2. İttifaka Bütün Müctehidlerin Katılması:
3. Mevcut Müctehidlerin ittifakı:
4. Hz. Peygamber'den Sonra
Yapılması:
5. ittifakın Açıkça Yapılması:
6. Gerçek veya Hükmî Bir
İttifakın Bulunması:
B. Medine Müctehidlerinin
İttifakı:
C. Hulefa-i Raşidîn'in İttifakı:
D. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in İttifakları:
E. Haremeyn eş-Şerifeyn'deki
Sahabelerin İttifakı:
G- Sükût-i İcma (Susmak Suretiyle
İcma):
Sükut-ı İcmayı Delil Sayanlar:
Sükutu İcmayı Delil Saymayanlar:
İcmaın Kıyas veya Mesalîh-i
Mürsele Dayanıp Dayanamayacağı:
1. Kıyasa Dayanıp Dayanamayacağı:
2. Mesalih-i Mürsele'ye Dayanıp Dayanamayacağı:
İcmaın Kesin veya Zanni Bir Delil
Oluşu:
İcmaın Nesh Edilmesi (İcmaın
Geçerliliğini Kaybetmesi)
1. îcmaı Ne Yapanlar ne de
Onlardan Sonra Gelenler Bozabilir:
2- îcmaı Yapanlar Bozabilirler.
Sonradan Gelenler Bozamazlar:
3. Kur'an ve Sünnete Dayanan
Bozulamaz. Maslahata Dayanan Bozulabilir:
İcmaın Mümkün Olup Olamayacağı:
Cumhur ulemaya göre İcma, Peygamber (s.a.v)'in vefatından sonraki asırlardan
herhangi birinde, bütün müslüman müctehidlerin
dînî bir hüküm üzerinde ittifak etmeleridir.
Görüldüğü gibi, icmaın gerçekleşmesi için aşağıda ayrı ayrı
izah edilecek olan şartların bulunması gerekmektedir.
Bu nedenle halkın
(avamın) veya fıkıh ilminde müctehid olmayan alimlerin
herhangi bir mesele üzerinde ittifak etmelerine icma
denilemez.
Diğer yandan icmaın gerçekleşebilmesi için en az üç müctehidin
bulunması şart koşulmuştur.
İcmada aranan ittifak, belde ve kavimleri değişik olsa dahi,
bütün müc-tehidler arasında
tahakkuk eden ittifaktır. Bir müctehidin dahi
ittifaka katılmaması İcmaın gerçekleşmesine manidir.
Binaenaleyh, muhalif olanların sayısı çok az dahi olsa, çoğunluğun ittifakı,
cumhur ulemaya göre, icma sayılmaz.
Buradaki müctehid kavramına dinin kesin hükümlerinden birini inkar
etmeyen fırkalardaki müctehidler de dahildir. Buna
mukabil,Gulatı Şia gibi[1] İslâm'ın
kesin olan hükümlerinden birini inkâr eden fırkaların müctehidle-ri icmada nazar~ı itibara
alınmaz. Bunların herhangi bir rolleri yoktur.
İcmada, fıkhı meselenin ortaya çıkıp tartışıldığı zamanda
yaşayan alimlerin ittifakı aranmaktadır. Bu itibarla, daha sonraki asırlarda
gelen müctehidlerin aynı görüş üzerinde ittifak
etmeleri şart olmadığı gibi, bir mesele üzerinde İttifak eden müctehidlerin, o meseleyle ilgili görüşlerini ölünceye kadar
muhafaza etmeleri de şart değildir.
İttifak, Resulullah (s.a.v) efendimizin ahirete
göç etmesinden sonra gerçekleşmiş olmalıdır. Çünkü O hayatta olduğu sürece,
Allah'ın elçisi olması itibariyle, meseleler üzerinde hüküm verme yetkisi
yalnızca O'na aittir.
İttifak, müctehidlerden her birinin aynı zamanda ve açıkça
görüşlerini ortaya koymalarıyla gerçekleşmelidir. Bu da, ya
bir araya gelmeleri suretiyle veya görüşleri karşılaştırılarak tahakkuk eder.
Müctehidler tek bir görüşte ya
gerçekten veya hükmen ittifak etmelidirler. Eğer bir mesele hakkında tek bir
görüş ileri sürülür de onun üzerinde İttifak yapılırsa ortada gerçek bir
İttifak vardır. Buna mukabil bir mesele hakkında iki görüş İleri sürülür de, müctehidler üçüncü bir görüşe yer vermezlerse, burada
üçüncü bir görüşün bulunmadığı hususunda "hükmî" bîr ittifak söz
konusudur.
Mesela; bir kişi ölür
de, geride öz erkek kardeşleriyle veya baba bir üvey erkek kardeşleriyle
birlikte dedesi kalırsa, dedenin miras payı hakkında sahabe-i kiram ikiye
ayrılmışlardır:
Bazıları yalnız
dedenin mirasçı olup, kardeşlerin öz olsun üvey olsun mirastan mahrum
kalacaklarını beyan etmişler, diğerleri ise dede İle birlikte öz veya üvey
erkek kardeşlerin de mirasçı olacaklarını bildirmişlerdir.
İşte bu meselede
dedenin mirasçı oîacağs hususunda "hükmî"
bir icma vardır. Binaenaleyh, "dede mirastan
tamamen mahrum edilir" şeklindeki üçüncü bir görüş hükmî icmaa ters düştüğü için red
edilir.
İcmaın gerçekleşmesi için yukarıda zikredilen şartların
bulunması gerekmektedir.
Bununla beraber bazı
alimler bir kısım ittifakları, zikredilen şartlan kapsamadıkları halde, icma saymışlardır.
Bunları şu şekilde
özetlemek mümkündür:
Taberî, Ebu Bekr
el-Razî, Hasen el-Hayyad, bir görüşe göre Ahmed b.
Han-bel gibi bazı alimler, çoğunluğun ittifakıyla icmaın
gerçekleşeceği görüşünü savunmuşlardır. Bunların delilleri şunlardır:
a. Bir hadis-İ şerifte Peygamber efendimiz
(s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: "Allah ümmet-i Muhammed'i sapıklıkta
birleştirmez. Allah'ın desteği birlik beraberlik içinde olanlaradır. Cemaatten
ayrılan ateşe ayrılmış olur."[2]
Cumhur ulema ise bu
hadis-i şerifin sadece çoğunluğun birleşmesini değil, bütün ümmet-i Muhammed'İn birleşmesini beyan ettiğini söylemişlerdir.
b. İslâm ümmeti, Hz. Ebu Bekir'in halife seçilmesinde sahabelerin çoğunluğunun
İttifakını İcma saymışlardır.
c. Haber-i vahid
kesinlik ifade etmeyip zan ifade ederken, cemaatten nakledilen haber-i mütevatir kesinlik ifade eder. İctihadda
da durum böyledir. Çoğunluğun görüşü ile İcma
tahakkuk etmiş olur.
d. Bütün müctehidlerin
İttifakı şart koşulduğu takdirde hiç bir zaman icma
gerçekleşemez. Zira, herhangi bir icmada bir veya iki
kişinin muhalefet etmemesi mümkün değildir. Böyle bir veya iki kişinin
muhalefet ettikleri ittifakı İcma kabul etmemek dînî
bir delili işlemez hale getirmektir.
e. Sahabe-i kiram, Abdullah b. Abbas'ın "avl"[3] "Riba el-Fadl"[4] ve "Mut'a"da[5] çoğunluğa
muhalefetini kınamışlardır.
Cumhur ulema ise, müctehidlerden çoğunun ittifakıyla icmaın
gerçekleşemeyeceğini beyan etmiş ve şunu söylemişlerdir:
İcmaın delilleri, İslâm ümmetinin ancak birleştiği takdirde
hataya düşmeyeceğini, sadece bir kısım alimlerin ittifakında hata
olabileceğini göstermektedir. Bu nedenle çoğunluğun görüşü icma
değildir.
İmam Malik'ten,
"sahabe-i kiramdan sadece Medine'deki müctehidlerin
ittifaklarının icma sayılacağı, buna delil olarak da
şu hadis-i şerifi gösterdiği rivayet edilmektedir":
"Bir bedevi,
Peygamber (s.a.v)'e geldi, O'na İslâm'a gireceğine dair biat etti. Ertesi gün
ise kızgın bir şekilde gelerek, Biatimi boz, dedi. Üç kere tekrar etmesine
rağmen Peygamber efendimiz kabul etmedi. Ve şöyle buyurdu:
- "Medine bir
körüğe benzer. Habis olanı dışarı atar, iyi olanı parlatır.”[6]
İmam Malik'e göre bu
hadis, Medine'Ii müctehid
alimlerin görüşlerinin doğruluğunu İfade eder. Çünkü hata, Medine'de
bulunmayan "habis" şeydir.
Cumhur ulema yalnızca Medine'li müctehid alimlerin
ittifakı ile İcmaın gerçekleşemeyeceğini, çünkü
bunların da diğer şehirlerdeki alimler gibi masum olmadıklarım, bu hadisin ise
Medine şehrinin mübarek yer olduğuna İşaret ettiğini, Medine halkının
masumluğuna delalet etmediğini söylemişlerdir.
İmam Ahmed b. Hanbel ve bazı alimler,
sadece Hulefa-i Raşidîn'in
ittifaklarını icma saymışlar, şu hadis-i şerifi de
delil olarak göstermişlerdir:
"Size düşen,
benim sünnetime ve benden sonra gelen doğru yoldaki Hulefa-i
Raşidîn'in sünnetine uymaktır. Bunlara sımsıkı
sarılın ve bunları dişlerinizi üzerine kenetlercesine tutun.”[7]
Cumhur ulema, "bu
hadis-i şerifin Hulefa-i Raşidîn'in
ittifaklarının icma olacağım göstermediğini, bunların
kendilerini taklid edenlere hayırlı ve layık
önderler olduklarını gösterdiğini" söylemişlerdir.
Bir kısım alimler de şu
hadis-i şerife dayanarak, Hz. Ebu
Bekir ile Hz. Ömer'in ittifaklarının icma olacağını ileri sürmüşlerdir:
"Benden sonra gelen
Ebu Bekir ve Ömer'e uyun.”[8]
Cumhur ulema bu
hadis-i şerifin de, "Hz. Ebü
Bekir ve Hz. Ömer'in izlerinden gidilecek birer
önder olduklarını ifade ettiğini, onların ittifaklarının icma
sayılacağına delalet etmediğini" belirtmiştir.
Bazı alimler, Mekke ve
Medine'de bulunan sahabelerin ittifaklarını icma
saymışlardır. Bunlar, "sahabe-i kiram'ın
önceleri bu iki beldede bulunduklarını ve daha sonra çeşitli yerlere
dağıldıklarını" delil göstermişlerdir.
Cumhur ulema, bu
görüşün isabetli olmadığını, çünkü, icmaın sadece sahabe
dönemine tahsis edilemeyeceğini bildirmişlerdir.
Şii alimleri, Ehl-i Beyt'in ittifakı ile'icmaın gerçekleşeceğini söylemişler, delil olarak da şu
âyet-i kerimeyi göstermişlerdir:
"... Ey Peygamber
ailesi, şüphesiz Allah sizi murdarlıklardan arındırıp tertemiz yapmak
ister."[9]
Şiiler, "yanlış
görüşün de bir murdarlık olduğunu, bunun Ehl-İ Beyt'de bulunmadığını, onlarda hakikatten başka şey
görülmeyeceğini" söylemişler ve onların ittifaklarını icma
saymışlardır.
Cumhur ulema ise,
yalnızca Ehl-i Beyt'in
ittifakının İcma sayılmayacağını, çünkü bunların da
masum olmadıklarını ve delil gösterilen âyetin başta-rafindan
anlaşıldığı üzere, burada Ehl-i Beyt'den
maksadın Peygamber'imi-zin hanımları olduğunu
söylemişlerdir.
Diğer yandan Şii'lerin
iddia ettiği gibi, buradaki Ehl-i Beyt'den
maksat Hz. Ali, Hz. Fatıma ve bunların çocukları olsa dahi, âyet-i cehle
bunların masumluğunu ifade etmemektedir. Kaldı ki günahtan arınmış olmaları İctihadların-da hata yapmamalarını gerektirmez. Zira ictihadda hala günah değildir. Nitekim Peygamber efendimiz
bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
"Hâkim ictihad eder bir hüküm verir de isabet ederse onun için iki
mükâfat vardır. Şayet ictihad eder de hüküm verirken
yanıltrsa onun için bir mükâfat vardır.”[10]
Müctehidlerİn herbirinin görüşlerini
açıkça belirterek yaptıkları icmaa "sarih icma" denir. Cumhur ulemanın kabul ettiği icma bu tür olanıdır.
Müctehidlerden biri veya bir kısmı herhangi bir mesele hakkında
görüşünü açıkça ortaya koyar da, diğer müctehidler
buna karşı çıkmayarak susarlarsa bu duruma "sükût-i icma"
denir.
Şâfiilerin çoğunluğu,
Hanefilerin ise az bir bölümü bu tür bir ittifakı İcma
kabul etmemektedir.
Buna mukabil İmam Ahmed b. Hanbel, Hanefilerin
çoğunluğu ve Şâfiilerin az bir kısmı sükût-ı icmaı
delil saymışlar ve şunları söylemişlerdir:
a. Müctehidler topluluğunda, fetva vermeyi öncelikle
büyüklerin üstlendiği, diğerlerinin görüşlerinin verilen fetvaya uygun olması
halinde sükût etmeleri yaygın bir örf dür.
b. İctihad, şer'î bir hükmü ortaya koyar. Böyle bir hükmün
açıklanması İcabeden yerde müctehidlerin
susması, açıklanan görüşe katıldıklarını gösterir.
c. Ayrıca buradaki sükûttan maksat; muhalefetten ve
karşı çıkmaktan uzak olan, düşünüp görüş oluşturulabilecek kadar bir zamanı
ihtiva eden, sükûttur.
"Müctehidin içtihada karşı olmasına rağmen fetva verene
saygısından dolayı susmayı tercih edebileceği, Abdullah b. Abbas'ın
Hz. Ömer'den çekindiği" şeklindeki iddialar
doğru değildir. Çünkü, "Hakkın çiğnenmesi karşısında susan dilsiz
şeytandır."
a. Susan kişiye herhangi bir söz veya görüş isnad edilemez. Aksi takdirde konuşmayan insanlara
söylemedikleri ve açığa vurmadıkları bir kısım görüşlerin sorumluluğu
yüklenmiş olur. Susanın sükûtunu muvafakat veya rıza kabul etmeye dair
elimizde hiçbir delil yoktur. Katılmış olsalardı görüşlerini açıkça
söylerlerdi.
b. Verilen
fetva karşısında sükût, gizli olan çeşitli psikolojik durumlardan
kaynaklanabilir. Meselâ fetva veren bir müctehidin
karşısında diğer müctehidin susma sebebi çekinme,
henüz kesin bir görüşe varamama veya her müctehidin
sevap alacağı esasına dayanarak fetva verenin görüşüne karşı çıkmama ve
benzeri şeyler olabilir.
Mücetehidler herhangi bir mesele hakkında İkiye ayrılır da ortada
üçüncü bîr görüş bulunmazsa, icma-ı mürekkeb var demektir. Mesela, sahabeler dedenin baba bir
erkek kardeşler ile anne-baba bir erkek kardeşlerle mirasçı olması halinde iki
kısma ayrılmışlardır. Bazıları sadece dedenin mirasçı olacağını ve kardeşlerin
mirastan mahrum kalacağnı söylemişlerdir. Diğer bazıları
ise dede ile birlikte erkek kardeşlerin de mirasçı olacaklarını söylemişlerdir.
Bu faraziyede iki görüş üzerinde icma vardır. Üçüncü
bir görüş ileri sürülerek "dede hiç mirasçı olamaz" denilmesi icma-ı mürekkebe ters düştüğü için reddedilir.
Alimler, icma-ı mürekkeb hususunda iki
kısma ayrılmışlardır:
a. Alimlerin
çoğunluğuna göre: Belirli bir asırdaki mücdehidler,
fıkhı bir mesele hakkında iki kısma ayrılırlar İse, o mesele için üçüncü bir
görüşün ileri sürülemeyeceği hakkında icma edilmiş
sayılır. Artık bunlardan sonra gelen alimlerin aynı mesele hakkında üçüncü bir
görüş İleri sürmeleri caiz değildir.
b. Azınlıkta
kalan alimler ise, "böyle bir durumda müctehidlerin
tek bir görüş üzerinde ittifak etmedikleri için icmaın
gerçekleşmediğini, bunlardan sonra gelen alimlerin üçüncü bir görüş ortaya
atabileceklerini bildirmişlerdir.
1. Şiiler,
bir kısım Hariciler ve Mutezileden Nazzam, icmaın delil olmayacağını İddia etmişler ve şunları ileri
sürmüşlerdir:
a. Müctehidlerden herbirinin tek
başına hata etmesi mümkün olduğu gibi, İcma
ettikleri mesele hakkında da hata etmeleri mümkündür.
b. Allah Teala bir
âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin.
Peygambere itaat edin ve sizden olan idarecilere de. Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız aranızda herhangi bir şey
hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onun hükmünü Allah'a ve Peygamber'e
havale edin."[11]
Bu âyet, İhtilaf
edilen meselenin Allah'ın Kitabına ve Peygamber'in sünnetine havale edilmesini
emrediyor. Bu itibarla icmaın yapıldığı asırdan sonra
gelen müctehidler, önceki asrın mü cteh İdi erinin icma ettikleri
mesele hakkında ihtilaf ederlerse, meselenin çözümü için Allah'ın Kitabına ve Ra-sulü'nün sünnetine baş
vurulması gerekir. Öncekilerin icmaı, sonra gelenleri
bağlayıcı bir delil olamaz.
c. Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel'i
Yemen'e gönderdiği zaman, Muaz, hüküm vermesi
gerektiğinde başvuracağı kaynakları belirtmiş, icmaı
bunlardan saymamıştır. Hz. Peygamber de Muaz'm beyanını tasvib etmiştir.
d. Cumhur
ulemanın İcmaın delil olduğuna dair zikrettikleri
hadisler "haber-i ahad"dır, kesinlik ifade
etmezler. Bu hadislerin manen mütevatir oldukları farzedilse dahi, bunlar İslâm ümmetinin küfürde ittifak
etme veya kesin delillere karşı çıkma gibi, hata ve sapıklıklara
düşmeyeceklerini ifade ederler. Ayrıca küfre düşme ve kesin delillere karşı
çıkma dışındaki hataların İslâm ümmetinden toplu olarak görülebileceğini beyan
eden bir kısım hadisler de vardır. Mesela, bir hadis-i şerifte Peygamber
(s.a.v) efendimiz şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki, Allah Teala, ilmi insanlardan çekip alarak yok etmez, fakat O,
alimlerin ruhunu alarak ilmi çekip alır. Hiçbir alim bırakmayınca insanlar bir
kısım cahil başkanlar edinirler, onlardan (fetva) sorulur. Onlar da ilimsiz
fetva verirler. Böylece hem kendileri saparlar, hem de insanları saptırırlar.”[12]
2. Cumhur
ulema ise, icmaın kendisiyle amel edilmesi gereken bir
delil olduğunu beyan etmişler ve şöyle ispatlamışlardır:
a. Allah Teala şöyle buyuruyor: "Kendisine doğru yol
açıklandıktan sonra kim Peygamberle ayrılığa düşer ve mü'minlerin
yolunun dışında bir yol takib ederse, onu gittiği
yerde bırakırız ve cehennem'e sokarız. O cehennem ne kötü bir yerdir."[13]
Allah Teala bu âyet-i kerimede mü'minlerin
yolu dışında bir yol takib e-deni
cehennem'e koyacağını beyan ediyor. Bu da mü'minlerin
yoluna tabi olmak gerektiğini, onların yolunun dışında bir yol takib etmenin haram olduğunu göstermektedir.
b. Allah Teala diğer bir âyette de şöyle buyuruyor: "Ey iman
edenler, Allah'a itaat edin. Peygamber'e İtaat edin ve sizden olan idarecilere
de. Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız,
aranızda herhangi birşeyde İhtilafa düştüğünüz zaman
onun hükmünü Allah'a ve Peygamber'ine havale edin...”[14]
Allah (c.c) bu âyet-i celilede ulu-1 emre itaat edilmesini emrediyor. Yönetim
bakımından idareciler, ulu-1 emr olduğu gibi, dînî
meselelerde ihtisas sahibi olan müctehidler de ulu-1
emr'dir. Bunlara itaat edilmesi gerekmektedir.
c. Peygamber efendimizden İslâm ümmetinin
sapıklık ve hatada birleşme-yeceğini beyan eden bir
çok hadisler nakledilmektedir. Bu hadisler haber-i ahad
olsalar dahi çok oldukları için birbirlerini takviye etmekte ve kuvvet kazanmaktadırlar.
Meselâ Hz. Peygamber bir hadiste şöyle buyuruyor:
"Şüphe-sizki Allah, ümmetimi sapıklıkta birleştirmez.”[15]
Diğer bir hadis-i şerifte "Şüphesiz ki, Allah ümmetimi ancak hidâyette
birleştirir”[16] buyuruyor. Keza bir başka
hadis-i şerifte "Allah'ın desteği beraberlik içinde olanlaradır.
Cemaatten ayrılan ateşe ayrılmış olur”[17] buyurmaktadır.
Abdullah b. Ömer der
ki: Bir gün Câbiye denilen yerde Hz.
Ömer bir konuşma yaptı ve şunları söyledi: "Ey İnsanlar, ben bu an sizin
içinizde, Rasu-lullah'ın
bizim içimizde ayağa kalkarak bizlere konuştukları biçimde bulunuyor ve
konuştuklarını size naklediyorum. Resulullah buyurdu
ki: "Size ashabımı, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da daha sonra
gelenleri tavsiye ediyorum. Bunlardan sonra yalan yaygınlaşır. Öyle ki, kişi
yemin etmek ister, fakat yemin ettirilmez. Şahitlik yapmak ister, fakat
şahitliği kabul edilmez. îyi bilin ki, bir erkek nâmahrem bir kadınla yalnız
kaldığında onların üçüncüsü mutlaka şeytandır. Sakın cemaatten ayrılmayın, bölük
pörçüklükten kaçının, çünkü şeytan tek başına kalanla
beraberdir. İki kişiden ise çok uzaktır. Kim cennet'in ortasını isterse
cemaatten ayrılmasın. Kim yaptığı iyilikten dolayı sevinir ve kötülükten dolayı
da üzülürse işte mü'min odur.”[18]
Yine bir hadis-i
şerifte: "Kira cemaatten bir karış uzaklaşırsa, İslâm halkasını boynundan çıkarmış
olur" buyurmaktadır.[19]
d. Bilgileri çeşitli
ve akü seviyeleri farklı olmasına rağmen, bütün mücte-hidlerin tek görüşte ittifak etmeleri, o görüşün doğru ve hak
olduğunu, ona ters düşen bir delilin bulunmadığını, bunun aksini iddia edenin
İse, İslâm cemaatini gafletle suçlamaktan başka bir şey yapmadığını ortaya
koyar.
1. Alimlerin kahir çoğunluğu "icmaın Kitab ve sünnet'den mutlaka bir dayanağının bulunması gerektiğini,
çünkü şeriatın ası! kaynağının Allah Teala ve O'nun
gönderdiğini tebliğ eden Rasulultah olduğunu"
söylemişlerdir. Mesela, büyük annelerle evlenmenin haram olduğu hususunda
yapılan icma, "annelerinizle evlenmeniz size
haram kihndı"[20]
âyet-i kerimesine dayanılarak yapılmıştır. Çünkü büyük anneler de
"anne" ifadesine dahildir.
Sünnete dayanılarak
yapılan icmaa misal ise, sahabe-i kiramın, Muğİre b. Şube'nin Resulullah'tan
rivayet ettiği hadise dayanarak büyük anneye mirastan altıda bir pay verilmesi
hususundaki icmalarıdır. Kabise
b. Zueyb der kî: Bir nine Hz.
Ebu Bekir'e geldi. Ondan miras payını sordu. Hz. Ebu Bekir, "Allah'ın
Kitabında sana bir şey gösterilmiyor. Resulullah'ın
sünnetinde de sana birşey olduğunu şimdiye kadar
duymadım. Git, ben insanlara sorayım" dedi. Bunun üzerine Muğire b. Şube, "Resulullah'ın
nineye altıda bir pay verdiğini gördüm" dedi. Hz.
Ebu Bekir, Muğire'ye,
"seninle birlikte başka biri de varmıydı?"
diye sorunca, Muhammed b. Mesleme el-Ensari ayağa kalkarak Muğire'nin
söylediklerini teyid etti. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir nineye altıda bir
pay verdi.[21]
2. Amidi ve diğer bazı alimler, "İcmaın
mutlaka bir dayanağı bulunmasının şart olmadığını, Allah'ın müctehidlere yardım ederek doğruyu gösterebileceğini
söylemişler ve şu misali zikretmişlerdir: Pazarda "aİdim-sattım"
sözünü kullanmadan yapılan alışverişlerin sahih olduğu hakkında icma vardır. Bu icmaın Kitab veya sünnet'den herhangi
bir dayanağı yoktur.
Cumhur ulema, bunlara
şu cevabı vermişlerdir: Bu mesele hakkında icma
edildiği söylenilemez. Çünkü İmam Şafii bu tür alışverişlerin batıl olduğunu
söylemiştir. Ayrıca icma edildiği farzedilse
dahi bunun herhangi bir dayanağı olmadığını söylemek caiz değildir. Zira
dayanağı olduğu halde bize ulaşmamış olabilir.
İcmaın bağlayıcılığı, onun Kitap veya sünnete dayanmasını
gerektirmektedir. Bu nedenle cumhurun görüşü isabetlidir.
a. Alimlerin
bir kısmı kıyasın İcmaa dayanarak olamayacağı
görüşündedirler. Bunlar, "kıyasın kendisinin delil oluşu alimlerce
İhtilaflıdır. Dolayısıyla İcmaa dayanak olamaz"
demişlerdir.
b. Diğer bir
kısım alimler ise, kıyasın bütün türlerinin icmaa
dayanak olabileceğini, çünkü kıyasın Nas'lara dayalı
bir şer'î delil olduğunu, dolayısıyla icmam da
kıyasa dayandırılarak yapılabileceğini söylemişlerdir.
c. Bir başka
gurup ulema ise, her kıyasın icmaa dayanak
olamayacağını, sadece ÜleM Nas
ile zikredilen veya ihtilaf edilmeyecek derecede açık olan kıyasların icmaa dayanak olabileceklerini söylemişler ve şunları misal
vermişlerdir: Domuzun etine kıyasen yağının da haram
olduğu hakkında icma vardır. Sahabe-i Kiram, Hz. Ebu Bekir'in namazdaki
imamlığına kıyasla halifeliği hususunda icma
etmişler, "Resulullah onu dinimiz için seçtiği
halde biz dünyamız için nasıl seçmeyelim" demişlerdir. Yine sahabe-i
kiram, içki içeni, zina iftirasında bulunana kıyaslayarak cezasının seksen sopa
olduğu hakkında icma etmişlerdir. Bu hususta Hz. Ali şöyle buyurur: "Kişi içince sarhoş olur,
abuk-sapık konuşur. Böyle konuşunca da iftirada bulunur. İftira edenin cezası
seksen sopadır."[22] Bu
görüş, orta yolu almıştır ve isabetli görülmektedir.
a. Mesalih-i Mürsele'yi delil kabul
etmeyenler bunun icmaa da dayanak olamayacağını
söylemişlerdir.
b. Mesalih-i Mürsele'yi delil kabul
edenler ise, bunun icmaa dayanak olabileceğini beyan
etmişler ve şunu misal göstermişlerdir: Sahabe-i Kiram, Kur'an-ı
Kerim'in tek mushafta toplanmasında icma etmişlerdir. Hz. Ebu Bekir önce tereddüt ediyor, Resulullah'ın
yapmadığı şeyi biz nasıl yapabiliriz diyordu. Bunun üzerine Hz.
Ömer, "vallahi bu iş hayırlı ve İslâm'ın maslahatına olan bir iştir"
dedi. Nihayet sahabe-i kiram Hz. Ömer'in işaret
ettiği maslahata dayanarak Kur'an-ı Kerim'in tek bir mushafta toplanması hakkında icma
etmişlerdir.[23]
Tesbitimize göre, burada zikredilen hadis-i şerifin kaynaklarında
Hz. Ömer'in, "vallahi bu iş hayırlıdır"
bölümü zikredilmekte, "bu İslâm'ın maslahatına olan bir iştir"
bölümü zikredilmemektedir. Bu itibarla delil gösterilmesi tartışılabilir.
Cumhur ulema, sarih icmaın kesin delil olduğunu, onunla amel etmenin
gerektiğini söylemişler, sükût-i icma hakkında ise
ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bunun da sarih icma
gibi kesin delil olduğunu söylerken, diğerleri sükû-tî
icmaın zan İfade ettiğini söylemişlerdir.
Ancak kafi icmaın kesin bir yolla tesbit
edilmesi şarttır. Yani, mütevatir bir yolla nakledilmelidir.
Haber-i alıad ile nakledilen icmalar
kesin olarak tesbit edilemediğinden kesin delil olma
vasıflarını kaybederler. Tevatür yoluyla nakledilen icma,
sadece sahabe-i kiram'm icmaldir. Tabiin'in
ve onlardan sonra gelenlerin icmaları ise mütevatir bir yolla tesbit
edilemediğinden bunların herhangi bir mesele hakkında icma
ettikleri ihtilaflıdır.
Bir kısım alimler,
herhangi bir asırda bir icma yapıldığı takdirde artık
o ic-manın
bozulamayacağını, çünkü icmaın kesin bir şer'î delil
olduğunu, onunla amel etmenin gerektiğini ve ona muhalefet edilemeyeceğini
söylemişlerdir. Bu görüş, "icma eden alimlerin
ölünceye kadar aynı görüşte devam etmelerinin şart olmadığım" söyleyen
alimlerin görüşüne uymaktadır.
Diğer bir kısım
alimler ise, yukarıda anlatıldığı gibi, "müctehidlerin
kendilerinden önce yapılan bir icmaı bozamayacaklarını,
çünkü böyle bir icmaın onları bağlayıcı kesin bir
delil mahiyetinde olduğunu beyan etmişler, buna mukabil müctehidlerin
bizzat kendi yaptıkları icmadan, hatalı olduklarını
anladıkları takdirde dönebileceklerini" söylemişlerdir.
Bu görüş ise, "icmaın gerçekleşmesi için müctehidlerin
hayatlarının sonuna kadar, icma ettikleri konuda
aynı görüşü muhafaza etmelerinin şart olduğunu" ileri süren alimlerin
görüşüne uygundur.
Üçüncü gurubu teşkil
eden başka alimler ise, "icmaın dayanağının Kur'an-ı Kerim, sünnet-i seniyye
veya kıyas olması halinde İcmaın değişemeyeceğini,
buna mukabil İcmaın dayanağının maslahat olması
halinde, maslahatın değişmesiyle icmaın da
değişebileceğini" söylemişlerdir. Bu görüş daha isabetli görülmektedir.
1. Mutezile alimleri ve Şiiler, cumhur ulemanın
şekillendirdikleri bir surette İcmaın
gerçekleşmesinin mümkün olmadığını ileri sürmüşler ve delil olarak da şunları serdetmişlerdir:
a. Aynı
asırdaki bütün müctehidlerin tesbiti
İmkânsızdır. Çünkü müctehi-di müctehid
olmayandan ayıracak, ittifak edilen bir ölçü yoktur.
b. Müctehidler birbirinden uzak çeşitli il ve bölgelere
dağılmış olabilirler. Bir mesele hakkında hepsinin görüşünü öğrenmek için
bunları biraraya getirmek kolay değildir. Müctehidlerin teker teker
görüşlerinin alınabileceği far-zedilse bile, daha
önceden görüşü alınanın, sonrakilerin görüşlerinin alındığı zamana kadar
görüşünü değiştirip değiştirmediğini kesin olarak bilmek imkânsızdır.
c. İcmaa, sadece konu
hakkında kesin delil olmadığı zaman İhtiyaç duyulur. Bunun anlamı şudur: İcma ancak zannî delillere
dayanır. Aklî seviye ve anlayış kabiliyetleri farklı olabilecek müctehidlerin zannî bir delile
dayanarak icma etmeleri hemen hemen
imkânsızdır.
2. Cumhur ulema ise, icmaın
mümkün olduğunu ve fiilen yapıldığını beyan ederek şu delilleri
zikretmişlerdir:
a. İslâm
tarihinde icma fiilen yapılmıştır. Mesela: Ninenin
miras payının altıda bir olduğu, ölünün, kızının oğlu ile, diğer bir kızı
mirasçı ise, oğlanın mirasın altıda birini alacağı, ölünün sağ olan oğlunun,
ölen diğer oğlunun çocuklarını mirastan mahrum edeceği, domuz etinin yanında
yağının da haram olduğu, öz hala ve teyzesi ile birlikte bir kadınla
evlenmenin haram olduğu, hep icma ile tesbit edilmiştir.
b. Müctehidlerin hepsini tanımanın, güvenilir bir şekilde
görüşlerini tesbit etmenin imkânsız olduğu iddiası
kabule şayan değildir. Çünkü,,Hz. Ebu
Bekir ve Hz. Ömer devrinde müctehidler
bilinmekte idi. Öyle ki, Hz. Ömer bunların Medine'den
ayrılmalarına engel olmuştur.
c. İcmaın sadece zannî delillere dayanması İcmaın
gerçekleşmesine mani değildir. Çünkü, bir çok zannî
deliller, taşıdıkları manaları açıkça ifade ettikleri için bütün müctehidlerin icmaı elbette
mümkündür.
İcmaın, fiilen yapılmış örneklen ve icmaın
dînî bir delil olduğunu isbat eden delilleri, bu
görüşün isabetli olduğunu göstermektedir.
Günümüzde bunun
yapılması pek kolaydır. Yeterki üzerinde durulsun, çeşitli
taassuplardan uzak olunsun. Zira ulaştırma ve iletişim araçları dünyayı
küçültmüş ve meşhur olan alimleri bilmeyi ve görüşlerini almayı kolaylaştırmıştır.
[1] Gulatı Şia için bkz. "îtikadi Mezhebler Tarihi, M. Ebu
ez-Zehra, Sh. 48-70.
[2] Tirmizî, Kit.
Fiten, bab. 7, Hn. 2167.
[3] Avl: Hak sahibi mirasçıların
paylarının tanı sayıdan fazla olmasına denilir. Mesela, bir kadın ölür de
geriye mirasçı olarak kocasını, annesini, kızkardeşinî
bırakırsa, ortada "avl" söz konusudur.
Çünkü kocanın payı mirasın yarısı, annenin payı mirasın üçte biri, kızkardeşin payı ise mirasın yarısıdır. Burada akı tam sayı
kabul edilirse, üçünü koca, üçünü de kızkardeş alır
anneye pay kalmaz. İşte bu gibi meselelerde Abdullah b. Abbas'ın
dışındaki sahabeler, mirası bütün mirasçılara dağıtmak maksadıyla, burada
altıda eşitlenen paydayı bırakıp sekize ulaşan payı esas almışlar, mirası sekiz
üzerinden taksim etmişlerdir. Bana göre netice şöyle olmaktadır: Kocanın payı
sekizde üç, kızkardeşin payı sekizde üç, annenin payı
ise sekizde ikidir. 1/2(3) + 1/3(2) + 1/2(3) = 3/6 + 2/6 + 3/6 = 8/6 '3/8 +
3/8 + 2/8 = 8/8)
[4] Riba (Faiz): İki kısımdır:
Peşin alış verişte söz konusu olan faiz ki, buna "Riba
el fa di" denilir. Diğeri ise, veresiye yapılan alış verişte söz konusu
olan faiz ki, buna da "Riba en nesie" denilir.
a- Riba
el fadi: Altın gibi tartılan eşyaların veya buğday
gibi hacmen ölçülen eşyaia-rın kendi cinsleriyle peşin olarak değiştirildiklerinde
birinin diğerinden fazla olması durumunda söz konusudur. Mesela, bir kimsenin
bir kile buğdayı bir buçuk veya yarım kile karşılığında peşinen satmak, yahut
on gram altını dokuz veya on-bİr gram altın
karşılığında peşin olarak satması caiz değildir. Çünkü orada "Riba el fadl (fazlalık
faizi)" söz konusudur. Abdullah bin Abbas ise,
bu tür satışlara ce-. vaz
vermektedir. Görüldüğü gibi Riba el fadl, altın-gümüş gibi tartılan, buğday-ar-pa gibi hacmen ölçülen eşyalarda
söz konusu iken, kumaş gibi boy ölçümü ile ölçülen, yumurta gibi sayı ile
sayılan eşyalarda söz konusu değildir... / ... Bu itibarla iki metre kumaşı üç
metre kumaş karşılığında peşinen satmak caiz olduğu gibi, beş adet yumurtayı
yedi adet yumurta karşılığında peşin olarak satmak da caizdir.
b- Riba-i
nesie: İki surette söz konusu olur:
1- Bir cinsten olan iki
şeyi birbirleri karşılığında, eşit veya farktı miktarda veresiye sat-
mak suretiyle gerçekleşir. Mesela, on gram altını on gram
altın veya dokuz gram altın karşılığında veresiye satmak veya bir kile buğdayı
bir kile ya da yarım kile buğday karşılığında
veresiye satmak caiz değildir. Çünkü ortada "Riba
en nesie (vade faizi)" mevcuttur.
2- Başka cinslerden olan, faka i ölçü birimi
aynı olan iki şeyin birbirleri karşılığında
eşit veya farklı
miktarlarda veresiye satılmaları durumunda söz konusu olur. Mesela, boy
ölçümüne tabi olan bir metre Türk kumaşını, bir, iki veya üç metre İngiliz
beziyle veresiye satmak yine hacmen ölçülen bir kile
buğdayı bir, İki yahut üç kile arpa karşılığında satmak, keza, gramla ölçülen
beş gram altını beş, altı yahut yedi gram gümüş karşılığında veresiye satmak,
sayı ile tedavül eden beş yumurtayı altı, yedi yahut dört yumurta karşılığında
veresiye satmak caiz değildir. Çünkü, ortada "Riba
en nesie" vardır.
Görüldüğü gibi, Riba en nesie
kumaş gibi boyca ölçülen, altın gibi ağırlığı tartılan, buğday gibi hacmen ölçülen ve yumurta gibi sayılan eşyaların hepsinde
söz konusudur.
[5] Mut'a: Geçici bir süre için evlenmek demektir.
[6] Buhârî, Kit.
Medine, bab. 10; Müslim, Kit.
Hacc, bab. 489, hn. 1383.
[7] Ebû Dâuûd,
Kit. Sünnet, bab. 5, hn. 4607; Tirmizî, Kit. İlim, bab. 16, hn. 2676.
[8] Tirmizî, Kit.
Menakib, bab. 16-37, hn. 3662, 3805; İbniMace, Kit. Mukaddime, bab. 11, hn. 97; Müsned, İmam Ahmed, c. 5, Slı. 382, 385, 399,
402.
[9] Ahzab, 33
[10] Buhârî, Kit.
İtisam, bab. 21; Müslim, Kit. Akliye, bnb. 15, hn. 1716; Ebû Dâvûd,
Kit. Akdiye, bab. 2, hn. 3574; İbn Mace, Kit.
Ahkâm, bab. 3, hn. 2314; Nesei, Kit. el-Kudat, bab. 3; Müsned, İmanı Ahmed c. II, Sh. 187. Müsned'in rivayetinde,
"...hükmünde isabet ederse ona on mükâfat vardır..." şeklindedir.
[11] Nisa, 59
[12] Baharı, Kit. İlini, bab. 34; Müslim, Kit. İlim. bab. 13, hn. 2673; Tirmizî, Kit. İlim, bab. 5, hn. 2652; İbn Mace, Kİt.
Mukaddime, bab. 8, hn. 52; Darimi, Kit. Mukaddime, bab. 26; Müsned, İmanı Ahıııed, c. II, Sn. 162.
[13] Nisa, 115
[14] Nisa, 59
[15] Tirmizi, Kit.
Fiten, bab. 5, Hn. 2167; İbni Mace, Kit. Fiten,
bab. 8, hn. 3950.
[16] Müsned, İmam Ahmed, c. 5, Sh. 145.
[17] Tirmizî, Kit.
Fiten, bab. 7, hn. 2167.
[18] Tirmizî, Kit.
Fiten, bab. 8, hn. 2165; Müsned, İmanı Ahıned, c. 1, Sh. 26.
[19] Ebû Dâuûd,
Kit. Sürme, bab. 27, hn. 4758; Müsned, îmanı Ahmed, c. 5, Sh. 180; Tirmizî, Kit. Emsal, bab. 3, hn. 2863
[20] Nisa, 23
[21] İbni Mace,
Kit. Feraiz, bab. 4, hn. 2724; Ebû Dâvûd, Kit.
Feraiz, bab. 5, hn. 2894; Tirmizî, Kit. Feraiz, bab.
10, hn. 2101; Darimi, Kit. Feraiz, bab.
19; Muvatta, Kit. Feraiz, bab. 4-6.
[22] Muvatta , Kİt. Eşribe, bab.
2. Bu meselenin icma konusu olmadığı, ihtilaflı olduğu,
Hz. Ali'nin bu sözünü kıyasa deği!
Seddüz-Zerai esasına
dayandırarak ileri sürülmektedir.
[23] Bkz. Buhârî,
Kit. Ahkâm, bab. 37; Tirmizî, Kit. Tefsir, Sure. 10, bab. 17, hn. 3103.