§: 105- Mesâlih-i Mürselenin Tarifi:
§: 106- Mesâlih-i Mürselenin Hüccet Olup Olmadığı:
§: 107- Mesâlih-i Mürseleye Göre Hüküm Vermenin Şartları:
§: 108- Mesâlih-i Mürseleyi Hüccet Kabul Edenlerin Delilleri:
§: 109- Mesâlih-i Mürseleyi Hüccet Kabul Etmeyenlerin Delilleri:
§: 110- Mesâîih-i Mürselenin önemi
§: 111- Mesâlih-i Mürselenin Kıyas İle Karşılaştırılması:
Mesâlih-i Mürselenin:
a) Tarifi
b) Hüccet Değeri'
c) Şartlan
d) Kıyas İle Karşılaştırılması
Mesâlih-i Mürselenin tarifini
vermeden önce bazı hususları hatırlatmayı uygun görüyoruz.
Çoğu zaman, fıkhı
olaylara bağlanan şer'î hükümlerin konmasına âmil kabul edilebilecek durumlar
bulunur. Bu durumlara usulcülerin dilinde "hükme uygun düşünen mânalar
(vasıflar)” denilir. Şârİ'in muteber sayıp
saymamasına göre bu vasıflar üç çeşittir:
1- Dikkate
alınması gerektiğine dair belirli bir şer'i delil bulunan mânâlara, usûlcüler
"mesâlih-i mutebere" (muteber maslahatlar adını verirler. Kıyası hüccet kabul eden
bilginler, bu tür mânâlara göre ta'lil yapılabileceği
ve bunlar üzerine hüküm kurulabileceğinde müttefiktir. Şer'î hükümlerin
gerçekleştirmeyi hedef tuttuğu her türlü maslahat (fayda) bu neviye girer. Aklın, canın ve malın korunması gibi. Nitekim
Şârî', aklın korunması için içkiyi haram kılmış ve bu
yasağa uymayan hakkında ceza koymuştur; canın korunması için adam öldürmeyi
yasaklamış, kasden adam öldüren için kısas hükmünü
getirmiştir; malın korunması için hırsızlığı yasaklamış ve hırsızlık fiiline
ceza tertip etmiştir.kıyas, bu nevi maslahatlar yoluyla işletilebilen bir
delildir. Zira kıyas, şer'î hükümler üzerinde fikir yorup bunlarla Şâri'nin hangi maslahatı gerçekleştirmeyi hedef tuttuğunu
kavramaya çalışma esasına dayanır. Şayet bu maslahat, Şâri'in
hükmünü bildirmediği başka bir olayda da sözkonusu
ise, bu olay kıyas yoluyla hükmü bilinen olayın hükmünü alır. Meselâ, aklın
korunması, belirli bir delil tarafından gerçekleşmesi istenen bir maslahattır.
Şarap içmenin yasaklanması ve aykırı davranana ceza verilmesi, bunu
göstermektedir. İşte müctehid bu hükmü inceleyip
belirtilen maslahatın hedef tutulduğunu anlayınca, hamr
(şarap) dîye anılmayan fakat şarabın akla verdiği zararı veren başka bir madde
hakkında da tereddüt etmeksizin kıyas yoluyla haramhk
hükmünü uygular. Çünkü belirli bir delil bu maslahatın dikkate alınması
gerektiğini ve ona binaen hüküm verileceğini göstermiştir.
2- Belirli
bir şer'î delilin muteber sayılamayacağını gösterdiği maslahatlara, usûl
dilinde "mesâlih-i mülğâh"
(geçersiz sayılmış maslahatlar denir.
Bilginler, bu maslahatlara göre ta'lil
yapılamayacağı ve bunlar üzerine hüküm kurulamayacağmdE
ittifak etmişlerdir. Burada bilinmesi gerekli bir husus vardır: Hikmet sahibi
olan Sâri' Teâlâ, herhangi bir maslahatı, onun kabulü
halinde ondan daha üstün bir maslahatın yitirilmesi sözkonusu
olmadıkça ilga etmez. Nitekim, Şâri'in ilga ettiği
bazı maslahatlar incelendiğinde tüme vanm yolu ile bu
sonuca varılmaktadır. Bunun Örnekleri pek çoktur. Birkaçına işaret edelim:- Çok
kadınla evlenmenin yasaklanması fert ve toplumun faydasına görülebilir. Çünkü
bu yasak, kadınlar
arasında, çok kötü
sonuçlara yol açabilecek
çekişmeleri ve düşmanlıkların
meydana gelmesi ihtimalini ve bu yolla, bir bütünteşkil
eden aile fertleri arasındaki bağların çözülmesini önler. Fakat Sâri1, bu
faydanın dikkate alınmamasına hükmetmiş, eşler arasında adaletin gözetilmesi
şartı ile yetinerek çok kadınla evlenmeye müsaade etmiştir. Çünkü bu çözümde
pek çok faydalar vardır. Evliliğin birinci gayesi olan neslin çoğalmasını
sağlamak, nefislerine hakim olamayanların metres edinerek zinaya düşmelerini
Önlemek, özellikle savaş sonrasında erkek ve kadın sayıları arasındaki büyük
dengesizliğin ortaya çıkaracağı ferdi ve içtimaî problemlere çare getirmek
gibi.- Düşmana teslim olmak da, bazen
faydalı bir çözüm olarak düşünülebilir. Zira bu çözüm, öldürülmeyi ve hatta
bazen esir edilmeyi, malların telef olup gitmesini önleyen bir yoldur. Fakat
Sâri' Teâlâ bu faydaya itibar etmemiş, düşmanla
savaşılmasın! ve ülkenin savunulmasını emretmiştir. Çünkü bu, daha üstün bir
faydayı sağlamaktadır. O da müsiümanların varlık ve
şerefinin korunmasıdır.- Endülüs hÜkümdarlarmdanAbdurrahman
b. el-Hakem el-Emevî ramazan gününde hanımı ile cima
etmiş, sonra fakihleri toplayıp, bunun keffâretini nasıl ödeyeceğini sormuştu. Orada bulunanlardan
İmam Mâlikin talebesi ve sonra Endülüs fakihi olan
Yahya b. Yahya, hükümdarın ardarda iki ay oruç
tutarak keffaret ödeyeceğini söyledi. Dışarı çıktıklarında,
bazı fakihler, niçin İmam Mâlîk'in mezhebindeki
şekilde hüküm vermediğini, yani niçin köle azadı, oruç ve fakirleri doyurma
yollarından birini seçmekte serbest bırakmadığını sordular. Yahya b. Yahya
şöyle dedi: Ona bu imkânı tanırsak, hergün orucunu bu
şekilde bozup bir köle azat edebilir. Ben, bir daha yapmasın diye, onu,
kendisine en zor gelecek yola kattım. Bu fakih
fetvasını maslahat (fayda) düşüncesi üzerine bina etmiştir. Çünkü hükümdarın
bîr daha oruç bozmaya yönelmemesi için oruç tutarak keffaret
ödeme yolunu bir caydırıcılık vasıtası yapmıştır. Oysa Sâri', köle azadı, oruç
ve fakirleri doyurma yollarından birini seçme serbestisini tanımak suretiyle bu
maslahatı ilga etmiştir. Çünkü seçim hakkının verilmesinde daha üstün bir
maslahat vardır: Kölelerin hürriyete kavuşturulması ve fakirlerin doyurulması.
Bunlar, Şâri'in bir çok yerde teşvik ettiği ve geniş
kitleleri ilgilendiren maslahatlardır. Caydırma ise, sadece köle azadı ve
fakirleri doyurma kendileri içinkolay olan hükümdar
ve benzeri kişilere münhasır kalan bir maslahattır.
3- Muteber
veya geçersiz sayıldığına dair belirli bir delil bulunmayan manalara, usûlcüler
"mesâlih-i mürsele"
(içtihada bırakılmış maslahatlar adını
verirler. Sâri' ne bunlara uygun ne bunların aksi yönünde hüküm koymuştur. Bir
başka ifade ile hakkında delil olmayan durumlardır. Buna göre, usul dilinde mesâlih-i mürsele İle ne kasdedildiğini açıklamak için şöyle bir tarif verilebilir:
"Mesâlih-i mürsele, hükmün
kendisine bağlanması ve üzerine hüküm bina edilmesi, insanlara bir fayda
sağlayan veya onlardan bir zararı gideren; fakat muteber veya geçersiz
sayıldığına dair belirli bir delil bulunmayan manalardır (durum veya
gerekçelerdir).Tariften açıkça anlaşılmaktadır ki, mesâlih-i
mürsele, sadece,
a) Şâri'in hükmünü
açıklamadığı.
b) Kendisine
kıyas edilebilecek nassla yahut icmâ
ile sabit bir hükmün bulunmadığı durumlarda sözkonusu
olabilir. Bu iki olumsuz şartın yanısıra, mesâlih-i mürselede bir de olumlu
şart aranır: Kendisinde, bir şer'î hükmün gerekçesi olmaya elverişli ve üzerine
hüküm bina edilebilecek münasib bir vasıf
bulunmalıdır.
Müctehid, karşılaştığı bir olayda bu şartlan taşıyan bir
maslahatın bulunduğunu tesbit ederse, acaba
maslahat-ı mürseleyi bir hüccet, bir hüküm delili
kabul ederek bu maslahatın gerektirdiği yönde hüküm verebilir mi? İşte şimdi
bunu açıklayacağız:
Bilginlerin büyük
çoğunluğu, mesâlih-i mürselenin.
hüküm koyarken dikkate alınması gerekli bir temel prensip, bir şer'î hüccet
olduğu kanaatindedir. Dört meşhur fıkıh mezhebinin kurucusu olan dört büyük fakih de bu görüştedir. Nitekim, bunun böyle olduğu,
onların bu prensip üzerine bina ettikleri hükümlerden anlaşılmaktadır. Hernekadar usulcüler, usul kitaplarında, mesâlih-i mürselenin sadece İmam
Mâlîk'e göre hüccet olduğu, diğer imamların bunu hüccet kabul etmediklerini
yazarlarsa da, değişik fıkıh kitaplarını inceleyen kişi, diğer üç imamın mesâlih-i mürsele karşısındaki
tutumlarının usûlçülerin söylediği istikamette
olmadığını görür. Bazı bilginler İse, mesâlih-i mürselenin hüccet olmadığı, bunlar üzerine şer'î hüküm,
bina edilemeyeceği kanaatindedir. Zahiriler, Amidi ve
İbn Hâcib gibi bazı Şafiî
ve Mâükî bilginler bu görüşü savunurlar. Her iki
görüşün dayandığı deliller bulunmaktadır.
İki tarafın
delillerine yer vermeden önce, belirtmeliyiz ki, mesâlih-i
mürseleyi bir hüccet kabul edenler, hiçbir kayıt ve
şarta tabii tutmaksızın mesâlihe göre hüküm
vermemişler, aksine bunun için bir takım şartlar ileri sürmüşlerdir. Bu
şartlardan biri bulunmadığında mesâlih-i mürseleye göre hüküm vermemişlerdir Bu şanların
başlıcalarım şöyle sayabiliriz:
1- Maslahat,
belirli bir şer'î delil tarafından geçersiz sayılmış olmamalıdır. Böyle bir
delilin bulunması halinde maslahata göre amel edilemez. Meselâ, saldıran
düşmana karşı savaşmayıp ona teslim olmak faydalı görülse bile, bu maslahata
itibar edilemez. Çünkü teslim olmakla sağlanacak -ölümden kurtulma, mallan
telef olmaktan kurtarma gibi- faydalar şer'î delil tarafından makbul
sayılmamış, geçersiz kılınmıştır. Bu delil, cihadı, din ve vatanı savunmayı
emreden nasslardır. Aynı şekilde, mirasta kız ile
erkeğin eşit pay almasını makul gösteren "murise aynı bağla bağlı
oldukları" gerekçesine itibar edilemez. Çünkü şer'î delil yani
"Allah, çocuklarınız miras payı)
hakkında şöyle davranmanızı istiyor: Erkeğin payı iki kadın payı kadardır. [1] âyeti
bu maslahatı ilga etmiştir. Maslahatın varlığından emin olunmalıdır. Vehme
dayanan maslahatlara göre hüküm verilemez. Bir başka deyişle, bir olay hakkında
-maslahat esasına göre- hüküm verileceği zaman bu hükmün bir faydayı
gerçekleştireceği veya bir zararı gidereceğinden emin olmak gierekir.
Fayda ve zarar mukayesesi yapılmaksızın, "bu'hükmün
konması faydalı olur" diye akla estiği şekilde hüküm vermek, vehmedilmiş
bir maslahata hüküm bina etmek olur. Meselâ, kocadan boşama yetkisini tamamen
alıp bütün durumlarda yetkiyi hakime bırakmak düşüncesi, vehme dayanan bir
maslahattır; çünkü bu durumda ortaya çıkacak zarar sağlanacak faydayı aşar.
Zira erkek, aile hayatında istikrar için zarurî olan aile birliğinin reisi olma
niteliğini ve bu niteliği destekleyen yetkilerini kaybetmiş olur.
3- Mashalat,
genel omalıdır; özel ise, ona göre hüküm verilemez.
Bir maslahata göre hüküm verildiğinde bu hüküm İnsanların çoğunluğu için bir
fayda sağlıyor veya çoğunluğu ilgilendiren bir zararı gideriyorsa, bu maslahat
"genel" sayılır. Böyle değil de, bir kişi veya az sayıdaki kişilerin
fayda yahut zararları ile ilgili İse, maslahat ''özel" kabul edilir. Çoğunluğu
dikkate almaksızın, üst düzeydeki bir yöneticinin, eşraftan birinin veya
belirli kişilerin maslahatına binaen hüküm verilemez. Yahya b. Yahya'nın zikri
geçen hükümdar hakkında sadece oruçla keffaret ödeme
fetvasını verirken gözettiği fayda, bu duruma örnek gösterilebilir. Çünkü bu
fayda sırf hükümdar ve benzerlerine has bir faydadır.
4- Maslahat,
mahiyeti itibariyle makul olmalıdır. Yani akl-ı selim
sahibi kişilerce kabul görecek nitelikte bir fayda-zarar düşüncesi sözkonusu olmalıır. Mesâlih-i mürseleyi hüccet kabul
edenlerin, maslahatta bulunmasını gerekli gördükleri en Önemli şartlan
belirttik. Şimdi İki tarafın delillerine yer verelim.
Mesâlih-i Mürseleyi Kabul ve Reddedenlerin Delilleri:
Mesâlih-i Mürseleyi hüccet kabul
edenler şu delilleri ileri sürmüşlerdir:
1- Hz. Peygamber Muâz b. Cebel'i
Yemen'e yollarken, aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir:
- Sana bir uyuşmazlık getirildiğinde neye göre
hüküm vereceksin?
- Allah'ın Kitabı'ndakine göre'hüküm
veririm.
- Allah'ın Kitabı'nda
yoksa?
- Rasûlüllah'm
Sünneti ile.
- Rasûlüllah'm
Sünnetlinde de yoksa?
- Kendi görüşüme göre ictihad ederim ve vazgeçmem (olayı hükümsüz bırakmam).' Bu
ifadesi üzerine Hz. Peyamber,
Muaz'ıngöğsüne eliyle vurup: "Peygamberinin
elçisini Peygamberinin hoşnut olduğu cevaba muvaffak kılan Allah'a hamdolsun" buyurmuştur. Bu hadisten şu anlam
çıkmaktadır: Hz. Peygamber, Muâz'ın
bu tutumunu yani Kur'ân ve Sünnette doğrudan hüküm
bulunmaması halinde reyine göre ictihad etmesini
tasvip eylemiştir. Re'ye göre ictihad
ise, benzeri benzere kıyas etmek suretiyle olabileceği gibi, islâm hukukunun prensiplerini uygulama ve İslâm hukuku
hükümlerinin genel gayeleri ndenfay dal anma yoluyla
da olabilir. Mesâlih-i mürseleye
göre hüküm vermek de bu çerçevenin dışında değildir. Çünkü mesâlih-i
mürseleye göre hüküm vermek, insanların genel
maslahatını gerçekleştiren hükmü koymak demektir. Şâri'in
hüküm koymadaki esas gayesi de mesâlihin
gerçekleştirilmesidir.
2- Hz. Peygamberden sonra içtihadın öncüleri olan Sahabenin
verdikleri hükümleri inceleyen kimse, onların pek çok hükmü mesâlih-i
mürsele esasına göre verdiklerini ve hiçbirinin bu
hususta bir itirazda bulunmadığını görür. Şu halde onlar, mesâlih-i
mürseleye göre hüküm vermenin geçerliliği hususunda icmâ etmiş olmaktadır. Sahabe-i kiramın mesâlih-i
mürseleye göre verdikleri hükümler oldukça çoktur.
Bunlardan birkaç örnek zikretmekle yetineceğiz:
a) Hz. Ebubekir'in halifeliği döneminde, Hz.
Ömer'in teklifi üzerine Rasûlüllah'm ashabı, dağınık
halde bulunan Kur ân sahifelerinin bir mushafta toplanmasını fikirbirliği
ile kararlaştırmışlardır. Ne Kitapt. ne Sünnette buna
dair bir hüküm vardır. Bu, maslahat düşüncesi üzerine bina edilmiş oir iştir. Nitekim, Hz. Ömer'in
teklifi üzerine Hz. Ebubekir'in
ilk söylediği söz ve Hz. Ömer'in cevabı bû hususu
açıkça göstermektedir: RasûlüIIah (s.a. v) 'in
yapmadığı bir işi ben nasıl yaparım! - Vallahi bunda hayır var. Bu Islâui 'm yararına olacak,
b) Hz. Ebubekir, vefatının yaklaştığını
hissedince, Hz. Ömer'i kendine halef olarak
gösterdi. bu, maslahat düşüncesine dayanan bir tasarruftur.
Zira Hz.
Peygamber kendisinden sonra kimin halife olacağım belirlememiştir. Hz. Ebubekir'in bu tasarrufta
gözettiği maslahat, müslümanlann halife seçiminde
ihtilâfa düşerek parçalanmalarını önlemektir.
c) Hz. Ömer, fethedilen topraklan, mücahitler arasında dağıtmayip eski sahiplerinin elinde bırakmış, müslümanlara sürekli bir gelir kaynağı teşkil etmesi için
onlara "harâc" vergisi koymuştur. Bu
çözümün müslümanlara sağlayacağı fayda konusunda ikna
olduktan sonra, diğer bütün sahabîler onun bu
kararına muvafakat etmişlerdir.
d) İddeti dolmamış bir kadını kendisine nikahlayıp onunla
zifafta bulunan bir adamın davası Hz. Ömer'e
getirilmişti. Hz. Ömer, başkalarını böyle bir işten
caydırmak için, kadının o adamla evlenmesini ebedî olarak yasakladı.[2]
e) Hz. Osman, insanları tek bir mushaf
üzerinde birleştirmek maksadıyla mushaflar yazdırıp
bunları belirli yerleşim merkezlerine yollamış ve bunların dışında insanların
ellerinde bulunan diğer mushafların yakılmasını
emretmiştir. Bu, maslahat düşüncesine dayanan bir uygulamadır. Gözetilen
maslahat, Kur'ân'ın okunuşunda müslümanlar
arasındaki ihtilâfa bir sınır koymak ve bu yöndeki çekişmeleri maddeten ortadan
kaldırmaktır.
f) Medine'de
nüfusun artması üzerine, Hz. Osman cuma namazı için
ez-Zevrâ' denen Medine çarşismdaki
evinin üstünde bir ezan daha okutmaya başladı. Bu ezan, günümüzde, namaz vakti
girdiğinde minarelerden okunan ezandır. O bu yuygulamayı
maslahat düşüncesine binaen yapmıştın-Bu yolla, namaz vaktinin girdiği,
İnsanlara duyurulmuş olmaktadır.
g) Hz. Osman, ölüm
hastalığı sırasında mirastan mahrum bırakmak maksadıyla karısını üç talak ile
boşayan kişiye bu kadının mirasçı olabileceğine hükmetmiştir. Bu hükümden
maksat, başkalarını bu kötü davranıştan sakındırmaktır.[3]
h) Hulefa-i Râşidin, terzi ve
benzeri sanatkârların, ellerinde bulunan sipariş sahiplerine ait malların
zarara uğraması veya telef olması halinde bunları tazmin etmekle yükümlü olmalarına
hükmetmiştir. Bu hükümden maksat, insanların mallarının korunmasıdır. Hz. Ali bunu ifade.için şöyle demiştir: "İnsanları
ancak bu (tazmin hükmü) ıslah eder!"
3- Hüküm
koymaktan maksat, insanlara fayda sağlamak, onları zarardan korumaktır. Hiç şüphesiz,
zamanın değişmesiyle yeni yeni mesâlih
ortaya çıkar ve mesâlih çevreden çevreye farklılıklar
gösterir. Bunları belirli bir sayıya sığdırmak imkânsızdır. Yenilenen ihtiyaçlardikkate alınmaz, bunlara "uygun" olan
çözümler getirilmez ve şer'î delilin muteber saydığı mesâlih
karşısında hiçbirhüküm konmazsa, insanların birçok
meşru haklan kayba uğrar, onlara darlık ve sıkıntı verilmiş olur. Aynı zamanda
bu tutum, İslam hukukunun donmasına ve hayattaki gelişmelere ayak
uyduramamasına yol açar. Bu ise, Şâri'in
hükümlerindeki ortak gaye olan insanların faydasını gerçekleştirme, zararını
giderme hedefi ile bağdaşmaz; diğer taraftan, herkesçe kabul edilen İslâm
hukukunun bütün zaman ve mekanların İhtiyaçlarını karşılayabilecek, gelişmeye
elverişli bir hukuk sistemi olma Özelliğine ters düşer.
Mesâlih-i mürseleyi hüccet
saymayanlar şu delilleri ileri sürmüşlerdir:.
1- Hikmet
sahibi Sâri' Teâlâ bazı maslahatları muteber saymış,
bazılarını ise ilga etmiştir. Mesâlih-i mürselenin ise, bu iki guruptan hangisine gireceği
tereddütlü birhusustur. Bunlardan herbirine
girmes. ..uhtemeldir. Ne
kati ne zannî olarak bunlara itibar etmek ve üzerine
hüküm bina etmek doğru olmaz. Zira ihtimalli iki durumdan biri diğerine tercih
edilmiş olur. Bu ise, ikinci durumun ilgası anlamına gelir. Tercihi gerektiren
bir gerekçe olmadan tercih yapmak caiz değildir.Bu düşünceye şöyle cevap
verilebilir: Bir kere, mesâlih-İ mürselenin
hüccet olduğuna hükmedenler, bunların muteberliği hususunda katilik iddiasında
bulunmuyorlar. "Bunları muteber sayıp ona göre hüküm vermek uygun
görünmektedir, zahirdeki budur." diyorlar. Bilindiği gibi, amelî
hükümlerde zahirî durumla yetinip ona göre hükmetmek caizdir.
İkinci husus: Zahirî
duruma bakıp inceledikten sonra mesâlih-i mürseleye göre amel etmenin uygunluğuna kanaat getirilince
bu yönde hüküm vermek "tercihi gerektiren bir gerekçe olmadan tercih
yapmak" değildir. Çünkü, Şâri'in muteber saydığı
maslahatlar
ile ilga ettiği
maslahatlar arasında bir karşılaştırma yaparsak, ilga ettiklerinin diğerlerine
göre az olduğunu görürüz. Şu halde, kabul veya reddine delil bulunmayan bir
maslahat ile karşılaşıldığında, bunun az olana değil çok olana ilhak edilmesi,
ilk hatıra gelen yoldur.
Kaldı ki, Şâri'in İlga ettiği maslahatlara bakıldığında, bunların ya bu maslahata denk veya ondan daha önemli bir mefsedetin giderilmesi ile ilgili oldukları görülür. Bu
durum ise mesâlih-i mürselede
sözkonusu olamaz. Zira bunların maslahat yönü mefsedet yönünden daha üstündür. O halde Şâri'in ilga ettiği maslahatlara ilhak edilmeleri doğru
olmaz.
<
Sonra, karşı görüş
sahiplerinin İleri sürdüğü bu delili, aynı mantıkla onların görüşünü çürütmek
için kullanmak mümkündür. Onlara şöyle denebilir: Evet mesâlih-i
mürselenin hem Şâri'in
muteber saydığı hem de ilga ettiği maslahatlar gurubuna girmesi muhtemeldir. Bu
ihtimal bulunduğu halde, onları ilga edilmiş maslahatlar gurubuna katmak da,
"tercihi gerektiren bir gerekçe olmadan tercihte bulunmak" olur, ki
caiz değildir.
2- Hüküm
koymada mesâlih-i mürselenin
kabulü, kendi kayefine göre hüküm vermek isteyen ve ictihad yetkisine sahip olmayan kişilere yol açmak olur. Onİar bu yoldan nüfuz ederek, İslâm hukuku hükümleri
üzerinde kendi arzularına göre tasarrufta bulunmaya ve kendi menfaatlerine
uygun düşen hükümler koymaya kalkarlar.. Bu, İslâm hukukunun heder edilmesi ve
sınırlarının ihlâli olur. Buna cevaz verilemez.
Mesâlih-i mürseleye göre hüküm
verirken, maslahatın kabul veya reddine dair belirli bir şer'î delilin
bulunmamasının şart olduğunu gözöhüne getirirsek, bu
düşünceye cevap vermek çok kolaylaşır. Çünkü bu şart, avam veya kendi
heveslerine uyma eğilimindeki kişiler şöyle dursun, ictihad
derecesine ulaşmamış bilginlerin bile mesâlih-i mürseleye göre hüküm veremeyeceklerini göstermektedir. Bir
maslahat hakkında olumlu veya olumsuz bir delilin bulunup bulunmadığını ancak
hüküm istinbatına ehil olan kişi bilebilir. Yoksa
herkesin aklına gelen maslahat, hemen maslahat-ı inürsele
olarak düşünülüp üzerine hüküm bina edilecek değildir. Mesâlih-i
mürsele, kaynaklarından şer'î hükümleri tesbit etmeye ehil olan kişilerin yerinde gördükleri
maslahatlardır. Bunların kabul veya reddine dair delil bulunmadığı noktasına,
ancak onların tesbiti sayesinde güvenle bakılabilir.
3- Mesâlih,
zamandan zamana değişiklik gösterir, yeni durumların ortaya çıkmasıyla yeni mesâlih ortaya çıkar. Eğer hüküm verilirken mesâlih-i mürsele esas alınırsa,
bu, zaman ve çevre değişikliğine göre hükümlerin de değişmesine yoİ açar. Bu durum ise, İslâm hukukunun evrenselliği ve
bütün zaman ve mekânlara elverişlilik Özelliğine aykırı düşer.Bu gerekçe,
bundan öncekinden daha da zayıf görünmektedir. Zira hükümlerin zamana ve
ihtiyaçlara göre değişiklik göstermesi, İslâm hukukunun değerini arttıran bir
Özelliktir. Bu özellik onu her zaman ve her yerde uygulanabilir
kılmaktadır.Burada -karşı görüş sahiplerinin işaret etmek istedikleri-
değişiklik, İlâhî hitaba hakim olan prensiplerde bir değişikliğin meydana gelmesinden
kaynaklanmakta değildir ki İslâm hukukunun evrensellik özelliğine aykırı
düşsün. Bu değişiklik, her zaman varlığını koruyan eenel
bir kuralın, farklı zamanlarda ve çevrelerde uygulanmasından doğmaktadır. Bu
genel kural- hakkında olumlu veya olumsuz delil bulunmayan bir durumda müctehidin faydalı gördüğü yönde hüküm vermesi kuralıdır.
Sanki Sâri' müctehidlere şöyle demiş olmaktadır: Bir
olayla karşılaşıp da onda görülen fayda veya zararın kabul veya reddi ile
ilgili bir delil bulamazsanız, o zaman bu fayda veya zararı, hükümlerin
konmasındaki gayelere iyi nüfuz edebilme özelliğim kazanmış bulunan
akıllarınızla ölçüp tartın ve ona uygun düşen hükmü koyun.
İki görüşün
delillerine ve bunların münakaşasına yukarıda yer verdik. Açıkça görülmektedir
ki, mesâlih-i mürselenin
hüccet olduğunu kabul eden görüş, delillerin desteklediği, Sahabenin, Tâbiûnun ve muhtelif devirlerdeki müctehid
imamların benimsediği görüştür. Bu prensibin varlığını inkâr etmek, onun hüccet
olduğunu gösteren delillere aykırı olduğu gibi, İslâm hukukunun donmuş ve
hayatın gelişmelerine ayak uyduramayan bir hukuk olduğu iddialarına kapı açmak
olur.
Mesâlih-i mürsele, İslâm hukuk
prensiplerinin en önemlilerinden biridir. İslâm ilimlerine gerçek manada nüfuz
edebilmiş ve İslâm hukukunun usulünü basiretle tatbik edebilme gücüne sahip
kişiler tarafından kullanılması halinde çok önemli sonuçlar doğurabilir.
İslâm devletinde,
İslâm hukukunun ruhuna ve temel kurallarına hakim olan yetkililer, Kitab, Sünnet, İcmâ ve kıyasta
özel delil bulamadıklarında, bu pernsibten
faydalanarak, İslâm toplumunun yeni ihtiyaçlarına cevap veren ve onun hayrına
olan sonucu gerçekleştirici hükümler ve kanunlar koyabilirler. Devletin ihtiyaç
duyması halinde zenginlere vergi konması, ihtiyacından fazla meskeni olan
kişinin meydanda kalanlara barınacak yer vermeye zorlanması, toplumda ihtiyaç
doğması halinde sanatkârların, çiftçi ye benzerlerinin ecri misil ile çalışmaya
zorlanması ve buna uymadıklarında cezalandırılmaları, çalışma saatlerinin ve
ücretlerin sınırlandırılması, toplu ziraat, pazarlamada kooperatifçilik gibi
konularda ve daha başka hakkında nass veya nassın düzenlediği kıyasa elverişli olay bulunmayan
meselelerde bu prensibe dayanabilirler.
Mesâlih-i mürsele ile kıyası
dikkatle inceleyen kimse,
bunların iki hususta birleştiklerini ve iki hususta
ayrıldıklarını görür.
1)
Birleştikleri noktalar:
a) Her
ikisine de, ancak hakkında Kitab, Sünnet veya icmâda özel hüküm bulunmayan meselelerde başvurulur.
b) Gerek
kıyas gerekse mesâlih-i mürsele
ile sabit olan hüküm, hükmün konmasında illet ve gerekçe olmaya elverişli
bulunduğuna kanaat getirilirken "münasib bir
mânâ" (vasıf) üzerine bina edilir.
2-
Ayrıldıkları noktalar:
a) Kıyasa
göre hüküm verilen olayda, bu olayın bir benzeri Kitab,
Sünnet veya icmâda düzenlenmiştir ve nass yahut icmâdaki hükmün
konmasına sebep olan münasip mana vasıtasıyla yeni olay hükmü bilinen olaya
kıyas edilebilmektedir.Mesâfih-i mürseleye
göre hüküm verilen olaylarda ise kendisine kıyas edilebilecek benzer bir olay
yoktur. Hüküm, doğrudan doğruya maslahat (fayda-zarar) düşüncesine
dayandırılmaktadır.
b) Kıyasta, hükmün kendisi üzerine bina edildiği
maslahatın muteberliği hakkında özel delil vardır.
Mesâlih-i mürseleye göre hüküm
vermede ise, hükmün kendisi üzerine bina edildiği maslahat hakkında olumlu veya
olumsuz bir delil yoktur. Bu hususta Şâr'i sükût
etmiştir.
[1] En-N
[2] Bu olaydaki hükmün maslahata, yani -açıkladığ.mız üzere- caydırıcılık
düşüncesine dayalı olduğu söylenebileceği gibi, murisini öldüren vârisin
mirastan mahrum birıkalması hükmüne kıyasen verildiğini ileri sürmek de mümkündür. Zira her iki
oiayda failin ulaşmak islediği sonucu bozma yönünde
bir karşılık verilmektedir.
[3] Bu olay hakkındaki hükmün de, murisini öldüren vârisin
mirastan mahrum bırakılması hükmüne kıyas yoluyla verildiği kabul edilebilir.
Çünkü her iki olaya, suçlunun maksadının aksi yönünde bir sonuç bağlanmaktadır.
Miras kaçırma olayındaki hüküm mirasçılığın sübutu, öldürme olayındaki hüküm
ise mirasçılığın engellenmesi şeklinde belirlendiğinden, bilginler bu kıyasa
"kıyâsü'1-aks adını vermişlerdir.
Zira fer' için sabit olan hüküm, asi için sabit olan hükmün aksi yönünde
olmaktadır.