§: 32- Yapısı Bakımından Sünnet'in Nevileri:
§: 36- Takriri Sünnet'in Nevileri:
§: 37- Hanefîlere Göre Rivayet Açısından Sünnet'in Nevileri:
§: 40- Mütevâtir Sünnetin Hükmü:
§: 42- Mütevâtir Sünnet İle Meşhur Sünnet Arasındaki Fark:
§: 46- Haneklerin Dışındaki Bilginlere Göre Rivayet Açısından Sünet'in
Nevileri:
§: 47- Sübût ve Delâlet Yönlerinden Kitab İle Sünnet Arasında Bir
Mukayese:
§: 48- Sünnetin Kaynak Değeri:
§: 49- Sahabenin Âhâd Haberlerle Amel Konusunda Takip Ettikleri Metodlar:
§: 50- Mezhep İmamlarının Âhâd Haberlerle Ameldeki Met odları:
§: 52- Hanefî Usûlcülerin Metodu Hakkındaki Görüşümüz:
§: .55- Hanbelîlerin Metodu:++++
§: 56- Kaynaklık Vasfı Açısından Sünnetin Kur'ân "a Göre Yeri:
§: 57- Gerek Kur'ân Gerek Sünnette Yer Alan Hükümler Açısından Sünnetin
Kitâb'a Göre Yeri:
Hz. PEYGAMBER (S.A.V)'İN FİİLLERİ
§: 58- Hz. Peygamber'in Fiillerinin Kısımları:
a) Sünnet'in:
bb) Neviîe
cc) Kaynak Değeri
b) Sahabenin
ve Müctebid İmamların Haber-i Vahid İle Ameldeki Metodlan
c)
Sünnet'in Kitab'a Göre Yeri
d) Hz. Peygamberin Fiilleri[1]
Lügatte
"sünnet", alışılmış yol demektir. Şu halde herhangibir kişiye
nisbetle sünnetten sözedildiğinde, onun ister iyi ister kötü sürekli ve çokça
yapageldiği davranışları kasdedilmiş olur. Meselâ Hz. Peygamber'in şu hadisinde
"sünnet kelimesi bu anlamda kullanılmıştır:"Kim güzel bir âdeti
başlatırsa, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan
kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir âdeti başlatırsa, kendisine hem o
davranışın, hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir. [2]Fıkıh
usulü terimi olarak ise "Sünnet, Hz. Peygamber'den nakledilen söz, ful ve
takrirlerdir".[3]
Sünnet'in, bir yapısı
bakımından bir de rivayeti yani bize ulaştırılış şekli bakımından nevileri
vardır. Şimdi bu iki açıdan Sünnetin nevilerini ayrı ayrı göreceğiz: [4]
Yapısı bakımından
Sünnet üç nevidir:
Kavli Sünnet, fiili
Sünnet ve takrîrî Sünnet. [5]
Kavlî Sünnet, Hz.
Peygamber'İn değişik münasebetlerle söylemiş oiduğu sözlerdir. Şu hadisleri m
Fiili Sünnet, Hz.
Peygamber'İn yapmış olduğu fiillerdir. RasûIûllarTın abdest, namaze hac ile
ilgili fiilleri, davacının yemin edip bir de tek şahit göstermesi üzerine hüküm
vermesi, hırsızın sağ elinin bilekten kesilmesini emretmesi vb. davranışları
gibi. [8]
Takriri Sünnet, Hz.
Peygamber'İn müslümanlarm söylediği bir söz veya yaptığı bir davranıştan
haberdar olduğu halde buna karşı çıkmamasıdır. Bu nevi Sünnet, şu düşünceye
dayanır: Hz. Peygamber İslâmiyeti öğretmek ve ona ay kın düşen şeylerin yanlışlığım
göstermek üzere gönderilmiştir. Şu halde Rasûlûllah bir müslümanın söylediği
sözden veya yaptığı davranıştan haberdar olduğu halde bunu reddetmemiş ise, bu
durum, onun bu söz veya davranışı tasvip ettiğini, bunun meşru' ve caiz
olduğunu gösterir. [9]
Takriri Sünnet iki
nevidir:
Birincisi:
Hz. Peygamber'İn bir söz veya davranışı, güzei karşıladığını ve hoşnut olduğunu
gösteren bir işaret bulunmaksızın sadece sükût ve reddetmeme şeklinde
takriridir.
İkincisi:
Hz. Peygamber'İn bir söz veya davranış karşısında sevinçli bir tarzda sükût
etmesi, bu sırada o söz veya davranışı güzel karşıladığını ve ondan hoşnut
olduğunu gösteren İşaretlerin görülmesi halidir.-Esasen her iki nevi, bu söz
veya davranışın meşru ve caiz olduğunu gösterir. Ancak, ikinci nevinin
meşruiyet ve cevaza delâleti daha güçlüdür.Birinci neviye misâl: Bir gün Hz.
Peygamber, kabir başında ağlayan bir kadına raslar. Ona "Allah'tan kork ve
sabret!" der. Kadın Hz. Peygamber'i tanımamaktadır. Rasûlûllah'a şöyle
cevap verir: "Benden uzak dur (karışma)! Benim başıma gelen senin başına
gelmiş değil ki!". Kendisine, konuştuğu kişinin peygamber olduğu
söylenince, kadın hemen Rasûlûllah'ın evine gider. Kapıda ne kapıcı ne de bir
engel vardır. Kadın Hz. Peygamber'e "Ben sizi tanımamıştım" der.
Rasûlûliah şöyle buyurur: "Asıl sabır, olayla ilk karşılaşmada gösterilen
sabırdır. [10]İşte bu hadiste Hz.
Peygamber'İn, evinden çıkıp kabir ziyaretine giden kadının bu davranışına ses
çıkarmadığı görülmektedir. Şu halde bu, erkekler gibi kadınlar için de kabir
ziyaretinin caiz olduğuna dair bir takrirdir.ikinci neviye m
Yapısı bakımından
Sünn^t'in nevilerini gördük. Şimdi Hz. Peygamber'den rivayeti yani bize
ulaştırılış şekli bakımından nevilerini göreceğiz. Önce Hanefîlerin taksimine
göre konuyu inceleyecek, sonra diğer mezheplere ait taksimin farklılığını
göstereceğiz.Hanefîlere göre, rivayeti bakımından Sünnet üç nevidir: Mütevâtir
Sünnet, Meşhur Sünnet, Âhâd Sünnet.
Mütevâtir Sünnet, Hz.
Peygamber'den normalde yalan üzerine birleşmeleri alken mümkün olmayacak sayıda
bir Sahabe topluluğunun rivayet ettiği, daha sonra bu nluluktan Tâbİûn ve
Etbâu't-Tâbiîn devirlerinde de aynı özellikteki toplulukların rivayet Mtisii
haberdir. Tevatürde, yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayacak sayıda
topluluk şartı bu üç devir için sözkonusudur. Daha sonraki devirlerde bu şartın
gerçekleşmiş olması dikkate alınmaz. Çünkü Sünnet'in nakil ve tedvinini gerektiren
âmiller çoğaldığından, bu devirlerden sonra âhâd haberlerin pek çoğu tevatür ve
şöhret derecesinde nakledilmiştir.Kendisiyle tevatürün gerçekleşmiş sayılacağı
toplulukta, -bilginlerin tercih ettiği görüşe söre- beş veya on gibi belirli
sayı şartı aranmaz. Şayet aklen, normalde bir raviler gurubunun yalan üzerine
birleşmelerinin imkânsız olduğuna hükmediliyorsa, belirli sayı şartı
aranmaksızın o topluluğun rivayeti mütevatir sayılır. Bu hüküm şüphesiz, olayın
özelliğine, râvilerin içinde bulunduğu şartlara ve haberin nakledildiği
kişilere göre değişebilir.
Mütevâtir iki nevidir:
Lâfzî mütevâtir ve manevî mütevâtir.Lâfzı mütevâtir, bütün râvilerin
rivayetinin gerek "Kim bilerek bana yalan söz isnad ederse, cehennemden
yerini hazırlasın. [13]hadisini
rivayet edip başka sahabînin de aynı lâfızla bu hadisi rivayet etmesi ve
böylece râvilerin sayısının tevatür sayısına ulaşması halinde, bu hadis lâfzî
mütevâtirdir diyoruz.Manevî mütevâtir ise, lâfız ve mana bakımından
farklılıklar taşımakla beraber, bütün râvilerin rivayetinin ortak bir manada
birleşmesi halindeki mütevâtir haberdir. Duâ sırasında ellerin kaldırılması
hadisi bu nevi mütevâtire örnek gösterilebilir. Gerçekten, Hz. Peygamber'in duâ
sırasında ellerini kaldırdığına dair yüz kadar hadis rivayet edilmiştir; fakat
bunlar değişik olaylarla ilgilidir, değişik şekillerde ve farklı ifadelerle
nakledilmiştir. Her bir olay hakkında lâfzi tevatür gerçekleşmemiştir, ama
bütün rivayetlerin birleştiği ortak bir mana var ki, o da duâ sırasında ellerin
kaldırılmış olduğudur.Amelî Sünnetler arasında bol miktarda mütevâtir Sünnet
mevcuttur. Meselâ abdestin nasıl alınacağı, namazın nasıl kılınacağı, haccın
nasıl ifa edileceğine dair ve dinin nişanesi sayılabilecek diğer hükümlerle
ilgili olan birçok haber böyledir. Bunlara büyük müslüman kitleleri muttali
olmuş, sonra bunlar yine tevatür sayısının altına düşmeyen topluluklarca
nesilden nesile nakledilegelmistir.Kavli Sünnetler içinde (lâfzî) mütevâtir
Sünnetin bulunup bulunmadığı konusu ise bilginler arasında ihtilaflıdır.
Bazıları bu nevi Sünnetin mevcudiyetini kabul etmemiş,bazıları azda olsa böyle
hadislerin mevcut olduğunu savunmuştur. Sünnet üzerindeki dikkatli İncelemeler,
ikinci görüşün üstün olduğunu göstermektedir. Çünkü kavlî Sünnetleri bir
taramaya tabi tutan kimse, birçok mütevâtir Sünnet örneği ile Karşılaşmaktadır.
Bu cümleden olmak üzere, yüzden fazla sahabî tarafından rivayet edilmiş bulunan
'hadisini ve on iki şahabının rivayet etti [14]hadisini
zikredebiliriz.[15]
Mütevâtir Sünnetin
hükmü, Hz. Peygamber'e nisbetinin kesin olarak sübûtudur. Buna göre, mütevâtir
Sünnetle âmel etmek farzdır ve onu inkâr eden kâfir olur. Mütevâtir Sünnetin
lâfzı yoruma ihtimali (delâleti zannî) olmadıkça, bu nevi Sünnetin delâlet
ettiği hükümlerde ihtilâfa yer yoktur.
Meşhur Sünnet, Hz.
Peygamber'den bir veya iki ya da tevatür sayısına ulaşamamış sayıda sahabi
tarafından rivayet edilmişken, Tâbiûn ve Etbâu't-tabiîn devirlerinde tevatür
sayısında râvilerce rivayet edilmiş Sünnet'tir. Meselâ, hadisi meşhur
Sünnet'tir. Çünkü bunu Rasûlûllah'tan Hz. Ömer rivayet etmiş, sonra da tevatür
sayısındaki râvilerce nakledilmiştir.
Mütevâtir Sünnet ile
meşhur Sünnet arasındaki fark, mütevâtir Sünnette her üç tabaka râvilerinİn
tevatür sayısında olmasına karşılık, meşhur Sünnette birinci tabaka râvîlerinin
tevatür sayısına ulaşmamış olmasıdır.Şu halde, mütevâtir Sünnetin, râvilerine
nisbeti kesin olduğu gibi Hz. Peygamber'e nisbeti de kesindir. Meşhur Sünnette
ise durum farklıdır: Bunun, Hz. Peygamber'den rivayette bulunan râviye nisbeti
kesin olmakla beraber, Hz. Peygamber'e nisbeti kesinlik taşımamaktadır.
Meşhur Sünnetin hükmü,
kesine yakın bir bilgi sağlamasıdır, ki buna Hanefîler “ilmu’t-tume’nine” adını
vermektedirler. Binâenaleyh, nasıl mütevatir Sünnetle Kur'ân'daki
"ânım" ifadenin tahsisi ve "mutlak" ifadenin takyidi
mümkünse, meşhur Sünnet ile de Kuab'laki "âmm" tahsis ve
"mutlak" takyid edilebilir."Mutlak"ın takyidine örnek: Yüce
Allah miras payları iie ilgili âyette "(Bütün bu paylar ölenin) yapmış
bulunacağı vasiyel (yerine getirildikken borc(un ifasm)dan sonradır. [16]buyurmuştur.
Burada "vasiyet" lâfzı mutlaktır,malın belirli bir parçası ile
sınırlandırılmış değildir. Fakat, Hz. Peygamber'in. Üçtebir mi? Üçtebir de
çok." buyurup üçtebirden fazla vasiyetten menettiğinedair meşhur hadisi
ile vasiyet "üçtebir" şeklinde sınırlandırılmıştır."Âmm"ın
tahsisine örnek: "Allah, çocuklarınızın miras payı) hakkında şöyle
davranmanızı istiyor..." (N
Âhâd Sünnet, gerek Hz.
Peygamber'den rivayet eden râvilerinin, gerekse sonraki tabakadaki râvilerinin
sayısı, tevatür sayısının altında bulunan Sünnettir. Sünnet'in büyük çoğunluğu
Hz. Peygamber'den âhâd yoluyla nakledilmiştir.
Âhâd Sünnet
"ilim" ifade etmez, "zann" ifade eder. Bu yüzden itikadî
hükümlerde âhâd habere dayamlamaz. Fakat, "Mezhep imamlarının âhâd haberle
ameldeki metodlan" başlığı altında açıklayacağımız şartları taşıyorsa,
amelî hükümler konusunda âhâd habere uyulur.
Hanefilerin dışındaki
bilginlere göre rivayeti bakımından Sünnet iki nevidir: Mütevâtir Sünnet ve
âhâd Sünnet. Meşhur Sünnet ise, başlı başına bir nevi olmayıp âhâd Sünnet kabil
indendir. Çünkü meşhur Sünnette ilk tabaka râvileri tevatür sayışma
ulaşmamakladır ve bu, esasen âhâd Sünnettir.Bu guruptaki bilginler âhâd
Sünneti,
"Ğarîb" "azız" ve "müste-tıd " şeklinde üç kısma
ayırmışlardır.Garîb, her üç tabakada veya herhangi bir tabakada râvî sayısı tek
olan hadistir. Meselâ, hadisi bir sahâbî rivayet eder, ondan bir tabiî, ondan
da bir tâbi Vt-tâbiî rivayette bulunur veya hadisi iki sahâbî rivayet eder,
ondan bir tabiî ondan ise iki tâbiVt-tâbiî nvâyette bulunur...
Aziz, her üç
tabakada sadece iki râvî tarafından rivayet edilen veya diğer tabaka yahut
tabakalarda ikiden çok olsa bile tabakalardan birinde râvî sayısı iki olan
hadistir..Müstefîd ise, her üç tabakada üç veya daha çok kişi tarafından
rivayet edilen hadistir. Şöyle ki: Hadisin,
muhtelif râvîlerden
oluşan üç veya daha fazla senedi vardır ve hiçbir tabakada râvî sayısı üçten
aşağı düşmemektedir.
Daha önceki
açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, bütün nevileriyle Sünnet, Kitâb gibi
sübûtu kesin bir kaynak değildir. Bu açıdan Sünnetin üç nevi bulunmaktadır:
1- Sübûtu kat'i olan. ki buna "mütevâtir
Sünnet" denir.
2- Sübûtu
kat'îye yakın olan Sünnet. Bu, Hanefîlerde "meşhur Sünnet",
diğerlerinde "müstefîd Sünnet" adıyla anılır.
3- Sübûtu
zannî olan, ki buna "âhâd Sünnet" adı verilir.Sünnetin hükümlere
delâletine gelince, bazen bu, yoruma ihtimal vermediğinden kat'î olmaktadır.
Meselâ, Hz. Peygamberin "Yirmidörde kadar her beş deveden bir koyun zekât
gerekir. Deve sayısı yirmibeşe ulaştığında iki yaşma girmiş bir dişi deve
yavrusu gerekir. [18]hadisindeki
(beş), (yirmidört) ve (yirmibeş) lâfızları,
manalarına kesin olarak delâlet etmektedir, başka manaya ihtimalleri
yoktur.Bazen de Sünnetin delâleti, yoruma açık lâfızlar ihtiva ettiğinden
dolayı zannî olmaktadır. Meselâ, Rasûlûllah'm [19]hadisi
ile, -fakihlerin çoğunluğunun anladığı üzere- namazda Fatiha okumayanın
namazının "sahih" olmayacağı manası kasdedilmiş olabileceği gibi,
-Hanefî bilginlerin anladığı şekilde- namazda Fatiha okumayanın namazının
"kâmil (tam)" olmayacağı manası da kasdedilmiş olabilir.Şu halde
Sünnet, delâlet bakımından Kitab gibidir. Çünkü her ikisinin de delâleti bazen
kat'î bazen zannî olabilmektedir. Sübûtu yönünden ise Sünnet Kur'ân'dan
farklıdır. Kur'ân'ın tamamı sübût yönünden kat'î olduğu halde, Sünnetin bir
kısmı kat'î bir kısmı zannî'dir.
Hz. Peygamber'e
nisbeti sabit ve sahih Sünnetin İslâm hukukunun kaynaklarından olduğu ve bunun
gereğine göre amel etmenin vücûbu üzerinde bütün müctehidler ve bilginler
ittifak etmişlerdir. Onlar bu sonuca varırken. Rasûlûllah'a itaati emreden, ona
Allah'a itaat sayan, ona uymayı Allah'ın sevgisine erişmenin ve günahları latmanın
yolu olarak gösteren, onun hükmüne rıza göstermeyenin imansız olduğunu tade
eden, ona muhalefet edene şiddetli tehdidlerde bulunan âyetlere dayanıyorlardı.
Pek ^kdayıdaki bu âyetlerden bir kaçını örnek olarak zikredelim: "Allah'a itaat edin, Rasûl'e de itaat
edin ve kötülüklerden) sakının. [20]"Kim
Rasûl'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. [21]
-(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah 'i seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin
ve günahlarınız, bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.[22]"Peygamber
size ne verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan sakının. Allah'tan
korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir. [23]"Hayır,
Rabb'ine andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp,
sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam
anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar. [24]'Allah
ve Rasulü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü 'min bir erkek ve kadının, o
işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah 'a ve Rasûlüne karşı
gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.' [25]"...Bu
sebeple onun (Allah Rasûlünün) emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ
gelmesinden yahut kendilerine çok acı bir azap
Sahabe, Hz.
Peygamber'in vefatından sonra ona nisbetle rivayet edilen hadisleri, bunların
Rasûlûllah'a ait olduğundan iyice emin olmadıkça kabul etmezlerdi. Bu hususun
tesbitinde farklı metodlar takip ediyorlardı.
Bazıları, bir hadis
rivayet edildiğinde, bunu, ancak iki kişi bu hadisi Rasûlû İlah'tan işittiğini
ifade ettikten sonra kabul ediyordu. Meselâ Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer böyle
davranıyorlardı. İbn Şihâb'ın Kabîsa b. Züeyb'den rivayetine göre, bir nine
kendisine mirastan pay verilmesini istemek üzere Hz. Ebubekir'e geldi. Hz.
Ebubekir şöyle dedi: Senin için Allah'ın Kitabında bir şey bulamıyorum. Hz.
Peygamber'in de nine için bir pay zikrettiğini bilmiyorum. Sonra insanlara bu
konuda bildikleri bir şey olup olmadığını sordu. el-Muğîre b. Şu'be kalkıp
şöyle dedi: Hz. Peygamber'den nineye altıda bir verileceğini duydum. Hz.
Ebubekir, "Şahidin var mı?" diye sordu. Muhammed b. Mesleme aynı şeye
şahit olduğunu söyledi ve Hz. Ebubekir o kadın için bu hisseye
hükmetti.Buhârî'nin rivayetine göre, Hz. Ömer bir defasında Ebû
Musâ'l-Eş'arî'ye haber yollayıp kendisine gelmesini istemişti. Ebû Musa Hz.
Ömer'in evine geldiğinde kapının dışında üç defa girme müsaadesi istedi, fakat
müsaade olunduğuna dair ses gelmedi ve geri döndü. Hz. Ömer onun geri dönüp
gitmekte olduğunu görünce peşinden birini gönderdi. Ebû Musa geri gelince ona
"Niçin döndün [27]diye
sordu. Ebû Musa şu cevabı verdi: Geldim, kapının önünde üç defa selâm verdim,
cevap alamadım ve geri döndüm» Çünkü Hz. Peygamber ''Sizden biriniz üç defa
müsaade isteyip kendisine müsaade verilmezse geri dönsün.buyurmuşlardı. Bunun
üzerine Hz. Ömer, "Bunun için mutlaka bana şahit getireceksin!" dedi.
Ebû Musa şaşkın ve endişeli bir halde Ensar'dan bir gurup sahabenin topluca
bulundukları bir yere gitti. "Seni endişeye düşüren nedir?" diye
sordular. O da başından geçenleri anlattı. Oradakiler, "En küçüğümüz
gitsin" dediler.R un üzerine Ebû Saîd el-Hudri Ebû Musa ile birlikte gitti
ve onun lehinde şahitlik etti. Sonunda Hz. Ömer Ebû Musa'ya dedi ki: "Bil
ki seni itham etmiş değilim; fekat bu, Rasûlûllah'tan hadis rivayetidir (hassas
bir konudur).bilinmekledir. Nitekim Amidî, Hz. Ali'nin bu konuda şöyle dediğini
naklediyor: "Hz. Peygamber'den bir hadis işittiğimde, Allah beni ondan
dilediği şekilde faydalandırırdı. Fakat başkası hadis naklettiğinde, ona yemin
verir, yemin ederse o zaman kabul ederdim.[28]Bazen
ise, râviye güvenmedikleri için hadisi reddediyor ve onunla amel etmiyorlardı.
Şu olayda bu durumun bir örneğini görüyoruz: Abdullah b. Mes'ud'a mehri
belirlenmeden evlenmiş ve kocası zifafa girmeden önce ölmüş kadının -ki buna
fıkıhta "mufavvıda" adı verilmektedir- durumu sorulmuştu. Abdullah b.
Mes'ud bir ay kendini bu konuya verdi, içtihadı bir sonuca varmaya çalıştı.
Sonunda dedi ki: "Bu konuda kendi içtihadıma göre hükmediyorum. Eğer
doğruysa bu Allah'tandır, şayet yanlış ise bu benden ve şeytandandır; Allah ve
Rasûlü ondan bendir: Ben böyle bir kadının, ne eksik ne fazia, kendi emsali
kadınlar için takdir edilen mehri misli hak edeceği kanaatindeyim. Bu kadın
iddet bekler ve kocasına mirasçı olur." Bunun üzerine Ma'kil b. Sinan
el-Eşca'î kalkıp şöyle dedi: "Ben şahidim ki, sen bu konuda Rasûlûllah'ın
Bürû' bint'ü Vâşık el-Eşcaiyye hakkında hükmettiği gibi hükmettin". O
zaman Abdullah b. Mes'ud, verdiği hükmün Rasûlûllah'ın hükmüne uygun olduğunu
öğrenmekten ötürü o güne kadar tatmadığı bir sevinci yaşadı. Fakat Hz. Ali bu
hadisi reddetmiş, onunla amel etmemiş ve şöyle demiştir: "Topuğuna
bevleden bir bedevinin sözü üzerine, Rabb'imizİn Kitabını bir yana
barakamayız." O bu konuda, kadına mehir verilmeyeceği kanaatindeydi. Çünkü
bu olayıs Kur'ân'da hükme bağlanmış benzeri bir olaya kıyâs ediyordu. Şöyle ki:[29]ayetinde,
mehri tayin edilmemiş ve zifaftan Önce boşanmış kadına -müt'a dışında- bir şey
vermek gerekmediği hükme bağlanmıştı. İşte Hz. Ali de, zifaftan önce vefat
sebebiyle ayrılığı zifaftan önce boşama sebebiyle ayrılığa kıyas ediyor, râviye
güveni olmadığı için kıyâsı bu hadise üstün tutuyordu. Abdullah b. Mes'ud ise,
bu râviye güvendiği ve hadisin sıhhatine kanaat getirdiği için, kendi re'yine
göre hüküm çıkardıktan sonra da bu hadisle amel etti. O, daha söz konusu hadisi
duymadan kendi içtihadına göre hükmederken başka "" kıyası
uyguluyordu. Bu olayı, mehri tayin edilmeden evlenen ve kendisi ile zifafa girilen
kadın olayına kıyas ediyordu. Bilindiği gibi böyle bir kadına "mehr-i
misil" (kendi emsaline verilen mehir) verilmesi gerekmektedir. İbn Mes'ud
bu kıyası yaparken şöyle düşünüyordu: Evliliğin hükümlerini ve sonuçlarını
doğurma açısından Ölüm, zifafa benzemektedir. Çünkü her iki olaya aynı sonuçlar
bağlanmaktadır. Nitekim böyle bir kadın, bütün İslâm hukukçularına göre mirasçı
olur ve iddet bekler.Sahabeden bazıları, hadisin neshedilmiş olduğunu bildiği
için hadisi reddediyor ve onunla amel etmiyordu. Meselâ, Abdullah b. Mes'ûd
rükûda "tatbik" yapıyor, yani ellerini uylukları arasına
kıstırıyordu. O, Rasûlûllah'ın böyle yaptığını söylüyordu. Fakat Sa'd b. Ebî
Vakkâs, Hz. Peygamberdin önceleri "tatbik" yapmakla beraber, sonra
ellerini dizleri üzerine koymaya başladığını ve ashabına da dizleri tutmalarını
emrettiğini, böylece önceki şeklin neshedildiğini biliyordu. Bu yüzden,
Abdullah b. Mes'ud'un rivayet ettiği hadisle amel etmiyor, "tatbik"
yapmayıp ellerini dizlerinin üzerine koyuyordu. Takihlerin çoğunluğu da Sa'd b.
Ebî Vakkas'm rivayet ve amel ettiği bu nâsih hadise göre hükmetmiştir. Abdullah
b. Mes'ud ise, rüküda ellerini uylukları arasına kıstırma uygulamasından
vazgeçmedi. Çünkü o, ellerin dizler üzerine konması hadisini ruhsat olarak
görüyordu. Ona göre, uzun süre rükû halinde kalınca "tatbik"
meşakkate yol açtığı ve bu durumda insanlar yere düşmekten korktukları için Hz.
Peygamber -kolaylık olsun diye-onlara ellerini dizlerine koymalarını
emretmişti.Bazıları da, kendi kanaatince daha kuvvetli olan hadisle çatıştığı
için, rivayet edilen hadisle amel etmiyordu. Meselâ Ebû Hüreyre'nin rivayet
ettiği "Kim bir cenaze (aşırsa abdest alsın" [30]hadisinden
ilk anlaşılan, cenaze taşıyan kimsenin abdest alması gerektiğiydi ve Ebû
Hüreyre de cenaze taşıyan kimsenin abdest alması gerektiğine hükmediyordu.
Fakat Abdullah b. Abbâs, bu hadisten ilk anlaşılan manaya göre yorum yapmadı ve
cenaze taşıyan kimsenin abdest alması gerektiğine hükmetmedi. Çünkü diğer şer'ı
deliller, ancak abdesti İzafe etmede etkisi olan durumlarda abdesti gerekli
kılıyordu; halbuki cenaze taşımanın abdesti izale etmede bir etkisi yoktu.
Onun, yukarıda zikredilen hadisi duyduğunda söylediği şu söz, bu düşünceye işaret
etmektedir: "Birkaç kuru tahta taşımaktan ötürü bize abdest gerekmez.Daha
kuvvetli delil ile çatışması sebebiyle hadisin reddedildiğine dair bir başka
örnek: Hz. Ayşe, Ebû Hüreyre tarafından rivayet edilen ve
'"Sahihayn"da yer alan "Sizden biriniz uykudan uyandığında, kaba
sokmadan önce elini yıkasın. Çünkü böyle bir kimse elinin nerede gecelediğini
bilemez'[31]manasmdaki hadisi kabul
etmemiştir. Zira o, büyük kaptaki suya sokmadan eli yıkama mükellefiyetinin
sıkıntı ve zorluğa yol açacağı ve bu hadisin, "Allah dinde sizin için
hiçbir zorluk yüklememiştir"i[32]âyeti
gibi insanlardan sıkıntı ve zorluğu kaldıran birçok nassa ters düştüğü
kanaatindeydi. Ona göre.daha kuvvetli idi. O halde bu hadisle amel etmek doğru
olmazdı. Hz. Ayşe'nin Jteübu noktaya işaret etmiş oluyordu: "Mihrâs ile bu
işi nasıl yapabiliriz?" ("Mihrâs"abdest vb ihtiyaçları karşılamak üzere içine su konan
dibek taşı gibi geniş su kabınınadıdır.)İşte Sahabenin, Sünnetle amel konusunda
takip ettikleri başlıca metodlar bunlar idi. Ve bu bize, onların şerl
hükümlerle ilgili ihtilâflarının çok önemli bir sebebini izah etmiş olmaktadır.
Nitekim, Hz. Ali ile Abdullah b. Mes'ud arasında "mufavvıda" kadına
mehir gerekip gerekmeyeceği konusunda görülen ihtilâfa tekrar göz atacak
olursak, bunun Hz. Ali'nin Ma'kıl b. Sinan'ın bu konuda rivayet ettiği hadise
itibar etmemesinden, Abdullah b Mes'ud'un ise bu hadisi makbul saymasından
kaynaklandığını kolayca anlarız. Rükûda ellerin nasıl konacağı konusunda Sa'd
b. Ebî Vakkâs ile Abdullah b. Mes'ud arasında bilinen ihtilâf da hadisin kabulü
konusundaki ihtilâfların başka bir örneği idi. Zira Abdullah b. Mes'ud ellerin
uyluklar arasına sıkıştırılacağına, Sa'd b. Ebî Vakkâs ise ellerin dizler
üzerine konacağına hükmetmişti. Bu ihtilâfın sebebi de, herbirinin Rasûlûllah'tan
naklettikleri ayrı ayrı hadislere dayanmış olmasıydı.
Tanınmış fıkıh
mezheplerinin imamları âhâd haberlerle amel ve hüküm istinbatı sırasında
bunlara dayanma konusunda tek bir görüş üzerinde birleşmemişlerdir. Aksine,
bunlardan hangisinin kabul edilip edilmeyeceğine dair herbiri farklı görüş ve
metodlara sahip olmuştur. Aşağıda bu noktaya açıklık getirmeye çalışacağız:
Usûl kitapları
müelliflerinin belirttiğine göre, Hanefî mezhebinin imamları âhâd haberle amel
için üç şart ileri sürmüşlerdir:
1- Râvî, Hz.
Peygamber'den rivayet ettiği hadisin aksine davranmış veya bu rivayete aykırı
fetva vermiş olmamalıdır. Şayet kendi rivayetine aykırı davranmış veya fetva
vermişse, o zaman bu davranışı yahut fetvası dikkate alınır, rivayeti dikkate
alınmaz.Onların bu konuda meseleye bakışları şöyledir: Râvi, rivayet ettiği
hadisin neshedildiğini gösteren bir delil bilmese Hz. Peygamber'den rivayet
ettiği bir hadise aykırı davranmaz; aksi halde bu, onun "adalet"
vasfını zedeler. Şu halde, böyle bir durumda sahabtye uymak, onun rivayetine
göre değil re'yine göre amel etmek gerekir.işte bu sebeple Hanefîler. Ebû
Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet
ettiğiBirinizin kabını köpek yaladığı takdirde onu döksün, sonra biri toprakla
olmak üzereyedi defa yıkasın' [33]anlamındaki
hadisle amel etmemişlerdir. Çünkü -ed-Dârekutnî'ninnvayet ettiği üzere- Ebû
Hüreyre, bu hadise aykırı olarak böyle bir durumda üç defa yıkamakla yetiniyor
ve bu yönde fetva veriyordu. Hanefî'ler de onun fetvasını, bu hadisin
neshedilmiş bulunduğuna delil saymışlar ve bu fetvaya göre amel etmişlerdir.
Yani yedi defa yıkamayı gerekli saymaksızin üç defa yıkama ile
yetinmişlerdir.Aynı şekilde Haneflier, Hz. Ayşe'den rivayet edilen ve kadının
kendi başına evlilik akdi yapamayacağını gösteren "Velisinin izni olmadan
evlenen kadının evliliği bâtıldır" [34]anlamındaki
hadisle ameî etmemişler ve kadının gerek kendisi için gerekse başkasını
ternsilen evlilik akdi kurabileceğine hükmetmişlerdir. Zira Hz. Ayşe bu hadise
aykırı davranmışttr. Şöyle ki: Hz. Ayşe, kardeşi Abdurrahman Şam'da iken onun
kızını eviendirmişti. Abdurrahman döndüğünde bu duruma kızmış ve "Benim
gibi birinin kızları hakkında böyle danışılmadan karar verilip işe girişilir
miydi!" demişti. Fakat kendi gıyabında veya kendi İzni olmadan yapılmış
olmasından ötürü Abdurrahman'in bu akdi İptal yönüne gittiğine dair bir haber
nakledilmiş değildir.
2- Hadis,
sık sık tekerrür eden ve her mükellefin hükmünü bilme ihtiyacını hissettiği
olaylar hakkında olmamalıdır. Usûl kitaplarında böyle durumlardan
"umûmu'1-belevâ" diye sozedilir. Bununla, hemen herkesin karşılaştığı
ve hükmünü bilmeye muhtaç bulunduğu olaylar kasdedilmektedir. tşie âhâd haber
bu nevi olaylardan biri hakkında olursa. Hanefîler bunu makbul saymazlar ve
onunla amel etmezler. Çünkü böyle bir olayın "tevatür" veya
"şöhret" yoluyla nakli için gerekli şartlar oluşmuştur. O halde,
böyle bir haber âhâd yolla gelmişse, bu onun Hz. Peygamber'e nisbetinin sağlam
olmadığını gösterir; şayet sahih olsaydı, şöhret bulur ve âhâd seviyesinde
kalmazdı.İşte bu düşünce ile Hanefî mezhebi bilginleri, Abdullah b. Ömer'den
rivayet edilen "Hz. Peygamber rükûya giderken ve başını rükûdan
kaldırdığında ellerini kaldırırdı" [35]anlamındaki
hadis ile amel etmemişler ve şöyle demişlerdir: Bu durumlarda ellerin
kaldırılması, çok sık vukubulan ve herkesin hükmünü bilmeye muhtaç olduğu bir
olaydır. Şayet bu konuda vârİd olan Sünnet sabit olsaydı, bunu çok sayıda râvî
rivayet ederdi ve insanlar bunun rivayetine ihtimam gösterirdi.Aynı şekilde
Hanefîler, Hz. Peygamber hakkında rivayet edilen "O, namazda Fatiha
Sûresini okurken besmeleyi de yüksek sesle okurdu" [36]anlamındaki
hadise göre amel etmezler. Çünkü namazda ktraât, çok sayıda insanın bilgisi
içinde olan bir olaydır. Eğer besmelenin yüksek sesle okunmasına dair Sünnet
sabit olsaydı, çok sayıda râvi tarafından meşhur hadis şeklinde rivayet
edilirdi. Zira olayın herkesçe bilinir oluşu bunun hükmünü belirten hadîsin de
meşhur hadis şeklinde rivayetini gerektirir. Bu şekilde rivayet edilmemiş ise,
bu, onun sahih olmadığını gösterir.Bundan dolayıdır ki, Hanefî mezhebinde,
gerek rükûya giderken gerekse başı rükûdan kaldırırken ellerin kaldırılmaması
ve namazda besmelenin gizli okunması hükmü benimsenmiştir.
3- Hadisi
rivayet eden râvi, fıkıh bilgisi ve ictihad ehliyeti ile tanınmış bir kimse
deeUse, hadis, kıyasa ve şer'î esaslara aykırı olmamalıdır.Diyelim ki bir
sahabi hadis rivayet etmiştir ve bu hadiste yer alan hüküm kıyasa ve er'î
esaslara aykırı düşmektedir. Şayet bu hadisi^ rivayet eden râvî; dört halife
gibi, Abdullah b. Abbas veya Abdullah b. Mes'ud gibi hem hadis rivayeti ile hem
defıkıhta ve ictihaddaki ehliyeti ile tanınmış biri ise hadis makbul sayılır ve
onunla amei edilir. Fakat Enes b. Mâlik veya Bilâl gibi sadece hadis rivayeti
ile tanınan, fıkıha vukufu ve ctihada ehliyeti ile tanınmayan birisi ise, bu hadis
kabul edilmez ve onunla amel olunmaz.Bu şartı birçok usûl bilgini zikretmiştir.
Onlar bu şartın koşulmasına gerekçe olarak, râvîler arasında "mana ile
rivayet" usulünün çok yaygın bulunduğu vakıasını göstermişlerdir. Bu
düşünceye göre, mana ile rivayet ortamında, eğer râvi fıkha vukufu ve içtihada
ehliyeti ile bilinen bir kişi ise, Hz. Peygamberin söylediği kelimenin yerine
başka bir kelime kullansa bile, bunun Hz. Peygamber'in kullandığı keîime ile
aynı manayı taşıyacağını gönül huzuru ile kabullenmek mümkündür; ama râvi Öyİe
değilse bu mümkün değildir. Bundan ötürü, belirtilen nitelikte olmayan râvinin
rivayet ettiği kıyasa ve şer'î esaslara aykırı hydis.ile amel edilmez, o konuda
kıyasa veya İslâm hukukunun genel prensiplerine göre hüküm verilir. Sözkonusu
usulcüler, fıkha vukufu ve içtihada ehliyeti ile tanınmayan râviler arasında
Ebu Hüreyre'yi, Enes b. Mâlik'i, Selman-ı Fârisi'yi ve Bilâl-i Habeşi'yi de
(r.a) zikretmişlerdir.Bu şartı koştuklarından, Hanefîler, "musarrâh" [37]hadisi
ile amel etmemişlerdir. Ebû Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği bu
hadisin anlamı şudur: '•Develerin ve koyunların memelerini sun'î olarak
şişirmeyin. Birisi bu durumda bir hayvanı satın almışsa ve sütü sağmışsa iki
şeyden birini seçmekte serbesttir:
1- Bu haliyle razı
olursa hayvanı kendisinde tutar (sözleşme olduğu şekilde kalır), 2- Razı
olmazsa hayvanı iade eder ve ayrıca bir sâ' hurma verir.[38]Bu
hadisi kabul etmedikleri için, "tasriye"yi yani hayvanı sunî olarak
sütlü göstermeyi, ayıplı malın satıcıya iadesi muhayyerliği kapsamına
almamışlardır. Onlara göre "tasriye" malın iadesine imkân veren bir
ayıp sayılamaz; sadece gabin [39]varsa
alıcının satım bedelinde gabin miktarı ne ise o miktar için satıcıya rücu hakkı
vardır. Hadisi kabul etmemelerinin gerekçesini ise şöyle belirtmişlerdir: Hadis
Ebû Hüreyre tarafından rivayet edilmiştir. Ebû Hüreyre fıkha vukufu ve içtihada
ehliyeti ile tanınmış bir sahabi değildir. Hadisin ihtiva ettiği hüküm ise
İslâm hukukunun genel kurallarına aykırıdır. Şöyle ki: Önce buhüküm,
"tazmin mislî mallarda misliyle, kıyemî mallarda kıymetiyle olur"
kuralına ters düşmektedir. Zira hadis, müşterinin, satınaldığı hayvanı kendi
elinin altında bulunduğu süre içinde sağıp sütünü alması karşılığında bir sa1
hurma vermesini Öngörmektedir. Oysa hurma, sütün ne misli ne kıymetidir. Şu
haide müşterinin bu süt karşılığında bir sa' hurma ödeme borcu altına sokulması
belirtilen kurala aykırıdır. Diğer yönden hadis, "el-Harâcu
bİ'd-damân" [40]|diye
ifade edilmiş olan "nefi (yarar) ve hasarın dengelenmesi" ilkesi ile
de bağdaşmamaktadır. Bu ilkeye göre bir şeyin tazmin sorumluluğu kime aitse o
şeyin semereleri de ona ait olur. Şu halde sağdığı süt, karşılık Ödemesine
gerek olmaksızın alıcıya aittir. Zira hayvanı teslim aldıktan sonra ona gelecek
zarar kendi sorumluluğu altında bulunmaktadır. Hal böyle iken müşterinin bir
sa' hurma vermekle yükümlü tutulması genel kurala aykırıdır.
Hanefî usulücülerin
çoğunluğunun benimsediği ve usûl eserlerinde yer verdikleri bu metod,
kanaatimizce iki bakımdan
1- Ebıı Hanîfe ve arkadaşları, bu usûlcülerin söylediğinin
aksi yönünde uygulama yapmışlardır. Nitekim, bu imamlar, usulcülerce fakih
kabul edilmeyen Ebû Hüreyre tarafından rivayet edilmiş olan ve genel kural ile
bağdaşmayan şu hadisle amel etmişlerdir: "Unutarak yiyen veya içen kimse
orucunu tamamlasın. Zira onu Allah yedirmiş ve içirmiştir.'' [41]Esasen bu
hadisin hükmü oruç
konusundaki yerleşik kural
ile bağdaşmaz. Kural şudur: İmsak (orucu bozan şeylerden el çekmek)
orucun rüknüdür. Şu halde bu kurala göre. ister bilerek İster unutarak olsun,
orucu bozan şeylerden el çekme vakıasının ihlâli ile oruç da rüknünü kaybetmiş
olur ve dolayısıyla oruç bozulmuş sayılır. İmam Ebû Hanife bizzat bu hadisi
rivayet etmiş ve demiştir ki: "Şayet bu konuda nakil olmasaydı, kıyasa
göre hükmederdim". Bunun anlamı şudur: Şayet Ebu Hüreyre'nin rivayet
ettiği ve unutarak yiyip-içmenin orucu bozmayacağını gösteren bu hadis
olmasaydı, genel kurala göre hükmederdim. Bir başka deyişle, rükün ihlale
uğradığından unutarak da olsa yeme ve içmenin orucu bozacağını söylerdim. Bu
bize açıkça göstermektedir ki, hadisin kabulü hakkında sözünü etmekte olduğumuz
bu şart, mezhep imamları tarafından ileri sürülmüş bir şart değildir.
2-
"Musarrâh" hadisini Buharî, Abdullah b. Mes'ud'dan rivâyef etmiştir.
Abdullah b. Mes'ud'un fakih olduğunu ise hiç kimse inkâr edemez. Şu halde -bir
an için Hanefi mezhebi imamlarmca ileri sürüldüğünü kabul etsek bile- bu şart
gerçekleştiğine göre Hanefîlerin bu hadis ile amel etmeleri gerekirdi; halbuki
onunla amel etmemişlerdir.
Binaenaleyh bu konuda
şöyle denmesi daha doğru olur: Hanefî mezhebi imamlarının"musarrâh"
hadisi ile âmel etmemiş olmalarının sebebi, bu hadisin onlara ulaşmamış olması
veya güvenmedikleri bir yoldan ulaşmış olmasıdır.Geriye bir noktanın
belirlenmesi kalıyor: Haber-i vahidin kabulü ile ilgili bu şart Hanefi mezhebi
imamlarınca ileri sürüimediyse, bu şartı ileri süren kimdir?Cevap şudur: Bu
şartı Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî"nin öğrencilerinden ve ilk Hanefi
fakihlerindcn İsa b. Ebân ileri sürmüştür. Kadî Ebû Zeyd ed-Debûsî [42]bu
»örüşü almış ve buradan Hanefi mezhebi imamlarının "musarrâh"
hadisini reddettikleri sonucunu çıkarmıştır. Sonraki fakihler de genellikle bu
görüşe uymuşlardır.
İmam Mâlik,senedi
sahih olan [43]haber-i vâhidle amel etme
konusunda sadece bir şeyi şart koşuyordu: Hadisin Medine ahalisinin tatbikatına
(amel'ü ehii'l-Medîne) aykırı olmaması. Şayet hadis Medine'deki tatbikata
aykırı ise, onunla amel etmiyordu. Meselâ İmam Mâlik, "Alıcı ve satıcıdan
herbiri, ayrılmadıkları sürece (sözleşmeden vazgeçip geçmeme hususunda)
diğerine karşı muhayyerdir." [44]anlamındaki
hadisle amel etmemiş ve bu yüzden "meclis muhayyerliği"[45]'hükmünü
benimsememiştir. İmam Mâlik -bu hadisi rivayet ettikten sonra- şöyle demiştir:
Bunun (muhayyerlik hakkının) ne örten bilinen bir sınırı (belirli süresi)
vardır^ne de tatbikatta görülen bir durumdur. Bu sözüyle, İmam Mâlik, bu hükmün
kendi zamanında Medine'de mevcut tatbikat ile bağdaşmadığını ve bu yüzden
onunla amel etmediğini belirtmiş olmaktadır.İmam Mâlik'in bu metodu uyguladığı
durumlara bir başka örnek verelim: Rivayete göre Hz. Peygamber ' 'Namazdan
çıkmak istediğinde biri sağ tarafa diğeri sol tarafa olmak üzere
"es-selâmü aİeyküm ve rahmetullah" diyerek iki selâm verirdi [46]Fakat
İmam Mâlik Medine tatbikatına dayanarak bir selâmla yetinmiş ve bu hadisle amel
etmemiştir. Zira Medineliler sadece bir selâm veriyorlardı.imam Mâlik'in,
Medine ahalisinin tatbikatını haber-i vâhidden daha üstün tutmasınınHadisin
"sened"inden maksat, hadisi sonraki nesillere ulaştıran râviler
zinciridir. Bu senedin "Sahih «İması"ndan maksat ise, ravilerden
birinde '"adalet" veya "zabt" (duyduğunu doğru bir şekilde
rivayet edebilme vasfı) bakımından bir kusur bulunmamasıdır.İslâm hukuk ilmînîn
esasları gerekçesi şudur: Medinelilierin bu tatbikatı Hz. Peygamber'den rivayet
sayılır. Topluluğun topluluktan yaptığı rivayet ise, tek kişinin tek kişiden
yaptığı rivayetten üstündür. Fakihlerin çoğunluğu bu konuda İmam Mâlike
muhalefet etmiş ve Medine ahalisinin tatbikatını bir delil olarak görmemiştir.
Zira, diğer İslâm beldelerinde oturanların hataya düşmeleri muhtemei olduğu
gibi, Medinelilerin de hata yapması mümkündür. O halde, onların tatbikatı ile
diğerlerininki arasında fark gözetilmemesi gerekir. Nitekim Leys b. Sa'd İmam
MâÜk'e bu hususta uzun bir mektup yazmış, mektubunda konuyu İmam Mâlik'le
tartışmıştır. Leys bu mektubunda çok değerli ve faydalı bir tartışma Örneği
ortaya koymuştur. [47]Aynı
konuda benzer bir tartışmaya İmam Şafii el-Ümm isimli eserinde yer vermiştir.
İmam Şafiî haber-i
vâhid ile ame! konusunda, ne Hanefî bilginlerin ileri sürdüğü şartlan, yani: a)
Çok vuku bulunan durumlarla İlgili ise "meşhur" hadis seviyesine
yükselmesini, b) Genel kurallara uygun olmasını, c) Bizzat hadisi rivayet eden
ravînin uygulamasına ters düşmemesi), ne de İmam Mâlik'in ileri sürdüğü Medine
ahalisinin tatbikatına aykırı olmaması şartını İleri sürmüştür. O bu konuda
sadece senedin sahih ve "muttasıl" (kesintisiz) olmasını şart koşar.
Bu sebeple o, "mürsel" [48]hadisle
amel etmez. Şu kadar var ki Said b. el-Müseyyeb*in mürsellerini kabul eder.
Çünkü onun mürsellerini incelemiş ve başka yollardan muttasıl olarak rivayet
edildiğini görmüştür. Ya da onun güvenilir oimayan kişilerden hadis rivayet
etmediği kanaatini taşıdığı için onun mürselîerini kabul etmiştir.Mürsel hadis
konusundaki bu tutumu sebebiyle İmam Şâfıî, meselâ Hz. Ayşe'den rivayet edilen
şu anlamdaki hadisle amel etmemiştir: Hafsa 'ya bir yiyecek hediye edildi. O
sırada ikimiz de oruçlu idik. Orucumuzu (bu yiyecekle) bozduk. Sonra Hz.
Peygamber (s.a.v) yanımıza girdi. Yâ RasûlaUabl Bize bir (yiyecek) hediye
edildi, canımız çekti ve orucumuzu bozduk, dedik. Bunun üzerine Allah 'm Rasûlü
buyurdu ki: Zararı yok; onun yerine başka bir gün oruç tutun. [49]Bu
hadis mürseldir, zira ez-Zührî bunu Hz. Ayşe'den rivayet etmiştir, halbuki onu
Hz. Ayşe'den duymamıştır, Urve b. Zübeyr'den , duymuştur.[50]Mürsel
olan bu hadisle amel etmediğinden, İmam Şafiî'ye göre, nafile oruca başlayan
kimse bunu tamamlamazsa, başka bir gün kaza etmesi gerekmez.Buna karşılık İmam
Şafiî, Zührî'nin Saîd b. Müseyyeb'den rivayet ettiği hadisi kabul etmiştir,
buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "(Rehin bırakan kişi borcunu
ödeyemeyince) rehnedilen şey rehin bırakanın mülkü olmaktan çıkmaz. Rehnedilen
şeyin erek menfaat gerek hasan rehnedene aittir [51]Bu
hadis, rehin bırakan kişinin borcunu ödeyememesi halinde, rehin alanın
rehnedilen şeye mâlik olamayacağı hükmünü getirmektedir. Buna göre, rehnedilen
şeyin mülkiyeti rehin bırakan üzerine kalmaya devam eder- Rehnedilen şeyde bir
artış, bir menfaat meydana gelirse kendisine ait olur; buna mukabil rehnedifen
şeyin hasara uğraması sebebiyle borcunda bir eksilme olmaz. İşte bu hadise
dayandığından İmam Şafiî'ye göre rehin, rehin alanın nezdinde bir emanet
hükmündedir. Onun korunması hususunda kendisinin bir kast veya kusuru olmadan
rehnedilen şey hasara uğrarsa rehin bırakanın borcunda bir eksilme olmaz.
İmam Ahmed b.
Hanbel'in haber-i vâhid ile amel konusundaki metodu, İmam Şâfiî'-ninki gibidir;
şu kadar var ki o, senedde itt
1- Kaynaklık
vasfı açısından Sünnetin Kitab'a göre yeri: Kur'ân ve Sünnetten herbirinin
kaynak değeri.
2- Gerek
Kur'ân ve gerekse Sünnette yer alan hükümler açısından Sünnetin Kitâb'a göre
yeri: Sünnetteki hükümlerin Kur'ân'daki hükümler ile bağdaşıp bağdaşmama
durumları.
Sünnet, hernekadar
İslâm hukukunun kaynaklarından biri ise de, kaynaklar sıralamasında Kur'ân'dan
sonra gelir. Bir hükmü öğrenme ve delil getirme hususunda ikinci sırada yer
alır. Hükmünü öğrenmek istediğimiz olayı cevaplayan bir nass Kitab'ta varsa,
artık Sünnete başvurulmaz.Sünnetin Kitab'tan sonraki sırada yer almasının
sebebi, onun sübutunun genellikle zannî, Kitab'ın sübutunun tamamıyla kat'î
oluşudur. Kat'înin zannîden önce geleceği ise açıktır.Daha önce geçen muâz
hadisinde de bu sıralama açıkça görülmektedir. Hz. Peygamber Muâz'a ' 'Sana
hüküm vermen için bir kazâî olay getirilse ne yaparsın ?'' deyince, Muâz, Önce "Allah'ın
Kitab'ma göre hükmederim" cevabını vermiş, Rasûlûlîah "Ya onda
bulamazsan?" deye sorunca: "O zaman Allah Rasûlünün Sünnetine göre
hükmederim" demiştir.Hz. Ömer'in Kadı Şurayh'a yazdığı rivayet edilen
mektupta da bu sıralama göze çarpar: "Allah'ın Kitab'ında hükmünü açıkça
bulabildiğin durumlarda kimseye bir şey sorma. Allah'ın Kitab'ında açıklık
bulamazsan, Rasûlûlîah (s.a.v)'in Sünnetine uy." Bunun benzeri ifadelere
Selef-İ sâlihinin ve bilginlerin sözlerinde çok raslanır.[52]Bu
kurala bağlanacak en belirgin sonuç şudur: Şayet bir meselede Kitab'ta yer alan
hüküm ile haber-i vâhid olarak rivayet edilmiş Sünnetin delâlet ettiği hüküm
arasında zahirî bir çatışma görülürse, Kitab'takinin alınması ve bunun Sünnete
tercih edilmesi gerekecektir. Meselâ, Kur'ân-ı Kerîm'de: "Erkeklerinizden
iki kişiyi, eğer iki erkek yoksa mavafakat edeceğiniz şahitlerden bir erkek,
iki kadını şahit tutun. Ki kadınlardan biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatsın.
" [53]buyrulmuştur.
Hz. Peygamber ise bir davacıya şöyle demiştir: '' Ya senin getireceğin iki
(erkek) şahit, veya onun (davalının) yemini (ile dava hükme bağlanır)" [54] Bu
hadis, haber-i vâhiddir ve ondan çıkan zahir anlam bir erkekle birlikte iki
kadının şahitliğinin kabul edilemeyeceği yönündedir. Kur'ân âyetinin bu konudaki
hükmü ile bağdaşmadığına göre, Kur'ân'daki hükmün esas alınması ve bir erkekle
birlikte iki kadının şahitliğinin kabul edilmesi gerekir.Bu duruma bir başka
örnek olarak Hz. Ayşe'nin tutumunu gösterebiliriz. Hz. Ayşe •'Ölü, ailesinin
kendisine ağlamasından ötürü azap görür. " [55]
anlamındaki hadisi kabul etmemiştir. Çünkü o, bu hadisin "Hiçbir günahkâr
başkasının günahını çekmez" [56]anlamındaki
âyet ile çeliştiği kanaatine varmıştır. Fakat bilginlerin çoğu hadisi kabul
etmişler ve onu âyetteki anlam ile çelişkili görmemişlerdir. Onlar, hadisteki
hükmü, kişinin, ailesine, öldüğü zaman kendisi için ağlamalarını hatta ağıtçı
kadınlar tutup yas havası oluşturmalarını vasıyetetmesi durumuna
bağlamışlardır. Zira Cahiliye devrinde Arapların şöyle bir âdeti vardı: Hasta,
ölümünün yaklaştığını hissedince, ailesinden -öldüğünde- kendisi için
ağlanmasını ister, onları yas tutmaya teşvik ederdi. Şu halde, hadiste işaret
edilen ceza, ailesinin ona ağlamasından ötürü değil, kişinin ailesinden
kendisine ağlamasını ve yas tutulmasını istemesi sebebiyle olmaktadır.
Sünnette ye. alan
hükümleri inceleyip, Kur'ân-ı Kerîm'deki hükümlerle karşılaştırdığımızda, dört
şekilden biri ile karşılaşırız:
Birinci şekil:
Sünnet, Kur'ân'daki hükümlere tam tamına uygun hükümler ihtiva eder. Bu durumda
Sünnetin hükmü, Kur'ân'ınkini teyit edici nitelikte kabul edilir ve aynı hüküm
için iki delil bulunmuş olur: Birincisi, hükmü tesbit eden esas delil, ki bu Kur'ân
nassıdır; ikincisi ise teyit edeci delildir, bu da Sünnet nassıdır.
Meselâ Hz.
Peygamber'in ' 'Bir müslümanm malı (başkasına) onun gönül hoşnutluğu olmaksızın
helâl değildir"[57]
anlamındaki hadisi, Kur'ân-ı Kerîm'in "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda
haksız sebeplerle yemeyin. Karşılıklı rızaya binaen yapılan ticâret olursa
başka. "[58] mealindeki âyetin
getirdiği hükmün aynısını ifade etmektedir. Yine Hz. Peygamber'in
"Kadınlar (m haklarına riayet) konusunda Allah'tan sakının. Ziraoniar
sızın hakimiyet ve himayeniz altındadır. Onları Allah 'm emaneti olarak
aldınız, onlarla birlikte yaşama hakkını Allah'ın emri ve müsaadesi ile elde
ettiniz" [59] anlamındaki hadisi,
Cenâb-i Allah'ın "Kadınlarla iyi geçinin" [60]mealindeki
sözü ile aynı hükmü taşımaktadır.Hz. Peygamber'in "Allah zalime mühlet
verir, verir; sonunda onu bir cezalandırdım! artık iflah olmaz" [61]
anlamındaki sözü ile Allah Teâlâ'nın "İşte Rabbin zulmeden beldeleri (n
ahalisini) yakaladığı zaman böyle yakalar. Çünkü O'nun yakalaması çok acı ve
çetindir. " [62]
mealindeki âyeti arasında da böyle bir teyit ilişkisi vardır.
İkinci şekil:
Sünnet, açıklanmaya muhtaç Kur'ân nasslarım açıklayıcı hükümler getirir. Bu da
üç türlü olur:
a) Kitab'm "mücmel'1 "[63]
nasslarım tefsir eden veya "müşkil" [64]
lâfızlarını açıklığa kavuşturan Sünnet. Meselâ, namaz vakitlerini ve
rekâtlarını, namazda neyin nasıl okunacağını, zekâtı verilmesi gerekli olan ve
olmayan malları, zekât miktarını ve zekâta ait n
b) Kur'ân-ı Kerim'in "âmm" hükmünü
"tahsis" eden Sünnet. Hz. Peygamber'in şü hadisi bu duruma örnek
olabilir: "Kadın, halası, teyzesi, erkek veya kız kardeşinin km üzerine
nikâhlanamaz. Bunu yaparsanız, akrabalık.
bağlarını koparmış olursunuz" [67]Bu
hadis şu âyetin umumunu tahsis etmiş
olmaktadır: "Bunların (yukarıda
sayılanların) dışındakiler size helâl kılındı. [68]Çünkü
sözkonusu âyette, bu hadiste geçenlerle ilgili bir yasak yoktur Yine Hz. Peygamber'in
"Katil mirasçı olamaz" [69]hadisi,
Kur'ân-ı Kerîm'in "Allah, çocuklarınız (m miras payı) hakkında şöyle
davranmanızı istiyor. [70]âyetin-dekİ
umumu tahsis etmektedir. Zira âyet, katil olup olmadığına bakılmaksızın her
çocuğun mirasçı olacağı hükmünü getirmektedir. Sünnet ise bu hükmün kapsamını
daraltmakta, sadece katil olmayan çocuk için miras hakkı tanımış olmaktadır.
c) Kur'ân-ı
Kerîm'in "mutlak"im "takyîd" eden Sünnet. Meselâ
"Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin [71]mealindeki
âyette sağ mı yoksa sol elin mi kesileceği, yine elin nereden kesileceği
belirtilmemiştir. İşte Sünnet mutlak tarzda yer alan bu hükmü, sağ elin
kesilmesi ve bilekten kesme şeklinde kayıtlamıştır.
Üçüncü şekil:
Sünnet, Kur'ân'da yer alan bazı hükümleri nesheder (yürürlükten kaldırır).
Meselâ, Kur'ân'ın "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal)
bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak
Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur [72]mealindeki
âyetinin hükmü. "Vârise vasiyet yoktur" [73]hadisi
ile neshedilmiştir. Fakat bu, Kur'ân'ın Sünnet ile neshini kabul eden bir kısım
bilginlere göredir. Konu ile ilgili özel açıklama "Nesih" başlığında
gelecektir.
Dördüncü şekil:
Sünnet, Kur'ân'da hükmü bulunmayan meseleler hakkında hükümler getirir. Bu
durum için pek çok Örnek zikredilebilir. Bu nevi hükümlerden birkaç tanesini
şöyle sayabiliriz: Seferi halde değilken de rehin sözleşmesinin yapılabileceği,
bir tek şahit ile birlikte davacının yeminine dayanılarak hüküm verilebileceği,
ninenin miras hakkına sahip olduğu, fıtır sadakasının ve vitir namazının vacip
oluşu, "muhsan"[74]
zâninin recm edileceği, "âkile"nin [75]diyete
katılmakla mükellef olduğu, evlenme akdinde şahitlerin gerekliliği, şuf a
hakkının meşru bir hak olduğu, deniz hayvanlarının ölüsünün yenebileceği.Şayet
"Sünnete ait bu özellik, daha önce geçen "Allah'ın, Kur'ân'ı herşey
için bir açıklama kıldığı" ifadesi ile nasıl bağdaşır?" denecek
olursa, cevap şudur:Kur'ân'ın herşeyi açıklayıcı bir kaynak olma niteliği ile,
bazı hükümlerin Sünnette yer alıp Kur'ân'da yer almaması durumu, arasında
çelişki yoktur. Çünkü -daha önce belirttiğimiz gibi- Kur'ân'ın hükümleri
açıklaması, hep "tafsil" (detayları ile düzenleme) şeklinde
olmamıştır. Bu açıklama kâh "tafsil" şeklinde kâh "icmal"
(toplu tarzda) veya genel kural koyma şeklinde olmuştur. Kur'ân'ın koyduğu
temel kurallardan biri de Sünnet'e uyma ve onun gerektirdiği şekilde amel etme
mecburiyetidir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm 'de ' 'Peygamber sîze ne vermişse onu
alın, size neyi yasaklamışsa ondan sakının'' buyurulmuştur. Hz. Peygamber'e
itaatin gerekliliğini ve ona itaatin Allah'a itaat sayılacağını ifade eden daha
pek çok âyet vardır.Şu halde Allah Rasûlünun Sünnetinde yer alan her hüküm,
Kur'ân-ı Kerîm'de detayı ile bulunmasa bile, yine Kur'ân nassları içinde yer
almış ve Kitab, hükmünü bu yolla açıklamış kabul edilir.Abdullah b. Mes'ud ile
bir kadın arasında geçen şu konuşma bu hususu desteklemektedir. Bir kadın
Abdullah b. Mes'ud'a gelmiş ve şöyle demiştir: "Duydum ki, sen şöyle şöyle
yapanları lanetiiyörmüşsün ve 'Allah, güzellik için Allah'ın yarattığını
değiştirip vücudunda dövme yapan ve yaptıran, kaş alan ve aldıran, dişlerin
arasını törpüleyen kadınları lânetlemişîir'[76]
diyormuşsun. Oysa ben mushafın iki kapağı arasındakileri (yanptamammı) okudum,
böyle bir şey göremedim". Abdullah b. Mes'ud ona "Şayet okuşa'ydm
bunu bilirdin" demiş, kadın "Bunu nerede bulabilirim?" deyince
şu cevabı vermiştir: "Allah Teâlâ'nm 'Peygamber size ne vermişse onu alın,
size neyi yasaklamışsa (fndan sakının' âyetinde". Bu da açıkça
göstermektedir ki, Hz. Peygamber'in sünnetinde bulunan bütün hükümler, bu ve
benzeri âyetler meselâ "O, (şahsi) heves ve arzuya göre konuşmaz. O
(Peygamber'in tebliğettikleri) kendisine bildirilen vahiyden başka birşey değildir"'[77] mealindeki
âyet uyarınca, Allah'ın Kitab'ında yer almış gibi kabul edilecektir.
Daha önce Hz.
Peygamber'in fiillerinin Sünnetin nevilerinden olduğunu belirtmiştik. Burada bu
fiillerin kısımlarını, İslâm hukukunun kaynağını teşkil edenlerle etmeyenlerini
açıklayacağız.
Rasûlûllah'ın fiilleri
üç kısma ayrılır:
Birinci kısım:
Hz. Peygamber'in bir beşer, bir insan olarak yaptığı fiillerdir. Yeme, içme,
giyinme, uyuma, oturup kalkma gibi.Bu kısma giren fiiller, bir hukuk kaynağı
teşkil etmez; bu fiillerin örnek alınması ve onlara uyulması gerekmez. Çünkü
onlar Hz. Peygamber'den bir peygamber sıfatıyla değil, bir insan olması
sıfatıyla sâdır olmuştur.Bununla birlikte, Sahabeden, bu kısma giren fiillerde
de Hz. Peygamber'in yolunu izleyen ve ona uymaya özen gösterenler vardı.
Meselâ, Abdullah b. Ömer, bu nevi fiillerde ,
Hz Peygamber'i izleyip ona uyardı. Sünnet ile ilgili kitaplarda onun bu
Özelliği açıkça Hz Peygamber'in, ticaret, ziraat, harp tedbirleri, hastalık
tedavisi gibi dünyevî işlerde kendi görgü ve tecrübesine dayanarak yaptığı
davranışlar da bu kısma girer. Bu işler de uyulması gerekli birer teşriî
tasarruf sayılmaz; zira bunlar semavî vahye değil şahsî tecrübeye dayanmaktadır.
Hz. Peygamber'in kendisi de bu davranışlarını teşriî bir tasarruf olarak kabul
etmiyor ve insanları bunlara uymakla mükellef tutmuyordu. Şu olay bunu açıkça
göstermektedir: Hz. Peygamber Medine'lilerin hurmaları aşıladıklarını görünce,
onlara aşılamamalarını tavsiye etti. Onun görüşüne uydular ve aşılamayı
bıraktılar. O yıl meyve telef oldu. Hz. Peygamber bunu öğrenince "Siz
dünyanıza ait işleri daha iyi bilirsiniz" buyurdu. [78]Bir
rivayete göre ise şöyle buyurmuştur: "O söylediğim şahsî kanaatten ibarettir,
işe yararsa uyarsınız. Ben de ancak sizin gibi bir İnsanım; şahsî kanaat hatalı
da olabilir
İkinci Kısım:
Hz. Peygamber'in sırf kendisine mahsus olduğu şer'î delil ile belirtilmiş olan
fiilleri. Gece teheccüd namazı kılması[81]
Ramazan'da "savm-i v
Üçüncü Kısım:
Hz. Peygamber'in teşriî nitelikteki fiilleri. Kendisine uyulması maksadı ile
yaptığı bu fiilleri iki neviye ayrılır:
a) Kur'ân'ın "mücmel''ine açıklık getirmek
üzere yaptığı fiiller. Bu nevi fiiller, Kur'ân'ın tamamlayıcısı sayılırlar ve
hangi mücmeli açıklamışlarsa onun hükmünü alırlar. Şayet Kur'ân'daki mücmel
âyet vacip bir hüküm ihtiva ediyorsa onu açıklayan Peygamber fiilinin de hükmü
vaciptir; Kur'ân'daki mücmelin hükmü mendup İse, onu açıklayan fiil de
menduptur.Bir fiilin beyan görevi yaptığı ancak delil ile anlaşılır. Delil
bazen sözlü bazen karine-i hal şeklinde olur.Hz. Peygamber'in "Ben namazı
nasıl kılıyorsam siz de öyle /a/m[83]
hadisi sözlü delile örnek olarak zikredilebilir. Zira bu söz, Hz. Peygamber'in
namazla ilgili fiillerinin "namazı kılın" âyeti için açıklayıcı
nitelikte olduğunu göstermektedir. Yine Rasûlüllah'ın "Hacc ibadetinizin
usullerini benden alın [84]hadisi,
onun hacc ile ilgili fiillerinin "yoluna gücü yetenlerin o evi (Kâ'be'yi)
haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır"[85]mealindeki
âyeti beyan ettiğini belirtmektedir.Karîne-i hal tarzındaki delile örnek
olarak, hırsızlık suçunun cezası yerine getirilirken, bilekten kesme şeklinde
uygulama yapılmasını sağlamasını hatırlatabiliriz. Yine, teyemmümde Hz.
Peygamber'in dirseklere kadar mesh verme uygulaması bu nevi beyana örnek teşkil
edebilir. Fakat bu örnekler, esasen, hırsızlık ve teyemmüm ile ilgili âyetleri
"mücmel" (yani Sâri tarafından bir açıklama yapılmadıkça ne
kasdedildiğinin anlaşılamayacağı) âyetler olarak kabul eden bilginlerin
kanaatine göredir. Oysa bu âyetleri "mücmel" değil,
"mutlak" olarak düşünmek ve Sünnetin bunları "takyid"
ettiğini söylemek daha doğru olur; bu yöndeki açıklamamız yukarıda geçmiştir.
b) Kur'ân'ın mücmeline
açıklık getirmek üzere olmayıp, Hz. Peygamberin müstakil olarak yaptığı
fiiller. Bunlarda da iki ihtimal vardır:
Birinci ihtimal: Bu nevi fiillerin vücub, nedb veya ibaha gibi şer'î vasfı bilinir. O
takdirde, mü'minlerin bu konudaki durumu Hz. Peygamber'inki gibidir, yani onu
örnek almak ve ona uymak gerekir. Zira Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:
"Andolsun ki, Allah 'm Rasûlünde, sizin için, Allah 'a ve âhiret gününe
kavuşmayı umanlar ve Allah 'j çok ananlar için mükemmel bir örnek vardır. [86]Sahabe
Hz. Peygamber'in bu nevi fiillerine uyma konusunda büyük titizlik göstermişler,
onun yaptığı gibi yapmışlar, birçok olayda onun uygulamasını delil
göstermişlerdir. Meselâ, Hz. Ömer, iavaf sırasında Hacer-i Esved'i öper ve
şöyle derdi: "Ben senin zararı veya faydası bulunmayan bir taştan ibaret
olduğunu biliyorum. Şayet Rasûlüllah'ın seni öptüğünü görmüş olmasaydım, seni
asla öpmezdim.
İkinci ihtimal:
Fiilin şer'î vasfı bilinmez. Bu halde de iki ihtimal vardır: Ya fiilde Allah'a
yakınlık maksadı bulunduğu anlaşılır, ya da böyle bir maksat dışarıdan
anlaşılmaz. Allah'a yakınlık maksadının bulunduğu anlaşılıyorsa -yani Allah'a
yaklaşmaya vesile olan fiiller nevinden ise-, tercih edilen görüşe göre bunlara
uymak müstehaptır. Devamlı olmamak üzere iki rekât namaz kılmak
gibi.Alim-satım, kira, ziraat ortaklığı gibi Allah'a yaklaşma maksadının
bulunduğunu gösteren türden olmayan fiiller -doğru olan görüşe göre- o işi yapmanın
mubah olduğunu ifade etmiş olur. Çünkü bu durumda kesin kanaate varılabilen
asgari nokta ibaha hükmüdür, buna bir eklemede bulunmak istendiğinde (mendup
veya vacip diyebilmek için) bunu gösteren ayrı delil bulunması gerekir. Oysa
böyle bir delil yoktur.
[1] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[2] Bazı ilâveler ve farklı lâfızlar ile, bkz. Müslim,
İlim, 15, Zekât, 69; İbn Mâce, Mukaddime, 14; Darimî, Mukaddime, 44; Ahmed b.
Hanbef, IV, 362.
[3] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[4] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[5] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[6] Kısmen farklı lâfızlar ile, bkz. Buharı, Bed'ül-vahy,
I, İmân. 41; Müslim, İmâre. 155.
[7] Ahmcd b. Hanbet, II, 252 cümlelerinde yer değişikliği
ile).
Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları
(Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[8] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[9] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin
Esasları (Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[10] Buharı, cenâiz, 32.
[11] Ayak izlerini inceleyerek kişinin babasına ve
kardeşine benzerliğini tesbit eden kimseye "kaaif" (kıyafet ılgını)
denir. "Kıyafet ilmi" Araplar arasında tanınan bir ilim idi. Onlar bu
konuda engin tecrübeye ve Pek geniş bilgiye sahip idiler.
[12] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları
(Usulü’l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[13] B"harî. İlim, 38; Müslim, Zühd, 72 (baı,ia j
ilâvesi ile).
[14] Hz. Peygamber, abdest alırken topuklarının arkasını
yıkamayan bir topluluk görmüş ve "Vay bu (yıkanmayan) topukların
cehennemde çekeceğine!" buyurmuştu. Hadis için bkz. Buharı, İlim. 3 ve 30,
Vudû 27 ve 29.
[15] bkz. İbn Abduşşekûr, MüsellemüVsübut, II, 120.
[16] en-Nisâ 4/11.
[17] Ebu Davud, Diyât, 18; Darimi, Ferâiz, 41; Ahmed b.
Hanbel, 1. 49.
[18] Bazı iâfız farklılıkları ile. bkz. Darimî, Zekât. 6:
Nesâî, Zekât, 5 ve 10; îbn Mâce. Zekâi. 9.
[19] "Fatiha Sûresini okumayanın namazı yoktur."
Tirmİzî, MevâkîtüVSalât, 69 ve 115; İbn Mâce, İkâa-met, 11.
[20] el-Mâide
5/92.
[21] en-Nisâ' 4/80.
[22] Âl-û Imrân 3/31.
[23] el-Haşr 59/7.
[24] en-Nisâ" 4/65.
[25] cl-Ahzâb 33/36.
[26]cn-Nûr24/63.
,
-
[27] (Buhari,İsti’zan,13:
[28] Âmidî, el-İhkâm, I, 175.
[29] el - akara 2/236: "(Nikâhtan sonra) kadınları,
henüz temas etmeden veya onlar için mehir tayin etmeden Samışsanız (bunda) size
vebal yoktur. Bu durumda onlara mflt'a verin (bir bağışta bulunun). Zengin o an
kendi gücü nisbetinde, fakir de kendi durumuna göre münasip bir müt'a
vermelidir. Bu, muhlin "yi davranışlı) kişiler üzerine bir borçtur."
[30] Ebû Davûd, Ccnâiz, 39. Aynı anlamda bkz. Tİrmizî,
Cenâiz. 17.
[31] Bazı lâfız farklılıkları ile, bkz. Buharı, Vudû'- 26;
Müslim. Taharet, 87 ve 88.
[32] el-Hacc 22/78:
[33] Farklı rivayetleri ile birlikte bkz. Nesâî Taharet, 52,
Miyâh, 7. Ayrıca bkz. Buharı, Vudû\ 33; Müslim, Taharet, 89-93; Tİrmizî,
Taharet, 68.
[34] Darımı, Nikâh. 11
(lâfzı ile).
[35] Aynı anlamda rivayetler için bkz. Buharı. Ezan, 83-86.
[36] Yakın anlamda rivayet İçin bkz. Tirmizî, Salât, 67.
[37] "Musarrâh" satış sırasında müşterinin
rağbetini arttırmak maksadıyla, sütü bir süre sağılmayan' ve sun'i olarak sütü
bol gösterilen hayvan demektir.
[38] Müslim, Buyu", 11, Ebu Davud, Buyu', 46. Sa\
esasen bir hacim ölçüsü olup, buium
günümüz birimleriyle
hesaplanmasında İslâm fıkhmdaki hakim görüş esas alınınca sonuç: 2J5 !t. ve
(buğday ağırlığı itibariyle) 2,172 kg. olmaktadır, (mütercim)
[39] Gabin , akitte
karşılıklı edimler arasında önemli bir dengesizliğin bulunmasını ifade eder.
Bunun kriteri hususunda fakihler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir,
(mütercim).
[40] Ebu Davud, Buyu' 71: Tirmizî, Buyu', 53;
[41] Bazı lâfız farklılıkları ile, bkz. Buhâri, Eymân
nü/ûr. 15, Savın. 26: Tirmizî. Savm. 26.
[42] Asıl aJi Abdullah b. Ömer olup, Hanefi mezhebinin en
büyük fakihlerİndendir. Muhakeme gücü ve görüşlerini delillerle desiekleyebilme
hususunda, darb-ı mesele konu olacak kadar tanınmış ve kuvvetli bir bilgin idi.
"İlm-i hilafı ilk onaya koyan odur. En önemli eserleri arasında el-Esrâr
ve Takvîmü'I-edille •nkredilebilir. Hicrî 430 yılında vefat etmiştir.
[43] Asıl aJi Abdullah b. Ömer olup, Hanefi mezhebinin en
büyük fakihlerİndendir. Muhakeme gücü ve görüşlerini delillerle desiekleyebilme
hususunda, darb-ı mesele konu olacak kadar tanınmış ve kuvvetli bir bilgin idi.
"İlm-i hilafı ilk onaya koyan odur. En önemli eserleri arasında el-Esrâr
ve Takvîmü'I-edille •nkredilebilir. Hicrî 430 yılında vefat etmiştir.
[44] ' Hadisin
değişik rivayetleri için bkz. Buharı. Buyu, 42-47;
Ihn Mâce, Ticârât, 17,
[45] "Meclis muhayyerliği" sözleşmenin
taraflarından herbirinin, sözleşme tamam olduktan sonra, akit meclisi (yani
sözleşme görüşmelerini sağlayan beraberlik) sona ermedikçe, başka bir deyişle
taraflar birbirinden ayrılmadıkça veya sözleşme konusu dışında bir konuya
intikal etmedikçe, sözleşmeyi Iek taraflı olarak feshetme hakkına sahip olması
demektir.
[46] Bu konudaki hadisler için bk?.. Zeylâi. NasbıTr-Râye,
1. 430-433
[47] Bu meklubu. İbn Kayyım'il-Cevziyye
İ'lâmü'l-muvakkrin" isimli eserinde nakletmislir. bkz. III.62.
[48] Burada "'mürsel hadisten maksat, ravüerînden biri
veya daha fazlası düşmüş hadistir. (I 17) ^ Uj; AilSU \*y
[49]Şatibi,el-muvafakaat,111.7.
[50] Münlckâ'l-Ahbâr ve Neylü'l-Evtâr. IV. 319.
[51] İbn Mâce, Rühûn, 3 (sadece baş kısmı). Hadisin tamamı
hakkında b'lgi için bkz. Zeylâ'î, Nasbu'r-Râye. IV, 319-321.
[52] Şâiîbî. el-Muvâfakaat, III, 7.
[53]el-Bakara 2/282:
[54] : Buhârî, Rehn, 6. Şehâdât, 20: Müslim, İmân, 221.
Buhârî ve Müslim, el-Eş'âs b. Kays'ın şöyie dediğini rivayet etmişlerdir: Bir
adamla benim aramda bir kuyu İhtilâfı vardı. İhtilâfımızı Hz. Peygamber
(s.a.v)'e götürdük. Rasülüllah: "Senin iki şahidin veya onun yemini."
dedi. Ben "iki şahidim yok" dedim. "Onun yemini (yani yeminden
kaçınması) senin lehine delil olur" dedi. "O yemin eder, hiç rahatsız
da olmaz" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber. "Senin İçin başka bir
yol yok; ya senin iki şahidin veya onun yemini." buyurdu.
[55] : Buharı, Cenâiz, 33 ve 45.
[56] et-En'âm 6/164:
[57] Ahmed b. Hanbel, V, 72 (kaydı olmaksızın).
[58] en-Nisâ' 4/29:
[59] Yakın rivayetler için bkz.
Ebu Davud, Menâsik, 56; İbn Mâce, Menâsik, 84; Ahmed b. Hanbel, V, 73.
Temel hadis kitaplarında raslanmayan ikinci cümle için bkz. İbn Hişâm, es-Sîra
en-Nebeviyye, Mısır, 1936, nşr. Mustafa es-Sâkâ ve arkadaşları, IV, 251.
(mütercim).
[60] en-Nisâ' 4/19:
[61] Bazı lâfız farklılıkları ile, bkz. Buharı.
Tefsîru'l-Kur'ân. (Sûre: 11/ Hüd) 5; İbn Mâce, Fitetı, 22.
[62] Hûd, 11/102:
[63]
"Mücmel" bîr beyân
(açıklama) yapılmadıkça kendisi İle ne kasdedildiği anlaşılamayan müphem
lâfızdır.
[64] "Müşkil" ister hepsinde ister bir kısmında
•'hakikat"' olmak üzere iki veya daha çok manaya gelen lâfızdır.
[65] el-Bakara 2/43
[66] el-Bakara 2/187:
[67] Buhârî,
Nikâh, 27; Müslim,
Nikâh, 37-38 (baş kısım). Hadisin tamamı hakkında bkz. Zeylâ'ı, Nasbu'r-Râye, III, 169-170.
[68] en-Nisâ' 4/24:
[69] bkz. dipnot 16 ve 85
[70] en-Nisâ" 4/11.
[71] el-Mâide 5/38:
[72] el-Bakara 2/180:
[73] . Buharı, Vasâyâ, 6; Ebu Davud, Vasâyâ, 6.
[74] Muhian meşru bir evlilik içinde zifafa girmiş, hür
müslüman kişi- demektir. Bu durumda
olmaya "ihsan" denir, (müterci
[75] Akile, islâm hukukunda, kasıüı olmaksızın adam öldürme
fiilini işleyen kimsenin ödeyeceği diyeti
üstlenmesi gereken
yakınları (yahut mensup olduğu meslekî teşekkülü) ifade eder. (mütercim).
[76] İ Yakın rivayetler İçinbkz. Buharı, Tefsîrü'l-Kur'ân,
(sûre: 59/Haşr) 4; Nesâî. Zîne. 26.
[77] en-Necm 53/3-4:
[78] Müslim, Fedai I, 141
( şeklinde); aynı anlamda bkz. İbn Mâce, Rühûn, 15.
[79] İbn Mâce, Röhûn, 15.
^
[80] Olay hakkında
bkz. Keltânî, et-Terâtîbü'1-İdariyye, Beyrut, ty., II, 384. (mütercim).
[81] "Teheccüd"', gece vakti yatsı namazından
sonra olmak üzere kılınan bir namazdır. Böyle teheccüd namazı kılma, şu
âyetlerden de anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.v)'e farz idi: "Ey
Örtünüp bürünen (Rasüliim)! Geceleyin kalk..." fel-müzemmil 73/1-4)
"Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz
kıl." (el-İsrâ' 17/79) Rasülüllah'ın âdeti, teheccüdü onbir veya onüç
rekât Şeklinde kılma yönündeydi. Fakat bunların tamamını peşpeşe kılmazdı. Önce
dört veya altı rekât kılar, sonra yatağa gider, daha sonra tekrar namaza
kalkardı. Hz. Peygamber, bazen gecenin yarısında bazen ise gecenin yarısından
az önce veya sonra kalkardı.
[82] Savm-i visâi “
, iki veya daha fazla gün arada iyiyip içmeksizin oruç tutmaktır. Hz.
Peygamber (s.a.v
bazen ramazanda "v
[83] Buharı, Ezan. 18.
[84] - Nesâî.
Menâsik, 220: Ahmed b. Hanbel. IH, 318,
366 ( lâfzı olmaksızın).
[85] Âl-ü Imrân 3/97:
[86] el-Ahzâb 33/21: