1. Bir Fiille Yükümlü Olmanın Sıhhatine Dair Şartlar:
A. Fiil, Mükellef Tarafından Tam Olarak Bilinmelidir.
B. Mükellefin Yükümlü Olduğu Fiil, Güç Yetirdiği Bir Fiil Olmalıdır.
2. Hukukullah, Hukukul-İbad (Allah'ın Hakları, Kulların Hakları):
1. Yalnız Allah'ın Hakkı Olan Fiiller (yükümlülükler):
2. Yalnız Kul Hakkı Olan Fiiller:
3. Her İkisinin Karışımı Olan ve Allah'ın Hakkı Ağır Basan Fiiller:
4. Her İki Hakkın Karışımı Olan ve Kul Hakkı Ağır Basan Fiiller:
Yükümlü Olmanın Sıhhatine Dair Şartlar:
1. Hak Ehliyeti (Vucup Ehliyeti):
A. Ceninin, (Annesinin Karnındaki Bebeğin) Hak Ehliyeti:
B. Diri Doğan Çocuğun Ehliyeti:
A. Tasarruf Ehliyetine Kimler Sahiptir:
A. Kul Hakkı Olan Yükümlülüklerin:
B. Allah Hakkı Olan Yükümlülüklerin:
İkinci Dönem: Temyiz Gücüne Sahip Olma Dönemi:
Üçüncü Dönem: Ergenlik Çağına Ulaşma Dönemi
Dördüncü Dönem: Rüşde Erme Dönemidir
Fiil Ehliyetini Zedeleyen Arızalar
2. Kulun Sebep Olduğu Arızalar
2. Bunaklık (Ateh: Akli Dengeyi Kaybetmek)
Deli Ve Bunağın Hacir Altına Alınmaları (Kısıtlılık Hükmünün Uygulanması)
A. Hastanın Mahcur (kısıtlı)
Sayılması:
C. Hastanın Karısını Boşaması:
Kulun Sebep Olduğu Arızalar (Semavi Olmayan Arızalar):
A. İslâm Diyarında (Daru'l-îslâmda) Yaşayanın Cehaleti:
B. Daru'l Harpte Yaşayanın Cehaleti:
B. Hata Nerelerde Mazeret Sayılır:
5. Sefihtik (Savurganlık, Beyinsizlik)
A. Ergenlik Çağına Sefih olarak Erenin Durumu:
C. Rüşd Nedir Ve Nasıl Bilinir:
B. Sefihin Hacir Altına Alınması (Kısıtlı Olması)
b) Ebu Hanife Ve Züfer'e Göre İse:
A. İkrahın Sözlü Tasarruflara Tesiri:
B. İkrahın İşle Yapılan Tasarruflara Tesiri:
4. İcma Bulunan Konulan Bilmek:
C. Kulların Menfaatini Gözetme:
7. Doğru Anlayışlı ve İyi Takdirli Olmak:
8. Samimi Olmak ve îtikaden Sağlam Olmak:
1. Bağımsız Mutlak Müçtehidler (Şeriatta Müçtehid)
Taklid Eden Fıkıhçıların Dereceleri:
2. Taklid Edenler (Mukallidler)
1- Hakkında Kesin Nas Bulunan
Hükümler.
2- Hakkında Kesin Değil Zanni
Deliller Bulunan Konular.
3- Haklarında Hiç Nas Bulunmayan Meseleler.
Ictihad Kapısının Açık Veya Kapalı Olması:
İçtihadı Bozma, Içtihaddan Dönme:
İçtihadın Bölünmesi (Meselede içtihad):
2. Fetva Veren Müftülerin Dereceleri:
Müftülerde Aranan Müşterek Şartlar:
Mutlak Müctehid Olan Müftülerde Aranan Şartlar:
Kısmen Müctehid Olan Müftülerde Aranan Özel Şartlar:
Bu bölümde, yüce
Mevla'nın gönderdiği ilahi hükümlerle kimlerin yükümlü oldukları, yükümlü olma
şartları ve yükümlülüğü ortadan kaldıracak sebepler beyan edilmeye
çalışılacaktır. Ancak bu konulara değinmeden önce, kulların fiilleri olan ve
"Mahkûmun fih" veya "Mahkûmun bin" denilen kavramı kısaca
İzah etmeye çalışacağız.
Evvela belli bir ameli
yapmakla veya ondan kaçınmakla yükümlü olmanın sıhhatinin şartlan, ikinci
olarak da yapılması veya yapılmaması istenilen amellerin Allah Teala'nın hakkı
mı. yoksa kulların hakkı mı olduğunu izah etmeye çalışacağız.
Kişiyi belli bir
fiilden sorumlu tutabilmek için, ona bu fiili Öğretmek gerekmektedir. İnsan
bilmediği bir amelden sorumlu tutulamaz. İşte bu sebepten dolayı Kur'ân'da
zikredilen namaz kılma, oruç tutma, haccetme ve benzeri emirler, kapalı olarak
zikredikliklerinden Resulullah (s.a), nasıl yapılacaklarını tam bir şekilde
izah etmiş, şüphelere yer bırakmamış ve bilmeme mazeretini ortadan
kaldırmıştır. Çünkü Allah Teala Peygamber'e: "Sana da Kur'ân'ı indirdik
ki, insanlara kendilerine gönderilenleri açıklayasın"[1]
buyurarak bunu yapmasını emretmiştir.
Burada zikredilen
"bilinmeden" maksat, yükümlünün fiilleri gerçekten bilmesi veya
bilme imkânına sahip olmasıdır. Eğer mükellef, yükümlü olduğu fiilleri bilme
gücüne sahipse veya ilim erbabından sorup öğrenme imkânı varsa, bu mükellef,
yükümlü olduğu fiilleri biliyor sayılır.
Yükümlünün,
Daru'l-İslâm'da bulunması, yükümlü olduğu fiilleri bildiğine dair bir
delildir. Çünkü Daru'l-İslâm'da şer'i hükümler, bilinen ve yaygın olan
hükümlerdir. Bunları bilmemek mazeret sayılmaz.
Buna karşılık,
Daru'l-Harp'te İslâmî hükümleri bilmemek mazerettir. Çünkü bu hükümler orada
lalbik edilmediği için halk tarafından bilinemezler. İşte bu nedenledir ki.
Daru'l-liarp'te bulunan bir nıüslüman. namazın i arz olduğunu bilmeyerek onu
kılmazsa, öğrenmesinden sonra geçmiş namazlarını kaza etmekle yükümlü
değildir. Keza bilmeyerek içki İçerse, Daru'l-İslâm'a geldiğinde ona içki
cezası uygulanmaz.
Çünkü yükümlülükten
maksat, emir veya yasaklan verine getirmektir. Şayet kişi bunları yerine
getirmekten aciz olursa, onu bunlarla yükümlü saymak abestir ve şeriatin
koyucusu, aciz olan bir insanı mükellef kılmaktan uzaktır.
Zikredilen bu
şartlardan şu sonuçlar çıkmaktadır:
a. Kişi
imkânsız şeylerle yükümlü olmaz. İster imkânsızlık, iki zıttı bir arada
toplama gibi. hem aklen hem de İnlen
mümkün olmayan bir imkansızlık olsun. İsterse, her hangi bir araç olmadan
uçmak gibi, aklen caiz olan, fakat lülen yapılması imkânsız olan bir fiil
olsun durum aynıdır.
b. Kişi
kendi iradesi dışındaki bir şeyle
yükümlü olmaz. Mesela; kişi başkasının yapacağı bir fiille yükümlü kilanamaz.
Çünkü o iradesi dışında bir şeydir. Kişinin başka insanlara yapmakla yükümlü
olduğu fiili, sadece onlara iyiliği emredip kötülüğe mani olmasıdır. Birinin
ağzını bağlayarak ona zorla oruç tutturamaz. Keza birini zorla ayağa kaldırıp
rükû, secde ettirerek ona namaz kıldıramaz. Ancak ona cebir kullanma yetkisinde
ise, çeşitli zorlamalarla namaz kılmasını sağlar.
Kişinin hisleri ve
kalbî temayülleri de irade dışı olduklarından bunlardan da sorumlu değildir.
Mesela; belli bir insanı diğerlerinden daha fazla sevmek, öfkelenmek ve benzeri
şeyler kişinin iradesi dahilinde olmadığından bunlardan sorumlu değildir. İşle
bu nedenledir ki. Peygamber efendimiz hanımları arasında adaletli davranmayı,
günlerini aralarında taksim etmeyi başardığ-nı. ancak kalben sevmede bunu tam
olarak yapamayabüeceğinİ beyanla şöyle buyurmuşlardır:
"Ey Allah'ım! Bu
benim gücümün yettiği bir taksimdir. Senin gücünün yettiği ve benim gücümün
yetmediği şeylerden dolayı beni kınama.”[2] (Yani,
hanımlardan birine diğerinden daha fazla kalben meyletmemi kınama. Çünkü o
benim iradem dışındadır).
İler ne kadar hadis-i
serifde kişinin hislerinden de sorumlu olacağı anlatıyorsa da, bunun aslında
bu manayı ifade etmediği muhakkaktır.
Peygamber elendimiz.
bir adamın kendisine: Ev Allah'ın Rasulü. sen bana bir şeyi tavsiye et demesi
üzerine ona: "Öfkelenme" buyurmuştur. Adam bir kaç defa tekrar etmiş,
Resulullah da her defasında "öfkelenme" buyurmuştur.[3]
Bu hadis-i şerifte
geçen “öfkelenmekken maksat, kişiyi öfkelenmeye sevkeden söz ve amellerden
kaçınmaktır. Çünkü öfkelenme sebepleri gerçekleştikten sonra artık kızmamak
kişinin iradesi dışında bir şeydir.
Burada şuna iyi dikkat
etmek gerekir. Kul, itikatla ilgili kalbî eğilimlerden sorumludur. Mesela:
Müslüman Allah'ı ve Peygamberi sevme mecburiyetindedir. Şayet bunlardan birini
“sevemiyorum", "elimde değil" gibi ifadelerde bulunursa, kişinin
mü'min olmadığına hüküm verilir.
Dikkat edilmesi
gereken ikinci husus da. çok zor olan işlerdir. Daha önce belirtildiği gibi,
kişi gücünün yetmediği iş ve sözlerden yükümlü değildir. Şayet zor bir işle
karşılaşır ela '"buna gücüm yetmiyor" derse burada durum nedir? Vakıa
hiç bir iş zorluklan uzak değildir. Zaten "yükümlülük" nefse zor
gelen bir şeyi yapmak demektir. Çünkü insan nefsinin hoşuna giden yeme. içme,
karşı cinsi sevme gibi şeyleri kendiliğinden yapar. Ancak bazı işler vardır
ki, insan onları aşın bir çaba harcayarak ve büyük sıkıntılara katlanarak
yapabilir. İşte bu gibi fiilleri yapmakla yükümlü müdür? Bu hususta Allahu
Teala, "Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiğiyle mesul tutar"
buyurmuştur.[4]
Bu nedenle kişinin
büyük çaba harcayarak ve sıkıntılara katlanarak yapacağı fiiller üç kısma
ayrılmaktadır:
1)
Birincisi, mükellefin özel bir durumundan dolayı yapacağı fiilde anormal
zorluklar meyadana gelir. Mesela, yolcu veya hasta iken oruç tutması, kâfir
olduğunu söylemesi için cebredümesi, iyiliği emredip kötülüğe mani olduğunda
hayatının tehlikeye düşmesi gibi; şeriatın koyucusu yüce Mevlâ, bu gibi
meşakkatlere maruz kalan kula. bu fiilleri bırakma ruhsatı vermiştir. Bununla
beraber, kâfir olmaya zorlanan gibi, bazı hallerde yükümlünün yapmasına ruhsat
verilen söz veya fiili yapmaması daha evla kılınmıştır. Mesela kâfir olmaya
zorlanan kişi, ölümüne de sebep olsa, kendisini küfre götürecek bir söz
söylemeyip sabretmesi daha evladır.
İyiliğe emredip
kötülüğe mani olan kimse de bu türdendir. Buna mukabil yolcu veya hastanın
oruç tutması, tutmamasından daha evla değildir.
2) İkincisi
ise, iarz-ı kifayelerin yerine getirilmesinde karşılaşılan anormal
zorluklardır. Bunların hükmü: Farz-ı kifayeieri yerine getirmek için bunlara
katlanmak gereklidir. Mesela, cihad etmek bir kısım insanların ölmesine, diğerlerinin
sakat kalmasına, mal harcamalarına, yorgunluk ve çile çekmelerine sebep olsa da
bunlara katlanmak mecburiyeti vardır. Ancak bu tür çile ve zorluklar, herkesin
yapmakla yükümlü olduğu fiillerde değil, belli bir grubun yapması İle kulların
yükümlülüğü ortadan kalkan farz-ı kifayelerde görülmektedir. Bu nedenle bu
amele girişenlerin eziyetlere katlanmalarından başka çareleri yoktur.
3) Üçüncü
türden olan zorluklar ise, kulun yapacağı fiilden kaynaklanmayan, bizzat kul
tarafından meydana getirilen çilelerdir. Bu gibi zorluklara katlanmak dinen
caiz değildir. Mesela; kişinin hiç açmadan bir kaç gün peşpe-şe oruç tutmayı
adaması yahut evlenmeyeceğine and etmesi haramdır. Bu tür adakların bozulup
kefaretlerinin Ödenmesi gerekir. Bunun hakkında şu hadisler zikredilmiştir:
Bir gün Rasuİullah
(s.a) hutbe okurken bir kişinin sıcak güneşin altında ayakta durduğunu gördü ve
İnsanlara ne yaptığını sordu. Onlar da: "Ey Allah'ın Rasulü, bu Ebu
İsrail'dir. Güneşin altında ayakta duracağını, oturmayacağını,
gölgelenmeyeceğini, konuşmayacağını ve oruç tutacağını adamıştır"
demişlerdi. Resulullah (s.a) da: "Ona emredin de konuşsun, gölgelensin,
otursun ve orucunu tamamlasın" buyurmuştur.[5] Görüldüğü
gibi Resulullah, kulun kendi vücuduna eziyet etmesinin caiz olmadığını bizlere
öğretmiştir. Abdullah b. Abbas diyor ki: Resulullah (s.a), Kâ'beyi tavaf
ederken bir kişinin diğerini burnuna taktığı yularla çektiğini gördü. Resulullah
(s.a), kendi eliyle yuları kopardı ve o adama diğerini eliyle tutarak
götürmesini emretti.[6]
Yine Abdullah b. Abbas
diyor ki: "Ukbe b. Amir'in bacısı yaya yürüyerek hac etmeyi adamıştı.
Ancak buna güç yetiremez olmuştu. Resulullah (s.a), Ukbe'ye "Allah'ın
senin bacının yürümesine ihtiyacı yoktur. Bir bineğe binsin ve keffaret olarak
da bir deveyi kurban etsin" buyurmuştur.[7]
İşte bütün bu hadis-İ
şerifler, kişinin yükümlü olduğu fiilleri yaparken Allah'ın emretmediği bir
kısım çile ve zorluklara kendisini mecbur etmesinin dinen yasak olduğunu
göstermektedirler. Zira Allahu Teala vücuda eziyet edip onu yıpratmayı değil,
bilakis onu muhafaza etmeyi istemektedir. Böylece yükümlü olan kul, sorumlu
olduğu amelleri zinde bir şekilde yapabilsin. Burada dikkat edilmesi gereken
bir husus da şudur: Eğer bir müslümanın zorluk ve çilelere katlanması, belli
bir faydayı sağlamak veya yüce bir hedefe ulaşmak yahut meşru olan bir maksada
erişmek gayesini güdecek olur ise, mükellefin bu tür zorluklara katlanması
caizdir. Selef-1 salilıin'den bizlere nakledilen yaşantı ve davranışları bu gayelere
matuftur. Mesela: Hz. Ömer, Hz. Ali, Ömer b. Abdulaziz ve benzerleri ümmetin
Önderleri ve müslümanların işlerini üzerlerine alan liderler olmaları hasebiyle,
kendilerini zorluklara alıştırıyorlar. Kıt kanaat geçinmeyi tercih ediyorlar,
elbiselerinde yumuşak şeylerden ziyade sert şeyleri seçiyorlardı. El-betteki
onların bu davranışları takdire şayandı.
Yine kişiyi zorluk ve
sıkıntılara sürükleyecek de olsa başka mü'min kardeşini kendisine tercih
etmesi dinen caiz olan bir fiildir. Keza bir insanın çile ve meşakkatlerine
neden olsa da, zalim yöneticilerin kapılarını çalmaması ve onlardan yardım
almaması güzel bir meziyettir. Çünkü bu davranışlar şerefli bir gaye içindir.
Mükelleflerin yükümlü
olduğu fiillerle ilgili olan meselelerden biri de yapacağı fiiller Allah
Teala'nın hakkı mıdır yoksa kulların hakkı mıdır? konusudur.
Bu iki hakkı
birbirinden ayıran en belirgin nokta şudur: Eğer yapılması talep edilen
fiilden asıl maksad, özel bir menfaat sağlamaksa, bu fiil bir kul hakkıdır.
Şayet yapılacak fiilden asıl maksad, topluma ait bir fayda sağlamaksa, bu füt
de Allah Tealanın hakkını yerine getirmek için yapılan fiildir. Bazan da her
iki hakkın karışımı bir hak olur. Fakat haklardan biri diğerine ağır basar, bu
İtibarla haklar dört kısma ayrılırlar:
Bunlar, yapılmalarıyla
genel faydalar sağlayan ve herhangi bir ferde ait olmayan haklardır. Bu
nedenle belli bir insana değil, bütün İnsanların Rabbi olan Allah'a isnad
edilmişlerdir. Bunlara toplum hakkı denmesi yerine Allah hakkı denmiştir.
Bu haklan, affetmek,
bunlardan vazgeçmek, bunları düşürmek caiz değildir. Ayrıca isbat edilmeleri
dava açmaya bağlı olamaz.
a. Sadece
ibadet olan fiiller: Bunlar, iman etme, namaz kılma, oruç tutma, zekât verme,
hac yapma, cihad etme gibi haklardır. Çünkü bunlardan her biri, toplumun
menfaatlerinin teminatıdır. Mesela iman etme, toplum için çok zaruri olan bir
faydayı sağlamayı amaçlamaktadır. Zira imanını kaybeden bir topluluktan artık
ümit beklenmez. İbadetlerin hepsi de böyledir.
Bütün fıkıh alimleri,
zekâtın da yalnız Allah haklarından olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Çünkü zekât, sosyal adaleti sağlayan servet dağılımını gerçekleştiren en büyük
vasıtalardan biridir.
b. içinde mali külfet bulunan ibadetler:
Ramazandan sonra fitre vermek bu tür haklardandır. Bunların ihadel oluşu,
fakirlere sadaka vermekle Allah'a yakın olma yönündendir. Mali bir külfet
olmaları ise, mükellefe başkaları sebebiyle gerekli olmalarındandır. Halbuki
sadece ibadet olan hukuklarda bu son durum yoktur.
c. Aslında
mali külfet olan ve içinde ibadet de bulunan fiiller: Bunlara misal, arazi
öşürleridir. Mali bir küliei oluşu, arazinin vergisi olmasındandır. İbadet
oluşu İse. bunun da zekâtın verildiği yerîere harcanması ve kamunun menfaatini
gerçekleştirmesindendir. Kuvvetle fethedilen ve üzerinde yaşayan insanlara
belli bir bedel karşılığı işletmeye verilen haraç arazilerinden alınan haraçlar
da bu haklardandır.
d. Tam olan cezalar: Zina etmenin, içki içmenin,
hırsızlık yapmanın ve yol kesmenin cezalan bu kabildendir. Çünkü bunlar,
kamunun menfaat ve maslahatı İçin koyulmuş olan cezalardır. Bu nedenle
bunların affedilmeleri veya düşürülmeleri mümkün değildir.
e. Eksik
cezalar: Katilin, mirastan ve vasiyetten mahrum edilmesi bunlara misaldir.
Bunların eksik ceza kabul edilmelerinin sebebi, bedene uygulanan veya
hürriyeti kısıtlayan her hangi bir cezanın olmamasmdandır. Burada sadece
katili maldan mahrum etme söz konusudur. Bu nedenle eksik bir cezadır. Bu
cezalarla da kan dökülmesi önlenmek İstendiğinden, bunlar da kamu cezalarından
ve hukukulllahdan sayılmışlardır.
f. İçinde
ibadet bulunan cezalar: Yemini bozmanın, Ramazanda kasıtlı olarak orucu
yemenin, hala ile bir insanı öldürmenin cezaları olan keffaretler bu haklar
türündendir. Bunlar birer cezadır. Çünka yapılan bir suçun karşılığıdır. Aynı
zamanda İbadettir. Çünkü bunlar yapılırken oruç tutma, sadaka verme, köle azad
etme gibi İbadetler işlenmiş olur.
g. Müstakil haklar: (Yükümlünün zimmctiyle
alakalı olmayan haklar)
Bunların misali,
ganimet mallarının beşte biri, yer altı madenleri ve hazinelerdir. Bu hakları
yükümlü, bir itaat olarak yerine getirmiş olmaz. Bunlar başlangıçta Allah'a ait
olan haklardır. Onun için müstakil haklar, yani yükümlünün alakası olmayan
haklar İsmini almışlardır.
Tarifi: Bunlar,
yapıldıklarında yalnız fertlerin menfaatini sağlayan haklardır. Alacaklar,
tazminatlar, mirasçı olma, diyetler, malik olma ve diğer net mali haklar gibi.
Hükmü: I lak sahibi,
bunları alıp-almamada serbestin Dilerse bu haklarından vazgeçer, dilerse alır.
Ancak bunları ödemekle yükümlü olan kişinin, bunları vermesi farzdır. Bunları
yerine getirmemesi zulümdür. Allah Teala, kul hakkını asla affetmiyeceğini
Peygamberi aracılığıyla bizlere bildirmiştir. Ve levki borçlu olan, canını
Allah yolunda veren bir şehid olsun. Bir hadis-i şerifte: "Allah yolunda
Öldürülmek, her şeyi affettirir. Ancak borç hariç"[8] buyurulmuştur,
Tarifi: Bunlar
öncelikle toplumun menfaatini sağlayan, aynı zamanda fertlerin de
menfaatlerini koruyan haklardır. Manefilere göre zina iftirasında bulunanı
cezalandırma buna misaldir. İmam Şafii bu hakkın hukukulllahdan olduğunu
bildirmiştir. Haneliler, görüşlerini şöyle İzah etmişlerdir:
Bli iftirayı yapan
kimse, insanların namusunu lekeler, toplumda hayasızlığı yayar. Bunun
cezalandırılması iftiracıları caydırır, namusları muhafaza eder ve toplumu
huzursuzluktan lesaddan korur. İşte bu yön öyle Allah'ın hakkıdır. Diğer
yandan, zina iftirasını yapan kişiyi cezalandırmak, iftiraya maruz kalan mağdur
için de büyük bir tayda sağlar. Zira onun şeref ve itibarını yeniden iade
eder. İffet ve namusunu korur. İşte bu yönüyle de kul hakkıdır. Hırsızı
cezalandırma hakkı da bu iki mezhep arasında aynı şekilde ihtilaflıdır.
Hükmü: Bu türden olan
hakları affetmek veya bunlardan vazgeçmek caiz değildir. Bununla birlikte kul
hakkı da olduğundan tesbiti için dava açılması şarttır. Hakim, bunları
işleyene kendiliğinden ceza veremez.
Tarifi: Bunlar,
öncelikle fertlerin menfaatlerini koruyan, aynı zamanda toplumun menfaatlerini
de himaye etmeyi amaçlayan haklardır. Kısas yapma cezası, kısası hak edene,
affedilmesi halinde diyet Ödetme cezası ve benzerleri bu haklara misaldir. Bu
cezalar, insanların hayatını himaye etmeleri, güvenlerini sağlamaları ve
saldırıları önlemeleri yönünden toplumun menfaat-larını teminat altına alırlar.
Bu nedenle Allah'ın
hakkı sayılmaktadırlar. Diğer yandan bunlar, öldürülenin akrabalarını
rahatlatır, öfkelerini yatıştırır, katile ve yakınlarına olan kinlerini
giderir. İşte bu yönleriyle ferilerin menfaatini gerçekleştirdiklerinden kul
hakkı sayılmışlardır. Ancak kısas yapmak, toplumun menfaatından çok fertlerin
menfaatim gerçekleştirdiği İçin kul hakkı daha ağırdır. Öyleki, öldürülenin
velisi dilerse, katili affedebilir. Bu da kul hakkının ağırlığını göstermektedir.
Hükmü: Bu cezalarda
kul hakkı ağır bastığından, hak sahibi, bunlardan vazgeçebilir. Kısas,
düşürebilir veya onu diyete çevirebilir. Diğer yandan bunlarda Allah hakkı da
olduğundan katilin affedilmesi halinde, hakim uygun gördüğü tazir cezasını
tatbik edebilir. Boyece anarşi ve zulmü önlemiş olur. Çünkü adam öldürmek yer
yüzünde fes a d çıkarmaktır. Ululemir'in bunu önlemesi asıl görevlerindendir.
Görüldüğü gibi, İslâm
hem mağduru, hem de toplumu nazari itibare almakla kuşatıcı bir yol
izlemektedir. Zaten ilahi nizama yakışan da budur. Beşeri kanunlar ise, ya
yalnız toplumu ya da mağduru gözetmişlerdir. Buna şa-şılmamahdır, çünkü aciz
kulların yıpımidır.
Daha Önce de izah
ettiğimiz gibi, evvela şeriatın koyucusunun Allalıu Te-ala olduğunu, sonra seri
deliller, ardından şeriatın hükümlerinin neler olduğu daha sonra da
mükelleflerin fiillerinin çeşitleri, onun ardından da seri hükümlerle
muhatapların kimler olduğu en son olarak hüküm çıkarma yolları zikredilmeye
çalışılmıştır.
Şüphesiz ki seri
hükümlerin muhatapları, mükellef olan insanlardır. Mükellef olmanın temel
şartı ise, akıllı olmak ve yükümlü olduğu fiili anlamaktır. Çünkü aklı ve
idraki olmayana hitap etmek abestir. Mesela, cansız yaratıklara veya
hayvanlara yahut aklını kaybeden delilere ya da henüz ehliyet seviyesi
gelişmemiş çocuklara "sana bunu yapmak farzdır. Şunu yapmak haramdır"
demek faydasız bir konuşmadır. Elbetteki yüce Mevla böyle bir durumdan
beridir. İşte bu sebepten dolayı mükellef olmanın şartlarını bilmek gerekir.
Aslında mükellef
olmanın temel şartı, kişinin kendisine emredilen hükümleri, ya bizzat
kendisinin veya vasıta ile anlayıp kavramasıdır. Hükümleri anlayabilmek için
kişinin akıllı olması gerekmektedir. însan aklı, devamlı gelişmekte ve evreler
geçirmekte olduğundan aklı tam olarak ölçmek zordur. İşte bu sebeple Allah
Teala, aklın geliştiğini gösteren zahiri bir alameti koymuştur. O da kişinin
buluğa (ergenlik çağına) ermesidir. Böylece akıllı olan ve ergenlik çağma ermiş
olan kişi, yükümlü sayılmıştır. Nitekim Resulullah (s.a). bu hususta şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz ki kalem, şu üç kimseden kaldırılmıştır. (Onların
işledikleri yazılmaz): İyileşinceye kadar deliden, uya-nıncaya kadar uyuyandan
ve aklı erinceye kadar çocuktan."[9] Başka
bir rivayette: "Ergenlik çağına erinceye kadar çocuktan”[10] buyurmuş
ve seri hükümleri anlama gücünde olmayanların, şeriatla muhatap
olmayacaklarını beyan etmiştir.
Bir kısım alimler,
"aklın ermesi ve hükmün anlaşılması" şartına karşı bazı itizarlar
ileri sürmüşlerdir. Bunları şöyle Özetlemek mümkündür:
a. "Küçük
çocuk ve deli kimse, bazı hallerde yükümlü sayılmışlardır. Mesela, bunların
mallarına, Hanefiler dışındaki alimlere göre zekât farzdır: Bunlar, akraba ve
hanımlarına nafaka vermek zorundadırlar, telef ettikleri malların bedelini
ödeme mecburiyetindedirler. O halde deli ve çocuğun, seri hükümleri
anlayamadıkları için sorumlu olmayacaklarını söylemek İsbabetli değil."
Bu itiraza şu cevap
verilmiştir: Sayılan bu misallerde, çocuk ve deli değil, onların velileri
yükümlüdür. Bu hususlar velilere emredilmiştir. Çocuk ve deliye değil.
b. "Sarhoş
da bazı durumlarda yükümlüdür. Nitekim bir âyet-i kerimede: "Ey iman
edenler, sarhoş olduğunuz zaman ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza
yaklaşmayın"[11] buyrulmuş
ve sarhoşun namaz kılmaması emredilmiştir. Halbuki sarhoş aklı başında olmayan
ve emredileni anlamayan biridir."
Bu itiraza da şu cevap
verilmiştir: "Bu ayette geçen emir, sarhoşlara, sarhoşluk halinde iken
emredilen bir emir değil, ayık oldukları zamanda kendilerine emredilen bir
emirdir. Böylece namaz vakti yaklaşınca, içki içmesinler.
Şunu ayrıca bilmek
gerekir ki, zikredilen bu ayet, içkinin haram olduğunu beyan eden şu ayetten
önce inmiştir ve hükmü kaldırılmıştır."
"Ey İman edenler!
İçki, kumar, putlar ve fal okları sadece şeytanın işinden birer pisliktirler.
Bu pislikten kaçının ki, kurtuluşa eresiniz."[12]
c. İslâm
şeriatı bütün insanlık için geçerli olan bir şeriattır. Halbuki insanların
çoğu Arap değildir. Bunlar seri hükümleri anlamazlar. Bu İtibarla, "seri
hükümleri anlama" şartı bu gerçekle çelişmektedir. Arapça bilmeyen insanların,
Arapça olan hükümlerle muhatab olmaları zikredilen şartın isabetsiz olduğunu
gösterir.
Bu itiraza da şu cevap
verilmiştir: Eğer bir insan Arapça bilmiyor, onu bilen alimlerden öğrenme
imkânına sahip olmuyor, hükümler de anlayacağı dile tercüme edilmemişse, böyle
bir İnsan, seri hükümlerle yükümlü değildir.
Ancak, günümüzde böyle
bir insanın bulunduğunu söylemek, hemen hemen imkânsızdır. Bu sebeple
zikredilen itiraz aslında varid değildir. Kaldı ki, müs-lümanlardan bir gurubun
yabancı dilleri öğrenip onu konuşanlara dini hükümleri tebliğ etmeleri farz-ı
kifayedir Yapmamaları halinde hepisi de sorumlu olurlar.
Bundan maksad, insanın
haklara ve borçlara sahip olabilmesi, seri hükümlere uygun olan fiilleri
yapabilmesi, ona ters düşen fiillerden de sorumlu olmasıdır.
Görüldüğü gibi,
ehliyet iki kısımdır. Birincisi, haklara ve borçlara sahip olma ehliyetidir.
Buna hak ehliyeti (vucup ehliyeti) denilmektedir. Bu ehliyet kişide insan
olmasıyle mevcuttur. İkincisi ise, seri şerife uygun olan fiilleri yapabilme,
ona ters düşen fiillerinden sorumlu olma ehliyetidir. Buna da tasarruf (eda)
ehliyeti denilmektedir. Fiil ehliyeti diyenler de mevcuttur. Bu ehliyetin
kişide var oluşu, sadece insan olmasıyle sabit değil, temyiz gücüne sahip
olmasıyla gerçekleşir.
Bundan maksad, haklara
ve borçlara sahip olabilmedir. Bu ehliyet, kişilere, insan olmaları
dolayısıyla tanınmıştır. Binaen aleyh, bu ehliyet eksik olarak annesinin
karnındaki bebeklere, tam olarak, çocuklara, ergenlik çağına erenlere, raşid
olanlara, raşid olmayanlara, erkeklere, kadınlara, hürlere ve kölelere tanınan
bir ehliyettir. İnsan ölünceye kadar devam eder. Hatta Hanelilere göre, ölünün
borç ve vasiyetini ifa edinceye kadar devam eder.
Fıkıh alimleri, hak
ehliyetine sahip olanın, hayali bir cüzdana sahip olduğunu, haklarının ve
borçlarının onun içinde bulunduğunu farzetmişlerdir. Bu itibarla, "falan
insanın zimmetinde şu kadar alacağım var" denildiği zaman, "hak
ehliyetine sahip olan bir insanın üzerinde alacağım var" anlamı ifade
edilmek istenir.
Daha önce işaret
edildiği gibi. ceninin hak ehliyeti eksiktir. Çünkü buna, haklara sahip olma
selahiyeti tanınmış, ancak borçları yüklenme selahiyeti tanınmamıştır. Hatta
tanınan haklar da yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bunun sebebi, ceninin
ölü veya diri doğması muhtemeldir. Ölü doğması halinde hiç bir hakka sahip
olamaz. Ancak diri doğduğunda haklar kazanmış olabilir. Diğer bir sebep de,
ceninin annesinin karnında olması ve ondan ayrılmaya müsaid bir parça
sayılmasıdır. Hem annesinden bir parça, hem de ondan ayrılıp diri olarak yaşama
durumunda olduğu için, şeriatın koyucusu, onun haklar kazanabileceğine, ancak
borçlarla yükümlü olmayacağına karar vermiştir.
Cumhur ulema, ceninin
haklarını koruması için, ona bir veli veya vasinin tayin edilmesi gerekliğini
söylemişlerdir. Bunlar, ceninin malını sadece koruma yönünden idare ederler.
Onları artırmayı hedefleyen tasarruflarda bulunamazlar. Çünkü malik olup
olmaması kesin değil, muhtemeldir. Hanefi-ler İse, bunun haklarının "yed-i
emin"de korumması görüşündedirler.
Çocuk, diri doğmasıyla
hak ehliyetine tam olarak sahip olur. Temyiz gücüne sahip olup veya olmaması
şart değildir. Diri olarak doğan çocuk Özetle şu haklara sahiptir:
a. Mallarına
bakan velilerinin tasarrufları geçerlidir ve çocuk, rüştüne erdikten sonra bu
tasarruflardan sorumludur. Çünkü çocuk borçlara sahip olma ehliyetine de
sahiptir.
b. Çocuğun
mallarında bütün mali yükümlülükler geçerlidir. Mesela, bunun malından haraç,
öşür ve zakâlın verilmesi gerekir. Ancak Hanefilere göre zekât gerekmez.
Ayrıca Ebu Hanife ve İmam Yusuf'a göre çocuğun malından fitre vermek de
gerekmektedir.
c. Çocuğun
mallarında, mali yükümlülük mahiyetinde olan ve akrabalık bağını korumayı
hedefleyen yükümlülükler mevcuttur. Hanım ve akrabalarının nafakalarını
vermesi gibi.
d. Yine
bunun malından telef ettiği şeylerin ödenmesi gereklidir. Mesela, birinin
camını kırsa veya arabasını yaksa, yahut hayvanını Öldürse, çocuğun malından
bunların değerleri Ödenir.
Bundan maksad, kişinin
seri hükümlere uygun olan fiilleri yapabilmesi, bunlara ters düşen fiillerinden
sorumlu olmasıdır. Bu ehliyete sahip olan, hem lehine hem de aleyhine olan bir
kısım haklar İhdas edebilir. Alış-veriş yapabilir, malını veresiye satabilir,
karşılıksız hibe edebilir ve saire. Çocuk temyiz gücüne ulaşıncaya kadar bu
hakka sahip değildir. Alış-veriş yapamaz, malını bağışta bulunamaz.
Şüphesiz ki, tam
tasarruf hakkına sahip olmak için akıllı, baliğ ve reşid olmak gerekmektedir.
Bu meseleyi anlamak için kişinin doğumundan rüşdüne (olgunluk çağına) erinceye
kadar kaç merhale kat ettiğini, yükümlülük ve selahiyetlerin hangi kısımlara
ayrıldıklarını çok iyi bilmek gerekir. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür:
Bir çocuk, tam
olgunluk (rüşt) çağına erişinceye kadar şu dönemlerden geçer. Her dönemin
kendisine göre özel hükümleri vardır. Bunlar da:
1) Temyiz
gücünün yok olduğu dönem
2) Temyiz gücüne sahip olma dönemi
3) Ergenlik
çağına erme dönemi
4) Rüşdüne
(olgunluğa) erişme dönemi
Bunlar da şu kısımlara
ayrılırlar:
1) Eksik
tasarrufta bulunma selahiyeti
2) Tam
tasarrufta bulunma selahiyeti
3) Malını
teslim alma selahiyeti
Yükümlülükler iki
kısımdır.
1) Kul hakkı
olan yükümlülükler
2) Allah'ın
hakkı olan yükümlülükler.
Temyiz Gücünün Yok
Olduğu Dönem: Bu dönem, çocuğun doğumundan itibaren yedi yaşına ulaşmasına
kadar devam eder. Bu çocuk hak ehliyetine sahip tasarruf ehliyetine sahip değildir.
Bu dönemde olan çocuğun:
A. Her hangi
bir tasarrufa bulunma selahiyeti yoktur. Malını satamaz, başkasının malını
satın alamaz, bir şey bağışlayamaz, v.s.
B. Yükümlülükler
bakımından yerine göre yükümlü olabilir veya olmayabilir.
Mali yükümlülüğü ile
sorumludur. Telef ettiği malın değerini, çalıştırılan kişinin ücretini, akraba
ve hanımlarının nafakalarını ödemek mecburiyetindedir. Bunları, velisi veya
vasisi öder.
Kul hakkının ceza ile
ilgili yükümlülüklerinden mes'ul tutulamaz. Birini haksız yere öldürürse, ona
kısas uygalanamaz. Fakat diyet ödeme mali bîr hukuk olduğu için onu ödeme
mecburiyetindedir.
İman etme, namaz
kılma, oruç tutma, haccetme gibi yükümlülüklerle mükellef değildir.
Yine Allah'ın hakkı
olan cezalardan da sorumlu değildir. Çocuğa içki içme, zina etme ve benzeri
cezalar uygulanmaz.
Çocuğun tasarruf
ehliyeti olmadığından sözlerinden ve tasarruf!anndan hiç bir sonuç çıkmaz.
Yaptığı alış-veriş hükümsüzdür, vaidleri batıldır. İtirafları, hükümsüzdür.
Bu dönem İse, yedi
yaşına girmesinden itibaren başlar ve ergenlik çağına ulaşınca sona erer. Bu
dönemde bulunan çocuğun, hak ehliyetine sahip olduğu muhakkaktır. Fakat
lasarruf ehliyeti eksiktir. Çünkü henüz aklı tam kesmemektedir. Bu sebeple, leh
ve ahleyhine olan haklara sahip olur. Fakat tasarruf ve yükümlülükleri yerine
göre sahih veya batıl olabilir.
A. Bu
dönemde olan çocuk eksik tasarruf hakkına sahiptir. Binaen aleyh yaptığı
tasarruflara bakılır:
a. Kendisi
için tamamen faydalı olan tasarrufları geçerlidir, velinin iznine ihtiyaç
yoktur. Bağış, sadaka ve vasiyyeti kabul etmesi buna misaldir.
b. Kendisi
için tamamen zararlı olan tasarrufları batıldır. Velinin izniyle dahi tashihi
mümkün değildir. Malını hibe etmesi, vakfa bağışlaması, vasiyet etmesi buna
örnekdir.
c. Kendisi
için hem faydalı hem de zararlı olma ihtimalindeki tasarrufları ise, velisinin
iznine bağlıdır. İzin verirse geçerli, vermezse hükümsüzdür. Alış veriş yapmak,
bir malı ısmarlamak, kira akdi yapmak gibi.
B. Dini
yükümlülükler bakımından temyiz gücüne sahip olmayan gibidir. Orada zikredilen
hükümler, burada da geçerlidir. Mesela temyiz gücüne sahip olan çocuk namaz,
oruç, hac gibi dini yükümlülüklerle mükellef değildir. Bununla birlikte temyiz
gücünde olmayandan şu farklılıkları vardır:
Temyiz gücüne sahip
olan çocuğun:
a. Dini hükümler
hakkındaki söz ve İfadeleri geçerlidir. Kıldığı namaz sahihtir. Fakat bunları
yapma mecburiyeti yoktur. Bununla birlikte babasının temyiz gücüne sahip olan
çocuğunu dini ibadetlere alıştırması icap etmektedir. Tâ ki ergenlik çağında
zorlanmasın, ibadetlere yatkın olsun.
b. Dini hususlar hakkındaki sözleri geçerli
olduğuna göre temyiz gücüne sahip oian çocuğun "müslüman olduğunu veya
İslâm'dan döndüğünü" söylemesinin hükmü nedir?
Bu husus alimler
arasında ihtilaflıdır.
Hanefilere göre bu
devrede olan çocuk, İslâm olduğunu söylemesi halinde müslüman sayılır. Eğer
ailesi gayri müsiimse, çocuğu etkilememeleri için onlardan uzaklaştırılır.
Yine bu yaşlarda olan
çocuk İslâm'dan çıktığını söylerse, Ebu Hanife ve İmam Muhammed'e göre rnürted
olur ve bundan doğacak sonuçlar gerçekleşir. Çünkü din hakkındaki sözleri
muteberdir. Ebu Yusuf'a göre ise, mür-ted olduğunu söylemekle mürted olmaz.
Çünkü müslüman olmak çocuğun tamamen menfaatine, İslâm'dan dönmek ise tamamen
zararına olan bir davranıştır.
Şafii ve diğer bir çok
fıkıh alimlerine göre ise, bu yaştaki bir çocuğun ne müslüman olduğunu
söylemesi ne de İslâm'dan çıktığını bildirmesi geçerlidir. Çünkü çocuk
ergenlik çağına erişinceye kadar baba ve annesinin dinine tabidir. Bir de
temyiz gücüne sahip olsa da aklı eksiktir. İtikadi delilleri idrakten acizdir.
Bu dönem, erkek
çocuğun İhtiiam (düş azması) olması, kız çocuğunun da adet görmesiyle başlar.
Çünkü Yüce Mevki bir ayetinde: "Evlenme çağına gelinceye kadar yetimleri
deneyin"[13] buyurmuş ve evlenme
çağını buluğ çağı saymıştır. Şayet erkek ve kızda her hangi bir sebepten
dolayı bu haller görülmezse, bu defa buluğ çağı yaşla tesbit edilir. Cumhur
ulemaya göre ergenlik çağına erme yaşı onbeşlir. Ebu Hanite'ye göre ise, kız
çocuğu için onye-di, erkek çocuk için on seki/, yaştır. Bu yaşlara ulaşan artık
baliğ (ergen) dir. Ergenlik çağına eren bir insan bütün salahiyetlere sahip ve
yükümlülüklerle de mükelleftir. Sadece sefih olması halinde malının kendisine
verilmesi sa-haliyeti raşid olmasına bağlıdır Raşid olmazsa, malını velisi
muhafaza eder. Binaenaleyh, ergenlik çağına eren bir çocuğun leh ve aleyline
oian bütün tasarrufları sahihtir. Böyle birçok dini hükümleri yerine
getirmekle yükümlüdür. Şer'i şerife muhalif davranması halinde belirlenen
bütün cezalar kendi-sene tatbik edilir. Çünkü bu genç, hem tam hak ehliyetine
hem de tam ta-sarru! (fiil) ehliyetine sahiptir. Namaz kılacak, borcunu
ödeyecek, borçlanabilecek, kendisine kısas uygulanacak ve keffaretler
gerektiğinde onları yapacaktır...
Bu dönemin başlangıç
noktası alimler arasında ihtilaf konusudur.
a. Ebu
Hanite'ye göre rüşd dönemi, çocuk baliğ olduktan sonra kendisinde görülen
fiili rüştle veya yirmi beş yaşına ulaşınca başlar. Böyle bir yaşa ulaşan kişi,
fiilen rüşdü görülmese de bütün hak ve tasarruflara sahip olduğu gibi, malının
kendisine teslim edilmesi hakkına da sahiptir. Yeterki akıllı biri olsun. Bu
yaşa ulaştıktan sonra fiilen olgunluğa ermiş olması veya savurgan olması
(sefihliği) Ebu Hanife'ye göre farksızdır. Çünkü Ebu Hanife savurgana kısıtlı
hükmü uygulamamaktadır (onu hacir altına almamaktadır).
b. Cumhur
ulemaya göre, rüşt çağı yaşla ölçülemez. Fiilen olgunluğa (rüşde) ulaşması
şarttır. Binaenaleyh kişi seksen yaşında da olsa, fiilen rüşde ermemesi
haiinde, malı kendisine teslim edilemez. Aksi takdirde onu saçıp sa-vurur.
Fakat bunun manası "tasarrufları tamamen engellenir" demek değildir.
Eğer savurgan (sefih) ise, onun hükümleri uygulanır. Sefihin hükmü bilahare
zikredilecektir. Cumhur ulema, sefihe kısıtlılık (hacir) uygulamaktadır.
Bunlardan maksad, aklı
kemale erdikten sonra, kişinin başına gelen ve aklını eksilten yahut tamamen
yok eden hallerdir. Bunlar, kendi aralarında başlıca iki kısma ayrılmaktadır.
Bunlar, kulun her
hangi bir kaklısı olmadan Allah'ın yarattığı arızalardır. Bunlara ilahi
arızalar deme yerine semavi arızalar denilmiştir. Manası, kulun kudreti haricinde
gökten gelen arızalar demektir. Bunlar: Delilik, eksik akıllı olmak,
unutkanlık, uyumak, bayılmak, hastalık ve ölmektir.
Bunlar, insanların
sebep oldukları arızalardır. Bunlar da kendi aralarında başlıca iki kısma ayrılmaktadır:
A. Yükümlünün
bizzat kendinden kaynaklanan arızalar. Bunlar: Savurganlık (sefihlik),
cehalet, sarhoşluk, hata (kasıtsızhk) ve şaka yapmaktır.
B. Yükümlünün
dışındaki bir insanın sebep olduğu arıza. Bu sadece bir tanedir. O da ikrah
(zorlama )dır.
Şimdi bunların ne
anlama geldiklerini ve her birinin fiil ehliyetini ne kadar etkilediğini ayrı
ayrı görmeye çalışalım. Ancak şunu bilmek gerekkir ki, bunların hiç biri hak
ehliyetine zarar vermez.
Tarifi: Aklı zedeleyen,
onun doğru algılamasına engel olan, heyecan ve taşkınlığa sebep olan bir akıl
hastalığıdır.
a. Deli olan
insan, hak ehliyetine sahiptir. Çünkü bu ehliyet kişiye, insan olması
dolayısıyle tanınan bir haktır. Deli, hak ehliyetine sahip olduğu İçin, bu
ehliyetten doğan leh ve aleyhine olan bütün haklara sahiptir. Deli, bu yönüyle
temyiz gücüne sahip olmayan küçük çocuk gibidir. Bu itibarla:
- Mallarına bakan
velinin tasarrufları geçerlidir.
- Mallarında bütün
mali yükümlülükler geçerlidir. Malından Öşür, haraç zekât v.s alınır.
Hanefilere göre zekât alınmaz.
- Mallarında,
akrabalık bağının gereği, yapılması icab eden mali yükümlülükler de
geçerlidir. Malından hanımının ve bakmakla yükümlü olduğu akrabalarının
nafakası alınıp harcanır.
- Telef ettiği
şeylerin değeri, malından ödenir.
b. Deli,
Fiil (tasarruf) ehliyetine sahip değildir. Bu itibarla, fiil ehliyetinin icap
ettirdiği hak ve yükümlülüklerle muhatap olamaz.
- Deli, namaz, oruç ve hac gibi bedeni
yükümlülükle ve keftaretleri e mükellef değildir. Ancak gelip geçen deliliğe
sahip olanın bu tür ibadetleri kaza etmesi gerekmektedir.
- Deli, İşlediği
suçlardan bedenen sorumlu değildir. Ona hadler (cezalar) uygulanmaz. Ancak mali
yönden sorumludur. Malından diyet ödenir.
Tarifi: Aklı
perdeleyen, onun doğru algılamasını engeleyen ve durgunluğa sebep olan akli
bir hastalıktır.
Bunaklık iki kısma
ayrılmaktadır.
a. Temyiz gücünü kaybeden bunak (M'atuh).
Bunun durumu, hükümler
yönünden temyiz gücüne sahip olmayan çocuk ve delinin durumu gibidir. Hak
ehliyetine sahip, fiil ehliyetinden yoksundur. Kendisinden bedeni
yükümlülükler düşer. Fakat mali yükümlülüklerle mükelleftir. İşlediği
suçlardan bedenen değil, malen sorumludur. Kendisine kısas uygulanmaz. Fakat
telef ettiği malın değerini velisi öder.
b. Temyiz gücüne sahip olan bunak.
Bunun durumu ise,
temyiz gücüne sahip olan ve ergenlik çağına ermeyen çocuğun durumu gibidir.
Hak ehliyetine sahip olduğu gibi, eksik fiil ehliyetine de sahiptir. Bu nedenle,
yapacağı tasarruflar yönünden durumu şudur:
Tamamen faydalı olan
tasarrufları geçerlidir. Bağışı ve vasiyeti kabul etme gibi.
- Fayda ve zarar
ihtimali olan tasarrufları velisinin iznine bağlıdır. Alış-veriş, kira akdi
yapması gibi.
- Tamamen zararlı olan
tasarrufları hükümsüzdür. Malından bir şey bağışlaması gibi.
Bedeni ibadetler
yönünden sorumlu olup veya olmayaycağı ihtilaflıdır:
- Bazı fıkıh alimlerine göre sorumludur. Çünkü
ihtiyatlı olmak bunu gerektirmektedir.
- Çoğunluğa göre ise,
sorumlu değildir. Çünkü bunak da bir çeşit delidir. Ancak yükümlü olmadığı
halde yaptığı ibadetler sahihtir.
Deli olan ve temyiz
gücüne sahip olmayan bunak, hacir altına alınır. Bunların mahcur (kısıtlı)
olmaları, hakimin kararına İhtiyaç kalmadan kendiliğinden mevcut sayılmıştır.
Bunlara hacir hükümleri uygulanır, sözlü olan tasarruf ve ikrarları tamamen
hükümsüzdür. Velileri bunların tasarruflarını sıhhate kavuşturamazlar.
Ancak, devamlı deli
olmayanın, aklı başına geldiği dönemde, tasarrufları, akıllı olan İnsanın
tasarrufları gibi geçerlidir. Temyiz gücüne sahip olan bunağın da lehine olan
tassurfları geçerlidir. Hacir altına alma konusu bilahare izah edilecektir.
Tarifi: Kişinin
mükellef kılındığı yükümlülükleri hatırlamamasına sebep olan veya yapmaya niyet
ettiği bir İbadeti hakkiyle başaramamasına neden olan ve kişide meydana gelen
arızi bir haldir.
Namazı vaktinde
kılmayı unutmak veya oruçlu iken unutarak bir şeyler yemek gibi.
Hükmü: Unutkan olan
insan, hem hak ehliyetine hem de ful ehliyetine sahiptir. Ancak unutması, bir
kısım yükümlülüklerinin kendisinden düşmesine mazeret sayılır.
Unutkan olan kimse,
bütün kul haklarından sorumludur. Burada unutkanlık hakların düşmesi için bir
mazi ret sayılmamaktadır. Mesela, vadesi gelen bir borcu unutarak ödemediğini
ileri sürerek borcun ertelenmesi müeyyidesinden kurtulamaz. Yine bir cinayeti
unutarak yapması sorumluluğunu du-
şu rm ez.
Buna karşılık, unutkan
olan insan, Allah'a ait olan hakları unutursa, günahkâr olmaz ve eksik olarak
yaptığı ibadeti sahihtir. Mesela unutarak bir şeyler yeyİp içse de orucu
sahihtir. Hayvanı keserken besmele çekmeyi unut-sa da kestiği helaldir. Namazın
vaktini geçirse günahkâr olmaz. Çünkü bu hususta Resulullah, şöyle
buyurmuştur:
"Şüphesiz ki,
Allah ümmetimden hatanın, unutmanın ve onlara zorla yaptırılanın günahını
düşürmüştür. "[14]
Diğer bir hadisinde:
"Kim bir namazı unutursa, hatırladığı zaman onu kılsın. Namazın bundan
başka keffareti yoktur..."[15]
buyurmuştur.
Bu hadisin diğer bir
rivayeti şöyledir: "Kim bir namazı unutur veya uyuyarak onu geçirirse, bu
namazın keffareti, hatırladığı zaman onu kılmaktır”[16] şeklindedir.
Hükümleri: Uyuyan ve
bayılan kişilerin hak ehliyetleri mevcuttur. Ancak fiil ehliyetleri yoktur.
Çünkü bu hallerinde temyiz gücüne sahip değillerdir. Temyiz gücü olmayanın
tasarruf ehliyeti yoktur. Binaenaleyh:
a. Bunların
sözlerinin hiç bir hükmü yoktur.
b. Bedenen
sorumlu olmazlar
c. Mali
yönden ise sorumludurlar. Mesela, uyuyan veya baygın olan bir İnsan, yanında
bulunan bir bebeğin üzerine kapansa ve o bebeği öldürse ona kısas uygulanmaz.
Fakal o, diyet ödemek mecburiyetindedir. Bir malı telef etmesi de böyledir.
d. İbadetlere gelince, bu kişiler uyurken veya
baygınken ibadetleri ifa etmekle yükümlü olmazlar. Çünkü kendilerine malik ve
temyiz gücüne sahip değillerdir. Ancak ibadetlerin hükmü onlardan düşmez. Zira
uyanıp vaktinde eda etmeleri kaçırılırsa, kaza etmek suretiyle onları yerine
getirmeleri mümkündür. Nitekim yukarıda geçen hadis, bunu ifade etmektedir.
Hükmü: Delilik,
bunaklık, bayılmak dışındaki hastalıklar, her iki ehliyeti de etkilemezler.
Maşta olan kişi, hem hak hem de fiil ehliyetine tam olarak sahiptir. Ancak
hastalık ehliyete mani olmadığı halde bazı hükümler İçin etkileyicidir. Bunları
şu şekilde özetlemek mümkündür.
Eğer bir İnsan,
hastalığa yakalanır ve İyileşmeden ölürse, bu kişi malının belli miktarlarında,
şu insanlara karşı kısıtlı (mahcur) sayılır. Onlara zarar veren tasarrufları,
haklan ölçüsünde Ölümünden sonra geçersiz kabul edilir. Bu hak sahipleri
şunlardır:
a. Ölenin
mirasçıları, ölen kişi ölümü anında bile malının üçte birini dilediği gibi
tasarruf etme hakkına sahip olduğu için, mirasçıların hakkı, terekenin üçle
ikisidir. Bu itibarla, ölen muris, malının üçte ikisi bakımından kısıtlı
sayılır ve hastalığının başlangıcından itibaren mirasçıların bu haklarına zarar
verecek bir tasarrufta bulunursa, bu tasarrufu ölümünden sonra hükümsüz
sayılır. Fakat ölümünden önce geçerlidir. Zira kişinin öleceği kesin değildir
ki, kısıtlılık hükmü sağ iken de geçerli sayılsın.
b. Ölenin
alacaklıları: ölen kişi, bunların alacakları kadar hastalığının başlangıcından
itibaren kısıtlı sayılır ve bunların haklarına zarar veren tasarrufları,
ölümünden sonra hükümsüzdür.
Binaenaleyh,
hastalanıp ölen kimse, malının yarısını hastalığı anında birine hediye ederse,
mirasçılarının haklarını İhlal ettiği için bu bağışı hükümsüzdür. Sadece
malının üçte birinde geçerlidir. Çünkü kısıtlı İken izinsiz tasarrufta
bulunmuştur. Buna karşılık, malının üçte birini bağışlar ve alacaklıların
hakkı da bundan daha az olursa, bu tasarrufu geçerlidir. Çünkü bu miktar
kısıtlı olmanın dışındadır. Alacaklıların haklarını aşarsa, haklan kadarı geçersiz,
diğeri geçerlidir.
Bazı alimlere göre,
eğer bir hasta sadece mirasçlarına zarar vermek için hastalığı anında
evlenirse, bu evliilği ölümden sonra batıldır. Yeni hanımı ona mirasçı olamaz.
Diğer alimler ise, bu kadının mirasçı olacağı kanaatındadır.
Eğer hastanın böyle
bir niyetinin olduğu tesbit edilemezse, evliliği ve kadının ona mirasçı olması
ittifakla sahihtir. Ancak verdiği mehir, benzerleri-ninkinden daha fazla
olursa, mirasçıların ve alacaklıların iznine bağlıdır. Bu hususta farklı
görüşler mevcuttur.
Hasta olan ve sonunda
ölen kişi, zifafa girdiği hanımını, hastalığı anında kadının rızası olmadan
bain (geri dönülemeyen) talakla boşarsa, bu andaki boşaması geçerlidir. Fakat
kadının ona mirasçı olup veya olamayacağı fıkıh alimlerince ihtilaflıdır.
a. İmam
Şafii ve Zahiriye mezhebine göre bu kadın mirasçı olamaz. Çünkü talaki bain
(kesin boşama) mirası keser, ölenin gizli niyetini Allah bilir. Şeriat zahire
bakar.
b. Cumhur
ulema ise, bu kadının mirasçı olmasında ittifak etmişler, ancak kadının bu
hakkını ne zamana kadar koruyabileceği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
- Hanefilere göre,
kadının iddet beklemesi süresinde koca ölürse, kadın mirasçı olur. İddeti
bitmişse olamaz.
- Hanbelilere göre,
böyle bir kadın, evlenmedikçe mirasçı olabilir.
- Malikilere göre, her halükârda mirasçı olur.
İddet bitsin veya bitmesin evlensin veya evlenmesin farkı yoktur.
Eğer kişi, henüz
zifafa girmediği hanımım bu halinde boşarsa, İmam Malik'e göre yine mirasçı
otur. Fakat Hanefi ve Hanbeli mezhebine göre mirasçı olamaz.
Daha önce de
zikredildiği gibi, fiil (tasarruf) ehliyeti akıllı, ergenlik çağına eren ve
şer'i hükümleri anlama kabiliyetinde olan kişilere tanınan bir ehliyettir.
Ölen kişide bu şartlar olmadığından artık ölenin fiil ehliyeti söz konusu
değildir.
Hak ehliyetine
gelince, bunun çocuğun annesinin karnında iken başlayıp ölmekle sona erdiği
muhakkaktır. Ancak ölenin borç ve vasiyetlerini yerine getirme ve bıraktığı
mirası taksim etme açısından bu hak ehliyetinin kazandırdığı mal varlığının
(zimmetin) devam etmesini icabettirmektedir. Bunlar yerine getirildikten sonra
artık böyle bir faraziyenin devam ettiğini kabule ihtiyaç yoktur.
İşte bu sebeplerden
dolayı, ölenin hak ehliyetinin ve dolayısıyle mal varlığının ne zaman sona
ereceği hususunda üç görüş zikredilmektedir.
a. Hanbeli
mezhebinden bazı alimlere göre, Ölenin hak ehliyeti ve zimmeti hemen ölümü
ardından sona erer. Çünkü hak ehliyetinin temelini insanın diri olması teşkil
etmektedir. Ölmekle hayat sona erer. Böylece ne tam hak ehliyeti kalır ne de
eksik hak ehliyeti.
b. Diğer bir
kısım alimlere göre ise, kişinin ölmesiyle mal varlığı tamamen yok olmaz. Fakat
zayıflar ve küçülür. Öyle ki, bu mal varlığı bıraktığı terekenin
karşılayabileceği borçlar kadar veya hayatında ödemeyi tekeffül eden kefilinin
üstlendiği miktar kadar devam eder. Bıraktığı malların değerini aşan veya
kefilin taahüt ettiği miktardan fazla olan borçlarını kuşatamaz.
Bu görüşte olan
alimlere göre, mirasçılar, sadece terekenin karşılayabileceği veya kefilin
ödemeyi taahhüt ettiği miktardan sorumludurlar. Fakat mirasçılar, miras
bırakanın malını aşan ve kefalet altına alınmayan borçlarından sorumlu
değildir. Böyle bir ölünün, ölmesinden sonra malını aşan borçlarına kefil
olmak da sahih değildir.
c. Başka bir
görüşe göre ise, ölünün mal varlığı, bütün borçlarının ödenmesi ve terekesinin
bölüştürülmesine kadar devam eder.
Bu görüşe göre bir
insan, ölenin mal varlığını aşan borçlarını ödemek İçin bağışta bulunursa,
alacaklıların onu alma hakları vardır. Ayrıca, o borçla ölmesinden sonra
birinin kefil olması da sahihtir. Çünkü Resulullah (s.a), Cabir b. Abdullah'ın
babasının şehid olmasından sonra borçlarına kefil olmuştur.
Daha önce de
belirtildiği gibi, kulun sebep olduğu arzalar da kendi aralarında başlıca iki
kısma ayrılmaktadırlar:
a. Bizzat kulun kendisinden kaynaklanan
arızalar.
Bunlar: Cehalet,
sarhoşluk, hata (kasıtsızlık), şaka yapma ve savurganlık (sefihlik) dır.
b. Yükümlünün dışındaki bir insanın sebep olduğu
arıza. Bu da zorlama (ikrah )dır.
Aslında bilmeme, ne
hak ehliyetini kaldırır, ne de fiil ehliyetini. Ancak bazı hallerde maziret
sayılır. Cahilin sorumluluğunu hafifletir. Yahut tamamen kaldırır. Bunları iyi
anlamak için cahilin İslâm diyarında mı yoksa daru'l-harp'te mi yaşadığnı
tesbit gerekir. Çünkü yaşadığı bu iki ülkenin hükümleri farklıdır.
a. Burada genel kaide şudur: Kur'an veya
mülevatir yahut meşhur sünnet ya da icma ile tesbit edilen bir hükmü bilmemek
maziret değildir. Çünkü bu hükümler daru'l-İslâmda yürüdükte oldukları için
devamlı gündemdedir. Herkesin dikkatini çekmektedir. Artık bunları bilmemek
özür sayılmaz. Yapılmadıkları takdirde yükümlü kişi, bilmeme mazireüni ileri
sürerek kendisini sorumluluktan kurtaramaz. Namaz kılma, oruç tutma, zekât
verme ve haccetmenin farz olduklarını, İçki, kumar, faiz, zina ve masum cana
kıymanın haram olduktaını bilmek, bu dala giren bilgilerdendir. Keza İslâmdan
çıkanın, haramı helal sayanın, kendilerine tebliğ ulaşan gayri müslimlerin
Allah'ın birliğine iman etmemelerinin mazireti yoktur. Bunları bilemiyorum
iddiasıyla cezadan kurtulamazlar.
Bu genel kaide, İslâm
ülkesinde yaşama hakkı kazanan gayri müslimler için de geçerlidir. Bunların da
İslâmın kendilerine uygulanan ceza hukukunu bildikleri farzedilir. Bilmeme
maziretiyle bu cezalardan kurtulamazlar. Çünkü onlar da İslâm diyarında
kalmakta ve herkes tarafından bilinen hükümleri bilmek zorundadırlar,
öğrenmezlerse, bildikleri farzedilir.
b. Kıyas,
istihsan, mesalih-i mürsele ve seddü'z-zerai gibi delillere başvurup görüşle
tesbil edilen hükümler: Bunlar, genelinde detaylı hükümlerdir.
Detaylı hükümleri
bilmemek mazerettir. Yükümlünün mesuliyetini düşürür. Çünkü, bu gibi hükümleri
ancak alimler bilirler. Avam halk bunları bilmezler. Meseİa, vasiyet edeni
öldüren kişinin vasiyetten mahrum kalacağını, yırtıcı kuşların artıklarının
insanların artıkları gibi temiz olduklarını, kaybolan kişinin hayatta
sayıldığını, şarapçıya üzümün satılamayacağını bilmemek mazirettir. Keza, Allah
Teala'nın yaratıklara benzediği İmajını veren el, yüz gibi sıfatlarının
tevillerini bilmemek de mazirettir. Çünkü bu bilgiler tevil yoluyla elde
edilen bilgilerdir.
c. İçtihatta cehalet. Bu şık da üç ihtimal
vardır:
1) Konu
hakkında iki delil bulunur, bunlardan biri kuvvetli diğeri zayıf olur, kişi de
kuvvetliyi bilmeyerek zayıf olanla ietihad ederse, bu cehaletinden dolayı
mazur sayılır.
Mesela, Bir insan,
"Evlenmeyi ilan edin, onu camilerde yapın ve onda defler çalın”[17]
hadisine dayanarak bundan daha kuvvetli olan: "Veli ve iki adil şahid
olmadan nikâh olmaz”[18]
hadisini bilmeyerek sadece ilan etmek su-
retiyle şahitsiz
evlenirse, bunu bilmemesi maziret sayılır. Ona, ilan etme suretiyle
evlenmesinden dolayı zina etme cezası uygulanmaz.
2) Yasaklamayı
gerektiren sebebin varlığını bilmemek, üzüm suyunun içkiye dönüştüğünü veya
evlendiği hanımın süt kardeşi olduğunu bilmemek gibi. Burada da cehalet mazeret
sayılır. Bunu yapan günkâr olmadığı gibi, kendisine dünyevi bir ceza da
uygulanamaz.
3) Hakkındaki
deliller ihtilaf etmediği halde bilinmemesine dair şüphe bulunan bir hükmü
bilmemek cezayı düşürür, fakat günahı düşürmez. Mesela, bir kişi sonradan İslâm
olur da, süt emmenin evlenmeye mani olan haramlardan biri olduğunu bilmez ve
süt kardeşle evliliğini devam ettirirse, günahkâr olur, fakat ona zina cezası
uygulanmaz. Çünkü burada bilmemesini mazur kılacak bir şüphe vardır, o da
bunun sonradan İslâm olmasıdır.
Daru'l-haıpte yaşayan
insanın cehaleti mazeret sayılır. Böyle bir kişiden şer'i hükümler düşer.
Mesela, bir insan etaru'l-harpte müslüman olur, namazın farziyetini bilmese,
namaz ondan düşer ve İslâm diyarına döndükten sonra o namazları kaza etme
zorunda değildir. Çünkü daru'l-harpte İslâm hükümleri halk arasında yaygın
değildir. Bu nedenle onları bilmemek mazerettir.
Kanaatimizce, aslında
İslâm diyarı olup sonra daru'l-harbe dönüşen memleketlerin halkı,
bilmemelerinden dolayı mazur sayılamazlar. Çünkü bu ülkelerde az da olsa
müslümanlar bulunmakta, İslâm'ın helal ve haramlarına dikkat etmekte farz ve
vaciplerini yerine getirmektedirler. Bunları gören dinsizler, en azından
bunlarla alay etmek için ne yaptıklarını öğrenmeye merak etmekte ve
öğrenmektedirler. Artık bunları, daru'l-harpte yaşadıkları için mazur saymak
İsabetli değildir.
Bundan maksad, kişiden
bir söz veya işin, istemediği şekilde meydana gelmesidir. Mesela, oruçlunun
abdest aldığı zaman boğazına su kaçırması gibi.
Hata ne hak ehliyetini
ne de fiil ehliyetini ortadan kaldırır. Fakat hata, bazı şeylerden sorumlu
olmamaya bir maziret olabilir. Çünkü bu hususta Ra-sulullah (s.a) şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah, ümmetimden hatanın, unutmanın ve onlara
zorla yaptırılanın günahını düşürmüştür. "[19]
a. Allah'ın haklarında mazeret sayılır. İster bu
haklar ibadet İsterse ceza olsun. Mesela:
- Kişinin kıbleyi
tayin etmede hata etmesi mazerettir. Namazı sahihtir.
- Yine insanın, hanımı
sanarak yabancı bir hanımla ilişkide bulunması durumunda, bu hatası zina
cezasını düşürür. Çünkü cezalar kesin suçlara uygulanır, şüpheli suçlardan
düşürülür.
b. Kulların bedeni ceza mahiyetindeki haklarını
da düşürür. Mesela: Bir insan başkasını hata ile öldürürse, ona kısas
uygulanmaz. Fakat kulların mali ceza sayılan haklarını düşürmez. Örneğin,
birini hata ile öldüren, diyet ödeme sorumluluğundan kurtulamaz. Ancak diyeti
sadece hata İle öldüren değil, bütün erkek akrabaları üç yıl müddetinde
öderler. Böylece hata burada da etkisini göstermektedir. Zira kasıtlı olarak
birini öldürenden kısas yapma cezası affedilir ve ondan diyet istenirse
diyeti, bizzat katilin ödemesi gerekir. Allah Teala, hata İle öldürme hakkında
şöyle buyuruyor: "Kim bir mü'minİ hata İle öldürürse, bir mü'min köle
azad etmesi, bir de ölünün ailesine diyet teslim etmesi gerekir... Köle
bulamayan kişinin arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir. "[20] Hadis-i
şeritler bu ayette zikredilen diyetin hata ile öldürenin erkek akrabaları
tarafından ödeneceğini beyan etmişlerdir.
Kasıtlı olarak birini
öldürenin, kısasının affedilip diyet ödemesi hakkında da Allahu Teala şöyle
buyuruyor: "Ey İman edenler! Öldürülenler hakkında kısas size farz
kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın, kısas yapılır. Fakat kim (katil)
din kardeşi tarafından (Ölenin velisi tarafından) affedilirse, örfe uymak ve
diyeti güzellikle ona ödemek gerekir..."[21]
Burada diyeti bizzat katilin kendisi öder. Çünkü hatada diyet, telef edilen
bir kişinin bedelini ödeme mahiyetindedir. Kasıtlı öldürmede ise. katilin
öldürülmesinin alternatifidir. Kısas katile uygulandığı gibi, diyeti de o
öder.
c. Hata, kulların bedeni cezalar dışındaki
haklarını düşürmez ve mazeret sayılmaz. Bu itibarla birinin malını hata ile
telef eden, o malın değerini ödemek zorundadır.
d. Sözle yapılan muameler için hatanın mazeret
sayılıp veya sayılamayacağı alimler arasında ihtilaflıdır.
- Hanefilere göre, bu
gibi muamelelerde hata etmek mazeret sayılmaz. Bu muameleler ve neticeleri
geçerlidir. Öylekİ bir insan yanlışlıkla hanımını bo-şasa, hanımı boş olur.
Ahş-veriş yapsa akdi geçerlidir. Ancak rıza bulunmadığından sadece fasittir.
Sonradan tamir edilebilinir. Çünkü bu muameleleri hata ile yapan İnsan, kendi
iradesiyle bunları yapmıştır.
- Cumhur ulemaya göre
ise, sözlü muamelelerde hata etmek mazerettir. Hata edenin akidleri
hükümsüzdür. Bu nedenle bir insan yanlışlıkla hanımını boşarsa, hanımı boş
olmaz. Mesela, bir şey söylemek isterken, ağzından yanlışlıkla hanımını
boşadığı ifadesi çıkarsa, hanımı boş olmaz. Zira bir söze itibar edebilmek
için onun kasıtlı olarak söylenmesi gerekir. Hata edenin ise, böyle bir kastı
yoktur. Sözün maksatlı söylenmesi şart olduğundandır ki, uyuyan ve baygının
sözlerine itibar edilmez. Çünkü sözler, konuşanın maksadını aktarmak için
konulmuş vasıtalardır. Konuşanın, her hangi bir maksadı olmadığında artık onun
sözü boş laftır ve itibar edilmez. Nitekim hatanın muaf oludğunu beyan eden ve
yukarda zikredilen hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir.
Hanefiler, cumhur'a şu
cevabı vermişlerdir: "Hanımını boşayanın hata ettiği, bilinemeyen gizli
hususlardandır. Şeriatın koyucusu, gizli hususlar için belli alâmetler koymuş,
o alâmet görülünce gizli şeyin var olduğu farz edilmiştir. Konulan alâmet;
akıllı olmak ve ergenlik çağına ermektir. Mademki boşama sözü akıllı ve baliğ
bir insanın ağızından çıkmıştır, onun sözüne İtibar edilir. Uyuyan veya bayılan
bir İnsan farklıdır. Çünkü onların maksatsız konuştukları açıktır. Buna dair
bîr alâmet koymaya ihtiyaç yoktur.
Kanaatimizce cumhurun
görüşü daha isabetlidir. Yanlışlıkla hanımını boşayanın hanımı boş olmaz. Her
ne kadar zayıf da olsa, baştarafta geçen hadis-i şerif bunu ifade etmektedir.
Hata; işde hata,
kasıtta hata, takdirde hata olmak üzere başlıca üç kısma ayrılmaktadır.
a. îşde (fiilde) hata: Bundan maksad, kişinin
yaptığı herhangi bir İşde hata etmesidir. Mesela nişan aldığı belli bir hedefe
atmak isterken yanlışlıkla insana atması ve onu öldürmesi veya ramazanda oruçlu
olduğu zamanda ab-dest alırken ağzına su vermek istemesi ve yanlışlıkla
boğazına suyun kaçması gibi.
Bu türden olan
hatalar, bedeni cezaları düşürürler, fakat mali cezaları düşürmezler. Hata ile
birini öldürene kısas uygulanmaz. Fakat bundan diyet ödeme yükümlülüğü düşmez.
b. Kasıtta
hata: Burada kişi, yapmakta olduğu işde değil, maksadında yanlışlık yapar.
Mesela, bir insanı av hayvanı sanarak onu öldürmek buna misaldir. Bu türden
olan hatalar da bedeni cezaları düşürürler. Fakat malî sorumlulukları ortadan
kaldırmazlar. Misalde zikredilen katile kısas uygulanmaz, fakat diyet gerekir.
c. Takdir ve
tahminde hata: Burada kişi, yaptığı tahminde hata eder. Bu da çeşitli tahminler
olabilir. Mesela bir doktor, hastalığı teşhis ettiğini tahmin eder, ona göre
ilaç verir, sonra hastalığın başka bir hastalık olduğu ve ilacın yanlış olarak
verildiği, bu yüzden hastanın öldüğü anlaşılırsa, burada bir takdir etme
hatası vardır. Keza bir doktor, hastanın belli bir organının kangran olduğu
kanaatine varır, onu keser, daha sonra organın kangran olmadığı ortaya
çıkarsa, burada da bir tahmin hatası vardır.
Bu gibi hatalardan
kişi sorumlu değildir. Hatası onu mazur kılar. Kıbleyi yanlış tahmin etme de
böyledir.
Bundan maksad, kast
etmediği bir sözü veya hükmü şaka yoluyla söylemesidir. Şaka yapan kendi
iradesiyle konuşur. Konuştuğunun hangi manayı ifade ettiğini bilir. Fakat o,
konuşmasının gerektirdiği hükümleri kast et-mememektedir.
Şaka, ne hak
ehliyetini, ne de fiil ehliyetini ortadan kaldırır. Fakat bazı hükümlerin
geçersiz olmasına sebep olur. Bunları şu şekilde Özetlemek mümkündür:
A. Haberler:
Şaka yoluyla zikredilen haberler batıldır. İtibar edilmez. Çünkü doğru olan
haberlere itibar edilir. Haberin şaka yoluyla aktarılması ise, onun yalan
olduğunu ortaya koyar ve kabul edilmez.
Mesela bir insan, şaka
yoluyla altş-veriş yapmış olduğunu, evlendiğini veya hanımını boşamış olduğunu
haber verip de itirafta bulunsa, bunun itirafı kabul edilmez. Hatta şaka
yapanın, sonradan ciddiye çevirmesi bile reddedilir. Çünkü yalan bir şeyi
kabul etmek geçersizdir.
B. İnançla
İlgili şakalar: İnanç ciddi bir meseledir. Bunda şaka, gevşeme ve alay etme
caiz değildir. Bu itibarla inançla ilgili olan şakaya itibar edilir ve
sonuçlarını doğurur. Mesela, bir insan şakadan kâfir olduğunu söylerse, kâfir
olur, ona tevbe etmediği sürece mürtedin hükmü uygulanır. Çünkü İti-kadi
şeylerle şaka yapmak, onları alaya almak olur, dinle alay etme ise kişiyi
küfre götürür. Nitekim yüce Mevla şöyle buyurmuştur: "Onlara niçin alay
ettiklerini sorsan, yemin olsun ki: "Biz lafa dalmıştık eğleniyorduk"
derler. Onlara de ki: "Allah ile, ayetleri ve Peygamberi ile mi alay
ediyorsunuz?" Artık özür beyan etmeyin. Çünkü sizler iman ettikten sonra
kâfir oldunuz. .."[22]
C. Şaka İle
bir kısım akidleri yapma:
Şaka yapma bakımından
akidler İki kısma ayrılmaktadır:
a. Şaka ile
yapılsa da geçerli olan ve hükümlerini doğuran akidler. Bunlar da evlenme,
boşanma, ve tam boşanmayan hanıma dönmeyi söylemedir. Çünkü bu hususta
Rasulullalı (s.aj şöyle buyurmuştur: "Üç şey vardır ki, onların ciddisi
de ciddidir, şakası da ciddidir. Bunlar da: Evlenmek, boşanmak ve hanımını
tekrar geri almaktır."[23]
Burada şuna dikkat etmek gerekir. Bu akidleri daha önce yaptığını şaka ile
itiraf etse geçersizdir. Çünkü yalandır. Fakat bunları fiilen şaka ile yaparsa
geçerlidir.
b. Şaka ile yapıldıklarından dolayı batıl
sayılan akidler. Yukarıda zikredilen akidler dışındaki bütün akidler, şaka ile
yapılırsa hükümsüzdür. Mesela, kişinin şakadan bir şeyi sattığını veya
kiraladığını yahut aldığını söylerse, bu sözüne itibar edilmez. Akidler
doğmamıştır.
Bundan maksad,
Hanefilere göre kişinin alkol veya her hangi bir uyuşturucu alarak ayıklığında
ne söylediğini hatırlamayacak derecede ve kadını erkekten ayıramayacak kadar
sarhoş olması, cumhur ulemaya göre ise, konuştuklarının çoğu abuk sabuk olacak
seviyede sarhoş olması ve aklını gidermesidir. Bundan daha az sarhoş olan
uyanık sayılır.
Aslında sarhoşluk,
kişinin aklını çalışmaz hale getirir. Onun temyiz gücünü giderir. Bu itibarla sarhoşu,
temyiz gücünü kaybeden çocuk, deli ve benzeri kişilere kıyaslayıp onların
hükmüne tabi tutmak gerekir. Fakat fıkıh alimleri, sorhoşa her zaman bu
hükümleri uygulamamışlar, sadece mubah yolla sarhoş olana uygulamışlardır. Bu
nedenle sarhoşu iki kısma ayırmak gerekmektedir: Mubah yolla sarhoş olmak,
haram yolla sarhoş olmak.
Kişi, uyuşturucuyu,
çaresiz kaldığı veya içmeye cebredildiği yahut ne olduğunu bilmediği ya da
ilaç olduğu için içtiği zaman mubah yolla sarhoş olmuş sayılır. Mesela, bir
insanın boğazına bir şey tıkanır da onu gidermek için İçkiden başka bir şey
bulamazsa ve onu İçerek sarhoş olursa, işte bu kişi çaresizdir. Eğer içki
içmeye zorlanır, içmediği takdirde ölüdürülme tehdidi ile karşı karşıya kalırsa
ve içkiyi içip sarhoş olursa, bu kişi cebredilmiştir. Yahut, üzüm suyunun
içkiye dönüştüğünü bilmeden onu şıra zannederek içerse ve sarhoş olursa, bu
kişi bilmeyerek içendir.
Şayet, hasta kendisine
verilen şurubu içer ve ondan dolayı sarhoş olursa, işte bu da ilaç sanandır.
Bu yolla sarhoş olanın
hükmü, bayılanın baygınlık halindeki hükmü gibidir.
a. Allah'ın
hakları: Sarhoşluk anında, Allah Tealanın haklarını ifa etmekle yükümlü
değildir. Ancak ayıldiktan sonra bunları kaza eder.
b. Sözlü
tasarrufları geçersizdir. Böyle bir sarhoşun alış veriş, kira akdi yapması,
evlenmesi ve hanımını boşaması, hükümsüzdür.
c. İşle yapılan tasarrufları, İki kategoride
sınırlandırılmıştır:
1) Yaptığı
suçlardan bedenen sorumlu değildir. Zira sorumlu olmanın temelini akıllı olmak
teşkil eder. Böyle bîr sarhoşun aklı başında değildir. Mubah yolla sarhoş
olduğundan yaptığının cezasını görmesi de söz konusu değildir.
2) Yaptığı
suç ve cinayetlerden mali yönden sorumludur. Birinin malım telef ederse, onu
ödemek mecburiyetindedir. Zira mallar ve canlar himaye altına alınmışlardır.
Bunların dokunulmazlığı hiç bir mazeretle kaldırılamaz. Cana kıymasıyla
diyetini, malı telefle de bedelini ödeme yükümlülüğü asla düşmez.
Birinci şıkta
zikredilen sebeplerin dışındaki her hangi bir sebeple kişi sarhoş olursa,
haram yolla sarhoş olmuş sayılır.
Fıkıh alimleri, haram
yolla sarhoş olanın hükmü hakkında aşağıda zikredilecek şekilde İhtilaf
etmişlerdir:
1) Hanefi,
Şafii ve Maliki mezheplerinin oluşturudğu cumhur ulemaya göre, bazı meseleler
hariç, sarhoşun sözlü tasarrufları geçerlidir ve seri sonuçlarını tam olarak
doğururlar. Mesela, bu halde iken hanımını boşarsa, hant-mı boş olur. Zira
burada kişi aklının gitmesine, kendisi, hem de haram yolla, sebep olmuş ve
günaha girmiştir.
Artık bu, cezasının
hafifletilmesine layık biri değildir. Bu nedenle onu te'dip etmek için aklının
başında olduğu farzedilir ve sorumlu olduğuna karar verilir. Bu mesele, miras
bırakanını öldürenin mirastan mahrum edilmesinde, miras bırakanı diri farzedip
terekenin intikaline engel olmaya benzemektedir. Nasıl ki, miras meselesinde
ölü kişi diri sayılır, konumuzda da aklı giden sarhoş akıllı sayılır. Tâ ki,
te'dip edilmiş olsun.
- Hanefilerin İstisna
ettikleri sözlü tasarruflar: Sarhoşun dinden döndüğünü söylemesi, bir de
söyledikten sonra dönebileceği İtiraflarıdır. Zira dînden dönmek, inancı
değiştirmektir. Bu da kasdın bulunmasını veya uyanık hal-
de konuşma gibi açık
bir alametin bulunmasını gerektirir. Sarhoşta ne kasıt vardır, ne de onu
gösteren alamet. Bu nedenle dinden döndüğünü ifade edenin sözlerine İtibar
edilmez ve ona müslüman muamelesi yapılır.
-Dönmesi muhtemel olan
itiraflarının kabul edilmemesine gelince, çünkü sarhoş istikrarsız biridir.
Bazen bir şey söyler sonra da onun tersini iddia eder. İşte bu sebepten dolayı
sarhoş olan kişi, zina ettiğini söylese bu sözü geçersizdir. Çünkü zina etme
itirafı, kendisinden dönülebilinecek bir itiraftır.
- Malikilerin istisna
ettikleri sözlü tasarruflar: Bunlar, haram yolla sarhoş olanın bütün itirafları
ve boşama dışındaki akidleridir. Çünkü, akidlerde temyiz gücüne sahip olmak
şarttır. Sarhoşun böyle bir gücü yoktur. İtiraflarına gelince, eğer malla
ilgili itiraflarda bulunursa, buna itibar edilmez. Çünkü sarhoş hacir altında
(kısıtlı olma) durumundadır. Kısıtlının kendisine zarar veren tasarrufları
batıldır.
Şayet İtirafları malla
İlgili değilse de, recmedilen Maiz el-Eslemî'nin hadisesi, bu türden olan
itirafların da geçersiz olduklarını göstermektedir.[24]
2) Zahiri
mezhebi, Şii, Caferi mezhebi, İmam Ahmed'in bir görüşü ve Ha-nefiler den
Tahavî'nin görüşüne göre ise, haram yolla sarhoş olanın bütün sözlü
tasarrufları hükümsüzdür, İtibar edilmez. Sarhoşun hanımını boşaması da,
alış-verişi de, zina ettiğini itirafı da batıldır. Hiç bir sonuç meydana getirmezler.
Çünkü bir ayette de ifade edildiği gibi, sarhoş ne söylediğini bilmez. Ne
söylediğini bilmeyeni, söylediğinden sorumlu tutmak mümkün değildir. Sarhoş,
aklının gitmesi bakımından deliye benzer ve seri hükümlere muhatap olmaz.
Ayrıca yükümlü olmanın temel dayanağı olan "anlamak" ve tasarrufun
sahihliğinin şartı olan "kasıt", sarhoşta yoktur.
Kanaatimizce, cumhurun
görüşü daha İsabetlidir. Çünkü bu insan kendi iradesiyle sarhoş olmuş ve
neticelerini baştan kabullenmiştir. Artık bunu korumaya gerek yoktur.
1) Sarhoşun,
mali yükümlülüklerinden sorumlu olacağı alimler arasında ittifak konusudur.
Sarhoş, telef ettiği malları Ödemek zorundadır.
2) Bedeni cezalara gelince, kahir çoğunluğa
göre, bunlardan da sorumludur. Haram yolla sarhoş olan kişi, birini öldürürse,
o da öldürülür. Zina ederse, zina etme cezası uygulanır.
Zahiriye mezhebine
göre ise, haram yolla sarhoş olan, bedeni cezalardan sorumlu değildir. Buna
yalnız içki içme cezası uygulanır.
Burada da cumhurun
görüşünün isabetli olduğu muhakkaktır. Sebep ise, yukarıda zikredilen sebeptir.
Bundan maksad, kişinin
aklı olmasına rağmen, malını seri şerifin ve aklın uygun görmediği yerlere
harcamasıdır.
Görüldüğü gibi sefih,
aklı olan bindir. Fakat rüşde ermemiştir. Sefih, akıllı ve ergenlik çağına eren
bir kişi olması hasebiyle, hem hak hem de fiil ehliyetine sahiptir. Ancak
malını aklın icabettirdiği yerlere harcamadığından fiili ehliyetinde, arıza
bulunan biri sayılmıştır. Bu itibarla sefih, aslında bütün hükümleri yerine
getirmekle yükümlüdür. Ancak sefihlik arızası, bazı hükümleri etkilemektedir.
Bu etki kendisini iki surette göstermektedir:
a. Küçük çocuğun sefih olarak ergenlik çağına
ulaşmasında.
b. Akıllı ve baliğ olan sefihin, hacir altına
alınmasında. (Kısıtlı yapılmasına).
a. Böyle bir
insan, malının kendisine teslim edilmesi dışında bütün haklara sahip ve her
yükümlülükle mükelleftir. Mali olmayan akidleri, geçerlidir. İşlediği suçların
hepi sinden eksiksiz sorumludur. İbadetlerin tümünü yapmaya mecburdur v.s.
b. Sefihe,
mallarını teslim etmenin caiz olmadığı hususunda, Zahiriye dışında bürün
mezhepler ittifak etmişlerdir. Çünkü bu hususta Allah Teala şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın, yaşayış sebebi kıldığı inallarınızı aklı zayıf (sefih) olanlara
vermeyin. Fakat onlara mallarından yedirin ve giydirin. Ve onlara güzel söz
söyleyin."[25]
Çocuk ergenlik çağma
erince bakılır, eğer raşid ise ona mallan verilir. Çünkü bir ayette şöyle
buyurulmuştur: "Evlenme çağına gelinceye kadar yetimleri deneyin; eğer
rüşde erdiklerini açıkça görürseniz, mallarını kendilerine verin..."[26]
1) Zahiriye
mezhebine göre raşid, akıllı olarak ergenlik çağına erendir. Se-h'h ise, aklı
olmayandır. Bu nedenle cumhurun sefih saydığı bunlara göre sefih değildir ve
mallan kendisine teslim edilir.
2) Şii Caferilere göre rüşd, akıllı olmak, baliğ
olmak, malını güzelce idare etmek ve dinde adil olmaktır. Ancak dinde adii
olma şartı ittifakla kabul edilen bir şart değildir.
3) Cumhur
ulemaya göre rüşd. akıllı olmak, baliğ olmak ve malını muh-faza edecek
yetenekte olmaktır.
Cumhur ulema, rüşdün
gerçekten bulunmasını şart koşmuşlar, Ebu Hanİ-fe ise, yirmi beş yaşma kadar
rüştün gerçekten bulunması gerektiğini, bu yaşa ulaştıktan sonra ise, artık
rüşdün gerçekten varlığının şart olmadığını, var olduğu kanaatiyle hareket
edileceğini söylemiştir.
Cumhlur ulemaya göre
kişi, seksen yaşma da ulaşsa, gerçekten raşid olmadıkça malı ona teslim
edilmez. Zira sefih, malları açısından delilere benzer. Delilere, belli bir
yaşa ulaştıklarında kendilerine malları verilmediği gibi sefihlere de
verilemez.
Ebu Hanife ve Züfer'e
göre İse, sefihe mallan, yirmi beş yaşına kadar verilmez. Bu yaşa ulaştıktan
sonra, artık malları kendisine teslim edilir. Çünkü bu yaşa ulaşıncaya kadar
tecrübe kazanmış olur. Ayrıca bu yaşa ulaştıktan sonra, mallarını kendisine
vermeyerek onu te'dip etme, faydasızdır. Çünkü büyümüştür. Mallarını kendisine
vermemeyi bir cezalandırma kabul etme de caiz değildir. Çünkü cezalar şüphe
ile düşerler. Ayette rüşdün şart koşulmasına gelince, yirmi beş yaşına
ulaşanda rüşdün bulunduğu kanaatine varılır ve şart tahakkuk etmiş olur.
Âyetin zahiri,
cumhurun daha isabetli olduğunu göstermekledir. Bu nedenle cumhurun görüşü
tercihe şayandır.
Fıkıh alimleri,
sefihin hacir altına alınıp alınmaması hakkında ihtilaf etmişlerdir. İster
sefihlik küçüklükten devam eden köklü bir sefihlik olsun, isterse kişi
ergenlik çağına erdiğinde raşid olmasına rağmen daha sonra meydana gelen bir
sefihlik olsun kısıtlı olma yönünden hükümleri aynıdır.
Şafii, Maliki,
Hanbelİ, Caferi mezheplerinin ve Hanefi mezhebinden Ebu Yusuf ve Muhammed'in
oluşturdukları cumhur ulemaya göre, aslından veya sonradan sefih olan kişi,
hacir altına alınır ve malt tasarrufları açısından temyiz gücüne sahip olan
küçük çocuk gibi olur. Bağışı kabul etme gibi men-raatına olan tasarrufları
geçerlidir. Keza bozulma ihtimali olmayan evlenme ve boşanma gibi akidlcri
geçerlidir. Fakat bozulma ihtimali olan ve sadece kendisine zarar veren bağışta
bulunma gibi akidleri hükümsüzdür. Kendisinin zarar ve menfaatına olabilecek
alış veriş, kira akdi gibi tasarrufları ise, velisinin İznine bağlıdır.
Cumhur ulema sefihin
hacir altına alınacağına dair şu delilleri zikretmişlerdir:
1) Şu âyet-i
kerime, sefihin velisi bulunduğunu ifade etmektedir. Veli ise, hacir altına
alınmasından sonra tesbit edilir. "Eğer borçlu sefih veya zayıf yahutta
yazdırmaya gücü yetmeyen biri ise, onun yerine velisi doğru olarak
yazdırsın..."(1)
2) Hz. Ali,
Hz. Osman'ın halifeliği döneminde ondan, Cafer-i Tayyar'ın oğlu Abdullah'ı
hacir altına almasını istedi. Fakat Osman, Abdullah'ın ticarette maharetli
olan Zübeyr b. el-Avvam'la ortaklık yaptığından onu raşid gördü. Hacir altına
almadı ve şöyle dedi: "Ortağı Zübeyr olan bir insanı ben nasıl hacir
altına alabilirim."
Şayet sefihi hacir
altına alma caiz olmasaydı, Hz. Ali, Osman'dan bunu talep etmezdi.
3) Sefih,
mallarında İyi davranamaz, bu nedenle mallarını himaye edecek bir velinin,
hacirden sonra, tayin edilmesi bizzat kendi menfaatına olur.
4) Sefih,
mallarını saçıp savurmakla muhtaç olur ve topluma bir yük halini alır.
Toplumun menfaati de sefihin hacir altına alınmasını gerektirmektedir. Çünkü
topluma zarar veren herkesin tasarrufları kısıtlanır ve hacir altına alınır.
Mesela, bilgisiz doktor, çılgın müftü hacir altına alınırlar. Sefihin durumu da
bunu icap ettirir.
Her ne kadar sefih
olarak ergenlik çağma erene, yirmi beş yaşına kadar mallan teslim edilmese de
sefih, hacir altına alınamaz. Onun bütün malî tasarrufları geçerlidir. Velevki
bağışta bulunması gibi zararına olan bir tasarruf olsun. Ebu Hanife görüşüne
delil olarak özetle şunları zikretmiştir.
1) Enes b.
Malik (r.a) diyor ki: "Resulullah (s.a)'ın döneminde bir kişi alış veriş
yapıyordu. Akidlerinde zayıf olan biriydi. Ailesi bunu Resulullah'a getirdi ve
"Ey Allah'ın Rasulü! Sen bunu hacir altına al, çünkü bu, alış veriş yapıyor.
Akidlerinde zayıf biridir" dediler. Resulullah (s.a) ona, alış veriş yapmasını
yasakladı. Fakat o kişi "Ey Allah'ın Rasulü! Ben alış veriş yapmadan
duramam" dedi. Resulullah da "Eğer alış verişi bırakmıyorsan şöyle
de: işte şu şu kadardır. Fakat aldatma yok.”[27] Bundan
sonra o adam alış-veriş yaptığında "aldatma yok" derdi.[28]
Abdullah b. Ömer de
diyor ki: Bir kişi Resulullah (s.a)'a, alış verişte aldandiğini anlattı. Resulullah
ona: "Alış veriş yaptığında de ki: "Aldatma yok" buyurdu.”[29]
Şayet sefihin mutlaka
hacir altına alınması gerekseydi, Resulullah (s.a) bu adamı hacir altına alır
ve bir daha alış veriş yapamamasını emrederdi. Halbuki, adamın İsrarından
sonra Resulullah (s.a), ona alış veriş yapma izni vermiştir.
2) Sefih,
şer'i yükümlülüklerle mükellef olduğundan, yaptığı akidleri yerine getirmek
zorundadır. Eğer hacir altına alınırsa sözleşmelerini ifa edemez, böylece bu
husustaki naslara muhalefet etmiş olur.
3) Sefih,
bütün şer'i hükümlerle mükellef olduğundan, onun aklı tamdır, eksik değildir.
Aklın tamhğı ise, fiil ehliyetinin tamlığını gerektirir. Bu da hacir altına
alınmamasını icab ettirir.
4) Sefihi
hacir altına almak, ne kendisi için ne de toplum için faydalıdır. Kendisi İçin
faydalı olmadığı, hürriyetinin kısıtlanmasında sözünün, hatta insanlığının
itibar edilmemesinde görülür. Onun bütün mallarını heder etmesi, hürriyet ve
insanlığına kısıtlama getirilmesinden daha İyidir. Toplum için faydalı olmadığı
ise, şurada hissedilir, milli servetin heder edilmesinden ise, sefihin elinden
çıkıp daha güzel kullanılması toplum için daha hayırlıdır. Ebu Hanife'nin
delilleri daha akla yatkınsa da, cumhurun dayandığı âyet, hacirin gerektiğini
İfade etmektedir. Resulullah (s.a)'ın hacir altına almadığı adama gelince,
ihtimal ki bu sahebe teknik anlamda sefih olmadığındandır.
Bundan dolayı
sefihlerin hacir altına alınması görüşü daha evladır.
Daha önce beyan
edildiği gibi fiil ehliyetini anzalayan sebeplerden biri de ikrahdır. Semavi
olmayan ve kullar tarafından meydana getirilen bir arızadır. Ancak bu arızaya
bizzat yükümlü değil, onun dışında biri sebep olur.
Azimet ve ruhsat
bölümünde ikrahdan uzunca bahsedilmiştir. Orada ikrahın tarifi, şartlan,
türleri ve hükümleri beyan edilmiştir. Burada ise muhatabın fiil ehliyetine
etki etmesi yönünden İkrahın sözlü tasarruflara ve yapılan işlere ait olan
hükümlerini kısaca özetlemeye çalışacağız.
a. Haneliler
dışındaki cumhur ulemaya göre, bir insana zorla söyletilen sözün hiç bir hükmü
yoktır. İster söz evlenme, boşanma gibi bozulmaları mümkün olmayan akitieri
meydana getiren bir söz olsun, isterse ahş veriş gibi bozulabilen bir akdi
meydana getirmiş olsun fark yoktur. Binaenaleyh, zorla hanımını boşayanm,
hanımı boş olmaz. Cebren bir şeyi satanın satışı sahih olmaz v.s. Cumhur
ulema, görüşlerine delil olarak şunları zıkreımişlerdir:
- Allahu Teala,
cebredilen insanın kâfir olduğunu söylemesiyle kâfir olmayacağını beyan etmiş
ve şöyle buyurmuştur: "Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr eder, kalbini
inkâra açık tutarsa, Allah'ın gazabı onların üzerinedir. Bunlara büyük bir
azap da vardır. Ancak kalbi imanla mutmain olduğu halde, İnkâra zorlanan
hariçtir."[30] Elbetteki alış veriş,
Allah'ı inkârdan daha ağır bir şey değildir ki, akidlerin tümünde ikrah etkili
olmasın. Binaenaleyh, bütün sözlü tasarruflar ikrahın etkisiyle hükümsüzdür.
- Rasuluilah (s.a),
bir hadis-i şerifinde: "Şüphesiz ki Allah, ümmetimden hatanın, unutmanın
ve onlara zorla yaptırılanın günahını kaldırmıştır"[31] buyurmaktadır.
Bu da cebredilenin zorla söyletilen sözlerinden sorumlu olmayacağını ifade
etmektedir.
- Hz. Ali ve diğer bir çok sahabe, zorla
boşamanın geçerli olmayacağını söylemişlerdir.
b.
Hanefilere göre ise, zorla söyletilen sözlerin hepisi aynı değildir. Bazılarında
zorlamanın hiç bir etkisi olmaz sözü geçerlidir. Diğer bir kısım sözlerinde
etkili olur ve sözü batıldır.
- Zorlama ile
yaptırılan itiraflar hükümsüzdür. Çünkü kasıtsız olarak söylendiğinden, yalan
hükmündedir. Yalan itiraflar reddedilir.
- Zorlama ile
yaptırılan, kendilerinden cayma mümkün olmayan ve şaka ile de sahih olan
evlenme, boşanma gibi akidler geçerlidir. Bunlara zorlamanın hiç bir etkisi
yoktur. Çünkü bu türden akidlerin meydana gelmeleri için kasıtlı olmaya ihtiyaç
yoktur. Nitekim, şaka ile de yapılslar geçerlidirler.
- Zorlama ile
yaptırılan, kendilerinden caymak mümkün olan ve şaka ile sahih olmayan akidler
ise, fasittir. Alış veriş, kira sözleşmesi gibi. Bu akidler, zorla
yaptınlırsa, batıl değil fasittirler. İkrahdan sonra düzeltilmeleri mümkündür.
Bunlar tamamen hükümsüz değillerdir.
Çünkü zorlama rızayı
ortadan kaldırsa da, kişinin iradesini tamamen yok etmemiştir. Zira zorlanan
kişi, cezalara katlanarak bunları yapmayabilir. Ta-raiların rızası ise, akdin
geçerli olmasının değil, sıhhatinin şartıdır. Burada rıza olmadığından akid
sahih değil fasittir. Fakal tamamen batıl değildir. Hanelilere göre fasitlik
batıl olmadan farklıdır. Fasidi düzeltme mümkündür. Batılı değil.
Cumhurun görüşü daha
isabetli görülmektedir. Zorlananın hiç bir sözü hüküm doğurmaz. Hanefilerin.
zorlananı şaka edene benzetmeleri kıyas maal fariktir. Zira zorlamada cebir
vardır. Şakada böyle birşey yoktur. Kişi kendi yaptığının cezasını çeker.
a. Eksik
İkrah ile zorlanan kimse, yaptığı amellerinden bizzat kendisi sorumludur.
Mesela, hafif dövülmekle tehdit edilen kişi içki İçerse, ona ceza uygulanır.
Çünkü zorlama eksik bir zorlamadır.
b. Tam
İkrahla (öldürülme veya azalarından birini koparma tehdidi gibi) zorlananın
yapacağı işler üç kışıma ayrılır:
- Yapılması vacip oİan
işler. Bunları yapmazsa günahkâr olur. İçki içmeye, domuz eti yemeye zorlanan
bunlara Örnektir. Bunları yapmalı ve canım kurtarmalıdır.
- Yapılmasına ruhsat
verilen fiiller. Bunları yapmazsa, sevap kazanır. Yaparsa günahkâr olmaz.
Kalbi imanla dolu olduğu halde öldürülme tehdidi altında kâfir olduğunu
söylemek buna misaldir. Diretirse, şehid olur. Söylerse günahkâr olmaz.
- Yapılmasına asla
ruhsat verilmeyen fiiller. Masum bir insanı öldürmek, zina etmek, Hanefilere
göre babayı dövmek bu fiillere Örnektir.
Tarifi: İçtihadın
lügat manası, her hangi bir şeyi yaparken, bütün gayreti sarfetmek ve elden
gelen çabayı harcamaktır.
Fıkıh usulündeki
ıstılahı manası ise, müctehid alimlerin hüküm çıkarma yoluyla şer'i hükümleri
bilmeyi talep etmesidir.
Tariften de
anlaşıldığı gibi içtihad yapmak için, şu temel esasların bulunması
gerekmektedir:
a. Müctehidin, daha fazlasından aciz kalacağı
derecede bütün çabasını harcaması gerekir.
b. Çabasını
harcayanın müctehid olması gerekir. Müctehid olmayanın bu yolda harcadığı
çabalara itibar edilmez.
c. Çaba, şer'i
hükümleri öğrenme ve tanıma, maksadıyla harcanmalı, başka bir maksatla
harcanmamahdır. Bu nedenle, kelimelerin lügat manalarını veya gramerdeki
yerlerini, yahut belagattaki edebi değerlerini öğrenmek için harcanan çabalar,
fıkıh usulünde içtihad sayılmaz.
d. Şer'i hükümleri öğrenmeye çalışma, fıkıh
usulündeki hüküm çıkarma yollarıyla olmalı, konuları ezberlemekle veya
müftülerden sorup öğrenmekle, yahut kitaplardan okumakla olmamalıdır.[32]
Bir alimin müctehid
olabilmesi için, aşağıda zikredilen şartlara sahip olması gerekmektedir. Aksi
takdirde müctehid olamaz. Bu şartlar şunlardır:
Bir kişinin müctehid
olabilmesi için Arapçayı, Arapların konuşmalarında ifade şekillerini, edebi
metinlerini, belagat ve fesahatlarını, kelimeler arasındaki nüansları iyi
bilmesi gerekir. Bu da Arap dilinin gramerini, belagatını, edebiyatını okumayı
veya halis Arap olmasından tabiatiyle bunları bilmeyi gerekli kılmaktadır. Zira
şeriatın temel kaynağı olan Kur'an-ı Kerim ve onu açıklayan sünnet-i seniyye,
Arap dilinin en beliğ ve fasih üsluplarıyla gelmişlerdir. Yeteri kadar Arapça
bilmeyenin, içtihad gibi zor bir fiili başaramayacağı muhakkaktır. Günümüzde
Arapça öğrenme zorluğuna katlanamayan ve tercüme eserlerden beslenen hayali
müçtehidlerin abuk sabuk konuşmaları, yerine göre Resulullah (s.a)'ı
yargılamaya kalkışmaları ve Allah'ın Kitabını aciz akıllarına uydurmaya
çalışmaları, Arapçayı bilmenin zorunlu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Müctehidin, Arapçanın
bütün kelimelerinin manasını, çeşitli kabilelerin şive farklılıklarını ve
üsluplarını bilmesi şart değildir. Fakat ne kadar çok bilirse, o kadar güçlü
müctehid olacağı muhakkaktır.
İmam Gazali,
müctehidin Arapçayı ne kadar bilmesi gerektiği hususunda şunları söylemektedir:
"Müctehidin bilme mecburiyetinde olduğu Arapça seviyesi, Arapların
konuşmalarını anlaması, cümle ve kelimeleri kullanma üsluplarını bilmesidir.
Bu kadar bilmesi lazımdır ki, Arapça bîr metin ve sözün, açık ifadeler mi yoksa
kapalı bir kelam mı, hakiki manada kullanılan mı yoksa mecazi anlamda isti'mal
edilen mi, genel bir ifade mi yoksa Özel bir hüküm mü, muhkem mi yoksa
müteşabih mi, kayıtsız şartsız mutlak mı yoksa kayıt ve şartlara bağlı mı
olduğunu idrak edebilsin. Metnin içeriğini ve genel anlamını kavrayabilsin,
yanlışlığını ve mefhumunu anlayabilsin."
Müctehidin, bu
seviyede Arapça bilme mecburiyetinde olması, yaptığı İçtihadın, müctehid
olmayan müslümanları bağlamasının tabii bir sonucudur. Okuduğu her Arapça
kitabı anlayamayan, zor metinler altından kalkamayan bir insanın içtihadına ne
kadar güvenilir. Kaldı ki elifi, ba'yı bilmeyenlerin içtihadları hepten
mürekkep bir cehalettir. Herkes haddini bilmeli ve ona göre davranmalıdır.
Aksi takdirde hem kendisi sapar, hern de İnsanları saptırır.
İçtihad eden zatın,
Kur'anın tümünü genel olarak, hüküm ayetlerini İse, detaylı olarak bilmesi,
nasihini ve mensuhunu öğrenmiş olması, ahkâmla ilgili olan ayetlerin iniş
sebeplerini bilmesi şarttır. Zira Kur'an, İslâm hukukunun temel kaynağıdır.
Diğer bütün delillerin menbaıdır. Her ne kadar müç-tehidin hafız olması, şart
değilse de, meselelerle ilgili ayetlerin yerlerini bilmesi gerekmektedir.
Kur'an'ın ahkâmla
ilgili ayetlerini özel bir eser şeklinde yazan bir çok alim çıkmıştır. Bunlara
başvurularak ahkâm ayetlerinin kahir çoğunluğunu öğrenmek mümkündür. Bu sahada
yazılan kitaplardan bazıları şunlardır:
- Cessas'm
"Ahkâmu'l-Kur'an" İsimli eseri.
- İbni Arabi'nin
"Ahkâmu'l-Kur'an" adlı kitabı.
Nasih ve mensuhla
ilgili olarak yazılan kitapların en önemlilerinden biri de Nehhâs'ın yazdığı
eserdir.
Müctehid olacak
alimin, sünneti bilmesi gerekmektedir. Çünkü, Kur'an'dan sonra İslâm hukukunun
ikinci kaynağı ve Kur'an'ı açıklayan şerhi sünneti se-niyyedir. Kur'ân'ı, en
doğru ve güzel açıklayan Resulullah (s.a)'dır. Zira bu ona yüklenen bir
vazifedir. "... Sana da Kur'ân'ı gönderdik ki, İnsanlara kendilerine
gönderileni açıklayasın ve onlar da düşünsünler."[33]
Resulullah (s.a)'ın
fiilleri, sözleri ve tasvibinden ibaret olan sünnete aşina olmayanın veya onu
hesaba katmayanın, değil ki müctehid olması, alim sayılması dahi yanlıştır.
Çünkü Kur'anın açıklanmasından mahrumdur.
Müctehidin bilmesi
şart olan sünnetin miktarı, Resulullah (s.a)'ın yapmakla yükümlü olduğumuz hükümlerle
ilgili olan sözlerini, fiillerini ve tasviplerini okuyup anlayarak İdrak
etmek, nasih ve mensuhlannı, amm ve haslarını, mutlak ve mukayyedlerini,
rivayet yollarını, raviler zincirini, ravilerin hallerini, hadislerin sahih
veya zayıf olduklarını, mütevatir veya ahad oluşlarını, içerdikleri manaları,
hangi münasebetle söylendiklerini bilmektir.
Müçtehidin, sünnetin
tümünde bulunan bu hususları bilmesi, şart değil, ahkâmla ilgili olan
hadislerin bu Özelliklerini bilmesi şarttır. Yine bu hadisleri ezberlemesi de
şart değildir. Elinde sahih hadis kitaplarının bulunması ve müçtehidin ahkâmla
ilgili olan hadislerin bu kitaplardaki yerlerini bilmesi, hadis alimlerinin
hadis kriteri olarak yazdıkları kitaplara sahip olması ve onları okuyup
anlaması yeterlidir. Zira bütün hadisleri yukarıda zikredilen şekilde bilmek,
hemen hemen bir beşerin takati üstünde olan bir özelliktir. Buna ulaşmak nerede
ise İmkânsızdır.
Müçtehidin, icma
yapılan konulan bilmesi gerektiği ittifak konusudur. İc-maın kesin olarak
yapıldığı mevzular, şunlardır: Farzlar, mirasla İlgili temel hükümler, Kur'ân
ve sünnetin beyan ettikleri ve üzerlerinde icma edilen haramlar ve sahabiler
döneminden itibaren müçtehid imamların asrına kadar yapılan diğer icma
meseleleridir. Müçtehidin bu konuların hepisini ezbere bilmesi şart değüdir.
Fakat ele aldığı her mesele hakkındaki icmaı bilmek zorundadır.
Diğer yandan
müçtehidin fıkıh ekollerinin İhtilaf ettikleri temel esasların neler olduğunu
bilmesi de gerekmektedir. Medineli fakihlerin, Irak fakihle-rinden farklı
metodları olduğunu bilmeli, selim aklı ve dengeli takdiriyle, bu ekolleri
birbiriyle karşılaştırmalı, hangisinin Kur'an ve sünnete daha yakın olduğunu
idrak etmelidir. Böylece kendi görüşüne muhalif olanların kanaatlerini
Öğrenir, hem kendisini yanlış yapmadan uzaklaştırır, hem de görüşünün
sağlamlığım ölçer ve kendisine güveni artar.
İmam Ebu Hanife,
insanların ihtilaflarını en iyi bileni, insanların en alimi sayardı. Zira
çeşitli görüşlerin çarpışmasıyla hak nuru parlar ve ortaya çıkar.
İmam Malik, Ebu
Hanife'nİn talebeleriyle karşılaşınca İncelediği konular hakkında Ebu
Hanife'nİn görüşlerini sorardı.
İmam Şafii, fıkıh
alimlerinin ihtilaflarını inceleyip o konularda derinleşİn-ce, fıkıh usulü
ilmini ortaya çıkarmış ve fıkhın ölçüsünü icad etmiştir.
Vakıa, insanın sahabe,
tabiin ve onlardan sonra gelen fakihlerin sözlerini incelemesi ve onları
birbiriyle karşılaştırması, kişide yorum yapma, takdir etme ve derinliklere
İnme melekesini geliştirir ve onu insaflı bir münek-kid yapar.
Fakihlerin ve
mezheplerin İçtihadlarını karşılaştıran kitaplardan bazıları, Hanefi mezhebinde
Kaşani'nin "Bedai es-Sanai" isimli eseri, Maliki mezhebinde İbnü
Rüşd'ün "Bidayetü'l-Müçtehid" isimli kitabı, Hanbeli mezhebinde İbni
Kudanıe'nin "el-Muğni" isimli eseri, Şafii mezhebinde Nevevi'nİn
"el-Mezheb ve Şerhuhu" isimli eseri, Zahiriye mezhebinde de İbni
Hazm'm "el-Muhatla" isimli kitabıdır.
Müçtehidin sahih
kıyasın nasıl yapıldığını bilmesi gerekmektedir. Bu da müçtehidin, hükmün
dayanağı olan nassı, hükmün illetini ve bu İlletin belli olmayan hüküm için
geçerli olup veya olmayacağım bilmesini gerektirmektedir. Ayrıca müçtehidin,
kıyasla ilgili olan kural ve kriterleri, selef-i salibinin bu sahada takip
ettikleri metodları bilmesi İcap etmektedir.
İmam Şafii,
"İçtihad, kıyası bilmektir" demekte, Esnevi de: "Müçtehidin kıyası
ve şartlarım bilmesi lazımdır. Zira kıyas, içtihadın temelidir ve hükümlerin
sayısız detaylarına ulaştıran bir yoldur..."[34]
demektedir.
Şer'i deliller izah
edilirken, mesalih-i mürsele bölümünde İslâm şeriatının temel gayesinden
bahsedilmiştir. Burada da, içtihad eden kişinin bilmesi açısından şer'i
şerifin gayesinden bahsetmek gerekmektedir. Bununla ilgili olarak şunları
Özetle zikretmek mümkündür.
İslâm şeriatının temel
gayesi, insanların huzur ve saadetlenini sağlamak, onları ilahi rahmet ve
nimetlere ulaştırmaktır. Nitekim yüce Mevla şöyle buyurmuştur. "Ey
Muhammedi Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik"[35] "Ey
iman edenler! Size, Rabbinizden bir öğüt gelmiştir. O, kalplerdeki hastalıklar
İçin bir şifa, iman edenler için bir hidayet ve rahmettir."[36]
İslâm nizamının
hedeflediği bu yüce gaye, İslâm hukukunun insanların menfaat ve maslahatlarını
gözönünde bulundurmasını gerekli kılmıştır. İster bu menfaatler,
gerçekleşmeleri zaruri olan maslahatlar, ister bulunmalarına ihtiyaç hissedilen
maslahatlar, İsterse bulunmaları güzel olan maslahatlar olsunlar.
Yine bu gayeden dolayı
İslâm hukukunun, çok zaruri olmadıkça her zaman kolaylıkları zorluklara tercih
ettiğini, ancak yeryüzünden fesadı kaldırma mecburiyetinden dolayı cihad gibi
zor bir yükümlülüğü farz kıldığını görürüz.
İslâm hukuku,
insanları ilahi merhametten payidar etmek için şu üç yolu takip etmiştir.
- Ferdleri arındırmak.
- Adaleti sağlama
- Kişilerin gerçek
menfaatlerini tahakkuk ettirmek.
İslâm, toplumun küçük
birimi olan fertleri, gelişigüzel yetişmeye terk etmemiş, onların daha
küçükken kendilerine ve çevrelerindeki insanlara zarar verecek huy ve adetlere
esir olmalarını serbest bırakmamış, aksine onları, adeta kirlerden yıkarcasına
manevi hastalık ve mikroplardan arındırma yolunu izlemiştir. İslâm'ın farz
kıldığı ibadetler bu hedefi gerçekleştirmek içİn-dir. Mesela, kulun günde beş
vakit Rabbinin huzurunda kemali tazimle durması ve O'nun gönderdiği nizamın
maddeleri mahiyetinde olan Kur'an'i okuyarak namaz kılması, onun kalbinden
kendisi gibi aciz kullara kin beslemeyi giderir, onu hayasızlık ve
kötülüklerden uzaklaştırır. Bakarsınkİ, insanlara karşı güler yüzlü, hoş
görülü, muamelesinde kendisiyle kolayca anlaşılan biri olur. "...
Şüphesiz ki, namaz insanı fuhuş ve kötü şeylerden alı-koyar..."[37]
Mü'minin bu halini idrak edemeyen akılsızlar ise, onun ahmak, hatta korkak
olduğunu sanırlar. Kâfirlerin zulmünü önlemek için cihad edip can verdiğini
unutuverirler.
Orucun, fakirlerin
halini anlamayı, haccın organize olmayı, zekâtın zengin ve fakir arasındaki
dayanışmayı sağlamayı öğrettikleri ve böylece ferdi, toplum için bir şer aracı
değil, hayır vasıtası kıldıkları nasıl inkâr edilebilir?
İslâm hukuku, adaletin
sağlanmasına büyük bir önem vermiş, düşmana karşı dahi insaf ölçülerinin
aşümamasmı emretmiştir. "Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta
tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olun. Bir kavme olan kininiz sizi
adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun çünkü o, Allah'tan korkmaya daha
yakındır."[38]
İslâmda adalet çok
yönlüdür. Yargılarda adalet, idarede adalet, şahitlikte adalet, ilişki ve
muamelelerde adalet, kanun önünde adalet, sosyal dengeyi sağlamada adalet,
hakkını alırken adalet, şahsi davranışlarında adalet v.s.
İslâmda kişi,
insanların kendisine nasıl davranmasını isterse, onun da onlara karşı öyle
davranması esası vardır.
İslâmda fakir zengin
hukuk önünde fiilen eşittir. Onda tarafgirliklere, adam kayırmalara, İltimas
geçmelere mahal yoktur. "Şayet Muhammed (s.a)'in kızı Fatime hırsızlık
yapsaydı onun da kolunu keserdim"[39] esasına
dayanmaktadır.
Bu ilahi nizamda sınıf
diye bir ayrım yoktur. "Haksız kuvvetli zayıftır, tâ kendisinden hak
alınıncaya kadar. Haklı zayıf güçlüdür, tâ hakkını alıncaya kadar"
prensibini esas almıştır. İnsanlar arasında renk ve ırk farkı yoktur. Çünkü
hepsinin atası Adem, anneleri de Havva'dır. Adem ise topraktan yaratılmıştır:
"... Hepiniz Ademdensiniz. Adem de topraktandır. Arabın Arap olmayana hiç
bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak Allah'tan korkmadadır...”[40]
Evet İslâmda lord avam ayrımı, kast efsanesi,
asker sivil farklılığı, zengin fakir sınıflandırması yoktur. Zira bu herkesin
yaratıcısı ve terbiye edicisi yüce Allah'ın nizamıdır. İnsanların hepisi İnsan
olmaları itibariyle şerefli sayılmışlardır. "Şüphesİzki Biz, Adem oğlunu
şerefli kıldık. Karada ve denizde taşıdık, temiz şeylerle rızıklandırdık,
onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık."[41] Allah
nizamı olan İslâm, kimseye zulmetmemek için herkesin yaptığının karşılığını
görmesini beyan etmiş, hiç bir kimseyi başkasının suçundan dolayı hesaba
çekmemiştir. "Kim zerre kadar iyilik yaparsa onun karşılığını görür. Kim
de zerre kadar kötülük yaparsa o da onun karşılığını görür. "[42]
Allah Teala, haklan
yükümlülükler nisbetinde belirleyerek adaleti hassas bir şekilde tesis etmiş ve
kimseye hak etmediği yükü yüklememiş ve kimsenin de hakkım eksütmemiştir.
Mesela, kadınların yükümlülüklerini haklarına denk kılmış, kölelerin
bölünebilen cezalarını hürlerin yansına indirmiştir. Çünkü toplumda kölenin
hakkı hürlerden daha kısıtlıdır. Şu âyet-i kerimeyi okuyup anlayan insaflı
İnsan, İslâm'ın adaleti tesise ne kadar ehemmiyet verdiğini çok iyi idrak
edecektir. "Şüphesizki Allah, adaletli davranmayı, iyilikte bulunmayı ve
akrabalara yardım etmeyi emreder. Hayasızlığı, kötülüğü ve haksızlığı
yasaklar... “[43]
İslâm'ın bütün
hükümleri, muhatabı olan insanların hakiki menfaat ve maslahatlarını
gerçekleştirmekte ve görünürde faydalı gibi olsa da, zararlı şeyleri bertaraf
etmektedir. İslâm, gerçekleştirmeyi hedeflediği maslahat ve menfaatlerin şu beş
şeyi muhafaza altına almakta olacağını beyan etmiş ve bunları korumak için
bütün tedbirleri almıştır.
Bunlar da din, can,
mal, akıl ve nesildir. Çünkü insanın İçinde yaşadığı dünya bu beş. şeyin
varlığı üzerine kuruludur. Bunlar olmadan refah bir hayat düşünmek mümkün
değildir.
İnsanlığını idrak eden
herkes için kaçınılma/ bir zarurettir. Çünkü, insanı diğer hayvanlardan ayıran
en belirgin özelliklerdendir. Kişi bu özelliğe sahip olduğunda ancak hayvan
seviyesinden kurtulup insan edercesine erişebilir. Bu nedenle İslâm, toplum
için çok zaruri olan bu dini korumayı önemli bir maslahat saymış ve bu uğurda
can vermeye de sebep olsa, gerekenin tereddütsüz yapılmasını emretmiştir.
Kişilerin dindarlığı ve dolayısıyle kendilerini arındırmaları İçin de
ibadetler farz kılınmış, insanı mecburi bir tedaviye ve mikroplardan arınma
yoluna sevk etmiştir. Tâ ki beşeriyetin başına bela kesilmesin, hem kendisinin
hem de çevrenin huzur ve saadetini kaçırmasın.
İslâmin
gerçekleştirmek istediği maslahatların zorunlu olanlanndandır. Tabii ki can
güvenliği, İnsanları öldürmeyi, organlarından birini kesmeyi veya yaralamayı,
onların şahsiyetlerini rencide edecek söz ve işlere duçar olmayı insanın insan
olma haysiyet ve şerefini İncitecek davranışlarda bulunmayı kesin bir şekilde
yasaklamayı ve bunları yapanları cezalandırmayı gerektirmektedir. İşte İslâm,
bunları işleyenlere verilecek cezaların yapılan suçlara deng olmasını
öngörmüştür. Tâ ki gevşekliğe yer kalmasın.
İslama göre. öldüren
öldürülür, organ kesenin organı kesilir, İffetli İnsanlara hayasızlık
iftirasında bulunana seksen adet .sopa vurulur v.s. Böylece suç ve ceza dengeli
olsun.
Kimsenin hakkı,
kimsede kalmasın, suçlu gerçekten le'dip edilsin. Kötü niyetliler ibret alsın
ve topluma huzur ve saadet gelsin.
İslâm, insanların
topluma bir yük ve bir şer kaynağı olmamaları için onları diğer hayvanlardan
ayırıcı özelliklerinden biri olan akıllarını muhafaza etmeyi de zaruri bir
maslahat saymıştır. Bunu koruma için gereken tedbirleri almıştır. Maddi
tedavileri ihmal etmediği gibi, manevi tedavilerin neler oldukların1, beyan
etmiş ve geçici de olsa, aklın perdelenmesini yasaklamış ve içki içeni
cezalandırmıştır.
İslâm, çocuğun anne ve
babası tarafından eğitilmesi halinde toplumun küçük numunesi olan ailenin
huzurlu bir aile olacağını ve bu çocuğun kolaylıkla toplumla kaynaşabileceğin!
kabul etmiştir. Şayet çocuk, aile dışında yetişirse. İçine kapanık, topluma
karşı kapalı ve huyu İtibariyle hırçın biri olacağını, çünkü anne ve babanın
şefkat ve himayelerinden nasibini alamayacağını göz önünde bulundurarak,
çocuğun meşru evlenme yoluyla meydana gelmesine büyük bir önem vermiş ve
evlilik dışı iuhuşu ağır bir şekilde cezalandırmıştır. Zira cinsel arzuları
gelişi güzel tatmin etmekten doğacak zarar ve ziyanlar bu cezadan daha büyük
olacaktır, toplumda düzeltilmesi imkânsız olan yaralar açacaktır. Bundan
dolayı evlilik dışı ilişkiler, insanlara değil, aklı olmayan hayvanlara
yakışan bir davranıştır. Çünkü onlar, neticenin ne olacağını İdrak edemezler ve
sokaklarda sefil, perişan olurlar. Aklı olan bir kişinin bu seviyeye düşmesi
elbetteki gayri kabildir.
Elbetteki malı koruma,
ona saldırmayı, onu gasbetmeyi ve çalmayı yasaklamakla, insanlar arasındaki
çeşitli akidleri düzenlemekle ve mallan emin ellerde değerlendirmekle gerçekleşir,
işte İslâm buna da büyük bir önem atfetmiştir. Hırsız ve gasıbı en sert
şekilde cezalandırır. Alış verişin tarafların rızasıyle olacağını emreder.
Aldatmanın her türünü yasaklar. Tekelciliği ve stokçuluğu men eder. Serbest bir
piyasa oluşturur. Böylece insanların alın ter-leriyle kazandıkları mallarını
himaye altına alır. Tefecilere, açgözlülere, fırsatçılara imkân vermez. Milli
gelirin adil bir şekilde dağılımını sağlar, zenginin malında fakirin hakkı
olduğunu vurgular ve böylece sözde değil, gerçekten toplumda denge sağlar.
Ulamda bir tarafta aşırı zengin, diğer tarafta bir lokma ekmeğe muhtaç fakir
görülmez. Çünkü İslâm. "Onların mallarında, dilenenin ve yoksulun hakkı
vardır"[44] esasını koymuştur.
Evet işte İslâm'ın
gayesi bu gibi zaruri olan menfaat ve faydalan himaye altına almaktır. Kaldı
ki. sadece zaruri olan menfatları değil, aynı zamanda ihtiyaç hissedilen diğer
menfaatleri ve hayata güzellik bahşeden menfaat ve maslahatları korumayı da
hedeflemektedir. Bunlarla ilgili olarak mesalih-i mür-sele bölümünde yeteri
kadar izah yapıldığından burada tekrar edilmemektedir.
işle içtihad yapan bir
müçtehid, İslâm'ın hangi gayeyi hedeflediğini çok iyi bilmelidir ki, bu gayeler
doğrultusunda İçtihad etsin. Yanlış bir sonuca var-
masın.
Müçtehidin, anlama
kabiliyetinin sıhhatli olması, meseleleri iyi ölçebilmesi gerekir. Müçtehidin
elde ettiği bilgileri kullanma, yönlendirme ve ayıklamada başvuracağı aracı,
anlayış kabiliyeti ve ölçme gücüdür. Eğer konulan sağlıklı kavrarsa ve onları
doğru olarak değerlendirebilirse, işte o zaman batıl görüşleri, doğrulardan,
kuvvetli olanları zayıflardan İsabetli olarak ayırır. Aksi takdirde görüşleri
birbirine karıştırır ve istenmeyen hükme varır.
Kişinin işlerinde
samimi olması, niyetinin halisane olması, onun zihnini ve kalbini Allah'ın
nuruna açar. Böylece kişi hak din olan îslâmm özünü anlar, dinî gerçeklere
yönelir. Çünkü Allah, ihlaslı olanın kalbine hikmet ilham eder ve onu sözü
itibar edilen biri kılar.
İnanç ve niyeti bozuk
olan insan, ilahi naslara sağlam bir kalble yönelmediği için gerçeğin nurunu
göremez. Çünkü onun düşüncesine şeytanî hevesler hakim olur ve onu adeta
bağlar. Zira çarpık niyetli olanın düşüncesi de çarpıktır, vardığı hükümler
yanlıştır.
Nitekim geçmişteki
içtİhadlarıyla bizleri nurlandıran müçtehidler takva sahibi, halis niyetli ve
kalbleri ilahi nurla aydınlanan zatlardı. Bu nedenle görüşleri çağlar boyu
yaşadı ve yaşamaktadır.
Samimi insanlar, kuru
taassuptan, kendilerini beğenmeden uzak İnsanlardır. Bu nedenle kendi sözünün
hak, diğerlerinin ki batıldır gibi bir vehme kapılmazlar. Böylece hakkı
araştırıp bulabilirler, yanlış yaptıklarını anlar anlamaz hemen ondan
dönerler.
Bu hususta İmam Şafii
şunu söylemiştir: "Eğer ben, Resulullah'ın hadisine muhalefet edersem,
hangi yer beni üzerinde taşır? Hangi gök beni gölgelendirir. Hadis
gördüğünüzde onu alın, benim sözümü duvara çalın."
Ebu Hanif'e de şöyle
demiştir: "Bizim uluşabüdiğimiz en güzel sonuç budur. Kim bundan daha iyi
bir neticeye ulaşırsa ona uysun."
Hulasa, içtihad etme
her kahramanın haddi değildir. Buna ancak salih ve muttaki alimler ulaşabilir.
Bid'at ehli olan veya heva ve hevesine uyan İnsanların bu mertebeye ulaşmaları
hiç mümkün müdür?
Fıkıh usulü alimleri,
fıkıh alimlerini altı kısma ayırmakta, bunlardan dördünün müçtehid, ikisinin
de mukallid olduklarını beyan etmektedirler. Bunları şöylece özetlemek
mümkündür. Müçtehidler ve dereceleri, mukallidler ve sınıfları.
Bunlar, müctehidlerin
birinci mertebede olanlarıdır. Seri hükümleri Kitap ve sünnetten çıkarırlar.
Kıyas ve istihsan yaparlar. Varlığına kanaat getirirlerse, mesalih-i mürseleye
dayanırlar, seddü'z-zeraii işletirler. Hulasa uygun gör-Jükleri seri delillerin
hepsine başvurarak hüküm çıkarırlar. Hükümleri çıkarmada herhangi bir kimseye
tabi olmazlar. Kendileri için özel metodlar belirlerler ve o metodlarını takip
ederler.
İşte bu kısımdan olan
müctehidlerin yukarıda zikredilen şartların hepsine sahip olmaları
gerekmektedir.
Sahabilerin fakihleri,
Said b. el-Müseyyeb, İbrahim en-Nehai gibi tabiinin müçtehidleri, Muhammed
el-Bakır, Caferi Sadık, Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmed b.
Hanbel, İmam Evzai, Süfyan-ı Sevri, Leys b. Sa-ad, Ebu Sevr ve benzeri müçtehid
fakihler, bu guruptan olan müçtehidlerdir.
Her ne kadar bunların
bazılarının görüşleri bizlere bir kitap halinde toplu olarak gelmemişse de,
kitaplarda zikredilen mezhebi ihtilaflar arasında görülmekte ve doğruluklarına
güvenilınekledir.
Ebu Hanifenin
talebeleri sayılan Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve Züfer'İn bu sınıfa
girip-girmedikleri tartışmalıdır. Hanefi fakihlerinden İbn Abidin, bunların bu
sınıfa girmediklerini, ikinci mertebede olduklarını zikretmekdir. Bu türden
olan içtihadın kapısının açık olup-olmadığı mezhepler arası ihtilaflıdır. Buna
konunun sonunda değinilecektir.
Bunlar ise,
müctehidlerin ikinci mertebesinde olan fıkıh alimleridir. Bunlar, bir mezhebin
belirlediği usul ve metodu takip ederler. Ancak detaylı hükümleri çıkarmada o
mezheple kendilerini bağımlı saymazlar. Ebu Hanife'nin talebeleri, Ebu Yusuf,
Muhammed b. el-Hasan, Züfer -ihtilaflı olmakla beraber- bu sınıftan sayılmışlardır.
İmam Şafii'nin mezhebindeki İsmail b. Yahya el-Müzenî ve İmam Malik'in
talebeleri de bu sınıflandır. Büyük imamlardan sonraki asırlar, bu kısımdan
olan müçtehidlerden boş değildirler.
Mesela Hanefi
mezhebinden Ebu'l-Hasen el Kerhî, "evlenecek adaylar arasında denk
olmanın temel bir şart olmadığını" beyan ederek Ebu Hanife'ye ve
talebelerine, fer'i bir konuda muhalefet etmiştir. Yine Ebu Bekr el-Esamm,
"evlenme hususunda çocukların velayet altında olmalarının şart
olmadığını" söyleyerek Hanefi mezhebine muhalefet etmiştir. Halbuki, hem
Kerhî hem de el-Esamm, Hanefi mezhebinin metodunu takip etmişlerdir.
Bunlar ise
müçiehidlerin üçüncü mertebesinde oian fıkıh alimleridir. Buniar, hem merodda
hem de detaylı hükümlerde bir mezhebin imamına bağlı kalırlar. Buniar sadece
mezlıeb imamından nakledilmeyen fer'i meselelerin hükümlerini belirlemeye
çalışlar. İmamlarının belirlediği illetlere dayanarak, daha ünce çıkarılmayan
hükümleri çıkarmaya çalışırlar. Bunların, önceden varolan detaylı hükümlere
muhalif hüküm çıkarmaları çok sınırlıdır. O da, Önceki lakihlerin. sonra
gelenlerin örfünde olmayan bir mesnede dayanarak çıkardıkları fer'i
hükümlerdir. Öyle ki, önceki fakibler, sonra gelenlerin müşahede ellikleri
durumu görmüş olsalardı, sonrakilerin vardıkları hükümlere varırlardı ve eski
görüşlerinden vazgeçerlerdi. Vakıa: Mezhepte müctehidler iki işlemi yaparlar:
Birincisi, önceki
imamiann bağlı kaldıkları kaideleri ve onların çıkardıkları kıyas illetlerini
oluşturan genel fıkiıi ölçüleri netleştirmektir.
İkincisi ise, o kimi
Hara dayanılarak çıkarılmamış oian yeni ier'i hükümleri çıkarmaktır. Aslında
i'ikhi mezhepleri ya/ılı kitap haline getiren, onların büyümesini sağlayacak
prensipleri koyan, görüşlerin doğru olanını isabetsiz olanından ayırarak
karşılaştırma ve doğru olanı tercih eline esaslarını belirleyen alimler. İşte
bu sınıftan olan müçtehidlerdir. Her mezhebin Fıkhı oluşumunu birbirinden
ayıran da bunlardır.
Müclehiclleı'in
dördüncü ve sonuncu sınıfını bunlar oluşturmaktadır. Bunlar, sadece bir önceki
müçtehidlerin belirlediği tercih kaidelerine dayanarak rivayet edilen fıkhı
görüşler arasında tercih yapma İşini ifa ederler. Bunlar, delillerin
kuvvelliliğine veya yaşadıkları çağın şartlarına münasib olduğundan uygulamaya
daha elverişli olmasına göre görüşler arasında tercih yapabilirler. Fakat konu
ile ilgili herhangi bir yeni görüş beyan edemezler.
Hülasa, birinci
mertebede olan müctehidler. her yönüyle içtihad edebilen mutlak müçtehidlerdir.
ikinci öcvcccdc olan müçlehidler, fer'i meselelerde mutlak bir şekilde içtihad
ederler. Üçüncü derecede olan müctehidler, hükümlerin illetlerini çıkarmada ve
bu illetlerin yeni ortaya çıkan hükümlerde de bulunup bulunmadığını inceleyen
müçiehidlerdir. Ancak dördüncü sınıfın içtihadı sınırlıdır. Bunlar sadece
görüşler ve rivayetler arasında tercih yapma salahiyetine sahiptirler.
Bunların işi. tercih
edilen görüşleri öğrenmek, görüşleri birbirine tercih eden müçtehidlerin beyan
ettikleri usule göre tercihlerin derecelerini sıralamaktır.
Tercih eden
müçtehidlerin tercihlerini öğrenmeye çalışmak, bazan bunları, tercihciler
arasında hüküm vermeye sevk edebilir. Bazıları, tercih eden müçlehidlerden bir
kısmının tercihini alır. Diğerler başkalannınkini alır. Tercihlerden bazıları
daha kuvvetli veya mezhebi esaslara daha uygun, yahut çok müreccih Kiralından
benimsenen ya da tercih eden müctelıid, mezhep içinde daha kuvvetli olduğundan
dolayı tercihler arasında da tercih yapılır. Hanefi mezhebinde. Kenz isimli
kitabın. Dürru'l-Muhtar'ın, Vikayenin ve Mecm'aın müellifleri bu türden olan
mukallid alimlerdir. Bunlar kitaplarında reci edilen görüşleri ve zayıf
rivayetleri zikretmezler.
Bunlar, sadece fıkiıi
kitap ve görüşleri anlayabilen alimlerdir. Bunlar, sözler ve görüşleri
karşılaştırarak tercih etme yeteneğine sahip olmadıkları gibi, tercih
edilenleri belli bir sıraya koyma gücüne de sahip değillerdir. Bunlar,
kuvvetli görüşle zayıf görüşü ayıracak güçle dahi değildirler. Buldukları söz
ve görüşleri toplarlar. İbn Abidin'in vasıflandırdığı gibi, "bunlar gece
karanlığında odun toplayan kişiye benzerler. Kilerine ne gelirse onu
alırlar." İbn Abidtn bunları taklid edenlere şöyle diyor: "Vay
haline! Bunları taklid edenlerin vay!"
Günümüzdeki
fıkıhçıların kahir çoğunluğu bu sınıfdandır. Bazen, yaptıklarına fetva bulmak
İsteyenlere, zayıf görüşleri aktararak, onların kötü amellerine alet
olmaktadırlar. Zira verdikleri fetvanın dayanağını ve sıhhatlilik derecesini
araştırma yeteneğine sahip değillerdir.
Bu derecede kalmamak
için çok okuyup düşünmek gerekmektedir. Diğer ilim dallarında olduğu gibi,
İslâm hukukunda da ucuzculukla bir yere varılamaz.
Hlbetteki bütün seri
hükümlerde içtihad yapmak caiz değildir. İçtihad yapılacak sahaları ve ne
şekilde içtihad yapılacağını bilmek gerekmektedir. Bu hususta şunları özetlemek
mümkündür:
Bunlarda içtihad
yapılamaz. Namaz, oruç, zekât ve haccın farziyeti; zina, faiz, hırsızlık, masum
bir İnsanı öldürmenin haram olması bu hükümlerdendir. Artık bunlar yeniden
tartışılamaz.
Bunlar da kendi aralarında
iki kısma ayrılmaktadırlar:
a. Teshilleri zanni olan delillerin ifade
ettikleri hükümler:
Bu ihtimal, haberi
ahad olan hadislerde mevcutlun Burada müçtehid, nas-lann ne şekilde tesbit
edilebildiklerini, sened zincirlerinin sıhhat ve kuvvet-lilik derecesini,
ravilerin güvenilir olup olmadığını ve benzeri meseleleri inceler ve kendisine
göre bir sonuca varır. İşte bu işlemine içtihad denir. Bu şıkta müçtehidler,
çokça ihtilaf ederler. Bazılarına göre belli bir hadis sahih ve sabittir,
diğerlerine göre İse, sabit olmayabilir.
b. Manaların İfadeleri zanni olan delillerin
gösterdikleri hükümler.
Bu ihtimal İse,
ayetlerde ve mü te vat ir sünnetlerde mevcuttur. Burada müçtehid, nasdan
kastedilen manayı ortaya çıkarmaya çalışır. Buna ulaşmak için de kelimelerin
manalarını İfade etme şekillerini İnceler, bir delalet şeklini başkasına
tercih etmeye çalışır. Fıkıh alimleri bu meselede de çokça ihtilaf ederler.
Müçtehid, burada kıyas
gibi seri delillere başvurur. Konunun hükmünü tes-bite çalışır. Başvurulan
delilin konuya uygunluğu açısından müçtehidler İhtilaf edebilirler.
İçtihad etme, her
zaman ve yerde mümkün müdün* Yoksa sadece belli bir zamana mahsus mudur? Bu mesele
fıkıh alimleri arasında ihtilaflıdır. Bunu şöyle özetlemek mümkündür.
1- Şafiilere
ve Hanelilerin çoğunluğuna göre, içtihadın birinci derecesi olan mutlak
İçtihadın bile kapısı açıktır. Bunlara göre, her zaman Ebu Ilanife gibi
müçtehidler ortaya çıkabilir.
2-
Hanefilerin diğer bir kısmına göre ise, artık mutlak mahiyetteki içtihadın
kapısı kapalıdır, bir daha mezhep imamları gibi imamlar gelmeyeceklerdir.
3-
Malikilere göre, her hangi bir asır, mutlak müctehidden boş olabilir. Fakat
hiç bir asır, mezhepte müçtehiclden boş olamaz.
4- Hanbeiilere
göre ise, bütün içtihadlann kapısı açıktır. Hatta herhangi bir asrın
müçlehidlerden boş olması mümkün ueğildir. aksine her asırda müçtehidlerin
bulunması gereklidir. Zira bu hususta Rasuİullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki, Allah bu ümmete her yüz yılın başında dinini yenileyecek
birini gönderir."[45] İşte
Resulullah'ın bildirdiği bu müçtehid, mutlak içtihad yapabilecek müçtehiddir.
Fakat, Hanbeli
mezhebinden olan İbn Hamdan diyor ki: "Uzun zamandan buyana mutiak
müçtehid gelmemiştir. Halbuki şimdi içtihad etme, öncesinden daha
kolaydır."
5- Şii,
Caferi mezhebine göre de, içtihad kapıları açıktır. Ancak bunların mezhep
anlayışlarına göre, imamların sözleri hadisler gibi hüccettir. Bu sözlere
aykırı içtihad yapılamaz. On bir asırdan beri son İmamları kaybolduğundan,
fıkıh alimleri içtihad edebilirler. Fakat imamların belirlediği usullere bağlı
kalmaları ve onların beyan ettikleri hükümlere muhalefet etmemeleri şartına
bağlıdırlar.
Sonuç olarak şunu söylemek
mümkündür: Kanaatimizce hangi türden olursa olsun, içtihada bütün kapılar
açıktır. Zira aksini ifade eden her hangi bir nas yoktur. İçtihadın kapısının
kapandığını söyleyen alimler bile buna bazı istisnalar tanımışlar, Hanefi
mezhebinden Kemal İbnu'l-Humam'm mutlak müctehid olduğunu söylemişlerdir.
Ancak müçtehidde, daha
önce zikredilen şartların bulunması gerekir. Her insan kendisini müçtehid sanar
ve içtihad yapmaya kalkışırsa, varılan hükümler İsabetsiz olabilir. Böylece
şer'i şerife olan güven sarsılır ve anarşi yaygınlaşır. Nitekim günümüzde
kendilerini müçtehid sayanlar, saçma sapan fikirler ortaya atıyor insanların
kafalarını bulandırmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Diğer yandan bir kısım
kaba sofiler de, mezhebinin görüşünü ayet veya hadis gibi telakki ediyor, başka
mezhepleri adeta İslâm dışı görüyorlar. Bunların ifradmdan bir öncekilerin de
tefrîdinden kaçınılmalı ve orta yol tutulmalıdır. İçtihad edebilme şartlarına
sahip olan varsa İçtihad yapsın, yoksa bir mezhebe bağlı kalsın ve diğer hak
mezhepleri de hoş görsün.
İçtihad etme
şartlarını haiz olan bir müçtehidin İçtihad etmesi vaciptir. Aksi takdirde
ortaya çıkan yeni meseleler hükümsüz kalır ve İslâm'ın evrenselliğine ters
düşer. Binaenaleyh müçtehid olan zat, hakkında nas ve içtihad bulunmayan yeni
meselelerin hükümlerini belirlemek için şer'i delilleri İnceler ve bir sonuca
varır. Vardığı bu sonuç, uyulması gereken bir hüküm olur. Eğer içtihadında
isabetli olursa İki kat mükâfat, olmazsa bir- mükâfat alır. Çünkü o her iki
durumda da büyük bir efor harcar ve yorulur. Bu çabasından dolayı sevap
kazanır. Nitekim Resulullah (s.a), bu hususta şöyle buyurmuşlardır:
"Hakim ictihad eder, hüküm verir ve içtihadında da isabetli olursa, ona
iki mükâfat vardır. Eğer içtihad eder hüküm verir ve yanılırsa, bunun için de
bir mükâfat vardır."[46]
Ancak bu hadi.sien hareket ederek, herkesin içtihad etmeye kalkışması
cihetteki yanlıştır. Hadis-i şerif, müçtehicl olan hakimler ve fakihier için
zikredilmiştir. Cahillerin bunu yapmaya hakları yoktur. Diğer yandan yanlış
olan içlihad. bağlayıcı değildir, aksine red edilir. Zira Resulullah (s.a):
"Her kim, bizim üzerinde bulunduğumuz duruma ters düşen bir iş yaparsa o
red edilir"[47] buyurmuştur. Yukarıda
geçen hadis, müçtehi-din sorumlu olmayacağını, aksine mükâfat alacağını, ifade
etmektedir. Yanlış olan içtihada uyulabileceğine hiç bir zaman delalet
etmemektedir. Son h-adis de bunu göstermektedir. Binaenaleyh, bir müçlehidin
yanlış içtihad ettiği delillerle teshil edilirse, artık ona itibar edilemez.
İmam Buharı, birinci
hadisi rivayet etlikten sonra şunları zikretmiştir: "Bir vali veya hakim,
içtihad eder de bilmeyerek Resulullah'ın (emirleri) hilafına bir yanlışlık
yaparsa, onların içlihadlan reci edilir. Zira Resulullah (s.a): Her kim bizim
üzerinde bulunduğumuz duruma muhalif olan bir şey yaparsa o şey reddedilir
buyurmuşlur. Yine Resulullah (s.a), adi hurmalardan iki ölçeği İyi hurmalardan
bîr ölçek karşılığında değiştirme içtihadı yapan memurunun bu içtihadını red
etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Böyle yapmayın. Aynı miktarlarda değiştirin
veya birini satın, onun değeriyle diğerinden alın. Ölçü ile tartılan her şey
böyledir."[48]
İçtihadı bozma
hususunda şu kaide koyulmuştur:
"İçtihad başka bir
içühadla bozulamaz." Huna göre bir hakim, her hangi bir meselede içlihad
ederse, onun naslara ters düştüğü isbatlanmadıkça, başka bir hakimin o
içtihada ters bir içiihac! yapması caiz değildir.
Içtihaddan vazgeçme
İse, caiz görülmektedir. Binaenaleyh, bir hakim bir mesele hakkında belli bir
İçtihad yapar, sonra aynı mesele hakkında önceki içtihadına lers bir İçlihad
yaparsa, son içtihadı caiz ve bağlayıcıdır.
Nitekim Hz. Ömer, ilk
dönemlerinde, öz kardeşlerin anne bir kardeşlerle birlikle oldukları bir miras
meselesinde, anne bir kardeşlerin payından bir şey artmadığı gerekçesiyle öz
kardeşlere bir şey vermemiş, anne bir kardeşlere ise, ölen üvey kardeşlerinin
bıraktığı misarlan pay vermişlir. Öz kardeşleri bunların payına ortak
etmemiştir.
Daha sonraki
dönemlerinde İse, benzeri bir miras meselesinde öz kardeşleri, anne bir
kardeşlerle eşit saymış ve Kur'an'da anne bir kardeşlere takdir edilen paya öz
kardeşleri de ortak etmiştir. Önceki meselede mağdur olan Öz kardeşler, Hz.
Ömer'e geiip itiraz ettiklerinde. Ömer onlara şu cevabı vermiştir: "'O,
bizim verdiğimiz Önceki hükme göre idi. Bu da şimdi verdiğimiz hükme
göredir." Görüldüğü gibi Hz. Ömer önceki İçtihadından vazgeçmiştir.
Müçtehidler için de bu hak vardır.
Son olarak şunu ifade
edelim ki, "önceki müçlehidlerin içtihadı sonra gelen müçtehidleri
bağlar" görüşüne katılmıyoruz. Zira her müçlelıid, kendi yaşadığı dönemin
şartlarına göre İcıİhacl eder. Hğer bir Övi'e dayanarak içtihad yapılır, sonra
da o örf değişirse, onun zamanında yaşayan nıüçtehidlerin elini kolunu
bağlamak cihetteki isabetli değildir. Ycterki içlihad etme selahiye-Tinde
olsun.
İçtihadın
bölünmesinden maksacl. fıkıh aliminin belli bir veya bir kaç mesele hakkında
birikimi olduğu için sadece onlarda içtihad etmesidir. Bütün fıkhi meselelerde
içtihad etme yeteneğine sahip değildir. İşle böyle bir içtihadın caiz olup
veya olmadığı, alimler arasında ihtilaf konusudur.
1- Cumhur
ulemaya göre, içtihadın bölünmesi caiz değildir. Mesela, "bu zat, evlenme
ve boşanma konusunda müçtehicldir. Fakat diğer konularda ınu-kaiüddir"
denilemez. Zira içtihad cime, laklicl etmenin zıddıdır. Bir kişide iki zıcldın
bir arada bulunması mümkün değildir. Nasıl ki kişi hem alim hem de cahil
olamaz. Aynı şekilde hem müçtehid hem de mukallid olamaz.
Diğer yandan, içtihad
cime şanlarına sahip olan kişi. bütün şer'i hükümlerde içlihad etme gücüne
maliktir. Zira müçtehid olma, fıkhı bir rütbedir. Buna ulaşan zat, temel
esasları, şer'i şerifin gaye ve maksadını idrak etmiş olur. O halele bir konuda
içtihad edip diğerinde edememesi ihtimal dışı bîr faraziyedir.
Buna ilaveten, şeriat
parçalan birbirine hilişik olan bir bütündür. Bunları ayırmak mümkün değildir
ki, belîi bir bölümünde içtihad yapılsın, diğerinde yapılamasın. Mesela.
İbadetlerin hükmünü bilmek, ancak muamelatın hükmünü iyi bilmekle gerçekleşir.
Bunun aksi de aynıdır.
Ayrıca, içtihad etme
bir yetenektir. Ona sahip olan kişi, her meseleye nüfuz edebilir.
2- Zahiriye
mezhebine. Maliki ve I lanbelİ mezheplerinden bazı alimlere göre İse, içtihadın
bölünmesi, fıkıh aliminin yalnız bazı konularda müçtehid olması caiz ve
mümkündür. 13unlara göre bir fıkıh alimi, genel olarak içtihad etmenin yolunu
bilir de, bazı konuların delillerini idrak eder, diğerlerinin delillerini
bilmezse, bu kişi delillerini bildiği konularda içtihad edebilir. Bilmediklerinde
ise, öğreninceye kadar fetva vermez.
Dikkat edilirse,
içtihadın bölünebîleceğini söyleyen bu alimler, böyle bir içtihadı yapacak
alimin, "genel olarak içtihadın araç ve gereçlerini bilmesini" şart
koşmuşlardır. Böylece içtihadın bölünmesini değil, aşamalı olacağını İfade
etmişlerdir. Zira bîr insanın her hükmün dayanağını birden bilmesi hemen hemen
imkânsızdır. Elbetteki müctehid, delillerini bildiği konularda hemen içtihad
edecek, bilmediklerini de araştırıp sonuca varacaktır. Bu şekliyle içtihad,
imamların yaptıkları İçtihada benzemektedir. Bunun caiz olduğu muhakkaktır.
Buna mukabil bir insan
içtihad etme yolunu genel olarak bilmiyorsa, sadece bir veya birkaç konuyu
derinlemesine inceleyerek onlar hakkında bir şeyler beyan ediyorsa, buna
içtihad deniimemelidir. Zira içtihad, müctehidin yapacağı bir şeydir. Beüî
konuları araştıranın değil.
Fetva vermek, ortaya
çıkan bir meselenin hükmünü açıklamaktır. Görüldüğü gibi fetva, içtihaddan
daha dar kapsamlıdır. Çünkü İçtihad, ortaya fiilen çıkan konuların hükmünü
belirleme olduğu gibi, henüz ortaya çıkmayan farazi meselelerin hükmünü de
belirtmektir. Halbuki fetva, sadece ortaya çıkan meselelerin hükmünü
belirtmektir.
Tabii ki fetva veren
fıkıh alimleri aynı derecede değillerdir. Fetva veren bir müftü:
a. Mutlak müctehid olabilir. Mezheb imamları
bunlardandır.
b. Kısmen müctehid olabilir. İbni Teymiye
bunlardandır.
c. Müctehid olmayabilir. Bunlardan her birinin
kendilerine has şartları olduğu gibi, hepisinin müşterek şartlan da vardır.
Bunların ortak ve özel sarılarını zikretmeden önce şunu belirtmek gerekir.
Fetva veren müftü, Peygamberlerin yaptıkları işin benzerini yapmaktadır. Çünkü
Peygamberler, ümmetlerine farz ve mendupları, helal ve haramları
açıklamışlardır. Müftüler de peygamberlerin beyan ettikleri hükümleri daha
sonra gelen insanlara aktarırlar. Bu itibarla peygamberlerin varisleridirler.
Mademki müftüler bu kadar yüksek mevkide bulunuyorlar, mevkilerine layık bir
şekilde davranmaları gerekir. Hiç bir zaman heva ve heveslerine
kapılmamalılar, Öne atılmaları gereken yerlerde öne çıkmalılar, hakkı
haykırmaları icab eden yerlerde, kınayanın kınamasından korkmadan onu
söylemelidirler. Niyetleri halisane, amelleri salih olmalıdır.
a. Müftü, verdiği fetva ile kendisi de amel
etmelidir. Şayet kendisine ruhsatlar bulur, başkalarına verdiği fetvada
zorlukları seçerse, onun adaletini sarsar ve sözünü dinlenmez kılar.
b. Müftü, acele etmemelidir. Mesele hakkında
hangi fetvanın doğru olduğuna, vereceği fetvanın ne gibi sonuç doğuracağını,
fetva soranın hangi haleti ruhiyede olduğunu düşünmelidir. Bu onun için bir
kusur sayılmaz, bilakis bir meziyettir. Ancak âcil konularda mümkün oldukça
kısa zamanda fetva vermelidir.
c. öfkeli iken fetva vermemeli ve insanlar
arasında hakemlik yapmamalıdır.
a. Bağımsız müctehid olma şartlarına sahip
olmalıdır.
b. Niyeti halisane olmalı.
c. Bilgili, halim, selim, vakarlı ve ağırbaşlı
olmalıdır.
d. Fetva verdiği meseleyi iyi bilmeli ve
yetenekli biri olmalıdır. Aksi takdirde insanlar onu sakız gibi çiğnerler.
e. İnsanları tanımalı, vereceği fetvanın ne gibi
yankıları olacağını basire-tiyle kestirmelidir. Eğer fetvası daha kötü
sonuçlara sebep olacaksa onu söy-lememelidir. Eğer müsbet neticeler doğuracaksa
onu vermelidir.
f. İnsanları ne zorluğa koşmalı, ne de çözülür
hale getirmelidir. Orta yolu takip etmelidir.
g. Fetvasında
azimetlere değil, ruhsatlara öncelik tanımalıdır. Zira Rasu-lullah (s.a):
"Allah, günahların yapılmasını sevmediği gibi, ruhsatlarının da
yapılmasından hoşlanır”[49]
buyurmuştur.
Bunların da her hangi
bir mezhebe bağımlı kalmaları şart değildir. Çünkü kendileri de kısmen de
olsa, müçtehiddirler. Böyle bir müctehid, uygun gördüğü mezhebin görüşünü fetva
olarak aktarabilir. Ancak şu şartlara uyması gerekir:
a. Mezheplerden
delili zayıf olanı seçmemelidir. öyle ki, o mezhebin alimi, diğerlerinin
delilini bilmiş olsaydı, delilinin zayıf olduğunu anlar ve go-rüşüncien
dönerdi.
b. Fetvası,
insanların faydasına olmalıdır. Yani ifrat ve tefritten kaçınmalıdır. Ne
insanları çok zorluğa sürüklemeli, ne de onları gevşetecek bir duruma sevk
etmelidir.
c. Fetvayı
mezheplerden seçerken, halis bir niyetle seçmeli. Yöneticileri razı etmek için
veya insanların heva ve heveslerini okşama maksadıyla seç-memclidir. Yoksa
insanları memnun eder ama Rabbinİ gazablandtrır.
d. İhtilaflı
konularda cumhurun görüşünü tercih etmelidir.
e. Yine
ihtilaflı konularda hem şer'i seril" için hem de fetva soran İçin ihtiyatlı
davranmalıdır. Mesela: Bir insan, annesinden sadece bir defa emen hanımla
evleneceğinin hükmünü sorduğu zaman, şer'i yönden ihtiyatlı olarak Ebu Hanife'nin
ve İmam Malik'İn görüsünü fetva olarak vermeli ve bu kadınla evlenemeyeceğini
belirtmelidir. Diğer yandan, bir insan annesinden bir defa emen kadınla
evlendiğini ondan çocuğu bulunduğunu ve bunun hükmünü sorarsa, burada fetva
soran için İhtiyatlı oiur, İmam Şafii'nin görüşünü esas alır ve evliliğin caiz
olduğunu bildirir. Zira İmam Şafii süt hükmünün tahakkuk etmesi İçin beş kere
emmeyi şarl koşmuştur.
Milçtehid olmayan
müftüler.
Bunlar, fetva soranın
mezhebindeki tercih edilen görüşü fetva verirler.
Bundan ınaksad,
kişinin delilini bilmeksizin başkasının görüşünü almasıdır.
Fıkıh alimleri bir
mükellefin, her hangi bir alimi kayıtsız şartsız taklid edebilip edemeyeceği
hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir. Bunları şu şekilde özetlemek
mümkündür:
İslâm şeriatında asıl
olan taklid etmemedir. Çünkü taklid, delilsiz olarak bir İnsanın sözünü kabul
etmek ve ona göre amel etmektir. Halbuki müslü-ınan, bakıp araştırmakla,
yaptığı amelleri bilinçli olarak yapmakla yükümlüdür. Ayrıca taklid cime,
mukallitler arasında kuru bir taassuba sebebiyet vermekte, taktid edilen
alimleri eleştirmeye yol açmaktadır. Bu da müslüman-ların kardeşliğini ve
birbirlerine saygılı olmalarını zedelemektedir.
Bununla birlikte her
müslüman ferdin, deniz gibi olan İslâm hukukunun bütün hükümlerini ve onların
dayandığı delilleri inceleme, hatta anlama imkânı olmadığı da bir vakıadır. Bu
itibarla, "Hiç bir müslüman başkasını taklid edemez" sözü ifrat
olduğu gibi, "Asıl olan müslümanın taklid etmesidir" sözü de
tefrittir. Orta yolu takip etmek gerekmektedir. O da şudur:
A. Eğer bir
müslüman, içtihad cime yeteneğine, bilgi ve ehliyetine sahip ise. artık onun,
tenbellik ederek başkalarını taklid etmesi caiz değildir. Zira her müslüman,
Allah'a ve Resulüne İlaat etmekle yükümlüdür. İtaat etme de Allah'ın gönderdiği
hükümlerin neler olduğunu bilmekle olur. Bunları bilmek ise, Kitab ve sünnete
ve diğer seri delillere başvurup onlardan hüküm çıkarmada olur. Elbeileki
naslardan hüküm çıkarma belli bir ilmi, birikimi, nas-ların derinliklerine
inmeyi, onların zayıfını, kuvvetlisinden ayırabilmeyi ve basiret sahibi olmayı
gerekli kılar. İşle bu sıfatları haiz olan kişinin artık başkalarını laklitle
yetinmesi caiz değildir.
B. Şayet bir
müslüman, ilahi hükümleri zikredilen şekilde anlayamazsa, elbelteki Allah
Tealanın buyurduğu gibi, bilenlere sorup öğrenmesi gerekir. "... Eğer
bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun."[50] Bu
da bir taklittir. Burada İlim erbabına meselenin hükmünü soran kişinin, hükmün
delilini de sorup öğrenmesi, muhalif gurupların delillerini de öğrenebilmesi
çok âlâ ve çok güzeldir. Ancak, teoride kolay olan bu iş, pratikle pek de kolay
değildir. Zira kendisinden hüküm sorulan herkesin, delilleri biime iluümali de
az bir ihtimaldir. Bu nedenle "mukallid, delilleri öğrenemezse taklidi
sahih olmaz, demek havada kalan bir sözdür. Mukallid, güvendiği bir alime
sormalı ve fetvasıyla amel etmelidir.
C. Bir
mezhebi taklid etme: Bilindiği gibi, İslâmi mezhepler, fıkhi ekollerdir.
Kurucularının isimleriyle anılmaktadır. Bunlar, gerçekten saygıdeğer, büyük
alimlerdir. Hepisinin de İiim erbabı içtihad ehli ve takva sahibi olduklarında
şüphe yoktur.
Bu mezheplerin
bazıları silinip gitmiştir. Evzai'nin, Sevrî'nin, Leys'in mezhepleri
bunlardandır. Diğer bazıları ise. günümüze kadar devam edip gelmişlerdir.
Bunların görüşleri fıkıh kitaplarında yazılıp korunmuştur.
Bir müslümanın
bunlardan birini laklid etmesi caiz midir?
Burada da, müçtehid
bir ferdi taklid etmede söylenen sözler geçerlidir. Eğer bir müslüman,
müçtehidlik ehliyet ve yeteneğine sahip İse, her hangi bir mezhebi taklid
etmesi caiz değildir. Zira bu bir tenbellik ve bir atalettir. Müslümana münasip
değildir.
Şayet bir Müslüman içlihad
etmeden ve ilahi hükümleri şer'i delillerden çıkarmadan aciz ise, bilinen
mezheplerden birini Laklid etmesi caizdir. Eğer bunu yapmaz da hoşuna gittiği
gibi amel ederse, şer'i şerifin hükümlerine mu-halir amel edeceği her zaman
muhtemeldir. İlim erbabından sorup öğrenme emrine muhalefettir. Ancak mukallid
bir müslüman, laklid ettiği mezhebin bir mesele hakkındaki delillerinin zayıf
olduğunu, diğer mezhebin delillerinin daha kuvvetli olduğunu öğrenirse, o
meselede diğer mezhebi taklid etmelidir. En azından taklid etmesi caizdir.
Mezheplerin taklid
edilmeleri hususunda şunları bilmekte fayda vardır:
a. Mezheplerin, Kitap sünnet ve icma gibi, kesin
delillere dayanmayan görüşlerini, semadan gelen bir İlahi vahiy olarak kabul
etmek, bir cehalet ve kuru taassup olduğu gibi, ilimden payını almayan,
mezheplerin ne olduğunu bilmeyen, bir iki hadis kitabı okumakla kendisini
allame sayan ve bilgiçlik taslayan kişilerin de mezhep alimlerini hafife
almaları, onları iğneli dilleriyle eleştirmeleri de ayrı bir taassub ve
cehalettir. Bu insanlar, Resulullah (s.a)'ın daha önce zikredilen şu sahih
hadisini hiç mi duymamışlardır?
"Eğer bir hakim
hüküm verir ve hükmünde içtihad eder de isabetli olursa, ona iki mükâfat
vardır. Şayet hüküm verir hükmünde içtihad eder ve içtihadında hata ederse,
onun için de bir mükâfat vardır.”[51]
Biz bu müçtehidleri,
kutsamaksızın, takdir ediyoruz, onlara saygı gösteriyoruz. Onlara karşı
haddimiz! biliyoruz. Onların içtihadlarında isabet ettikleri zaman iki,
etmedikleri zaman da bir mükâfata erdiklerine İnanıyoruz. Ve onlara yüce
Mevlanın şu ayetinde bizlere öğrettiği şekilde davranıyoruz: "Onlardan
sonra gelen mü'minler şöyle dua ederler: Ey Rabbİmiz! Bizi ve bizden önce iman
etmiş olan kardeşlerimizi affet. Mü'mİnlere karşı kalplerimizde bir kin
bırakma..."[52]
b. Bir
mezhebi taklid eden müslümanm, mezhebine dair kuru taassuplardan uzak durması
gerekir. Zira mezhepler, ne İslâmı bölüp sadece bir dilimini alan bir
parçadır. Ne de ayet ve hadisi nesheden yeni bir dindir. Mezhepler, İslâm
şeriatının tefsirleri, ona açılan pencereleri, okuma, inceleme ve araştırma
metodları, hüküm çıkarma yollan ve Allah'ın indirdiği nizama ulaşmayı
hedefleyen vasıtalardır.
c. Mezhepler
arası ihtilaflar, bizleri rahatsız etmemelidir. Çünkü, her hangi bir veciz
metni anlamada ve ondan hüküm çıkarmada farklı düşüncelerin ortaya çıkacağı
tabii bir şeydir. Zira ihtilaf etme, beşer akimin özelliklerin-dendir. Hatta
aynı insanın bir mesele hakkında görüş değiştirdiği bir vakıadır. Yeter ki
ihtilaf, heva ve hevesten, gurur ve kibirden, cehalet ve taassuptan
kaynaklanmasın.
d. Her hangi
bir mezhebe tabi olan kişinin, bazı meselelerde başka bir mezhebi taklid etmesi
caizdir. Zira bir mezhebin görüşlerinin tümüne uyma zorunluluğu yoktur. Ancak
diğer mezhebin bazı görüşlerini taklid eden kişi, bunu öğrendiği delilden
dolayı yapmalıdır. Hoşuna gittiği veya daha kolay olduğu için bunu
yapmamalıdır. Ancak zor durumda olursa, çare olarak taklid etmesi de caizdir.
e. İslâmda
esas olan Kitab ve sünnettir. Bunların muhkemlerine ters düsen görüşe itibar
yoktur. Fakat burada nasih ve mensubu, kelimelerin mana-armn ade şekillerini
iyi bilmek gerekir. Aksi takdirde, bir had.se uyarken, baka bir hadisi
terketmls olabilir ve hükmü kaldmlm.ş bir nassa tab, olmuş oLbi ir Yahut mesele
bir kaç şekilde yapı.d.ğı için her mezhep bir şeklim alm, ur Burada da
aralannda sağlamhk bak.rn.ndan fark bulunmadığı takdirde, birini birak,p
diğerini yapmanın fiili bir değeri yoktur.
f. Kur'ân ve
sünnet, bütün mezhepleri kuşatır mahiyette olduğu ha d e, h,ç bir mezhep Kur'an
ve sünnetin tümünü kuşatacak sev.yede değildir. Bunu hatırımızdan çıkarmamamız
gerekir.
Allah'ın rahmet ve
bereketi üzerimize okun Ayak sürçmelerimizi atretsın. O, çok affeden ve çok
bağlayandır. Ne güzel mevla ve ne güzel bir dost tur.
[1] Nahl, 44
[2] Ebû Dâvûd, Kil. Nikııh, B:ıb. 38, hn. 2138; Tirmizi
Kil. Nihak, Bab. 42, hn. 1140; Nesei, Kil. A«reiün-Nİsa, Bab. 2; İbn Mace, Kil.
Nikah, Bab. 47, hn. 1971.
[3] Buharı, Kit. Edeb bab. 70; Tirmizî, Birr bab. 73. İm.
2020; Muuatta Kil. Hüsnül-Mulk, Bab. 11; Müsned İmanı ahmed, C. 2, Sh. 175,
362.
[4] Bakara, 286
[5] Buhârî, Kit. Eyıııan. Bab. 31: EbûDâvûd, Kıt. Eynıan,
Bab. 19, hn. 3300
[6] Buhârî Kit. Eyman, Bab. 31; Ebû Dâuûd, Kil. Eyman,
Bab. 19, hn. 3302
[7] Ebû Dâvûd, Kit. Eyman, Bab. 19. hn. 3303.
[8] Müslim, Kit. îmare, B:tb. 122, lın. 1886, Tirmizi,
Kil. Fedail, Bnb. 13, hn. 1640.
[9] Buharı, Kit. Hudud, Bab. 22, Kit. Talak, Bab. 11
(Buharı senedsiz zikretmiştir); Ebû Dûvûd, Kit. Hudud, Bab. 17, hn. 4398, 4399,
4400, 4401, 4402, 4403; Tirmizi, Kit. Hudud, Bab. 1, hn. 1423 (Hasen, garib.);
İbnMace, Kit. Talak, Bab. 15, hn. 2041, 2042; Darimi, Kit. Hudud, Bab. 1;
Müsned İmanı Ahmed, C. 6, Sh. 100, 101, 144.
[10] Ebû Dâvûd, Kit. Hudud, Bab. 17, hn. 4401, 4402, 4403
ve bir önceki notta zikredilen kaynaklar.
[11] Nisa, 43
[12] Maide, 90
[13] Nisa, 6
[14] İbnMace, Kit. Talak, Bab. 16, hn.2043,2045.
[15] Buhari, Kit. Mevakit, Bab. .3?: Müslim, Kil. Mesacid.
Bab. 309 314 hn
684- Ebû Davud,
Kıt. Salat. Bab. II. hn. 441- Tirmizi, Kit. Sahi, Bab. 16, 17, hn. 178- İbni
Mace, Kir. Sala!, Bab. 10, hn. 696.
[16] Müslim, Kit. Mesacid, Bab. 315, hn. 684: Tirmizi, Kit.
Salat Bab 16
hn 177' İbnı Mace, Kil. Salat,
Bab. 10. hn. 698.
[17] Tirmizi, Kit. Nikah, Bab. 6, hn. 1089. Ehu İs:i bu
hadisin, bu babda garip bir hadis oiduğunu, hadisin çivilerinden İsa b. Meynuın'un
hadis ilminde zayıf biri görüldüğünü söylemektedir. Bu hadis, altı hadis
kinbından sadece Tirmizi'de zikredilmiştir.
[18] Süneni Beyhaki, c. 7, Sh. 202, hn. 13719. Ayrıca bkz,
Tirmizi, Kit. Nikah, Bnb. 15, hn. 1103.Tirmizi, "Şahitsiz nikah
olmaz" iradesinin Abdullah b. Abbas'ın sözü olduğunu söylemiştir.
[19] îbniMace, Kit. Talak, Bab. 16. hn. 2043, 2045.
Heysemi, "Hadisin ravilerinden Ebu Bekir el-Hezli’nin zayıf" olduğu
hakkında ittifak edildiği için, bu hadisin senedinin zayıf olduğunu"
söylemiştir.
[20] Nisa, 92
[21] Bakara, 178
[22] Tebve 65, 66
[23] Ebû Dâuûd, Kit. Talak, Bab. 9, hn. 2194; Tirmizi Kit.
Talak, Bab, 9. hn. 1184; îb-niMace Kit. Talak, Bab. 13, hn. 2039.
[24] Rasuluüah (s.a), Maİz'in zina edip etmediğini tesbit
için ona dört kere bunu sormuş, aklı başında olup olmadığını tesbit etmiştir.
Bu da gösteriyor ki, aklı başında olmayanın itirafları, maila ilgili olmasa da
hükümsüzdür.
[25] Nisa, 5
[26] Nisa, 6
[27] Ebû Dâuûd, Kıt. Buyu, Bab. 66, hn. 3501; Tirmizi, Kit.
Buyu, Bab. 28, hn. 1250; Nesei, Kit. Buyu, Bab. 12, hn. 4489.
[28] Bkz. Age.
[29] Buhârî, Kit. Buyu, Bab. 48, Kit. İstikrazd, Bab. 19,
Kit. Husumat, Bab. 2, Kit. Hiyel, Bab. 7; Müslim, Kit. Buyu, Bab. 48, hn. 1533;
Ebû Dâvûd, Kit. Buyu, Bab. 66, hn. 3500; Nesei, Kit. Buyu, Bab. 12, hn. 4490.
[30] Nahl, 106
[31] îbni Mace, Kit. Talak, Bab. 16, hn. 2043, 2045.
Heysemi bu hadisin zayıf olduğunu söylemiştir.
[32] Başka bir gurup alim, içtihadı şöyle tarif
etmişlerdir: İçtihad, ya seri hükümleri çıkarmak veya onları detaylı konulara
uyarlamak için son gayreti göstermek ve bütün çabayı harcamaktır.
Bunların tariflerine
göre iki türlü içtihad vardır:
a) Tam manasıyla
İçtihad. Bu türden olan içtihad, çok özet bir seviyeye ulaşan alimlerin işidir
ve bu zaman zaman kesilir. Kapısı kapanır. Hanbelîler, ise bunun da kapısının
kapanmayacağı kanaatindedirler.
b) Seri hükümlerin uygulanmasında içtihad ise, mütevazi bir İçtihadtir.
ittifakla her asırda bulunur. Bu türden olan içtihadda, müçtehidler
öncekilerin çıkardığı hükümleri, daha Önce bilinmeyen hükümlere tatbik
ederler. Bu mesele, müçtelıitlerin dereceleriyle ilgili bir meseledir, daha
sonra izsh edilecektir.
[33] Nahl, 44
[34] Şerhul Esnevi, C. 3, Sh. 310 Tahrir Haşiyesi.
[35] Enbiya, 107
[36] Yunus, 57
[37] Ankebut, 45
[38] Maide, 8
[39] Buharı, Kit. Fedail el Esluıb, B;ıb, 18; Müslim, Kil.
Hudud, Bab. 11, hn. 1689; Tir-mizi, Kit. Hudud, Bab. 6, lın. 1430; Nesei, Kil.
Sank, Bab. 5
[40] Müsned îmam Ahmed, C. 5, Sh. 411.
[41] İsra, 70
[42] Zilzal, 8
[43] Nahl, 90
[44] Zarivat, 19
[45] Ebû Dâuûd, Kit. Melahim, Bab. 1, hn. 4291, Müsned İmam
Ahmed, C. 2, Sh. 88
[46] Buhâri, Kit. İtisam, Bab. 21; Müslim, Kil. Akdiyc.
Bab. 15, hn. 1716; Ebû Dâvâd, Kil. Akdiye, Bab. 2. hn. 3574 Nesei, Kir. Kuduh.
Bab. 3; İbni Mace, Kil. Ahkâm, Bab. 3, hn. 2314; Müsned İmam Ahmed, c.4,sh.194, 204.
[47] Buhâri, Kit. İnsanı, Bab. 20; Müslim, Kil. Akdiye,
Bab. 20, lın. 1718.
[48] Buharı, Kit. İtisam, Bab. 20
[49] Müsned İmam Ahmed, c. 2, Sh. 108.
[50] Nahl, 43;Enbiya, 7.
[51] Bkz. dipnot 47.
[52] Haşir, 10.