FIKIH
USULÜNE DAİR GENEL BİLGİLER
§: 2- (A) Fıkıh Usulünün Tarifi:
§: 4- Usulcünün Faaliyet Tarzı:
§: 6- (b) Usûl İlminin Konmasında ve Usûl İncelemelerinde Güdülen Gaye:
§: 7- (c) Fıkıh Usûlünün Doğuşu:
§: 8- Fıkıh Usulü Alanındaki İlk Tedvin:
§: 11- Mütekeüimîn Metoduna Göre Yazılmış Usûl Kitapları:
§: 12- Hanefîyye Metoduna Göre Yazılmış Usûl Kitapları:
Fıkıh usulünün
tarifine geçmeden şu ön bilgiyi vermemiz faydalı
olur:
Fıkıh: Müctehidlerin, tafsili şer'î delillerden istinbat ettiği şer'î-amelî hükümlerdir. Bir başka
anlatımla, müctehidlerin, her bir amelî meseleyi
ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip onlardan
çıkardıkları hükümlere ''fıkıh" denir.Müctehidin
tafsili delillerden bu hükümleri çıkarması ise, mutlaka, kendisine yol
gösterecek belli başlı kurallara ve prensiplere uymasını gerektirir.Bu gerçeği gözönüne alan İslâm bilginleri, İslâm hukukuna candan
hizmet aşkıyla, müctehidlerin hüküm istinbatında takip ettikleri metodlan
açıklamak üzere özel bir çalışma yapmışlardır. Bu çalışma ile güdülen başlıca
iki gaye şunlardır:
1- İctihad şartlarını taşıyanlar, öncekilerin yaptığı gibi ictihad edip karşılaşılan fıkhî olaylara
hüküm bağlayabilecekler,
2- İctihad şartlarını taşımayanlar ise, müctehidlerin
hükümlere varırken dayandıkları delilleri ve o delillerden bu hükümlere nasıl
ulaştıklarını Öğrenerek, onlardan nakledilen hükümleri gönül huzuru içinde
kabullenmiş olacaklardı.İşte bu düşünceden hareketle, onlar, hakkında ister
özel nass bulunsun ister bulunmasın, delillerin
ihtiva ettiği hükümleri kavrayabilmek için uygulanan ve delillerden hüküm
çıkarılmasında yardımcı olan genel kuralları ortaya koydular.islâm bilginleri, bu arada delillerden hüküm çıkaracak kişi
yani "müctehİd" ile ilgili kurallardan söz
ettiler, içtihadı, içtihadın şartlarını ve hükümlerini, taklidi ve taklidin
hükümlerini açıkladılar. Bütün bu kurallara ve sözü edilen hususlarla ilgili
incelemelere topluca "usûlü'l-fıkıh" adını
verdiler.Şu halde fıkıh usulü için şöyle bir tarif vermek mümkündür: "Müctehidin şer'î-amelî hükümleri tafsilî delillerinden
çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe usûlü'l-fıkıh
denir." [1]
(kurallar),'nin
çoğuludur. Her biri bir çok cüz'inin hükmünü
kapsamına alan küllî kaziyeler (önermeler) demektir. Meselâ, "Her emir vücub içindir dediğimizde bir kuralı ifade etmiş oluruz.
Çünkü bu, [2] ve [3]
âyetleri gibi emir sıygası ihtiva eden bir çok cüz'îye
uygulanabilir nitelikte küllî bir önermedir.Yine, "Her nehiy
haram kılmak içindir dediğimizde bir kural söz konusudur.Zira bu da[4] [5] ve [6]
âyetleri gibi nehiy sıygası ihtiva eden bir çok cüz'îye uygulanabilecek küllî bir önermedir. (Müctehidin hüküm çıkarabilmesine yarayan) ifadesi ise, bu
kuralların, müctehidin hükümleri anlaması ve
delillerden hükümleri elde edebilmesi için birer vasıta teşkil ettiğini
anlatmaktadır. Bu hususta geniş açıklamaya ileride yer verilecektir. kelimesi
(hüküm) kelimesinin çoğuludur. Hüküm, bir şey hakkında bir durumun olumlu veya
olumsuz olarak belirlenmesi demektir. Meselâ, "Güneş doğmuştur" veya
"Güneş doğmamıştır" dendiğinde doğma durumunun güneş hakkında varid olup olmadığı belirlenmiş olur.Hükümler bazen akıl
yoluyla elde edilir ve bunlara "aklî hükümler" denir. Meselâ,
"Bir ikinin yarısıdır" veya "İki zıt birarada
bulunamaz" hükümleri böyledir. Bazen de duyu organları vasıtasıyla elde
edilir, ki bunlara "hissî hükümler" adı verilir. Sözgelimi, "Ateş
yakıcıdır" veya "Güneş doğmuştur" hükümlerinde olduğu gibi.
Bazen ise,hükümler şer'î kaynaklar vasıtasıyla elde edilir ve bunlar
"şer'î hükümler" diye anılır. "Namaz farzdır" ve "Ribâ haramdır" hükümleri bu neviye
örnek gösterilebilir. İşte usul kuralları, şer'î delillerden elde edilecek olan
bu nevi hükümler için konmuştur. Bu yüzden, aklî ve hissî hükümleri bertaraf
etmek üzere tarifteki "hükümler" kelimesi "şer'î J" kaydı
ile sınırlandırılmıştır.Fakat şer'î hükümler de, kendi içinde ayırıma tabi tutulmuş
ve bunlar için farklı isimlendirmeler yapılmıştır: Namazın ve orucun farz
olduğu, alım-satım, rehin, vakıf vb. hukukî muamelelerin caiz olduğu gibi
insanlar tarafından ortaya konan fiillerle ilgili olanlara "amelî
hükümler"; Allah'a ve Allah'ın birliğine iman, Allah'ın meleklerini ve
peygamberlerini, âhiret gününün geleceğini
kabullenmek gibi inançla ilgili olanlara' 'itikadı hükümler'; doğruluğa
sarılmak ve yalandan kaçınmak gerektiği gibi ruhun tezkiyesi ve. tehzibi ile ilgili olanlara ise "ahlâkî hükümler"
denmiştir.Usûl ilminde, sadece amelî hükümlere ulaştıran kurallardan
bahsedildiği için, tarifte "amelî" kelimesini kullandık ve böylece itikadî ve ahlâki hükümleri dışarıda bırakmış olduk. Çünkü
bunlar usûl ilminde incelenmez; itikadı hükümler "tevhid"
veya "kelâm" ilminde, ahlâkî olanlar ise "tasavvuf" veya
"ahlâk" ilminde incelenir.Tarifte yer alan "tafsîlî
deliller", cüz'î deliller anlamındadır. Cüz'î deliller ise, herbîr olayla
ilgili ve bu olaylardan herbirinin hükmünü gösteren
deliller demektir. Meselâ, [7]
âyeti, cüz'î veya tafsîlî bir delildir. Zira özel bir
mesele ile (analarla evlenme meselesi ile) ilgilidir ve bu mesele hakkında
belirli bir hükmü (böyle bir evliliğin haram olduğunu) göstermektedir. Yine [8] âyeti
cüz'î veya tafsilî bir delildir. Çünkü özel bir
mesele (zina olayı) ile ilgilidir ve bu meseleye dair belirli bir hükmü
(haramlık hükmünü) göstermektedir.Bir de "icmâlî-küllî deliller"
vardır ki, bunlardan her biri özel bir mesele ile İlgili değildir ve belirli
bir hükmü göstermez. Meselâ, Kitap, Sünnet, icmâ ve
kıyas hep birer icmâlî delildir. Bu delillerin "âmm"
ve "hâss" gibi nevileri, bu nevilerin de
kendi içinde "emir", "nehiy",
"mutlak" ve "mukayyed" gibi
ayırımları vardır.Tafsîlî deliller, fakîhin inceleme
konusudur. Zira fakîhin gayesi, belirli bir fiilin
caiz veya haram olması, bir sözleşmenin geçerli veya geçersiz olması gibi cüz'î hükümlere ulaşmaktır. Cüz'î
hükümler ise, cüz'î-tafsîlî delillerden elde
edilir.İşte bu sebeple, icmalî-küllî delilleri dışarıda bırakmış olmak için,
tarifte "tafsîlî" kelimesini kullandık. İcmalî-küllî deliller, fakihin değil, usûlcünün inceleme konusudur. Zira usûlcünün
gayesi, fakihîn cüz'î
hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarırken faydalanacağı vc
şer'î kaynaklardan hüküm elde etmeye yarayan genel kurallara ulaşmaktır. Bu
kurallar ise, ancak icmâlî-küllî delillerle ilgilidir, yoksa tafsîlî delillerle
ilgili değildir.[9]
Usûlcü, Kitap, Sünnet
ve diğer delilleri inceler. Bu delillerin durumlarına, âmm,
hâss, emir, nehiy, mutlak
ve mukayyed gibi değişik şekillerden hangi hal üzere
bulunabileceklerine bakar ve bunlardan herbirinin
hükmünü açıklayan.kurallar koyar.Meselâ, Kitap ve Sünnet'te mevcut "emir'Meri inceler ve bunların hangi hükmü gösterdiğini
araştırır. Araştırma sonunda anlar ki, "emir" "me'murun bih"in (emredilen
şeyin) vacip olduğunu göstermektedir. Böylece "emir vücûba
delâlet eder" kuralını koyar.Yine, hangi hükmü gösterdiğini tesbit etmek üzere Kitap ve Sünnet'te mevcut "nehiy"leri inceler ve incelemenin sonunda bunların
"menhiyyün anh"in
(yasaklanan şeyin) haramlığını gösterdiği sonucuna ulaşır. Böylece"nehiy
haram kılmaya delâlet eder" kuralını koyar.Aynı şekilde, usulcü, şer'î
delillerde yer alan "umum" sıygalarını inceler, bunların neye delâlet
ettiğini tesbite çalışır ve niyahet
"umum" sıygasının, bütün fertlerini kesin bir şekilde kapsadığı
sonucuna varır. Bunun üzerine "âmm bütün
fertlerini kesin bir delâletle kapsar" kuralını koyar.[10]İşte
usulcü, şer'î delilin diğer nevileri hakkında da bu şekilde bir faaliyet
gösterir. [11]
Fakih, fer'î bir olayın hükmünü tesbit
etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usûl kurallarını alır, o fer'î olayla
ilgili delile (cüz'î veya tafsîlî delile) uygular.
Böylece o delilin hangi şer'î hükme delâlet ettiğini ortaya koyar.
Meselâ, fakih namazın hükmünü tesbit
etmek istediğinde, namaz ile ilgili tafsîlî delilleri araştırır ve "namazı
kılın" âyetini bulur. Bu cüz'î delile bakar ve
bu delilde namaz kılmanın "emredildiğini" görür. Bu durumda
"emir vücuba delâlet eder" şeklindeki emrin
hükmünü açıklayan usûl kuralını kullanır ve bilir ki buradaki emri, emredilen
şeyin vacip kılındığını göstermektedir. Böylece fakih,
namazın vücubuna hükmeder ve "namaz
vaciptir" der.Yine fakih. Yüce Allah'ın sözünden
hareketle zina fiilinin hükmünütesbit etmek
istediğinde, bu cüz'î delili inceler ve burada zinaya
yaklaşmanın "nehyedİldiğini" görür. Bu
durumda, nehyin hükmünü açıklayan "nehiy haram kılmaya delâlet eder" şeklindeki usul
kuralını kullanır ve sözünün haram kılmaya delâlet ettiği sonucuna vararak
zinanın haramlığına hükmeder ve der ki: "Zina haramdır."Bu şekildeki
örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Özet olarak: Usulcünün
görevi, icmali delilleri (topluca kaynaklan) incelemek ve tafsîlî (herbîr olayla ilgili) delillerden cüz'î
hükümler çıkaracak olan rnüctehid için küllî nitekilkte kurallar tesbit etmek
ve bu kuralları şer'î delillerle isbatlayıp sağlam
temellere oturtmaktır.Fakihin görevi ise, tafsîlî
delilleri incelemek ve usûl kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz'î hükümler çıkarmaktır. [12]
Usûl ilmi için daha
önce verilen tariften anlaşılmaktadır ki, bu ilimden maksat, şer'î-amelî
hükümleri tafsîlî delillerinden çikarabihîıeyi
sağlamaktır.Şu halde, bu ilmi öğrenen kimsede ietihad
ehliyeti gerçekleşmişse, yani bu kimseye Kur'ân'ı ve
Sünnet'i, bunlardan birinde mevcut çözüme kıyas yapabilme şekillerini, İslâm
teşriinin genel gayelerini bilmek gibi ietihad
şartlarını kendisinde toplamış ise, artık bu ilim ile şer'î nasslardan
hükümler çıkarabilir ve hakkında nass bulunmayan
durumlarda ya nasslardaki
çözümlere kıyas ile veya olaya maslahatın gerektirdiği uygun çözümü bağlamak
suretiyle şer'î hükmü tesbit edebilir.Bu İlmî öğrenen
kimse ietihad ehliyetini taşımıyorsa, o da bu ilim
sayesinde şu faydaları sağlamış olur:
1- Müctehidlerin
çıkarmış oldukları hükümleri tam-manasıyla kavramak ve bu hükümleri gönül
rahatlığı ile kabullenmek. Şöyle ki: Kişi bu ilmi öğrenince, müctehidlerin kendi şahsi görüş ve arzularına göre hüküm
vermediklerini, bilâkis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer'î
kaynaklara dayandıklarını, ietihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere
uyduklarını anlar.
2- Müctehİd imamlardan hakkında görüş nakledilmemiş bulunan
meselelerde, onların kurallarına göre tahrîc yapıp
hükme varmak. (Bir başka deyişle, kendisine uyulan müetehid
o olayla karşilaşsa idi nasıl hüküm verirdi diye
düşünerek sözkonusu meselenin hükmünü onun fıkhından
çıkarmaya çalışmak).
3- islâm hukukçularının aynı olay hakkındaki görüşleri
arasında mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve istidlal yönünden en doğru
olanı tercih etmek.Zira değişik görüşler arasında iyi bir mukayese, ancak fakihlerin çeşitli şer'î hükümlerin tesbiti
sırasında dayandıkları delilleri çok iyi bilmek, bu delilleri Ölçüp tartmakve aralarından en kuvvetlisini seçmekle mümkün olur.
Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden ulaşılamaz. [13]
Fıkıh usûlü ilmi,
Hicrî ikinci aşırın sonlarında yani Hz. Peygamber,
Sahabe ve Tâbiûn devirlerinden sonra ortaya çıkmış
ilimlerdendir. Zira Hz. Peygamber devrinde hükümler
bizzat kendisinden Öğreniliyordu. Yani hükümler ya Rasûlûllah'a vahyedilen Kur'ân ile veya onun Kur'ân'ı
söz, fiil yahut takrir yoluyla açıklayan Sünneti ile sabit oluyordu. Bu durumda
birtakım metod ve kurallar kullanma ihtiyacı
duyulmuyordu.Hz. Peygamber'in Rabb'ine
kavuşmasından sonraki dönemde İnsanlar arasında iftâ
ve kaza (yargı) görevini Sahabenin büyükleri yürütüyordu. Bunlar, Kur'ân ve Sünnetin dili olan arapçayı,
âyetlerin nüzul ve hadislerin vürûd sebeplerini çok
iyi biliyorlar, İslâm teşrî'inin inceliklerine, maksat ve hedeflerine tam
manasıyla vâkıf bulunuyorlardı. Çünkü bu büyük sahabiler,
kavrama gücü, zekâ ve ahlakî meziyetler bakımından seçkin insanlar oldukları
gibi, bunun ötesinde bir de uzun süre Rasûlûllah ile
beraber yaşamış, ona arkadaşlık etmiş kişilerdi. Şer'î kaynaklarından hüküm istinbatı sırasında kullanılacak kuralları teorik bir
şekilde ele almaya ihtiyaçları yoktu.Dinî veya dünyevî herhangi bir olayın
hükmünü tesbit ihtiyacını duyduklarında, doğrudan
doğruya Allah'ın Kitab'ına müracaat ederler, burada
ihtiyaç duydukları konu ile ilgili hükmü bulamazlarsa Resûlûllah'm
Sünnetine bakarlar, orada da aradıklarını bulamazlarsa ictihad
ederler, (Kur'ân ve Sünnetten) benzer olaylar araşıtrırlar, buldukları hükmü karşılaştıkları benzer
olaylara da uygularlardı. Benzer olay da bulamazlarsa, İslâm hukukunun koyduğu
hükümlerde gözettiği menfaat ve ihtiyaçları gözönünde
bulundurarak, karşılaştıkları olaya uygun olan ve maslahatı gerçekleştiren
çözümü ortaya koyarlardı.Saîd b. Müseyyeb,
Urve b. Zübeyr, Kadı Şurayh, İbrahim Nehaî vb. Tâbiûn müctehidleri de aynı yolu
takip ettiler.İlk asır. Sahabe ve Tâbiûn devri böylece
geçtikten sonra, daha Önce mevcut olmayan yeni
durumlar ortaya çıktı. Arapların Arap olmayanlarla iyice karışması bu durumlar
arasında yer alıyordu. Bu karışma Arap dilinin o derece zayıflamasına yol açtı
ki, artık eskiden olduğu gibi arapçanın İslâm
toplumunun tabiî dili haline dönmesi imkansızlaştı.Müctehidlerin
görüş belirtmelerini gerektiren çok sayıda olayların ortaya çıkışı da bu
durumlardan biriydi.Yine, müctehidlerin çoğalması, ictihad ve hüküm istinbatında metodların çeşitliliği ve herbiriniri
kendine göre doğru olan yolu takip etmesi bu yeni durumlar arasında
zikredilmelidir.İşte bütün bunlar, fakih ve müctehidleri, ictihad
faaliyetinin disipline edilmesi ve keyfî hüküm verme ihtimaline karşı tatmin
edici bir tedbir alınması için harekte geçirdive onları şer'î delillerden hüküm istinbat edilirken esas alınacak prensipler ve kurallar
belirlemeye şevketti. Onlar bu prensip ve kuralların belirlenmesinde, nasslarda yeralan ifadelerin
kullanış tarzlarına ve Arap dilinin üslûplarına tümevarım metodunu uygulama
yolundan faydalandılar. Sonra bu kuralları tedvin ettiler (derlediler) ve
"Usûlü'1-Fıkh" adını verdikleri müstakil
bir ilmî disiplin haline getirdi. [14]
Bu ilmin kurallarını
müstakil bir eser halinde İlk defa biraraya getiren
kimse Hicri 204 yılında vefat eden İmâm Muhammed b. İdrîs
eş-Şâfıî'dir. Şafiî, usûl alanındaki meşhur
"Risâle"sinde [15]
özellikle şu konulan incelemiştir: Kur'ân ve Kur'ân'ın hükümleri açıklayış şekilleri, Sünnet ve Kur'ân'a nisbetle Sünnet'in yeri,
Sünnet'e uymanın Kitab'ın emriyle farz kılınmış
olduğu, nâsih ve mensuh,
hadislerin illetleri, haber-i vâhid, icmâ, kıyas ve istihsânın hüccet
olarak kullanılıp kullanılamayacağı, hangi durumlarda ihtilâfın caiz olacağı ve
hangi durumlarda caiz olmayacağı. Böylece İmâm Şâfıî,
hüküm çıkarma metodlarını ve kurallarını ilk defa biraraya getiren bilgin olmuştur. Şu var ki bu metodları ilk defa ortaya koyan o değildir. Çünkü bunlar
daha önce oluşmuştur. Herbir imamın, ictihad ederken takip ettiği kendine has metodu vardı. Bu metod, imâmın, İslâm hukukunun kaynakları üzerindeki
araştırmaları sonucu (kendi zihninde) özümlediği birtakım kurallara
dayanıyordu.Şafiî'den sonra başka bilginler bu ilmin meselelerini derlemeye
devam ettiler. Meselâ Ahmed b. Hanbel
"Kitâb'u tâati'r-rasûl'ü, "Kİtâb'un-nâsih vel'-mensuh"u
ve "Kitâbu'l-ıîel'M
yazdı. Sonra Hanefî bilginler ve kelâm bilginleri bu alanda eserler verdiler,
geniş incelemelerde bulundular ve bu ilmin kurallarını sağlam esaslara
bağladılar. Bütün bu. müellifler, bu ilimden maksadın "şer'î delillerinden
amelî hükümleri çikarabilmeyi sağlamak" olduğu
kanaatindeydiler. Şu halde ortada bir hüküm bulunması için bu hükmün delili
olacak, bu delilden hükmün çıkarılması yönünde zihnî bir faaliyet ortaya
konacak ve delilden hükmü çıkaran bir kimse bulunacaktı. İşte bunun için
usûlcüler incelemelerini şu dört ayrı konu üzerinde yürüttüler:
1- Şer'î hükümler: Vücûb,
hürmet, kerahet... vb.
2- Şer'î deliller: Kitâb,
Sünnet... vb.
3- Delillerden hüküm çıkarma yollan, yani
delillerin hükümlere delâlet şekilleri.
4- Hüküm çıkaran kişi, yani müctehid.
Ne var ki bütün bu
müellifler, incelemelerinde aynı metodu takip etmediler. Çünküayrı
bölgelerde bulunuyorlardı ve bu alanda eser yazarken hepsinin güttüğü gaye aynı
değildi. Böylece usûl eserlerinin kaleme alınışı konusunda iki ayrı metod ortaya çıktı.
Birincisi:
"Mütekellimin metodu" idi. Bu metodun böyle anılmasının sebebi, bu
metoda göre yazanların çoğunluğunun kelâm bilgini olmalarıdır. Bu metod "Şâfıîyye metodu"
diye de isimlendirilmiştir, çünkü bu metoda göre yazan ilk müellif İmâm
Şafiî'dir.
İkincisi:
"Hanefiyye metodundur. Bu metod
Hanefî bilginler tarafından ortaya konmuş ve takip edilmiş
olduğundan böyle
adlandırılmıştır. [16]
Mütekellimîn metodunun
özelliği usûl kurallarının, delillerin ve burhanların gösterdiği yönde vaz'edilmesidir. Bu metoda göre yazan usûlcüler, belirli
bir mezhep lehinde taassup göstermeksizin ve ulaşılan usûl kuralının mezhep
imamlarından nakledilmiş fıkhı çözümlere uygun olup olmadığına bakmaksızın,
delillerin desteklediği kuralları tesbit ve kabul
etmişler, delillere aykırı düşen kuralları reddetmişlerdir. Böylece onların
usûlü, furû'u'l- fıkhın ffer'î
fıkıh çözümlerinin) hizmetçisi değil, furû'î
hükümlere hakim bir usûl, bir istinbat yolu olmuştur.
Bu yüzden onlar, izah ve örnek kabilinden zikrettikleri bir yana bırakılırsa, furû hükümlerine kitaplarında pek yer vermemişlerdir. [17]
Hanefiyye metodunun özelliği ise, mezhep imamlarının ictihad ederken ve fıkhî
meselelerin hükmünü verirken takip ettiklerine kanaat getirilen usûl
kurallarının tesbit edilmesidir. Bu metoda göre usûl
yazanların bu kuralları tesbit ederken dayandıkları
esas malzeme, mezhep imamlarından nakledilen fıkhî
çözümlerdir. Hanefi bilginlerinin bu metodu takip etmelerinin temelinde yatan
sebep şudur: Hanefi mezhebinin imamları onlara, Şafiî'nin kendi talebelerine
bıraktığı gibi derli-toplu bir kurallar kolleksiyonu
bırakmış değildi, sadece çok sayıda ve çok çeşitli fıkhî
meselelere ait çözümler ve bu çözümlerin içine serpiştirilmiş bazı kurallar
bırakmışlardı. İşte Hanefi bilginler bu çözümlerin üzerine eğildiler, birbirine
benzeyenlerini biraraya getirdiler ve bunları
özümleyerek bir takım kurallar ortaya çıkardılar. Gerek imamlarından nakledilen
çözümleri desteklemek, cedel ve münazara
meclislerinde bu çözümlerin müdafaasında silah olarak kullanmak, gerekse mezhep
imamlarından nakledilen İctihadların ele almamış
bulunduğu yeni olayların hükümlerini çıkarırken kendilerinden yararlanmak üzere
bu kuralları mezheplerinin usûlü haline getirdiler.Bu tutum onları, bazen şu
sonuca götürüyordu: Önce mezhep imamlarından nakledilmiş çözümlerin
gerektirdiği şekilde usul kuralları koyuyorlar, sonra koydukları bir kuralın
mezhep içinde yerleşmiş furû çözümlerinden biriyle
çatıştığını görüyorlar ve usûl kuralını değiştirip ona.bu fıkhı çözümle uyuşan
bir şekil veriyorlardı.Bu duruma açıklık getirmek üzere iki örnek vereceğiz.
Birincisi, gerek mütekellimîn gerekse Hanefiyye
metodunun usûl kurallarını nasıl koyduklarını açıklamış, yani usûl kurallarını
koyarken ikincilerin mezhep imamlarından nakledilen çözümlere dayanmasına
karşılık birincilerin (doğrudan) şer'î delillere dayanmakta olduklarını
göstermiş olacaktır. İkinci örnek ile ise, Hanefîlerin usûl kuralını koyduktan
sonra onu, muhtelif fıkhî çözümlerle uyuşacak şekilde
değiştirmelerini açıklamış olacağız.
Birinci örnek:
Namazın vücubunda vaktin sebep teşkil edişi ile
ilgili. Gerek Hanefîler gerekse diğerleri ittifak etmektedirler ki, beş vakit
namazdan herbirinin vakti bu namazın vücubu ve bu namaza ait borcun mükellefin zimmetinde yer
tutması için "sebep"tîr ve bu namazın edasının "sıhhat
şartı" dır. Yani henüz vakti girmeden namaz vacip olmaz, vaktinden önce
edâ edilmesi halinde bu namaz geçerli değildir; vakti geçtikten
sonra da edâ edilemez. Aynı fakihler, namazın
sebebini teşkil eden vaktin herhangi bir anında bu namazın kılınabileceğinde de
birleşmişler, fakat vücûb için sebep teşkil eden
zaman parçası hakkında yani Şâri'den mükellefe
hitabın yöneldiğini gösteren işaret hakkında ihtilâf etmişlerdir. Cumhur (fakihlerin çoğunluğu) şöyle demektedir: Sebep, vaktin ilk
kısmıdır, vakit girdiği anda mükellef, bu vakitle sınırlı bulunan namazın
edasından sorumludur; fakat bu vaktin dilediği bir bölümünde edâ etme
serbestisine sahiptir. Vaktin başlangıcında mükellefiyete ehil oîan kişi için durum budur. Şayet kişi, vaktin
başlangıcında mükellefiyete ehil değilse, "sebep", vaktin, mâniin
ortadan kalkmasından itibaren başlayan kısmıdır. Mâni bütün vakti kapladığı
takdirde İse, kişiye hitap yönelmemiştir ve vücûb sözkonusu değildir.Hanefîlerin görüşü İse şöyledir: Namazın
vücubu için "sebeb",
hemen peşinden edâ olayı bulunmak kaydı ile vaktin ilk kısmıdır. Eğer namaz
vaktin ilk kısmında edâ edilmişse, namazın vücubu
için sebep budur. Şayet namaz, vaktin daha sonraki parçasında edâ edilmişse,
"sebeb" bu kısımdır. Bu şekilde vaktin
ilerlediğini ve edâ edilmediğini düşünelim: Nihayet, ancak bu namazın edâ
edilebileceği kadar bir zaman parçası kalmışsa, artık bu kısım
"sebebiyet" için belirli hale gelmiştir. Eğer namaz edâ edilmeden
vakit sona ererse, bu defa vaktin tamamı "sebeb"tir.Cumhur
burada şer'î delile dayanmaktadır. O da Kur'ân-ı
Kerîm'in şu âyetidir: "Güneşin (batıya doğru) dönmesinden gecenin
karanlığı bastmncaya kadar (beUi
vakitlerde) namazı ki!. " [18]Zira
Yüce Allah, güneşin batıya doğru meyletmesini namazın vücûbuna
ve "namazı kıl" hitabının mükellefe yönelmesine "sebeb" kılmıştır. Sünnet de, vakitlerin başlangıç ve
bitişlerini açıklamış ve mükellefin namazlarının edasında genişliğe sahip
olduğunu göstermiştir.Cumhurun koyduğu bu kuraldan şu sonuç ortaya çıkmaktadır:
Mükellef, vaktin herhangi bir bölümünde mükellefiyet manilerinden biri
olmaksızın bulunmuşsa, borç zimmetinde sabit olur ve bunu edâ yahut kaza etmesi
gerekir; fakat manilerden kurtulmuş olarak vaktin hiçbir anına raslayamamışsa kendisine bir şey gerekmez.Hanefîlere
gelince, onlar bu kuralda Kitab veya Sünnet'ten bir
delile değil, mezhep imamlarından nakledilmiş bulunan fıkhı çözümlere
dayanmışlardır. Bu konudaki furû' hükümlerine
bakmışlar ve şu çözümü bulmuşlardır: Bir kimse vaktin başlangıcında mükellef
iken, sonradan bir mükellefiyet manii ortaya çıksa bu mani vakit çıkıncaya
kadar devam etse, bu vakte ait namaz ona vacip olmaz.Hanefî usûlcüler bu fer'î
hükümden, vaktin ilk kısmının, namazın vücubu için
"sebeb" olmadığı sonucunu çıkarmışlardır.
Çünkü -bu anlayışa göre-, ilk kısım "sebep" olsaydı sadece sebebin
varlığı ile vâcib mükellefin zimmetinde borç olarak
yer tutacaktı; zimmette bir borcun yer almasından sonra ise, bu borç edâ veya
kaza edilmedikçe sorumluluk sona ermezdi.Yine, onîar
önlerinde şöyle bir fer'î hüküm bulmuşlardı: Mükellef, namazı vaktin
başlangıcında edâ ederse namaz sahih, (geçerli) olur. Bu hükümden de şu sonucu
çıkardılar: Vaktin son kısmı namazın vücûbu için
"sebeb" değildir. Şayet "sebeb" olsaydı, vaktin başlangıç kısmında kılınan
namazın sahih olmaması gerekirdi. Çünkü bu namaz, sebebi ve sıhhat şartı yani
"vakit" hanüz ortada yokken edâ edilmiş bir
namaz olurdu. Halbuki sebebi ve sıhhat şartı gerçekleşmeden namaz sahih
değildir.Aynı şekilde, Hanefî usûlcüler şöyle bir fer'î hükümle de karşı
karşıya idiler: Mükellef, nakıs vakit girinceye yani güneşin rengi sararıncaya
kadar ikindi namazını kılmamış bulunsa ve nakıs vakitte kılsa, namazı kerahetle
birlikte sahihtir. Bu fıkhî çözümden de şu sonuca
vardılar: Vâcib, daha önce edâ edilmeyip ancak vaktin
sonunda ifa edilmiş olursa, vaktin sonu namazın vücubu
için "sebeb"tir. Zira nakıs vakitte namazın
edasının sahih olması, vücûb sebebindeki eksiklikten
ötürü namazın da eksikliğiyle birlikte vâcib olduğuna
delildir. Bunu biraz açacak olursak, eksik vücûb
sebebi, kerahet vakti denen nakıs vakittir. Bu vakitte edâ edilen namaz kusurlu
görülmekle beraber (mekruh olarak) sahih sayılmaktadır. Yani vâcib oluşu nasılsa edası da aynı vasfı taşımaktadır.Onlar,
bir de önlerinde şöyle bir fer'î hüküm bulmuşlardı: Mükellef ikindi namazını
vakti içinde kılmasa, sonra, meselâ ertesi günü nakıs vakitte (kerahat vaktinde) kılsa, bu namaz sahih olmaz. Bu hükümden
ise şu sonuca vardılar: Vâcib, vakti içinde edâ
edilmezse, vücubunun sebebi artık vaktin son parçası
değil, bütün vakittir. Çünkü, vaktin çıkmasından sonra da vaktin son kısmını vücûb sebebi sayabilsek, nakıs vakitte namazın kaza
edilebilmesi ve kazanın sahih olması gerekirdi. Bu takdirde vâcib
-yukarıdaki olayda açıklandığı şekilde: sebebindeki eksiklikten ötürü eksik bir
vâcib sayılırdı ve nakıs vakitte kazası da caiz
olurdu.İşte bütün bu fer'î çözümleri gözönüne alarak
ve kuralın bunlara uygunluğunu sağlamak üzere Hanefî fakihler
şöyle demişlerdir: Namazın vücubu için "sebeb", hemen peşinden edâ olayı bulunmak kaydı ile
vaktin ilk kısmıdır. Şayet vaktin başlangıcında edâ edilmemişse
"sebebiyet", edâ olayının bulunduğu sonraki kısma intikal eder....
Böylece, vaktin sonuna gelinmiş ve sadece farz namazın ifa edilebileceği kadar
bir zaman kalmış olursa, biliriz ki artık vaktin bu son parçası "sebeb"tir; fakat mükellef namazı edâ etmeden bu parça
da geçirilmiş ve vakit sona ermiş olursa, o zaman "sebebiyet" vaktin
tamamına nisbet edilir.
İkinci örnek:
Hanefîler "usût'Ierinde şöyle bir kurala yer
vermişlerdir: "Müşterek lâfız (konduğu bütün manaları aynı ada)
kapsamaz". Önce "müşterek" lâfızı kısaca
açıklayalım. Başta bir mana için vazedilmiş bir lâfız sonra başka birpana veya manalar için de vazedilmiş olursa buna
"müşterek" denir. Meselâ "mevlâ"
kölesini azâd eden efendi demektir. Fakat azad edilen köle için de "mevlâ"
lâfzı kullanılmıştır. Herikisi için de mevlâ kelimesi kullanılır olmuş, birbirinden ayırdetmek için ilkine "mevlâ
a'lâ ikincisine "mevlâ
esfel denmiştir. Yine, "aynl
âfzının birçok manası vardır. Bunlar arasında altın,
görme rganı olan göz, casus manaları sayılabilir.
İşte yukarıda zikrettiğimiz kural demek istemektedir ki, "mevlâ" ve "ayn"
gibi müşterek lâfızlar, aynı söz içinde bu manalarından sadece biri için
kullanılır. Meselâ: (Bir "ayn" gördüm)
dediğiniz zaman, hem casus, hem altın, hem görme organı olan göz gördüğünüzü kasdetmiş olamazsınız. Mezhep imamlarından herhangi biri bu
kuralı böyle açık bir şekilde İfade etmiş olmayıp, Hanefî bilginler bazı fer'î
çözümlerden bu kuralı çıkarmışlardır. Meselâ vasiyet bahsindeki şu hüküm bu
çözümlere örnek gösterilebilir: "Hem esfel hem a'lâ gurubundan mevlâları olan
bir kimse mevlâlan lehinde vasiyette bulunsa ve
herhangi bir açıklamada bulunmadan vefat etse vasiyet bâtıl olur." Böyle
bir durumda mûsînin (vasiyet edenin) "mevlâ" kelimesi ile kendisini azad
eden mevlâyı mı yoksa kendi azâd
ettiği mevlâyı mı kasdettiği,
dolayısıyla mûsâ-lehin (lehim vasiyet edilen) kim olduğu bilinemez. Sonuç
olarak vasiyet her iki nevi mevlâya teşmü edilmemekte, bunlardan sadece birisinin kasdedilmiş olması gerekeceği, fakat bunun da bilinmediği
düşünülerek vasiyet geçersiz sayılmaktadır. Bu fer'î hükümden hareketle,
bilginler, "Umûmu'l-müştrekin
kabul edilemeyeceği" yani müşterek lafzın, konduğu bütün manaları aynı
anda kapsamayacağı sonucunu çıkarmış ve bunu bir usûl kuralı olarak
vazetmişlerdir. Fakat bazı Hanefî bilginler, bu şekliyle kuralın, mezhep içinde
yer alan diğer bazı fer'î çözümlerle uyuşmadığını gördüler. Meselâ, yemin
bahsindeki şu hüküm böyleydi: "Bir kimse, birine "vallahi senin mevlânla konuşmayacağım" dese ve muhatabının her iki
neviden mevlâsı bulunsa, bunlardan biriyle
konuştuğunda yeminini bozmuş olur." Çünkü bu durumda yemin edenin, iki
neviden herhangi bir mevlâ ile konuşması halinde
yemininin bozulabilmesi, ancak burada "mevlâ"
lâfzının her iki manada birden kullanılmış olması ile mümkün olabilirdi.
Binaenaleyh bu hüküm, "müşterek" lafız hakkındaki yerleşik kurala
-mevcut şekil içinde- ters düşmekteydi. Bunu farkeden
bazı bilginler kuralı şu şekilde değiştirdiler:"Müşterek (konduğu bütün
manaları aynı a) kapsamaz; ancak nefiyden
(olumsuzdan) sonra ise kapsar". Artık zikredilen fer'î olayda "mevlâ" lâfzı nefiyden
(olumsuzdan) sonra yer aldığı İçin, aynı sözde geçen müşterek lâfzın her iki
manasının birden kasdedilmesi geçerli oluyordu.İşte
işaret edilen bu durumlardan ötürü Hanefîler, usûl eserlerinde furû-i fıkha ait çözümlere çokça yer vermiş oldular. Onlar,
hernekadar bunları, fer'î çözümlerin usûl kuralları
üzerine bina kılındığını göstermek üzere zikrediyorlar idiyse de, -gerçekte- bu
kurallar o furû' hükümleri uğruna konmuştu.Bu
başlıkta Özelliklerinden sözettiğimiz bu iki metoddan herbirine göre yazılmış
birçok usûl esbri bulunmaktadır. Şimdi bunların
önemli örneklerini zikredeceğiz. [19]
Şu dört eser,
mütekellimîn metodunun temel kitaplarıdır:
- Kadı Abdülcebbâr el-Mu'tezilî'nin (v.
415/1024) "el-Umde"si[20]
- Ebu'l-Hasen el-Basrî el-Mu'tezilî'nin
(v. 463/1071) "el-Mu'temed"i
("el-Umde"nin şerhi),
- İmâmu'l-Harameyn Abdülmeiik b. Muhammed
b. Abdillah el-Cüveynî'nin
(v. 478/1085) "el-Burhân"ı,
- Ebû
Hâmid Muhammed el-Gazzâlî'nin
(v. 505/1111) "el-Mustasfâ"sı.Daha sonra bu
metodla yazılan eserler, bu dört kitabın telhisi
(özünün alınması) ile meydana getirilmiştir. Meselâ, Fahreddin
Muhammed b. Ömer er-Râzî'nin (v.606/1209)
"el-Mahsûl"ünü ve Seyfüddin el-Amidî'nin (v.631/1233) "el-İhkâm"ını
burada zikretmeliyiz.İşte bu iki kitabı daha sonraki bilginler iht
Hanefîyye metoduna göre yazılmış usûl eserlerinin en meşhurları
şunlardır:
- Ebûbekr Ahmed b. Ali el-Cessâs'm (v.
370/980) "el-Usûl"ü,
- Ebû
Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debûsi'nin (v.430/1038) "Takvîmü'l-edille"si,
- Şemsül'eimme es-Serahsî'nin (v. 483/1090) "el-Usûİ"ü,
- Fahru'l-İslâm Ali
b. Muhammed el-Bezdevî'nin
(v. 482/1089) "el-Usûl"ü. Pezdevî'nin
eseri, bu kitapların en güzeli ve doyurucusudur. Bunu Abdüiaziz
b. Ahmed el-Buhârî (v.
730/1329) "Keşfu'l-esrâr" adını verdiği
kitabında şerhetmİştir.Bir de, gerek Hanefîlerin
gerek diğerlerinin müteahhirin bilginlerinden bir
gurup bulunmaktadır ki bunlar, mütekellimîn metodu ile Hanefîyye
metodunu birleştiren ve her ikisini bir tek eserde toplayan kitaplar yazmışlar,
böylece şu iki faydayı birlikte sağlamak istemişlerdir:
a) Usûl kurallarım fıkıh meseleleri üzerine
uygulayarak ve fıkıh hükümlerini usûl kurallarına bağlayarak fıkha hizmet
etmek,
b) Usûl kurallarının sağlam temellere dayalı
olduğunu gösterip buna dair deliller getirmek.Bu bilginlerden meselâ Îbnü's-Sâ'âtî diye meşhur Muzafferuddîn Ahmed b. Ali (v.
694/1294) "Bedî'u'n-nİzâm
el-câmi' beyne kitâbey el-Bezdevî
ve'1-ihkâm" adlı eseri kaleme almıştır.Yine, Sadru'ş-Şerf a Ubeydullah b. Mes'ud (v.
747/1346) "et-Tenkîh" isimli eserini
yazmış, sonra bunu "et-Tavdîh" adıyla
kendisi şerhetmİştir. O, bu eserinde Pezdevî'nin "el-Usûl"ünü, Râzî'nin
"el-Mahsûl"ünü ve İbn Hâcib'in
"el-Muhtasar"ını telhis etmiştir.Tâcûddin Abdülvehhâb İbnü's-Sübkî (v. 771/1369), "Cem'u'l-cevâmi" adlı eserini yazmış ve eserinin başında, bu
kitabını yaklaşık yüz müellifin yazdıklarından derlediğini ifâde etmiştir.rbn'ül-Hümâm diye bilinen
Muhammed b. Abdülvâhid de (v. 861/1456) "et-Tahrîr"isimli kitabı yazmış, bunu talebesi Muhammed İbn Emîri'1-Hâcc el-Haîebî (v. 879/1474)'et-Takrîr ve't-tahbîr" adıyla şerhetmİştir.
Nihayet, Muhibbullah İbn Abdişşekûr (v19/1707), son devir usûl eserlerinin en
incelerinden olan "Müsellemü's-sübût"u telifetmiştir.şu kadar yar ki, son devirlerde bu eserleri
yazanlar, bunları çok incelikler taşıyanir dille ve
öz ifadelerle kaleme aldıklarından, bunlardan ancak bu tür eserleri okumaya
alışmış ve kitapan bu ilmin kurallarını öğrenip
kavramış olanlar faydalanabilir.Bu gerçeği yakından görmek isteyen, meselâ bir İbn Humâm'in
"et-Tahrîr"ine veya t ibn Subkî'nin "Cem'u'l-Cevâmi"ine bakmalıdır. Şerhine bakmadan sırf bu kitaplarıokuyan kişi, müellifin ne kasdettiğini
anlayamaz. Şerhiyle birlikte okuyan -kafayı yorduktan ve iyice düşündükten
sonra- biraz birşeyler anlayabilir.Sonra şuna işaret
etmeliyiz ki, sonraki bilginler, usûl ilmini cedel,
münazara ve lâfzî münakaşa meydanı haline getirdiler.
Onu asıl gayesinden yani şer'î delillerden hüküm çıkarma vasıtası olmaktan
uzaklaştırdılar.Aynı şekilde onlar bu ilimde, usûl İlmi ile ilgisi olmayan ve
usûl ilminin ortaya konuş gayesine dahil olmayan birçok meselelerden sözetmeye yöneldiler. Örnek oîarak
bu tür meselelerden bir kaçına işaret edilim: L
[1] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 23-24.
[2] 'Namazı kılın, zekâtı verin." el-Bakara 2/43.
[3] "Rabbinize kulluk edin, İyilik yapın ki kurtuluşa
eresiniz." el-Hacc 22/77.
[4] "Ey iman edenler! Bir topluluk (diğer) bir
toplulukla alay etmesin; belki onlar kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da
(diğer.) kadınlara alay etmesin; belki onlar kendilerinden daha iyidir."
el-Hucurât 49/11.
[5] •'Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle
yemeyin." el-Bakara 2/188.
[6] '"Allah'ın yasakladığı cana haksız yere
kıymayın." cl-En"âm
6/151.
[7] "Analarınız (ile evlenmeniz) size haram
kılındı." en-Nisâ" 4/23.
[8] "Zinaya yaklaşmayın." el-İsrâ'
17/32.
[9] Yazar fıkıh usulü tarifi içinde fıkıhın
mahiyetini de tanıtacak unsurlara yer verdiğinden, burada "icmalî, küllî
delilleri dışarıda bırakmak için, tafsili kelimesini kullandık" şeklinde
yaptığı açıklamanın, fıkıh usulü değil fıkıh ile ilgili olduğuna dikkat
edilmelidir. Nitekim aynı açıklamanın devamında ve özellikle aşağıda 4. ve 5.
paragraflarda icmaîî külîî
delilleri incelemenin fıkıh usulünün çerçevesine dahil olduğunu,
belirtmektedir, (mütercim).
Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk
İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh),
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[10] Bu kural Hanefîlere göredir. Bkz.
§ 267. (mütercim)
[11] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[12] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[13] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[14] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[15] Denmiştir ki: İmâm Şâfıî bu
"Risâle"yİ Abdurrahman
b. Mehdî'nin isteği üzerine ortaya koymuştur. Abdurrahman
b. Mehdi, kendisinden, Kur'ân'ın niteliklerini,
haberlerinin kabul şartlarını, icmânın kaynak
olusunu, Kur'ân ve Sünnet'teki nâsih
ve mensûhu açıklayan bir mektup yazmasını istemişti. Şâfıî bunu yazıp gönderince "R
[16] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[17] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[18] el-İsrâ" 17/78 "ed-Dülûk", güneşin zevali
(yükselişinin sona ermesi) ve göğün ortasından batı yönüne doğru eğilmesi;
"ğaseku'1-leyl.gecenin koyu karanlığı demektir.
Allah'ın "dülûk"tan "ğaseku'l-leyr'e kadar kılınmasını
emrettiği namazlar, öğle, İkindi, akşam ve yatsı namazlarıdır. Sabah namazını
ise, Yüce Allah "ve kur'âne'1-fecr" sözü
ile emretmiştir. Çünkü bu, .sabah kıraatini (okumasını) yerine getir,
anlamındadır. Kıraatten maksat, sabah - namazıdır. Kıraat namazın bir parçası
ve rüknü olduğu için, namazdan "kur'ân"
diye sözedilmîştir.
[19] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[20] el-Umed" şeklinde
okunması gerektiği hakkında bkz. Hüseyin Alay, islâm Hukuk Felsefesi (Abdükehhâb
Hallâf'ın "İlm
usüli'1-fıkh" isimli eserinin tercümesine konan
giriş kısmı), Ankara, 1973, s. 83. d.n. 162. (mütercim)
[21] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[22] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: