§: 80- Kıyasın Tarifi ve Kıyasa Örnekler:
S- 83- Nazzâm ve Onun Görüşünde Olanların Delilleri:
§: 86- Aslın Hükmü İle İlgili Şartlar:
§: 87- Fer' İle İlgili Şartlar:
§: 89- Usulciilerin Terminolojisinde ''İllet":
§. 90- Usulcülere Göre "Hikmetlin Anlamı:
§: 91- Usulcülerin Kıyas İçin Hükümlerin Neye Göre Talil Edilebileceğine
Dair Görüşleri:
§: 92- Usûlcülerin Kıyasta Ta'lüin Neye Göre Yapılacağı Hususundaki
Görüşlerinin Tartışılması:
§: 93- Kıyasın İlleti Konusundaki Görüşümüz:
§: 94- İllet İle İlgili Şartlar:
§: 95- İlleti Belirleme Metodları:
§: 96- Birinci met od: İlleti Kitab ve Sünnet Nasslarından Araştırmak
§: 97- İkinci Metod: İlleti İcmâda Araştırmak:
S: 99- "Münasib" (Uygun) Vasfın Kısımları:
§: 100- "Uygunluğu Araştırma" Metodunun Önemi:
a) Kıyasın:
aa) Tarifi
bb) Hüccet Değeri
cc)
Rükünleri
dd)
Rükünlerinde Aranan Şartlar
b) İlleti Belirleme Metodlan
c) Tahricü '1-Menât, Tenkîhu 1-Menât ve Tahkîku
'I-Menât Terimleri.
Sözlükte "kjyâs"
bir şeyin başka bir şeyle ölçülmesi
anlamına geldiği gibi iki şeyi birbirine eşitlemek anlamında da kullanılır.
Meselâ, "Kumaşı metre ile
Ölçtüm" dendiğinde ^ Fiili birinci anlamda kullanılmıştır. İkinci anlamda
kullanıldığında ise, gerek maddi eşitleme, gerekse manevî eşitleme
kasdedilebilir. Meselâ, "Bu yaprağı şu yaprağa eşitledim" derken
maddi, "Falanca kişi filanca ile
karşılaştırılamaz (ilimde veya fazilette onunla bir tutulamaz)"
dendiğinde manevî eşitlik kastedilmiş olur.Usûlcülerin kullandığı bir terim
olarak ise kıyas, "Kitab, Sünnet veya icmâda hükmü bulunmayan meseleye,
aralarındaki illet birliği sebebiyle, bu kaynaklardan birinde yer alan
meselenin hükmünü vermek" demektir.Bunu biraz açıklayalım: Farzedelim
Kitab'ta, Sünnet'te veya icmâda bir meselenin hükmü gösterilmiştir. Bir
müctehid de illeti belirleme metodlanndan biri ile bu hükmün hangi özelliğe
binaen konduğunu tesbit etmiştir. Daha sonra müctehid, bu üç kaynakdan birinde
hükmü yer aİmamış bir mesele ile karşılaştığında, bu meselede aynı illetin
(hükmün konmasını gerektiren özelliğin) bulunduğuna, yani her iki meselenin
illet bakımından bir olduğuna kanaat geririrse, nassda mevcut olan hükmü bu
yeni meseleye uygular, her iki meseleyi hüküm bakımından eşit hale getirir. Bu
işleme usulü'lfıkh terimi olarak ' 'kıyas''denir. Hükmü nass tarafından belirlenmiş
meseleye asıl veya makîs aleyh ; hükmü nasslarda belirlenmemiş meseleye
fer' veya makîs ; nassdakİ hükmün
konmasına sebep olan özelliğe İllet; nassla sabit hükme, aslın hükmü ; kıyasla
belirlenen hükme ise, fer'in hükmü adı
verilir.Şimdi bu işleme bazı örnekler verelim:
1- Kur'ân-ı
Kerîm'de "hamr" (şarap)ın haram olduğu hükmü yer almış ve Allah'ın
şarabı niçin haram kıldığı da aynı âyette belirtilmiştir:Ey iman edenleri
Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve şans okları, birer şeytan işi
pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, şarap ve kumar
(yolu) ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah 'ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak istiyor. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil /ni?"[1]
İşte bu nass şarabın
haram olduğunu göstermekte ve aynı zamanda bu haramlık hükmünün hangi gerekçe
ile konduğunu açıklamaktadır. Bu gerekçe, şarap içmenin ortaya çıkardığı dinî
ve dünyevî açıdan kötü sonuçların önlenmesidir. Gerçekten, insanlar arasında
düşmanlık çıkarıp onların içine buğuz düşürmekten daha büyük kötülük olabilir
mi? Bu İki şer bu dünyanın huzurunu yok etmek için yeterli iki silâh değil
midir?"Hamr" bazı fakihlere
göre[2] üzüm
suyundan ateşte kaynatılmak s izin elde edilen özel bir içkinin adıdır. Buna
göre, belirtilen içkinin dışında kalan viski vb. sarhoş edici maddeler âyetin
kapsamına dahil değildir. Fakat bu İçikilerin içilmesi de, Kur'ân'ın hamr
hakkında açıkladığı kötü sonuçlan ihtiva etmektedir. Şu halde bu içkilere de
kıyas yoluyla hamrin hükmü uygulanır.Bu örnekte hamr, asıl (veya makîs aleyh);
viski, fer' (veya makîs); insanlar arasına düşmanlık ve buğza yol açma illet [3]hamrin
haram olması, nassın bildirdiği hüküm; viskinin haram oluşu ise, kıyas yoluyla
fer' için belirlenen hükümdür.
2- Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: "(Murisini öldüren) katil mirasçı olamaz.[4]Bu
hadis murisini öldüren katilin mirastan mahrum olacağı hükmünü getirmiştir. Bu
hükmün illeti, katilin haram bir fiil işlemek suretiyle bir hukuki sonucu zamanından
önmeydana getirmeye yönelmesidir. Şu halde onun bu kastı kendi aleyhine
çevriImelidir bu da onun mirastan mahrum bırakılması ile olur.Mûsâ leh (lehine
vasiyet edilen kimse) de mûsîsini (kendisi lehine vasiyette bulunan kişiyi)
öldürürse, aynı şekilde haram bir fiil işleyerek zamanından önce bir hukuki
sonucu meydana getirmeye yönelmiş demektir. Hükmün illeti bakımından her iki
olay aynı nîtekilte olduğuna göre, .kıyas yoluyla bu kimse de vasiyetten mahrum
bırakılır.Bu örnekte vârisin, murisini Öldürmesi, asi (veya makîs aleyh); mûsâ
lehin mûsîsini öldürmesi, fer' (veya makîs); vaktinden önce -suç işleyerek- bir
hukukî sonucu meydana getirmek için acele etmek, hükmün illeti; mirastan
mahrumiyet aslın hükmü; vasiyetten mahrumiyet ise kıyas ile fer' için
belirlenen hükümdür.
3- Hz.
Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Mû'min mü'minin kardeşidir.
Bîr mü 'minin, kardeşinin evlenmek üzere teklifte bulunduğu kadına evlenme
teklif etmesi, kardeşinin ahş-verişine -taraflar ayrılmadan- yeni bir teklifle
katılması helâl değildir' [5]Bu
nass, kişiye başkasının daha önce evlenme teklifinde bulunduğu kadına evlenme
teklif etmesini veya başkasının almaya teşebbüs ettiği bir malı almaya
çalışmasını yasaklamaktadır. Hükmün illeti açıktır: Böyle bir davranış, karşısındakini
üzer, kırgınlığa, düşmanlığa yol açar-ve ruhlara kin tohumlan serper.Kişinin,
başkasının kira sözleşmesi ile ilgili teşebbüsüne bu tarzda katılma durumu nass
tarafından düzenlenmemiştir. Fakat nassın getirdiği hükmün illeti aynen bu
olayda da vardır. Şu halde haramlik hükmü bu olaya da uygulanır.Bu örnekte,
başkasının evlilik teklif ettiği kadına evlilik teklifinde bulunma veya
başkasının almak istediği malı almaya çalışma, asi (veya makîs aleyh);
başkasının kiralamak istediğini kiralamaya çalışma, fer' (veya makîs); karşı
tarafa eziyet verme, kırgınlık ve kin çıkmasına yol açma, illet; evlenme veya
alım-satım teklifinin haramlığı aslın hükmü; kira teklifi üzerine kira
teklifinde bulunma ise kıyas yoluyla fer' için belirlenen hükümdür.
4- Hz. Peygamber başka bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
"Üç kişi olduğunuzda, iki kişi, üçüncüden ayrı olarak fısıldaşmasın. Çünkü
bu, onu üzer. [6]Bu hadis-i şerif,
beraberlerinde üçüncü bir kişi varken iki kişinin başbaşa verip gizli
konuşmalarını yasaklamaktadır. Hadiste hükmün illeti de belirtilmiştir: İki
kişinin böyle bir durumda gizli konuşması, üçüncü kişinin gönlünün kırılmasına,
onların kendisini güvenilir bulmadıklarına hükmetmesine veya kendisine karşı
kötü bir iş tasarladıklarım düşünmesine vb. şeylere yol açabilir. Bu ise,
insanlar arasındaki kardeşliğin camyürekten olmasını ihlâl eder, sevgi
bağlarını koparır.İki kişinin, yanlarındaki üçüncü kişinin bildiği dille
konuşabilecekleri halde onu bırakıp başka bir dille konuşmaları olayının hükmü,
ne bu nassta ne de başka nasslarda ı/lirtilmiştir. Fakat bu olay da yukarıdaki
hükmün illetini taşımaktadır. Şu halde ona da kıyas yolu ile aynı hüküm
uygulanır.Bu Örnekte, gizlice konuşma asıl (veya makîs aleyh); üçüncü kişinin
bilmediği dille konuşma, fer' (makîs); üçüncü kişiye üzüntü verme, illet;
gizlice konuşmanın yasak oluşu aslın hükmü; üçüncü kişinin bilmediği dille
konuşma ise, kıyas yolu İle fer' İçin belirlenen hükümdür.
İslâm hukukçularının
büyük çoğunluğu, kıyasın şer'î-âmeli hükümlerin bilinmesini sağlayan bir delil
ve İslâm hukukunun esaslarından biri olduğu hususunda fikirbirliği
etmeşilerdir. Nazzâm, Zahirîler ve bir kısım Şiîler, kıyasın bir hüccet
olmadığı kanaatindedir. Her iki taraf kendi görüşünü desteklemek üzere delil
getirmiştir.
Çoğunluğu teşkil eden
bilginler, bir taraftan Kitab, Sünnet, icmâ kaynaklarına dayanmışlar diğer
taraftan da aklî delil getirmişlerdir.
* Kitab:
Onlar kur'ân-ı Kerîm'den bir çok âyeti bu konuda delil göstermişlerdir. Biz
bunlardan, usul kitaplarında en çok zikri geçen ve delil getirilen konuya en
açık temas eden bir tek âyete işaret etmekle yetineceğiz:"Ehl-i kitaptan
inkâr edenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Siz onların
çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin kendilerini Allah'tan
koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah (m gazabı), onlara beklemedikleri yerden
geliverdi ve yüreklerine korku saldı. Öyle ki evlerini kendi elleriyle ve
mü'minlerin elleriyle harap ediyorlardı. Ey akıl sahipleri, ibret alın![7]Bu âyette
delil getirilen kısım "Ey akıl
sahipleri, ibret alın!" ifadesidir. Cenâb-ı Allah bu âyette, Allah'ı inkâr
etmelerinin, Hz. Peygamber'e ve mü'minlere tuzak kurmalarının karşılığı olmak
üzere NadiroğuIlan'[8]mn başına geleni bildirmekte,
bunun arkasından da buyurmaktadır. Bunun anlamı
şudur: Ey akl-ı selim
sahipleri! Onların başına gelen felâketi ve bu cezayı hangi davranışlarından
ötürü haketmiş olduklarını iyice düşünün. Onlar gibi yapmaktan sakının Yoksa
aynı sonuç sizin de başınıza gelir. Çünkü siz de onlar gibi insanlarsınız;
birbirinin aynen benzeri olan iki durum için aynı sonuçlar sözkonusu olur. O
halde bu ifade şunu göstermektedir: Sonuçlar sebeplerine tabidir; sebepler
varsa sonuçları da vardır. Fıkhî kıyas da bu düşüncenin dışında kalan bir işlem
değildir. Zira kıyas, sonucun (yani hükmün) sebebin (yani illetin) varlığına
bağlanmasından ibarettir. Bir başka deyişle, bir olaya, onun benzeri olan
olayın hükmünü uygulamaktır.
* Sünnet:
1- Hz.
Peygamber'in birçok meselede hükmü kıyas yoluyla açıkladığı bilinmektedir:
Kendisine bir meselenin hükmü sorulduğunda, Rasûlûllah, doğrudan doğruya hükmü
belirten bir cevap vermeyip, soruyu soranın bildiği ve sözkonusu meseleye
benzer başka bir meselenin hükmünü kendisine sorar, o bunun cevabını verince
Hz. Peygamber: İşte senin sorduğun meselede bu meseleye benziyor, o halde
ikisinin de hükmü aynıdır, buyururdu. Rasûlûllah'm bu metodu uygulayışına örnek
verecek olursak:
- Has'am'h bir adam
Hz. Peygamberce gelip şöyle dedi: Benim babam, fleri bir yaşta İslâmla
şereflendi. Şu anda hayvan sırtında bile yolculuk edemeyecek kadar yaşlı. Hac
ibadeti de ona farz. Onun yerine ben hac etsem olur mu? Hz. Peygamber: Sen onun
en büyük evlâdı mısın? diye sordu. O: Evet, cevabını verdi. Bu defa Rasûlûllah:
Ne dersin, babanın bir borcu olsaydı ve sen onu ödeseydin, onun borcu ödenmiş olur
muydu? diye sordu. Adam: Evet, cevabını verince Hz. Peygamber: O halde onun
yerine hac-edebilirsin, buyurdu.Hz. Peygamber, bu adamın, bizzat hac ibadetini
eda edemeyecek durumda olan yaşlı babasına vekâleten haccı eda etmesinin sahih
olup olmayacağı sorusuna: Bu eda sahihtir, babanın üzerindeki fariza yerine
gelmiş olur, diye cevap vermemiştir. Ona hacca benzer bir şeyin yani borcun
vekâleten ödenmesinin hükmünü sormuştur. Adam, babasının borcunu ödemesinin
geçerli ve borcu sona erdirici olduğunu söyledikten sonradır ki, Hz. Peygamber,
babasına vekâleten haccının sahih olacağını belirtmiştir.[9]- Hz.
Ömer anlatıyor: Birgün Hz. Peygamber'e gidip: Ya Rasûlellah! Bugün büyük bir hata
işledim! Oruçlu olduğum halde karımı öptüm, dedim. Hz. Peygamber: Söyle
bakalım, oruçlu olduğun halde ağzını su ile çalkalasaydın ne olurdu? diye
sordu. Ben: Bunun zararı olmaz,, dedim. Bunun üzerine Rasûlûllah şöyle buyurdu:
O halde bu üzüntü niye?Görüldüğü gibi, Hz. Ömer, öpmenin orucu bozup
bozmayacağını sorunca Hz. Peygamber: Bozmaz diye doğrudan cevap vermemiş; orcu
bozan duruma vasıta olması açısından aralarında benzerlik bulunan ve fakat
orucu bozma noktasına ulaşmamış olan iki fjji (ağızi suyla çalkalama ve öpme)
arasında bir karşılaştırma yaptırmış ve bu metodla muhatabının kendi sorusuna
cevap bulmasını sağlamıştır.Kıyasın kaynak olduğunu savunanlar şöyle derler:
İşte Hz. Peygamber bu tutumuyla, hükmün illeti bakımından aynı olan iki şey
arasında hüküm bakımından da eşitleme olması gerektiğini göstermiş olmaktadır.
Bu, daha sonraları bilginler arasında kıyas diye anılan işlemin ta kendisidir.
Sahabenin hemen hepsi onun tutumunu bu şekilde anlamışlar ve kıyası
ictihadlarırîda kullanmışlardır. (Aşağıda örnekleri gelecektir.)
2-
Rasûlûllah, Muâz b. Cebel'i Yemen'e kadı olarak gönderirken aralarında şu
konuşma geçmişti;
- Önüne bir uyuşmazlık getirildiğinde neye göre
hüküm vereceksin?
- Allah'ın Kitabına göre.
- Allah'ın Kitabında bulamazsan?
- O zaman Rasûlûllah'm Sünnetine göre.
- Allah'ın Kitab'ında ve Rasûlûllah'm
Sünnetinde de bulamazsan?
- Kendi görüşüme göre
ietihad ederim ve vazgeçmem (davayı hükümsüz bırakmam).Hz. Peygamber bu cevabı
alınca eliyle onun göğsüne vurarak:
- Peygamberinin elçisini
Allah ve Rasûlünün hoşnut olduğu (cevaba) muvaffak kılan Allah'a hamdolsun.
Bu konuşmadan
Rasûlûllah'm Kitab ve Sünnette hükmü bulunamayan meselede hakimin kendi re'yine
göre ietihad etmesini"tasvip ettiği anlaşılmış oluyor. Kıyas da re'y
içtihadının bir çeşididir. O halde kjyas, şer'î hükümlerin bilinmesinde bir
hüccet teşkil eder.
* İcmâ:
Sahabenin ileri
gelenlerinden çok sayıda kişinin1 kıyasla istidlal ve kıyası sonuca göre
uygulama yaptığı, bu durumun herkesçe bilinen pek çok fıkhî meselede tekerrür
ettiği hakkındaki rivayetler manevî tevatür seviyesine ulaşmıştır. Onların bu
tutumuna hiçbir sahabî itiraz etmediğine göre, kıyas ile amel hakkında Sahabe
icmâ'i meydana gelmiş demektir.Bu konuda birkaç örnek verelim:
1- Hz.
Ebubekir'e Kur'ân-ı Kerîm'de geçen "kelâle" lâfzının ne anlama
geldiği sorulmuş; o şu cevabı vermiştir: "Bu hususta kendi görüşümü
söyleyeceğim. Doğru ise Allah'tan, yanlış ise bendendir ve şeytandandır:
"Kelâle", baba ve oğul dışında kalan mirasçılardır." (Yani
aralarında miras bırakanın babası ve oğlu bulunmayan mirasçılar).Hz.
Ebubekir'in sözünde geçen "re'y" (görüş) ten maksat
"kıyâs"tır. Gerçekten o, babayı oğula kıyas etmiş, nasıl ki Kur'ân'da
oğulun bulunması kardeşlerinin mirasçıhğına engel olarak kabul edilmiş ise
babanın hayatta olması halinde de aynı hükmün uygulanması gerekeceğine kanaat
getirmiştir. Çünkü baba da oğul gibi ' 'asabe'' mirasçıdır.[10]Bunu
biraz açıklayalım: Cenâb-ı Allah Kur'ân-ı Kerîm'de "kelâle" lâfzını N
belirtmiştir. Bu
görüşü ortaya koyarken o, kıyas metodunu kullaniriîş'tır. Şöyle ki: Kur'ân
"veti kardeşlerin mirasçı olabilmesi İçin oğlun bulunmamasını şart
koşmuştur. Bu hüküm hakkında nass bulunan hükümdür. Aralarındaki ortak özelliğe
binaen oğula kıyas etmek suretiyle aynı hükmü baba hakkında da uyguladığına
göre, bu bir kıyastır.
2- Abdullah b. Abbas, dedenin mirasta kardeşleri
"hacb" edeceği [11]
kanaatinde idi. Zeyd b. Sabit ise bunun aksine kani idi. Fakat oğulun oğulunun,
kardeşleri mirastan hacb edeceği hususunda Abdullah b. Abbas ile hemfikir idi.
Bu sebeple îbn Abbas kardeşlerin hacbi hususunda dedeyi oğulun oğuluna kıyas
ediyor ve ona şu sözlerle delil getiriyordu: "Zeyd b. Sabit Allah'tan
korkmaz mı ki, oğulun oğulunu oğul gibi kabul ediyor da, babanın babasını baba
gibi kabul etmiyor!'' Bunun anlamı şudur: Müteveffaya nisbetle oğulun oğulunun
derecesi ne ise dedenin derecesi de odur. Öyle ise, oğulun oğulu mütevefanın
kardeşlerini hacbettiği gibi -kıyâsen- dede de onları hacbetmelidir.
3- Hz. Ömer'e: "Semre, yahudi tacirlerden
uşûr [12]olarak
şarap aldı, onu sirke yapıp sattı." denince, Hz. Ömer şöyle söyledi:
"Allah Semre'nin müstehakmı versin! O, Hz. Peygamber (s..a.v)'in şöyle
buyurduğunu bilmiyor muydu: Allah yahudilere lanet etmiştir. ÇünküjMİiara hayvanların
İç yağı yasaklandığı halde, ona güzel bir şekil verip sattılar ve parasını
yediler!" Hz. Ömer bu olayda şarabı iç yağına kıyas etmiştir; her ikisinde
de yasak, satışa ve parasının yenmesine şamil bir yasaktır.
4- Hz. Ömer, Ebû Musa el-Eşârî'yi Basra'ya kadı
tayin ettiğinde ona bir mektup yazmıştı. Bu mektupta Hz. Ömer şu sözlerle Ebû
Musa'dan kıyas metodunu kullanmasını istiyordu: "Kitab ve Sünnette hükmünü
bulamadığım ve kesin olarak vicdanî bir kanaate varamadığın davalarda iyice
düşün. Emsal olaylar araştır ve benzerlikler bulmaya çalış. Sonra (hükme tesiri
olan) benzerlikleri bulunca bunlar hakkında kıyası uygula. Bulduğun kıyası
sonuçlar içinde Allah katında en sevimli olan (İslâmî prensipler ile en çok
bağdaşan) ve senin vicdanî kanaatine göre hakkaniyete en yakın olan hükmü
ver."
5- San'â'h bir kadın, dostu ile, kocasının
oğlunu öldürmek üzere anlaşmış ve onu birlikte öldürmüşlerdi. Olay Hz. Ömer
tarafından şehre vali tayin edilmiş bulunan Ya'lâ b. Ümeyye'ye intikal edince,
o, bir karara varamadı ve bu hususta Hz. Ömer'e bir mektup yazdı. Mektup
kendisine ulaşınca Hz. Ömer Sahabeyi konuyu görüşmeye çağırdı. Aralarında
Hz. A1İ de vardı. Hz.
Ömer'in görüşü bir kişiye karşılık iki kişinin öldürülnıemesi gerekeceği
yönündeydi. Hz. Ali aksi görüşteydi. Hz. Ömer'e şöyle dedi: "Söyle
bakalım, bir gurup bir deveyi çalmak için onu müştereken boğazlasalar ve
herbiri bir parça alsa herbirine hırsızlık cezasını uygular miydin?" O:
"Evet", cevabını verince, Hz. Ali: İşte bu da onun gibidir."
dedi. Sonunda Hz. Ömer ikna oldu ve Ya'Iâ'ya şöyle yazdı: İkisini de öldür.
Şayet bu cinayete bütün San'â ahalisi katılmış olsaydı hepsini
öldürürdüm!Görüldüğü gibi, Hz. Ali adam öldürme suçundaki iştirak halini,
hırsızlık suçundaki iştirak haline kıyas etmiştir. Hz. Ömer ve diğer sahabîler
onun. bu metodunu tasvip etmişler, böylece kıyasın, hakkında nass veya icmâ
bulunamayan meselelerde ilâhi hükmün bilinmesinde bir hüccet olarak
kullanılabileceği hususunda Sahabe icmâ'ı meydana gelmiştir.
6- Hz. Ebubekir'in
halife olarak seçimi konusunda Sahabenin -yukarıda açıkladığımız-kıyası da bu
olaylar arasında sayılabilir. Belirtilen bu olaylarda ve daha birçok olayda
Sahabe, kıyas metodunu kullanmışlar ve onu ilâhi hükme ulaştıran bir delil
olarak görmüşlerdir. Binaenaleyh onun hüccet olduğunu kabul etmemek, Sahabeye
muhalefet ve onların metodu dışına çıkmak anlamına gelir.
* Aklî Delil:
Kıyasın hüccet
olduğunu savunanlar, aklî delil olarak şu düşünceyi ileri sürmüşlerdir: Yüce
Allah'ın hikmeti gereği İslâm Dini, semavî dinlerin sonuncusu olmuştur. Artık
kıyamete kadar başka din gelmeyecektir. Buna göre, İslâm Dininin kaynaklarının,
sadece mevcut olayların değil, dünyanın sonuna kadar ortaya çıkacak bütün
olayların hükmünü bulmaya elverişli bir zenginlikte olması gerekir. Kur'ân ve
Sünnetteki hukukî nasslar . ise sınırlıdır, artık vahiy sona erdiğine göre
bunlara başka nasslar da eklenmeyecektir. Buna karşılık, insanların
karşılaştıkları ve karşılaşacakları olaylar sınırlı değildir, her an yeni
olaylar ortaya çıkmaktadır. Sınırlı kaynaklar sınırsız olayları
karşılayamayacağına göre, yeni olayların hükümlerini elde etmeyi sağlayacak
başka kaynağın bulunması zarurîdir. İşte bu hükümleri elde etme yolu. hakkında
nass bulunan hükümlerin hangi gerçeklerle konduğunu belirleme ve bu hükümleri
benzeri olaylara uygulama metodudur: böylece nassların uygulanma çerçevesi
genişletilmiş olacaktır. Bu ise kıyastır. Demek oluyor ki kıyas, hukuki
nasslan, hakkında hüküm bulunmayan yeni olayları da kapsamına alacak hale
getiren metoddur. Böylelikle, İslâm hukuku dünyanın sonuna kadar insanların
ihtiyacını karşılayan, her yerde ve her devirde uygulanmaya elverişli bir hukuk
olarak kalır. Kıyasın kabul edilmemesi İse, İslâm hukukunun donmuş ve
insanlığın ihtiyacını karşılayamaz hale gelmiş bir hukuk olduğu şeklinde
ithamlara hedef olmasına yol açar. Halbuki böyle bir özellik. İslâm Dininin
semavî dinlerin sonuncusu olmasına hükmetmiş bulunan İlâhî hikmetle bağdaşmaz.
Nazzâm ve onun gibi
kıyası hüccet saymayanlar da gerek naklî gerekse aklî pekçok delil
getirmişlerdir. Bu delillerin başhealan şunlardır:
1- Kur'ân-ı Kerîm'de zanna uymaktan sakındıran
ve zannm hakikatten hiç birşeyi yansıtmadığını belirten âyetler vardır Meselâ:
"Bilmediğin şeyin ardına düşmer.[13]Onların
çoeu zandan başka *birşeye uymuyor.
Oysa zan. hiçbir şekilde gerçeğin yerini tutmaz”[14]buyurulmuştur.
Kıyas da bir çeşit zandır. Çünkü hakkında nass bulunan hüküm şu maksatla
konmuştur diye illeti belirlenirken, kesin bilgiye değil zanna dayanılmaktadır.
Kur'ân'a göre ise zanna uyutmaması ve kendisi ile amel edilmemesi gerekir. Şu
halde uyulmaması ve kendisine göre amel edilmemesi istenen bir şey, şer'i
hükümlerin belirlenmesinde hüccet olamaz.Fakat bu delile şöyle cevap verilebilir:
Allah'ın uyulmamasını istediği zan, İnanç ve usulüddin (dinin esasları) ile
İlgili hükümler hakkındadır. Çünkü bu hükümlerde kesin bilgi gerekir. Ameli
hükümlerde ise -bilginlerin ittifakıyla- zannî bilgi yeterlidir. Nitekim,
haber-i vâhid İle öğrendiğimiz, Kitab veya Sünnetin zahirinden çıkardığımız
hükümler bilginin niteliği itibariyle kesinlik taşımadığı halde bunlara göre
amel etmekle mükellefiz. Yine iki erkek veya bir erkek ile iki kadının
şahitliklerine dayanılarak vb. durumlarda hüküm verilirken de zannî bilgiye
dayınılmaktâdır.
2- Sahabenin ileri gelenleri kıyası
kötülemİşler, ona göre amel etmeye karşı çıkmışlardır. Bu, çok vaki olmuş ve
herkesçe bilinen bir durumdur. Meselâ:- Hz. Ebubekir'e Kur'ân-ı Kerim'de miras
âyetinde geçen "kelâle" lâfzının ne anlama geldiği sorulduğunda:
"Allah'ın Kitabı (mdaki bir hüküm) hakkında kendi görüşüme göre konuşursam
beni hangi gök gölgesinde barındırır, hangi toprak beni üstünde tutar!"
demiştir. Buradaki görüş (re'y) den maksat kıyastır.
- Hz. Ömer şöyle demiştir:
"Dikkatli olun, re'y taraftarlarından sakının. Zira onlar Sünnetin
düşmanlarıdır. Hadisleri ezberlemek onlara zor geldiğinden rey'lerine göre
hüküm verirler. Hem kendileri doğru yoldan sapar, hem başkalarını
saptırırlar." Re'y' ise herkesçe kabul edildiği üzere kıyasın ta
kendisidir.
- Ibn Abbas da:
"Sizin içinizden bilgin ve dürüst olanlar yok olup gittikçe, insanlar
kendilerine, re'y.'e dayanarak meseleleri kıyas yoluyla çözen cahil önderler
edinirler" demiştir.
- Hz. Ali ise şöyle demiştir: "Şayet din
re'y (şahsî görüş) ile olsaydı, mestin dış yüzünü değil içyüzünü meshetmek daha
uygun olurdu. Fakat ben Rasûlûllah'ın mestin 'Çine değil dışına mesh verdiğini
gördüm.İşte görülüyor ki, Sahabenin İleri gelenleri kıyasa ve ona göre amel
etmeye karşı çıkmış, bu hususta onlara kimseden itiraz gelmemiştir. Şu halde,
kıyasa göre amelin caiz olmadığı hususunda Sahabe icmâ'ı meydana gelmiştir.
Fakat bu iddiaya şu
şekilde itiraz edilebilir:
Birincisi:
Bu rivayetler, kıyas konusunda Sahabeden gelen meşhur rivayetlere aykırı
düşmektedir. Meselâ, Hz. Ebubekir'in -daha önce zikrettiğimiz- "Bu hususta
kendi görüşümü söyleyeceğim. Doğru ise Allah'tan..." şeklindeki
"kelâle" ile ilgili sözü sahih rivayetle sabittir. Hz. Ömer'in kıyasa
göre amel ettiğini ve özellikle Ebû Musâ~efr-£şarr'ye bu hususta talimat
verdiğini, güneşi bilen herkes bilir (öylesine meşhur bir rivayettir). Hz. Ali
ve İbn Abbas'ın bu konudaki tutumları içinde de|ayniışey söylenebilir. Bu,
onların zikrettiği rivayetlerin sahih olmadığını gösterir.
İkincisi:
Sahabe ile ilgili bu rivayetlerin sahih olduğunu biran için kabul etsek bile,
bu durumda iki delilin çatışması söz konusu olur, çünkü diğer tarafta Sahabenin
kıyası kabul hususundaki icmâ'ı durmaktadır. Böyle bir çatışma durumunda,
zahirdeki çelişkiyi gideren bir telif metodu kullanılır. Bu konudaki te'lif ise
şöyle olabilir: Sahabenin övdüğü ve gereğince amel ettiği kıyası, ehil
kişilerce yapılmış ve sıhhat şartlarını taşıyan sahih kıyas olarak; karşı
çıktıkları kıyası ise nassa aykırı veya ehil olmayan kişilerin yaptığı yahut
özel çıkarlar uğruna keyfi olarak yapılmış kıyas anlamında yorumlarız.
3- Kıyas
müslümanlann birbirlerine düşmelerine ve ihtilâfa yol açar. Çünkü bir kıyas
işleminde, aslın hükmünün belirlenmesi, bu hükmün niçin konduğunun (illetin)
bilinmesi sonra aynı illetin kıyas yoluyla hükmü bulunacak meselede
gerçekleşmiş olduğunun isbatı gerekir. Bütün bunlar zannî şeylerdir. Zannî
şeyler, ihtilâfları harekete geçirir. İslâm ümmetinin ihtilâfa düşmesi ve
çekişmesi ise İslâm Dinin razı olmadığı bir durumdur. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Birbirinizle
çekişmeyin, yoksa zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz (yok olup) gider. [15]Yine buyuruyor
ki: "Kendilerine apaçık deliller
geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. [16]Fakat
bu delil hakkında şu mülâhaza ileri sürülebilir: İslâmiyetin yasakladığı ve
hoşnut olmadığı ihtilâf ve çekişme, inançlarla, dinin temellerini teşkil eden
hükümlerle veya savaş ve devlet yönetimi gibi işlerle ilgili olanıdır; yoksa
ameli hükümlerdeki ihtilâflar değildir. Nitekim Kur'ân'daki şu benzetme bunu
gösteriyor: ijüa^lj ^j*2 Ji^ Burada parçalandıkları ifade edİ'enler, ameli
hükümlerde değil, dini inançların esaslarında ihtilâfa düşmüşlerdir. Yukarıda
zikri geçen -muhaliflerin kendi görüşlerine delil gosterdikleri-diğer âyette de
başarısızlığa, güç ve hakimiyetin yok olmasına yol açtığı belirtilen çekişmeden
maksat, yine inançlarla veya savaş işleri ile ilgili olanıdır, yoksa ameli
hükümlerde, fıkhın fer'î meselelerindeki ihtilâf değildir.Kıyasa göre amel
etmekten doğan ihtilâf ise, ne bir inanç ihtilâfıdır ne de herhangi let işi ile
ilgili ihtilâftır. Bu fer'î-cüz'î hükümlerde farklı görüşe sahip olmaktan
ibarettir. Bu tür ihtilâf hiçbir kötülüğe yol açmaz, aksine Allah'ın kullarına
sağladığı bir genişlik, bir rahmet tezahürü sayılır.Kıyasın hüccet olup
olmadığı hususunda iki karşı görüşün delillerine ve bunların , rttsmasına
yukarıda yer verdik. Açıkça görülmektedir ki, kıyasın islâm hukukunda geçerli
hir hüccet olduğunu sayunan çoğunluğun görüşü
Bir şeyin rükünleri
denince, o şeyin varlığından söz edilebilmesini sağlayan unsurları anlaşılır.
Kıyasın da -tabiî ki kıyası kabul edenlere göre- birtakım rükünleri vardır ki,
bu rükünler olmaksızın kıysa gerçekleşmez. Bu rükünler dört tanedir:
1- Asıl :
Hükmü nass veya icmâ tarafından Delirlenmiş mesele. Buna "el-makîs
aleyh" ve "el-müşebbeh bih" de denir.
2- Fer' : Hükmü nass veya İcma tarafından
belirlenmemiş mesele. Buna "el-makîs"
ve "el müşebbeh" de
denir.
3- Aslın hükmü : Asıl hakkında sabit olan ve
kıyas yoluyla fer'a da uygulanmak istenen hüküm.
4- İllet : Asla ait hükmün konmasına sebep olan
özellik.
Kıyas yoluyla fer'a da
uygulanmasına karar verilen hükme gelince, bu kıyasın neticesi ve semeresidir;
kıyasın bir rüknü veya şartı değildir.
Kıyasın varlığından
söz edilebilmesi için bir takım rükünleri bulunması gerektiği gibi, kıyasın
geçerli olabilmesi için bazı şartların biraraya gelmesi gerekir. Bu şartlar
çoktur ve çeşitlidir. Bir kısmı "aslın hükmü" ile, bir kısmı
"fer" ile, bir kısmı da "illet" ile ilgilidir. Şimdi
bunların başhcalarım görelim:
Birinci şart: Aslın
hükmü Kitab veya Sünnet ile sabit bir hüküm olmalıdır. Şayet hüküm icmâ ile
sabit ise, bilginler bu konuda iki ayrı görüşe sahiptirler:
a) Bu hüküm
kıyas yoluyla başka olaya uygulanamaz.Gerekçeleri şudur: Kıyas işlemi, aslın
hükmünün konmasına sebep olan illetin bilinmesine bağlıdır. Bu ise, icmâ ile
sabit hükümde mümkün değildir. Çünkü illet, ancakkendisine de:ııygulanjr. Bu
durumda zaten birinci kıyasın sonucunu esas almaya gerek kalmaz. Fakat
sözkonusu illet birliği doğrudan kurulamıyorsa, o zaman birinci kıyasın
"fer"'ini ikinci kayış için "asıl" kabul edip aynı hükmü
ikinci olaya uygulamak doğru olmaz. Bunu bir örnekle açıklayalım:Diyelim ki,
hakkında nass bulunan şaraba kıyasla konyağın da haram olduğu sonucuna
varılmıştır. Bu haramlık hükmünün konyağa kıyas etmek suretiyle başka şeylere
verilmesi doğru olmaz. Çünkü konyağa kıyas edilmek istenen (bira, eroin vb.)
şeyin incelenmesi ve şayet şarabın haram kılınmasındaki illet onda da varsa (ki
bu illet, dini-dünyevi bir çok kötülüklere yol açan "sarhoş edicilik"
özelliğidir), o takdirde ona da şaraba kıyasla haramlık hükmünün verilmesi
gerekir. Fakat kendisinde şarabın haram kılmmasındaki illet bulunmayan başka
bir madde -bu illet dışındaki bir özelliğe binaen- konyağa benzetilmek
suretiyle konyağa kıyasen haram sayılamaz.
İkinci şart:
Kıyas yoluyla uygulanacak hükmün, akıl tarafından idrak edilebilecek bir illeti
olmalıdır. Çünkü kıyasın temelini, aslın hükmüne ait illet teşkil eder. Bu
illet akılla kavranılabilmelidir ki, asıl ile aralarında illet birliği bulunan
bütün olaylara aslın hükmü uygulanabilsin. Şu halde, aklın, asim hükmünün niçin
konduğunu kavraması mümkün olmadığı durumlarda kıyas da imkânsızdır. Buna göre,
"taabbüdî hükümler"de kıyas yapılamaz. Taabbüdî hükümler, niçin
konduğunu yalnız onları koyan Şâriin (Allah'ın) bildiği hükümlerdir. Sâri,
insana bunların illetlerini detaylarıyla bilme gücünü vermemiştir; böylece,
niçin konduğunu kendileri kavrayamasalar bile, kulların sırf ilâhi emre boyun
eğdiklerini göstermek üzere bu hükümlere uyup uymayacaklarım sınamak, bu yolla
onları imtihan etmek istemiştir.Beş vakit namazın rekatları, zekatı verilmesi
gerekli malların n
Birinci duruma örnek:
Şarabın haram olması, başkasının ahm-satim teklifi üzerine alitn-satım
teklifinde bulunmanın haram olması. Bunlar prensip hükümleridir, yani bir genel
kuraldan istisna edilmek suretiyle konmuş değildir. Bunların illetini akıl
kavrayabildiğine göre aynı illetin bulunduğu diğer durumlara bu hükümler kıyas
yoluyla uygulanabilir. Sözgelimi, "sarhoş edicilik" illeti bulunduğu
için viski şaraba kıyas edilir; "eziyet ve zarar verme" illeti
bulunduğu için başkasının kira teklifi üzerine kira teklifinde bulunma olayı,
başkasının alım-satım teklifi üzerine alım-satım teklifinde bulunma olayına
kıyas edilir.neden aniışalabiiir. Sened, icmâ edilmiş hükümle birlikte
zikredilmediğine göre, hakkında icmâ edilmiş hükmün illeti de bilinmeyecek
demektir. Şu halde bu hükmün kıyas yoluyla başka olaylara uygulanması
imkânsıdır.
b) Bu hüküm
kıyas yoluyla başka olaya uygulanabilir.Çünkü icmâ da Kitab ve Sünnet gibi
şer'î hükümlerin bir kaynağıdır. Şu halde onlardan biri ile sabit hüküm üzerine
kıyas yapılabildiğine göre, icmâ ile sabit hüküm üzerine de kıyas
yapılabilmelidir Biz de bu görüşü tercih ediyoruz. Evet, biz kıyasın
geçerliliğinde hükmün konmasına sebep olan "illet'Mn bilinmesinin büyük
önem taşıdığını kabul ediyoruz. Fakat icmâ ile sabit hükmün illetinin de
bilinebileceğine inanıyoruz. Zira illetin bilinmesi -karşı görüş sahiplerinin
ileri sürdüğü gibi- icmânın senedinin zikredilmiş olmasına bağlı değildir.
İlleti belirlemenin daha başka metodları da vardır: Hüküm ile o hükmün
uygulanacağı olay arasındaki uygunluk bağının ("el-münâsebe")
belirlenmesi gibi. Bu hususta aşağıda "İlleti belirleme metodları"
başlığı altında geniş bilgi verilecektir. Ama şimdiden işaret etmeliyiz ki, bir
hükmün üzerinde bilginler icmâ etmişlerse, dayandıkları delil belirtilmemiş bile
olsa, bu hükmün konusundaki illet, "uygunluk bağı"nın tesbiti yoluyla
anlaşılabilir. Şöyie ki: Hükmün uygulanacağı olay incelenir. O olay hakkında
böyle bir hüküm konmasına uygun düşen bir Özellik bulunursa, bu özellik,illet
olarak kabul edilir. Bir örnek verelim:Babanın küçük bakire kızını evlendirme
konusunda velayet yetkisine sahip olduğu, icmâ ile sabit bir hükümdür[17]Fakat
bu hükmün dayandığı delil zikrediimemiştir. Bununla beraber, bu hükmün
konusundaki illet olayın incelenmesinden anlaşılabilmekte-dir, ki bu illet
"küçüklük" vasfıdır. Zira "küçüklük" vasfı ile
"evlendirme velayeti" hükmü arasında bir uygunluk
("münâsebe") vardır. Şu halde bu illet esas alınarak kıyas yoluyla
şöyle bir hükme varılabilir: Baba küçük dul kızını evlendirmede de velayet
yetkisine sahiptir.İkinci şarta geçmeden önce bir meseleye daha temas etmemiz
gerekiyor: Şayet bir hüküm kıyas yoluyla sabit olmuş ise, artık bu yeni bir
kıyas işleminde esas alınamaz; bu noktada bilginler ittifak etmişlerdir.[18]Sebebi
şudur: Şayet bu yeni kıyas işleminde hükmü araştırılan "fer"' ile ilk
kıyastaki "asıl" arasında doğrudan doğruya illet birliği ilişkisi
kurulabiliyorsa, ona kıyas edilir; nass veya icmâ ile
İkinci duruma örnek:
Arâyâ satışının caiz olması.[19]Arâyâ
sıtışı, taze hurmanın henüz ağacm dalında iken ölçü-tartı kullanılmaksızın
tahmin yoluyla kuru hurma karşılığında alınıp satılması demektir. Bunun ikinci
duruma örnek gösterilmesinin sebebi şudur: İslâm hukukunda genel kural, ribânın
câri olduğu mallarda aynı cinsten iki şeyin eşit olmayan miktarlarda
değişilemeyeceği yönündedir. Hurma da hadiste zikredilen ve ribanın carî olduğu
altı maddeden birisidir.[20]
Kurala göre arâyâ satışının caiz olmaması gerekir. Fakat Hz. Peygamber bu genel
kuraldan bir istisna yaparak hurmada eşit miktarda olmayan değişime müsaade
etmiştir.Bu cevaz hükmünün illetini akıl kavrayabilmektedir. O da, insanların
böyle bir değişime duydukları ihtiyaçtır. Gerçekten, zaman olur, kimi insan
taze hurmaya ihtiyaç duyar, fakat onu satm alacak parayı bulamaz. Buna karşılık
kuru hurması bulunabilir ve kimisi de o kuru hurmaya ihtiyaç duymakta olabilir.
Bu yüzden, hikmet sahibi olan Yüce Sâri', insanların daha ağacında iken taze
hurmayı -yaklaşık- aynı miktarda kuru hurma ile değişmelerine müsaade etmiştir.
O halde, henüz asmasmdaki taze üzümün -yaklaşık- aynı miktardaki kuru üzümle
değişilmesi olayı, arâyâ olayına kıyas edilebilir ve bu değişimin de caiz
olduğuna hükmedilebilir. Çünkü ikisinde de aynı İJlet, yani ihtiyaç
sözkonusudur.Bu duruma başka bir örnek göstermek üzere, oruçluyken unutarak
yiyip içen kişinin orucunun bozulması hükmünü ele alalım. Bu hüküm genel
kuraldan istisna edilmek suretiyle konmuş bir hükümdür. Çünkü kurala göre, bir
şeyin rüknü ortadan kalktığında o sev de ortadan kalkar. Orucun rüknü ise imsaktir,
yani oruçlu olunan sure içinde oruçluya vaşak olan fiillerden birinin
vukubulmamasıdır. İster kasten ister unutarak olsun, imsak vakıasını ortadan
kaldıran bir durum meydana geldiğinde, kurala göre oruç bozulmuş olur. Fakat
Hz. Peygamber bu kurala bir istisna getirmiş unutarak yiyip içenin orucunun
bozulmayacağını bildirmiştir. [21] Bu
hükmün illetini akılla kavramak mümkündür, O da, unutan kişinin yasak fiil
işleme kasdınm bulunmamasıdır. Şu halde aynı nitelikte olan bütün olaylar bu
olaya kıyas edilebilir. Meselâ, hata ile orucu bozan fiillerden birini yapan
veya unutarak namazda konuşan kimseye aynı hüküm uygulanabilir. Yani böyle bir
kimsenin orucunun veya namazının bozulmayacağı sonucuna varılabilir[22]
Üçüncü şart: Aslın
hükmü sadece asla (hakkında hüküm sabit olan olaya) mahsus olmamalıdır. Çünkü
hükmün sadece belirli bir olaya ait olduğu, bunu gösteren şer'î bir delil ile
anlaşılır. Eğer böyle bir tahsisin bulunduğuna dair delil varsa, artık bu
hükmün hakkında nass bulunmayan olaylara kıyas yolu ile uygulanması o delile
aykırı davranmak olur. Şer'î delile aykırı kıyas ise geçersizdir. Bir de şunu
eklemeliyiz: Böyle bir tahsisin illetini bazen akıl kavrayamaz; bazen akıl bu
illeti kavrayabilir, ama aynı illet başka bir olayda bulunmaz.BU şarta göre, sırf
Hz. Peygamber hakkında konmuş ve onun dışında hiç kimseye şamil olmayan
hükümlerde kıyas uygulanamaz. Meselâ Hz. Peygamber'e, kendi gönlüyle mehir
olmaksızın evlenmeyi kabul eden kadınla mehirsiz olarak evlenme müsaadesi
verilmiştir. Ona mahsus olan bu hüküm, hiçbir müslüman için uygulanamaz. Zira
Yüce Alllah Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmuştur:' 'Ey Peygamber! Mehirlerini
verdiğin hanımlarım, Allah 'in sana ganimet olarak verdiği cariyelerini,
amcanın, halalarının, dayının ve teyzelerinin seninle beraber göçeden kızlarını
sana helal kıldık. Bk de Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde,
kendisini (mehirsiz olarak) Peygambere hibe eden mü 'mİn kadını, diğer mü
'minlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık) [23]Bu
âyette, mehirsiz evlenme hükmünün sırf Hz. Peygambere ait olduğu, özel kayıt
konarak açık bir şekilde bildirilmiştir.Yine, şu âyette geçen Hz. Peygamberin
vefatından sonra onun hanımlarından biri İle evlenme yasağı bu nevi
hükümlerdendir: Allah'ınRasûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımları
ile evlenmeniz asla caiz değildir. Çünkü bu, Allah katında büyük (bir günah)ur.
[24]Zira
bu hüküm, Rasûlüllah'in mertebesinin yüceliğini ve ona diğer insanlardan farklı
bir hürmet gösterilmesi gerektiğini vurgulamak üzere sırf Hz. Peygamber
hakkında konmuştur. O halde, mertebesi ne olursa olsun, bir başkası bu hususta
ona kıyas edilemez.Aynı şekilde, bazı sahabîlere mahsus olmak üzere sabit olan
hükümler üzerine de kıyas yapılamaz. Huzeyme b. Sâbit'in şahitliğinin, iki
erkeğin şahitliğine denk tutulmuş olması, bu duruma örnek gösterilebilir. Şöyle
ki: Hz. Peygamber, bedevinin birinden bir at satın almıştı? Hz. Peygamber
parasını ödemek istediğinde, bedevi ağırdan aldı.Bu defa bir takım adamlar,
Rasûlûllah'ın atı satın almış olduğunu farketmeksizin, aynı at için bedevi ile
pazarlığa koyuldular. Bu arada, bedevi Hz. Peygamber'e şöyle seslendi: Eğer bu
atı alacaksan al, yoksa onu satıyorum. Rasûlûlîah bunu duyunca: "Ben zaten
onu senden satın almamış mıydım!" dedi. Bedevi: "Hayır, vallahi sana satmış
değilim"cevabını verdi. Hz. Peygamber: "Olur mu, ben onu senden satın
almıştım" dedi. Bu defa bedevi "Öyleyse şahit getir!" demeye
başladı. İşte bu sırada Huzeyme ortaya atıldı:"Ben şahitlik ediyorum ki
sen atı bu adamdan satın almıştın" deyiverdi. Rasûlûlîah ona dönüp
"Sen o esnada burada değildin ki, neye göre şahitlik ediyorsun?" diye
sordu. Huzeyme şu cevabı verdi; "Ben senin getirdiklerini hep tasdik
ettim. Ben biliyorum ki, sen doğru olmayan hiç bir şeyi söylemezsin."
Bunun üzerine Rasûlûlîah şöyle buyurdu:
"Huzeyme birinin
lehinde şahitlik ederse, onun şahitliği delil olarak yeter. [25] işte
buhadis Huzeyme'nin şahitliğinin iki erkeğin şahitliği yerine geçeceğini
bildirmektedir. Fakatbu, başkalarının farkedemediği birhususu Huzeymenin
farketmiş olmasından Ötürü, yani Hz. Peygamber bîr şeyîjhaber vermişse artık
delile veya bizzat görmeye gerek olmaksızın onun lehine şahitlik
edilebileceğini farketmesi sebebiyle konmuş, sırf ona mahsus bir
onurlandırma hükmüdür.
Şu halde, -Hulefai Raşidin gibi- Huzeyme'den daha üstün bir kimse bile olsa, bu
hüküm kıyas yoluyla başkalarına uygulanamaz.
Birinci şart:
Fer1, hükmün İlleti bakımından asıla eşit olmalıdır. Böyle olmazsa feraslın
dengi ve benzeri bir olay olmadığından ona kıyas edilemez. Çünkü bir hükmün
kıyas yoluyla başka bir olaya verilebilmesi, ancak bu olayın hükümle ilgisi
olaya (asla) denk ve benzer olması halinde mümkündür. Bu şart gerçekleşmediği
halde bir kıyas yapılırsa, bu kıyasa, "farklı iki olay arasında yapılmış
kıyas" anlamına gelmek üzere "kıyas maal fârık" denir. Fıkıh
kitaplarında, fakihlerin farklı görüşlere sahip oldukları meselelerde, bu nevi
kıyasın Örneklerine çok raslanır. Zira birçok meselede şu durum gözlenir: Bir
fakih bir kıyas işlemini kendi görüşüne delil gösterir, aksi görüşte olan fakih
ise bu kıyasın "maal-fârık" olduğunu ileri sürerek ona karşı çıkar.
Bu tarz münakaşalarda geçen bazı örneklerden faydalanarak "kıyas
maalfârık'' kavramına biraz açıklık getirmeye çalışalım:- İslâm hukukçuları şuf
a hakkının farkl i paylara sahip ortaklar arasında hangi ölçüye göre taksim
edileceğinde ihtilâfa düşmüşlerdir. Diyelim ki, ortaklardan biri ikide bir,
diğeri dörttebir paya sahiptir. Üçüncü ortağın bir başka kişiye sattığı pay
üzerinde şufa hakkı kullanılırken bu ortakların sayısı mı yoksa pay durumları
mı dikkate alınacaktır? Hanefî hukukçulara göre, ortakların sayısı esas alınır
ve ortaklar bu haktan -pay oranları ne olursa olsun- eşit şekilde
faydalanırlar. İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre ise, ortaklar bu hakkı pay
oranlan ölçüsünde kullanabilirler. Onlar bu görüşü desteklemek üzere şöyle bir
kıyası delil gösterirler: Şufa hakkı, mâlik olunan maldan elde edilen semereye
ve gelire benzer. Çünkü her ikisi de, mülkiyet hakkının birer uzantısıdır. Semere
ve gelir İse -bütün hukukçulara göre- ortaklar arasında mülkiyet paylan
oranında taksim edilir. O halde şufa hakkı da semere ve gelire kıyasla,
ortaklar arasında mülkiyet paylarına göre paylaştırılmalıdır. Hanefîler bunun
bir "kıyas maalfârık" olduğunu ileri sürerek çoğunluğun görüşüne
itiraz etmişlerdir. Derler ki: Semere ve gelirin kaynağı mülktür. O halde her
bir ortağın kendi mülkünden meydana geldiği kadarıyla semere ve gelir haketmesi
tabiîdir. Şufa hakkına dayanılarak satın alman pay ise, mülkden doğmamaktadır.
Zira başkasına ait bir malın, kişinin kendi mülküne ait bir sçinere gibi
düşünülmesi makul değildir.
- Hanefî hukukçular, buluğ çağma gelmiş ve
temyiz kudretine sahip kızın kendi evlenme akdini kendi iradesiyle
yapabileceğine hükmetmişlerdir. Onlar, aynı durumdaki kızın herhangi bir
malının satışını kendi bağjmtsi2 iradesiyle yapabileceği hükmüne kıyasla bu
sonuca varmışlardır. Onlara göre* bu akîdlerden herbiri kadının kendisine ait
hakların kullanılmasıdır, birinde kendi şahsi diğerinde kendi malı
sözkonusudur. Oysa bu kıyas, bir "kıyâs maalfârık"tir. Makîs (evlenme
akdi) ile makîs aleyh (alım-satım- akdi) arasında kıyasa elverişli bir
benzerlik yoktur. Çünkü alım-satım akdi malla ilgilidir ve bu, kadının sırf
kendisine ait bir halttır. Evlenme ise, evlenecek kadının şahsı olduğu gibi aynı zamanda ailesi ile de
ilgilidir. Evlenme akdi, sadece karı ile kocayı birbirine bağlayan bir bağdan
ibarel değildir; diğer taraftan iki aileyi birbirine ağlar, aileye yeni bir
üyenin katılması sonucunu doğurur. Bu yeni üye, aileye karışacak, ailenin
sırlarına ve ahvaline muttali olacaktır. Öyleyse, evlenme konusunda,
-alıın-satımdan faklı olarak- velilerin de hakkı bulunduğum kabul etmek
gerekir.
İkinci şart:
Fer' hakkında, naslarda veya icmâda, kıyas yoluyla bulunacak sonuca aykırı
düşen bir hüküm bulunmamalıdır. Aksi halde bu kıyas, nass veya icmâ ile
çatışmış olacaktır. Böyle bir kıyas ise geçerli olmaz. Bu şartın
gerçekleşmediği kıyas için "kıyas fasidül itibâr" denir ki,
"geçersiz kabul edilen kıyas" anlamına gelir. Kur'ân naşsına aykırı
olan kıyasa örnek: Kur'ân-ı Kerîm'de "Yanlışlıkla bir mü'mini öldüren
kimsenin mü'min bir köle âzâd etmesi
gerekir'[26] buyurulduğu için ' 'adam
öldürme kefareti'' olarak azad edilecek kölenin müslüman olması gerekir, müslüman
olmayan kölenin azad edilmesiyle kefaret yerine getirilmiş olmaz. İşte bu hüküm
kıyas yoluyla "yemin kefareti"nde de uygulanmak istenirse, yani
"gayr-ı müslim bir kölenin azâd edilmesi ile yemin kefareti de ödenmiş
olmaz" denirse, bu kıyas geçerli sayılamaz. Çünkü yemin kefareti hususunda
bu kıyası sonuca aykırı bir nass hükmü vardır. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:"Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren.
yeminlerinizden ötürü sizi sorumlu tutmaz. Fakatbilerek yaptığınız yeminlerden
dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffâreti, ailenize yedirdiğinizin orta
hallisinden on fakın yedirmek, yahut onları giydirmek, ya da bir boyun (köle)
âzâd etmektir, [27]Görüldüğü gibi nassda
"rakabe" keli-mesi[28]bir
kayıt konmaksizın mutlak şekilde zikredilmiştir. Buise müslümanı da gayr-i
müslimi de kapsamına alır. Öyleyse bu nass uyarınca müslüman kölenin azâdi da
yemin keffâreti için yeterlidir. Nassm bu hükmü dururken, başka bir hükme
kıyasla ona aykırı bir hükme gitmek geçerli olmaz.
* Sünnetteki nassa
aykırı olan kıyasa örnek olarak, evlenme akdi sırasındaki şehadetin, bizzat
evlenme akdini kurma iradesi üzerine kıyas edilmesini gösterebiliriz. Hanefîler
derler ki: Fasık bir kimse evlenme akdinde şahitlik edebilir, çünkü o, gerek
kendisi için gerekse vekâleten başkası için evlenme akdini kuran irada
beyanında bulunabilmektedir. O halde böyle bir kimsenin şahitlik yapaDİlmesi
haydi haydi mümkündür. Bu kişinin her iki olaydaki rolünü incelersek şunu
tesbit ederiz: Akdi kuran irada beyanında bulunuyorsa onun bu beyanına icap
veya kabul adı verilir. İcap ve kabulden herbiri akdin rüknünü teşkil eder. Şu
halde akdin rüknünü yerine getirmeye ehil görülen bir kimsenin, akdin
şartlarından biri olan şahitliği yapmaya evleviyetle ehil kabul edilmesi
gerekir.Ne var ki bu kıyas, evlenme akdinde şahitlik konusuna temas eden bir
hadisin hükmüne aykırı düşmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuşt "Velisiz
ve iki adil (fasık olmayan) sahil bulunmaksızın nikâh akdi yapılamaz. Böyle
bir nikâh yapılırsa geçersizdir. [29]Görüldüğü
Üzere bu hadis, sadece fâsık kişilerin şahitliği ile yapılan nikâh akdinin
geçersiz olduğunu bildirmektedir. O halde, fâsıkın evlenme akdinde şahitlik
edememesi gerekir.
* İcmâya aykırı kıyas
için de şöyle bir örnek gösterebiliriz: Kur'ân-ı Kerîm'deki, "kim hasta olur
veya yolculuk halinde bulunursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde
kaza etsin. [30]âyetine göre yolcu olan
müslümanın orucu edâ yoluyla tutması vacip değildir; kazaya bırakabilir. Eğer
yolcunun, oruca kıyasla namazı da kazaya bırakabileceği söylenirse bu kıyas
geçerli olmaz. Çünkü icmâya aykırıdır. İcmâya göre, yolculuk dolayısıyla
namazın kazaya bırakılması caiz değildir.Aslın hükmünde ve fer'de bulunması
gereken en önemli şartları yukarıda gösterdik. Sıra illette bulunması gereken
şartlara geldi.Fakat bilindiği gibi, illet kıyasın en önemli rüknüdür, zira
kıyas işlemi illet üzerine kurulur. Sonra, usulcüler illet konusu üzerinde uzun
uzun durmuşlar ve bazı ek bahislere yer vermişlerdir. Şu kadar var ki, bu
konuda söyledikleri bir kısım şeyler, -çoğunlukla usul kurallarının, aslında
mezhep imamlarının fıkhî çözümlerinden alınıp çıkarılmış olmasına rağmen-
mezhep imamlarının uygulamalarına ters düşmektedir.Bütün bu sebeplerle illet
konusunu biraz daha detaylı bir şekilde ele almayı uygun görmüş bulunuyoruz.
Aşağıda şu hususların üzerinde duracağız:
- İlletin tarifi
- İllet ile hikmet arasındaki fark
- Usulcülerin, kıyas yapabilmek için hükümlerin
neye göre ta'lîl edilip neye göre ta'lîl edilemeyeceğine dair görüşleri
- Usulcülerin bu husustaki görüşleri ile mezhep
imamlarının görüşlerinin uyuşup uyuşmadığı
- İllette bulunması gereken şartlar
- İlleti belirleme metodları
Sözlükte
"illet"bulunduğu yerde değişikliğe yol açan durum demektir. Hastalığa
illet denmesi de buradan gelir, çünkü hastalığın bulunması ile vücutta
değişiklik meydana gelir.İslâm hukuku terimi olarak "illet" üç ayrı
anlam ifade eder:
1- Hükmün konmasını münasip (uygun) gösteren
durum anlamında:Meselâ, Ramazanda yolculuk eden kişinin oruç tutmamasına müsaade
edilmesi hükmü için "sıkıntı ve meşakkat" bu anlamda illettir. Çünkü
bu durum belirtilen hükme uygun düşmektedir. Meşakkatin bulunması, kolaylık
hükmü konmasını yerinde gösteren bir durumdur. Yine, insanların sahip oldukları
malları başkaları ile değişme ihtiyacı içinde olmaları, alım-satımm cevazı
hükmünün konmasına uygun düşen bir durumdur; şu halde bu ihtiyaç belirtilen
hükmün illetidir. Aynı şekilde kasden adam öldürmenin can kaybına yol açması
vakıası, adam öldürmenin haram kılınması ve kasden adam öldürene kısas
uygulanması hükümlerinin konmasına uygun bir durumdur. Çünkü sebepsiz yere can
kaybı açık bir zarardır; zararın yasaklanması ve yasaklanan fiili işleyenin
cezalandırılması gerekir.
2-Hükmün
konmasından amaçlanan sonuç ve hükmün korumak istediği menfaat anlamında: Meselâ,
Ramazanda yolculuk eden kişinin oruç tutmasına müsaade edilmesi hükmünün bu
anlamda illeti, "sıkıntı ve maşakkatin giderilmesi dir. Yine, alıcı ve
satıcıdan herbirinin menfaatinin sağlanması ve ihtiyacının giderilmesi, ahm-satımın
caiz kılınması hükmünün illetidir. Aynı şekilde, canın korunması ve boş yere
can kaybının önlenmesi, kasden adam Öldürmenin haram kılınması ve kaiden adam
öldürene kısas cezasının verilmesi hükümlerinen bu anlamda illetidir.
3- Hükmün konmasını münasip gösteren durumu
genellikle ihtiva eden açık ve munzabıt (istikrarlı) vasıf anlamında: Meselâ,
yukarıda zikri geçen oruç tutmamaya müsaade edilmesi hükmünün bu anlamdaki
illeti "yolculuk"tur. Çünkü yolculuk: a) Var olup olmadığına kolayca
hükmedilebilen açık bir vasıftır, b) Şahıstan şahısa, durumdan duruma
değişkenlik arzetmeyen munzabıt (istikrarlı) bir vasıftır, c) Hükmün -konmasını
münasip gösteren durumu genelde ihtiva eden bir vasıftır, zira yolculukta
genellikle meşakkat halinin varlığı kabul edilir. İkinci olayda "ahm-satım
akdi"- nin varlığı, mülkiyetin intikali hükmünün illetidir. Çünkü
ahm-satım, varlığına-yokluğuna kolayca hükmedilebilen açık, munzabıt bir
olaydır ve hükmün konmasına uygun düşen durumu yani mübadele ihtiyacını -genelde-ihtiva
eder. Üçüncü Örnekte ise "kasden adam öldürme", belirtilen hükümlerin
illetidir. Zira açık, munzabıt bir olaydır ve hükmün konmasını münasip gösteren
durumu yani boş yere can kaybı durumunu ihtiva etmektedir.Bir İslâm hukuku
terimi olarak "illet" bu üç anlamdan herbiri için kullanılabilir.
Fakat usulcüler "illet" terimini sadece üçüncü anlam için
kullanmışlar, birinci ve ikinci anlamlara ise "hikmet" demişlerdir.
Usulcüler, illet
kelimesini kullandıklarında, bununla, açık, munzabıt ve hükmünkonmasını münasip
gösteren durumu genellikle ihtiva eden vasıf kasdedilir. Yolculuk, alım-satım
akdi ve kasden adam öldürme gibi.
Usulcüler
"hikmet" kelimesini kullandıklarında şu iki durumdan birini
kasdederler.
1- Hükmün konmasına uygun düşen durum:
Yolculukta meşakkatin, alım-satımda bu akde duyulan ihtiyacın, kasden adam
öldürmede can kaybının bulunması gibi.
2- Hükmün
konmasından amaçlanan sonuç ve korunmak istenen menfaat: Yolculuk halinde oruç
tutmama müsaadesinde meşakkatin giderilmesi, ahm-satımın caiz kılınmasında
tarafların menfaatinin sağlanması ve ihtiyaçlarının karşılanması, kasden adam
öldürmenin yasaklanıp yasağa uymayanın cezalandırılmasında can kaybının önlenmesi
gibi. Bu noktayı böylece belirttikten sonra, şimdi, usulcülerin, kıyas
yapabilmek için hükümlerin neye göre talil edilip neye göre taiil edilemeyeceği
konusundaki görüşlerini inceleyeceğiz.
Usulcülerin illet
konusundaki ifadelerini inceleyen kimse, onların hükmün konmasına uygun düşen
durumu ihtiva eden zahir ve munzabıt vasıfla ta'lilin caiz olduğunda fikir
birliği ettiklerini, hikmetle ta'lil hususunda ise üç farklı görüşün
bulunduğunu görür:
Birinci görüş:
Zahir olsun olmasın, munzabıt olsun olmasın hikmetle ta'lili mutlak olarak
reddeden görüş. Âmidî'nin "el-İhkâm" isimli eserinde belirtildiği
gibi, bu görüş usulcülerin çoğunluğuna nisbet edilmektedir.
ikinci görüş:
Hikmetle ta'lilin yapılabileceğini mutlak tarzda kabul eden görüş. Râzî ve
Beydâvî'nin ifadelerinden, onların bu görüşe sahip oldukları anlaşılmaktadır.
Üçüncü görüş:
Zahir ve munzabıt olması halinde hikmetle ta'lilin yapılabileceği, aksi
takdirde yapılamayacağı görüşü. Âmidî'nin tercih ettiği görüş budur.[31]Belirttiğimiz
bu ihtilâf, sadece, hikmetle ta'lilin caiz olup olmadığı hakkındadır. Bilfiil
hikmetle ta'lilin vukubulup bulmadığına gelince, onların hepsi böyle bir
ta'lilin nasslarda vaki olmadığında müttefiktirler.Usulcülerin nazarında,
bilfiil vukubulmuş olan ta'lil, hikmetlere göre değil sadece zahir vasıflara
göredir. Onların meseleye bakışı şöyledir: İlletten maksat şer'î hükmün
bilinmesidir. Şu halde o, karışıklığa meydan vermeyecek şekilde açık ve
şahıslara yahut durumlara göre değişiklik arzetmeyen munzabıt bir vasıf
olmalıdır. Hikmette ise bu özellikler bulunmaz. Çünkü fıkhı hükümler üzerinde
tüme varım yoluyla yapılan incelemeler göstermiştir ki, hikmet bazi hükümlerde
gizli bir durumdur. Meselâ, herbir alım-satim akdinde bunun bir ihtiyaca binaen
yapılıp yapılmadığı bilinemez. Bazı hükümlerde ise hikmet munzabıt bir durum
değildir. Meselâ, yolculuk halinde oruç tutmama müsaadesinde hikmet
meşakkattir; fakat meşakkat denen durum, şahıslara yerlere, hal ve şeraite göre
farklılıklar gösterir. Çok geniş maddi imkânlar içinde yaşayan bir insan,
yolculukta, halktan birinin çektiği sıkıntıları çekmez. Yolcunun kışın
katlandığı meşakkat ile yazın katlandığı meşakkat aynı değildir. Otomobil, tren
veya uçağa binebilen yolcunun gördüğü meşakkat, hayvan sırtında yolculuk edenin
gördüğü meşakkatten daha azdır. Hikmet, bazı hükümlerde hafi (gizli)
bazılarında gayr-ı munzabıt olduğuna göre, hükmün hikmete göre ta'liî edilmesi
ve hükmün varlık veya yokluğunun hikmete göre belirlenmesi doğru olmaz. O
halde, zahir ve munzabıt bir durumun esas alınması gerekir. Aynı zamanda, bu
durumun hikmeti de gerçekleştireceği kuvvetle muhtemel bulunmalıdır. İşte,
ancak, buüç niteliği kendinden birleştiren, yani açık, munzabıt (değişkenlikler
taşımayan) ve genelde hikmeti de ihtiva eden birdurum, hükmün illeti olarak
kabul edilebilir. Bu nitelikleri taşıyan bir illet belirlendiği takdirde, artık
hükmün varlığı da ortadan kalkması da bu illetin var olup olmamasına bağlıdır.
Böylece hükümlerin ve illetlerinin bilinmesi ve onlar üzerine kıyas yapılması
mümkün olur. İşte usûlcüler, yukarıda göstermeye çalıştığımız bakış açısına
sahip olmaları sebebiyle, illet-hikmet konusundaki görüşlerini şöyle kuraîlaştırmışlardır:"Şer'î
hükümlerin varlığı da yokluğu da, hikmetlerinin değil, illetlerinin var olup
olmamasına bağlıdır.'' Bir başka deyişle: illeti varsa hüküm de vardır, hikmete
aykırı düşse bile; illeti yoksa hüküm de yok olur, hikmeti mevcut bulunsa bile.
Onlar bu sonuca, şu hükümlere bakarak varmışlardır-:
a) Dinen yolcu sayılan kişi, [32]her
ne halde olursa olsun, dört rekâtlık namazları kasredebilir (iki rekât olarak
kılabilir). Hükmün hikmeti olan "meşakkat" bulunmasa, meselâ geniş
maddi imkânlar içinde yaşayan bir hükümdar sözkonusu olsa bile, hüküm budur.
Çünkü hükmün illeti olan "yolculuk" durumu mevcuttur.
b) Dinen
yolcu sayılmayan kişi, fırıncılık, ocakçılık, hammallık gibi bir meslek icra
ederken en ağır meşakkatlere maruz kalsa bile, namazları kasredemez. Çünkü
hükmün hikmeti oîan "meşakkat" bulunsa bile, hükmün illeti olan
"yolculuk" mevcut değildir.
c) Satılan
bir gayr-ı menkul üzerinde, ortaklık veya (bazı fakihlere göre) komşuluk
vasfına sahip olan kişi şuf a hakkına sahip olur. Bu hükmün hikmeti, yeni
alıcıdan zarargelmesi veya onunla uyuşmazlığa düşülmesi ihtimalidir. Fakat bu
ihtimal tamamen yok olsa bile, şufa hakkı ortadan kalkmaz. Çünkü hükmün illeti,
"ortaklık" veya "komşuluk"un bulunmasıdır.
d) Ortak
veya komşu olmayan kimse, satılan bir gayr-ı menkul üzerinde şufa hakkı iddia
edemez. ŞuPa hükmünün hikmeti olan zarar veya uyuşmazlık ihtimalinin -şu veya
bu sebeple- bulunduğunu isbat edebilse bile, bu böyledir. Çünkü hükmün illeti
olan ortaklık veya komşuluk durumu mevcut değildir.
Ta'lilin neye göre
yapılacağı hususunda usûlcülerin kabul ettikleri ve değişik usul kitaplarında
yer verdikleri görüş yukarıda belirttiğimiz şekildedir. Oysa biz, Kur'ân-i
Kerîm'e ve Hz. Peygamber'in Sünnetine baktığımızda ve onlardaki fıkhî âyetleri
ve hadisleri tüme varım metoduyla incelediğimizde görüyoruz ki, Kitab ve
Sünnette yer alan pek çok hüküm, bir işten doğacak fayda veya zarar esasına
göre, yani usûlcülerin hikmet adını verdikleri ölçüye göre ta'lil edilmiştir.
Her ne kadar usûlcüler, hikmete göre ta'lilin nasslarda vaki olduğunu kabul
etmiyorlarsa da, biz buna örnekler gösterebiliriz:- Yüce Allah şöyle
buyuruyor:"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve şans
okları, birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.
Şeytan, şarap ve kumar (yolu) ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah
'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor. Artık bunlardan vazgeçtiniz
değil'mi?[33] Görüldüğü gibi Cenâb-ı
Hakk şaraptan sakınma emrinin gerekçesi olarak, şarap içmenin ortaya çıkardığı
dinî ve içtimaî kötülükleri zikretmiştir. İşte bu kötülükler, -usulenlerin
nasslarda kendileriyle ta'lilin vâki olmadığını iddia ettekleri- hikmetler
nevindendir."Zeyd o kadından ilişiğini kesince, biz onu sana nikahladık
ki, (bundan böyle) evlâtlıkları, kanlarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o
kadınlarla evlenmek isterlerse) müzminlere bir güçlük oİmasin[34]âyetiyle
Peygamberine, eskiden kendisinin evlâtlığı olan Zeyd b. Hârise'nin boşadığı
karısı Zeyneb ile evlenmesini emretmiş ve bu hükmün gerekçesinin eski âdetlere
göre evlâtlığın da hukuken öz evlât gibi kabul edilmesinden ötürü mü'mİnlerin
maruz kaldıkları sıkıntı ve çaresizliğin giderilmesi olduğu belirtilmiştir.
- Hz. Peygamber, bir
kadının aynı evlilik içinde halası veya teyzesi ile birarada bulundurulmasını
yasaklarken: "Zira bunu yaparsanız aile bağlarınızı koparmış olursunuz[35]buyurmuştur.
Bizzat Rasûlûllah hükmü, sozkonusu fiilin ortaya çıkaracağı kötü sonuçla yani
hikmetle ta'Iil etmiştir.
- Hz. Peygamber, bir
kadınla evlenmek istediğini söyleyen Muğîre b. Şu'be'ye şöyle demiştir: "Ona
bak. Çünkü, aranızda sevgi bağının meydana gelmesi için en uygunu budur. [36]Rasûlûllah,
erkeğin nişanlısına bakmasına müsaade edilmesi hükmünü, bakmanın meydana
getireceği fayda (olumlu sonuç) ile yani eşler arasında sevginin doğması,
uyuşup-anlaşmanm devamlılığı ile açıklamıştır. Maslahat (fayda) ise,
usulcülerin İslâmî nasslarda vaki olmadığını iddia ettikleri hikmetin bir
çeşididir.Aynı şekilde Sahabeden nakledilen fetva ve hükümleri incelediğimizde,
onların da birçok hükmü hikmetle ta'Iil ettiklerini görüyoruz.- Meselâ, onlar,
Hz. Peygamberin, "Savaş sırasına el kesilmez (hırsızlık suçunun cezası
uygulanmaz)[37] şeklinde belirttiği
yasağı, cezanın uygulanmasının o esnada ortaya çıkaracağı zarar ile yani
suçlunun düşmana sığınması tehlikesiyle açıklamışlardır. Sonra bu hükmü elkesme
dışındaki -zina cezası, şarap içme cezası gibi şer'ân tayin edilmiş- diğer
cezalar hakkında da uygulamışlar ve bu ta'lile bağladıkları sonucu şöyle
kurallaştırmalardır: "Düşman ülkesinde iken haddier (şer'ân tayin edilmiş
cezalar) uygulanmaz.Görüldüğü gibi bu, hikmet esasına göre ta'lilin ta
kendisidir ve bu esasa binaen hakkında nass bulunan olayın hükmünün nasslarda
hükmü bulunmayan olaylara uygulanmasıdır. Bu tutum, hikmetle ta'lili kabul
etmeyen usulcülerle, hikmetle ta'Iil yapılabileceğini kabul etmekle birlikte
nasslarda vâki olmadığını iddia eden usulcülere karşı bir cevap teşkil
eder.Meşhur fıkıh mezheplerinin kurucusu olan imamlardan nakledilen hükümleri
ve onların bu hükümleri nasıl ta'Iil ettiklerini dikkatle incelediğimizde de,
bu tutumun birçok Örneklerini tesbit edebiliriz. Söz gelimi:- Ebu Hanife şöyle
demiştir: "Kadın olsun erkek olsun, düşman ülkesinden çıkarılmış ve
müslümanlann eline geçmiş esirlerin, müslümanların düşmanı olan ülkeye
satılmasını tasvip etmem. Çünkü bu, düşmanların güçlenmesine yardımcı
olur." O, esirlerin düşmanlara satılmasını tasvip etmeyişini, bu satışın
ortaya çıkaracağı kötü sonuçla, yani düşmanların güçlenip müslümanlara zarar
vermeleri ihtimali ile izah etmektedir.
- Ebu Yusuf der ki: "Savaşa yaya katılana
ganimetten bir pay, at için ise iki pay vermek gerekir". Bu hükmü Ebu
Yusuf, maslahat ile yani meydana getireceğijolumlu sonuçla ta'Iil etmektedir.
Zira bu hüküm, müslümaniarı düşmana karşı daha güçlü olmayı sağlayacak
hazırlığa, at yetiştirmeye teşvik edecektir.
- Muhammed b. Haseh eş-Şeybânî bir yemin
meselesinde şöyle hükmetmiştir: "Birinden yüz dirhem alacağı olan kimse,
bir dirhem bile eksik olursa alacağını kabul etmeyeceğine yeminietse; borçlu da
önce bir elli dirhem tartıp verse sonra bir elli dirhem daha tartıp verse,
alacaklıya -istihsânen- yemin keffareti gerekmez." O, bu hükmü şöyle
açıklamıştır: Olur ki, borçlu bir defa tartarak verme imkânını bulamaz. Borcun
ödenme şeklindeki bu küçük detay da dikkate alınacak olursa, yemin etmiş olan
alacaklı sıkıntıya düşmüş olur. Görüldüğü gibi, bu bir hikmetle ta'Iil
uygulamasıdır,
- Mâlik b. Enes, sanatkârların kendileri
nezdinde müşterilerce bırakılmış malların zayi olması halinde bunu tazminle
mükellef tutulmalarına hükmetmiştir. O bu hükmü şöyle açıklamıştır: İnsanların
maslahatına olan hüküm budur. Zira insanların sanatkârlara işlerinin düşmesi
kaçınılmaz bir şeydir.
- Yine İmam Mâlik, zâlim yöneticilere karşı
savaşılmasına cevaz vermiş ve şöyle demiştir: Bu durum kendi haline bırakılsa,
müslümanlar zarar görürler. Görüldüğü üzere, bu da hikmete göre ta'lildir.
Değişik fıkıh
kitaplarını incelediğimizde de, buralardaki birçok hükmün "maslahat",
ihtiyaç", ''güçlük", "sıkıntı" ve ''meşakkat'' bulunduğu
şeklindeki gerekçelerle açıklandığını görebilmekteyiz. Bu gerekçelerin hepsi,
-usulcülerin İslâm hukukunda kendisiyle ta'lilin vaki olmadığını iddia ettikleri-
"hikmet" çerçevesine dahildir. Meselâ:- Sonraki Hanefî bilginler, Kur'ân öğretilmesi,
imamlık, müezzinlik ve diğer dinî hizmetler karşılığında ücret alınabileceğine
hükmetmişlerdir. Oniar bu hükmü zamanın değişmesiyle ortaya çıkan maslahat ve
ihtiyaç gerekçesiyle ta'Iil etmişlerdir. Şöyle ki: Önceki devirlerde Kur'ân
öğreticileri için beytülmalden tahs
- Hanefî bilginler,
Hz. Peygamberin Hıbbân b. Munkız'e söylemiş olduğu "Bir alış-veriş
yaptığında (karşı tarafa) de ki: Aldatmaca yok! Ve benim
üç gün muhayyerlik hakkım olacak"[38]
sözüne dayanak "şart muhayyerliği"ni caiz
görmüşlerdir. Onlar, bu hükmü, tarafların düşünüp taşınmaya ve danışmaya
ihtiyaç duyabilecekleri gerekçesi ile ta'lil etmişlerdir. Sonra bu hükmü "nakit
muhayyerliği "ne de uygulamışlardır. Nakit muhayyerliği, satıcının alıcıya
karşı, paranın belirli bir sürede Ödenmemesi halinde aralarında alım-satım akdi
yapılmamış gibi kabul edileceği şartını ileri sürmesi demektir. "Şart
muhayyerliği "ne ihtiyaç duyulabileceği gibi "nakit muhayyerliği
"ne de ihtiyaç duyulabileceğinden kıyas yoluyla buna cevaz vermişlerdir.
- Hanefller ve
Mâİikîler, Hâşimoğullanna (Hz. Peygamber'in sülâlisenden gelenlere) zekât
verilebileceğine hükmetmişlerdir. Bu hükmü, bu kimselerin mağduriyetlerini
gidermek; onları fakru zarurete düşmekten korumak, düşüncesi ile ta'lil
etmişlerdir,
- Şafiî fakihler,
"ağaç sahibinin, elde edilecek mahsulün belirli bir oranı karşılığında
ağaçların bakım ve yetiştirilmesini üstlenen bir kimse ile anlaşması"
demek olan "müsâ-kâh" akdini caiz görmüşlerdir. Bazen ağaç sahibinin
bunun bakımını gerektiği gibi yapamayacak durumda olabileceğini, buna karşılık
bu işi iyi yapacak fakat ağacı olmayan kişilerin bulunabileceğini, bu cevaz
hükmünün gerekçesi olarak göstermişlerdir. Sonra, "müsâkâh"a kıyasla
"kırâd" [39]
akdini de tecviz etmişlerdir. Çünkü ikisinde de aynı gerekçe, yani ihtiyaç
sözkonusudur.
- Yine Şâfİîler,
ağacındaki taze hurmanın -tahminî ölçüyle- kuru hurma karşılığında
satılabileceği hükmünü ihtiyaç gerekçesi ile ta'lil edip, asmasındaki taze
üzümün de -tahminî ölçüyle- kuru üzüm karşılığında satılabileceğine kıyasen
hükmetmişlerdir. Zira ikinci olayda da ihtiyaç mevcuttur.Değişik fıkıh
kitaplarındaki meseleleri inceleyen kişi, bunlar gibi daha nicelerini tesbit
edebilir. Herhalde bizim zikrettiklerimiz, ta'lilin yalnız zahir vasıflara göre
yapılabileceğini ve İslâm hukukunda hikmete göre ta'lilin vaki olmadığını iddia
eden usulcülere cevap teşkiKetmeye yeterlidir.Zihinlere şöyle bir soru takılabilir:
Hikmete göre ta'lil, Kitab ve Sünnette, Sahabenin fetvalarında vuku bulduğu
gibi, mezhep imamlarından nakledilen meselelerde de görüldüğüne göre, acaba
usulcüler niçin ta'lilin hikmetlere göre yapılamayıp sadece zahir vasıflara
göre yapılabileceği görüşüne sahip olmuşlardır, ki bu usulcüler, usul
kurallarını, -daha önce geçtiği üzere- mezhep imamlarından nakledilen fer'î
hükümlerden çıkarıp almışlardır.Bu soruyu şöyle cevaplandırabiliriz: Usulcüler
bu metodu, şu iki maksatla uygulamışlardır:
1- Mezhep
imamlarından nakledilmiş bulunan fer'î hükümleri, genel ve kapsamlı kıyaslarla,
açık ve değişkenlik göstermeyen illetlerle kurallaştırmak ve bu sayede mevcut fı
khî hükümler kolleksiyonu içinden yeni meselelere uygun hükümleri çıkarabilmek
("tahrîc)
2- Mezhebin
bütünlüğünü ve mezhep imamlarından nakledilen fer'î hükümleri koruyabilmek;
herhangi bir fer'i hükümde farklılık iddiası ile mezhebin kendi içindeki
tutarlılığına itiraz edilmesini önlemek.
İbn Hümam'ın
"Fethu'l-Kadir" isimli eserinde, riba ile ilgili hadiste geçen altı
maddeye ait riba hükmünün illeti konusunu işlerken söyledikleri, yukarıdaki
cevabımızı doğrulamaktadır. Önce hadisi hatırlatalım, sonra Ibn Hümam'ın
ifadesine yer verelim.Hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Altını altınla,
gümüşü gümüşle, buğdayı buğdayla, hurmayı hurmayla, arpayı arpayla ve tuzu
tuzla aynı miktarlarda ve peşin olarak (değişin). Fazlalık ribâdır. Bunlardan
farklı sınıflar arasında olursa, peşin olmak kaydıyla istediğiniz miktarlarda
satabilirsiniz.' [40]Hadisteki
aynı cinsten maddelerin eşit olmayan miktarda mübadele yasağında illet nedir?
Hanefîlere göre "keyl" (ölçüiür) ve "vezn" (tartılır)
cinsten olmalarıdır. Şâfiîlere göre, yenen maddelerde | (yiyecek teşkil etmesi)
diğerlerinde (para olması) dır. Mâlikîlere
göre ise (gıda maddesi teşkil etmesi ve
sdklanılabilir olması)dır. Şimdi İbn Hümam'ın sözlerine -biraz kısaltarak- yer
verelim: "Hanefîlere göre, rİbanın haram kılınmasındaki esas maksat,
insanların mallarının korunması ve zarara uğramalarının önlenmesidir. Fakat hüküm
"koruma" gerekçesi ile ta'lil edilirse, bir kölenin iki köleye
karşılık, bir devenin iki deveye karşılık satılmasının da caiz olmaması
gerekir. Halbuki peşin olduğu takdirde bunun caiz olduğu ittifakla kabul
edilmiştir. Şayet: "Malların korunması hikmettir, bunu gösteren bir
alâmete bağlanması gerekir, o da keyl ve vezn Özellikleridir" denirse,
deriz ki: Bu, sadece, hikmetin gizli ve gayr-ı munzabıt olması halinde
gereklidir. Malın korunması ise açık ve munzabıt bir husustur. Zira denkliğin
bulunup bulunmadığı objektif olarak tesbit edilebilir, böylece korumanın
(haksız fazlalığı önlemenin) gerçekleşip gerçekleşmediği anlaşılır. Ne var ki,
bir köleyi iki köle ile, bir Herat elbisesini iki Herat elbisesi ile değişmenin
caiz oluşu hükmü ile çelişkiye düşmekten kurtulmak için, mezhep bu hikmeti keyl
ve vezn ölelliklerine bağlamıştır. [41]Bu
söz incelendiğinde, bizim söylediğimizin yerinde olduğu kolayca anlaşılır. Zira
Ibn Hümam burada açıkça ifade etmektedir ki, Hanefîlerin altı maddede ribanın
haramlığı hükmünü ta'lil ettikleri "keyl veya vezn birliği" illeti
açık ve hükmün hikmetini ölçüye bağlayan bir vasıftır. Yine İbnJHümamhn
ifadesine göre, hükmün hikmeti insanların mallarını (haksız mübadeleden)
korumaktır. Ve bu hikmet, gerçekte illetin ta kendisidir. Çünkü o da açık ve
munzabıt bir husustur, onunla ta'lil yapılabilir, ayrıca onu ölçüye bağlayan
bir vasfa gerek yoktur. Sonra müellif, bu meselede Hanefîlerin hikmetle ta'lili
bırakıp açık bir vasıfla ta'lile yönelmelerindeki sebebi açıklamaktadır: Bunun sebebi,
hikmetle ta'lil etmeleri halinde mezhebe yöneltilmesi muhtemel itirazdan
kaçıştır. Çünkü belirtilen hikmetle ta'lil halinde, bir kölenin İki köle ile,
bir elbisenin iki elbise ile değişilimesinin caiz olmaması gerekir; oysa bunun
caiz görülmemesi mezhepteki yerleşik hükme aykırı düşer. Görüldüğü gibi İbn
Hümam, bize, Hanefîlerin, imamlarından nakledilen fer'î hükümlerden biri ile
kendilerine itiraz edilmemesi (bir çelişki iddiasında bulunulmaması) için,
illetleri mezhepte mevcut fer'î hükümlerle uyuşacak zahir vasıflarla
sınırlamaya ne kadar gayret ettiklerini çok açık bir şekilde tasvir etmiş
olmaktadır.
Hikmete göre ta'lil,
Kitab'ta, Sünnet'te, Sahabe fetvalarında ve tanınmış müetehid imamların fıkıh
doktrinlerinde mevcut olduğu halde, usul bilginlerinin, ta'lilin hikmetlere
göre değil sadece açık vasıflara göre yapılabileceğini söylemelerindeki sebebi
yukarıda açıkladık. Şu halde, kıyasta "illef'in şu anlamda kabul edilmesi
gerektiğini -gönül huzuru içinde- ifade edebiliriz: "İnsanlar için bir
maslahatı gerçekleştirmek veya onlardan bir mefsedeti savmak üzere hükmün
konmasına sebep olan vasıf."Bu vasıf, açık ve munzabıt (kendi içinde
istikrarlı) bir halde bulunduğu takdirde, hüküm buna göre ta'lil edilir, hükmün
varlığı ve yokluğu doğrudan bu vasıfa göre belirlenir. Ayrıca o vasfı ihtiva
ettiğine kuvvetle muhtemel nazarıyla bakılacak başka bir hususu araya katmaya
gerek yoktur.
Usülcüler illet ile
ilgili olarak pek çok şart ileri sürmüşlerdir. Şevkâni
"İrşâdü'l-Fuhûl" isimli eserinde bu şartların sayısını yirmidörde
çıkarır. Usulcüler, bu şartların bazılarında ittifak, bazılarında ise ihtilâf
etmişlerdir. Biz burada, bunların en önemlileri sayılan dört şarta yer vermekle
yetineceğiz:
Birinci şart:
İllet, varlığına ve yokluğuna kesin olarak hükmedilebilecek şekilde "zahir'
( = açık) olmalıdır. Çünkü illet hükmün alâmetidir; hükmün bilinmesini illet
sağlar. Açık olmadığı takdirde ise bu mümkün olmaz.
Meselâ, "sarhoş
edicilik" vasfı şarabın haram kılınması ve aykırı davranana ceza verilmesi
hükmünün illeti olmaya elverişlidir. Zira bu, varlığına ve yokluğuna kolayca
hükmedilebilecek açık bir durumdur. Buna karşılık, alım-satım yoluyla
edimlerden herbirinin mülkiyetinin karşı tarafa geçmesinde, alıcı ve satıcının
"karşılıklı rızaları" illet olamaz. Çünkü rıza sübjektif bir
durumdur, diğer insanların bu sözleşmeyi yapan tarafların gönlünden geçeni
bilmeleri mümkün değildir. Şu halde bu olayda illet olmaya elverişli olan şey
icap ve kabuldür. İcap ve kabul genellikle karşılıklı rızanın bulunduğunu
gösterir.
İkinci şart:
illet "munzabıt" ( = istikrarlı) olmalıdır. Yani kişiden kişiye,
durumdan duruma açık farklılıklar göstermeyen belirli, istikrarlı bir vasıf
olmalıdır. Çünkü kıyasın temelini, asıl ile fer' arasında hükmün illeti
açısından eşitlik teşkil eder. İllet İnsandan insana, halden hale değişiklikler
gösterirse, kıyasın esasını oluşturan bu eşitlik gerçekleşmemiş olur.Buna göre,
yolcunun namazı kasretebilmesi hükmünün illeti "meşakkat" olamaz.
Çünkü meşakkat, kişilerin, hal ve şeraitin farklılığına göre farklılıklar
gösteren belirsiz .ve elâstikî bir durumdur. Ancak, meşakkati ihtiva etmesi de
kuvvetle muhtemel olan fakat zahir ve munzabıt bir vasıf illet olabilir, ki bu
da "yolculuk" halidir.
Üçüncü şart:
İllet hüküm için "münasib" bir vasıf olmalıdır. "Münasip
olmak"-tan maksat, kendisine binaen
hükmün konması ile insanlar için bir menfaat sağlanmış veya onlardan bir
mefsedet giderilmiş olmalıdır. Meselâ, şarabın haram kılınması hükmü için
"sarhoş edicilik" vasfı uygun bir vasıftır. Çünkü bu vasfa binaen
haramhk hükmünün konması ile insanlara bir fayda sağlanmaktadır, akılları
korunmuş olmaktadır. Diğer yönden bakılarak, bu hükmün konması ile onların kötü
bir sonuçtan kurtarılmış olduklarıda söylenebilir.Yine, "kasden adam
öldürme", bununla ilgili yasak hükmüne ve yasağı çiğneyene kısas
uygulanması hükmüne uygun bir durumdur. Çünkü bu duruma binaen konan hüküm
kulların faydasını temin etmektedir, can güvenliği ve huzurlu bir dünya
sağlamaktadır. Aynı hükme diğer yönüyle bakılırsa, bunun kötülüğü giderdiği,
boş yere kan dökülmesini ve insanlar arasında kin ve düşmanlığın yayılmasını
önlediği söylenebilir.Bu şartın gereği olarak, hüküm ile aralarında
"münâsebet" bulunmayan vasıflara göre ta'lil yapılamaz. Meselâ,
şaraptaki haramhk hükmü, şarabın kırmızı ve akıcı bir madde oluşu gibi
Özelliklerle ta'lil edilemez. Yine, hırsızlık suçunun cezalandırılması hükmü,
hırsızın zengin ve mağdurun fakir olması özelliğine göre ta'lil edilemez. Aynı
şekilde, kasten adam öldürme suçuna uygulanan kısas cezası, katilin erkek veya
kadın oluşu yahut siyah veya beyaz oluşu gibi vasıflarla ta'lil edilemez.
Dördüncü şart:
İllet "kasır" yani asla mahsus bir vasıf olmamalıdır. Bunun anlamı
şudur: Aslın hükmü ta'lil edildiğinde tesbit olunan vasfın başka olaylarda da
bulunabilmesi gerekir. Bu vasıf sadece asılda bulunan ve başka olaylarda
görülemeyen bir vasıf ise, , kıyas mümkün değildir.Meselâ, yolcu için dört
rekâtlı namazları kasredebilme hükmünün hikmeti, kullardan meşakkat ve
sıkıntıyı gidermektedir: Fakat Sâri bu hükmü "yolculuk" haline
bağlamıştır. Âyette şöyle buyurulmaktadır: "Yeryüzünde sefere çıktığınız
zaman namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. "[42]|Bu
gösteriyor ki, namazı kasredebilme hükmünün illeti "yolculuk"
halidir.Yolculuk ise, sırf yolcuya mahsus bir durumdur, başkasında tasavvuru
mümkün değildir. Şu halde, çok ağır işlerde çalışan kimse gibi, yolcu olmayan
kişilerin yolcuya kıyas edilip aynı hükmün uygulanması mümkün değildir.Aynı
şekilde, mest üzerine mesh verilebilmesi hükmünün illeti, mükelleflerin mest
giyme ihtiyacında olmaları ve abdest esnasında bu mestleri çıkarmadaki
güçlükten ötürü onlardan sıkıntının giderilmesi ve kolaylık sağlanmasıdır. Bu
illet, -belirtildiği üzere- mest ile sınırlı olduğundan, sarık ve eldiven gibi
şeyler üzerine meste kıyasla mesh verilemez.
İlleti belirleme
metodları, hükmün hangi illete binaen konduğunun bilinmesini sağlayan yollar ve
deliller demektir. İlleti belirleme metodları çoktur. Bunların en önemlileri şu
üç metoddur:
Şayet Kitab veya
Sünnetteki bir nass herhangi bir vasfın bir hükmün illeti olduğunu
gösteriyorsa, biliriz ki o hükmün illeti bu vasıftır. Bu yolla sabit olan
illete "nassla bildirilmiş illet" denirNassm bir vasfı illet olarak göstermesi,
bazen sarih bazen imâ yoluyla olur.* Sarih delâlet, nassm, illeti, bu anlamda
konmuş lâfızla göstermesidir. Arap dilinde bir £eyin illetini (gerekçesini)
belirtmek üzere konmuş başlıca lâfızlar şunlardır: ve ta'lil anlamını
taşıyan (yani harfi). Bu nevi delâlete bazı Örnekler
verelim:- Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Adem'in iki oğlu ile ilgili olay anlatıldıktan
sonra, şöyle buyurulmuştur:' 'Bundan dolayıdır ki İsrailoğullarına şöyle
yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık
olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur.
Kim de, bir cam kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.[43]Bu
âyette geçen kelimesi, kasden adam
öldürmenin çok ağır bir suç kabul edi-lişindeki illetin, Hz, Adem'in
çocuklarından birinin işlediği o büyük cürüm olduğunu göstermektedir. Âyet şunu
ifade etmiş oluyor: Bu şenî cürüm ve onun ortaya çıkardığı kötü durumdan ötürü,
Tevrat'ta, kasden adam öldürmenin pek büyük bir suç olduğuna hükmettik ve bu
hususta îsrailoğullanna çok sıkı tenbihte bulunduk. Bu hususta İsraiİoğuIlarmm
Özellikle zikredilmesinin sebebi, onların taşkınlıkta ileri gitmeleri ve aralarında
öldürme olaylarının Peygamberleri dahi öldürecek kadar yaygın hale gelmesidir.
-Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Kurban etlerini saklamanızı sırf o sırada (Medine'ye) gelen
muhtaç kafiledentötürü yasaklamıştım. Artık dilerseniz yiyin, dilerseniz
saklayın."[44] Hadiste geçen J*-*îI
kelimesi, arapçada illet bildirir. Bundan, kurban etlerini saklamanın
yasaklanmasındaki illetin, o sırada Medine'ye ihtiyaç içinde bir kafilenin
gelmesi olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
- Yine Hz. Peygamber'in şöyle bir hadisi
vardır:(Yabancı bir eve girecek kişinin) izin istemesi (mahremleri) görme
(ihtimalin)den ötürü gerekli kılınmıştır.' [45]Bu
hadisteki J*- kelimesi açıkça göstermektedir ki, "Ey iman edenler! Kendi evlerinizden
başka evlere, izin alıp ev sakinlerine selâm vermeden girmeyin. [46]âyetinde
yer alan girmeden önce izin isteme hükmünün illeti, izinsiz girmenin, bakılması
haram olanları görmeye yol açma endişesidir. Bu sakıncanın giderilmesi için
Allah Teâlâ girmeden Önce izin isteme hükmünü koymuştur- "Fey"İn taksimi konusundaki âyette
Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur:"Allah'ın (fethedilen) ülkeler halkından
Rasûîüne verdiği ganimetler, Allah'a, Peygamber'e, yakınlarına, yetimlere,
yoksullara ve (yolda kalmış) yolculara aittir. Tâ ki (o mallar) içinizden
yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın. [47]Bu
nassda geçen kelimesi göstermektedir ki, fey'in âyette belirtildiği şekilde
taksi-mindeki illet, bu malların sadece zenginler ve güçlüler elinde dolaşan
bir servet olmaması, fakirlerin ve güçsüzlerin bundan mahrum kalmamasıdır.Ayetin
anlamı şu oluyor: Fey' hakkında bu hükmü koyduk ki, onu, Cahilİye döneminde
yapıldığı -fakirlere ve güçsüzlere bir şey verilmeksizin- idareciler, zenginler
ve güçlüler kendi aralarında pay etmesinler, böylece servet belirli kesimlerin
elinde toplanıp, diğer insanlar ondan mahrum bırıkilmasm.- Hz. Peygamber
kedinin artığı olan suyun şer'an temiz sayıldığını ifade ettiği hadisinde
"Çünkü onlar sizin etrafınızda gezinip dolaşan hayvanlardır, [48]buyurmuştur.
Hadisteki lâfzı, kedinin insanlarla
birarada bulunuşu ve bunun kaçınılması zor bir durunı oluşu, onun artığının
temiz sayılmasının illeti olduğunu göstermektedir.
* İmâ yoluyla delâlet
ise, herhangi bir karine yardımı ile, nasstaki lâfzın gösterdiği vasfın illet
olduğunun anlaşılmasıdır. Bir vasfın o hükmün illeti olduğunu hatıra getirecek
şekilde, hükmün hemen bu vasfın peşi sıra zikredilmiş olması gibi. Meselâ:
Kur'ân'daki "Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin. [49]
âyetinde ceza hükmünün (lâ) harfi ile hemen "hırsızlık" fiilinin
peşisira zikredilip hükmün "hırsizlık"a bağlanmış olması,
"hırsızlıksın belirtilen cezanın illeti olduğunu imâ etmektedir.
- Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Hâkim, kızgın olduğu halde hüküm veremez. [50]Kızgınlıkla
hüküm vermekden yasaklama hükmünün "kızgınlık" hali ile yan yana
zikredilmiş olması, bu yasaktaki illetin, genellikle zihnin dağılmasına yol
açan "kızgınlık" hali olduğuna
işarettir. "Zihin karışması" durumu ile bu hüküm arasında *
"münâsebet" (uygunluk) vardır, çünkü zihni karışan kişi doğru
muhakeme yapamaz ve gerçeği kavrayamaz. Bu vasıf aynı zamanda
"munzabıt"tır. O yüzden, bu vasfın illet olduğunda icmâ edilmiştir.
Buna göre, bilginler, nassda zikredilen "kızgınlık" haline kıyasla,
sebebi ne olursa olsun zihin dağılması halinin gerçekleştiği her durumda kazâî
hüküm vermeyi yasaklamışlardır.
- Hz.
Peygamber'in: "Katil mirasçı
olamaz"[51]hadisinde, "öldürme"nin mahrumiyet hükmü ile
yanyana zikredilmesi "öldürme"nin mirastan mahrumiyet hükmünün illeti olduğunu
düşündürmektedir. Bu durumda öldürme fiili genellikle, vakti gelmeden Önce -ve
haram bir yolla- bir hakkı çarçabuk elde etme kasdını ihtiva ettiğinden, bazı
bilginler mahrumiyet hükmünün illetini yani "bir hakkı vakti gelmeden önce haram
bir fiil vasıtasıyla çarçabuk elde ermeye çalışmak" şeklinde
belirlemişlerdir. Bazı bilginlere göre ise, illet "öldürme" fiilidir.
Bu görüşe göre, öldürmenin nevTi ne olursa olsun (ister kasten, ister hata ile
olsun), öldüreni mirastan mahrum kılar.
Müctehidler herhangi
bir devirde, bir vasfın bir şer'i hükmün illeti olduğu hususunda fikir birliği
ederlerse, bu vasıf -icmâ ile- o hükmün illeti kabul edilir. Meselâ:- Küçüğün
üzerindeki mal ile ilgili velayet hükmünün illeti, müctehidlerin ittifakıyla,
"küçüklü vasfıdır. Evlendirmedeki velayet de, mal ile ilgili velayet üzerine
kıyas edilir: Küçük üzerinde evlendirme velayeti sabit olur.
- Müetehidlerin ittifakıyla, mirasta ana-baba
bir kardeşin baba-bir kardeşe takdim .
edilmesi hükmünün illeti, mirasçı ile muris arasında iki nesebin birleşmesidir.
Yani ana-baba bir kardeş, hem anne hem baba yoluyla murise bağlıdır. Şu halde
kıyas yoluyla, ana-baba bir kardeş "evlenme velayeti" hususunda da
baba bir kardeşe takdim edilir.
- Kızgın iken hüküm
vermenin haram oluşu hükmünün illetinin, -genelde hakikatten sapmaya yol açıcı
bir durum olan "zihnin karışması" olduğu hususunda icmâ etmişlerdir.
Sonra buna kıyasla, korku, üzüntü vb. sebeplerin yol açtığı zihnî karışıklık
hallerinde de kazâî hüküm verilemeyeceği sonucuna varmışlardır.[52]
"Uygunluk"
şu demektir: İllet olarak kabul edilen vasıf ile hüküm arasında öyle bir uyum
olmalıdır ki, hükmün bu vasıf üzerine bina edilmesi ile, Şârî'in bu hükmü
koyarken kasdettiği maslahatın gerçekleşmiş olduğu kanaatine varılmalıdır. Bu
maslahat ya kulları için bir faydanın sağlanması veya onlardan bir zarahn
giderilmesidir.Bu metoda, ancak, hükmün illetini gösteren bir nass veya icmâ
bulunmaması halinde başvurulabilir. Böyle bir durumda müetehid. asıl üzerinde
inceleme yapar. Asılda hükme "uygun" bir vasıf bulunup bulunmadığını
araştırır, şayet hem "münasib", hem de zahir ve munzabıt bir vasıf
bulursa, bu vasfı illet olarak kabul eder. İşte böyle bir illet tesbitinde
müetehidin dayanağı, hüküm ile vasıf arasındaki "uygunluk"tur.
Meselâ, babanın bakire
olan küçük kızını evlendirme hususundaki velayet yetkisi, İcmâ ile sabit bir
hükümdür. Bu hükmün illeti ne nasslar ne de icmâ tarafından gösterilmiştir. Bu
durumda hükmün kendisine bağlandığı olay fasıl) incelenir. Ve görülür ki. bu
olayda belirtilen hükme uygun düşen, zahir ve munzabıt bir vasıf bulunmaktadır,
o da "küçüklük"dür. Zira küçüklük, genelde, neyin lehte neyin aleyhte
olduğunu kavramaktan aciz olunan bir durumdur. Bu durumda velayet yetkisi
hükmünün konması ile, küçüğün uğraması kuvvetle muhtemel zarar giderilmiş
olmaktadır. Zararın giderilmesi Şâri'in gayelerindendir. Madem .ki, hüküm ile
uygunluğu tesbit edilmiştir, o halde, küçük bakire kız üzerinde velayet
yetkisinin sabit olmasındaki illetin "küçüklük" vasfı olduğu kabul
edilir.
"Münasib
vasıf", Sâri' tarafından muteber görülüp görülmeyişi açısından üç kısma
ayrılır:
1- Sari'
tarafından muteber sayılan münasib vasıf: Bu, muteberlıği hakkında şer'î bir
delil bulunan vasıftır. Eğer Şârî' bu vasfa uygun olarak bir hüküm koymuş ise,
bu vasıfla ta'lîl yapılabileceğinde bilginler ittifak etmişlerdir. Bazı
bilginler buna "hükmün konmasını gerektiren uygun vasıf anlamına gelmek
üzere "münâsib-i müessir" jU adını verirler. Meselâ: Küçük kızın
evlendirilmesi hususunda velayet hükmü için, "küçüklük", münasib bir
vasıftır ve bu vasfın hükmün illeti olduğu nassîarda veya icmâda
belirtilmemiştir. Fakat aynı vasfı, Şârî'in başka bir olayla dikkate aldığı ve
ona hüküm bağladığı görülmektedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Evlilik
çağma varıncaya kadar yetimleri deneyin. Eğer onların rüşde (malî tasarruflar
için gerekli fikrî olgunluğa) eriştiklerini tesbit ederseniz, hemen mallarım
kendilerine verin'[53]buyurularak
küçüğün mallan konusunda velayet hükmü kabul edilmiştir. Bu, Şâri'in küçüklük
vasfını dikkate alıp bunu hükme bağladığını göstermektedir, Hernekadar mal
hususundaki velayet ile evlendirme velayeti birbirinden farklı birer veiâyet
ise de, ikisi de "velayet" olma noktasında birleşmektedirler.
2- Sâri'
tarafından geçersiz sayılan münasib vasıf: Bu, muteber sayılamayacağı hakkında
seri bir delil bulunan vasıftır. Şayet Sâri', bu vasfın gerektirdiğinin aksine
bir hüküm koymuşsa -bilginlerin ittifak ile- bu vasfa göre ta'Hl yayılamaz.
Buna "geçersiz sayılan münasib" anlamına gelmek üzere "münâsib-i
mülga" denir. Bu durum İçin şöyle bir örnek verilir: Endülüs
hükümdarlarından biri, ramazan ayında özürsüz olarak orucunu bozmuş, İmam
Mâlik'in talebesi ve daha sonra Endülüs fakihi olan Yahya b. Yahya el-Leysî,
onun bu davranışının keffaretini sadece iki ay peşpeşe oruç tutmak suretiyle
yerine getirebileceği yönünde fetva vermiş, hocası İmam Mâlik'in mezhebinde
tanınan a) oruç, b) köle azadı, c) fakirleri doyurma şıklarından birini seçme imkânını
tanımamıştır. el-Leysî'nin bu fetvadaki gerekçesi şudur: Hükümdara meşakkat
verip onu böyle bir davranışı tekrar etmekten caydırıcı özelliğe sahip olan
keffaret, oruç tutmaktır. Köle âzâdı ise onun için çok kolaydır ve ona dokunan
bir cezai yönü yoktur. Bu, onu ramazan orucuna karşı saygısızlık etmekten
alıkoyucu, caydırıcı bir özelliğe sahip değildir. Bu değerli bilgin, hükümdar
için köle azadının kolay oluşunu ve cezai yön taşımamasını, köle azadının
kendisi için yeterli olmayacağı hükmünün illeti olarak kabul etmekte, onu
doğrudan doğruya oruçla mükellef tutmaktadır. Şüphesiz bu, hükümden beklenen
maslahatı -yani günah işlemekten alıkoyma ve Allah'ın koyduğu sınırlara ve
vecibelere riayeti sağlama amacını- gerçekleştiren ve hükme "uygun"
düşen bir mülâhazadır. Fakat hikmet sahibi olan Şârî' Teâlâ, keffaret konusunda
bu mülâhazanın dikkate alınmasını kabul etmemiştir. Nitekim, Hz. Peygamber,
ramazanda bile bile orucunu bozan bedeviden ilk önce köle azad etmesini
istemiş, köle azadının onun için kolay veya zor oluşuna yahut ona zarar verip
vermeyişine bakmamıştır. Bir başka deyişle, adetâ Sâri' bu hükümde köle
azadının kolaylık ve zorluk yahut zarar verip vermeme yönünün dikkate
alınmasını İlga etmiştir (geçersiz saymıştır). "Münasib-i mülğa"yı
anlatmak üzere şöyle bir örnek de verilebilir: "Mirasta kız erkeğe eşit
olmalıdır, çünkü yakınlık bakımından ikisi de eşittir" diye düşünülebilir.
Zira Şârî' tarafından ne muteber ne geçersiz sayılan münasib vasıf: Bu, gerek
muteber sayıldığı gerekse geçersiz kılındığı hususunda delil bulunmayan
vasıftır. Buna "(müctehidlerin takdirine) bırakılmış münasib"
anlamına gelmek üzere "münâsib-i mürsel" veya maslahat-ı mürsele adı
verilir. Bu vasfa göre ta'lil yapılması ve ona yakınlıktaki eşitlik vasfı,
mirasta da eşitlik hükmüne uygun düşmektedir. Fakat Sâri', mirasta bu uygunluğa
itibar edilmemesini istemiş, erkeğe mirasta iki kız payı verilmesi hükmünü
koymuştur. Çünkü o, bu hükmü koyarken erkek ve kıza yüklediği malî
yükümlülükleri dikkate almıştır. Ki bu açıdan kızın durumu erkeğin durumuna
eşit değildir
3- hüküm
bina edilmesi hususu İslâm hukukçuları arasında ihtilaflı bir konudur. Bu konu
ile ilgili açıklamalara "Mesâlih-i Mürsele" başlığı altında yer
verilecektir.
Hüküm ile illet olarak
kabul edilecek vasıf arasındaki uygunluğu ("el-münâsebe") araştırma
metodu, illeti belirleme metodlarmın en önemlisi sayılır. Kıyasların
illetlerini tesbitin esasını bu metod teşkil eder. Gerçekten, fıkıh
kitaplarında zikredilen kıyasları gözönüne alıp bunların illetlerini dikkatle
inceleyen kimse, bu illetlerin çoğunun "münâsebe" metodu ile tesbit
edildiğini görür. Bu kıyaslarda illetin nass veya icmâ yoluyla belirlenmiş
olduğuna az raslanabilir.Yine, bu metod, kıyas yoluyla hüküm çıkarılması
hususunda İslâm hukukçuları arasında meydana gelen ihtilâfların başlıca
sebeplerinden biridir. Çoğu zaman hükümde ittifak ettikleri halde, hükme uygun
düşen vasfın hangisi olduğu noktasında ayrı görüş belirtirler. Bazısı
"münasip vasıf budur" derken, bazısı "münâsip vasıf şudur"
der. Böylece hüküm çıkarmada aralarında ihtilâf doğar. Bunu açıklamak için iki
örnek vereceğiz:
- Birinci örnek: Hanefîler ve Şafiî'ler, küçük bakire kızı evlendirme hususunda babanın
velayet yetkisine sahip olduğunda müttefiktirler. Fakat bu hükme uygun düşen
vasfı belirlemede ihtilâfa düşmüşlerdir. Hanefîler, uygun vasıf
"küçüklük"tür derlerken, Şafiî'ler "bakire olmak"dır
derler. Bu yüzden, evlendirme velayetinin kimler hakkında sabit olacağı hususunda
farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Hanefîlerin bu meseledeki görüşü şudur: Dul
bile olsa küçük kız üzerinde velayet sabit olur, çünkü bakire küçük kız
hakkında sabit olan velayet hükmünün illeti "küçüklük"tür.
Binaenaleyh büyük (buluğ çağındaki) bakire kız hakkında bu velayet sabit olmaz,
zira velayet hükmünün illeti olan "küçüklük" ortadan
kalkmıştır.Şafiî'ler ise şu kanaattedir: Küçük bakire kız hakkında sabit olan
hükmün illeti "bakire olmak"tır, şu halde büyük de olsa bakire
hakkında velayet sabittir, çünkü "bekâret" vasfı mevcuttur. Buna
karşılık, küçük de olsa dul hakkında velayet hükmü kalkar, çünkü hükmün illeti
olan bekâret mevcut değildir.
- İkinci örnek:
İslâm hukukçuları gayrı menkulde şuf a hakkının varlığı ve bu hükmün bir
taabbüdi hüküm olmayıp, konmasını gerektiren münasib (aklen uygunluğu
kavranabilen) bir sebebe binaen konduğu hususunda fıkirbirliği etmişlerdir.
Fakat bu hükme uygun olan vasıfın ne olduğunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Hanefî
bilginlere ve onlarla aynı görüşte olanlara göre, münasib vasıf, yeni malikten
-rahatsız edici davranış veya geçimsizlik, uyumsuzluk gibi yollarla- gelmesi
muhtemel zarardır. İşte bu zararın giderilmesi için ilgililere şuf'a hakkı
tanınmıştır. Şafiî'lere ve onların görüşünde olanlara göre ise, münasib vasıf,
-paylaştırmanın masrafı gerektirmesi, sonra paylaştırma halinde evde sıkıntı
meydana gelmesi gibi- gayrı menkulün eski ve yeni ortak arasında
paylaşılmasından doğacak özel zarar durumudur. İşte şuf'a hakkı bu zararın
giderilmesi için tanınmıştır.
Bu yönden, gerek
Hanefîler gerekse Şâfiîler, taksimi kabil olan gayrı menkulde ve bu gayrı
menkulde payı bulunan ortak lehine şuf'a hakkının sabit olacağı noktasında
fıkirbiriiği etmişlerdir. Çünkü gerek Hanefîlerin kabul ettiği münasib vasıf,
yani yeni ortaktan gelebilecek geçimsizliğe ilişkin zarar; gerekse Şâfiîlerin
benimsediği münasip vasıf, yani taksimden doğabilecek zarar bu durumda
sözkonusu olmaktadır. Ancak onlar iki hususta ihtilâfa düşmüşlerdir:
a) Hamam,
kuyu, küçük ev gibi taksimi kabil olmayan gayrı menkulde şuf'a hakkının sabit
olup olmayacağında. Hanefîler ve onların görüşünde olanlara göre, taksimi kabil
olan gaynmenkulde olduğu gibi bunda da şuf'a hakkı caridir. Çünkü şuf'a
hakkının konmasına sebep olan vasıf, yani yabancı bir alıcının ortak olması ile
ortaya çıkabilecek zarar bu durumda da sözkonusudur. Şâfiîlere ve onların
^görüşünde olanlara göre ise, böyle bir gayrı menkulde şufa hakkı sabit olmaz.
Zira gayrı menkul taksime elverişli değildir; şufa hakkının konmasına sebep
olan vasıf, yani taksimden doğacak zarar ihtimali ortadan kalkmıştır.
b) Yol irtifakı, su irtifakı gibi aynî haklardan
birinde ortağın şuf'a hakkına sahip olup olmayacağı ve bitişik komşu (câr-i
mülâsik ') nun şuf'a hakkı bulunup bulunmadığı. Hanefîler ve aynı görüştekiler
şöyle derler: Bunlardan her biri şuPa hakkına sahiptir. Çünkü şuf'a hakkının
konmasına sebep olan vasıf bu olaylarda mevcuttur; yeni ortaktan veya komşudan
zarar gelebilir. Şâfiîler ve aynı görüşte olanlara göre ise, gerek irtifak
haklarındaki ortak gerekse câr-ı mülâsik şuf'a hakkından faydalanamaz. Zira bu
durumlarda şufa hakkının konma gayesi (münasip vasıf) ortadan kalkmıştır. Bu
hallerde taksime ihtiyaç gösteren bir ortaklık ve dolayısıyla taksimden doğacak
bir zarar düşünülemez. Kıyas konusunu bitirmeden önce, illet ile ilgili bazı
terimlere ve bunların muhtevasına işaret etmemiz gerekiyor. Bu terimler
şunlardır: Tahricü'l-menât, tenkîhu'l-menât ve tahkî-ku'1-menât.
Bir usûl terimi olarak,
"Tahrîcü'l-menât" nass veya
icmâda yeralan bir hüküm için "münasib" olan vasfı ortaya çıkarmak
üzere yapılan içtihada denir. Meselâ, Şârî', bir gayr-ı müslimİn karısı
müslüman olduğunda, kendisi de İslâm'a girmeyi kabul etmezse, birbirlerinden
ayrılmaları gerektiğini hükme bağlamıştır. Nass veya icmâ bu hükmün illetini
göstermemiştir. Müctehid, bu hükmün illeti "kadının müslüman
oiması"mıdır, yoksa erkeğin "İslâm"a girmeyi kabul
etmemesi"midir diye hükme uygun düşen vasıf hakkında inceleme yapıp,
sonunda bunlardan birisini illet olarak belirlerse, buna "tahrîcü'l-menât"
denir.
Usuîcülere göre
'tenkîhu'l-menât" bir hükmün
ta'lili ile ilgili olarak nassta yeralan vasıflar üzerinde, illet olarak kabul
edilemeyecek olanları ayıklamak ve nassın göstermek istediği esas illeti
belirlemek maksadıyla yapılan ictihad demektir. Şöyle ki: Diyelim, Sâri' bir
olayda bir hüküm koymuştur. Bu konudaki nass, hükmün illeti olan vasfı ihtiva
etmekle beraber, bunu aynen göstermemiş, bu vasfın yanında illet olma açısından
rolü olmayan bir takım başka vasıflar yer almıştır. İşte müctehid, bu tür
vasıfları ayıklamak ve asıl illet olan vasfı belirlemek için ictihadî bir
çalışma yapar. Buna tenkîhu'l-menât adı verilir. Bu nevi içtihada şu olay örnek
gösterilebilir: Birgün bedevinin biri Hz. Peygamber'e gelip: "Ramazan
gününde karımla cima ettim, (ne yapmam gerekir?)" der. Hz. Peygamber:
"Bir köle azad et"[54]buyurur.
Bu hadis, ramazan gününde karısı ile cinsi birleşmede bulunan bedeviye keffaret
gerektiğini göstermektedir. Hadis, aynı zamanda, bu keffaret hükmünün illetinin,
bedevinin yaptığı fiil olduğuna işaret etmektedir. Müctehid bu olayı
incelediğinde, hükmün illetini teşkil etme açısından rolü olmayan bazı vasıflar
bulur. Meselâ, bu fiili yapan kişinin bedevi olması veya bu kişinin kendi
karısı üe cima etmiş olması gibi. Müctehid bu gibi vasıfları ayıklar. Bunların
illetle ilgilerinin bulunmadığına kanaat getirince, keffaret hükmünün
"ramazan günü cima edilmesi" sebebiyle konduğu ve bu vasfın, hükmün
illetini teşkil ettiği ortaya çıkar. Usûl bakımından tenkîhu'l-menât işlemi bu
olmakla beraber, fer'i sonuç itibariyle bu hadisin tenkîhında mezhepler
arasında ihtilâf vardır. Şâfiîler ve Hanbelîler, bu olaydaki tenkîh işlemini
yukarıda belirtilen sınırda bitirirler. Hanefîler ve Mâlikîler ise, tenkîh (ayıklama) işlemini daha ileriye görürerek,
olayın "cima" fiili ile ilgili olması vasfını da ayıklarlar. Böylece
geriye keffâreti gerektiren durum olarak daha kapsamlı bir vasıf kalır. O da,
"orucu bozan işlerden birini bile bile yaparak ramazan orucuna
gösterilmesi gerekli saygıyı ihlâl etmektir. "Şu halde illet budur İşte
hadisle ilgili tenkîh işlemindeki ihtilâf sebebiyle, Hanefîlere ve Mâlikîlere
göre, ister yiyip içmek ister cifnâ etmek suretiyle olsun ramazan orucunu
bilerek bozan kişiye kefaret gerekir. Şâfiîlere ve Hanbelîlere göre ise
keffâret hükmü sadece cima sebebiyle sabit olur.
Tahkîku'l-menât" ise, bir olayla ilgili hükmün illeti ister
nass veya icmâ ister başka yolla (ictihadla) sabit olsun, bu illetin aynısının
başka bir olayda da bulunduğundan emin olmak üzere yapılan inceleme anlamına
gelir.
Meselâ, kıyas yoluyla
şarabın hükmünün uygulanabilmesi için, şarabın haram kılınma-sındaki illet olan
"sarhoş edicilik" vasfının, hurma suyundan yapılan içkide de bulunup
bulunmadığını inceleyip, bu vasfın onda da mevcut olduğundan emin olmak gibi. Yine,
hırsızlık suçunun uygulanabilmesi için, hırsızlık vasfının "nebbâş"ın
yani kefen soyucunun fiilinde de mevcut olup olmadığını inceleyip, bu vasfın
bulunduğu kanaatine ulaşmak da bir tahkîku'l-menât içtihadıdır. İşte bu ve
benzeri durumlarda, gerek hüküm gerekse illet bilinmektedir. Müctehidin
buradaki işi, kıyas yoluyla hükmün fer'e uygulanabilmesi için aslın illetinin
bu fer'de de mevcut olduğundan emin olma çalışmasıdır.
[1] el-Maide 5/90-91..
[2] Bunlar Hanefîlerdir. Hancfîler "hamr"
ismini, üzüm suyundan ateşte kaynatıl maksisin elde edilen sarhoş edici içkiye
hasrederler. Ateşte kaynatmak suretiyle üzüm suyundan elde edilen İçiki ile
kuru üzüm, «ncir, hurma, buğday, bal gibi taze üzüm dışındaki maddelerden
yapılan içkiye onlar "hamr" demezler. Faka) hamra kıyas ile bunlar da
onun hükmünü alır. Fakİhlerin çoğunluğuna göre ise, hamr, ister üzüm suyundan
İster diğer maddelerden yapılan hertürlü sarhoş edici içikinin adıdır. Bu
görüşe göre, bütün sarhoş edici maddelerin
haramlığı. sözkonusu
âyet ile sabit olmaktadır.
[3] Bu hususta, yazarın "illet" ve
"hikmet" kavramları İle ilgili açıklamaları gözönünde
bulundurmalıdır, bkz. §: 89-94.
[4] bkz. dipnot 16 ve 85.
[5] Bazı lâfız farklılıkları ile, bkz. Buharî, Nikâh, 45;
Müslim, Buyu', 8, Nikâh, 38, 49, 52, 54, 56.
[6] ibn Mâce. Edeb. 50:
[7] el-Haşr59/2.
[8] Benû'n-Nadir (Nadîroğullarr), Harun Aleyhisselâm'in
soyundan gelen biryahudi kavmidir. İsrailoğıılları-mn başına gelen olaylar
sırasında Medine'nin iki mil uzağına gelip oraya yerleşmişlerdir. Hz. Peygamber
Medine'ye hicret edince, ona yardımcı olmamakla beraber onun aleyhinde
bulunmayacaklarına dair Rasülüllah ile muahede akdettiler. Fakat müslümanlar
Uhud savaşında bozguna uğrayınca düşmanlıklarını açığa vurdular ve Hz.
Peygamberce karşi tek bir kuvvet teşkil edebilmek üzere Kureyşlilerle anlaştılar.
Rasülüllah onlardan yurtlarını terketmeierini isledi ve kendilerine on gün süre
verdi. Bazı münafıklar onlarla irtibat kurup yurtlarından çıkmamayı onlara
cazip gösterdiler ve müslümanlara karşı kendilerine yardımcı olacaklarına dair
vaadde bulundular. Ama vaadlerini yerine getirmediler. Hz. Peygamber ve
müsiümanlar onları yiımibir gece kuşattılar. Allah onların kalplerine korku
saldı; münafıkların müslümanlara karşı kendilerine yardıma gelmesinden
ümilierini kestiler.
Hz. Peygamber, silâh hariç develerinin taşıyabileceği kadar eşyayı
beraberlerinde aîmak kaydıyla sürgün edilmelerini kararlaştırdı. Çoğunluğunu
Şam'a sürgün etti. Bunlardan bir gurup, Hayber ve Hîre'ye yerleşti. Daha sonra,
Hz. Ömer onları da Hayber'den Şam'a sürgün etti.
[9] İmam Şafiî ve İmam Ahtned b. Hanbel bu hadise
dayanarak, haccetmeye güç yetiremeyen kişinin yerine, cerek onun hayatında iken
gerekse -vasiyet etmiş olsun olmasın- öldükten sonra hac görevini yerine
gelirmenin caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Bu görüşe göre, malı olup da bizzat
haccetmeye gücü yetmeyen kimse adına onun malı ile başkasının haccetmesi
gerekir. Kendi adına malı ve bedeni ile haccedecek bir yakın hulabilirse, ondan
hac yükümlülüğü düşer. Diğer taraftan, bir kimse haccetmeden Ölürse, -bu yönde
vasiyet etmiş olsun olmasın- varislerinin onun malından haccetmeyi sağlayacak
bir miktar ayırmaları gerekir.
[10] Asabe İslâm
miras hukuku terimi olarak, murisin, kendisine erkek vasıtasıyla bağlanan erkek
hısımlarını ifade eder: Oğul, oğlun oğlu. baba, babanın babası, amca, amcaoğlıı
gibi. Bu tarifteki niteliği taşımayan (oğul ile beraber kızlar, kızlar ile
beraber kızkardeşler gibi) bazı mirasçılar da "bî-gayrihî" ve
"maa'l-gayr" kaydı konarak geniş anlamda asabe kavramının kapsamında
mütalâa edilmiştir. Belirli hisse sahibi mirasçılar (ashab-ı ferâiz)
hisselerini aldıktan sonra mirasın kalanı veya ashab-ı ferâiz yoksa mirasın
tamamı asabenindir. (mütercim).
[11] Hach İslâm
miras hukuku terimi olarak, daha yakm mirasçının bulunmasmın.daha uzak
olanların miras hissesini azaltması veya mirasçıhğını engellemesi demektir.
Birinci duruma hacb-i nuksân, ikinci duruma hacb-i hırmân adı verilir,
(mütercim).
[12] Uşûr" gayrimüslim tacirlerden İslâm ülkesine
girerlerken veya gemi ile müslumanların limanlarına uğradıklarında alınan vergidir.
Bu, günümüzdeki gümrük vergilerine benzemektedir. Bu vergiyi ilk koyan Hz.
Ömer'dir. Şöyle ki: Ebû Mûsâ'l-Eş'âri dar-ı harbe giren müslüman tacirlerden
Öşür (ondabir) alındığını Hz. Ömer'e yazmıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer ona şöyle
yazdı: Sen de onlardan müsiüman tacirlerden altlıkları gibi al, zimmîlerden
öşürün yarısını (yirmidebir) al. Rivayete göre Menbic ahalisi Hz. Ömer'e: Senin
topraklarına tacir olarak girmemize müsaade et ve bizden öşür al, diye
yazdılar. O da. sahabeye danıştı, sahabe bu konuda olumlu görüş belimi.
[13] el-İsrâ' 17/3
[14] Yunus 10/36.
[16] Â!-ü Imrân 3/105.
[17] Fakihierin çoğunluğu bu kanaatle olmakla beraber. İbn
Şübrüme ve Ebûbekr el-Esanım gibi bilginler bulûğ çağına gelmemiş küçüklerin
evlendirilcmeyeceğinc hükmetmişlerdir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi,
çoğunluk görüşü yönündeki uygulamaların ortaya çıkardığı sakıncaları dikkaie
alarak (bkz. Ksbâh-ı Mucibe Lâyihası), İkinci görüşü benimsemiş ve bulûğ
çağından Önceki küçüklerin '"hiçbir kimse taralından tezvîc edilemeyeceği"
(madde: 7) hükmünü koymuştur, (mütercim)
[18] Yazarın "ittifak edilmiş" olarak belirttiği
göüş, çoğunluğun görüşüdür. Esasen bu. usulcüler arasında tartışılmış bir
konudur, bkz. Gazzâlî, Mustasfâ, Mısır, 1324 H., II, 325; Şevkânî,
İrşâdü'i-Fuhûl, Mısır, 1937, s. 205; Cessâs, Usûl. elyazma (Dâru'l-Külüb
ci-Mısrıyye, No: 229). V. 274/a: İbn Rüşd el-Cedd, el-Mukaddemâ!, Mısır, ty. I,
22. Kıyas yoluyla bulunmuş sonuç üzerine kıyas yolunun pratik faydalın
i-onusunda bkz. Ebu Zehra. Mâlik, Mısır, 1963-1964, s. 347-348. (mütercim)-
[19] İmanı Gazzâlî'nİn el-Mustasfa isimli eserinde
"arâyâ", istisna yoluyla meşru kılman hükümlere örnek gösterilmiştir.
Bu, yalnız İmam Şafiî'nin veşu hadise dayanarak arâyâ satışını caiz gören bazı
fakihlerin kanaatine göre
İmam Şafiî, bunu,
kişinin, ailesinin yemeklik taze hurma ihtiyacmı karşılamak üzere kuru hurma
karşılığında hurma ağacındaki meyveyi tahmini ölçü ile satın alması şeklinde
yorumlamıştır. İmam Mâlik'in yorumuna göre, arâyâ satışı şudur: Kişinin,
başkasının bahçesinde hurma ağacı bulunur, bahçenin sahibi başka kimselerin
bahçesine girmesini ve bu yoldan zarar görmeyi istemediğinden o kimseye taze
hurması karşılığında kum hurma verir. Hanefi bilginler ise, arâyâ satışını caiz
görmemişlerdir. Onlara göre, ribâ şüphesi taşıdığı için, bu, fasid bir
satımdır. Zira edimlerden birinin diğerinden fazla olma ihtimali vardır. Rİbevî
(ribâ hükümlerine tabi) mallarda şüphe ise, gerçek anlamda ribâ varmış gibi
akdi fasid kılar. Hanefîler şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber'in müsaade ettiği
arâyâdan maksat, hibedir. Bunun şekli şudur: Kişi, hurma ağacının meyvesini
başkasına hibe eder; daha onu kendisine teslim etmeden önce hibeden dönmek
ister. İşte bu durumda, hibede bulunduğu kişiye, hibe ettiği taze hurma kadar
kuru hurma vermesine müsaade olunmuştur.
Bu görüşe göre, arâyâ,
ribâ'kuralından istisna yoluyla meşru kılınmış sayılamaz. Fakat tercihe sayan
olan birinci görüştür. Çünkü zikri geçen hadiste, istisna hususu tasrih
edilmiştir. Hadisteki ariyyeden maksadın hibe değil satım olduğu açıktır. Öte
yandan arâyâ hadisinin bazı rivayetlerinde "ruhsat" lâfzı yer
atmıştır. Ruhsat ise, ancak yasak şeylerde sözkonusu olabilir ve yasak hibe
değil bey' (satım) hakkındadır.
[20] bkz. dipnot
223.
[21] "'Oruçlu
iken unutup da bir şey yiyen veya içen kimse orucunu tamamlasın, zira onu Allah
yedirip içirmiştir." Münteka'l-Ahbâr ve Şerhi Neylü'l-Evtâr, IV, 175.
[22] Bu yaklaşım
Şâfıîlerin görüşüne göredir. Hanefi bilginler ise bu görüşe katılmazlar. Onlara
göre, hata ile yiyen veyı içen kimsenin orucu bozulur; aynı şekilde, unutarak
namazda konuşan kimsenin namazı bozulur. Gerekçeleri şudur: Unutarak yiyen
kimsenin orucunun bozulması hükmü bir illete dayalıdır. O da, unutmanın
kaçınılması mümkün olmayan bir durum oluşudur. Unutma halinde kişiye ibadeti
hatırlatacak bir şey bulunmadığından, fiil, -unutan kişiye nisbet kaldırılarak-
Yüce Allah'a nİsbet edilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber, "zira onu Allah
yedirip içirmiştir." buyurmuştur. Bu illet, oruçlu iken unutarak yiyip
içme dışındaki durumlarda bulunmaz. Meselâ, oruçlu iken hata ile yiyip içen
kimse, bu durumdan kaçınabilir, hataya düşmemek için daha dikkatli
davranabilir. Namazda unutarak konuşan kimseye ise ibadeti hatırlatacak şey
vardır; bu da namaz halidir. Ama oruç böyle değildir. Zira oruç hali unutmaya
elverişlidir.
[23] el-Ahzâb 33/50.
[24] el-Ahzâb
33/53.
[25] Neylü'l-Evtâr
Şerh'u Münteka'l-Ahbâr, V, 144.
[26] en-Nisâ- 4/92.
[27] el-Mâide 5/89.
[28] Boyun anlamına
gelmekle birlikte, zikr-i cüz' irade-i küll (parçayı anıp bütünü kasdetme)
kabilindendir. Burada kasdedilen İnsandır. "Tahrîr" (hürriyetine
kavuşturma) kelimesine muzâf ileyh kılınmasından da, hür olmayan insanın
kasdedildiği anlaşılmaktadır, (mütercim)
[29] Dârimî, Nikâh, 11 (baş kısım). Velisiz nikâhın bâtıl
olduğu anlamında bkz. Ebu Davûd, Nikâh, 20;
Tirmizî, Nikâh, 14
[30] ei-Bakara 2/185.
[31] Âmidî, İhkâm, III, 12: Şcvkânî, İr^âdü'l-Fuhûİ. s.
182.
[32] Dinî anlamda sefer (yolculuk), bazı fakihlerin
görüşüne göre onallı fersahlık bir mesafe olarak takdir edilmiştir, ki bu. 85
kilometreye (ekabül eder. Bazıları bu miktarı 81 kilometre olarak tesbit
etmiştir.
[33] d-Mâide 5/90-91
[34] el-Ahzâb 33/37.
[35] bkz. dipnot 135.
[36] Tirmizî. Nikâh. 5.
[37] Ebu Davûd, Hudûd, 18 ( şeklinde).
[38] Buhârî. Buyu, 48; Müslim. Buyu", 48.
[39] "Mudârcbe"
diye de anılan "kırâd", bir iarafın sermaye diğer tarafın emek
koyması ve elde edilen kârın yarıyarıya veya üçtebir şeklinde bölüşülmesi
hükümlerini ihliva eden bir sözleşmedir.
[40] Hadisin farklı lâfızlarla rivayetleri için bkz.
Buharı, Buyu", 78; Müslim, Müsâkaat, 81-84; Nesâî, Buyu', 50; İbn Mâce,
Ticârât, 48; Dârimî, Buyu', 41.
[41] İbn Hümâm,
Fethu'l-Kadîr, V, 278, 279.
[42] en-Nisâ' 4/101.
[43] el-Mâide 5/32.
[44] Hadisin farklı lâfızlarla rivayetleri İçin bkz.
Müsiim, Edâhî, 37; Tirmizî, Edâhî, 14; İbn Mâce, Edâhî,
'6: Dârimî, Edâhî,
[45] . Buharî, İsti'zân, 1|.
. ' .
[46] . Ebu Davûd, Taharet, 38.
[46] el-Mâide 5/38- .-
[46] Aynı anlamda
rivayetler İçin bk/. Buharı. Ahkâm. 13: Ebu Davıid. Akdiye, 9.
[46] en-Nûr 24/2
[47] el-Ha$r 59/
[48] . Ebu Davûd, Taharet, 38.
[49] el-Mâide 5/38-
.-
[50] Aynı anlamda
rivayetler İçin bk/. Buharı. Ahkâm. 13: Ebu Davıid. Akdiye, 9.
[51] dipnot 16 ve
85.
[52] Yukarıda aynı örnek, nassda hükmün düzenleniş
peklinden hareketle illeti ima yoluyla belirlemenin tanıtılması için
zikredilmiştir. Burada ise, bu imadan çıkarılan sonuç ü/erinde mücıehidlerin
ittifaklarına örnek olmak üzere aynı hükümden faydalanılmıştır. (mütercim)
[53] en-Nisâ 4/6.
[54] Buharı, Edeb, 68.