a.
Mükellefin Fiillerinin Eseri Olan Hükümler:
b.
Mükellefin Fiillerinin Sıfatı (Vasfı) Olan Hükümler:
Aa.
Vâcib'in Tarifi Ve Farz İle Münasebeti:
bb.
Bir Fiil'in, Bir Şeyin Vacip Olduğunu Gösteren Kelime, Cümle ve Siygalar:
Eda
Edildiği Vakit Yönünden Vacibin Taksimi
1.Geniş
Vakitli Vâcibler (Müvessâ'):
2.
Dar Vakitli Vâcibler (Madîk):
3.
İkisine De Benzeyen (Zû Şibheyn):
Matlûbu
Bakımından Vacibin Taksimi:
Miktarı
Bakımından Vâcib'in Taksimi:
Mükellefi
Belli Olup Olması Bakımından Vacibin Taksimi
Aa.
Cumhura Göre Mendubun Tarifi:
Ff-
Nedb İfade Eden Kelime, Cümle Ve Sivgalar
cc.
Hürmet İfade Eden Cümle - Kelime ve Sıygalar:
bb.
Kerahet İfade Eden Kelime, Cümle ve Siygalar:
Cc.
İbâhe İfade Eden Kelime—Cümle Ve Siygalar
1. Tam İllet (ismen, manen ve hükmen illet):
2.
Geniş Manada Sebeb Ve İllet İle Münasebeti:
Hüküm lugatta menetmek
ve bir şeyi diğer bir şeye İsnâd etmek manalarına gelir. Felsefe ve Mantık
ilimlerinde, iki fikir, iki şey arasında "bu böyledir" veya "bu
böyle değildir" tarzında olumlu veya olumsuz bağlantı kurmağa (isnâd)
hüküm denildiği gibi mevcut bağlantıya ve ayrıca bu bağlantıyı idrak etmeğe de
hüküm denir.
Fıkıh ilminde hüküm,
kaza (kadâ) manasına kullanıldığı gibi "bir şey üzerine terettüp eden
eser ve netice" manasında da kullanılmaktadır. Mesela, "bey' in
hükmü, mülkiyettir" denilir ki, bey akdi üzerine tereddüp eden eser ve
netice, mülkiyettir, demektir.
Fıkıh usûlü ilminde
Şâfiîler ile Hanefîler hükmü ayrı ayrı.tarif etmektedirler. Bu tarifleri
verelim.
"Hüküm, Allah'ın
taîeb, tahyîr ve vaz bakımından mükellefin fiillerine ilişkin hitabıdır:[1]
Mesela, "akitleri
yerine getiriniz"[2]
âyeti, şer'î bir hükümdür. Bu âyet, Allah'ın mükelleflerden akitleri yerine
getirmelerini istediği bir hitab'dir. Bu hi-tab, akitlerin yerine getirilmesini
vâcib kılmak (îcâb)'tadır.
"Hüküm, Allah'ın
iktizâ, tahyîr ve vaz' bakımından mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabının
esendir: [3]
Mesala, "akitleri
yerine getiriniz" âyetinden, akitlerin yerine getirilmesinin vâcib olduğu
(vücûb'ü) hükmü çıkarılmaktadır.
İki tarif arasındaki
fark:
Şâfiîlere göre hüküm,
nass'm yani hitabın bizzat kendisi, başka bir ifade ile nassın metni,
Hanefîlere göre ise nass'ın eseri ve neticesidir. Bunu biraz daha izah edelim.
Hanefîlere göre hüküm; vücûb, hürmet gibi Şâri'in hitabiyle sabit olan eser ve
neticedir ve mükelleflerin fillerinin sıfatı (vasfı)'dır. Şâri'in vasfı olan
hitabın bizzat kendisi değildir. Mesela, "Namazı dosdoğru kılınız"[4]
âyeti, Şâri'in namazın kılınmasını isteyen bir hitabıdır. "Zinaya
yaklaşmayın"[5] âyeti, Şâri'in zinaya
yaklaşmamayı isteyen bir hitabıdır. Bu hitab, zinaya yaklaşmayı haram kılmak (tahrîm)
tadır. "Katil, mirasçı olamaz" hadisi, katli (öldermeyi) varis olmaya
mânı kılan bir hitabıdır. İşte bu nasslar Şâfiîlere göre hüküm olmaktadır.
Hanefîlere göre ise bu nasslar değil onların mükellefin fiilindeki eseri
hükümdür. İste onlara göre namazın vücûbu, zinanın hürmeti,katilin varis olmaya
mâm olması hüküm olmaktadır.
Bu iki tarif
arasandaki farkın kaynaklan:
1. Fark, hüküm kelimesini hakikat ve mecaz
manada kullanmaktan kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, Şâfülere göre hüküm; îcâb
(vâcib kılmak), tahrîm (haram kılmak) gibi Şâri'in hitabından ibarettir.
Onlara göre vücûb (vâcib olmak) ve hürmet (haram olmak) gibi mükellefin
fiillerinin vasıflarına hüküm denilmesi mecazidir. "Halk" kelimesi
mecazen "mahlûk" manasına kullanıldığı gibi hüküm lafzı da bazen
mahkûm manasına kullanılır. Bu suretle Şâri'in hitabının eseri olan vücûb ve
hürmet gibi vasıflar murâd edilir. Fakat hüküm lafzının vücûb ve hürmet gibi
manalarda kullanılması yaygın olduğundan bu manada şer'î hakikat olmuştur. Bu
izahlardan anlaşılıyor ki, hüküm lafzı, ıstılahta iki manada kullanılmıştır:
a. Hüküm
(hükmetmek): İşte bu durumda hüküm îcâb ve tahrîm gibi doğrudan doğruya
Şâri'in hitabıdır.
b. Mahkûm
(Hükmedilmiş): İste bu durumda hüküm, vücûb ve hürmet gibi Şâri'in hitabının
eseri ve mükellefin fiilinin vasfıdır. .
2. Fark,
nispetten kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, Şâfiîler Sâri' ile onun hitabı olan
nass arasında, Hanefiler ise nass ile mükellefin fiili arasında bir bağlantı
(nisbet) kurarak hükmü tarif etmişlerdir.[6] Yani
hitab, hâkim'e nisbet edilirse buna îcâb, tahrîm denir. Şayet hitâb fiile
nisbet edilirse buna da vücûb ve hürmet denir. Bu duruma göre Hanefiler,
vücûb, hürmet, ibâhet, nedb, kerahet farziyyet'e, Şâfiîler ise îcâb, tahrîm,
nedb, kerahet, ibâhet'e hüküm derler.[7] Bu
ıstılahları kısaca izah edelim:
1) îcâb:
Şâri'in bir şeyin kesin olarak yapılmasını istemesidir. îcâb'ın mükellefin
fiilindeki eseri, vücûbdur. Taleb olunan fiil ise vâcibdir. Hanefiler, kesin
bir delil ile bir şeyin kesin olarak yapılması istenirse ona iftirâd (farz
kılmak) derler. îftirâd'ın mükellefin fiilindeki eseri fardiyettir. Böyle bir
delil ile istenen fiile fard (farz), zannî bir delil ile istenen fiile de vâcib
derler.
2) Nedb:
Şâri'in bir şeyi yapma veya yapmama hususunda mükellefi serbest bırakmakla
birlikte onun yapılmasını tercihen taleb etmesidir. Nedbin mükellefin
fiilindeki eseri, yine nedbdir. Taleb olunan fiil de mendûbdur.
3) Tahrîm:
Şâri'in bir şeyin yapılmamasını kesin olarak istemesidir. Tahrî-min mükellefin
fiilindeki eseri, hürmettir. Yapılmaması istenen fiil de haramdır.
4) Kerahet:
Şâri'in bir şeyin tercihan yapılmamasını istemesidir. Kerahetin mükellefin
fiilindeki eseri, yine kerahettir. Terkedilmesi istenen fiü de mekruhtur.
Hanefiler, mekrûh'u tahrîmen ve tenzihen mekruh olmak Üzere iki kısma
ayrılırlar.
5) İbâhet:
Şâri'in mükellefi bir şeyi yapmak veya yapmamak hususunda serbest
bırakmasıdır. îbâhet'in mükellefin fiilindeki eseri, yine ibâhettir. Muhayyer
bırakılan fiil ise mubahtır.
Tarifi daha iyi
anlatabilmek için bazı tabirleri açıklayalım:
1. Allah'ın Hitabı (Şâri'in Hitabı):[8]
Allah'ın hitâb'mdan
maksad, Allah'ın kelâmıdır. Hiç şüphesiz Kur'ân, Allah'ın kelâmı ve hitabıdır.
Sünnet, İcmâ ve diğer şer'î deliller ise Allah'ın dolaylı kelâmıdır. Çünkü bu
delillerin hepsi, Allah'ın hitabını izhâr edip şer'î hükmü açıklamaktadır.
Burada ifade edelim
ki, usûl âlimleri, mükellefin fiillerinden başka konulara ilişkin Allah'ın
hitablarma hüküm adı vermezler. Mesela, usûlcülere göre Allah'ın kendi zat ve
sıfatlariyle, yaratılışla, kıssalarla, cansızlarla ilgili hitablarma hüküm adı
verilmez.
2.
Mükellefin fiili: Hüküm mükellefin fiillerine tealluk eder, eşyaya, maddelere
tealluk etmez. Bu sebeple "bu fiil vaciptir", "şu iş
haramdır" "Şu şey vaciptir" denmez. Ancak mecaz yoluyla bazen
hürmet ve hill'in eşyaya nisbet edildiği görülmektedir. Mesela, "Size,
leş, kan, domuz eti... haram kılındı"[9]
âyetinde hürmet; leş, kan ve domuz etine nisbet edilmiştir. Haddi zatında haram
olan onlar değil, onların satılması, yenilmesi vs.'dir.
3. İktizâ veya Taleb: Bir şeyin yapılmasını veya
yapılmamasını istemektir. Yapılması istenen fiil; farz, vacip veya mendûp olur.
Yapılmaması istenen fiil ise haram veya mekruh olur. Bunlara teklîfî hüküm
denir.
4. Tahyîr:
Bir işin yapılmasını veya yapılmamasını aynı seviyede istemektir. Bu şekilde
yapılması istenen fiile mubah denir. Bunlar da tağlîb kaidesine göre teklîfî
hükme dahildir.
5. Vaz': Bir
şeyi, başka bir şeyin sebebi, illeti, şartı, rüknü, mânî'i alâmeti kılmaktır.
Bunlara vaz'î hükümler denir.
Hükümler, teklîfîhüküm
ve vaz'î hüküm olmak üzere iki kısma ayrılır. Şimdi bunları ayrı ayrı izah
etmeden önce hükümleri bir şema halinde gösterelim.
HÜKÜMLER[10]
TEKLÎFl HÜKÜMLER VAZ'Î
HÜKÜMLER
Fiilin Eseri Olan
Hükümler(Mülkiyetgibi)
Dini(Uhrevi)Hükümler
1.Azimet
2.Ruhsat
1. Farz (Farziyyet)
2. Vâcib
(Vücûb)
3. Mendûb
(Nedb)
4. Mubah (ibâhet)
5. Mekruh
(Kerahet)
6. Haram (Hürmet)
1. Rükün
(Rükniyyei)
2. Şart (Şartiyyet)
3. İllet
(İlliyet)
4. Sebeb
(Sebebiyyet)
5. Manî
(Mâniiyyet)
6. Alâmet (Alemiyyet)
Fiilin
Vasfı olan Hükümler
Hukukî (dünyevî) Hükümler
1. Sahîh
(sıhhat)
2. Fesâd
(fesâd)
3. Bâtıl
(butlan)
4.
Mun'akid(in'îkâd)
5. Nâfız(Nefâz)
6. Lâzım
(Lüzum)
Teklifi hüküm,
mükellefin fiillerine taalluk eden hitapların birer eseridir. Bu hükümler
bir işin yapılmasını
veya yapılmamasını taleb
etmeyi veya iki şey arasında yapıp yapmamada muhayyer kılmayı
gerektirir. Bu çeşit, hükümlere, kendilerinde insana yüklenen külfetler
bulunduğundan dolayı, teklifi hüküm denilmiştir. Bir işin yapılıp yapılmamasının
istenilmesinde bir külfet bulunmayabilir. Ancak mubah hükümler, ıstılah veya
müsamaha itibariyle ve tağlîb kaidesine göre teklifi hükümlerden sayılmıştır.
Teklifi hüküm, iki
kısma ayrılır: [11]
1. Mükellefin Fiillerinin Eseri Olan Hükümler.
2. Mükellefin Fiillerinin Sıfatı (Vasfı) Olan
Hükümler.
Mükellef dünyevî
maksadla bir iş yapar. Yaptığı işin bir neticesi olur. Mesela, bir alım-satım
akdi yapılınca, müşteri, malın, bayi de semenin mâliki olur. Yani alıcının
satın aldığı malın mülkiyeti kendisine intikal etmiş olur. İşte mülkiyet
*satım akdinin bir eseridir. Çünkü satım akdi mükellefin bir fiilidir. Bu fiilin
eseri de satanın semene, alanın da satılan şeye mâlik olmasıdır.
İslâm Hukukunda bey',
icâre gibi akitlere "şer'î tasarruflar" denir. İslâm'ın bu
tasarruflara mahsus ve ait kıldığı neticelere de şer'î ihtisaslar " adı
verilir.[12] Mesela, satış, şer'î bir
tasarruf, bunun neticesi "mülkiyet" ise bir "şer'î ihtisasadır.
Yine icâre, şer'î tasarruf, "menfaat mülkiyeti" ise bir
"şer'îihtisas''tır. Dikkat edilirse, bu şer'î ihtisaslar bazı
tasarruflarımızın neticeleri ve bizim dünyevî fayda ve maks-iüarımızdır.
Bir mükellef, namaz
kılar, oruç tutar, alış-veriş yapar, zekât verir ve kiralar ve bunlara benzer
bir takım işler yapar. Bu fiillerin her birinin bir sıfatı (vasfı) bulunur.
Meselâ, namaz bir fiildir, bu fiilin sıfatı (vasfı) farziyettir. Oruç bir fiildir,
bu fiilin sıfatı (vasfı), farziyettir. Alış-veriş bir fiildir, bunun sıfatı
(vasfı), sıhhat, butlan, fesâd vs.'den biridir.
Kişinin bu türlü
fiillerinin bir maksadı vardır. Bu maksad ya dünyevîdir,: ya da uhrevîdir. Bu
bakımdan bu kısma dahil olan fiillerin hükümlerini İki kısma ayırıyoruz238:
1. Dünyevî Hükümler.
2. Uhrevî Hükümler.
İnsan bir takım
fiillerini dünyevî maksat ve gayelerle yapar. Şöyle ki, ibadetlerde dünyevî
maksad, bunları emredildikleri şekilde yapmak ve borçtan kurtulmaktır.
Muâmelâtda da dünyevî maksat, ihtisâsât-ı şer'î'dir. Yani akitlere ve fesihlere
terettüp eden fayda ve garazlardan ibarettir. Dünyevî maksad ve gaye
gözetilerek yapılan fiillerin hükümleri şunlardır: 1. Sıhhat, 2. Butlan, 3. Fesâd, 4. İn'ikâd, 5. Ademü
İn'ikâd, 6. Nefâz, 7. Ademü Nefâz, 8. Lüzum. 9. Ademü
lüzum.[13]
Mükellefin fiilleri,
bu hükümler bakımından şu vasıflarla anılırlar: Sahîh, Bâtıl, Fâsid, Mun'akid,
Gayrü Mün'akid, Lâzım, Gayrü Lâzım, Nâfız, Gayrü Nâfız. Bunları kısaca izah
edelim:
a. Sahîh:
Hukukun aradığı vasıf, şart ve rükünlerin bütünü kendisinde bulunan bir
fiildir. Bu şekildeki bir fiilin, mükellefi dünyevî maksadına ulaştırıcı olması
haline de sıhhat denir. Bu şekildeki bir fiiliyle mükellef maksadına ulaşmış
olur. Şu halde Şâri'in bildirdiği esaslara uygun olarak yapılan bir ibâdet, bir
akit, bir hukuki muamele, sahîh olarak işlem görür.
b. Bâtıl:
Hukukun aradığı vasıf, şart ve rükünlerin tamamı veya bir kısmı kendisinde
bulunmayan fiile bâtıl, bu şekildeki fiilin, mükellefi maksadına ulaştırıcı
olmaması haline de butlan denir. Bu şekilde yapılan bir ibâdet, bir akid, bir
tasarruf, bâtıldır ve hükümsüzdür.
c. Fâsid: Hukukun aradığı şartlar kendisinde
bulunduğu hâlde kendisinde aranılan vasıflar bulunmayan fiile fâsid, bu
şekildeki bir fiilin durumuna da fesâd denir.
Bu üç kısım hem
ibâdet, hem de muâmelât'da muteberdir. Nikâh ve ibâdette bâtıl ile fâsid eş
anlamlıdır. Mesela, abdestsiz kılınan bir namaza bâtıl denildiği gibi fâsid de
denir. Aynı şekilde şâhidsiz olan nikâha bâtıl dendiği gibi fâsid de denir.
Fakat muamelâtta bâtıl ile fâsid'in farkı vardır. Bâtıl aslen ve vasfen meşru
olmayan bir fiildir. Halbuki fâsid, aslen meşru olup vasfen meşru olmayan bir
fiildir.
Muamelâtta sıhhat,
butlan ve fesâd'dan başka aşağıda izah edeceğimiz hükümler de bulunmaktadır:
4. Mün'akid
ve Gayrü Mün'akid: Bir işin, bir akdin, ilgili bulunduğu şeyde eser ve netice
meydana gelecek şekilde vuku bulmasına, in'ikâd, ilgili bulunduğu fiile de mün'akid
denir. Bir fiilin, bir akdin, ilgili bulunduğu şeyde şer'î bir eksiklik
sebebiyle netice ve eser meydana gelmeyecek şekilde vuku bulmasına ademü
in'ikâd, ilgili bulunduğu fiile de gayrü mün'akid denir. Mesela icâb ve kabul
akdin rükünlerini meydana getirir. Şayet bunlar, şer'in aradığı şartlara uygun
bir şekilde birbirine bağlanırsa, o akidden beklenen netice meydana gelir. O
akid, bey akdi ise, satan semene, alan da malın mülkiyetine sahip olur. Böyle
bir bey'e mün'akid bey denir. Şayet icab ve kabul şer'in aradığı şartlara uygun
olmayacak bir şekilde birbirine bağlanmışsa, o akidden bir netice meydana
gelmez. Ona da gayrü mün'akid bey denir.
d. Nâfız ve
Gayrü Nâfız: Bir iş bir tasarruf, mükellefi maksadına derhal ulaştırıyorsa,
yani netice hemen meydana geliyorsa bu fiil ve tasarruf, nâfız, bu durumu da
nefâzdır. Bir fiil, mükellefi derhal maksadına ulaştirmıyorsa, o fiil gayrü
nâfız, bu durumu da ademü nefâz'dır. Mesela bir kimsenin kendi malım şer'in
aradığı şartlara uygun bir şekilde satarsa, o şahıs maksadına derhal ulaşır. Bu
bey' nâfız bir beydir. Fakat bir başkasının hakkının bulunduğu bir malın satış
muamelesi, gayrü nafizdir. Mal sahibinin iznine bağlı (mevkûf)dır. Buna nâfız
olmayan bey denir. Bu bey akdi, sahibi izin verirse, nâfız, vermezse münfesih
olur.
e. Lâzım ve Gayrü
Lâzım: Bir fiil ve tasarrufun, tarafların hep birden razı olmadıkça
bozamayacakları bir şekilde vâkî olmasına lüzum, böyle tasarrufa da lâzım
denir. Tasarrufun akdi yapanlardan birisi tarafından bozulabilecek bir şekilde
vâkî olmasına ademü lüzum, böyle tasarrufa da gayrü lâzım denir. Birinciye
misal, muhayyerlik bulunmamak üzere yapılan bir satış, ikinciye de bu
muhayyerlik bulunarak yapılan satıştır. Alan şahıs, aldığı malda bir kusur bulursa,
o akdi bozabilir. O halde bu satış muamelesi, gayrü lâzım'dır.
Bunlar, dünyevî
hükümlerin aksine, kendilerinde, uhrevî gaye ve maksad-lar bulunan hükümlerdir.
Uhrevî maksad gözetilerek yapılan fiillerin hükümleri şunlardır: 1. Vücûb, 2.
Nedb, 3. Hürmet, 4. Kerahet, 5. îbâhet. Bunlara ahkâm-ı hamse (beş hüküm)
denir. Mükellefin fiilleri, bu hükümler bakımından şu vasıflarla anılır: 1.
Vâcib, 2. Mendûb, 3. Haram, 4. Mekruh, 5. Mubah. Dünyevî hükümler, Fıkıh
ilminde detaylarıyla incelenir. Uhrevî hükümler de Fıkıh ilminde incelenmekle
beraber, en geniş şekliyle Fıkıh Usûlü ilminde tetkike tabi tutulurlar. Zaten
teklifi hükümler denince, uhrevî hükümler akla gelir. Biz dini -hükümleri
ayrıca izah edeceğiz. Uhrevi hükümler azîmet ve ruhsat adıyla ayrıca iki kısma
ayrılır. Yukarıda dini hükümlerin vâcib (farz dahil), mendûb (sünnet,
müstehab), haram, mekruh ve mubah olmak üzere beş kısma ayrıldığını görmüş-,
tük. Şimdi bunları ayrı ayrı izah edelim.
Vâcib, Cumhur
fakîhlere göre farz ile aynı manadadır. Hanefîler ise vâcib ile farzı aynı
manada kabul etmezler. Cumhura göre farz anlamında olan vâcib, şer'an yapılması
kesin olarak isvenen fiil olup onu terk eden günah işlemiş olur.
Hanefîler farzı vâcib
ile eş anlamda görmezler, fakat sözlük bakımından aynı anlama geldiğini kabul
ederler. Hanefîler, farz ile vâcib'in kesin olarak yapılması gerektiğinde
Cumhur fukaha ile birleşirler. Ancak Hanefilere göre farz, kat'î bir delil ile,
vâcib de zannî bir delil ile sabit olmuştur. Böyle bir ayrımın neticesi şudur:
Vâcib'in kesinliği, farzın kesinliğinden daha azdır. Dolayısıyle şer'î bir işde
farz terkedilirse, bu iş bâtıl olur. Mesela Arafatta vakfe yapmayan kimsenin
haccı bâtıl olur. Çünkü vakfe farzdır. Bir kimse Safa ile Merve arasında sa'~
y'ı terk ederse, haccı bâtıl olmaz. Çünkü sa'y vacip olup ifası gerektiği kat'î
bir delil ile sabit olmamıştır. Hanefilere göre farz ile vâcib arasındaki
ayırımın başka bir sonucu da şudur: Farzı inkâr eden kâfir olur, vacibi inkâr
eden kâfir olmaz. Mesela, namaz ve zekâtı inkâr eden kâfir olur. Çünkü bu
durumda o kat'î delil ile sabit olmuş bir emri inkâr etmiştir. Fakat zannî bir
delil ile sabit olan bir emri (vacibi) inkâr eden kâfir olmaz.
Hanefîler, vâcib ile
amel etmeyi zârûrî görürler ve buna "amelî farz" adını verirler.[14] Şu
halde farz onlara göre iki kısma ayrılır:
1. İ'tikadî ve amelî farz: Bu kat'î bir delil
ile sabit olan farzdır.
2. Amelî farz: Bu da zannî bir delil ile sabit
olan farzdır. Zannî bir delil
ile sabit olan bir
şey, amel bakımından kesinlik ifade eder, i'tikad bakımından kesinlik ifade
etmez.
Hanefî mezhebinde farz
ile vacibin farklı etkilerini Fürû'da da görmek mümkündür. Mesela, Fatiha
okunmazsa, Hanefilere göre namaz bâtıl olmaz. Şâfiîlere göre bâtıl olur. Çünkü
Şâfiîler, namazda fâtiha'nın okunmasını farz anlamında vâcib görürler. Halbuki
Hanefîler bunu amelî farz yani vâcib kabul ederler.
1. Vücûb
hükmü, emir siygasından çıkarılır. Çünkü emir siygası genellikle vücûb hükmü
ifade eder. Mesela, "namazı dosdoğru kılınız"[15] âyetinden namazın farz (vacip) olduğu hükmü
çıkarılır.
2. Vücûb
hükmü; "farz oldu" "vacip oldu", "emrolundu",
"emrediyor", "yazıldı" gibi, mahiyetleri icabı vücûb hükmü
ifade eden bir kelimenin ve bu kelimelerin müştaklarının kullanılmasından
çıkarılır. Meselâ, "Oruç sizden Öncekilere yazıldığı gibi, size de yazıldı
(farz kılındı)[16], âyetinden orucun farz
olunduğu hükmü çıkarılır. "Şüphesiz Allah, adaleti iyiliği, akrabaya
(ihtiyaç duydukları şeyleri) vermeyi emreder"[17]
âyetinden adaletli hüküm vermenin, iyilik yapmanın, muhtaç akrabaya yardım
yapmanın farz olduğu anlaşılır.
Bazen, vasiyyet
kelimesi de vücûb ifade eder. Mesela, "Allah, çocuklarınız hakkında,
erkeğe, iki kızın hissesi kadar vasiyyet eder"[18] âyetindeki
"vasiyet eder" fiili "emreder" anlamında kullanılmıştır.
3.
Kendilerinden ihbar değil emir kasdedilen bazı haber cümleleri de vücûb ifade
eder.[19]
Meselâ, "sizden ölenlerin geride bıraktıkları kanlar, kendi kendilerine
dört ay on gün beklerler"[20]
âyetindeki, "beklerler" fiili
"beklesinler" manasında kullanılmıştır. Yine "Boşanmış
kadınlar kendi kendilerine üç kur' beklerler"[21] âyetindeki
"beklerler" fiili "beklesinler" manasında kullanılmıştır.
"Anneler çocuklarını iki bütün yıl emziririer, (Bu hüküm) emmeyi tamam
yaptırmak isteyenler içindir"[22] âyetindeki
"emziririer" fiili, emzirsinler manasına kullanılmıştır.
4. Bir işin
bütün insanlara veya belirli bir zümreye yüklendiğini haber veren nasslar da
vücûb ifade ederler. Mesela, "ona gücü yetenlerin Beyti hacc etmeleri,
Allah 'm insanlar üzerinde bir hakkıdır"[23] âyetinden
haccın zenginlere farz olduğu hükmü çıkarılır. "Onların (annelerin) örf ve
âdete göre yiyeceği, giyeceği, çocuğu kendisinin olan (babaya)'a aittir"[24] âyetinden
karının nafakasının kocanın vermesinin vacip -olduğu hükmü çıkarılır.
"Artık içinizden kim hasta olur, yahud başkasından bir eziyeti bulunursa,
ona oruçtan ya sadakadan yahut da kurbandan biri ile fidye (vâcib olur)"[25]
"Eğer (borçlu) darlık içinde bulunuyorsa, ona geniş bir zamana kadar
mühlet (verin)"[26]
"...Onun (yeminin) kef-fareti, on fakiri doyurmaktır"[27]
âyetlerinden vücûb hükmü çıkarılır.
5. Bir fiili
yapana güzel bir karşılık ve sevab verileceğini ifade eden nasslar da vücub
ifade eder. Mesela "Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, (Allah) onu
cennetlere koyar"[28],
"Allah ve Peygamberlerine iman edenler yok mu, işte onlar sıddık
olanlardır"[29]. İşte bu ayetler, Allah
ve Peygamberine itaat etmenin vacip olduğunu göstermektedir.
Vacib iki şekilde ifa
edilir: 1. Eda, 2. Kaza.
Vâcib olan şeyin,
aynını yerine getirmeğe yani müstehakkına tesîim etmeğe edâ denir. Bu da üç
kısma ayrılır:
1. Kâmil
Edâ: Bu vâcib olan şeyin aynını bütün şart ve vasıflanyle birlikte yerine
getirmek suretiyle olan edadır. Farz olan bir namazı, zamanında bütün erkan ve
adâbiyle cemaatle kılmak gibi. Gasbedilen bir malı olduğu gibi sahibine geri
vermek de böyle bir edâ şeklidir.
2. Kasır Edâ: Bu, vâcib olan şeyin aynını
vasıflardan bazıları noksan olmak üzere yerine getirmek suretiyle olan edadır.
Farz olan bir namazı, cemaat-siz kılmak, gasb edilen bir malı ayıplı oîarak
sahibine geri vermek, satılan bir malı ayıplı olarak müşteriye teslim etmek
gibi.
3. Kazaya
benzer Edâ: Bu da bir bakıma kaza gibi kabul edilen bir edâ şeklidir. Bir
kişinin başkasına ait bir malı mehir olarak göstererek bir kadınla
ni-kâhlandığım ve o malı sonradan satın alarak nikâhlandiğı kadına teslim
ettiğini düşünelim. Bu, mehir olarak gösterilen malın, menir olarak aynen
teslim olunduğu cihetinden edâ olmuş olur. Fakat satış sebebiyle malın
mülkiyeti, satıcıdan alıcıya geçmiştir. Mülkiyetin değişmesi, malın değişmesi
mesabesindedir. Bu bakımdan da sanki kadına o malın aynım değil, mislini vermiş
olur. Bu yönüyle de bu edâ, kazaya benziyor.
Bu, vacib olan şeyin
aynını değil mislini ifa etmek suretiyle ve üç şekilde olur:
a. Misl-i Ma'kûl-i Kâmil: Bu çeşit kazada,
misliyattan bir şeyin ödenmesi gerektiği halde, telef olması yüzünden veya
başka bir sebeple aynen iade olunamayan şeyin tazmini söz konusudur. Gasb
edilen bir miktar buğdayın yerine, o miktar kadar başka buğday vermek gibi.
Aynı şekilde vaktinde edâ edilemeyen farz bir namazın sonradan kaza edilmesi
de böyledir.
b. Misl-i Ma'kûl-i Kasır: İfa edilecek şeyin
kendisinin veya onun mislinin ifası mümkün olamaması halinde, o şeyin kıymeti
tazmin edilir. Misliyattan olan gasbedilmiş bir malın çarşı pazarda kalmaması
sebebiyle kıymetinin ödenmesi gibi.
Bu kazada ifa konusu
olan şey yerine değeri, denkliği düşünülmeksizin başka bir şey verilerek vâcib
yerine getirilmiş olur. Kasden öldürülen bir insanın nefsine veya yaralanan bir
organına karşılık diyet verilmesi gibi. Hiç şüphesiz nefis veya organ ile diyet
arasında aklın anlayabileceği bir benzerlik yoktur.
Bu da bir bakımdan edâ
gibi kabul edilen bir kaza çeşididir. Bir şahsın evlenirken başkasının malûm
olmayan bir evini mehir olarak vereceğini kabul edelim. O şahsa orta halli bir
evi veya onun kıymetini
nikahladığı kadına
vermek vacib olur. tşte evin kıymetini vermek edaya benzer bir kazadır.
Vâcib (farz) bir kaç
yönden kısımlara ayrılır şimdi onları ayrı ayrı izah edelim.
Vâcib, vakitle kayıtlı
olup olmama yönünden iki kısma ayrılır:
1. Vakte bağlı olmayan vâcib.
2. Vakte bağlı olan vâcib.
Edası belli bir vakte
bağlı olmayan vacibi geriye bırakan kınanmaz. Mesela, özründen ötürü orucunu
kazaya bırakan kimse, bu orucu istediği zaman tutabilir. Bu görüş Ebû
Hanîfe'ye aittir. İmâm Şafiî'ye göre aynı yıl içinde orucun kaza edilmesi
gerekir. İmam Muhammed'e göre hacc ibadetinin derhal yapılması farz değildir,
terâhî olarak farzdır. Ebû Yusuf'a göre ise hacc'ın derhal yapılması (fevrî)
farzdır. Şunu da ifade edelim ki, hacc aylarında yapılması, bazı rükünlerin
belli günlerde edası gibi vakte bağlı cihetleri vardır. (Fıkıh ilminde bir
ibadetin farz (vâcib) olur olmaz, ilk vaktinde yapılma mecburiyetine
"fevrî" o ibâdetin istenildiği vakitte yapılma serbestliğine ise
"terâhî" adı verilir.)
Yemin keffâretinin
ifası da belli bir vakitle mukayyed değildir. Zekât ödenmesi yönünden vakte
bağlı değildir. Ne zaman ödenirse eda ismiyle ödenir. Ancak bu tür vacibleri,
bekletilmeksizin yerine getirmek daha faziletli ve sevabdu.
Bunlar, belli bir
zaman eda edilmesi gereken vâciblerdir. Beş vakit kıldığımız namazların belli
vakitleri vardır. Ramazan ay'ı girince oruç vâcib olur. Vakte Bağh Vâcibler, üç
kısma ayrılır:
1. Geniş
Vakitli Vâcibler, (Müvessâ'), 2. Dar
Vakitli Vâcibler (Madîk), 3. Bir
Yönüyle Dar, Diğer Yönüyle Geniş Vakitli Vâcibler (zû şibheyn)
Vakit aynı cinsten
başka bir ibadetin eda edilmesine müsait olursa, bu vakitte edası gereken
vacibe geniş vakitli (müvessâ') vâcib denir. İşte beş vakit farz namaz
böyledir. Mesela öğle namazı vaktinde hem öğle namazı, hem de kazaya kalan
başka namazlar kılmabilir. Bu vakitlerde hangi ibâdet yapılacaksa, onu tayin
etmek için niyet gerekir. Bu zamanda niyet edilmeden ifa edilirse ibadet
makbul değildir.
Dar vakitli vacibe
gelince, bunun vaktinde başka bir vacib, eda edilemez. Hanefîler buna mi'yar da
derler. Mesela Ramazan ay'ı böyledir. Bu ayda başka bir oruç tutulamaz. Bunun
içindir ki, Hanefîle-re göre bir kimse Ramazan'da nafile bir oruca niyyet etse,
bu-yine Ramazan orucundan sayılır.
Bir yönüyle dar, diğer
yönüyle geniş vakitli vacibe gelince, bunun en güzel örneğini hacc ibadeti
teşkjl eder. Buna vakt-i meşkûk ve vakt-i müşkil de denir. Hac vakti gibi ki
bir sene ancak bir hacca müsait olduğu yönüyle dai vakitli vacibe, bir senenin
sadece bazı aylarında haccin rükünleri yapılıp tamamında yapılmadığı yönüyle de
geniş vakitli vacibe benziyor. Bu bakımdan mutlak hacca niyet etmiş bir kişi,
haccı eda etmiş olur. Ancak nafile haccı kasdederse zarfa benzediğinden nafile
hacca niyet etmiş olur.
Gerek dar vakitli
vâcibler, gerekse geniş vakitli vâciblerin, kendilerine tayin edilen vakitlerde
ifa (eda) olunması gerekir. Meşru bir mazereti olmadığı halde böyle bir vacibi
geriye bırakan mükellef günahkâr olur. Zamanında eda olunmayan bir ibadet,
sonradan kaza edilir. Bir vacib, mukayyed vaktinde, tam olarak ifa olunamazsa,
o vakitte tekrar edilirse, o fiile iade adı verilir. Bir yönüyle dar, diğer
yönüyle geniş vakitli vâcibler, ne zaman ifa edilirse edilsin eda sayılır. Bu
yönüyle bunlar, vakte bağlı olmayan vaciblere benzerler.
Vâcib, matlûbun
(yapılması istenenin) belirtilmesi yönünden iki kısma ayrılır:
1. Muayyen
vâcib, 2. Muhayyer vâcib.
Muayyen vâcibde
yapılması istenen şey, tekdir. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek
böyledir. Muhayyer vâcib de ise matlûb belli bir şey değil, iki veya üç şeyden
birisidir. Buna seçimli borç diyebiliriz. Yemin keffâreti buna misal olarak
verilebilir. Mükellef, yemin keffâretinde ya bir köle azad edecek, ya on kişiyi
doyuracak veya giydirecek, bunlara gücü yetmezse üç gün oruç tutacaktır.
Bunlardan birini yerine getirince vacibi eda etmiş olur. Bunlardan hiçbirini
yapmayan ise günahkâr olur ve vâcib eda etmemiş olur.
Bu bakımdan vâcib iki
kısma ayrılır:
1. Miktarı ve sınırı
belli vâcib, 2. Miktarı ve sınırı belli olmayan vâcib.
Birincisi için bütün
farz namazları, zekât, fıtır sadakası misal olabilir. İkincisine yakınların
nafakası misal olabilir. Yani nafaka hâkim tarafından tesbit ve takdir
edilmedikçe miktarı belli olmayan bir vâcibdir.
Vâcib bu yönden de iki
kısma ayrılır:
1. Aynî
vâcib, 2. Kifâî vâcib.
Birincisi
mükelleflerin her birine ayrı ayrı tevcih edilmiş ve yapılmış gerekli bir
emirdir. Namaz, oruç, zekât bunlara misal olarak verilebilir. Kifâî vâcib ise
bir cemaat tarafından yapılması istenilen bir emirdir. Cemaatten bir kısmı bunu
yerine getirmezse hepsi günahkâr olur. Allah yolunda cihad, emr-i bi'1-ma'ruf
ve nehy-i ani'l-münker, cenaze namazı, müslümanlar arasında bir halife seçme
gibi vâcibler böyledir.
Mendûb, Şâri'in kesin
olmayarak yapılmasını istediği iştir, veya failine yaptığı zaman mükâfat
verilen, terk edildiği zaman ceza gerekmeyen şeydir,
Mendûb'a nafile,
sünnet, tatavvu, müstehab, fazilet, ihsan adları da verilmiştir. Hanefîler, bu
tabirlerin farklı tabirler olduğunu söylemişlerdir.[30] Bu
tabirlerden sünnet ile müstehab hakkında biraz sonra ayrıca bilgi
verilecektir.
Mendubun derecelerini
şöyle sıralayabiliriz:
1. Sünnet-i Müekkede: Bunlar, Peygamber (s.a.s.)'in,
devam ettirdiği, fakat edası farz ve vacib olmadığına işaret buyurduğu
sünnetlerdir. Sabah, akşam, öğle vakitlerinin sünnetleri gibi. Böyle sünnetleri
terk edenler, ceza görmezler, fakat kınanırlar. Çünkü Peygamber (s.a.s.)'e
ittiba etmemiş sayılırlar.
2. Sünnet-İ
Gayr-ı müekkede: Bunlar, Peygamber (s.a.s.)'in kesintili olarak devam ettirdiği
sünnetleridir. İkindi, yatsı namazlarından önce kılman sünnetler böyledir.
Peygamberimiz bu sünnetleri bazen terk etmiştir.
3. Peygamber
(s.a.s.)'imizin bir kısım işleri daha vardır ki, onlar da men-dûp içerisinde
mütalaa olunur. Peygamber (s.a.s.)'in giyimi gibi.
Burada mendubla ilgili
iki önemli hususu zikredelim:
1. Peygamber
(s.a.s.)'den sünnet olarak gelen her mendûb, vacibin ikmâli ve korunması için
yardımcıdır. Vâcibleri devamlı ifa edenler, sünnetleri de ifa ederler. Vâcibleri
ihmal edenler, sünnetleri de ihmal ederler. Şu halde, mendûb, vacibe bir
hazırlık gibi telakki edilir ve vacibi mükellefin kolayca eda etmesini sağlaf.
2. Mendûb tek tek değil, kül olarak yapılması
gereken bir sünnettir ve bu yönüyle vâcib mertebesindedir. Şöyle ki, Sünnet-i
müekkedeyi insan bazan terk edebilir. Fakat insanlar cemaat halinde onları
toptan terk edemezler. Mesela ezanı devamlı olarak terk etmek caiz değildir.
Bir memleketin insanları ezanı tamamen bir akmışlar sa, onlara bunu zorla okutmak
gerekir. İlim tahsili, evlenme, cihad gibi hususlar şahıslar itibariyle
menduptur, fakat toplum itibariyle vâcib mesabesindedir.
Hanefî Hukukçularının
Istılahında:
Sünnet, dinde farz ve
vâcib olmaksızın yapılması istenen bir fiil ve harekettir. Buna mesnûn ve
sünnet-i müekkede de denir. Sünnet-i gayr-i müekkede-ye de müstehab ve mendup
isimleri verilir. Usûlcüler, sünneti, sünnetü'I-hüdâ ve sünnetü'l-zevâid olmak
üzere iki kısma ayrılırlar. Sünnet'1-hüdâ: ibadet kabilinden olup devamlı
olarak yapılan işlerdir. Bunu terk eden kınanır. Cemaatle namaz, ezan, kamet,
öğle, akşam namazlarının sünneti gibi.
Sünnetü'z-zevâid: Âdet
kabilinden yapılan işlerdir. Bunu terk eden kınanmaz. Yeme, içme, uyku, giyim
gibi.
Hanefîlerin Istılahında
Müstehab: .
Yapılması tercih
edilmekle birlikte terki hakkında men' bulunmayan ve dinde daima yapılmayan bir
fiil ve harekettir. Buna mendûb, âdâb, tatavvu, sünnet-i gayr-i müekkede de
denir. Mesela, nafile namaz kılmak, sadaka vermek, ihsanda bulunmak gibi. Bunu
yapan sevab kazanır. Terkeden günahkâr olmaz. Fakat nafile bir ibadete başlamak
ile o nafilenin tamamlanması gerekir.
1. Emir
siygasiyle mecburiyet değil de nedbin kasdedildiğini gösteren karinenin
mevcudiyeti, fiili yapmanın mendûb olduğuna delâlet eder. Meselâ, "Ey iman
edenler, tayin edilmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu
yazın"[31] âyetindeki emir siygası,
âyetin siyakındaki "eğer birbirinize emin olursanız kendisine inanılan
adam (borçlu) emanetini tamamen ödesin"[32]
karînesiyle mecburiyet manasına delâlet etmemektedir. Bu âyetten, veresiye
alışverişlerin yazı ile tevsîk edilmesinin mendûb olduğu hükmü çıkarılmaktadır.
"...Eğer onlarda
(köle ve cariyelerde) bir hayır bekliyorsanız, (onları) mu-kâtebe yapın"[33]
âyeti, "mâlik, mülkündeki tasarrufunda hürdür" şer'î kaide karinesine
göre mükâtebenin vücûbuna delâlet etmemektedir.
2. "Mendûp oldu",
"mendûbdur" gibi ifadeler de bir fiilin mendûp oldu-.ğunu gösterir.
Haram Şâri'in
yapılmamasını kesin olarak istediği şeydir. Buna muharrem ve mahzur da denir.
Fakîhlerin cumhuruna göre ister kat'î, isterse zannî delille olsun bir şeyin
yapılmaması muhatabdan istenirse o haram olur. Hanefîler ise haramın sabit
olması için kat'î bir delile dayanmasını şart koşarlar. Haramlığı zannî bir
delil ile, sabit olan bir şeye tahrîmen mekruh adını verirler. Murdar eti
yemek, içki içmek, zina etmek, adam öldürmek, zulmetmek ve benzeri fiiller
haramdır.
Bir şeyin haram
kılınmasının esası, o şeyin açıkça zararlı olmasıdır. Şârî\ neyi haram
kıldıysa, mutlaka onun zararlı bir yönü vardır, neyi de mübâh kü-dıysa, onun
faydalı bir yönü vardır. Haram ya bizatihi kendisindeki fenalık sebebiyle
haramdır veya başka bir sebeble haramdır.
Şu halde haram iki
çeşittir:
1. Haram liaynihi (Bizzat kendisinden dolayı
haram),
2. Haram ligayrihi: (Başkası dolayısıyle haram).
Bizatihi kendisinden dolayı haram: Murdar eti yemek, içki içmek, zina etmek,
adam öldürmek vs. gibi.
Başkası dolayısıyle
haram: Bir yabancının bir kadının avret yerine bakması haramdır. Çünkü bu,
zinaya sebeb olmaktadır. Faizli satışlar haramdır. Çünkü faiz bizzat haramdır.
Başkasının ekmeğini çalarak yemek haramdır. Haramhk, ekmeğin bizzat kendisinden
ileri gelmiyor. Başkasının hakkı olduğundan ileri geliyor. Gasbedilmiş bir
toprak üzerinde namaz kılmak, cuma namazı için ezan okunurken alış veriş de
böyledir. Aslında ne alış-veriş ne de namaz kılmak haramdır,
Haram liaynihi ile
haram ligayrihi arasında iki fark vardır:
1. Haram liaynihi olan şey, akitle ilgisi
olursa, bu akit bâtıl olur. Mesela murdar eti, şarap ve domuz etinin alım
satımı için yapılan akitler bâtıldır.
Haram ligayrihi olan
bir şey akitle ilgili olursa bu bâtıl olmaz. Mesela cuma namazı vaktinde
yapılan bir akit sahihtir. Aynı şekilde gasbedilmiş bir toprak üzerinde kılınan
namaz sahîhtir. Sadece haram ligayrihi olan bir şeyi yapınca, insan günahkâr
olmuş olur.
2. Haram
liaynihi, zaruret bulunmadıkça mubah olmaz. Mesela şarap içmek haramdır, ölüm
tehlikesi bulunmadıkça mübâh olmaz. Haram ligayrihi ise ihtiyaç halinde mubah
olur. Mesela bir kadının avret yerine bakmak haramdır, tedavi için ihtiyaç
varsa, caiz olur. Ancak bazı haramlar vardır ki onlar hiç bir zaman mubah olmaz.
Adam öldürmek, zina etmek gibi.
1. Hürmet
hükmü, nehiy siygasından çıkarılır. Çünkü nehiy siygası, genellikle tahrîm
ifade eder. Mesela, "kendinizi tehlikeye atmayınız"[34] âyetinden
nefsi tehlikeye atmanın haram olduğu hükmü çıkarılır.
"Zinayayaklaşmayın"[35],
âyetinden zinaya yaklaşmanın haram olduğu hükmü çıkarılır.
2.
Kendilerinden nehiy kasdedilen haber cümleleri de tahrîmi gerektirir. "Mümin olan kimse,
başkasına lanet etmez",
"hakim gadabh olduğu halde hükmedemez" hadislerinde
"lanet etmez" lanet etmesin, "hükmedemez" sözü hükmetmesin
anlamında kullanılmıştır. "Allah,
fehşa, münker ve bağydan nehyeder"[36]
âyetinden, fahşa'nın haram olduğu hükmü çıkarılır.
3. Hürmet hükmü, bazen fiilin yapılması halinde
tehditte bulunularak yahut fiili yapmaya ceza verilerek açıklanmış olur.
Mesela, "Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olaiak yiyenler,
karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar, çılgın bir eteşe (cehmneme)
gireceklerdir."[37]
"Kim de Allah 'a
ve Peygamber'e isyan eder ve haddini tecavüz ederse, onu içinde ebediyyen
kalacağı ateşe sokar(koyar)."[38] 'Bir
mümini kasten öldürenin cezası içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir"[39] ayetlerinden
hürmet hükmü çıkarılır.
4. Bazen
hürmet hükmü, hürmet kelimesi gibi yapısı itibariyle haramlık ifade eden, yahut
helâlliğe mâni bir kelimenin kullanmasından çıkarılır. Mesela,('Annelerinizin
nikâhı) size haram kılındı"[40],
"Size meyîe, kan, domuz eti haram kılındı"[41],
"Eğer erkek, kadını üçüncü defa boşarsa, ondan sonra kadın bir başka
erkekle evlenmedikçe helal olmaz"[42],
"Bir müslümanm malı, razı olmadıkça (başka bir kimseye) helâl
değildir" naslanndan hürmet hükmü çıkarılır.
Mekruh, fakîhlerin
çoğunluğuna göre, Şâri'in yapılmasını kesin olmayarak istediği şeydir.
Hanefîlere göre mekruh, Şâri'in zannî bir delille yapılmamasını istediği
şeydir. Hanefîler mekrûh'u iki kısma ayırırlar:
1. Tahrîmen mekruh. Bu İmâm Muhammed'e göre
haram hükmündedir.
2. Tenzîhen mekruh.
Erkeklerin ipekli
elbise giyinmesi, altın yüzük takması tahrîmen mekruhtur. Fakîhlerin
çoğunluğuna göre mekruh işleyen kimse kınanmaz. Hanefîlere göre tahrîmen
mekruhu işleyen kimse kınanır. Onlardan kaçınanlar ise övülür.
Abdest alırken suyu
israf etmek, tenzîhen mekruhtur. Birisi harama yakın mekruh diğeri mübâha
(helâle) yakın mekruhtur.
1. Nehiy
sıygasının harama delâletine mâm, kerahete delâlet ettiğine dair bir karîne
bulunması, fiili yapmanın mekruh olduğunu gösterir. Mesela, "Ey iman
edenler eğer size açıklanırsa ve hükmü kendinize İzhar edilirse, fenanıza
gidecek şeyler (hakkında) soru sormayın. Eğer siz bunları Kur'ân inerken
sorarsanız, size açıklanır. Allah, onları affetmiştir. Allah, çok yarlığayıcıdır.
Cezada da aceleci değildir"[43]
2. Kerahet
hükmü, kerahet gibi yapısı itibariyle kerahet bildiren bir kelime veya üslûbun
kullanılmasından çıkarılır. Mesela, "Allah sizin dedikodu yapmanızı, çok
soru sormanızı ve mal, mülk ziyan etmenizi mekruh kılmıştır"[44]
"Allah'ın en nefret ettiği (buğz) helâl boşamadır."[45]
Mubah, mükellefin
yapıp yapmamada muhayyer olduğu bir şeydir ve kendisine helâl, caiz de denir.
Yeme, içme ve benzeri gibi. Bunun yapılmasında se-vab ve terkedilmesinde kınama
yoktur. İnsan yerine göre oturur, istediği zaman uykuya yatar, dilediği vakit
yemek yer. Ancak bunda sıhhatini muhafaza etmek gerekir. Yaptığı şeyler zararlı
olmayacaktır.
Durumların
değişikliği, hükümlerin de değişikliğini gerektirir. Mesela, haram olmayan
şeylerden yiyip içmek mubahtır. Ancak insan bedenini tehlikeye düşürmeyecek
kadar yemesi, içmesi, farzdır. Mümin için helâl şeylerden de olsa sıhhati
tehlikeye düşürecek kadar yemek ve içmek haramdır. Normal şekilde namaz
kılabilmek, oruç tutabilmek için yemek ve içmek mendûbdur. Kilo alabilmek için
yemek ve içmek mekruhtur. Doyduktan sonra sıhhati telikeye düşürecek derecede
yemek ve içmek haramdır. Cihad yapmak için beslenmek sevabdır.
Mubah olan şeyler iki
kısma ayrılır:
1. Mubah liaynihi,
2. Mubah ligayrihi.
Mahiyeti itibariyle
mubah olan fiil ve hareketlere mubah liaynihi, bir zaruretten ötürü îfasına
izin verilen fiiller de mubah ligayrihi denir. Mesela, şarab içmek haramdır.
Bunun haramlığı mahiyetinden ileri gelmektedir. Bu sebeple şarab içmek haram
liaynihiye dahildir. Fakat lokma boğazında kalıp da boğulmak tehlikesine maruz
kalan bir kimse, yanında bulunan şarabdan başka içecek bir şey bulunmadığında
ondan bir miktar içmesi caizdir. İşte burada şarab içmek zaruretten dolayı
mubah olmuştur.
1. Emir
sîgası, mecburiyet değil de ibâhenin kasdedildiğini gösteren karinenin
mevcudiyeti, fiili yapmanın mubah olduğunu gösterir. Mesela, "ihramdan
çıktığınız zaman (isterseniz) avlanın"[46]
âyeti, hac ihramından çıkıldıktan sonra avlanmanın mubah olduğuna delâlet
etmektedir. "Yiyin, için, fakat israf etmeyiniz: Çünkü Allah israf
edenleri sevmez"[47]
âyeti, yeme içme hususunda ibâha ifade etmektedir.
2. Bir şeyin
helâl olduğunu gösteren kelime ve cümleler de, ibâhe ifade eder. Mesela,
"Bugün size bütün iyi ve temiz (nimetler) helâl kılındı"[48]
3. Bir şeyde
günah, vebal'in bulunmadığını gösteren nasslar, ibâhe ifade eder. Mesela,
"...Fakat kim bunlardan yemeğe mecbur kalırsa, (kimseye) saldırmamak ve
haddi aşmamak şartıyle, onun üzerine bir günah yoktur"[49] "Vefat
id-detinİ bekleyen kadınları nikâhla isteyeceğinizi çıtlatmanızda yahut böyle
bir arzuyu gönüllerinizde saklamanızda üzerinize bir vebal yoktur"[50]
4. Haram
olduğuna dair bir delil bulunmayan her şey mubahtır. Çünkü eşyada asi olan
ibâhedir.
Dini hükümler, azimet
ve ruhsat adiyle ayrıca iki kısma ayrılır.
Azîmet lugatta
kasdetmek, yönelmek, karar vermek gibi manlara gelmektedir. Fıkıh usûlü
ilminde şöyle tarif edilir: "Meşakkat, zaruret gibi arızi bir özre bağlı
olmaksızın baştan konan aslî hükümlerdir". Bu tarife göre azîmet; farz,
vâcib, haram, mekruh, mendûb, mubah gibi bütün teklifî hükümleri içine alır.
Hiç şüphesiz azîmet hükümleri, zaruret, meşakkat gibi arızî hallere bağlı olmaksızın
başlangıçta konmuş ve normal şartlarda bütün mükelleflerin uymakla yükümlü
tutuldukları aslî hükümlerdir. Buna karşılık, zaruret, meşakkat gibi arızi
sebeplere bağlı olarak kullara azîmet hükmünü terk etme imkânını veren ve hafifletilmiş
olarak ikinci defa konmuş hükme de ruhsat denir. Mesela oruç tutmak, bütün
mükelleflere vâcib (farz)'dir ki, bu vücûb hükmü, aslî bir hükümdür, yani
azimettir. Fakat hasta ve yolculara karşılaştıkları güçlük sebebiyle oruç tutmama
kolaylığının tanınması ise ruhsattır. Bu bakımdan azîmet ve ruhsat hükümleri,
teklîfî hükümlerden sayılmıştır.
Bazı usûl âlimleri
azimeti, normal şartlarda aslî hükümlerin uygulanması için, Allah tarafından
konmuş bir "sebep" şeklinde telakki ederek,vaz'î hükümlere dahil
etmişlerdir. Onlara göre ruhsat da Allah'ın bir hükmü hafifletmek için belli
bir vasfı "sebep" olarak koymasından ibaret olup vaz'î bir hükümdür.
Usûl-cülerden bazılarının azîmet ve ruhsatı teklîfî hükümlerden, diğerlerinin
ise vaz'î hükümlerden kabul etmeleri, esasa taalluk eden bir husus olmayıp
tamamen şer'î hükümlere farklı yönlerden bakmalarından kaynaklanmaktadır.
Nitekim bazı usûlcüler, karşılığında ruhsat bulunsun veya bulunmasın bütün aslî
hükümlere azîmet derken, diğer bir kısmı da sadece karşılığında ruhsat bulunan
hükümlere bu adı vermektedirler.
Ruhsat lügatta
kolaylık manasına gelir. Fıkıh usûlü ilminde, meşakkat, zaruret gibi bir özre
bağlı olarak kullara azîmet hükmünü terketme imkânı veren ve hafifletilmiş
olarak sonradan (ikinci defa) konmuş hükme, ruhsat denir.
Ruhsatın sebepleri
çoktur: zaruret ve meşakkatin giderilmesi, kolaylığın getirilmesi ve
benzerleridir. Mesela, normal şartlar altında, murdar eti yemek haramdır. Fakat
açlıktan ötürü ölüm tehlikesine uğrayan bir şahıs'a murdar eti yemek mübâh
olur. Aynı şekilde bir yabancı erkeğin bif yabancı kadının avret yerine bakması
haramdır. Ancak bir doktorun tedavi maksadıyla kadının avret yerine bakması
caizdir.
İslam hukukuna göre
yapılması yasak bir fiilin işlenmesi ve yapılması, vâcib olan bir fiilin de
terkedilmesi suçtur ve günahtır. Ancak ruhsat halinde bu kaide
uygulanmamaktadır. Bu sebeple de ruhsat verilen durumlarda haram bir fiili
işleyen cezalandırılmaz veya vâcib olan bir işi terk eden kınanmaz. Çünkü
ruhsat'ta bazen haram olan bir fiil, mubah hale gelir, bazen de vâcib olan bir
fiilin terk edilmesi caiz hale gelmiş olur. Bu yönden ruhsat, iki kısma
ayrılır:
1) Vapma ruhsatı,
2) Terketme
ruhsatı
Yapma ruhsatı (Haramı
işlemeye izin veren ruhsat): Azîmet, bir fiilin yapılmasını haram kılıyorsa,
ruhsat da o fiilin yapılmasını mubah veya vacib hale getiriyorsa, o ruhsata
yapma ruhsatı denir. Zaruret, meşakkat, güçlük hallerinde haram (memnu) olan şeyler,
mubah hale gelir. Bu ruhsatın çeşitli durumları vardır:
1. Azîmet
hükmü bakî kalmakla birlikte ruhsat hükmü de bulunan durumlar: Bu durumlarda,
insan azîmet veya ruhsata göre amel etmekte serbesttir. Fakat aslî hükmün baki
kalması bakımından azimetle amel etmek, daha faziletli bir iştir ve daha çok
sevap kazandırır. Mesela, Allah'a imanın farz oluşu bir azimettir, onu inkâr
etme de haramdır. Ancak kalben inanması şartiyle, ölüm tehdidi altında bulunan
bir müslümana, diliyle Allah'ı görünüşte inkâr etmesi kolaylığının tanınması
bir ruhsattır. Burada azimete uyarak diliyle de Allah'ı inkâr etmeyip
Öldürülürse şehid olur. Aynı şekilde bir başkasının malını yemek haramdır.
Ancak açlıktan ve susuzluktan dolayı ölüm tehlikesine maruz kalan bir şahsın ölmeyecek
kadar bir başkasının malından yemesi, mubah olur. Başkasının malından yemeyip
açlıktan ölen şahıs, günahkâr olmaz. Çünkü ruhsata değil, azîmet hükmüne göre
amel etmiştir.
2. Azîmet
hükmü sona erip sadece ruhsat hükmü bulunan durumlar: Bu durumlarda insan,
azîmet veya ruhsata göre amel etmekte muhayyer değildir. Bu durumlarda azîmet
hükmü terkedilerek ruhsat hükmüne göre amel edilmesi, vâ-cibdir. Mesela
susuzluktan veya açlıktan ölecek duruma gelen bir kimsenin domuz eti, ölü
hayvanın etini yemesi veya şarabı içmesi vâcibdir. Burada azîmet hükmü olan
haramlık, mubahhğa dönüşmüştür. Bu durumda bir kişi, haram olan şeyleri
yemeyip, içmeyip ölürse, günahkâr olur. Hanefîler, bu nev'i ruhsata is-kat
(düşürme) ruhsatı adını verirler. Çünkü bu durumda ruhsata uymak vâcib, azîmet
hükmü düştüğünden ona uymak ise haramdır.
Terketme ruhsatı:
Azîmet, bir fiilin yapılmasını vâcib kılıyorsa, ruhsat da o fiilin
geciktirilmesini veya terkedümesini gerektiriyorsa, ona terketme ruhsatı
denir. Ramazanda hasta ve yolcunun oruçlarını yemeleri buna misal olur.
Mükellef isterse azîmete göre hareket eder. Ancak yolcu ve hastaların hayatları
tehlikeye girecekse, ruhsatla amel etmeleri vâcib, azimetle hareket etmeleri haramdır.
Bu sebeple bu ruhsattan istifade etmeyerek oruç tutup ölen şahıs, günahkar
olur. Hanefiler, buna terfih ruhsatı adını
verirler.
Usûl âlimleri, iki
çeşit ruhsattan daha bahsederler:
1. Önceki
ümmetlere vâcib olan zor tekliflerin bizden kaldırılması: Mesela Musa'nın
şerîatinde insan, nefsini öldürmek suretiyle günahından kurtulabilirdi. 'Biz
de ise insan, günâhını tevbe ile affettirebilir.
2. Kıyasa
aykin bazı akitlerin meşru kılınması: Selem akdi gibi. Burada bir hususa işaret
etmekte fayda görmekteyiz. "Zaruretler, memnu
olan şeyleri mübâh
kılar" kaidesi, zaruret halinde yasak (haram) olan şeylerin mübâh olduğunu
göstermektedir. Zaruretler, memnu (yasak, haram) olan şeyleri, mubah hükmünde
kılıyor. Dolayısıyla zaruret halinde yasak olan bir şey işlenince, faili sorgu
suale çekilmiyor. Ancak bazı hürmetler (haramlar, yasaklar) vardır ki, hiç bir
Özür ve zaruret, onları mubah kılamaz ve mubah muamelesi de yaptıramaz. Haksız
olarak bir insan öldürmek gibi. Hiç bir zaman insan öldürmenin haram olduğu
hükmü değişmez. Bu sebeble tehdid ile de olsa bir şahsın öldürülmesi caiz
değildir. Zina, ırza tecâvüz de böyledir. Bunlarda da haramlık hükmü,
değişmez. Bu sebeple bir kişiye, ölümle tehdid altında bulunsa bile başkasının
ırzına tecâvüz etmesi caiz değildir.
Vaz' kelimesi lugatta
koymak manasına gelmektedir. Bu nev'i hükümlerin vaz'î olarak isimlendirilmesi,
Şâri'in, iki şey arasım sebebiyet, şartiyyet, illiyyet, rükniyyet, alemiyyet,
mâniiyyet ile rabt edişindendir. Yani burada vaz', Sâri' tarafından,
mükellefin fiiline ilişkin olan iki şeyin birbirine bağlanmasını ifade etmektedir.
Şu halde vaz'î hüküm, bir şeyi, başka bir şeye sebep, şart, illet, alâmet,
rükün, mâni' kılmayı gerektiren bir hükümdür. Mesela, mirasçı olmakla, murisin
ölümü birbirine bağlıdır. Yani murisin ölümü, akrabasının mirasçı olmasına
sebep olur. Aynı şekilde Şan', namaz için abd.esti, nikâh için iki şahidi şart
kılmıştır, îcab ve kabul, akd'in rüknünü teşkil eder. Kati, mirasa mânidir.
Vakit, namaz için bir sebeptir.
Vaz'î hükümlerin
kısımları şunlardır:
a. Rükün,
b. İllet,
c. Sebep,
d. Şart,
e. Alâmet,
f. Manî.
Vaz'î hüküm ile
teklifi hükmün bir irtibatı, bir ilgisi vardır. Çünkü vaz'î hükümler, teklifi
hükümleri meydana getirirler. Vaz'î hükümler, müteallik, teklifi hükümler ise
müteallak'dır. Mesela, vakit ile namazı ele alırsak vakit müteallik ve namaz
müteallaktır. Vakit, namazın vacib olması için bir sebeptir. Burada ifade
edelim ki, müteallik, müteallakda (teklifi hükümde) ya dahil veya hariç olur.
Dahil ise ona rükün denir. Dahil değilse bakılır: Müteallik, müteallakda
müessir ise o müteallike illet denir. Müteallik müteallakda müessir değilse,
bakılır: Müteallik, mütaellak'a musil ise ona sebeb denir. Musil değilse
bakılır: Mü-taellik'in vücudu, müteallikin vücuduna bağlı ise ona şart, bağlı
değilse alâmet denir. Sebebi ve hükmü etkisiz hale getiren şeye ise manî denir.
İllet; lugatta,
muğayyir (değiştirici) manasına gelmektedir. Hastalığa, insanda bir değişiklik
meydana getirdiği için illet denilmiştir. İllet, hükümde de bir değişiklik
meydana getirmektedir. Şöyle ki, yok olan bir hükmü meydana getirir veya
kıyasda olduğu gibi özel hükmü, genel hüküm haline getirir.
Fakîhler, hükmün
varlığı, kendisine nisbet ve izafet edilen, başka bir ifade ile, hükmün
dayandığı şeye illet derler. Şu halde illet bir hükmü meydana getirmektedir,
başka bir ifade ile hükümde müessir ve âmil olmaktadır. Bir yerde illet var
ise, hüküm de vardır, illet bulunmazsa hüküm de bulunmaz.
Biraz sonra da izah
edeceğimiz gibi, sebeb de bir nev'i illettir. Ancak sebeb, hükmün illeti değil,
illetin illetidir. İllet, hükümde âmil ve müessirdir. Sebeb, hükme götüren bir
vasıta ve yoldur, hükümde müessir değildir.
Şâri'in hüküm koyarken
gözettiği maslahat ve hikmetlere (illet-i gâıyye) de illet denmektedir. Burada
bahis konusu edeceğimiz illet nev'i, bu illet değildir. Biz burada şer'î
hükümlerin muarrifi (bildiricisi) olan illetten bahsedeceğiz. Burada ifade
edelim ki, bir yerde illet bilinince, hüküm de bilinir. Çünkü Sâri, Teâ-la
hükümleri illetler üzerine bina kılmıştır. Bu sebeple illetlere, "menât-ı
hüküm" de denir. Burada bahis konusu ettiğimiz illet, kıyasın
rükünlerinden biri olan illete şamil olduğu gibi, bütün akit ve fesihlere de
şâmildir.
İllet iki nev'idin,
1. Tam
illet,
2. Nakıs
illet.
Şer'î hükmü ifade
etmek için konulmuş, o hükümde müessir olmuş ve hükümle beraber tahakkuk etmiş
olan illettir. Hanefîler bu illete, ismen, manen ve hükmen illet diyorlar.
Bey'in hükmü
mülkiyettir. Şu halde bir bey' akdi, sahîh, gayr-i mevkuf ve muhayyerlikten
uzak bir şekilde mün'akid olursa, illet tamam olmuş olur ve onun eseri olan
mülkiyet hükmü de darhal meydana gelir. Satıcı semene, alıcı da me-bie mâlik
olur. Sahîh ve lâzım olan bir nikâh da, karı-koca arasında meşru münasebetin
meydana gelmesi için tam bir illettir. Kasden adam öldürme de kısas için tam
bir illettir.
İllet her zaman
tam.olmaz. Bazı manîler, hükmün derhal meydana gelmesini engelleyebilir. Ne
zaman manî ortadan kalkarsa, o zaman hüküm de meyda-gelmiş olur. Nakıs
illetleri şöyle sıralayabiliriz:
1. İsmen ve
manen illet:
Mesela, mevkuf bey'
gibi. Mevkuf bey' ile mülkiyet hükmü meydana gelmiş olur. Ancak bu nev'i bey',
nafiz değildir. Mâlikin veya velinin icazetine bağlı olarak geçerli olur.
Hıyâr-i şart ile satış da böyledir.
2. Manen ve hükmen illet:
İki cüzden meydana
gelen illetin ikincisi cüz'ü gibi. Akit, icab ve kabulün irtibatından meydana
gelir. Akitte kabul, hükmün manen illetidir, hem de hükme müessirdir.
3. İsmen ve hükmen illet:
Müsebbebin yerine kâim
sebeb ve medlulün yerine kâim olan delil gibi.
Mesela, yolculuk ve
hastalık halleri: namazları kasra, oruçları te'hire, mesh müddetlerini uzatmaya
illettir. Bu hususta asıl illet, meşakkattir. Sefer ve hastalık halleri,
meşakkate sebep olur. Bu sebeple yolculuk ve hastalık halleri birer müsebbeb
olan meşakkat yerine kâim olur. Sefer ve hastalık halleri bulunursa, bu ruhsat
hükümleri de bulunur.
Mesela, bir şahsın,
elinde bıçak bulunduğu halde kanlar içinde bir evden çıktığım kabul edelim.
Şayet o esnada o evde öldürülmüş bir adam bulunursa, elinde bıçak bulunan
şahıs, katil olarak cezaya çarptırılır. Çünkü o şahsın bu hali, katil olduğuna
delil olup, öldürme yerine kâim olur.
4. İsmen illet:
Şarta muallak icâb
gibi.
Mesela, bir şahıs
hanımına, "Falan eve girersen boş ol" derse, zevce eve girerse talâk
vuku bulur.
5. Ma'nen illet:
Akitlerdeki icâb ve
kabulden her biri, manen bir illettir. Her ikisi de o muameleyi, o akdi vücûda
getirmek hususunda bir illettir.
6. Hükmen illet:
Mesela, bir kimsenin,
başkasının mülkünde izni olmaksızın kuyu kazmış olması, oraya düşüp, telef
olan bir hayvanın bu telefine şart olmakla, bundan dolayı icab eden tazmin hükmünün
hükmen illeti bulunmuş olur.
Sebebin biri dar,
diğeri geniş olmak üzere iki manası vardır:
Dar manada sebeb,
hükümde doğrudan doğruya müessir olmayıp, hükme götüren, ona ulaştıran bir yol
ve vasıtadır. Bu duruma göre illet ile sebeb arasında böyle bir fark
bulunmaktadır. Mesela, iskâr illettir. Vakit, namazın vâcib olması için bir
sebebtir.
Geniş manada sebeb,
herhangi bir şer'î hükmü muarrif (bildirici) olan şey manasına kullanılır. Yani
hükmün varlığını gösteren bir emaredir. Bu bakımdan sebeb, illeti de içerisine
almaktadır. Bu manaya göre her illet, sebeptir; fakat her sebep illet değildir.
Şer'î hükmü muarrif olan şey ile hüküm arasında, mantıki bir münasebet varsa,
ona hem sebeb, hem de illet denir. Şayet mantıki bir münasebet yoksa ona da
sadece sebeb denir. Mesela, vakit namazın vâcib olmasının sebebidir, illeti
değildir. Çünkü namaz ile vakit arasında mantıkî bir münasebet yoktur. İskâr,
şarabın haram olmasının hem illeti ve hem de sebebidir. Çünkü iskâr ile şarabın
haram kılınışı arasında mantıki bir münasebet vardır. Şarab yasaklanması ile
akıllar korunmuş olur. Şu halde illet, münâsib ve müessir bir vasıftır,
hükümde tesiri vardır. Sebeb ise böyle değildir.
Burada, illet ile
sebebinin aynı anlama geldiğini kabul eden usûl âlimlerinin de bulunduğunu
ifade edelim.
Sebebler dört kısma
ayrılır:
1. Hakikî Sebeb:
Hakikî sebeb hükme
götüren bir vasıtadır. Ancak hüküm, onun üzerine değil, bir illet üzerine bina
kılınır. Mesela, bir şahsın, başka bir şahsın kendisine yol göstermesiyle bir
mal çaldığını kabul edelim. Malı çalan, hırsızlık fiilinin failidir. Hırsızı,
hırsızlık fiilini yapmaya delâlet eden şahıs ise, mütesebbibdir. Çünkü o
hırsıza yol göstermiş, aracı olmuştur. Hırsızlık cezası, hırsızlık yapan şahsa
verilir. Mütesebbibe ise, hırsızlık cezası verilemez. Ancak ona da tazîr cezası
uygulanır.
2. İllet hükmünde olan sebeb:
Bazı sebebler vardır
ki, onlar illet makamına kâim olur ve hüküm onun üzerine kurulur.
Mesela, bir şahsın bir
caddede sürdüğü hayvanın, başkasına ait bir malı telef ettiğini kabul edelim.
Telef olan, zayi olan malın tazmini kime ait olacaktır? Gerçekten hayvanı süren
şahıs, sadece bir sebeb (mütesebbib)dir. Hayvanın fiili ise bir illettir. Ancak
bu illetin eseri, o şahsa nisbet edilir. Çünkü hayvan, kendi ihtiyarı değil,
sahibinin ihtiyarı ile yürümektedir.
Âmmeye ait yol ve
caddelerde kuyu kazmak, içinde mayi bulunan bir kabı yırtmak veya delmek,
bir-avizenin zincirini .kesip .kırmak-gibi sebebler de illet hükmündedhier.
Avize, yerçekimi kanununa göre yere düşüp parçalanın Ancak hüküm, yerçekimi
illetine bina kılınamaz ve ipi kesen, illet yerine geçirilir ve avizeyi de o
öder.
3. İllet
şüphesi bulunan sebeb:
Herhangi bir hadisenin
bir sebebi, bir de illeti olabilir. Bazı hallerde hadisenin illet üzerine
değil de sebeb üzerine bina kılınması, daha uygun ve elverişli olabilir.
Mesela, bir şahsın,
bir caddede kuyu kazdığım kabul edelim. Bu kuyuya düşüp ölen hayvanın tazmini,
kuyuyu kazana ait olur. Çünkü şahsın kuyuyu kazması, hayvanın Ölümüne sebeb
olmuştur. Bu ölümün asıl illeti ise, düşen hayvanın ağırlığıdır. Şayet ağırlık
olmasaydı, bu kuyuya düşmezdi. Ancak Ölüm hükmü, bu ağırlığa nisbet edilemez.
Bu bakımdan burada hükmün, ağırlık illeti üzerine değil, kuyu kazma sebebi
üzerine bina kılınması daha elverişlidir.
4. Mecazî
Sebeb:
Bu, müstakbelde
(gelecekte) bükme kavuşturan bir sebeptir. Mesela, bir şahıs, "Vallahi
ben falanla görüşmem" deyip de, sonradan onunla görüşse, yemin keffâreti
gerekir. Keffâret bir hükümdür. Yemin de bu hükme bir mecazî sebeptir. Bunun
illeti ise, yemini bozmaktır, Bir diğer yönden sebeblerin taksimi:
1. Mükellefin fiili olmayan sebeb.
2. Mükellefin fiili olan sebeb.
1.
Mükellefin fiillerinden olmayan sebebi, Şârî\ hükümlerin varlığı için birer
emare kılmıştır. Bu manaca her şer'î hükmün bir sebebi vardır. Mesela namazın
sebebi vakit, zekâtın sebebLnisab, orucun sebebi Ramazan ay'ı, haccın
sebebi Kabe'dir.
2. Mükellefin
fiilleri olan sebeb: Sâri' Teâlâ, şer'î hükümleri rnükellefin fiilleri üzerine
istinad ettirmiştir. Bu sebebin geniş manasıdır. Mesela bey akdi, bir malı elde
etmenin, nikâh akdi, cinsi münasebetin helâl olmasının, hırsızlık ve kati
suçlan, bu suçların cezalarının uygulanmasının birer sebebidir. Sebeblerin
neticeleri (müsebbebler), zorunluk ifade eder. İsterse faili bunu kastetmiş olmasın.
Nikâh akdini yapan kimse, ister istemez bu akdin icabı olan hükümlere
uyacaktır. Akrabalık ve karı kocalık mevcut iken ölüm vuku bulursa miras tahakkuk
eder. İsterse ölen kimse buna razı olmasın.
Şart öyle bir şeydir
ki, hükmün varlığı ona dayanır. Onun bulunmaması, hükmün de bulunmamasını
gerektirir. Fakat şartın bulunması, hükmün bulun-rnasmf gerektirmez. Şart ile
sebeb ve illet arasındaki fark da işte budur, Meselâ, abdestin bulunması
namazın vücûbunu gerektirmez, iki şahidin bulunması nikâh akdinin yapılmasını
icap ettirmez. Fakat abdestsiz namaz sahîh olmayacağı gibi iki şahit bulunmazsa
nikâh akdi de muteber olmaz. Halbuki illet ve sebeb bulunur, ortada bir mâni
olmazsa hükmün bulunması gerekir. Mesela, vakit girince namaz, vâcib olur.
Ramazan hilâli görülünce, oruç tutmak gerekir. Birşey sarhoşluk veriyorsa,
haramdır. Hırsızlık yapan kimse cezayı hak eder.
Genel olarak ş-art,
sebeb veya müsebbebi tamamlar. Bu itibarla şart ikiye
ayrılır:
1. Sebebi tamamlayan şart.
2. Müsebbebi tamamlayan şart.
Birinci, sebebiyet
manasını kuvvetlendiren şarttır. Nisab tamam olduktan sonra, zekâtın vâcib
olması için bir yılın geçmesi, buna misâl olabilir. Aslında zekâtın vücûbunun
sebebi, nisabdır. Çünkü nisab, zenginliğin alâmetidir. Ancak nisabla
zenginlik, nisab üzerinden bir yılın geçmesiyle tamamlanmış olur.
İkincisine gelince bu,
müsebbebin rükün ve mahiyetini kuvvetlendiren şarttır. Mesela, müsebbeb olan
kisâsda, cânî ile cinayete konu olan şahıs arasında eşitlik bulunması böyle bir
şarttır. Kısasın esası, ceza ile suç arasında eşitliğe dayanır. Namaz
müsebbeb, vakit ise sebeptir. Müsebbeb olan namazı, şart olan abdest tamamlar.
Diğer bir yönden: Şart
üç kısma ayrıhr:
1. Sırf şart.
2. İllet hükmünde şart.
3- Sebeb
hükmünde şart.
1. Sırf
şart:
Bu da iki kısma
ayrılır:
1. Hakikî
şart.
2.Ca'lî
şart.
Hakikî şart, bir hükmün
varlığı kendisine bağlı olan şarttır. Mesela, tohum atmak, tarladan ürün elde
edebilmenin şartlarından biridir. İbâdet ve akidelerde de bir takım şartlar
aranır. O şartlar olmayınca, hüküm de bulunmaz. Namaza nisbetle temizlik bir
şarttır.
Ca'lî şart, fertler
tarafından ileri sürülen şartlardır.Ca'lî şart da iki kısımdır:
1. Ta'likî şart,
2. Takyidi şart.
Ta'likî şart, bir
şeyin varlığı kendisine bağlı olan şarttır. Bu, "eğer, şayet" gibi
bir şart edatıyla zikredilir. "Şayet falan iş meydana gelirse, bu malı bin
liraya sattım" gibi. Bu tür şartlar, temlik ifade eden akidlerde (mesela
satım akdinde) ileri sürülemez. Talâk, i'tâk gibi iskatâtda ta'likî şart
caizdir. Aynı şekilde, kefalet ve vekâlet gibi temlîk ifade etmeyen akidlerde
de ta'likî şart geçerlidir.
Takyidî şart,
"şartıyla" veya "olmak üzere" gibi bir ifade ile meydana gelebilir.
"Bu malı, bedeli bir ay sonra ödenmek şartıyla ve ödenmek üzere bin liraya
satın aldım" gibi.
Hanefîler, takyidi
şartı üç kısma ayırırlar:
1. Câİz şart.
2. Lağiv şart.
3. Müfsid şart.
Caiz şart: Mesela bir
ahm-satim akdinde satıcının, malın bedelini alıncaya kadar mebü yanında
muhafaza edeceğini şart koşması caizdir, burada şarta riayet etmek gerekir.
Lağiv Şart: Satıcının,
malı satarken, "Bunu başkasına satmayacaksın" şeklinde koyduğu şart
da lağivdir. Ancak akid sahihtir.
Müfsid şart: Akdin
gereği olmamakla birlikte, taraflardan birine menfaat sağlayan şarttır. Halk
arasında örf haline gelen şart sahih, gelmeyen şart ise fâ-siddir. Satıcının
evini, içinde bir müddet oturmak şartıyla başkasına satması gibi. Satım akdi
gayr-ı sahih, şart da fâsiddir.
Hayvanı yıllarıyla
satmak Örf haline geldiği için, müşterinin hayvanı alırken yuları şart koşması
caizdir ve bu şarta riayet etmek gerekir.
Ancak, İbn Şubrime'ye
göre, taraflardan birine fayda sağlayan bir şart, örf haline gelsin-gelmesin
caizdir.
2. İllet
hükmünde şart:
Bir olayda, hüküm
kendisine bina kılınmasına elverişli bir illet ve bir sebep bulunmayıp da
sadece şart bulunacak olursa, o şarta, illet hükmünde şart denir. ' Umumi yolda
kuyu kazmak, içinde mayi bulunan bir kabı delmek, bir avizenin zincirini
koparmak bu kabilden bir şarttır. Mesela kuyu kazmak, içine düşüp telef olan
bir şeyin ne illeti ve ne de düşen cismin ağırlığıdır. Ancak bu düşme hükmü, ağırlık
illetine yüklenemez. İşte kuyu kazma, bir illet hükmünde bulunur ve kuyuya
düşüp telef olan şeyin tazmini, bu kuyuyu kazana gerekir.
3. Sebeb
Hükmünde Şart:
Bir fiildir ki, hüküm
ile o fiil arasına ihtiyari bir fiil girmektedir.
Mesela bir kimse kafesin
kapısını açmakla, içindeki kuş kendiliğinden çıkıp firar etse, Ebû Hanîfe ile
Ebû Yusuf'a göre o kimseye tazminat lazım gelmez. Çünkü o kuş, kendi ihtiyari
fiili ile kaçmıştır. Kafes ise önceden açılmıştır. Fakat İmam Muhammed'e göre,
kafesi açana tazminat gerekir. Çünkü kuşun aklı yoktur. Şayet kafesin kapısı
açık olmasaydı o da kaçamayacaktı. Bu bakımdan onun kaçışı, ihtiyarı ile değil,
iç güdüsü ile olmuştur.
Hükmün varlığı
kendisine bağlı olmayıp, sadece onu tarif ve açıklayan şeydir. Alâ^metler, dört
kısma ayrılır:
1. Sırf Alâmet:
Mesela, namazda
tekbirler, bir rükünden diğerine geçildiğine işaret ve delâlet eder.
2. Şart Manasına Alâmet:
Nikahlı bir kadının
doğurduğu^ çocuğun nesebi sabit olur. İşte doğum, neseb hususunda alâmet manasına
bir şarttır.
3. İllet Manasına Alâmet:
Şer'î illetler gibi.
Mesela vakit, namaza göre bir sebeb, bir illettir. Haddi zatında vakit, namazın
vâcib olmasına tesir etmez. Namazı vâcib kılan Allah'-dır. Vakit ise, namazın
vâcib olduğunu gösteren bir alâmettir.
4. Mecazî
Alâmet:
Bunlar, hakikî
illetler ile hakikî şartlardır. Mesela güneşin doğması, gündüzün varlığına
illet olduğu gibi, alâmet de olabilir. Nikâhın sahih olabilmesi için,
şahitlerin bulunması şarttır, İşte nikâh esnasında şahitlerin bulunması,
nikâhın sıhhatine bir alâmettir.
Bir bütünü meydana
getiren her parçaya rükün denir ki, o parça olmayınca bütünün meydana gelmesi
de mümkün olmaz. Meselâ, nikâh, bey', icâre gibi akidlerin rüknü, icâb ve
kubûldür. İcab ve kabul olmayınca, akid
de teşekkül etmez.
Namazın rükünleri arasında kıyam, kıraat, rüku, sücûd vs. bulunmaktadır.
Bunlardan biri bulunmayınca, namaz da sahih olmaz.
Rükün iki kısma
ayrılır:
1. Aslî rükün.[51]
2. Zâid rükün.[52]
İman, kalb ile tasdik,
dil ile ikrardan meydana gelir. Kalb ile tasdik, aslî rükündür. Dil ile ikrar
ise zâid rükündür. Yani kalb ile tasdik bulunmayınca, iman da bulunmaz.
Halbuki, tehdid ve zorlama karşısında bulunan bir şahsın, dil ile ikrarda
bulunmayıp, imanım gizlemesi, onun imanına bir zarar vermez. Çünkü o zâid bir
rükündür.
Vaz'î hükümlerden
manî, hüküm veya sebeple kasdedilen şeyin vücûduna engel ve aykırı şer'î bir
iştir. Manî iki kısma ayrılır:
1. Sebebe tesir eden Mani,
2. Doğrudan
doğruya hükme tesir eden ve onu ortadan kaldıran Mani, Birincisi için zekâtın
vacip olmasını gerektiren, nisabı etkileyen borcu, misal olarak
zikredebiliriz. İkincisi için de şu misali verebiliriz: Baba olma kısasa
mânî'dir. Şüphenin bulunması da hadd cezasının uygulanmasına mânî'dir. "
[1] Fevâtih, I, 54.
[2] Mâide, 1.
[3] Mir'ât, s. 510.
.
[4] Bakara, 43.
[5] İsrâ, 32.
[6] Fevâtih, I, 59; Seyyid Bey, I, 67-8.
[7] Fevâtih, I, 57.
[8] Büyük Haydar Efendi, s. 396; Zeydan, s. 45-46.
[9] Mâide, 3.
[10] bk. Mir'ât, s. 12-13.
[11] Mir'ât, s. 510.
[12] Teftazânî, Telvîh, s. 617; Mir'ât, s. 511.
[13] Mir'ât, s. 510; Seyyîd Bey, II, 178-9.
[14] Mir'ât, s. 514.,
[15] Bakara, 43.
[16] Bakara, 183.
[17] Nahf, 90.
[18] Nisa, 11.
[19] Telvîh, s. 261-262; Telhis, s. 49-51.
[20] Bakara, 234.
[21] Bakara, 228.
[22] Bakara, 233.
[23] Al-i İmrân, 97.
[24] Bakara, 233.
[25] Bakara, 196.
[26] Bakara, 280.
[27] Mâide, 89.
[28] Nisa, 13.
[29] Hadîd, 19.
[30] Mir'ât, s. 512-3.
[31] Bakara, 282.
[32] Bakara, 283.
[33] Nûr, 33.
[34] Bakara, 195,
[35] İsrâ, 32.
[36] Nahl, 90.
[37] Nİsâ, 10.
[38] Nisa, 14.
[39] Nisa, 93.
[40] Nisa, 23.
[41] Mâide, 3.
[42] Bakara, 230.
[43] Mâide, 101.
[44] Buhârî, İstikraz, 19; Ahmed b. Hanbel, II, 327, 360.
[45] İbn Mâce» Talâk, 1.
[46] Mâide, 2.
[47] A'râf, 31.
[48] Mâide, 5.
[49] Bakara, 173.
[50] Bakara, 235.
[51] İnsana nisbetle baş gibi. Yani baş olmayınca, insan da
olmaz.
[52] İnsana nisbetle el gibi. El olmayınca insan olabilir.