Birinci bölümde hükmü
ele almış ve onu, "Sâri' (Allah ve Peygamberin iktizâ, tahyir ve vaz'
(vad') bakımından mükelleflerin fiile-rine ilişkin olan hitabıdır." diye
tarif etmiştik.
İşte bu tarif,
İslâm'da "hâkim ve hükümlerin kaynakları" üzerinde durmamızı
gerektiriyordu. Biz de ikinci bölümü bu konuya ayırdık. Yine bu tarif,
mükelleflerin fiillerini: incelememizi gerektiriyordu. Bunları da üçüncü
bölümde açıklamaya çalıştık. Geriye, fiilleri hüküm konusu olan mükellefler
kalıyor. Bu bölümde de onları ele alacağız.
İslâm hukukunda
mükellefe "mahkûm-i aleyh" de denilir; çünkü fiillerinin kabul veya,
reddi, bu fiillerin emir veya nehiy sınırlarına dahil olup olmaması yönünden
hakkında hüküm verilen odur. Teklifin esasını ela akıl ve idrak teşkil eder;
yani akıl ve idrak, teklifin temel direğidir. Bu konuda e 1 - Â m i d î şöyle
söyler:
"Akıl erbabı,
mükellefin akıl ve kavrayış sahibi olması gerektiğinde ittifak emiştir; çünkü
teklif bir hitab'dır. Hayvan ve cansız madde gibi akıl ve idraki olmayana
hitab'da bulunmak muhaldir. Mecnun( deli) ile temyiz kudretine sâhib olmayan
çocuk gibi hitab'm aslını anlama potansiyeline sâhib olan; fakat onun emir,
nehiy, sevap ve ceza ile ilgili bulunduğunu, onu emredenin Allah olduğunu ve
O'na itaat gerektiğini tafsîlatiyle bilmeyen kimse de, hitab'ın aslını
ayrıntılarıyla anlayamama bakımından hayvan ve cansız madde mesabesinde olduğu
için, teklife muhatab olmaz... Çünkü teklif ile kasd edilen şey, hitab'm aslını
anlamaya dayandığı gibi, onun tafsilatını da idrak etmeye dayanmaktadır.
Temyiz kudretine sâhib olan çocuğa gelince; bu, her ne kadar temyiz kudretine
sâhib olmayan çocuğun anlamadığı şeyleri idrak ederse de, tam akıllı kimse
gibi Allah'ın varlığını, kullara hitab'da bulunacağını, Allah'tan gelen
buyrukları tebliğ eden gerçek Pey-gamber'in bulunduğunu gereği kadar
kavrayamaz. Oysa teklif ile kasd -edilen şey bunlara bağlıdır. Gerçi arada çok
kısa bir zaman kalacak şekilde bulûğ (erginlik) çağına yaklaşınca, onun bu
andaki idraki, biraz sonra teklifi gerektiren şeyi idrakinden farklı
olmayabilir; ancak akıl ve idrak birer gizli vasıf olup yavaş yavaş ortaya
çıktığından ve bunları gösteren belli bir
ölçü bulunmadığından Sâri' bulûğ çağma girmeyi akıl ve idrak için sınır
olarak kabul etmiş ve bu çağa ermeyenlerden teklifi kaldırmıştır. Bunun delili
de, Hz. Peygamber'in, 'üc kimseden kalem kaldırıldı (yani onlar tekliften muaf
tutuldu): bulûğa erene dek çocuktan, uyanmcaya kadar uykudakinden ve ayüıncaya
kadar memnundan'[1] hadîsidir."[2]
Bu ifadeden şu üç
husus anlaşılmaktadır:
1) Teklifin
direği akıldır; çünkü teklif Allah'ın hitabıdır. Buna da ancak aklıyla idrak
eö.en kimse muhatab olabilir.
2) Akıl yavaş
yavaş gelişmekte, çocukluktan itibaren olgunlaşma seyrine devam etmektedir. O,
teklif haddine ancak gelişmesini tamamladıktan
sonra ulaşmaktadır.
3) Akim
yavaş yavaş gelişmesi gözle
görülmeyen bir husustur; çünkü o, bir zaman süreci
içerisinde adım adım kemâl noktasına ulaşmaktadır. Elbette bu noktayı gösteren
maddî bir ölçünün bulunması gerekir. O da bulûğ çağıdır. İşte bu çağ, akim
noksanlık ve kemâli arasındaki sınırı teşkil etmektedir. Kişi bu- çağa
ulaşınca ona teklif teret-tüb etmektedir.
Hatıra gelebilir ki
mecnun ve gayr-i mümeyyiz olan çocuğun temyiz kudreti bulunmadığı halde, malî
tekliflere muhatap olduğunu görüyoruz. Bunlar, başkasına ait bir şeyi telef
e'derlerse tazmin etmeleri, bir cinayet işlerlerse diyet vermeleri gerekmektedir.
Pakihlerin cumhuruna göre bunların mallarından zekât vermek gerekir. Meyve ve
tahıl gibi toprak ürünleri için öşür vermeleri icab ettiğini de fakihler icmâ'
ile kabul emişlerdir. İşte bunlar birer tekliftir. Bu durumda onların
tekliften muaf tutuldukları nasıl düşünülebilir?
Buna, usûl bilginleri
şöyle cevap verirler: Her ne kadar mecnun ve gayr-i mümeyyiz olan çocuklar,
temyiz kudretleri bulunmadığı için teklîfî hükümlere muhatap değil iseler de,
onlar da insandırlar ve bu insanlık, kendileri için bir kısım haklar sağlamış
ve bu hakları taşıyacak bir zimmet[3]
tanımıştır. Meselâ; onların mülkiyet haklan vardır; dolayısıyla o teklifler,
kendilerinin mal ve mülkleriyle ilgili vecîbelerdir.
Bundan anlaşılıyor ki
deli ile gayr-i mümeyyiz olan çocuklar, insan olmaları hasebiyle bir kısım
haklara ve bu yüzden bir kısım da vecîbelere sahiptirler. Bu kanunun daha iyi
anlaşılması için mücerret insanlık icabı olarak sabit bulunan ehliyet ile
aklın eseri olarak sabit bulunan ehliyet üzerinde durmamız gerekmektedir.
Ehliyet, şahsın ilzam
ve iltizama salahiyetli olmasıdır. Yani kişinin başkasına ait bir kısım
hakları kabul ve ikrara, başkasına karşı da kendisi için bir kısım hakların sübûtuna
elverişli bulunmasıdır.[4] Bu
tariften anlaşıldığına göre ehliyet ikiye ayrılır:
1) Leh ve
aleyhine bir kısım hakların sübûtunu sağlayan ehliyet.
2) Kendisi
için başkasına karşı ve başkası için de kendisine karşı hak teşkil edecek kısım
tasarruf ve muameleler kurma ehliyeti.
Birincisine
"vücûb ehliyeti" denilir: Bu ehliyet, kişinin insan olusunun bir
icabıdır. Yani onun insan oluşu, bu ehliyetin sübûtuna kâfidir.
İkincisine de
"edâ ehliyeti" denilir. Bu ehliyetin sübûtu için mücerret insan olma
kâfi değildir; ayrıca "temyiz" (kâr ve zararını bilip ayırd etme)
gücüne sâhib olmak şarttır.
Vücûb ehliyeti,
mücerred olarak insanın var olmasıyla (doğumuyla) gerçekleşmiş olur. İster
küçük (sabi), isterse ergin (baliğ) olsun; ister reşid olsun, isterse reşid
olmasın; ister erkek, isterse kadın olsun; ister hür, isterse köle olsun; gerçi
hür insanların vücub ehliyeti, kölelerinkine nisbetle daha mükemmeldir.
Bu ehliyet, insan
ölünceye kadar devam eder; hattâ Hanefîlere göre öldükten sonra da borçları
verilip vasiyetleri infaz edilinceye dek sürer.
İslâm hukukçuları
vücûb ehliyeti için hak ve vecîbelerin bağlı olduğu itibarî bir vasıf kabul
ederler ve buna "zimmet" (ahd, uhde) adını verirler. Bu vasıf, yani
zimmet, ehliyetin sebebidir. Takdirî (farazi = itibarî) bir vasıf olan zimmet,
borçların, borç ve taahhüt altına sokucu her türlü muamele ve tekliflerin
mahallini teşkil eder. Diğer bir deyişle, insanın ilzam ve iltizama salahiyetli
olmasının sebebi zimrriet'tir.
Hukukta böyle farazi
bir vasfı kabul etmek tuhaf karşilanmamalı-dır; çünkü şer'î ve hukukî işlerin
bir kısmı böyle var sayılan şeylerden ibarettir ki bunların vücûdunu Sâri' farz
ve takdir etmiştir. Bununla birlikte bazı bilginler, zimmet'in takdirine lüzum
görmezler; çünkü onlara göre, şahsın haklarını isteme yetkisi ve alacaklının
borç olarak verdiği şeyin ödenmesini talep hakkı vardır. Sâri' de ilzam ve
iltizam için esas olarak bunu emretmiştir.[5]
Keşfu'l-Esrar yazarı
(Abulaziz el-Buhari), bu görüşü şiddetle reddetmiş ve zimmet takdirinin
zaruretini savunmuştur.[6]
Vücûb ehliyeti,
insanın hayat aşamalarım takib ederek gelişir. İnsan cenin olarak (anne
karnında) hayata başlar, sonra gayr-i mümeyyiz sabi, sonra mümeyyiz çocuk,
daha sonra reşid veya gayr-i reşid bir kişi olur. Vücûb ehliyeti, sağ olarak
doğan insanda tam, ceninde ise nakıstır.
Vücûb ehliyeti,
cenin'de nakıstır; çünkü cenin için bir kısım haklar sabit olduğu halde, ona
herhangi bir vecîbe terettüb etmez. Cenîn'-in hukuku ise şu iki sebebten dolayı
sabit olur:
1) Cenîn'in sağ olarak
doğup yaşaması muhtemeldir; fakat
ölü olarak da doğabilir ve bu takdirde şahsiyeti yok sayılacağından onun
için hiçbir hak sabit olmaz. Sağ olarak doğduğu takdirde tam (kâmil) bir insan
gibi bütün haklara sâhib olur. Sağ olarak doğma ihtimali bulunduğu halde onun
aleyhine herhangi bir hak sabit olmaz; fakat fiilen mevcut olduğu için, dünyaya
hayatta geleceği kesin bir şekilde bilineme-se dahi lehine olan bazı haklar
sabit olur.
2) Annesinin
karnında cenin, ondan bir parça olarak kabul edilir; çünkü o, annesinin
hareketiyle hareket etmektedir.
Dolayısıyla Sâri', annesine ait bazı hükümleri cenine de teşmil
etmiştir. Meselâ; câriye olan annesi âzâd edilirse o da âzâd edilmiş olur.
Ayrıca, onun, annesinden sağ olarak ayrılma ihtimali de vardır.
Bu iki sebebten, yani
annesinin bir parçası olup sağ olarak ondan ayrılmaya elverişli ve kendi başına
bir' hayata shib oluşuna binâen Sâri', cenîn'e bazı haklar bahşetmiş ve ona
hiçbir vecîbe yüklememiştir.
Hanefî fakihlerine
göre annesinin karnında iken cenine intikal eden mallar yed-i emin'e verilir.
Bu yed-i emin, o malları yalnız muhafaza eder; artırmak için çalışmaz; çünkü
cenîn'in mülkiyeti, onun sağ olarak doğma ihtimaline dayanmaktadır.
Fakihlerin cumhuruna
göre ise cenin için bir vasî veya velî tayin edilir ve bu onun mallarını muhafaza
eder. 119 sayılı kanun (Mısır'da) cenîn'in mallarını korumak için bir velî
tayinini öngörmektedir.
Cenin'in sağ olarak
doğmasıyla vücûb ehliyeti tamamen sabit olur. Dolayısıyla mümeyyiz veya gayr-i
mümeyyiz olsunlar, çocukların vücûb ehliyetleri tamdır ve onlar için bu
hususlar sabit olur:
a)
Velîlerinin onların mallarında yaptıkları tasarruflarla zimmetleri iltizam'a
sâlihtir. Onlar reşid olarak erginlik çağma ulaştıkları zaman da bu
tasarruflarla bağlı olup cnlarm dışına çıkamazlar. Borçları ödenmeden reşid
olurlarsa, onları ödemeleri gerekir; çünkü kendi adlarına meşru şekilde
yapılan iltizamı tasarruflar, onları ilzam eder.
b) Malî
külfetler çocukların mallarında da carî olur. Mallarından haraç ve öşür alınır.
Cumhura göre mahallarından zekât da verilir; çünkü cumhur indinde zekât, malî
bir külfet olup bu verilirken niyete lüzum yoktur; dolayısıyla bunda tam akıl
sahibi olmak şartı da yoktur. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf'a göre
çocukların mallarından fıtır
sadakaları da verilir.
c) Çocuklar
için akrabalarına karşı bir kısım malî külfetler lazım <relir. Bunlar,
yakınlarının nafaksını vermek gibi mükellefiyetlerdir. Nafaka verme işi, hâlis
bir ibadet olmayıp mâlî bir külfettir. Bunu, Sâri', aileyi tanzim etmek ve onu
yardımlaşma ,. esasına dayanan bir birliğe kavuşturmak için emretmiştir.
Elbette bu birliğin zengin olan ferdi, fakir olanının ihtiyacını
karşılayacaktır ki, böylece yardımlaşma işi gerçekleşmiş olsun.
d) Çocuklar başkasına ait bir şeyi telef
ederlerse ödemeleri gerekir; çünkü zimmetleri, malî her türlü vecîbeye
sâlihtir; burada hâlis ibadet nevinden
olanlar hariçtir. Dolayısıyla, telef ettikleri şeyleri velî veya vasileri,
onların mallarından tazmin ederler. Demek ki çocukların zimmetleri, ibadet yönü
üstün olmayan mâlî işlerde, tıpkı
reşidierin zimmetleri gibidir.[7]
Edâ ehliyeti, muamelât
ehliyetidir. Yani şahsın bazı tasarrufları dolayısıyla bir kısım haklar
kazanması ve bazı tasarruflarla başkası için bir takım haklar inşâ etmesi için
sâhib olduğu ehliyettir. Bu ehliyete sâhib olanlar, şer'î tekliflere muhatap
kimselerdir. Kişi, bu ehliyete, reşid olarak buluğ çağma ulaşınca sâhib olur.
Usûl bilginleri, edâ ehliyetini, muamelât ve ibadâtı içine alacak şekilde şöyle
tarif etmişlerdir; Edâ ehliyeti, insanın sorumlu olacak şekilde şer'an muteber
bazı fiiller işlemesi ve kendisinden bir kısım ilzam edici meşru' tasarruflar
sâdır olması salâhiyetidir.
Bu ehliyetin esası
akıldır. Akıl kemâle ererse, edâ ehliyeti kâmil olur. Akıl noksan olursa edâ ehliyeti
nakıs olur. Akıl bulunmadığı zaman edâ ehliyeti sabit olmaz. Buna göre;
1) Edâ
ehliyeti ikiye ayrılır:
a) Kâmil edâ
ehliyeti. Bu, şer'î teklifler bakımından kişi âkil ve baliğ olunca, malî
muameleler bakımından da reşid olarak buluğ çağına erince sabit olur.
b) Nakıs edâ
ehliyeti. Bu da, mümeyyiz olan çocuk ve benzerlerinin haiz olduğu malî
muameleler, akidler ve diğer tasarruflarla ilgili ehliyettir. Fakat namaz,
oruç, hac ve diğer şer'î teklifler bakımından mümeyyiz çocuk, tıpkı gayr-i
mümeyyiz çocuk gibidir.
2) İnsanın
yaşı, edâ ehliyeti yönünden üç devreye ayrılır:
a) Doğumdan
temyiz çağma kadar olan devre: Bu devrede çocuk mümeyyiz olmadığı gibi aklı da
üstünde değildir. Bu itibarla şer'î tasarruflara onun kudreti yetmez. Bir şey satın
almanın mâmelek'ine katkıda bulunacağını, bir şey satmanın mamelekini
eksilteceğini bilemez. Daha önce de söylediğimiz gibi, çocuk, doğum ile
birlikte tam vücûb ehlîyeti'ne sahib olur ve kendisine miras intikal eder, malı
başkasına miras kalabilir, gerekirse malından nafaka verilir; Hanefîler hariç, diğer fakihlere
göre zekât vermesi gerekir; fakat aklı yetmediğinden edâ ehliyeti sabit
olmadığı gibi şer'î tasarrufları da sahih olmaz; çünkü bu çağda çocuğun sözleri
muteber değildir. O, fiillerinden Ötürü bedenî bir sorumluluk da taşımaz; ancak
telef ettiği şeyi malıyla tazmin eder.
Teklif için esas
teşkil eden edâ ehliyetidir; dolayısıyla bu devrede çocuk ibadet nevine giren
bedenî tekliflerden muaftır. Meselâ; keffâretler ibadet nevinden olduğu için
çocuk bunlarla mükellef değildir. Bu itibarla hatâ ile birini öldüren çocuk,
malından diyet vermekle mükellef olduğu halde, bu fiil için gereken
keffâretten muaftır.
b) Temyizden
bulûğ çağma kadar olan devre: Temyiz devresi yedi yaşından Önce başlamaz; hattâ
bazan çocuk yedi yaşma bastığı halde, temyiz gücüne sâhib olamaz. Bu devrede de
tam vücûb ehliyetine sâ-hib olur; çünkü, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, vücûb
ehliyeti insanın doğumuyla gerçekleşir. Edâ ehliyeti ise, aklı ermesi için
ancak temyiz çağma ulaşınca sabit olur; fakat yine de aklî tekâmülü tam
olmadığından bu ehliyet de nakıstır, Bu itibarla onun hak ve sorumluluk
doğuran söz ve tasarrufları, sadece lehine ise muteber olur. Buna göre temyiz
gücüne sâhib olan çocuğun tasarrufları üçe ayrılır:
i) Kendisi
için tamamen menfaat sağlayan tasarrufları muteberdir. Bağış ve vasiyet
yoluyla kendisine verilen şeyleri kabul etmesi gibi.
Mısır Vasiyet
Kanunnamesine göre mümeyyiz çocuklar, ancak vasileri veya ahvâl-i şahsıyye
mahkemelerinin müsaadesiyle bağışları kabul edebilirler.
ii) Kendsi
için tamamen zararlı olan tasarrufları bâtıldır. Başkasına bağış veya
vasiyette bulunması gibi. Bu gibi tasarrufları velîlerinin izniyle de sahih
olmaz. Fahiş bir şekilde aldandığı anlaşılan alını-satımı da aynı şekilde
bâtıldır.
iii) Menfaat
ve zarar arasında bulunan tasarrufları mutlak ola-k bâtıl değildir. Bu gibi
tasarrufları, velîleri icazet verirse sahih, icazet vermezse bâtıl olur.
Faydalı veya zararlı olma ihtimali bulunan hm-satım ve selem akidleri gibi
tasarrufları böyledir. Burada onların kılları yeterli olmadığı için velîlerinin
görüşü kendilerine katılmaktadır.
İbadet ve benzeri
hususlarda mümeyyiz çocukların söz ve davra-" ısları muteberdir; ancak
kendileri, vâcib derecesinde bir teklife mu-hatab değildirler. Yaptıkları
ibadetlerin sevabı ana ve babalarına râcidir.
Bu itibarla temyiz
çağına erişen bir çocuk müslüman olduğunu ilan ederse, sözü kabul edilir ve
gayr-i müslim olan ana ve babasının velayetinden çıkarak, dinî bakımdan onların
etkisinden kurtulur. Mümeyyiz olmayan gayr-i müslim bir çocuğun karısı
İslâmiyeti kabul etse, çocuk temyiz çağma ulaşıncaya dek beklenir ve bu çağa
ulaşınca kendisine müslümanlık arz edilir; kabul ederse, sözü muteber olup üzerine
miras ve nafaka gibi bütün hükümler terettüb eder ve nikâhı da aynen
kalır.
Acebâ temyiz çağındaki
bir çocuğun irtidad etmesi (İslâmiyetten çıkamsı) muteber midir? Ebu Hanîfe ve
İmamMuhamme d'e göre böyle bir çocuk mürted sayılır, nikâhı feshedilir ve
gereken diğer hükümler uygulanır. Ebu Yusuf'a göre ise mürted sayılmaz; çünkü
onun İslâmiyet'i kabul etmesiyle, İslâmiyet'ten çıkması arasında fark vardır:
Müslüman olması, tamamen faydalı bir tasarruftur; bu, elbette muteber sayılır.
İrtidadı da tamamen zararlı bir tasarruf olup muteber sayılmaz.
Bu anlattıklarımız
Hanefî mezhebinin görüşüdür. Şafiîlerle fakih-lerin çoğuna göre ise, çocuğun
İslâmiye'i kabul veya reddetmesi muteber değildir. Sözgelimi; kâfir iken
müslümanlığmi ilan etse veya ana ve babasına tâbi olduğu için müslüman iken
mürted olduğunu söylese, her iki beyanına da iltifat edilmez; çünkü çocuk
ebeveynine tâbidir ve mümeyyiz de olsa aklı, inançların dayandığı delilleri
anlayacak güçte değildir. Dolayısıyla o, iman ve inkâr'dan sorumlu sayılmaz;
çünkü onun fiil ve sözlerinden sorumlu sayılmaması ve bununla birlikte dinden
döndüğünü söylediği için sorumlu tutulması veya İslâm'ı kabulü-nuri sanih ve
muteber görülmesi makul bir şey değildir.
c) Akıl ve
baliğ olma devresi: Bu devrede ona namaz, oruç hac ve diğer dinî teklifler de
teveccüh eder. Artık onun şer'î tekliflerin hepsini yapması istendiği gibi, bütün fiillerinden de
sorumlu olur. Birisini öldürürse, kısas yoluyla kendisi de öldürülür. Zina
ederse, bu suçun cezasına çarptırılır. Birisine zina etti diye iftirada
(kazf'de) bulunursa kendisine seksen deynek vurulur... Böylece o, bütün İslâmî
tekliflere muhatab olduğu gibi, işlediği her suç için de cezalandırılır.
Akid ve malî
tasarruflarıyla kendi mallarının idaresine gelince-reşid olarak buluğ çağma
ermedikçe malları kendisine teslim edilmez' Fakihler bu hususta ittifak
etmişlerdir; çünkü Kur'an'da, "Yetimleri evlenme çağına ulaşana kadar
deneyin. Onlarm rüşde erdiklerini görürseniz mallarını kendilerine
verin..."[8] buyurulmuştur. Ancak
fakihler reşid olarak erginlik çağma ulaşmamış olan kişinin malının kendisine
verileceği zaman üzerinde ihtilafa düşmüşlerdir.
E b u H a n î f e'ye
göre. yirmibeş yaşma kadar malları kendisine teslim edilmez. Yirmibeş yaşma
değerse malları kendisine teslim edilir; sefih veya reşid olmasına bakılmaz;
çünkü kişi bu yaşta bedenî ve fikrî olgunluğa ulaşmıştır. Bu çağda onun dede
olması muhtemeldir; o halde sefih diye onu hacretmek doğru olmaz. Bu hususu
sefihlikten söz ederken tekrar ele alacağız.
Sefihi malı üzerinde
tasarruftan men etmenin derecesi nedir? Bu konuda Ebu Hanîfe'den çeşitli
rivayetler ileri sürülmüştür. Bir rivayete göre O, bu konuda şöyle
düşünmektedir: Velîsi, sefihin malı üzerinde tasarruf hakkına sahip değildir;
ancak yirmibeş yaşma kadar onu, malını boşa harcamaktan men'eder. Velînin
tasarrufu, sadece sefihin mallarını korumaktan ibarettir. Bu, Ebu Hanîfe'nin,
sefih hacredilnıez, görüşüne uygundur. Başka bir rivayete göre O, sefih olarak
buluğ çağına giren çocuk üzerindeki hacr'in istıshah prensibi gereğince devam
edeceğini ve velîsinin böyle bir sefihin malı üzerinde koruma çerçevesini
aşacak şekilde tasarruf hakkı bulunduğunu söylemiştir.
Ebu Hanîfe'nin görüşü
bu merkezdedir. Fakihlerin cumhuruna göre ise, kişi reşid oluncaya kadar hacr
devam eder; isterse o seksen yaşma değsin; çünkü malını kendisine teslim etmek
ve ona tamamen malında tasarruf hakkı vermek, bulûğa ermesine değil, reşid
olmasına bağlıdır. Hattâ, Said b. Cübeyr ve Ş a'b î; "Kişi sakalından tutulur;
ama, reşid olmayabilir." demiştir. Dahhâk de, "yüz yaşma ulaşsa
bile, malını İslah ettiği bilininceye kadar yetimin kendisine malı teslim
edilmez." demiştir.
Pekiyi, çocuğun bulûğa
erme çağının bir sınırı yok mudur? Fakih-lere göre evlenme çağı, bulûğa erme
çağının sınırım teşkil eder. Bu da, kızların ayhali görmesi ve oğlanların
ihtilam olmasıyla anlaşılır; çünkü Kur'an'da bulûğ çağı, evlenme çağı olarak
gösterilmiştir. Yani, "Yetimleri evlenme çağma ulaşana kadar deneyin.
Onlarm rüşde erdikleri görürseniz mallarını kendilerine verin..."[9]
buyurularak evlenme akdine ehil olacak yaşa gelmeleri erginlik (bulûğ) çağı
sayılmıştır. Ayhali .. me veya ihtilam olma, çocuğun evlenebilecek yaşa gelmiş
bulunduğunu gösteren hissî emarelerdir. Sâri' de bu hissî emareleri, hükümle-°"n
değişmesini sağlayan zaman için birer maddî sınır olarak kabul etmiştir.
Bulûğ çağı yaklaşınca
bu emareler görülmezse erginlik çağı yaşa oöre tayin edilir. Fakihlerin büyük
çoğunluğuna göre erginlik, onbeş yaşında başlamış olur. Ebu Hanîfe'ye göre
oğlan onsekiz, kız onyedi yaşında erginlik çağına girer.[10]
İşte eda ehliyetinin
sübûtu böyledir. Kişi akıllı olarak erginlik çağına ulaşınca her türlü şer'î
tekliflere muhatab olur. Reşid olunca da malında tasarruf hakkı tamamen kendi
eline verilir ve hem malı hem de şahsı üzerinde tam bir ehliyet sahibi olur.
Beşerî hukuk da, malî
rüşd için belli bir yaş haddi tanır; çocuk bu yaşa gelince, mallarının
idaresini kendisine teslim eder. Meselâ; Mısır Medenî Kanunu bunu onsekiz yaş
olarak kabul etmiş; muamelelerin giriftleştiğini görünce 1925 yılında yirmibir
yaşa çıkarmıştır.
Malî rüşdün esası,
kişinin muameleler sırasında menfaatine uyan veya uymayan şeyleri
tanıyabilmesidir. Bu da, muamelelerin girift veya basit oluşlarına göre
değişmektedir. Bunun içindir ki erginlik yaşı üzerinde hukukçular ihtilafa
düşmüşlerdir. Ahmed Fethi Zağlul Paşa, bu konu ile ilgili olarak Medenî Kanun
şerhi'nde şöyle der :
"Çocuk ehliyetsiz
olarak doğar ve temyiz çağına gelene kadar da böyle kalır. Sonra yeni bir devir
girer ki bu temyiz devridir; ancak akıl ve melekeleri henüz basittir;
kendisinden sâdır olan işleri takdir etme gücüne sahip değildir veya fiilleri
sağlam bir takdire dayanmamaktadır. O, bu dereceye, aklî güçleri olgunlaşa
olgunlaşa ulaşabilir. O yavaş yavaş bazı bilgi ve tecrübeler kazanır ve nihayet
bizzat mallarının idaresini ele almak için kendisine güven gelir. Kişilerin bu
mertebeye ulaşmaları, elbette hepsi için aynı şart ve zaman içerisinde olmaz.
Bu hususta şahıslar arasında büyük farklar vardır. İnsanların menfaatleri,
emniyetin zarurî oluşu ve insanın tereddüd'den kurtulup iş yapma zamanı
geldiğini gösteren bir sınır tayinine olan ihtiyaç, erginlik için bir yaş haddi
koymayı icabetmiştir. Bu hadde gelince kişi hacr altından kurtulur ve tam
olarak ehliyetine kavuşur. Hukuk
sistemleri bu yaş haddini tayinde değişik eğilimlere sahiptir. Bazısı
bunu erkek için ondört, kız için oniki yaş olarak kabul etmiştir. Başlangıç
devrinde Roma hukuku "bu görüşte idi. O devirde Roma milletinin ahlâkı
sade, nüfusu az idi. Çocukları terbiyede sıkı bir kontrole tâbi tutuyorlardı.
Aile bağları kuvvetli ve kendilerini korumaya kâfi geliyor ve ferdlerin zarara
uğramalarını vaktinde Önleyebiliyorlardı. Dolayısıyla çocuklara tam olarak
ehliyetlerini tanımak için fazlaca beklemeye lüzum yoktu; baba, onlar için her
türlü ihtiyat ve itinayı gösteriyordu.
"Zamanla toplumun
kesafeti arttı, mal çoğaldı, rağbet ve istekler çeşitlendi, insan fiilleri
dallara ayrıldı ,kişinin tama' ve ihtirasları aile ve aşiret sınırlarını aştı; bu
gibi âmillerin tesiriyle âüe bağlan zayıfladı ve nihayet çocuklara erken
ehliyet tanımanın zararları ortaya çıktı. Bunun üzerine kanun koyucu da
ehliyetin yaş haddini yirmibeş yıla çıkarmak zorunda kaldı. Bunu, hukuk
sistemlerinden bazısı yirmibir yaş, bazısı da ondokuz yaş olarak kabul
etmiştir."[11]
Buraya kadar ehliyeti
anlattık. Şimdi ona arız olan halleri gözden geçireceğiz. Kişinin aklını
gideren veya azaltan hallere "ehliyetin arızaları" denir. Bu
arızalar iki kısma ayrılır:
1) Semavî
arızalar. Bunlar insanın kendi elinde olmayan şeylerdir. Bunaklık, delilik,
unutkanlık, uyku ve bayılma gibi.
2) İnsanın kendi fiiliyle meydana gelen veya
insanın kendi elinde olan arızalar.
Bunlar da ikiye ayrılır:
a) Mükellefin zâtiyle ilgili olanlar. Sefihlik,
cehalet, sarhoşluk ve hatâ gibi.
b) Başkası vasıtasıyla arız olanlar. Bunların
tipik misalini İkrah (zorlama, cebir) teşkil eder.
Burada, ehliyete arız
olan halleri kısaca anlatmaya çalışacağız.
Cimim ve ateh (delilik
ve bunaklık)'dan her ikisi de idrak ve takdir kaabiliyetini yok eder. Bazan
ateh ile birlikte temyiz kaabiliyeti bulunabilir; dolayısıyla ma'tuh (bunak)
mümeyyiz olabilir; bazan da mümeyyiz olmayabilir. Mecnun (deli) ise, asla
mümeyyiz olamaz.
Bazı bilginlere göre
ateh, bir çeşit cünun halidir; çünkü cünûn-i nutbık[12] ile deli olmayan mecnun bazı vakitlerde
ayılır ve ayılınca da ma'tuh hükmünde olur; çünkü tamamen şifâ bulmadıkça
ayıldığı vakitlerde dahi cünun devam ediyor demektir.
Fakat ekseri
bilginlere göre elimin ile ateh arasında fark vardır. Söyle ki: cünun aklı
Örten, sağlam idraki yok eden bir hastalıktır. Hasta heyecan ve sarsıntı
içindedir. Ateh ise, aklı örten ve sağlam idrake engel olan bir hastalıktır.
Buna yakalanan hasta sakindir. Bazan temyiz kudretine sâhib olur, bazan bu
kudreti yitirir. Temyiz, kudretine sâhib olan ma'tuh, mümeyyiz çocuk gibidir.
Bu güce sâhib olmayan ma'tuh da gayr-i mümeyyiz çocuk gibidir. Mecnun ise,
daima gayr-i mümeyyiz çocuk hükmündedir.
Hasılı, cünun ve ateh,
bazı şahıslara arız olan, tasarruf ve sözlerinde ortaya çıkan marazı
hallerdir. Gerçi bilginler, bunların mahiyeti üzerinde de ihtilafa
düşmüşlerdir; fakat hepsi mecnun ve ma'tûhun tasarruflarının akıllı insanların
tasarruflarına benzemediğinde ittifak etmişlerdir.
Mecnun'dan bedenî
tekliflerin hepsi düşer. O, namaz, oruç, hac ve keffâretlerle mükellef olmaz;
fakat malî tekliflere muhatab olur; bir şeyi telef ederse öder, Cumhura göre
zekâtını da verir. Hanefîlere göre ise, gayr-i mümeyyiz çocuk hükmünde olduğu
için zekât vermekle mükellef olmaz. Mecnun cinayetlerinden sorumlu tutulmaz;
ancak diyet gibi malî teklifleri yerine getirir. Bir suç işlediği zaman ona
had cezaları tatbik edilmez.
Temyiz gücüne sâhib
olmayan ma'tuh da aynı durumdadır; çünkü bu vaziyette o da tamamen ehliyetini
yitirmiştir. Pakihlerin ittifakıyla ondan da bedenî teklifler düşer. Biraz önce
belirttiğimiz gibi, ancak malî vecîbelerini yerine getirmekle mükellef olur.
Mümeyyiz olan ma'tûhun
durumu da böyledir; ancak iki hususta temyiz gücü olmayan ma'tuhtan ayrılır:
a) Mümeyyiz
ma'tûhun ehliyeti nakıstır. Dolayısıyla tamamen faydalı olan tasarrufları
muteber olur. Payda ve zarar arasında mütereddit olan tasarrufları da maîî
velîsinin icazetiyle sahih olur. Evlenme He ilgüi akidleri, şahsı üzerinde
velayet hakkına sâhib olan kişinin lcazetine dayanır; eğer akid konusu, malî
velînin yetkisiyle ilgili değilse.
b) Temyiz
gücünü yitiren ma'tuh, tıpkı mecnun gibi bedenî iba-etlerle mükellef değildir.
Temyiz gücüne sâhib olan ma'tûh'a gelin-e- bazı fakihler, onun bedenî
ibadetlerle mükellef olduğunu söylerler..
Bu görüşü ileri
sürenler, ihtiyat bakımından ondan ibadetleri iskat etmezler; fakat ekseri
fakihler, bu görüşü yanlış bulurlar ve ateh'i tıpkı cünun gibi kabul edip şer'î
tekliflere engel sayarlar. Onlara göre ma'-tuh, birazcık aklî melekesi gelişen
çocuk gibidir. Nasıl çocuk ,aklı yet-mediği için hitab'dan muaf ise, ona
benzeyen ma'tuh da hitab'dan muaftır; çünkü teklifin sıhhati kudrete bağlıdır;
kudretin aracı da akıldır.[13]
Nisyan (unutma),
kişinin, Sâri' tarafından kendisine tevcih edilen teklifi hatırlamamasına
sebeb.olan veya ibadetini hakkıyle yapmasını engelleyen bir haldir. Meselâ;
unutarak orucunu yiyen ve vaktinde namazını kılmayı hatırlayamayan kimse bu
hale maruz kalmış demektir.
Fakihler, nisyan
bakımından hukuku ikiye ayırırlar:
a) Hukûkullah'i
unutma. Allah, bu gibi haklarda nisyan sebebiyle işlenen günahı bağışlamıştır.
Sahih bir hadis'te geçtiğine göre, hatırlayana kadar unutan kimse tekliften
muaf kılınmıştır. İnsan unutarak, Allah'ın ismini anmadan (bismillah
demeden) bir hayvanı boğazlasa günah
işlemiş olmaz ve o hayvanın eti yenilir. Keza, birisi, namazı vaktinde kılmayı
unutsa günahkâr sayılmaz. Nitekim Hz. Peygamber, "Kim uyur veya tmutur da
namazını kılmazsa, onu hatırlayınca kılsın."[14]
buyurmuştur.
b) Kul haklarını unutma. Bu gibi haklar
unutmakla sakıt olmaz. Nisyan, bu konuda bir özür sayılmaz. Bir kul hakkı,
vaktinde ödenmemekle borçlunun üzerinden düşmez. Bir kimse, herhangi bir suçu
unutarak işledim diye mazeret beyan edemez; tersine, unutularak işlenen
suçlardan dolayı da kişi sorumlu olur. Ancak bu durumda unutma, bunaklık
(ateh) nevinden sayılır ve unutan kimse
ma'tuh gibi sorumluluk yüklenir.
Uyku ve bayılma (nevnı
ve iğrnâ') sorumluluğu kaldıran iki haldir. Bu hallerde şahıs bilgi, hafıza ve
şuurunu yitirir. Dolayısıyla uyku ve bayılma halinde kişi, hukûkullah'tan
sorumlu olmaz. Kul haklarında ise sorumluluk kalkmaz. Meselâ; uyuyan kimse,
düşerek birisinin ölümüne yol açsa, diyet vermekle mükellef olur.
Buna göre diyebiliriz
ki, suç, kul haklarına karşı bir tecavüz ise sakıt olmaz ve diyet gibi malî
cezalar kalkmaz. Suç, hakkullah'a karşı bir tecavüz ise ceza kalkar. Faraza;
uyumakta olan veya baygın bulunan birisi zina etse, içki içse, hırsızlık yapsa
veya zina iftirasında bulunsa ceza terettüb etmez; çünkü hakkullah'tan ötürü
cezalar (hudud) şüphe üzerine sakıt olur: ancak hırsızlık yapmışsa malî
sorumluluktan kurtulamaz. Kişi, uykuda veya baygın iken birisinin malını telef
etse, tazmin etmekle mükellef olur.
Sefeh (sefihlik =
sefâhet) kişinin malî tedbirsizliğine sebeb olan bir haldir. Sefih, yani malım
yerli yersiz saçıp savuran kimse, reşid olmamakla birlikte akıllıdır;
dolayısıyla bütün şer'î tekliflere muhatab olup yaptığı her şeyin karşılığını
görecektir: hayır işlerse hayır, şer işlerse şer.. Sefih bir cinayet işleyince
tam olarak cezalandırılır. Fasihlerin cumhuruna göre sefihin malî olmayan
akidleri muteberdir. Sefih, malî akid ve tasarruflar bakımından hacr altına
alınır; ister sefih olarak bulûğa ersin; isterse reşid olarak bulûğa erdiği
halde, sonradan sefih olsun. Bu görüşe Ebu Hanîfeve Züfer katılmaz. Ebu
Hanî-fe'ye göre sefih olan kimse hacredilmez; ancak sefih olarak erginlik çağma
ulaşan kimsenin, yirmibeş yaşma kadar malı kendi eline verilmez. Nitekim
çocuğun erginlik devrelerini anlatırken' de buna temas etmiştik,
Ebu Hanîfe'nin bu
konudaki delillerini şöylece özetleyebiliriz:
a) Akidlere
bağlı kalmak gerektiğini gösteren nass'lar vardır. Sefih, hacredilirse yapmış
olduğu akidlerin gereğini yerine getiremez. Halbuki o, bütün şer'î tekliflere
muhatab olduğu için akidlerine bağlı kalmakla da mükelleftir. Hacr ise, onun
hakkında nass'lârı tatbik etmemektir.
b) Enes
b. Mâlik'ten rivayet
edildiğine göre, bir şahıs alışverişlerinde aldatılıyormuş.
Ailesi, Hz. Peygamber'e gelip hacredilme-sini istemiş; fakat Hz. Peygamber, sebebi ortada olduğu
halde onu hacr etmemiş ve kendisine, "bir şey satın aldığın zaman, aldatma
yok ve benîm için üç günlük muhayyerlik hakkı vardır, de!"[15]
buyurmuştur. Eğer aklı başında olan insanı hacretmek caiz olsaydı Hz. Peygamber
onu hacrederdi.
c) Edâ
ehliyeti tamamen akla dayanmaktadır. Bütün şer'î tekliflere muhatab olduğuna
göre sefihin aklı tamdır. Öyleyse edâ ehliyeti de tam olmak gerekir.
d) Sefihi
hacr altına almada ne kendisi, ne de toplum için bir fayda vardır. Kendisi için
bir fayda yoktur; çünkü hacr, onun söz ve hürriyetini, hattâ insanlığını hiçe
saymakır. Onun malını zayi etmesi hürriyetini, hattâ insanlığını hiçe
saymaktır. Onun malını zayi etmesi Toplum için de bir fayda yoktur; çünkü malın
üretici olmayan elden üretici ellere geçmesi daha iyidir. Hacr altına alman
(mahcur) şahsın malları, çoğu zaman üreticilik niteliğini yitirir, durgun su
gibi olduğu yerde kalır. Bunda vârislerinin menfaati vardır da denilemez; çünkü
sefih yaşadığı müddetçe vârislerinin hakkı teşekkül etmez. O halde mevhum bir
hak gözönüne alınarak bir şahıs hacredilemez.
Cümhûr-i fukâha da bu
konuda şu delilleri ileri sürer:
a) Kur'an'da,
"Allah'ın sizi bakmakla mükellef kıldığı mallarınızı sefihlere vermeyin. Onları
bunlarla rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel söz söyleyin."[16]
buyurulmuştur. Yine Kur'an'da, "Eğer borçlu sefih, zayıf ve
yazdiramayacak bir durumda ise, velîsi doğru olarak yazdırsın..."[17]
buyurulmuştur. Bu iki âyet, sefihin malının kendisine teslim edilmeyeceğini,
hattâ ona, yapacağı akidler için bir velî ayin edileceğini göstermektedir.
Hacr de, işte budur.
b) Hz. Ali,
Osman b. Affân'a başvurarak Abdullah b. Ca'fer b. Ebî Tâlib'in hacrini
istemiş; fakat Osman, usta bir tacir
olan Zübeyr b. el-Avvam'm ortağı olduğu
için Abdullah'ı hacretmemiş ve "Ortağı Zübeyr olan bir şahsı nasıl
hâcrederim!" diye cevap vermiştir. Eğer sefihin hacri meşru olmasaydı, Hz.
Ali, Abdullah'ın hacrini nasıl isterdi.
c) Sefihin malî menfaati onu hacretmektedir. Tâ
ki onun malı zayi olmasın, kendisi de başkalarına yük
olacak şekilde dilenci durumuna düşmesin.
Sarhoşluk (sekr =
ayyaşlık), sıvı veya katı bir kısım maddelerin kullanılmasıyla aklın
örtülmesidir.
Ebu Hanîfe'ye göre,
uyuşturucu bir şey kullanarak erkek ve kadım seçemiyecek kadar şuurunu yitiren
kimse sarhoştur. Bu derecede şuurunu kaybetmeyen kimse sarhoş sayılmaz ve
normal insanların hükmüne tâbi olur,
Fakihlerin cumhuruna
göre sarhoş (sekrân), sözüne hezeyan hakim olan ve söylediğini bilmeyen
kimsedir.
Sarhoş mükelleftir,
ondan hitap sakıt olmaz. Genel olarak o, yap-jjs olduğu işlerden sorumludur. Eğer
o, haram olan bir şeyi kendi isteği ile kullanmak suretiyle sarhoş olmuş ise,
sarhoş iken yapmış olduğu şeylerden ayılmca sorumlu olur; çünkü aslında aklı
mevcud idi. Onu, kendisi isteyerek ve Sâri' tarafından yasaklanmış olan bir
şeyi kullanarak işlemez hale getirmiştir. O halde kendisinin sebeb olduğu
saskmhk içinde işlediği şeylerden vazifesini ihmal ve başkasının hakkına
tecavüz ettiği için sarhoşluğunun neticelerinden sorumlu olacak-fir Üstelik
sorumluluk, suçu önlemek içindir. Haram kılındığı halde bir sey alarak sarhoş
olmak sebebiyle teklif kalkacak olursa, bu, insanları ayyaşlığa teşvik eder.
İslâm hukukçularının
ittifakına göre, bir uyuşturucu maddeyi ameliyat için kullanarak veya haram
kılınmış olan bir maddeyi cebir (ikrah) yoluyla kullanmak suretiyle meydana
gelen sarhoşluk, sorumluluğu gerektirmez. Böyle bir sarhoşluk sırasında işlenen
fiiller için bir sorumluluk terettüb etmez; ancak malî mükellefiyetler
müstesnadır. Bu şekilde sarhoş olan kimse, uyuyan veya bayılmış kimseye benzer;
dolayısıyla bunların akidleri muteber olmaz; çünkü sözlerinin bir hükmü
yoktur.
Fakihler, haram
kılınmış bir şeyi kendi isteğiyle alarak sarhoş olan kimselerin akidleri
üzerinde ihtilafa düşmüşlerdir. Bunlar, akid-lerinden tamamen sorumlu olurlar
mı, yoksa sorumlu olmazlar mı? Bu konuda fakihler ikiye ayrılmışlardır:
a) Sarhoş,
söz ve fiillerinden tam olarak sorumludur, akidleri geçerlidir, talâkı
vâkidir, bir cinayet işlerse kısas cezasına çarptırılır, haddi icab eden bir
suç işlerse ona had cezası tatbik edilir.* Hulasa, normal insan ne gibi
cezalara çarptırılırsa sarhoş da aynı cezalara çarptırılır. Bu görüş,
"suç, suçu meşru kılmaz" prensibine dayanmaktadır. Bir kimse sarhoş
olsa ve birisine zina iftirasında bulunsa iki suç işlemiş olur- birisi sarhoş
olmak, Ötekisi de kazf (zina iftirası) suçudur. Bir kimse sarhoş olsa ve
birisini öldürse, yine iki suç işlemiş olur: birisi müskirat kullanmak, diğeri
de adam öldürmek suçudur. Böyle bir kimsenin sarhoşluğu, işlediği suçlar için
özür teşkil etmez; çünkü kendisi isteyerek sarhoş olmuştur. O, sarhoşluğun
şuuru götürdüğünü, şuur gidince kişinin bazı suçlar işleyeceğini de biliyordu.
Öyleyse işlediği şeylerin sonuçlarına da katlanacaktır. Ayrıca sarhoşluk bazı
suçların işlenmesine sebeb olduğuna göre, isteyerek sarhoş olan kimse,
sonuçlarını bildiği halde bu sebebi meydana getirmektedir. Sebebin Meydana
gelmesini sağlamak ise, onun neticesini istemektir. P a h r u'l-slâm Pezdevî,
Usûl'ünde şöyle der: "Bir kimse, kısas'ı ikrar veya isas'ı mucip bir işe
mübaşeret ederse, ona kısas hükmü terettüb eder.
Bir kimse, kazfde
(zina isnadında) bulunur veya bu suçu ikrar ederse ona kazf cezası (haddi)
gerekir. Bir kimse sarhoş iken zina ederse' ayılmca, onâ, bu suçun cezası
tatbik edilir...' Sarhoş'tan teklif kalkmadığına göre, ona, şer'î hükümlerin
tatbiki lazım gelir; çünkü sarhoşluk aklı yok eden bir şey değil, aklı bastıran
bir zevktir. Öyleyse masiyete sebep olduğundan o bir özür sayılmaz."[18] Zira
bir suç, başka bir suçun cezasını hafifletici bir sebeb olamaz.
Bu görüş, Hanefîlerle
bir kısım Şâfiîler ve Mâlikîlerin çoğu tarafından ileri sürülmüştür.
b) Ne
söylediğini bilmeyen sarhoşun akidleri muteber olmaz-çünkü akidlerin esasını
rıza teşkil eder. Şuuruna sâhib olmayan kimse rızâsını beyan etmiş sayılmaz ve
ona şüphe ile sakıt olan kısas ve hudud gibi cezalar tatbik edilmez. Bu cezâîar
şüphe ile sakıt olduğuna göre, şuura sâhib olmamak en azından şüphe
derecesindedir. Nitekim hadîsi şerifte de, "gücünüz yettiği kadar
(şüphelerle) had cezalarım önleyin."[19] diye
buyurulmuşur. Bunların dışında kalan cezalar sakıt olmaz.,
Bu görüş de A h m e d
b. Hanbel'e aittir. Ş â f i î'ye nisbet edilen iki görüşden birisi ile İmam
Mâli k'in bir görüşü de bu merkezdedir.
İşte bu görüş, modern
kanunlarla bağdaşmaktadır; çünkü yeni ceza kanunlarında, sarhoş, idam cezasını
gerektiren bir suç işlerse ona bu ceza verilmez. Ancak yeni kanunlar, mantık
itibariyle bu konuda İslâm hukukuna ait olan yukarıdaki görüşle bağdaştığı
halde, içki kullanılmasını serbest bırakarak, İslâm hukukundan ayrılır ve
bunun tabiî bir sonucu olarak da sarhoş'u, her fiilinden ötürü normal olan bir
insan derecesinde sorumlu tutmaz.
Bu konuda İbni
Teymiyye'nin de bir faraziyesi vardır. Şöyle ki : sarhoş olan kimsenin suç
işlemek kasdıyla içki alıp almadığını tesbit etmek lazımdır. Bu maksatla içki
kullandığı sabit olursa, şüphe ile bazı cezalar kaldırıldığına göre, böyle bir
şahıs normal insan gibi sorumlu olur mu? İtani Teymiyye bu hususta şöyle der:
"Denilebilir ki
sarhoş bir kimsenin içki kullanmadan önceki maksadı adam öldürmek veya zina
etmek gibi bir suç işlemekse ve bunu sarhoş halde icra etmişse, o normal
haldekinden daha çok sorumlu tutulur. Maksadı böyle bir şey olmadığı halde
sarhoş olunca birisini vurup öldürürse suçu öncekine nisbetle daha hafif
olur."[20]
Yeni hukukçular da bu
konuda ihtilafa düşmüşlerdir. Bazılarına eöre sarhoş olan bir şahsın suç kasdı
ile içki aldığı tesbit edilirse, aynı suçu normal halde işlemiş olanlar gibi o
da bu halde işlediği cinayetten dolayı idam cezasına çarptırılır. Bazılarına
göre ise sarhoş halde işlenen öldürme suçundan dolayı kişi normal insana
verilen ceza ile ce-zalandırılamaz. Bu iki görüşü, Prof. Dr. Muhammed Mustafa e
1-K u 1 e lî şöyle anlatır:
"Sarhoşa ceza
verilmez görüşünü benimseyenlerin bazıları çok ileri gider ve 'bu halde ona hiç
ceza verilmez; isterse içkiyi suç işlemek kas-dryia almış olsun' derler.
Gerçekte bu, onların sâhib oldukları görüşün mantıkî neticesidir. Madem ki
sarhoşluk temyiz ve idrak gücünü yok etmektedir; o halde sorumluluk için bir
mahal yoktur. Buna karşılık prof. R. Garraud şöyle der: bu faraziye mücerret
bir nazariyeden ibarettir. Şahıs bir suç işlemek için azmetmekte, sonra
kendisini teşvik kasdıyla uyuşturucu bir madde almakta, bundan sonra da sarhoş
halde o suçu işlemektedir. Böyle bir şahsın tamamen şuurunu kaybetmiş olduğunu
söylemek imkânsızdır; çünkü o, daha önce azmettiği bir fiili
gerçekleştirmektedir. Buna göre onun şuurunu kaybetmiş olduğunu nasıl
söyleyebilirsiniz?"[21]
Kitab, Sünnet ve İcmâ'
ile sabit olan şer'î hükümler'e, bilgisizlik (cehalet veya çehl) iddiasıyla
kimse muhalefette bulunamaz. Burada cehalet özür sayılamaz. Bu husus, İslâm
memleketinde oturanlar için böyledir.
İmam Şafiî, hiç kimse
için cehaletin bir mazeret teşkil etmediği şer'î hükümleri bilmeye
"âmmenin ilmi" adını verir. O'na göre nass'larla açıklanan bilgi
ikiye ayrılır. Bunların izahım bizzat İmam Şafiî'ye bırakalım. O,
er-Risale'sinde şöyle der:
"İlim iki
kısımdır: birisi âmmenin ilmidir ki ,aklı başında olan herkes için onu bilmemek
imkânsızdır. Beş vakit namaz, Allah için Ramazanda oruç tutma, gücü yetenin
hacca gitmesi, mallarının zekâtını vermesi gibi emirler ve adam öldürme, zina,
hırsızlık ve içki içmek gibi yasaklar böyledir. Keza, kulların bilmekle, amel
etmekle, mal ve canlarıyla yerine getirmekle mükellef olduğu şeyler ve
kendilerine haram kılındığı için sakınmaları gereken herşey aynı sınıfa girer.
Bu sınıfa giren ilmin hepsi, Allah'ın Kitabı'nda nass ile açıklanmış ve genel
olarak bütün müslümanlarca nesilden nesile Hz. Peygamber'den
nak-ledilegelmiştir. Müslümanlar, bunların naklinde ve kendileri için vücûb ifade
edişinde ihtilafa düşmezler. Rivayetinde
yanılma ve te'vil mali olmayan ilim işte budur. Bunda
tartışmaya cevaz yoktur.”[22]
Bu ifadeden
anlaşılıyor ki bu ilim Kitab, mütevâtir sünnet ve müslümanlarm üzerinde icmâ'
ettikleri meşhur hadislerin sarahatinden elde edilmiştir. İkinci kısma giren
ilme de İmam Şafiî, er-Risale'-sinde "hâssanın ilmi" adım verir. Bu
da, kulların mükellef oldukları farzların furû'unu teşkil eder. Bunlar hakkında
Kitab, Sünnet ve îC-mâ'a dayanan sarih bir nass yoktur.[23]
Bu kısma giren ilme,
ancak kendilerini fıkhı araştırmalara veren fakihler sâhib olabilirler. Bu
yüksek derecedeki ilmi halk (âmme) bilemez; ancak, fakihlerin de onu ihmal etmesi
caiz olmaz.
Bundan anlaşılıyor ki
farzlarla yasakları gösteren umumî esasları İslâm diyarında oturan herkesin
bilmesi gerekir; onları bilmemek özür sayılmaz; ancak delili kesin olmayan
hususlar müstesnadır. Bu hükme İslâm memleketinde oturan zimmîler de dahildir.
Cehaletten dolayı onlar da hudûd, kısas ve bunların neticeleri ve müslümanlarla
birlikte kendilerine tatbik edilen diğer cezalar konusunda mazur sayılmazlar;
çünkü İslâm diyarında oturdukları için müslüman halk nasıl içki içmenin, zina
etmenin ve bunlara benzer suçların cezayı mûcib olduğunu biliyorsa, onların da
bunları bilmeleri gerekir; zira genel olarak müslümanlarm sahib oldukları hak
ve vecîbelere onlar da sahiptirler.
Kıyas ve re'y'e
dayanan diğer istidlal yollarıyla istinbat edilen tafsili hükümleri, yukarıda
da belirttiğimiz gibi, ancak ihtisas sahibi âlimler bilirler.
Mevcut kanunlarda da
bu durum aynıdır. Ceza kanunlarıyla yasaklanmış olan şeyleri, bu kanunlar
kendilerine tatbik edilen herkes biliyor farzedilir. Bunun için âlim ile câhil
arasında fark yoktur. Kanunu bilmemek mazeret değildir. Meselâ; uyuşturucu
maddenin yasak olduğunu herkesin bilmesi gerekir. Kanunların şâmil olduğu
genel hükümler için durum böyledir. Hafifletici veya ağırlaştırıcı sebebler,
suçun sakıt olduğu haller, suçu isbat yolları ve isbatm kuvvet dereceleri gibi
özel ve tafsilatla ilgili hükümleri ise, ancak hukukçular bilirler.
İslâm hukukunda özür
olarak kabul edilip edilmeme bakımından cehalet'i usûl bilginleri dörde
ayırırlar:
a) Sahibi
için asla mazeret sayılmayan cehalet. Meselâ; iman ettikten sonra dinden
dönme (irtidad), Kur'an nass'ı ile kesin
olarak haram kılınmış olan bir şeyin helal olduğuna inanma, tevatür ve
icmâ'-sabit olan şeyleri inkâr etmenin suç teşkil ettiğini bilmeme özür He^üdir-
Aslında bu gibi hususları bilmemek suçtur. Suç ise başka bir suçu meşru kılmaz.
Usûl bilginleri,
gayr-i müslim olanların, kendilerine davet ulaşıp kpsin delillerle gerçekliği
anlatıldıktan sonra Allah'ın birliğini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini bilmemelerini
mazeret saymazlar.
Biraz önce
söylediğimiz gibi İslâm diyarında oturan zimmîlerin cezayı mûcib olan şeyleri
bilmemeleri mazeret değildir. Dolayısıyla, kul haklarına veya hukukullah'a
tecavüz sayılan şeyleri bilmiyerek işlerlerse affedilmezler. Zimmîlerin,
İslâm'da ahvâl-i şahsiyye'ye giren evlenme ve yiyip içecek şeyler gibi
hususlarla ilgili yasakları bilmemelerine gelince; Hanefîlere göre onlar,
vücûbun aslı bakımından mazur sayılmazlar; fakat dünyevî bir cezaya da
çarptırılmazlar. Meselâ; bir zimmî, İslâm'da yasak olduğunu bilmeyerek kendi
mahremiyle evlense, kadı veya hâkim onu karısından ayırmaz. Öte yandan bir kimse,
herhangi bir zimmîye ait şarabı dökse veya bir zimmînin domuzunu telef etse,
bunların kıymetini öder. Fakihlerin cumhuru bu gibi konu Iarda Hanefîlere
muhalefet ederler. Onlara göre İslâm'ın haram kıldığı şeyler hederdir.
Dolayısıyla bir kimse zimmîye ait şarabı telef etse,.kıymetini ödemez.
b) Delil bakımından kesin olmayan hususlara dair
cehalet kişi için mazeret sayılır. Bu da, te'vil ve tefsire ihtiyaç gösteren,
ancak araştırma ve incelemeden sonra anlaşılması mümkün olan meseleler
üzerinde olur. Meselâ; Allah'ın bir kısım sıfatlarının te'vilini bilmemek, kişi
için mazeret teşkil eder.
İslâm hukukçuları, bu
kısım için misal olarak, halifenin haksız olduğuna inanarak ve ona karşı
çıkmak gerekir diye bir te'vile kapılarak ayaklanan (faâğî) kimseyi de
zikrederler ve Muâviye'nin H z. Ali'ye karşı ayaklamşım bu kabilden görürler.
Hanefîlere göre bu1 durumda bâğî (âsî) mazurdur; halife ile savaşırken telef
olmasına sebebiyet verdiği mal ve candan sorumlu değildir; çünkü o, hak kendi
tarafında olmasa bile, te'viline dayanarak bir harekete girişmiştir. Öte
yandan fasihlerin cumhuruna göre bâğî için cehalet özür değildir; çünkü hak ve
bâtıl bellidir. Dolayısıyla bâğîler bastırıldıktan sonra telef ettikleri mal ve
candan sorumlu olurlar.
c) Içtihad konularındaki cehalet. Bu kısma giren
ve sahibi için ozür teşkil eden cehaletler üçe ayrılır:
i) Konu
hakkında iki delil bulunur; bunlardan birisi men edici, lsı müsaade edici
mahiyette olup fiilin yapılmasına müsaade eden delil zayıf ve men'eden delil
kuvvetli olursa, kişi de bilmeyerek zayıf delile göre amel ederse, bu cehalet
mazeret sayılır. Sözgelimi; bir kimse, "Şahitsiz nikâh caiz olmaz."[24]
hadîsini bilmeyerek ve "Nikâhı, def üe de olsa ilan ediniz."[25]
hadîsine dayanarak, ilân kâfi gelir düşüncesiyle bir kadınla şahitsiz evlenme
akdi yapıp zifafa girse, birinci delil daha kuvvetli olduğu halde cehaleti
sebebiyle ikinci delil ile amel etmiş oıUr ki, bu cehalet, onun için mazeret
sayılır.
ii) Men'i
gerektiren sebebin esasını bilmemek. Meselâ; birisi, ta-hammür etmiş olduğunu
bilmeyerek şeker kamışı suyunu içip sarhoş olsa veya aralarında mahremlik
bulunduğunu bilmediği için yakını olan bir kadınla evlense, bu gibi cehaletler
onlar için mazeret sayılır.
Bu i. ve ii.
kısımlarda anlatılan cehaletler, dünyevî cezayı iskat eder ve çoğu zaman bir
günahı da mucip olmaz.
iii)
Muhtelif delilleri bulunmayan, yani tek delile dayanan bir hükmü bilmemek.
Meselâ; bir kimse yeni müslüman olsa ve süt kardeşliği-nin evlenmeye mâni
olduğunu bilmese, bu cehalet onun için cezayı iskat edici bir özür sayılır;
fakat günah sakıt olmaz; yani suç vasfı ortadan kalkmaz.
Bu iii. kısımdaki
cehalet ile önceki iki kısımdaki cehalet arasında fark vardır: son kısımda
anlatılan cehalet delil veya mucip sebebi değil, bizzat hükmü bilmemektir.
Önceki kısımlarda anlatılan cehalet ise, delili bilmemek veya kaabil-i ihtimal
olan bir yerde hangisinin tercih edileceğini bilmemek, yahut da şüphe kabul
edebilecek ve özür ciheti kuvvetli olacak bir meselede mucip sebebi
bilmemektedir.
d) İslam
ülkesi olmayan memleketlerde İslâmî hükümler hakkındaki cehalet. Fakihlerin
cumhuru, bu cehaletin şer'î teklifleri kaldıracak derecede kuvvetli olduğunu
kabul eder. Sözgelimi; bir kimse, dâr-i harb'te müslüman olsa ve İslâm diyarına
göçmese; bu yüzden de namaz, oruç ve zekât gibi farzları bilmediği için yerine
getirmese, öğrendiği zaman onları kaza etmekle mükellef olmaz. İmamZüfer'e göre
Öğrenince onları kaza etmesi vâcib olur. İmam Züfer'ih nokta-i nazarı şudur:
O, İslâm'ı kabul etmekle bütün hükümlerini üzerine almış demektir. Öyleyse
onları yerine getirmelidir. Bilmediği için vaktinde edâ etmekte mazurdur;
fakat öğrenince mükellef olduğu vecîbeleri kaza etmesi gerekir.
Cümhur-i fukâha'nm
nokta-i nazarı da şöyledir: Dâr-i harb, şer'î hükümlerin bilinmesine elverişli
değildir. Hükümlerin kaynakları orada meşhur
olacak şekilde herkese ulaşmamıştır. Oradaki bilgisizlik delili il01emektir.
Delil üzerindeki cehalet ise teklifi iskat eder; yani dâr-i rk'te müslüman olan
kimseye hitab teveccüh etmez.
Buna göre dördüncü
kısma giren cehalet, sadece özür olmakla kalmıyor, aynı zamanda hitabı da
iskat etmekle Öncekilerden ayrılıyor.
Buraya kadar cehaletin
kısımlarını ve bunların özür olup olmama bakımından derecelerini anlattık.
Bunları incelediğimiz zaman, İslâm dîninin insanlar için daima kolaylık
cihetine gittiğini görürüz.
Kısaca, cehalet, Kitab
ve Sünnet nass'ı ile sabit olan hükümler hakkında bir mazeret teşkil etmez. Bir
veya bir kaç fakihin istinbat yoluyla ortaya koyduğu hükümlerde ise İfnam
Şâfii'nin de açıkladığı i, cehalet bir mazeret teşkil eder.
Burada şuna da işaret
etmek isteriz: cehaletin konusu Kitab ve Sünnet'le sabit olan İslâmî esaslardan
birisi değil de, içtihadı bir mesele olup fakihlerce ihtilaflı ise, ülü'1-emr
de, imamlardan birisinin görüşünü tercih edip ona uyulmasını ilan etmişse,
cehalet yine özür sayılır; ancak bütün insanların duyacağı şeküde ilan her
tarafa ulaşmışsa, o zaman cehalet, mazeret sayılmaz.
Çağdaş kanunlarda,
cehalet, ilandan sonra mazeret sayılmaz. Çıkarılan yeni kanunlar, resmî
gazetelerde ilan edilmekle yetinilir. Böylece her şahsın, çıkarılan kanun
hakkında bilgi sahibi olması mümkün olur, Özellikle çeşitli gazeteler, ilan
edilen kanun hakkında halka bilgi verir. Dolayısıyla herkes imkân dahilinde o
kanunun muhteviyatına vâkıf olur; fakat hatırlamak gerekir ki yeni nizamlar,
kanun hakkında bilgi edinme imkânı ile yetinmektedir; bilfiil bilgi sahibi
olmayı şart koşma-maktadır. Milletin her ferdi için bilgi edinme imkânı hasıl
olunca cehalet özür sayılmamakta; herkes, bilfiil bilgi sahibi olmasa bile,
biliyor farzedilmektedir.
Hz. Peygamber,
"Ümmetimden hatâ, nisyan (unutma) ve zor karşısında yaptıkları şeyler
kaldırıldı, yani affedildi."[26]
buyurmuştur. Bu nass'a göre hatâ bir
Özür olup ehliyetin ârızalarındandır. Fakihler, hatânın uhrevî sorumluluğu
kaldıracağı konusunda birleşmişlerdir; çünkü adıs-i şerif bunu açıkça
bildirmektedir. Bu, Kur'an'da anlatılan iyi mü’minlerin “… Rahimiz, unutur veya
hatâ edersek bizi sorumlu tut ma !”[27] diye
yaptıkları duaya verilen cevaptır.
Hatâ, fiil veya sözün,
fail veya söyleyenin iradesine aykırı olarak vuku bulmasıdır. Meselâ; oruçlu
birisinin ağzına su alıp verirken (mazmaza ederken) suyun boğazına kaçması
böyledir.
Hatâ, bazan cehalet
sebebiyle işlenmiş olur. Sözgelimi; bir kimsenin Ramazanda, vakit daha
erkendir zanniyle tanyeri ağardığı halde yiyip içmesi ve bundan sonra oruca
niyetlenmesi gibi. Biraz önce de belirttik; hatâ ile işlenen fiillern günahı
kaldırılmıştır; ancak hatâ fiili ibtal ve sorumluluğu ıskat eden bir özür
olduğuna göre, muhtî (hatâ işleyen) dünyevî hükümler bakımından hesaba çekilir
mi?
Hanefîlerden bazı
fakihlere göre hatâ, fiili ibtal eder; dolayısıyla misal olarak verilen şahsın
orucu bâtıl olur. Bazı fakihlere göre de hatâ, ibadetlerde günahı kaldırır ve
tasarrufu ibtal etmez; çünkü "ameller niyetlere göredir ve herkes niyetinin
karşılığını görecektir."[28]
Kullarla ilgili muamelâta
gelince; hatâ, ancak bedenî cezalarla alâkalı işlerde mazeret teşkil eder;
dolayısıyla hatâ ile yapılan akidler, Hanefî mezhebine göre sahihtir. Bazı
fakihlere göre ise, hatâ ile yapılan akidlerin neticeleri ilzam edici
değildir.
Suç bakımından hatâ,
malî mes'uliyeti muciptir; bedenî cezayı mucip değildir. Birisi hatâ ile bir
mü'mini öldürürse diyet ve keffâret gerekir; çünkü Kur'an'da, "Bir kimse
hatâ ile bir mü'mini öldürürse onun bir mü'min köle âzâd etmesi ve ailesine
diyet vermesi gerekir..."[29] buyurulmuştur.
Keza, birisi, herhangi bir şahsın hatâ ile bir uzvunu keserse diyet vermekle
mükellef olur. îşte hatâ ile işlenmiş olan suçlarda malî cezalar affedilmez;
fakat kısas gibi bedenî cezalar affedilir. Zey-lâ'î,
"Tebyînü'l-Hakaik" adlı kitabında şöyle der: "Hatâ'dan dolayı
tazminat gerekmesi, kanı heder olmaktan korumak zaruretinden dolayıdır. Eğer
tazminat olmasaydı, insanların çoğu yapmacık hatâlar işleyerek birbirini yok
ederdi. Üstelik can azizdir; bu itibarla o, malda olduğu gibi hatâ bahanesiyle
heder edilemez; dolayısıyla canı korumak için malî cezalar gerekir."[30]
Hatâ bir kaç kısma
ayrılır:
1) Fiilde
hatâ. Bu, fiilin zatında işlenmiş bir hatâdır. Meselâ; insan belli bir hedefi
kasdederek atıp yanlışlıkla bir şahsı öldürür veya onun bir uzvunu yaralar veya
koparabilir. Keza, mazmaza kasdı^ ile ağzına su alan oruçlu bir kimsenin suyu
boğazına kaçırması; bir insanin dilinden, başka bir kelimeyi söylemek istediği
halde, "talâk" sozunun çıkması bu kabil hatâlardandır.
2) Kasd'da
hatâ. Meselâ; herhangi birisi, bir hedefe av hayvanı sa-kasıtla atar
ve sonra da onun insan
olduğu anlaşılırsa, buna,
icasd'da hatâ denilir.
Burada fiil, onun maksadına uygun olarak meyda-na o-elmiştir; ancak kasdm
aslında hatâ edilmiştir.
Bu iki kısma giren
hatâlar, malî mükellefiyetleri kaldırmaz; fakat bedenî cezalan kaldırır.
3) Takdirde
hatâ. Buna misal olarak doktorların bazı hatâlarını zikredebiliriz. Şöyle ki:
a) Doktor
hastalığa bir teşhis kor ve ona göre bir ilaç tavsiye eder. Sonra anlaşılır ki
teşhis hatalı olmuş ve ilaç da yerinde tavsiye edilmemiştir. Eğer hasta bunun
neticesinde ölürse, elinden gelen bütün gayreti sarfetmiş olan doktor için bir
sorumluluk terettüb emez; çünkü o, aslında kendisinin izinli olduğu meslekî bir
faaliyette bulunmuş olup tecavüz kasdı yoktur. Eğer bu gibi durumlarda doktora
tazminat cezası verilirse, doktorluk mesleğini icra eden kalmaz. Bu da farz-ı
kifâye olan bir âmme maslahatını zıyâ'a sebep olur.
b) Yanlış
takdir sonucunda, meselâ, firengi teşhisiyle, doktor bir uzvun kesilmesine
sebebiyet verebilir. Sonra da böyle bir ameliyata ihtiyaç olmadığı
anlaşılırsa, bundan dolayı da doktora bir mes'ûliyet gelmez; eğer gerekli
dikkat ve gayreti sarfetmişse.
c) Doktor,
bir uzvu kesmekten başka çare olmadığına kanaat geti-, rerek bir ameliyat yapsa
ve sonunda hastalığın ilaçla tedavi edileceği anlaşılsa, ona yine bir
mes'ûliyet düşmez; eğer elinden gelen
gayreti göstermişse.
d)
Hastalığın çeşidini bilir, tedavinin belli bir ilaçla yapılmasını tavsiye eder
ve sonunda öyle bir hastalığın o ilaçla tedavi edilmeyeceği ortaya çıkarsa,
doktora yine bir sorumluluk terettüb etmez.
Bazan doktorun
tedavideki hatâsına cehaleti de karışabilir. Bazan da doktor, ameliyat
sırasında hatâ işleyerek ölüme sebeb olabilir. Sünnet ameliyesi neticesinde
çocuğun ölümüne sebsb olmak gibi. Bu türlü hatâlar da mes'uliyeti mucip
değildir."
Unutmamalıyız ki bütün
bu anlattıklarımız, elinden gelen her gayreti gösteren hazık ve mütehassıs
doktorlar içindir.
ikrah sözü, kerahet
kelimesiyle aynı kökten gelir. İkrah'm sözlük anlamı bir şahsı hoşlanmadığı bir işi yapmaya
zorlamaktır. Bu anlam, onun istılahi anlamıyla aşağı yukarı aynıdır. Terim
olarak ikrah, bir şahıs istemediği halde bir fiil veya söze mübaşeret için
zorlamaktır. Kişi, bir şeyi istemiyorsa
onu yapmaya rızası yok demektir.
Bu itibarla ikrah ile rızâ
birbirine zıd şeylerdir.
İkrah, netice vermesi
için mükreh (ikrah'a maruz kalan)'in mal veya beden bakımından kendisine, yahut
da yakım olan bir şahsın cismine eziyet edilmekle tehdidi içine almalıdır.
Eziyet de sövme veya mukreh'i halk nazarında küçük düşürücü bir fiil olabilir.
İkrah'm gerçekleşmesi
için şu dört şeyin bulunması zarurîdir:
a) Mükrih
(ikrah yapan kimse) ne ile tehdid
ediyorsa onu yapmaya kadir olmalıdır. Eğer o, buna kadir değilse ve mükreh de
bu durumu biliyorsa, tehdit mânâsız bir şey olup ona iltifat edilmez.
b) Mükrehin
içine, tehdid edenin tehdidettiği şeyi yapacağına dair bir korku düşmeli ve
işlediği fiil, bu korkusunun tesiri altında vâki olmalıdır. Böyle bir korku
gerçekleşmezse, işlediği fiili rızâsız olarak yapmış olmaz.
c) Tehdid
eden (mükrih)'in tehdid ettiği şey, mükreh'in mal veya canına, yahut da yakını
olan bir şahsa eziyet teşkil etmelidir. Kişinin yakını olan bir şahısla
tehdidedümesi konusundaki ihtilafı ileride anlatacağız.
d) Kişinin ikrah edildiği fiil yasak veya
mükreh'i bîr külfet altma sokucu olmalıdır.
Bazı İslâm hukukçuları
ikrah'ı, bu dört şartı içine alacak şekilde şöyle tarif etmişlerdir:
"İkrah, herhangi bir şahsın başkasını kaçınıp istemediği bir işe, yapmaya
kadir olacağı bir tehdid ile zorlamasıdır."[31]
Fakihler ikrah'ı üç
kısma ayırırlar:
1) İkrâh-i
mülci': Bu, kişinin can veya bir uzvunun telef olmasına yol açan ikrah'tır.
Ölümle veya bir uzvun kesilmesiyle tehdid böyledir. Keza, bir uzvun telef
olmasıyla neticelenecek şekilde şiddetli dayak da bu kısım ikrah'a girer. Bazı
bilginler, bütün malın telef edilmesiyle yapılan tehdidi de bu kısma dahil
ederler. Bu çeşit ikrah'a "tam ikrah" adı da verilir ve bu, mükreh'i,
mükrih'in elinde sanki kılıç gibi bir âlet durumuna sokar.
2) İkrâh-i
gayr-i mülci': Bu, rızânın aslını yok eder. Bir kısım malı telef etmekle
tehdit, uzuvların telef olmasına yol açmayacak şekilde dövmekle tehdit, hapis
ve bağlamakla tehdit gibi ikrahlar bu kısma girer. Bu çeşit ikrah'a "nakıs
ikrah" adı da verilir.
3) Kişinin,
usûl (baba, ana, büyükbaba, büyükanası...) ve furû (çocuk ve torunları...), eş
veya yakınlarından birisine eziyetle tehdid edilmesi şeklindeki ikrah. Bu
kısma giren ikrah'da can ve uzuvların telef fümesi sözkonusu değildir;
sözkonusu, bu yakınlardan birisine karşı ıV°-ulanan hapis ve benzeri
eziyetlerdir. Bu çeşit tehdit veya
ikrah; -lürnle tehdit, uzvu kesmekle tehdit veya bütün malı telef
etmekle tehdit gibi değildir. Bu türlü tehditlerin birinci kısım ikrah'a
mı, yoksa ikinci kısım ikrah'a mı dahil olduğu ihtilaf konusudur.
İslâm hukukçuları
üçüncü kısımda anlattığımız ikrah'm şer'an muteber ve bazı mes'ûliyetleri
kaldırıcı bir ikrah olup olmadığı konusunda da ihtilaf etmişlerdir.
Fahrul-İslâm Pezdevî, onu ikrah saymaz ve şöyle, der: "îkrah'm bir çeşidi
daha vardır ki, o rızâyı yok etmez. Meselâ; bir kimsenin, babası veya çocuğu
hapsedilmekle veya buna benzer bir şeyle tehdide maruz kalması bu kabil bir
ihrah'tır."[32]
Bu ifadeden anlaşıldığına
göre Pezdevî, rızâyı yok etmediği için onun muteber ve mes'ûliyeti kaldırıcı
bir ikrah olmadığını kabul ediyor.
S e r a h s î,
el-Mehsut ve Usûlü'l-Fıkih'ında Pezdevî'den farklı düşünür ve şöyle der:
"Birisine, bir
dirheme bu köleni, sat, yoksa babanı veya oğlunu zindana hapsedeceğiz, deseler
ve o da kölesini satsa, kıyasa göre satış caizdir; çünkü bu ikrah değildir; o,
canıyla tehdid edilmemiştir; babasının hapsedilmesi ona bir zarar vermez;
böyle bir tehdit; satış, ikrar ve bağış gibi muamelelerin sıhhatine engel
olmaz. Diğer akrabalarla tehdit de böyledir. İstihsân'a göre ise, o bir
ikrah'tır. Bu gibi ikrah altındaki tasarruflar muteber olmaz; çünkü kişinin
babasının hapsedilmesi, ona, kendisinin hapsedilmesinden daha çok üzüntü verir.
Bir evlat, babasına itaatkâr ise, onu hapishaneden kurtarmak için çalışır.
Babasının hapsedildiğini Öğrenince kendi isteği ile zindana girip babasını
çıkarmak için onun yerine hapis yatar. Nasıl babasını hapsetmekle tehdit,
kişinin rızâsını tamamen yok ediyorsa, oğlunu hapsetmekle tehdit de rızâsını
tamamen yok eder,"[33]
İslâm hukukçularının
zikrettikleri bu taksimden sonra hatıra, manevî ikrah'm İslâm hukukundaki
değeri nedir?" sorusu gelmektedir. Buna şöyle cevap verilebilir: İslâm
hukuku manevî ikrah'ı ihmal etmemiştir. Anne, baba veya kardeşini hapsetmekle
tehdit, kişinin cismine bir eziyet teşkil etmez; lâkin onun ruh ve duygusunu
sıkıntıya sokar. Bu, ikrah'a uğrayan akrabalarına nisbetle maddî ise de, ona nisbetle
manevî bir eziyettir. Buna göre diyebiliriz ki kıyas, ancak maddî ikrah'ı
gerektiriyor; fakat S e r a h s î'nin açıkladığı gibi istihsâli, manevî
ikrah'm da tesiri mucip olduğunu gösteriyor.
Hulasa, bazı fakihlere
göre ruha sıkıntı veren ve şahsı istemediği şeyi yapmaya zorlayan her eziyet, bir
tehdid olduğu sürece, ikrah kabı-ündendir. Bu noktayı Hanbelîler gozönüne
almışlardır. Bu itibarla el-Muğnî'de aynen şöyle denilmektedir:
"Basit bir dayak
(darb), önemsiz bir kimse için ikrah sayılmaz-eşraftan birisi için ağır ve
şeref kırıcı olacağından büyük bir dayak hükmünde görülür." Şüphesiz bu,
manevî ikrah'ı gozönüne almaktan başka bir şey değildir.
İkrah, ehliyetin
arızalarından birisi olup söz ve fiillerin neticelerine tesir eder; ehliyetin
aslını tamamen yok etmez; çünkü kişi ikrah'ın tesiri altında dahi bütün şer'î
tekliflere muhatab'tır.
Muteber olan ikrah,
ister tam ister nakıs olsun, sözleri iskat eder. Bu itibarla ikra htesiri
altında yapılan ikrarlar sahih olarak kabul edil-Bu itibarla ikrah tesiri
altında yapılan ikrarlar sahih olarak kabul edil-ber olmaz;[34]
belki fâsid olur; ancak ikrah kalktıktan sonra rızâ gösterilmişse ona bir
diyecek yoktur. Tam ikrah da, nakıs ikrah da rızâyı yok eder. Bağlayıcı
(mülzim) olan akid ve sözlerde ise karşılıklı rızâ esastır. Nitekim Kur'an'da,
".. Aranızda mallarınızı batıl yollarla değil; ancak karşılıklı rızâya
dayanan ticaretle yeyin.."[35]
buyurulmuştur. Hz. Peygamber de, "Bir kimsenin malı, ancak onun gönül
hoşluğu ile helal olur."[36]
buyurmuştur. Mükreh'de, elbette gönül hoşluğu yokur. İkrah, ne şekilde olursa
olsun suçtur. Suç ise, suçluya bir hakkı i'sbat için
muteber olmaz. İkrah
tesiri altında yapılan akid veya ikrarı muteber k -ki mükreh, ekseriya mükrih lehine bazı
haklar ikrar eder bu , suç mahsulü olan bir hakkı isbat olur.
Buraya kadar
anlattıklarımız, müreh'in söz ve akidleri bakımındandır. Fiilleri bakımından
ise ikrâh-i mülci', ikrâh-i gayr-i mülci'den ayrılır. İkrâh-i gayr-i mülc',
mutlak olarak mükreh'i fiilinin neticesi bakımından serbest bırakmaz.
Sözgelimi; birisi hapisle tehdid edilerek içki içmeye veya falan şahsı
öldürmeye zorlansa, teklifi yerine getirirse tamamen sorumlu olur; çünkü
karşılaştığı eziyeti kabul ederek istenilen şeyi yapmayabilir; zira yapmadığı
takdirde uğrayacağı eziyet tahammül edilir cinstendir.
İkrâh-i mülci'e
gelince; bunun, fiillerin neticelerine tesiri vardır; fakat, ikrâh-i mülci'
tesiriyle vâki olan mes'ûliyeti mucip fiillerden, tamamen sorumluluk
taşımayacak şekilde fiilin sakıt olması anlamında, hitap doğrudan doğruya
kalkmaz.
Hanefî fakihleri bu
hususu şöyle izah ederler: Mükreh'den sâdır olan fiil, sorumluluğu icabeder; o,
tamamen mânâsız bir şey sayılmaz; ancak fiil, neticeleri itibariyle mükrih'e
nisbet edilir; onu zor altında işleyen mükreh'e nisbet edilmez. Bazı fakihlere
göre de fiil, doğrudan doğruya mükrih'e intikal eder. Fakat bu görüş S e r a h
s î'nin hoşuna gitmez. O'na göre intikal fiilin zatında değil, nisbetindedir.
Bunun içindir ki mükrih, doğrudan doğruya fail sayılmaz; fakat fiilin
sonuçları ona nisbet edilir. Serahsî, bu konuda görüşünü şöyle açıklar:
"İkrah'ın tesiri,
mükrehi bir âlet durumuna sokar. îkrâh-i mülci' böyle gerçekleşir. Tabîatiyle
kişi hayatına düşkün olur. Bu da onu, zorlandığı şeyi yapmaya sevkeder. Bu
şekilde onun ihtiyarı bozulur... ve fiil de mükrih'e nisbet edilir."[37]
İkrâh-i mülci' ile
işlenen fiillerin neticeleri üç kısma ayrılır:
1) Ikrâh-i
mülci', fiili, dünyevî ve uhrevî ceza konusu olmaktan çıkarır. Eğer ikrah'a
konu olan şey yasaklanmışsa, yasak hükmü zaruret esasına göre sâkit olur. Bu husus,
hem nass, hem de şer'î hüküm-Ierin toplamından çıkarılmış olan esaslarla
sabittir. Meselâ; murdar arak ölmüş
hayvan eti, kan ve domuz eti yemek, şarap içmek zaruret alinde yasak değildir.
Bir kimse, zaruret sebebiyle bunlardan birisini yjyip içse günah işlemiş
sayılmaz.
Yine bir kimse, ikrah tesiriyle şarap
içse had cezası gerekmez; domuz eti yese ta'zir cezası
icab etmez. Aynı zamanda bir günah da kazanmış olmaz. Bu gibi şeylerin yiyip
içmemek için sabretmesinde bir cevap da yoktur; aksine günah vardır. Bunun
içindir ki fakihler, ga. rûret halinde haram şeyleri yiyip içmek, yalnız mubah
değil, aynı zamanda vâcib olur, demişlerdir.
2) İkrâh'i
mülci1, zaruret halinde de olsa, bazı yasakları ıskat et mez; fakat failine
ruhsat temin eder. Meselâ; Allah'ı inkârı mucip bir şey söylemek her zaman
haramdır; ancak zaruret halinde kişi, dışından böyle bir şey söyleyebilir.
Böyle bir şey söylememek için' sabrederse sevap kazanmış olur. Peygamber'e
sövmek için veya masum bir kimsenin malına tecavüz için yapılan ikrâh-i mülci'
karşısında sabretmek de böyledir.
Birinci ve ikinci
kısım ikrâh-i mülci' arasındaki fark şudur: Birinci kısma giren ikrah, hükmün
aslını iskat ediyor. Bu durumda yasak plan fiilin yapılması matlub oluyor.
İkinci kısımdaki ikrah ise, hükmün aslını iskat etmiyor; aksine, böyle bir
ikrah karşısında kalan kimse, uğradığı eziyete sabrederse sevap kazanmış
olduğuna göre hükmün aslı sabit olarak kalıyor. Meselâ; bir kimse Allah'ı inkâr
etmemek için sabreder ve öldürülürse şehid olur. Peygamber'e sövmemek için
veya başkasının malını almamak için sabreden kimse de aynı şekilde sevap
kazanmış olur. Bu gösteriyor ki ikinci kısım fiillerdeki ikrah'da hükmün aslı
sabit olarak kalıyor; sakıt olmuyor.
Bu iki- kısım
arasındaki fark, şu iki noktada açıkça ortaya çıkmaktadır:
a) Uhrevî
sevap ve mükâfaat bakımından. Biraz önce söylediğimiz gibi Allah'ı inkâr
etmemek için eziyete katlanan veya haksız yere başkasının malını almamak için
sabreden kimse, Allah katında sevap kazanır. Rivayet edildiğine göre müşrikler
Hubeyb b. Adiyy'e işkence yaparak Peygamber'e sövmesini ve putları iyi
sözlerle anmasını istemişler; o da, onlar kendisini öldürene kadar
sabretmiştir. Durumu öğrenince Hz. Peygamber, "O, şehidlerm en üstünü ve
Cennette benim arkadaşımdır."[38]
buyurmuşur.
b) Dünyevî
hüküm bakımından.Tam ikrah tesiriyle başkasının malını yiyen kimse onu tazmin
etmekten kurtulamaz; çünkü o kendi ihtiyacım gidermiştir ve burada yeme fiili
mükrih'e nisbet edilmez; tersine, yiyen kimseye nisbet edilir. Eğer tam ikrah
tesiriyle başkasının malını telef ederse, tazmin etme işi, mükrih'e aid olur;
çünkü mükreh onun elinde ihtiyarı yok edilerek bir âlet durumuna düşmüştür.
Bu iki misal
arasındaki fark, ikrah konusu-olan işin tabîatinden ileri gelmektedir. Bunun
içindir ki yapılan iş, birincide mükreh'e, ikincide işkence ile tehdid eden
mükrih'e nisbet edilir. Hırsızlık yaptırmak C\n ikrah'da bulunmak da bu ikinci
kısma girer. Bu durumda hırsızlık lÇ1pan kimseye günah ve ceza terettüb
etmediği gibi, telef olan şeyi Öde-ek de mükrih'e ait olur; fakat mükreh
sabrederse sevap kazanır. Zi-m- etmek için kadına yapılan ikrah da böyledir.
Kadın, bu durumda "mâyı kabul ederse, ona bir günah ve ceza gerekmez;
sabrederse sevap kazanmış olur.
3) Bir kısım
ikrâh-i mülci' vardır ki bunlar, kişinin gayr-i meşru fiilleri işlemesi için
ruhsat teşkil etmez; aksine, kişi bunları yaparsa günahkâr olur. Meselâ; ana ve
babayı dövmek için yapılan ikrah böyledir; çünkü ana ve babaya eziyet verme
yasağı ebedîdir, taviz kabul etmez. Bu hususta Allah Taâlâ şöyle buyurmuştur:
"Rabbin, yalnız
kendisine tapmanızı ve ana-babaya iyilik etmeyi emretmiştir. Eğer ikisinden
birisi veya lıer ikisi, yanınızda iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı
"öf" bile deme, onları azarlama, her ikisine de tatlı söz söyle.
Onlara alçak gönüllülük kanadlarını aç ve 'Rabbim, onlar küçükken beni nasıl
yetiştirdilerse, sen de onlara öylece rahmet et!' de.”[39]
Haksız yere bir şahsı
öldürmek için yapılan ikrah da bu kabildendir. Kan dökmek hiçbir zaman mubah
olmaz. Bu fiili işleyen günah-dan kurtulmaz; kısas cezasından kurtulup
kurtulmayacağı da fakihler arasında ihtilaflıdır. Yine haksız yere birisinin
uzvunu kesmek veya bir uzvun telef olmasına sebeb olacak şekilde dayak atmak
için yapılan ikrah da aynı şekildedir. Bu da, mükreh'i günahtan kurtarmaz.
Çünkü Hz. Peygamber, "Her müslümanm bütün kam, malı ve ırzı diğer
müs-lümana haramdır."[40]
buyurmuştur. Yüce Tanrı da, "Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere
kıymayın..."[41] ve
"Mü'min erkek ve mü'min kadınlara, yapmadıkları bir şeyden ötürü eziyet
verenler, şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bîr günah altına girmiş
olurlar."[42] buyurmuştur.
Bir rivayete göre
EbuHanîfe, ikrah tesiriyle zina yapan erkeğe ceza verileceğini söylemiştir. Bu
hususta cümhur-i fukahâ, O'na mu: halefet etmiştir.
İkrah tesiriyle masum
bir insanı Öldüren veya onun bir uzvunu kesen kimse için kısas cezası gerekir
mi? Fakihler, bu konuda kısas gerekeceğini söylemişlerdir; ancak bir rivayete
göre Ebu Yusuf, onlara katılmamış ve sadece mükreh üzerine diyet gerektiğini,
çünkü had cezalarının şüphelerle kalkacağını, kısasın da "bir had cezası
olduğunu; dolayısıyla mükreh için kısas tatbik edilmeyeceğini, zira onun suç
kasdı bulunmadığım, kısası gerektiren şeyin kasıd olduğunu ve fîftf kendisi
işlemediği için mükrih'e de kısas cezası gerekmeyeceğini söylemiştir.
Cümhur-i fukahâ, bu
durumda kısas gerektiğini söylemiş; fakat bu cezanın kime verilmesi gerekeceği
hususunda ihtilafa düşmüştür İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre her ikisine;
yani'füit işleyene de, onu bu işe zorlayana da kısas cezası gerekir; zira ikisi
de aynı fiile katılmış: birisi, tahrik etmiş, diğeri de bizzat onu icra etmiştir.
Bu imamlara göre aynı şartlar altında bir uzvu kesmenin cezası da böyledir.
İmam Ş â f i î'ye göre kısas cezası, fiili ika' eden şahsa değil, onu, bu işe
zorlayan kimseye teretttib eder; çünkü fail onun elinde bir âlet durumunda olup
fiil zor kullanana nisbet edildiği için kısas da ona aid olur.
Hanefi imamlarından
Z'ü f e r, kısas'm mükrih'e değil faile teretttib ettiğini, çünkü onun
günahkâr ve zâlim olup fiilin de ona nisbet edildiğini, kısasın ise zulmü
kaldırmak için konulduğunu söyler.
İmam Ebu Hanîfe ve
Muhamme d'in görüşü, İmam Ş :-f iî'ninkine benzer: Yani kısas faile değil,
mükrih'e teretttib eder; çünkü ikrah, mükreh'i onun elinde bir âlet haline
getirmiştir. Nasıl malın telefi meselesinde tazmin etme işi mükreh'e aid
oluyorsa, kısas da Öylece ona aid olur.
Burada, kısas
gerekmediği halde niçin mükreh günahkâr oluyor? diye bir soru ileri
sürülebilir. Serahsî buna şöyle cevap verir.
"İnsanın ihtiyarı
fâsid olunca, o, tıpkı ihtiyarı bulunmayan âlet gibi olur. Fiil de onun
ihtiyarını bozan kimseye nisbet edilir; dolayısıyla, mükreh için kısas, diyet
veya keffâret gerekmez; çünkü mükre-îıin kasda benzer bir şeyi yoktur. Belki de
öldürdüğü kişi, en yakın arkadaşıdır. Günahkâr oluşuna gelince; bu, hükmün,
yani kısas'm bakâ-sina delalet etmez."[43]
İşte buraya kadar
mükellefin ehliyetine arız olan halleri anlatmış olduk. Kısaca bu arızalar,
hitabın aslını ve ehliyeti tamamen kaldırmamakta, fakat sorumluluk ve
neticelerin miktarı üzerinde tesir icra . etmektedir. Kimisi de, bir kısım
fakihler tarafından açıklandığı gibi, bazan mes'ûliyet ve neticelere hiç tesir
etmemektedir.
Ehliyet konusunu
bitirmekle şer'î hükümler, bu hükümlerin kaynakları, mükellefler ve bunların
fiilleri konusunu tamamlamış olduk.
Fıkıh Usûlü hakkındaki
bu mütevazı eserimizi bitirmeden önce iki hususu daha ele almamız icab
etmektedir. Bunlardan birisi, şer'î hükümlerin amaçları, ötekisi de ictihad ve
müctehidler konusudur.
[1] Buharı, Hudûd: 22, Talâk: 11.
[2] el-Âmidî, el-ÎMtâm fî UsûIi'I-Ahkâm, c. I. s. 251,
252.
[3] Zimmet (ahd, uhde), ehliyetin sebebidir. Kişi, onunla
hem menfaatine, hem de mazarratına ehil olur. Meselâ; bir mal almak için akid
hapan kimsenin o lı alması
menfaatini, ona karşılık para vermesi mazarratını muciptir. Çeviren
[4] Kısaca, ehliyet, kişinin hak ve vecîbelere salahiyetli
olması halidir. Çeviren
[5] Ahmed İbrahim, el-Ehliyyetü ve Avâriduhâ.
[6] Keşfu'I-Esrar, c. IV. s. 1358. 284
[7] Ehliyet konusunda şu eserlerden yararlandık: Menar
Şerhi, Mahıkûm-i aleyh babi; Mir'atü'I-UsûI, Mahkûm-i aleyh babı;
Usulü'l-Pezdevî Şerhi Keşfü'I-Esrar. c- IV, s. 1357 vd.; Ahmed İbrahim,
el-Ehüyyetü ve Avâriduhâ.
[8] Nisa, 6.
[9] Nisa, 6.
[10] Türk Medenî
Kanununa göre normal olarak erginliık (rüşd)
çağı onse&iz i&maliyle
başlar, B#k, TMK., Mad: 11. Çeviren
[11] Şerhu'I-Kanûni'I-Medenî, s. 38. Ayrıca bak. Aîınıed
İbrahim, eI-Ehliyyetu ve Avâriduhâ; Müellif, el-Mülkiyyetü ve
Nazariyyetü'I-Akd.
[12] Kesilmeksizin sürüp giden akıl hastalığına
"cünûn-i mutbık" denilir. Çeviren
[13] Bak. Keşfu'l-Esrar alâ Usûlil-Pezdevî, c. IV, s. 1390.
[14] Ebu Dâvûd, Salat: 11; Dârimî, Salat: 26.
[15] Buhârî, Büyü': 48, Husûnıât: 3;
Müslim, Büyü': 48,
Zeyla'î (Hâkim'in .
Müstedrak'inden), Nasbu'r-Râye, c. IV. s. 6.
[16] Nisa, 5
[17] Bakara, 282.
[18] Falıra'I-İslâm, Usûl, Keşfü'l-Esrar ikenarmda, c IV,
s. 1475.
[19] Tirmizî, Hudûd: 2; Suyûti (îbn
Adiy'den), el-Fethu'l-Kebir,
c I,
s. 60.
[20] Muhtasaru'I-Fetâvâ el-Mısrıyye, s. 650.
[21] Bak. el-Kulelî, el-Mes'üliyyetü'l-Cinâiyye.
[22] er-Risale, s. 357-359.
[23] Bak. er-Risale, s. 359.
[24] Buhari, Şahâdât: 8.
[25] Elimizdeki kaynaklarda bu ibarede bir hadis bulamadık;
ancak bunu teyı eden diğer bir hadis için bak: Tirmizî, Nikâh: 6. Çeviren
[26] İbnMâce'Talâk:16;Suyutîel-Câmi'u's-Sagîr(Taberanî,
el-Mu'cemü'1-Ke-en), No. 4461.
[27] Bakara, 286.
[28] Buhari, Bedü'1-Vahy: 1; Müslim, İmare: 155.
[29] Nisa, 92.
[30] Tebyînü'l-Hakaik Şerhu Kenzi'd-Dakaüs, c. VI, s. 99.
[31] Keşfü'I-Esrar, c. IV, s. 1503. 304
[32] Usûlü'l-Pezdevî, c. IV. s. 1502, Keşfü'I-Esrar
kenarında.
[33] Serahsî, el-Mebsut, c. XXIV, s. 144.
[34] Hanefîlere göre ikrâh-i mülci', ihtiyar ve rızâyı yok
eder. İkrâh-i gayr-i mülci' ise, rızâyı yok eder ve İhtiyara tesir etmez,
Hanefîler ihtiyar ile rızâyı birbirinden ayırırlar. Onlara göre ihtiyarın mânâsı, bir 'kaç
şey arasında muhayyer olmaktır. MÜkreh:
kaçırmak, eziyete katlanmak veya eziyetten kurtulmak için yapılan teklifi
yerine getirmek arasında muhayyerdir;
neticelerine razı değilse de, bunlardan birisini seçme hakkına sahiptir.
Rızâ, neticeleri kabul etmektir. Bu da mükreh'de asla bulunmaz. Bazı fakihler,
rızâ, ihtiyarın en yüksek
derecesidir, derler. Onlara göre ihtiyar ikiye ayrılır: Birisi kâmil ihtiyardır ve rızâ bununla var
olur. Abdulaziz el-Buharî, Keşfü'I-Esrar'da:
"Rızâ ihtiyar'm en yükse'K derecesidir." (c. IV, s. 1502)
demiştir. Diğeri nakıs ihtiyardır. Nakıs ihtiyarda rızâ yoktur, îkrâh-i
mülci', ihtiyarı ifsad eder; çünkü onun verdiği ihtiyar, ölümle hayat arasında
bir ihtiyar olup buı da fâsid bir ihtiyardır. Şâfiîlerle fakihlerin cumhuruna
göre rızâ ile ihtiyar birbirine bağlıdır; nzâsız ihtiyar, ihtiyarsız rızâ
olmaz.
[35] Nisa, 28.
[36] Müsned, c. V, s. 72.
[37] el-Mebsut, c. XXIV. s. 39.
[38] el-Mebsut, c. XXIV. s. 44.
[39] İsrâ, 23, 24.
[40] Müslim, Birr: 32.
[41] İsrâ, 33.
[42] Ahzab, 58.
[43] el-Mebsut, c. XXIVf s. 74.