İSLÂM'IN
GAYE VE MAKS ADLARI (MEKASIDU'Ş-ŞÂRİ')
I.
Şâri'in Hüküm Koyarken Gaye Ve Maksadı:
D.
Maslahatın Tamamlayıcıları:
D.
Şeriatın Maksadlarının Neticesi Olan Külli Kaideler
E.
Maslahat Ve Hikmetlerin Tahakkuk Edip Etmemesi:
F. Bir Hükümde Maslahat İle Mefsedetin Tearuzu
G.
Maslahatın Son Bulması İle Hükmün Son
Bulup Bulmaması:
B. İctihâd'ın Sahih Olmasının Şartları:
D. İctihâd Ehliyeti (Müctehidlik Şartları)
D. İcmâ Vâkî Olan Konuları Bilmek:
E.
İctihâd'ın Bölünüp Bölünemeyecegi
F.
İçtihadın Mahalli: (İçtihadın Sahası)
J.
Tabakâtu'l-Fukahâ (Müctehidlerin İlmt
Kudretlerine Göre Dereceleri)
A. Tahrîc'in Manası Ve Mahiyeti:
A.
Taklîd Ve İttibâ'nın Manaları
3.
İçtihada Muktedir Olmayan Âlimler (Muttebiler Ve Mukallidler):
C. Mezheblerin Taklîd Edilmesi:
D. Mezheb Hükmü İle Nassların Tearuzu
B. Telfik'in Çeşitleri Ve Hükmü:
B.
Lcmâ'a Aykm Olmayan Telfîk:
C.
Fetva Verme Usulü (Genel Olarak)
D.
Malikî Mezhebi'nde İftâ Usulü
E.
Hanbelî Mezhebinde İftâ Usûlü
F.
Şafiî Mezhebinde İftâ Usûlü
G.
Hanefî Mezhebinde İftâ Usûlü
B. Kaza'nın Unsurları (Erkânu'1-Kazâ)
C.
Hâkim Ve Hüküm Verme Yetkisi
D.
Mahkemede Uygulanan Kanunlar
F.
Osmanlı Devletinde Hüküm Verme Usulü
A.Osmanlı
Devletinde Mahkemelerde Uygulanan Mezheb:
B.
Devlet Başkanlarının Tercih Ettikleri İctihadlar:
C.
Kararnameler, Kanunnameler Ve Kanunlar:
G.
Kaza İle İftâ Arasındaki Farklar:
Hüküm istinbatında,
nasslann lafız ve manaları kadar, hakka isabet açısından İslam'ın ruh ve
gayesinin bilinmesi de Önemli, hatta zaruridir. Müctehid, islam'ın ruh ve
gayesini bildiği takdirde, nassları daha iyi anlayabilir, onlardan İslam'ın ruh
ve gayesine daha uygun hükümler çıkarabilir. Konunun önemini dikkate alan
eş-Şâtibî (öl. 790 / 1388), müctehidlik şartlarında "mekasidu'ş-şeria'yı
bilme"yi de ilave etmiştir.[1]
Önceki bir bahiste,
fakihler arasında , "Şer'thükümler, kulların maslahatı üzerine
mebnidir" sözünün meşhur olduğunu ifade etmiştik. Şu halde Sâri' Teâ-lâ,
kuilannın dünya ve ahiretteki maslahatlarım gözetmek, onları gerçekleştirmek
maksad ve gayesiyle şer'i hükümleri koymuştur.[2]
Bu durum, Kur'an-i
Kerim'in âyetleri tetkik edildiği takdirde açıkça görülür. Burada ifade edelim
ki, âyetlerin her birinin hangi maksad ve gayeleri gerçekleştirmek üzere nazil
olduğunu tetkik etmek, konumuzun hududlan dışındadır. Bu konuda bazı âyetlerin
meallerini vermekle yetineceğiz.
Şu ayetler, Peygamber
gönderilişinin gayesini ortaya koymaktadır:
"Biz
Peygamberleri rahmet müjdecileri ve azap habercileri olarak (gönderdik). Ta
ki, Peygamberlerden sonra insanların Allah 'a karşı (özür diye ileri sürebilecekleri)
bir bahaneleri olmasın[3]
"Biz seni
alemlere ancak rahmet olarak gönderdik"[4]
Varlıkların
yaratılışının hikmetleri şöyle beyan buyrulmaktadır: "Ben cinleri ve
insanları (başka bir maksadla değil), ancak bana kulluk etmeleri için
yarattım."[5]
"...O hanginizin
daha güzel amel edeceğini imtihan etmek İçin ölümü ve
dirimi
yaratandır"[6]
Bazı ayetlerde
hükümlerin sonunda hikmetlerin zikredildiği de bir gerçektir. Bazı misaller
verelim:
''.. .Allah sizin
üzerinizde bir güçlük yapmayı dilemez. Fakat iyice temizlenmenizi ve
üstünüzdeki nimetini tamamlamasını diler. Ta ki şükredesiniz."[7]
' 'Ey iman edenler,
Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Belki felah
bulursunuz."[8]
"...Çünkü namaz,
kötülüklerden alıkor"[9]
"Ey akıl
sahipleri, kısasda sizin için hayat vardır"[10]
Şer'î hükümlerle
kulların maslahattan gözetildiğine göre, maslahat tabiri üzerinde durmak
faydalı olacaktır.
Maslahat,
"faydalıyı elde etmek (ceîb-i menfaat) ve zararlı olanı defetmek
(def'i-mazarrât)"
diye tarif edilir.[11]
Maslahat, kurtuluş ve
iyiliğe vesile olan bir keyfiyettir ki, mukabili mefse-dettir. İslam Hukuku,
maslahatları nazar-ı itibara almış, hükümleri onun üzerine koymuştur,[12] Bir
maslahatın makbul olabilmesi için bazı şartların bulunması gerekir. Bunlar
şunlardır:
1. Kat'î olmalı:
Bir şeyin maslahat
teşkil ettiği, kesin surette bilinmelidir.
2. Umumî olmalı:
Bir şeyin muteber bir
maslahat sayılabilmesi için o hususun umûmî olması gerekir. Şahsi ve hususî
menfaatler, maslahat olarak değerlendirilip kabul edilemez.
3. Maslahat mefsedetten hâlî olmalı:
Bir şey hakkındaki
maslahat, mefsedetten hâli (uzak) olmalı veya mefsedetten büyük olmalıdır.
Bu sebeple bir
hükümde, maslahat ile mefsedet tearuz ederse, maslahatın tercih edilebilmesi
için onun mefsedetten büyük olması gerekir. Bu suretle, maslahat ile amel
edilir. Ancak mefsedet, maslahattan büyük veya ona müsavi olursa, o vakit,
"Def'i mefasid, ceîb-i menfaatten evlâdır"[13] kaidesi
gereğince mefsedetin bertaraf edilmesi için maslahat ciheti terk olunur.[14]
4. Nasslara
ve İcmâ'a aykın olmamak:
Maslahat olduğu
anlaşılan şey ile hükmedileceğine şer'i nasslardan birinin küllî veya cüz'î bir
surette delaleti bulunmalıdır. Nassların reddettiği şey ise, bu muteber bir
maslahat olamaz.[15]
Bu şartları ihtiva
eden maslahat ile amel edilir. Şu halde maslahatlar, insanın istek ve keyfine
göre kendisi için menfaat ve maslahat olarak gördüğü şeyler değildir. Maslahat,
şeriatın ölçüsünde maslahat olan şeylerdir. Meselâ, bazı insanlar vardır ki,
başkalarının mallarını gizli ve aşikâr bir surette haksız olarak yemeyi
kendileri için uygun görebilirler. Ancak bu durum bir başkasına zarar vermekten
başka birşey değildir. Dolayısıyla bunlar maslahat olarak kabul edilemez.
Maslahatlar, bir
yönden dini ve dünyevi, diğer bir yönden muteber, mursel ve merdûd nev'ilerine
ayrılır. Muteber, mürsel ve merdud maslahatlar hakkında evvelce bilgi
vermiştik. Burada dini ve dünyevi maslahat çeşitlerinden bahsedeceğiz.
Dini maslahat, zihni
hurafe ve batıl fikirlerden uzaklaştırarak ruhu saf hale getirme, fikri
geliştirme, nefsi temizleme, azim ve iradeyi güçlendirme, ahlâkı güzelleştirme
ve eğitmedir. İşte itikad, amel, ibadet ve ahlâk konularında konulmuş dini
hükümler maslahat ve menfaatleri gerçekleştirmek üzere konulmuştur.
Kâmil iman sahibi olan
bir kişi, Allah'dan hakkıyla korkar, kimseye kötülük etmez, herkese iyilik
eder, adalete, hukuka saygı ve riayet eder, nefsi için sevdiği şeyleri,
başkaları için de sever, nefsi için kötü gördüğü şeyleri, başkaları için de
çirkin görür. Allah'a tevekkül ve itimad eder, azim sahibi olur. Netice-i
kelâm, samimi kâmil bir iman, insanı en yüce bir mertebeye ulaştırır, insanlık
için en faydalı, en hayırlı bir unsur yapar.
Bedeni bir ibadet olan
namaz ile insan, Cenab-ı Hakka kulluk vazifesini ifâ eder, nimetlerine
şükretmiş olur. Namaz ruhu temizler, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir.
İnsanı kötülük ve ihtiraslardan uzaklaştırır. Cemaatle kılınan namazlar, Cuma
ve bayram namazlarında, müslümanlar arasında dayanışma, tanışma, kardeşlik ve
birliği sağlar. Hac ibadetinin siyasi ve iktisadi birçok faydalan vardır.
Oruç, nefs-i emmareyi terbiye ile insanı nefsine hakim olmaya, iradesini kuvvetlendirmeye
alıştırır. Zekât, sadaka gibi mali ibadetler, fakirlerle zenginler arasında
dostluk ve sevginin meydana gelmesine vesile olur, cemiyette mali yönden
huzurlu ve güvenli bir hayatın meydana gelmesini sağlar.
Ahlâkî hükümler
arasında, yardımlaşma, kardeşlik, birlik-beraberlik bulunmaktadır. İslam'da,
hased, gıybet, iftira, insanları düşmahğa, tefrikaya götüren haller
yasaklanmıştır. Dinimiz, doğruluğu ister, yalanı sevmez. Adaleti, hakkı
emreder, tembelliği kabul etmez, ilim sahibi olmayı teşvik eder.
Dünyevi maslahatlar,
dünya işlerinin bir düzen ve tertib içerisinde yürümesini sağlayan, zararlı
şeylerin meydana gelmesini engelleyen, toplumsal hayatın refah ve saadetine
vesile olan şeylerdir. Bunlar üç kışıdır:
a. Zarûriyât,
b. Hâciyyât,
c. Tahsîniyyât.
Zarurî maslahatlar ile
insanların hayatları teminat altına alınır, cemiyet istikrarlı ve müreffeh bir
şekilde yaşar. Bu maslahatlar bulunmazsa, hayat düzeni kökünden sarsılır,
insanlar arasında huzursuzluk, kargaşalık başgösterir, insanların işlerinde
düzensizlik, dengesizlik hakim olur. Bu sebeple bu maslahatlar Allah katında
asli maslahatlardır. Cemiyetin düzen ve intizamım sağlayan bu maslahatlara
gereği gibi riayet edilmesi zaruridir. Bu maslahatları korumayanlar, azab görürler.
Zarurî maslahatlar;
din, akıl, nesil, mal ve canın korunmasından ibarettir. Bunlara, Zaruriyet,
Zaruri maslahatlar denilmiştir. Cenab:ı Hak, şer'î hükümleri koyarken zaruri
maslahatları gözetmiş ve bunların korunması için gerekli hükümler sevk
etmiştir. Şimdi zaruri maslahatları ayrı ayrı izah edelim:
Din'de esas olan
iman'dır. Dinimizde iman esasları; Allah'a, Peygamberlere, Kitaplara,
meleklere, ahirete, hayır ve şerrin Allah'dan olduğuna inanmaktan ibarettir.
Bunun yanında İslamın ibadet esasları olarak bilinen, namaz, zekât, hacc, oruç
da farz kılınmıştır. Bu saydığımız, iman ve ibadet esasları yerine getirilmesiyle
din ayakta durur, cemiyet hayatı düzenli ve huzurlu olur.
Dinin korunması için,
bütün müslümanlar, İslamı tebliğ görevini yerine getirmekle yükümlüdürler. Bu
cümleden olarak cihad farz kılınmıştır. Dinin korunması babında, halkı inanç
yönünden sapıklığa sevkeden, bid'at çıkaran, İslam esaslarına aykırı hareket
eden kimseler için gerekli ceza hükümleri konmuştur.
İnsanlık mevcudiyeti
için evlilik müessesesi konmuştur. Bu sebeple nesillerin korunması evlilik
müessesinin sağlamlığı ile mümkündür. Nikâh gölgesinde, aile teşkilatı içinde
terbiye edilmeyen nesiller, hayatı karıştırır, sosyal refahı temelinden yıkar.
Zira aile, cemiyetin temel taşıdır.
Bundan dolayı, îslam
dini nikâha, nesil yetiştirmeye, çocuk terbiyesine, ailelerin korunmasına
büyük bir önem vermiştir. Nesillerin birbirine karışmaması için zina haram
kılınmış, zina iftirası yasaklanmış, zaruret olmadıkça çocuk düşürmek, veya
aldırtmak, gebeliği önlemek haram kılınmıştır. Irz, namus ve neslin korunması
için zina ve kazif haddleri konmuştur.
Nefsin korunması için
yemek, içmek, giyinmek, mesken sahibi olmak ve buna benzer adetler meşru
kılınmıştır. İntihar ve başkasını Öldürmek yasaklanmıştır. Adam öldürenlere
kısas gibi cezalar konulmak suretiyle nefsin korunması sağlanmıştır.
Allah, insana vermiş
olduğu akıl sebebiyle onu kendine muhatab kabul etmiştir. Aklın korunması için
sarhoşluk veren içkiler haram kılınmış, içenler için de ceza hükümleri
konmuştur.
Dinimizde fertlerin
mal, mülk sahibi olmaları kabul edilmiş, ahm-satım, ticari muameleler mubah
kılınmıştır. Malın korunması için hırsızlık, gasb, başkasının malına zarar
vermek gibi hususlar haram kılınmış, malı korumak üzere de itlaf olunan malın
tazmin ettirilmesi hükmü getirilmiş, hırsıza ve gasıba gerekli cezalar
konmuştur. Aynı zamanda mallarını korumaktan aciz olan deli, çocuk, sefih gibi
kimselerin hacr altına alınması esası getirilmiştir.
Hâciyyât (ihtiyaç)
zaruret derecesinde olmayıp, onun altma olarak meşru kılınan maslahattır. Bu
sebeple haci maslahatlar olmadan da insanlar yaşayabilirler. Ancak bunların
yokluğundan dolayı cemiyette düzensizlik olmasa da, dünyevi işlerde insanlar
darlık ve sıkıntıya düşerler. Bu sebeple haci maslahatlar, insanlardan güçlük,
meşakkat, sıkıntı ve darlıkları kaldırmayı amaçlarlar.. Bu maksatları
gerçekleştirmek için de dinimizde ruhsatlara ve kolaylıklara yer verilmiştir.
Meselâ, hasta ve yolcular için oruç tutmama müsaadesi verilmiş, hastaya imâ ile
namaz kılma ruhsatı verilmiştir. Muamelatta selem, istisna, bey' bi'1-vefâ,
müzâraat, müsâkat tecviz edilmiştir. Bunların tecviz edilmesi insanlardan sıkıntıyı
gidermeyi amaçlamaktadır. Munakahatta talak müessesesi meşru kılınmıştır.
Cezaî konularda şüpheler sebebiyle had cezasının düşmesi esası getirilmiş,
katilin yükünün hafifletilmesi için hataen adam öldürmede diyet, âkile üzerine
yüklenmiştir.
Tahsînî,maslahatlar,
bir zaruret, bir ihtiyaçtan dolayı olmayıp, muamele ve adetlerde en güzelini,
en uygununu seçmek kabilinden olan maslahatlardır. Bunlar olmaz ise, hayat
nizamı bozulmaz, insanlar sıkıntı ve darlığa düşmezler. Fakat tahsini
maslahatlara riayet edilmezse, istenilen ideal bir hayat nizamı kurulmaz.
Camilere giderken en güzel elbiseleri giymek, nafile ibadet yapmak, israf-dan
kaçınmak, muaşeret kaidelerine riayet etmek, yemek yerken sağ elle yemek,
yemekte başkalarını rahatsız etmemek gibi hususlar, tahsini maslahatlara
örnektir.
Zaruri, haci ve
tahsini maslahatların her birini en iyi bir tarzda gerçekleştiren ve koruyan
mükemmilleri (tamamlayıcıları) vardır. Zaruri maslahatların tamamlayıcılarına
misaller:
Farz namazın
tamamlayıcısı olarak, ezan ve cemaat meşru kılınmıştır. Kı-sasda, suçlu ile
mağdur arasında tam bir eşitliğin olması şarttır. Evliliğin devamlı olabilmesi
için erkek ile hanım arasında kefâet (denklik) şart kılınmıştır. Zina gibi, ona
götüren sebepler de haram kılınmıştır. Ahş-veriş muameleleri mubah kılınmış,
meçhul şeyin ahm-satımı, mevcut olmayan malın ahm-satımı ve benzerî ticaret
tarzları yasaklanmıştır.
Haci maslahatların
tamamlayıcılarına misaller:
Haciyattan olan
alış-verişte muhayyerlik, tarafların aldanmalarını önlemek bakımından meşru
kılınmıştır. Şahitlik, rehin gibi bazı muameleler, alım-satım muamelelerinin
tamamlayıcısı olarak meşru kılınmıştır.
Hatâen öldürmede,
âkile diyeti öderken bir güçlükle karşılaşmaması için diyetin takside
bağlanması uygun görülmüştür.
Tahsini maslahatların
tamamlayıcılarına misaller:
İnfak ederken temiz
mallardan ve orta seviyeli olanlardan yapmak, tahsini-yattan olan infakın
tamamlayıcısı durumundadır. Nafile bir ibadete başlamış olmak, bu ibadetin
tamamlanması için bir mecburiyet sebebi kılınmıştır.
Görüldüğü gibi hâcî
maslahatlar, zarurî maslahatların, tahsini maslahatlar ise hâcî maslahatların,
tamamlayıcıları sayılırlar.
Fakihler, araştırma
neticesinde, hangi yerlerde maslahata riayet edilmesi gerektiğini göstermek
maksadıyla bazı külli kaideler çıkarmış ve tesbit etmişlerdir. Bunlardan
Mecelle'de yer alanlardan bazıları şunlardır:[17]
1.
Zaruretler, memnun olan şeyleri mubah kılar. (md. 21).
2. Hacet:
umumi olsun, hususi olsun zaruret menzilesine tenzil olunur, (md.32).
3. Meşakkat
teysiri ceîb eder. (md. 17).
4. Bir iş dîk
oldukta muttesa' olur. (md. İS).
5. Zarar ve mukabele bizzarar yoktur, (md. 19).
6. Zarar izale olunur, (md. 20).
7. Def-i mefâsid, ceîb-i menâfiden evladır, (md.
30).
8. Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur, (md. 29).
9. Zarar-ı âmmı def için, zarar-ı hass ihtiyar
olunur, (md. 26).
10. Adet muhakkemdir. (md. 36).
11. Nasm isti'mali bir hüccettir ki, onunla amel
vacib olur. (md. 37).
12. Raiyye, yani tebeâ üzerine tasarruf maslahata
menuttur. (md. 58).
13. Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunurlar:
(md. 22).
Cenabı Hakk, bir hükmü
ancak kullarının maslahatı için koymuştur. Hükümden beklenilen maslahat ve
hikmetlerin bütün fertler üzerinde tahakkuk etmesi şart değildir. Bazı
fertlerde tahakkuk etmesi kâfidir. Meselâ, suç işleyenlere ceza verilmesinin
maksad ve gayelerinden biri, insanları suç işlemekten caydırmaktır. Bazı
suçlular, suçlarından ötürü cezaya çarptırıldıkları halde, yine de suç
işlerler. Bazı şahıslar da suçlunun cezaya çarptırıldığını gördükleri halde
ondan ibret ve ders almayıp, yine de suç işlerler. Bununla beraber yine suç
işleyenlere ceza verilmeye devam edilir. Çünkü cezalar, bir kısım şahıslar için
suç işlemekten caydirmasa da, bazı kişileri suç işlemekten caydırabilir. Bu
cihetle cezalardan beklenilen hikmet ve maslahatlar da az çok tahakkuk etmiş
olur.[18]
Usulcüler,
maslahatları tahakkuk edip, etmeme itibariyle aşağıda geleceği üzere beş kısma
ayrılırlar.[19]
1. Bir
hükmün hikmet ve maslahatı kesinlikle meydana gelir. Meselâ, şartlarını hâvî
alım-satım akdinden maksud olan mülkiyet maslahatı, kesinlikle tahakkuk eder.
2. Bir
hükmün hikmet ve maslahatı, zanni olarak tahakkuk eder. Kısasdan maksud olan
caydırıcılık ve ibret maslahatı gibi. Kısas cezasının tatbik edilmesinden
ötürü, bu suçu işlemekten vazgeçenler, geçmeyenlerden fazladır. Fakat umumî
değildir. Bu sebeple, bütün fertlere göre suçtan caydırıcılığın tahakkuku
zannîdir.
3. Bir
hükmün hikmet ve maslahatı meşkuk olan, yani tahakkuk edip etmemesi müsavi
bulunan maslahattır. Meselâ, şarap haddi uygulandığı halde, yine de içenler
eksik değildir.
4. Meydana gelmesi mevhum ve mercûh olan
maslahattır. Âyisenin, yani İyâs yaşma gelmiş olması sebebiyle hayızdan kesilen
kadınla nikâh akdinden mat-lub olan nesebin subûtu, çocuk doğurması gibi ki
husulü mevhumdur, yani çocuk doğması mümkün değildir. Ancak âyisenin iddet
beklemesi, sadece çocuk doğması maksadına matuf değildir. Onda başka maksadlar
da vardır.
5. Kesin surette tahakkuku mümkün olmayan
maslahattır. Bu tür maslahatlarla amel edilemez. Meselâ, şarkta ikâmet eden
bir şahsm, garbda ikâmet eden bir kadını, bir vekil aracılığı ile tezevvüc
ettikten sonra, aralarında asla buluşma olmadan o kadından bir çocuk doğsa, bu
çocuğun nesebi, o zata ait olamaz. Çünkü evlenmekten maksud olan nesebin
subûtu maslahatı kesinlikle yoktur. Zira zevç ile zevce arasında buluşma
olmadığı malumdur.
İmam-ı Âzam, maslahat
mezinnesi olan nikâh akdine binâen, bu meselede dahi çocuğun nesebini şarklıya
ilhak ediyor. Ancak ondan başka fakihler, "Kafi surette hikmet ve
maslahatın bulunmadığı yerde, mezinneye itibar edilmez" diyerek İmam-i
Azam'ın bu konudaki görüşünü kabul etmiyorlar.[20]
Maslahatın şartlarını
izah ederken "maslahatın mefsedetten hâlî(uzak) veya ondan daha büyük
olması şarttır. Bu sebeple bir hükümde maslahat ile mef-sedet bir arada
bulunursa yani tearuz ederse, mefsedet maslahattan daha büyükse, o vakit o
maslahat ile amel olunamaz" demiştik. Hiç şüphesiz, mefsedet masla-hatan büyük
ise mânı olan mefsedet, muktezî olan maslahata tercih ve takdim olunur. Çünkü
illet te'sirini icra edebilmesi için manî olan mefsedetlerden uzak olması
gerekir. Bir hüküm ki, ondan beklenen maslahat, fayda veya gaye tahakkuk
etmiyorsa, artık o hükmün devam etmesinde bir mana bulunamaz. Bu meselenin
daha iyi anlaşılabilmesi için iki misal verelim:
1. Bîr
şahsın bayram günü oruç tutmak üzere nezirde bulunduğunu düşünelim. Burada iki
konu bulunmaktadır: Oruç tutmak ve Bayram ziyafeti. Hiç şüphesiz Allah rızası
için oruç tutmak güzel bir şeydir. Çünkü oruç ile insanın şehveti kırılmış
olur. İşte oruç'da şehvetin kırılması maslahatı bulunmaktadır. Ancak bayram
günü oruç tutan kimse, Allah'ın ziyafetinden yüz çevirmiş olur. Allah'ın
ziyafetinden yüz çevirmek ise bir mefsedettir. Bu bakımdan o günde oruç tutmak
haram kabul edilmiştir. İşte burada manî, muktaziye tercih ve takdim
olunmuştur. Bu suretle de illet, mani sebebiyle te'sirini icra edememiştir.
2. Bir şahsın gasbedilmiş bir yerde namaz
kıldığını kabul edelim. Burada iki konu bulunmaktadır: Namaz ve gasb. Namaz
kılmak güzel bir şeydir. Çünkü namazda, bir takım maslahatlar bulunmaktadır.
Gasb ise kötü bir fiildir, bir mefsedettir. Bu olayda namazdan elde edilen
maslahat, gasbdan meydana gelecek mefsedetten daha büyüktür. Bu sebeble
gasbedilen yerde kılınan namaz sahih olur. Ancak insan gasb sebebiyle günah
işlemiş olur. Netice olarak diyebiliriz ki, bu olayda maslahat, mefsedetten
büyük olduğu için muktezî, mânî'e tercih ve takdim edilmiştir.[21]
Hiç şüphesiz İslam
hukukunda hükümler, bir takım fayda, gaye ve maslahatlara mebnî olarak meşru
kılınmıştır. İslam hukukçuları arasında maslahata müsteniden meşru kılınan bir
hükmün, o maslahatın ortadan kalkması ile son bulup bulmayacağı hususu münakaşa
konusu olmuştur. Fakihler, maslahatın amelden düşmesi keyfiyetine inhirâm: adını
vermişlerdir.[22]
İnhirâm, lügatta
kesilmek, helak olmak manalarına gelir. Maslahat da teşirden kesildiği, zaman
ilerledikçe şiddetli mefsedet onu helak ettiği için maslahatın bu suretle
tamamen amelden sakıt olması (düşmesi) keyfiyetine inhİrâm adı verilmiştir.
Bazı usul alimleri bir maslahatın tamamen amelden kesilmesinin mümkün
olmayacağını ifade etmişler ve bu konuda "O yine mevcut ve bakîdir. Şu
kadar var ki, mânî'in vücuduna mebnî te'sirini icradan munkatı'dır
(kesil-mistir). Mâni zâil olursa, yine te'sirini icra eder" demişlerdir.
Doğrusu da budur. Maslahatın tamamen yok olduğunu kabul edenler, bu
fikirlerini şöyle müdafaa etmişlerdir: "Bir hükümde maslahata eşit veya
ondan daha büyük olan lir mefsedet ile o maslahat ortadan kalkmış demektir.
Artık o maslahatın varlığından bahsetmenin bir manası kalmaz." Bu,
lafzîbir ihtilâftır. Netice itibariyle ihtilaf yoktur. Çünkü her iki taraf da o
maslahata bina edilmesi gereken hükmün, manî olan mefsedetin varlığı sebebiyle
intifasında müttehittirler. Fakihler, bu esasdan iki fıkhı kaide istihraç
etmişlerdir:
1. Bir gaye
ve maslahata müsteniden meşru kılınan bir hüküm, o maslahat ve gayenin ortadan
kalkması ile son bulur.
2. Bir fayda, bir maksad ve bir maslahatın elde
edilebilmesi için konulan bir hüküm, sonradan o fayda, maslahat ve maksadın
zıddım gerektiriyorsa, sakıt olur.
Birinci kaide hakkında
İbnu'l-Humâm (öl. 861) itirazda bulunarak özetle şunları söylemiştir: "Bir
hüküm, bir illete mebnî bir kere var olduktan sonra, artık o illetin yok
olmasıyla son bulmaz. Çünkü bir hüküm var olabilmesi için bir illetin varlığına
muhtaç olur ise de, bekası için, o illetin bekasına muhtaç olmaz. İllet
sonradanyok olmakla beraber, hükmü baki kalabilir."[23]
Meselâ tavaf esnasında remel böyledir.[24]
Bunun maksad ve illeti, müslümanlan gayri müslimlere kuvvetli olduklarını
göstermekdir. Mekke'de gayri müslim kalmadığı halde, bu adet hâlâ devam
etmektedir.
Hanefilere göre haraç
arazisinin zimmî olan sahibi, müslüman olsa veya bu araziyi bir müslümana
satsa, bu arazinin haraç vergisi, öşüre dönüşmez. İmam Malik'e göre bu arazi,
öşür arazisine dönüşür. Çünkü haraçta zillet manası vardır. Bu, bir müslüman
hakkında ihdas veya ibka edilemez. Hanefüer, bunu şöyle cevaplandırıyorlar:
"Zillet manası, haracın ilk defa konulmasmdandır, bekasında
değildir.Harâc-ırüûs (cizye) ise böyle değildir, onda hem ibtidaen hem de
bekâen zillet vardır. Bu sebeple bir gayri müslim, müslüman olsa, artık bu
haracı rüûsu baki kalmaz. İmam A'zam'a göre bir gayri müslim öşür arazisi satın
alsa, haraç vermesi gerekir. Çünkü öşür zekât demektir. Gayri müsîim ise zekât
vermeğe ehil değildir. Ebu Yusuf'a göre bu gayri müsîimden iki kat öşür, İmam
Muhammed'e göre ise bir Öşür alınması gerekir.[25]
Seyyid Bey,
İbnü'l-Hümam'ın görüşünü şöyle değerlendirmektedir: "Bu itiraz, hükmün
menatı olan illet-i faiîiyye hakkında doğru ise de ület-i gaiyye hakkında
doğru olup olmadığı düşünülmelidir. Çünkü illeti faiiiyenin yok olması halinde,
illeti gaiyye mevcut ve baki kalırsa, o vakit ona istinaden hükümde baki
kalabilir. Artık bu durumda illeti failiyyeye ihtiyaç kalmaz. Ancak illeti
gaiyye de yok olursa, o vakit hükmün bekası için tutunacağı ve istinad edeceği
bir illet bulunamaz ve o hükmün istinatsız bekası da düşünülemez. Ancak hükmün
vücudunun illeti ile, bekasının illeti başka başka olabilir. Hiç bir illet
mevcut olmadan hükmün bekası mümkün olmaz. Meselâ zekât gibi mali vacibatta
şan olan "Kudret-i müyessire", illet hükmünde olduğu için, fakihler
bunun zâilolmasıyla vacibin zimmette bekasının sakıt olacağını ifade
etmişlerdir. Zira illetin zevali ile hüküm de son bulur."[26]
İkinci kaide hakkında
herhangi bir itiraz olmamıştır. Müellefe-i kulübün zekâttan düşürülüşü, bu
kaidenin en canlı misalini teşkil etmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)
müellife-i kulub'e, müslümanlardan onların fitne ve fesatlarının bertaraf
edilmesi, kalblerinin îslamiyete ısındırılması ve bu suretle İslam dinini aziz
kılmak maksad ve maslahatı ile Beytülmalden tahsisat (zekât hissesi)
vermişlerdi. Zaten bu hüküm, nassla sabit olmuş bir hükümdü.[27]
Hz. Ebubekir
zamanında, Hz. Ömer, müellefe-i kulübün tahsisatını kesmiş ve bu konuda
"Hz. Peygamber, o tahsisatı, size, îslamiyete ısınmanız ve İslam dininin
aziz kılınması için veriyordu. Bugün Cenab-ı Hakk, dinini aziz kıldı ve İslam
Kuvvet buldu. Artık dinin size ihtiyacı kalmadı..." demiştir. Hz. Ebubekir
de bu görüşe katıldı. Ashabdan hiç biri de buna itiraz etmedi. Böylece nas ile
sabit olan müellefe-i kulüb'ün zekâttan hissesinin düşmesinde icmâ mün'akid
oldu.[28]
Usul alimleri,
müellefe-i kulübün zekâttan sakıt olmalarını çeşitli şekillerde değerlendirmişlerdir.
1. Bazı alimlere göre,
Müellefe-i kulübün
zekât hissesi, Peygamber (s.a.s.)'in Muaz b. Cebel'e verdiği zekâtla ilgili
mektubun sonunda "...zekâtı zenginlerden al, fakirlere ver"
buyurmasıyle neshedilmiştir.[29]
2. Bazı alimler, burada birinci kaideyi yani bir
hükmün illeti ortadan kalkınca hüküm de son bulur kaidesini tatbik
etmişlerdir. Görüşlerini şöyle müdafaa etmişlerdir: "İllet, dini
kuvvetlendirip aziz kılmaktır. İlletin ortadan kalkması sebebiyle yani
maslahatın sona ermesi sebebiyle hüküm de son bulmuştur. Onlara zekât vermek,
bu illet dolayısıyle idi. Zira dini aziz kılmak için veriliyordu. Sonra Allah,
İslam dinini aziz kıldı, müslümanlan müellef-i kulübe muhtaç olmaktan
kurtardı. Dolayısıyle maksad hasıl oldu, illet nihayet buldu, artık onlara
tahsisat verilmesine mahal kalmadı. Bu sebeple bu konudaki nas ile sabit olan
hüküm de bu suretle nihayet bularak sakıt oldu.[30]
Bâberti bu, görüşe katılmadığım ifade etmiştir.
3. Bazı
alimler de burada ikinci kaideyi tatbik etmeyi tercih etmişlerdir. Görüşlerini
şöyle müdafaa etmişlerdir: "Maksadının zıddmı gerektiren her şey, batıldır.
Şu halde şayet biz, müellefe-i kulübe tahsisat verilmesinin devam etmesini
tecviz edersek, bu, tahsisatı vermedeki maksada aykırı düşer. Çünkü onlara verilen
bu tahsisat, ancak onlar tarafından dine zül ve hakaret gelmemesi ve bu suretle
onların serlerinin bertaraf edilmesi için verilirdi. Sonradan İslim Dini kuvvet
bularak onların şerrinden emniyet hasıl olunca, artık onlara tahsisat verilmesine
devam etmek, İslam Dini için zillet ve hakaret olur. Bu sebeple artık onlara
tahsisat verilmez." Beyana hacet yoktur ki bu sözün manası şudur: İslam
dininin kuvvetli olmadığı zamanda müellefe-i kulübe tahsisat verilmesi, dini
aziz kılmak maksadına dayanıyordu. İslam dininin kuvvet bulması zamanında
onlara tahsisat verilmesine devam etmek, artık îslamiyeti aziz kılmak değil,
bilâkis izlâl olur. Bu suretle maksud olan maslahat, tamamen yok olup onun
yerine mefse-det kaim olmuş olur. Buna mahal bırakmamak için mezkur hüküm, yani
tahsisatın verilmesinin cevazı sakıt olmuştur.
4. Bazı alimler de bu konudaki hükmün
kaldırılmasını şöyle değerlendirmişlerdir: "Bundan maksat, dini aziz
kılmaktır. İslamiyetin zayıf olduğu bir zamanda bu maksad, ancak gayri
müslimlerin serlerini bertaraf etmek için tahsisatın verilmesiyle gerçekleşebilirdi.
Sonradan durum değişerek İslam Dini kuvvet bulunca, tahsisatın kesilmesi vacip
oldu. Çünkü İslamm kuvvetli olduğu bir zamanda dini aziz kılmak, onlara verilen
tahsisatın kesilmesiyle mümkün olabilirdi. Tahsisatı Hz. Peygamber zamanında
vermekle, ashab zamanında onu kesmek keyfiyeti, bir âlet ve vâsıtadan
ibarettir. Asıl maksad, dini aziz kılmaktır. Bu ise tebeddül etmemiştir, hâli
üzere bakîdir. Tebeddül eden, onun ancak âleti olan hükümdür ki, o da
tahsisatın kesilmesidir. Şu haldetahsisatm verilmesi, tahsisatın kesilmesine
tebeddül etmiştir.[31]
5. Bazı alimler de bu tahsisatın kesilmesini
nesh olarak değerlendirmiştir. Nassın icmâ ile neshedilmesi keyfiyetini İsâ b.
Eban gibi bazı alimler kabul etmişlerdir. Cumhur fukahaya göre icmâ, ne nâsih
ne de mensuh olamaz. Nesh ancak Peygamber (s.a.) zamanında olabilir. Bu
bakımdan bu hadiseyi bir nesh olarak, yani sahabe icmâı ile nassm hükmünün
değiştirildiğini kabul etmek doğru değildir.[32]
Çünkü Hz. Ömer bu tatbikatıyla zekâttan hisse alanlara hükmün kaldırılmasını
veya neshini kasdetmemiş, fakat uygulama şartlarının bulunmayışı sebebiyle
hükmün tatbik edilemeyeceğine karar vermiştir. Hükmün uygu-lanmamayışıyla,
tamamen kaldırılması (neshi veya ilgası) ayrı ayrı şeylerdir. Ne Hz. Ömer, ne
de sahabe Kur*an hükümlerini neshedebilir, ne de yürürlükten kaldırabilir. Şu
halde müellefe-i kulübün hisseleri kıyamete kadar bakîdir, tatbikine dâir
şartlar bulunduğunda tatbiki gerekir.
Yetkililer, İslam'a kalbleri
ısındırılmaları uygun gördüğü kişilere bu hükmü uygular. Nitekim Ömer b.
Ab-dilaziz, kalblerinin İslam'a ısmdınlmasında lüzum gördüklerine zekât
malından belirli bir miktar vermiştir.[33]
İctihâd, lugatta çaba
göstermek, meşakkatli ve külfetli bir şeyi ele geçirmek hususunda olanca gücü
harcamak demektir. Fıkıh usülcülerinin ıstılahında ictihâd şöyle tarif
edilmiştir:
1.
Fer'î-zannî şer'î hükmü, tafsili delilinden istinbât etmek hususunda fakîh
(müctehid)'in olanca gücünü harcamasıdır. Veya,
2. Bir
müctehidîn, usûl kaidelerini, olanca gücünü sarfedip uyguladıktan sonra
vardığı.hüküm ve görüştür. îctihâd edene müctehid, ictihâd ve istinbât olunan
hükme müetehedün fîh denir. Tarifte geçen bazı tabirleri izah edelim:
İstinbât (Delilden
hüküm çıkarmak): İstinbât, lugatta kuyudan güçlükle su çıkarmak,manasına gelir.
İctihâd kolay bir şey olmadığı için, şer'î delillerden hükümleri çıkarmaya
istinbât adı verilmiştir.
Fer'î: Fer'î kaydıyla
itikada ait hükümler tarifin dışında bırakılmıştır. Çünkü itikadî konularda
içtihada yer yoktur.
Şer'î: Şer'î kaydıyla
aklî ve hissî olan hükümler, tarifin dışında kalmıştır. Zira onları anlamak
hususundaki bir gayret, bir fıkhî ictihâd değildir.
Zânnî: Zannî kaydıyla
sarîh ve kat'î hükümler, tarifin dışında bırakılmıştır. Çünkü sarîh ve kat'î
hükümlerde İctihâd carî olmaz.
Tafsili delil: Bir
konuya ait özel ve muayyen delildir. Bir konuya ait âyet ve hadis gibi.
Fakîh (müctehid): Bu
kayıt ile fakîh (müctehid) olmayanlar, tarifin dışında bırakılmıştır. Fakîh'den
maksad, delillerden hüküm istinbâtına muktedir olabilecek bir melekeye sahip
bir kişidir. Yoksa fıkhî konuları ezberlemiş herhangi bir âlim değildir.
Usûlcülerin ıstılahında fakîh ile müctehid eş anlamlıdır. Fıkhî meseleleri
öğrenip ezberleyen kimselere, mecazen fakîh denmektedir.
îctihâd iktidarına
sahip bir kişinin, içtihadın caiz olduğu konularda yapmış olduğu içtihadı,
sahîh ve muteberdir. Şu halde içtihadın, sahîh ve makbul olabilmesi için şu
iki şartın bulunması gerekir:
1.
İçtihadın, ictihâd iktidarına sahip bir kişi tarafından yapılması (ehlinden
sadır olması),
2. İçtihadın, caiz olduğu bir konuda yapılması
(mahalline masruf olması). Bu iki şartı taşımayan bir ictihâd kabul edilemez.
Bu cümleden olarak müc-
tehid olmayan bir
kişi, yaptığı ictihâddaki hatasından dolayı günahkâr olur ve hâkim ise hükmü
bozulur. Halbuki müctehid bir kişi, içtihadın, caiz olduğu bir konuda yapacağı
ictihâdmdaki hatasından dolayı günahkâr olmaz, hâkim ise hükmü de bozulmaz.
1. İctihâdla
varılan hükmün değeri, hata ihtimali olmakla birlikte gâlib bir zandan
ibarettir. Bir müctehid, kendisinin içtihadında hakka" isabet ettiğini
kat'î surette iddia edemez. Ancak hakka isabet ettiğine gâlib bir zan ile kanı
bulunur. Bunun içindir ki, kat'î-şer'î hükümlerde ve itikadî konularda ictihâd
câri olamaz. Çünkü bu konularda zan kâfi olmayıp, kat'ilik gereklidir. Kat'î
delil olan yerlerde ise içtihada mahal yoktur. Bir müctehid içtihadında hakka
isabet etmiş ise kendisine iki ecîr ve sevâb vardır; içtihadında hata etmiş ise
alacağı ecir ve sevab bir tanedir.
2. îctihâd,
içtihadı nakzemedez. Bir müctehid, başka bir müctehidin içtihadım bozamaz.
Aynı şekilde bir hakimin, ikinci içtihadı, birincisini bozamaz. Ancak
müctehid, içtihadın değişmesi halinde yeni içtihada uymak zorundadır.
3. îctihâd, yerine göre farz-ı ayın, farz-ı
kifâye, mendüb veya haram olabilir.[35]
İctihâd ehliyetinin
şartları ikidir:
1. İlim,
2. Kabiliyet,
Birinci şart,
kesbîdir; bu şart çalışmayla elde edilebilir. İkinci şart ise fıtrîdir;
çalışmayla elde edilemez. Allah onu doğuştan insana ihsan eder. İnsan bu iki
şartı birlikte hâiz olmakla müctehid olabilir. Şimdi bu iki şartı ayrı ayn izah
edelim:
Müctehidin asıl
görevi, şer'î delillerden hükümler çıkarmak, nassları tefsir etmek ve
hükümlerin olaylara nasıl tatbik edileceğini göstermektir. Bu itibarla,
müctehid olacakların, hukuk ilmine .derin vukufları, halkın örf ve âdetlerini
anlayacak derecede genel kültürlerinin bulunması gerekir. Bir müctehidin
bilmesi gereken hususları şöylece sıralayabiliriz:
Bir müctehidin, Kur'ân
âyetlerinin hepsini icmâlî bir surette bilmesi, ahkâm âyetlerini de ayrı ayrı
ve en ince teferruatına kadar bilmesi şarttır. Çünkü hukukî hükümler,
âyetlerden istinbât olunmaktadır. Gazalî (öl. 505), Ebû Bekir b. el-Arabî (öl.
543), Karâfî (öl. 664) gibi âlimler, ahkâm âyetlerinin sayısını beş-yüz olarak
tesbit etmişlerdir. Aslında ahkâm âyetlerinin beşyüz sayısında bırakılması
doğru değildir. Dikkatli bir tetkik, derin bir düşünce ile diğer âyetlerden de
hüküm çıkarılması, hatta kıssalardan, peygamberlerin başlarından geçen olaylardan
hüküm istinbâtı da mümkündür. Müctehidin, ahkâm âyetlerini ezberlemesi şart
değildir. İhtiyaç anında hangi âyetin ve hangi sûrenin nerede olduğunu bilmesi,
maksadı sağlamaya kifayet etmektedir. Âlimler, ahkâm âyetlerini konu edinen
tefsir kitapları yazmışlardır. Cessâs (öl. 370) ve Ebû Bekir b. el-Arabî'nin
"Ahkâmu'l-Kur'ân" adlı eserleriyle, Kurtubî (öl. 671)'nin
"el-Câmi'ul Ahkâmi'l-Kur'ân" adlı eseri bunlardandır. Bunlar ve
benzeri kitaplar, halihazırda mücte-. hidin ahkâm âyetlerine müracaatını,
âyetlerin mana ve hükümlerini a'nlamasını kolaylaştırır.
Bir müctehidin,
âyetlerin nâsih ve mensûhunu, nüzul sebeplerini bilmesi, aynı şekilde ahkâm
âyetlerinin lügat ve ıstılah manalarını, hâss, âmm, mücmel, mü-fesser gibi
kısımlarını bilmesi gereklidir.
Müctehidin, Sünnet'ten
nelerin sahîh, nelerin zayıf olduğunu, hadis râvîle-rinin hallerini,
durumlarını, hadislerin senedlerini yani mütevâtir, meşhur ve âhâd gibi bize
vasıl olma yollarım, hadislerin manalarını, vürûd sebeplerini, hadisler
arasında tercih yapma kaidelerini, hadislerin nâsih ve mensûh olanlarını
bilmesi gerekir. Müctehidin, sadece ahkâma tealluk eden hadisleri bilmesi
kâfidir. Ah-med b. Hanbel'e nisbet edilen bir habere göre, ahkâma ait 1200
hadis bulunmaktadır. Bazı âlimlere göre bu sayı dörtbine ulaşmaktadır. Bazı
âlimler, bir müctehidin üçbinden fazla hadisi bilmesinin kâfi olacağını ifade
etmektedirler. Gazâlî'ye göre bir müctehidin, Ebû Davud'un Sünen'i veya
Beyhakî'nin Sünen'i gibi ahkâm hadislerini toplayan bir hadis kitabını
öğrenmesi kâfidir.[36]
Nevevî, Ebû Davud'un Sünen'inde, Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde bulunan bazı
hadislerin yer almadığını ileri sürerek Gazâlî'nin bu görüşüne katılmadığını
ifade etmektedir.
Bilindiği gibi
Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet arapça olarak vârid olmuştur. Bu sebeple müctehidin
nasslardan hüküm çıkarabilmesi için arapçayı bilmesi gerekir. Hiç şüphesiz
müctehidin, arapçanın sarf, nahiv, belagat, meânî ve beyân gibi lisan ve
edebiyat ilimlerini öğrenmesi zorunludur. Ancak bu ilimleri, lisan ve edebiyat
sahasında mütahassıs olan kimseler seviyesinde bilmesi şart değildir.
Şer'î nassları doğru
olarak anlaması ve bunlardan hüküm istinbâtım mümkün kılacak kadar Arap Dili ve
Edebiyatını bilmesi kâfidir.
Karşılaştığı ve
hakkında ictihâdda bulunduğu meselelerde icmâ'a aykırı ha-ekette bulunmamak
için, müctehidin hangi konu ve meselelerde icmâ vâkî olduysa onları bilmesi
gerekir.
İçtihadın ruhu
kıyas'dır. Bu sebeple bir müctehidin, kıyasın rükünlerini, şartlarını,
hükümlerini en ince teferruatına kadar bilmesi zorunludur. Kıyas, fıkıh usulü
ilminin konularından biridir. Bu sebeple ona dâhil bir konudur. Önemine binaen
ayrı olarak zikredilmiştir.
Müctehid, şer'î
delilleri, bunlardan hüküm çıkarma yollarım, lafızlarla ilgili kaideleri,
deliller arasındaki tercih kaidelerini, Şâri'in maksad ve gayelerini ve bunlara
benzer konuları fıkıh usulü ilminden öğrenebilir. Bu sebeple müctehidin, fıkıh
usulü ilmini en ince teferruatına kadar öğrenmesi gerekir. Fıkıh usulü ilmini
öğrenmeyen bir kişi, tefsir, hadis, sarf, nahiv, meâni gibi ilimlerde ne kadar
mütehassıs olursa olsun, fakîh ve müctehid olamaz. i
Müctehidin, fıkhın
uygulama ile ilgili çıkarılmış hükümlerini (fürû'u'1-fıkh) bilmesi şart
değildir. Çünkü fıkıh, içtihadın semere ve neticesidir. Bununla beraber Gazali
"Zamanımızda sağlıklı ictihâd, ancak fıkıh kitaplarını tetkik edip Öğrenmekle
mümkün olabilir" diyerek müctehidin, fıkhı bilmesinin gereği üzerinde
durmaktadır. Gerçekten fıkıh kitapları bir müctehidi en kısa yoldan maksadına
ulaştırmaktadır. Çünkü fıkıh kitaplarında bütün fakîh ve müctehidlerin görüş ve
ictihâdları toplu halde bulunmaktadır. Müctehid, fıkıh kitaplarında bir konu
hakkında toplu halde bulduğu nass, görüş ve ictihâdları tetkik etmekle çok kısa
bir zamanda bir ictihâdda bulunabilir. Bu bakımdan müctehidin fıkıh kitaplarından
faydalanması zarurîdir.
"Yaratılıştan
hukuki hükümlerin ruhuna nüfuz edebilecek zekâ ve kabiliyette olmak". Bu
şartı hâiz olmayan bir kişi, birinci şartı elde etmekle müctehid olamaz.
Gerçekten bir müctehid için her şeyden önce gerekli olan şey, nassların illet
ve sebeplerini, bu illet ve sebeplerin dayandıkları hikmet-i teşrii ve şâri'in
maksadlarım bilmek ve anlamaktır. Nasslann ve delillerin iç yüzüne nüfuz edemeyen
bir kişi, ne nasslann müstenid bulundukları şer'î illetleri, ne de maksatlarını
anlayabilir. Bu gibiler ictihadlannda çok hata yaparlar. Delillerin tearuzunda
hangisinin tercih edileceğini bilemeyip, şaşırıp kalırlar.
İCTİHÂD EHLİYETİ
İlim Kabiliyet
1. Kur'an-ı
Kerım'ı bilmek,
2. Sünnet'i bilmek,
3 Arapçayı bilmek,
4. İcmâ Vakî olan konulan bilmek,
5. Kıyâs'ı bilmek,
6. Fıkıh Usulünü bilmek,
7. Fıkh'ı bilmek.
Bir müctehidin her
mes'elede ictihâd ehliyetini hâiz olması gerekir mi? Yoksa bazı konularda
ictihâd ehliyetini hâiz olması, diğer konularda başka müctehide tâbi olması
caiz midir? Bu konuda âlimler, iki farklı görüş ileri sürmüşlerdir:
1. îctihâd bir bütündür; bir müctehidin bütün
konularda müctehid olması gerekir. Molla Hüsrev gibi âlimler bu görüşü
savunmuşlardır.
2, İctihâd bir bütün değildir; tecezzü edebilir;
bir müctehidin bütün konularda müctehid olması şart değildir. Bu görüş,
Gazzâlî, îbn Dakiku'1-îd, İbnü'l-Hümâm, Îbnü's-Sâatî gibi âlimlere aittir.
Bunlara göre fıkhın muamelât kısmında müctehid olacak bir zât için, muamelâta müteallik
bütün nassları bilmesi lâzımdır. Fakat ibâdât ve ukûbâta dâir nassları bilmesi
şart değildir. Çünkü ictihâd bir bütün değildir. Bir kimse bazı konularda bütün
delilleri tetkik eder, bunun yanında bazı konuların delillerini tetkik
etmeyebilir. Bizim tercih ettiğimiz görüş de budur.
Hakkında kat'î delil
bulunmayan her şer'î hüküm, içtihadın mahalli (yeri)dir. Buna, "müctehedün
fîh" ve "mes'ele-i ictihâdiyye"ûe denir.[37] Şu
halde, hakkında kat'î delil bulunan şer'î hükümlerde ictihâdda bulunulamaz; bu
hükümlerde ihtilâf edilemez. Ancak hakkında kat'î delil bulunmayan şer'î
hükümlerde ictihâd carî ve muteber olur; müctehid bu gibi konularda hata
ederse, mazur ve hattâ me'cûr olur.
Burada ifade edelim
ki, şer'î hükümler, ''kat'î hükümler" ve "zannî hükümler" olmak
üzere iki kısma ayrılmaktadır. Kat'î hükümler, kat'î delil ile, zannî hükümler
ise zannî delil ile sabit olur. Kat'î delilden maksad, nass-ı kâtı' ve
icmâ'dır. Nass-ı kâtı', Şâri'den sübûtu ve delâleti kat'î olan nass-dır.
Bilindiği gibi nasslar, sübût ve delâlet yönünden dört kısma ayrılmaktadırlar:
1. Hem sübûtu ve hem de delâleti--kat'î olan
nasslar: Manaları .kat'î olan âyetler ve mütevâtir hadisler gibi. Hanefilere
göre manaları kat'î olan meşhur hadisler de buna dahildir.
2. Subûtu kat'î, fakat delâleti zannî olan
nasslar: Mânâları te'vil edilebilecek bulunan âyetler, mütevâtir ve meşhur
hadisler gibi.
3. Sübûtu
zannî, fakat delâleti kat'î olan nasslar: Manaları kafi olan haber-i vâhidler gibi.
4. Hem sübûtu ve hem de delâleti zannî olan
nasslar: Mânâları zannî olan
haber-i vâhidler gibi.
Bunlardan birincisi
kat'î nass ve kat'î delildir. Diğer üçü, zannî nass ve zannî delildir.
Birincisi ile farz ve haram, ikincisi ve üçüncüsü ile vâcib ve tahrîmen mekruh,
dördüncü île de mendûb, müstehab gibi hükümler sabit olur. Bunlar tearuz
ettiklerinde birincisi ikincisine, ikincisi üçüncüsüne, üçüncüsü de dördüncüsüne
tercih olunur.
İşte kat'î nasslarda
ve hakkında icmâ bulunan konularda 4ctihâd cereyan etmez. Meselâ, namazın,
orucun, zekâtın, haccm farziyyeti, onların rükünleri, vakitleri hususunda
içtihada asla yer yoktur. Aynı şekilde adam öldürmenin, zina yapmanın, alkollü
içki içmenin haram olduğu kesinlikle sabittir. Bu gibi hükümler, içtihada konu
olamaz. Mecelle'nin "Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur"
kâidesiyle kat'î nass bulunan yerlerde içtihada mahal olmadığı ifade edilmiştir.
Kat'î nasslarm bulunduğu yerde müctehid hata ederse günahkâr olur, hâkim ise
hükmü bozulur.
Şu halde hakkında zannî
nasslarin vârid olduğu hükümlerde ictihâd edilebilir. Bu yerlerde ictihâd eden
bir müctehid hata ederse günahkâr olmaz, bilakis sevap kazanmış olur. Hâkim ise
hükmü bozulmaz. Hiç şüphesiz bu konularda müctehidlerin farklı ictihadlarda
bulunmaları tabiîdir.
Aynı şekilde hakkında
açık nass bulunmayan konularda da ictihâd cereyan eder.[38]
Çünkü Hz. Peygamber ve sahabe devrinde de ictihâdü'r-re'y adı altında bu tür
içtihada başvuruluyordu. Hakkında açık nass bulunmayan konularda müctehid,
kıyas, istihsân, ıstislâh gibi şeriatın diğer fer'î delillerine müracaat etmeğe
ve o yollar ile ictihâd etmeğe mecburdur. Şüphesiz bu delillerin sıhhat dereceleri,
bu delillerden hükümlerin istinbât keyfiyeti, bu delillere istinaden istinbat
olunmuş hükümler hakkında müctehidlerin ictihâdlan farklı olabilir.
Biraz önce içtihadın
şu iki maddede zikredilen yerlerde sözkonusu olabileceğini ifade etmiştik:
1. Hakkında kat'î delil bulunmayan şer'î
hükümler,
2. Hakkında açık nass bulunmayan konular.[39]
Hiç şüphesiz, her
hususun, her meselenin, meydana gelen her olayın açık hükmü, Kur'ân ve
Sünnet'te bulunmaz. Bu durumlarda yapılacak ilk iş, o olay, o meselenin
hükmünü, nasslar ışığı altında içtihad ederek bulmaktır. Bu yol, Hz. peygamber
devrinden beri takip edilmektedir.
İçtihadın bir nev'i
olan re'y, lugatta görmek, düşünerek varılan netice ve görüş manalarına
gelmektedir. Istılahta şöyle tarif edilir: Re'y: Kur'ân ve Sünnet'te yeni bir
olay ve meselenin açık hükmü olmayınca, o olay ve mesele hakkında genel
prensip ve dinin ruhundan hareket ederek varılan hüküm ve görüştür. Re'y'in
sahası kıyasdan daha geniştir. Hatta Peygamber ve sahabe devrinde istihsân,
mesâlih-i mürsele, sedd-i zerâyi', istishâb gibi tabirler yoktu. Bu esas ve
metodlar, rey ve ictihâdü'r-re'y adı altında uygulanıyordu. Şu halde hakkında
açık nass bulunmayan konularda yapılan içtihada, ictihâdü'r-re'y denilmekte ve
bu, içtihadın bir nev'ini meydana getirmektedir. Başka bir ifade ile
ictihâdü'r-re'y, içtihadın dar manasıdır.
Bilindiği gibi
müslümanların hayatlarını düzenleyecek kural ve açıklamalar, Kur'ân ve
Sünnet'te bulunmaktadır. Keza müctehidler de Kur'ân ve Sünnet'in ışığı altında
müslümanların hayatlarını düzenleyecek hükümleri tesbıt etmişlerdir. Bu
hükümler, fıkıh kitaplarında bulunmaktadır. Ancak Kur'ân, Sünnet ve fıkıh
kitaplarında kıyamete kadar vukubulacak olayların bütününün açık hükmünü
bulmak mümkün değildir. Bu sebeple müslümanlar, karşılaştıkları problemlerin
açık hükümlerini bunlarda bulamayabilirler. İşte müctehidler, ictihadlarıyle
müslümanların çözüm bekleyen problemlerine Kur'ân ve Sünnet'in ışığı altında
yeni hükümler elde ederek çözüm getirebilirler. Bu şekilde hem müslümanların
problemleri çözülür, hem de İslam Hukuku gelişir.
Kur'ân-ı Kerim'de
dolaylı veya dolaysız olarak ictihâdm teşvik ve emredil-diği görülmektedir.[40]
Peygamberimizin ashabını ictihâd etmeğe teşvik ettiği de bilinmektedir. Nitekim
Peygamber (s.a.), Muâz b. Cebel'i Yemen'e kadı tayin ederken ona "Hangi
esasa göre hüküm vereceksin, ya Muâz? diye sordu. Muâz cevaben "Allah'ın
kitabına göre, onda bulamazsam Sünnet ile, onda da bula-mazsam kendi reyimle
ictihâd ederim" dedi. Peygamberimiz bu cevaptan sön derece memnun olmuş ve
Allah'a duada bulunmuştur[41].
Peygamberimiz, "Bir hâkim hükmederken ictihâd eder ve içtihadında isabet
ederse iki, hata ederse bir sevab vardır" buyurmuştur.[42] Âlimlerin
ifadelerine göre ictihâd, müslüman toplum için farz-ı ayın veya farz-ı
kifayedir. Hiç bir zaman müslümanların mücte-hidsiz kalmaları caiz değildir. Bu
bakımdan ictihâd kapısı hiç bir zaman kapanmaz.
Sahâbiler bir
hâdisenin hükmünü istihraç için ilk önce Kitâb'a, ikinci derecede Sünnete
müracaat ederlerdi. Mes'elenin hükmü, Kur'ân ve Sünnette sara-heten veya delâletten
bulundukça re'y ve kıyâsa asla iltifat etmezlerdi. Mümkün olduğu kadar âyet ve
hadislerin delâlet ve işaretinden, îmâ ve iktizâsından hüküm çıkarmaya
çalışırlar, muvaffak olamazlarsa o vakit, bizzarûre kıyâs yoluna
giderlerdi.
Bir müctehidin de bu yolu
takip etmesi gerekir. Nass ile amel mümkün oldukça, re'y ile amel caiz olmaz.
Re'y ve kıyâs, ancak kesin nass bulunmayan
yerlerde câri olur.
Hiç şüphesiz icmâ da
müctehidler tarafından dikkate alınacak bir delildir.
Bir mes'elenin hükmünü
öğrenmek için Kitâb ve Sünnete bakıldığı zaman, bazan iki âyet veya iki hadis
arasında tearuz bulunduğu görülür. Bahsinde de izah ettiğimiz gibi, bu tearuz
hakiki olmayıp, zahirîdir (görünüştedir), bizim anlayışımıza göredir.
Hakikatta ya biri nâsih, diğeri mensûhtur veya birinden kas-dolunan mana,
diğerinden kasdolunan manadan başkadır. Böyle bir durum karşısında yapılacak
şey, mümkün olduğu kadar müteânz iki delilin aralarını cem' ve te'Iîf ederek
her ikisiyle de amel etmeye çalışmaktır. Mümkün olduğu surette tarih bakımından
sonra olanla amel etmektir.
Şayet tarihleri malum
değilse o vakit delil ve karineler yardımıyla biri diğerine tercih edilir.
Bazen de müteânz olan iki âyet ve iki hadisin biri âmm, diğeri hâss olur. Bu
durumda bakılır: Ya nuzûl ve vurûd sebepleri malûmdur veya meçhuldür.
Tarihleri malum ise üç
suretten hâlî değildir:
1. Tarihleri aynı ise, hâss âmmı tahsis eder. Bu
halde her ikisiyle de amel olunur. Hâssın hükmü kendi fertleri hakkında, âmmın
hükmü de onlardan hâriç kalan diğer fertler hakkında câri olur.
2. Hâssın tarihi âmmın tarihinden sonra ise, bu
durumda da aynı hüküm câridir. Şu kadar var ki, hanefîler bu nevi tahsise nesih
ismi verirler.
3. Hâssın tarihi önce, âmmın tarihi sonra ise,
bu durumda âmm hâssı nes-hetmiş olacağından, artık hâss ile amel caiz değildir.
Şayet hâss ile âmmın
tarihleri meçhul ise, bu takdirde birini mukaddem, diğerini muahhar farzetmek
doğru değildir ve her ikisiyle de amel edilir.
Bu söylediklerimiz
nassların subût ve delâlet itibariyle dereceleri müsâvî oldukları takdirdedir.
Şayet sübût ve delâlet cihetiyle dereceleri müsavi değilse, bu takdirde
aşağıdaki şekilde çözüm yolu bulunur.
Şöyle ki, önce
nasslann Şâri'den.vûrûd ciheti, İkinci derecede delâlet ciheti nazar-ı itibâra
alınır. Bu sebeple, sübûtları farklı olduğu surette, sübûtu ekvâ olan tercih
olunur. Delâletçe kat'iyete itibar olunmaz. Şu halde*ubûtu kat'i olan âyetler
ve mütevâtir hadisler, sübûtu zannî olan haber-i vahide takdim edilir. Sübûtu
zannî, delâleti ne kadar açık olursa olsun, sübûtu kat'iye tercih edilemez.
Bu sebeple
Kitâb,haber-i vahide takdim edilir.Meselâ, âyeti, kadının velîsinin iznine
bağlı olmaksızın nikâh akdedilebileceği sıhhatinde zahirdir. hadisi ise bir
kadının nikâhının sıhhatinde velinin izninin şart olması hususunda sarih nass dir.
Fakat, haber-i vahiddir. Bu sebeple Hanefîler, "Bu hadis, JKitâb'm
zahirine takdim olunamaz" derler. Bunun için hanefi mezhebinde bu âyet
tercih edilerek, onunla amel olunmuştur, bu hadisle amel olunmamıştır.
akdirüe aeuucu
Nasslar, sübût ve
delâlet bakımından dört nevidir:
1. Sübûtu kat'î, delâleti kat'î,
2. Sübûtu kafî, delâleti zannî,
3. Sübûtu zannî, delâleti kat'î,
4. sübûtu
zannî, delâleti zanni.
Bunlar arasında tearuz
vukuunda birincisi ikincisine, ikincisi üçüncüsüne, üçüncüsü dördüncüsüne
tercih olunur. Kuvvet dâima tercih sebebidir. Her ikisi kuvvette müsavi olursa,
delil ve karinelerle biri diğerine tercih edilir. Şayet tercih mümkün olmazsa,
o zaman her ikisi ile de amel edilmez.
îki nass tearuz edince
ve tercih de mümkün olmayınca, o hâdisenin hükmünü istihraç için diğer bir
delile müracaat olunur. İki nass âyet ise sünnete, sünnet ise örf-âdet,
maslahat-ı âmme, kıyas ve sahabe kavline müracaat olunur.
Kıyâs, nass veya
z'arûret ile tearuz edince hanefîler istihsâm, mâlikîler maslahât-ı mürseleyi
tercih ederler.
Kıyâs ile sahabe kavli
tearuz edince, hanefîlerin bir kısmına göre kıyâs, diğerlerine göre sahâbî
kavli tercih olunur.
İki kıyas arasında
tearuz olunca, iki kıyasdan biri tercih edilir. Ancak iki kıyas arasında kuvvet
bakımından farklılık olabilir. O takdirde kuvvetli ile amel edilir. Mesela,
illeti sarahaten mansûs olan kıyas, illeti gayr-i mansûs olup aklen istinbât
olunan kıyasa takdim ve tercih olunur. Aynı şekilde eseri kavi olan kıyas,
eseri zayıf olan kıyasa tercih olunur.[43]
İslâm müellifleri, her
âlime lâyık olduğu mevkii vermişler; müfessir, mu-haddis ve fakîhleri hâiz
oldukları ilmi kudrete göre derecelere ayırmışlar, bu hususta yazılan eserlere
tabakât adı vermişler, fakîhleri derecelere ayıran eserlere de
tabakâtu'l-Fukahâ demişlerdir. İslâm'ın ilk devirlerinde, sahabe ve tâbiûn fakîhleri
çeşitli derecelere ayrılmamıştı. Hatta o zamanlar fukahâ tabiri bugünkü anlamda
kullanılmazdı. Fıkıh mezhepleri ortaya çıkmamıştı. O devirlerde büyük küçük
her âlim kendi ilmiyle âmil olur, kimse kimseyi taklİd etmezdi. Bilemedikleri
bir mesele olursa, onu birbirlerinden sorup öğrenirlerdi. Fakat tâbiûn devrinin
sonlanna doğru ve etbâut-tâbiîn devrinin başlangıcında fıkhî mezhepler ortaya
çıkmağa başladı. Mezheplerin tamamen teessüsünden sonra, özellikle hanefî',
mâliki, hanbelî, şâfiî fakihleri ilmi kudretlerine göre derecelere ayrıldı. Her
mezhebin fakihlerinin hayatlarını konu edinen tabakât kitapları yazıldı.
İbn Kemal Paşa, Hanefî
fukahâsım yedi derece (tabakâ)ye ayırmıştır. Bunlar şunlardır:
1. Dinde
müctehid : Bu, usûl ve fürû'da hiç bir müc-tehidi taklid etmeksizin, kendisinin
koyduğu prensip ve kaideler çerçevesinde ic-tihâd eden zattır. îmam A'zam Ebû
Hanîfe, İmâm Şâfıî, Ahmed b. Hanbel, Malik b. Enes bu tabakaya mensuptur.
2. Mezhep de
müctehid kendisi bir takım usuller çerçevesinde nasslardan hüküm çıkarabilecek
kudrette olduğu halde dinde müctehid bir kişiye tabi kolarak, onun usul ve
kaidelerine göre ictihâd eden zattır. Bu tabakaya mensup müctehidler, tabi
oldukları müctehidin kaidelerine usul yönünden muhalefette bulunmazlar. Ancak
fer'î meselelerde muhalefette bulunabilirler. Ebû Yusuf, İmâm Muhammed, İmâm
Züfer, Hasan b. Ziyâd bu tabakaya mensupturlar.
3. Mes'elede
müctehid: Bunlar mensubu bulundukları mezhebde hükmü bulunmayan meseleler
hakkında içtihada muktedir olan fakîhlerdir. Ebû Bekir el-Hassâf, Tahâvî,
Kerhî, Halvânî, Serahsî, Pezdevî, Ka-dîhân ve benzeri fakihler, mes'elede
müctehid olarak kabul edilirler. Bunlar usu! ve fürû'da tabi oldukları
müctehidin kaidelerine muhalefette bulunmazlar.
4. Tahrîc
ashabı İçtihada kudretleri bulunmayan mukallid fakîhe ashâb-ı tahrîc denir.
Bunlar, mensubu bulundukları mezhep müc-tehidlerine ait kapalı sözleri
açıklarlar, iki manaya ihtimali olan kavli (sözü), diğer nasslarla mukayese
ederek bir yöne tevcih ederler. Mezhepde hükmü bulunmayan meseleler hakkında
mezhebinin nass ve kaidelerinden yeni hükümler çıkarırlar. Ebû Bekir
el-Cassâs, Ebû Abdullah el-Cürcânî gibi fakîhler bu tabakaya mensupturlar.
5. Tercih ashabı Mezhep içinde aynı konuda rivayet olunan
farklı rivayet ve kavillerden birini diğerine tercih eden fakihe tercih ashabı
denir. Bu tabakaya mensup olan fakîh, tercih esnasında "bu evlâdır",
"bu daha sahihtir", "bu daha açıktır", "bu kıyas için
daha uygundur" gibi terimleri kullanır. Kudûrî, Merğinânî, İbml-Hümâm
gibi fakihler bu tabakaya mensuptur.
6. Temyiz ashabı: Bu Zâhirü'r-rivâye ile nevâdir rivayeti,
kuvvetli ile zayıf rivâyed birbirinden ayıran fakîh kişidir. Mütûn-i Erbaa (Dört metin) müellifleri bu tabakaya
mensupturlar. (Ebû'I-Berekât en-Nesefî, Mavsılî, Tâcü'ş-Şerîa, Muzafferüddin b.
Saati).
7. Sırf
mukallid Bu, ictihad, tercih, temyiz ve tahrice se-lahiyetli olmayıp yalnız bir
mezhebe ait hüküm, mesele ve rivayetlerin büyük bir kısmını ezberlemiş, bunları
eserlerine almış olan herhangi bir âlimdir. Hicri sekizyüz yılından sonraki
Hanefî fakihlerinin ekserisi bu kısma dahildir. Alaeddin
el-Haskafî, İbn Âbidin
gibi.
İbn Kemal Paşa'mn bu
taksimi, bazı araştırıcılar tarafından tenkid edilmiş-. tir Muhammed Zâhid el-Kevserî, bu konuda
Şihâbüddin b. Behâiddin el-Merc&nî'nm Nâzûratü'1-Hakk adlı eserinde yaptığı
tenkidi Hüsnü*t-Tekâdî adlı eserinde nakletmiştik el-Mercânî'nin tenkidine göre
fakihleri böylece yedi tabakaya ayırmak, herhangi bir temele istinat
etmemektedir. Ayrıca tabakalara örnek gösterilen fakihlerin seçiminde de
hatalar yapılmıştır. Mesela Ebu Yusuf ile îmam Muhammed'i, ikinci tabakada
göstermek doğru değildir. Çünkü onlar, birinci tabakada gösterilen imam Mâlik
ile İmam Şafiî'den ilmi yönden aşağıda değiHerdir. Tahavî, HassâfjJKerhî gibi
fakihleri, mezheb imamlarına usûl ve fü-rûda muhalefette bulunamaz diye
göstermek gerçeği aksettirmemektedir. Çünkü onlar, içtihada muktedir
kişilerdir. Ebû Bekir el-Cassâs'ı müctehid olarak göstermemek hatalı bir
davranıştır. Kudûrî ve Îbnü'l-Hümâm'ı, Kadihân'dan aşağı bir tabakada
göstermek hatalı bir seçimdir.
Nevevî, Celaleddin
es-Süyûtî, İbn Hacer el-Mekkî, Şafiî mezhebi fakihleri-ni iki kısma
ayırmışlardır. Bunlar, şunlardır:
1. Mutlak
müctehid. Mutlak müctehidler de İki kısma ayrılır:
Müstakil müctehid Bu,
dinde müctehid demektir. Dört mezhep imâmı bu tabakaya dahildir. Bunlar hem
usulde hem de fürû'da hiç bir müctehide tabi olmazlar, kendi usul ve
kaidelerine göre hüküm çıkarırlar. Müntesib müctehid Bu da mezhebde müctehid
demektir. Usul bakımından bir müctehide bağlıdır. Fakat fürû'da tabi olduğu
müctehide muhalefette bulunabilir. Kaffâl-ı Sagîr, Îmâmu'l-Harameyn, Gazali,
Ebû îshak eş-Şirâzî, Ebû Ali el-Mervezî gibi fakihler bu tabakaya dahildir.
Şafiî mezhebinde,
müntesib müctehid mertebesinde bulunan bir müctehidin, mezheb imamından ayrıldığı
meseleler ve ictihadları, bu mezhebden sayılmaz. Bunlar başka bir mezhebin
kavilleri gibi kabul edilir. Dört Muhammed adıyla bilinen Muhammed b. Cerîr
et-Taberî, Muhammed b. Hüzeyme en-Nisaburî, Muhammed b. Nasr el-Mervezî,
aslında Şafii mezhebi müntesiblerin-den oldukları halde, yaptıkları
ictihadlarında İmam Şafii'ye muhalefetleri, mu-vafakatlarından çok olduğu için,
bunların ictihadları Şafii mezhebi kavillerinden sayılmamış ve Şafii mezhebi
fıkıh kitaplarına alınmamıştır.
Bu husus Maliki
mezhebinde de böyledir. Müntesib müctehid olan îbnti'l-Arabî, İbn Abdilberr,
Maliki mezhebi fakihi olmakla birlikte bunların îmam Ma-lik'in ictihadlarma
muhalif kavilleri maliki mezhebinden sayılmamıştır.
2. Mukayyed
Müctehid Bunlar da iki kısma ayrılır: Mezheb'de müctehid Bu, mensubu bulunuğu
mezheb dairesinde ictihad eden fakih bir kişidir. Bunlara ashâb-ı vücûh,
muharric, ashab-ı tahric de denir. Bu tabaka, Hanefilerin ashab-ı tahricine
muadildir.
Fetvâ'da Müctehid
Bunlar, mensubu bulundukları mezhebdeki muhtelif kavillerden birini diğerine
tercih ederek fetva veren fa-kihlerdir. Bu tabaka, Hanefilerin tercih ashabına
muadildir.
Hanefilerdeki temyiz
ashabı ile mukallid denilen tabakalar, Şâfiilere göre fukahâ'dan sayılmazlar.
FAKİHLERİN TAKİMİ
Hanefilere Göre
1. Dinde müctehid
2. Mezhebde müctehid
3. Mes'elede müctehid
4. Tahric ashabı
5. Tercih ashabı
6. Temyiz ashabı
7. Sırf mukallid.
Şâfîilere Göre
1. Mutlak müctehid
a. Müstakil müctehid
b. Müntesib müctehid
2. Muayyed müctehid .
a. Mezhebde müctehid
b. Fetvada müctehid
Not: Mâliki ve Hanbelî
mezheblerinde fakîhlerin ilmi kudretlerine göre de-endİrilmesi Şâfiilerinkine
yakındır.
Fıkıh usûlü
ıstılahında ictihâd kelimesi yanında bir de tahrîc kelimesi vardır. Manaları
farklı olan bu iki kelime, ıstılahta hüküm istihracı manasında bir-leşirlerse
de hükümlerin, şer'î nasslardan veyahut fakîhlerin görüşlerinden (akvâhli'nden)
istihraç edilmesi manalarında birbirlerinden ayrılırlar.[46]
îctihâd, şer'î
nasslardan ve diğer delillerden hükümleri istihraç (çıkarmak) demektir.
Lugatta çıkarmak
manasına olan tahrîc, ıstılahta fakîhlerin kavillerinden ve mezhep imamlarının
mezheplerine ait metin ve kaidelerden şer'î hükümleri çıkarmak manasınadır.
Tahrîc edene muharric, ehlü'l-tahrîc, sâhib'ut-tahrîc ashâbu'l-vücûb denir. Bu
tariften anlaşılıyor ki, müctehid şer'î nasslardan, muharric ise mezhebin nass
ve kaidelerinden hüküm çıkarır.[47]
Müctehid, nasslara ve
nasslann bina kılındığı illet ve sebeblere vâkıf olduğu için naşslardâ hükmü
açıklanmayan konuların hükümlerini, nasslann ışığı altında ictihad ile çıkarır.
Muharric ise mensub olduğu mezhebin kavillerini ve fıkhî kaidelerini bildiği
için mezhebinde hükümleri açıklanmayan konuların hükümlerini, mezhebin
nassları ışığı altında çıkarır.
İctihâdda usul ve
kaide ne ise tahrîcde de odur. Yani bir müctehid şer'î nasslardan ne suretle
istinbât eder ise (hüküm çıkarır ise) bir muharric de mezhebin kaide ve
naslanndan o suretle hüküm çıkarır. Şu halde muharric bir meselenin mezhebdeki
hükmünü çıkarmak hususunda tıpkı bir müctehid gibi hareket ederek önce mezhep
imamının açık ve mevsuk kavlini (içtihadını) araştırır. Ve bu suretle fetva
verir..^Onda bulamazsa, açık ve mevsuk kavillerin delalet ve işaretiyle hüküm
çıkarmaya çalışır. Aynı şekilde muharric mezhebinde kapalı bulunan kavilleri
açıklar, mutlak'ı takyid eder, âmm'ı tahsis eder ve buna benzer ilmî
faaliyetlerde bulunur.
Bir fakîh'in tahric
yapabilmesi için şu vasıflara sahip olması gerekir:
1. Mensup olduğu mezheb imamının ve ona tabi
olan diğer müctehidlerin ictihadlarını, o mezhebin fıkhî kaidelerini,
delilleriyle birlikte bilmek.
2. Deliller Üzerinde tefekkür ve inceleme
yapmaya muktedir olmak.
3. İçinde
bulunduğu cemiyetin örf ve âdetlerini, bulunduğu asrın ihtiyaçlarını bilmek.
İşte bu üç vasfı
şahsında toplayan zata, muharric denir.
a. Taklid: Gerdanlık manasına olan kılâde'den
türeyen taklîd lugatta bir kimseye gerdanlık takmak demektir. Usulcülerin
ıstılahında taklîd, delilini bilmeksizin başkasının görüş, fikir ve
ictihâdiyle amel etmektir. Bir müctehidin görüşüyle amel eden kişi, amelinden
meydana gelecek uhrevî-mânevî mes'ûliyeti, o müctehidin boynuna yüklediği için
bu ameline, taklid, kendisine de mukallit!
denmiştir.[48]
b. İttibâ:
Bir başkasının delilini bildiği halde, onun görüş veictihâdiyle amel etmeye ise
taklîd değil, ittibâ denmiştir. Kişi, taklîdde hükmü, ittibâda ise delili kabul
etmektedir. Bu bakımdan ittibâ, ictihâd ile taklîd arasında orta bir mertebedir;
yani ittibâ, ictihâddan aşağı, takîîdden üstün bir mertebedir. Bir müctehidin
içtihadının delilini bildiği halde, onun görüşüyle amel eden kişiye müttebi'
adı verilir.
a. İtikadda
taklid:
Kelâm âlimlerinin bir
kaçı istisna edilirse diğerleri, itikadî konularda taklidin caiz olmadığına
kail olmuşlardır. Çünkü İslâm'da ilim, irfan, araştırma övülmüş, cehalet,
taklîd, körü körüne inanma ise verilmiştir. Bu konuda bazı âyet ve hadislerin
meallerini verelim:
1. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"[49]
2. "Hemen ancak Alîah'dan en çok âlim
kullar korkar."[50]
3. "Sözü duyup da en güzeline uyan kullan
müjdele.”[51]
4. "Câhillerden yüz çevir."[52]
5. "Onlar bir kötülük yaptıkları zaman,
'atalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bunu bize emretti" derler. De ki:
Allah kötülüğü emretmez."[53]
6. "Eğer doğru iseniz, burhanlarınızı
getirin."[54]
7. "Bilmediğin şeyin peşine koşma."[55]
8. "Ey akıl sahiplen! İbret alınız."[56]
9. "İlim taîeb etmek her müslümana
farzdır."[57]
Öyle ise her insan
aklî ve naklî delillere dayanarak Allah'ı bulacak ve iman edecektir. Bu duruma
göre bir kişinin, bir başkası söylediği ve inandığı için iman etmesi pek makbul
olmaz. Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'ye göre mukallidin imanı sahih değildir. Pek tabii
bu fikrin doğru olduğunu kabul etmek de güçtür. Çünkü Peygamberimiz bu
gibilerin imanlarını kabul eder ve onlardan inandıklarına dâir delil
istemezdi. Bu sebeple Ehl-i Sünnet âlimleri, mukallidin imanının sahih
olduğunu, ancak onun, dinin emri olan tefekkür ve muhakemeyi terk ettiği için
günahkâr olduğuna kanî olmuşlardır.
Alimler, ibâdât,
muamelât ve ukûbât konularında taklidin caiz olup olmadığı hususunda farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu konuda insanları üç kısma ayırmak gerekir:
1. Müctehidler,
2. Mukallidler (içtihada muktedir oimayan
âlimler ve muttebiler)
3. Avam.
Fakîhlerin çoğunluğuna
göre itikâd konularında olduğu gibi fıkhî konularda da mutlak bir müctehid
için, diğer mutlak bir müctehidi taklîd etmek haramdır. Ancak herhangi bir
mes'elenin hükmünü istinbât edecek kadar vakit bulamayan bir müctehidin, böyle
bir zarurete mebni olarak o konuda başka bir müctehidin ictihad ve görüşüyle
amel etmesi caiz görülmüştür.[58]
Mukayyed müctehid için, ictihad ettiği konular dışında başka bir müctehidi
taklid etmek caizdir.
içtihada muktedir
olamayan kişiler, müctehidlerin görüşleriyle amel etmek zorundadırlar. Çünkü
mükellef bir kişi, şer'î hükümleri öğrenmek ve onlara uymak zorundadır. Ancak
her mükellefin şer'î hükümleri delillerinden çıkararak öğrenmesi mümkün
değildir. Diğer taraftan fıkhî konulardaki ictihad ile, itikadı konulardaki
ictihad birbirine benzemez. İtikâdî konular sınırlı, delilleri de aklî ve
sınırlıdır. Bu sebeple, itikadı konularda her akıllı insan, kolayca ictihad
ede-V£ıS1 Halbuki fıkıhla ilgili konular böyle değildir. Onların hem sayılan,
hem de nieri sınırsızdır. Bu sebeple ictihad, fıkhî konularda herkesin
yapabileceği bir iş değildir. Burada ifade edelim ki, bütün müslümanların fıkhî
konularda icti-h d etmelerini beklemek doğru da değildir. Çünkü bu takdirde
insanların yaşamaları için zarurî olan ziraat, sanat vb. işleri yapacak kimse
bulunamaz.[59] işte eibi mülâhazalarla,
fıkhî konularda taklîd-haddi zâtında kınanmış olmakla beraber-, içtihada
muktedir olmayanlar için zarurî görülmüştür. Zaten, "Allah'ı dinde size
hiç bir güçlük de yüklemedi"[60] ve
"Şayet bilmiyorsanız ilim ehlinden sorunuz"[61]
âyetleri de bu konuda birer delildir. Biraz sonra da ifade dedi-leceği gibi
avâm'm mezhebi müftî'nin fetvâsıdır.
"Zaruretler,
kendi miktarlarmca takdir olunur"[62]
kâidesince avam için vacip olan taklîd, içtihada muktedir olmamakla birlikte,
taklîd edeceği müctehidin delilini anlayacak kadar âlim olanlar için vacip
değildir. Çünkü avam için müctehidi taklîd zarurî ise de, müctehid seviyesinde
olmayan âlim için böyle bir zaruret yoktur. Çünkü bu âlimler, tabî oldukları
müctehidin delillerini anlamaya muktedirdirler. Şu halde bunlar için delilde
taklîd caiz olduğu halde, hükümde caiz değildir. Bu sebeple bu âlimlerin,
mensub olduğu mezhep imamının hükümlerinin istinâd ettiği delilleri bilmeleri
vaciptir. Ancak zamanımızda çoğu mes'e-lelerde mezhep imamlarının hükümlerinde
istinâd ettikleri delilleri öğrenmek çok zordur. Bunların tamamını Öğrenmeye
ömür de kâfi gelmemektedir, tşte bu konuda da, "Meşakkat teysiri ceîb
eder" kâidesince taklîd caiz görülmüştür.
Burada ifade edelim
ki, mezhep imamları, ilim erbabını taklidden sakındır-mışlardır. imâm Mâlik,
"Ben beşerim. Bazan hata, bazan isabet ederim. Bu sebeple benim re'y
içtihadımı tetkik ediniz. Kitaba veya sünnete muvafık bulursanız kabul ediniz,
bulmazsanız reddediniz" demiştir. Ebu Hanife, herhangi bir konuda fetva
verdikten sonra, "Bu benim görüşümdür. Bu çıkarabildiğim en isabetli bir
görüştür. Kim bundan daha güzel bir rey ileri sürerse, doğru olan görüş odur"
derdi.
Ahmed b. Hanbel,
"Ne beni, ne Mâlik, ne Nehâî ve Evzaî'yi, ne de başka bir zâtı taklid
ediniz. Şer'î hükümleri kaynağından alınız" demiştir.
Müzenî,
"Muhtasar" adlı eserinin mukaddimesinde, hocası olan îmâm Şafiî'nin
kendisini taklidden men ettiğini yazmıştır.
Netice olarak
diyebiliriz ki, müctehidler için taklîd caiz olmayıp, onlar için ictihad
vaciptir. İçtihada muktedir olamayan âlimler (muttebiler ve mukallidler) için
taklîd caiz olmayıp, tabî olduğu müctehidin delilini öğrenmesi vâcibdir. Ancak
delili öğrenmek bazı sebeplerle zor ise, o zaman taklid caiz olur. Avam için
taklîd zarurî ve vaciptir.
Hz. Peygamber
devrinden itibaren mezheblerin ortaya çıkışma kadar geçen devrede, ictihâd
iktidarına sahip olmayan âlimler ve mukallidler dinî müşkil ve problemlerini
müctehidlerden sorup öğreniyorlardı. Bir şahıs, bir dinî problemini bir
müctehide sorarken, başka bir dinî problemini ise başka bir miictehide soruyordu.
Müctehidler arasında da herhangi bir ayırım yapmıyordu. İkinci asırda fıkhî
mezheplerin ortaya çıktıkları ve ictihâd iktidarına sahip olmayan âlimlerin ve
mukallidlerin bu mezheplere bağlı olarak yaşadıklarını görmekteyiz. Ancak
müctehid olmayan bir şahsın, sadece bir müctehidin görüşlerine, yani bir mezhebe
bağlı kalarak amel etmesinin vacip olduğuna dâir herhangi bir şer'î ve aklî
delilin mevcut olduğuna rastlamak mümkün değildir. Bununla beraber âlimler,
ictihâd iktidarına sahip olmayan âlimlerin fıkhî mezheplerden herhangi birine
özellikle hükümleri tamamen tedvin edildiği ve çok yayıldığı için dört mezhebe
(hanefi, şafii, mâliki ve hanbeli) bağlı olarak amel etmelerinin caiz olduğuna
kani olmuşlardır.[63]
Şu da bir hakikattir
ki, dini konularda hiç malûmatı olmayan avam için bir mezhebe mensub olmakla
olmamak arasında herhangi bir fark yoktur. Çünkü insan tercihini kullanarak bir
mezhebe mensub olur. Tercih ise, asgarî bir ilmi gerektirir. Böyle bir şahısta
ise az da olsa ilme rastlamak mümkün .değildir. Bu sebeple usûl âlimleri,
"Avâmm mezhebi yoktur. Onun mezhebi müftînin fetvâsıdır" demişlerdir.[64]
Bir kimsenin muayyen
ve mâruf bir mezhebe bağlı olarak amel etmesi caiz olmakla birlikte, şu
hususları da hatırında devamlı olarak tutması gerekir:
1. Mezheb
imamları, nasslardan kendi anlayışlarına göre hüküm çıkarmışlardır.
2. Bir
mezheb, İslâm Dini'ni tamamıyla temsil edemez. Bu bakımdan kişi, mensubu
bulunduğu mezhebe din nazarıyla bakamaz.
3. Mukallid
herhangi bir mes'elede mezhebinin hatalı olduğunu anlarsa, başka bir mezhebin
görüşüyle amel edebilir.
4. Mukallid,
mezhep taassubuna kendini kaptırmamalıdır. Bu konuda şunu söylemelidir:
"Benim mezhebim haktır, hatalı olma ihtimâliyle. Başka mezheb-ler hatalıdır,
hak olma ihtimâliyle."[65]
Mezheplerin farklı
anlayış ve farklı fikir sahibi olmaları tabiîdir. Bu husus yadırganmamalıdır.
Çünkü akıllı olan insanların farklı düşüncelere sahip olmaları normaldir.
Unutulmamalıdır ki, farklı ictihâdlar, İslâm Hukuku'nun gelişmesine vesile
olur. Bu sebeple mezhep imamları ve bütün müctehidler hürmetle yâd edilmelidir.
Bütün mezhep imamları,
mezheb hükmü ile nasslann tearuzu halinde, nassların mezhep hükmüne tercih
edileceği hususunda aynı görüşü paylaşmaktadırlar Çünkü İslâm dininde Sâri', Cenâb-ı Hakk ve
Peygamber Efendimizdir. Mezhep imamları, şeriat koyucusu değillerdir. Onların
vazifeleri, nasslardan hüe küm çıkarmak ve onları tefsir ve te'vil etmektir. Bu
açıklamalardan anlaşılıyor ki müctehid bir kimsenin, mezheb hükmü ile naslann
tearuz etmesi halinde, nassı tercih ederek onunla amel edecektir. Ancak Hanefî
fakîhleri, içtihada muktedir olamayan mukallid bir âlimin mezheb hükmü ile nasslann
tearuzu halinde nasıl bir yol takip edeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hiç
şüphesiz, nasslar hakkında malumatı bulunan ve nasslardan hüküm çıkarabilecek
kudrette olan bir âlimin nass ile mezheb hükmünün tearuzu halinde, nass ile
âmel etmesi bir esastır. Ancak ictihâd iktidarına muktedir olamayan mukallid
âlimlerin nasih ve mensû-hu ve bazı illetleri bilemeyecekleri için onların bu
gibi durumlarda fukahânın ka-villeriyle amel etmeleri, en doğru bir yoldur. Bu
sebeple bu derecedeki âlimlerin bu durumlarda nasıl amel edileceğini belirtmek
üzere fıkıh usûlü kitaplarında şu ibareler bulunmaktadır: "Fukahânın
akvâli, hadise muraccahtır", "Bir âyet veya haber, fukahânın
mezhebine muhalif gelirse, mensûh veya müevvel olduğuna veya tahsis ve tercîh
vukuuna hamledilir. Yoksa fukâhaya vâsıl olmadığına hamledüemez."[66]
Burada hiç bilgisi
olmayan kişilerin müftînin fetvasına göre amel etmesi gerektiğini ifade
edelim.
Telfik, lugatta, bir
kumaş parçasını diğerine ekleyerek dikmek, iki şeyi bir araya getirmek
manalannadır.
Istılahta ise,
"iki veya daha fazla mezhebin birbirlerine zıt ve aykm olan hükümlerini
belli bir işte, bir hadisede cem'etmektir."
Telfîk yapılınca icmâa
aykırı bir durum meydana gelebileceği gibi, bazan da gelmeyebilir. Bu bakımdan
telfiki İki kısma ayırmak mümkündür:
a. îcmâ'a aykırı olan telfîk,
b. İcmâ'a aykırı olmayan telfîk.
İcmâ'a aykırı olarak
meydana gelmiş telfîk caiz olmayıp, bâtıldır. Meselâ, Hanefî mezhebinde, bulûğ
çağında bulunan bir kadının nikâh akdinin sahih olması velîsinin iznine bağlı
değildir. Diğer mezheplerde ise velînin izni şarttır. Mâlikî mezhebinde
şahitlerin nikâh akdinde hazır olmaları şart değildir, diğer mezheplerde ise
bu şarttır. Şafiî ve Hanefî mezheplerinde nikâh akdi esnasında mihrin
zikredilmesi şart olmadığı halde, mâliklerde şarttır. İşte nikâh işinde bulunan
bir erkek ile bir kadının, bu üç mezhebin kendi işlerine gelen hükümlerini
seçip alarak, velîden izinsiz, şâhidsiz, mehirsiz nikâh akdi yapacak olsalar,
bu üç mezhebin birbirlerine zıt olan hükümlerini nikâh işinde toplamış
olurlar. Böyle bir telfîk, icmâ'a aykırı olarak meydana geldiği için caiz
değildir. Şöyle ki: Velînin izni olmadan akdedilen nikâh, hanefîlere göre sahîh
ise de, şâfiî ve mâlikî mezheplerinde sahîh değildir. Mehirsiz nikâh, şâfiî ve
hanefî mezheplerinde sahih olduğu halde mâlikî mezhebinde sahih değildir. Bu
sebeple bu nikâh, değişik noktalardan bakılınca bu üç mezhebin üçünde de sahîh
değildir ve bu suretle akdedilen bir nikâhı başka bir müctehid de kabul
etmemiştir. Şu halde, bu suretle akdedilen bir nikâh, icmâ'a aykırıdır. îşte
telfîkin bu nev'i caiz değildir, bâtıldır.
Telfîk ile icmâ'a
muhalif bir durum meydana gelmemiş ise bu takdirde tel-fikin caiz olup
olmayacağı münâkaşa konusu olmuştur. Meselâ, mâlikî mezhebinde abdestin sahih
ve muteber olabilmesi için, yıkanan azaların ovulması (delk) şarttır. Şafiî
mezhebinde ise şart değildir. Şafiî mezhebinde ise, -şehvetsiz de olsa-kadına
dokunmakla abdest bozulur; mâlikî mezhebinde ise bozulmaz. Şu halde bir kimse
bu iki mezhebi taklid ederek, yâni bu iki mezhebin birbirine zıt olan şu iki
hükmünü birleştirerek azaları övmaksızın abdest aldıktan ve şehvetsiz bir
kadına dokunduktan sonra namaz kılsa, bu namaz her iki mezhebe göre sahih
olmaz. Çünkü bu takdirde her iki mezhebe göre abdestsiz namaz kılmış demektir.
Bununla beraber bu
namaz, hanefî mezhebine göre sahihtir. Çünkü hanefî mezhebinde azaların
ovulması abdestin şartlarından olmadığı gibi, kadına dokunmakla da abdest
bozulmaz. Şu halde bu telfikten meydana gelen şekil, icmâ'a muhalif değildir.
Çünkü namaz iki mezhebe göre sahih olmadığı halde, üçüncü bir mezhebe göre
sahihtir. İşte usûl âlimleri bu nevi telfikin cevazı hakkında ihtilâf
etmişlerdir. Alâeddin Haskefî (öl. 1088), İbn Âbidin (1252 / 1836) gibi âlimler
bu tür telfiki caiz görmezken, Şeyhülislâm Ebû Suûd el-îmâdî (öl. 983 / 1575),
Dussûkî (öl. 1230 / 1815), Şâh Veliyullah, M. Reşid Rızâ, Senhûrî gibi âlimler
bu tür telfikin caiz olduğunu ileri sürmüşlerdir.[67]
Bir meselenin dini
hükmünü öğrenmek üzere sorulan soruya -ictihâd, tahrîc ve taklîd yoluyla-
verilen cevâba fetva denir. Fetvâ'mn çoğulu fetâvâ'dır. Fetva verene müftî,
fetva vermeye iftâ, fetva almak üzere soru sorana müsteftî, fetva istemeye de
istiftâ denir.
Müftî'nin vazifesi,
dini hükümleri insanlara tebliğ etmek, onların dini sahadaki sorularım
cevaplandırmaktır. Müftî kendisine sorulan sorunun hükmünü,, Kitab ve Sünnet
nasslanndan veya nasslann ışığı altında ictihâd ederek çıkarır. Bu yönüyle
fetva verme, ilmî İktidar meselesidir ve içtihada dayanmaktadır.
Usûl alimlerine göre
"Müctehid", "Fakîh" ve "Müftî" kelimeleri eş anlamlıdır.[68] Şu
halde bir kimsenin fetva verebilmesi, o şahsın müctehid olmasına bağlıdır.
İctihâd iktidarına sahip olmayan bir kişiye "müftî" denilmesi,
usulcülere göre mecazîdir. Çünkü bunlar, bir başka müctehidin görüşünü nakletmek
suretiyle fetva verirler. Bunlara bir başka müctehidin görüşünü nakletmek
suretiyle fetva verdikleri için müftî değil nâkil adı verilir. Bu konuda
İbnü'l-Hümâm (öl. 681) şunları kaydetmektedir: "Müctehid, fetva verebilir.
Usul alimlerinin reyi şu kararda birleşmiştir: Müftî, ancak müctehiddir.
Müctehidle-rin görüşlerini ezberleyen ve müctehid olmayan kimse, müftî
değildir. Böylesi-nin vazifesi, kendisine sorulduğu zaman, îmam Azam gibi bir
müctehidin görüşün nakil süratiyle zikretmektedir. Böylece anlaşılmış oluyor ki,
bugün zamanımızda mevcut alimlerin fetvaları, gerçek fetva olmayıp müctehid
müftilerin fetvalarını nakletmekten ibarettir. Bunun için de iki şey
gereklidir: Ya kendisinin müctehide kadar uzanan bir senedi olacak, yahut imâm
Muhammed'in kitapları gibi bilinen, elden eh dolaşan bir kitaptan olacak...”[69]
Bütün mezhepler,
ictihâd iktidarına sahip kişilerin fetva verebileceklerini şart koşmakla
birlikte her zaman ve her yerde kâfi sayıda müctehid bulunamayacağım düşünerek
fıkıh ilmiyle meşgul olup belirti bir mertebeye ulaşan alimlerin de bazı
esaslar dahilinde fetva verebileceklerini ileri sürmüşlerdir. Bu bakımdan fetva
verenin iktidarına göre fetva üç kısma ayrılır:
1. İctihâd
yoluyla verilen fetva,
2. Tahrîc yoluyla verilen fetva,
3. Bir müctehidin görüşünü nakletmek suretiyle
verilen fetva.
Biraz önce fetvâ'nm
ictihâd, tahrîc ve nakil suretiyle verileceğini ifade etmiştik. Şimdi
müctehid, muharric ve mukallid fakihlerin fetva verirken takip ede-.çekleri
usulü izah edelim.
Müctehidler,
kendilerine sorulan sorulara ictihâd yoluyla fetva verirler. Bunlar,
kendilerine sorulan soruların hükmünü Kur'an Sünnet ve İcma'a bakarak
çıkarırlar. Bu kaynakla ancak hükmünü bulamadıkları meselelerin hükmünü nass-ların
ışığı altında ictihâd ederek çıkarırlar ve fetvalarını ictihadlarına istinad
ettirirler.
Bunlar, tahric yoluyla
fetva verirler. Tahrîc, bir mezhebde hükmü açıklanmayan bir meselenin hükmünü,
o mezhebin usul ve kaideleri çerçevesinde çıkarmaktır. Bir kimsenin tahrîc'e
muktedir olabilmesi, ,o şahsın mensup olduğu mezhep imamının kavillerini, fıkhî
kaidelerini, delilleriyle birlikte bilmesine, deliller üzerinde fikir
yürütülebilmesine ve zamanının meselelerini, ihtiyaçlarını, insanların örf ve
adetlerini bilmesine bağlıdır. Muharric, mensup olduğu mezhep imamının nam ve
hesabına uygun bir surette ve tahric yoluyla fetva verir.
Müctehid ve
muharriclerin dışındaki mukallid fakihler, bir müctehidin sözünü nakil ve
hikâye suretiyle fetva verirler. Bunlar fetva verirken riayet edecekleri usûl
mezheplere göre farklılık arzetmektedir. Burada, Mâliki, Şafiî, Hanbelî ve
Hanefî mezheblerince mukallid müftinin fetva verirken uyması gereken usulleri
ayrı ayrı kısaca izah edeceğiz.
Malikî mezhebinde
mukallid Müftî'nin ifta usûlü, tesbit edilmiştir.
Bu mezhebde fetva,
hüküm ve kaviller iki kısma ayrılır:
1.
Rivayetler (Rivâyât): Bunlar, imam Malik'e nisbet edilen ictihadlardır.
2 Kaviller
(Akvâl): Bunlar, Sahabe kavüleriyle imam Malik'e tabi olup müctehid olanların
görüşleridir.[70]
Bu mezhebde, zaruret
sebebiyle mezheb imamlarının görüşlerini nakletmek suretiyle fetva verecek
fakihlerin uyması gereken usul konusunda şunlar kaydedilmiştir.[71]
1 Mukallid
fakih, mezheb alimlerinin ittifak ettiği veya meşhur olan görüşlere göre fetva
verir. Aynı şekilde mukallid müfti, mezhebe ait olduğu kesin olan veya daha
öncekilerin tercih ettiği görüşe göre fetva verir.
2. Mukallid
müftî, mezhebde hangi görüşün tercih edildiğini bilmiyorsa, ne yapacağı
hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür:
a. Görüşlerden en zor ve sert olanını alarak
fetva verir; çünkü bu şekilde fetva verilmesi ihtiyat bakımından daha iyidir.
b. En kolay
görüşle fetva verir; çünkü bu İslamın ruhuna ve Resulullahın sünnetine daha
uygundur.
c. İstediği görüşle fetva verir; çünkü müftî
olayı daha iyi bildiği için böyle fetva vermesi daha isabetlidir.
d. İmam
Malik'in Muvatta'ında bulunan görüşle fetva verir; çünkü Mâlikî fıkhının temel
kitabıdır.
e.
Muvatta'da bulamazsa, Müdevvene'ye bakar. Onda İmam Malik'e ait görüş varsa
onunla fetva verir. Bu mezhebde İmam Malik'den sonra Ibnü'l-Kâsım gelmektedir.
Şayet o konuda İmam Malik'in görüşünü bulamazsa, îbnü'l-Kâsım'ın görüşüne göre
fetva verir. Onda da bulamazsa, diğer müctehidlerin görüşlerini nakletmek
suretiyle fetva verir.
Bu mezhebde fetva ve
kaviller üç kısma ayrılır:
1. Rivayetler (Rivâyât): Bunlar Ahmed b.
Hanbel'e nisbet edilen rivayet, görüş ve hükümlerdir. Tahric ehli, bu
rivayetleri esas alarak tahricde bulunurlar.
2. Tenbihler
(Tenbihât): Bunlar açık ifadelerle Ahmed b. Hanbel'e nisbet edilmeyen
kavillerdir. Bu tenbihler, mezhebte ayrı ayrı birer (söz, ictihâd) olarak
benimsenmiş ve üzerine yeni hükümler bina edilmiştir.
3. Vecihler
(evcüh): Bunlar, mezhebde müctehid olanlarla tahric ehlinin görüşleridir.
Fetva vermeye yetkili fakihlerin ictihadları mezhebe nisbet edilir ve mezhebde
birer vecih sayılır.[72]
îbn Kayyım, Hanbeli
mezhebinde fetvanın hangi usullerle verileceğini geniş bir şekilde izah
etmektedir. Bu müellife göre Kur'an'ın, Sünnet'i sahabe kavillerini, istinbat
ve tercihi bilen bir fakın, kendisine sorulan bir sorunun cevabını Kur'ân,
Sünnet'te, fıkıh kitablarmda araştırır ve elinden gelen çabayı sarfettik-ten
sonra bizzat tercih ettiği ve doğruluğuna inandığı görüşe göre fetva verir, herhangi
bir müctehidin görüşüyle bağlı kalmaz.[73]
Ancak bu mezhebde bazı fıkıh kitaplarını okuduğu halde Kur'an ve Sünnet'i,
sahabe kavillerini, istinbat ve ter-cih'i tamamiyle öğrenemeyen bir kişi
(mukallid müfti) zaruret halinde fetva verebilir.[74] Bu
zat, bîr müetehidin özellikle Ahmed b. Hanbel'in görüşünü : nakletmek suretiyle
fetva verir.[75]
Şafii mezhebinde
kaviller ve görüşler üç kısma ayrılır:
1. Kaviller (Akvâl): Bunlar, imam Şafiî'ye
nisbet edilen görüş, içtihad ve hükümlerdir.
2. Vecihler (evcüh): Bunlar, fakihlerin tahric
yoluyla istinbat ettikleri hükümlerdir.
3. Tarîkler (turuk): İmam Şafii'ye veya diğer
müctehidlere ait olduğu ihtilaflı olan hükümlerdir.[76]
Bu mezhebde, mezhep
imamlarının görüşlerini nakletmek suretiyle fetva verecek fakihlerin uyması
gereken usul hakkında şunlar kaydedilmiştir:
1. Mukallid
fakih, mezhebde ittifakla kabul edilen veya tercih edilen görüşe göre fetva
verir.
2. Müftî,
bir mesele hakkında İmam Şafiî'nin iki kavli bulunuyorsa, bunlardan birini
tercih ederek fetva veremez. Böyle bir durumda ya önceki tahric ehlinin
tercihlerine uyar veyahut da muhtelif rivayetlerden en doğru olanını alır. İmam
Nevevi'ye göre tercih de bulunamaz.
3. Şayet fetva verilen meselenin müetehid için
birkaç vechi varsa veyahut yollan (turuk) muhtelîfse, o zaman eski
müctehidlerin tercih ettiklerine başvurulur ki, bu da ekseriyetin doğru
bulduğudur. Bundan sonra ilmi, sonra takvası üstün olanın görüşü tercih edilir.
Şayet bu ikisi tearuz ederse, ilmi üstün olanın görüşü takvası üstün olamnkine
tercih edilir. Şayet bunlardan birinin tercihi bulunmazsa, iki kavli
nakledenlerin halleri veya iki vecihe kail olanların sıfatları dikkate alınır.
Büveytî'nİn, Rebî'in ve Müzenî'nin Şafiî'den rivayet ettikleri, başkalarının
rivayet ettiklerinden üstün tutulur. İmam Şafiî'nin tercih edilmemiş iki
kavlinden, diğer mezhep imamlarının görüşlerine uygun olan görüşü tercih
edilir.[77]
Hanefi mezhebinde
müctehidlere ait ietihad ve görüşler üç kısma ayrılır:
1. Zahirür'rivâye: Bunlar İmam A'zam,Ebu Yusuf
ve İmam Muhammed'e ait olan mevsuk ve açık ictihadlardır.
2. Nevadır:
(Gayrü zahiri'r-rivâye): Bunlar, bu üç imam'a nisbet edilen gayr-i mevsuk
kavillerdir.
3. Nevazil (Vakıât, Fetâvâ: fetvalar): Bunlar,
bu üç imam'dan sonra gelen müetehid. fakihlerin delillere dayanarak
çıkardıkları hüküm ve fetvalardır. Hanefî mezhebinde mukallid müftî fetva
verirken;
1. Hangi müetehidin fetvasını naklettiğini,
2. Hangi
kitabdan naklettiğini zikretmelidir. Çünkü müetehidin ismi zikredilmeyecek
olursa, o fetvanın hangi müetehide ait olduğu bilinemez, bilinmeyince de
müsteftî hangi müetehidi taklid ettiğini bilemez. Fetva hangi kitaptan
nakledildiği zikredilmeyecek olursa, o fetvanın muteber bir kitaptan alınıp
alınmadığı bilinemez.
Şimdi hanefi
mezhebinde mukallid müftînin hangi kitap ve hangi görüşlerden istifade ederek
fetva verebileceğini görelim.
1. Mukallid müftî, daha önce ittifak edilen
görüşe göre fetva verir.
2. Mukallid müftî, ihtilaf edilen konularda en
önce İmam A'zam'ın görüşüyle fetva verir. Ancak bu kaidenin bazı istisnaları
vardır ve şunlardır:
a. Kaza ve.şehadet ile ilgili konularda Ebû
Yûsuf'un görüşüne göre fetva verir.
b.
Zevi'l-erhâm konularında İmam Muhammed'in görüşüne göre, fetva ver.
c. Zamanın
değişmesiyle, örf ve adet üzerine bina kılınan bazı hükümler de değişmiş
olabilir. Ebu Hanife'nin örf ve adet üzerine istinad eden görüşü zamanın
değişmesiyle değişmişse, bu takdirde imameynin görüşüne göre fetva verir.
d.
Mütahhirin fakihlerin, İmameynin kavli üzere icma ettiği konularda, imameynin
kavline göre fetva verir.
e.
Müteahhirîn fakihler, fetva verirken Ebu Yusuf'un veya İmam Muhammed'in
görüşünü tercih etmiş olabilirler. Bu takdirde tercih ve tasrih edilmiş görüşe
göre fetva verir. Tercih ve tasrîh lafızlarından bazıları şunlardır: Fetva
bunun üzerinedir. Bununla fetva verildi. Bu sahihtir. Buna itimad edilir.
f. İstihsanen verilen hüküm, kıyas yoluyla
çıkarılan hükme tercih edilir.
g. Delili ve
illeti zikredilen görüşü, delili ve illeti zikredilmeyen görüşe tercih eder.
ğ. Rivayet
ve tercihde ihtilaf olunca, zahirürrivaye ile amel olunur ve neva-dir terk
olunur. Tercihde de bazı usullerle vardır.
3. Müftî,
İmam A'zam'dan rivayet olmayınca, Ebû Yusuf'un görüşüne göre fetva verir.
4. Bu iki
imamdan rivayet olmayınca da İmam Muhammed'in görüşüne göre fetva verir.
5. Bu üç
imamdan sonra sırayla İmam Züfer, Hasan b. Ziyâd'm görüşüne göre fetva verir.
6. İlk imamlardan bir rivayet bulunmayınca,
sonra gelen fakihler (mesela, Tahavî, Ebu Hafs el-Kebir, Ebû Ca'fer, Ebu'1-Leys
gibi) de ihtilaf etmişlerse, ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre fetva verir.
Bu tertip ve usule
müfti ve hâkim muhalefet edemez. Ancak ashab-ı temyiz, ashab-ı tahric ve
ashab-ı tercih'den olan fakihler, mezhebde bulunan görüşlerden istedikleriyle
fetva verebilirler. Nitekim bazı fakihler, Ebu Yusuf, İmam Muhammed'in görüşlerini,
Ebu Hanife'nin görüşlerine tercih etmek suretiyle fetva vermişlerdir. Hatta
İmam Züfer'in 17 meselede görüşünü diğerlerinin görüşlerine tercih
etmişlerdir. Hakimler de bu suretle kendi mezhebinin sahih ve müfta-bih
kavliyle hükmeder. Bu tertibin dışına çıkamaz. Nitekim Osmanlı devletinde
Sultanlar kadıları ve müftileri sahih ve müftabih kavillerle fetva vermek, hükmetmek
üzere tayin ediyorlardı.
Hakim hükmederken,
müfti fetva verirken mezhebde muteber olan kitaplara bakması gerekir.
Bilindiği gibi Hanefi mezhebini İmam Muhammed tedvin etmiştir. Onun
zahirürrivaye ve nevadir kitapları bulunmaktadır. Hanefi mezhebinin ilk kaynak
kitapları bunlardır. Sonradan nevazil kitapları da yazılmıştır. Ancak hanefi
mezhebi hukukçuları, bu kitapları esas kabul etmek suretiyle fıkıh kitapları
yazmışlardır. İşte müftî ve hakimler sonradan yazılan kitaplara bakmak
suretiyle fetva ve hükümlerini verirler.
Sonradan yazılan fıkıh
kitapları üç kısma ayrılır:
a. Mütün (metinler);
b. Şürüh (şerhler),
c. Fetâvâ (fetvalar).
Metin kitapları, şerh
kitaplara, şerh kitapları da fetvaları ihtiva eden kitaplara tercih edilir. Bu
sebeple bir müfti ve kadı, mesleğini icra ederken bu sıraya dikkat eder ve en
muteber kitaplardan istifade eder.
Mütün kitaplarına
Örnek: Bidayetti'1-mübtedî, Muhtasaru Kudurî, Muhtar, Vikaye, Kenz.
Şerh kitaplarına
örnek:Yukarıda ismi geçen metin kitaplarının şerhleridir. Hidâye, İhtiyar,
el-Bahru'r-Raik gibi.
Fıkıh kitaplarının
yazılışında fetva verirken, veya hükmederken kolaylık sağlamak üzere bazı
esaslara riayet edilmiştir.Mesela,Hâniye ve Mültekâ'I-Ebhûr adlı eserlerde ilk
kaydedilen görüşler, mezhebde tercih edilen görüşlerdir. Hidaye ve şerhlerinde,
Bedâyi ve benzeri eserlerde ise delili bulunan görüşler, tercih edilen ve
kendisiyle fetva verilen görüşlerdir. Bu görüşler delilleriyle birlikte, bahsin
en sonunda bulunur.
Müfti ve kadi,
muhtasar surette yazılmış bulunan fıkıh kitaplarına bakarak fetva ve hüküm
veremez. Nehr, Dürrü'l-muhtar, Tenvîrul-Ebsar, el-Eşbâh ven'-Nezâir, Vikaye
şerhi gibi. Bunların müellifleri fakih olmalarına rağmen, eserlerini muhtasar
yazmaları sebebiyle, bunlardan fetva ve hüküm verilmesi uygun görülmemiştir.[78]
Kaza'nın usul
hukukunda biri dar, diğeri geniş olmak üzere iki manası vardır:
Geniş manada kaza;
"hüküm ve hakimlik" manalarına gelmektedir. Bu manaya göre kaza;
adaleti tevzi eden teşkilâtı ve bu teşkilâtın işleyişini ifade etmektedir.
Kaza teşkilatı başka bir ifadeyle adliye teşkilatı ve bu teşkilatın işleyişi
denince mahkemeler, kaza görevini ifa eden hakimler ve yardımcıları, muhakeme
usûlü gibi hususlar bir bütün olarak kasdedilmiş olur. Mecelle'de kaza kelimesi
geniş manada alınmış ve ona göre tarif edilmiştir.[79]
Fıkıh kitaplarında bulunan Kitabu'1-kadâ, Edebü'1-kâdî gibi tabirleri, geniş
manada kaza'yı ifade etmektedirler. Bugün Nizâmu'1-kazâ adıyla yazılan
kitaplarda kaza kelimesi geniş manada kullanılmaktadır.[80]
Dar manada kaza; geniş
manada kaza'nın bir unsuru olup hâkimin hükmü, mahkeme karan manasına
gelmektedir. Bu manaya göre bir hakimin, muhakeme ve duruşma sonucunda İslam
kanunlarına göre verdiği karara kaza veya hüküm denmektedir. İşte bu mana kaza'nın
dar manasıdır. Mecelle kazâ'yı geniş manada aldığı için hüküm kelimesini dar
manada kaza yerine kullanmış ve ona göre tarif etmiştir.[81]
Fıkıh kitaplarında kaza hem geniş ve hem de dar anlamda kullanılmıştır.[82] Bu
arada bazı fıkıh kitaplarında dar manada kâza kelimesi yerine hüküm
kelimesinin de kullanıldığı görülmektedir.[83]
Geniş manada kaza'nın
altı unsuru bulunmaktadır. Bu unsurları, kısaca izah edelim:
1. Hüküm
veya kaza (mahkeme kararı): İslâm amme hukukunda hüküm kelimesinin biri dar,
diğeri geniş olmak üzere iki manası vardır:
a. Geniş
manada hüküm: Geniş manada hüküm kelimesi, devlet idaresini çeşitli k ararlarr
ve mahkeme sonucunda verilen kararı ifade etmektedir. Bu durumda hüküm
kelimesi, kaza kelimesinin ihtiva ettiği manaları da içerisine aldığı için
ondan daha geniştir. el-Ahkâmu's-Sultâniyye, Nizâmu'1-Hükm fî'Uİslâm gibi
adlarla yazılan kitaplarda hüküm kelimesi, geniş manada kullanılmıştır.[85]
b. Dar
manada hüküm: Dar manada hüküm kelimesi, hakimin hükmü ve mahkeme kararı
manasım ifade etmektedir. İşte bu mana, hüküm kelimesinin en dar manasıdır. Bu
durumda hüküm kelimesi, dar manadaki kaza kelimesiyle eş anlamlıdır. Biraz önce
de ifade edildiği gibi Mecelle'de hüküm kelimesi, uı dar anlamıyle yani mahkeme
karan manasiyle alınmış ve ona göre tarif edilmiştir.[86]
2. Hâkim veya kâdî: İnsanlar arasında meydana
gelen ihtilafları, usulüne uygun olarak çözmek üzere yetkili makamlar
tarafından tayin edilen kimsedir. Ancak hâkim tabiri, kâdî tabirinden daha geneldir.
Çünkü hâkim unvanı, kadiya verildiği gibi veliyyülemre de verilir.
3. el-Malı kûmu aleyh veya makdî aleyh: Aleyhine
karar verilen taraftır.
4. el-Mahkûmu leh veya el-makdî leh: Lehine
karar verilen kimsedir.
5.
el-Mahkûmu bin veya el-makdî bin: Hüküm konusu şey, yani hâkimin muhakeme
sonucunda hükmettiği şeydir.
6. Târîk-î
kaza (deliller): Hâkimin hükme varma yoludur ve hâkimin hükmüne mesned olan
adlî delillerdir. Buna hükmün mesnedleri, hükmün sebepleri de denir. Hâkimin
hükmüne mesned olacak adlî delillerin başlıcaları yedidir: Şe-hâdet, ikrar,
yemin, yeminden nükûl, kasâme, karîne-i kâtia, ilmü'1-kâdî.[87]
Hâkim (kâdî)'lerin
görevleri, insanlar arasında meydana gelen ihtilafları sonuçlandırmak,
kanunlara uygun olmayan suç ve hareketleri kanunları uygulayarak ortadan
kaldırmak, tek kelime ile adaleti tevzi etmektir. Bu itibarla hâkim olacakların
hukuk ilmine derin vukufları, sosyal münasebetlerin gereklerini, halkın
ihtiyaçlarını, örf ve âdetlerini anlayacak derecede genel kültürleri, dış
tesirlere mukavemet edecek derecede karakter, ahlâk ve seciyelerinin bulunması
gerekir.
Hz. Peygamber (s.a.),
Sahabe, Tâbiûn ve etbau't-tâbiîn devirlerinde, kâdîrler müctehidler arasından
seçilip tayin ediliyordu. Bu devirlerde kaza görevini 'fa eden kadiler,
davaları Kur'ân, Sünnet ve İcmâ'a başvurmak suretiyle hükme haşlıyorlardı. Bu
kaynaklarda açık hükmü bulunmayan meselelerin hükümlerini ictihâd ederek
çıkarıyor ve ictihadlarını kararlarına mesned ediyorlardı. îşte ilk devirlerde
hâkimler müctehid oldukları için kendi görüş ve ictihadlarıyle davaları karara
bağlamakta serbest idiler.
Fakihler, kaza
görevini ifa edecek hakimlerin müctehid olmalarını şart koşmakla birlikte
zaruret halinde ictihad iktidarına sahip olamayan kişilerin de hakim olarak
tayin edilebileceğini ve bu durumda bir mezheb veya oir müctehidin
ictihadlarına göre hüküm verebileceğini ileri sürmüşlerdir.[88] Şu halde davaları karara bağlayanın ilmî
iktidarına göre hüküm (karar) üç kısma ayrılır:
1. İctihâd yoluyla verilen hüküm (karar),
2. Tahric yoluyla verilen hüküm (karar),
3. Bir
müctehidin başka bir ifadeyle bir mezhebin ictihadlarına göre verilen hüküm
(karar).
Hâkimin muhakeme
sonucunda verdiği hükmün (kararın) hem objektif olması ve hem de İslâmî
kanunlara uygun olması gerekir. Bu cümleden olarak hakimler, davaları şahsi
görüş ve kanaatlerine göre değil, tarafların getirecekleri adlî delillere bağlı
kalarak sonuçlandırmak mecburiyetindedirler. Adlî deliller denince biraz önce
de belirtildiği gibi şehâdet, ikrar gibi deliller akla gelir.
Mahkemede uygulanacak
kanunlar: Hâkimler, davaları Kur'ân ve Sünnet nasslanna bağlı kalarak hükme
bağlarlar ve nasslarda açık hükmü bulunmayan hususlarda da ictihad ederler.
Hakimler, nasslar ışığında çıkarılmış hükümleri içinde bulunduran fıkıh
kitaplarını da kanun olarak uygulayabilirler. Aynı şekilde mahkemede nasslar
ışığında hazırlanmış kanunlar da uygulanabilir.
Bilindiği gibi Hz.
Peygamber (s.a.s.) zamanından itibaren Abbasi halifesi Harun Reşid devrinde
kâdî'l-kudât olan Ebû Yusuf'a kadar hakimler, kanun mesabesinde başvurdukları
Kur'ân, Sünnet, Sahabe fetvaları ve kendilerinin icti-hadları idi. Bu devrede
fıkhı hükümlerin tedvin edildiği fetva ve fıkıh kitapları yoktu. Ebû Yusuf'tan
itibaren Abbasi ve Osmanlı devletlerinde Hanefî fıkıh kitapları hüküm
verilirken karar mercii olarak kabul edildi. Bu arada Osmanlılarda idare ve
ceza gibi amme hukuku sahasında kanunnameler çıkarıldı. Endülüs'de Mâlikî
mezhebi, Fatimiler devrinde Mısır'da Şia mezhebi, Eyyübilerde genellikte Şafiî
mezhebi, Memlüklerde devlet dört mezhebin fıkıh kitapları hüküm mercü durumunda
idi. Osmanlıların son devirlerinde Mecelle kanunlaştınldı ve hakimlerin medeni
hukuk sahasında hüküm mercii oldu. Bunu 20. yüzyılda İslam ülkelerinde bazı
kanunlaştırma hareketleri takip etti.
Biraz önce hakimlerin
davaları İctîhad, tahric veya bir müttehidin görüşlerine göre hükme
bağlayacaklarım ifade etmiştik. Şimdi müctehid, muharric ve mukallid hakimlerin
hüküm verirken, riayet etmeleri gereken usûlü izah edelim.
Müctehid kâdüer,
baktıkları davaları, Kur'ân, Sünnet naşslarma veya İc-ma'a göre karara
bağlarlar. Ancak nasslarda veya icmâda açık hükmünü bulamadıkları davaları ise
ictihadlarıyle neticelendirirler.
Tahric iktidarına
sahip kadiler, bir mezhebin bütün görüş ve ictihadlannı, fıkhı kaidelerini
bilen fakih zatlardır. Bu sebeple bunlar, davaları mensub bulunduğu mezhebi
fıkhî kaideleri çerçevesinde ve tahric yoluyla hükme bağlarlar. Mezhebe mensup
müctehidlerin görüş ve ictihadlannı istedikleri gibi tatbik etmekte
serbesttirler.
Biraz Önce
mezheplerin, zaruret halinde ictihad iktidarına sahip olamayan kişilerin de
kadi olarak tayin edebileceklerim kabul ettiklerini ifade etmiştik. Böyle bir
kâdi, davaları mensubu bulunduğu mezhebin nasslarına ve fıkhî kaidelerine göre
hükme bağlar. Mukallid bir müftî fetva verirken riayet etmesi gereken usul ne
ise, mukallid bir kâdinin hüküm verirken uyacağı usul odur.
Biz burada Osmanlı
devletinde kadıların davaları, hükme bağlarken uydukları usulü kısaca izah
edeceğiz. ,
Osmanlı devletinin
halkının çoğunluğu hanefi mezhebine mensubtu. Bu sebeple hakimler, hanefi
mezhebine mensup alimler arasından seçilip tayin ediliyorlardı. Bu hakimler,
davaları hanefi mezhebi ictihadlarına göre hükme bağlıyorlardı. Ancak
Irak, Hicaz, Yemen gibi bölgelerde, Hanbelî, Şafii maliki mezheblerine mensup
kişiler yaşıyoriardı. Bu mezheplere mensup kişiler, kendi aralarında bir
ihtilaf ortaya çıkarsa, kendi mezheblerine mensub bir âlimi hakem olarak
seçiyorlardı. Bu zat, ihtilafı mensup olduğu mezheb imamının içtihadına göre
hükme bağlıyordu. Bilahere resmen tayin edilen kâdi, bu hakemin., verdiği
hükmü, tasdik ve tenfiz ediyordu.
Osmanlı devletinde
bazı Sultanlar, bazı konularda amme menfaatini gözö-nünde bulundurarak hanefi
mezhebi müctehidlerinin ictihadlanndan birini tercih ediyor ve hakimlerin o
içtihada göre davaları hükme bağlamalarını istiyorlardı. Hatta bazı Sultanlar,
bazı konularda hanefi mezhebinden başka bir mezhebe ait bir içtihadın mahkemede
uygulamasını emrediyorlardı. Mesela Hanefi mezhebinde Mefkûd'un harab olması
mümkün olmayan akarının satılması caiz değildir. Buna rağmen Kanuni Sultan
Süleyman bir fermanla mefkûd'un bu tür malının satılmasını hakimlerden
istemiştir. Bu tatbikat Osmanlı devletinin yıkılışına kadar devam etmiştir.
Osmanlılarda idari,
adlî ve benzeri sahalarda Kararnameler, Kanunnameler ve Kanunlar çıkarılıyor ve
hakimlerden bunların mahkemelerde uygulanmaları isteniyordu. Bilindiği gibi
Osmanlı devletinin sonlarına doğru Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, Hanefi hukukuna
göre hazırlanmış bir kanundu. Mecelle'de Hanefi mezhebinde ittifakla kabul edilen
görüşler kanunlaştırıldığı gibi, bazen Ebû Hanî-fe'nin, bazen Ebû Yusuf'un,
bazen İmam Muhammed'in, bazen de tmam Züfer'in ictihadları kanunlaştınlmıştır.
İşte hakimler, kanunlaştınlan görüşlere göre davaları hükme bağlamak
mecburiyetinde idiler.[89]
Mukallid bir müfti
fetva verirken uyması gereken usul ne ise, mukallid bir kâdî'nin de bu
konularda riayet edeceği usul odur.
Müftî fetva verirken,
kadi karar verirken riayet edecekleri usul aynıdır. Ancak kaza-ile fetva
arasında bazı farklar bulunur'. Bunlar şunlardır:
1. İftâ,
dinî hükmü sadece açıklamak ve haber vermektir. Bu sebeple müs-tefti, müfti'nin
fetvasiyle amel edip etmeme de serbesttir. Müftî, müstefti'ye fetvasını
uygulama hususunda baskıda bulunamaz. Kaza ise taraflara, kendilerini bağlayıcı
dini hükmü haber vermek ve açıklamaktır. Bu sebeple taraflar, kadi'-nin verdiği
hükme uymak mecburiyetindedirler. Aksi halde kadî, verdiği kararı hükümet
kuvvetiyle uygulama durumunda kalır.
2. Fetva umumi, kaza ise hususidir. Müfti'nin
verdiği fetva ile müstefti amei edebileceği gibi diğer müslümanlar da amel
edebilirler. Halbuki hakim'in verdiği karar sadece davanın taraflarım bağlar.
3. Fetvâ'nın
sahası kaza'nın sahasıdan daha geniştir. Müftî, ibadet, muamelat ve ukubat
konularında fetva verebilir. Halbuki kadî ibadet konularında hüküm veremez.
4. Bir müctehidin, başka bir müctehidin kendi
içtihadına aykırı olan fetvası ile amel etmesi caiz değildir. Halbuki bir
müctehidin, kendi içtihadına aykırı da olsa mahkeme kararına uyması vacibdir.
5. Kaza
hakkı, devlet başkanına (imama) aittir. Kadi, onun adına hüküm verir. Devlet
başkanının görevlendirmediği bir şahıs -müctehid bile olsa- hüküm veremez.
Halbuki iftâ böyle değildir. İctihad iktidarına sahip her müslüman fetva
verebilir. Bu bakımdan fetva, devlet tarafından tayin edilen resmi müftilerin
inhisarında değildir.
6. Kadi'nin
kaza görevi, zaman ve yer bakımından sınırlandırılabilir. Hatta, bir kadîden
bir mezhebin, bir müctehidin görüşleri üzere davaları sonuca bağlaması da
istenebilir. İfta ise böyle değildir, hiç bir surette kayıt altına alınamaz. Bu
sebeple müctehid bir müfti, istediği yerde, istediği zamanda, kendi içtihadına
göre fetva verebilir.
7. Müfti'nin
fetvası işin diyanet yönünü, hâkimin hükmü ise işin zahirî yönünü
ilgilendirir. Bu bakımdan müfti müsteftiyi dinledikten sonra, şer'î delillere
göre fetvasını verir. Hakim ise tarafların getirdiği adlî delillere bağlı kalır
ve şer'î delillere göre hükmünü verir. Şer'î deliller, Kur'ân, Sünnet gibi.
Adlî deliller, şehadet ikrar gibi.
8. Fetva, bir rivayet yolu, kaza ise, bir
şehâdet ve velayet yoludur. Bu sebeple rivayeti kabul olan kişinin fetvası da
kabul edilir . Nitekim köleler, fetva verebilirler.
9. Bütün
fakihler, âlim kadınların fetva verebileceğini kabul etmişlerdir. Ancak
doktrinde kadınlara kaza görevinin tevdi edilip edilemeyeceği hususu münakaşa
edilmiştir. Hanefilere göre kadınlar, şahidliklerinin kabul edildiği hukuk
davalarında hakim olarak tayin edebilir. Hanbeli, Şafii ve Maliki mezheblerine
göre ise hiç bir konuda kadınlar kadi olarak tayin edilemezler. İbn Cerir
et-Taberi'ye göre kadınlar hem ceza hem de ceza hakimi kolarak tayin
edilebilirler.
10. Müfti, kendisi, yakınları için fetva
verebilir. Halbuki kadi, kendisinin, usul ve fürû'unun, işçisinin, vekilinin,
şerikinin, hasmının vs. gibi kişilerin davalarına bakamaz.
[1] Muvafakat, IV, 105-106.
[2] Şâtibî, II, 3.
[3] Nisa, 165
[4] Enbiya, 107.
[5] Zariyât, 56.
[6] Mülk, 2.
[7] Mâide, 6.
[8] Bakara, 183.
[9] Ankebût, 45.
[10] Bakara, 179.
[11] Gazzalî, I 296.
[12] Fevâtih, II. 260.
[13] Mecelle, md. 30.
[14] Seyyîd Bey, II, 90.
[15] Bilmen, I, 200.
[16] Fevâtih, II, 262.
[17] Bu kaidelerin açıklaması için bk. Ali Haydar,
Dureru'l-Hükkâm, Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm.
[18] Seyyîd Bey, II, 298.
[19] Hudarî, Usûl, 305-306; Fevâtih, II, 263-4.
[20] Seyyîd Bey, II, 300-302.
[21] Fevâtih, II, 264.
[22] Seyyîd Bey, II, 303;
Muk. ediniz. Fevâtih, II, 264.
[23] Fethu'l-Kadîr, II, 9.
[24] Remel; tavafın ilk üç şavtında İzübâ halinde olan
erkeklerin adımlarını kısaltıp, omuzlarını sil-kerek çalımlı yürümelerine
denir. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz sahabe ile beraber umre yaparlarken
müşrikler, "daru'n-nedve"
Önünde toplanmış, onları seyrediyorlardı. Aralarında, müslümanların meşakkat,
zorluk içinde takatsiz düşmüş olduklarım söyleşiyorlardı. Bunun üzerine
Peygamber Efendimiz "tztıbâ" yaparak sağ pazularmı ortaya çıkardılar.
Sür'atli ve çalımlı yü-remeye başladılar ve "Bugün kendisini onlara
kuvvetli gösteren kimseye Allah rahmet etsin" buyurdular.
[25] Bilmen, IV, 83. Babertî, İnâye, II, 10.
[26] Seyyîd Bey, II, 305-306.
[27] Tevbe, 60.
[28] Fethü'l-Kadir, II, 14-15, Karaman, İctihad, s. 70-71.
[29] İbn Âbidin, II, 342.
[30] Bâbertî, înâye, II, 15; İbn Âbidin, aynı yer.
[31] Bâbertî, İnâye, II, 15 ; Seyyid Bey, II, 310.
[32] Bâbertî, aynı yer; Seyyîd Bey, II, 308.
[33] Zeydân, İslam Hukukuna Giriş, s. 193-194; Bu konuda
fazla bilgi için bk. Dr. Celal Yeniçeri, İslam'da Devlet Bütçesi, s. 204-211.
[34] Bu konuda fazla bilgf için bk. Hayreddin Karaman, İslam
Hukukunda İctihâd.
[35] İlm-i Hilaf, s. 217-218.
[36] Gazâlî, II, 350; Fevâtih, II, 362.
[37] Seyyîd Bey, I, 173.
[38] Şâkiruİ-Hanbelî, s. 391.
[39] Şâkiru'l-Hanbelî, s. 391.
[40] bk. Bakara, 150; Nisa, 59; Şûra, 38; ÂH İmrân, 155.
[41] Ebû Dâvûd, Akdiye, 11.
[42] Ebû Dâvûd, Akdiye, 2.
[43] Seyyid Bey, I, 231-237.
[44] Bilgi için bk. İbn Kemâl Paşa, "Tabakâtui-Fukahâ,
Süleymaniye Düğümlü Baba Kütüphanesi, no: 351/16, vr. 127-131; İbn Âbidîn,
"Uküdü Resmi'İ-müftî", Mecmuatü'r-Resâil, I, 11-12; Reddü'l-Muht'âr,
I, 77; Taşköprüzâde, Tabakâtu'l-Fukahâ, Musul, 1961, s. 1 ve dev. Seyyid ; Bey,
I, 239 ve dev.; Bilmen, I, 313-314; Hayreddİn Karaman, Fıkıh Usûlü, s. 49-53.
[45] Bilmen, I, 314-315; Ebû Zehra, imâm Şafiî, trc. O.
Keskioğlu, s. 349-50.
[46] Seyyid Bey, I, 257 ve dev.
[47] îbn Kayyım, IV, 213.
[48] Seyyid Bey, I, 273.
[49] Zümer, 9.
[50] Fâtır, 28.
[51] Zümer, 18.
[52] A'râf, 199.
[53] A'râf, 28.
[54] Bakara, 111.
[55] İsrâ, 36.
[56] Haşr, 2.
[57] îbn Mâce, Mukaddime, 17.
[58] Hatîb el-Bağdâdî, (öl. 463), el-Fakîh veM-Mutefakkih,
Beyrut, 1975, II, 69.
[59] Hatîb el-Bağdâdî, Fakîh ve'1-Mütefakkih, II, 68.
[60] Hâcc, 78.
[61] Nahl, 43.
[62] Mecelle, md. 22.
[63] Nabulusî, "HuIasatu'I-Tahkik", trc. Ş; Özen,
Mezheblerin Doğuşu ve İctihâd Tartışması, İst. 1987, s. 125-6.
[64] İbn Abidin, R.Muhtar, trc. A.Davudoğlu, I, 51.
[65] İbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, trc. A. Davudoğlu, I, 50.
[66] Telhîs, s. 508; Mukayese ediniz: Kerhî, Risale, s. 84.
[67] KaramaiISfctİhad, s. 226-227.
[68] Seyyid Bey, I, 289.
[69] Fethü'I-Kadîr, V, 456-457.
[70] Ebû Zehra, Mâlik hayatuhu ve asruhu ve ârauhu ve
fıkhuhu, Kahire, 1952, s. 380.
[71] a.g.e., s. 381.
[72] Ebu Zehra, Fıkıh Mezhebleri Tarihî, trc. A. Şener,
III, 262-3.
[73] Îbn Kayyım, t'lâm, IV, 175-176, 212-213.
[74] Ebu Zehra, îbn Hanbel, hayatuhu veasruhu ve ârâuhuve
ftkhuhu, Kahire, 1949, s. 387.
[75] îbn Kayyım,İ'Iâm, IV, 196-198.
[76] Ebu Zehra, İmam Şafiî, trc. O. Keskioğlu, s. 347.
[77] a.g.e., s. 355.
[78] İbn Abidîn, "Ukûdu Resmi'l-müftî",
Mecmuatİu1, Resâü, I, 10-52; Ali Haydar, Dururu'l- Hüklcâm, IV, 694-701.
[79] Mecelle, md. 1784.
[80] bk. Kasanı, Bedayi, VII, 1-5; İbn Mâze, Şerhu
Edebil-kadî, I, 1 ve dev.; Abdulkerim Zeydân, Nizâmu'1-kadâ
fi'ş-şeriati'1-İslamiyye, s. 1 ve dev.
[81] Mecelle, md. 1786.
[82] Kasanı, a.g.e.,
VII, 4-5; Tarabulusî, Muînu'l-hükkâm, s. 7-8.
[83] Abdulkerim Zeydân, a.g.e., s. 243 ve dev.
[84] bk. Bedâyi', VII, 4; Tarabulusî, s. 14 ve dev.; Ali
Haydar, Dürürü'l-hükkâm, IV, 656.
[85] bk. Mâverdî, el-Ahkâmu VSultâniyye; Nebhân, İslam
Anayasa ve İdare Hukukunun Ge nel Esasları, trc. S. Armağan, (Nizâmu'1-Hükm
fi'1-îslâm).
[86] Mecelle, md. 1786.
[87] Ali Haydar, a.g.e., IV, 556-557; bk. îbn Kayyım,
et-Turûku'1-Hükmiyye, s. 1 ve dev.
[88] Abdulkerim Zeydân, Nizâmu'1-Kada, s. 245-251.
[89] Ali Haydar, Dürerü'l-Hükkâm, IV, 696.