el-Mahkûmü
fih veya el-mahkûmü bih adı da verilir. Gerek iktiza, gerek tahyir
gerekse vaz' yoluyle sâri'in hitabı taalluk eden mükellefin fiilidir. Meselâ
"Namazı kılın." (Bakar: 2/43) ayetinde fiile taalluk eden bir icab vardır ki, o "namaz kılma" tır ve bu fiili vacib kılmıştır. "Akidleri
yerine getirin", (Maide: 1/5) "Ey iman
edenler, belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu
yazın" (Bakara: 2/282) ayeti kerimeleri de böyledir. "Adam öldürmeyin"
(Enam: 6/151) ayet-i kerimesi de bir fiile taalluk eden bir tahrim
ifade etmektedir ki o "adam öldürme" dir ve
bu fiili haram kılmıştır. "Kendinizin ancak göz yumarak alabileceğiniz
bayağı şeyleri vermeye yellenmeyin" (Bakara: 2/267) ayet-i kerimesi de
mükellefin fiillerinden birine taalluk eden keraheti ifade etmektedir ki bu
malın habis (âdî) olanını infak etmektir. Ayet-i kerime bu fiili mekruh
kılmıştır. "Cuma namazı eda edildiği zaman yeryüzüne dağdın" (Cuma:
62/10) ayetinde yer yüzüne dağılmanın mubah olduğu ifade edilliyor
ki mükellefin fiili ile ilgilidir. "Sizden kim hasta olur veya yolcu olur
(oruç tutamaz) sa başka günler tutsun" (Bakara:
2/184) ayet-i kerimesinde de hitap bir fiile taalluk etmektedir ki bu hastalık
ve seferdir. Bu hitab her iki fiili de, oruç
tutmamayı mubah kılan sebep kabul etmiştir.
Teklîfî hükümde
mahkûmu fih ancak mükellefin kudreti dahilindeki fiillerde
olur ve onu vacib veya mendub
veya haram veya mekruh veya mubah kılar. İşte bu sebepten "Teklif ancak
fiile olur"[1] demişlerdir. Yani dinin
teklîfî hükmü ancak mükellefin fiiline taalluk eder demektir. Haram ve
kerahetle mükellef olunan şey haram veya mekruh olan fiili işlememektir.
Vaz'î hükümde mahkûmu fîh ise
mükellefe ait bir fiil olabileceği gibi mükellefe ait olmayıp ona götüren bir
sebep de olabilir. Meselâ zeval vaktinde güneşin dönmesi mükellefin üzerine
namazın farz olması için bir sebebdir. Zira vaz'î hükmün mükellefin fiiline taalluku, onun bir sebep
veya şart veya mâni olarak teklîfî hükme taalluku vasıtası ile olur.
Bir fiil ile teklif =
mükellef tutmanın sahih olması için şu üç husus şart kılınmıştır[2]
1 - Bu fiil, mükellef nezdinde malum olmalı, Taki onu
bilerek yapması ve taleb edildiği gibi yerine
getirebilmesi düşünülebilsin. Rükünleri şartlan ve nasıl eda edilleceği bilinmedikçe insan namazla mükellef olmaz. Çünkü
"Namaz kılın" emri mücmeldir, mutlaka bu mücmelin Rasûlullah
tarafından beyan edilmesi lazımdır. Nitekim Rasûlullah
(s.a.) da bunu yapmış ve "Namazı benim gibi kılın" buyurmuştur.
Zekat, oruç, hac gibi diğer farzlar da böyledir. Nasları
mücmeldir. Ancak bunlar beyan edildikten sonra insanın bunlarla mükellef
tutulması sahih olur. İşte Allah (c.c.) in de "Sana da Kur'an-ı
indirdik ki kendilerine indirileni insanlara beyan edesin" (Nahl: 16/44) ayetinde ifade ettiği gibi Peygamber (s.a.)'in
vazifesi budur.
Bu fiilin mükellef nezdinde malum olması, "mükellefin hakikaten bilmesi,"
manasına değildir. Maksad onu öğrenme imkânına sahip
olması demektir. Bunun için onun îslâm beldesinde
bulunması yeterlidir. Fukahanın koyduğu şu kaide bunu
ifade etmektedir. Dâru'l-İslâmda
ahkâmı bilmeme mazereti kabul edilmez.
2- Mükellef Allah
(c.c.) m bu fiili taleb ettiğini bilmelidir ki,
mükellefin ameli itaat ve Allah'ın emirlerine imt
3- Taleb
edilen fiil yapılması mümkün olan bir şey olmalıdır ki mükellef onu dilediğinde yapabilsin ve terkedebilsin. Bu şart şu
üç neticeyi doğurmaktadır:
a) îster lizâtihî ister ligarihî olsun müstehilî teklif sahih olmaz. Lizâtîhî
müstehil zıtları birleştirmek, aynı anda iki ayrı
yerde bulunmak gibi varlığı aklen tasavvur edilemeyen
şeylerdir. Meselâ bir şeyi aynı anda bîr şahsa hem vacib
hem haram kılmak gibi.
Ligayrihî müstehil, aklen varlığı tasavvur edilebilen ancak âdeten
vaki olmayan şeylerdir. Meselâ insanın aletsiz uçması, dağı taşıması gibi.
Çünkü aklen veya âdeten
varlığı tasavvur edilemeyen şeyi mükellefin yapması mümkün değildir, bu onun vüs'unda (gücü dahilinde) değildir, halbuki teklif vüs'a göredir.
b) Şer'an
insanın, başkasının bir fiili yapması veya yapmaması ile mükellef tutulması
sahih olmaz, çünkü bu onun imkânı dahilinde değildir. Zira bu kişinin = gücü
yetmeyeceği şeyle mükellef tutulması demektir. Meselâ bir insan kardeşinin
namaz kılması, babasının zekat vermesi, komşusunun hırsızlık
yapmaması ile mükellef
tutulmaz. Sadece ona nasihat etme ve emri bilmaruf nehyi anilmünkerle mükellef olur.
c) İnsanın kendisinin
iradesiyle olmayan ve onda bir rolü de bulunmayan fıtrî şeylerle onu mükellef
tutmak şer'an sahih olmaz. Meselâ utanınca yüzünün
kızarması, korkması, sevinmesi, kin tutması, sevmesi, yeme-içme iştihası gibi insanın yaratılışından gelen hususlar bu
kabildendir. Çünkü bunlar insanın irade ve ihtiyarına boyun eğmez, onun kudreti
haricindedir. Kalbinin, hanımlanndan.birine
diğerinden fazla meyletmesi de böyledir.
Zahiri bu gibi
şeylerle mükellef kıldığını gösteren bir nas vârid olursa o hükmün zahirî manası alınmaz. Meselâ
"ve ancak müslüman olarak ölün." (Âli imran: 3/102) ayetiyle İslâmı
teşvik kastedilmektedir. "Böylece elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve
Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip
böbürlenenleri sevmez" (Hadid: 57/23) ayeti ile de hüzün halinde
insanların öfkelenmesi sevinç halinde böbürlenip gururlanmaktan menedilmesi kastedilmektedir. "Hiç biriniz, ben
kendisine babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça
iman etmiş olmaz" hadisi şerifi ile hakikaten "sevgi"
kastedilmiştir. İtaat ve emirlerine uyma kastedilmiştir.
"Öfkelenme!" hadisinde nehyedilen öfke
değildir, çünkü öfkelenme yaratılıştan var olan bir şeydir, insanın kudreti
dahilinde değildir. O halde maksad öfkenin
sebeplerinden uzak durmak veya gazab halinde iken
nefisle mücadele ederek onu intikam almaktan menetmektir. "Allah'ın maktul
kulu ol, katil kulu olma" hadisi şerifi de "Başkasına zulmetme,
hakkına tecavüz etme" manasınadır, "Sen başkasını öldürme! Başkası
seni öldürsün" demek değildir.
Fiilin, mükellefin
kudreti dahilinde olmasının şart kılınması, teklifin mükellefe meşakkat
getirecek hiç bir şey ihtiva etmemesini gerektirmez. Çünkü fiilin mükellefin
kudreti dahilinde olmasıyle meşakkatli olması
arasında bir tenakuz yoktur. Zira hiç bir teklif meşakkatten hâlî değildir.
Ancak Allah (c.c.) bize ihsan etti ve bizden tahammül edilemiyecek
meşakkatleri kaldırdı. Buna göre meşakkat mutâd ve
gayri mûtad olmak üzere iki kısma ayrılır[3].
1- Mutâd
meşakkat: Bu, insanın herhangi bir zarar görmeden tahammül edebileceği
meşakkattir. İşte sâri' bu meşakkati bizden kaldırmamıştır. Zira hayatta her
amel az-çok meşakkatten hâli değildir. Zâten "teklif" külfet ve
meşakkat olan şeyin yapılmasını talep etmektir. Lâkin bu meşakkat tahammül
edilebilir cinstendir.
Ancak sâri'in bizi mükellef tuttuğu amelleri koymaktan maksadı bu
meşakkat değildir. Bilakis maksad bu meşakkate
terettüp eden maslahatlardır. Meselâ oruçtan maksadı aç-susuz bırakarak insana
elem vermek değildir. Bilakis maksad ruh safiyeti,
beden sıhhati ve merhamet duygularının gelişmesidir.
Asıl maksad meşakkat değilse meşakkatleri kastedip onun
artmasını istemek sahîh değildir. Meselâ mescide giden düzgün yolu bırakıp da
bozuk yoldan gitse, bu fiili ile de fazla sevap beklese niyette hata etmiştir,
ona sevap yoktur.
2- Gayri mutâd meşakkat: Bu, insanın âdeten
tahammül edemiyeceği, tasarruflarını alt-üst edip
hayatının düzenini bozan çoğu zaman faydalı amelleri yerine getirmesine mâni
olan ağır meşakkattir. Şer'an bunlarla teklif vaki
olmamıştır. Çünkü Allah (c.c.) bizi sıkıntıya ve ağır meşakkate düşürmeyi kasted-memiştir. Meselâ savmi v
Eğer bu meşakkat
amelin kendisinde varsa Allah (c.c.) ruhsatlarla bunu kaldırmış ve ruhsatlarla
amel etmeyi teşvik etmiştir: "Allah (c.c.) azimetlerinin yapılmasını
sevdiği gibi ruhsatlarının yapılmasını da sever." Amelin kendisinde
meşakkat olmaz da mükellef isteği ile bunu celbederse
Allah (c.c.) bunu nehyetmiş ve haram kılmıştır.
Hadisi şeriflerde varid olan ibadet için ibadet mahalline gitmenin sevap
olduğuna ve bunun meşakkat mikdarınca olacağına dair
haberlere gelince, bunlarda asıl maksad bizzat
meşakkat değil belki bu uğurda sa'yü gayreti teşvik,
gidilecek mahallin faziletine işaret veya sevabın büyük olması için meşakkate
sabretmek lazım geldiğini ifade etmektedir. Buna göre cihaddaki
meşakkat de tâbidir metbu' ve maksud
değildir.
Hanefîler Allah'ın
hükmü taalluk eden mükellefin fiilini dört kısma ayırmışlardır.
Bunlar halis Allah hakkı olanlar, halis kul hakkı olanlar, Allah ile kulları
arasında müşterek olduğu halde Allah hakkı galib
olanlar, Allah ile kulları arasında müşterek olduğu halde kul hakkı galip
olanlar1.
Allah hakkı: Faydası
herhangi bir ferde ait olmasızın umuma taalluk edip menfaatinin şümulünden ve
mevkiinin azametinden dolayı Allah'a nisbet edilen
haktır. Yani bu topluma ait bir haktır ve hükmü muayyen bir ferdin maslahatı
için değil umumun maslahatı için meşru kılınmıştır.
Kul hakkı: Başkasının
malının haram olması gibi kendisine hususî bir maslahatın taalluk ettiği
haktır. Her birini kısaca açıklayalım:
Birinci kısım: Sadece
Allah'a ait olan haklar.
Bunun hükmü: İnsanın
vazgeçmesi veya yerine getirmekte ihmal göstermesi mümkün olmayan haklardır.
Meselâ hadler böyledir. Bunlar de sekiz çeşittir:
1 - Mahza ibadet olanlar: İman ve İslâmın
beş rüknü gibi kendisiyle dinin ikâmesi kastedilendir. Bunların meşru
kılınmasının hikmeti sırf mükellefin maslahatı değil umumun maslahatını
gözetmektir.
2- İçinde meûnet manası olan ibadet. Meûnet:
Mal veya can için verilip bunları muhafazasına sebep olan bir çeşit vergidir.
Meselâ sadaka-i fttır. Bu bir ibadettir. Çünkü muhtaç olanlara tasadduk edilerek Allah'a yakın olunur bu sebeple onda
niyet şarttır. Sadaka-i fıtır, kölesi ve küçük oğlu
gibi başkaları sebebiyle mükellefin üzerine vacib
olduğu için bir meûnettir. Nitekim bunların
nafakaları da ona vacibdir. Bu sebeple sadaka-i fıtırda mahza ibadetlerde olduğu
gibi kâmil ehliyet aranmaz, dolayısıyle sahibinin ve
mecnunun malından da verilmesi vacibdir.
3- İçinde ibadet manası olan meûnet:
Meselâ ziraî arazînin mahsul ve meyvasından alına
öşürler. Bu, arazinin sahibinin elinde kalması ve her hangi bir tecavüze karşı
onu muhafaza etmenin karşılığında alman bir meûnettir.
Malların zekatında olduğu gibi bu da nema ile ilgili olduğundan bir ibadettir,
bu yüzden zekatın harcandığı yerlere harcanır.
4- İçinde ukubet =
ceza manası olan meûnet: Meselâ haraç. Haraç, arazinin
sahibi elinde kalması ve onun muhafaza edilmesi karşılığında alınan bir meûnet = vergidir. Ukubet olması ise sahibinin İslâmr kabul etmeyip araziyi işlemeye razı olması
karşılığında konulmasından dolayıdır. Şu da unutulmamalıdır. Haracı koyan Hz. Ömer'dir, bununla araziyi işletenlere ceza vermeyi
kastetmemiştir.
5- Ukûbet-i kâmile:
Meselâ zina, hırsızlık, içki içme cezalan, tazir cezaları.
Bunlar sırf Allah hakkı için tatbik edilen cezalardır. Çünkü bunlar umumun
maslahatı için meşru kılınmıştır birisinin vazgeçmesiyle sakıt olmaz.
6- Ukûbet-i kâsıra: Meselâ katilin, maktulün mirasından mahrum kılınması.
Bu, eksik bir ukubettir. Çünkü istihkak sebebi olan akrabalık mevcut olduğu
halde miras alamamakta ve katilin bedenine bir elem, malına bir noksanlık
getirmeden sadece mirastan mahrumiyetine sebep olmakta, işte bu sebeple ukûbet-i
kâsıra sayılmaktadır. Bu yüzden bu ukubet kendisinden
ona miras kalacak şahsı öldüren sabi hakkında sabit olmaz. Hanefîlere göre
vâris mülkü olmayan bir yere çukur açsa kendisinden ona miras kalacak kişi
oraya düşüp ölse varis ölümüne sebep olduğu için mirastan mahrum bırakılmaz,
çünkü sebep olma hakikaten öldürme değildir.
7- İçinde ibadet
manası olan ukubet: Bu haklar, yemin keffareti, zıhar keffareti, hata ile öldürme
keffareti gibi ibadetle ukubet arasında haklardır.
İbadet manası da vardır çünkü oruç keffareti köle
azadı, fakir doyurma gibi ibadet olan şeylerle eda edilir. Aynca
diğer ibadetler gibi kişi bizzat kendisi edâ eder.
8- Kimsenin zimmetine
taalluk etmeyip kendiliğinden var olan haklar. Bunlar madenlerden,
definelerden, ganimetlerden beşte bir olarak alınan haktır. Bunları her hangi
bir insan ibadet olarak eda etmez, onun için verirken niyet şartı da yoktur,
âmmenin (kamunun) maslahatına harcanır.
ikinci kısım: Kuİ hakları.
Bunlar, asıl maksad ferdin maslahatını korumak olan haklardır. Meselâ
telef edilen eşyanın bedeli, satılan malın ve bedelinin mülkiyeti, rehini hapsetme
hakkı, şüf'a hakkı gibi haklardır. Hükmüne gelince:
Sahibi bunlardan vazgeçebilir. Çünkü her mükellef kendisi hakkında tasarrufta
bulunabilir. Ayrıca bu haklar âmme maslahatına ait haklar değildir.
Üçüncü kısım: Kul
hakkı da bulunmakla birlikte Allah hakkı galip olanlar.
Hanefîlere göre bu haddi
kaziftir. İnsanların ırzının korunmasına sebep olması
onu Allah haklarından kılmaktadır. İftiraya uğrayan kişiden yüz kızartıcı
durumu defetmesi ve onun şeref ve namusunu koruması sebebiyle de ferdin veya
kulun haklarından sayılmaktadır. Ancak Allah hakkı gâlibdir,
bu sebeple iftiraya uğrayanın affetmesiyle ceza sakıt olmaz.
Şafiîlere göre haddi kazifde kul hakkı gâlibdir.
Böylece şer'î hadlerin her birinde Allah hakkının yani topluma ait hakkın var
olduğu anlaşılmaktadır.
Dördüncü kısım: Allah
hakkı da bulunmakla birlikte kul hakkı galip olanlar.
Meselâ kasten adam
öldürene kısas tatbiki: Bu, kanın ve emniyetin muhafazasını sağladığı için
Allah hakkıdır. Aynı zamanda kul hakkıdır da. Çünkü maktulün velilerinin
maslahatını sağlayıp onların içindeki kin ve gayzı
söndürmektedir. Dolayısıyle kul hakkı ağır
basmaktadır. Bu cinayet toplumdan çok maktul tarafına dokunmaktadır. Bu
yüzdendir ki kısas tatbik edilmesi için mutlaka maktulün velisinin talep etmesi
lazımdır. Kısastan vazgeçme veya onun yerine mâlî bir bedel isteme hakkı da ona
aittir. Hâkim de kısası infaz eder. Hâkimin gözetiminde velînin de infaz etmesi
mümkündür. Şeriat kısasda hem ferde hem de topluma
ait olmak üzere iki hak tanımakla beşerî kanunlardan farklılık arzetmektedir. Beşerî kanunlar ise ceza verme hakkını
sadece topluma ait kılmaktadır. Aynı şekilde kanun zina suçu sabit olan kadına
verilecek cezayı kocaya ait şahsî bir hak olarak tanımıştır, dolayısıyle ancak şikayeti olursa dava açılabilir, icraatı
durdurma hakkı da yine ona aittir. Halbuki şeriat bu cezayı tamamen Allah'a
(topluma) ait bir hak olarak kabul etmiştir.