5 - KIYAS. 1

Kıyasın Unsurları: 2

1. Asıl Mesele: 2

2.  Tâli Mesele: 2

3. Aslın Hükmü: 2

4.  Sabit İllet: 2

Aslın  Hükmünde Bulunması Gereken Şartlar: 2

Tali Meselede Bulunması Gereken Şartlar: 4

Sabit illette Aranan Şartlar: 4

1. İllet Açık Bir Sıfat Olmalıdır. 4

2.  Değişmeyen ve Boyutları Belli Olan Bir Sıfat Olmalıdır. 5

3.  İllet, Has Bir İllet Olmamalıdır. 5

4. İllet, Hükme Dayanak Olmaya Yaraşan ve İnsanlar İçin Fayda Temin Eden Bir Sıfat Olmalıdır: 5

Kıyasın Sahası: 5

Kıyasın Delil Oluşu: 6

1. Kıyası Kabul Eden Ulema: 7

2. Kıyası Reddeden Ulema: 9

İlleti Bilme Yolları (Mesâlikul-İllet): 12

2.  İllet İcma ile Bilinir. 13

3. İllet Hükme Uygun Bir Vasıf Olması Niteliğiyle Bilinir. 13

Hükmün İlletini Tesbit (Tahrîcu'l-Menât): 13

Hükmün illetini Seçme (Tenkîhu'l-Menât): 14

İlletin Tali Hükümde Olup Olmadığını Araştırma (Tahkîku'l-Menât) 15

Sebeb, İllet ve Hikmet Arasındaki Fark. 15

1. Sebeb ve İllet ile Hikmet Arasındaki Fark Şudur: 15

2. illet ile Sebeb Arasındaki Farka Gelince: 16

 

5 - KIYAS

 

Fıkıh usulü alimleri, iki türlü kıyasın söz konusu olduğunu beyan etmiş­lerdir.

1. Gerçek anlamda kıyas. Bu, Allah Teala'nın koyduğu kıyastır ve eşit ol­ma anlamınadır. İster müetehidin dikkatini çeksin, ister çekmesin bu şer'i bir delildir.

2. Mecazi anlamda kıyas. Bu, şer'î hükümler çıkarmak için müctehidlerin başvurdukları kıyastır. Manası, açıklamak ve ortaya çıkarmaktır.

Bunun tarifi şöyledir: Hükmü belli olmayan bir meselenin hükmünü, hükmü belli olan bir meselenin hükmüne, zor anlaşılan hüküm illetinde or­tak oldukları için benzetmektir.

Tariften de anlaşıldığı gibi kıyas, yeni bir hüküm koymak değil, kapalı olan bir hükmü ortaya çıkarmaktır. Ancak kıyasın "illeti" sadece kelimelerden an­laşılabilecek kadar kolay değildir. Çaba harcamaya, aklı kullanmaya ve de­lilleri incelemeye muhtaçtır. Bu itibarla kıyas, ictihad erbabının yapacağı bir iştir.

Kendisine vasiyet edeni öldüren kişiyi, mirasçısını öldürene benzeterek mirastan mahrum etmek, kıyasa bir misaldir.

 

Kıyasın Unsurları:

 

Kıyasın dört unsuru vardır. Bunlar:

 

1. Asıl Mesele:

 

Hakkında hüküm bulunan ve kendisine benzetilendir. Verilen misaldeki "mirasçısını öldüren kişi" gibi. Bunun hükmü bellidir, hadisle açıklanmıştır. O da mirastan mahrum edilmiştir.

 

2.  Tâli Mesele:

 

Hakkında hüküm bulunmayan, hükmü bulunana benzetilmesi istenen me­seledir. Misaldeki "kendisine vasiyet edeni öldüren" gibi. Bunun hükmü hak­kında herhangi bir nas yoktur.

 

3. Aslın Hükmü:

 

Mevcut olan ve hükmü belü olmayan meseleye yansıtılması istenen hü­kümdür. "Mirastan mahrum olma hükmü" gibi.

 

4.  Sabit İllet:

 

Bu da asıl meselenin hükmünün temel sebebi ve iki meselenin benzeş­me yönüdür. Misalde, "kendisine mal bırakacak şahsı öldürüp yakınlık ba­ğını koparma" hususu gibi.

Kıyasın Sahih Olmasının Şartları:

Kıyasın sahih olması için aslın hükmünde, tâli meselede ve sabit illette ba­zı şartların bulunması gereklidir.

 

Aslın  Hükmünde Bulunması Gereken Şartlar:

 

1.  Aslın hükmü ya Kitapla veya sünnetle, yahut icma ile sabit olmalıdır.

Kitapla sabit olana misal: "Ey iman edenler içki, kumar, putlar ve fal ok­ları sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki, kur­tuluşa eresiniz.[1] Burada içki anlamına gelen (hanır) kelimesi Hanefİlere göre özellikle üzümden yapılan içkilere isim olarak kullanılmaktadır. Üzüm­den yapılan içkinin haram olma hükmü Kur'an'la sabittir. Burada kıyasa baş­vurulur ve üzümden değil de arpa, hurma ve benzeri şeylerden yapılan iç­kilerin, üzümden yapılana kıyaslanarak haram oldukları hükmüne varılır.[2]

Sünnetle sabit olana misal: "Mirasçısını öldüren katil, öldürdüğü kimse­ye mirasçı olamaz"[3] hadis-i şerifidir. Kendisine vasiyet edeni öldüren kişi de kendisine miras bırakanı öldürene kıyaslanmış ve vasiyetten mahrum ka­lacağı hükmüne varılmıştır. Çünkü her iki meselede de hükme temel sebep olan illet aynıdır. O da, mal bırakacak olanın öldürülmesi ve nankörlük edil­mesidir.

İcma ile sabit olan aslın hükmüne, kıyas yapılıp yapılmayacağı alimler ara­sında ihtilaflıdır:

A. Alimlerin çoğunluğu bunun caiz olduğunu söylemişler, misal olarak da şunu zikretmişlerdir: Çocuğun malının velayet altına alınması İcma ile sabit­tir. İcma ile sabit olan bu hükme kıyas yapılarak, çocuğun bizzat kendisinin de velayet altına alınması gerektiği hükmüne varılmıştır. Çünkü, her İki me­selede de hükme sebep olan "küçük olma" illeti vardır.

Keza, akıl-bâliğ olan bir insanın mallarında tasarruf hakkına sahip oldu­ğu icma ile sabittir. Evlenme yetkisine sahip olması da malındaki tasarrufu­na kıyaslanarak caiz görülmüştür.

B.  Diğer bir kısım alimler, icma ile sabit olan bir hükme başka bir hük­mün kıyaslanamayacağını beyan etmişler ve "icma yapan müetehidler, ken­dilerini delil zikretme mecburiyetinde görmemişlerdir. Bu itibarla asıl hük­mün illetini bilmek mümkün değildir" demişlerdir.

Tercihe şayan olan ilk görüştür. Çünkü, hükmün illetini bilmek için nas-ların dışında başka yollar da vardır.

C. Asıl meselenin hükmü kıyasla tesbit edilirse, başka bir mesele ona kı­yas edilebilir mi? Edilemez mi? Bu husus da ihtilaflıdır:

a. Cumhur ulema "kıyasa kıyas yapılmayacağını, çünkü bunun gereksiz bîr uzatma olacağını ve birinci kıyasın dayandığı hükme ikinci kıyasın da dayandırılabileceğini" söylemişlerdir. Mesela, (hamr) kelimesi üzüm suyundan yapılan içki anlamına alınır da, arpa suyundan yapılan içki ona kıyaslanarak haram olduğu söylenilirse, hurma suyundan yapılan İçkinin arpa suyuna de­ğil, üzüm suyuna kıyaslanması gerekir.

b. Bir kısım Mutezililer, Hanbelî ve Maliki mezheplerine mensup olan ba­zı alimler, kıyasla tesbit edilen bir hükme başka bir meselenin kıyas edile­bileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu görüş zayıf görülmektedir.

2. Aslın hükmü, illeti akılla idrak edilebilecek bir hüküm olmalıdır. İçki­nin haram oluşu gibi. Çünkü akıl, bu hükmün illetinin "sarhoş etme" oldu­ğunu anlayabilir.

Şayet aslın hükmünün illeti akıl ile idrak edilebilecek bir nitelikte olma­yıp, hikmetini ancak Allah'ın bilebileceği "taabbudî"[4] şeylerden ise, buna kıyas yapılması mümkün değildir. Mesela, namaz rekatlarının sayıları, tava­fın sayısı, Haceru'l Esved'in öpülmesi ve benzeri şeyler taabbudî şeylerdir. Binaenaleyh, herhangi bir velinin kabrinde bulunan bir taşın Haceru'l Esved'e kıyaslanarak öpülmesi mümkün değildir. Bu hususta Hz. Ömer (r.a), Hace­ru'l Esved'e hitaben şöyle demiştir: "Ey taş, Allah'a yemin olsun ki, senin za­rar ve menfaat veremeyen bir taş olduğunu çok iyi biliyorum. Eğer Rasulul-lah'm seni Öptüğünü görmeseydim ben seni öpmezdim."[5]

3. Aslın hükmü özel bir hüküm olmamalıdır. Aksi takdirde başka hüküm­ler ona kıyaslanamaz. Mesela, "dörtten fazla hanımla evlenme" hükmü, sa­dece Resulullah (sav)'e mahsustur. Bu hükme kıyas yaparak mü'minlerin dört­ten fazla kadınla evlenmelerinin caiz olduğunu söylemek mümkün değildir. Keza, "Peygamberimizin hanımlanyla evlenilmesinin haramhğı ve onların mü'minlerin anneleri olduğu" Peygamberimiz için özel bir hükümdür. Baş­kalarının hanımlarını Resulullah'ın hanımlarına kıyas ederek evlenilmeleri-nin haram olduğunu söylemek mümkün değildir.

 

Tali Meselede Bulunması Gereken Şartlar:

 

1. Tâli mesele hakkında nas bulunmamalıdır. Şayet tali mesele hakkında yapılacak kıyasa ters düşen bir nas veya İcma bulunursa orada kıyas yapıJ lamaz. Çünkü, nas ile beraber içtihada cevaz yoktur. Binaenaleyh, mirasta kı­zı oğula kıyaslayarak "eşit paylar almalarını" söylemek yersizdir. Zira, şu âyet-i kerimeye ters düşer:

"Allah size evlatlarınızın miras taksimi hususunda erkeklerin payla­rının kızların iki katı olmasını emretmektedir."[6]

2.  İllet her iki meselede de eşit olmalı. Hükme sebep olan illet asıl mese­le İle tâli meselede tam eşit olmalıdır. Aralarında fark bulunmamalıdır. Aksi takdirde kabul edilmeyen "kıyas maal-fârik" (Aralarında fark bulunan mese­leleri birbirine kıyas etme) olur. Bu tür kıyaslar avam halk tarafından çokça yapılmakta ve yanlış sonuçlara varılmaktadır. Kediyi arslana kıyaslama gibi.

 

Sabit illette Aranan Şartlar:

 

1. İllet Açık Bir Sıfat Olmalıdır.

 

İllet bulunup-bulunmadığı tesbit edilebilecek kadar "açık bir sıfat" olma­lıdır. Sarhoş etme gibi. Binaenaleyh gizli olan sıfatlar, asıl hükmün İlleti ka­bul edilerek kıyas yapılamaz. Bu sebepledir ki, hükmün illeti, bilinemeyen gizli bir vasıf okluğu yerlerde şeriatın koyucusu yüce Mevlâ o gizli vasfı gös­terecek açık bir sıfatı hükme illet göstermiştir. Mesela, bir malın mülkiyeti­nin intikal etmesinin asıl illeti "tarafların rızası" ve "muvafakatidir." Bunu bil­mek mümkün olmadığından taraflardan birinin "satış teklifi ve diğerinin bu teklifi kabulü" razı olduklarını gösteren bir nişane olarak mülkiyetin İntika­li İçin yeterli illet sayılmıştır. Keza, kasten bir kişiyi öldürenin cezası kısas­tır. Ancak, "kastın" bulunup bulunmadığını anlamak mümkün değildir. Bu se­beple "Öldürücü aletle katletme" kastın bulunduğuna bir delil sayılmıştır.

 

2.  Değişmeyen ve Boyutları Belli Olan Bir Sıfat Olmalıdır.

 

İllet şahıs veya durumların değişmesiyle esaslı bir şekilde değişmeyen ve boyutları belli olan bir sıfat olmalıdır. Mesela, kendisine mal bırakacak şah­sı Öldürerek yakınlık bağını koparıp nankörlük etmek, sınırları belli olan ve kişiden kişiye değişmeyen bir sıfattır. Dolayısıyla kıyasa illet sayılabilir. Bu­na mukabil bir şeyin "zorluğu" kişiden kişiye, durumdan duruma değişebilir. Bu sebeple zorluk sıfatı kıyasa illet olamaz. Mesela, "yolculuk" veya "hasta­lık" sebebiyle Ramazan orucunun bozulabiîdîği durumlarda asıl illetin "zor­luk" olduğunu ileri sürmek ve insanın her zora düştüğünde orucunu bozabi­leceğini söylemek doğru bir kıyas değildir. Çünkü, zorluk kişiden kişiye, du­rumdan duruma değişir. Hükümlerin birbirine kıyaslanmasına illet olamaz.

 

3.  İllet, Has Bir İllet Olmamalıdır.

 

İllet, yalnızca asıl meseleye özgü olmayan, benzeri meselelerde de bulu­nabilen bir sıfat olmalıdır. Mesela, sarhoş etme, sadece üzüm suyunda değil, diğer maddelerde de bulunabilen bir sıfattır. Buna mukabil yolculuk, sade­ce misafirde bulunan bir sıfattır. Mukîm bir insanda yolculuk sıfatını araya­rak orucunu bozabilmesine hüküm vermek anlamsızdır.

 

4. İllet, Hükme Dayanak Olmaya Yaraşan ve İnsanlar İçin Fayda Temin Eden Bir Sıfat Olmalıdır:

 

Mesela, sarhoş etmek, kasden öldürmek ve hırsızlık etmek bu tür sıfatlar­dandır. Buna mukabil asıl meselede gelişi güzel bulunan faydasız sıfatlar kı­yasta hükme sebep sayılamazlar. Mesela, içkinin haram oluşunu boğazı tır­malamasına veya insanlar arasında tartışmaya neden olduğuna yahut "sıvı" oluşuna veya belirli bir "renkte" oluşuna bağlamak mümkün değildir. Keza kısasta da katilin erkek veya kadın oluşunu illet göstermek, kolun kesilme­sin de hırsızın zengin oluşunu veya malı çalanın fakir oluşunu illet göster­mek doğru değildir.

 

Kıyasın Sahası:

 

1. Şafii dahil bir kısım alimler, kıyasın bütün şer'î hükümlerde hatta ce­zalarda, keffaretlerde, diyetlerde ve istisnai hükümlerde dahi geçerli oldu­ğu görüşündedir. Bu alimler, kıyasın şer'î dayanak olduğunu ortaya koyan delillerin hükümler arasında fark belirtmediklerini söylemişlerdir. Bu iti­barla, livata (eşcinsellik) yapanı zina yapana kıyaslayarak buna zina edenin cezasının uygulanacağını, kefen soyanları hırsızlara kıyaslayarak bunlara el kesme cezasının uygulanacağını, kasden birini öldüreni, hata ile birini öldü­rene kıyaslayarak, kısasın veli tarafından affedilmesi halinde, kasıtlı katile de keffare tin gerektiğini söylemişlerdir.

Yine hurma ağaçlarının üzerinde bulunan hurmaların miktarı tahmin edilerek ağaçlardan toplanıp elde edilen hurma karşılığında satılabileceği, nas-la sabit olan istisnai bir hükümdür. Zira ağaçlar üzerinde bulunan hurmala­rın miktarı belli değildir. Fakat bu alimler, bütün ağaçların üzerinde bulunan meyvelerin, toplanmış olan aynı meyveler mukabilinde miktarı tahmin edi­lerek satılabileceğini, hurmalara kıyaslayarak caiz görmüşlerdir.[7]

2. Hanefiler ise şu hükümlerde kıyas yapılamayacağını söylemişlerdir:

a.  Cezalarda kıyas yapılamaz. Çünkü cezalar, bekâr olarak zina edene yüz sopa, zina İftirasında bulunana seksen sopa vurulması gibi sayısal ölçüler İh­tiva etmektedir ve bu ölçüleri sadece akıl İle idrak etmek mümkün değildir. Diğer yandan Hz. Aişe (r.anh) Peygamber efendimiz (s.a.v)'in şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir: "Gücünüzün yettiği ölçüde müslümantardan cezaları düşürün. Şayet bir çıkar yolu varsa suçluyu serbest bırkın. Çünkü, imamın affetmede hata etmesi, ceza vermesinde hata etmesinden daha hayırlıdır.”[8] Hadisten de anlaşıldığı gibi, şüpheli durumlarda cezalar düşürülür. Kıyasla sa­bit olan bir hükmün şüpheden uzak olmadığı muhakkaktır. Çünkü böyle bir hüküm zan yoluyla tesbit edilir. Binaenaleyh, kesin delillerle tesbit edilen ce­zaların kıyasa saha olmayacakları şüphesizdir. Buna mukabil "ta'zir" cezasın­da, asgarî ve azami sınırları belli olmasına rağmen, hakime miktarı takdirde geniş selahiyet tanındığı için, bu tür cezalarda kıyasa başvurulabilir.

b. İstisna sayılan ruhsatlarda da kıyas işlemez. Çünkü bunlar Allah tara­fından verilmiş özel müsaadelerdir. Bu müsaadeler başka hükümlere yansıtılamaz. Ağaçlar üzerindeki yaş hurmaları tahmini bir takdirle, elde bulunan hurma karşılığında satma bu özel müsaadelerden biridir. Her ağacın üzerin­de bulunan meyve, hurmaya kıyaslanamaz.

c.  Keffaretlerde kıyas yapılmaz. Çünkü, kefiaretler de ceza gibidir.

d. Aklın, tek başına hüküm ve teferruat mı idrak edemeyeceği meseleler­de de kıyas yapılmaz. Çünkü Allah Teala'nın belirtmediği bir husus, dine so­kulmuş olabilir. Mesela, Hacerü'î Esved'e kıyaslanarak herhangi bir kabrin taşı öpülemez.

e. İbadetlerde de kıyasın çemberi genişletilemez. Mevcut olan bir ibade­te kıyaslayarak yeni bir ibadet ortaya çıkarmak doğru değildir.

 

Kıyasın Delil Oluşu:

 

Kıyasın şer'î delil olup olmadığı hakkında tam bir ittifak yoktur.

 

1. Kıyası Kabul Eden Ulema:

 

Cumhur ulema, kıyasın delil olduğunu kabul etmiş ve şunları dayanak ola­rak göstermiştir:

a. İslâm şeriatının gayelerinden biri de, insanların hayatını düzenlemek, fert­lerin ve cemiyetin birbirleriyle olan münasebetlerini tanzim etmek, meşru men­faatlerini gerçekleştirmek ve aralarına fitne-fesadın girmesine engel olmaktır. Bu sebeple İslâm şeriatının hükümleri bir takım hikmetlere dayanmaktadır. Bazen anlaşılması güç olan bu illet, müetehidler tarafından idrak edilir de ben­zeri meselelere çözüm getirilirse, yüce İslâm şeriatının gayesi gerçekleşmiş olur. Nitekim Allah Teala, Kur'anKerİm'in bazı yerlerinde gönderdiği hükümle­rin hikmetini açıklamıştır. Mesela, kısas cezasının hikmetini açıklayarak şöy­le buyurur: "Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Gerekir ki, Al­lah'tan korkasınız."[9] Saldırganlara karşı savaşmanın hikmetini beyan ede­rek şöyle buyurur: "Artık saldırıya uğrayan mü'minlere, zulmedildîlderi için cihad etme izni verildi. Şüphesiz ki, Allah onlara yardım etmeye elbette ka­dirdir. "[10] Diğer bir kısım yerlerde ise, böyle bir açıklama yoktur. Müctelıid, bütün çabasını harcar da hükmün, illetine nüfuz ederse, bunun önünü tıka­manın hiçbir faydası yoktur. Aksine zararı vardır.

b. Kur'an'da kıyasın yapıldığı bir gerçektir. İnsanları ikna etme, verilen de­lilleri kabullendirme, hükümleri açıklama, birbirine benzeyen şeylerden bi­rinin hükmünün diğeri için de geçerli olduğunu tesbit etme, birbirine ben­zemeyen şeylerin hükümlerinin ayrı olduğunu açıklama hususunda bizzat Kur'an-ı Kerim'de kıyas yapıldığını görmekteyiz. Mesela, Kur'an-ı Kerim, öl­dükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere dirilmenin muhakkak gerçekleşeceği­ni açıklayarak şöyle buyuruyor;

"... İnsan "çürümüş kemikleri kiın diriltecekmîş" der. Ey Muhammed şöyle de: Onları ilk defa yaratan diriltecektir."[11] Burada Allah Teala, tek­rar diriltmeyi ilk yaratılışa kıyaslamaktadır.

Benzerlerin hükmünün birbirleri için geçerli olduğunu tesbit sadedinde de şöyle buyurmaktadır:

"Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce geçmiş milletlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmazlar mı? Allah onları helak etmiştir. Kâfirler için de aynı akibet vardır."[12] Âyetle, yaşamakta olan insanların daha önce yaşayan ümmetlere benzedikleri ve onların akibetinin bunlar İçin de geçerli olacağı beyan edilmiştir.

Birbirlerinden değişik oİan şeylerin hükümlerinin farklı olacağı hususun­da da şöyie buyurmaktadır:

"Yoksa kötülükleri İşleyenler, hayat ve ölümlerinde tam eşit olarak, iman edip salih amel İşleyenlerle kendilerini bir tutacağımızı mı sanır­lar? Ne kötü hüküm veriyorlar."[13] Burada kötülük işleyenin, iyilik işleye­ne benzemediği, bu itibarla herbirinin farklı akıbeti olacağı beyan edilmek­tedir.

c. Sünnet-i seniyyede de kıyasın işletildiği görülmektedir. Mesela, Has'am kabilesinden bir kadın, Hz. Peygambcr'e gelerek şunları söyledi: "Annem hac­cetmeyi adadı ve haccetmeden öldü. Onun yerine hac yapayım mı?" Hz. Pey­gamber: "Evet. Onun yerine hac yap. Annenin bir borcu olsaydı onu öder miy­din?" buyurdu. Kadın: "Evet" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Alacak­lının hakkını Öde. Çünkü hakkı ödenmeye Allah Teala daha lâyıktır"[14] buyurdu.

Burada haccetme, borçlara kıyaslanmıştır. Diğer bir hadis-i  şerifte şunlar beyan edilmiştir.

Sahabeler, Resulullah (sav)'a şunu sordular: "Nasıl olur da bizden birimiz meşru yolda şehvetini giderince hem şehvetini gidermiş olur, hem de sevap alır?" Hz. Peygamber de onlara şunu sordu: "Harama düşseydi günahkâr olur muydu?" Onlar "evet" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Harama düş­tüğünde günahı olduğu gibi, helal yolla şehvetini giderdiğinde de sevabı vardır"[15] buyurmuştur. Burada Resulullah, iyi amelin sevaba sebep olacağını, kötü amelin günaha sebep olacağına kıyaskımıştır.

d.  Allah Teala bir âyeti celilede, ibret alınmasını emrederek şöyle buyu­ruyor:

"Kitab ehlinden İnkâr edenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Oysa siz onların çıkacaklarını sanmıyordunuz. Onlar da kaleleri­nin kendilerini Allah'ın azabından koruyacağını sanmışlardı. Ama hiç bek­lemedikleri bir yerden Allah'ın azabı onları yakalayıverdi. Allah onların kalblerine bir korku saldı da, evlerini bizzat kendi elleriyle ve mü'min-lerin elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri bundan ibret alın."[16] Bu âyeti celilecie Allah, yaptıkları yüzünden Beni Nadir kabilesinin bir cezaya uğradıklarını beyan etmekte ve mü'minlerin bundan ibret almalarını emretinektedir. Böylece mü'minlerin Beni Nadir kabilesi gibi davrandıkları vakit, aynı cezaya uğrayacaklarını bildirmekle kıyasın şer'î delil kabul edileceğine işaret etmekledir.

e.  Allah Teala, diğer bir âyet-i kerimede şöyle buyurur:

"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan idarecilere de. Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız ara­nızda herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onun hükmü­nü Allah'a ve Peygambere havale edin. Bu daha hayırlıdır ve netice bakı­mından da daha güzeldir."[17] Bu âyet-i kerimede Cenab-ı Hak, anlaşmazlık konusu olan meselenin hükmünün Allah'a ve Rasulü'ne havale edilmesini em­retmektedir. Şüphesizki, hükmü belli olmayan bir meseleyi Allah ve Rasulü tarafından hükmü belirlenen benzeri bir meseleye kıyaslamak, işi Allah'a ve Rasulü'ne havale etmek demektir.

f.  Hz. Peygamber (s.a.v), Muaz İbn. Cebel'i Yemen'e gönderirken arala­rında şöyle bir konuşma geçmişti:

-  "Sana bir mesele arzedildiğinde ne yaparsın?" Muaz:

-  "'Allah'ın Kitabındakiyle hüküm veririm." Rasuiullah:

-  "Ya Allah'ın Kitabında yoksa?" Muaz:

-  "Resulullah'ın sünnetiyle hüküm veririm." Resulullah:

- "Resulullah'ın sünnetinde de yoksa?" Muaz:

- "Kendi görüşümle İctihad ederim. Elimden geleni yapmada geri durmam" demiştir. Muaz der ki: "Resulullah göğsüme vurdu ve şöyle buyurdu:

- "Allah'ın elçisinin elçisini Allah'ın ve Rasulu'nün razı olacağı hususa muvaffak kılan Allah'a hamd olsun."[18]

Bu hadis-i şerifte Hz. Peygamber, Muaz'ın görüşüne dayanarak ictihad et­mesini kabu! ediyor. Kıyas İse, görüşe dayanılarak yapılan İçtihadın en be­lirginidir. Dolayısıyla kıyas şer'î bir hüccettir.

g. Sahabe-i Kiram, kıyası delil kabul etmişlerdir. Mesela: Hz. Ebu Bekir'i seçerken dünyevi imamlığını dini imamlığına kıyaslamış ve şöyle demişler­dir: "O'nu, Allah'ın Rasulü dinimiz için seçti de, biz dünyamız için nasıl seç-meyelim?"[19] Hz. Ömer, içki içen adam hakkında istişarede bulunduğu zaman Hz. Ali (r.a), içki içeni fuhuş İftirasında bulunana kıyaslayarak şöyle buyur­muştur: "Kişi içtiğinde sarhoş olur. Sarhoş olunca pervasızca konuşur. Per­vasızca konuşunca iftirada bulunur. Dolayısıyla bu kişiye zina iftirasında bu­lunanın cezası gerekir."[20]

Hz. Ömer (r.a), Ebu Musa el-Eş'ari'yi Basra'ya vali tayin ettiğinde O'na şun­ları söylemiştir:

"Allah'ın Kitabı ve Resulullah'ın sünnetinden sana delili gelmeyen mese­leler, içini tırmaladığında üzerinde iyice düşün ve anla! Birbirine benzeyen veya birbirinin aynı oian meseleleri İyi tanı. Aralarında kıyas yap."[21]

 

2. Kıyası Reddeden Ulema:

 

Mu'tezile fırkasından Nazzam, Zahiriye mezhebi ve Şiiler'den bir fırka kı­yasın şeri delil olmayacağını iddia etmişler ve şu fikirleri ortaya atmışlardır:

a. İslâm şeriatı kıyasa muhtaç değildir. Çünkü, naslar bazı şeylerin haram, mendup, mekruh, mubah veya farz olma hükümlerini açıkça beyan etmiş­lerdir. Açıkça hükümleri beyan edilmeyen şeylerin hükmü ise, Allah Teala'nın gönderdiği şu âyet-t kerimenin genel hükmüne tabi olarak mubahtır.

"Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur..."[22]

Ayrıca nasların bütün hükümleri getirmediklerini söylemek şu âyeti celileye ters düşer:

"... Bugün dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım. Ve din olarak size İslâm'ı seçtim..."[23] Bu âyet, şeriatın tamamlanmış olduğunu ifa­de etmektedir. "Kıyasa ihtiyaç vardır" sözü ise şeriatın tamamlanmadığını ve kıyasa muhtaç olduğunu ifade eder.

Görüldüğü gibi kıyası inkâr edenlerin ortaya attığı şüphelerden birincisi budur. Hiçbir müstüman, şeriatın tamamlanmamış olduğunu iddia etme­mektedir. Dinin tamamlanmış olması Zahirîlerin İddia ettikleri gibi, bütün te­ferruatlı hükümlerin naslar yoluyla açıklanmasını gerektirmez. Naslar genel hükümleri beyan ederler. Bunların illetlerini araştırarak ve delalet ettiği ma­naları İnceleyerek aynı illeti taşıyan çeşitli meselelere uygulamak şeriatın ke­maline gölge düşürmez, bilakis kemal ve azametini ortaya koyar.

Buna mukabil, nasların illet ve hikmetini bilmeden sadece dış görünüş­lerine bakarak hüküm çıkarmak, şeriatın ve aklın kabul etmeyeceği netice­lere sürükleyebilir. Nitekim Zahiriye fırkası bu tür bir hataya düşerek, domu­zun artığı ve sidiği, köpeğin sidiği hakkında nas bulunmadığı için, temiz ol­duklarını, insanın sidiği hakkında nas bulunduğu için necis olduğunu, yine köpeğin sidiğinin temiz olmasına mukabil artığının necis olduğunu, çünkü artığı hakkında delil bulunduğunu, sidiği hakkında İse nas bulunmadığını söy-lemişlerdir.[24]

b.  Kıyas, hükmün illetini tayin bakımından tahmine dayanır. Dolayısİyle kıyasa dayanılarak verilen hüküm de tahminidir, kesinlik ifade etmez. Hal­buki Allah Teala:

"Kuru zan ise hakdan hiçbir şeyi ifade etmez. "[25]

"Ey İnsanoğlu, bilmediğin bir şeyin ardına düşme..."[26]

"... Bilmediğiniz şeyi Allah'a karşı söylemenizi haram kıldı..."[27] buyu­rarak zannî şeylerle amel edilmesini yasaklamıştır.

Bu şüphe de tutarsızdır. Çünkü, zannî deliller, itikadı meselelerde yeter­sizdir. Fıkhı hükümlerde ise ağır basan zannın (Zann-ı Galibin) delil oldu­ğu muhakkaktır. Zan İfade eden haber-i ahadların bu hususta delil sayıldı­ğı malumdur. Kıyası, zanni bir delil olduğu gerekçesiyle reddedenler de bun­ları delil kabul etmektedir. Aksi takdirde bir çok şer'î hükümlerin tatbik edil­mesi imkânsız olur. Yine herhangi bir hakkın isbatında iki erkeğin veya bir erkek İki kadının şahitliği kâfidir. Bunun zan ifade ettiği muhakkaktır. Çün­kü şahitlerin yalan söyleme ihtimali her zaman muhtemeldir. Keza, kıble ara­nırken ağır basan zanna uyarak yön tayin edilir. Bu ve benzeri misaller çok­tur. Zahiriye fırkası ve onlara katılanlar, bu zikredilen hususları kabul etmek­tedirler. Binaenaleyh kıyası, zanni olduğundan reddetmeleri bir çelişkidir.

c. Sahabe-i Kiram, şeriat hususunda kıyası reddetmişlerdir. Hz. Ebu Be­kir'e, Nisa Sûresi'nin 12. âyetindeki "kelâte" kelimesinin manası sorulunca şu cevabı vermiştir: "Allah'ın Kitabı hakkında kendi görüşüme göre konuşursam hangi gök beni altında gölgelendirir ve hangi yer beni üzerinde taşır?"[28] Hz. Ömer (r.a) ise şöyle buyurmuştur: "Görüş sahiplerinden kaçının. Çünkü onlar sünnetlerin düşmanlarıdır. Onlar hadis ezberlemekten acizdirler. Do-layısıyle kendi görüşlerine göre konuşurlar. Hem kendileri sapar, hem de baş­kalarını saptırırlar."

Abdullah b. Abbas şöyle buyurur: "Kurralarıniz ve salih olanlarınız gider, İnsanlar, hükümleri görüşlerine göre birbirine kıyas eden bir kısım cahille­ri önder edinirler."

Bu şüpheler de tutarsızdır. Şayet bu rivayetler doğru ise, İfadelerde geçen "görüş"ten maksat hevâ ve hevesten kaynaklanan görüşlerdir. Din hakkın­da delilsiz konuşmalardır veya fasid kıyaslara dayanmaktır. Ya da nassın var­lığıyla beraber kıyasa başvurmaktır. Heva ve hevesten kaynaklanan görüşü, kıyasa benzetmek kıyas meal tanktır ve isabetsizdir.

d. Birbirine benzeyen meseleleri aynı hükme, birbirinden değişik olan şey­leri değişik hükümlere bağlamaya çalışan kıyasa dayanılarak hüküm koymak mümkün değildir. Çünkü, şeriatın koyucusu, bazen birbirine benzeyen me­seleleri farklı hükümlere tabi tutmuş, buna mukabil farklı meselelere de ay­nı hükmü koyduğu olmuştur. Mesela, "hırsızlık edenin elini kesme" hükmü­nü koyarken, gasbeden için böyle bir hüküm koymamıştır. '"Çeyrek dinar" ça­lanın elinin kesilmesi emredüirken, el kesmenin diyetinin "beşyüz dinar" ol­duğu beyan edilmiştir. Bir insana zina etti iftirasında bulunana, seksen so­pa vurulması emredilirken, başkasını küfürle itham edene bu ceza koyulma-mıştır. Erkeğin bir nikâh altında dört kadınla evlenmesine İzin verirken, ka­dına birden fazla evlenmesi yasaklanmıştır.

Diğer yandan, mâlen tazminat bakımından, hataen yapılan suçlarla kas-den yapılan suçları aynı hükme bağlayarak birbirine muhalif olan meselele­ri aynı hükme tâbi tutmuştur.

Cumhur ulema, bu şüphelere şu cevaplan vermişlerdir:

Hırsızla gasbedenin hükümlerinin değişik oluşu, şer'î bir hikmete dayan­maktadır. O da. hırsız malı gizli aldığı İçin kendisinden sakınmak mümkün değildir. Dolayısıyle ağır cezaya çarptırılmıştır. Buna mukabil, gasbeden malı İnsanların gözü önünde alır. Dolayısıyla, insanların kendisini yakalaya­rak mazlumun malını geri almaları veya hâkimin huzurunda şahitlik ederek malı ödettirmeleri mümkündür. Bu itibarla hırsızla gasbeden aynı değil fark­lı suçlulardır.

Çeyrek dinar çalanın elinin kesilmesine mukabil, el kesene beşyüz dinar diyet cezası verilmesi, malların ve organların muhafazası için alınan bir ted­birdir. Çeyrek dinar çalanın eli kesilir ki, kimse hırsızlığa cesaret edemesin. El kesene beş yüz dinar diyet cezası verilir ki, kendisinde başkalarının be­denine saldırma cesareti bulamasın, böylece İnsanların organları emniyet İçin­de olsun. Şimdi siz, hırsızla el keseni nasıl aynı şeyler kabul ediyorsunuz?.

Başkasına zina iftirasında bulunana seksen sopa vurulup, kâfirlik iftirasın­da bulunana bu cezanın verilmemesi ise, şu hikmete dayanmaktadır: İnsan­ların, zina iftirasında bulunanın yalancı olduğunu bilmeleri güçtür. Çünkü zi­na gizlice yapılır. Böyle bir iftirada bulunan, iddiasını ispattan âciz kaldığı za­man İftira cezasına çarptırılır. Bu şekilde ırz ve namus korunmuş olur. Baş­kasını kâfirlikle itham edenin yalancı olduğunu tesbit ise, kolaydır. Çünkü küfür İle itham edilenin davranışları açık ve seçiktir. Öyleki, bir günde ve­ya bir vakit namazda odaya çıkabilir.

Erkeğe dört kadınla evlenme İzni verilirken, kadına böyle bir hakkın ta­nınmaması son derece hikmetli bir hükümdür. Çünkü kadına böyle bir hak tanınacak olursa, soylar birbirine karıştırılacak, akrabalık bağlan kopacak, insanların birbiriyle boğuşmaları sürüp gidecektir.

Kasden yapılan suç ile hataen işlenen suçların ayrı şeyler olmalarına rağmen "mâlî tazminat" yönünden aynı hükme bağlanmaları hükmün illeti­nin aynı oluşundan kaynaklanmaktadır. O da, "mevcut olan bir şeyi telef et­mektir." Fakat bunların günahlarının farklı olduğu muhakkaktır.

 

İlleti Bilme Yolları (Mesâlikul-İllet):

 

Kıyasta, asıl hüküm ile ona kıyaslanan hükümde temel sebep olan İlleti bilmenin çeşitli yollan vardır. Bunları, şu şekilde özetlemek mümkündür:

1. Kitap ve Sünnette Zikredilen Nasla Bilinir. Ancak nassın İlleti açıklama şekli farklıdır.

a.  Nas açık ve kesin olarak illeti açıklar. Nitekim şu hadis-i şerifte durum böyledir. "Ben akın eden misafirlerden dolayı, sizlerin kurban etlerini bek­letmenizi yasaklamıştım. Bundan böyleyeyin ve biriktirin.”[29]

Hadis-İ şerifte "akın eden misafirlerden dolayı" ifadesi, açık ve kesin olarak etleri depolamanın yasaklanma İlletini belirtmektedir.

Diğerbir hadis-i şerifte "Bir yere girerken izin istemek, nâmahremleri gör­me mahzurundan kaynaklanmaktadır”[30] buyrulmuştur. Bu hadiste de "nâ­mahremleri görme sakıncasından kaynaklanmaktadır" ifadesinin İzin isteme­nin illeti olduğu açık ve kesin olarak beyan edilmektedir.

b.  Nas açıkça fakat kesin olmayarak illeti açıklar. Bunun misali şu âyet-i kerimedir: "Güneş zeval yerine ulaştığı için namazı kıl.."[31] "Güneş zeval yerine ulaştığı İçin" İfadesi zikredilen namazın farz oluş illetini beyan etmek­tedir. Bununla beraber, bu âyet-i kerimenin şu şekilde mânâ ifade etmesi muh­temeldir: "Güneş zeval yerine ulaştığı zaman namazı kıl." Çünkü burada "Li-dulûki" kelimesinin başında bulunan "li" takısı hem -için- hem de, -vakit- ma­nasına kullanılmaktadır. Bu itibarla illet kesin bir şekilde belirtilmemiştir.

c. Nas açıkça değil, işaret yoluyla illeti açıklar. Şu âyette durum budur. "Er­kek ve kadın hırsızların... ellerini kesin."[32] Âyette ellerin kesilme sebebi açıkça beyan edilmemiş, fakat -hırsız- ifadesi, ellerin kesilmesinin illetinin hır­sızlık olduğuna işaret etmektedir. Görüldüğü gibi, bu misallerde illet, bizzat kitap ve sünnetin içinde ya açıkça veya İşaretle gösterilmektedir. Bu hükümlere kıyas yapılacak olursa, bu illetlerim gözönünde bulundurulmaları gere­kir. Başka illet aranmaz.

 

2.  İllet İcma ile Bilinir.

 

Hükmün illeti nas ile açıklanmadığı takdirde müctehidler belli bir sıfatın, hükmün illeti olduğu hususunda icma edebilirler. Mesela, çocuğun malının velayet altında bulundurulmasının illetinin, "yaşça küçük olma" meselesi ol­duğu hakkında müctehidler icma etmişlerdir. Bir kısım müctehidler aynı il­letin evlenmede de bulunması sebebiyle yaşı küçük olanın evlendirilmesi­ni, malını muhafazaya kıyaslamışlar ve velayet yoluyla yapılacağını izah et­mişlerdir.

 

3. İllet Hükme Uygun Bir Vasıf Olması Niteliğiyle Bilinir.

 

Bu bölümde, hükmün illeti ne nas ile açıklanmış, ne de icma ile tayin edil­miştir. Müctehİdin, hükmün vasıflarını İnceleyerek en uygununu illet seçme-siyle belli olur. Mesela nas, "buluğa ermemiş bekâr kız çocuğunun evlendi­rilmesinin ancak babasının velayeti ile gerçekleşeceğini" beyan etmiştir.

Burada kız çocuğun babasının velayeti altında olması hükmünün İlleti nas ile beyan edilmemiştir. Ancak oıtada hükme illet olmaya müsait İki sıfat var­dır. Birisi, "ya§Ça küçük olma," diğeri ise "bekârhk"tır. Hanefiler, -yaşça kü­çük olma- sıfatını İllet kabul etmiş ve küçük kız çocuğun menfaatlerini bi­lemeyeceğini, dolayısıyle velisi tarafından sevk ve idare edileceğini ve onun rızası ile evleneceğini söylemişlerdir.

Hanefilerin dışında olanlarsa, burada -bekârlığın- İllet olabileceğini, çün­kü evlenmeyenin evlilikle ilgili hususları bilemeyeceğini beyan etmişlerdir ve bekâr kızların, ergenlik çağına erseler bile, ancak babalarının rızasıyla ev­lenebileceğini belirtmişlerdir Görüldüğü gibi, Hanefiler küçüklüğü, diğerle­ri İse bekarlığı hükme uygun bir vasıf görmüşlerdir ve her grup uygun gör­düğünü illet saymıştır.

 

Hükmün İlletini Tesbit (Tahrîcu'l-Menât):

 

Hükmün illeti nass ile açıklanmaz veya İcma yoluyla tesbit edilmez de, biz­zat müctehid tarafından hükme uygun bir sıfat seçilirse, bu durumda tahrî-cu'1-menât söz konusudur.

Yukarıdaki misalde geçen -küçüklük veya bekârlık- sıfatlarından birini il­let olarak kabul etme gibi. Burada müctehid, uygun olan sıfatlardan birini al­maktadır. Görüldüğü gibi, müclehidin hükme uygun illet bulması işlemine tahricul menat da denilmektedir.

 

Hükmün illetini Seçme (Tenkîhu'l-Menât):

 

Nas, hükmün illetini işaretle ifade eder, orada işaret edilen çokça sıfat bu­lunur da, nas, belli bir sıfat olduğunu beyan etmezse, müctehid hükme illet olabilecek vasıflar arasından en müsaitini seçerek onun illet olduğunu be­lirlerse, bu seçme İşlemine -tenkîhu'l-menât- denir. Buna misal olarak şu ha­disi zikretmek mümkündür: Sahr b. Hansa, Hz. Peygamber'e geldi:

-  "Helak oldum," dedi. Rasululîah (sav):

-  "Ne oldu?" dedi. Sahr:

- "Oruç iken hanımımla cinsi münasebette bulundum," dedi. Rasululîah:

-  "Azad edeceğin bir kölen var mı?" dedi. Sahr:

-  "Hayır," dedi. Rasululîah:

-  "İki ay peşpeşe oruç tutabilir misin?" dedi. Sahr:

-  "Hayır," dedi. Rasululîah:

-  "Altmış fakiri doyurabilir misin?" dedi. Sahr:

-  "Hayır," dedi. Resulullah'ın yanında bekledi. Sahabeler, "biz böyle du­rurken, Hz. Peygamber'e bir ölçekle hurma getirildi. Hz. Peygamber:

-  "Soru soran nerede?" buyurdu. Sahr:

- "İşte benim," dedi. Rasululîah:

-  "Al bunu (hurmayı), sadaka olarak dağıt," dedi. Sahr,

- "Ey Allah'ın Rasulü, benden daha fazla fakire mi? Allah'a yemin ederim ki, bu şehrin iki vadisi arasında benim ehl-i beytimden daha fakir elıl-i beyt yoktur," dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz güldü, öyle ki azı dişle­ri bile göründü ve adama:

-  "Bunu aile efradına yedir," dedi.[33]

Görüldüğü gibi, burada keffaret cezası hükmüne illet olabilecek birkaç sı­fat vardır:

1.  Cinsi münasebette bulunanın "bedevî oluşu".

2. "Kendi hammıyla münasebette bulunması."

3."Ramazanda gündüz vakti bir kadınla kasıtlı olarak cima etmesi".

4. "Ramazanda gündüzleyin cima veya başka bir sebeple kasıtlı olarak oru­cu bozmak."

Burada, Şafii ve Hanbelî mezhebine mensup olanlar üçüncü sıfat olan -Ramazanda gündüzleyin kasıtlı olarak bir kadınla cima etmeyi keffaret hükmünün illeti olarak saymışlar, sadece böyle bir davranışta bulunana keffare-tin gerekli olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre, kasıtlı olarak yeme ve iç­me, keffareti gerektirmez, sadece kasıtlı cima gerektirir.

Buna mukabil Hanefiler, dördüncü sıfat olan kasıtlı olarak Ramazanda gün-düzleyin cima veya başka bir sebeple orucu bozmayı hükmün illeti kabul et­mişler, dolayısıyla, Ramazan günü gerek cima, gerekse yemek İçmek gibi ka­sıtlı bir sebeple orucunu bozana keffarelin gerekli olduğunu beyan etmişler­dir. İşte bu seçme işlemine tenkihu'l-menat denilmiştir.

 

İlletin Tali Hükümde Olup Olmadığını Araştırma (Tahkîku'l-Menât)

 

Müctehidin. asıl hükümde İlletin ne olduğunu bilmesinden sonra, o hük­me kıyaslanılması istenilen tali hükümde de aynı illetin bulunup bulunma­dığını araştırmasına "Tahkîku'l-Menât" denilmektedir. Meselâ adet görmüş bir hanımla ilişkide bulunmamanın illetinin (eziyet) olduğu tesbit edildikten son­ra, doğum yapan bir kadında da aynı illetin (eziyet) bulunup bulunmadığı­nı araştırmak tahkîkul menattır.

 

Sebeb, İllet ve Hikmet Arasındaki Fark

 

Fıkıh usulü alimleri, sebeb, illet ve hikmet kavramlarının birbirlerine ya­kın kavramlar olmalarına rağmen aynı şeyler olmayıp farklı şeyler oldukla­rını belirtmişlerdir.

Bunlar arasındaki farkları şu şekilde özetlemek mümkündür.

 

1. Sebeb ve İllet ile Hikmet Arasındaki Fark Şudur:

 

a. Sebeb ve illetten herbiri, şeriatın koyucusu tarafından, hükmün varlı­ğını veya yokluğunu gösteren birer alâmet kılınmışlardır. Çünkü sebeb ve il­let açık olan ve değişmeyen sabit sıfatlardır. Hükümlere alâmet olmaları ha­linde hükümler belli ve istikrarlı olur.

Mesela, Allah Teala şöyle buyuruyor: "... O, sayılı günlerde sizden kim has­ta olur veya yolcu olur da orucu tutamazsa, başka günlerde iade eder...”[34] Allah Teala burada hastalık ve yolculuk sıfatlarını, orucu yiyebilme ruhsatı­na birer alâmet kılmıştır. Çünkü yolculuk ve hastalık belli şeylerdir ve insan­dan İnsana değişmeyen sıfatlardır. Böylece her kim yolcu olursa, Ramazan­da orucunu yiyebilir. Fakat yolcu olmayan, hasta olmadıkça orucunu yiye­mez, velevki üçyüz derece sıcağın karşısında çalışır olsun.

b. Hikmet ise, gizli bir sıfattır ve değişkendir. Bu nedenle, şeriatın koyu­cusu, hikmeti, hükmün varlığını veya yokluğunu gösteren bir alâmet kılmamıştır. Aksi takdirde hükümler değişken ve istikrarsız olurlardı.

Mesela, Ramazanda orucu yiyebilmenin hikmeti, "zorluktur." Eğer zorluk hükme alâmet kılınsaydı, her iradesi zayıf olan "Ramazanda oruç tutma ba­na zor geliyor" derdi ve orucu tutmazdı. Böylece hükümlere uymada anar­şi ve İstikrarsızlık olurdu.

Keza, ahş-verişin mubah oluşunun sebeb ve illeti, "taraflardan birinin sa­tış teklifinde bulunması, diğerinin ele bunu kabul etmesidir." Bu hal, ahş-ve­rişin geçerli olmasına bir alâmettir.

Ahş-verişin mubah olmasının hikmeti ise, "İnsanların ihtiyaçlarını gider­mektir."

İhtiyaç meselesi kişiden kişiye değişen ve bilinmesi zor olan bir mesele­dir. Bu nedenle ahş-verişin mübahlığına alâmet kılınmamıştır.

Yine şuf a (ön alım) hakkının sebeb ve illeti, satılan gayrimenkule kom­şu olmak veya oıtak olmaktır. Şeriatın koyucusu, komşuluğu ve ortaklığı, şuf a hakkı için birer alâmet kılmıştır. Böylece her kim satılan taşınmaz malın kom­şusu veya ortağı ise, öncelikle o kişinin onu alma hakkı vardır. Eğer o almaz­sa diğer insanlara satılabilir.

Şuf a hakkının hikmeti İse, "'zarar görmeyi önlemektir." Zarar görmek, ki­şiden kişiye değişir. Mesela bazı insanlar muhafazakâr komşu isterken, dİ-ğer bazı İnsanlar liberal bir komşu arzularlar. Satın alanın kim için zararlı ve kim için faydalı olacağı bilinemez.

 

2. illet ile Sebeb Arasındaki Farka Gelince:

 

Şeriatın koyucusu, bunlardan herbirini hükmü gösteren bir alâmet kılmış­tır. Fakat bunlar farklı şeylerdir. Bu farkın ne olduğu hakkında ise, iki görüş vardır:

A. Fıkıh usulü alimlerinden bir guruba göre, sebeb bir bütün, illet de onun bir parçasıdır. Böylece illetin bulunduğu her yerde sebeb de mevcuttur. Fa­kat sebebin bulunduğu her yerde İllet bulunmayabilir.

Bunun açıklanması şöyledir:

a. Şeriatın koyucusu'nun hükme alamet kıldığı husus, hükmü etkiliyor ise, (yani akıl o..alametle hüküm arasındaki ilişkiyi idrak edebiliyorsa), böyle bir alamet hem sebebtir, hem de illettir.

Mesela, Ramazanda orucu yeme hükmünün alameti olan "yolculuğun", iç­kinin haram olma hükmünün alameti sayılan "sarhoşluğun", çocuğun vela­yet altına alınması hükmünün alameti kabul edilen "küçüklüğün", hüküm­lerle münasebetleri, akılla idrak edilebilir.

Şöyleki; "yolculukta" zorluk ve meşakket (çile) olması büyük bir ihtimaldir. Bu itibarla orucu yiyebilme ruhsatı, yolcuya münasib olan hükümdür.

Sarhoşluk, aklı ifsad eder. Bu nedenle içkinin haram kılınması buna uy­gun olan bir hükümdür.

Küçüklük, çocuğun tasarruflarında faydalı ve zararlı olan şeyleri bileme­yeceğini icab ettirir. Bu İtibarla çocuğun velayet altına alınması, çok müna­sib bir hükümdür.

Görüldüğü gibi akıl, hükümle ona alamet kılınan hususlar arasındaki ir­tibatı idrak edebiliyor. Dolayısıyla bu türden alametler, hem sebeb hem de illettir.

b. Şayet akıl, hükmün alâmeti İle hüküm arasında bir münasebet bulamı-yorsa, işte böyle alametlere sadece sebeb denir, illet denilemez.

Mesela, Ramazan ayında bulunmak, orucun farz olması hükmünün bir alâ­metidir. Burada akıl, Ramazanda bulunmakla orucun farz oluşu arasında her­hangi bir münasebet bulamaz. Zira oruç başka aylarda da farz olabilirdi.

Keza, güneşin batması, akşam namazının farz olduğunu gösteren bir ala­mettir. Ancak akıl, güneşin batmasıyla akşam namazının arasında herhangi bir irtibat kuramaz.

O halde, Ramazanın girmesi ve güneşin batması, birer sebeptirler, fakat illet değildirler.

B. Başka bir kısım fıkıh usulü alimlerine göre ise, her ne kadar sebeb ve illetten herbiri, hükmün varlığını veya yokluğunu gösteren birer alamet İse­ler de, bunlar birbirinden tamamen ayrı şeylerdir.

a. Aklın hüküm ile alameti arasında İrtibat kurabildiği yerlerdeki alamet, sadece illettir. Yolculuk, sarhoşluk ve küçüklük gibi.

b- Aklın, hüküm ile alameti arasında herhangi bir münasebet bulamadı­ğı yerlerdeki alamet ise, sadece sebebtir. Ramazan ayının gelmesi, güneşin batması v.s.

 



[1] Maide 90.

[2] Bu yorum Hanefi mezhebine göredir. Diğer nıezhebler lıamr kelimesinin bütün sar­hoş edici maddeleri kapsadığı görüşündedir.

[3] Bkz. Ebû Dâuûd, Kit. Diyet, bab: 18, hn: 4564; Tirmizî, Kit. Feraiz, bab: 18, hn: 2109; İbn Mace, Kit. Feraiz, bab: 8, hn: 2735; Darimi, Kit. Feraiz, bab: 41; Müsned İmam Ahıııed c. 1, Sh: 49.

[4] Taabbudî: Hikmeti bilinmeyen ve bilinme imkânı olmayan ibadetler demektir. Ha-cerü'l-Esved'İn öpülmesi gibi.

[5] Buharı, Kit. Hacc, bab: 57; Müslim, Kir. Iiacr, bab: 248-251, hn: 1270; Ebû Dâ-vûd, Kit. Menasik, bab: 46, hn: 1873; Neşet, Kil. Hare, bab: 147-148, hn: 2940; îb-niMace, Kit. Menasik, bab: 27, hn: 2943; Darimi, Kit. Menasik, bab: 42; Muvat-ta, Kit. Hacc. bab: 115; Müsned, İmam Ahıned, c. 1, Sh: 21-26-34-39-46-51-53-54.

[6] Nisa 11.

[7] Bu hususta umumi kaide şudur: Aynı cinsten olan şeyler birbirleriyle bizzat ölçülüp tartılması neticesinde eşit olarak satılabilirler. Aksi takdirde Riba el fadl'a (fazlalık faize) gireceğinden yasaktır. Ancak, Hz. Peygamber, insanların ihtiyaçları sebebiy­le ağaçlar üzerindeki yaş hurmaların miktarı tahmin edilerek mevcut olan hurma karşılığında satılabilıııesine izin vermiştir. Bu sebeple, istisnaî bir hükümdür. Haneliler, buna kıyasın caiz olmadığını belirtirken, Şafii ve diğer alimler buna kıyası caiz görmüşlerdir.

[8] Tirmizî,Kit. Hudud, bab: 2, hn: 1424.

[9] Bakara 179.

[10] Hacc 39.

[11] Yasin 78-79.

[12] Muhammed 10.

[13] Casiye 21.

[14] Buharı, Kit. İnsanı, bab: 12; Müslim, Kil. Siyam, bab: 157, lın: 1149; Tirmizî, Kit. Hacc, bab: 85, hn: 929; Nesaî, Kir. Hac, bab: 7; Darimî, Kil. Savnı, bab: 49; Müs-ned, İmam Ahıııed, c: 1, Sh: 239, 240.

[15] Müslim, Kit. Zekat, bab: 53, hn: 1006; Müsned, imanı Ahnıed, c: 5, Sh: 167.

[16] Haşr 2.

[17] Nisa 59

[18] Ebû Dâvûd, Kit. Akdiye, bab: 11. hn: 3592; Tirmizî, Kit. Ahkam, bab: 3, hn: 1327.

[19] Esnevî, c: 4, Sh: 16.

[20] Muvattâ, Kit. Eşribe, bab: 1, h: 2

[21] Mubernd, el-Kâmü c. 1, sh. 7; Suyutî, İcazu'l-Kur'an, sh. 117; İmam Ebu Yusuf, Kitabu'l-Harac Sh. 140.

[22] Bakara 29.

[23] Maide 3.

[24] Bkz. İbn Hazm. el thkam fi Usuli'l Ahkâm, c. 8, sh. 487 ve devamı.

[25] Necin 28.

[26] İsrâ, 36.

[27] A'raf 33.

[28] Bu hususta Darimî, Şa'bi'den şunu rivâyec eder: "Hz. Ebu Bekir'den keiale hakkın­da soruldu. O da şunları söyledi: Ben, o husus hakkında kendi görüşümü söy­leyeceğim. Eğer doğru ise Allah'tan, yanlış İse benden ve şeytandandır. Bana göre keiale, çocuk ve babanın dışında kalandır. Hz. Ömer halife olunca: ben Ebu Bekir'in söylediği bir sözü reddetmeye utanırını, dedi. Darimî, Kit. Feraid. bab: 26.

[29] Neseî, Kit. Dahaya, bab: 37, hn. 4436; Müslim, Kit. Edahi, bab: 28, hn. 1971; Ebû Dâuâd, Kit. Edahi, bab: 10, hn. 2812; Muuatta, Kil. Dehaya, bab: 4, hn. 7.

[30] Buharı, Kit. İstizan, bab: 11; Müslim, Kit. Adab, bab: 41, hn. 2156; Tirmizî, Kit. İstİ'zan. bab: 17, hn. 2708; Müsned, İmanı Ahnıcd, c: 5, Sh: 330

[31] İsra 78.

[32] Maide 38.

[33] Bukârî, Kit. Savın, bab: 30, Kit. Hibe, bab: 11, Kit. Nafaka, bab: 13, Kit. Kefaret, bab: 2-3; Müslim. Kit. Siyam, bab: 81, hn. 1111; Ebû Dâuûd, Kit. Savm. bab: 37, hn: 2390; Tirmizl, Kit. Savm. bab: 28, hn. 724; îbn Mace, Kit. Siyanı, bab: 14, hn. 1671; Müsned, İmanı Alımed, c: II, Sh: 241.

[34] Bakara 184.