§: 128- Örfün Değişmesiyle Hükümlerin Değişmesi:
a) Örfün:
aa) Anlamı ve 'Çeşitleri
bb) Kaynak Değer
b) Örfün Değişmesiyle Hükümlerin Değişmesi
§: 126- Örfün Anlamı:
Örf , insanların
çoğunluğunun benimseyip alışkanlık haline getirdiği işler veya
duyulduğunda hatıra
başka anlam gelmeyecek derecede özel bir anlamda kullanılmayı teamül
edindikleri lâfızlardır.Bunlardan birincisine (işler), amelî Örf denir. Bazı bilginler bunu *'âdet" olarak
niteler. Meselâ, halkın birçok şeyi sözlü ifade kullanmaksızın sadece
teslim-tesellüm tarzında alıp satmayı ("bey'ut-teâtî"),
mehirm muaccel (peşin) ve müeccel (ödenmesi ileriye
bırakılmış) şeklinde iki kısma bölünmesini ve kadının mehirin
bir miktarını peşin almaksızın zifafa girmemesini, (sözgelimi kira
sözleşmesinde) henüz faydalanma gerçekleşmeden ücretin peşin alınmasını âdet
haline getirmiş olmaları bu çeşit Örfe girer.İkincisine (lâfızlar), kavlî örf
adı verilir. Meselâ, halkın "çocuk" lâfzını sadece erkeği anlatmak
için kullanmayı âdet edinmesi halinde bu çeşit örf sözkonusu
olur. Oysa dil açısından çocuk lâfzı hem erkeği hem kızı ifade eder. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'deki:"AHah
çocuklarınızın miras payı) hakkında şöyle davranmanızı istiyor: Erkeğin payı iki
kadın payı kadardır.' '[1] âyetinde
bu kullanım açıkça görülür. Halkın kullanımında "et" lâfzının balığa
şâmil olmaması halinde de bu çeşit örften sözedilir.
Halbuki dil açısından et lâfzının balığı da
için alacak tarzda kullanılmasında bir engel yoktur. Kur'ân'daki
şu âyet bunu açıkça gösteriyor: deniri
de emrinize verdi ki ondan taze et
yiyesiniz." [2] İnsanların
"hayvan" lâfzını yalnız at için kullanmaları durumunda da bir kavlî
örf örneği ile karşılaşılmış olur.
Gerek amelî gerek
kavlî örf, "âmm" ve f'hâss"
kısımlarına ayrılır.Örf- herhangi bir devirde bütün müslüman
ülkelerde halkın bir davranışı veya bir lâfzın özel bir anlamda kullanılmasını
âdet edinmesidir. Kalma süresini ve ücreti baştan belirlemeksizin hamamda
yıkanmanın ve istisna sözleşmesinin teamül haline getirilmesi, camilere
ayakkabı ile girmenin camiye saygısızlık kabul edilmesi, "talâk"
lâfzının evlilik bağının sona erdirilmesi için kullanılması gibi.Örf-i hâss ise, belirli
bir ülke yahut bölge halkının veya belirli bir çevrenin bir davranışı veya bir
lâfzın özel bir anlamda kullanılmasını âdet edinmesidir. Iraklıların
"hayvan" lâfzını at anlamında kullanmaları ve tacirlerin mal
verdikleri kişilerle olan borç ilişkilerinde, şahit getirmeye gerek olmaksızın
özel ticarî defterleri isbat vasıtası olarak kabul
etmeleri gibi.
Bilginler, şer'î
delillere ve çevrenin yahut âdetlerin değişmesine göre değişmeyen şer'î
hükümlere aykırı olması halinde örfün muteber sayılamayacağı ve hatta ortadan
kaldırılması gerekeceği hususunda fıkirbirliği
içindedirler. Meselâ, içki içme, kumar oynama, riba
muameleleri yapma, kabirlere mum dikme, kadınların cenazenin peşinden
yürümeleri ve dışarıya örtünme esaslarına riaeyet
etmeden çıkmaları gibi davranışlar toplum içinde âdet haline gelse bile,
bunlar, zamandan zamana değişikliğe uğramayan, dinî ve içtimaî bir takım
kötülüklerin önüne geçilmek üzere konmuş yasaklara
aykırı olduğundan, geçerli birer örf olarak kabul edilemezler.Buna karşılık,
şer'î delillerden ve İslâm hukukunun temel kurallarından birine aykırı olmayan
örfün, hüküm çıkarırken dikkate alınması gerekir. Akl-i
selim sahibi kişilerin, meselâ bir takım ticarî âdetleri, ihtiyaçların
gerektirdiği siyasi tutum ve davranışları, sosyal hayat veya yargı düzeni ile
ilgili bir takım düzenlemeleri teamül haline getirmeleri ile oluşan örfler
muteber birer örftür. Çünkü İslâm hukukunda hükümlerin konmasında esas gaye,
insanların durumlarını düzeltmek, aralarında adaleti gerçekleştirmek ve onların
sıkıntılarını gidermektir. O halde, İslâm hukukuna göre hüküm verilirken,
insanların âdet edindiği ve akî-ı selim sahiplerinin
tasvip ettiği şeyleri dikkate almamak, insanları sıkıntının içine atmak olur,
ki bu, İslâm hukukunun üzerine bina edildiği temel gayeye aykın
düşer.Bunu için, hikmet sahibi olan Şârî'in,
İslâm'dan önceki Arap âdetlerinden bir çoğunu bazı yeni düzenlemelere tabi
tutarak- muhafaza ettiğini görmekteyiz. Alım-satım, rehin,kira, selem, kasâme, evlilik, eşler arasında denklik, katilin âkılesine diyet yükümlülüğü, mirasçılik
ve evlendirme velayetinin asabe esası üzerine bina edelimesi gibi konu veya hükümlerde durum böyledir. Şârî Teâlâ bu âdetlerden sadece
kötü ve zararlı olanlarını ilga etmiştir. Riba,
kumar, kız çocuklarının diri diri gömülmesi,
kadınlara mirasçılik hakkının tanınmaması gibi
hükümler bu guruptandır.Farklı mezheplere mensup olsalar da, fakihler, sahih örfü muteber saymışlar, onu fetva ve hüküm
verirken kendisine dayanılan kaynaklardan biri olarak kabul etmişlerdir. Fakihierden, bu konuda, birer hukuk prensibi ve birer genel
kural niteliği taşıyan ifadeler nakledilmiştir. "Âdet muhakkemdir",
"Örfle sabit olan nassla sabit gibi kabul edilir
[3]kurallarını
bu arada zikredebiliriz.Değişik fıkıh kitaplarını inceleyen kimse, fakihlerin buralarda yer alan pek çok hüküm ve fetvayı örf
üzerine kurmuş olduğunu görür. Bazı fakihlerin de, nasslan ve şer'î kuralları -ister âmm
ister hâss olsun- örf ve âdet ile tahsis ettikleri
müşahede edilir, ki bu tahsise istihsan denmektedir.
Bazı örnekler verelim:
- İstisna sözleşmesi:
Esasen bu sözleşme, ortada mevcut olamayan şeyin satılmasına cevaz vermeyen
genel kurala aykırı olmakla beraber, bu hususta örf-i âmm
bulunduğu için fakihlerin büyük çoğunluğu tarafından
caiz görülmüştür.
- Bir bahçedeki bir
kısmı meydana çıkmış bir kısmı henüz olmamış ürünün satılması: İmam Mâlik ve
bazı Hanbeliler, bu konudaki teamüle dayanarak bu
satışa cevaz vermişlerdir. Oysa, ürünün bir kısmı meydanda olmadığı için, bu
satış "ma'dumun (satış sırasında mevcut olmayan
şeyin) satışının caiz görülmemesi" şeklindeki yerleşik kurala aykırıdır.Hanefîlerden
Şemsüleimme el-Hulvânî ve
Muhammed b. Fadl da kendi zamanlarındaki teamüle
bakarak, mezhep hükmüne aykırı olduğu halde bu şekilde satışa cevaz
vermişlerdir. Bu hususta Muhammed b. Fadl şöyle
diyor: Bu meselede halkın teamülünü esas alarak istihsan
yapıyorum. Halk üzüm satışında bu şekli benimseyip teamül haline getirmiştir,
ortada açık bir örf vardır. Halkın, âdetlerinden sökülüp çıkarılması ise onlara
büyük sıkıntı verir.[4]
- İmam Ebu Hanîfe ve iki öğrencisi, sözleşmenin muktezasından
olmasa veya bu muktezaya uygun düşmese dahi, halkın
hukukî muamelelerinde şart koşulmasını âdet haline getirdiği şartlar hakkında
cevaza hükmetmişler, bu hususta örf-i hâssın bile varlığını yeterli
görmüşlerdir. Günümüzde bu çeşit şartlara örnek olarak, radyo, saat vb.
şeylerin satımı sırasında satıcının belirli bir süre tamir ve bakımını taahhüt
etmesi gösterilebilir. Bu, nass karşısında örf-i
hâssın dikkate alınmasıdır. Çünkü şartlar konusunda Hanefî mezhebi imamlarının
dayandıkları "Hz. Peygamber, şartlı satışı yasaklamıştır"
hadisinin hükmünü sınırlandırmış olmaktadır.
- İmam Muhammed, örf bulunması halinde menkul
malın da gayr-ı menkulden bağımsız olarak vakfedilebileceğine hükmetmiştir.
Oysa, vakıf konusunda genel kural, vakfın ebedî olması, dolayısıyla menkul
malın vakfedilememesidir.
İslâm hukukuna göre
hüküm verilirken örfün dikkate alınıp bir kısım hükümlerin örf üzerine
kurulmasının tabiî bir sonucu, örfün değişmesi ile bu hükümlerin de değişmeye
uğramasıdır. Çünkü "asl"daki değişmenin
"fer"de de değişikliği gerektirmesi kaçınılmazdır. Nitekim, aynı
mezhepteki imamların örfteki değişiklikler sebebiyle farklı hükümlere
vardıklarını ve sonraki bilginlerin bazı hükümlerde önceki imamların
görüşlerine aykırı hükümler verdiklerini görmekteyiz. Bu çeşit ihtilâf hakkında
fakihler, "Bu, zaman ve devir ihtilâfıdır, delil
ve hüccet ihtilâfı değildir" derler. Aşağıda bu çeşit ihtilâfa birkaç
Örnek göstereceğiz:
- İmam Ebu Hanîfe, kısas ve haddlerin dışındaki hususlarda, şahitlerin zahiren adalet
vasfını taşıyor olmaları ile yetinileceği ve ayrıca
tezkiye edilmelerine gerek olmadığı görüşünde idi. Çünkü Hz.
Peygamber "Müslümanlar birbirlerine (şahitlikte) adalet sahibidirler' [5]buyurmuştu. Bu hüküm,
İmam Ebû Hanîfe'nin
zamanına uygun düşüyordu, zira toplumda dürüstlük hakim idi. Fakat insanların
tutumları değişip yalancılık yaygınlaşınca, öğrencileri Ebû
Yusuf ve Muhammed zahiri adaletle yetinmenin bir çok hakkın kayba uğramasına
yol açacağı kanaatine varmışlar ve zamandaki olumsuz değişiklik onların bütün
davalarda şahitlerin tezkiyesine hükmetmelerine sebep olmuştur.
- İmam Ebu Hanîfe: Sultanın
dışındakilerin zorlaması ile (fıkıhta üzerine hüküm bina edilen)
"İkrah" gerçekleşmez, demiştir. Öğrnecileri
Ebû Yusuf ve Muhammed ise sultanın dışındakilerinin zorlamasına daj
İkrah hükmünü uygulamışlardır. Ebu Hanîfenin görüşü kendi zamanının şartlarına, yani güç ve
kudretin yalnız sultana ait olduğu vakıasına dayanmaktadır. Fakat daha sonra,
her zâlim, yaptığı tehdidi gerçekleştirebilecek güce sahip hale gelmiş, imameyn de bu duruma göre hüküm vermişlerdir.
- Hanefî mezhebindeki yerleşik hükme göre, gâsıb (başkasının malım onun rızası olmadan ele geçiren
kimse) gasbettiği malda onun değerini arttıracak bir işlem yapmışsa, mâlik iki
yoldan birini seçmekte serbesttir: İster gâsıba bu
artış kadar ödemede bulunarak malını geri alır, ister gasbedilen
malı gâsıba bırakır ve gâsıb
bunu tazmin ile mükellef olur. Böylece hem mâlikin hem gâsıbın
hakkı korunmuş olmaktadır. Gâsıbın gasbettiği malda,
onun değerini eksiltici bir işlem yapmış olması halinde ise, mâlikin gâsıbtan bu eksilen değeri tazmin etmesini talep hakkı
doğar.Bu hükmün uygulanmasında İ. Ebu Hanîfe ile öğrencileri olan İmameyn
arasında şöyle bir görüş farklılığı doğmuştur: Bir kimse bir elbiseyi gasbedip onu siyaha boyamış ise, Ebu
Hanîfeye göre bu, malın değerini düşüren bir
işlemdir. İmâmeyne göre ise, bu işlem, meselâ sarıya,
kırmızıya boyanmış olması halinde olduğu gibi, değeri arttırıcı nitekiltedir. Bu görüş farklılığı, esasen örften
kaynaklanmaktadır. Çünkü Ebu Hanife'nin
zamanında Emevîler siyah renk giyinmekten
kaçınırlardı ve bu devirde siyah renk giyinmek hoş karşılanmazdı. İmameyn zamanında ise Abbasîler özellikle siyah renk
giyinmeyi kendilerine sembol edinmişlerdi, bu devirde siyah renk rağbet gören
bir renkti. Demek oluyor ki, taraflardan herbiri
kendi zamanındaki âdeti dikkate alarak hüküm vermiş olmaktadır.
- Hanefî mezhebi
imamları, Kur'ân öğretme karşılığında ücret almanın
caiz olmadığı hususunda fikirbirliği etmişlerdir.
Çünkü Kur'ân öğretmek, bir tâat,
bir ibâdettir; diğer tâat ve ibadetlerde olduğu gibi
bunda da ücret alınamaz, demişlerdir. Bu hüküm, o imamların devrine uygun
düşmekteydi. Zira o zaman, Kur'ân öğreticilerine beytü'l-malden tahs
- Hanefî mezhebindeki
yerleşik hükme göre, bir ev satın alınırken evin dışını ve bazı odalarını
görmüş olmak, aynı mezhepte alıcıya tanınan "görme muhayyerliği" hakkını düşürür. Fakat sonraki bilginler
örfteki değişikliğe binaen bu görüşten ayrılıp, bütün odaların görülmüş
olmasını, görülmemiş ise "görme muhayyerliği" hakkının düşmeyeceğini
hükme bağlamışlardır. Çünkü önceki imamlar devrinde evlerin bütün odaları aynı tarzda
yapılıyordu; bunlardan bir veya bir kaçım görmek tamamı hakkında fikir edinmeye
yeterli idi. Fakat sonraları bir ev içindeki odalar farklı farklı
şekillerde inşa edilir oldu. Artık satın alınan malın evsafı hakkında bilgi
sahibi olabilmek için bütün odaların görülmesi zaruret haline geldi.Görüldüğü
üzere, Örf, gerek teşrî (hukuk kuralları koyma) gerekse yargı ve fetva
açısından İslâm hukukunun verimli kaynaklarından birini teşkil etmektedir.
İslâm hukukunun esas kaynaklan ve fakihler tarafından
örfe böyle değer verilmesi, İslâm hukukunun dinamizmim, onun her yerin ve
zamanın ihtiyaçlarını karşılamaya elverişli zengin bir hukuk olduğunu gösterir.
[1]en-Nisâ1 4/il.
[2] en-Nahl 16/14.
[3] (Mecelle,
madde: 36): (Örf ite tayin nas
ile layİn gibidir. Mecelle madde: 45).
[4] İbn Âbidîn, Mecmûatü'r-Resâil, II, 104.
[5] bkz. Zeylâ'î,
Nasbu'r-Râye. IV, 81.
"Tezkiyemden maksat, hakimin adaleline güvendiği ve şahidin durumunu bilen
bîr kişi vasıtasıyla şahidin adalelini ve şahitliğe elverişli ■ olduğunu
ortaya çıkarmaktır. Son dönemlerin bazı bilginleri, doğru şehadetîe
bulunacağına dair şahide yemin ettirilmesi ve tezkiye yerine bu yemin ile yetinilmesi yönünde fetva vermişlerdir. Müctehid
imamlardan İbn Ebi
Leylâ'nın görüşü de bu idi. Çünkü tezkiyede gaye, hakimin şahidin doğru
söylediğine kanaat getirmesidir. Günümüzde tezkiye mümkün olmadığından, hakimin
kanaat getirmesi için yemin yeterlidir. Çağımızdaki kanunlar da bu hükmü
getirmiştir.