HÂKİM VE HÜKÜMLERİN
KAYNAKLARI (DELİLLER)
Akıl Yönünden Hüsn Ve Kubh Meselesi
Kur'an'm Tevatür Yoluyla Gelişi :
Kur'an Lafız ve Mânâ İtibariyle Kur'an'dır:
Kub'an'ın İçine Aldığı Hükümler
4 - Aileyi Tanzim Eden Hükümler:
6 - İdare Edenle İdare Edilenler Arasındaki İlişki:
c) İslah Ve Müslümanların
Maslahatı:
7 - Müslümanların Gayr-1 Müslimlerle İlişkileri :
Sünnetin Rivayet Bakımından Taksimi:
Senedi Muttasıl Olan Hadisler:
Senedi Muttasıl Olmayan Hadisler:
Nass'lardan Hüküm Çıkarma (Îstinbat)
1 - Açıklık Ve Delalet Bakımından Lafızlar
Kur'an'ın Âmm'ı ve Hadîs'in Hâss'ı:
Kur'an ve Hadislerdeki Müşterek Lafızlar:
Vâcib'in Tamamlanmasını Sağlayan Şey:
Nehyin İbadet Konusunda Fesadı Gerektirmesinin Delili:
Nehyin Muamelâtta Fesadı Gerektirmeyi Sinin Delili:
Hükümleri Neshedileıt Nass'lar:
Aklî Delilleri De Şöyle Sıralanabilir:
İlletle Hüküm Arasındaki Münasebet:
Kıyas'ın Hikmet'e Dayandırılması
Kıyas'ın Nass'larla Çatışması:
Kıyas'ın Âmm Lafızlarla Çatışması:
Kıyas'ın Haber-i Âhâd ile
Çatışması:
Beşerî Kanunların Kıyas İle Tefsiri
1) Hanefî Mezhebinde Kıyas İle İstihsân'ın Çatışması:
2) Şafiî'nin İstihsân Karşısındaki Tutumu:
Masâlih-i Mürsele'nin Leh ve Aleyhindeki Deliller:
Bundan önceki bölümde
hükmün mânâ ve kısımlarını anlattık. Fıkıh ve Usûl ilminin esasını teşkil eden
mihver "de hükümdür. Şimdi ikinci esasa geliyoruz: Hüküm kimden
gelmektedir? Yani hâkim kimdir? Şüphesiz ki hükmün tarifini yaparken hâkim'e de
işaret etmiştik; çünkü usûlcülerin ıstılahına göre hükmün tarifi;
"Allah'ın talep, tahyir veya vaz' bakımından mükelleflerin fiillerine
ilişkin olan hitabıdır" şeklindedir. İşte bu tarif, islâm fıkhında
hâkimin Allah Taâîâ olduğuna işaret etmektedir. İslâm dîni, vahye dayanan
semavî bir kanundur. Ona göre hâkim (hükmün asıl kaynağı) de Allah'tır. Hükmü
açıklayan bütün tarifler, Allah'ın hükümlerini ve O'nun yüce dinini öğrenme
yollarıdır. Bütün müslümanlar, bu gerçek üzerine birleşmişlerdir. Kur'an-ı
Kerim de, bunu şu âyetlerle açıkça beyan buyurur: "Hüküm, ancak
Allah'ındır"[1] "O halde aralarında
Allah'ın indirdiği ile hükmet..."[2]
"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fasıkların ta
kendileridir."[3]
Bu durum karşısında
akim şer'î hükümlerde bir rolü var mıdır? Mükellef, aklı ile hiç hükmedemez mi?
Müslüman Şiî bilginleri, hakkında Kitab ve Sünnet'te bir hüküm bulunmayan
konularda, aklı, fıkhı bir kaynak olarak kabul ederler; ancak İmamiyye
mezhebine göre aklın böyle bir kaynak oluşu şerîatin bir emridir, onun
müsaadesiyle aklın gösterdiği gerçeğe uymak gerekmektedir.
Fakihlerin çoğunluğuna
göre ise, akıl bizzat hâkim değildir. Onlar, hakkında nass bulunmayan şeyleri
kıyas, îstihsân ve şer'an muteber olan maslahatlar gibi çeşitli yollarla nassa
bağlarlar.
Gerçekte Şiî'lerle
diğer müslümanlarm çoğunluğu arasındaki bu ihtilafın esası, iyilik ve kötülüğü
(husn ve kuhh'u = bir şeyin güzellik veya çirkinliğini) akim bilip bilemiyeceği
meselesdir, Şiîlerden İma-i (Ca'feriye) mezhebine bağlı olanlara göre, hakkında nass bulunmayan konularda akıl/ bir kaynaktır;
husn ve kubh'u tayin edebilir. Bunlar, akaid konusunda genel olarak Mu'tezilî
bilginlerine uydukları için böyle düşünmektedirler. Fakihlerin çoğunluğu ise, Mu'tezüî-lerden
ayrıldıkları için, aklı, bu konuda tek başına bir kaynak olarak kabul etmezler.
0 halde, aklın iyilik
veya kötülük hakkında kesin bir hüküm verip veremiyeceği meselesine kısaca
dokunmamız gerekmektedir.
Bu konuda bilginler üç
türlü görüşe sahiptirler:
- Husn ve Kubh bir
kısım eşyanın zâtı sıfatlarıdır. Eşya (şeyler) fayda ile zarar, iyilikle
kötülük arasında değişir. Mu'tezilî imamlarından Cübbaî bu hususta şöyle der:
"Allah'ın emretmesi caiz olan her masiyet, nehiyden dolayı çirkindir.
Allah'ın mubah kılmaması caiz olan her masiyet, bizzat çirkindir; Allah'ı
tanımamak veya O'nun hakkında başka türlü itikada sahip olmak böyledir. Keza,
Allah'ın emretmemesi caiz olan her şey, onunla emirden dolayı güzeldir; ancak
emretmesi caiz olan her şey ise, bizzat güzeldir"[4]
Bundan anlaşılıyor ki
Mu'tezüîlere göre eşya üç kısma ayrılmaktadır; 1) Bizzat güzel olan şeyler; Allah bunları ancak emreder. 2) Bizzat çirkin olan şeyler; Allah'ın
bunları emretmesi caiz değildir. 3) Güzel
ve çirkin arasında bulunan şeyler; bunların yapılması hem emredi-lebilir, hem
de nehyedilebilir. Allah'ın bunlardan emrettiği şeyler güzel, nehyettiği
şeyler de çirkindir.
Mu'tezilîlerin bu
görüşünün esası, bizzat husn ve bizzat kubh'a dayanmaktadır ki kişi bizzat
husn'ü yapmakla mükelleftir; isterse buna dair bir şer'î delil bulunduğunu
bilmesin; bizzat kubh'u da 'yapmamakla mükelleftir; isterse bunun yasak
olduğunu gösteren bir nehiyden habersiz olsun. Mu'tezilîler bu görüşlerini
isbat için üç delil ileri sürerler:
a) Bazı
işler vardır ki ancak bunları aklı başında olan kimselerin yapması gerekir.
Onları yapanlar kınanmaz; aksine övülür. İşte bunlar, bizzat güzel olan şeylerdir.
Bazı şeyler de vardır ki, aklı başında olan kimseler onları yapmaz; çünkü
onları yapmamayı ya akıl emreder, ya da onları yapmak, insanların kınamasına ve
övmemesine sebeb olur. Onlar da, bizzat çirkin şeylerdir. Buna göre doğruluk
bizzat güzeldir; yalancılık da bizzat çizkindir. Akıllı bir kimse, doğru
söylemekle ya-' lan söylemek arasında muhayyer bırakılsa, doğru söylemeyi
tercih eder; halkın kınamasından korkarak yalan söylemez.
b) Husn,ve
Kubh, akıl ile kavranabilir. Bunların bilinmesi zarurî bir şeydir. İnsanlar,
akılları icabı zarurî olarak, zulmün kötü olduğunu, adaletin iyiliğini,
yalanın faydası olsa bile çirkinliğini, doğru sözün zararı dokunsa dahi
güzelliğini bilirler. Bu hususta insanlar eşittirler; ister dindar olsunlar,
isterse dindar olmasınlar.
c) Eğer
yapılması zarurî olan bizzat iyi şeyler ve yapılmaması zarurî olan bizzat kötü
şeyler bulunmasaydı, yalancı bir şahsın da mu'cize göstermesi gerekirdi ki, bu
takdirde kimin Peygamber ve kimin yalancı olduğu bilinemezdi; çünkü o takdirde
harikulade (mu'cize)'nin hem doğru, hem de yalancı kimse tarafından
gösterilmesi imkânı doğardı. Böylece Peygamber de kendisini tanıtamazdı.
Hâriku'l-âde şeyleri yalancı kimselerin göstermesi muhaldir, denilirse bunun
mânâsı, akıl, onun (yalancı kimselerin mu'cize göstermesinin) bizzat güzel
olmadığına hükmediyor demektir. Bu da bizzat güzel ile bizzat çirkin'in
mevcudiyetini kabul etmek olur. Yalancının da hâriku'1-âde şeyler göstermesi
mümkündür, denilirse bu da Peygamberi tasdike insanların şaşırmasına sebeb olur
ve böylece mucizelerin bir anlamı kalmaz; dolayısıyla hiç kimse Peygamber'den
istifade edemez.
Mu'tezilîlerin bu
görüşü, şu üç neticeyi doğurmaktadır:
1) Fetret
devrindekilerle dünyanın meçhul bölgelerinde yaşayanlar, bizzat güzel oîan
şeyleri yapmakla.mükellef bulundukları gibi, onların bizzat çirkin şeylerden
de uzak durmaları gerekmektedir. Onların da yalan söylemeleri haramdır, doğru
olmaları vâcib'tir; onlar da zulümlerinden ötürü ceza ve adaletli
davranışlarından dolayı mükâfaat göreceklerdir.
2) Hakkında
nass bulunmayan konularda insanlar, aklın vereceği hükme uyacaklar; onun bizzat iyi olduğuna hükmettiği şeyleri
yapacaklar, bizzat kötü olduğuna hükmettiği şeylerden uzak duracaklardır.
Kısaca, hakkında nass bulunmayan hususlarda akim hükmüne göre sorguya
çekileceklerdir.
3) Allah'ın bizzat çirkin olan bir şeyi
emretmesi ve bizzat güzel olan bir şeyi nehyetmesi imkânsızdır.
Bu görüş, E b u H a n î
f e'den nakledilir ve Hanefîler de O'nun yolundan giderler. Onlara göre eşya,
arasında bizzat güzel ve bizzat çirkin olanlar vardır. Allah bizzat çirkin olan
şeyleri emretmez, bizzat güzel olan şeyleri de yasaklamaz. Dolayısıyla eşya; 1)
bizzat güzel, 2) bizzat çirkin, 3) bu ikisi arasında bulunmak üzere üçe
ayrılır. Üçüncüsü de Allanın emir ve nehiylerine bağlıdır. Bu taksim, aslında
Cübbaî'-nin ileri sürdüğü taksime benzer.
Bu noktada
Mâturîdîler, Mu'tezilîlerle birleşmekte; fakat bunun dışındaki hususlarda
ayrılmaktadırlar. Hanefîlere göre sırf aklın hükmü ile bir sevap veya teklif
olmaz. Ancak tekliflerdeki emir, sevap ve ceza nass ile, ya da nass'a
hamletmekle olur. Nass bulunmazsa akıl kendi başına bir hüküm veremez; o,
mutlaka nass'dan yardım görmelidir.
Ş e v k â n î,
"İrşadu'l-Fuhûl" adlı eserinde Mâturîdîler in görüşünü benimser ve
şöyle der: "Bu konudaki söz usundur. Bir fiilin iyi veya kötü oluşunun
akıl tarafından bilinmesini inkâr etmek de gurura saplanmaktan ibarettir.Bir
fiilin sevap bakımından güzel veya ceza bakımından çirkin oluşunun akıl
tarafından kavranılabileceğini de kabul edemeyiz. Aklın idraki, bir fiilin
güzel ise failinin övülebileceğinden, kötü ise failinin kınanacağından öte
gidemez. Aklın böyle bir kavrayışa sahib oluşu, herhangi bir fiilin sevap veya
cezaya ilişkin olma yönünü de bilmesini gerektirmez"[5]
Usûlcülerin çoğunluğu
bu görüştedir. Onlara göre eşyada bizzat güzellik veya çirkinlik olmaz. Bütün
işler izafîdir. Allah'ın iradesi mutlaktır. O'nu hiçbir şey bağlayamaz. Eşyayı
yaratan Allah'tır. Güzel ve çirkin olan şeyleri yaratan da O'dur. Bir şeyin
güzellik veya çirkinliğini gösteren Allah'ın emirleridir. Akıl ile teklif
yoktur; teklif, ancak Şâri'in emir ve nehiyleridir. Sevap O'nun emrine uymakla,
ceza . da nehyine muhalefet etmekle hâsıl olur. Akim emirlerine değil, Şâri'in
emirlerine itibar etmek gerekir.
Böylece Eş'arîler,
Mu'tezilîlerle Mâturîdîlerden ayrılmışlardır.
Burada belirtmeliyiz
ki, fakihlerin büyük çoğunluğuna göre hâkim, ancak Allah'tır. Akü, Hanefüerin
dediği gibi bir şeyin Özü itibariyle iyi veya kötü olduğunu kavrasa bile,
teklif yetkisine sahip de-ğldir. O halde Allah'ın hükmünü anlama yollarını
bilmeliyiz; yani hükümleri kaynaklarından çıkarma ölçülerini tanımamız gerekir.
Bu da, Sâri' tarafından hükümleri göstermek için tayin edilen deliller Kitab,
Sünnet ve İcma'dır. Çoğunluğa göre Kıyas, dördüncü delili teşkil eder. İhtilaf
konusu olan deliller de Sahâbîlerin görüşü, isühsân, maslahat, zerâyi', örf,
istıshâb ve önceki şerîatlerin hükümleri'dir.
Bu kaynakları ayrı
ayrı ele almadan önce iki hususa işaret etmeden geçemiyeceğiz:
1)
Fakihlerin çoğunluğuna göre akıl kendiliğinden hükümler koyamaz ve teklifler
ileri süremez. Bu, aklın hiç bir rolü yoktur, demek değildir. Elbette akim rolü
vardır; fakat akıl, bu rolünü yerine getirirken Allah'ın ona müsaade buyurmuş
olduğu sınırın dışına çıkamaz.
Şöyle ki: İslâmî
teklifler, kıyamet günü Allah'ın iradesine bağlı olan sevap ve ceza ile
ilgilidir. Allah, hiç kimseye teklifim belirtmediği bir şeyden ötürü azap
etmez. Bunun içindir ki Kur'anda; "Biz, peygamber göndermedikçe kimseye
azap etmeyiz."[6] buyurulmuştur.
Şüphesizdir ki,
hakkında sarih bir nass bulunmayan her yeni olayda Allah'ın hükmünü bilmek
gerekir. İşte aklın rolü burada önemlidir; şer'î nass'ları tesbit etme ve
müctehide ışık tutacak olan dîîiin genel kaidelerini açıklama ve onları yeni
olaylara uygulama işleri, tamamen akıl sayesinde olmaktadır. Müctehid imamlar,
bu yönde akıllarını çalıştırmışlar, nass'lardan çıkarmış oldukları kaidelerle
hükümleri bir disiplin altına almışlar ve zengin bir fıkıh mirası bırakmışlardır.
Bu aklî çalışmalarında onlar, doğru yoldan sapmamışlar ve İslâmî gerçeklere
sımsıkı sarılmışlardır.O zengin fıkıh mirası bugün gözler önünde durmakta ve
onların büyük gayretlerine tanıklık etmektedir. Bir kısım mutaassıp Batılı
yazarlarla bunların ardından giden veya câhil olan bazı Doğulu yazarların,
fıkhı, Roma hukukundan alınmış bir şey olarak gösterme çabaları, o büyük
imamların değerini azaltmaz; çünkü İslâm hukuku (Fıkıh) ile Roma hukuku
arasında hem esaslar; hem de neticeler bakımından bir ilişki yoktur. İslâm
hukuku, Romalılarda ve onlardan sonrakilerde olmayan bir çok temel hükümler
getirmiştir ki bunlar, ileri sürülen iddianın asılsızlığını isbata yeter. Biz,
onları bir yana bırakalım ve Allah'ın şu emirlerine uyalım: "Sabret, sabır
ancak Allah içindir, onlara üzülme, kurdukları tuzaktan da endişe etme."[7]
"Sen, onları iftiralarıyla haşhaşa bırak!"[8]
2)
Fıkhın bütün kaynakları nass'lara irca
edilebilir. Bunlar da Kitab- ve Sünnet'tir. Bu ikisinin dışında kalan
kaynaklar, bunlardan doğmuştur. Bu sebebledirki Şafiî;'"Hükümler ancak
nass'dan alınır veya nass'a hamledilir.'" demiştir. O'na göre nass ve
nass'a hamletmekten başka bir şey yoktur. Ne var ki Şafiî, nass'a hamletme
işini oldukça daraltır ve onu yalnız kıyas'a hasreder. Öteki imamlar ise,
nass'a hamletmenin mânâsını geniş tutar ve diğer kaynakları da buna dahil
ederler.
Bu ihtilaflar ne
olursa olsun, üzerinde ittifak edilen husus şudur:
Bütün kaynakları,
nass'lardan doğmuş ve bunların ışığından faydalanmıştır. O halde fıkhın bütün
kaynaklarını nass'lara irca etmek doğrudur. Hattâ bazı Fıkıh Usûlü yazarlarına
göre bütün bu kaynakları Kur'an'a irca etmek mümkündür. Sünnet de Kur'an'm bir
açıklamasıdır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur. "Peygambere itaat
eden Allah'a İtaat etmiş olur."[9]
"Allah ve Peygamberi bir şeye hükmettiği zaman inanan erkek ve kadına,
artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz."[10]
Bütün kaynaklar nass'lara
râcidir; dolayısıyla hepsi de nass'lardan sonra gelir. Nass varken öteki
kaynaklarla amel edilmez. Kur'an bu kaynakların başıdır ve elbette bunların
hepsinden-önce gelir. Muaz b. Cebel'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (A.
S.), kendisini Yeme n'e kadı olarak gönderirken; "Bir olayla
karşılaşırsan nasıl hükmedeceksin" diye sormuş, o da;-"Allah'ın
kitabı He" demiştir. Peygamber; "Ya Kitab'ta bulamazsan?"
deyince, Muaz; "Allah'ın Peygamberinin Sünneti ile" diye cevap
vermiştir. Peygamber; "Allah'ın Peygamberinin Sünneti'nde de
bulamazsan?" buyurmuş, O da; "re'yimle îc-tihad yaparım"
cevabını verince, Peygamber (S: A.), Muaz'm göğsüne elleriyle vurmuş ve
"Râsûlünün elçisini, O'nun razı olacağı şekilde muvaffak kılan Allah'a
hamd olsun." diye dua etmiştir.[11]
EbuBekr (R.A.) de bir
işle karşılaşınca, önce Allah'ın Kitabına bakar ve onda bir şey bulursa onunla
hükmederdi. Kitab'ta bir şey bulamazsa Sünnet'e başvurur ve onda bir şey
bulursa onunla hükmederdi. Sünnet'te de bir şey bulamazsa, büyük sahâbîleri
toplar, istişarede bulunurdu. Eğer onlar bir görüş üzerinde birleşirse, buna
göre hükmederdi. Hz. Ömer de böyle yapardı. Hz. Ömer, Ebu Musa el-Eş'arî'ye
gönderdiği mektupta şöyle demiştir: "Tereddüde düştüğün ve Kitab ile
Sünnet'te bulamadığın meseleleri iyi anlamaya ve birbirine benzeyen şeyleri
tanımaya çalış ve benzediği takdirde kıyas yap."[12]
Şimdi, Kur'an'dan
başlayarak, hükümlerin kaynaklarını (delilleri) açıklamaya çalışalım.
Kur'an, Peygamber (S.
A.)'e nazil olan bir kitab'tır. İlk olarak inen âyetleri şunlardır: "Oku,
yaratan Rabbinin adıyla. O, insanı pıhtı-laşmış bir kandan yarattı. Oku!
Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin en büyük kerem
sahibidir."[13] İşte bu başlangıç,
Kur'a-nın ilme çağıran ve serlevhası ilim olan bir kitab olduğuna, O'nun getirdiği
şeyin ancak ilimle ayakta duracağına ve insanın bilmediğini öğrenmesi
gerektiğine bir işarettir. Kur'an'm son inen âyeti de şudur: "Bu gün, size
dininizi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin
için î s lamı seçtim..."[14] Bu
âyetin inişi de İslâm dininin kemâle ermiş olduğunu göstermektedir.
Kur'an, yirmi üç yılda
parça parça indirilmiştir. Bu süre, Hz. Muhammed'in peygamberliğini tebliğ
ettiği yıllardır. Kur'an'm bir kısmı M e k k e'de, bir kısmı ela M e d î n e'de
nazil olmuştur. Mekke'de nazil olan âyet ve sûreler, hemen hemen İslâm
akidesini açıklar ki, o da; Allah'ın birliğine, meleklere, peygamberlere,
kitablara ve âhiret gününe imandır. Bu kısmında Kur'an, müşriklerle memlekette
azgınlık edenlerin sonuçlarını açıklar, insanları atalarından kalan küfür
(inançsızlık) boyunduruğundan kurtuluşa çağırır ve şöyle buyurur:
"Onlara; 'Allah'ın indirdiğine uyun' denilince, 'hayır, biz atalarımızı
üzerinde bulduğumuz şeye uyarız* derler. Ya ataları bir şeye aklı ermeyen ve
doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?"[15]
M e d i n e'de nazil
olan âyet ve sûrelerde ise, bir çok fıkhî esaslar, aile ve devletin tanzimi; müslümanların
hem kendileriyle, hem de diğer insanlarla olan ilişkileri, muahedeler, sulh ve
savaş halleri açıklanmaktadır. Hükümlerle ilgili âyetlerin daha çok Medine'ye
hicret'ten sonra inişinin sebebi şudur: Bu devirde müstakil, tam bir hükümranlığa
sahip ve Kur'an'm hükümlerini uygulayabilecek İslâm devleti teşekkül etmişti.
Hicret'ten önce ise, müslümanlar yeryüzünde zayıf olduğundan bu hükümlerin
amelî bir faydası yoktu. M e k k e'de otorite, o sırada müşriklerin
ellerindeydi; dolayısıyla İslâm devletini tanzim etmenin bir pratik yönü mevcut
değildi. Bu husus, ancak hicret'ten sonra ortaya çıktığı için hüküm ifade eden
âyetler de bu devirde nazil olmuştur.
Kur'an niçin parça
parça nazil olmuştur; bir defada nazil olmamıştır? diye bir soru akla gelebilir.
Müşrikler bu soruyu, öğrenmek için değil, yadırgayıcı bir dille ortaya
atmışlardır. Kur'an-ı Kerim bunu şöyle anlatır: "İnkâr edenler, 'Kur'an
ona bir defada indirilmeliydi" derler. Halbuki Biz, onu böylece senin
kalbine yerleştirmek için azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz."[16]
İleri sürülen itiraz
ve cevabı bu âyet'ten anlaşılmış oluyor. Bizim için itiraz önemli değildir;
insanı düşünmeye sevkeden cevaptır. Bu cevapta iki husus belirtilmektedir:1) Kur'an'ın,Peygamber (S.A.)in kalbine
yerleştirilmesi, 2) Kur'an'm ağır
ağır okunması. Demek ki Kur'an'ın parça parça indirilişinin sebebi bu ikisidir.
Şimdi bu iki nokta üzerinde kısaca duralım:
1) Kur'an'ı
kalbe yerleştirmenin mânâsı, O'na karşı Peygamber'de ruhî bir ünsiyet meydana
getirerek, O'nun mânâ ve hükümlerini hem Peygamberin, hem de' insanların
ruhlarına nakşetmek, onlara bu mânâ ve hükümleri anlama yollarını
göstermektir. Kur'an'ın parça parça indirilişi, Peygamber'de' ruhî bir ünsiyet
meydana getirmiştir; yani bu sayede Peygamber
(S. A.), peygamberliği boyunca Allah ile devamlı bir irtibat halinde
bulunmuş, Rabbi ile sürekli olarak bir ilişki kurma duygusu içinde yaşamış ve
O'na yakınlığı, ünsiyeti artmıştır. Kur'an, toptan bir defada inseydi,
özellikle müşriklerin inat ve itiraz ettikleri, İslâm'a karşi ısrarlı bir
şekilde direndikleri süre içinde Peygamber (S.A.), böyle ruhî bir destekten
mahrum kalacaktı.
Kur'an'm mânâ ve
hükümlerinin tesbiti, gönüllere yerleştirilmesi işine gelince; O'nun ihtiyaç
duyuldukça inişi, mânâ ve hükümlerini açıklamada yardımcı olmuştur. Şöyle ki:
Bazı olaylar meydana geliyor; bunların hükümlerini açıklamak üzere bir kısım
âyetler iniyor ve böylece hüküm, tam ihtiyaç ânında belirtilmiş bulunuyor;
dolayısıyla olaylar, Kur'an'm bildirdiği hükmün bir kısım amaçlarını ortaya
koymuş oluyor ki bu da, Kur'an'ın anlaşılması için bir yardım teşkil ediyor.
Âyetlerin iniş sebebleri (esbâb-ı nüzul), Kur'an'ın mânâlarını anlamak ve
ihtiva ettiği hükümlerin amaçlarım kavramak için bize hâlâ ışık tutmaktadır.
İnsan nüzul sebeblerini okurken, kendisini, Kur'an'ın indiği atmosfer
içerisinde yaşıyor gibi hissetmektedir.
2) Şimdi,
Kur'an'm parça parça inişinin ikinci
hikmetini teşkil eden tertil (ağır ağır
okuma) işine gelelim. Bunun esası şudur: Kur'an, okuma yazma bilmeyen bir
topluluk içinde nazil olmuştur. Allah da, O'nun, kıyamete kadar aynen kalması
için kalblerde saklanmasını irade buyurmuştur.
İşte Kur'an'm parça parça inişi, hem
Peygamber
(S.A.)'in, hem de sahâbîlerin O'nu ezber
etmesini kolaylaştırmış ve sağlamıştır. Hz. Peygamber, kendisine nazil olan
âyetleri ezber etmek için titizlik gösterir ve Cebrail (A.S.) vahiy getirirken
hemen, dilini hareket ettirmeye başlardı. Bu sebeble Cenab-ı Hak, kendisine
şöyle hitab etmiştir: "Cebrail, sana Kur'an'ı okurken, unutmamak için
acele edip dilini hareket ettirme. Doğrusu onu (kalbinde) toplamak ve okutturmak
bize düşer. Biz onu (Cebrail'e) okuttuğumuz zaman, sen O'nun okumasını takib
et. Sonra onu açıklamak da bize düşer."[17]
Peygamber (S. A.), Kur'an'm iner inmez yazılmasını emrederdi. Nihayet Kur'an'ın
nüzulü tamamlanınca Hz. Peygamber onu, Cebrail'in kendisine okuduğu şekil
üzere tertib etmiştir.
Kur'an böyle parçalar
halinde inmeseydi, hiç bir sahâbî onu nazil olduğu günlerde ezber edemezdi;
çünkü sahâbîler, kendilerini tamamen bu işe vermiş değillerdi; bil'akis
ticaretleriyle, işleriyle, savaş veya savaş hazırlığı ile de meşgul idiler.
Hz. Musa'ya gönderilen
"On Levlıa" gibi Kur'an-ı Kerim de bir defada Peygamber (S.A.)'e
indirilmiş olsaydı, Önce onu yazdıracak kâtip bulamazdı; zira o günkü
müslümanlar, okuma yazma bilmiyorlardı ve kendisini sırf bu işe vermiş hiç
kimse yoktu. Okuma yazma bilen bazı kimseler varsa da, bunlar ancak ufak tefek
işlerini yürütecek kadar biliyorlardı. Oysa Yunanlılar, Romalılar ve İranlılar
gibi diğer milletler böyle değildi.
Kur'an, azar azar
indiği için hem kolayca ezber ediliyor, hem de yazılıyordu. Doğrudan doğruya
Peygamber'den öğrenilip ezber edilmesi, Kur'an'm, aynen Peygamber'in okuduğu
tertil üzerine okunmasını da sağlıyordu. Daha sonra Kur'an bu okunuşuyla,
kelimeleriyle olduğu gibi gelecek nesillere intikal etmiş ve tevatür yoluyla
günümüze kadar gelmiştir. Demek ki Kur'an, sırf kelimeleriyle değil, aynı zamanda
okunuş tarzıyla da Peygamber (S.A.)'den kesin bir şekilde ve mütevâtir olarak
bize ulaşmıştır; hiçbir değişikliğe uğramamıştır. Bu sebebledir ki bilginler,
"Kur'an'm okunuşu, uyulması gereken bir sün-net'tir." demişlerdir.
İşte bunu
kolaylaştıran, Kur'an'm parçalar halinde inmiş olmasıdır. Müşriklerin bu yoldaki
itirazlarını reddederken Cenab-ı Hak da; "Halbuki Biz, onu böylece senin
kalbine yerleştirmek için azar azar indirir ve ağır ağır okuruz."[18]
buyurmuştur.
Nesilden nesle tevatür
yoluyla gelen Kur'an'ı, Hz. Peygamber, tamamen ezber etmiş ve bu dünyadan
göçmeden önce Cebrail'e dinletmiş tir.
Sahâbîler de, O'nu
Peygamber (S.A.)'den Öğrendikleri gibi ezber etmişler; onlardan sonra da
tabiîler, aynı şekilde ezber ederek bu emaneti gelecek nesillere
devretmişlerdir. Bununla birlikte Kur'an, sahâbî-ler devrinde mushaflar halinde
yazılmış bulunuyordu. Bu mushafları sahâbîlerden almış olan tabiîler, onlarla
yetinmemişler; aynı zamanda Kur'an'ı ezber etme işine önem vermişlerdir. Sahâbî
ve tabiîlerden günümüze kadar bu ilahî kitabı ezber eden ve Hz. Peygamber'in
tertiline göre okuyan insanlar vardır. Bu da, Yüce Tanrı'nm "Doğrusu
Kur'an'ı Biz indirdik, onun koruyucusu elbette Biziz"[19]
âyetinin gerçekleştiğini gösterir.
Kur'an'ın tevatür
yoluyla gelişi, ona kat'î bir sened vasfı kazandırmıştır. Sened bakımından
tevatüre dayanan bir şey üzerinde şüphe edilemez. Kur'an'ın okunuş tarzları
(kıraatleri) da tevatüre dayanmaktadır. Mütevâtir olmayan, yani şaz olan
kıraatlere önem verilmez. Gerçi bu kıratlerin, mütevâtir kıraatlerden farklı
oluşu, Kur'an'ın asıl metninde ayrılık bulunduğu mânâsına gelmez; bu ayrılıklar
sadece okunuş şekli ile ilgilidir. Âlimler, tevatür yoluyla gelmeyen şeyi
Kur'an'dan saymamışlardır.
Allah Taâlâ, Kur'an'ı
bu şekilde mütevâtir olarak korumakla İslâm fıkhının ana direğini muhafaza
etmiştir. Her konuda İslâm'ın ölçüsü bü Kitab'tır; bir şeyin İslâm'dan sayılıp
sayılmayacağı bununla Ölçülür.
Peygamber (S.A.)'in en
büyük mu'cizesi Kur'andır. Bu ise manevî bir mu'cizedir. Kur'an, anadan doğma
körleri ve alaca hastalıklarını iyileştirme veya asâ'nm yürüyen bir yılan
haline gelmesi gibi duygulara hitab eden ve meydana geldikten biraz sonra
nihayet bulan mu'cize-ler nevinden maddî bir mucize değildir. Peygamber (S.A.),
Kur'an'ı tanımayanlara, kendilerinin de böyle bir kitap meydana getirmelerini
söylemiş, onlar ise âciz kalmışlardır. Uydurma on sûre getirmeleri için meydan
okumuş, yine âciz kalmışlardır. Uydurma bir tek sûre getirmelerini istemiş,
buna da güçleri yetmemiştir.
Hz. Peygamber'in en
büyük mu'cizesi böyle manevî bir mu'cizedir; kendisinden önceki peygamberlerin
mu'cizeleri gibi hissî değildir. Bu durum, İslâm dîninin kıyamete kadar bakî
oluşu.ile ahenk halindedir; çünkü hissî .olaylar bir kere meydana gelir ve
onları ancak belirli kimseler görebilir; bütün insanlar göremez ve onlar,
gelecek nesillere şâmil olamaz; sadece rivayete bağlı bir haber olarak kalır.
Manevî mu'cize ise, ebedî olarak kıyamete kadar Peygamberin burhanı oluşunu ve
fcazmı (mucizeliğini) korur. Hz. Muhammed'in şerîati cihanşümul ve kıyamete
kadar bakî olduğuna göre, onu destekleyen ve gerçek peygamber oluşunu
doğrulayan mu'cizenin de kıyamete dek bakî olması, geçici olmaması gerekir.
Kur'an'ın i'caz yönlerini incelersek, onun her zaman insanlara hitabeden ilahî
bir Kitab olduğunu görürüz.
Arablara nisbetle
Kur'an'ın mu'cize oluşu şüphe götürmez bir gerçektir. Onlar, Kur'an'ın bir
benzerini ortaya koyamamışlar, esasen böyle bir şey yapacaklarını iddia bile
etmemişlerdir. Onlardan birisi, Kur'an'ın yüceliği karşısında şöyle
söylemiştir: "Vallahi benden iyi şiir bileniniz ve benden üstün kâsîde
yazanınız yoktur. Vallahi, O, bunlardan hiç birisine benzememektedir. Vallahi
O'nun sözlerinde bir tatlılık ve güzellik vardır. Dalları bereketli, kökü kuvvetlidir.
O, altındakiler i-ni ezmektedir."
Müşrikler, Kur'an'ın
dinleyiciler üzerindeki bu güçlü ve derin tesirini bilip gördükleri için
birbirine O'nu dinlememeyi tavsiye ediyorlardı. Bu durumu Allah, Kur'an'da
şöyle hikâye eder: "Küfredenler dediler ki: bu Kur'an'ı dinlemeyin,
okunurken gürültü edin; belki bu suretle üstün çıkarsınız."[20]
Bundan anlaşılıyor ki
Kur'an'ın i'cazı kendi özündedir, dıştan gelmemektedir. Brahmanlarm Veda
ilahîleri şeklinde Kur'an'ın bir benzerini getirmeye insanların güçleri
yeterdi ama, onlara Allah mâni olduğu için bunu yapamamışlardır da diyemeyiz.
En eski çağlardan beri
bilginler, Kur'an'ın i'caz yönleri üzerinde durmuşlardır. Esasen i'caz,
Peygamber devrinde gerçekleşmiştir; çünkü Kur'an'ın bir benzerini getirmeleri
için meydan okunduğu halde muarızlar bunu yapamamışlardır. Öte yandan Kur'an'ın
meziyet ve özelliklerini göstermek için i'caz yönlerini anlatmak da iyi bir
şeydir. Bilinmelidir ki Kur'an'ın i'cazı, zafî bir şey değildir; kendi özünden
gelmektedir; dıştan gelmemektedir. Kur'an, sırf Arablar için değil, bütün
insanlar için bir mu'cizedir; çünkü Allah'ın hitabı bütün insanları içine
almaktadır K u r'a n'd a, "Seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik."[21] buyurulmuştur.
Kur'an'ın cihanşümul
oluşu, i'cazmm da cihanşümul oluşunu gerektirmektedir.
Bilginler tarafından
anlatılan şu dört i'caz yönüne burada işaret etmek istiyoruz:
1) Kur'an'm
belagatı: Kur'an, "belagat bakımından öyle yüksek bir derecededir ki, Arap
dilinde bunun misli görülmemiştir. Arapça ifadeleri bütün zevk ve inceliği ile
anlayan kimseler, en beliğ şiir ve ifadelerle Kur'an arasında karşılaştırma
yaptıkları zaman bu gerçeği görmüşler ve Kur'an'm belagat yönünden eşsizliğini
itiraf etmişlerdir.
Kur'an'm kelimelerinde
öyle bir akıcılık vardır ki, Arap dilinde onun bir benzeri yoktur. Kur'an'm
parlak üslûbu bazan öyle şiddetlenir ki, insanın tüyleri diken diken olur onun
karşısında. Şu âyet-i kerîmeler, bunlara misal olarak verilebilir: "Ey
insanlar! Rabbinizden sakının; doğrusu kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir
şeydir. Kıyameti gören her emzikli (kadın) emzirdiği yavrusunu unutur, her
hâmile (kadın) gocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş gibi görürsün, halbuki onlar
sarhoş değildirler; fakat Allah'ın azabı çok çetindir."[22]
Bazan da Kur'an'm üslûbu öyle yumuşaklaşır ki, insanın ruhuna tatlı bir su gibi
akıverir.
Böyle akıcı kelimeleri
ve üstün üslûbu yanında Kur'an'm nazmı da, son dereced esağlam ve güçlüdür.
Evet Kur'an'm nazmı, ne vezin ve kafiyesi olan bir şiirdir, ne seci'li bir nesirdir,
ne de serbest bir şiir veya nesirdir; Kur'an'm nazmı, ancak kendine özgü bir
şekle sahiptir.
Kureyşliler son
derecede Kur'an'ın etkisinde kaldıkları halde, bu etkinin nereden geldiğini
bilemiyorlardı. Bu bir sihirdir, diyorlardı; halbuki o bir sihir değildi.
Müsli-m'in Sahîh'inde şöyle rivayet edilir: "Ebu Zerr'il-Gıfârîye kardeşi
Üneys şöyle demiştir: Mekke'de senin dîninde olan bir adama rasladım. O,
Muhamnıed'i Allah'ın gönderdiğine inanıyordu. Kendisinle: O'nun hakkında
insanlar ne diyor? diye sordum. O da: şairdir, kâhindir, sihirbazdır diyorlar,
dedi. Bunun üzerine bir şair olan Üneys şöyle demiştir: Kâhinlerin sözlerini
işittim; O'nun söyledikleri kâhinlerin sözlerine a'slâ benzemez. Onları,
şairlerin sözlerine vurdum ve gördüm ki, kimse bunlara şiir diyemez. Vallahi O
doğrudur, ötekiler de yalancıdırlar."[23]
2) Kur'an'm
geçmiş çağlara ait olayları haber verişi: Kur'an Ad, Semud, Lût, Nuh ve İbrahim
Peygamberlerle kavimlerine ait haberleri anlatmaktadır. Keza, Mûsâ Peygamberle Piravun'un
kıssalarını bildirdiği gibi, Hz. Meryem'i, Hz. İsâ ve doğumunu, Yahya
Peygamber ve doğumunu gerçeğe uygun olarak
haber vernıeke-dir. Bunlar,
tahrif edilmemiş olan diğer semavî kitap ehlinin bildirdiklerine tamamen
uymaktadır. İşte bütün bunlar, ümmî olan, okuma yazma bilmeyen,
bir öğretmenden ders almayan, her hangi bir kitap okumayan bir zatın diliyle
haber verilmektedir. Üstelik O'nun çevresi de ilim ve semavî kitap ehlinin
çevresi değildi ki. bu bilgileri onlardan Öğreniyordu, denilsin... O halde ümmî
bir Peygamber'e indirilen Kur'an'ın böyle tarihî gerçekleri olduğu gibi
bildirmesi, O'nun Allah katından gelişinin delilidir .Bu itibarla Cenab-ı Hak;
"Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve onu sağ elinle de yazmış değildin.
Öyle ofsaydı, bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi."[24]
buyurmuştur.
Kur'an'ın
bildirdikleri karşısında şaşkına dönen inkarcılar, iftiraya sapmışlar ve
bunları O'na bir insan öğretiyor diye iddiada bulunmuşlardır. Bu iddialarını
isbat için de Mekke'de ancak Bizans ülkesinden gelmiş, doğru dürüst arapça
bilmeyen ve tarihî olaylardan habersiz bulunan bir delikanlı (sahâbî)yi
göstermişlerdir. Bu münâsebetle Allah Taâlâ; "And olsun ki, 'Muhammed'e
elbette bir insan öğretiyor, dediklerini biliyoruz. İşaret ettikleri kimsenin
dili yabancıdır; Kur'an ise fasih bir arapçadır."[25]
buyurarak onları reddetmiştir.
3) Kur'an'ın
gelecek olayları haber verişi: Kur'an'ın geleceğe ait haber verdiği şeyler
aynen meydana çıkmıştır. Meselâ; Bizanslıları önce yendiği halde İranlıların sonra
mağlup olacağını Kuran-ı Kerim önceden bildirmiş ve zaman da onu tasdik
etmiştir. Bu husustaki âyet-i kerimeler şunlardır: "Elif, Lâm, Mim.
Bizanslılar en yakın bir yerde yenildiler. Onlar, bu yenilgilerinden üç ilâ
dokuz yıl arasında galip geleceklerdir. İş, önünde sonunda Allah'a aittir.
İşte o gün mü'minler Allah'ın yardımı ile sevineceklerdir. Allah, dilediğine
yardım eder; O, güç-lüdür, esirgeyicidir."[26]
Büyük Bedir savaşından
önce Allah, mü'minlere zaferi va'detmiş ve şöyle buyurmuştu: "Allah, bu
iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olacağını
vadetmişti. Siz de kuvvetsiz bulunanın sizin olmasını istiyordunuz. Halbuki
Allah, sözleriyle hakkı ortaya koymak ve kâfirlerin kökünü kesmek
istiyordu."[27] İşte Allah'ın vadettiği
bu zafer gerçekleşmiştir. Yine Allah, Kur'an'da müslümanlara, Mescid-i Harâm'a
gireceklerini va'detmiş ve şöyle buyurmuştu: "And olsun ki Allah,
Peygamber'inin rü'yasının gerçek olduğunu tasdik etmiştir. Allah dilerse siz,
güven içinde, başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak,
korkmadan Mescid-i Harâm'a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi bilir.
Bundan başka size, yakın zamanda bir zafer verecektir."[28] Bu
ilahî söz de, aynen yerine gelmiştir.
Keza, Allah Taâlâ,
Kur'an'da, müslümanları yeryüzüne hâkini kılacağım va'detmiş ve şöyle
"buyurmuştur: "Allah, içinizden inanıp iyi işler yapanlara,
Öncekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına... dair söz
vermiştir."[29] Evet, bu ilâhî söz de
gerçekleşmiş ve müslümanlar daha Peygamber (S.A.) hayatta iken, şehirli ve
göçebe-.leriyle birlikte bütün Arap Yarımadasını itaatleri altına almışlardır.
Kendisinden hemen sonra Sahâbîleri, İran İmparatorluğunu dize getirip ortadan
kaldırmışlar ve Bizans üzerine yürüyerek Suriye ve Mısır gibi lkeleri ele
geçirmişlerdir...
işte Kur'an'm,
geleceğe ait vermiş olduğu bu gerçek haberler, onun Allah katından gelişinin ve
ilâhî bir kelâm oluşunun delilidir.
4) Kur'an'ın
bîr çok ilmî gerçekleri içine alışı: Kur'an, bir kısım ilmî gerçekleri içine
alır ki, okuma yazma bilmeyen, her hangi bir ilim enstitüsüne veya kültüre
sahip olmayan bir memlekette yetişen ümmî bir insanın bunları anlatması
imkânsızdır. Meselâ; yer, gök ve bütün canlıların yaratılışı hakkında Kur'an
şöyle buyurur: "Küfredenîer, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı
ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi? Hâlâ inanmıyorlar
mı?"[30] İnsanın yaratılışım da
Kur'an şöyle anlatır: "And olsun ki, insanı süzme bir çamurdan yarattık.
Sonra onu^bir nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik .Sonra o nutfeyi
donmuş bir kana çevirdik. Sonra o kam bir parça et yaptık ve bu etten kemikler
yarattık, bu kemikleri de etle örttük. Daha sonra onu, bambaşka bir yaratık
yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne Ulu'dur! Bütün bunlardan sonra
sizler Öleceksiniz. Sonra da kıyamet günü yeniden diriltileceksiniz."[31]
Kur'an'da bunlara
benzer pek çok kevnî (yaratılışla ilgili) âyetler vardır. Kitap okumasını
bilmeyen ve yanında hiç bir ilmî eser bulunmayan Hz. Muhammed'in bunları
insanlardan Öğrenmiş olması imkân dahilinde midir? Mekke şehrinin dışına
gençliğinde sadece amcasıyla iki kere çıkmış olan bir insan, bunları kimden
Öğrenmiştir. Üstelik Şam'a ilk gidişinde oniki yaşında idi; ikinci gidişinde
ise, yirmibeş yaşlarında olup ticarî bir maksatla buraya gelip gitmişti. Buna
rağmen O, K u r'a n sayesinde böyle ilmî hakikatleri ilan etmiştir. Bu günkü
müsbet ilim de onları, inkâr etmek şöyle dursun, doğrulamaktadır.
İste bunlar gösteryor
ki Kur'an-ı Kerim, kâinatı yaratan Yüce Tanrı katından gönderilmiştir.
Bu saydıklarımız
Kur'an'm bir kısım i'caz yönleridir. Bu ilahî kitabın başka bir i'caz yönü
daha vardır ki, bilginler onun üzerinde pek durmazlar. O da, Kur'an'm ihtiva
ettiği hukuk'tur.
el-Kurtubî,
"el-Câmf li Ahkâmi'l-Kur'an" adlı eserinde bu konuya şöyle işaret
edip geçer: "Kur'an'm i'cazlarından biri de haram, helal ve sair hükümler
gibi insanlığın ayakta durmasını sağlayan ilimdir."[32]
el-Kurtubî bununla şer'î hükümlere işaret etmektedir ki, bu hükümler ailevî ve
beşerî münasebetleri düzene koymakta olup Kur'an'm i'cazlarmdandır. Ancak bu
i'caz üzerinde biraz durmak icab eder. Şöyle ki:
Hz. Peygamber, toplumu
düzenleyici bir kanunu, teamülü ve aile nizamı bulunmayan bir millet içinde
peygamberlik vazifesine başlamıştır. Bu millete hâkim olan nizam, taklid ve
câhiliye geleneklerinden ibaretti. Hz. Muhammed ise, ferdler, aile ve devletler
arasındaki münasebetleri düzenleyen bir hukuk getirmiştir. Bu hukuk, evlat ve
baba arasındaki münâsabetlerden başlayıp herkesin diğerine karşı olan bütün
haklarına varıncaya kadar hepsini tanzim etmiştir. Hz. Muhammed'in Kur'an ile
tebliğ ettiği hukukun değerim anlamak için onu, eski çağın en meşhur hukukî
belgeleri olan Roma kanunlarıyla karşılaştırmak gerekir. Ümmî bir zatın Allah
katından getirdiği ve kendisinin gerçek Peygamber olduğunu gösteren Kur'an'm
azameti işte böyle bir karşılaştırma sayesinde ortaya çıkar.
Böyle bir
karşılaştırma, bizi kanun yapma alanında bir kısım gerçeklere ulaştırıyor ki,
bunlar, Roma hukukunda ve ondan sonraki, yüzyıllarda bilinmemekte olup ancak
son yıllarda keşfedilmiştir. Meselâ; Kur'an, ırk ve cinsler arasındaki farkı
ortadan kaldırmıştır; Arabi yabancıya, yabancıyı başkasına-üstün kılmamıştır.[33]
Kur'an hukukuna göre
reşid olan kimse, kadın olsun erkek olsun, tam hürriyete sahiptir."[34]
Kur'an-ı Kerim,
borçlulara kolaylık gösterilmesini emreder.[35]
Kur'an, kölelere iyi
muamele edilmesini emretmiş, kölelik yollarını daraltmış, kölenin âzâd edilme
imkânlarını artırmış ve insanın köle olmasını istisnaî bir şey olarak kabul
etmiştir. Bu itibarla Kur'an'-da yalnız köle azadından bahsedilir.[36]
İslâm, kadına hak ve
hürriyetini tam bir şekilde vermiştir. İslâm'a göre kadının mal ve mülk
ayrılığı esası kabul edilmiştir.[37]
İslâm'ın koymuş olduğu
miras esasları da, son derecede üstündür. Bunu Batı'lı hukukçular da itiraf
etmektedirler.[38]
İşte bütün bunları,
okuma yazma bilmeyen, bu türlü hükümlerin Önceki kanunlarda var olup
olmadığından habersiz bulunan bir Peygamber ortaya koymuştur. Onüç asırlık
tecrübelerin neticesi olduğu, Atina ve İsparta kanunlarından, Eflâtun'un
Cümhuriyet'inden ve Aris t o'nun Politika'smdan faydalandığı halde Roma
hukukunun, İslâm hukukundan çok eksik bulunduğu gözönüne alınırsa, Kur'an'ın
üstünlüğü ne ile tefsir edilecektir? Her halde burada Kur'an'ın Allah katından
gönderildiğini ve Hz. Muhammed'in en büyük mu'cizesi olduğunu kabul etmek
gerekecektir. Kesin delil ve sağlam tanıklar karsısında bu hakikati nasıl
inkâr edebiliriz?
Bu sebeple diyoruz ki,
Kur'an hukuku, O'nun i'caz yönlerinin en güçlüsü olup kıyamete kadar Kur'an'ın
i'câzmı gösterecektir. Bu i'câz karşısında Arabi da, Arap olmayanı da eşittir;
Kur'an dilini bilen de bilmeyen de aynıdır. Kuran, bütün toplumların dertlerine
şifâdır. Nitekim Ulu Tanrı da bu hususta şöyle buyurur: "Ey insanlar,
Rabbiniz-den sîze bîr Öğüt ve kalblerdekine bir şifâ, inananlara doğruyu gösteren
bir rehbet ve rahmet gelmiştir."[39]
Kur'an, hem lafız hem
de mânâ itibariyle Kur'an'dır ve Arapça olarak nazil olmuştur. Allah Taalâ
şöyle buyurur: "Biz o kitabı, anlaya-sınız diye Arapça okunmak üzere
gönderdik."[40] "Bu kitabın âyetleri
Arapça okunarak, bilen bir kavim için uzun uzun açıklanmıştır."[41] Bu
itibarla O'nun tercemesine "Kur'an" adı verilemez. Bazı yazarlar, başka
bir dile terceme edilirse yine O'na "Kur'an" ismi verilebileceğini
ileri sürmüş ve bu görüşleri için Ebu Hanîf e'nin "Arapça bilse dahi
Kur'an'ı Farsça tercemesinden okuyan kimsenin namazı sahih olur." sözünü delil
getirmişlerdir. Halbuki Hanefî fakihlerinin ekserisi, Arapça bilse bile, bu
dil ile okumaya lisanı yatkın olmayan kimseler için Ebu Hanîf e'nin böyle bir
ruhsat verdiğini ileri sürmüştür. Esasen sahih rivayete göre Ebu Hanîfe de bu
görüşünden vazgeçmiştir. Bu vazgeçme işini rivayet eden Nuh b. Meryem'dir.
Bilginler de bu rivayeti tercih etmiştir. Bir bakıma Ebu Hanîfe devri de böyle
ica-bediyordu. O, H. 80 — 150 yıllarında yaşamıştı. Arap olmayanların İslâm
dinine yeni girdiğini ve Kur'an'a dillerinin dönmediğini görerek böyle bir
ruhsat vermişti. Bu ruhsatın bid'at olarak yapılmamasını, ihtiyaç karşısında
buna başvurulmasını şart koştuğu da söylenir.
Kur'an'ı belâgatiyle
aynen terceme etmek imkânsızdır. Bunu İbni Kutey b e, ta üçüncü hicrî yüzyılda
söylemiştir. Aynı fikri benimseyen Şâ11bi de, Kur'an'ın icmali olarak terceme
edilebileceğini, istiare ve işaretlerinden anlaşılan belâgatlı mânâların bir
dilden başka dile tercemesi mümkün olmadığını söylemiştir.
Burada şöyle bir soru
sorulabilir: Mademki mevcut Kur'an terce-meleri sıhhatli değildir; o halde
bunlar nasıl tashih edilecektir? Kur'an'daki emir ve nehiyler insanlara hangi
yolla bildirilecektir? Avrupa ve Anıerika'daki bilginler Kur'an'ı incelemek
istiyorlar; onları Kur'an'-m nurundan alıkoymak doğru mudur? Kur'anm
"bütün milletlerce okunup anlaşılması, İslama bir davet ve .ona imana bir
teşvik değil midir?
Bize göre bu işi
halletmek için önce Kur'an'm bir tefsirini yazmak, sonra da tefsiri yabancı
dillere terceme etmek gerekir.
Biraz önce Kur'an'm
hem lafız, hem de mânâ itibariyle vahyedil-diğine ve Arapça olarak
indirildiğine işaret ettik. Fakat Kur'an'da Arapça olmayan bazı kelimeler
vardır; ancak bunlar, Arapçalaşmış saözler-dir. Elbette her dilde böyle başka dillerden
alınmış kelimeler mevcuttur. Her millet karşılaştığı yeni şeyler için yabancı
kelimelerden faydalanıp bu kelimeleri kendi dilinin kalıbına uydurur.
Şafiî,
"er-Risale" adlı eserinde Kur'an'm arapça oluşunu ve buna şu iki
hususun istinad ettiğini söyler:
1) Arapçayı
üslup ve incelikleriyle bilmeyen kimse Kur'an'm mânâlarını bilmez. Kişi, umum
ve husus ifade eden lafızları ve bunların delâletlerini, mücmel, müşterek ve
mufassal lafızları bilmelidir ki Kur'-an'dan fıkhı hükümler çıkarma imkânı olsun.
2) Her
müslüman dinî vazifelerini yapacak ve Kur'an'ı okuyacak kadar Arapça
bilmelidir.
İmam Şafiî, birinci
husus için şöyle der: "Anlattığım hususa, Kur'an'm başka bir dil ile
değil, Arapça iîe inmiş olmasıyla başladım; çünkü Arapçayı derinlemesine bilmeyen,
bu kitabı anlayamaz. Arap dilini bilen de, bu dili bilmeyenlerin karşılaştığı
şüphelerden kurtulur." İkinci husus için Şafiî, "Her müslümanm
şehadet kelimesini ve Allah'ın kitabını okuyacak, zikr, tekbir, teşbih ve
benzerlerini söyleyecek kadar Arapça bilmesi lâzımdır."[42] der.
Kur'an, İslâm dîninin
ilk kaynağıdır. Onda küllî kaideler ve bunların birçok açıklamaları vardır. Bu
itibarla Abdullah b. Ömer şöyle demiştir: Kur'an'ı cem' (hıfz) eden kimse,
büyük bir şeye sahip ve peygamberlik sıfatını elde etmiş demektir; şu kadar ki
ona vahiy gelmez. "İbn i Hazm de; «fıkhın bütün bölümlerinin ana
prensipleri Kitab ve Sünnet'te vardır." demiştir.Ulu Tanrı da; "Biz
Kitab'ta hiç bir şeyi eksik bırakmadık..."[43]
buyurmuştur. Yani her şeyin hükmü Kur'an'da mevcuttur. Kur'an-ı Kerim'in beyanı
ekseriya küllî olup tafsilatlı olanları azdır. Kur'an'daki hükümleri, beyan
bakımından şu üç kısımda özetlemek mümkündür:
1) Tam olarak beyan edilen hükümler: Sünnet, bunların tatbikini açıklar. "Sizden kim,
Ramazan hilaline şâhid olursa
oruç tutsun..." (Bakara, 185)
âyeti ile kazf haddini (zina iftirasının cezasını) anlatan şu âyeti burada
misal olarak zikredebiliriz: "İffetli kadınlara zina isnad edip de jsonra
dört şahit getiremeyenlere seksen deynek vurun; onların şahitliğini asla kabul
etmeyin." (Nur. 4). Keza, Han âyeti de böyledir.
2) Mücmel
olarak beyan edilen hükümler:Bunları tam olarak Sünnet açıklar.Meselâ;
Kur'an'da zekât emredilmiştir, nisap ve miktarını ise Sünnet açıklamıştır. Mânâsı
anlaşılmayan bir kısım kelimeleri de Sünnet açıklamıştır.
3) Kur'an'm ibare veya işaretle beyan ettiği
hükümler: Bunların kalan kısmını Sünnet tamamlar. Meselâ; Kur'an, zina eden
cariyelerin cezası hakkında şöyle buyurur:
"Onlar evlendikten sonra bir fuhuşta bulunurlarsa, onlara, hür (ve
evlenmiş) kadınlara verilen cezânm yarısı verilir."[44]
Bu âyeti kerimede,
kölelerin cezasının da hür erkeklere verilen cezanın yarısı kadar olduğuna bir
işaret vardır. Bu, İslâmî bir kaide olup Sünnet tarafından açıklanmış, bazı
hukukî ve cezaî sahalarda böylece tatbik edilmiştir.
Burada belirtmeliyiz
ki, bilginler, Kur'an'daki beyanın birçok konularda icmalî oluşunu ve bazı
âyetlerin Sünnet tarafından açıklanması gerektiğini göz önüne alarak, Kur'an
kelimelerinin delalet bakımından bazan kat'î, bazan da zannî olduğunu kabul
etmişlerdir. Meselâ; 'Boşanmış olan kadınlar üç kuru' beklerler..."[45]
âyetindeki kürü sözü, hem ayhali (hayız) hem de iki ayhali arasındaki temizlik
müddeti anlamına gelir. Dolayısıyla bazı fakihler bu kelimenin ayhali mânâsına
geldiğini, bazıları da iki ayhali arasındaki temizlik müddeti anlamına
geldiğini tercih etmişlerdir. Şüphesizdir ki, kuru, sözü, hem ayhali (hayız),
hem de iki ayhali arasındaki temizlik müddeti, anlamına gelir. Elbette kıırû'
sözünün bu iki anlamdan birine delaleti zannîdir; eğer böyle olmasaydı ihtilaf
çıkmazdı. Keza, yemin keffâretiyle ilgili olan şu âyet de böyledir:
"Allah, size lağv olan yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz
yeminlerinizden dolayı hesap sorar. Yenlinin keffâretî, ailenize yedirdiğinizin
ortalamasından on düşkünü doyurmak, yahut giydirmek, ya da bir köle âzâd
etmektir. (Bunları) bulamayan üç gün oruç tutmalıdır."[46] Bu
âyet'teki "lâğv" sözünün anlamı üzerinde fakihler anlaşamamışlardır.
Kimisi, bunu zan üzerine yapılan ve ortaya aksi çıkan (yani gerçekle
bağdaşmayan) yemin diye tarif etmiştir ki, Hanefîler bu görüştedir. Kimisi de
onu, sözü pekiştirme kasdı olmadan rasgele yapılan yemin diye açıklamıştır ki,
insan söz arasında "Vallahi yok", "evet, Vallahi" gibi
farkında olmadan böyle yeminler edip durur. Görülüyor ki "lâğv"
sözünün delalet ettiği mânâ zannîdir. Bile bile yalan yere yapılan yemin
üzerinde de ihtilaf vardır.[47]
Yeminin keffâreti olan üç günlük oruç ard arda mı, yoksa aralıklarla mr
tutulacaktır? Bu hususta da ihtilaf edilmiştir.
Buna göre Kur'an'm
lafızlarının delaleti kat'î ve zannî olanları vardır. Delaleti zannî olan
lafızları bazan Sünnet açıklar ve ona kat'iyyet kazandırır. Aslında Kur'an'ın
hepsi sened bakımından kafidir; çünkü tevatür yoluyla gelmiştir; bu hususta
şüpheye yer yoktur; ancak buradaki zannilik, delalet ettiği mânâ ile
ilgilidir.
Kur'an, şer'î
hükümleri değişik kip (sıyga) lerle açıklamaktadır; çünkü O, bir kanunname
değil, öğüt ve din kitabı olup hikmetli bir üslûba sahiptir. Dolayısıyla
hükümlere delalet yönünden üslûbu (beyan şekli) değişmektedir. Kur'an'daki
hükümler, bazan emir kipi ile açıklanır. Meselâ; "Şahitliği Allah için
dosdoğru yapın."[48]
âyeti böyledir. Bazan nehiy sıygasiyla bildirilir. Meselâ; "Allah'ın
haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin."[49]
âyeti gibi. Bazan işin yapılmasının farz kılındığı beyan edilir. Meselâ;
"Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı."[50]
buyurulmuştur. Bazan yasaklanan işte bir hayır bulunmadığı bildirilir. Meselâ;
"Evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir; iyi kimse, kötülüklerden
sakınan kimsedir."[51]
âyeti böyledir, Bazan da işin neticesinde sevap veya ceza bulunduğu açıklanır.
Meselâ; "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Allah'a ve Peygamberi'ne itaat edenleri,
O, altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Onlar, orada daimî
kalıcıdırlar. İşte büyük kurtuluş budur. Allah'a ve Peygamber'ine isyan eden ve
sınırlarını aşanları da ebedî olarak kalacakları cehenneme sokar, Onlar için
horlayıcı bir azap vardır."[52]
âyetleri gibi.
Kur'an-ı Kerimden
hükümler çıkaran bir müctehid, bunları göz-önünde bulundurmalıdır. Ayrıca
övülen veya sevap va'dedilen her işi yapmak matluptur; kınanan veya azap va'dedilen
her işi yapmak yasaklanmıştır. Övülmeyen veya kınanmayan, azap veya sevap
vadedilnıeyen her iş de mubahtır.
Kur'an, şer'î
hükümleri icmali olarak beyan eder. Sünnet de bunları açıklar, demiştik; Yüce
Tanrı da; "Peygamber'e itaat eden Allah'a itaat etmiş olur..."[53]
buyurmuştur. Buna göre Sünnet de Kur'an'a bağlıdır ve şer'î hükümler bu ikisi
sayesinde tamamen açıklanmıştır. Burada, kısaca Kur'an'm ihtiva ettiği
hükümlere gözatacağız. Bu hükümler, bir çok kısımlara ayrılır:
Kur'an-ı Kerim bütün
farzları icmali olarak emretmiştir: namaz, oruç, hac, zekât ve diğer bütün
sadakaları emretmiştir; fakat namazı emretmiş, vakit ve rükünlerini
açıklamamış, bunların izahını Sünnet'e bırakmıştır. Hz. Peygamber de, bunları
tam olarak izah etmiş ve "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle
kılın."[54] demiştir. Hac da böyle
ic-malî olarak emredilmiş ve onun nasıl ifâ edileceği Sünnet tarafından
açıklanmıştır. Bu maksatla Peygamber (S.A.); "Hac ile ilgili ibadetlerinizi
benden öğreniniz."[55]
buyurmuştur. Keza, Hz. Peygamber, zekât tahsil eden memurlara yazdığı
mektuplarla zekâtın izahını amelî olarak yapmıştır...
Niçin Kur'an,
ibadetleri böyle icmali olarak beyan etmiş ve bunları genellikle Sünnet
açıklamıştır? Bu sorunun cevabı şudur: İbadetler, dînin özünü teşkil eder;
ferdlerin ahlâkı ve toplumsal yardımlaşmanın temel direği onlardır. Dolayısıyla
onları açıklamada Kur'an ve Sünnet, bu konuda kıyas ve şahsî açıklamalar azalsm
diye birbirini desteklemiştir. Böylece ibadetlerin aslı Kur'an'la, tafsilatı
da, müslümanların üzerinde icma' ettikleri amelî ve mutevâtir Sünnetle sabit
olmuştur.
İbadetlerle ilgili
haber-i vâhidler pek az olup onların esaslarına ait değildir. Bu itibarla
fakihler, ibadetler konusunda fazla ihtilafa düşmezler. Bu konudaki
ihtilaflar, daha çok şekil ve efdal olma bakımındandır, farz ve rükünler
üzerinde değildir.
Bunlar, mânâ
bakımından ibadetlere yakındır; çünkü bir kısım günahların affı bunlarla
sağlanmaktadır. Kur'an'da geçen keffâretleri şöyle sıralayabiliriz:
a) Zıhar
keffâreti: Bu, kişinin, boşanmak kasdıyla karısına -"sen anam
gibisin" veya "senin sırtın anamın sırtı gibidir" vs. demesinin
affı ve onunla tekrar münasebet kurması için emredilmiştir. Zıhar keffâreti,
bir Köle âzâd etmektir; buna gücü yetmeyen için arda arda iki ay oruç
tutmaktır; buna da gücü yetmeyen kimse için altmış düşkünü doyurmaktır.[56]
b) Yemin
keffâreti: Bu da, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, on düşkünü doyurmak veya giydirmek,
ya da bir köle âzâd etmek ve bunlara gücü yetmeyen mükellef için üç gün oruç
tutmaktır.[57]
c) Hatâ ile
bir mü'mini öldürme keffâreti: Yanlışlıkla bir mü'mi-ni öldüren kimseye diyet
vermek vâcib olur. Ayrıca bir de keffâret gerekir ki bu da, mü'min bir köle
âzâd etmek, gücü yetmezse ard arda iki ay oruç tutmaktır.[58]
Bunda içtimaî bir fayda ve nefsî bir terbiye vardır. Kur'an, diyetle ölenin
ailesinin, bir köleyi âzâd ile de toplumun tesellisini sağlamaktadır. Zira bir
insanı öldürmek, toplumun bir ferdini eksiltmektir. O halde bu suçu işleyen
kimsenin bir köle âzâdı ile topluma yeni bir ferd kazandırması gerekir; çünkü köle, bir bakıma ölü mesabesinde olup
hürriyete kavuşunca sanki dirilmektedir. Demek oluyor ki, kölelik ölüm,
hürriyet de hayattır..
a) Malî
muamelelerin âdil ve mubah olan esaslarını Cenab-ı Hak, Kur'an'da beyan
buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim, malî muamelelerdeki ibahatin iki esasını bir
âyet'te belirtmiştir. Bu esaslardan birincisi halkın mallarını haksız yere
yemenin yasaklanışı, ikincisi de rızalaşmadır. Bu hususta Allah Taâlâ şöyle
buyurur: "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda haksızlıkla değil,
karşılıklı rızalaşmaya dayanan ticaretle ye-yin; haram ile kendinizi
mahvetmeyin."[59] Bu
âyet'teki "karşılıklı rizalaşmaya dayanan ticaretle yeyin" ifadesi,
alım-satım teamülünde kâr ve zararın muhtemel ve mubah olduğuna işarettir.
Herhangi bir zarar ihtimali olmadan elde edilen kazanç ticaret değildir.
Dolayısıyla faiz (rıbâ) haramdır. Bu konuda Kur'an, çok şiddetli bir dille
şöyle buyurmuştur:
"Faiz (ribâ)
yiyenler, kıyamet günü ancak şeytan çarpmış kimseler gifti kalkarlar. Bu,
onların, 'zaten faiz alım-satım gibidir' demelerin-dendir. Oysa Alttah,
alım-satımı helal, faizi de karam \ kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelip de
faizciliğe son verirse, geçmiş olanlar kendisine kalır; onun işi Allah'a
aittir. Kim de faizciliğe tekrar dönerse, işte onlar cehennem ehlidir ve orada
ebedî kalıcıdırlar. Allah, faizi eksiltir, sadakaları artırır. Allah, her
kâfir ve günahkârı sevmez. İman edip yararlı işler işleyen, namaz kılan ve
fcekât verenlerin Rabbileri katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve
onlar üzülmeyeceklerdir. Ey iman edenler, Allah'tan korkun, iman etmişseniz
faizden arta kalan şeyden vazgeçin. Böyîe yapmazsanız bilin ki hu, Allah'a ve
Peygamher'e karşı bir savaştır. Eğer tevbe ederseniz sermayeniz sizindir.
Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa uğramamış olursunuz. Borçlu darlık
içinde ise genişleyinceye dek beklenmelidir. Bilmiş olsanız (bu durumda borcu)
bağışlamanız sîzin için daha iyidir."[60]
Rüşvet de, haksız yere
halkın malını yemektir. Kur'an bunu da yasaklanmış ve şöyle buyurmuştur:
"İnsanların mallarından bir kısmım, bile bile günah işleyerek, iele
geçirmek için mallarınızı iş başındakilere vermek suretiyle aranızda
haksızlıkla yemeyin."[61]
b) Meşru
yoldan malın artmasına sebep olan bütün tasarruflar mubah kılınmıştır. Bu da,
karşılıkh rızaya dayanan ticaretin serbest oluşunu gösterir. Kur'an-ı Kerim,
önemli akidleri tanzim için iki şey istemektedir:
1- Şahit
bulundurmak: Kur'an'da: "Alış veriş yaptığınızda şahit tutun. Kâtip de
şahit de zarara uğratılmasın."[62]
buyurulmuştur.
2 - Borçları ve va'deli satış bedellerini yazmak: Böylece
ileride ortaya çıkması muhtemel olan anlaşmazlıklar önlenmiş olur. Alış veriş
yapanlar yolcu ise rehin almaları emredilmiştir. Bu suretle de herhangi bir
hakkın zayi olmasına karşı tedbir alınmış olur. Bütün bunlar, müdâyene âyetinde
açıklanmıştır.[63]
Zahirîler, bu emirlere
göre her alış verişte şahit tutulmasını, her türlü borç ve va'deli satış
bedelleri için senet yazılmasını vâcib olarak kabul ederler.
Alım-satımlarda şahit
bulundurma, akidlere tam olarak bağlı kalmak içindir. Zira akidlere bağlı
kalınmasını bildiren emirler, anc'ak bu suretle gerçekleştirilmiş olur.
c) Kur'an'da
mâlî teamülü tanzim eden nasslar külli ve genel mahiyettedir. Malî
muamelelerin çoğunu Sünnet açıklamıştır. Fakat bunlar, ibadetlere nisbetle
fazla sayılmaz. Kitab ve Sünnet'te hakkında emir veya nehiy bulunmayan işlerde
asıl olan ibahattir. Bu da, şu âyetlerle sabittir: "Yer yüzünde olanların
hepsini sizin için yaratan O'-dur..."[64]
"Ey iman edenler, Allah'ın size helal kıldığı temiz şeyleri haranı
kılmayın..."[65]
Kur'an'ın aileye
ilişkin olan hükümleri, diğer bütün konulara âit olan hükümlerinden daha
tafsilatlıdır. Kur'an, evlenme hükümlerini ve nikâhı caiz olmayan kadınları
geniş bir şekilde açıklamış; boşanma hükümlerini, iddet ve hükümlerini oldukça
mufassal olarak beyan etmiştir. Keza, mirastaki hisse nisbetlerini açık açık
bildirmiştir. Sünnet de, Kur'an'ın aileyi tanzim eden hükümlerini
tamamlamıştır. Öyle ki bunlardan Kitab veya Sünnet'e dayanmayan bir hüküm
bulmak imkânsız gibidir. Âyetleri incelediğimiz zaman, Kur'an'da, aile hukuku
kadar geniş bir şekilde açıklanmış başka hükümler bulamayız.
Kur'an'ın aile
hukukuna bu derecede önem verişi, toplumun temelini teşkil eden ailenin sağlam
olmasını ve İslahını temin için olsa gerek...
a) Kur'an,
suç ve cezalarla ilgili hükümleri,
suçlulara verilecek cezanın genel
esasını açıklamıştır. O da, suç ve ceza arasındaki eşitliğe dayanan kısastır.
Öldürmede, âzâyı yok etmede ve yaralamada kısas emredilmiştir. Böylece ceza,
suç cinsinden tayin edilmiş ve eşitlik sağlanmıştır.
Kısas ikiye ayrılır:
1 - Şekil ve
mânâ bakımından kısas: Bu, suç için aynı cinsten bir ceza tatbik etmektir.
2- Manevî kısas: Bu da diyettir.
b) Ferdlere
karşı işlenilen suçların cezası kısastır. Kamu hukukuna karşı veya Allah
hakları'na (hukûkullah'a) karşı işlenilen suçlar için verilecek ağır cezalar
Kur'an'da belirtilmiş ve.hafif cezalar hâkimlerin takdirine bırakılmıştır. Bu
da, hukuk düşüncesinin ulaşmış olduğu yüksek bir sonuçtur. Allah hakları'na
karşı işlenen suçların cezasına "hadd" denir. Kur'an, zinanın,
hırsızlığın, yol kesmenin ve zina iftirası
(kazf) yapmanın haddini (cezasını)
açılkamıştır.
c) Kur'an-ı
Kerim, tayin ettiği cezalarda dört hususu gözönüne almıştır:
1) Can,
akıl, din, mal ve nesli korumak: Bunun içindir ki Kur'an, kısas'ta hayat
olduğunu söyler: "Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat
vardır."[66]
2) Mağdur'un
(mecnî aleyh-aleyhine cinayet işlenen'in) kinini dindirmek: Çünkü mağdur yaralı
olup onun tedavisine bakmak gerekir. Bu sebepledir ki Kur'an, maktulün
velîsine bir hak tanır ve şöyle buyurur: "Haksız olarak öldürülenin
velîsine bir yetki tanımışızdir. Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin; zira
kendisi yardım görmüştür."[67] İşte
bu, içtimaî bir derdin tedavi usûlüdür. Modern ceza hukuku buna daha yeni
yönelmiştir. Mağdurun kinini nazar-ı itibara almamak, cinayetin ard arda sürüp
gitmesine sebep olur. Mağdur, kinini, mukabil bir cinayet işlemekle dindirme
yönüne gider veya velîleri bu işe başvurursa, kan gütme veya verilen cezanın
azlığı yüzünden öç alma işi sürüp gider.
3) Mağdur
veya ailesine bir bedel vermek: Herhangi bir sebepten kısas tam olarak yerine
getirilemediği zaman buna başvurulur.
4) Cezayı
şahsiyete tâbi kılmak: Yani, büyük şahsın cezası ağır, küçük şahsın cezası
hafif olmak. Buna göre, Kur'an köleye, hür insana verilen cezanın yarısı kadar
bir ceza tayin edileceğine işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Onlar
(cariyeler) evlendikten sonra bir
fuhuşta bulunurlarsa, onlara hür (ve evlenmiş) kadınlara verilen cezanın yarısı
verilir."[68]
Kur'an, idare edenle
idare edilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir kısım kaideler koymuştur.
Bunlar beş esasta toplanabilir:
Pek çok âyet-i kerîmede
geçen bu esas hakkında Kur'an şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah, size
emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman
adaletle hükmetmenizi emreder."[69] Şu
âyet-i kerîme de bu esasın önemini belirtinektedir: "Allah, şüphesiz kî
adaleti, iyilik yapmayı ve akrabaya yardım etmeyi emreder; taşlan
kötülüklerden, meşru olmayan şeylerden, zulüm ve zorbalıktan nehyeder."[70]
Kur'an adaleti; idare
edenle idare edilenin, hükümdar ile vatandaşın ve nihayet bütün halkın
birbirine karşı adaletli davranması esasına dayanır. Bu da, Kur'an hükümlerini
tatbik bakımından tam bir eşitlik ister. Dolayısıyla zehgin ve asilzade
cezadan muaf tutulmaz. Keza, hâkim ve idareci de suç işlediği zaman,
vatandaşlar gibi aynı cezaya uğratılır. İdareciler de, aynen halkın sâhib
olduğu hak ve vecîbelere sahiptirler; onların üstünde herhangi bir hakka sahip
olmadıkları gibi, kutsal kişiler de değildirler.
Kur'an adaleti, yeni
tabiriyle içtimaî adalet denilen şeyin gerçekleşmesini ister. Bu da, herkesin
yaşama imkânlarına sâhib olmasıdır. Buna göre güçlüler zayıfları koruyacak,
zenginler fakirleri doyuracaktır. Bu hususlarda pek çok âyet-i kerime vardır.
Kur'an adaletine göre,
her insan, kendi güç ve gayretini sarfetme fırsatını bulacaktır; çalışmayan,
tembelliğinin cezasını çekecektir; çünkü gökten altın ve gümüş yağmaz.
Kur'an adaleti, iş ve
kazanç bakımından mutlak bir eşitliği gerektirir. Çalışan herkes, emeğinin
karşılığını eksiksiz olarak elde edecektir; "kim zerre kadar iyilik
yapmışsa onu görür, kim zerre kadar kötülük yapmışsa o da onu görür."[71]
Kur'an-ı Kerim şûrayı
(istişareyi) emreder ve şöyle buyurur: "Onların işleri aralarında
şûra (danışma) iledir."[72] Diğer bir âyeti kerimede de: "îş hakkında
onlarla müşavere et. Bir kere karar verdin mi, artık Allah'a dayan..."[73]
buyurulur.
Kur'an, şûra ve.
adaletin vasıtalarını açıklamamış, bunları insanların takdirine bırakmıştır.
Tâ ki onlar, gayelerine ulaşmak için en iyi vasıtalara başvursunlar; zira bu
vasıtalar, toplumlara, insanların durumlarına ve çağlara göre değişir.
İdare edenle idare
edilenler arasındaki ilişki, bu esaslara dayanacaktır. Kur'an-ı Kerim, iyi
idareci ile bozuk idarecinin niteliklerini anlatmıştır. Meselâ, kötü idareci
hakkında; "İnsanlardan öylesi vardır ki, onun dünya hayatı hakkındaki sözü
işenin hoşuna gider; o en azılı düşman olduğu halde kalbindekine Allah'ı şahit
kılar. İşbaşına geçince de yeryüzünde fesat çıkarmaya, harsı ve nesli yok
etmeye çalışır. Allah ise, fesadı sevmez. Ona; 'Allah'tan kork!' denilince,
gururu kendisini günaha sürükler. Artık ona cehennem yetişir; o ne kötü
yerdir."[74] buyurulmuştur.
İdare edenle idare
edilen ve bütün mü'minler birbiriyle yardımlaşacaktır. Kur'an'da,
"hirhirinizle iyilik ve takva'da yardımlasın; günah işlemede ve
haksızlıkta yardımlaşmayın..."[75] buyurulur.
Kur'an, mü'minler arasında sulh, sükûn, sevgi ve kardeşliği emreder ve
"inanıyorsanız Allah'tan korkun, aranızı
(münasebetlerinizi) düzeltin, Allah ve Peygamberine itaat edin."[76]
buyurur. Peygamber (S. A.) de şöyle dua etmiştir: "Allah'ım! Ümmetimin
başına geçen ve onlara kolaylıkla muamele eden kimseye sen de kolaylık göster.
Ümmetimin başına geçip onlara meşakkatle muamele eden kimseye sen de meşakkat
göster!"[77] Başka bir hadîs-i
şerifinde de; "merhamet, ancak zâlim (şakî) kimsenin kalbinden sökülüp
alınır."[78] buyurmuştur.
Toplumu, mal, can, din
ve namusu her türlü kötülükten korumak gerekmektedir. İslâm'a göre
bu da, hadd
cezalarını tatbik etmek, zâlimden mazlumun hakkını almak ve Kur'an'ın
tayin ettiği diğer cezaları uygulamakla gerçekleşir.
Kur'an, bütün
insanoğullarım, cins ve milliyetlerine bakmaksızın, , saygıya lâyık görür ve
şöyle buyurur: "And olsun ki biz Adem oğullarını şerefli kıldık, onlara
karada ve denizde taşıyacak vâsıtalar ve güzel güzel rızıklar verdik, onları
yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.”[79]
Keza, Kur'an, insanoğullarım fıtratları icabı hak ve vazifelerde eşit kılmış ve
şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, doğrusu biz, sizleri hır erkekle bir
dişiden yarattık, sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birhirinizle
kolayca tanışasınız. Şüphesiz Allah katında en şerefliniz, takva bakımından en
üstününüzdür."[80]
Bu yüksek ruhla
Kur'an; din, ırk ve rengi ne olursa olsun, insan haklarına hürmet etmeyi
emretmiştir.
Kur'an-ı Kerim, gayr-i
müslimleri üçe ayırır: a) Zimmi ve
muahedler (antlaşmalılar), b)
Müste'minler, c) Muharibler. Kur'an,
zimmîler'e, aynen müslümanlara yapılan muamele gibi muamele yapılmasını
emreder ve şöylebuyurur:""Ahidleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine
getirin. Allah'ı kendinize kefil kılarak pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın.
Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir."[81]
Müste'nıinler, İslâm
memleketlerinde müsaade ile oturan yabancı tüccar ve benzeri kimselerdir.
Bunlar zimmî ve muahedler gibi İslâm idaresi altına girmiş değildir. Bunlarla
belli bir süre için antlaşma yapılmış olup sözlerinde durdukları müddetçe
kanları ve malları haramdır, korunur.
Zimnıî, muahed ve
müste'minlerin dışında kalan kimselere, fakih-ler, "harbî = muharib"
adını verirler. Kur'an, bunlar için de uyulması gerekli bir kısım haklar
tanımıştır. Bu haklan beş madde halinde Özetleyebiliriz:
1) Savaş
zamanı da sulh zamanı da insan şahsiyetine saygı gösterilecektir. Kur'an-ı
Kerim, savaşta düşman tarafından olan kimselerin kulak ve burun gibi uzuvlarını
kesmeyi yasaklamıştır. Hz. Peygamber de, "Kulak ve burun keserek intikam almaktan
sakının."[82] buyurmuştur. Kur'an'da
esirlere ikram etmek, onları doyurmak bir meziyet olarak kabul edilmiş ve şöyle
buyurulmuştur: "Onlar, Allah sevgisiyle yoksulu, yetimi ve esiri
doyururlar."[83]
2) İnsan
olma bakımından bütün beşeriyet birbirinin kardeşidir. Kur'an, bu hususu açıkça
belirtir ve şöyle buyurur: "İnsanlar bir tek ümmetti. Allah, peygamberleri
müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların ayrılığa düşecekleri şeylerde
aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte doğru olan Kitab'ı indirdi. Kitab
verilenler kendilerine belgeler (âyetler)
geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden, onda ayrılığa düştüler.
İnananları, Allah, kendi izniyle hakkında ihtilafa düştükleri gerçeğe
eriştirdi. Allah, dilediğini doğru yola iletir."[84]
Bu insan kardeşliği
esasına göre, savaşta sadece bilfiil savaş edenler veya savaş için plân
hazırlayanlar öldürülür; bütün halk kılıçtan geçirilmez. Savaş, yalnız fâsid
idarecilerin baskısını defetmek için meşru kılınmıştır. Bu itibarla Yüce
Tanrı: "Allah'ın, insanları birbiriyle defetmesi olmasaydı, yeryüzü
fesada giderdi..."[85]
buyurmuştur. Yalnız savunma ve zulme karşı koyma amacıyla savaşa müsaade
edilmiş ve şöyle buyurulmuştur:
"Haksızlığa
uğratılacak kendilerine savaş acılan kimselere (mukabil savaş açmak için) izin
verilmiştir. Allah, onlara yardım etmeye elbette muktedirdir. Onlar, sadece
'Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurdlarmdan çıkarılmışlardır.
Allah'ın, insanları birbirleriyle defetmesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler,
havralar ve içinde Allah'ın adı çok çok anılan camiler yıkılıp giderdi. And
olsun ki Allah, Kendisine yardım edenlere yardım edecektir. Gerçekten Allah
güçlüdür, uludur."[86]
Bu insan kardeşliği
sebebiyle Kur'an, gayr-i müslimlere iyilik etmeye mâni olmaz ve şöyle buyurur:
"Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan
kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı adaletli davranmanızı yasak kılmaz.
Gerçekten Allah, âdil olanları sever. Allah, ancak sizinle din uğrunda
savaşanları, sizi yurd-larmızdan çıkaranları ve çıkarılmanızda yardımcı
olanları dost edinmenizi nehyeder. Kim, onları dost edinirse işte onlar
zâlimdirler."[87]
3) Kur'an,
gayr-i müslimlere karşı, savaş halinde bile olsalar, adaletli davranmayı
emreder; çünkü adalet herkesin tabiî hakkı olup bunda dost da düşman da
eşittir. Bu konuda Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur: "Ey iman edenler, Allah
için adaletli şâhidler olun;bir millete olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe
sürüklemesin. Âdil olun ki, bu, takvaya daha yakındır. Allah'tan sakının; doğrusu,
Allah işlediklerinizi bilmektedir."[88]
4) Savaş
alanında gayr-i müslimlere misliyle muamele etmek gerekmektedir. Aşırı gitmek,
şerefsizlik etmek caiz değildir. Şu âyetler, bu esasları açıklamaktadır:
"Size tecavüz edenlere siz de aynı şekilde tecavüz edin. Allah'tan sakının
ve Allah'ın müttaldlerle beraber olduğunu bilin."[89]
"Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın; aşırı gitmeyin;
doğrusu, Allah aşırı gidenleri seymez."[90]
Görüyoruz ki
müslümanlar, savaşta iki şeye bağlı kalmakla emro-olunmaktadır: a) Düşmana karşı misilleme yaparak
tecavüzü defetmek, b)Takva ve
faziletten ayrılmamak. Düşman ırz ve namusa karşı kötülükte bulunsa bile,
müslümanlar şerefli hareket edeceklerdir; çünkü şerefsizlik ve edepsizlik
takvaya aykırıdır.
5) Düşman
ahdini bozmadıkça ve döneklik ettiğine dair bir emare bulunmadıkça ahde vefa
gösterilecektir. Düşmanın ahdini bozduğuna dair bir işaret bulunursa,
müslümanlar da ahidlerini bozacaklardır. Bu hususta Kur'an şöyle buyurur:
"Eğer bir kavmin (Antlaşmaya) hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara
karşı ahdini hoz; doğrusu Allah, hainleri sevmez."[91]
Hıyanet belirtileri
veya şüphesi ortaya çıkmazsa ahde vefa göstermek gerekir; sebepsiz yere ahdi
bozmak doğru olmaz. Bu itibarla Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur:
"Ahidleştiğiniz
zaman Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah'ı kendinize kefil kılarak
pekiştirdiğiniz yeminleri hoznıaym. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı oilir.
Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötürü, aranızdaki yeminleri
hozarak, ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra bozan kadın gibi olmayın.
Allah, onunla sizi imtihan eder. And olsun ki, ayrılığa düştüğünüz şeyleri O,
kıyamet günü size açıklar. Allah, dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Lâkin
O, istediğini saptırır, istediğini de doğru yola iletir. İşledîklerinzden
mutlaka sorulacaksınız. Birbirinizi aldatmak için yemin etmeyin ki, bu yüzden
sağlamca yere basmakta olan ayağınız sürçebilir. Allah yolundan alıkoyduğunuz
için kötü bir azap tadarsınız ve sizin için büyük bir azap vardır. Allah'ın ahdini
hiç bir pahaya değişmeyin. Eğer bilirseniz Allah katında olan, sizin için daha
iyidir."[92]
İşte bu yüce hükümler,
Kur'an'in nurundan süzülüp gelen bir kısım huzmeler olup insanın yaratılışına
tamamen uygundur. Bu hükümleri Allah Taâlâ Kur'an'da beşerin fıtratı olarak
vasıflandırır ve şöyle buyurur: "Yüzünü, tam olarak Allah'ın fıtratı olan
dine çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında
değişme yoktur. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmez."[93]
Sünnet-i Nebeviyye,
Peygamber (S.A.)'in söz, fiil ve takrirleridü". Buna göre, mahiyet
bakımından Sünnet üç kısma ayrılır: 1)
Kavlî Sünnet, 2) Fiilî Sünnet, 3) Takrîrî Sünnet.
Sünnetin çoğu
kavlî'dir. Meselâ; "Ramazan hilalini görünce orucu tutun; Şevval hilalini
görünce orucu yeyin."[94]
"Bir kimse uyuyarak veya unutarak namazını geçirirse, hatırlayınca
kılsın."[95] hadîsi şerifleri
böyledir.
Fiilî Sünnet'e misal
olarak Hz. Peygamberin namaz kılışını ve hac-cedişini söyleyebiliriz. Nitekim
kendileri de, "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın."[96]
"Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin.”[97]
buyurmuştur. Keza, Hz.
Peygamber'in savaşlarda yapmış olduğu işler de fiilî sünnete girer ve
müslümanların da aynı işleri yapması meşru sayılır.
Takrîrî Sünnet'e
gelince; bu, Hz. Peygamber'in görüp veya işittiği bir işi ikrar ve kabul
etmesidir. Meselâ; huzurunda sahâbîlerce yapılan işleri veya söylenilen sözleri
reddetmemesi, bunları ikrar etmesi demektir. Sözgelimi; su bulamadığı için
teyemmümle namaz kılan kimse, namazdan sonra su bulduğu halde namazı iade
etmemiş; Peygamber (S.A.) de bunu tasvip etmiştir. Keza, Hz. Ali'nin bazı
hükümlerini ve yabanî eşek eti yiyenleri tasvip etmiştir. İşte Hz. Peygamber'in
hu: zurunda veya gıyabında sahâbîler tarafından yapılan ve O'nun tasvibini
gören bu türlü işler pek çok olup takrîrî sünneti teşkil eder. Peygamber
(S.A.)'in tasvibiyle de bunlar meşruluk kazanmıştır.
Sünnet, hükümleri
açıklama bakımından Kitab'm tamamlayıcısı ve yardımcısı mahiyetindedir. Bu
itibarla Şafiî, onu, beyan bakımından Kitab'tan ayrı görmez; her ikisini de
istidlal yönünden bir sayar ve "nass" adı altında birleştirir. O'na
göre, bunlar, hükümleri birlikte ve yardımlaşarak beyan ederler."
Şâtıbî de bu konuda
şöyle der: "Hüküm çıkarırken yalnız Kur'-an'a bakmak ve onun bir
açıklaması olan Sünnet'e bakmamak doğru olmaz; çünkü Kur'an, külli hükümleri
ihtiva eder. Namaz, zekât, hac, oruç ve benzeri emirleri açıklamak için
Sünnet'e bakmak zarurîdir."[98]
Bununla birlikte Sünnet,
hüküm çıkarırken başvurulan müstakil bir asi (delil) teşkil eder. Sünnetin hüccet oluşunu gösteren
deliller şöyle özetlenebilir:
1) Kur'an
nass'ları, Peygamber'e itaati emretmektedir. Meselâ Kur'an'da "Peygamber'e
itaat eden Allh'a itaat etmiş olur."[99]
"Ey îman edenler, Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi
olanlara (ülü'1-emre) itaat edin."[100]
"Allah ve Rasulü bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına
işlerinde artık başka yolu seçmek yaraşmaz"[101]
buyurulmuştur.
İşte bunlar ve benzeri
nass'lar gösteriyor ki Peygamber'in buyruklarına uymak gerekmektedir.
2) Sünnet,
Peygamberin Rabbinden aldığı risalet'i (elçilik görevini) tebliğinden
ibarettir. Allah, O'na bu risaleti tebliğ etmesini bildirerek şöyle
buyurmuştur: "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et; eğer
bunu yapmazsan O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun."[102]
Sünnet de, Risalet-i Muhammediyye'nin tebliğine dahil olduğuna göre ona uymak,
şerîate uymaktır.
3) Kur'an
nass'ları,Peygamber(S.A.)'in
Allah'tan vahiy .alarak
konuştuğunu bildirmektedir. Şu âyet-i kerîmeler burada misal olarak
getirilebilir:"O,kendiliğinden konuşmamaktadır. O'nun konuşması, ancak
indirilen bir vahiy iledir."[103]
"Sana Allah'ın bol nimet ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir takımı seni
saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar, kendilerinden başkasını saptiramazlar;
sana da bir zarar veremezler. Allah, sana Kîtab ve Hikmet (Sünnet)i indirmiş
ve bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın sana olan nimeti büyüktür,"[104]
4) Kur'an âyetleri, Peygamber'e iman edilmesini açıkça belirtir. Allah kendisine
iman ile Peygamber'e imanı yan yana zikreder ve şöyle buyurur: "Allah'a ve
okuyup yazması olmayan (ümmi) Peygamber'e iman edin; O Peygamber de, Allah'a ve
O'nun sözlerine iman etmiştir ve O'na uyun ki hidayete eresiniz."[105] Bu
âyet-i kerîme, Peygamber'e imanı ve
bunun bir neticesi olarak da O'na uymayı emretmektedir. Başka bir âyet'te de
şöyle buyurulmuştur: "Allah ve
Peygamberine iman eden mü'minler, Peygamber'le birlikte bir işe karar vermek
için toplandıklarında, O'ndan izin almaksızın gitmezler."[106] Bu
nass da, Peygamber'e imanı, O'na uymanın ve O'ndan müsaade almanın vâcib
olduğunu göstermektedir.
İşte Sünnet'in hüccet
oluşu böylece Kur'an âyetleriyle sabit olmuştur. Buna göre Sünnet, bir bakıma
Kur'an'dan doğmuş ve Peygamber de Sünnetle Kur'an'm hükmünü açıklamıştır.
Müslümanlar, ilk
asırdan itibaren Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrirlerine önem verdikleri
gibi, Peygamber'den hadis rivayet eden kimselere de önem vermişlerdir.
Hadisler, bizzat Peygamber'i gören sahâbîlerden, sonra tabiîlerden, daha sonra
da teba-i tabiînden nakle-dilegelmiştir. Rivayet bakımından hadisler önce iki
kısma ayrılır: 1) Senedi muttasiî
olanlar, 2) Senedi muttasıl
olmayanlar. Bu ikinci kısım hadislerin delil olma gücü üzerinde usûlcüler hayli
durmuşlardır.
Bunlar, rivayet
bakımından üçe ayrılır: 1)
Mütevâtir, 2) Meşhur, 3) Haber-i âhâd.
Birinci kısım
hadisleri, çok sayıda ve yalan üzerine ittifakları imkânsız olan bir topluluk
rivayet etmiştir. Bu hadisler, sened yönünden Peygamber (S.A.)'e dayanır. Beş
vakit namaz, zekâtın miktarları ve bazı kısas hükümleri ile ilgili hadîs-i
şerifler bunlara misal olarak zikredilebilir. Bazı âlimler; "Yalan yere
bana kim bir hadis isnad ederse, ateşte kendi yerine hazırlansın."[107]
hadîsi gibi tevatürün lafız bakımından şart olduğunu ileri sürmüştür.
Bilginler Hz.Ömer'in rivayet ettiği "Ameller niyetlere göredir. Herkes
niyet ettiği şeyi görecektir."[108]
hadîs-i şerifinin mânâsı üzerinde ittifak etmişlerdir.
Bilginlerin çoğunluğu
(cümhum'l-ulemâ), mütevâtir hadîsin, müşahededen doğan bilgi gibi kesinlik
ifade ettiğini söylemiş ve şu delilleri ileri sürmüştür: insanlar, tevatürü
fıtratları icabı kabul etmişlerdir; çünkü atalarını tevatüre dayanan
haberlerle tanırlar; çocuklarını da gözleriyle görerek bilirler. Keza, küçük
olarak doğduklarını ve yavaş yavaş büyüdüklerini tevatür yoluyla öğrenirler ve
aynı hali kendi çocuklarında da görerek tasdik ederler. Meselâ; Ka'h e'nin ne
tarafta olduğunu mütevâtir haberlerle bilirler; evlerinin cihetini ise
müşahe-deleriyle tanırlar. İnsanların tevatüre dayanarak kabul ettiği şeylerin
eskiden beri doğruluğunu, mantıkî inceleme isbat etmiştir; zira insanlar,
değişik mizaç ve yaratılışa sahiptir; dolayısıyla bir haber üzerinde ya bizzat
işittikleri veya uydurma olduğu için birleşeceklerdir, uydurma bir şey üzerinde
birleşmeleri saçmadır; çünkü sayıca çok oluşları, uydurma bir şey üzerinde
birleşmelerini imkânsız kılar. O halde geriye, ancak işittikleri için onun
üzerinde birleşmiş olmaları kalmaktadır. Bu itibarla mütevâtir hadisler, delil
olma bakımından hemen hemen Kur'an kuvvetindedir.
İkinci kısım, yani
meşhur hadisleri bir-iki veya buna yakın sahâ-büer rivayet etmiş, yahut da
bunlar, bir-iki sahâbîden rivayet edilmiş, sonra meşhurlaşarak, yalan üzerinde
birleşmesi imkânsız olan bir kalabalık tarafından rivayet olunmuştur. Bunların
meşhur oluşu sahâbî veya tabiîler asrını takib eden tabakaya rastlar. Bu hadis,
bu tabakadan sonra yaygın hale gelmekle meşhur olmuş sayılmaz; çünkü tedvin
edildikten sonra bütün hadisler meşhur olmuştur.
Ebu Hanîfe ve
arkadaşlarına göre meşhur hadis, kesin bilgi ifade eder; fakat bu, derece
bakımından tevatürle hasıl olan bilgiden aşağıdır. Kur'an'da mevcut olmayan
hükümler, bu hadislerle sabit olur. Bazı fakihlere göre meşhur hadisler, âhâd
hadisler gibi delil olma bakımından zannîdirler.
Üçüncü kısım hadisler
haberi âhâd'dır ki, bunlara İmam Şafiî "haber-i hâssa" adını vermiştir.
Bunlar da, bir - iki veya daha fazla sahâbî tarafından rivayet edilen ve meşhur
hadîs'in şartını haiz olmayan hadislerdir.
Hadîs-i âhâd, zannî
bilgi ifade eder; kesin bilgi ifade etmez; çünkü bunların Peygamber (S.A.)'e
ittisalinde şüphe vardır."Keşfü'l-Esrar" müellifi bu konuda şöyle
der: "Bu hadislerin Peygamber'e ittisalinde şekil ve mânâ yönünden şüphe
vardır. Şekil bakımından şüphe, Peygamber'e ittisalinin kesin olarak sabit
olmamasındandir. Mânâ bakımından ise, tabiîleri takibeden tabakada ümmet bu
hadisleri kabul ile karşılamamıştir."[109]
Hadîs-i âhâd'm
Peygamber'e isnadmdaki hu şüpheden ötürü bilginler, ona aykırı bir hüküm
bulunmazsa bununla amel edilebileceğini; fakat itikadı konularda bunun bir
delil teşkil edemiyeceğini; çünkü iti-kadî meselelerin kesin bilgiye dayanması
gerektiğini, tercih yönü olsa bile, zannî bilgi ile itikad konusunda onun bir
şey ifade etmiyeceğini söylenişlerdir.
Üç imam, yanî E b u
Hanîfe, Şafiî ve Ahmed b. H a n b e 1 sahih hadislerin rivayet şartlarını haiz
olan haber-i âhâd'ı delil olarak kabul ederler. Şu kadar ki Ebu Hanîfe, râvînin
güvenilir (sika) ve adaletli olmasının yanında rivayet ettiği şeye aykırı bir
amelde bulunmamasını şart koşar. Meselâ, Ebu Hüreyre'in rivayet ettiği
"Birinizin kabına köpek batarsa, o, birisi temiz toprakla olmak üzere,
onu yedi defa yıkasın."[110]
hadîsini EbuHanîfe kabul etmez; çünkü Ebu H ü r e y r e, bu hadisle amel etmez
ve böyle bir kabı üç kere yıkamakla yetinirdi. İşte bu durum, o hadîsi rivayet
yönünden zayıflatmakta, hattâ onun Ebu Htireyre'ye nisbetini dahi şüpheli bir
hale sokmaktadır.
İmam Mâlik, haber-i
âhâd'in delil olması için Medine 'İllerin ameline muhalif bulunmamasını şart
koşmuştur; zira o, dinî işlerde Medine'lilerin amelini meşhur hadis
mertebesinde görür. İmam Mâlik, tıpkı hocası Rabîatu'r-Rey gibi Medîne'lilerin
amelini, Peygamber'e ulaşana kadar bin kişinin bin kişiden rivayeti olarak kabul
eder. Eğer haber-i âhâd, Medîne'lilerin ameline aykırı düşerse, onun
Peygamber'e nisbeti zayıf demek olup Medîne'lilerin amelinden sonra gelir. Bu
da, İmam Mâlik'e göre, meşhur rivayeti haber-i âhâd'a tercih etmek demektir;
yoksa onu reddetmek demek değildir.
Böylece her dört
imamın da haber-i âhâd'ı delil olarak kabul ettiği sonucuna varmış
bulunuyoruz. Bazısı onu reddediyorsa, Peygamber'e nisbetini zayıflatan bir
sebebe dayandığı veya daha kuvvetli gördüğü bir delile aykırı bulduğu için
reddediyor.
Haber-i âhâd'ı delil
olarak kabul etmek için adalet, zabt, râvinin onu, aralarında görüşme sabit
olan bir kimseden bizzat işitmiş olması, hadîsin metninde ehl-i hadîs'in
prensiplerine, din veya Kur'an'ın kesin emirlerine aykırılık bulunmaması
şarttır.
Adalet'in mânâsı,
râvînin yalancılıkla meşhur olmaması, farzları yerine getirmesi ve yasaklardan
sakınmasıdır. Dinî bir meselede, dînin emir ve yasaklarına Önem vermeyen
kimsenin rivayeti kabul edilmez. Adâlet'in diğer bir şartı da, râvînin bid'at
ehli olmamasıdır.
Zabt'ın mânâsına
gelince; Pahr u'l-İ s 1 â m Pezdevî, bunu şöyle açıklar; "Zabt'm tefsiri
de sözü hakkıyla işitmek, sonra onu istenildiği şekilde anlamak, sonra bütün
gayretini sarf ederek hıfz etmek, sonra onu muhafazada sebat etmek ve rivayet
ederken şüpheye düşmemek için müzakere suretiyle kontrol etmektir. Zabt ikiye
ayrılır: 1) Hadîsin metin ve
mânâsını aynen zabt, 2) Birincisine
ilaveten şer'î ve fıkhı mânâsını da zabt. İşte bu, zabt'm en üstün şeklidir.
Zabt'ın mutlak şekli, kâmil zaptı da içine alır. Bu itibarla yaratılıştan veya
dikkatsizlikten, ya da müsamaha suretiyle gafleti şiddetli olan kimsenin rivayeti
hüccet olmaz; çünkü bu, zabtın birinci kısmına bile girmez. Bu yüzdendir ki
fıkıh bilmeyen kimsenin rivayeti, tercih babında yeterli görülmemiştir."[111]
Bundan anlaşılıyor ki
Pezdevî, zabt'ı, kâmil ve nakıs diye ikiye ayırmak istiyor. Nakıs zabt, metni devamlı
olarak hıfzetmek ve onun sözlük mânâsını anlamaktır. Kâmil zabt ise, aynı
zamanda onun fıkhı mânâsını da anlamaktır. Birincisi rivayetin kabul edilmesi
için şarttır; zira bu türlü zabt gerçekleşmezse rivayet reddedilir. İkincisi de
tercih için şarttır; sözgelimi, fakih râvi ile fakih olmayan râvînin rivayeti
çatışırsa, fakihin rivayeti alınır; fakih olmayanmki reddedilir.
Muttasıl olmayan
(gayr-i muttasıl) hadis, sened bakımından, Peygamber (S.A.)'e ulaşmayan hadis'dir.
Buna bazı bilginler "mürsel" adını verir. Bazıları da
"mürsel" diye, tâbiî'nin, kendisinden rivayet ettiği şahabının ismini
zikretmediği hadî.s'e derler. Kimisi de, buna "munkati" adım verir.
Sahâbî ismi
zikredilmeyen "mürsel hadîs"in delil olup olmamasında bilginler
ihtilaf etmişlerdir. İmam Ahmed b. Hanbel, bunu "zaîf" kabul eder ve
konu ile ilgili başka bir hadis bulunmazsa, yani zaruret karşısında kalırsa
delil olarak alır.
Şafiî, mürsel hadîs'i,
ancak bunu rivayet eden tabiî, Medîne'li Said b. el Müseyyib ve Irak'lı Hasan
el-Basrî gibi meşhur ve bir çok sahâbî ile görüşen bir tabiî ise kabul eder.
Bununla birlikte Şafiî, aşağıdaki dört şeyden biriyle desteklenmedikçe bu gibi
tabiîlerin mürsel hadîsini kabul etmez:
1) Mürsel
hadîs'i, sened bakımından muttasıl ve mânâsı aynı olan bir hadis
desteklemelidir. Ancak bu durumda, delil olma payı, mürsel hadîs'e değil,
müsned (muttasıl) hadîs'e aittir.
2) Mürsel
hadîs'i, ilim adamlarının kabul ettiği başka bir mürsel hadis desteklemelidir.
Böylece iki rivayet birbirini kuvvetlendirmiş olur.
3) Mürsel hadis, bazı sahâbi sözüne uygun
düşmelidir. Bu suretle o, Peygamber (S.A.)'e ulaşmış sayılır.
4) İlim ehli, mürsel hadîs'i kabul edip çoğu
onunla fetva vermiş olmalıdır.[112]
İşte Şafiî, bu dört
husustan biriyle desteklenen ve birçok sahâbî-yi görebilen büyük tabiîlerin
mürsePini kabul eder;, fakat mürsel, müsned bir hadisle çatışırsa, müsned'i
ona takdim eder.
İmam Mâlik ve Ebu
Hanîf e'ye gelince; bu iki imam, mürsel hadîs'i kayıtsız şartsız kabul eder ve
onu müsned hadis derecesinde görür. Onlara göre takdim, râvîlerin kuvvetine
bağlıdır. Hattâ bu iki büyük imam, yalnız tabiînin mürsel'ini değil, teba-i
tabiînin mürsel'ini dahi kabul eder. Teba-i tabiînin mürsel'i, onu rivayet eden
teba-i tabiînin, sahâbî ve tâbiî'nin ismini zikretmeden naklettiği hadistir.
Bu iki imam, tabiî ve teba-i tabiînden rivayet ettikleri için, hadis aldıkları
râvîlere olan itimad derecesine itibar etmektedirler.
İmam Şafiî ile Ahmed
b. Hanbel zamanında ise, Peygamber (S.A.)'in saadet asrından hayli
uzaklaşılmış olduğu için bu iki imam hadîsin senedini aramak ihtiyacını
duymuşlar ve mürsel hadîs'i buna göre değerlendirmişlerdir.
Sünnet, şer'î
hükümleri beyan bakımından Kitab'm yardımcısıdır. Bunu şu üç maddede
özetleyebiliriz:
1) Sünnet,
Kitab'm mübhem ve mücmellerini açıklar, umumî hükümlerini tahsis eder,
cümhur'a göre nâsih ve mensûh'u bildirir.
2) Sünnet,
Kur'an'da asılları sabit olan farzları tamamlayıcı hükümler getirir.
3) Sünnet',
Kur'an'da bulunmayan bir kısım hükümleri beyan eder.
Sünnet, bu hükümlerden
başka bir kısım takrîrî hükümler de ihtiv eder ki, bunlara Kur'an bahsinde de
işaret ettik.
Birinci madde için
namaz ve zekâtı misal olarak verebiliriz. İmam Şafiî; "Kadın halası,
teyzesi, bacısı kızı ve kardeşi kızı üzerine nikâhlanamaz."[113]
hadîsinin, "... Bunlardan başkaları size îıelal lalındı..."[114]
âyetini tahsis ettiğini söyler. Öyle anlaşılıyor ki, öteki imamlar da bu
hadîsi aynı şekilde kabul etmişler; ancak bunun haber-i âhâd mı, yoksa meşhur
hadis mi olduğunda ihtilafa düşmüşlerdir.
İkinci maddeye misal
olarak lian'ı zikredebiliriz. Kur'an, Han'ı bütün teferruatıyla bildirmiş,
sünnet 'de, Han'dan sonra karı-kocanın birbirinden ayrılacağını; çünkü
aralarında artık itimat kalmadığını, esasen karı-kocalık hayatının temelini
itimadın teşkil ettiğini açıklamıştır.
Ehli eşeklerle yırtıcı
kuşların etinin yenmesini haram kılan ve diyetlerle ilgili bir çok hükümleri
tesbit eden hadisler, üçüncü madde için ileri sürülen misaller arasındadır.
Gerçekte bu misaller,
Kur'an'm beyan ettiği esaslara râcidir. Meselâ; Peygamber (S.A.)'in beyan
ettiği diyet; "... ailesine diyet ödemek gerekir..."[115] ve
"... ölenin kardeşi (velîsi) tarafından kendisi bağışlan-mışsa, öldürene,
örfe uymak ve ona güzellikle diyet Ödemek gerekir..."[116]
âyetlerine dayanır. Ehli eşeklerle yırtıcı kuşların etinin haram kılınışı da;
"... O, size temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar..."[117] âyetine
râcidir. Demek ki haram kılman yiyecekler pis olduğu için men edilmiştir.
Böylece diyebiliriz ki
Sünnet'in açıkladığı her hüküm için Kur'an'-da uzak veya yakın bir asi
mevcuttur. Bu itibarla bazı bilginler, Sünnet'in açıkladığı her hükmün
Kitab'dabir aslı mevcuttur görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bu görüşü, Şafiî
"er-Risale" de nakletmiştir. Şâ-tıbî de"el-Muvâfakât"mda
bunu benimsemiş ve şöyle demiştir: "Sünnet, mânâsı itibariyle Kitab'a
râcidir. O, Kitabın mücmel ifadelerini açıklar, müşkilini izah eder ve muhtasar
beyanlarını genişletir; çünkü o, Kitabın bir açıklamasıdır. Buna; Sana da
Kur'ân'ı indirdik, ta ki insanlara, kendilerine indirileni açıklayasın.”[118]
âyeti delalet eder. Sünnet'te mevcud olan her hususa Kur'an'da icmali veya
tafsîlî bir delalet vardır; çünkü Kur'an bu şerîatin esası ve ilk kaynağıdır...
Allah, Kur'ân'ı her şeyi açıklamak için göndermiştir. Buna göre Sünnet, özet
olarak, Kur'an'da vardır; çünkü emir ve yasaklar, Kitab'ın başlıca hükümlerini
teşkil eder. Allah Taâlâ Kur'an'da, 'Kitab'da biz hiç bir şeyi eksik
bırakmadık’[119] buyurmuştur."[120]
Sünnet, Peygamber
(S.A.)'in söz, fiil ve takrirleridir, demiştik. Şüphesiz Hz. Peygamber'in bütün
söz ve takrirleri Sünnet'e dahil ve din'de hüccettir. Acebâ O'nun bütün
fiilleri, yiyip içmesi ve giyim-kuşamı sünnet midir?
Bilginler, Hz.
Peygamber'in fiillerini üç kısma ayırırlar:
1) Şerîati
açıklamak için yaptığı işler: Namaz kılışı, oruç tutuşu, haccedişi, ziraat
ortaklığı kuruşu ve borç alıp verişi böyledir. Bu türlü fiilleri sünnet olup
onlara uymak gerekir. Keza, Hz. Peygamber'in yaptığı alış verişler, bunların
mubah ve meşru oluşunu gösterir. Yine O'nun yapmış olduğu dinî işler de,
Kur'an'ın kısa ifadelerinin açıklaması sayılır.
Buna göre diyebiliriz
ki, Peygamber (S.A.)'in şerîati açıklama mahiyetinde olan fiilleri ikiye
ayrılır: a) Şerîatin mücmel ifadelerini açıklayan fiilleri, b) Bir işin mubah
oluşunu gösteren fiilleri. Her iki kısma gren fiilleri de umumî olup sırf
kendilerine mahsus değildir.
2) Peygamber (S.A.)'e mahsus olduğuna dair delil
bulunan fiiller: Dörtten fazla kadınla evlenmesi böyledir.
3) İnsanlık
icabı ve Arabistan'da yaygın olan
geleneklere göre yapmış olduğu iş ve hareketler: Hz. Peygamber'in yiyip içmesi,
giyinip kuşanması, helal şeyleri yiyip içme tarzı bunlara dahildir. Peygamber
(S.A.), bunları beşer fıtratının bir icabı ve içinde yaşadığı milletin bir
geleneği olarak yapmıştır.
Hz. Peygamber'in bir
kısım fiillerinin sünnet olup olmaması üzerinde bazı bilginler ihtilaf
etmişlerdir. Peygamber (S.A.), bunları âdet olduğu için mi, yoksa şerîati beyan
maksadıyla mı yapmıştır? Meselâ; sakalını bir kabza uzatması, bir çok
bilginlere göre sühnet'tir. Bunlar, görüşlerini kuvvetlendirmek için;
"Bıyığınızı kırpın, sakalınızı da uzatın."[121]
hadîsini ileri sürerek sakal bırakmanın âdet işi olmadığını, şer'îbir şey
olduğunu söylerler. Bunun bir âdet olduğunu, şefi bir şey olmadığını
söyleyenlere göre, icmâ' ile kesinlik ifade etmeyen bu konuyla ilgili nehiy,
bıyıklarını uzatan ve sakallarını kesen Yahudi ve diğer gayr-i müslimlere
benzemeyi yasaklamak içindir. Buna göre sakal bırakıp bırakmama bir âdet
meselesidir. Biz de bu görüşü tercih ediyoruz.
İslâm şeriatinde her
türlü istinbat Kur'an ve Sünnet nass'larma dayanır. Şer'î deliller de iki
kıımdır: 1) Nass'lar, 2) Nass olmayanlar. Bu nass olmayanlar,
Kıyas ve İstihsân gibi delillerdir. Bunlar da, esasen nass'lara dayanan ve
onlardan çıkarılmış olan delillerdir.
Elbette fakih,
nass'lardan istinbat etme metodlarmı bilmelidir. İşte fıkıh usûlü, nass'lardan
istinbat yollarını gösteren ve bunları genişçe açıklayan bir ilimdir.
Nass'lardan istinbat
etme metodları iki kısımdır: 1)
Manevî me-todlar, 2) Lafzı
metodlar,. Birinci kıyas, istihsân, masâlih ve zerâyi' gibi nass olmayan
delillerden hüküm çıkarma yollarıdır. İkincisi ise, nass'larm lafızlarını,
bunların delalet ettiği umum ve hususu anlama esasına dayanır. Keza, delalet,
nass'm lafzı mantûku ile midir, yoksa fahvây-i kelâm'dan alman mefhum ile
midir?Veya ibarelerin ihtiva ettiği kayıdlarla mıdır? Sonra lafızlardan
anlaşılan şey, ibare ile midir, yoksa işaretlemidir? İşte bütün bunlar ,lafzî
istinbat metodları-nın esasını teşkil ederler.
Usul bilginleri bu
metodları, "lafzî Mebhasler" başlığı altında incelemişlerdir. Biz
de, Önce bunları anlatacağız.
İslâmî nass'lar
Arapçadır; elbette bunların anlaşılabilmesi ve bunlardan hüküm çıkarılabilmesi
için Arapçanın tam olarak bilinmesi, ibarelerinin incelikleriyle mecazî ve
hakîkî mânâlarda kullanılışının ve her türlü ifade şekillerindeki delalet
sınırlarının iyice kavranılması lazımdır; çünkü böyle bir bilgi ve kavrayışın,
nass'ları anlama ve onların ifade ettiği hükümleri açıklamada önemi büyüktür.
Bu itibarla Usûl
bilginleri, nass'ları anlamak ve bunlardan hüküm istinbat etmek için bir kısım
kaideler koyma cihetine gitmişlerdir. Bu işi yaparken de şu iki şeye
dayanmışlardır: I) Lügat bakımından
Kur'an ve Sünnet nass'larını anlamak için Arapçanın bilinmesi, 2) Peygamber (S.A.)'in Kur'an
hükümlerini açıklamak için koymuş olduğu usûl ve nass'larm hükümlerini
açıklayan Sünnet'in toplamı; çünkü toplam itibariyle Sünnet, Kur'an
lafızlarını, şeriat dairesi çerçevesinde anlaşılır hale getirmiştir.
Böylece usûlcüler,
teklifi hükümler ihtiva eden Kur'an ve Sünnet nass'larınm fıkhî tefsir
metodlarmı açıklamışlar ve bu maksatla bir kısım kaideler koymuşlardır. Bu
kaideler sayesinde fakih, istinbat yollarını, zahirde birbiriyle çatışır gibi
görünen nass'ları birleştirmeyi ve dînin zarurî olarak bilinen hükümlerinin
toplamına aykırı düşen nass'-larm nasıl te'vil edileceğini bilir.
Kısaca, fakih,
istinbat için konan bu kaidelere uyarsa, hüküm çıkarırken hatâya düşmekten
korunmuş ve ilk kaynağı teşkil eden nass'lardan İslâm şerîatinin neler
kasdettiğini bilmiş olur.
İstinbat metodunu
tayin etmek için Fıkıh Usûlü'nün önce lafızları tesbit işine yönelişi tuhaf bir
şey değildir. Nitekim Aristo da, Mantık ilmini tedvin ederken tamamen burhan ve
şekillerine, burhan'ın doğru olması için lafızları tesbite önem vermiştir.
Tasavvur, tasdik, tarif, had ve burhan'ın mânâsı üzerinde durmuş, sonra kıyas ve
şekillerini ele almıştır ki, bütün bunlar, lafzî metodlardır. Bunun sebebi
şudur: Maksatları tesbit, daima lafızları ve bunların delalet -hududunu tayine
bağlıdır.
Fıkıh Usûlü'nün önem
verdiği lafzî kaideler, şu dört hususa yönelir:
1) Açıklık
ve maksada delalet kuvveti bakımından lafızlar.
2)
Lafızların delalet yolları; yani bu delalet sarih ibare ile midir? işaretle
midir? Mânâların lâzimeleri ile midir? Mantûk ile midir? Yoksa mefhûm ile
midir?
3)
Lafızların muhtevası ve umum, husus, mutlak ve mukayyed olma (itlak ve takyid)
gibi delalet hududu ile ilgili şeyler.
4) Teklif
sıygaları (kipleri).
Fıkhî istinbatm doğru
olması için bu dört hususun bilinmesi şarttır; çünkü bu kaideler, yalnız İslâm
fıkhını öğrenmek isteyenlere değil, aynı zamanda her hukukçuya faydalıdır.
Zira bunlar, hukuki lafızları tefsire yarayan ve bunların amaçlarını ortaya
çıkaran kidelerdir. Kısaca, .bunlar, hukuki öyle prensiplerdir ki hem îslâm
fıkhı, hem de beşerî (mevzu) hukuk için son derecede yararlıdırlar.
Lafızlar önce ikiye
ayrılır: a) Delalet bakımından apaçık lafızlar. Bunların gereğine göre teklif
mümkün olur, b) Bu şekilde açıklığa sâhib olmayan lafızlar. Bu durum, Kur'an
nass'larmda olduğu gibi, beşerî (mevzu) hukuk'ta da mevcuttur. Bu yüzdendir ki
beşerî kanunların amaçlarım, muğlak ifadelerini, ibare ve yeni terimlerini
açıklar mahiyette ek kanunlar yapılmaktadır. Bu arada kanunun bazı maddeleri
bir kaç çeşit tefsire müsaid' olabilir. Âdil bir hâkim yargı sırasında bu
tefsirlerden hakka en yakın olanı tercih eder ve elindeki meseleyi, kanunun
ruhuna uygun olarak, adaletli bir şekilde neticeye bağlar. Kanunun bu pratik
tefsirinin yanında bir de, nazarî ve serbest tefsir ve incelemeleri vardır ki,
bunların bazısı, meselâ, mevcut kanuna göre bir olayı suç sayar, bazısı da suç
saymaz.
Kur'an nass'lannm da
böyle tefsire muhtaç olan kısımları vardır. Bunları Peygamber (S.A.),
irtihalinden önce açıklamıştır. Hz. Peygam-ber'in açıklamadığı ve teklif
bildiren hiç bir Kur'an nass'ı yoktur. O, bunları ya fiiliyle veya sözüyle
açıklamıştır. Bazı Kur'an ibareleri, bir kısım fakihlere açıklanmamış gibi
görünüyorsa, bu, onların Sünnet'i bütünü ile bilmemelerindendir. Kesin bir
dille söyleyebiliriz ki, geçmiş fakihlerin toplamı, Sünnetin bütününü
biliyordu; bir. kısmının bilmediği Sünnet varsa onu diğer kısmı elbette
biliyordu. Her halde Sünnet'in tamamı, fakihlerin hepsi için meçhul değildir.
Lafızlar, açıklık ve
delalet kuvveti bakımından dört kısma ayrılır:
1) Zahir:
Bu, delalet kuvveti bakımından en aşağı mertebededir.
2) Nass: Bu,
zâhir'den daha üst bir mertebededir.
3) Müfesser:
Bu da, nass'dan daha üstündür.
4) Muhkem:
Bu ise, en üstün mertebeyi teşkil eder. Zahir:
Bir kısım bilginlere
göre zahir ile nass arasında bir fark yoktur. Mâliki, Şafiî ve Hanbelîlerin
ekserisi bu görüştedir. Bir kısım Malikî ve Şafiî bilginlerine göre, zahir ile
nass arasında söyle bir fark vardır:
Nass, delalet ettiği
mânâda ihtimal kabul etmez. Zahir ise, delalet ettiği şeyde ihtimali kabul
eder. Bazı Mâlikîler, nass'ın kabul etmediği ihtimali, delil'den doğan bir
ihtimal olarak'tefsir ederler. Delü'den nâşi olmayan ihtimal ise, lafzın nass
olmasına mâni teşkil etmez. Bazılarına göre de nass, her hangi bir ihtimale yer
vermekizin, kendi mânâsına delalet eden şeydir; isterse bu ihtimal, sayı
bildiren "beş" lafzı gibi de-lil'den nâşi olmasın. Buna göre âmm bir
lafız, umuma delaletinde zahir kabilindendir; çünkü ahsîs'a ihtimali vardır.
Birinci tefsire göre âmm "bir lafız, nass kabilindendir; çünkü ondaki
ihtimal delil'den nâşi değildir.
Hanefîler, bu konuda
başka bir yoldan giderler. Onlara göre zahir, açıkça bir mânâya delalet eden
sözdür; fakat o söz bu mânâ için sevk edilmemiştir. Bir lafzın böyle
sevkedilmediği mânâya delaleti ,lafzî bir delalettir; fakat birinci plânda
onunla bu kasdedilmemiştir; aksine bu delalet başka bir maksada tâbidir.
Meselâ; "Eğer (velîsi bulunduğunuz mal sahibi) yetim kızlar hakkında
(kendileriyle evlenince) haksızlık yapmaktan korkarsanız, (onlarla değil)
hoşuna giden (diğer) kadınlardan iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz.
Şayet aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane yeter."[122]
âyetinin lafzı yetim kızlara adaletli muamele edilmesi için sevk edilmiştir;
fakat bu âyet-i kerîme, zahiriyle iki, üç ve dörde kadar evlenmenin, adaletli
davranma korkusu bulunursa, bir kadınla evlenmekle yetinmenin mubah olduğuna
delalet etmektedir. Yine zahiriyle dörtten fazla kadınla evlenmenin doğru
olmayacağına da delalet etmektedir.Üçüncü olarak da, bir kadından fazlasıyla
evlenmede adaletin dinî bir şart olduğunu, kazaî bir şart olmadığını
göstermektedir; çünkü burada adaletin, evlenmedenönceisbatı imkânsızdır.Evlenen
kimsenin zulmü görülmedikçe adaletsizliği isbat olunamıyacağmdan, birden fazla
kadınla evlenmesine müdahale edilemez.
Şu faiz (ribâ) ayeti
de zahir için bir misal olabilir: "Faiz yiyenler Kıyamet günü ancak şeytan
çarpmış gibi kalkarlar. Bu, onların, 'zaten faiz ahm-satım gibidir'
demelerindendir. Oysa Allah, aüm-satımi helal, faizi haram kılmıştır.."[123] Bu
âyet, faizin haram oluşunu ve faiz ile alım satım arasındaki farkı bildirmek
için gönderilmiştir; fakat lafzın zahiri, şüphesiz alım-satımın helal olduğunu
anlatmaktadır.
Keza, zahir için misal
olarak şu kısas âyetini de zikredebiliriz: "Biz onda (Tevrat'da) şöyle
yazdık: cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralar
için kısas gerekir."[124] Bu
âyet-i kerîme Tevrat'ın hükümlerini terkeden Yahudilerin kusurunu yüzüne vurmak
için gelmiştir. Fakat, aynı zamanda zahiriyle, Kur'an'da da kısasın
em-redüdiğini göstermektedir; çünkü Kur'an, bunların Allah'ın hükmü olduğunu
söylemekte ve bu âyeti şu sözlerle bitirmektedir: "Kim bu hakkını
bağışlarsa, bu onun için bir keffârettir. Kim Allah'ın indirdiği ile
hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir."[125]
Zâhir'in hükmü, ifade
ettiği mânânın sübûtu ve amel bakımından delaletine göre hareket etmektir.
Meselâ; yukarıdaki âyetler bir kısım hükümler ifade etmektedir ki birincisi
dörde kadar evlenmenin mubah oluşunu, ikincisi alım-satımın helal kılındığını,
üçüncüsü de kısas cezalarını ve kisas'da bağışlamanın günahların affı için
keffâret olduğunu bildirmektedir.
Zahir, lafzın ifade
ettiği mânâya ve içine aldığı teklifi hükme delalet etmekle birlikte tahsis,
te'vil ve nesh'i kabul eder ki bu yönlerden ona ihtimal dahil olur; kesinliği
azalır.
Zâhir'i anlatırken de
belirttik; bir kısım Şafiî ve Mâlikîlere göre nass asla ihtimal kabul etmez. Bazılarına
göre, delil'den nâşi ihtimali dahi kabul etmez. Hanefîlere göre ise, nass, sevk
edildiği mânâya delalet eden lafızdır. Biraz önce geçen ve faizle alım-satımı
birbirinden ayıran âyet buna misal olabilir. Keza; "Erkek hırsızla kadın
hırzısm, işlediklerine karşılık ve Allah'tan bir ceza olmak üzere, ellerini kesin"[126]
“Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer deynek vurun. Eğer
Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, bunlara, Allah'ın dini hususunda
acıyacağınız tutmasın."[127] ve
"Namuslu ve hür kadınlara zina iftirası atan, sonra dört şahit
getiremeyen kimselere de seksen deynek vurun. Onların şahitliklerini febedî
olarak kabul etmeyin, Onlar, fasiklarm ta kendileridir."[128]
âyetleri de nass'ın misalleri arasındadır.
Nass'ın hükme
delaleti, zahirden daha kuvvetlidir. Bu sebebledir ki zâhir'le çatışırsa nass
tercih edilir. Bu da, zahir gibi tahsis ve te'vil'i kabul eder. Neshi de kabul
eder; fakat neshe dair bir delil bulununcaya kadar, zahir gibi, bununla da amel
edilir. Hemen belirtelim ki hiç kimse bu neshin her asırda sabit olacağını
iddia edemez. Esasen nesih, sadece Peygamber (S.A.)'in asrında sabit olmuştur.
Nass'ın, zâhir'e
tercih edilişine misal olarak şu âyeti zikredebiliriz: "Ey iman edenler,
içki, kumar, putlar, fal okları, şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Onun için
bunlardan kaçının ki felaha eresiniz. Şeytan, içki ve kumarla sırf aranıza
düşmanlık sokmak ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan
abkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?"[129] Bir
nass olan bu âyet, şu âyet-i İçerime ile çatışmaz: "İman edip de güzel
amellerde bulunanlar; sakındıkları, imanda sebat ve iyi işlere devam ettikleri,
sonra inanıp sakındıkları ve sonra yine sakınıp iyi işler yaptıkları takdirde,
taktıklarında (yiyip içtiklerinde) hiç bir günah yoktur. Allah iyi işler yapanları
sever."[130] Bu âyet-i kerîme, her
türlü yiyecek ve içeceğin helal olduğunu bildirmek için sevk edilmemiştir;
ancak takvanın derecesini açıklamak için nazil olmuştur. Muttaki kişi ise,
Allah'ın helal kıldığı temiz rızıkları kendisine haram yapan kimse değildir;
ancak müttakî kişi; iman eden, sakınan ve güzel işler yapan kimsedir. Bu
itibarla, içki içen bir kimse Hz. Ömer'in huzuruna getirilince, Halîfe ona,
niçin içki içtiğini sormuş; o da, bu âyeti, yaptığı işin mubah oluşuna delil
getirmiştir. Hz. Ömer de, ona ceza olarak vurulan deyneğin sayısını artırmış ve
''Bu fazlası senin kötü te'vil'in içindir; eğer sen, Allah'tan sakmsaydm içki
içmezdin" demiştir.
Bu, siyaka göre kasd
olunan mânâya delalet eden lafızdır. Meselâ; "Müşrikler nasıl sizinle
topyekun savaş ediyorlarsa, siz de onlarla öyle topyekun savaş edin."[131]
âyeti böyledir. Müfesser, bazan aslında mücmel olur ve başka bir nass arafmdan
açıklanır. Meselâ; hatâ ile adam öldürmede diyet emreden; "Maktulün
ailesine diyet vermek gerekir."[132]
âyetini, Hadis tefsir etmiş; yani bu diyetin miktar, hudut ve çeşitlerini
açıklamıştır. Burada birinci nass "müfesser", ikincisi de "m ü f
e s s i r" adını almıştır. Zekât da böyle Sünnet tarafından açıklanmıştır.
Keza, hırsızlığın cezasını ihtiva eden âyet de, hırsızın eli kesileceğini
bildirmiştir; fakat hu âyet tefsire değil, tahsise müsaittir; dolayısıyla
hırsızın elinin kesilebilmesi için çaldığı mala bir n i s ab tayin edilmiş ve
bu malın muhafaza (hırz) altında olması şart koşulmuştur. Bu hususta iki
hadîs-i şerif vârid olmuştur: "Ağaçtaki meyve ve hurma gibi şeylerde el
kesme yoktur."[133] Ve
"on dirhemden az olan şeylerde el kesilmez."[134]
Peygamber (S.A.)'den rivayet edilen bu iki haber, tefsir edici (müfessir) nass'Iardan
sayılır.
Bir lafız mücmel veya
müşterek olup onu tefsir eden bazı sünnet bulunursa, bu durumdaki sünnetlerin
tamamı o lafzı müfesser kılar. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi beşerî hukukta da
böyle tefsir edici kanunlar mevcuttur. Bunlar, kanunda izaha muhtaç olan
kelimelerin mânâlarını tayin eder ve onları diğer ihtimallerden uzaklaştırır.
Tefsir, lafzın
kendisiyle olabileceği gibi başka delillerle de olabilir. Bunlar da, Sünnet
veya Kur'an'dan alınabilir. Tahsis ve te'vîli ortadan kaldıran tefsir, ancak
Peygamber (S.A.) devrinde gerçekleşmiştir.
Müfesser lafız, mânâya
delalet hususunda zahir ve nass'dan kuvvetlidir; çünkü bu tahis ve te'vîl'e
ihtimal bırakmaz. Ancak nesh'i kabul eder; dolayısıyla, zahir, veya nass'la
çatışırsa müfesser tercih edilir.
Kesinlik ifade eden
tefsir, ancak Hz. Peygamber zamanında mev-cud olmuştur. İçtihada dayanılarak
yapılan sonraki tefsirler kesinlik ifade etmez ve Kur'an lafzı bununla müfesser
sayılmaz. Bir de fakihle-rin tefsir ve te'villeri arasında şöyle bir fark vardır:
Tefsir, lafzı, ibaresinin delalet ettiği mânânın dışına çıkarmaz ve fıkhı
düşünceye dayanır. Te'vil ise, lafızları, başka bir delil sebebiyle zahirî
mânâsının dışına çıkarır.
Bu da, sevk edildiği
maksada delalet eden bir îafız olup mânâsı te'vil ve tahsîs'i kabul etmeyecek
derecede açıktır. Bazan muhkem'-de nesh'i dahi kabul etmeyeceğine delalet eden
bir ifade bulunur. Meselâ; "Cihad, kıyamete kadar devam edecektir."[135]
hadîsi ile kazf (zina iftirası) cezasına uğrayanlar hakkında nazil olan
"Onların şahitlerini ebedî olarak kabul etmeyin. Onlar, fâsıklarm ta
kendileridir."[136]
âyeti böyledir. Burada "ehedî olarak" sözü, bu nass'm muhkem olup
nesh'i kabul etmeyeceğini belirtir. Hattâ Hanefîlere göre bu son nass,
istisnayı kabul etmez. Kazf cezasına uğrayan herkesin, tevbe etse bile,
şahitliği kabul olunmaz; çünkü şahadetin kabul edilmeyişi dinî bir cezadır.
İmam Şafiî, bu görüşe karşı çıkmış ve şöyle demiştir: Tevbe ederse şahitliği
kabul edilir; çünkü Allah Taâlâ, "Ancak bundan sonra tevbe ve kendilerini
İslah edenler müstesnadır. Allah çok yarligayıcı ve esirgeyicidir.1' (Nur, 5)
buyurmuştur. Şafiî'ye göre bu istisna, kelâmın tamamındandır; dolayısıyla
tevbe edenlerin şahadeti kabul edilebilir. Hanefîlere göre ise, bu istisna,
kelâmın bir parçasına âit olup o da, tevbe edenlerin fâsiklıktan
kurtulmalarıdır.
Muhkem'in neshi kabul
etmeyişi, bazan söylediğimiz gibi, nass'm kendisinden olur; bazan da her hangi
bir nesih sabit olmadan Peygamberin vefat etmiş olmasından ileri gelir. Nass'm
neshi kabul etmeyişi kendisinden ise, ona "muhkem lizâtihî" denir;
nesheden başka bir nass bulunmadığından ötürü ise, ona da "muhkem
ligayrihî" adı verilir.
Muhkem lafızlar, hükme
delalet bakımından bundan önceki lafız çeşitlerinin hepsinden kuvvetlidir. Bu
itibarla onlardan birisiyle çatışırsa muhkem tercih edilir.
Açık lafızları
anlattık. Şimdi açık olmayan lafızlara geliyoruz. Bunlar, ya mânâsı mutlak
olarak açık olmayan veya bazı yönden delaleti anlaşılmayan lafızlardır.
Açık olmayan lafızlar,
bazan kendiliğinden açık değildir ki, bunların mânâsını ancak Allah bilir ve
bunlar teklif konusuna girmez. Meselâ; Sûre başlarındaki "Sâd",
"Kâf Hâ Yâ Ayn Sâd" ve "Hâ Mim Ayn Sîn Kaf" gibi huruf-ı
mukattaa'nın mânâsı açık değildir ve bunları Allah'tan başkası bilemez.
Bunları açıklayan başka bir nass da yoktur.
Açık olmayan
lafızları, bazan Kur'an veya Sünnet açıklar; çünkü Kur'an âyetleri birbirini
açıkladığı gibi, Sünnet ve Kur'an'm tefsiri mahiyetindedir. Bazan da kapalılık,
lafzın kendisinden olmaz; belki onu, delalet ettiği şeylerden bazısına
tatbikten doğar.
Açık olmayan lafızlar
dört kısımdır: 1) Hafi, 2) Müşkil, 3) Mücmel, 4)
Müteşâbih.
Bu, sıygasından başka bîr
arız sebebiyle delalet ettiği şeylerin bazısı hakkında mânâsı kapalı olan
nass'dır. F a h r u'İ-İslâm Pezdevî bunu şöyle tarif eder: "Sıygası
dışındaki bir ânz sebebiyle mânâsı iyi anlaşılmayan, ne kasdedildiği kapalı
olan ve ancak araştırma ile kavra-nılabilen şeydir." Beşerî kanunları
tefsir konusunda da böyle ihtilaflar vardır. Aslında, kanun veya nass,
lafızlarının kavramı bakımından açıktır; fakat bir kısım olayların,'bunların
şümulüne girip girmediği açık değildir. Hâkim veya hukukçu, bu durumda nass'm
manâsıyla bunun şu-mûlüne girip girmediği belli olmayan olayın mânâsını
karşılaştırarak ictihad'da bulunur. Her ikisinin mânâsı bir veya birbirine
yakın ise, nass'm hükmüne göre hareket eder; bu mânâlar arasında bir uzaklık
varsa nass'ı tatbik etmez. Dediğimiz gibi bu türlü şeyler, beşerî hukukta da
çok ve ihtilaflara sebeb olmaktadır.
Fakihlerin
"hafî" için ileri sürdükleri misaller arasında "tarrar"
(yankesici) ve 'nebbaş" (kefensoyucu) sözlerinin, Kur'an'da - geçen
"sarık" (hırsız) sözünün anlamına gelip gelmediği yer almaktadır^ Hırsız
(sarık), başkasının malı olan, gereği gibi muhafaza (hırz) altında bulundurulan
ve ziyâ'a terkedilmeyen bir şeyi çalan kimse demektir, bulundurulan ve ziyâ'a
terkedilmeyen bir şeyi çalan.kimse demektir. Yankesici (tarrar), insanlarm
mallarını gözleri önünde, gafletlerinden faydalanarak çarpıp kaçan kimsedir.
Bu, karanlık ve benzeri fırsatları kollamaz; asdece insanların gafletinden
istifade eder ve meharetini kullanır. Kefensoyucu (nebbaş) da, ölülerin
kefenlerini çıkarıp götüren kişidir.
Bunlar, hırsız sayılır
mı, sayılmaz mı? Bu konu fakihler arasında tartışmaya sebeb olmuştur; çünkü
bunlara hırsız (sarık) adı verilmemektedir. O halde bunlar "sarık"
sözünün şümulüne girmez. Öte yandan "tarar", malı gizlice çalmıyor,
insanların uyanık ve dikkatli olmayışından istifade ediyor. Burada hırsızlık
dikkatsizlikten doğuyor. Ancak fakihler, "tarar'm "sarık"
olduğunda ittifak etmişlerdir.
Kefensoyucu (nebbaş)
için de "sarık" ismi verilmiyor ve bunun çaldığı mal sağ bir kimsenin
mülkü de değildir. Hırsızlık cezası (Iıadd-i serika) nın tatbiki için bir
husûmet bulunmalıdır ki, bu da, ancak malın sahibi bulunursa mümkün olur.
Ölünün mülkiyet hakkı olmadığına göre hırsızlık için gereken ceza tatbik
olunamaz. Kefensoyuculuk, günah ise de, hırsızlık sayılamaz. Üstelik kefen,
muhafaza altında da değildir.
İşte Ebu Hanîfe ile
İmam Muhammed bu görüştedirler, İmam Ebu Yusuf, Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel
ise, nebbaş ve tarrar'm sarık hükmünde olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre bu
ikisinin yaptığı işte hırsızlık mânâsı gerçekleşmektedir ve nebbaş ile tarrar
arasında bir fark yoktur. Halk bunlara başka isimler veriyorsa, bu, onların
yaptığı işin daha fena olduğunu gösterir; çünkü yankesici, lâyıkıyla muhafaza
altında bulunan ve başkasına âit olan bir malı çalıyor ve şüphesiz bu da
Şarık'tır. İsterse hırsızlığı- karanlık ve benzeri vâsıtalardan, isterse
insanların gafletinden faydalanarak yapsın. Örfe göre de bunlar hırsızdırlar.
Nebbaş da muhafaza
altında bulunan bir malı çalmaya yönelmiştir; çünkü kefen de kendisine ıgöre*
muhafaza altındadır. O da Ölümün mülkü sayılır. Ölünün vârisleri, nebbaşm
kefeni geri vermesini ve cezalanmasını isterler. Kefeni soyan, tıpkı
Ölünün borcunun ödemeden Önce
terekesinden bir şey çalmış gibidir. Borçlu bir ölünün terekesi, onun mülkü
hükmündedir. Velîsi veya vasisi onun adına gereken şeyi talep hakkına sahiptir.
Biz, sağ kimselere nisbetle mülkiyeti incelersek, gerçekte onları mâlik değil,
alacaklı durumunda görürüz. İşte vârisler de böyledir. Hakikatte mülkiyet ölü
için de sabittir ve onun adına hak talebinde bulunan da mevcuttur. Buradaki
kapalılık, lafzın aslında değil, söylenişinden ileri gelmektedir; çünkü
"sarık" lafzı açıktır; fakat tatbik sırasında dikkate ihtiyaç
göstermektedir. Hüküm verirken elbette bu iki görüşten birini Ötekisine tercih
etmek gerekmektedir.
Tatbik sırasında
kapalılık (hafâ) arız olan meselelerden biri de "kaatil mirasçı
olamaz"[137] hadîs'idir. Buradaki
"kaatil" sözü, mânâ, bakımından açıktır. Şüphesiz bu aniden kati
(kasden öldürme) fiilini işleyen kimseye uyar. Acebâ hatâ ile veya tesebbüben
(sebebiyet vererek) veya müştereken veya tahrik suretiyle veya yardımcı olarak
öldürmelere de uyar mı?
Bütün bunlar,
bilginlerin inceleme konusu olmuştur. Kapaklılık, kaatil vasfının tatbikinden
doğmaktadır. Bu vasıf, kasden veya kasıtsız olarak mübâşereten (doğrudan
doğruya) veya vasıtalı yollarla adam öldüren kimselerden hangisine tatbik
edilecektir? İmam Ş â fi î'ye göre öldürme (kati) fiilni işleyen herkes maktule
(öldürülene) mirasçı olamaz. İsterse kati, doğrudan doğruya veya tesebbüben
olsun; isterse kasden veya kasıtsız bir şekilde olsun; isterse kaatil
mükellef! veya gayri mükellef bulunsun, netice, aynıdır. Yani Şafiî'ye göre o,
maktulün mirasından mahrum olur; çünkü "kaatil" sözü ona uymaktadır.
Görüyoruz ki İmam Şafiî, lafzın zahirine bakmakta ve onu harfiy-jen tatbik
etmektedir. Ona göre tecavüz ederek değil, nefsi müdafaa gibi haklı yere kati
fiilini işleyen kimse de maktule mirasçı olamaz.
Mâlikîler, katl'de kasıt
ve tecavüze bakarlar. Yani onlara göre, doğrudan doğruya olmasa bile, katle
sebeb olma ve bu katlin tecavüz esasına dayanması mirastan mahrumiyeti
gerektirir. Eğer kati, haklı yere veya nefsi müdâfaa için vey bir özür
sebebiyle meydana gelmiş ve kaatil de, adam Öldürmenin cezaî sorumluluğunu
taşıyan kimselerden ise, yine mirastan mahrum olur. Bunların dışında haklı
olarak adam öldürme, mecnun (deli) ve sabinin (çocuğun) işlediği kati suçu
mirasa mâni değildir. Keza, hangi türden olursa olsun, hatâ ile kati de mirasa
mâni teşkil etmez; çünkü bunda.kasıt yoktur. İşte Medîne-lilerin görüşü de
budur.
Hanefîlere gelince';
onlar, mücerret kasdı değil, mübaşereti esas alırlar. Bunun yanında, katlin
haklı yere ve bir Özür sebebiyle olmamasını, mükellef bir kimse tarafından
islenmiş bulunmasını da şart koşarlar. Buna göre hatâ ile olan kati, mükellef
bir kimseden sâdır olmuşsa, mirasa mânidir. Tesebbüben kati, isterse kasden ve
tecavüz şeklinde işlenmiş olsun, mirasa mâni değildir; çünkü Hanefîlere göre,
kişiye kaatil vasfını kazandıran ve onu maktulün mirasından mahrum bırakan şey
mübaşeret'tir, doğrudan doğruya, bilfiil işlenen kati suçudur.
İmamAhmed b. Hanbel'e
göre miras'a mâni olan kati, şerî-atin ceza tayin ettiği katl'dir; çünkü şerîatçe
ceza tayin edilen kati fiilini işleyen kimse "kaatil" vasfını almış
olur. Bu vasıf sabit olunca miras'tan mahrumiyet de sabit olur.
Bu iki misalden
anlaşılıyor ki haf â.(hafüik), lafzın aslında değil, olaylara tatbiki sırasında
ortaya çıkmaktadır. Bu türlü hafâ (kapalılık) günümüz kanunlarında daha çok
görülmekte ve bu yüzden hayli ihtilaflar meydana gelmektedir.
Hafâ'nm giderilmesi
için inceleme ve araştırma, hükümlerin özel ve genel amaçlarını tesbit gerekir.
Bu amaçlar, lafızların tatbik alanını genişletir veya daraltır. Kamu yararları,
bu alanı genişletme ve daraltmada büyük rol oynar; ancak bu yaralara tatbik
için lafız elverişli bulunmlıdır.
Bu, bizzat lafzında
bulunan bir sebepten veya başka bir nass'la karşılaşmasından dolayı mânâsı
kapalı olan bir ifadedir. Hafî ile müşkil arasındaki fark şudur: Hafi'deki
kapalılık bizzat lafızdan değil, lafzın tatbik sahasının şümulünden
gelmektedir. Buna göre hafî'den kasdedilen şey, önce bilinmektedir, Müşkil'deki
kapalılık ise, nass'la-rın bizzat lafzından doğmaktadır. Bununla ne kasd
olunduğu önce bilinemez; ancak haricî bir delil ile anlaşılır. Müşkül için
.müşterek (çok . anlamlı) kelimeler misal olarak verebiliriz. Bu kelimeler iki
- üç mânâyı ifade eder. Meselâ; "ayn" kelimesi, görme duyumuz olan
"göz" anlamına geldiği gibi "pınar" anlamına da gelir;
"mahiyet" ve "casus" anlamlarında kullanılır. Bu birbirine
zıt mânâları bir kullanışta birleştiremeyiz; ancak ayrı ayrı kullanışlarla bu
mânâlar kasd olunabilir. "Ayn" sözünün bu mânâlardan hangisine
delalet ettiğini, cümlenin gelişinden (siyak'tan) veya hârici bir delilden
anlayabiliriz. Si-yak'a misal olarak; "ordunun durumunu anlamak için
gözleri (uyun'u) her tarafa yaydım." cümlesini zikredebiliriz. Buradaki
gözleri (uyun), casus anlamına kullanılmıştır ve bunun cümlenin gelişi
göstermektedir. Yine Kur'andaki;
"onların gözleri vardır;
fakat onunla görmezler."[138]
âyetinde geçen "gözler" sözü de, siyak'tan anlaşıldığına göre duyu organı
olan gözlerdir.
Bazan müşterek lafzı
anlamak için başvurulan siyak değil, haricî bir delil olabilir. Eğer bu haricî
delil ;nass ise, onun anlamı üzerinde pek ihtilaf çıkmaz; nass değilse onun
mânâsı üzerinde geniş ihtilaflar doğar.
Fakihlerin, tefsirinde
ihtilafa düştükleri müşterek lafızlardan birisi de şu âyettir: "Boşanan
kadınlar, kendi kendilerine üç kuru' beklerler. Eğer Allah'a ve âhiret gününe
inanıyorlarsa, rahimlerinde Allah'ın yarattığım gizlemeleri helal olmaz."[139]
Hanefîler, burada geçen "kuru" sözünü ayhali (hayız) diye, Şafiîler
de iki ayhali arasındaki temizlik müddeti diye tefsir etmişlerdir. Her iki
tarafın da kendilerine göre haricî delilleri vardır. Hanefîler, bu konuda şu
delilleri ileri sürerler:
1)
"Cariyenin talâk'ı ikidir, iddeti de iki ayhâlidir'"[140]
hadîsine göre "kuru" dan maksat ayhâlidir. Lakin Şafiî, bu hadîsin
Peygamber (S-A.)'e nisbetinin sıhhatinden şüphe eder.
2) Bu
âyet'teki "Rakimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri helal
olmaz."[141] cümlesi
"kurû"dan maksadın ayhali olduğftnu gösterir; çünkü burada rahimlerinde
Allah'ın yarattığı şeyden
maksat ayhali kanıdır.
3)
"Kadınlarınızdan aylıâli görmekten kesilenlerle henüz ayhali görmemiş
olanların iddetleriııi tayin edemezseniz, bilin ki onların iddetleri üç
aydır."[142] âyeti de ayı, ayhali
yerine koymuştur ki, bu "kum" sözünün ayhali anlamına geldiğini
gösterir.
4) İstikra'
(tümevarım) ile sabit
olmuştur ki İslâmiyetçe
tayin edilen miktarlar, olumsuz şeylere değil, olumlu ve hissî şeylere
dayanır. Buradaki "kuru" sözü için de uygun olan, temizlik müddeti
değil, ayhâlidir; çünkü temizlik olumsuz (selbî) dir; ayhali ise olumlu
(icabı)' bir şeydir. Hz. Peygamber de;
"kuru' günlerinde kadın namazı bırakır."[143]
buyurmuştur. Demek ki kuru' ayhâlidir.
Şâfiîlerin delilleri
de şunlardır:
1)
Kur'an'da; "onları iddetlerinde boşayın."[144]
buyurulmuştur. Buna göre talâk, iddet içinde olacaktır. Biliyoruz ki kadının,
temizlik halinde boşanması, ayhâli görürken boşanmanıası gerekir. Bu da,
iddetin temizlik müddetine göre olduğunu gösterir ve dolayısıyla
"kuru" sözü, temizlik müddetleri demek olur.
2) Kuru'
sözünü temizlik diye tefsir etmek, kelimenin aslına daha yakındır; zira bu
kelimenin müfredi olan kar' (çoğulu: kuru) biriktirmek anlamına gelir.
Şüphesiz temizlik müddeti, rahimde kanın, biriktiği zamandır. Ayhâli müddeti
de kanı dışarı atma zamanıdır. Dolayısıyla kar' sözünü temizlik (tulır) diye
tefsir etmek uygun düşer.
3) Temizlik
zamanının biribirini takip etmesi, rahimde bir çocuk bulunmadığını gösterir.
İddetin gayesi de budur.
Müşkil olduğu söylenen
misallerdenbiriside;"sizden Ölüp karılarını bırakacak olanlar, evlerinden
çıkaralmaksmn senesine kadar karılan için nafaka vasiyet etsinler."[145]
âyetidir. Bu âyet-i kerîme, "sizden ölenlerin bırakmış olduğu karılar,
kendi kendilerine dört ay on gün beklerler."[146]
âyetiyle çatışmaktadır. Burada kelâmın zahirine bakılırsa, ölümden sonra iki
türlü iddet bildirilmiştir: 1) Dört
ay on gün, 2) tam bir yıl. Ancak iyi
düşünülürse görülür ki; "evlerinden çıkarilmaksızın senesine kadar karılar
için nafaka vasiyet etsinler"[147]
âyeti ölünin karısı için bir hak tesbit etmekte, onun, kocasının evinde bir yıl
oturabileceğini göstermektedir. Bunun delili; "çıkarlarsa onlar için bir
günah yoktur."[148]
âyetidir. "Sizden ölenlerin bırakmış olduğu kadınlar dört ay on gün
beklerler."[149]
âyeti ise, iddeti bildirmektedir. Yani bu âyetlerden birisi kadının hakkını,
ötekisi de vazifesini beyan etmektedir.
Yukarıdaki iki
misalden anlaşılıyor ki fıkhı hüküm ifade eden nass'lardaki işkâl (müşkillik),
kendisinden kasdedilen hüküm biline-miyecek derecede kapalı olmak değil, ancak
lafız ve üslup üzerinde iyice düşünmedikçe mânânın anlaşılmama ihtimali
bulunmasıdır. Bu itibarla müşkil'deki kapalılık nisbî demektir; mutlaka Sünnet
tarafından tefsire ihtiyaç gösterecek kadar bir kapalılık mevcut demek değildir.
Dolayısıyla işkâl (müşkillik), müctehidlerin nass'lar ve bunların genel
maksatlarını birleştirmek için yapmış oldukları ictihadlarla ortadan kalkmış
olur.
Müşkil, tefsir
edildikten sonra, anlayış sahibi herkes için açık bir mâhiyet kazanır; isterse
tefsirle ilgili görüşler farklı olsun.
Bu durum; beşerî
hukukta da mevcuttur. Çoğu zaman yeni bir kanunun lafızları kapalı ve izaha
muhtaç, olur. Bu kapalılık, kanunun çıkarılış amaçlarına veya tarihî seyrine
bakılarak, bütün maddeleri arasındaki ahenk ve ruh tesbit edilerek ortadan
kaldırılır; böylece kanunun lafızları, hak ve adalete en yakın biçimde
uygulanma imkânına kavuşturulmuş olur.
Bu, mânâsında bir kaç
hal ve hükmü ihtiva eden, ancak bir açıklayıcı ile anlaşılabilen nass'dır.
Pezdevî, Usûl'ünde mücmeli şöyle tanımlar: "mücmel, kendisinde mânâlar
izdiham eden, ne kasdedildi-ği ibaresinden anlaşılamayacak derecede muğlak
olan, tefsir ve araştırmaya ihtiyaç gösteren şeydir."
Bu tariften mücmel,
müşkil ve hafî arasındaki fark anlaşılmış oluyor. Demek ki mücmel'in tafsilatı
kendi lafzından ve mücerret fıkhı ictihad'la anlaşılamaz. Mücmel'i anlamak,
onun çeşitli şekillerini ve cüz'î meselelerini kavramak için bir açıklayıcıya
ihtiyaç vardır.
Kur'an'ın teklifi
hükümlerle ilgili ibarelerinin çoğu mücmeldir. Bunları Sünnet açıklamıştır.
Meselâ; namaz, mücmel olarak emredilmiş; Sünnet onu hem fiilî, hem de kavlî
bir şekilde açıklamıştır. Hz. Peygamber, "Namazı, ben nasıl kılıyorsam siz
de öylece kılın"[150] buyurmuştur.
Hac da böyledir. Peygamber (S.A.); "hac ile ilgili ibadetlerinizi benden
alınız."[151] diyerek onu
açıklamıştır. Zekât ve alım-satım da mücmel olarak bildirilmiş, sonra Sünnet
tarafından tam olarak açıklanmıştır.
Keza, suçlarla ilgili
bir kısım hükümler de icmâlî bir şekilde zikredilmiştir. Meselâ; Kur'an, diyet
gerektiğini bildirmiş; Sünnet de bunun miktar ve şekillerini genişçe
anlatmıştır. Yine Kur'an, yaralar için kısas icab ettiğini haber vermiş; Sünnet
ise bu yaraların hükümlerini, ne zaman tam kısas ve ne zaman nakıs kısas, yani
diyet gerektiğini beyan etmiştir.
Böylece Kur'an'm
mücmel olan her ifadesini Sünnet açıklamış ve
onun kapalı bir
tarafını bırakmamıştır.
Mücmel açıklandıktan
sonra, ekseriyete göre "müfesser" hükmünü alır, te'vil ve tahsis
kabul etmez.
Bir kısım bilginlere
göre, mücmel açıklandıktan sonra, bazan zahir, bazan nass veya müfesser, bazan
da muhkem olur. Bazan da beyan edildiği halde müşkil olarak kalır. Buna misal
olarak faizle ilgili şu hadîsi zikredebiliriz: "Altını altınla, gümüşü
gümüşle, buğdayı buğdayla, arpayı arpa île, tuzu tuzla, hurmayı hurma ile aynı
miktarda ve peşin olarak alıp yeriniz. Eğer bunlar değişik cinsten olursa, istediğiniz
gibi satış yapınız."[152]
Onlara göre bu hadis;
"faiz yiyenler, kıyamet günü ancak şeytan çarpmış kimse gibi
kalkacaklar... "[153] âyetindeki
faiz (ribâ) sözünü açıklamaktadır; fakat bu yine müşkil olup illetinin
bilinmesine ihtiyaç vardır; zira faizin .haram kılmışının illeti bilinsin ki
hüküm, benzerlerine de şâmil olsun.[154]
Gerçekte Kur'an'm faiz
hakkındaki nassı mücmel değildir; gerçi bunda bir kapalılık vardır. Fakat
Kur'an'm beyan ettiği faizi Hz. Peygamber Veda hutbesinde şu sözleriyle
açıklamıştır: "Dikkat ediniz, câ-hiliye devrinin faizi (ribâsı) ortadan
kaldırılmıştır. Benim ilk ortadan kaldırdığım faiz,amcanı Abbas b.Abdilmuttalib'in
ribâsıdır."[155] Buna
göre Kur'an'da geçen faiz, borç verirken aünan faiz olup bu da, borcun
beklemesi karşılığında alman fazla paradır. Bunun içindir ki ribâ âyetinin
sonunda Cenab-ı Hak; "Eğer tevbe ederseniz ana paralarınız sîzindir.
(Böylece) ne haksızlık yapmış olursunuz, ne de haksızlığa
uğratılırsınız."[156]
buyurmuştur.
Bu türlü faize
"nesîe" (vadeli para) ribâsi" adı verilir. İ b n-i A taba s
sadece bu çeşit faizin haram olduğunu söyler.
Hadîs-i Şerifte geçen
faiz ise, ahm-satım ribâsı adını
almaktadır.
Bunun için bilginler
onu alım-satım (büyü') bölümünde inceliyorlar. Maksatları da ribâ hadîsinde
geçen altı şey ve benzerlerinin ticaretini sınırlamaktır; çünkü bunların altın
ve gümüş gibi bir kısmı ticaret malı olmaya elverişli değildir. Bunlar eşyanın
kıymetini tayin işinde kullanılmaktadır. Diğer bir kısmı da, kayıt ve şart
altına alınmazsa ihtikâr konusu olabilir ve böylece insanların bir kısmı
onları elde edemez.
Açıklandıktan sonra
mücmel bir lafız, artık icnıâ' ile mübhem (kapalı) sayılmaz; fakat bazı
araştırıcılar, açıklayıcı nass'dan habersiz olduğu için, onu mübhem kabul
ederler. Aslında bu mübhemlik, nisbîdir, onlara göredir.
Kanunlarda da böyle
mücmel ifadeler çok bulunur; dolayısıyla bunları açıklayan kararnameler
çıkarılır. Bazan' da birincisini tefsir eden ikinci bir kanun vaz'edilir.
Bu, mânâsı kapalı
olan, anlaşılması için akılca bir yol bulunmayan, Kitab ve Sünnet'te tefsirine
raslanılmayan ve mânâsı Allah'a havale edilen nass'dır. Burada şu iki hususu
belritmek isterim:
1) Kur'an'da
müteşâbih vardır; çünkü Allah Taâlâ şöyle buyurmuştur: "Sana Kitabı
indiren O'dıır. O'nun bir kısım âyetleri muhkem (mânâsı apaçık)'dır ki bunlar
Kitabın anasıdir. Diğerleri müteşâbih'-dirler. İşte kalblerinde eğrilik
bulunanlar, sırf fitne aramak ve te'vili-ne yeltenmek için O'nun müteşâbih
olanına tâbi olurlar. Halbuki onun te'vilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde
ilerlemiş olanlar da şöyle derler: Biz ona inandık. Hepsi Rabbimizin
katandandır. Bunları, ancak akıl sahihleri düşünür. Ey Rabbimiz, bizi doğru
yola ilettikten sonra kalblerimizi saptırma. Bize kendi katından rahmet ver.
Şüphesiz en çok bağışlayıcı sensin."[157]
Bu nass karşısında
bilginler, Kur'an'da müteşâbih bulunduğunda ittifak etmişlerdir; ancak, müteşâbih'in
nerelerde olduğunda ihtilafa düşmüşlerdir. İbn-i Haz m; sadece Kur'an'm sûre
başlarındaki hu-rûf-i mukatta'a ile "kıyamet gününe yemin ederim"[158] ve
"And olsun güneş'e ve onun aydınlığına, ona tâbi olduğu zaman ay'a"[159]
âyetleri gibi kasem bildiren lafızların müteşâbih olduğunu söyler.
Bir kısım bilginler de
İbn-i Hazm'in ileri sürdüğü bu müteşâ-bihlerin yanında, Allah'ı sonradan
yaratılmışlara (havâdis'e) benzeten âyetleri[160] de
müteşâbih sayarlar.
Bilginler,
müteşâbih'in mânâsını tam olarak anlamanın mümkün olmadığını kabul etmekle
"birlikte, bazıları onu anlamak için çabalamış ve bu konuda geniş
araştırmalar yapmışlardır. Bunun neticesinde Allah'ın teşbîhî sıfatlarını
ihtiva eden bir kısım âyetlerin müteşâbih konusu olmadığı ileri sürülmüştür.
2) Teklif
ihtiva eden ve İslâm Şerîatinin esas hükümlerini bildiren âyetler asla
müteşâbih değildir; bunların hepsi, ya kendiliğinden veya Peygamber (S.A.)'in
beyanı sayesinde apaçıktır. Nitekim Hz. Peygamber de; "sizi, gecesi
gündüzü gibi aydınlık olan bir yol üzerinde bıraktım"[161]
buyurmuştur. Zaten teklif ifade eden nass'larm açık olmaması veya açıklanmamış
olması imkânsızdır.
Zahir ve nass'ın
te'vil kabul edeceğini söylemiştik. O halde te'vilin mahiyet ve şartları nedir?
Bazı fıkıh yazarları, te'vil ile hükümlerin ta'lilini bir görürler. Te'viiden
maksat bu değildir.
Hükümlerin ta'hTi,
nass'ı olduğu, gibi tatbik etmekle beraber, ifade ettiği hükmün illetini
ortaya çıkarıp aynı hükmü bu illetin bulunduğu her yere tatbik etmektir. Demek
ki ta'lil, nass'ı zahir anlamından çıkarmak değildir; zahirine göre amel
ettirerek, onu, hakkında nass bulunmayan benzeri 'olaylara tatbik eylemektir.
Te'vil ise, nass'ı
zahirî mânâsından çıkarıp muhtemel bulunduğu başka bir mânâya hamletmektir.
Te'vilin üç şartı vardır:
1) Te'vil
sonucu varılan mânâya lafzın delalet ihtimali bulunmalı ve o, bu mânâdan
tamamen uzak olmamalıdır.
2) Te'vil
için bir sebep bulunmalıdır. Meselâ; nass'ın zahiri, dince zarurî olarak bilinen
bir kaide ile veya bir hadîsin Kur'an'a muhalif düşmesi gibi sened bakımından
daha kuvvetli bir nass'la çatışman ve kendisi ve te'vili kabul etmelidir. Bu
takdirde o nass'ın zahiri, reddedileceğine te'vil edilir. Ya da lafız, delalet
bakımından daha kuvvetli bir lafza aykırı düşmelidir. Meselâ; lafız, zahir olup
aykırı düştüğü şey nass olursa veya lafız nass olup aykırı düştüğü şey müfesser
olursa tevil edilir.
3) Te'vil
senedsiz olmamalıdır; onu gerektiren bir sened olmalıdır. Te'vil iki kısma ayrılır:
a) Teşbih
ifade eden âyet ve hadislerin te'vili. Meselâ; "Allah'ın eli onların
ellerinin üstündedir."[162]
âyetindeki "Allah'ın eli" sözü, Allah'ın kudreti diye; "aksine
Allah'ın iki eli de açıktır, dilediği gibi verir."[163]
âyetindeki "Allah'ın iki eli" tabiri, Allah'ın lütuf ve keremi diye
ve "Rahman olan Allah, arş üzerine istiva etmiştir."[164]
âyetindeki "istiva" (oturma) deyimi de istilâ (hâkimiyet) diye te'vil
edilmiştir.
Bütün bunlar tefsir ve
Allah'ı sonradan yaratılmışlara benzetmekten tenzih esasına dayanır; çünkü,
"O'mm bir benzeri yoktur."[165]
buyurulmuştur. Bu tür te'villeri akıl gerektirmekte ve te'vilin bütün şartları
da bunlarda bulunmaktadır.
Burada belirtmeliyiz
ki bunlar tamamen' te'vil sayılmaz; çünkü bunlar, bir bakıma meşhur mecazlara
göre tefsir demektir. Böyle mecazlar, te'vil ile değil, doğrudan doğruya
nass'dan anlaşılır. Sözgelimi; bir Arab'a, "Emîr, şehir üzerine el
koydu" denilse,o,bundan, emîrin şehre hâkim olduğunu anlar. İşte bu lafzın
zahirinden anlaşılmış demektir. "Allah'ın eli onların ellerinin
üstündedir." âyetinden de, Allah'ın kudreti mânâsı bu şekilde
anlaşılmaktadır. Bu âyet-i kerîme, Hudeybiy e'de ağacın altında yapılan
antlaşmaya ve yüce kudret sahibi olan T a n r i'nın müslümanlara buyurmuş
olduğu nusret va'dine işarettir.
Görülüyor ki bu çeşit
te'viller, mecaz yoluyla da-olsa, lafzın delaleti kabîlindendir; dolayısıyla
bu1 gibi âyetleri müteşâbih saymamak gerekir.
b) Teklifi
hüküm ifade eden nass'larm te'vili: Bu tür te'vil, zahiren aralarında ihtilaf
mevcud olan âyet ve hadisleri birbirine yaklaştırmaktır. Buna göre te'vil, her
iki nass'ı da amel mevkiine koymaktır; çünkü nass'lan tefsir sahasında,
"lafzın i'nıâli, ihmâlinden daha iyidir" prensibi vardır. Buna göre
her ikisine de amel ettirmek için nass'-lardan birisi te'vil edilir.
Ânım bir lafzı tahsis
de te'vil sayılır. Belki bu te'viîin en açık şeklidir. Mutlak bir lafzı takyîd
de te'vü'e girer. Âmm'ın tahsisine misal olarak, "Allah alım-satımı helal,
faizi de haram kıldı."[166]
âyetiyle, "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, ancak
karşılıklı rızâya dayanan ticaretle yeyin."[167]
âyetini zikredebiliriz. Bununla birlikte bazı eşyayı stok yapmak için almak
yasak edilmiş; dolayısıyla bir kısım ahm-satımlar haram kılınmıştır. Keza,
Peygamber (S.A.), denizdeki balık ve havadaki kuş gibi elde edilip edilmiyeceği
belli olmayan şeyleri elde etmeden önce satmaktan, yiyecek maddelerinde ihti-
kâra sebep olan
alım-satımlardan menetmiştir. İşte bu şekilde umumî olarak helal kılman şeyleri
tahsis etmek te'vil babına girer.
Yine, «Hâmile
kadınların iddetleri doğumlarına kadardır."[168] âyeti
de tahsis suretiyle te'vil edilmiştir. Nass'm zahirine bakılırsa do-doğumla
iddet sona ermektedir; isterse bu iddet talâk, isterse ölüm sebebiyle olsun.
Fakat, ''Sizden ölenlerin bıraktıkları karılar, kendi kendilerine dört ay on
gün beklerler."[169]
âyeti, ölüm sebebiyle beklenmesi gereken iddetin dört ay on gün olduğunu ifade
etmekte, kadının hâmile (gebe) olup olmadığına işaret etmemektedir. Bu iki
âyetin zahiri arasındaki taâruzu gidermek için ölüm sebebiyle beklenen iddeti
bildiren âyet, kadın hâmile değilse... şeklinde tahsis edilmiştir.
Mutlak bir lafzı
takyîd (bir k,ayda bağlama) işi de te'vil sayılır. Meselâ, Kur'an'da;
"Murdar et, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan hayvan
eti... haram kılınmıştır."[170]
âyetiyle, "De ki: bana vahyolunanlar arasında bir kimsenin yiyeceği
içinde haram kılınmış bir şey bulmuyorum. Yalnız murdar et veya dökülmüş kan
veya domuz eti -ki bu pistir- veya Allah'tan başkası adına boğazlanan hayvan
eti müstesnadır."[171]
âyetini ele alırsak görürüz ki, birinci âyette "kan" kelimesi tek
başına, ikinci âyette ise "dökülmüş kan" diye bir sıfat alarak
zikredilmiştir. Hüküm konusu da aynı olduğuna göre, mutlak lafız, mukayyed
lafızla açıklanmış, yani ikincisi esas olarak kabul edilmiştir.
Âlimler, te'vilin
lüzum ve şartlarında birleştikleri halde, metod ve te'vil konusu olan şeylerde
ihtilaf etmişlerdir. Meselâ; haber-i âhâd ile bir âınm'm tahsisi ve kıyas veya
zannî olan âmme maslahatiyla tahsis konusu üzerinde anlaşamamışlardır. Keza
mutlak'm ne zaman mukayyede göre tahsis edileceği de ihtilaf konusudur.
Te'vil, aklî istinbat
konusunda' çok önemli bir şeydir. Bazan te'vil sahih, bazan fâsid olur.
Yukarıda sayılan şartları haiz ise te'vil sahih olur. Bu şartları haiz değilse
veya te'vile lüzum yoksa, ya da lüzum olduğu halde te'vil metodu şer'î esasa
uymuyorsa ileri sürülen te'vil fâsid olur.
Beşerî kanunların
maddeleri arasında çatışma bulunduğu zaman da te'vile başvurulur ve bu değişik maddeler
birbiriyle uzlaştırılır. Bu tür te'villere dayanan hukuk çalışmalarına hem
eski, hem de yeni medenî kanunlarda çok Taşlanmaktadır.
Lafızların açıklık, kapalılık
ve delalet kuvveti bakımından taksimini, nass'larm tefsir ve hüküm istinbatı
sırasında birbirine nasıl ham-ledildiğini anlattık.
Lafızların mânâlarını
delâletlerinden anlarız. Delâletlerin de değişik yolları vardır. Meselâ; bir
lafız, birbirine yakın olmakla birlikte muhtelif yollarla bir kaç mânâ ifade
edebilir.
Hanefî fakihleri,
lafızların delalet yollarım dörde ayırırlar: 1) İbarenin delaleti, 2)
Nass'm işareti, 3) Nass'm delaleti, 4) İktizânın delaleti. Buna cumhur
beşinci bir delalet daha ilave eder. O da, mefhûm-i muhâlefet'tir. Biz bunları
ayrı ayrı açıklayacağız; çünkü bunlar, bir kum Kur'an ve Hadis nass'larıni,
hattâ her hangi bir kanun metnini anlamak için birer prensip teşkil
etmektedirler.
Bu, lafızdan anlaşılan
mânâdır; isterse lafız zahir, nass, muhkem veya gayr-i muhkem olsun. Kendisi
için vazedilen lafızdan anlaşılan şey, lafzın buna olan vuzuhu ne olursa olsun,
ibarenin delaleti sayılır. Yukarıda geçen nass'lar, hep böyledir. Ayrıca,
"Necis olan putlardan kaçının ve yalan sözlerden çekinin..."[172]
âyetini de misal olarak zikredebiliriz. Bu âyetin ibarei delalet ediyor ki
putlara tapınmak ve yalan şahitlik günahtır, suçtur. Yine; "yetimlerin
mallarını haksız yere yiyenler, ancak karınlarına ateş doldurmuş olurlar,
zaten onlar çılgın bir ateşe yaslanacaklardır."[173]
âyetinin ibaresi de gösteriyor ki en kötü haksızlık yetimlerin mallarını
yemektir; bunun kıyamet günü uhrevî bir cezası olduğu gibi, bir de dünyevî
cezası vardır.
Bundan anlaşılıyor ki
ibarenin delaleti, lafızdaki vuzuh kuvvetine göre mertebelere ayrılmaktadır.
Dolayısıyla nass'm sevk edildiği mânâya delaleti, zahirin sevkedilmemiş olduğu
mânâya delaletinden kuvvetlidir. Meselâ; "Allah, alım-satımı helal ve
faizi haram kıldı."[174] âyetinin
ibaresi iki mânâya delalet eder:
a) Alım-satım ile faiz arasında bir fark vardır.
İlk kasd olunan şey budur ve, lafzın nass'ı (ibaresi) da buna delalet
etmektedir.
b) Alım-satımm helal oluşunu beyandır ki, bu da,
zahirin delalet ettiği ikinci derecede bir mânâdır.
Kur'an âyetlerinin
çoğu böyle ibaresiyle kasd olunan mânâlara delalet eder. Biz, buna naşsm
delaleti diyoruz. Bir de ikinci derecedeki mânâlara delalet eder. Buna da
nassın zahiri adını veriyoruz. Bunları, açıklık bakımından lafızların
kısımlarını anlatırken de söylemiştik.
Bu, lafzın ibareinin
dışında delalet ettiği şeydir ve ibarenin bir neticesi olarak meydana gelir.
Yani, kelâmdan anlaşılır; fakat bizzat ibareden elde edilmez. Meselâ;
taaddüd-i zevcâtm mubah olduğunu anlatan âyetin sonunda; "Eğer
adaletsizlik yapmaktan korkarsamz bir tane yeter."[175]
buyurulmuştur. Bunun ibaresinden anlaşıldığına göre, karıları arasında
adaletsizlik yapacağından korkan kimse için bir kadından fazlasıyla evlenmek,
dinî bakımdan caiz değildir. İşaretinden anlaşıldığına göre ise, kişi karısına
karşı daima adaletli davranmak mecburiyetindedir; ister bir kadınla, isterse
birden fazla kadınla evlenmiş olsun, kişinin karısına zulmetmesi haramdır.
Başka bir misal de,
borç alıp verirken yasmayı emreden müdâye-ne âyetidir. Kur'an-ı Kerim'de bu
konuyla ilgili olarak şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler, birbirinize
belli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızda bir kâtip
adaletle yazsın; kâtip, onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin;
yazsın. Borçlu olan da yazdırsın. Rabbı olan Allah'tan sakınsın ve ondan bir
şey eksiltmesin."[176]
Burada yazma fiili adaletle vasıflandırılmıştır. Bundan açıkça anlaşılıyor ki
yazılacak olan şey dosdoğru ve yazdıranın iradesine uygun bir şekilde
yazılacaktır. İşaretiyle de, bu yazılan şeyin yazdıranlar için bir delil
olacağı ve muhtevasını inkâr etmek kaabil olmayacağı anlaşılmaktadır.
Yine, misal olarak;
"Anaların yiyecek ve giyeceğini uygun bir şekilde sağlamak çocuğun
babasına aittir."[177] âyetini
zikredebiliriz. Bu nass, ibaresiyle kadının nafakasının, çocuğun babasına ait
olduğunu göstermektedir. İşaretiyle de, çocuğun babasına tâbi ve mensub olduğuna,
babanın çocuğu üzerinde özel bir duruma sahip bulunduğuna delalet etmektedir.
Keza, çocuğunun malında babanın mülkiyet hakkı bulunma ihtimalini
göstermektedir ki bu sebepten baba, oğlunun malından alınca hırsızlık yapmış
sayılmamaktadır.
"Onların işleri
aralarında şûra (danışma) iledir."[178]
âyeti de burada misal olabilir. Bu âyet, ibaresiyle İslâm idaresinin,
müslümanlar arasında şûra esasına dayandığını ifade etmektedir. İltizamı
manâsıyla da, ümmetin, hükümdarı kontrol edecek ve devlet işlerini düzenlemede
ona katılacak bir topluluğu seçip görevlendireceğine işaret etmektedir.
Bu misaller gözönüne
alınarak denilebilir ki nass'larm işaretleri, iltizamı ve mantıkî mânâlar olup
ibarenin delalet ettiği şeylere dahildir. Bunları anlamada herkesin aklî
seviyesi bir değildir. Şer'î veya kanunî lafızları anlamada İhtisas sahibi
olanlar, ancak bu iltizamî mânâları da anlarlar. İbarenin mânâsını ise herkes
anlayabilir. Nass'ların işaretlerini yalnız hukukçular ve dilin inceliklerini
bilenler anlarlar. Dolayısıyla şer'î hükümler çıkarabilmek için Arapçayı iyi
bilmek ve bu dilin inceliklerini iyi kavramak icabeder.
Buna "mefhûm-i
muvafakat" adı verildiği gibi, "delâlet-i evlâ" da denir. Bazı
fakihler de, nass'ın delâletine "Celi
Kıyas" derler.
Nass, ibaresiyle önce bir hükme delalet eder ve bu hüküm diğer bir olaya da
tamamen tatbik edilebilirse, nass'm bu ikinci hükmü ifade etmesine
"nass'm delaleti" denilir. Bunun meşhur misali ana-baba hakkındaki şu
âyeti kerîmedir: "İkisine de 'öf deme, onları azarlama, onlara tatlı söz
söyle ve alçak gönüllülük kanadını ger ve: "Rabbim, küçükken beni nasıl
yetiştirdilerse sen de onlara öyle rahmet et', de!"[179] Bu
nass ibaresiyle ana babaya "öf" demenin haram olduğunu ifade ediyor.
Onlara "öf" demek haram olursa elbette onlara sövmek veya vurmak gibi
daha ağır hakaret sayılan ve eziyet veren herhangi bir davranış da haram olur:
çünkü "öf" demenin yasak edilişi, kesin olarak her türlü eziyeti
yasak etmek demektir. Öyle ya, "öf" sözü, küçük bir eziyettir. Küçük
bir eziyetin yasaklanması her türlü eziyetin yasaklanması demek olur. İşte bu
delalet hiç bir istinbata başvurmaksızın, nass'-dan anlaşılmaktadır.
Nassin delaletiyle
kıyas arasında fark vardır. Kıyas'da, hakkında nass bulunan hüküm ile hakkında
nass bulunmayan meseleyi birleştiren illet, çoğunlukla istinbat yoluyla tesbit
edilir. Nass'ın delaletinde ise, hüküm, istinbata lüzum olmaksızın bilinir;
hattâ bunu, bazan hukukçu olmayan kimseler bile anlarlar.
Nass'm delaletine
başka bir misâl de şu âyettir: "Yetimlerin mallarım haksız yere yiyenler,
ancak karınlarına ateş doldurmuş olurlar."[180] Bu
nass'm ibaresi, yetim malını yemeyi yasaklamaktadır. Bundan hiçbir istinbata
lüzum görmeksizin şu anlaşılır: Yetim malını velisi, kendi nefsi için
harcayamayacağı gibi onu saçıp savurmaktan da kaçınmak zorundadır.
Nass'ın delaletine şu âyeti
de misal olarak zikredelim: "Bir mü'-mini yanlışlıkla (hatâ ile) öldüren
kimsenin, bir mü'min köleyi âzad etmesi ve öldürülenin ailesine diyet vermesi
gerekir."[181] Bu
nass da ibaresiyle hatâ ile bir mü'mini öldüren kimsenin, mü'min bir köle âzad
etmesi gerektiğim bildirmektedir. Delaletiyle de kasden adam öldürmede mü'min
bir köle âzâdı gerektiğini göstermektedir. Bu görüş İmam Şâfi î'ye aittir;
çünkü, ona göre, hatâ ile öldürmede köle âzâdı gerekirse, kasden Öldürmede de
elbette köle âzâdı gerekecektir. Köle âzâd etmek suretiyle verilen keffâretin
sebebi Öldürme ve ,mü'minlerden birini eksiltme suçu olduğuna göre, âzâd ederek
bir mü'min köleyi hayata kavuşturmak vâcib olur. Beri yandan kasden öldürme,
yanlışlıkla öldürmeden daha ağır bir suçtur.
İşte bu türlü
delâlete, nass'ın delaleti diyoruz; çünkü bu, doğrudan doğruya nass'dan
anlaşılmaktadır. Gerçi lafzın ibaresinde bu delâletten çıkarılan hüküm bizzat
zikredilmemektedir; fakat ibarenin delâletine tamamen uymaktadır ve bu yüzden
ona "mefhûm-i muvafakat" da denilmektedir. İllet'ten hareket edildiği
için "celî kıyas" da denildiğini biliyoruz. Nass'ın delaletine
Şafiî'nin "kıyas" ismi verdiği de söylenir.
Kazaî hükümlerin çoğu
bu türlü delalete dayanır; çünkü bu, kanunun maksat ve ruhundan anlaşılmaktadır.
Böyle kanunun lafzına bir şey ilave edilmiş olmaz; sadece mânâsı uygulanmış
olur.
Delalet yollarının
dördüncüsü olan bu delalet şekli, lafzın iktizâî olarak bir mânâ ifade
etmesidir ki bu mânâ hesaba katılmazsa maksat doğru olarak anlaşılmaz. Meselâ;
"Ölenin kardeşi (velîsi) tarafından bîr şey bağışlanmışsa, öldürene örfe
uymak ve ona güzellikle (bir şey) ödemek gerekir."[182]
âyetinden açıkça anlaşılıyor ki kaatili affeden kimse ondan iyilikle bir şey
isteyecektir. Bu da, elbette diyet veya ona yakın malî bir şey karşılığında
kaatili affetmenin caiz olduğunu gerektirir; çünkü affedenin malî bir talepte
bulunma hakkı olduğu takdir edilmezse mânâ doğru bir şekilde anlaşılmış olmaz.
Nitekim bir hadîs-i şerifte de; "Bir yakını öldüı-ülen kimse (Ölenin
velîsi), şu üç şeyden birisini isteyebilir: Kısas veya af veya diyet. Dördüncü
bîr şey isterse ona engel olun."[183]
buyurulmuştur.
Usûl bilginleri şu
meşhur hadîsi, iktizânın delaleti için misal olarak verirler: "Ümmetinden hatâ, nisyan (unutma) ve zor karşısında yaptıkları şeyler
affedildi."[184]
Sözgelimi; hatâ meydana gelmişse, affedilen bu hatânın kendisi değil,
doğurduğu günahtır.
Bir izafet takdirim
gerektiren sözler de böyledir. Meselâ; "Murdar et, kan,, domuz eti ve
Allah'tan başkası adına boğazlanan hayvan eti size haram kılındı."[185]
âyetinde geçen şeylerin, kendileri değil, yenilmeleri haram kılınmıştır.
Yine, Hz. Peygamber'in
şu hadîsini de misal olarak anabiliriz: "Her müslümanın diğer müslümana
kanı, malı ve ırzı haramdır."[186] Görülüyor
ki, kan, mal ve ırz bizzat haram değil, bunlara saldırmak haramdır, diye
düşünmezse mânâ tam ve doğru olarak anlaşılmaz.
İşte lafız, bunlar
gibi bazı şeylere delalet eder ki bu şeyler doğrudan doğruya lafızdan
anlaşılmaz; fakat bunlar takdir edilmezse mânâ tamam olmaz. Demek ki, iktizâ
ile sabit olan şeyler, ibarenin aslında sabit değildir; fakat sözün sıhhati ve
mânânın doğru olması bunları gerektirmektedir.
Usûlcüler, iktizâ'mn
delaletini üçe ayırırlar:
a) Sözün
doğru bir mânâ ifade etmesi için şer'an takdiri gereken şeyler. Meselâ; "geceden niyet etmeyen kimsenin orucu
olmaz."[187] hadîsindeki "orucu
olmaz" sözü, "orucu sahih olmaz" diye takdir edilir.
b) Sözü
doğru olması için aklen takdiri gereken şeyler. Sözgelimi; "O zaman
meclisim çağırsın."[188]
âyetini ele alalım. Meclis, insanların toplandığı yerdir ve bu çağrılmaz. O
halde burada, "meclisindeki-leri çağırsın" diye takdir edeceğiz ki,
mânâ doğru olsun.
c) Sözün
şer'an sahih olması için takdiri vâcib olan şeyler. Buna misal olarak biraz önce
geçen diyetle ilgili âyetin; "örfe uymak ve ona güzellik (bir şey) ödemek
gerekir."[189]
fıkrasını zikredebiliriz.Burada Örfe uymanın meşruiyeti sabit olmak için malî
bir şey karşılığında affetmenin cevazı iktizâ eder.
Şimdiye kadar
anlattığımız delaletler "delalet-i mantûk"a dahildir. Ancak nass'm
delaleti ihtilaflıdır. Bu delaletlerin esasım lafız teşkil etmektedir; çünkü
bunlar, lafzın ya ibaresinden, ya işaretinden veya gösterdiği ihtiyaçtan
anlaşılmaktadır.
Delalet-i mantûk'un
mukabilinde delalet-i mefhûm yer alır. Delalet-i mefhûm'a geçmeden önce,
delalet-i mantûk'un mertebelerine işaret etmek istiyoruz.
Buraya kadar
anlattığımız dört delalet şekli kuvvet bakımından eşit değildir. Meselâ;
ibarenin delaleti bunların en kuvvetlisi olduğu halde, iktizânın delaleti en
zayıfıdır. Hanefîlerin tertibine göre, önce ibarenin delaleti, ikinci derecede
nass'ın işareti, üçüncü olarak nass'm delaleti ve dördüncü mertebede de
iktizânın delaleti yer alır.
Bu tertibin değeri,
delaletler arasında çatışma olduğu zaman görülür. Sözgelimi; ibarenin
delaletiyle nass'm işareti (işaretin delaleti) çatışırsa, ibare takdim edilir
ve işarete bakılmaz. Buna misal olarak; "Anaların yiyecek ve giyeceğini
sağlamak... çocuğun babasına aittir."[190]
âyetini verebiliriz. Bu âyetin işaretinden anlaşılıyor ki, çocuğun malı
üzerinde babasının mülkiyete benzer bir hakkı vardır. Bunu, Peygamber
(S.A.)'in; "Sen ve malın bananındır."[191]
hadîsi desteklemektedir. Bu, işaret yoluyla delalet ediyor ki, çocuğun malından
harcama hakkına sahip olmada baba, diğerlerinden önce gelmektedir. Ancak şu hadis,
buna aykırı düşmektedir: Bir sahâbî, Hz. Peygamber'e, "en çok iyilik etmem
gereken kimdir, yâ Rasulallah?"diye soruyor. Peygamber (S.A.) de,
"anandır." cevabını veriyor. O, "sonra kimdir?" diyor.
Yine, "anandır." buyuruyor, "sonra kimdir?" diye tekrar
soruyor. Hz. Peygamber de, "anandır." buyuruyor. Dördüncü olarak,
"sonra kimdir?" sorusuna "babandır" [192]cevabını
veriyor. Bu hadis, ibaresiyle gösteriyor ki, ananın nafakası, babanın
nafakasından sonraya bırakılamaz; her ikisi de en az kişinin kendisi ve çoluk
çocukları için yaptığı masraf derecesinde tutulacaktır.
Usûl'cülerin bu konuda
ileri sürdükleri misallerden birisi de; "Ey iman edenler, öldürülenler
hakkında size kısas yazıldı..."[193]
âyetiyle "kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalmak
üzere, cehennemdir."[194]
âyeti arasındaki çatışmadır. Bu ikinci âyet, hatâ ile öldürmenin cezasını
bildiren âyet'e[195]
karşılık, kasden adam Öldürmenin cezasının ebedî cehennem azabı olduğunu
bildiriyor. O halde kısas yoktur diyebiliriz; fakat birinci âyetin sarih
ibaresiyle kısas sabit olmuştur. İkinci âyet'teki ceza, sadece uhrevî cezaya
işaret etmektedir.
Dolayısıyla birinci
âyet buna takdim edilmiştir.
Hanefîler, nass'm
işaretini, nas'ın delaletine tercih ederler. Bu itibarla; "kim bir mü'mini
kasden öldürürse cezası ebedî olmak üzere, cehennemdir..."[196]
âyetini; "kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse, mü'mîn bir köle âzad
etmesi ve ölenin ailesine diyet vermesi gerekir..."[197]
âyetine takdim etmişlerdir. Zira birinci âyet, cezanın yalnız cehennem azabı
olduğunu işaretiyle ifade etmektedir. İkinci âyetin, kasden adam öldüren
kimsenin de keffâret vermesini ifade edişi, nass'm delâletiyledir; çünkü hatâ
ile adam Öldürmede keffâret gerekirse, kasden adam öldürmede bu daha iyi
gerekir.
Şâfiîler, Hanefîlere
muhalefet ederler ve burada nass'm delaletini, işaretine tercih ederek, kasden
adam öldürmede ve keffâret vacib olduğunu söylerler.
Burada her iki tarafın
görüş ve delillerine işaret etmek isteriz. Şa-fiîler, nass'm işaretini
delaletinden üstün görmezler; çünkü nass'm delâleti lügatinden anlaşıldığından
ibaresine yakındır. İşareti ise, nass'ın lügat mânâsından anlaşılmaz; ancak
lâzimelerinden elde edilir. Elbette nass'm ibaresinden anlaşılan mânâ,
şahısların kavrayışına göre değişmek durumunda olan iltizamı manasından
üstündür. Ayrıca nass'm delaletindeki mânâ açık ve Şâri'in maksadına uygundur;
iltizamî mânâ ise hem açık değil, hem de kasdedilmiş olup olmadığı meçhuldür.
Hanefîler ise, nass'ın
işaretini, delaletine tercih ederler; çünkü bu işaret, nass'm nazmından
anlaşılmaktadır ve nazmın lâzimesi kendisinden ayrılmaz. Delaleti ise, lafzın
mantûkundan değil, mefhûmundan anlaşılmaktadır; yani mânânın mânâsıdır. Elbette
mantûk, delalet yönünden mefhûmdan üstündür.
İbarenin delaleti,
nass'm işaret ve delaleti, iktizânın delaletine tercih edilir. Bununla
birlikte Üstad el-Buharî, "Keşfül-Esrar" da; "Ben iktizânın
delaletinin, bundan öncekilerle çatıştığına bir misal bulamadım." der.
Bu söz, ancak bir
dereceye kadar doğrudur; çünkü iktizânın delâleti, aslında lafzı tashihtir;
kendi basına bir delalet değildir. Eğer burada bir çatışma söz konusu olursa,
bu, iktizânın ilgili bulunduğu lafızla diğer bir nass arasında olur.
Fakat, buna rağmen,
biz ibarenin iktizâ üzerine takdim edilişi konusunda şöyle bir misalle
karşılaşmış bulunuyoruz. Peygamber (S.A.); "ümmetimden hatâ, nisyaıı ve
zor karşısında yaptıkları şeyler affedildi."[198]
buyurmuştur. Öte yandan, Kur'an'da; "kim yanlışlıkla bir mü'-mini
öldürürse, mü'min bir köle âzad etmesi ve ölenin ailesine diyet vermesi
gerekir."[199]
Buyurulmuştur, Hadis'teki iktizânın delaletine göre, yanlışlıkla adam
öldürmenin günahı affedilmiştir. Bu delalet umumî olarak kabul edilirse, hatâ
işleyen kimesnin cezalanmaması gerekir. Lâkin ona ceza tayin eden nass tercih
edilmiştir. Durum, nis-yan (unutma) için de aynıdır. Nitekim Peygamber (S.A.);
"Bir kimse uyuyarak veya unutarak namazı geçirirse, hatırladığı zaman onu
kılsın."[200]
buyurmuştur. .
Yukarıda anlattığımız
delaletlerin çoğu lafızdan alınmaktadır. Anca knass'm delaleti, ekseri
usûl'cülere göre, lafızdan değil, mefhûm-ı muvâfakat'tan alınmaktadır. Bence o
da lafızdan elde edilmektedir; çünkü nass zikredilince bu delalet, lügat
bakımından anlaşılmaktadır. Dolayısıyla yukarıdaki dört delalet şekline de
mantuk'un delaleti denilebilir. Mantuk'un delaletine mukabil bir de, mefhum'un
delaleti vardır. Mefhum-i muhalefet de bu ikinci delalet şekline girer.
Nass'ın delâletini
mantuk'tan saymayanlara göre, mefhûmun delaleti ikiye ayrılır: 1) Mefhûm-i muvâfakat'i ndelaleti, 2) Mefhûm-i muhalefetin delaleti.
Birincisini, nass'ın delaleti başlığı altında anlattık. İkincisini de burada
ele alacağız.
Mefhûm-i
muhalefetin delaletini kabul eden
usûl'cülerin tarifine göre bu1; "söz, hükme esas teşkil eden bir
kayıdla mukayyed olduğu za-. man, mantuk'un hükmünün zıddmı, meskût-i anh olan
mesele için is-bat etmektir." Şöyle ki:
Nass, mantûku ile bir
hükme delalet eder, mefhûm-i muhalefetiyle de bu hükmün aksine delalte eder.
Yani söz, bir kayıdla herhangi bir şeyin helal oluşuna delalet ederse, bu kayıd
kaldırıldığı zaman mefhûm-i muhalefetiyle o şeyin haram oluşunu gösterir. Buna
misal olarak; "Sizden, hür ve mü'min kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen
kimse, ellerinizdeki mü'min cariyelerinizden alsın."[201]
âyetini zikredebiliriz. Bu nass'ın mantûku, hür kadınlarla evlenmeye gücü
yetmeyen kimselerin cariyelerle evlenebileceğini ifade etmekte; mehhûm-i muhalefetiyle
de, hür kadınlarla evlenmeye gücü yetenlerin cariyelerle evle-nemiyeceğini
göstermektedir. Yine, "Murdar hayvan eti, kan, domuz eti ve Allah'tan
başkası adına boğazlanan hayvan eti size haram kılındi."[202]
âyeti üzerinde düşünürsek görürüz ki bu nass, Allah'tan başkası, yani bir put
adına boğazlanan hayvan etinin haram olduğunu ifade etmekte; fakat Allah'tan
başkasının adı anılmadan kesilen hayvan etinin helal oluşuna mefhûm-i
muhalefetiyle delalet etmektedir. İşte bu şekilde mantûk, muayyen kayıd ve
şart altında bir hüküm ifade eder; bu kayıd ve şart kaldırıldığı zaman da o
hükmün aksine delalet eder.
Hanefîler, mefhûm-i
muhalefeti Kur'an ve Hadis nass'larını tefsir için bir metod olarak kabul
etmezler. Daha geniş bir ifade ile Hanefî-ler, bunu hüküm çıkarmak için
elverişli görmezler. Bu konuda onlar, şu delilleri ileri sürerler:
Hanefîler, mefhûm-i
muhalefeti Kur'an ve Hadis nass'larm tefsir için bir metod olarak kabul
etmezler. Daha geniş bir ifade ile Hanefî ler, bunu hüküm çıkarmak için
elverişli görmezler. Bu konuda onlar, şu delilleri ileri sürerler:
1) Mefhûm-i
muhalefet alındığı zaman sözün fesada uğradığını gösteren nass'lar vardır.
Meselâ; "Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah'a göre
ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü hürmetli (haram) aylardır. Bu dosdoğru
nizamdır. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin."[203]
âyetinin mefhûm-i muhalefetini alırsak, zulmün yalnız dört ayda haram
olduğunu, bu dört ayın dışında onun haranı olmadığını söylemiş oluruz. Halbuki
zulüm her zaman haramdır. Keza; "Herhangi hir iş için, inşallah
demeksizin, heri yarın onu yapacağım, deme!"[204]
âyetinde, "inşallah" demeksizin yarın şu işi yapacağım demek
nehyedilmiştir. Bunun mefhûm-i muhalefetine göre, yarın değil de, iki-üç gün
sonra yapılacak iş için "inşallah" demek gerekmemektedir. Halbuki
her vakit bir işe niyetlenince "inşallah" dememek nehyedilmiştir.
Şu hadîsin de mefhûm-i
muhalefeti alınınca cümlenin mânâsı bozulmaktadır: "sizden hirisi, durgun
suya idrar etmesin ve o suda cü-nüplükten ötürü gusül yapmasın."[205] Bu
hadis, mantûku ile durgun bir suya idrarın ve böyle bir su ile cünüplükten
ötürü gusül etmenin yasak olduğunu bildiriyor. Mefhûm-i muhalefetiyle de
cünüplüğün dışında bu su ile gusül edilebileceğini ifade ediyor. Halbuki durgun
ve içerisine idrar yapılmış bir suda hem cünüplükten ötürü, hem de başka bir
sebeple gusül edilmesi yasaklanmıştır.
Demek oluyor ki bir
çok nass'ın mefhûm-i muhalefeti alınınca mânâ bozulmakta ve dince kesin olarak
bilinen hükümlere aykırı neticelere varılmaktadır; çünkü âyet-i kerîme ve
hadîs-i şeriflerin üslûbu ona müsait değildir ve dolayısıyla mefhûm-i
muhalefetle hüküm istinbatı uygun olmaz.
2) Çoğu
zaman vasıflar, hükmü takyid için değil, teşvik veya sakındırmak maksadıyla
zikredilmiştir. Meselâ; "...
Kendileriyle zifafa girdiğiniz karılardan olup himayelerinizde bulunan üvey
kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı. Eğer analarıyla zifafa
girmemişseniz onlarla evlenmenizde sizin
için bir sakınca yoktur."[206]
âyetinde geçen üvey kızlar için iki
vasıf zikredilmiştir. Birincisi, bu kızların babalıklarının himayesinde
bulunmaları; ikincisi de, babalıklarının, bu üvey kızların analarıyla zfafa
girmiş olmaları. Şüphesiz ikinci kaydı teşkil eden vasıf bulunmazsa bu kızlarla
evlenmek caiz olur. Fakat Kur'an, bizi mefhûm-i muhalefetle yetinmeye
bırakmamış ve "Eğer analarıyla zifafa girmemiş seniz onlarla evlenmenizde
sizin için bir sakınca yoktur."[207]
cümlesiyle üvey kızlarla evlenmenin ne
zaman caiz olacağını açıklamıştır.
Birinci vasfa göre
mefhûm-i muhalefeti almamıza imkân yoktur; çünkü üvey kızın, babalığının
himayesinde olmadığı zaman, anasıyla zifafa girse bile, babalığıyla evlenmesi
caiz görülecektir. Bu ise icraâ' ile reddedilmiştir. Burada icmâ'dan ayrılan
yalnız İbni Hazm ez-Zâhirî'dir. Onun ve ona uyan Zahirîlerin muhalefeti önemli
değildir. O halde bu birinci vasıftan maksat, üvey kızla evlenmenin
çirkinliğini belirtmektir. Zaten üvey kız, ekseriya babalığının himayesinde
olur.
3)
Fakihlerin cumhuruna göre hükümlerin birer illeti vardır. Bu illetler bulununca
hükümler, hakkında nass bulunmayan
meselelere tatbik edilir. Üstelik daima bir kayıdla vasıflanan hükümlerin
hilafına olan her mesele hakkında nass yoktur diyemeyiz ki, bu vasfın zıddı
olan hükme başvurulsun; çünkü hükmün
illeti bulunduğu halde bazan o hükmün aksini, mefhûm-i muhalefete dayanarak,
isbat etmek makul olmaz.
İşte Hanefîler bu
görüştedirler. Onlara göre Kur'an ve Hadis nass'-larından mefhûm-i
muhalefetle hüküm çıkarılmaz; sadece mantûk olan kelimelerin mânâlarına
veya hükümde mantûk ile birleşen delaletlere itibar edilir.
Hanefîlerin bu
görüşleri, Kitab ve Sünnet nass'larmdan hüküm çıkarmada ihtiyata dayanmaktadır.
Şafiîler, Mâlikiler ve Hanbelî'lerin ekserisi böyle düşünmemektedir. Bunlara
göre her kaydı vasfın bir sebebi vardır. Sebebin teşvik, sakındırma veya başka
bir maksad için zikredildiğitesbit edilemezse, elbette onun, hükmü takyid için
olduğu anlaşılır. Böylece mukayyed bir nass, olumlu ve olumsuz iki şey ifade
eder: Mantûkuyla olumlu, mefhûmıyla da olumsuz bir hüküm bildirir. Hüküm de,
bir şeyin ya helal veya haram oluşudur. Bir şeyin helal oluşu böyle bir
vasıfla kayıdlanmışsa, bu kaydı vasıf olmayınca o şeyin haram olduğu anlaşılır.
Yine bir kayda bağlı olarak mantûk'un hükmü bir şeyi haram kılıyorsa, bu kayıd
ortadan kalkınca o şey helal kılınmış olur.
Hanefîlerin dışındaki
mezheb mensupları bu görüşlerinin mantıkî olduğunu söylerler; çünkü onlara göre
vasıf, şart veya gayenin sebepsiz yere zikredilmesi imkânsızdır. Aksi takdirde
bunların zikri abes bir şey olur. Eğer teşvik, sakındırma veya bunlara benzer
bir maksat mevcut değilse, geriye kaydın hükümle ilgili olma-sı kalıyor ki, bu
takdirde hüküm, kayd'a göre hem olumlu, hem de olumsuz olur; böyle olmazsa
vasfın zikredilmesi sebepsiz kalır.
Elbette, kayıd
bulunmadığı zaman mesele hakkında başka bir delil mevcut olmazsa, mefhûm-i
muhalefetle amel edilir.
Mefhûm-i muhâlefet'i
kabul edenler şu nass'ları görüşlerine delil olarak ileri ürerler:
1) Peygamber
(S.A.); "Sâime'de zekât vardır."[208]
buyurmuştur. Bu hadîs-i şerife göre yılın ekserisini umumî otlaklarda yayılarak
beslenen deve veya koyun gibi hayvanlar (sâime) için zekât icabeder; sâi-me
olmayan hayvanlar için zekât gerekmez. Bunu, Hanefîler de dahil olmak üzere,
fakihlerin cumhuru böyle kabul etmiştir; ancak İmam Mâlik, yılın ekserini
içeride geçirerek beslenen hayvanlar (ma'lûfe) için de zekât verileceğini
söylemiştir.
2) Bütün
fakihler, hür bir kadınla evli olan kimsenin bir câriye ile evlenemeyeceğini
kabul etmişlerdir. Yani, câriye ile evlenmenin, hür bir kadınla evli olmama
şartına bağlı bulunduğunda ittifak etmişlerdir. Onlar bu
hükmü;"Sizden,hürvemü'min kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen
kimse,ellerinizdeki mü'min
cariyelerinizden alsın."[209]
âyetinden almışlardır. Bu hüküm, ancak mefhûm-i muhâlefet'i kabul etmekle
mümkün olur. Eğer mefhûm-i muhalefet alınmazsa, her hâl-ü kârda câriye ile
evlenmek caiz olacaktır; çünkü bunu meneden bir şey kalmayacağı gibi, "...
Bunlardan başkası sizin için helal kılındı"[210] âyeti
de buna cevaz verecektir.
Mefhûm-i muhâlefet'in
delil olarak alınması için iki şart vardır:
a) Kelâmdaki kaydın teşvik ve tehdid gibi başka
sabit bir maksadı olmamalıdır. Meselâ; "Ey iman edenler, kat kat faiz
yemeyin."[211]
âyetindeki "kat kat" sıfatı faizden nefret ettirmek içindir. Faiz,
ana paradan fazla olarak alman miktardır. Bunun kat kat olması da, senelere
göre katlanarak alınmasıdır. Buradaki "kat kat" vasfının, faizden
nefret ettirmek için olduğunu gösteren delil; "Eğer tevbe ederseniz ana
paranız sizindir. Böylece zulmetmemiş ve zulme de uğramamış olursunuz."[212]
âyetidir.
b) Mefhûm-i muhâlefet'in sabit olduğu yerde
bunun aksini gösteren özel bir delil bulunmamalıdır. Meselâ; "Ey iman
edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı. Hür ile hür, köle ile köle
ve kadınla kadın kısas edilir."[213]
âyetinin mefhûm-i muhalefetine göre bir kadını öldüren erkek kısas yoluyla
öldürülmez. Lâkin kadını öldüren erkeğin kısas yoluyla öldürüleceğini şu âyet
belirtmiştir: "Orada onlara cana
can, göze göz, buruna burun... kısas yazdık."[214] Hz.
Peygamberden de; "Cana can kısas edilecektir."[215]
hadîsi rivayet edilmiştir.
Mefhûm-i muhalefet
beşe ayrılır: 1) Mefhûm-i lakab, 2) Mefhûm-i vasf, 3) Mefhûm-i şart, 4)
Mefhûm-i gaye, 5) Mefhûm-i aded.
Bunları ayrı ayrı
anlatacağız.
Bu, hükmün bir cins
veya tür'e mahsus olarak zikredilmesi ve nass'm muhtevasında olumlu, diğer
yerlerde olumsuz bulunmasıdır, Hz. Peygamber'in; "gücü yeten kimsenin
borcunu sallaması haksızlık olup cezalandırılması gerekir."[216]
hadîs'inin mefhûm-i muhalefeti böyledir. Dolayısıyla gücü yetmeyen kimsenin
borcunu geciktirmesi haksızlık olmayıp cezayı gerektirmez. Biraz önce geçen;
"sâime'de zekât vardır."[217]
hadîsi de mantûku ile, yılın çoğunda umumî otlaklarda beslenen hayvanlar için
zekât verileceğini, mefhûm-i muhalefetiyle de, yılın çoğunda içeride beslenen
hayvanlara zekât düşmeyeceğini ifade
etmektedir.
Eğer lakab, câmid bir
lafız ölüp hükmü takyid eden bir vasfa işaret etmiyorsa mefhûm-i muhalefeti
alınmaz. Bunda âlimlerin ittifakı vardır. Bu takdirde, bulunduğu zaman hükmün
bulunmasını, bulunmadığı zaman da hükmün bulunmamasını gerektiren bir şey yok
demektir; zira câmid lakab, bir kayıd değil, hükmün bizzat konusudur. Meselâ;
"Buğdayda sadaka (öşür) vardır."[218]
hadîsinin mefhûm-i muhalefeti alınarak, buğdayın dışında kalan tahıldan zekât
verilmeyecektir hükmü çıkarılamaz.
"Gücü yeten
kimsenin borcunu sallaması haksızlıktır..." ve "Sâimede zekât
vardır." hadisleri gibi, bir vasfa işaret eden lakab üzerinde bilginler
ihtilaf etmişlerdir; çünkü burada lakab bir sıfatı bildirmektedir:
Birincisinde borcunu ödemeye gücü yeten şahsı, ikincisinde de, yılın çoğunda
umumî otlaklardan faydalanarak beslenen hayvanları göstermektedr.
Bazı Hanbelîlere göre
burada mefhûm-i muhalefet alınır; çünkü bu, mefhûm-i vasfa benzemektedir.
Fakihlerin cumhuru ise, burada mefhûm-i muhalefeti kabul etmezler; zira kayda
delalet eden bir şey yoktur. Misal olarak zikredilen her iki hadis de, kendi
konusunda hükmü isbat eder. O da birincisinde ceza, ikincisinde zekât'tır.
Kendi konusu dışındakiler için meskût-i anh'dır;Yani, borcunu ödemeye gücü
yetmeyen kimse cezalandırılamaz; çünkü nass olmadan ceza tayin edilemez ve
sâime olmayan hayvandan zekât alınamaz; zira zekât, ancak Şâri'in emriyle tayin
edilir.
Mefhûm-i vasf,
mantûk'ta lafzın ihtiva ettiği bir vasıfla mukayyed olan hükmün aksini bu vasıf
bulunmadığı zaman isbat etmektir. Meselâ; "Sîzden, hür ve mü'min
kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerînizdeki mü'min cariyelerinizden
alsın"[219] âyetinde câriye ler
mü'min olarak vasıflandırılmıştır. Demek ki mü'min olmayan cariyelerle
evlenmek caiz değildir. İmam Şafiî ve bazı fakihler bu görüştedirler.
Hanefîler ise, mefhûm-i muhalefeti kabul etmedikleri için bu şartı muteber
saymazlar. Dolayısıyla gayr-i müslim cariyelerle evlenmek, onlara göre, caizdir
çünkü Kur'an'da; "bunlardan başkası
sizin için helal kılındı."[220]
buyurulmuştur.
Mısır medeni kanununda
da, vasfa göre mefhûm-i muhalefetin alındığı yerler çoktur.
Şarta bağlı olan
hükmün zıddmın o şart bulunmadığı zaman sabit olmasına bu isim verilir.
Meselâ; "... Eğer hâmile iseler, doğumlarına kadar nafakalarını
verin..."[221]
âyetinin nass'mdan anlaşıldığına göre, boşanmış ve iddet bekleyen hâmile
kadına doğumuna kadar nafaka verilecektir. Bunun mefhûm-i muhalefetine göre
ise, hâmile olmayan kadın için nafaka yoktur. İşte bu hüküm mefhûm-i sarftan
anlaşılmaktadır. Bundan dolayı İmam Şafiî, iddet bekleyen kadına, eğer talâk
ric'î veya kadın hâmile ise nafaka verileceğini; değilse verilmeyeceğini
söyler. Hanefîler, mefhûm-i muhalefeti kabul etmedikleri için, talâk yüzünden
iddet bekleyen her kadına nafaka verileceğini, ancak kadın bu hakkından
vazgeçerse verilmeyeceğini ileri sürerler. Hanefüe-rin bu husustaki delilleri,
"varlıklı olan, kinişe, nafakayı varlığına göre versin; rızkı ancak
kendisine yetecek kadar verilmiş olan kimse, Allah'ın kendisine verdiğinden
versin."[222] âyetidir.
Bu, bir gaye ile mukayyed
olan hükmün aksinin, gayenin ötesi için sabit olmasıdır. Meselâ; "Fitne
kalmaymcaya, din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın.
Vazgeçerlerse, zâlimlerden başkasına artık hiçbir düşmanlık yoktur."[223]
âyetinden anlaşıldığına göre savaş bir gaye için mubah kılınmıştır. O da,
dinde fitne ve baskıyı önlemek, insanların istediği gibi İslâm dinine girme
hürriyetini sağlamaktır. Bu fitne ve baskı ortadan kalkınca savaşın mübahlığı
da kalkar. Keza; "Yine erkek, karısını (üçüncü defa) boşarsa, bundan sonra
kadın başka birisiyle evlenip (ondan) ayrılıncaya kadar kendisine (ilk
kocasına) helal olmaz. ."[224]
âyeti gösteriyor ki, karısını üç talâkla boşayan kimsenin, aynı kadınla tekrar
nikâhlanabilmesi için bir sınır çizilmiştir. Bu da, kadının başka bir kocaya
varıp ölüm veya talâk sebebiyle ondan ayrılmasıdır. Bundan sonra ilk kocasına
tekrar nikâh-lanması caizdir.
Şafiîler, Malikîler ve
Hanbelîler bu türlü mefhûm-i muhalefeti de kabul ederler. Hanefîler ve bazı
fakihler, bunu da kabul etmezler. Onlar üç talâkla ilgili âyet hakkında şöyle
derler: Asıl olan kadının evlenme akdi için salâhiyetinin mevcud oluşudur.
Bunun haram kılmışı, belli bir vakitle takyid edilmiştir. Bu vakit içinde
haramlık devam eder. Kayıd ortadan kalkınca o da kalkar. Savaşla ilgili âyet
için de aynı görüşleri ileri sürerler. Buna göre savaşta asıl olan, onun yasak
oluşudur. Mubah kılmışı ise ,fitne ve baskı yüzündendir. Dolayısıyla fitne ve
baskı ortadan kalkınca savaşın ûibahati de kalkar ve kan akıtmanın haramlığı
avdet eder.
Mefhûm-i gaye modern
kanunlar, idarî emirler ve gümrük tarifelerinde çok uygulanır; zira, bunlar,
genel olarak bir süre ile tahdit edilir veya ikinci bir emre kadar muteber
olur. Meselâ; ziraî krediler için falan ayın sonuna kadar müracaat edilebilir
şeklindeki ifadeler bu kabildendir.
Bu da, bir adetle
mukayyed olan hükmün aksinin, o adet bulunmadığı zaman sabit olmasıdır.
Meselâ; "Zina eden erkek ve kadından her birisine yüzer deynek
vurun."[225] âyetinde zina eden erkek
ve kadına yüzer deynek (celde) vurulacağı bildirilmiştir. Bu cezada deynek
sayısının artırılması da, eksiltilmesi de caiz değildir. Yine kazf (zina
iftirası) cezası için Kur'an'da seksen deynek tayin edilmiştir.[226] Bu
ceza da, Allah tarafından tahdit ve tayin edildiğinden ne artırılabilir, ne de
eksiltilebilir. İşte bu artırıp eksiltmenin yasak edilişi mefhûm-i muhalefetten
anlaşılmaktadır.
Hanefîler bunu
mefhûm-i muhalefet saymazlar. Onlara göre, bu, bizzat adedin tayin ettiği bir
miktardır. Meselâ; zihar keffâreti, ard arda tutulmak üzere, altmış oruçtur.
Buna gücü yetmeyen altmış fakiri doyuracaktır. Kimse bu keffâret miktarını
eksiltip artıramaz. Eğer kendisi artırırsa, ancak nafile olarak yapmış olur.
Cezayı artırmak zulüm, eksiltmek de Allah'ın tayin ettiği cezânm bir kısmını
ihmal etmektir. Buna göre cezayı artırmak kul hakkına, eksiltmek de Allah'ın
hakkına tecavüz sayılır ki, ikisi de caiz değildir.
Aded kaydına göre
mefhûm-i muhalefeti kabul etme esası da, mevcut kanunlarda çok rastlanılan bir
husustur.
Lafzî mebhaslerin
üçüncüsü olan bu fasılda, lafızların şumül derecesi ve ihtiva ettiği
vasıfların durumu incelenecekir.
Lafızların şumûlü iki
yönden tetkik konusu olmaktadır: 1) Anım ve Hâss, 2) Mutlak ve Muhayyed.
Bu konu usûl
bilginlerinin ihtilafa düşmesine sebeb olmuştur; çünkü haber-i âhâd'in Kur'an'm
umumu ve kıyas'm âmm nass'lar karşısındaki durumu ile ilgilidir. Biz, burada
âmm ve hâss'm tarif ve delaleti, âmm'ın tahsis metodları ve âmm ile hâss
arasındaki çatışma üzerinde duracağız.
Bu, bir vaz' ile bir
çok şeye delalet eden genel lafızdır. Meselâ; "er-rical = adamlar"
sözü âmm bir lafız olup bu mânâya vaz' (sözün ilk konuluş ve kullanılışı)
bakımından elverişli olan herkese delalet eder. "Bir vaz' île" kaydı,
müşterek'i tarif dışı bırakmak için getirilmiştir; çünkü müşterek lafız, bir
çok şeye tebâdül yoluyla delalet eder. Sözgelimi, "ayn = göz" sözü
müşterek bir lafızdır. Bu lafız "zat", duyu organı olan
"göz" ve "pınar" anlamlarına gelir; fakat bu mânâlara bir
vaz' ile değil, ayrı ayrı zamanlarda çeşitli vaz'larla ve tebâdül suretiyle
delalet etmektedir. Âmm ise, delalet ettiği şeyler için bir vaz' ile ve bir
halde kullanılan lafızdır. Demek ki âmm, bir cinsten olan bir çok şeye, müşterek
ise, ayrı ayrı şeylere delalet eden sözlerdir.
İşte âmm'ın genel
tarifi budur. Hanefîler onu şöyle tanımlarlar: âmm, ister lafız isterse mânâ
bakımından olsun, çokluk ifade eden kelimedir. Lafız bakımından çokluk ifade
eden "rical=adamlar" mânâ bakımından çokluk ifade eden ism-i mevsul
(ilgi zamiri), şart ifade eden isimler, kavm, ins ve cin gibi lafızları burada
misal olarak zikredebiliriz.[227]
Âmm'ın tarifinden,
kısmen hâss'ın tarifi de anlaşılmış oldu. Buna göre hâss, tek mânâya vaz' edilen
lafızdır. Yani, bir mânâya delalet eden kelimeler hâss'dır; isterse bu,
"hayvan" sözü' gibi cins ifade etsin, isterse "insan" gibi
tür ifade etsin, isterse "Ali", "Veli" gibi şahıs ifade
etsin. Demek ki sözden maksat tek şey ise, o söz hâss'dır ve bilginlerin
ittifakıyle onun delaleti katidir. Buradaki katilikten maksat da delilden
doğan ihtimalin bulunmamasıdır.
Bilginler, âmm'ın
delaletinin kat'î veya zannî oluşunda ihtilafa düşmüşlerdir. Hanefîlere göre, âmm'ın
bütün fertlerine delaleti kat'î-cür. Meselâ; "Sizden Ölenlerin
bıraktıkları karılar, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler."[228]
âyeti, kocası ölen her kadına delalet eder; isterse kocası zifaftan Önce,
isterse sonra ölsün. Keza; "Kadınlarınızdan ayhalinden kesilmiş olanlarla,
henüz ayhali görmemiş olanların idde-tinde tereddüde düşerseniz bilin ki
onların iddetleri üç aydır."[229]
âyeti küçük veya yaşlı olduğu için ayhali görmeyen kadınların iddetini beyan
etmektedir; ister bu iddet, talâk sebberyle ayrıldıktan, isterse zifaf (duhul)
dan sonra nikâhı feshetmekten ileri gelsin.
Hanefîlerin, âmm için
kabul ettikleri katiliğin mânâsı, delilden doğan ihtimali reddetmektir; tahsis
ihtimalini tanımamak değildir. Hanefîlere göre âmm'ın kati olması çin tahsis
edilmemiş bulunması şarttır. Eğer tahsis edilmişse, âmm'ın öteki şeylere
delaleti zannî olur. Bunu ileride anlatacağız.
Malikîler, Şafüler ve
Hanbelîlere göre, âmm, içine aldığı her şeye kat'î olarak delalet etmez; ancak
zannî olarak delalet eder; çünkü âmm'ın delaleti, tahsis ihtimali olan
"zahir" in delaleti gibidir. Dolayısıyla tahsis, âmm lafızlarda çok
rastlanılan bir şeydir; zira araştırmalar göstermektedir ki, hemen hemen âmm
olan her lafız tahsis edilmiştir. O halde tahsis edilen veya tahsis edilmesi
mümkün olan âmm'ın delaletine katidir denilemez.
Bu konudaki ihtilaf,
daha çok Kur'an'ın âmm'ı ile haber-i âhâd arasında bir çatışma olduğu zaman
tesirini gösterir. Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre haber-i âhâd hâss olursa,
Kur'an'm âmm'ım tahsis eder. Böylece âmm, şâmil olduğu şeylerin hepsine değil,
ancak bazısına delalet eder. Kur'an'm âmm'ı bu durumda sened bakımından kati
ise de, delalet yönünden zannîdir. Haber-i âhâd da, sened bakımından zannî
olmakla beraber, delaleti itibariyle kat'î olduğu zaman, diğer zannî bir nass'ı
tahsis eder. Bu görüşe sâhib olanlar, haber-i âhâd bile olsa, Sünnet'in
Kur'an'ı beyan ettiğini kabul ederler. Dolayısıyla Kur'-an'ı "beyan eden
şey, onun âmm'mı da. tahsis eder,
Hanefîlere göre ise,
âmm'ın delaleti kafidir. Bu itibarla haber-i âhâd, Kur'an'm âmm ifadesini
tahsis edemez; çünkü zannî bir şey, kat'î bir şeyi tahsis edemez. Bunlara göre
tahsis beyan değil; âmm'ın ifade ettiği şeylerin bir kısmını ibtal demektir.
Âmm, umum ifade edişinden ötürü açıktır; beyana ihtiyaç göstermez. Meselâ;
"Ey iman edenler, namaza kalktığınızda yüzlerinizi ve dirseklere kadar
ellerinizi ve -başlarınıza nıeshederek- lıer iki topuğa kadar ayaklarınızı
yıkayın."[230]
âyeti âmm olup açık bir nass'dır. Bu itibarla abdest alırken uzuvlar arasında
tertip şart değildir; çünkü âyetteki "ve" ler tertibi gerektirmez. Buna
göre bir kimse abdest alırken yüzünü ellerinden veya ayaklarından sonra yıkasa,
sonra da başına meshetse caiz olur. Mâlikîler, Hanbelî-ler ve Şâfiîler'e göre
ise, burada tertip şarttır; çünkü Peygamber (S.A.); "İyice temizlenip
yüzünü, sonra kollarını... yıkamadıkça bir kimsenin namazını Allah kabul
etmez.."[231] buyurmuştur. İşte bu
nass, abdest alırken tertibin lüzumunu gösteriyor. Hanefîler, buna mukabil
vücub için asıl olarak âyetin nassını kabul edip hadîsin nassını da sünnet-i
müek-kede kabilinden saymışlardır.
Burada şuna işaret
etmemiz yerinde olur: İmamMâîik, Kur'an'-ın âmm'ınm delaletini, zahir
kabîlindendir diye zannî olarak kabul etmekle beraber, her zaman bunun haber-i
âhâd ile tahsis edilmiyeceği-ni söyler. Ona göre bazan Kur'an'm âmm'ı, âhâd
sünnetle tahsis edilir. Meselâ; "Bunlardan başkaları sizin için lıelal
kılındı."[232]
âyetini; "Kadın halası ve teyzesi üzerine nikâh edilemez."[233]
hadîsi tahsis etmiştir.[234]
Bazan da, İmam Mâlik, Kur'an'm âmm'mı
alarak haber-i âhâd'ı zaîf kabul eder. Meselâ; "Peygamber (S. A.),
her yırtıcı kuşun etinin yenilmesini nehyetmiştir.”[235]
hadîsini; "De ki (ey Habibim): bana vahyolunanlar arasında bir kimsenin
yiyeceğinde haram kılınmış bir şey bulmuyorum. Yalnız murdar et veya dökülmüş
olan kan veya domuz eti -ki bu pistir- veya Allah'tan başkası adına boğazlanan
hayvan eti müstesnadır."[236]
âyeti muvacehesinde zaîf saymıştır. Ona göre bu âyet'te zikredilenlerden
başkasının haram olmadığı meydandadır.
Mâlikîler, bu konudaki
kendi görüşlerini tesbit eden bir kaide vazetmişlerdir ki onlar, bu kaideye
istikra (tümevarım) metodu ile ulaşmışlardır. Onlara göre, İmamMâîik, haber-i
âhâd ile Kur'an'm âmm'mı tahsis ederken, kıyas veya Medîne'lileri nameli ile
desteklenmesini şart koşardı. Meselâ; İmam Mâlik, yırtıcı hayvanların etinin
haram olduğunu söylerdi. İşte bu, Kur'an'm âmm'mı, el-Muvatta'da rivayet
ettiği bir hadisle tahsis etmektir. O, bu konudaki hadîsi rivayet ettikten
sonra; "Bizim burada da iş bu merkezdedir." demiştir ki bu, Medine'de
böyle amel ediliyor demektir.
Eğer haber-i âhâd'ı
Kıyas veya Medîne'lilerin ameli desteklemezse, Kur'an'm âmm'ı ile amel edilir
ve haber-i âhâd zaîf sayılır. Meselâ; İmam Mâlik, "birinizin kabına köpek
batarsa, biri toprakla olmak üzere, onu yedi kere yıkasın."[237]
hadîsini reddetmiştir; çünkü bu hadis; "yetiştirdiğiniz avcı köpeklerin
size tutuverdiklerinden de yeyin..."[238]
âyetinin umûmu ile kıyasa aykırı düşmektedir. îmam Mâlik bu konuda;
"köpek pis olsaydı avladığı şey nasıl temiz olurdu?" diye itiraz
ederdi.
Kur'an'm âmm'ını
Sünnet üzerine takdim meselesinde imamların ihtilafı haber-i âhâd konusundadır,
Mütevâtir ve meşhur hadislere gelince, Kur'an'ın hâss'ı nasıl onun âmm'ını
tahsis ediyorsa, bunlar da tahsis eder.
Bu hususta gerçek odur
ki, İmam Mâlik, Kur'an'ın âmm'ı karşısında Sünnet'i reddetmek veya Sünnet'e
yer vermek için Kur'an'ın umûmî ifadesini kabul etmemek gibi bir duruma düşmez;
çünkü birinci durumda Sünnet, ikinci durumda da Kuran nass'ları ihmal edilmiş
olur. Ancak İmam Mâlik, bakar ve Sünnet'in Kur'an'ı açıkladığını, hükümsüz
bırakmadığını ve Medîne'lilerin ameli ile desteklendiğini görürse kabul eder.
Meselâ; ona göre, abdest alırken uzuvlar arasında tertibi gerektiren ve
yırtıcı hayvan etlerinin yenmeyeceğini bildiren hâdis-i şerifler böyledir. Eğer
durum böyle değilse ve Kur'an'm nass'ı da açıksa, Kur'an'ı, o, haber-i âhâd
olan, meşhur ve sıhhat şartlarını haiz olmayan sünnetin zaîf ligine delil
sayıyor.
İbn-i Kayyım
el-Cevziyye, Kur'an'm umûmî ifadelerim tahsis eden sünnetleri mutlak olarak
reddetmek konusunda şöyle söyler: "Kişinin, Kur'an'm zahirinden anladığına
göre Peygamber (S.A.)'in Sünnetlerini reddetmesi caiz görülürse, bu yüzden bir
çok sünnet reddedilmiş ve kökünden yıkılmış olur. Meselâ; herkes, mezheb ve
görüşüne uymayan sahih bir sünneti Kur'an'm umûmî veya mutlak ifadesiyle
karşılaştırıp; 'işte bu sünnet şu âmm'a aykırı düşmekte veya bu mutlak ifadeye
uymamaktadır.' deme imkânı bulabilir."
Ş â 11 b î de,
Kur'an'ın umûmî ifadelerini ihmal veya bunların daima tahsis edileceği iddiası
üzerine şöyle der:
"Zahirde ihtilaf
kötü bir şeydir; çünkü şer'î delillerin çoğu umûmî ifadelerdir. İhtilaflı
meseleleri göz önüne alarak, onlara göre, Kur'an'ın umumî ifadelerini veya
bunların çoğunu tahsis edilmiş saymak, şerîa-tin büyük bir kısmını ihtilaflı
şeyler olarak kabul edip herhangi bir nass üzerinde bu hüccet olur mu, olmaz
mı? diye tereddüde düşmektir. Bu durum, başka bir kötülüğe daha yol açar. O da,
tahsis edildikten sonra hüccet olsa bile, Kur'an'm umum ifade etmiyeceği
düşüncesine saplanmaktır. Böyle bir düşünce, Kur'an'ın Millî hükümlerini
ib-tal ve toptan Kur'an'la istidlal etmemek gibi bir sonuç doğurur. Dolayısıyla
Kur'an hükümleri, kesinlik ifade ettiği için değil de, gelişi güzel ve hüsn-i
zanla uyulan tavsiye mahiyetinde bir şey olur. îyi düşünülürse görülür ki bu
türlü bir anlayış, şer'î delilleri küçümsemek ve bunlara dayanılmasını basit
görmektir. Belki onlar, İbn-i Abbas'tan rivayet edilen, "[Allah her şeyi
bilir.][239] âyeti hariç, Kur'an'ın
tahsis edilmemiş bir âmm'ı yoktur" sözünü ileri süreceklerdir. İşte bütün
bunlar, Arab lisanına ve selefin anlayışına aykırıdır. Selef-i sâlih, Arabm
lisandaki kasdma veya Şâri'in hükümlerindeki maksadına göre Kur'an'ın umûmî
ifadelerinin kesinliğini araştırarak anlamış ve kabul etmiştir. Yine
bilinmektedir ki, H z. M u h a m m e d, özlü konuşan bir Peygamber (cevâmi'u'l
- kelim) olarak gönderilmiştir. O, en beliğ ve en özlü şekilde konuşurdu. O'nun
böyle özlü konuşmalarının başında ise, umûmi ifadeleri gelmektedir. Umûmî ve
özlü ifadelerin Kur'an'da bulunmadığı, aksine bunların mutlaka tahsis edici
bir takım kayıdlara muhtaç olduğu farz edilirse, O'nun özlü ve beliğ oluşu
ortadan kaybolup gider."[240]
Belirttiğimiz gibi
bilginlerin çoğunluğu, âmm'ın şâmil olduğu şeyin hepsine delaletinde ittifak
etmişlerdir; fakat bu delaletin kat'î veya zannî oluşunda anlaşmazlığa
düşmüşlerdir. Biz, biraz önce bu ihtilafın neticelerini de açıkladık.
Ânım ikiye ayrılır: a) Tahsisi kabul etmeyen aram, b) Tahsisi kabul eden âmm. İkinci
kısma giren âmm'ın tahsisi için bir muhassis bulunacaktır. Biz de şimdi, bu
muhassıs (tahsis edici)'dan söz etmek istiyoruz.
Hanefîlere göre
muhassıs, kat'iyyet ve zanniyet bakımından âmm'ın kuvvetinde olup zaman
itibariyle de ona yakın bulunan lafızdır. Meselâ; "bunlardan başkaları
sizin için helal kılındı..."[241]
âyeti âmm bir ifadedir. Bunu; "tadın halası, teyzesi, kardeşi kızı ve
bacısı kızı üzerine nikahlanmaz. Eğer bunu yaparsanız akrabalık bağlarınızı
kesmiş olursunuz."[242]
hadîsi tahsis etmiştir. Bu hadis meşhûr'dur. Böyle hadisler, Kur'an'ın âmm'ını
tahsis edebilir.
Tahsis edilen bir
âyeti, artık her delil, zannî bile olsa, tekrar tahsis edebilir. Bundan anlaşıldığına
göre muhassis'da bazı şartlar bulunacaktır. Muhassıs: 1) Müstâkil olmalıdır, 2)
Manian bakımından âmm ile aynı olmalıdır. 3)
Kat'îlik ve zannîlik bakımından âmm'ın derecesinde olmalıdır.
Meselâ; "Allah size
şöyle emreder: evlâdlarınızdan erkeğe, iki kızın hissesi kadar
verilecektir..."[243]
âyeti mirasta hisse nisbetleriyle kimlerin mirasçı olacağını beyan etmiştir.
Bu ânım olan âyeti, müstakil bir lafız olup zaman bakımından onunla aynı
bulunan şu meşhur iki hadis tahsis etmiştir: "Kaatil için (makbulün
malından) miras yoktur."[244]
"iki ayrı dine sâhib olanlar birbirine mirasçı olmazlar."[245]
Keza; "Zina eden
kadınla zina eden erkekten her birine yüzer dey-nek vurun. Eğer Allah'a ve âhiret
gününe inanıyorsanız bunlara, Allah'ın dîni uğrunda acıyacağınız
tutmasın."[246]
âyetindeki cezayı hürlere tahsis eden şey; "... cariyeler evlendikten
sonra bir fuhuş işlerse, onlara, hür kadınlara verilen cezânm yarısı
verilir."[247]
âyet-i kerimesidir. Yine; "boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç kuru'
(hayız) beklerler"[248]
âyetinin de zifafa girmiş kadınlara tahsis edilmiş olduğunu; "Ey iman
edenler, mü'min kadınları nikahlayıp sonra da kendilerine dokunmadan
boşarsanız, artık sizin için onlara bekleteceğiniz bir iddet yoktur."[249]
âyetinden anlamaktayız.
Eğer muhassıs, zaman
bakımından âmm ile aynı değilse, yani âmm'dan sonra ise "nâsih"
sayılır; muhassıs sayılmaz. Nesih ile tahsis arasında şöyle bir fark vardır:
Nesih (nesh) âmm'ın hükmüne giren bazı ferdleri çıkarmaktır. Tahsis ise,
"bazı ferdlerin hüküm bakımından ilk başta âmm'a girmemiş olduğunu beyan
etmektir. Âmm'm bazı ferd-lerine şâmil oluşu bir nevi mecaz sayılır. Bu husus,
edebiyatta da böyle kabul edilmiştir.
Hanefîlerden başka
mezheb mensublarma göre, muhassıs, âmm'a muttasıl olsun veya olmasın, zaman
bakımından âmm ile aynı olsun veya olmasın, tahsis mümkündür; çünkü muhassıs,
âmm'ı beyan etmektedir. Bu görüş fakihlerin cumhuruna aittir. Dolayısıyla
onlara göre tahsis istisna ile, vasıfla, gaye ve şartla da olur. el-Karaf î,
on-beş kadar muhassıs bulunduğunu söyler. Bunlar da Kitab, icmâ, akıl, kıyas-ı
celi ve kıyas-ı hafi, âdet (örf), şart, istisna, gaye, istifham, his, haber-i
âhâd ve mütevâtir sünnet'tir.[250]
Mâlikîlere göre mefhûm-i. muhalefetle de âmm'm tahsis edildiği söylenir.
İlk bakışta bu büyük
sayı, âmm'm tahsisi konusunda Hanefîlerle Mâlikîler arasında büyük bir fark
olduğu zehabını uyandırır, Gerçekte bu muhassısların çoğunu .Hanefîler, âmm'm
bazı ferdlerine hükmün kasr'mdan ibaret sayarlar ve buna tahsis adını
vermezler. Sıfat, şart, gaye ve istisna gibi şeyler âmm'ı bazı ferdlerine
kasreder. Bunlar kelâma muttasıl olduğu için tahsis sayılmaz. Hattâ ilk baştan
böyle mukayyed olan lafız, âmm olmaz. Akıl, his ve Örf de aynı şekilde kasr
ifade eder.
Buradaki asıl ihtilaf
konusu, tahsisin haber-i âhâd ve kıyasla olup olmaması, muhassıs zaman
bakımından âmm'dan sonra olduğu vakit hangisiyle amel edileceği meselesidir.
Haber-i âhâd ile tahsis meselesini yukarıda anlattık. Kıyas'la tahsis
meselesini de kıyas bölümünde ele alacağız ve kıyasın nass karşısındaki
değerini belirtmeye çalışacağız.
Muhassıs'm zaman
itibariyle âmm'dan sonra ortaya çıkması meselesine gelince; bu, âmm'm şümulüne
göre amel etmeye engel olmaz; âmm, tahsis edilmiş olma ihtimaliyle ihmal
olunamaz. Aksine, tahsis edildiğine delil bulununcaya kadar umumîliği devam
eder. Eğer tahsis edildiğine dair bir delil bulunursa onunla amel edilir.
Esasen fıkhı araştırmalar göstermiştir ki amel bakımından muhassıs tehir
edilmez.
Fakihler,
muhassısların kuvvet ve derecelerinde ihtilaf etmişlerdir; fakat hepsi de,
tahsîs'ın, hüküm bakımından âmm'm şâmil olduğu bazı ferdleri ihraç etmek
olmadığını kabul etmişlerdir. Onlara
göre tahsis, ilk başta âmm'm bazı ferdlerinin Şârî' tarafından beyan edilmesidir.
Dolayısıyla âmm'm lafzına muttasıl olan hükümlerin şâmil olmadığı ferdler, bu
hükümlere nisbetle zaten âmm'a dahil değildir. Ha-nefî, Mâliki ve Şafiî fıkıh
usûlü kitabları tahsîs'ın, ilk irade ile âmm'm bazı ferdlerine kasredilmesi olduğunu
açıkça yazmaktadır. Bu itibarla muhassıs, zaman yönünden âmm'dan sonra olsa
bile, onunla husus kas-dedildiğini beyan eder. İmam Gazzalî de, bazı delillerin
muhassıs olarak isimlendirümesinin caiz olacağını; çünkü gerçekte tahsîs'ın,
umum için vaz' olunan lafzın husus ifade ettiğini beyan olduğunu söylemiştir.
Bununla birlikte,
fıkhî esaslara göre âmm bir nass'ın sebebi onun için muhassıs sayılmaz. Aksine,
âmm bir nass, umûmu üzere kalır ve ona bağlı olan sebebin hususîliğine
bakılmaz. Bu itibarla usûl'cüler; "itibar, lafzın umûmuna&ır, sebebin
hususuna değildir" derler; çünkü hüccet nass'larm kendisidir, sebebleri
değildir. Belki nüzul sebebleri, nass'ları anlamak için vasıta olur; fakat
onları tahsis vasıtası olmaz.
Bu noktayı şu
misallerle açıklıyalım: Peygamber (S.A.):"Tabaklanan bir derî temizlenmiş
olur"[251] buyurmuştur. Bu hadis,
umûmî olarak her derinin tabakalanmca temizleneceğini bildirmektedir. Halbuki
soru, koyun derisi üzerinde idi. Lian ile ilgili âyet de, bir ansarî hakkında
nazil olmuşsa da, âmm'dır. Bir ansarî, Hz. Peygamber'e şöyle. sorar: "Ya
Rasulallah, karısını yabancı bir adanıla gören kimse o adamı öldürürse, siz de
onu öldürüyorsunuz. Durumu söylerse, deynekle dövüyorsunuz. Susarsa, elbette
öfke ve kin içinde susuyor. Allah'ım, durumu sen açıkla."[252]
demiş ve bundan sonra şu âyetler nazil olmuştur: "Kanlarına zina isnad
eden ve kendilerinden başka şâbidleri olmayanların şahitliği, kendisinin doğru
söylediğine dair Allah'ı dört kere şahit tutmasıyla (Allah'a yemin etmesiyle)
olur. Beşincisinde de eğer yalancı ise Allah'ın la'netinin kendisine olmasını
diler. Kadının kocasının yalancı olduğuna dair Allah'ı dört defa şahit
göstermesi, kendisinden cezayı uzaklaştırır. Kadın beşincisinde de, kocası
doğru ise, kendisinin Allah'ın gazabına uğramasını diler."[253]
Hz. Peygamberin,
kendisine sorulan suallere verdiği cevaplar da böyledir. Eğer cevap umum ifade
eden bir lafızla verilmişse hüküm de umûmî olur ve onu sualin hususîliği takyid
etmez. Meselâ; irice "bir kuzunun kurban olup olmayacağını soran kimseye,
Hz. Peygamber; "Sana kifayet eder."[254]
buyurmuştur ki, bu başkası için de geçerlidir.
Hâss ile âmm taâruz
ederse, Hanefîlere göre, zamanları aynı ise hâss, âmm'ı tahsis etmiş olur;
çünkü onların aradığı tahsis şartları gerçekleşmiş demektir. Zamanları aynı
değilse ve âmm sonra vârid olmuşsa hâssı nesheder; hâss sonra vârid olmuşsa
âmm'm hâss'a takabül eden bazı ferdlerine olan şümulünü nesheder. Bunun sebebi
şudur: Hanefîlere göre tahsis için âmm ile hâss, zaman bakımından aynı olacağı
gibi, her ikisi de kafidir ve beyan edilmek için biri diğerine muhtaç
değildir.
Pakihlerin cumhuruna
göre ise; âmm ile nâss'm çatışması tasavvur edilemez; çünkü hâss ile âmm, bir
konu hakkında vârid olmuşsa, hâss, âmm'ı beyan eder. Zaten âmm, zahir
kabilinden olup beyana muhtaçtır. Bununla birlikte özel bir delil bulununcaya
kadar âmm'm icabına göre amel edilir.
Hanefîlerle diğer
fakihlerin metodu arasındaki farkı anlatmak için bir misal olmak üzere
Peygamber (S.A.)'in; "Yağmurla sulanan mahsulden öşür vermek
gerekir."[255]
hadîsi ile; "Beş vask'tan az olan mahsulden zekât alınmaz."[256]
hadîs-i şerifini inceleyelim. Şâfiîlerle fakihlerin cumhuru, ikinci hadîsi
birinci hadîsin açıklayıcısı olarak kabul ederler; çünkü birinci hadis âmm olup
zekâtı verilmesi gereken şeyi ve bunun miktarını belirtmekte; ikincisi de bu
zekâtın nisabını açıklamaktadır. Hanefîlerin rivayetine göre Ebu Hanîfe, ikinci
hadisin birinci hadisle neshedildiğini söyler; çünkü zaman itibariyle o,
birincisinden sonra vârid olmuştur. Buna göre Ebu Hamfe, tahılın zekâtı için
nisah tanımaz.
Her iki zümre de kendi
metoduna göre hareket etmektedir; dolasıyısıyla cumhur ikinci hadîsi
"açıklayıcı = mübeyyin" olarak kabul etmektedir.Hanefîler de, iki
hadis arasında çatışma (taâruz) bulunduğunu söylemektedir.
Mevcut kanunlarımızda
da husûsî ve umûmî hükümler ihtiva eden maddeler olduğu gibi umûmî kanunların
yanında Üniversite için, Camiu'l-Ezher için ve bazı bakanlıklar vb. için özel
kanunlar da çıkarılmıştır.
Mevzu' hukukta da
hâss'ın âmm'ı tahis etmesi esasına göre hareket edilir. Her ikisi de kendi
sahasında tatbik edileceği için, biri diğerini neshetmez. Mevcut kanunları
tadil etmek veya yürürlükten kaldırmak maksadıyla çıkarılan kanunlar, elbette
neshedici bir mahiyet taşır.
Daha önce söz arasında
müşterek'ten bahsettik; fakat bunun üzerinde özel olarak durmamız icabeder.
İmam Şafiî, bunu âmm kabilinden sayar. Yukarıda âmm ile müşterek arasındaki
farkı anlatmış ve müşterek, iki veya daha fazla mânâya ayrı ayrı vaz'larîa ve
tebâdül suretiyle delalet eden lafızlardır, demiştik. Meselâ; kuru' sözünün
müfredi olan kar' kelimesi, ayhâli anlamına geldiği gibi, iki ayhâli arasındaki
temizlik vakti anlamına da kullanılmıştır. Bu kelime, müstakil olarak hu
mânâlara vaz'ediimiştir; yani ayrı zamanlarda ve ayrı olarak bu mânâlarda
kullanılmıştır. "Ayn" sözü de, duyu organı olan "göz", "pınar", "zat", "casus" ve "altın"
anlamlarına kullanılmıştır.
Tek kelimenin çeşitli
mânâlara vaz'edilişi, bazan Arapça konuşan kabilelerin değişik olmasından ileri
gelir. Sözgelimi; bir lafzı şu kabile bir mânâya, ikinci bir kabile başka
mânâya, üçüncü bir kabile de daha başka mânâya kullanmış ve böylece vaz'lar
değişik şekiller ar-zetmiştir. Daha sonra aynı lafız, Arapçada bütün bu mânâlarda
tebâdül suretiyle kullanılmaya başlanmıştır.
Bazan da değişik
mânâlar, bir kelimenin aslına dayanır. Yani, zamanla asıl mânâdan bir kaç mânâ
doğar. Sözgelimi; "fitne" kelimesi, madeni ateşe koyup eritmek
anlamına kullanılmıştır. Sonra dinî veya başka sebeblerle yapılan baskı
anlamına, daha, sonra da karışıklık ve fesad anlamlarına kullanılmıştır.
Böylece bir lafız çeşitli mânâlar kazanmış ve bu mânâlarda ayrı ayrı
kullanılmıştır.
Bazı hallerde de,
kelimenin müşterek mânâlar kazanmasının esası mecaz olabilir. Sonra mecazî mânâ
yaygınlaşır ve kelimenin asıl mânâsı gibi bir durum alır. Böylece bir
kelimenin zamanla bir kaç mânâsı bulunmuş olur ve o kelime, bu mânâlara ayrı
ayrı kullanılır.
Müşterek lafız, bir
kullanılışta ancak tek mânâ ifade eder. Biraz önce misal olarak zikrettiğimiz
kar' kelimesi ya ayhâli veya iki ayhâli arasındaki temizlik müddeti anlamına
gelir. "Secde" lafzı da, terim olarak, namazdaki belli hareket şeklini
ifade eder; asıl mânâsı olan "boytıneğme"yi de ilave edersek, bu
kelime iki mânâ ifade etmiş olur. Kur'an'ın; "Göklerdekiler ve yerdekiler
Allah'a secde ederler."[257]
âyetindeki "secde" boyuneğmek anlamına kullanılmıştır.
"Geceleyin O'na secde et ve O'nu uzun gecede tenzih eyle."[258]
âyetindeki "secde" de, namaz kılarken yapılan secde'yi ifade
etmektedir.
Müşterek'in kasdedüen
mânâsının tesbiti, ya siyaktan (cümlenin gelişinden) elde olunan lafzî bir
karine ile olur. Ka'd. suresinin 15 inci âyetindeki "secde" sözünün
boyuneğmek anlamında kullanıldığı böyle anlaşılmıştır. Ya Şer'î nass'ların
umûmundan elde edilen bir karine ile olur. Meselâ; kar' kelimesinin mânâsı
böyle tesbit edilmiştir. Ya da müşterek'i açıklayan bir hadîs-i şerif
yardımıyla olur.
Hanefîlere göre
müşterek nass, ifade ettiği bütün mânâları içine almaz; çünkü o, bu mânâlar
için sıra ile ve ayrı ayrı vaz'edilmiştir. Dolayısıyla bu mânâların hepsini
birden kasdetmek, vaz'edilişine muhalif olduğu için imkânsız olup bu da yeni
bir vaz' sayılır.
Şafiîlere göre de
müşterek'te asıl olan bir mânâ için kullanılmış olmaktır; fakat bütün mânâları
için kullanılması da mümkündür.Bu takdirde delalet ettiği şeylere şâmil olma
bakımındano âmm gibidir. Şâfiîler; "Göklerdekilerin ve yerdekilerin,
güneş, ay, yıldızlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların çoğunun Allah için
eğildiklerini (secde ettiklerini) görmüyor musun?"[259]
âyetini, görüşleri için misal olarak ileri sürerler. Onlara göre bu nass,
secdenin hem boyun eğmek, hem de namaz kılınırken yapılan hareket anlamına
geldiğini gösterir; çünkü "insanların çoğu" ifadesi buna delil
teşkil eder. Öyle ya buradaki "secde" yalnız boyun eğmek mânâsına
kullanılsaydı ağaç ve hayvanlar gibi bütün insanlar da Allah'ın hüküm ve
takdirine boyuneğdiğinden "insanların çoğu" ifadesinin yerine sadece
"insanlar" sözü zikredilirdi.
Bu konuda şöyle
düşünmek mümkündür: Buradaki boyun eğmek, zikredilenlerin hepsine şâmil
olabilir, "insanların çoğu" ifadesi de, icbarî ve ihtiyarî
boyuneğmeye dikkati çeker ve böylece, insanların çoğunun Allah'a isteyerek
secde ettiğine işaret buyurulmuş olur.
Bâzı bilginlere göre
müşterek lafız, olumsuzluk (nefy) bakımından bütün mânâlarına şamil olur;
fakat isbat (olumluluk) yönünden şâmil olmaz.
Mutlak; teklik, çokluk
veya vasıf gibi şeylere bakılmaksızın vaz'-edildiği mânâya delalet eden
lafızdır. Başka bir deyişle, mutlak, yalnız mahiyet'e delalet eder. Meselâ;
"köle âzad etmek"[260]
âyetindeki "köle" sözü böyledir.
' Mutlak ile
"ânım arasında şöyle bir fark vardır: Mutlak, teklik veya çokluk gibi
herhangi bir kayda bağlı olmaksızın bir mahiyeti ifade eder. "Köle âzad
etmek" sözü, âzad edilecek kölenin mü'min olup olmamasını, bir veya çok
olmasını göstermez; sadece köle ismi verilebilecek bir şahsın âzad edilmesini
gösterir. Âmm ise, sayı itibariyle bir mahiyeti-ifade eden lafızdır. Meselâ;
Kıtal (Muhammed) Sûresi'nin dördüncü âyetinde; "O küfredenlerle
(muharebede) karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun..." buyurulmuştur.
İşte buradaki "boyunlar" sözü âmm olup bütün kafirlere şâmildir.
Mukayyed'e gelince bu
bir vasıf, hal, gaye veya şart kaydına bağlı olarak mahiyete delalet eder.
Başka bir tabirle, mukayyed, sayı nazar-i itibare alınmaksızın herhangi bir
kayda bağlı olan lafızdır. Meselâ; "Mü'min bir köle âzad etmek..."[261]
âyetindeki köle, mü'minlik vasfıyla mukayyed'dir. Sarfla mukayyed'e misal:
"...bulamazsa üç gün oruç tutsun."[262]
âyetindeki "üç gün oruç tutsun" sözü köle âzad etme, on kişiyi
giydirme veya yedirme imkânı bulamama şartı ile mukayyed'dir. Gaye ile takyide
misal: "...Sonra geceye kadar orucu tamamlayın..."[263]
âyetinde oruc'un tamamlanması "geceye kadar" kaydı ile mukayyed'-dir.
Buna göre akşam olduktan sonra, iftar etmeksizin, ertesi günkü oruca devam
etmek caiz değildir.
Konu ve hüküm aynı
olursa, âlimlerin ittifakına göre mutlak, mu-kayyed üzerine hamledilir. Meselâ;
"Murdar ölmüş hayvan eti, kan ve domuz eti... size haram kılındı."[264]
âyetinde "kan" mutlak olarak zikredilmiştir. Öte yandan; "De
ki: hana vahyolunanlar arasında bir kimsenin yiyeceğinde haranı kılınmış bir
şey bulmuyorum; ancak murdar ölmüş hayvan eti veya dökülmüş olan kan veya domuz
eti... müstesnadır."[265]
âyetinde ise "dökülmüş olan kan" mukayyed olarak geçmektedir. Her
iki âyet'te de konu "kan" ve hüküm de bunun haram kılmışıdır. O halde
birinci âyetteki mutlak "kan", ikinci âyetteki mukayyed
"kan"a hamledilir.
Eğer mutlak ile
mukayyed arasında hüküm veya sebeb bakımından bir ayrılık varsa, Ebu Hanîfe ve
arkadaşlarına göre mutlak, mukayyed üzerine hamledilmez. Meselâ; kati keffâreti
hakkında; "Mü'-min bir köle âzad etmek gerekir."[266]
buyurulmuş ve zıhar keffâreti hakkında da; "Kadınlarından zslıar ile
ayrılmak isteyip de sonra dediklerinden vazgeçen kimseler için, birbirleriyle
temas etmeden önce bir köle âzâd etmek gerekir..."[267]
Buyurulmuştur. Birinci âyette köle mukayyed, ikincisinde de, mutlak olarak
zikredilmiştir. Burada mutlak, mukayyed üzerine hamledilmez; yani zıhar
keffâretinde de kölenin mü'min olması şart değildir; çünkü her iki keffâretin
hükümleri aynı ise de, sebebleri ayrıdır.
Mutlak ile mukayyed,
hüküm bakımından ayrıldığı halde, sebeb bakımından birleşirse, başka müstakil
bir delil bulunmadıkça mutlak, mukayyed üzerine hamledilmez. Meselâ; "Ey
iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar
ellerinizi ve —başınıza meshederek— her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın.
Eğer cüniip iseniz iyice temizlenin (boy abdesti alın.) Eğer hasta iseniz,
yahut yolculuk yapıyorsanız veya biriniz ayak yolundan gelmişse, yahut da kadınlara
dokummışsanız ve bu halde su bulamamış sanız, o vakit temiz bir toprakla
teyemmüm edin. Buna göre ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün."[268]
âyetini inceleyelim. Burada abdest ve teyemmümün sebebi bir olup o da, namaz
kılmak arzusudur; fakat hüküm mutlak ve mukayyed olma bakımından değişiktir.
Abdest alırken ellerin dirseklere kadar yıkanması emredilmiştir; teyemmümde
ise ellerin meshe-dileceği mutlak olarak zikredilmiştir. Acebâ mutlak, mukayyed
üzerine hamledilerek, teyemmümde de dirseklere kadar meshedilecek midir?
Fakihler, burada mutlakm mukayyed üzerine hamledümesini yerinde bulmazlar;
ancak teyemmümde de dirseklere kadar meshedil-mesi gerektiği başka bir delil
ile, yani şu hâdîs-i şerifle sabit olmuştur: "Teyemmüm iki darb'dır;
birisi yüz için, ötekisi de dirseklere kadar eller içindir."[269] Bu,
mutlak'ı mukayyed üzerine hamletmek şeklinde bir takyid değil, âyet-i
kerîmedeki icmali, Peygamber (S.A.)'in açıklaması kabilinden bir şeydir.
Yukarıda geçen zıhar
âyeti de aynı şekildedir. Keffaret-i zıhar için köle âzâdı veya ardarda iki ay
oruç tutma işi, temastan önce olmakla mukayyed'dir. Bunlara gücü yetmeyen
kimsenin altmış fakiri doyurmasında temastan önce kaydı yoktur; fakat
Hanefîler, Hz. Peygam-ber'in, "Keffâret verinceye kadar ondan ayrı
dur."[270] hadisi şerifine dayanarak,
bunun da temastan önce olmasını şart koşarlar.
Sebeb değişik, hüküm
aynı olduğu zaman mutlak'm mukayyed üzerine hamledilip edilmemesinde fakîhler
ihtilafa düşmüşlerdir; Ha-nefîlerin bu husustaki görüşlerini yukarıda
açıkladık. Fakihlerin çoğunluğuna göre ise, bu durumda mutlak, mukayyed
üzerine hamledilir. Dolayısıyla zıhar, yemin ve oruç keffâreti olarak âzâd
edilmesi bildirilen "köle", mutlak olarak zikredildiği halde, kati
keffâreti olarak âzâd edilmesi emrolunan "mü'min köle" üzerine
hamledilir ve bu keffâret-ler için âzâd edilen kölelerin de mü'min olması
gerekir.
Keza;
"...Erkeklerinizden iki de şâhid yapm. Eğer iki erkek bulunmazsa o halde
razı olacağınız şâhidlerden bir erkekle iki kadın yeter..."[271]
âyetinde şâhidlerin âdil kimseler olması kaydı yoktur; fakat talâkla ilgili
olan, "Sizden adalet sahibi iki de şâhid tutun."[272]
âyetinde şâhidlerin âdil olması kaydı vardır. Burada, cumhura göre mutlak,
mukayyed üzerine hamledilir ve nikâhta, cezaî işlerde, mâlî anlaşmalarda ve
şahadete dayanan diğer bütün hususlarda şâhidlerin âdil olması şart koşulur.
Bu iki misalde
cumhurun görüşünün önemi kendisini göstermektedir; çünkü İslâm Dîni, mutlak
olarak köle azadını teşvik ediyorsa da, önce mü'min kölelerin âzâd edilmesini
istiyor. O halde maksud olan önce mü'min kölelerin âzâd edilmesidir. Nass da
bazı yerlerde buna, bazı yerlerde de mutlak'ın mukayyed üzerine hamledileceğine
işaret etmiştir. Şâhidlikte de amaçlanan hakkın korunması ve yerine
ge-rilmesidir. Bu ise, ancak şâhidlerin âdil olmasıyla gerçekleşir. Nass, bazı
yerlerde buna işaret etmiş, diğer bazı yerlerde de mutlak'ı mukayyed üzerine
hamletmekle yetinmiştir.
Hüküm aynı ve sebeb
değişik olduğu zaman, Hanefîler, mutlak'ı mukayyed üzerine hamletmezler.
Onların bu konudaki delillerinin esası da şudur: şer'î nass'lar, kendi
başlarına birer huccet'tir. Bunları, âyet veya hadis gibi bir delil
bulunmaksızın takyid etmek, Şâri'nin emri olmadan konuyu daraltmaktır. Üstelik
mutlak'ı mukayyed üzerine hamletmek, her ikisinin de nüzul ve tarih bakımından
aynı olmasını gerektirir; tâ ki mukayyed, mutlakın tefsiri mahiyetinde olsun.
Mutlak olan âyetlerle mukayyed bulunan âyetlerin nüzul tarihleri farklıdır.
Bazan mukayyed olan âyetler, nüzul tarihi bakımından daha öncedir-. ler. Öyle
ise, bunlar daha sonra gelen âyetleri nasıl takyid edecektir?
Cumhur ise, hüküm aynı
ve sebeb değişik olursa mutlak'ı mukayyed üzerine hamleder. Bunların delilleri
de şunlardır: Kur'an'm vahdeti, i'caz ve vecizliği, O'nu indirenin birliği
böyle icabeder. Kur'an'da bir kelime herhangi bir hükmü açıklamışsa, bu
kelimenin geçtiği her yerde hükmün aynı olması zarurîdir. Meselâ; âzâd edilmesi
istenilen "köle"nin, bütün Kur'an nass'larmda cins ve vasıf
bakımından.aym olması icabeder. Eğer bu, bir yerde herhangi bir kayıdla
mukayyed ise, diğer yerlerde de aynı kayda tâbi olmalıdır ki, cezanın ve
Kur'an'i indirenin birliği anlaşılsın, hükümlerde birlik ve ahenk kurulmuş
olsun. Bu sebeble Şevkânî şöyle demiştir: "Açıktır ki, mutlak ile mukayyed
arasındaki hüküm birliği, birini ötekine hamletmek yönünden de aralarında
uygunluk bulunmasını gerektirir. Bu husus için delil getirmeye ihtiyaç da
yoktur. Doğru olan da, mutlak'ı mukayyed üzerine hamledenlerin görüşüdür "[273]
Birinci bölümde şer'î hükümleri
anlatırken de söylediğimiz gibi, teklifi hüküm, Şâri'in iktizâ veya tahyir
bakımından mükelleflerin fiillerine ilişkin olan hitabıdır. İktizâ, taleb
demektir. Tahyir de, muhayyer bırakmak, yani ibahat'tır. Taleb, bir şeyin
yapılmasını veya yapılmamasını istemektir.
Burada biz, teklif
sıygalarını (kiplerini) anlatmak istiyoruz. Mü-bah'ı anlatırken, ibahatin şu üç
şeyden birisiyle sabit olacağını söylemiştik:
1) Bir şeyde
günah bulunmadığına dair nass mevcud olmalıdır." Meselâ; "Örfe göre
onlara (çocuklarınızı emziren kadınlara) bir şey verirseniz sizin için bir
günah yoktur."[274]
veya para ve benzeri şey vererek kocasından boşanan kadın hakkında;
"kadının verdiği şeyde her ikisi için de bir günah yoktur..."[275]
âyetlerindeki ifade, ibahat'e delalet eder.
2) Haram olduğuna dair bir delil bulunmamalıdır;
çünkü, "yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur."[276]
âyetine göre yasaklanmayan her şey mübah'tır.
3) Helal olduğuna dair bir nass bulunmalıdır.
Meselâ; "Bu gün size temiz rızıklar helal kılındı. Kendilerine kitab
verilenlerin yiyeceği sizin için helal olduğu gibi, sizin yiyeceğiniz de onlar
için helaldir."[277]
âyeti ibahat ifade eder. Bazı emirler de ibahat bildirir. Meselâ; "Yiyin
için, israf etmeyin; çünkü Allah, israfçıları sevmez."[278]
âyetiyle; "israf ve gurura kapiimaksızm yiyin, için ve giyin."[279]
hadîsi ibahat ifade etmektedir. Yine, "İhramdan çıkınca
avlanınız..."[280]
âyetindeki "avlanınız..." emri de, karinelerin delaletine göre, av
yapmanın mubah olduğunu göstermektedir.
Kısaca ibahat, bir şey
hakkında ya günah bulunmadığı, ya helal olduğu bildirilmekle, yahut karinelerle
veya "eşyada asıl olan mubah olmadır" esasına göre sabit olur.
Taleb, gerek bir
fiilin yapılmasına, gerekse bir fiilin yapılmamasına ait olsun, sarîh bir ibare
ile sabit olur. Meselâ; "oruç, sizden Öncekilere farz kılındığı gibi, size
de farz kılındı. Umulur ki sakınırsınız."[281]
âyetinden orucun
farziyeti açıkça anlaşılmaktadır. Yine; "Birinize ölüm geldiğinde, eğer
mal bırakıyorsa, ana ve babaya, yakınlara, Örfe uygun şekilde vasiyet etmesi
—müttakiler üzerine bir borç olarak—. farz kılındı."[282]
âyetinde de vasiyetin emredildiği sarîh bir
ifade ile
bildirilmiştir.
Emir, bazan
"vasiyet" (tavsiye) kelimesiyle bildirilir. Meselâ; "AHah, çocuklarınız
hakkında, erkeğe, iki kızın hissesi kadar vasiyet eder..."[283]
âyetindeki "vasiyet eder" sözü, "emreder" anlamında kullanılmıştır.
Bazan da bir şeyin yapılmasını taleb, müzâri' (geniş zaman) fiili ile olur.
Meselâ: "sizden ölenlerin bıraktıkları karılar, kendi kendilerine dört ay
on gün beklerler."[284]
âyetindeki "beklerler" fiili, "beklesinler" demektir.
Bir fiilin
yapılmamasını taleb (tahrim), bazan o fiilin büyük günahlar arasında olduğunu
beyan ile sabit olur. İşte şu hadîs-i şerif .böyle bir hüküm ifade etmektedir:
"Hz. Peygamber; 'size en büyük günahları haber vereyim mi?' dedi. Evet,
ya Rasulallah, dediler. O da şöyle buyurdu: 'Allah'a şirk koşmak, ana ve
babaya karşı gelmek, —yaslanarak oturuyordu, doğruldu ve —dikkat edin, yalancı
şâhidlik, yalancı şâhidlik..." dedi. Durmadan bu sonuncusunu
tekrarlıyordu. Biz de; "no'la sussa! dedik."[285]
Bir fiili işleyenin
cezalanacağının zikredilmesi de, o fiilin yasak edilişini (nehyini) gösterir.
İşte, "Bir mü'mini bilerek Öldürenin cezası, —ebedi olarak içinde kalmak
üzere— cehennemdir."[286]
âyeti, bu şekilde bir nehiy ifade etmektedir. Keza, bir fiilin dünyevî bir
cezayı gerek-, tirdiği zikredilince, o fiilin nehyedildiği anlaşılır. Meselâ;
"İffetli kadınlara zina isnad edip de sonra dört şâhid getiremeyenlere
seksen dey-nek vurun..."[287]
âyeti, namuslu kadınlara iftirada bulunulmasını yasaklamaktadır.
Görülüyor ki emir ve
nehye (taleb ve keff'e) delalet eden sıygalar (kipler) değişmektedir. Aslında
emir kipi, bir şeyin yapılmasını talep ve nehiy kipi de bir şeyin
yapılmamasını bildirmek için konulmuştur. Bu itibarla usûl'cüler emir ve nehyi
ayrı ayrı birer bahiste ele almışlardır.
Emir, istilâ cihetiyle
fiili taleb etmektir. İstilâdan maksat, emredenin, emredilenden üstün
olmasıdır. Arapçada emir sıygası, sülasî fiillerde if'al (yap) ve liyef'al
(yapsın) vezninde olur. Bu sıygalar, asıl itibariyle talebe delalet eder.
Talebin dışındaki şeylere delaletleri mecaz yoluyladır. İrşat, tehdit,
küçümseme (ihanet) ve dua gibi maksatlar için emir fiillerinin kullanılması
mecazî bir şeydir. Tehdit için kullanılışına, "Dilediğinizi yapın! Allah
ise, yaptıklarınızı görmektedir."[288]
âyetini misal olarak verebiliriz.
Emir sıygasının
delalet ettiği taleb ya vücub, veya nedb ifade eder; fakat araştırmalar
göstermiştir ki, İslâm şerîatini açıklayan âyet ve hadislerdeki emirler çoğu
zaman vücub bildirmektedir. Buna göre bir emrin vücub ifade etmediğini ortaya
koymak için delile ihtiyaç vardır. İşte bu görüş, fakihlerin cumhuruna aittir.
Onlar, bu görüşlerini
isbat için şöyle üç delil ileri sürerler:
1) Secde
emrine uymadığından îblis'i Allah kınamış ve "Ben sana emrettiğim halde,
seni secdeden alıkoyan nedir?"[289]
buyurmuştur.
Eğer emir, vücub ve
kesinlik ifade etmeseydi, secdeyi terkettiği için İblis kmanmazdi.
2)
Kur'an'da; "O'nun emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ
gelmesinden veya elim bir azaba
uğramaktan sakınsınlar.”[290]
buyurulmuştur. Burada
Allah, emirlerine muhalefet edenleri, dünyada belâ ve âhirette elim bir azap
ile tehdid etmektedir. Emir vücub ifade etmeseydi, ona muhalefet edenler tehdid
edilmezdi. Bu tehdit, umumî olup her emre muhalefeti içine alır. Buna göre
Kur'an örfünde asıl olan, her emrin vücub ve kesinlik ifade etmesidir,
3) Allah Taâlâ, kendilerine namaz emredildiği
halde kılmayanları zemmetmiş ve "onlara rükû edin denildiğinde rükû'a varmazlar."[291]
buyurmuştur. Bu da gösteriyor ki, emir kesin bir taleb ifade etmektedir. Eğer
böyle olmasaydı ona muhalefette bulunmak, kınanmayı gerektirmezdi.
Gerçi Kur'an'da bir
kısım ibareler vardır ki, bunlardan emir, bazı karinelere göre isabahat ifade
etmektedir. İşte; "yeyin, için ve israf etmeyin; çünkü Allah, israfçıları
sevmez."[292] âyeti böyledir. Bu
âyette geçen "yeyin, için" emirleri ibahat bildirmekle birlikte,
genel olarak yeyip içmeyi kesinlikle emrettiği de doğru olabilir; çünkü insan
ölmeyecek kadar gıda almakla mükelleftir; ancak o, şu veya bu maddeyi, şu veya
bu miktarda yeyip içmekte serbesttir. Demek ki cüz'iyâtta mubah olan bazı
şeyler, genel olarak matlup ve vâcib olmaktadır.
Bazı bilginler,
yasaktan sonra gelen emirlerin ibahat bildirdiğini söylemişlerdir. Meselâ;
".. .ihramdan çıktığınız zaman
avlanınız."[293]
âyeti böyledir. Cumhura göre ise, yasaktan sonra gelen emirlerin ibahat
bildirmesi, karinelerden anlaşılır;emir sıygasından anlaşılmaz; çünkü bazan
yasaktan sonra gelen emir vücub bildirmektedir. Meselâ; "...Haranı aylar
çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün."[294] âyetinde
yasaktan sonra gelen emir ibahat bildirseydi, bu nass:a göre müşrikleri
öldürmek vâcib olmazdı.
Bir kısım bilginlere
göre de emir hem vücub, hem de nedb ifade eder. Bunlardan hangisine. delalet
ettiği karinelerle tesbit edilir. Bu görüş, emrin lügat mânâsına uyabilir;
fakat daha önce de belirttiğimiz gibi, Kur'an ve Sünnet nass'larmdaki emirler,
ekseriya vücub ifade eder: asıl olan da budur.
Kur'an-ı Kerim'deki
emir sıygaları, talebin yapılmasına delalet eder; tekrara delalet etmediği
gibi, tek bir kere yapılmaya da delalet etmez. Meselâ; "Namaz
kılın..."[295]
âyeti, ne tekrarı ifade eder, ne de bir kere namaz kılmayı ifade eder. Namazın
vakitlere göre tekrar tekrar kılınmasına, Hz. Peygamberin; "Namazı ben
nasıl kılıyorsam siz de öylece kılın."[296]
hadîsi delalet etmektedir. Hac da, "insanları hacca çağırır..."[297]
âyeti ve Peygamber (S.A.)'in, "Allah size haccı farz kıldı; o halde
haccedin."[298]
hadîsine göre farz kılınmıştır.
İşte bu emirler tekrar
ifade etmediği içindir ki bazı sahâbîler Hz. Peygamber'e; "her yıl mı
haccedeceğiniz ya Raşulallah?" diye sormuş, Peygamber (S.A.) de; "Ben
sizi nasıl bırakıyorsam, siz de beni hıra-kın. Eğer "evet" desem,
size her yıl hac farz olur."[299]
buyurmuştur. Bu göstermektedir ki emir sıygası tekrarı gerektirmemektedir. Bu
yine göstermektedir ki, emir sıygasının tekrara ihtimali de vardır; çünkü Hz.
Peygamber; "evet desem, size her yıl hac farz olur." buyurmuştur.
Eğer tekrara ihtimali
olmasaydı sahâbîler de "her yıl mı haccedeceğiz?" diye sormazlardı.
Buna göre emir sıygası
tekrara delalet etmediği gibi, bir kere yapılmaya da delalet etmemektedir.
Tekrar veya bir kere yapılmak, emirle ilgili birer kayıd olup delilsiz sabit
olmaz.
Emir sıygası, derhal
veya bilâhare yapılmaya da delalet etmez; çünkü emir, bir fiilin meydana
getirilmesini gösterir. Derhal veya bilâhare yapılma (fevriyet veya terâhî)
birer kayıd olup ayrı delillerle sabit olur. Emir, esas itibariyle mutlak bir
lafızdır. Ancak takyidini gösteren bir delil bulunursa mukayyed olur.
Peygamber (S.A.); "Allah size haccı farz kıldı; o halde haccediniz."[300]
buyurmuştur. Bu hâdîs-i şerif, gücü yeten kimsenin hemen hacca gitmesine,
geciktirirse günahkâr olacağına delalet etmediği gibi, bilâhare gitmesine ve
geciktirirse günahkâr olmayacağına da delalet etmez. Bu yüzdendr ki fakihler,
hac-cm fevren mi, yoksa bilâhare mi yapılacağı konusunda ihtilafa düşmüşlerdir.
Burada şöyle düşünmek
mümkündür: emir sıygası tekrar ve ffev-riyet'e delalet etmez; ancak bir sebeb'e
bağlı olabilir. Eğer bu sebeb tekerrür ederse emir de tekerrür eder. Meselâ;
"zina eden erkek ve zina eden kadından her birine yüzer deynek
vurun."[301] âyetini ele alalım.
"Yüzer deynek vurun" emrinin sebebi, zinadır. Bu sebeb tekerrür
ederse, ceza da tekerrür eder. Yine, "Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık
yapan kadının ellerini kesin..."[302]
âyetindeki "ellerini kesin" emrinin sebebi de hırsızlıktır. Keza;
"iffetli kadınlara zina isnad edip de sonra dört şâhid getiremeyenlere
seksen deynek vurun."[303]
âyetindeki "seksen deynek vurun" emri, iffetli kadınlara zina isnad
etmekle ilgilidir. Bu suç tekerrür ederse, elbette cezası da tekerrür eder.
Görülüyor ki tekerrür,
bizzat emir sıygasından değil, onun bağlı olduğu sebeb'ten ileri gelmektedir.
Bazan bu sebeb, zamana bağlı olur ve fevriyet ifade eder. Zamanın gelmesiyle
emrin derhal yapılması ve bu zamanın tekerrürü ile de emrin tekerrürü gerekir.
Meselâ; "sizden kim Ramazan ayma şâhid olursa onda oruç tutsun..." [304]buyurulmuştur.
Buna göre Ramazan ayı girince hemen oruç tutulması ve bu ayın tekerrürü ile
orucun da tekerrürü icab eder.
Keza; "Güneşin
batıya yönelmesinden gecenin kararmasına kadar namaz kıl..."[305]
âyetindeki "namaz kıl" emri samana bağlanmıştır. Bu zamanın tekerrürü
ile elbette vâcib de tekerrür edecektir.
Demek ki emredilen
şey, bizzat emir sıygasıyla tekerrür etmeyeceği gibi, onun fevriyeti de vâcib
olmaz; ancak o, sebebe bağlı olarak te-. kerrür eder. Sebeb tekrarı
gerektirmiyorsa emredilen şey (me'mûru'n bih) tekerrür etmez; hac farizasında
olduğu gibi.
Acebâ emir,yalnız
ifade ettiği şeyin vücûbunu mu gerektirir? Emrin yerine getirilmesine vâsıta
olan şeyler vâcib değil midir? Bu nokta üzerinde duralım.
Vâcib'in
tamamlanmasını sağlayan bir kısım vâsıtalar vardır. Acebâ vücub ifade eden
emir, bu vücûbun edası için vâsıta olan şeyi de emretmek demek değil mi? Usûl
bilginlerinin çoğuna göre, vacibin tamamlanmasını sağlayan şey, insanın takati
dâhilinde ise, vâcib'tir. Meselâ; namaz emri, abdest almayı da emretmek olur;
çünkü abdest, namazın şartıdır. Ancak hac emri, hacca gitmek için imkân sahibi
olmayı emretmek değildir; çünkü bu imkâna kavuşmak, insanın kendi elinde
olmayıp Allah'ın lutfudur. Zekât ile emir de, insanın nisab'a sahip olmasını
emir değildir; zira nisab'a sahip olacak kadar zengin olmak, mükellefin kendi
elinde değildir.
Bazı bilginlere göre,
vacibin tamamlanmasını sağlayan şey, sebeb ve insanın kendi elinde ise, emir
bunu da içine alır. Meselâ; namaz kılmak için gayret etmek, Cum'a namazı için
koşmayı emreden âyet'in[306]
delaletiyle vâcib tir. Gücü yetenlerin Mekke'ye gitmesi ve haccın icab-larmı
yerine getirmek için çalışması da böyledir. Zekâtı ehline vermek için gayret
sarfetmek de aynı şeye girer. İşte bunlar, vacibin yerine getirilmesi için
birer vâsıta olduklarından, o vacibi bildiren emir gereğince vâcib olurlar.
Eğer vacibin tamamlanmasını sağlayan şey şart ise, o vacibi bildiren emir ile
şartiyet vâcib olmaz; çünkü bu, ayrı bjir nass ile sabit olur. Meselâ; namazın
sıhhati için abdest almanın şart oluşu, müstakil bir emirle sabit olmuştur.
Öyle ise, onun şart oluşunu bildiren emir, vâcib oluşunu da bildirmiş demektir.
Namazın vâcib oluşunu bildiren emir, abdestin de vâcib olduğunu bildirmiş
değildir.
Bu görüşe göre vacibin
tamamlanmasını sağlayan şey iki kısma ayrılır:
1) Sâri'
tarafından şart olduğu bildirilen şeyler. Bunlar müstakil delillerle sabit olur. Vacibin tamamlanmasını sağladığı
için bunlara vâcib'tir demeye lüzum yoktur.
2) Vacibin
edası için zaruri olan diğer hususlar.
Bunlar, insanın elinde olan bir kısım sebeb ve vâsıtalar olup vacibin
yapılmasını sağlar. Meselâ; hac farizasını yerine getirmek için mukaddes
topraklara gitmek icab eder; çünkü vâcib, ancak bu sayede edâ edilir.
Dolayısıyla aynı emir gereğince bunlar da vâcib olur.
Nehiy, fiilin
yapılmamasını taleb'tir. Bu da emir gibi kesinlik ifade eder. Nehye uyan
şer'an övülür, uymayan da kınanır. Meselâ; isteyerek zinayı terk eden
övülmeyi, yapan da kınanmayı hak eder. Kur'an-ı Kerim, nehyedilen şeylerden
sakınılmasın!, "O sizi neden nehyetmiş-se ondan salımın."[307]
âyetiyle açıkça belirtmiştir. Zira nehiy, taleb bakımından tıpkı emir gibi
kesinlik ifade etmektedir.
Bir kısım bilginlere
göre nehiy sıygası mutlak1 olarak bir şeyin yapılmamasını taleb'tir. Bu, ister
kesin olsun, isterse kesin olmasın. Dolayısıyla, haram ve mekruh nehyin
şümulüne girer. Şâri'in bunlardan hangisini murad ettiği karinelerden
anlaşılır. Yani, nehiy de emir gibi bizzat sıygasıyla ne tekrara, ne bir kere
uyulmaya, ne devama ve ne de zamanla takyide delalet eder. Sözgelimi; bir kimse
hizmetçisine,. "et satın alma" dese, bu ifade, onun daima et satın
almaktan men'edildiğini göstermez. Doktor bir hastaya, "et yeme"
dese, bu da, onun sonuna kadar et yemekten vazgeçmesini gerektirmez.
Bazı bilginlere göre
ise nehiy, bizzat sıygasıyla devamlılık ifade eder; fakat vakitle takyid
edilebilir. Yukarıdaki misalde geçen hizmetçi ne zaman et satın alırsa,
efendisine isyan etmiş olur; ancak önceki nehyini kaldırdığına dair bir beyanda
bulunursa durum değişir. Nehiy sıygası zaman yönünden mutlak ve herhangi bir
nass, karine ve örf ile mukayyed değilse süreklilik bildirir.
Nehyin mücerred olarak
men'i iktizâ ettiğini söyleyenlere göre, o fevriyet de ifade etmez. Asıl vaz'ı
itibariyle devamlılık bildirdiğini ve ancak bir kayıd bulunursa takyid
edileceğini söyleyenlere göre ise, nehiy fevriyet bildirir. Buna göre bir
kimse nehyedilen bir fiili yaparsa âsî sayılır. Bu göıüşte bir hakikat payı da
vardır.
İbadet veya muamelât
gibi şer'î bir şey hakkında nehiy vârid olursa, acebâ bu, o şeyin fesadını gerektirir
mi? Sözgelimi; bayram günleri oruç tutmak nehyediîmiştir. Bu nehiy, o
günlerde, tutulan orucun fâsid olduğunu mu gösterir? İhtikâr maksadıyla bir
malı pazara gelmeden satın almak nehyediîmiştir. Bu nehiy, böyle bir akdin
fesadını mı gerektirir? Birinin pazarlığı bitmeden aynı malı almak nehyediîmiştir.
Bu da, o akdin fâsid olduğunu mu bildirir? Bu gibi meseleler karşısında
bilginler üç türlü görüş beyan etmişlerdir:
1)
Hanefîlerin görüşü: Buna göre nehyediien şeyin diğer şartları tam ise, nehiy
bunun fâsid olmasını gerektirmez. Meselâ; sek günü oruç tutulması
nehyediîmiştir. (Şek günü, Şaban ayının son günü mü, yoksa Ramazanın ilk günü
mü olduğunda şüphe edilen gündür.) Bu günde tutulan oruç, mekruh olmakla
birlikte sahih'tir. Bayram günleri oruç tutulması yasak
edilmiştir. Tutulursa bâtıl
olmaz; sadece mekruh olur. Pazara getirilen malı yolda
çevirip almak, akid yapılmışsa bâtıl değildir. Birinin dünür olduğu kızı, o
vazgeçmeden istemek, yapılacak nikâh akdinin bâtıl olmasını gerektirmez; fakat
böyle bir akid, mekruh olmakla birlikte sahihtir.
2) Nehiy,
bir şeyin fesadını gerektirir. Nehyediien şey ister ibadet, isterse muamelât
cinsinden olsun; çünkü akid ve ibadetlerin selameti, Sâri' tarafından
sıhhatlerine dair verilen bir hükümle olur. Bunların nehyedilmesi, selametlerini ikrar ile
çatışmamalıdır. Aksi takdirde Şâri'in hükümleri, birbiriyle
çelişmiş olur. Bu, ibadet ve muamelâtta aynıdır; çünkü hepsi, sahih olduklarına
dair hükmü, Şâri'in emir ve nehiylerinden alır.
3) Usûl
bilginlerinden tahkik ehlinin görüşü;
Bu, orta bir görüştür. Şöyle ki: Nehiy, ibadet konusunda fesadı
gerektirir. Meselâ; bayram günleri oruç tutmak nehyediîmiştir. Bu günlerde
tutulan oruç bâtıldır. Nehiy, muamelât
konusunda fesadı gerektirmez. Sözgelimi; Cum'a ezanı okunurken yapılan
alış-veriş veya pazara gelen malı yolda çevirip almak üzere yapılan akid bâtıl
değildir.
İbadetlerin edasından maksat,
Allah'a yaklaşmaktır. O halde Allah'ın nehyettiği şeyle O'na yaklaşılmaz. Öte
yandan ibadetler, bir kısım dinî teklifler olup Allah'ın emriyle ilgilidir.
Aynı zamanda Allah'ın nehyi de bunlara taalluk etse, bu, emredilen şeyin
yapılmamasını ica-beder. Bu takdirde aynı şey hem emredilmiş, hem de
nehyedilmiş olur. Bu ise çelişkiye düşmektir ki, Sâri' böyle şeyden
münezzehtir.
Muamelâtta sahih veya
fâsid diye verilen hüküm vaz'îdir ve akdin neticeleri buna göre muteber veya
gayr-i muteber olur. Akidlerin neticeleri, Şârî' tarafından tayin edilen şart
ve rükünlere bağlıdır. Eğer bunlar gerçekleşirse, akdin neticeleri de
gerçekleşir. Öte yandan akid ve benzeri muamelât işleri dünyevî şeyler olur bunlar,
Allah'a yakınlık kazanmak için vâsıta değildir. Ancak bunlar, insanın şahsî
menfaatiyle ilgili mubah şeylerdir. Bununla birlikte Sâri', herhangi bir maksatla
belli vakitlerde ahş-verişi nehyetmiş olabilir. Bu nehyediien vakitlerde
yapılan akidler, şart ve rükünleri tamam ise, muteber olur. İbadetler böyle
değildir. Bunlar Allah'ın kabulüne tâbidir ki, O'nun nehyettiği şeyi kabul
buyurması imkânsızdır.
Üstelik nehiy sıygası
hem ibadet ,hem de muamelât konusunda bizzat fesadı gerektirmez; çünkü fesad ve
sıhhat'in onunla ilgisi yoktur. Bunlar, ancak bağlı oldukları sebeblerden ileri
gelir. Nehyediien muamelâtta bu sebebler hârici şeylerdir.[308]
İbadette ise lâzime durumundadır. Meselâ; nehyediien ibadeti yapmak, Allah'ın
gazabını mûcib olur. Oysa ibadet, O'nun rızâsını kazanmak için yapılır ve gazab
ile rızâ bir arada bulunamaz.
Buraya kadar
nass'lardan hüküm çıkarmakla ilgili olan lafzı meb-hasler'i açıklamaya
çalıştık. Nass'lar üzerindeki sözü bitirmeden, nass'-larla ilgili bulunan nesih
konusunu da burada ayrıca ele almamız gerekir.
Kur'an nass'larından
ikisi, zahirleri bakımından birbiriyle çatışırsa bunları bağdaştırmak gerekir.
Bağdaştırma şekilleri de şunlar olabilir:
a) Birisi
hâss, öteki ânım olduğu takdirde hâss, âmm'ı tahsis eder. Bu hususu yukarıda
yeteri kadar açıklamış bulunuyoruz.
b) İki
nass'dan birisi, dinin umumî prensiplerine uyar ve ötekisi de aykırı olursa
te'vil cihetine gidilir. Elbette dinin umumî prensiplerine aykırı olan nass
te'vil edilmek suretiyle diğerine uydurulur. Bu konuyu da "te'vil"
bahsinde açıkladık. Tahsis veya te'vil suretiyle bağdaştırma mümkün olmazsa,
müctehid, sened bakımından kuvvetli
olanı tercih eder. Meselâ; nass'lardan birisi âyet, diğeri de haber-i âhâd
derecesinde bir hadis ise, ikincisi sened bakımından zaîf sayılır ve tercih
edilmez.
Eğer kuvvet bakımından
ikisi de eşit olup bağdaştırma imkânı olmazsa ve tarihleri de belli değilse,
müctehid bir tercih sebebi bulununcaya kadar bekler. Birisi herhangi bir delil
ile desteklenirse onu tercih eder; desteklenmezse, bazılarına göre tahrim
bildiren, ibâhat bildirene tercih edilir; bazılarına göre de yine beklenir.
Eğer birbirine aykırı
düşen iki nass'dan birinin tarihi önce, diğeri-ninki de sonra olduğu bilinirse,
sonraki tarihi taşıyan öncekini nesheder.
Fıkıh Usûlü terimi
olarak nesih, Şâri'in, son bir emir ile önceki hükmü kaldırmasıdır. İşte nesih
ile tahsis arasındaki fark budur. Nesih'te zamanları aynı olmayan iki nass
bulunur, birisine "nâsih", Ötekisine de "mensûh" denilir ve
nâsih zaman bakımından mensuh'tan sonra olur.
Nesh'i, ilk olarak
İmam Şafiî,"er-Ris'ale" adlı eserinde ele almış ve bunu, nass'lari
ilga değil, hükümleri açıklama kabilinden saymıştır. Ona göre nesih, nassı
ilga değil, nassın hükmünün sona erdiğini bildirmektir. İb n-i H a z m de bu
görüşte olup onu şöyle tarif eder: "Nesih, ilk emrin zamanının sona
erdiğini bildirmektir."[309]
Nesih, belli bir
hükümle amel etmenin sona erdiğini beyan sayılınca, sonraki bir tarihe ait
açıklama çeşitlerinden birisini teşkil eder. Buna göre beyan iki kısma ayrılır:
1) Mücmel'i açıklayan veya âmm'ı
tahsis eden beyan; bunda her iki nass'la amel edilir ve biri ötekine yardımcı
olur. 2) Nass'ı ilga etmeksizin önce
amel olunan hükmün artık son bulduğunu bildiren beyan.
İbn-i Hazm, daha ileri
gider ve nesh'in tahsis şekillerinden biri olduğunu, lafza ve ifade ettiği
umumî hükümlere dokunmadığını söyler. O'na göre nesih, sadece zamanın
umumîliği bakımından hükmü ele almaktadır. Bu konuda o, aynen şöyle der:
"Nesih, istisna çeşitle-rindendir; çünkü bu, zamanın istisnası, yani
amel'i, belli bir zamana tahsistir. Buna göre; her nesih istisnadır, her
istisna nesih değildir, demek doğru olur."[310]
Bundan anlıyoruz ki İ
b n-i H a z m'e göre hüküm ifade eden lafzın iki umûmu vardır: Birincisi lafza
ait olan umumdur; bunun tahsisi, bir lafız veya amel'e dayanır ve bu arada
âmm'ın hükmü diğer ferdleri hakkında baki olur. İkincisi de zamana taalluk
eden umum olup bunun tahsisi nesih'tir. Meselâ; Hz. Peygamber, "Sîzi
kabirleri ziyaretten neh-yetmiştim. Şimdi onları ziyaret ediniz."[311]
buyurmuştur. İşte bu nass, kabir ziyareti için konan yasağın sona erdiğini
bildirmektedir ki, bu da zamanla ilgili bir tahsistir. Peygamber (S.A.) de,
önce kabir ziyaretini menettiği nass'a işaret ederek, bu hadîsi îrad
buyurmuştur.
İslâm'ın gelmesiyle
vâki olan nesih bir gerçektir. İslâm Dîni, Önceki semavî dinlerin bazı
hükümlerini neshetmiştir. Meselâ; Yahudiler için haram olan bir kısım
yiyecekleri İslâmiyet mubah kılmıştır. Yahudilere oburlukları yüzünden haram
kılman bazı şeyleri Kur'an bize şöyle haber vermektedir: "Yahudilere
tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve
kemik yağları hâriç, iç yağlarını da haranı kıldık. Aşırı gittikleri için onları
bu şekilde cezalandırdık."[312]
Kur'an-ı Kerimin bunları neshettiği malumdur.
Elimizde mevcud olan
Yahudi dinî kaynaklarına göre evlenmede kadın sayısı tahdid edilmemiştir. Kişi
istediği kadar kadın alabilir.Bu da Kur'an tarafından neshedilmiş ve dört kadından
fazlasıyla evlenmeye izin verilmemiştir.
Bunlardan anlaşılıyor
ki Kur'an, önceki şerîatlerin bir kısım amelî hükümlerini neshederek ortadan
kaldırmıştır. Kur'an'm neshettiği bu hükümler zaman, mekân ve şartlara göre
değişebilen şeylerdir. Ahlâkî değeri olan, insan fıtratından doğan ve inanç
esaslarını teşkil eden şeyler ise asla neshedilmez; çünkü insanlığın değişmez
dîni bunlardır. Bunun içindir ki Cenab-ı Hak da şöyle buyurmaktadır:
"Allah, Nuh'a buyurduğu şeyleri sizin için de din olarak buyurmuştur. Sana
da (ey Habibim) vahyettik ve îhrahim'e, Musa'ya ve îsâ'ya da şöyle buyurduk:
dine bağlı kalın ve onda ayrılığa düşmeyin..."[313]
Bizzat îslâmî
hükümlerde de nesih vâki olmuştur. Bunu, kabir ziyaretiyle ilgili hadîs-i
şerif göstermektedir. Dolayısıyla önce yasak edilen kabir ziyareti, sonra
mubah kılınmıştır. Kible'nin neshi de meşhurdur. Bilindiği gibi Hicret'ten
sonra Medine'de müslümanlarm kıblesi Beytül-Makdis idi. Onaltı ay sonra Allah
bunu neshederek Beytü'l-Harâm'a dönülmesini emretmiştir. Kur'an bu olayı şöyle
tasvir eder: "Yüzünü göğe doğru çevirdiğim görüyoruz. Seni hoşnut olacağın
kıbleye elbette çevireceğiz. Öyleyse yüzünü Mescid-i Haram semtine döndür.
Nerede bulunursanız bulunun yüzünüzü onun yönüne çevirin..."[314]
Daha önce kıblenin Beytü'l-Makdis
olduğu Sünnetle sabit olmuştu. Âyet-i kerimede buna işaret vardır.
Fakihlerin cumhuruna
göre miras âyetleriyle, vârise vasiyeti emreden şu âyet de neshedilmiştir:
"Sizden birinize ölüm geldiği vakit, eğer mal bırakıyorsa, müttakîlere bir
borç olarak, ana-babaya ve yakınlara örfe uygun bir şekilde vasiyette bulunmak
farz kılındı."[315] Bu
âyete göre yakın vârisler için vasiyette bulunmak caiz, hattâ vâcib'tir. Sonra
"bunlar için vasiyette bulunmak neshecülmiş ve vâris olmayan kimseler
için vasiyet caiz veya vâcib olarak kalmıştır. Muhassıs'm âmm1-cian sonra
gelmesine cevaz veren bilginlere göre ise, burada nesih değil, tahsis vardır.
Süyuti, yirmi kadar
Kur'an nass'ının neshedüdiğini söyler.[316]
Fakat iyice tetkik edilirse bu nass'ların bir kiminin diğerleriyle bağdaştırılabileceği
görülür. Bağdaştırılma mümkün olursa, bu, neshe tercih edilir; çünkü nass'm
i'mâli, ihmâlinden üstündür.
Burada şöyle bir soru
ileri sürülebilir: İslâm Şerîatinde niçin nesih bulunuyor? Nesih mevzu
kanunlarda olabilir; çünkü nesih, bir kanunu kaldırıp yerine başka bir kanunu
koymaktır. İnsanlar tarafından konulan kanunlar, insanî tecrübelere dayandığı
için isabetli olmayabilir ve bu yüzden değiştirilmesi icabeder. Her şeyi
hakkıyla bilen Allah'ın gönderdiği kanunların ebedî olması gerekmez mi? Fiil ve
sözlerinde yanılması imkânsız olan Allah'ın kanunları, yani semavî nizamlar
niçin değişsin?
Bu soruyu şöyle
cevaplandırmak mümkündür: Semavî nizamlar, insanları İslah için Allah'ın
gönderdiği kanunlardır. Bunlar aslında birdir; ancak Allah, insanların hepsini
eşit olarak yaratmamıştır; Bunun tabiî bir neticesi olarak bazı hükümler bir
kısım insanlara elverişli olduğu halde, diğer bir kısım insanlar için,
elverişli olmayabilir. Bu itibarla semavî şerîatler, zaman ve insanların
değişmesine paralel olarak, birbirini neshetmiştir. Ahlâkî esaslar, milletlerin
kıvamım sağlayan unsurlar ve tevhid umdelerinde nesih cereyan etmemektedir.
îslâm serîatindeki
nesh'e gelince; Allah, Hz. Peygamberi, herhangi bir ilâhî dine sahip olmayan,
herhangi bir kanun ve nizama bağlı bulunmayan bir kavim içinde
vazifelendirmiştir. Eğer bu kavim, şer'î hükümlerle bir defada emr olunsa idi
tahammül edemezdi. Bunun içindir ki Allah, hükümlerini tedricî olarak
bildirmiş, önce Peygamber'e insanların gücü yeteceği şeyleri göndermiştir.
Böylece onlar, İslâm'ın güzelliğini tadıp nefislerini ahlâkî faziletlerle
terbiye ettikten sonra şer'î hükümlerle mükellef kılınmışlardır. Bu hususta bir
kaç misal verelim:
1) Arablarca
kadının bir hukuku yoktu. Onlar, kadına, her türlü haklara sahip müstakil bir
insan gözüyle bakmıyorlardı. Onlarda nesep, yalnız evlilikle sabit olmaz; aynı
zamanda zina ile de sabit olurdu. İslâm geldiği zaman onlar, kadın dostlarına
da karılarına tanıdıkları bazı hakları tanıyorlar ve buna "nıut'a"
diyorlardı. İlk yıllarında İslâm onları, bu halleri üzere terketti. Onlar,
İslâm prensiplerine iyice ısınınca, bu ürlü şeyler neshedildi; aile hayatının
meşru evlilik esasına dayandığı bildirildi ve bu arada kadının hakları da tam
olarak kendisine verildi. Nitekim Kur'an, bu hususu; "Erkeklerin meşru
şekilde kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi kadınların da erkekler üzerinde
aynı şekilde hakları vardır..."[317]
âyetiyle belirtmiştir.
2) Müşrikler, putlara tapan kimselerdi.
Bunlardan müslüman oldukları halde henüz imanı zayıf bulunanlar vardı. Hz.
Peygamber de, puta tapma gibi bir şeye sebeb olmasın diye kabir ziyaretini
yasaklamıştı. Nihayet şirk ve puta tapma ortadan kalkmış ve şeytan insanları
tekrar sapıtma hususunda ümitsizliğe düşmüştür. Bunun üzerine Peygamber (S.A.)
de, "Sizi kabirleri ziyaretten nehyetmiştim, şimdi onları ziyaret
edin."[318] buyurarak kabir
ziyaretini mubah kılmıştır.
3) Câhiliye
çağında miras sağlam bir esasa dayanmıyordu. En büyük evlat bütün terekeyi
alıyordu. Bazan da şahıs, terekesini istediği kimseye vasiyet ediyordu. Kadının
hiçbir hakkı yoktu.
İslâm, önce ana-babaya ve akrabalara birşey vasiyet edilmesini
emretmiştir. Müslümanlar buna alışınca miras âyeti gelmiş, mirasçıları ve
onların alacakları hisseleri tayin etmiştir. Bu arada Kur'an,
"Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere hisse vardır.
Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da hisse vardır."[319]
âyetiyle kadının da mirasçı olduğunu beyan buyurmuştur. Kur'an, baba tarafından
olan yakınlara miras tanıdığı gibi, ana tarafından olan yakınlara da. miras
hakkı tanımıştır; ancak baba tarafından olan yakınların miras hakkı
ötekilerinden fazladır.
4) İçki ve
kumarı ele alalım. Arablar bunlarla Övünürlerdi. Bazıları da bunların kişiyi
yiğitlik ve cömertliğe sevkettiğini kabul ederdi. İçimaî ufukları dar olduğu
için akılları daha ötesine ermiyordu, İslâm da Önce içki ve kumarı haram
kılmadı; fakat bunların hoş olmadıklarına işaret etti. Bu maksatla Kur'an,
"Hurma ağaçlarının meyvelerinden içki ve güzeî rızık elde
edersiniz."[320]
buyurmuştur. Bu âyette "içki", "güzel" rızıkla birlikte
zikredilmiştir; fakat bunda içkinin güzel olmadığına bir işaret vardır. Sonra
içki ve kumarın zararlarına daha açık
bir şekilde işaret
buyurulmuştur. "Sana içki ve kumarı sorarlar. De ki: ikisinde de büyük günah ve insanlar
için faydalar vardır."[321] âyeti, bunların haram kılınacağına bir
başlangıç teşkil eder; çünkü zararları faydalarından çok olan şeyler
nehyedilmek durumundadır; lâkin bu nass, açıkça nehyi ifade etmemektedir; ancak
takva sahibi sahâbîler, içki ve kumarın İslâm esaslarıyla bağdaşmadığını
kavramışlardır. Daha sonra, vakitlerin çoğunda içki alınması şu şekilde
nehyedilmiştir: "Ey iman edenler, sarhoşken namaza yaklaşmayın..."[322] Bu
âyet karşısında mü'minler, içkinin yasak edildiğini anladılar. Nihayet içki ve
kumarın kesin olarak nehyedilişini şu âyet-i kerîme beyan etti: "Ey iman
edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları, şüphesiz şeytan işi pisliklerdir.
Bunlardan kaçının ki felaha eresinîz. Şeytan ancak içki ve kumarla aranıza
düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister.
Artık bunlardan vazgeçtiniz, değil mi?"[323] Bu
âyetler gelince müttakîler; "evet, vazgeçtik." diye bağırdılar.
Bu misallerden
İslâm'ın, hükümleri korken tedrice nasıl riayet ettiği anlaşılmaktadır. O,
mevcut hükümler karşısında Önce susuyor, sonra bunların haram kılındığını
bildiriyor. O, halihazıra cevap veren hükümleri kabul ediyor, daha sonra
onların nehyedildiğini açıklıyor. Nihayet tamamlanan îslâmî hükümlerin kıyamete
kadar bakî olduğu, ebedîleştiği bildiriliyor ve Kur'an'da; "Bu gün sizin
dininizi ikmal ettim, size olan nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için
İslâm'ı seçtim..."[324]
buyuruluyor.
Nesh'in dört şartı
vardır:
1)
Neshedilen hükmün ebedi olduğuna dair bir ibare bulunmamalıdır. Böyle bir
ibare taşıyan hükümler neshedilmez. Aksi takdirde nass'da tezat bulunuyor demek
olur ki, bu nâsih ve nıensûh hükümleri bildiren kaynağın birliğiyle bağdaşmaz.
Bu itibarla, fakihlere göre, cihad hükmü neshedilmez; çünkü Hz. Peygamber;
"Cihad kıyamete kadar 'devam edecektir."[325]
buyurmuştur. Kazf cezasına uğrayan kimsenin şahitliğinin kabul edilmeyişi de
böyledir; çünkü Kur'an'da; "onların şahadetlerini ebedî olarak kaim! etmeyin..."[326]
buyurulmuştur.
2)
Neshedilen hüküm, iyi veya kötü olduğuna akıl erbabının ittifak ettiği
şeylerden olmamalıdır. Allah'a iman, ana-babaya iyilik, doğruluk ve adaletin
güzelliği, zulüm ve yalanın çirkinliği gibi asırlar boyunca insanlığın kabul
ettiği şeyler nesih konusu olmaz.
3) Nâsih
(neshedici) nass, tarih bakımından mensûh (neshedilen) nass'dan sonra
olmalıdır; çünkü nesih, önceki hükmün sona erdiğini beyandır. Bir de her iki
nass aynı kuvvette olmalıdır.
4) Eğer nesih
sarih değilse, her iki nass'm bağdaştırılması
(tevfî ki) imkânsız bulunmalıdır. Herhangi bir şekilde bunların
bağdaştırılması mümkün olursa nesih cihetine gidilmez; tevfîk veya te'vil
ciheti tercih edilir.
Nesh'i Kabul Etmeyen
Hükümler:
Hakkında nass
bulunmadığı halde icmâ', kıyas ve genel olarak re'y ile sabit olan şeyler de
neshi kabul etmez; çünkü hükümlerin ortadan kaldırılması Kur'an ve Sünnetle
sabit olur. Vahiy sona erdikten ve Hz. Peygamber bu dünyadan göç ettikten
sonra, artık hükümler istikrar kazanıp sâbitleşmiştir. İcmâ' ve kıyas gibi
diğer şer'î kaynaklarla sabit olan hükümler aslında Kitab ve Sünnet'e dayanıyor
demektir ki, bunlarda da nesih cereyan etmez.
Nesih, sarih ve zımnî
olmak üzere ikiye ayrılır:
1) Sarih nesih'de,
neshedilen hükmün sona erdiği açıkça bildirilir. Peygamber (S.A.)'in;
"sizi kahirleri ziyaretten nehyetmiştim; şimdi ise onları ziyaret
edin."[327] hadîsi buna misal
olabilir. Beşerî kanunlarda da nesih böyle sarih bir şekilde belirtilir; yani
bu kanunla falan kanun yürürlükten kaldırılmıştır gibi ifadeler kullanılır.
Sarih nesh'e misal olarak kıblenin değiştirilmesini emreden âyetleri de
zikredebiliriz.[328]
2) Zımnî
nesih, aralarını tevfîk mümkün olmayan ve aynı konuya ait bulunan iki nassın
birbirine muarız olmasıdır.Bunlardan zaman itibariyle sonraya ait bulunan,
öncekinin hükmünü nesheder. Miras âyetinin, vârislere vasiyeti emreden âyeti
neshedişi buna misal olabilir.[329]
Zımnî nesih de ikiye
ayrılır.
a) Küllî
nesih. Bu, Önceki nass'm ihtiva ettiği bütün hükümleri nesihdir. Meselâ;
"sizden ölenlerin bıraktıkları kanlar, kendi kendilerine dört ay on gün
beklerler."[330]
âyetinin; "sizden ölüp de (geride) karılar bırakacak olanlar, evlerinden
çıkanlmaksızm, senesine kadar o karılarının geçimini sağlayacak nafaka vasiyet
etsinler. Eğer onlar çıkarlarsa, meşru olarak yaptıklarından dolayı size
sorumluluk yoktur."[331]
âyet-i kerîmesini neshettiği ileri sürülür.
Bize göre bu iki âyet
arasında nesih söz konusu değildir; çünkü bunların bağdaştırılması mümkündür.
Şöyle ki: birinci âyet kadına düşen vazifeyi beyan etmektedir. Bu da dört ay on
gün iddet beklemektir. İkincisi de, onun hakkını tayin etmektedir ki bu da,
kocasının evinde tam bir yıl oturabilmesidir. Mirasçılar, onu bu müddet
içerisinde dışarı çıkaramazlar. Eğer kadın kendisi çıkıp giderse onlara bir sorumluluk
terettüb etmez. Bu husus, bizzat nass'dan anlaşılmaktadır.
b) Cüz'î
nesih. Bu da, önceki nass'm bazı hükümlerinin sonraki nass tarafından
kaldırılmış olmasıdır. Meselâ; kazf âyeti [332],
lian âyetiyle[333] böyle kısmî olarak
neshedilmiştir. Birinci âyet'te umumî olarak kazfin hükmü beyan edilmiş; ikinci
âyet'te ise, karısına kazf'de bulunan kimse için ayrı bir hüküm vaz
edilmiştir.
Bu iki âyet arasında
nesih cereyan ettiği de söz götürebilir; çünkü fakihlere göre ânım ile hâss
birlikte bulunursa, hangisi önce olursa olsun, burada nesih değil, tahsis
cereyan eder. Hanelilere göre ise sonra gelen hâss, önce zikredilen âmm'in bir
kısım ferdlerini nesheder. Biz, kazf âyetiyle lian âyetinin aynı tarihi
taşıdığı ve nesih yerine tahsis ifade ettiği kanısındayız.
Sünnet'te nesih vâki
olduğunda bilginler ittifak etmişlerdir; buna kimse muhalefet etmemiştir.
Meselâ; önceleri namaz kılınırken Bey-tü'1-Makdis'e dönülüyordu; sonra Kâ'be'ye
dönülmesi emredilmiştir. Keza, kabir ziyareti önce yasaklanmış, sonra serbest
bırakılmıştır. Yine mut'a nikâhı önce hoşgörüldüğü halde, bilâhare yasak
edilmiştir.
Kur'an'a gelince;
bilginlerin cumhuruna göre O'ndan da nesih vuku bulmuştur. Ebu Müslim el-İs
fahânî, Kur'ari'da nesih bulunduğunu kabul etmez. Cumhur, Kur'an'da nesih
bulunduğunu isbat için şu delilleri ileri sürer:
1)
"Herhangi bir âyeti nesheder veya unutturursak, onun yerine daha
hayırlısını veya benzerini getiririz."[334] Bu âyeti,
Kur'an'da nesih bulunduğunu isbat etmektedir.
2) Miras
âyetlerinin vasiyet âyetini neshetmesi gibi Kur'an'da bir çok neshedüen hüküm
vardır. Süyutî, yirmi kadar âyetin neshedildiği-ni ileri sürer.
3)
Kur'an'da; "Bir âyetin yerine başka bir âyeti değiştirdiğimiz zaman, -ki
Allah ne indirdiğini çok iyi bilir- onlar, 'sen sadece uyduruyorsun' derler.
Hayır, öyle değildir; ama onların çoğu bilmez."[335]
buyurulmuştur. Bu âyet de, Kur'an'da Allah tarafından değişiklik yapıldığını
gösterir ki, işte bu değişiklik, hükümlerin değiştirilmesidir.
EbuMüslinıel-İsfahânîde
şu delillere dayanarak Kur'an'da nesih bulunmadığını savunur:
1) Nesih,
ibtal demektir. Kur'an'm ihtiva ettiği şeylerde nesih bulunması caiz
görülürse, O'nda ibtal edilen
şeyler bulunuyor demek olur. Halbuki Allah; "geçmişte ve
gelecekte O'nu, (Kur'an'i) bâtıl kılacak yoktur."[336]
buyurmuştur.
2) Kur'an'm
hükümleri kıyamete dek bakî. ve ebedîdir. Dolayısıyla O'nun bu özelliğine
münasip olan, O'nda neshin bulunmamasıdır.
3) Kur'an'm ihtiva ettiği şeylerin çoğu küllidir;
cüz'î değildir. O'ndan hükümler
icmali olarak beyan edilir. Buna münasib olan da nes-hedilmemektir. Aile ve
miras hükümleri gibi Kur'an'm tafsilatıyla bildirdiği şeyler, ebedi olduğu
için böyle genişçe anlatılmıştır. Cumhurun delil olarak ileri sürdüğü şeyler,
kesin bir şekilde neshin mevcudiyetini göstermez. Meselâ, "Herhangi bir
âyeti nesheder veya unutturursak..."[337]
kelâmmdaki "âyet" mu'cize anlamında kullanılmıştır. Yani Allah, her
peygambere öteki peygamberlerden ayrı bir mu'cize verir. Bunun içindir ki,
mezkur âyetin sonunda, "Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmez
misin?" buyurulmuştur. Bir
âyet sonra da, ''Yoksa, daha
önce Mûsâ sorguya çekildiği gibi, siz de Peygamberinizi sorguya mi çekmek istiyorsunuz?"[338]
denilmiştir. İşte bu âyet-i kerîme,
neshedüen şeyin, Hz. Peygamber için verilen mu'cizenin değiştirilmiş olmasına delalet eder. Yine,
"bir âyetin yerine başka bir âyeti değiştirdiğimiz zaman..,"[339]
kelâmmdaki "yet" de mu'cize anlamında kullanılmıştır. Bu iki
"âyet" sözüyle Kuran-ı Kerîm'in âyetleri kasdedildiği takdirde dahi
Kur'an'da neshin vuku "bulduğu değil, vuku bulma imkânı anlaşılır ki, bu
ikisi arasında büyük bir fark vardır.
E b u Müslim
el-İsfahân rye göre neshedildigi iddia edilen âyetlerin te'vil veya tahsis
suretiyle bağdaştırılması mümkündür ve bu nesihten daha iyidir.
Hakîkaten biz de,
birbirini neshettiği ileri sürülen âyetler arasında bir karşılaştırma yaptık ve
gördük ki, tahsîs'a başvurmak suretiyle bunların çoğunun bağdaştırılması kolay
olmaktadır. Bazan te'vil veya tahsîs'a ihtiyaç bile hasıl olmamaktadır.
Sözgelimi; "sizden ölenlerin (geride) bıraktıkları kanlar, kendi
kendilerine dört ay on gün beklerler."[340]
âyetiyle; "sizden ölüp (geride) kanlar bırakacak olanlar, evlerinden
çıkarılmaksızın, senesine kadar o karılarının geçimini sağlayacak nafaka
vasiyet etsinler..."[341]
âyeti arasında hiç bir çatışma bulunmadığından neshe lüzum hasıl olmadığı
görülmektedir. Buna biraz önde neshin kısımlarını anlatırken de işaret ettik.[342]
Tam olarak kendi
anlayışımıza uymasa da, fakihlerin Kur'an'da nesih konusunda neler düşündüğünü
-anlatmak istiyoruz. Fakihlerin cumhuruna göre, Kur'an'da hükmü neshedilen
âyetler vardır. Kur'an'-m tevatürle sabit olduğu da ittifakla kabul edilen bir
husustur. Buna göre Kur'an'm hükmü ancak mütevâtir bir nass'la neshedilîr.
Dolayısıyla âhâd haberlerle Kur'an hükümleri neshedilmez; çünkü neshin esası
iki nassm çatışmasına dayanır. Bu çatışma da, ancak sened bakımından aynı
derecede bulunan iki nass arasında olur.
Fakat Kur'an,
mütevâtir sünnetle neshedilir mi? î m a m Ş â f i î'ye göre Kur'an âyeti ancak
kendisi gibi Kur'an'm başka bir âyetiyle neshedilir. Şafiî, bu görüşünü isbat
için Kur'an'dan deliller getirir. Meselâ; "Herhangi bir âyeti nesheder
veya unutturursak, onun yerine daha hayırlısını veya benzerini
getiririz."[343] ve
"Bir âyetin yerine başka bir âyeti değiştirdiğimiz zaman..."[344]
âyetlerinin zahirine göre Kur'an'm neshi, ancak Kur'an ile olmaktadır. Şafiî,
"Allah dilediğini mahveder, dilediğini de bırakır; Ana Kitab O'nun
katındadır."[345]
âyetini de delil olarak zikreder. Yani bu nass da, Ş â f i î'ye göre, Kur'an'm
ancak Kur'an'la neshedileceğine işaret etmektedir.[346]
İmam Şafiî, Kur'an
âyetinin, ancak Kur'an'm başka bir âyetiyle neshedileceğini kabul etmekle
birlikte nâsih ve mesûh'u bildiren bir sünnetin bulunmasını da şart koşar;
çünkü nesih, İslâm şerîatinin belli bir hükmünün sona erdiğini beyandır. Bunu
da Sünnet açıklar. Nitekim Kur'an'da da, "insanlara, kendilerine
indirileni açıkiayasm diye sana da Kur'an-ı indirdik."[347]
buyurulmuştur. Üstelik nesih'de önceki nassm neshedildiğini açıklayan ve zaman
bakımından sonraya ait bir nass bulunacaktır ki, bu açıklayıcı nass da
Sünnet'tir.[348]
Fakihlerin cumhuruna
göre ise, Kur'an âyeti, Kur'an'm başka bir âyetiyle neshedilebiieceği gibi,
Sünnet'le de neshedilebilir; ancak bu sünnet'in mütevâtir olması gerekir; çünkü
Kur'an, sened bakımından kafidir ve O'nu neshedecek olan Sünnet'in de, aynı
şekilde sened yönünden kat'î olması icabeder. Dolayısıyla Kur'an âyeti,
haber-i âhâd ile neshedilemez.
İbn-i Haz m
el-Endelüsî'ye göre Kur'an âyeti, haber-i âhâd ile de neshedilebilir; çünkü
İbn-i Hazm, Sünnet'in tamamını sened bakımından kat'î olarak kabul eder ve
böylece haberi âhâd da, sened yönünden O'na göre 'katidir.
Bilginlerin ittifakına
göre Peygamber (S.A.) devrinde Sünnet hükümlerinin neshi caizdir. İmam Şafiî,
burada da cumhura muhalefet etmiştir. O'na göre Sünnet'i, ancak Sünnet
nesheder;. Kur'an'la Sünnet neshedilmez. Bu itibarla o, "RasuluIIah'ın
Sünnetini ancak Rasu-lulah'm Sünnetiyle esîiederiz." der ve bunu şöyle
açıklar: "Eğer Allah, Kur'an'da Peygamber'in Sünnet'ine muhalif bir şey
vahyederse, Hz. Peygamber bu Sünnetle amel etmenin sona erdiğini açıkça söyler;
çünkü daha önce amel edilmesi bildirilen şeyin nesh olunduğunu insanlara O'nun
açıklaması gerekir. O halde Sünnet'le sabit olan bir hükmü ancak Sünnet
nesheder. "İmamŞâfi î'ye göre bir sünnet hükmünü Kur'an neshederse, böyle
bir neshi açıklayan başka bir Sünnet bulunmalıdır ki, asıl nâsih, bu ikinci
Sünnet'tir Şafiî'yi böyle düşünmeye sevk eden şey, Kitab'a aykırı düşüyor
iddiasıyla bir kısım- Sünnetlerin bırakılma korkusudur. O, bu hususu şöyle
anlatır:
"Peygamber'in
koyduğu Sünnet'i Kur'an neshetti demek caiz olursa, Peygamber tarafından haram
kılınan bütün alım-satımla ilgili şeyler, "Allah, alim-satımı helal kıldı
ve faizi haram kıldı."[349]
âyetinin, nüzulünden öncesine aittir demek mümkün olur. Recm cezası da,
"Zina eden kadınla zina eden erkeğe yüzer deynek vurun."[350]
âyetiyle neshe-dildi denilebilir. Keza; "Hırsızlık yapan erkek ve
hırsızlık yapan kadının ellerini kesin..."[351]
âyetiyle de muhafaza altında bulunmayan veya on dirhemden az olan şeyi çalan
kimsenin de ellerini kesmek gerekebilir.BöyleceHz.Peygamber'inherhadîsinireddetmekmümkünolur."[352]
Bu ifadelerden İmara
Şâfi î'nin, Sünnet'in neshi ancak Sünnet'-le olur diye İsrar edişinin sebebini
anlamış oluyoruz.
Gerçekten bu görüş,
ilk anda tuhaf gibi görünüyor; fakat iyice araştırılırsa normal olduğu
anlaşılır. Öyle ya, Kur'an bir sünneti nes-hederse, bunu başka bir Sünnet'in
ilan etmesi gerekir. İşte bu ilan ediş, neshin mevcudiyetini ve yeni hükme göre
amel edilmesini isbat etmiş olur.
Cumhura göre ise,
Kur'an ile Sünnet, Sünnet ile de Kur'an nes-hedilebüir, ancak Kur'an hükmünü
nesheden Sünnet'in mütevatir olması şarttır. Aradaki anlayış farkı ise, büyük
bir şey teşkil etmemektedir.
Kuvvet ve hüccet olma
bakımından- nass'İardan sonra icmâ' gelir. Bu delil de aslında nass'lara
dayanır.
İmam Şafiî, şer'î
delillerden istinbat edilen hükümleri şöyle ikiye ayırır: a) Zahirde ve bâtında'gerçeğe uyan hükümlerdir ki bun-İar, Kur'an
ve mütevatir sünnet nass'larmdan alınmışlardır, b) Zahirde gerçeğe uyan hükümler olup bunlar da haber-i âhâd,
icmâ' ve kıyas ile sabittirler. Bu konuda Şafiî şöyle der:
"Kitab ve
ihtilafa düşülmeksizin üzerinde icmâ' edilen sünnet'le hüküm verilir. Bu
takdirde zahir ve bâtında hak ile hükmettik deriz. Haber-i âhâd olan ve
üzerinde icmâ' edilmeyen sünnetle de hüküm verilir. Bu durumda da zahirde hak
ile hükmettik deriz; çünkü böyle bir hadîs'i rivayet eden yanılmış olabilir.
İcmâ' ile, sonra da kıyas'la hüküm veririz. Bu (sonuncusu), haber-i âhâd'dan
daha zayıftır; çünkü haber mevcut iken kıyas caiz olmaz."[353]
İcmâ' Hz.
Peygamber'den sonraki bir çağda amelî bir meselenin şer'î hükmü üzerinde, İslâm
müctehidlerinin birleşmesidir. İslâm bilginleri bu icmâ'm hüccet oluşunda
ittifak etmişlerdir. Ancak icmâ' yapacak müctehidlerin kimler olacağı
konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Şiîler, kendi müctehid ve imamlarının icmâ'ım
hüccet olarak kabul etmiş, müslümanlarm büyük çoğunluğu da cümhur-i ulemâ'nın
icmâ'-ını hüccet saymıştır.
İslâm fıkhında icmâ'
fikrinin ortaya çıkışı, sahâbîler asrında başlayıp müctehid imamlar asrına
kadar tedricî olarak gelişmiştir. Bu gelişme üç devre teşkil eder:
1)
Sahâbîler, karşılaştıkları yeni meseleler üzerinde ictihad yaparlardı. Hz.
Ömer onları bir araya toplar, kendileriyle istişare ve fikir teatisinde bulunurdu.
Sahâbîler bir mesele üzerine icmâ'
ederlerse devlet işlerini ona göre yürütürdü. İhtilafa düşerlerse
meseleyi araştırmaya koyulurlar ve aralarındaki fakihlerin icmâ' ettiği bir neticeye
varılırsa, bu da ittifakla kabul edilirdi. Bu netice elbette ferdî görüşlerden
kuvvetil olurdu; ancak onlar, hakkında nass bulunan bir mesele üzerinde icmâ'
ederlerdi.
2) İctihad devrinde,
her imam ictihad yaparken, memleketindeki fakihlerin görüşlerine aykırı bir şey
söylememek için dikkat eder ve böylece düşüncesinde yalnız kalmak istemezdi.
Meselâ; EbuHanîfe, kendisinden önce yaşamış olan Küfe bilginlerinin icmâ'
ettikleri hususlara uymak için çok titizlik gösterildi. İmam Mâlik,
Medîneli-lerin icmâ'mı hüccet sayardı.
3) Fakihler,
uymak için sahabüerin icmâ' ettikleri konuları öğrenme hususunda çok gayret gösteriyorlardı.
Her rnüctehid, sahâbîle-rin icmâ' ettikleri şeylerin dışına çıkmamaya
çalışıyordu; hattâ sahâbî-lerin ihtilaf ettiği hususlarda da tamamen onların
görüşleri dışına çıkmamak için çaba gösteriyordu.
İşte sahâbî ve önceki
nıüctehidlere uyma yönündeki bu gelişme ile icmâ', ictihad'da önemli bir yere
sâhib olmuştur. İcmâ' için sened teşkil eden hadîs-i şerifler de vardır. Hz.
Peygamber, "Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da
güzeldir."[354]
"Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez."[355]
buyurmuştur. İmam Şafiî de Hz. Ömer'den şöyle rivayet etmiştir: "Kimi
cennetin ortası sevindiriyorsa, o ce-maat'ten ayrılmasın; çünkü şeytan tek
kalan kimse ile beraber olup iki kişiden uzaktır."[356]
Bilginler, icmâ'm
imkânı, vukû'u ve hüccet oluşu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı bilginlere
göre, bir asırda müctehidlerin her hangi bir hüküm üzerinde birleşmesi
imkânsızdır; çünkü müctehidler memleketin her tarafına dağılmış, böylece
herhangi bir konuda anlaşmaları imkânsızlaşmış, bu kadar uzak ülkelerdeki
insanların ittifak etmeleri imkân dışına çıkmıştır. Ancak icmâ', kat'î bir
nass'a taalluk edere mümkün olur. Meselâ; beş vakit namaz, namaz kılınırken
kâ'-beye dönülmesi, oruç, zekât ve hacc'm farz oluşu üzerinde icmâ' yapılabilir.
Bunlar gibi kat'î ve Peygamber (S.A.)'den tevatür yoluyla sabit olan diğer
meseleler üzerinde de icmâ* olabilir. Bu durumda ise, esasen kat'î nass hüccet
sayılır; icmâ'm bir faydası olmaz; çünkü icmâ'm esas olarak kabul edilişindeki
gaye, zannî bir delili katilik mertebesine yükseltmektir; halbuki yukarıda
verilen misallerin hükmü zaten kafidir.
Sonra kimlerin icmâ'
yetkisi vardır? İcmâ' edecek olanlar bir asırda yaşayan bütün müslümanlar mı,
yoksa onların bilginleri midir? İcmâ' yetkisi olan müctehidlerin tarifi nedir?
Bütün bu hususlar tartışma konusu olmuştur. İmam Şafiî bu,soruları ele alır ve
"Cimâu'1-ilm" adlı kitabında şöyle söyler:
"—İcmâ'ları
hüccet teşkil edecek ilim sâhibleri kimlerdir?" Kendisiyle münakaşa eden
kimse:
"—Onlar, bir
memleket halkının fakih olarak tanıdığı, hüküm ve Görüşlerini kabul ettiği
kimselerdir." der. İmam Şafiî, bu görüşü de tartışır ve şöyle reddeder:
"—Hiçbir memleket
yoktur ki oranın bu sıfatları haiz bulunanları, kendileri gibi olan diğer
kimseleri fıkıh bilmemekle itham etmesin ve onun cahil olduğunu söylemesin veya
onun fetva verme yetkisi olmadığını ve onun görüşüne hiç kimsenin uymaması
gerektiğini ileri sürmesin. Her memleket halkının kendi aralarında ayrılığa
düştüğünü, sonra her memleketin Öteki memleketlerle ihtilaf halinde olduğunu
biliyorsun..."[357]
İmam Şafiî, âlimler
arasındaki tartışmaları ve aynı memleket bilginlerinin birbirini cerhettiğini
anlattıktan sonra:
—Bunlar, nasıl bir
anlayış üzerinde birleşecekler?" diye sorar. Bundan sonra İmam Şafiî,
kelâm bilginlerinin de müctehidler safına girip girmediğini ele alır ve
olumsuz bir tavırla:
"—Bunlar icmâ'
yetkisi olan bilginler arasında.sayılırlar mı, sayılmazlar mı?"[358]
sorusunu ileri sürer.
Bunlardan anlaşılıyor
ki İmam Şafiî, icmâ'm imkânına şu dört noktadan itiraz etmektedir:
1) Memleketlerin birbirinden ayrı
oluşu ve fakihlerin birbiriyle buluşamaması,
2) Her büyük İslâm şehrindeki fakihler arasında ihtilaf bulunması,
3) İcmâ' yapacak kimselerin tayin edilemeyişi,
4) Fakih ve görüş sahibi olan bilginlerin
vasıfları üzerinde ittifak edilememiş olması.
İmani Şâfiî'nin
münazaralarında bu gibi fikirler ileri sürüşü sebebiyle pek çoğu, O'nun icmâ'm
imkânını kabul etmediğini sanır. Hattâ birisi, kendisine; "Herhangi bir
icmâ varmıdır?" diye sormuş, o da şu cevabı vermiştir: "Evet, Allah'a
hamd olsun, herkesin bildiği farzlarda icmâ' çoktur. Eğer insanlar bunlar
üzerinde iemâ' etmişlerdir dersen, etrafında sana muhalefet eden hiç kimse
bulamazsın. İşte icmâ'm mevcudiyetini iddia edenler bu noktadan
haklıdırlar."[359]
Buna göre, Şafiî,
farzlar üzerinde icmâ "m mevcudiyetini kabul ediyor. Gerçi burada,
farzların dayandığı hüccet, icmâ' değil, kat'î delalete sahip olan Kur'an ve
mütevâtir sünnet nass'larıdır, diye düşünebiliriz.
İmam Şafiî, icmâ'm
imkânı konusunda bu gibi itirazları ileri sürmekle birlikte, icmâ'm hüccet
olduğunu "er-Risale" adlı eserinde kabul eder. Gerçi o.
münâkaşalarında, hakkında icmâ' yapılmış olduğu ileri sürülen hiç bir meseleyi
teslim etmez. Ondan önce Ebu Yusuf'un da böyle yaptığını biliyoruz. Meselâ o,
Evzâî'nin "Siyer"ini redderderken şöyle der: "Evzâ'î'nin,
geçmişteki müslümanlarm imamları bunun üzerinde birleşmiştir sözü, tıpkı
Hicazlıların iddiasına veya doğru dürüst abdest alamayan, teşehhüde oturamayan
ve fıkhın usûlünü bilmeyen Şam hocalarından bazısının görüşüne benzemektedir."[360]
Fakihlerin cumhuruna
göre icmâ' hem mümkün, hem de vâki' olmuştur. Sahabîler devrinde nine (cedde)
hin altidabir miras hissesi alacağına dair icmâ' hasıl olmuştur. Nine tek ise,
altıdabir hisseyi kendisi alır, iki ise altıdabir hisseyi aralarında
paylaşırlar. Keza, Sahabîler devrinde bir kadının üzerine halası veya
teyzesinin nikâhlanamıyacağı hususunda da icmâ' hasıl olmuştur. Sahabîler,
bababir erkek ve kız kardeşlerin, öz kardeşler bulunmadığı takdirde, onların
yerine geçmeleri üzerine icmâ' etmişlerdir. Yine Sahâbîler, müslüman kadının
gayri-müslimle akdetmiş bulunduğu nikâhın bâtıl olduğunda da icmâ' etmişlerdir.
Sahâbîlerin icmâ' ettikleri meseleler sayılamayacak kadar çokur. Bu arada
fethedilen arazînin fâtihlere dağıtılmaması hakkındaki icmâ'ı da anabiliriz.
Memleketlerin
ayrılığı, müctehidlerin tayin edilemeyişi ve icmâ' yapacak bilginlerin
sıfatlarının belli olmayışı gibi itirazlar, sahâbîlerin icmâ'ma tesir etmez.
Kat'î deliller üzerinde icmâ' olmuştur; zannî deliller üzerinde icmâ' yapılmaz
şeklinde itiraz da sahabîler devri için vâ-rid değildir; çünkü sahabîler
devrindeki icmâ' konularının delilleri ya kati idi veya Peygamber (S.A.)'den
rivayet edilen haber-i âhâd üzerinde idi kî, bu icmâ'lar da, haber-i âhâdı
zannîlîkten kat'îlik mertebesine yükseltmiştir.
Bana göre. hüccet olan
icmâ1, sahâbîlerin icmâ'ıdır. Onlar, diğer memleketlere tamamen dağılmamışlardı
ve o devirde icmâ' mümkündü. Tabiîler devrinde icmâ' mümkün ise de vâki
olmamıştır; çünkü tabiîler memleketin her tarafına dağılmışlardı. Bu yüzdendir
ki fakihler, hemen hemen, sahâbîlerden sonra hakkında icmâ' yapıldığı ileri
sürülen her mesele üzerinde ihtilafa düşmüşlerdir. Kimisi bir şey üzerinde icmâ'
olduğunu iddia eerken, kimisi de bunu inkâr etmiştir. Yukarıda işaret ettiğimiz
gibi Şafiî, münakaşa ettiği kimse karşısında böyle davranmıştır. Ebu Yusuf da,
Evzâî'nin ileri sürdüğü icmâ'la-rm vârid olmadığını söylemiştir. Hilaf ile
ilgili fıkıh kitablarmda, hakkında icmâ' olduğu ileri sürülen meseleler
üzerinde bilginlerin bir çok
tartışmalarına şâhid
olmaktayız.
Bu itibarla;
"Sahâbîlerden başkalarının icmâ'mı bilmiyoruz." diyenlerin sözünde
gerçek payı vardır. Ahmed b. Hanbel, üzerinde icmâ' olduğu iddia edilen mesele
hakkında; "Bu konudaki ihtilafı bilmiyoruz.' demekle yetinirdi.
İcmâ'ın hüccet
olduğunu söyleyen cümhûr-i fukahâ, şu iki delil ile istidlal eder:
1) Ümmetin delâlet
üzerinde birleşmeyeceğini ve müslümanlarm güzel gördüğü şeyi Allah'ın da güzel
göreceğini haber veren hadîs-i şerifler.[361]
Ayrıca Sahâbilerin' icmâ' ettikleri şeylere karşı olan tutumları da bu arada
zikredilebilir. Ali b. Ebi Tâlib'in şöyle dediği rivayet edilir: "Benim
ve Ömer'in re'yi ümmu'l-veled[362]
olan cariyelerin satılamı-yacağı üzerinde birleşmişti. Şimdi ise ben bunların
satılabileceğini caiz görüyorum." Bunun üzerine kendisine; "Ömer'le
birleşen görüşün, tek başına olan görüşünden daha üstündür." denilmiştir.
İmam Şafiî, icmâ'
konusunda Ömer b. e 1-H at t a b'm Şam'ın Câbiye karyesinde yaptığı bir
konuşmada şöyle söylediğini rivayet eder: "Peygamber (S. A.), benim sizin
aranızda yaptığım gibi aramızda ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: Salıâbîlerime,
sonra onların ardından gelenlere, sonra onların ardından gelenlere saygı
gösterin. Daha sonfa yalan ortaya çıkar; hattâ kişi teklif edilmediği halde
yemin eder, istenmediği halde şâhidlik yaapr. Kimi, cennetin ortası
sevindiriyorsa, o cemaat'ten ayrılmasın; çünkü şeytan tek kalan kimse ile
beraber olup iki kişiden uzaktır. Bir erkek, bir kadınla tenhâda kalmasın;
zira onların üçüncüsü şeytan olur. Bir kimseyi iyiliği sevindiriyor, kötülüğü
de üzüyorsa, işte o mü'mindir."[363]
Buradaki cemaat'ten
ayrılmamak, cemaatçe üzerinde ittifak edilen şeylere uymak demektir.
2) Kur'an'da
şöyle duyurulmuştur; Kendisine doğru yol açıkça belli olduktan sonra,
Peygamber'den ayrılıp mü'minlerîn yolundan başkasına uyan kimseyi, yöneldiğine
döndürürüz ve onu cehenneme yaslandırırız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.![364]
Bu nass gösteriyor ki
mü'minlerin yolundan başkasına uymak haramdır; çünkü böyle yapanlar,
Peygamber'den ayrılmış olup Allah, onları cehenneme yaslandıracaktır. Orası
ise, çok kötü "bir yerdir. Mü'minlerin yolundan başkasına uymak haram
olunca, mü'minlerin yoluna uymak vâcib olur. Bir kimse, mü'minlerden ayrılır
ve onların görüşlerinin zıddını ileri sürerse, elbette onların yollarına
uymamış olur, Meselâ; mü'minler cemaati, "bu helaldir" derse, aynı
şey için "bu haramdır" diyenler, onların yollarına uymamış olurlar.[365]
İşte bu, icmâ'a uymak gerektiğini gösterir. Buna göre icmâ', istinbat konusunda
bir delil ve hüccet teşkil eder.
İmam Şafiî, icmâ'a
uymayı gerektiren şöyle bir delile işaret eder: Müctehidlerin bir nass'a
dayanarak bir mesele üzerinde icma' etmeleri, onların bundan başka bir nass
veya o mesele hakkında hüküm vermek için başka bir kaynak bilmediklerini
gösterir; çünkü Peygam-ber'in herhangi bir sünnetini bazısı bilmeyebilir; ama
onu hepsinin bilmemesi imkânsızdır. Şafiî, bu hususta aynen şöyle der:
"Biliyoruz ki onların hepsi Peygamberin sünnetlerini bilirler; bazısı ise
bunların tamamını bilmeyebilir. Yine biliyoruz ki onların hepsi Peygamberin
sünnetine aykırı olan bir şey veya hatâ üzerinde birleşmezler, inşallah."[366]
Üstelik hatâya
sürükleyen gaflet bazı müctehidlerde bulunabilir; fakat müctehidlerin hepsinde
bulunamaz. İmam Şafiî, bu hususta da şöyle der: "gaflet, ancak ayrılıkta
olabilir; cemaat'in hepsinin birden
Kitab, Sünnet ve Kıyas'm
mânâsı üzerinde gaflete düşmesi,
inşallah mümkün olmaz,"[367]
Bir meselenin hükmü
üzerinde icmâ' sabit olursa, bu hüküm artık kat'îlik kazanır. Bazan bu icmâ'ın
senedi zannî olabilir. Meselâ; fakihler birbirine mahrem olan iki kadının bir
nikâh altında birleştirilemeyeceği hakkında icmâ' etmişlerdir. İşte bu hüküm
kafidir ve bunda başka bir ihtimale yer yoktur; fakat bu icmâ'ın senedi
zannîdir. O da; "kadın halası ve teyzesi üzerine nikâhlanamaz."[368]
hadîsidir. Keza; nine (cedde)-nin miras hakkını gösteren icmâ' da böylece
kat'îlik ifade eder. Bunun senedi de haber-i âhâd olduğu için zannîdir. Bu
haber, Hz. Peygamberin nineye altıdabir hisse verdiğine dair Mugîre b. Ş u'b e
tarafından rivayet edilen hadîsinden ibarettir. Yine bababir erkek ve kız
kardeşlerin, Öz kardeşler bulunmadığı takdirde, onların yerine geçeceği de
icmâ' ile sabittir ve bunun senedi de zannîdir.
İcmâ'ın rolü, senedi,
zannîlikten kat'îlik mertebesine yükseltmektir; çünkü icmâ'dan aynı konuya
muhalif başka bir hadis bulunmadığı anlaşılır. Böylece, icmâ' bir senede
dayanmak zorundadır, o da nass veya kıyas'dır; o halde hüccet olan icmâ'
değil, sened'dir diye yapılan itiraz yersizdir. Bizce de icmâ', sened
bakımından kuvvetli bir hüccettir. O, zanni olan senedi kat'îlik mertebesine
yükseltir. Meselâ; sened, âhâd bir hadis ise, icmâ' sayesinde delil olma
yönünden kat'îlik kazanmış olur.
İcmâ'ın mertebeleri
şunlardır:
1) Sarih
icmâ': Bu, her müetehidin, icmâ3 konusu olan fikri kabul ettiğini açıkça
söylemiş olduğu icmâ'dır. İmam Şafiî bunu şöyle açıklar: "Ben ve ilim
sahiplerinden bir kimse; 'şunun
üzerinde icmâ' vardır.' demişsek mutlaka
karşılaşacağınız her âlim onu
söylemiştir..."[369]
Bu türlü icmâ',
fakihlerin cumhurunun ittifakıyla şer'î bir hüccettir; ister böyle bir icmâ'ın
her asırda, isterse ancak sahâbîler asrında vâki' olacağını kabul etsinler.
2) Sükûtî
icmâ: Herhangi bir asırda, ietihad yetkisi olan bir ilim-adamı belli bir görüşe
varır ve bunu ilan ederse ve kendisini tenkid eden çıkmazsa buna sükûtî icmâ'
denilir. İmam Şafiî ve bir çok bilgin, bu
tür icmâ'ın hüccet olduğunu kabul
etmez. Kimisi, bunun icmâ' olduğunu; fakat sarih icmâ'dan
zayıf bulundıığunu söyler. Kimisi de, icmâ' olmamakla birlikte bunun bir hüccet
teşkil edeceğini ileri sürer.
Sükûtî icma'ın şer'î
bir hüccet olmadığını söyleyenler şu delillere
dayanırlar:
a) Susan,
tenkid etmeyen kimseye herhangi bir söz mâl edilemez ve hiçbir müctehide açıkça
söylemediği bir görüş isnad olunamaz. Sükût etmeyi, icmâ'a katılma
sayarsak, susmakta olan
kimseye, belki hoşnut olmayacağı
bir söz nisbet etmiş oluruz.
b) Susmak,
muvafakat etmek değildir; çünkü bü, ya
muvafakat için olur veya konuyu araştırmamış olmaktan ileri gelir, ya da bir
müc-tehid onu araştırmış ve kesin bir içtihada varmamış olduğu için susar.
Yahut da bir neticeye varmış; fakat tatmin olmak için biraz daha beklemeyi
tercih etmiş olabilir. Keza, bir müctehid, konu üzerinde kesin bir kanaat
sahibi olduğu -hlde, her müctehid kendi içtihadında haklıdır düşüncesiyle
başkasına muhalefet etmeyebilir; çünkü mesele araştırma işidir. Bazı müctehid
de, ileri sürülen görüşün tam tersine bir hükme kesin olarak varmış buulnduğu
halde, korkusundan susmuş olabilir.
Bütün bu ihtimaller
karşısında, sükûtun icmâ'a delalet etmesinin imkânsız olduğu, böyle sükûtla
karşılanan bir görüşün hüccet olamayacağı, dolayısıyla sükûtî İcmâ'm şer'î bir
hüccet teşkil etmeyeceği açıkça görülmektedir.
Sükûtî icmâ'ı hüccet
sayanların delilleri de şunlardır:
a) Aslında
düşünüp araştırmadan ve düşünüp araştırma için gerekli olan zaman geçmeden
Önceki sükût elbette hüccet olamaz. Bunlardan sonraki sükût ise
beyan'demektir; çünkü konuşmak gereken yerde sükût etmek, ikrar demek olur.
b) Fetva
verme yetkisi olan her şahsın konuşması imkânsızdır.
Her asırda alışılagelen şey, büyüklerin fetva vermesi ve diğerlerinin de onlara
uymasidır.
c) Düşünüp
araştırmadan sonra ileri sürülen içtihadın aksini kabul eden müctehid için
sükût etmek haramdır. Doğruyu söylemenin zarurî oluşu, onun sükûtunun rızâ
olduğunu gösterir. Aksi takdirde, hak olarak gördüğü şeyi söylemeyen bir
müctehid günahkâr olur. Sükûtun muhalefetten gelmesi ihtimali bir delile
dayanmamakta olup iltifata lâyık değildir ve kat'îliği ortadan kaldırmaz.
İstidlale engel olan ihtimal, delile dayanan ihtimaldir.
Sükûtî icmâ'm hüccet
olduğunu; fakat buna icmâ' denmemesini İleri sürenler de şöyle derler: Her
bilgin kendi görüşünü açıklamadığı için buna icmâ' denemez; ancak sükûtun
muvafakat mânâsına oluşu, muhalefet mânâsına oluşundan üstün bulunduğundan, o
bir hüccet teşkil eder.
3) İcmâ'm
üçüncü mertebesi de şudur: Bir mesele üzerinde aynı asırdaki fakihler genel
olarak ihtilafa düşseler ve herhangi bir müctehid Ötekilerinin görüşüne her
yönden zıt bir ictihad'da bulunmasa, bu durumda, aralarında ihtilaf olmakla
birlikte, bir noktada birlik (icmâ') bulunmuş olur. Meselâ; sahâbîler, ölenin
(murisin) kardeşleriyle bir arada dedesi (ceddi)nin miras hakkının miktarı
üzerinde anlaşamamışlardır. Kimisi, dedenin bu durumda üçtebir'den az olmamak
üzere mirasçı olacağını, kimisi de mirasın tamamen dedeye kalacağını
söylemiştir. Görülüyor ki sahâbîler bu konuda ihtilafa düşmekle birlikte,
hepsi de dedenin, yalnız başına veya ölenin kardeşleriyle birlikte mirasçı
olacağında birleşmişlerdir. Burada hiç bir fakih, dedenin asla mirasçı
olmayacağını söyleyemez; çünkü bu, icmâ'a aykırı düşer.
Bir kısım fakihlerle
bazı Hanefîler, bu tür icma'ı da sükûtî icmâ'dan sayarlar.
Bir mesele hakkında
icmâ1 yapma yetkisine sâhib olanlar, elbette müctehidlerdir. Acebâ Haricîler,
Rafızîler, Kaderiyeciler ve Cehmiye mensupları da bu işe dahil midirler?
Cümhur'a göre, bunlar, bid'atleri-nin propagandasını yapıyorlarsa icmâ' yapacak
olan müctehidler arasına giremezler. Eğer kendi görüşlerinin yayılması için
çalışmıyorlarsa ,icmâ' ehli arasına girerler.
Bazı fakihlere göre,
tuhaflıklarıyla tanınan bilginler ve bu arada kıyas'ı reddedenler, icmâ' ehline
dahil olmazlar.
İyi bir müctehid fıkhî
meseleleri, bunların delillerini ve hüküm çıkarma yollarını bilmelidir. Bunun
içindir ki Şevkânî, "İrşadü'i-Fuhûl" de şöyle der: "İlimde
muteber bir icmâ', bu ilmi bilenlerin icmaldir; ötekilerin icmâ'ı değildir.
Fıkhî meselelerde muteber olan icmâ', bütün fakihlerin icmâ'ıdrr... İcmâ'
-için yetkili olan bir kimse muhalefet ederse icmâ' yapılmış olmaz. Bu
muhalefet eden şaz'dır da denilemez; çünkü icmâ' ehline dahil olan kimse
muhalefet ettiği için saz sayılamaz."[370]
Bazı fakihlere göre
icmâ'ın tamam olması için, icmâ'a katılan müctehidlerin ölmüş bulunması
şarttır. Dolayısıyla, icmâ'a katılan müctehidlerden birisi hayatta olursa icmâ'
gerçekleşmiş olmaz. Bu şart, müctehidin icmâ'dan vazgeçebileceğini, vazgeçerse
icmâ'ın bozulacağını gösteriyor. Demek ki icmâ', halkı ilzam ediyor da, icmâ'
yapan bilginleri ilzam etmiyor! Eğer böyle değilse, müctehidin ölmüş olması
şartına ne lüzum kalır?
Ekseriyete göre böyle
bir şart yoktur. Dolayısıyla, .icmâ', hem halkı, hem de icmâ' yapanları ilzam
eder. Bu da makul bir şeydir; çünkü icmâ', meseleyi inceleyip görüşler arasında
mukayeseler yapan bilginleri ilzam etmezse, başkalarını hiç de ilzam etmez.
Bazı bilginlere göre
de sükuti icmâ', ancak çağdaş bilginlerin ölümü ile tamamlanır; çünkü sükût
eden müctehidlerin aksi bir fikir ileri sürmedikleri bu sayede anlaşılmış olur.
Böylece icmâ', sükût mertebesinden sarahat mertebesine yükselmiş olur. Eğer
icmâ' sarih ise, müctehidlerin ölümüne lüzum yoktur.
Burada şunu da
kaydetmemiz gerekir: İmam Mâlik, Medîne'li-lerin icmâ'mı hüccet sayar.
Mâlikîler de, ancak Peygamber'den öğrenilmesi mümkün olan hususlarda
Medîne'lilerin icmâ'mı ittifakla hüccet sayarlar; fakat inceleme ve ictihad
konusu oîan şeyler üzerindeki Medîne'lilerin icma'ında Mâlikîler ihtilafa
düşerler. İmam Mâlik'-ten, bu gibi hususlarda da Medîne'lilerin icmâ'ınm hüccet
olduğu rivayet edilir.
İcmâ için elbette bir
sened gerekmektedir; çünkü icmâ' ehli, kendiliklerinden hüküm vazedemezler.
Bazı Batılı yazarlar, senedsiz icmâ' yapıldığını sanmakla vehme kapılmışlardır;
çünkü İslâm şerîatinde hüküm vazetme hakkı, Allah'a ve O'nun vahyine mazhar
olan Peygam-ber'e aittir. Bu itibarla icmâ'ın da, İslâm fıkhının genel
esaslarından birine dayanması, yani bir senedi olması icabetmektedir. Sahâbîler
de üzerinde icmâ' ettikleri meselelerde görüşlerini dayandıracak bir sened
araştırıyorlardı. Meselâ; onlar nine'nin alacağı miras hakkında icmâ' ederken
Mu gir e b. Şu'be'nin rivayet ettiği hadîs'e; birbirine mahrem olan kadınların
bir nikâh altında birleşmiyeceğinde icmâ' ederken Ebu Hüreyre'nin rivayet
ettiği hadîs'e; babaToir erkek kardeşlerin, öz kardeşler bulunmadığı takdirde,
onların yerine geçeceğinde birleşirken Hz. Peygamber (S.A.)'in tefsirine ve
bababir kardeşlerin de "kardeşler" tabirinin şümulüne gireceğini
ileri süren görüşe dayanmışlardır.
Bilginlerin ittifakına
göre icmâln senedi Kitab veya yukarıdaki misallerde olduğu gibi Sünnet
olabilir. Acebâ senedi kıyas veya maslahat olan bir icmâ', insanları ilzam
edebilir mi?
Bu hususta fakihlerin
görüşlerini üç kısımda özetleyebiliriz:
1) Kıyas,
icmâ' için sened olamaz; çünkü kıyas anlayışı değişiktir. Gerçi kıyas, hüküm
için münasib olan ve hükmün vücûduna tesir eden bir takım vasıflara dayanırsa
da, insanların bu vasıflar üzerindeki görüşleri çok farklıdır. Dolayısıyla
kıyas üzerine icmâ' kurulamaz. Öte yandan kıyas'ın hüccet oluşu, icmâ' ile
kabul edilmiş bir husus değildir. Öyleyse bu, nasıl icmâ' için sened olacak?
Sahâbüerin de Kitab ye Sünnet'in dışında bir şeye dayanmış olan herhangi bir
hüküm üzerinde icmâ' ettikleri vârid değildir. Sahâbîler, nine ve bababir
kardeşlerin mirasçı olabileceği üzerinde icmâ' ederken nass'a dayanmışlardır.
Fethedilen arazînin mücahidlere dağıtılmaması üzerinde icmâ' ederken de onlar,
kıyas veya maslahat'a değil, Kur'an nass'ma dayanmışlardır. Bu nass, şu âyet-i
kerîmedir: "Allah'ın fethedilen memleketler halkından Peygamber'ine
verdiği şey (ganimet) Allah, Peygamber, Peygamber'e yakınlığı olanlar,
yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir; içinizdeki zenginler arasında
elden ele dolaşması için değildir. Peygamber size ne verirse onu alın sizi
neden menederse ondan kaçının Allah'tan sakının; çünkü Allah'ın azabı
şiddetlidir."[371]
Öyle anlaşılıyor ki Hz.Ömer, maslahat'ı gözönüne alarak fethedilen arazîyi
gazilere dağıtmamak için sahâbîlerle iki gün münâkaşa etmişse de, onları ikna
edememiştir. Nihayet bu âyet-i kerîmeyi zikredince onlar ikna edilmiş ve görüş
birliğine varmışlardır.[372]
Hz. Ebu Bekr'in halîfe
seçilişi ve Kur'an'ın cem'i üzerindeki icmâ'ları, sahâbîlerin nass'a
dayanmakızm icmâ' ettiklerine delil olamaz; çünkü bunlar, teşrîî bir hüküm
üzerinde yapılmış icmâ' sayılmaz. Bunlar, ancak amelî bir hususu infaz etmek
üzere varılan bir ittifaktır. Ridde ehli (dinden dönenler) ile savaş
yapılması, İran ve Suriye'ye ordu şevki, dîvanların teşkili gibi hususlardaki
ittifakları da böyledir. Bütün bunlar, teşrîî hüküm üzerinde icmâ' değil,
sadece amelî hususları infaz etmektir. Bu ikisi arasında şöyle bir fark vardır:
Teşrii hükmün tesiri gelecek nesillerde de devam eder, onların da bunu tatbîki
gerekir. Yukarıda geçen mirasla ilgili icmâ'lar ile birbirine mahrem olan
kadınların1 bir nikâh altında birleşmesinin yasak oluşu üzerindeki icmâ'
böyledir. Amelî hususların infazı ise, devlet idaresiyle ilgili olup
sahâbîlerin kendi çağlarına mahsustur. Demek ki maddî bir hâdise üzerinde
sahâbîlerce yapılan ittifak, teşrîî bir hüküm üzerinde yapılmış icmâ' adını
almaz. Gerçi onların, bir işin yapılmasına dair varmış oldukları ittifakları, o
işin haram olmadığım zımnen gösterir.
2) Kıyas,
bütün nevileriyle icmâ' için sened olabilir; çünkü kıyas, nass'lara dayanan
şer'i bir hüccettir. Kıyas, nass üzerine hamloluııarak yapıldığına göre
nass'dan ayrı sayılamaz. Kıyas, kendi başına hüccettir. Öyleyse ona
dayanılarak yapılan icmâ' da şer'î bir hüccettir; icmâ'a katılanlar tarafından
şer'î bir hüküm koymak değildir.
3) Eğer
kiyas'm ületi hakkında nass varsa veya bu illet zahir olup araştırmaya ihtiyaç
göstermiyorsa, ona dayanılarak yapılan icmâ' yerinde olur; eğer kıyas'm illeti
kapalı ise, yani bu illet hakkında nass yoksa, ona dayanılarak icmâ' yapılamaz.
Bu görüş açıktır;
çünkü illeti nass ile sabit olan bir kıyas'ta iti-mad edilen asıl şey kıyas
değil, onun illetini beyan eden nass'dır ve bu durumda icmâ'm senedi nass
demektir. Zahir olan illet de nass gibidir.
Bu konuda, bize göre,
gerçek şöyle olmalıdır: Sahâbîlerin şer'î hükümler üzerindeki icmâ'larmı
araştırmalıyız. Eğer onlar kryas'a dayanarak icmâ' yapmışlarsa mesele yok.
Kıyas'a dayanarak icmâ' yap-mamışlarsa mesele tamamen nazarî olup amelî hiç bir
fayda sağlamaz.
İddiaya göre bazı
meselelerde kıyas'a dayanılarak icmâ' yapılmıştır. Meselâ; kıyas'a dayanılarak
içki için ceza tayin edilmiş ve bu cezanın seksen deynek olması
kararlaştırılmıştır. Konuyu incelersek görürüz ki buradaki icmâ' iddiası doğru
değildir; çünkü Hz. Ömer bu cezanın kırk deynek olmasını, Hz. Ali ise, kazf
cezası gibi, seksen deynek olmasını ileri sürmüştür. Üstelik bu konuda
Peygamber (S.A.)'in içki içen birisine kırk deynek vurduğu, sonra da adamı
bıraktığı, orada bulunanlardan birisinin suçluya hitaben; "Allah, seni
rezîl etti." dediği, Hz. Peygamberdin de; "onun aleyhine şeytana
yardım etmeyin."[373]
buyurduğu rivayet edilir.
Nesih, ancak
nass'larla sabit olan hükümlerde cereyan eder ve o, sadece Peygamber (S.A.) devrinde
vuku bulur; Hz. Peygam-ber'in irtihalinden sonra nesih olmaz. Bunun içindir ki
re'y ile ortaya konan hükümlerde nesih'ten söz edilmez; isterse bu re'y,
nass'larm dairesinden çıkmamış olsun. Burada söz konusu olan, icmâ' ile sabit
bulunan bir hükme aykırı başka bir icmâ' yapılıp yapılamayacağıdır. İşte böyle
bir icmâ' yapılırsa önceki icmâ'ı nesheder mi?
Bazı fakihlere göre,
bir asırda icmâ' eden müctehidler, başka bir icmâ' ile önceki icmâ'lannı
bozabilirler. Bu görüş, icmâ'm gerçekleşmesi için, icmâ'a katılan müctehidîerin
ölmüş olmasını şart koşanların anlayışına uygun düşer.
Usûl ulemâsının
cumhuruna göre ise, icmâ' yapılmış olan asırdan sonra tekrar aynı mesele
üzerinde ikinci bir icmâ' yapılırsa, bu ikincisine itibar edilmez; çünkü
ikinci icmâ', birincisini nesih sayılır ki, Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra
nesh yoktur.
Gerçek odur ki,
cümhur'a göre hakkında icmâ' yapılan bir mesele üzerinde tekrar icmâ' yapılmaz;
çünkü ikinci icmâ' birincisiyle çatışır. Öte yandan birinci icmâ' hüccet teşkil
ettiğine göre, bunun hilafına icmâ' yapmak şöyle dursun, muhalif bir davranış
dahi yersiz olur.[374]
Fakihler, sahâbîlerin
icmâ'mdan başka icmâ' üzerinde ittifak edememişlerdir. Sahâbîlerin şer'î
hükümler üzerindeki icmâ'ları tevatürle sabit olmuştur. Bunun içindir ki
onların icmâ'larına kimse muhalefet etmemiştir. Hattâ icmâ'm imkânsız olduğunu
ileri sürenler dahi sahâbîlerin icmâ'lannı kabul etmişlerdir. Acebâ,
başkalarının icmâ'ı da sahâbîlerin icmâ'ı gibi tevatürle sabit midir?
İcmâ', kat'î bir
hüccet olduğuna göre, bunun- nakli de mütevâtir olmalıdır ki, icmâ' yapanlara
nisbeti ve hükmü kat'îlik kazanmış olsun. Bu itibarla FahruddinRazî ve bir
çokları şöyle derler: Âhâd haberle nakledilen bir icmâ' hüccet sayılmaz; çünkü
icmâ'm hüccet oluşu, onun icmâ'a katılanlara nisbet edilişindeki katiliğe
bağlıdır. Zannî bir sened olan haber-i âhâd'a dayanan bir nakil ile bu nisbetin
kat'îliği ortadan kalkarsa, icmâ'm kazandığı mânâ da ortadan kalkar ve hüküm,
icmâ'dan önceki durumuna dönmüş olur. Yani, daha önce mesele, hüküm bakımından
neye dayanıyorsa, yine o şer'î delile göre değerlendirilir.
Bir kısım usûl
bilginleri, icmâ'm haber-i âhâd ile naklini caiz görürler.
Gerçekte sahâbîlerin
icmâ'mdan başka hiçbir icmâ' tevatür yoluyla sabit olmamıştır. Bu yüzden
fakihler, birbirinin ileri sürdüğü icmâ'ları tanımamışlardır. Hilaf kitabları
bu konulardaki çekişmelerle doludur. Fakihler, sahâbîlerin icmâ'ları dışında
kalan hiçbir icmâ' üzerinde hemen hemen birlesenıemislerdir.
Sahâbîler, Hz.
Peygamber'! gözleriyle görmüşler ve O'nun tebliğlerini bizzat kendisinden
almışlar ve İslâm'ı açıklayışım kulaklarıyla işitmişlerdir. Bu itibarla
fakihlerin cumhuruna göre sahâbilerin görüş ve fetvaları nass'lardan sonra yer
alan şer'î bir hüccettir. Cumhur, bu hususta aklî ve nakli olmak üzere iki
türlü delil serd eder. Naklî delilleri şunlardır :
1)
"Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ansar ile onlara güzelce
uyanlardan Allah razı olmuştur; onlar
da O'ndan razı olmuşlar-dır..."[375]
Burada, Allah, sahâbîlere uyanları övmüştür. Demek ki onların yolundan gitmek,
övülmeyi icabediyor. Görüşlerini hüccet olarak kabul etmek de bir nevi onlara
uymaktır.
2) Peygamber
(S.A.) şöyle buyurmuştur: "Ben ashabım için emân'ım. Ashabım da ümmetim
için emân'dır."[376]
Sahâbilerin ümmet için eman oluşu, anak ümmetin onların görüşlerine uymasıyla
olur. Nasıl ki Hz. Peygamberin onlar için eman oluşu, onların Peygamber
(S.A.)'in hidayetine uymalarıyla olmuştur.
1)
Sahâbîler, Hz. Peygamber'e diğer insanlardan daha yakındırlar. Onlar, hakkında
vahiy nazil olan konulara şâhid olmuşlardır. Hz. Pey-gamber'in hidayetine uymak
hususunda ihlas dereceleri ve idrak seviyeleri üstün idi. Böylece şerîatin
maksatlarını iyi kavrıyorlardı; çünkü nass'ların inmiş olduğu şart ve durumları
bizzat görmüşlerdi. Dolayısıyla onların nass'ları anlayışları,
başkalarmmkinden daha kuvvetli ve nass'lar üzerindeki sözleri uyulmaya daha
elverişlidir.
2)
Sahâbîlere ait görüşlerin sünnet olma ihtimali vardır; çünkü onlar, çoğu zaman Hz. Peygamber'in
açıkladığı hükümleri anlatırken O'na nisbet etmiyorlardı. Esasen onlardan bunu
isteyen de yoktu. Böyle bir ihtimalle birlikte, sahâbilerin görüşleri kıyas ve
içtihada dayansa bile, onlara uymak daha yidir; çünkü bu, hem nakl'e yakın, hem
de akla muvafık olur.
3) Eğer
sahâbüerden kıyas mahsûlü bir görüş bize intikal etmişse, bizim de, onlara
muhalif bir kıyas'ta bulunmamız mümkündür; ancak onların görüşlerine uymamız
ihtiyat bakımından daha iyidir; çünkü
Peygamber (S.A.);"Ümmetimin en hayırlısı, benim gönderilmiş bulunduğum
çağdakilerdir."[377]
buyurmuştur. Ayrıca sahâbüerden birine ait bir görüş üzerinde icmâ' da edilmiş
olabilir; çünkü onun görüşü ötekilerine aykırı olursa, sahâbîlerden intikal
eden şeyleri araştıran bilginler buna da vâkıf olurlar. Eğer bazı sahâbîden
rivayet edilen görüşe aykırı başka bir görüş, diğer sahâbîlerden intikal
etmişse, bu görüşlerin ikisinin de dışına çıkmak, sahâbilerin hepsinden
ayrılmak demektir. Bu ise, kabul edilemeyecek ve sahibine ait bir saçmalıktır.
İbn-i Kayyim
el-Cevziyye, sahâbîlere ait görüşlerin, Kitab ve Sünnet'e, sonrakilerin
görüşlerinden daha akın olduğunu şöyle anlatır:
«Sahâbî bir söz söylediği,
bir hüküm veya fetva verdiği zaman, onda, bizde bulunmayan anlayış imkânları
vardır. Bazı hususlarda onun sâhib olduğu anlayış imkânlarına biz de sahibiz;
fakat sahâbî-nin anlayış özelliği, Peygamber (S.A.)'den veya başka bir
sahâbîden şifahen işitmiş olma ihtimalidir. Sahâbilerin kendilerine has
bilgileri pek çoktur; çünkü her sahâbî işittiği şeylerin hepsini rivayet
etmemiştir. Ebu Bekir ve Ömer el - Pârûk gibi büyük sahâbilerin işittiklerine
nisbetle rivayet ettikleri pek azdır. Meselâ; Ebu Bekr'den rivayet edilen hadis
sayısı yüze varmamaktadır. Halbuki O, Peygamber (S.A.)'-den hiç ayrılmamış ve
O'nun yaptığı her şey'e vâkıftı. Hattâ Peygamberliğinden önce başlayıp
vefatına kadar O'na arkadaşlık etmişti. Pey-gamber'i, O'nun sözünü, işini' ve
yaşayışını en iyi tanıyan zat o. idi. Diğer büyük sahâbilerin rivayetleri de,
Peygamber (S.A.)'den işitip gördüklerine nisbetle pek azdır. Onlar, işitip
gördüklerini rivayet etselerdi, Ebu Hüreyr e'nin rivayetinden kat kat fazla
olurdu. Ebu Hürey-re, dört seneye yakın bir zaman Peygamber (S.A.)'e arkadaşlık
ettiği halde O'ndan birçok hadis rivayet etmiştir. Sahâbilerin hal ve yaşayışlarını
bilmeyenler, herhangi bir vak'a hakkında sahâbîler bir şey bilselerdi, onu
rivayet ederlerdi, derler. Halbuki sahâbîler, Peygamber (S.A.)'den bir şey
rivayet ederken fazla veya eksik yaparız diye korkarlardı. Peygamber
(S.A.)'den işittikleri şeyi defalarca konuştukları halde, onu Peygamber
(S.A.)'den işittiklerini açıklamazlar ve "Peygamber (S. A.) şöyle
buyurdu" demezlerdi.
"Sahâbînin
verdiği fetva şu altı şıkkın dışına çıkmaz: "1- Sahâbî, onu Peygamber (S.A.)'den işitmiş olabilir. "2-Peygamber (S.A.)'den işitenden
işitmiş olabilir. "3 -Kur'an'dan
böyle anlamış olabilir.
"4 - Sahâbîler bir hususta ittifak etmiş
olduğu halde, onların bu ittifakı değil de, sadece o fetvayı veren sahâbînin
sözü bize nakledilmiş olabilir.
"5 - Sahâbüer; Arapçayı ve kelimelerin
delalet ettiği mânâyı bizden daha iyi bilmek, yahut Allah'ın emri ile ilgili
durum ve karinelerden faydalanmak veya Peygamber (S.A.)'e uzun zaman
arkadaşlık etmek, O'nun hal ve yaşayışlarını müşahede etmiş olmak, sözlerini
işitmek ve bu sözlerin maksatlarını kavramak, vahyin gelişine şahid olmak,
bilfiil Peygamber (S.A.)'in bu vahyi açıklamasını görmek gibi hususların
yardımıyla bir çok meseleleri bizden iyi anlamış olabilirler.
"Bu beş husustan
dolayı sahâbînin fetvası bizim için hüccettir.
"6 - Sahâbî, Peygamber'den kendisinin
rivayet etmediği bir şeyden anladığı mânâya göre fetva vermiş; fakat bu
anlayışında yanılmış
olabilir.
"Bu takdirde
sahâbînin sözü hüccet olmaz. Kesin olarak bellidir ki beş ihtimalin vukuu, bir
ihtimalin vukuundan çok kuvvetlidir. Akıl sahibi bunda şüphe etmez. Böyle
kuvvetli bir ihtimal, gâlîb zan iıade eder ki, bununla amel edilir..."[378]
Bundan başka dört
mezheb imamlarından bize intikal ettiğine göre, onlar da, sahâbîlerin
sözlerine uyarlar ve bunların dışına çıkmazlardı. Meselâ, Ebu Hanîfe şöyle
derdi: "Eğer bir hükmü Allah'ın Kitabı'nda bulamazsam, Peygamberi'nin
Sünneti'ne başvururum. Pey-gamberi'nin Sünneti'nde de bulamazsam, Sahâbîlerin
sözleriyle amel ederim. (Aralarında ihtilaf olduğu zaman) Sahabüerden
dilediğimin sözünü alır, dilediğimin sözünü bırakırım; ancak onların sözlerinin
dışına çıkıp başkalarının sözlerini almam."
İmam Şafiî de Mısırda
yeniden yazdığı ve Rab i' b. Süleyman (Ö. 270 H.) tarafından rivayet edilen
"er-Risaîe" adlı eserinde şöyle der: "Gördük ki ilim sâhibleri,
bir sahâbîye ait sözü bazan alıyor, bazan da terkediyor ve böylece sahâbîlerin
sözlerini alırken birbirinden ayrılıyorlar. Muarızım, 'sen bu hususta nasıl
bir kanaate vardın?' dedi. Ben de, 'Kitab, Sünnet, İcmâ' ve bunlara dayanan
bir hüküm bulamazsam Sahabüerden birisinin sözüne uymak gerekir', dedim."[379]
Yine İmam Şafiî,
yeniden kaleme aldığı ve Rabf b. Süleyman tarafından rivayet edilen
"el-Umm" adlı eserinde de şöyle der: "Kitab ve Sünnet'te bir şey
yoksa, Sahâbîlerin sözlerine veya onlardan birisinin sözüne başvururuz. Eğer
ihtilaf edilen meselede Kitab ve Sün-net'e daha yakın olan söze bir delalet
bulamazsak EbuBekr, Ömer ve Osman (RA.)'in sözüne uymamız daha iyi olur.
Sahâbîlere ait bir sözün Kitab ve Sünnet'e daha yakın olduğuna dair herhangi
bir delalet bulunursa, o söze uyarız."[380]
Bu ifade gösteriyor ki
İmam Şafiî, Kitab ve Sünnet'le amel ediyor, sonra Sahâbîlerin icmâ' ettikleri
görüşleri alıyor, eğer Sahâbîler ihtilafa düşmüşlerse bunların görüşlerinden
Kitab ve Sünnet'e yakınlık bakımından en kuvvetli olanıyla amel etmeyi tercih
ediyor, şayet bunların Kitab ve Sünnet'e yakınlık derecesi anlaşılmazsa
Hulefâ-i Râşidm'in tatbikatına göre hareket ediyor; çünkü bu halîfelerin
sözleri herkesçe bilinmekte ve genel olarak araştırmaya dayanmaktadır.
İmam Mâlik de böyle
düşünmektedir. O'nun "eî-Muvatta" adlı eseri, Sahâbîlerin fetvalarına
dayanan hükümlerle doludur. Ahmed b.Hanbelde aynı görüştedir.
Dört mezheb
imamlarından böyle açık beyanlar rivayet edildiği halde, Şafiî mezhebinin Usul
yazarlarından bazısı çıkmış ve İmam Ş â f i î'nin yeni mezhebine göre
sahâbîlerin sözlerini delil saymadığını. iddia etmiştir. Bizim yukarıda İmam
Şâfi'nin yeni mezhebini rivayet eden Rabi' b. Süleyman yoluyla
"er-Risale" ve "el-Umm" den naklettiğimiz ifadeler, O'nun
görüşünü kesin olarak oraya koymuştur. Buna göre İmam Şâfü, sahâbîlerin ittifak
etikleri görüşleri almakta; ihtilafa düştükleri zaman da onların görüşlerinden
Kitab ve Sünnet'e yakın bulduğunu tercih etmektedir.
Yine kimi Hanefîler
de, Ebu Hanîfe'nin sahâbî sözünü delil saymadığını; ancak, onu nakil ile
bilinebilecek konularda ictihad olarak değil, sünnet olduğu için kabul
ettiğini, sahâbînin içtihadını kabul etmediğini ileri sürmüşlerdir.
Ebu Hanîfe’in gerçek
görüşü ise, yukarıda bizim kendisinden naklettiğimiz sözlerinde yer alır ki,
onlar, yalnız tek kişinin rivayetinden ibaret değildir. Sahâbî sözünün nakil
ile bilinebilecek konularda kabul edileceği, ictihad ile bilinebilecek
konularla ilgili ise kabul edilemeyeceği Kerhî'nin görüşüdür; Ebu Hanîf e'nin
görüşü değildir. Kerhî'ye göre; nakil ile bilinebilecek konularda sâhabî sözü,
Sünnet'e dayandığı için kabul edilir; rey'e dayanan konularda ise ictihad-dır.
Onların da ictihadlarında yanıldıkları sabittir; çünkü onlar, hatâdan masum
olmadıkları gibi, birbirlerine muhalefet de etmişlerdir. Onlar, ihlasları
icabı, kendilerinin insanlar tarafından taklid edilmelerini söylememişler ve
ictihadlarında yanılmış olabileceklerini söylemişlerdir. İbn-i Mes'ud,
içtihadının neticesi hakkında; "eğer yanlış ise şeytandandır, doğru ise
Allah'tandır." derdi. Sahâbîler, kendi görüşlerinin yanlış olabileceğini
düşündüklerine göre, biz, delilsiz olarak onlara nasıl uyabiliriz! Evet,
onlara uymamız gerekir; çünkü onlar, Kur'anda, güzelce kendilerine uyulmakla
övülen kimselerdir; ancak onlara uymak, ictihadla vardıkları şeylerde
kendilerini körü körüne taklid etmek değildir. Onlara uymak, onlar gibi
ictihad yapmakla mümkündür ve böylece; "ashabım yıldızlar gibidir,
hangisine uyarsanız yolunuzu bulmuş olursunuz."[381]
hadîs-i şerifinin mânâsı gerçekleşmiş olur.
Bunlardan anlaşılıyor
ki dört mezheb imamları sahâbilerin sözlerini kabul ettikleri halde, bu
imamları taklid edenlerden bazıları, saha-bî sözünü hüccet saymamaktadırlar. Bu
hususta ileri gidenler de olmuştur. Şevkânî, sahâbî sözünü reddederken şöyle
der:
"Gerçek odur ki
sahâbî sözü hüccet değildir. Allah, bu ümmete bir Peygamber göndermiştir; O da
Muhammed (S.A.)'dir. Bizim Peygamberimiz birdir, Kitabımız birdir. Ümmetin
hepsi, Allah'ın Kitabına ve Peygamberinin Sünnetine uymakla emrolunmuştur. Bu
hususta sa-hâbîlerle, bunlardan sonrakiler arasında bir fark yoktur. Herkes,
şer'î teklifleri yerine getirecek, Kitab ve Sünnet'e uyacaktır. Kim, Allah'ın
dininde O'nun Kitabı ve Peygamberinin Sünnetinin dışında olan ve bu ikisine
dayanmayan birşeyin hüccet olduğunu ileri sürerse köksüz; bir şey söylediği
gibi, İslâm şerîatine Allah'ın emretmediği bir şeyi sokmuş olur ki, bu çok
ağır bir iş ve haddini bilmezliktir."[382]
Şevkânî bu gibi
açıklamalarda bulunurken aynı şeyleri tekrar tekrar anlatır ve sözünü şöyle
bitirir:
"Bunu iyi bil ve
bu hususta titiz ol; çünkü Allah, bu İslâm ümmetine yalnız Muhammed (S. A.)'i
Peygamber olarak göndermiş, O'ndan başkasına uyulmasını emretmemiş, O'nun
dışında ümmetinden hiç kimseye şeriat hükmü koymak için bir harf bile söyleme
yetkisi vermemiş ve kim olursa olsun O'ndan başkasının sözünü senin için
hüccet kılmamıştır."[383]
Şüphesiz bunlar,
sahâbîlerin görüşlerini reddetme hususunda aşırı sözlerdir. Burada belirtmek
mecburiyetindeyiz ki, büyük imamlar da, sahâbîlerin sözlerine uyarken, Hz.
Muhammed'den başkasını Peygamber tanımamış, Kitab ve Sünnet'in dışındaki
şeyleri hüccet saymamışlardır. Onlar da, sahâbîlerin sözlerini alırken,
Peygamber (S.A.)'in bir olduğu, Sünnet'in bir olduğu ve Kitab'm bir olduğu
esasına sımsıkı bağlı idiler; fakat görüyorlardı ki Allah'ın Kitabını hıfz
eden, Peygamber'in Sünneti'ni nakleden sahâbîlerdir. O'nun şerîatini en iyi
bilen ve hidayetine en yakın olan onlardır. Onların sözleri (veya görüşleri),
Peygamber (S.A.)'den aldıkları ilhamların eseridir; kendilerince uydurulmuş
değildir; sırf İslâm'ın kaynaklarından sızıp gelen ışıklardır. Onlar, İslâm
pınarının çıkışını ve akışını en iyi bilen kimselerdir. O halde sahâbîler'e
uyanlar, "güzelce onlara uyanlar..."[384]
âyetinin beyan ettiği zümreye dahil olan kimselerdir.
Fıkıh Usûl'ü bilginleri
kıyas'ı şöyle tarif ederler: Kıyas, hakkında nass bulunmayan bir meselenin
hükmünü, Kitab veya Sünnet nass'ı ile hükmü bilmen meseleye göre açıklamaktır.
Başka bir tarife göre kıyas, hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü,
aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında nass bulunan meselenin hükmüne
bağlamaktır.
Buna göre müctehid
tarafından ictihad yapılarak çıkarılan hükümler, kıyas yoluyla Kitab ve
Sünnet'e dayandırılmış olur; çünkü şer'î hükümler, ya doğrudan doğruya nass'a
dayanır veya kıyas yoluyla nâss üzerine hamledilir. İmam Şafiî, kıyas hakkında
şöyle der: “müslüman karşılaştığı her meselenin zarurî bir hükmü vardır. Eğer
bu hüküm açıkça mevcutsa aynen ona uyması, değilse hakîkata uygun şekilde
içtihad yaparak ona olan delaleti araması gerekir. İctihad da, kıyas
demektir."[385]
Yani şer'î hüküm ya
nass ile bilinir; İmam Şafiî bunun için "ayniyle hak" tabirini
kullanır; yahut da nass'ın mânâ ve amaçlarını araştırmakla anlaşılır; bu da
kıyas ile olur.
Yukarıda tarifini
verdiğimiz kıyas esasına göre, birbirine benzeyen meselelerin, hükümlerinde de
benzerlik bulunması gerekir; zira illet'teki eşitlik hükümde'de eşitliği
icabeder. O halde İslâm hukukundaki kıyas, insan aklının fıtrî olarak kabul
ettiği bir şeydir; çünkü bu, benzer ve sebebleri. aynı olan şeyleri birbirine
bağlamak esasına dayanır.
Mantıkî delillerin
ortaya koyduğu bütün neticeler üzerindeki akü yürütme de, benzer şeyleri
birbirine bağlamak esasına dayanmaktadır. Demek ki hakikatteki benzerlik,
hükümde eşitliği gerektirmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de de,
fiil ve sıfatların benzediği hallerde hükümlerin eşit olması ilkesinin
kullanıldığını görmekteyiz. Meselâ; "Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden
öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmazlar mı? Allah onları yere
batırmıştır. Kâfirler için de bu âkibetin benzeri vardır."[386]
âyeti, birbirine benzeyen şeylerin hüküm bakımından aynı olduğunu
belirtmektedir. Şu iki ayet de birbirine benzemeyen şeylerin hüküm bakımından
aynı olmadığını göstermektedir. "Yoksa, kötülük isteyenler, ölümlerinde
ve hayatlarında kendilerini, iman edip yararlı işler işleyen kimselerle nir mi
tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar."[387]
"Yoksa, iman edip yararlı işler işleyenleri, yeryüzünde, bozguncular gibi
mi tutacağız? Yahut müt-takîleri yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?"[388]
Bu âyet-i kerîmelerden
anlıyoruz ki Kur'an, aklın eşitlik kanununu en güzel şekilde uygulamakta,
benzer şeylerin aynı hükme ve birbirine benzemeyen şeylerin de ayrı hükümlere
bağlı olduğunu beyan etmektedir. Peygamber (S.A.)'in de bu akıl kanunu'nu
kullandığını ve sahâbîlere bu yolu gösterdiğini bir çok haberlerden anlıyoruz.
Rivayete göre Ömerb.e 1-H a 11 a b, Hz. Peygamberce gelip, "Ya
Rasûlallah, bugün büyük bir iş yaptım, oruçlu olduğum halde karımı öptüm."
demiş; Peygamber (S.A.), "oruçlu bulunduğun halde su ile mazmaza yapsan
ne lâzım gelirdi?" buyurmuş; Ömer (R.A.) de "bir şey gerekmezdi!"
diye cevap vermiş; bunun üzerine Hz. Peygamber, "o halde orucuna devam
et!"[389] buyurmuştur.
Görüyoruz ki
Rasûlullah (S.A.), oruçlu kimsenin su ile mazmaza yapmasıyla (ağzına su alıp
geri dökmesiyle) karısını Öpmesini hüküm bakımından bir saymış; bu hareketlerin
ikisinin de orucu bozacak bir fiile vâsıta olabileceği gibi, böyle bir şeye
sebep olmayacağına da dikkati çekmiştir. Yani bunun ikisi de bizzat orucu
bozmaz; fakat orucun bunlar vasıtasıyla bozulma ihtimali de var. Aralarındaki
benzerlik, hükümlerinin eşit olmasını gerektirmiştir. Bu itibarla Hz. Ömer,
mazmaza'nın orucu bozmadığını bildiğine göre, O'nun Öpmenin de orucu bozmayacağını
bilmesi gerekmiştir.
Peygamber (S-A.)'in bu
ilkeyi uyguladığına dair bir çok haber vâ-rid olmuştur. Sahâbüer de, hakkında
nass bulamadıkları meselelerin hükümlerini ortaya koymak için eşitlik kanunu'na
göre onları nasslara hamletmişlerdir. İmam Şafiî'nin yakın arkadaşı merhum
el-Müzenî (öî. 264 H.), kıyas hakkındaki görüşleri ve sahâbîlerin ki-yas'a göre
amellerini şöyle özetlemiştir:
"Peygamber
(S.A.)'in asrından günümüze kadar fakihler, din işlerindeki bütün hükümlerde
kıyas'ları kullanmışlar, hakkın benzerinin hak, bâtılın benzerinin de batıl olduğunda
icmâ' etmişlerdir. Buna göre kimsenin kıyas'ı inkâr etmesi caiz olmaz; çünkü
kıyas, olayları birbirine benzetme ve bu bakımdan aynı hükme varmadır."
İbn-i Kayyim
el-Cevziyye de, bu mânâda şöyle demiştir: "Akıl yürütmenin mihverini
benzer şeyler arasındaki eşitlik, benzer olmayan şeyleri de ayırma işlemi
teşkil eder. Birbirine benzeyen şeyleri ayrı hükümlere bağlamak caiz görülürse,
akıl yürütme ortadan kalkmış ve bu kapı kapatılmış olur."
Kıyas, aklî bir şey
olduğu halde bazı bilginler cümhur'dan ayrılmış ve onu reddetmişlerdir.
Fakihlerin kıyas hakkındaki görüşleri üçe
ayrılır:
1) Hakkında
Kitab veya Sünnet nass'ı, icmâ ve sahâbîlerden birinin görüşü bulunmayan
hususlarda kıyasın hüccet oluşu. Aşırı gitmemek şartıyle bu görüşü, cumhur
kabul etmiştir.
2) İslâm
fıkhında asla kıyas'a yer vermeme. Bu görüşü de Zahirîlerle Şiî-İmamîler benimsemiştir. Zahirîler, kıyasla birlikte nass'ların
talilini de kabul etmezler. Yani onlar, nasslarm illet ve amaçlarına
bakmazlar. Böylece illetlerin, uygun düştüğü meselelere nass'ların hükmünü
tatbik etmeyip adece nasslarm kendi muhtevası için delil sayarlar. Böylece
onlar, lafızların mânâsını iyice daraltarak, bunların zahirleri üzerinde donup
kalırlar.
3) Kıyas'ı aşırı şekilde genişletme. Bu görüşü
benimseyenler, aralarında ortak bir illet bulunmayan şeyleri dahi
birleştirmeye yeltenmişler, bazan Kitab ve Sünnet'in umumî ifadelerini kıyas
ile tahsis etmek istemişlerdir. Bu hususu, ileride inşallah, yeniden ele
alacağız.
Bu hususta cumhurun
yolu daha doğru, delilleri daha sağlam ve mantıkî olup yukarıda işaret
ettiğimiz gibi Kur'an nasslarına ve Hz. Peygamberin Sünnetine dayanmaktadır.
Kur'an'da, "Ey iman edenler, Allah'a itaat/edin. Peygamber'e ve sizden
buyruk sahibi (ülü1emr) olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz,
Allh'a ve Peygamber'e iman ediyorsanız, onu Allah'a ve Peygamber'e havale
edin."[390] buyurulmuştur. Bir şeyi
Allah'a ve Peygamber'e havale etmek, ancak Kur'an ve Sünnetin işaret ettiği
amaçları bilmekle olur. Bu ise, Kur'an ve Sünnet hükümlerini ta'lile dayanır
ki, o da kryas'tır.
Kur'an-ı Kerim,
hükümlerin taliîine işaret eder ve bir kısmını fiilen talil ederek, onların
güttüğü amaçları açıklar. Nitekim Kısas'm hikmeti zikredüirken; "Kısas'ta
sizin için hayat vardır."[391]
buyurulmuştur. Hz. Peygamberin, oğulluk edindiği Zeyd b. Haris e'den boşanmış
olan Seyneb ile evlenişinin sebebi Kur'an'da şöyle açıklanmıştır: "...
Zeyd, eşiyle ilgisini kestiğinde onu (Zeynebi) seninle evlendirdik ki,evlatlıkları
eşleriyle ilgilerini kestiklerinde, onların bu eşleriyle evlenmeleri hususunda
mü'minlere bir zorluk olmasın."[392]
Cenab-ı Hak,
ganimetlerin fakirlere, yetimlere, Hz. Peygamberin yakınlarına ve yolda,
kalmışlara dağıtılmasının hikmetini belirterek şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın fethedilen memleketlerden Peygamber'ine verdiği şeyler; Allah,
Peygamber, O'nun yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir;
içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşması (bir sermaye olması) için
değildir."[393]
Kur'an'da
İsrailoğullarma bazı güzel rızıklann haram kılındığı, bunun sebebinin ise,
onların kendilerini şehvetlerine düşkün olmaktan menetmeleri olduğu şöyle beyan
edilmiştir: "Yahudilerin zulümlerinden ötürü kendilerine helal kılınmış
olan temiz şeyleri onlara haram kıldık."[394]
Yine Kur'an'da, içki
ve kumarın yasak edilişinin sebebleri şu âyet-i Kerime ile belirtilmiştir:
"Şeytan, ancak içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak,
sizi Allah'ı anmak ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil
mi?"[395]
Hükümlerin sebeblerini
belirtmek, yani nass'Iarın ta'lili, kıyas'm zaruretini gösteren Kuran'm
işaretlerinden anlaşılmaktadır. Bu kabul edilmediği takdirde muamelâta ait olan
emirler de taahbüdî olur. Halbuki Yüce Tanrı, bunların taabbüdî (ibadet
cinsinden) olduğunu bildirmemiştir. Öyleyse hakkında nass bulunmayan
hususları, nass ile belirtilmiş olan meselelere kıyas yapmak hakkımızdır. Zaten
nass'lar, kendilerinin genel ve özel amaçlarını anlatan işaretleri ihtiva etmektedir.
Kıyas da, bunların ışığı altında yapılmaktadır.
Sünnet de hükümlerin
ta'liline işaret etmiş ve bir kısım hükümlerin illetlerini açıklamıştır.
Meselâ; Peygamber (S.A.), başkasının evine girerken izin istemenin illetini,
"izin, ancak göz için emredilmiştir."[396]
hadisiyle beyan etmiştir. Demek ki başkasının evine giren kimsenin görmesi hoş
olmayan bir şeyle karşılaşmaması için müsaade istemesi gerekli görülmüştür. Bu
hdis, başkasının evine izinsiz girme yasağının hikmetini belirtmektedir ki ,o
yasak da şu âyetlerle bildirilmiştir: "Ey iman edenler, kendi evlerinizden
başka evlere, sahihlerine seslenip selâm vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz
bu sizin için daha iyidir. Eğer evde kimseyi bulamazsanız, yine de size izin
verilmedikçe içeri girmeyiniz.Size "dönün" denilirse, dönünüz. Bu
sizin için daha iffetlidir. Allah, yaptıklarınızı bilir. İçinde eşyanız
bulunan boş evlere girmenizde sizin için bir sakınca yoktur. Allah, açığa
vurduğunuzu da, gizlediğinizi de bilir."[397]
Peygamber (S.A.), önce
sahâbîleri, kurban etlerim saklamaktan nehyetmiş, sonra bunu onlar için mubah
kılmıştır. Nehyedişinin sebebini de şöyle açıklamıştır: "Memleketimize
gelen aç ve azığı bulunmayan göçebeler (daffe) için sizi ondan
nehyetmiştim."[398]
Demek ki ihtiyaç içinde bulunan göçebelerin geldiği yılda kurban etlerini evde
saklamak haram kılınmıştır. Eğer böyle bir ihtiyaç bulunmazsa, kurban etlerini
saklamakta bir sakınca olmaz. Bu da üiet'in mevcud olup olmamasına göre nass'a
uymak demektir. Yani, illet bulununca hüküm bulunmakta, illet bulunmayınca
hüküm ibahat ifâde etmektedir.
Kıyas'ı tanımayanların
asıl muhalefetleri, bu hükümlerin ta'lili meselesinden doğmaktadır. Kıyas'ı
kabul edenler, hükümlerin illetleri olduğunu, mânâlarının akıl ile
kavramlabileceğini ve bir kısım amaçları bulunduğunu ileri sürerler. Onlara
göre bu illet ve amaçlar, hakkında nass bulunmayan konularda da gerçekleşirse,
hüküm de sabit olur. Kıyas'ı tanımayanlara göre ise, kıyas, İslâmî bir hüccet
değildir; nass'Iarın illetleri bilinemeyeceğinden hüküm, onların dışındaki
konulara şâmil olmaz.
Hükümlerde Kıyas'm
sübûtu üzerinde sahabüer icmâ' etmişlerdir. Meselâ; Ebu Bekr (R.A.), mirasta
dede'ye baba muamelesi yapmıştır; çünkü, dede'de babalık mânâsı bulunduğundan,
onu da baba hükmünde görmüştür. İbn-i Ab bas (R.A.) da dedeyi oğulun oğluna kıyas
etmiştir. Hz. Ömer, Ebu Mûsâ el-Eş'ârî'ye, kıyas'a başvurmasını emrederken
mektubunda şöyle demiştir: "Birbirine "benzeyen şeyleri iyi anla,
sonra ona göre olajlari kıyas et!"[399]
Bazı sahâbîler, Ebu
Bekr (R.8.)'e bî'at ederken, Peygamber (S.A.)'in O'nu namaz için imam olarak
seçtiğini gözönüne almışlar ve İmamet-i âmme'yi (hilafeti), namaz imametine
kıyas ederken, "Peygamber (S. A.), O'nu din işimizde imam tayin etmiştir.
Öyleyse diz O'nu, dünya işimizde niçin imam tanımayalım?"[400]
demişlerdir. H z. Ali de içki cezasını, kazf cezasına kıyas etmiştir; çünkü
içki de sonuç itibariyle kazf'e vâsıta olmaktadır.
Bu sebebledir ki
Keşfu'I-Esrar müellifi şöyle der: "Kıyas ile istidlal işi, sahâbîlerin icmâ'ma
dayanır. Sahâbîlerin ictihadlarındaki hallerini araştırarak öğrendiğimize göre
onlar, asl'm illetini taşıdığını zannettikleri zaman fer'i o asl'a kıyas
yapıyorlardı ve bu arada ne nass'-larm ta'lil edeceğini bildiren, ne de
kendisine kıyas yapılmasının caiz olduğunu gösteren özel bir delil
arıyorlardı."[401]
Bunlardan anlaşılıyor
ki kıyas'ın İslâm hukukunun kaynaklarından birisini teşkil edişi Kitab'la,
Sünnetle ve hükümlerin ta'liline, illetlerin hakkında nass bulunmayan
meselelere de geçeceğine, bu illetlere göre hükmün bulunup bulunmayacağına
yapılan işaretlerle, sahâ-bîlerin icmâ'ı ve onların fakihlerince istinbat
metodu olarak kullanılmasıyla sabit olmuştur.
Gerçekten kıyas'ın.
mânâsı, nass'ların uzanabildiği bütün sahalara tatbik edilmesidir; nass'lara
bir şey ilave etmek değil, onları tefsirdir.
Burada kıyas'ı
tanımayanların dayandıkları delillerden de söz etmek icabeder. Kıyas'ı
reddedenler arasında bir kısım mu'tezilîler de yer alır. Bunların başında
Câhız'm hocası İbrahim b. Seyyar en-Nazzam gelir. Zahirîler de kıyas'ı
tanımazlar. Bunların en şiddetlisi, Zahirî mezhebinin kurucusu Davud ez-Zâhir
î'den sonra gelen ikinci imamı îbn-i Hazm el-Endelüsîdir. İbn-i Hazm, Kıyas'ın
bâtıl olduğunu isbat için beş delil ileri sürer. Bunları Özet olarak veriyoruz:
1) Allah, hükümlerden
bazısının farz, bazısının haram, bazısının mendub, bazısının da mekruh
olduğunu bildirmiştir. Hakkında bu hükümlerden birisi bildirilmemiş olanların da mubah olduğu. "Yeryüzünde ne varsa hepsini
sizin için yaratan O'dur."[402]
âyetine göre sabittir. Böylece bütün hükümler nass'lara dayanmış olup kıyas
için bir saha kalmamıştır. O halde, tatbik edilecek bir konu kalmadığından,
kıyas'a ihtiyaç yoktur; çünkü nass bulunmayan yerlerde kıyas'a başvurulacaktır.
Halbuki herşey hakkında, ibâhat yoluyla da olsa, umum veya husus yönünden bir
nass bulunmaktadır.
2) Kıyas ile
hüküm verenler, bunun istinbat esaslarından biri olduğunu kabul ederler ve
düşüncelerini, herşey için şerîat'te bir nass yoktur görüşüne dayandırırlar. Bu
ise, şerîâtin kemâline aykırıdır. Oysa Hz. Peygamber, onu açıklamayı üzerine
almıştır. Allah Taâlâ da; "Bu gün sizin dininizi ikmal ettim, size olan nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslâm'ı
seçtim,"[403] buyurmuştur. Yine Allah,
şerîâtin kemâlini beyan için Peygamberine hitaben, "Sana da Kur'an'ı
indirdik; tâ ki insanlara, kendilerine indirileni açıkça anlatasın."[404] buyurmuştur.
Kıyas'ın mevcudiyetini farz etmek, "beyanın kemâline aykırı düşer.
Beyanın mükemmel olmadığını kabul etmek, Peygamber (S.A.)'in Tanrı'nın
elçiliğini tebliğ etmemiş olması demektir. Bu da, saçma bir faraziyedir; çünkü
Peygamber, onu tebliğ etmiş ve Veda' Haccı'nda bu hususu herkese duyurmuştur.
3) Kıyas'm
esası, asi ile feri' arasındaki ortak illet olup hükümlerin eşitliğini
sağlayan da budur. Bu müşterek illet için bir delil bulunmak zarureti vardır.
Eğer bu delil nass ise, kıyas'a yer kalmaz; çünkü bu durumda hüküm nass'dan
alınmış sayılır. Eğer illet bir nass ile belirtilmemişse, bu hangi yolla
bilinecektir? İlletin bilinme yolu hakkında Sâri' tarafından bir nass mevcut
değildir. İlleti bildiren bir delilin bulunmaması şu iki neticeye varır: a) ya kıyas asla muteber değildir, b) veya kıyas, Allah katında
muteberdir; fakat beyan edilmemiştir. Bu ise karışıklığa sebeb olur. Halbuki,
Allah, böyle şeylerden tamamen
münezzehtir. O halde geriye kıyas'ı tanımak kalıyor.
4) Peygamber
(S.A.), mü'minlere Allah ve Resulünün nass ile bildirmediği şeyleri
terketmelerini emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Sîze bir şey emretmediğim
sürece beni bırakın; çünkü sizden öncekiler fazla soru sordukları ve
peygamberlerimle ihtilafa düştükleri için helak oldular. Size bir şey
emredersem, onu gücünüz yettiği kadar yerine getirin. Sizi bir şeyden
menedersem ondan da kaçının."[405]
Bundan anlaşılıyor ki hakkında nass bulunmayan şeyler için kul, kendiliğinden
bir hüküm koymayacaktır; zira o, hakkında nass bulunmayan şeyleri olduğu gibi
bırakmakla emr olunmuş tur. Öyle ise kıyas, bu nass'a aykırı düşmektedir.
5) Bir çok
nass vardır ki, bunların muhtevası kıyas'ı yasaklamaktadır. Sözgelimi;
"Ey îman edenler, Allah ve Peyganıher'inden öne geçmeyin..."[406]
âyetinin mânâsı, Allah ve Peygamberin bildirmediği şeyler hakkında mü'minlerin
kendiliklerinden hüküm koymamalarıdır. Kıyas da, bu âyet'teki nehiy nevindendir.
Yine Kur'an'da; "Bilmediğin şeyin
ardına düşme!"[407]
buyurulmuştur ki, buna kıyas da dahildir. Keza; "Kitab'da biz hiçbir şeyi
eksik bırakmadık"[408]
âyeti de, kıyas için hiç bir şey olmadığını göstermektedir; çünkü kıyas'ı
kabullenmek, Allah'ın Kitabı'nda bazı şeyleri eksik bıraktığını ve
açıklamadığını ileri sürmektir.[409]
îbn-i Hazm'in bu
delillerine bir göz atacak olursak, onların iki esasa dayandığını görürüz:
1) Kur'an ve Sünnet nass'ları farz, nafile,
mekruh ve mübah'larıyla bütün hükümleri bildirmiştir.
2) Kıyas;
insan ameliyle ilgili olup bir eksikliği bulunmayan nass'-lara Şâri'in emri
olmadan bir şey ilave etmektir.
Bu esaslardan
birincisini cumhur da kabul eder. Cümhur'a göre de, nass'lar ya ibaresiyle veya
işaretiyle bir şeyi bildirmiştir; lâkin Zahirîler, nass'larm herşeyi
ibaresiyle bildirdiğini ve onların ibaresinin dışına çıkılamayacağını
söylerler. Cumhur ise, delaletin mânâsını genişletir ve şöyle der: Nass'ların
hükümlere delaleti lafızlarıyla olduğu gibi, nass'larm toplamından anlaşılan
şerî'atin amaçlarının gösterdiği umûmî delaletlerle de olur. Sözgelimi; Sâri',
"İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. O
halde tunlardan kaçının ki felaha eresiniz."[410]
buyurmuştur. Bu nass, ibaresiyle içki ve-kumarın haram olduğunu bildirmiştir.
Ayrıca zararı fazla bulunan her şeyin haram olduğunu da göstermektedir. İçki
ve kumar, zararları çok olduğu için haram kılınmıştır; çünkü Allah Taâlâ;
"Sana içki ve kuman sorarlar. De ki: Onların ikisinde de büyük günah ve
insanlar için bazı faydalar vardır. Günahları faydalarından daha
büyüktür."[411]
buyurmuştur. Demek ki zararı fazla olan her şey, bu nass'm umûmuna göre haramdır.
Böylece kıyas'la açıklanmış olan hükümler de nass'a dayanmaktadır. Gerçekte
kıyas da, nass'm tatbîki (i'mali)dir. Dolayısıyla kıyas'm bildirdiği hüküm ve
şerîatin beyanı sayılmaktadır. Bu itibarla İ b n-i H a z m 'in ileri sürdüğü
ikinci esas da; yani kıyas'm, nass'larm kemâline aykırı düştüğünü belirten
delil de yıkılmaktadır.
Daha önce de dediğimiz
gibi, kıyas'ı kabul edenlerle, reddedenler arasındaki anlaşmazlığın esası,
'nass'îarm ta'lili meselesidir. Kıyas'ı reddedenler, nass'ları yalnız
ibarelerine hasrederler. Kıyas'ı kabul edenler de, ta'lili benimseyerek, kıyas
nass'larm i'malidir, uygulama alanını genişletmektir, derler.
Gerçekte, özellikle
kıyas'ı tanımayan zahirîler, nass'larm ta'lilini gözönüne almadıkları için çok
yanılmaktadırlar. Bu ihmalleri, kendilerini akla uymayan hükümleri kabule
sevketmiştir. Sözgelimi; onlar insan idrarının nass bulunduğu için pis
olduğunu; domuzun bevlinii ise, hakkında bir nass bulunmadığı için temiz
olduğunu; keza, ayn erekçe üe köpeğin salyasının pis ve bevlinin temiz olduğunu
kabu etmişlerdir. Eğer onlar, birazcık nass'larm ruhunu anlasalardı, bu tür lü
tezadlara düşmezlerdi.
Dedik ki kıyas,
hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmü nü, aralarındaki ortak illet
dolayısıyla hakkında nass bulunan mesele nirî hükmüne bağlamaktır. Bu tarife
göre kıyas, dört rükünden mey dana gelmektedir:
1) Asl: Bu, hükmü beyan eden nass olup
"hükmün kaynağı" adın: da alır.
2) Feri': Bu, hakkında nass bulunmayan
meseledir.
3) Hüküm: Bu, kıyas vasıtasıyla asi'dan fer'a
geçmesi isteniler şeydir.
4) Ortak illet. Bu da, hem asi hem de feri'de
bulunan bir vasıftır.
Fer'in kıyas edildiği
hükmü açıklayan kaynağa "asl" adı verilir Yahut da buna, hakkında
hüküm bulunan konu denilir. Her iki tabir de aynı kapıya çıkar.
Kıyas'ın dayandığı
asi, fakihlerin çoğuna göre nass veya icmâ' olmalıdır. Kıyas ile sabit olan
bir hüküm üzerine başka bir mesele kıyas yapılmaz. Şöyle ki:
a) İslâm
hukuku'nun kaynağını nass'lar teşkil eder. Diğer kaynaklar, ne olursa olsun,
hüccet olma bakımından nass'lara dayanır. Bu se-bebledir ki kıyas'ın dayandığı
yegâne kaynak da nass'lardir.
b) Hüküm
için illet sayılan vasfa delalet eden şeyler de yine nass'-lardır. Onlar
iştikakları, münasebetleri ve vârid oldukları olayların yardımıyla bu vasfı,
yani illeti gösterirler.
c) Kıyas, tabîatiyle, Kitab ve Sünnet'e dayanmaktadır. Kıyas'ı reddedenlerin delillerini incelerken
de demiştik; onların yanıldıkları
nokta, kıyas'ı nass'lardan alınmış saymamalarıdır. Halbuki o, nass'larm geniş
anlamda i'mali, yani tatbiki demektir. O halde kıyas, yalnız nass'lara
dayanmalıdır ki, kıyas'ı tanımayanlar için bir itiraz kapısı bırakılmış
olmasın.
Bu itibarla fakihlerin
çoğu, icmâ' ile sabit olan bir hüküm üzerine kıyas yapmanın doğru olacağını
kabul eder; çünkü icmâ'ın senedi açıklanmamış bile olsa, na-ss'dır. Sözgelimi;
küçüklerin malı üzerindeki velayet icmâ' ile âbit olmuş ve onları evlendirme
velayeti de bu malî velayet icmâ' ile sabit olmuş ve onları evlendirme
velayeti de bu malî verinde tam bir velayete sâhib olduğu icmâ' ile sabit
olmuş ve buna kıyas yoluyla da onu, istemediği birisiyle evlendirmek için
kimsenin zorlama (icbar) yetkisi olmadığı anlaşılmıştır.
Gerçekten icmâ'ın
senedinin nass olduğunu kabul ettiğimize ve kı-yas'm icmâ' için sened olmasını
yerinde bulmadığımıza göre, icmâ' ile sabit olan bir hüküm üzerine kıyas
yapılmasını reddetmemiz tuhaf olur. İcmâ'da, nass zahir olmadığı için hükmün
illetini tanımamız imkânsızdır, denilecek olursa, biz de şöyle deriz: Hükmün
illeti sadece nass'lardan anlaşılmaz. Şer'atin genel amaçlarından, hükümle
ilgili olaylardan ve hükmün güttüğü gayelerden de anlaşılır. Demek ki illetin
bilinmesi ve tesbiti için tek yol, ibarelerin işareti değildir; hattâ çoğu
zaman ibareler, kıyas'a yarayacak illeti göstermez. Meselâ; "Buğday ile
buğday, arpa ile arpa misli misline ve peşin olarak değiştirilir...[412]
hadîs-i şerifinin ibaresinde kıyas için açık bir illet bulamayız. Dolayısıyla
fakihler, buradaki illeti tayinde ihtilafa düşmüşlerdir.
Hanefîlere göre
buradaki illet, tartı ve ölçü benzerliği ile cins birliğidir. Bu, tam
illettir. Tartı ve ölçü benzerliği veya cins birliği bulunmazsa nakıs illet
olur. Tam illet bulunursa alım-satimda fazlalık ve va'de haram olur; nakıs
illet bulunursa va'de haram olur, fazlalık haram olmaz. Meselâ; buğday, arpa
ile değiştirilirse, cins birliği olmadığı için fazla almak caiz olur ve va'de
caiz olmaz. Belki Hanefîler, uzak da olsa, onu, hadîs-i şerifte tekrar edilen
"misi" kelimesinden çıkarmışlardır.
Şâfiîlere göre ise
buradaki illet, gıda maddesi ve para olma (ta'âm ve semeniyyet) durumudur;
çünkü hadis'te geçen şeylerin bazısı altın ve gümüş gibi para olup bunları
kendileriyle değişmede pazarlık caiz olmaz; zira bunlar, eşyanın kıymetini
gösteren ölçülerdir. O halde eksik veya fazla olarak bunları, bizzat
kendileriyle değişmek doğru değildir; çünkü böylece bunların, eşya için birer
kıymet ölçüsü oluşu ortadan kalkar. Bu ikisinin dışındakiler de gıda
maddeleridir. Değişimi sırf bunlara bağlamak, üreticilerin ihtikârına ve
tüketicilerin de mahrumiyetine sebeb olur.. Dolayısıyla bunların kendileriyle
değişimi, ancak eşit olarak yapılabilir ve böylece para ile ahş-verişe imkân
bırakılır.
Nitekim bir gün birisi
gelmiş ve Peygamber (S.A.)'e "bende kuru hurma var, taze hurma ile
değişmek istiyorum." demiş, Hz. Peygamber de, "kuru hurmayı sat ve
parasıyla taze hurma alî"[413]
buyurmuştur. Dernek ki hurmanın para ile satılması sayesinde, kuru veya taze
hiç hurması olmayan kimse de onu alıp yiyebilecektir.
Mâîikîler de, buradaki
illet para, gıda maddesi ve saklanır cinsten olma durumudur, derler.
Görüyoruz ki illet, bizzat
nass'dan değil, hükmün kendisinden, ondaki genel ve özel amaçlardan elde
edilmektedir.
Kıyas için asi olma
bakımından icmâ'ı anlatmış olduk. Gelelim kıyas'm başka bir kıyas için asi
olmasına.
Bir kısım Mâlikîler'e
göre kıyasla sabit olan bir hüküm üzerine başka bir mesele kıyas yapılabilir.
Bu konuda Büyük İbn-i Rüşd şöyle der:
"Feri', hükmü
bilinince asi olur ve ondan elde edilen başka bir illet dolayısıyla yeni bir
mesele ona kıyas yapılabilir. Hükmü sabit oluncaya kadar ikincisine feri' adı
verilir. Bu ikinci meselenin de hükmü sabit olunca, bundan elde edilen illet
gözönüne alınarak, başka bir mesele de buna kıyas yapılabilir. Böylece hükmü
sabit olunca o da asi olup ona göre de kıyas yapılabilir ve bu sonsuzca devam
edip gider.
"Fer'î meseleler
birbirine kıyas yapılamaz; yalnız Kitab, Sünnet ve İcmâ' üzerine kıyas yapılır
görüşü çok yanlıştır; çünkü Kitab, Sünnet ve İcmâ' bu şerîatin asıl
delilleridir. Elbette kıyas da önce bunlara dayanır. Bu delillerden birine
kıyas yapmak imkânsız olursa, bunlardan istinbat edilen kıyas üzerine de kıyas
yapılabilir. Meselâ; bir olay ortaya çıksa ve bunun hakkında Kitab'da,
Sünnet'te ve ümmet'in ic-mâ'mda bir nass veya bunlarla yeni olayı birleştiren
bir illet bulunmasa, ancak böyle bir illet bunlardan istinbat edilmiş olan bir
şeyde bulunsa, olayı ona kıyas yapmak gerekir."[414]
îbn-i Rüşd, bu kadarla
yetinmez ve Mâliki fakihlerinin bu görüş üzerinde ittifak ettiklerini
belirterek şöyle devam eder:
"Bilesin ki bu
mânâ üzerinde İmam Mâlik ve arkadaşları birleşmişler, kitaplarında meseleleri
birbirine kıyas etme hususunda ihtilafa düşmemişlerdir. Bu, esasen doğrudur;
isterse ona muhalefet edenler bulunsun; çünkü Kitab, Sünnet ve İcmâ', şer'î
hükümlerin aslını teşkil eder. Nitekim aklî ilimlerde zarurete dayanan bilgi
de böyledir; yani aklî ilimler, zarurî bilgi üzerine kurulur; bunlar belli bir
sayı ile sınırlandırılmaksızın yakınlık esasına dayanır; yakın olanın, uzak
olan üzerine bina edilmesi doğru olmaz. Naklî ilimler de aynı şekilde ICitab,
Sünnet, ümmetin icmâ'ı veya sahih olması hasebiyle hükme esas olan şey üzerine
bina edilir ve bu sonsuzca sürüp gider. Bunlarda da yakın olanın yakın olana
dayanması esasına uyulur; yakın olan, uzak olan üzerine bina edilmez."[415]
Bundan anlaşılıyor ki
İbn-i Rüşd, kıyas'in bir asi teşkil ettiğini ve ona başka bir meseleyi kıyas
yapmanın doğru olduğunu kabul ediyor; burada yeni fer'in Kitab ve Sünnet'e
dayandırılmasının imkânsız olmasını şart koşuyor; aklî ilimlerle fıkıh arasında
bir bağ kuruyor; her ikisinin de birbirine benzediğini söylüyor. Ona göre aklî
meseleler, herkesin aynı şekilde kavradığı apaçık bilgilere dayanır; sonra
bunlar üzerine nazariyeler kurulur. Sözgelimi; matematik böyledir. Özellikle
geometri apaçık bilgilere dayanır; sonra bunlardan nazariyeler kurulur ve daha
sonra bu nazariyeler üzerine başka nazariyeler bina edilir. Fıkhı çalışmalarda
da durum böyledir. Akli ilimlerdeki zarurî ve apaçık bilgilere karşılık,
fıkıh'ta da Kitab, Sünnet ve İcmâ' vardır. Fakih-Ier, bunların fıkhın esas ve-
aslını teşkil ettiğinde birleşmişlerdir. Sonra meseleler, bunlarla sabit olan
hükümler üzerine, yakınlık esasına göre, kıyas yapılır. Daha sonra her mesele
kendisine yakın olan meseleye kıyas edilir ve böylece meselelerin, benzerlik
ve yakınlık derecesine göre, birbirine yaklaştırılıp bağlanmasıyla fıkıh
yoluna devam eder.
Kıyas'la sabit olan
hükmün, başka bir meseleyi kendisine kıyas yapmak için asi olabileceğini
söyleyenlerin bu görüşlerine şu şekilde itiraz edilmiştir: Asi ile fer'i
birbirine bağlayan illet, asi olan ilk kı-yas'm illeti ise, hüküm, bu kıyas'ın
dayandığı nass'a bina edilmiş olur; eğer illet, ilk kıyas'ın illetinden başka
bir şeyse, ikinci kıyas bâtıl olur; çünkü vasıf, hükme tesir eden ilk vasfın
aynısı değildir. Meselâ; pirinç, ribâ hadîsinde geçen buğdaya kıyas edilse,
pirinç ve pirinç karşılığında satılırken misliyle ve peşin olarak
satılacaktır. Öte yandan zeytinyağı, pirinç'e kıyas edilse ve illet de
saklanır ve gıda maddesi cinsinden oluşu olsa, bu takdirde zeytinyağının
buğdaya kıyas edilmesi, feri' olan pirinç'e kıyas edilmesinden daha iyi olur.
Eğer asi ile feri' arasındaki illetin aynılığı imkânsızlaşırsa kıyas bâtıl
olur.
Fakat İbn-i Rüşd'ün
burada şöyle şart koştuğu akla gelebilir: Kur'an, Sünnet ve İcmâ'dan alınmış
olan asi bilinmediği takdirde kıyas'la sabit olan feri' üzerine kıyas yapmak
mümkündür. Belki, bu nasıl düşünülür? diye sorulabilir. Bu şöyle olabilir:
nass'ların toplamından elde edilen kaideler vardır. Bu kaideler, belli
nass'lara dayanmasa da, gerçek ve sabit olan hükümleri bildirmektedir. O halde
bunlar da kıyas için asi teşkil eder ve bunların dayandığı asi bilinmeyebilir;
fakat şer'î kaideler haline gelmiş olduklarından kendileri kıyas için asi
olabilirler.
Mâlikîlerin bu
görüşüne fıkıh açısından katılmamız imkânsızdır. Sanıyoruz ki onların
maslahat-i mürsele nazariyesi burada rol oynamaktadır.
Fer'in başka bir feri'
üzerine kıyas yapılması esası medenî hukuk'-ta da câri olup kanunun tefsiri
sayılmaktadır. Şöyle ki: Bir kısım hâkimler, hükümlerini kıyaslara dayandırırlar.
Temyiz mahkemesi de bunları tasdik eder. Bundan sonra o hükümler, kanunî
esaslar veya kaziye-i muhkemeler haline gelir. Artık bazı meseleler bunlara
kıyas edilerek karara bağlanabilir ve bunların dayandığı asıl kanun metinleri
aranmaz. İşte bu prensip, esas itibariyle Mâlikî mezhebinin orijinal bir yönünü
teşkil etmektedir.
Bu, hakkında nass veya
icmâ'ın vârid olduğu şeydir. Bunun asl'-dan fer'a geçmesi için şu şartların
bulunması gerekir:
1) Hüküm,
şer'î ve amelî olmalıdır. Fıkhî kıyas, ancak amelî hükümlerde olur; çünkü
genel olarak fıkhın konusu ameli hükümlerdir.
2) Hükmün
mânâsı akıl ile kavranılır olmalıdır. Yani, onun meşru oluş sebebini akıl
kavramalıdır veya nass bu sebebe işaret etmelidir. Meselâ; içki, kumar, murdar
hayvan eti ve başkasının malını yeme, aldatma
ve rüşvet haram
kılınmıştır.Akıl, bu hükümlerin hitmet-i meşrûiyesini kavrar. Eğer hükmün
mânâsı akıl ile bilinemezse —teyemmüm ve namazın rek'atlerinin sayısı veya
şekli gibi— kıyas konusu olamaz.
Bu itibarla bilginler,
hükümleri iki kısma ayırırlar:
a)
Taabbüdî hükümler: Bunlarda kıyas cereyan etmez; çünkü kıyasın esası,
hükmün illetinin bilinmesidir.
Taabbüdî hükümlerde illeti bilmenin imkânı yoktur. Sözgelimi; hacc ile ilgili
ibadetler böyledir. Bu demek değildir ki meşru oluş sebebi akıl ile kavranıl
amayan ibadet veya hükümlerin bir hikmet ve faydası yoktur. Şüphesiz bunların
hikmet ve faydalan vardır; ancak akıl, benzeri olayları aynı hükme bağlamak
için onların cüz'i illetlerini kavrayamaz.
b) Mânâsı akıl ile kavranılan hükümler: Bunlarda
kıyas cereyan eder; çünkü insan aklı onların illetlerini kavrar.
Ebu Hanîfe'ye
göre dinî nass'ların hepsinin mânâsı akıl
ile kavranılabilir ve illetleri anlaşılır; ancak taabbüdî olduğuna dair
delil bulunanlar müstesnadır. Ebu Hanîf e'nin çağdaşı Osman e 1-B e t-t î de,
nass'Iarın ta'lili ancak nass ile olur demiştir. Ona göre nass'lar ta'lil
edilemez; ancak ta'lil edildiğine dair nass bulunanlar hariçtir. Meselâ;
içkinin haram kılınışı ve aldatmanın yasak edilişinin illetini bildiren
nass'lar vardır.
Modern kanunların
bütün metinleri ta'lil kabul eder ve bunlarda kıyas- yapılabilir. Esas olan da
budur; çünkü bu kanunları yapanlar insanlardır ve elbette bunların gerekçeleri
(illetleri) "bilinmelidir. Yalnız kıyas'm geçerli olduğu yerler medenî
kanunlardır. Ceza kanunlarında ise, kıyas'a geniş çapta başvurulmaz; çünkü
cezâcılara göre "kanunsuz suç ve ceza olmaz" kaidesi esastır. Ancak,
illet açıkça belli olursa, nadiren cezalarda da kıyas yapıldığı görülür; fakat
suçlarda kıyas yapılmaz. Meselâ; modern ceza hukukunda, ikisi de akıl üzerinde
kötü tesir yapıyor diye hâkim, içki içmeyi esrar kullanmaya kıyas, yaparak
hüküm veremez. Keza, nikâhı caiz olmayan bir akraba ile bâtıl bir evlenme akdi
sonucunda işlenen zina suçu, evli bir kadınla yapılan zina fiiline
kıyaslanamaz.
3) Hüküm
esas itibariyle kıyas'a aykırı olmamalıdır. Meselâ; seferi olma hali ,orucu
tutmamayı mubah kılmaktadır; fakat zor işleri sefere kıyas etmek caiz değildir.
Keza, mest üzerine meshetmek iğin izin vlrümiştir; lâkin buna kıyas yapılarak
çorap üzerine meshedilece-ği ileri sürülemez. Bu gibi hükümler istisnaî
şeylerdir ve kıyas'a aykırı olarak sabit olmuştur. Demek ki kıyas'a aykırı
olarak sabit olan hükümler üzerine başkaları kıyas yapılamaz. Sözgelimi;
oruçlu iken unutarak yiyip içmenin hükmü kıyas dışıdır; cehil ve hatâ bunlara
kıyas edilemez;[416]
Lâkin istisnaî
hükümlerde bazan kıyas'a imkân veren illet bulunabilir. Sözgelimi; evlerin
icara verilmesini ifade eden hüküm üzerine tarlaların icara verilebileceği
kıyas'la sabit olmuştur. Bu arada semavî bir âfet neticesinde ürün telef olursa
icarın sakıt olacağı da, kıyasla sabit olmuştur. Bu, müstecirin, icar konusu
olan şeyi teslim almaktan menedilmesi haline kıyas edilmiştir. Aslında bu hükümler,
kıyas'a aykırı olarak vârid olmuştur; ancak kıyas için illet olabüecek şer'î
bir mânâ taşıdıklarından kıyas'a dahil olmuşlardır. Buna misal olarak
Mâlikîlerin, "arâyâ" satışına cevaz vermelerini zikredebiliriz.[417]
4) Asl'ın
bildirdiği hükmün hususî olduğu sabit olmamalıdır. Meselâ, H u z e y m e'nin
şehadetinîn iki kişinin şehadetine denk oluşu ve Hz. Peygamberin dört kadından
fazlasıyla evlenişi böyle özel hükümlerdir.
İşte bunlar, hükmün
asl'dan fer'a geçmesinin şartlarıdır.
Bu, asl'a kıyas
yapılarak hükmü bilinmek istenilen meseledir. Kıyas yapılabilmesi için feri'de
iki şart aranmaktadır:
1) Fer'in
hükmü nass'la belirtilmiş olmamalıdırı; çünkü hükmü nass'la belirtilen
meselelerde kıyas'a lüzum yoktur. Elbette bir meselenin hükmü nass'la sabit
iken onun için kıyas'dan sözetmek akıl işi değildir. Bu konuda E n d ülü s
fakihlerinden birisinin düştüğü şöyle bir hatâ anlatılır: Halîfelerden birisi,
Ramazan orucu tutarken gündüz cinsi münasebette bulunmanın keffâreti nedir?
diye fakih'e sorar. O da, altmış gün oruç tutmaktır, der. Halbuki Peygamber
(S.A.)'den vârid olan nass'da önce bir köle âzad etmek emrolunmuştur. Buna gücü
yetmeyen kimse iki ay oruç tutacaktır. Sözügeçen fakih, iki ay oruç tutmayı öne
alırken maslahat'a dayanan kıyas'a uymuştur.[418] Ona
göre Halîfe, bir çok köleye sahiptir. Her gün orucu bozup keffâret olarak bir
köle âzâd edebilir. Dolayısıyla o fakih, köle azadından vazgeçmiş ve hakkında
nass bulunan bir konuda kıyas'a başvurmuştur.
Bize göre o fakih,
sadece nass'a muhalefet etmekle kalmamış, hem kıyas'da, hem de illeti
kavramakta yanılmıştır; çünkü altmış gün oruç tutmadaki maslahatı, bir köle
âzâd etmekteki masîahat'tan kuvvetli görmüştür; zira ona göre keffâretin
illeti, orucu bozmayı önlemektir. Bu da keffâret cezası olan oruçlarda daha
tesirlidir. Bize göre ise, otuz; köleyi hürriyete kavuşturmak, insanların
nazarında altmış gün oruç tutmaktan çok daha hayırlıdır. Bunun içindir ki
Şâri'in .köle âzâd etme emrindeki maksadı, oruçla kazanılan ahlâkî sonuçtaki
maksadından daha yüksektir.
Bazı Hanefi ve Mâliki
fakihleri, haber-i âhâd ve zannî delillerden ibaret olan nass'lar bulunduğu
halde kıyasa, başvurmuşlardır. Bu da, haber-i âhâd'ı zaîf sayma veya kıyas ile
zannî delilleri tahsis etme esasına dayanır. İleride, kıyas ile nass'lann
çatışmasından söz ederken bu konuyu ele alacağız.
2) Asıl'daki
illet, aynı şekilde feri'de de bulunmalıdır. Meselâ, şarabın haram kılınışının
illeti sarhoş edici olması ise,- sarhoş eden her içki veya yiyecek şey de şarap
gibi haramdır. Eğer bir şey sarhoş edici değil de, şu veya bu sebepten, yahut
da bazı geçici hallerden dolayı aklın gitmesine sebeb oluyorsa, o şeyin
kullanılması haram olmaz; çünkü onun illeti, şarabın illetine eşit değildir.
İllet, kıyas'ın
dayanmış olduğu esası teşkil etmektedir. Fahru'l-İslâm Pezdevî, illet, kıyas'ın
rüknü, yani dayandığı esas'dır, demiştir. Bazı bilginler, illeti, zahir,
mazbut ve hüküm için münasib bir vasıf'dır, diye tarif etmişlerdir. Meselâ;
hamr'a nisbetle sarhoş edicilik ve kılıçla kasden adam öldürme vasfı böyle bir
illet'tir. Ölüm cezası olan kısas'm hükmü öldürücü bir âleti kullanarak bir
can'a kıymaktır. Kurşunla adam öldürmek de buna kıyas edilir. Bazı usülcüler
de, illeti, hükmün kendisine bağlı olduğunu göstermek üzere hakkında şer'î bir
delil bulunan belli bir vasıftır, diye tanımlamışlardır ki, bu tanım da, anlam
bakımından önceki tanımla birleşmektedir.
Yukarıda açıkladığımız
gibi kıyas'ın esasım, nass'ların ta'lili teşkil etmektedir. Nass'ların
ta'lilini kabul edenler, kıyas'ı da kabul etmektedirler. Bu konuda bilginler
üç gruba ayrılmışlardır:
1) Nass'ların
ta'lilini kabul edenler. Bunlara göre, hilafına delil bulunmadıkça asıl olan
nass'ların ta'Hlidir. Bu görüş Hanelilerle cüm-hûr-i fukahânm metodunu teşkil etmektedir.
2) Ta'lil
edildiğine dair bir delil bulunmadıkça
nass'ların gayr-i muallel (ta'lil
edilmemiş) olduğunu söyleyenler.
3) Nass'ların
ta'lilini ve dolayısıyla kıyas'ı tamamen tanımayanlar.
Nass'ların ta'lilini
kabul edenler de ikiye ayrılırlar: a) Zahir, mazbut ve münasib vasfı illet
olarak kabul edenler, b) Mazbut olup
olmamasına bakmaksızın münasib vasfı illet olarak kabul edenler. Münasib
vasıftan maksat da, nass ile teşri' edilen hükmün hikmetidir. Birinci görüşü
benimseyenler, usûlcülerin cumhurunu temsil ederler. İkinci görüşü kabul
edenler de, bir kısım Mâliki ve Hanbelîlerdir. Bunların başlarında İ b n-i T e
y m i y y e ve öğrencisi -İbn-i Kayyim el-Cevziyye gelmektedir. İbn-i Teymiyye
bu konudaki görüşlerini Risaletü'l-Kıyas'mda
açıklamıştır.
Bu iki görüşün iyice
anlaşılması için illet ile hikmet (münasib vasıf) arasındaki farkı belirtmemiz
gerekir. Şöyle ki: Hikmet, zahir (gözle görülür) bir menfaatin sağlanması veya
bir zararın defedilmesi-dir ki Sâri', emir veya nehyederken bunları kasdetmiş
olmalıdır. İllet ise, zahir ve mazbut bir vasıftır ve her zaman olmasa bile,
çoğu hallerde hikmet bu vasıfta gerçekleşir. Sözgelimi; bir akâr'a ortak
olmak, o akâr'da şüf'a hakkına sâhib olmanın illetini teşkil eder; çünkü âdeten
akâr'm mülkiyeti uzun sürer; zira o, çokça elden ele dolaşan bir mal cinsinden
değildir. Burada şüf'a hakkının hikmeti ise, ortaklar arasına bir yabancının
girmesinden doğacak olan zararı defetmek ve ortaya çıkacak sürekli bir
anlaşmazlıktan sakınmaktır. Sâri', bu muhtemel zarar ye sıkıntıyı önlemek için
şüf'a hakkını kabul etmiştir. Bu zarar ve sıkıntı doğabileceği gibi
doğmayabilir de. Bunun için hüküm buna değil, başka bir şeye dayanmalıdır ki o
da ortaklıktır.
Burada, biz hikmeti
içine almayan ve usûlcülerin ekserisince benimsenen tarife göre illeti
anlatmaya çalışacağız.
İlletin Şartları:
İllet şartları beştir.
Bunların bir kısmı, bizzat tarifinden de anlaşılmaktadır:
1) Zahir bir
vasıf olmak. İllet, bir şeyi isbat etmek için elverişli olmalıdır. Meselâ;
nesebin sübûtu için illet, karı-kocalık bağının (nikâh akdinin) bulunması veya
ikrardır. İşte bunlar birer zahir vasıftırlar. Kurban etlerini saklamanın
menedilişinin illeti de, gezginci fakirlerin gelmiş olmalarıdır. Küçüklük,,
mal üzerinde diğerinin velayet hakkının illetidir. Bu- zahir vasıf, küçüğün
evlenme konusunda da velayet altında olduğunu isbata elverişli bir illet'tir.
Keza, miras'da öz kardeşi, bababir kardeş üzerine takdimdeki illet, akrabalık
derecesinin kuvvetli oluşudur. Bu illet, şahıs üzerindeki velayet konusunda da
takdimi gerektiren zahir bir vasıf
Eğer illet bâtmî bir
şey-isereıia delalet eden zahiri bîr. şeyin bulunması gerekir. Meselâ;
akidler, karşılıklı rızaya dayanan iîtizamî (borç ve malî külfet altına sokucu)
fiillerin esasını teşkil eder. Nitekim Kur'-an'da, "... karşılıklı
rızânıza dayanan bir ticaretle birbirinizin mallarını yemeniz
müstesnadır."[419]
buyurulmuştur; fakat, rızâ, bâtmî bir şeydir. Baskı ve tehdit altında
söylendiği sabit olmadıkça akid zamanı
söylenen söz, rızâ'yı gösterir; yani gizli olan irade sözlerle "beyan
edilir.
2) Mazbut
olmak. Yani illet, kişilere, durumlara ve çevrelere göre değişmemeli ve
ifade ettiği anlam
sınırlı olmalıdır. Meselâ;
sarhoş etme, fcamr'm haram kılınışının illetidir; çünkü hamr, normal
olarak sarhoş edici bir şey olup onun bu vasfı değişmez. Gerçi bazı hallerde
bir kısım insanları sarhoş etmiyorsa da, bu durum onun sarhoş edicilik
niteliğini ortadan kaldırmaz. Keza, ortaklık, şü'fa hakkına sahip olmanın
illetidir. Şüf' a hakkı, yeni komşudan gelmesi muhtemel olan zarara bağlanamaz;
çünkü bu zarar mazbut bir şey değildir.
İşte illetle hikmeti
birbirinden ayıran husus da budur. Belirttiğimiz gibi, hikmet mazbut değildir.
Sözgelimi; yolculuktaki meşakkat ve şüf a konusunda yeni komşudan gelmesi
muhtemel zarar bu durumlara ait hükümlerle ilgili birer hikmet'tirler. Sâri',
hükümleri bu gibi hikmetlere değil; hikmeti de gerçekleştirecek nitelikte olan
başka bir şeye bağlamıştır. İşte bu, akâr'da ortaklıktır. Hikmeti
gerçekleştirmek için illet, mazbut bir alâmet olarak kabul edilmiştir. Hikmet
ise, değişebilir. Meselâ; müşteri, şüf'a hakkına sâhib olan kimseden daha iyi
ve dindar olup zarar vermeyebilir; fakat bu, ortaklığın şüf'a hakkı için bir
illet ve alâmet olmasına engel teşkil etmez. Tıpkı bulutun yağmura alâmet oluşu
gibi. Bulut bulunduğu halde yağmurun yağmayışı, onun yağmura alâmet oluşuna
engel teşkil etmez.
3) İllet ile
hüküm arasında bir münasebet (uygun
bir bağıntı) bulunmak. Murisi
öldürmek, katili ona mirasçı olmaktan mahrum kılmak için münasib bir
illet'tir; çünkü mirasın esası, vâris ile muris arasındaki akrabalık bağıdır.
Murisi Öldürmek ise, şüphesiz bu bağı kesmek demektir. Sarhoş edicilik, hamr'm
haranı kılmışına uygun bir vasıftır. Kişinin, köle olan kan hısımına mâlik
olması, onu âzâd etmesi için bir illettir. Köleyi sahibinin tokatlaması, onun
âzâd edilmesi için illet'dir. Haksız yere bastonla onu dövmesi de buna kıyas
edilebilir. Hüküm ile vasıf arasındaki münasebet (bağıntı) bu misallerde açıkça
görülmektedir. İşte bu şekilde illet ile hüküm arasında, illeti hüküm için
elverişli bir vasıf yapacak böyle bir münasebet bulunmalıdır.
Usûlcülerden bazıları
daha ileri giderek, münasib vasıfları veya münasebeti, bizzat müessir olan veya
hükmü inşâ eden bir şey saymazlar; sadece onu hükmün varlığına bir alâmet
(emare) olarak kabul ederler. Münasebet açık ve sabit bile olsa, hükmün
vücûdunun asıl sebebi Allah'tır, derler.
4) Kıyas yapılabilmesi için bir illet
teşkil eden vasıf
müteaddî (geçebilir, sirayet edici) olmak. Yani illet, ait olduğu hükme
münhasır kalmamalıdır. Sözgelimi; yolculuk, tutulup tutulmaması ve
tutulma-nıışsa başka günlerde kaza edilmesi bakımından oruca mahsus bir illettir.
Bu, yolculuk yapan kimsenin namazı da kılıp kılmaması için bir illet sayılamaz.
İlletin ta'diye etmesi, yani başka hükümlere de sirayeti, kıyas'in esasını
teşkil eder. İllet olan vasıf, âit olduğu hükme münhasır kalırsa, başka bir
hükme ta'diye edemez. Bu şartı kendisinde bulunduran illet'e, iskâr'ı (sarhoş
edici olmayı) örnek verebiliriz; çünkü bu vasıf ta'diye edebilir, yani bir çok
maddede bulunabilir. Bu vasfı taşıyan her şey, aynı şekilde haram sayılır. Eızâ
da böyledir. İltizamı (borç ve malî külfet altına sokucu) bir tasarruf rızâ ile
kurulabileceği gibi, bu şekilde bir tasarrufun sona ermesi için de rızâ yeterli
bir sebeptir. Bunun içindir ki İslâm hukukçuları, tecâvüze uğrayan bir malın
sahibi sonra rızâ gösterirse, tecâvüzden doğacak tazminatın ortadan kalkacağım
kabul etmişlerdir. Yine onlara göre, ikrah (zor kullanma) gibi bir şeyin
tesiriyle akid vakti beyan edilen rızâ sabit olmaz; ikrah ortadan kalktıktan
sonra beyan edilen rızâ sabit olur. Bu demektir ki önce (ilzam edici
(bağlayıcı) olmayan böyle bir akid, sonra ilzam edici bir nitelik kazanmaktadır;
çünkü rızâ, bir hakkın doğmasını sağladığı gibi, mevcud olan hakları da
ortadan kaldırır.[420]
5) Vasfın
muteber olmadığını gösteren bir delil bulunmamak. Şöyle ki:. İllet sayılan
vasıf, dinî bir nass'a aykırı olursa böyle bir vasfın ta'diye edemeyeceği aşikârdır.
Meselâ; Endülüslü bir fakih'in, Halife için oruç keffâreti olarak, köle âzâdı
yerine altmış gün oruç tutması gerektiğini söylerken ileri sürdüğü sebep
muteber değ,ildir; çünkü o, nass'ın hükmüne aykırıdır.
Aynı şekilde nass'lara
aykırı olan her türlü sebeb veya maslahat, hükmü isbat için. elverişli bir
illet sayılmaz. Bazılarının nefsî arzularına uyarak ileri sürdükleri bir takım
maslahatlar, nass'ları ihmâle sebeb oldukları için şer'î illet sayılmaz ve bu
gibi şeyleri terviç etmek isteyenler iltifat edilmez.
İllet'in şartlarını
anlatırken hüküm .ile illet sayılabilecek vasıf arasında "bir
münasebet bulunması gerektiğini belirtmiştik. Hanefîler, bu münasebeti bazı sağlam
kaidelere bağlamışlar ve hükümle arasında münasebet bulunan illet'i üçe
ayırmışlardır ki bunların üçüncüsü, fakihlerin ekserisine göre illet olarak
kabul edilmemiştir:
1) Münâsib-i müessir: Sâri' tarafından hüküm için illet
olarak kabul edildiğine dair delalet bulunan vasıftır. Sözgelimi, sarhoş
edicilik hamr'm haram kılmışı için illet olarak beyan edilmiştir. Hz. Peygamber,
bu konuda, "sarhoşluk veren her şey hamr'dir ve her hamr haramdır."[421]
buyurmuştur.Keza, çocuğun malı
üzerindeki velayetin illetinin küçüklük
olduğu nass ile sabittir; çünkü
Kur'an'da "Yetimleri evlenme
çağına gelene kadar deneyin; onlar da
rüşd (olgunluk) görürseniz mallarını
kendilerine verin..."[422]
buyurulmuştur. Yine kurban etlerini üç günden fasla saklamanın yasaklanışının illetini Hz. Peygamber, "gezginci
fakirler bulunduğu için sizi ondan nehyettim."[423]
diyerek açıklamıştır. Bu ifadeden anlaşılıyor ki çevrede aç fakirler bulunduğu
zaman kurban etini saklamak doğru olmaz.
Hükümlerin en kuvvetli
illetleri, işte bu kısma giren
illetlerdir; çünkü Sâri', bizzat bunların muteber olduklarını
açıklamıştır.
2) Münâsib-i mülâim: Hakkında bizzat Sâri' tarafından
muteber sayıldığını gösteren bir delil bulunmayan; fakat: a) hükmün cinsi için illet olduğuna, b) vasfın cinsinin böyle bir hüküm için illet sayıldığına, c) vasfın cinsinin hükmün cinsi için
illet olduğuna dair hakkında şer'î bir nass veya icma' bulunan vasfa
"münâsıb-i mülâim" adı verilir. Fa-kihlerce değişik şekilde
değerlendirilen münâsib-i mülâim'in bu üç kısmı için birer misal verelim:
a) Biraz önce işaret ettiğimiz gibi mal
üzerindeki velayete sebeb olan ve nass ile sabit bulunan küçüklük (sigar),
hükmün cinsi için illet olarak kabul edilen bir vasıftır. Hanefîler bunu şahıs
üzerindeki velayet için de elverişli bir illet olarak kabuî ederler; çünkü
şahıs üzerindeki velayet de, mal üzerindeki velayet cinsindendir. Buna göre
mal üzerinde sabit olan velayet, şahıs üzerinde de sabit olur.
b) Vasfın cinsinin
hüküm için illet oluşuna misal olarak yağmurlu günde iki namazın birleştirilmesini
zikredebiliriz. İmam Mâlik'e göre Sâri', sefer (yolculuk) sırasında iki namazın
birleştirilmesine cevaz, vermiştir.[424] Buna kıyasen yağmurlu günde iki
namazı birleştirinek caizdir.[425]
Meşakkat bakımından yolculuk ve yağmur aynı cinstendir. O halde, yolculuk için
namazı birleştirmek caiz olunca, bu, yağmur sebebiyle de caiz olur. Fakihlerin
büyük çoğunluğu bu konuda İmam Mâlik'e katılmazlar.
c) Şâri'in
beyânîyle vasfın cinsinin hükmün cinsi için illet oluşuna şu misali
verebiliriz: Hz. Peygamber, kedinin artığı temizdir, derken "kedi sizin
etrafınızda dolaşan hayvanlardandır."[426] cümlesiyle
bu hükmün sebebini açıklamışlardır. Bu ifade gösteriyor ki kedi artığının
temiz oluşu, güçlüğü kaldırma esasına dayanmaktadır. O halde güçlük bulunan her
şeyde kolaylık sağlamak gerekmektedir. Meselâ; doktorun, kadım muayene ederken
mahrem yerine bakmaması güçlüğe yol açıyorsa, sakınılması güç olduğundan dolayı
kedi artığı temiz sayıldığı gibi, kadının mahrem yerine bakmak da doktor için
mubah sayılır; çünkü buradaki güçlüğü kaldırma, önceki olaydaki güçlüğü kaldırma
cinsinden olup buradaki hüküm ile öteki hüküm aynı cinstendir.
3) Münâsib-i
Mürsel: Bu da, ne muteber olduğuna, ne de ilga edildiğine dair şer'î bir delil
bulunmayan illettir. Bu konuda fakihler arasında anlaşmazlık vardır.
Malikîlerle Hanbelîler, münâsib-i mürsel'i hüccet olarak kabul ederler ve buna
"masâlih-î mürsele" adını verirler. Hanefî ve Şâfiîler bunu kabul
etmezler.
Sâri' tarafından
muteber olduğu bildirilen vasıfların bazısı münâsib-i mürsel sayılabilir;
ancak bu da mazbut değildir. Bununla birlikte, daha önce de işaret ettiğimiz
gibi bazı fakihler bunu illet olarak kabul etmişlerdir.
Sonuç olarak
diyebiliriz ki, illet olmaya elverişli görülecek bir vasfın mutlaka Sâri'
tarafından belirtilmesi gerekir. Nitekim muteber olan vasıfların nepsinin
zarurî olarak şer'î bir delile dayanmış olduğunu müşahede etmekteyiz.
İlleti veya onun Sâri'
tarafından muteber sayılıp sayılmadığını tesbit yollarına "mesâlik-i
ille" adı verilir. İslâm hukukçuları, illet olabilecek vasfı tesbit
yolunun, hakkında nass bulunmayan hükümleri istinbat ederken Sahâbîlerin
başvurdukları yol olduğunu söylemişlerdir. Yani Sahâbîler de, hüküm için illet
olan vasfı aynı şekilde tesbit etmiş olup münâsib-i müessir ve münâsib-i mülâim
vasıfları illet olarak kabul etmişlerdir. Kendilerinden sonra gelenler de,1
aynı vasıflan illet olarak kabul ederek, onların metoduna uymuşlardır.
Araştırmalar sonunda,
hükümlere esas teşkil eden illetlerin: 1)
nass'lar, 2) icmâ', 3) şer'î hükümlerin tamamı gözönüne
alınarak yapılan fıkhı istinbat yoluyla elde edildiği sabit olmuştur. Şöyle
ki:
1) Nass ile
sabit' olan illetlerden birisi, içkinin sarhoş etme (is-kâr) vasfıdır. Bu,
Kur'an ve Sünnet'le sabittir. Kur'an'da, "Ey îman edenler, sarhoş iken
namaza yaklaşmayın..."[427]
buyurulmuştur. Bu âyet, şarap genel olarak yasaklanmadan önce indirilmiş olup
sarhoşluğun namaz ile bağdaşmayacağını göstermektedir. İşte bu, daha sonraki
şarap yasağının illetine bir işarettir. Bu yasağın illetinin sarhoş etme
niteliğine dayandığını açıklayan hadîs-i şerifi yukarıda naklettik.[428]
Özünde bulunan bir nitelikten dolayı yasaklanmış olmayan şeylerdeki güçlüğün
ibâhate sebeb oluşu da ,nass ile sabit olan illetlerdendir. Meselâ; Hz.
Peygamber, "gezginci fakirler bulunduğu için sizi, kurban etlerini
saklamaktan nehyetmiştim; artık yiyiniz ve saklayınız."[429]
buyurmuştur. Keza, Hz. Peygamber, birinin evine girmeden önce izin
istenilmesiyle ilgili olarak "izin, ancak göz için emredilmiştir."[430] buyurmuştur.
Bu misallerde illet,
nass'larla sarahatpn belirtilmiştir. Bazan da nass'lar, illeti imâ (işaret)
yoluyla belirtir. Sözgelimi; nass'la mükellefin bir vasfı zikredilir ve bu
vasfın hükme illet teşkil ettiği işaret yoluyla anlatılmış olur. Meselâ;
Kur'an'da, "zina eden kadm ve zina eden erkekten her birisine yüz deynek
vurun."[431] buyurulmuştur. Keza, mükellef,
ilgi zamiri (ism-i mevsul) ile zikredilir ve "sıla" cümlesinin hükmün
illeti olduğuna imâ edilmiş olur. Meselâ; Kur'an'da, "iffetli kadınlara
zina isnad edip de dört şahit getiremeyenlere seksen deynek vurun..."[432]
buyurulrmuştur. Bu konuda şu âyeti de misal olarak verebiliriz:
"Serkeşlik etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarında
onları yalnız bırakın ve (nihayet) dövün. Size itaat ederlerse aleyhlerine yol
aramayın."[433]
Âyet'te kadınlara reva görülen bu tedricî cezaların illeti, serkeşlik
etmeleridir. İmam Mâlik, buna. kıyasen, karısına karşı serkeşlik ve haksız
muamele yapan erkeğe de hâkim'in öğüt vermesi, öğüt fayda sağlamazsa, ona kadın
için nafaka emretmesi, bu da fayda sağlamazsa, onu dövmesi gerekir, hükmünü
çıkarmıştır.
2) İcmâ' ile
sabit olan illetlere misal olarak, anne tarafından gelen yakınlığı
sebebiyle Özkardeşin mirasda bababir kardeşe
takdim edilişini zikredebiliriz. Buna kıyasen, öz amcaoğlu bababir
amcaoğlu-na, özkardeşoğlu bababir kardeşoğluna takdim edilir. Yine buna kıyas
yoluyla velayet konusunda özkardeş, bababir kardeşe takdim edilir. Keza, oğlunun malı ve şahsı
üzerinde babanın velayet halikına sâhib olduğu icmâ' ile sabittir ve bunun
illeti babalıktır. Fakihlerin ekserisine göre dede de buna kıyas yapılarak
küçük torunu üzerinde velayet hakkına sahip görülmüştür. İşte bu ve benzeri
hükümlerde olduğu gibi, icmâ' illete işaret edebilir ve bu illet sayesinde
hüküm başka bir olay için geçerli olur.
3) İlleti
açıklayan veya ona işaret eden bir nass (veya icmâ') bulunmazsa, illetin
tesbiti için başvurulacak yol, fıkhı ietihad olur. Bu da, olayın çeşitli
vasıflarını ve bunlardan hangisinin hüküm için elverişli bir illet olduğunu
tesbit ederek yapılır. Meselâ; H z. Peygamber'e bir bedevi gelip Ramazan orucu
tutmakta iken karısıyla cinsî münasebette bulunduğunu söylemiş; O da, bunun
için bir. köle âzâd etmesini, buna imkân bulamazsa arda arda iki ay oruç
tutmasını, buna da gücü yetmezse altmış fakiri doyurmasını emretmiştir.[434]
Şüphesiz bu nass bir illete bağlıdır; ama bu illet nedir? Acebâ bu illet,
adamın Ramazan günü karısıyla cinsî münasebette bulunması mıdır? Yoksa, yalnız
orucu bozmuş olması mıdır? Adamın karısıyla cinsî münasebette bulunması, aslında haram bir
iş değildir; ancak onun bu fiili için bir ceza tayin edilmiştir; çünkü bu fiil,
Eamazan orucuna karşı bir saygısızlık teşkil etmektedir. O halde orucu bozan
her hareket, o bakımdan bu fiile eşittir. Buradan, Ramazanda kasden orucu bozmaya sebeb olan her davranış için aynı şekilde keffâret
gerekir sonucuna varılmıştır.
İşte illetin böylece
bir ictih'ad ile tesbitine "tenkîhu'l-nıenât" denilir. Sırası
gelmişken burada şu üç terimi açıklamak isteriz:
Bu, nass'm ibare ve
işaretiyle, ya da icmâ' yoluyla belirtilmemiş olan ve illet olmaya elverişli
bulunan vasfı tesbit etmektir. Bu da, kıyas ile ietihad esaslarına dahildir.
Meselâ; Kısas'ı gerektiren öldürme fiilî, olağan olarak öldürücülük niteliğini
taşıyan "bir âletle kasden adam öldürme suçundan ibarettir. Buna kıyasen,
Kur'an'm nüzulü sırasında mevcud olsun veya olmasın, öldürücülük niteliği
taşıyan her âletle kasden adam öldürmenin cezası kısas'tır hükmü istinbat
edilir.
Bu, hüküm için illet
olmaya elverişli olan vasfı, hükümle ilgili bulunan diğer vasıflar arasından
seçip ortaya koymaktır. Müctehid, hüküm için illet olmaya elverişli görünmeyen
vasıfları bir yana bırakır ve illet teşkil eden münasib vasfı buluncaya kadar
çabalar. Ramazan orucu tutmakta iken karısıyla cinsî münasebette bulunan
bedevî'ye Hz. Peygamber tarafından tayin edilen keffâretin illeti işte bu
şekilde tesbit edilmiştir.
Bu da, her hangi bir
yolla illeti tesbit ettikten sonra, o illetin şümulüne giren uygun vasıfları
tayin etmektir. Sözgelimi; şahitliğin bağlayıcı olması için adalet esastır;
fakat bir şahsın adaletli olup olmadığını ve adâlet'in mahiyetini ortaya
koymak, "Tahkîku'l-Menât" metodu ile sağlanır. Yani, âdil şahsı,
diğerinden ayırdet-mek, fıkhı bir ictihad ile mümkün olur. Keza, şarab'm yasak
oluşunun illeti sarhoş etmesidir; fakat, muhtelif içkilerde bu vasfın bulunup
bulunmadığını araştırarak, sarhoş edicilik niteliğini taşıyan şeyleri ortaya
koymak, Tahkîku'kMenât adı verilen bu fıkhı ictihad'la mümkün olur.
Gerçekten nass ve
hükümlerdeki illetleri tesbit edip ortaya çıkarmak, nass'ları iyice öğrenip
mânâlarını kavrayan, şerîatin umum ve hususlarındaki amaçlarını bilen hazık bir
fakihin işidir.
Bu konuda
okuduklarımın en güzeli, İmam Şâfiî'nin, kıyas, yapma yetkisine sâhib olanları
beyan ederken yazmış olduğu şu satırlardır:
"Bir hâkim,
birini kabul edemez; bir vali bir kimseyi terk edemez; bir müftî bir kimse için
fetva veremez; ancak onlar, Kitabı, Kitab'm nâsihini, mensûhunu, hâssını,
âmm'mı ye edebini, Hz. Peygamberin sünnetlerini, eski ve yeni ilim ehlinin
söylediklerini ve Arap dilini iyice bilir, birbirine benzeyen şeyleri ayırd
eder ve kryas'ı kavrarlarsa böyle yapabilirler. Bu özelliklerden birisine sâhib
olmayan kimsenin kıyas yapması caiz değildir. Bunun içindir ki, bir kimse,
usûlü bilip de feri' olan kıyas'ı bilmezse, ona, "kıyas yap"
denilemez. Keza, kıyas'ı bilse de, usûlü bilmese yine, ona, "bildiğine
göre kıyas yap" demek caiz olmaz. Nitekim kör bir şahsa, "şurayı
sağına, "burayı soluna alarak git ve falan yere varınca sağa dön"
denilemez; çünkü o, sağma ve soluna alacağı yerleri görememektedir. Yahut
kör'e, hiç gidip gelmediği, hakkında hiçbir bilgiye sâhib olmadığı ve yönünü tayin
için hiçbir şey tesbit etmediği bir memlekete gitmesi teklif edilemez; çünkü
bu durumda o, şaşkın şaşkın yürüyecektir. Keza, bir zaman pazarın durumu hakkında
bilgisi olduğu halde, bir yıldan beri pazar'la ilgilenmeyen kişiye, "şu
niteliklere sâhib olan bir kölenin kıymetini takdir et" denilemez, çünkü
pazarın durumu değişmektedir. Yine, ticarî işlerin bir kısmından anlayan ve bir
kısmından anlamayan kimseye de böyle bir teklif yapılamaz. Nasıl yapı ustasına
dikiş ücreti takdir ettirilemezse, terziye de yapı ücretini tayin ettirmek
doğru olmaz."[435]
Böylece İmam Şafiî;
kıyas yapmaya teşebbüs eden kişinin, kı-yas'ın dayanacağı nass'ları, bunların
amaçlarını, bu amaçlarla hükümlerdeki maslahatlara uygun olan illetleri
bilmesi gerektiğini açıklamaktadır. ,
Kıyas, derece
itibariyle üçe ayrılır:
Bu türlü kıyas'da,
hükmün meşru' kılmışının illetini teşkil eden vasıf, feri'de asl'dan daha
kuvvetli olur. Meselâ; Hz, peygamber, "Allah, mü'minin kanını ve onun için
iyi zan'dan başkasını haram kıldı."[436]
buyurmuştur. Kıyas yoluyla bundan mü'min hakkında iyi olmayan bir söz
söylemenin yasak olduğu anlaşılır; çünkü mü'min için iyi olmayan bir zanna
sâhib olmak yasak edilince, onun hakkında iyi olmayan bir sözde bulunmak
elbette yasaklanmış demektir, Buna "kıyas-i evlâ" denildiği gibi "nass'ın delaleti" adı
da verilir İmam Şafiî, "er-Risale"sinde, bazı bilginlerin bunu
kıyas saymadıklarına işaret etmiştir.
2) Hükmün
illeti olan vasıf,, asıl ve feri'de aynı derecede gerçekleşen kıyas. Buna
misal olarak, yarı ceza tatbiki yönünden kölenin câriye'ye kryas'mı anabiliriz.
Cenab-ı Hak, cariyeler hakkında, "Onlar, evlendikten sonra bir fuhuşta
bulunacak olurlarsa, onlara hür ve evli kadınlara verilen cezanın yarısı kadar
cesâ verilir."[437] buyurmuştur.
İşte buna kıyasen zina eden kölelere, zina eden erkeklere verilen cesânır
yarısı kadar ceza tertib edilir.[438]
Ekseri bilginlere göre bu, "nass'ın delaletine ve hattâ "ibarenin
delaleti"ne dahildir. Bu itibarla kıyas'ı ta nımayanlar da bunu kabul
etmişler ve "bu, şer'î teklifler bakımından kadın ile erkek arasındaki
eşitlik kabilinden bir şeydir; çünkü bir nass bulunmadıkça kadın ile erkek
arasında mükellefiyet farkı yoktur" demişlerdir.
3) İllet,
feri'de asıldakinden daha az vazıh olarak gerçekleşen ki yas. Meselâ; bazı
içkilerde sarhoş etme niteliği hamr (şarap)'dakinder daha zayıftır. Bu ise,
kıyas'm doğruluğuna engel olmaz; çünkü hakkın da nass bulunan hüküm, illete
delalet bakımından her zaman daha vazıhtır ve bu durum, illetin onda (asl'da)
daha açık bir şekilde gerçekleşmesini icab eder.
Öte yandan İmam Şafiî,
kıyas'i, fer'in tatbik edileceği asıllar bakımından ele alarak ikiye ayırır:
Bu türlü kıyas'da
feri1 ile bunun dayandığı aslın mânâsı, yani illeti aynıdır. Yukarıda
zikrettiğimiz kısımlarda olduğu gibi, hükmün vaz'edilmesine sebep teşkil eden
illet, asi ile feri'de aynı şey olup aralarındaki iştirak açıktır,
Burada fer'in hükmü
bir kaç asl'a başvurmak suretiyle elde edilir. Yani feri', çeşitli asıllara
benzer. Dolayısıyla, müc-. tehid, fer'i ona en çok benzeyen ve Şâri'in
amaçlarını gerçekleştiren asl'a
bağlar. Buna misal olarak kamış suyundan yapılan içkiyi ele alalım. Biz, bu
içkinin hüküm bakımından bir nass'a veya bir asl'ın hükmüne bağlanmasını
istediğimiz zaman tereddüde düşeriz; onu
haram olan hamr'a mı, yoksa sarhoşluk vermediği için mubah olan başka bir
içkiye mi bağlayacağız? Burada müctehid, kamış suyundan elde edilen içkiyi
tetkik eder; eğer sarhoşluk verecek
şekilde mayalanmışsa onu hamra, bu derecede mayaîanmamışsa mubah olan bir
içkiye bağlar.
Ş â f i î, bu kısma
giren kıyas konusunda şöyle der: "Birşey, asıllardan birkaçına
benzeyebilir. O, en nıünasib olan ve en çok benzerlik arzeden asla bağlanır.
Fakihler, bu türlü kıyas'da ihtilafa düşebilirler."[439]
İmam Şafiî, bir kaç
asl'a bağlanması mümkün olan kıyas-i şe-behler için bazı misaller zikretmiştir.
Bu misallerden birisi şudur: Hz. Peygamber, müşteriye ayıplı olarak satılan ve
bir müddet çalıştırıldıktan sonra aybı ortaya çıkan köle hakkında, onu ayıbı
ile satıcısına geri vermek ve gelirini alıkoymak üzere hükmetmiştir; çünkü
köle, alıcı tarafından iade edilmeden önce ölseydi o bunu tazmin etmekle
mükellef olurdu. Bu hâdîs-i şerife göre, gelir (gaile), mal müşterinin
zimmetinde iken hasıl olursa ve bedeli olan paranın bir parçası buna karşılık
olarak verilmiş değilse müşterinin mülkiyetine girer. İmam Şafiî, kölenin
çalışmasından hasıl olan bu gelire (müte-vellid olmayan ziyade'ye) hurma ağacmdaki
meyveyi, davarın süt ve yavruları gibi mütevellid olan gelirleri kıyas yaparak,
bütün bunların müşteriye âit olduğunu söylemiştir. Şu şartla ki, bunlar;
satıştan sonra ve akid, hiyâr-i ayb (ayıp muhayerliği) ile feshedilmeden önce,
yani telef olduğu takdirde malın aslını alıcının tazmin etmekle mükellef
bulunduğu bir zamanda hasıl olsunlar.[440]
Şafiî'nin görüşü
budur; fakat diğerleri, mütevellid (üreyen) ziyadeyi' kazanç ve gelire kıyas
yapmamışlardır; çünkü bu ziyade malın aslına tâbidir ve "gelire sâhib
olma, tazmin etme mükellefiyeti karşılı-eındadır."[441]
esası ona uymamaktadır.
Kısacası, mütevellid
olan ziyade üzerinde iki türlü kıyas mevcuttur:
a) Mütevellid ziyade,
kazanca kıyas edilerek
satıcıya geri verilmez- çünkü o, alıcının mülkiyetinde hasıl
olma bakımından tamamen gayr-i mütevellid ziyadeye benzemektedir. İşte
mülkiyetteki bu ziyade, ona
sâhib olmanın illetini teşkil eder.
b) Müteveilid olan ziyade ayn'a (doğrudan
doğruya mal'a) kıyas edilir, çünkü o,
ayn'ın kendisinden ürediği için, iade edilirken onunla birlikte satıcıya
verilir.
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi illet ile hikmet arasındaki fark şudur: İllet, açık, mazbut
ve sınırları belli bir vasıf olup Sâri' onu hükme bir alâmet (emare) olarak tayin
etmiştir. Hikmet ise, hükme uygun bir vasıf olup ekseri hallerde gerçekleşen
mazbut ve mahdud olmayan bir şeydir. Bu hususta bir kısım açıklayıcı
misalleri, illet konusu üzerinde dururken zikretmiştik.
Fakihlerin büyük
çoğunluğuna göre hükümler hikmete değil, il-let'e istinad ederler. Buna
karşılık bir kısım yazarlar, ta'lil'in hikmet esasına göre yapılması ve çeşitli
kıyas'lar için hikmet'e itibar edilmesi gerektiğinden söz etmişlerdir. Bu
görüşe, Hanefî fıkhına dair yazılmış olan bazı eserlerle diğer mezheblerde
rastlanılmaktadır. Bu konuda daha çok söz söyleyenler Hanbeliler olup
özellikle bunlardan İ b n-i Teymiyye ve Öğrencisi İ b n-i Kayyım e I-C e v z i
y y e, hikmete dayanan kıyas çeşitlerini açıklamaya çalışmışlardır.
Bu itibarla onlar, münasib
vasfı, mazbut olup olmamasına bakmaksızın, kıyas için illet olarak kabul
etmişlerdir. Onlara göre bir Kur'an veya hadis nass'ı mutlaka açık hir hikmeti
ve meşru' bir maslahatı içine alır ve hükümler de bu ikisine (hikmet ve
maslahat'a) dayanır. Benzer olayları birbirine bağlayan şey de işte bu meşru'
maslahattır.
Onların bu görüşleri,
nass'larm.bir kısım maslahatları ihtiva etmiş olması esasına dayanmaktadır;
ister bu maslahatlar mazbut olsun, isterse mazbut olmasın. Maslahat, kıyas için
bir asıl teşkil edince, onlar, her şeyin muteber bir maslahat'a bağlı olması
gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre Ş:âri' tarafından ibtal edildiği
belirtilmedikçe her maslahat muteberdir; çünkü bir maslahatın Sâri' tarafından
ibtal edilmesi, onun bos ve nefsi arzunun mahsulü olduğunu gösterir.
Bu görüşte olan bir
kısım Hanbelîler, tayin edilmiş bir fiata göre alım-satmı caizdir derler.
Meselâ; bir bayi, ayın başından sonuna kadar ekmeği satar; sonra müşteri gelip
ilk Önce kesilmiş olan fiat üzerinden aldığı ekmek bedellerini Ödeyebilir. Yine
onlara göre akidle ilgili olan ve yasaklandığına dair bir delil bulunmayan her
türlü şartın koşulması mubahtır; çünkü akid yapanlar, ancak ihtiyaçları olduğu
için buna başvurmaktadırlar. Maslahat, kıyas için her zaman elverişlidir. Şarta
bağlı olan akid de, ihtiyaca dayandığı için caizdir.
Onlar, ihtiyaç ve
maslahat gibi şeyleri kıyas'a aykırı saymazlar; çünkü onlara göre, sahih kıyas,
hiçbir nass'a aykırı düşmez. Şeriat de tamamen ya nass'lara dayanır, ya da nass
üzerine hamledilir. Şerî-atin bütün hükümleri tamamiyle maslahat ve sahih fıkhı
kıyas'Iara uygun düşmektedir.
Bir kısım Hanbeliler
ile fakihlerin büyük çoğunluğu arasındaki bu görüş ayrılığının esası şudur:
Büyük çoğunluğa göre illet mazbut olmalıdır. İllet sabit ise genel olup
tahsisi kabul etmez. Fıkhı istinbat ile sabit olan bir illetin, aynı illeti
taşıyan bütün konulara şâmil olması gerekir. Bunun içindir ki onlara göre şer'î
esaslardan alınan sabit bir illetten ötürü mevcut olmayan bir şeyin satışı caiz
değildir. Bu illetin hükmü umûmîdir. Buna karşılık Sâri', süt-anne tutmak,
ağacı icara vermek ve daldaki olgunlaşmamış meyveyi satmak gibi, akid zamanı
mevcut olmayan bazı şeylerin satışını kabul etmiştir. İşte bu- türlü akidler,
kıyas'a aykırı olarak sabit görülmüştür. Yine şer'î kaidelere göre insanın
yanında bulunmayan bir malı satması caiz değildir; fakat selem akdi[442] için
Sâri' müsaade etmiştir. O halde bu akid, kıyas'a aykırıdır; fakat fakihler
bunun sıhhatini, "sabit Kıyas kaidelerine muhalif hüküm bulunabilir"
esasına göre kabul etmişlerdir.
Bu görüşü benimseyen
fakihlerin, bu tür kıyaslara aykırı düştüğü için bazı hadisleri zaîf
saydıkları da vâkidir. Sözgelimi; Hanefîler, Hz. Peygamber'den rivayet edilen
ve "musarrât hadîsi" denilen şu haberi kabul etmezler: "koyun
ve deveyi, (çok sütlü görünsün diye) memelerine süt biriktirerek satmayın.
Birisi böyle bir hayvanı satın alırsa, südünü sağdıktan sonra şu iki durumdan
kendisi için iyi olanı tercih eder: isterse onu alikor, isterse iade eder ve
bir sa'[443] da hurma verir.[444]
Hanefîlerle birlikte bazı Mâlikîler de bu hadîsi kabul etmezler; çünkü o,
"haksızlığa misli ile karşılık vermek" kaidesine uygun düşmemektedir.
Bu kaide ise, "size tecavüz edene siz de, onun size tecavüz ettiği kadar
tecavüz edin."[445]
âyetinden alınmıştır. O halde süt, hurma ile nasıl tazmin edilir? İşte bu, bir
kaç yönden kıyas'a aykırıdır:
1) Süt
karşılığında bir sa' hurma verilmesi emrediliyor. Halbuki bunlar, cinsî ve
mislî olan şeylerdir. Bir şey, misliyle
tazmin edilir; başka cinsten bir şeyle tazmin edilmez.
2) Burada
tazmine sebep yoktur; çünkü tazmin, ya tecavüz veya akid neticesinde olur.
Burada tecavüz yoktur; zira südünü sağdığı zaman hayvan kendi mülkiyetinde
idi. Akid ile de tazmin gerekmez; çünkü hayvanı teslim almakla akid
neticelenerek sona ermiştir. Alıcı da, mal mülkiyetine girdikten sonra elde
ettiği südü tazmin etmez.
3) Süt, satış zamanı tek başına mevcud olmayıp,
aksine, karnındaki yavru gibi, hayvanın kendisine tâbidir.
4) Südün mâlî bir değeri olsa bile, sırtındaki
yün gibi, hayvana tâbidir; dolayısıyla ayrıca tazmin edilmez.
5) Tazmin,
akid dolayısıyla icab ediyorsa, ona karşılık olarak bedelinden bir kısmı
tenkis edilmelidir. Tecavüz sebebiyle ise, südün mislini veya kıymetini vermek
gerekir. Her iki halde de, o, bir sa' hurma ile tazmin edilmez.[446]
Görüyoruz ki hadis
üzerindeki şüphe, genel ve mazbut illetlerden elde edilmiş kaideler sebebiyle
doğmaktadır.
Burada İbn-i
Teymiyye'nin bu düşünceleri reddettiğini ve hadîsin kıyas'a uygun olduğunu
isbâta çalıştığını ve mazbut olmayan münasib vasfı illet yerine koyduğunu
görüyoruz. Ona göre alıcı, deveyi bol sütlü bir halde teslim almış, sonra onun
az sütlü bir hayvan olduğunu anlamıştır. Burada deve için rağbeti artırıcı bir
vasıf yok olunca, müşteri isterse onu aiıkor ve akdi feshetme hakkım
kullanmaz; isterse akdi fesheder. Böyle bir durumda alıcının elde ettiği iki
çeşit süt vardır. Birisi, satın aldıktan sonra hasıl olan süttür ki, bu
alıcının mülkiyemde meydana gelmiş olup onun yem ve bakımının eseridir. Diğeri
satın alma işinden önce hasıl olan süttür ki, işte onun tazmin etmekle mükellef
bulunduğu budur; çünkü bu, satıcının mülkiyetinde ve akid'den önce meydana
gelmiş olup miktarca da fazladır. Akid feshedilerek hayvan geri verilirse bu
südü tazmin etmek gerekir. Hz. Peygamber de, bunun için bir sa' hurma takdir
etmiştir; süt takdir etmemiştir; çünkü süt, nevi ve sağılmış olduğu hayvan
bakımından değişebilir. Satıcıya ait olan süt miktarı da belli değildir. Buna
karşılık ödenecek şey süt olarak takdir edilseydi fazla olma ihtimali
başgöste-rirdi ki, bu da faize girerdi. Hz. Peygamber bundan sakınarak, onun
başka cinsten ve ona yakın olan bir şey ile tazmin edilmesini emretmiştir;
çünkü o zaman Arablarm besin maddeleri süt veya hurma idi. Hz. Peygamber bir
sa' hurma ödenmesini kararlaştırarak tartışmaya son vermiş ve mümkün olduğu
kadar da adaleti gerçekleştirmiştir. Öte yandan koyunun memesinde bir sâ'îik
hurma kıymetinden fazîa süt de bulunmaz.
İ b n-i Teymiyy e'nin
bu izahı, şüphesiz yaklaşık olarak doğrudur; fakat kıyas için şümullü olacak
mazbut bir vasfı beyan değildir. Öyle ki, buna göre, yenilecek her şeyin
tazmini, yine yenilecek bir şeyle olacak ye hurmanın tazmini hurma ile
olmayacak, meselâ, buğdayla olacak denilemez. Burada o vasıf, elverişli bir
illet olsa bile, başkalarına geçecek nitelikte bir illet olmadığından genellik
vasfını kazanamaz.
Hasılı bu anlayış,
cümhûr-i fukahânm metoduna uymaz. Onlara göre illet genel (âmm) olup nass'larla
çatışmazsa işler; çatışırsa, kı-yas'a aykırı olarak nass'larla amel edilir.
Cumhûr'un mezhebine
göre bazan kıyas nass'la çatışabilir. Şöyle ki: illet geçişli (müteaddî) olup
ait bulunduğu konuya inhisar etmez; diğer konular için de geçerli olur. İlletin
gerçekleştiği her yerde aslın hükmü fer'a geçer. Böylece illet genel olup
kapsadığı bütün ferdler için sabit olur; dolayısıyla bir kısım nass'lar onunla
çatışabilir.
Fakihlerin bu konudaki
görüşlerini üç kısma ayırabiliriz:
1) Nass
bulunan yerde kıyas ile amel edilmez. İsterse nass, sened veya delalet
bakımından zannî olsun. Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve meşhur olan rivayete göre
EbuHanîfebu görüşte idiler.
2) Kıyas,
bazan zannî delillerle çatışabilir; ancak kat'î delillere aykırı kıyas olmaz. Kat'î
delille çatışan kıyas fâsid demektir.
3) Sahih bir
kıyas, asla Kur'an ve Sünnet nass'larıyla çatışmaz. Bu görüş İ b n-i Teymiyye
ve öğrencisi İ b n-i Kayyım e 1-C e v z i y-ye'ye aittir. Onlara göre fâsid
kıyas'ın alâmeti, nass'a aykırı olmasıdır. Bu görüşle birinci görüş arasında
amelî bakımdan bir fark yoktur;
aralarındaki fark, ancak nazarîdir; çünkü birinci görüşe göre, sahih bile olsa, kıyas'a
iltifat edilmez. Meselâ; Ebu Hanîf e, hem kıyas'la çatışan haber-i âhâd'ı kabul
eder, hem de kıyas'ın sahih olduğunu söyler; fakat bu durumda, sahih olduğu
halde kıyas'ı reddeder ve onu nass bulunmayan yerlerde kullanır. İbn-i Teymiyye
ise, nass'la çatışmasını kıyas'ın fesadına alâmet sayar ve kıyas'ın illetini
amel için elverişli olarak kabul etmez.
Nass'larla kıyas
arasında 'çatışma olacağını ve bunlardan birisinin tercih edileceğini ileri
süren ikinci kısım görüşe geliyoruz. İstikra' (tümevarım) ile anlaşılmıştır
ki, kıyas ve nass'lar arasında düşünülen çatışma, nass Kur'an ile Sünnet'in âmm
ifadeleri veya haber-i âhâd olduğu zaman meydana gelir.
Hanefîlere göre âmm,
delâlet bakımından kat'îdir; kıyas ise, nasıl olursa olsun zannîdir; ancak,
illet, kat'î bir nass'a sabit ve nass'a muarız olan bir konuda gerçekleşmiş
durumda ise, bu, zannî kıyas'ın kat'î olan âmm ile çatışması değil; kat'î
kıyas'ın kat'î nass ile çatışması de^ mektir. Fakat kıyas'ın bir çok şekilleri
zannîdir ve kat'î olan âmm'ı tahsis etmez.
Ne var ki âmm, her
hangi bir delil ile tahsis edilirse zannî olur; çünkü âmm, tahsis edildikten
onra şâmil olduğu ferdlerden bazısına delalet etmez.
Ne var ki âmm, her
hangi bir delil ile tahsis edilirse zannî olur; çünkü âmm, tahsis edildikten
sonra şâmil olduğu ferdlerden bazısına delalet etmez. Â'mm'ın bazı ferdleri için
kullanılması mecaz kabîlin-dendir. O, mecaz olarak kullanılınca delaleti zannî
olur. Bu durumda Hanefîler, âmm'in ilk tahsîs'den sonra artık kıyas ile de
tahsis edileceğini söyler. Meselâ; "... Bunlardan başkası size helal
kılındı..."[447]
âyeti, Hz. Peygamber'in ittifakla kabul edilen, "... Kadın, erkek
kardeşinin kızı ve bacısının kızı üzerine nikâh edilmez"[448]
hadîsi ile tahsis edilmiştir. Böylece tahsis edilmiş olan bu âyet, zannî bir
delil ile tekrar tahsisi kabul edebilir. Yine Kur'an'da, "Allah, alım-satımı
helal ve ribâyı haram kılmıştır."[449] Buyurulmuştur.
Helal olan ahm-satmı, ribâ ihtiva eden ahm-satımları haram kılan sünnetle
tahsis edilmiştir. Dolayısıyla tahsis edilmiş olan bu âmm, kıyas, ile de
tahsis edilebilir.
Kıyas ile âmm olan bir
nass'm çatışması konusunda Hanefîlerin goruşü budur; fakat bunun bizzat Ebu
Hanîf e'ye nisbeti sabit de-gıldır. Hanefîler gibi âmm ile kıyas arasında
çatışma olabileceğini farz eden I m a m M â 1 i k'e göre ise, âmm olan bir nass
zannîdir; dolayısıyla kıyas ile âmm'ın çatışması, iki zannî delilin
çatışmasından ibarettir. Bu itibarla İmam Mâlik, Kur'an ve Sünnet'teki. ânım
ifadelerin kıyas ile tahsis edileceğini kabul eder. el-Karâfî,
"Tenkîhu'l-Fusûl" adlı eserinde bu konuyu özet olarak şöyle açıklar:
Kıyas'm âmm ile
çatışması, iki delilin çatışması demektir. Bu delillerden birisi delalet
yönünden âmm olup tahsisi kaabildir; ötekisi ise delâlet bakımından kesindir.
Delâlet yönünden ihtimâli olan nass, bu yönden kesin olan kıyas ile tahsis
edilir. Delaletçe ihtimali olmayan asl'ı kabul etmek, daha iyidir. Âmm'ın kıyas
ile tahsisi, bunların her ikisini de tatbik etmektir; her ikisinin tatbiki ise,
birisini ihmal etmekten daha üstündür. Bu durumda tahsisi kabul etmezsek
kıyas'ı ihmal etmiş ve sebepsiz yere onun illetinin böyle bir yerde geçerli oluşunu
önlemiş oluruz.[450]
e 1-K a r â f î'nin bu
görüşünü, biz, iki yönden tenkid edebiliriz:
a) O'na göre
âmm'ın delaleti ihtimalidir. Halbuki bu görüş doğru değildir; çünkü bu,
sebepsiz yere şer'î delilleri zayıflatmak demektir. Oysa lafızların
delaletleri, aksini isbat eden bir delil bulununcaya dek genelliklerini korurlar.
Kıyas da onları
tahsis edemez; çünkü
kıyas, nass'm fer'i olup fer'i, yani kıyas'ı asî ve asl'ı feri' yapmak
doğru olmaz. Nitekim İmam Şâfiîde, " İhtilafu Mâlik" adlı kitabında
böyle söyler.
b) Şer'î
esaslara göre müctehid, nass bulamadığı zaman kıyas'a başvurur. Burada ise nass
bulunduğu halde kıyas'a gidilmekte; hattâ nass'm bir kısım anlamı
lağvedilmektedir ki, bu, tertibin tam tersine bir işlemdir.
Bu itiraz, nass ile
tahsis edilmiş olan âmm'm kıyas ile de tahsis edilebileceğini söyleyen
Hanefîler için de vâriddir.
İmam Şafiî, Ahmed b.
Hanbel ve Ebu Hanîfe'nin kıyas'ı, haber-i âhâd üzerine tercih etmediklerini
yukarıda söylemiştik. Ebu Hanîfe, unutarak yiyip içen kimsenin orucu bozulmaz
derken böyle bir haber'e istinad etmiş ve "haber olmasaydı kıyas ile hükmedecektik."
demiştir. Yine o, namazda kahkaha ile gülen kimsenin ab-desti de bozulur
derken, böyle bir hareketin abdesti değil, sadece namazı bozmasını gerektiren
kıyas'ı bırakmıştır. Hattâ Ebu Hanîfe, kıyas'a mukabil sahâbî fetvası ile dahi
hüküm verirdi. Meselâ; kölenin eman vermesinin caiz olup olmadığı
sorulduğunda, "Caiz olmaz; çünkü köle olan birisi müslümanlığı kabul edip
bütün kavmine eman verebilir." demiştir. Daha sonra, efendisiyle yola
çıkan ve bir kaledekilere eman veren kölenin bu tutumunu Hz. Ömer'in caiz
gördüğü haberini işitince kendi kıyas'mdan vazgeçmiş ve Hz. Ömer'in bu
fetvasını benimsemiştir. Ebu Hanîfe'nin kıyas'ı râvîsi fakih olmayan haber-i
âhâd'a tercih ettiğine veya kıyas ile çatışan ve her hangi bir kıyas şekliyle
desteklenmeyen haber-i âhâd'ı reddettiğine dair ileri sürülen söylentiler,
kendisine nisbeti tereddüde yer vermeyecek şekilde sabit olan bu fetvalarıyla
bağdaşmaz.
Kıyas'ı haber-i âhâd
üzerine tercih etmeyenleri bir yana bırakıp diğerlerine geçelim. Burada, E b
u'l-H useyn el-Basr î'nin, bilginlerin bu konudaki görüşleriyle kıyas'm
kısımları hakkındaki açıklamasını özetlemek isteriz.
Ebu'l-Huseyn el-Basrî,
kıyas'ı şöylece dörde ayırır:
1) Kat'î bir nass'a dayanan kıyas. Burada,
hakkında nass bulunan hüküm sübûtu kat'î bir delilden elde edilmiş olup illet
de ya nass'a dayanır veya açıklık bakımından nass'a dayanıyormuş gibi bir
duruma sahip olur. Böyle bir halde kıyas öne alınır; çünkü o, kat'î nass ile sabit
demektir ve haber-i âhâd sübut bakımından zannî olduğu için Hz. Peygamber'e
nisbeti reddedilir. Bu kısma giren kıyas'm herkesçe haber-i âhâd üzerine
tercih edilmesi gerekir; çünkü kat'î nass'a dayandığı sürece illetin tatbiki,
bir bakıma kıyas kabilinden sayılmaz.
2) Zannî bir
delil'e dayanan ve illeti istinbat ile sabit olan kıyas. Bu durumda haber-i
âhâd öne alınır; çünkü kıyas'a her yönden zan arız olmuştur; yani illetin
istinbati zannî olduğu gibi, kıyas'm aslı da zannîdir. O halde haber-i âhâd
gibi o da zannî olduğu için tercihe şayan değildir.
Ebu'l-Huseyn el-Basrî,
bu kısma giren kıyas'm reddedilmesi gerektiğinde bilginlerin ittifak
ettiklerini iddia etmektedir. Nitekim o, kıyas'm birinci kısmını anlatırken
haber-i âhâd'm reddedilmesi gerektiğinde de bilginlerin ittifak ettiklerini
ileri sürmüştür.
3) Asl'ı
zannî br nass'la sabit olan ve illeti hakkında da zannî bir nass bulunan kıyas.
Burada haber-i âhâd'la kıyas arasında çatışma söz konusu olmaktadır;
çünkü illet hakkındaki nass,
fer'in hükmüne nass ile
belirtilmiş gibi bir anlam kazandırmıştır. Buna göre kıyas ile haber-i âhâd
arasında bir çatışma meydana gelmektedir. Ebu'l-Huseyn el-Basrî, haber-i âhâd'm
bu çeşit kıyas'a tercih edilmesinde bilginlerin icmâ'ını iddia etmiştir; fakat
bu idia münâkaşa götürür.
4) İlleti
istinbat edilmiş olup asl'ı da Kur'an veya mütevâtir hadis gibi kat'î nass'lara
dayanan kıyas. Bu çeşit kıyas, bilginler arasında tartışma konusu olmuştur.
Haber-i âhâd'a
nisbetle kıyas'm kısımları işte bunlardır. Bazı bilginlerin, kıyas ile haber-i
âhâd arasındaki çatışma konusunda yaptıkları inceleme daha derindir. Şöyle ki:
haber-i âhâd, bazan bir kaç asi ile desteklenen ve illeti de, kolaylık sağlamak
için güçlüğü defetme gibi çeşitli hükümlere ait olan nass'îarın toplamından
elde edilen bir kıyas ile çatışabilir. Bu durumda Mâlikîlerle bazı Hanbelîîere
göre, kıyas öne alınarak haber-i âhâd reddedilir ve bu, söz konusu âhâd hadîsin
Hz. Peygâmber'e nisbet bakımından sahih olmadığını gösterir; çünkü burada
birkaç asi ile desteklenen ve illeti "bir kaç nass'tan çıkarılan kıyas,
kat'îlik kazanmış olup haber-i âhâd ise zannîdir. Eğer kıyas zannî ise ve onu
başka kat'î nass'lar deteklemiyorsa, haber-i âhâd öne alınır.
Bu konuda Ş â 11 b î
şöyle der:
"Kati bir asl'a
muarız olan ve kati bir asi ile desteklenmeyen zannî delil şüphesiz merduddur.
Bunun delili ikidir: 1) O,şeraitin
esaslarına aykırıdır. Bu esaslara aykırı olan bir şey sahih olamaz; çünkü o,
şerîat'ten değildir. Şerîat'ten olmayan şey ise, nasıl ondan sayılır? 2) Onun sıhhatini destekleyen bir şey
bulunmamaktadır. Böyle olan şeye de elbette itibar edilmez."[451]
Bu görüş, bazı
Hanefîlerin şu mütalâasına uygundur. Haber-i âhâd kıyas'a aykırı düşer, fakat
onu başka bir kıyas desteklerse, kryas'a tercih edilir. Eğer haber-i âhâd,
bütün kıyas şekillerine aykırı düşerse reddedilir.
Mâlikîler de bu
görüştedirler. İbn u'l-Arabi,[452]
bunu bizzat İmam Mâlik'e nisbet eder ve şöyle der: "O'nun meşhur
görüşü'şudur ve işin esası da hu
olmalıdır ki: haber-i âhâd, diğer bir kaide ile desteklenirse o, bunu kabul
eder; tek olarak kalırsa terkeder." İbnu'l:Arabî, kıyas veya esas kaideye
aykırı olan haber'e şu misali verir: "köpek birinizin kabına batarsa,
birisi temiz toprakla olmak üzere, onu yedi kere yıkasın."[453]
hadisi, köpeğin avlanmada kullanılmasının mubah oluşu hüküm ve kaidesine
aykırıdır. Ayrıca bir kaba batan köpek sağdır ve sağ oluşu, onun temizliğine
alâmettir. Hüküm ve kaidelere muhalif olan bu hadîsi destekleyen başka bir
kaide de yoktur. İbnu'i-Arabî esas kaideye aykırı olan, fakat başka bir kaide
tarafından desteklenen haber için de "Arâyâ"[454] hadîsini
misal olarak zikreder. Bu hadis, ribâ kaidesi ile çatışıyorsa da, örf ve güçlüğü
defetme kaidesiyle desteklenmektedir.
Mâliki mezhebi, işte
bu metodu benimsemektedir.
Fakihler, cezalar
(ukûbât)'ın kıyas'la sabit olacağını kabul ederler. Cezalar da ikiye ayrılır: 1) Ukûbât-i mukaddere. Bu kısma giren
cezaların miktarı Sâri' tarafından tayin edilmiştir. 2) Ukûbât-i gayr-i mukaddere. Bu kısma giren cezaların miktarı
Sâri' tarafından tayin edilmemiştir. Bunlara İslâm hukukunda
"ta'zir". adı verilir. Fakihler, ta'zir cezalarının kıyas ile sabit
olabileceğine ittifak etmişlerdir. Onlara göre suç da ceza da kıyas ile sabit
olur. Kur'aiı ve Sünnet'in ma'siyet olarak açıkladığı şeyler suçları teşkil
ederler ve bunlar için ceza tertib edilir.Eziyet ve bozgunculuk gibi şeyler de
aynı şekilde suç sayılabilir. Şâri'in cezalardan maksadı, suç işlenmesini
Önlemektir. Suçların önlenmesini sağlayan her şey, ceza olarak kabul
edilebilir. Ancak bu konuda selef-i sâlihînin yolundan gitmek gerekir.
Sâri' tarafından
miktarı tayin edilmemiş olan cezalar ve bunları gerektiren suçlar hakkında
kıyas'm hükmü böyledir. Acebâ ukûbât-i mukaddere ..ve bunların istinad ettiği
suçlar kıyas ile sabit olur mu? Bu konuda İslâm hukukçuları ikiye ayrılırlar.
1) Ukûbât-i
mukaddere'de de kıyas yapılabilir. Bu görüş Şafiî ki-"tablarmda açıkça
görülür. Şafiîler, livâta'yı zinaya kıyas yaparak onun
için de aynı cezayı
tertib ederler. Keza, keffâret-i katl[455]
konusunda kas-den adam öldürmeyi, hatâ ile adam öldürmeye kıyas ederler. Hattâ
Şâfiîlerden bazısı bunları nass'm delaletinden sayarlar.
Ukûbât-i mukaddere ve
bunlarla ilgili suçların isbatında kiyas'a başvurmada İmam.Şâfi î'nin delili
şudur: Kıyas, şer'i delillerdendir. Cezalar, nasıl Kitab ve Sünnet.ile sabit
oluyorlarsa kıyas ile de sabit olurlar; çünkü kıyas'm delil oluşunun sıhhatini
gösteren bir çok deliller vardır. Kıyas'ı bazı konularda delil saymak, bazı
konularda delil saymamak doğru olmaz. Kıyas, her hangi bir ayırım yapmaksızın,
her yerde kullanılabilir; ancak, buna bir engel çıkarsa o başka.
2) Hanefîler egöre
ukûbât-i mukaddere'de
kıyas'm rolü yoktur. Meselâ;
birisine sövmek, dil uzatmak kazf'e (zina iftirasına) kıyas yapılamaz. Cinsî
sapıklık (livâta) da zinaya kıyas
edilemez. Elbette bu gibi suçlar için bir ceza tertib edilir; ancak bu-ceza,
ta'zir cezası olabilir. Hanefîlerin bu konudaki delileri şunlardır:
a) Ukûbât-i
mukaddere'de kıyas olmaz; çünkü bu türlü cezaların miktarı Sâri' tarafından tesbit
edilmiştir. Meselâ; kazf
suçunun cezası seksen
deynektir. Başka bir suçun cezası buna kıyas edilemez.
b) Kıyas'm
esası illet'tir. Asl'daki illetin vasıflarını tesbit etmek zanna dayanır. Zanna
dayanan şeyde ise, şüphe vardır. Halbuki Hz. Peygamber, "gücünüz
yettiği kadar şüphelerle müslümanlardan suçların cezalarını kaldırınız."[456]
buyurmuştur. Buna göre kıyas ile ceza sabit olmaz.
c) Kıyas,
re'y ile istinbata girer. Re'y ile istinbat. Allah'a ait haklarda bir rol
oynamaz. "Hudud" (tekili: hadd) adı da verilen ukûbât-i mukaddere
Allah'a ait haklardandır. O halde bunlarda da re'ye ile istinbatın bir dahli
olamaz:.
Fakihlerin bu konudaki
ihtilafı ne merkezde olursa olsun, gerçek odur ki, suç ve ceza konusunda
kıyas'm yeri azdır; diğer fıkhî konulardaki kadar geniş değildir.
Beşerî hukukta da
durum böyledir. Bu hukukun ceza kesiminde kıyas'm rolü pek az olduğu halde,
malî konularda kıyas'a çok yer verilir; çünkü beşerî hukukta, "kanunsuz
suç ve ceza olmaz" ve "aleyhine bir delil bulunmadıkça sanık lehine
karar verilir" gibi prensipler, cezada kanunun kıyas yolu ile tefsir
işini genişletmemektedir.
Kanun koyucuların
ufukları ne kadar geniş olursa olsun, gerçekten kanun lafızları, bütün
olayları kapsamına alamazlar. Şehrista-n î'nin deyişiyle, "nass'lar
sınırlı, olaylar ise sınırsızdırlar."[457] O
halde kanunların tatbikinde kıyas'a başvurmak ve hakkında kanunî sarahat
bulunmayan benzeri olayları, mevcut kanun maddelerine göre aynı hükme bağlamak
gerekir. Ancak kıyas'm da bağlı olduğu bir takım ku-, rai ve esaslar
bulunmalıdır.
Yukarıda gördük ki
fakihler kıyas'ı illetiyle birlikte esaslı kurallara tâbi tutmuşlardır.
Bazıları, illeti, mazbut ve hüküm için uygun (münasib) bir vasıf olarak kabul
etmişler; bazıları da, mazbut olup olmamasına bakmaksızın münasip vasfı illet
olmaya elverişli görmüşlerdir. Hanbelîlerle Mâlikîler ve bir kısım Hanefîler
münasib vasfı illet olarak kabul cihetini tercih etmişlerdir.
Kazaî hükümleri
incelediğimiz zaman görürüz ki hâkimler, .kı-yas'da münasib vasfı illet olarak
kabul etme cihetine giderler; çünkü hâkim, kural koyma durumunda değildir;
fakat o, elindeki olayı adalet ve hakkaniyet çerçevesi içinde bir hükme
bağlamak ister ye bu cüz'î hükmün genel bir kural olmasını düşünmez.
Kanunun hikmet ve
gayesini bilmek, onun tarihî kaynaklarını ve konulmasındaki gerekçeleri
bilmekle mümkün olur. Ayrıca kanun ile halkın meşru menfaatleri arasındaki
uygunluğu iyi kavramak gerekir.
Kanunun konulusuna
saik olan etkenleri bilmek, onun fikir, tasarı ve kanunlaşma safhalarmdaki
hazırlık çalışmalarına inmekle mümkün olur.
Bütün bunlarla
birlikte hatırdan çıkarılmamalıdır ki hâkimin hüküm için münasib vasfı tesbit
etmek gayesiyle yapmış olduğu araştırmada, genel anlamıyla adaleti
gerçekleştirme düşüncesinin bir dahli olmalıdır; çünkü adaletin
gerçekleştirilmesi, bütün kanunların ortak amacını teşkil eder. Kanunlar
adalete hizmet ve insanlar arasındaki ilişkileri hakkaniyet ölçüsüne göre
düzenlemek için yapılmışlardır.
Hâkimlerin en yücesi
Allah'tır...
Büyük İslâm
hukukçularından istihsân'ı çok kullanan İmam Mâlik'in, "İstihsân, ilmin
onda dokuzudur." dediği
rivayet edilir.
İmam Muhammed b. e 1-H
a s e n de, E b u Hanîf e'den bahsederken şöyle derdi: "Arkadaşları
kendisiyle kıyas üzerinde tartışırlardı. O, istihsân yapıyorum deyince kimse
O'na yetişemezdi." Ebu Hanî-fe, kendisine doğru geldiği sürece kıyas'a başvururdu.
Kıyas yakışık almazsa istihsân yapardı. İmam Mâlik ve İmam Ebu Hanîfe'nin fazlaca
başvurduğu bu istihsân nedir?
Ebu'1-Hasen el-Ke'rhî,
istihsân'ı şöyle tarif etmiştir: İstihsân, müctehidin daha kuvvetli gördüğü bir
husustan dolayı bir meselede benzerlerinin hükmünden başka bir hükme udûl
etmesidir. Bu tarif, Hanefîlere göre istihsân'm mahiyetini açıklayan en iyi
tariftir; çünkü onun bütün nevilerini, esas ve özünü içine almaktadır.
İstihsân'm esası, hükmün külli bir kaide'ye aykırı düşmesidir. Onun için öyle
bir gerekçe olmalıdır ki kaidenin dışına çıkmak, ona sarılmaktan şerîat'e daha
yakın olsun. Bu takdirde ona itimat mesele hakkında istidlal^ bakımından
kıyas'dan daha kuvvetli olur. Bu tarif, bize, istihsân'm, şekil ve kısımları
nasıl olursa olsun, külli kaide karşılığında, nisbî de olsa, cüz'î bir hükmü
almak olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla fakih, kıyas'-dan ibaret olan kaideye
sıkıca bağlanma, şeratin mânâ ve ruhundan uzaklaşmaya yol açmasın diye, cüz'i
bir hükme başvurmak zorunda kalıyor.
Hatırlanacağı gibi
istihsân'ı Hanefüerîe birlikte Malikîîer de kabul ederler. Verdiğimiz tarif,
Hanefîlere aittir. Biz de bu arifi takib edeceğiz. Mâlikîler, istihsân'm
tarifinde ihtilafa düşmüşlerdir. İbnu'l-Arabî, onu, Hanefîlere yakın bir
şekilde tarif etmiştir. Ona göre istihsân, her hangi bir delili, bazı
icablarında başka bir delile aykırı düştüğü için bırakmak ve ona muhalif olan
bir şeye ruhsat vermektir. İbnu'I-Arabî, istihsân'ı dörde ayırmıştır: 1) Örf sebebiyle delili terket-nıek, 2) İcma' sebebiyle delili bırakmak, 3) Maslahat sebebiyle delili terk
etmek, 4) Güçlüğü kaldırmak için
delili bırakmak. Mâliki fakih-îerinden İbnu'l-Enbârî'nin tarifine göre
istihsân,. küllî kıyas'a mukabil cüz'î maslahatı tercih etmektir. Bu tarif,
"çok kullanılan istihsân, hükümde aşırılığa sürükleyen kıyas 'ı atıp bazı
yerlerde özel ve hüküm için müessir bir sebepten dolayı ondan
vazgeçmektir", diyen İ b n-i Rüşd'ün tarifine uymaktadır. Mâlikîlere göre
istihsân, genel kıyas ile çatışan bazı yerlerde cüz'î maslahatı tercih
etmektir. Bu konuda onların ileri sürdüğü misallerden bazıları şunlardır:
a) Kıyas'a
göre hâkimin huzuruna gelen her
olayda âdil şâhid-lere ihtiyaç vardır; çünkü adaletin
görevi, doğru olan ciheti, yalan olan cihet üzerine tercih etmektir; tâki
verilen hüküm geçerli bir şey olsun. Fakat hâkim, âdil şâhidlerin bulunmadığı
bir memlekette ise, genel olarak sözlerine güvenilen kişilerin
şâhidliğine dayanarak hüküm vermek zorundadır; çünkü milletin mal ve canı,
ancak bu suretle hedei olmaktan kurtulur.
b) Kıyas
gereğince miras, ana, koca, öz kardeşler, iki veya daha fazla anabir kardeşler
arasında taksim edileceği zaman öz kardeşlere bir şey kalmamaktadır,[458]
fakat Mâlikîler istihsân'a göre ve sahâbîlere uyarak öz kardeşleri, anabir
kardeşler gibi mirastan hissedar yapmışlardır. İşte bu istihsân ile onlar,
kıyas'm aşırılığım önlemek istemişlerdir,
c) Bir
kimse, her hangi bir malı üç gün muhayyer olmak üzere satın alsa, sonra bu
müddet içerisinde ölse, Mâlikîlere göre şarta bağh olan bu muhayyerlik alıcının
vârislerine intikal eder. Dolayısıyla vârisler akdi feshetmek üzere
birleşirlerse akid feshedilmiş olur;
akdin infazında birleşirlerse hepsi için bu akid muteber olur. Vârisler
bu konuda ihtilafa düşerlerse, akdin infazını kabul edenler, reddedenlerin
hissesini satın alabilirler; çünkü akid, istihsânen satıcı için muteberdir;
zira satış, akdin infazını isteyenler için kesinlik ifade eder ve vârislerden
bunu istemeyenlerin tutumu, isteyenleri etkilemez.
İşte görülüyor ki
istihsân, yakışık almayan bir sonuca sebep olan kıyas'ın önüne geçmek amacını
gütmektedir. Bunun için İmam Mâlik'in, "kıyas'a fazla dalan neredeyse
Sünnet'ten ayrılacaktır." dediği rivayet edilmiştir.
Acebâ istihsân ile
İmam Mâlik'in kabul ettiği masâlih-i mürsele
birbirine karışıyor
mu? Anlattığımıza göre istihsân, küllî kıyas karşılığında cüz'î maslahatı
kabul etmektir. Daha ince bir tabirle istihsân, mürsel maslahat ile istidlali
kıyas'a tercih etmektir. Bu durumda istihsân, maslahat-i mürsele ile
karışmaktadır; fakat Şâ1l b î, bunlar arasında
ince bir fark bulunduğunu ileri sürer ve şöyle der: "hu istihsân değil,
masâlih-i mürsele kabîlindendir, denilecek olursa, biz de şöyle deriz: Evet;
ancak Mâükîler, istihsân'ı kaidelerden istisna şeklinde tasavvur
etmektedirler, masâlih-i mürseleyi ise böyle görmemektedirler."[459]
Bundan anlaşılıyor ki
Ş â 11 bî, istihsan ile masâlih-i mürsele arasında bir fark görmemekte; fakat
ekseri Mâlikîîerin bunlar arasında şöyle bir fark gördüklerini ileri
sürmektedir: İstihsan, meselenin kıyas'a uyduğu yerlerde söz konusu olmaktadır
ve o, bu gibi yerlerde kıyas'a aykırı olarak gelmektedir. Maslahat-i mürsele
ise, mesele hakkında başka bir delil bulunmadığı zaman müstakil bir hüccet
teşkil etmektedir.
Hanefîler, istihsân'ı
ikiye ayırırlar:
1)
İstihsânü'I-kryâs. Şöyle ki: Meselede biri diğerine zıt iki çeşit kıyas'ı
gerektiren iki vasıf bulunur. Kıyaslardan birincisi, zahir ve ilk akla gelen
şey olup, bu, İstılahı kıyas'ı teşkil eder. İkincisi gizli (hafî) kıyas olup
başka bir esasa bağlanması gerekir ki buna da "istihsan" adı verilir.
Demek oluyor ki fakihin ele aldığı mesele hüküm bakımından iki şekilde
çözümlenebilir: a) Zahir kıyas yolu
ile. Bu türlü kıyas'ın hükmü benzeri meselelerde geçerli olur. b) Hafî kıyas yolu ile. Bu çeşit kıyas
da, tesir halamından zahir, kıyas'dan kuvvetli olur ve benzeri her mesele için
geçerli olmaz. Bunun içindir ki Şems ü'l-Eimme es-Serahsî şöyle der:
"gerçekte istihsan iki kıyas'dan ibaret olup birisi açık (celî) ve tesiri
zayıftır. Buna "kıyas" adı verilir. Ötekisi kapalı (hafî) ve tesiri
kuvvetlidir. Buna da "istihsan" adı verilir; yâni "kıyâs-i
müstahsen" denilir. Bunlarda tercih, tesire göredir; açıklık ve kapalılık
sebebiyle değildir."[460]
Tesirin kuvvetli veya
zayıf oluşunun esasını, kolaylık sağlama ve güçlüğü kaldırma fikri teşkil eder.
İstihsânü'l-kıyas'm esası da güçlüğü kaldırmaya dayanır. Bu itibarla'Ser ah
si, el-Mefc sut 'unda,, istihsâ-nın tariflerini verdikten sonra şöyle der:
"bu ibarelerin neticesi, kolaylık için güçlüğü bırakmaktır. Bu da dînin
aslını teşkil eder. Nitekim Kur'an'da, 'Allah, size kolaylık murad eder; güçlük
murad etmez.[461] buyurulmuştur. Hz.
Peygamber de, 'dininizin en hayırlısı, en kolay olanıdır.'[462]
buyurmuştur."[463]
Bu çeşit kıyas'a şu
misalleri verebiliriz:
a) Kadının
bütün vücudu mahremdir; fakat zaruret
olursa baz: uzuvlarına bakmak mubah sayılır;
doktorun muayene sırasında bak nıası gibi. Burada iki kıyas
çatışmaktadır: birisi, fitneye yol
açacağ: için kadın vücudunun mahrem oluşunu bildiren kaideler; diğeri ise muayene ve tedavi gibi bir durum
hasıl olunca meşakkate yol açan va sıf. Burada istihsânen kolaylık sağlama
esasını uygulamak gerekir.
b) Müşteri
malı teslim almadan önce, onunla satıcı arasında fiaı üzerinde ihtilaf çıksa,
zahir kıyas'a göre satıcının delil getirmesi gere kir; çünkü bir miktar meblâğ
üzerinde ittifak ettikleri halde, satıcı fazladan bir miktar para daha
alacağını iddia etmektedir. İhtilaf da bı fazla şey üzerindedir. Esas
kıyas'a'göre delil getirme külfeti müddaî'ye yemin etme işi de inkâr edene
düşer. Miiddaî (davacı) delil getiremez se, nıüddeâ-aleyh (davalı) yemin eder
ve iş bitmiş olur. îstihsân'a gö re ise, delil bulunmadığı takdirde alıcı da,
satıcı da yemin eder; çünki ikisi de bir şey iddia etmektedir: satıcı fazla bir
meblağ iddia ve alıcı nın mala sâhib olmayı hak ettiğini inkâr emektedir. Alıcı
ise, ileri sü rülen fazla miktarı vermeksizin malı almaya hak kazandığım iddia
v< böylece fazla bir meblağ daha verme mükellefiyetini inkâr etmektedir
Görüyoruz ki burada istihsân'm illeti, zahir kıyas'ın illetinden dahi kuvvetlidir.
Satıcı ve alıcı
arasındaki bu ihtilaf malın tesliminden sonra ortayj çıkarsa, yine ikisi de
yemin' ederler; fakat bu sefer yemin etmeler Sünnet'in bir gereğidir; zira Hz.
Peygamber, "alıcı ile satıcı ihtilafa dü şerlerse ve mal da mevcutsa ikisi
de yemin ederek alıp verdikleri şey birbirlerine geri verirler."[464]
buyurmuştur.
İstihsânü'l-Kıyas'm,
benzeri diğer hükümlere geçmesi sahihtir çünkü bu, illete dayanmaktadır; illet
ise-taaddî eder (başkalarına di geçer). Bunun içindir ki icar işinde de
teslimden önce, alım-satımd; olduğu gibi karşılıklı yemin teklifi yapılabilir;
teslimden sonra ise ya pılmaz; bu, ancak alım-satnnda olur.
c) Yırtıcı
kuşların içtiği suyun artığı meselesi de burada zikredile bilir. Kartal ve
atmaca gibi yırtıcı hayvanlara benzeyen kuşların etler yenilmez; bunlar da
etlerle beslenirler. Kurt ve benzeri yırtıcı hayvan ların etleri nasıl haramsa
artıkları da öylece haramdır. Aynı şekild* yırtıcı kuşların da hem etleri, hem
de artıkları haramdır. Bu, zahir kıyas'ın bir neticesidir. İstihsân'a göre ise,
hafî kıyas'a yönelinerek baş ka bir sonuca varılmaktadır. Şöyle ki: Yırtıcı
hayvanların artıkları, sal yaları karıştığı için pistir; çünkü salyaları,
onları pis olan etlerinden meydana gelmektedir. Yırtıcı kuşlara gelince; bunlar
suyu gagalarıyla içtikleri için artıkları salyalarıyla temas etmez. Gagalan da
kemik olduğundan artıkta her hangi bir eser bırakmaz. O halde istihsânen yırtıcı
kuşların içmesiyle artık olan su pislenmez; ancak ihtiyat bakımından böyle bir
suya mekruh denilir.
2) Şer'î
delillere aykırı düşen kıyas sebebiyle istihsâli. Bu istihsân'a gizli olan ve
tesirce zahir illetten kuvvetli bulunan bir illet yol açmamaktadır. Buradaki
gerekçe başkadır; diğer bir deyişle birisi zahir ve ötekisi hafi olan iki illet
arasında bir çatışma yoktur. Burada kıyas'-m illeti ile başka bir delil
arasında meydana gelen bir çatışma söz konusudur; Bu açıdan istihsân üçe
ayrılır: istihsânü's-sünııe, istiftsânü'I-İcma', istihsânu'd-tlarûra. Şimdi
bunları tek tek ele alalım.
Bu, her hangi bir
konuda kıyas'ı reddetmeyi gerektiren bir sünnetin bulunmasıyla sabit olur.
Sözgelimi; "alıcı ile satıcı ihtilafa düşerlerse ve mal da mevcutsa ikisi
de yemin ederek alıp verdikleri şeyi birbirine geri verirler.”[465] hadîsi
ile sabit olan istihsân'ı biraz Önce zikrettik. Yine Ha. Peygamber'den,
unutarak yiyip içen kimsenin orucunun bozulmayacağına dair hadis rivayet
edilmiştir.[466] Kıyas'a göre oruç bozulmalıdır;
fakat Hanefîler, o hadîs'e dayanarak bu kıyas'ı reddetmiş-' lerdir. Keza, namaz
kılarken kahkaha ile gülmenin abdesti
bozması kıyas'a uymaz; çünkü kıyas,
yalnız namazın bozulmasını gerektirir;
abdestin bozulmaması icabeder. Zira halel, bizzat namazda vâki olmuştur. Bu,
namazın şartı olan abdeste geçmemelidir. Ancak, namaz kılarken bir körün
düştüğünü görünce gülenlerin abdestlerinin bozulduğunu bildiren hadis
muvacehesinde bu kıyas'tan vazgeçilmiştir.[467]
Bu, herhangi bir
mesele hakkında teşekkül etmiş bir icmâ' sebebiyle kıyas'ı terketmektir.
Meselâ; müslümânlar, istisna' (sanatkâra bir iş ısmarlama) akdinin sıhhati
üzerinde icmâ' etmişlerdir. Kıyas ise bu akdin bâtıl olmasını gerektirir; çünkü
akde konu olan şey, akid vakti mevcut değildir. Fakat her devirde bu türlü akde
göre muamele yapılageldiğinden onun sıhhati üzerinde icmâ' veya örf teşekkül
etmiş ve dolayısıyla kıyas terkedilmiştir.
İstihsânü'1-İcmâ',
mânâ bakımından istihsânü'1-urf (örf sebebiyle istihsân)'a yakındır; çünkü bu,
geneî örfe bağlı olan hallerde güçlüğü kaldırmak için başvurulan bir istihsân
çeşididir.
Su da, müctehidi,
meselede kıyas'ı terketmek için zorlayan bir zaruretin bulunması demektir.
Meselâ; kıyas'a göre hareket ettiğimiz takdirde kuyu ve havuzların temizlenmesi
imkânsız olur. Bu hususu açıklamak için "Keşfu'l-Esrar" müellifi
şöyle der: "kuyu ve havuzu temizlemek için su dökmek imkânsızdır. Keza,
havuza dökülen su, pis suya temasla kirlenir. Kova da suya temas neticesinde
kirlenir ve kirli kalmakta devam eder. Bunun için kıyas ile ameli bırakıp
zarureti göz-önüne alarak istihsân'ı kabul etmişlerdir; çünkü zaruret, teklifin
kalkmasını gerektirmektedir."[468] Bu
itibarla fakihler, pisliğe göre uygun büyüklükte bir kova ,üe belirli miktarda
su çekmek' suretiyle suya karışan pislik nisbetini azaltmakla yetinilmesini
kabul etmişlerdir. Gerçi bu şekilde pislik tamamen yok edilmiş olmaz[469]
Bu kısımda kıyas, ya
şer'î bir nass veya küllî bir esas karşılığında terk edilmektedir. Yukarıda
işaret ettiğimiz gibi, bir de, Mâlikîlerce benimsenen maslahat sebebiyle
istihsân vardır ki bu da, maslahata aykırı düşen kıyas'ı terketme şeklindedir.
Anlaşılıyor ki
Hariefîlere göre kıyas ile istihsân arasındaki çatışmanın esası, kıyas için
temel teşkil eden illet'in genel oluşudur. Hanefîler, hükümlerin illetlerini
nass'lardan istinbat ederler; sonra da onların hükümlerini genelleştirirler.
Böyle istinbat edilmiş olan bir illetin bulunduğu her olayda asıl teşkil eden
nass'ın hükmü sabit görülür. Buna rağmen bazı yerlerde illet bulunduğu halde
kıyas'a aykırı bir şey bulunur ki bu; ya daha kuvvetli bir kıyas, ya Hz.
Peygamber'den vârid olan bir haber, ya mevcut bir örf, ya zaruret veya
Mâlikîlerce benimsenen maslahat olabilir.
Görülüyor ki Hanefî ve
Mâlikîlerce kabul edilen istihsân, şer'î nass'larm dışına çıkmak değildir.
İstihsân, Ebu Hanîfe'ye göre kıyas; hadis, icmâ' ve genel örfe dayanır ki Ebu
Hanîfe böyle bir örfü, nass bulunmadığı zaman şer'î delil olarak kabul eder.
Aynı zamanda istihsân zarurete de dayanır; nitekim zaruretler haram olan
şeyleri mubah kılar. Hanefîlerin istihsân'ı ile amel, hiç bir zaman İslâm esaslarına
aykırı düşmez. Mâlikîlerin istihsân'ı da İmam Mâli k'in metoduna uygundur;
çünkü o, maslahat'ı kendi başına şer'î bir delil sayar ve kıyas'ia çatıştığı
zaman maslahat'ı tercih eder.
İstihsân konusunu
bitirmeden önce şu iki hususa temas etmek istiyoruz:
Bu, tartışmalara yol
açmıştır. Acebâ bazı meseleler hakkında, biri kıyas, diğeri istihsân olmak
üzere, Ebu Hanîfe'den iki görüş mü naklediliyor? O'na göre istihsân'ı kabul
etmek, kıyas'tan daha mı üstündür? Kıyas'ı kabul eden kimse, tercihe lâyık
olmayan bir görüşü mü almış oluyor? Yoksa bu meseleler hakkında Ebu Hanîfe'nin
yalnız bir görüşü mü var? Meselâ; erginlik çağma ulaştıktan sonra kendisine
cinnet arız olan deli (mecnun) üzerindeki velayet hakkı, kıyas'a göre hâkim
tarafından tayin edilen kimseye ait olmak gerekir; çünkü çocuk erginlik çağma
ulaşınca babasının velayet hakkı sona erer. Ancak, Ebu Hanîfe'ye göre
istihsânen babanın velayet hakkı tekrar avdet eder; çünkü bunun sebebini
teşkil eden zaaf, cinnetle tekrar ortaya çıkmıştır. "Bu mesele hakkında
Ebu Hanîfe'nin kabul ettiği iki görüş var: Birisi, babanın velayet hakkını
ancak hâkimin kararıyla kaldıran kıyas'm hükmüdür. Ötekisi de bu velayeti ibkâ
eden istihsân'ın hükmüdür." diyebilir miyiz?
Bana öyle geliyor ki
burada kıyas'm hükmünü kabul eden görüş, Ebu Hanîfe'nin olamaz; çünkü O'ndan
böyle bir görüş nakledilmemiş-tir. O'ndan rivayet edilen şey, kıyas yakışık
almadığı zaman, O'nun istihşân'a başvurmuş olduğudur. İstihsân'ın çeşitleri de
hadis, icmâ'
ve zaruret sebebiyle
kıyas'ı terk etmektir. Nass, icrnâ1 veya zaruret karşısında kıyas'in bir hükmü
yoktur.
S e r a h s î,
istihsân konusu olan bir yerde kıyas'm hükmü ile de amel edilebileceğini
söyleyenlerin yanıldıklarını açıkça belirtir ve şöyle der:
"Sonrakiler
(müteahhirîn)'den bazı arkadaşlarımız sanmaktadırlar ki istihsân konusu olan
bir yerde kıyas'la amel etmek caiz olmakla birlikte, istihsân ile amel etmek
daha iyi (evlâ) dır. Bence bu bir vehimdir; çünkü kitablarda "... fakat
biz bu konuda layas'ı terkettik" sözü geçmekedir. Terkedilen şeyle amel
etmek caiz olmaz. Bazan istihsân tercih edilirken "... ancak ben kıyas'ı
çirkin görüyorum" denilmektedir. Şer'an amel edilmesi caiz olan şeyi
çirkin görmek küfürdür. Bundan alıyoruz ki istihşân'a aykırı olan kıyas
tamamen terkedilmiştir."[470]
İmam Şafiî, istihsân'ı
ibtâle çalışmıştır. Hattâ o, el-Umm adlı büyük eserinde "Kitabu
İbtâli'l-İstihsân"[471]
unvanlı bir bölüm ayırarak istihşân'a hücum etmiştir. Burada biz, Şafiî'nin
istihsân'ı ibtal için ileri sürdüğü delilleri gözden geçirelim ve bu delillerin
hangi istihsân'ı hedef tuttuğunu anlamaya çalışalım. Şafiî'nin el-Risale ve
el-Umm'ünçeşitliyerlerindeistihsânaleyhindeserdettiğidelillerişualtınoktadatoplayabiliriz:
a)
Şeriatın hükümleri ya
nass'lara dayanı veya
kıyas yoluyla
s'lara hamledilir. Bu
arada istihsân nedir? Nass veya kıyas'a dahil 1 'riir? Pahilse, ayrıca bundan
söz edilmesine ne lüzum vardır? Dahil deeüse, bunun mânâsı, Allah, insanların
bazı işlerini hükümsüz bırakmış demek olur. Bu ise, "İnsan, başıboş
bırakıldığını mı sanır?"[472] âyetine
aykırıdır. Kıyas'tan başka bir şey olan istihsân, işte bu âyetle
bağdaşmaz.
b) Bir çok
âyet-i kerîme, Allah ve Peygamberine itaati emretmekte nefsî arzulara
uyulmasını yasaklamakta ve tartışma çıktığı zaman Allah'ın Kitab'ı ile
Peygamber'in Sünnet'ine başvurmamızı bildirmektedir. Bu konuda Cenab-ı Hak,
"Bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz onu Allah'a ve Peygamber'e
götürün..."[473]
buyurmuştur. İstihsân ise ne Kitab, ne Sünnet, ne de Kitab ve Sünnet'e ircâdır;
ancak o, bunlara bir şey ilave etmektir. Hakkında Kitab veya Sünnet'te bir
delil bulunmayan bir şey kabul edilemez. İstihsân hakkında da bir delil
yoktur. O halde o da kabul edilemez.
c) Hz.
Peygamber, istihsân ile fetva vermez ve havadan söz söylemezdi. Karısı için,
"sen benim anamın sırtı gibisin" diyen şahsm durumu kendisine
sorulduğu zaman istihsân ile fetva vermemiş ve "Zıhar" âyeti[474]
nazil oluncaya dek beklemiştir. Keza, karısının yanında yabancı bir erkek gören
ve onu zina ile itham eden şahısla, kendi rengine benzemediği için çocuğunun
nesebini inkâr eden şahıs hakkında karşılaştığı soruya Hz. Peygamber cevap
vermemiş ve "Lian" âyeti[475]
gelinceye dek beklemiştir. Eğer bir kimse için kendi fıkhî zevki veya
istihsân'ı ile fetva vermesi caiz olsaydı, o kimse Hz. Peygamber olurdu. O'nun
istihsân'dan kaçınması, bizim de böyle bir şeyden kaçınmamızı gerektirir; zira
bizim için en iyi örnek, Hz. Peygamber'dir.
d) Hz.
Peygamber, kendisinden uzakta oldukları zaman istihsân-larıyla fetva veren
sahâbîlerin durumlarını tasvib etmezdi. Meselâ; O, bir ağaca sığınan bir
müşriki öldüren sahâbîleri ve kılıç korkusuyla "lâ ilahe illallah"
diyen şahsı öldüren Üsâme'yi tasvib etmemiştir. İstihsân caiz olsaydı Hz.
Peygamber onları tasvib ederdi.
e) İstihsân'ın
bir kuralı, hak ve bâtılı mukayese edecek bir ölçüsü yoktur. Halbuki kıyas
böyle değildir. Her hâkim, her müftî ve her müc-tehid için gelişi güzel
istihsân yapmak caiz olsaydı, bütün işler karışırdı. Bir mesele hakkında her
müftî'nin istihsânına göre değişik hükümler ortaya atılmış olurdu. Böylece bir
şey hakkında biri diğerinden üstün olmayan bir sürü fetva bulunurdu; zira
esasları istihsân olduğundan bunlar arasında birisini tercih için her hangi
bir kural ve ölçü yoktur.
f) Nass'a
dayanmayan veya nass üzerine hamledilmeyen ve sadece akla dayanan istihsân bir
müctehid için caiz olsaydı, Kitab ye Sünnet ilmine sâhib olmayan kişilerin de
istihsân yapmaları caiz olurdu; çünkü akıl, Kitab ve Sünnet bilgini
olmayanlarda da vardır. Aksine onlar arasında akıl ve anlayışça bu bilginlerden
üstün olanlar bile vardır. Bu konuda Şafiî aynen şöyle der:
"Onların usûl
bilgileri yoktur, diyecek olursanız, size şöyle cevap verilir: Bir asl'a
dayanmadan veya bir asi üzerine kıyas'da bulunmadan söz söylediğinize göre
sizin usûl'ü bildiğinizi gösteren deliliniz nedir? Siz, usûl'ü bilmedikleri
içi ndoğru olarak kıyas yapamazlar diye akıl sahibi kişilerden daha mı çok
endişe ediyorsunuz? Usûl'ü bilmeniz, size kıyas yapma hakkını mı, yoksa kıyas'ı
terketme imkânını mı verdi? Kıyas'ı terketmek sizin için caiz oluyorsa,
onların da sizinle birlikte söz söylemeleri caiz olur."[476]
Bu delillerin hiç
birisi, Örf sebebiyle istihsân hariç, Hanefîlerin is-tihsânları aleyhine vârid
olmaz. Örfün, hüküm istinbatı için bir asi teşkil edip etmemesi Hanefî ve
Şâfiîler arasında ihtilaf konusudur. Ş â f i î'nin itirazları, örf sebebiyle
istihsân'dan başkası için vârid olmaz, dedik; Bira diğer istihsân çeşitlerinin
dayanmış olduğu usûl'e Şafiî de muhalefet edemez; çünkü istihsân ya kıyas'a, ya
nass'a, ya icmâ'a veya zarurete dayanmaktadır. Zaruretin haranı olan şeyleri
mubah kılışında ise bilginler ittifak etmişlerdir. Zaruret karşısında nass'a
dahi muhalefet edildiğine göre kıyas'a daha iyi muhalefet edilir.
Ş â f i î'nin ileri sürdüğü
deliller, ancak Mâlikîlerin maslahat sebebiyle istihsân anlayışları aleyhinde
vârid görülebilir; çünkü İmam Mâli k'in kabul ettiği maslahatın şer'î bir asi
olup olmaması ihtilaflı bir konudur.
Gerçekte Şafiî'ye göre
istihsân, hem tek başına delil olan maslahat-i mürsele'ye, hem de kıyasla
çatışan maslahat'a şâmil olmaktadır.
Anlaşılıyor ki İmam
Mâlik ile İmam Şâfiî'nin kullandığı istihsân, maslahat-i mürsele'yi içine
almaktadır. Meselâ; İmam Mâlik, "ilmin ondadokuzu istihsalidir."[477]
derken maslahatı istihsân'm şümulüne dahil etmiştir; çünkü bu onda dokuzun
büyük bir kısmı maslahattır; maslahat sebebiyle kıyas'a aykırı düştüğü
düşünülen istihsân ise, bu miktarın pek azını teşkil eder.
Burada İmam Mâlik'in
görüşünün savunmasını biraz sonra gelecek olan maslahat-i mürsele bahsine
bırakıyoruz.
Hanefî ve Mâlikîlerce,
nass bulunmayan yerde asi olarak kabul edilen Örf (urf), insanların muamelât
bakımından sürekli bir şekilde yapageldikleri ve işlerinin düzgün gitmesini
sağlayan şeydir. Örf, Fıkıh Usûlü'ne dahil sayılır ve Hz. Peygamber'in,
"müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir."[478]
hadîsi buna işaret eder. İnsanların güzel gördüğü örfe aykırı hareket etmek,
güçlük ve sıkıntıya se-beb olur. Kur'an'da ise, "Allah, sizin için dinde
bir güçlük kılmadı."[479]
duyurulmuştur.
Bu itibarla Hanefî ve
Mâliki bilginler, sahih örf ile sabit olan şey, ser'î bir delil ile sabit olmuş
gibidir, der, "el-Eşbâh ve'n-Nezâir" adlı eserin şârihi de, "Örf
ile sabit olan, şer'î delil ile sabit olmuş demektir" der,
"el-Mebsut"da Serahsî de, "örf ile sabit olan, nass ile sabit olmuş
gibidir" der. Sanırım ki bu sözün mânâsı ,örf ile sabit olan şey, nass
bulunmayan yerde itimada lâyık bir delil ile sabit olmuş demektir.
Örfü, hüküm istinbatı
için bir delil olarak alan bilginler, onun, Kitab ve Sünnet bulunmayan
yerlerde geçerli olduğunu 'kabul ederler. Örf, Kitab ve Sünnet'e aykırı düşerse
muteber olmaz. Meselâ; içki ve faizcilik, bazan insanlar tarafından âdet haline
getirilebilir; fakat nass'ları ihmal demek olan bu gibi halleri örf saymak
doğru olmaz; aksine bunlara karşı koymak gerekir. Bu bakımdan örfü ikiye
ayırıyoruz:
1) Sahih
örf. Bu, Şer'î bir asi olarak kabul edilir.
2) Fâsid
örf. Bu da kat'î bir nass'a aykırı düştüğü için muteber olmayan örftür.
Sahih örf de, örf-i
ânını ve örf-i hâss olmak üzere ikiye ayrılır:
a) Örf-i
âmm: Bu, bütün beldelerde insanların üzerinde birleştiği genel Örftür. Hamamda
yıkanma ve istisna' (sanatkâra bir şey ısmarlama) akdini buna misal olarak
verebiliriz. Hanefîler, bu Örf karşısında kıyas'ı terk ederler ve buna,
"örf sebebiyle istihsân" (istihsanü'1-urf) adını verirler; aynı
zamanda zannî olan âmm'ı bununla tahsis ederler. Meselâ; Hz'. Peygamber'den
şartlı satışın yasaklandığını bildiren haberin[480]
umumiliğini örf karşısında nazara almazlar; çünkü Hanefî ve Mâlikîlerin
ekseriyetine göre örf ile sabit olan her şart muteberdir.
Acebâ zannî olan âmm'ı
tahsis eden ve kıyas'm terkedilmesine yol açan örf-i âmm (genel Örf) nedir?
Fakihlerin istisna' akdini şöyle izah ettiklerini görüyoruz: "Kıyas'a göre
bu akid caiz olmaz. Fakat sahâbîler, tabiîler ve her cağda bilginlerce bir
itiraza uğramadan kabul edilen ' teamül karşısında biz kıyas'ı terk ettik. İşte
kıyas'ı terketmeye sebeb . olan hüccet budur". Görülüyor ki bu örfe icmâ'
denilse yerinde olur Hattâ bu icmâ'm en güzeli olabilir; çünkü sahâbîler ve
sahâbî olmayanlar, müctehidler ve müctehid olmayanlar bunun üzerinde ittifak
etmişlerdir. Bunun içindir ki Örf-i âmm'ı, geçmiş veya gelecek çağda diye bir
kayda yer vermeye lüzum gömleksizin, bütün beldelerde hâkim olan örf şeklinde
ifade ediyoruz.
b) Örf-i
hâss: Bu da, her hangi bir belde, ülke veya zümreye hâkim olan örftür. Tüccar
ve çiftçilerin örfü gibi. Böyle bir örf, nass'a karşı duramaz; fakat illeti
kat'î bir nass veya açıklık bakımından buna benzer bir şeyle sabit olmayan
kıyas'a karşı tercih edilir.
Bu şekilde zannî bir
kıyas'a dayanan hükümler, zamana göre değişebilir. Bu itibarla deniliyor ki,
öncekilerin içtihadı kıyas'a dayanıyorsa, sonrakiler buna muhalefet
edebilirler; çünkü Öncekiler, kıyaslarında kendi örflerinin etkisinde
kalmışlardır. Bu konuda İbn-i Âbidîn şöyle der:
"Fıkhı meseleler,
ya sarih nass'lara dayanır ki, bunlar birinci bölümü teşkil ederler; ya da
re'yve ictihad ile sabit olurlar. Bu bölüme giren fıkhı meselelerin çoğunu
müctehid, kendi çağının örfüne bina etmiştir; o, bugünkü örfün hâkim olduğu
devirde bulunsaydı öncekine uymayan yeni bir görüşe sâhib olurdu. Bunun
içindir ki bilginler, insanların âdetlerini bilmeyi içtihadın şartları arasında
saymışlardır. Zamanın değişmesiyle bir çok hükümler de değişmektedir. Eğer bu
hükümler, ilk şekilleri gibi kalacak olurlarsa, hem halka güçlük ve za-> rar
verirler; hem de kolaylık sağlama ve dünya nizamının en güzel şekilde devam
etmesi için zarar ve fesadı önleme esasına dayanan şeriat kurallarına aykırı
düşerler. Bunun içindir ki mezheb bilginleri, müc-tehidin kendi zamanına göre
açıkladığı bir kısım hükümlere muhalefet etmişlerdir; çünkü onlar biliyorlardı
ki o müctehid, bunların çağında olsaydı, mezhebinin kurallarına uyarak,
kendileri gibi düşünürdü."[481]
Sonraki müctehidlerin,
bu esasa binaen eski örfe dayanan bir çok meselelerde yeni örf sebebiyle
Öncekilere muhalefet ettiklerini görüyoruz. Meselâ:
a) Birisine
karşı tezvirde bulunarak onu malî veya bedenî bir sarara sokan kimseden
tazminat alınması, Hanefî mezhebince kabul edilen bir kaideye aykırıdır. Bu
kaide, "tazminat, zarara sebeb olana değil, bizzat zarar verene râci olur."
şeklinde ifade edilmektedir. Mesela; tezvir neticesinde bizzat zarar veren
tezvirci değil, onun tezvirat için başvurduğu kimsedir. Sözügeçen kaideye göre
asıl tazminat külfeti tezvirciye değil, bu şahsa ait olmak gerekir; fakat bu
kurala göre hareket etmekten vazgeçilip
tazminatın bizzat tezvirciye yükletilmesi kabul
rivayet olunmuştur. Bunun gerekçesi ise, tezvirciliği önlemek tir.Hattâ
bazı fakihler, olağanüstü hallerde tezvircinin öldürülmesi için fetvâ vererek
yalancılık ve tezvirat peşinde koşan ve ruhları ifsad den kişilerin artmasını
önlemek istemişlerdir.
b) Ortak
olarak çalışan işçinin elinde iken telef olan şeyi ödemesi gerekmektedir; çünkü
zamanla emniyet azalmış, kötülük artmış ve emin olarak bilinen kişiler hıyanet
etmeye başlamışlardır. Dolayısıyla ortak olarak çalışan işçinin eline teslim
edilen şeyi koruması ve telef olduğunu ileri sürerek hıyanet etmemesi için onu
ödemesine hükmolunmustur. Bu ise, "bir tecavüzü sabit olmadıkça, yedi
emin, kendisine emanet edilen şeyi ödemez." kaidesine aykırıdır.
c) Kocasıyla
zifafa giren, sonra kocasının az veya çok, kendisine, mehrine mahsuben verdiği
şeyi inkâr eden kadının sogünün tasdik edilmemesi konusunda sonraka fakihler,
Ebu'l-Leys'in fetvasını benimsemişlerdir. Ebu'1-Leys, böyle bir kadm'm
inkârını bâtıl saymıştır; çünkü o, bunun âdeten injkânsız görmüş; kocasını ela
mehre ait bir şey ödediğini isbat için mükellef tutmamıştır. Halbuki esasa göre
"iddia eden kimsenin isbat, inkâr edenin de yemin etmesi gerekirdi."[482]
Yalan söyleme ve hakları inkâr etme işi yaygın hale geldiği için bazı meselelerde
bu esasa uyulmamıştır,
d) Vakıf
arazî ile yetimlere ait malların icara verilme süresi sınırlandırılmıştır.
Meselâ; bunlara ait dükkân ve evler bir
yılı, tarla ve bahçeler de üç yılı geçmemek üzere icara verilir; yani bu
süreler bitince yeniden kira sözleşmesi yapılır.
e) Ebu Hanîf
e'ye göre şahadet için şâhidlerin
tezkiyesine ihtiyaç yoktur; çünkü Hz. Peygamber, "müslümanlar
birbirilerine karşı doğru, (udûl) kimselerdir."[483]
buyurmuştur. Bu hüküm, Ebu Hanîfe'nin zamanına göre uygundu; ancak yalancılık
yaygın hale gelince şâ-hıdlerin tezkiyesine lüzum hasıl oldu. Bunun içindir ki
kazaî işlerle uğraşan Ebu Hanîfe'nin talebesi Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, şâ
tezkiyesinin şart olduğunu söylemiştir.
f) Hanefî
fakihleri, Kur'an öğretmek ve cemaatle ilgili dinî görevleri yerine getirmek
için ücret alınmasının caiz olmadığında ittifak etmişlerdir; çünkü bu işler,
ibadetlere dahildir; ibadetlerin icrası için ise ücret alınmaz; lâkin insanlar,
ücret almaksızın Kur'an öğretmek ve dinî görevleri yerine getirmekten
kaçındıklarından, sonraki fakihler; bu gibi işler için ücret alınmasını caiz
görmüşlerdir. Ta ki Kur'an'm hıfzedümesi devam etsin, camilerde müezzinlik ve
imamlık gibi görevler aksamasın.
Görülüyor ki fakihler,
nass bulunmayan konularda fetva verirle-ken örflere uymaktadırlar. Bu itibarla
müftî'nin örf ve âdetleri bilmesi gerekir. Bu konuyu, İbn-i Âbidin'in şu
kıymetli sözleriyle bitirmek istiyoruz:
"Hâkim,
hadislerin küllî hükümlerini, bizzat olayı ve insanların hallerini bilmelidir
ki, bu sayede doğru ve iğriyi birbirinden ayırd etsin; sonra birini ötekine
mukayese yapsın; olay için gereken hükmü versin ve bu, gerçeğe aykırı
düşmesin. Örf ile fetva veren müftî de zamanı ve çağındaki insanların
hallerini, bu örfün aram, hass ve nass'a aykırı olup olmama cihetlerim
bilmelidir. Ayrıca iyi bir hocanın elinde yetişmiş olmalı, bir kısım mesele ve
delilleri bilmekle yetinmemelidir."
İstikra' (tümevarım)
ve nass'larla sabit olmuştur ki, İslâm hukukunun bütün hükümleri insanların
maslahatlarını (yararlarını) ön plâna almıştır. Nitekim Kur'an'da, "Seni
ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."[484] ve
"Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, gönüllere bir şifâ ve hidayet,
mü'minlere bir rahmet gelmiştir."[485]
duyurulmuştur.
İslâm'da, muteber olan
maslahatlar şu beş esasta toplanır: 1) Dîni
koruma, 2) Çan'ı koruma, 3) Aklı koruma, 4) Nesli koruma, 5) Malı
koruma. İnsan hayatı, ancak bu beş şey sayesinde ona lâyık bir yaşayış
olabilir.
Canı korumanın anlamı,
insanın aziz hayat hakkını korumaktır. Buna bizzat canın korunması dahil olduğu
gibi, insanın bütün uzuvlarının korunması, şeref ve haysiyetinin
zedelenmemesi; iş, söz, düşünce ve ikamet hürriyetleriyle şahsî hak ve
hürriyetlerinin korunması da dahildir.
Akim korunması,
sahibini toplum için yük, sıkıntı ve kötülük vâsıtası haline getire âfetlerden
aklı muhafaza etmektir. İslâm dîni, aklı geliştiren ve onu âfetlerden koruyan
her şeyi nazar-i dikkate almıştır. Meselâ; içki ve her türlü uyuşturucu
maddelerin yasaklanışı, hep bu gayeye matuftur.
Nesli korumak, insan
türünü korumak demektir. Öyle ki insan oğlu beden, zihin, duygu, din ve ahlâk
yönlerinden güçlü olarak yetiştirilmelidir. Bu da, çocukların iyi terbiye
edilmesi, duygu ve idraklerini besleyecek olan ana-baba hayatının mutluluğa
kavuşturulması için aileyi güzelce tanzim etmekle mümkün olur.
Malın korunması, onun,
zulüm ve haksızlığa yol açmaksızın, karşılıklı menfaatler sağlayacak şekilde
helal bir yoldan üretili partırılmasıdır.
Dini korumak ise, din
yüzünden baskıyı önlemek, sapıklığa ve keyfî arzuların din adına hükümran
olmasına engel olmak, insanlara tam bir din hürriyeti sağlamaktır. Bu itibarla
Kur'an'da, "Binde ikrah (zorlama) yoktur; iman ile küfür apaçık ortaya
çıkmıştır."[486]
buyurulmuştur.
İnsanların
maslahatlarını korumak İslâm'ın amacım teşkil ettiği için, îslâmî hükümlerde.,
elbette bu maslahatların bir yeri .olması gerekir. İslâm hukukçuları, dünyevî
maslahatlarla nass'larm ilişkileri ko-nuunda üç kısma ayrılırlar:
1) Nass'larm
zahirî mânâlarına sarılan ve nass'larm ötesinde herhangi bir maslahat
tanımayanlar. Bunlar, Kıyas'ı reddeden Zahirîlerdir. Onlar'a göre nass'larla
belirtilmemiş olan maslahata itibar, edilmeyeceği gibi, nass'larm dışında bir
maslahat da aranmaz. ' '
2) Maslahatları
nass'larda arayan, nass'larm illet
ve gayelerini tesbit edip maslahat'a
bağlı olan her olayı, böyle bir maslahatı açıklayan nass'a kıyas yapanlar.
Bunlara göre gerçek maslahat ile maslahat gibi görünen nefsi arzuların
biribirine karıştırılmaması için bir şeyin maslahat olduğuna tanıklık eden bir
dslü bulunmalıdır. Yani, bir maslahatın muteber olması için özel bir nass ona
tanıklık etmelidir. Bu kısma dahil olan İslâm hukukçuları, ekseriya, maslahatın
tahakkuk ettiğini gösteren mazbut vasfı kıyas için illet olarak kabul ederler.
3) Her
maslahatın; canı, malı, aklı,
dîni veya nesli
korumayı amaç edinen ve İslâm'da muteber görülen maslahatlar cinsinden
olduğunu söyleyenler. Bunlara göre, kıyas yapılmaya elverişli Özel bir nass
bulunmazsa böyle bir maslahat kendi başına bir
delil olarak kabul edilir. İşte bu çeşit maslahata "maslahata
mürsele" (ç. masâlih-i müresele = mutlak, yani bir kayda bağlı olmayan
maslahatlar) veya "istıslah" adı verilir.
Masâlih-i mürsele veya
istıslah, İslâm'ın amaçlarına uygun olan, hakkında muteber veya ilga edilmiş
olduğuna dair özel bir delil bulunmayan maslahatlardır. Eğer maslahatları
gösteren bir delil bulunursa, bu gibi maslahatlar kıyas'm şümulüne girer; ilga
edildiklerine dair bir tanık bulunursa, onlar da bâtıl olup kabul edilmeleri
İslâm'ın amaçlarına aykırı düşer.
Maslahat-i mürselenin
delil olarak kabul edilmesi gerektiğini hararetle savunan İmam Mâlik'tir.
Tarifinden de anlaşılacağı üzere o, mâslahat-i mürselenin delil olabilmesi için
şu üç şartı ileri sürer:
a) Kendi basma bir delil olan maslahat ile
Şârî'in amaçlan arasında bir uygunluk olmalıdır; o, şer'î bir delile aykırı düşmemelidir;
hakkında bir delil bulunmasa dahi cinsi itibariyle İslâm'ın gözettiği maslahatlarla bağdaşmalıdır.
b) Maslahat,
akla yatkın olmalı ve akü erbabına sunulduğu zaman kabul edilecek nitelikleri
taşımalıdır.
c) Maslahata
göre verilen hüküm, zarurî bir güçlüğü kaldırmalıdır. Öyle ki maslahat ile
hüküm verilmeyecek olursa insanlar sıkıntı ve güçlüK içinde kalmalıdırlar.
Nitekim. Kur'an'da da, "Allah sizin için dinde bir güçlük kılmadı."[487]
buyurulmuştur.[488]
İşte bu şartlar,"masâlih"
adına nefsî arzulara uyularak, İslâm'ın hükümleriyle oynanmasını önleyecek
niteliktedir.
İslâm hukukçuları,
masâlih-i mürsele'nin bir delil olup olmayacağı konusunda ihtilafa
düşmüşlerdir. Hanefî ve Şâfiîler, bunu müstakil bir delil olarak kabul etmeyip
kıyas'a dahil saymışlardır. Onlara göre bir maslahatı kıyas'a bağlamak için
herhangi bir nass bulunmazsa, demek o maslahat muteber değildir. İmam Mâlik ve
Hanbelîler, yukarıda saydığımız şartları haiz olan ve İslâm'ın amaçlarını
gerçekleştiren maslahatları, haklarında bir nass bulunmasa dahi, müstakil bir
delil olarak kabul ederler.
Masâlih-i Mürsele'yi
şiddetle savunan Mâlikîler şu üç delile sarılmışlardır:
1)
Sahâbîler, maslahat-i mürsele ile hüküm vermişlerdir. Meselâ:
a) Sahâbîler,
Hz. Peygamber devrinde sahifeler halinde bulunan Kur'an'ı mushaf halinde bir
araya toplamışlardır. Onları bu işe sevk eden maslahattan başka bir şey
değildir. O da, hafız sahâbîlerin ölümü ile Kur'an'ın tevatürünü kaybetmesini
önlemek ve O'nu zayi olmaktan korumaktır. Bu ise, "Kur'an'ı biz indirdik
ve O'nun koruyucusu biziz."[489]
mealindeki ilahî anlamının gerçekleştirilmes demektir.
b) Hulefâ-i
Râşidîn, sanatkârlara, kendilerine teslim edilen malı telef ettikleri akdirde tazmin ettirirler.
Halbuki sanatkârlar yed-i emin
sayılırlar; fakat onlar, böyle bir tazmin etme işiyle mükellef tutulmadıklarını
görünce, kendilerine teslim edilen malları hakkıyla korumak için gayret
göstermiyorlar ve bu hususta gevşek davranıyorlardı. Hz. Ali, bu tazmin işinde
bir maslahat olduğunu açıkça belirtmiş ve "insanları ancak bu İslah eder.”
demiştir.[490]
c) Hz. Ömer, şahsî mallarıyla devlet otoritesine
dayanarak aldıkları malları birbirine karıştıran valilerin mallarını ikiye
böler ve yarısına el kordu. O, sırf valileri İslah etmek ve mal biriktirme
gayesiyle valilik nüfuzlarını kötüye kullanmalarım önlemek için bu yola başvuruyordu.
Demek ki O'nu bu işe sevkeden kamu yararı idi. Bunda bir haksızlık da yoktu;
çünkü O, valilerin valiliğe gelmeden önceki malî durumlarını biliyordu. Onlar,
vali tayin edildikten sonra sâhib oldukları malın nereden geldiğini makul bir
sebebe bağlayamadiklan takdirde, Hz. Ömer, onların ellerinden bu malın
yarısını alıp hazîneye veriyordu. Böylece O, valilerin haksız mal iktisabını
önlemiş oluyordu.
d) Yine Hz.
Ömer, süde su katanları yola getirmek gayesiyle, içine su katılmış bir südü
yere dökmüştür. Bu da, bir daha insanların aldatılraaması içindir; yani
maslahat icabıdır.
e) Sahâbîler,
bir kişiyi öldürme suçuna katılan bir topluluğu ölüm cezasına
çarptırmişlardır; çünkü, bu da maslahat
icabıdır. Şöyle ki: Ölen kimse masum olup kasden öldürülmüştür. Onu birden
fazla kişiler öldürmüştür diye kaatülere ölüm (kıss) cezası verilmezse masum
bir insanın kanı heder olacak ve ölüm cezasından kurtulmak isteyenler,
cinayeti müştereken işleyecekler ve böylece masum kanlar boşa akıtılmış olacaktır. Bunun önüne
geçmek için maslahat, bir kişiyi öldüren bir topluluğun ölüm cezasına
çarptırılmasını gerektirmektedir. Rivayete göre San'â'da bir topluluk bir
şahsı öldürmüş, Hz. Ömer de o topluluğa dahil olanların hepsini idam ettirmiş
ve "bütün San'â halkı bu cinayete katılsaydı hepsini idam ederdim."
demiştir.[491]
2) Maslahat,
Şâri'in amaçlarına uygun ve Sâri' tarafından muteber sayılan maslahatlar
cinsinden ise, onu kabul etmek İslâm'ın ruhuna aykırı düşmez; ihmal etmek onun
amaçlarını ihmal etmek sayılır ki, bu da bâtıl bir davranış olur. O halde
maslahatı müstakil bir delil olarak kabul etmek gerekir ve o, İslâmî esasların
dışında bir şey değil, aksine bu esaslarla uyum halindedir,
3) Şer'î
maslahatlar cinsinden olan bir maslahatı kabul etmemek, mükellefi sıkıntı ve
güçlük içinde bırakmak demek olur. Oysa Kur'an'da, "Allah, sizin için
dinde bir güçlük kılmadı."[492], ve
"Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez."[493]
buyurulmuştur. Hz. Â i ş e de, "Peygamber (S. A.) iki şey arasında
muhayyer bırakıldığı zaman, günah olmadığı sürece, kolay olanım tercih
ederdi." demiştir.[494]
İmam Mâlik'in maslahat
lehine ileri sürmüş olduğu deliller, iste bunlardır. Maslahat'ı kabul
etmeyenlere gelince; onların delillerini de dört maddede topaylabüiriz:
1) Hakkında
özel bir delil bulunmayan maslahat, indî bir görüş mahsulü olup nefsî arzulara
dahil bir şeydir. İslâmî esaslar, böyle bir şeyle bağdaşmaz. G a z z a lî,
istihsân ve masâlih-i mürsele'yi açıklarken söyle der: "Biz kesin olarak
biliyoruz ki, bir âlimin delilleri o-ozde'n geçirmeksizin nefsî arzusuna göre
hüküm verme yetkisi yoktur, tstihsân, şer'î delilleri araştırmaksızın nefsî
arzuya göre hüküm vermektir Hakkında bir nass bulunmayan masâlih-i mürsele de
istih gibidir.”[495]
2) Maslahatlar
muteber ise kıyas'ın şümulüne girer; muteber de-öilse, nass ve kıyas'ın
şümulüne girmediği gibi onların bir değeri de olmaz; çünkü bu türlü maslahatların muteber
olduğunu söylemek, Kur'an ve
Sünnet nass'larmm şer'î hükümleri açıklama, hususunda kusurlu olduklarını
ileri sürmek demek olur. Bu ise Hz.
Peygamberin tebliğ vazifesini tam olarak yapmış olmasıyla bağdaşmaz ve
"sizi, gecesi gündüzü gibi aydın bir yol üzere bıraktım."[496]
hadisine de aykırı düşer.
3) Bir
nass'a dayanmaksızın maslahatı delil olarak almak, şeriat hükümlerinden
sıyrılmak ve maslahat adına insanlara zulmetmektir. Tıpkı bazı zâlim
hükümdarların yaptığı gibi. Bu konuda I b n-i Tey-miyye şöyle der: "Maslahatlar yüzünden dinde bir çok
sarsıntılar meydana gelmiştir. Bir çok kişi ve emirler, masâlih-i mürsele
esasına göre bir kısım maslahatları muteber saymışlardır ki, bunların bazısının
şer'an haram kılınmış olduğunu bilememişlerdir. Bazan da nass'-lara aykırı bir
şekilde masâlih-i mürsele'yi savunmuşlardır. Bir çokları da şer'an muteber
sayılması gereken maslahatları, şer'î bir delile dayanmıyor düşüncesiyle ihmal
etmişler; vâcib ve müstehab'laM kaçırmışlar veya haram ve mekruhlara
dalmışlardır. Oysa bunların bir kısmı hakkında şer'î delil vârid olmuştur; ama,
onlar bunun farkında olamamışlardır."[497]
4) Maslahatı
kendi başına bir delil olarak alırsak, bir mesele hakkında memleket ve
kişilere göre çeşitli hükümler verilmesine yol açmış oluruz. Zararlıdır diye bir şey,
herhangi bir memlekette yasak olurken, başka bir
memlekette faydalıdır diye meşru sayılacaktır veya bir şahsa göre zararlı
olduğu için haram görülen herhangi bir şey, başka birisine göre faydalı ve
helal sayılacaktır. Oysa bütün insanlara hitab eden İslâm'ın hükümleri böyle
olamaz.
Masâlih-i Mürsele
Üzerindeki İhtilafın Esası:
Cümhur-i fukahâ, İslâm
hukukunda maslahatın muteber olduğunu ittifakla kabul eder. Onlara göre nefsî
arzunun mahsulü olmayan ve nass'lara aykırı düşmeyen maslahatla amel etmek
gerekir. Ancak Hanefî ve Şâfüler, bu türlü maslahatın, mazbut bir illeti
bulunan kıyas'a bağlanmasında İsrar ederler. Onlara göre bu durumda üzerine
kıyas yapılabilmesi için bir asi ve maslahatı içine alacak mazbut ve müşterek
bir illet bulunmalıdır. Gerçi bazan illet bulunduğu halde maslahat bulunmayabilir.
Mâliki ve Hanbelîlere göre ise münâsib vasıf, maslahatı içine alabilir; isterse
bu vasıf, kıyas için elverişli. ve mazbut bir illet olmasın. Eğer bir vasıf,
illet olmaya elverişli ise, nasıl mazbut olup olmamasına bakılmaksızın
"hikmet" dediğimiz münâsib vasıf ile kıyas mümkün görülüyorsa, böyle
bir vasfa dayanan maslahat-i mürsele de esasen sabit olur. Maslahat-i mürsele
ile münâsib vasıf, arasındaki bu yakınlık dolayısıyla Mâliküer, bütün
fakihlerin maslahat-i mürsele'yi kabul ettiklerini ileri sürerler; isterlerse
onlar, ona münâsib vasıf desinler, isterlerse onu kıyas'a dahil etsinler. Bu
konuda el-Karâfi şöyle der:
"Gerçekte
maslahat-i mürsele bütün mezheblerce kabul edilmiştir; çünkü onlar, kıyas
yapıyorlar, münasebetleri kısımlara ayırıyorlar ve bunların muteber olup
olmadığını gösteren bir delil aramıyorlar. Maslahat-i mürsele ile kasdedilen
de işte budur. Masâlih-i mürsele ile amel edildiğini destekleyen hususlardan
biri de, sahâbîlerin mutlak maslahat ile amel etmiş olmalarıdır. Onlar, böyle
maslahatlarla amel ederken bunların muteber olup olmadıklarına dair bir delil
araştırmıyorlardı. Meselâ; Mushaf'ın yazılması, daha önce görülmüş bir şey
değildi. Hz. Ebu Bekr'in yerine halife olarak Ömer'i tavsiye etmesi de böyle
yeni bir şeydi. Hz. Ömer tarafından divanların teşkili, müslü-manlar için para
darbedilmesi ve hapishane tesisi gibi işler tamamen maslahat icabı şeylerdi.
Hz. Peygamber'in Mescidi karşısında duran vakıflar ve bu mescidin Hz. Osman
tarafından genişletilmesi aynı gerekçeye dayanıyordu."[498]
Bu şekilde Hanefî ve
Şâfiîlerin maslahatları delil olarak kabul ettikleri iddiası tetkike
muhtaçtır; ancak bu hususu bir kaç kitap zikretmiştir. el-Esnevî, bunu bazı
kayıdlara bağlı olarak anlatır. Aynı şeyi ileri süren Şâtibî, masâlih-i mürsele
konusunda bilginlerin görüşlerini dörde yaınr:
1) Masâlih-i
mürsele'nin, sabit bir asl'a dayanmadığı takdirde reddedilmesi, Eğer o, sabit
bir asl'a dayanırsa kıyas olur.
2) Masâlih-i
mürsele, Şâri'nin amaçlarına uygun Olup sabit bir asi a aykırı değilse
muteberdir. Bu görüşü benimseyenler, masâlih-i mürse-leyi bu iki kaydın dışında
başka bir şeye bağlı görmezler.
3) Masâlih-i mürsele, sabit olan usûl'ün
mânâlarına yakınsa, müstakil bir asl'a istinad etmese dahi kabul edilir.
4) Masâlih-i
mürsele kesin bir zarurete dayanıyorsa kabul edilir. Bu görüş, G a z z â I î'ye
aittir.
Gerçekte bu dört görüş
ikiye indirilebilir; çünkü maslahat, Şâri'-arnaçlanna uygunluk ve nass'lara
aykırı düşmeme kayıdlarından haska bir kayda bağlanmaksızm kabul edildiği
takdirde, maslahat-i mürsele demektir; zira o, mutlak, yani bir kayda bağlı değildir;
Istidîâî-i mürsel, dayanacak başka bir delil aramaz. Eğer maslahat, kendisine
vakın bir veya birkaç delil bulunmak şartıyla kabul edilirse mürsel olmaktan
çıkar ve bir kayda bağlanmış olur ki bu takdirde o, kıyas'a dahil demektir. G a
z z al î 'nin zaruret halinde maslahatı kabul edişine gelince; bu, maslahat-i
mürsele'ye girmez; çünkü zaruretler haram olan şeyleri bile mubah kılar.
Zarurete göre amel edilmesi gerektiğini gösteren bir çok delil vardır ki,
zarurî maslahatı bunlardan birisine bağlamak mümkündür. Bu takdirde ona
maslahat-i mürsele ile istidlal (is-tidlâl-i mürsel) denilmez.
Sonuç olarak
diyebiliriz ki, maslahatları en çok kabul eden İmam Mâlik olup O'nun maslahata
göre fetva verdiği meselelerden bazıları şunlardır:
a) Üstün
meziyetlere sâhib olmayan bir şahsa hî'at edilebilir; çünkü böyle birisine
yapılan bîat-ı bâtıl saymak zarar, fesad, karışıklık ve anarşiye sürükler. Bir
saatlik anarşik bir devirde işlenen zulüm, yıllarca süren istibdat devrinde
işlenmez. Rivayet edildiğine göre, Ömer b. A b d i 1 a z i z'in hilafet için
Yezid b. Abdilmeli k'ten daha iyi bir kimseyi velîahd tayin etmeyişi konusunda
İmam Mâlik şöyle demiştir: "Ondan sonra bîat, Yezid b. Abdilmelik'e
yapıldı; çünkü Ömer b. Abdilaziz, daha iyi bir kimseyi velîahd yapsaydı, Yezid,
mutlaka ayaklanarak büyük bir fitneye sebeb olacak ve O'nun yaptığı her şeyi
bozacaktır,"[499]
b) Beytü'1-Mal
boşalır, ordunun masrafları artar ve bunları karşılayacak imkân olmazsa
hükümdar, Beytü'1-Mal'm durumu
düzelene kadar ihtiyacı karşılayacak miktarda zenginlere vergi tarheder;
ancak bu verginin tahsilini hasad mevsiminde yaptırmak suretiyle mükellef-,enn
büsbütün kalben soğukluk göstermelerine meydan vermez. Bu işin maslahat
cihetine gelince; âdil bir hükümdar, bu yola başvurmazsa otoritesi
kaybolur, yurdu fitne sarar ve
düşmanla istilâ eder.
Vergi tarhetme yerine
Beytü'1-Mal için borç alsa daha iyi olmaz mı? orusuna Ş â ti b î şu cevabı
verir: "borç alma işi, Beytü'l Mal için bir gelir ümid edildiği zaman
başvurulan bir yoldur. Böyle bir gelir ümidi yoksa ve kaynaklar zayıflamışsa
elbette yapılacak iş vergi tarhıdır.”[500]
c) Bir
memleketi veya bir bölgeyi tamamen gayr-i meşru' şeyler kaplasa, oradan göçüp
gitmek mümkün olmasa ve helalinden kazanç kapısı kapansa, bu durumu düzeltmek
imkânı olmayan insanlar da, zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için ister istemez
bu gayr-i meşru' yollardan kazanç sağlayabilirler; çünkü onlar, bu yola
başvurmayacak olurlarsa daha çok meşakkat ve sıkıntı ile karşılaşacaklardır. Bu
durumda onlar açlıktan Ölüm tehlikesiyle başbaşa kalan kimselere benzerler.
Böyle bir tehlikeyle karşılaşanların domuz ve murdar hayvan etini bile yemeleri
caiz olur. Ancak, helalinden kazanç imkânı kalmayan bir memlekettekiler,
zaruretlerini defedecek miktarla yetinmzler ve ihtiyaç duydukları diğer şeyleri
karşılamak için daha çok kazanç da elde edebilirler; çünkü onlar, sırf zarurî
ihtiyaçlarını teminle yetinecek olurlarsa bütün işyerleri kapanmak ve insanlar
sıkıntıya düşmek tehlikesiyle karşı karşıya gelir ki bu, hem dünyayı, hem de
dîni harab olmaya sürükler. Ne var ki onların, böyle bir durumda gayr-i meşru'
yollarla lüks bir hayat peşinde koşmaları doğru olmaz; çünkü gayr-i meşru
kazançların alabildiğine çoğalması ve kötülüğe devam etme, işin çözüm yolu
değildir.
İslâm hukukunda
maslahatın bir istidlal vâsıtası ve şer'î hükümlerin tayinine yarayan bir
metod oluşunu kısaca gözden geçirmiş ve onun muteber olması için bazı şartlara
dayanıp kat'î nass'larm ihmaline yol açmaması gerektiği sonucuna varmış
bulunuyoruz.
Görüldüğü üzere
maslahat, delalet ve sübûtu kat'î olan nass'a karşı kullanılamaz. Eğer hüküm,
delalet ve sübut bakımından zannî bir nass'a dayanıyorsa, maslahat da İslâm'ın
tanıdığı maslahatlar cinsinden ve bunlara uygun olmak suretiyle kesinlik
kazanmışsa, böyle bir durumda maslahat, âmm olan ve kat'î olmayan nass'ı tahsis
ettiği gibi, buna aykırı düşen haber-i âhâd da reddedilir; çünkü bu takdirde
elimizde, birisi kat'î, diğeri zannî iki delil vardır. Fıkhı kaidelere göre
zannî delil, kat'î delil ile çatışırsa, zannî delil tahsis edilir veya
tah-sîs'ı kabul etmiyorsa reddedilir.
İşte bu şekilde İmam M
â 1 i k'e göre Kur'an'm âmm beyanları kıyas ile tahsis edildiği gibi,
maslahatla da tahsis edilir; haber-i âhâd, kat'î kıyas ile nasıl
reddediliyorsa, kat'î maslahat ile de reddedilir ki bu, haber-i âhâd'ın Hz.
Peygamber'e nisbeti sabit değil demektir; çünkü böyle bir haber, şeriatın
genel kaidelerine aykırı düştüğü için elbette reddedilir.
Her şeyin doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
Bu delil, Mâlikî ve
Hanbelî Usûl-i Fıkıh kitablarmda yer alır. Diğer mezheblerde bu başlık altında
zikredilmez; fakat Hanefî ve Şâfiîler bunun muhtevasını kısmen birlikte, kısmen
de farklı bir şekilde kabul ederler.
Zerâyi'
"vesile" anlamına gelen zerîa'nm çoğuludur. Terim olarak bunu, haram
veya helâl'e vâsıta olan şeylerdir, diye tanımlayabiliriz. Haram'a vâsıta olan
şey haram, mübah'a vâsıta olan şey mubah, vâcıb için. zarurî olan şey vâcib
olur. Zina haramdır; zinaya vâsıta teşkil ettiği için kadının mahrem yerine
bakmak da haramdır. Cum'a namazı farzdır; bu namazı kılmak için alış verişi
bırakmak da farzdır. Hacca o-itmek farzdır; gücü yeten kimse için bu uğurda
gayret sarf etmek de farzdır.
Esasen hükümlerin
vârid olduğu yerler ikiye ayrılır: a)
Maksad-lar. Bunlar maslahat mefsedetleri teşkil ederler, b) Vesileler. Bunlar da maslahat veya mefsedetlere yol açan
şeylerdir ve hüküm bakımından vâsıta oldukları şeylere benzerler; haram'a
vâsıta olan haram, helâl'e vâsıta olan helal sayılır; ancak bunlar, derece
itibariyle birincilerden aşağıdır. Bu hususta el-Karâf î şöyle der: "en
üstün maksatlara vâsıta olan, vesilelerin en üstünüdür; en kötü maksatlara
vâsıta olan, vesilelerin en kötüsüdür; ortada olan bir şeye vâsıta teşkil eden
de, orta dereceli bir vesiledir."[501]
Zerâyi'de asıl olan
fiillerin sonucunu göz önüne almaktır. Bir fiil sonucu itibariyle bir hükme
bağlanır; ister fiilden hasıl olan sonuç kasdedilmiş, isterse kasdedilmemiş
olsun. İstenilen bir şeye vâsıta olan fiil matlub'tur, kötülüğe vsâıta olan şey
de yasaklanmıştır.
Burada fiillerin
sonuçlan gözönüne alınırken failin niyetine bakıl-mamaktadır; fiil, sebeb
olduğu neticeye göre Övülmekte veya kınanmaktadır. İşte bu maksatla Kur'an'da,
"müşriklerin Allah'tan başta yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da, bilmeyerek
aşırı gidip Allah'a sövmesinler."[502] buyurularak
putlara sövülmesi yasaklanmıştır. Halbuki putlar bâtıl olduğuna göre, onlara
sövmek, bâtılı bâtıl ile karşılamaktır.
Zerâyi' ile amel
edilmesi ve ona sebeb olduğu neticeye göre hüküm verilmesi, Kitab ile sabittir;
çünkü az önce okuduğumuz âyet'ten başka kur'an'da, "Ey iman edenler,
Peygamber'e, 'bizi de dinle!' demeyin, 'bizi gözet!' deyin..."[503]
buyurulmuştur. Bu âyet'te, "bizi de dinle!"sözünün Hz. Peygamber'e
karşı kullanılması yasaklanmıştır; çünkü Yahudiler bu sözü, O'nu küçümsemek
kasdıyla, değiştirerek kullanmaya başlamışlardı. Bir yanlışlığa sebeb olmaması
(sedd-i zerâyi') için müslü-manlarm bu sözü Hz. Peygamber'e hitaben
kullanmaları yasak edilmiştir.
Zerâyi' ile hüküm
istinbat etmenin meşru oluşunu gösteren sünnetler de çoktur:
a) Hz. Peygamber, savaş günlerinde müslümanlar
arasında fitne çıkardıkları halde münafıkları Öldürmemiştir; çünkü onları
öldürmesi, "Muhammed, kendi arkadaşlarını öldürmeye başladı." diye
aleyhinde bir dedikodu yapılmasına yol açacak, bu durum müslümanlar aleyhine
kâfirlerin ümidlerini artıracak ve küfürlerinde daha çok İsrar ve inad etmelerine
vesile olacaktı.
b) Hz.
Peygamber, faize yol açar veya faiz yerine geçer diye borçlunun alacaklıya
hediye vermesini yasaklamıştır.
c) Savaş
sırasında hırsızlık yapanların ellerinin kesilmesi yasaklanmıştır; yani
bazılarının düşman tarafına geçmelerine sebeb olabilir diye ordu kumandanının
bu gibi cezaları infaz etmesi nıenedilmiştir.
d) Sahâbîler, Ölüm döşeğinde iken
kocası tarafından boşanmış bir kadının kocasından miras
alacağını kabul etmişlerdir. Bunun sebebi, nıiras'tan mahrum etmek kasdıyla
karı boşamak gibi bir şeye başvurulmasını Önlemektir.
e) İhtikârı yasaklarken Hz. Peygamber,
"ihtikâr yapan günahkâr kimsedir."[504]
buyurmuş; satmak üzere pazara mal getiren kimseyi de, "calibin rızkı
froldur."[505]
diye övmüştür; çünkü ihtikâr insanları sıkıntıya sokar, pazara mal celbi ise,
onları genişliğe kavuşturur.
f) Yine Hz.
Peygamber, kişinin sadaka olarak verdiği şeyi satın almasını nehyetmiştir;
çünkü bu, Allah yolunda yerdiği şeye göz koymak veya hileli yollarla fakire
verilen sadakayı ucuza geri ele geçirme gibi bir duruma vesile olabilir.
Zerâyz'in hüküm
istinbatı için bir asi teşkil ettiğini gösteren bu haberlerin hepsi, fiillerin
sonuçlarını nazar-i itibare alma esasına dayanmaktadır.[506]
Burada zerâyi'a dair
verilen misallerin çoğunun kötülüğü önlemek amacını güttüğü hatıra gelebilir;
fakat menfaat sağlamak için de zerâyi' metodu kullnılabilir. Bu itibarla
el-Karâf t şöyle der: "Bilmiş ol ki zerâyi'ı seddetmek' (seddü'z-zerâyi' =
kötülüğe vâsıta olan yollan kapamak) vâcib olduğu gibi, zerâyi'ı fethetmek de
<fethu'z-zerâyi' = iyiliğe vâsıta olan yolları açmak da) vâcib, mendub,
mubah ve mekruh olabilir; çünkü zerîa Cç. zerâyi'), vesile demektir. O halde
haram'a vesîle olan haramdır; Cum'a namazına koşmak gibi vâcib'e vesile olan
cta vâcib'dir."[507]
Yukarıda naklettiğimiz bir hadîs-i şerifte işaret edildiği gibi» satmak için
paazra mal celbetmek, fethu'z-zerâyi'a misal teşkil eder.
Sonuçları bakımından
da fiiller dörde ayrılır:
1) Yapıldığı
zaman kesin olarak fesada sebeb olan fiiller. Karanlık bir girizgâhı olan
kapının arkasına kuyu eşmek gibi. İçeri giren, elbette böyle bir kuyuya düşer.
Bu kısma giren fiillere bakılır: eğer fiil, umumî bir yola kuyu kazmak gibi
bir şey olup izinsiz olarak yapılıyorsa, bu fiile teşebbüs eden ittifakla
menedilir; eğer fiil, kendi evinin avlusunda ve komşusunun duvarının çökmesine
sebeb olacak şekilde bir lağım çukuru kazmak gibi aslında yapmak için izinli
sayılması gereken bir şey ise, böyle bir fiil hakkında iki görüş vardır:
a) Asıl olan
izindir; çünkü kişinin bunda kendi menfaati vardır.
b) Komşusuna
zarar vereceği için kişi bundan men edilir, çünkü zararı defetmek, menfaati
celb.etmekten önce gelir. Fail bu işe teşebbüs eder ve bu yüzden komşusuna
zarar gelirse, onu tazmin ile mükellef tutulur. Bir kısım fakihlere göre asıl
itibariyle izinli olduğu için zararı tazmin etmez; çünkü tazmin ile izin bir
arada bulunmaz.
2) Nâdir
olarak mefsedete yol açan fiiller.
Sözgelimi; ekseriya zarar
vermeyen besin maddelerini satmak veya üzüm yetiştirmek böyledir. İsterse
üzüm, başkaları tarafından alkollü içki yapımında kullanılsın; çünkü bu gibi
işlerin faydası zararından çok olduğu için yapılması, elbette meşru' ve asıl
olan genel izin üzere bakîdir. Ş â 11 b î, bu konuda şöyle der: "zararı az
olduğunu bilerek bir işte menfaati celp veya mefsedeti defetme niyeti, kişi
için kusur sayılmayacağı gibi, bir zarar için kasfıd da sayılmaz; çünkü böyle
bir işi yapmak, asıl meşruluğu üzere bakîdir. Bu konudaki delil ise, elimizde
bulunan ve meşru' işlere ait olan kurallardır. Ölüm, mal ve ırz davalarında
yalan ve yanlış °taıa ihtimali bulunduğu halde, şahadetle hüküm verilmesi
böyledir. Fakat bu işlerde yalan ve yanlışlık ihtimali az olduğu için böyle bir
ihtimale değil, maslahata itibar edilir."[508]
3) Mefsedet
olduğu kati ilim ile değil, galip zan ile bilinen ve za-rar* nâdir olmayan
fiiller. Bu durumda galip zan, kat'î ilim gibi kabul edilir; çünkü zerâyi'.,
mümkün olduğu kadar fesada karşı ihtiyatlı olmayı gerektirir. İhtiyat da,
şüphesiz galip zann'a göre davranmayı icab eder; zira amelî hükümlerde böyle
bir zan, ilim yerine geçer. Meselâ; fitne zamanında silah satışı ile şarap
imalatçısına üzüm satışı haramdır.[509]
Ş â 11 b î'nin
ifadesine bakılırsa fakihler bu konuda ittifak emişlerdir; fakat, gerçekte bu
görüş, İmam Mâlik veAhmed b. Han. bel'e aittir.
4) Yapılması
çoğu zaman fesada yol açan, fakat mefsedete sebeb oluşu bakımından kat'î ilim
ve galip zan derecesine ulaşmayan fiiller, Meselâ, selem akdi gibi faize vesile
yapılan alış-verişler böyledir. Bu akid'le alıcı, parayı ödeme zamanı malın
değerine uygun olmayan bir bedel verip bununla faiz kasd edebilir. Yani kat'î
ilim ve galip zan de-derecesine ulaşmasa da, selem akdi, çoğu zaman fesada
sebeb olabilir.
Bu kısma giren
fiiller, fakihler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Fesad ciheti gözönüne
alınarak böyle bir tasarrufu bâtıl mı saymak gerekir? Yoksa asıl olan izne göre
hareket edip bunu sahih mi saymak icabeder? Ebu Hanîfe ve Şafiî, izin cihetini
tercih etmişler ve onu bâtıl saymamışlardır; çünkü ondaki fesad, galip olmadığı
için tercihe lâyık değildir. Esas İtibariyle bâtıl'a vâsıta olan şey, haram
ve" fâ-sid'dir; ancak fesad'm galip ve kati olmayışı, bunun bâtıl olmasını
ica-betmemektedir. Asıl olan da, bunun cevazına dair verilmiş bulunan izindir.
Dolayısıyla zarara sebeb olduğunu gösteren kesin bir delil ve galip zan
bulunmadığı sürece bu izin bakîdir.
îmamMâlik ve Ahmed h.
Hanbel'e göre ise, böyle bir fiil ve akid, ihtiyat bakımından bâtıl sayılır;
çünkü burada zararın çok oluşu ile izin birleşiyor. Başkasına zarar verme
ciheti,, izne tercih edilir; zira zararı defetme, maslahatı celbetmeden önce
gelir. Kat'î ve gâlib olmadığı halde çoğu zaman mefsedet'e sebeb olduğu için,
aslında izin verilmiş bulunan bazı işlerin yasaklandığını gösteren haberler
vârid olmuştur. Meselâ; yabancı bir kadınla halvette bulunmak, kocası veya bir
mahremi bulunmaksızın kadının. yolculuk etmesi, ekseriya fesada yol açacağından
yasak edilmiştir. Keza, Hz. Peygamber, bazı alım satımlarda veresiye muamele
yapmayı menetmiştir.
el-Karâfî, bu kısma
dahil olan fiiller üzerindeki ihtilafı şöyle anlatır: "Bizim mezhebdeki
va'deli satışlar gibi bir kısım fiiller vardır ki bilginler bunlar için sedd-i
zerâyi'a uyulup uyulmayacağı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Meselâ; bir
kimse, bir ay va'de ile on dirheme ma1 satsa, sonra bu malı va'desi gelmeden
önce beş dirheme geri satın İsa İ m a m M â 1 i k'e göre o kimse, hal-i hazırda
beş dirhem vermiş e av sonunda on dirhem almıştır. Bu, alım-satim şeklinde
göstererek -hes dirhemi va'de ile on dirheme vermektir ki, bu da bir nevi
faizdir. t m a m Şafiî ise, alım-satımm zahirî şekline bakarak bunun caiz
olduğunu söylemiştir. Sadece İmam Mâlik'in benimsediği ve İmam Şafiî'nin ona
muhalefet ettiği bu tür alım-satımların bin meseleye ulaştığı söylenir. Keza,
kadınlara bakmanın zinaya sebeb olur endişesiyle haram kılınıp kılmmayacağı,
kötü hâkimlerin haksızlık yapmalarına yol açar diye hâkimin kendi bilgisine
istinaden hüküm vermesine müsaade edilip edilmeyeceği, sanatkârların ellerinde
mal tebdil ve tağyire uğrayabilir ve sâhibleri onu tanıyamazlar düşüncesiyle
sedd-i zerâyi'a uyularak sanatkârlar ücretli kimseler gibi olduklarına göre onların
yed-i emin sayılmaları gerekip gerekmeyeceği ve yiyecek şeyler taşıyan
kimselerin, taşıdıkları şeylere el uzatmalarını önlemek gayesiyle bunlardan
bir şey eksilirse Ödeyip ödeyemeyecekleri ihtilaflıdır. İşte bunlar gibi
ihtilaf konusu olan birçok mesele vardır. Biz, bunlarda sedd-i zerâyi'
cihetini benimsiyoruz. İmam Şâfü bunu kabul etmiyor. Sedd-i Zerâyi', İmam
Mâlik'e has bir şey değildir; ancak o, başkasına nisbetle buna göre daha çok
fetva vermiştir. Aslında zerâyi'm şeddi (fesada sebeb olan yolların
kapatılması) icmâ' ile kabul edilmiş bir husustur."[510]
Anlaşıldığına göre
zerâyi', İslâm hukukunda bütün fakihlerce benimsenen bir delildir. İslâm
hukukçuları, bunun bir delil olup olmamasında değil, ancak miktarı üzerinde
ihtilaf etmişlerdir.
Feth-i zerâyi' esasına
göre hüküm bakımından mubah sayılan meselelere şunları misal verebiliriz:
a) Müslüman
esirleri kurtarmak için bir malın fidye olarak verilmesi caiz görülmüştür.
Aslında ise, düşmana bir mal verilmesi onu güçlendirmek olacağından yasak ve
bu, müslümanlar için zararlı bir şeydir; fakat bir grup müslümanın hayat ve
hürriyetini kurtarmak, bütün müslümanları güçlendireceği için buna cevaz
verilmiştir. İşte bu sedd-i zerâyi' değil, feth-i zerâyi' (iyiliğe götüren
yolların açılması) kabilin-dendir.
b) Kendi
varlık ve şerefini koruyacak bir
güce sâhib olmayan bir müslüman cemaati trafından*
şerrinden emin olmak için düşman bir devlete malî bir şey verilmesi caizdir.
c) Zaruret
karşısında kalan kimse, haksızlığı önlemek için rüşvet verebilir. Mâlikî ve
Hanbelüerin çoğuna göre yüzdeyüz haklı olan kim-se. hu hakkını alabilmek için
başka bir çare bulamazsa, rüşvet yoluna başvurabilir; fakat kendisinden daha
haklı bulunan veya kendisiyle haklı olma bakımından eşit olan birisiyle husûmet
halinde iken rüşvet vermesi caiz olmaz. O kimsenin, güç de olsa, rüşvet yoluna
başvurmaksızın hakkını elde etmesi mümkünse, yine rüşvet vermesi doğru olmaz.
d)
Beytül-Haram'a ulaşmalarım engelleyen yolkesicüere hacılar, mecbur kalınca para
verip yollarına devam edebilirler. Bazı Mâliki ve Hanbelîler buna cevaz
vermişlerdir.
Belirttiğimiz gibi
zerâyi'a göre amel etme işi bütün mezheblerde vardır; isterse bunu açıkça
söylemesinler. İmamMâlik ve A h m e d b. Hanbel zerâyi'ı çok kullanmışlar; Ebu
Hanîfe ve Şafiî ise daha az kullanmışlardır; fakat onu, tamamen reddetmemekle
birlikte, kendi başına bir delil olarak da kabul etmemişler; belki kıyas ve yalnız
Ş â f i î'nin anlayışına uymayan Hanefilerdeki örfe bağlı istihsan gibi sabit
asıllara dahil saymışlardır.
Zerâyi' ile amel
konusunda aşırı gitmek doğru olmaz; çünkü ona fazla dalan kimse, hazan
haksızlık yaparını diye korkarak, mubah, mendul» veya vâcib bir işten
kaçınabilir. Meselâ; âdil olan bazı kimseler, halk tarafından töhmete uğrama
veya haksızlık yapma korkusuyla yetim veya vakıf mallarına mütevelli olmak
istemezler. Bazılarının haram'a düşeriz endişesiyle bir çok işlerden çekindiklerini
gözönüne alarak İbnü'l-Arab i, "Ahkâmu'I-Kur'an" adlı kitabında,
sedd-i zerâ-yi' ile haram sayılan bir davranışın, yasaklandığı nass ile sabit
olan bir şeye vesîle olması kaydını ileri sürmüştür. Ona göre yasaklandığı kıyas
veya zerâyi' gibi esaslarla sabit olan bir şeye vâsıta olur diye bir işten
endişe edilmez. Dolayısıyla, haksızlık yaparım diye korkarak yetim malına mütevelli
olmaktan çekinmek doğru olmaz. İbnü'l-Arabi bu hususta şöyle der:
"İmam Mâlik'in,
bir kimsenin vasisi bulunduğu yetimden bir şey satın almasına müsaade etmesi
halinde, sedd-i zerâyi' ve töhmetten dolayı kendi prensibinden vazgeçmesi
gerekir, denilecek olursa, buna, 'böyle bir şey gerekmez' diye cevap verilir.
Ancak, sedd-i zerâyi', nass ile haram kılınan şeylere sürükleyen mubah
fiillerde olur. Burada ise, Allah, kendi mallarıyla yetimin mallarını
karıştırma işine izin vermiş ve "Allah, İslah edenle ifsad edeni
biribirinden ayırd etmesini bilir."[511]
buyurarak, bu hususu, yetimlerle bir arada yaşayanların emanetlerine
bırakmıştır. Sakıncalı bir duruma vâsıta olacak diye Allan tarafından
mükellefin emanetine bırakılan ve gereği gibi ifâsından endişe edilen her
işten kaçınılmalıdır, denilemez. Nitekim Allah, kadınlara kendi ırz ve
namuslarını emanet etmiştir. Yalan söylemeleri muhtemel olduğu halde, bir çok
hükümler, kadınların sözlerine dayanır; hazan haram ve helâle taalluk eden ve
nesebin sübûtu gibi hususlarda onların ifadelerine göre hüküm verilir."[512]
Bu illete göre
yapılmış güzel bir tahlil olup iki esası ortaya koymaktadır:
1) Hakkında
nass bulunan bir fesada vâsıta olan fiilde zerâyi'a göre hareket edilir. Buna
kıyas yoluyla, hakkında nass bulunan meşru bir ise vâsıta olan fiilde de
zerâyi'a uyulur. Birinci halde nass ile bilinen rnefsedete karşı sedd-i
zerâyi', ikincisinde ise, yine nass ile bilinen maslahatın bir gereği olarak
feth-i zerâyi' metodu kullanılmış olur. Buna °"öre kesin bir nass ile
maslahat veya mefsedet söz konusu olunca, zerâyi', nass'a hizmet ediyor
demektir; fakat biz, bu açıklamayı yalnız İbnü'l-Arabî' de görüyoruz; Mâliki
Usûl kitabiarı böyle bir şeyden bahsetmiyor ve Öyle anlaşılıyor ki,onlar,
zerâyi' için bu şartı ileri sürmüyorlar.
2) Bazan
hıyanet görülse bile, emanete taalluk eden işler, şer'an men edilmez; çünkü
sedd-i zerâyi'ı gerektiren zararlar, o işleri terket-mekten doğacak olan
zararlardan daha çok olabilir. Sözgelimi; sedd-i zerâyi' için yetim üzerindeki
velayeti bırakmak, yetimlerin ortada kalmalarına yol açar ve yalancıların
önüne geçmek için şahadet müessesesini tanımamak, hukukun zayi olmasına
sebebiyet verir.
Sonuç olarak
diyebiliriz ki mükellef, zerâyi' ile amel ederken, bir işi yapmanın zararları
ile onu terketmenin zararlarını bilecek ve hangisi fazla ise ona göre tercihte
bulunacaktır. Allah, elbette İslah ve ifsad edeni pek iyi bilir.
Istishab , sözlükte
beraberce bulunan (musahabet) veya beraber olmanın devam etmesi (suhbet)
anlamına gelir. Terim olarak iki şekilde tarif edilmiştir ki ikisi de
yerindedir. Şevkânî, "îrşadü'l-FıHıûr adlı kitabında istıshab'i, bir şeyin
değiştiğini gösteren bir delil bulunmadığı sürece, o şeyin aynen kalmasıdır,
diye tarif etmiştir ki, bu, geçmişte sabit olan bir şeyin, hal-i hazırda ve
gelecekte de bakî olması demektir.
İbn-i Kayyim'in
tarifine göre istıshab, sabit olan şeyin devam etmesi ve menfî olan şeyin de
nefyedilmesidir. Yani hükmün, durumun değiştiğini gösteren bir delil
bulununcaya dek, müsbet olsun menfi olsun, aynen bakî olmasıdır. Hükmün böyle
bakî oluşu, bir delile muhtaç değildir; değiştirici bir delil ortaya çıkıncaya
kadar hüküm aynen devam eder. Meselâ; satın alma, miras, hibe veya vasiyet gibi
yollarla birisinin mülkiyetinde olduğu sabit olan bir şey, herhangi bir delil
bulunmadıkça başkasının mülkiyetine geçmez; satmış olma ihtimali de,
mülkiyetin nakli için yeterli değildir. Keza, bir şahsın belli bir zamanda
yaşadığı biliniyorsa, ölümüne dair bir delil bulununcaya kadar o şahıs, yaşıyor
demektir. Sözgelimi; gâib (mefkûd) olan bir kimsenin bir delil veya bir emare
ile ölümüne hükmedilmedikçe, o kimse hayatta demektir.
İstıshab, hâlin
devamının hükmün devamım gerektirdiğine dair mevcud olan galip zanna dayanır.
Dolayısıyla, istinbat bakımından güçlü bir delil teşkil etmez ve başka bir
delil ile çatışırsa onu tercih etmek gerekir. Bu konuda el-Hârezmî,
"el-Kâfi" de şöyle der: "İstıshab, fetva için son medarı teşkil
eder; çünkü müftî, kendisine bir olayın hükmü sorulduğu zaman önce Kitab'a,
sonra Sünnet'e, sonra icmâ'a, daha sonra da kıyas'a başvurur. Bunlarda bir şey
bulamazsa, müsbet veya menfî bir cevap vermek üzere hükmü istishab-i halden
alır. Halde mevcut olan hükmün kalktığına dair bir tereddüt hasıl olursa, asıl
olan bu hükmün bakî olmasıdır; haldeki hükmün sübûtunda tereddüt doğarsa, bu
kez asi olan, o hükmün sabit olmamasıdır."[513]
Buna göre, yiyecek
maddelerinde olduğu gibi bir şey hakkında asıl olan ibahat ise, tahrimini
bildiren bir delil bulunana kadar o şeyin yenilmesi mubahtır. Bir erkekle bir
kadının birlikte yaşaması gibi bir şey hakkında asıl olan tahrim ise, nikâh
a,kdiyle bu yaşayışı mubah kılan bir delil ortaya çıkana kadar tahrim devam
eder.
İstıshab'm hüccet
olduğunu gösteren seri ve aklî deliller
vardır. Şer’i hükümler üzerinde yapılmış olan istikra' (tümevarım)
ile sabit olmuştur ki ,bu hükümler, değiştirilmiş olduğuna dair delil
bulununcaya dek bakîdirler. Meselâ; sarhoş edici içkiler, vasıflar değişip
sarhoş edicilikleri gidinceye kadar haramdırlar. Şer'î hükümlerin hepsi ndi
konularında süreklilik ifade ederler; ancak tatbikattan kaldırıl-v]annı veya
belirli bir süre için tatbik edileceklerini gösteren bir delil bulunursa durum
değişir. Demek ki bütün şer'î esaslar, istlshab'ı desteklemektedirler.
Aklî delillere
gelince; insan aklı, "bedahet (açık-seçiklik) prensibine göre istıshabı
kabul eder. Sözgelimi; birisi, herhangi bir delil ileri sürmeksizin dinden
dönen bir şahsın öldürülmesi gerektiğini iddia edemez- çünkü asıl olan, insan
kanı akıtılmasınm yasak oluşudur. Keza, bir delile dayanmaksızın dürüst
"bir kimsenin sapık olduğu ileri sürülemez; çünkü asıl olan, onda bulunan
dürüstlük sıfatının devam etmesidir. Birisinin sağ olduğu sübut bulmuşsa, bir
delil bulunmadıkça onun ölümüne hükmedilemez. Falan kimsenin bir kadının kocası
olduğu sabit idiyse, boşanma olayını isbat etmedikçe onlar arasındaki
karı-kocalık bağı devam ediyor demektir. Falanca şu mala sahipse, onun bu
maldaki mülkiyet hakkı ancak bir delil ile kalkabilir. Görülüyor ki istıshab'm
hükmünü kabul etmek bedahet icabıdır. Akıl prensiplerine göre eşyanın varlığı,
eşya ve şahısların nitelikleri, istıshab-i hal'in hükmüne göre devam eder.
Meselâ; bir fakülteye giren gencin öğrencilik sıfatı sabit olur ve bu sıfat,
aksi isbat edilinceye kadar istıs-hab'a göre sürüp gider; her yıl veya her ay
bunu isbat gerekmez.
İstıshab dört kısma
ayrılır:
1) Beraet-i asliyye istıshabı.. İbn-i Kayyim, buna
"beraet-i adem-i asliyye îstıshabi" adını verir. Meselâ; bir delil bulunmadıkça
kişinin şer'î tekliflerden beri oluşu
(beraet-i zimmet) asıldır. Kişi küçükse erginlik çağma ulaşınca,
bilmiyorsa öğrenince, dâr-i harb'te ise dâr-î İslâm'a dönünce teklife muhatab
olur. Karı-koca arasındaki haklar, ancak evlenme akdinden sonra doğmuş olur.
2) Varlığına
akıl veya şer'in delalet ettiği şeyle ilgili istıshab. Birisinden borç almış
bir kimsenin zimmetinin onunla meşgul oluşu böyle oır istıshab ile sabittir. O
kimse, borcunu ödediğini veya alacaklı tarafından ibrâ edildiğini bir delil ile
ortaya koymadıkça borçlu demektir.
ını-satım akdi
yapılmışsa, müşterinin malın bedelini ödemesi gere-ir; o, bu parayı ödediğini
isbat etmedikçe yükümlülükten kurtulamaz. lr koca, karısına mehir vermekle
mükelleftir; ancak o, ya mehr bor-
nu ödediğini veya
karısının bu hakkından vazgeçtiğini bir delil ile ya korsa zimmetten
kurtulabilir. Keza, nikâh'ın feshedildiği bir deIil ile sabit olmadıkça
karı-kocalık hayatı meşru olarak devam eder Bütün bunlar, akıl ve şer'in hükmü
ile sübut ve vücut bulmuş olup istıshab esasına göre, değiştirici bir delil
ortaya çıkana kadar bakîdirler
3) Hüküm
İstıshabı. Bu konuda yasaklayıcı veya mubah kılıcı bir hüküm varsa, ibahati
tahrime veya tahrimi ibahata çeviren bir delil ortaya çıkıncaya kadar o hüküm
aynen devam eder. İnsan organları hariç, bütün eşyada asıl olan ibahattir. Bu
ibahat, "Yeryüzünde ne var-sa hepsini sizin için yaratan O'dur."[514] ve”o,
göklerde olanlarla yerdekilerin hepsini sîzin emrinize vermiştir."[515]
âyetleriyle sabit olmuştur.
4) Vasıf
istıshabı. Meselâ; mefkûd (gâib) olan kimsenin hayatı aksi sabit
oluncaya kadar devam eder. Kefalet sıfatı, borcu kefil veya asıl ödeyinceye dek
veya alacaklı onu kefaletten ibra edinceye kadar sürer... Suyun temizlik vasfı
da, renk ve kokusunun değişmesi gibi pislendiği isbat edilinceye dek devam
eder. Bir kimse abdest almışsa, ab-destlik sıfatı, aksi sabit oluncaya kadar,
durur. Bu sıfat, ancak abdesti bozan bir şey sebebiyle veya galip bir zan ile
ortadan kalkar. Evli bir kadının evlilik sıfatı, "boşandığı sabit oluncaya
kadar sürüp gider ve bu arada o kadın tekrar evlenemez. Bu gibi vasıflar
şekkile zail olmaz (şüphe ile ortadan kalkmaz).
Fakihler, istıshab'm
ilk üç kısmını ittifakla kabul etmişlerdir; ancak birtakım cüz'î olaylara
tatbik sırasında, aralarında bazı ihtilaflar çıkmıştır.
Dördüncü kısma, yani
vasıf istıshabina gelince; bu vasıf ister sonradan olsun isterse sonradan
olmasın, böyle bir istıshabı kabul edip etmemek, fakihler arasında tartışmalara
yol açmıştır. Şafiî ve Hanbe-lîler, onu mutlak olarak delil sayarlar. Meselâ;
.onlara göre birisinin sağlığı sabit olmuşsa, bu sıfatın ortadan kalktığı
isbatlanmcaya kadar o, sağ olanlar gibi muamele görür.
Hanefî ve Mâlikîler
vasıf istıshabım, defetme konusunda elverişli, isbat hususunda elverişsiz
sayarlar. Yani, böyle bir istıshab ile yeni haklar elde edilmez; fakat bu
sayede eski hakların gitmesi önlenir. Bunun en açık misalini mefkûd meselesi
teşkil eder. Mefkûd, kendi malları bakımından sağ kimseler gibi muamele görür;
mülkiyet hakkı devam ettiği gibi, karısı da, onun ölümüne dair bir delil
bulununcaya veya hâkim tarafından Ölümüne hükmedilinceye kadar evlilik
sıfatını korur; fakat mefkûd, gaip bulunduğu sürece bir takım yeni haklar
ikti-sab etmez. Bu süre içinde ona miras ve vasiyet yoluyla bir şey intikal
etmez. Buna göre o gaip iken mirasçı olacağı bir yakını ölürse hissesi alıkonur;
eğer sağ olarak dönerse onu alır; yok eğer hâkim onun ölü-a!._ hükmederse,
miras bırakan (muris) öldüğü vakit o da ölmüş farz edilir ve bu esasa göre
tereke, ölenin öteki varisleri arasında yenı-ri n paylaştırılır. Kendi
mallarındaki mülkiyet hakkı ise, hâkim taraf dan onun ölümüne hükmedilinceye
kadar devam eder ve bu mallar, -Kimüne hükmedildiği anda sağ olan vârislerine
kalır. ,
Bu görüş, Hanefi ve
Mâlikîlere aittir. Şafiî ve Hanbelîler ise, hem defetme, nemde isbat bakımından
vasıf istıshabım yeterli bir delil salar. Mefkûd meselesinde onlar, ölümüne
hükmedilinceye kadar mefkûdu gaiplik süresince sağ olarak kabul ederler. Onlara
göre bu süre içerisinde o kendisine ait malların mülkiyet hakkına sâhib olduğu
o-itji kendisine miras, vasiyet ve
benzeri yollarla mal da intikal eder.
Vasıf istishabının
kuvveti üzerinde ihtilafa düşenlerin kullandıkları def ve isbat kelimelerinin
mânâlarım İ b n-i K a y y i m şöyle açıklar:
"Bu demektir ki
istıshab, bir şeyin aynen kalmasını sağlamak amacıyla halin değişmesini iddia
eden kimseyi reddetmeye elverişlidir, çünkü o şeyin olduğu gibi kalması,
değiştirici bir şey bulunmamasına değil, hükmü icabeden şeye dayanmaktadır.
Hükmü isbat eden veya kaldıran bir delil bulamazsak susarız, onu ne isbat
ederiz, ne de nefyederiz; belki isbat için uğraşan kimsenin dâvasını istıshab
ile reddederiz. Buna göre istıshab'a sarılan kimsenin durumu, delil getirmek
isteyen kimseye karşı itiraz eden şahsa benzer. Delil getiren kimse isbat için
uğraşır; itiraz eden de, onun delilim çürütmek için çalışır. Bu, muarız olan
kimsenin durumuna benzemez; çünkü muarız olanla itiraz edenin durumları başka
başkadır."[516]
Bu ifadeye göre
istıshab'a sarılan kimse, sabit olan ve kaldırıldığına dair herhangi bir delil
bulunmayan bir asl'a sarılmaktadır. O, bu asl'ın delâlet ettiği şeyin
doğruluğunu göstermek üzere bir delil getirmez; fakat bilfiil değiştirici bir
şey bulunmadığı halde değişiklik iddia eden herkesi istıshab'a dayanarak
reddeder. Dolayısıyla onun durumu, değişikliğe itiraz eden kimsenin durumuna
benzer; delü'e delil ile karşı koyan muarızın durumuna benzemez; çünkü muarız,
hasmını yenmek için bir delil getirir; itiraz eden (mu'tarız) ise sadece hasmının
delilini çürütmeye çalışır; ta ki kendisi haklı çıksın.
Hanefî ve Mâlikîler,
İstıshab'a dayanan kimseyi, değişiklik iddiasına karşı itiraz eden şahsa
benzetmişlerdir. Dolayısıyla istıshab, yeni naklar isbat etmez; fakat sabit
hakların aynen kalmasını sağlar. Şâfülerle Hanbelîler ise, istıshab'ı sadece
itiraz için bir delil olarak kabul etmezler; aynı zamanda onu isbat edici
muarız bir delil sayarlar.
Vasıf istıshabmm sabit
hakların devam ettiğini gösteren bir hüccet olduğunu ve yeni haklar için mucip
bir sebeb teşkil etmediğini söyleyenler, davayı inkâr eden kimsenin durumunu
buna misal olarak gösterirler. Onun dâvâcı tarafından ileri sürülen iddiayı
inkâr etmesi, kendisine yeni bir hak kazandırmadığı gibi, hakkına bir güç de
ilave etmez; faat davacının hakkının sübûtuna engel olur.
Gerek üzerinde ittifak
edilen ilk üç kısımda olsun, gerekse diğer kısımda olsun, istıshab kaidelerini
tatbik ederken fakihler arasında ihtilaf çıkmıştır. Meselâ:
a) Birisi
abdest almışsa, bu sıfat, yakın veya galip zan ile aksi sabit oluncaya kadar
devam eder. Bu şahıs, abdestinin bozulup bozulma-dığmda şekkederse, böyle bir
şekkile namaz kılması caiz olur mu, olmaz mı? İmam Mâlik'e göre yeniden abdest
almadıkça namaz kılması caiz olmaz; çünkü burada iki asî. çatışmaktadır.
Birisi, istıshab ile abdestli olma vasfının devamıdır ki, bu, şekkile ortadan
kalkmaz. İkincisi de, zimmetin, namazın farziyetiyle meşgul olması ve istıshab
hükmüne göre namaz, tam ve kesin olarak sabit bulunan bir abdest ile edâ
edilmedikçe zimmeti meşgul eden teklifin kalkmamasıdır. Mevcut abdest üzerinde şekkedilmiştir. Temizlikte
şekketmek, namazın bir şartını yok eder. İmam Mâlik bu iki
asıldan ikincisini tercih etmiş ve namaz için yeniden abdest alınması
gerektiğini söylemiştir. Diğerleri ise, bu durumda namazın caiz olduğunu,
çünkü şekkile abdes-tin gitmeyeceğini kabul etmişlerdir. İmam Mâlik'in görüşü,
ihtiyat bakımından daha iyi ve kabule şayandır.
b) Birisi,
karısını boşasa ve bir talâkla mı, yoksa üç talâkla mı boşa-dığmda şüpheye
düşse, cumhura göre bu bir talâk sayılır. İmam Mâlik'e göre ise üç talâk vâki
olmuş demektir; çünkü burada da iki asi çatışma halindedir. Birincisi,
değişiklik sabit oluncaya kadar kan-kocalı-ğın meşru' bir şekilde devam
etmesidir. Değişikliğin vukuunda, yani talâkta şekkedilmiştir; meşruluk ise,
şekkile ortadan kalkmaz. İkincisi de, vâki olan talâkın yekinen sabit
olmasıdır. Bu talâktan sonra ric'-atin sabit olup olmamasında şekkedilmiştir.
Ric'at de şekkile sabit olmaz. İmam Mâlik, ikinci aslı tercih eder.
Bu meselede cumhurun
görüşü daha doğrudur; çünkü nikâh sebebiyle meşrû'luk yakînen sabit olup
şekkile ortadan kalkmaz. Burada "asıl olan, talâk sebebiyle gayr-i
meşruluktur; halbuki biz meşrulukta şekkettik" denilemez; çünkü gayr-i
meşruluk, kesin olan nikâh sayesinde oradan kalkmıştır. Şek ise, bu nikâhı
kaldıran şey üzerinde hasıl olmuştur.
"Talâk sebebiyle gayr-i
meşruluk yakînen sabit olmuştur.
Şek de ric'at etmekle meşruluğun sübûtu
üzerindedir; o halde gayr-i meşruluk
ciheti daha kuvvetlidir" denilecek olursa, bu şu şekilde cevaplandırılır: Ric'at
haram kılınmamıştır. Kocanın
karısıyla halvet hakkı vardır.
Ric'at, ancak akdin devam ve bakâsmı gösterir ve hükmünü sayısı şüpheli bulunan talâk'tan değil, sabit
olan akid'den alır.
c) Bir kimse
iki karısından birisini boşasa ve bunlardan hangisini feosamış olduğunda
şekketse, Malikîlere göre her iki karısı da boşanmış olur; çünkü bu durumda
talâk yakînen sabittir. İki kadından birisi üzerinde talâk yakînen sabit olup
onun bunlardan hangisine ait olduğunu tesbit etmek imkânı bulunmayınca,
yakînen sabit olan talâkın hükmüne istıshaben her iki karısı da boşanmış olur.
Cümhur'a göre ise yakînen sabit olan evliliktir ve bu, sabit olan evlenme
akdinin hükümlerini sona erdiren şüpheli bir talâkla zail olmaz. İ b n-i Hazm,
bu konuda Malikîleri şiddetle tenkid eder ve şöyle der:
"Onlar, bütün
kadınların boş olacağını söylemekle bu kadınların başkalarıyla evlenmelerini
mubah kılıyorlar ve böylece yakînen haram olan bir iş yapmış oluyorlar. Bu da,
şüpheli diye helal bir nikâh mevcut iken başkası için evlenme akdine müsaade
edilmesidir... Onlar, bu şekilde bâtıl olduğu yakînen bilinen bir hatâya
düşmüşlerdir; bu da, şüphesiz boşanmamış ve kesinlikle helal olduğu halde,
diğer karılarını kendisine haram kılma ve boşanmamış olan bu kadınların başkalarıyla
evlenmelerine müsaade etmekle yakînen haram olan şeyi mubah sayma
keyfiyetidir. Buna göre, aralarında bizzat teşhis edemedikleri kaatil veya
zânî bulunan bir topluluğu onların öldürmeleri gerekir. Evet, aralarında teşhis
edemedikleri bir kaatil bulunuyor diye bütün bir memleket halkına onların kılıç
çekmeleri veya aralarında hırsız vardır diye hepsinin ellerini kesmeleri
icabeder. Keza, içinde teşhis edemedikleri haram bir yiyecek vardır diye bütün
yiyecekleri yasaklamaları lazım gelir. Onların dünyadaki bütün iffetli kadın
ve erkekleri recmetmeleri gerekir; çünkü onlar arasında elbette zina edenler
vardır. Onlara göre, malından sadaka olarak bir şey ayıran, sonra da bunun
miktarını bilemeyen kimse bütün malını tasadduk etmelidir. Bu gibi misalleri
çoğaltmak mümkündür. Görülüyor ki bu görüşün bâtıl ve fâsid olduğu açıkça
ortadadır."[517]
Bu konuda Malikîlere
karşı şiddetli bir çıkış yapan î b n-i Haz m'-in yukarıdaki ifadeleri, gerçekte Malikîleri susturmaz; çünkü
onlar, kadınların hepsinin boş olduğunu söylerken ihtiyat cihetini
gözönüne
nıışlardır. Bu, ancak
yakînî bir bilgi ile helal ve şüphe ile sakıt olabilecek şeylerin mubah
kılınmasını gerektirmez. Talâk; kısas yoluyla adam öldürme, zina ve hırsızlık
suçları için gereken cezayı tatbik etme gibi değildir; çünkü bunlar, şüphe ile
sahih olmaz ve ancak yakın üe sabit olur.
İbn-i Hazm'in hepsinin
talâkı yakînen sabit değildir, elbette basısı talâk sözüne dahil olmaz, talâk
bakımından belli olmasa da bazısının iddeti sona erince başkasıyla evlenmesi
mubah ve sahih olur, şeklindeki itirazı yerindedir; çünkü kesin olan haram,
şüpheli bir helal karşılı-ğmda mubah kılınmaktadır ki, bu, ihtiyat ile
bağdaşmaz. Mâliki mezhebine göre ihtiyat, onların hepsinin talâkını icab
ediyorsa, bu, aynı zamanda kaçınılması gerekli bir şeyde de ihtiyatlı olmayı
gerektirir, o şey ise, başkasıyla evlenmelerinin helal sayılmasıdır. Ancak
Mâlikîler, bütün karıları boş olur; fakat onların başkalarıyla evlenmeleri caiz
olmaz, deselerdi belki bir dereceye kadar yerinde olurdu; ama hiç birisi böyle
bir şey söylememiştir; esasen böyle bir şey söylemek pek makul de görülemez.
Buraya kadar istıshab
kaidelerini, istıshab'm sübûtu ile ilgili ihtilaf ve ittifak konusu olan bazı
meseleleri gözden geçirdik ve şu sonuçlara vardık:
1) İstıshab, bizatihi fıkhı bir delil ve
istinbat kaynağı değildir; fakat mevcut bir delili işletme ve değiştirmemiş
olan bir hükmü aynen kabul etmeden ibarettir.
2) İstıshab, İbn-i Hazm'in de "üşüründe
açıkladığı şu üç kaideye dayanır:
a) Yakın ile
sabit olan şey, ancak aynı şekilde yakın ile zail olur. Evlilik sabit olmuşsa,
ancak yakînî bir şeyle ortadan kalkar. Abdest alındığı sabit olmuşsa, ancak
yakîn ile zail olur. Birisinin hayatta bulunduğu sabi olmuşsa, ancak ölümü
veya ölümüne dair verilmiş bir hüküm ile aksi sabit olur. Mülkiyet sabit
olmuşsa, ancak mülkiyeti başkasına nakleden yakîni bir şey ile kalkar. Rüşd
sabit olmuşsa, ancak mahkeme kararı ile zail olu. Delilik (cünun) sabit
olmuşsa, ancak akim sübûtü ile bunun ortadan kalktığına hükmedilebilir.
b) Helal
olduğu sabit olan bir şey, değiştirici bir delil veya o şeyin sıfatlarının
değiştiğini gösteren bir husus bulunmadıkça haram kılınmaz. Meselâ; üzümün
helal olduğu sabittir; ancak sıfatı değişir ve tahammür ederse bu hüküm zail
olur. Hurma veya şeker kamışının suyu da böyledir. Bunlar helal olup sıfatları
değişir ve tahammür ederse, yani sarhoş edici bir içki haline gelirse haram
olur.
Keza, haram kılındığı
sabit olan her nesne, mubah kılındığına dan bir delil bulununcaya veya haram
oluşuna sebeb teşkil eden sıfat değişinceye kadar aynı vasıf üzere devam eder.
Zaruret halinde ve şara-g1^ sirkeye çevrilmesi veya içkinin kimyevî bir
değişiklikle sarhoş edi-ttınk njteliğini kaybetmesi gibi hallerde ise, haram
kılınmış olan şeyler helal olurlar.
c) Hakkında
şer'î bir delil bulunmayan şeyler asılları üzere kalır-. Asıl hüküm ibahat ise,
yiyecek, içecek ve giyecek şeylerde olduğu '. avnen kalır. Asıl hüküm hürmet
ise, insanın cinsî organlarıyla ilgili hükümlerde olduğu gibi, yine aynen
kalır. Meselâ; erkek ile kadın "rasmda asıl olan cinsî ilişkinin haram
oluşudur. Ancak evlenme akdi ., bu
Vasıf değişir. İşte bu şekilde Sâri' tarafından kabul edilen aslî hüküm, aksini
gösteren yeni bir delil ortaya çıkıncaya dek sürüp gider,
3) İstıshab,
delil bulunmayan yerlerde hüccet teşkil eder. Bu itibarla ser'î delillerin
sayısını azaltanlar istıshab'ın sahasını genişletmişlerdir. Meselâ; kıyas'ı
tanımayan Zahirîlerle İmamîler, istıshab ile istidlal işine çok başvurmuşlar
ve kıyas'ı kabul eden fakihlerden ayrılarak, bir çok meselenin hükmünü
istıshab'a göre halletmişlerdir. Kıyas ile halledilecek her meselede cumhur
kıyas'a başvurmuştur. Bu gibi meseleleri Zahirîler istıshab ile
çözümlemişlerdir. İstishân'ı kabul etmeyen Şâfiîler de, istıshab'ı, Hanefî ve
Mâîikîlerden çok kullanmışlardır; çünkü Örf veya istihsân ile bir hükme
bağlanan her meselede İmam Şafiî istıshab'a başvuruyordu. Bu itibarla istıshab
ile en az hüküm verenler Mâliki fakihleridir; çünkü onlar, istidlal sahasını o
kadar geniş tutmuşlardır ki istıshab'a pek az bir yer kalmıştır. Bu konuda
onları Hanefîler takibederler, yani istıshabı az kullanmada onlar Mâlikîlere
yaklaşırlar.
İstıshab, ceza
kanunlarında çok kabul edilen bir esastır; çünkü yasaklandığına dair bir madde
bulunmayan işler mubah olarak kalır. Kendisine isnad edilen suç sabit oluncaya
veya bir fiilin cezayı gerektirdiğine dair kanun çıkıncaya kadar sanık
beridir, suçsuzdur; işte bu, yukarıda açıkladığımız beraet-i asliyye
istıshabı'na dayanmaktadır.
Medenî kanunların bir
çok hükümleri ibahat esasına dayanır. Meselâ, akid, ibahat-i ashyye prensibine
göre iki tarafın iradesine bağlıdır. Bu konuda medenî kanun koyucuları gibi
Hanbelîier de, mani teşkil eden bir madde veya nass bulunmadıkça akidlerde asıl
olarak ibahati ve akidlere bağlı kalmayı kabul ederler.
Aslında semavî
şerîatlerin hepsi birdir. Nitekim Kur'an'da "Allah Nuh'a buyurduğu şeyleri
size de dîn olarak buyurmuştur. (Ey Mu' hammed), sana vahyettik; İbrahim'e,
Musa'ya ve İsa'ya da buyurduk ki, 'dini dosdoğru tatbik edin, onda ayrılığa
düşmeyin'. Müşrikleri ça. girdiğin şey, onların gözünde büyümektedir. Allah
dilediğini kendisi için seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.
Kendilerine ilim gel-dikten sonra ayrılığa düşmeleri, ancak birbirlerini
çekememelerinden-dir. Eğer belirli bir süre için Rabblnin geçmiş bir sözü
olmasaydı, aralarında hemen hüfcüm verilmiş olurdu. Onlardan sonra Kitab'a
vâris olanlar da ondan şüphe ve tereddüt içindedirler."[518]
Semavî şerîatleri
gönderen .kaynak bir ve o da Allah olduğuna göre, bunların özü de birdir.
Yukarıdaki nass, bu hususu açıkça belirtmektedir; bilginler de bunun üzerinde
icmâ' etmişlerdir. Ancak Allah Taâlâ, bir takım şeyleri bazı kavimlere
yasaklayarak, onların dalmış oldukları şehevî arzulara ketvurmayı murad
etmiştir. Yahudilerle ilgili olan şu âyet-i kerime buna bir misal teşkil eder:
"Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın
sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı
gitmelerinden ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Biz, şüphesiz doğru söylemekteyiz."[519]
Ayrıca semavî
şerîatlerde ibadet şekilleri bazan değişebilir; fakat hepsinin özü birdir ve
eşi-ortağı bulunmayan Allah'a kulluktan ibarettir. Keza, zekât ve benzerlerinde
olduğu gibi, bazı cüz'î amellerde farklılıklar bulunabilir.
Bu yüzdendir ki eski
şerîatlerin bir kısım hükümleri, Hz. Muhammed'in şeriâtiyle neshedilmiş,
bazıları da aynen bırakılmıştır. Sözgelimi; kısas ve bazı cezalar, Tevrat'da
olduğu gibi İslâm'da da aynı şekilde kalmıştır.
Bu itibarla bizden
önceki semavî şerîatler konusunda hayli tartışmalar olmuştur. Meshedildiğini
gösteren bir delil mevcut değilse, önceki şerîat'e ait bir hükümle amel
edilmeli midir, yoksa o hüküm müstakil bir delil olarak alınmamalı mıdır?
Burada bilginlerin görüşlerini açıklamadan önce şu üç hususu zikretmek
zorundayız:
1) İslâmî
kaynaklar vasıtasıyla öğrenilmeyen eski şerîatlere ait hükümlere itibar
edilmez; çünkü müslümanlar için ancak İslâmî kaynakların naklettiği şeyler
hüccet olabilir. Bu, müslüman fakihlerince
Kabul edilmiş bir husustur.
2) Neshedildiğine
dair îslâmî bir delil bulunan şeyler, bizim için et oimaz. Keza, eski kavimlere
mahsus olan hükümler de İslâm'-
seçerli değildir; İsrail oğullarına etlerin bazı kısımlarının
haram lımsı böyledir. Bu da, ittifakla kabul edilmiş bir husustur.
3) Önceki
şerîatlerde olduğu gibi İslâm'da da geçerli bulunduğu İslâmî bir nass ile sabit
olan şeyler muteberdir; çünkü bunlar, İslâmî nass üe sabit olup, eskilerden
hikaye yoluyla anlatılmış değildir. Buna misal olarak, "Ey iman edenler,
sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç sîze de farz kılındı. Umulur ki
sakınırsınız."[520]
âyetini zikredebiliriz.
İslâm bilginleri
arasında tartışma konusu olanlar, kaynaklarda zikredilen ve neshedilip
edilmedikleri nass'ın siyak ve sibakından anlaşılmayan eski şeriatlere ait
hükümlerdir. Bunlara misal olarak, "Orada (Tevrat'ta) onlara cana can,
göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş üe kısas yazdık. Kim hakkından
feragat ederse, bu, ona keffâ-ret olur. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler,
işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir."[521]
âyetini verebiliriz.
Önceki şeratlere ait
bu gibi hükümler, fakihler arasında tartışma konusu olmuştur' Bir kısım Hanefî,
Mâliki, Şafiî ve Hanbelîlerden rivayet edildiğine göre bunlar, bizim için de
geçerli olup müstakil delil teşkil eder; çünkü semavî şerîatler, bir
bütündürler. Nitekim, "Allah, Nuh'a buyurduğu şeyleri size de din olarak
buyurmuştur."[522]
âyeti buna işaret eder. Semavî şeriatlerin aslı bir olduğuna göre, hükümleri
de herkese şâmil olmalıdır. Ancak belirli bir millet ve belirli bir zamana ait
olduğuna veya neshedildiğine dair bizim şerîatimizde bir delil mevcutsa, o
başka. Böyle bir delil yoksa asim hükmü sabit olarak kalır.
Üsteli kgeçmiş
Peygamberlere uymayı emreden nass'lar da vardır. Kur'an'da, "Onlar,
Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir; sen de onların doğru yoluna uy![523] ve
"sonra sana (ey Muhammed), 'doğruya yönelen ve puta tapanlardan olmayan
İbrahim'i dinine uy', diye vahyettik."[524]
Duyurulmuştur.
Bunun içindir ki
Hanefîler, "Orada (Tevrat'ta) cana can... kısas yazdık..."[525]
âyetine dayanarak gayr-i
müslim'i öldüren müslüman'ın
kısas yoluyla Öldürüleceğini istidlal etmişlerdir.
İşte bu görüş, bir
kısım fakihlere aittir. Cumhur-i fukahâ'nin diğer bir kısmına göre ise eski
şerîatler bizim için geçerli değildir; çünkü asıl olan, önceki şerîatlerin
hükümlerinin bütün zaman ve zeminler için elverişli olmayışlarıdır.
Peygamberlerin sonuncusu bulunan Hz. Muhammed'in şerîati ise böyle değildir.
Nitekim Kur'an'da, "Böylece sizi insanlara şâhid olasınız ve Peygamber de
size şâhid olsun diye tam ortada bir ümmet kıldık."[526]
buyurulmuştur. Demek oluyor ki Şerîat-i Muhammediyye, önceki şerîatlerin bakî
olup olmadıklarına tanıklık etmektedir. Hz. Peygamber de, "Peygamber, özel
olarak kendi kavmine gönderiliyordu. Ben ise, genel olarak bütün insanlara
gönderildim."[527]
buyurmuştur. O halde önceki. peygamberlere uymayı ve semavî şerîatlerin
birliğini ifade eden nass'lar tevhid, melek, âhiret günü ve haşre iman etmek
gibi dinî hükümlerin aslına işaret etmektedir.
Gerçekte böyle bir
ihtilafa yer yoktur, bence; çünkü Kur'an ve Sünnet'te zikredilen öncekilere ait
şer'î hükmün onlara özgü olup olmadığını gösteren karineler onunla birlikte
zikredilmiştir. Meselâ; "Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık.
Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağlan hariç, iç yağlarını da
haram kıldık..."[528] âyetinden
anlaşılıyor ki bu hüküm, yalnız Yahudiler içindir. Hükmün özel olarak öncekilere
ait olduğu tesbit edilemezse, onun her zaman için geçerli ve umum olduğunu
ifade eden bir şey bulunur. Buna kısas âyeti[529]
misal olarak verilebilir. Bu âyetin hüküm bakımından baki olduğu Hz.
Peygamber'in, "cana can kısas vardır."[530]
hadîsiyle teyid edilmiştir. Demek oluyor ki öncekilere ait hükmü nakleden âyet
ve hadisler, aynı zamanda bu hükmün onlara Özgü mü, yoksa sonrakilere de şâmil
mi olduğuna da delalet etmektedir. Hüküm bakımından özel veya genel oluşuna
(ta'mim veya tahsîs'a) delalet eden bir karineden hâli herhangi bir nass
bulunmadığına göre, öncekilere ait şer'î hükümler bizim için geçerli mi, değil
mi diye bir ihtilafa mahal yoktur; çünkü tahsîs'i gösteren bir delil bulunursa
o hüküm, bizim için ittifakla hüccet olmaz; ta'mim'e delalet eden bir karine
bulunursa o da şümulüne giren şeylerde elbette hüccet olur. Doğrusunu, yine de
Allah bilir.
[1] En'âm, 57.
[2] Mâide, 49.
[3] Mâide, 47.
[4] el-Eş'arî. Makâlâtü'l-İslâmiyyîn
[5] İrşadü'l-Fuhûl, Münir ed-Dimaşkî tabı, (Kahire) 1347,
s. 8.
[6] îsrâ, 15,
[7] Nahl, 127.
[8] En'âm, 112.
[9] Nisa, 80.
[10] Ahzâb, 36.
[11] Tirmizî, Ahkâm: ,3;
Şafiî, eî-Umm, c. VIÎ, s. 273; A. İbni Hanbel, Müsned, c. V, s. 230,
236, 242.
[12] î'lâmu'I-Muvakîuîn, Delhi tabı, c. I, s. 30; Serafasî,
el-Mebsut, c. XVI, s. 62, 63.
[13] Alak, 1-5.
[14] Mâide, 3.
[15] Bakara, 170.
[16] Furkan, 32. 70
[17] Kıyâme, 16-19.
[18] Funkan, 32.
[19] Hicr, 9.
[20] Fussılet, 26.
[21] Enbiyâ, 107
[22] Hac, 1, 2.
[23] Müslim, Fadâilu's-Sahâbe: 132.
[24] An'kebut, 48.
[25] Nahl, 103.
[26] Rum, 1-5.
[27] Enfal 7.
[28] Feth, 27.
[29] Nur, 55.
[30] Enbiyâ, 30.
[31] Mü'minûn, 12-16.
[32] el-Câmi' Ii Ahkâmı'I-Kur'an, c. I.
s. 75, Matbaatü
Dâra'l-KütübiMısrıyye, Kahire 1950.
[33] Kur'an'a göre İnsanlar eşittir; ancak üstünlük takva
iledir. Roma hukukunda ise Romalılar üstün ve imtiyazlıdır. Suç işleyen bir
Romalının cezası, başkala-mun cezasından azdır. Kur'an'da, Roma hukukunun
aksine, kölelerin cezası, hür insanların
cezasının yarısı kadardır; çünkü
ceza, suçlunun şahsiyetiyle
orantılı olmalıdır. Şahsiyet bakımından küçük olan kimsenin cezası da küçük
olacaktır. Meselâ; Roma hukukunda zina suçundan mahkûm edilen bir kölenin
cezası idam olduğu halde, aynı suçu işleyen hür bir insanın cezası, basit bir
işkenceden, ibarettir. Kur'an ise, zina eden hür insana yüz deynek, bu suçu
işleyen köleye (cariyeye) de elli deynek ceza tayin etmiştir.
[34] Rüşde ermemiş olan kız ve erkek çocuğun zimmeti,
velilerinin zimmetinden ayrıdır. Reşid oldukları zaman tamamen malî ve şahsî
hürriyetlerine kavuşurlar. Roma hukukunda ise, baba hayatta olduğu müddetçe,
isterse enkek olsun, çocuğu üzerinde velayeti devam eder. Babası hürriyet
vermedikçe evlat onun elinde ıköl egibidir. Evlat için hürriyet ibir hak
değil, babanın bir lutfüdur. Bu durum, ancak çağımızda düzeltilmiştir.
[35] Borçlu kimse gerçekten bir mazeret sebebiyle borcunu
ödeyemezse, İslâm'a göre, onu Beytü'I-Mal'daki zekât'tan Ödemek gerekir; Roma hukukuna göre
ise, borcunu ödemekten âciz olan 'kimse, alacaklı tarafından iköle
olarak alınırdı.
[36] Kölelik, İslâm'dan Önce de, sonra da bütün dünyada
yaygın bir şeydi. Kölenin hiç bir şahsî hakkı yoktu. İslâm dini,, bunu
istisnaî bir şey olarak kabul etmiş, hürler için tanıdığı hakları Köleler için
de tanımıştır. İslâm'a göre efendi kölesini dövemez; köle edinme ancak savaşta
olur ve bu da bir misilleme hareketidir. Allah katında en iyi ibadet ve bir
'kısım günahların keffâreti köle âizâd etmektir. İslâm hukukunun insana
gösterdiği saygıyı anlamak için, Kmr'an ve Hadis'te, insanı köle etmenin mubah
olduğunu açıkça anlatan bir hükmün bulunmayışını düşünmek yeter.
[37] Roma hukukunda kadın evlenmeden Önce babasının,
evlendikten sonra da kocasının ikölesi durumundadır. Hattâ bunlar için kadını
öldürmenin bir cezası dahi yoktur. İslâm'ın kadma tanıdığı şahsiyeti, hak ve
hürriyeti Avrupa daha yeni tanımaktadır.
[38] Kur'an, miras işini düzenlerken ailenin, bütün
ferdlerini içine almış ve her birinin hakkına riayet edilmesini emretmiştir, İslâm'ın
miras esasları, hangi miras hukuku ile
'karşilaştırılırsa (karşılaştın Isın, üstün çıkar. Biz,
"Mecelletü'I-Kantin ve'1-İktisad" dergisinde, "İslâm ve Roma
hukukunda halefiyet yoluyla mülkiyet" başlığı altında böyle bir
karşılaştırma yaptık ve aradaki farkı gösterdik.
[39] Yunus, 57.
[40] Yusuf, 2:
[41] Fussilet, 3.
[42] er-Risale, s. 49.
[43] En'aâm, 38.
[44] Nisa, 25.
[45] Bakara, 228.
[46] Maide, 89.
[47] Şâfiîler "gamûs" denilen yemini de, bile bile yapılan yemin sınıfına
sokmuşlar ve bunun için de keffâret verilmesi gerektiğini ileri
sürmüşlerdir. Hanefîler ise, gamûs yemini için tevbe edilmesi icabettiğini ve
'keffâret gerekmediğini söylemişlerdir. Gamûs yemini, geçmiş bir olay için
bilerek yalan yere yapılan bir yemindir. Keffâret icab eden yemin (yemîn-i
mün'akid) ise, geleceğe ait olup müs-bet veya menfî bir va'd mahiyetindedir.
[48] Talâk, 2.
[49] îsrâ, 33.
[50] Bakara, 178.
[51] Bakara, 189.
[52] Nisa, 13, 14.
[53] Nisa, 80.
[54] Buharî, Ezan: 18; Edeb: 27, Âhâd: 1.
[55] A. İbni Hanbei, Müsned, c. III, s. 318, 366.
[56] Bak. Mücadele Sûresi, âyet: 1-4.
[57] Mâide Sûresi, âyet: 89.
[58] Bak. Nisa Sûresi, âyet: 92.
[59] Nisa, 29.
[60] Bakara, 275-280.
[61] Bakara, 188.
[62] Bakara, 282.
[63] Bak. Bakara Sûresi, ayet: 282, 283.
[64] Bakara, 29.
[65] Mâide, 87.
[66] Bakara, 179.
[67] İsrâ, 33.
[68] Nisa, 21.
[69] Nisa, 58.
[70] NahI, 90
[71] Zilzal, 7, 8.
[72] Şûra, 38.
[73] Âl-i İmran, 159.
[74] Bakara, 205, 206.
[75] Mâide, 2.
[76] Enfal, 1.
[77] Müslim, İmare: 19; A. b. Hanbel, Müsned, c. IV. s. 60.
[78] Tirmizî, (Birr: 16; A. b; Hanbel, Müsned, c. II, s.
301.
[79] Isrâ', 70.
[80] Hucurât, 13.
[81] Nahl, 91.
[82] Buharı, Mazâlim: 30, Magâzâ; 36.
[83] Dehr, 8.
[84] Bakara, 213.
[85] Bakara, 251
[86] Hac, 39, 40,
[87] Mümtahine, 8, 9.
[88] Mâide, 8.
[89] Bakara, 194.
[90] Bakara, 190.
[91] Enfal, 58.
[92] Nahl, 91-95.
[93] Rum Sûresi, 30.
[94] Buhari, Savm: 11; Müslim, Siyam: 4, 18.
[95] Ebu Davud, Salat: 11; Darimî, Saîat 26.
[96] Buharî, Ezan: 18, Edeb: 27, Âhâd: 1.
[97] îbni Hanbel, Müsned, c. III, s. 318, 366.
[98] el-Muvâfakât, Ticariyye tabı, c. III, s. 369.
[99] Nisa, 80.
[100] Nisa, 59
[101] Ahzab,36.
[102] Mâide, 67.
[103] Necm, 3, 4.
[104] Nisa, 113.
[105] A'raf, 158.
[106] Nur, 62.
[107] Buharı, İlm: 38, Edeb: 109; Müslim, Zühd: 72.
[108] Buharı, Bed'ul-Vahy: 1, Müslim, İmare: 155.
[109] Abdulaziz el-Buharî, Keşfü'I-Esrar, c. III, s. 990.
[110] Buharî, Vudû': 33; Müslim, Taharet: 89, 91, 92, 93.
[111] Falını'l-İslâm, el-Usûl, c. II, s. 217. Kısmen
özetlenerek alınmıştır.
[112] Risale, 462, 463.
[113] Buharı, Nikâh: 27; Müslim, Nikâh: 37, 39.
[114] Nisa, 24.
[115] Nisa, 92.
[116] Bakara, 178.
[117] A'raf, 157.
[118] Nahl, 44.
[119] En'am, 38.
[120] el-Muvâfakât, c IV, s. 12, 33.
[121] A. b. Hanbel, Musned, c. II, s, 229
[122] Nisa, 3.
[123] Bakara, 275.
[124] Mâide, 45.
[125] Mâide, 45
[126] Mâide, 38.
[127] Nur, 2.
[128] Nur, 4.
[129] Mâide, 90, 91.
[130] Mâide, 93.
[131] Tevbe, 36.
[132] Nisa, 92.
[133] A. b. Hanbel, Müsned, c. III, s. 464.
[134] Zeyla"î
(Taberânî, el-Mu'cemu'l- Evsaftan),
Nasbu'r-Râye, c. III, s.
359; Nesaî, Sârıfc: 10. (Esasen Nesâfnin rivayet ettiği hadis'de,
"kıymetçe bir fcalıkan'-dan az olan şeyde el kesilmez." diye
geçmekte, İbn. Abbâs'tan da "o zaman Balkan'ın değeri 10 dirhem idi'',
diye bir açıklama rivayet edilmektedir. (Çeviren)
[135] Ebu Davud, Cihad: 33.
[136] Nur, 4.
[137] A. b. Hanbel, Müsned, c. I, s. 49; Tinmizî, Feraiz:
17; Ebu Davud, Diyât: 1$. (Bu hadîs-i şerife göre yakınını Öldüren kimse ona
mirasçı olamaz. Çeviren)
[138] A'râf, 179.
[139] Bakara, 228.
[140] îbni Mâce, Talâk: 30.
[141] Bakara, 228.
[142] Talâk, 4.
[143] Tirmizi, Taharet: 94.
[144] Talâk, 1.
[145] Bakara, 240.
[146] Bakara, 234.
[147] Bakara, 240.
[148] Bakara, 240.
[149] Bakara, 234.
[150] Buhari, Ezan: 18, Edeb: 27, Âhâd-: 1.
[151] A. "b. Hanbel, Musned, c. III, s. 318, 366.
[152] Müslim, Müsâkaat: 81; Tirmizî, Büyü': 23.
[153] Bakara, 275.
[154] Faiz'e giren (benzeri şeyleri bilme bakımından
kapalılık bulunduğu iddiası. doğru farz edilse bile, bu, müşkil'e dahil
olmaz; çünkü buradaki kapalılık lafızdan
değil, onu tatbikten ileri geliyor. Bu takdirde o, müşkil değil hâfî sayılır. İlletin tesbitindeki
ihtilaf, lafızda ıkapalılık
bulunduğunu göstermez; çünkü
bu ihtilaf, lafzın ötesinde ve hükümlerin bir illeti bulunup bulunmaması
hususunda-dır. Mezkur hadîsin ta'lili (konusunda bilginler dört zümreye
ayrılmışlardır:
1) Zahirîler: Bunlar îîıyas'i tanımadıkları için
ta'lili kabul etmezler.
2) Hanefîler: Bunlara göre faizin haram oluşunun
illeti cins ve takdirin aynı oluşudur. Aynı cinsten olup Ölçü veya tartı ile
alınıp verilen şeylerde va'de ve fazlalık haramdır. Cins değişir ve ta&dir
aynı olursa, meselâ; ikisi de ölçü ile alınıp veriliyorsa, va'de haram,
fazlalık helal olur. Bu hüküm, demir ve altın gibi tamamen cins farkı olan
şeylerde câri değildir.
3) Şâfiîler: Bunlara göre illet, yiyecek ve
para (semen) oluştur; kendisinde bu vasıflar gerçekleşen
şeylerde, yani yenilen veya para sayılan şeylerde faiz söz konusu olabilir.
4) Mâlikîlerin ileri
gelenlerine göre illet, para oluş (semeniyyet) tur. Parala-nn dışındaki şeyler
isterse saklanabilecek cinsten yiyecek maddeleri olsun, faiz için konu teşkil
etmez; ancak ihtikâr meselesi olabilir.
[155] Müslim, Hac: 147; Ebu Davud, Büyü': 5
[156] Bakara, 179.
[157] Âl-i İmran, 7, 8.
[158] Kıyâme, 1.
[159] Şems, 1, 2.
[160] Allah'ın eli ve yüzünden bahseden
âyetler böyledir. Bak. Feth Sûresi: 10, Rahman Sûresi: 27. (Çeviren)
[161] Ebu Davud, Mukaddime: 1, 6.
[162] Feth, 10.
[163] Mâide, 64.
[164] Tâhâ, 5.
[165] Şûra, 11.
[166] Bakara, 275.
[167] Nisa, 29.
[168] Talâk, 4.
[169] Bakara, 234.
[170] Maide, 3.
[171] En'âm, 145.
[172] Hac, 30.
[173] Nisa, 10,
[174] Bakara, 275.
[175] Nisa, 3.
[176] Bakara, 282.
[177] Bakara, 233.
[178] Sûra. 38.
[179] İsrâ, 23, 24.
[180] Nisa, 10.
[181] Nisa, 92.
[182] Bakara, 178.
[183] Tirmizî, Diyât: 13; İbni Mace, Diyât: 3.
[184] ibni Mace, Talâk: 16. (Tercemeye esas olarak aldığımız
metindeki hadîsin No. 4461. Çeviren) ibaresi
için bak. Süyûtî
[Taberanı,
el-Mu'cemü'l-Kebir'den], el-Cami'u's-Sagîr,
[185] Mâide, 3.
[186] Müslim, Birr: 32.
[187] îbni Mâce, Siyam: 26; Ebu Davud, Savm: 71.
[188] Alak, 17.
[189] Bakara, 178.
[190] Bakara, 233.
[191] İbni Mâce, Ticarât: 64; A. b. Haübel, Müsned, c. II,
s. 179.
[192] Buharı, Edeb: 2; Müslim, Birr: 1.
[193] Bakara, 178.
[194] Nisa, 93.
[195] Nisa, 92.
[196] Nisa, 93.
[197] Nisa, 92.
[198] îbn Mâce, Talâk: 16.
[199] Nisa, 192.
[200] Ebu Dâvud, Salat: 11; Dârimî, Salat: 26.
[201] Nisa, 25.
[202] Mâide, 3.
[203] Tevbe, 36..
[204] Kehf, 23, 24.
[205] Buharı, Vudû: 68, Müslim, Taharet: 94-96.
[206] Nisa, 23.
[207] Nisa, 23
[208] Buharı, Zekât: 38; Ebu Dâvud, Zekât: 5; Mâlik,
Muvatta', Zekât: 23; A. h. Hanbeî, Müsned, c. I, s. 12.
[209] Nisa, 25.
[210] Nisa, 24.
[211] Âl-i İmran, 130.
[212] Bakara, 279
[213] Bakara, 178.
[214] Mâide, 45.
[215] Buharı, Diyât: 6; Müslim, Kasâme: 25, 26; Tinmizî,
Diyât: 10.
[216] Buharı, İstikraz: 13; İbni Mâce, Sadakat: 18.
[217] Bak: bu bölüm, dipndt: 201.
[218] A. b. Hanbel, Müsned, c. V, s. 179
[219] Nisa, 25.
[220] Nisa, 24.
[221] Talâk, 6.
[222] Talak, 7.
[223] Bakara, 193.
[224] Bakara, 230.
[225] Nur, 2.
[226] Nur, 4.
[227] Bilginler, mânâ bakımından çokluk ifade eden âmm
lafızları şöylece sıralamışlar: 1) "el" harf-i tarifini alan
kelimeler, 2) İzafetle belirginlik kazanan isimler, 3) Şart ifade eden
lafızlar, 4) îsm-i mevsuller (ilgi zamirleri), 5) olumsuz durumda bulunan
nekre (belirsiz) isimler, 6) Âmm bir vasıfla nitelenen nekreler, 7) Her, hep
veya bütün anlamına gelen "Küll" kelimesinden sonra zikredilen
isimler.
[228] Bakara, 234.
[229] Talâk, 4.
[230] Mâide, 6.
[231] Buharı, Vudû: 35, 40, Hıyel, 2.
[232] Nisa, 25.
[233] Buharı, Nikâh: 27; Müslim, Nikâh: 37, 39.
[234] Hanefîler de,
bu hadisin âyeti tahsis ettiğini kabul ederler; çünkü bu hadis
meşhur'dur. Onlara göre meşhur hadis, Kur'an'm âmm'mı tahsis eder. Aralarındaki
ihtilaf ise, haber-i âhâd Üzerindedir.
[235] Müslim, Sayd: 16.
[236] En'âm, 145.
[237] Buharı, Vudû: 33; Müslim, Taharet: 89, 91-93.
[238] Mâide, 4.
[239] Bakara, 282.
[240] el-Muvâfakât, c. III, s. 292.
[241] Nisa, 24.
[242] Buharı, Nikâh: 27; Müslkn, Nikâh: 37, 39.
[243] Nisa, 11.
[244] İbni Mâce, Diyât:
14; Ebu Dâvud, Diyât: 18; A. b. Hanbel, Müsned, c. I, s. 49;
Tirmizî, Feraiz: 17.
[245] Buharı, Feraiz: 26; Müslim, Feraiz: 1; Müsned, c V s.
201 202
209
[246] Nur, 2,
[247] Nisa, 25.
[248] Bakara, 228.
[249] Ahzab, 49.
[250] Akıl ile tahsîs"a misal: "insanlar, onlara; 'insaıılar
size karşı ordu topladılar', dediler.'-" (Al-i İraran, 173) âyetinde
geçen birinci veya ikinci "insanlar" kelimesi bütün insanian ifade
etmez; çünkü bu iki 'kelime ayrı ayrı insan topluluklarım ifade etmektedir.
Bunu akıl kendiliğinden anlamaktadır. İcmâ'ile tahsîs'a misal: "Gücü yeten
İnsanların Allah için Ka'beyi haccetmesi gereklidir." (Âl-i İmran, 96)
âyetinin gücü yetmeyen kimseleri içine almadığı icmâ' ile sabit olmuştur.
Kitab ile tahsîs'a
misal: "Sizden ölenlerin bırakmış olduğu karılar, kendi kendilerine dört
ay on gün beklerler." (Bakara, 234) âyeti; "Hâmile olanların iddeti
doğumlarına kadardır." (Talâk, 4) âyetiyîe tahsis edilmiştir.
Örf ile tahsis'a misal:
"Anneler, çocuklarını tam iki yıl emdirirler." (Bakara, 233). imam
Mâlik'e göre bu nass hâss olup içinde .yaşadığı^ toplumun âdeti gereğince
çocuklarım emzirmeyen kadınlar bunun dışında kalırlar.
Vasıfla tahsîs'a misal:
"Kendileriyle zifafa girdiğiniz kadınlarınızdan olan üvey kızlarınızla
evlenmeniz haram ikilindi. Eğer analanyla zifafa girmemişseniz onlarla
evlenmenizde sizin için bir sakınca yoktur." (Nisa, 23) âyeti, zifafa
girip girmeme vasfına göre tahsis edilmiştir.
His ile tahsîs'a misal:
"Rabbinin buyruğu ile her şeyi yokeder." (Abkaf, 25) âyetinden, her
şeyin bir zaman yok olabileceğini insan hissetmektedir.
Şart ile tahsîs'a misal
: "Sizden, hür ve mü'min kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse,
ellerhüzdeki mü'min cariyelerinizden alsın." (Nisa, 25) âyeti şart ile
tahsis edilmiştir.
istisna ile tahsîs'a
misal: "Ancak aranızdaki peşin ahş-veriş olursa, onu yazdırmamanızda
sizin için bir sakınca yoktur." (Bakara, 282)' âyetinde borç alıp verirken
yazılması emri, "peşin alış veriş" istisna edilerek tahsis
olunmuştur.
[251] Müslim, Hayz:
105; Tirmizî, libas: 7; İmam Mâlik, Muvatta', Sayd: 17,
[252] Müsned, c. I. s. 241, 242, c. V, s. 334; İbni Mâce,
Talâk: 27.
[253] Nur, 6-9.
[254] Müslim, Adâhî: 5, 7.
[255] Buharı, Zekât: 55.
[256] Buharı. Zekât: 56; Müsned, c. III, s. 59. (Hadîs-i
şerifte geçen ve on Mısır kilesi olan "vask" sözü altmış sa'dir. Bir
sa' da yaklaşık olarak 2, 917 Kg. olduğuna göre vask, 175, 026 Kg. dır.
Çeviren)
[257] Ra'd, 15,
[258] Dehr (insan),
26.
[259] Hac,19.
[260] Beled, 13.
[261] Nisa, 92.
[262] Mâide, 89.
[263] Bakara, 187.
[264] Mâide, 3.
[265] En'am, 145.
[266] Nisa, 92.
[267] Mücâdele, 3.
[268] Mâide, 6.
[269] el-Cami’u’s-Sagîr
(Taberânî, el-Mu'cemü'I-Kebîr ve
el-Hâkim, el-Müsted-rak'ten), No. 3414.
[270] Ebu Dâvud, Talâk:
17.
[271] Bakara, 282.
[272] Talâk, 2.
[273] İrşâdül-Fuhul, s. 145.
[274] Bakara, 233.
[275] Bakara, 229.
[276] Bakara, 29.
[277] Mâide, 5.
[278] A'raf, 31.
[279] Buhari, Libas: 1; İbni Mâce, Libas: 23.
[280] Mâide, 2.
[281] Bakara, 183.
[282] Bakara, 180.
[283] Nisa, 11.
[284] Bakara, 234.
[285] Buharı, Edeb: 6.
[286] Nisa, 93.
[287] Nur, 4.
[288] Fussılet, 40.
[289] A'raf, 12
[290] Nur, 63.
[291] Mürselât, 48.
[292] A'raf, 31.
[293] Mâide, 2.
[294] Tevbe, 5.
[295] Bakara, 43.
[296] Buharî, Ezan: 18; Edeb: 27, Âhâd: 1.
[297] Hac, 27.
[298] Müslim, Hac: 412; Nesâî, Menâsik: 1.
[299] Müslim, Hac: 412; Nesâî, Menâsik: 1.
[300] Müslim, Hac: 412; Nesâî, Menâsik: 1
[301] Nur, 2.
[302] Mâide, 38.
[303] Nur, 4.
[304] Bakara, 185.
[305] îsrâ, 78.
[306] Cumu'a Sûresi, 9.
[307] Haşr, 7.
[308] Meselâ; Cum'a ezanı okunurken ahş-verişin nehyedüişi,
Cum'a namazına gitmek içindir; yoksa "bizzat alış-veriş haram olduğu için
değildir. Çeviren
[309] İbn-i Hazm, en-Nâsîh ve'I-Mensûh, Celaleyn Tefsirinin
kenarında.
[310] îbn-i Hazm, el-îhkâm, c. IV, s. 67.
[311] Müslim, Cenalz: 106; Tirmizî, Cenaiz: 60; Muvatta*,
Dahâyâ: 8.
[312] En'am, 146
[313] Şûra, 13.
[314] Bakara, 144.
[315] Bakara, 180,
[316] Sütûtî, el-îtkan, c. II, s. 27, 28,
[317] Bakara, 228.
[318] Müslim, Cenaiz: 106; Tirmizî, Cenaîz: 60; Muvatta',
Dahâyâ: 8.
[319] Nisa, 7.
[320] Nahl, 67.
[321] Bakara, 219.
[322] Nisa, 43.
[323] Mâide, 90, 91.
[324] Mâide, 3.
[325] Ebu Davud, Cihad: 33
[326] Nur, 3.
[327] Müslim, Cenaiz: 106; Tirraizî, Cenaîz: 60; Muvatta',
Dahâyâ: 8.
[328] Bak: Bakara, 142-150.
[329] Bak: Bakara, 180; Nisa, 11. 12.
[330] Bakara, 234.
[331] Bakara, 240.
[332] Nur, 3, 4.
[333] Nur, 5-9.
[334] Bakara, 106.
[335] Nahl, 101
[336] Fussılet, 42.
[337] Bakara, 106.
[338] Bakara, 108.
[339] Nahl, 101.
[340] Bakara, 234.
[341] Bakara, 240.
[342] Bu konuyu, "Şafiî" adlı kitabımızda,
"Şafiî'ye göre Kur'anda nesih" bahsinde genişçe ele aldık ve hayli
münakaşa ettik,
[343] Bakara, 106.
[344] Nahl, 101.
[345] Ra'd, 39.
[346] er-Risale, s. 107, 108.
[347] Nahl, 44.
[348] er-Risale, 110, 222.
[349] Bakara, 275.
[350] Nur, 2.
[351] Mâide, 38.
[352] er-Risale, s. 111, 112.
[353] er-Risale, s. 599.
[354] Müsned, c. I. s. 379.
[355] İbni Mâce, Fiten: 8.
[356] er-Risale, s. 474.
[357] el- Umm c. VII. s. 256, 257.
[358] el-Umm, c. VII, s. 257.
[359] el-Umm, c. VII, s. 257.
[360] Ebu Yusuf, er-Reddü alâ Siyeri'I-Evzâî, s. 21.
[361] Bu hadisler için 344 ve 345 numaralı dipnota bak.
[362] Ummu-l-Veled,
sahibinden hâmile olup çocuk
doğuran câriyedir. Bu durumdaki
cariyeler, sahihlerinin ölümü ile âzad edilmiş sayılırlar. Çeviren
[363] er-Risale, s. 474.
[364] Nisa, 115.
[365] Gazzalî, icmâ', konusunda bu âyetle istidlali münâkaşa
mevzuu yapar ve şöyle der: "Bu gibi âyetlerin hepsi nass'ların zahirine
göredir ve icmâ'ı açıkça ifade etmez; hattâ zahirin delaleti kadar bile ona
delalet etmez. Bunların en,kuvvetlisi; "Kendisine doğru yol açıkça belü
olduktan sonra, Peygamber'den ayrıbp mü'minlerin yolundan başkasına uyan
kimseyi yöneldiğine döndürürüz ve onu cehenneme yaslandırırız. Orası ne kötü
bir dönüş yeridir " (Nisa, 115) âyetidir. Güya bu nass, mü'minlerin
yoluna, yani icmâ'a uymak gerektiğini ifade etmektedir. İmam Şafiî de'bu
görüştedir... Bize göre ise, bu âyet-i kerime, hu konuda maksada elvermez.
Belki bunun zahirinden murad, kim, Peygamberle savaşır, Peygambere itaat ve
yardım etmez ve O'nun düşmanlarına karşı koyma hususunda mü'nıinlerin
yollarından ayrılırsa, biz onu, yöneldiği şeye döndürürüz demektir. Yani o
kimse, yalnız Peygamber'den ayrılmayı terkĞtmekle yetinmeyecek, üstelik O'na
yardım etme, O'nu savunma, emir ve nehiylerine boyun eğme bakımından da
mü'minlerin yolundan ayrılmayacaktır (el- Mustasfâ, c. I, s. 175).
[366] er-Risale, s. 472.
[367] er-Risale, s. 476.
[368] Buharî, Nikâh: 27; Müslim, Nikâh: 37, 39.
[369] er-Risale, s. 534.
[370] İrşadü'l-Fuhul, s. 78.
[371] Haşr, 7.
[372] Îbnu'l-Cevzî, Menakıbü'1-İmam Ömer b. el-Hattab.
[373] Buharı, Hudud: 4. (Buharı, Hz. Peygamberin içki içen
birini dövdürdüğünü zikrediyor; fakat kırk deynekten söz etmiyor. Çeviren)
[374] Kanaatimizce, bilfarz ictihadî bir mesele üzerindeki
icmâ'a muhalif olarak, daha sonraki asırlarda başka bir icmâ' yapılabilir;
çünkü ictihad içtihadı nakzetmez ve müctehidler kendi ictihadlarmm isabetli
olduğuna inanırlar. Çeviren
[375] Tevbe, 100.
[376] Müslim, Fadâilü's-Sahâbe: 307.
[377] Müslim, Fadâilü's-Sahâbe: 213, 215; Ebu Davud, Sünnet:
9.
[378] İ'lâmu'I-Muvafckün, c. IV. s. 12, Münir ed-Dimaşkî baskısı (Kahire), Delhi tabı,
c. II, s.
229.
[379] er-Risale, 597, 598.
[380] el-Ümm, c. VII, s. 246.
[381] Bu hadîsi elimizdeki kaynaklarda bulamadık. Çeviren.
[382] İrşadü'l-Fuhûl, s. 214.
[383] İrşadü'l-Fuhûl, s. 214.
[384] Tevbe, 100.
[385] er-Risale, s. 477.
[386] Muhammed (Kıtal), 10.
[387] Câsiye, 21.
[388] Sâd, 28.
[389] Ebu Dâvud, Savm: 33; Dârimî, Savm: 21,
[390] Nisa, 59.
[391] Bakara 179.
[392] Azhâb, 37.
[393] Haşr, 7.
[394] Nisa, 160.
[395] Mâide, 91.
[396] Buharı, Diyât: 23, Libâs: 75.
[397] Nur, 28, 29.
[398] Müslim, Adâhî: 28; Buharı, Adahî: 16.
[399] Bu bölümün 12 numaralı dipnotuna bak.
[400] Serahsî, Usûl, c. II,
s. 131, 132; İtmi Kayyım el-Cevziye, İ'Iâmu'l-Muvak-ki'în, F. Zeki tabı, Kahire
1325-1326, c. I, s. 253.
[401] Abdulaziz el-Buharî, Keşfü'I-Esrar, c. III, s. 1014.
[402] Bakara, 29.
[403] Mâide, 3.
[404] Nahl, 44.
[405] Buharı, İ'tisam: 2; Tirmizî, İlm: 17.
[406] Hucurat, 1.
[407] îsrâ, 36.
[408] En'âm, 38.
[409] Bu delillerin tafsilatı için bak: İbn-î Hazm, el-İükâm, c. VII, s. hl ve devamı,
c. VIIT, s. 21 ve devamı.
[410] Mâide. 90.
[411] Bakara, 219.
[412] Müslim, Musâkaat: 81; Tirmizî, Büyü': 23. 193
[413] Elimizdeki kaynaklarda bu hadîs'i bulamadık. Çeviren
[414] İbn-i Rüşd el-Kebîr, el-Mukaddemâtü'1-Mumehhedât, c.
I. s. 22.
[415] Aynı eser, c. I, s, 23. 200
[416] Hanefî fatihleri kıyas'a aykırı olan hükümleri dört
(kısma ayırırlar: 1) Özel olduğu sabit 'bulunan hükümler. Meselâ; Peygamber (S.
A.)'in hanımlarının sayısıyla ilgili hüküm böyledir. 2) Taabbüdî olduğu ve illetlerinin
alkil ile kavranıl amiyacağı sabit olan hükümler. Gerçi bunların da yüksek
'hedefleri vardır. 3) Anım. olan hükümden ruhsat olmak üzere vârid olduğu sabit
bulunan hükümler. Âmm olan bir hükme, ancak aynı kuvvette olan bir hüküm
muaraza edebilir. Kıyas ise, azimet ifade eden âmm bir hükmün kuvvetinde
değildir. 4) Umûmî, kaideden istisna edilen hükümler. İstisnanın kendisine has
bir mânâsı vardır ve bu kıyas'a mani olmaz; çünkü bo mânâ kıyas'm illetini
teşkil eder. Bu durumda iki 'kıyas bulunur ve fakih bunlardan tesirce daha
kuvvetli olanı tercih eder ki Hanefîler buna "istihsan" admı
verirler.
[417] Arâyâ, ağacın dalındaki taze hurmayı tahmin suretiyle
aynı miktarda kuru hurma ile değişmektir. Mâlikîler ile Hanbelîler, ihtiyacı
ileri sürerek, bunu caiz görürler. Halbuki ağaçtaki hurmanın fazla olma
ihtimali göz önüne alınırsa, hurmayı hurma ile değişirken alman fazlalık faiz
olur; fakat Peygmber (S. A.), bunu mubah kılmıştır. Bu ise, birbiriyle
değişilen şeylerdeki fazlalığın ribâ olduğunu bildiren hadis'e aykırı
düşmektedir. Demek burada istisna vardır. Taze üzümü de aynı şekilde kuru
üzümle değişmek buna kıyaslanabilir. Hanefîler, arâyâ ile ilgili hadîsi zaîf
sayarlar.
[418] Burada o, kıyas'ı, keffâretin orucu bozmayı önlemesi
esasına dayandırmıştır ki, bu da, köle azadından ziyade oruç tutmada
gerçekleşir.
[419] Nisa. 29.
[420] İllet olarak kabul edilen vasıfda ta'diye şartı
Hanefîlerle Şafiî'ler arasında tartışma .konusu olmuştur. Hanefîlere göre
kıyas'a esas teşfcil edecek olan illetin müte'addî olması şarttır. Şâfiîlere
göre ise, illet müte'addî olmayabilir; çünkü hüküm, nass bulunan bir yere de
illete bağlıdır. Bazan ta'lil, sadece hükmün vasıfla olan ilişkisini ortaya
koymaya yarar; isterse bu vasıf müte'addî olmasın. Hanefîlerin nokta-i
nazarları da şöyledir: Hakkında nass bulunan bir konuda hüküm, illetle değil,
nass ile sabittir; çünkü nass bulunan bir yerde hükmü illete izafe etme'k, o
nass'ı ibtal etmek demektir. İlleti tesbit etmenin faydası, onun, hakkında nass
bulunmayan konulara da ta'diye etmesidir.
[421] Müslim, Eşribe: 75.
[422] Nisa, 6.
[423] Müslim, Adâhî: 28; Buharı", Adâhî: 16.
[424] Hz. Peygamber, hac esnasında Arafat'da öğle ile ikinci
namazını, Müzdeli-fe'de de akşam ile yatsı namazım birlikte
Şahniştir.Hanefîler, bunu, sadece hacc'a mahsus bir şey olarak kabul ederler.
Çeviren
[425] Buna göre, ev ve apartman dairesinde durup duranken
dışarıda yağmur var diye namazı birleştirmek caiz olmaz; ancak camidekiler,
dağılıp tekrar toplanma güçlüğünü gözönüne alarak iki namazı birlikte cemaatle
kılabilirler. Çeviren
[426] Tirmizî, Taharet: 69.
[427] Nisâ, 43.
[428] Bundan öne egeçen "İlletle hüküm arasındaki
münasebet" bahsine bak.
[429] Müslim, Adâhî: 28; Buharî, Adâhî: 16.
[430] Buharî Diyât: 23, Libas: 75.
[431] Nur, 2.
[432] Nur, 4.
[433] Nisâ, 35.
[434] Buharî, Savm: 30.
[435] el-Umm, c. VII, s. 274.
[436] Elimizdeki kaynaklarda bu hadîsi ıbulamadık. Çeviren
[437] Nisa, 25.
[438] Kur'an'da, zina eden erkek ve kadına yüzer deynek
ceza tayin edildiğine göre (Nur, 2),
zina eden câriye
ve 'köle ellişer deynek
ceza tertip edilmiştir. Çeviren
[439] er-Risale, s. 479.
[440] er-Risale, s. 518, 519.
[441] el-harâcu bi'd-damân (Tirmizî, Buyu': 53).
[442] Selem- akdi, para peşin mal veresiye olmak üzere
yapılan bir alım-satım akdidir. Çeviren
[443] Bir sa', yaklaşık olarak 2.917 Kg. lık bir ölçektir.
[444] Buharı, Büyü': 64; Müslim, Büyü': 11.
[445] Bakara, 194.
[446] Abdulaziz el-Buharî, Keşful-Esrar, c. II, s. 700-702.
[447] Nisa, 24.
[448] Buharı, Nikâh: 27; Müslim, Nikâh- 37 39
[449] Bakara, 275.
[450] el-Karâfî, Tenkîhu'l-Fusûl, s. 90.
[451] el-MuvâfaSkât, c. III, 17.
[452] Mâlikî Usûlcülerinden olup adı Muhammed b. Abdillah
el-Maâfirî (öl. 543 H.) dir. Çeviren
[453] Buharî, Vudû: 33; Müslim, Taharet: 89, 91, 92, 93.
[454] Hanefîler hariç diğer müctehidlerin cevazına 'kail
oldukları ve ağacın da-hndaiki taze hurmayı Ucum hurma ile değişmeden ibaret
olan "Bey'ul-Arayâ" ile ilgili hadisler için bak: Buharî, Büyü': 84;
Mâlik, Muvatta', Büyü': 14; Şafiî er-Risale, s. 333. Çeviren
[455] Adam öldürme keffâreti. Bunun için bak. Nisa Sûresi,
92.
[456] Tirmizî, Hudud: 2; Suyûtî (Ibni Adiy'den),
Fethu'l-Kebir, c. I, s. 60.
[457] el-Milel ve'n-Nihal, c. I. s. 449.
[458] Bu meselede miras şöyle taksim edilir: Hanefîlere
göre:
Mesele
Ana Koca Anabir kardeşler özkardeşler
(payda) 1/6 1/2 1 /3 kalanı
6 (1) (3) (2) (bir şey kalmamıştır.)
Mâlikîlere Göre:
Mesele 1/6 1 /2 Kalanı müştereken
ve eşit
(payda) (1) (3) olarak paylaşırlar.
6
(2) Çeviren
[459] el-İ'tisam, 1. bası, c. II, s. 324; 2. bası, c. II, s.
121.
[460] el-Mebsut, s. X, s. 145.
[461] Bakara, 185.
[462] Müsned, c. V. s. 32.
[463] Serahsî, el-Mebsut, c. X, s. 145.
[464] Zeyla'î, Nasbu'r- -Râye, c. IV, s. 105.
[465] Zeyla'î, aynı eser, c. IV, s. 105.
[466] Buharî, Savm: 26, Müslim, Siyam: 171.
[467] Zeyla'î, Nasbu'r-Râye (Darekutnî ve îbni Adiy'den), c.
I. s. 47.
[468] Keşfu'I-Esrar, c. IV, s. 1126.
[469] Elbette bu görüşler, kuyu ve havuzları temizlemek için
bu gün sahip bulunduğumuz su motorları ve .klor gibi teknik (fennî) imkânların
mevcud olmadığı çağlara göre doğru olabilir. Çeviren
[470] Serahst el-UsûI,, c. II, s. 201.
[471] el-Umm, c. VII, s. 267-277.
[472] Kıyame, 36.
[473] Nisa, 59.
[474] Mücâdele, 14.
[475] Nur, 6-9.
[476] el-Umm, c. VII, s. 273.
[477] Şatıbî, el-Muvâfakât, c. IV, s. 209.
[478] Müsned, c. I, s. 379.
[479] Hacc, 78.
[480] Zeylâ'î (Taberânî'den), Nasbu'r-Rıâye, c. IV, s. 17.
[481] İbn-i Âbidin, Risaletu'I-Urf (Mecmuatü'r-Resail), c.
II, s. 126. 236
[482] Suyutî (Bayhakî ve İbni Asâkir'den), el-Fethu'l-Kebîr, c. II, s. 20.
[483] Bu hadîs'i bulamadık, ancak Hz. Ömer'in Ebu Musa
el-Eş'arî'ye yazdığı za ile ilgili meşhur mektubunda bu cümle de yer almaktadır
(Bak. İbni Kayyım, İ’lamu'l-Muvakki'în, Delhi tabı, c. I, s. 30.). Çeviren
[484] Enbiyâ', 107.
[485] Yûnus, 57.
[486] Bakara, 256.
[487] Hacc, 78.
[488] Şâtıbî, el-İ'tisam, c. II. s. 307.
[489] Hıcr, 9.
[490] Şafiî, el-Umm, c. VII, s. 88.
[491] Bu ve önceki misaller için bak. Şatıbî, el-İ'tisam, c.
II, s. 287-302.
[492] Hacc, 78.
[493] Bakara, 185.
[494] Buharî, Edeb: 80; Müslim, Fadâîl: 77.
[495] el-Mustasfâ, c. I. s. 294.
[496] Ebu Davud, Mukaddime: 1, 6.
[497] Mecmûatü'rResâil ve'1-Mesâil, c. V. s. 22.
[498] el-Karâfî, Şerhti Tenkıhi'I-FusûI, s. 199. 244
[499] Şâtibî, el-İ'tisam, c. II, s. 305.
[500] Adı geçen eser, s. 398. 246
[501] el-Karâfî, Tenkîku'I-Fusul, s. 200; el-Furuk, c. II,
s. 32.
[502] En'âm, 108.
[503] Bakara, 104,
[504] Müslim, Müsakaat: 129, 130.
[505] İbni Mâce, Ticârât: 6.
[506] Bak. İ'Iâmu'l-Muvaîdu'în, c. III, s. 120-140.
[507] Tenkîhu'l-Fusûl, s. 200.
[508] el-Muvâfakât, c. II, s, 359.
[509] Adı geçen eser, c. II, s. 359. 360.
[510] el-Furûk, c, II, s. 32,
33
[511] Bakara, 220.
[512] îbnü'l-Arabî el-îşbilî, Ahkâmü'i-Kur-an, c. I, s. 65.
[513] Bak. İrşadü'I-Fuhûl, s. 208. 254
[514] Bakara, 29.
[515] Lukman, 13.
[516] î'Iâmül-MuvakkL'în, c. I. s. 125.
[517] el-îhltâm fi UsûIH- Ahkâm, c. V. s. 5.
[518] Şûra, 13-15.
[519] En'âm, 146.
[520] Bakara, 183
[521] Mâide, 45.
[522] Şûra, 13.
[523] En'âm, 90.
[524] Nal, 123.
[525] Mâide, 45.
[526] Bakara, 143.
[527] Buharî, Teyemmüm; I, Salat: 56.
[528] En'âm, 146.
[529] Mâide. 45.
[530] Buharî, Diyât: 6; Müslim, Kasâme: 25, 26; Tirmizî,
Diyât: 10.