(Nass'ın
İbaresiyle Delâleti Ed-Dâl Bi'l-İbâre )
C.
Nass'ın Delâleti (Dâl Bi'd-Delâle)
B. Vasıf,
Şart Gaye Ve Aded Mefhûmları:
Bb. Hanbelî,
Şafii Ve Mâlikilerin Görüşleri:
D.
Mefhumu'l-Muhâlifle Amel Etmenin Şartları:
însan, duygu ve
düşüncelerim çoğunlukla "söz"lerle anlatır. Yani söz (lafız)
konuşanın dinleyicilere duygu ve düşüncelerini anlatmada ilk önce başvurduğu
bir vasıtadır. Ancak insan sözün dışında bazen yazı, işaret ve fiilleriyle de
duygu ve düşüncelerini başkalarına anlatabilir. Ancak bu konuda yani anlatmada
en müessir vasıta, söz (lafız)dır. Söz manalı ve manasız (mühmel) olmak üzere
iki kısma ayrılır. Hiç şüphesiz, mutekellim meramını muhatabına manalı bir söz
ile ifade edebilir. Çünkü "söz" mananın kisvesidir. "Lafız
mananın kalıbıdır" denir. Yani söz bir mana ve hüküm ifade etmek üzere
konulmuştur, însan zihni onu işitir işitmez onun delâlet ettiği manaya intikal eder.
Biraz Önce ifade ettiğimiz gibi söz yanında hal ve işaretlerimizin de manaya
delâletleri vardır. Fakihler Delaleti lafzi olan delalet ve lafzı olmayan
delalet diye ikiye ayırırlar.[1] Lafzi
olan delâleti burada inceleyeceğiz. Hanefîler lafzi olmayan delâlete zaruret
beyanı adını verirler. Eu konuyu Beyân bölümünde inceleyeceğiz. Manaya delâleti
yönünden lafızlar dört kısma ayrılır:
1. NASS'IN İBARESİ
2. NASS'IN İŞARETİ
3. NASS'IN DELÂLETİ
4. NASS'IN İKTİZÂSI.
Bu dört delâlet
kısmına, Hanelilerin dışındaki mezhebler, hususi bir delâlet şekli olan mefhumu
muhalifi de ilâve etmişlerdir. İşte bu fasılda manaya delâleti yönünden
lafızlar ve "Fâsid istidlal" konularını inceleyeceğiz.
Nassın ibaresi lafzın
kendi siygasından derhal anlaşılan manaya delâletidir. Buna "nass'm
harfîmanası" da denir. Bu, cümledeki kelimelerden anlaşılan manadır. Nass
bu hüküm için sevkedilmiştir. Nassın ibaresi, zahir, nas, müfesser, muhkem,
âmm, hâss olabilir.
Misâller: 1) "Namaz kılın, zekâtı verin"[2] âyeti
ibaresiyle namaz ve zekâtın farziyetine delâlet etmektir. Nass, bu hükmü ifade
etmek üzere sevkedilmiştir.
2)
"Allah alış-verişi helâl, faizi haram kıldı"[3] âyetinin ibaresi iki manaya delalet
etmektedir:
a.
Alış-veriş ile faiz arasında bir fark vardır. îlk kasdolunan mana budur. Lafzm
bizzat kendisi bu manaya delâlet etmektedir.
b. Alış
verişin helâl, faizin haram olduğudur. Nassın bizzat ibaresinden bu mana da
anlaşılmaktadır.
Nassın işareti, lafzın
ibaresinin dışında delâlet ettiği şeydir ve ibarenin bir neticesi olarak
meydana gelir. Yani kelâmdan anlaşılır, fakat bizzat ibareden elde edilmez.
Nass, bu hüküm için sevkedilmemiştir.
1. "Ey iman edenler, birbirinize belli bir
süre için borçlandığımz zaman onu yazımz. Aranızda bir kâtib adaletli
yazsın" âyeti, yazılı vesikanın bir delil olduğuna işaret etmektedir.
2. "Annelerin maruf veçhile (örf ve âdete
göre) yiyeceği, giyeceği, çocuk kendisinin olan (baba)'a aittir. "[4] âyeti
çocuğun nesebinin babaya ait olduğuna işaret etmektedir.
3. "Oruç (günlerinizin) gecelerinde
kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı"[5] âyeti
ibaresiyle sahur vaktinin sonuna kadar cinsi münasebetin mü-bahlığma delâlet
etmektedir. Bu âyet işaretiyle de oruç tutan insanın cünüp olarak
sabahlamasının caiz olduğuna delâlet etmektedir.
4.
"Eğer bilmiyorsanız bilenlerden sorup öğreniniz"[6]
âyeti, ibaresiyle bilmeyenlerin bilmedikleri hususları bilenlere sorup
öğrenmelerinin gerektiğine delalet etmektedir. Bu âyet, işaretiyle kendilerine
soru sorulabilmesi için âlimlerin yetiştirilmesinin gereğine delalet
etmektedir.
5. "îş hususunda onlarla müşavere et"[7] âyeti,
ibaresiyle, devlet idaresinin sura esasına dayandığına delalet etmektedir. Bu
âyet, işaretiyle şura üyelerinin yetiştirilmesinin gereğini ifade etmektedir.
Nass'ın delâleti,
mantukun yani nass da zikredilen şeyin hükmünün müşterek illet sebebiyle,
meskutun anh yani nas da zikri geçmeyen şey hakkında, sabit olduğuna delalet
eden bir lafızdır.
Buradaki illet tetkik
ve ictihad'a ihtiyaç duyulmadan, lafzı duyan herkes tarafından hemen
anlaşılabilir. Bazı fakîhler nass'ın delaletine, mefhûmu'l-muvafakat,
fehvâl-hitâb adını vermişlerdir. Çünkü delâlet ile çıkarılan hüküm ile ibareden
anlaşılan hüküm arasında bir uygunluk bulunmaktadır. Bazı fakîhler ise,
el-kıyâsu'1-celî, delâletu'1-evlâ adını vermişlerdir. Çünkü illetten hareket
edilerek hükme
varılmaktadır.
Misâller: 1) "Ana babana öf (bile)
deme"[8] ayeti,
ibaresiyle, ana babaya öf demenin haramlığına delâlet etmektedir. Öf demekle
anne-babaya eziyet verilmiş olur. Onlara öf demek haram olursa, onları dövmek,
onlara sövmek evle-viyetle haram olur. Çünkü öf demenin haram oluşunun illeti,
ezadır. Sövmek ve dövmekte de ezâ bulunmaktadır. O halde onlar da haramdır.
İşte bu nassı işiten herkes, ictihad ve tetkike ihtiyaç duymadan, baba ve
anneyi dövmenin ve onlara sövmenin haram olduğu hükmüne varabilir.
Mantûk: Anne-babaya Öf
demek.
Hüküm: Haram.
İllet: Ezâ.
Meskutun anh:
Anne-babayı dövmek, onlara sövmek.
2. "Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram)
olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar."[9] âyeti
ibaresiyle haksız olarak yetimlerin mallarının yenmesinin haramlığım ifade
etmektedir. Ayetten, nassın delaletiyle anlaşılmaktadır ki, yetimlerin
mallarının yakılması, dağıtılması, telef edilmesi haramdır.
Delâletü'n-nass ile
kıyas arasındaki fark şudur: Delâletti'n-nass'da illet, tetkike ihtiyaç
duyulmadan anlaşılabilir. Kıyas da ise, illet ancak ictihad ve tetkik ile
anlaşılıp bilinebilir.
Nass.n iktfzta:
Kendisi olmadan nassm hüküm ifade edebilmesi için nasda takd,r olunması şart
tan ibarettir.
Misâller: 1) "Analarınız, kızlarınız... size
haram kılındı"[10]
âyetinde anne ve kızların haram kılındığı ifade edilmektedir. Haddizatında
haram kılınan anne ve kızlar değil, onlarla nikahlanmadın Şu halde âyetin
manası şöyledir: "Analarınızın, kızlarınızın nikâhı... size haram
kılındı."
2)
"Ölü, kan, domuz eti... size haram kılındı"[11] âyetinde,
ölü, kan, domuz etinin haram kılındığı ifâde edilmektedir. Haddizatında haram
kılınan ölü, kan, domuz eti değil bunların yenilmesi, satılması, vs.dir.
3.
"Ümetimden hata, nisyan ve zor karşısında yaptıkları şeyler
kaldırıldı" hadisinde, ümmetten hata, nisyan'm kaldırıldığı ifade
edilmektedir. Haddi zatında ümmetten kaldırılan hata, nisyan değil, hata ve
nisyan ile yapılan bir işten meydana gelen günah ve sorumluluktur.
432 433' II.
MEFHÛM'UL-MUHÂLİF (
A. KAPSAM
(Delâlet, Mantûka, Mefhûme,
Mefhûmu'1-muhâlif,
mefhum' ul-muvâfık)
Mehfûm'ul-muhâlif
bahsini işlerken delâlet tabiri üzerinde durmak faydalı
olacaktır.
/
Delâlet: Alâmet,
işaret» yol gösterme manasına gelir. Fakîhler, delâleti sözlü olan ve olmayan
diye ikiye ayırmışlardır. Istılahta sözlü delâlet, söylenilen bir
sözün,nasılbirmana için konulduğunu bilenlerce anlaşılmış olmasıdır. Yani
zihnin söylenen sözden konulduğu manaya intikal etmesine delalet denir. Sözlü
(Lafzi) delalet iki kısma ayrılır.
1) Mantûka ( Sijkil ) (Söylenen)
2) Mefhûme ( **j<il1 ) (Anlama, anlaşılan)
Mantûka: (Söylenen),
lafzın (sözün) söylendiği yere ve hususa delaletidir. İbare, işâre ve iktizânın
delâletleri gibi. Meselâ, "bu kitabı satın aldım" denilse, bu sözün
mantûku o kitabın satın alınmış olmasıdır.
Mefhûme: Lafzın
(sözün) söylenmediği yere ve hususa delaletidir. Meselâ bir şahıs, "bu
kitabı satdm"dese onun bu sözü o kitapta mülkiyet hakkının kendisinden
zevaline delalet eder. Mefhûme,
1. Mefhûmu'l-muvâfık (uygun anlam)
2. Mefhûmu' 1-muhâlif (zıt anlam) olarak ikiye
ayrılır.
Mefhûmu'1-muvâfakat (
*2*\jti f j**1 ); meskûtun anh (susulan, söy-lenmeyen)'in mantûk (söylenen)'a
hükümde müsbet (olumlu) veya menfi (olumsuz) olarak muvafık (uygun) olmasıdır.
Meselâ "zerre kadaı iyilik yapan karşılığını görür" âyetinin mefhûmu,
zerreden fazla iyilik yapanların da yaptıkları iyiliğin karşılığını
göreceklerine uygundur. Aynı şekilde "anne babaya Öf deme" man-tûkuna
"onian dövme, onlara sövme" maskutun anh'ı uygundur, "öf
deme" yasak edildiği gibi, "dövme" ve "sövme" de
yasaktır.
Mefhûm-ı muvafakat'a
(^aJl ÂjNit(^td1 t^kutvUaiU ji- <.ç$&\ ı£y**) da denir. Bu konu üzerinde
(delâletu"n-nass) konusunda bilgi verilmiştir.
Mefhûmu muhalefet,
maskutun anh (susulan söylenmeyen)'in mantûka (söylenene) ve mezkûre
(zikrolunana hükümde muhalif) (zıt) olmasıdır.
Başka bir ifadeyle bir
lafız, bir kayıtla mukayyed bir yerde bir hüküm gösterirse, meselâ bir vasıfla
vasıflanmış, bir şartla şartlanmış, bir gaye ile gayelen-
130 FIKIH
USÛLÜ
iniş veya bir sayı ile
sınırlanmış ise, kaydın bulunduğu yerde lafzın (sözün) hükmü, sözün söylenmiş
(mantuk) olduğu husustur. Ancak kaydın bulunmadığı yerin hükmü ise mefhumu
muhaliftir. Daha kısa bir ifade ile sözün söylenene (mantûk'a) ıhuhâlif olan
anlama muhalif mefhûm denir.
Bu mefhûm'a
mefhûm'un-nassi'l-muhâlif (l_j}\£.\^r&S\ f_^i> i^\^d-\ JJj ) delilü'I-hitâb
denir.Hanefîler ise bunatahsîsu'ş-şey bi'z-zikr „_, ^2 j^\ derler.
Meselâ "de ki
bana vahyolunanda leşten, akan kandan... başka bir şeyin İaram olduğunu
görmedim"434 âyetinde kan lafzı akan kaydıyla kayıtlanmış-i. Bunun
mefhûmu'l-muhâlifi, akmayan kandır. Bu âyet mantûkuyla akan kailin haram
olduğunu, sarahaten bildirilmektedir. Mefhûmu'1-muhâlefetiyle de akmayan kanın
helâl olduğuna delâlet etmektedir.
| "Boşanmış
kadınlar üç hayız (müddeti) kendi kendilerine beklerler"435 âyetinde
hayız, üç lafzı ile tahdid edilmiştir. Bu âyetin mefhûmu'l-muhâlifi, üç'den az
ve üç'den fazladır.
B. MEFHÛMU'L-MUHÂLİFİN
NEVİLERİ
a. Mefhûmu's-Sıfat (vasıf)
b. Mefhûmu's-Şart.
c. Mefhumu'1-Gâye,
d. Mefhûmu'1-Aded,
e. Mefhûmu'l-Lakab.436
: ] a. Mefhâmu's-Sıfat (Vasıf) ( ^-^^ {j**+ )
■ i Bu vakıfla
kayıtlanmış lafzın, o vasfın bulunmadığında, hükmünün zıddına delâlet
etmesidir. Burada vasıfla kayıtlanan şart, gaye ve aded dışında her türlü
kayıttır. Meselâ, ( «3K"j ^LJI ^1 J» ) "mer'ada otlayarak beslenen
koyunlar zekâta tabidir" hadisinin mefhûmu muhalifi, mer'ada otlamayıp
evlerde besle nen koyunların (ma'lûfe) zekâta tabi olmadığıdır. tf& J^JI
Jk-s ■ "Zenginin oyalanıp borcunu geciktirmesi zulümdür"
hadisinin mefhûmu'l-ijıuhâlifi, fakirin borcunu geciktirmesi zulüm değildir.
Sıfat Mefhûmuna
Nasslardan Misaller:
1. "Sizden kim
hür ve müslüman kadınları... nikâhla alacak bir bolluğa güç yetiremiyorsa, o
halde sağ ellerinizin malik olduğu mümin cariyelerinizden alsın"437 âyeti,
hür kadınları nikâhlamaya güç bulunamadığında, müslüman ca-
434 En'âm, 145.
435 Bakara, 228.
436 Bunlardan başka:
,
a. Mefhûmu Innemâ ( Lcl
ancak) «°W^ jL*^Vl
U!)> "Ameller ancak
niyete göredir" hadisinin mefhumu muhalifi, niyetsiz bir amelin hükmü
yoktur.
b. Mefhûmu tstisnâfijt
*^| J_>li V»"Ali'den başka faziletli yoktur" sözünden faziletin
Ali'ye ait olduğunu onda'n başkasında bulunmadığını anlarız.
c. Mefhûmu Hasr: (| '[g.
L^Ulı* sözünde fazilet Ali'ye hasredilmiştir.
Mlc3 25. ^ ^
231
riyeleri nikâhla
almanın mübahhğına delalet ediyor.
Âyet mefhûmu'1-muhâlef
etiyle müslüman olmayan cariyelerin nikâhla alınmasının yasak olduğuna delâlet
ediyor.
2. (fSijÂe-^j* J^ (4t
-^-1^1 ^ ) hadisi, ödeme imkânına sahip ölüp borcunu ödemeyen borçluya
alacaklısının hakkımı vermeyip beni oyalıyorsun gibi söz söylemesini ve onun
(hapsolma) cezasına çarptırılmasını helal kılar. Bunun mefhumu'l-muhâlifine
£öre ödeme imkânına sahip olmayıp da borcunu ödemeyip geciktiren borçluya
alacaklısının söz söylemesi ve hâkim tarafından onun hapsedilmesi helâl
değildir.
b. Mefhumu's-Şart:
( 1*^ çy$** ) Şarta bağlı bir hüküm ifade eden lafzın,
şart bulunmadığında zıddının su-butuna delalet etmesidir..
Misaller:
1. "Eğer onlar gebe iseler, doğurüncaya
kadar nafakalarını temin edin"438 âyeti, ibare delaletiyle bâin olarak
boşanan zevce gebe ise, doğuruncaya kadar nafakasının kocası tarafında temin
edilmesinin farz olduğunu ifade eder. Âyet, mefhûmu'l~muhâlifi ile de gebelik
yoksa nafaka hükmünün de olmadığına delalet eder.
2. "Aldığınız kadınların mehirlerini
yürekten isteyerek ve Allah 'm bir atiy-yesi olarak verin. Bununla beraber eğer
ondan birazım gönül hoşnutluğu ile size bağışlamış olurlarsa onu da içinize
sine sine yiyin"4*9 âyeti, kocanın karısının rızası olursa onun mehrinden
bir miktar alabileceğini ifade ediyor. Bu âyetin mefhumu'l-muhâlifi ile de
kocanın, karısının rızası olmadıkça onun mehrinden bir şey almasının haram
olduğunu ifade ediyor.
c. Gaye Mefhûmu:
( İjUİI f^-i* )
Kendisindeki hükmün
bir gaye ile kayıtlı bulunduğu lafzın,
sonrası ve ötesi hakkında bu hükmün zıddına delâlet etmesidir.
Misaller:
1. "Yine erkek, zevcesini (üçüncü defa
olarak) hoşarsa, ondan sonra kadın kendisinden başka bir erkeğe nikahlanıp,
varıncaya kadar, ilk kocasına helâl olmaz."440 Bu nass zevcenin kendisini
üç defa boşayan kocasına helâl olmadığına delâlet ediyor. Bu hüküm bir gaye
ile kayıtlanmıtır. Gaye kendisini boşayan kccasmdan başka bir erkek ile
evlenmesidir. Bu nass, mefhûmu'l-muhâlif ile gayeden sonra yani evlendiği
ikinci kocadan iddeti bittikten sonra, zevcenin kendisini üç defa boşayan
erkekle evlenmesinin helal olduğuna delalet etmektedir.
2. "Bütün gece fecri sadık olan ak iplik
kara iplikten size seçilinceye kadar yeyin için"441. Bu nass fecri sadığın
doğumuna kadar, oruç tutulan günlerin ge-
438 Talâk, 6.
439 Nisa, 4.
440 Bakara, 230.
441 Bakara, 187.
232
"W
FIKIH USÛLÜ
çelerinde yiyip
içmenin mübahlığını ifade ediyor. Nass, muhalif mefhûmu ile de, gaye yani fecri
sadığın doğumundan sonra yemenin, içmenin haram olduğunu
ifade ediyor.
3. "Sana
kadınların aybaşı halini sorarlar, de ki o bir ezadır. Onun için hayız
zamanında kadınlarınızla cinsi münasebetten aynim, temizlendikleri vakte kadar
kendilerine yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Allah 'm emrettiği
yerden onlara gidin..."442 ayetin mefhûmu'I-muhâlifi, zevceler hayızdan temizlendikten
sonra, kendileriyle cinsi münasebetin mübahlığıdır.
d. Aded Mefhûmu: ( i-uJI ç_^a» )
Kendisindeki hükmün
bir aded (sayı) ile kayıtlı bulunduğu lafzın, bu aded (sayı) dışında o hükmün
zıddına delalet etmesidir.
Misaller:
1. "Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadı
île) iftira atan, sonra (bu konuda) dört şahit getiremeyen kimselerin her
birine de seksen değnek vurun"443 ayetin muhalif mefhûmu, bu sayıdan
(yani seksen) az veya çok değnek vurmanın caiz olmadığıdır.
2. "Fakat kim (bunları) bulamazsa üç gün
oruç (tutması gerekir)"444 âyetin mefhumu muhalifi bu sayıdaki günlerden
az veya çok oruç tutmanın caiz olmadığıdır.
3. "Zina eden erkek veya kadından herbirine
yüzer deynek vurun"445. Bu âyetin mefhûmu'l-muhâlifi, bu cezada dayak
sayısının yüzden az veya çok olmasının caiz olmadığıdır.
e. Lakab Mefhumu: ( v^' Çy*** )
Kendisindeki hükmün
özel veya cins isme bağlanmış bulunduğu lafzın, bu hükmün başka özel ve cins
isimlerde olmadığına delalet etmesidir. Burada özel isimden maksat sıfata
delalet etmeyen ve zata delalet eden lafızdır. Cins isimden maksad, sıfata
delalet etmeyen ve cinse veya nev'e delalet eden lafızdır.
1. "Muhammed Allah'ın resulüdür"446
âyetinin mefhûmu'l-muhâlifi Mu-hammed'den başkası Allah'ın resûlu değildir.
2. "Buğday zekâta tabidir" nassının
mefhumu'l-muhâlifi, buğdayın dışındaki toprak mahsulleri zekâta tabi
değildir.447
Bütün mezhepler, lakab
mefhumuyla amel olunmayacağı görüşünde ittifak halindedirler. Mesela:
"Muhammed Allah'ın elçisidir", sözünden ondan başkası Allah'ın
elçisi değildir anlamı çıkarılamaz. "Koyun zekâta tabidir"
hadisinden deve ve sığırın zekâta tabi tutulmadığı anlaşılmaz. Aynı şekilde “buğday
zekâta tabidir" hadisinden buğdayın dışındaki toprak mahsullerinin zekâta
tabi tutulmadığı anlaşılmaz. Lakab mefhûmunun delil olarak kabul edilmemesi
hususunda şer'î nas'lar ile müelliflerin, insanların hukukçuların sözleri
arasında bir fark yoktur.
"Ahmet
kâtiptir" sözünden Ahmed'den başkasının kâtip olmadığı çıkarılamaz.
"Bey mülkiyeti
nakleder" sözünden, bey'den başkası mülkiyeti nakletmez
manası çıkarılmaz.
Usûlcüler, bu
mefhûmlarla nasslar haricinde ihücâcda bulunma hususunda ittifak halindedirler.
Şer'i nasslarda ise ihticacda bulunma konusunda ihtilaf etmişlerdir. Henefiler
bu mefhûmlarla şer'i nasslarla ihticacda bulunmazken, diğerleri ihticacda
bulunmuşlardır. Şimdi mezheplerin görüşlerini ele alalım:
Hanefîlere göre,
vasıf, şart, gaye ve aded mefhûmları, muhavere, muhabere, rivayet ve musannif
ve hukukçuların sözlerinde muteberdir. Yani bu mefhûmlar, ticari akitlerde,
konuşmalarda, sözleşmelerde, hukukçuların, müelliflerin sözlerinde delil ve
hüccet olarak kabul edilmektedir. Meselâ bir kimse, bir şahıstan bir koç
almasını istese, dişi koyun alamaz. Aynı şekilde kendi malından A şahsına şu
kadar para vermesini istese, B şahsına veremez. Aynı şekilde bir fıkıh kitabı
almasını istese, hadis kitabı alamaz.
Aynı şekilde bir
şahıs, "Malımı öğrencilere vakfettim" dese, öğrenci olmayanlar bunun
dışında kalır.
Hanefîler, bu
mefhumlarla şer'î nasslarda ihticacda bulunmayı caiz görmezler
ve bunu fâsid bir
istidlal tankı olarak ifade ederler. Bu konudaki delilleri şunlardır:
1.
Nasslardaki kayıtların birçok maksadı, gayesi, manası bulunur. İnsanların,
Şâri'in nasslardaki gaye ve maksadlarının tamamına muttali olması mümkün
değildir. Halbuki insanların maksatları böyle değildir onları öğrenmek
mümkündür. Bu sebeple, mefhumu'l-muhâlif, insanların sözlerinde delil ve
hüccettir: Şâri'in nasslarında delil ve hüccet değildir.
2. Arab dilinde, "Mantûkun hükmünün zıddı,
meskûtun-anh hakkında sabittir" şeklinde umumî bir kaide ve anlayış
yoktur. Meselâ bir şahıs, diğer bir şahsa, "Falanca sabahleyin geldiği
zaman ona ikramda bulun" dese, ikinci şahıs, "O şahıs akşamleyin
gelirse ona ikramda bulunayım mı?" diye sorabilir. Şayet birinci sözün
mefhumu muhalifi muteber olsaydı, ikinci şahıs bu soruyu sormayacaktı. İkinci
şahsın bu soruyu sorması diğer şahsında bu soruyu yadir-gamaksızm
cevaplandırması, mefhûmu'l-muhâlifin muteber olmadığını gösterir.
Mefhumu'l-muhâlif insanların sözlerinde bile, bazı durumlarda muteber olmayınca,
şer'i nasslarda onunla ihticacda bulunulması uygun değildir. .
3. Bazı nasslarda kayıt bulunduğu halde, bu
kayıtlara göre mefhumu muhalif muteber olmamış ve aynı hüküm o kaydın
bulunmadığı yerlerde de sabit olmuştur. Meselâ, "Kâfirlerin başınıza bir
iş açmasından korkarsınız.,,"[12] âyetinde,
namazın korku halinde ikişer rekat kılınacağı ifade edilmektedir. Halbuki,
korkunun bulunmadığı bazı hallerde de namazlar ikişer rekat kılınmaktadır. Bu
da mefhûmu'I-muhâlifin kat'î bir delil olmadığına işaret etmektedir.
4. Mehfûmu'l-muhâlifle amel caiz olduğunu kabul
edersek, bazı nasslann manalarını anlamakta güçlük çekeriz. Meselâ,
"Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah'a göre ayların
sayısı 12'dir. Bunlardan dördü haram aylardır. Bu, dosdoğru nizamdır. Öyleyse
o aylarda kendinize zulmetmeyiniz"[13] âyetinin mefhûmu'1-mu hâlifini alırsak,
zulmün sadece dört ayda haram
olduğunu, bu dört tay dışında onun haram olmadığını söylemiş oluruz. Halbuki
zulüm her zaman haramdır.
"Sizden birisi
durgun suya idrar etmesin ve o suda cünüblükten ötürü gusül yapmasın"[14]
hadisinin mefhumu muhalifiyle, cünüblüğündışında bu suyla gusül edilebileceği
neticesi çıkmaktadır. Halbuki durgun ve içerisine idrar yapılmış bir suda, hem
cünüblükten Ötürü, hem de başka bir sebeple gusül edilmesi, diğer hadislerde
yasaklanmıştır.
5. Cenâb-ı
Hak, mefhumu'1-muhâlifi delil olarak kullanacaksa, bunu sarahaten beyan
etmektedir. Mesela,[15]
"Temizlendikleri vakte kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o
zaman Allah'ın size müsaade ettiği yerden onlara gidin" âyetinde, 2. âyet
mehfumu'l-muhâlifi beyan etmektedir.
Bu mezhepler, vasıf,
şart, gaye ve aded mefhumlarvyla hem şer'i nasslarda, hem de onların haricinde
ihticâcda bulunmayı caiz görmüşlerdir. Bu duruma göre şer'i bir nass veya
insanların her türlü sözleri, bir olayın hükmüne delalet ediyor, bir vasıf, bir
şart ile kayıtlı yahut bir gaye ile yahut bir aded ile tahdid olunmuş ise bu
nass, bu söz, bu kayıtların bulunmadığı vak'ada bu hükmün zıddına delâlet
eder. Bu mezheplerin, şer'î nasslarda mefhumu'l-muhâlifle amel edileceğini
ifade ederken istinad ettikleri delilleri şunlardır:
1.
Nasslardaki kayıtlar, manasız ve boşuna değildir, bunların bir gayesi, bir
maksadı vardır. Kayıtların hükmü, kaydın bulunduğu yere has kılmaktan başka
maksatları yoksa, o takdirde kaydın bulunmadığı yerde hükmün olmadığını kabul
etmek icab keder. Bu, kaydı manasız ve maksatsız kılmamak için şarttır.
2. Arab
dilinde alışılagelmiş üslûb, hükmün bir kayıtla kayıtlanışımn, kaydın
kalktığında hükmün de kalktığına delalet ettiğidir. İbareden ilk anlaşılan şey,
budur. Mesela “Zenginin oyalayıp, borcunu geciktirmesi haksızlıktır"
hadisini duyan, fakirin oyalayıp geciktirmesinin haksızlık olmadığını anlar.
3. Hz.
Peygamber, "Sâimede zekât vardır" buyurmuştur.[16] Bu
hadise göre, yılın ekserisini, meralarda yayılarak beslenen deve ve koyun gibi
hayvanlar (sâime) için zekât icab eder; sâime olmayanlar için zekât gerekmez.
Bunu Hanefîler de dahil olmak üzere, fakihler kabul etmişlerdir. Ancak tmâm
Malik, yılın ekserisini içeride geçirerek beslenen hayvanlar (ma'lûfe) için de
zekât verileceğini söylemiştir,
4. Bütün fakîhler, hür bir kadınla evli olan
kimsenin, bir cariye ile evlenemeyeceğini kabul etmişlerdir. Onlar bu hükme,
"Sizden hür ve mü'min kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizdeki
mü'min cariyelerinizden alsın"[17]
âyetinden varmışlardır. Böyle bir hükme, ancak mefhumu' 1-muhâlifi kabul
etmekle varılabilir. Şayet mefhûmu'1-muhâlif delil olarak kabul edilmezse, her
halükârda cariye ile evlenmek caiz olacaktır. Çünkü bunu meneden hiçbir nass
bulunmadığı gibi, "Bunlardan başkası sizin için helal kılındı" âyeti
de[18] buna
cevaz verecektir.
Mefhumu'1-muhâlefetin,
sahih bir istidlal yolu olduğunu kabul eden fakîhler, bu mefhumla amel
olunabilmesi için, aşağıda zikredilen şartların bulunmasını şart koşarlar:
1.
Nasslardaki kayıtlar, mübalağa, teşvik, sakındırma gayesi taşımamalıdır. Çünkü
bazı nasslarda kayıtlar hükmü takyid için değil, teşvik, mübalağa ve sakındırmak
maksadıyla zikredilmiştir.
Meselâ,
"Zimmîlerin mallarına tecavüz edilmemelidir" sözünden müslümanların
mallarına tecavüz etmenin cevazı anlaşılmaz. Bu ifade ile, zimmilerin hukukuna
daha fazla riayet etmenin gereğine işaret edilmiş olur.
[19]"Onlar için (ister) istiğfar et, ister etme. Eğer
onlar için yetmiş defa istiğfar etsen, yine Allah kendilerini kat'iyyen affedecek
değildir" âyetindeki (yetmiş) kaydı, mübalağa ifade etmektedir. Allah' in
bu âyette anlatmak istediği istiğfarın bu âyette işaret olunan şahıslara hiçbir
faydasının bulunmadığıdır. Muhalif mefûhumuyla, yetmişten fazla istiğfarın
onlar için faydalı olacağına delalet edilmemektedir.
"Dört haram ayda
zulüm yoktur" âyetinde, dört ayda zulüm haram kılınmıştır. Bunun muhalif
mefhumuyla amel edilmez. Yani, dört ayın haricinde zulüm yapılır anlamı
çıkmaz. Bunun manası şudur: Zulüm her zaman haramdır, özellikle dört ayda hiç
zulümde bulunmayın.
2. Kelâmdaki
kayıt, âdet olan bir şeyi (tatbikatı) ifade eder bir mahiyette bulunmamalıdır.
Böyle bir kaydın bulunduğu nassın, mefhumu muhalifiyle amel edilmez. Mesela,[20] "Hicir
ve terbiyenizde bulunan üvey kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı"
âyetinde "hicir ve terbiye"
kaydı, zamanın âdet ve teamülünü ifade etmektedir. Çünkü bu kızlar genellikle
üvey babalarının yanında bulunurlar. Bu sebeple, bu âyetin mefhumu muhalifiyle
amel olunamaz. Şu halde üvey kız, üvey babasının himaye ve terbiyesinde
bulunsun, bulunmasın, üvey baba üvey kızıyla evlenemez.
"Ey iman edenler,
faizi kat kat yemeyin"[21] âyetinde, kaydı, zamanın vâki tatbikat ve
teamülünü ifa-
de etmektedir.
Dolayısıyla bu nassın mefhumu muhalifiyle amel edilmez. Yani, riba kat kat
olmasa da haramdır.
3. Meskûtun-anh,
hüküm itibariyle mantûktan evlâ veya ona müsavi bulunmamalıdır. Aksi takdirde,
mefhumu'1-muhâlifle amel edilemez. "Ebeveyninize öf demeyin" âyeti,
anne-babaya şetm ve darb etmenin cevazım göstermez. Çünkü meskûtun-anh olan
darb ve şetm, ezâ hükmü bakımından, öf demekten daha ziyadedir.
4. Mantûkun
zikri, muhatabca meçhul olmasından dolayı olmamalıdır. Meselâ, Hanbeli
fakîhlerinin durumu hakkında bilgi sahibi olmayan bir şahsa, "Han-beli
fakîhîeri faziletli kimselerdir" denilse, bu sözden, Hanefî veya Şafiî
mezhebi fakîhleri faziletli değildir anlamı çıkarılamaz,
5. Mantûkun
zikri, bir suale veya hadiseye cevap olarak vuku bulmuş olmamalıdır.
Meselâ, sâime
develerden zekât lazım gelip, gelmeyeceğini soran kimseye, "Sâime olan
develerden zekât lazım gelir" denilse, bu söz, sâime koyunlardan ve diğer
hayvanlardan zekât lazım gelmeyeceğine delalet etmez.
6.
Mefhûmu'1-muhâlifin sabit olduğu yerde, bunun aksini gösteren özel bir delil
bulunmamalıdır. Meselâ, "Ey iman edenler öîdürülünler hakkında size kısas
yazıldı. Hür ile hür, köle ile köle ve kadınla kadın kısas edilir[22]
"âyetinin mefhumu'l-muhâlifine göre, bir kadını öldüren erkek kısas
yoluyla öldürülmez. Fakat kadını öldüren erkeğin kısas yoluyla öldürüleceğini,
"Orada onlara cana can..."[23] âyeti belirtmiştir.
İstidlal, delil ikâme
etmek, delile bakmak manasındadır. Aynı zamanda, zihnin eserden müessire
intikal etmesine de istidlal denir. Güneşin yeryüzündeki ışınlarını görünce,
onun doğduğunu anlarız. Dumanı görünce, orada ateşin mevcut olduğuna
hükmederiz. Bazan zihnin müessirden esere geçmesine istidlal denir. Burada
müessir olan delilden, onun eseri olan hükme intikal ettiğimiz için, bu ikinci
mana kasdedilir.
Nassla istidlal iki
kısma ayrılır:
1. Sahîh istidlal.
2. Fâsid istidlal.[24]
Âlimler,dâl-bil-ibâre,
işâre, delâle ve iktizâ ile istidlali muteber kabul etmişlerdir. Bununla
ilgili bilgiler verilmişti.
Hanefîlere göre fâsid
istidlaller şunlardır:
1. Mefhûmu'l-muhâlif.
2. Mutlakın mukayyede hamli.
3. Âmm'ı sebebine tahsis.
4. Amm'ı mü tekeli imin garazına tahsis.
5. Yakınlıkla istidlal
1, 2, 3 ve 4. şıklarla ilgili bilgiler, ilgili
konularda verilmişti. Şimdi yakınlık-lı istidlal hakkında bilgi verelim:
Bir kelimenin, diğer
bir kelimeye veya müstakil bir cümlenin, diğer müstakil bir cümleye atıf
harflerinden biriyle atfedilmesi suretiyle, ikinci kelimenin veya ikinci
cümlenin hükmünün birinci kelime veya cümlenin hükmünün aynı olabilir mi?
Sorusuna Hanefîler müsbet cevap vermezler. Şafiiler ise, iki kelime ve iki
cümlenin hükümlerinin eşit olacağı kanaatindedirler.
Şâfiilere göre,
"Ahmed ve Muhammed geldi"
denilse, Ahmed tek
başına bir hüküm ifade etmez. Bu hüküm hem Ahmet, hem Muhammed için geçerlidir.
Aynı şekilde,
"Namaz kılınız ve zekât veriniz" âyetinde, "Zekât veriniz"
cümlesi, "Salat kılınız" cümlesi üzerine atfedilmiş olduğu için, iki
cümlenin hükmü aynıdır. Namaz kılmakla mükellef olanlar, zekât vermekle de
mükelleftirler. Çocuklar ise, namaz kılmakla mükellef olmadıkları için, zekât
vermekle de mükellef değildirler. Bu istidlal yolu Hanefilere göre doğru
değildir. Çünkü bu âyette çocuğun namaz kılmakla mükellef olduğuna dair bir
delil ve emare yoktur. Çocuğun namazla mükellef olmadığı, hadisiyle sabittir.
Üstelik bu iki cümle müstakildir ve her birinin hükmü de müstakildir.
"Ahmet ve
Muhammed geldi" cümlesinde, ma'tuf nakıs bir cümledir. Ah-med ve Muhammed
aynı hükmü taşımaktadır. Cümle, "Ahmet geldi ve Muhammed gitti"
şeklinde olsaydı, iki müstakil cümle olacağından, iki cümlenin hükmü de değişik
olacaktı.
Bunlar da gösteriyor
ki, Hanefilere göre yakınlıkla istidlal, muteber bir yol değildir. Bununla
şer'i bir hüküm çıkarılamaz.
Beyân, lugatta izhar
etmek, tebyin etmek ve açıklamak manalarına gelir.
Istılahta bir şeyin
-fiil olsun, söz olsun- sebkmdan sonra o şeyde, maksat ne olduğunu önceki söze
veya fiile tealluk eden ve münasebeti bulunan bir kelam (söz) veya fiil ile
izhar etmeye beyan denir. Yani söylenen bir sözden veyahut yapılan bir işten
ne kasdedildiğim söz veya fiil ile açıklamağa beyan denir. mesela, namaz
kılınız" âyetini Peygamberimiz (s.a.s): ben nasıl namaz kılıyor isem siz de
öyle kılınız" hadisiyle beyan etmiştir (açıklamıştır). Bu hadis,
peygamberin namaz ile ilgili fiilini beyan eden bir delildir.
Beyân bir nev'i
delildir; gayesi yeni bir şey ortaya koymak değil, mevcut olan fakat kapalı
olan hususu açıklığa kavuşturmak, ve keşfetmektir.
Beyân'ın beş nev'i
vardır:
a. Beyânu't-Takrîr.
b. Beyânu't-Tefsîr.
c. Beyânu't-Tağyîr.
d. Beyânu't-Darûre (zaruret):
e. BeyâmTt-Tebdîl (Nesih): Burada beyân'ın
nev'ilerini ayrı ayrı izah edeceğiz.
Beyânu't-Takrîr, bir
kelâmı (sözü) mecaza veya hususa hami etmeğe ihtimal vermeyecek şekilde bir şey
ile te'kit etmektir. Yani kelam hakikat ise mecaz ihtimalini, kelam âmm ise
husus (has) ihtimalini kendisinden bir şey ile kesip atan bir şeyle açıklamağa
beyânu't-Takrîr denir.
1. Hakikate
misâl: "İki kanadiyle uçan bir kuş yoktur ki..." âyetinde "kuş dan murad bildiğimiz havada uçan kuştur. Çünkü
iki kanadiyle" kelamı, bunun hakikaten kuş olduğunu te'kid ve teyit
etmektedir. İşte "bicenneyhi" lafzı beyânu't-takrîrdir. Tâir: Kuş
lafzı kinai olarak postacı ve müjdeci için de kullanılır. Artık bu âyette
Tâir'in bu manaya hamli mümkün değildir.
2. Âmm'a misal:
"Meleklerin
bütünü birlikte secde ettiler" âyetinde melâike; melekler lafzı âmmdır. Bu
âmm lafzın akabinde " bütünü" lafzı kullanıldığı için tahsise
ihtimali kalmamıştır. İşte "küllühüm" lafzı beyânu't-takrîrdir.
Âyetteki "ecmeûn" kelimesi de bir tefsir mahiyetindedir ve meleklerin
birlikte secde ettiklerini belirtmektedir.
Beyânu't-Tefsîr,
kendisinde hafâ (kapalılık) olan bir hususu açıklığa kavuşturmaktadır. Mesela
mücmel, müşterek, müşkil, hafi lafızları, manası açık olmayan lafızlardandır.
İşte kendilerinde mana yönünden hafâ (kapalılık) bulunan bu lafızlardan ne
kasdedildiğini, bir söz veya bir fiil ile açıklamağa beyânu't-tefsîr denir.
Burada ifade edelim ki kapalılık kesin bir delille açıklanmalıdır. Şayet
kapalılık zannî bir delil ile açıklanırsa ona müevvel ismi verilir.
2. Mücmele
misal:"namaz kılınız" âyetinde sa-
lat; namaz lafzı
mücmeldir. Peygamberimiz (s.a.s.) bunu kendi fiilleriyle izhar etmiş ve
"ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle kılınız" buyurmuştur. İşte
peygamberimizin bu fiilleri ve sözleri bir beyanu't-tefsir mahiyetindedir.
"zekât veriniz" âyetinde zekât kelimesi mücmeldir. Bu müc-
mel lafız mallarınızın
kırkta birini zekât olarak veriniz" hadisiyle tefsir edilmiştir.
2. Müşterek'e misâl: boşanmış kadınlar kendi
kendilerine üç kur beklerler" âyetinde kur müşterek bir lafızdır. Eş sesli
olan bu kelime, hayız ve tuhur manalarını ifade etmektedir. Ancak bu lafız
hadisiyle hayız olarak
tefsir edilmiştir.
3.
Müşkilemisal: "âyetinde müşkil bir lafızdın
Müşkil olan bu lafız, aynı
âyetin akabinde bulunan cümlesi ile tefsir edilmiştir.
4.
Hafî'yemisal: âyetinde kapalılık vardır. Bu ayette hangi miktarda mal çalanın
eli kesileceği belirtilmemiştir. Fakat bu âyetteki bu kapalılık B hadisiyle
tefsir edilerek giderilmiştir.
Bir şahıs karısına deyip bununla "talakı kasdettim"
dese, bu açıklama beyanu't-tefsirdir.
Beyânu't-tefşîr,
kelâm'a bitişik (el-Mevsûl) veya ayn (el-Mefsûl) olabilir. Beyân'ın maksadını
açıkladığı kelâm'dan ayrı olması yani tarih itibariyle ondan sonra gelmesi, onu
beyan olmaktan çıkarmaz. Ancak bazı mütekellimîn fakihle-rine göre müşterek,
mücmel gibi manaları kapalı lafızdan sonra beyan gelemez. Çünkü o takdirde
hitab'dan maksad anlaşılamaz, maksat da anlaşılamadığı gibi onunla amel etme
imkânı bulunmaz. Böyle bir teklîf, teklîfu mâla yutak olur. Hanefîler bunlara
cevaben şöyle derler: İnsan, mücmel gibi bir lafız gelince ona inanacak ve onun
açıklanmasını beklevecek, açıklandıktan sonra da onunla amel edecektir. Nitekim
namaz, zekât, hac, oipuç ile ilgili hitablar böyle olmuştur. Onları
peygamberimiz açıklamıştır.
Kelâm'ın sadrının yani
sözün evvelinin mucebini, ona bitişik bir diğer söz ile tağyîr ederek, ilk
sözden asıl maksadı açıklamaya beyânu't-tağyîr denir. Bilindiği gibi kelâm'm
bir evveli, bir de nihayeti vardır. İşte kelâmın nihayetiyle, kelâmın evvelinin
muktezasımn değiştirilmesi, beyânu't-tağyîr'dir.
Hanefîlere göre,
istisna, tahsîs, şart, sıfat, gaye ve bedel-i ba'z, beyânu't-tağyîr
kabilindendir. Mütekellimîn fukahasına göre bunlar beyânu't-tağyîr değil
beyânu't-tefsîr'dir. Mütekellimîn bu konudaki görüşlerini tahsîs delili bölümünde
vermiştik. Şu hususu da ilave edelim ki mütekellimîn fukahası; istisna, şart,
sıfat, gaye ve bedel-i ba'z'ı, tahsis'in bölümleri olarak kabul ederler.
Meselâ, âyetinde kavli, tahsis kabilinden bir beyânu't-tağyır'dir. Çünkü
kavlini tahsis etmiştir,
Tahsîs mefhûmu
hakkında kâfi derece âmm bölümünde bilgi verilmişti. Burada bu ıstılah
üzerinde kısaca durulacaktır. Şâfiîler tahsîs deliline beyânu't-tefsîr derken
Hanefîler buna beyânu't-tağyîr demektedirler.[25]
Hanefîler tahsîs
delili, âmm'a mukârin (onunla beraber) olunca ona beyânu't-tağyîr derler. Ondan
sonra gelirse, yani tarih itibariyle ondan sonra gelirse, ona da cüz'î nesh
denir. Hanefîler, kelâm'ın bir bölümü olan istisna, gaye, sıfat ve şart'a
tahsîs ismini vermezler.
Şâfiîler, tahsîs
delili, ister âmmla beraber (muttasıl) ve kelâmın bir parçası olsun, ister
kelâm'dan ayrı (munfasıl) olsun -ona beyânu't-tefsir derler.[26] Bu
ihtilâfın neticesi şudur: Hanefilere göre mutlak âmm, hass gibi, içerisine
aldığı fertler bakımından kat'iyyet ifade eder. Âmm katiyyet ifade ettiği için,
tahsîs delili onun hükmünü tağyîr eder. Bu bakımdan tahsîs bir
beyânu't-tağyîrdir ve ancak âmmla beraber (muttasıl) olacak, kelamın bir bölümü
olmayacağı gibi kelâm'dan ayrı (munfasıl) olmayacaktır. Ayrı tarihte gelen
delile tahsîs değil cüz'î nesh denir.
Bu konuyu şöyle
özetleyebiliriz:
1. Âmm katiyyet ifade eder.
2. Tahsis delili, âmm'a mukarin yani onunla
beraber olacak, fakat kelâ-sırı bir bölümü olmayacaktır.
3. Tahsise beyânu't-tağyîr denir.
4. Âmm'dan
tarih itibariyle sonra gelen ve onun fertlerinden bir kısmını hükümden çıkaran
delile cüz'î nesh denir.
5. Şart,
sıfat, gaye ve istisna gibi kelamın bir parçası olan delil tahsîs'in bölümleri
değil, fakat beyânu't-tağyîrin bölümleridir.
1. Âmm zan
ifade eder, 2. Tahsis delili âmm'a
mukarin olduğu gibi ondan ayrı da olabilir.
3. Tahsis beyânu't-tefsîrdir, beyânu't-tağyîr değildir. 4. âmm'dan ayrı olan delil, âmm ile amel olunmadan önce gelmiş
ise ona beyânu't-tefsîr denir, nesh denmez. Ancak amelden sonra gelirse nesh
denir. 5. İstisna, gaye, sıfat, şart
gibi kelamın bir bölümü olan deliller de tahsîsdir.
İstisna, illa: gibi
bir edat ile ilk cümlenin hükmünden bazı fertlerin dışarıda bırakılmasına
denir. Hükmün dışarısında bırakılan fertlere müstesna, hükme dahil olan
fertlere ise müstesna minh denir.
Mesela, mecnun ve
çocuklar hariç (müstesna) her insan mükelleftir cümlesinde, her insan sözü
müstesna minh, "el-mecânin ve's-sağaîr: mecnûnlar ve çocuklar" sözü
de müstesnadır.
İstisna, istisha-i
muttasıl ve istisna-i munkati kısımlarına ayrılır. İstisna-i muttasılda
müstesna ile müstesna minh cins bakımından müttehittirler. Mesela,
"Kasırların hibesi müstesna, her hibe caizdir" ibaresinde olduğu
gibi.
İstisna-i munkatı'da
müstesna ile müstesna minh aynı cinsten değildirler. Meselâ, Her hibe caizdir,
gasb müstesna" cümlesinde olduğu gibi.
Hanefilere göre,
istisna-i muttasılda müstesna min'in hükmü malumdur, fakat müstesnanın hükmü
beyan edilmemiştir. Mesela: Herkesin ahş-verişi caizdir, kasıriannki müstesna.
Burada kasırların bey' ile ilgili hükmü belli değildir. Fakat Şafiilere göre,
istisna-i muttasılda hem müstesnanın, hem de müstesna minh'in hükümleri
malumdur .Yukarıdaki misali, bunlar şöyle değerlendiriyor: Kasır olmayanların
beyi, caiz, kasıriannki ise caiz değildir.
Aynı şekilde Şafiilere
göre, istisna-i muttasılda, müstesna minh'in hükmü olumlu ise, müstesnanın
hükmü olumsuz, olumsuz ise, onun hükmü olumludur. Müstesna minh, müstesnanın
lafzıyla olunca, ondan daha az olmamalıdır, Az olduğu takdirde, istisna lağv
olur. Mesela, "üç dirhem müstesna olmak üzere, üç dirhem borcum
vardır" denilemez. Fakat, "iki dirhem müstesna olmak üzere üç dirhem
borcum vardır" denilebilir. Bununla bir dirhem borç itiraf edilmiş olur. ,
Ancak Ebû Yusuf'a göre
müstesna, müstesna minh'den miktar itibariyle az olmalıdır. Mesela, "iki
dirhem müstesna olmak üzere üç dirhem borcum vardır" denilemez. "Bir
dirhemi müstesna olmak üzere üç dirhem borcum vardır" denilebilir. Çünkü
bu takdirde müstesna minh 2 olup, 1 olan müstesnadan miktar itibarıyla fazladır.
Arapça olarak, Sen üç
talak boşsun, iki talak müstesna) denilse, bir talak olur. Pakat(Kölelerim
azaddır, kölelerim müstesna) denilse, istisna lağv olup, bütün köleler azad
edilmiş olur.
Aynı şekilce, (Üzerimde
üç dirhem borcum vardır, üç müstesna, iki müstesna) denilse, dört dirhem borç
ikrar edilmiş olur. Çünkü birinci müstesna, hali üzere kalır. İkinci müstesna
minh birdir. Toplamı dört eder.
İstisna, birbirine
atfedilmiş cümlelerden sonra gelirse, istisna son cümleye ait kabul edilir.
İmam Şafii'ye göre ise, bütün cümlelere aittir. Mesela, Nûr sûresinin 4.
âyetindeki istisna, Hanefilere göre, son cümle olan munsarıftır. Şafiilere göre
ise bu istisna, o cümleye de munsarıf olduğundan, tevbeden sonra şehadetleri
kabul edilir.
"Nefislerine
mağlup olan gafil kimselerden başka bütün insanlar Allah'a ibadette
bulunurlar" cümlesinde, "bütün insanlar" sözü âmmdır.
"Nefislerine mağlup olanlardan başka" sözü de bir istisna olup, o âmm
sözü takyid etmiştir. Bu sebeble bu da bir beyan-ı tağyirdir.
Bir işin meydana
gelmesini, diğer bir işin meydana gelmesine bağlamaya şart enir.
"Boş ol"
sözü, talâkın vukuu için bir sebep ve illettir. Fakat "şu eve gidersen,
boş ol" sözünde talâkın vukuu bir şarta bağlanmıştır. Şart tahakkuk etmeyince,
talâk da meydana gelmeyecektir. Şu halde, burada "Şu eve gidersen"
şartı, talâkın illet ve sebebi olan "Boş ol" sözünü tesirsiz hâle
getirmiştir. "Boş ol" sözünün tesirini icra etmesi, şartın
tahakkukuna bağlıdır.
Şâfiîlere göre şart,
illeti tesirsiz hâle getiremez. Ancak bu şart talâk olayına manî olur. Yâni
illet vardır, hükmün meydana gelmesine şart mânidir. Şart tahakkuk ederse,
hüküm de meydana gelir.
Hanefîler ile
Şafiîlerin bu konudaki görüş farkım ortaya koymak üzere bir misâl verelim: Bir
şahıs bir kadına "seninle evlenirsem boş ol" dese, hanefilere göre, o
kadınla evlenirse talak hadisesi vuku bulur, Şafiilere göre vuku bulmaz. Çünkü
Şafiiler, "boş ol" sözünü söyleyince hemen işleme tabi tutarlar ve bu
ikisi arasında evlilik akdi bulunmadığı için bu sözü lağv olarak kabul
ederler. Ha-nefiler ise, "boş ol" sözünü şartın meydana gelmesinden
sonra işleme tabi tutarlar. Evlilik akdinden sonra talak hadisesinin meydana
geldiğim ifade ederler.
Bazan bir işin meydana
gelmesi, birden fazla şartın meydana gelmesine bağlı olabilir. Mesela bir
şahıs, "şu eve gidersem, sununla konuşursam zevcem boş olsun" dese,
iki şart tahakkuk etmeden talak hadisesi meydana gelmez.
Meselâ, "Bu
akarın gelirini, fakîh olan fakirlere vakfettim" sözünde "fakîh"
kelimesi, "fakirler" kelimesinin sıfatıdır. İşte burada akarın geliri
fakih olan fakirlere tahsis edilmiştir.
Meselâ, "bu
fakire bu ayın sonuna kadar yardım et" denilse, "bu ayın sonuna
kadar" sözü, bir gaye olarak "bu fakire yardım et" sözünü takyid
ve tağyir etmiş olur. Bu duruma göre ayın sonundan sonra yardım yapılması
uygun olmaz.
Bedel-i ba'z da
beyân-ı tağyir kabilindendir.
Meselâ, yetinde,
kısmı, her insana haccın farz olduğunu ifade etmektedir. kısmı ise, bedel-i
ba'z olup, haccetmenin gücü yetenlere farz olduğunu beyan etmiştir.
Beyânu't-tebdîl, nesh
demektir. Bu konu, nesh bölümünde işlenecektir.
Delâletin lafzı ve
gayr-i lafzı kısımlarına ayrıldığını söylemiş ve hanefilerin gayr-ı lafız
(lafız olmayan) delalete zaruret beyanı dediklerini ifade etmiştik.
Beyân-ı zaruret,
açıklamaya ihtiyaç duyulan bir hususu, söz yerine genellikle sukut veya fiil
ile bir nevi açıklamaktır.
Bu da dört kısma
ayrılır:
1. Mantûk
(söylenen) hükmünde olan meskûtun anh (söylenmeyen), beyân-ı zaruret
kabilindendir.
Mesela, "Eğer
(ölenin) çocuğu yoksa ve ebeveyni varis olmuşsa, anasına üçte bir (hisse)
vardır"[27] âyetinde annenin miras
hissesi söylenmiş, fakat babanın hissesi söylenmemiştir. Fakat babanın
söylenmeyen hissesi söylenmiş gibidir. Çünkü babadan başka varis yoktur. Şu
halde annenin hissesi üçtebir olduğuna göre, geri kalan 2/3 (üçte bir) hissenin
babaya ait olduğu anlaşılır.
Bir kişi, ortağına
"Kazandığımız malın yansı senin olsun" dese, diğer yarısı da benim
olsun demiş gibi olur.
2. Hz. Peygamber'in (s.) herhangi bir fiili
görüp, bir sözü duyup susması, beyan-ı zaruret kabilindendir. Çünkü O'nun, başkalarının
fiil ve sözleri karşısında kutları, o şeylerin meşru oldukları hakkında birer
beyandır, onları tasvip etmektir.
Müctehidlerin de
herhangi bir ilmi konuda sükut etmeleri, o fikri kabul ettiklerine delalet
eder. Çünkü "Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır" sözü,
müctehidlerin fikirlerini beyan etmelerini gerektirir.
3. İhtiyaç
zamanında sükut dahi beyân-ı zaruret kabilindendir. Mecelle de (madde: 67)
"Sâkite bir söz isnad olunamaz. Fakat marız-ı hacette sükut,
beyandır" denilmektedir. Söylenmesi gereken bir yerde susmak doğru
değildir. Bu durumda susana bir söz isnad edebilmek için onun hal ve tavrı
önemlidir. Kişinin hal ve hareketlerinden susmasının ne manaya delalet ettiği
anlaşılır.
Meselâ, reşid bir
kızın nikâh esnasında susması, nikâha razı olduğuna delalet eder.
Aynı şekilde velinin
reşid olmayan, mümeyyiz bir çocuğunu alış-veriş yaparken görüp, onun
alış-verişine müdahale etmemesi, ona izin verdiğine delalet
eder.
4. Söz
uzamasın diye bazı kelimeleri söylememek (hazfetmek) zaruret beyanı
kabilindendir.
Mesela, (Benim yüz bir
dirhem-lira borcum vardır) sözünde den sonra kelimesi, söz uzamasın diye söylenmemiştir.
Fakat ikinci dirhem buna delalet etmektedir.
Kelimeler, bilindiği
gibi isim, fiil ve harf kısımlarına ayrılır. Harfler iki kısımdır. Bir kısmı,
manası olmayıp kelimeleri meydana getiren harflerdir ki bunlara
hurûfu'l-mebâni denir. Diğer bir kısım ise müstakil bir mana ifade etmeyip
ancak başka bir kelime ile bulunduğu takdirde bir mana ifade eden harflerdir ki
bunlara da "hurûfu'l-meâni" "edat", "bağlaç",
"zarf" denir. Atıf harfleri, cer harfleri, istisna edatları gibi.
Harfi çerlerin, hukuku
hükümleri ifade etmesi bakımından başhcaları şunlardır:
Hurûfu'l-Meânî, Nahiv
ilminin konuları arasında bulunur. Biz burada hurûfu'l-Meânî'nin, hukukî
hükümlere nasıl tesir ettiğini bir misalle anlatmaya çalışalım: "Şayet
namaz kılmayı murad ederseniz, yüzünüzü, ellerinizi dirseklere kadar
yıkayınız, başınızı meshediniz, ayaklarınızı topuklara kadar yıkayınız''. İslam
hukukçuları, bu âyette bulunan ilâ ve bâ harfi çerleri ile vav ve fâ atıf
harflerini değişik şekillerde değerlendirmişlerdir, tmâm Züfer, ellerin
dirseklere kadar yıkanacağım, dirseklerin yıkamaya dahil olmadığını ifade
etmiştir. Ebû Hanife, Ebû Yusuf, İmam Muhammed ise ilâ harfi cerri'nin maâ
(beraber) manasına geldiğini ileri sürerek, dirseklerin yıkamaya dahil olduğunu
ifade etmişlerdir. İmam Şafiî, "fâ'nm tâkib manasını ifade ettiğini Heri
sürerek, abdeste sıra tertibinin farz olduğu kanaatine varmıştır. Hane-filer
ise "vâv"m mutlak cem ifade ettiğini ileri sürerek abdeste sıra
tertibinin farz olmadığını ifade etmişlerdir.
[1] Âmidî, I,17
[2] Nûr, 56.
[3] Bakara, 275.
[4] Bakara, 233.
[5] Bakara, 187.
[6] Nahl, 43.
[7] Âl-i İmrân, 159.
[8] İsrâ, 23.
[9] Nisa, 10.
[10] Nisa, 23.
[11] Mâide, 3.
[12] Nisa, 100.
[13] Tevbe, 36.
[14] Buhârî, Vüdaf 68; Müslim, Taharet, 94.
[15] Bakara, 222.
[16] Buhârî, Zekât, 38; Ebû Dâvûd, Zekât, 5; Muvattâ,
Zekât, 23.
[17] Nîsâ, 25.
[18] Nisa, 24.
[19] Tevbe, 80.
[20] Nisa, 23.
[21] Âl-i İmrân, 130,
[22] Bakara, 178.
[23] Mâide, 45.
[24] Menâfi', s. 132; Şâkiru'l-Hanbelî, s. 208.
[25] Mir'ât, s. 345.
[26] Serahsî, Usûl, II, 29.
[27] Nisa, 11.