Kıyası Kabul Etmeyenlerin Delilleri:
Aslın hükmünde aranan şartlar dörttür
Tenkîhu'l-Menat ile Sebr ve Taksim arasındaki fark:
Tenkîhu'l-Menat, Tahkîku'l-Menat ve Tahrîcii'l-Menât arasındaki farklar:
Kıyas lügatta bir kaç manaya gelir:
"Takdir"
manası: Benzerlerine göre bir şeyin miktarını bilmek. "Kumaşı metre veya
zira ile kıyas ettim" demek, "metreye veya ziraya
göre onun miktarını öğrendim" demektir.
"İki şeyin
arasını maddî ölçülere göre eşitlemek" manası: Meselâ: Bu tahtayı şu
tahtayla kıyasladım" demek "bunu onun hizasına getirdim ve denkledim"
demek olur.
Kıyas "iki şey
arasını manevî olarak eşitlemek" manasına da gelir. "Filan kişi filan
ile kıyaslanamaz" demek ilimde fazilette ve şerefte ona eşit olamaz"
demek olur.
Usûlcülerin
ıstılahında kıyas: Aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında nass bulunmayan şer'î hükmü, hakkında nass
bulunan bir hükme ilhak etmektir. İlhakın manası var olan hükmü açmak ve ortaya
çıkarmak demektir. Zaten yok olan bir hüküm çıkarmak değildir. Çünkü hüküm
aslında şer'an sabittir, ancak bunun ortaya çıkması, müctehidin illet vasıtasiyle bunu
beyan ettiği vakte kadar gecikmiş olması demektir. Şu halde kıyas var olan
hükmü ortaya çıkarır yoktan var etmez. İllet hükmün temelidir. Müctehidin yaptığı, hükmün illetindeki ortaklıklarından
dolayı asılda var olan hükmün fer'de de var olduğunu ortaya koymaktan
ibarettir.
Yani muayyen bir
meselenin hükmü üzerine Kur'an'da veya sünnette bir nass varid olsa veya icmâ bulunsa, sonra müctehid bu
hükmün şeriatte meşru kılınmasına sebep olan illeti tesbit etse, sonra aynı illeti hakkında nass
bulunan meseleye benzer başka bir olayda bulsa, bu iki olayın o hükümde ortak
olduğuna dair zanni galip hasıl olsa hakkında nass bulunmayanı, hakkında nass
bulunana ilhak etse işte bu ilhaka "kıyas" denir. Hakkında nass bulunana asıl veya ınakisun
aleyh, hakkında nass bulunmayana fer' veya makîs, hükmün meşru kılınmasına sebep olan manaya da illet
denir.
Kıyasa m
I - Allah (c.c.)
"Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları birer şeytan işi
pisliktir, bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz." ayet-i kerimesinde
içkinin (hamı) haram olduğunu sarahaten söylemiştir. Hamrtaze
üzüm suyundan
elde edilmiş ve
kaynatılmamış sarhoşluk veren içecektir. Müctehid
bunun haram kılınmasının illetinin aklı gideren sarhoş edici vasıf olduğunu
tespit etse -ki şüphesiz bunda insanların arasına düşmanlık ve kin sokmak,
içene tıbben tespit edilmiş zararlar vermesi gibi dinî ve dünyevî sağlık ve
toplumu ilgilendiren pek çok zararlar vardır- sonra müctehid
bu "sarhoş etme" özelliğinin diğer mey va
ve hububattan elde edilen içeceklerin içilmesiyle de görüldüğünü tesbit etse -ki bunlara nebiz =
şıra denilir- böylece içilmesi haram olması açısından nebiz
de şaraba ilhak edilmiş olur. Bu kıyasın rükünleri: Hamr
= şarab asıl, nebîz,fer'dir.
Hakkında nass bulunan aslın hükmü: Haram olması, asıl
ile fer' yani makîs ile makısun
aleyh arasındaki ortak vasıf "sarhoş etmesi" dir.
2- Rasûlullah
(s.a.) "Katil miras alamaz" sözüyle katili mirastan men etmiştir.
Bunun illeti "vakti gelmeden bir şeyi elde etmede acele etmesi" dir. Do-layisıyle bundan mahrum
edilerek cezalandırılır. Bu illet kendisine vasiyet yapılan şahsın vasiyet
edeni öldürmesi hadisesinde de mevcuttur, bu sebeple Şa-fiîler hariç cumhura göre bu vasiyet mirastaki öldürmeye
kıyas edilerek vasiyetle mal alacak olan şahıs, katil vârisin mirastan menedildiği gibi bu vasiyetten men edilir.
3- Rasûlullah
(s.a.) "Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine pazarlık, dünürü üzerine dünür
yapmasın" hadisiyle dünür üzerine dünürlüğe gitmeyi haram kılmıştır. Bunun
illeti müşterinin ve ilk dünürün rahatsız edilmesi, kin ve düşmanlığının
kazanılmasıdır. Bu mal satış akdinde olduğu gibi kira ve diğer akidlerde de mevcuttur. Dolayısıyle
hükmün illetinde müşterek oldukları için dünür üzerine dünür gitmenin haram
olmasına kıyas edilerek bu hareket diğer akidlerde de
haram olur.
4- Kur'an-ı
Kerîm: "Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı zaman hemen Allah'ı
anmaya koşun ve alış-verişi bırakın" (Cuma: 63/9) ayetinde cuma ezanı
okunduğu sırada alış-verişi haram kılmıştır. Bunun illeti alış-ve-rişle meşgul olurken namaz kılamamasıdır. Hanbelîler hariç cumhura göre bu mana kira ve rehin gibi
herhangi bir akid ve işde
de mevcuttur, dolayısıyle alışverişin nehyine sebep olan illet o akidlerde
da bulunduğu için onlar da haram olur.
Kıyas dört rükün
üzerine oturur: Asıl, fer', asıl ile fer'i birleştiren vasıf -ki bu illettir-,
ve aslın hükmü.
1 - Asıl: Nass veya icmâ ile sabit olan
hükme konu olan şeydir. Şaraba kıyas edilerek nebîzin
de haram kılınması m
2- Fer': Hakkında herhangi bir nass veya icmâ bulunmayandır ki
yukarıdaki m
3- İllet: Aslın hükmünün üzerine bina edildiği
vasıftır. Yukarıdaki m
4- Aslın hükmü: Asıl
hakkında varid olan nass
veya icmânın ifade ettiği ve fer'a
nakledilmesi istenilen şer'î hükümdür. Geçen m
Kıyas yolu ile fer'de
sabit olan hükme gelince -ki bu, yukarıdaki m
Bir başka m
Hadis-i şerifte
belirtildiği gibi altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz dan ibaret olan altı
sınıf mal kendi cinsleriyle takas edildiğinde birinin ölçek miktarı diğerinden
fazla olursa faiz olur ve haramdır. Bunlar asıldır. Mısır, pirinç, bakla gibi
bu altı sınıfa kıyas edilenler ise fer'dir. Hüküm ise bunlarda faizin haram
olmasıdır. İllete gelince: Hanefî ve Hanbelîlere göre
illet aynı cins olmasının yanında ölçü veya tartı ile satılır olmalarıdır.
Şafiî ve Malikîlere göre ise illet altın ve gümüşte semeniyet
(değer ölçüsü), geri kalan dört yenilir maddede ise illet Şafiîlere göre
yenilir şey olmaları, Malikîlere göre de aynı cins olmanın yanında depolanıp
bozulmadan bekletilebilir olmalarıdır.
Kıyasın hüccet olup
olmadığında iki meşhur görüş vardır: Cumhura göre kıyas amelî hükümler
çerçevesinde şer'î bir hüccettir ve Şeriatın asıllarından biridir. Şer'î
deliller arasında dördüncü sırada yer alır. Bunlar kıyası hüccet olarak kabul
edenlerdir.
Mu'tezileden Nazzam'a, Şia'dan İmamiyye'ye ve Zahirî mezhebine göre kıyas ahkam için şer'î
bir hüccet değildir. Bunlar da kıyası kabul etmeyenlerdir.
Kıyası kabul eden
Cumhurun delilleri:
Cumhur, kıyasın hüccet
olduğuna dair Kur'an, Sünnet, İcmâ
ve makul'-den olmak üzere dört delil getirdiler[1]
Kur'anda kıyasın hüccet olduğuna dair pek çok ayet-i kerime
vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1-Ey akıl sahipleri!
İbret alın" (Haşr: 59/2), Allah (c.c.) Benî
Nadîr ya-hudilerinin
inkârlarından, Rasûlullah'a ve müminlere verdikleri
sıkıntılardan dolayı başlarına gelenleri haber verdikten sonra "ibret
alın" buyurmuştur. Yani "kendinizi onlarla kıyaslayın, onların başına
gelen şeyin benzerinin, benzeri bir cezanın sizin başınıza da gelebileceğini
unutmayın, çünkü siz de onların yaptıklarının benzerini yaptınız"
demektir.
2-Bir şeyde,
anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah'a ve Rasûlüne
havale edin" (N
3-De ki, anları ilk
defa yaratmış olan diriltir" (Yasin: 36/79). Allah (c.c.) bu manayı bizim
daha iyi kavramamız için, mahlukatın tamamen yok olduktan sonra tekrar
yaratılmasını onun ilk defa yaratılmasına kıyas etti. Çünkü onu yoktan
yaratmaya kadir olan öldükten sonra diriltmeye elbette kadir olur, bilakis bu
daha kolaydır. İşte bu bir kıyastır.
Sünnetten deliline
gelince:
Sünnette hem kavlî hem
amelî olarak kıyasa delâlet eden deliller vardır. Kavlî delili: Rasûlullah (s.a.) in kıyasla amel etmeyi tasvip etmesidir. Muaz'ı Yemen'e vali olarak gönderirken ona "Sana bir
mesele arzolunduğu zaman nasıl hükmedersin" diye
sormuştu. O da "Allah'ın kitabına göre hükmederim. Onda bulamazsam Rasûlullah'ın sünnetine göre hükmederim. Onda da bulamazsam
ictihad eder re'yimle
hükmederim, elimden gelen gayreti de esirgemem" diye cevap verince Rasûlullah (s.a.) mübarek elini Muaz'ın
göğsüne vurarak: "Allah Rasûlünün razı olacağı
şekilde muvaffak kılan Allah'a hamdederim"
buyurmuştur. Görüşüyle ictihad etmek kıyası da
şamildir.
Sahih olarak gelen
amelî sünnete gelince: Rasûlullah (s.a.) pek çok meselede
kıyas yapmıştır, bazıları şunlardır:
1-Has'am
kabilesinden bir adam -bir rivayette kadın Rasûlullah'a
gelip: "Babam çok ileri yaşlarında İslâmla
müşerref oldu, binek üzerinde duramıyor, hac da üzerine farz oldu, onun yerine
haccedeyim mi? Rasûlullah ona: "En büyük çocuğu
sen misin?" buyurdular. O da "Evet" dedi. Rasûlullah
da ona: "Ne dersin, babanın borcu olsaydı da onun adına sen ödeseydin
ödenmiş olur muydu?" dedi. O da "evet" dedi. Rasûlullah
ona "O halde onun yerine hac yap" buyurdular. Bu, borcun ödenmesinin
vacip olduğu hususunda Rasûlullah'tan sadır olan
Allah'a olan borcu kul borcuna benzeten bir kıyastır.
2- Hz.
Ömer oruçlu kişinin inzal/boşalma olmadan hanımını öpmesinin hükmünü sordu. Rasûlullah (s.a.) ona "Ne dersin, oruçlu iken su ile
ağzını çalkalasan" diye sordu. O da "Bir şey olmaz" dedi. Rasûlullah ona "O halde bu telaş niye" buyurdular.
İşte bu, cinsî temasın başlangıcı olan öpmenin su içmenin bir başlangıcı olan ağıza su alma üzerine yapılan bir kıyastır. Zira bunlar herbiri asıl fiile götüren ve orucu bozmayan hareketler
almaları bakımından aralarında benzerlik vardır.
3- Fezar
kabilesinden bir adam hanımı siyahı bir çocuk doğurunca çocuğu reddetti. Rasûlullah onu ikna için şöyle buyurdu: "Senin
develerin var mı?" adam "Evet" dedi. Rasûlullah
"Renkleri nedir?" diye sordu. Adam "Kırmızı" dedi. Rasûlullah "İçlerinde boz renkli de var mı?" diye
sordu. Adam "Evet" dedi. Rasûlullah
"Peki bu nereden geldi?" deyince adam "Belki bir damar
çekmiştir" diye cevap verdi. Rasûlullah o zaman
"belki bu çocuk da çekmiştir" buyurdular.
İcmâya gelince: Sahabe tarafından defalarca kıyasla amel
edilmiş ve hiç kimseden itiraz gelmemiştir ki bu haber manevî tevatürle
sabittir. Dolayısıyla onların bu fiili, kıyasın amel edilmesi vacib olan bir hüccet olduğu üzerinde icmâ
ettiklerini gösterir.
Meselâ onlar Hz. Ebubekir'e biat etmek için
hilâfeti namazdaki imamete kıyas ederek şöyle dediler: "Rasûlullah Hz. Ebubekir'den dinimiz için razı oldu, biz dünyamız için razı
olmayacak mıyız?". Bir kişiyi öldüren bir gurubun hepsine kısas yapılır
hükmünü verirken bunu, ortaklaşa bir hırsızlık yapanları hepsinin elinin
kesilmesine kıyas ettiler.
Hz. Ebubekir "kelâle" yi çocuk ve babanın dışındaki mirasçılar diye
tefsir etti. Çünkü "kelâle" lügatte
"yan yol" manasınadır; "kelâle"
de bunun gibidir.
Hz. Ömer Ebu Musa el-Eş'arî'ye Basra'ya vali olarak tayin ettiği zaman yargı
konusunda ona yazdığı meşhur mektupda şöyle diyordu:
"Benzerlikleri iyi bil ve olayları görüşünle (benzerlerine) kıyas
et."
Hz. Osman ölen bir kişinin geride dedesi ve kardeşleri
kalması halinde kardeşlere miras verilip verilmemesi konusunda Hz. Ömer'e şöyle demişti: "Kendi görüşünle amel eder,
dede kardeşleri hacbeder" dersen doğrudur, kendinden
öncekilerin görüşlerine tabi olur kardeşleri dedeye ortak edersen... bu ne
güzel görüştür.
Hz. Ali: "Aklı başında insanlar nazarında hak
mukayese ile bilinir." demiştir.
İbni Abbas, dedenin ölen kişinin
kardeşlerini hacbedip mirastan mahrum etmesi
meselesini oğlun oğlunun onları hacbetmesine kıyas
etmiş ve şöyle demiştir: "Zeyd bin Sabit
Allah'tan korkmaz mı? Oğlun oğlunu oğul kabul ediyor da babanın babasını baba
kabul etmiyor. Yani dedenin ve kardeşlerin her ikisinin de ölene bir vasıta
ile bağlı olmaları konusunda birbirlerine benzediklerini kabul etmediğini ifade
ediyor.
Ashabın büyüklerinden
sadır olan bu ve benzeri meseleler kıyasın amel edilmesi vacib
olan bir delil olduğunu göstermektedir.
Makulden delillere
gelence, bunlar çoktur, en mühimleri şunlardır:
1-Dinin bütün
hükümleri, aklen anlaşılır, "maslahata
riayet" esasına bina edilmiş hükümlerdir. Hükümlerin konulmasındaki nihâî
gaye insanların maslahatlarının gerçekleşmesidir. Meselâ iki hâdise mazınne-i maslahat (maslahatı gerçekleştirmesi muhtemel)
olan hükmün illetinde eşit olurlarsa Cenabı Hakkın hüküm koymadaki maksadı olan
maslahatın hasıl olması için hükümde de eşit olurlar. Maslahatın hasıl olması
konusunda müctehidin nazanndaki
zannı galip yeterlidir ve o zanla amel etmek vacip olur. İnsan aklının ve
sağlığının muhafazası isteniyorsa sadece sarhoş edici şarabı haram kılıp da
yine sarhoş edici nebîzi mubah kılmak makul değildir.
Aynı şekilde insanların yiyecekleri ve eşyanın bedeli (para) ile oynanmasına
mani olmak maksadiyle haram kılman faizi sadece altı
sınıf (altın; gümüş, buğday, arpa, hurma, tuz) mala hasredip
meselâ pirinç, darı ve
bakla gibi benzerleri yiyeceklerde mubah kılmak makul değildir.
2- Vahiy sona erdiği
için Kur'an-ı Kerîm ve Sünnet-i Nebeviyye'nin
nas-ları mahduttur. Halbuki
hadiseler sınırlı değildir. Sınırlı olan sınırsız olanı kuşatamaz. Hakkın da nass bulunan hükümlerin konulmasına sebep teşkil eden
illetler anlaşılıp benzerlerine tatbik edilmedikçe sınırlı olan nasslar sınırsız hadiseleri kuşatamaz. İşte, ortaya çıkan
yeni hadiselerin hükmünü öğreten, hüküm koymada bize kaynak olan kıyasın manası
budur.
3- Fıtrat-ı selime,
akıl ve mantık kıyasla amel edilmesini gerektirir. Zira insanların haksız yere
malının yenmesine zulme ve hakka tecavüze sebep olduğu için bir fiili yasak
eden insan, içinde zulüm ve haksızlık olan her şeyi o file kıyas eder.Meselâ
kokmuş bir yiyeceğin yenmesi veya zehirli içeceğin içilmesi yasaklanmışsa,
bundan zaruri olarak kokmuş olan her yiyeceği yemekten, her zehirli içeceği
içmekten kaçınmak lazım geldiği anlaşılır.0 takdirde şeriatın her zaman ve
mekâna uygun olduğuna ve ebediyete kadar insanların ihtiyacına ve maslahatına
cevap vereceğine teminat verebiliriz.
Şia, Nazzam ve Zahiriyyye mezhebi
kıyasın meşru olmadığına şu dört şeyi delil göstermişlerdir[2]
1- Kur'an-ı
Kerîm: Cenab-ı Hakk şöyle
buyuruyor: "Biz kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık" (En'am: 6/38) Yani Allah'ın kitabı her şeyi ihtiva etmektedir,
dolayısıyle kıyasa ihtiyaç yoktur. Bunun cevabı
şudur: Kur'an-ı Kerîm herşeyi
ihtiva etmektedir, ancak tafsilatlı şekilde değil anahatlarıyle
ihtiva etmektedir.Bunun da delili şudur: Pek çok şer'î hüküm hakkında nass bulunmamaktadır. Bu sebeple Kur'ın-ı
Kerîm'in ahkama delâleti ya doğrudan doğruya nassla olur veya bir vasıta ile olur ki bu da kıyastır.
Kıyası kabul
etmeyenler ikinci delil olarak şu ayet-i kerimeyi zikrederler: "Hakkında
bilgin olmayan şeyin ardına düşme" (İsra: 17/36)
Kıyas da sadece zan ifade ettiğine, kat'î ilim ve
yakın ifade etmediğine göre onunla amel etmek nehyedilmiş
olmaktadır, hüküm isbat etmek için uygun bir yol
değildir, çünkü bu zanna tabi olmaktır.
Buna verilecek cevap
şudur: Burada nehyedilen şey akaidde
zanna tabi olmadır. Şer'î amelî hükümlere gelince: Alimlerin ittifakıyla burada
zan kâfi-ider. Âhad
haberlerle, iki kişinin şahitliğini kabul etmek gibi zandan öte bir şey ifade
etmeyen şeylerle amel etmekle mükellef oluşumumz buna
delildir.
2- Sünnet: Sünnette de
kıyasla amel etmeyi nehyeden deliller vardır. Meselâ:
"Bu ümmet bir zaman kitapla bir zaman sünnetle bir zaman da kıyasla amel
edecek, işte bunu yaptıkları zaman delâlete düşmüşlerdir." Buna verilecek cevap
da şudur: Bu hadisin sahih olduğunu farzetsek dahi,
bu muteber olmayan fasid kıyas manasınadır[3] Fasid kıyas, bir delile dayanmayan veya delile muarız
kıyastır. Sahih kıyas ise makbuldür. Sahih kıyas kitap ve sünnete ters
düşmeyen, dil kaidelerine uygun, farazî ve tahminî şeylere dayanmayıp bilakis
şer'î naslardan istidlal edilen veya meselâ "Masâlih-i mürsele" esasına
binaen yapılmış şeriatın ruhuna uygun olan kıyastır.
3- İcmâ:
Ashabı kiramdan bazılarının kıyasla ameli zemmetmeleri, onların bu sözlerine
karşı diğerlerinin sükût etmesi kıyasın aleyhine bir icmâdır.
Meselâ: Hz. Ebubekir"e
"Kelâle" nin
manası sorulduğunda "Ben Allah'ın kitabı hakkında kıyas ve içtihadımla bir
şey söylersem beni hangi yer taşır, hangi sema gölgeler." dedi. Hz. Ömer de: "Sakının kıyas ehlinden, zira onlar
sünnet düşmanıdırlar. Hadis ezberlemek zor gelince görüşleriyle (kıyasla) hüküm
vererek hem kendileri sapar hem başkalarını saptırırlar" Şu söz de ona
aittir: "Sakının mukâyeleden". "Mukâyele nedir?" denildiğinde "mukayesedir"
dedi.
Hz. Ali (r.a)'de şöyle demiştir: "Bu din re'y (kıyas) le olsaydı mesheder-ken altını meshetmek üstünü meshetmekten daha uygun
olurdu." İbni Abbas da
şöyle demiştir: İçinizdeki kurrâlannız ve sâlihleriniz gider, insanlar da cahilleri başa geçirirler,
onlar da işleri kendi reyleriyle kıyas ederler."
İşte ashabı kiram,
kıyasla ameli kabul etmediler, bunlara itiraz eden de olmadı. O halde bu
kıyasla amelin caiz olmadığı üzerinde ashabın icmaldir.
Buna şöyle cevap
verilir: Bu rivayetler sahih değildir. Sahih olsa bile, daha önce zikrettiğimiz
kıyasla amelin caiz olduğuna delâlet eden rivayetlere zıttır. Kıyas aleyhindeki
bu sözlerin maksadı kıyası reddetmek değil belki nassa
veya şeriatın ruhuna dayanmayan görüş ve kavilllere
fırsat vermemek veya nassa muhalif olarak yapılmış,
sıhhat şartlan bulunmayan fasid kıyas hakkında
söylenmiştir. Veya ictihad ehli olmayanlar hakkında
veya Kur'an-ı Kerîm'in tefsir edilmesi gibi kıyas
cereyan etmeyen hususlarda re'yine göre konuşanlar
hakkında söylenmiş sözlerdir. Şer'î nasslara uygun
sıhhat şartlan tam olan sahih kıyas ise caizdir, yasak veya reddedilmiş
değildir.
4- Ma'kul'den
delilleri: Hükümlerin illetini tesbitte görüşler
farklı olacağı için kıyas müctehidler arasında niza
ve ihtilafa sebep olur. Nitekim ictihadla sabit olan
meselelerde durum budur. Bu ise ihtilafın, taâruz ve
tenakuzun kaynağıdır. Halbuki dinde taâruz ve
tenakuz (çelişki) yoktur. Allah (c.c.) "Niza yapmayın sonra (harpten)
korkarsınız da gücünüz gider" (Enfal: 8/46)
buyurmaktadır. Buna da şöyle cevap verilir. Burada nehyedilen
niza ve ihtilaf, zem edilen tearuz ve tenakuz, akide ve dinin esaslanna veya mesela devlet idaresi ve harp işleri gibi
umuma ait işlerdeki niza ve ihtilaftır.
Şer'î amelî
hükümlerdeki niza ve ihtilaf ise kaçınılmazdır. Çünkü bunda ne zarar vardır
nede mefsedet vardır. Bilakis bu rahmet ve
maslahattır ve ümmete genişliktir. Ayrıca şer'an matlub olan içtihadın neticesinde, vahyin kesilmiş olması,
her meselede Allah'ın bizzat muradı olan hükmün bilinmesine imkan olmaması,
peygamberin dışında hiç kimsenin masum olmaması gibi sebeplerle ihtilaflara
düşülmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyle müctehidler ve onların içtihadını taklid
eden herkes bu konuda mazurdur.
Kıyas sahih olması
için kıyasın rükünleri olan asıl, fer', aslın hükmü ve illetten her biri için
muayyen şartların bulunması lazımdır.
Asılda aranan şartlar:
Asıl, hakkında nas veya icmâ
varid olan hükmün mahallidir. Usûlcüler bu asıl
hakkında bir takım şartlar zikrederler ki bunlar gerçekte aslın hükmünün
şartlandır[4] Bir
şart hariç, sadece asla mahsus her hangi bir şarta rastlamadım. O bir şart da
aslın başka bir aslın fer'i olmamasıdır. Çünkü mantık, esas olan asla kıyas
ederek hüküm verir, asıl kabul edilen fer'e kıyas ederek değil.
Bu sebebledir
ki meselâ "riba'l-fadl"ın
haram olması meselesinde her ikisi de yenilecek şeydir diye ayvayı elmaya kıyas
etmek sahih olmaz. Çünkü zaten elma kendisi, altı sınıf eşyanın haram olduğuna
delâlet eden hadis içinde zikredilen "hurma" ya
kıyas edilen bir fer'dir.
Yine aynı şekilde,
darının dan ile takas yapılacak satışında birinin fazla olması durumunda faiz
olması meselesinde darıyı pirince kıyas etmek sahih olmaz. Çünkü zaten pirinç nassda zikredilen buğdaya kıyas edilerek "riba'l-fadl" câri olur hükmü
verilmiş bir fer'dir. Bunun da illeti Şafiîlere göre buğdayın da pirincin de
"yenilir" vasfının bulunması, Malikîlere göre "gıda ve (uzun
müddet) saklanabilir" olması veya Hanefî ve Hanbelîlere
göre "ölçekle satılır" olmasıdır. İkinci asıl olarak kabul edilen
pirinç ile buğday arasında illet . birliği olmasına rağmen pirinç üzerine kıyas
edilmez. Çünkü bu faydasız bir uzatmadır. Keza her ikisi de "taharet"
tir diyerek her ikisinde de niyeti şart kılmak için abdestin
teyemmüme kıyas edilmesi sahih olmaz. Çünkü teyemmümde niyetin şart olması
hükmü her ikisi de ibadet olması hasebiyle namaza kıyas edilerek verilmiştir.
Bu sebeple abdestin teyemmüme kıyası sahih olmaz.
Çünkü abdestin teyemmüme kıyasındaki illet ile
teyemmümün namaza kıyasındaki illet farklıdır: Birincisinde illet "taharet"
ikincisinde "ibadet" tir. İlletin farklı olması birinci kıyası
geçersiz kılar. Çünkü hakkında nas bulunan asıl -yani
namaz- ile fer' -yani abdest- arasında ortak vasıf
bulunmamaktadır. Bu sebeple kıyasın rükünlerinden biri olan illet bulunmadığı
için kıyas batıl olur.
Namaz, teyemmüm ve abdest arasındaki ortak vasıf olan "ibadet olma"
illet alınacak olsa, yukarıda geçen iki faiz m
"Aslın hükmünün nasla veya icmâ ile sabit olmuş
şer'î bir hüküm olması şarttır" demeye gerek yok. Çünkü biz burada zaten
şer'î kıyastan bahsediyoruz. Neshedilmemiş halen
devam eden bir hüküm olmalıdır demeye de gerek yok, çünkü eğer hükmün aslı neshedilmiş olursa, bununla amel edilme sona erdiği için o
hükmü fer'a nakledip fer'in hükmünü o asla bina etmek
mümkün olmaz.
1-Aslın hükmünün
sadece kendi mahalline mahsus olmaması lazımdır. Çünkü kıyas yapabilmesi için
aslın hükmü fer'a intikal edebilmelidir, şayet başka
bir delil ile hükmün asla mahsus olduğu sabit olursa bunun aktarılması mümkün
olmaz. Meselâ iftar etmeden oruca devam etmenin mubah olması, dörtten fazla
kadınla evlenmenin helâl olması, mehirsiz nikah,
ganimetlerden dilediğini alma, ramazan günü hanımıyle
münasebette bulunan kişinin oruç keffaretini ev
halkına sarfetmesine izin vermesi gibi ruhsatlar Rasûlullaha ait hususlardır.
Hükmü Rasûlullah'a ait hususlardan diğer bazıları şunlardır:
"Huzeyme kimin lehinde şahitlik yaparsa o yeterlidir"
hadisi şerifinde ifade buyurdukları gibi tek başına Huzeyme'nin
şahitliğini kabul etmesi. Bununla "Erkeklerinizden iki şahidin şahitliğini
isteyin" (Bakara: 2/282) ayeti tahsis edilmiş oluyor. Yani şahitler ikiden
az olmaz, Huzeyme'nin istisna edilmesi onda,
başkalarında bulunmayan bir anlayış kabiliyeti olduğu içindir. Dolayısıyle takvada, anlayışta ve doğrulukta onun gibi veya
daha üstün olan bir başkası ona kıyas edilemez, bu ona has bir hükümdür.
2- Aslın hükmü kıyas
kaidelerine muhalif şekilde sabit olmuş olmamalıdır. Yani umumî kaidelerden
veya kıyas kaidelerinden müstesna bir şekilde meşru kılınmış olmamalıdır. Çünkü
kıyasa muhalif şekilde sabit olan hükme başkası kıyas edilemez.
Bunun manası şudur:
Aslın hükmünün manası makul olmalıdır. Yani aklın idrâk etmesi mümkün olan bir
illeti bulunmalıdır. Çünkü illet kıyasın esasıdır. Bu sebeple namazların rekatleri, zekatların miktarları, zina ve kazf haddinde vurulacak sopaların sayısı ve keffaretler için ödenecek şeylerin miktarları gibi taabbudî olan hükümlere kıyas yapılmaz. Çünkü bu hükümlerin
illetlerini aklın idrak etmesi mümkün olmaz.
Aynı şekilde illeti
anlaşılır olsa bile umumi kaidelerden müstesna bir şekilde sabit olan hükme de
kıyas yapılmaz. Meselâ hadis-i şerifte varid olduğuna
göre unutarak yiyen kişinin orucunun sahih olması hükmü. Aslında "oruç bozan
şeylerden oruç müddetince kendini tutması" kaidesine muhalif olarak
boğazından içeriye bir şey girdiği için umumi kaideye göre orucunun bozulması
lazım gelirken, illeti anlaşılır bile olsa kolaylık olması ve meşakkatin defi
için orucun sıhhatine hükmedilmiştir. Çünkü unutan kişi yasak ve haram olanı
irtikap etme niyetinde değildir. Öyleyse hata ile oruç bozan bir şey yiyen kişi
buna kıyas edilmez. Namazda unutarak konuşan kişinin namazı da unutanın orucuna
kıyas edilmez. Hanefî mezhebinin görüşü de budur. Çünkü unutma hatanın aksine,
kaçınmak mümkün olmayan bir haldir. Namaz oruçtan farklıdır, namaz hali ibadeti
hatırlatıcı bir sebeptir. Oruçta ise hatırlatacak bir hal yoktur. Onun için
namazda unutma mazeret kabul edilmez.
3- Fer'in hükmü
hakkında nas bulunmamalı: Yani aslın hükmüne delâlet
eden delil fer'in hükmüne de delâlet edip ona da şâmil olmamalı. Zira delil
fer'in hükmüne de şâmil olursa o takdirde fer'in hükmü kıyasla değil aslî delil
ile sabit olmuş sayılır, dolayısıyle kıyasa ihtiyaç
kalmaz. Meselâ, şarabın haramlığına ayetle değil de "Her sarhoş edici şey
haramdır." hadisi delil alınırsa bu nass aynı
zamanda nebîz = şıranın haram olduğuna da delâlet
eder, kıyasa hacet kalmaz.
4- Aslın hükmü fer'in
hükmünden önce meşru kılınmış olmalıdır. Yani, fer'in hükmü kıyasla ortaya
çıkarılmak isteniyorsa aslın hükmü fer'in hükmünden önce meşru kılınmış olup
ondan sonra sabit olmamalıdır. Binaenaleyh, niyetin şart olması meselesinde
her ikisi de taharettir diyerek abdest teyemmüme
kıyas edilmez. Çünkü bu takdirde abdest fer' teyemmüm
ona asıl yapılmış olur. Halbuki abdest hicretten önce
teyemmüm sonra meşru kılınmıştır.
Lakin fer'in kıyastan
başka bir delili varsa bu kıyasın yapılmasına bir mani yoktur. Çünkü bu
takdirde fer'in hükmü iki delil ile sabit olmuş demektir: Kıyas ve diğer delil.
Bu delil meselâ "Ameller niyetlere göredir" hadisi şerifi olabilir,
zira bu abdeste de teyemmüme de şâmil olur.
Fer'de dört şart
aranır1:
1- Fer'de de aslın
illetine benzer bir illet bulunmalıdır. Bu benzerlik ya
zatından veya cinsinden olur. Meselâ: Sarhoş edicilik vasfından dolayı nebîzin şaraba kıyas edilmesi gibi. Nebîzde
mevcut olan bu illet haramlığı hakkında nas varid olan şaraptaki illetin aynısıdır. Halbuki herbirinde bulunan "cinayet" vasfından dolayı
cana yapılan tecavüz sebebiyle katile kısasın farz olmasına
kıyas edilerek azalara
yapılan tecavüzlerde de kısasın farz olması m
Bu şart tahakkuk
etmeden yapılan kıyasa "kıyas maa'l-fârık" denilir. Meselâ: Yarım, üçte bir dörtte bir
gibi muhtelif hisselerle bir mülkte ortak olan kişilerin şuf
a yolu ile elde ettikleri bir mülk, cumhura göre sahip olunan bir mülkün geliri
ve semeresine kıyas edilerek hisseleri oranında aralarında taksim edilir.
Hanefîlere göre ise bu kıyas, "kıyas maa'l-fârık"tır. Çünkü gelir ve semere mülkten doğar,
haliyle her ortak mülkünden çıkan kadarını alır. Halbuki şuf
a yolu ile elde edilen şey mülkün geliri değildir. Dolayısıyle
hisselerine göre değil, eşit taksim ederler.
2-Aslın hükmü fer'de
değişmemelidir: Bundan dolayı zıhar yaptığı'
hanımından tekrar istimtâda bulunabilmesinin haram
olması konusunda Hanefîler zimminin zıharmı müslümanın zıharına kıyas edilmesine cevaz vermemişlerdir. Çünkü asıl
hakkındaki -yani müslümanın zıharındaki-haramhk Mücadele suresinin başındaki zıhar
ayetlerinde beyan edildiği gibi muvakkattir, keffaretle
sonar erer. Halbuki fer'de ki -zimminin zıhanndaki-haramlık daimidir, çünkü kâfir keffaret verme ehliyetine sahip değildir, zira keffaret ibadettir veya ibadet manası ağır basmaktadır ve keffaretten maksat kişiyi günahtan temizlemektir. Halbuki
kafir bu haliyle ibadet eda etme ehliyetine sahip değildir. Zira onun bütün
ameli dünyada da âhirette de boşa çıkacaktır. Dolayısıyle Hanefîlere göre zimminin
zıhan bâtıldır. Şafiîlere göre ise sahihtir, zira
fakir doyurmak veya köle azad etmek suretiyle keffaret ödemesi mümkündür.
3- Kıyas neticesinde
fer'in aslın önüne geçmesi gibi bir hal olmamalıdır.
Meselâ: Niyetin şart olması konusunda abdesti
teyemmüme kıyas etmek sahih değildir. Çünkü teyemmümün meşru oluşu abdestten sonradır. Böyle bir kıyas yapılacak olursa asılda
hükmün sübûtu illetinden önce olacaktır ki daha önce de gördüğümüz gibi illetin
hükmünden sonra bulunmuş olmaması da bir şarttır.
4- Fer' hakkında kıyasa muhalif bir hükme
delâlet eden bir nass veya icmâ
bulunmamalıdır. Zira bu takdirde kıyas, nas veya icmâya ters düşer ki buna fasid
kıyas denilir. Bu sebepledir ki Hanefîlere göre kati keffaretine
kıyas edilerek yemin keffaretinde azad
edilecek kölenin de müslüman köle olmasını şart
koşmak sahih değildir. Çünkü böyle bir şart yemin keffareti
hakkındaki "... veya bir köle azad etmek" (Maide: 5/89) şeklinde mutlak olarak gelen Kur-'an nassma muhalif olur. Çünkü burada "köle" lafzı
mutlak gelmiş, kölenin mümin olma şartı getirilmemiştir. Halbuki hata ile
öldürmenin keffareti hakkında gelen ayet-i kerimede
"Kim bir mümini hata ile öldürürse mümin bir köle azad
etsin." (N
Ve yine her ikisinde
de seferîlik var diye, seferde orucu terketmenin caiz
olmasına kıyas ederek namazın da terkine cevaz vermek âlimlerce sahih görülmemiş,
âlimlerce batıl sayılmıştır. Zira bu kıyas sefer halinde namazın terkinin helal
olmayacağına dair vaki olan icmâya muhalif düşer.
İlletin şartlarından
önce illetin tarifi ve buna dair meselelerden bahsedeceğiz.
İlletin tarifi,
illetle hikmet ve sebep arasındaki fark ve kendisiyle ta'lilin
sahih olacağı vasfın beyanı:
İllet, kıyasın üzerine
bina edildiği esastır. Usûlcülerin ıstılahında illet: Maslahatın tahakkuku için
kendisi bulunduğu yerde hükmün meşru olduğu şeydir. Veya hükmü tarif eden vasıfdır. İllete, hükmün menâtı,
sebebi ve emaresi de denir.
İllet kelimesi,
tahakkuku arzu edilen bir maslahatın elde edilmesi veya kaçınılması gereken
bir mefsedetin defi gibi hükmü meşru kılmaya sevkeden hikmet için de kullanıldığı olur. Meselâ:
Alış-veriş yapanlann menfaatinin alışverişin mubah
kılınmasına; insan hayatını, aklını, nesebini ve malını koruma gayesinin kasten
öldürmenin, içkinin, zinanın ve hırsızlığın haram kılınmasına sebep olması;
meşakkati defetme hikmetinin namazları kısaltma, ramazanda oruç tutmama
ruhsatına sebep olması bu kabildendir.
Şer'î hükümler iyice
düşünüldüğündü şu sonuç çıkmaktadır: Allah (c.c.) kulları için bir hüküm
koymuşsa mutlaka ya onların maslahat ve menfaatini
gerçekleştirmek veya onlardan zarar ve mefsedeti
uzaklaştırmak için koymuştur. "Bize seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik" (Enbiya: 21/107) ayet-i kerimesi de buna işaret etmektedir.
Hemen akla gelen şey
şudur: Şer'î hükümler hikmetlerle bağlantılıdır. Çünkü hükümden asıl maksad hikmetinin tahakkukudur. Ancak hikmet gizli,
görünmez yani duyulardan biri ile anlaşılamaz olabilir, o takdirde varlığı veya
yokluğunun kesinlik kazanması mümkün olmaz. Hikmet bazan
gayri münzabit yani duruma ve şahsa göre değişen bir
şey olabilir. Meselâ alış-verişin mubah kılınmasının hikmeti ihtiyaç olabilir,
ama bazan ihtiyaç olmadan da alış-veriş yapılabilir,
o halde hikmet gizli bir şeydir. Ve yine seferde oruç tutmamanın caiz olması
için bazı durumlarda, bazı şahıslara göre veya bazı zamanlarda
"meşakkat" var olabileceği gibi diğer bazı şartlarda bulunmayabilir.
Çoğunlukla içkinin
zararı içenlerde görüldüğü halde bazı güçlü insanlarda görülmeyebilir. Şüf'a meselesinde belki komşunun veya ortağın zararı def
edilmiş olabilir. Katile kısas yapılmasının meşru kılınması insan hayatının korunmasına
sebep olabileceği gibi -ki çoğunlukla böyle olur- olmayabilir de.
İşte bazan ahkamın hikmetinin gizli olmasına ve gayri münzabit oluşuna bakarak usûlcülerin cumhuru açık veya münzabit (duruma ve şahsa göre değişmez) bile olsa ahkâmın
hikmetle ta'lilini (yani illet sayılmasını) kabul
etmemişlerdir. Çünkü eğer teklif (kişiyi mükellef sayma) hikmet üzerine
oturtulacak olsaydı her halde ve her şahısta aynı olmazdı. İşte bu yüzden
âlimler şu kaideyi koymuşlardır: Hükümler hikmetlere değil illetlere bina
edilir.
Buna binaen maşakkat bulunmasa bile sefer, oruç tutmamak ve namazı iki
rekat kılmak için bir illettir. Bu yüzden fırıncı, ocakçı, maden işçisi, tarladaki
işçilerin durumunda olduğu gibi çalıştığı iş meşakkatli dahi olsa seferî olmayan
mukimin durumu, hasta olmayan sağlamın durumunun sefer haline veya hastalık
haline kıyas edilmesi caiz olmaz. Çünkü hikmet olan meşakkat bulunmasına
rağmen cevazın illeti olan sefer hali veya hastalık bulunmamaktır.
İlletle hikmet
arasındaki fark: Hikmet şârii hüküm koymaya sevkeden asıl âmil ve ondan hedeflenen nihâî gayedir ki o
da hüküm koyucu (sâri') nun hüküm koyarken
tahakkukunu veya ikmalini istediği maslahat veya ortadan kalkmasını veya
azalmasını istediği mefsedettir.
İllet ise üzerine
hükmün bina edildiği, var olduğunda hüküm de var olan bulunmadığında hüküm de
bulunmayan, hükmü tarif eden zahir ve munzabit bir
vasıftır. Hükmü bu vasfa bağlamakla hüküm koymaktan beklenen maksada ulaşılmış
olur. Meselâ sefer hali veya hastalık, ramazanda oruç tutmamanın caiz olmasının
illetidir. Yine sefer hali, dört rekatli farzları iki
kılmanın caiz olmasının illetidir. Yine sefer hali, dört rekatli
farzları iki kılmanın caiz olmasının illetidir. Çünkü sefer hali hükmün
kendisine bağlanabileceği zahir ve munzabit bir
vasıftır. Ancak sefer hali aynı zamanda yukarıdaki cevaz hükümlerinin
konulmasındaki hikmetin gerçekleşmesi muhtemel olan bir vasıftır. Çünkü
yolculuk meşakkatten hali değildir. İşte bu sebepten dolayı yolculara hafiflik
ve kolaylık olsun, meşakkat olmasın diye oruç tutmama, namazlarını kısaltma
hükmü meşru kılınmıştır. Şu halde sefer illet, meşakkatin defi hikmettir.
"Sebep"e
gelince usûlcülerin cumhuruna göre sebep delâlet bakımından illetten daha
umumidir. Buna göre, her illet sebepdir ama her sebep
illet değildir. Eğer hüküm ile vasıf arasında akılla idrak edilebilecek bir
münasebet (maslahat) varsa o vasfa hem illet, hem sebep denilir. Şayet bu
münasebet akılla idrak edilir cinsten değil ise bu vasfın adı sadece
"sebep" olur. Meselâ: Mülkiyetin intikaline razı olunduğunu gösteren
satış akdi illet ve sebeptir. Öğle namazının vaktinin girmiş olması için
güneşin zevale gelmesi ise sebeptir. Buna illet denilmez.
1- İllet hükme münasib bir vasıf olmalıdır. Yani hükmün konulmasındaki
hikmetin tahakkuku muhtemel bir vasıf olmalıdır. Bu ihtimal zann-ı
galib-dir. Hikmet de
maslahatın celbi mefsedetin veya zararın defidir.
Meselâ: Sarhoş etme,
alkolün haram edilmesi için münasip bir vasıftır. Haram hükmü verilmesi
sebebiyle insanların akılları ve bedenleri eza ve zarardan korunarak gelecek mefsedet veya zarar def edilmiş olur. Hırsızlık, hırsızın
elinin kesilmesi hükmünün konulması için münasib bir
vasıftır. Çünkü hükmün bu vasfa bağlanması yolu ile insanların malı muhafaza
edilmiş olmaktadır.
Seferîlik ramazanda
oruç tutmamanın caiz olması hükmüne münasip bir vasıftır. Çünkü buna cevaz
verilmesi suretiyle kolaylık sağlanmış ve meşakkat giderilmiş olmaktadır.
Kasten öldürme kısas hükmünün vaz edilmesine münasib bir vasıftır. Çünkü bu sebeble
canlar korunmuş kanlar heder edilmemiş olur. Bu vasıf aynı zamanda, "Katil
öldürdüğüne vâris olamaz" hadisindeki mirastan mahrum kalma hükmüne
münasip bir vasıftır. Çünkü bu hüküm öldürmeye teşebbüsü önler.
Hükmü, ona münasip
olmayan vasıfla ta'lil etmek sahih olmaz. Meselâ
alkolün haram kılınmasını onun kırmızı bir sıvı olması veya şişeye doldurulmuş
olması ile ta'lil etmek, hırsızlıkta el kesmenin farz
olmasını hırsızın zengin veya ahlaksız veya bir mevki sahibi veya esmer renkli
olması, malı çalmanın fakir ve cömert olması ile ta'lil
etmek; seferi halde oruç tutmamanın caiz olmasını yolcunun yaya olması ve kısa
boylu olması veya kadın olması veya ârâbî olması ile ta'lil etmek bu hükümleri münasib
olmayan vasıflarla ta'lil etmek olur. Bu vasıflara
"Evsâf-ı Tardiyye" veya hükümle aralarında
kabule şayan aklî bir alaka bulunmayan "Evsaf-ı İttifakıyye"
denilir.
Aslında münasib olup da bu münasebetin bozulmasına sebep olacak bir
durum arız olan vasıflarla da ta'lil sahih olmaz.
Meselâ tehdit altında yapılan satış akdi ile mecnunun akdi mülkiyetin intikali
için illet sayılmaz. Nikah akdi yapıldıktan sonra bir araya gelmedikleri sabit
olan kadının nikahlı oluşu nesebin sübûtu için illet sayılmaz.
2- İllet açık bir
vasıf yani duyulardan biri ile varlığı anlaşılabilen bir vasıf olmalıdır.
Çünkü illet orada hükmün varlığını gösteren bir vasıf olmalıdır. O halde hem
asıl da hem fer'de varlığı anlaşılabilen açık bir vasıf olması lazım gelir.
Meselâ: "Sarhoş etme" vasfı şarapta ve başka sarhoş edici herhangi
bir nebîzde varlığı hissedilebilen bir vasıftır.
Yaşın küçüklüğü çocuk üzerinde velayetin sabit olması konusunda anlaşılabilen
açık bir vasıftır. Kedinin evde aramızda dolaşması gözle görülen bir vasıftır o
halde bu, onun artığının temiz sayılması için bir illettir. Altı cins ribevî mal ve diğer benzerlerinin kendi cinsIeriyle
takas edilmesi durumunda faiz carî olmasının illetinin aynı cins olmalarının
yanında kile ve kilo ile satılır olmaları hepsinde müşterek olan anlaşılabilir
bir vasıftır.
Eğer bu vasıf hafi
(gizli) olursa hükmün onunla ta'dil edilmesi
3- İllet munzabit bir
vasıf olmalıdır. Yani şahısların ve durumun değişmesiyle büyük değişiklik
göstermeyen mahdut ve muayyen bir hakikati olan bir vasıf olmalıdır. Çünkü
kıyasın esası asıl ile fer' arasındaki illet eşitliğidir. Bu da illetin durumun
değişmesiye değişmeyecek mahdut ve munzabit bir vasıf olmasını gerektirir. Aksi halde kıyas
olmaz.
Meselâ kati = öldürme,
katilin mirastan mahrum edilmesi konusunda muayyen ve mahdut bir vasıftır.O
halde vasiyet de ona kıyas edilebilir. Bir insanın başka birinin satış pazarlığının
üstüne pazarlığa girmesindeki haksızlık muayyen ve mahdut bir vasıf sayılır.
Bir şahsın başka birinin kiralama pazarlığının üzerine pazarlığa girmesi de
buna kıyas edilir. Sarhoş edici olan, şarabın haram kılınması hususunda mahdut
bir vasıftır, o halde sarhoşluk veren her şey buna kıyas edilebilir. Bu
içeceklerin az veya çok sert olmasındaki basit farklılıklar dikkate alınmaz,
çünkü aralarındaki fark basit bir farktır, şartların ve şahısların değişmesiyle
açık farklılıklar arzeden gayri munzabit
veya muzdarip (kararsız) olan vasıflarla hükmü ta'lil
etmek sahih olmaz. Meselâ, "meşakkat" seferî olan kişinin ramazanda
oruç tutmaması için illet kabul edilemez, çünkü meşakkat şartlar ve şahıslara
göre değişir. Bilakis munzabit olan bir vasıftda ta'lil edilmelidir ki o
da seferdir.
4- İlletin müteaddî (intikal edici) olup sadece asla ait bir vasıf
olmamalıdır. Yani illet çeşitli hallerde tahakkuku mümkün olan ve aslın
dışında da bulunan bir vasıf olmalıdır. Eğer illet sadece asla ait bir vasıf
olursa onun üzerine kıyas yapmak sahih olmaz. Çünkü illetin böyle kasır olması
onun fer'de da bulunmasına mani olur. Halbuki kıyasın temeli fer'in asla hükmün
illetinde ortak olmasıdır. Bu ortaklık tahakkuk etmezse kıyas sahih olmaz.
Bu sebeple şarabın
haram kılınmasını onun keskinleşmiş üzüm suyu olması ile ta'lil
etmek sahih olmaz. Çünkü bu illet başkasında bulunmaz. Ama sarhoş edici olması
ile ta'lil edilebilir çünkü bu vasıf şarapta da
başkasında da , bulunur. Yine aynı sebebten,
Hanefîlere göre altın ve gümüşte faizin haram olmasını bunların semen (yani
eşyanın değer ölçüsü) olması ile ta'lil etmek sahih
olmaz. Çünkü semen olma vasfı başkasında bulunmayan kasır bir vasıftır.
Dörtten fazla hanımla nikahlanma, vefatından sonra hanımlarının başka-larıyle evlenmesinin caiz olmaması gibi.Rasûlullah'a
ait (hasâis-i nebî) hükümlerin ta'lili
ile sahih olmaz.
Şu da unutulmamalıdır
ki: Alimler nass veya icmâ
ile sabit olan illetlerle kasır da olsa taiil
yapılabileceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Meselâ sefer ve hastalık ramazanda
oruç tutmamanın cevazı için birer kasır illettir. Ama illet ic-tihad ve istinbatla tesbit edilmişse kıyas için bunu ta'lil
etmenin bir faydası olmadığından Hanefîlere göre hüküm bu illetle ta'lil edilmez. Diğer mezhebler
bunda kıyastan başka faydalar bulunduğu için ta'liline
cevaz vermişlerdir. Meselâ altın ve gümüşte faizin haram olmasını bunların
para veya semen olması ile taiil edilmesi bu
kabildendir. Şu halde illet cumhura göre iki çeşittir:
a) Müteaddî
illet: Bu, bulunduğu mahalden başka mahallere geçen, başkalarında da
bulunabilen illettir.
b) Kasır illet: İster nasla ister istinbât yoluyle tesbit edilmiş olsun
bulunduğu mahalden başkasına geçmeyen illettir.
Bundan maksad müctehidi illete ulaştıran
yollardır. En önemlileri şunlardır[7]
Yani her hangi bi vasfın bir şer'î hükmün illeti olduğuna dair Kur'an-ı Kerîm'de veya sünnette varid
olan nasdır. Bu nevi illete "mansus
illet" denir. Nass bu illete ya
açıkça veya imâ ve işaret yoluyla delâlet eder.
a) Sarih illet: Nasda "şunun için, şu sebeple, şu illete binâen"
gibi Arap-çada ta'lil lafzı
olarak kullanılan lafızların ifade ettiği illettir. Meselâ Haşr
süresindeki fey' ganimetin kime ait olduğunu beyan eden ayette
olduğu gibi: "Allah'ın fethedilen ülkeler halkının mallarından
peygamberlerine verdiği ganimetler, içinizden yalnız zengin olanların arasında
dolaşmaması için Allah, peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda
kalmışlar içindir." (Haşr:59/7) ayet-i
kerimesinde sarih illet "sadece zenginler arasında dolaşan bir (mal) olmaması
için" kısmıdır.
Ve diğer m
"işte bu
yüzdendir ki İsrailoğullan'na şöyle yazmıştır: Kim
bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir cana
kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur." (Maide:
5/32), "Yahudilerin zulmü sebebiyle kendilerine helâl kılınmış bulunan
temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık." (N
Rasûlullah (s.a.) de: "İhtiyaç duyulduğu için sizi kurban
etlerini bekletmekten nehyetmiştim, şimdi
bekletebilirsiniz" buyurmuştu. Yani kurban günlerinde sahralardan
Medine'ye gelen (m
Ta'lil ifade eden nas ya "Şunun için, o takdirde, bu sebeple şundan dolayı"
gibi sadece ta'lil kastedilen ve bunun için tayin
edilmiş kat'î lafızlar olur veya hem ta'lil hem de başka mana için kullanılabilen bir lafız
olur. Bu takdirde nassın illete delâleti zannî olur." harfleri bu kabildendir. Me-, selâ: "Ben cinni ve insi ancak bana kulluk için yarattım." (Zariyat: 51/56), "Allah'tan gelen bir rahmet
sebebiyle onlara yumuşak davrandın" (Ali imran:
3/159) "Mal ve evlad sahibi olmak için",
(Kalem: 68/14), ye m
b) Nassın
îmâ ve işaret yolu ile delâlet ettiği illet. Bu bir suâle verilen cevabın
içinde bulunabilir. Meselâ: Ramazanda gündüz hanınııyla
mukarenette buluna kişinin bunun hükmünü sorduğunda Rasûlullah (s.a.) m "Bir köle azad
et." demesi gibi. Hükmü bir vasıfla beraber söyleyip hükmü ona bina etme
şeklinde olabilir. Meselâ Rasûlullah (s.a.) in
"Hakim öfkeli iken hüküm vermez." hadisi şerifinde olduğu gibi.
"Takib fası" ile
hükmü bir vasfa bina etme şeklinde olabilir: "Hırsız erkek ve kadının
ellerini kesin" (Maide: 5/38) ayetinde ve
"Kim bir ölü araziyi ihya ederse o onundur." hadisi şerifinde olduğu
gibi. Bir vasıf (özellik) zikredilerek iki şeyin hükümde ayrı olduklarını
göstermek şeklinde olabilir. Meselâ, ganimet taksiminde "yayaya birm hisse süvariye iki hisse" hadisinde olduğu gibi.
Bu icmânın
muayyen bir vasfın şer'î bir hükme illet olduğuna delâlet etmesidir. Meselâ:
Velinin küçük çocuğun malı üzerindeki velayet illetinin "küçük
olması" olduğunda âlimler icmâ etmişlerdir. O
halde evlendirme konusundaki velayeti de buna kıyas edilir. Mirasta ana-baba
bir erkek kardeşin baba bir erkek kardeşten önce gelmesinin illetinin onda iki neseble ölene bağlı olma özelliğinin bulunması yani hem
anne hem baba yolu ile bağlı olması olduğu üzerinde icmâ
etmeleri de bu kabildendir. O halde nikah velayetinde de öz kardeş önde gelir.
"Sebr" lügat imtihan etmek, denemek demektir. Yaranın
derinliğini ölçen alete de "misbar" denir.
Taksim: İllet olması muhtemel olan vasıfları tesbit
etmek demektir. Sebr ve Taksim: Asılda illet olduğu
zannedilen vasıflan toplayıp herbirini ayrı ayrı gözden geçirmek ve aralarında illet olması uygun olan
vasfı seçmektir.
Burada müctehidin ameli: zahîr, munzabit,
müteaddî, ve hükme münasib
bir vasıf olma gibi illetin şartlarının tahakkukunu dikkate alarak, asılda mevcud valfları araştırıp illet olamayacakları ayıkladıktan
sonra zannına göre "illettir" diye tercih ettiği bir vasfı illet
olarak bırakmaktan ibarettir.
Bu usûl tamamen istinbat esasına dayanır, nas
veya icmâdan bir delile dayanmaz. Buna şu m
Başka bir m
Üçüncü bir m
Bu, hüküm ile vasıf
(illet) arasında uygunluk bulunmasıdır, tâ ki o vasfın olduğu yerde hüküm de
bulunarak ya şer'î bir maslahat elde edilsin veya bir
mefsedet def edilsin. Meselâ sarhoş edici olma vasfı.
Bu, şarabın haram kılınması hükmüne uygun bir vasıftır. Halbuki akıcı olması
veya filan renkte olması, tadının şöyle olması gibi vasıflar münasip olmayıp
sadece sarhoş edici olma vasfı haram kılınmasına uygun bir vasıftır.
"Küçük yaşta
olma" babanın küçük kızını nikahlama konusunda velayet hakkı sabit olması
için münâsib bir vasıftır. Çünkü bu yaş onun kendi
maslahatını idrakten aciz olduğu bir yaştır. Velayetin sübutunda âciz kişiye
gelecek zararı defetme gayesi vardır. Zararın defi de şâri'in
(hüküm koyan merciin) hedeflediği bir maslahattır.
Müctehid ancak vasfın illet olduğuna dair nas
veya icmâ bulunmadığı takdirde bu yola başvurur.
Münâsebet, din ona
itibar etmedikçe veya münâsip olduğuna dair delil bulunmadıkça ta'lil için bizatihi bir şey ifade etmez. Münasib vasıf, dinin onun münasip olup olmadığına delâlet
etmesi açısından dört çeşittir:
1- Müessir münasib:
Bu, dinin bir nas veya icmâ ile ona itibar
ettiğini gösterdiği münasib vasıftır. İttifakla bu
vasıfla ta'lil yapılması sahihtir. Meselâ "Sana
kadınların hayız halini sorarlar. De ki: o bir ezadır. Hayız halinde
kadınlardan uzak durun" (Bakara: 2/222) ayetindeki "hayız",
"Katil varis olmaz" hadisi şerifindeki "kati = öldürme",
"Evlilik çağına gelinceye kadar yetimleri deneyin, eğer onlarda bir
olgunlaşma görürseniz hemen mallarını kendilerine verin." (N
2- Mülayim münasib veya muteber münasib:
Bu, şâri'in üzerine herhangi bir hüküm bina ettiği, ancak bu
vasfın bizzat o hükme illet olduğuna dair her hangi bir nas
veya icmânın bulunmadığı, lâkin o hükmün cinsine
illet olduğu sabit olan veya o vasfın cinsinin muayyen bir hükme veya o hükmün
cinsine illet olmasına şâri'in itibar ettiği sabit
olan vasıftır.
Şâri'in, müctehidin illetini
araştırdığı hükmün cinsinden bir hükmün illeti olarak itibar ettiği muteber
mülayim vasfa m
Sâri' Taâla küçüğün malı üzerindeki velayet konusunda
"küçüklük" vasfını illet itibar edince sanki velayetin her çeşidinde
ona illet olarak itibar etmiş demek olur. Nikah velayeti de velayet
çeşitlerinden biridir. O halde bu bizzat vasfın aynına itibardır.
Sâri'in, müctehidin illetini
araştırdığı hükmün illeti olarak kendi cinsinden bir vasfa itibar ettiği münasib vasfa m
Müctehidin illetini araştırdığı hükmün cinsine illet olan vasfın
cinsine itibar edilişine m
3- Mürsel
münasib:
Bu, sâri'in ne itibar ne de ilga ettiği bilinmeyen münsib vasıftır. Bu vasıf münasibtir
yani bir maslahat getirir, lakin mürseldir yani ne
itibar ne de ilgasına dair delil yoktur. "İstıslah"
veya "masalih-i mürsele"den
de bu kasdedilir. Kur'an-ı
Kerîm'in tedvini ve benzeri amellerde dayandıkları masalih
işte bu kabildendir.
Bu ihtilaflıdır; çünkü
Hanefî ve Şafiîlere göre bu vasıfta ta'lil caiz olmaz
ve hüküm bina edilmez. Çünkü sâri'in buna itibar
ettiğine dair delil yoktur. Allah (c.c.) "Hakkında bilgin olmayan şeyin
peşine düşme" (İsra: 17/36) buyurmaktadır.
Malikî ve Hanbelîlere göre bu vasıfta ta'lil
sahih olur ve üzerine ahkam bina edilir. Çünkü sâri' bu vasıfta amel etmeyi
ilga etmemiştir. Amel etmek için
hükme münasip görmeyiş
kâfidir. Bizim mükellef olduğumuz şey sadece vasfın münasip olduğunu anlamak
için gayret sarf etmektir. Zann-ı galibe göre de bu
vasıf bu hükme illet olabilir. Zan ile amel etmek vacib
olur.
Bu, müctehidin
nazarında maslahat celbedecek derecede olup lâkin
fer'î hükümlerde şâri'in onu ilga ettiğine ve itibar
etmediğine dair delil bulunan vasıftır. Bununla ta'lil
sahih olmayacağında âlimlerin ittifakı vardı. Meselâ, ölenin oğlu ve kızı evlad olma vasfında müşterektirler, bu mirasta eşit
olmaları için münasip bir vasıf sayılır. Ancak Allah (c.c.) "Allah size
çocuklarınız hakkında erkeğe kadının payının iki misli emreder" (N
Tenkîhu'l-Menat, nas
veya icmâ ile sabit olan bir hükmün illet olabilecek
vasıflarının içinden, hükme tesiri olmayanlarını ayıklamak suretiyle nassın mecmuunun işaret ettiği illeti tayin etmek için
yapılan ictihaddır. Meselâ rama-zande
bilerek hanımıyle temasta buluna bedevi hadisindeki
oruç bozma keffa-retinin ta'lili bu kabildendir. Bu hadis, imâ yolu ile bu bedevinin
üzerine keffaretin farz olmasının illetinin
"temas" olduğunu göstermektedir. Temasta bulunanın bir bedevi
olması, bu hanımın onun eşi olması gibi başka vasıfların ise müctehid tarafından hükme tesiri olmadığı tesbit edilmiştir. Çünkü hükümler konulurken eğer hususî
olduğuna dair bir delil yoksa fertler arasında fark gözetilmez. Hanımı ile
temasta bulunana keffaret farz olursa yabancı ile
bulunana evleviyetle (daha öncelikli ve gerekli
olarak) farz olur. Çünkü yabancı gece olsun gündüz olsun mutlak haramdır.
Halbuki hanımı ramazanda gündüz haram ise de gece helaldir. Bu sebeple bedevî
olma, kadının onun eşi olması vasıflan mülgadır, keffaretin
farz olmasında bunlann tesiri yoktur. Burada müessir
olan ramazanda gündüz bilinçli ve kasden yapılan
cimadır. Şafiî ve Hanbelîlere göre keffaretin vacip olmasındaki illet budur, yeme-içme gibi
şâir vasıflar değildir.
Hanefî ve Malikîler
yeme-içmeyi cimaya kıyas ederek her iki halde de keffaret farzdır demişlerdir. Onlara göre keffaretin farz olmasında müessir olan şey kasten oruç
bozucu bir şey yapma suretiyle ramazanın hürmetini çiğnemektir.
Tenkîh, hükmün illetine bir nassın
delâlet ettiği, ancak bu illetin başka vasıflarla karışmış halde bulunup
illetlikle alakası olmayan şeylerden tam temyiz edilmemiş olduğu hallerde
yapılır. Sebr ve taksim ise, hükmün illeti hakkında
herhangi bir nassın bulunmadığı hallerde yapılır. Sebr ve taksim illet olacak vasfı diğerlerinden temyiz
etmek için değil illetin ne olduğunu öğrenmek için yapılır.
Doğrusu "Tenkîhu'l-Menat" başlıbaşına illeti bulma yollarından bir yol sayılmamalıdır.
O hakkında nas bulunan illetlere mahsus bir yoldur. İstinbât edilen illetler hakkında bulunmaz.
Tenkîhu'l-Menat: Nasda
zikredilen vasıflar arasından, illet olmayacak muteber kabul edilmeyen vasıflan
çıkartarak sâri'in hükmü üzerine bina ettiği illeti
tayin etmektir.
Tahkîku'l-Menât: Aslın illeti ister nasla sabit olsun ister istinbât
edilerek bulunmuş olsun, asıl üzerine kıyası istenen fer'î meselelerden her
birinde illetin var olup olmadığını anlamaya çalışmaktadır. Meselâ: Şarabın
haram kılınmasının illeti olan iskâr = sarhoş edici
olma vasfının hurma veya arpadan yapılmış başka herhangi bir nebîz şırada bulunup
bulunmadığı tahkik etmek, Nebbâş = kefen hırsızının,
ceza tatbik edilmesi için hırsız sayılıp sayılmadığını tahkik etmek, hayız
halinde kadınlardan uzak durulmasının illeti olan "eza" nın nifas halinde mevcut olup
olmadığını tahkik etmek gibi.
Tahricü'l-Ümenât ise: Münasebet veya sebr ve taksim gibi illeti bulma usûllerinden birin
kullanarak, hükme illet yapmak için, hakkında nas
veya icmâ bulunan hükme münasip olan vasfı istinbât etme hususunda düşünmek ve icti-had
etmektir. Bu da istinbât yoluyla bulunan illetlere
mahsustur. Meselâ sebr ve taksim yoluyle
meşhur "riba hadisi"nde geçen altın, gümüş,
buğday, arpa, hurma ve tuzda faizin haram olmasının illeti olarak bunların
yenilir olması veya azık olması veya ölçülür olması gibi vasıfları bulup
çıkarmak, aniden öldürmenin kısasın farz olmasına illet olabilmesi için cinayetin
bıçak, kılıç ve benzeri kesici şeylerle işlenmiş olmasını isbat
etme konusunda ictihad edip araştırmak hep bu
kabildendir.
Kıyas önce evlâ kıyas,
ednâ kıyas ve müsâvî kıyas diye üçe ayrılır. Ayrıca
celî kıyas ve hafî kıyas diye de ikiye ayrılır.
Birinci taksim: Kıyas
illetin açıklık ve gizlilik derecesine ve bu illetin fer'de kamilen bulunup
bulunmamasına göre evlâ kıyas, ednâ kıyas ve müsâvî
kıyas kısımlarına ayrılır.1
1 - Evlâ Kıyas: İllet
daha kuvvetli olduğu için fer'in hükme asıldan evlâ olmasıdır. Meselâ,
"eza verme" vasfında müşterek olmaları sebebiyle ana-babaya vurmayı,
öf demeye kıyas etme meselesinde, vurma fiilinde eza daha ağır olduğu için onun
evleviyetle haram olması lazımdır. "Onlara öf
deme" (İsra: 17/23) ayet-i kerimesinde öf
denilmesi nehyedildiğine göre vurmak evleviyetle nehyedilmiş demektir.
Buna Şafiîlerde "asıl manasında kıyas", Hanefîlerde ise " delaletü'n-nas" veya "mefhumü'l-muvâfaka" denilir.
2- Müsâvî kıyas: Bu,
tercih edilmeksizin fer'in hükümde asla müsâvî olduğu kıyastır. Meselâ, her
ikisinin de "itlaf" vasfında müşterek olması sebebiyle yetimin
malını yakmayı yemeye kıyas etme böyledir. Yakmak da yemek gibi haramdır.
"Cariyeler bir fuhuş yaparlarsa onlara hür kadınların cezasının yarısı
(uygulanır). (N
3- Ednâ kıyas: Bu da,
fer'in hükmün illetinde asıldan daha zayıf olmasıdır. Yani fer'in hükümle
irtibatı asıldan daha az olması, illetin asılda daha kuvvetli, fer'de daha
zayıf olmasıdır. Ribe'l-fadlın
haram olması meselesinde her ikisi de yenen şey olması vasfında müşterek
olmaları sebebiye elmanın buğdaya kıyas edilmesi,
içilmesi haram olması ve haddi icab etmesi hususunda nebîzin şaraba ilhak edilmesi bu kabil kıyastır.
İkinci taksim: Kıyas,
kuvvetli ve anlaşılır olması bakımından da celî ve hafî kıyas diye iki kısma
ayrılır. Şafiî ve Hanefîlere göre bunların tarifleri farklılık gösterir.
Şafiîlere göre celî
kıyas: İlleti nasla sabit olan veya nasla sabit olmasa da asıl ile fer' arasındaki farkın hükme
tesirinin sâri' tarafından ilga edildiğinde kesinlik bulunan kıyastır. Meselâ,
"Kim ortak köledeki hissesini azad eder, elinde
de kölenin kıymeti kadar malı olursa onun hesabına kölenin kıymeti biçilir (ve
azad olur) hadisi şerifinde bir kısmı azad olan erkek kölenin tamamının azad
olmasına cariyenin de kıyas edilmesi buna misâldir. Çünkü burdaki
fark erkeklik ve dişiliktir, bu farkın da şer'an azad etme hükümlerinde bir tesiri yoktur. Yukarıda geçen
ana- babaya vurmanın haramlık noktasında öf demeye kıyas edilmesi de böyledir.
Bu celî kıyas yukarıda
geçen müsâvî ve evlâ kıyasa da şâmildir.
Hafî kıyas: İlletin
aslın hükmünden istinbât edilmesi halinde asıl ile
fer' arasındaki farkın hükme tesirinin sâri' tarafından ilga edildiğinde
kesinlik bulunmayan kıyastır. Odun ve taş gibi ağır bir şeyle vurarak
öldürmeyi -her ikisinde de öldürme kastı bulunması sebebiyle- kılıç gibi
keskin bir şeyle öldürmeye kıyas ederek ağır şeyle vurarak öldürmede de kısası
farz kılma "kı-yas-ı hafî" ye bir m
Hanefîlere göre ise
celî ve hafî kıyasın manaları farklıdır. Şöyle ki:
Celî kıyas: İlletin
açık olması sebebiyle hemen anlaşılan ve aklın kabul ediverdiği kıyastır.
Ednâ kıyas: Buna "istinsah" da denilir. Bu,
illeti kapalı olup hemen zihne gelivermeyen kıyastır. Celî kıyasa tekabül eder.
Misâl: Kira akdinin
caiz oluşu istihsan delili ile sabittir. Kıyasa göre
caiz olmamalıdır. Çünkü kira akdi, akid esnasında
mevcut olmayan bir şey üzerine yapılır. Zira intifa zamanının geçmesiyle peyderpey elde edilir. Selem ve istisna akidleri de yine kıyasa muhalif olarak istihsanen
sabit olmuşlardır. Çünkü bunlarda da akid
"olmayan şey" üzerine yapılır. Olmayan şeyin satışı ise bâtıldır.
Ancak Selemin cevazına dair nass bulunmaktadır. İstisna
da buna kıyas edilmiştir[8].
[1] Keşfü'l-Esrar. 2/995. el-İhkam, Âmidî: 3/76, İrşadü'l-Fuhûl: s. 176.
[2] el-lhkam, İbni Hazm: 2/929, Mülahhasu İbtali'l-Kıyas ve'r-Re'y: s. 43, Usûlus-Serahsî: 2/119, lrşadü'l-Fühûi. s. 175.
[3] Gerçekten de bu hadis sahih değildir ve delil alınması
uygun değildir.
[4] el-ihkam, Âmidî: 3/8; Şerhu'l-Adûd: 2/209; Müsellemü's-Subût: 2/200; el-Medhal ilâ
Mezhebi Alımed: s. 144.
[5] et-Takrir ve et-Tahbir:
3/126; Şerhu'l-Adûd: 2/211;
Feyâtihu'r-Rahamût: 2/250; Şerhu'l-Muhallâ: 2/180; Irşadü'l-Fühûl: s. 179
[6] Müsellemü's-Sübût, 2/222; Şerhu'l-Adûd, 2/213; el-ihkâm: 3/11; Şerhu'l-Muhallâ: 2/107; Ravzatü'n-Nazır.
2/321
[7] 1 et-Takrir ve et-Tahbir.
3/190; Şerhu'l-Adûd: 2/234;
el-Ihkam: 3/31, Ravzatu'n-Nazır.2/257;
Miratü'l-Usûl: 2/314; İrşadü'l-Fuhul: s. 184.
[8] Son cümlede bir hata olmalı. Çünkü âlâ hilâfılkıyas sabit olan şeye kıyas yapılmaz. Belki
İstisna teamüle bianen caiz görülmüştür. (el-İhtiyar:2/38) Mütercim