§: 113- (a) Kıyas Kelimesinin Terim Anlamları:
§: 114- (b) "Asi" Kelimesinin Kullanıldığı Anlamlar:
§: 115- (c) Bilginlerin İstihsan Konusunda İhtilâfa Düşmelerinin Gerçek
Sebebi:
§: 118- Birincisi: Nass Sebebiyle İstihsan:
§: 119- ikincisi: İcmâ Sebebiyle İstihsan:
§: 120- Üçüncüsü: Zaruret ve İhtiyaç Sebebiyle İstihsan:
§: 121- Dördüncüsü: Kapalı Kıyas Sebebiyle İst ihsan:
§: 122- Beşincisi: Örf Sebebiyle İstihsan;
§: 123- Altıncısı: Maslahat Sebebiyle İstihsan:
§: 124- İstihsanın Hüccet Değeri:
§: 125- İstihsanın Mesâlih-i Mürsele İle Karşılaştırılması:
a) Giriş
b)
İstihsamn:
aa)
Tarifi :
bb)
Çeşitleri ve Örnekleri
cc) Hüccet
Değeri
dd)
Mesâlih-i Müısele İle Karşılaştırılması
İstihsamn tarifine,
çeşitlerine ve hüccet olup olmadığına geçmeden Önce aşağıdaki hususların
açıklığa kavuşturulacağı bir giriş vermek uygun görünmektedir.
a) Fakihlerin
terminolojisinde ' 'kıyas'' kelimesinin hangi anlamlarda kullanıldığı ve
"istihsan" karşısında zikredildiğinde "kıyas"tan neyin
kasdedildiği.
b) "Asi" kelimesinin hangi anlamlarda
kullanıldığı.
c) Zahiriler
müstesna bütün müctehidler şer'î kaynaklarından hüküm çıkarırlarken istihsana
uygun ictihadda bulundukları halde, fakihlerin istihsan hakkında ihtilâfa
düşmelerinin ve bazılarının istihsana göre hüküm verenler için ağır sözler
söylemelerinin gerçek sebebi.
Kıyas kelimesinin
yerafdığı meseleleri inceleyen kimse, bunun değişik anlamlarda kullanıldığım
görür:
aa) Fıkıh
usulünde bilinen terim anlamında: Bu, bir "fer"in, hükmün illerindeki
birlik sebebiyle "asl"a ilhak edilmesi demektir. Kıyas kelimesinin en
çok kullanıldığı anlam budur.
bb) Kapsam
itibariyle genel nitelikli şer'i nass anlamında: Meselâ İmam Ebu Hanîfeden muhsan'[1] olan
zânînin recmi konusunda nakledilen "Biz kıyasa aykırı olarak ve istihsan
yoluyla recm gerektiğine hükmettik" sözünde "kıyas" kelimesi bu
anlamda kullanılmıştır. Bu sözde "kıyas"tan maksat, kapsam itibariyle
genel nite-Iikli şer'î bir nass, yani "Zina eden kadın ve zina eden
erkeğin herbirine yüz değnek vurun[2]
âyetidir. Çünkü bu nass gerek muhsan gerekse muhsan olmayan zâniye şâmil genel
bir nassdır. Nasstan çıkan sonuç, muhsan olsun olmasın zina edene yüz değnek
vurulmasının gerektiğidir. Fakat muhsan olan zâni bu genel nassın dışında
tutulmuş, onun hakkında değnek cezası değil recm cezası gerektiğine
hükmedilmiştir. Zira bu istisnayı gerektiren özel bir delil vardır. O da Hz.
Peygamber'in ve ashabının şöhret yoluyla rivayet edilen bir çok olayda, muhsan
zâniye değnek cezası değil recm cezası uygulamış olmalarıdır. İşte Ebu
Hanife'nin "Biz kıyasa aykırı olarak ve istihsan yoluyla recm gerektiğine
hükmettik" sözündeki "istihsan" kelimesi bu istisna hakkında
kullanılmıştır. Bu sözdeki "kıyas" kelimesi ile de, fıkıh usulünde
kıyas denince anlaşılan terim anlamının kasdedildiğini düşünmek doğru olmaz. Çünkü
bu meselede, muhsan ve gayr-ı muhsan zâniye değnek cezası uygulanması
gerektiğini gösteren bu türden bir kıyas sözkonusu değildir. Burada sözkonusu
olan, belirtilen hükümle ilgili nass-ı âmmdır. Yani kapsamı itibariyle genel
nitelikli Kur'ân âyetidir.
cc) Fıkıhta
veya bazı mezhephlerce kabul edilmiş ve yerleşmiş genel kural anlamında: Meselâ
İmam Ebu Hanife'nin, oruçluyken unutarak bir şey yiyen veya içen kimse hakkında
söylediği: "Rivayet olmasaydı, kıyasa göre hükmederdim" sözündeki
"kıyas" kelimesi bu anlamda kullanılmıştır. Bu sözde
"kıyas"tan maksat, gerek oruç konusunda gerekse diğer konularda
yerleşik bir kural olan ' 'Bir şeyin rüknü ortadan kalkınca kendisi de ortadan
kalkar" kuralıdır. Orucun rüknü, oruç süresince "imsak" yani
yiyip içmemek ve cinsi münasebette bulunmamaktır. Bu rükün, unutarak bile olsa
yemek veya içmekle ortadan kalkmış olur. Bunun sonucu, unutarak yiyip içen
kimsenin orucunun bozulmuş olmasıdır. Fakat Hz. Peygamber1 den, unutarak
yeme-içme halindeorucun bozulmayacağına dair bir hadis rivayet edilmiştir.
İşte, Ebu Hanîfe, yukarıdaki sözüyle, bu hadise göre hüküm verdiğini ve o
yüzden genel kuralı bu meseleye uygulamaktan vazgeçtiğini ifade etmiş
olmaktadır,
"Asi"
kelimesi, sözlükte, üzerine başka şeylerin bina edildiği temel demektir. Terim
olarak "asi", birçok anlamda kullanılır. Bazıları şunlardır:
aa) Şer'î
delil anlamında: Meselâ, fakihler "Bu hükümde asıl Kitab'tır"
dediklerinde, o hükmün dayandığı şer'î delili kasdederler. Sünnet, İcmâ ve diğer
deliller hakkında da bu gibi cümlelere raslanır.
bb) Fıkıhta
veya bazı mezheplerce benimsenmiş yerleşik kural anlamında: Meselâ usulcülerin
"Aslolan, emrin emredilenin vacip olduğuna delâlet etmesidir"
sözündeki "asi" kelimesi, usulcülerin benimsedikleri yerleşik kural
anlamındadır. Yine fakihlerin şu sözünde "asi" kelimesi fıkıhta
yerleşmiş olan kural anlamında kullanılmıştır: "Aslolan, insanın işlediği
bir suçu veya yaptığı bir borçlanmayı, onun yerine başkasının
yüklenmemesidir.''
cc) Tercihe
şâyân olan anlamında: Meselâ "Bir konuda mecaz ve hakikat çatışırsa,
aslolan hakikattir" sözünde, böyle bir çatışma halinde
"hakikât"in tercih edilmesi gerekeceği anlatılmak istenmektedir.
dd) Kıyas
işleminde "fer"in karşıtı anlamında: "Şarap asıldır, şampanya
fer'dir" sözünde olduğu gibi.
Zahirîler dış.ndaki
bütün müctehidler aslında istihsana göre hüküm verdikleri halde, bilginlerin
istihsanı kabul konusunda ihtilâfa düşmelerinin ve hatta bazılarının istihsanı
kabul edenler hakkında ağır sözler söylemelerinin gerçek sebebi şudur:
İstihsanı en çok kullanan ve onu savunan fakihler -ki bunlar Ebu Hanîfe ve onun
mezhebindeki bilginlerdir-, birçok fıkhî meselede istihsan kelimesini, şer'î
hüküm çıkarırken başvurulacak müstakil bir şer'î delil izlenimini verecek
şekilde ve çok zaman da kıyas kelimesinin yanısıra kullanmışlardır. Meselâ,'Bu
meselede kıyasa göre şöyle, istihsana göre böyle hükmetmek gerekir" veya
"Kıyas şöyle hükmetmeyi gerektirirdi, fakat biz istihsan yaparak böyle
hükmediyoruz" gibi ifadelere Hanefî fıkıh kitaplarında çok raslanır.Bu
fakihlerin sözlerinde istihsan kelimesi çok geçmekle beraber, kendilerinden
"istihsan" ile neyin kasdedildiğini belirleyen bir tarif intikal etmemiştir.
Aynı şekilde, onlardan, istihsanın karşıtı olarak zikrettikleri
"kıyas" ile ne kasdettiklerine dair bir açıklama da sonrakilere
ulaşmış değildir. Bu kıyas ile, fıkıh usulündeki "şer'î delil"
anlamındaki kıyası mı, "genel nitelikli şer'î nass" anlamım mı, yoksa
fıkıhta veya bazı mezheplerde "benimsenmiş ve yerleşmiş genel kural"
anlamını kasdediyorlardı? İşte bu belirsizlik sebebiyle, bazı bilginler Hanefî
fakihlere istihsan konusunda karşı çıkmışlar, onlara bu hususta ağır ithamlarda
bulunmuşlardır. Çünkü onlar, Hanefîlerin kabul ettikleri istihsanın, bilinen
şer'î delillerden birine dayanmaksızın şahsî görüş ve hevese göre hüküm koyma
olduğu inancına kapılmışlardır. Meselâ, İmam Şafiî bu hususta şu meşhur sözü
söylemiştir: "İstihsan yapan kimse, kendi başına din koymuş olur.[3]Bu şu
demektir: İstihsan yolu ile hüküm koyan kimse kendiliğinden (delilsiz olarak)
din vazetmiş olur. Bu ise caiz değildir. Zira bu yetki Allah'ındır; O,
görevlendirdiği elçiler vasıtası ile ilâhî kanunlarını bildirir.Hanefî usûlcülerinin
ileri gelenleri kendi mezhep imamlarına bu türlü ithamlar yöneltildiğini
görünce, imamlarını müdafaaya başlamışlar, onların dayandığı istihsanın
gerçekte ne anlam taşıdığını açaklarmşlar ve onun şahsî görüş ve arzuya göre
hüküm vermek olmayıp hemen bütün bilginlerin kabul ettiği delillerden biri
olduğunu isbata yönelmişlerdir.Şu kadar -var ki, bu usulcüler istihsan için
belirli bir tarif üzerinde ittifak edememişlerdir. Onlardan, birbirini tutmayan
bir çok tarif intikal etmiştir. Bunlardan bazılarını zikredelim:
- "Müctehidin vicdanını etkileyen, fakat
onu ifade etmekte güçlük çektiği ve açıkça ortaya koyamadığı bir
delildir".
- "(Müctehidin) bir meselede,
o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçmeyi gerektiren bir
gerekçe ile o hükmü bırakıp aksine bir hüküm vermesidir."
- "İlk nazarda hatıra gelen celî (açık)
kıyasa aykırı olan ve hemen hatıra gelmeyen hafî (gizli) kıyastır."
- "Celî kıyasa aykırı düşen, nass, icmâ,
zaruret veya gizli kıyas gibi delillerdir."
Biz bu tarifler arasında,
istihsanın bütün nevilerini içine alan ve Hanefî fıkhındaki şekliyle onu tasvir
eden açık bir tarif bulamadık. O yüzden, bu tariflerin hiçbirisini tekbaşma
esas almaksızın, bütün istihsan nevilerine uyan ve istihsanı Hanefî fıkhındaki
şekliyle canlandıran kapsamlı bir tarif vermeye çalışacağız:
İstihsan: müctehidin.
bir meselede, kendi kanaatİnce o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden
vazgeçmesini gerektiren nass, icmâ, zaruret, gizli kıyas, örf veya maslahat
gibi bir delile dayanarak, o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermesidir.Bunu
biraz açıklayalım:
- Bazen bir mesele, genel nitelikli nasslardan
birinin veya fıkıhta yahut bazı mezheplerde benimsenip yerleşmiş bir genel
kuralın kapsamına girer. Fakat bu meselede o genel nassm veya genel kuralın
aksi istikametinde hüküm vermeyi gerektiren nass, icmâ, zaruret, örf veya
maslahat gibi özel bir delil daha bulunur. Müctehid, bu özel delilin tercih
edilmesine kanaat getirirse, o meselenin benzerlerine uygulanan genel nass veya
genel kural hükmünü terkederek Özel delile göre hüküm verir. İşte bu
"udûl"'e yani benzerlere uygulanan hükümden vazgeçmeye
"istihsan" adı verilir. Bu yolla sabit olan hükme "kıyasa aykırı
olarak sabit olmuş müstahsen hüküm" denir. Burada kıyasa aykırılıktan maksat genel
nassa veya genel kurala aykırılıktır.
- Bazen ise bir mesele
nassın kapsamına girmez ve bu yüzden kıyas yoluna başvurulur.
Fakat iki farklı kıyas
imkânı İle karşılaşılır. Yani bu mesele ile, herbiri hakkında şer'î hüküm
bulunan iki farklı mesele arasında benzerlik görülür. Bu kıyaslardan biri açık
(zahir, celî ) tır. Çünkü hükme bağlanacak mesele ile hükmü bilinen mesele
arasında illet bağı kolayca kurulabilmekte ve ilk anda hatıra gelen benzerlik
bu olmaktadır, ikinci kıyas ise, kapalı (hafî -) dir. Birincide olduğu gibi
benzerlik hemen hatıra gelmemekte, İllet bağı gizli kalmaktadır. Fakat sonunda
müctehid bu ikinci kıyasın tercih edilmesi kanaatine varır ve ona göre hüküm
verir. Buna ' 'açık kıyasa aykın olan istihsan'' denir.İşte Hanefî fakihlerinin
ve istihsana göre hüküm veren diğer fakihlerin -özellikle Mâlikîlerin-
"istihsan"dan kasdettikleri bunlardır. Onların "istihsan"
ve "kıyas" kelimelerini açıkça kullandıkları fıkhî meselelerden çıkan
sonuç budur. Zira bu meseleleri inceleyen kişi mutlaka iki durumdan biri ile
karşılaşır:
* Ya müctehidin, özel bir delil sebebiyle genel
hükümden ayrıldığı bir meseledir.
* Ya da, hakkında biri
açık diğeri kapalı iki farklı kıyas imkânı bulunan ve müctehidin kapalı kıyası
daha güçlü bulduğu için açık kıyâsı terkettiği bir meseledir.
Yukarıdaki
açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, müctehidin, bir meselede benzeri
meselelerdeki hükümden vazgeçip başka bir hüküm vermeyi, ya bu konuda mevcut
Özel bir nassa binaen ya da bir icmâ. bir zaruret, bir kapalı kıyas, bir örf
veya bir maslahat sebebiyle olmaktadır. İşte bu gerekçeye "istihsanın
me'hazı" yani dayandığı kaynak anlamına gelmek üzere
"vechü'l-istihsân" adı
verilir. Bu açıdan istihsan altı çeşittir:
1- Nass sebebiyle istihsan,
2- İcmâ sebebiyle istihsan,
3- Zaruret sebebiyle istihsan,
4- Kapalı kıyas sebebiyle istihsan,
5- Örf sebebiyle İstihsan,
6- Maslahat sebebiyle istihsan. Şimdi bunları m
Bir mesele hakkında
belirli bir nass bulunuyorsa ve bu nass genel nass yahut yerleşik genel kural
gereğince o meselenin benzerleri hakkında uygulanan genel hükmün aksine
birhüküm ihtiva ediyorsa, o zaman bu çeşit istihsandan sözedilir. Bu özel nass
hükmü, Şâri'in benzerlerine ait hükümden istisna ettiği bütün durumlar hakkında
geçerlidir. Birkaç örnek verelim:
-Selef diye de anılan "selem" sözleşmesi
bu çeşit istihsana örnek teşkil eder. Selem sözleşmesi, peşin para karşılığında
bir şeyin belirli vasıflar taahhüt edilerek ilende teslim edilmek üzere
satılması demektir. Bu ise, kişinin, halen sahip olmadığı bir şeyi satması
türünden bir sözleşmedir. Bu konuda iki nass bulunmaktadır. Bunlardan birisi
genel niteliktedir ve sözleşmenin geçersizliğine hükmetmektedir: Hz. Peygamber
Hakîm b. Hizâm'a hitaben "Sahip olmadığın bir şeyi satma![4]
buyurmuştur. İkinci nass ise özel niteliktedir ve bu sözleşmenin caiz olduğunu
göstermektedir. Şöyle ki: Hz. Peygamber, Medine'ye geldiğinde, Medine'lilerin
meyveleri hakkında bir veya iki yıllığına selem (peşin para - vadeli teslim)
sözleşmesi yaptıklarını gördü. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Selem yoluyla
satış yapan, bunu belirli ölçüye, belirli tartıya göre ve belirli süre tayin
ederek yapsın. [5]Bu hadise binaen fakihler,
selemin geçersiz sayılmasını icap ettiren genel nasstan ayrılarak Özel nassa
göre hüküm vermişler ve selemi caiz görmüşlerdir. Hanefîler bu konuda şöyle bir
ifade kullanırlar: "Selem, kıyâsa aykırı olmakla beraber, istihsanen meşru
kabul edilmiştir. Görüldüğü gibi, selem sözleşmesinin benzerlerinde uygulanan
genel nass hükmünden yani geçersizlik hükmünden vazgeçilerek özel nassa göre
cevaz hükmü verilmesine istihsan, karşı hükme ise kıyas adı verilmektedir.
Buradaki "kıyas"tan maksat, selemin caiz sayılmamasını gerektiren
genel nitelikteki nass yani Hz. Peygamber'in "sahip olmadığın bir şeyi
satma" hadisidir.
- Vasiyet de böyledir.
Çünkü vasiyet, mülkiyetin ortadan kalkacağı zamana bağlanmış bir temlik
işlemidir. Oysa temlik konusundaki yerleşik kurala göre, temlik mülkiyetin
ortadan kalkacağı zamana bağlanamaz. Şu halde vasiyetin geçersizliğine
hükmetmek gerekir. Fakat bu husustaki Özel nasslara dayanılarak geçersizlik
hükmü terkedilmiş, vasiyetin caiz olduğuna hükmedilmİştir. Meselâ, Kur'ân-ı
Kerîm'de "(Bütün bu paylar, ölenin) yapmış bulunacağı vasiyet (yerine
getirildikken ve borc(un ifasm)dan sonradır"[6]
buyurulm'uştur. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Allah amel
defterinizin hayır-hasenât kısmına eklemek üzere (hayatınızda yaptığınız)
iyiliklerden ayrı olarak (hayırda bulunabilmeniz için), size vefatınız
sırasında da mallarınızın üçte biri üzerinde tasarruf yetkisi balışetmiştir.'[7]
Hanefîler bu mesele hakkında da şöyle derler: "Vasiyet, kıyasa aykırı
olmakla beraber, istihsanen caizdir."Bu örnekte, Kitab ve Sünnetteki özel
nassiara binaen genel hükümden ayrılmaya istihsan denmektedir. Bu istihsanın
karşıtı olarak zikredilen kıyastan maksat ise, vasiyetin caiz sayılmamasını
gerektiren temlik konusundaki yerleşik genel kuraldır.Unutarak yiyip-içmenin
orcu bozup
bozmayacağı hususunda da
iki delil bulunmaktadır.
Birincisine göre orucun bozulacağına hükmetmek gerekmektedir. Bu
delil,"bir şeyin rükünlerinden birine halel geldiğinde o şey yok kabul
edilir" şeklindeki yerleşik genel kuraldır. Bilindiği gibi, imsak (orucu
bozan şeylerden sakınmak) orucun rüknüdür. Unutarak da olsa, yeme ve içme ile
bu rükün ortadan kalkmış olur, dolayısıyla artık orucun da varlığından
sözedilemez. İkinci delile göre ise, bu halde orucun bozulduğuna hükmedilemez.
Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Oruçlu İken unutarak yiyip içen
kimse orucunu tamamlasın, zira onu Allah yedirip içirmiştir. [8]Hanefî
bilginler, bu özel nassa göre hüküm verirken: ' 'Unutarak yiyip içmek -kıyasa
aykırı olmakla beraber- istihsanen orucu bozmaz" demişlerdir.Bu ifadedeki
istihsandan maksat, özel nassa binaen, unutarak yiyip içmenin orucu
bozmayacağına hükmedilmesidir. Bu istihsanın karşıtı olarak zikredilen ve
terkedildiği söylenen kıyasa gelince, bu, unutarak bile olsa yiyip içmenin orucu
bozacağı tarzındaki genel kuraldır. Nitekim İmam Ebu Hanîfe'nin "Rivayet
olmasaydı kıyasa göre hüküm verirdim" sözü buna işaret etmektedir. Bunun
anlamı, sözkonusu hadis olmasaydı" -ister kasden ister unutarak olsun-
orucunu imsak rüknünü ortadan kaldıran herşey orucu bozar'' şeklinde ifade
edilebilecek genel kurala göre hüküm verirdim demektir.
- "Şart
muhayyerliği". sözleşme yapılırken, sözleşmenin taraflarına veya
taraflardan birine ya da bir üçüncü şahsa belirli bir süre içinde sözleşmeyi
feshedebilme yetkisinin. tanınması demektir. Sözleşme sırasında bu husus şart
koşulduğundan, buna '"şart muhayyerliği" denmiştir. Böyle bir
muhayyerlik hakkında da iki delil vardır. Birisi sözleşmelerle ilgili bir genel
kuraldır. Bu kurala göre "sözleşmede asıl olan. meydana geidiği andan
itibaren sözleşmenin lüzum, yani bağlayıcılık ifade etmesidir."
Muhayyerlik şartı ise bu bağlayıcılığı ihlâl etmektedir. Şu halde böyle bir
şart geçerli sayılamaz. İkinci delil Hz. Peygamber'in Hıbbân b. Munkız'e
söylediği şu sözüdür: "Ahş-veriş yaptığında de ki: Aldatmaca yok! Ve benim
üç gün muhayyerlik hakkım olacak! "[9]
Hanefîler ve başka
fakihler bu Özel nassa dayanarak genel kuraldan istisna yapmışlardır. Hanefîler
bu cevazı şöyle ifade ederler: "Şart muhayyerliği -kıyasa aykırı olmakla
birlikte-istihsanen caizdir.Bu örnekte "istihsan'Man maksat, özel nass
hükmüne binaen şart muhayyerliğinin caiz görülmesidir. İstihsana ters düşen
"kıyas"tan maksat ise, sözleşmelerde bağlayıcılığın (yani tek taraflı
olarak feshedilememe özelliğinin) esas olduğu hakkındaki yerleşik genel
kuraldır.
Müctehidlerin, bir
olayda, o olayın benzerlerine uygulanan genel kuralın aksine hüküm
vermeleri veya
insanların genel bir kurala aykırı davranmaları karşısında sükût etmeleri ve
buna karşı çıkmamaları halinde,' 'İcmâ sebebiyle istihsan' 'dan sözedilir. Bu
tür istihsana verien örnekler arasında şunları sayabiliriz:
- İstisna (eser)
sözleşmesi. Bu, bir kimsenin, bir sanatkarla belirli bir bedel karşılığında -ve
fıkıh kitaplarında gösterilen şartlar çerçevesinde- kendisi için bir şey
yapması için sözleşmesi demektir. Alım-satım konusundaki yerleşik kurala göre
bu sözleşmenin geçersiz sayılması gerekir. Çünkü sözleşmenin konusunu teşkil
eden iş (eser) sözleşmenin yapıldığı esnada mevcut değildir. Ortada olmayan bir
şey hakkında sözleşme yapmak ise caiz
değildir. Fakat insanlar, öteden beri bu muameleyi yapagelmişler ve İctihad
ehlinden olan hiçbir kimse buna karşı çıkmamıştır. Şu halde bunun geçerliliği
hakkında müctehidlerin icmâ etmiş olduğunu kabul etmek gerekir.
Bu meselede Hanefüer
şöyle derler: İstisna sözleşmesi, kıyasa aykırı olmakla beraber, istihsanen
caizdir. Bu ifadedeki istihsan kelimesi ile, istisna sözleşmesinin geçersizliği
hükmünden vazgeçildiği anlatılmakta, kıyas kelimesi ile ise, "ortada
olmayan bir şeyi sözleşme konusu yapmanın caiz olmadığı' şeklindeki yerleşik
genel kurala işaret edilmektedir. Yani müctehidlerin icmâ'ı sebebi ile bir
genel kuraldan vazgeçilmiş olması İstihsan adını almaktadır.
- Hamamlarda yıkanma
ile ilgili sözleşme. Bu, bir nevi isticar (kira, söz-leşmesidir. Fakat bu sözleşmede ücret,
kullanılacak su, hamamda kalınacak süre ile ilgili hususlar baştan
belirlenmemektedir. Sözleşmenin konusu ile ilgili olan bu hususlardaki
belirsizlik sebebiyle, genel kurala göre sözleşmenin geçersiz sayılması
gerekir. Zira kullanılacak su ve kalınacak süre kişiden kişiye değişen
durumlardır. Bilinmezlik ise, sözleşmeyi fasid kılan durumlardan biridir. Fakat
insanlar bu uygulamayı teamül haline getirdiği halde, ictihad ehlinden
hiçkimse, buna karşı çıkmamıştır. Bu tutum, onların bu sözleşmenin cevazında
icmâ ettiklerini gösterir. Onun.için,
fakihler, halkın ücret karşılığında faydalanması için açılmış olan hamamlarda
yıkanmayı, ücret, kullanılacak su miktarı ve kalınacak süre baştan
belirlenmediği halde caiz saymışlardır.Hanefî bilginler, "bu muamele,
kıyasa aykırı olmakla beraber istihsanen caizdir" derlerken;
"istihsan" ile, hamamda yıkanma sözleşmesinin geçersizliği hükmünden
vazgeçip müctehidlerin icmâ'ına binaen bunu caiz görmeyi, "kıyas" ile
ise sözleşmenin konusu ile ilgili hususlardaki bilinmezliğin sözleşmeyi fasid
kılacağı genel kuralını kasdetmiş olmaktadırlar.
Bu çeşit istihsan için
genellikle şu örnekler verilir:
- Pislenen kuyuların
ve havuzların temizlenmesi. Yerleşik kurala göre, bu kuyular ve havuzlar
pislenme esnasındaki suyun bir kısmı veya tamamı boşaltılsa dahi asla temiz hale
gelmez. Çünkü suyun bir kısmının boşaltılması halinde, bu boşaltmanın kalan
suyun temizlenmesine tesiri olamayacağıaçıktır. Tamamının boşaltılması halinde
de sonuç çok farklı sayılmaz. Zira kuyuya gelen veya havuza dökülen yeni su
kuyunun duvarlarında veya havuzun duvarlarında ve zemininde kalan pislikle mutlaka
karışır. Fakat fakihler, zarurete binaen, temizlikle ilgili esas kuralı bu
meselede terkedip, -fıkıh kitaplarında tafsilatıyla gösterildiği üzere- suyun
bir kısmının veya pislenme sırasında mevcut su miktarının boşaltılması ile
kuyunun temiz hale geleceğine hükmetmişlerdir.[10] Bu
hüküm hakkında da fakihler "kıyasa aykırı olmakla birlikte istihsanen
sabittir'* derler. Bu örnekte ' 'istihsan1 'dan maksat, bu tür kuyu ve
havuzların temizlenemeyeceği hükmünden vazgeçip -zaruret ve ihtiyaca binaen-
belirli miktar suyun boşaltılmasıyla temizlenmiş sayılacağına hükmetmektir. Bu
istihsanın karşıtını teşkil eden ve terkedilen kıyas ise, böyle pislenmiş kuyu
ve havuzların asla temiz hale getirilemeyeceği genel kuraldır.
- Doğan, akbaba, karga
ve atmaca gibi yırtıcı kuşların artığı olan sularla dinî temizliğin
yapılabilmesi. Esasen bunlar, leş yiyen kuşlardır. Gagaları bu pisliklerle
temas halindedir. Ayrıca, su içerlerken salyaları suya akabilir. Salyanın
oluşumu etle bağlantılı olduğuna göre, bunların salyaları da etleri gibi necis
(pis) sayılır. Şu halde, aslan, kaplan ve pars gibi yırtıcı hayvanlarda olduğu
gibi bu kuşların artığı olan suyun -eğer az ise- pis olduğuna hükmetmek
gerekir. Fakat bu yırtıcı kuşlar, (dört ayaklı yırtıcı hayvanlardan farklı
olarak) suya havadan İndiklerinden, özellikle çöllerde ve fazlaca meskun
olmayan yerlerde oturanlar kaçınılmaz bir durumla karşı kanşyadır. O yüzden,
Hanefî bilginler, bu zarureti dikkate alıp, diğer yırtıcı hayvanların artığına
uygulanan hükmü bırakmışlar ve bu kuşların artığını istihsanen temiz kabul
etmişlerdir.Rivayet edildiğine göre Ebu Yusuf, İmam Ebu Hanîfe'ye yırtıcı
kuşlarla dört ayaklı yırtıcı hayvanlar arasındaki farkı sormuş, o şu cevabı
vermiştir: "kıyasa bakılırsa ikisi de aynı. Fakat bu hususta ben istihsan
yapıyorum.Bu örnekteki "istihsan"dan maksat yırtıcı kuşların
artıklarının pis kabul edilmesi hükmünden vazgeçip, -zaruret ve ihtiyaç
sebebiyle- bu artıkların temizliğine hükmedilmesidir. İstihsanın karşıtı olan
ve terkedüen "kıyas"tan maksat ise, usulî kıyas (fıkıh usulündeki
kıyas)tır. Çünkü, yırtıcı kuşlar, dört ayaklı yırtıcı hayvanlara benzediğinden,
onların artığının da yırtıcj hayvanların artığı gibi pis sayılması
gerekir.Bununla beraber bu Örnekte istihsanın karşıtı olan ve terkedilen
"kıyas"tan maksat, şöyle bir genel kural da olabilir: İster dört
ayaklı ister kuş cinsinden olsun et yiyen bütün yırtıcı hayvanların salyaları
pistir; zira salyanın oluşması pis olan etleri ile alakalıdır. Eğer
"kıyas"tan maksadın bu genel kural olduğu kabul edilirse,
"istihsan" -zarurete binaen- genel kuralın terki anlamında
kullanılmış olur.
Bu nevi istihsan,
hakkında birbiriyle çatışan ve biri açık diğeri kapalı iki kıyas imkânı bulunan
meselelerde gerçekleşir. Bunu bazı örneklerle açıklayalım:
- Hanefî mezhebindeki
yerleşik kurala göre, sözleşme sırasında özel kayıt konmadıkça, ziraî arazinin
satımı ile bu araziye ait irtifak haklan (şirb, mürur ve mesîl hakları)[11]alıcıya
geçmez.Yine Hanefî mezhebindeki yerleşik kurala göre sözleşme sırasında ayrıca
belirtilmese dahi, böyîe bir arazinin kira sözleşmesine konu olması halinde,
irtifak haklarından faydalanma sözleşmeye dahil sayılır; yani kiracı bunlardan
faydalanabilir.Bir de hem satım hem kira sözleşmesine benzeyen üçüncü bir
hukukî işlem bulunmaktadır, ki bu, "vakıftır. Vakıf işlemini yapan kimse
açısından bakılırsa, vakıf satım sözleşmesine benzer, çünkü her ikisinde
mülkiyet elden çıkmaktadır. Vakfın lehtarlan açısından bakıldığında ise, vakıf
kira sözleşmesine benzer, zira her ikisinde hukuki işlemin konusu olan maldan
faydalanma imkanı sağlanmakta, ama o malın mülkiyeti karşı tarafa
devredilmemektedir.
Demek oluyor ki, ziraî
arazinin vakfedilmesi halinde iki farklı kıyas ile karşı karşıya gelinmektedir:
Satım sözleşmesine kıyas edilirse, özel kayıt olmadıkça irtifak haklan vakıf
işleminin kapsamına dahil sayılamayacaktır. Kira sözleşmesine kıyas edilirse,
vâkıf (vakfı yapan)ın özel açıklaması olmasa bile bu haklar vakfın kapsamında
kabul edilecektir. Hatıra ilk anda satım sözleşmesine olan benzerlik gelmekte,
kira sözleşmesi ile vakıf arasındaki benzerliği belirlemek için biraz düşünüp
tahlil yapmak gerekmektedir. O yüzden, vakfın satıma kıyası "zahir veya
celî kıyas", kiraya kıyası ise "hafî kıyas" olarak nitelenmiştir.
Bu konuda Hanefîler şöyle derler: Vâkıfın Özel kaydı olmadığı halde irtifak
haklarının vakıf işlemine dahil sayılması "istihsan' 'dır; özel kayıt
olmadıkça bu hakların vakfa dahil sayılmaması ise "kıyas"tir.Bu
ifadeden anlaşılmaktadır ki, örnekteki "istihsan"dan maksat, kapalı
kıyasın açık kıyasa tercih edilmesidir. Bir başka anlatımla, vakfın satıma
benzetilmesi hatıra ilk gelen kıyastır; kiraya benzetilmesi ise ilk bakışta
güçlü bir kıyas gibi görünmez, kapalı kıyastır. İşte, bu meselede vakfın satıma
kıyasının terkedilip kiraya kıyas edilmesine istihsan denmiştir. Bu tercihin
sebebi vakıf işleminin esas gayesini yani vakfedilen maldan faydalanılmasını
gerçekleştirebilmektir. Şirb, mürur ve mesil hakları sabit olmaksızın ziraî
araziden faydalanılması mümkün olmadığından, kirada olduğu gibi vakıfta da bu
hakların -ayrıca belirtilmese dahi- işlemin kapsamına dahil kabul edilmesi
uygun görülmüştür.
- Bütün Hanefî
bilginlere göre, mal konusundaki velî bazı hukuki işlemleri yapmaya yetkilidir.
Meselâ velayeti altındaki kişinin bir malını emanet bırakmak üzere vedîa
sözleşmesi yapmak bu türdendir.Yine, Hanefî bilginler, bu velinin diğer bazı
hukuki işlemleri yapmaya yetkili olmadığında fikirbiliği etmişlerdir. Velayeti
altında bulunan kişinin malından kendi borcunu ödemesi böyle bir işlemdir.Teslim şartlı rehin ise,
hem vediaya hem borç ödemeye benzemektedir. Şöyle ki: Başkasının nezdinde mal
bırakma açısından rehin de vedîa gibidir. Borçlunun borcunu Ödeyememesi halinde
ortaya çıkacak sonuç açısından ise rehin ifâya (borç ödemeye) benzer. Zira
böyle bir durumda rehnedüen mal satılır ve alacaklı alacağını bu paradan alır. Buna
göre rehin hususunda iki farklı kıyas bulunmaktadır: Birisi, rehinin vediaya
kıyas edilmesidir, ki bu kıyastan çıkan sonuç, mal konusundaki velinin vediaya
yetkili olduğu gibi rehine de yetkili olmasıdır. İkincisi, rehinin
"ifâ*'ya kıyas edilmesidir. Bu takdirde veli ifaya yetkili olmadığı gibi
rehine de yetkili sayılmayacaktır. Şimdi bunlardan hangisi açık kıyastır,
hangisi -istihsan diye de amian- kapalı kıyastır?Ebu Hanîfe ve Muhammed b.
Hasen eş-Şeybanî bu kıyası benimsemişlerdir. Rehnin ifâya benzetilmesi ise açık
kıyastır. Ebu Yusuf ve Züfer bu kıyasa göre hükmetmişlerdir.Fakat bize öyle
görünüyor ki, bu kıyasların nitelendirilmesinin, tam aksi yönde olması gerekir.
Çünkü rehinin vedîaya kıyası, hemen ilk bakışta müctehidin hatırına gelebilecek
olan zahir (açık) kıyastır. İfâya kıyası ise, ancak dikkatli bir inceleme ve
tahlilden sonra hatıra gelebilecek kapalı kıyastır.Görüldüğü gibi, bu örnekte
de, gizli kıyas istihsan adını almakta, açık kıyasa da, istihsanın karşıtı
anlamına gelmek üzere "kıyâs" denmektedir.
- Bir çok usulcü bu
çeşit istihsanı anlatmak üzere, yırtıcı kuşların artığının temiz sayılması
hükmünü örnek getirmişlerdir. Onlar bu hükmü şöyle açıklarlar:Yırtıcı kuşların
artığı meselesinde iki farklı kıyas bulunmaktadır. Birisi aslan, kaplan gibi
dört ayaklı yırtıcı hayvanların artığına kıyas edilmesidir ki, bu açık
kıyastır. Çünkü her iki cins hayvanın salyasının oluşumu, şer'an pis sayılan
eti İle irtibatlıdır. Bu kıyasa göre, yırtıcı kuşların artığına da diğer
yırtıcı hayvanların artığı hakkındaki hükmün uygulanması, yani bu artığın da
pis sayılması gerekir. Bir ikinci kıyas imkânı vardır ki, bu kapalı bir kıyastır
(ilk anda hatıra gelmemekte, ancak mesele üzerinde iyice düşündükten sonra akla
gelmektedir). Bu, yırtıcı kuşların artığının insan artığına kıyas edilmesidir.
Zira, yırtıcı kuşlar suyu gagalan ile içerler. Gagalan, temiz kemiktir.
Salyaları ise suya karışmaz. Şu halde bu kıyasa göre, nasıl insanın içmesi ile
suyun pislenmediğine hükmediliyorsa, bu kuşların içmesi İle de suyun
pislenmediğine hükmetmek gerekir.Fakat -bizce- meselenin bu tarzda eie alınması
İnsanlar, kıyasla
belirlenen bir hükme veya yerleşik,bir genel kurala aykırı düşen bir uygulamayı
örf haline getirirlerse, bu çeşit istihsan söz konusu olur. Hanefî fıkıh
eserlerinde bu çeşit istihsamn pek çok örneğine raslamr. Birkaç tanesine işaret
edelim:
- Hanefi fakihlerin çoğunluğuna göre,
sözleşmelerde, örfen benimsenmiş bulunan her şart geçerlidir. Bu, örfe dayanan
istihsan yoluyla kabul edilmiş bir hükümdür ve genel kurala aykırıdır. Bu genel
kural, Hanefîjfakihlerce sıhhati kabul edilen "Hz. Peygamber (s.a.v) şartlı
alışverişi yasakladı [12]anlamındaki
genel nitelikli hadis ile sabit olmuştur.Bu örnekteki istihsamn karşıtı olan
"kıyas"tan maksat, yukarıda işaret edilen genel nassın kendisi
olabileceği gibi, Hanefi fıkhında benimsenen (ve esasen bu ve benzeri
hadislerden çıkarılmış bulunan) ahm-satım vb. sözleşmeler sırasında ileri sürülen
şartların geçersiz sayılacağı genel kuralı da olabilir. İşte bu genel nassa
veya genel kurala aykırı bile olsa, ileri sürülen şart hakkında Örf meydana
gelmişse, istihsanen bu şart geçerli kabul edilmektedir.
- Mezhep içinde yerleşik kurala göre vakfın
ebedî olması gerekir. Bu kural aynen uygulanırsa gayr-ı menkulden bağımsız
olarak menkul malların vakfedilemeyeceği sonucuna ulaşılır. Çünkü menkul mallar
bir zaman sonra yok olup gider, ' 'Ebedi olarak'' kaydının uygulanmasına
elverişli değildir. Fakat İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî, kitap ve
benzeri vakfedilmesi örf haline gelmiş şeylerin -kıyasa aykırı olsa da- vakfa
konu olabileceğine hükmetmiştir.Görüldüğü gibi bu, mezhep içinde yerleşik
kurala aykırı olarak, örf sebebiyle yapılmış bir istihsandır. İstihsamn karşıtı
olan "kıyas"tan maksat, menkul malların vakfedilemeyeceği şeklindeki
yerleşik kuraldır. İmam Muhammed, burada, kuralın aksi yönünde müşahede ettiği
örfü dikkate alarak o kuralı bırakmış ve istihsan yapmıştır.
- Hanefi fakihlerinin
çoğunluğuna göre, su hissesinin (şİrb hakkının) tek başına (mülkiyet hakkından
bağımsız olarak) satılması caiz değildir. Çünkü satım sözleşmesinin konusunda
belirsizlik vardır. Diğer taraftan sözleşmenin konusunu teşkil eden şeye
satıcının o anda malik olduğu söylenemez. Zira suyun mülkiyeti ancak ihraz ile
(ele geçirmekle) kazanılabilir. Mecrasında iken suyun ihrazı ise mümkün
değildir. Kısacası, su hissesenin satımının caiz olmaması hükmü, satım
sözleşmesi İle ilgili genel kuralın gerektirdiği bir hükümdür. Fakat bazı
Hanefi bilginler, bazı yerlerde su hissesi satışının örf haline gelmiş olduğunu
görmüşler ve buna istihsanen cevaz vermişlerdir.İşte, "su hissesinin tek
başına satışı -kıyasa aykırı olmakla birlikte- istihsanen caizdir"
dendiğinde, "istihsan" kelimesi ile bu satışın geçersiz olduğu
yönündeki hükmün örfe binaen terkedilmesi, istihsamn karşıtı olarak kullanılan
"kıyas" kelimesi ile de böyle bir-işleme imkân vermeyen satım
sözleşmesi ile ilgili genel kural kastedilmiş olmaktadır.
Bir meselede maslahat
düşüncesi, o meseleye genel nassa veya genel kurala göre uygulanacak hükümden
istisna yapmayı ve aksi yönde bir hüküm vermeyi gerektirirse, bu çeşit
istihsandan sözedilir. Şimdi buna bazı örnekler verelim:
- Hanefî mezhebindeki
yerleşik kurala göre, müzâraa (ziraat ortaklığı ), kira sözleşmesinde olduğu
gibi âkidlerin veya âkidlerden birinin ölümü ile sona erer. Fakat maslahat
düşüncesi ile, bazı durumları bu kuraldan istisna etmişlerdir. Meselâ, toprak
sahibi ölmüş ve mahsul henüz yetişmemiş ise, bu durumda kıyasa aykırı olmakla
birlikte istihsanen sözleşmenin devam edeceğine hükmetmişlerdir. Terkedilen
kıyastan maksat, yukarıda işaret edilen kuraldır. İstihsamn gerekçesi de, emek
sahibinin menfaatini korumak ve zarara uğramasını önlemektir.
- Haşimoğullanna zekât
vermenin caiz olmadığı, Hanefi ve Mâlikî mezhebince ve daha başka fakihlerce
benimsenmiş ve yerleşmiş bir hükümdür. Bu hükmün delili Hz. Peygamber'in
''Zekât, Muhammed'e ve Muhammed'in ailesine helâl değildir"[13] ve
"Beştebirin beştebirinde onlara (Haşimoğullanna) yetecek ve başkalarına
muhtaç etmeyecek bir hak verilmiştir' [14]hadisidir.
Fakat İmam Ebu Hanife ve İmam Mâlik kıyasa aykırı olmakla- birlikte, istihsanen
kendi zamanlarındaki Hâşimîlere zekât verilebileceğine hükmetmişlerdir. Bu
istihsan, maslahat düşüncesine binaen yapılmıştır. Zira, onların devrinde,
Hâşimoğullarına ganimetlerden ayrılması gereken pay- ganimet dağıtımında hak
sahiplerinin hakkına riayet edilmediği için- onlara ulaşmaz olmuştur. İşte Ebu
Hanîfe ve Mâlik, onların maslahatını korumak için bu cevaz hükmünü
vermişlerdir.Buradaki istihsamn karşıtı olan "kiyas"tan maksat,
yukarıda işaret edilen genel nitelikteki nassm kendisi olabileceği gibi,
"Hâşimoğullarına zekât verilemez" şeklindeki genel kural da olabilir.
- Alım-satim
sözleşmesinde satım bedeli müeccel (vadeli) ise ve satıcı bu vadeli bedelin
teminatı olmak üzere kendisine bir rehin bırakılmasını ister, alıcı da bunu
kabul ederse, Hanefi bilginlerin çoğunluğuna göre bu sözleşme ve ileri sürülen
şart -istihsanen- geçerli olur. Çünkü bu- şart satım bedelinin elde
edilebilmesini güçlendirmekte ve satıcının menfaatini korumaktadır. Kıyasa yani
genel nitelikli nassa göre ise, bu durumda gerek sözleşmenin gerek ileri
sürülen şartın geçersiz sayılması gerekmektedir. Çünkü yukarıda işaret edildiği
gibi Hz. Peygamber -Hanefî fakihlerince sıhhati kabul edilen- bir hadisinde
şartlı satışı yasaklamıştır. Nitekim Hanefî fakihlerden İmam Züfer bu meselede
de kıyasa yani bu hadise göre hükmetmiş, istihsan yoluna gitmemiştir. İşte
Hanefî bilginlerin çoğunluğunca kabul edilen bu istihsan hükmü, maslahata
binaen, genel nassın koyduğu geçersizlik hükmünün terkedilmesi anlamındadır.
Burada istihsanın karşıtı olan kıyas, genel nass olarak anlaşılabileceği gibi,
Hanefî mezhebinde benimsenen "akdin muktezasına uymayan her şart
geçersizdir" şeklindeki genel kural olarak da düşünülebilir.
- Tazmin konusunda yerleşik kural,
"emîn"in (kendisine bir şey emanet edilen kimsenin) emanet edilen
mala kendi kasdı veya kusuru olmaksızın gelen zararı tazmin ile mükellef
olmaması yönündedir. Bu kural gereğince, terzi ve benzeri sanatkâr, nezdinde
bulunan başkalarına ait malların telef olması veya zarara uğraması halinde
-eğer kasdı veya korumada kusuru yoksa- bunu tazmin ile mükellef olmaz. Fakat
İ. Ebu Yusuf ve İ. Muhammed, zararın, genel birsoygun veya yangın gibi
kaçınılması imkânsız mücbir bir sebeple meydana gelmesi dışındaki durumlarda
sanatkârın bu zararı tazmin ile sorumlu olacağına hükmetmişlerdir. İmam Mâlik
de aynı yönde hüküm vermiştir. Burada kıyasa yani tazmin konusundaki yerleşik
kurala aykırı hüküm verilmesinin sebebi, insanların mallarının boş yere kayba
uğramasının Önlenmesi yani maslahat düşüncesidir. Çünkü zamanla emanete hıyanet
olayları çoğalmış, gönüllerde iman hakimiyeti zayıflamış, belirtilen kuralın
uygulanması halkın zararına yol açar olmuştur. Hanefî bilginler bu meseledeki
tazmin mükellefiyeti hükmünün "istihsanen" verildiğini ifade ederler.
İstihsanın karşıtı olan kıyas, sözü edilen kuraldır. İstihsan sebebi ise
maslahattır.
Hanefî fıkhmdaki
istihsanın başlıca çeşitlerini ve m
a) İstihsan,
-bazı usul bilginlerinin verdiği imajın aksine- sadece "celî" (açık)
kıyasın karşıtı anlamındaki "hafi" (kapalı) kıyastan ibaret değildir.
b)
İstihsanın karşıtı olarak zikredilen "kıyas"tan maksat, bilinen terim
anlamındaki (usulî) kıyas olabileceği gibi, genel nitelikli bir şer'î nass veya
mezhepçe yahut bazı fakihlerce benimsenen bir kural da olabilir. Bazı
usulcülerin konuyu ele alış metodlarından anlaşılanın aksine, bu konudaki
kıyastan maksat, sadece terim anlamındaki kıyas değildir.
c)
İstihsanın sebepleri (gerekçeleri), -bazı usulcülerin ifadelerinde- sadece
nass, icmâ, zaruret ve kapalı kıyas olarak sınırlandırılmış ise de, gerçekte
başka delillere binaen de istihsana gidilebilmektedir.
Usul eserlerinde ve
diğer eserlerde yaygın olan ifade, "İstihsan"tn Hanefi mezhebinin
delillerinden biri olduğu, Hanefîlerin dışındaki fakihlerin istihsanı hüküm
İstinbatında bir delil olarak kabul etmedikleri yönündedir. Bu, gerçeği
yansıtmamaktadır. Çünkü istihsan, esasen bütün imamlar nezdinde muteber bir
delildir. Değişik mezheplerin furu-ı fıkıh kitaplarını inceleyen kimse bu
kitapların istihsana dayalı hükümlerle dolu olduğunu görür. Bu konuda en çok
dikkat çekeni Mâliki mezhebinin kitaplarıdır.İstihsana karşı çıkmış olan ve bu
hususta çok sert ifadeler kullanan İmam Şafiî'nin kendisinin de, bazı
meselelerde istihsana göre hükmettiği görülmektedir. Meselâ, Amidî "el-İhkâm"
isimli eserinde [15] İfnam Şafiî'nin şöyle
dediğini nakleder: "Müt'amn otuz dirhem olmasını uygun görüyorum "Şuf
a hakkı sahibinin şuf a hakkını üç gün içinde kullanmasını uygun görüyorum "
Aynı müellifin naklettiğine göre, Şafiî, hırsızlık suçunun cezası uygulanırken
suçlunun sağ el yerine sol elini çıkarması ve sol elinin kesilmesi olayı
hakkında da "kıyasa göre sağ elinin de kesilmesi gerekir, fakat istihsana
göre kesilmez" demiştir; bu, kıyasın karşıtı olan bir istihsandır.Yine
İmam Şafiî, -diğer imamlar gibi-, kalma süresi kullanılacak su miktarı ve
verilecek ücret baştan takdir edilmeksizin hamamlarda yıkanmayı, içilecek
miktar ve ödenecek para belirlenmeksizin sucuların elden su satmasını
İstihsanen caiz görmüştür. Çünkü bu gibi durumlarda kesin bir belirleme yapmak
örf ve adete göre çirkin sayılmıştıt. Fakihler de, bu hususlarda sıkı hükümler
konmamasını daha uygun bulmuşlar, yani istihsan yapmışlardır. İşte bütün bunlar,
satım ve kira sözleşmeleri ile ilgili yerleşik kurallara aykırı olan örf
sebebiyle yapılmış birer istihsandır. Çünkü kurala göre, satım bedelinde veya
kiralama süresinde belirsizliğin bulunması sözleşmeyi geçersiz kılar.Şu halde,
İmam Şafiî'nin istihsana karşı çıkmasını ve "İstihsan yapan, kendi başına
din koymuş olur" sözünü, istihsanı hüccet kabul edenlerin anladığı
anlamdaki istihsan olarak değil, bir başka anlamda yorumlamak gerekiyor. Bu da,
şer'î bir delile dayanmaksızın şahsî arzuya ve sübjektif mülâhazalara göre
hüküm vermektir. Şüphesiz bu anlamda istihsan herkese göre batıldır; değil
büyük İslâm hukukçularının, herhangi bir müslümanm dahi böyle bir tutumu
kabulleneceği düşünülemez.
İstihsanın mesâlih-i
mürseleden farkını şöyle ifade etmek mümkündür:
- İstihsandan söz edilebilmesi için, bir mesele
hakkında o meselenin benzerlerine verilen bir hüküm bulunması, fakat bir delile
dayanılarak o hükümden istisna yapılması ve meseleye o hükmün aksine bir hüküm
bağlanması gerekir.
- Mesâlİh-i mürseleye göre hüküm vermede ise,
hüküm bağlanan olayın, hükmü bilinen benzerleri yoktur. Bu olay ile ilgili
maslahat düşüncesine binaen, bilinen bir hükmün aksine hüküm verme sözkonusu
olmayıp, verilen hüküm doğrudan doğruya maslahat düşüncesine dayandırılmaktadır.
[1] bkz. dipno
[2] en-Nûr 24/2.
[3] İmam Şafiî'nin, istihsan hakkında çok ağır sözleri
bulunmakla beraber, eserlerindeki istihsan ile ilgili bölümlerde bu söze
raslanmamakladir. (mütercim)
[4] Ebu Davûd, Büyü', 70.
[5] Ebu Davûd, Buyu". 57 ( ilâvesiyle); Nesâî, Buyu',
63 (İlâvesiyle),
[6] en-Nisâ1 4/11:
[7] Bazı lâfız farklılıkları
ile, bkz. İbn Mâce. Vesâyâ, 5. Ayrıca bkz. Zelâ'î. Nasbu'r-Râye, IV,
399-401. .
[8] bkz. dipnot
109.
[9] bkz.
dipnot-221.
[10] bkz. el-Hidaye (Fethu'l-Kadîr ile birlikte), I, 67
vd.; ed-Dürr'ul-Muhtar (İbn Âbİdîn haşiyesi ile bilkite), I, !47 vd.
[11] "Şirb", mahsul veya ağaç sulamasında arazi
sahibine düşen su payı; "mesîl', ihtiyaç fazlası veya kullanılmaya
elverişli olmayan sulan dışarıya akılma hakkı; "'mürur", geçit hakkı
demektir.
[12] bkz. Zeylâ'î, NasbıTr-Râye, IV. 17-18. Yakın anlamda
bkz. Tirmizî, Buyu", 39; Nesâî, Buyu", 71.
[13] Müslim, Zekât, 168.
[14] Yakın anlamda
bkz. Zelâ'î. Nasbu1 r-Râye, II. 404.
[15] III, 138.