Aslın Hükmünde Bulunması Gereken Şartlar:
Tali Meselede Bulunması Gereken
Şartlar:
1. İllet Açık Bir Sıfat
Olmalıdır.
2. Değişmeyen ve Boyutları Belli Olan Bir Sıfat
Olmalıdır.
3. İllet, Has Bir İllet Olmamalıdır.
4. İllet, Hükme Dayanak Olmaya
Yaraşan ve İnsanlar İçin Fayda Temin Eden Bir Sıfat Olmalıdır:
İlleti Bilme Yolları (Mesâlikul-İllet):
3. İllet Hükme Uygun Bir Vasıf
Olması Niteliğiyle Bilinir.
Hükmün İlletini Tesbit
(Tahrîcu'l-Menât):
Hükmün illetini Seçme
(Tenkîhu'l-Menât):
İlletin Tali Hükümde Olup
Olmadığını Araştırma (Tahkîku'l-Menât)
Sebeb, İllet ve Hikmet Arasındaki
Fark
1. Sebeb ve İllet ile Hikmet
Arasındaki Fark Şudur:
2. illet ile Sebeb Arasındaki
Farka Gelince:
Fıkıh usulü alimleri,
iki türlü kıyasın söz konusu olduğunu beyan etmişlerdir.
1. Gerçek
anlamda kıyas. Bu, Allah Teala'nın koyduğu kıyastır
ve eşit olma anlamınadır. İster müetehidin dikkatini
çeksin, ister çekmesin bu şer'i bir delildir.
2. Mecazi
anlamda kıyas. Bu, şer'î hükümler çıkarmak için müctehidlerin
başvurdukları kıyastır. Manası, açıklamak ve ortaya çıkarmaktır.
Bunun tarifi şöyledir:
Hükmü belli olmayan bir meselenin hükmünü, hükmü belli olan bir meselenin
hükmüne, zor anlaşılan hüküm illetinde ortak oldukları için benzetmektir.
Tariften de
anlaşıldığı gibi kıyas, yeni bir hüküm koymak değil, kapalı olan bir hükmü
ortaya çıkarmaktır. Ancak kıyasın "illeti" sadece kelimelerden anlaşılabilecek
kadar kolay değildir. Çaba harcamaya, aklı kullanmaya ve delilleri incelemeye
muhtaçtır. Bu itibarla kıyas, ictihad erbabının
yapacağı bir iştir.
Kendisine vasiyet
edeni öldüren kişiyi, mirasçısını öldürene benzeterek mirastan mahrum etmek,
kıyasa bir misaldir.
Kıyasın dört unsuru
vardır. Bunlar:
Hakkında hüküm bulunan
ve kendisine benzetilendir. Verilen misaldeki "mirasçısını öldüren
kişi" gibi. Bunun hükmü bellidir, hadisle açıklanmıştır. O da mirastan
mahrum edilmiştir.
Hakkında hüküm
bulunmayan, hükmü bulunana benzetilmesi istenen meseledir. Misaldeki
"kendisine vasiyet edeni öldüren" gibi. Bunun hükmü hakkında
herhangi bir nas yoktur.
Mevcut olan ve hükmü belü olmayan meseleye yansıtılması istenen hükümdür.
"Mirastan mahrum olma hükmü" gibi.
Bu da asıl meselenin
hükmünün temel sebebi ve iki meselenin benzeşme yönüdür. Misalde,
"kendisine mal bırakacak şahsı öldürüp yakınlık bağını koparma"
hususu gibi.
Kıyasın Sahih
Olmasının Şartları:
Kıyasın sahih olması
için aslın hükmünde, tâli meselede ve sabit illette bazı şartların bulunması
gereklidir.
1. Aslın hükmü ya
Kitapla veya sünnetle, yahut icma ile sabit
olmalıdır.
Kitapla sabit olana
misal: "Ey iman edenler içki, kumar, putlar ve fal okları sadece şeytanın
işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.[1]
Burada içki anlamına gelen (hanır) kelimesi Hanefİlere göre özellikle üzümden yapılan içkilere isim
olarak kullanılmaktadır. Üzümden yapılan içkinin haram olma hükmü Kur'an'la sabittir. Burada kıyasa başvurulur ve üzümden
değil de arpa, hurma ve benzeri şeylerden yapılan içkilerin, üzümden yapılana
kıyaslanarak haram oldukları hükmüne varılır.[2]
Sünnetle sabit olana
misal: "Mirasçısını öldüren katil, öldürdüğü kimseye mirasçı olamaz"[3] hadis-i
şerifidir. Kendisine vasiyet edeni öldüren kişi de kendisine miras bırakanı
öldürene kıyaslanmış ve vasiyetten mahrum kalacağı hükmüne varılmıştır. Çünkü
her iki meselede de hükme temel sebep olan illet aynıdır. O da, mal bırakacak
olanın öldürülmesi ve nankörlük edilmesidir.
İcma ile sabit olan aslın hükmüne, kıyas yapılıp
yapılmayacağı alimler arasında ihtilaflıdır:
A. Alimlerin
çoğunluğu bunun caiz olduğunu söylemişler, misal olarak da şunu
zikretmişlerdir: Çocuğun malının velayet altına alınması İcma
ile sabittir. İcma ile sabit olan bu hükme kıyas
yapılarak, çocuğun bizzat kendisinin de velayet altına alınması gerektiği
hükmüne varılmıştır. Çünkü, her İki meselede de hükme sebep olan "küçük
olma" illeti vardır.
Keza, akıl-bâliğ olan
bir insanın mallarında tasarruf hakkına sahip olduğu icma
ile sabittir. Evlenme yetkisine sahip olması da malındaki tasarrufuna
kıyaslanarak caiz görülmüştür.
B. Diğer bir kısım alimler, icma
ile sabit olan bir hükme başka bir hükmün kıyaslanamayacağını beyan etmişler
ve "icma yapan müetehidler,
kendilerini delil zikretme mecburiyetinde görmemişlerdir. Bu itibarla asıl hükmün
illetini bilmek mümkün değildir" demişlerdir.
Tercihe şayan olan ilk
görüştür. Çünkü, hükmün illetini bilmek için nas-ların dışında başka yollar da vardır.
C. Asıl
meselenin hükmü kıyasla tesbit edilirse, başka bir
mesele ona kıyas edilebilir mi? Edilemez mi? Bu husus da ihtilaflıdır:
a. Cumhur
ulema "kıyasa kıyas yapılmayacağını, çünkü bunun gereksiz bîr uzatma
olacağını ve birinci kıyasın dayandığı hükme ikinci kıyasın da dayandırılabileceğini"
söylemişlerdir. Mesela, (hamr) kelimesi üzüm suyundan
yapılan içki anlamına alınır da, arpa suyundan yapılan içki ona kıyaslanarak
haram olduğu söylenilirse, hurma suyundan yapılan İçkinin arpa suyuna değil,
üzüm suyuna kıyaslanması gerekir.
b. Bir kısım
Mutezililer, Hanbelî ve
Maliki mezheplerine mensup olan bazı alimler, kıyasla tesbit
edilen bir hükme başka bir meselenin kıyas edilebileceğini ileri sürmüşlerdir.
Bu görüş zayıf görülmektedir.
2. Aslın
hükmü, illeti akılla idrak edilebilecek bir hüküm olmalıdır. İçkinin haram
oluşu gibi. Çünkü akıl, bu hükmün illetinin "sarhoş etme" olduğunu
anlayabilir.
Şayet aslın hükmünün
illeti akıl ile idrak edilebilecek bir nitelikte olmayıp, hikmetini ancak
Allah'ın bilebileceği "taabbudî"[4] şeylerden
ise, buna kıyas yapılması mümkün değildir. Mesela, namaz rekatlarının sayıları,
tavafın sayısı, Haceru'l Esved'in
öpülmesi ve benzeri şeyler taabbudî şeylerdir.
Binaenaleyh, herhangi bir velinin kabrinde bulunan bir taşın Haceru'l Esved'e kıyaslanarak
öpülmesi mümkün değildir. Bu hususta Hz. Ömer (r.a), Haceru'l Esved'e hitaben şöyle
demiştir: "Ey taş, Allah'a yemin olsun ki, senin zarar ve menfaat
veremeyen bir taş olduğunu çok iyi biliyorum. Eğer Rasulul-lah'm seni Öptüğünü görmeseydim ben seni öpmezdim."[5]
3. Aslın
hükmü özel bir hüküm olmamalıdır. Aksi takdirde başka hükümler ona
kıyaslanamaz. Mesela, "dörtten fazla hanımla evlenme" hükmü, sadece Resulullah (sav)'e mahsustur. Bu hükme kıyas yaparak mü'minlerin dörtten fazla kadınla evlenmelerinin caiz
olduğunu söylemek mümkün değildir. Keza, "Peygamberimizin hanımlanyla evlenilmesinin haramhğı
ve onların mü'minlerin anneleri olduğu"
Peygamberimiz için özel bir hükümdür. Başkalarının hanımlarını Resulullah'ın hanımlarına kıyas ederek evlenilmeleri-nin haram olduğunu söylemek mümkün değildir.
1. Tâli
mesele hakkında nas bulunmamalıdır. Şayet tali mesele
hakkında yapılacak kıyasa ters düşen bir nas veya İcma bulunursa orada kıyas yapıJ lamaz. Çünkü, nas ile beraber
içtihada cevaz yoktur. Binaenaleyh, mirasta kızı oğula
kıyaslayarak "eşit paylar almalarını" söylemek yersizdir. Zira, şu
âyet-i kerimeye ters düşer:
"Allah size
evlatlarınızın miras taksimi hususunda erkeklerin paylarının kızların iki katı
olmasını emretmektedir."[6]
2. İllet her iki meselede de eşit olmalı. Hükme
sebep olan illet asıl mesele İle tâli meselede tam eşit olmalıdır. Aralarında
fark bulunmamalıdır. Aksi takdirde kabul edilmeyen "kıyas maal-fârik" (Aralarında fark
bulunan meseleleri birbirine kıyas etme) olur. Bu tür kıyaslar avam halk
tarafından çokça yapılmakta ve yanlış sonuçlara varılmaktadır. Kediyi arslana kıyaslama gibi.
İllet
bulunup-bulunmadığı tesbit edilebilecek kadar
"açık bir sıfat" olmalıdır. Sarhoş etme gibi. Binaenaleyh gizli olan
sıfatlar, asıl hükmün İlleti kabul edilerek kıyas yapılamaz. Bu sebepledir ki,
hükmün illeti, bilinemeyen gizli bir vasıf okluğu yerlerde şeriatın koyucusu
yüce Mevlâ o gizli vasfı gösterecek açık bir sıfatı hükme illet göstermiştir.
Mesela, bir malın mülkiyetinin intikal etmesinin asıl illeti "tarafların
rızası" ve "muvafakatidir." Bunu bilmek mümkün olmadığından
taraflardan birinin "satış teklifi ve diğerinin bu teklifi kabulü"
razı olduklarını gösteren bir nişane olarak mülkiyetin İntikali İçin yeterli
illet sayılmıştır. Keza, kasten bir kişiyi öldürenin cezası kısastır. Ancak,
"kastın" bulunup bulunmadığını anlamak mümkün değildir. Bu sebeple
"Öldürücü aletle katletme" kastın bulunduğuna bir delil sayılmıştır.
İllet şahıs veya
durumların değişmesiyle esaslı bir şekilde değişmeyen ve boyutları belli olan
bir sıfat olmalıdır. Mesela, kendisine mal bırakacak şahsı Öldürerek yakınlık
bağını koparıp nankörlük etmek, sınırları belli olan ve kişiden kişiye
değişmeyen bir sıfattır. Dolayısıyla kıyasa illet sayılabilir. Buna mukabil
bir şeyin "zorluğu" kişiden kişiye, durumdan duruma değişebilir. Bu
sebeple zorluk sıfatı kıyasa illet olamaz. Mesela, "yolculuk" veya
"hastalık" sebebiyle Ramazan orucunun bozulabiîdîği
durumlarda asıl illetin "zorluk" olduğunu ileri sürmek ve insanın
her zora düştüğünde orucunu bozabileceğini söylemek doğru bir kıyas değildir.
Çünkü, zorluk kişiden kişiye, durumdan duruma değişir. Hükümlerin birbirine
kıyaslanmasına illet olamaz.
İllet, yalnızca asıl
meseleye özgü olmayan, benzeri meselelerde de bulunabilen bir sıfat olmalıdır.
Mesela, sarhoş etme, sadece üzüm suyunda değil, diğer maddelerde de bulunabilen
bir sıfattır. Buna mukabil yolculuk, sadece misafirde bulunan bir sıfattır.
Mukîm bir insanda yolculuk sıfatını arayarak orucunu bozabilmesine hüküm
vermek anlamsızdır.
Mesela, sarhoş etmek, kasden öldürmek ve hırsızlık etmek bu tür sıfatlardandır.
Buna mukabil asıl meselede gelişi güzel bulunan faydasız sıfatlar kıyasta
hükme sebep sayılamazlar. Mesela, içkinin haram oluşunu boğazı tırmalamasına
veya insanlar arasında tartışmaya neden olduğuna yahut "sıvı" oluşuna
veya belirli bir "renkte" oluşuna bağlamak mümkün değildir. Keza
kısasta da katilin erkek veya kadın oluşunu illet göstermek, kolun kesilmesin
de hırsızın zengin oluşunu veya malı çalanın fakir oluşunu illet göstermek
doğru değildir.
1. Şafii
dahil bir kısım alimler, kıyasın bütün şer'î hükümlerde hatta cezalarda, keffaretlerde, diyetlerde ve istisnai hükümlerde dahi
geçerli olduğu görüşündedir. Bu alimler, kıyasın şer'î dayanak olduğunu ortaya
koyan delillerin hükümler arasında fark belirtmediklerini söylemişlerdir. Bu
itibarla, livata (eşcinsellik) yapanı zina yapana
kıyaslayarak buna zina edenin cezasının uygulanacağını, kefen soyanları
hırsızlara kıyaslayarak bunlara el kesme cezasının uygulanacağını, kasden birini öldüreni, hata ile birini öldürene
kıyaslayarak, kısasın veli tarafından affedilmesi halinde, kasıtlı katile de keffare tin gerektiğini söylemişlerdir.
Yine hurma ağaçlarının
üzerinde bulunan hurmaların miktarı tahmin edilerek ağaçlardan toplanıp elde
edilen hurma karşılığında satılabileceği, nas-la
sabit olan istisnai bir hükümdür. Zira ağaçlar üzerinde bulunan hurmaların
miktarı belli değildir. Fakat bu alimler, bütün ağaçların üzerinde bulunan
meyvelerin, toplanmış olan aynı meyveler mukabilinde miktarı tahmin edilerek
satılabileceğini, hurmalara kıyaslayarak caiz görmüşlerdir.[7]
2. Hanefiler
ise şu hükümlerde kıyas yapılamayacağını söylemişlerdir:
a. Cezalarda kıyas yapılamaz. Çünkü cezalar,
bekâr olarak zina edene yüz sopa, zina İftirasında bulunana seksen sopa
vurulması gibi sayısal ölçüler İhtiva etmektedir ve bu ölçüleri sadece akıl
İle idrak etmek mümkün değildir. Diğer yandan Hz. Aişe (r.anh) Peygamber efendimiz
(s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Gücünüzün yettiği ölçüde müslümantardan cezaları düşürün. Şayet bir çıkar yolu varsa
suçluyu serbest bırkın. Çünkü, imamın affetmede hata
etmesi, ceza vermesinde hata etmesinden daha hayırlıdır.”[8]
Hadisten de anlaşıldığı gibi, şüpheli durumlarda cezalar düşürülür. Kıyasla sabit
olan bir hükmün şüpheden uzak olmadığı muhakkaktır. Çünkü böyle bir hüküm zan
yoluyla tesbit edilir. Binaenaleyh, kesin delillerle tesbit edilen cezaların kıyasa saha olmayacakları
şüphesizdir. Buna mukabil "ta'zir" cezasında,
asgarî ve azami sınırları belli olmasına rağmen, hakime miktarı takdirde geniş selahiyet tanındığı için, bu tür cezalarda kıyasa
başvurulabilir.
b. İstisna
sayılan ruhsatlarda da kıyas işlemez. Çünkü bunlar Allah tarafından verilmiş
özel müsaadelerdir. Bu müsaadeler başka hükümlere yansıtılamaz. Ağaçlar
üzerindeki yaş hurmaları tahmini bir takdirle, elde bulunan hurma karşılığında
satma bu özel müsaadelerden biridir. Her ağacın üzerinde bulunan meyve,
hurmaya kıyaslanamaz.
c. Keffaretlerde kıyas
yapılmaz. Çünkü, kefiaretler de ceza gibidir.
d. Aklın,
tek başına hüküm ve teferruat mı idrak edemeyeceği meselelerde de kıyas
yapılmaz. Çünkü Allah Teala'nın belirtmediği bir husus,
dine sokulmuş olabilir. Mesela, Hacerü'î Esved'e kıyaslanarak herhangi bir kabrin taşı öpülemez.
e. İbadetlerde
de kıyasın çemberi genişletilemez. Mevcut olan bir ibadete kıyaslayarak yeni
bir ibadet ortaya çıkarmak doğru değildir.
Kıyasın şer'î delil
olup olmadığı hakkında tam bir ittifak yoktur.
Cumhur ulema, kıyasın
delil olduğunu kabul etmiş ve şunları dayanak olarak göstermiştir:
a. İslâm
şeriatının gayelerinden biri de, insanların hayatını düzenlemek, fertlerin ve
cemiyetin birbirleriyle olan münasebetlerini tanzim etmek, meşru menfaatlerini
gerçekleştirmek ve aralarına fitne-fesadın girmesine engel olmaktır. Bu sebeple
İslâm şeriatının hükümleri bir takım hikmetlere dayanmaktadır. Bazen anlaşılması
güç olan bu illet, müetehidler tarafından idrak
edilir de benzeri meselelere çözüm getirilirse, yüce İslâm şeriatının gayesi
gerçekleşmiş olur. Nitekim Allah Teala, Kur'an-ı Kerİm'in bazı yerlerinde
gönderdiği hükümlerin hikmetini açıklamıştır. Mesela, kısas cezasının
hikmetini açıklayarak şöyle buyurur: "Ey akıl sahipleri, kısasta sizin
için hayat vardır. Gerekir ki, Allah'tan korkasınız."[9]
Saldırganlara karşı savaşmanın hikmetini beyan ederek şöyle buyurur:
"Artık saldırıya uğrayan mü'minlere, zulmedildîlderi için cihad etme
izni verildi. Şüphesiz ki, Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir. "[10]
Diğer bir kısım yerlerde ise, böyle bir açıklama yoktur. Müctelıid,
bütün çabasını harcar da hükmün, illetine nüfuz ederse, bunun önünü tıkamanın
hiçbir faydası yoktur. Aksine zararı vardır.
b. Kur'an'da kıyasın yapıldığı bir gerçektir. İnsanları ikna
etme, verilen delilleri kabullendirme, hükümleri açıklama, birbirine benzeyen
şeylerden birinin hükmünün diğeri için de geçerli olduğunu tesbit
etme, birbirine benzemeyen şeylerin hükümlerinin ayrı olduğunu açıklama
hususunda bizzat Kur'an-ı Kerim'de kıyas yapıldığını
görmekteyiz. Mesela, Kur'an-ı Kerim, öldükten sonra
dirilmeyi inkâr edenlere dirilmenin muhakkak gerçekleşeceğini açıklayarak şöyle
buyuruyor;
"... İnsan
"çürümüş kemikleri kiın diriltecekmîş" der.
Ey Muhammed şöyle de: Onları ilk defa yaratan diriltecektir."[11]
Burada Allah Teala, tekrar diriltmeyi ilk yaratılışa
kıyaslamaktadır.
Benzerlerin hükmünün
birbirleri için geçerli olduğunu tesbit sadedinde de
şöyle buyurmaktadır:
"Onlar yeryüzünde
dolaşıp kendilerinden önce geçmiş milletlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna
bakmazlar mı? Allah onları helak etmiştir. Kâfirler için de aynı akibet vardır."[12]
Âyetle, yaşamakta olan insanların daha önce yaşayan ümmetlere benzedikleri ve
onların akibetinin bunlar İçin de geçerli olacağı
beyan edilmiştir.
Birbirlerinden değişik
oİan şeylerin hükümlerinin farklı olacağı hususunda
da şöyie buyurmaktadır:
"Yoksa
kötülükleri İşleyenler, hayat ve ölümlerinde tam eşit olarak, iman edip salih amel İşleyenlerle kendilerini bir tutacağımızı mı
sanırlar? Ne kötü hüküm veriyorlar."[13]
Burada kötülük işleyenin, iyilik işleyene benzemediği, bu itibarla herbirinin farklı akıbeti olacağı beyan edilmektedir.
c. Sünnet-i seniyyede de kıyasın işletildiği görülmektedir. Mesela, Has'am kabilesinden bir kadın, Hz.
Peygambcr'e gelerek şunları söyledi: "Annem haccetmeyi
adadı ve haccetmeden öldü. Onun yerine hac yapayım mı?" Hz. Peygamber: "Evet. Onun yerine hac yap. Annenin
bir borcu olsaydı onu öder miydin?" buyurdu. Kadın: "Evet"
dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Alacaklının
hakkını Öde. Çünkü hakkı ödenmeye Allah Teala daha
lâyıktır"[14] buyurdu.
Burada haccetme,
borçlara kıyaslanmıştır. Diğer bir hadis-i şerifte şunlar beyan edilmiştir.
Sahabeler, Resulullah (sav)'a şunu sordular: "Nasıl olur da
bizden birimiz meşru yolda şehvetini giderince hem şehvetini gidermiş olur, hem
de sevap alır?" Hz. Peygamber de onlara şunu
sordu: "Harama düşseydi günahkâr olur muydu?" Onlar "evet"
dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Harama
düştüğünde günahı olduğu gibi, helal yolla şehvetini giderdiğinde de sevabı
vardır"[15] buyurmuştur. Burada Resulullah, iyi amelin sevaba sebep olacağını, kötü amelin
günaha sebep olacağına kıyaskımıştır.
d. Allah Teala bir
âyeti celilede, ibret alınmasını emrederek şöyle buyuruyor:
"Kitab ehlinden İnkâr edenleri ilk sürgünde yurtlarından
çıkaran O'dur. Oysa siz onların çıkacaklarını sanmıyordunuz. Onlar da kalelerinin
kendilerini Allah'ın azabından koruyacağını sanmışlardı. Ama hiç beklemedikleri
bir yerden Allah'ın azabı onları yakalayıverdi. Allah onların kalblerine bir korku saldı da, evlerini bizzat kendi
elleriyle ve mü'min-lerin
elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri bundan ibret alın."[16] Bu âyeti
celilecie Allah, yaptıkları yüzünden Beni Nadir
kabilesinin bir cezaya uğradıklarını beyan etmekte ve mü'minlerin
bundan ibret almalarını emretinektedir. Böylece mü'minlerin Beni Nadir kabilesi gibi davrandıkları vakit,
aynı cezaya uğrayacaklarını bildirmekle kıyasın şer'î delil kabul edileceğine
işaret etmekledir.
e. Allah Teala, diğer
bir âyet-i kerimede şöyle buyurur:
"Ey iman edenler,
Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan idarecilere de. Eğer
Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız aranızda
herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onun hükmünü Allah'a ve
Peygambere havale edin. Bu daha hayırlıdır ve netice bakımından da daha
güzeldir."[17] Bu âyet-i kerimede Cenab-ı Hak, anlaşmazlık konusu olan meselenin hükmünün
Allah'a ve Rasulü'ne havale edilmesini emretmektedir.
Şüphesizki, hükmü belli olmayan bir meseleyi Allah ve
Rasulü tarafından hükmü belirlenen benzeri bir
meseleye kıyaslamak, işi Allah'a ve Rasulü'ne havale
etmek demektir.
f. Hz. Peygamber
(s.a.v), Muaz İbn. Cebel'i
Yemen'e gönderirken aralarında şöyle bir konuşma geçmişti:
- "Sana bir mesele arzedildiğinde
ne yaparsın?" Muaz:
- "'Allah'ın Kitabındakiyle hüküm
veririm." Rasuiullah:
- "Ya Allah'ın
Kitabında yoksa?" Muaz:
- "Resulullah'ın
sünnetiyle hüküm veririm." Resulullah:
- "Resulullah'ın sünnetinde de yoksa?" Muaz:
- "Kendi
görüşümle İctihad ederim. Elimden geleni yapmada geri
durmam" demiştir. Muaz der ki: "Resulullah göğsüme vurdu ve şöyle buyurdu:
- "Allah'ın
elçisinin elçisini Allah'ın ve Rasulu'nün razı
olacağı hususa muvaffak kılan Allah'a hamd
olsun."[18]
Bu hadis-i şerifte Hz. Peygamber, Muaz'ın görüşüne
dayanarak ictihad etmesini kabu!
ediyor. Kıyas İse, görüşe dayanılarak yapılan İçtihadın en belirginidir.
Dolayısıyla kıyas şer'î bir hüccettir.
g. Sahabe-i
Kiram, kıyası delil kabul etmişlerdir. Mesela: Hz. Ebu Bekir'i seçerken dünyevi imamlığını dini imamlığına
kıyaslamış ve şöyle demişlerdir: "O'nu, Allah'ın Rasulü
dinimiz için seçti de, biz dünyamız için nasıl seç-meyelim?"[19] Hz. Ömer, içki içen adam hakkında istişarede bulunduğu
zaman Hz. Ali (r.a), içki içeni fuhuş İftirasında
bulunana kıyaslayarak şöyle buyurmuştur: "Kişi içtiğinde sarhoş olur.
Sarhoş olunca pervasızca konuşur. Pervasızca konuşunca iftirada bulunur.
Dolayısıyla bu kişiye zina iftirasında bulunanın cezası gerekir."[20]
Hz. Ömer (r.a), Ebu Musa el-Eş'ari'yi Basra'ya vali tayin ettiğinde O'na şunları
söylemiştir:
"Allah'ın Kitabı
ve Resulullah'ın sünnetinden sana delili gelmeyen
meseleler, içini tırmaladığında üzerinde iyice düşün ve anla! Birbirine
benzeyen veya birbirinin aynı oian meseleleri İyi
tanı. Aralarında kıyas yap."[21]
Mu'tezile fırkasından Nazzam,
Zahiriye mezhebi ve Şiiler'den bir fırka kıyasın şeri delil olmayacağını iddia etmişler ve şu fikirleri
ortaya atmışlardır:
a. İslâm
şeriatı kıyasa muhtaç değildir. Çünkü, naslar bazı
şeylerin haram, mendup, mekruh, mubah veya farz olma
hükümlerini açıkça beyan etmişlerdir. Açıkça hükümleri beyan edilmeyen
şeylerin hükmü ise, Allah Teala'nın gönderdiği şu
âyet-t kerimenin genel hükmüne tabi olarak mubahtır.
"Yeryüzünde ne
varsa hepsini sizin için yaratan O'dur..."[22]
Ayrıca nasların bütün hükümleri getirmediklerini söylemek şu âyeti
celileye ters düşer:
"... Bugün
dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım. Ve din olarak size İslâm'ı
seçtim..."[23] Bu âyet, şeriatın
tamamlanmış olduğunu ifade etmektedir. "Kıyasa ihtiyaç vardır" sözü
ise şeriatın tamamlanmadığını ve kıyasa muhtaç olduğunu ifade eder.
Görüldüğü gibi kıyası
inkâr edenlerin ortaya attığı şüphelerden birincisi budur. Hiçbir müstüman, şeriatın tamamlanmamış olduğunu iddia etmemektedir.
Dinin tamamlanmış olması Zahirîlerin İddia ettikleri gibi, bütün teferruatlı
hükümlerin naslar yoluyla açıklanmasını gerektirmez. Naslar genel hükümleri beyan ederler. Bunların illetlerini
araştırarak ve delalet ettiği manaları İnceleyerek aynı illeti taşıyan çeşitli
meselelere uygulamak şeriatın kemaline gölge düşürmez, bilakis kemal ve
azametini ortaya koyar.
Buna mukabil, nasların illet ve hikmetini bilmeden sadece dış görünüşlerine
bakarak hüküm çıkarmak, şeriatın ve aklın kabul etmeyeceği neticelere
sürükleyebilir. Nitekim Zahiriye fırkası bu tür bir hataya düşerek, domuzun
artığı ve sidiği, köpeğin sidiği hakkında nas
bulunmadığı için, temiz olduklarını, insanın sidiği hakkında nas bulunduğu için necis
olduğunu, yine köpeğin sidiğinin temiz olmasına mukabil artığının necis olduğunu, çünkü artığı hakkında delil bulunduğunu,
sidiği hakkında İse nas bulunmadığını söy-lemişlerdir.[24]
b. Kıyas, hükmün illetini tayin bakımından
tahmine dayanır. Dolayısİyle kıyasa dayanılarak
verilen hüküm de tahminidir, kesinlik ifade etmez. Halbuki Allah Teala:
"Kuru zan ise hakdan hiçbir şeyi ifade etmez. "[25]
"Ey İnsanoğlu,
bilmediğin bir şeyin ardına düşme..."[26]
"... Bilmediğiniz
şeyi Allah'a karşı söylemenizi haram kıldı..."[27] buyurarak
zannî şeylerle amel edilmesini yasaklamıştır.
Bu şüphe de
tutarsızdır. Çünkü, zannî deliller, itikadı
meselelerde yetersizdir. Fıkhı hükümlerde ise ağır basan zannın (Zann-ı Galibin) delil olduğu muhakkaktır. Zan İfade eden
haber-i ahadların bu hususta delil sayıldığı
malumdur. Kıyası, zanni bir delil olduğu gerekçesiyle
reddedenler de bunları delil kabul etmektedir. Aksi takdirde bir çok şer'î
hükümlerin tatbik edilmesi imkânsız olur. Yine herhangi bir hakkın isbatında iki erkeğin veya bir erkek İki kadının şahitliği
kâfidir. Bunun zan ifade ettiği muhakkaktır. Çünkü şahitlerin yalan söyleme
ihtimali her zaman muhtemeldir. Keza, kıble aranırken ağır basan zanna uyarak
yön tayin edilir. Bu ve benzeri misaller çoktur. Zahiriye fırkası ve onlara
katılanlar, bu zikredilen hususları kabul etmektedirler. Binaenaleyh kıyası, zanni olduğundan reddetmeleri bir çelişkidir.
c. Sahabe-i
Kiram, şeriat hususunda kıyası reddetmişlerdir. Hz. Ebu Bekir'e, Nisa Sûresi'nin 12. âyetindeki "kelâte" kelimesinin manası sorulunca şu cevabı
vermiştir: "Allah'ın Kitabı hakkında kendi görüşüme göre konuşursam hangi
gök beni altında gölgelendirir ve hangi yer beni üzerinde taşır?"[28] Hz. Ömer (r.a) ise şöyle buyurmuştur: "Görüş
sahiplerinden kaçının. Çünkü onlar sünnetlerin düşmanlarıdır. Onlar hadis
ezberlemekten acizdirler. Do-layısıyle kendi
görüşlerine göre konuşurlar. Hem kendileri sapar, hem de başkalarını
saptırırlar."
Abdullah b. Abbas şöyle buyurur: "Kurralarıniz
ve salih olanlarınız gider, İnsanlar, hükümleri
görüşlerine göre birbirine kıyas eden bir kısım cahilleri önder
edinirler."
Bu şüpheler de
tutarsızdır. Şayet bu rivayetler doğru ise, İfadelerde geçen
"görüş"ten maksat hevâ ve hevesten kaynaklanan
görüşlerdir. Din hakkında delilsiz konuşmalardır veya fasid
kıyaslara dayanmaktır. Ya da nassın
varlığıyla beraber kıyasa başvurmaktır. Heva ve
hevesten kaynaklanan görüşü, kıyasa benzetmek kıyas meal tanktır ve
isabetsizdir.
d. Birbirine
benzeyen meseleleri aynı hükme, birbirinden değişik olan şeyleri değişik
hükümlere bağlamaya çalışan kıyasa dayanılarak hüküm koymak mümkün değildir.
Çünkü, şeriatın koyucusu, bazen birbirine benzeyen meseleleri farklı hükümlere
tabi tutmuş, buna mukabil farklı meselelere de aynı hükmü koyduğu olmuştur.
Mesela, "hırsızlık edenin elini kesme" hükmünü koyarken, gasbeden için böyle bir hüküm koymamıştır. '"Çeyrek
dinar" çalanın elinin kesilmesi emredüirken, el
kesmenin diyetinin "beşyüz dinar" olduğu
beyan edilmiştir. Bir insana zina etti iftirasında bulunana, seksen sopa
vurulması emredilirken, başkasını küfürle itham edene bu ceza koyulma-mıştır. Erkeğin bir nikâh altında dört kadınla evlenmesine
İzin verirken, kadına birden fazla evlenmesi yasaklanmıştır.
Diğer yandan, mâlen tazminat bakımından, hataen
yapılan suçlarla kas-den yapılan suçları aynı hükme bağlayarak birbirine
muhalif olan meseleleri aynı hükme tâbi tutmuştur.
Cumhur ulema, bu
şüphelere şu cevaplan vermişlerdir:
Hırsızla gasbedenin hükümlerinin değişik oluşu, şer'î bir hikmete
dayanmaktadır. O da. hırsız malı gizli aldığı İçin kendisinden sakınmak mümkün
değildir. Dolayısıyle ağır cezaya çarptırılmıştır.
Buna mukabil, gasbeden malı İnsanların gözü önünde
alır. Dolayısıyla, insanların kendisini yakalayarak mazlumun malını geri
almaları veya hâkimin huzurunda şahitlik ederek malı ödettirmeleri mümkündür.
Bu itibarla hırsızla gasbeden aynı değil farklı
suçlulardır.
Çeyrek dinar çalanın
elinin kesilmesine mukabil, el kesene beşyüz dinar
diyet cezası verilmesi, malların ve organların muhafazası için alınan bir tedbirdir.
Çeyrek dinar çalanın eli kesilir ki, kimse hırsızlığa cesaret edemesin. El
kesene beş yüz dinar diyet cezası verilir ki, kendisinde başkalarının bedenine
saldırma cesareti bulamasın, böylece İnsanların organları emniyet İçinde
olsun. Şimdi siz, hırsızla el keseni nasıl aynı şeyler kabul ediyorsunuz?.
Başkasına zina
iftirasında bulunana seksen sopa vurulup, kâfirlik iftirasında bulunana bu
cezanın verilmemesi ise, şu hikmete dayanmaktadır: İnsanların, zina
iftirasında bulunanın yalancı olduğunu bilmeleri güçtür. Çünkü zina gizlice
yapılır. Böyle bir iftirada bulunan, iddiasını ispattan âciz kaldığı zaman
İftira cezasına çarptırılır. Bu şekilde ırz ve namus korunmuş olur. Başkasını
kâfirlikle itham edenin yalancı olduğunu tesbit ise,
kolaydır. Çünkü küfür İle itham edilenin davranışları açık ve seçiktir. Öyleki, bir günde veya bir vakit namazda odaya çıkabilir.
Erkeğe dört kadınla
evlenme İzni verilirken, kadına böyle bir hakkın tanınmaması son derece
hikmetli bir hükümdür. Çünkü kadına böyle bir hak tanınacak olursa, soylar
birbirine karıştırılacak, akrabalık bağlan kopacak, insanların birbiriyle
boğuşmaları sürüp gidecektir.
Kasden yapılan suç ile hataen
işlenen suçların ayrı şeyler olmalarına rağmen "mâlî tazminat"
yönünden aynı hükme bağlanmaları hükmün illetinin aynı oluşundan
kaynaklanmaktadır. O da, "mevcut olan bir şeyi telef etmektir."
Fakat bunların günahlarının farklı olduğu muhakkaktır.
Kıyasta, asıl hüküm
ile ona kıyaslanan hükümde temel sebep olan İlleti bilmenin çeşitli yollan
vardır. Bunları, şu şekilde özetlemek mümkündür:
1. Kitap ve
Sünnette Zikredilen Nasla Bilinir. Ancak nassın İlleti açıklama şekli farklıdır.
a. Nas açık ve kesin
olarak illeti açıklar. Nitekim şu hadis-i şerifte durum böyledir. "Ben
akın eden misafirlerden dolayı, sizlerin kurban etlerini bekletmenizi
yasaklamıştım. Bundan böyleyeyin ve biriktirin.”[29]
Hadis-İ şerifte
"akın eden misafirlerden dolayı" ifadesi, açık ve kesin olarak etleri
depolamanın yasaklanma İlletini belirtmektedir.
Diğerbir hadis-i şerifte "Bir yere girerken izin istemek,
nâmahremleri görme mahzurundan kaynaklanmaktadır”[30] buyrulmuştur. Bu hadiste de "nâmahremleri görme
sakıncasından kaynaklanmaktadır" ifadesinin İzin istemenin illeti olduğu
açık ve kesin olarak beyan edilmektedir.
b. Nas açıkça fakat
kesin olmayarak illeti açıklar. Bunun misali şu âyet-i kerimedir: "Güneş
zeval yerine ulaştığı için namazı kıl.."[31]
"Güneş zeval yerine ulaştığı İçin" İfadesi zikredilen namazın farz
oluş illetini beyan etmektedir. Bununla beraber, bu âyet-i kerimenin şu
şekilde mânâ ifade etmesi muhtemeldir: "Güneş zeval yerine ulaştığı zaman
namazı kıl." Çünkü burada "Li-dulûki" kelimesinin başında bulunan "li" takısı hem -için- hem de, -vakit- manasına
kullanılmaktadır. Bu itibarla illet kesin bir şekilde belirtilmemiştir.
c. Nas açıkça değil, işaret yoluyla illeti açıklar. Şu âyette
durum budur. "Erkek ve kadın hırsızların... ellerini kesin."[32]
Âyette ellerin kesilme sebebi açıkça beyan edilmemiş, fakat -hırsız- ifadesi,
ellerin kesilmesinin illetinin hırsızlık olduğuna işaret etmektedir. Görüldüğü
gibi, bu misallerde illet, bizzat kitap ve sünnetin içinde ya
açıkça veya İşaretle gösterilmektedir. Bu hükümlere kıyas yapılacak olursa, bu
illetlerim gözönünde bulundurulmaları gerekir. Başka
illet aranmaz.
Hükmün illeti nas ile açıklanmadığı takdirde müctehidler
belli bir sıfatın, hükmün illeti olduğu hususunda icma
edebilirler. Mesela, çocuğun malının velayet altında bulundurulmasının
illetinin, "yaşça küçük olma" meselesi olduğu hakkında müctehidler icma etmişlerdir. Bir
kısım müctehidler aynı illetin evlenmede de
bulunması sebebiyle yaşı küçük olanın evlendirilmesini, malını muhafazaya
kıyaslamışlar ve velayet yoluyla yapılacağını izah etmişlerdir.
Bu bölümde, hükmün
illeti ne nas ile açıklanmış, ne de icma ile tayin edilmiştir. Müctehİdin,
hükmün vasıflarını İnceleyerek en uygununu illet seçme-siyle
belli olur. Mesela nas, "buluğa ermemiş bekâr
kız çocuğunun evlendirilmesinin ancak babasının velayeti ile
gerçekleşeceğini" beyan etmiştir.
Burada kız çocuğun
babasının velayeti altında olması hükmünün İlleti nas
ile beyan edilmemiştir. Ancak oıtada hükme illet
olmaya müsait İki sıfat vardır. Birisi, "ya§Ça küçük olma," diğeri ise "bekârhk"tır.
Hanefiler, -yaşça küçük olma- sıfatını İllet kabul etmiş ve küçük kız çocuğun
menfaatlerini bilemeyeceğini, dolayısıyle velisi
tarafından sevk ve idare edileceğini ve onun rızası ile evleneceğini
söylemişlerdir.
Hanefilerin dışında
olanlarsa, burada -bekârlığın- İllet olabileceğini, çünkü evlenmeyenin
evlilikle ilgili hususları bilemeyeceğini beyan etmişlerdir ve bekâr kızların,
ergenlik çağına erseler bile, ancak babalarının rızasıyla evlenebileceğini
belirtmişlerdir Görüldüğü gibi, Hanefiler küçüklüğü, diğerleri İse bekarlığı
hükme uygun bir vasıf görmüşlerdir ve her grup uygun gördüğünü illet
saymıştır.
Hükmün illeti nass ile açıklanmaz veya İcma
yoluyla tesbit edilmez de, bizzat müctehid tarafından hükme uygun bir sıfat seçilirse, bu
durumda tahrî-cu'1-menât
söz konusudur.
Yukarıdaki misalde
geçen -küçüklük veya bekârlık- sıfatlarından birini illet olarak kabul etme
gibi. Burada müctehid, uygun olan sıfatlardan birini
almaktadır. Görüldüğü gibi, müclehidin hükme uygun
illet bulması işlemine tahricul menat
da denilmektedir.
Nas, hükmün illetini işaretle ifade eder, orada işaret
edilen çokça sıfat bulunur da, nas, belli bir sıfat
olduğunu beyan etmezse, müctehid hükme illet
olabilecek vasıflar arasından en müsaitini seçerek
onun illet olduğunu belirlerse, bu seçme İşlemine -tenkîhu'l-menât- denir. Buna misal olarak şu hadisi zikretmek
mümkündür: Sahr b. Hansa, Hz.
Peygamber'e geldi:
- "Helak oldum," dedi. Rasululîah (sav):
- "Ne oldu?" dedi. Sahr:
- "Oruç iken
hanımımla cinsi münasebette bulundum," dedi. Rasululîah:
- "Azad edeceğin
bir kölen var mı?" dedi. Sahr:
- "Hayır," dedi. Rasululîah:
- "İki ay peşpeşe
oruç tutabilir misin?" dedi. Sahr:
- "Hayır," dedi. Rasululîah:
- "Altmış fakiri doyurabilir misin?"
dedi. Sahr:
- "Hayır," dedi. Resulullah'ın
yanında bekledi. Sahabeler, "biz böyle dururken, Hz.
Peygamber'e bir ölçekle hurma getirildi. Hz.
Peygamber:
- "Soru soran nerede?" buyurdu. Sahr:
- "İşte
benim," dedi. Rasululîah:
- "Al bunu (hurmayı), sadaka olarak
dağıt," dedi. Sahr,
- "Ey Allah'ın Rasulü, benden daha fazla fakire mi? Allah'a yemin ederim
ki, bu şehrin iki vadisi arasında benim ehl-i
beytimden daha fakir elıl-i beyt
yoktur," dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz güldü, öyle ki azı dişleri
bile göründü ve adama:
- "Bunu aile efradına yedir," dedi.[33]
Görüldüğü gibi, burada
keffaret cezası hükmüne illet olabilecek birkaç sıfat
vardır:
1. Cinsi münasebette bulunanın "bedevî
oluşu".
2.
"Kendi hammıyla münasebette bulunması."
3."Ramazanda
gündüz vakti bir kadınla kasıtlı olarak cima etmesi".
4. "Ramazanda
gündüzleyin cima veya başka bir sebeple kasıtlı
olarak orucu bozmak."
Burada, Şafii ve Hanbelî mezhebine mensup olanlar üçüncü sıfat olan
-Ramazanda gündüzleyin kasıtlı olarak bir kadınla
cima etmeyi keffaret hükmünün illeti olarak
saymışlar, sadece böyle bir davranışta bulunana keffare-tin
gerekli olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre, kasıtlı olarak yeme ve içme, keffareti gerektirmez, sadece kasıtlı cima gerektirir.
Buna mukabil
Hanefiler, dördüncü sıfat olan kasıtlı olarak Ramazanda gün-düzleyin cima veya
başka bir sebeple orucu bozmayı hükmün illeti kabul etmişler, dolayısıyla,
Ramazan günü gerek cima, gerekse yemek İçmek gibi kasıtlı bir sebeple orucunu
bozana keffarelin gerekli olduğunu beyan etmişlerdir.
İşte bu seçme işlemine tenkihu'l-menat
denilmiştir.
Müctehidin. asıl hükümde İlletin ne olduğunu bilmesinden sonra,
o hükme kıyaslanılması istenilen tali hükümde de aynı illetin bulunup bulunmadığını
araştırmasına "Tahkîku'l-Menât"
denilmektedir. Meselâ adet görmüş bir hanımla ilişkide bulunmamanın illetinin
(eziyet) olduğu tesbit edildikten sonra, doğum yapan
bir kadında da aynı illetin (eziyet) bulunup bulunmadığını araştırmak tahkîkul menattır.
Fıkıh usulü alimleri, sebeb, illet ve hikmet kavramlarının birbirlerine yakın
kavramlar olmalarına rağmen aynı şeyler olmayıp farklı şeyler olduklarını
belirtmişlerdir.
Bunlar arasındaki
farkları şu şekilde özetlemek mümkündür.
a. Sebeb ve illetten herbiri,
şeriatın koyucusu tarafından, hükmün varlığını veya yokluğunu gösteren birer
alâmet kılınmışlardır. Çünkü sebeb ve illet açık
olan ve değişmeyen sabit sıfatlardır. Hükümlere alâmet olmaları halinde
hükümler belli ve istikrarlı olur.
Mesela, Allah Teala şöyle buyuruyor: "... O, sayılı günlerde sizden
kim hasta olur veya yolcu olur da orucu tutamazsa, başka günlerde iade eder...”[34]
Allah Teala burada hastalık ve yolculuk sıfatlarını,
orucu yiyebilme ruhsatına birer alâmet kılmıştır. Çünkü yolculuk ve hastalık
belli şeylerdir ve insandan İnsana değişmeyen sıfatlardır. Böylece her kim
yolcu olursa, Ramazanda orucunu yiyebilir. Fakat yolcu olmayan, hasta
olmadıkça orucunu yiyemez, velevki üçyüz derece sıcağın karşısında çalışır olsun.
b. Hikmet
ise, gizli bir sıfattır ve değişkendir. Bu nedenle, şeriatın koyucusu,
hikmeti, hükmün varlığını veya yokluğunu gösteren bir alâmet kılmamıştır. Aksi
takdirde hükümler değişken ve istikrarsız olurlardı.
Mesela, Ramazanda
orucu yiyebilmenin hikmeti, "zorluktur." Eğer zorluk hükme alâmet
kılınsaydı, her iradesi zayıf olan "Ramazanda oruç tutma bana zor
geliyor" derdi ve orucu tutmazdı. Böylece hükümlere uymada anarşi ve
İstikrarsızlık olurdu.
Keza, ahş-verişin mubah oluşunun sebeb
ve illeti, "taraflardan birinin satış teklifinde bulunması, diğerinin ele
bunu kabul etmesidir." Bu hal, ahş-verişin
geçerli olmasına bir alâmettir.
Ahş-verişin mubah olmasının hikmeti ise, "İnsanların
ihtiyaçlarını gidermektir."
İhtiyaç meselesi
kişiden kişiye değişen ve bilinmesi zor olan bir meseledir. Bu nedenle ahş-verişin mübahlığına alâmet
kılınmamıştır.
Yine şuf a (ön alım) hakkının sebeb ve
illeti, satılan gayrimenkule komşu olmak veya oıtak olmaktır. Şeriatın koyucusu, komşuluğu ve ortaklığı, şuf a hakkı için birer alâmet kılmıştır. Böylece her kim
satılan taşınmaz malın komşusu veya ortağı ise, öncelikle o kişinin onu alma
hakkı vardır. Eğer o almazsa diğer insanlara satılabilir.
Şuf a hakkının hikmeti İse, "'zarar görmeyi
önlemektir." Zarar görmek, kişiden kişiye değişir. Mesela bazı insanlar
muhafazakâr komşu isterken, dİ-ğer bazı İnsanlar
liberal bir komşu arzularlar. Satın alanın kim için zararlı ve kim için faydalı
olacağı bilinemez.
Şeriatın koyucusu,
bunlardan herbirini hükmü gösteren bir alâmet kılmıştır.
Fakat bunlar farklı şeylerdir. Bu farkın ne olduğu hakkında ise, iki görüş
vardır:
A. Fıkıh
usulü alimlerinden bir guruba göre, sebeb bir bütün,
illet de onun bir parçasıdır. Böylece illetin bulunduğu her yerde sebeb de mevcuttur. Fakat sebebin bulunduğu her yerde
İllet bulunmayabilir.
Bunun açıklanması
şöyledir:
a. Şeriatın
koyucusu'nun hükme alamet kıldığı husus, hükmü etkiliyor ise, (yani akıl
o..alametle hüküm arasındaki ilişkiyi idrak edebiliyorsa), böyle bir alamet hem
sebebtir, hem de illettir.
Mesela, Ramazanda
orucu yeme hükmünün alameti olan "yolculuğun", içkinin haram olma
hükmünün alameti sayılan "sarhoşluğun", çocuğun velayet altına
alınması hükmünün alameti kabul edilen "küçüklüğün", hükümlerle
münasebetleri, akılla idrak edilebilir.
Şöyleki; "yolculukta" zorluk ve meşakket
(çile) olması büyük bir ihtimaldir. Bu itibarla orucu yiyebilme ruhsatı,
yolcuya münasib olan hükümdür.
Sarhoşluk, aklı ifsad eder. Bu nedenle içkinin haram kılınması buna uygun
olan bir hükümdür.
Küçüklük, çocuğun
tasarruflarında faydalı ve zararlı olan şeyleri bilemeyeceğini icab ettirir. Bu İtibarla çocuğun velayet altına alınması,
çok münasib bir hükümdür.
Görüldüğü gibi akıl,
hükümle ona alamet kılınan hususlar arasındaki irtibatı idrak edebiliyor.
Dolayısıyla bu türden alametler, hem sebeb hem de
illettir.
b. Şayet akıl, hükmün
alâmeti İle hüküm arasında bir münasebet bulamı-yorsa,
işte böyle alametlere sadece sebeb denir, illet
denilemez.
Mesela, Ramazan ayında
bulunmak, orucun farz olması hükmünün bir alâmetidir. Burada akıl, Ramazanda
bulunmakla orucun farz oluşu arasında herhangi bir münasebet bulamaz. Zira
oruç başka aylarda da farz olabilirdi.
Keza, güneşin batması,
akşam namazının farz olduğunu gösteren bir alamettir. Ancak akıl, güneşin
batmasıyla akşam namazının arasında herhangi bir irtibat kuramaz.
O halde, Ramazanın
girmesi ve güneşin batması, birer sebeptirler, fakat illet değildirler.
B. Başka bir
kısım fıkıh usulü alimlerine göre ise, her ne kadar sebeb
ve illetten herbiri, hükmün varlığını veya yokluğunu
gösteren birer alamet İseler de, bunlar birbirinden tamamen ayrı şeylerdir.
a. Aklın
hüküm ile alameti arasında İrtibat kurabildiği yerlerdeki alamet, sadece
illettir. Yolculuk, sarhoşluk ve küçüklük gibi.
b- Aklın,
hüküm ile alameti arasında herhangi bir münasebet bulamadığı yerlerdeki alamet
ise, sadece sebebtir. Ramazan ayının gelmesi, güneşin
batması v.s.
[1] Maide 90.
[2] Bu yorum Hanefi mezhebine göredir. Diğer nıezhebler lıamr kelimesinin
bütün sarhoş edici maddeleri kapsadığı görüşündedir.
[3] Bkz. Ebû
Dâuûd, Kit. Diyet, bab: 18, hn: 4564; Tirmizî, Kit. Feraiz,
bab: 18, hn: 2109; İbn Mace, Kit.
Feraiz, bab: 8, hn: 2735; Darimi, Kit. Feraiz, bab:
41; Müsned İmam Ahıııed c.
1, Sh: 49.
[4] Taabbudî: Hikmeti bilinmeyen
ve bilinme imkânı olmayan ibadetler demektir. Ha-cerü'l-Esved'İn öpülmesi gibi.
[5] Buharı, Kit. Hacc, bab: 57; Müslim, Kir. Iiacr, bab: 248-251, hn: 1270; Ebû Dâ-vûd, Kit. Menasik,
bab: 46, hn: 1873; Neşet,
Kil. Hare, bab: 147-148, hn:
2940; îb-niMace, Kit. Menasik, bab:
27, hn: 2943; Darimi, Kit. Menasik, bab:
42; Muvat-ta, Kit. Hacc. bab: 115; Müsned, İmam Ahıned, c. 1, Sh: 21-26-34-39-46-51-53-54.
[6] Nisa 11.
[7] Bu hususta umumi kaide şudur: Aynı cinsten olan şeyler
birbirleriyle bizzat ölçülüp tartılması neticesinde eşit olarak satılabilirler.
Aksi takdirde Riba el fadl'a
(fazlalık faize) gireceğinden yasaktır. Ancak, Hz.
Peygamber, insanların ihtiyaçları sebebiyle ağaçlar üzerindeki yaş hurmaların
miktarı tahmin edilerek mevcut olan hurma karşılığında satılabilıııesine
izin vermiştir. Bu sebeple, istisnaî bir hükümdür. Haneliler, buna kıyasın caiz
olmadığını belirtirken, Şafii ve diğer alimler buna kıyası caiz görmüşlerdir.
[8] Tirmizî,Kit.
Hudud, bab: 2, hn: 1424.
[9] Bakara 179.
[10] Hacc 39.
[11] Yasin 78-79.
[12] Muhammed 10.
[13] Casiye 21.
[14] Buharı, Kit. İnsanı, bab: 12; Müslim, Kil. Siyam, bab:
157, lın: 1149; Tirmizî, Kit. Hacc, bab:
85, hn: 929; Nesaî, Kir.
Hac, bab: 7; Darimî, Kil. Savnı, bab: 49; Müs-ned, İmam Ahıııed,
c: 1, Sh: 239, 240.
[15] Müslim, Kit. Zekat, bab: 53, hn: 1006; Müsned, imanı Ahnıed, c: 5, Sh: 167.
[16] Haşr 2.
[17] Nisa 59
[18] Ebû Dâvûd,
Kit. Akdiye, bab: 11. hn: 3592; Tirmizî, Kit. Ahkam, bab: 3, hn: 1327.
[19] Esnevî, c: 4, Sh: 16.
[20] Muvattâ, Kit.
Eşribe, bab: 1, h: 2
[21] Mubernd, el-Kâmü c. 1, sh. 7; Suyutî, İcazu'l-Kur'an, sh. 117; İmam Ebu Yusuf, Kitabu'l-Harac Sh. 140.
[22] Bakara 29.
[23] Maide 3.
[24] Bkz. İbn
Hazm. el thkam fi Usuli'l Ahkâm, c. 8, sh. 487 ve
devamı.
[25] Necin 28.
[26] İsrâ, 36.
[27] A'raf 33.
[28] Bu hususta Darimî, Şa'bi'den şunu rivâyec eder:
"Hz. Ebu Bekir'den keiale hakkında soruldu. O da şunları söyledi: Ben, o
husus hakkında kendi görüşümü söyleyeceğim. Eğer doğru ise Allah'tan, yanlış
İse benden ve şeytandandır. Bana göre keiale, çocuk
ve babanın dışında kalandır. Hz. Ömer halife olunca:
ben Ebu Bekir'in söylediği bir sözü reddetmeye
utanırını, dedi. Darimî, Kit.
Feraid. bab: 26.
[29] Neseî, Kit.
Dahaya, bab: 37, hn. 4436; Müslim, Kit. Edahi, bab: 28, hn. 1971; Ebû Dâuâd,
Kit. Edahi, bab: 10, hn. 2812; Muuatta, Kil. Dehaya, bab: 4, hn. 7.
[30] Buharı, Kit. İstizan, bab: 11; Müslim, Kit. Adab, bab: 41, hn. 2156; Tirmizî, Kit. İstİ'zan. bab: 17, hn. 2708; Müsned, İmanı Ahnıcd, c: 5, Sh: 330
[31] İsra 78.
[32] Maide 38.
[33] Bukârî, Kit.
Savın, bab: 30, Kit. Hibe, bab: 11, Kit. Nafaka, bab: 13, Kit. Kefaret, bab: 2-3; Müslim. Kit. Siyam, bab: 81, hn. 1111; Ebû Dâuûd, Kit.
Savm. bab: 37, hn: 2390; Tirmizl, Kit. Savm. bab:
28, hn. 724; îbn Mace, Kit. Siyanı, bab: 14, hn. 1671; Müsned, İmanı Alımed, c: II, Sh: 241.
[34] Bakara 184.