§: 137- İstıshâb Yeni Bir Hüküm Ortaya Koymaz:
§: 139- İstıshâb, Delillerin Sonuncusudur:
§: 139- İstıshâb Üzerine Bina Edilmiş Fıkhî Prensipler:
a) İstısbâbm
aa) Tarifi, bb) Nevileri,
b) İstıshâb
Üzerine Bina Edilmiş Fıkhı Prensipler
Sözlük anlamı
itibariyle "istıshâb" musahabe (-Lail)
kelimesinden alınmıştır. Musahabe, birlikte olmak ve ayrılmamak demektir.
Usûlcülerin dilinde İse istısh[1]âb,
"geçmişte sabit olan bir durumun, -değiştiğine dair delil bulunmadikça-halİhazırda
varlığını koruduğuna hükmetmek" anlamında kullanılır.
a) Buna göre: Daha
önce varlığı bilinen bir durumun devam edip etmediği hususunda tereddüt
duyulursa, istıshâb yoluyla -önceki mevcudiyetinden
Ötürü- bu durumun varlığını koruduğuna hükmedilir.
b) Daha Önce
varolmadığı bilinen bir durumun daha sonra meydana gelip gelmediği hususunda
tereddüt duyulursa, istıshâb yoluyla -önceki
yokluğundan ötürü- bu durumun halen mevcut olmadığına hükmedilir.
Meselâ:
- Bir kimse, ayıptan
salim olması şartı ile bir şey satın alsa, sonra ayıp bulunduğu iddiası ile onu
geri vermek istediğinde, satış sırasında ayıbın bulunup bulunmadığı hususunda
satıcı ile ihtilafa düşse, satıcıdan sözünün doğruluğuna dair delil getirmesi
istenemez. Çünkü asıl olan malın ayıptan salim olmasıdır. Yani bir delil
gösterilmedikçe bu durumun devam ettiğine hükmedilir. O yüzden, iddiasını isbat etmek alıcıya düşer.
- Bir kimse, avcılıkta
mahir olduğu söylenerek satılan bir hayvanı satın alsa, sonra bu hayvana
avcılığın öğretilmemiş olduğu iddiası ile onu geri vermek istese, kendisi bunu isbat ile mükellef olmaz. Bu özelliğin hayvanda mevcut
olduğunu isbat etmek satıcıya düşer. Çünkü hayvanda
asıl olan, av işini bilmemesidir; ona bu özellik belirli bir eğitimle kazanıdırıhr. Böyle bir özeiliğin
var olup olmadığı hususunda ihtilâf çıkarsa, bunun varlığını iddia eden tarafın
delil getirmesi gerekir.
istıshâb, önceden mevcut olan hüküm itibariyle aşağıdaki
nevilere ayırıhr:
Birinci Nevi:
Aksine delil bulunmadıkça, bir eşyadan faydalanma veya bir davranışta
bulunmanın mubah olduğuna hükmedilmesi istishabı.
Buna "ibâha-i asliyye istıshabı" denir.Bilginlerin çoğunluğu, hakkında
belirli bir şer'î hüküm bulunmayan ve insana faydalı olan şeylerde ve işlerde
temel hükmün mubahlık ve izin olduğunu kabul ederler. Çünkü bu konuda, bir çok
delil vardır. Meselâ şu âyetler bu hususu açıkça ifade etmektedir: , yeryüzünde
ne varsa hepsini sizin için yarat-tı [2]Göklerde
ve yerde ne varsa hepsini kendinden (hir lütuf olarak)
size boyun eğdirdi.' [3]
Ayetler, yeryüzündeki ve göklerdeki her şeyin insanlar için yaratılıp onlarm emrine verilmiş olduğunu bildiriyor. Bunlar
insanlara mubah kılınmamış olsa, bu ifadenin anlamı kalmazdı. Zira bunlar
insanlara yasaklanmış olsa idi, onlar için yaratıldığı ve onların emrine
verildiği ifadesi neyi anlatmış olurdu?
Şu halde müctehid, bir mesele ile karşılaştığında, bu meselenin
hükmünü nakli delillerden veya kıyas metoduna yahut maslahat prensibine göre araşıtmr. Bu delillerde bir hüküm bulamazsa, o zaman ibaha-i asliyye esasına göre
hükmeder ki, bu hüküm mubahlıktır.Buna göre, fakîhe
bir hayvan, bir bitki veya cansız bip eşyadan
faydalanmanın yahut herhangi bir davranışta bulunmanın hükmü sorulduğunda, o
hususta şer'î bir delil bulamaz ve bunun faydalı olduğuna kanaat getirirse, bu
prensibe istinaden, o şeyden faydalanmanın veya o işi yapmanın mubah olduğuna
hükmedecektir.
Bu nevi istıshâba göre amel etme hususunda bilginler arasında
farklı tutuma raslanamaz; fakat bazıları bunun istıshâb olarak isimlendirilmesine karşı, çıkmışlardır.
İkinci Nevi: Delil
bulunmadıkça sorumlu tutulmama itishâbı (5*ljJl «-jUı^as-tl
4-*-* J>' =Berâet-i asliyye
istıshabı). İslâm hukukuna göre, kural, kişinin
zimmetinin sorumluluktan arınmış kabul edilmesidir. Kişi üzerinde şer'î bir
mükellefiyetin veya şahsî bir hakkın varlığından sözedilebilmesi
için herbir mükellefiyet veya hakkın delil ile isbatı gerekir. Mesela:
- Bir kimse başka birisinde alacağı olduğunu
iddia etse fakat bu alacağını isbat edemese,
davalının borçlu olmadığına hükmedilir. Çünkü kural, aksine delil bulunmadıkça
zimmetin beri sayılmasıdır.
- Bir kimse başkasının
malına zarar verse ve bu zararın miktarı yahut değerinde ihtilâfa düşseler,
zarar gören iddiasını desteleyici delil getirmedikçe zararı verenin sözü esas
alınır. Çünkü zararı verenin kabul etmediği fazlalık hususunda kural zimmetin
beri olmasıdır. Bu fazlalığı sadece zarar gören, taraf iddia etmektedir; o
halde iddiasını isbat etmesi istenir.
- Bir ticarî ortaklıkta, ortaklığın işlerini
bilfiil yürüten ortak, kâr etmediğini iddia etse, diğer ortak kâr edildiğini İsbat etmedikçe, ona yemin verilir ve iddiası kabul olunur.
Çünkü, asıl olan kâr edilmemesidir ve kâr arızî bir durumdur; o halde -aksine
delil bulunmadıkça- asıla göre istıshâb yapılır.
- Bir kimse, kendi namına ticari işler yapması
için birine sermaye verse ve onun satın aldığı bir cins mal ile ilgili olarak o
malı alıp satmaması hususunda talimat verdiği iddiasında bulunsa, vekil bu
talimatın verildiğini kabul etmedikçe onun iddiasına göre hüküm verilmez, bu
konudaki asıla göre istıshâb yapılır, ki asıl olan
talimatın mevcut olmamasıdır. Böyle bir talimatın varlığım isbat
etmek müvekkile düşer.Hiçbir bilgin bu nevi istıshâba
göre amel etmeye'karşı çıkmamıştır.
Üçüncü Nevi:
Sebebi ortadan kalkmadığı sürece, şer'an varlığı
kabul edilen hükmün sabit sayılması istıshâbı kısaca "vasıf istıshâbı").
Meselâ, mülkiyetin kazanılmasını sağlayan sebebin varlığı halinde mülkiyet
hükmünün, evlilik akdinin varlığı halinde eşlerin birbirine helâl olması
hükmünün, borçlandırıcı bir işlemin veya haksız fiilin varlığı halinde zimmette
borcun doğumu hükmünün sabit sayılması gibi. Buna göre:
- Ahm-satım,
mirasçılık gibi bir mülkiyet sebebine binaen bir kimsenin mülkiyet hakkı sabit
olduktan sonra, nekadar uzun bir süre geçerse geçsin,
yeni bir sebeple bu mülkiyetin ortadan kalktığına dair delil bulunmadıkça, o
kişinin mülkiyet hakkının varlığı kabul edilir.
- Bir evlilik akdi ile
kurulmuş olan evlilik ilişkisinin üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, evlilik bağım ortadan kaldıran bir sebebin
meydana geldiğine dair delil bulunmadıkça bu evliliğin devam ettiği kabul edilir.
- Bir kimse bir borç
altına girince, bu borç onun zimmetinde sabit olur. Daha sonra borcu ödediğine
dair delil bulunmadıkça, o borcun devam ettiği kabul olunur.
- Bir kimse abdest aldıktan sonra, abdesti
bozan durumlardan birinin vuku bulduğu bilinmedikçe, onun abdestli
olduğu kabul edilir.Şu halde, şer'ân sübutu kabul
edilen her hüküm, bu hükmün sebebinin ortadan kalktığına dair delil
bulunmadıkça, devam ediyor kabul edilir ve bu, istıshâbın
üçüncü nevini teşkil eder.Bu nevi istıshâba göre amel
hususunda da bilginler arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır.Usul
kitaplarında İstıshâb için daha başka neviler
zikrediliyorsa da, biz bunlara değinmek istemiyoruz. Çünkü bize göre onları
"istıshâb" olarak nitelemek doğru değildir;
o yüzden istıshâbın nevileri arasında saymayı yerinde
bulmadık.
İstıshâbın tarifi ve nevileri dikkatle incelediğinde açıkça
görülür ki, istıshâb yeni bir hüküm ortaya
koymamaktadır. Aksine daha önceden var olan bir hükmün varlığını koruduğunun
kabulüne istıshâb denmektedir. Bu hüküm, ya ibâha-i asliye kuralı veya berâet-i zimmet kuralı ile veya şer'ân
kabul edilen seoebinih varlığına binaen sabit
sayılmaktadır.O yüzden bilginler şöyle demişlerdir: İstıshâb,
olanı olduğu gibi bırakma hususunda hüccettir, olmayanı var kabul etmek için
hüccet değildir.
Unutulmamalıdır ki,
bir olayda istıshâba başvurulmadan Önce, olay
hakkında Kitab, Sünnet, icmâ
veya kıyasta özel bîr delilin bulunup bulunmadığının araştırılması gerekir.
Bunlardan birinde özel delil bulunursa ona göre hükmedilir; ancak özel delil
bulunmadığı zamandır ki müctehid istıshâba
göre hükmedebilir. Yani istıshâb, şer'î deliller
arasında en son başvurulacak delildir. Nitekim Hârzemî
"el-Kâfî" isimli eserinde şöyle der: "İstıshâb,
fetva verilirken başvurulacak en son dayanaktır. Zira müftî,
kendisine bir olayın hükmü sorulduğunda, onun hükmünü önce Kitab'ta,
sonra Sünnet'te, sonra icmâ'da, sonra da kıyasta
arar. Bunlarda bulamazsa o zaman olumlu veya olumsuz sonucu "istıshâbu'l-haT'den çıkarır. Eğer
tereddüd önceden mevcut bir durumun veya bir hükmün
ortadan kalkıp kalkmadığı hususunda ise, asıl olan, onun varlığını korumakta
olduğudur. Şayet tereddüt bir durum veya hükmün sabit olup olmadığı hususunda
ise, asıl olan onun sabit olmadığıdır. [4]
Fakihler şu prensipleri istıshâb
deliline dayandırmışlardır:
1- Bir
değişiklik meydana geldiğine dair delil bulunmadıkça, olanı olduğu halde bırakmak
esastır,
Bu kurala göre fakihler. kaybolmuş ve sağ olup olmadığı bilinmeyen "mefkûd" hakkında şu sonuçlara varmışlardır: Ona ait
olduğu bilinen haklar konusunda -öldüğüne dair delil bulunmadıkça- sağlara
uygulanan hükümler uygulanır. Mallan mirasçıları arasında bölüştürülmez, karısı
başkası ile evlenemez, vedia olarak bıraktığı şey, vedianın kendisine tevdi
edildiği kişiden geri alınmaz (fıkıh kitaplarının "el-mefkûd"
bölümünde benzeri başka hükümler mevcuttur). Çünkü, kaybolduğu sırada onun yaşadığı'yakinen bilinmekteydi; o halde öldüğüne dair delil
bulununcaya kadar, ' 'sağ olma'' vasfının devam ettiğine hükmedilir.Fakat mefkudun kendisinin de mirasçısı olduğu yakınlarından biri
vefat ederse, terekedeki paya mâlik olduğuna hükmedilmez, hayatta olup olmadığı
ortaya çıkıncaya kadar bu pay ayrılır ve mefkudun
hakkı askıda tutulur. Bunun sebebi şudur: Mirasçıhk
sıfatı ancak murisin öldüğü sırada sağ olduğu bilinen kişi için sabit olur;
oysa mefkudun bu yakını öldüğünde sağ olp olmadığı bilinmemektedir. Öyleyse o sırada hayatta
olduğu kesin olarak ortaya çıkıncaya kadar onun mirasçıliğına
hükmedilemez.[5] Benzeri bir durum ölü dıjğan cenin için sözkonusudur.
Cenin henüz anne karnında iken yakınlarından biri vefat etse mirasçıhk hakkı askıya alınır. Sağ doğması halinde, miras
payına malik olursa da, ölü doğması halinde, kendisine mirasçı olacağı murisin
vefatı sırasında canlı olup olmadığı kesin olarak bilinemediğinden mirasçîlığı düşer.
2- Hükmüne
dair belirli bir delil bulunmayan herşey mubahtır .Bu
kurala göre, meselâ, fâsid veya batıl olduğuna dair
şer'î bir delil bulunmayan bütün sözleşmelerin veya hukukî işlemlerin geçerli
olduğuna hükmetmek gerekir.
3- Kesin
olarak bilinen bir şey, şüphe ile ortadan kalkmaz. [6] Bu
kurala göre:
- Abdest
aldığını kesin olarak bilen bir kimse, içinde abdestin
bozulduğu hususunda bir şüphe duysa, daha önce varlığı kesin olarak bilinen abdestin varlığının devam ettiğine hükmedilir.
- Ramazanda fecrin
doğuşu sırasında bir şey yiyen kimse, bunu fecrin doğuşundan önce mi yoksa
sonra mi yediğini kesin olarak bilemezse, o günün orucunu kaza etmesi gerekmez.
Çünkü yemeye gece başlandığı kesin olarak bilinmektedir. Ama o sırada fecrin
doğup doğmadığı hususu şüphelidir. O halde aksi sabit olmadıkça kesin olarak
bilinen hususa göre amel edilir. Fakat mesele böyle şüpheli kalmayıp da fecrin
doğuşundan sonra yediği anlaşılırsa, o günün orucunu kaza etmesi gerekir; keffaret ise gerekmez.[7]
- Güneşin batıp
batmadığı hususunda şüpheye düşen kimsenin orucunu açması caiz olmaz. Açarsa
orucu bozulur ve o günün orucunu kaza etmesi gerekir. Zira şüphelenilen vakitte
gündüz kısmı kesin olarak bilinmekte, güneşin batıp batmadığı hususu şüpheli
kalmaktadır. O halde kesin olarak bilinene göre amel edilir, şüpheli kalana
göre değil. Hatta bazı fakihlere göre güneş batmadan
önce yediği kesin olarak anlaşılırsa, Hanefî fakihleri
keffaret gerekeceğini ittifakla kabul etmişlerdir.[8]
Fakihlerin bu kurallara göre çıkardıkları daha pek çok fer'î
hüküm vardır. Fer'î meselelerin inceleme yeri fıkıh usulü olmadığından, yukarıda
verdiğimiz örneklerle yetiniyoruz.
Son olarak ifade
edelim ki, herhâlûkârdajistishab,|fakihlere
hüküm ve fetva verirken karşılaşacakları tereddütlü durumlar açısından bir
genişlik ve rahatlama sağlamakta, meseleleri kolayca ve süratli bir şekilde çözmelerine
yardımcı olmaktadır. Aynca bu delil, İslâm Dininin
bir tolerans dini olduğunu, koyduğu hükümlerden mensuplarının sıkıntı duymadığı
bir fıtrat dini olduğunu açıkça göstermektedir.
Böylece İslâm hukukuna
göre hüküm verilirken dayanılabilecek edille-i şeriyyenin neler olduğu konusu sona ermiş oluyor. Bu
delillerin incelenmesi ile görülmektedir ki, İslâm hukuku bütün zamanların ve
mekânların ihtiyaçlarını karşılayabilecek, medenî, âdil ve toleranslı bir hukuk
sistemidir. Hayatın gelişmesi ile ortaya çıkabilecek bütün olayları kapsamına
alabilecek genişliktedir. Onun prensiplerini yakından tanımayanların
zannettikleri gibi, zamanın ortaya çıkardığı olaylara uygun çözümler
getiremeyecek ve yeni ihtiyaçları karşılayamayacak daracık çerçeveye
sıkıştırılmış bir hukuk değildir.
[1] (Bu olayı Ebu Nııaym et-Hılye'de senedi ile
birlikle zikretmiş, San'âni de ona Dayanarak SübülüVSelâm'da nakletmiştir, IV. İ94.
[2] el-Bakara 2/29.
[3] el-Câsiye 45/13.
[4] bkz. Şevkânî,
İrşâdü'l-Fuhûl, s. 208.
[5] Bu hükümde Hanefiler ile Şâfıîler
arasında ihtilâf yoktur. Usul kitaplarında mefkudun
Hanefilere göre mirasçı olamadığı, Şâfiîlere göre ise mirasçı olduğu yönünde
bilgi verilmesi ve bunun sözkonusu mezheplerin istıshabın hüccet değeri hakkındaki ihtilafından doğmuş
meselelerden biri olarak takdim edilmesi, Şâfıî
fıkhının güvenilir eserlerinde belirtilen görüşe aykırı düşmektedir.
[6] Mecelle: "Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması
asıldır." (madde 5); "Şekk ile yakın zail
olmaz." (madde 4).
[7] Oruç keffâreti, bir köle
azadı,buna imkân bulunamazsa -kaza edilen gün dışında- peşpeşe
iki ay oruç tutma, buna güç yetirilemezse altmış fakiri doyurma şeklinde yerine
getirilir. Bu hüküm, Ebu Hanife,
Şâfıî ve Ahmed b. Hanbel'e göredir. Mâlik b. Enes'e
göre ise, bu şekiller arasında böyle bir sıralama zaruri değildir. Mükellef
bunlardan dilediğini seçmekte serbesttir. Bununla birlikte Mâliki mezhebinde efdal (daha iyi) görülen sıralama şöyledir: Fakirleri
doyurma, köle azadı, oruç tutma.
[8] İbn Âbidîn,
Raddü'l-Muhtâr, II, 108.