. Çünkü bu
devirde, Kur'ân Öğretenlere devlet hazinesinden hediyeler verilirdi. Ancak
sonraki devirlerde devlet hazinesinden hediye verme işine son verildi. Bu
âdet'in değişmesi üzerine fetva da değişti. Dolayısıyle Kur'ân öğreticilerine
de ücret verilmesi
tecviz edildi.
Biraz önce Ebû
Yusuf'un âdet üzerine bina edilmiş bir nassın hükmünün, âdetin değişmesiyle
değişebileceği görüşünde olduğu ifade edilmişti.
Sahâbîler,
Peygamberimizi gözleriyle görmüşler, onun ilminden ve irfanından bizzat
istifade etmişlerdir. Sahâbî'nin fetva ve kavli'nin Sünnet olma ihtimali
bulunmaktadır. Bu itibarla fakîhler, Sahâbî kavli'nin hüccet olup olmamasında
ihtilâf etmişlerdir. Bu konudaki görüşleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Sahâbî
kavli mutlak olarak hüccet değildir. Gazâlî, Fahreddin er-Râzî, İbn Hâcİb,
Âmidî, Beyzâvî, Şevkânîgibi bilginler bu görüşü savunmaktadırlar. Bu âlimlere
göre sahâbî de bir insandır, hata edebilir. Dolayısı ile bunların her görüşü
hüccet kabul edilemez.
2. Sahâbî
Kavli, kıyas ve akıl ile bilinsin bilinmesin mutlak olarak hüccettir, îmâm
Mâlik, Pezdevî, Serahsî, Ebü Bekir el-Cassâs ve Hanefîlerden bir grub müctehid
bu g0rüşü kabul etmektedirler. Bunlara göre sahâbî, ileri sürdüğü görüşü
Peygamberden veya ondan işitenden işitmiş olabilir.
3. Sahâbî
kavli, kıyas ile bilinmeyen yerde bir hüccettir. Ebû Zeyd ed-Debûsî, Kerhî (öl.
340) ve Hanefîlerden bazı âlimler bu görüştedirler.
Hz. Ali'ye göre mehrin
en azı on dirhemdir. Enes b. Mâlik'e göre, hayzın €B azı üç, en çoğu on gündür.
Hz. Âişe'ye göre bir çocuk, anne karnında en çok iti yıl kalır. Hanefîler,
sahâbilerin bu görüşü ile amel etmeyi vâcib görürler. Çünkü bu konularda kıyas
cereyan etmez.
İmâm Ebû Yusuf ile
İmâm Muhammed'e göre çamaşırcı, terzi gibi ecîr-i müşterek, yanında bulunup
zayi olan eşyayı tazmin etmek mecburiyetindedir. Bu iki âlim, burada Hz. Ömer
ile Hz. Ali'nin görüşlerini esas alarak bu hükme varmışlardır. Hz. Ömer ile Hz.
Ali'nin insanların mallarım koruma sebebiyle ecîr-i müşterekin zayi ettiği malı
tazmin etmesi reyinde bulunmuşlardır.
Ebû Hanîfe bu konuda
kıyasa giderek sahâbî kavline muhalefet etmiş ve farklı bir görüş beyan
etmiştir. Ona göre Ecir-i hâs emîn olduğu gibi ecîr-i müşterek de'emindir.
Dolayısıyle ecîr-i hâs yanında zayi olan malı tazmin etmediği gibi, ecir-i
müşterek de tazmin etmez.
Burada ifade edelim
ki, hakkında ittifak hasıl olan sahâbi kavli, şer'î bir hüccet sayılır. Çünkü,
bu bir icmâ olmaktadır. Aynı şekilde, muhalifinin olduğu bilinmeyen sahâbî
kavli de sükûtî icmâ kabilindendir. Sükûtî icmâ'ı hüccet olarak kabul
edenlerce bu da şer'î bir delildir.[38]
Burada DİN ve ŞERİAT
kelimelerini izah ettikten sonra geçmiş şeriatların hüccet olup olmaması
konusunu inceleyeceğiz.
Din, Iügatta ceza,
itaat, âyin, ibâdet, hüküm gibi manalara gelmektedir. Usûl âlimleri "Hak
Dini" ıstılahta şöyle tarif etmektedirler: "Akıl sahiplerini, güzel
ihtiyar ve iradeleriyle, bizzat hayra götüren ilâhî bir nizamdır."[39]
Bu tarife göre din,
itikadı ve amelî hükümlerin bütününü içerisine almaktadır. Ancak din
genellikle yalnız itikadî hükümlerde kullanılmaktadır.
Lügatta insan ve
hayvanların su içmek için gittikleri su yolu ve geniş yol manalarına
gelmektedir. Usûlcüler şerîati "Cenab-ı Hakk'ın kulları için vaz' ve
teşri" ettiği dini hükümlerdir:
[40]diye tarif etmektedirler. Bu tarife göre şeriat ile
din aynı manaya gelmektedir. Şeriat lafzı da din lafzı gibi itikadı ve amelî
hükümlerin bütününü içerisine almaktadır. Ancak genellikle Şeriat lafzı, amelî
hükümlerde kullanılmaktadır. Şu halde Din: İnsanları saadete ulaştıran ilâhî
nizamın inanç ve iç yönünü, şeriat ise bu nizamın amel ve dış yönünü temsil etmektedir.
Bu ilâhî nizamın iç yönünü teşkil eden itikadî hükümlerde değişme söz konusu
olmadığı halde, ilâhî nizamın dış yönünü temsil eden amelî hükümlerde zaman
içerisinde değişme mümkün olabilmektedir. Nitekim, İslâm, geçmiş şeriatların
büyük bir kısmını değiştirmiştir. Şeriat kelimesinin çoğulu şe-râyi'dir. Aynı
kökten gelen şer' kelimesi bulunmaktadır. Bu kelimenin, izhâr etmek, beyan
etmek manası yanında şeriat koymak manası da vardır. Şeriat koyan'a Sâri'
denir. Hakikatte Sâri', Cenâb-ı Hak'tır. Peygamberler şer'î hükümleri tebliğe
memur oldukları için onlara da Sâri' unvanı verilmektedir.
îbn Teymiyye, şerîat'ı
üç kısma ayırmaktadır:
1. Münezzel
Şer' :Bunlar, Kitâb ve Sünnet ile sabit olanBunlara uymak her müslüman üzerine
vâcibdir.
2. Müevvel Şer' :Bunlar, fakih ve müctehidlerin,
Kitâb ve Sünnet'ten çıkardıkları hükümlerdir. Bunlara uymak vâcib olmamakla
birlikte, ictihâddan âciz olanlar için bunlara uymak caizdir.
3. Mübeddel Şer' : Bunlar, şer'i nasslann
usûlüne uygun olmayan bir surette te'vil edilmekle elde edilen hükümlerdir.
Bunlar, dini tahrif ettiğinden ve dine iftira olduğundan, onlara uymak
haramdır.[41]
Bilindiği gibi Hz.
Adem'den bizim Peygamberimize kadar 124 bin (başka bir rivayete göre 224 bin)
peygamber gönderilmiştir. Bunlardan bazılarına kitaplar verilmiştir. Hiç
şüphesiz bütün peygamberlerin getirdikleri Din'lerde i'ti-kad açısından
herhangi bir farklılık olmamıştır. Değişiklik ve farklılık sadece ibâdet,
muamelât ve ceza konularında olmuştur.
İslâm dini kendisinden
önce gelen dinlerde yer alan ibâdet, ceza ve muamelât ile ilgili hükümlerin
bir kısmım neshetmiş, bir kısmını aynen veya değiştirerek almıştır. Bir
kısmını ise alıp almadığım açıklamamıştır.
Kur'ân ve Sünnet'te
zikredilen geçmiş şeriatlerin hükümlerini nesih durumuna göre şöyle
inceleyebiliriz:
Kur'ân ve Sünnet'te
geçmiş şeriatların bazı hükümlerinin neshedilmiş olduğu görülmektedir. Mesela
"De ki: Bana vahy olunanda (Kur'ân 'da) onu yiyecek kimse için, leş veya
akıtılmış kan, yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da A ilah 'tan
başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka haram edilmiş bir şey bulamıyorum.
Biz Yahudilere bütün tırnaklı (hayvan)lan haram kıldık. Sığır ve koyunun iç
yağlarını da onlara haram kıldık"[43] ayeti,
Yahudiler için haram kılınan hayvanların müslümanlara helâl kılındığını
göstermektedir. Aynı şekilde "Bana ganimetler helâl kılındı. Benden önceki
ümmetlerden hiç kimseye helâl kılınmamıştı"[44]
hadisi de daha önceki ümmetlere helâl olmayan ganimetlerin müslümanlara helâl
kılındığını göstermektedir.
Kur'ân ve Sünnet'te
geçmiş şeriatlarda bulunan bazı hükümlerin aynen veya değiştirilerek yürürlükte
kalmış olduğunu görmekteyiz. Mesela kısas, namaz, oruç ile ilgili hükümler
böyledir. Ancak bu tür hükümlerin şekil ve miktarlarında bir takım
değişiklikler bulunmaktadır.
Bunlar, Kur'ân ve
Sünnet'te zikredildiği halde müslümanlann onlarla amel edip etmeyeceği
belirtilmeyen hükümlerdir. Mesela, "Biz Tevrat'da onlara (şunu da)
yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılıktır.
Hülasa bütün) yaralar birbirine kısastır"[45] âyeti,
Yahudilikte kısas'ın varlığım ve nasıl yapılacağını göstermektedir. Ancak
müslümanlann bu hükümlerle amel edip etmeyeceği belirtilmemektedir. İşte
fâkihler, bu tür hükümlerin bize nispetle hüccet olup olmamasında ihtilâf
etmişlerdir. Geçmiş şeriatlar denince bu kısım kasdedilir.
Hanefî, Şafiî ve
Mâliki fakîhlerinden bazıları bunların bizim tarafımızdan uyulup tatbik
edilmesi gereken hükümler olduğunu kabul etmişlerdir. Bu âyete dayanarak Ebû
Yusuf (öl. 182) ile Kerhî (öl. 340) şu
şekilde istidlalde bulunmuşlardır. [46]
1. Kadını öldüren erkek, kısas cezasına
çarptırılır (Ebû Yusuf).
2. Zimmİ'yi öldüren müslüman kısas cezasına
çarptırılır (Kerhî).
Bu konuda bir kaç örnek daha verelim:
1. İmâm Muhammed (öl. ,189), suyun muhayee
yoluyla taksim edilebileceğine Salih Peygamberin kıssası hakkındaki "suç
içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da sîzin'[47] âyetiyle
istidlalde bulunmuştur.[48] Ebû
Yusuf ayrıca bu konuda şu âyeti de delil olarak getirmiştir. "Onlara,
suyun aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver"[49]
2. Kur'ân-ı Kerîm'de Musa Peygamberin, iki kızı
bulunan ihtiyar bir adamın yanında ücretle çalıştığı hikâye edilmektedir.[50]
Hanefîler bu âyetin icâre akdinin meşruiyetine bir delil olduğunu kabul
etmektedirler.[51]
3. Kur'ân-ı Kerîm'de Yusuf Peygamber'in hikâyesi
anlatılırken "Melikin su kabı yitmiştir. Kim onu getirirse ona bir deve
yükü (bahşiş) vardır" buyurulmak-tadır.[52] Bazı
âlimler bu âyetin, Cuâle akdinin meşruiyetine bir delil olduğunu ileri
sürmektedir.[53]
Fıkıh usûlü İlminde
geçmiş şeriatların bizim için bir delil olduğu şu kaidelerle ifade
edilmiştir:
Zerâyi'
"vesile" anlamına gelen zerîa'ın çoğuludur. Istılahta
zerâyi"/ıeJâi ve harama götüren onlara vasıta olan şeylerdir" diye
tarif edilir. Bu duruma göre harama götüren şey, haramdır. Mubaha vasıta olan
da mubahtır. Vâcib için zarurî olan şey vâcib olur. Meselâ, zina haramdır.
Zinaya vasıta olduğu için helâli olmayan kadınla halvet (yalnız) olmak da
haramdır. Cuma namazı farzdır, bu namazı kılmak için alışverişi bırakmak ve
cumaya koşmak da farzdır. Hacca gitmek farzdır, hal ve vakti yerinde olan şahıs
için bu uğurda gayret sarfetmek de farzdır.
Kötülüğe giden yollan
kapamak gerekir ki buna seddü'z-zerâyi denir. Hayra giden yolları da açmak
gerekir ki buna da fethu'z-zerâyi denir.
Seddü'z-zerâyi'i,
Mâlikîler ile Hanbelîler hüccet olarak kabul ederken, Ha-nefîler ve Şâfiîler
bunu bir hüccet olarak benimsemezler.[54]
Ancak Mâlikî fakîhle-rinden el-Karâfî'ye göre uygulamada seddü'z-zerâyi'i bütün
mezhepler bir hüccet olarak kullanmışlardır. Karâfî bu konuda özetle şunları
söylemiştir: Fakîhler ze-râyi'i üç kısma ayırmışlardır: 1. Zerâyi', icmâen muteberdir. Mesela yollar üzerinde kuyu kazmak,
yiyeceklere zehir katmak, müslümanların ölümlerine sebep olacağı için caiz
değildin Yani haramdır. 2. Zerâyi'
icmâen mülgadır. Mesela üzümden içki yapılır endişesiyle üzümcülük ziraati
yasaklanamaz. 3. Hakkında ihtilâf
bulunan zerâyi: Mesela faiz şüphesi bulunan vadeli satışlar böyledir. "Biz
Mâli-kîler bu konuda zerâyi esasına itibar ettik ve bizim dışımızdakilere
muhalefette bulunduk. Hasılı kelâm, biz Mâlikîler seddü'z-zerâyi'i en fazla
kutlananlarız; yoksa onu sadece kullanan biz değiliz."[55]
İki Örnek:
1. Hz.
Peygamber (s.a.s.) savaş günlerinde düşmanlar arasında fitne çıkaracakları
düşüncesiyle münafıkları öldürmemiştir. Çünkü onları öldürmesi, "Muhammed
kendi arkadaşlarını öldürmeğe başladı" diye aleyhinde dedikodu yapılmasına
yol açacak, bu durum müslümanlar aleyhine kâfirlerin ümitlerini artıracak ve
küfürlerinde daha çok İsrar ve inad etmelerine vesile olacaktır.
2.
İhtikârı'yasaklarken Hz. Peygamber (s.a.s.) "İhtikâr yapan günahkâr
kimsedir" diye buyurmuş, satmak üzere pazara mal getiren kimseyi de
"calibin rızkı boldur" diye övmüştür. Çünkü ihtikâr, insanları
sıkıntıya sokar, pazara mal getirmek ise onları genişliğe kavuşturur.
Mâliki ve Hanbelî
mezhebleri zerâyi' ile amel ederken Hanefî ve Şafiî mez-hebleri de hîle ile
amel etmişlerdir. Burada hile hakkında bilgi vermenin faydalı olacağı
kanaatindeyiz.
Hîle lügatte çare,
maharet gibi manalara gelmektedir. Fıkıh usûlü ıstılah'ında ise şöyle tarif
edilir: "amel ve tasarrufları şeklen ve zahiren fıkha uygun düşürmek,
memnun olan hususları meşru olarak yapabilmek İçin bulunan yollar, çareler,
çıkış noktalandır"[56]
-Hilenin çoğulu el-hiyel'dir. Bazı âlimler, hukuki çıkış yolları gibi manalara
gelen el-mehâric sözüyle hile'yi kastetmişlerdir.
Hîle ile amel eden
mezhepler, onun meşruluğuna Kur'ân'dan Eyyüp (a.s.)'den bahseden âyeti, delil
olarak getirirler.[57] Aynı
şekilde hîle'nin meşruluğuna Sünnet'ten de bazı deliller zikrederler.[58]
Hîle'yi meşru olup
olmama açısından iki kısma ayırabiliriz:
1. Meşru olan hîle:
Keffâret orucu tutan
bir şahsın, keffâret orucunu bitirmeden önce Ramazan ayının gelmesi halinde
sefere çıkması gibi. Çünkü Ebû Hanife müsafirin, ramazan orucundan başka vâcib
bir oruca niyyet ederse, niyyetinin sahih olduğunu ifade etmiştir.[59]
2. Meşru olmayan hîle:
Bir şahsın zekât
vermemek için üzerinde bir sene geçmeden malı başkasına hibe edip sonradan
hibesinden geri dönüp malı geri alması gibi.
Hîle'yi en çok
Hanefîler kullanmışlardır. Bu sebeple bu sahada en çok eser onlar tarafından
yazılmıştır. Mesela el-Hassâf'ın el-Hiyel ve'1-mehâric adlı eseri vardır.
Mebsût, el-Fetâvâ el-Hindiyye, el-Eşbâh ve'n-nezâir gibi fıkıh kitaplarında
el-hiyel bahsi bulunmaktadır.
İmâm Şafiî'nin kendisi
hiyeFe karşı çıkmasına rağmen, ondan sonra gelen Şafiî mezhebi âlimlerinden
bazıları bu konuda eserler yazmışlardır. Hanbelî ve Mâlikîler hileye karşı
çıkmışlar ve onu reddetmişlerdir. Özellikle İbn Kayyım el-Cevziyye eserlerinde
hîle'nin meşru olmadığını ifade etmiştir. İzmirli ismail Hak-kı'ya göre
tatbikatta diğer mezhepler, Hanelilerden daha çok hileye başvurmuşlardır Yine
o, "hîle; hanefilere mahsusdur demek, fıkıh ilmini bilmemek demektir"
dedikten sonra haramı helâl yapan ve Şâri'in maksadına uygun olamayan hilelere
Hanefflerin de karşı çıktıklarım ifade etmiştir.[60]
[1] İbn Melek, s. 294.
[2] Telhis, s. 375; Bu konuda fazla bilgi için bk. A.
Şener s. 122; Şâkiru'l-Hanbelî, s. 320.
[3] Müslim, III, 1226.
[4] Telhîs, aynı yer.
[5] Buhârî, Savm, 26.
[6] Nasbu'r-Râye, I, 47.
[7] Mecelle, md. 118.
[8] İbn Melek, s. 285; Âmidî, IV, 36; Gazâlî, I, 274.
[9] Seyyîd Bey, II, 89-90.
[10] İlm-iHliâf, s. 51.
[11] Bilmen, I. 298.
[12] Mecelle, md. 8.
[13] Mecelle, md. 4.
[14] Mecelle, md. 5.
[15] Telhis, s. 17; Üm-i Hilaf, s. 51.
[16] Bk. Mecelle, md. 1776, 1777.
[17] Gazâlî, I, 286.
[18] Gazâlî, I, 284 ve dev.
[19] Nasbu'r-Râye, II, 449-450.
[20] Gazâlî, I, 285.
[21] Seyyîd Bey II, 273.
[22] Gazâlî, I, 284.
[23] A. Şener, s. 138.
[24] İlm-i Hilaf, s. 95.
[25] Gazâlî, I, 294-295.
[26] Karâfî, S.A99,
[27] Ebû Zehra, s. 242-3.
[28] Zeydan, s. 319-320.
[29] İlm-i Hilaf, s. 99.
[30] Karâfî, s. 199.
[31] Seyyîd Bey, II, 95 ve dev.
[32] İlm-i Hilaf, s. 109 ve dev.; Zekeriya el-Birrî,
Mesâdir ve ahkâmı el-tslâmiyye, s. 146-7.
[33] Bakara, 233.
[34] Nisa, 6.
[35] İlm-i Hilaf, s. 116.
[36] Bakara, 233.
[37] Talâk, 2.
[38] Serahsî, II, 105 ve dev.; îlm-i Hilaf, s. 122; Zeydân,
s. 341.
[39] İbn Melek, s. 4.
[40] İbn Melek, s. 5.
[41] Seyyîd Bey, I, 95-97.
[42] Serahsî, II, 99;
İim-i Hilaf, s. 120
[43] En'âm, 145-146.
[44] Ahmed b. Hanbel, II, 252, 412.
[45] Mâide, 45.
[46] Serâhsi, II, 100.
[47] Şuârâ, 155.
[48] Serahsî, aynı yer: İlm-i Hilaf, s. 121.
[49] Kamer, 28.
[50] Kasas, 24-28.
[51] Kâsânî, Bedâyi', IV, 173.
[52] Yûsuf, 72.
[53] Zekeriyâ el-Birrî, s. 159.
[54] İlm-i Hilaf, s. 130.
[55] Karâfî, s. 200.
[56] Karaman, Tarih, s. 77.
[57] Sa'd, 44.
[58] Tirmizî, Büyü, 21.
[59] Serahsî, Usûl, I, 36.
[60] İlm-i Hilaf, s. 150 ve dev.