GİRİŞ. 1

FIKIH USÛLÜNÜN TARİFİ, KONUSU VE TARİHÇESİ 1

Tarifi : 1

Fıkıh (Fıklı) : 1

Usûl : 2

Fıkıh Usûlünün Konusu: 3

Fıkıh Kaideleri İle Fıkıh Usûlü Arasındaki Fark: 4

Fıkıh Usûlünün Doğuşu  : 5

Şafiî'nin Fıkıh Usûlünü Tedvini : 6

Şiilerin Bu Konudaki İddiaları : 7

Şafiî'den Sonra Fıkıh Usûlünün Durumu. 9

Şafiîlerin Veya Mütekellimlerîn Usûlü: 10

Hanefîlerin Usûlü: 12

Fıkıh Usûlünün Bölümleri 14

 

GİRİŞ

 

FIKIH USÛLÜNÜN TARİFİ, KONUSU VE TARİHÇESİ

 

Tarifi :

 

Fıkıh Usûlü (Fıkhın kökleri =  İslâm Hukuku Metodolojisi), bir izafet terkibi olup özel ıbir ilmin adıdır; fakat bu terkibin her parçası, ifade ettiği hakikatin bir parçasına delalet eder. Muzaf ve muzaf-i ileyh'den teşekkül eden bu terim, izafet esasından tamamen uzaklaş­mış, sadece bir isimden ibaret olmuş değildir. Dolayısıyla bu terimin tarifini yaparken her iki parçasını ayrı ayrı tarif etmek mecburiyetin­deyiz.

 

Fıkıh (Fıklı) :

 

Bunun sözlük mânâsı, söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekil­de keskin ve' derin anlayıştır. Şu âyet ve hadislerde geçen ve bu kök­ten türemiş olan kelimeler böyle bir anlamda kullanılmıştır: "And ol­sun ki biz, cehennem için de Dir çok cin ve insan yarattık. Onların kalbleri vardır, ama anlamazlar; gözleri vardır, ama görmezler; kulak­ları vardır, ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi, hattâ daha da sapıktırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir."[1] "Bunlara ne oluyor kî hiç bir sözü anlamağa yanaşmıyorlar."[2] "Alla h, kime hayır mu-rad ederse onu din'de fakih kılar."[3]

İşte bu, fıkh'm sözlük mânâsıdır. İstilanı mânâsı da, bu mânânın pek dışına çıkmaz; gerçi bir özellik taşır ve şöyle tarif edilebilir: Fı­kıh, şer'î-amel hükümleri, tafsüî (ayrı ayrı) delillerine dayanarak bil­mektir. Buna göre fıkıh ilminin konusu iki kısımdan ibarettir:

1)  Şer'-amelî hükümleri bilmek. Dolayısıyla  Allah'ın birliğini, Peygamberlerin gönderilişini ve Tanrı'dan aldıklarını tebliğ etmeleri

gerektiğini, âhiret gününü ve bu günle ilgili şeyleri bilmek gibi itikadı hükümler, Fıkh'm İstılahı mânâsına dahil değildir.

2)  Her hükmün tafsili delillerini bilmek, Meselâ; "Seleni"[4] akdiyle bir satıştan söz edilirse, paranın akit zamanı   teslim edilmesi gerekirdiyebilmek için buna dair Kitab, Sünnet ve sahabîleri fetvalarından bir delil getirmek icab eder; faizin azı da çoğu da haramdır deyince, buna dair de Kitab'tan bir delil zikretmek lazım gelir. Bu konuda ana paradan fazla olan her şey faizdir deniliyorsa, delil olarak; "Eğer tevbe ederseniz ana paranız sizindir, böylece hem haksızlık etmemiş, hem de haksızlığa uğramamış olursunuz."[5] âyetini okumak gerekir. Haksız yere insanların mallarını yemenin haram olduğunu anlatan kimse; "Mallarınızı, aranızda haksız yere yemeyin..."[6] âyetini sözüne ek­lemelidir. Demek ki fıkıh ilminin konusu, helal, haram, mekruh ve vâ-cib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve bunların da­yandığı delillerdir.

 

Usûl :

 

Bu kelime "asl”ın çoğulu olup kök, temel ve esas anlamına gelir. İşte onun bu sözlük mânâsı ile İstılahı mânâsı birbirine uygundur; çünkü, usulcülere göre Fıkıh Usûlü, Fikh'm dayandığı temeldir. Bu­nun içindir ki Kemalüddin b. el-Hümam (öl. 861 H.), "et - Tah­rir fî Usûli'd-Din" adlı eserinde Fıkıh Usûlünü; "fıhki hükümleri çıkar­maya ulaştıran kaideleri bilmedir" diye tanımlar. Bunun mânâsı şu­dur: Fıkıh Usûlü, amelî hükümleri, tafsili. delillerinden istiiibat etmek için gereken metodları tanıtan kaideler ilmidir. Meselâ; emrin vücûbu, nehyin de tahrîmi gerektirdiğini bize Fıkıh Usûlü öğretir. Fakih, vâcib olup olmama bakımından namazın hükmünü ortaya koyacağı zaman, "Namazı dosdoğru kılın...»[7] âyetini okur. Zekât da böyledir. Haccın hükmünü açıklamak istediği zaman Peygamber (S.A.)'in, "Allah, size haccı farz kıldı, haccediniz."[8] hadîsini ileri sürer. Keza, içkinin hükmü­nü tayin edeceği vakit, "Ey inananlar! İçki (hamr), kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz."[9] âyetini zikreder. Bu âyet-i kerimedeki "kaçının"[10] sözü, yak­laşmayı yasaklamaktadır ki, bir şeyin haram oluşunu göstermek için bundan daha beliğ bir nehiy olamaz.

İşte Fıkıh ile Fıkıh Usûlü arasında böyle bir fark vardır: Usûl, fakihin, delillere dayanarak hüküm çıkarırken tutacağı yolu ve delille­ri kuvvetine göre tertip ederek, Kur'an'ı Sünnet'ten, Sünnet'i kıyas ve doğrudan doğruya nassa dayanmayan diğer delillerden öne almasını açıklayan metodlardır. Fıkıh ise, bu metodlara bağlı kalınarak hüküm­lerin çıkarılmasıdır.

Fıkh'a nisbetle Fıkıh Usûlü, diğer felsefî ilimlere nisbetle Mantık ilmi gibidir. Mantık, akıl için terazi ve onu düşünürken hatâdan ko­ruyan bir âlettir. Başka bir misal verelim: Arapça konuşmak ve bu dil ile okuyup yazmak için Nahiv (Nahv) ilmi, nasıl dili ve kalemi yan­lışlardan koruyan bir ölçü ise, Fıkıh Usûlü de Fıkıh alanında fakîhi hatâdan koruyan ve hüküm çıkarırken yanılmasını önleyen bir kıstas­tır. Fakih, çıkardığı hükmün sağlam veya çürük olduğunu bu sayede anlayabilir. Tıpkı doğru bir cümle ile yanlış bir cümleyi Nahiv sayesin­de, ilmî verilerden elde edilen bir burhan ile böyle elde edilmemiş olan bir burhanı Mantık sayesinde anladığımız gibi.

 

Fıkıh Usûlünün Konusu:

 

Fıkıh ile Fıkıh Usûlü arasındaki münasebet ve farkı açıklarken bunların konularını da belirtmiş olduk. Söylediğimiz gibi Fıkh'm ko­nusu, ayrı ayrı delilleriyle amelî hükümlerdir.

Fıkıh Usûlüne gelince; bu ilim, hüküm çıkarma (istinbat) meto­dunu konu olarak ele alır. Her iki ilim, deliller üzerinde birleştiği halde birbirinden ayrıldığı yönler vardır. Fıkıh, cüz'î ve amelî hükümleri çı­karmak için delileri ele alır ve belirttiğimiz gibi her delilin ifade ettiği hükmü tayin eder. Fıkıh Usûlü ise, delillerden hüküm çıkarma meto­dunu, delillerin hüccet olma bakımından derece ve durumlarını ince­ler. Kur'an'm hüccet oluşunu, Sünnet'ten önce geldiğini ve Şerîatin as­lını teşkil ettiğini, zannî ve katsî delili, nass'larm zahirleri arasında bir çatışma olduğu zaman gidilecek yolu gösteren metodu, çeşitli ibarele­rin delalet derecelerini, hâss ve âmm'm mertebelerini açıklar.Daha sonra mükelleflere (şahıslara) geçer; vâcibleri yerine getirmesi, ha­ramlardan sakınması, emir ve nehiylere riayeti derecesinde karşılık görmesi bakımından şer'i hükümlerin kimleri içine aldığını bildirir. Bundan sonra da Şeriatı bilmeme, yanılma, unutma gibi şahsiyete arız olan hallerin etkisini, şahsın sorumluluğunu azaltan veya ortadan kaldıran durumları tesbit eder.

Bu mülahazalarla diyebiliriz 'ki, fakîh'in doğru yoldan sapmaması için hüküm çıkarırken bağlı kalması lüzumlu olan metodla ilgili bütün hususlar Fıkıh Usûlü'nün konusuna dahildir. Delilleri tertib edip, kim­lerin şer'î hükümlere muhatab olduğunu, bu delillerin icablanyla kim­leri şümulüne aldığını, kimlerin hüküm çıkarma ehilyetine sahip oldu­ğunu ve kimlerin bu ehliyete sahib olmadığını, nass"lardarı hüküm çı­karmada fakîhe yoî gösteren dil kaidelerini, kıyas'm esasını teşkil eden ve makîs-i aleyh (kendisine kıyas yapılan asi) ile makîs (kıyas konusu olan feri') arasındaki birleştirici illetleri tesbit etme metodlarını bir disipline koyan ölçüleri bu ilim açıklar. Keza bu ilim, şer'an mute­ber olan maslahatları, kıyas'm dayandığı veya hakkında nass bulun­mayan konuda üzerne kıyas yapılacak özel bir nassı asıl kabul eden genel kaideleri gösterir. Sonra, kıyas'la çatıştığı zaman maslahatların yerini tayin* eder ki, bu türlü maslahatlara kısaca "istihsan" adı veril­mektedir. Daha sonra bu ilim, hükümleri, bunların gayelerini, kısım­larını, ruhsat ve azimetleri anlatır. Bu sayılanların üstünde ayrıca Fı­kıh Usûlü, hüküm çıkarırken fakîhin bağlı kalması icabeden asıl me­todu öğretir.

Bu ilim, Şerîatteki bütün delilleri A 11 ah'a irca eder. Çünkü İslâm Dininde, bu dinin genel esasları icabı olarak, hakim bizzat Allah'tır. Bütün deliller, Alla h'm hükmünü bilme vasıtasıdır. Kullarına O'nun emirlerini bildirdiği kitap Kur'andır. Sünnet de ibu kitabın açıklayıcı-sıdır. Peygamber (S. A.), hevâdan konuşmamiştır. Öteki delillerin hepsi bu iki kaynaktan doğmuştur.

Netice şudur ki, bu ilmin konusu; hakkîkatini, özellik ve çeşitlerini açıklama bakımından hüküm, hükmünün sâdır olduğunu gösteren de­liller bakımından Makim, hüküm ve tekliflere muhatab olma bakımın­dan insan ve nihayet hüküm çıkarma vasıtası olması itibariyle ictmâd'-dır.

 

Fıkıh Kaideleri İle Fıkıh Usûlü Arasındaki Fark:

 

Fıkıh Usûlü ile cüz'î hükümleri bir araya toplayan fıkıh kaideleri arasındaki farkı belirtmek icabeder. Bu kaidelere, muhtevası itibariyle İslâm Fıkhının genel nazariyeleri adı verilebilir. Nitekim "Ma'hedii'ş-Şerî'â" (İslâm Hukuku Enstitüsü) da bu isimle okutulan bir ders var­dır. Bazı araştırıcılar, bununla Fıkıh Usûlü arasındaki farkı anlayama­maktadırlar. Dolayısıyla buna işaret etmemiz gerekmektedir.

Yukarıda da anlattığımız gibi, Fıkıh Usûlü, fakîhin uyması lazım gelen metodu açıklar ki, bu onun, hüküm çıkarırken hatâya düşmeme­si için sarılmağı gereken bir kanundur. Fıkıh kaideleri ise, bir kaç hük­mü birleştiren bir kıyas veya fıkhı bir kaide'de toplanabilen benzer hükümler kolleksiyonudur. Şerîate göre mülkiyet kaideleri, tazmi­nat kaideleri, muhayyerlik kaideleri, fesih kaideleri, burada misal olarak zikredilebilir. Bunlar, cüz'î ve dağınık hükümlerin neticeleridir ki, meseleleri genişçe ele alan fakîh, uğramış ve bunları, biraraya top­layıcı kaide veya nazariyeler yardımı ile birbirine bağlamıştır. Bu tür­lü çalışmalara misal olarak, Şâfiîlerden İzzüddin b.Abdisse-lâm'ın "Kavâidu'l-Ahkâm",Malikilerden el-Karâf î'nin "Envâru'l-Bürûk fî Envâü-Furûk", Hanefîlerden İbn-i Nucey m'in "el-Eşhâh ve'n-Nezâir",yine Malikîlerden İbn-i Cizzî (İbn-i Cüzey)    Muhammed  b. Abdillah b. Y ahy a'nm"''el-Kavânînul-FıKniyye-,

Burhanüddin İbrahim b. Ali b. Ferhûn'un "Tabsiratu'l-Hufckâm", Hanbelî mezhebinin dağınık meselelerini biraraya toplayan İbn-i Reeeb'in "el-Kavâidul-Kübrâ" adlı eserleri burada anılabilir. Buna göre diyebiliriz ki, bu kaideleri okuyup incelemek bir fıkıh çalışmasıdır; fıkıh usûlü çalışması değildir. Bu kaideler, fıkhî hüküm­lerden birbirine benzeyen meseleleri .biraraya toplama, birleştirme esasına dayanır. Bu itibarla Fıkhı; Usûl, furû* ve kavâid (kaideler) olarak birbirine bağlı üç dereceye ayırmak mümkündür. Usûl, fer'î- fı­kıh meselelerinin temelidir. Çeşitli fıkıh mecmuaları meydana gelince, furû'u ve dağmık meseleleri genel ve birleştirici kaideler altında top­lamak mümkün olmuştur ki, bu kaidelere, fıkhî nazariyeler denilebilir.

 

Fıkıh Usûlünün Doğuşu  :

 

Fıkıh Usûlü, fıkıhla birlikte doğmuştur. Yalnız tedvin edilişi, Fı-kıh'tan sonradır. Fıkh'm bulunduğu yerde, zarurî olarak istinbat me: todu da bulunacaktır; istinibat metodu bulununca elbette Fıkıh Usûlü de bulunacaktır.

Fıkhî hükümler çıkarma (istinhat),   Peygamber    (S. A.Vden sonra sahabîler çağında başladığına göre sahabîler arasında yer alan İbn-i Mes'ud, Ali b. Ebî Talib, Ömer b. el-Hattab    gibi fa-kihler, herhalde hiçbir kayıt ve esasa bağlanmaksızm fikir beyan et­miyorlardı. Meselâ; içki içenlerin cezası hakkında Hz. Ali; "İnsan içki içince hezeyanda bulunur, hezeyanda   bulununca kazf  (zina iftirası) eder, dolayısıyla içki içen kimseye kazf cezası gerekir" derken neti­ceye veya zerâyi' esasına göre hüküm verme metodunu kullanmış olu­yordu. Abdullah b. Mes'ud; "kocası ölen hamile bir kadının id-deti doğuma kadardır" diyor ve "Gehe olanların iddeti doğurmaları ile tamamlanır"[11] âyetini sözüne delil olarak getirdikten sonra, küçük Ni­sa Sûresinin büyük Nisa Sûresinden sonra    indiğini ilave ediyor ve1 böylece Talâk Sûresinin Bakara Sûresinden sonra geldiğini anlatmak istiyordu. Bununla o, bir Fıkıh Usûlü kaidesine işaret ediyordu. Bu da, sonra gelen nassm, önce gelen nassı nesh veya tahsis etmesidir. İşte burada İ b n-i M e s' u d, bir Fıkıh Usûlü esasına göre davranmıştır. Do­layısıyla Sahabîlerin, her zaman açıklamasalar bile, ictihad'larmda bu gibi metodlara dayandıklarını söylememiz icabeder.

Tabiîler çağma geçersek görürüz ki, yeni olayların artmasıyla icti-had alanı genişlemiş, Medine'de Saidb. e1-Müseyyib ve diğer­leri, Irak'ta Al karne ve İbrahim Naha'î gibi tabiîlerden bir grup kendisini fetva vermeye hasretmiştir. Bunlar, önlerinde Allah'ın kitabını, Peygamber (S. A.) in sünnetini ve sahabîlerin fetvalarını gö­rüyorlardı. Onların kimisi, nass bulunmayan yerde maslahat, kimisi de kıyas metodunu kullanıyordu. Irak fakihlerinden İbrahim Naha'î ve emsalinin ileri sürdüğü fer'î meseleler, kıyasların illetlerini tes-bite ve bunları bir disipline bağlama, bu illetleri diğer fer'î meselelere tatbik emek cihetine yöneliyordu.

Bu çağda metodlar, Öncesine nisbetle, açıklığa daha iyi kavuşuyor; fıkıh okulları birbirinden ayrıldıkça, her okulun istinbat metodları da daha belirgin hale geliyordu.                 

Tabiîler çağını geçip Müctehid İmamlar devrine ulaşırsak, bu me-todların tam bir açıklığa kavuştuğunu görürüz. Bu devirde istinbat kanunları, bu kanunların sınırları belli olmuş ve imamların dilinde açık ifadelerini bulmuştur, Sözgelimi; E bu Hanif e'nin kendi istin­bat metodlarını tayin ederek Kitab, Sünnet ve Sahabîlerin icmâ' ettik­leri fevâlara. Sahabîler ihtilafa düştükleri takdirde, bunlardan tercih edeceği görüşe uyacağını, kendisi gibi birer insan oldukları için Tabii lerin görüşüne her zaman uyamayacağını belirttiğini, belli metodları olan kıyas ve istihsan'ı kabul ettiğini görüyoruz. Hattâ talebesi Mu-h amme d b. el-Hasen eş-Şeybanî, Ebu Hanîfe için; "Ta­lebeleri onunla kıyas konusunda münakaşa ederlerdi; o, istihsan yapı­yorum deyince kimse kendisine yetişemezdi" derdi.

İmam Malik, "Medineli'lerin amelini hüccet sayarken, bunu kitab ve risalelerinde açıkça ileri sürerken, hadis rivayetindeki şartla­rını ortaya koyarken, hadisleri mahir bir sarraf gibi eleştirirken, Kur'an'ın belirttiği hükme veya dînin kesin kaidelerine aykırı olan hadisleri reddederken açıkça bir Fıkıh Usûlü esasına göre hareket et­miştir. Meselâ; bu esasa uyarak, "Birinin kabına köpek batarsa (dilini sokarsa) o, bunu yedi kere yıkasın..."[12] hadîsini, hıyar-i meclisi[13] ve öl­müş bir kimse namına sadaka verilebileceğini bildiren hadisleri red­detmiştir.

İmam Ebu Yusuf da, "Kitabu'l-Harâc"ında ve Evza'î'nin "Siyer"ine yazdığı reddiyede açık bir metod takip etmiştir. Gerçi o da ictihad metodunu tedvin etmemiştir.

 

Şafiî'nin Fıkıh Usûlünü Tedvini :

 

Nihayet Şafiî gibi Kureyş'li bir bilginin devrine geliyoruz. Bu zat, Fıkıh Usûlünü tedvine koyulmuş, istinbat metodlarını tesbit et­miş, Fıkhın kaynaklarını açıklamış ve bu ilmin sınırlarını belirtmiştir.

Şafiî; Sahabîlerden, tabiî ve kendisinden önceki fıkıh imamla­rından intikal eden fıkhî serveti hazır bulmuş, çeşitli görüşlere sahib olanların mücadeleleriyle karşılaşmıştır. Görmüştür ki Medine fa-kihleriyle Irak fakihleri arasında durmadan münakaşalar yapılmak­tadır. Bu münakaşalara olgun aklı ile kendisi de dalmıştır. İmam M ali k'ten aldığı Medine Fıkhını, İmam Muhamm ed b.el­li asen'den öğrendiği Irak Fıkhım ve doğup büyüdüğü memleket olan Mekke Fıkhını iyi bildiği için bu münakaşalar ona, ictihad'daki doğru ve yanlışı ayırdedecek Ölçüleri koyma fikrini ilham etmiştir. İş­te bu ölçüler Fıkıh Usûlünü meydana getirmiştir.

Fıkıh furûu'nun, Fıkıh Usûlünden önce söz konusu olup tedvin edilmesinde bir tuhaflık yoktur; çünkü Fıkıh Usûlü, istinbat ölçüleri­ni teşkil eden, yanlışı doğrudan ayırd etmeyi öğreten normatif bir ilim­dir; asıl konu ise Fıkıh'tır. Bütün kaidevî (normatif) ilimler de aynı durumdadır. Nitekim Nahiv ilmi, Arapça fasih olarak konuşulduktan sonra teşekkül etmiştir. Halil b. Ahmed Aruz ilmini koymadan önce, yine şairler, vezin kaidelerine uygun olarak şiir yazıyorlardı; Aristo Mantık ilmini tedvin etmeden önce de insanlar münakaşa ediyor ve düşünüyorlardı.

Şafiî, istinbat kaidelerini tedvin eden ilk adam olmaya lâyıktı. Zira o, Arab dilini inceden inceye biliyordu; hattâ büyük dil bilginleri arasında sayılıyordu. Hadis ilmine sahipti; en büyük hadis bilgininden hadis tahsil etmiş ve bütün nevileriyle çağının fıkhını öğrenmişti. İh­tilaf sebeblerini, ihtilafa düşen kişilerin nokta-i nazarlarını anlamak için son derecede gayret gösteriyordu.

Bu ve benzeri sebeblerle Şafiî, tahsil etmiş olduğu fıkh'tan, ön­cekilerin görüşlerini ölçecek ve sonrakilerin istinbatları için esas teş­kil edecek olan ve ayrılmamaları, sımsıkı sarılmaları gereken kaidele­ri çıkarma imkânına kavuşmuştur.

Şafiî, dili iyi bildiği için Kur'an ve Sünnet nass'larından fık­hı hükümler çıkarabilmiştir. "Kur'anın tercümanı" olarak bilinen Ab­dullah b. Abbas'm ilminin nakledildiği Mekke'de okumakla nâsîlı ve mensûlm öğrenmiştir. Geniş Sünnet bilgisi ve bunu yetkili Sünnet âlimlerinden tahsil etmiş olması ve Sünnet'i Kur'an ile karşılaştırması sayesinde Sünnet'in Kur'an karşısındaki yerini, onun zahirinin bazan Kur'an'm zahirine aykırı düşmesi halinde tutulacak yolu tanımıştır. Re'y ve Hadis Fıkhını öğrenmiş olması, kıyas kaidele­rini koyması için esas teşkil etmiştir.

İşte Şafiî, böylece, istinbat kaidelerini koymuştur; fakat bunları kendisi icad etmemiştir. Şafiî'ye yol gösteren fakihlerin istinbatlarmda takib ettikleri halde tedvin etmedikleri metodlar üzerinde biraz­cık düşünürsek, O'nun istinbat için metod icad etmediğini, ancak ken­disinden önce dağınık şekilde mevcut olan metodları biraraya topla­yıp bir ilim haline getirdiğini görürüz. Tıpkı Arist o'nun Mantık il­mini tedvin edişi de böyledir; O'nun Mantık konusunda yaptığı şey, bir icat değil; ancak bunu bir disiplin haline getirmekten ibarettir.

İşte Ş â f i î'nin Fıkıh Usûlünü tedvin edişindeki öncülüğü konu­sunda fakihlerin cumhuru (büyük çoğunluğu) bu görüştedir; onlar­dan hiç birisi bu görüşe muhalefet etmemiştir.

 

Şiilerin Bu Konudaki İddiaları :

 

Şiüerden İnıamiyye mezhebine göre Fıkıh Usûlünü ilk tedvin eden İmam Muhammed el-Bâkır b. Ali Ze y n e 1 â b i d i n, kendi­sinden sonra da oğlu İmam Ebu Abdillah Cafer es-Sâ-dık'tır. Bu konuda Ayetullah Seyyid Hasan es-Sadr (Öl. 1354 H.) şöyle der:

"Bilmiş ol İd, Fıkıh Usûlünü ilk tesis eden, bölümlere ayıran ve meselelerini açıklayan İmam Ebu Cafer Muhammed el-Bâ-kır ve kendisinden sonra oğlu İmam (Cafer es-Sâdık)dır. Bunlar talebelerine, Fıkıh Usûlü kaidelerini yazdırmışlar, onunla ilgili bir çok meseleleri toplamışlar ve sonrakiler de, bunları, yazarların tertibine göre, kendilerine ulaşan rivayetlere dayanarak tasnif etmiş­lerdir."[14]

Bu söz üzerinde o büyük fakih ile hafif bir tartışmada bulunmak .   istiyoruz. Fıkıh Usûlüne ait kaidelerin o iki imama nisbeti meselesin­de münakaşa etmek istemiyoruz. Sadece onun sözü üzerinde durmak istiyoruz. Ayetullah; "Bunlar, talebelerine Fıkıh Usûlü kaidelerini yazdırmışlar..." diyor,  "kendileri yasmışlardır" demiyor. Söz konusu ise, Ş â î i î'nin tedvin bakımından önce gelişi, bu sahada müstakil bir eser yazısıdır. Büyük Fakih (Ayetullah) ise, o iki imamın bu konu­da yazdırdığı veya bizzat yazdığı bir eserin varlığını idda etmemiştir. Buna göre diyebiliriz ki, Fıkıh Usûlü kaidelerinin bu iki imama nisbe­ti, Hanefîlerin bir kısım usûl kaidelerini kendi mezheblerinin imamla­rına nisbeti gibidir. Meselâ, onlar "E b u H a n i f e  ve arkadaşlarına göre âmm'ın delaleti kat'îdir", "Hass, ânımı tahsis etmez; ancak müs­takil ve zaman bakımından müşterek olursa tahsis eder..." derler. Bu görüşler, Furû'a tatbik edilmiş bir halde Hanefi imamlarından intikal etmiştir.

Ayetullah Seyyid Hasan es-Sadr da, o iki imamın bu konuda   bir   telifi   bulunduğunu   söylememiş;    ancak   gelişi güzel bir yazdırma (imlâ)'dan söz etmiştir. İmam Muhammed el-B â k ı r ve C a f e r e s-S â d ı k bu konuda düşünce bakımından Şafiî-den öncedirler, denilecek olursa; bizim de belirttiğimiz gibi bu kaide­ler, Şahâbîler, Tabiîler ve sonraki müctehidlerin zihinlerinde mevcuttu; hattâ bazıları bunları zikrediyor ve fıkıhlarını bunlar üzerine oturtu­yorlardı. İmam Cafer, bu kaidelerin bir kısmını talebelerine yaz-dırmışsa, kendisinden sonra da talebeleri onları tertiplemiş ve bölüm­lere ayırmışlarsa, zaman bakımından adı geçen İmam Cafer es-Sâdık ve baba İmam Muhammed ei-Bâkır devrine rastlar ki, netice itibariyle bu da, o devirde metodlarm düşünülmüş olduğunu gösterir. Zaten fıkıh okulları da birbirinden metodları itibariyle ayrıl­mıştır.

Adı geçen iki İmam bölümlere ayırarak muntazam bir eser yaz­madıklarına göre, te'lif bakımından Şafiî'den Önce gelemezler. Ger­çek odur ki, Şafiî, Fıkıh Usûlünü bölümlere ayırarak kaleme almış, bu ilmin bütün esaslarını bir araya toplamış ve sadece herhangi bir bölümü anlatmakla yetinmemiştir. Meselâ, Kitab (Kur'an)'dan bah­setmiş, Sünnet ve bunun isbat yollarını, Kur'an karşısındaki mevkiini ve lafzı delaletleri incelemiş; ânım, hâss, müşterek, mücmel ve mufas­sal hakkında açıklamalar yapmıştır. Sonra icmâ' ve bunun hakikatini incelemiş, bu konuda görülmemiş bir şekilde ilmî münakaşalarda bu­lunmuştur. Daha sonra kıyas'm esaslarını tesbit etmiş ve istihsan üze­rinde durmuştur.

İşte Şafiî, Fıkıh Usûlünü böyle genişçe bölümlere ayırarak ele almış ve hakikatlerini açıklamıştır[15]. Bu konuda hiç kimse ondan öne geçmemiştir; daha doğrusu şimdiye kadar kimsenin ondan önce bu ilmi tedvin ettiği bilinmemektedir. Bu, kendisinden önceki imamların makamını eksiltmediği gibi, ne hocası İmam Malik'in, ne de Kı­yas Fakihlerinin üstadı Ebu Hanife'nin makamına bir halel getirir; çünkü onların çağında tedvin işi, gelişmesini henüz tamamlamamıştı.

Biz; Şafiî, Fıkıh Usûlünü her yönü ile tamamlamış, kendisinden sonrakiler için çalışacak bir şey bırakmamıştır da demiyoruz. Zira Ş â f i î'den sonra gelenler bu ilme ilavelerde bulunmuş, onu geliştir­miş ve bu konuda bir çok meseleleri yazıp açıklamıştır. Tıpkı Aris-t o'dan sonra gelenler, Doğuda olsun Batıda olsun, Mantık ilmini nasıl ilerletmiş ve geliştirmişlerse.; Bununla birlikte Mantık ilminin kuru­cusu olmak şerefi, A r i s t o'ya aid olmuştur.

 

Şafiî'den Sonra Fıkıh Usûlünün Durumu

 

Şafiî'den sonra Fıkıh Usûlü çeşitli istikametlerde gelişmiştir. Şafiî "Er-Risale", "Cimâu'1-ilm", "İbtâlii'l-İstihsan" adlı kitaplarında Fıkıh Usûlü için koyduğu metodun, yani bu ilmin, ictihad alanında doğru ve yanlış görüşleri bilmeyi sağlayacak bir ölçü olmasını, hangi çağda olursa olsun, hüküm istinbat ederken bilinmesi ve uyulması ge­reken kullî bir kanun teşkil etmesini düşünmüştü. Kendisi bizzat bu metodu, fakihlerin yaygın olan görüşlerini münakaşa ederken kullan­mıştı. O, "İhtilâfu Mâlik" adlı eserinde İmam Mâlik ve Iraklıların görüşlerini tartışma konusu yaparken bu metoda başvurmuştu. Ev-z â î'nin "Siyer"ini ve E b u Y u s u f'un buna yazdığı reddiyeyi bu ölçü ile incelemişti. Nihayet fıkhı görüşler de bu metoda uymak zorunda kalmıştır.

Şafiî, hüküm çıkarırken kendisi bu metoda tamamen bağlı kal­mıştır. Dolayısıyla Şafiî mezhebinin usûlü de bu metod'dan ibaret ol­muştur. O, kendi mezhebini savunmak için değil, Irak ve Mısır'da mezhebini yaymaya başlamadan önce bu Fıkıh Usûlü kaidelerini be­nimseyip koymuş ve bunlara göre hareket etmiştir. Bu itibarla Ş â-f i î'ye göre Fıkıh Usûlü, yalnız nazarî değil, aynı zamanda hem nazarî, hem de amelî bir istikamette yürüyordu.

Bütün fakihler, Ş â f i î'nin ulaşmış olduğu prensipleri incelemiş be benimsemişler; fakat Şafiî'den sonra bir kaç yöne ayrılmışlardır:

a) Bazıları Ş â f i î'nin usûlünü açıklama ve ona göre tahric cihe­tine gitmişlerdir,

b) Bazıları da Şafiî'nin ileri sürdüğü şeylerden çoğunu almış, teferruat sayılabilecek hususlarda  O'na  muhalefette  bulunarak  bazı esaslar ilave etmişlerdir. Sözgelimi, Hanefîler, Şafiî'nin    esaslarını kabul etmekle beraber, istihsan ve örfü ilave etmişlerdir. Keza, Mâ-likîler, Şafiî'nin metodunu benimsemiş, ancak-İmam Mâlik'ten aldıkları "Medine'lilerin İcmaY'm, "İstihsan" ve "Masâlih-i Mürsele"yi de kabu letmişlerdir. Şafiî ise, bunları reddetmiş ve çürütmeye ça­lışmıştı. Ayrıca Mâlikiler, "Zerâyf" babım da genişletmişlerdir. Sani-rimki Hanefîlerin usûlü, metod farkları bir yana, Ş â f i î'nin usûlüne daha yakındır. Hanbelîler ise, Fıkıh kaynaklarının sayısı bakımından Mâliküere daha yakındırlar.

Gerçekten dört mezheb'in fakihleri, Ş â f i î'nin kabul ettiği delille­ri aynen alırlar. Bunlar da Kîab, Sünnet, İcma' ve Kiyas'tır. Bu esas­lar üzerinde ittifak vardır. Bunlara ilâve edilen deliller Şafiî ile Öte­kiler arasında tartışma konusu olmuştur.

Şafiî fakihleri, imamlarının usûlünü alıp şerh ve tefsir etmişlerdir. Bu usûl, ictihad çağı boyunca gelişmiş ve daha çok açıklık kazanmış­tır. Şafiî olmayan fakihler de, az Önce söylediğimiz gibi, bu usûlü hem açıklamışlar, hem de ona ilavelerde bulunmuşlardır.

Bir çokları kendilerinde mutlak ictihad yetkisini görmemeye ve sadece belirli bir mezhebin usûlüne göre ictihad yapmaya başladıktan sonra da Fıkıh Usûlü zayıflamamıştır. Aksine birçok akılca güçlü olan ve araştırmayı seven kişiler, Fıkıh Usûlünde, mezhebin kabul et­tiği esasların dışına çıkarak hüküm istinbat etmeksizin, fıkhî bir id­man sahası bulmuşlardır. Mezheplerine fazlaca bağlanan kimseler, Fı­kıh Usûlü çalışmalarında ve bu konuda derinleşmede kendi mezheble-rini destekleme imkânını bulmuşlardır. Fıkıh Usûlü, taklid çağında bi­le değerini yitirmemiştir; çünkü münazara ve tartışmanın arttığı de­virlerde ihtilaf edilen görüşleri Ölçmek için muteber olan mikyas ve hakem olarak başvurulan ölçü Fıkıh Usûlü idi; herkes onu kendisin­den yana çekiyordu.

Mezheblerin   yerleşmesinden   sonra   fakihler,   Fıkıh Usûlünü iki yönde geliştirmişlerdir:

1) Nazarî olarak ve her hangi bir mezheb furû'u'nun tesirinde kal­maksızın yapılan çalışmalar. Bunlara göre esas ve Ölçüler açıklanmak- . ta, 'her hangi bir mezheb ne desteklenmekte, ne de yerilmektedir.

2) Mezheb furû'u'nun etkisinde kalan, ona hizmet etme ve bu furu’ ile ilgili ictihadlarm doğruluğunu isbatlama işine yönelen çalış­malar. Burada mezheb mensupları, önceki mezheb imamlarının var­mış oldukları fıkhî ictihadlarm doğruluğunu isbata çalışır ve mezheb-lerini  destekleyecek kaideleri zikrederler. Meselâ;  Hanefîler, âmm'm delalet bakımından kat'î olduğunu söyleyerek, buna aykırı düşen ha-ber-i âhâd'ı, sübûtu zannîdir diye, zayıf sayarlar.

Bu ikinci yolu benimseyenlerin çoğu Hanefîdirler. Diğer mezheb mensubları arasında da bu yoldan gidenler vardır. Birinci yolu benim­seyenler ise Şâfiîlerdir; çünkü İmam Şafiî, ilk olarak prensipler üzerinde durmuş ve metodunu nazarî olarak açıklamıştır. Bu nazarî yola "Mütekellimlerin yolu" da denilir; çünkü kelam bilginlerinin ço­ğu, bu nazari metoda göre usûl çalışmaları yapmışlardır.

Bu iki yönde yapılan fıkıh usûlü çalışmalarına ve bunların fıkıh tarihindeki devirlerine kısaca işaret edeceğiz.

 

Şafiîlerin Veya Mütekellimlerîn Usûlü:

 

Bunların usûlüne göre yapılan çalışmalar tamamen nazarîdir; çün­kü bu yolda araştırıcılar, bir mezhebi gözönüne almaksızın kaideleri ortaya koymaya önem verirler, hattâ en sağlam kaideleri çıkarmaya çalışırlar; isterse bunlar, kendi mezheblerine yararlı olsun, isterse ol­masın. Bunlardan kimisi Ş â f i i'nin usûlüne muhalefet etmiş, f u r u'da ise ona uymuştur. Meselâ; Şafiî, Sükuti İcma'ı kabul etmez, e 1-Â m i d î ise, Şafiî mezhebinden olduğu halde "el*İhkâm" adlı eserin­de Sükûtî İcma'ı tercih eder.[16]

Mütekellimlerîn çoğu bu usûle göre incelemeler yapmıştır; çünkü onlar, bunda aklî araştırmaları ve hakikatleri tetkik ediş tarzlarıyla bağdaşan yönler bulmuşlardır. Kelam araştırması yapar gibi burada da taklide sapmaksızm araştırmalarda bulunmuşlar ve hakikati açık­lamak istemişlerdir. Dolayısıyla bu usûle "mütekellimlerin usûlü" de­nilmesinde hakikat payı vardır. 6u usul, Kelam ilminin metod ve ko­nusundan istifade etmiştir. Bu usulde nazarî faraziyeler, felsefî ve mantıkî yönler çoktur. Bunu benimseyen fakihler dil çalışmaları yap­mışlar, iyi ve kötünün akıl ile bilinip bilinemiyeceği konusu gibi bir­takım nazarî araştırmalara girişmişlerdir. Bununla birlikte hepsi, iba­detler hariç, şer'î hükümlerin akılla anlaşılabilecek bir illet'e dayandı­ğında ittifak etmiş; meselâ, nimete şükretmenin vâcib oluşunda bir­leştikleri halde, bunun hem naklen, hem de aklen vâcib olup olmadı­ğında ihtilafa düşmüşlerdir. İşte bu şekilde onlar, herhangi bir amelî değeri olmayan sırf nazarî meseleler üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Ma'dum (mevcut olmayan) şeyin teklif konusu olması caiz midir, de­ğil midir? diye yaptıkları ihtilaf da Öyledir.[17] Hattâ onlar, tamamen Kelam ilminin konusu olan ve Fıkıh ile bir ilişkisi olmayan meselelere dalmışlar ve sadece dinin esasına taalluk ettiği için bunlar üzerinde durmuşlardır. Meselâ; eserlerinde, peygamberlerin peygamber olma­dan önce ismet sıfatına sahip (ma'surn) olup olmadığını inceleyen bö­lümlere yer vermişlerdir.

İşte bunlar, Fıkıh Usûlünde birinci eğilime göre yapılan çalışma­ları gösteren şeylerdir. Bu yol usul ilmine bir çok fayda sağlamıştır. Burada araştırma, mezhebin fer'i meseleleri için olmamış; usûlî kaide­ler, mezhebin furû'u'na bağlı kalmamış; aksine bu kaideler furû'a hâ­kim, fıkhın temeli ve istinbat metodu olmak üzere incelenmiştir. Böy­le mücerret nazarî bir inceleme, fıkıh usûlü kaidelerine faydalı olduğu gibi taassuptan uzak ve derin bir tetkike imkan vermiştir. Bunun ya­nında o kaideleri seçip ayıklama işi yer almıştır. Şüphesiz sırf bu ça­lışma bile ilmî bakımdan büyük ibir fayda ve îslâmı ilimleri öğrenen­ler için en önemli bir gıda olmuştur.

Mezheb çerçevesine sıkışıp kalan bilginlerin çoğu, kendilerine icti-had kapısını kapattığı için bu yoldaki fıkıh usûlü çalışmalarından fay­dalanamamıştır. Eğer ictihad kapısı açık tutulsaydı, fıkıh usûlünü böy-- le bir yönde geliştiren o bilginlerin çalışmaları sayesinde ictihad me­todu herkes için açık seçik bir halde vücut bulacaktı.

Bu yolda, Fıkıh Usûlünün temel kitablannı teşkil eden bir çok eser yazılmıştır. Bunların en eski ve önemlileri şu üç kitaptır :

1)  Mu'tezilüerden     Ebu'l-Hüseyn Muhammed b.  Ali  el-Basrî (öl. 436 veya 463 H.)'nin "Kiabu'l-Mu'temed"i.

2)  Şâfiîlerden İ m a ra u'l-H a r ameynel-Cüveynî (öl. 487 H.)'-nin "Kitabu'l-Burhan"ı.

3)  İmam Gazz1 î (öl. 505. H.)'nin "el-Mustasfâ"sı.

Daha sonra gelen âlimler bu kitapları özetlemişler, zamanla bu özetler için şerhlere ihtiyaç hasıl olmuş ve bu vâdîde bir çok kalem erbabı faaliyet göstermiştir.

Bu üç kitabı Fahruddin Râzî (öl. 606 H.) özetlemiş (telhis etmiş), bazı ilaveler yapmış ve ona "el-Mahsul" adını vermiştir. Ayrıca "e 1-Â m i d î" diye anılan E b u'l-H üseyn Seyfuddin Ali (Öl. 631 H.), "el-İhkâm fî Usûli'I-Ahkâm" adlı eserinde onları bir araya topla­mış ve bazı ilavelerde bulunmuştur.

Bir çokları bu iki kitabı ihtisar etmiştir. Bazan ihtisarlar, anlaşı-lamıyacak kadar fazla ileri götürülmüş ve rumuz haline gelmiş, sonra da bunları açıklamak için şerhler yazılmıştır. Böylece ihtisar ve şerh­ler birbirini takib etmiştir.

 

Hanefîlerin Usûlü:

 

Bu usûle göre araştırma yapanlar, daha Önce de söylediğimiz gibi, Furû'un tesirinde kalmışlar, mezheblerinin furû'una kıstas olacak ve onun doğruluğunu isbat edecek usûlî kaidelere yönelmişlerdir. İstin-batlarını bu kaidelere göre tashih etmişler, münakaşa ve münazarala­rında onları kullanmışlardır. Bu şekilde usûl çalışmaları, mezheb furû'unun kaynak ve delillerini teşkil etmiştir. Bir kısım bilginlere gö­re bu yolda ilk eser yazanlar Hanelilerdir. Onların istinbat devrinde doğmuş fıkıh usulleri yoktur. Bu görüşü Veliyyüllah Dehlevi (öl. 1179 H.), "el-İnsâf fî Beyânı SebeM'l-İhtilâf" adlı eserinde benim­ser ve şöyle der:

"Bilmiş ol ki, bence ekseriyet, Ebu Hartîfe ve Şafiî arasın­daki ihtilafın esası, Pezdevî'nin Kitabu'l-Usûl'ü ve benzerlerinde zikredilen bu metodlar üzerindedir sanır. Hakikat odur ki, bu metod-ların çoğu onların görüşlerinden çıkarılmıştır. Bana göre; "hâss. açık­tır, beyana ihtiyâç göstermez", "aram, hâss gibi katidir.", "râvîlerin çokluğu tercih sebebi değildir.", "re'y kapısı kapandığı zaman fakih olmayan kimsenin hadisi ile amel etmek gerekmez.", "emir, mutlaka vücub ifade eder" vb. kaideler, imamların görüşleri üzerine tahric edil­miştir. Bunların bizzat Ebu Hanife ve arkadaşlarından rivayet edil­mesi doğru olmaz. Bunları muhafaza etmek ve Pezdevî'nin yaptı­ğı gibi bunlar aleyhinde varid olan sorulara cevap vermek külfetine girmek, öncekilerin istinbatlannda' yapmış oldukları şeylerden de­ğildir."

Bu sözler gösteriyor ki Hanefî mezhebi imamları Fıkıh Usûlünü tedvin etmemişlerdir. Bu doğrudur; çünkü bu ilmin tedvin işi daha sonra başlamıştır. Lâkin biz, kesin olarak diyebiliriz ki bu usûlün bazı­sı veya büyük bir kısmı, hüküm çıkarırken onlar tarafından gözönün-de bulunduruluyordu. Her ne ise, Fıkıh Usûlünün bölümlere ayrılarak tasnifi ve bunlarla istidlal işi imamlardan sonraki müctehidlere aittir. Bu sebebledir ki Hanefîlerin usûlü, Şâfiîlerin usûlünden ayrılmıştır. Şâfiîlerin usûlü, hüküm çıkarma metodudur, istinbata hâkimdir. Hane­fîlerin usûlü ise, tedvin edildikten sonra furû'a hâkim olamamıştır; yani onlar, mezheblerinin dayandığı kaideleri ortaya koymuşlar ve bunları savunmuşlardır. Dolayısıyla bu kaideler, açıklayıcı mahiyette. olup hâkim nitelikte ölçüler değildir.

Hanefîlerin benimsediği bu yol, görünüşte faydasız ve kısır bir şeydir; çünkü belirli bir mezhebin savunulmasından ibarettir. Fakat, fıkhı düşüncede genel olarak önemli bir etkiye sahiptir. Şöyleki:

a) İctihad usûlü istinbat edilmiştir. Sebebi ne olursa olsun, bu, fıkhî. bir tefekkür işidir. Ortaya konulan bu müstakil kaidelerle öteki kaideler arasında mukayese mümkün olmuş ve bu mukayese sayesin­de insan aklı daha doğru neticelere ulaşabilmiştir.

b) Furû'a tatbik edilen bir çalışma yapılmıştır. Bu, nazarî araş­tırmalar değil, külli ve furû'a tatbiki mümkün olan genel nitelikte bir incelemedir. Bu gibi araştırma ve incelemeler neticesinde küllî kaide­ler güç ve canlılık kazanmıştır.

c) Bu tarz fıkıh usûlü çalışmaları, karşılaştırmalı genel bir fıkıh çalışmasıdır.  Burada  karşılaştırma  yalnız  furû' arasında  değil,  aynı zamanda usûl arasında da yapılmıştır. Böylece okuyucu cüz'îler için­de başıboş dolaşmamış; aksine, cüz'î hükümleri istinbat işini bir disip­line bağlayan küllilerde derinleşmiştir.

d) Bu çalışmalar mezhebin cüz'î hükümlerini bir esasa bağlamış ve bu sayede tahric ve tefri' (fer'î meseleleri ortaya koyma), imamla­rın çağında vuku bulmamış, fakat vuku bulması muhtemel olan mese­lelerin hükümlerini, mezhebin dışına çıkmaksızın, açıklama metodu öğrenilmiştir; çünkü bu, furû'u öir disipline bağlayan usûl'ün bir ica­bıdır. Şüphesiz ki böylece mezheb gelişmiş ve yeni olayları kapsama gücü artmış; bilginler, imamlardan rivayet edilen hükümlerin önün­de dikilip kalmamış, metodlarının yardımı ile yeni olayları bir hükme bağlamış ve işi genişletmişlerdir.

İşte bu ikinci yol, "Hanefîlerin Usûlü" diye de adlandırılır. Bu usûle göre yazılan en eski eser, Ebu'l-Hasene1-K er h î (öl. 340. H.)'-nin Usûl kitabıdır. Bundan daha geniş ve mufassalı, "el-Cassas" di­ye bilinen Ebu Bekr Razî (öl. 370 H)'nin Usûl kitabıdır. Bu iki kitaptan sonra Debûsî (öl. 430 HJ'nin "Te'sîsu'n-Nazar" adlı eseri gelir. Bu eserde, Hanefî mezhebi imamlarıyla diğerlerinin ittifak veya ihtilaf ettikleri usûle kısaca işaret edilmiştir.

Bunlardan sonra Fah r u'l-İ s 1 a m Pezdevî (öl. 483 H.) gel­mektedir. Bunun Usülü'l-Pezdevî" diye bilinen eseri Özlü ve ibare ba­kımından kolay olup Hanefîlerin yoluna göre yazılmış gerçekten açık ifadeli bir kitaptır. Daha sonra "el-Mebsut" sahibi Serahsî (öl. 483) yi görüyoruz. Bunun Usûl'e dair yazdığı kitap, P e z d e v î'ninkine ben­zemekle beraber, daha büyük ve tafsilatlıdır.

Bu kitablardan sonra, "el-Menar" ve benzerleri gibi muhtasar ve mufassal (mutavvel) eserler yazılmıştır.

Şunu belirtmeliyiz ki, Şafiî, Mâliki ve Hanbelîlerden bir çok Usûl yazarları, Hanefîlerin metoduna göre ve küllî kaidelerden ibaret olan usûlü, cüz'î meseleleri teşkil eden furû'a tatbik etmek üzere eserler yazmışlar ve bağlı oldukları mezhebin gelişmesine hizmet etmişlerdir, e 1-K a r a f î'nin "Tenkîhu'l-Fusûl İî İlmi'1-Usûl" adlı eseri bu metoda göre yazılmış olup Maliki mezhebinin usûlünü, furû'una tatbik ederek açıklar, Şafiî bilginlerinden el-Esnevî (Öl. 772 H.)'nin "et-Temhîd"i de böyledir. Bu da, Şafiî usûlünün bu mezhebin furû'una tatbik edilişi­ni anlatır.

İ'bn-i Temiyye ve İbn-i Kayyim el-Cevziyye, Usûl'e dair kaleme aldıkları eserlerde Hanbelî mezhebine açık bir yön ver­mektedirler.

Bunlardan anlaşılıyor ki Hanefîlerin usûlünü, zamanla dört mez­heb mensuplarının çoğu benimsemiş ve kullanmıştır.

Hattâ bu iş, dört mezheb'in dışında bulunan Şiîlerden İmamiyye ve Zeydiyye mezheblerine de geçmiştir. Gerçi bunlar arasında Mu'tezilîler çoktu ve onlar, mütekellimlerin usûlüne göre yazıyorlardı. Bu­na rağmen fıkıh usûllerinde, usûlü furû'a tatbik bakımından onlar da Hanefîlerin metodundan faydalanmışlardır.

Her iki yolda da hayli eser yazıldıktan sonra, bu yolların ikisini birleştiren kitablarla karşılaşıyoruz. Bu kitablarda önce Usûl mücerret olarak ele alınmakta, sonra onun tatbikine geçilerek Hanefîlerin yolun­dan gidilmektedir. Hanefî ve Şafiî mezhebine mensup bir kısım değer­li ilim adamları bu tarzda eserler yazmışlardır. Meselâ; Ah m e d b. Ali es-Sâ'âtî el-Eağdadî (ÖL 694 H.)'nin "Bedîu'n-Nizam" adlı eseri; Pezdev î'nin Usûl'ü ile e 1-Â m i d î'nin "el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm"ını birleştirmektedir.

Bundan sonra S a dr u'ş-Şerîa Abdullah b. Mes'ud el-Buharî (Öl. 747 H.) dikkati çeker. Bu bilgin "Tenkîhu'1-Usûl" adlı eserini kaleme almış ve onu şerhederek "et-Tavdîh" diye isimlendir­miştir. Bu eserinde o,.Pezdevî'nin "XJsûl"ünü, Râzi'nin "el-Mahsûl"-ünü ve İbn-i Hâcib'in (öl. 570 H.) "el- Muh t a s a r u'l-Mü n t e-h â'sını telhis etmiştir.

Zamanla her iki yolu birleştiren eserlerin telifi devam etmiş ve bu alanda değerli kitablar yazılmıştır. Tacüddin Abdulvahhab es-Sübkî eş-Şâfiî (öl. 771)'nin Cem'ul-Cevami'i, Kema.lüd-din b. el-Hümam es-Sivasî (öl. 861 H.)'nin "et-Tahrîr fî Usûüd-Din"i ve Muhibbullah b. Abdiş ş ekû r e 1-Hin dî (öl. 1119 H.)'-nin "Müsellernu's-Sübûfu burada anılmayı değer.

 

Fıkıh Usûlünün Bölümleri

 

Yukarıda da söylediğimiz gibi, Fıkıh Usûlünün konusu, istinbat metocllarım ve amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarırken başvu­rulan istidlal ölçülerini açıklamaktır. O halde bu ilmin bölümlerini tesbit için şer! amelî hükümlerin mahiyet ve kısımlarını anlatmak ge­rekir; çünkü delil, bu hükümler için serdedilmekte ve bu delile göre mükellefin fiili bir vasıf kazanmaktadır ki, o da, ileride açıklıyacağı-mız gibi varılan hükümdür. Bu sebeble hükmün mânâsını, kısımlarını, kaynağını, yani hükmü esas teşkil eden hâkimi, daha sonraki teklif ko­nusu olan insan fiillerini ve nihayet mükelleflerin kimler olduğunu anlatmalıyız. Bunları gözönüne alarak bazıları, Fıkhı, "konusu insan fiilleri, yüklemi Şâri'in hükümleri olan önermeleri açıklayan bir ilim" diye tarif ederler.

Bu itibarla Fıkıh Usûlünün konusu dört bölüme ayrılır;

1 - Şer'î hüküm.

2- Hâkim; bu Allah'tır. Allah'ın hükmünü bilme yolları da, şeriatın kaynaklarını teşkil  eden  delillerdir. Dolayısıyla bu  bölümde ittifakla kabul edilen veya ihtilafa düşülen deliller üzerinde duracağız.

3- Mahkûm-i Fili; bu da mükelleflerin fiilleridir.

4 - Mahkûm-i Aleylj; yani mükellef. Bu bölümde de ehliyet ve ona arız olan hallerden söz edeceğiz.[18]

 

 



[1] A'râf. 179: (...lehum kulübün lâ yefkahûne bilıâ...)

[2] Nisa, 78: (lâ yefkahûne hadisen).

[3] Buharı İlrn: 10, 13: (Men yuridillâhu "bihî hayran yufaıkkıhhu fi'd-din).

[4] Para peşin inal veresiye olmak üzere yapılan alım satım akdine "Selem ak­di" denilir. Çeviren

[5] Bakara, 279.

[6] Nisa,  29.

[7] Nisa, 102; En'am, 72.

[8] Nesaî, Menasik: i; A hm ed b.Hanb el, Müsned, c. VI. s. 422.

[9] Maide, 90

[10] Maide, 90: (feclenibûhu).

[11] Talâk, 4.

[12] Buharı, Vudû': 33; Müslim, Taharet: 89, 91, 92, 93.

[13] Pazarlık yapıldıktan  soîıra birbirinden ayrılmadıkça, alıcı  veya  satıcının muhayyer olması prensibi. Çeviren

[14] Te'sisu'ş-Şîa li Ulûmî'I-İsIam, Irak 3370.

[15] İlk defa Fıkıh Usûlü 'konusunda  Şafiî'nin yapmış olduğu sözkonusu *te'lif, "er-Risale" adıyla bilinen ünlü eseridir. Çeviren

[16] el-îhkâm fî Usûll'l-Ahkânı, Kahire 1914,

[17] el-Âmidî, d-thkâm, c. I, s. 219.

[18] Yazar, eserini bitirirken,  hükümlerin amaçları, ictihad, müctehidlerin ta­bakaları ve iftâ konulan üzerinde de durmuştur. Çeviren