MEZHEB
VE FIKHÎ MEZHEB KAVRAMLARI
I. MEZHEB'İN MANA VE MAHİYETİ:
2.FIKIH
MEZHEBLERİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
3.
HİCAZ VE IRAK'DA YETİŞEN FAKİHLER VE EHL-İ REY, EHLİ HADİS KAVRAMLARI
4.
YAŞAYAN - YAŞAMAYAN, SÜNNÎ - GAYR-t SÜNNÎ MEZHEP KAVRAMLARI
a.
Sünnî - Gayrî Sünnî Mezhepler:
c.
Yaşamayan Fıkıh'Mezhepleri:
SÜNNÎ
MEZHEPLER
SÜNNÎ OLMAYAN
MEZHEPLER
5.
FIKIH MEZHEPLERİNİN İHTİLÂF SEBEPLERİ
1. Kur'ân'la İlgili İhtilâflar:
2. Sünnetle İlgili İhtilâflar:
3. Sahabî Kavlî Ve Fetvasiyle İlgili İhtilaflar:
4. Hükmün Ületiyle İlgili İhtilaf:
5. Bazı Fer'î Delillerle İlgili İhtilaf:
6. Örf Ve Âdetle İlgili İhtilaflar:
7. Delillerin Tearuzu İle İlgili İhtilaflar:
9.
Diğer Konularla İlgili İhtilaflar:
6.
MEZHEPLERİN İÇTİMAİ VE HUKUKİ HAYATTAKİ YERİ VE ÖNEMİ
7.
FIKIH MEZHEPLERİNİN YAYILMASININ AMİLLERİ
8.
MEZHEPLERİN COĞRAFİ YAYILIŞI
Lugatta yürüyüp gitmek
manasındaki zehâb kökünden gelen mezheb (ç. me-zâhib), gidilen yol, tutulan yol
manalarına gelir. Istılahta ise bir müctehidin, ic-tihad ve anlayışlarından
meydana gelen i'tikâdî ve fıkhı yol diye tarif edilir. Başka bir ifadeyle bir
müctehidin, İslâm'ın itikâdî, amelî-fer'î konularını, nasslann ışığı altında
muayyen ve hususî bir şekilde anlaması neticesinde ortaya koyduğu görüş, fikir
ve ictihadlarının hey'et-i umumiyesîne mezheb denir. Bir müctehidin, i'tikad
ile ilgili görüş, fikir ve ictihadlan, onun itikadı mezhebini, fer'î-amelî
konularla ilgili görüş, fikir ve ictihadlan ise onun fıkhî mezhebini meydana
getirir. Mesela Hanefî mezhebi, maturidî mezhebi gibi.
Müctehid mertebesine
ulaşmış âlimler, İslâm dininin i'tikad ve fıkıh sahasında bazı meselelerin
delilini bulmak, delillerden hükümler çıkarmak, meseleleri anlayıp tefsir
etmekte birbirlerinden farklı görüş ve fikirler ortaya koymuşlar, farklı
ictihadlarda bulunmuşlardır. Biraz önce de ifade ettiğimiz gibi bir müctehidin
diğer müctehidlerden farkh görüş, fikir ve ictihadlarının tamamı bir mezhebi
meydana getirir. Kendisine has görüşleri bulunan müctehid'e, başkaları
kendisine ittiba ettikleri için imâm unvanı verilmiştir. İşte bu müctehid,
mezheb kurucusu ve sahibi olarak kabul edilir . Mezhep sahibi ve kurucusu
olarak kabul edilen İmâm, hiç bir surette bir din ve şeriat koyucusu değildir.
Bu zât, peygamber tarafından tebliğ edilen İslâm dininin i'tikad ve fıkıh
sahasındaki nasslara aykın olmayacak şekilde fikirler ileri sürebilen,
ictihadlarda bulunabilen müctehid bîr kişi olarak kabul edilir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)
zamanında, müslümanlardan herhangi biri, bir güçlükle karşılaştığı, dinin bir
hükmünü anlayamadığı zaman gelir, bunu Peygamber (s.a.s.)'den sorup öğrenirdi.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in vefatından sonra Sahabe ve Tâbiûn devirlerinde de
ileri gelen âlimler, müslümanlann anlayamadıkları meseleleri, Peygamber
(s.a.s.)'ın kendilerine öğrettiği şekilde Kur'ân ve Sünnet'e başvurarak
açıkladılar. Fetihler sonucu İslâm Ülkesinin sınırlan genişledi. Ebû Hanîfe,
imâm Mâlik, İmâm Şafiî, Ahmed b. Hanbel gibi dinin hükümlerini iyi bilen
âlimlerin etrafında topluluklar teşekkül etmeğe başladı. Giderek bu topluluklar
bir mezheb haline geldi. Böylece Hanefî Mezhebi, Şafiî Mezhebi, Mâlikî Mezhebi,
Hanbelî mezhebi gibi fıkhı mezhebler ortaya çıktı. Biraz sonra da izah
edileceği gibi fıkhı mezheblerin arasındaki anlaşmazlık dinin fürûu (dinin
uygulama ile ilgili hükümleri) kısmındadır. Mezheb sahibi ve İmâmı olan müc-tehidler
daha çok Kur'ân ve Sünnet'ten hüküm çıkarma (istinbat) metodunda, Kıyâs,
İstihsân gibi fer'î delillerin şeriatla bağlantılı bir delil olarak değerlendirilmesinde
farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunun sonucu hicri 2. ve 3. asırda her
mezheb imamı veya onun öğrencileri, Kur'ân ve Sünnet nasslarını, Ashâb ve
Tâbiûn'un fıkhı ictihad ve görüşlerini, kendi usûl ve prensipleri muvacehesinde
tahlil etmişler, kabul ettikleri delillerden hüküm çıkarma usulünü açıklayan
fıkıh usulü kitapları, çözümlenmiş meseleleri ve hükümleri ihtiva eden fıkıh kitapları
tedvin etmişlerdir.
Fıkıh tarihi
kitaplarında fukahanm genellikle iki kısma ayrıldığını, bir kısmını HicâzMa
yetişen fakihlerin, diğer grubu ise Irak'ta yetişen fakihlerin oluşturduğunu
görmekteyiz. Hicaz'da yetişen fakihler için genellikle
"ehlü'l-hadîs", ashabu'î-hadîs", "ehlü'1-eser",
Irak'ta yetişen fakihler için genellikle "eftfü'r-Rey",
"ashâbu'r-Rey", tabirleri kullanılmaktadır. Bu terimler,
araştırıcıları Hicaz ve Irak fakihlerinin bu şekilde vasıflandırılmışından
Ötürü yanlış bir kanaate sevkedebilir. O da şudur: Iraklı fakihler, re'y
taraftan oldukları için bu isimle vasıflandırılmışlar, Hicazh fakihler ise
esere (nasslara) bağlı oldukları için kendilerine bu isim verilmiştir. Böyle
bir görüş doğru değildir. Çünkü gerek Hicazh fakihler, gerekse Iraklı
fakihler, hüküm istinbatında aynı kaynaklan kullanmışlardır. Her ikisi de hem
Kur'ân ve Sünnet'i ve hem de re'yi hüccet olarak kullanmışlardır. Konunun iyi
anlaşılabilmesi için re'y hakkında kısa bir bilgi verelim ve Iraklı fakihlere
ehl-i re'y denmesinin sebepleri üzerinde duralım.
RE'Y: Rey lugatta
görmek, düşünerek varılan netice ve görüş manasına gelmektedir. Kaynağı
itibariyle rey iki kısma ayrılır: 1. Kaynağım Kur'ân ve Sün-net'ten alan rey;
bu muteberdir. Bunun tarifi şöyledir: Kur'ân ve Sünnet'te yeni bir hadisenin
açık hükmü bulunmayınca, o hadise hakkında genel prensip ve dinin ruhundan
hareket ederek varılan hüküm ve görüştür. 2. Kaynağını sırf akıl ve hevadan
alan rey; bu makbul değildir. Bu tür reyi hiç bir fakih kullanmamıştır ve caiz
de görmemiştir.
Hiç şüphesiz her
mes'elenin, her vukua gelen olayın açık hükmü Kur'ân ve Sünnet'te bulunmaz. Bu
durumlarda yapılacak ilk iş, o hadisenin hükmünü nass-lar ışığı altında ictihad
ederek bulmaktır. Hz. Peygamber devrinden beri bu yol takip edilmiştir. Bu
bakımdan Hicaz'da olsun, Irak'da olsun her fakih, yeni ortaya çıkan mes'elenin
çözümü için reyi hüccet olarak kullanmak mecburiyetinde kalmıştır. Nitekim İbn
Kuteybe, K.el-Meârif adlı eserinde "ashabu'r-rey" başlığı altında
Abdurrahman el-Evzâî'yi, Süfyân es-Sevrî'yi, Malik b. Enes'i, Ebû Hanife'yi,
Ebû Yusuf'u... zikretmiştir. Halbuki Evzâî Şam, Malik b. Enes Medine
fakihlerindendir. Şu halde ashabu'r-rey denince sadece Iraklı fakihleri anlamak
ve reyi onlara hasretmek doğru değildir. Rey, Hicaz'da da vardır, Irak'da da.
Hatta Davud ez-Zahirî gibi bazıları istisna edilirse fukaha'nın tamamı
ashabu'r-rey'dir. Bu duruma göre ehl-i hadis, muhaddislerdir. Çünkü
muhad-disler, sadece hadisleri rivayet ederler, fetva vermezler. îbn
Kuteybe'nin kitabında zikrettiği ehl-i hadis'den bazıları şunlardır: Ma'mer b.
Râşid, 'Leys b. Sa'd, Süfyan b. Üyeyne, Abdullah b. Mübarek. Bazı kitaplarda
Ahmed b. Hanbel'in ehl-i hadis olduğu zikredilmiştir. Şu halde dört mezheb
imamından Ebu Hanife, İmam Şafii, Malik b. Enes ehl-i rey, Ahmed b. Hanbel ise
ehl-i hadisdir. Ancak Ahmed b. Hanbel'i de ehl-i rey kabul etmek gerekir. Çünkü
o da yeri geldikçe reye başvurmuştur.
Ancak, Hanefi
fakihlerinin, rey ile istinbat hususunda diğer mezheb fakih-lerine göre daha
ileri seviyede olduklarım söyleyebiliriz.
Irak fukahasma ehl-i
rey denilmesinin ve bu terimin bunlara hasredilmesi-nin şu sebeplerden
kaynaklandığını zannetmekteyiz:
1. Iraklı
fakihler, olmuş ve olmamış olayları müzakere konusu etmişler, onlar hakkında
hükümler vermişlerdir. Hicazh fakihler ise genellikle olan olaylar hakkında
hükümler vermişler, farazi olayları müzakere konusu etmemişler, etmenin de
doğru olmadığını ileri sürmüşlerdir.
2. Hicaz
bölgesi, Hz. Peygamberin yetiştiği bir bölgedir. Oradaki müşkiller Hz.
Peygamber zamanında çözümlenmiştir. Pek az yeni olay meydana gelmiştir. Bu
sebeple de pek o kadar yeni ictihad ve reye ihtiyaç duyulmamıştır. Halbuki İrak
yeni fethedilmiş bir bölgedir. Buranın, hayat şartlan, iklim şartlan, örf ve
adetleri, geçim kaynaklan, hicaz bölgesinden farklıdır. İşte bu sebeplerle rey
İle fazlaca hüküm verilmesi zarureti olmuştur. Buradaki fakihler, Kur'ân ve Sünnet
ışığı altında reyleriyle olmuş ve olmamış olayların hükümlerini istinbat etmişlerdir.
3.
Hicazlılar, herhangi bir meselenin hükmünü delili ile birlikte zikretmişlerdir.
Halbuki, Iraklılar, herhangi bir konuda, varid olan delilleri kendi aralarında
enine boyuna müzakere etmişler, tartışmalar yapmışlar, genellikle vardıkları
hükmün delilini zikretmeden, sadece olayı ve hükmünü söylemişler veya yazmışlardır.
Bu yüzden gerek Ebu Hanife ve arkadaşları kendi zamanlarında kendi reyleriyle
fetva veriyorlar diye tenkit edilmişlerdir. Ebu Hanife, herhangi bir konuda
nasıl bir yol takip ederek fetva ve hüküm verdiğini şu şekilde anlatarak, vaki
iddiaları cevaplandırmıştır. "Ben ilk önce Allah 'm kitabıyla hüküm veriyorum.
Kitapta o meselenin hükmünü buîamazsam, ResuluUahtn sünnetine bakıyorum.
Resulullah Sünnetinde de bir hüküm büiamazsam, o zaman sahabilerin kavillerine
bakıyorum. Onların ittifak ettiği hükmü esas alıyorum. O konuda as-hab arasında
ihtilaflı görüşler varsa, dilediğim sahabinin kavlini alıyorum, dilediğimin
kavlini almıyorum. Fakat İbrahim Nehaî, Şa'bi, Ata b. Ebi Rebah, Said b.
Müseyyeb'in içtihadîanna sıra gelince onlarla amel etmiyorum. Onlar nasıl
ictihad ediyorlarsa, ben de öyle ictihad ediyorum." Ebu Hanife hakkında
varid olan bu kanaat, onun ictihadlanmn delilleri nelerd:n ibaret olduğu,
alimlerce anlaşılınca, bu kanaatten sarfı nazar edilmiştir. Bu husustaki bir
kanaat İmam Muhammed İçin de varittir. Muhammed b. Semaa şöyle anlatıyor: İsa
b. Eban bizimle birlikte namaz kılıyordu. Onu Muhammed b. Hasan'm derslerine
davet ettim. O, bunlar hadise muhalif olarak hareket eden bir kavimdir"
dedi. Bir sabah bizimle birlikte İsa b. Eban namaz kıldı ve ondan hiç
ayrılmadım. O gün İmam Muhammed'in mescidde meclisi vardı. Namazını bitirdikten
sonra "Bu İsa b. Eban 'dır. Zekidir ve hadisleri iyi bilir. Ancak sizler
hadise muhalefet ediyorsunuz diyor" dedim. O zaman İmam Muhammed,
"Oğlum, hangi konularda biz hadise muhalefet ediyoruz?" dedi. İsa b.
Eban 25 bab hadisten sordu. Şeybani, onların cevaplarını Nâsih mensûhuyle ve
diğer delilleriyle birlikte verildi. Ders bittikten sonra İsa b. Eban fikrinden
vazgeçtiğini ve ona talebe olacağını ifade etti ve İmam Muhammed'in
öğrencilerinden oldu. Şu halde Hanefi mezhebi fukahasma ehl-i rey, ehl-i kıyas
denilmesi, mücerred bir ıstılahtır. Yukarıda izah ettiğimiz hususlardan nes'et
etmektedir. Yoksa, bu mezhebde bazı hükümlerin mücerred şahsi reye dayanmış
olması iddia olunamaz. Hatta denebilir ki, hanefi hukukçuları hadisi şerifleri,
diğer mezhep fakihlerinden daha çok delil olarak, kullanmışlardır. Mesela
Hanefi mezhebinde, fakih ve müetehid olan bir ravi'nin naklettiği hadis, kıyasa
tercih edilir. Hatta o hadis kıyasa aykırı bile olsa. Maliki mezhebinde ise
kıyasa muhalif olan hadis kabul edilmez, kıyas tercih edilir. Aynı şekilde bir
hüküm hakkında ashab arasında ihtilaf bulunsa, İmam A'zarn, bunlardan kendi
içtihadına uygun olanını alır ve onunla
amel eder. Halbuki İmam Şafii böyle ihtilaflı rivayetlerle amel etmez. Aynı
şekilde hanefiler, mürsel hadislerle amel ettikleri halde, şafiiler bazı
zatların mürselleriyle amel ederler. Hatta Hanefilerin kıyasa muhalif
hadislerle amel etmeleri, bazılarının dikkatini çekmiştir. Mesela İbn Kayyım,
hanefilerin kıyasa muhalif olarak rivayet edilen Kahkaha hadisiyle amel
ettiklerini ifade etmiştir.[1] Görüldüğü
gibi, ha-nefi mezhebinde, diğer rhezheblerde olduğu gibi, rey ve kıyasdan önce
gelen esaslar, Kitap, Sünnet ve İcma'dır.[2]
Şurası da bir hakikattir ki, Kur'an, Sünnet gibi kaynakları hüccet olarak
kullanmada Ebu Hanife ile arkadaşları arasında bir fark yoktur. Bazı yeni
araştırcılarm, Ebu Yusuf'un Ebu Hanife'den, İmam Muhammed'in de Ebu Yusuf'tan
hadislere daha fazla bağlı olduğunu, Ebu Ha-nife'ye ulaşmayan bazı hadislerin
arkadaşlarına ulaştığını iddia ettiklerini görmekteyiz. Bu iddialar, hakikati
aksettirmekten uzaktır. Çünkü îmâm A'zam hadis sarrafı idi. O senelerce, Mekke,
Medine'de kalmış, oralarda bulunan muhaddis-lere mülaki olmuş, onlarla
ilim-hadis alışverişinde bulunmuştur. Bu bakımdan rivayet edilen hadislerden
haberdar olmaması mümkün değildir. Böyle bir iddia, hadislerin bütünün birinci
asırda sahifelere yazılmış olduğunu ifade eden kaynak eserlerde verilen
bilgilere de aykırıdır.
Fıkıh mezhepleri,
sâliklerinin i'tikâdî mezheplerine göre Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat, Ehl-i Bid'ât
ve'd-Dalâlet olarak iki kısma ayrılır. Bunlara kısaca sünnî olan ve sünnî
olmayan mezhepler diyebiliriz. İslam tarihinde ortaya çıkan fıkıh
mezheplerinden, bazılarının bugün müntesipleri bulunduğu halde, bir kısmının
müntesipleri bulunmamaktadır. Müntesibi bulunan mezheplere yaşayan mezhepler,
müntesibi bulunmayanlara ise yaşamayan mezhepler adım veriyoruz, b. Yaşayan
Fıkıh Mezhepleri:
Bugün i'tikadda Ehl-i
Sünnet mezhebine yani Maturidiyye, Eş'ariyye ve Se-lefiyye mezheplerine mensup
olanlar, Harîefî, Şafiî, Hanbelî ve Mâlikî mezheplerinden birine mensup olarak
yaşamaktadırlar. î'tikâdda mezhebi Şiâ olanlar ise amelde îmamiyye veya
Zeydiyye mezheplerinden birine, îtikadda Havâric mezhebine mensup müslümanlar
ise amelde İbâdiyye mezhebine mensup olarak yaşamaktadırlar.
Bazı fıkıh mezhepleri
vardır ki, bunların bugün mensubu bulunmamaktadır. Bunlara münderis, münkariz
mezhepler de denir. Taberî, Sevrî, Evzâî, Zahirî mezhepleri bunlara misal
olarak zikredilebilir. Bu mezheplerin bazılarının fıkıh kitapları günümüze
kadar gelmiştir. Bu sebeple onların fıkıh ve usul kitaplarından mezheplerinin
esaslarını tesbit etmek mümkündür. Fıkıh mezheplerini bir şema halinde gösterelim.
Hanefî M.
Taberî M. ŞîaM. İmâmiye
(Ca'feriyye
, İsna Aşere)
Zeydiyye
Havarîc
(îbâdiye) M.
Şafii M. Sevri M.
Hanbelî M. Evzâî M
Mâlikî M
Leys b. Sa'd M.
Süfyân b. Üyeyne M.
Zahirî M.
Burada dört mezhep ve
Şîa mezhebinin hocalar silsilesini bir şema halinde gösterelim.
(Hanefî Mezhebi) (Mâliki
- Şafiî ve Hanbelî Mezhepleri)
(Şîa Mezhebi)
İbn Mes'ûd (öl. 32) Zeyd b.
Sabit
Hz. Ali (öl. 40)
Alkame (Öl. 62) İbn
Ömer (öl. 73) Hz.
Hüseyin (öl. 61)
İbrahim en-Nehâî (öl.
95) Nâfi' (öl.
117)
Ali Zeynelâbidîn (öl. 94)
Hamrnâd (öl. 120) Mâlik b.
Enes (Öl. 179)
Zeyd Muhammed Ca'fer
Ebû Hanîfe (öl. 150) İmâm eş-Şâfiî
(öl. 204) b. Ali Bakır es-Sâdık
Ebû Yusuf (öl. 182) Ahfned b.
Hanbel(öl. 241) (öl.
122) (öl. 114) (öl. 148)
İmâm Muhammed (öl.
189)
Her mezhep imâmı,
Kur'ân ve Sünnete bağlı kalarak fikir yürütebilir, icti-hadda bulunabilir.
Bütün müctehidler gerek i'tikadî ve gerekse amelî konularda aynı şekilde
düşünmüşler, aynı kanaati serdetmişlerdir. Ancak fıkhın teferruat sayılan
konularında değişik kanaat ve görüşler ileri sürmüşlerdir. Yukarıda da ifade
edildiği gibi müctehidlerin değişik kanaat ileri sürmeleri mezheplerin ortaya
çıkmasına sebep olmuştur, şimdi mezheplerin bazı konulardaki ihtilâflarının
sebeplerinin önemlilerini maddeler halinde özetleyelim:
Kur'ân-ı Kerim,
müteşâbih ve muhkem âyetlerden müteşekkildir. Müteşâ-bih âyetlerin tefsir ve
te'vili genellikle Allah'a havale edilir. Muhkem âyetler ise te'vil ve tefsir
edilebilir. Muhkem âyetlerin bazısı mensûh, bazısı nâsih, bazısı âmm, bazısı
hâss ve şâiredir. İşte bu gibi durumlar sebebiyle fakihler ihtilâf etmişler ve
değişik kanaat ileri sürmüşlerdir. Mesela Kur'ân'da kuru kelimesi bulunmaktadır[3].
Hanefiler, bunu hayız, Şâfiiler ise tuhur (temizlik) olarak anlamış ve tefsir
etmişlerdir. Yine Kur'ân'da bulunan lems kelimesini, Şâfiiler hakikat,
Hanefiler ise mecaz manasında anlamışlardır[4]. Bu
sebeple Şâfiiler, abdestin kadına dokununca Hanefiler ise cinsi münasebetle
bozulacağı hükmüne varmışlardır. Aynı şekilde Kur'ân'da bazı i'râb durumları,
harfi çerler, fiillerinin malum ve meçhul okunması durumları, bazı emir
sıygalarının vücub veya nedb ifade edeceği durumları, ihtilâfa sebep olmuştur.[5]
Bilindiği gibi
hadisler, ilk devirlerde hem yazılı ve hem de şifahi olarak rivayet
ediliyordu. Bu sebeple hadislerden pek az bir kısmı, müctehidlerin bilgisi dışında
bulunuyordu. Kendisine hadis ulaşmayan bir müctehidin, o hadisin kendilerine
ulaşan müctehidlerden farklı bir şekilde ictihadda bulunması tabiidir. Diğer
taraftan hadislerden bir kısmının sübûtu kâfi,bir kısmının ise sübûtu zannidir.
Bu sebeple her mezhep sübutü kafi olanlarla amel ettikleri halde, sü-butü
zannilerle amel ederken bir takım şartlar ileri sürmüşler ve ileri sürdükleri
şartları taşıyan hadislerle amel etmişlerdir. Aynı şekilde hadislerin manaya
delâlet yönünden lafızları, Kur'ân'da olduğu gibi ihtilafa sebep olmuştur.
m Müctehidlerden
bazıları sahabî kavlini mutlak olarak delil kabul ederken diğer bazıları bu
konuda değişik tavır ortaya koymuşlar. Şöyle ki Malikiler, sahabi kavlini
kıyasa tercih etmişlerdir. Buna mukabil Şafiiler bir sahabiye ait kavil ile
amel edip etmemede serbest hareket etmişlerdir. Önceden de ifade edildiği gibi
Hanefiler, sahabî kavlini hüccet olarak kabul etmişler ve onu kıyasa tercih etmişlerdir.
Burada ifade edelim ki müctehidler özellikle kendi bölgelerinde yaşayan
sahabîlerin kavli ve fetvalariyle amel etmişlerdir.
Bazı hükümlerin illeti
nasslarla bildirildiği halde, bir kısmının illeti nasslarla açıklanmamıştır.
Müctehidler, hükmün, nasslarla belirtilmeyen illetini tesbit ederken, değişik
kanaatler ileri sürmüşlerdir. Mesela, hadisde aralarında riba cereyan eden
altı madde zikredilmiş, ancak hükmün illeti zikredilmemiştir. Hanefiler,
hadisde zikri geçen buğday ve arpada riba hükmünün illeti olarak cins ve kile
vasfını kabul etmişlerdir. Şafiiler, cins ve yiyecek vasfının, Malikiler de cins,
yiyecek ve iddihar vasfının hükmün illeti olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Mesela fer'î
delillerden îstihsân'ı Hanefî ve Malikiler kabul ettikleri halde, Şafiiler buna
şiddetle karşı çıkmışlardır. Aynı şekilde mezhepler, Mesalih-i Mür-sele,
îstishab ve Zerâyi gibi fer'î delillerin hüccetliği hakkında ihtilafta bulunmuşlardır.
Malikiler,
Medinelilerin örf ve adetlerine sıkı sıkıya bağlı kılmışlar ve bunu "Amelü
Ehli Medine" olarak ifade etmişlerdir. Diğer mezhepler de gerek Medinelilerin
ve gerekse kendi bölgelerindeki örf ve adetlerin -belirli şartlarla- hüccet
olabileceğini kabul etmişlerdir.
Deliller arasında
tearuz vuku bulması halinde, her mezheb kendisine has usulleri kullanmak
suretiyle tearuzu gidermeye çalışmıştır.
Şer'î delillerden bir
kısmı hem vücuba, hem nedbe ve hem de ibâheye delâlet edebilir. Bu durumda bir
müctehid bunlardan herhangi birini şer'î hüküm olarak kabul edebilir. Yolcu
için dört rekatlı namazların ikişer kılınmasının va-cib veya mubah olup
olmaması bu kabildendir. Hanefiler, yolcunun dört rekath farz namazları ikişer
rekat olarak kılmasını ıskat ruhsatı olarak kabul etmişlerken, şafiiler bunu
terfih ruhsatı olarak değerlendirmişlerdir.
Mesela Şafiilere göre
''menfaat" mal sayılırken, Hanefiler, bunu mal kabul etmezler. Bu sebeple
Şafiilerde menfaatin tazmini gerektiği halde Hanefilerde gerekmez. Bugün
tatbikat bakımından Şafiilerin görüşü daha elverişlidir.
Bilindiği gibi dinin
esasına taalluk eden meselelerde yani itikadi konularda ihtilâf edilmesi caiz
değildir. Ancak fer'î meselelerde ihtilâfta bulunulması tecviz edilmiştir. Bu
da hikmet gereğidir. Bu sebeple bazı meselelerde istişareye, içtihada müsaade
edilmiştir. Hadiste "Ümmetimin ihtilâfa düşmesi, kolaylığa vesile olacağı
için geniş bir rahmettir" buyurulmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.),
Sahabe ve Tâbiûn devirlerinde bile müşavereler yapılmış, çeşitli ihtilaflar
ortaya çıkmış, çeşitli ictihadlarda bulunulmuştur.
Cenab'-i Hak, her olay
hakkında kat'î bir nass göndermemiş, tali derecedeki meselelerin çözümünü müctehidlerin
reylerine bırakmıştır. Böylece Allah, müc-tehidleri sayesinde, kullarının
fikren yükselmelerini, aklî muhakemelerinin inkişafını temin etmiş
bulunmaktadır.
Fıkhın teferruatına
ait meselelerde zaman ve mekana göre bazı değişiklikler meydana gelebilir ki,
bu içtimai hayatın bir gereğidir. Bu sebeple cemiyette şartlar ve ihtiyaçlar
değiştikçe içtihadı hükümlerin de değişeceği prensibi kabul edilmiştir. Bu
durumda müctehidlerin, asrın ihtiyaçlarına en uygun olan görüşüyle amel edilir
ve böylece insanlar sıkıntılardan kurtarılmış olur.
İslâm dininde fert ve
toplumun dinî, hukukî, İktisadî, içtimaî problemlerini çözmek, faziletli ve
şerefli bir iştir. Bu problemler, ancak ilimde yüksek bir paye elde eden
müctehidlerce sonuçlandırılabilir, çözümlenebilir. Müctehidler ise aynı konuda
değişik ictihadlarda bulunabilirler. İnsanİar, aynı konudaki farklı
ic-tihadlardan zaman ve mekana göre ihtiyaç ve şartlar değiştikçe
faydalanabilirler.
Aynı şekilde Kur'ân ve
Sünnet'te nasslar mahdud, olaylar ise nâmahdud-dur. Mahdud nasslann namütenahi
olaylara tatbik edilmesinde farklı görüşlerin ortaya çıkması tabiidir. Farklı
görüşler ise bir taraftan İslam Hukukunun gelişmesini, diğer taraftan
insanların problemlerinin kolayca çözülmesini temin eder.
Velhasıl, İslam Hukuku
kıyamete kadar cemiyette meydana gelecek olaylara cevap verecek kudrettedir.
O, kudret kaynağını Kur'ân ve Sünnet'ten almaktadır. Bunların yanında bir de
ietihad vardır ki, bununla her meseleye çözüm bulunur, insanların dini,
iktisadi ve benzeri problemlerine cevap verilir.
Fıkıh mezheplerinin
çeşitli bölgelere yayılmasında ve taraftar toplamasında siyasî, hukukî ve
benzeri bir takım sebepler bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını sıralayalım:
1. Baştaki idarecilerin
muayyen bir mezhebi desteklemesi: Abbasiler, Ebû Yusuf'un kadilkudatlığa
getirilmesiyle Hanefî mezhebini desteklediler. Türk hükümdarları, genellikle
Hanefî mezhebini tuttular. Mahmud b. Sebüktekin, Ni-zamülmülk, Selahaddin
Eyyubî gibi hükümdar ve vezirler Şafiî mezhebini desteklediler. Maliki mezhebi,
Endülüs'de himaye gördü.
2. Muayyen
bir mezhebin hükümlerinin tedris edilmesi gayesiyle medrese ve vakıfların
kurulması: Bazı hükümdar ve vezirler, medrese ve vakıf kurduktan sonra bu
medrese ve vakfın vazife, gelir ve maaşlarını muayyen mezhep erbabına tahsis
ettiler. Öğrenciler, bu medresede okuyup onun gelirlerinden istifade
edebilmesi, müderrislerin bu medresede vazife yapabilmesi, maaş alabilmesi ve
gelirlerinden istifade edebilmesi İçin dört mezhepden birine bağlanmak mecburiyetinde
kaldılar. Bu durum ise vakıf ve medresenin bulunduğa bölgede, hüküm ve esasları
tedris edilen mezhebin yayılmasına sebep oldu.
3. Mezhep
imamlarının fazla öğrenci yetiştirmeleri ve talebelerin gittikleri yerde imamlarının
görüşlerini okutmaları, o mezhebin yayılmasına âmil olmuştur.
4.
Mezheplerin esas ve hükümlerinin tedvin edilmesi: Bazı mezheplerin hükümlerinin
tedvin edilmesi, o mezhebin devam etmesine ve yayılmasına sebep olmuştur.
Hükümleri tedvin edilmeyen Leys b. Sa'd gibi müctehidlerin mezhepleri ise
zamanla unutulmuş ve yayılması durmuştur.
Biraz önce de ifade
edildiği gibi fıkhı mezhepler, İslâm âleminde hicri 2. asırdan itibaren
yayılmış ve her mezhep belirli bölgelerde taraftar toplamıştır. Şimdi
mezheplerin yayıldıkları bölgeleri gösterelim:
1. Hanefi
Mezhebinin Yayıldığı Yerler: Hanefi mezhebi Abbasi devletinin hâkim olduğu
bütün ülkelerde yayılmıştır. Abbasi devleti zamanında Ebû Yusuf'un kadilkudat
oluşu, bu mezhebin yayılmasına âmil olmuştur. Sanki bu mezhep, devletin resmi
mezhebi idi. Tabii halk tarafından da bu mezhebe büyük rağbet olmuştur. Ezcümle
Irak, Türkiye, Türkistan, Horasan, Maveraünnehir, Kafkasya, Balkanlar ve
Suriye'de Hanefi mezhebi kabul edilip halk tarafından uygulama sahasına
konulmuştur. Hali hazırda dünyadaki müslümanların 2/3'ü Hanefi mezhebine
mensuptur. Hanefi mezhebi Mısır'a Abbasiler zamanında resmi bir mezhep olarak
gelmişse de halk üzerinde bir tesir icra edememiştir. Fatımi devletinin Mısır'ı
işgal etmesiyle, Hanefi mezhebinin resmi otoritesini kaldırmış, .yerine Şia
mezhebini hakim kılmıştır. Fatimiler yerine geçen Eyyübiler, Şafii mezhebini
desteklemişlerdir. Ancak Nureddin eş-Şehid (öl. 596) Hanefî mezhebini halk
arasında yaymaya çalışmış ve bu mezhep için medreseler yaptırmıştır. Mem-lükler
devrinde Mısır'da dört mezhebe göre kazai hükümler verilmiştir. Kavalalı Mehmet
Ali Paşa (öl. 1849 m.) Mısır'a hakim olunca tek başına Hanefi mezhebini resmi
mezhep olarak ilan etmiştir. Hanefi mezhebi, Fas, Tunus, Cezayir'de
yayılmamıştır.
2. Şafiî
Mezhebinin yayıldığı yerler: Şafiî mezhebi özellikle Mısır'da yayılmıştır.
Çünkü İmam Şafiî'nin son hayatı burada geçmiş ve Mezheb-i Cedîd'ini burada
kurmuştu.
Mısır'da Fatımi
devleti zamanında bile halk üzerindeki otoritesini muhafaza eden Şafiî
mezhebi, Eyyubİ Devletinin himayesine mazhar olmuştur. Mem-lükler de bu mezhebi
Eyyübiler gibi devletin resmi mezhebi olarak kabul etmiştir. Ancak Memlüklerin
sultanı Zahir Baybars, kadıların dört mezhebe göre tayin edilmesi fikrini
ortaya atmıştır. Şam'da halk, Önceleri Evzai mezhebine bağlı idi. Fakat
sonradan bu mezhebe bağlı olanlar, Şafiî mezhebine girdiler.
Şafiî mezhebi, Irak
bölgesinde mevzii kalmıştır. Çünkü orada Hanefi mezhebi, halk tarafından son
derece benimsenmişti. Şafiî mezhebi, Türkiye'nin Güneydoğu, Doğu Anadolu
bölgelerinde, İran'da, Sicistan ve Türkistan bölgelerinde Hanefi mezhebinin
yayında yayılmıştır. Bu mezhep, Endülüs ve Mağrib'de ise bir yer işgal
edememiştir.
3. Mâlikî
Mezhebinin Yayıldığı Bölgeler: Mâliki mezhebi, Mısır'da, Afrika (Tunus,
Cezayir, Fas, Sudarifda ve Endülüs'de yayılma imkânı bulmuştur. Hicaz
bölgesinde az sayıda Mâlikî mezhebine mensup şahsa rastlanır. Bu mezhep
özellikle Endülüs Emevi Devletinin resmi mezhebi olması sebebiyle, orada halkın
üzerinde müessir olmuştur.
4. Hanbelî
Mezhebinin Yayıldığı yerler: Hanbelî mezhebi çok taraftar top-layamayan bir
mezheptir. Bugün Suudi Arabistan'da bu mezhep, oldukça kuvvetli bîr
durumdadır.
5. Zeydiyye Mezhebinin Yayıldığı yerler: Bu
mezhep Yemen'de yayılmıştır.
6. İmamîye Mezhebinin Yayıldığı Yerler: Bu
mezhep, İran, Irak, Pakistan, Suriye ve Afganistan'da yayılmıştır.
7. Hariciye mezhebinin yayıldığı yerler: Bu
mezhep, Oman, Ceziretülarab,
Cezayir ve Zengibar'da
yayılmıştır.
[1] İbn Kayyım, î'lâm, I, 77.
[2] Bilmen, I, 374.
[3] Bakara, 228.
[4] Mâide, 6.
[5] bk. Bakara, 285; Mâide, 6.
[6] Fuat Köprülü, Medeniyet-i İslamiye Tarihi, s. 287-8,
311-2; Ebû Zehra, Ebû Hanife, ter. O. Keskioğlu, s. 501-7; İmam Şafii, trc. O.
Keskioğlu, s. 357-364; İslamda Fıkhı Mezhepler Tarihi, trc. A. Şener, II,
187-190, III, 156-158, 264-265; Bilmen, I, 323.