EL-MÂHKUMU
FÎH (MÜKELLEFİN ^FİİLLERİ):
2.
TEKLİF VE MÜKELLEF KILMANIN ŞARTLARI
C. Allah Hakkı Ağır Basan Haklar
D. Kul Hakkı Ağır Basan Haklar:
İslam Hukuku'nda
mükellefin fiillerine "el-mahkûmu bih" veya "el-mahkûmu
fîh" denir. Bunlar, şer'î hükmün konusu veya taalluk ettiği şeydir. Yani
mahkûmu bih, mükellef kimsenin şer'an müsbet veya menfi fiilleridir.
Mesela, bir müslüman,
namaz .kılmak, oruç tutmakla mükelleftir. İşte bu namaz ve oruç, birer mahkûmun
bih'tir ve mükellefin birer müsbet fiilidir. Yine bir müslüman, yalan
söylememekle, hırsızlık etmemekle mükelleftir. İşte hırsızlık etmemek ve yalan
söylememek birer mahkûmu bihtir.
Teklîf lugatta, bir
kemseye külfetli, meşakkatli bir işi yüklemektir. Istılahta, bir kimseye, âciz
bırakmak kasdi olmaksızın külfetli ve meşakkatli bir işi yüklemek ve ondan o
işin yapılmasını istemektir. Muhatabı âciz bırakmak, onun aczini ve
kudretsizliğini ortaya çıkarmak kasdıyla vâkî olan teklifler, hakiki teklif
değildir. İnsanı kudreti üstünde bir iş ile mükellef tutmak caiz değildir. İnsana
kudretinin üstünde bir şeyle teklifte bulunmaya, ''teklîfu mâlâyutâk" denir.
Usûlcüler, kulun takatinin üstünde olan şeylerden sorumlu tutulmayacağında birleşmişler
ve kulun bir fiilden mes'ul tutulabilmesi için aşağıda sıralayacağımız üç
şartın bulunmasının gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
1. Kul fiili
ile ilgili teklifi tam manasıyla bilmeli: Mükellef bir fiili eda edebilmesi
için, onu anlayıp, kavraması gerekir. Kur'ân'da, manası açık nasslar yanında,
mücmeller de vardır. Mükellef, mücmellerin Peygamber tarafından açıklanmasından
sonra mes'ul tutulmuştur. Meselâ, Kur'ân'da, "Namazı dosdoğru
kılınız" âyeti vardır. Bu âyet ile namaz farz kılınmıştır. Fakat nasıl
kılınacağı açıklanmamıştır. Peygamberimiz, "ben namazı nasıl kılıyorsam,
siz de Öyle kılınız" hadisi ile namazın nasıl kılınacağını açıklamıştır.
Hac, zekât, oruç gibi hususlar da böyledir.
2. Fiil ile
ilgili teklifin AUah'dan südûr ettiği malum olmalı: Kul, Allah tarafından
südûr eden emirlere uyar, nehiylerden kaçar. Kul, bir fiil ile ilgili teklifin
AUah'dan sadır olduğunu, Peygamberden öğrenebilir. Peygamberden sonra da geride
bıraktığı Kur'ân ve Sünnette bulabilir. Hiç şüphesiz, Kur'ân ve sünnettin
nasslan Arapça olduğu için onları, Arapça bilmeyenler anlayamaz. Fakat,
"Şayet bilmiyorsanız, ilim ehline sorup öğreniniz" âyeti gereğince,
kişinin bilmediğini âlimlerden sorup, Öğrenmesi gerekir. İslâm kanunlarım
bilmemek, mazeret teşkil etmez.
3. Kul, teklif edilen fiili yapacak kudrette
olmalı: Allah insanlara, güçlerinin yetebileceği şeyleri teklif ettiğini
"Allah kişiye ancak gücünün yeteceği şeyi teklif eder" âyetiyle
açıklamıştır.
Kudret, bir işi
yapabilmesi için insanda bulunması gereken iktidar ve kabiliyettir. Allah,
insanın kudretine göre teklifde bulunur. "Allah sizin için kolaylık ister,
zorluk istemez"[1],
"Allah, üzerinize güçlük kılmak istemez"[2]
âyetlerinde, Allah tarafından, kulların güçlüğe düşürülmesinin söz konusu
olmayacağı ifade edilmiştir.
Ancak kul, Allah'ın
emirlerini ifa ederken, az-çok meşakkat çekebilir. Bunun neticesinde de sevap
kazanır. Mesela, namaz kılmak, oruç tutmak, meşakkatli ibâdetlerdendir. Fakat
kul bunları ifa edebilecek kudrete sahiptir.
Kulun teklifle ilgili
bir fiili ifa ederken, iki çeşit kudrete sahip olması gerekir:
1. Kudret-i mümekkine.
2. Kudret-i müyessire.
1. Kudret-i
mümekkine: Bu, emredilen şeyi yapmaya iktidara sahip olacak derecede bulunan
kudrettir. Bu kudret, her vacibin şartıdır. Kendisinde bu kudret bulunmayan
kimse, ne namaz gibi bedeni bir ibadetle, ne de zekat gibi mali bir ibadetle
mükellef olmaz. Çünkü şart bulunmadıkça, meşrut da bulunmaz.
Kudret-i mümekkine ile
vâcib olan bir şey, bu kudretin zevalinden sonra da zimmette kalır, sakıt
olmaz. Mesela, namaz bu kudret ile vacip olur, sonradan mükelleften namazı
kılabilmeye mahsus olan bu kudret zail olsa, bundan önceki kazaya kalmış
namazlar, yine uhdesinde bir borç olarak kalır.
Hac ve fıtır sadakası
da böyledir. Çünkü kudret-i mümekkine bir şarttır, bunun sonradna zevalinden
dolayı, bununla evvelce zimmete terettüb etmiş bir borç (vecîbe) sakıt olmaz.
Nitekim nikâh için şahitlerin varlığı bir şarttır. Nikâh-dan sonra şahitler
ölseler de nikah bozulmuş olmaz.
Burada ifade edelim
ki, bedenî ibadetlerde niyabet ve vekâlet câri ve caiz değildir. Bu sebeple,
başkasının yerine bilvekâle namaz kılmak, oruç tutmak caiz değildir. Hac gibi
bir yönüyle bedeni, diğer yönüyle mali olan ibâdetlerde Özre binâen niyabet
caridir. Kişi, haccı edadan bedence âciz olursa, yerine başka birisini vekil
olarak gönderebilir. Ancak vekil olan kişinin, daha önce kendisi.için haccetmiş
olması şarttır. Zekât, öşür, sadaka-i fıtır gibi mali vâcibâtta niyabet
caridir. Bu sebeple biri başkasının zekâtım ödemeye tevkil edebilir.
2. Kudret-i
müyessire: Bu, emredilen şeyi kolaylıkla yapabilmek için iktidara sebebiyyet
veren yüksek derecedeki kudrettir. Bu da mali vâcibâtın şartıdır. Bu kuvvet
bulunmayınca zekât, öşür gibi mali vâcibât zimmete tealluk etmez.
Kudret-i müyessire ile
vâcib olan şey, bu kudretin zevali halinde zimmetten sakıt olur. Bu vacibin
devamı için bu kudretin devamı şarttır. Çünkü Sâri', Teâ-lâ, bazı vâciblerin
ifasını böyle kolaylık verecek bir kudretinin vücûduna bağlamıştır. Bu
kolaylık bulunmayınca, bu vucûb da bulunmaz. Bu da Cenab-ı Hakk'ın mükelleflere
bir rahmetidir.
Mesela, nisaba mâlik
olan bir müslümana zekât farz olur. Bu zekât, müddeti içinde daha verilmeden
nisab telef veya zayi olsa, bu zekât vecibesi zimmetten sakıt olur. Öşür de
böyledir.
Kudret-i müyessirede
de, bir nevi illiyyet vasfı vardır. Bu illet hükmünde bir şarttır. İlletin
zevali ise, malulün zevalini iktiza eder.
Ancak zekât, öşür gibi
mali vâcibât, telef veya ziyan olması halinde zimmetten sakıt olursa da, itlaf
(telef etme) ve istihlâk (tüketim)halinde sakıt olmaz. Zekâtın vücübundan sonra
zekâtı verilecek malı harcamak ve tüketmek gibi. Çünkü bur bir taksirdir.
Taksir ise kolaylığa sebep olmaz.
Bir kimsenin,
kudretinin üstünde birşey ile mükellef tutulmasına, "teklifu
mâlâyutâk" denir. Bizce böyle bir teklif caiz değildir. Mesela Kur'ân'da,
"Haydi bunun bir suresinin benzerini getiriniz" diye müşriklere
hitap vardır. Bu emir, teklifi bir emir değildir. Bu, muhatablara acizliklerini
bildirmek için yapılmış bir emirdir ki, buna "emr-i ta'cizî" denir.
"Teklifu
mâlâyutâk" sayılacak emirler, üç kısma ayrılmıştır:
Bu haddi zatında
mümteni olan birşeyi teklif etmektir ki, ne vâkî, ne de caizdir. İki zıddı cem
etmek, birşeyin mahiyetini değiştirmek gibi. Mesela, bir an, hem gece, hem de
gündüz olamaz. Bir kişi bir anda hem diri, hem de ölü olamaz. Bir şahsa bir
anda bir şeyi hem emretmek, hem de ondan nehyetmek böyledir. Yine birşey bir
anda hem kara hem de beyaz olamaz.
Bazı fiiller vardır
ki, Allah'a nazaran mümkin, insanlara nazaran mümteni-dir. Vasıtasız göğe
çıkmak, bir cisim yaratmak, bir ölüye can vermek gibi ki, bunlar Allah Teâlâ'mn
kudretine göre mümkindir. Fakat insanlara göre mümte-nidir. Böyle teklifler,
kullara tevcih edilemez.
Allah, birşeyin vuku
bulacağını veya bulamayacağını ezelî olan ilmi ile bilir. Allah'ın olacağım
bildiği şey, zamanı gelince vücûda gelir, olmayacağını bildiği şey de asla
vücûda gelmez. Cenâb-ı Hakk, vücûda gelmeyeceğini bildiği birşeyi vücûda
getirmek için bir insana emirde bulunsa, bu böyle bir teklif, teklifu mâlâyutâk
olur. Ebû Cehil'e iman etmesi için emir gibi. Bu tür teklîfu mâlâyutâk
bilittifâk vâkidir. Çünkü bu tür bir emri yerine getirmek haddi zatında mümkündür.
Nitekim Ebû Cehil için iman etmek mümkündür. Çünkü iman etmek, insanların
kudretlerinin üstünde birşey değildir. Nitekim milyonlarca insanın imanları
buna şahittir. Ebû Cehil gibi şahıslar hakkında imanın mümteni olması ise Allah
Teâlâ'mn bilmesinden dolayı değildir. Bu şahısların kendi iradelerini,
ihtiyarlarım kötüye kullanmalarından dolayıdır. Bu şahısların ihtiyarlarını kötüye
kullanacaklarını Allah Teâlâ bildiği için, iman etmeyeceklerini de bilmiştir.
İşte haddi zatında
muhal olmayan böyle bir teklif, hem caiz ve hem de vâkîdir.[3]
Burada ifade edelim
ki, Kur'ân ve Sünnette bulunan bazı emirler, teklifu mâlâyutâk gibi
gözükmektedir. Bunlar tahlil edildiği zaman, bu emirlerin gereklerinin yerine
getirilmesinin insanın takatinin üstünde olmadığı anlaşılır. Mesela, Hz.
Peygamber (s.a.v.) bir hadisinde "öfkelenme"[4] diye
buyurmuştur. Bu hadisde zahiren, insanın öfkelenmesi yasaklanmıştır. Bazan
öfkelenme insanın elinde ve kudretinde olmayabilir. îşde bu hadiste insan,
öfkelenmesiyle yapabileceği şeylerden nehyedilmiştir. Çünkü insan, öfke ile
hissi hareket edebilir. Bu sebeple Peygamberimiz, "hâkim öfkeli iken hüküm
vermesin" buyurmuştur.
Aynı şekilde,
"Ancak müslüman olarak ölünüz"[5]
âyetiyle insanın, dini gerçekleri anlamak için iz'anlı olma, yanlış düşünce ve
nefsi arzulara uyarak doğru yoldan sapmamak için gayret gösterme hususunda
sebat etmesi bildirilmiştir. Bu ise, insan kudretine dahil bir işdir.
İşte insan kudretinin
üstünde gibi görülen bu teklifler, mecaz ve kinaye yokluyla insanın
yapabileceği şeyleri emir veya nehyetmektedir.
Teklif ile ilgili olan
fiiller, Allah hakkı ve kul hakkı olması bakımından dörde ayrılır:
Allah hakları, âmme
menfaatini gerektiren haklardır. Bir cemiyetin devam edebilmesi, düzen
içerisinde yürüyebilmesi, yükselebilmesi ancak bu haklara riayet etmekle
mümkündür. Önemine binaen bu haklar Allah'a nisbet edilmiştir. Bu haklar
düşürülemez, affedilemez. Allah haklarının sekiz kısma ayrıldığını görmekteyiz:
1. Halis İbâdetler (İbâdât-ı Hâlise):
İman, namaz, oruç,
zekât, hac, cihad gibi ibâdetler, fertlere ve cemiyete fayda temin ettikleri
için meşru kılınmıştır.
2. Mali yükü (külfet, meşakkat, meûnet) bulunan
ibâdetler:
Fıtır sadakası gibi,
Mükellef, bu sadakayı vermekle Allah'a yaklaşmış olur. Ancak fıtır sadakasında
mali bir yük bulunmaktadır. Çünkü bu sadaka, mükellefe başkası sebebiyle vâcib
kılınmıştır. Halbuki diğer ibâdetler, başkası sebebiyle mükellefe vâcib
kılınmamıştır.
3. İbâdet manası bulunan mali yükler
(külfetler):
Öşür gibi, öşür,
arazinin vergisi olması sebebiyle mali bir yüktür. Öşürde ibadet manası da
vardır. Çünkü alınmakta olan öşür, arazinin mahsulün (ürün)ün zekâtıdır.
Zekâtın verildiği yerlere harcanır.
4. Ceza (ukûbât) manası bulunan mali yükler:
Haraç gibi. Haraç
vergisi, haraç arazisinden alman vergidir. Bu vergiyi toprak sahibi olan
gayr-ı müslimler öderler. Bu vergiler, âmme hizmetlerinin ifasında kullanılır.
5. İbadet manası bulunan cezalar (ukûbât):
Keffâretler gibi. Bir
kişinin Ramazan'da orucunu bozması günahtır ve kef-fâreti gerektirir. Bu
keffâret, bir günah sebebiyle gerektiği için, bir ceza oluyor. Bu keffâret,
oruç tutmak, sadaka vermek, köle azad etmek gibi bir suretle ifa edilir.
6. Tam cezalar:
Haddler (hudûd) gibi.
Sirkat, şirb, zina gibi hadd cezalarının miktarları bellidir. Hudud cezalan,
kamu menfaati için meşru kılınmıştır. Bunlarda af cari değildir.
7. Eksik cezalar:
Katilin mirastan
mahrumiyeti gibi. Mİrasdan mahrumiyet ile katil, bedeni bir eziyete maruz
kalmadığı ve hürriyetinde de herhangi bir kısıtlama söz konusu olmadığı için
bu ceza, yani mirastan mahrumiyet, eksik bir cezadır. Bu ceza sebebiyle katil,
miras yoluyla kendisine intikal edecek malların mülkiyetine sahip olamaz.
8. Zimmette Sabit Olmayan Haklar:
Ganimetlerin beşte
biri, araziden çıkarılan madenlerin beşte biri, Allah'ın hakkıdır. Ancak bu
haklar, Önceden fertlerin zimmetlerinde sabit değildir. Bir şahıs, bir araziden
çıkardığı madenin beşte birinin, ganimet olarak kendisine isabet eden malların
beşte birini vergi olarak ödemek mecburiyetindedir.
Kul hakkı, ferde ait
olan bir menfaat ve maslahattır. Mesela, alacak hakkı, mali bir haktır ve kul
hakkıdır. Aynı şekilde, satm alınan malın bedeli veya gas-bedilen malın bedeli
şahsi haktır.
Fertler bu tür
haklardan feragat edebilirler, vazgeçebilirler. Kişiler bu konuda muhayyer
oldukları için diledikleri gibi tasarrufta bulunabilirler.
Kazif haddi gibi. Zina
iftirası, ırz ve namusları lekeleyen bir suçtur. Bu suç için ceza
uygulanmaktadır. Bu cezanın uygulanmasında cemiyetin faydası bulunmaktadır.
Çünkü ceza uygulandığı takdirde, bu tür iftiraların önüne geçilmiş olur,
fertler töhmetten kurtulmuş olur. Bu yönüyle bu ceza, Allah hakkıdır.
Diğer taraftan, zina
isnad olunan şahsa ait bir menfaat de bulunur. Zira, bu ceza ile şeref ile
izzetini ortaya koyarak kendisinin temiz olduğunu isbatlamış olur. Bu bakımdan
bu cezada kul hakkı da vardır. Ancak bu hadisede Allah hakkı, kul hakkından
daha fazla ve çoktur. Bu sebeple fertler bu cezayı affedemezler.
Kısas gibi. Kısas ile,
insanların hayatları teminat altına alınmakta ve cemiyette can emniyeti
muhafaza edilmektedir. Bu itibarla kısâsda, Allah hakkı bulunmaktadır.
Diğer taraftan kısasda
mağdurun veya varislerinin de hakkı bulunmaktadır. Kısas uygulanmakla,
mağdurun ve varislerinin katile karşı duydukları kin ve ^fke hisleri bertaraf
edilmiş olur.
Ancak kısasda kul
hakkı, Allah hakkından fazladır. Bu sebeple, mağdur veya mirasçıları katili
affedebilir ve kısas cezasının infazını durdurabilirler. Ancak kısasta Allah
hakkı da bulunduğundan, hâkim, ölümden kurtulan katile ta'-zîr cezası
verebilir.