1- İslâm Şeriatının İtibar Ettiği
Maslahat ve Menfaatler.
b. Taşlayarak öldürme Cezası (Recm)
b. Yol Kesenin, Çeşitli Yollarla Müslümanların
Malına Saldıranın Cezası:
c- Faizli İşlem Yaparak
İnsanların Malını Sömürmenin Durumu:
2- Dinin Reddettiği Maslahatlar
Mesalih-i Mürselenin Şartları:
Şer'i Deliller Arasında
Maslahatın Yeri
Maslahatların Birbirleriyle
Çelişmesi
Maslahata Dayandırılan Hükümlere
Misaller
Mesalih; maslahanın çoğuludur.
Manası; faydalı olan şeyler demektir. Mürsele
kelimesinin manası ise; salıverilen, serbest bırakılan, ne olduğu hakkında nas bulunmayan demektir.
İki kelimenin
birleştirilmesiyle oluşturulan Mesalih-i Mürselenin ıstılahı manası ise, faydalı görülen, ancak
şer'i bir delil olup veya olmayacağına dair herhangi bir nas
bulunmayan şeylerdir. Tariften de anlaşıldığı gibi, hakkında nas bulunmayan, ancak insanların faydasına olacağı tesbit edilen hususlara mesalih-i
mürsele denir. Mesela, çeşitli sahifeleri
bir araya toplayarak Kur'an-ı Kerim'i bir kitap
haline getirmek, para basmak vb. şeyler, mesalihİ mürse-leye dayanılarak varılan neticelerdir. Zira bunları
yapma hakkında herhangi bir nas bulunmamaktadır.
Eğer bulunsaydı, itibar edilen maslahatlardan olurlardı ve mesalih-i
mürseleye girmezlerdi.
Anlaşıldığı gibi, maslahatlar
başlıca üç kısma ayrılmaktadır.
1. Dinin itibar ettiği maslahatlar.
2. Dinin reddettiği maslahatlar.
3. Dinin
bahsetmediği ve serbest bıraktığı maslahatlar.
İşte mesalihi mürsele son bölümdekilerine denilmektedir.
Mesalilı-i mürselenin izahına
girişmeden önce, İslâm dininin hangi tür maslahat ve menfaatlere itibar
ettiğini ve hangilerini reddettiğini kısaca zikretmek gerekmektedir.
Şüphesiz ki, İslâm
şeriatı, insanlar için iyi ve hayırlı olan şeyleri gerçekleştirmek maksadıyla
gelmiştir. Bu itibarla şeriat, insanların faydalı şeyleri yapmalarını, zararlı
olanları terketmelerini istemiştir. Çünkü İslâm
bütünüyle adalet, rahmet, hikmet ve hayırdır. Herhangi bir hükümde adalet
bırakılır, zulme başvurulursa veya merhamet terkedilir,
insafsızca davranılırsa, yahut hikmet bir tarafa itilir, abesle iştigal
edilirse, ya da maslahat ve menfaatler çiğnenir,
zarar ve ziyana götürecek yollara başvurulursa, böyle bir hüküm, her ne kadar
teville dine yamalanmaya çalışılsa dahi, hiçbir zaman şer'i bir hüküm
değildir.
Çünkü şeriat, Allah Teala'nın kullan arasındaki adalet kaynağı, yarattıkları
arasındaki merhamet menbaı, Allah Teala'nın
varlığını isbat eden hikmet pınarı ve Peygamberinin
doğruluğunu gösteren delillerin hülasasıdır. Şimdi, bu maslahatları sırasıyla
görmeye çalışalım:
Bunları da kendi
aralarında üç kısma ayırmak mümkündür. Zaruri maslahatlar,
tabii maslahatlar ve tamamlayıcı maslahatlar.
Bunlar, insan hayatının
devamını sağlayan bir kısım temel esaslardır. Öyle ki bunlar, çiğnendiği
takdirde hayat düzeni bozulur, anarşi yaygınlaşır, fitne ve fesad
her yeri kuşatır. Bu maslahatları gözetmenin hedefi, şeriatın gayesi olan şu
beş hususu muhafaza altına almaktır. Bunlar da; dîn, can, akıl, soy ve maldır.
Dinimiz, İslâm
inancını savunmaya, müslümanları dinden çıkarmaya çalışanlara
karşı savaşmaya, dinden döneni cezalandırmaya ve yeryüzünde bulunan bütün
kâfirleri yıldırıp İslâm'ı kürre-i arzda hakim
kılmaya büyük bir önem vermiş ve bunları gerçekleştirme yolu olarak da cihadı
farz kılmıştır.
Bu hususta Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Fitne ortadan
kalkıp, din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın.,."[1]
"Hiçbir fitne
kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın..."[2]
"Kitap ehlinden
Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyenler, Allah'ın ve
Peygamberin haram kıldığını haram saymayanlar ve hak din olan
"İslâm"ı din edinraeyenlerle, boyun eğip
kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaş ın."[3]
"Ey iman edenler!
Çevrenizde bulunan kâfirlerle savaşın. Sizi sert ve kuvvetli bulsunlar. İyi
bilin ki, Allah kendisinden korkanların yanındadır."[4]
"Ey Peygamber!
Kâfir ve münafıklarla cihad et. Onlara karşı sert davran.
Onların vacip kalacakları yer cehennemdir. Orası varılacak ne kötü bir
yerdir."[5]
Peygamber efendimiz
(sav)'de cihad hususunda şöyle buyurmaktadır:
"Kim cihada
çıkmadan ve cihad etmeyi kalbinden geçirmeden Ölürse,
bir tür münafıklık üzerine ölmüş olur.”[6]
"Rızkım
mızrağımın gölgesi altında kılındı. Zillet ve aşağılıksa emrime karşı gelenlere
verildi.”[7]
"İyi bilin ki,
cennet kılıçların gölgesi altındadır."[8]
"Nefsim kudret
elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki, Allah yolunda yara alan hiç kimse
yoktur ki (yolunda yara alanı Allah daha iyi bilir ya)
kıyamet günü rengi kan renginde, kokusu misk gibi kokarak haşrolmasın.”[9]
"Dinara kul
olanın burnu yere sürünsün. Dirheme kul olanın burnu yere sürünsün, kumaşa kul
olanın burnu yere sürünsün. Kendisine birşey verildiğinde
razı olur, verilmediğinde ise kızar, işte bunun burnu yere sürünsün. Başaşağı dikilsin. Ayağına diken battığında çıkarmaktan
acizdir. Diğer yandan ne mutlu o kula ki, Allah yolunda cihadda
atının yularını tutmuş, saçları birbirine karışmış, ayakları toza bürünmüştür.
Eğer kendisine nöbet verilse, nöbet tutar, orduyu arkadan koruma vazifesi
verilse, arkada bekler. İzin istese kimse ona izin vermez. Birine şefaatçi
olmaya kalkışsa yardımı reddedilir. "[10]
İşte bu müjdelerden
dolayıdır ki, sahabe-i kiram Allah yolunda cihadda,
canlarını vermekten hiç çekinmemişler, böylece isimleri tarihin sayfalarına
altın harflerle yazılmış ve biz mü'minler İçin
numune-i İmtisal olmuşlardır. Hülasa, müslüman,
saldırganlara karşı dinini koruma zorundadır. Velevki
bu, en değerli olan canı pahasına olsa da. Zira dini olmayan bir toplumda
zulüm, anarşi ve fesad hakim olur. Haklı, haksız
mefhumu ortadan kalkar. Biz bunu dini uyuşturucu bir afyon sayan komünist
ülkelerde veya dini istismar eden kapitalist ülkelerde açıkça müşahade etmekteyiz. Bütün maddi imkanlarına rağmen,
huzursuz, tedirgin bir hayat yaşadıkları açıktır. Ne yazık ki, müslüman olan bazıları bunların hayranıdır!
İslâm dini, insanların
hayatını güven altına almak için kesin tedbirler almış ve müslumanlara
bu tedbirlere uymalarını emretmiştir.
Bu hususta Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Hata dışında bir
mü'min diğer bîr mü'mini
öldüremez. Kim bir mü'mi-ni
hata ile öldürürse, bir mü'min köle azad etmesi, bir de ölünün ailesine diyet teslim etmesi
gerekir... Bunu bulamayan kimsenin Allah tarafından tövbesinin kabulü için
arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir. Allah alimdir, hakimdir. (Herşeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir)."[11] Suçsuz
yere bir mü'minin canına kıyan hakkında ise, şöyle
buyuruyor:
"Kim bir mü'mini kasden (kanının helal
olduğuna inanarak) öldürürse, onun cezası cehennemdir. Orada devamlı olarak
kalacaktır. Allah ona gazab ve lanet etmiş ve onun
için büyük bir azab hazırlamıştır."[12]
Allah Teala, mü'minin canına kasden kıyana dünyada nasıl bir ceza verileceğini beyan
ederek de şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler.
Öldürülenler hakkında kısas size farz kılındı.”[13]
"Ey akıl
sahipleri kısasta sizin için hayat vardır. Gerekir ki Allah'tan korkasınız.”[14]
Yine Allah Teala geçmiş ümmetlerde de kısasın farz olduğunu belirterek
ŞÖyle buyuruyor:
"Biz, Tevrat'da da onlara şu hükümleri farz kılmıştık. Cana can,
göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır. Yaralarda da
kısas vardır..."[15]
Görüldüğü gibi, İslâm, canın korunması için ciddi tedbirler getirmiştir. Onda
tarafgirliğe, adam korumaya, gevşeklik ve İhmale yer yoktur. Hükümleri net ve
kesindir. Manevi hastalan tedavi edicidir. Kimsenin yaygarasına bakmaz,
gerekenin yapılmasını emreder.
İslâm'da kişinin
devamlı aklı başında biri olması İstenilmektedir. Bu nedenle insanı uyuşturup
sarhoş eden şeyler haram kılınmıştır.
Bu hususta Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler!
İçki, kumar, putlar ve fal okları sadece şeytanın işlerinden birer pislikdirler. Bu pislikten kaçının ki, kurtuluşa
eresiniz."[16]
"Şüphesiz ki
şeytan, kumar ve içki ile aranıza düşmanlık ve kin sokmayı, sizi Allah'ı
anmadan ve namazdan men etmeyi ister. Hâlâ bunlardan vaz
geçmez misiniz?”[17]
Bu hususta Peygamber
Efendimiz (sav)'den de şu hadisler rivayet edilir:
Abdullah b. Ömer ve Enes b. Malik, bazı arklarla şu hadis-i şerifi rivayet
ederler.
Resulullah (sav), içki ile ilgili olarak on kişiye lanet
etmiştir:
"Onu sıkıp içki
yapana, sıktırana, içene, taşıyana, taşıttırana, sunana, satana, parasını
yiyene, satın alana, satın aldırana.”[18]
Ukbe b. Haris der ki:
Peygamber efendimiz
(sav)'e, Nuayman veya Nuayman'ın
oğlu sarhoş olarak getirildi. Bu durum, Peygamber efendimizin gücüne gitti.
Evde bulunanlara ona sopa atmalarını emretti. Evdekiler, o sarhoşu hurma
dallarıyla ve takunyalarla dövdüler. Ben de onu dövenlerdendim."[19]
Aklı korumanın
ciddiyetini bilen Hz. Ömer (r.a), bizzat kendi oğluna
içki içme cezasını herhangi bir acıma hissine kapılmadan Allah rızasını talep
ederek uygulamıştır.[20]
İslâm, insanların
dürüst ve namuslu olmalarını, soylarının bozulmamasını, mükemmel İnsan
olmaların istemektedir. Bu itibarla insanların ırz ve namuslarını lekeleyecek
veya nesillerini ifşa d edecek her türlü şer kapısını kapatmış, böylece
toplumun ıslahı için gereken tedbirleri almıştır. İslâm'ın emirlerini unutup,
şehvani arzularına köle olan kişilere karşı, layık oldukları cezayı vermiştir.
Bu cezalan üç gurupta
sınırlamak mümkündür.
Bu husus Kur'an-ı Kerim'de şöyle varid
olmuştur:
"Zina eden kadın
ve zina eden erkeğin herbirine yüzer değnek vurun.
Eğer Allah'a ve ahiret gününe İman ediyorsanız,
Allah'ın dinini tatbik hususunda onlara acıyacağınız tutmasın. Mü'minlerden bir topluluk da onların cezalarına şahid olsun."[21]
Bu ceza bekâr olarak
zina eden erkek ve kadına mahsustur.
"Abdullah b. Abbas der ki:
Ömer b. el-Hattab, Resulullah'ın minberi
üzerinde bulunurken şunları söyledi:
Şüphesiz ki Allah,
Muhammed'i hakk ile gönderdi, O'na Kitap İndirdi. Recm âyeti de O'na indirilenlerdendi.[22] Biz
onu okuduk. Anladık ve düşündük. Resulullah, recm cezasını uyguladı. O'ndan sonra biz de tatbik ettik.
Korkarım; zaman uzar, bîri çıkar der ki, Allah'ın Kitabında recm'i bulamıyoruz. Böylece Allah'ın indirdiği bir farizayı
bırakarak sapar. Şahidlerin bulunması veya gebeliğin
olması yahut da zina edenin itirafta bulunması şartıyla evlenmiş olan kişinin recmedümesi, Allah'ın Kitabında bir gerçektir. Zina eden
erkek olsun kadın olsun.[23]
(1) (2)
(3) 1 58
ŞER'İ DELİLLER
c. Zina İftirasında
Bulunana Seksen Değnek Cezası: "İffetli kadınlara zina îsnad
edip de, sonra bu iddialarını doğrulayacak dört şahit getiremeyenlere, seksen
değnek vurun. Onların şahidlikleri-ni de ebediyen kabul etmeyin. İşte onlar fasıklann tâ kendileridir."[24]
İşte bu hükümler
muvacehesinde, Peygamber efendimiz (sav), ashabından Maiz
b. Malik el-Eslemi'yi ve Cüheyniye
kabilesinden bir kadını recmetmiştir.[25]
İslâm, ahnteriyle kazanılan helal malın, korunmasını teminat
altına almış, mala saldırmayı ve onu sömürmeyi yasaklamış, bu gibi suçlan
işleyenlere değişik cezalar getirmiştir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Erkek ve kadın
hırsızların, yaptıklarının karşılığı ve Allah tarafından bir ceza olarak
ellerini kesin. Allah Aziz'dir, Hakim'dir. (Herşeye
galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir)."[26]
"Allah ve Rasulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesad
çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak
ve ellerinin çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde
başka bir yere sürülmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Ahirette ise onlar için büyük bir azab
vardır."[27]
"Ey iman edenler!
Allah'tan korkun. Ve eğer îman ediyorsanız, ana paranızdan artık olan faizi terkedin. Eğer böyle yapmazsanız Allah'a ve Resulü'ne karşı
harb ilan etmiş olduğunuzu bilin...[28]
Bu hususta Resulullah (sav)'in şu hadis-i şerifleri ne kadar
dehşetlidir. Resulullah (sav) buyuruyor ki:
"îsra ve Miraç günü bir topluluğa götürüldüm. Karınları
evler kadardı. Karınlarının içinde dıştan görülen yılanlar vardı.
-Ey Cebrail bunlar
kimdir, diye sordum.
-Bunlar faiz
yiyenlerdir, dedi."[29]
Diğer bir hadis-i
şerifte şöyle buyuruyor:
"Faiz'de yetmiş
çeşit günah vardır. En hafifi kişinin annesiyle zina etmesidir.”[30]
Abdullah b, Mes'ud der ki:
"Resulullah (sav), faizi yiyene, yedirene, ona şahitlik
edene ve onu yazana la'net etti."[31]
Bunlar, insanların
zorluk, darlık ve sıkıntıları gidermeleri için muhtaç oldukları bir kısım
faydalı şeyler ve menfaatlerdir. Öyleki; bu gibi
maslahatların yerine getirilmemesi halinde, zaruri maslahatlarda olduğu gibi,
insanların hayat düzeni bozulmaz, her tarafa anarşi yayılmaz. Bununla beraber,
bu türden olan maslahatların yokluğu durumunda hayat zorlaşır, hayatın akışında
bazı sıkıntılar görülür.
Kur'an-Kerim ve sünnet-i nebeviyye,
insanlardan zorluklan gidermenin İslâm dininin temel prensiplerinden biri
olduğunu beyan etmişler ve bu türden olan maslahatları da dinen itibar edilen
maslahatlardan olduklarını bildirmişlerdir.
Bu hususta Allah Teala şöyle buyurmuştur:
"... Allah, size
bir zorluk çıkarmayı dilemez..."[32]
"... O, dini için
sizi seçti. Atanız İbrahim'in dini olan İslâm'da size bir güçlük
yüklemedi."[33]
"... Allah size
kolaylık diler, size zorluk dilemez.."[34]
"... Allah sizden
yükü hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf olarak yaratılmıştır."[35]
Peygamber efendimiz
(sav)'den, bu hususla ilgili olarak şu hadis-i şerifler rivayet edilmiştir:
Ebu Umame der ki: Resulullah'la beraber müfrezelerin birinde bulunuyorduk.
Aramızdan biri, içinde az miktarda su bulunan bir mağaranın önünden geçmiş ve
nefsi kendisini şöyle bîr düşünceye sevk etmişti: "Ben bu mağaranın
içinde kalayım. Buradaki sudan içip çevresindeki bitkilerden faydalanayım ve
dünyadan uzaklaşıp inzivaya çekileyim." Sonra kendi kendine şöyle demiş:
"Ben, Resulullah'a gidip bunu O'na anlatayım.
Bana izin verirse bu işi yapayım. Vermez ise yapmayayım." Sonra gelip Resulullah'a şöyle dedi:
- Ey Allah'ın Rasulü! Ben, bana yetecek kadar içinde su ve çevresinde bitki
bulunan bir mağaraya tesadüf ettim. Nefsim bana orada kalmamı ve İnzivaya
çekilip dünyadan uzaklaşmamı hoş gösterdi.
Ebu Umame der ki: Resulullah, ona şu cevabı verdi: "Ben, ne yahudilik-le gönderildim, ne de hristiyanlıkla. Fakat ben, kolay olan hanif
dinle gönderildim. Muhammed'in canı kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki,
sabah veya akşam Allah yolunda cihada gitmek, dünya ve dünyada bulunan herşeyden daha hayırlıdır. Sizden birinizin (savaşta) safta
durması altmış yıllık namazından daha hayırlıdır.”[36]
Görüldüğü gibi Resulullah (sav), zor olan bir dinle gönderilmediğim beyan
ediyor.
Hz. Aişe (r.anh) şöyle der: Resulullah, İki
şey arasında serbest bırakıldığı zaman, -günah olmadıkça- mutlaka daha kolay
olanı seçerdi. Şayet kolay taraf günah olursa, insanların ondan en çok uzak
duranı İdi.[37]
İslâm'ın getirdiği
birçok ruhsatlar, İnsanlardan zorlukları gidermek, onların yüklerini
hafifletmek ve yükümlü oldukları vazifeleri kolaylaştırmak maksadına matuftur.
Mesela: Yolcu olanın dört rek'atlı farz namazlarını
iki rek'at kılması, Ramazan ayında hasta veya yolcu
olanın orucunu bozabilme-si, diyetin sadece hata ile öldürene değil, onun bütün
ailesine yükletilmesı bu gibi ruhsatlardandır.
Bunlar, kişinin
şahsiyetini, güzel ahlaklı olmasını, nezaketle davranmasını İlgilendiren
maslahatlardır. Öyle ki, bunların bulunmaması durumunda ne hayat düzeni bozulur,
ne de insanların yaşantısında bir zorluk veya sıkıntı soz-konusu
olur. Fakat hayatın güzelliği gider, nezaket kalmaz ve İyi ahlak zedelenir.
Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye,
bu gibi maslahatların da şeriatın koyucusu yüce Mevla'nın itibar ettiği
maslahatlardan olduğunu beyan etmişlerdir.
Bu hususta Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Allah, size bir
zorluk çıkarmayı dilemez. Fakat O, temizlenmenizi ve üzerindeki nimetini tamamlamak
ister ki, şükredesiniz.”[38]
"De ki: Allah'ın
kulları için var ettiği zineti ve temiz rızıkları kim ha-ram etti... “[39]
Peygamber efendimiz
(sav) şöyle buyuruyor: "Ben, ancak güzel ahlakı tamamlamak için
gönderildim."[40]
İslâm'ın getirdiği
çeşitli temizlik yollan, yeme-içme adabı, bayram ve Cum'a
günlerinde yeni ve temiz elbiseler giymek gibi hükümler bu tür maslahatlara
binaendir.
Şer'i naslar, insanların maslahat ve menfaatine uygun zannedilen
bazı hususları iptal etmiş ve geçersiz saymıştır. Dolayısıyla bu tür
maslahatların aslında maslahat olmadığı, bu nedenle de şeriatın koyucusu yüce
Mevla tarafından yasaklandığı anlaşiîmaktadır.
Mesela; Erkekle kadının mirasta eşit tutulmalarının, tarafların maslahatına
olduğunu iddia etmek gerçek dışı bir hayaldir. Çünkü diyet, nafaka, mihir ve benzeri hususlarda erkeğin yükümlülüğü daha ağır
olduğu için miras payının da kadının payının İki katı olması tarafların
menfaatine olacağı beyan edilerek şöyle buyurulmuştur:
"Allah, size
evlatlarınızın miras taksimi hususunda, erkeklerin paylarının kadınların iki
katı olmasını emretmektedir."[41]
Yine Allah Teala, kafirlerle savaşmayıp, onlarla barış içinde
yaşamanın, müslümanlann maslahat ve menfaatine
olacağını sanmanın kötü bir kuruntu olduğunu, müslümanlann
asıl maslahatlarının onlarla savaşmakta bulunduğunu beyan ederek şöyle
buyurmuştur:
"Hoşunuza
gitmediği halde savaşmak size farz kılındı. Belki de hoşunuza gitmeyen bir şey
sizin İçin daha hayırlıdır. Yine belki de hoşunuza giden bir şey sizin için
daha kötüdür. Siz bilmezsiniz, Allah bilir."[42]
"Ey iman edenler!
Savaşa giderken kâfirlerle karşılaştığınız zaman sakın geri dönmeyin. "[43]
Bir kısım maslahat ve
menfaatler de vardır ki, bunlara dinen itibar edilip edilmeyeceğine dair
herhangi bir nas yoktur. İşte bu tür mahlahatlara serbest bırakılan maslahatlar anlamına gelen
"Mesalih-i Mürsele"
adı verilmiştir. Mesela: Kur'an-ı Kerim'i, yazıldığı
deri, taş ve benzeri şeylerden toplayarak tek kitap haline getirmek, para
basmak, ve buna benzer işler "Mesalih-i Mür-sele"ye dayanılarak yapılan hususlardır. İşte
burada bizi ilgilendiren bu tür maslahatlardır.
Mesalih-i Mürsele'nin Hükümlere
Dayanak Olup Olmayışı: Daha önce de belirtildiği gibi, müctehid,
oıtaya çıkan yeni olay ve durumların şer'i
hükümlerini tesbit etmek için, Kur'an-ı
Kerim'e başvurur. O'nda, aradığı hükmü bulamazsa, Sünnete başvurur. O'nda da
bulamazsa, aradığı hüküm hususunda İcma olup
olmadığını araştırır. İcma'da da bulamazsa, kıyasa
başvurur. Şayet müctehid, kıyas yapacak bir hüküm de
bulamaz ve yeni hadiseye hüküm bulmak insanların maslahat ve menfaatlerini
gerektiriyorsa, maslahata dayanarak hüküm verir. Ancak böyle bir durumda müctehidin Mesalih-i Mürsele'ye dayanarak yeni bir hüküm çıkarabileceği
hususunda İhtilaf-vardır:
1. Bazı
alimler, Mesalih-i Mürsele'nin
şer'i hükümlere dayanak olacağını bildirmiş ve delil olarak şunları ileri
sürmüşlerdir:
a. İslâm
şeriatı, insanların iyiliğine olan şeyleri gerçekleştirmek ve kendileri için
kötü olan şeyleri ortadan kaldırmak suretiyle onların maslahat ve menfaatlerini
gerçekleştirmektedir.
b.
İnsanların her zaman yeni bir kısım menfaat ve maslahatları ortaya çıkar. Yeni
ortaya çıkan bu maslahatlara hüküm bulunamadığı takdirde bunlar iptal edilmiş
ve şer'i hükümler dondurulmuş olur.
Bu da şeriatın,
İnsanların dünya ve ahiret menfaat ve maslahatlarını
gerçekleştirme gayesine ters düşer. İslâm'ın her yer ve her zamanda uygulanabilirliğine
aykırı olur.
c. Sahabe-i Kiram, Mesalih-i
Mürsele'nin delil olduğuna dair ittifak etmişlerdir.
Mesela, Hz. Ebu Bekir (r.a), İslâm
ümmetinin menfaatim gözününde bulundurarak, Hz. Ömer (r.a)'ı kendisinden sonra halife seçmiştir.
Yine Hz. Ebu Bekir (r.a), Kur'an-ı Kerim'i muhafaza etmek, O'nun zayi' olmasını
önlemek maksadıyla Hz. Ömer (r.a) ve diğer sahabe-i
kiram (r.a)'ın görüşlerini almış ve çeşitli sahifelere yazılmış olan Kur'an-ı
Kerim'i tek kitapta birleştirmiştir. Hz. Ebu Bekir (r.a) önce bu işi yapmaktan çekinmiş, "Ra-sulullah'ın yapmadığı bir şeyi
ben nasıl yapayım" demiştir. Fakat, Hz. Ömer
(r.a), O'na: "Vallahi bu iş hayırlıdır ve İslâm'ın maslahatmadır"
dîye cevap verince, Hz. Ebu
Bekir (r.a) bu İşi yapmıştır.
Keza, Hz. Ömer (r.a), maslahata dayanarak, haraç alma sistemini
tesis etmiş, bu günkü resmi dairelere tekabül eden divanlar oluşturmuş ve
hapishaneler kurmuştur.
Yine Hz. Ömer (r.a) maslahata dayanarak, fiziken
yakışıklı olan Nasr b. Haccac'ı,
kadınların fitneye düşmemeleri için Basra'ya sürgün etmiştir. Nasr, Hz. Ömer (r.a)e,
"Benim günahım ne?" deyince, Hz. Ömer
(r.a), "Senin bir suçun yok. Hicret yurdunu senden temizlemediğim için suç
benimdir" cevabını vermiştir. Nasr'ın annesi, Hz. Ömer (r.a)'a gelip şöyle demiştir: "Ey Emirel mü'minin! Yarın Allah'ın
huzurunda senden davacı olacağım. Senin oğulların Asım ve Abdullah yanında
yatıyorlar. Oğlum Nasr ile benim aramda ise uzun
yollar, ıssız çöller ve büyük dağlar var." Hz.
Ömer (r.a), kadına şu cevabı vermiştir: "Asım ve Abdullah'a duvarlar
arkasından kadınlar meyledip ah çekmiyor. "[44]
Hz. Osman (r.a), maslahata dayanarak çeşitli kıraatlardaki mushafları yaktırıp
en meşhur kıraatla yazılan bir mushafın
bütün şehirlere yayılmasını emretmiştir.
Hz. Ali (r.a) temizleyici, boyacı, marangoz ve terzi
gibi sanat erbabına, verilen eşyaları zayi etmeleri halinde bedellerini
ödemelerini emretmiş ve "İnsanların maslahatı ancak böyle
gerçekleşir" buyurmuştur.[45]
2. Diğer bir
kısım alimler de mesalilıi mürselenin
dini hükümlere dayanak olamayacağını söylemişler ve delil olarak şunları İleri
sürmüşlerdir:
a. İslâm
şeriatı insanların bütün maslahatlarını gerçekleştiren hükümleri getirmiştir.
Bu hükümler ya açıkça naslarla
beyan edilmiş, veya kıyasa esas olacak benzerleri bildirilmiştir. Bunun aksini
iddia etmek şeriatın eksiksîz-liğine ters düşer ve şu
âyeti celile ile çatışır:
"... Bugün
dininizi kemale erdirdim. Size nimetlerimi tamamladım ve din olarak size
İslâm'ı seçtim..."[46]
Şeriatın dikkat çekmediği bir maslahat ortaya çıkarsa, bu hayali bir
maslahattır, gerçekte maslahat değildir.
Maslahatı delil kabul
edenler, bunlara şu cevabı vermişlerdir: Sadece naslarla
açıklanan veya işaret edilen maslahatlara itibar edip diğerlerine itibar
etmemek, ortaya çıkan yeni maslahatlar karşısında müctehidin
aciz kalmasına sebep olur. "Bunlara itibar edilerek, bir kısım yeni
hükümler koymak şeriatın kemaline ve eksiksizliğine ters düşer" iddiası
tutarsızdır. Aslında, naslarla açıklanmayan
maslahatlara da itibar etmek şeriatın eksiksiz olmasını teminat altına alır.
Zaman ve mekanlar değişse de bütün insanların maslahatları korunmuş olur.
Ayrıca mesalih-i mürsele
sadece muamelatta (dünyaya ait meselelerde) delil kabul edilir. Sır ve hikmeti
ancak Allah tarafından bilinen ibadetlerde delil sayılmamaktadır. Bu nedenle
maslahata itibar etmek mahzurlu değildir.
b. Mesalih-i
mürseleye dayanarak hüküm çıkarmak, idareciye ve
fıkıh alimlerinden nefislerine uyanlara ve hırslarına kapılanlara yol açmış
olur. Böylece bunlar, şeriatta olmayan hükümleri ona sokmuş olurlar.
İnsanların maslahatlarını gerçekleştirme gerekçesiyle aslında insanların
zararına olan bir kısım hükümler koyarlar.
Maslahatı delil kabul
edenler, bu iddiaya karşı şunları söylemişlerdir: İdareci ve fıkıh alimlerinin heva ve hevesine uymalarından korkmak, insanların maslahat
ve menfaatlerini ihmal etmeyi gerektirmez. Çünkü, bu tür kötü niyetli
İnsanların şerrinden emin olma yolu maslahatı delil saymamak değil, bunları
insanların başından ve dîni sahadan uzaklaştırmaktır. Zira, heva
ve hevesine esir olanın ve kalbini fesad kaplayanın
İslâm şeriatına zararlı olması her halükârda mümkündür. İster maslahata
dayansın, isterse açık nass-lara
dayanmış olsun. Çünkü fasid teviller yoluyla, nasları asıl manalarından saptırmak her zaman muhtemeldir.
c. Mesalih-i
mürseleye dayanarak hüküm koymak, şer'İ hükümlerin
zaman ve mekana göre değişmelerine yol açar. Bir şeyin maslahata dayanılarak
belli bir zamanda veya ülkede helal olduğu, aynı şeyin başka bîr zamanda veya
ülkede insanların zararla rinadır gerekçesiyle haram olduğu söylenmiş olur.
Şeriatın birliğine, değişmezliğine ve ebediliğine ters düşer.
Maslahatı delil kabul
edenler, bu gerekçeye de şu cevabı vermişlerdir: Maslahattan kaynaklanan
ihtilaf, şeriatın temel esaslarındaki İhtilaf olmayıp, haklarında kesin nas bulunmayan çok tali ve cüz'i
meselelerdeki ilıtilafdır. Bu tür ihtilaflar,
şeriatın birliğine, değişmezliğine ve genelliğine asla gölge düşürmez. Bir
kısım tecrübe ve tatbikatlarla insanların maslahatına uygun olup olmadığı tesbit edilen durumların elbetteki zamandan zamana veya
ülkeden ülkeye değişme ihtimali vardır. Mesela, eskiden hüviyet ve pasaport
taşıyıp taşımamak serbest İken, bugün taşımayı mecburi saymak şer'i şerifin
hiçbir hükmüne halel getirmez.
Mesalih-i mürselenin şer'i bir
delil olduğunu kabul edenler, dinen delil olabilecek bir maslahatın aşağıda
zikredilecek hususlara sahip olmasını şart koşmuşlardır. Böylece, maslahatla heva ve heves birbirine karıştırılmasın, insanlar
nefislerine hoş geleni mubah saymasınlar ve şehvani arzularını şeriat edinmesinler.
Bu şartlar kısaca şunlardır;
1.
Maslahatlar gerçek olmalı, hayali olmamalıdır. Bir maslahatın şer'i hükümlere
esas olabilmesi için, ehlülhal velakd
ve özel ihtisas sahiplerince itibar edilen bir maslahat olmalıdır. Yani,
bunlarca maslahatın gerçekten insanların menfaatlerini teminat altına alan,
onlardan zararlı şeyleri uzaklaştıran hükümlere dayanak olduğu kabul
edilmelidir.
Bu İtibarla bir kısım
insanların maslahat sandıkları hayali şeyler, dinî hükümlere mesned olamaz. Mesela, kadını boşama hakkının kocadan
alınıp hakime verilmesinde maslahat bulunduğunu söyleyenler, yanılmaktadırlar.
Zira, bunda maslahat değil, aile ve toplumun fesadı söz konusudur. Çünkü böyle
bir faraziyede evlilik bağlan, rıza, sevgi ve istekle devam etmeyip, kanunun
zorlamasıyla devam etmiş olur. Eşlerin ailevî münasebetleri, kendilerinden çok
uzakta bulunan üçüncü bir şahıs tarafından tanzim edilmiş olur. Aile içi
problemlerden kaynaklanan ve sebepleri gizli kalan şiddetli geçimsizliği devam
ettirilip ettirilmemesinde aileye tamamen yabancı olan hakimi yetki sahibi
kılmak, elbetteki eşlerin maslahatına değil, zararınadır.
2.
Maslahatlar genel olmalıdır. Bir veya birkaç kişiye özgü olmamalıdır. Mesela,
kâfirlerle savaşmak, savaştan zarar görecek olan müslümanların
zararınadır. Ama kâfirleri yıldırmak ta bütün müslümanların
maslahatı bulunduğundan özel maslahata itibar edilmez.
3. Maslahat, şeriatın gayesine uygun olmalıdır. îslâmın gayesine ters düşen maslahatlara itibar edilmez.
Mesela, kâfirlere boyun eğmek müslüman-lann maddeten zarar görmeme gibi, bir maslahatını
gerçekleştirmiş olsa da, İslâmın genel gayesi olan
küfrü çökertmeye ters düştüğü için, böyle bir boyun eğme, maslahat değil
bilakis zarardır.
Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur:
"Çevrenizde bulunan kâfirlerle savaşın. Sizde bir sertlik bulsunlar.
Bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir."[47]
Mesalih-i Mürsele Hakkında
Alimlerin Görüşleri
Fıkıh alimlerinin
çoğunluğu maslahatın dini hükümlere esas olabileceği hususunda ittifak
etmişlerdir. Ancak maslahatta aranılan şartlar bakımından
aralarında farklar
vardır.
1. Hanefi ve
Şafiî alimlerinin geneli, mashalatın kıyasa giren
maslahatlardan olmasını şart koşmuşlardır. Öyle ki, hükmü nas
ile sabit olan asıl bir mesele olmalı, kıyasa esas olacak mazbut bir illet
bulunmalı ve hükmü belli olmayan tali meseleyi asıl meseleye kıyaslamada bir
maslahat gerçekleştirilmelidir. Mesela, üzüm suyundan yapılan içkiye, diğer
sarhoş edici şeyleri kıyasta maslahat vardır.
Görüldüğü gibi, bu
guruptan olan alimler, itibar edilen maslahatları almışlardır. Ancak, bunlar
itibar edilen maslahatlar kavramını geniş anlamda kullanarak, hemen hemen bütün mesalih-i mürseleye dayanan meseleleri kabul etmişlerdir. Bu hususta Hanefıler, Şafülerden daha geniş
davranmışlardır. Çünkü onlar, bazı durumlarda maslahata dayanan istihsanı da delil saymaktadırlar.
2. Maliki ve Hanbeli
alimleri ise, maslahatın kıyasa girmesini şart koşmamışlar, hükümleri yalın
bir maslahata dayandırmayı caiz görmüşlerdir. Bu sebepledir ki, alimlerin
ağzında "mesalih-i mürselenin,
Maliki ve Hanbelİler-ce
şer'i delil sayıldığı, Hanefi ve Şafülerce
sayılmadığı" sözü meşhur olmuştur.
Aslında dört mezhebin
hepsi de mesalih-i mürseleyi
şer'i delil olarak kabul etmişler, fakat Hanefi ve Şafüler,
hükümleri kontrol altına almak ve şer'İ meselelerde ihtiyatlı davranmak için
maslahatı kıyasa sokmaya çalışmışlardır. Buna mukabil Maliki ve Hanbeliler, maslahatı kendi başına bir delil saymış, terim
olarak "mesalih-i mürsele"
veya "istislah" yahut da
"İstidlal" adını vermişlerdir.
Mesalih-i mürseleyi delil kabul
edenlere göre, mesalih sadece muamelatta delil
olabilir. Çünkü maslahatın bulunup bulunmadığını idrak etmek ancak bu
konularda mümkün olur. İbadetlerde maslahata dayanılarak hüküm konulamaz. Zira
İbadetler Allah ile kul arasındaki münasebetleri tanzim ederler. Bunların maslahatını
akılla idrak mümkün değildir. Binaenaleyh, maslahata dayanılarak yeni bir
ibadet icadetmek doğru değildir. Çünkü ibadetten
maksat Allah'a yakın olmak ve onun rızasını kazanmaktır. Bu da ancak Allah'ın
bildirmesiyle olur. Ayrıca ibadetler sahasında maslahata kapı açmak, dini
şiarların değiştirilmesine, onların çeşitlere ayrılmasına sebep olur ki, bu
asla caiz değildir. Çünkü, dini şiarlar değiştirilemez.
Mesalih-i mürseleyi delil kabul
edenler, mesele hakkında her hangi bîr nas veya İcma bulunmadığı takdirde mesalih-i
mürseleye başvurulabileceğini söylemislerdir.
Bu itibarla, ortaya çıkan bir mesele hakkında:
a. Kesin bir
nas veya icma bulunursa,
artık maslahata itibar edilmez. Çünkü bunlara ters düşen bir görüş, hiçbir
zaman maslahat değildir, sapık bir düşünceden veya heva
ve hevesten kaynaklanan bir kuruntudur. Geçici bir durumdur, acil bir lezzete,
hayali bir menfaate dayanır. Hikmet sahibi yüce Mevla'dan gelen şeriat-ı garra önünde mukavemet edemez. Yeter ki, insanlar aklı
selimlerini insafla kullanıp Hakka boyun eğsinler.
b. Mesele hakında kesin bir nas veya icma bulunmaz da, zanni deliller
ve kesin bir maslahat bulunursa, kesin maslahat zanni
delillere tercih edilir. Çünkü kesin olan maslahat, zanni
delillerin, Allah Tealaya dayandıklarını zayıflatır.
Zira Allah, insanların maslahatına olan hükümleri emreder, zararlarına olanları
yasaklar. Yahut da zanni delillerin maslahata ters
düşecek şekilde mana ifade etmelerini zayıflatır.
Biz, haberi ahad gibi zanni delillerin, her
halükârda maslahat gibi görünen hususlara tercih edileceği kanaatindeyiz.
Hemen hemen zararsız bir maslahat olmadığı gibi, menfaatsız bir zarar da yoktur. Diğer yandan gerek
maslahat, gerekse zararlar azlık çokluk bakımından birbirlerinden
farklıdırlar. İşte bu nedenledir ki, "Maslahatların en tercihe şayanı
alınmalı, zararların en büyüğü def edilmelidir" prensibi esas alınmıştır.
a. Beytü'l-malın ümmetin maslahatlarını gerçekleştirmeye
yeterli olmaması halinde, insanlardan cizye, haraç ve öşrün dışında ek vergi
alınması.
b. Çocuklardan
başkasının bulunmadığı bazı hadiselerde çocukların birbirleri hakkında
şahitliklerinin kabul edilmesi.
c. İmam Malik'e göre, bir kadınla evlenmek için,
onun eşinden boşanmasına sebep olan erkeğin, mezkur kadınla evlenmesinin
yasaklanması.
d. İslâm şeriatına ters düşmeyen günümüz trafik
kuralları
Şehir planlaması, su
ve yol projeleri gibi dünyevi işleri, maslahata dayandırmak caizdir.
[1] Bakara, 193
[2] Enfal, 59
[3] Tevbe, 29
[4] Tevbe, 123
[5] Tevbe, 73
[6] Müslim, Kit. İmare, bab. 158, hn: 1910; EbûDâvûd, Kit. Cihad, bab.
17, hn: 2502; Nesai, Kit. Cihad, bab.
2, hn. 3099; Müsned, Alımed b. Hanbel, c. II, Sh. 374.
[7] Buhârî, Kit.
Cihad, bab. 88; Müsned Ahmed b. Hanbel, c. II, Sh. 50, 92.
[8] Buhârî, Kit.
Cihad, bab. 22, 112, 156;
Müslim, Kit. Cihad, bab. 20, hn. 1742; Müslim, Kit. İmare, bab.
146, hn. 1902; Ebû Dâuûd, Kit. Cihad,
bab. 98, hn. 2631; Tir-mizi, Kit. Fedaili'l-Cihad, bab. 23, hn. 1659; Afüsned îmanı Ahmed, c. IV, Sh. 354, 396, 411
[9] Buharı, Kit. Cihad, bab. 10; Kit. Zebaih, bab.
31; Müslim, Kit. İmare, bab. 103, hn.1876; Nesai, Kit. Cenaiz,
bab. 82; Kit. Cihad, bab. 27; Darimi, Kit. Cihad,
bab. 15;İbn Mace, Kit. Cihad,
bab. 15, hn. 2795; Muvatta , Kit. Cihad, bab. 26; Müsnedİmam Ahmed, c. II, Sh. 231, 242.
[10] Buhârî, Kit.
Cihad, bab. 70; Kit. Rikak, bab.
10; İbn Mace, Kit. Zühd, bab.
8, hn.4135, 4136.
[11] Nisa, 92.
[12] Nisa, 93.
[13] Bakara, 178
[14] Bakara, 179
[15] Maide, 45
[16] Maide, 90
[17] Maide, 91
[18] Bbû Dâvâd,
Kit. Eşribe, bab. 2, hn. 3674; Tirmizi, Kit. Buyu; bab. 59, hn. 1295; İbnMace, Kil. Eşribe, bab. 6. Hn. 3380, 3381; Müsned İmanı Ahmet c: 2, sh. 97
[19] Buhârî, Kit.
Hudud, bab. 3,4; Kit. Vekale, bab.
13; Müsned İmam Ahmed c. IV, Sh. 8.
[20] Eşlem der ki:
"Bir gün, Amr b. As'ın, Ömer'i andığını, O'na rahmet okuduğunu ve
şunları söylediğini işittim; Amr b. As dedi ki:
Allah'ın Rasulü ve Ebu Bekir'den sonra
Ömer'den daha fazla Allah'tan korkanı görmedim. Haksız olanın kendi oğlu veya
babası olmasına bakmazdı. Allah'a yemin olsun ki, birgün
kuşluk vakti Mısır'daki evimde bulunuyordum, bana bir adam geldi: "Cihad etmek için Hz. Ömer'in
oğulları Abdullah ve Abdurrahman geldiler" dedi.
Bana haber veren adama dedim ki:
- Nerede konakladılar?
Adam:
- Mısır'ın en uzak yeri
olan filan yerde dedi. Daha önce Ömer bana şunları yazmıştı: "Sakın ha ehl-i beytimden herhangi bir kimse senin yanına geldiğinde
başkalarına yapmadığın bir iyiliği özel olarak onlara yapmcıyasın.
Aksi takdirde sana layık olduğun cezayı veririm." Bu nedenle ben onlara birşey hediye edemiyordum, babalanndan
korktuğumdan evlerine gidemiyordum. Allah'a yemin olsun ki, ben bu durumda iken
bir adam dedi ki: "Ömer'in oğlu Abdurrahmanla, Ebu Serva'a kapıdalar. İçeri
girme izni istiyorlar." Dedim ki:
- Girsinler.
Mahcup bir şekilde
İçeri girdiler ve şöyle dediler:
- Sen bize Allah'ın
koyduğu cezayı uygula. Dün biz, içki içmeye sürüklendik ve sar-
hoş olduk. Ben onları
azarladım ve kovdum. Abdurrahman dedi ki:
- Eğer bunu
uygulamazsan, gittiğim zaman babama haber veririm. ... / Amr
dedi ki: "Bu İkaz üzerine uyandım ve bildim ki, eğer ben bunlara cezayı ugulamazsam, Ömer bana kızar, beni vazifeden alır ve benim
davranışını ona ters gelir. Biz bu halde iken, İçeriye Ömer'in ikinci oğlu
Abdullah girdi. Ayağa kalktım. Kendisini karşıladıktan sonra O'nu meclisimin
baş tarafına oturtmak istedim, kabul etmedi ve şöyle dedi:
- Babam bana, çok
zaruri olmadıkça senin yanına girmemi yasakladı. Şimdi ben senin yanına
girmekten başka bir yol bulamadım. Kardeşim insanların önünde traş edilemez. Sopa hususunda neyi uygun görürsen yap.
Amr dedi ki: Sopayla beraber, traş
etme cezası da vardı. Onları evimin avlusuna çıkardım. Onlara içki içme cezasını
uyguladım. Ömer'in oğlu Abdullah, kardeşi Ab-durranman'ı
bir eve soktu. Hem O'nun hem de Ebu Serva'anın başlarını traş etti.
Allah'a yemin olsun ki, olanlardan tek bir şeyi dahi Hz.
Ömer'e yazmadım. O'nun bana yazmasını bekledim. Bir de bana şunu yazdığını
gördüm:
"BismiIlahİrrahmanİrrahim. Allah'ın kulu, mü'minlerin emiri Ömer'den As'ın oğlu isyankâra:
Ey As'ın oğlu; Ben sana
bana karşı cesaretine ve bana verdiğin söze muhalefetine şaş-
Ben, senin hakkında,
senden daha hayırlı olan Bedir mücahidlerine
muhalefet ettim. Cesaretinden, bana verdiğin sözü uygulayabileceğinden dolayı
seni seçtim. Şimdi senin kötü işlere bulaştığını görüyorum. Seni perişan bir
halde vazifeden alma kanaatindeyim. Sen, Ömer'in oğlu Abdıırrahıııan'a
senin evinde sopa atıp, senin evinde traş ediyorsun.
Bu davranışın bana ters düştüğünü biliyorsun. Abdurrahman
senin emrin altında olanlardan biridir. Emrin altındaki diğer müslümanlara nasıl davranıyorsan O'na da öyle
davranmalıydın. Fakat sen dedin ki: "O, Mü'minlerin
Emiri'nin oğludur." Biliyorsun ki; üzerinde, Hukukuilah
bulunan herhangi bîr kişiye benim nezdimde iltimas
yoktur. Sana bu mektubum geldiğinde yaptığı işin kötülüğünü anlaması için
abasının altına semer vurarak O'nu (Abdurrah-man'ı) bana gönder."
Amr dedi ki: Ben, O'nu babasının söylediği şekilde
gönderdim. Babasının mektubunu oğluna okudum. Ben de Ömer'e bir mektup yazarak
O'ndan özür diledim. Ve O'na şunları bildirdim:
"... Ben, Abdurrahman'a evimin avlusunda sopa vurdum. Allah'a yemin
olsun ki; -bundan daha büyük yemin olmaz- Ben, müslümanlara
da, zunmüere de cezalarını evimin avlusunda
uyguluyorum."
Amr devamla der ki:
Mektubu Ömer'in oğlu
Abdullah'la gönderdim
Eşlem der ki:
Abdurrahman babasına geldi, yanına girdi. Üzerinde abası vardı.
Üzerindeki ağırlıktan dolayı yürüyenıiyordu. Hz. Ömer ona şöyle dedi:
- Böyle böyle mi yaptın? Sopalık İş yaptın.
Bunun üzerine araya Abdurrahman b. Avf girdi ve Hz. Ömer'e şöyle dedi:
- Ey Mü'minlerin Emiri, onun cezası verildi. İkinci kez ona ceza
vermen gerekmez. Ömer buna kulak asmadı ve onu azarladı. Bunun üzerine oğlu Abdurrahman şöyle
bağırmaya başladı:
- Ben hastayım. Sen
beni öldüreceksin.
Hz. Ömer, ikinci kez Abdurrahman'a
hadd cezası uyguladı ve onu hapsetti. Abdurrahman hastalanıp vefat etti... /
Diğer bir rivayette:
Cezayı uyguladıktan sonra onu sıhhatli bir şekilde serbest bıraktı. Bir ay
yaşadı, sonra kaderi gereği eceliyle öldü.
İnsanlar İse onun Ömer'in vurduğu sopanın tesiriyle öldüğünü
sanmışlardır. (Bakınız: Abbas Mahmud
Akkad'ın Abkariyyetü Ömer Sh. 29 ve 30. Kahire, Daru'ş-Şa'b baskısı 1969; Kenzu'l-Ummal, c. IV, Sh. 420-422; Hayatu's-Sahabe, c. II, Sh. 100,
Kahire, Daru'n-Nasr
baskısı, 1969; Tarihi Taben, c. IV, Sh. 144, Kahire, Daru'l-Mearif baskısı, 1969; Ayrıca bkz.
Sünen-İ Beyhaki ve Cami" Abdurrezzak).
[21] Nur, 2
[22] Not: Burada Hz. Ömer, metni
nesli edilip hükmü baki kalan şu nassı kastetmektedir:
"Evlenmiş erkek veya kadın zina ederlerse mutlaka onları recmedin." îbn Mace, Kit. Hudud,
bab. 9, hn. 2553; Darimi, Kit. Hudud,
bab. 16; Müsned İmam Ahmed. c. V, Sh. 132-183.
[23] Buhârî, Kit.
Hudud, bab, 1; Müslim, Kit. Hudud, bab.
4, hn. 1691; îbn Mace, Kit. Hudud,
bab. 9, hn. 2553; Ebû ÎKit. Hudud,
bab. 23, hn. 4418; Tirmizi, Kit. Hudud,
bab. 7, hn. 1432.
[24] Nur, 4
[25] Ebu Hureyre
der ki:
"Resulullah (s.a), nıescidde iken
bir adam (Maiz b. Malik) geldi. Kendisini kasdederek:
- Ey Allah'ın Rasulü ben zina ettim, dedi.
Rasulullah, ondan yüz çevirdi. O, Rasıılullalı'ın
yüzünü çevirdiği yöne giderek, tekrar:
- Ey Allah'ın Rasulü, ben zina ettim, dedi.
Yine Rasuİullah, ondan yüzünü çevirdi. O da Rasuiullah'm
yüzünü çevirdiği yöne gidip, kendi aleyhine dört kere şaludlikte
bulununca, Rasuİullah onu çağırdı.
- Sen de delilik var
im? dedi. O zat:
- Hayır Allah'ın Rasulü,
dedi. Resulullah:
- Evli misin? dedi, O
da:
- Evet Allah'ın Rasulü, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz:
- Al m bunu, götürüp recmedin, dedi. Cabir b. Abdullah
der ki:
"Ben, namazgahla
onu recmedenlerdendim.Taşlar onun üzerine yağınca,
zıplayarak kaçtı. Harre denilen yerde ona kavuştuk ve
onu recmettîk." (Buharı, Kit.
Hudud, bab. 29)
Diğer bir rivayette
Abdullah b. Abbas der ki: "Malik b. Maiz, Resulullah'a gelince, Resulullah ona şunları sordu:
- Belki sen onu öptün
veya sıktın, yahut baktın. Maiz:
- Hayır Ya Resulullah, dedi. Bunun
üzerine Resulullah, örtülü konuşmadan açıkça O'na:
- Sen fiilen o kadınla
cima ettin mı? dedi.
Bunu da İtiraf edince, Rasuluiiah, Maiz'in recmedilmesini emretti. (Buharı, Kit.
Hudud, bab. 28)
Maiz'İn recnı edilmesi hususunda
bakınız: (Müslim, Kit. Hudud,
bab. 16, 19, 20, 21, 22 hn.
1692; Ebû Dâvûd, Kit. Hudud, bab.
24, hn.
4419. 4420, 4421, 4422, 4425, 4427, 4428, 4430; Tirmizi,
Kit. Hudud, bab.
5, hn.
1428, 1429; Nesai, Kit. Cenaiz, bab. 63, 64, hn. 1958; İbnMace, Kit. Hudud,
bab. 9, hn. 2554,) Abdullah b. Büreyde, babasından şunu naklediyor:
Cüheyne kabilesinin bir kolu olan Gamid'den
bir kadın Resulullah'a geldi ve şöyle dedi:
- Ey Allah'ın Rasulü, ben zina ettim, beni temizle. Resulullah,
onu geri çevirdi. Ertesi gün kadın tekrar gelip:
- Niçin beni geri çevirdin, belki de beni Maiz'İ geri çevirdiğin gibi geri çeviriyorsun.
Allah'a yemin olsun ki,
ben hamileyim. Peygamber efendimiz:
- Eğer illa da ısrar
ediyorsan, git çocuğu doğur, buyurdu.
Kadın çocuğu doğurunca,
bir parça beze sanlı halde onu Resulullah'a getirdi
ve şöyle dedi:
- İşte çocuk onu
doğurdum... / ... Tekrar Resulullah şu cevabı verdi:
- Git, onu memeden
kesînceye kadar emzir.
Kadın çocuğu memeden
kesince, elinde bir parça ekmek bulunan çocuğu Resulullah'a
getirdi ve şöyle dedi:
- Ey Allah'ın Rasulü,
işte çocuk. Memeden keşlim. Artık yemek yiyor. Resulullah
(s.a), çocuğu müslümanlardan birine teslim etti.
Sonra kadının göğsüne kadar bir çukur kazılmasını ve müslümanlann
onu reci iletmesini emretti. Onlar da kadını recmettiler.
Halid b. Velid, elinde bir taşla
geldi. Onu kadının başına altı. Halidİn yüzüne
kadının başından kan sıçradı. Halîd, kadına sövdü. Resulullah (s.a), Halid'in kadına
sövdüğünü duydu ve şöyle dedi:
- Yavaş ol Halid. Nefsini kudret elinde olan Allah'a yemin otsun ki,
Öyle bîr tevbe ile
tevbe etti ki, (zalim) vergi memuru dahi böyle bir tevbede bulunsa elbette affedilirdi.
Sonra Resulullah, cenazesini kıldırıp, kadını defnetti."
Bu hususla ilgili olarak bkz. Müslim, Kit, Hudud, bab.
23, hn. 1695; Ebû Dâvûd, Kit. Zekat, bab. 36, hn. 4440, 4442; Tirmizi, Kit. Hudud,
bab. 9, hn. 1435; İbn Mace, Kit.
Hudud, bab. 9, hn. 2555; Darimi, Kit. Hudud, bab,
17; Nesai, Kit. Cenaiz, bab. 64; Müsned İmam Ahmed, c. V, Sh. 348.
[26] Maide, 38
[27] Maide, 33
[28] Bakara, 278, 279
[29] İbn Mace,
Kit. el-Ticaret, bab. 58, Iın. 2273
[30] İbn Mace,
Kit. el-Ticaret, bab. 58, Iın. 2274
[31] Buhârî, Kit.
Buyu'; bab. 113; Müslim, Kit.
Musakah, bab. 106, Iın. 1598; Ebû Dâvûd, Kit. Buyu", bab. 4, hn. 3333; Tirmizi, Kit. Buyu', bab. 2, hn. 1206; Nesai, Kit. Talak, bab. 13.
[32] Maide, 6
[33] Hacc, 78
[34] Bakara, 185
[35] Nisa, 28
[36] Müsned İmanı Ahmed, c. V, Sri. 266.
[37] Buhârî, Kit.
Manakıb, bab. 23, Kit. Edeb, bab.
80; Kit. Hudud, bab. 10; Müslim, Kit. Fedail, bab. 77-78, hn. 2327; Ebû Dâvûd,
Kit. Edeb, bab. 4 hn. 4785; Muuat-ta Kit. Hüsnu'1-Hulk bab: 1, Hn.
2 Müsned İmam Ahmed C. VI, Sh. 85, 113-
[38] Maide, 6
[39] Araf, 32
[40] Müsned İmam Ahmed, c. II, Sh. 381; Muvatta,
Kit. Hüsnu'1-Hulk, bab. 1, hn. 8.
[41] Nisa, 11
[42] Bakara, 216
[43] Enfal, 15
[44] Serahsi, el-Mebsut, c. IX, Sh. 45; Tabakat-ı İbn. Sa'd, c. III, Sh. 205.
[45] es-Sünenu'l-Kubra, Beyhaki, c. VI, Sh. 122.
[46] Maide, 3
[47] Tevbe, 123