§: 205- "Mahkûm Fîh"in Tarifi:
§: 211-214- Mahkûm Fîhin Kısımları:
Sırf Allah hakkı olan hükümlerin nevileri:
a) Tarifi,
b) Şartları,
c) Kısımları.
Şâri'in talebinin, tahyîrinin veya vad'ının taalluk ettiği fiil veya durumdur. (Bu ifadeyi
biraz açalım: Hatırlanacağı üzere, hüküm ya
teklifidir veya vad'idir. Teklif, hukum
de ya bir talep yani bir işin yapılmasını veya
yapılmamasını istemek ya da tahyır
yanı bir işi yapıp yapmamakta serbest bırakmaktır. Vadî hüküm ise, başka
hükümlerle sebep, şart ve mani gibi bağlantıları sağlayan hüküm demektir. İşte
"mahkûm fîh" denince, bu teklifi veya vad'î hükümlerin ilgili bulunduğu fiil veya durumlar kasdedilmektedır. Mesela. Şâri'in
"namaz kılınız" hitabında bir talep vardır, öylesyes
bu teklifi bir hükümdür; işte bu hükmün taalluk ettiği fiil olan namaz mahkûm fihtir). Kısacası mahkûm fih, hukmun konusudur.Teklîfı hükmün sözkonusu olduğu durumlarda, mahkûm fîh,
işin başından itibaren mutlaka mükellefin fiilidir. Fakat vad'î
hükümde mahkûm fîh, doğrudan mükellefin tuh
olabileceği gibi, mükellefin fiili olmamakla beraber onun fiili ile bağlantısı
olan bir durum da olabilir. Meselâ hırsızlığa uygulanan ceza hükmünün sebebi
hırsızlık suçudur. Bu, doğrudan mükellefin fiilidir. Öğle namazının vacip
olması hükmünün sebebi ise güneşin batıya eğilmesidir ki bu mükellefin fiili
değildir; fakat yine de onun fiili ile yani kılacağı namaz ile ilgilidir.
İslâm hukukunda, kişi.
aşağıdaki şartları taşımayan bir fiil ile mükellef tutulamaz:
Fiilin mükellef
tarafından tam olarak bilinebilmesi gerekir Çünkü 'teklîf 'ten (mükellefiyet
yüklemekten) maksat, mükellefin kendisinden istenen görevi istendiği şekilde
yerine getirmesidir. Bu şekilde bir ifa, ancak mükellefiyete konu olan fiilin
tam anlamıyla bilinmesi ile mümkün olur.Bu şarta göre meselâ zekâtın mahiyeti
ve miktarı açıklanmadan zekât ile, namazın rükünleri, şartları ve nasıl
kılınacağı gösterilmeden namaz ile mükellef tutmak sahih olmaz.Burada "bümek"ten maksat, mükellefin, yükümlü olduğu işi
bilfiil bilmesi değil, bunu bilme imkânına sahip olması, o bilgiyi elde
edebilir durumda bulunmasıdır. Bu ise, dâr-ı İslâm'da bulunmakla gerçekleşmiş
sayılır. Çünkü mükellef ya -ilmî ehliyeti
varsa-bizzat (kaynaklarından) araştırarak ya da -buna
gücü yetmiyorsa- ilim ehline sormak suretiyle şer'î hükümleri bilme ve öğrenme
imkânına sahiptir.
O yüzden fakihler, dâr-ı İslâm'da bulunan kişinin şer'î hükümleri
bilmemesinin bir mazeret teşkil etmeyeceğine hükmetmişlerdir.Böyle bir kural
koymanın sebebi şudur: Eğer "teklîf" İçin, mükellefin yükümlü olduğu
işi bilfiil bilmesi şart koşulsa idi, ortada tutarlı ve sağlam bir mükellefiyet
düzeni kalmaz, hükümleri bilmemeyi mazeret göstermek için çok geniş bir saha
açılmış olurdu.
Fiilin mükellefin gücü
dahilinde olması, hem yapmaya hem de yapmamaya muktedir olması gerekir.Mükellefin
güç yetiremeyeceği bir fiil ile teklif şer'an caiz
değildir. Bu şarttan şu sonuçlar çıkar:
1- İster
bizatihi ister başkalarına nazaran müstahîl
(imkânsız) bir iş "teklife konu olamaz.
Bizatihi müstahîl, akim varlığını tasavvur edemediği durum demektir.
Buna "aklen ve âdeten müstahîl" denir. İki zıttın birleştirilmesi böyledir.
Meselâ aynı şahsa aynı anda bir işi hem vacip hem haram kılmak; bir şeyin aynı
anda hem sahih hem fâsid olduğuna hükmetmek
gibi.Başkasına nazaran müstahîl, aklın varlığını
tasavvur edebilmesine rağmen alışılmışa göre meydana gelmesi mümkün olmayan
durum demektir. Buna "âdeten müstahîl"
adı verilir. Meselâ, insanın âlet olmaksızın uçması, ayaklan olmayan kimsenin
yürümesi, elleri olmayan kimsenin yazı yazması, gözleri olmayan kimsenin
görmesi, tohumsuz ekin çıkması, çalışmadan başarmak, yiyip içmeden doymak
gibi.İşte aklen veya âdeten
meydana gelmesi mümkün olmayan bütün bu ve benzeri durumlar şer'ân
"teklife konu olamazlar. Bunun naklî ve aklî delilleri vardır.
Naklî delil: Yüce Allah
"Allah, kimseye gücünün
üstünde mükellefiyet vükiemez. [1]Allah,
kimseye, verdiğinden fazla mükellefiyet yüklemez[2]
buyurmuştur. Allah'ın insanları ancak güç getirebilecekleri şeylerle mükellef
tuttuğunu gösteren daha birçok nass vardır.
Aklî delil:
"Teklîf ten maksat, mükellefin yükümlü tutulduğu işi yerine getirmesi ve
böylece imtihanıdır. Bu iş beşer gücünün sınırları dışında kalırsa mükellefin
imtihan edilmesi imkânsız hale gelir. Bu durumda ' 'teklîf' abes (lüzumsuz yere
meşguliyet) olur ki, Yüce Allah böyle bir durumdan münezzehtir.
2- İnsan
iradesinin dışında kalan tabiî durumlar "teklife konu olamaz. Meselâ yeme
veya içme arzusu, kızma, hoşnut olma, üzüntü, sevinç ve sevgi gibi durumlar,
bunların doğmasına yol açan âmillerin bulunmasıyla var olurlar. İşte insan bu
gibi durumları meydana getirmekle mükellef tutulamaz. Çünkü bunlar onun
iradesinin ve gücünün dışında kalmaktadır, onun imkânı dahilinde değildir.İslâm
hukuku hükümlerine bu prensibin hâkim olduğunu gösteren delil getirmek
istenirse Hz. Peygamberin şu İfadelerine işaret
edilebilir:
- Rasûlüllah
evlilik vecibelerini ifa hususunda zevcelerine karşı adaletli davranmaya
çalışır, zamanını unlar arasında âdîl bir şekilde taksim eder; bununla birlikte
şöyle dua ederdi: "AUahım! Benim yapabildiğim
taksim bu. Senin güç yetirdiğin, benim ise gücümün yetmediği hususlarda beni
kınama. [3] Hz. Peygamber bu sözüyle, bazı hanımlarına diğerlerinden
fazla sevgi duyabilmiş ve kalben daha çok meyletmiş olabileceğini ifade etmiş
oluyordu. Bu hadis göstermektedir ki, insan, sevgi ve benzeri tabiî durumlarla
mükellef tutulamaz.
- Rasûlûllah'ın oğlu
İbrahim vefat ettiğinde Hz. Peygamber'in gözlerinden
yaşlar akmış, Abdurrahman b. Avf
bunu görünce: "Ya Rasûîallah!
Kendin ağlamayı yasakladığın halde ağlıyor musun?" diye sormuştu. Hz. Peygamber'in cevabı ise şöyle olmuştu: "Ben
kadınlar tutup ölünün ardından bağırıp çağırışılmasım,
onun hakkında doğru olmayan şeylerle ağıtlar yakılmasını yasakladım. Oysa bu
bir merhamet tezahürüdür. Merhamet etmeyene merhamet olunmaz!'' Daha sonra Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: ' 'Göz yaşarır, kalp
hüzünlenir. Biz Rabb 'imizin
razı olmayacağı şeyi söylemeyiz ve bil ki İbrahim, senin ölümünden derin üzüntü
duymaktayız. [4]
Şu halde, zahiri
itibariyle insanın gücü dışında mükellefiyet getiren bir nass
ile karşılaşılırsa, bu nassın yorumunda zahiri ile
yetinmemek gerekir. Böyle bir nassda, asıl gaye,
insanın gücü dışında kalan bu duruma sebebiyet veren veya bu durumun ardından
gelecek bir davranışla ilgilidir. Bu gibi nasslara
bazı örnekler verelim:
- Cenâb-ı
Allah Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmuştur: "Gerekyeryüzünde vukubulan gerek
sizin başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, bizonu yaratmadan önce bir
kitapta (yazılmış) olmasın. Doğrusu bu, Allah'a kolaydır. (Allah bunları
yazmıştır) ki, elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve size verdiği ile
şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez. [5]Bu nassın zahirinden çıkan anlam, insanın dünya ile ilgili bir
fırsatı kaçırmış olmaktan ötürü üzülmemekle ve elde ettiği bir dünyevî
menfaatten dolayı sevinmemekle mükellef olduğudur. Oysa bu, insanın gücü
dahilinde değildir. O halde asıl maksat bu değil, insanları bir dünyevî fırsatı
kaçırdıklarında üzüntüye yol açacak taşkın davranış ve tavırlardan; bir dünya
nimetini elde edince aşırı sevince boğulmasına yol açacak gurur ve kibir gibi
davranışlardan sakmdırmaktır. Nitekim âyetin sonunda
"Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez." buyurulmuştur. İbn Abbas bu âyetle ilgili olarak şöyle demiştir: ''Üzülmeyen
ve sevinmeyen hiç kimse yoktur. Fakat mü'min uğradığı
felâketi sabıra, elde ettiği nimeti de şüküre dönüştürür."
- Bir başka âyette şöyle buyurulmuştur:
"Ey iman edenler! Allah'tan O'na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin. [6] Bu
âyetin zahir anlamı, muhatapların müslüman
olmadıkları bir halde ölmemelerini zorunlu kılmaktadır. Bu ise onların elinde
olan bir şey değildir. Zira ölümü bertaraf etmek insan iradesinin ve gücünün
dışında kalır. Öyleyse bu âyetle kasdedüen asıl anlam
bu olamaz. Burada maksat, kişinin İslâm'a bağlılığını teşvik etmek ve ölünceye
kadar bu bağlılığını sürdürmesini istemektir. Şüphesiz bu, insanın gücü
dahilindedir.
- Hz. Peygamber,
kendisine bir tavsiyede bulunmasını isteyen kişiye: "Kızma!"
buyurmuştur. Bu nassın zahiri ile yetinilirse,
kızmaya yol açan âmillerin bulunması halinde dahi kişinin kızmaktan sakınması
gerektiği sonucuna varılır. Oysa bu, İnsanın gücü dahilinde değildir. Çünkü
"kızma" insanın kendi iradesi dışında kalan tabiî bir durumdur.
Öyleyse bu nassda asıl maksat, insanın, kızgınlık
halinde kendisine karşı direnip intikama yönelmekten ve kızgınlık halinin
kendisine yaptırmak istediği davranışlardan sakınmasıdır. Zira insan, kızgınlık
halinde nefsine karşı direnirse kızgınlığın ortaya çıkaracağı kötü sonuçları
bertaraf etmiş olur. Hatta nefsine karşı verdiği bu mücadele sayesinde belki
gazabı sükûnete dönüşür ve hiç kızmamış gibi oluverir. Kur'ân-ı
Kerîm'de de bu noktaya işaret eden âyetler vardır: "(Büyük mükâfaata erişecek olan o mü'minler)
büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar. Kızdıkları zaman onlar
affederler.[7] '(O takva sahipleri)
öfkelerini yenerler ve insanları affederler. [8]
Şüphesiz bunlar insanın gücü dahilindedir.
Yukarıdaki
açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, bir fiilin şer'î bir teklîfe konu
olabilmesi için o fiilin mutlaka mükellefin gücü dahilinde bulunması gerekir.Bir
de öyle fiiller vardır ki, bunlar mükellefin yapabileceği işler olmakla
beraber, bunların yapılması veya muntazam bir şekilde sürdürülmesi meşakkate
yol açar. İşte şimdi bu meşakkatin "teklif" için bir engel teşkil
edip etmeyeceğini açıklayacağız.
İnsanın yapabileceği
değişik türden işler incelenirse, bu işlerden ötürü katlanılan meşakkatin iki
nevi olduğu görülür.
Birinci nevi:
İnsanın tahammül edebileceği ve sürekli katlandığında hiç bir işine zarar
getirmeyecek olan meşakkat.Bu meşakkat "teklîfe engel değildir. Çünkü
hayatta meşakkatsiz hiçbir iş yoktur. Hatta herkesin zarurî ihtiyaçlarından
olan yeme, içme ve giyinme gibi işlerin bile bir ölçüde meşakkati vardır. Diğer
taraftan, hiç meşakkati olmayan bir iş bulunsa bile, bu işle mükellef tutmak
"teklîf' sayılmaz; bir başka deyişle böyle bir durumda "teklif
gerçekleşmez. Zira teklîf, muhatabı yapılmasında külfet ve bir çeşit meşakkat
bulunan bir iş ile sorumlu tutmak demektir.Şu kadar var ki hikmet sahibi olan
Yüce Şâri'in bizi mükellef tuttuğu işlerde esas
maksadı bu meşakkatin kendisi değil, meşakkate katlanmanın sonunda ortaya
çıkacak olan faydalı sonuçtur. Meselâ namaz kılmakla sorumlu tutmaktan maksat
vücudu yormak ve düşünceyi belirli bir işe hasretmek değil, ruhun yüceltilmesi,
insanın Allah'a karşı huşu duymasının sağlanması ve böylece kötülüklerden
uzakta tutulmasıdır. Oruç ile mükellef tutmaktan da maksat, açlık, susuzluk
vererek ve helâl nimetlerden faydalanmaktan mahrum kılarak kişiye.eziyet etmek
değil, ruhun temizlenmesi, şefkat ve merhamet duygusunun geliştirilmesidir. Şâri'in insanları mükellef tuttuğu diğer işler de hep
böyledir: Bu işlerdeki meşakkate katlanmalarını istediği için değil, bunların
sonucunda elde edilecek faydadan ötürü kullan mükellef tutmuştur. Bu konuda Şâri'in durumu, mahir bir tabibin durumu gibidir. Nasıl
tabip, acı olduğunu bile bile hastayı acı ilaç almaya
zorluyor ve bunu onun eziyet çekmesi için değil aksine hastalıktan kurtulması
için yapıyorsa, Sâri' de meşakkatli olmasına rağmen kullarının iyiliği için bir
takım mükellefiyetler koymuştur.
İkinci nevi;
İnsanın tahammül edemeyeceği ve sürekli katlandığında bir çok faydalı işin
kesintiye uğramasına yo! açacak olan meşakkat. Ardarda
birkaç gün oruç tutmanın, geceleri devamlı ibadetle geçirmenin ve yürüyerek
hacca gitmenin verdiği meşakkat gibi.Sâri', insana bu nevi meşakkata
katlanma sorumluluğu yüklemez ve böyle meşakkat ihtiva eden bir fiille mükellef
tutmaz. Aşağıdaki iki gurup delil bunu göstermektedir:
Birincisi: Şer'î hükümlerin konmasından maksadın, kullara
hafifletme ve kolaylık sağlama ve onlardan sıkıntıyı giderme olduğunu belirten Kur'ân ve Sünnet nassları.
Meselâ:
- "Allah sizin için kolaylık iseter, zorluk istemez. [9]
- "Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek
ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır. [10]
- "Allah, dinde sizin için hiçbir zorluk
yüklememiştir. [11]
- "Müsamaha dini olan Hanîflik
(presipleri) ile gönderildim. [12]
- ' 'Hz. Peygamber iki şey arasında muhayyer bırakıldığında,
-günah olmadığı sürece-hep en kolay olanı seçerdi.[13]
İkincisi:
Mazeret hallerinde uygulanacak ruhsat hükümlerinin konmuş olması. Meselâ,
ramazan aytnda yolcu, hasta, hâmile ve emzikli kadın
hakkındaki oruç tutmama müsaadesi, suyun bulunmaması veya hastalık halinde
teyemmüm edilmesi, canın tehlikeye düşmesi durumunda içki içmenin ve Ölü eti
yemenin caiz olması hükümleri gibi. Bunlar göstermektedir ki, Şâri'in hüküm koymaktaki maksadı, insanları sıkıntıya
katmak değil, tam aksine onlardan meşakkati gidermek ve sıkıntı ortaya
çıktığında bu sıkıntıyı yok etmektir.
* Bundan ötürüdür ki, Hz. Peygamber (s.a.v) iftar etmeksizin iki gün üstüste oruç tutmayı ve geceleri sürekli ibadetle geçirmeyi
yasaklamıştır. el-Havlâ' bint Tüveyt
hadisinde şöyle bir konuşma geçer:Hz. Ayşe Rasûlûllah'a der ki:
- İşte hakkında gece
uyumaz (geceyi ibadetle geçirir) diye söylenen el-Havlâ' bint
Tüveyt budur.Rasûlûllah
şöyle buyurur:
- "Gece uyumaz
mı? Gücünüzün yeteceği kadar ibadet edin. Vallahi Allah (sevap vermekten)
yorulmaz, (fakat)sonunda siz yorulursunuz. [14]
* Yine Sahabeden bazıları ibadet için dünyadan
el çekip bir rahip gibi yaşamaya yönelince Hz.
Peygamber şu sözleri ile onların bu davranışına karşı çıkmıştır: "Dikkat
ediniz! Allah 'a andolsun ki içinizde Allah 'tan en
çok korkan ve ona en çok saygı duyan benim. Fakat ben bazen oruç tutarım bazen
de tutmam, geceyi kısmen namazla kısmen de uyuyarak geçiririm ve kadınlarla
evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir![15]
* Güneşin altında
ayakta durarak oruç tutmayı nezretmiş (adamış)
olduğunu Öğrendiği h'r adama Rasûlûllah:
"Orcunu tamamla, fakat güneşin altında ayakta
durma!" demiştir. r "rülüvor ki, Hz. Peygamber bir taraftan insanın tahammül edebileceği bir
meşakkat ihtiva eden adağın yerine getirilmesini yani orucun tutulmasını
emretmiş, diğer taraftan güneşte yanmak ve ayakta durmak suretiyle kendine
eziyet vermesini yasaklamıştır. Zira bu işin meydana geirdiği
meşakkate insan dayanamaz.[16] Rasûlûllah, hac etmek üzere yola çıkmış bir adamın, iki
çocuğunun arasında onlara yaslanarak yürümeye çalıştığını görünce onun durumunu
sordu. Kendisine şöyle dendi:
- O, yürüyerek Kâ'be'ye
gitmeyi nezretmiş. Bunun üzerine Hz.
Peygamber şöyle buyurdu:
- ''Asla! Biliniz ki Cenâb-ı
Allah'ın bu adamın kendine işkence etmesine ihtiyacı yoktur. Onu (bir deveye)
bindirin.
* Yine Rasûlûllah, azimet hükümlerine sımsıkı sarılan, ruhsata
göre amel etmeyi bırakarak azimet hükmündeki fazladan meşakkate katlanmaya
çalışan kişileri isyankâr olarak nitelemiş; "Azimet ve Ruhsat"
konusunda anlattığımız gibi- seferi iken oruçlarını bozmayıp oruca devam
etmekten ötürü bitap duruma düşen bazı kimseler hakkında "Onlar âsîdirler,
onlar âsîdirler!" buyurmuştur.
Mükellefin, kendisine
Allah Teâlâ'nın hükmü bağlanan fiilleri (dolayısıyla
bu fiillere bağlanan hükümler) dört kısma ayrılır:
1- Sırf Allah hakki olan hükümler,
2- Sırf kul hakkı olan hükümler,
3- Kendisninde iki
türlü hak birleşmekle beraber Allah hakkının galip olduğu hükümler,
4-
Kendisinde iki türlü hak birleşmekle beraber kui
hakkının galip olduğu hükümler."Allah hakkı" tabiri ile, belirli bir
ferdin menfaatine bakılmaksızın toplumun menfaatini gerçekleştirmeyi ve
toplumdaki kamu düzenini korumayı hedef tutan hükümler anlatılmak
istenmektedir. Bu yüzden, bu nevi hükümler bütün insanların rabbi olan Allah'a nisbet edilmiştir."Kul hakkı" tabiri ile ise,
ferde has bir menfaatin gerçekleştirilimesine yönelik
hükümler kasdedilmektedir.Şimdi bu kısımlardan her
birini örnekler vererek açıklayacağız:
Birinci Kısım:
Sırf Allah hakkı olan hükümler.Bu kısmın -genel olarak- ortak özelliği şudur:
Hiç kimse bu haktan feragat etmeye yetkili değildir ve kimse bu hükmün yerine getirilmesinide tesahül
gösteremez.Günümüzde kullanılan tabirlerle benzerlik kurulacak olursa, bu
kısımdaki hükümleri ifade etmek üzere seçilecek en uygun tabir hukuk dilindeki
"kamu düzeni" tabiridir ki bununla, fertlere şahsî iradeleriyle bu
nevi hükümleri bertaraf etme yetkisinin tanınmadığı anlatılmak istenmektedir.
İslâm hukukundaki
hükümler tüme varım metodu ile incelendiğinde bu kışıma giren hükümlerin sekiz
çeşit olduğu görülür:
Birincisi:
Sırf ibâdet niteliği taşıyan fiillerin hükümleri. Yüce Şâri'in
nazarında toplum düzeninin temelini teşkil eden "din"in ayakta
tutulmasına yönelik namaz, oruç, zekât[17] hac,
cihad ve diğer benzeri fiiller bu neviye
girer.
İkincisi:
Vergi ("meûne" ) niteliği de taşıyan ibadet
hükümleri. Vergi nite-liğitaşımasından maksat, can veya
malın korumasına yönelik bir ödeme olmasıdır.Meselâ fıtır
sadakası böyle bir hükümdür. Çünkü o, muhtaçlara yardımda bulunma yoluyla
Allah'a yaklaşma çabası olması ve orucun kabulüne vesile teşkil etmesi
itibariyle bir ibadettir. Bu sebepledir ki, fıtır
sadakasının edasında niyet şarttır ve zekâtın sarf yerleri nereler ise oralara
harcanması gereklidir. Zekâtın harcanacağı yerler şu âyette gösterilmiştir:
"Sadakalar (zekâtlar), ancak yoksullara, düşkünlere, zekât memurlarına,
gönülleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, kölelere, borçlulara, Allah yolunda
(Cihad edenlere) ve yolcuya mahsustur.[18]Fıtır sadakasında bir de vergi niteliği bulunmaktadır. Zira
bu görev Cenâb-ı Allah'ın, mükellefe canını başını
bağışlamış ve ona o yılın oruç farizasının edasını nasip etmiş olmasına
karşılık bir şükran davranışı olarak teşri kılınmıştır. Bundan Ötürüdür ki,
mükellefin, bakmakla yükümlü olduğu -çocuğu ve hizmetçisi gibi- kişiler için de
fıtır sadakası vermesi vaciptir. Şayet fıtır sadakası, sırf ibadet nevinden olsa idi, başkası
sebebi ile vacip olması düşünülemezdi. Aynı şekilde, sırf ibadet nevinden olan
hükümler için koşulan tam ehliyet fıtır sadakası için
şart koşulmamıştır. Bu yüzden Ebû Hanîfe,
Ph* Yusuf ve fakihlerin
çoğunluğuna göre küçüğün ve akıl hastasının malından da fıtır
sadakası verilmesi gerekir.[19]
Üçüncüsü:
İbâdet niteliği de taşıyan "meûne" (vergi)
hükümleri. Toprak ürünlerinden verilmesi gereken öşür (ondabir)
veya nısfu'1-öşr (yirmide bir nisbetindeki
vergi) bu neviye girer. (Bunun tafsilâtına ait bilgiler
fıkıh kitaplarının ilgili yerlerinde mevcuttur.)Öşür, toprağın sahibinin elinde
kalmasını ve hukuken tecâvüze uğramaktan korunmasını sağlayan bir Ödeme olması
itibariyle bir vergidir. Fakat bu vergide ibadet niteliği de bulunmaktadır.
Çünkü bu, topraktan çıkan ürünün zekâtı mesabesindedir, o sebeple sarfedileceği yerler zekâtın sarf yerleridir.
Dördüncüsü:
Ceza ("ukûbe") niteliği de taşıyan "meûne" (vergi) hükümleri. Usulcüler bu nevi için haraç
vergisini m
Beşincisi:
Tam ceza hükümleri . Başka niteliği olmayıp, tam anlamıyla birer ceza teşkil
ettiklerinden bunlar 'tam cezalar'' ('ukûbât
kâmile'') adı verilir. Bu cezalar şunlardır: Zina suçunun cezası içki içme
suçunun cezası,hırsızlıksuçunucezası,silâhlıgasp,soygunveisysuçununcezası Bu
cezaların hepsi "sırf Allah haklan" kısmına dahildir. Zira bu
hükümler toplumun bütününe ait menfaatlerin gerçekleştirilmesi için konmuştur.
Hiç kimsenin bu cezalardan birini düşürmesi veya uygulanmasında tesâhül göstermesi mümkün olmadığı gibi, mağdur bizzat bu
cezayı infaz yetkisine sahip değildir; bu yetki, devlet başkanına veya görevli
hâkime verilmiştir.
Altıncısı:
Sınırlı ceza hükmü ("ukûbe kâsıra")
Bu da, murisini öldüren kişinin mirastan mahrumiyeti hükmüdür. Bu hüküm, cezaî
nitelik açısından sınırlı kalmaktadır. Çünkü bu ceza sebebiyle katilin canı
acımadığı gibi, malında da bir eksiklik meydana gelmemektedir. Sadece haketme sebebi olan akrabalık bağı bulunduğu halde maktulün
terikesinden katil lehine yeni bir mülkiyetin sabit
olmasını engellemektedir.Mirastan mahrumiyet hükmü bir ceza olduğu için, meselâ
murisini kasden veya hata İle öldüren çocuk hakkında
sabit olmaz. Zira çocuğun fiili "haramlık" vasfı İle
nitelendirilemez.Bu ceza sırf Allah haklarındandır; bunda maktulün bir menfaati
yoktur.
Yedincisi:
İbadet niteliği de taşıyan ceza hükümleri. Bunlar keffâretlerdir.
Bu cümleden olmak üzere, yemini bozmanın ramazanda bilerek orucu bozmanın, hata
ile adam öldürmenin keffâretlerini ve zıhâr keffâretİni
anabiliriz.Bunlar, bir yönüyle cezadır; çünkü hukuka aykırı fiillere karşılık olarak
konmuş hükümlerdir.O yüzden günahı örten anlamına gelmek üzere "keffâre" diye isimlendirilmişlerdir. Öte yandan,
bunlarda ibadet niteliği de bulunmaktadır; zira oruç tutma, köle azad etme ve fakirleri doyurma gibi ibadet türünden olan
fiillerle ifa edilmektedirler.
Sekizincisi:
Allah'a karşı "kulluk" borcu olarak ifa edilen ibadetler gibi insanın
zimmetini ilgilendirmeyen fakat bizzat Allah hakkı olarak kişiye vacip olan
nevi şahsına münhasır haklar. Ganimetlerin beştebiri
ve -fıkıh kitaplarında açıklandığı şekilde-madenlerden alman vergiler bu nevi
için Örnek teşkil eder.
İkinci Kısım:
Sırf kul hakkı olan hükümler.Daha önce belirttiğimiz gibi, bunlar gayesi ferde
has bir menfaatin korunması olan hükümlerdir.Bu kısma giren hükümlerin ortak
özelliği şudur: Hak sahibi dilerse hakkının yerine tirilmesini
talep eder, dilerse bir bedel karşılığında veya karşılıksız oiarak
hakkından azeecer. Bu kısımdaki hükümler, günümüz
hukuk dilinde, uyup uymama hususunda fertlere mutlak hürriyet tanımayı ifade
eden "yedek (ihtiyatî) hukuk kuralları"nı andırmaktadır.Bu kısma,
fertlerin mal üzerindeki haklan ve malî sonuçları bulunan hakları girer.
Meselâ, alacağın ifasını isteme hakkı, rehin alınan mal üzerindeki hapis hakkı,
haksız fiil neticesi doğan zararın tazmin edilmesini isteme hakkı ve benzeri
kamu menfaatinden olmayıp fertlere has diğer haklar bu kısma dalihdir.
Üçüncü Kısmı:
Kendisinde iki türlü hak birleşmekle beraber Allah hakkının galip olduğu
hükümler.
Meselâ "kazif" yani iffetli kadına iftira suçunun cezası böyledir.[21]
Çünkü kazif namusa dokunan bir suçtur. Bu suçun
cezalandırılmasında iftiraya uğrayan tarafın özel menfaati vardır. Fakat bu
suçu ihbar veya şikayet etmemesinde de mağdurun menfaati bulunabilir. Zira kâzifm (kazif suçu sanığının)
söylediğinin doğruluğunu isbat hakkı vardır ve böyie bir durumun İsbatı makzûfa (kazif suçundaki mağdur
tarafa) zina cezasının uygulanmasına yol açabilir.Diğer taraftan kazif suçu namusa dokunan, itibarı sarsan, anneleri ve
çocukları kirleyen bir suç olduğundan ötürü Allah hakkı olarak cezalandınlmış ve bu hak mağdurun hakkından daha üstün
tutulmuştur. Böylece mağdurun, suçun sübutundan sonra cezalandırma isteğinden
vazgeçmesi veya suçlu ile sulh yoluna gitmesi yahut cezayı bizzat uygulamaya
kalkması imkânı ortadan kaldırılmış olmaktadır. Buna karşılık mağdurun bu suçu
-ilgili makama- şikâyet etmesi hakkı bakidir.
Dördüncü Kısım:
Kendisinde iki türlü hak birleşmekle beraber kul hakkının galip olduğu
hükümler.Meselâ kasden adam öldürme fiiline karşılık
kısas cezasının uygulanması böyledir.Zira bu hüküm bir yönden kamu menfaati ile
yani yaşama hakkının korunması, güvenliğinsağlanması
ve suçların azaltılması ile ilgilidir. Bu yönüyle Allah hakkı olmaktadır. Diğer
taraftan ise maktulün velilerine has bir menfaati gerçekleştirmektedir. O da
maktulün velilerinin manevî rahatlamaya kavuşturulması; katile karşı duyulan
kin duygusunun yok edilmesi ve İntikam ateşininin söndürülmesidir. İşte bu
yönüyle de kul hakkı olmaktadır.Öldürme fiili, mağdurun şahsı ile sıkı sıkıya
alakalı olduğu ve toplumun düzeni ve güvenliğinden çok onu etkilediği için,
kısas hükmünde kul hakkı galip sayılmıştır. Bunun içindir ki, maktulün velisi
talep etmedikçe katile kısas cezası uygulanamaz; veli bir bedel karşılığında
veya karşılıksız olarak bu hükmün uygulanmasını isteme hakkından vazgeçebilir.
Katile kısas cezasının verilmesine hükmedildiği takdirde, velinin -devlet
başkanının kontrolü altında olmak ve kendisi usulüne uygun şekilde infaz etmeye
ehil bulunmak şartıyla- bu cezayı bizzat infaz etme hakkı vardır. İnfaz için
yeterli güce sahip değilse veya usulüne uygun olarak infaz etmeye ehil değilse,
bu şartları taşıyan bir başkasını infaz için vekil tayin edebilir. Bu vekilin
sırf bu işle uğraşan bir görevli olmasında bir beis yoktur. Nitekim günümüz
hukuku uygulamalarında infaz işi bu şekilde yürümektedir.
[1] el-Bakara 2/286:
[2] et-Talâk 65/7:
[3] Ebu Davud( Nikâh) 39
[4] Hadisin rivayetleri için bkz.
Buhar!, Cenâiz, 32, 33; Meğâzî,
8; Müslim, Cenâiz, 18, 19, 22, 23, 24, 24, 27; Ahmed b. Hanbel, I, 47, UI, 31.
[5] el-Hadîd 57/22-23:
[6] Âl-ü Imrâm, 3/102:
[7] eş-Şûrâ 42/37:
[8] Âl-ü Imrân 3/134:
[9] el-Bakara
2/185:
[10] en-Nisâ"
4/28:
[11] e!-Hacc 22/78:
[12] Ahmed b. Hanbel, V, 266.
[13] Aynı anlamda bkz. Buharı, Menâkib, 23, Edeb, 80, Hudûd, 10; Müslim, Fedâil, 77,
78; Ebu Davud, Edeb, 5; Muvatta', Hüsnü'I-Huluk, 2.
[14] Müslim, Sıyâm, 177.
[15] Buharı, Nikâh,
1.
[16] Hz. Peygamber'İn
bu İki işi tefrik etmesindeki ölçüyü, -yazarın son cümlesinde olduğu gibi-
tahammül edilebilir ve tahammül edilemez meşakkat şeklinde belirlemek
[17] Zekâtın münhasıran ibadet özelliği taşıyan amellerden
sayılması Hanefîlere göredir. Diğer fakîhler bu
konuda onlara karşı çıkmışlar ve şöyle demişlerdir: Zekât, sırf ibâdet
değildir; onda servet vergisi niteliği de vardır. Allah, fakirlerin ve İhtiyaç
sahiplerinin hakkı oimak üzere, zenginleri bu vergi ile
mükellef tutmuştur.
Bu ihtilâfın pratik
sonucu, küçüğün ve akıl hastasının malından zekât gerekip gerekmeyeceği
hususunda kendisini gösterir. Zekâtın sırf ibadet"olduğunu
savunanlara göre onların malından zekât verilmesi gerekmez; - İkinci görüşün
sahiplerine göre ise gerekir.
[18] et-Tevbe 9/60: 41
[19] Hanefi imamlardan Muhammedb.
Hasen eş-Şeybânî ve Züfer'egöre, küçüğün ve akıl hastasının malından fıtır sadakası verilmesi gerekmez. Bu görüş ayrılığı,
bilginlerin fıtır sadakasına bakışlarındaki farklılıktan
kaynaklanmaktadır: Bu amelin ibadet yönü mü yoksa malî mükellefiyet yönü mü
daha ağır basmaktadır? Cumhura göre malî mükellefiyet yönü üstündür; o yüzden,
küçüğün ve akıl hastasının matından fıtır sadakası
verilmesi gerekir. Muhammed ve Züfer'in nazarında
ise, ibadet yönü üstündür; böyle kişilerin malından fıtır
sadakası verilmesi gerekmez.
[20] et-Tavdîh ve't-Tetvîh, IH, 115; et-Teysîr Şerhu't-Tahrir, II, 320.
[21] "Kazif ten maksat, zina
ilhamı ihtiva eden bir İsnatta bulunmaktır. Kazif
suçunun İslâm hukukunda
iki türlü cezası
vardır: Birisi aslîdir, ki bu seksen değnek vurulması şeklinde belirlenmiş olan
cezadır.
Diğeri tebe'î cezadır, ki bu da, İftirada bulunanın şahitliğinin
kabul edilmemesidir. Şu âyet buna delildir:"Namuslu kadınlara zina
isnadında bulunup, sonra bunu isbat İçin) dört şahit
getiremeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şahitliğini asla kabul
etmeyin. Onlar faasıklardır. Daha sonra tevbe edip de (nefislerini) ıslah edenler müstesna.
Şüphesiz Allah Çok yarlığayıcı, çok merhametlidir.
(en-Nûr 24/4.)