E.
Fıkh (İslam Hukuku)'In Özellikleri
F. Fıkıh (İslam Hukuku)'In Kaynakları
G. İslam'ın Hukuk İlmine Hizmetleri
I.
HZ. PEYGAMBER DEVRİNE FIKIH
B.
Bu Devirde Fıkhın Kaynakları:
C.
Peygamber (S.A.) Devrinde İctihad
D.
Bu Devirde Fıkhın Mümeyyiz Vasıfları
E.
Hz. Peygamber Devrinde Tedvin
A.
Bu Devrede Fıkhın Kaynakları:
B.
Reyin Mahiyeti Ve Rey'e En Çok Başvuran Sahabiler
C-
Bu Devirde İhtilaflar Ve Sebepleri
A.
Medine'de Fıkıh Ve Fakîhler:
A.
Tâbiûn Devrinde Fıkhın Kaynakları
B.
Tâbiûn Devrinde Fıkhı Gelişmeler
C.
Tâbiun Devrinde İhtilafların Devam Etmesi
D.
Fıkıh Sahasında Tedvin Hareketlerinin Başlaması:
E.
Ehli Rey Ve Ehli Hadis Mektepleri:
A.
Hicaz Mektebi Ve Özellikleri:
b.
Irak Mektebi ve Özellikleri:
G.
Tâbiûn Devrinde Yetişen Fakihler
4.
MÜCTEHİD İMAMLAR DEVRİNDE FIKIH..
Bu
Devirde Fıkhın Gelişme Sebebleri
B. Fikir:Ve İctihad Hürriyeti:
C. İslam Ülkesinin Genişlemesi
D. Kabiliyetli Kişilerin İslami İlimlerle Meşgul
Olması:
G.
Fıkıh Mezheblerinin Ortaya Çıkışı:
H .
Fıkıh Istılahlarının Doğuşu:
A.
Taklid Devrinin Fıkhî Özellikleri Ve Taklid
A. Taklîd'in Başlaması Ve Mezheblerin Taklidi:
B. Taklide Sürükleyen Sebepler
2.
Mezheplere Bağlı Olan Kişilerin Kadı Tayin Edilmesi:
3. Mezheblerin Hükümlerinin Tedvin Edilmesi:
5. Halifelerin Muayyen Bir Mezhebi Desteklemesi:
6. Muayyen Mezheblere Vakıfların Tahsisi:
7 Alimler
Arasında Rekabetin Başlaması:
1. Usûl Kitaplarının Yazılması:
2. Fürû Kitaplarının Yazılması:
4. Hilâfiyyat Kitaplarının Yazılması:
5. Cedel İlmine Ait Kitapların Yazılması:
C.
İctihad Kapısının Kapanması
D.
Taklid Devrinde Yetişen Başlıca Fakihler
A. Bu Devrin Fıkhı Özellikleri Ve Duraklama:
A. Fakihlerin Çalışmalarında Duraklamanın
Başlaması:
A.
Metin-Şerh-Haşiye-İhtisar Mahiyetinde Kitap Yazma Faaliyeti
C.
Duraklama Devrinde Yetişen Başlıca Fakihler:
1. Necmüddin el-Tûfi (öl. 716).
e.
Hiçbir Mezhebe bağlı olmayan müctehidler:
7.
KANUNLAŞTIRMA DEVRİNDE FIKIH:
A. Bu Devrin Fıkhî Özellikleri Ve Kanunlaştırma
Faaliyeti:
İBÂDÂT MUAMELÂT UKÛBÂT (ceza)
1. Taharet I. Akitler (Medeni huk. Borç.
Huk.) 1.
Cinayet
2. Namaz, 2. Kaza (Usul huk.) 2. Hudud,
3. Oruç,
3. Ferâiz (miras huk.) 3. Kısas
4. Hac 4.
İflâs ve hacr (İcra ve İflas hük.)
4. Ta'zir
5. Zekât (maliye h.) 5. Rehin (Eşya huk.) 5. Kaza(usul)
6. Cihad (Devletler . 6.
Nikâh (aile hukuk)
7. Kurban 7.Siyer (Devletler hukuk)
8. Nikâh (Aile huk) 8.
Zekât (maliye huk.)
9. Şirket
(Ticaret huk.)
Fıkhî hükümlerin
tamamı, klasik bir fıkıh kitabında bulunur. Ancak bazı hukukçular, fıkhın bir
konusunu, bir branşını Edebü'1-Kâdî, es-Siyer, es-Si-yâsetü'ş-Şer'iyye,
el-Ahkâmu's-Sultâniyye, K.el-Harâc, K.el-Emvâl, Ferâiz, el-Evkâf, en-Nafaka,
eş-Şurût gibi isimler altında müstakil bir kitap halinde tetkike tabi
tutmuşlardır.
Bazı araştırmacılar da
fıkhî hükümlerin özelliklerine göre yedi ana gruba ayrılabileceğini ifade
etmişlerdir.[1] Bunlar şunlardır:
1. İbâdât: Namaz, oruç gibi ibadetlerle ilgili
hükümler.
2. Ahvâl-ı
Şahsiyye: (Aile ve Şahsın Hukuku): Nikâh, talâk, nafaka, ehliyet gibi aile ve
şahsın hayatiyle ilgili hükümler.
3 . Ahkâm-ı
Sultâniyye veya Siyâset-i Şer'iyye (Amme Hukuku, Anayasa, idare, usul hukuku):
Devlet idaresiyle ilgili hükümler.
5 . Ukûbât:
Ceza ve usulü hukuku: Suç işleyenlerin cezalandırılmalanyle ilgili hükümler .
6. Siyer (Devletler umumi Hukuku): Harb ve sulh
ile ilgili hükümler
7. Âdâb; Muaşeret kaideleri ve hükümleri.
İnsanların doğuştan
cemiyet halinde yaşamağa mecbur olduklarını ifade etmek üzere "insan
yaratılıştan medenîdir" sözü söylenmiştir. Toplu yaşamanın bir çok
faydaları yanında bir takım problemleri de vardır. Çünkü insan yaratılış
itibariyle iyi ve kötü işleri yapmağa kabiliyetlidir. İnsanların ekserisi
sorumluluğunu idrak ettiği halde bazıları sorumluluk duygusundan mahrumdurlar.
Nitekim cemiyetin huzurunu bozan, hakkına razı olmayan, başkalarını rahatsız
eden insanlar vardır. Güçlü ve sorumsuz insanların başıboş hareketlerinden
dolayı haksızlıklara, tecavüzlere meydan vermemek ve böylece cemiyet
emniyetini temin etmek için ilk zamanlardan beri Cenab-ı Hakk, gönderdiği
kitaplarda insanların uyması gereken bir takım hukuki ve ahlâkî kaideler
koymuştur. En son gönderdiği İslam dininde de insanların uyması gereken hukuki
ve ahlâkî kaideler bulunmaktadır. Bu dindeki hukukî kaidelerin gayesi, toplum
içindeki fertlerin maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamak, haksızlıkları
engellemek, fertlerin birbirlerine, cemiyete ve Allah'a karşı vazifelerini
belirtip cemiyet nizamım sağlamaktır. Hiç şüphesiz İslam hukukunu bilen ve ona
göre yaşayan bir kişi, dünya ve ahiret mutluluğunu elde eder.
Fıkhın en önemli
özelliklerini kısaca maddeler halinde belirtelim:
1. İslam
Hukuku, İslam dininden neşet etmiş bir hukuk sistemidir. Hüküm kaynakları,
Kur'an Sünnet, İcma ve diğer fer'i delillerdir. İslam Hukuku bu kay-naklarıyle
her asrın ihtiyaçlarına cevap verecek derecede mükemmelliğe sahiptir.
2. İslam
Hukuku, insan ile insan, insan ile devlet ve insan ile Allah arasındaki
münasebetleri tanzim eder. Bu bakımdan sahası, beşeri hukuk sisteminin
sahasından daha
geniştir.
3. İslam
Hukukunun tasnifi, nevî şahsına münhasırdır. Fıkhî hükümler; iba-dat, muamelât
ve ukûbât olmak üzere üç ana gruba ayrılır. İslam Hukuku, Roma hukukunda
olduğu gibi amme hukuku, hususî hukuk olarak ikili bir taksime tabi
tutulmamıştır. Gerçi İslam Hukukunda
kul hakkı (hakku'l-âdemî), Allah hakkı (hakkullah) terimleri vardır. Bu
terimler, Roma hukukuna tatbik edilirse -bazı farklılıklar bir tarafa
bırakılırsa- kul hakkı hususî hukuka, Allah hakkı amme hukukuna tekabül eder.
Ancak İslam Hukuku böyle bir tasnife tabi tutulmamıştır.
4. İslam
Hukukunda hukuk düzeniyle ilgili her hareketin bir mükâfat veya bir cezası
vardır. Bu ceza veya mükâfat hem dünyevîdir ve hem de uhrevîdir.
İslam Hukuku'nun ilk
teşri kaynağı Kur'an-ı Kerim'dir. İlahi vahiy eseri olan Kur'ân-ı Kerim, insan
hayatının bütün safhaları için hüküm koymuştur. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'e
de teşri salahiyeti tanımıştır. Bu bakımdan Kur'an'dan sonra Sünnet ikinci
teşri kaynağı olmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.s.)
devrinden sonra İcmâ da bir hüküm kaynağı olmuştur. Hz. Peygamber devrinden
itibaren ictihad, bir hukuk kaynağı olarak kullanılmıştır. İctihâd'ın sahası
çok geniştir. Kıyas, mesalih-i mürsele, istishab, istihsan gibi fer'î deliller
ictihâd mefhûmunun şümulü içindedir. Müctehidlerin rey ve kanaatleri, Kur'ân
ve Sünnet'in tefsir ve izahından başka bir şey değildir. Hiç bir zaman bu iki
kaynağa aykırı fikir ve kanaat ileri sürülemez, hükümleri değiştirilemez.
Ancak dini nassların mahiyetlerine aykırı olmamak şartıyle yeni hükümler
getirilebilir. Sava Paşa teşrî açısından ictihâd'ın önemine işaret ederken
"ictihad ister yeni ve meçhul bir meseleye ait olsun, isterse malum bir
meselenin başka bir şekilde halline matuf bulunsun, îslamiyetin bütün
devirlerinde, bir teşrî yani kanun yapma vasıtası olarak telâkki
edilmiştir" diyor. Biz İslam Hukuku '-nun kaynaklarını önceden "şer'î
deliller" bölümünde genişçe izah etmiştik.
İslâm Hukuku, Kur'ân,
Sünnet, İcmâ ve İctihâd kaynakları muvacehesinde inkişâf ederken hukuk âlemine
bir takım yenilikler getirmek suretiyle hukuk ilmine hizmetlerde bulunmuştur.
.1. Hukuk tarihinde ilk yazılı Anayasa Hz. Peygamber tarafından tanzim
edilmiştir. Bu Anayasa 52 madde halinde Hicretin birinci yılında
hazırlanmıştır. 2. Aynı şekilde siyasetten tamamen ayrı bir şekilde harb ve
sulh hukuku yani Devletler umumi ve hususi hukuku müslümanlar tarafından
tesbit ve tanzim edilmiştir. îmam Muhammed eş-Şeybânî'nin es-Siyerü'l-Kebîr
adlı eseri bu hukuk dalının en eski müdevvenatidir. Evzâî de Siyer adıyla bir
eser kaleme almıştır. 3. Hukuk Felsefesini de hukuk âlemine İslam Hukukçuları
kazandırmıştır. Bu konuda İmam Şafiî, er-Risâle adlı kitabı yazmıştır. Bu, ilk
usulü fıkıh kitabıdır. Usulü fıkıh bir yönüyle hukuk felsefesi demektir. 4.
Aynı şekilde müslümanlar hukuk ilmine diğer bir sahada iştirakleri olmuştur ki,
bu da hukukta "niyyet", müessesesine yer vermiş olmalarıdır.
Fıkıh Hz. Peygamber
(s.a.s.) zamanında doğmuş, zamanla tekâmül etmek suretiyle büyük bir gelişme
kaydetmiştir. Fıkıh'm geçirdiği gelişim safhalarını kısaca izah edeceğiz.
Fıkıh ilminin geçirdiği gelişim safhaları şunlardır;
I. PEYGAMBER
(s.a.s.) DEVRİ (VAHÎY DEVRİ)
2. SAHABE
DEVRİ
3. TÂBİÛN DEVRİ
4. TEBEÜ'T-TÂBİÎN DEVRİ
(BÜYÜK MÜCTEHİD İMAMLAR
DEVRİ)
5. TAKLİD DEVRİ
6. DURAKLAMA DEVRİ
7. KANUNLAŞTIRMA DEVRİ
Bu devir, Kur'an'm
Peygamber'e vahyedi.digi bir devirdir, özellikleri itibariyle bu devreyi iki
bölümde incelemek mümkündür.
1. Mekke devri (M. 600-622).
2. Medine devri (M. 622-632).
Bu devrede vahiy daha
ziyade itikad ve ahlâk konularında iniyordu. Bu devrede fıkıhla ilgili
hükümler az miktarda vazedildi. İbadetlerle ilgili hükümlerin bir kısmı bu
devrede tebliğ edildi. Nikâh, talâk, îlâ, zihâr, yemin konularında bu devrede
bir takım hükümler konuldu. Mekke devri sonlarına doğru Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in Medine'lilerle Akabe'de yaptığı biatlarda zina, hırsızlık, öldürme
gibi hususlarda ilgili hükümlerin yer aldığını görüyoruz. Mirâc'da bir takım
fıkhî hükümlerin konulduğunu İsrâ suresinden öğrenmek mümkündür.
Hz. Peygamber (s.a.s.)
Medine'ye hicret eder etmez, islam Devletini kurdu. Bu devlet için vazettiği
52 maddelik Anayasa'da müslüman ve gayr-i müslim vatandaşların adlî, siyasî,
mali ve benzeri sahalarda takip edecekleri hattı hareket tarzını gösterdi. Bu
devirde fıkhın kaynaklarını, mümeyyiz vasıflarını, tedvinini izah edelim.
Hz. Peygamber devrinde
bir hükmü gerektiren bir hadise, bir problem, bir soru olduğu zaman, ya onların
hükümlerim açıklamak üzere bir ayet iniyordu veya onların hükümleri peygamber
tarafından açıklanıyordu. Bazen de herhangi bir sebep olmadan bir ayet
iniyordu veya peygamber açıklamalarda bulunuyordu. Bu devrede fıkhın kaynakları:
Kur'ân, Sünnet idi.
Medine'de bir taraftan
ibâdet ile ilgili, diğer taraftan muamelât ve ukûbât ile ilgili hükümler
konuluyordu. Bazı âlimlere göre Kur'an'da ibadetler de dahil olmak üzere 500
kadar ahkâmla ilgili ayet bulunmaktadır. Ahkâm ayetlerinin konuları itibariyle
âdedleri şöyledir: Aile hukukuna ait 70, muamele ve akitlere ait 70, ceza
hukukuna ait 30, muhakeme usulüne ait 13, hükümet nizamına ait 10, harb ve sulh
hukukuna ait 22, maliye hukukuna ait 10. Ahkâm ayetlerini tefsirini konu edinen
tefsir kitaplarına şunlar misal olarak verilebilir: îmam Şafiî,
Ahkâmu'l-Kur'ân; el-Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân; Îbnü'i-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân;
el-Kurtubî, el-Câmi li ahkâmı'1-Kur'ân.
Kur'ân ayetleri
inmediği zamanlarda, Hz. Peygamber teşrii faaliyette bulunuyordu. Sünnet'in
teşrideki yeri, bazen Kur'an'ı teyid etmek, bazen mücmellerini açıklamak,
bazen de Kur'an'ın meskût kaldığı yerlerde doğrudan doğruya hüküm koymaktır.
Bazı âlimlere göre
4000 kadar hüküm ifade eden hadis rivayet edilmiştir. Hadis kitablarının Ahkâm,
Âdâbu'1-Kâdî, Hudûd, Kısas, Büyü' ve benzeri bömleri ahkâm hadislerini ihtiva
etmektedir. Ayrıca bu nevi hadisler, îbn Hacer l-Askâlânî'nin Bulûğu'1-Meram,
eş-Şevkânî'nin Neylü'l-evtâr, Zeyleî'nin Nas-
hur Râye, Tehâvî'nin
Şerhü Meâni'I-Âsâr ve benzeri eserlerde toplu bir şekilde
yer almaktadır.
Bazı âlimlere göre
Peygamber (s.a.s.) nadiren de olsa ictihâd ile hükmediyordu. Ancak içtihadında
hata bulunacak olursa, Cenab-ı Hak, onun hatasını vahiy yoluyla düzeltiyordu.
Nitekim Bedir esirleri hakkında Peygamberimiz sa-habeleriyle istişarede
bulunmuştu. Sahabilerden bazıları, esirlerin kayıtsız şartsız serbest
bırakılmalarını, bazıları hepsinin öldürülmesini, bazıları da fidye
karşılığında salıverilmelerini teklif etmişti. Hz. Peygamber, fidye mukabilinde
salıverilmelerini teklif edenlerin görüşüne katıldı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak,
savaş devam ettiği müddet zarfında esirlerin salıverilmesinin doğru olmadığını
vahiyle bildirdi.[3]
Hz. Peygamber (s.a.s.)
sahabilerine ictihâd etme yetkisini vermişti. Bunun üzerine sahabiler, Kur'ân
ve Sünnet'te hükmünü bulamadıkları meseleler için ic-tihadları ile hüküm verip
ona göre amel yapıyorlardı. Nitekim Amr b. As'ın da hazır bulunduğu bir askerî
birlikte bazı sahabilerin gusül abdesti almaları gerekiyordu. Ancak su ve hava
soğuktu, üstelik suyu ısıtma imkânları da yoktu. Bunun üzerine teyemmüm ederek
namaz kıldılar. Bazı sahabiler, suyu ısıtma imkânını elde ettikten sonra gusül
abdesti alıp namazlarım iade ettiler. Bazıları ise etmediler. Durum Hz.
Peygambere arz edilince iki içtihadı da kabul etti.
Bu devirde, teşri
faaliyeti, insanların maslahatı esasına dayanıyordu. Bu devirde teşrî
faaliyetin mümeyyiz vasıfları, tedriç, kolaylık ve nesih olarak ifade edilebilir.
Kuran ‘ın ayetleri bir
defa da değil ihtiyaç duydukça parça parça indirilmiştir. Sünnet de bir defa
değil ihtiyaç duyuldukça ve zamanı gelince söylenmiştir.Çünkü hükümlerin yeri
ve zamanı geldikçe konulmaları insanların onları daha iyi tanımalarını
,öğrenmelerini sindirerek kabul etmelerini temin eder.
Biraz önce de ifade
ettiğimiz gibi islâmî hükümler bir anda berlîğin başlangıcından,
peygamberimizin vefatına kadar geçen devrede pey, ihtiyaç duyuldukça
konulmuştur.
Bu devrede, hükümler,
insanların nefislerine ağır gelmeyecek şekilde azar azar konulmuştur. Mesela
namaz ilk Önceleri kuşluk ve akşam vakitlerinde kılınıyordu. Sonra bu beş
vakte çıkarıldı, önceleri zekâtın belirli bir sınırı yoktu her müslüman
istediği kadar veriyordu. Sonradan zekât için belirli sınırlar tayin edildi.
Şarab bir anda değil, tedrici bir surette yasaklandı. Aynı şekilde hükümler
Önceleri genel mahiyette idi. Sonradan genel mahiyette olan hükümleri açıklayıcı
kaideler kondu. Mesela bey önceleri genel mahiyette serbest bırakılmıştı. Ancak
sonradan hangi malların ahm-satımı ve ne şekilde alınıp satılacağı hususunda
bazı kayıtlar getirildi.
Cenâb-ı Hak, insanlara
her zaman kolaylık ister, onlardan güç olan bir şeyin yapılmasını istemez. Bu
konuda "Allah, size kolaylık diler, size güçlük istemez"[4],
"...Din (işlerin)de üzerinize hiç bir güçlük de yüklemedi"[5] gibi
ayetleri, "kolaylaştırın, güçîeştirmeyin, sevdirin, nefret
ettirmeyin"[6] hadisi misal olarak
verilebilir.
İslam'da kolaylık
murad edildiği için bir takım ruhsatlar konulmuştur.
İslâm âlimlerinin
çoğunluğuna göre nesih hadisesi, Peygamber devrine mahsustur. Ondan sonra nesh
hadisesi cereyan etmez. Neshin sebeb ve hikmeti, fert ve cemaat yararına
riayet, güçlük ve darlığı mükelleflerden kaldırmak, yumuşaklık ve tedriç
yolunu tutmaktır. Çünkü belirli bir alışkanlığı olan cemiyette, yepyeni bir
sistemi yerleştirmek ancak bu usûlle mümkündür.
Kur'an ayetleri
indikçe, müslümanlar onları ezberliyorlardı. Ayrıca vahiy kâtipleri de onları
yazıyorlardı. Kur'an-ı Kerim, Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti esnasında mushaf
haline getirildi. Sahabiler, Peygamberimizden işittikleri hadisleri ezberliyorlardı.
Bazıları da onları yazıyorlardı. Ancak Hz. Peygamber, sahabilerini Kur'an'ın
ayetlerini yazmakta serbest bıraktığı halde, Kur'an ile Sünnet'i birbirine
karıştıracağını bildiği kimselere hadisleri yazmağı yasaklamamıştı sünnet de
daha sonraki devirlerde de tedvin
edilmiştir.
Bu devreye
"Hüîefa-i Râşidîn devri" "Fıkhın Gelişme Çağı" da denir. Bu
devir, Hz. Peygamberin vefatiyle başlar, hicri 40 senesine kadar devam eder.
Hz. Peygamber vefat edince ilâhi teşri de sona ermiştir. Hz. Peygamber,
sahabileri-ne "Size iki şey bırakıyorum; İkisine sarıldığınız müddetçe
sapıtmazsınız: Kur'-ân ve Nebi'nin Sünneti" buyurmuştur.
Dört halife devrinde
fetihler neticesinde İslam ülkesinin topraklan genişledi. Müslümanlar, bir
takım yeni hadiseler ile ve muhtelif örf-âdet, küitür, nizam ve kendilerine has
alışkanlıkları bulunan milletlerle karşı karşıya geldiler. Hz. Ali'nin hilafeti
esnasında önceleri siyasi' iken sonradan itikadı ve fıkhı mezheb haline gelen
Şiâ ve Hariciyye mezhebi1 doğdu.
Sahabiler,
karşılaştıkları problem ve meselelerin hüküm ve hal tarzım Kur'-ân ve Sünnet'de
aradılar. Kur'ân'da hükmünü bulamadıkları meseleler için icti-hâdlarda bulundular.
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer zamanlarında, ilim şûrası vardı. Hz. Ebu Bekir,
kendisine bir mesele arzedüince ilk önce Kur'an'a bakıyordu. Kur'ân'da hükmünü
bulamadığı mesele için hadislere başvuruyordu. Meselenin çözümünü sünnet'de de
bulamayınca âlim sahabileri topluyor, o mesele hakkında onların görüşlerini
alıyordu. Bu arada sahabilerin ittifakla kabul ettiği görüşü benimsiyordu.
Sahabilerin ittifakla kabul ettikleri görüş icmâdır. İhtilaf olduğu durumlarda
ise kendisine göre en doğru olan görüşü benimsiyordu. Halife bizzat kendisi de
ferdî ictihad da bulunuyordu. Bu devrede ictihad için re'y veya ictihâdü'r-re'y
tabiri kullanılıyordu.
Hz. Ömer de Ebu
Bekir'in usulünü uyguluyordu.
Şu halde bu devrede
fıkıh'ın dört kaynağı vardı:
1. Kur'an, 2. Sünnet, 3. İcmâ, 4. Rey,
İctihad.
Sahabiler, Kur'an ve
Sünnet'de hükmünü bulamadıkları meseleler için istişarede bulunuyorlardı.
Onlar, bazen bir meselede fikir birliğine varıyorlardı ve ittifaklarına
"icmâ" adı veriliyordu. Bazen de bir konuda görüş birliği
sağlana-mıyordu. Her sahabînin o konuda fikri başka oluyordu. Bu devirde reyin
mana
ve mahiyeti şöyle idi:
Kitab ve Sünnetde hükmü açıklanmayan meselelerin hükümlerini, nasslann ışığı
altında çıkarmaktır. Bu devirde reyin sahası kıyasdan daha genişti. Daha
sonraki devirlerde kıyas, istihsan, mesalihi mürsele, sedd-i zerâyi, istıslah
adı verilen esas ve metodlar bu devirde rey adi altında uygulanıyordu.
İbn Abbâs "Nebî
(s.a.s.) yiyecek maddelerinin kabzdan önce satışını yasakladı" hadisini
rivayet ettikten sonra "her şeyin yiyecek gibi olduğunu sanıyorum"
demiş ve kıyas yoluyla hüküm çıkarmıştır. Hz. Osman, ölüm hastalığında iken
karısını boşayan kimsenin, talâkını geçersiz kabul etmiştir. Böyle bir hükmü,
sedd-i zerâyi metodu ile çıkarmıştır. Bir kimseyi öldüren bir cemaatin
tamamının kısas cezasıyle öldürülmesinin mesnedi, sedd-i zerâyi ve mesâlih-i
mürseledir.
Sahabîlerin bütünü,
ihtiyaç anında reye müracaat ediyorlardı. Ancak bazıları, rey ile çok bazıları
da az ictihâd'da bulunuyorlardı. Reyiyle en çok ictihâd-da bulunan sahâbiler
şunlardır:
1. Hz. Ömer, 2. îbn Mes'ûd, 3. Hz. Ali.
Rey ile az ictihadda
bulunan sahâbiler de şunlardır:
1. Abdullah
b. Ömer, 2. Abdullah b. Amr, 3. Abdullah b. Zübeyr.
Bazı sahâbiler,
nasslann zahiriyle yetinmişler,hüküm ve fetvalarını onların üzerine bina
kılmışlardır. Bu konuda fazla reye başvurmamışlardır. Nassların zâhirleriyle
yetinmeyen sahâbiler ise nassların zahiri manalarıyle birlikte onları teşrî-i
gaye ve maksadlarımn nelerden ibaret olduklarını araştırmışlar ve bu konuda
fazlaca ictihadda bulunmuşlardır. Sahabilerden herbiri reyiyle ictihadda bulunduktan
sonra "bu benim reyimdir; şayet doğru ise Allah'dandır, hata ise
bendendir" derdi.
Bu devirde nazarî
fıkıh başlamamıştır. Hadiseler meydana gelince onların hükümleri
araştırılmıştır. Meydana gelmemiş bir hadisenin hükmüyle meşgul olunmamıştır.
Bu devirde fıkhı
ihtilaflar azdır. Bu ihtilâfların sebeplerini şöylece sıralayabiliriz:
1. Kur'ân'la
ilgili ihtilâflar:
Fakîh sahâbiler,
Kur'ân nasslarmı anlayıp tefsir etmekte birbirlerinden farklı görüş ve fikir
ileri sürmüşlerdir. Mesela "Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç kur'
beklerler"[7] ayetinde geçen kuru
kelimesini, İbn Mes'ûd hayız, Zeyd b. Sabit ise tuhûr olarak tefsir
etmişlerdir.
2. Sünnet'le ilgili ihtilâflar:
Sahabe devrinde,
Sünnet tamamiyle tedvîn edilmemişti. Bazı sahabîlerin bir konuda bildiği bir
hadîsi, başka bir sahâbî bazen bilmiyordu. Hadis kendisine ulaşmadığı için o
konuda ictihadda bulunuyordu. Sünnet kendisine ulaştıktan sonra da sünnete
muhalif olan içtihadını değiştiriyordu. Mesela, Hz. Ömer, el parmaklarının
diyetini eşit kabul eden Sünnet kendisine söylenince içtihadından dönmüştür.
İbn Abbâs, kocası ölen gebe kadının iddetini en uzun iddet olan iki yıl kabul
etmiştir. Çünkü kendisine daha önce Sebîatü'l-Eslenıiyye hakkındaki hadis
ulaşmamıştı. O hadisle Hz. Peygamber (s.a.s.) gebe kad;mn iddetinin doğumla
sona ereceğini belirtmişti. Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Amr ve başkaları,
zifaftan önce ve mehir kedisine kararlaştırılmadan kocası ölen kadına mehir verilemeyeceği
görüşünde idiler. Çünkü Bürû' bintü Vâşık hakkındaki hadisi bilmiyorlardı.
Halbuki bu hadiste böyle bir kadına mehr-i misil verileceği kararlaştırılmıştı.[8] Şöyle
ki bir şahıs evlendiğinde mehir tesbit edilmemişti. Bu şahıs zifafa girmeden
önce vefat etti. Geride kalan nikâhlı karısına mehir verilip verilemeyeceği
hususu, İbn Mes'ûd'a soruldu. İbn Mes'ûd, kadının akrabası olan hanımların mehri
kadar mehir verilmesine hükmetti. Ve şöyle dedi: "Bu hüküm, doğru ise
Allah'dan, hatalı ise bendendir". Bunun üzerine mecliste oturanlardan
Ma'kil b. Sinan el-Eş'câî yemin ederek "Sen Resûlullah'm Eşcâîkabilesinden
Berva bintü Vâşık hakkında verdiği hüküm ile hükmettin" dedi. Verdiği
hükmün Peygamberin verdiği hükme uygun olduğunu öğrenen İbn Mes'ûd, o güne
kadar hiç sevinmediği bir derecede sevindi.[9] Hz.
Ali bu hükme muhalefet etti. Ve şöyle dedi: "O kadın miras hakkına
sahiptir. Bu sebeple iddetini bekleyecektir. Mehir hakkına ise sahip değildir,
Kitabullah'da hüküm varken[10], bir
kabileye mensup şahısın sözü kabul olunamaz" dedi. Böylece Hz. Ali hüküm
verirken ölümü, boşamaya kıyas etti.
Bazı sahâbîler de
hadisin râvîsine güvenmediklerinden ötürü, o hadisle amel etmemişlerdir.
Mesela, Hz. Ömer, Fâtıma bintü Kays'ın "Kocam beni üç talâk ile boşadı.
Hz. Peygambere (s.a.s.) bana nafaka ve süknâ takdir etmedi" diye rivayet
ettiği hadisle amel etmemiş ve "Biz, Rabbimizin kitabını ve Peygamberimizin
sünnetini bir kadının sözüyle terk edecek değiliz. O kadın geçmiş durumu belki
unutmuştur" demiştir.[11]
3. Rey ile ilgili İhtilâflar:
Bu devirde, fakîh
sahabiler, hükmü nasslarla sabit olmayan meselelerin hükümlerini çıkarmak
üzere reye başvurmuşlar ve farklı metodlar takip ederek farklı ictihadlarda
bulunmuşlardır. Bazen kıyâs, bazen maslahat-ı mürsele, bazen sedd-i zerâyi'
veya başka usulleri kullanmışlardır. Meselâ Hz. Ebû Bekir, Beytü'1-Mâl
gelirlerinden insanlara eşit bir şekilde hisse vermiştir. Hz. Ömer ise İslâm'a
girişlerindeki önceliğe göre dağıtımda bulunmuştur. İhtilâfın esası, mal
tevziindeki adaleti gerçekleştirmektir. Ebu Bekir'e göre gelirler müslümanlara
eşit bir şekilde dağıtılırsa adalet gerçekleşmiş olur. Hz. Ömer'e göre ise bu
konuda adalet ancak müslümanhğa girişteki kıdemi nazarı kabare almak suretiyle
gerçekleşmiş olur.
Bu devirde Şam, Irak,
Mısır, Filistin gibi bölgelerin fethedilmesi neticesinde müslümanlar değişik
kültür ve hadiselerle karşı karşıya geldiler. Bu durum ise farklı ictihadlara
sebep oldu.
Bu devrede Maslahat,
sedd-i zerâyi esaslarına göre bulunulmuş ictihâdlardan örnekler:
Sahâbiler, iyiliği
teşvik kötülüğü önleme, amme menfaatini gözönünde bulundurarak hüküm verir,
hüküm mesnedlerinin yani illetlerin değişmesi sebebiyle de hükmü
değiştirirlerdi. Bazı misaller:
1. Hz. Ömer, müellefe-i kulübün zekât hissesini
kesti.
2. Hz. Ömer, kıtlık senesinde hırsızlıkcezasını
uygulamadı.
3. Hz.
Ömer'in hilâfetine kadar teravih namazı cemaatle kılınmıyordu. Bu devrede farz
namazlarla karışması ihtimali ortadan kalktığı için cemaatle kılınmaya
başlandı.
4. Hz.
Peygamber (s.a.s.), kaybolmuş develerin kendi hallerine terkedilme-lerini
istemişti. Bu tatbikat, Hz. Osman'ın hilâfetine kadar devam etti. Hz. Osman,
insanların ahlâkî durumlanndaki değişikliğigözönünde tutarak, kaybolmuş
develerin satılmasını, elde edilen paraların sahiplerinin gelmesine kadar
saklanmasını emretti. Hz. Ali ise kaybolmuş develerin sahiplerinin ortaya
çıkmasına kadar, hususi olarak yaptırılan âhırlarda saklanmalarını emretti
5. Hz.
Peygamber (s.a.s.), Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in hilâfetinin ilk iki yılına
kadar geçen devrede, bir mecliste söylenen üç talâk, bir talâk olarak kabul
ediliyordu. Hz. Ömer, boşamalarda önemli bir ölçüde artış olunca bir tedbir
olarak bir mecliste söylenen üç talâkı, üç talâk olarak kabul etti veböylece
boşamaların azalmasını sağladı.
6. Hz. Ömer, devrinde, Şâm ve Irak fethedildi.
Fetih sonucunda, fâtihler, fethedilen arazinin menkul ganimetler gibi
kendilerine dağıtılmasını istediler. Hz. Ömer, bu konuda ashâb ile istişarede
bulundu. İstişare sonucunda, fethedilen arazinin müslüman fâtihlere dağıtılması
uygun bulunmadı.Bu arazinin eski sa-hiblerinde kalması, buna mukabil onlardan
harâc vergisi alınması kararlaştırıldı.
7. Hz. Ömer
zamanına kadar geçen devrede bir şahsın vermesi gereken diyeti, o şahsın
mensub olduğu kabile ödüyordu. Hz. Ömer zamanında divan teşkilatı kuruldu.
Bundan böyle divan kabile yerine geçti ve akrabanın diyet gibi mali
sorumlulukları, bu divana yüklendi.
8. Kur'ân-ı
Kerim, ehl-i kitab kadınlarla evlenmeye izin verdiği halde[12], Hz.
Ömer, Medâin valisine gönderdiği bir mektubla bunu menetti ve "...böyle
evliler devam ederse, müslüman kadınlar kocasız kalır, bu durum ise onlar için
felâket olur" dedi.[13]
9. Hz.
Osman, Mina'da namazı seferi olmasına rağmen iki değil fam kıldı " .bu yıl anlayışı kıt, bilgisiz kimseler çok;
onların bunu görüp namazı de-vamh olarak iki rek'at olarak kılmalarından
korktum" dedi.[14]
10. Hz.
Önıer devrine kadar, zanaatkar nezdinde onun taksiri olmadan zayi olan eşya
ödetilmezken, bundan sonra insanların ahlâkî durumlarında değişiklik gözönünde
bulundurularak ödettirildi.
11. Hz.
Osman, ölüm hastalığında iken karısını boşayan kimsenin, talâkını geçersiz
saydı ve karıyı mirasçı yaptı. Böylece karıyı mağdur olmaktan korudu,
kocanın kötülüğüne
mani oldu.
12. Hz. Ömer, iddeti bitmeden bir kadınla evlenen
erkeğe, ebedî olarak o kadının nikâhını yasakladı.
Sahâbiler, önceleri
özellikle Medîne'de ikâmet ettiği halde, sonraları çeşitli sebeplerle yeni
fethedilen şehirlere gidip yerleşmek mecburiyetinde kalmışlardır.
İbn Kayyım'ın da
dediği gibi fıkıh, tefsir, hadis gibi İslamî İlimler fakîh sahâbiler
vasıtasıyle ülkelere yayılmıştır. Iraklılar, İbn Mes'ûd'un Mekkeliler îbn
Abbâs'ın, Medineliler Zeyd b. Sabit, îbn Ömer, Hz. Âişe gibi sahâbîlerin fetva
ve ictihadlariyle ilimde yüksek mertebeye ulaşmışlardır.[15]
Hatta diyebiliriz ki, hicrî ikinci asım başında teşekkül eden fıkhî mezhepler,
bahis konusu edilen sa-hâbüerin fetva ve ictihadlarından son derece istifade
etmişlerdir. Bir başka ifadeyle fakîh sahâbiler, fetva ve ictihadlariyle
müstakbel fıkıh mezheblerinin
tohumlarını
atmışlardır.
Hiç şüphesiz
sahabilerin ikamet ettikleri Medine, Mekke, Küfe, Şâm, Basra, Mısır gibi şehir
ve bölgelerin Örf-âdet ve şartları değişik idi. Fıkhı tatbik edecek sahâbiler
de insan olmaları sebebiyle farklı kabiliyet ve düşünce yapısına sahip idiler.
Bütün bu sebepler, değişik ictihadlann ortaya çıkmasına yol açtı. Her sa-hâbî,
oturduğu şehirde ictihadlarıyle fıkha hizmette bulundu. Şimdi şehirlere göre fakîh
sahâbîleri tanıyalım.
Hz.Peygamber ,suffa’da
ashabını ilmen yetiştirdi.Bunlar arasından yüzotuzküsür kişi fetva verecek
dereceye yükseldi.
Bunlar arasında da
yedi kişi fetva verme hususunda temayüz etti. Bunlar Hz.Aişe Hz.Ömer Hz.Ali İbn
Mesut İbn Ömer İbn Abbas ve Zeyd b.Sabit idi. özellikle Zeyd b. Sabit, Hz.
Mes'ûd, ibn Ömer, îbn Abbâs ve Zeyd Hz.Âişe ve İbn Ömer'in Medine'de yetişen
tabıun fakîhleri üzerinde tesirleri büyük oldu.
oldu.
Sahabilerin ekserisi,
Medine'de oturuyorlardı. Bu arada her sene hacc mevsiminde Mekke'ye
gidiyorlardı. Bu vesile ile bu şehirde bir müddet kalıyorlardı Mekke'de
özellikle İbn Abbâs, tâbiûn fakihleri üzerinde müessir oldu.
Basra, Hz. Ömer
zamanında kuruldu. Bu şehirde Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Enes >. Mâlik gibi
sahabiler kalıp, ilmî faaliyette bulundular.
Hz. Ömer zamanında
kurulan Küfe şehrinde Abdullah b. Mes'ûd, Hz. Ali gibi sahabilerin tâbiûn
devrinde yetişen fakihler üzerinde büyük etkisi oldu.
Hz. Ömer zamanında
fethedilen Mısır'a Abdullah b. Amr vali tayin edildi. |AbdulIah b. Amr burada
yetişen fakihler üzerinde müessir oldu.
Ebû'd-Derdâ, Muâz b.
Cebel, Ubâde b. Sâmit gibi sahabiler, Şam bölgesin-jde ilmî faaliyetlerde
bulundular.
Kur'ân-ı Kerim, Hz.
Ebû Bekir'in hilâfeti esnasında bir mushaf haline getirildi. Hz. Osman
zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu,
devirde hadislerin büyük bir kısmı yazılı, az bir kısmı ise şifahî halde
bulunuyordu. Bu devrede de hadislerin ezberlenmesine önem veriliyordu. Rivayete
göre Hz. Ömer, sünnetin tamamen yazılıp tedvin edilmesini istemişse de, bu
fikrinden sonradan vazgeçmiştir.
Hz. Ömer, Hz. Ali,
Sa'd b. Ubâde gibi sahabilere ait not halinde bazı fikhî malzemenin bulunduğu
rivayet edilmiştir.
Bu devir,hicri 40
yılında başlar yani Emevî Devletinin
kuruluşundan başlar, hicri 132 yılına kadar devam eder.. Bu devirde İslam
ülkesi fetihler neticesinde genişledi. Müslümanlar, fethedilen bölgelerde
çeşitli örf-adet ,kültür mirasına sahip insanlarla karşı karşıya
geldi.Hz.Osman’ın şehit edilmesiyle başlayan ihtilaflar siyasi birliği sarstı
ve müslanlar şu üç fıkraya ayrıldı.
1. Hariciler (Havâriç),
2. Şîa,
3. Cumhur (Ehl-i Sünnet).
Havâriç ile Şîa
çeşitli sebeplerle Emevilerin hilafetine karşı çıktı. Müslümanların
çoğunluğunu teşkil eden Cumhur (Ehl-i Sünnet) ise Muaviye'ye biat etti.
Bu devrin
başlangıcında Sahâbîlerden bazıları hayatta idi. Onlar vefat ettikten sonra
Tâbiûn nesli, onların yerini aldı.
Hz. Ebû Bekir ve Hz.
Ömer'in hilâfetleri esnasında Sahâbîler, özellikle Medine şehrinde ikamet
ediyorlardı. Sahâbîler, bir zaruret bulunmadıkça bu şehirden çıkıp yeni
fethedilen şehirlere gitmiyorlar di. Hatta Hz, Ömer, Sahabe'nin Medine'den
ayrılmalarını yasaklamıştı. Bu sebeple bu devrede îcmâ kolay bir şekilde vuku
buluyordu. Hz, Osman zamanında durum değişti. Hz. Osman, Sahabilerin
Medine'den ayrılmalarına izin verdi. Bunun sonucu, Sahâbîler, İslam ülkesinin
her tarafına yayıldılar ve büyük şehirlere yerleştiler. Her bölge halkı, kendi bölgelerine yerleşen
sahabîlere özel bir ilgi gösteriyor ve dini konularda onlardan fetva
soruyorlardı. Bu arada İlme meraklı genç öğrenciler, kendi bölgelerinde
bulunan sahabilerin ders halkalarına devam ediyor ve onların görüşlerini
öğrenip benimsiyorlardı. Mesela Medine'H Tabiiler İbn Ömer, Mekkeliler İbn
Abbas, Kûfeliler İbn Mes'ûd, Mısırlılar Abdullah b. Amr'dan fıkhı Öğrenmişlerdi.
Böylece Tabiiler, fıkhı kendi bölgelerinde bulunan Sahabilerden öğrenmişler,
hükümleri çıkarmada onların usullerini uygulamışlardı. Tabiiler, hocaları olan
Sahabiler gibi, hüküm istinbatında önce Kitâb'a, sonra Sünnet'e başvuruyorlardı.
Bu iki kaynakta hükmünü bulamadıkları meseleler için Sahabilerin o konuda
görüşleri bulunup bulunmadığını araştırıyorlardı. Bu devirde İslam ülkesi çok
genişlediğinden ve sahabîler, ülkenin her köşesine dağıldıklarından dolayı
herhangi bir konudaki icmâları nadiren vuku buluyordu. Bu devirde Hicaz
bölgesinde bulunan fakîhler, zaruret halinde re'ye başvururken, Irak bölgesinde
bulunan fakîhler, şartlar icabı çokça rey'e başvuruyorlardı. Şu halde bu
devirde fıkhın kaynaklan şunlardı: 1. Kitâb, 2. Sünnet, 3. İcmâ, 4. Sahabe
Kavli ve Fetvaları, 5. Rey' (ictihâdü'r-Re'y).
Bu devirde fıkhı
gelişmeleri üç madde halinde Özetleyebiliriz:
a. Fıkıh sahasında ihtilâfların devam etmesi,
b. Fıkıh sahasında tedvin hareketlerinin
başlaması,
c. Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis mekteplerinin ortaya
çıkışı.
Bunları ayrı başlık
altında inceleyelim.
1. Kur'ân'la
ilgili ihtilaflar: Bu devirde de Kur'ân'da bulunan bazı kelimeleri anlamadaki
ihtilaflar devam etmiştir. Mesela Kuru' kelimesini bazı tabiîler hayız,
bazıları ise tuhûr olarak tefsir etmişlerdir.
2. Sünnetle
ilgili ihtilaflar: Tabiilerden bazılarının bir konuda hadis'i bilmesi,
diğerlerinin o konudaki o hadis'i bilmeyişi, ihtilafa sebep olmuştur. Çünkü bu
devirde de hadisler tamamen tedvin edilmemişti. Veyahut hadis bilinmekle
beraber, o hadis'i rivayet edene güvenilmemesi sebebiyle onunla amel
edilmiyordu.
3. Örf-âdet
ve benzeri hususlarla ilgili ihtilaflar: Tabiilerin yetiştiği ülkeler arasında
örf-âdet, muamelat kaideleri, sosyal, iktisadî konular bakımından farklılıklar
vardı. Bu farklılıklar, hukukçuların ictihâdlarına tesir etmiştir.
Bu devir, tedvin
hareketi bakımından başlangıç safhası mahiyetindedir. Tabiilerden bazıları,
fıkıh sahasında eserler yazmıştır. Urve b. Zübeyr'e atfolunan fıkıh kitabının
Harra gününde (h. 63) yanıp kül olduğu rivayet edilmiştir. Şâ'bı öl. 103),
"es-sadakât ve'I-ferâiz" adlı
eseri yazdığı rivayet edilmiştir. Ebû'z- Zinâd(öl. H. 131) "biz helâl ve
haram hakkında yazdık, fakat Zühri her ısıttığıni yazdı" demiştir. Zührî
(öl. 124) fetvaları, fıkıh bablanna göre üç, Hasan el-Basrî (öl. 110) ise
fetvaları yedi bab halinde yazmıştır. Mekhûl b. Şuhrâb (ol. 116) "es-Sünen
fi'1-fıkh" adında bir kitap yazmıştır. İbrahim en-Nehaî, hocalarının
fetvalarını bir kitap haline getirmiştir. Hammad b. Ebî Süleyman'ın fıkh a ait
bir mecmuasının bulunduğu rivayet edilmiştir. Bugün elimizde mevcut fıkıh
sahasında ilk tedvin edilmiş eser, Zeyd b. Ali (öl. 122)'nin
"el-Mecmû'ul-fıkhı' adlı eseridir. Bu eser, müsteşrikler tarafından
neşredilmiştir.
Bu devirde, ehl-i rey
ve ehl-i hadis mektepleri ortaya çıktı. Bilindiği gibi bu devirde fakîhler iki
kısma ayrılıyordu:
1. Ehl-i rey (Ehlü'r-Re'y).
;
2. Ehl-i hadis (ehlü-hadîs).
Ehl-i rey, Irak
bölgesinde, ehl-i hadis ise Hicaz bölgesinde ortaya çıktı. Çıktıkları bölge
itibariyle ehl-i rey'e, Irak Mektebi, ehli hadise de Hicaz mektebi
adı verildi.
Bilindiği gibi, Dört
Halife devrinde fakîhlerden bazıları reye çok başvuruyorlardı. Diğerleri ise
ancak zaruret halinde reye müracaat ediyorlardı. Reye çok müracaat eden
sahabîler, nasslann zahiri manası yanında, onların illetleri, teşrii gayeleri
üzerinde de duruyorlardı. Bu sebeple onlar reyi çok kullanıyorlardı.
Sahabîler çeşitli
şehirlere yerleştikten sonra, tabiilerden olan öğrencileri, onların araştırma,
hüküm çıkarma usullerini öğrendiler. Mesela Alkarna, Küfe'de İbn Mes'ûd'un
hüküm çıkarma metodunu öğrendi. Alkame'den de İbrahim en-Nehaî, nasslardan
hüküm çıkarma usulünü öğrendi. Böylece Irak mektebi ortaya çıktı. Medine'de
Saîd b. Müseyyeb, reyi çok az kullanan İbn Ömer gibi Hicaz bölgesinde oturan
sahabilerden nasslardan hüküm çıkarma usulünü öğrendi. Böylece Hicaz mektebi
ortaya çıktı.
Bu mektebin sahâbe'den
üstadları, Zeyd b. Sabit, İbn Ömer, İbn Abbâs, Hz. Âişe'dir. Fakat bu mekteb
üzerinde en çok Zeyd b. Sabit'in tesiri görülmüştür. Tâbiûn'dan Saîd b.
Müseyyeb bu mezhebin reisi oldu.
Ehl-i hadisin istînbat
usûlü:
Hicaz bölgesinde
bulunan fakihler, ancak zaruret halinde re'y'e başvuruyorlardı. Herhangi bir
mesele hakkında fetva verdikleri zaman, önce Kur'an'a sonra Sünnet'e ondan
sonra da sahabenin eserlerine (Asar) bakıyorlardı. Hükmünü bunlarda
bulamadıkları zaman re'y'e başvuruyorlardı.
Ehl-i hadîs'in re'ye
az müracaat etmelerinin sebebleri:
1. Zeyd b. Sabit, İbn Ömer gibi sahabeden
üstadları ancak zaruret halinde re'ye başvuruyorlardı. Burada yetişen fakihler
de bu konuda onlara tâbi oldular.
2. Bir olay olunca onun hükmünü veriyorlardı.
Olay olmadan yani nazari olarak hüküm vermiyorlardı.
3. Hadîs kabulünde çok sıkı şartlar ileri
sürmüyorlardı. Meşhur olmayan bir hadisi re'ye tercih ediyorlardı.
4. Ehl-i
Hadîs'in yanında çok hadîs ve âsâr vardı. Çünkü Hicaz bölgesinde Hz. Peygamber
ve dört halife yaşamıştı. Bu bölge vahiy ve hadîs vatanı idi.
5. Burada
çok az olay vuku buluyordu. Zaten Peygamber ve dört halife zamanında meydana
gelen çeşitli olayların şer'î hükümleri otoriteleri tarafından çıkarılmıştı.
Tâbiûn devrinde vuku bulan az sayıdaki olayların şer'î hükümleri ise nasslann
ışığı altında çıkarılıyordu. Zaruret halinde re'ye başvuruluyordu.
Ancak burada bulunan
bazı âlimler de re'ye fazla müracaat ediyordu. Meselâ Rabî'etu'r-re'y, re'yi
çok kullandığı için kendisine bu isim verilmişti. Hadîslerin ezberlenmesi,
toplanması, amelî olarak tatbik edilmesi için büyük çaba göstermişlerdir. Aynı
şekilde bunlar sahabenin fetva ve kazalarını hıfz etme ve toplama hususunda
büyük çaba sarfetmişlerdir.
Burada ifade edelim ki
Irak'lı tâbi'ûn fakihleri, nass olan bir yerde Re'ye asla müracaat
etmiyorlardı. Hatta burada da ehl-i re'y'den ziyade ehl-i hadîse meyleden
âlimler bulunuyordu. eş-Şâ'bî gibi. Velhasıl ehl-i hadîs ve ehl-i re'y taksimi
görünüştedir. Her iki mektebin de önce kullandıkları kaynaklan kitap ve
sünnettir. Ehl-i hadîs, nassların sadece zahiri ile iktifa ederken diğerleri
onun yanında teşrî'i gaye ve illetleri üzerinde durmuşlardır.
Irak mektebinin sahabe
neslinden üstadları Hz. Ömer, İbn Mesûd, Hz. Ali Sa'd b. Ebî Vakkâs'dır. Fakat
Irak mektebi üzerinde en çok İbn Mes'ûd'un te'-siri olmuştur. Tâbî'ûn devrinde
Basra ve Kûfe'de en meşhur fakihler şunlardır: Alkame b. Kays, Mesruk b. Ecdâ,
Ubâdetu's-Selmânî. Bunlardan sonra İbrahim en-Nehâî, Âmir b. Şurâhil eş-Şâ'bî
ve başkaları. Bu medresenin reisi İbrahim en-Nehâî kabul edilir. Bu medreseye
mensup olan alimler, nassların zahiri üzerinde olduğu gibi onların teşrî'
gayeleri, illetleri üzerinde de imâli fikirde bulunmuşlar ve re'ye fazla
müracaat etmişlerdir.
Bu medresenin re'yi
çok kullanmasının sebebleri:
1. İbn
Mes'ûd gibi sahabeden üstadları, re'ye çok müracaat ediyorlardı. Bunlar, re'ye
müracaatta İbn Mes'ûd'un te'siri altında kaldılar.
2. Irak
bölgesinde hadîs, Hicaz bölgesine nazaran az idi. Çünkü hadîs râvî-lerinin
ekserisi, Hicaz bölgesinde idi. Irak'hlar, kendi bölgelerine yerleşen
sahâ-bîlerin rivayet ettikleri hadislerle yetiniyorlardı. Hatta, Iraklı tâbiûn
fakihleri hadîs kabulünde çok sıkı şartlar ileri sürüyorlardı. Çünkü bu bölgede
bazı kötü niyetli kişiler tarafından mevzu hadisler ortaya sürülmüştür.
3. Irak
bölgesinde meydana gelen olaylar, meseleler, Hicaz bölgesindekilere nazaran çok
idi. Çünkü Irak, Fars medeniyetine beşiklik etmiş bir ülke idi. Burada bulunan
insanların örf ve adetleri çok farklı idi.
4. Irak
bölgesinde sosyal hayat karmaşık idi. Burada halk, zirâat, ticaret ve san'atla
meşgul oluyordu. Bu durumlar, re'ye dayanan ictihâdları gerektiriyordu.
5. Bu bölgede bulunan alimler, kendilerince makbul
olan hadîsleri ezberliyorlar ve onları topluyorlardı.
6. Iraklı
fakihler özellikle İbn Mes'ûd'un fetvaları ile Hz. Ömer, Hz. Ali ve Şurayh'ın
kazalarım topluyorlardı.
7. Irak'h fakihler, olaylar vuku bulmadan da
onları zihinlerinde düşünüyorlar ve böylece farazi olaylar hakkında hükümler
ortaya koyuyorlardı.
Bu devirde hadisleri
ezberleme ve onları toplama faaliyeti başladı. Hadis l'mleri yetişti. Emevi
halifesi Ömer b. Abdilaziz, hadislerin tedvini için ez-Zührî ile Ebû Bekir
Muhammed b. Amr b. Hazm'ı görevlendirdi.
Bu devirde bozuk
fikirli ve İslam düşmanı kişiler tarafından uydurma hadisler rivayet edildi.
Bu arada cahil kişiler ile siyasî fırkalara aşırı derecede bağlı olanlar, halkı
güya iyiliklere teşvik etmek, kötülüklerden uzaklaştırmak makda-siyle hadisler
uydurdular. Bu sebeple özellikle Iraklı hukukçular, hadis kabulünde sıkı
şartlar ile sürdüler. Hadis uyduran kişilerin hileleri, düşündükleri şekilde
çok uzun sürmedi, uydurdukları hadislerle müslümanları aldatamadılar. Bu arada
bazı alimler, uydurulmuş hadisleri tesbit etmek üzere faaliyette bulundular ve
böylece sahih hadislerle, uydurulmuş hadisleri birbirinden tefrik ettiler.
Tabiûn devrinde
yetişen fakihlerin en meşhurları şunlardır: Medine'de: Saîd b. Müseyyeb (öl.
94), Urve b. Zübeyr (öl. 97), Kasım b. Muhammed (öl. 102), Hârice b. Zeyd (öl.
100), Ebû Bekir b. Abdülah (Öl. 94), Süleyman b. Yesâr (öl. 107), Ubeydullah b.
Abdullah b. Utbe (öl. 98). Bunlara yedi fakîh (el-fukâha's-seb'a) denir. Ebû
Bekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm (öl. 120), Ebû Ca'fer b. Muhammed b. Ali (öl.
117), Rabiatü'r-rey (öl. 136), ez-Zührî (öl. 124), en-Nâfi' (öl. 117),
Ebû'z-Zinâd (öl. 131).
Mekke'de: Atâb.
EbîRabâh(öl. 115), Mücâhid (öl. 100), İkrime(Öl. 105), Mısır'da: Yezîd b. Ebî
Habib (öl. 128), Ebû'1-Hayr Mersed b. Abdillah el-Yezenî (öl. 90).
Basra'da: Hasan
el-Basrî (1.110), Muhammed b. Şîrîn (Öl. 110), Katâde (öl. 117).
Kûfe'de: Alkarna b.
Kays (1.62), Şureyh (öl. 82), Mesruk b. Eçdâ (öl, 63), Abdurrahman b. Ebî Leylâ
(83), İbrahim en-Nehaî (1.96), Saîd b. Cübeyr (1.95, Hammâd b. Ebî Süleyman
(öl. 120), eş-Şa'bî (öl. 104).
Yemen'de: Tavus b.
Keysân (öl. 106), Vehb b. Münebbih (öl. 114), Yahya b. Ebî Kesîr (öl. 129).
Şam'da: Mekhûl (öl.
116), Ömer b. Abdilaziz (öl. 101), Ebü İdris el-
Havlânî (öl. 80)
Bu devir, hicri 132
yılından başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir
"fıkıhm yükseliş devri", "fıkhın altın devri", "tedvin
devri", müctehidler devri", "etbau't-tabiîn devri" olarak
da adlandırılır.
Bu devir başlarında
hilâfet Abbasilere geçti. Abbiseler, Emevi sülalesine çok sert davrandı. Emevi
sülalesinden Abdurrahman gizlice İspanya'ya giderek orda Endülüs Emevî
Devletini kurdu. Abbasi devleti çeşitli sebeplerle bölünerek, bazı küçük
devletler kuruldu. Bu devirde fıkıh sahasında büyük bir gelişme kaydedilmiştir.
Bu devirde fıkhın gelişme sebeblerini ana başlıklar altında inceleyeceğiz.
A. Abbasi
halifelerinin din ilimlerine ve âlimlere gösterdikleri yakın ilgi:
Emevî halifeleri
genellikle siyasi isyanları bastırmak, devletin mali, idari, askeri ve benzeri
sahalardaki işlerini düzeltmek ve fetihleri gerçekleştirmekle meşgul
oluyorlardı. Din ilimleriyle pek fazla ügilenemiyorlardı. Bu devrede fakîh-ler,
ders okutuyor, halkın dini sorularını fetvalarıyle cevaplandırıyorlardı.
Kadılar, müctehid alimler arasından seçiliyordu. Bu sebeple onlar,
ictihadlanyle hüküm yeriyorlardı. Tayin edilen kadılar, vazifeleri esnasında
Emevilerin siyasi işlerine karışmadıkları müddetçe rahat ediyorlardı. Din
alimleri, Emevi halifelerini, İs-lami ilimlere gereken ilgi ve rağbeti
göstermedikleri için sevmiyorlardı. Abbasi halifeleri, emevi halifelerinin
aksine din ilimlerine ve din bilginlerine yakın bir ilgi gösterdiler. Abbasi
halifelerinin alimlere yaklaştıklarını gösteren bazı Örnekler:
1. Halife
Mansur, îmam Malik'in Muvatta'ını hâkim ve müftilerin uygulayacağı devletin
kanunu yapmağa teşebbüs etti. Fakat İmam Malik, buna razı olmadı. Aynı isteği
Harun Reşid de tekrarladı. Yine İmam Malik ona müsbet cevap vermedi.
2. Halife
Harun Reşid, Ebû Yusuf dan devletin maliye işleriyle ilgili olarak uygulayacağı
islami hükümleri ihtiva eden bir eser yazmasını istedi. Ebu Yusuf, bu isteğe
müsbet cevap verdi ve K. el-Harâc'ı yazdı.
3. Abbasi
halifeleri, din bilginleriyle sohbette bulundular, onlarla fikir alışverişinde
bulundular, din bilginlerinden çocuklarının okutmalarını istediler, onlara
bolca maddi ihsanlarda bulundular.
Bu devirde, önceki
devirlerde olduğu gibi fikir ve ictihad hürriyeti vardı Müftİler içtihada
dayanarak fetva veriyorlardı. Hakimler de ictihad ile hüküm veriyorlardı. Bu
devirde gerek müftiler ve gerekse hakimler muayyen bir kanuna veya muayyen bir
mezhebe bağlı değillerdi. İctihad iktidarına sahip olamayan kişiler ise
istedikleri alimlerden soru sorarak faydalanabiliyorlardı. Herhangi bir mezhebe
bağlanma mecburiyeti yoktu.
Bu devirde İslam ülkesinin toprakları,
İspanya'dan Çin'e kadar uzanıyordu. Bu topraklar üzerinde çeşitli örf ve
adetleri bulunan insanlar yaşıyordu. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep
oluyordu. Buna ek olarak yeni müslüman olan kişiler, İslami ilimleri öğrenmek
arzusunda idiler. Bu kişiler, müctehid alimlere koşarak onlardan ders
okuyorlardı ve bir taraftan da fetva istiyorlardı. Fakihler de o kişilere
gereken alakayı gösteriyor ve memnuniyetle fetvalar veriyorlardı. Böylece
fıkıhın sahası genişledi ve fikhî malzeme çoğaldı.
Bu devirde tâbiûn
devrinde olduğu gibi her aile, çocuğunun İslami İlimleri okuyarak bu sahada bir
alim olmasını arzu ediyordu. Bu sebeple çocuklarım tahsil için tanınmış fakihlere
gönderiyorlardı. Bu devirde gerek arab ve gerekse arap olmayan milletler,
İslami ilimleri okuyup öğrendiler. İşte İslami ilimlere rağbetin neticesinde
çokça müctehrd yetişti. Bu müctehidlerin her birisi, bir toplumu arkasından
sürükleyebilecek kabiliyette idi. İşte kabiliyetli bu müctehidler,
icti-hadlanyle İslam hukukunun gelişmesini temin ettiler.
Bu devirde, tefsir,
hadis, kıraat, fıkıh, fıkıh usulü, lügat, edebiyat, sarf, na-|hiv gibi dîni,
edebi ilimler tedvin edildi.
Bu devrede İslam
ülkesinin her köşesinde müctehid derecesinde alimler bulunuyordu. Bağdad,
Basra, Küfe, Medine, Mekke, Mısır, Şam, gibi şehir ve bölgeler birer ilim
merkezi idi. Bu devirde fakihler ilim için seyahatlar yaparak çeşitli şehirlerdeki
alimlerle fikir teatisinde bulunuyorlardı. Aynı zamanda ilim merkezlerinde
şöhret yapmış alimlerden ders okumak üzere İslam ülkesinin dört bir köşesinden
öğrenciler gelerek bu alimlerin ders halkalarına katılıyorlardı. Bu arada
fakihler özellikle hac mevsiminde Mekke ve Medine'de bir araya gelerek fikir
alış verişinde bulunuyorlardı.
Bu devrede fıkıh
mezhebleri ortaya çıktı. Her mezhebin
görüşlerini, usullerini yayan ,bir çok taraftarları vardı.Mezheb
imamları ve onların öğrencileri ,fıkıh ve fıkıh usulüne ait kitaplar
yazdılar.Fıkıh mezhebleri ve imamlarıyla ilgili bilgi ,ayrı bir bölümde
verilecektir.
Mezhebler kurulurken
fıkıh ıstılahları da ortaya çıktı.Farz, vacib , sünnet ,mendub haram mekruh
şart illet sebeb fasid batıl sahih ve benzeri ıstılahlar izah edildi.
İ.İlmi Münakaşaların
Yapılması
Müctehid imamlar
devrinde,alimler arasında ilmi münakaşalar yapılırdı.Hatta bir müctehidin
görüşlerine cevap mahiyetinde kitaplar da yazılırdı.Mesela İhtilafu İbn Ebi
Leyla ve Ebu Hanife er-Reddü Ala Siyeri’l-Evzai el-Ümm gibi.İmam Malik ile Leys
b. Sa’d arasında ilmi yazışmaların yapıldığına da şahid oluyoruz.
Bu devir, hicri
dördüncü asrın yarısından başlar, Moğolların Bağdad'ı istilâ ettikleri hicri
656 tarihine kadar devam eder.
Sahabe, Tâbiûn ve
Tebeu't-tâbiûn devirlerinde ictihâd iktidarına malik olan âlimler, Kur'ân ve
Sünnet nasslarına tabi olarak yaşıyorlardı. îctihad iktidarına sahip
olamayanlar ise bilemedikleri konulan istedikleri âlimlerden sorup öğreniyorlardı.
Muayyen bir âlime veya mezhebe tabi olmuyorlardı. Halbuki bu devirde gerek alimler
ve gerekse halk, imam kabul ettikleri bir müctehidin mezhebine bağanmışlardı.
Alimler, tabi oldukları mezhebin hükümlerine, Kur'ân ve Sün-net'in nassları
gibi inanıyorlardı. Bu konuda iki misal verelim:
1. Hanefi
fakihlerinden Ebû'l-Hasen Ubeydullah el-Kerhî (öl. 340) "Bizim
fakihlerimizin vermiş oldukları fetvalara aykırı düşen ayetler, ya mensûhtur veya
te'vile muhtaçdır. Keza bu durumda olan her hadis, ya mensûhtur veya te'vil
edilmelidir" demiştir.
2.
İbnu's-Subkî, et-Tabakatu'1-Kübrâ'da yazdığına göre Ebû Muhammed Abdullah b.
Yûsuf el-Cüveynî (öl. 438), muayyen bir mezhebe bağlanmamak üzere el-Muhît
adıyla bir eser yazmağa başlamış ve bu eseri yazarken sahîh hadislere tabi
olmağı istemiştir. Kaleme aldığı bu eserin üç formasını eline geçirip okuyan
el-Beyhakî (öl. 458), eserin müellifi el-Cüveynî'ye bir mektup göndermiştir,
el-Beyhakî, mektubunda "İmam Şafiî'nin delil olarak kullanmadıkları
hadislerin, gizli kusurlarının bulunduğuna, hadislerle amel etmenin sadece ona
ait olduğuna, buna mukabil el-Muhît'de yer alan hadislerin bir kısmının zayıf
olduğuna ve anlarla amel edilemeyeceğine işaret etmiştir. Mektubu alan
eî-Cüveynî, ei-Beyhakî'ye dua ederek, el-Muhît'i tamamlama fikrinden
vazgeçmiştir.
Bu devirde fakihleri
taklide sürükleyen sebeplerin Önemlilerini şöyle sıralayabiliriz:
Talebeler, bu devirde
hocalarına tabi olmuşlar, bunlardan sonra gelenler de daha öncekilere tabi
olmuşlar ve bu tabi olma durumu nesilden nesile sürüp gitmiştir. Her nesil,
kendinden önceki nesli daha çok takdir etmiş ve ona tabi olmayı bir vazife
telakki etmiştir.
Bundan önceki devirlerde
halifeler, kadıları Kur'ân ve Sünnet ilminde temayüz etmiş ve şer'î hükümleri
nasslardan çıkarma gücüne sahip olduğu çevrece bilinen müctehidler arasından
seçerek tayin ederler ve bunlardan nasslarla, nass olmayan yerlerde nassların
ruhuna uygun görüşle amel etmelerini isterlerdi. Tayin edilen kadılar da âdil
olarak icra-i kazada bulunurlardı.
Ancak zamanla bazı kadılar, vazifelerinin kudsiyetini unutarak hak ve
adaletten ayrılmağa başladılar, hatta bazıları rüşvet bile aldılar. Bu durum
karşısında halkın adalete itimadı sarsıldı. Dolayısiyle kötüye kullanılmağa
başlanan içtihada halkın itimadı kalmadı. Halk, eski imamlarının ictihadlarına
dayanmayan hükümlere razı olmamağa başladı. Bu sebeple halifeler, adaletin
itibarı sarsılmasın diye kadıları eski mezhep imamlarının ictihadlarına göre
hüküm vermeğe mecbur ettiler. Böylece kadıların ictihad kabiliyetleri söndü,
taklid aldı yürüdü ve hükümleri tedvîn edilmiş mezheplerin daha fazla
yayılmasına sebeb oldu.
Müftî ve kadılar,
hükümleri tedvin edilmiş mezheblerden kolayca istifade edebiliyorlardı. Böylece
fıkhî mezheblerin hükümlerinin tedvin edilmesi, müftî ve kadıları tembelliğe ve
yeni araştırmalar yapmamağa şevketti.
Bu devirde, nefse
güven azalmış, ictihaddan çekinilmiştir. Fakihler, kendilerini zayıflık ve
acizlikle ithamda bulunmuşlar, Kitâb ve Sünnet nasslanndan hüküm çıkarmağa
kudretlerinin bulunmadığını zannetmişlerdi. Onlar için en hayırlısı ve en
münasip şeyin, bilinen bir mezhebe bağlanmak, onun prensiplerini .anlamak
şeklinde düşünülmüştür.
Abbasi halifeleri,
türk hükümdarları genellikle hanefi mezhebini, Nizamul-mülk, Selahaddin Eyyübî
Şafiî mezhebini desteklemişlerdir. Maliki mezhebi ise Endülüs'de himaye gördü.
Bu devirde hükümdar ve
vezirler, medreseler kurup maaş ve vazifeleri, muayyen mezhep erbabına tahsis
ettiler. Medreselerde vazife ve maaş alabilmek için müderrisler ve öğrenciler,
dört mezhebden birine bağlanmak durumunda kaldılar. Bu durum ise içtihada mani
oldu.
Bilindiği gibi ilk
devirlerde devlet adamları, iftâ ve kaza makamlarına en h'I kişileri seçerek
getirirlerdi. Alimler, bu makamlar için tâlib olmazlardı. Halbuki bu devirde
âlimler, bu makamlara gelebilmek için devlet adamlarının aya-" na kadar
gider ve kendilerinin o makama ehil olduklarını, başkalarının ise ehil
olmadıklarını söylerlerdi. Bu durum ise âlimler arasında rekabetin meydana gelmesine
sebep oldu ve âlimler, matlûb değil tâlib duruma düştüler.
Bu devir fakihleri,
taklidi tercih etmelerine rağmen, fıkhî sahada faydalı çalışmalarda
bulunmuşlardır. Onların tedvine yönelik hukuki çalışmalarım şöyle
sıralayabiliriz:
Bilindiği gibi mezhep
imamlarından nakledilen her hükmün illeti ve delili belirtilmemiştir. İşte bu
devir fakihleri, imamlarının görüşlerini naklederken illet ve delillerini
tesbit ettiler. Bu konuda fıkıh usulü kitapları te'lif .ettiler.
Bu devirde yetişen
fıkıh alimleri, mezheblerinin furû-ı fıkıh kitaplarını yazdılar. Yazdıkları
kitaplarda hükümlerin delillerini de tesbit ettiler. Mesela Se-rahsî, Mebsüt'u,
Şirâzî, Mühezzeb'i te'lif etti.
Bu devirde yetişen
fakihler, imamlarından kendilerine intikal eden rivayet ve ictihadlar arasında
tercihler yaptılar. Mesela hanefi fakihleri, İmam Muham-med'in kitaplarında
mevsuk olarak nakledilenleri tercih ettiler. Şâfiîler, Rabî ve Müzenî'nin
görüşlerini, diğerlerine tercih ettiler. Malikîler de İbmVl-Kâsım'ın rivayetlerini
daha sahih buldular.
Bu devir fakihleri,
mezheplerin mukayesesini konu edinen kitaplar te'lif ettiler. Mezheblerin
mukayesesini konu edinen ilim dalı, Ümü'I-hilâf (hilâfiyyât)'dır. Bazı
fakihler, kendi mezheblerinin üstünlüğünü isbat maksadiyle eserler yazdılar.
Mebsût ve Mühezzeb gibi eserler de hilafa da yer verilmiştir. Hanefilerden
ed-Debûsî, ilm-i hilafın kurucusu olarak bilinir. Taberî, İbn Rüşd gibi âlimler
de hilafa dair eserler yazmışlardır.
Bu devir hukukçuları,
münakaşa ve münazara âdabına ait (ilmu'l-cedel ve ilmu âdâbi'I-bahs
ve'1-münazara) kitaplar te'lif ettiler. İlk devirlerde fakihler ar sında mesela
Ebu Hanife ile İbn Ebî Leylâ arasında ilmî münazara ve münaka salar olurdu.
Şafiî, Ümm'ünde fukâhâ ile yaptığı münakaşaları nakleder. Bun lardan maksat,
hakikati ortaya çıkarmaktır. Bu devirde, münakaşa ve münazaralar hakikatin ortaya
çıkmasını sağlamaktan ziyade, haklı çıkmak için yapılıyordu' Halbuki eskiden
münazara yapanlar, delile tabi oluyorlardı. Hangi tarafın delili kuvvetli ise o
kazanırdı. Bu devirde ise delilden ziyade mezheb imamının söz ve ictihadlanna
müracaat ediliyordu.
Bu devirde ictihad
kapısının kapanıp kapanmadığı konusunda ortaya iki görüş atılmıştır:
1. İctihad kapısı kapatılmıştır (mesdûd),
2. îctihâd kapısı kapanmıştır (münsedd).
Birinci görüşü müdafaa
eden fakihler, ictihad ehliyetini haiz olmayan kişilerin hukuka uygun olmayan
batıl fetvalariyle halkın dini bozulacağından korktukları için ictihad
kapısının kapatıldığına dair fetva vermişlerdir. İkinci görüşü müdafaa eden
fakihlere göre, müctehid kalmadığı için ictihad kapısı kendiliğinden
kapanmıştır.
Burada ifade edelim
ki, mukayyed ictihad müessesesi, hiç bir zaman sona eremez. Her asırda ona
ihtiyaç duyulabilir. Farz -ı kifâye olan içtihadı, müslü-manların devam
ettirmeleri dinî bir vecîbedir.
Bu devirde yetişen
fakihlerden bazılarının isimlerini vermekle yetineceğiz:
l. Kerhî(öl.
340).
2. Cassâs
(öl. 370).
3. Ebû'1-Leys
es-Semerkndî (öl. 373).
4. Ebû
Abdillah Yusuf b. Muhammed el-Cürcânî (Öl. 398).
5. Kudûrî
(öl. 428).
6. Debûsî
(öl. 430).
7. Ebû Bekir
Hahârzâde (öl. 433).
8. Serahsî
(öl. 483).
9. Pezdevî
(öl. 483).
10. Hakîm
eş-Şehid (öl. 344).
11. Kâsânî
(öl. 585).
12. Kâdîhân
(öl. 592).
13. Mergînânî
(593).
1 . Îbnü'l-Arabî
(öl. 543).
2 . Kâdî
îyâz (öl- 541).
3 . îbn Rüşd
(öl- 595).
1. Kaffâl el-Kebir eş-Şâşî (öl. 336).
2. Kaffâl es-Sağir (öl. 417).
3. Ebû İshak el-Isferaymı (ol. 418).
4 el-Maverdi (öl. 450).
5 Ebû îshak eş-Şirâzî (öl. .476).
6. Ebû'l-Meâli el-Cüveynî (öl. 478).
7. Gazâlî (öl. 505).
1. Ebû Bekir Ahmed b. Muhammed el-Hallâl (Öl. 311).
2. İbnu'l-Kasım el-Hırakî (öl. 334).
3. İbn Kudâme (Öl. 620).
1. İbnu'l-Muğallas(öl. 324).
2. İbn Hazm (öl. 456).
Bu devir, Bağdad'ın
Moğollar tarafından istilâsı olan H. 656 yılında başlar, Mecelle'nin tedvinine
başlandığı h. 1286 tarihine kadar devam eder.
Bu devirde İslami
ilimleri öğrenenler, genel olarak bir mezhebi seçti ve o mezhebin hükümlerini,
usullerini müdafaa ettiler. Fıkha çok önemli katkıları bulunmadı.
1. Alimler,
eskilerin ruhu besleyen, zihinleri açan ilim yüklü açık kitapları bir tarafa
bırakarak, muhtasar kitapları okuttular.
2. Alimler
arasında fikir birliği kalmadı, münasebetler kesildi. Önceden ilim için yapılan
seyahatler, aşağı yukarı yapılmadı.
3.
Medreselerde ana kaynak kitaplar bırakılıp, lüzumsuz kaide ve i'râb
mü-nakaşalariyle vakit öldürüldü. Yani alet ilimlerine verilen Önem, tefsir,
hadis, fıkıh gibi temel islamî ilimlere verilmedi.
Bu devir hukukçuları,
kitap yazma faaliyetinde bulundular. Bu devirde bazı alimler, fıkıh ve fıkıh
usulüne ait bir metin yazardı. Hiç şüphesiz metin halinde yazılan bu eserde,
müphem ve kapalı kelime, terkib ve cümleler bulunurdu. Bu sebeple bizzat metin
yazarı veya başkaları tarafından o metne bir Şerh yazılırdı. Mesela Molla
Hüsrev'in Mirkat ve Mir'ât'ı böyledir. Sonra da Şerh'ler üzerine düşünceler,
taliklerden ibaret Haşiyeler yazılırdı. Hakikatte Şerhler ve Haşiyelerle,
metnin kapalı kelime, cümle ve terkipleri izah edilirdi. Ayrıca bu
devirde bazı
kitapların ihtisâr'ı yapılırdı. Bu devirde Metin, Haşiye, Şerh ve İhtisar
halinde yazılan kitaplardan bazılarının ibareleri kolay, açık ve anlaşılır ve
ilmî kitap hüviyetinde idi. Bu devirde bazı alimler -az da olsa- ilk devir
hukukçularının usullerine uygun eserler kaleme aldılar.
Bu devirde bazı
fakihlerin, halkın soruları üzerine verdikleri fetvaları bir kitap halinde
toplandı. Bu fetva kitaplarının bir kısmı, bir fıkıh kitabı mahiyetinde İdi.
Bazı fetva kitapları ise soru-cevap şeklinde kaleme alındı. Fetva kitapları,
günlük tatbiki hukuku aksettirmeleri yönünden ve hukukçuları muayyen bir
mezhebin mes'elelerine kıyasla da olsa tatbiki meselelere hüküm bulma ve halletmede
çok önemlidir.
Şer'î hukukun yanında,
idare, mâliye, ceza gibi çeşitli hukuk sahalarına âit olmak üzere, vaktiyle
padişahların emir ve fermanları ile vazedilmiş olan kanun ve nizamları, aynen
veya hulâsa olarak bir araya toplamak suretiyle tertib edilen mecmualara,
"kanunnâme" denir. Bazan kanun yerine "yasa" veya
"yasak", kanunnâme yerine de "yasaknâme" tabirinin
kullanıldığı görülmektedir.
Akkoyunlular ve
Memlûkler'den intikal etmiş kanunlar bulunmaktadır. Ancak bugün elimizde
mevcut bulunan ve derlenmiş kanunnâmeler, Osmanlılara aittir. Fâtih, Kanunî,
II. Selim, I. Ahmed, IV. Murad ve Abdülmecid zamanlarında çıkarılmış ceza
kanunları da bize kadar gelmiştir.
Burada duraklama
devrinde yetişen bazı fakihlerin isimlerini vermekle yetineceğiz.
1.
Ebû'l-Berekât en-Nesefî (öl. 710),
2 .Sadru'ş-Şerîa (öl. 747).
3 .Zeyleî (öl. 743).
4 .İbnü'l-Hümâm (öl. 861).
5 .Aynî (öl. 855).
6 .İbn Nüceym (öl. 969). -
7 .Seyyid Şerif Cürcânî (öl. 816).
8 .Alaeddin Kara Hoca (öl. 800).
9. Molla Hüsrev (öl. 885).
10 .İbn Melek (öl. 885).
11. Ebu's-Suûd (öl. 982).
12 .Emir Kâtib el-îtkânî (öl. 758).
13. Babertî
(öl. 786).
14. Molla Fenâri (öl. 834).
15. Hızır Bey (öl. 863).
16. İbn
Kutlubuğa (öl.879).
17. Molla Gürânî (öl. 893).
18. Zenbilli Ali Efendi (öl. 923).
19. İbn Kemâl (öl. 940). 20..İbrahim Halebî (öl.
956). 21. İbn Abidin (öl. 1252).
1. İbn Hadb (Öl. 646).
2. Karâfî (öl. 664).
3. îbn Ferhûn (öU 799).
1. İbn Abdisselâm (Öl. 660).
2. İbn Dakîki'1-îd (öl. 701).
3. Îbnü'r-Rif'a (öl. 710).
4. Sübkî
(öl. 756).
5.
Îbnü's-Sübkî (öl. 771). ,j'.6. Teftezânî (öl. 793). ^7. Fîrûzâbâdî (öl. 817).
8. îbn Hacer el-Askalânî (öl. 852).
9. Celaleddin el-Mahallî (öl. 864). 10. Süyûtî
(öl. 921).
2. İbn Teymiyye (öl. 728).
3. İbn Kudâme (Şemsüddin) (öl. 744).
4. îbn Kayyım (öl. 751).
1. Şevkânî
(öl. 1250).
Bu devir, Mecelle'nin
tedvin edilmeğe başlandığı hicri 1286 yılından başlar, zamanımıza kadar devam
eder.
İslam Hukuku, bu
devreye kadar asırlar boyunca kananluştınlamadı. Müf-tiler, hâkimler ve
idarecilere karşılaştıkları dini ve hukuki meselelerin hükümlerini bilmek için
Önceleri Kitap ve Sünnet'e müracaat ediyorlardı. Mezheblerin kurulmasından
sonra ise fıkıh ve fetva kitaplarına müracaat ediyorlardı. Devlet muayyen bir
mezhebin hükümlerini mahkemelerde uygulanır hale getirirdi.
Osmanlı devletinde iç
ve dış sebeplerle fıkıh hükümlerinin kanunlaştırılmasına ihtiyaç duyuldu.
Adliye nazırının başkanlığında İslam Hukukçularının ileri gelenlerinden meydana
gelen bir komisyon kuruldu. Bu komisyon 1286-1293 / 1869-1876 tarihleri
arasında peyderpey 1851 madde ve 16 kitaptan oluşan Mecelle-i Ahkâm-ı
Adliyye'yi hazırladı. Hanefi fıkhına dayanan Mecelle, borçlar, eşya, şahıs,
muhakeme usulü kanunlarını ihtiva etmektedir. Ayrıca Osmanlılarda aile, arazi
gibi konularda kanuni düzenlemeler yapıldı.
Bu devrede Mısır,
Ürdün, Irak, Suriye, Fas, Tunus, Hindistan, Pakistan gibi İslam ülkelerinde
kanunlaştırma faaliyetleri başladı ve bazı konularda İsla-mî kanunlar
çıkarıldı.
Bu devrede İslam
hukukuyla ilgili mukayeseli etüdler yapıldı ve ayrıca bazı islam ülkelerinde
fıkıh ansiklopedileri hazırlama teşebbüsünde bulunuldu.
1. Leknevî
(öl. 1304),
2. Şihâbüddin el-Mercânî (öl. 1306),
3. Kadri Paşa (öl. 1306).
- -
4. Sıddık Hasan Han (öl. 1307).
5. Ahmed Cevdet Paşa (öl. 1312).
6. Ömer Hilmi Efendi (öl. 1307).
7. el-Kâsımî (öl. 1332).
8. Ö. N. Bilmen,
9. Ali Haydar Efendi (öl. 1355).
10. Ahmed ez-Zerkâ
11. Hudari Bey,
12.
Abdulkerim Zeydan...
[1] ez-Zerkâ, el-Fikhû'l-İslâmî, I, 55-56.
[2] Bu konuda fazla bilgi için bk.Muhammed Yusuf Musa
,Fıkh-i İslam Tarihi trc.A.Meylani,İstanbul 1973;Hallaf Teşiir İslam Tarihi trc.H.Algül,İstanbul
1971;Hudari İslam Hukuk Tarihi trc.H.Hatiboğlu ,İstanbul 1974;Zeydan İslam
Hukuku Tarihi İstanbul 1974;Enver Mahmud Debur, el-Medhal li
diraseti’l-fıkhi’l-İslami ,Kahire 1985;Kavakçı Karahanlılar Devri İslam
hukukçuları Ankara 1976 Abdullatif es-Sübki,Muh.Sayıs-Muh.el-Beriri,
Tarihu’t-teşri’i’l-İslami ,Kahire 1939.
[3] bk. Enfâl, 67-70
[4] Bakara, 185.
[5] Hâcc, 78.
[6] Buhârî, Megâzî, 60.
[7] Bakara, 228.
[8] Zeydan, İslam Hukukuna Giriş, s. 201.
[9] Neseî, VI, 198.
[10] Bakara, 236.
[11] Hudarî, İslam Hukuk Tarihi, 145-148.
[12] Mâide, 6.
[13] Karaman; Tarih," s. 48.
[14] a.g.e., aynı yer.
[15] İbn Kayyım, İ'lâm, I, 16.