Naslardâ delâleti açık
olmayanlardan maksad bizzat siğasıyle maksada delâlet etmeyip kendisinden murad
edilenin anlaşılması haricî bir şeye bağlı olan lafızlardır.
Delâleti açık olmayan
lafızlar Hanefîlere göre dört kısma ayrılır: Hafî, müşkil, mücmel, ve
müteşâbih. Bunların en kapalı olanı müteşabihtir, sonra mücmel, sonra müşkil,
sonra hafî gelir. Eğer kapalılık lafızda değil arızî bir sebepten dolayı ise
buna "hafî", lafzın kendisinden geliyor ve akıl ile o lafızdan
maksadın ne olduğu anlaşılabiliyorsa buna "müşkil", maksadı akıl ile
değil ancak nakil ile anlamak mümkün oluyorsa buna "mücmel", maksadı
ne akıl ne nakil ile anlamak mümkün olmuyorsa buna "müteşâbih" denir.
Hafî'deki kapalılık sîgadan olmadığı halde diğer üçünde sîğadan gelen bir
sebepten dolayıdır.
Hafî: Sığanın
haricindeki bir sebepten dolayı kendisinden murad edilene ancak araştırma ile
ulaşılabilen lafızdır. Yani lafız olarak manası açık ancak bu mananın bazı
fertlere şâmil oluşunda bir kapalılık bulunan lafızdır[1]
Kapalılığın
mertebelerinin en aşağı derecede olanı budur. Bunun mukabili, mananın açıklık
mertebelerinin ilki olan zahirdir.
Hafiye m
Nebbaş (kefen soyucu)
ise, koruma altında bulunan sahipli bir mal almamış olması açısından vasfı
hırsızdan noksandır, bu sebeple Hanefîlerin cumhuruna göre "hırsız"
ismi buna uymaz dolayısıyle eli kesilmez, ancak tazir edilir. Çünkü kabir,
içindekiler için korunak sayılmaz. Ayrıca kefen âdeten arzulanan bir mal
değildir. Bu sebeple nebbâşda "hırsızlık" manasını noksan kılan iki
vasıf vardır: Koruma olmaması ve mal sıfatının tam olmayışı. Diğer imamlar ve
Ebu Yusuf a göre o da hırsız sayılır ve eli kesilir, çünkü kabir, içindekiler
için bir korunak, kumaştan ibaret olan kefen istifade edilen bir maldır.
Bir başka m
Hafinin hükmü:
Lafızdan maksad anlaşılıncaya kadar kapalılığına sebep olan husus üzerinde
düşünüp araştırmaktır. Bu sebeple neşşâl ve nebbâş meselesinde gördüğümüz gibi
âlimler ayrı görüşlere varmışlardır. Neşşal'deki fazla vasıftan dolayı
"hırsız" sayılması bazı kitaplarda zikredildiğine göre ittifakla
kabul edilirken Nebbaşdaki eksik vasıftan dolayı onda ihtilaf edilmiştir.
Müşkil, sığasıyla
maksada delâlet etmeyip bilakis maksadı beyan edecek haricî bir karineye
ihtiyaç duyan lafızdır[2]
Müşkilin mukabili
nassdır.
Hafî ile arasındaki
fark: Müşkilde kapalılık lafzın kendisinden kaynaklanır, maksada delâlet eden
bir karîne bulunmadıkça manası anlaşılmaz. Halbuki hafideki kapalılık lafzın
haricindeki bir sebebtendir, karîne olmadan kastedilen mana anlaşılabilir.
Kapalılığı izale için her ikisinde de düşünme ve araştırmada bulunmak lazımdır.
Müşkildeki kapalılığın
sebebi, lafzın bizzat muayyen bir manaya delâlet etmeden iki ve daha fazla
manada müşterek olmasıdır. Onun için ancak bir delil ile, tefekkür ve teemmül
ile anlaşılır.
Meselâ" "
(Bakara: 2/223) ayetindeki lafzı hem " Benim nasıl çocuğum olsun"
(Meryem: 19/20) ayetinde olduğu gibi "nasıl" manasına hem de "
ûBunlar sana nereden geldi" (Âli imran: 3/3.7) ayetinde olduğu gibi
"nereden1' manasına gelmektedir. Bu sebepten Tarlanıza (hanımınıza)
nereden (veya nasıl) isterseniz gelin" ayet-i kerimesinde hangi mananın
kastedildiği açık değildir. Düşünme ve araştırma neticesinde bunun
"nasıl" manası tercih edilmiştir. Yani nasıl olursa olsun: İster
oturarak, ister ayakta, ister yan, veya-ön organına
olmak şartıyle-
arkadan gelebilirsiniz demektir. Çünkü tarla nesil ve evlad ekilecek yerdir,
dübür onun yeri değildir.
Diğer bir m
Hanefî ve Hanbelîler
"Cariyenin iddeti iki hayızdır" hadisi şerifine dayanarak hayız
manasını tercih etmişlerdir. Çünkü iddetin meydana geldiği şeyde cariye ile hür
kadın arasında fark yoktur. "İstihazalı kadın kuru' günlerinde namazı
bırakır." hadisi de buna delâlet etmektedir. Aynca iddet kadının hamile
olup olmadığını anlamak için meşru kılınmıştır, bu da ancak hayızla anlaşılır.
Malikî ve Şafiîler
kur'un "temizlik" manasını tercih etmişlerdir. Buna karine olarak da
" " kelimesini delil gösterdiler. Çünkü "" yani adedin
müennes olması ma'dûdun müzekker olması gerektirir, o da kelimesinin cem'i olan
olur, " kelimesinin cem'i değil.
Aynca kuru' "temizlik" ile tefsir etmek iştikaka daha yakındır,
çünkü iddetin manası "toplamak, birleştirmek" demektir ki temizlik
müddetinin kanın rahimde toplanma zamanı hayız müddetinin ise kanı dışarı atma
zamanı olduğunda şüphe yoktur.
Üçüncü bir m
Burda kastedilen koca
mıdır, veli midir? Teemmül ve ictihad neticesinde Malikîlerin haricindeki
cumhura göre bundan maksad erkek veya kadın olsun "eş" dir. Çünkü
vazgeçme ancak başkası lehine mehirden vazgeçme hakkına sahip kişi için
düşünülebilir. Buna göre ayetin manası: "Ancak kadın hakkından vazgeçerse
veya koca hakkından vazgeçerse" şeklinde olur. Koca, hakkı olan mehrin
yarısından vazgeçerse tamamı hanımın olur.
Malikîlere göre bundan
maksad velidir, vazgeçecek olan da kadındır. Kadın, yaşı küçük olma veya hacir
altında olma gibi tasarruf ehliyetine mani bir hal yoksa bu haktan kendisi
vazgeçer, varsa velisi bu hakkı iskat eder. Ayet-i kerimede geçen "kadının
vazgeçmesi" ibaresi "buna ehliyeti varsa" demektir. "Nikah
bağı elinde bulunan" dan maksad ise velidir.
Râcih görüş
birincisidir, çünkü ayet-i kerimeye bazı kayıt ve şartlar ilave etmek delil
isteyen hususlardandır.
Müşkilin hükmü: Müşkil
lafızdan ne kastedildiğini anlamak hususunda araştırma yapıp ictihad etmenin,
sonra başka nasslar veya teşri' kaideleri veya teşri' hikmeti gibi deliller ve
karineler yardımıyle ortaya çıkan mana ile amelin vacib olmasıdır.
Manası ancak sözü
söyleyenin bir ilave bir açıklamasıyla anlaşılabilecek derecede kapalı olan
lafızdır. Yani manası akıl ile değil ancak mütekellimden gelen bir nakil ile
anlaşılır. Mücmel müfesserin zıddıdır, manası ancak sözün sahibinden istisfar
ile anlaşılır.
Mücmelde birden fazla
mana olduğu için müşkiîden daha kapalıdır[3]
İcmalin sebebi şu üç
şeyden biridir:
Birincisi: Lafzın
birkaç manada müşterek olması. Meselâ: Mevâlî lafzı. Birisi "Ben malımın
üçte birini mevâlîme vasiyyet ettim" dese onun da hem kendisini azad eden
efendileri hem de azad ettiği köleleri bulunsa vasiyeti yapandan bir beyan
gelmedikçe maksadı anlaşılmaz. Maksadını açıklamadan ölse, müşterek lafzı bütün
manalannda kullanılmasına cevaz vermeyen Hanefî-lere göre bu vasiyet batıldır.
İkincisi: Dilde lafzın
garib olması. Meselâ: "insan helû' yaratılmıştır" (Maâric: 70/19)
ayetindeki (lafzı garibdir. Allah (c.c.)ın "Kendisine şer dokunduğunda
feryad eder, hayır dokunduğunda ise pintileşir" (Meâric: 70/20-21)
mealindeki beyanı olmasaydı manası anlaşılmazdı. Kur'an-ı Kerîmdeki
"" kelimeleri de mücmeldir. Bunların "kıyamet" demek
olduğunu Allah (c.c:) beyan etmeseydi manalan anlaşılamazdı.
Üçüncüsü: Lafzın
manasının lugavî manadan ıstılahı manaya nakledilmesi. "Namaz, zekat,
riba = faiz gibi lugavî manasından nakledilip şer'î bir manada kullanılan
lafızlar lügat yoluyla anlaşılmadığından Sünnet-i Nebeviyye bunları beyan
etmiştir.
Mücmelin hükmü:
Muradın tayini hususunda sözün sahibinden bir beyan gelinceye kadar tavakkuf
etmektir, çünkü manayı kapalı bırakan odur. Ne lafzın sığasında ne de haricî
karînelerde muradı beyan edecek bir şey bulunmadığından sözün sahibine
müracaat edip ne murad ettiğini sormaktan başka yol yoktur.
Eğer, icmal sâri'in
sözünde ise, ne murad ettiğini beyan etmesi için kendisine baş vurulur: Beyan
yeterli olursa lafız mücmel'den müfessere intikal eder ve onun hükmünü alır.
Namaz, zekat, hac ve benzerlerinde olduğu gibi. Eğer beyan kâfî değilse mücmel
müşkil olur ve onun hükmünü alır. O takdirde sâri'den yeni bir beyan ve
istifsara ihtiyaç kalmaksızın müctehid bu lafızdaki işkali izale eder. Meselâ
"Allah ribâ -faizi haram kıldı" ayetindeki "riba" lafzı
Hanefîlere göre mücmeldir. Çünkü riba lügatta ziyadelik demektir, ancak mak-sad
bu değildir, zira alış-veriş ancak kâr etmek artış yapmak için meşru kılınmıştır.
Öyleyse maksad "akidde şart koşulan" ziyadelik sebebiyle
alış-veri-şin haram olmasıdır. Bu, sîga üzerinde düşünmekle değil belki başka
bir delille bilinir. İşte bu, muradı ne olduğu hususunda mücmeldir. Rasûlullah
(s.a.) şu
sözleriyle bu icmali
beyan etmiştir: Altın altın ile, gümüş gümüş ile, buğday buğday ile, arpa arpa
ile, hurma hurma ile, tuz tuz ile takas edilirse miktarlan aynı ve peşin
olacaktır. Kim fazla verir veya fazla isterse riba = faiz alıp-ver-miştir,
bunda alan da veren de müsavidir."
Bu beyan yeterli
olmayınca fukahâ ictihad etmişler, hükmün illetini araştırmışlar Hanefî ve
Hanbelîler bunun "kadr ve cins" yani aynı cins şeylerin ölçek veya
tartı ile satılmaları olduğunu, Malikî ve Şafiîler ise altın ve gümüşte nakit =
para diğerlerinde ise Malikîler küt ve iddihar yani asıl gıda maddeler ve
depolanıp bekletilebilir, Şafiîler de yenilebilir şeyler olma vasıflarının
illet olduğunu tesbit etmişlerdir.
Müteşâbih, manası
kapalı olup beyan edecek haricî bir karine de bulunmayan ve sâri'in manasını
kendisine saklayıp tefsir etmediği lafızdır. Geçen dört çeşidin en kapalı ve
mübhem olanı budur[4]
İstikra' (akıl
yürütme) ve inceleme neticesinde tesbit edilmiştir ki müteşâbih bu manasıyla
amelî şer'î hükümleri beyan eden naslarda bulunmaz. Ancak başka meselelerde
bulunur. Meselâ gibi surelerin başındaki hurûfu mukattaalar, Allah'ın eli,
gözü, mekanı, inmesi gibi O'nun insanlara benzediği vehmini veren aşağıdaki
ayetlerde geçen sıfatlan bu kabildendir: "Allah'ın eli onlarn ellerinin
üzerindedir." (Fetih: 48/10); "Bizim gözlerimizin önünde vahyimiz
uyarınca gemiyi yap." (Hud: 11/37); "Ve benim gözümün önünde
yetiştirilmen için sana kendi sevgimi lütfettim." (Tâ hâ: 20/39); "Üç
kişinin konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur, beş kişinin gizli konuştuğu
yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede
bulunursa bulunsunlar mutlaka O onlarla beraberdir." (Mücadele:
58/7).Bunlar müteşâbih ayetlerdir çünkü Allah (c.c.) el, göz, mekan ve
yarattıklarına benzeyen her şeyden münezzehdir.
Allah (c.c.) tan sadır
olup da O'nun cisim olduğu ve cihete ihtiyacı olduğu vehmini veren fiillere m
Selefe göre
müteşâbihin hükmü: "Onun (müteşâbihin) tevilini ancak Allah bilir"
(Âli imran: 3/7) ayet-i kerimesi gereğince bunun manasını Allah'a havale edip
zahirine iman etmek ve tevilini araştırmamak. Hurûfu mukattaalara gelince
bunlar meydan okuma ve Kur'an-ı Kerîmin başka dilin harflerinden değil Arap
dilinin harflerinden meydana geldiğini beyan etmek içindir. Bu sebepten çoğu
yerde bu harflerden sonra "kitap" lafzı zikredilir.
Müteahhir âlimlere
göre müteşâbih, dile uygun ve Cenab-ı Hakkı O'na layık olmayan şeylerden
tenzihe münasib şekilde tevil edilir. Çünkü Cenâb-ı Hakk için el, göz, mekan
düşünülemez, dolayısıyle bunların zahirine almak müstehildir, ve bu zahiri
tevil etmek vaciptir, mecaz tariki ile de olsa bu lafızlardan muhtemel bir
mana murad edilir. Buna göre "Allah'ın eli" nden maksad kudretidir,
"O'nun yüzü hariç her şey helak olacaktır." (Kasas: 28/88) ayetinde
"yüz" den maksad zâtıdır. "Rahman Arş'ın üzerine istiva
etti." (Tâ hâ: 20/5) ayetindeki istivadan maksad mütemekkin şekilde istila
etmesi demektir.
Bu ihtilafın kaynağı
"Onun tevilini ancak Allah bilir" ayet-i kelimesindeki lafzı üzerinde
vakf yapılıp yapılmaması hususundaki ihtilaftır. Selef
âlimleri burada vakf
yapmakta ve devamındaki İlimde derinleşenler cümlesini ibtidâiye (yeni bir
cümleye başlangıç) kabul etmektedirler. Buna göre ayetin manası:
"Onun tevilini
ancak Allah bilir. İlimde derinleşenler ise ona iman ettik, hepsi Rabbimizin
karındandır derler" şeklinde olur. Yani ilimde derinleşenler müteşâbihin
bilgisini Allah'a havale edip araştırmadan tevil etmeden iman ederler.
Müteahhir âlimler ise
burada vakf yapmamakta ve " lafzını "" lafzı üzerine
atfetmektedirler. Bunlara göre ilimde derinleşenler, lafızdan muhtemel olan ve
Cenâb-ı Hakkı yarattıklarına benzemekten tenzih eden bir mana olmak şartıyle
müteşâbihin tevilini yapabilirler.
Görüldüğü gibi hepsi
de Cenâb-ı Hakk'ı yaratılan ve sonradan olanlara benzemekten tenzîh etmenin
vacib olduğunda ittifak etmektedirler. Selefin görüşü daha ihtiyatlı
müteahhirînin görüşü ise aklen daha muhkemdir. Kısacası üçüncü ve dördüncü
kaideler şer'î nasslardan delâleti açık olan ve olmayanların beyanına mahsus
kaidelerdir. Bunlardan haricî bir karineye bağlı kalmaksızın manası doğrudan
doğruya sîğadan anlaşılanlar delâleti açık olanlar, manası ancak haricî bir
karine ile anlaşılanlar ise delâleti açık olmayanlardır.
Delâleti açık olma
mertebesindeki farklılığın esası tevil ihtimali olup almamasıdır, açık olmama
mertebelerindeki farklılığın esası ise bu kapalılığın izale edilip
edilmemesidir.