III- I C M A' 1

§: 59- İcmânın Tarifi: 1

§: 60- İcmânın Sözlük Anlamı: 1

ş: 61- İcmâ'nın Usulü'1-Fıkh İlmindeki Terim Anlamı: 2

§- 62- Şu Halde Usûlcülere Göre, Şu Şartlar Birarada Bulunmadıkça İcmâ Meydana Gelmez: 2

§: 63- İcmânın Nevileri: 3

§: 64- Sarih İcmâ: 3

§: 65- Sükûtî İcmâ: 3

§: 66- Sükûtî İcmânın Şartları: 4

3. İcmâya konu olacak mesele içtihada açık olan yani hakkında zannî delil bulunan  4

İCMÂNIN KAYNAK DEĞERİ 4

§: 67- Sarih İcmânın Kaynak Değeri: 4

§: 68- Cumhurun Delilleri: 5

§: 69- Nâzzâm ve Onun Görüşünde Olanların Delilleri: 6

§: 70- Sükuti İcmânın Kaynak Değeri: 7

§: 71- İcmâmn Gerçekleşmesinin Mümkün Olup Olmadığı: 8

§: 72- İmam Ahmed b. Hanbel'in İcmâ Hakkındaki Görüşünün Belirlenmesi: 12

8: 73- Fıkıh Kitaplarında Nakledilen İcmâlann Usul İinıinrfeki İcmâ Anlayışına Uyup Uymadığı; 13

Icmanın Senedi 14

§: 74- "Sened"in Tarifi: 14

§: 75- Senedin Lüzumu: 14

& 76- İcmâ İçin Sened Olabilecek Deliller: 14

§: 77- Usûlcüîerin Kıyasın Sened Olup Olamayacağı Hususundaki İhtilâfı: 14

§: 78- Maslahai-i Mürselenin İcmâ İçin Sened Olup Olamayacağı: 16

§: 79- Maslahat Düşüncesine Dayanan İcmânın Hükmü: 17

 

III- I C M A'

 

İcmâ'nin:

a)  Tarifi

b)  Nevileri

c) Kaynak Değeri

d)  Gerçekleşmesinin Mümkün Olup Olmadığı

e) Senedi

 

§: 59- İcmânın Tarifi:

 

"İcmâ"nın bir sözlük, bir de usûlû'1-fıkh ilmindeki terim anlamı vardır.

 

§: 60- İcmânın Sözlük Anlamı:

 

"İcmâ" , sözlükte iki anlamda kullanılır:

1- Azmetmek, bir işi yapmaya kesin kararlı olmak, Meselâ:  Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınız işi kararlaştırırı. "[1] âyetinde bu anlamda kullanılmıştır. Hz. Peygamber'in, ''Tan yeri ağarmadan önce oruca kesin karar vermeyen (niyet etmeyen) kimsenin orucu yoktur' [2]hadisindeki £?rfiili de aynı anlama gelmektedir.

2- Bir hususta fikirbirliği etmek. Bir konuda ittifak edildiğinde arapçada  (şu hususta ittifak ettiler) denildiği gibi-aynı anlama gelmek üzere  ifa­desi de kullanılır.Bir iki anlam arasında şöyle bir fark vardır: Birincisi tek kişi "hakkında kullanılabilire de, ikincisi sadece iki ve daha çok kişiler hakkında sözkonusu olabilir.[3]

 

ş: 61- İcmâ'nın Usulü'1-Fıkh İlmindeki Terim Anlamı:

 

Usül lilminin bir terimi olarak icmâ. "Muhammed (s.a.v) ümmetinden olan müctehidlerin, Hz. Peygamber'in vefatından sonraki herhangi bir devirde şer'î bir hüküm hakkında ittifak etmeleridir."

 

§- 62- Şu Halde Usûlcülere Göre, Şu Şartlar Birarada Bulunmadıkça İcmâ Meydana Gelmez:

 

Birinci şart: Fikirbirliği edenler müctehid olmalıdır. İster olumlu ister olumsuz olsun, avamın ve ictihad derecesine ulaşmamış olanların oyları icmâyı etkilemez. Çünkü onlar şer'î hükümlerin kaynakları üzerinde fikir yürütme ehliyetine sahip değildir. Şu halde, -çoğunluğu teşkil eden usûlcülere göre- herhangi bir devirde müctehid bulunamasa, icmâ gerçekleşmeyeceği gibi, sayıları kaç olursa olsun bir gurup müctehidin varlığı halinde, onların fikirbirliği ile icmâ meydana gelir.Bazı usûl bilginlerine göre ise, icmânın meydana gelebilmesi için, fikirbirliği eden müctehidlerin sayısının tevatür sayısına ulaşmış olması gerekir. Bazıları üç şartı ile yetinmiştir. İki müctehid hususunda ise ihtilâf edilmiş, kimi olur kimi olmaz demiştir. Bir devirde sadece bir müctehid bulunursa, onun görüşü icmâ olarak nitelenemez. Zira bu görüşte ne ittifak ne ihtilâf sözkonusudur.

İkinci şart: Bütün mücîehidlerin fikirbirliği etmiş olması gerekir. Çoğunluk bir hüküm üzerinde fikirbirliği etse, -muhaliflerin sayısı ne kadar az olursa olsun- usûlcülerin çoğunluğuna göre, bu icmâ sayılmaz. Çünkü doğru, -bir kişi bile olsa- çoğunluğa muhalefet eden tarafta olabilir.Bazı bilginler ise, müctehidlerin çoğunluğunun fikirbirliği etmesi ile icmânın gerçekleşeceği kanaatindedir. Bazıları da böyle bir fikirbirliğini icmâ olarak nitelememekle birlikte onu bir hüccet olarak kabul ederler."[4]

Üçüncü şart: Müctehidlerin Hz. Muhammed (s.a.v)'in ümmetinden olmaları gerekir; diğer geçmiş peygamberlerden birinin ümmetinin müctehidlerince yapılan fikirbirliği icmâ olarak kabul edilemez. Bu, diğer peygamberlerin tabileri arasında müctehidlerin bulunması faraziyesinden hareketle konmuş bir şarttır. Esas vurgulanmak istenen husus şudur: İcmâ ile ilgili delillerde, özellikle Muhammed ümmeti belirtilerek, bu ümmetin hatalı bir görüş üzerine ittifak etmeyeceği ifade olunmakta; yani "ismet"  hattan masun olma) sıfatı Muhammed ümmetinden olanların ittifakı için kullanılmaktadır.

Dördüncü şart: İcmâ, Hz. Peygamber'in vefatından sonra meydana gelmiş olmalıdır. Buna göre, Hz. Peygamber'in yaşadığı devir hakkında icmâ'nın varlığı ve geçerliliğinden sozedilemez. Zira Hz. Peygamber, şayet Sahabeye onların oybirliği ile kabul ettikleri hükümde muvafakat etmiş ise, bu artık icmâ üe değil Sünnet ile sabit sayılır. Onların fikirbirliği ettikleri hususta aykırı görüş belirtmiş ise, bu takdirde zaten icmâdan sözedilemez ve o hüküm şer'î bir hüküm olarak nitelenemez.

Beşinci şart: Bütün müctehidlerin üzerinde fikirbirliği edeceği husus, vücup, hürmet sıhhat ve fesâd gibi bir meselenin şer'î hükmüne dair olmalıdır. Buna göre, meselâ dil ile ilgili hükümler veya akK hükümler üzerinde yapılan ittifak şer'î anlamda bir icmâ sayılmaz. Sözgelimi, bilginlerin, fâ (tbül) harfinin veya sümme (f) harfinin ifade ettiği anlamlar ya da âlemin hadis (sonradan meydana gelmiş) olduğu hakkındaki ittifakları bu anlamda birer icmâ değildir

 

§: 63- İcmânın Nevileri:

 

Meydana geliş şekli bakımından icmâ iki nevidir: 1- Sarih icmâ, 2- Sükûtî i        

 

 

§: 64- Sarih İcmâ:

 

Sarih icmâ,  Herhangi bir zamanda bütün müctehidlerin bir mese­lenin hükmüne dair görüşlerini tek tek açıklaması suretiyle ortaya çıkan fıkirbirliğidir. Bu şekildeki icmâ değişik yollardan oluşabilir. Meselâ: İctihad ehliyetine sahip olanlar bir yerde toplanır, hükmü bilinmek istenen mesele kendilerinin incelemesine sunulur; o mesele, hakkında hepsi aynı kanaati belirtirlerse, sarih icmâ meydana gelmiş olur. Yahut, herhangi bir devirde ortaya çıkan bir hukukî olay hakkında bir müctehid görüşünü belirtir, bir başka müctehid aynı olayla ilgili olarak aynı yönde kanaatini açıklar ve o devirdeki bütün müctehidler aynı şeyi yaparlarsa sarih icmâ tamamlanmış olur.

 

§: 65- Sükûtî İcmâ:

 

Sükûtî icmâ  ise, herhangi bir meselede bir veya birkaç müctehidin görüş belirttikten sonra bu görüşe muttali olan o devirdeki diğer müctehidlerin açık şekilde bir katılma veya itiraz beyanında bulunmaksızın sükût etmeleridir.

 

§: 66- Sükûtî İcmânın Şartları:

 

Bir sükûtî icmânın varlığından sözedilebilmesi için aşağıdaki şartların birarada bulunması gerekir:

I - Sükût, gerek muvâfakata gerekse muhalefete işaret teşkil edecek belirtilerden uzak olmalıdır. Şayet Muvafakati gösteren bir belirti varsa, bu, sükûtî değil sarih icmâ olur. Buna karşılık muhalefeti gösteren bir belirti varsa, icmâ asla gerçekleşmez.

2- Sözkonusu görüşe muttali olduktan itibaren normal olarak o meseleyi incelemeye ve bir görüş oluşmasına yetecek kadar zaman geçmiş olmalı ve bu süreden sonra sükût edilmelidir. Ne var ki bu sürenin belirli bir zamanla sınırlandırılması mümkün değildir. Zira meseleler açıklik-kapahlık bakımından hep aynı değildir. İctihad etme ve görüş belirtme işinin süresi meseleden meseleye leğişiklik arzeder. Müctehidler de, çabuk veya ağır karara varma açısından birbirlerinden farklıdır.

 

3. İcmâya konu olacak mesele içtihada açık olan yani hakkında zannî delil bulunan

 

eselelerden olmaladır. Hakkında kesin delil bulunan bir meselede bazı bilginlerin delilevkırı görüş belirtip diğer müctehidlerin bu görüş karşısında susmaları, onların bu hükmemuvafakat ettiklerini göstermez; bu sükût, o görüş sahibini önemsememe ve onun görüşünükabul etmeme anlamına gelir.

 

İCMÂNIN KAYNAK DEĞERİ

 

Yukarıda icmânın sarih ve sükûtî olmak üzere iki nevi olduğunu belirtmiştik. Kaynak teşkil edip etmeme açısından bunlardan herbirinin kendine ait hükmü vardır. Şimdi bunu açıklayalım:

 

§: 67- Sarih İcmânın Kaynak Değeri:

 

Bilginlerin büyük çoğunluğuna* (cumhur) göre, sarih İcmâ kesin delil teşkil eder; ona uymak vacip, muhalif davranmak haramdır. Şayet herhangi bir meselede sarih icmâ meydana gelmiş ise ve bu icmâdan haberdar olunmuşsa, artık üzerinde icmâ edilen hüküm "kesin hüküm" niteliğini kazanmış olur. Ona aykırı davranmak caiz olmadığı gibi, hükmünde ittifak edilen o mesele de ictihad ve ihtilaf konusu olmaktan çıkar.Nazzâm [5]Hariciler'in ve Şîa'mn [6] bir kısmı icmâyı kaynak olarak kabul etmemişlerdir.  Her iki  görüşün sahipleri,  bu konuda Kur'ân ve Sünnet'ten delil getirmişlerdir.

 

§: 68- Cumhurun Delilleri:

 

Büyük çoğunluğu teşkil eden bilginlerin delillerini şöyle Özetlemek mümkündür: I- en-Nisâ' Sûresinin 115. âyetinde şöyle büyütülmüştür:"Kim kendisi için doğru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yendir orası!" Bu âyette Yüce Allah, mü'minlerin yolundan başka yola uyanların cehenneme gireceklerini ve kötü bir âkibete duçar olacaklarını bildirmiştir. Şu haide mü'minlerin yolundan başka yol bâtıldır, mü'minlerin yolu doğru yoldur. Bu yol ise, mü'minlerin içinden ictihad ehliyetine sahip kişilerin ittifakla benimsedikleri yoldur; artık onların ittifak ettiği hususlarda ittifak edilen hükme uymak vaciptir, ona aykırı davranmak caiz değildir.Çoğunluğun bu âyeti icmânm kaynak olduğuna delîl gösterişi, tartışılabilir ve denebilirki                                                -Âvet-i kerimede geçen "mü'minlerin yolu" ifadesinden maksat, Hz. Peygamber'e tâbi olma, onu destekleme ve düşmanlara karşı savunmadır; yoksa müctehidlerin üzerinde ittifak edecekleri şer'î hükümler değildir. Buna göre âyetin anlamı şudur: Allah'ın Rasûlüne uvup ona yardımcı olma, onu düşmanlara karşı savunma hususunda mü'minlerin yolunu terkedip de, ona düşmanlık eden, onunla çatışan kişiyi, Allah yöneldiği yönde bırakır ve âhirette onu cehennem azabına çarptırır; bu ne kötü bir âkibettir. Esasen, âyetten çıkan zahir anlam budur. Bu anlam âyetin iniş sebebinden anlaşıldığı gibi, ardından gelen şu mealdeki âyetten de bellidir: "Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; fakat -dilediği kişilerin- bunun dışındaki günahlarını bağışlar". O halde bu âyet, icmânm kaynak olduğuna delil teşkil etmez.

2- Hz. Peygmber'den rivayet edilmiş pekçok hadis, İslâm ümmetinin herhangi bir konuda birleşmesi halinde, bu birleşmenin hatalı olamayacağını ifade etmektedir. Meselâ, Hz. Muhammedi "Benim ümmetim hata üzerinde birleşmez",[7]Benim ümmetim bir sapıklık üzerinde birleşmez",[8] "Allah'tan ümmetimin sapıklık üzerinde birleşmemesi dileğinde bulundum; bana dilediğimi verdi",[9]"Müslümanların iyi gördüğü şey, Allah katında da iyidir"[10] buyurmuştur; bu anlamda daha birçok hadis vardır.Bu delile dayananlar şöyle derler: Bu hadisler güvenilir râviler tarafından rivayet edilmiştir. Bunlar, her ne kadar lâfız olarak mütevâtir değilse de, ifade edilen ortak anlam bakımından mütevâtirdir. Buradaki ortak anlam  "ümmetin (topyektin) hataya düşmeyeceği "dır. Manevî mütevâtir ise, delâlet ettiği hususta kesin bilgi sağlama açısından lâfzı mütevâtir gibidir.Bu sebeple, Rasûlüllah'ın ashabı ve onlardan sonra gelen müslümanlar, en-Nâzzâm ve benzerlerine kadar bu hadislere dayanarak icmâyı kaynak kabul etmişler, deliller arasında bir çatışma halinde icmâyı diğerlerinden üstün tutmuşlardır. Nâzzâm ve onun görüşünde olan bir azınlık, icmânın kaynak sayılamayacağını söylemiştir.

 

§: 69- Nâzzâm ve Onun Görüşünde Olanların Delilleri:

 

Nâzzâm ve onunla aynı görüşte olanlar şunları delil göstermişlerdir: 1- en-Nisâ Sûresinin 59. âyetinde şöyle

buyurulmaktadır:  '"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamberce ve sizden olan yöneticilere de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah 'a ve Rasûlüne götürün. Bu hem hayırlı hem sonuç bakımından daha güzeldir."Yüce Allah, bu âyetinde, ihtilâf konusu olan meselenin Allah ve Rasûlüne götürülmesini emretmiştir. Allah'a götürmekten maksat onun Kitâb'ına, Hz. Peygamber'e götürmekten maksat da hayatta iken kendisine ve vefatından sonra Sünnetine başvurmaktır. Allah, hakkında ihtilâf edilen meselede ümmetin müctehidlerinin ittifakına başvurulmasını emretmemiştir. Bu da onların ittifakının muteber olmadığını gösterir; şu halde bu ittifak kaynak olamaz.Buna şöyle cevap verilmektedir: Âyet sizin görüşünüzün lehinde değil aleyhinde bir delil teşkil ediyor. Çünkü, âyet, ihtilâf edilen meselede Allah'ın Kitâb'ına ve Peygamberinin Sünnetine başvurulmasını gerekli kılmaktadır. İcmânın kaynak sayılıp sayılamayacağı da sizinle bizim aramızda ihtilaflı olduğuna göre, bu konuda Allah'ın Kitabı ve Rasûlünun Sünnetine başvurmak ve onların gösterdiğine göre davranmak gerekir. Sünnete başvurduğumuzda ise, icmânın kaynak olduğunu gösteren deliller buluyoruz. Böylece biz, icmâ'mn kaynak olduğunu söylemekle âyetin gereğini yapmış oluyoruz. Ama siz aksini söylemekle gereğini yerine getirmemiş oluyorsunuz.

2- Hz. Peygamber (s.a.v), Muâz b. Cebel'e hüküm verirken hangi kaynaklara dayanacağını sorduğunda, icmâyı zikretme.miş, Hz. Peygamber de onun söylediklerini olduğu şekliyle tasvip etmiştir. Şayet şer'î hükümleri verirken, icmâ kendisine dayanılabilecek bir kaynak olsaydı, -yargı görevi yapan kişi için çok önem taşıdığı halde-Hz. Peygamber'in o kaynağa işaret etmeksizin onun söylediğini olduğu şekliyle tasvip etmesi doğru olmazdı.Bu istidlalin zayıf olduğu açıktır. Zira Muâz, o sırada başvurulması mümkün olan ve Hz. Peygamberin sağlığında kaynak sayılan delilleri saymıştı ve Rasûlüllah bu yüzden onun söylediklerini tasvip etmişti. İcmâ, Hz, Peygamber hayatta iken bir kaynak değildi ki   Muâz hüküm verirken dayanacağı deliller arasında onu da zikretsin.Söylenenlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, icmânın kaynak oluşuna karşı çıkanlar görüşlerini destekleyen İstidlale elverişli bir delile sahip değildir. Buna karşılık büyük çoğunluğu teşkil eden bilginlerin bu konudaki görüşü istidlale elverişli delil ile desteklenmiş bulunmaktadır. Şu halde tercihe şayan olan çoğunluğun görüşüdür.

 

§: 70- Sükuti İcmânın Kaynak Değeri:

 

Sarih icmânın kaynak olduğunu kabul eden usulcülerden bir kısmı sükûtî icmâyı kaynak olarak görmemişlerdir, hatta içlerinde bunun "icmâ" olarak İsİmlendirilmesini bile reddedenler vardır. Mâlikîler ve -rivayet edilen son görüşüne göre- İmam Şâfıî onlardandır.

Delilleri şudur: Görüşlerini açıkça belirtmeyen müctehidlerin bu sükûtu onların açıklanan görüşe muvafakat ettiğini gösterebileceği gibi, başka bir sebebe de dayanabilir. Henüz o mesele ile ilgili içtihadı bir kanaata varmamış olması, görüşünü açıklayan müetehidden çekinmesi veya görüşünü belirttiğinde zarara maruz kalma korkusunun bulunması gibi. Bu ve benzeri ihtimaller varken, sükût eden müctehidlerin bu sükûtu rıza ve muvâfakata delil olamaz. İttifak gerçekleşmedikçe icmâ da gerçekleşmez; çünkü icmânın temeli İttifaktır.

Usûlcülerin çoğunluğu ise sükûtî icmâyı kaynak kabul etmişlerdir. Bunların bir kısmı "sükûtî icma da sarih icmâ gibi kesin delil teşkil eder" demişlerdir. Hanefîlerin çoğunluğu ve imam Ahmed b. Hanbel bu görüştedir. Onlar bu görüşü şöyle savunurlar: İcmâ'nın kaynak olduğunu ve onun kesin bir hüccet teşkil ettiğini gösteren deliller, sarih icmâ ile sükûtî icmâ arasında bir ayırım yapmamıştır.Sükûtî icmâyı kaynak kabul edenlerin diğer bir kısmı ise, "o zannî delildir" derler. Hanefîlerden Kerhî ve Şafiî'lerden Âmidî bu görüştedir. Bu meselede bizim de tercih ettiğimiz görüş budur. Çünkü, sükûtî icmâ için ileri sürülen -ve daha önce belirttiğimiz-şartların bulunması halinde dahi görüş açıklamayan müctehidlerin sükûtu, diğerlerinin görüşüne muvafakat ettiğini kesin bir şekilde belirlemiş olmaz, dolayısıyla böyle icmâyı kesin bir delil olarak niteleyemeyiz. Bu sükût, muvafakat ihtimalini düşündürebileceği gibi başka ihtimalleri de hatıra getirebilir. Şu kadar var ki, muvafakat ihtimali kuvvetlidir, diğer ihtimaller zayıftır. Çünkü selef-i sahihin tutumlarını incelediğimzde, onların, büyük sıkıntılara maruz kalacaklarını bilseler bile ve görüşüne karşı çıktıkları kişinin mevkii ne oiursa olsun doğruluğuna inandıkları şeyi söylemekten çekinmediklerini görüyoruz.Iştp bu duruma bir örnek: Hz. Ömer, zina suçunu işlediği sabit olan hamile bir kadına ma cezasını uygulamaya karar verince, Muâz b. Cebel ona karşı çıkar ve der ki: "Allah sana onun sırtına ceza uygulaman içinyetki vermiş olsa bile, karnıdakine ceza uygulaman için yetki vermemiştir". Bunun üzerine Hz. Ömer "Muâz olmasaydı Ömer mahvolmuştu!" der.[11]Hz. Ömer'in, müsîumanlardan mehir miktarında aşırıya kaçmamalarını istediğini ve dörtyüz dirhemden fazla mehir tesbit edildiğinde bu fazlalığın beytülmâle irad kaydedileceğini söylediğini duyan bîr kadın da kendisine gelir ve şöyle itirazda bulunur "Allah 'bir kadına yüklerle (mehir) vermiş olsanız dahi.'[12] buyurarak bize bu hakkı veriyorda, Ömer bizim bu hakkımızı engelliyor öyle mi?" Bu söz üzerine Hz. Ömer şöyle der: Bir kadın doğruyu bildi, Ömer ise hataya düştü.

Bir başka örnek: Hz. Ali, "Ümrnehâtü'l-evlâd"ın [13] satılabileceği yönünde yeni bir görüşe meylettiğini ifade edince, Abîdeb. Amr es~Selmânî ona şöyle der: 'Topluluğun görüşüne uygun olan görüşün, bizce, tek başına kaldığın görüşten daha güzeldir.Onların hayatı İncelenirse, bu gibi durumların pek çok olduğu görülür. Şu halde müctehidlerin sükûtunda, açıklanan görüşe muvafakat ihtimali kuvvetle mevcuttur. Buna göre, sükûtî icmayı kaynak kabul etmek gerekir. Fakat bu, kat'î değil zannî bir delildir.

 

§: 71- İcmâmn Gerçekleşmesinin Mümkün Olup Olmadığı:

 

temanın gerçekleşmesinin mümkün olup olmadığı ve fiilen meydana gelip gelmediği hususunda bilginler farklı görüş belirtmişlerdir. Çoğunluğa göre icmânın gerçekleşmesi mümkündür ve fiilen de meydana gelmiştir. Nâzzâmiye[14] ve Şîa ise aşağıdaki gerekçelere dayanarak icmânın gerçekleşmesinin mümkün olmadığını ileri sürmüşlerdir:

1- İcmâ'nın kaynak olduğunu kabul eden çoğunluğun görüşüne göre, bir devrin bütün müctehidleri fjkirbirliği etmiş olmadıkça icmâ meydana gelemeyecektir. Buna göre iki hususun bilinmesi icmânın varolabilmesi için zaruridir:

a) İcmânın meydana gelmesi kendilerinin ittifakına bağlı olan müctehidlerin kimler olduğu.

b)İcmâya konu olacak mesele hakkında herbir müetehîdin görüşünün ne olduğu.Bu iki husustan birincisinin bilinmesi mümkün değildir. Zira müetehidi müetehid olmayandan ayırdetmeyi sağlayacak bir ölçü yoktur.

İkinci hususun bilinmesi de imkânsızdır. Çünkü müetehidler tek bir ülke ve bölgede toplanmış olmayıp, değişik ülkelere ve şehirlere dağılmış haldedirler. Onları tek bir yerde toplayıp görüşlerini öğrenmek ya da herbirinin görüşüne güvenilir bir yoldan ulaşabilmek kolay değildir.

2-  İcmâ'nın dayandığı bir sened, bir delil mutlaka gereklidir. Sözkonusu hükümle ilgili olan bu deî!l ya sûbut ve delâlet yönünden katidir ya da sûbut veya delâleti zannî bir delildir. Şa^dt hem sûbut hem delâlet yönünden kati bir delil ise, normal olarak insanların bu delili bilmesi gerekir; delâleti de katî olduğuna göre hüküm belirlenmiş demektir. Şu halde artık icmâya ihtiyaç yoktur. Böyle bir hüküm hakkındaki İcmâ "tahsî-lü'1-hâsil" yani hazırda var olan bir şeyi elde etmek için çaba sarfetme kabilinden olur, ki bu faydasız bir iştir. Delilin zannî olması halinde ise, bu delilin gösterdiği hüküm üzerinde ittifak meydana gelmesi normalde mümkün değildir. Bir taraftan müctehidlerin çokluğu ve farklı'tabiat ve kabiliyette olmaları, diğer taraftan hüküm çıkarmada esas alınacak delillerin çokluğu dikkate alınırsa, böyle bir ittifakın imkânsız olduğu anlaşılır.İcmânın gerçekleşme imkânını kabul etmeyenlerin dayandıkları başlıca gerekçeler bunlardır.icmânın gerçekleşme imkânını savunan ve büyük çoğunluğu teşkil eden bilginlere gelince, onlar görüşlerini desteklemek üzere Sahabe döneminde ve diğer dönemlerde bilfiil meydana gelmiş icmâları delil olarak göstermişlerdir. Bu cümleden olmak üzere şu hükümler zikredilebilir: Ninenin mirasta altıdabir hisseye sahip olduğu, bir gıda maddesinin satım sözleşmesine konu olması halinde müşterinin malı satıcıdan teslim almadan önce onu satmasının caiz olmadığı, müslüman bir kadının gayr-ı müslim bir erkekle evlenmesinin batıl olduğu, mehir belirlenmeksizin yapılan nikâh akdinin geçerli olduğu.Bu ve benzeri hükümleri zikrederek şöyle derler: Müetehidlerden nakledilen bu ıcmalar, icmânın gerçekleşme imkânından öteye, icmânın bilfiil gerçekleşmiş olduğunu aÇikça gösteren bir delildir. Unlar, karşı görüş sahiplerinin delillerini detaylı olarak cevaplandırma yönüne g' memişler, şöyle demekle yetinmişlerdir: Bu itirazlar, apaçık bir durum hakkında ileri sürülmüş ve zihinleri karıştırmaya yönelik kuşkulardan ibarettir. O yüzden bunlara itibar Fakat doğrusu, bu metod -görüldüğü üzere- hakikate uygun ve insaflı bir metod değildir. İnsaf anlayışs, karşı görüş sahibinin delillerini de inceleyip, gerçekle bağdaşmayanları reddetmeyi, doğru ve gerçeğe uygun görünenleri İse kabul etmeyi gerektirir.Şimdi biz icmânın gerçekleşme İmkânını kabul etmeyen azınlık görüş sahiplerinin dayandığı gerekçeleri gözden geçirelim:İcmânın dayanacağı delil ile İlgili itirazlarında gerçek payı bulmak mümkün görünmüyor. Çünkü hangi türden olursa olsun, delilin varlığı icmânın gerçekleşme imkânı ve bilfiil meydana gelmesi açısından bir engel teşkil etmez. Diyelim ki delil kafidir: Herkesin bunu bilmesine kaçınılmaz bir şey olarak bakmamak gerekir. Bazen bir meselede kat'î bir delil bulunduğu halde, bazıları bunun farkında oiamayabilir ve bilenler tarafından bunun hatırlatılmasma ihtiyaç duyulabilir. Meselâ yukarıda zikredilen mehir meselesinde bu durum açıkça görülmektedir. Hz. Ömer Kur'ân'daki nassi gözönünde bulundurmaksızın mehrin dörtyüz dirhemden fazla tesbiti halinde fazlalığın beytülmale irad kaydedileceğini bildirmiş, bir kadının âyeti hatırlatması üzerine Hz. Ömer görüşünden vazgeçmiştir.Benzeri bir olay Hz. Peygamber (s.a.v)'in vefatı sırasında yaşanmıştır. Kat'î delil, yani Kur'ân âyeti, onun ölümlü olduğunu daha Önceden müslümanlara şöylece hatırlatmıştı: ' 'Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi, o, ölür ya da Öldürüiürse siz gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse Allah'a hiçbir zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükâ-faatlandıracaktır. [15]Fakat Rasûlûllah vefat edince, Sahabeden bazıları, özellikle Hz. Ömer bunu dikkatten kaçırmıştır. İbn Mâce es-Sünen'inde Hz. Ayşe'den şu nakilde bulunmaktadır: "Rasûlûllah (s.a.v) vefat edince -ki Ebubekir o esnada el-Avâlî'de [16] karısı İbnet'u Hârice'nin yanında bulunuyordu- bazıları şöyle demeye başladılar: Peygamber (s.a.v) ölmedi. Bu, vahiy sırasında onun (ruhaniyet âlemine yükselerek) bir süre kaybolması halinden ibarettir. Nihayet Ebubekir geldi. Rasûlûllah'ın yüzünü açtı, iki gözünün arasını öptü ve dedi ki: Sen Allah katında (herkesten) kıymetlisin, tabii ki o seni iki defa Öldürmez. Evet evet, Allah'a yemin ederim ki artık Rasûlûllah (s.a.v) ölmüştür. Ömer ise Mescidin bir kıyısında şöyle söyleniyordu: Allah'a andolsun, Rasûlûllah (s.a.v) ölmemiştir! Daha münafıklardan pekçoğunun ellerini ve ayaklarını kesmeden ölmeyecektir! Ebubekir minbere çıktı ve şöyle dedi: Kim Allah'a tapıyor idiyse, şüphesiz Allah diridir, ölmemiştir. Ama kim Muhammed'e tapıyor idiyse, bilsin ki artık Muhammed ölmüştür. Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi, o, ölür ya da öldürüiürse gerisin geriye (eski dininize) nv döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse Allah 'a hiçbir zarar vermiş olmayacaktır. Allan şükredenleri mükâfaatlandıracaktır."[17] Ömer:   Bu  âyeti   sanki  daha  önce  hiç okumamışım, dedi ve söylediklerinden vazgeçti, hakikati kavradı ve mutedil bir tavır içine girdi. İnsanlar da bu âyeti okuya okuya Medine sokaklarına dağıldılar. Sanki âyet daha o gün inmişti!"Sonra, bir meselede kat'î delil bulunsa ve insanlar bunu biliyor olsalar bile, bu delilin gösterdiği yönde icmânın meydana gelmesi,tahsilu'l-hâsıl kabilinden, yani faydasız bir şey sayılamaz. Aksine bu icmânın şöyle bir faydası vardır: Delilin gösterdiği anlamı güçlendirmiş olur, sonraki devirlerde bu delilden çıkan hüküm üzerinde ihtilâf ihtimali kalmaz ve icmâ sayesinde artık hükmün delilini özel olarak araştırma ihtiyacı ortadan kalkar.Bu söylediklerimiz, mesele hakkında kat'ı delil bulunması durumu ile ilgiliydi. Şİmdi kıyas ve haber-i vâhid gibi zannî delil bulunması ihtimali üzerinde duralım. Esasen, böyle bir meselede herkesin fikirbirliği etmesi -azınlık görüşü sahiplerinin iddia ettiği gibi-imkânsız bir şey değildir. Çünkü bazı zannî deliller, hükmü gösterme bakımından öylesine açık olur ki, artık o hüküm hakkında görüş ayrılığına imkân kalmaz. Gerçekten, fakihlerin icmâ ettikleri birçok meselede bu durumu görürüz. Meselâ:

- Buğday ve benzeri gıda maddelerinin müşteri tarafından satıcıdan teslim alınmadan Önce satılması meselesi. Müctehidler, konu ile ilgili delil -haber-i vâhid olması sebebiyle-zannî olduğu halde bu meselenin hükmü üzerinde birleşmişler ve bu satışın şer'ân yasak olduğuna hükmetmişlerdir. Hz. Peygamber'in konu ile ilgili hadisi şöyledir: "Herkim bir gıda maddesi satın alırsa, teslim alıncaya kadar onu satmasın"[18]

- Hz. Ebubekir'in halife seçilmesi meselesi. Müslümanlar onun başka herkese tercih edilip halife seçilmesinde icmâ etmişlerdir. Bu konudaki delilleri ise kıyastır. Onlar bu işi, Hz. Peygamber'in onu namaz imameti hususunda başkalarına tercih etmesine kıyas etmişler ve şöyle demişlerdir: "Allah'ın Rasûlü dinimize ait bir işi için ona (onun vekâlet etmesine) rıza gösterdi; biz de dünyamızla ilgili bir işte niye onu tercih etmeyelim?"

Icmâ'nın gerçekleşme imkânını kabul etmeyen azınlık görüşü sahiplerinin müctehİdlerin herbirinin görüşünü öğrenmedeki zorlukla ilgili birinci gerekçesine gelince, bu doğrudur ve üzerinde durulmaya değer bir husustur. Fakat bu itiraz bütün devirler hakkında geçerli olamaz. Bu konuda bir ayırım yapmak gerekir: Selef (ilk İslâm nesilleri) birbirinden farklı özelliklere sahip iki devirde yaşamışlardır: Birinci devir: Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in dönemleri. İkinci devir: Hz. Osman'dan itibaren müctehİdlerin son bulduğu zamana kadar geçen devir.

Birinci devirde müslümanların durumu dağınıklık arzetmiyordu. Müctehid olanlar erkes tarafından tanınıyor, biliniyordu. Çünkü müctehİdlerin sayısı azdı, genelde tek  şehirde yani Medine'de toplanmışlardı, Medine dışında bulunanların görüşlerini grenme imkânı vardı. Görüşlerine başvurulması ihtiyacı ortaya çıktığında, müctehİdlerin şahıslarını tek tek bilmek ve görüşlerini öğrenmek kolay bir işti. Özellikle Hz. Ömer döneminde durum böyleydi. Çünkü o, Sahabenin önde gelenlerine, ilim ye fikir erbabına, zaruret omadikça Medine'den ayrılıp yeni fethedilen yerlere gitmelerini yasaklamıştı.Bu özelliklere sahip bir devir hakkında, icmânın gerçekleşme imkânını ve bilfiil meydana gelmiş olmasını inkâr etmek munsıf düşünen bir kimseye yaraşmaz. Nasıl olur da böyle bir devir İçin icmâ inkâr edilir? Bakıyoruz, gerek Hz. Ebubekir gerekse Hz. Ömer fetva hususunda asla müctehidlere karşı baskıcı bir tutum takınmıyorlar, aksine onları davet edip -Kitap ve Sünnette açık hükmünü bulamadıkları meselelerde- onların görüşlerini soruyorlar, nihayet müctehidlerin görüşü bir noktada birleşince o hükmü uyguluyorlar. Gerçekten, güvenilir pek çok râvi tarafından bize bu nevi icmâ örnekleri nakledilmiş bulunmaktadır. Sözgelimi; Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ebubekir'in halife seçilmesi, Hz. Ebubekir'in halifeliği döneminin İlk sıralarında zekât vermeye karşı çıkanlara karşı savaş açılması, deri, hurma dalı vb. şeyler üzerinde dağınık halde yazılı bulunan Kur'ân'ın bir mushaf içinde toplanması, hadiste "altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz" şeklinde sayılan altı sınıf maddede riba yasağının kabulü konularında meydana gelen icmâları zikredebiliriz. Bu devirde icmânın gerçekleşme imkânının varlığını ve bilfiil meydana gelmiş olduğunu tereddüde meydan bırakmayacak daha pek çok icmâ örneği bulunmaktadır.İkinci devire (yani Hz. Osman'dan itibaren başiayan devire) gelince, bu devirde icmânın meydana gelmesi zordur, bilfiil meydana geldiğini söylemek de kolay değildir. Zira'müctehidler fethedilen ülkelere dağılmışlar, oralara yerleşmişler ve sayılan çoğalmıştır; artık kimlerin müctehid olduğunu bilmek ve onların görüşlerinden haberdar olabilmek imkânsız hale gelmiştir. Kaldı ki, bu devirde bir görüş üzerinde birleşmeyi veya en azından bir mesele hakkında herbir müctehidin görüşünü öğrenebilmeyi imkânsız kılan siyasî ve gayrı siyâsi pek çok olay meydana gelmiştir. Şu halde bu devir için iddia edilebilecek azamî şey şudur: Bir çok mesele ortaya çıkmıştır ki, hiçkimsenin bunların hükmüne muhalefet ettiği bilinmemektedir. Ama, daha önce icmâ tarifinde geçtiği şekle uygun olarak bütün müctehidlerin şer'î bir meselenin hükmü üzerinde ittifak ettiklerini kabullenmek ve böyle bir ittifakın vukubulduğunu kesin olarak söyleyebilmek kolay değildir.

 

§: 72- İmam Ahmed b. Hanbel'in İcmâ Hakkındaki Görüşünün Belirlenmesi:

 

Şimdi geriye İmam Ahmed b. Hanbel'den icmâ hakkında nakledilen sözlerin gözden geçirilmesi ve onun bu konudaki görüşünün belirlenmesi kalmış bulunuyor. Oğlu Abdullah demiştir ki: Babamın şöyle söylediğini işittim: "Bir adam bir konuda icmâ iddiasında bulunuyorsa o yalandır, icmâ iddia eden de yalancıdır. Nereden bilecek, belki de insanlar o konuda ihtilâf etmişlerdir. Fakat şöyle diyebilir: İnsanların bu konuda ihtilâf ettiklerini bilmiyoruz. Veya bu konuda bir ihtilâf bana ulaşmadı."Bilginler onun bu sözle neyi kastettiği hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.Kimi" O, bu sözüyle icmânın kaynak olduğunu reddediyor, icmâyı şer'î hükümler için hir delil olarak kabullenmediğini anlatmak istiyor demiştir. Kimi ise şu görüşü ileri sürmüştür: Hayır, bunu kaydetmiyor, Sahabenin dışındakilerin icmâ'ını reddediyor. Sahabe İcmâ'ının kaynak olduğu zaten muhatabın kendiliğinden düşünebileceği bir husustur. Zira Sahabe devrinde icmâya katılacakların sayfsı sınırlıydı, oysa Ahmed b. Hanbel bu sözü söylediğinde çoğalmış ve değişik yerlere yayılmışlardı.Bir başka görüşe göre: Ahmed b. Hanbel ne birincilerin ne İkincilerin dediğini kastetmiştir. Onun esas maksadı, başkaları tarafından desteklenmeyen İcmâ iddiasını reddetmektir. Şayet bir kimse tek başına bir icmâ İddiasında bulunuyorsa, bu onun yalan söylediğini gösterir; doğru söylüyor olsaydı, bu icmâyı nakleden başka kimseler de olurdu.Bazıları ise, onun bu sözle, yukarıdaki yorumların dışında kalan başka birşeyi kasdettiği kanaatindedir. Buna göre, o, hakkında ihtilâf bilinmeyen her hüküm için icmâ adının kullanılmasına karşı çıkmaktadır.Bizce, bu yorumlar içinde en isabetli görüneni sonuncusudur.En isabetsiz yorum ise, onun bu sözle icmânın kaynak olduğunu reddettiği yorumudur. Ahmed b. Hanbel'İn sözünden bu anlam çıkmadığı gibi, onun pek çok meselede icmâya dayandığı ve onu delil getirdiği bilinen bir husustur. Meselâ Beyhakî İmam Ahmed'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Herkes bu âyetin namaz hakkında olduğunda icmâ etmiştir. Kasdedilen âyet, Kur'ân okunduğu zamnn onu dinleyin ve susun ki size rahmet edilsin" [19] âyetidir. Demek olu­yor ki İmam Ahmed icmânm bulunduğunu nakletmekte ve ona göre amel etmektedir.Bunlardan başka, bir de şu kanaati ileri süren bilginler vardır: Ahmed b. Hanbel'İn mezhebi iyi İncelendiğinde şu sonuca varılıyor: Ona göre icmâ, bir meselenin hükmünde muhalifin bilinmemesi anlamındadır. O hemekadar bunu icmâ olarak isimlendirmemiş ise de, bir kaynak olarak kullanmış ve kıyasa üstütt tutmuştur.

 

8: 73- Fıkıh Kitaplarında Nakledilen İcmâlann Usul İinıinrfeki İcmâ Anlayışına Uyup Uymadığı;

 

Yukarıdaki açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, islâm hukukunda kaynak olan ıcmadan sözedebilmek için şer'î bir meselenin hükmü üzerinde bir devrin bütün muctehidlerince fikirbirliği edilmiş olması gerekir. Bilginlerin çoğunluğu, böyle bir hüküm üzerinde müctehidlerin tamamı değil de ekseriyetinin fikirbirliği etmesini icmâ olarak nitelemezler ve ona hüccet olarak dayanmazlar. Öte yandan bilginlerin bir kısmı sükûtî ıcmayı hüccet sayarken, diğer kısmı onu ne hüccet kabul eder ne de icmâ diye isimlendirir. Şte usul bilginlerinin, usul kitaplarında, icmâ karşısında belirledikleri ve bir takım delillere dayanarak doğruluğunu savundukları tavır budur. Fakat acaba bu bilginler, fıkıh (furû) kitaplarında içtihadı meselelerin delillerini gösterirken de icmâ karşısında usu! kitaplarında takındıkları tavra aynen bağlı kalmışlar mıdır?Değişik fıkıh kitaplarından, hakkında icmâ bulunduğu söylenen meseleleri araştırıp inceleyen kimse, görür ki, bu icmalârın bazısı müctehidlerin çoğunluğunun fîkirbirliği tarzında, bazısı sadece onun zikredenin mezhebindeki bilginlerin ittifakından ibaret, bazısı ise sükuti icmâ şeklindedir. Son şekle özellikle Hanefî fıkıh kitaplarında çok rastlanır. Çoğu zaman onların şöyle dediğini görürüz: Buna falanca müctehid böyle hükmetmiş ve hiç kimse ona İtirazda bulunmamıştır; böylelikle onların hepsinin bu hususta icmâ ettiği anlaşılmaktadır. Doğrusu, fıkıh kitaplarında zikredilen icmâlar arasında, usûl kitaplarında bilginlerin büyük çoğunfuğunca ileri sürülen şartların tamamını taşıyanlarına pek az raslanabilir. Sözgelimi: Ibn Hazm, öğle, ikindi, akşam veya yatsı namazlarında ka'de-i ûlâyı (ilk oturuşu) terkeden kişiye sehiv secdesinin vacip olduğu hususunda müctehidlerin icmâ ettiğini söylemektedir. Oysa İmam Şafiî'ye göre bu durumda sehiv secdesi vacip değil sünnettir.'[20] İbn Hazm'in "muhsar"[21] hakkında söylediği de böyledir. Çünkü "muhsar"a "hedy"[22] in vacip olduğunda müctehidlerin icmâ ettiğini belirtmektedir.[23] Halbuki İmam Mâlik'ten nakledilen görüşler içinde en yaygın olanına göre muhsara hedy gerekmez. Fıkhı meselelere ve fukahanın o meselelerle ilgili görüşlerine dair yeterli bilgisi olan kişinin farkedeceği daha bunlar gibi pekçok mesele bulunmaktadır.

 

Icmanın Senedi

 

§: 74- "Sened"in Tarifi:

 

İcmâ'nın senedi, müctehidlerin üzerinde icmâ ettikleri hükme varırlarken dayandıkları delil demektir.

 

§: 75- Senedin Lüzumu:

 

İcmânin kaynak olduğunu kabul edenlerin büyük çoğunluğu, icmânın bir senedi olması gerektiği kanaatindedir.

Çünkü senedsiz icmâ, Allah'ın dininde şahsî görüşe göre hükmetmeye ve Hz. Peygamber'den sonra yeni bir din ihdas etmeye götürür; bu ise kabul edilemez.

 

& 76- İcmâ İçin Sened Olabilecek Deliller:

 

Senedin gerekliliği kanaatinde olan bilginlere göre, bu sened Allah'ın Kitab'ındaki bir nass olabileceğigibi, Hz. Peygamber'İn bir Sünneti de olabilir Allah'ın Kitab'ındaki bir nassa dayandırılan icmâya örnek olarak, müctehidlerin nine  evlenmenin haram olduğuna dair ittifakım zikredebiliriz. Onlar bu icmâda, Analarınız... (ile evlenmek) size haram kılındı" [24]âyetine dayanmışlardır. Çünkü bu nasstaki "ana dan maksat, mutlak anlamda "kök"  tür. Bu ise kişinin dolaylı veya dolaysız olarak kendisine bağlandığı kimsedir. Bu anlamda nine bir asıldır.

Hz. Peygamber'İn bir Sünnetine dayandırılan icmâya da, müctehidlerin, bir gıda maddesinin teslim alınmadan önce alıcı tarafından satılmasının yasak oluşu hükmündeki ittifakını örnek gösterebiliriz. Zira onların bu icmâdaki senedi Hz. Peygamber (s.a.v)'in "K/m bir gıda maddesi satın alırsa, teslim almadan önce onu satmasın "[25] anlamındaki hadisidir.

 

§: 77- Usûlcüîerin Kıyasın Sened Olup Olamayacağı Hususundaki İhtilâfı:

 

Kur'ân ve Sünnet nasslarının icmâ için sened olabileceğinde ihtilâf etmemekle birlikte bilginler, kıyas hakkında ayrı görüş belirtmişlerdir. Bir kısmı kıyasicmâ için sened olamaz demişler ve şu gerekçeye dayanmışlardır: İcmâkat'î, kıyas ise zannî delildir. Kat'î olan şey zannî üzerine bina edilemezBir kısmına göre ise, kıyas icmâ için sened olabilir ve bu bilfiil meydana gelmiştir. Bu, çoğunluğun görüşüdür ve tercihe şayan olan da odur. Çünkü kıyas da şer'î delillerden biridir, o halde diğer deliller gibi icmânın senedi olabilir. Sahabenin uygulamalarında bu hususu destekleyen birçok örnek bulabilmekteyiz. Meselâ:

- Hz. Peygamber kendisinin yerine kimin devlet başkanı olacağım belirlemeden vefat etti. Sahabe önce kimi seçeceklerinde İhtilaf ettiler. Sonra Hz. Ebubekir'in seçilmesi ve onun diğer sahabilere tercih edilmesinde görüşbirliğine vardılar. Çünkü Rasûlüllah, hastalığı ağırlaşınca, müslümanlara imamet etmesi İçin Hz. Ebubekir'i görevlendirmişti. Ashaptan bazıları hilâfeti imamete kıyas ettiler ve diğerleri de bu kıyası uygun görüp Hz. Ebubekir'in -Hz. Peygamber'İn imamet konusunda yaptığı gibi- hilâfet hususunda başkalarına tercih edilmesini kararlaştırdılar. İşte bu kıyas onların icmâımn senedini eşkıl ediyordu. Nitekim bu, bazılarının şu ifadesinden açıkça anlaşılıyordu: "Allah'ısu dinimize ait bir işi için ona (onun vekâlet etmesine) rıza gösterdi; biz de dünyamızla niye onu tercih etmeyelim  şarap ve d'§er sarhoş edici maddeleri içen kişiye verilecek ceza için gerek Allah'ın  kitab’ında agerekse Hz. Peygamber'İn Sünnetinde belirli bir miktar gösterilmiş değildir.Şarap içmiş bir kimse Hz. Peygamber'e getirildiğinde, insanlara ona vurmalarını emreder, orada bulunanlar da o gün mevcut bulunan vasıtalarla ona vururlardı: Kimi eliyle, kimi pabucuyla, kimi değneğiyle, kimi de elbisesinin sarkan bir ucuyla.Bir gün Hz. Peygamber'e şarap içtiği sabit olmuş bir kişi getirilmiş, o da ona vurmalarını emretmiştir. Yukarıda belirtildiği şekilde ceza infaz edildikten sonra bazılarının ona: "Allah cezanı versin, rezil adam!" diye bağırdığını duyunca Rasûl-i Ekrem: "Öyle söylemeyin, şeytana uymasına sebep olmayın. Şöyle deyin: Allahım onu yarlığa! Allahım ona merhamet et!''Hz. peygamber ve Hz. Ebubekir'in dönemlerinde içki cezası ile ilgili durum bu şekilde devam etti. Fakat Hz. Ömer zamanında ülkenin bazı yörelerinde içki içenlerin sayısı arttı. Şam valisi Halici b. Velid Halifeye bir mektup yazarak, insanların uygulanmakta olan cezayı önemsemez olduklarım bildirdi. O sırada Hz. Ömer'in yanında Muhacirlerin ve Ensarın ileri gelenleri bulunuyordu. Kendilerine danıştı. Hz. Ali şöyle dedi: Şarabı içen insan sarhoş olur, sarhoş olunca hezeyana başlar, böyle ileri geri konuşurken iftirada bulunur. İftira edenin cezası ise Allah'ın Kitabında seksen değnek olarak belirlenmiştir. Hz. Ömer ye diğer sahabiler Hz. Ali'nin bu görüşünü yerinde buldular ve namuslu bir kadına zina isnadında bulunan kişiye uygulanan kazf cezasına  kıyas ederek şarap içene de seksen değnek vurulmasını kararlaştırdılar.İşte bu ve bundan önce belirtilen örnekteki icmâ, kıyasa dayandırılmıştır. Bu da kıyasın icmâ için sened olabileceğini ve bu yönde uygulama yapıldığını göstermektedir."İcmâ kat'î, kıyas zannî delildir; kat'î zanniye dayandırılamaz" diyenlere gelince, onların bu istidlali kabule şayan değildir. Çünkü haber-i vâhid de zannî delil olduğu halde, bilginler onun icmâ için sened olabileceğinde fikirbirüği etmişlerdir. Kıyas da doğruluğu hakkında icmâ meydana gelmezden önce zannî delildir; ama isabetli olduğuna dair icmâ meydana geldikten sonra artık kat'î delil haline gelir.

 

§: 78- Maslahai-i Mürselenin [26]İcmâ İçin Sened Olup Olamayacağı:

 

Kıyas icmâ için sened olabildiği gibi maslahat-ı mürsele de -bunu delil olarak kabul edenlere göre- icmânın senedi olabilir. Nitekim Hz. Peygamber'in ashabı da bu yönde uygulamalar yapımışlardır. İşte buna bazı örnekler:

- Hz. Ebubekir'in halifeliği döneminde, Hz. Ömer ona Kur'ân'ın bir mushaf halinde toplanması tavsiyesinde bulundu. Hz. Ebubekir, önce tereddüt etti: Rasûlüllah'ın yapmadığı bir işi ben nasıl yaparım? dedi. Hz. Ömer ısrarla şunu söyledi: İnan ki bunda hayır var, Allah'a yemin ederim bu İslâm'ın menfaatine olacak! Sonunda Hz. Ebubekir ikna oldu. Kur'ân'ın bir mushaf halinde toplanmasını emretti. Ashab da onun bu kararını uygun buldular. İşte Sahabenin bu icmâ'mın maslahat fikrinden başka bir senedi yoktur. ten Hz Ebubekir ve Hz. Ömer'in ifadeleri de bu hususu vurgulamaktadır: Hz. Ebubekir "Allah'm Rasûlünün yapmadığı şeyi ben nasıl yaparım?" diyor, Hz. Ömer de bunun »İslâm'ın menfaatine olacağı"nda ısrar ediyordu.

- Hz. Ömer döneminde rnüslümanlar Irak ve Şam Bölgesini fethedince, Abdurrahman b  Avf ve Ammar b. Yâsir gibi bazı sahabîler, fethedilen arazinin Allah'ın Kitabında gösterildiği ve Hz.  Peygamber'in uygulamasında olduğu gibi mücahitler arasında paylaştırılması gerektiğini savundular. Aralarında Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Muâz b. Cebel'in de bulunduğu diğer bir gurup bu arazinin mücahitler arasında taksim edilmemesini, müslümanlarm ortak malı haline getirilmesini, arazinin sahipleri eiinde bırakılıp üzerine haraç vergisi konmasını, bu verginin hakim, memur ve asker maaşlarının ödenmesinde, dul, yetim ve muhtaçların ihtiyaçlarının giderilmesinde bir gelir aynağı teşkil etmesini, böylelikle nesiller boyunca bütün müslümanlarm istifadesinde kalmasını uygun görüyordu.  Taksim  taraftarı olan karşı görüş sahipleri Hz.  Ömer'e şunu söylüyorlardı: Sen, Allah'ın bize kılıçlarımızın gücü ile sağladığı bir hakkı vermeyip de, onu savaşta hazır bulunmayan insanlar ve onların henüz ortada olmayan çocukları ve torunları lehine mi vakfedeceksin? Hz. Ömer de şu cevabı veriyordu: Sonradan gelen müslümanlarm halı ne olacak? Araziyi, taksim edilmiş ve babadan intikal eden bir mülk olarak bulacaklar! Hayır, bu isabetli bir görüş değil!Hz. Ömer, muhaliflerle uzun süre tartıştı. Sonunda onlar da çoğunluk görüşünü kabul ettiler. Böylece Sahabenin bu hüküm üzerinde icmâı gerçekleşmiş oldu. Görüldüğü gibi bu icmânın senedi nass veya kıyas değil, maslahat düşüncesidir.

-  Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer dönemlerinde cuma namazı için bir tek ezan okunurdu. Bu ezan hatîbin önünde veya mescidin kapısında okunuyordu. Hz. Osman döneminde müslümanlarm sayısı iyice arttığından ve Medine'de yerleşim alanı genişlediğinden, Hz. Osman bir ezan daha ekledi. Bu ezam ez-Zevrâ' denen Medine çarşısındaki kendisine ait bir evin üstünde okuttu. Zira o, ezanın İnsanlara namaz vaktini haber vermek için teşri kılınmış olduğunu biliyordu. Şayet kendinden önceki dönemlerde yapıldığı gibi tek ezanla yetinseydi, ezan okunmasından güdülen gaye gerçekleşmiş olmayacak ve mescide uzak bulunan birçok müslüman bu yüzden namazı kaçırabilecekti. Sahabe de Hz. Osman'ın bu kararım tasvip ettiler. Üzerinde fıkirbirliği edilen bu uygulamada onların dayandığı yegâne delil, maslahatın temini ve önceki uygulamanın devamı halinde ortaya çıkabilecek mefsedetin giderilmesi düşüncesi idi.

 

§: 79- Maslahat Düşüncesine Dayanan İcmânın Hükmü:

 

Maslahat düşüncesi icmâ için sened olabilirse de, bu düşünceye dayanan icmâ, Kitab, Sünnet ve Kıyasa dayanan icmâlar gibi değişmez bir delil teşkil etmez. Böyle bir İcmâ maslahatı gerçekleştirdiği sürece kaynak olma Özelliğini korur. Fakat bu sonucu sağlamaz hale gelince ona muhalefet edilebilir ve maslahatı gerçekleştiren yeni bir hüküm konabilir. Bu yüzden, müetehidlerin, birçok meselede, daha önce üzerinde icmâ edilmiş hükme aykırı takat maslahatı gerçekleştiren hükümler verdiklerini görüyoruz. Meselâ:

- Sahabe "tes'îr"den  yani fiyatlara narh koymaktan sakınmışlar, herkesi dilediği fiyatla alıp satmakta serbest bırakmışlardı. Çünkü onl-ır Hz. Peygamber'in tes'îre razı olmadığını ve bunu -insanları hoşnut olmadıkları fiyatlarla mallarını satmaya zorlama düşüncesini ihtiva ettiğinden ötürü- bir haksızlık olarak nitelediğini görmüşlerdi. Nitekim bir adam gelip Hz. Peygamber'e: "Ya Rasûlallah! Bizim için mallara narh koy" deyince, o ' 'Hayır, siz Allah 'a dua edin'' cevabım vermiş, bir başkası da aynı talepte bulununca: ' 'Fiatlan asıl yükselten ve düşüren A İlah 'tır. Ben herhangi bir kimsenin üzerimde haksızlık iddiası olmaksızın Yüce Allah'a kavuşmak isterim" buyurmuştu.[27]Fakat, Medine'nin yedi meşhur fakihinden Saîd b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr ve Yahya b. Saîd gibi fukahâ tes'îrin caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Çünkü onlar maslahat düşüncesinin bunu gerektirdiği, insanların zararının bu yolla önleneceği kanaatine varmışlar, bu hüküm ile daha önce yerleşmiş bulunan tes'îr koymama uygulaması arasında özde bir çatışma olmadığını tesbit etmişlerdir. Evet, Hz. Peygamber ve ashabı tes'îr uygulamasına girmemişlerdi. Çünkü bunu gerektiren bir durum yoktu. Hz. Peygamber'e şikâyet edilen pahalılık, tes'îri gerektiren bir pahalılık değildi. Bilindiği gibi fıatlardaki yükselme bazen talebin arzdan fazla olmasından kaynaklanır, bazen ise tacirlerin veya üreticilerin büyük kârlar elde etmek için piyasayı kendi hakimiyetleri altına alıp fiatlara sunî müdahalede bulunmaları sebebiyle meydana gelir. Öyle görünüyor ki, Rasûlûllah dönemindeki pahalılık birinci türden, yani fiyatların tabiî seyri içinde yükselmesi türünden idi. Şayet ikinci türden olsa idi Hz. peygamber'in onu öylece bırakması düşünülemez. Zİra bu insanlara yapılan açık bir haksızlık olurdu. Kamu otoritesini elinde tutan makamın böyle bir haksızlığı gidermesi ise onun görevidir. Bunu giderme yolu da tes'îrdir.İşte Tâbiûn devrinde ikinci türden pahalılık ortaya çıkınca, bu devrin fakîhleri tes'îrin cevazına hükmettiler. Çünkü maslahat fikri bunu gerektiriyordu. Bu hüküm, "Geniş kapsamlı zararın önlenmesi uğruna dar kapsamlı zarara katlanılır"[28] şeklindeki genel kuralın uygulanması kabilindendi.

- Bir kimsenin yakım lehine şahitliği meselesi de bu duruma bir örnektir. Şöyle ki: Sahabe ve Tâbiûn devirlerinde, kişinin yakını lehine meselâ çocuğun babası, babanın çocuğu ve kocanın karısı lehine şahitlik etmesi kabul ediliyordu. Bu husus Hz. Ömer, Kadı Şurayh, Saîd b. Müseyyeb ve Ömer b. Abdülaziz'den rivayet edilmiştir. Nitekim bir gün Ali b. Kâhif isimli şahsın karısı Kadı Şurayh nezdinde bir alacak davası açmıştı. Kadın bir adamdan alacaklı olduğunu İddia ediyordu. Kocası ve babası onun lehinde şahitlik edince davalı itiraz etti; "Biri kocası, biri de babası!" bunun üzerine Kadî Şurayh şöyle dedi: "Sen bu özellik dışında onların şahitliğini reddetmeyi gerektirecek bir kusur biliyor musun? (Eğer yoksa bu özelliğin şahitliğe zararı yoktur). Müslüman olan herkesin şahitliğigeçerlidir." Başka bir rivayete göre de Şurayh şöyle dedi: "Bir kadın hakkında zaten kocası ve babasından başka kim şahitlik edecek?" Sonunda Kadî Şurayh kadının lehinde karar verdi.Ne var ki, insanların ahlâkı değişip kalplerde iman hakimiyeti zayıflayınca ve toplumda başkalarını haksız yere itham eğilimi kendini gösterince, fakîhler ve hakimler önceki uygulamayı aynen sürdürmenin hak kaybına yol açacağını, insanların zarara ve sıkıntıya düşeceklerini farkettiler. Maslahat düşüncesine dayanarak ve toplumdaki kötü gidişi önlemek için yakınların birbiri lehine şahitliğini reddettiler. Kendi zamanlarının şartlarını gözönüne alarak bu hükmü evlât-baba; kardeş ve karı-koca ile sınırlandırdılar. Şayet herhangi bir zamanda daha uzak akraba için aynı töhmet sözkonusu olacak olsa, onların da şahitliği reddolunabilir.Buna göre, hoparlör teşkilâtı bulunan mescitte cuma namazı için Hz. Peygamber zamında olduğu gibi bir tek ezanla yetinilebiiir. Çünkü Hz.. Osman'ın ilâve ettiği ve Sahabe tarafından tasvip olunan ikinci ezan, maslahata binaen yani insanlara namaz vaktim duyurma ihtiyacından ötürü konmuştu. Bu ihtiyacın hoparlör bulunan mescitte tek ezanla karşılanması mümkündür; bu halde ikinci ezana gerek kalmamış olur.[29]

 



[1] Yunus 10/71.

[2] Tirmizî, Savm, 33.

[3]  Abdülâziz el-Buhari. Keşfu'l-Esrâr, III, 946.

[4] bkz. Âmidî, el-ihkâm, I, 140.

[5] İbrahim b. Seyyar el-Basrî en-Nazzâm {ölümü 231 H.): Mutezile bilginlerİndendir ve kendi adıyla anılan bir Mutezile fırkasının reisidir. İcmâyı ve kıyası ilk inkâr eden kişidir. Sahabe icmâ'inin kaynaklık vasfını ve onların yeni olaylarda kıyasa dayanmış olduklarını da kabul etmediği için, bu yöndeki tezini desiekleme uğruna sahabeye dil uzatmıştır. Hadis ehli hakkında da ithamkâr ifadeler kullanmıştır. Şaraba düşkün, açıktan açığa fisk u fücur işleyen bîriydi. İcmâ ve kıyas konusunda zihinleri karıştıran fikirleri

■ ve bunlara karşı verilen cevaplar, eski usûl eserlerinde mevcut bulunmaktadır. Haricîler, Râfizîler ve Zahirîler, icmâ ve kıyasın inkârı hususunda onu öncü edinmişlerdir. Hayatı hakkında "el-Fark beyne "I-Fırak" isimli esere (s. 79) bakılabilir.

[6] bir de "ba!ın"ı vardır. Kur'ân'a harfi olarak sarılmak doğru olmayıp, tevil edilmesi gerekir. Zahir ve bâtına birarada inanmak imanın şartlanndandır. Sadece bîrine inanmak, mezhebin dışına çıkmak ve küfre girmek demektir. O yüzden bu fırka "Bâtiniyye" diye de anılır. Onların inancına göre vahiy, meleğininmesi değil ruh temizliğidir. Dİnî hükümler sadece avam için bağlayıcıdır, havas için bağlayıcı değildir. Peygamberler, avama yön veren öncülerdir. Havassın peygamberleri İse filozoflardır. İşaret ettiğimiz zahir ve bâtın teorisinin paralelinde olmak üzere, İsmâilİ müfessirler Kur'ân âyetlerini kendi inançları ile uyuşan, mensuplarına gizli mesajlar veren ve İmama körükörüne itaat etmeye çağıran sembolik tefsirlere tabi tutmuşlardır. Yüce Allah'ın Kitâb'ına karşı birçok küstahlıklar taşıyan Kur'ân tefsirleri vardır. Âdem Aleyhisselâm'ın kısası etrafında çok söz etmişlerdir. Onların batını tevillerinden biri şöyledir: Âdem -semavî dinlerin belirttiğinin aksine- İlk insan olmayıp daha önce bir topluluk vardı ve Âdem onların arasında yaşadı. Adem'in bir hücceti (dayanağı) vardı ki Kur'ân ondan Havva diye sözetmiştir. Esasen Havva bir kadın değildir ve Âdem İle evlenmemiştir. O, Âdem'in en yakın davetçilerindendi. Her ikisi, Âdem'den önceki İmamın daveti içinde nimetlere mazhar olmakta idiler. İsmâilİyye daveti aslında Kur'ân'ın "cennet" diye sözettiği şeyin tâ kendisidir. Daha sonra Âdem daha üstün bir mertebeye eriştiğinden imam onu centetten yani "davet"ten çıkarmıştır. (Bu konuda Dr. Muhammed Kâmil Hüseyin'in Tâifetii'Msmâifiyye isimli eserine bakılabilir.)

[7] Bazı lâfız farklı|ıkları ile> bkz   jbn Mâcfiı Fjtenj 8

[8]  bkz. dipnot 162.

[9] Yakjn an!amda nvayetier için bkz. Ebu Davud. Fİten, I (4252vc 4253 numaralı hadisler)

[10]  . Ahmed b. Hanbel. I, 379.

[11] el-Mebsût müellifinin rivayetine göre (bkz. Serahsî, IV, 343), bİradam iki yıl karısından uzakta bir yerde kalmış, döndüğünde onu hamÜc buîmuştu. Adanı olayı Hz. Ömer'e intikal ettirdi. Hatife Ömer, kadına recm cezasını uygulamak istedi. Muâz şöyle diyerek karşı çıkti: "O kadın hakkında ceza uygulama yetkin varsı da, karnindakini cezalandırman için bir gerekçen yoktur." Bunun üzerine Hz. Ömer kadını bıraktı. Sonunda kadın doğurdu. Çocuk babasına benziyordu. Adam çocuğu görünce hayretler içinde kaldı. Hz. Ömer de şöyle dedi: "Kadınlar, Muâz gibisini doğuramaz. Muâz olmasaydı, Ömer mahvolmuştu"

[12]  en-Nisâ' 4/20:

[13]   "Ümmü'l-veled'" (çoğulu: ümmehâtü'l-evlâd), efendisinden çocuk doğuran cariye demektir. Efendi, çocuğun kendisinden olduğunu kabul ederse, çocuğun nesebi onun üzerine sabit olur ve câriye İimmü'l-veled statüsünü kazanır. Sahabe, önce, ümmü'l-velcd olan cariyenin satılıp satılamayacağı ve efendisinin ölümünü takiben hürriyetine kavuşup kavuşmayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Sonunda görüşleri bir noktada toplanmış, Hz. Ömer zamanında ümmü'l-veledin satılamayacağı ve efendisi ölünce hür statüsüne gireceği hususunda İcmâ vukubulmuştur. Bu haberi, Abdürrazzâk Ma'mer'den, o Eyyûb'den, o İbn Sîrîn'den. o da Abîde es-Selmânî'den nakletmiş ve İbn Kudâm? el-Muğnî isimli eserinde şu şekilde zikretmiştir: "Abide anlatıyor: Ali'nin şöyle dediğini duydum: Ümmehâtü'l-evlâdm satılamayacağı hususunda benim görüşüm ile Ömer'in görüşü birleşmişti. Ben daha sonra satılabileceği kanaatine vardım. {Abîde sözüne devam ediyor.) Ona şöyle dedim. Senin ve Ömer'in cemaat halindeki görüşünüz, bence cemaatten ayrı. kalan görüşten daha iyidir." Bunun üzerine Hz. Ali bu yeni görüşünden vazgeçti ve Abîde ile Şurayh a şöyle dedi: Daha önce hükmetmekte olduğunuz şekilde hüküm verin. Zira ben İhtilâftan hoşlanmam.

[14]   Bazı usulücüler icmânın gerçekleşemeyeceği görüşünü Nazzâm'a nisbet etmişlerdir. Fakat bu doğru değil­dir. Doğrusu -Sübkî'nin belirttiği üzere- bu görüşün Nazzâm'ın bazı arkadaşlarına ait olduğudur. Nazzâm m kendisi ise haddizatında icmânın gerçekleşmesinin mümkün olduğu fakat icmâmn kaynak olmadığı kanaatindedir.

[15] Âl- Imrân3/144:

[16] el-Avâ1î, Medine çehresinde bir ver Kmi  Burası ile H/. Peygamber (s.a.v)"in evi arasında bir mÜ mesafe

vardır

[17]  bkz.  170 numaralı dipnot.

[18] Buharı. Buyû; 54 (yine bkz. 51, 55); Müslim, Buyu1, 36.

[19] el-A'râf 7/204.

[20] İbn Hazm. Merâtibıı'l-İcmâ", s. 32.

[21]   "Muhsar", hac veya umre için ihrama girdikten sonra hac voya umre ile ilgili şer'ân gerekli amelleri yerine getirmeyi engelleyen hastalık ve düşman gibi bir engel ile karşılaşan kimse demektir.

[22]  Hcdy Harem-i Şerife götürülen yahut kendisi veya parası gönderilen kurban demektir. Nafile ve vacip olmak üzere iki çeşittir. Temettü" ve kıran haccı yapanlara, hacc ve umre ibadetine mahsus yasakları ihlâl edenlere hedy vaciptir, (mütercim)

[23]   İbn Hazm, Merâtibü'l-İcmâ*, s. 46.

[24] en-Nisa’4/23.

[25] Bkz,dipnot 173.

[26] Maslahat-ı mürsele örnekleri ve tarif için bkz. §: 104^105.

[27] Bazı lâfız farklılıkları ile,

bkz. Ebu Davud. Buyu'. 51; Tirmizî. Buyu". 73; İbn Mâcc. Ticârât. 27.

[28]  Bu kura'- Mecelle'nin külli kaideleri arasında da yer almıştır (madde

26): "Zarar-ı ânımı def için zarar-ı hâss ihtiyar olunur." (mütercim).

[29] a) Usul açısından yazarın görüşüne katılmakla birlikte, bu fer'i mesele incelenirken, daha geniş düşünül­mesi gerektiği kanaatindeyiz. Şöyle ki: Hz. Osman zamanında konan ikinci ezanı sadece duyurma fonksiyonu İle sınırlamak yerine, insanların namaza hazırlanmalarını sağlamaktaki rolünü de gözönünde bulundurmak gerekir. Cuma namazı diğer namazlardan farklı özelliği olan bir namazdır. Cuma için ezan okunduğunda artık -cuma kendisine farz olan kimseler için- alım-satım ve benzeri namazdan alıkoyucu işler yasak olmaktadır. Yani hutbeden önceki ezana kadar, mükelleflerin hazırlıklarını tamamlayıp camiye gelmiş olmaları gerekir. Şu haide, Hz. Osman döneminde ticari hayatta daha fazla hissedüen yoğunluğun da bu ezanın konmasındaki rol» dikkate alınmalıdır. Günümüzde ise bu gerekçe haydi haydi gerçerlidir. Kaldı ki, dinî esaslarla çatışan bir yönü belirlenmedikçe, asırlar boyu müslüman toplumların hayatında ver tutmuş, bir uygulamanın, bir kültür görünümü olarak taşıdığı değeri gözardı etmek doğru olmaz. (mütercim)