ş: 61- İcmâ'nın Usulü'1-Fıkh İlmindeki Terim Anlamı:
§- 62- Şu Halde Usûlcülere Göre, Şu Şartlar Birarada Bulunmadıkça İcmâ
Meydana Gelmez:
§: 66- Sükûtî İcmânın Şartları:
3. İcmâya konu olacak mesele içtihada açık olan yani hakkında zannî delil
bulunan
§: 67- Sarih İcmânın Kaynak Değeri:
§: 69- Nâzzâm ve Onun Görüşünde Olanların Delilleri:
§: 70- Sükuti İcmânın Kaynak Değeri:
§: 71- İcmâmn Gerçekleşmesinin Mümkün Olup Olmadığı:
§: 72- İmam Ahmed b. Hanbel'in İcmâ Hakkındaki Görüşünün Belirlenmesi:
8: 73- Fıkıh Kitaplarında Nakledilen İcmâlann Usul İinıinrfeki İcmâ
Anlayışına Uyup Uymadığı;
& 76- İcmâ İçin Sened Olabilecek Deliller:
§: 77- Usûlcüîerin Kıyasın Sened Olup Olamayacağı Hususundaki İhtilâfı:
§: 78- Maslahai-i Mürselenin İcmâ İçin Sened Olup Olamayacağı:
§: 79- Maslahat Düşüncesine Dayanan İcmânın Hükmü:
İcmâ'nin:
a) Tarifi
b) Nevileri
c) Kaynak
Değeri
d) Gerçekleşmesinin Mümkün Olup Olmadığı
e) Senedi
"İcmâ"nın bir sözlük, bir de usûlû'1-fıkh ilmindeki terim anlamı vardır.
"İcmâ" , sözlükte iki anlamda kullanılır:
1- Azmetmek, bir işi
yapmaya kesin kararlı olmak, Meselâ: Siz
de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınız işi kararlaştırırı. "[1]
âyetinde bu anlamda kullanılmıştır. Hz. Peygamber'in,
''Tan yeri ağarmadan önce oruca kesin karar vermeyen (niyet etmeyen) kimsenin
orucu yoktur' [2]hadisindeki £?rfiili de aynı anlama gelmektedir.
2- Bir hususta fikirbirliği etmek. Bir konuda ittifak edildiğinde arapçada (şu hususta
ittifak ettiler) denildiği gibi-aynı anlama gelmek üzere ifadesi de kullanılır.Bir iki anlam arasında
şöyle bir fark vardır: Birincisi tek kişi "hakkında kullanılabilire de,
ikincisi sadece iki ve daha çok kişiler hakkında sözkonusu
olabilir.[3]
Usül lilminin bir terimi olarak icmâ. "Muhammed (s.a.v) ümmetinden olan müctehidlerin, Hz. Peygamber'in
vefatından sonraki herhangi bir devirde şer'î bir hüküm hakkında ittifak
etmeleridir."
Birinci şart:
Fikirbirliği edenler müctehid
olmalıdır. İster olumlu ister olumsuz olsun, avamın ve ictihad
derecesine ulaşmamış olanların oyları icmâyı
etkilemez. Çünkü onlar şer'î hükümlerin kaynakları üzerinde fikir yürütme
ehliyetine sahip değildir. Şu halde, -çoğunluğu teşkil eden usûlcülere göre-
herhangi bir devirde müctehid bulunamasa, icmâ gerçekleşmeyeceği gibi, sayıları kaç olursa olsun bir
gurup müctehidin varlığı halinde, onların fikirbirliği ile icmâ meydana
gelir.Bazı usûl bilginlerine göre ise, icmânın
meydana gelebilmesi için, fikirbirliği eden müctehidlerin sayısının tevatür sayısına ulaşmış olması
gerekir. Bazıları üç şartı ile yetinmiştir. İki müctehid
hususunda ise ihtilâf edilmiş, kimi olur kimi olmaz demiştir. Bir devirde sadece
bir müctehid bulunursa, onun görüşü icmâ olarak nitelenemez. Zira bu görüşte ne ittifak ne
ihtilâf sözkonusudur.
İkinci şart:
Bütün mücîehidlerin fikirbirliği
etmiş olması gerekir. Çoğunluk bir hüküm üzerinde fikirbirliği
etse, -muhaliflerin sayısı ne kadar az olursa olsun- usûlcülerin çoğunluğuna
göre, bu icmâ sayılmaz. Çünkü doğru, -bir kişi bile
olsa- çoğunluğa muhalefet eden tarafta olabilir.Bazı bilginler ise, müctehidlerin çoğunluğunun fikirbirliği
etmesi ile icmânın gerçekleşeceği kanaatindedir. Bazıları
da böyle bir fikirbirliğini icmâ
olarak nitelememekle birlikte onu bir hüccet olarak kabul ederler."[4]
Üçüncü şart:
Müctehidlerin Hz. Muhammed
(s.a.v)'in ümmetinden olmaları gerekir; diğer geçmiş peygamberlerden birinin
ümmetinin müctehidlerince yapılan fikirbirliği
icmâ olarak kabul edilemez. Bu, diğer peygamberlerin
tabileri arasında müctehidlerin bulunması
faraziyesinden hareketle konmuş bir şarttır. Esas vurgulanmak istenen husus
şudur: İcmâ ile ilgili delillerde, özellikle Muhammed
ümmeti belirtilerek, bu ümmetin hatalı bir görüş üzerine ittifak etmeyeceği
ifade olunmakta; yani "ismet" hattan masun olma) sıfatı Muhammed ümmetinden
olanların ittifakı için kullanılmaktadır.
Dördüncü şart:
İcmâ, Hz. Peygamber'in
vefatından sonra meydana gelmiş olmalıdır. Buna göre, Hz.
Peygamber'in yaşadığı devir hakkında icmâ'nın varlığı
ve geçerliliğinden sozedilemez. Zira Hz. Peygamber, şayet Sahabeye onların oybirliği ile kabul
ettikleri hükümde muvafakat etmiş ise, bu artık icmâ üe değil Sünnet ile sabit sayılır. Onların fikirbirliği ettikleri hususta aykırı görüş belirtmiş ise,
bu takdirde zaten icmâdan sözedilemez
ve o hüküm şer'î bir hüküm olarak nitelenemez.
Beşinci şart:
Bütün müctehidlerin üzerinde fikirbirliği
edeceği husus, vücup, hürmet sıhhat ve fesâd gibi bir meselenin şer'î hükmüne dair olmalıdır. Buna
göre, meselâ dil ile ilgili hükümler veya akK
hükümler üzerinde yapılan ittifak şer'î anlamda bir icmâ
sayılmaz. Sözgelimi, bilginlerin, fâ (tbül) harfinin
veya sümme (f) harfinin ifade ettiği anlamlar ya da âlemin hadis (sonradan meydana gelmiş) olduğu
hakkındaki ittifakları bu anlamda birer icmâ değildir
Meydana geliş şekli
bakımından icmâ iki nevidir: 1- Sarih icmâ, 2- Sükûtî i
Sarih icmâ, Herhangi bir
zamanda bütün müctehidlerin bir meselenin hükmüne
dair görüşlerini tek tek açıklaması suretiyle ortaya
çıkan fıkirbirliğidir. Bu şekildeki icmâ değişik yollardan oluşabilir. Meselâ: İctihad ehliyetine sahip olanlar bir yerde toplanır, hükmü
bilinmek istenen mesele kendilerinin incelemesine sunulur; o mesele, hakkında
hepsi aynı kanaati belirtirlerse, sarih icmâ meydana
gelmiş olur. Yahut, herhangi bir devirde ortaya çıkan bir hukukî olay hakkında
bir müctehid görüşünü belirtir, bir başka müctehid aynı olayla ilgili olarak aynı yönde kanaatini
açıklar ve o devirdeki bütün müctehidler aynı şeyi
yaparlarsa sarih icmâ tamamlanmış olur.
Sükûtî icmâ ise, herhangi
bir meselede bir veya birkaç müctehidin görüş
belirttikten sonra bu görüşe muttali olan o devirdeki diğer müctehidlerin
açık şekilde bir katılma veya itiraz beyanında bulunmaksızın sükût etmeleridir.
Bir sükûtî icmânın varlığından sözedilebilmesi
için aşağıdaki şartların birarada bulunması gerekir:
I - Sükût,
gerek muvâfakata gerekse muhalefete işaret teşkil
edecek belirtilerden uzak olmalıdır. Şayet Muvafakati gösteren bir belirti
varsa, bu, sükûtî değil sarih icmâ olur. Buna
karşılık muhalefeti gösteren bir belirti varsa, icmâ
asla gerçekleşmez.
2- Sözkonusu görüşe muttali olduktan itibaren normal olarak o
meseleyi incelemeye ve bir görüş oluşmasına yetecek kadar zaman geçmiş olmalı
ve bu süreden sonra sükût edilmelidir. Ne var ki bu sürenin belirli bir zamanla
sınırlandırılması mümkün değildir. Zira meseleler açıklik-kapahlık bakımından hep aynı değildir. İctihad
etme ve görüş belirtme işinin süresi meseleden meseleye leğişiklik
arzeder. Müctehidler de,
çabuk veya ağır karara varma açısından birbirlerinden farklıdır.
eselelerden olmaladır. Hakkında kesin
delil bulunan bir meselede bazı bilginlerin delilevkırı
görüş belirtip diğer müctehidlerin bu görüş
karşısında susmaları, onların bu hükmemuvafakat
ettiklerini göstermez; bu sükût, o görüş sahibini önemsememe ve onun görüşünükabul etmeme anlamına gelir.
Yukarıda icmânın sarih ve sükûtî olmak üzere iki nevi olduğunu
belirtmiştik. Kaynak teşkil edip etmeme açısından bunlardan herbirinin
kendine ait hükmü vardır. Şimdi bunu açıklayalım:
Bilginlerin büyük
çoğunluğuna* (cumhur) göre, sarih İcmâ kesin delil
teşkil eder; ona uymak vacip, muhalif davranmak haramdır. Şayet herhangi bir
meselede sarih icmâ meydana gelmiş ise ve bu icmâdan haberdar olunmuşsa, artık üzerinde icmâ edilen hüküm "kesin hüküm" niteliğini
kazanmış olur. Ona aykırı davranmak caiz olmadığı gibi, hükmünde ittifak edilen
o mesele de ictihad ve ihtilaf konusu olmaktan çıkar.Nazzâm [5]Hariciler'in ve Şîa'mn [6] bir
kısmı icmâyı kaynak olarak kabul etmemişlerdir. Her iki
görüşün sahipleri, bu konuda Kur'ân ve Sünnet'ten delil getirmişlerdir.
Büyük çoğunluğu teşkil
eden bilginlerin delillerini şöyle Özetlemek mümkündür: I- en-Nisâ' Sûresinin
115. âyetinde şöyle büyütülmüştür:"Kim kendisi için doğru yol belli
olduktan sonra Peygambere karşı çıkar ve mü'minlerin
yolundan başka bir yola uyarsa onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme
sokarız. Ne kötü bir gidiş yendir orası!" Bu âyette Yüce Allah, mü'minlerin yolundan başka yola uyanların cehenneme
gireceklerini ve kötü bir âkibete duçar olacaklarını
bildirmiştir. Şu haide mü'minlerin
yolundan başka yol bâtıldır, mü'minlerin yolu doğru
yoldur. Bu yol ise, mü'minlerin içinden ictihad ehliyetine sahip kişilerin ittifakla benimsedikleri
yoldur; artık onların ittifak ettiği hususlarda ittifak edilen hükme uymak
vaciptir, ona aykırı davranmak caiz değildir.Çoğunluğun bu âyeti icmânm kaynak olduğuna delîl gösterişi, tartışılabilir ve denebilirki
-Âvet-i kerimede geçen "mü'minlerin yolu" ifadesinden maksat, Hz. Peygamber'e tâbi olma, onu destekleme ve düşmanlara
karşı savunmadır; yoksa müctehidlerin üzerinde
ittifak edecekleri şer'î hükümler değildir. Buna göre âyetin anlamı şudur:
Allah'ın Rasûlüne uvup ona
yardımcı olma, onu düşmanlara karşı savunma hususunda mü'minlerin
yolunu terkedip de, ona düşmanlık eden, onunla
çatışan kişiyi, Allah yöneldiği yönde bırakır ve âhirette
onu cehennem azabına çarptırır; bu ne kötü bir âkibettir.
Esasen, âyetten çıkan zahir anlam budur. Bu anlam âyetin iniş sebebinden
anlaşıldığı gibi, ardından gelen şu mealdeki âyetten de bellidir:
"Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; fakat -dilediği
kişilerin- bunun dışındaki günahlarını bağışlar". O halde bu âyet, icmânm kaynak olduğuna delil teşkil etmez.
2- Hz. Peygmber'den rivayet edilmiş pekçok hadis, İslâm ümmetinin herhangi bir konuda
birleşmesi halinde, bu birleşmenin hatalı olamayacağını ifade etmektedir.
Meselâ, Hz. Muhammedi "Benim ümmetim hata
üzerinde birleşmez",[7]Benim
ümmetim bir sapıklık üzerinde birleşmez",[8]
"Allah'tan ümmetimin sapıklık üzerinde birleşmemesi dileğinde bulundum;
bana dilediğimi verdi",[9]"Müslümanların
iyi gördüğü şey, Allah katında da iyidir"[10]
buyurmuştur; bu anlamda daha birçok hadis vardır.Bu delile dayananlar şöyle
derler: Bu hadisler güvenilir râviler tarafından
rivayet edilmiştir. Bunlar, her ne kadar lâfız olarak mütevâtir
değilse de, ifade edilen ortak anlam bakımından mütevâtirdir.
Buradaki ortak anlam "ümmetin (topyektin) hataya düşmeyeceği "dır. Manevî mütevâtir ise, delâlet ettiği hususta kesin bilgi sağlama
açısından lâfzı mütevâtir gibidir.Bu sebeple, Rasûlüllah'ın ashabı ve onlardan sonra gelen müslümanlar, en-Nâzzâm ve
benzerlerine kadar bu hadislere dayanarak icmâyı
kaynak kabul etmişler, deliller arasında bir çatışma halinde icmâyı diğerlerinden üstün tutmuşlardır. Nâzzâm ve onun görüşünde olan bir azınlık, icmânın kaynak sayılamayacağını söylemiştir.
Nâzzâm ve onunla aynı görüşte olanlar şunları delil
göstermişlerdir: 1- en-Nisâ Sûresinin 59. âyetinde şöyle
buyurulmaktadır: '"Ey
iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamberce ve sizden olan yöneticilere de
itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah 'a ve Rasûlüne götürün. Bu hem hayırlı hem sonuç bakımından daha
güzeldir."Yüce Allah, bu âyetinde, ihtilâf konusu olan meselenin Allah ve Rasûlüne götürülmesini emretmiştir. Allah'a götürmekten
maksat onun Kitâb'ına, Hz.
Peygamber'e götürmekten maksat da hayatta iken kendisine ve vefatından sonra
Sünnetine başvurmaktır. Allah, hakkında ihtilâf edilen meselede ümmetin müctehidlerinin ittifakına başvurulmasını emretmemiştir. Bu
da onların ittifakının muteber olmadığını gösterir; şu halde bu ittifak kaynak
olamaz.Buna şöyle cevap verilmektedir: Âyet sizin görüşünüzün lehinde değil
aleyhinde bir delil teşkil ediyor. Çünkü, âyet, ihtilâf edilen meselede
Allah'ın Kitâb'ına ve Peygamberinin Sünnetine
başvurulmasını gerekli kılmaktadır. İcmânın kaynak
sayılıp sayılamayacağı da sizinle bizim aramızda ihtilaflı olduğuna göre, bu
konuda Allah'ın Kitabı ve Rasûlünun Sünnetine
başvurmak ve onların gösterdiğine göre davranmak gerekir. Sünnete
başvurduğumuzda ise, icmânın kaynak olduğunu gösteren
deliller buluyoruz. Böylece biz, icmâ'mn kaynak
olduğunu söylemekle âyetin gereğini yapmış oluyoruz. Ama siz aksini söylemekle
gereğini yerine getirmemiş oluyorsunuz.
2- Hz. Peygamber (s.a.v), Muâz b.
Cebel'e hüküm verirken hangi kaynaklara dayanacağını sorduğunda, icmâyı zikretme.miş, Hz. Peygamber de onun söylediklerini olduğu şekliyle tasvip
etmiştir. Şayet şer'î hükümleri verirken, icmâ
kendisine dayanılabilecek bir kaynak olsaydı, -yargı görevi yapan kişi için çok
önem taşıdığı halde-Hz. Peygamber'in o kaynağa işaret
etmeksizin onun söylediğini olduğu şekliyle tasvip etmesi doğru olmazdı.Bu
istidlalin zayıf olduğu açıktır. Zira Muâz, o sırada
başvurulması mümkün olan ve Hz. Peygamberin
sağlığında kaynak sayılan delilleri saymıştı ve Rasûlüllah
bu yüzden onun söylediklerini tasvip etmişti. İcmâ, Hz, Peygamber hayatta iken bir kaynak değildi ki Muâz hüküm
verirken dayanacağı deliller arasında onu da zikretsin.Söylenenlerden açıkça
anlaşılmaktadır ki, icmânın kaynak oluşuna karşı
çıkanlar görüşlerini destekleyen İstidlale elverişli bir delile sahip değildir.
Buna karşılık büyük çoğunluğu teşkil eden bilginlerin bu konudaki görüşü
istidlale elverişli delil ile desteklenmiş bulunmaktadır. Şu halde tercihe
şayan olan çoğunluğun görüşüdür.
Sarih icmânın kaynak olduğunu kabul eden usulcülerden bir kısmı
sükûtî icmâyı kaynak olarak görmemişlerdir, hatta
içlerinde bunun "icmâ" olarak İsİmlendirilmesini bile reddedenler vardır. Mâlikîler ve
-rivayet edilen son görüşüne göre- İmam Şâfıî
onlardandır.
Delilleri şudur: Görüşlerini açıkça belirtmeyen müctehidlerin
bu sükûtu onların açıklanan görüşe muvafakat ettiğini gösterebileceği gibi, başka
bir sebebe de dayanabilir. Henüz o mesele ile ilgili içtihadı bir kanaata varmamış olması, görüşünü açıklayan müetehidden çekinmesi veya görüşünü belirttiğinde zarara
maruz kalma korkusunun bulunması gibi. Bu ve benzeri ihtimaller varken, sükût
eden müctehidlerin bu sükûtu rıza ve muvâfakata delil olamaz. İttifak gerçekleşmedikçe icmâ da gerçekleşmez; çünkü icmânın
temeli İttifaktır.
Usûlcülerin çoğunluğu
ise sükûtî icmâyı kaynak kabul etmişlerdir. Bunların
bir kısmı "sükûtî icma da sarih icmâ gibi kesin delil teşkil eder" demişlerdir.
Hanefîlerin çoğunluğu ve imam Ahmed b. Hanbel bu görüştedir. Onlar bu görüşü şöyle savunurlar: İcmâ'nın kaynak olduğunu ve onun kesin bir hüccet teşkil
ettiğini gösteren deliller, sarih icmâ ile sükûtî icmâ arasında bir ayırım yapmamıştır.Sükûtî icmâyı kaynak kabul edenlerin diğer bir kısmı ise, "o zannî delildir" derler. Hanefîlerden Kerhî ve Şafiî'lerden Âmidî bu
görüştedir. Bu meselede bizim de tercih ettiğimiz görüş budur. Çünkü, sükûtî icmâ için ileri sürülen -ve daha önce
belirttiğimiz-şartların bulunması halinde dahi görüş açıklamayan müctehidlerin sükûtu, diğerlerinin görüşüne muvafakat
ettiğini kesin bir şekilde belirlemiş olmaz, dolayısıyla böyle icmâyı kesin bir delil olarak niteleyemeyiz. Bu sükût,
muvafakat ihtimalini düşündürebileceği gibi başka ihtimalleri de hatıra
getirebilir. Şu kadar var ki, muvafakat ihtimali kuvvetlidir, diğer ihtimaller
zayıftır. Çünkü selef-i sahihin tutumlarını incelediğimzde,
onların, büyük sıkıntılara maruz kalacaklarını bilseler bile ve görüşüne karşı
çıktıkları kişinin mevkii ne oiursa olsun doğruluğuna
inandıkları şeyi söylemekten çekinmediklerini görüyoruz.Iştp
bu duruma bir örnek: Hz. Ömer, zina suçunu işlediği
sabit olan hamile bir kadına ma cezasını uygulamaya
karar verince, Muâz b. Cebel ona karşı çıkar ve der
ki: "Allah sana onun sırtına ceza uygulaman içinyetki
vermiş olsa bile, karnıdakine ceza uygulaman için
yetki vermemiştir". Bunun üzerine Hz. Ömer
"Muâz olmasaydı Ömer mahvolmuştu!" der.[11]Hz. Ömer'in, müsîumanlardan mehir miktarında aşırıya kaçmamalarını istediğini ve dörtyüz dirhemden fazla mehir tesbit edildiğinde bu fazlalığın beytülmâle irad kaydedileceğini söylediğini duyan bîr kadın da
kendisine gelir ve şöyle itirazda bulunur "Allah 'bir kadına yüklerle (mehir) vermiş olsanız dahi.'[12]
buyurarak bize bu hakkı veriyorda, Ömer bizim bu
hakkımızı engelliyor öyle mi?" Bu söz üzerine Hz.
Ömer şöyle der: Bir kadın doğruyu bildi, Ömer ise hataya düştü.
Bir başka örnek:
Hz. Ali, "Ümrnehâtü'l-evlâd"ın [13]
satılabileceği yönünde yeni bir görüşe meylettiğini ifade edince, Abîdeb. Amr es~Selmânî ona şöyle der: 'Topluluğun görüşüne uygun olan
görüşün, bizce, tek başına kaldığın görüşten daha güzeldir.Onların hayatı
İncelenirse, bu gibi durumların pek çok olduğu görülür. Şu halde müctehidlerin sükûtunda, açıklanan görüşe muvafakat
ihtimali kuvvetle mevcuttur. Buna göre, sükûtî icmayı
kaynak kabul etmek gerekir. Fakat bu, kat'î değil zannî bir delildir.
temanın
gerçekleşmesinin mümkün olup olmadığı ve fiilen meydana gelip gelmediği
hususunda bilginler farklı görüş belirtmişlerdir. Çoğunluğa göre icmânın gerçekleşmesi mümkündür ve fiilen de meydana
gelmiştir. Nâzzâmiye[14] ve
Şîa ise aşağıdaki gerekçelere dayanarak icmânın
gerçekleşmesinin mümkün olmadığını ileri sürmüşlerdir:
1- İcmâ'nın kaynak olduğunu kabul eden çoğunluğun görüşüne
göre, bir devrin bütün müctehidleri fjkirbirliği etmiş olmadıkça icmâ
meydana gelemeyecektir. Buna göre iki hususun bilinmesi icmânın
varolabilmesi için zaruridir:
a) İcmânın meydana gelmesi kendilerinin ittifakına bağlı olan müctehidlerin kimler olduğu.
b)İcmâya
konu olacak mesele hakkında herbir müetehîdin görüşünün ne olduğu.Bu iki husustan birincisinin
bilinmesi mümkün değildir. Zira müetehidi müetehid olmayandan ayırdetmeyi
sağlayacak bir ölçü yoktur.
İkinci hususun
bilinmesi de imkânsızdır. Çünkü müetehidler tek bir
ülke ve bölgede toplanmış olmayıp, değişik ülkelere ve şehirlere dağılmış
haldedirler. Onları tek bir yerde toplayıp görüşlerini öğrenmek ya da herbirinin görüşüne
güvenilir bir yoldan ulaşabilmek kolay değildir.
2- İcmâ'nın dayandığı
bir sened, bir delil mutlaka gereklidir. Sözkonusu hükümle ilgili olan bu deî!l
ya sûbut ve delâlet
yönünden katidir ya da sûbut
veya delâleti zannî bir delildir. Şa^dt hem sûbut hem delâlet yönünden
kati bir delil ise, normal olarak insanların bu delili bilmesi gerekir;
delâleti de katî olduğuna göre hüküm belirlenmiş demektir. Şu halde artık icmâya ihtiyaç yoktur. Böyle bir hüküm hakkındaki İcmâ "tahsî-lü'1-hâsil" yani hazırda var olan bir şeyi elde etmek için
çaba sarfetme kabilinden olur, ki bu faydasız bir
iştir. Delilin zannî olması halinde ise, bu delilin
gösterdiği hüküm üzerinde ittifak meydana gelmesi normalde mümkün değildir. Bir
taraftan müctehidlerin çokluğu ve farklı'tabiat
ve kabiliyette olmaları, diğer taraftan hüküm çıkarmada esas alınacak
delillerin çokluğu dikkate alınırsa, böyle bir ittifakın imkânsız olduğu
anlaşılır.İcmânın gerçekleşme imkânını kabul
etmeyenlerin dayandıkları başlıca gerekçeler bunlardır.icmânın
gerçekleşme imkânını savunan ve büyük çoğunluğu teşkil eden bilginlere gelince,
onlar görüşlerini desteklemek üzere Sahabe döneminde ve diğer dönemlerde
bilfiil meydana gelmiş icmâları delil olarak
göstermişlerdir. Bu cümleden olmak üzere şu hükümler zikredilebilir: Ninenin
mirasta altıdabir hisseye sahip olduğu, bir gıda
maddesinin satım sözleşmesine konu olması halinde müşterinin malı satıcıdan
teslim almadan önce onu satmasının caiz olmadığı, müslüman
bir kadının gayr-ı müslim bir erkekle evlenmesinin
batıl olduğu, mehir belirlenmeksizin yapılan nikâh
akdinin geçerli olduğu.Bu ve benzeri hükümleri zikrederek şöyle derler: Müetehidlerden nakledilen bu ıcmalar,
icmânın gerçekleşme imkânından öteye, icmânın bilfiil gerçekleşmiş olduğunu aÇikça
gösteren bir delildir. Unlar, karşı görüş sahiplerinin delillerini detaylı
olarak cevaplandırma yönüne g' memişler, şöyle
demekle yetinmişlerdir: Bu itirazlar, apaçık bir durum hakkında ileri sürülmüş
ve zihinleri karıştırmaya yönelik kuşkulardan ibarettir. O yüzden bunlara
itibar Fakat doğrusu, bu metod -görüldüğü üzere-
hakikate uygun ve insaflı bir metod değildir. İnsaf anlayışs, karşı görüş sahibinin delillerini de inceleyip,
gerçekle bağdaşmayanları reddetmeyi, doğru ve gerçeğe uygun görünenleri İse
kabul etmeyi gerektirir.Şimdi biz icmânın gerçekleşme
İmkânını kabul etmeyen azınlık görüş sahiplerinin dayandığı gerekçeleri gözden
geçirelim:İcmânın dayanacağı delil ile İlgili
itirazlarında gerçek payı bulmak mümkün görünmüyor. Çünkü hangi türden olursa
olsun, delilin varlığı icmânın gerçekleşme imkânı ve
bilfiil meydana gelmesi açısından bir engel teşkil etmez. Diyelim ki delil
kafidir: Herkesin bunu bilmesine kaçınılmaz bir şey olarak bakmamak gerekir.
Bazen bir meselede kat'î bir delil bulunduğu halde,
bazıları bunun farkında oiamayabilir ve bilenler
tarafından bunun hatırlatılmasma ihtiyaç duyulabilir.
Meselâ yukarıda zikredilen mehir meselesinde bu durum
açıkça görülmektedir. Hz. Ömer Kur'ân'daki
nassi gözönünde
bulundurmaksızın mehrin dörtyüz
dirhemden fazla tesbiti halinde fazlalığın beytülmale
irad kaydedileceğini bildirmiş, bir kadının âyeti
hatırlatması üzerine Hz. Ömer görüşünden
vazgeçmiştir.Benzeri bir olay Hz. Peygamber
(s.a.v)'in vefatı sırasında yaşanmıştır. Kat'î delil,
yani Kur'ân âyeti, onun ölümlü olduğunu daha Önceden müslümanlara şöylece hatırlatmıştı: ' 'Muhammed, ancak bir
peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi, o, ölür ya da Öldürüiürse siz gerisin
geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse Allah'a
hiçbir zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükâ-faatlandıracaktır. [15]Fakat
Rasûlûllah vefat edince, Sahabeden bazıları,
özellikle Hz. Ömer bunu dikkatten kaçırmıştır. İbn Mâce es-Sünen'inde
Hz. Ayşe'den şu nakilde bulunmaktadır: "Rasûlûllah (s.a.v) vefat edince -ki Ebubekir
o esnada el-Avâlî'de [16]
karısı İbnet'u Hârice'nin
yanında bulunuyordu- bazıları şöyle demeye başladılar: Peygamber (s.a.v)
ölmedi. Bu, vahiy sırasında onun (ruhaniyet âlemine
yükselerek) bir süre kaybolması halinden ibarettir. Nihayet Ebubekir
geldi. Rasûlûllah'ın yüzünü açtı, iki gözünün arasını
öptü ve dedi ki: Sen Allah katında (herkesten) kıymetlisin, tabii ki o seni iki
defa Öldürmez. Evet evet, Allah'a yemin ederim ki
artık Rasûlûllah (s.a.v) ölmüştür. Ömer ise Mescidin
bir kıyısında şöyle söyleniyordu: Allah'a andolsun, Rasûlûllah (s.a.v) ölmemiştir! Daha münafıklardan pekçoğunun ellerini ve ayaklarını kesmeden ölmeyecektir! Ebubekir minbere çıktı ve şöyle dedi: Kim Allah'a tapıyor
idiyse, şüphesiz Allah diridir, ölmemiştir. Ama kim Muhammed'e tapıyor idiyse,
bilsin ki artık Muhammed ölmüştür. Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce
de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi, o, ölür ya da
öldürüiürse gerisin geriye (eski dininize) nv döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse Allah 'a hiçbir
zarar vermiş olmayacaktır. Allan şükredenleri mükâfaatlandıracaktır."[17]
Ömer: Bu âyeti
sanki daha önce
hiç okumamışım, dedi ve söylediklerinden vazgeçti, hakikati kavradı ve
mutedil bir tavır içine girdi. İnsanlar da bu âyeti okuya okuya
Medine sokaklarına dağıldılar. Sanki âyet daha o gün inmişti!"Sonra, bir
meselede kat'î delil bulunsa ve insanlar bunu biliyor
olsalar bile, bu delilin gösterdiği yönde icmânın
meydana gelmesi,tahsilu'l-hâsıl kabilinden, yani
faydasız bir şey sayılamaz. Aksine bu icmânın şöyle
bir faydası vardır: Delilin gösterdiği anlamı güçlendirmiş olur, sonraki
devirlerde bu delilden çıkan hüküm üzerinde ihtilâf ihtimali kalmaz ve icmâ sayesinde artık hükmün delilini özel olarak araştırma
ihtiyacı ortadan kalkar.Bu söylediklerimiz, mesele hakkında kat'ı delil
bulunması durumu ile ilgiliydi. Şİmdi kıyas ve
haber-i vâhid gibi zannî
delil bulunması ihtimali üzerinde duralım. Esasen, böyle bir meselede herkesin fikirbirliği etmesi -azınlık görüşü sahiplerinin iddia
ettiği gibi-imkânsız bir şey değildir. Çünkü bazı zannî
deliller, hükmü gösterme bakımından öylesine açık olur ki, artık o hüküm
hakkında görüş ayrılığına imkân kalmaz. Gerçekten, fakihlerin
icmâ ettikleri birçok meselede bu durumu görürüz. Meselâ:
- Buğday ve benzeri
gıda maddelerinin müşteri tarafından satıcıdan teslim alınmadan Önce satılması
meselesi. Müctehidler, konu ile ilgili delil -haber-i
vâhid olması sebebiyle-zannî
olduğu halde bu meselenin hükmü üzerinde birleşmişler ve bu satışın şer'ân yasak olduğuna hükmetmişlerdir. Hz.
Peygamber'in konu ile ilgili hadisi şöyledir: "Herkim bir gıda maddesi
satın alırsa, teslim alıncaya kadar onu satmasın"[18]
- Hz.
Ebubekir'in halife seçilmesi meselesi. Müslümanlar
onun başka herkese tercih edilip halife seçilmesinde icmâ
etmişlerdir. Bu konudaki delilleri ise kıyastır. Onlar bu işi, Hz. Peygamber'in onu namaz imameti hususunda başkalarına
tercih etmesine kıyas etmişler ve şöyle demişlerdir: "Allah'ın Rasûlü dinimize ait bir işi için ona (onun vekâlet
etmesine) rıza gösterdi; biz de dünyamızla ilgili bir işte niye onu tercih
etmeyelim?"
Icmâ'nın gerçekleşme imkânını kabul etmeyen azınlık görüşü
sahiplerinin müctehİdlerin herbirinin
görüşünü öğrenmedeki zorlukla ilgili birinci gerekçesine gelince, bu doğrudur
ve üzerinde durulmaya değer bir husustur. Fakat bu itiraz bütün devirler
hakkında geçerli olamaz. Bu konuda bir ayırım yapmak gerekir: Selef (ilk İslâm
nesilleri) birbirinden farklı özelliklere sahip iki devirde yaşamışlardır:
Birinci devir: Hz. Ebubekir
ve Hz. Ömer'in dönemleri. İkinci devir: Hz. Osman'dan itibaren müctehİdlerin
son bulduğu zamana kadar geçen devir.
Birinci devirde müslümanların durumu dağınıklık arzetmiyordu.
Müctehid olanlar erkes
tarafından tanınıyor, biliniyordu. Çünkü müctehİdlerin
sayısı azdı, genelde tek şehirde yani
Medine'de toplanmışlardı, Medine dışında bulunanların görüşlerini grenme imkânı vardı. Görüşlerine başvurulması ihtiyacı
ortaya çıktığında, müctehİdlerin şahıslarını tek tek bilmek ve görüşlerini öğrenmek kolay bir işti.
Özellikle Hz. Ömer döneminde durum böyleydi. Çünkü o,
Sahabenin önde gelenlerine, ilim ye fikir erbabına, zaruret omadikça
Medine'den ayrılıp yeni fethedilen yerlere gitmelerini yasaklamıştı.Bu
özelliklere sahip bir devir hakkında, icmânın gerçekleşme
imkânını ve bilfiil meydana gelmiş olmasını inkâr etmek munsıf
düşünen bir kimseye yaraşmaz. Nasıl olur da böyle bir devir İçin icmâ inkâr edilir? Bakıyoruz, gerek Hz.
Ebubekir gerekse Hz. Ömer
fetva hususunda asla müctehidlere karşı baskıcı bir
tutum takınmıyorlar, aksine onları davet edip -Kitap ve Sünnette açık hükmünü
bulamadıkları meselelerde- onların görüşlerini soruyorlar, nihayet müctehidlerin görüşü bir noktada birleşince o hükmü
uyguluyorlar. Gerçekten, güvenilir pek çok râvi
tarafından bize bu nevi icmâ örnekleri nakledilmiş
bulunmaktadır. Sözgelimi; Hz. Peygamber'in vefatından
sonra Hz. Ebubekir'in
halife seçilmesi, Hz. Ebubekir'in
halifeliği döneminin İlk sıralarında zekât vermeye karşı çıkanlara karşı savaş
açılması, deri, hurma dalı vb. şeyler üzerinde dağınık halde yazılı bulunan Kur'ân'ın bir mushaf içinde
toplanması, hadiste "altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz"
şeklinde sayılan altı sınıf maddede riba yasağının
kabulü konularında meydana gelen icmâları
zikredebiliriz. Bu devirde icmânın gerçekleşme
imkânının varlığını ve bilfiil meydana gelmiş olduğunu tereddüde meydan
bırakmayacak daha pek çok icmâ örneği
bulunmaktadır.İkinci devire (yani Hz. Osman'dan
itibaren başiayan devire) gelince, bu devirde icmânın meydana gelmesi zordur, bilfiil meydana geldiğini
söylemek de kolay değildir. Zira'müctehidler
fethedilen ülkelere dağılmışlar, oralara yerleşmişler ve sayılan çoğalmıştır;
artık kimlerin müctehid olduğunu bilmek ve onların
görüşlerinden haberdar olabilmek imkânsız hale gelmiştir. Kaldı ki, bu devirde
bir görüş üzerinde birleşmeyi veya en azından bir mesele hakkında herbir müctehidin görüşünü
öğrenebilmeyi imkânsız kılan siyasî ve gayrı siyâsi pek çok olay meydana
gelmiştir. Şu halde bu devir için iddia edilebilecek azamî şey şudur: Bir çok
mesele ortaya çıkmıştır ki, hiçkimsenin bunların
hükmüne muhalefet ettiği bilinmemektedir. Ama, daha önce icmâ
tarifinde geçtiği şekle uygun olarak bütün müctehidlerin şer'î bir meselenin hükmü üzerinde ittifak
ettiklerini kabullenmek ve böyle bir ittifakın vukubulduğunu
kesin olarak söyleyebilmek kolay değildir.
Şimdi geriye İmam Ahmed b. Hanbel'den icmâ hakkında nakledilen sözlerin gözden geçirilmesi ve
onun bu konudaki görüşünün belirlenmesi kalmış bulunuyor. Oğlu Abdullah
demiştir ki: Babamın şöyle söylediğini işittim: "Bir adam bir konuda icmâ iddiasında bulunuyorsa o yalandır, icmâ
iddia eden de yalancıdır. Nereden bilecek, belki de insanlar o konuda ihtilâf
etmişlerdir. Fakat şöyle diyebilir: İnsanların bu konuda ihtilâf ettiklerini
bilmiyoruz. Veya bu konuda bir ihtilâf bana ulaşmadı."Bilginler onun bu
sözle neyi kastettiği hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.Kimi"
O, bu sözüyle icmânın kaynak olduğunu reddediyor, icmâyı şer'î hükümler için hir
delil olarak kabullenmediğini anlatmak istiyor demiştir. Kimi ise şu görüşü
ileri sürmüştür: Hayır, bunu kaydetmiyor, Sahabenin dışındakilerin icmâ'ını reddediyor. Sahabe İcmâ'ının
kaynak olduğu zaten muhatabın kendiliğinden düşünebileceği bir husustur. Zira
Sahabe devrinde icmâya katılacakların sayfsı sınırlıydı, oysa Ahmed b. Hanbel bu sözü söylediğinde çoğalmış ve değişik yerlere
yayılmışlardı.Bir başka görüşe göre: Ahmed b. Hanbel ne birincilerin ne İkincilerin dediğini
kastetmiştir. Onun esas maksadı, başkaları tarafından desteklenmeyen İcmâ iddiasını reddetmektir. Şayet bir kimse tek başına bir
icmâ İddiasında bulunuyorsa, bu onun yalan
söylediğini gösterir; doğru söylüyor olsaydı, bu icmâyı
nakleden başka kimseler de olurdu.Bazıları ise, onun bu sözle, yukarıdaki
yorumların dışında kalan başka birşeyi kasdettiği kanaatindedir. Buna göre, o, hakkında ihtilâf
bilinmeyen her hüküm için icmâ adının kullanılmasına
karşı çıkmaktadır.Bizce, bu yorumlar içinde en
Yukarıdaki
açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, islâm
hukukunda kaynak olan ıcmadan sözedebilmek
için şer'î bir meselenin hükmü üzerinde bir devrin bütün muctehidlerince
fikirbirliği edilmiş olması gerekir. Bilginlerin
çoğunluğu, böyle bir hüküm üzerinde müctehidlerin
tamamı değil de ekseriyetinin fikirbirliği etmesini icmâ olarak nitelemezler ve ona hüccet olarak dayanmazlar.
Öte yandan bilginlerin bir kısmı sükûtî ıcmayı hüccet
sayarken, diğer kısmı onu ne hüccet kabul eder ne de icmâ
diye isimlendirir. Şte usul bilginlerinin, usul
kitaplarında, icmâ karşısında belirledikleri ve bir
takım delillere dayanarak doğruluğunu savundukları tavır budur. Fakat acaba bu
bilginler, fıkıh (furû) kitaplarında içtihadı
meselelerin delillerini gösterirken de icmâ
karşısında usu! kitaplarında takındıkları tavra aynen bağlı kalmışlar mıdır?Değişik
fıkıh kitaplarından, hakkında icmâ bulunduğu söylenen
meseleleri araştırıp inceleyen kimse, görür ki, bu icmalârın
bazısı müctehidlerin çoğunluğunun fîkirbirliği
tarzında, bazısı sadece onun zikredenin mezhebindeki bilginlerin ittifakından
ibaret, bazısı ise sükuti icmâ şeklindedir. Son şekle
özellikle Hanefî fıkıh kitaplarında çok rastlanır. Çoğu zaman onların şöyle
dediğini görürüz: Buna falanca müctehid böyle
hükmetmiş ve hiç kimse ona İtirazda bulunmamıştır; böylelikle onların hepsinin
bu hususta icmâ ettiği anlaşılmaktadır. Doğrusu,
fıkıh kitaplarında zikredilen icmâlar arasında, usûl
kitaplarında bilginlerin büyük çoğunfuğunca ileri
sürülen şartların tamamını taşıyanlarına pek az raslanabilir.
Sözgelimi: Ibn Hazm, öğle,
ikindi, akşam veya yatsı namazlarında ka'de-i ûlâyı (ilk oturuşu) terkeden
kişiye sehiv secdesinin vacip olduğu hususunda müctehidlerin
icmâ ettiğini söylemektedir. Oysa İmam Şafiî'ye göre
bu durumda sehiv secdesi vacip değil sünnettir.'[20] İbn Hazm'in "muhsar"[21]
hakkında söylediği de böyledir. Çünkü "muhsar"a
"hedy"[22] in
vacip olduğunda müctehidlerin icmâ
ettiğini belirtmektedir.[23]
Halbuki İmam Mâlik'ten nakledilen görüşler içinde en yaygın olanına göre muhsara hedy gerekmez. Fıkhı
meselelere ve fukahanın o meselelerle ilgili görüşlerine
dair yeterli bilgisi olan kişinin farkedeceği daha
bunlar gibi pekçok mesele bulunmaktadır.
İcmâ'nın senedi, müctehidlerin
üzerinde icmâ ettikleri hükme varırlarken
dayandıkları delil demektir.
İcmânin kaynak olduğunu kabul edenlerin büyük çoğunluğu, icmânın bir senedi olması gerektiği kanaatindedir.
Çünkü senedsiz icmâ, Allah'ın dininde
şahsî görüşe göre hükmetmeye ve Hz. Peygamber'den
sonra yeni bir din ihdas etmeye götürür; bu ise kabul edilemez.
Senedin gerekliliği
kanaatinde olan bilginlere göre, bu sened Allah'ın Kitab'ındaki bir nass olabileceğigibi, Hz. Peygamber'İn bir Sünneti de olabilir Allah'ın Kitab'ındaki bir nassa dayandırılan
icmâya örnek olarak, müctehidlerin
nine evlenmenin haram olduğuna dair
ittifakım zikredebiliriz. Onlar bu icmâda, Analarınız...
(ile evlenmek) size haram kılındı" [24]âyetine
dayanmışlardır. Çünkü bu nasstaki "ana dan maksat,
mutlak anlamda "kök" tür. Bu
ise kişinin dolaylı veya dolaysız olarak kendisine bağlandığı kimsedir. Bu
anlamda nine bir asıldır.
Hz. Peygamber'İn bir Sünnetine
dayandırılan icmâya da, müctehidlerin,
bir gıda maddesinin teslim alınmadan önce alıcı tarafından satılmasının yasak
oluşu hükmündeki ittifakını örnek gösterebiliriz. Zira onların bu icmâdaki senedi Hz. Peygamber
(s.a.v)'in "K/m bir gıda maddesi satın alırsa, teslim almadan önce onu satmasın
"[25]
anlamındaki hadisidir.
Kur'ân ve Sünnet nasslarının icmâ için sened olabileceğinde
ihtilâf etmemekle birlikte bilginler, kıyas hakkında ayrı görüş
belirtmişlerdir. Bir kısmı kıyasicmâ için sened olamaz demişler ve şu gerekçeye dayanmışlardır: İcmâkat'î, kıyas ise zannî
delildir. Kat'î olan şey zannî
üzerine bina edilemezBir kısmına göre ise, kıyas icmâ için sened olabilir ve bu
bilfiil meydana gelmiştir. Bu, çoğunluğun görüşüdür ve tercihe şayan olan da
odur. Çünkü kıyas da şer'î delillerden biridir, o halde diğer deliller gibi icmânın senedi olabilir. Sahabenin uygulamalarında bu
hususu destekleyen birçok örnek bulabilmekteyiz. Meselâ:
- Hz.
Peygamber kendisinin yerine kimin devlet başkanı olacağım belirlemeden vefat
etti. Sahabe önce kimi seçeceklerinde İhtilaf ettiler. Sonra Hz. Ebubekir'in seçilmesi ve onun
diğer sahabilere tercih edilmesinde görüşbirliğine vardılar. Çünkü Rasûlüllah,
hastalığı ağırlaşınca, müslümanlara imamet etmesi
İçin Hz. Ebubekir'i
görevlendirmişti. Ashaptan bazıları hilâfeti imamete kıyas ettiler ve diğerleri
de bu kıyası uygun görüp Hz. Ebubekir'in
-Hz. Peygamber'İn imamet
konusunda yaptığı gibi- hilâfet hususunda başkalarına tercih edilmesini
kararlaştırdılar. İşte bu kıyas onların icmâımn
senedini eşkıl ediyordu. Nitekim bu, bazılarının şu
ifadesinden açıkça anlaşılıyordu: "Allah'ısu dinimize
ait bir işi için ona (onun vekâlet etmesine) rıza gösterdi; biz de dünyamızla
niye onu tercih etmeyelim şarap ve d'§er
sarhoş edici maddeleri içen kişiye verilecek ceza için gerek Allah'ın kitab’ında agerekse Hz. Peygamber'İn
Sünnetinde belirli bir miktar gösterilmiş değildir.Şarap içmiş bir kimse Hz. Peygamber'e getirildiğinde, insanlara ona vurmalarını
emreder, orada bulunanlar da o gün mevcut bulunan vasıtalarla ona vururlardı:
Kimi eliyle, kimi pabucuyla, kimi değneğiyle, kimi de elbisesinin sarkan bir
ucuyla.Bir gün Hz. Peygamber'e şarap içtiği sabit
olmuş bir kişi getirilmiş, o da ona vurmalarını emretmiştir. Yukarıda
belirtildiği şekilde ceza infaz edildikten sonra bazılarının ona: "Allah
cezanı versin, rezil adam!" diye bağırdığını duyunca Rasûl-i
Ekrem: "Öyle söylemeyin, şeytana uymasına sebep olmayın. Şöyle deyin: Allahım onu yarlığa! Allahım ona
merhamet et!''Hz. peygamber ve Hz.
Ebubekir'in dönemlerinde içki cezası ile ilgili durum
bu şekilde devam etti. Fakat Hz. Ömer zamanında
ülkenin bazı yörelerinde içki içenlerin sayısı arttı. Şam valisi Halici b. Velid Halifeye bir mektup yazarak, insanların uygulanmakta
olan cezayı önemsemez olduklarım bildirdi. O sırada Hz.
Ömer'in yanında Muhacirlerin ve Ensarın ileri
gelenleri bulunuyordu. Kendilerine danıştı. Hz. Ali
şöyle dedi: Şarabı içen insan sarhoş olur, sarhoş olunca hezeyana başlar, böyle
ileri geri konuşurken iftirada bulunur. İftira edenin cezası ise Allah'ın
Kitabında seksen değnek olarak belirlenmiştir. Hz.
Ömer ye diğer sahabiler Hz.
Ali'nin bu görüşünü yerinde buldular ve namuslu bir kadına zina isnadında
bulunan kişiye uygulanan kazf cezasına kıyas ederek şarap içene de seksen değnek
vurulmasını kararlaştırdılar.İşte bu ve bundan önce belirtilen örnekteki icmâ, kıyasa dayandırılmıştır. Bu da kıyasın icmâ için sened olabileceğini ve
bu yönde uygulama yapıldığını göstermektedir."İcmâ
kat'î, kıyas zannî
delildir; kat'î zanniye
dayandırılamaz" diyenlere gelince, onların bu istidlali kabule şayan
değildir. Çünkü haber-i vâhid de zannî
delil olduğu halde, bilginler onun icmâ için sened olabileceğinde fikirbirüği
etmişlerdir. Kıyas da doğruluğu hakkında icmâ meydana
gelmezden önce zannî delildir; ama
Kıyas icmâ için sened olabildiği gibi
maslahat-ı mürsele de -bunu delil olarak kabul
edenlere göre- icmânın senedi olabilir. Nitekim Hz. Peygamber'in ashabı da bu yönde uygulamalar yapımışlardır. İşte buna bazı örnekler:
- Hz.
Ebubekir'in halifeliği döneminde, Hz.
Ömer ona Kur'ân'ın bir mushaf
halinde toplanması tavsiyesinde bulundu. Hz. Ebubekir, önce tereddüt etti: Rasûlüllah'ın
yapmadığı bir işi ben nasıl yaparım? dedi. Hz. Ömer
ısrarla şunu söyledi: İnan ki bunda hayır var, Allah'a yemin ederim bu İslâm'ın
menfaatine olacak! Sonunda Hz. Ebubekir
ikna oldu. Kur'ân'ın bir mushaf
halinde toplanmasını emretti. Ashab da onun bu
kararını uygun buldular. İşte Sahabenin bu icmâ'mın
maslahat fikrinden başka bir senedi yoktur. ten Hz Ebubekir ve Hz. Ömer'in ifadeleri
de bu hususu vurgulamaktadır: Hz. Ebubekir
"Allah'm Rasûlünün
yapmadığı şeyi ben nasıl yaparım?" diyor, Hz.
Ömer de bunun »İslâm'ın menfaatine olacağı"nda ısrar ediyordu.
- Hz.
Ömer döneminde rnüslümanlar Irak ve Şam Bölgesini
fethedince, Abdurrahman b Avf ve Ammar b. Yâsir gibi bazı sahabîler,
fethedilen arazinin Allah'ın Kitabında gösterildiği ve Hz. Peygamber'in uygulamasında olduğu gibi mücahitler
arasında paylaştırılması gerektiğini savundular. Aralarında Hz.
Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve
Muâz b. Cebel'in de bulunduğu diğer bir gurup bu
arazinin mücahitler arasında taksim edilmemesini, müslümanlarm
ortak malı haline getirilmesini, arazinin sahipleri eiinde
bırakılıp üzerine haraç vergisi konmasını, bu verginin hakim, memur ve asker
maaşlarının ödenmesinde, dul, yetim ve muhtaçların ihtiyaçlarının
giderilmesinde bir gelir aynağı teşkil etmesini,
böylelikle nesiller boyunca bütün müslümanlarm istifadesinde
kalmasını uygun görüyordu. Taksim taraftarı olan karşı görüş sahipleri Hz. Ömer'e şunu
söylüyorlardı: Sen, Allah'ın bize kılıçlarımızın gücü ile sağladığı bir hakkı
vermeyip de, onu savaşta hazır bulunmayan insanlar ve onların henüz ortada olmayan
çocukları ve torunları lehine mi vakfedeceksin? Hz.
Ömer de şu cevabı veriyordu: Sonradan gelen müslümanlarm
halı ne olacak? Araziyi, taksim edilmiş ve babadan intikal eden bir mülk olarak
bulacaklar! Hayır, bu
- Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer dönemlerinde cuma namazı için bir tek ezan
okunurdu. Bu ezan hatîbin önünde veya mescidin kapısında okunuyordu. Hz. Osman döneminde müslümanlarm
sayısı iyice arttığından ve Medine'de yerleşim alanı genişlediğinden, Hz. Osman bir ezan daha ekledi. Bu ezam ez-Zevrâ' denen Medine çarşısındaki kendisine ait bir evin
üstünde okuttu. Zira o, ezanın İnsanlara namaz vaktini haber vermek için teşri
kılınmış olduğunu biliyordu. Şayet kendinden önceki dönemlerde yapıldığı gibi
tek ezanla yetinseydi, ezan okunmasından güdülen gaye gerçekleşmiş olmayacak ve
mescide uzak bulunan birçok müslüman bu yüzden namazı
kaçırabilecekti. Sahabe de Hz. Osman'ın bu kararım
tasvip ettiler. Üzerinde fıkirbirliği edilen bu
uygulamada onların dayandığı yegâne delil, maslahatın temini ve önceki
uygulamanın devamı halinde ortaya çıkabilecek mefsedetin
giderilmesi düşüncesi idi.
Maslahat düşüncesi icmâ için sened olabilirse de, bu
düşünceye dayanan icmâ, Kitab,
Sünnet ve Kıyasa dayanan icmâlar gibi değişmez bir
delil teşkil etmez. Böyle bir İcmâ maslahatı
gerçekleştirdiği sürece kaynak olma Özelliğini korur. Fakat bu sonucu sağlamaz
hale gelince ona muhalefet edilebilir ve maslahatı gerçekleştiren yeni bir
hüküm konabilir. Bu yüzden, müetehidlerin, birçok
meselede, daha önce üzerinde icmâ edilmiş hükme
aykırı takat maslahatı gerçekleştiren hükümler verdiklerini görüyoruz. Meselâ:
- Sahabe "tes'îr"den yani
fiyatlara narh koymaktan sakınmışlar, herkesi dilediği fiyatla alıp satmakta
serbest bırakmışlardı. Çünkü onl-ır
Hz. Peygamber'in tes'îre
razı olmadığını ve bunu -insanları hoşnut olmadıkları fiyatlarla mallarını
satmaya zorlama düşüncesini ihtiva ettiğinden ötürü- bir haksızlık olarak
nitelediğini görmüşlerdi. Nitekim bir adam gelip Hz.
Peygamber'e: "Ya Rasûlallah!
Bizim için mallara narh koy" deyince, o ' 'Hayır, siz Allah 'a dua edin''
cevabım vermiş, bir başkası da aynı talepte bulununca: ' 'Fiatlan
asıl yükselten ve düşüren A İlah 'tır. Ben herhangi bir kimsenin üzerimde
haksızlık iddiası olmaksızın Yüce Allah'a kavuşmak isterim" buyurmuştu.[27]Fakat,
Medine'nin yedi meşhur fakihinden Saîd
b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr ve Yahya b. Saîd gibi fukahâ tes'îrin caiz olduğuna
hükmetmişlerdir. Çünkü onlar maslahat düşüncesinin bunu gerektirdiği,
insanların zararının bu yolla önleneceği kanaatine varmışlar, bu hüküm ile daha
önce yerleşmiş bulunan tes'îr koymama uygulaması
arasında özde bir çatışma olmadığını tesbit
etmişlerdir. Evet, Hz. Peygamber ve ashabı tes'îr uygulamasına girmemişlerdi. Çünkü bunu gerektiren
bir durum yoktu. Hz. Peygamber'e şikâyet edilen
pahalılık, tes'îri gerektiren bir pahalılık değildi.
Bilindiği gibi fıatlardaki yükselme bazen talebin
arzdan fazla olmasından kaynaklanır, bazen ise tacirlerin veya üreticilerin
büyük kârlar elde etmek için piyasayı kendi hakimiyetleri altına alıp fiatlara sunî müdahalede bulunmaları sebebiyle meydana
gelir. Öyle görünüyor ki, Rasûlûllah dönemindeki
pahalılık birinci türden, yani fiyatların tabiî seyri içinde yükselmesi
türünden idi. Şayet ikinci türden olsa idi Hz.
peygamber'in onu öylece bırakması düşünülemez. Zİra
bu insanlara yapılan açık bir haksızlık olurdu. Kamu otoritesini elinde tutan
makamın böyle bir haksızlığı gidermesi ise onun görevidir. Bunu giderme yolu da
tes'îrdir.İşte Tâbiûn
devrinde ikinci türden pahalılık ortaya çıkınca, bu devrin fakîhleri
tes'îrin cevazına hükmettiler. Çünkü maslahat fikri
bunu gerektiriyordu. Bu hüküm, "Geniş kapsamlı zararın önlenmesi uğruna
dar kapsamlı zarara katlanılır"[28]
şeklindeki genel kuralın uygulanması kabilindendi.
- Bir kimsenin yakım
lehine şahitliği meselesi de bu duruma bir örnektir. Şöyle ki: Sahabe ve Tâbiûn devirlerinde, kişinin yakını lehine meselâ çocuğun
babası, babanın çocuğu ve kocanın karısı lehine şahitlik etmesi kabul
ediliyordu. Bu husus Hz. Ömer, Kadı Şurayh, Saîd b. Müseyyeb ve Ömer b. Abdülaziz'den rivayet edilmiştir.
Nitekim bir gün Ali b. Kâhif isimli şahsın karısı
Kadı Şurayh nezdinde bir
alacak davası açmıştı. Kadın bir adamdan alacaklı olduğunu İddia ediyordu.
Kocası ve babası onun lehinde şahitlik edince davalı itiraz etti; "Biri
kocası, biri de babası!" bunun üzerine Kadî Şurayh şöyle dedi: "Sen bu özellik dışında onların
şahitliğini reddetmeyi gerektirecek bir kusur biliyor musun? (Eğer yoksa bu
özelliğin şahitliğe zararı yoktur). Müslüman olan herkesin şahitliğigeçerlidir."
Başka bir rivayete göre de Şurayh şöyle dedi:
"Bir kadın hakkında zaten kocası ve babasından başka kim şahitlik
edecek?" Sonunda Kadî Şurayh
kadının lehinde karar verdi.Ne var ki, insanların ahlâkı değişip kalplerde iman
hakimiyeti zayıflayınca ve toplumda başkalarını haksız yere itham eğilimi
kendini gösterince, fakîhler ve hakimler önceki
uygulamayı aynen sürdürmenin hak kaybına yol açacağını, insanların zarara ve
sıkıntıya düşeceklerini farkettiler. Maslahat
düşüncesine dayanarak ve toplumdaki kötü gidişi önlemek için yakınların birbiri
lehine şahitliğini reddettiler. Kendi zamanlarının şartlarını gözönüne alarak bu hükmü evlât-baba; kardeş ve karı-koca
ile sınırlandırdılar. Şayet herhangi bir zamanda daha uzak akraba için aynı
töhmet sözkonusu olacak olsa, onların da şahitliği reddolunabilir.Buna göre, hoparlör teşkilâtı bulunan
mescitte cuma namazı için Hz. Peygamber zamında
olduğu gibi bir tek ezanla yetinilebiiir. Çünkü Hz.. Osman'ın ilâve ettiği ve Sahabe tarafından tasvip
olunan ikinci ezan, maslahata binaen yani insanlara namaz vaktim duyurma
ihtiyacından ötürü konmuştu. Bu ihtiyacın hoparlör bulunan mescitte tek ezanla
karşılanması mümkündür; bu halde ikinci ezana gerek kalmamış olur.[29]
[1] Yunus 10/71.
[2] Tirmizî, Savm,
33.
[3] Abdülâziz el-Buhari. Keşfu'l-Esrâr, III, 946.
[4] bkz. Âmidî,
el-ihkâm, I, 140.
[5] İbrahim b. Seyyar el-Basrî
en-Nazzâm {ölümü 231 H.): Mutezile bilginlerİndendir ve kendi adıyla anılan bir Mutezile
fırkasının reisidir. İcmâyı ve kıyası ilk inkâr eden
kişidir. Sahabe icmâ'inin kaynaklık vasfını ve
onların yeni olaylarda kıyasa dayanmış olduklarını da kabul etmediği için, bu
yöndeki tezini desiekleme uğruna sahabeye dil
uzatmıştır. Hadis ehli hakkında da ithamkâr ifadeler
kullanmıştır. Şaraba düşkün, açıktan açığa fisk u
fücur işleyen bîriydi. İcmâ ve kıyas konusunda
zihinleri karıştıran fikirleri
■ ve bunlara karşı
verilen cevaplar, eski usûl eserlerinde mevcut bulunmaktadır. Haricîler, Râfizîler ve Zahirîler, icmâ ve
kıyasın inkârı hususunda onu öncü edinmişlerdir. Hayatı hakkında "el-Fark
beyne "I-Fırak" isimli esere (s. 79)
bakılabilir.
[6] bir de "ba!ın"ı vardır. Kur'ân'a harfi
olarak sarılmak doğru olmayıp, tevil edilmesi gerekir. Zahir ve bâtına birarada inanmak imanın şartlanndandır.
Sadece bîrine inanmak, mezhebin dışına çıkmak ve küfre girmek demektir. O
yüzden bu fırka "Bâtiniyye" diye de anılır.
Onların inancına göre vahiy, meleğininmesi değil ruh
temizliğidir. Dİnî hükümler sadece avam için
bağlayıcıdır, havas için bağlayıcı değildir. Peygamberler, avama yön veren
öncülerdir. Havassın peygamberleri İse filozoflardır. İşaret ettiğimiz zahir ve
bâtın teorisinin paralelinde olmak üzere, İsmâilİ
müfessirler Kur'ân âyetlerini kendi inançları ile
uyuşan, mensuplarına gizli mesajlar veren ve İmama körükörüne
itaat etmeye çağıran sembolik tefsirlere tabi tutmuşlardır. Yüce Allah'ın Kitâb'ına karşı birçok küstahlıklar taşıyan Kur'ân tefsirleri vardır. Âdem Aleyhisselâm'ın
kısası etrafında çok söz etmişlerdir. Onların batını tevillerinden biri
şöyledir: Âdem -semavî dinlerin belirttiğinin aksine- İlk insan olmayıp daha
önce bir topluluk vardı ve Âdem onların arasında yaşadı. Adem'in bir hücceti
(dayanağı) vardı ki Kur'ân ondan Havva diye sözetmiştir. Esasen Havva bir kadın değildir ve Âdem İle
evlenmemiştir. O, Âdem'in en yakın davetçilerindendi. Her ikisi, Âdem'den
önceki İmamın daveti içinde nimetlere mazhar olmakta
idiler. İsmâilİyye daveti aslında Kur'ân'ın
"cennet" diye sözettiği şeyin tâ
kendisidir. Daha sonra Âdem daha üstün bir mertebeye eriştiğinden imam onu centetten yani "davet"ten çıkarmıştır. (Bu konuda
Dr. Muhammed Kâmil Hüseyin'in Tâifetii'Msmâifiyye isimli
eserine bakılabilir.)
[7] Bazı lâfız farklı|ıkları ile> bkz jbn Mâcfiı Fjtenj 8
[8] bkz. dipnot 162.
[9] Yakjn an!amda
nvayetier için bkz. Ebu Davud. Fİten,
I (4252vc 4253 numaralı hadisler)
[10] . Ahmed b. Hanbel. I, 379.
[11] el-Mebsût müellifinin
rivayetine göre (bkz. Serahsî,
IV, 343), bİradam iki yıl karısından uzakta bir yerde
kalmış, döndüğünde onu hamÜc buîmuştu.
Adanı olayı Hz. Ömer'e intikal ettirdi. Hatife Ömer,
kadına recm cezasını uygulamak istedi. Muâz şöyle diyerek karşı çıkti:
"O kadın hakkında ceza uygulama yetkin varsı da, karnindakini
cezalandırman için bir gerekçen yoktur." Bunun üzerine Hz.
Ömer kadını bıraktı. Sonunda kadın doğurdu. Çocuk babasına benziyordu. Adam
çocuğu görünce hayretler içinde kaldı. Hz. Ömer de
şöyle dedi: "Kadınlar, Muâz gibisini doğuramaz. Muâz olmasaydı, Ömer mahvolmuştu"
[12] en-Nisâ' 4/20:
[13] "Ümmü'l-veled'" (çoğulu: ümmehâtü'l-evlâd), efendisinden
çocuk doğuran cariye demektir. Efendi, çocuğun kendisinden olduğunu kabul
ederse, çocuğun nesebi onun üzerine sabit olur ve câriye İimmü'l-veled statüsünü kazanır. Sahabe, önce, ümmü'l-velcd olan cariyenin satılıp satılamayacağı ve efendisinin
ölümünü takiben hürriyetine kavuşup kavuşmayacağı hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Sonunda görüşleri bir noktada toplanmış, Hz.
Ömer zamanında ümmü'l-veledin satılamayacağı ve
efendisi ölünce hür statüsüne gireceği hususunda İcmâ
vukubulmuştur. Bu haberi, Abdürrazzâk
Ma'mer'den, o Eyyûb'den, o İbn Sîrîn'den. o da Abîde es-Selmânî'den nakletmiş ve İbn Kudâm? el-Muğnî isimli eserinde
şu şekilde zikretmiştir: "Abide anlatıyor: Ali'nin şöyle dediğini duydum: Ümmehâtü'l-evlâdm satılamayacağı
hususunda benim görüşüm ile Ömer'in görüşü birleşmişti. Ben daha sonra
satılabileceği kanaatine vardım. {Abîde sözüne devam ediyor.) Ona şöyle dedim.
Senin ve Ömer'in cemaat halindeki görüşünüz, bence cemaatten ayrı. kalan
görüşten daha iyidir." Bunun üzerine Hz. Ali bu
yeni görüşünden vazgeçti ve Abîde ile Şurayh a şöyle
dedi: Daha önce hükmetmekte olduğunuz şekilde hüküm verin. Zira ben İhtilâftan
hoşlanmam.
[14] Bazı usulücüler icmânın
gerçekleşemeyeceği görüşünü Nazzâm'a nisbet etmişlerdir. Fakat bu doğru değildir. Doğrusu -Sübkî'nin belirttiği üzere- bu görüşün Nazzâm'ın
bazı arkadaşlarına ait olduğudur. Nazzâm m kendisi
ise haddizatında icmânın gerçekleşmesinin mümkün
olduğu fakat icmâmn kaynak olmadığı kanaatindedir.
[15] Âl-iî Imrân3/144:
[16] el-Avâ1î, Medine çehresinde bir ver Kmi Burası ile H/.
Peygamber (s.a.v)"in evi arasında bir mÜ mesafe
vardır
[17] bkz. 170 numaralı
dipnot.
[18] Buharı. Buyû; 54 (yine bkz.
51, 55); Müslim, Buyu1, 36.
[19] el-A'râf 7/204.
[20] İbn Hazm.
Merâtibıı'l-İcmâ", s.
32.
[21] "Muhsar", hac veya umre için ihrama girdikten sonra hac
voya umre ile ilgili şer'ân
gerekli amelleri yerine getirmeyi engelleyen hastalık ve düşman gibi bir engel
ile karşılaşan kimse demektir.
[22] Hcdy Harem-i Şerife götürülen yahut kendisi veya parası
gönderilen kurban demektir. Nafile ve vacip olmak üzere iki çeşittir.
Temettü" ve kıran haccı yapanlara, hacc ve umre
ibadetine mahsus yasakları ihlâl edenlere hedy vaciptir,
(mütercim)
[23] İbn Hazm, Merâtibü'l-İcmâ*, s. 46.
[24] en-N
[25] Bkz,dipnot 173.
[26] Maslahat-ı mürsele örnekleri
ve tarif için bkz. §: 104^105.
[27] Bazı lâfız farklılıkları ile,
bkz. Ebu Davud. Buyu'. 51; Tirmizî. Buyu". 73; İbn Mâcc. Ticârât. 27.
[28] Bu kura'-
Mecelle'nin külli kaideleri arasında da yer almıştır (madde
26): "Zarar-ı
ânımı def için zarar-ı hâss ihtiyar olunur."
(mütercim).
[29] a) Usul açısından yazarın görüşüne katılmakla
birlikte, bu fer'i mesele incelenirken, daha geniş düşünülmesi gerektiği
kanaatindeyiz. Şöyle ki: Hz. Osman zamanında konan
ikinci ezanı sadece duyurma fonksiyonu İle sınırlamak yerine, insanların namaza
hazırlanmalarını sağlamaktaki rolünü de gözönünde
bulundurmak gerekir. Cuma namazı diğer namazlardan farklı özelliği olan bir
namazdır. Cuma için ezan okunduğunda artık -cuma kendisine farz olan kimseler
için- alım-satım ve benzeri namazdan alıkoyucu işler yasak olmaktadır. Yani
hutbeden önceki ezana kadar, mükelleflerin hazırlıklarını tamamlayıp camiye
gelmiş olmaları gerekir. Şu haide, Hz. Osman döneminde ticari hayatta daha fazla hissedüen yoğunluğun da bu ezanın konmasındaki rol» dikkate
alınmalıdır. Günümüzde ise bu gerekçe haydi haydi gerçerlidir. Kaldı ki, dinî esaslarla çatışan bir yönü
belirlenmedikçe, asırlar boyu müslüman toplumların
hayatında ver tutmuş, bir uygulamanın, bir kültür görünümü olarak taşıdığı
değeri gözardı etmek doğru olmaz. (mütercim)