II- El-MAHKÛM FÎH.. 1

(Hükme Konu Olan Fiiller) 1

§: 205- "Mahkûm Fîh"in Tarifi: 1

&: 206- Mahkûm Fîhin Şartlan: 1

§: 207- Birinci şart: 2

§: 208- ikinci şart: 2

§: 209- Meşakkatli İşler: 4

§: 210- Meşakkatin Nevileri: 5

§: 211-214- Mahkûm Fîhin Kısımları: 7

Sırf Allah hakkı olan hükümlerin nevileri: 7

 

II- El-MAHKÛM FÎH

(Hükme Konu Olan Fiiller)

 

a)  Tarifi,

b)  Şartları,

c)  Kısımları.

 

§: 205- "Mahkûm Fîh"in Tarifi:

 

Şâri'in talebinin, tahyîrinin veya vad'ının taalluk ettiği fiil veya durumdur. (Bu ifadeyi biraz açalım: Hatırlanacağı üzere, hüküm ya teklifidir veya vad'idir. Teklif, hukum de ya bir talep yani bir işin yapılmasını veya yapılmamasını istemek ya da tahyır yanı bir işi yapıp yapmamakta serbest bırakmaktır. Vadî hüküm ise, başka hükümlerle sebep, şart ve mani gibi bağlantıları sağlayan hüküm demektir. İşte "mahkûm fîh" denince, bu teklifi veya vad'î hükümlerin ilgili bulunduğu fiil veya durumlar kasdedilmektedır. Mesela. Şâri'in "namaz kılınız" hitabında bir talep vardır, öylesyes bu teklifi bir hükümdür; işte bu hükmün taalluk ettiği fiil olan namaz mahkûm fihtir). Kısacası mahkûm fih, hukmun konusudur.Teklîfı hükmün sözkonusu olduğu durumlarda, mahkûm fîh, işin başından itibaren mutlaka mükellefin fiilidir. Fakat vad'î hükümde mahkûm fîh, doğrudan mükellefin tuh olabileceği gibi, mükellefin fiili olmamakla beraber onun fiili ile bağlantısı olan bir durum da olabilir. Meselâ hırsızlığa uygulanan ceza hükmünün sebebi hırsızlık suçudur. Bu, doğrudan mükellefin fiilidir. Öğle namazının vacip olması hükmünün sebebi ise güneşin batıya eğilmesidir ki bu mükellefin fiili değildir; fakat yine de onun fiili ile yani kılacağı namaz ile ilgilidir.

 

&: 206- Mahkûm Fîhin Şartlan:

 

İslâm hukukunda, kişi. aşağıdaki şartları taşımayan bir fiil ile mükellef tutulamaz:

 

§: 207- Birinci şart:

 

Fiilin mükellef tarafından tam olarak bilinebilmesi gerekir Çünkü 'teklîf 'ten (mükellefiyet yüklemekten) maksat, mükellefin kendisinden istenen görevi istendiği şekilde yerine getirmesidir. Bu şekilde bir ifa, ancak mükellefiyete konu olan fiilin tam anlamıyla bilinmesi ile mümkün olur.Bu şarta göre meselâ zekâtın mahiyeti ve miktarı açıklanmadan zekât ile, namazın rükünleri, şartları ve nasıl kılınacağı gösterilmeden namaz ile mükellef tutmak sahih olmaz.Burada "bümek"ten maksat, mükellefin, yükümlü olduğu işi bilfiil bilmesi değil, bunu bilme imkânına sahip olması, o bilgiyi elde edebilir durumda bulunmasıdır. Bu ise, dâr-ı İslâm'da bulunmakla gerçekleşmiş sayılır. Çünkü mükellef ya -ilmî ehliyeti varsa-bizzat (kaynaklarından) araştırarak ya da -buna gücü yetmiyorsa- ilim ehline sormak suretiyle şer'î hükümleri bilme ve öğrenme imkânına sahiptir.

O yüzden fakihler, dâr-ı İslâm'da bulunan kişinin şer'î hükümleri bilmemesinin bir mazeret teşkil etmeyeceğine hükmetmişlerdir.Böyle bir kural koymanın sebebi şudur: Eğer "teklîf" İçin, mükellefin yükümlü olduğu işi bilfiil bilmesi şart koşulsa idi, ortada tutarlı ve sağlam bir mükellefiyet düzeni kalmaz, hükümleri bilmemeyi mazeret göstermek için çok geniş bir saha açılmış olurdu.

 

§: 208- ikinci şart:

 

Fiilin mükellefin gücü dahilinde olması, hem yapmaya hem de yapmamaya muktedir olması gerekir.Mükellefin güç yetiremeyeceği bir fiil ile teklif şer'an caiz değildir. Bu şarttan şu sonuçlar çıkar:

1- İster bizatihi ister başkalarına nazaran müstahîl (imkânsız) bir iş "teklife konu olamaz.

Bizatihi müstahîl, akim varlığını tasavvur edemediği durum demektir. Buna "aklen ve âdeten müstahîl" denir. İki zıttın birleştirilmesi böyledir. Meselâ aynı şahsa aynı anda bir işi hem vacip hem haram kılmak; bir şeyin aynı anda hem sahih hem fâsid olduğuna hükmetmek gibi.Başkasına nazaran müstahîl, aklın varlığını tasavvur edebilmesine rağmen alışılmışa göre meydana gelmesi mümkün olmayan durum demektir. Buna "âdeten müstahîl" adı verilir. Meselâ, insanın âlet olmaksızın uçması, ayaklan olmayan kimsenin yürümesi, elleri olmayan kimsenin yazı yazması, gözleri olmayan kimsenin görmesi, tohumsuz ekin çıkması, çalışmadan başarmak, yiyip içmeden doymak gibi.İşte aklen veya âdeten meydana gelmesi mümkün olmayan bütün bu ve benzeri durumlar şer'ân "teklife konu olamazlar. Bunun naklî ve aklî delilleri vardır.

Naklî   delil:   Yüce   Allah   "Allah,   kimseye  gücünün   üstünde   mükellefiyet vükiemez. [1]Allah, kimseye, verdiğinden fazla mükellefiyet yüklemez[2] buyurmuştur. Allah'ın insanları ancak güç getirebilecekleri şeylerle mükellef tuttuğunu gösteren daha birçok nass vardır.

Aklî delil: "Teklîf ten maksat, mükellefin yükümlü tutulduğu işi yerine getirmesi ve böylece imtihanıdır. Bu iş beşer gücünün sınırları dışında kalırsa mükellefin imtihan edilmesi imkânsız hale gelir. Bu durumda ' 'teklîf' abes (lüzumsuz yere meşguliyet) olur ki, Yüce Allah böyle bir durumdan münezzehtir.

2- İnsan iradesinin dışında kalan tabiî durumlar "teklife konu olamaz. Meselâ yeme veya içme arzusu, kızma, hoşnut olma, üzüntü, sevinç ve sevgi gibi durumlar, bunların doğmasına yol açan âmillerin bulunmasıyla var olurlar. İşte insan bu gibi durumları meydana getirmekle mükellef tutulamaz. Çünkü bunlar onun iradesinin ve gücünün dışında kalmaktadır, onun imkânı dahilinde değildir.İslâm hukuku hükümlerine bu prensibin hâkim olduğunu gösteren delil getirmek istenirse Hz. Peygamberin şu İfadelerine işaret edilebilir:

- Rasûlüllah evlilik vecibelerini ifa hususunda zevcelerine karşı adaletli davranmaya çalışır, zamanını unlar arasında âdîl bir şekilde taksim eder; bununla birlikte şöyle dua ederdi: "AUahım! Benim yapabildiğim taksim bu. Senin güç yetirdiğin, benim ise gücümün yetmediği hususlarda beni kınama. [3] Hz. Peygamber bu sözüyle, bazı hanımlarına diğerlerinden fazla sevgi duyabilmiş ve kalben daha çok meyletmiş olabileceğini ifade etmiş oluyordu. Bu hadis göstermektedir ki, insan, sevgi ve benzeri tabiî durumlarla mükellef tutulamaz.

-  Rasûlûllah'ın oğlu İbrahim vefat ettiğinde Hz. Peygamber'in gözlerinden yaşlar akmış, Abdurrahman b. Avf bunu görünce: "Ya Rasûîallah! Kendin ağlamayı yasakladığın halde ağlıyor musun?" diye sormuştu. Hz. Peygamber'in cevabı ise şöyle olmuştu: "Ben kadınlar tutup ölünün ardından bağırıp çağırışılmasım, onun hakkında doğru olmayan şeylerle ağıtlar yakılmasını yasakladım. Oysa bu bir merhamet tezahürüdür. Merhamet etmeyene merhamet olunmaz!'' Daha sonra Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: ' 'Göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Biz Rabb 'imizin razı olmayacağı şeyi söylemeyiz ve bil ki İbrahim, senin ölümünden derin üzüntü duymaktayız. [4]

Şu halde, zahiri itibariyle insanın gücü dışında mükellefiyet getiren bir nass ile karşılaşılırsa, bu nassın yorumunda zahiri ile yetinmemek gerekir. Böyle bir nassda, asıl gaye, insanın gücü dışında kalan bu duruma sebebiyet veren veya bu durumun ardından gelecek bir davranışla ilgilidir. Bu gibi nasslara bazı örnekler verelim:

- Cenâb-ı Allah Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmuştur: "Gerekyeryüzünde vukubulan gerek sizin başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, bizonu yaratmadan önce bir kitapta (yazılmış) olmasın. Doğrusu bu, Allah'a kolaydır. (Allah bunları yazmıştır) ki, elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve size verdiği ile şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez. [5]Bu nassın zahirinden çıkan anlam, insanın dünya ile ilgili bir fırsatı kaçırmış olmaktan ötürü üzülmemekle ve elde ettiği bir dünyevî menfaatten dolayı sevinmemekle mükellef olduğudur. Oysa bu, insanın gücü dahilinde değildir. O halde asıl maksat bu değil, insanları bir dünyevî fırsatı kaçırdıklarında üzüntüye yol açacak taşkın davranış ve tavırlardan; bir dünya nimetini elde edince aşırı sevince boğulmasına yol açacak gurur ve kibir gibi davranışlardan sakmdırmaktır. Nitekim âyetin sonunda "Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez." buyurulmuştur. İbn Abbas bu âyetle ilgili olarak şöyle demiştir: ''Üzülmeyen ve sevinmeyen hiç kimse yoktur. Fakat mü'min uğradığı felâketi sabıra, elde ettiği nimeti de şüküre dönüştürür."

-  Bir başka âyette şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler! Allah'tan O'na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin. [6] Bu âyetin zahir anlamı, muhatapların müslüman olmadıkları bir halde ölmemelerini zorunlu kılmaktadır. Bu ise onların elinde olan bir şey değildir. Zira ölümü bertaraf etmek insan iradesinin ve gücünün dışında kalır. Öyleyse bu âyetle kasdedüen asıl anlam bu olamaz. Burada maksat, kişinin İslâm'a bağlılığını teşvik etmek ve ölünceye kadar bu bağlılığını sürdürmesini istemektir. Şüphesiz bu, insanın gücü dahilindedir.

 - Hz. Peygamber, kendisine bir tavsiyede bulunmasını isteyen kişiye: "Kızma!" buyurmuştur. Bu nassın zahiri ile yetinilirse, kızmaya yol açan âmillerin bulunması halinde dahi kişinin kızmaktan sakınması gerektiği sonucuna varılır. Oysa bu, İnsanın gücü dahilinde değildir. Çünkü "kızma" insanın kendi iradesi dışında kalan tabiî bir durumdur. Öyleyse bu nassda asıl maksat, insanın, kızgınlık halinde kendisine karşı direnip intikama yönelmekten ve kızgınlık halinin kendisine yaptırmak istediği davranışlardan sakınmasıdır. Zira insan, kızgınlık halinde nefsine karşı direnirse kızgınlığın ortaya çıkaracağı kötü sonuçları bertaraf etmiş olur. Hatta nefsine karşı verdiği bu mücadele sayesinde belki gazabı sükûnete dönüşür ve hiç kızmamış gibi oluverir. Kur'ân-ı Kerîm'de de bu noktaya işaret eden âyetler vardır: "(Büyük mükâfaata erişecek olan o mü'minler) büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar. Kızdıkları zaman onlar affederler.[7] '(O takva sahipleri) öfkelerini yenerler ve insanları affederler. [8] Şüphesiz bunlar insanın gücü dahilindedir.

 

§: 209- Meşakkatli İşler:

 

Yukarıdaki açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, bir fiilin şer'î bir teklîfe konu olabilmesi için o fiilin mutlaka mükellefin gücü dahilinde bulunması gerekir.Bir de öyle fiiller vardır ki, bunlar mükellefin yapabileceği işler olmakla beraber, bunların yapılması veya muntazam bir şekilde sürdürülmesi meşakkate yol açar. İşte şimdi bu meşakkatin "teklif" için bir engel teşkil edip etmeyeceğini açıklayacağız.

 

§: 210- Meşakkatin Nevileri:

 

İnsanın yapabileceği değişik türden işler incelenirse, bu işlerden ötürü katlanılan meşakkatin iki nevi olduğu görülür.

Birinci nevi: İnsanın tahammül edebileceği ve sürekli katlandığında hiç bir işine zarar getirmeyecek olan meşakkat.Bu meşakkat "teklîfe engel değildir. Çünkü hayatta meşakkatsiz hiçbir iş yoktur. Hatta herkesin zarurî ihtiyaçlarından olan yeme, içme ve giyinme gibi işlerin bile bir ölçüde meşakkati vardır. Diğer taraftan, hiç meşakkati olmayan bir iş bulunsa bile, bu işle mükellef tutmak "teklîf' sayılmaz; bir başka deyişle böyle bir durumda "teklif gerçekleşmez. Zira teklîf, muhatabı yapılmasında külfet ve bir çeşit meşakkat bulunan bir iş ile sorumlu tutmak demektir.Şu kadar var ki hikmet sahibi olan Yüce Şâri'in bizi mükellef tuttuğu işlerde esas maksadı bu meşakkatin kendisi değil, meşakkate katlanmanın sonunda ortaya çıkacak olan faydalı sonuçtur. Meselâ namaz kılmakla sorumlu tutmaktan maksat vücudu yormak ve düşünceyi belirli bir işe hasretmek değil, ruhun yüceltilmesi, insanın Allah'a karşı huşu duymasının sağlanması ve böylece kötülüklerden uzakta tutulmasıdır. Oruç ile mükellef tutmaktan da maksat, açlık, susuzluk vererek ve helâl nimetlerden faydalanmaktan mahrum kılarak kişiye.eziyet etmek değil, ruhun temizlenmesi, şefkat ve merhamet duygusunun geliştirilmesidir. Şâri'in insanları mükellef tuttuğu diğer işler de hep böyledir: Bu işlerdeki meşakkate katlanmalarını istediği için değil, bunların sonucunda elde edilecek faydadan ötürü kullan mükellef tutmuştur. Bu konuda Şâri'in durumu, mahir bir tabibin durumu gibidir. Nasıl tabip, acı olduğunu bile bile hastayı acı ilaç almaya zorluyor ve bunu onun eziyet çekmesi için değil aksine hastalıktan kurtulması için yapıyorsa, Sâri' de meşakkatli olmasına rağmen kullarının iyiliği için bir takım mükellefiyetler koymuştur.

İkinci nevi; İnsanın tahammül edemeyeceği ve sürekli katlandığında bir çok faydalı işin kesintiye uğramasına yo! açacak olan meşakkat. Ardarda birkaç gün oruç tutmanın, geceleri devamlı ibadetle geçirmenin ve yürüyerek hacca gitmenin verdiği meşakkat gibi.Sâri', insana bu nevi meşakkata katlanma sorumluluğu yüklemez ve böyle meşakkat ihtiva eden bir fiille mükellef tutmaz. Aşağıdaki iki gurup delil bunu göstermektedir:

Birincisi: Şer'î hükümlerin konmasından maksadın, kullara hafifletme ve kolaylık sağlama ve onlardan sıkıntıyı giderme olduğunu belirten Kur'ân ve Sünnet nassları. Meselâ:

-  "Allah sizin için kolaylık iseter, zorluk istemez. [9]

-  "Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır. [10]

-  "Allah, dinde sizin için hiçbir zorluk yüklememiştir. [11]

-  "Müsamaha dini olan Hanîflik (presipleri) ile gönderildim. [12]

- ' 'Hz. Peygamber iki şey arasında muhayyer bırakıldığında, -günah olmadığı sürece-hep en kolay olanı seçerdi.[13]

İkincisi: Mazeret hallerinde uygulanacak ruhsat hükümlerinin konmuş olması. Meselâ, ramazan aytnda yolcu, hasta, hâmile ve emzikli kadın hakkındaki oruç tutmama müsaadesi, suyun bulunmaması veya hastalık halinde teyemmüm edilmesi, canın tehlikeye düşmesi durumunda içki içmenin ve Ölü eti yemenin caiz olması hükümleri gibi. Bunlar göstermektedir ki, Şâri'in hüküm koymaktaki maksadı, insanları sıkıntıya katmak değil, tam aksine onlardan meşakkati gidermek ve sıkıntı ortaya çıktığında bu sıkıntıyı yok etmektir.

* Bundan ötürüdür ki, Hz. Peygamber (s.a.v) iftar etmeksizin iki gün üstüste oruç tutmayı ve geceleri sürekli ibadetle geçirmeyi yasaklamıştır. el-Havlâ' bint Tüveyt hadisinde şöyle bir konuşma geçer:Hz. Ayşe Rasûlûllah'a der ki:

- İşte hakkında gece uyumaz (geceyi ibadetle geçirir) diye söylenen el-Havlâ' bint Tüveyt budur.Rasûlûllah şöyle buyurur:

- "Gece uyumaz mı? Gücünüzün yeteceği kadar ibadet edin. Vallahi Allah (sevap vermekten) yorulmaz, (fakat)sonunda siz yorulursunuz. [14]

*  Yine Sahabeden bazıları ibadet için dünyadan el çekip bir rahip gibi yaşamaya yönelince Hz. Peygamber şu sözleri ile onların bu davranışına karşı çıkmıştır: "Dikkat ediniz! Allah 'a andolsun ki içinizde Allah 'tan en çok korkan ve ona en çok saygı duyan benim. Fakat ben bazen oruç tutarım bazen de tutmam, geceyi kısmen namazla kısmen de uyuyarak geçiririm ve kadınlarla evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir![15]

* Güneşin altında ayakta durarak oruç tutmayı nezretmiş (adamış) olduğunu Öğrendiği h'r adama Rasûlûllah: "Orcunu tamamla, fakat güneşin altında ayakta durma!" demiştir. r "rülüvor ki, Hz. Peygamber bir taraftan insanın tahammül edebileceği bir meşakkat ihtiva eden adağın yerine getirilmesini yani orucun tutulmasını emretmiş, diğer taraftan güneşte yanmak ve ayakta durmak suretiyle kendine eziyet vermesini yasaklamıştır. Zira bu işin meydana geirdiği meşakkate insan dayanamaz.[16] Rasûlûllah, hac etmek üzere yola çıkmış bir adamın, iki çocuğunun arasında onlara yaslanarak yürümeye çalıştığını görünce onun durumunu sordu. Kendisine şöyle dendi:

-  O, yürüyerek Kâ'be'ye gitmeyi nezretmiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

-  ''Asla! Biliniz ki Cenâb-ı Allah'ın bu adamın kendine işkence etmesine ihtiyacı yoktur. Onu (bir deveye) bindirin.

* Yine Rasûlûllah, azimet hükümlerine sımsıkı sarılan, ruhsata göre amel etmeyi bırakarak azimet hükmündeki fazladan meşakkate katlanmaya çalışan kişileri isyankâr olarak nitelemiş; "Azimet ve Ruhsat" konusunda anlattığımız gibi- seferi iken oruçlarını bozmayıp oruca devam etmekten ötürü bitap duruma düşen bazı kimseler hakkında "Onlar âsîdirler, onlar âsîdirler!" buyurmuştur.

 

§: 211-214- Mahkûm Fîhin Kısımları:

 

Mükellefin, kendisine Allah Teâlâ'nın hükmü bağlanan fiilleri (dolayısıyla bu fiillere bağlanan hükümler) dört kısma ayrılır:

1-  Sırf Allah hakki olan hükümler,

2-  Sırf kul hakkı olan hükümler,

3-  Kendisninde iki türlü hak birleşmekle beraber Allah hakkının galip olduğu hükümler,

4- Kendisinde iki türlü hak birleşmekle beraber kui hakkının galip olduğu hükümler."Allah hakkı" tabiri ile, belirli bir ferdin menfaatine bakılmaksızın toplumun menfaatini gerçekleştirmeyi ve toplumdaki kamu düzenini korumayı hedef tutan hükümler anlatılmak istenmektedir. Bu yüzden, bu nevi hükümler bütün insanların rabbi olan Allah'a nisbet edilmiştir."Kul hakkı" tabiri ile ise, ferde has bir menfaatin gerçekleştirilimesine yönelik hükümler kasdedilmektedir.Şimdi bu kısımlardan her birini örnekler vererek açıklayacağız:

Birinci Kısım: Sırf Allah hakkı olan hükümler.Bu kısmın -genel olarak- ortak özelliği şudur: Hiç kimse bu haktan feragat etmeye yetkili değildir ve kimse bu hükmün yerine getirilmesinide tesahül gösteremez.Günümüzde kullanılan tabirlerle benzerlik kurulacak olursa, bu kısımdaki hükümleri ifade etmek üzere seçilecek en uygun tabir hukuk dilindeki "kamu düzeni" tabiridir ki bununla, fertlere şahsî iradeleriyle bu nevi hükümleri bertaraf etme yetkisinin tanınmadığı anlatılmak istenmektedir.

 

Sırf Allah hakkı olan hükümlerin nevileri:

 

İslâm hukukundaki hükümler tüme varım metodu ile incelendiğinde bu kışıma giren hükümlerin sekiz çeşit olduğu görülür:

Birincisi: Sırf ibâdet niteliği taşıyan fiillerin hükümleri. Yüce Şâri'in nazarında toplum düzeninin temelini teşkil eden "din"in ayakta tutulmasına yönelik namaz, oruç, zekât[17] hac, cihad ve diğer benzeri fiiller bu neviye girer.

İkincisi: Vergi ("meûne" ) niteliği de taşıyan ibadet hükümleri. Vergi nite-liğitaşımasından maksat, can veya malın korumasına yönelik bir ödeme olmasıdır.Meselâ fıtır sadakası böyle bir hükümdür. Çünkü o, muhtaçlara yardımda bulunma yoluyla Allah'a yaklaşma çabası olması ve orucun kabulüne vesile teşkil etmesi itibariyle bir ibadettir. Bu sebepledir ki, fıtır sadakasının edasında niyet şarttır ve zekâtın sarf yerleri nereler ise oralara harcanması gereklidir. Zekâtın harcanacağı yerler şu âyette gösterilmiştir: "Sadakalar (zekâtlar), ancak yoksullara, düşkünlere, zekât memurlarına, gönülleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, kölelere, borçlulara, Allah yolunda (Cihad edenlere) ve yolcuya mahsustur.[18]Fıtır sadakasında bir de vergi niteliği bulunmaktadır. Zira bu görev Cenâb-ı Allah'ın, mükellefe canını başını bağışlamış ve ona o yılın oruç farizasının edasını nasip etmiş olmasına karşılık bir şükran davranışı olarak teşri kılınmıştır. Bundan Ötürüdür ki, mükellefin, bakmakla yükümlü olduğu -çocuğu ve hizmetçisi gibi- kişiler için de fıtır sadakası vermesi vaciptir. Şayet fıtır sadakası, sırf ibadet nevinden olsa idi, başkası sebebi ile vacip olması düşünülemezdi. Aynı şekilde, sırf ibadet nevinden olan hükümler için koşulan tam ehliyet fıtır sadakası için şart koşulmamıştır. Bu yüzden Ebû Hanîfe, Ph* Yusuf ve fakihlerin çoğunluğuna göre küçüğün ve akıl hastasının malından da fıtır sadakası verilmesi gerekir.[19]

Üçüncüsü: İbâdet niteliği de taşıyan "meûne" (vergi) hükümleri. Toprak ürünlerinden verilmesi gereken öşür (ondabir) veya nısfu'1-öşr (yirmide bir nisbetindeki vergi) bu neviye girer. (Bunun tafsilâtına ait bilgiler fıkıh kitaplarının ilgili yerlerinde mevcuttur.)Öşür, toprağın sahibinin elinde kalmasını ve hukuken tecâvüze uğramaktan korunmasını sağlayan bir Ödeme olması itibariyle bir vergidir. Fakat bu vergide ibadet niteliği de bulunmaktadır. Çünkü bu, topraktan çıkan ürünün zekâtı mesabesindedir, o sebeple sarfedileceği yerler zekâtın sarf yerleridir.

Dördüncüsü: Ceza ("ukûbe") niteliği de taşıyan "meûne" (vergi) hükümleri. Usulcüler bu nevi için haraç vergisini misal göstermişler ve bunun vergi niteliğini, toprağın sahibi elinde kalmasını ve hukuken tecavüze uğramaktan korunmasını sağlayan bîr ödeme oluşu ile, ceza niteliğini ise, ziraatçılık yapmak ve toprağı işlemek üzere yerleşip cihaddan mahrum kalmaya nza gösterme karşılığında verilmiş olması ile açıklamışlardır. Çünkü ziraatle meşgul ol.rıa, kişinin kendini dünya işlerine vermesi ve Allah yolunda cihaddan yüz çevirmesi sonucunu doğurur ki bu bir zillet ve aşağılanma halidir.[20]Bu yorum -zayıf bir yorum olduğu gibi-, Hz. Ömer'in ve onun görüşüne katılan Sahabenin haraç vergisinin konması sırasında güttüğü gaye ile de bağdaşmamaktadır. Çünkü bu vergi toplumun ihtiyacı olan kamu harcamalarının yapılabilmesi için bir gelir kaynağı teşkil etmek üzere konmuştur. Nitekim haraç vergisinin konmasını savunurken Hz. Ömer'in söylemiş olduğu şu söz bu hususu açıkça göstermektedir: "Şu kaleleri görüyor musunuz? Bunları bekleyecek adamlara ihtiyaç var. Şam, Cezire, Küfe ve Mısır gibi şu koskoca şehirleri görüyor musunuz? şehirleri, bu kaleleri adamlarla doldurmak gerek, onların masraflarını karşılamak gerek! Yoksa küfür ehli şehirlerine geri dönerler!'' Bu ifade açıkça belirtmektedir ki, haraç vergisinin konmasındaki gaye, fethedilen toprakların sahiplerine bir ceza uygulamak değil, sadece İslâm ümmetinin menfaatini gerçekleştirmektir. Günümüzde haraç vergisine en çok benzeyen şey, hükümetlerin zirâi araziye koyduğu vergilerdir.Şu halde bu neviye işaret edilirken, "ukûbe" (ceza) kelimesi kaldırılıp şöyle denmesi doğru olurdu: Bu sadece "meûne'dir (vergidir); öşürde olduğu gibi ibadet niteliği veaşağıda açıklanacak olan- keffâretlerde olduğu gibi ceza niteliği yoktur. Böylece hem vakıaya ters düşülmemiş olur, hem de bu nevi diğer nevilerden ayırdedİlmiş olur.

Beşincisi: Tam ceza hükümleri . Başka niteliği olmayıp, tam anla­mıyla birer ceza teşkil ettiklerinden bunlar 'tam cezalar'' ('ukûbât kâmile'') adı verilir. Bu cezalar şunlardır: Zina suçunun cezası içki içme suçunun cezası,hırsızlıksuçunucezası,silâhlıgasp,soygunveisysuçununce­zası Bu cezaların hepsi "sırf Allah haklan" kısmına dahildir. Zira bu hükümler toplumun bütününe ait menfaatlerin gerçekleştirilmesi için konmuştur. Hiç kimsenin bu cezalardan birini düşürmesi veya uygulanmasında tesâhül göstermesi mümkün olmadığı gibi, mağdur bizzat bu cezayı infaz yetkisine sahip değildir; bu yetki, devlet başkanına veya görevli hâkime verilmiştir.

Altıncısı: Sınırlı ceza hükmü ("ukûbe kâsıra") Bu da, murisini öldüren kişinin mirastan mahrumiyeti hükmüdür. Bu hüküm, cezaî nitelik açısından sınırlı kalmaktadır. Çünkü bu ceza sebebiyle katilin canı acımadığı gibi, malında da bir eksiklik meydana gelmemektedir. Sadece haketme sebebi olan akrabalık bağı bulunduğu halde maktulün terikesinden katil lehine yeni bir mülkiyetin sabit olmasını engellemektedir.Mirastan mahrumiyet hükmü bir ceza olduğu için, meselâ murisini kasden veya hata İle öldüren çocuk hakkında sabit olmaz. Zira çocuğun fiili "haramlık" vasfı İle nitelendirilemez.Bu ceza sırf Allah haklarındandır; bunda maktulün bir menfaati yoktur.

Yedincisi: İbadet niteliği de taşıyan ceza hükümleri. Bunlar keffâretlerdir. Bu cümleden olmak üzere, yemini bozmanın ramazanda bilerek orucu bozmanın, hata ile adam öldürmenin keffâretlerini ve zıhâr keffâretİni anabiliriz.Bunlar, bir yönüyle cezadır; çünkü hukuka aykırı fiillere karşılık olarak konmuş hükümlerdir.O yüzden günahı örten anlamına gelmek üzere "keffâre" diye isim­lendirilmişlerdir. Öte yandan, bunlarda ibadet niteliği de bulunmaktadır; zira oruç tutma, köle azad etme ve fakirleri doyurma gibi ibadet türünden olan fiillerle ifa edilmektedirler.

Sekizincisi: Allah'a karşı "kulluk" borcu olarak ifa edilen ibadetler gibi insanın zimmetini ilgilendirmeyen fakat bizzat Allah hakkı olarak kişiye vacip olan nevi şahsına münhasır haklar. Ganimetlerin beştebiri ve -fıkıh kitaplarında açıklandığı şekilde-madenlerden alman vergiler bu nevi için Örnek teşkil eder.

İkinci Kısım: Sırf kul hakkı olan hükümler.Daha önce belirttiğimiz gibi, bunlar gayesi ferde has bir menfaatin korunması olan hükümlerdir.Bu kısma giren hükümlerin ortak özelliği şudur: Hak sahibi dilerse hakkının yerine tirilmesini talep eder, dilerse bir bedel karşılığında veya karşılıksız oiarak hakkından azeecer. Bu kısımdaki hükümler, günümüz hukuk dilinde, uyup uymama hususunda fertlere mutlak hürriyet tanımayı ifade eden "yedek (ihtiyatî) hukuk kuralları"nı andırmaktadır.Bu kısma, fertlerin mal üzerindeki haklan ve malî sonuçları bulunan hakları girer. Meselâ, alacağın ifasını isteme hakkı, rehin alınan mal üzerindeki hapis hakkı, haksız fiil neticesi doğan zararın tazmin edilmesini isteme hakkı ve benzeri kamu menfaatinden olmayıp fertlere has diğer haklar bu kısma dalihdir.

Üçüncü Kısmı: Kendisinde iki türlü hak birleşmekle beraber Allah hakkının galip olduğu hükümler.

Meselâ "kazif" yani iffetli kadına iftira suçunun cezası  böyledir.[21] Çünkü kazif namusa dokunan bir suçtur. Bu suçun cezalandırılmasında iftiraya uğrayan tarafın özel menfaati vardır. Fakat bu suçu ihbar veya şikayet etmemesinde de mağdurun menfaati bulunabilir. Zira kâzifm (kazif suçu sanığının) söylediğinin doğruluğunu isbat hakkı vardır ve böyie bir durumun İsbatı makzûfa (kazif suçundaki mağdur tarafa) zina cezasının uygulanmasına yol açabilir.Diğer taraftan kazif suçu namusa dokunan, itibarı sarsan, anneleri ve çocukları kirleyen bir suç olduğundan ötürü Allah hakkı olarak cezalandınlmış ve bu hak mağdurun hakkından daha üstün tutulmuştur. Böylece mağdurun, suçun sübutundan sonra cezalandırma isteğinden vazgeçmesi veya suçlu ile sulh yoluna gitmesi yahut cezayı bizzat uygulamaya kalkması imkânı ortadan kaldırılmış olmaktadır. Buna karşılık mağdurun bu suçu -ilgili makama- şikâyet etmesi hakkı bakidir.

Dördüncü Kısım: Kendisinde iki türlü hak birleşmekle beraber kul hakkının galip olduğu hükümler.Meselâ kasden adam öldürme fiiline karşılık kısas cezasının uygulanması böyledir.Zira bu hüküm bir yönden kamu menfaati ile yani yaşama hakkının korunması, güvenliğinsağlanması ve suçların azaltılması ile ilgilidir. Bu yönüyle Allah hakkı olmaktadır. Diğer taraftan ise maktulün velilerine has bir menfaati gerçekleştirmektedir. O da maktulün velilerinin manevî rahatlamaya kavuşturulması; katile karşı duyulan kin duygusunun yok edilmesi ve İntikam ateşininin söndürülmesidir. İşte bu yönüyle de kul hakkı olmaktadır.Öldürme fiili, mağdurun şahsı ile sıkı sıkıya alakalı olduğu ve toplumun düzeni ve güvenliğinden çok onu etkilediği için, kısas hükmünde kul hakkı galip sayılmıştır. Bunun içindir ki, maktulün velisi talep etmedikçe katile kısas cezası uygulanamaz; veli bir bedel karşılığında veya karşılıksız olarak bu hükmün uygulanmasını isteme hakkından vazgeçebilir. Katile kısas cezasının verilmesine hükmedildiği takdirde, velinin -devlet başkanının kontrolü altında olmak ve kendisi usulüne uygun şekilde infaz etmeye ehil bulunmak şartıyla- bu cezayı bizzat infaz etme hakkı vardır. İnfaz için yeterli güce sahip değilse veya usulüne uygun olarak infaz etmeye ehil değilse, bu şartları taşıyan bir başkasını infaz için vekil tayin edebilir. Bu vekilin sırf bu işle uğraşan bir görevli olmasında bir beis yoktur. Nitekim günümüz hukuku uygulamalarında infaz işi bu şekilde yürümektedir.

 



[1] el-Bakara 2/286:

[2] et-Talâk 65/7:

[3]  Ebu Davud( Nikâh) 39

[4] Hadisin rivayetleri için bkz. Buhar!, Cenâiz, 32, 33; Meğâzî, 8; Müslim, Cenâiz, 18, 19, 22, 23, 24, 24, 27; Ahmed b. Hanbel, I, 47, UI, 31.

[5] el-Hadîd 57/22-23:

[6]   Âl-ü Imrâm, 3/102:

[7]  eş-Şûrâ 42/37:

[8]   Âl-ü Imrân 3/134:

[9]  el-Bakara 2/185:

[10]  en-Nisâ" 4/28:

[11]  e!-Hacc 22/78:

[12]  Ahmed b. Hanbel, V, 266.

[13] Aynı anlamda bkz. Buharı, Menâkib, 23, Edeb, 80, Hudûd, 10; Müslim, Fedâil, 77, 78; Ebu Davud, Edeb, 5; Muvatta', Hüsnü'I-Huluk, 2.

[14] Müslim, Sıyâm, 177.

[15]  Buharı, Nikâh, 1.

[16] Hz. Peygamber'İn bu İki işi tefrik etmesindeki ölçüyü, -yazarın son cümlesinde olduğu gibi- tahammül edilebilir ve tahammül edilemez meşakkat şeklinde belirlemek isabetli görünmemektedir. İkinci işteki emel Özellik, kişinin, faydası olmayan ve dinen de emredilmemiş bir işi kendisi için vecibe haline getirmesinin(mütercim)

[17] Zekâtın münhasıran ibadet özelliği taşıyan amellerden sayılması Hanefîlere göredir. Diğer fakîhler bu konuda onlara karşı çıkmışlar ve şöyle demişlerdir: Zekât, sırf ibâdet değildir; onda servet vergisi niteliği de vardır. Allah, fakirlerin ve İhtiyaç sahiplerinin hakkı oimak üzere, zenginleri bu vergi ile mükellef tutmuştur.

Bu ihtilâfın pratik sonucu, küçüğün ve akıl hastasının malından zekât gerekip gerekmeyeceği hususunda kendisini gösterir. Zekâtın sırf ibadet"olduğunu savunanlara göre onların malından zekât verilmesi gerekmez; - İkinci görüşün sahiplerine göre ise gerekir.

[18]  et-Tevbe 9/60: 41

[19] Hanefi imamlardan Muhammedb. Hasen eş-Şeybânî ve Züfer'egöre, küçüğün ve akıl hastasının malın­dan fıtır sadakası verilmesi gerekmez. Bu görüş ayrılığı, bilginlerin fıtır sadakasına bakışlarındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır: Bu amelin ibadet yönü mü yoksa malî mükellefiyet yönü mü daha ağır basmaktadır? Cumhura göre malî mükellefiyet yönü üstündür; o yüzden, küçüğün ve akıl hastasının matından fıtır sadakası verilmesi gerekir. Muhammed ve Züfer'in nazarında ise, ibadet yönü üstündür; böyle kişilerin malından fıtır sadakası verilmesi gerekmez.

[20] et-Tavdîh ve't-Tetvîh, IH, 115; et-Teysîr Şerhu't-Tahrir, II, 320.

[21] "Kazif ten maksat, zina ilhamı ihtiva eden bir İsnatta bulunmaktır. Kazif suçunun İslâm hukukunda

iki türlü cezası vardır: Birisi aslîdir, ki bu seksen değnek vurulması şeklinde belirlenmiş olan cezadır.

Diğeri tebe'î cezadır, ki bu da, İftirada bulunanın şahitliğinin kabul edilmemesidir. Şu âyet buna delildir:"Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra bunu isbat İçin) dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. Onlar faasıklardır. Daha sonra tevbe edip de (nefislerini) ıslah edenler müstesna. Şüphesiz Allah Çok yarlığayıcı, çok merhametlidir. (en-Nûr 24/4.)