1. Cumhura
göre, "vacip" ile "farz" arasında herhangi bir fark yoktur.
Vacip, mutlaka yapılması istenen hususlardır. Namaz kılmak, oruç tutmak gibi.
2. Hanefi'lere
göre, farzla vacip arasında fark vardır. Farz, yapılmasının gerekliliği şüphe
kabul etmeyen ve kesin delillerle sabit olan hükümlerdir. Namaz, oruç, hacc vs. gibi
Vacip ise,
yapılmasının gerekliliği zanni delillerle sabit olan
hükümlerdir. Kurban kesmek, bayram namazı kılmak, vitir namazı kılmak gibi.
Bunlara göre, farzla
vacibin farklı şeyler görülmesinin iki sonucu vardır:
a. Farz
vacipten daha kuvvetlidir. Bu nedenle farzın terki, amelin batıl olmasına sebeb olur. Haccedenin Arafat'ta vakfe yapmaması haccın
batıl olmasına sebebtir. Vacibin terki ise, yapılan
ameli iptal etmez. Telafisi mümkündür. Namazda Fatiha okumayı terkedenin sehiv secdesi ile namazını tamamlaması gibi.
b. Farzı inkar eden kafir oiur.
Vacibi inkar eden kafir olmaz. "Farzlar kesin bilgi ifade ederler. Bu
itibarla kalben tasdik edilmeleri, bedenen yapılmaları gereklidir. Bunları
inkar eden veya hafife alan kafir olur. Bunları yapmayan ise fasıktır. Vacipler, zann-ı galip
ifade eder. Bunları inkar eden veya hafife alan sapık sayılır. Bunlarla amel
etmeyen ise, kimilerine göre fasık olur. Bazılarına
göre olmaz."[1]
Alimler, vacibi
çeşitli yönlerinden kısımlara ayırmışlardır:
1. İfa
edildiği vakit bakımından vacip, zamana bağlı olmayan ve zamanla mukayyed olan diye iki kısma ayrılmaktadır.
A. Zamanla mukayyed olmayan vacipler: Bunların ifası için sınırlı bir
zaman olmadığından ertelenmeleri herhangi bir günahı mucib
değildir. Yeminlerin keffaretleri bu türdendir. Keza
Hanefi mezhebine göre, özürle Ramazan orucunu yiyen kişi, kaza etmesi gereken
günleri istediği zaman kaza edebilir. Şafiiye göre
ise, orucunu bozduğu yılın içinde kaza etmesi gerekmektedir.
B. Zamanla mukayyed olan vacipler: Bunların, vakitlerinde İfa edilmeleri
gerekmektedir. Bunların vakitleri, vacip olduklarının alametleridir. Namaz,
oruç gibi. Vakti geldiği zaman namazın ve Ramazan ayı girdiği zaman orucun farz
olduğu bilinir.
Bu türden olan
vacipler kendi aralarında tekrar iki kısma ayrılırlar:
a. Zamanı
geniş olan, vacipler: Bunların vakitleri kendi cinslerinden olan başka
ibadetlerin de yapılmasına müsaittir. Namaz vakitleri bu cinstendir. Çünkü bu
vakitlerin içinde vaktin farzı yanında, diğer kaza ve nafile namazları kılmak
da caizdir. Bu türden olan vaciplerin vaktinde, aynı cinsten başka İbadetler
de yapılabileceğinden, vaktin vacibini eda ederken bunu tayin etmek
gerekmektedir. Bineanaleyh, kişi öğlen namazının
farzını vaktinde kıldığı zaman niyet ederken "vaktin öğlen farz namazı"
şeklinde tayin etmesi şarttır. Çünkü bu vakitte başka namazları da kılabilir.
Tayin etmediği taktirde hangi namazı kıldığı bilinemeyecektir.
b. Zamanı
dar vacipler: Bunların vakitleri aynı cinsten olan başka ibadetlerin
yapılmasına müsait değildir. Sadece vaktin ibadetine yeterlidir. Ramazan
ayında Ramazan orucu gibi. Bu ayda başka oruç tutmak caiz değildir. Çünkü
Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Sizden kim o aya
erişirse onu oruçla geçirsin."[2]
Bu gibi vaciplerin
zamanı ancak kendilerini ifaya yettiği için, Hanelilere göre, aynı cinsten olan
başka bir İbadete dahi niyet etse, yapılan İbadet vaktin vacibine sayılır ve
sahih olur. Çünkü Ramazanda başka oruç tutmaya zaman yoktur.
2. Vacipler;
amel bakımından da muayen vacipler, muhayyer vacipler
diye iki kısma ayrılırlar:
A. Muayyen
vacipler: Bunlarda yapılması istenilen husus belli bir şeydir. Borcun ödenmesi,
zekatın verilmesi, sözleşmenin yerine getirilmesi gibi. Vaciplerin çoğu bu
kabildendir.
B. Muhayyer vacipler: Bunlarda ise, yapılması
istenilen husus birkaç şey İçinden sadece birisidir. Alternatifler iki veya
daha fazla olabilir:
İki şeyden birinin
yapılması istenildiğine misal şu âyettir: "Kafirlerle karşıkarşıya
geldiğiniz zaman boyunlarını vurun. Onları sindirip perişan edince de esir
alın. Sonra ya bir lütuf olarak karşılıksız serbest
bırakın veya teslim karşılığı fidye alı..."[3]
Bu âye-i
celite müminlerin emirini, esirleri serbest bırakma
karşılığında fidye alıp almamada muhayyer bırakmaktadır.
Üç şeyden birinin
yapılması İstendiğine misal ise şu âyet-İ celiledir.:
"... Bozulan
yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin
ortalamasından on yoksulu yedirmek veya giydirmek, yahut da bir köle azad etmek* tir. Verecek bir şey bulamayan İçin de üç gün
oruç tutmaktır. Yapıp da bozduğunuz yeminlerin keffareti
işte budur...”[4] Bu âyette yemini bozan kişiden
üç şeyden birini yapması istenmektedir. On yoksulu doyurması veya giydirmesi,
yahut bir köle azad etmesi. Bunlardan hangisini
yaparsa keffaretini ifa etmiş olur. Ancak bunlardan
hiçbirine gücü yetmezse o zaman tek bir şeyi yapması istenmektedir ki o da üç
gün oruç tutmasıdır.
Görüldüğü gibi
mükellef, muhayyer vacipten yapılması istenilen bir şıkkı ifa etmek
mecburiyetindedir. Şıkkların hepsini terk ederse
günahkar olur. Buradaki muhayyerlik sadece seçmededir. Yapıp-yapmamada
değildir.
3- Vacipler,
miktannın belli olup-olmaması bakımından da miktan belli olan vacipler, miktarı belli olmayan vacipler
diye iki kısma ayrılmaktadır:
A. Miktarı
belli olan vacipler: Zekat, litre vs. gibi farzların çoğu bu türdendir.
B. Miktarı
belli olmayan vacipler: Başı mesh etme, rükuda durma,
kişinin bakmakla yükümlü olduğu kişilere harcayacağı nafaka miktarları bu kabildendir.
Çünkü başın ne kadarının mesh edileceği, rükuda ne kadr durulacağı, seri mahkeme kararıyla tesbit edilmeden önce, nafakanın ne miktarda harcanacağı
kesin bir şekİİde belli değildir.
Miktan belli olan vacipler, malla ilgili bir vacip olur da
zamanında ödenmezse, mükellefin ödemekle yükümlü olduğu bir borç halini
alırlar. Mesela, mükellef zekatı vaktinde vermezse, zekat verme borcu
üzerinden düşmez. Ödeyinceye kadar üzerinde bir borç olarak devam eder.
Nafakanın miktan takdir edilirse o da bu şıkka girer,
Miktan belli olmayan mali vacipler ise, zamanında
ödenmediği taktirde Ebu Hanife
ve mezhebindeki alimlere göre, mükellefin uhdesinde borç halini almazlar.
Mesela, mahkemece miktan tayin edilmeyen nafakalar,
zamanında layık olanlara harcanmazsa, Hanefi mezhebine göre, mükellefler
bunları ödemekle borçlu duruma düşmez. Cumhur uleması ise, burada da mükellefi
geçmişte harcamadığı nafakaları tazmin etmekle yükümlü saymışlardır. Çünkü
harcanmayan bu nafakalar, her ne kadar ödenmesi gereken bir borca dönüşmeseler
de alacaklılar için kaybedilen haklarıdır. Tazmin edilmeleri gerekir.
4. Vacipler,
kendilerini ifa edecek olan mükelleflerin belirli veya belirsiz olmaları
bakımından da vacib-i aynî ve vacib-i
kifai diye iki kısma ayrılmaktadırlar:
Bunlar, her mükellefin
yapmakla emrolunduğu vaciplerdir. Herhangi bir
mükellef bunları terk ettiğinde günahkar olur. Kınanmaya layıktır. Namaz, oruç,
zekat, gücü yetene lıacc, sözleşmeyi ifa etme,
haklıya hakkını verme vs. bu türdendir.
Toplum, yani müslümanlar bütün olarak bunları yapmakla mükelleftir. Ancak,
toplumun içinden bir kısım insanlar bunları yaparsa, bütün toplumun
mükellefiyeti kalkar. Şayet bunları hiç kimse yapmazsa bütün toplum günahkâr
olur. Bunların misalleri şunlardır:
- İyiliği emredip
kötülüğe mani olmak: Allah Teala şöyle buyuruyor:
"İçinizden hayra davet eden, iyiliği emredip kötülükten men eden bir ümmet
bulunsun. Kurtuluşa erenler işte onlardır.”[5]
Diğer bir âyette
geçmişteki İsrailoğullannın bu vazifeyi ifa
etmedikleri için Allah'ın lanetine uğradıkları zikredilmektedir:
"İsrailogullarından inkar edenler, Davud'un
diliyle ve Meryemoğlu İsa'nın diliyle lanetlendiler.
Bu, onların isyan etmeleri ve aşırt gltmele-rindendi. Bir de onlar yaptıkları kötülüklerden
birbirlerini men etmiyorlardı. Yaptıkları şey ne kötü idi."[6]
- İmamlığı ayakta tutmak (hilafeti Devam
Ettirmek )[7]
[1] Şerhu'l Menar,
sh. 583-584
[2] Bakara, 185
[3] Muhnmıned, 4
[4] Maide, 89. Bkz. Ruku'l-Meani
Tefsiri, c. VII, sn. 14. Müniriyye Matbaası baskısı,
Kahire
[5] Ali İmran, 104
[6] Maide, 78, 79
[7] İslâm'da devlet başkanına "halife veya
imanı" denilmektedir. Halife unvanı; "Ey Davud!
Şüphesiz ki Biz seni yeryüzünde halife kıldık. İnsanların arasında hak İle
hükmet..." (Sad, 26) âyetinde zikredilmiştir.
İmam unvanı ise; "... Allah İbrahim'e: Ben seni İnsanlara İmam
yapacağını, dedi..." (Bakara, 124) zikredilmiştir.