FIKIH USÛLÜNÜN TARİFİ, KONUSU VE
TARİHÇESİ
Fıkıh Kaideleri İle Fıkıh Usûlü
Arasındaki Fark:
Şafiî'nin Fıkıh Usûlünü Tedvini :
Şiilerin Bu Konudaki İddiaları :
Şafiî'den Sonra Fıkıh Usûlünün
Durumu
Şafiîlerin Veya Mütekellimlerîn
Usûlü:
Fıkıh Usûlü (Fıkhın
kökleri = İslâm Hukuku Metodolojisi),
bir izafet terkibi olup özel ıbir ilmin adıdır; fakat bu terkibin her parçası,
ifade ettiği hakikatin bir parçasına delalet eder. Muzaf ve muzaf-i ileyh'den
teşekkül eden bu terim, izafet esasından tamamen uzaklaşmış, sadece bir
isimden ibaret olmuş değildir. Dolayısıyla bu terimin tarifini yaparken her iki
parçasını ayrı ayrı tarif etmek mecburiyetindeyiz.
Bunun sözlük mânâsı,
söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve' derin anlayıştır. Şu
âyet ve hadislerde geçen ve bu kökten türemiş olan kelimeler böyle bir anlamda
kullanılmıştır: "And olsun ki biz, cehennem için de Dir çok cin ve insan
yarattık. Onların kalbleri vardır, ama anlamazlar; gözleri vardır, ama
görmezler; kulakları vardır, ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi, hattâ
daha da sapıktırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir."[1]
"Bunlara ne oluyor kî hiç bir sözü anlamağa yanaşmıyorlar."[2]
"Alla h, kime hayır mu-rad ederse onu din'de fakih kılar."[3]
İşte bu, fıkh'm sözlük
mânâsıdır. İstilanı mânâsı da, bu mânânın pek dışına çıkmaz; gerçi bir özellik
taşır ve şöyle tarif edilebilir: Fıkıh, şer'î-amel hükümleri, tafsüî (ayrı
ayrı) delillerine dayanarak bilmektir. Buna göre fıkıh ilminin konusu iki
kısımdan ibarettir:
1) Şer'-amelî hükümleri bilmek. Dolayısıyla Allah'ın birliğini, Peygamberlerin gönderilişini
ve Tanrı'dan aldıklarını tebliğ etmeleri
gerektiğini, âhiret
gününü ve bu günle ilgili şeyleri bilmek gibi itikadı hükümler, Fıkh'm İstılahı
mânâsına dahil değildir.
2) Her hükmün tafsili delillerini bilmek,
Meselâ; "Seleni"[4]
akdiyle bir satıştan söz edilirse, paranın akit zamanı teslim edilmesi gerekirdiyebilmek için buna
dair Kitab, Sünnet ve sahabîleri fetvalarından bir delil getirmek icab eder;
faizin azı da çoğu da haramdır deyince, buna dair de Kitab'tan bir delil
zikretmek lazım gelir. Bu konuda ana paradan fazla olan her şey faizdir deniliyorsa,
delil olarak; "Eğer tevbe ederseniz ana paranız sizindir, böylece hem
haksızlık etmemiş, hem de haksızlığa uğramamış olursunuz."[5]
âyetini okumak gerekir. Haksız yere insanların mallarını yemenin haram olduğunu
anlatan kimse; "Mallarınızı, aranızda haksız yere yemeyin..."[6]
âyetini sözüne eklemelidir. Demek ki fıkıh ilminin konusu, helal, haram,
mekruh ve vâ-cib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve bunların dayandığı
delillerdir.
Bu kelime "asl”ın
çoğulu olup kök, temel ve esas anlamına gelir. İşte onun bu sözlük mânâsı ile
İstılahı mânâsı birbirine uygundur; çünkü, usulcülere göre Fıkıh Usûlü, Fikh'm
dayandığı temeldir. Bunun içindir ki Kemalüddin b. el-Hümam (öl. 861 H.),
"et - Tahrir fî Usûli'd-Din" adlı eserinde Fıkıh Usûlünü;
"fıhki hükümleri çıkarmaya ulaştıran kaideleri bilmedir" diye
tanımlar. Bunun mânâsı şudur: Fıkıh Usûlü, amelî hükümleri, tafsili.
delillerinden istiiibat etmek için gereken metodları tanıtan kaideler ilmidir.
Meselâ; emrin vücûbu, nehyin de tahrîmi gerektirdiğini bize Fıkıh Usûlü
öğretir. Fakih, vâcib olup olmama bakımından namazın hükmünü ortaya koyacağı zaman,
"Namazı dosdoğru kılın...»[7]
âyetini okur. Zekât da böyledir. Haccın hükmünü açıklamak istediği zaman
Peygamber (S.A.)'in, "Allah, size haccı farz kıldı, haccediniz."[8]
hadîsini ileri sürer. Keza, içkinin hükmünü tayin edeceği vakit, "Ey
inananlar! İçki (hamr), kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi
pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz."[9]
âyetini zikreder. Bu âyet-i kerimedeki "kaçının"[10]
sözü, yaklaşmayı yasaklamaktadır ki, bir şeyin haram oluşunu göstermek için
bundan daha beliğ bir nehiy olamaz.
İşte Fıkıh ile Fıkıh
Usûlü arasında böyle bir fark vardır: Usûl, fakihin, delillere dayanarak hüküm
çıkarırken tutacağı yolu ve delilleri kuvvetine göre tertip ederek, Kur'an'ı
Sünnet'ten, Sünnet'i kıyas ve doğrudan doğruya nassa dayanmayan diğer delillerden
öne almasını açıklayan metodlardır. Fıkıh ise, bu metodlara bağlı kalınarak
hükümlerin çıkarılmasıdır.
Fıkh'a nisbetle Fıkıh
Usûlü, diğer felsefî ilimlere nisbetle Mantık ilmi gibidir. Mantık, akıl için
terazi ve onu düşünürken hatâdan koruyan bir âlettir. Başka bir misal verelim:
Arapça konuşmak ve bu dil ile okuyup yazmak için Nahiv (Nahv) ilmi, nasıl dili
ve kalemi yanlışlardan koruyan bir ölçü ise, Fıkıh Usûlü de Fıkıh alanında
fakîhi hatâdan koruyan ve hüküm çıkarırken yanılmasını önleyen bir kıstastır.
Fakih, çıkardığı hükmün sağlam veya çürük olduğunu bu sayede anlayabilir. Tıpkı
doğru bir cümle ile yanlış bir cümleyi Nahiv sayesinde, ilmî verilerden elde
edilen bir burhan ile böyle elde edilmemiş olan bir burhanı Mantık sayesinde
anladığımız gibi.
Fıkıh ile Fıkıh Usûlü
arasındaki münasebet ve farkı açıklarken bunların konularını da belirtmiş
olduk. Söylediğimiz gibi Fıkh'm konusu, ayrı ayrı delilleriyle amelî
hükümlerdir.
Fıkıh Usûlüne gelince;
bu ilim, hüküm çıkarma (istinbat) metodunu konu olarak ele alır. Her iki ilim,
deliller üzerinde birleştiği halde birbirinden ayrıldığı yönler vardır. Fıkıh,
cüz'î ve amelî hükümleri çıkarmak için delileri ele alır ve belirttiğimiz gibi
her delilin ifade ettiği hükmü tayin eder. Fıkıh Usûlü ise, delillerden hüküm
çıkarma metodunu, delillerin hüccet olma bakımından derece ve durumlarını inceler.
Kur'an'm hüccet oluşunu, Sünnet'ten önce geldiğini ve Şerîatin aslını teşkil
ettiğini, zannî ve katsî delili, nass'larm zahirleri arasında bir çatışma
olduğu zaman gidilecek yolu gösteren metodu, çeşitli ibarelerin delalet
derecelerini, hâss ve âmm'm mertebelerini açıklar.Daha sonra mükelleflere
(şahıslara) geçer; vâcibleri yerine getirmesi, haramlardan sakınması, emir ve
nehiylere riayeti derecesinde karşılık görmesi bakımından şer'i hükümlerin kimleri
içine aldığını bildirir. Bundan sonra da Şeriatı bilmeme, yanılma, unutma gibi
şahsiyete arız olan hallerin etkisini, şahsın sorumluluğunu azaltan veya
ortadan kaldıran durumları tesbit eder.
Bu mülahazalarla
diyebiliriz 'ki, fakîh'in doğru yoldan sapmaması için hüküm çıkarırken bağlı
kalması lüzumlu olan metodla ilgili bütün hususlar Fıkıh Usûlü'nün konusuna
dahildir. Delilleri tertib edip, kimlerin şer'î hükümlere muhatab olduğunu, bu
delillerin icablanyla kimleri şümulüne aldığını, kimlerin hüküm çıkarma
ehilyetine sahip olduğunu ve kimlerin bu ehliyete sahib olmadığını,
nass"lardarı hüküm çıkarmada fakîhe yoî gösteren dil kaidelerini, kıyas'm
esasını teşkil eden ve makîs-i aleyh (kendisine kıyas yapılan asi) ile makîs
(kıyas konusu olan feri') arasındaki birleştirici illetleri tesbit etme
metodlarını bir disipline koyan ölçüleri bu ilim açıklar. Keza bu ilim, şer'an
muteber olan maslahatları, kıyas'm dayandığı veya hakkında nass bulunmayan
konuda üzerne kıyas yapılacak özel bir nassı asıl kabul eden genel kaideleri
gösterir. Sonra, kıyas'la çatıştığı zaman maslahatların yerini tayin* eder ki,
bu türlü maslahatlara kısaca "istihsan" adı verilmektedir. Daha
sonra bu ilim, hükümleri, bunların gayelerini, kısımlarını, ruhsat ve
azimetleri anlatır. Bu sayılanların üstünde ayrıca Fıkıh Usûlü, hüküm
çıkarırken fakîhin bağlı kalması icabeden asıl metodu öğretir.
Bu ilim, Şerîatteki
bütün delilleri A 11 ah'a irca eder. Çünkü İslâm Dininde, bu dinin genel
esasları icabı olarak, hakim bizzat Allah'tır. Bütün deliller, Alla h'm hükmünü
bilme vasıtasıdır. Kullarına O'nun emirlerini bildirdiği kitap Kur'andır.
Sünnet de ibu kitabın açıklayıcı-sıdır. Peygamber (S. A.), hevâdan
konuşmamiştır. Öteki delillerin hepsi bu iki kaynaktan doğmuştur.
Netice şudur ki, bu
ilmin konusu; hakkîkatini, özellik ve çeşitlerini açıklama bakımından hüküm,
hükmünün sâdır olduğunu gösteren deliller bakımından Makim, hüküm ve
tekliflere muhatab olma bakımından insan ve nihayet hüküm çıkarma vasıtası
olması itibariyle ictmâd'-dır.
Fıkıh Usûlü ile cüz'î
hükümleri bir araya toplayan fıkıh kaideleri arasındaki farkı belirtmek
icabeder. Bu kaidelere, muhtevası itibariyle İslâm Fıkhının genel nazariyeleri
adı verilebilir. Nitekim "Ma'hedii'ş-Şerî'â" (İslâm Hukuku Enstitüsü)
da bu isimle okutulan bir ders vardır. Bazı araştırıcılar, bununla Fıkıh Usûlü
arasındaki farkı anlayamamaktadırlar. Dolayısıyla buna işaret etmemiz
gerekmektedir.
Yukarıda da
anlattığımız gibi, Fıkıh Usûlü, fakîhin uyması lazım gelen metodu açıklar ki,
bu onun, hüküm çıkarırken hatâya düşmemesi için sarılmağı gereken bir
kanundur. Fıkıh kaideleri ise, bir kaç hükmü birleştiren bir kıyas veya fıkhı
bir kaide'de toplanabilen benzer hükümler kolleksiyonudur. Şerîate göre
mülkiyet kaideleri, tazminat kaideleri, muhayyerlik kaideleri, fesih
kaideleri, burada misal olarak zikredilebilir. Bunlar, cüz'î ve dağınık
hükümlerin neticeleridir ki, meseleleri genişçe ele alan fakîh, uğramış ve
bunları, biraraya toplayıcı kaide veya nazariyeler yardımı ile birbirine
bağlamıştır. Bu türlü çalışmalara misal olarak, Şâfiîlerden İzzüddin b.Abdisse-lâm'ın
"Kavâidu'l-Ahkâm",Malikilerden el-Karâf î'nin "Envâru'l-Bürûk fî
Envâü-Furûk", Hanefîlerden İbn-i Nucey m'in "el-Eşhâh ve'n-Nezâir",yine
Malikîlerden İbn-i Cizzî (İbn-i Cüzey)
Muhammed b. Abdillah b. Y ahy
a'nm"''el-Kavânînul-FıKniyye-,
Burhanüddin İbrahim b.
Ali b. Ferhûn'un "Tabsiratu'l-Hufckâm", Hanbelî mezhebinin dağınık
meselelerini biraraya toplayan İbn-i Reeeb'in "el-Kavâidul-Kübrâ"
adlı eserleri burada anılabilir. Buna göre diyebiliriz ki, bu kaideleri okuyup
incelemek bir fıkıh çalışmasıdır; fıkıh usûlü çalışması değildir. Bu kaideler,
fıkhî hükümlerden birbirine benzeyen meseleleri .biraraya toplama, birleştirme
esasına dayanır. Bu itibarla Fıkhı; Usûl, furû* ve kavâid (kaideler) olarak
birbirine bağlı üç dereceye ayırmak mümkündür. Usûl, fer'î- fıkıh
meselelerinin temelidir. Çeşitli fıkıh mecmuaları meydana gelince, furû'u ve
dağmık meseleleri genel ve birleştirici kaideler altında toplamak mümkün
olmuştur ki, bu kaidelere, fıkhî nazariyeler denilebilir.
Fıkıh Usûlü, fıkıhla
birlikte doğmuştur. Yalnız tedvin edilişi, Fı-kıh'tan sonradır. Fıkh'm
bulunduğu yerde, zarurî olarak istinbat me: todu da bulunacaktır; istinibat
metodu bulununca elbette Fıkıh Usûlü de bulunacaktır.
Fıkhî hükümler çıkarma
(istinhat), Peygamber (S. A.Vden sonra sahabîler çağında
başladığına göre sahabîler arasında yer alan İbn-i Mes'ud, Ali b. Ebî Talib,
Ömer b. el-Hattab gibi fa-kihler,
herhalde hiçbir kayıt ve esasa bağlanmaksızm fikir beyan etmiyorlardı. Meselâ;
içki içenlerin cezası hakkında Hz. Ali; "İnsan içki içince hezeyanda
bulunur, hezeyanda bulununca kazf (zina iftirası) eder, dolayısıyla içki içen kimseye
kazf cezası gerekir" derken neticeye veya zerâyi' esasına göre hüküm
verme metodunu kullanmış oluyordu. Abdullah b. Mes'ud; "kocası ölen
hamile bir kadının id-deti doğuma kadardır" diyor ve "Gehe olanların
iddeti doğurmaları ile tamamlanır"[11] âyetini
sözüne delil olarak getirdikten sonra, küçük Nisa Sûresinin büyük Nisa
Sûresinden sonra indiğini ilave ediyor
ve1 böylece Talâk Sûresinin Bakara Sûresinden sonra geldiğini anlatmak
istiyordu. Bununla o, bir Fıkıh Usûlü kaidesine işaret ediyordu. Bu da, sonra
gelen nassm, önce gelen nassı nesh veya tahsis etmesidir. İşte burada İ b n-i M
e s' u d, bir Fıkıh Usûlü esasına göre davranmıştır. Dolayısıyla Sahabîlerin,
her zaman açıklamasalar bile, ictihad'larmda bu gibi metodlara dayandıklarını
söylememiz icabeder.
Tabiîler çağma
geçersek görürüz ki, yeni olayların artmasıyla icti-had alanı genişlemiş,
Medine'de Saidb. e1-Müseyyib ve diğerleri, Irak'ta Al karne ve İbrahim Naha'î
gibi tabiîlerden bir grup kendisini fetva vermeye hasretmiştir. Bunlar, önlerinde
Allah'ın kitabını, Peygamber (S. A.) in sünnetini ve sahabîlerin fetvalarını görüyorlardı.
Onların kimisi, nass bulunmayan yerde maslahat, kimisi de kıyas metodunu
kullanıyordu. Irak fakihlerinden İbrahim Naha'î ve emsalinin ileri sürdüğü
fer'î meseleler, kıyasların illetlerini tes-bite ve bunları bir disipline
bağlama, bu illetleri diğer fer'î meselelere tatbik emek cihetine yöneliyordu.
Bu çağda metodlar,
Öncesine nisbetle, açıklığa daha iyi kavuşuyor; fıkıh okulları birbirinden
ayrıldıkça, her okulun istinbat metodları da daha belirgin hale geliyordu.
Tabiîler çağını geçip
Müctehid İmamlar devrine ulaşırsak, bu me-todların tam bir açıklığa kavuştuğunu
görürüz. Bu devirde istinbat kanunları, bu kanunların sınırları belli olmuş ve imamların
dilinde açık ifadelerini bulmuştur, Sözgelimi; E bu Hanif e'nin kendi istinbat
metodlarını tayin ederek Kitab, Sünnet ve Sahabîlerin icmâ' ettikleri
fevâlara. Sahabîler ihtilafa düştükleri takdirde, bunlardan tercih edeceği
görüşe uyacağını, kendisi gibi birer insan oldukları için Tabii lerin görüşüne
her zaman uyamayacağını belirttiğini, belli metodları olan kıyas ve istihsan'ı
kabul ettiğini görüyoruz. Hattâ talebesi Mu-h amme d b. el-Hasen eş-Şeybanî,
Ebu Hanîfe için; "Talebeleri onunla kıyas konusunda münakaşa ederlerdi;
o, istihsan yapıyorum deyince kimse kendisine yetişemezdi" derdi.
İmam Malik,
"Medineli'lerin amelini hüccet sayarken, bunu kitab ve risalelerinde
açıkça ileri sürerken, hadis rivayetindeki şartlarını ortaya koyarken, hadisleri
mahir bir sarraf gibi eleştirirken, Kur'an'ın belirttiği hükme veya dînin kesin
kaidelerine aykırı olan hadisleri reddederken açıkça bir Fıkıh Usûlü esasına
göre hareket etmiştir. Meselâ; bu esasa uyarak, "Birinin kabına köpek
batarsa (dilini sokarsa) o, bunu yedi kere yıkasın..."[12]
hadîsini, hıyar-i meclisi[13] ve
ölmüş bir kimse namına sadaka verilebileceğini bildiren hadisleri reddetmiştir.
İmam Ebu Yusuf da, "Kitabu'l-Harâc"ında
ve Evza'î'nin "Siyer"ine yazdığı reddiyede açık bir metod takip
etmiştir. Gerçi o da ictihad metodunu tedvin etmemiştir.
Nihayet Şafiî gibi
Kureyş'li bir bilginin devrine geliyoruz. Bu zat, Fıkıh Usûlünü tedvine
koyulmuş, istinbat metodlarını tesbit etmiş, Fıkhın kaynaklarını açıklamış ve
bu ilmin sınırlarını belirtmiştir.
Şafiî; Sahabîlerden,
tabiî ve kendisinden önceki fıkıh imamlarından intikal eden fıkhî serveti
hazır bulmuş, çeşitli görüşlere sahib olanların mücadeleleriyle karşılaşmıştır.
Görmüştür ki Medine fa-kihleriyle Irak fakihleri arasında durmadan münakaşalar
yapılmaktadır. Bu münakaşalara olgun aklı ile kendisi de dalmıştır. İmam M ali
k'ten aldığı Medine Fıkhını, İmam Muhamm ed b.elli asen'den öğrendiği Irak
Fıkhım ve doğup büyüdüğü memleket olan Mekke Fıkhını iyi bildiği için bu
münakaşalar ona, ictihad'daki doğru ve yanlışı ayırdedecek Ölçüleri koyma
fikrini ilham etmiştir. İşte bu ölçüler Fıkıh Usûlünü meydana getirmiştir.
Fıkıh furûu'nun, Fıkıh
Usûlünden önce söz konusu olup tedvin edilmesinde bir tuhaflık yoktur; çünkü
Fıkıh Usûlü, istinbat ölçülerini teşkil eden, yanlışı doğrudan ayırd etmeyi
öğreten normatif bir ilimdir; asıl konu ise Fıkıh'tır. Bütün kaidevî
(normatif) ilimler de aynı durumdadır. Nitekim Nahiv ilmi, Arapça fasih olarak
konuşulduktan sonra teşekkül etmiştir. Halil b. Ahmed Aruz ilmini koymadan
önce, yine şairler, vezin kaidelerine uygun olarak şiir yazıyorlardı; Aristo
Mantık ilmini tedvin etmeden önce de insanlar münakaşa ediyor ve
düşünüyorlardı.
Şafiî, istinbat
kaidelerini tedvin eden ilk adam olmaya lâyıktı. Zira o, Arab dilini inceden
inceye biliyordu; hattâ büyük dil bilginleri arasında sayılıyordu. Hadis ilmine
sahipti; en büyük hadis bilgininden hadis tahsil etmiş ve bütün nevileriyle
çağının fıkhını öğrenmişti. İhtilaf sebeblerini, ihtilafa düşen kişilerin
nokta-i nazarlarını anlamak için son derecede gayret gösteriyordu.
Bu ve benzeri
sebeblerle Şafiî, tahsil etmiş olduğu fıkh'tan, öncekilerin görüşlerini
ölçecek ve sonrakilerin istinbatları için esas teşkil edecek olan ve
ayrılmamaları, sımsıkı sarılmaları gereken kaideleri çıkarma imkânına
kavuşmuştur.
Şafiî, dili iyi
bildiği için Kur'an ve Sünnet nass'larından fıkhı hükümler çıkarabilmiştir.
"Kur'anın tercümanı" olarak bilinen Abdullah b. Abbas'm ilminin
nakledildiği Mekke'de okumakla nâsîlı ve mensûlm öğrenmiştir. Geniş Sünnet
bilgisi ve bunu yetkili Sünnet âlimlerinden tahsil etmiş olması ve Sünnet'i
Kur'an ile karşılaştırması sayesinde Sünnet'in Kur'an karşısındaki yerini, onun
zahirinin bazan Kur'an'm zahirine aykırı düşmesi halinde tutulacak yolu
tanımıştır. Re'y ve Hadis Fıkhını öğrenmiş olması, kıyas kaidelerini koyması
için esas teşkil etmiştir.
İşte Şafiî, böylece,
istinbat kaidelerini koymuştur; fakat bunları kendisi icad etmemiştir. Şafiî'ye
yol gösteren fakihlerin istinbatlarmda takib ettikleri halde tedvin etmedikleri
metodlar üzerinde birazcık düşünürsek, O'nun istinbat için metod icad
etmediğini, ancak kendisinden önce dağınık şekilde mevcut olan metodları
biraraya toplayıp bir ilim haline getirdiğini görürüz. Tıpkı Arist o'nun
Mantık ilmini tedvin edişi de böyledir; O'nun Mantık konusunda yaptığı şey,
bir icat değil; ancak bunu bir disiplin haline getirmekten ibarettir.
İşte Ş â f i î'nin
Fıkıh Usûlünü tedvin edişindeki öncülüğü konusunda fakihlerin cumhuru (büyük çoğunluğu)
bu görüştedir; onlardan hiç birisi bu görüşe muhalefet etmemiştir.
Şiüerden İnıamiyye
mezhebine göre Fıkıh Usûlünü ilk tedvin eden İmam Muhammed el-Bâkır b. Ali Ze y
n e 1 â b i d i n, kendisinden sonra da oğlu İmam Ebu Abdillah Cafer
es-Sâ-dık'tır. Bu konuda Ayetullah Seyyid Hasan es-Sadr (Öl. 1354 H.) şöyle
der:
"Bilmiş ol İd,
Fıkıh Usûlünü ilk tesis eden, bölümlere ayıran ve meselelerini açıklayan İmam
Ebu Cafer Muhammed el-Bâ-kır ve kendisinden sonra oğlu İmam (Cafer
es-Sâdık)dır. Bunlar talebelerine, Fıkıh Usûlü kaidelerini yazdırmışlar, onunla
ilgili bir çok meseleleri toplamışlar ve sonrakiler de, bunları, yazarların
tertibine göre, kendilerine ulaşan rivayetlere dayanarak tasnif etmişlerdir."[14]
Bu söz üzerinde o
büyük fakih ile hafif bir tartışmada bulunmak . istiyoruz. Fıkıh Usûlüne ait kaidelerin o
iki imama nisbeti meselesinde münakaşa etmek istemiyoruz. Sadece onun sözü
üzerinde durmak istiyoruz. Ayetullah; "Bunlar, talebelerine Fıkıh Usûlü
kaidelerini yazdırmışlar..." diyor,
"kendileri yasmışlardır" demiyor. Söz konusu ise, Ş â î i
î'nin tedvin bakımından önce gelişi, bu sahada müstakil bir eser yazısıdır.
Büyük Fakih (Ayetullah) ise, o iki imamın bu konuda yazdırdığı veya bizzat
yazdığı bir eserin varlığını idda etmemiştir. Buna göre diyebiliriz ki, Fıkıh
Usûlü kaidelerinin bu iki imama nisbeti, Hanefîlerin bir kısım usûl
kaidelerini kendi mezheblerinin imamlarına nisbeti gibidir. Meselâ, onlar
"E b u H a n i f e ve arkadaşlarına
göre âmm'ın delaleti kat'îdir", "Hass, ânımı tahsis etmez; ancak müstakil
ve zaman bakımından müşterek olursa tahsis eder..." derler. Bu görüşler,
Furû'a tatbik edilmiş bir halde Hanefi imamlarından intikal etmiştir.
Ayetullah Seyyid Hasan
es-Sadr da, o iki imamın bu konuda
bir telifi bulunduğunu
söylememiş; ancak gelişi güzel bir yazdırma (imlâ)'dan söz
etmiştir. İmam Muhammed el-B â k ı r ve C a f e r e s-S â d ı k bu konuda
düşünce bakımından Şafiî-den öncedirler, denilecek olursa; bizim de
belirttiğimiz gibi bu kaideler, Şahâbîler, Tabiîler ve sonraki müctehidlerin
zihinlerinde mevcuttu; hattâ bazıları bunları zikrediyor ve fıkıhlarını bunlar
üzerine oturtuyorlardı. İmam Cafer, bu kaidelerin bir kısmını talebelerine
yaz-dırmışsa, kendisinden sonra da talebeleri onları tertiplemiş ve bölümlere
ayırmışlarsa, zaman bakımından adı geçen İmam Cafer es-Sâdık ve baba İmam
Muhammed ei-Bâkır devrine rastlar ki, netice itibariyle bu da, o devirde
metodlarm düşünülmüş olduğunu gösterir. Zaten fıkıh okulları da birbirinden
metodları itibariyle ayrılmıştır.
Adı geçen iki İmam
bölümlere ayırarak muntazam bir eser yazmadıklarına göre, te'lif bakımından
Şafiî'den Önce gelemezler. Gerçek odur ki, Şafiî, Fıkıh Usûlünü bölümlere
ayırarak kaleme almış, bu ilmin bütün esaslarını bir araya toplamış ve sadece
herhangi bir bölümü anlatmakla yetinmemiştir. Meselâ, Kitab (Kur'an)'dan bahsetmiş,
Sünnet ve bunun isbat yollarını, Kur'an karşısındaki mevkiini ve lafzı
delaletleri incelemiş; ânım, hâss, müşterek, mücmel ve mufassal hakkında
açıklamalar yapmıştır. Sonra icmâ' ve bunun hakikatini incelemiş, bu konuda
görülmemiş bir şekilde ilmî münakaşalarda bulunmuştur. Daha sonra kıyas'm
esaslarını tesbit etmiş ve istihsan üzerinde durmuştur.
İşte Şafiî, Fıkıh
Usûlünü böyle genişçe bölümlere ayırarak ele almış ve hakikatlerini
açıklamıştır[15]. Bu konuda hiç kimse
ondan öne geçmemiştir; daha doğrusu şimdiye kadar kimsenin ondan önce bu ilmi
tedvin ettiği bilinmemektedir. Bu, kendisinden önceki imamların makamını
eksiltmediği gibi, ne hocası İmam Malik'in, ne de Kıyas Fakihlerinin üstadı
Ebu Hanife'nin makamına bir halel getirir; çünkü onların çağında tedvin işi,
gelişmesini henüz tamamlamamıştı.
Biz; Şafiî, Fıkıh
Usûlünü her yönü ile tamamlamış, kendisinden sonrakiler için çalışacak bir şey
bırakmamıştır da demiyoruz. Zira Ş â f i î'den sonra gelenler bu ilme
ilavelerde bulunmuş, onu geliştirmiş ve bu konuda bir çok meseleleri yazıp
açıklamıştır. Tıpkı Aris-t o'dan sonra gelenler, Doğuda olsun Batıda olsun,
Mantık ilmini nasıl ilerletmiş ve geliştirmişlerse.; Bununla birlikte Mantık
ilminin kurucusu olmak şerefi, A r i s t o'ya aid olmuştur.
Şafiî'den sonra Fıkıh
Usûlü çeşitli istikametlerde gelişmiştir. Şafiî "Er-Risale",
"Cimâu'1-ilm", "İbtâlii'l-İstihsan" adlı kitaplarında Fıkıh
Usûlü için koyduğu metodun, yani bu ilmin, ictihad alanında doğru ve yanlış
görüşleri bilmeyi sağlayacak bir ölçü olmasını, hangi çağda olursa olsun, hüküm
istinbat ederken bilinmesi ve uyulması gereken kullî bir kanun teşkil etmesini
düşünmüştü. Kendisi bizzat bu metodu, fakihlerin yaygın olan görüşlerini
münakaşa ederken kullanmıştı. O, "İhtilâfu Mâlik" adlı eserinde İmam
Mâlik ve Iraklıların görüşlerini tartışma konusu yaparken bu metoda
başvurmuştu. Ev-z â î'nin "Siyer"ini ve E b u Y u s u f'un buna
yazdığı reddiyeyi bu ölçü ile incelemişti. Nihayet fıkhı görüşler de bu metoda
uymak zorunda kalmıştır.
Şafiî, hüküm
çıkarırken kendisi bu metoda tamamen bağlı kalmıştır. Dolayısıyla Şafiî
mezhebinin usûlü de bu metod'dan ibaret olmuştur. O, kendi mezhebini savunmak
için değil, Irak ve Mısır'da mezhebini yaymaya başlamadan önce bu Fıkıh Usûlü
kaidelerini benimseyip koymuş ve bunlara göre hareket etmiştir. Bu itibarla Ş
â-f i î'ye göre Fıkıh Usûlü, yalnız nazarî değil, aynı zamanda hem nazarî, hem
de amelî bir istikamette yürüyordu.
Bütün fakihler, Ş â f
i î'nin ulaşmış olduğu prensipleri incelemiş be benimsemişler; fakat Şafiî'den
sonra bir kaç yöne ayrılmışlardır:
a) Bazıları
Ş â f i î'nin usûlünü açıklama ve ona göre tahric cihetine gitmişlerdir,
b) Bazıları
da Şafiî'nin ileri sürdüğü şeylerden çoğunu almış, teferruat sayılabilecek
hususlarda O'na muhalefette
bulunarak bazı esaslar ilave
etmişlerdir. Sözgelimi, Hanefîler, Şafiî'nin
esaslarını kabul etmekle beraber, istihsan ve örfü ilave etmişlerdir.
Keza, Mâ-likîler, Şafiî'nin metodunu benimsemiş, ancak-İmam Mâlik'ten aldıkları
"Medine'lilerin İcmaY'm, "İstihsan" ve "Masâlih-i
Mürsele"yi de kabu letmişlerdir. Şafiî ise, bunları reddetmiş ve çürütmeye
çalışmıştı. Ayrıca Mâlikiler, "Zerâyf" babım da genişletmişlerdir.
Sani-rimki Hanefîlerin usûlü, metod farkları bir yana, Ş â f i î'nin usûlüne
daha yakındır. Hanbelîler ise, Fıkıh kaynaklarının sayısı bakımından Mâliküere
daha yakındırlar.
Gerçekten dört mezheb'in
fakihleri, Ş â f i î'nin kabul ettiği delilleri aynen alırlar. Bunlar da Kîab,
Sünnet, İcma' ve Kiyas'tır. Bu esaslar üzerinde ittifak vardır. Bunlara ilâve
edilen deliller Şafiî ile Ötekiler arasında tartışma konusu olmuştur.
Şafiî fakihleri, imamlarının
usûlünü alıp şerh ve tefsir etmişlerdir. Bu usûl, ictihad çağı boyunca gelişmiş
ve daha çok açıklık kazanmıştır. Şafiî olmayan fakihler de, az Önce
söylediğimiz gibi, bu usûlü hem açıklamışlar, hem de ona ilavelerde
bulunmuşlardır.
Bir çokları kendilerinde
mutlak ictihad yetkisini görmemeye ve sadece belirli bir mezhebin usûlüne göre
ictihad yapmaya başladıktan sonra da Fıkıh Usûlü zayıflamamıştır. Aksine birçok
akılca güçlü olan ve araştırmayı seven kişiler, Fıkıh Usûlünde, mezhebin kabul
ettiği esasların dışına çıkarak hüküm istinbat etmeksizin, fıkhî bir idman
sahası bulmuşlardır. Mezheplerine fazlaca bağlanan kimseler, Fıkıh Usûlü
çalışmalarında ve bu konuda derinleşmede kendi mezheble-rini destekleme
imkânını bulmuşlardır. Fıkıh Usûlü, taklid çağında bile değerini
yitirmemiştir; çünkü münazara ve tartışmanın arttığı devirlerde ihtilaf edilen
görüşleri Ölçmek için muteber olan mikyas ve hakem olarak başvurulan ölçü Fıkıh
Usûlü idi; herkes onu kendisinden yana çekiyordu.
Mezheblerin yerleşmesinden sonra
fakihler, Fıkıh Usûlünü iki
yönde geliştirmişlerdir:
1) Nazarî
olarak ve her hangi bir mezheb furû'u'nun tesirinde kalmaksızın yapılan
çalışmalar. Bunlara göre esas ve Ölçüler açıklanmak- . ta, 'her hangi bir
mezheb ne desteklenmekte, ne de yerilmektedir.
2) Mezheb
furû'u'nun etkisinde kalan, ona hizmet etme ve bu furu’ ile ilgili ictihadlarm
doğruluğunu isbatlama işine yönelen çalışmalar. Burada mezheb mensupları,
önceki mezheb imamlarının varmış oldukları fıkhî ictihadlarm doğruluğunu
isbata çalışır ve mezheb-lerini
destekleyecek kaideleri zikrederler. Meselâ; Hanefîler, âmm'm delalet bakımından kat'î
olduğunu söyleyerek, buna aykırı düşen ha-ber-i âhâd'ı, sübûtu zannîdir diye,
zayıf sayarlar.
Bu ikinci yolu
benimseyenlerin çoğu Hanefîdirler. Diğer mezheb mensubları arasında da bu
yoldan gidenler vardır. Birinci yolu benimseyenler ise Şâfiîlerdir; çünkü İmam
Şafiî, ilk olarak prensipler üzerinde durmuş ve metodunu nazarî olarak
açıklamıştır. Bu nazarî yola "Mütekellimlerin yolu" da denilir; çünkü
kelam bilginlerinin çoğu, bu nazari metoda göre usûl çalışmaları yapmışlardır.
Bu iki yönde yapılan
fıkıh usûlü çalışmalarına ve bunların fıkıh tarihindeki devirlerine kısaca
işaret edeceğiz.
Bunların usûlüne göre
yapılan çalışmalar tamamen nazarîdir; çünkü bu yolda araştırıcılar, bir
mezhebi gözönüne almaksızın kaideleri ortaya koymaya önem verirler, hattâ en
sağlam kaideleri çıkarmaya çalışırlar; isterse bunlar, kendi mezheblerine
yararlı olsun, isterse olmasın. Bunlardan kimisi Ş â f i i'nin usûlüne
muhalefet etmiş, f u r u'da ise ona uymuştur. Meselâ; Şafiî, Sükuti İcma'ı
kabul etmez, e 1-Â m i d î ise, Şafiî mezhebinden olduğu halde
"el*İhkâm" adlı eserinde Sükûtî İcma'ı tercih eder.[16]
Mütekellimlerîn çoğu
bu usûle göre incelemeler yapmıştır; çünkü onlar, bunda aklî araştırmaları ve
hakikatleri tetkik ediş tarzlarıyla bağdaşan yönler bulmuşlardır. Kelam
araştırması yapar gibi burada da taklide sapmaksızm araştırmalarda bulunmuşlar
ve hakikati açıklamak istemişlerdir. Dolayısıyla bu usûle
"mütekellimlerin usûlü" denilmesinde hakikat payı vardır. 6u usul,
Kelam ilminin metod ve konusundan istifade etmiştir. Bu usulde nazarî
faraziyeler, felsefî ve mantıkî yönler çoktur. Bunu benimseyen fakihler dil
çalışmaları yapmışlar, iyi ve kötünün akıl ile bilinip bilinemiyeceği konusu
gibi birtakım nazarî araştırmalara girişmişlerdir. Bununla birlikte hepsi, ibadetler
hariç, şer'î hükümlerin akılla anlaşılabilecek bir illet'e dayandığında
ittifak etmiş; meselâ, nimete şükretmenin vâcib oluşunda birleştikleri halde,
bunun hem naklen, hem de aklen vâcib olup olmadığında ihtilafa düşmüşlerdir.
İşte bu şekilde onlar, herhangi bir amelî değeri olmayan sırf nazarî meseleler
üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Ma'dum (mevcut olmayan) şeyin teklif konusu
olması caiz midir, değil midir? diye yaptıkları ihtilaf da Öyledir.[17]
Hattâ onlar, tamamen Kelam ilminin konusu olan ve Fıkıh ile bir ilişkisi
olmayan meselelere dalmışlar ve sadece dinin esasına taalluk ettiği için bunlar
üzerinde durmuşlardır. Meselâ; eserlerinde, peygamberlerin peygamber olmadan
önce ismet sıfatına sahip (ma'surn) olup olmadığını inceleyen bölümlere yer
vermişlerdir.
İşte bunlar, Fıkıh
Usûlünde birinci eğilime göre yapılan çalışmaları gösteren şeylerdir. Bu yol
usul ilmine bir çok fayda sağlamıştır. Burada araştırma, mezhebin fer'i
meseleleri için olmamış; usûlî kaideler, mezhebin furû'u'na bağlı kalmamış;
aksine bu kaideler furû'a hâkim, fıkhın temeli ve istinbat metodu olmak üzere
incelenmiştir. Böyle mücerret nazarî bir inceleme, fıkıh usûlü kaidelerine
faydalı olduğu gibi taassuptan uzak ve derin bir tetkike imkan vermiştir. Bunun
yanında o kaideleri seçip ayıklama işi yer almıştır. Şüphesiz sırf bu çalışma
bile ilmî bakımdan büyük ibir fayda ve îslâmı ilimleri öğrenenler için en
önemli bir gıda olmuştur.
Mezheb çerçevesine
sıkışıp kalan bilginlerin çoğu, kendilerine icti-had kapısını kapattığı için bu
yoldaki fıkıh usûlü çalışmalarından faydalanamamıştır. Eğer ictihad kapısı
açık tutulsaydı, fıkıh usûlünü böy-- le bir yönde geliştiren o bilginlerin
çalışmaları sayesinde ictihad metodu herkes için açık seçik bir halde vücut
bulacaktı.
Bu yolda, Fıkıh
Usûlünün temel kitablannı teşkil eden bir çok eser yazılmıştır. Bunların en
eski ve önemlileri şu üç kitaptır :
1) Mu'tezilüerden Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Ali
el-Basrî (öl. 436 veya 463 H.)'nin "Kiabu'l-Mu'temed"i.
2) Şâfiîlerden İ m a ra u'l-H a r
ameynel-Cüveynî (öl. 487 H.)'-nin "Kitabu'l-Burhan"ı.
3) İmam Gazz1 î (öl. 505. H.)'nin
"el-Mustasfâ"sı.
Daha sonra gelen
âlimler bu kitapları özetlemişler, zamanla bu özetler için şerhlere ihtiyaç
hasıl olmuş ve bu vâdîde bir çok kalem erbabı faaliyet göstermiştir.
Bu üç kitabı Fahruddin
Râzî (öl. 606 H.) özetlemiş (telhis etmiş), bazı ilaveler yapmış ve ona
"el-Mahsul" adını vermiştir. Ayrıca "e 1-Â m i d î" diye
anılan E b u'l-H üseyn Seyfuddin Ali (Öl. 631 H.), "el-İhkâm fî
Usûli'I-Ahkâm" adlı eserinde onları bir araya toplamış ve bazı ilavelerde
bulunmuştur.
Bir çokları bu iki
kitabı ihtisar etmiştir. Bazan ihtisarlar, anlaşı-lamıyacak kadar fazla ileri
götürülmüş ve rumuz haline gelmiş, sonra da bunları açıklamak için şerhler
yazılmıştır. Böylece ihtisar ve şerhler birbirini takib etmiştir.
Bu usûle göre araştırma
yapanlar, daha Önce de söylediğimiz gibi, Furû'un tesirinde kalmışlar,
mezheblerinin furû'una kıstas olacak ve onun doğruluğunu isbat edecek usûlî
kaidelere yönelmişlerdir. İstin-batlarını bu kaidelere göre tashih etmişler,
münakaşa ve münazaralarında onları kullanmışlardır. Bu şekilde usûl
çalışmaları, mezheb furû'unun kaynak ve delillerini teşkil etmiştir. Bir kısım
bilginlere göre bu yolda ilk eser yazanlar Hanelilerdir. Onların istinbat
devrinde doğmuş fıkıh usulleri yoktur. Bu görüşü Veliyyüllah Dehlevi (öl. 1179
H.), "el-İnsâf fî Beyânı SebeM'l-İhtilâf" adlı eserinde benimser ve
şöyle der:
"Bilmiş ol ki,
bence ekseriyet, Ebu Hartîfe ve Şafiî arasındaki ihtilafın esası, Pezdevî'nin
Kitabu'l-Usûl'ü ve benzerlerinde zikredilen bu metodlar üzerindedir sanır.
Hakikat odur ki, bu metod-ların çoğu onların görüşlerinden çıkarılmıştır. Bana
göre; "hâss. açıktır, beyana ihtiyâç göstermez", "aram, hâss
gibi katidir.", "râvîlerin çokluğu tercih sebebi değildir.",
"re'y kapısı kapandığı zaman fakih olmayan kimsenin hadisi ile amel etmek
gerekmez.", "emir, mutlaka vücub ifade eder" vb. kaideler,
imamların görüşleri üzerine tahric edilmiştir. Bunların bizzat Ebu Hanife ve
arkadaşlarından rivayet edilmesi doğru olmaz. Bunları muhafaza etmek ve
Pezdevî'nin yaptığı gibi bunlar aleyhinde varid olan sorulara cevap vermek
külfetine girmek, öncekilerin istinbatlannda' yapmış oldukları şeylerden değildir."
Bu sözler gösteriyor
ki Hanefî mezhebi imamları Fıkıh Usûlünü tedvin etmemişlerdir. Bu doğrudur;
çünkü bu ilmin tedvin işi daha sonra başlamıştır. Lâkin biz, kesin olarak
diyebiliriz ki bu usûlün bazısı veya büyük bir kısmı, hüküm çıkarırken onlar
tarafından gözönün-de bulunduruluyordu. Her ne ise, Fıkıh Usûlünün bölümlere
ayrılarak tasnifi ve bunlarla istidlal işi imamlardan sonraki müctehidlere
aittir. Bu sebebledir ki Hanefîlerin usûlü, Şâfiîlerin usûlünden ayrılmıştır.
Şâfiîlerin usûlü, hüküm çıkarma metodudur, istinbata hâkimdir. Hanefîlerin
usûlü ise, tedvin edildikten sonra furû'a hâkim olamamıştır; yani onlar,
mezheblerinin dayandığı kaideleri ortaya koymuşlar ve bunları savunmuşlardır.
Dolayısıyla bu kaideler, açıklayıcı mahiyette. olup hâkim nitelikte ölçüler
değildir.
Hanefîlerin
benimsediği bu yol, görünüşte faydasız ve kısır bir şeydir; çünkü belirli bir
mezhebin savunulmasından ibarettir. Fakat, fıkhı düşüncede genel olarak önemli
bir etkiye sahiptir. Şöyleki:
a) İctihad
usûlü istinbat edilmiştir. Sebebi ne olursa olsun, bu, fıkhî. bir tefekkür
işidir. Ortaya konulan bu müstakil kaidelerle öteki kaideler arasında mukayese
mümkün olmuş ve bu mukayese sayesinde insan aklı daha doğru neticelere
ulaşabilmiştir.
b) Furû'a
tatbik edilen bir çalışma yapılmıştır. Bu, nazarî araştırmalar değil, külli ve
furû'a tatbiki mümkün olan genel nitelikte bir incelemedir. Bu gibi araştırma
ve incelemeler neticesinde küllî kaideler güç ve canlılık kazanmıştır.
c) Bu tarz
fıkıh usûlü çalışmaları, karşılaştırmalı genel bir fıkıh çalışmasıdır. Burada
karşılaştırma yalnız furû' arasında değil,
aynı zamanda usûl arasında da yapılmıştır. Böylece okuyucu cüz'îler içinde
başıboş dolaşmamış; aksine, cüz'î hükümleri istinbat işini bir disipline
bağlayan küllilerde derinleşmiştir.
d) Bu
çalışmalar mezhebin cüz'î hükümlerini bir esasa bağlamış ve bu sayede tahric ve
tefri' (fer'î meseleleri ortaya koyma), imamların çağında vuku bulmamış, fakat
vuku bulması muhtemel olan meselelerin hükümlerini, mezhebin dışına
çıkmaksızın, açıklama metodu öğrenilmiştir; çünkü bu, furû'u öir disipline
bağlayan usûl'ün bir icabıdır. Şüphesiz ki böylece mezheb gelişmiş ve yeni
olayları kapsama gücü artmış; bilginler, imamlardan rivayet edilen hükümlerin
önünde dikilip kalmamış, metodlarının yardımı ile yeni olayları bir hükme
bağlamış ve işi genişletmişlerdir.
İşte bu ikinci yol,
"Hanefîlerin Usûlü" diye de adlandırılır. Bu usûle göre yazılan en
eski eser, Ebu'l-Hasene1-K er h î (öl. 340. H.)'-nin Usûl kitabıdır. Bundan
daha geniş ve mufassalı, "el-Cassas" diye bilinen Ebu Bekr Razî (öl.
370 H)'nin Usûl kitabıdır. Bu iki kitaptan sonra Debûsî (öl. 430 HJ'nin
"Te'sîsu'n-Nazar" adlı eseri gelir. Bu eserde, Hanefî mezhebi
imamlarıyla diğerlerinin ittifak veya ihtilaf ettikleri usûle kısaca işaret
edilmiştir.
Bunlardan sonra Fah r
u'l-İ s 1 a m Pezdevî (öl. 483 H.) gelmektedir. Bunun Usülü'l-Pezdevî"
diye bilinen eseri Özlü ve ibare bakımından kolay olup Hanefîlerin yoluna göre
yazılmış gerçekten açık ifadeli bir kitaptır. Daha sonra "el-Mebsut"
sahibi Serahsî (öl. 483) yi görüyoruz. Bunun Usûl'e dair yazdığı kitap, P e z d
e v î'ninkine benzemekle beraber, daha büyük ve tafsilatlıdır.
Bu kitablardan sonra,
"el-Menar" ve benzerleri gibi muhtasar ve mufassal (mutavvel) eserler
yazılmıştır.
Şunu belirtmeliyiz ki,
Şafiî, Mâliki ve Hanbelîlerden bir çok Usûl yazarları, Hanefîlerin metoduna
göre ve küllî kaidelerden ibaret olan usûlü, cüz'î meseleleri teşkil eden
furû'a tatbik etmek üzere eserler yazmışlar ve bağlı oldukları mezhebin
gelişmesine hizmet etmişlerdir, e 1-K a r a f î'nin "Tenkîhu'l-Fusûl İî
İlmi'1-Usûl" adlı eseri bu metoda göre yazılmış olup Maliki mezhebinin
usûlünü, furû'una tatbik ederek açıklar, Şafiî bilginlerinden el-Esnevî (Öl.
772 H.)'nin "et-Temhîd"i de böyledir. Bu da, Şafiî usûlünün bu
mezhebin furû'una tatbik edilişini anlatır.
İ'bn-i Temiyye ve
İbn-i Kayyim el-Cevziyye, Usûl'e dair kaleme aldıkları eserlerde Hanbelî
mezhebine açık bir yön vermektedirler.
Bunlardan anlaşılıyor
ki Hanefîlerin usûlünü, zamanla dört mezheb mensuplarının çoğu benimsemiş ve
kullanmıştır.
Hattâ bu iş, dört
mezheb'in dışında bulunan Şiîlerden İmamiyye ve Zeydiyye mezheblerine de
geçmiştir. Gerçi bunlar arasında Mu'tezilîler çoktu ve onlar, mütekellimlerin
usûlüne göre yazıyorlardı. Buna rağmen fıkıh usûllerinde, usûlü furû'a tatbik
bakımından onlar da Hanefîlerin metodundan faydalanmışlardır.
Her iki yolda da hayli
eser yazıldıktan sonra, bu yolların ikisini birleştiren kitablarla
karşılaşıyoruz. Bu kitablarda önce Usûl mücerret olarak ele alınmakta, sonra
onun tatbikine geçilerek Hanefîlerin yolundan gidilmektedir. Hanefî ve Şafiî
mezhebine mensup bir kısım değerli ilim adamları bu tarzda eserler
yazmışlardır. Meselâ; Ah m e d b. Ali es-Sâ'âtî el-Eağdadî (ÖL 694 H.)'nin
"Bedîu'n-Nizam" adlı eseri; Pezdev î'nin Usûl'ü ile e 1-Â m i d î'nin
"el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm"ını birleştirmektedir.
Bundan sonra S a dr
u'ş-Şerîa Abdullah b. Mes'ud el-Buharî (Öl. 747 H.) dikkati çeker. Bu bilgin
"Tenkîhu'1-Usûl" adlı eserini kaleme almış ve onu şerhederek
"et-Tavdîh" diye isimlendirmiştir. Bu eserinde o,.Pezdevî'nin
"XJsûl"ünü, Râzi'nin "el-Mahsûl"-ünü ve İbn-i Hâcib'in (öl.
570 H.) "el- Muh t a s a r u'l-Mü n t e-h â'sını telhis etmiştir.
Zamanla her iki yolu
birleştiren eserlerin telifi devam etmiş ve bu alanda değerli kitablar
yazılmıştır. Tacüddin Abdulvahhab es-Sübkî eş-Şâfiî (öl. 771)'nin
Cem'ul-Cevami'i, Kema.lüd-din b. el-Hümam es-Sivasî (öl. 861 H.)'nin
"et-Tahrîr fî Usûüd-Din"i ve Muhibbullah b. Abdiş ş ekû r e 1-Hin dî
(öl. 1119 H.)'-nin "Müsellernu's-Sübûfu burada anılmayı değer.
Yukarıda da
söylediğimiz gibi, Fıkıh Usûlünün konusu, istinbat metocllarım ve amelî
hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarırken başvurulan istidlal ölçülerini
açıklamaktır. O halde bu ilmin bölümlerini tesbit için şer! amelî hükümlerin
mahiyet ve kısımlarını anlatmak gerekir; çünkü delil, bu hükümler için
serdedilmekte ve bu delile göre mükellefin fiili bir vasıf kazanmaktadır ki, o
da, ileride açıklıyacağı-mız gibi varılan hükümdür. Bu sebeble hükmün mânâsını,
kısımlarını, kaynağını, yani hükmü esas teşkil eden hâkimi, daha sonraki teklif
konusu olan insan fiillerini ve nihayet mükelleflerin kimler olduğunu
anlatmalıyız. Bunları gözönüne alarak bazıları, Fıkhı, "konusu insan
fiilleri, yüklemi Şâri'in hükümleri olan önermeleri açıklayan bir ilim"
diye tarif ederler.
Bu itibarla Fıkıh
Usûlünün konusu dört bölüme ayrılır;
1 - Şer'î
hüküm.
2- Hâkim; bu
Allah'tır. Allah'ın hükmünü bilme yolları da, şeriatın kaynaklarını teşkil eden
delillerdir. Dolayısıyla bu
bölümde ittifakla kabul edilen veya ihtilafa düşülen deliller üzerinde
duracağız.
3- Mahkûm-i
Fili; bu da mükelleflerin fiilleridir.
4 - Mahkûm-i
Aleylj; yani mükellef. Bu bölümde de ehliyet ve ona arız olan hallerden söz
edeceğiz.[18]
[1] A'râf. 179: (...lehum kulübün lâ yefkahûne bilıâ...)
[2] Nisa, 78: (lâ yefkahûne hadisen).
[3] Buharı İlrn: 10, 13: (Men yuridillâhu "bihî
hayran yufaıkkıhhu fi'd-din).
[4] Para peşin inal veresiye olmak üzere yapılan alım
satım akdine "Selem akdi" denilir. Çeviren
[5] Bakara, 279.
[6] Nisa, 29.
[7] Nisa, 102; En'am, 72.
[8] Nesaî, Menasik: i; A hm ed b.Hanb el, Müsned, c. VI. s.
422.
[9] Maide, 90
[10] Maide, 90: (feclenibûhu).
[11] Talâk, 4.
[12] Buharı, Vudû': 33; Müslim, Taharet: 89, 91, 92, 93.
[13] Pazarlık yapıldıktan
soîıra birbirinden ayrılmadıkça, alıcı
veya satıcının muhayyer olması
prensibi. Çeviren
[14] Te'sisu'ş-Şîa li Ulûmî'I-İsIam, Irak 3370.
[15] İlk defa Fıkıh Usûlü 'konusunda Şafiî'nin yapmış olduğu sözkonusu *te'lif,
"er-Risale" adıyla bilinen ünlü eseridir. Çeviren
[16] el-îhkâm fî Usûll'l-Ahkânı, Kahire 1914,
[17] el-Âmidî, d-thkâm, c. I, s. 219.
[18] Yazar, eserini bitirirken, hükümlerin amaçları, ictihad, müctehidlerin
tabakaları ve iftâ konulan üzerinde de durmuştur. Çeviren