Bu bölümde
"Edilleyi Şeriyye" diye adlandırılan İslâm hukukunun delilleri
zikredilecektir. Bunlar kuvvetlilik derecelerine göre;
1. Kur'an-ı Kerim;
2. Sünnet-i Seniyye;
3. İcma-ı Ümmet;
4. Sahabe-i Kiramın sözü;
5. Fukahanın kıyası;
6. İstİhsan;
7. Önceki şeriatler;
8. Mesalih-i Mürsele;
9. Sahih örf;
10. İstishab ve
11. Seddu'z-zerai'dir.
Bu delillerin izahına
girmeden önce şu hususlara dikkat çekmek gerekmektedir.
1. Bu
delillerin hepsi, alimler arasında ittifakla delil kabul edilmemektedir.
Bunlardan bazılarının şer'i delil olup olmayacağı ihtilaflıdır. Bunlar yeri
geldikçe açıklanacaktır.
2. Bu
delilerin en güçlüleri ve ekseriyeti nakil yoluyla gelen delillerdir. Kur'an,
sünnet, icma, sahabe sözü, örf ve önceki şeriatler bunlardandır.
3. Diğer az
bir bölüm ise, nakil İle birlikte akla dayanmaktadır. Kıyas, is-tihsan,
mesalih-i mürsele, İstishab ve seddü'z-zerai bunlardandır.
Bununla beraber
naklîolan deliller, anlaşılmalarında ve kendilerinden hüküm çıkarılmalarında,
aklın kullanılmasını gerektirdikleri gibi, aklî deliller de, naklî esaslara
dayanmadıkça şer'i delil sayılmazlar. Çünkü insanların mücer-red akıllan, dini
hükümleri bilmek İçin kâfi değildir.
Akıl, ancak şeriat
vasıtasıyla doğruyu bulabilir. Şeriat da akılla öğrenilir. Akıl bîr göz İse,
şeriat bir ışıktır. Işık olmadan gözün görmesi mümkün değildir. Yine akıl bir
aydınlatma aracı ampul ise, şeriat ona gelen bir elektrik-
tir. Enerjisiz ampulü
yakmaya çalışmak boş şeyle uğraşmakta
4. Bu deliller, ayn, derecede değillerdir. Bir
kısmının diğerlerinden daha guçlu olduklar, ve sıralamada öncelik hakkına sahip
oldukları şüphesizdir
Kur'an, Allah Teala
tarafından Cebrail aracılığı ile Hz. Muhammed'e (sav) Arap diliyle indirilen;
Mushaf'larda yazılı
olarak tevatür yoluyla bizlere ulaşan;
Ancak kendisinin
okunması ile namaz sahih olan;
Sadece okunması dahi
ibadet kabul edilen;
Bir bölümünü bile
inkâr eden kâfir sayılan;
Ve İslâm şeriatının
temel kaynağı olan ilahi ve kutsal bir kitaptır.
Aşağıda sayılacak
özellikleri taşımayan herhangi bir metne Kur'an adı verilemez.
1. Kur'an-ı
Kerim'in Hem Lafzı, Hem Manası Allah Teala Katındandır:
Hz. Muhammed (sav)
ise, sadece O'nu Allah Teala'dan geldiği gibi, aynen tebliğ etmiştir. Bu
nedenle Kur'an-ı Kerim lafızları değiştirilerek mealen rivayet edilemez.
Mesela, Kuran-ı Kerim'deki "zalimane" manasına gelen "dîza"
kelimesinin yerine aynı anlamdaki "caire" kelimesi kullanılamaz. Yine
Kur'an-ı Kerim'in herhangi bir tefsirine Kur'an-ı Kerim denilemez.
2. Kur'an-ı
Kerim Peygamber Efendimize Arapça Lafızla ve Arap Üslubu ile İnmiştir:
Allah Teala; "...
Biz onu düşünüp anlayasınız diye Arapça bir Kur'an olarak indirdik"[1] buyuruyor.
Bu itibarla Kur'an-ı Kerim'in başka dillerdeki tercümesine Kur'an-ı Kerim
denilemez. Bu tercümelerin okunmasıyla namaz caiz olmaz. Ebu Hanife'nin
dışındaki bütün âlimler; Kur'an-ı Kerİm'İ okumaktan aciz olan kişinin, onu
öğrenmesine kadar namazı hiçbir şey okumadan kılacağını söylemişlerdir[2].Çünkü
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammed! Uyarıcılardan olasın diye bu
Kur'an'ı açık bir Arapça lisanı İle senin kalbine Ruh'ul Emin olan Cebrail
indirmiştir."[3]
"Allah'tan
korksunlar diye Biz onlara eğri tarafı ve eksiği bulunmayan Arapça bir Kur'an
indirdik. "[4]
"Biz muhakkak bu
kitabı, okuyup anlamanız için Arapça bir Kur'an olarak indirdik.[5]
"Şüphesiz Biz,
onu düşünüp anlayasınız diye Arapça bir Kur'an olarak indirdik. "[6]
Diyebiliriz ki;
şimdiye kadar bütün müslümanlar namazın İç ve dışında Kur'an-ı Kerim'in Arapça
okunması hususunda fiili bir icmâ yapmışlardır. Ne var ki günümüzde bazı kötü
niyetli insanlar Kur'an-ı Kerim'in tercüme edilip tercümesiyle ibadet
edilmesini istemektedirler. Onların asıl maksatları; Kur'ândan ilham almak
değil, müslümanları kolayca dinden çıkarmak ve Allah katından gelen Kur'an-ı
Kerim'i böylece rafa kaldırtmaktır. Zira niyetleri halisane olsa, Kur'an
meallerini okuyarak ondan nasiplerini pekâlâ alabilirler. Şunu unutmamak
gerekir ki;
a. Peygamber Efendimiz (sav) mektuplarında
Kur'an-ı Kerim'i tercüme etmemiş, tercüme edilebileceğine dair bir beyanda da
bulunmamıştır mesela:
Peygamber Efendimiz
Rum Kayseri'ne, Acem Kİsrası'na ve Kıptilerİn lideri Mukavkıs'a gönderdiği
mektupları Arapça göndermiş ve "Kur'an tercüme edilerek tercümesiyle
ibadet edilebilir" iddiasında bulunanlara açık kapı bırakmamıştır.
b. Kur'an-ı Kerim'i tam fesahat ve belağatıyla
başka bir dile olduğu gibi aktarmak imkansızdır. Çünkü Kur'an'ın hem lafzı hem
de manası mucizedir. Değiştirildiği taktirde nazm-ı celili bozulur. O taktirde
Kur'an, tam Kur'an sayılmaz, o bir tefsir olur. Tefsirler Kur'an-ı Kerim
sayılsaydi; Araplar O'nun bir sûresinin benzerini getirmekten aciz kalmazlardı
ve Kur'an-ı Kerim onlara bu hususta meydan okumazdı.
Ancak Kur'an'ı tefsir
şeklinde tercüme etmek mümkündür.
3. Kur'an-ı
Kerim Bizlere Tevatür Yoluyla Gelmiştir. Ona hiçbir şey sokuşturulamamıştır.
"Şüphesiz O aziz bir kitaptır. O'na batıl ne önünden ne de arkasından
sokulabilir..”[7]
Kur'an İnsanların
zihinlerinde, mushaflann içinde muhafaza edilmiş ve bütün İslâm topraklarındaki
müslümanlara ihtilafsız bir şekilde ulaştırılmıştır. "Kur'an'ı Biz
indirdik, Biz, O'nun koruyucusu da şüphesiz ki Biziz."[8] İşte
bu nedenledir ki mütevatir olmayan kıraatler, Kur'an sayılmamıştır.[9]
Kur'an-ı Kerim, Allah
kelamı olması dolayısıyla İslâm dininin birinci kaynağıdır. Bunda kimsenin şek
ve şüphesi yoktur.
Kur'an-ı Kerim'in
tesbîti kesindir, kıyamete kadar hiçbir tahrife uğramadan kalacaktır.
Ancak âyet-i
celilelerin çoğunu taşımış oldukları manaları açık seçik olduğu İçin, bunların
manalarına delaletleri katidir. "Hanımlarınızın çocuğu olmadığı taktirde
onların bıraktıkları mirasın yarısı sizindir."[10]
âyeti bu kabildendir. Bazı âyet-i celilelerin ise, çeşitli sebeblerden dolayı,
taşımış oldukları manalara delaletleri kat'i olmayıp zannidir. "Boşanan
hanımlar üç "ku-ru'u" boyunca iddet beklerler"[11] âyetinde
zikredilen "kuru'u" kelimesi Arap dilinde hem adet görme, hem de adetten
temizlenme manasında kullanıldığı için, âyet-i celilede bunlardan hangisinin
kastedildiği kesin anlaşılmamakta ve bunlardan birisine delalet ettiği de
tahmin edilmektedir. İşte bu son türden olan âyetleri anlamak için belli yollan
takip etmek gerekmektedir.
1. Manası
açık olmayan âyetleri anlamak için, manası açık seçik âyetlere başvurulur.
Çünkü Kur'an'ı en iyi açıklayan bizzat Kur'an'ın kendisidir.
2. Peygamber (sav)in sünnetine baş vurulur. Zira
Kur'an'ı ilk alan ve onu insanlara açıklamakla vazifelendirilen Resulullah'tır.
3. Âyetlerin inmelerine sebeb olan hadiselere
(esbab-ı nüzule) başvurulur.
"Kur'an'ın
tercümanı" diye adlandırılan Abdullah bin Abbas bu yola başvuruyordu.
Mesela; "O yaptıklarına sevinen ve yapmadıklarıyla da övünmek İsteyenleri
sakın azaptan kurtulmuş zannetme. Onlar İçin can yakıcı bir azap vardır"[12]
âyet-i celüesini anlayamayan Mervan, Abdullah bin Ab-bas'dan şunları sormuştur:
"Her yaptıklarına sevinen ve yapmadıkları şeylerle de Övünmek isteyen
azap göreceğine göre; bizim hepimiz azap göreceğiz demektir." Abdullah bin
Abbas şu cevabı vermiştir: "Siz bu âyeti niçin böyle anlıyorsunuz? Bir gün
Resulullah yahudüerden bir şey sordu. Yahudiler onun cevabını saklayıp başka
bir şeyle cevap verdiler ve bu haberden dofayı övülmelerini arzuladılar,
gerçek cevabı saklamalarından da sevindiler. Bunun üzerine bu âyet-i celile ve
bundan Önceki şu âyet nazil olmuştu: "Bir zaman Allah kendilerine kitap
verilenlerden O'nu insanlara açıklayacaklarına, O'nda olanları
gizlemeyeceklerine dair ahid almıştı. Onlar ise bunu arkalarına atarak az bir
değere değiştirdiler. Bu alışverişleri ne kötüdür. "[13]
4. Kur'anın
indiği zamandaki Arapların örf, adel ve üsluplarına baş vurulur. Mesela; Necm
Sûresi 49. âyette "O Şi'ra'nın Rabbİdir" buyuruluyor. Burada
"Şi'ra"nın ne demek olduğunu anlamak için Arapların cahiliye dönemlerinde
bu yıldıza taptıklarını bilmek gerekir.
Kur'an'ın mucize
olduğu şüphesiz bir gerçektir. Şöyle ki;
1- Kur'an'ın
belagati ve fesahati zirvededir,
2- Getirdiği
hükümler, tam bir uyum İçindedir. Çeşitli meseleleri tanzim etmesine rağmen en
küçük bir çelişkiye rastlanmaz. "Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer
Kur'an Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirine zıt bir
çok şey bulurlardı. "[14]
3- Kur'an
geçmişi az ve öz olarak doğru bir şekilde aktarır. "Ey Muham-med sana
vahyettiğimiz bu hadise gayb haberlerindendir. Bundan önce sen de kavmin de
bunu bilmiyordunuz..."[15]
"Ey Muhammed bu kıssa gaybın haberlerindendir. Biz onu sana vahyediyoruz.
Yusuf un kardeşlerinin tuzak kurmak için, ittifak ettiklerinde sen onların
yanında değildin."[16]
4- Kur'an-ı
Kerim, geleceğe dair malumatlar vermiştir ve bunlar aynen gerçekleşmiştir.
Mesela Allah Teala müminlere Mekke'nin fethini şu âyetle bildirmiş ve daha
sonra aynen vuku bulmuştur: "... Ey müminler elbetteki sizler, Allah
dilerse güven içinde, saçlarınızı traş etmiş veya kısaltmış olarak korkmadan
mescid-i harama gireceksiniz...”[17]
Diğer bir âyette; "Rumlar, size en yakın bir yerde mağlup oldular. Onlar
bu mağlubiyetten sonra birkaç sene içinde galip geleceklerdir. Eninde sonunda
emir Allah'ındır.. ."[18] buyurulmuştur
ve aynen gerçekleşmiştir.
5- Kur'an,
misal olarak bazı ilmi gerçekleri zikretmektedir. Daha sonraları gelişen
ilimler bu hakikatleri gözler önüne sermiştir. Mesela Allah Teala şöyle
buyuruyor: "Kâfirler, gökler ve yer birbirine bitişikken onları ayırdığı
mızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı bilmezler mi? Hâlâ iman etmiyorlar
mı?"[19] Bu âyette gökle yerin
evvelce bir olduğu, sonradan Allah'ın onları ayırdığı ve her canlının sudan
yaratılmış olduğu anlatılmaktadır.
"İnsanoğlu
kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi zannediyor? Hayır, Biz onun parmak
uçlarını bile yeniden yaratmaya kadiriz. "[20] Bu
âyette parmak izlerinin her kişide farklı olduğuna işaret edilmektedir. Onun
için parmak uçlarının aynen yaratılacağı zikrediliyor.
"Yemin olsun ki,
Biz insanı süzülmüş, özlü balçıktan yarattık, sonra onu nutfe halinde müstahkem
bir karargâh olan rahme yerleştirdik, sonra nutfeyi kan pıhtısı haline
getirdik, kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık, bir çiğnem eti kemiklere
dönüştürdük, kemiklere de et giydirdik. Sonra da onu bambaşka bir varlık
yaptık..."[21] Bu âyette de insanın
aslının topraktan geldiği ve ana rahmindeki embriyolojik gelişimi
anlatılmaktadır.
"Allah birbiriyle
karşılaşan iki denizi salıverdi. Aralarında engel olduğu için birbirlerine
karışmazlar."[22]
Âyette suların birbirinden farklılığına dikkat çekilmektedir.
"Güneş de kendi
mihverinde dönüp dolaşmaktadır..."[23]
Âyette güneşin kendi etrafında döndüğü, bu özelliği ile diğer gezegenlerden
farklılığı belirtilmekte;
"... dağlardan
da, beyaz, kırmızı, simsiyah ve türlü renklerde tabakalar yaratmışızdır."[24] Âyet
çeşitli maddelere işaret etmektedir.
"Allah, binmeniz
ve süs hayvanları edinmeniz İçin atları, katırları ve merkepleri yarattı. Henüz
bilmediğiniz daha nicelerini yaratacaktır."[25]
Burada da çeşitli taşıtlara işaret buyurulmaktadır.
"Gürültü İle
koşanlara, ateş çıkaranlara, sabahleyin saldırıp tozu dumana katarak düşmanın
içine dalanlara yemin olsun ki, şüphesiz insan, Rabbinin nimetlerine karşı pek
nankördür."[26] Bu âyet-i celile de
çeşitli harb aletlerine işaret etmektedir. Aslında Kur'an-ı Kerim, tecrübe ile
elde edilebilecek ilimlere sadece misal olarak işaret eder. Çünkü, insanlar
akıllarını çalıştırdıkları taktirde, bunları bilebilir ve fani dünyada
bunlardan menfaatle-nebilirler. Dolayısıyla Kur'an'ın bunları uzunca açıklaması
beklenilemez. Aksi taktirde bir fizik ve kimya kitabı derecesine düşmüş olur
ki, hâşâ Kur'an bundan münezzehtir. Buna mukabil, insan aklının aciz kaldığı şu
meselelere detaylı olarak cevap verir: Nereden geldik? Neyiz? Nasıl olmalıyız?
Nereye gidiyoruz? Gittiğimiz yerde ne olacağız?
6. Kur'an,
bütün insanî münasebetleri en güzel ve en sağlam bir şekilde tanzim eden İslâm
şeriatının ana kaynağıdır. Günümüze kadar geliştirmek maksadıyla durmadan
değiştirilmelerine rağmen, bütün beşeri sistemler, insanların problemlerini
çözmede aciz kalmışlardır. Buna mukabil 1400 küsur sene önce, maddeten çok geri
kalmış bir çölün içinde yaşayan ve okur yazarlığı olmayan bir zata indirilen
Kur'an'm, kişi ve toplumların bütün davranış ve münasebetlerini, en güzel ve
en adaletli bir şekilde - bütün yer ve zamanlarda - tanzim etmesi, Kur'an'ın en
büyük mucize olduğunu gösterir.
Kur'an-ı Kerim:
1- Hem
lafzı, hem manası Allah tarafındandır.
2-
Mucizedir.
3- Bütünüyle
mütevatirdir.
4-Okunması
ibadet sayılır.
5- Namaz ancak
Kur'an-ı Kerim'in kıraati ile sahih olur.
6-Aktarılırken
Allah'a nisbet edilir. (Allah buyurdu, şeklinde) Hadis-İ kudsi ise;
1. Manası Allah tarafından, lafzı Peygamberimiz
tarafındandır.
2. Mucize değildir.
3- Bütünüyle
mütevatir değildir.
4- Okunması
ibadet sayılmaz.
5- Namazda
kıraat yerini tutmaz.
6-Aktarırken
hem Allah'a, hem Peygamber'e nisbet edilebilir. (Peygamber Efendimizin
naklettiğine göre; Allah Teala buyurduki..." veya "Rabbin-den
naklederek Peygamber Efendimiz buyurdu ki:" şeklinde)
Vahyi Metluv ve Vahyi
Gayri Metluv
İslâm hukukunun temel
kaynağın, nakli deliller oluşturmaktadır. Bu deliller bize genelinde vahiy
yolu ile gelmişlerdir. Bu itibarla vahyin ne demek olduğunu ve çeşitlerini
bilmek gerekmektedir.
Vahiy Kelimesinin
Lügat Anlamı:
Vahiy kelimesi Arapça
bir kelimedir. "Veha yeni vahyen" şeklinde çekilmekte, genellikle
"ila" veya "bi" harfi çerleri ile (edatlarla) üç harfli
veya "ev-ha" şeklinde dört harfli olarak kullanılmaktadır.
Bu kelime üç harfli
olarak "veha ileyhi" veya "veha lehu" şeklinde kullanıldığı
zaman şu manalara gelmektedir:
- İşaret etme
- Gösterme
- Gizlice konuşma
- Mektup yazma
- Emretme
- Gönderme
- İlham etme (içe
doğdurma)
- Emrine verme
- Bağırma
- Boğazlama vesair.
Bu kelime dört harfli
olarak "evha ileyhi" veya "evha lehu" şeklinde kullanıldığı
zaman ise şu manaları ifade etmektedir;
- Gösterme
- Fısıldama
- Mektup yazma
- Emretme
- Gönderme
- İlham etme
- Emrine verme
- Korkma
- Bağırma
- Bir şeyi hızlıca
yapma
- Konuşma
- Ağlama vesair.
Vahiy kelimesi,
Kur'an-ı Kerim'de, zikredilen bu lügat manalarının bir kısmında
kullanılmıştır, bunlardan bazıları şunlardır:
(Cebrail ile dini
hususları göndermek) manasında.
Kur'an'da zikredilen
vahiy kelimesi ve ondan türetilmiş olan "evha" "yu-hi"
kelimelerinin çoğu bu manayı ifade etmektedir. Misal olarak şu âyetleri
zikretmek mümkündür.
"Şüphesiz Biz
Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.
İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya'kmVa, torunlara, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a,
Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik..."[27]
Şu âyet-i kerimede
geçen vahiy kelimesi bu manayı İfade etmektedir.
"Rabbin arıya
dağlarda, ağaçlarda ve yapılan kovanlarda yuva edin, sonra her çeşit mahsulden
ye, Rabbinin hazırladığı uygun yollardan git" diye vahyetti. (ilham
etti)."[28]
Şu âyette zikredilen
vahiy kelimesi bu manayı ifade etmektedir:
"... Şüphesiz ki
şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için dostlarına vahyederler (vesvese
verirler)"[29]
Şu âyette zikredilen
vahiy kelimesi bu manayı ifade etmektedir: "Zekeriyya ma'bedden kavminin
önüne çıktı, onlara; "sabah akşam Allah'ı teşbih edin diye vahyetti
(işarette bulundu)."[30]
Bu kelime, ıstılahta
"vahyedilen husus" anlamında kullanılmış ve genellikle Allah
Teala'nın Cebrail vasıtası ile Resulullah'a gönderdiği veya kalbine ilham
ettiği dini hususlar kastedilmiştir. Bu nedenle fıkıh usulü âlimleri vahiy
kelimesini çeşitli kısımlara ayırmışlardır.
Vahiy başlıca iki
kısma ayrılmaktadır.
Bundan maksat Kur'an-ı
Kerimdir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in manası yanında lafızları da vahiydir ve
okunması dahi sevaptır. Ancak Kur'an okunarak namaz kılınır. Bu ve benzeri
nedenlerle Kur'an-ı Kerim'e vahy-i metluv denilmiştir.
Bundan maksat ise
hadis-i şeriflerdir. Çünkü bunlar okunarak namaz kılınamaz, okunmaları sevaba
sebep olamaz. Aynı lafızların korunması şart değildir. Diğer yandan İslâm
alimleri, Resulullah'ın, insanlara açıkladığı bu yollardan birinin vahy-i
zahir, diğerinin ise vahy-i batın veya şibhi vahiy olduğunu zikretmişler, bu
itibarla da vahyi iki ana kısma ayırmışlardır:
Bu türden olan vahiy
kendi arasında üç kısma ayrılmaktadır.
a. Dille söylenen vahiy (yani meleğin Resulullah'ın
kulağına dili ile söylediği vahiy):
Bu türden olan
vahiylerde Resulullah'ın vahiy getiren meleğin kim olduğunu kesin olarak
bilmesi, meleğin de vahyi Resulullah'ın kulağına lisanen söylemesi gereklidir.
Kur'an-ı Kerim bu vahiy türüne girmektedir. Nitekim yüce Mevla bu hususta
şöyle buyurmuştur: "Ey Peygamber de ki Kur'an'ı, Ru-hul Kudüs olan (Cebrail),
müminlerin imanını pekiştirmek, müslüman-lara bir hidâyet rehberi ve bir müjde
olmak üzere, Rabbinin katından hak olarak indirdi.”[31]
"Şüphesiz ki bu Kur'an (Allah tarafından gönderilen) şerefli bir elçinin
söylemesidir."[32]
b. İşaretle gösterilen vahiy (meleğin Resulullah
ile konuşmaksızm kalbine yerleştirdiği vahiy):
Resulullah'dan rivayet
edilen şu hadis bu türden olan vahyi beyan etmektedir: Resulullah buyurmuştur
ki; "Şüphesiz ki Ruhu'l-Kudüs (Cebrail) içime üfledi ki bir canlı rızkını
tamamlamadan asla ölmeyecektir. Allah'tan korkun, dileklerinizi güzelce yapın.”[33]
c. İlhamla kalbe doğan vahiy (Allah'ın Resulullah'ın
kalbine İlham ettiği ve kendisinde şüphe olmayan vahiy):
Resulullah, bu türden
olan vahiylere Allah'ın kalbine yerleştirdiği bir nur aracılığı ile ulaşmıştır.
Böylece bu vahyi ona bizzat Allah Teala göstermiştir. Şu âyet-i kerime bu gibi
vahiylere İşaret etmektedir: "Şüphesiz ki Biz sana Kitabı hak olarak
İndirdik ki, sen insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği ile bükmedesin..."[34] Bu
âyette zikredilen "Allah'ın sana gösterdiği" ifadesi Resulullah'ın
kalbine vahyin doğdurulduğuna işaret etmektedir.
Vahy-i batıniden
maksat, Resulullah'ın ictihad etmesidir. Resulullah'ın, hakkında nas bulunan
hükümleri düşünerek onlara benzeyen yeni hükümler çıkarmasına" içtihadı
Rasul" yani Resulullah'ın içtihadı ismi verilmiştir.
Böyle bir içtihada, Resulullah'ın
kendi görüşü ile ortaya çıkmasına rağmen, vahiy denilmesinin sebebi,
Rasufullah'ın içtihadında yanılması halinde Allah Teala tarafından
düzeltilmesidir. Bu nedenle Resulullah İctihad yapar da İçtihadı hakkında her
hangi bir düzeltme varid olmaz ise, Rasuİullah'ın o İçtihadı takriri bir vahiy
sayılmıştır. Çünkü Resulullah'ın yanlış ictihadları Allah Teala tarafından
düzeltilme durumundadır. Nitekim şu misaller buna delildir:
Malik bin Salebenin
kızı Havle (Huveyle)nin kocası Evs bin Samit, Hav-le'ye zihar yapmış, Resulullah
da Havle'ye artık kocasına haram olduğunu söylemiştir. Havle'nin Allah'a
yalvarmasından sonra, Mücadele Sûresinin başındaki âyetler nazil olmuş, Resulullahın
içtihadını düzeltmiştir. Zİhar yapan kimsenin, karısına dokunmadan önce, bir
köle azad ederek, bunu bulamaz İse altmış gün peş peşe oruç tutarak, buna da
gücü yetmez İse atmış kişiyi doyurarak ziharına keffaret yapmış olacağı ve
yeniden hanımına dönebileceği beyan edilmiştir.[35] Bu
hususta Hz. Aişe diyor ki: "Duyması bütün sesleri kuşatan Allah'a
hamdolsun. Havle Resulullah'a gelmişti, ona kocasını şikâyet ediyordu,
konuşmasını anlayamiyordum. Bunun üzerine Allah Teala: "Kocası hakkında
seninle mücadele eden ve Allah'a şikâyette bulunan o kadının sözünü Allah
işitmiştir"[36] buyurdu.
Havle diyor ki: kocam
Evs bin Samit bana zihar yaptı. Ben Resulullah'a gittim. Ona şikâyette
bulundum. Resulullah kocamı suçlamamda benimle tartışıyor ve "Allah'dan
kork, o senin amcanın oğludur" diyordu. Nihayet Mücadele Sûresi ve zihann
hükmü nazil oldu ve Resulullah buyurdu ki: Evs bir köie azad etsin, Havle de
dedi ki: O bunu bulamaz. Resulullah: "İki ay peş-peşe oruç tutsun"
buyurdu. Havle; Ey Allah'ın Rasulü o yaşlı bir ihtiyar, o oruç tutamıyor, dedi Resulullah,
"altmış yoksulu doyursun," buyurdu. Havle: "Onun sadaka vereceği
bir şey yoktur" dedi. Havle sözlerine devamla diyor ki, o anda Resulullah'a
bir sepet içinde hurma getirildi. Ben de dedim ki; Ey Allah'ın Rasulü ben de
Evs'e kendi malımdan başka bir sepet hurma İle yardım edeyim. Resulullah:
"iyi edersin, şimdi git. Kocan yerine sen, bu hurmaları altmış yoksula
ver ve amcanın oğluna tekrar dön" buyurdu.[37]
Resulullah Özürsüz
olarak savaştan geri kalmak isteyenlere İzin vermiş ve bu yüzden Allah Teala
tarafından siteme maruz kalmış, bunun üzerine içtihadı düzeltilmiştir. Allah
Teala bu hususta şöyle buyurmuştur: "Allah, seni affetsin. Doğru
söyleyenler sana belli olmadan ve yalan söyleyenleri bilmeden cihaddan geri
kalmalarına niçin izin verdin? Allah'a ve ahiret gününe iman edenler malları
ile canları ile cihad etmemek için senden izin İstemezler. Allah takva
sahiplerini çok iyi bilir. Senden ancak, Allah'a ve ahiret gününe iman
etmeyenler, kalpleri şüpheye düşmüş o kuşkuları içinde bocalayıp duranlar
cihada çıkmamak için izin İsterler.”[38]
Resulullah, dışardan
gelen heyetlerle meşgul olduğundan kendisinden bir şeyler öğrenmek isteyen âmâ
Abdullah bin Ümmü Mektum'a yüzünü ekşitmiş, bu yüzden Allahu Teala tarafından
sitem edilmiş ve içtihadı düzeltilmiştir. Bu hususta yüce Mevla şöyle
buyuruyor: "Âmâ geldi diye yüzünü ekşitip çevirdi. Ey Muhammed ne
biliyorsun belki de o kendisini arındıracaktı, yahut öğüt alacaktı da bu
öğüdün faydasını görecekti. Fakat sen öğüte ihtiyaç duymayan kimseye alaka
gösteriyorsun. O öğüt dinlemeyenin temizlenmemesinden sana ne. Allah'tan korkup
koşarak sana gelene aldırmıyorsun. Hayır böyle yapma. Bu âyetler birer
öğüttür. Dileyen ondan öğütahr."[39] Hz.
Aişe diyor ki: Abese Sûresi âmâ Abdullah b. Mektum hakkında nazil oldu. O Resulullah'a
gelmişti ve ona; "Ey Allah'ın Rasulü, beni irşad et" diyordu. Resulullah'ın
yanında da müşriklerin ileri gelenlerinden biri bulunuyordu. Resulullah İbn
Ümmü Mektum'dan yüzünü çeviriyor diğer adama yöneliyordu. Ve diyordu ki:
"Konuşmanda bir mahzur var mı (diğer bir rivayette, benim sana konuşmamda
bir sıkıcı şey ve zorluk var mı) diyordu. O da hayır diye cevap veriyordu.
İşte Abese Sûresi bu hususta indirildi.[40]
Hendek savaşından
sonra Kasuiullah'ın savaşın sona erdiğine dair ictîhad edip savaş elbiselerini
soyunması ve Cebrail'in gelerek savaşın bitmediğini beyan etmesi, bunun üzerine
müslümanlnra ihanet eden yahudi Kurayzaoğul-lannın üzerlerine gitmesini
bildirmesi meselesi de içtihadının düzeltildiğine başka bir misaldir. Bu
hususta da Hz. Aişe diyor ki: Resulullah Hendek savaşından dönünce silahını
bıraktı. Banyo etti. O sırada kendisine Cebrail geldi ve dedi ki Sen silahını
bıraktın ama biz bırakmadık. Çık ve onlara git. Resulullah da nereye diye
sordu. Cebrail Kurayzaoğullarını göstererek işte şuraya dedi. Resulullah da
çıktı ve onlara doğru gitti.[41]
Hülasa, Resulullah
(sav) görüşüne dayanarak bir hüküm beyan ettiğinde; o hüküm Allah Teala
tarafından değiştirilmezse, o takriri bir hüküm sayılır ve ona uymamız gerekir.
Zira Resulullah'ın hatalı İçtihadı düzeltilmektedir. Buna mukabil müctehidlerin
yaptıkları ictihadlarda yanılmaları durumunda onları düzeltecek herhangi bir
merci olmadığından, müctehidlerin ictihadla-rı ancak zan ifade ederler. Çünkü Resulullah
korunma altındadır. Müctehid-ler için böyle bir garanti yoktur. İşte bütün bu
nedenlerle Resulullah'ın içtihadı da bir vahiy sayılmıştır. Ancak İslâm âlimleri
Resulullah'ın her mesele hakkında ictihad etmesinin caiz olup olmadığı ve Resulullah'ın
fiilen ictihad edip etmediği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. Bu
görüşleri şu şekilde özetlemek mümkündür.
Bütün İslâm âlimleri,
Rasulullalun savaş ile ilgili konularda ictihad etmesinin caiz olduğu ve Resulullah'ın
fiilen bu konularda ictîhad ettiği hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Resulullah
Bedir Savaşında ordunun karargah kuracağı yer hakkında Hubab bin el-Münzir ile
istişare etmiş ve ordusunun düşmana en yakın olan suyun başında karargah
kurmasına, diğer kuyuların doldurulup kapatılmasına ve yanında konakladıkları
kuyunun kenarında bîr havuz yapılıp onun su ile doldurulmasına dair ictihad
etmiştir.[42]
Yine Resulullahın
Hendek Savaşında düşman ordusuna katılan Gatafan-lılara Medine'nin mahsulünün
yarısını verme teklifini ileri sürerek onları savaştan vazgeçirmeye dair ictihad
ettiği bir gerçektir.[43]
6. Resulullah'ın
Dünyayla İlgili Diğer Meseleler Hakkındaki İçtihadı: İslâm âlimleri
Rasutullah'ın bu meseleler hakkında da ictihad etmesinin caiz olduğu ve Resulullah'ın
bu hususlarda da ictihad yaptığına dair İttifak etmişlerdir. Mesela; hurma
ağaçlarının aşılanmaması hakkında ictihad etmiştir.[44] Diğer
yandan Resulullah'ın savaşta ve dünya ile İlgili olan meselelerde İçtihadının
caiz oluşu, bu hususların kulların hakkını içeren hususlar olmasındandır. Kul
hakkında esas olan, onu koruyup savunmak ve faydalı olan şeyleri
gerçekleştirmektir. Bu gibi konularda görüş beyan etmek caizdir. Çünkü bu
meseleler kâr ve zararları akılla idrak edilebilmen hususlardır.
Resulullah'ın bu
meseleler hakkında ictihad edip etmediği âlimler arasında İhtilaf konusudur.
Bir kısım âlimler; Resulullah'ın
şer'i hükümler hakkında da ictihad etmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir.
Bunlar, Resulullah'ın genel olarak vahiy İle bazan da görüşleri ile amel
ettiğini ve bunlara dayanarak hükümler tesis ettiğini söylemişler ve
kanaatlerine delil olarak da şunları zikretmişlerdir.
Allah Teala; "...
Ey basiret sahipleri bundan ibret alın”[45] buyurmaktadır.
Âyet-i kerimede Rasuluüah'ın emrine karşı gelen ve bu sebeble zillete düşen
yahudilerin halinden ibret alınması ve onların durumuna düşülmemesi
emredilmektedir. Bu da insanların, akıllarını kullanarak, halihazırda var olan
veya geçmişte ortaya çıkan bir meselenin hükmünün yeni ortaya çıkan benzeri
meseleler için de geçerli olacağı kararına varmalarını gerektirmektedir. Elbettekİ
Resulullah, âyette zikredilen "basiret sahibi olma" vasfına diğer
insanlardan daha layıktır. Binaenaleyh o da görüşüne dayanarak bir kısım
hükümler beyan edebilecektir.
Yine Allah Teala
buyuruyor ki: “O münafıklara emniyet veya korku hususunda bir haber geldiğinde
onu yayarlar. Eğer onu Peygambere ve kendilerinden olan idarecilere havale
etmiş olsalardı onlardan hüküm çıkarmaya kadir olanlar onun ne olduğunu
bilirlerdi. "[46] Bu
âyette de Peygamber ve müslüman idarecilerin hüküm çıkaranların sınıfına dahil
oldukları bildirilmiştir. Resulullah da, Allah Teala'nın "hüküm çıkarmayı
bilenler" diye vasıflandırdığı zatlar arasında olduğuna göre, o da hüküm
çıkaracaktır. Hüküm çıkarma ise görüşe dayanarak ve ictihad ederek gerçekleşmiş
olur.
Allah Teala; "Sen
Davud'u ve Süleyman'ı da hatırla. Bir zaman onlar, insanların boşanan koyunları
ekini yediği zaman, ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de onların
verdikleri hükmü müşahede edenlerdik. Biz bu meselenin hükmünü Süleyman'a
anlattık"[47] buyurmuştur. Bu âyette
zikredilen "Süleyman'a anlattık" iradesinden maksat, Süleyman'ı, o
hükmü anlamaya, görüşü yolu İle muvaffak kıldık demektir. Zira kendilerine
vahyin gelmesi hususunda Süleyman ile Davud eşittir. Süleyman'ın Davud'dan
üstünlüğü görüş beyan etme bakımındandır.
Peygamberler, görüş
sayılan kıyasa başvurarak bir kısım hükümler vermişlerdir. Mesela Hz. Davud,
99 koyunu bulunduğu halde bir koyunu bulunan kardeşine; "O koyununu ver de
benim koyunlarıma katayım" diyen kişi hakkında kıyasa başvurarak şöyle
demiştir: "Şüphesiz ki o senin koyunu-nu kendi koyunlarına katmak istemekle
sana zulmetmiştir. "[48]
Hz. Muhammed'in kıyasa
başvurarak hüküm verdiğine misal olarak şu ha-dis-İ şerifleri zikretmek
mümkündür;
Resulullah hac etmeyi
borç ödemeye kıyaslamıştır: Abdullah bin Abbas diyor ki: Cüheyne kabilesinden
bir kadın RasuluIIah'a geldi ve ona: "Annem hac etmeyi adamıştı. Fakat o
hac etmeden Öldü. Ben onun yerine hac yapayım mı?" dedi. Resulullah da
buyurdu ki; "Evet, onun yerine hac yap. Şimdi söyle bana eğer annenin
borcu olsaydı onu ödeyecektin değil mi? Siz Allah'ın borcunu da ödeyin. Zira
Allah borcu ödenmeye daha layıktır."[49]
Resulullah kişinin
oruçlu iken hanımını öpmesini abdest alırken ağıza su vermeye kıyaslamıştır.
Cabir bin Abdullah diyor ki: Ömer bin Hattab dedi ki: Bir gün nefsi arzularım
kabardı ve oruç iken zevcemi öptüm. RasuluIIah'a varıp dedim ki: Ey Allah'ın
Rasulü bugün büyük bir şey yaptım. Oruç iken eşİ-mi öptüm. Resulullah da şöyle
buyurdu: "Söyle bana oruç iken ağzına su verseydin ne olurdu?”[50]
Resulullah haram yolla
şehvani arzuları tatmin etmenin günaha vesile olmasına kıyaslayarak şehvani
arzulan helal yol ile tatmin edenin sevaba erişeceğini beyan etmiştir. Ebu Zer
el-Gıffari diyor kî: Resulullah'ın sahabelerinden bazıları ona dediler ki: Ey
Allah'ın Rasulü malları çok olanlar, sevapları alıp götürdüler. Onlar hem
bizim gibi namaz kılıyor, oruç tutuyorlar hem de mallarının fazlasını sadaka
olarak veriyorlar. Resulullah da buyurdu kî: Allah size sadaka vereceğiniz
şeyleri vermedi mi? Her teşbih etme bir sadakadır. Her tekbir getirme bir
sadakadır Her hamd etme bir sadakadır. Her kelime-i tevhid bir sadakadır.
İyiliği emretme bir sadakadır. Kötülüğü engelleme bir sadakadır. Sizden
birinizin (helalinden) cinsi münasebette bulunması da bir sadakadır. Sahabeler
dediler ki: Ey Allah'ın Rasulü, bizden birimiz hem şehvani arzusunu tatmin
edecek hem de sevap mı alacaktır? Resulullah buyurdu ki: Söyleyin bana, eğer
şehvani arzusunu tatmin eden kişi onu haram bir yolla tatmin etse idi ondan
günah kazanmayacak mıydı? İşte onu helal yol ile tatmin eden de böyledir. 0 da
bundan sevap kazanır.”[51]
Allah Teala
RasuluIIah'a sahabeleri İle istişare etmesini emretmiş ve buyurmuştur ki;
"İşlerde onlarla istişare et..."[52] Resulullah'ın
görüşe dayanarak hüküm koyması caiz olmasaydı ona sahabeleri ile istişare
etmesi niçin emredilecekti? "Resulullah'ın sahabeleri ile istişaresi sırf
onların gönlünü almak İçindir," demenin bîr manası yoktur. Zira tam teslim
olan sahabelerin buna ihtiyaçları yoktu. Resulullah'ın hem dünyevi meselelerde,
hem de şer'i hükümlerde hatta hukukullah bulunan konularda sahabeleri İle
istişare ettiği muhakkaktır.
Görüşe dayanarak şer'i
hükümler çıkarma nasların manalarını İyi anlamaya bağlıdır. Bu hususta Resulullah'ın
derecesinin diğer İnsanlardan daha üstün olduğu muhakkaktır. Çünkü o
kendisinin dışında hiçbir kimsenin bilemediği rnüteşabih nasların manalarını
da bilmekte idi.
Resulullah'ın görüşüne
dayanarak ictihad etmeyeceğini söylemek onun bir çeşit kısıtlı olduğuna hüküm
vermek olur. Aksini söylemek İse onun hür iradeli olduğunu beyan etmektir. Resulullah'ın
şanına yakışan da budur.
Vahiy yoluyla bilinen
hükümler genel hükümlerdir. Kıyamete kadar devam edecek olan İslâm dininin her
türlü meseleye çare bulması gerekmektedir.
Şeriatın evrenselliği İçtihada da kapı açmayı İcab ettirmektedir.
Bu hususla ilgili
olarak Serahsi diyor ki: 'Bize göre Resulullah'ın görüşüne dayanarak icihad
etmesi caiz midir, yoksa değil midir görüşlerinden daha doğru olanı, ictihad
etmesinin caiz olduğunu söyleyen görüşdür. Zira Resulullah, hakkında vahiy
bulunmayan bir hadise ile karşılaştığı zaman vahyin gelmesini bekliyordu.
Bekleme müddeti sona
erince görüşü ve ictihadi ile amel ediyordu. Hükümleri buna bina ediyordu.
Eğer görüşüne dayanarak verdiği hüküm Allah Teala tarafından değiştirilmez ve
aynen doğrulanırsa bu hüküm doğru bir hüküm oluyordu ve kesin bilgi ifade
ediyordu.
Diğer insanların
görüşlerine dayanarak verdikleri hükümler böyle değildir, o hükümler zan ifade
ederler. Çünkü Resulullah'ın içtihadı kalbine doğan ilhama benzemektedir. Onun
kalbine doğan ilham kesin olduğu gibi, ic-tİhadı da delildir. Bizlerin bu
türden olan hükümlere boyun eğmesi gerekmektedir. Çünkü Allah Teala;
"Peygamber size neyi verirse onu alın[53] buyurmuştur.
Eş'ariler, Mutezile
Mezhebine mensup olan âlimler ve ilmi kelamcıların çoğunluğu ise; Resulullah'ın
şer'i hükümler hakkında ictihad etmesinin caiz olmayacağını söylemişler ve
delil olarak da şunları zikretmişlerdir.
İctihad etme
peygamberlere değil, onların ümmetlerine bahşedilen bir lütuf ve onlara
verilen bir paydır. Peygamberler ise vahyin inme lütfuna maz-lıar olmuşlardır.
Onların ictihad etmeye İhtiyaçları yoktur.
Allah Teala şöyle
buyurmuştur: "O, kendi arzu ve hevesinden konuşmaz. Onun her konuştuğu
Allah tarafından vahyedilenden başka bir şey değildir."[54]
"De ki Kuranı kendiliğimden değiştirme yetkisine sahip değilim, ben ancak
bana vahyolunana tabi oluyorum...”[55]
Resulullah'ın
açıkladığı hükümlere karşı çıkmak İttifakla caiz değildir. Halbuki görüşle
yapılan İctİhadda Resulullah'ın da başkalarının da yanılmış olmaları
muhtemeldir. Resulullah'ın dini hükümleri kendi görüşüne dayanarak açıklaması
caiz görülecek olursa, yanlış ictihadda bulunmuş olabileceği ihtimali İle ona
muhalefet etmek de caiz görülmüş olur. Halbuki Resulullah'a dini hükümlerde
muhalefet edilmeyeceği şüphesizdir. Buna mukabil savaşta ve dünya ile ilgili
konularda durum farklıdır. Bunlarda İctihad etmiş ve yanıldığı da olmuştur.
Nitekim Bedir'de ordu karargahını seçme ve esirlere nasıl davranma hususunda
yanıldığı görülmüştür. Keza Hendek'de Gatafan oğulları ile yapacağı barışta
yanılacağı hissedilmiştir. Yine hurmaların aşılanmasında da durum böyledir.
Diğer yandan, yanlış olma ihtimali taşıyan görüşe başvurmak, ona ihtiyaç
hissedildiğinde sözkonusudur. Ümmet için böyle bir . ihtiyaç mevcuttur. Fakat
bu Resulullah için sözkonusu değildir. Çünkü ona her an vahyin gelmesi
mümkündür. Bu mesele Kıbleyi araştırmaya benzemektedir. Nasıl ki Kabe'nin
yanında bulunanın artık Kıbleyi araştırmasına hacet yoksa, Peygamber'in de dini
hükümleri tesbitte içtihada ihtiyacı yoktur.
Bir de Resulullah,
dini hükümleri ilk tayin edendir. Görüş ve ictihad İse, dini hükümlerin ilk
tayinine dayanak olmaya müsait değildir. Zira dini hükümler, Allah Teala'nın
hakkını korumayı gerçekleştirmek için konulmuşlardır. Allah Teala'nın hakkı
ise, zan ifade eden görüşle değil, kesinlik ifade eden naslarla sabit olur.
Görüldüğü gibi, Resulullah'ın şer'i hükümler hususunda ictihad edip etmediği
alimler arasında ihtilaf konusudur. Her gurubun kendisine göre delilleri
mevcuttur. Ancak şurası bir gerçektirki, Resulullah'ın bu gibi ictihadlarımn
örneklerine rastlamak pek azdır. Çünkü her an vahiy gelerek Resulullah'ı
aydınlatmıştır.
[1] Zuhruf, 3
[2] Bkz. İbn Kudame, Muğni e. I, sh. 526.
[3] Şuara, 193-195
[4] Zümer, 28
[5] Yusuf, 2
[6] Zuhruf, 3
[7] Fussilet, 41-42
[8] Hicr, 9
[9] Mütevatir olmayan kıraatlere Kur'an denilemez. Bunlar
okunarak kılınan namaz caiz olmaz ve bu kıraatleri inkâr edenlere kâfir
denilemez. Meselâ "verecek bir şey bulamayan kimse için de keffaret üç gün
oruç tutmaktır" (Maİde, 89) âyet-i celilesine Abdullah b. Mes'ud "peş
peşe" kelimesini ilave ederek şöyle okumuştur: "Verecek bir şey
bulamayan kimse İçin de keffaret (peş peşe) üç gün oruç tutmaktır" Bu
ilave edilen kelimeye Kuı'an-ı Kerim denmez.
Mütevatir olmayan
kıraatlerin hükmü, alimler tarafından ihtilaflıdır.
a. Haneliler, mütevatir
olmayan kıraatleri sünnet derecesinde sayarak delil kabul etmişlerdir.
b. Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu
ise, müievatir olmayan kıraatlerin, Kuran sayılmadığı gibi hadis de
sayılmayacağını beyan ederek bu gibi metinlerin delil olamayacağı
kanaatindedirler.
[10] Nisa, 12
[11] Bakara, 228
[12] Ali İmran, 188
[13] Ali İmran, 187
[14] Nisa, 82
[15] Hud, 49
[16] Yusuf , 102
[17] Fetih, 27
[18] Rum, 2-4
[19] Enbiya, 30
[20] Kıyamet, 3-4
[21] Müminun, 14
[22] Rahman, 19-20
[23] Yasin, 38
[24] Fatır, 27
[25] Nahl, 8
[26] Adiyat, 1-6
[27] Nisa, 163- Ayrıca bu konu ife ilgili olarak bkz.
En'am, 19, 50, 93, 106, 154; A'raf, 117, 160, 203; Enfal, 12; Yunus, 2, 15, 87,
109; Hud, 12, 36, 37, 49; Yusuf, 3, 15, 19; Ra'd, 30; İbrahim, 13; Nahl, 42,
123; İsra, 39, 73, 86; Kehf, 27, 110;
Taha, 48, 77, 114; Enbiya, 7, 25, 45, 78. 108; Müminim, 27; Şuanı, 52, 63;
Ankebut, 45; Ah-zab, 2; Sebe, 50; Fatır, 31; Sad, 70; Zümer, 65; Fussilet, 6;
Şura, 3, 7, 13, 51, 52; Zuh-ruf, 43; Necin, 4, 10; Cin, 14. Bu âyetlerde
zikredilen vahiy kelimesi yukarıda açıklanan manaya gelmektedir.
[28] Nahl, 68, 69- Ayrıca Taha, 38; Kasas, 7; Fussilet, 12
Zilzal, 5'de zikredilen âyetler-deki vahiy kelimesi de bu manada
zikredilmişlerdir.
[29] En'am, 121. Keza En'am sûresinin 112. âyeti de bu
manadadır.
[30] Meryem, 11
[31] Nahl, 102
[32] Tekvir, 19
[33] Suyuti, el-Camiu's-Sağir; Ebu Nuaym, Hilye; İmanı
Şafii, Risale
[34] Nisa, 8
[35] Bkz. Mücadele, 1-3
[36] Mücadele, 1. Konu ile İlgili olarak bkz. Nesei, Kit.
Talak, bab: 33; İbn Mace, Kit. Talak, bab: 25, hn. 2063
[37] Ebu Davud, Kir Talak, bab: 17, hn. 2214
[38] Tevbe, 43-45
[39] Abese, 1-12
[40] Tirmizi Kit. Tefsir, sûre 80; lın. 3231; Muvatta, Kit.
Kur'an, bab: 8
[41] Buhari, Kit. Megazi, bab: 30
[42] Bkz. İbn Hisaın, Siret, c I, sh. 620
[43] Bkz. İbn Hişanı, Siret, c. II, sh 223; Taberi, Tarih, c. II, sh. 572,
573
[44] Bkz. Müslim, Kil. Fedail Bab: 139-140, hn. 2362,2363
İbnMace, Kil. Ruhun, Bab: 15, hn. 2470-2471. Bu hadisi Rafi bin Hadic, Hz.
Aişe, Enes bin Malik ve Tallıa rivayet etmişlerdir.
[45] Haşr, 2
[46] Nisa, 83
[47] Enbiya, 78, 79
[48] Sad, 24
[49] Buhari, Kit. Sayd, bab: 22, Kit. İ'tisam, bab: 12;
Nesei, Kit. Menasik, bab: 7, 8. Kit. Kuda hn. 9, 10; İbn Mace, Kit. Menasik,
bab: 10, lın. 2909
[50] Ebu Davud, Kit. Savın, bab: 3, hn: 3385; Müsned İmam
Ahmed, c. I, sn. 21
[51] Müslim, Kit. Zekat, bab: 53, hn. 1006; Ebu Davud, Kit.
Edeb, bab: 172, hn. 5243, Kit. Salat, bab: 301, lın. 1285; Müsned İmanı Ahmed,
C. V, sh. 154
[52] Ali İmran, 159
[53] Haşr, 7
[54] Necm, 2-5
[55] Yunus, 15