BİRİNCİ BÖLÜM    

 

HÂKİMİYET VE KANUN KOYMA

 

 

Egemenlikle kanun koyma yetkisi arasında büyük bir bağlantı bulunmak­ladır. Herhangi üike veya bölgeye hakim olduğu kabul edilen güç, oranın ha­yat sistemini belirler ve bu sistem de yasa kabul edilir.

Cahili topluluklarda, hakimiyetin insanlara ait olduğu düşüncesi ege­men olduğundan, kişilerin yaşam sistemlerini belirleyen kanunları, ya bir dik­tatör tağut veya halkın temsilcileri sayılan parlamenter tağutlar tayin ederler.

İslâm'da ise, kanun koyma yetkisi, sadece Allah Teala'ya aittir. Çünkü İs­lâm hukuku diai bir hukuktur. İlahi vahye dayanır. Bu dine göre Hakimiy-yet (egemenlik) kayıtsız şartsız Allah'ındır. Egemenlik Allah'ın dışında her­hangi bir yaratığa ne tümüyle, ne de bölünerek kısmen devredebilir.

Bu husus İslâm'da ittifak konusudur. Bütün müslümanlar, gerçekte haki­miyetin yalnız Allah'a ait olduğu ve Allah'ın dışında her hangi bir aciz yara­tığın Allah'a has olan bu sıfata sahip olmadığı, bu itibarla kanun koyma yet­kisinin de yalnız Allah'a ait olduğu hususunda icma etmişlerdir.

Bu mesele Kur'an'da açık ve net bir şekilde zikredilmektedir. Konulan ve­ciz bir şekilde İfade eden Kur'an, bu meselenin önemine binaen üç âyetin­de;

"Hüküm, ancak Allah'ındır"[1] buyurmuştur.

İki âyetinde de: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların he-va ve heveslerine uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni sap­tırmalarından sakın. Eğer Allah'ın hükmünden yüz çevirirlerse, bilkİ Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratmak ister. Mu­hakkak ki; insanların çoğu fasıktırlar. Yoksa onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak bilen bir topluhık için Allah'tan daha güzel hü­küm veren kim vardır"[2] buyurmuştur.

Ayrıca üç âyette de "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeydiler işte onlar kafirlerin tâ kendileridir."[3] "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, İş­ te onlar zalimlerin tâ kendileridir."[4] "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler İşte onlar fasıklarm ta kendileridir"[5] buyurulmuşlur. Zaten İslâm hukukunda hükümler tarif edilirken egemenliğin ve dolayısıyla hüküm (ka­nun) koyma yetkisinin yalnız Allah'a ait olduğu vurgulanarak şer'i hüküm­ler şu şekilde tarif edilmektedir:

"Şer'i hükümler, Allah Teata'nın yükümlünün fiil ve davranışlarını; yapıl­ması veya terk edilmesi gerekli olan fiiller, yapılıp yapılmaması serbest bı­rakılan ve sebeb veya şart yahut engelle İrtibatiandırılan fiiller şeklinde va-sıflandırmasıdır."

Evet, yükümlü olan kullar, kendileri için neyin gerekli, neyin gereksiz, ne­yin serbest ve neyin yasak olduğuna karar veremezler. Buna karar verecek merci, onları yaratan, denetimi altında bulunduran, bütün ihtiyaçlarını kar­şılayan, analarından daha merhametli olan ve kendilerine şah damarlarından daha yakın olan yüce Allah'tır. Kulların hayat sistemlerini belirleme, Al­lah'a aittir. Akşam verdiği karardan sabahleyin dönebilecek kadar tutarsız, be­şeri hırs, kin ve arzularından uzak olamayan aciz insanın hakkı ve yetkisi de­ğildir. İslâm'ın simgesi olan -La ilahe illallah Muhammedun Resulullah- ke-limei tevhidinin ı: Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur" kısmı, hüküm koymanın Allah'a ait olduğunu, kulluğun yalnız Allah'a yapılacağını, boyun eğmenin sadece ona olacağını ifade etmekte, "Muhammed Onun Peygamberidir" bö­lüm ise, Allah'a kulluğun yapılma şeklinin Peygamberden'öğrenilmesi gerek­tiğini beyan etmektedir. Bu nedenle, İslâmî bir topluluk "egemenliğin yalnız Aîlah'a ait olduğunu ve her hususta Allah'a boyun eğileceğini baştan kabul­lenen bir topluluktur. Zaten "İslâm" kelimesinin manası teslim olmak ve ve­rilen ilahi emre boyun eğmek demektir. "Şeriatın kestiği parmak acımaz" ve­cizesi de bunu ifade eder.

Görüldüğü gibi kişi itikadında, ibadetinde ve hayat sisteminde Allah'ın mut­lak hakimiyetini ve yalnız O'na boyun eğileceğini kabullenmek zorundadır. Binaenaleyh;

a. İnancında Allah'ın tek ilah olduğuna inanmayan, başka bir kısım eşya veya zatların da uîuhiyette paylan olduğuna inanan bir insan "Allah'tan başka hiçbir İlah yoktur" ifadesini dolaylı da olsa reddettiği için müslüman

değildir. O, ya bir kafir veya bir müşriktir. "Allah üç ilahın üçüncüsüdür di­yenler, şüphesiz kafir oldular. Halbuki tek bir ilahtan başka İlah yok­tur..."[6] "Allah dedi ki: "İki İlah edinmeyin, şüphesiz ki O bir tek ilah­tır...."[7] "Sizin ilahınız tek bir ilahtır, O'ndan başka İlah yoktur..."[8] "Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, her ikisi de fesa­da uğrarlardı. Arşın Rabbi olan Allah onların sıfatlandırmalarından uzak­tır."[9]

b.  Yine ibadetini yalnız Allah'a yapmayan, ibadette herhangi bir şeye ve­ya zata pay vermeye çalışan kişi, Allah'a ortak koşma durumuna düştüğü için müslümanlık dairesi dışına çıkar. O ya bir müşrik veya bir münafıktır. En ha­fifi ile gösteriş yapan ve yaptığı ibadetten hiç bir fayda göremeyen bir riya­kardır.

"De ki: Şüphesiz benim namazım, İbadetlerim, hayatım ve ölümüm, Alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. Onun hiçbir ortağı yoktur. Ben böy­le emrolundum. Ve ben müslümanların ilkiyim..”[10]

c.  Hayat, sistemini Allah'ın bizlere peygamberi aracılığıyla öğrettiği İlahi nizamdan (İslâm şeriatından) almayan kişi, Allah'a boyun eğmiş ve müslü­man olmuş sayılamaz. Böyle bir insan ya cahili bir hayat yaşayan kafir ve za­limdir. Veya en hafifinden Allah'ın nizamından ayrılan bir fasık ve asidir. "Yok­sa onların Allah'ın kendilerine izin vermediği bir dini kendilerine meş­ru kılan ortakları mı var?"[11]

Ne yazık ki. günümüzde, nüfus sayımlarına ve hüviyet kayıtlarına göre müslüman sayılan milletlerin oluşturdukları topluluklar, ilahi nizam olan Js-lâmdan hayat sistemi olarak tamamen kopmuşlardır. Bu gibi topluluklar, İs­lâmî bir topluluk değil, cahili topluluklardır. Bunların İslâmî topluluk sayıl­mamaları, inançlarında Allah'tan başka ilah olduğuna inanmalarından veya İbadetlerini Allah'la birlikte başka ilahlara yaptıklarından ziyade, İslâm'ı ha­yat sistemi olarak kabul elmemelerindendir. Çünkü bunlar, uluhiyetin en öz­gün sıfatlarından olan "egemenliği" Allah'tan koparıp, kanun koyan parlamen­terlere ve onları seçen avam halka verirler. Bunların hukuk sistemlerini, ka­nunlarını, değer ölçülerini, davranış biçimlerini ve bütün yaşantı sistemini, seçip millet meclisine gönderdikleri aciz kullar belirlerler.

Hatta bu cahili topluluklardan bazıları o kadar ileri gitmiştir ki, açıkça la-. ik olduklarını ve dinin kendilerini bağlamadığını söyleme ve tescil etme ce­saretini kendilerinde bulmuşlardır. Müslüman olanları aldatmak için de yeri geldiğinde müslüman kesilmişler, "ezan, bayrak" sloganları atmışlar ve mi­tinglerde Kur'anKcrim'i temiz olmayan elleriyle tutmaya ve ağızlarıyla öpmeye kalkışmışlardır.

İslâm görünümlü olan bu cahili topluluklardan bazıları İse, "devletin resmi dininin İslâm olduğunu anayasalarının ilk maddesi olarak yazmışlar, dine saygılı olduklarını İddia etmişler, fakat fiiliyatta İslâm nizamını yürür­lükten kaldırmışlar, yerine ya İıeva ve heveslerinden kaynaklanan düşünce­lerini veya (renklerin hukuklarını koymuşlardır. Artık bunların İslâm'la ne ala­kaları vardır?

İslâm bu gibi toplulukların müsiüman toplum olmalarını red eder ve bunlara "cahili topluluklar" damgasını vurur. Bu gibi toplulukları yöneten­lere "Allah'ın indirdîğiyle hükmetmeye nler, işte onlar kafirlerin ta ken­dileridir"[12] diye seslenir. Bu yöneticilere kendi İradeleriyle boyun eğenle­re de: "Sana indirilene ve senden Önce indirilen kitaplara iman ettikleri­ni iddia edenleri görmüyor musun? Onlar tağutun önünde muhakeme olunmak istiyorlar. Halbuki o tağutu inkar etmekle emrolunmuşlar-..."[13] "Rabbİne yemini olsun ki, aralarındaki anlaşmazlıklarda seni ha­kem seçip sonra da verdiğin hükme, İçlerinde bir sıkıntı duymadan, ta­mamen boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar"[14] diye seslenmektedir.

Bu naslar karşısında İslâm'da egemenliğin kime ait olduğunu anlamamak mümkün değildir. Hangi aklı selim sahibi kabul ederki, Allah Teala, bütün kainatın yaratıcısı, sahip ve İdare edeni olsun, İnsanları yeryüzünü imar et­tirmek için orada halifeler olarak yaratsın ve onlara sadece kendisinin emir­lerine uymalarını, başka varlıkları dinlememelerini emretsin, bununla birlik­te egemenlik halife olarak gönderdiği insanlara ait olsun.

Böyle bir çarpık mantığı ancak Allah'ın varlığına, kainatı yarattığına ve bü­tün yaratıkları sevk ve idare ettiğine inanmayan kafirler kabullenebilirler. Al­lah'ın varlığına, birliğine, mülkün sahibi olduğuna ve bu mülkü sevk ve ida­re edenler güç olduğuna inanan akli .selim sahibi insanlar ise, yoktan var etmede, kainat! sevk ve idarede egemenlik ve hakimiyet sadece Allah'a ait olduğu gibi, yeryüzünde halifeler olarak yarattığı insanların hayat sistemle­rinin nasıl olacağını belirtmede de egemenliğin yalnız Allah'a ait olduğuna iman ederler ve O'nun gönderdiği ilahi nizamla sevk ve İdare edilmelerini İsterler. Nitekim Kur'an'ın âyetleri bu gerçeği haykırmakta ve "Rabbin tara­fından sana vahyolunana tabi ol. Ondan başka ilah yoktur. Allah'a ortak koşanlardan yüz çevir. "[15] "Rabbinizden size indirilene uyun. O'ndan başkalarını dost edinip de kendilerine uymayın. Ne kadar az öğüt ahyorsunuz"[16] şeklinde müslümanların dini kurallara bağlanmalarını emretmek­tedir. Bununla birlikte bazı insanlar "Biz Allah'ın indirdiği Kur'ana da parla­menterlerin koydukları kanunlara da uyarız, hangisi işimize gelirse, onu alı­rız." tavrını takınmaktadırlar. İşte bu, hakkı batıia karıştıran bir düşüncedir. Aslında hak başkadır batıl başka. Bunlardan herhangi birinin diğerine karış­ması mümkün değildir. Fakat bir kısım şaşkınlar bunları karıştırır ve kendi­lerinin de feylesof olduklarını sanırlar. Aslında onlar cahiliye bataklığına gö­mülmüş gafillerdir.

Kur'an-ı Kerim bizlere "... doğrusu Biz seni, bir müjdeci ve uyarıcı ola­rak hak ile gönderdik..."[17] "Ey Muhammedi Allah sana geçmiş kitapları tas tik eden hak bir kitap indirdi..."[18] "Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır?"[19] buyurmaktadır. İlahî nizamın dışındaki rejim ve sistemler kul­ların heva ve heveslerine dayandıklarından batıldan başka bir şey değiller­dir. "Eğer onlar senin davetini kabul etmezlerse, bilkî onlar heva ve he­veslerine uymaktadırlar. Allah tarafından bir yol gösterme olmaksızın he­va ve hevesine uyandan daha sapık kim olabilir."[20]

Evet hakimiyet sıfatı yalnız kendisine ait olan Allah Teala, bize hayat sis­temi ve hukuk nizamı olarak Hz. Muhammed'e (sav) indirdiği Kuranı gön­dermiştir. Bundan başka bir sistem arama cehalettir, gaflettir. Şaşkınlıktır, nef­sin zebunu olmaktır ve İslâm'ın dışına çıkmaktır. Bu konuda suskun kalmak veya tavizkarane konuşmak yahut kulları tanrı edinenlere yaranmak için ger­çekleri saptırmak müslümana yaraşmayan hallerdir.

Hülasa; istenilse de istenilmese de İslâm'da egemenlik Allah'ındır. Hiçbir zaman milletin veya belli bir ferdin, yahut kitlenin değildir. Otorite kayna­ğı yüce Mevla olduğu için kanun koyma hakkı da O'na aittir. Kutlar, ancak O'nun koyduğu kurallar ışığında fikir beyan edebilirler. O'nun serbest bırak­tığı sahalarda ietihad yapabilirler. "Nas ile birlikte içtihada yo! yoktur."

İşle İslâm'ın bu esprisini kavrayamayan ve İslâm'dan yeterince nasibini ala­mayanlar 4 Nisan 1926 tarihinde İslâm Hukukunu yürürlükten kaldırıp ye­rine hayranı oldukları İsviçre Medeni Kanununu koymuşlardır.

Vakıa; bu kanun, bugün nüfusu yedi milyona ulaşamayan coğrafi duru­mu 22 egemen ve 6 yarım egemen eyalete ayrılan ve her egemen eyaletin ka­nunu bir başkasından farklılık arzeden İsviçre'nin Neuchatcl eyaletinden bas­ma kalıp tercüme edilerek alınmıştır. Bu kadar küçük ve karmaşık yapıya sa­hip olan bîr devletin, bu devlette de en küçük eyaletlerden birinin kanunu­nu Fransızca'dan çevirip asırlarca dünyanın üç kıtasını sevk ve idare eden bîr

ümmete uygulamaya kalkışmak kadar gülünç bir hadise olamaz. Bunun ta­rihte emsaline rastlanmamışla'. Bunu yapanların kendilerine güvenden yok­sun Frenk mukallitleri olduklarını göstermekledir. Öyle ki adı geçen eyale­tin kanununu, ülkede yaşayan İnsanlara faydalı olup olmayacağı düşünüle­rek alınmamıştır. Tercüme eden zatın Fransızca bildiği ve bu eyaletde Fran­sızca konuşulduğu için alınmıştır.

Aslında İsviçre'nin oturmuş bir hukuku yoktur. Katolik, prolestan ve di­ğer mezheblerin uzun zaman çekişmelerinden sonra İsviçreliler her coğrafi bölgeyi bir eyalet kabul etmişler ve her eyalele kendi örfüne ve adetine uy­gun yasalar belirlemişlerdir. Kanunlarının ana kaynağı ise, borcunu ödeye­meyen borçluları alacaklılara teslim ettirip köle olarak sattıran veya vücut­larını parçalatarak kapılarından asmalarına ruhsat veren İlkel "Roma îıuku-ku"dur.

Böyle bir karışık devletin küçük bir eyaletinden alınan ve kökü pirimitiv olan bir hukuku alıp İslâm ümmetine jop ve dipçikle zorla uygulayan frenk mukallitleri, bu hukuku överek ayyuka çıkarmışlar ve İsviçre'nin dünyanın en medenî ülkesi olduğunu iddia etmişlerdir. Yürürlükten kaldırmaya cesa­ret ettikleri ilahi nizam olan İslâm'ı İse, her münasebetle yermeye ve aşağı­lamaya çalışmışlardır.

Batılıların maddeten kalkınmalarından öte yaşam biçimlerine hayran olan ve aşağılık kompleksine kapılan bu insanlar, İsviçre Kanununu almalarına ge­rekçe olarak özetle şunları serdelmİşlerdir.

1. Günümüzde (1926'da) Türkiye Cumhuriyetinin "Mecelle dışında derlenmiş bir medeni kanunu (yurttaşlar yasası) yoktur."

Bu iddia sahibinin hayranı okluğu Avrupalıların dahi küçümseyemedik-leri yüce İslâm hukuku bulunduğu halde, böyle bir İddiada bulunmak ger­çekleri görmemezlikten başka bir şey değildir. Bu hukukun her hükmünün başına bir rakam koyarak onu macldeleştirnıek pek kolay olduğu gibi, bu­nun maddeler hafine getirilmemesi onun için bir eksiklik değil, aksine bir zen-ginîikiir. Onun asaletini göstermektedir.

Vakıa bütün hak mezhebler gözönünde bulundurulduğu taktirde İslâm hu­kukunda bir beşerin karşılaşacağı bütün sorunların çözümünü bulmak müm­kündür. Nitekim bu hukuk, asırlardan beri yeryüzünde yaşayan müslüman-lara ve gayri müslimlere uygulanmış ve bütün yurttaşlar tarafından saygın­lık görmüştür.

Ortaya çıkabilecek her türlü hadisenin çözümü İçin bütün detaylarıyla uy­gulanacak hükümleri belirleyen böyle zengin ve mükemmel bîr hukuku hi­çe saymak akıl işi değildir. Ne var ki zamanın adalet bakanı Mahmucl Esad

Bozkurt ve arkadaşlarının gözleri döndüğünden bu gibi karalamalara giriş­meleri beklenilen bir olaydır,

2. "Mecelle 1869 yılında yazılmaya başlamış ve 1876 yılında tamamla­narak yürürlüğe konmuştur. 1851 maddedir. Yalnız sözleşmelerin kü­çük bir bölümüne değinmektedir. Sadece 300 maddesi bugünkü ihtiya­ca uygundur. Geri kalan bölümü yurdumuzun gereksinmelerini karşı­layamayacak ölçüde ilkel bir kısım kurallardan oluştuğu için uygula­nana maktadır."

İslâm hukuku yalnız mecelleden İbaret değildir. Kaldı ki Mecelle de kü­çümsenecek kadar basit bir eser değildir.

Aslında basma kalıp tercüme edilen İsviçre derleme medeni kanunu­nun, İspanyanın fethi neticesinde İslâm hukukundan kopya edilen bölüm­leri dışındaki diğer bölümleri tamamen Ükel ve bölgesel tüzüklerdir. Yüce İs­lâm'ı kaldırıp yerine böyle kırk yamalı bohçaya benzeyen ve birbiriyle çe­lişen tüzükler mecmuasını koymak akıl kârı değildir. İslâm'a duyulan kinden ve kuru taassubtan kaynaklanmaktadır.

3. "Mecellenin temeli ve ana çizgileri dindir. Dinler değişmezler. Oysa insanhk hayatı her gün, hatta her an köklü değişimlerle karşı karşıya­dır. Bu değişim hiçbir zaman durdurulamaz. Yasaları dine dayalı dev­letler, dinler değişmediğinden hayat sistemi de devamlı değiştiğinden kısa bir zaman sonra yurdun ve milletin isteklerini karşılayamazlar. Din yasaları ilerleyen hayat karşısında şekilcilikten ve ölü sözcüklerden ile­ri bir değer, bir anlam taşıyamazlar. Dinler değişmediğinden onların yal­nız bir vicdan işi olarak kalması, çağdaş uygarlığın temellerinden bi­ridir."

"'Dinler değişmezler" ilkesi İzaha muhtaçtır. Çünkü:

Allah Teala insanları yaratıp yeryüzünde yerleşlirdiği ilk günden beri, on­lara din göndermiştir. Bu dinlerin Allah'ın sıfatları, geçmiş ve gelecekle ilgi­li haberler gibi bölümleri değişmemişlerdir. Buna karşılık insanların hayat sis­temini düzenleyen şer'İ hükümlerin, insanlığın geçirdiği evrelere göre değiş­tiği varittir. Mesela yahudilerin cumartesi günü avlanma yasakları İslâm ge­lince kaldırılmıştır.

Fakat Allah Teala'nın yürürlükten kaldırdığı bu dine mensup olan yahudi ve hristîyanlar eski dinlerinin aynen devam ettiğinde inatla ısrar etmişler­dir. Bu ayıp, kaldırılmış dinlen geçerli sayanların ve sığıra tapma gibi gülünç dinler icad edenlerin kusurudur. Hn son ilahi din olan İslâm'ı kabullenenlerin kusuru değildir. Zaten İslâm'ın dışında herhangi bir dini gerçek din say­mak, inal ve cehaletten kaynaklanan bir taassuptur. "Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, onun dini asla kabul edilmeyecektir. O kimse, ahirette hüs­rana uğrayanlardan olacaktır."[21]

Hülasa insanlık hayatının değişmesinin gerektirdiği ölçüde, Allah Teala gönderdiği seri hükümleri, bizlerin hikmetini idrak edemeyeceğimiz diğer sebeblerle birlikte, dinden dine yeterince değiştirmiştir. En son gönderilmiş olan İslâm dininin Kur'an, sahih sünnet ve ümmetin icinaına dayanan kesin şer'i hükümlerinin değişmesini İstemek ise, bunların koruma altına aldıkla­rı esasların önemini idrak edememekten kaynaklanmaktadır. Mesela İslâm ce­za hukuku, insanların canlarını, mallarını, akıllarını, namuslarını ve inançla­rını koruma aitına almayı hedeflemektedir. Bu nedenle bir insanı haksız ye­re kasıtlı şekilde öldürenin öldürülmesini, hırsızlık yapanın elinin kesilme­sini, zina edene bekar olması halinde yüz adet sopa vurulmasını, evlenmiş ise hayatına son verilmesini, içki içene seksen sopa vurulmasını ve İslâm'a saldıran kafirlere karşı savaşılmasını emretmektedir. İslâm'ın bu gibi hüküm­lerini değiştirmeye kalkışmak, bu yüce hedeflen hiçe saymak olur.

Şimdi "niçin İslâm, hırsızın elinin kesilmesini emrediyor? Bunu değişürelim. Hırsıza hürriyeti kısıtlayan hapis cezası verelim. Çünkü hayat değişti, hırsızlar çoğaldı. Kimin kolunu keselim. Önce benim kolumu kesmeniz gerekir. Ben de bu hatayı işledim" diyen bir insan, insanların malını emniyet allına alma ye­rine, hırsızları teşvik etmiş olmaz mı? Hele de hırsızlar, günümüzde olduğu gi­bi, devlet ricali olursa, İslâm'ın değişmezliğini bir nakise sayarak hırsızı okşa­masının altında nelerin yattığı iyice belli olur. Bir tarihte Mısır parlamentosun­da fuhuş yuvalarının kapatılması teklifi ileri sürüldüğünde bazı parlamenter­ler: "ya biz nereye gideceğiz" şeklinde itirazlarda bulunmuşlardır. Yine altmış­lı yıllarda İngiltere parlamentosunda erkekler için fuhuş yuvaları açılıp açılma­ması tartışılırken, lordlar kamarası mensuplarının bu hastalığa mensup olduk­ları için böyle bir kurumun kurulmasını savundukları, orta doğuda gazetele­rin gündemini işgal etmiştir. Keza bir tarihte Türkiye de iktidarı devirip yerine oturan bir paşaya: "efendim rüşveti önleyin" denildiğinde "Alan razı veren ra­zı ben ne yapayım" cevabını vermiştir. Aynı soru herkese sevgi dağıtan bir baş­bakana sorulduğunda da "Benim memurum işini bilir" cevabını vermiştir. El-betteki İslâm'ın tedavi etmek istediği hastalıkların devam etmesini isteyenler, İslâm'ın değişmesini İsteyeceklerdir. Böylece kendi cinayetlerine çare bulsun­lar, neticede hem kendilerini hem de tüm toplumu helak etsinler.

Hülasa Mahmud Esadın İsviçre Medeni kanununu kopya etmesinin gerek­çeleri arasında "dinin değişmezliğini" zikretmesi, aslında akan hayat sistemi­ne ayak uydurmak değil, bir kısım ahlaksızlıklara ve cinayetlere meşru ma­

zeretler bulmaktır. Yoksa 1926'dan beri jopla ve dipçikle uygulanan bu ka­nun, kimin hangi derdine çare olmuştur? Sadece ahlaksızlıkların, eşkıyanın ve sömürenlerin önünü açmıştır. Buna inanmayanın günlük herhangi bir ga­zetenin baş sabitesini okuması kaildir. Ne varki bir kısım iyi niyetli insanlar, bu çıkarcıların tezlerinde samimi olduklarını sanırlar, onların düşüncelerini canla başla savunurlar. Kraldan çok kralcı olma pozisyonuna düşerler. Bun­lara tavsiyemiz, fikirlerini savundukları bu insanların karşı çıktıkları İslâm'ı okuyup anlamalarıdır. Bu taktirde hakkı batıldan ayırabileceklerdir.

"Dinlerin bir vicdan işi olarak kalması" meselesine gelince, bu tez, sema­vi olmayan Brahmanizm, Budizm gibi ilkel dinler için, bir de mensupları ta­rafından değiştirilen yahudilik ve hristiyanlık için geçerli olabilir. Çünkü bu dinlerde, insan hayatını düzenleyen hükümler, yok denecek kadar az kalmış­tır. Geri kalan hükümler, mensuplarının heva ve heveslerine ters düştüğü için kitaplardan çıkarılıp yok edilmişlerdir. Fakat bu tez, hem din ve hem de dev­let sistemi, hem yasa hem de ahlak düsturu, hem dünya hem de ahiret pla­nı olan İslâm için etbetleki geçerli değildir. Zaten bu tez, dinlerinde hayat­larını tanzim eden hükümler bulamayan hristiyanlar tarafından ileri sürül­müş, fakat "Avrupalılar ne derse doğrudur" kompleksine kapılan hafifmeş­rep insanlar da, bu tezin İslâm için de geçerli olduğunu sanmışlar ve bunu savunmaya koyulmuşlardır.

İnsanın ana rahmine düşmesinden, kabirde toprağa verilmesine kadar, bü­tün hayat safhalarını en dakik bir şekilde düzenleyen, geçmişten ibret almak için onu en veciz bir şekilde özetleyen ve gelecekteki perde arkasında ne­lerin olacağını filim gibi gözler önüne seren İslâm'ın, sadece bir vicdan işi olarak kalması nasıl söylenebilir? Söylense cie bu düşünceleri kim dinler? Zi­ra İslâm'ın hükümleri, insanların gözlerini kamaştıracak kadar parlak, akıl­larına pes dedirtecek kadar güçlü ve ruhlarını huzura kavuşturacak kadar te­davi edici bir hukuk sistemidir. Onun her yönü ve her dalı mutluluk bahşe­der. Örnek olması açısından şu misalleri zikretmek mümkündür.

Kişinin yiyip içmesi hususunda Allah (cc) şöyle buyurmaktadır: "... Yeyin, için fakat israf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez."[22]

Giyim kuşam hususunda şunu emretmektedir: "Ey Ademoğulları, her mes­cide girdiğiniz zaman temiz ve güzel elbiselerinizi giyin."[23]

Yolda yürümenin adabı hakkında şöyle buyurmakladır: "Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen elbetteki yeri yaramazsın, boyca da dağ­lara ulaşamazsın. "[24] "Rahman olan Allah'ın kulları yeryüzünde sükû­netle (tevazu ve vakar İle yürürler."[25]

Alış-veriş hususunda şunu emretmektedir: "Bir şeyi ölçerken tam ölçün, tartarken de doğru terazi ile tartın."[26] "İnsanlardan bir şey ölçüp alırken tam alan; onlara bir şeyi Ölçüp veya tartarken de eksik tutan hilekârların vay haline"[27]

Birbirimizle olan mali İlişkilerimizde şu yasaklan koyar: "Birbirinizin mal­larını haksız yere yemeyin, insanların bir kısım mallarını bile bile güna­ha girerek yemek için onları hakimlere aktarmayın."[28]

Vazifelerimizin ifasında şunu emretmektedir: "Ey Muhammed de ki; ça­lışın, yakında Allah Peygamberi ve müminler yaptığınız İşleri görecektir."[29]

Fakir ve yoksullara yardımda bulunma hususunda da: "Mallarınızı Allah yolunda harcayın da kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın, iyilik yapın. Çünkü Allah İyilik yapanları sever"[30] buyurmakladır.

İyiliği emretme, kötülüğe mani olma hususunda da şöyle buyurmaktadır: "İçinizde hayra davet eden, iyiliği emredip, kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte onlardır."[31]

Anaya babaya, akrabaya, yetime, yoksula, komşuya, arkadaşa ve yolda ka­lanlara nasıl davranılacağı hususunda şunları emretmektedir: "... anaya ba­baya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, yakın komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara ve sahip olduğu­nuz kölelere iyi davranın. Şüphesiz Allah kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez.[32]

İdarecilerin insaflı ve adaletli davranmaları hususunda: "Ey iman eden­ler! Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli ol­un..."[33] "Şüphesiz ki Allah adaletli davranmayı, iyilikte bulunmayı ve akrabaya yardım etmeyi emreder. Kötülüğü, hayasızlığı ve zulmü yasak­lar.. ."[34] buyurmaktadır.

Haksız yere kan akıtmayı yasaklayarak şöyle buyurmuştur: "Allah'ın Öl­dürülmesini haram kıldığı bir cana haklı bir sebeb olmadıkça sakın kıy­mayın. Biz haksız yere öldürülenlerin velisine bir yetki vermişizdir. O da Öldürmede haddi aşmasın..."[35] "Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında kısas size farz kılındı..."[36] "Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat var­dır..."[37]

Malımızın himayesi için: "Erkek ve kadın hırsızların yaptıklarının kar­şılığı ve Allah tarafından bir ceza olarak ellerini kesin..."[38]  buyuruyor.

Aklın muhafazası için; "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal ok­ları sadece şeytanın İşinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz ki şeytan kumar ve içki İle aranıza düşman­lık ve kin sokmayı, sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan men etmeyi is­ter..."[39] buyurmakladır.

İrz ve namusun muhafazası İçin: "Ey Peygamber, hanımlarına, kızları­na ve müminlerin hanımlarına söyle, her hangi bir ihtiyaç için dışarıya çıkarken baş örtülerini üzerlerine alıp Örtsünler. Bu onların başkaları ta­rafından tanınıp rahatsız edilmemeleri için daha uygundur..."[40] "İffetli kadınlara zina isnad edip de sonra bu iddialarını doğrulayacak dört şa­hit getiremeyenlere seksen değnek vurun..."[41] "Zina eden kadın ve erke­ğin her birine yüzer değnek vurun. Allah'a ve ahiret gününe iman ediyor­sanız Allah'ın dinini tatbik hususunda onlara merhametiniz tutmasın. Mü­minlerden bir topluluk da onların cezalarına şahid olsun."[42] diye emret­mektedir.

Dinimizi koruma hususunda İse Allah Teala şunları emretmektedir: "Ey İman edenler! Çevrenizde bulunan kâfirlerle savaşın. Sizi sert ve kuvvet­li bulsunlar. İyi bilin ki Allah kendisinden korkanların yanındadır."[43] "Fit­ne ortadan kalkıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar o kafirlerle sava­şın."[44] Şimdi bunun gibi yüce semavi emirleri içeren bu ulvi şeriatı kaldırıp yerine beyefendilerin heva ve heveslerinden kaynaklanan ve gün geçmeden değiştirilmeleri teklif edilen bir kısım tüzükleri koymak ilericilik midir? Yok­sa ilkellik midir? Toplumun menfaatlerini mi yoksa sömürücülerin çıkarları­nı mı düşünmektir?

4. "Köklerini dinlerden alan yasalar, uygulandıkları toplumları gökten indikleri ilkel çağlara bağlar ve ilerlemeleri engelleyici belli başlı ne­den ve etkenler arasında bulunurlar. Türk ulusunun alın yazısını, bu-

günkü çağda bile, ortaçağ düzen ve kurallarına bağlamada dinin değiş­mez kurallarından ilham alan ve Tanrı katıyla ilişkili durumda bulu­nan kanunlarımızın, en güçlü etken olduklarından kuşku duyulmama-hdır."

Vakıa İslâm dininin müslümanları geri bıraktığını iddia etmek, tamamen gerçekleri alt üst eden bir iddiadır. Çöllerde bedevi bir hayat sürdüren arap-lar, İslâm sayesinde yüzlerce yıl yaşamış Pers imparatorluğunu ortadan kal­dırmayı, Bizansı sıkıştırıp kabuğuna hapsetmeyi başarmışlar ve fethettikleri yerlere İslâm şeriatını tatbik ederek oralarda yaşayan insanları kula kulluk­tan kurtarmışlar, yalnız Allah'a kulluk edileceğini öğretmişlerdir. Fethedilen bu ülkelerin halkı, kendi iradeleriyle putperestliği, yahudiliği ve hristiyanlı-ğı bırakıp İslâm dinine girmişler ve onun rahmetine ulaşmışlardır. Maddeten ilerleme bakımından zamanlarında insanlığın zirvesine ulaşmışlar ve karan­lık çağlan geride bırakmışlardır.

Keza İslâm sayesinde, dağlarda göçebe halinde yaşayan Türkler ve diğer kavimler, Osmanlı devleti gölgesi altında bir arada kardeş olarak yüzlerce yıl yaşamışlar, zamanının ikinci büyük İmparatorluğu olan Bizansı ortadan kal­dırmışlar, Avrupa'nın içine girip İslâm'ın şefkat ve merhamet esaslarından hris-tiyanlan da faydalandırmışlardır. Onyedinci asırlarda papazların bile "Allah müslümanları başımızdan eksik etmesin. Çünkü onlar geldikten sonra mez­hebi çatışmalarımız sona erdi ve huzur içinde yaşar olduk" demelerine or­tam hazırlamışlardır.

İstanbul fethedil irken Bizans'da uygulanan hukuk, bugünkü İsviçre hu­kukunun da temelini teşkil eden Roma hukukudur. Roma hukuku İnsanları ilerletiyor idiyse, niçin Bizanslılar müslümaniarın lopları karşısında dehşete kapıldılar da teslim oldular ve o ileri hukukları sayesinde icadlar yapıp müslümanlara karşı koyamadılar?

Diğer yandan. 1926'dan sonra İslâm hukukunu kaldırıp önüne gelen her devletten çeşitli hukuk dallarını kopya eden Türkiye Cumhuriyeti, bugüne dek ne kadar ilerleyebilmiştir. Aksine her geçen gün, biraz daha geriye git­mektedir. Öyle ki, İslâm'ın kaldırılmasından önce. bütün Avrupalılara meydan okuyacak güçte iken, bu gün onlardan yardım dilenir hale gelmiştir. Hatta bir taşıma aracının motorunu imal edemeyecek kadar geri kalmıştır. Bu hu­susta Kore gibi uzak doğu ülkelerinden bi'e geridir. İlaç sanayisi bile dış ül­kelerin ruhsatları ile yürütülmektedir.

Memleketin İleri gelenleri, daha dün 19-18 yılında zulüm ve gasb üzerine kurulan, korsan İsrail devletinden bile medet beklemekledir. Batılıları her zi­yaretlerinde "Bize yardım edin, yoksa korktuğunuz İslâm gelir" şeklinde on­lara yalvarıp yakınmakta ve kendilerine bir lüturta bulunsunlar diye onlara karşı her zilleti kabulleneceklerini dilleriyle ifade etmektedirler. Şimdi Esad beye sorulmalıdır "Senin İsviçrede tahsil yapman neticesinde oranın Neuc-hatel eyaleti kanununu olduğu gibi kopya edip alman, bu memleketin ne­yini ilerletmiştir?"

Bir memleket, fahişelere göz yummakla veya hırsızlan himaye etmekle ya­hut insanları alkolik yapmakla mı ilerler? Yoksa çalışıp üretmekle, ahlak ve istikran sağlamakla mı? Devlet ve mîllet İşbirliğiyle ve beşeri güçleri sefer­ber etmekle mi olur? Hğcr bunu yapamazsan hangi kanunu getirirsen getir durum değişmeyecektir, Nitekim Öyle olmuştur da... O halde neden İslâm'a bu kadar kin besliyorsunuz? Onu tahkir için her iftirayı ileri sürüyorsunuz?

5. "Türk hakimleri, derme çatma fıkıh kitaplarından ve din ilkelerin­den kural bulup çıkarmak yoluyla yargı görevi yapmaktadır ve yargıç hükümlerinde belirli bir görüş, dini bir deyiş veya temel bir kaide ile bağ­lı değildir. Bu nedenle benzeri meseleler hakkında verilen kararlar ülkenin çeşitli yerlerinde çoğu kez farklı ve çelişkili olmaktadır. Sonuç­ta Türk halkı adalet dağılımında tutarsızlık ve devamlı bir karışıklık­la karşılaşmaktadır. Halkın alınyazısı belirli ve oturmuş bir adalete de­ğil, rastlantıya, şansa ve birbirleriyle çelişkili ortaçağ fıkıh kuralları­na bağlı bulunmaktadır. Cumhuriyet, Türk adaletinin bu karmaşıklık­tan, yokluktan ve pek ilkel durumdan kurtarılmasını, devrimin ve çağdaş uygarlığın gereklerine uygun yeni bir Türk medeni kanunun hız­la meydana getirilmesini ve Türk medeni kanunun , medeni kanunlar arasında en yeni, en kusursuz ve halkçı olan İsviçre medeni kanunun­dan alınmasını gerekli kılmıştır."

Görüldüğü gibi Mahmud Esad,

- Fıkıh kitaplarının derme çatma olduğundan bahsetmektedir. Vakıa en ba­sit fıkıh kitabı bile, bugüne kadar yazılan uydurma medeni kanun kitapların­dan daha oturmuş ve daha asaletlidir. Bizlere, okuyacağımız hangi medeni hukuk kitabın; tavsiye edebilirler? Hepsi boş laflarla, yaldızlı sözlerle dolu­dur. Fiili değeri keçi boynuzu kadar bile değildir.

Yine bakan, "'o zamanda Türk yargıcının önünde belli kurallar olmadığı­nı, ülke çapında yargı birliğini sağlamanın imkansız olduğunu, bu nedenle adalete güvenin sarsıldığını" İddia etmektedir. Aslında İslâm hukukunu uy­gulayan hakim, ciddi ve kavranması zor olan meselelerde bile hangi hükmün uygulanacağını Önünde bulunan fıkıh kitaplarından anında İktibas edebilir ve bunda herhangi bir zorluk çıkması sözkonusu değildir. Yeterki hakim ca­hil biri olmasın fıkhı öğrenen biri olsun. Elbetteki çarşı pazardan tutulup ge­tirilen bir yargıç İslâm'ın ne olduğunu bilmez.

Mahmud Esad "Türk milletine adalet dağıtmak ve onu keşmekeşlikten kur­tarmak için en yeni, en kusursuz ve halkçı olan İsviçre medeni kanununu ge­tirdiklerini" söylemekledir.

Vakıa, Mahmud Esad'ın "en yeni" diye övdüğü İsviçre Medeni Hukuku­nun temelini, Alman medeni hukuku, onun temelini İse Roma hukuku oluş­turmaktadır. Roma hukuku ise, en köhnemiş ilkel hukuklardan biridir. Fakat hristiyan alemi, atalarının hukuku olarak bu kokuşmuş hukuku ısıtıp ısıtıp insanların önüne sürmüşlerdir. Hrisliyanlann leknik yönden ilerlediklerini gö­ren bazı müslüman isimli kişiler, onların her söylediğinin ve yaptığının doğ­ru olduğuna kanaat getirerek söylediklerini tekrar edip durmuşlardır. İşte Mahmud Esad ve arkadaşları da bu güruhdan olan insanlardandır.

Nasıl olur da İsviçre hukuku, en yeni hukuk olabilir? Alınan bu hukuk, bu­gün nüfusu yedi milyona ulaşmayan, milli birliğini tam olarak sağlamadığı için 22 tam bağımsız 6 da yarını bağımsız kantonlardan (eyaletlerden) mey­dana gelen, her kantonuna özel bir hukuk sistemi tanıyan ve nüfusunun % 70 Alman, % 20 Fransız geri kalanı İtalyan ve Çingenelerden oluşan İsviçre tarafından yepyeni bir hukuk olarak mı ortaya çıkarıldı? Yoksa protestan ve kaiolik mezheblerinin çatışmasını önlemek İçin, bütün hristiyanlann müşte­rek hukuku olan Roma hukukunun bir kısım düzeltmelerle kabul edilmesi miydi? Elbetteki ikincisi idi. Peki, 523-565 yılları arasında Doğu Roma İmpa­ratoru Justinianus tarafından hazırlatılan, adına Corpus juris civilis[45] denen ve 533 de tatbikine başlanan bir kanundan iktibas edilen İsviçre kanununun neresi yepyenidir? Borçlarını ödeyemeyen borçluları, esir edip alacaklılara tes­lim eden, onları köle olarak sattıran, hatta alacaklılara borçlularını öldürüp payları oranında parçalara bölerek evlerinin önünde asmalarına izin ve­ren[46] Roma kanununun neresi üstün ve neyi halkçıdır? Sizin aldığınız kanun, işte bu ilkel kanunun yumuşatılmış şeklidir. Orta çağlara değil, karanlık çağlara dayanmaktadır.

VII. yüzyıldan itibaren, İslâm fetihlerinin neticesinde, müslümanların İs­panya'yı f'eth etmelerinden sonra, yüce İslâm hukuku karşısında gözleri ka­maşan Avrupalılar, kendi benliklerini kaybetme kuşkusuyla XII. yüzyıllarda özellikle İtalya ve Polonya üniversitelerinde üzeri küllenmiş Roma hukuku­nu tekrar hortlatarak İslâm hukukuna karşı direnmek istemişlerdir.

Kokuşmuş bir hukukdan mülhem olan kanunu, değil ki İslâm'dan üstün saymak, onu İslâm ile kıyaslamak bile insafsızlıktır. Ne var ki devrim adına konuşanlar, her zaman haklı gösterilmişlerdir. İşte mesele budur.

6. "İlkeleri yabancı bir ülkeden alınmış olan Türk Medeni Kanunu ta­sarısının yürürlüğe konulmasından sonra «ülkemizin ihtiyaçlarıyla bağdaşmaz» tezi yerinde görülmemektedir. Çünkü;

a. Çağdaş medeniyet ailesinden olan ulusların gereksinmeleri arasın­da köklü bir ayrılık yoktur.

b. İsviçre devleti, farklı tarih ve geleneklere bağlı olan Alman, Fransız ve İtalyan soylarından oluşmaktadır. Bu kadar ayrı ırklardan ve fark­lı kültürlerden oluşan bir topluma uygulanma esnekliği gösteren bir ya­sanın Türkiye Cumhuriyeti gibi yüzde doksanı bakımından türdeş bir soyu barındıran bir devlette uygulama olanağı bulabilmesinde kuşku yoktur."

Esad beyin "çağdaş medeniyete sahip olan ulusların gereksinmeleri ara­sında köklü bir fark yoktur" şeklindeki iddiası, aynı dine ve benzer örflere sahip olan Avrupa hristiyan devletleri için kısmen geçerlidir. Çünkü bunlar, asıl orijinal esaslarından herhangi bir iz kalmayan hristiyanhkta, İnsanların hayatını düzenleyen hükümler bulamadıkları için, ataları olan putperest Romalıların İlkel hukukundan ilham almışlar, kendi arzuları ve gelenekleri doğrultusunda bir kısım kurallar belirlemiş ve bunların adına Hukuk (kanun) demişlerdir. Bu itibarla bunların hukuk sahasındaki gereksinmeleri birbiri­ne yakındır.

Şimdi bunların gereksinimleri birbirine yakınsa, bütün insanlığın da bun­ların ihtiyaç hissettikleri şeyleri ihtiyaç hissetmeleri mi gerekir? Eğer böyle İse, örflerini putlaştırıp asıl hukuk kaynağı sayan İngilizlerin hukuku neden farklıdır? Japonlar neden İsviçre'nin hukukunu almamışlardır? Bugün dünya­nın en büyük sömürücüsü olan ABD'nin hukuk sistemi niçin İsviçre'nin ay­nısı değildir?

Demek ki, Esad Bey'in bu tezi, sadece körü körüne Avrupa hayranı olma­sının bir neticesidir.

Şimdi Esad Bey ve arkadaşlarına soralım: İnsanlar üzerindeki hegoman-ya ve sömürülerini sürdürmek için, bütün canlıları yok eden hidrojen ve et­leri çürüten Napalm bombalarını yapmayı gereksinme sayan, insanlığı teh­dit eden nükleer denemelerde ısrarı bir zaruret kabul eden, emperyalist dev­letlerin gereksinmeleriyle "zarar vermek de yoktur, zarara karşı zararla mu­kabele etmek de"[47] hadisini esas alan bir ümmetin gerekli gördüğü ve İhti­yaç hissettiği şeyler nasıl yaklaşık şeyler olabilir?

Yine, toplum için zararlı da olsa, piyasada pazar bulabilen çeşitli içkiler ve kumar araçları gibi eşyalara, değerli bir mal gözüyle bakan, bunları imal etmeyi iktisadi bir ihtiyaç sayan bîr zihniyetin gereksinmeleriyle, İnsanlara zararlı olan her şeyi yasaklayan bir inanca sahip olan insanların gereksinme­leri nasıl aynı olabilir?

Keza kadınları, fuhuş yuvalarına tıkayıp esir gibi tutan, onları serseri er­keklere peşkeş çeken, vücutlarını sattırıp elde edilen kazançtan belediyele­rine vergi sağlayarak bunu da bir gereksinme sayan ve bu cinayeti İşleye­ni, yer yer vergi rekortmeni kabul eden bir güruhun hukuk anlayışıyla, bir kadının namusunu korumak için gerektiğinde savaş açan bir asil ümmetin hu­kuk anlayışı, nasıl bir olabilir? Eğer Esad bey ve arkadaşları ırz ve namusla­rını ayaklar altında çiğnetmeyi reva görüyorlarsa, diğer müslümanlara böy­le bir adiliği zorla yaptırmaya elbetteki hakları yoktur.

Hülasa, İslâm'da egemenlik, dolayısıyla yasa koyma hakkı yalnız Allah Te-ala'ya aittir. O bizlere, kişilerin hırslarından, heva ve heveslerinden uzak olan,

hakkaniyet ölçülerini esas alan, ifrat ve tefritten uzak olan, tertemiz bir şe­riat göndermiştir. Biz ancak onu kabullenir ve ona uyarız. Kendimiz için is-tediğimiz bu iyiliği başkaları için de isteriz.

 



[1] En'am57; Yusuf, 40, 70

[2] Maide, 49, 50

[3] Maide, 44

[4] Maide, 45

[5] Maide, 47. Bir kısım müfessirler son iki âyette geçen "zalim" ve "fasık" ifadelerinin de kafir anlamında olduklarını, kafirler yaptıkları davranışlarına göre kafir, zalim ve fasık olarak vasıflandınidıklannı beyan ederlerken, diğer bir kısmı müfessirler, Al­lah'ın indirdiği,İslâm'ı bırakıp başka kanunlarla insanları İdare edenlerin inançla­rına göre vasıflandınidıklannı söylemişlerdir. Bu izaha göre Allah'ın nizaımyla hü­küm vermeyen kişi, aynı zamanda bunun hak olduğuna da inanmıyorsa, işte bu ka­firdir. Şayet hak olduğuna inandığı haİde ona göre hükmetmiyorsa yerine göre za­lim veya fasık olur. Bu da tehdit altında kalma neticesinde mümkündür. Yoksa ila­hi nizamı keyfi bir şekilde bırakan kişinin dînle alakası zedelenmiştir.

[6] Maide, 73

[7] Nahl, 51

[8] Bakara, 163

[9] Enbiya, 11

[10] En'am, 162, 163

[11] Şura, 21

[12] Maide, 44

[13] Nisa, 60

[14] Nisa, 65

[15] Enam, 106

[16] Araf, 3

[17] Bakanı, 119

[18] Ali İmran, 3

[19] Yunus, 32

[20] Kasas, 50

[21] Ali îmran, 85

[22] Araf, 31

[23] Araf, 31

[24] İsra, 37

[25] Furkan, 63

[26] İsra, 35

[27] Mutaffifin, 1-3

[28] Bakara, 188

[29] Tevbe, 105

[30] Bakara, 195

[31] Ali İmran, 104

[32] Nisa, 36

[33] Maide, 8

[34] Nahl, 90

[35] İsra, 33

[36] Bakara, 178

[37] Bakara, 179

[38] Maide, 38

[39] Maide, 90-91

[40] Ahzab, 59

[41] Nur, 4

[42] Nur, 2

[43] Tevbe, 123

[44] Bakara, 193

[45] Corpus juris civiles: Kanun külliyesi dört ana bölümden oluşmaktadır:

a.  Institutiones: Bu bölüm Justinianus'un emri İle hazırlanmış ve 533 yılında yürürlüğe konmuştur.

b. Digesta veya Pandectae: Bu da Justinianus'un hukukçularının eserlerinden alıntı vapttrdığı toplama bir bölümdür. Bu da 533 yılında yürürlüğe konmuştur.

c.  Codex: Bu dii imparator emirnamelerini içeren bir bölümdür. Justinianus hazırlatmış ve 534 yılında yürürlüğe konmuştur.

d. Novellae: Bu bölüm, önceki üç bölümün kaleme alınmasından sonra Justini­anus'un yeni emirlerinden ibarettir. İşte Corpus juris civiles adlı Roma kanun kül­liyesi bu dört parçadan meydana gelmektedir. Bu külliyenin tümüne ilkellik ha­kimdir.

[46] XII levha kanunundaki Man us İnieciio (el koyma) yoluyla icra usulüne göre ala­caklı borçlusu üzerine el koyardı. Onu altmış gün zincire vurup hapsettikten sonra borç yine ödenmediği taktirde, isterse onu öldürebilir, İsterse Roma dışın­da köle olarak satabilirdi. Hatta alacaklıların birkaç kişi olması halinde borçlunun vücudunu aralarında taksim etmelerine dahi müsaade edilmişti." (Konu İle ilgili ola­rak bakınız Dr. Türkan Radu, Roma Hukuku Borçlar Hukuku s. 22 İst. 1974; Dr. Ziya Umur: Roma Hukuku sn. 168 İst. 1974.

[47] İbn Mace, Kit. Ahkam, Bab: 17; İmam Malik, Muvatta, Kit. Akdiye, Bab: 31; İmanı Ahmed, Müsned, c. 5, sh. 327