D. Emrin Mûcebi (Gerektirdiği Hüküm):
e. Emr'in Derhal Yapılıp Yapılmaması
f. Emrin
Tekrara Delâlet Edip-Etmemesi
g. Nehy
(yasak) den Sonra Gelen Emir:
1. Kendinden Dolayı Hasen (Güzel-İyi)
2. Başka Bir Sebepten Dolayı Hasen
d. Nehyin
Mûcebi (gerektirdiği hüküm)
2 .Maliki, Şafiî Ve Hanbelîlerin Görüşü:
bb. Âmm Lafzın Delaletindeki İhtilâfın Neticesi:
cc. Kur'an'ın Amm'ınm, Haber-i Vahid'Ie Tahsisi:
Aa. Âmm Ve Hâs'ın Tarihleri Biliniyorsa:
bb. Âmm ile Hâss'ın Nüzul ve Vürûd Tarihleri
Bilinmiyorsa:
e. Erkeklere Olan Hitaba Kadınların Dahil Olduğu
f. Ümmete Olan Hitaba Peygamber (s.a.v.)'in Dahil
Olup Olmadığı
g. Hz. Peygamber'e (s.a.v.) Olan Hitaba Ümmetin Dahil
Olup Olmadığı
h. Cem'i (çoğul) Siygasımn İfade Ettiği En Az Sayı:
bb.Hanbelî, Şafiî ve Mâlikî Mezheplerinin Görüşü:
b. Tahsîs Yönünden Âmm'ın Nev'ileri:
Aa. Muttasıl Muhassıs Ve Ney'ileri:
Bb. Munfasıl Muhassıs Ve Nev'ileri:
D. Amm'ın Nüzul Veya Vürûd Sebebi İle Tahsis
Edilip-Edilmemisi:
E. Âmm'ın Mütekellimin Maksat, Niyyet Ve Arzusu İle
Tahsis Edilip-Edilmemesi:
(HARF-İ TARİFLİ OLMAYAN ÇOĞUL).
Hâss, tek
başına bir mana
ifade etmek üzere
konulmuş lafızdır. Hâss lafız, bu tarifte geçen kaydıyla müşterekten, malûm" kaydı ile mücmelden, kaydı ile de âmmdan ayrılmış
olur.
Hâssın çeşitleri
şunlardır:
1. Özel isimler: İbrahim, Güneş, Ay, İstanbul
vs.
2. Cins isimler ve nev'ileri:
a. Cins isimler: İnsan, deve, ağaç, meyve,
nehir, şehir vs.
b. Cins isimlerin nev'ileri: Erkek, kadın, hurma
ağacı, elma vs.
3. Aded (sayı) isimleri: Bir, iki, beş, yüz
gibi.
4. Emirler,
5. Nehiyler,
6. Mutlak,
7. Mukayyed,
8. Tesniye. (Şeyheyn, Sâhibeyn, Ebeveyn gibi).
Emir, nehiy, mutlak ve
mukayyedi ayrı ayrı izah edeceğiz.
Ağaç, insan gibi cins
isimleri, hurma ağacı gibi cins isimlerin nev'ileri, yüz, iki yüz gibi aded
isimlerinin bir takım fertlere veya eşyaya şümulü vardır. Fakat bu fert veya
eşya, bir nev'i veya cins altında toplanmışlardır. Aralarında bir nev'i ve bir
cins birliği vardır. Bu bakımdan hâss sayılırlar. Hâss bir kelime olabileceği gibi bir cümle de olabilir.
Mesela emir ve nehiyler cümledir.
Hâssın hükmü, delâlet
ettiği manayı kat'î surette ifade etmektir. Yani hâss olan lafız açıktır.
Anlaşılmasında bir güçlük bulunmaz. Bu sebeple, konulduğu manaya kat'î olarak
delâlet eder. Medlulü hakkındaki hüküm -zannî değil- kat'î olarak sabittir.
- Günlük hayatımızda kullandığımız misâller:
1. "Ben bir kitap aldım" denilse,
alınan kitabın bir aded olduğu, kat'î surette ifade edilmiş olur.
2. "Bize Ahmed geldi" denilse, Ahmet
adında bilinen bir şahsın geldiği ifade edilmiş olur.
3. "Sükymaniye Camii İstanbul'dadır"
sözünde, Süleymaniye Camii ve İstanbul hâss lafızdır.
- Nasslardan misaller:
1.Allah
Teâlâ, yemin kefâretine dair,"Fakat kim (bunları) bulamaz ise, üç gün oruç
(tutması gerekir)"[1] buyurmuştur.
Bu âyetin lafzından çıkarılan hüküm, üç gün oruç tutmanın icâb ettiğidir. Çünkü
"üç" (selâse) hâss lafızlarındadır. Manayı kat'î olarak ifade eder.
Üçden aza veya çoğa ihtimali yoktur.
2. Kur'ân'da
zikri geçen miras hisseleri, hâss lafızlarla ifade edildiği için kat' -iyye
ifade ederler.
3. Peygamber (s.a.v.)'in "Her kırk koyunda
bir koyun zekat olarak verilir" hadisinde, koyunda zekâtın nisabının kırk
olduğu ifade edilmektedir. Bunun, kırktan aza veya çoğa ihtimali yoktur. Şu
halde 40 koyunda bir koyun zekât verilmesi vâcibdir.
Burada ifade edelim
ki, hâssın te'viline dair bir delil bulunursa, yani hâss lafızla, lafzın tayin
edildiği manadan başka bir mananın kasdedildiğine dair bir delil varsa, bu durumda
hâss, delilin iktizâ ettirdiği şeyle izah olunur. Mesela, koyun zekâtıyla
ilgili yukarıdaki hadiste, "şât" (bir koyun) lafzını, hanefîlerin,
koyunun kendisi ve değeri olarak izah etmeleri gibi. Bu görüşe göre, zekât olarak
koyunun kendisi verilebileceği gibi, koyunun kıymet ve değeri de zekât.ola-rak
verilebilir. Hanefîlere göre Allah Teâlâ, zekâtı meşru kılmakla, yoksulların
ihtiyacına cevap vermeyi ve onlara bir fayda temin etmeyi amaçlamıştır. Bu
amaç, koyunun kendisini zekât olarak vermekle gerçekleşeceği gibi, koyunun
kıymet ve değerini vermekle de gerçekleşebilir.
Mutlak hâss bir
lafızdır ki, delâlet ettiği fertlerden herhangi birini ifade eder. Mutlak ile
'âmm arasında şöyle bir fark vardır: Mutlak, delâlet ettiği fertlerden herhangi
birini ifade eder, âmm ise delâlet ettiği fertlerin hepsini ihata eder. Mesela
"Bir köle azad etmek" sözü, azad edilecek kölenin mümin olup
olmamasını, bir'den çok olmasını göstermez. Sadece bir kölenin azad edilmesini
gösterir.
"O küfredenlerle
(muharebede) karşılaştığınız zaman boyunlarım vurun" âyetindeki
"boyunlar" sözü âmm olup bütün kâfirlere şâmildir.[2]
Mutlak, itlâkı üzere
câridir, manasına delâleti kat'îdir.
Nasslardan mutlak'a
bir misal verelim:
"İçinizden
ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceleri kendi kendilerine dört ay on (gün)
beklerler"[3] âyetinde,
"zevceler" kelimesi mutlakdır. Bu kelimeyi gerdeğe girmiş kaydıyla
kayıtlamak caiz değildir. Onun için bu nass, nikâhlı olup gerdeğe girmiş veya
girmemiş bütün zevcelere şamil olup, böyle zevcelerin kocaları Ölünce
iddetleri dört ay on gündür. Ancak bu âyet, sonradan neshedilmiştir.
Mukayyed, bir vasıf,
bir hal, bir gaye veya bir şart kaydına bağlı olarak kendi cinsinden şuyû'
bulmuş bir medlule delâlet eden hâss bir lafızdır. Meselâ, "mümin bir
köle azad etmek" âyetindeki köle lafzı, müminlik vasfıyle mukayyeddir.
"...Bulamazsa üç gün oruç tutsun" âyetindeki "üç gün orup
futsun" sözü, köle azad etme, on kişiyi giydirme veya yedirme imkânı bulamama
şartiyle mukayyeddir. "....sonra geceye kadar orucu tamamlayın"[4]
âyetindeki orucun tamamlanması, "geceye kadar" kaydıyle mukayyeddir
ve bu sebeple visal orucu caiz değildir.
Mukayyed, takyidi
üzere cari olup, kat'î hüküm ifade eder,
Nasslardan bir misal
verelim: Zihâr'm hükmü izah edilirken "Fakat kim bunu bulamazsa, yine
birbirleriyle temas etmezden evvel fasılasız iki ay oruç tutsun"[5] âyetindeki
iki ay ifadesi fasılasız kaydı ile mukayyeddir.
Biraz önce ifade
ettiğimiz gibi mutlak itlâkı, mukayyed de takyidi üzere câri olur. Bir zaruret
bulunmadıkça bunlardan biri diğerine hamledilemez. Şimdi nerelerde mutlakın
mukayyede hamledildiğini ve nerelerde hamledilemediğini görelim:
1. Hem
hükümleri hemde sebepleri bir ise mutlak mukayyede hamledilir. Bir âyette[7]
mutlak olarak kan'ın diğer bir âyette[8] ise
mukayyed olarak akan kan'nın haram kılındığı ifade edilmiştir. Her iki âyette
akan kanın yenilmesinin haram olduğu hükme bağlanmıştır. Her iki âyette kanın
yenilmesinin haram olduğunun sebebi olarak ondan doğacak zarar gösterilmiştir.
Şu halde bu iki âyette hem hükümleri hem de sebepleri bir olduğu için mutlak
mukayyede hami edilir. Bu duruma göre akan kanın yenmesi haramdır, -etin
üzerinde veya içinde kalan kanın yenmesi ise haram değildir.
Aynı şekilde bir
âyet-i kerimede[9] yemin keffâreti olarak mutlak bir ifade ile üç
gün oruç tutulması emredilmiştir. İbn Mes'ud'un kıraatinde ise mukayyed bir
ifadeyle "ard arda üç gün" oruç tutulması zikredilmiştir. İşte Hanefîler,
burada mutlak'ı mukayyede hamlederek yemin keffâreti olarak tutulan oruc'un fasılasız
üç gün tutulması gerektiği kanaatine varmışlardır.
2. Hem hükümleri, hem de sebepleri farklı ise
mutlak mukayyede hamledilemez. Mesela bir ayette[10]
hırsızlık eden erkek ve kadının ellerinin kesilmesinin gerektiği, diğer bir
âyette ise [11] abdest alırken ellerin
dirseklere kadar yıkanmasının farz olduğu ifade edilmiştir. Birinci ayette
"eller" lafzı mutlak, ikinci âyette ise esler lafzı "dirseklere
kadar" ifadesiyle mukayyeddir. Birinci ayette ellerin kesilmesi gerektiği
hükme bağlanmıştır. Bu hükmün sebebi ise hırsızlıktır. İkinci âyette ise elleri
dirseklere kadar yıkamanın farz olduğu hükme bağlanmıştır. Bu hükmün sebebi ise
namaz kılma isteğidir. İşte burada mutlak mukayyede hamledilemez.
3. Sebebleri bir, hükümleri farklı ise mutlak
mukayyede hamledilemez.
Mâide suresinin 6.
âyetinde, abdest alırken ellerin dirseklere kadar yıkanması gerektiği,
teyemmümde ise toprağın ellere sürülmesi gerektiği ifade edilmiştir. Burada
sebeb bir, fakat hükümler farklı olduğu için mutlak mukayyede hamledilemez.
Hükümlerden biri, ellerin dirseklere kadar su ile yıkanması, diğeri ise, mutlak
olarak bulunan ellerin toprak ile meshedilmesidir. Her iki hükmün sebebi ise
namaz kılma istediğidir. İşte bu durumda mutlak mukayyedle izah olunamaz.
Herbiri ile kendi yerinde, mutlaklığı ve mukayyedliği ile amel olunur.
4. Hükümleri
bir, sebepleri farklı ise mutlak mukayyede hamledilemez. Bu durumda mutlak
ıtlakı üzere, mukayyed de takyidi üzere kendi konularında câri olurlar. Bu
Hanefilerin görüşüdür. Şafiilere göre ise bu durumda mutlak mukayyede
hamledilir. Bu konuda iki misal verelim. Cenab-ı Hak zihar keffaretine dair
"...birbirleriyle temas etmezden önce, bir köle âzad etmek lazımdır"[12] âyeti,
hataen adam öldürme keffaretine dair ise "mümin bir köleyi azad etmesi
lazımdır"[13] âyeti bulunmaktadır. Köle
lafzı birinci âyette mutlak, ikinci âyette ise mukayyeddir. Bu iki âyetin
hükümleri birdir ve bu da bir köle azat etmektir. Birinci âyette hükmün sebebi
zihar, ikinci âyette hükmün sebebi ise hataen adam öldürmedir.
Görüldüğü gibi mutlak
ve mukayyedin hükümleri bir, fakat sebebleri farklıdır. Bu sebeble mutlak
mukayyede hamledilemez. Bu iki âyet arasında bir tearuz da yoktur. Çünkü hükümleri
bir olmakla beraber sebebleri farklıdır. Sonra herbiriyle kendi konusunda amel
etmek mümkündür.
Fıtır sadakasının
vâcib olduğuna dair biri mutlak, diğeri mukayyed olmak üzere iki hadis
bulunmaktadır:
"Her hür ve her
köle adına sadaka-i fıtır veriniz" hadisi, mutlak olup aile reisine
köleleri namına fıtır sadakası ödemesi mecburiyetini getirmektedir.
"Müslüman olan
hür ve köle namına fıtır sadakası veriniz" hadisi, mukayyed olup aile
reisine, sadece müslüman köleleri namına fıtır sadakası mecburiyetini
yüklemektedir. Hanefîlere göre burada mutlak mukayyede hamledilemez. Çünkü her
iki hadisin hükümleri bir olmakla beraber sebebleri farklıdır. Bu iki hadisin
hükümleri, köleler namına fıtır sadakası verilmesidir. Birinci nassın hükmünün
sebebi köle olmak, ikinci nassın hükmünün sebebi ise müslüman köle olmaktır.
Şâfiîlere göre burada mutlak mukayyede hamledilir. Onlara göre sadece müslüman
köle namına fıtır sadakası verilir.
Sarih emir şöyle tarif
edilmiştir :
Emir, otorite sahibinin
bir fiilinin kesin (taleb) için konmuş bir lafadır. Namaz kd, oruç tut, O
fiilin yapılmasını isteyene Amir, kendinden ısm yap.lmas, veya mükellef,
istenilen işe de me'murun b.h izah edelim:
Tarifte sarih emrin
beş şart. Bulunmaktadır.[14] Bunları
kısaca izah edelim:
1. Lafız
olmak (sözlü olmak). Emir sözlü olur fii ve işaret emir meydana gelmez. Cumhura göre emir sözde hakikat fiilde
ise mecazd.Hî miz visal orucu tutardı. Peygamberinin bu fiilini sahabe emir
telakki ederek ona uymak istediler. Ancak bundan yasaklandılar. Şu halde fiil
emir olmuyor.
2. Taleb:
Emir siygası ile bir işin yapılması taleb edilir. Tehdîd ve ta'cîz gibi
manalarda kullanılan emir sıygaları sarih emir değildir. Tehdid, bir kimseyi
korkutmaktadır. Ta'ciz ise bir kimsenin aczini ortaya koymak için yapamayacağı
bir şeyi teklif etmektir.
3. Kesinlik
(cezm): Nedb ve ibâhe gibi manalarda kullanılan emir siygaları, emir manasını
ifade etmezlerler. Ancak vücûb manasında kullanılan emir sıygaları emir
manasım ifade ederler.
4. Emir siygası: Emir sıygası, bir işin
yapılmasını istemek için konmuştur. "Şu işi senden isterim" sözü
sarih bir emir değildir. Ancak Kur'an ve sünnette bulunan haber cümleleri ile
mecazen emir manası kastedilir.
5. İs'ti'lâ
(üstünlük): Bundan maksat, âmirin me'mura göre daha üstün olmasıdır. Bir
kimsenin otorite yönünden müsavi olan bir kişiden bir işin yapılmasını
istemesi, emir değil bir rica ve tavsiyedir. Kendisinden yüksek bir kimseden
bir şey istenirse ona da dua, niyaz ve istirham denir.
Bir işin yapılmasını
istemek için arapça da özel emir siygalan (kipleri) kul-İılmaktadır. Ancak bazı
kelime, cümle ve ifadeler de yapıları ve kullanışları jbı emir manası ifade
ederler. Bu itibarla emir siygalarım iki kısma ayırabiliriz:
1. Hakiki (sarih) emir sıygaları,
2. Mecazi (gayr-i sarih) emir siygalan.
1. Hakiki
(sarih) emir siygalan: Bir İşin yapılması, emir kipleriyle isteniyor-|ona
hakiki (sarih) emir denir. Emr-i hâzır ve emr-i gâib sıygaları hakiki (sarih)
emir siygalarıdır.
"Genişliği (zenginliği)
olan, genişliğinden-nafaka versin",[15]
"Namaz kılın zekât verin..."[16]
"sizden her kim ramazan ayında hazır bulunursa o ay'ı iç tutsun"[17] âyetlerindeki
emir siygalan hakiki emir siygalarıdır.
2. Mecazi
(gayr-i sarih) siygalan:
Bazen bir işin
yapılması hakiki (sarih) emir siygalarıyla değil de haber cüm-meleriyle veya
başka üslublarla istenir. Hakiki emir siygalarının dışındaki siyga ve
üslublarla bir işin yapılması istenirse ona da mecazi (gayr-i sarih) emir
denir. Özellikle Kur'an ve Sünnette bulunan haber kipleriyle mecazen emir
kasdedilir.
"Boşanmış
kadınlar, kendi kendilerine üç adet müddeti beklerler"[18] âyetinde
"beklerler" kelimesi "beklesinler" manasında
kullanılmıştır, "hakim, ga-zablı iken hüküm vermez" hadisinde
"hüküm vermez" kelimesi, "hüküm vermesin" manasında
kullanılmıştır.
Hakiki emir sıygasının
dışında vucûb ifade eden kelime, cümleler, mecazî emir siygası kabul edilir.
Vâcib bahsinde bu konuda bilgi verilmiştir.
Arapçada emir siygası,
bir çok manalar için kullanılır. Bu manalar arasında vücûb, ibâhe, nedb,
tehdîd, irşâd, te'dib, ta'ciz, dua, tesviye, ikram ve diğer manalar vardır.
1. Vücûb:
"Ey iman edenler,
Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere itaat edin"[19]
2. Nedb:
"Kölelerinizden mükatebe isteyenleri
de, eğer kendilerinde bir hayır biliyorsanız, hemen kitabete (sözleşmeye)
bağlayın"[20]
3. İbâhe: "İhramdan çıktığınız zaman (isterseniz)
avlanın"[21]
4. Tehîd: "Artık dilediğinizi yapın"[22]
5. İrşâd:
"Ey iman edenler, muayyen bir vade ile birbirinize borçlandığınız zaman,
onu yazın"[23]
6. Te'dib: "Önünden ye".
7. Ta'cîz:
"Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur'an'dan şüphede iseniz, haydi siz de onun
benzerinden bir sûre getirin"[24]
8. Dua:
"Ey Rabbimiz, Hesab kurulacağı günü beni, ebeveynimi ve bütün müminleri
bağışla "[25]
9. îkrâm: "Girin oraya (cennete); selametle, emin
olarak"[26]
10. Tesviye:
"Girin oraya
(cehenneme), ister azabına
sabredin, ister etmeyin"[27]
11. Tahkîr: "...zelil ve hakir maymunlar
olun"[28]
Emir siygasımn, hangi
manada kullanıldığı kelâmın siyakından ve hal karinelerinden anlaşılır.
Emir sıygasının bir
çok manada kullanılışı sebebiyle, emir ile hakiki olarak istenen ve kasdedilen
mananın ne olduğu hakkında görüş aynlığı meydana gelmiştir. Alimler, emir
sıygasının vucûb, ibâhe ve nedb'in dışındaki manalarda mecaz olduğunda İttifak
etmişlerdir. O halde ihtilaf bu üç manadadır. Bu konudaki görüşleri şöyle
sıralayabiliriz;
1. Emir sıygası vucûb ifade eder.
2. Emir sıygası nedb ifade eder.
3. Emir sıygası ibâhe ifade eder.
4. Emir sıygası vucub, nedb ve ibahe manaları
arasında müşterektir.
5. Mutlak talebdir: Kesinse vucûb, değilse ibâhe
ifade eder.
6.
Tevakkuf:.Hangi manada kullanıldığım öğrenmek için beklemek ve araştırmak
gerekir.
Alimlerin çoğunluğuna
göre emir vucûb ifade eder: yani mutlak olan emir sıygası, vucûba delalet
etmesi için konmuştur; vucubda hakikat, vucub dışındaki manalarda mecazdır.
Karine olmadan emir, vucubun dışındaki manalara delalet etmez. Karine nedbe
delalet ediyorsa, emrin mucebi nedbdir. Karine ibâhe'ye delalet ediyorsa, emrin
mucebi ibâhe'dir. Emir sıygasının vucûb ifade ettiğine dair bazı delilleri
şöyle sıralayabiliriz:
1. "...Peygamberin emrine aykırı hareket
edenler, başlarına bir bela inmekten, yahut kendilerine bir azab isabet
etmekten sakınsınlar"[29] Bu
âyet, ilahi emre aykırı hareket edenlerin cezalandırılacağını bildirerek,
emirlere uyulmasına işaret etmiştir. Emredilen şey, vâcib olmadıkça, emre
karşı gelmekte fitne, belâ, azab endişesi olmazdı.
2. "Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği
zaman, mümin bir erkek ve mümin bir kadm için, kendi işlerinden dolayı Allah
ve Peygamberin hükmüne aykırı olanı seçmek hakkı yoktur"[30] Şu
halde Allah ve Resulü bir işin yapılmasını emrederse, o vâcib olur.
3. "Ümmetime meşakkat olmasaydı, her namaz
için abdest alındığı zaman, misvak kullanmayı emrederdim." hadisi, emrin
vucûb ifade ettiğini göstermektedir.
4. Alimler, Kur'an ve Sünnet'deki mevcut mutlak
emir sıygalarının vucûb ifade ettiğinde icmâ halindedirler.
5. İnsan,
kendisinden mevki yönünden aşağı durumda bulunan bir kişiden bir işin
yapılmasını isteyebilir. Şayet o şahıs, emri yerine getirmezse âsi kabul
edilir. Bilindiği gibi vâcib olan bir şeyi yerine getirmeyen âsi kabul edilir.
Şu halde Allah ve Resulü âmir olduklarına göre onların emirleri vucûb ifade
eder.
Emir, emredilen fiilin
derhal yapılmasına (fevri) mı, yoksa geciktirilerek (te-râhî) sonradan
yapılmasına mı delâlet eder? Geniş vakit ile mukayyed emrin yerine getirilmesi
vaktin sonuna kadar te'hir edilebilir. Mesela beş vakit farz namazlar böyledir.
Farz olan namaz, vakit girer girmez eda edilebileceği gibi vaktin sonunda da
eda edilebilir. Vakit geçtikten sonra namaz eda edilemez, kaza edilir. Dar
vakitle mukayyed emrin yerine getirilmesinin te'hire tahammülü yoktur. Ramazan
orucu gibi.
Fakat keffâretler gibi
belli bir vakitle mukayyed olmayan emir, gelecekte ifa edilebilir. Bunu
geciktirmekte bir sakınca yoktur. Yani vakitle mukayyed olmayan vacibler,
derhal yapılabileceği gibi te'hir edilip sonradan da yapılabilir. Ancak belli
bir vakitle mukayyed olmayan ve geniş vakitle mukayyed bir vacibi edada acele
etmek, te'hir etmekten daha hayırlıdır. Çünkü ileride başa nelerin I ceei belli
olmaz. Vacibi edadan önce insan ölebilir. Bu sebeple vacibin derhal yapılması
müstehabdır.
Emredilen bir şey bir
kere yapılmakla emre uyulmuş ve nıemur'un vazifesi n bulmuş olur. Mesela, bir
kadım evlendirmeğe memur olan kimse, onu bir kere evlendirince, vazifesi son
bulmuş olur.
Burada ifade edelim
ki, ibadetlerin tekrar tekrar ifâ olunması, haklarındaki emirlerin tekrarı
gerektirdiğinden dolayı değildir. Bu ibadetlere mahsus sebeplerin tekerrürüne
mebnîdlr; Meselâ, namazların vâcib olmasının sebebi vakitleridir O halde vakit
gelince namaz da vâcib olur. Hacc'ın sebebi Kâ'be-i-muazzamdır. O halde bir
kere hac edince hac farizası ifâ edilmiş olur. Cünüp insanın "Eğer cünüp
iseniz temizlenin" âyeti gereğince gusul abdesti alması vâcib olur. Guslu
icab ettiren hal tekrarlanınca yıkanmak emri de tekrarlanmış sayılır.
Hanbelî, Malikî ve
Şafiî mezheplerine mensub bazı hukukçulara göre nehiyden sonra emir, ibâhe
ifade eder.
"...Siz ihramlı
olduğunuz halde avlanmayı helal saymamak şartıyla..."[32]
âyeti, hac vazifesini ifâ eden bir müsîümamn ihramda iken avlanmasını yasaklamıştır.
Bundan sonra gelen "ihramdan çıktığınız zaman, avlanın" ayetiyle ise
ihramdan sonra avlanma emredilmiştir. İşte bu emir, avlanmanm mübahlığına
delalet etmektedir.
Hanefîlerin
çoğunluğunun dahil olduğu diğer bir kısım alimlere göre nehiyden sonra emir,
vücûp ifade eder. Meselâ sarhoş olanlar hakkında "sarhoş iken namaza
yaklaşmayın" ilahi yasak bulunmaktadır. Bunlar, bu halin zevalinden sonra
yine namaz kılmakla memurdurlar. Bu konudaki emir vücûb ifade eder. Aynı
şekilde masum olan bir şahsın öldürülmesi yasak ve haramdır. Ancak böyle bir
şahsm yol kesiciliği suçu işlemesi halinde ceza olarak öldürülmesi hakkında
Şari'in bir^mri vardır. İşte bu emir nehiyden sonra vücûb ifade etmektedir.
Hanefîlerden
İbnü'l-Humâm'a ve bazı Hanbdi hukukçularına göre nehiyden sonra emir, nehyi
kaldırır ve emredilen fiilin durumunu nehiyden evvel ne ise o hale avdet
ettirir: Nehiyden önce fiil vâcib ise bu emir ile vâcib olur; nehiyden önce
fiil mubah ise bu nehiy ile mubah olur.
Mesela, Haram olmadan
önce avlanmak mubahtı. Haram kılış sebebenin ortadan kalkmasından sonra
avlanmak emredilence, durum mübahlığa yeniden avdet etmiştir. Aynı şekildecuma
günü ezan vaktinde yasaklanan alış veriş önceden mubahtı Yasak kılış sebebinin
ortadan kalkmasından sonra yeryüzüncdağı-hp alış verişle emridilence, durum
mübahlığa yeniden avdet etmiştir. Aynı şekilde haram aylar dışında harbetmek
vacipti. Haram aylarda harbetmek yasaklandı. Sonra haram aylar bitince
harbetmenin emredilmesiyie, harbetmenm hükmü, önceden olduğu gibi vücûba avdet
etmiştir.
Emrin muktezâsı,
emredilen şeyin (memurun bihin) güzel ve iyi olması (ha-sen)'sebebiyle yerine
getirilmesidir. Meselâ namaz kılmak emredilmiştir. Emre-dildiği için namaz
güzeldir. Güzel olan bir emrin yerine getirilmesi ise farzdır. Şu halde bir
müslümanın güzel bir fiil olan namaz'ı kılması gerekir. Emredilen fiilleri
işleyenler, dünyada taltif edilirken, ahirette de fiillerinin karşılığı olan
sevapları alırlar.
Me'mftrun binler
(emredilen şeyler) hüsün (güzellik, iyilik) yönünden iki kısma ayrılır:
Cenab-ı Hakk
tarafından emrolunan iman, kendinden dolayı güzeldir. Ke-!a adalet de kendinden
dolayı güzeldir. Liaynihi hasen iki kısımdır.
a. Ligayrihi hasene hiç binzemeyen hasen:
Allah'a iman gibi. Buna "hakikaten liaynihi" denir.
b. Ligayrihi hasene bazı yönlerden benzeyen
hasen; Oruç, zekât, hac gibi. [Bunlar kendilerinde az çok zahmet, meşakkat veya
malın bir kısmından mahru-
ıiyet bulunduğundan
dolayı, ligayrihi hasene benzerlerse de haddi zatında yük-îkbırer ibadet
oldukları yönünden hasen liaynihidir.
Meselâ, Cenab-ı Hakk,
insanlara cihad yapmalarını emretmiştir. Fakat ci-had hadd-i zatında insanlara
eziyet vermeğe, beldeleri yakıp yıkmağa sebeb olacağı için kendinden dolayı
güzel değildir. Bu dinin kuvvet bulmasına, yayılmasına, islam ülkesinin müdafaasına
sebeb olduğu için hasen (güzel)dir. Bu halde cihad, liaynihi değil, ligayrihi
hasen'dir.
Ligayrihi hasen, iki
çeşittir:
a. Bir emri yerine getirince, o sayede bir başka
güzellik de meydana gelmiş lur. Mesela cihad yapılınca, bu sayedendin de yücelmiş
olur.
b. Bir emri
yerine getirince, ona bağlı olan emir yerine getirilmiş olmaz. Mesela abdest,
namazın bir şartı olduğu için güzeldir. Fakat abdest almakla, namaz kılınmış
olmaz. Aynı şekilde, cuma namazına koşmak, cuma namazına kavuşmaya vesile olacağı
için güzeldir. Fakat sadece koşmakla cuma namazına iştirak edilmiş olmaz.
Emr'i ilgilendiren
bazı konular, vâcib bahsinde incelenmiştir.
Sarih nehiy şöyle
tarif edilmiştir:
Nehiy, otorite
sahibinin, bir fiilinin yapılmamasını kesin olarak istemesi için konmuş bir
lafızdır. Öldürme, zulüm yapma, zina yapma, haram yeme gibi. Nehyedene nâhî,
nehyedilen şeye menhiyyun anh, nehyedilen şahsa menhî denir. Bu tariften de
anlaşılacağı gibi sarih emrin şartları burada da geçerlidir.
Nehiy siygaları iki
kısma ayrılır:
1. Hakiki (sarih) nehiy sıygaları:
Nehy-i hâzır ve nehy-i
gâib siygaları, hakiki (sarih) nehiy sıygalarıdır. Bu sıygalarla bir işin
yapılmaması istenirse ona hakiki (sarih) nehiy denir. "Zinaya yaklaşmayın"
gibi.
2. Hakiki (sarih) nehiy sıygalarının dışındaki
bazı siyga kelime, cümle ve üsluplar ile de bir işin yapılmaması istenir. Bu
şekilde bir işin yapılmamasını istemeye mecazi (sarih olmayan) nehiy denir.
Bir şeyin helal olmadığım, haram olduğunu belirtmek bir şeyin kötü olduğunu
ifade etmek, bir fiil yapıldığı zaman ona ceza verileceğini zikretmek gibi.
Meselâ, "De ki:
"Rabbim, ancak çirkin fiillerin açık olanını da, açık olmayanını da haram
kıldı"[33] âyetinde çirkin şeylerden
insanların uzak durması istenmiştir.
Bazen emir sıygaları
nehye delalet eder. Meselâ cuma namazı vaktinde "alış verişi
bırakınız" âyetinde, emir siygası, tahrimi gerektirmektedir.
Arapçada nehiy
siygasının bir çok manası vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1. Haram kılmak (tahrîm):
"Allah'ın
muhterem kıldığı nefsi (canı) haksız yere öldürmeyin"[34]
2. Kerahet: "develerin çöktüğü yerlerde
namaz kılmayın"
3. Dua: "Rabbimiz, Bize hidayet verdikten
sonra kalblerîmizi saptırma"[35]
4. Ümit
kırma (te'yis): "Ey kâfirler, bugün özür dilemeyin; siz, ancak yaptıklarınızın
cezasını çekeceksiniz",[36]
5. İrşâd: "Ey iman edenler! Öyle şeylerden
Peygambere sormayın ki, size
açıklanırsa fenanıza
gidecektir"[37]
Nehiy siygasının
gerektirdiği hüküm ile ilgili şu görüşler ileri sürülmüştür:
1. Nehiy
siygası, kerahete delalet eder.
2. Nehiy siygası, kerahet ile tahrim arasında
müşterektir.
3. Nehiy sıygası tahrim ifade eder.
Hanefiler tahrim
yerine.hürmet tabirini kullanırlar. Alimlerin çoğunluğuna göre nehyin mûcebi,
tahrimdir. Nehyin hakiki manası budur. Bu mana dışındaki manalar için nehiy
sıygası mecaz olarak kullanılır. Şu halde nehyedilen fiilin haram olması
sebebiyle, o fiilin devamlı olarak terk edilmesi gerekir.[38]
Nehyin muktezâsı,
nehyedilen fiilin kabîh (çirkin-kötü) olmasıdır. Yani nehyedilen bir fiili
işleyen dünyada zemmedilir. Ahirette ise o fiilden ötürü cezalandırılır.
Meselâ "haram yeme, yalan söyleme" sözleriyle insan haram yemeden ve
yalan söylemekten menedilmiş olur. Bu sözlerle, yalan söylemenin, haram lokma
yemenin kötü olduğu anlaşılır. Ancak muvakkat olduğuna delalet eden bir
karineye mukarin olan nehyin devamlı olarak terk edilmesi gerekmez.
"Sarhoş iken namaza yaklaşmayın" buyrulması gibi ki, namazdan
yasaklanma, sarhoşluk zamanına münhasırdır.
Menhiyyun anh
(nehyedilen şeyler), kubuh (çirkinlik) yönünden iki kısma ayrılır.[39]
1.
Kendisinden dolayı kabih (kötü-çirkin) Meselâ zulüm, yalan kendinden dolayı
kabihdir. İnsan bunların kötü olduklarını aklıyla bilebilir.
İslam dini, domuz eti
gibi mütekavvim olmayan bir malın satılmasını yasaklamıştır. Mütekavvim
olmayan bir malın satılması, her zaman batıldır ve caiz değildir.
2. Başka bir sebebden dolayı kabih
Bu, hüküm yönünden iki
kısma ayrılır:
a. Vasfen kabih ligâyrihi: Kendisinden ayrılması
mümkün olmayan bir va-sıfdan dolayı, kabih olan fiillerdir. Meselâ bayram günü
oruç tutmak yasaklanmıştır. Haddi zatında oruç tutmak güzeldir. Bayram gününde
müslümanların iştirak etmesi gereken bir ziyafet vardır. Bugün oruç tutan bir
müslüman, bu ziyafetten kaçınmış olur. Bu ziyafetten kaçınma vasfından dolayı,
bugün tutulan oruç kabihdir ve batıldır. İşte vasfen kabih ligâyrihi'nin hükmü,
liaynihi kabih gibi butlan'dan ibarettir.
b. Mücavİren (beraber bulunarak) kabih
ligâyrihi: Kendisinden ayrılması mümkün olan bir vasıf dolayısıyle kabih olan
fiillerdir. Cuma namazı için ezan okunurken alış veriş yasaklanmıştır. Satış
ise haddi zatında kötü değildir. Alışveriş, cuma namazından alıkoyduğu için
kötüdür. Ancak ahş-veriş, cuma namazından alıkoymayabilir de. Şöyle ki insan
hem cuma namazına koşar, hem de koşarken alış-veriş yapabilir.
Mücaviren kabih
hükmünde değildir. Bu kısımda bazen fesat bulunursa da butlan söz konusu
olamaz.Bunda kerahet ve manevi mes’uliyet bulunursa dayapılan bu muamele
üzerinde yine bir hüküm terettüp eder.Busebeple Cuma ezanı okunurken alış-veriş
sahih olur.Alış-verişin bütün hükümleri tahakkuk eder.
a. Tarifi: Sınırsız
olarak fertleri içine
alan lafza âmm
denir.
Yani âmm bir lafızdır
ki, delalet ettiği fertlerin bütününü (sınırsız ve sayısı olarak) içine alır.
Burada âmm ile ilgili
tarifi incelediğimiz zaman, âmm'ın şartlarını ortaya koymuş oluruz.[40]
1. İçine
aldığı fertler üç ve daha fazla olacak (teaddud). Tarifte geçen müsemmeyat
(fertler), müsemmâ (isimlenmiş; fert)'nın çoğuludur. Bu sebeple, bir fert ve
iki ferde âmm denemez. Şu halde, "Ahmet" gibi Özel isimler, ebeveyn
(anne-baba) gibi tesniyeler, hass lafız oldukları için tarifin dışında kalmışlardır.
2. Sınırsız
ve sayısız olacak : Âmm bir lafızdır ki, onun birçok fertleri (müsemmaları)
vardır. Fakat bu fertler sınırlı ve sayılı değildir. Yani fertler (müsemmalar)
sınırsız ve sayısız olacak veya sınıra ve sayıya delalet eden bir karine
bulunmayacaktır. (şehirin âlimleri) gibi lafızlar, amm'dır. Aded isimleri,
ahd-i harici namıyla bilinen cem'-iler, âmm değildir.
3. Bütün
fertleri içine alacak : Yani âmm, sınırsız ve sayısız fertlerin tamamını içine
alacaktır. Bu sebeple sınırlı (mahdud) ve sayılı (ma1-dud) fertleri içine alsa
bile bir lafız, fertlerin tamamını içerisine almazsa âmm olamaz. Meselâ cins
isimler, Cem'i münekkerler âmm değildir.
Birden fazla manası
olan müşterek lafızlar da âmm değildir. Çünkü müşterek lafız, birçok manaya
tebâdül yoluyla delalet eder. Ancak müşterekin bir manası kasdedilirse, âmm
olur. Mesela, "el-uyûn" denilip, "gözeler" kasdedilirse,
âmm olur. Mutlak ile âmm arasındaki fark şudur: Mutlak, bir defada ya yaygın
(şayi1) bir ferdi, veya yaygın olan fertleri şümulüne almakta, bütün fertlere
şamil olmamaktadır. Âmm ise, fertlerin bütününü içerisine almaktadır.
Emir vücub, nehiy ise
tahrim hususunda hâss olmakla birlikte, muhatabları itibariyle âmmdırlar.
Arapçada(kim), (ne),
(nezaman) (her ne zaman), (hangisi) gibi lafızlar âmmdır. Bu lafızlar, bütün
fertleri içerisine alır. Hiçbir ferdi dışarda bırakmaz. Mesela, "Kim
zerre kadar iyilik yaparsa, karşılığım görür" cümlesindeki "kim"
lafzı âmm'dır.
Âmm Lafızlar İki Nev'idir:[41]
1. Hem sıygası, hem de manası âmm olan lâfızlar:
Bu nev'i âmm'a "mecmuu'1-lafz vemustağraku'1-mana" denir. Er-rical,
en-nisa gibi marife cem'iler bu kabildendir.
Mesela, hadis-i şerifinde
"el-eimme" lafzı ve hadisinde "el-enbiya" lafzı
birer amm lafzıdır.
2. Yalnız manaları âmm olan lafızlar: Bu nev'i
âmm'a " müferdü'1-iafz ve
müstağraku'1-mana" denir. Amm'ın bu nev'i de iki kısma ayrılır.
a. Fertlerin
tümüne birden delalet eden lafızlar: el-kavm, el-cinn, el-ins, el-cemi',
el-ceyş kelimeleri gibi. Bu kabil âmm lafızlarda, hüküm fertlere ayrı ayrı
değil, bir bütün halinde taalluk eder. Meselâ, "bu kaleye giren orduya
mükâfat verilecektir" denilse ve kaleye bir asker girse, mükâfata hak
kazanamaz. Ancak ordu halinde giren askerin tamamına mükâfat verilir.
b. Fertlerin
bütününe birden veya ayrı ayrı delalet eden lafızlar: Bu kaleye girene bir
altın verilecektir" dense, toplu halde ve tek başına giren herkese bir
altın verilir.
b. Âmm
lafızlar: Âmm lafızlar şunlardır.
I. Marife
cem'iler: Bunlar, ahd-i harici için olmayan harf-i tarif (el) ile veya marife
bir kelimeye muzaf olmakla marife olan cem'ilerdir.
Ahd-i harici için olan
harf-i tarif ile veya gibi nekre cem'iler, umûm ifade etmezler.
Meselâ, "Adamlar
gitticümlesinde id başındaki söyleyenle, muhatab tarafından bilinen (ma'hud)
erkeklere delalet eder. Yoksa cümlenin manası, "Bütün erkekler gitti"
değildir.
Yine "Adamlar
geldi" cümlesinde nekre cem'i olduğu için bazı erkeklere delalet eder. Yoksa
cümlenin manası, "Bütün erkekler geldi" değildir. Nekre cem'iler,
umum ifade etmezler; cem'in en az miktarı olan üç sayısı ile izah olunurlar.
İstiğrak manasına olan
"el" İle marife olan cem'iye şunlar misal verilebilir:
Anneler çocuklarını
iki tam yıl emzirirler.[42]
"Ana-baba ve
yakın hısımların bıraktıklarından erkeklere
hisseler.[43] İzafet ile marife olan
cem'iye misal:
"Analarınızla evlenmeniz
size haram kılındı"[44]
Onların mallarında
sadaka al.[45]
Cem’in,salim müzekker
,salim müennes veya cem-i teksir olmas,
mühim değil.İstiğrak manasındaki’’el’’ile yahut izafet üe ma,ife kılınan cem’i kelimelerin hepsi,umum ifade ederler.
2. İstiğrak
için el ne inaınc hadisinden insan ziyandadır"
âyetinde,
bütün İnsanları
içerisine almaktadır.
Ahd ve cins manası
olan harf-i tarifle marife olan müfred kelimeler umûm ifade etmezler. Meselâ,
"hakikat,biz Firavuna bir peygamber yolladığımız gibi... Firavun o
peygambere isyan etti de..."[46]
âyetinde lafzın- hfi trifi ahd içindir
Ol... in daki
"el" harf-i tarifi ahd içindir.
ifadesinde de, ve
" tip " lafızlarının harf-i tarifleri cins
içindir. Yani, "Erkek cinsi, kadın cinsinden daha kuvvetlidir"
demektir.
İzafet ile marifet
olan müfrede misal: "Allah'ın nimetlerini saymak isterseniz, onu
sayamazsınız" ây-etindeki "nimet" lafzı, bütün nimetlere
şamildir.[47]
3. Lafzı müfred, manası umûm ifade eden
kelimeler: el-Raht, el-kavm vs. gibi.
4. ve lafızları: Bu iki lafız,, izafe edildikleri
şeyde umum ifade ederler. Mesela, "Her can ölümü tadıcıdir"[48]
âyetinde ve
"Her çoban idaresi altında
bulunanlardan mes'uldur" ibarelerinde kelimesi amm lafızdır.
5. İsm-i
mevsuller: Mesela, "Muhakkak yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler,
karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar"[49]
âyetinde "Onlardan maadası ise size helal kılınmıştı" ayetinde
lafızları âmmdır.[50]
6. îstifham isimleri:[51]
"Kim Allah'a güzel bir ödünç verir" âyetinde istifham ismi, âmm
lafızdır.
7. Şart
isimleri: "İçinizden kim o aya erişirse, orucunu tutsun".[52]
8. Şart,
nehiy ve nefiy siyakında gelen nekreler: (Şart ve olumsuzluğun ifade
edilişinde yer alan belirsiz kelime).
Nefiye misal:
Nehiye misal:
Şarta misal:
İnsanı döversen,ceza
.görürsün'' şart cümlesinde insan her
insana şamildir. Aynı şekilde" cümlesindeki "esir" lafzı, her esire
şamildir.
Fakihler âmm'ın
fertlerine delaletinin kat'î veya zannî oluşunda ihtilaf etmişlerdir. Bu
konuda iki görüş ortaya çıkmıştır. Görüşlerden biri Hanefilere, diğeri Maliki,
Hanbeli ve Şafiilere aittir.
Hanefilere göre âmm da
hâss lafız gibi kat'iyyet ifade eder. Dolayısıyla âmm lafzın hükmü, tahsis
olunmadıkça delalet ettiği fertlerin hepsi hakkında birden sabit olur. Yâni
âmm, bunların hepsine birden şamil olur. Meselâ, "sizden ölenlerin
bıraktıkları kanlar, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler."[53]
âyeti, kocası zifafdan önce veya sonra Ölen her kadına delalet eder. Aynı
şekilde "kadınlarınızdan ay halinden kesilmiş olanlarla, henüz ay hali
görmemiş, olanların iddedlerinde tereddüde düşerseniz bilin ki onları iddetleri
üç aydır."[54] âyeti, küçüklerle, aybaşı
halinden kesilmiş kadınların ne suretle boşa-nırlarsa boşansınlar" iddet
müddetlerine delalet eder. Hanefilerin bu konudaki delilleri şudur: âmm lafız,
dil kaideleri itibariyle, bütün fertlerine şamil olmak üzere vaz olunmuştur
(konulmuştur). Âmm lafzın hakiki manası budur. Âmm lafzından, tahsisine dair
bir delil ve karine bulunmadıkça, onun bu hakiki manası anlaşılır. Âmm'ın
tahsis ihtimalini düşünerek, onun fertlerine şümulünün zannîliğini kabul etmek,
bir vehim ve kuruntu'dan başka bir şey değildir.
Ancak Hanefiler,
tahsis olunan âmm'ın baki kalan fertlerine delaletinin kat'î değil, zanriî
olacağını ifade ederler. Mesela, muharib olan müşriklerin tamamının
öldürülmesiyle ilgili bir âyet nazil olmuştur.[55] Bu
âyetin hükmü, umûmidir. Bütün müşrik muharibleri içerisine almaktadır. Ancak
başka bir âyette, müsteminlerin öldürülmemesi istenmiştir.[56]
Görüldüğü gibi birinci âyet, ikinci âyetle tahsis edilmiştir. Artık böyle
muhassas (tahsis olunan) bir âmm, sonradan zannî bir delille tahsis
edilebilir. Nitekim muharib olan müşriklerin öldürülmesiyle ilgili ayet
müsteminlerin öldürülmemeleriyle ilgili ayetle tahsis edildiğinden haber-i
vahid kabilinden olan “ihtiyar erkek ve kadınları öldürmeyiniz”hadisiyle ikinci
bir kez tahsis edilmiştir.Çünkü amm önceden kati bir delil ile tahsis edilmiş
olunca şümul kuvvetini kaybetmiş olacağından sonra zanni bir delil ile de tahsise
mahal bulunmuş olur.
Bu mezheblere göre tahsisden
önce de sonra da , amm ,içine aldığı fertlerin tamamına kati değil zanni olarak
delalet eder.Çünkü araştırmalar göstermiştir ki amm olan her lafız (bazı
istisnalar dışında )tahsis edilmiştir. Amm lafzının tahsis ekseriyetle olmuşsa
tahsis ihtimalini kabul etmek bir vehim ve kuruntu değildir.O halde tahsis
edilen veya tahsisedilmesi mümkün olan
amm’ın bütün fertlerine delaleti katidir denemez.[57] ayetinde
bulunan “en-nas”lafızları amm’dır.Ancak amm’ın delaleti, kat’i olsaydı bütün
insanlar kasdedilirdi.Halbuki ayette birinci “nas”ile Nuaym b.Mes’ud , ikinci
“nas”ile Mekkeliler kasedilmiştir.
Fakîhler, Kur'ân'daki
âmm lafzın, Kur'ân ile veya mütevatır veyahut meşhur sünnet ile tahsis
edileceğinde ittifak halindedirler. Fakat haber-i vâhid ile tahsis edilip
edilemeyeceğinde ihtilaf etmişlerdir. Hanefiler Kur'an'ın sübütû kat'î, haber-i
vâhid'in ise zannî olduğunu, tahsisin de bir tağyir olduğunu ileri sürerek
zanninin kuvvetliyi tahsis ve tağyir kudreti bulunmadığını ifade etmişlerdir.
Onlara göre Kur'an'ın âmmı, ancak kendi kuvvetindeki bir muhassıs ile tahsis
olunabilir. O da Kur'an nassıdır, yahut mütevatir veya meşhur hadislerdir.
Mesela, "Bunlardan başkaları sizin
için haram kılındı"[58] âyetini, meşhur
olan "Kadın halası, teyzesi üzerine nikâh edilemez" hadisi
tahsis etmiştir.[59] Ancak
önceden de ifade
ettiğimiz gibi hanefilere
göre Âmm'ın delaleti, tahsisden
sonra zannî olacağından kendisini, haberi vâhid, kıyas gibi zannî bir muhassıs
tahsis edebilir. Şurası da unutulmamalıdır ki, âmm lafızları ancak üç'e kadar
tahsis edilebilir, çünkü cem'İn en azı üçtür. Ancak marife müfred mesabesinde
olan en-Nisa gibi cem'iler bir'e kadar tahsis edilebilir. Meselâ ben kadınlarla
evlenmeyeceğim: cümlesinde böyle bir tahsis cari olabilir.
Fakihlerin âmm'ın delaletinin kat'î ve zannî
olduğundaki ihtilaflarının neticesi Kur'an'ın âmm lafızlarının haber-i vahidin
hassı ile tahsis edilmesi "Amm ile Hass'm Tearuzu" konularında
görülmektedir.
Hanbeli, Şafii ve
Malikilere göre tahsis, tağyir değil, bir tefsirdir. Dolayısıyla zannî bir
delil ile de âmm lafzı tefsir edilebilir. Bu mezhep'ler bu konudaki görüşlerini
şöyle de ortaya koymaktadırlar: Kur'ân'daki âmm lafız, haberi va-hiddeki hâss
lafız ile tahsis edilebilir. Çünkü haber-i vahid sübüt bakımından zannî ise de,
hâss olduğundan delalet bakımından kat'îdîr ve Kur'ân'm âmm lafzı sübût bakımından
kat'î ise de delalet bakımından zannîdir. Böylece Kur'an'ın âmmı ile haberi
vahidin hassı birbirlerine müsavi olurlar. Bundan dolayı haberi vahidin hassı
ile Kur'an'ın ammının tahsisi caizdir.
Meselâ "meytenin eti size haram kılındı [60] âyetini,
bir haberi vâhid olan deniz suyu temiz, ölüsü helâldir" hadisi
tahsis etmiştir. Aynı şekilde Kur'an'ın miras âyetlerini
"Müslüman millet mensupları ile gayrı müslimler arasında miras hukuku
cereyan etmez"
"Murisini öldüren
katil, njirasçı olamaz" hadisleri tahsis etmiştir.[61] ayetini,
hadisi tahsis etmiştir[62]. âyetini
hadisi tahsis etmiştir. Bu misaller gösteriyor ki, Kur'an'ın âmm'nı, haber-i
vâhid tahsis edebilir.
Hanefîlere göre
yukarıdaki hadislerle Kur'an'ın âmmlannın tahsisi iki sebebe dayanmaktadır.
1. Kur'an'ın
âmmım tahsis eden kafi bir nassdan sonra, onun diğer fertlerine delaleti zanni
olur.
Nitekim âyetini,[63]
âyeti tahsis etmiştir. Bundan sonra âmm zan ifade ettiği için hadisi
tahsis edebilir.
2. Yukarda
zikredilen hadisler, meşhur hadislerdir. Zaten meşhur hadislerle Kur'an'in
âmmı tahsis edilebilir.
Hanefîlere göre bir
hadise, bir konu bir mes'ele hakkında biri âmm, diğeri hass olmak üzere zahiren
birbirine muarız (zıd) görülen iki kat'î delil bulunursa, delil âyet ise nüzul,
hadis ise vürûd tarihine bakılır. Şayet nüzul ve vürûd tarihleri biliniyorsa
üç durum, bilinmiyorsa bir durum ortaya çıkar. Şimdi bunları ayrı ayrı ele
alalım.
1. İki
delilden her ikisi de aym zamanda nüzul ve vürûd etmiş ise hâs âmm'ı
îtahsiseder. âyetinde, bey'in helal olduğu umumî bir halde
beyan edilmiş iken sonradan gelen kısım üe riba suretiyle bey'in helalhğmdaki
umumiyet, bir hâss lafız olan riba ile
tahsis edilmiştir.
2. Hass olan
delil, âmm olan delilden sonra nazil ve varid olursa, hass, şamil olduğu
miktar nisbetinde âmm'in hükmünü nesheder. Meselâ âmm olan bir âyete göre
kocası Ölen bir kadının -gebe olsun olmasın- dört ay on gün iddet beklemesi
gerekir. Bu zamandan önce başka biriyle evlenemez. Bu âyetten sonra nazil olan
diğer bir âyete göre de gebe olan bir kadının iddeti hamiini doğurmakla son
bulur. İşte hâss olan ve nüzul tarihi sonra olan ikinci âyet, âmm olan birinci
âyetin hükmünü, gebe olan kadınlar hakkında neshetmiştir.
Şafiılere göre âmm,
zannî olduğundan, kat'î olan hass ile her halde tarihleri bilinsin bilinmesin
tahsis olunur. Yani onlar, hanefilerin nesh dediklerine tahsis
demektedirler.
3. Âmm olan
delil, hâss olan delilden sonra gelmişse, hassın hükmünü nes-hetmiş, ortadan
kaldırmıştır. Meselâ, Medine'ye gelip hasta bulunan bir kabilenin fertleri
hakkında Medine'nin dışında bulunan sadaka develerinin sütlerinden ve
bevillerinden istifade etmeleri emrolunmuştu. Sonradan "bevilden
sakınınız" hadisiylebevilden sakınılması emredilmiştir. İşte bu ikinci
hadis âmm ve sonradan vârid olduğundan, önceden vârid olan birinci hass
hadisin hükmünü neshetmiştir.
Ebu Hanife'ye göree
"Beş vesk'den az olan mahsulden zekât alınmaz"[64] hadisi "yağmurla sulanan mahsûlden öşür
vermek gerekir.[65] hadisi ile nesh
edilmiştir. Çünkü zaman itibariyle birinci hadis, ikinci hadisten sonra vârid
olmuştur. Hanefilerin dışındaki mezhebler birinci hadisi, ikincisinin
açıklayacısı olarak kabul ederler. Çünkü ikinci hadis âmm olup nelerden zekât
verileceğini ve bunun mâhiyetini belirtmekte, birinci de zekâtın nisabını
açıklamaktadır. Ebu Yusuf ile Muhammed de bu görüştedir.
Amm ile hassın nüzul
ve vürûd tarihleri kesin olarak bilinmiyorsa, ikisi birlikte gelmiş oldukları
kabul edilir. Bu durumda her ikisi üe de amel etmek mümkün ise amel olunur,
mümkün değil ise, hangisi tercihe şayan görülürse onunla amel olunur. Meselâ
biri bir şeyin helal olduğuna, diğeri de haram olduğuna delalet ediyorsa,
ihtiyatlı davranmak bakımından haram kolduğuna delalet eden delil tercih
edilir.
Ebû Yusuf ile İmam
Muhammed, yukarıda zekât ile ilgili verdiğimiz hadislerin vürûd tarihlerinin
kesin olarak bilinmediğini ileri sürerek iki hadisle de amel edileceğini ifade
etmişlerdir.
Bu konuyu bitirirken
Hanefi mezhebi dışında, kalan mezheplerin görüşlerini verelim. Onlara göre âmm
ile has'ın tearuzu düşünülemez. Çünkü amm ile hass aynı konuda gelmişse, hass
âmmı beyan eder.
Arapça'da cemi
(çoğul)'lerin erkek ve kadınlara delalet etmeleri bakımından kısımları
şunlardır:
1. Hem erkek
ve hem de kadınları birden İçerisine alan cem'üer:Bazı cemi sıygaları vardır ki
bunlar kullanılmaları bakımından erkek ve kadınlara şâmildir. kelimeleri gibi.
2. Kadınlara
has cemiler: el-müslimat "müslüman kadınlar", "kadınlar
yapüîar" gibi cemilerde sadece kadınlar kas-dedilir. en-Nisa kadınlar çoğulu da böyledir.
3. Erkeklere has cemiler: Bunları iki kısımda
mütelaa edebiliriz:
a. gibi cemilerde sadece erkekler kasdedilir.
b. yaptılar,
"yapınız" cemiler, erkekleri göstermek için kullanılırlar. Ancak hem
erkekleri ve hem de kadınları müştereken göstermek için bu emir siygaları
kullanılabilir mi?Bazı alimlere göre böyle cemiler erkekler için asaleten,
kadınlar için örfi hakikat olarak kullanılır veyahut tağlib (ekseriyet kılma)
yoluyla kadınlar, erkeklere katılır, dahil olur.
âyetinde olduğu gibi.
Bu âyette erkekler için kulla-
nılan cemi siygasıjle
hem Hz. Adem ve hem de karısı Havva'ya hitab edilmiştir. âyetlerinde erkekler
için kullanılan cemi siygalarıyle kadınlara da hitab edilmiştir. Şu halde
burada erkekler yanında kadınların da namaz kılmaları, zekât vermeleri
emredilmiştir. Aynı şekilde[67]
âyetinde de hitaba hem erkekler hem de kadınlar dahildir.[68]
Kur'an'da gibi âyetlerde ümmete hitaplarda
bulunulmuştur. Kur'an'daki bu hitapların kapsamına Peygamberimiz (s.a.v.)
dahil midir? Cumhura göre dahildir. Bazılarına göre dahil değildir. Cumhurun
görüşü tercihe şayandır. Çünkü bu siygalar her insana ve her mümine şamildir.
Şu halde aksi bir delil bulunmadıkça Peygamber bu hitapların dışında kalamaz.
Kur'an'da "Ey Nebi, Allah'dan kork ve kâfirlere
uyma"[71] âyetinde olduğu gibi Peygambere
yöneltilmiş hitaplar bulunmaktadır. Bu hitaplara ümmet de dahil midir? Lisan
kaidelerine göre bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir.
Çünkü burada muhatab olan
sadece peygamberdir. Ancak şer'i örfe göre peygamberin ümmete örnek olması
hasebiyle bu hitaplar, bütün mükelleflere de şamildir. Burada ilâve edelim ki
Peygambere yapılan bir hitabın sadece ona ait olduğuna bir delil, bir karine
bulunursa o zaman o hitap mükelleflere şamil olmaz Nitekim Kur'an'da bazı
hitaplar vardır ki onlar sadece Peygamberi ilgilendirmektedir...âyetinde
olduğu gibi[72], İşte bu âyette
gösterilen tarz ve şekildecevlenme hükmü, sadece peygambere aittir. Ancak Eğer şirk koşarsan, amelin boşa gider"[73] âyetinde
her ne kadar peygambere hitap edilmişse de, bu âyetin hükmüne bütün mükellefler
de dahildirler.
Burada ifade edelim ki
bu âyetlerden başka âyetler de, ümmetin bu hükümlere muhatap olduğunu
gösterir. Netice olarak diyebiliriz ki Kur'an'da Peygamber'e olan bir hitab,
O'na has olduğuna dair bir delil ve karine bulunmadıkça ümmete de şamildir.
Fakihler, cemi'
(çoğul) sıygasının ifade ettiği en az sayının kaç olduğunda ihtilaf etmişlerdir.
Malikî, Şafiî ve Hanbelilere göre cemi siygasımn şamil olduğu en az sayı
ikidir."
âyetinde olduğu gibi.[74]
Hanefîlere göre cemi'
siygasımn şamil olduğu en az sayı üçtür. Ancak miras, vasiyyet konularında
cemi siygası en az ikiye şamil olabilir.[75]
Tahsis âmm'ın içine
aldığı bazı fertleri onun hükmünden çıkarmaktadır. Tahsis eden delile
muhassıs tahsis olunan âmm'a
mu-hassasadı verilir. Bu konuda hanefilerle diğer mezhebler farklı görüşlere
sahiptirler.
aa. HanefÜerin görüşü:
Hanefîler, muhassısın
âmm ile birlikte (âmm'a mukarin) olmasını yani mu-hassısm amm ile beraber
gelmiş olmasını ve muhassısın bulunduğu kelâm'dan ayrı (müstakil) bulunmasını
şart koşarlar. Eğer muhassıs âmm'a mukarin değilse yani onunla beraber aynı
zamanda gelmemişse, muhassıs olamaz; nâsih olur. (Nesh ile tahsis arasındaki
fark şudur: Nesli, âmm'ın hükmüne giren bazı fertleri sonradan çıkarmaktadır.
Tahsis ise, bazı fertl erin ilk başta âmm'a girmemiş olduğunu beyan etmektir.)
Aynı şekilde muhassıs, âmm lafızdan ayrı (müstakil) olmaz ise -meselâ istisna
gibi- muhassıs olamaz. Önceden de ifade edildiği gibi hanefîlere göre
muhassisın kat'î delillerden olması gerekir. Yani zannî bir delil ile âmm'ın
tahsis edilmesi mümkün değildir. Ancak kat'î bir delil ile tahsis edilen anım,
artık ikinci defa zannî bir delille de tasis edilebilir.
Bu mezheplerin
Hanefilerin muhassısda koştukları şartları aramamaktadırlar. Bunlara göre
tahsîs, âmm olan nassa mukarin olan veya âmm nassa muka-rin olmayan bir delille
yapılabilir. Ancak bu delildeki şart, âmm olan nass ile amel edilme vaktinden
sonra vârid olmamasıdır. Âmm ile amelden sonra vârid olan delil, muhassıs
değil, nâsih olarak kabul edilir. Önceden de İfade edildiği gibi bu mezheplere
göre âmm'ın delaleti zannîdir, dolayısıyle onu zannî bir delil de tahsis
edebilir.
Tahsisi mümkün olup
olmama itibariyle âmm üç kısma ayrılmaktadır:
1. Tahsisi
mümkün olmayan amm: Bazı ammlar vardır ki hiç bir zaman tahsis edilemezler. Mesela "Allah
her şeyi bilir" âyetinde “biküllişey",
Annelerinizle, evlenmeniz haramt kılındı" âyetinde ümmihatiküm,
Yeryüzünde hiçbir canlı hariç olmamak üzere rızıklan Allah'ın üstünedir.[76] âyetin
"dabbe ve "rizkuha" amm'dir. Bu âmmlar hiç bir zaman tahsis
edilemezler.
2. Tahsis
edilmiş Ammlar: âmdır ve ondan sonra gelen kısım âyetinde bey onu tahsis etmiştir. "âyetinde el-meyte âmm'-dır, meyte'nin
yenilmesi haramdır. Ancak meyte'den zaruret halinde hayatı kurtaracak kadar
yenilmesine ruhsat verildiği için bu durumda yenilmesi haram değildir.
3.
Kendilerinde tahsis murad edilen âmmlar: "namazı dosdoğru Ar/m iz "[77] Ona
gücü yetenler Kâ'be'yi hacc etmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır"[78] âyetlerinde
olduğu gibi. Birinci âyetteki lafzındaki çoğul zamirinde ikinci âyetteki dan
murad,mükellef kimselerdir. Şu halde ehliyeti bulunmayan delilere, çocuklara
namaz kılmak, hac etmek farz kılınmamıştır. İnsan aklı, bunun böyle olduğunu
ilk bakışta anlar.
Âmm'ı tahsis eden
deliller iki nev'idir:
aa. Muttasıl
(bitişik) muhassıs.
bb. Munfasıl
(müstakil) muhassıs. [79]
Muttasıl delil, kendi
başına müstakil değildir. Amm ile birlikte zikro-lunmuştur; manası kendisinden
önceki lafızla alakalıdır ve amm olan kelimeye şamil kelâmın bir parçasıdır.
Müstakil delil ise, başlı başına müstakil ve ayrı olup, âmm lafza şamil kelamın
bir parçası değildir.
Bunlar. İstisna, şart,
sıfat ve gayedir.
1. İstisna ile
âmm'ın tahsisi:
ve benzeri istisna
edatlarıyla âmm'ın hükmünden, fertlerden bazıları çıkarılır. Meselâ, rnüdayene
âyetinde Cenab-ı Hak, veresiye aİış-verişlerle bir borç doğduğu takdirde, yazı
ile, senet ile tesbitini emrettikten sonra, Ancak elden ele devrettiğiniz
-peşin yaptığınız- ticaret işlerinde senet yapmamakta bir vebal yoktur"
buyurur.
2. Şart ile
âmm'ın tahsisi: gibi şart edatlarıyla âmm tahsis edilmektedir.[80] "Çocuklarınızı
emzirmek İsterseniz, ücreti uygun verdiğiniz takdirde size vebal yoktur"
âyetinde lafzı âmmdır ve sonra gelen şart kısmıyla tahsis edilmiştir.
3. Sıfat ile
âmm'ın tahsisi:
"Aranızda hür ve
mü'min kadın almaya servet ve gücü yetmeyenler, müzminlerin cariyesi olan
mü'min kızlardan alsın" âyetinde, "mü'min kızlardan" mealinde
olan kısım bir sıfattır ve "cariyelerden alsın" kısmını tahsis eder.
4. Gaye ile
âmm'ın tahsisi:
Gaye bir şeyin sonu ve
sinindir ve sıygaları "Orucu geceye kadar tamamlayın" âyeti orucun geceye
kadar devam ettiğini gösterir âyetinde meleklerin fec- rin tülüuna kadar devam
ettiğim gösterir. "Ey iman edenler, Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi
ve ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın" tinde alimler gayenin mugayyeye dahil olup
olmadığında ihtilafa düşmüşlerdir.
Bu muhassıs dört
nev'idir: 1. Âmm ile muttasıl
(bitişik), müstakil, 2. Âmm-dan ayrı
(munfasıl) müstakil kelâm, 3. Akıl, 4. Örf.
1. Âmm ile muttasıl, müstakil kelam:
Müstakil demek, tek
başına tam olan demektir. Âmm'a muttasıl demek, âmm ile birlikte zikredilmiş,
âmm'ın akabinde yer alan demektir. Mesela, Yüce Allah'ın "İçinizden kim
(Ramazan) ayına erişirse, orucunu tutsun" âyeti gibi. Bu ayete göre,
Ramazan ayma erişen herkese oruç îutmak farzdır. Fakat bu âyetteki umumilik,
kendisine muttasıl, müstakil bir kelam olan ,[81] "Kim
hasta olursa..." âyetiyle tahsis edilmiştir. Şu halde, Ramazan ayma
erişmiş olan orucun farz olduğu hükmündeki nassın umumiliği, hasta ve yolculara
şamil değildir.
2. Âmm'dan ayrı (munfasıl) müstakil kelam:
Kendisi tam olmayan,
fakat amm lafzın bulunduğu nassla bağlantısı olmayan kelamdır. Mesela, Yüce
Allah'ın[82],
âyetindeki "
lafzı, amm'dır. Zifafa girmiş ve girmemiş olan boşanmış kadınlara şamildir.
Fakat bu âyet,[83] âyeti ile, zifafa
girmiş ve boşanmış
kadınlar olarak tahsis
edilmiştir. âyeti[84] ölen
hayvanların etinin yenilmesinin haramlığı hususunda âmmdır. Fakat bu âyet, hadisiyle, deniz hayvanlarının ölüsü
haricindeki ölü hayvanlar ile lahsis edilmiştir. Bu izahlar, cumhurun
görüşüdür. Çünkü onlar, muhaşsism, âmm'a muka-rin (yakın ve bir arada)
bulunmasını şart koşamamaktadırlar.
3. Akıl:
Âmmbazan akıl ile
tahsis olunabilir. Meselâ, âyetindeki, "külli şey" (herşey) tabiri
âmm'dır. Ancak akıl, Cenab-ı Hakk'ın buna dahil olmadığını anlar.
Aynı şekilde, "namazı
kılınız:" âyeti, âmmdır. Akıl, namazın çocuk ve delilere farz olmadığı
neticesine varır.
4. Örf:
Âmm, örf ile de tahsis
olunabilir. Bir kimse, "Ben baş yemem" diye yemin etse, kuşun başını
yemekle hanis olmaz. Çünkü böyle âmm olarak söylenilen baştan, örf ve adete
göre mutat olan koyun başı gibi başlar kasdedilir. Bunun kuş başına şümulü
yoktur.
Bazı nassların, nüzul
ve vurûd sebebleri vardır. Bir âmm lafzı, onun nüzul veya vurûd sebebine
hasretmek doğru değildir. O sebepte müşterek olan bütün fertlere şamildir.
Bir sual, bir olay
üzerine gelen âmm lafzı, umûmu üzere bakidir. Buna göre - s âmm siga ile
vâridse, nassın umûmu üzere amel etmek gerekir. Hanefî, Han-"af-
^ezhebleri ile diğer bazı fakihler bu görüştedirler. Bu konu ile ilgili bazı misaller
verelim:
1. Bir
şahıs, "deniz suyu ile abdest alalım mı?" diye sorunca Peygamberimiz
(S.), "onun suyu temiz, ölüsü helaldir" buyurdu. "Onun suyu
temizdir" lafzı, âmmdır. Zaruret hali ve gayr-i zaruret haline şamildir.
Nassın hükmü, sa-dece'soru sorana ait değildir. Âmm bir lafız olduğu için
herkese şamildir.
2. Hırsızlık
âyeti, Safvan adlı bir şahabının hırkasının çalınması üzerine nazil olmuştur.
Bu âyetin hükmü, sadece Safvan'ın hırkasını çalmış olana ait değildir; bu
hüküm, bütün hırsızlar hakkında geçerlidir.
3. Bir
rivayete göre, Hz. Peygamber (S.), Meymûne'nin Ölü bulunan koyunun yanından
geçti ve "Tabaklanan deri temizlenmiştir"
buyurdu. Burada peygamberimizin kullandığı ifade, âmmdır. Gördüğü o koyunun
derisine hass değildir, bu hükme bütün deriler dahildir.
4. Lian
ayeti, Bilal b. Ümeyye hakkında nazil olmuştur.[86] Bu
âyet, onun hakkında nazil olmuşsa da, âmm lafzı ile geldiğinden, ondan başka
şahıslar da bu âyetin hükmüne dahildirler.
Âmm'ı mütekellimin garazına tahsis, yani,
mütekellimin kelâmı, âmm siygası ile vârid olsa bile, lafzın muktezasına
bakmayarak, hükmü yalnız mütekellimin o kelâmdan maksadı ne ise, ona bina
etmek ve mütekellimin arzusu (garaz) olmayan yerlerde sözün hükmünü icra
etmemek demektir ki, Hanefilere göre bu,
fasid
istidlallerdendir.
Şafiüere göre bir
ânımın irad edilmesinden maksad (garaz), mütekellimin sözünde zikredilmiş
gibidir. O halde şekil olarak âmm görünen bir lafız, manen has lafız olacağı
için, o garaza münhasır olur,
Mesela, âyetindeki ebrardan Allah'ın muradı, ashâbı kiramdır.
Binaenaleyh bu âyetteki cennetle müjdelenme hükmü, sadece ashaba mahsusdur, diğer
ebrara şamil değildir. Hanefilere göre, âyet, ebrar olanları nimetlere
kavuşacaklarını tebşir ediyor, ashab da ebrar olduklarından dolayı, bu müjde
onlara da, diğerine de şamildir.
Müşterek (eşsesli),
iki veya daha fazla mânâya ayrı ayrı (müteaddîd) vaz'-larla vaz'olunmuş
(konulmuş) olan ve tebâdül suretiyle deiâleı eden lâfızdır.[87] Bu
tarifte, "iki vedaha fazla mânâya" kaydıyla, müşterek, hâssdan
ayrılmış olur. Çünkü hâss bir mânâya delâlet eden bir lâfızdır. Ayrı ayrı
(müteaddid) kaydıyla da, âmmlar hâriç kalıyor. Çünkü âmm, fertlerine şümulü bir
vaz'iledir.
Meselâ,
"ayn" lâfzı, göz, pınar, casus, ticâret malı, altın, diz kapağı gibi
mânâlara; câriye lâfzı, köle kadın, gemi mânâsına; lâfzı, siyah veya
beyaz" mânâsına; mevlâ, azad eden ve azad edilen mânâsına; müşteri, satın
alan ve yıldız mânâsına konulmuştur.
Müşterek bir lâfzın
hükmü, ayrı ayrı (müteaddid) mânâlarından hangisinin kasdedildiği anlaşılıncaya
kadar tevakkuftur. Mânâlarından biri, teamrnül ve tetkik neticesinde tercih
edilince, bu mana kabul edilir, diğer manaları artık nazar-ı dikkate alınmaz.
Yani, müşterek bir lafzın manalarından biri, delil, karine ve emarelerle tercih
edilince, lafız müştereklikten çıkar ve müevvel adını alır.
Bu konuyu iki misalle
anlatalım..[88]
1.
âyetindeki kuru, müşterek bir lafızdır.[89]
Kuru'un müfredi kar', lugatta hem hayız, hem de tuhur manasına gelir. Buna göre
müctehid, burada bu lafızdan hangi mananın kasdedildiğini anlamak için var
gücünü sarf edecektir. Çünkü Cenab-ı Hak, iki manadan birini kasdetmiştir.
Şafiîler, kur'un "tuhr" manasına geldiğini söylerken, Hanefîler,
hayız manasında kullanıldığını ifade etmişlerdir. Şafiîler, bu kanaate
varırken şöyle bir yol takip etmişler, şöyle istidlalde bulunmuşlardır: Âyetteki
kelimesinin sonunda, müenneslik ta'sı vardır. Bu da, ma'-dudun müzekker
olduğunu gösterir. Bu da hayza değil, tuhr dur. Bu sebeple, ayetteki kur'dan
maksat, tuhur (temizlik hali)dur.
Hanefiler, bu konuda
şöyle istidlalde bulunmuşlardır: Ayetteki lafzı hassdır; ve manası kat'i olarak
delalet edeceğinden, iddet müddeti de, eksiksiz, tam üç kur' olacaktır. Tam üç
kur' ise, ancak kur'un hayız olarak kabul edilmesiyle olur. Aynı zamanda,
kar'ın, toplanma ve akma manalarını gözönünde bulundurarak, bu kelimeyi hayz
manasında almış ve te'vil etmişlerdir. Çünkü hayz halinde rahimde kan toplanır
ve dışarı akar. ji) âyeti de, kur'un hayz olduğunu açıklar. Bu duruma göre,
Hanefîler, kur'u hayz olarak, Şafiiler ise, tuhr olarak tercih etmişlerdir.
2. [90]âyetinde,
"kelâle" müşterek bir lafızdır. Kelâle:
1. Baba ve çocuk bulunmadığı zamanki varis olma
durumu,
2. Mirasçılardan, baba ve çocuk olmayanlar,
3. Baba ve
çocukların vâsıta oldukları hısımlar için kullanılır. Müctehidler, araştırma
neticesi bu âyette kelânenin, 1. manada kullanıldığını tercih etmişlerdir.
Umümu'l-müşterekten
maksat, müşterek lafzın kullanılıp, hangi manalara tayin ve tahsis olunmuşsa, o
manaların hepsinin birden kasdedilmesidir
Şâfiîlere göre, umumi
müşterek, caizdir. Yani onlara göre, müşterek bir lafzın, bir söyleyişte,
müteaddid manaları birden kasdedilebilir. Fakat Hanefîler-ce, böyle bir şey
bazan iki zıd mananın birden kasdedilmesini gerektireceğinden, caiz
görülmemiştir. Mesela, "cevn" lafzı, hem siyah, hem de beyaz manasına
gelir. Binaenaleyh, "Şu şey cevndir" denilse, bunun hem siyah hem de
beyaz olduğu nasıl kasdedilmiş olabilir?
Şâfiîler, delil olarak
âyetini getirirler. Onlara göre bu
âyette sâlat, Allah'dan rahmet, meleklerden istiğfar manalarında kullanılmıştır.
Hanefîlere göre buradaki salât, inayet (yardım) manasınadır. Rahmet ve istiğfar
manaları inayet lafzında bulunmaktadır.
"Göklerin ve
yerdekihrin... secde ettiklerini görmüyor musun?"[91] Bu
nassda secdenin hem boyun eğmek, hem de namaz secdesi anlamlarında kullanıldığı
görülmektedir.[92]
[93]âyetinde, müşterek bir lafızdır. Hayvanın bizzat
kendisi ve kıymeti manalarına gelir. İmam Muhammed ve İmam Şafiî'ye göre,
buradaki "misi" lafzı hayvanın hem kıymeti ve hem de kendisi
manalarına gelir.
Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf
ise hayvanın kıymeti manasına geldiğini tercih ettiler.
Müşterek, bazen isim
olur, bazan fiil olur, bazan edat (harf) olur.
1. İsim olan
müştereke misâl: "Hırsız erkek ve kadınların ellerini kesin"[94] ayetinde
geçen el lâfzı, parmakların ucundan, koltuk altına kadar olan kola, parmak
uçlarından dirseğe kadar, pazu ile avuç arasındaki kısma; (par-mak'uclarından,
bileğe kadar olan) avuca, sağ ve sol ele denir. Müctehidler bunu ameli sünnete
dayanarak tayin etmişlerdir. Bu da, son mânâ, yani parmak uçlarından, bileğe
kadar olan kısımdır.
Abdest ayetindeki el
(yed) ise, parmak uçlarından, dirseğe kadar olan kısmı ifade eder.
2. Fiil olan
müştereke misal: Bu da emir sıygalarında görülür. Emir sıygası,
vucûb ve mendubluğu
ifade eder. Ancak bunu, Hanefî mezhebi alimleri kabul etmez.
3. Harf olan müştereke misal:[95]
"Allah'ın adının üzerinde anılmadığı hayvanın etini yemeyin ve o şüphesiz
fıskdır" ayetindeki "veatıf harfi ve hal için kullanılmakta
müşterektir. Burada ve Men hal manası kasdedüirse âyetin manası, "Fısk
olduğu halde Allah'ın adının üzerinde anılmayan.,." olur. Yani kesildiği
anda Allah'ın adından başkası anılmıştır. Eğer "ve"den bağ edatı
kasdedüirse, âyetin manası yukarıdaki şekilde olur. Yani, hayvan kesildiği
anda üzerine mutlak surette Allah'ın adı anılmamıştır, başka bir adın anılıp,
anılmadığı söz konusu edilmemiştir, Müctehidler, âyette hangi mananın
kasdedildiği hususunda ihtilaf etmişler ve bazıları (vavı) hal manasına,
bazıları ise atıf manasına almışlardır.[96]
Müevvel,
"evi" kökünden türemiş bir kelime olup, lugatta, aslına döndürmek
manasına gelir.[97]
Müşterek lafzın
müteaddid manalarından birisi, zannî bir delil ile veya re'y-i galib (ictihâd)
ile diğer manalara tercih edilirse, buna müevvel lafız denir. Bazılarına göre
müevvel sadece müşterekin tercih edilen manalarından biri için değil, aynı
zamanda, hâfî, müşkil, mücmel, zahir ve nassın tercih edilen manaları için de
kullanılır.[98] Bu sebeple hâfî, müşkil,
mücmelin kapalılığı, haber-i vâhid, kıyas gibi zannî delille giderilirse o da
müevvel adını alır. Aynı şekilde zahir ve nass için de aynı şeyler söz
konusudur.
Keşin bir delille
müşterek lafız açıklığa kavuşursa, ona müfesser denir.
Meselâ,
"nikâh" lafzı, hem evlilik akdi manasına, hem de cinsi münasebet
manasına konulmuştur.[99] âyetindeki
"tenkihe" lafzı, vat' (cinsi münasebet) manasına hamledilmiş olduğu
cihetle, bu manasında müevvel bulunmaktadır.
Müşterekin te'vilinde
tutulacak yol: Müşterekten kasdedilen manatesbit edilirken başvurulacak yollar
şunlardır:
1. Lafzın sigasma bakılır: Müşterek lafzın hangi
kökten türediği, türediği kökün ne manaya geldiği araştırılır. Meselâ
Hanefîler, kur'u asıl manasına toplamak manasına geldiği nazar-ı itibara
almışlar ve bu -kelimenin hayız manasına gelmesini tercih etmişlerdir. Çünkü
hayız halinde kan rahimde toplanır.
2. Lafzın
sibakına bakılır: Müşterek lafızdan önceki kelimeye bakılır. Hanefîler,
"kuru" kelimesinden Önce gelen lafzının hass bir lafız olduğunu ve
hassın kesinlik ifade ettiğini,.kuru'nun hayız manasına geldiğini kabul
etmekle, hassın kesinlik ifade edebileceğini ileri sürmüşlerdir. Böylece
müşterekin te'vilinde sibak karinesinin önemli bir yeri olduğu anlaşılır.
3. Lafzın siyakına
(gelişine) bakılır: Müşterekten kasdedilen mananın tesbi bitinde, siyak
karinesinden de yararlanılır. Ra'd sûresinin 15. ayetinde secde lafzının boyun
eğmek manasında kullanıldığı siyaktan anlaşılmıştır. Aynı şekilde,[100]
ayetinde, lafzı, (konaklamak manasına geldiği, siyakında bulanan ikâmet
edilecek yurt tabirinden anlaşılmıştır. âyetinde lafzının helal olmak
manasına geldiği, tabirinden
anlaşılmıştır.
4. Müşretek
lafızla ilgili diğer delillere bakılır. Müşterek lafzım açıklayan başka
nasslara bakılır. Mesela,[101]
âyetinde üç ay tabiri, diğer âyetteki üç kur' tabirine bedeldir. Ye's (Ümit
kesme) de ancak hayızla. olur. Çünkü temizlikten kesilme diye birşey yoktur.
İşte başka bir delil de yine kur'un temizlikle değil hayızla te'viline
yardımcıdır.[102]
Müevvilin hükmü, hata
ihtimali ile birlikte, kendisiyle amel etmektir. Se-rahsî, müevvel ile amel
olduktan sonra hata olduğu anlaşılınca, bu takdirde o amelden rücû edileceğini
ve doğru olan şeyin yapılacağını ifade eder.
"Şumûl olmaksızın
sınırsız birçok ferd için bir defada konulmuş (vaz edilmiş) lâfza münekker
cem'i denir."[103]
1. Bir defada konulmuş olması, onu müşterekten,
2. "Sınırsız birçok ferd" ifâdesi onu hâssdan,
3. "Şumûl olmaksızın" kaydı onu
âmrndan ayırıyor.
Bu tarifin içerisine,
başlarında harf-i tarif bulunmayan, gibi cem'i kelimeler ile, gibi çokluk ifâde
eden isimler girmektedir.
Cem'iler en az üçü
gösterdikleri için, el-cem'ul-münekkerler de (ister cem'-i kıllet, ister cem-i
kesret olsun) en az üçe ve daha fazlasına şâmildirler. Fakat bu şumûl, âmm'da
olduğu gibi sınırsız ve sayısız değildir. Sınırsız ve sayısız olmadığı için
üçten fazlaya olan şümulü meçhul bulunmuştur. Âmm olan kelimelerden tahsis ve
istisna yapıldığı halde, bunlardan yapılmaz.
Bazılarına göre böyle
cem'iler, ikiye de şâmildir. Mesela; O kişinin birden fazla kardeşi varsa,
anasına altıda bir hisse...". İşte bu âyetteki "ihva" ikiye de
şâmildir.
[1] Mâide, 89.
[2] Muhammed, 4.
[3] Bakara, 234.
[4] Bakara, 187.
[5] Mücâdele, 4.
[6] Şâkiru'l-Hanbeli, s. 105-108; Zeydan, s. 366.
[7] Mâide, 3.
[8] En'âm, 145.
[9] Mâide, 89.
[10] Mâide, 38.
[11] Mâide, 6.
[12] Mücâdele, 3.
[13] Nisa, 92.
[14] Telhis, s. 51-53; Şakini'1-Hanbelî, s. 58-59.
[15] Taiâk, 7.
[16] Bakara, 43.
[17] Bakara, 185.
[18] Bakara, 228.
[19] Nisa, 59.
[20] Nûr, 33.
[21] Mâide, 2.
[22] Fussilet, 40
[23] Bakara, 282.
[24] Bakara, 23.
[25] İbrahim, 41.
[26] Hicir, 46.
[27] Tûr, 16.
[28] Bakara, 65.
[29] Nûr, 63.
[30] Ahzâb, 36.
[31] Fevâtih, I, 387-388; Zeydân, s. 383.
[32] Mâide, 1.
[33] A'râf: 33; Mecazî nehiy için şu âyetlere bakınız:
Nisa, 23; Bakara, 32; Nahl, 90; Âl-i İmrân, 97.
[34] En'âm, 151.
[35] Âl-i İmrân, i
[36] Tahrîm, 7.
[37] Mâide, 101
[38] Şâkiru'l-Hanbelî, s. 92.
[39] İbn Melek, s. 66.
[40] Şakini'1-Hanbeİî, s. 111
[41] Mir'ât, s. 165; İbn Melek, s. 82-83.
[42] Bakara, 233.
[43] Nisa, 7,
[44] Nisa, 23.
[45] Tevbe, 103.
[46] Müzemmil, 15-16. Müzemmil, 15-16.
[47] Nahl, 18.
[48] Âl-i İmrân, 185.
[49] Nisa, 10.
[50] Nisa, 24.
[51] Bakara, 245.
[52] Bakara, 185.
[53] Bakara, 234
[54] Talâk, 4.
[55] Tevbe, 5.
[56] Tevbe, 7.
[57] ÂI-i İmrân, 173.
[58] Nisa, 25.
[59] Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37.
[60] Mâide, 3.
[61] Nisa, 24.
[62] Mâide, 38.
[63] Bakara, 221,
[64] Buhârî, Zekât, 56.
[65] Buhârî, Zekât, 55.
[66] Gazâlî, II, 79.
[67] Bakara, 3.
[68] Mir'ât, s. 184-185; Zeydân, 397-8.
[69] Gazâlî, II, 65, 80-81.
[70] Gazâlî, II, 65-66, 81.
[71] Ahzâb, 1.
[72] Ahzâb, 5.
[73] Zümer, 65.
[74] Nisa, 11.
[75] İbn Melek, s. 93, Zeydân, 339.
[76] Hûd, 6.
[77] Nûr, 56.
[78] Âl-i îmrân, 97.
[79] Gazali, II, 98 ve dev.
[80] Bakara, 233.
[81] Bakara, 185
[82] Bakara, 228.
[83] Ahzâb, 49.
[84] Mâide, 3
[85] Mecâmi', s. 44.
[86] Nur , 6-10
[87] Mir'ât, s. 185; Şâkiru'l-Hanbeli, s. 138.
[88] Bulûğu'1-Merâm, III, 440.
[89] Bakara, 228.
[90] Nisa, 12.
[91] Hac, 19.
[92] Zehra, s. 146-147.
[93] Mâide, 95.
[94] Mâide, 38.
[95] En'âm, 121.
[96] Hallâf, s. 327-28.
[97] Ibn Melek. s. 96.
[98] Ibn Melek, s. 96; Zehra, s. 146.
[99] Ibn Melek, s. 97; Şâkiru'l-Hanbelî, s. 140-141.
[100] Fâtır, 35.
[101] Talâk, 5:
[102] İbn Melek, s. 95.
[103] Menâfi',
s. 67; Şâkiru'İ-Hanbeli, s. 137.