§: 19- Mütevâtir Olmayan Kıraatin Kaynak Sayılıp Sayılamayacağı
Konusundaki İhtilâfın Pratik Sonucu:
§: 20- Kur'ân'ın Nüzulü, Tedvini ve Cem'i:
§: 21- Kur'ân'ın Kısım Kısım İndirilmesinin Hikmeti:
§: 22- Kur'ân Nasıl Cem'edildi?
§: 24- Mushaf-ı Osmânî'nin Yazılışında İzlenen Yol:
§: 25- Mushaf'ın Noktalanması ve Harekeleiımesi:
§: 26- Kitâb'ın Kaynak Değeri ve Kaynaklar Arasındaki Yeri:
§: 27- Kitâb'ın Hükümlere Delâleti:
§: 28- Kitâb'ın Hükümleri Açıklayışı:
§: 29- Kitabın Hükümleri Açıklayış Üslûbu:
Esasen Kitâb (Kur'ân-ı
Kerîm) tarife muhtaç değildir. Zira Kur'ân denince ne kasdedildiğini herkes
bilir. Ancak, usûlcüler, namazda neyin okunmasının caiz olduğu ve neyin
okunmasının caiz olmadığı, hüküm istinbatmda neyin kaynak sayılıp neyin kaynak
sayılamayacağı ve neyi inkâr edenin kâfir olacağı, neyi inkâr edenin kâfir
olmayacağı iyice belli olsun diye "Kitâb"ın tarifine özen
göstermişlerdir.Usûlcüler, Kitâb için bir çok tarif yapmışlardır. Biz bunların
topunu gözönüne alarak şöyle bir tarifi tercih edeceğiz:"Kitâb ya da
Kur'ân. Yüce Allah'ın Hz. Muhammed'e (s.a.v) arapça olarak indirilmiş, bize kadar
tevatür yoluyla nakledilmiş, mushaflârda yazılı, Fatiha Sûresi ile başîayıp Nâs
Sûresi ile sona ermiş kelâmıdır".[1]
Yukarıda verilen tarif
ile Yüce Kitab'ın, onu önceki semavî kitaplardan ve Hz. Peygamber'in
hadislerinden ayırdeden özellikleri açıklığa kavuşmuş olmaktadır. Şayetbu
Özelliklerden biri bulunmasa artık Kitab'tan ve Kur'ân'dan sözedilemez. Bu
Özellikler şunlardır:
a) Kitâb,
Arap dilinde indirilmiştir. Bu özelliği ile Kur'ân, Yüce Allah'ın Tevrat ve
İncil gibi önceki kitaplarından ayrılmaktadır. Çünkü onlar Arap dilinde
indirilmemiş, sonradan arapçaya ve başka dillere tercüme edilmiştir. Buna göre,
Kur'ân'ın arapçadan başka bir dile tercümesi Kur'ân sayılamaz. İster harfi
tercüme, ister harfi olmayan tercüme olsun, [2]Kur'ân
tercümesine dayanılarak hüküm istinbat edilemez. Çünkü âyetteki maksadın ne
olduğunu anlamada zaten hata ihtimali mevcuttur; bir de bu âyetleri başka bir
dil ile ifade ederken daima var olacak hata ihtimalini gözönüne alırsak,
tercümeden hüküm çıkarmanın doğru olmayacağı açıkça ortaya çıkar. Aynı şekilde,
arapça okuyabilen bir kimsenin namazda tercüme ile yetinmesi halinde namaz
sahih olmaz. Zira namazda istenen, kişinin Kur'ân'dan kolayına gelen bir yeri
okumasıdır. Arapçadan başka bir dilde okunan şey ise Kur'ân değildir. Arapça
okuyamayan kimseye gelince bunun başka bir dilden okuması Hanefılere göre
caizdir ve o takdirde namazı sahih olur. Diğer fakihler ise, ister arapça
okuyabilsin ister okuyamasın namazda Kur'ân'ın arapçadan başka bir dilde okunmasını
caiz görmezler; onlara göre bir kimse namaz kılarken Fatiha'yi başka bir dilde
okusa namazı geçersiz olur. Çoğunluğu teşkil eden bu fakihlere göre, her
mükellefin Fatiha'yı öğrenmesi ve yapabildiği kadarıyla Fatiha'yı arapça
okuyabilmek için olanca gücünü sarfetmesi gerekir. Bunlardan Mâlikilere göre, eğer bunu da
yapamıyorsa arapça okuyabilene uyar. Kendisine imam olacak böyle birini bulduğu
halde ona uymazsa namazı geçersiz olur; fakat kendisine uyacağı bir imam
bulamazsa Fatiha okuma vecibesi kendisinden düşer ve iftitah tekbiri ile rükû
tekbiri arasında Allah'ı zikir ve teşbih etmesi mendup olur[3]
b) Kur'ân'ın
gerek manası gerekse arapça olan lâfızları Allah katından indirilmiştir. Hz.
Peygamber'in bu konudaki vazifesi bunları Yüce Allah'tan alıp insanlara tebliğ
etmek ve açıklanması gereken yönlerini açıklamaktır. Bu özelliği ile Kur'ân,
Hz. Peygamberden sadır olan gerek kudsî gerekse nebevi hadislerden ayrılır.
Çünkü hadislerin manaları, Yüce Allah'ın Rasûlüne ilhamıdır, fakat bu manaları
ifade eden lâfızlar Hz. Peygamber'e aittir. Hiç şüphesiz Rasûlûllah diğer
hadislerini de kendi hevesine göre söylememiştir ve onlar da esasen vahiye
dayanır. Ancak, bazen hadisin manası ve muhtevası güçlensin diye Allah
tarafından hadisi kendi yüce adına izafe etmesi Peygambere emredilir. Bu
takdirde Zât-ı Kudsîsine izafeti sebebiyle bu hadis "kudsî hadis"
adını alır. Meselâ şu hadis böyledir: ' 'Allah buyuruyor ki: Ben Rahman '/m.
Rahim (yani akrabalık bağı) var ya, işte onu kendi İsmimden bir isim olarak
türettim. Onu bağlı tutam, ben de (kendime) bağlı tutarım. Onu koparanı ben de
(kendimden) koparırım."[4] Şu da
bir kudsî hadis örneğidir: "Cenâb-ı Allah buyuruyor ki: Ben kuluma
baktığımda, onda beni anma özelliğinin hakim olduğunu görürsem artık onun
görülüp gözetilmesini ve işlerinin yürütülmesini ben üstelenirim; onun yoldaşı,
arkadaşı ve sırdaşı olurum. [5] Bazen
ise Hz. Peygamber'e, sözün Allah Teâlâ'ya İzafesi emredilme/ ve bu durumda
hadis Hz. Peygamber'e izafe edilir ve Rasûlûllah'a nisbetinden dolayı
"nebevî hadis" adı ile anılır. Meselâ Tirmîzî'nin
"Sahih"inde yer alan şu hadis böyledir: İbn Abbas ve Enes tarafından
rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İki çeşit göz
vardır ki bunlara cehennem ateşi dokunmaz: Allah korkusundan ötürü ağlayan göz
ve Allah yolunda bekçilik yaparak geceyi geçiren göz. [6] İşte
bu özelliğinden dolayı Kur'ân'ın sadece manasıyla okunması ve aynı manada da
olsa lâfzının bir başka lâfızla değiştirilerek okunması caiz olmaz. Sûyûtî
"el-İtkân" isimli eserinde şöyle der: Kur'ân'ın sırf manasıyla
okunması caiz değildir. Çünkü Cebrail Aleyhisselâm onu Hz. Peygamber'e lafzıyla
teslim etmeştir ve onu mana ile vahyetmesine müsaade olunmamıştır."
c) Kur'ân
tevatür yoluyla nakledilmiştir. Tevatür, normalde yalan üzerinde birleşmesi
aklen mümkün olmayan bir topluluğun aynı Özellikteki bir topluluktan yaptığı
rivayettir. Kur'ân, Cebrail Aleyhisselâm vasıtasıyla Hz. Peygamber'e
indirildiği andan itibaren günümüze kadar geçen bütün devirlerde hem yazılı hem
sözlü olarak tevâtüren sabit olmuştur. Şöyle ki: Kur'ân'ı Hz. Peygamber'den bir
vahiy kâtipleri gurubu yazmış ve bu yazılanı Sahabeden yalan üzerine
birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluk ezberlemiş, böylece her devirde
aynı Özellikteki topluluklar birbirlerinden naklede ede, hiçbir tahrif ve
değişikliğe uğratılmadan, hiçbir ilâve ve eksiltme yapılmadan mushaflarda
yazılı ve hafızalarda kayıtlı olarak bize kadar ulaşmıştır.Tevatür yoluyla
nakil, nakledilenin doğruluğu konusunda kesin bilgi sağlar. Bu sebeple Kur'ân nasslarının sübûtu kesindir,
bu konuda müslümanlar arasında hiçbir ihtilâf yoktur.Buna göre, tevatür yoluyla
nakledilmemiş olan bir metin Kur'ân olarak isimlendİrilemez. Namazda böyle bir
metin okunursa, namaz sahih olmaz ve bunun kur'ân olduğunu inkâr da küfrü
gerektirmez. Meselâ Abdullah b. Mes'ud'un yemin keffaretİ ile ilsili
"(Bunları yapma imkânım) bulamayan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir' [7]
âyetine (peşpeşe) ilâvesini taşıyan kıraati böyledir. Yine Abdullah b.
Mes'ud'un annelerin nafakası ile ilgili İ "Mirasçı da (yukarıda)
belirtildiği şekilde (nafaka ile) mükelletir “[8] âyetindeki
"mirasçı" hakkında (evlenilmesi yasak yakın akrabadan olan) şeklinde
bir ilâve taşıyan kıraati de Kur'ân'dan sayılmaz[9]
Mütevâtir olmayan
kıraatin Kur'ân'dan s§: 18- Mütevâtir Olmayan Kıraatin Kaynak Olarak Kabul
Edilip Edilemeyeceği Hususunda İmamların İhtilâfı ayılmayacağı, ihtilafsız
bütün bilginlerce kabul edilmektedir. Bu konuda ihtilâf edilen nokta ise şudur:
Mütevâtir olmayan kıraat kaynak sayılır mı sayılmaz mı? Hüküm istinbatında buna
dayanılabilir mi, dayanılamaz mı?Hanefilere göre mütevâtir olmayan kıraat
kaynak olarak kullanılabilir; Mâlikîlere, Hanbelîlere ve bir kısım Şâfiilere göre kullanılamaz.Hanefilerin bu konuya
bakışları şöyledir: Tevâtüren nakledilmemiş olan kıraati sahabî yazmış ve ona
mushafmda yer vermiştir. Bu durumda İki ihtimal vardır: Sahabî, ya bunu Hz.
peygamber'den işitmiştir veya kendi görüşü ve içtihadı olarak ifade etmiştir.
Fakat ilk ihtimal daha kuvvetlidir. Çünkü âdîl ve sika (güvenilirliği bütün
müslümanlarca kabul edilmiş) olan sahabî bu kıraate mushafında yer vermeye Özen
gösterdiğine göre, besbellidir ki o bunu Rasûlûllah'tan işitmiştir ve bu
Allah'ın Kitabını beyan ve tefsir etmek Üzere Hz. Peygamber tarafından yapılmış
bir açıklamadır. Şu halde bu, Allah'ın Kitabını beyan ve tefsir yoluyla vârid
olmuş bir Sünnet'tir. Sünnetin kaynak olarak kullanılacağı ve hüküm
istinbatında ona dayanılması hususu ise izaha muhtaç değildir.Karşı görüşün
meseleye bakışı ise şöyle: Tevâtüren nakledilmeyen kıraatin Kur'ân'dan
sayılmayacağı ihtilafsız kabul edilmiştir. Bu kıraat Sünnet de sayılamaz. Zira
râvi bunu "Sünnet" olarak nakletmem iştir. Şu halde, ne Kur'ân ne
Sünnet niteliği taşıyan bu kıraat, hüküm istinbatında kaynak olarak
kullanılamaz.Fakat bu görüşe şöyle karşılık verilebilir: Bir menkûlün Sünnet
sayılması için, râvinin, bu naklettiğinin VSünnet" olduğunu açıkça
belirtmiş olması şartı aranmaz. Bilâkis, bu konuda önemli olan, nakledilenin
Hz. Peygamber'den sâdır olmuş bulunmasıdır. Hz. Peygamber'den sadır olma
niteliği ise, mütevâtir olmayan nakillerde de mevzubahistir. Bu durumda
Ha'nefîİerin görüşünün üstün olduğu ortaya çıkmaktadır. [10]
Bu konudaki ihtilâfın
sonucu olarak Hanefiler, zikri geçen İbn Mes'ud kırâatindeki kelimesine binaen
yemin keffaretinde gerekli olan "tetâbu" (peşpeşe tutma) şartını
koşmuşlardır.Mâlikîler ve aynı görüşü paylaşanlar İse bu kıraati hüküm
istinbatında dikkate almadıkları için, peşpeşe tutma şartını ileri
sürmemişlerdir.Şu halde, kendisine yemin keffareti gereken kimse, üç günü ayrı
ayrı tutsa, bu Mâfikîler ve aynı görüş sahiplerine göre sahih ve yeterli
olacak, Hanefîlere ve onlarakatılanlara göse ise yeterli olmayacaktır. [11]
Burada, Kur'ân'ın
nasıl nazil olduğu ve bize ulaşmadan önce nasıl tedvin ve cem'edildiği hakkında
birkaç söz söylememiz uygun olur.İlâhi hikmet, Kur'ân-ı Kerîmdin önceki
kitaplar gibi topluca indirilmeyip, yirmiüç yıllık peygamberlik süresi içinde
olaylara göre ve yeri geldikçe kısım kısım indirilmesini gerekli kılmıştır. [12]
Kur'ân-ı Kerîm'in
vak'alara, olaylara göre parça parça indİrilmesindeki hikmet, onu müslümanlann
gönüllerine iyice yerleştirmek, ezberlemelerini kolaylaştırmak ve daha önceleri
yazı yazmayı çok az bilen Araplar tarafından yazılabilmesinde kolaylık
sağlamaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: '-'İnkâr edenler: Kur'ân,
ona topluca indirilmeli değil miydi, dediler. Biz onu senin gönlüne iyice
yerleştirmek için böyle (parça parça indirdik) ve onu tane tane okuduk. [13]
Cebrail Aleyhisselâm
bir âyet veya sûre getirip onu Rasûlüllah'a tebliğe başladığında, Hz Peygamber
bir taraftan vahyedileni ezberleyebüme aşkı, diğer taraftan bir kısmını kaçırma
endişesiyle Cebrail ile birlikte hızlı hızlı okumaya koyulurdu. Allah Teâlâ şu
âyetle ona böyle acele etmeyi yasakladı ve Kur'ân'ı nasıl alacağını öğretti:
"Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan Kur'ân'ı (okumakta) acele etme:
"Rabbim ilmimi artır" de. [14]Şu
âyetle de Allah, kendisine indirilen Kur'ân'ın hep ilâhî koruma altında
bulunacağını ve kendisi tarafından anlaşılmasının sağlanacağını va'detmiş
oluyordu: "(Rasülüm!) Onu çarçabuk almak için (vahiy henüz tamamlanmadan)
dilini kımıldatma. Onu (senin kalbinde) toplamak ve okutmak bize aittir. O halde
onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra bilmelisin ki onu
açıklamak da bize aittir. [15]Artık
Hz. Peygamber kendisine Cebrail geldiğinde onu dinliyor, vahiy bittiğinde onu
kendi öğrettiği şekliyle Cebrâile okuyor, sonra yanında bulunan mü'minlere
tebliğ ediyor ve onlardan bunu ezberlemelerini istiyordu. Onlar da hemen
ezberleyip onu titizlikle koruyorlardı. BHâhere, Hz. Peygamber'den
dinlediklerine uygunluğunu kontrol etmek üzere ezberlediklerini onun huzurunda
okuyorlardı. Hz. Peygamber, bununla yetinmiyor, Allah'ın Kitabının kayda
geçmesi ve muhafazası konusunda fevkalâde ihtimam ve ihtiyat göstererek, vahyin
nüzulü vaktinde birkaç vahiy kâtibi çağırıyor ve gelen vahyi yazmalarını
istiyordu. Cebrail Aleyhisselâm, Kur'ân'ın, sırasına göre ezberlenmesi için,
indirilen sûrenin yerini Hz. Peygamber'e açıklıyordu. Hz. Peygamber de
kâtipleri uyarıyor, indirilen âyetlerin hangi sûrede yer alacağını onlara
gösteriyordu.Vahiy kâtipleri Sahabenin ileri gelenleriydi. Hz. Ebubekir, Ömer,
Osman, Ali, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Mes'ud ve Übey b. Kâ'b bunlardandır. Bu
kâtipler kendilerine dikte edilen ibareyi o zamanlar yazıda kullanılan
malzemelerin üzerine yazıyorlardı. Bunlar özel olarak işlenip yaprak şekline
getirilen hurma dallan, kürek ve eğe kemikleri, düz ve ince taşlar ve diğer
deri veya kâğıt parçaları idi. Sonra bu yazılanlar Hz. Peygamber'in evine
konuyor ve emin bir yerde muhafaza ediliyordu.Ramazan ayında Cebrail her gece
Hz. Peygamber'e gelir, o da kendisine o zamana kadar indirilmiş olan Kur'ân âyetlerini
arzederdi. "Arz" metodu, önce Cebrail'in okuması, sonra Cebrail'in
okuduğunu Hz. Peygamber'in okuması şeklinde cereyan ediyordu. Rasûlûllah'ın
hayatının son senesinde Kur'ân tamamlandıktan sonra iki defa Cebrail'e
arzedildi. Ve Hz. Peygamber Kur'ân'ın son şeklini aldığı bu "arz"a
göre onu bir de mü minlere okudu. Sahabeden birçokları bu son arzın tertibine
göre Kur'ân'i ezberledi. Zeyd b. Sabit, Übey b. Kâ'b, Muâz b. Cebel, Osman b.
Affân, Ali b. Ebî Tâlib ve Abdullah b. Mes'ud bunlar arasında bulunuyordu. İşte
henüz Hz. Peygamber hayatî iken, Kur'ân-ı Kerîm'in tamamı bu şekilde, sûreleri
ve âyetleri Rasûlûllah'ın gösterdiği tertibe göre hafızalarda kayıtlı,
gönüllerde mahfuz ve yukarıda sözünü ettiğimiz hurma dalı, kemik, taş ve
benzeri malzemeler üzerinde yazılı idi. Hz. Peygamber ancak bu noktaya
gelindikten sonra Rabb'ine kavuştu. Şu var ki Kur'ân âyetleri Hz. Peygamber'in
vefatı sırasında tek bir mushaf içinde toplanmış değildi. Cem' (toplama) işi
Hz. Ebubekir'in halifeliği zamanında gerçekleşti. Şöyle ki: Hz. Ömer
müslümanlarla Müseylemetü'l-Kezzâb'm dinden dönmüş adamları arasında cereyan
eden ve bazılarının tahminine göre beşyüz kadar Kür'ân hafız ve kâri'inin
şehâdetine yolaçan Yemame Savaşından [16]sonra
(H. 12 yılında) Hz. Ebubekir'in yanına çıktı ve ona şöyle dedi:
- Rasûlûllah'ın ashabı
ateşe doğru uçuşan kelebekler gibi savaşta ardarda yok olup gitmekteler.
Korkarım ki, onlar nereye varsalar hep böyle olacak. Sonunda Kur'ân hâmili olan
bu insanlar öldürülecekler ve böylece Kur'ân zayi olup unutulacak. Kur'ân'ı
toplasan herhalde müslümanlarm hayrına ve menfaatine olur.
Hz. Ebubekir ilk önce
tereddüt etti ve şöyle dedi:
- Rasûlûllah'ın yapmadığı bir işi ben nasıl
yapabilirim?Bu konuda bir süre tartıştılar. Nihayet Allah bu iş için Hz. Ebubekirin
gönlüne bir ferahlık verdi. Hz. Ebubekir Zeyd b. Sâbit'i çağırttı ve ona dedi
ki:
- Sen hiç birimizin
itham edemeyeceği akıllı bir gençsin. Hz. Peygamber'in vahiy kâtibi idin ve
Kur'ân'm son "arz"ında hazır bulundun. Kur'ân'la ilgili tetkikatmı
yap ve onu cem' et.
Daha sonra Hz. Ebubekir, hafızasının güçlü olduğu herkesçe bilinen
hafızlan topladı. Aralarında Ali b. Ebî Tâlib, Übey b. Kâ'b ve Osman b. Affân
da bulunuyordu. Bunlar peşpeşe toplantılar yapmaya ve Hz. Peygamber'in dikte
ettiğine göre yazdıklarını getirmeye başladılar. Sonra Kur'ân'ı okumaya ve
okudukları ile önlerinde yazılı olarak bulduklarını karşılaştırmaya çalıştılar.
Nihayet Hz. Peygamber'den aldıkları şekil ve tertibe göre Kur'ân'ı yazdılar.
Bu, Yüce Allah'ın mü'minlere nasip ettiği ve hiçbir başarı ile denk
tutulamayacak ölçüde büyük bir sonuç idi. Çünkü bununla Kur'ân korunmuş ve
Kur'ân'm asılları tek bir yerde birleştirilmiş oluyordu. Hz. Ebubekir devrinde
yazılan bu sahifeler Hz. Peygamber'in önünde yazılan sahifelerden alınmış olmakla-hâfızlardan
hafızlara intikalden sözlü mütevâtir sened nasıl muttasıl İse- yazılı senedin
itt
Hz. Osman zamanında,
mushaflar yazıp bunları o sırada mevcut İslâm şehirlerine gönderme ve
müslümanları tek bir mushafta birleştirmek için bu yazılacak mushaflardan başka
sahifelerin yakılmasını emretme gereği ortaya çıkmıştı. Böylece Kur'ân'da
herhangi bir değiştirme, eksiltme veya İlâve yapılmasına ve Kur'ân'm tertibinin
bozulmasına da engel olunmuş olacaktı. Bu zaruret Ermenistan ve Azerbeycan
fetihleri sırasında iyice belirmişti.
Şöyle kî: Iraklılar
ile Şam'lılar Ermenistan ve Azerbeycân'ın fethi için biraraya gelmişlerdi.
Şamlılar Übey b. Kâ'b'm kıraatine göre, Iraklılar ise Abdullah b. Mes'ud ve Ebû
Musa'l Eş'arî'nin kıraatine göre okuyorlardı. Yani heriki taraf, diğer tarafın
işitmediği bir kıraate göre okuyordu ve okuyuşlar arasında harflerin mahreç ve
sıfatlan ve kıraat vecihleri bakımından farklılıklar vardı. Bu durum,
aralarında çekişmeye yol açtı. İhtilâf ve çekişme şiddetlendi.Taraflarbirbirini
hatalı gösteriyordu. Huzeyfe b. el-Yemân bu durumu görünce endişelendi.Medine'ye
vardığında, daha evine ayak basmadan doğruca Hz. Osman'a gitti ve ona şöyle
dedi:
- Yahudi ve hınstiyanların ihtilâfları gibi bir
ihtilafa düşmeden ümmetin imdadına yetiş!
- Hangi konuda?
- Allah'ın Kitabı konusunda. Sonra durumu ona
anlattı.Bunun üzerine Hz. Osman Sahabeyi topladı ve konuyu onlarla müzakere
etti. Sonunda onun görüşünü sordular:
- Sen ne düşünüyorsun? Şu cevabı verdi:
- İnsanları tek bir mushafta toplamayı ve onun
dışında kalanların yakılmasını!oanabe Hz. Osman'ın görüşüne iştirak etti. Hz.
Osman hemen Hz. Hafsa'ya "Mushafibize yolla, onu istinsah edip sonra sana
iade edeceğiz" dîye haber gönderdi. Hz. Hafsa da yanındaki mushafı Hz.
Osman'a ulaştırdı.Hz. Osman, Kur'ân'ın, istinsah (mushaflar hafinde yazılıp
çoğaltma) işini en sağlam hafızlardan ve Sahabenin ileri gelenlerinden dört
kişiye verdi. Bu dört-kışi şunlar idi: Hz. Ebubekir zamanında Kur'ân'ın
toplanması işinde de görev almış olan Zeyd b. Sâbİt ve Kureyş'li üç sahabi
Abdullah b. ez-Zübeyr, Saîd b. el-Âs, Abdurrahman b. el-Hâris b. Hişâm. Hz.
Osman bu üç Kureyşli komisyon üyesine şöyle dedi:Siz Kur'ân'la ilgili bir
hususta Zeyd b. Sabit ile ihtilâfa düşerseniz, onu Kureyş diline göre yazınız.
Zira Kur'ân Kureyşlilerin diline göre inmiştir.Komisyon üyeleri
"tâbut" kelimesinin yazılışı dışında hiç İhtilâf etmediler. Zeyd
kapalı "tâ" ile diğerleri ise
açık "tâ" ile yazılması gerektiği kanaatindeydi. Durumu Hz. Osman'a
arzettiklerinde o, açık "tâ" ile yazmalarını emretti. Yazma işi
bitince Hz. Osman sahifeleri Hz. Hafsa'ya iade etti. Birkaç nüsha mushaf
yazılmasını emretti ve bunlardan her şehire birer tane gönderdi. Mekke'ye,
Kûfe'ye, Basra'ya ve Dımaşk'a birer mushaf yolladı, bir mushaf Medine'de
bıraktı, diğer mushaflarm yakılmasını emretti ve herkesin istinsah edilen bu
mushaflara göre okumasını istedi. Hz. Osman'ın yakılmasını emrettiği bu mushaflar,
ashabdan bazılarının kendileri için yazdıkları ferdî mushaflar idi. Bunlarda,
sûrelerin tertibine ve peşpeşe yazılmasına dikkat edilmemişti. Çünkübunlardan
kimi Hz. Peygamber'e inen bir sûre veya birkaç âyeti yazıyor, sonra meselâ bir
seriyyede görevli olarak Medine dışına çıkıyordu. Onun bulunmadığı sırada bir
sûre iniyor, dönünce ise döndükten sonra nazil olanları ezberlemeye ve yazmaya
çalışıyor, daha sonra kendi yokluğunda iken kaçırdıklarını zaptediyor, böylece
bunları kolayına geldiği şekilde toplayıp sıraya koymuş oluyor,dolayısıyla
yazdıklarında takdim ve te'hirler bulunuyordu. Kimi de nesih haberi kendisine
ulaşmadığından tilâveti mensuh âyetleri yazıyordu. Bazıları ise haber-i vâhid
ile sabit nakilleri kaydediyordu. Diğer bazıları, mushafında, Hz. Peygamber'den
duyduğu bir mana açıklaması veya nâsih ve mensuh hakkındaki beyân vb.'den
İbaret olan tefsir ve te'villere âyetlerle birlikte yer veriyordu. Bu
mushaflardan bir kısmı bütün Kur'ân'ı ihtiva etmediği gibi, bazısında bulunan
diğer bazısında bulunmayabiliyordu. Bu yüzden, yukarıda işaret edildiği üzere
muhtelif şehirlerin ahalileri arasında kıraat ihtilâfları ortaya çıktı. Übey b.
Kâ'b, Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Musâ'l-Eş'arî ve el-Mikdâd b. el-Esved'in
mushaflan. bu ferdî mushaflannm en meşhurları arasında bulunuyordu.Artık bu
tarihten itibaren insanlar Kur'ân'ı Hz. Osman zamanında yazılan bu mushaflara
göre okumaya ve mushaflannı da bunlara göre yazmaya başladılar ve öylece devam
edegeldİler. Hz. Osman'ın emri üzerine yazılan mushaf, "el-İmâm" ve
"el-Mushaf el-Osmânî" diye meşhur oldu.Hz. Ebubekir zamında yapılan
cem' çalışması ile Hz. Osman zamanında yapılan istinsah çalışması arasındaki
fark şu idi: Birincisi, hafızların gitgide azalmas sebebiyle ortaya çıkan
Kur'ân'dan bazı kısımların vok olması endişesi üzerine yapılmıştı. Çünkübir
tertip ile sahifeler halinde toplanmış oldu. İkincisi ise, Alt h'ın Kitabı'nm,
son "arz"da Rasûlûllah'tan işitilen şekli dışında okunması endişesine
h'naen yapıldı. Çünkü kıraatvecihlerinde farklılıklar çoğalmıştı ki, imkân
bulunabildiği "lcüde her çevre kendi diline (lehçesine) göre okuyordu. Bu
da birbirlerini hata ile itham etmelerine yol açıyordu. İşte Hz. Osman
tehlikenin büyüyüp çığrmdan çıkmasından endişe etti ve Hz. Ebubekir devrinde
biraraya getirilmiş bulunan sahifelerin tek mushaf halinde istinsahını emretti.
Bu nüsha esas alınarak bir kaç mushaf daha yazılıp İslâm şehirlerine dağıtıldı. [18]
Hz. Osman'ın emri ile
yazılan mushaf, harekesiz ve noktasız idi. Sûre isimleri ve fasıl işaretleri
taşımıyordu. Şerhler ve tefsirlerden mücerret idi. Hz. Peygamber'İn huzurunda,
daha Önce sözünü ettiğimiz deri parçası gibi malzemeler üzerine yazılmış olan
şekle ve Hz. Ebubekir zamanında yazılmış bulunan sahifelere uygun idi. Bu
şekliyle Kur'ân'ın, Hz. Peygamber'den işitilen ve sahih haberle sabit vecihlere
göre zorlukla karşilaşmaksızın okunması mümkün bulunuyordu. Ki bunlar, bugün
kâri'lerden dinlemekte olduğumuz kıraatlerin aynısıdır.Mushaf-ı Osmanî
nüshalarının yazılışında izlenen yol şu idi:Kıraat vecihleri değişiklik
arzetmeyen lâfzı tek şekilde yazıyorlardı. Kıraat vecihlerinin değişiklik
göstermesi halinde ise, eğer bu lâfzın bütün vecihlere ihtimal verebileceği tek
şekilde yazılması mümkün değilse, bir mushafta bazı vecihlere uygun düşecek bir
tarzda, başka bir mushafta da başka vecihlere uygun düşecek bir tarzda
yazıyorlardı. Meselâ [19]
ayetindeki fiilin okunuşu ve
şeklinde iki ayrı kıraattir. Yine[20]
âyetinde kıraatinin yanisira, Mekkî
mushafta ilâvesiyle kıraati de tesbit
edilmiştir. Kıraatleri değişiklik göstermekle birlikte, harekesiz ve noktasız
yazılması halinde bu değişiklik ihtimalini tek şekille göstermek mümkün olduğu
durumlarda, bunu tek şekilde yazıyorlardı. Meselâ, [21]âyetindeki
sonkelime noktasız olduğunda hem hem okunabilmektedir.
Bu kıraatlerin her ikisi sahih kıraattir, Rasûlûllahtan işitilmiştir. Yine [22]ayetındeki
son kelime noktasız yazıldığında şeklinde okunabildiği gibi diye okunabilir.
Birincisi "dirilteceğiz" manasına ikincisi de "topraktaki
yerlerinden kaldıracağız ve vücuttaki yerlerine iade edeceğiz"
manasındadır. Bu kıraatlerin her ikisi sahihtir. Aynı şekilde [23]âyetindeki
lâfzı harekesiz yazıldığında harfi cer olarak ja şeklinde ve ism-i mevsûl
olarak şeklinde okunabilir. kelimesi de birinci halde şeklinde kesreli, ikinci
halde şeklinde fethalı okunur. İşte bütün bu kıraatler Hz. peygamber'den
işitildiği sabit okunuş şekilleridir. Şayet "Mushaf-i Osmanî" noktalı
ve harekeli yazılmış olsaydı, bunda tek kıraat tesbit edilmiş olacaktı.Hz. Osman
zamanında mushaflarm yazılışında kullanılan yazı, hernekadar yazının şu anda
ulaştığı duruma aykırı görünüyorsa da, "Mushaf-ı Osmanî"nin hattını
değiştirmek doğru olmaz; ta ki Kur'ân'da tahrife yol açılmış olmasın. Çünkü
yazılar değişik şekillerde olabilmektedir ve bunda değiştirme, yenilikler yapma
kapısı açık bulunmaktadır. Şayet Kur'ân'ın hatt-ı Osmânî'den başkası ile
yazılmasına müsaade edilirse, mushaflarm yazılışları farklı farklı olur ve o
zaman tahrif kolaylaşır. Nitekim Mâlik b. Enes'e: "Mushaf, insanların
sonradan çıkardıkları hicâ harflerine göre yazılabilir mi?" diye sorulmuş,
o da: "Hayır! Sadece ilk yazılışına göre" cevabını vermiştir.[24]
Harflerin şekillerini
tanıma ve onları birbirinden ayırma konusunda sahip oldukları meleke sebebiyle,
Araplar hareke ve noktaya ihtiyaç duymuyorlardı. Bu ihtiyacı duymamanın diğer
bir sebebi de şuydu: Onlar Kur'ân okurken, hafızlardan şifahî olarak
duyduklarına dayanıyorlardı. Onlar nasıl okuyorsa, onlardan nasıl almışlarsa
öylece okuyorlardı. Fakat Arapların dışındaki kavimler, meselâ İranlılar ve
Bizanslılar vb.'nin de İslâmiyete girmesinden sonra dilde yanlışlıklar
yaygınlaştı ve bu kişiler harflerin okunuşunu birbirine karıştırır oldular. Bu
durum karşısında Kur'ân'ın yanlış okunmasından endişe edilmeye başlandı.
Emevîler devrinde Irak Emiri olan Ziyâd b. Ebîh, Tabiînin büyüklerinden olan ve
kıraatte ehil olduğu bilinen Ebü'l-Esved ed-Düelî'ye (v. 69/688) halk için
Kur'ân'ın okunuşunu kurala bağlayacak işaretler koymasını emretti. Bunun
üzerine Ebu'I-Esved ed-Düelî, Mushaftaki kelimelerin sonlarını harekeledi.
"Fetha" işaretini harfin üzerinde bir nokta ile, "kesre"
işaretini harfin altında bir nokta ile, "zamme" işaretini harfin
ortasına bir nokta ile ve "sükûn" işaretini iki nokta ile
gösteriyordu.Sonra onun koyduğu bu işaretler yaygınlaştı, halk onun yaptığı
gibi yaptı. Fakat bu, insanların okuyuşlarını yanlışlıklardan tamamıyla
koruyamadı. Bazılarının okuyuşunda
tahrif ve tashîf [25]vaki
oluyordu. Bu durum, harflerin noktalanmasını ve kelimelerin h m baş ve
ortasının hem sonunun harekelenmesin! gerekli kıldı.Birinci işi (harflerin
noktalanmasını), Haccac b. Yûsuf es-Sekâfî'nin emri üzere Nasr h Âsim el-Leysî
(v. 90/708) yaptı. İkincisini ise, H. 170/786 yılında vefat eden Halîl b Ahmed
gerçekleştirdi. O, Ebü'l-Esved'in koyduğu harekeleme sistemini değiştirdi.
"Fetha" işareti olarak harfin üzerine yatay bir elif , "kesre" işareti olarak harfin
altına bir yâ ve "zamme"
işareti olarak harfin üst tarafına bir vâv yaptı; "medd" ve "şedde"
işaretleri koydu. Böylece Halîl b. Ahmed'in koyduğu harekeleme sistemi
gelişerek bugünkü şekline ulaştı. Artık kârî'ler ve hafızlar da
"vasi" (birleştirme) ve "fasl" (ayırma) işaretleri ile
Kur'ân tilâvetinin kurala bağlı okunmasına yardımcı olan işaretler
koyuyorlardı. Bu konuya gösterilen ilgi gitgide arttı, bilginler tecvid ve
kıraat kurallarını ortaya koydular..Başta devlet adamları olmak üzere
müslümanlar, her devirde, Kur'ân yazımının değişik hat çeşitleri ile güzelleştirilmesi
ve nesilden nesile aktarılan okunuşunun en iyi şekilde gerçekleşmesi için yarış
etmişlerdir. Nihayet matbaanın ortaya çıkması ile milyonlarca muhsafın önemli
ve titiz bazımları yapılmıştır. Gösterilen bu ilgi ve titizlik sayesinde Kur'ân
her türlü tahrif ve değişiklikten korunmuş ve Yüce Allah'ın ' 'Kur'ân '1 biz
indirdik, onu koruyacak olan da biziz"[26])
şeklindeki va'di yerine gelmiştir. [27]
Müslümanlar arasında
hiç ihtilafsız kabul edilmektedir ki, Kitâb'da mevcut hükümle amel etmek
farzdır ve kendisinde, hükmü bilinmek istenen olayın hükmü bulunduğu sürece onu
bırakıp başka delile yönelmek caiz değildir. Çünkü müslümanların -doğruluğu
şüphe götürmez- inancına göre Kur'ân, önünden ve ardından batılın
yaklaşamayacağı Allah kelâmıdır; engin hikmet sahibi, en güzel övgülere lâyık
Yüce Allah tarafından indirilmiştir. Allah onu insanları hakikate ve doğru yola
ileten bir düstur olsun diye indirmiştir. [28]
Hiç şüphesiz Kitâb'ın
aslına uygun olarak bize ulaşmış olduğu kesindir ("kat'ıyyü's-subut tur).
Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi o, tevatür yoluyla bize ulaşmıştır ve
mütevâtir nakil nakledilen şeyin doğruluğu hakkında kesin bilgi sağlar. Şu var
ki, Kur'ân'ın hükümlere delâleti bazen kafi (kesin) bazen zannî olabilir. Bu
da, Kitâb'ın lâfızlarında ıhtimalî'liğin bulunup bulunmayışına (birden fazla
manaya açık olup olmayışına) göre değişir. Şayet Kitâb'taki bir lâfız birden
fazla manaya ihtimalli değilse, Kitâb'ın hükme ^âletUesindir. Miras ve
haddlerle ilgili âyetlerde yer âlân i4hâss" lâfızlar böyledir.Mesela ,[29] [30] ve [31]âyetlerindeki
(yarı), (üçtebir), (yüz), (seksen) lâfızları, bunlar gibi taşıdığı
manaya kati olarak delâlet eden ve yorum kabul etmeyen diğer "hâss"
lâfızlar bu guruba girer. Böylece lâfızların delâleti hususunda içtihada ve
müctehid-ler arasında anlayış ve istinbat farklılıklarına yer yoktur. Bu
lâfızların hükümleri değiştirme ve düzeltme kabul etmez. Bu hükümlerin
değiştirilmesi, bunlara kesin ve şüphe götürmez şekilde delâlet eden nassa
karşı çıkmak olur ki, bu caiz değildir.
Kitâb'ta yer alan
lâfız birden fazla manaya açık ise, o zaman hükme delâleti zanni olur. Meselâ, [32]âyetindekj
lâfzı (tekili ) ile gerek "hayız"m (âdet süresinin) gerekse "tuhur"un
(iki âdet arasındaki temizlik süresinin) kasdediîmiş olması mümkündür. Çünkü bu
lâfız Arap dilinde her iki mana için kullanılan "müşterek" bir
lâfızdır. O halde bu manalardan sadece birine delâleti kat'î değil, zannidir.
Burada içtihada ve müctehidlerin anlayış ve istinbat farklılıklarına yer
vardır. Nitekim kimi müctehidler, "burada maksat hayızdır", kimileri
de "maksat tuhurdur" demişlerdir. [33]
Şurası muhakkaktır ki,
Kitâb, İslâm hukukunun temeli ve ilk kaynağıdır. Yüce Allah Kur'ân'ı herşeyin
açıklayıcısı kılmıştır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: ' 'Sana bu
Kitâb 'ı her şey için bir açıklama, bir hidayet rehberi, bir rahmet kaynağı ve
müslümanîar için bir müjde olarak indirdik. [34]Biz o
Kitâb'ta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. [35]Bu ve
benzeri âyetler, Kur'ân'ın, bir hidayet rehberi ve insanların iç dünyalanndaki
sıkıntıları için bir şifa kaynağı olduğunu ifade etmektedir. Her şey için bir
açıklama (bir ışık) ihtiva etmiş olmasaydı, bu şekilde nitelendirilmezdi.Şu var
ki, Kitâb'ın hükümleri açıklayışı -genellikle- icmalidir (toplu tarzdadır),
tafsîlî (detâylandırılmış) değildir; küllidir, cüz'î değildir. Kur'ân'ı
inceleyenler, tüme varım yoluyla bu sonuca kolayca ulaşırlar. Meselâ, namaz,
zekât ve hac farizalarının hepsi Kitâb'ta zikredilmiştir; fakat onda namaz
rekâtlarının sayısı, namazda kıraatin nasıl olacağı, zekâtı verilmesi gereken
mallar ve farz olan zekât miktarı, haccın nasıl ifa edileceği hakkında
açıklamalar bulamayız. Bütün bu konularda başvurulacak kaynak Sünnet'tir. Aynı
şekilde, ahm-satım gibi muamelat, kısas, haddler vb. konulara da Kur'ân'da
temas dimis fakat bunların detaylarına ait hükümlere yer verilmemiş, bu
detayları Sünnet açıklamıştır.Bununla birlikte Kitâb, miras ve aile hukuku gibi
sahalarla ilgili bazı hükümleri tafsilâtı le ele almıştır. Zira bu hükümler ya
"taabbüdî"dir, yani aklî değerlendirmeye açık değildir, ya da akılla
kavranabilecek hükümler olmakla beraber, bunlar zaman ve muhit değişikliği ile
değişikliğe uğramayacak sabit mesâlih (menfaatler) ihtiva etmektedir. Kitâb'ta
hüküm teşrî'inin bu şekilde yer almasındaki hikmet, nasslann ve İslâm hukuku
kurallarının, zaman ne kadar ilerlerse ilerlesin, toplum ne kadar gelişirse
gelişsin, ve ihtiyaçlar ne kadar çok ve çeşitli hale gelirse gelsin, kıyamete,
kadar insanlığın bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek niteliğe sahip
kılınmasıdır. Çünkü ana kurallar zaman ve mekânın değişmesiyle değişmez,
değişen sadece cüz'î hükümlerdir. İslâm hukukundaki nasslann yumuşaklığını ve kapsamlılığını
açıkça gösteren iki örnek vereceğiz:
Birincisi:
Akitler hukuku ile ilgili olan nasslar. Bu nasslar, akitleri belirli bir sayıya
hasretmemiş, sadece genel bir tarzda "akitlere vefa gö$terilmesi"ni
emretmiştir. Meselâ: "Ey imân edenler! Akitlerin (gereğini) yerine getirin.[36] ve
"Ahde vefa gösterin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir/' [37]
buyurulmuştur. Bu nasslar. hayat olaylarına uygulanabilme yumuşaklığı ve kesin
sınırlar koymama konusunda çok ileri bir noktayı temsil etmektedir. Buna göre,
özel bir isimle bilinir olsun veya olmasın ' 'akid'' olduğu kabul edilen her
türlü sözleşmeye vefa göstermek, bir vecibedir. Bunun için, İslâm hukukçuları,
bu genel hükme binaen hakkında özel nass bulunmayan bir çok akdi tanımışlar,
muteber saymışlardır. İslâm hukukçuları, kendilerini, bazı beşerî hukukların
yaptığı gibi "isimli akidler"le (belirli akit tipleriyle)
sınırlandırmamışlardır. Bu hukuklar, ancak modern asırlarda İslâm hukukunun
ulaştığı bu düşünceye ulaşabilmişlerdir.
ikincisi:
Şûra ile ilgili nasslar. Yüce Allah bu nasslarda Rasûlûne "(Önemli)
işlerde onlara danış,[38]diye
emretmiş ve işlerinde şûra prensibini esas alanları "Onların işleri,
aralarında istişare iledir. [39]diyerek
övmüştür. Her iki âyet, genelliğin ve yumuşaklığın en son sınırına kadar uzanan
genel ve yumuşak bir ifadeye sahiptir. Öyle ki her zamanda, mekânda ve durumda
uygulanmaya elverişlidir. Bu âyetlerin "şûrâ"yı bir prensip olarak
kabul etmesi ve bunu gerçekleştirme safhası için gerekli kuralları ele almayıp
her toplumun, zamandan zamana, mekandan mekâna ve toplumların ulaştığı
medeniyet seviyesine göre kendisine uygun düşen şûra türünü seçebilmesi için
insanlığa bir genişlik sağlaması, bu uygulanabilme yumuşaklığının en açık
belirtisidir.Buna göre Kitab'tan hüküm çıkarırken sırf Kitâb ile yetinmek doğru
olmaz, onun açıklayıcısı olan Sünnet'e de mutlaka bakmak gerekir. Şayet bir
âyetin açıklaması sadedinde Sünnefte bir şey bulunamazsa, ilim ve ahlakı ile
tanınan İslâm'ın ilk nesillerindeki bilginlerin tefsirine başvurmak gerekir. Çünkü
onlar Kitab'ın tefsirini en iyi bilen kişilerdir. Eğer onlardan gelen
haberlerde de bir şey bulunamazsa, bu sahada iht
Kur'ân-ı Kerîm şer'i
hükümleri açıklarken, muhataplarını âciz bırakması, hüsnü kabul görmesi ve
severek uyulmasının sağlanması için kendine has belâğatinin gerektirdiği
çeşitli üslûblar kullanmıştır. Vâcib (farz) hükmünü koyacağı her yerde
"vücûb" ifadesini, haram hükmünü koyacağı her yerde
"hürmet" ifadesini ve fıkıh kitaplarında gördüğümüz diğer ifadeleri
kullanmamıştır.Kur'ân bazen "Size verdiğimizrızıktan
(Allahyolunda)harcayın.[41] “Size
karşı savaşanlarla siz de Allah yolunda sa-vaşm. [42]âyetlerinde
olduğu gibi bir davranışın yapılmasını isteyen "'emir sıygası" "Allah'ın yasakladığı cana haksız yere
kıymayın.[43] "Kendi ellerinizle
kendinizi tehlikeye atmayın.[44]
âyetlerinde olduğu gibi bir davranıştan sakındıran "nehiy sıygası"
kullanılır.Bazen de aşağıdaki âyetlerde olduğu gibi, bir davranışın
"yazılmış", ''farz kılınmış", "helâl",
"haram", "hayırlı", "iyiye götürücü",
"şerli", "iyi sayılamayacak nitelikte" olduğunu bildirerek
fıkhı hükümleri göster .Çünkü namaz, mü'minlere vakitleri belirli bir farzdır.[45] "Kuşkusuz biz, eşleri ve ellerinin
altında bulunan (cariyeleri) hakkında mü'minlere neyi farz kıldığımızı biliriz.[46])Bu
gün s/ze iyi ve remiz şey/er he/â/ kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin
yiyecekleri size helâl, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir.[47]
"Analarınız, kızlarınız... (ile evlenmek) size ha-ram kılındı. [48]"Sana
yetimler hakkında soru soruyorlar. De ki; Onları (n durumlarını) düzeltmek
hayırlıdır.[49]"Sevdiğiniz şeylerden
(Allahyolunda) harcama-dıkça, iyiye asla ulaşamazsınız. [50]Allah'ın,eminden
kendilerine verdiğini (harcamada) cimrilik edenler, sanmasınlar ki o kendileri
için hayırlıdır;
aksine o kendileri için şerlidir. [51]"İyi
olan (davranış), evlere arkalarından girmeniz değildir. Asıl iyi olan, Allah
'tan korkan (,n davranışıdır. Evlere kapılarından girin. [52]Bazen
ise Kur'ân, bir davranışa dünyada veya âhirette "hayır",
"şer", "fayda" veya "zarar" bağlayarak fıkhî
hükümlere delâlet eder. Bu üslûp için aşağıdaki âyetleri örnek gösterebiliriz.'Namazlarında
huşu içinde olan mü'minlergerçekten kurtuluşa ermişlerdir.
Firdevs'e vâris olan
bu kimseler, orada ebedî kalacaklardır. [53]"Kim
var ki, Allah'a güzel bir borç versin de, Allah da ona kat kat fazlasını
ödesin. [54][55]"Altın
ve gümüşü yığıp ta onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acıklı
bir azabı haber ver. O gün bu (altın ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılır
ve bunlarla o kimselerin alınları, yanlan ve sırtları dağlanır: İşte kendiniz
için biriktirdiğiniz (servet.) Şimdi bu biriktirdiklerinizi (n azabını) tadın,
denir. [56]Erkek
veya kadın, kim mü'min olarak iyi iş yaparsa, ona mutlaka güzel bir hayat
yaşatırız. Ve onların mükâfaatlarım yaptıklarının en güzeli ile veririz. [57]"Kim
Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan
cennetlere koyar; orada ebedî kalırlar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah
'a ve Peygamberine karşı gelir onun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedî
kalacağı ateşe koyar; onun için alçaltıcı bir azap vardır.[58]Yüce
Allah kâh teşvik etmek kâh sakındırmak üzere ve ilâhi hükümleri kullarının
anlayışına yaklaştırmak için, Kitâb'ında bu ve benzeri pek çok değişik üslûp
kullanmıştır.
Şu halde, bu değişik
üslûplardan ve farklı sıygalardan şer'î hükümleri istinbat edecek kişilerin bu
sıygalarla birlikte bulunan va'd ve va'îdleri (tehditleri) gözönünde tutması,
bu sıygaların kullanılması konusunda Arap örfünden faydalanması gerekir.Konu
ile ilgilenenlere bu hususta takip edilecek yolu tanıtmak üzere, bir davranışın
şer'an yapılmasının istendiği veya yasaklandığını ya da mubah kılındığını
anlamada yardımcı olacak birkaç kurala aşağıda yer vereceğiz:
a) Şâri'in
bir fiili emretmesi, yüceltmesi, fiili veya failini Övmesi, fiili veya failini
sevdiğini ifâde etmesi[59]yahut
bir fiili doğru veya kutlu olarak nitelendirmesi, bir fiil veya faili üzerine
yemin etmesi [60]vb. durumlar, bu fiilin ya
"vücûb"unu (farz olduğunu) ya da "nedb"ini (mendub
olduğunu) gösterir. Şayet Arap dilindeki kullanılışa göre tek başına bu sıyga
fiilin kesin olarak yapılması gerektiğini gösteren bir sıyga ise ya da fiilin yapılmasının
kesin tarzda istendiğini gösteren başka bir unsur bu sıyganın yanında yer
almışsa, fiilin hükmü "vâcib" (farz)dir; aksi takdirde
"mendûb"tur.
b) Sâri'in bir fiilin terkini istemesi,[61]
fiili veya failini kötülemesi, fiili işleyeni[62]hayvanlara
[63]veya
şeytanlara [64]benzetmesi, fiili dünyevî
veya uhrevî lanetlemesi bir azabın
sebebi olarak göstermesi, yahut gibi lafızlar kal-rak pis kötü ve çirkin olarak
nitelemesi, şeytan işine ve süsüne nisbet etmesi, insanlar asında düşmanlık ve
buğz sokmaya sebeb göstermesi [65]bu
fiilin ya "hürmet"ini (haram olduğunu) ya da "kerahetini (mekruh
olduğunu) gösterir. Eğer Arap dilindeki kullanışa göre tek başına bu sıyga,
fiilin kesin olarak terkedilmesi gerektiğini gösteren bir sıyga ise ya da
fiilin yapılmamasını gösteren başka bir şiddetli tehdid ifadesi ile
birliktebulunuyorsa, fiilin hükmü "haram"dır; aksi takdirde
"mekrûh"tur.
c) Fiilin "helâl" kılındığım,
"izin" verildiğini, "günah" veya "zorluksun
kaldırıldığını ifade eden lâfızlar kullanılmış ise. bu fiilin "mubah"
olduğunu ve kişinin bunu yapıp yapmamada serbest bırakıldığını gösterir.[66]Allah'ın,
kullarına nimet olarak verdiği şeyleri zikretmesi de bu kabildendir.[67]Bir
şeyi haram kılana karşı reddiyede bulunması veya haramdan söz etmemesi de
mubahfığı gösterir/[68]Yine, birtakım şeyleri
bizim için yarattığını haber vermesi
de aynı hükme delâlettir.[69]
[1] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[2] Tercüme ("et-terceme"), bir dildeki sözü
başka bir dil İle ifade etmektir. Kur'ân'ın tercümesi de, Kur'ân'ın manalarının
arapça dışındaki bir dilin İâfızlarıyla ifade etmek demektir. Tercüme, a) Harfi
lercüme, b) Gayrı harfi tercüme olmak üzere iki kısma ayrılır. Harfi tercüme de
iki nevidir: aa) Mİslî harfi tercüme, bb) Gayrı mİslî harfi tercüme. Misil
harfi tercüme, değiştirilen lâfzın yakın ve uzak delâletlerini, aslî ve lebe'î
delâletlerini ve mûsikî, kulağa hoş gelme, gönülleri etkileme gibi hususlarda
sahip olduğu seçkin vasıflarını korumak suretiyle bir lâfzı aynı manaya gelen
başka bîr lâfızla değiştirmek demeklir. Gayri mislî harfi tercüme ise, tebe'î
manalar ve diğer seçkin vasıflar dikkate alınmaksızın, bir lafzı geneli
itibariyle aynı veya yakın bir mana taşıyan başka bir lâfız ile değiştirmeyi
ifade eder. Gayrı harfi (harfi olmayan) tercümeye gelince, bu, lâfız veya
cümleden anlaşılan manaları başka bir dilin lâfızlanyla ifade etmek demektir.
Böyle bir tercümede mütercim, sözgelimi Kur'ân'dan bir cümleyi tercüme
ediyorsa, zihnînde o cümlenin manalarını genellikle kullanılan lâfızlara göre
toplar; sonra bu lâfızları, -sözkonusu cümlenin manalarını topluca ifade edecek
tarzda olmak üzere- ingilizce, faransızca gibi dillerdeki
lâfızlara çevirir.
[3] Nevevi ei-Mecmû'da (c. III, s. 279) şöyle diyor:
"Mezhebimize göre (Şafiî mezhebini kasdediyor), namazda veya namaz
dışında, kişi arapça okuyabilsin okuyamazın, Kur'ân1 ınarapçadan başka bir
dilde okunması caiz değildir. Kişi namazda Kur'ân yerine onun tercümesini
okursa ister arapça olarak okuyabiliyor ister okuyamıyor olsun- namazı
geçersizdir. Bilginlerin çoğunluğu, ezcümle Mâlik b. Enes, Ahmed b. Hanbel ve
Davud ez-Zâhiri bu görüştedir.
[4] Bazı lâfız farklılıkları ile bkz. Ebu Davud. Zekâl,
45; Tirmizî, birr. 9.
[5] Elimizdeki kaynaklarda bu kudsî hadise raslayamadık.
[6] Tirmizî, fedâiiü'l-cihâd, 12.
[7] el-Mâide. 5/89.
[8] e!-Bakara 2/233.
[9] Abdullah b. Mes'ûd'dan gelen bu kıraâi, tefsir
kabilindendir. Açıklama sadedinde okunması caizdir; lakat Kur'ân tilâveti
olarak okunması caiz değildir. Nitekim tbnü'l-Arabî de benzer bir durum İçin
Miyle elemiştir: Sahih bir rivayete göre
Hz. Peygamber âyetini şeklinde de okumuştur ki. bu, tefsir
kabilinden bir kıraattir. Kur'ân tilâveti ise, mushaf hattında mevcut olanın
okunmasıdır. Abdullah b. Mes'ûd'un mushafmda yer alan ayetinıieki ilâvesi de,
böyle tefsir ve izah kabilinden zikredilmiş kelimelerdendir. Bu ilâvenin
tefsir ve izah kabilinden olduğu şüphesizdir; çünkü bu, bütün ümmetin üzerinde
icmâ ettiği mushaflara aykırıdır. el-Cezeri bu durumu şöyle açıklamıştır:
"Sahabe bazen kıraatlere, izah ve beyan sağlamak üzere (efsîri de dahil
etmişlerdir. Çünkü onlar Rasûlüllah'tan Kur'ân olarak aldıklarını çok iyi
muhafaza etmekte ve birbirine kanşmayacağından emin idiler. Bazıları bu
tefsiri, kendisi için yazdığı mushafa da kaydetmekteydi; meselâ Hz. Ayşe'nin
mushafı böyleydi."
Prof. Dr. Zekiyüddin
Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları:
[10] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[11] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[12] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[13] el-Furkan 25/32
Prof. Dr. Zekiyüddin
Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları:
[14] Tahâ, 20/114
[15] el-K,yâme 75/16-19:
[16] Müseyleme, peypmber olduğunu iddia etmiş ve onun
çağrısına yüzbİn kadar insan uymuştu. Bunun üzerine Hz. Ebubekir, onunla savaş
için Haüd b. Velid'in komutasında takriben onüçbin kişilik bir ordu hazırladı.
Müseyleme'nin ordusu ile müslümanlar karşı karşıya gelince İslâm ordusunda bir
çözülme oldu. Çünkü bu orduda çok sayıda bedevi bulunuyordu. Sahabenin ileri
gelen kaari'lerı Halİd b. Velid'den "Ey Haüd! Bizi bu bedevilerden
temizle!" diye taleple bulundular. Sonra olardan ayrılıp üçbin kişi
kadarlik bir ordu oluşturdular. Daha sonra Müseyleme ve adamlarının üzerine
esaslı bir hamle yaptılar ve onlara karşı çetin bir savaş çıkarttılar. "Ey
Bakara Sûresi ashabı!" dîye bağınşıyorlardı. Çok geçmedi ki, Allah onları
muzaffer kıldı. Müseyteme'nin ordusu gerisin geriye kaçlı. Müslümanların kılıçlan
onların peşini bırakmadı: Kimilerini öldürdüler, kimilerini esir aldılar. Allah
müseyleme'nin canını aldı ve etrafındaki birliği dağıttı. Ondan ayrılanlar
tekrar İslâm > döndüler. Ne var ki, o gün müslümanlar beşyüz civarında
kurrâyı kaybetmiş oldular. İbn Kesir, Fezâilü'I-Kur'ân.
[17] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları::
[18] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları::
[19] el-Bakara 2/132.
[20] e]-Tevbe 9/100.
[21] el-Hucurât 49/6.
[22] el-Bakara 2/259.
[23] Meryem 19/24.
[24] Mısır, 1957, I, 379-380 Imam Malik'İn bu sözlerini ve
benzen bazı sözleri naklettikten sonra, Zerkeşî, bunun ilmin canlılığını
koruduğu ilk devirlere
has bir hüküm olduğunu, sonraları ise İltibas endişesinin ortaya çıktığım
belirtmekte;
Izzuddîn b.
Abdisselâm'a atıfta bulunarak mushafın artık İlk devirlerdeki şekle göre
yazılmasının caiz
olmadığı görüşünü
nakletmekledir. Bu yönde diğer bazı açıklamalarla birlikte, bkz. Zerkeşî,
el-Burhân,. (mütercim)
Prof. Dr. Zekiyüddin
Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları::
[25] Tahrif”
harflerin harekelerini değiştirmek demektir. Zammeli harfi fethalı veya
kesreli okumak, fethalı arfi zammeli veya fethah okumak gibi. "Tasnif ise,
harflerin telâffuzunda değişiklik yapmaktır. Bir harü başka harfle değiştirmek
gibi.
[26] el-hıcr, 15/9
[27] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları
(Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[28] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[29] en-Nisâ" 4/11: "Allah, çocuklarmız(ın miras
payı) hakkında şöyle davranmanızı istiyor...
[30] en-Nûr 24/2: "Zina eden kadın ve zina eden
erkeğin herbirine yüz değnek vurun."
[31] en-Nûr 24/4: "Namuslu kadınlara zina isnadında
bulunup, sonra (bunu ishal için) dört şahit getiremeyenlere seksen değnek
vurun."
[32] el-Bakara 2/228: "Boşanmış kadınlar kendi
başlarına (evlenmeden) üç kur' süresi beklerler."
[33] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[34] en-Nahl 16/89:
[35] el-En'âm 6/38:
[36] el-Mâide5/l:
[37] el-İsrâ' 17/34:
[38] A|-u Imrân 3/159
[39] eş-Şûrâ 42/38
[40] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[41] el-Münâilkûn 63/10.
[42] el-Bakara 2/194.
[43] el-En'âm 6/151.
[44] cl-Bakara 2/195..
[45] en-Nisâ' 4/103.
[46] el-Ahzâb 33/50.
[47] el-Mâide 5/5.
[48] en-Nisâ' 4/23.
[49] el-Bakara 2/220.
[50] ÂUü Imrân 3/92.
[51] Âl-ü Imrân 3/180.
[52] el-Bakara 2/189.
[53] el-Mü'mİnûn 23/1-2,11.
[54] el-Bakara 2/245.
[55] et-Tevbe 9/34.
[56] et-Tevbe 9/34.
[57] en-Nahl 16/97.
[58] cn-Nisâ" 4/13-14.
[59] Meseİâ şu âyetlerde durum böyledir:-es-Saff 61/4:şüphesiz
Allah, kendi yolunda, bir-birine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak
savaşanları sever.el-Feth 48/18:"Andolsun ki Allah, o ağacın altında sana
biat ederlerken mü'minlerden razı olmuştur. Onların kalplcrindekini
bildiğinden, onlara huzur ve güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile
mükâfaat-laııdırmıştır.- el-En'âm 6/İ53: "İşte benim dosdoğru yolum budur.
Öyleyse siz ona uyun. (Başka) yollara uymayın, ki sizi onun yolundan ayırmasın.
[60] Meseİâ şu âyetlerde Yüce Allah; çift ve tek, mücahitlerin
atları, nefs-i levvâme üzerine yemin etmiştir:
- el-Fecr 89/3: "Çifte ve tek'e andolsun
ki.- el-Âdiyat 100/1-3:"Andolsun
harıl harıl koşan (at)lara; tırnaklarıyla çakarak kıvılcım saçanlara;
sabahleyin baskın yapanlara.-el-Kiyâme 75/1-4: "Hayır (gerçek kâfirlerin
inkâr ettiği gibi değil)! Kıyamet gününe yemin ederim. Hayır (gerçek öyle
değil)! Kendisini alabildiğince kınayan (haddini bilen, pişmanlık duyan) nefse
yemin ederim. İnsan zanneder mı ki, onun kemiklerini biraraya toplamayacağız?
Evet. biz onun parmak uçlarını bile derleyip eski haline getirmeye kaadiriz.
[61] Şu âyette olduğu gibi:- el-En'âm 6/120:"Günahın açığını da
gizlisini de terkedin."
[62] Meselâ şu âyetlerde durum böyledir:- el-Mâide
5/78"İsrâiloğullarııyJan inkâr edenler, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle
lanetlenmişlerdir. Bu, isyan etmeleri ve sınırı aşmalarından ötürüdür. el-Ahzâb
33/57: "Allah ve "Rasülünü incitenlere, Allah dünyada ve âhirette
lanet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.- en-Nisâ' 4/93: "Kim
bir mü'mini kasden öldürürse, cezası, içinde ebedi olarak kalacağı cehennemdir.
Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş
ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır."
[63] Şu âyette olduğu gibi:- Muhammed 47/1:"İnkâr edenler ise,
(dünyada) zevk u safa ederler, hayvanların yediği gibi yerler. Oların yeri
ateştir." ,
[64] Şu âyette olduğu gibi: el-Haşr 59/16: '(Münafıkların
durumu da) tıpkı şeytanın durumuna benzer. Çünkü şeytan insana 'İnkâr et"
der; İnsan inkâr edince de 'ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabb'i olan Allah'tan
korkarım' der.
[65] Buna şu âyetler örnek gösterilebilir:- el-Mâide 5/90:
"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve şans okları,
birer şeylan işi pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.- el-En'âm 6/121:"(Kesilirken) üzerine Allah'ın
adı anılmayan hayvanlardan yemeyin, şüphesiz bu. günahtır. Şeytanlar,
dostlarına, sizinle mücadele elmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara
uyarsanız, muhakkak siz de (Allah'a) ortak koşanlardan olursunuz.-
el-En"âm 6/145: "De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan
yahut domuz eti -ki pistir- ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş hayvandan
başka yemek yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum."
- en-Neml 27/24; "Şeyta' Buna n, kendilerine yaptık-an süslü
göstermiş de, onları doğru yoldan çevirmiş. Bu yüzden doğru yolu bulamıyorlar.
[66] Bu şu âyetler örnek gösterilebilir:
el-Mâide 5/5: "Bugün size iyi vetemiz
şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size
helâldir; sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir.- el-Hacc
22/39:"Kendileriyle savaşılanlara (mü'mİn-lere), zulme uğramış olmaları
sebebiyle (savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah onlara yardım etmeye
kaadirdir,- el- Bakara 2/235: "Böyle (iddet beklemekte olan) kadınlara
evlenme istiğinizi üstü kapalı biçimde bildirmenizde veya onu içinizde gizli
tutmanızda size günah yoktur,- en-Nûr 24/61; el-Feth 48/17: "A'mayavebal
yok, topala vebal yok, hastaya da vebal yok."- el-Bakara 2/173: ".
Fakat kim mecbur kalırsa, (başkasının hakkına) saldırmadan ve haddi aşmadan
(bunlardan yemesinde) günah yoklur."
[67] Meselâ Yüce Allah şöyle buyurmuştur:- en-Nahl 16/5
"Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısınmanızı sağlayan şeyler
ve bir çok faydalar vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz. Ay[67] Bu şu
âyetler örnek gösterilebilir:
el-Mâide 5/5: "Bugün size iyi vetemiz
şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size
helâldir; sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir.- el-Hacc
22/39:"Kendileriyle savaşılanlara (mü'mİn-lere), zulme uğramış olmaları
sebebiyle (savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah onlara yardım etmeye
kaadirdir,- el- Bakara 2/235: "Böyle (iddet beklemekte olan) kadınlara
evlenme istiğinizi üstü kapalı biçimde bildirmenizde veya onu içinizde gizli
tutmanızda size günah yoktur,- en-Nûr 24/61; el-Feth 48/17: "A'mayavebal
yok, topala vebal yok, hastaya da vebal yok."- el-Bakara 2/173: ".
Fakat kim mecbur kalırsa, (başkasının hakkına) saldırmadan ve haddi aşmadan
(bunlardan yemesinde) günah yoklur."
[67] Meselâ Yüce Allah şöyle buyurmuştur:- en-Nahl 16/5
"Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısınmanızı sağlayan şeyler
ve bir çok faydalar vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz. rıca, akşamleyin
(meradan) getirirken ve sabahleyin götürürken onlarda sizin için bir güzellik
vardır. Ağırlıklarınızı, ancak binbir meşakkatle ulaşabileceğiniz yerlere
taşırlar. Doğrusu Rabb'iniz çok şefkatli, çok merhametlidir "
[68] Meselâ yüce Allah şöyle buyurmuştur: el-A'râf 7/32:
"De ki: Allah'ın kulları İçin çıkardığı süsü ve temiz rızikları kim haram
kıldı?"
[69] Buna şu âyetler örnek gösterilebilir:-el-Bakara 2/29:
"O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı.-ez-Zuhruf
43/12:".Ve size, bineceğiniz gemiler ve hayvanlar varetti.el-Mülk 67/15:
"Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur. Haydiyerin sırtlarında dolaşın ve
Allah'ın rızkından yiyin.
Prof. Dr. Zekiyüddin
Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları: