III- EL-MAHKÛM ALEYH.. 1

Hükmün Muhatabı / Mükellef 1

§: 215- "Mahkûm Aleyh"in Tarifi: 1

§: 216- Mükellefiyetin Temel Şartı: 1

§: 217- Ehliyet ve Kısımları: 3

§: 218- Ehliyetin Tarifi: 3

§: 219- Vücûb Ehliyeti: 3

§: 220- Edâ Ehliyeti: 4

§: 221- Ehliyet arızaları (Ehliyeti Daraltan Veya Ortadan Kaldıran Durumlar): 6

§: 222- Akıl Hastalığı ("Cünûn"): 6

§: 223- Akıl Zayıflığı ("Ateh"): 6

§: 224- "Sefeh" (Harcamalarda Tedbirsizlik): 7

§: 225- "Sükr" (Sarhoşluk): 7

§: 226- "İkrah": 8

§: 227- İkrahın Çeşitleri: 9

§: 228- İkrahın Söz ve Fiillere Etkisi: 9

 

III- EL-MAHKÛM ALEYH

Hükmün Muhatabı / Mükellef

 

a)  Mahkûm Aleyhin Tarifi,

b)  Mükellefiyetin Şartı,

c)  Ehliyet ve Nevileri,

d)  Ehliyet Açısından İnsan Hayatının Devreleri,

e)  Ehliyet Arızalan.

 

§: 215- "Mahkûm Aleyh"in Tarifi:

 

 "el-Mahkûm aleyh", Şâri'in talebi veya muhayyer bırakması kendi fiili ile ilgili olan kişidir. Usûlcüler buna "mükellef" adını verirler.

 

§: 216- Mükellefiyetin Temel Şartı:

 

İnsanın bir iş ile mükellef sayılması için o işe ehil olması gerekir. Mükellef tutulduğu işe ehil olması ise, kendisine yöneltilen hitabı anlayabilecek ve bu hitabın anlamım imtihanda esas alınacak ölçüde tasavvur edebilecek güçte bulunması ile mümkündür. Çünkü mükellef tutmaktaki gaye, fiilin mükellef tarafından imtihan şartlan içinde meydana getirilmesidir. Kendisine yöneltilen hitabı anlama gücüne sahip olmayan kişinin ise imtihana tabi tutulması mümkün değildir.Açıktır ki, hitabı anlayabilme ancak akıl ile gerçekleşir. Çünkü anlama ve kavrama vasıtası akıldır; akıl olmaksızın anlama mümkün değildir. Şu kadar var ki, akılın varlığı gizli bir durumdur. Üstelik aklî seviyeler de farklı farklıdır ve her seviyedeki akıl mükellefiyetin mesnedi olmaya yeterli değildir. Çünkü insan aklî seviyenin yeterli olmadığı durumlarda, mükellefiyetin delillerini kavrayamaz ve mükellef tutulduğu işi çekip Çeviremez. İşte bundan ötürü, Sâri', açık (zahir) ve tesbiti mümkün (munzabit) bir durumu mükellefiyetin alâmeti olarak göstermiştir, ki o da kişinin "temyiz kudretine şahin olarak buluğa ermiş olması "dır. "Buluğ", yaş ile veya bilinen tabiî alâmetlerin ortaya çıkması ile sabit olur; "temyiz kudreti"nin varlığı ise, kişinin söz ve davranışlarına bakılarak bilinir. Buna göre, İnsan buluğa ermiş ise, söz ve davranışlarının da normal olduğu görülüyorsa onun mükellef olduğuna hükmedilir. Zira buluğ ve temyiz kudreti şartları gerçekleşmiştir.Binaenaleyh, akıl hastası ve ister mümeyyiz ister gayrı mümeyyiz buluğa ermemiş küçük, mükellef sayılamazlar. Çünkü mükellefiyet saltalarım taşımamaktadırlar.Aynı şekilde, uyku, unutma, baygınlık ve sarhoşluk hallerindeki kişiler bu durumların devamı süresince mükellef sayılmazlar.; Zira bu durumlarda anlama kudreti yok olmaktadır. Hz. Peygamber'in şu hadisi buna delil teşkil eder: ' 'Üç kişiden kalem (yani sorumluluk) kaldırılmıştır: Uyamncaya kadar uyuyandan, buluğa erinceye kadar çocuktan ve aklî dengesine kavuşuncaya kadar akıl hastasından. [1]Küçüğün ve akıl hastasının malından, -İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre- zekât verilmesi, -bütün İslâm hukukçularına göre- eş ve akraba nafakasının ödenmesi ve meydana getirdiği zararların tazmin edilmesi hükümlerine gelince, bunlar küçük ve akıl hastasının mükellef sayıldıkları anlamına gelmez. Buradaki mükellefiyet, bu hakları onların malından ödemeleri için kanunî temsilcilerine yöneltilmiştir.

Yine, bazı İslâm hukukçularının, sarhoşun boşama ve diğer hukukî tasarruflarını geçerli saymaları onu mükellef olarak gördüklerinden ve irade beyanını muteber kabul ettiklerinden dolayı değildir. Bu, kişiyi sarhoş olmasından ötürü cezalandırma niteliğinde bir hükümdür. O yüzdendir ki, bu hükme taraftar olan İslâm hukukçuları, sarhoşluğun yasak yoldan gerçekleşmiş olmasını şart koşmuşlardır; böylece kişi isyankârlığına binaen cezayı da haketmiş olmaktadır.Mükellef tutma Ölçüsü ile ilgili olarak şöyle bir itiraz hatırdan geçebilir:

İslâm hukukunun aslî kaynaklarında, kişinin kendine yöneltilen sözü anlayamayacağı bir durumda da mükellef tutulduğuna raslanabilmektedir. Nitekim Cenâb-ı Allah Kur'ân-ı Kerîm 'de şöyle buyurmuştur: ' 'Ey iman edenler! Sarhoşken -ne dediğinizi bilinceye kadar-namaza yaklaşmayın.[2] Bu âyetin anlamı şu oluyor: Sarhoş olduğunuzda namaza yaklaşmayınız! O halde sarhoşlar, sarhoşluk hallerinde namazdan uzak durmakla mükellef tutulmuş oluyorlar; halbuki onlar o anda kendilerine yönelen hitabı anlayabilecek durumda değildirler.Buna şöyle cevap verilebilir:Ayetteki hitap, sarhoşluk halindeki kişilere yöneltilmiş değildir. Bu, namaz, vakti

klastığında içki içmemeleri ve sarhoş olarak namaza yaklaşmamaları için henüz sarhoş olmamış kişilere yöneltilmiştir.O halde âyeti şöyle anlamak gerekir: Namaz vakti yaklaştığında namazı koruyabilmek (gereğince eda edebilmek) için içki içmeyin!Bilindiği gibi bu namaz öncesi içki içme yasağı, içkiyi sürekli ve kesin olarak yasaklayan şu âyet henüz inmeden önce sözkonusu idi: ' 'Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve şans okları, birer şeytân işi pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.[3]Bununla beraber, sözünü ettiğimiz âyet her nekadar ilk bakışta namaz vakti yaklaşınca içki içmeyi yasaklıyor görünüyorsa da, daha dikkatli incelenirse bu âyetin de dolaylı olarak mutlak bir içki yasağına işaret taşıdığı tesbit edilir. Şöyle ki: Namazın belirli vakitleri vardır. Mükellefin bunları gösterilen vakitlerde edâ etmesi vaciptir. Sonraya bırakması halinde günaha girer. İçki içme her nekadar namazın kılınma zamanları dışında mubah ise de, insan içki içince namazını vaktinde edâ edebileceğine güvenle bakamaz. Zira içkiyi içen sarhoş olur ve artık ne zaman ayılacağını bilemez. İşte bu yüzdendir ki, daha önce içkiye alışkın çok kişi bu âyet inince kendiliklerinden içki içmekten vazgeçmiş ve kesin içki yasağı gelinceye kadar bu tutumlarını korumuşlardır.

 

§: 217- Ehliyet ve Kısımları:

 

Yukarıda "mahkûm aleyh"te mükellef tutulacağı işe ehil olmasının gereğini ve bu ehliyetin ne ile gerçekleştiğini açıkladık.Şimdi ise, ehliyet kavramından, ehliyetin kısımlarından ve usulcülerin "avârudu'l-ehliyye" diye isimlendirdikleri ehliyete arız olan durumlardan söz edeceğiz.Bu konuyu Hanefî bilginler yazdıkları usul kitaplarında incelemişler, diğer mezheplerin bilginleri ise bu konuyu usul eserlerinde ele almamışlardır. Mükellef sayılabilecek ve sayılamayacak kişilerin, meselâ küçük, sarhoş, mükreh ve benzerlerinin hukukî fiillerine bağlanacak hükümleri bilme açısından bu konunun usulü'1-fıkh ilminde önemli bir yere sahip olduğunu dikkate alarak, biz de Hanefî usûlcülerin yolunu izlemeyi uygun gördük. Şimdi bu konuyu özetlemeye çalışacağız.

 

§: 218- Ehliyetin Tarifi:

 

"Ehliyet" sözlükte, elverişlilik anlamına gelir. Önün için, bir işi yapmaya elverişli olan kişi için "falanca bu işe ehildir" denir. Usûlcülerin terminolojisinde ise, ehliyet iki kısımdır:

1-  Vücûb ehliyeti,

2-  Edâ ehliyeti.

 

§: 219- Vücûb Ehliyeti:

 

"Vücûb ehliyeti", haklara sahip olabilme ve borçlar altına girebilme demektir. Bu nevi ehliyetin temelini hayatta olma Özelliği teşkil eder. Onun için, vücûb ehliyetine, hayatının başlangıç anından sona erme anma kadar her insan sahiptir. Yaşa, aklî melekelere ve benzeri başka özelliklere bakılmaksızın, vücûb ehliyetinin yaşayan her insan için zarurî olarak varlığı kabul edilir. Fakihler buna "zimmet" adını verirler. Onlara göre zimmet, kişiyi haklara ve borçlara ehil kılan şer'î bir vasıftır.Günümüz hukuk dilinde buna "kanunî kişilik" adı verilir.[4]Bunun için verilen tarif de kapsam itibariyle fakihlerin zimmet için verdikleri tariften farklı değildir; çünkü "kişilik", "haklara sahip olabilme ve borçlar altına girebilme" şeklinde tarif edilir.[5]

 

§: 220- Edâ Ehliyeti:

 

"Eda ehliyeti" , kişinin, hukuken muteber sayılacak tarzda fiiller ortayakoyabilmesi demektir. Bu nevi ehliyetin temelini ise; vücûb ehliyetinde olduğu gibi hayattaolma özelliği değil, temyiz kudretinin var olması teşkil eder. Şu halde anne karnındaki" cenin için ve temyiz çağına -ki bu yedi yaştır- ulaşmamış küçük için edâ ehliyetinden

söz edilemez.Gerek vücub gerekse edâ ehliyeti, insanın anne karnındaki cenînlik devresinden aklî olgunluğa tam olarak erişmesine kadar geçirdiği dönemlere göre "tam" ve "nakıs" (eksik) kısımlarına ayrılır. Bu açıdan insan hayatı dört dönem halinde incelenir:

Birinci Dönem: Cenîn dönemi:Anne karnındaki cenîne iki açıdan bakılabilir: Bir yönden, annenin bir parçası sayılır; onunla birlikte bir yerde bulunur veya bir yerden başka bir yere intikal eder. Diğer yönden kendine ait hayatiyeti bulunan müstakil bir varlıktır, kısa bir süre sonra anneden tamamen ayrılacak ve bağımsız bir kişilik kazanacaktır.İşte Sâri', her iki açıyı dikkate almış ve bunun sonucu olarak, bir taraftan cenîne haklar sahibi olabilmeye ve borçlar altına girebilmeye elverişli kamil bir zimmet tanımamış, diğer taraftan onun menfaatini korumak maksadıyla onun İçin sadece bir kısım haklara ehil olma zimmetini tanımıştır. Buna göre, ceninin tam vücub ehliyeti yoktur; sadece kendi menfaatine olan ve doğumu için kabule ihtiyaç bulunmayan, miras, vasiyet ve vakıfta lehtar olmak gibi bir kısım hakların sübutuna imkân veren nakıs vücub ehliyeti vardır. Kendisinin menfaatine olan fakat kabul beyanına ihtiyaç bulunan satım ve hibe sözleşmesi gibi tasarruflarla doğacak haklar cenin için sabit olmaz. Zira ceninin irade beyanında hulunması mümkün olmadığı gibi, bu hususta onun adına beyanda bulunacak kanunî temsilcisi de yoktur.[6]Bu açıklamalardan anlaşılmış olmaktadır ki, hibe, sadaka, alım-satım ve kabul beyanına İhtiyaç gösteren diğer tasarruflarda veya ihtiyaç sahibi yakınlarına nafaka ödenmesi gibi kendisinin borç altına girmesinin söz konusu olduğu durumlarda da cenin hakkında hüküm sabit olmaz.Ceninin edâ ehliyeti bulunmadığını ayrıca açıklamaya ise ihtiyaç yoktur. Zira ceninin bizzat herhangi bir fiili meydana getirmesi düşünülemez.

İkinci Dönem: Temyiz çağına kadarki küçüklük dönemi:Bu dönem doğumdan itibaren başlar ve temyiz yaşı olan yedi yaşa kadar devam eder.[7]Bu dönemde kişi için tam vücub ehliyeti sabit olur. Haklar kazanmaya ve onun namına kanunî temsilcinin yerine getirebileceği nafaka, zekât ve fıtır sadakası gibi hususlarda borçlar altına girmeye ehil kabul edilir.Mükellefiyet hitabını anlamak için yeterli aklî seviyeye ulaşmadığından, hakkında edâ ehliyeti sabit olmaz. Onun için, bizzat kendisinin yerine getireceği bir fiil ile mükellef tutulmaz; ancak bazı fiiller için velisi veya vasisi mükellef olur. İrada beyanından sorumlu tutulamayacağı gibi, hiçbir sözlü hukukî tasarrufu geçerli olmaz.

Üçüncü Dönem: Temyiz çağı sonrası küçüklük dönemi:Bu dönem yedi yaş ile başlar ve buluğ çağına ulaşma ile sona erer. Bu dönemdeki insan, sınırlı olmakla birlikte belirli bir aklî seviyeye gelmiştir. Bu durumda gayr-ı mümeyyiz küçük için bile kabul edilen tam vücub ehliyetinin bulunacağı açıktır. Ayrıca mümeyyiz küçüğün eksik edâ ehliyeti de vardır. Buna göre, mümeyyiz küçük, namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerden hiçbiri ile mükellef değildir (ancak eğitmek ve yetiştirmek için alıştırılır); söz ve davranışlarından Ötürü bedenî cezaya çarptırılmaz; malî sonuçlan plan hukuki tasarrufları ise geçerlilik açısından üç guruptur:

Birinci gurup: Tamamen menfaatine olan tasarruflar. Bunlar kendi malvarlığından bir şey eksilmeksizin kişinin malvarlığında bir artış meydana getiren tasarruflardır. Hibe. vasiyet, hediye ve sadaka kabulü gibi.Mümeyyiz küçüğün bu tasarrufları kimsenin muvafakatine ihtiyaç olmaksızın geçerlidir ve hemen hüküm ifade eder.

İkinci gurup: Tamamen zararına olan tasarruflar. Bunlar kendi malvarlığında artış meydana getirmeksizin kişinin malvarlığında eksilme meydana getiren tasarruflardır. Hibe, ikrar, vasiyet, vakıf ve boşama tasarrufları gibi.Kanunî temsilcisi muvafakat etse bile mümeyyiz küçüğün bu guruba giren tasarrufları geçersizdir.

Üçüncü gurup: Hem menfaate hem zarara ihtimali olan tasarruflar. İster aha ister satıcı taraf olarak satım sözleşmesi, ister kiracı İster kiralayan taraf olarak kira sözleşmesi, ortaklık sözleşmesi ve evlenme sözleşmesi gibi.Bu guruba giren tasarrufları mümeyyiz küçük yaparsa, mevkuf (askıda) olarak sahihtir. Kanunî temsilci muvafakat ederse nafiz olur (hemen hüküm ifade eder), muvafakat etmezse bâtıl hale gelir.

Dördüncü Dönem: Buluğ çağı sonrası dönem.Bu dönem, ya bilinen tabiî buluğ alametlerinin ortaya çıkması ile veya -bu alametler görülmemiş ise- İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre onbeş yaşının tamamlanması ile başlar. Bu dönemde kişi için tam edâ ehliyeti sabit ölür. İman, ibadet ve diğer hususlardaki bütün şer'î mükellefiyetlere ait hitabın muhatabı sayılır. Yaptığı bütün sözleşmeler ve diğer hukukî tasarruflar geçerlidir. Bunlara, hu tasarruflar için konmuş bütün hükümler bağlanır. Bu dönemdeki kişi, yaptığı hukuka aykırı fiillerden de tam olarak sorumludur.

 

§: 221- Ehliyet arızaları (Ehliyeti Daraltan Veya Ortadan Kaldıran Durumlar):

 

Ehliyet arızaları , tam edâ ehliyetine sahip olduktan sonra kişinin başına gelen ve daraltma veya ortadan kaldırma şeklinde ehliyeti etkileyen ya da ehliyetini etkilemeksizin ilgili kişiye nisbetle bazı hükümlerin değişmesine yol açan durumlardır.Hanefî usul bilginleri bu arızalan "semavî" ve "müktesebe" olmak üzere iki kısma ayırarak incelemişlerdir. Semavî arızalar' meydana gelmesinde kişinin çaba veya seçiminin bulunmadığı, müktesebe arızala ise, insanın çaba ve seçimi ile meydana gelen durumİarı ifade etmektedir. Hanefi usûlcüler bu durumlardan herbirinin mahiyetinden ve hükümlerinden geniş geniş sözetmişlerdir. Biz burada sadece önemli bazı ehliyet arızalan üzerinde kısaca duracağız.

 

§: 222- Akıl Hastalığı ("Cünûn"):

 

"Cünûn" , kişinin aklını ve temyiz kudretini yokeden durumdur. Bu durumun vücub ehliyeti üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Fakat edâ ehliyetini her iki yönüyle (hem "ilzam" yani haklar meydana getirebilme hem de "İltizâm" yani borçlar altına girebilme yönüyle) ortadan kaldırır. Bu yüzden, akıl hastasına gayrı mümeyyiz küçüğe uygulanan hükümler uygulanır: Hiç bir ibadet kendisine vacip değildir ve bunları edâ etmesizdir  Aynı şekilde, hiç bir hukukî tasarrufu geçerlilik taşımaz ve onun yaptığı Sarrafa, o tasarrufa ait hiçbir hukukî sonuç bağlanmaz.

 

§: 223- Akıl Zayıflığı ("Ateh"):

 

"Ateh"akıldaki idrak ve anlama noksanlığından doğan zayıflıktır. Bu durumun -fer'î fıkıh hükümlerine bakıldığında- iki nevi olduğu görülür:

a) İdrak ve temyiz kudretinden mahrum bırakan akıl zayıflığı. Bu durumdaki kişi, bütün hükümler bakımından az önce sözü edilen akıl hastalan gibidir.

b) İdrak ve temyiz kudretini ortadan kaldırmayan fakat normal reşid kimselerin idrak derecesinden aşağı bir dereceye indiren akıl zayıflığı. Bu durumdaki kişi, bütün hükümler bakımından mümeyyiz küçükler gibidir.Kendisine hiçbir ibadet vacip değildir. Fakat yaptığı ibadetler geçerlidir ve bundan ötürü sevabı hakeder.

Tamamen menfaatine olan tasarruflardan birini yaparsa, kanunî temsilcisinin muvafakatine gerek olmaksızın geçerli olur. Tamamen zaranna olan tasarruflardan birini yaparsa, kanunî temsilcisi muvafakat etse bile batıldır, geçerli olmaz. Hem menfaate hem zarara ihtimali olan tasarruflardan birini yaparsa, kanunî temsilcisinin muvafakat edip etmemesine bağlıdır (mevkuftur); muvafakat ederse nafiz, etmezse batıl olur.Eski Mısır Medenî Kanunu akıl hastalığı ile akıl zayıflığı arasında bu ayırımın yapılmasını öngörüyordu. Fakat Yeni Kanun "ateh"i "cünûn"un bir nevi olarak kabul (etmiş ve "ma'tuh"a durumdan duruma bir ayırım gözetmeksizin akıl hastalarına ait bütün hükümlerin uygulanmasını öngörmüştür.[8]Bu konuda hangi görüşün daha İsabetli olduğunu belirleyebilmek için vakıaya bakmak gerekir. Vakıaya baktığımızda ise, bunun İslâm hukukçularının görüşünü desteklediğini görürüz. Çünkü akıl zayıflığına duçar olmuş kişilerin durumlarını tek tek inceleyen kişi müşahede eder ki, bunların hepsinin rahatsızlığı aynı seviyede değildir. Kimisinde idrak ve temyiz kudretini yokedecek dereceye ulaşmış, kimisinde ise bu dereceye varmamıştır. Bu sonuncularda mümeyyiz küçüğün idrakine benzer bir idrak gücü vardır. Şüphesiz böyle durumda olanlara tamamen akıl hastası gibi bakılması ve akıl hastalarına ait hükümlerin uygulanması doğru değildir.Onun için, akıl zayıflığına duçar olan kişi hakkında peşinen hüküm verilmeyip durumunun araştırılması yoluna gidilmesi, bundan sonra hangi hüküm uygun düşüyorsa onun uygulanması gerekirdi.

 

§: 224- "Sefeh" (Harcamalarda Tedbirsizlik):

 

"Sefeh" fıkıh usulcülerinin terminolojisinde, gerçekte aklî melekeleri yerinde olmakla beraber, kişiyi aklın ve şer'î esasların gereğine aykırı tarzda davranmaya yönlendiren bir tedbirsizlik halidir.Fakihlerin dilinde daha çok, malı saçıp savurma ve aklı selimin normal saymayacağı şekilde harcama anlamında kullanılmıştır. Malın bu ölçüde saçıp savurulması ister kumar ve içki gibi şer yönünde ister cami ve sığınak yaptırma gibi hayır yönünde olsun, her ikisi de sefeh sayılmıştır.Sefeh, ehliyeti ortadan kaldırmaz. Çünkü sefîh aslında aklî melekelerinde noksanlık bulunan bir kişi değil, tasarruflarında, aklı selime göre tedbirli davranmayan kişidir. Binaenaleyh, sefîh, namaz, oruç, hacc ve zekât gibi ibadetlerin hepsi ile mükelleftir. Yine bütün İslâm hukukçulartna göre işlediği suçlardan ötürü cezaî sorumluluğu tamdır. Bunun tabiî bir uzantısı olarak, -tam ehliyetli diğer mükelleflerde olduğu gibi- bütün hukukî tasarruflarının da geçerli sayılması ve kısıtlı (mahcur) olmaması gerekirdi. Fakat İslâm hukukçuların çoğunluğu, malının korunması ve kendisinin bir süre sonra başkalarına el avuç açar duruma gelmemesi için sefihe hacr konabileceğini (kısıtlılığına hükmedilebiiece-ğini) kabul etmişlerdir. Sefihe hacir konması halinde kendisine malî sonuçları olan tasarrfiılan açısından mümeyyiz küçüğün hükümleri uygulanır. Yani tamamen menfaatine olanlar, kanunî temsilcinin muvafakatine bağlı olmaksızın geçerlidir; tamamen zararına olanlar kanunî temsilci mevafakat etse bife geçersizdir; hem fayda hem zarara ihtimali olanlar kanunî temsilcinin muvafakatine bağlıdır.

 

§: 225- "Sükr" (Sarhoşluk):

 

"Sükr", içki ve benzerlerinin alınmasıyla, ayildıktan sonra yaptıklarını ha­tırlamayacak şekilde aklî dengenin kaybolması durumudur.Sarhoşluk iki yoldan meydana gelir:

I- Haram olmayan yoldan sorhoşluk: Susuzluktan Ölecek dereceye gelip başka içecek bulamayan kimsenin İçki içmesi durumu veya bazı ilâçların alınması ile meydana gelen sarhoşluk buna örnek gösterilebilir.

Bu yoldan sarhoş olan kimse şer'ân sorumlu olmaz. Kendisine ceza uygulanmayacağı gibi, boşama ve alim-satım gibi tasarrufları geçerli olmaz.

2- Haram yoldan sarhoşluk; Bile bile içki ve benzeri maddeler alınarak meydana gelen sorhoşluk.Bu nevi sarhoşluk, mükellefiyeti ortadan kaldırmaz. Bu yoldan sarhoş olan kimse bütün şer'î hükümlerle yükümlüdür. Dinî vecibeleri, bunların edası için tayin edilen vakitlerinde yerine getirmemesinden ötürü günahkâr olur. Boşama, ahm-satım ve benzeri diğer hukukî tasarrufları geçerlidir. Çünkü aklını yitirmiş değildir; fakat kendi İsyankârdavranışı ile hitabı anlama kabiliyeti geçici olarak ortadan kalkmıştır.İşte bu duruma.bianen   haram olan bu fiili işlemekten menetmek ve işleyeni cezalandırmak için,ibadetlerini vaktinden sonraya bırakmanın günahına katlanma ve namaz, oruç gibi kazası mümkün olan ibadetleri kaza etme mükellefiyeti uhdesinde bırakılmıştır.

Sarhoş, bedenî cezayı gerektiren bir suç işlediğinde, sarhoş olması bu cezayı düşürmez. Meselâ kısası gerektirecek şekilde adam öldürme fiilini işlerse, ayıldığında kendisine kısas cezası uygulanır; zina ederse, ayıldığında zina suçunun cezası uygulanır.Hulâsa, haram yolla meydana gelen sarhoşluk, mükellefiyeti düşürmez, hakları zayi etmez, işlenen suçların cezasında hafifletici sebep kabul edilmez. Çünkü bu fiil bir suçtur, suçtan sahibi faydalanamaz.Bir kısım İslâm hukukçuları sarhoş İle ilgili bu hükümlerden onun sözleşmelerini ve diğer hukukî muamelelerini istisna etmişler, bunların geçersizliğine ve bunlara hiçbir hukuki sonuç bağlanamayacağına hükmetmişlerdir.Bu görüşün delili şudur: Sözleşmeler ve hukukî muameleler geçerli irade üzerine bina edilebilir. Sarhoşluk hangi maddenin alınması ile ve hangi yolla meydana gelirse gelsin, sorhoşun geçerli iradesinin varlığından sözedilemez. O halde, ikrar, alım-satım, hibe, köle azadı ve vakıf gibi hukukî muamelelerinin hiçbirisi muteber olmaz.[9]1929 yılında Mısır'da çıkarılan Şer'î Mahkemeler Kanunu bu görüşü aimıştır. Kanun'un 1. maddesi "sarhoşun boşamasının geçerli olmadığı"nı ifade etmiştir.

 

§: 226- "İkrah":

 

"İkrah" , bir kimseyi, tehdit etmek suretiyle hukuken yapmakla mükellef olmadığı bir işi yapmaya zorlamak demektir.Zorlayanın ("mükrih") yaptığı tehdidi yerine getirebilecek güçte olmaması halinde ikrah hukuken dikkate alınmaz.İkrahın çeşitlerinden ve hükmünden söz etmeden önce ikrah ile yakından ilgili iki kavramı açıklamak faydalı olur: İhtiyar ve rıza."İhtiyar", bir şeyi yapıp yapmama hususunda bir tercihte bulunmak de­mektir."Rıza" ise, bir şeyi arzu etmek ve onu memnumiyetle kabullenmek anlamına gelir.Esasen insanın yaptığı bütün işlerde "ihtiyar" mevcuttur. Çünkü kişi, kendisine işin yapılması yapıl mamasından daha üstün görünmedikçe o işi yapmaya yönelmez. Fakat bu ihtiyar (tercih) her zaman sağlam olmayabilir: Şayet o işi yapmayı bizzat arzu etmiş ise ihtiyar sağlamdır. Yok eğer iki zarardan daha hafif olana katlanmak için yapılmış bir tercih ise, ihtiyar fasittir (bozuktur). Diyelim ki bir kimse her İkisi de kötü olan iki şeyden birini yapmaya zorlanmıştır ve o da bunlardan kendisine daha az zarar vereni yapmıştır. İşte onun bu yaptığı işle ilgili ihtiyarı sağlam değil, bozuktur.Kişinin bir işi yapmış olması, mutfak olarak onun bu işi arzu etmiş ve memnuniyetle yapmış olduğuna hükmetmeyi gerektirmez. Nitekim hayat olayları, kişinin zaman zaman arzu etmediği halde bazı işleri yaptığını göstermektedir.

 

§: 227- İkrahın Çeşitleri:

 

Hanefîlere göre ikrah, jcuvveti ve etki derecesi bakımından iki çeşittir:

1- İkrah-ı mülci' veya ikrah-i kâmil Öldürme, bir organı yok etme veya -toplumda mevki sahibi kişi için- alçaltıcı bir muameleye maruz bırakma tehdidini ihtiva eden ikrah.

Hükmü: Bu çeşit ikrah "ihtiyar"ı bozar ve "rıza"yı ortadan kaldırır.

2- İkrah-ı gayr-ı mülci' veya ikrâh-ı nakıs : Öldürme veya bir organı yok etme tehdidini havi olmayan ikrah. Kısa süre hapisle ve ölüm yahut " organ kaybı tehlikesi taşımayan, dövmeyle tehditte bujunarak yapılan ikrah gibi.

Hükmü: Bu çeşit ikrah "nza"yı ortadan kaldırır; fakat "ihtiyarı" bozmaz.İkrah ister mülci' ister gayrı mülci' olsun, "ehliyet"e zarar vermez. Çünkü ihtiyar ortadan kalkmamıştır. Hernekadar mülci' ikrah halinde İhtiyar bozuk ise de, yok olmuş değildir. Ehliyet açısından durum böyle olmakla beraber, ikrahın insanın söz ve fiiHerİne bağlanacak hükümler açısından etkisi vardır. Şimdi bunu açıklayalım.

 

§: 228- İkrahın Söz ve Fiillere Etkisi:

 

İkrahın etkisi kendisine hukukî sonuç bağlanacak söz ve fiilin niteliğine göre değişir.*  Şayet hakkında ikrahta bulunulan hukukî tasarruf ikrar nevinden ise, ikrah ister mülci' ister gayr-ı mülci olsun, bu ikrar batıl sayılır. Şu halde bir kimse bir borç, bir evlenme veya bir boşama ikrarında bulunmaya zorlanmış olsa onun bu ikrarı hukuken geçersizdir, bir değer taşımaz.Çünkü ikrar, doğruluk ihtimalinin yalan olma ihtimaline ağır basması itibariyle bir delil olarak kabul edilmiştir. İkrah halinde ise doğruluk ihtimalinin daha güçlü olduğundan sözedilemez. Zira ikrah, ikrarda bulunanın bu ikrarı ile doğruyu belirtmeye değil, kendisinin tehdid edildiği zararı bertaraf etmeye yönelmiş olduğuna dair güçlü bir karinedir.*  Şayet ikrahın konusu, alim-satım, kira ve rehin vb. gibi sözleşmeler veya hukukî muameleler ise, ikrah ister mülci' ister gayrı mülci' olsun bu, o tasarrufu batıl değil fasit- Meselâ bir kimse ikrah altında satım sözleşmesi yapsa, bu sözleşme fasittir. Bu durumda, Hanefî mezhebinde fasit akitlere uygulanan hüküm uygulanır. Sözgelimi alıcı maiı teslim almış ise, o malın mülkiyetini elde etmiş olur.Bu konuda Hanefîler görüşlerini şu gerekçe ile desteklemektedir: -Yukarıda açıklandığı üzere- ikrahın her iki nevi de "ihtiyar"ı ortadan kaldırmaz, sadece "rıza"yı yok eder. Rıza ise sözleşmenin rükünlerinden veya in'ikad şartlarından değil, sıhhat şartlarındandır. O halde rıza bulunmaz ise sözleşme batıl olmaz, fasit olur.[10]Fakat Hanefîler, bazı hukukî muameleleri bu kuraldan istisna etmişler, mülci' bile olsa ikrah altında bu muamelelerin geçerli olacağına hükmetmişlerdir. Evlenme, boşama, köle azadı, ric'î talakta kocanın (süresi içinde) karısına dönmesi, nezir ve yemin bu nevi muamelelerdendir.Onlar bu görüşü şöyle izah etmektedir: Sâri', bu muamelelerde belirli lâfzın kullanılmasını, o lâfzın anlamı yönünde iradenin bulunduğuna hükmetmek için yeterli saymıştır; lâfzı kullananın bu yönde iradesi bulunmasa da, lâfzın kullanılmış olması hüküm için yeterlidir. Nitekim "hâzil" (lâtife beyanında bulunan) hakkında hüküm böyle­dir. Çünkü Sâri',  muamelelerin hâzilden sadır olması halinde, o yönde iradesi ve onlara bağlanacak sonuçlara rızası olmasa bile, muameleleri geçerli saymıştır.[11]* Şayet ikrahın konusu, fiil nevinden ise, meselâ kişi haksız yere birini öldürmeye veya içki içmeye yahut başkasının malını telef etmeye vb. bir fiile zorlanmış ise, bu durumda hüküm ikrahın ve fiilin nevine göre değişir:İkrah gayrı mülci ise, böyle bir fiilin işlenmesi caiz olmaz. Bu nevi ikraha binaen fiil işlenmiş ise, fiile bağlanacak sonuçlar ikrahta bulunana değil, fiili işleyene ait olur.İkrah mülci ise, bu durumda üç çeşit fiil sözkonusu olabilir:

1- Mükrehin (zorlanan kişi,) yapması vacip olan fiiller. Bu nevi bir fiile zorlandığı halde kişi onu yapmaz ve ölünceye yahut bir organını kaybedinceye kadar dire­nirse günahkâr olur. İçki içmeye, murdar et veya domuz eti yemeye zorlanması gibi durum­lar bu neviye örnek gösterilebilir. Çünkü böyle şeylerin zaruret halinde yenip içilmesi bizzat Yüce Allah tarafından mubah kılınmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Allah size, ancak leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Fakat kim mecbur kalırsa (başkasının hakkına) saldırmadan ve haddi aşmadan (bunlardan yemesinde) günah yoktur. Muhakkak Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.[12]Allah'ın günahı kaldırdığını beyan ettiği zaruret halinin gerçekleşmesi halinde, yasak olan fiilin yapılmasının mubah hale geldiği şüphesizdir. Mubahtan imtina ederek cam veya bir organı telefe maruz bırakmak İse haramdır. Zira bu, canı büerek tehlikeye atma kabilindendir ki, Kur'ân nassı ile haram kılınmıştır. Yüce Allah şöyle buyurur: "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. [13]

2-Mükrehin yapması mubah olmakla birlikte,tehdid edildiği duruma karşı sabredip istenileni yapmadığında sevap kazanacağı fiiller: Allah'ı inkâr etmek, dini alaya almak gibi. Böyle bir fiile zorlanan kişinin, kalbi imanla dolu olmak şartıyla, o fiili işlemesi caizdir. Nitekim Kur'ân'da "Kalbi imanla dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan kimse müstesna [14] buyuru!muştur. Hz. Peygamberin, kalbi imanın huzuru ile dolu olarak Allah'ı inkâr sözü söylememekte direnen ve canını Allah yolunda feda eden sahabi hakkındaki Övgülü sözleri de, bu cevazı kullanmayan kişinin ecir ve sevabı hak edeceğini göstermektedir.Bilginler, ramazan orucunu bozmaya, farz olan namazı terketmeye ve başkasının malını telef etmeye zorlanma hallerini de bu nevi içinde mütalâa etmişlerdir. Buna göre, kişi böyle bir ikrah altında kaldığı halde, verilen eziyete tahammül eder ve zorlandığı işi yapmazsa sevabı hakeder. Şayet ikraha dayanamayıp isteneni yaparsa günahkâr olmaz. Mala zarar verilmesi halinde, tazmin sorumluluğu, mükrehe değil, mükrihe (zorlayana) aittir.

3- Mükrehin yapması hiçbir şekilde caiz olmayan fiiller: Haksız yere bir cana kıyma, bir organı kesme yahut can kaybına yol açacak şekilde dövme gibi. Yapmaması halinde söylemistir. Sonra, bu sözü Mjylernede istihza veya eğlenme maksadı da yoktur. Sadece tehdidi altında bulunduğu eziyeti babından savmak istemektedir. Böyle kimseye uygun düşen hüküm İse, durumunu ağırlaştırma değil, hafifletmedir. Bu da, İslâm hukuklularının çoğuniuğunca kabul edildiği şekilde; hukukî işlemler arasında fark gözetmeksizin mükrehin sözlerini geçersiz saymaktır.  kendi canını yitirme tehlikesi bulunsa bile, mükrehin bu nevi fiilleri işlemesi caiz değildir, Böyle bir davranışta bulunan kimse bütün İslâm hukukçularına göre günahkâr olur. Çünkü kasının canı da kendi canı gibi masumdur. Kişinin bir zararı kendisinden, aynı zararı başkasına vermek suretiyle gidermesi caiz değildir.

Kurtubî'nin Tefsir'inde denir ki: "Bilginler şu hususta görüş birliği içindedir: Başkasını öldürmeye zorlanan kişi, onu öldürme, hatta dövme ve benzeri yolla onun insanlık haysiyetine karşı saygısızlık etme hakkına sahip değildir. Kendi başına gelen belâya katlanması gerekir; yoksa kendi canını kurtarma uğruna başkasını feda edemez.İslâm hukukçuları mükrehin bu neviye giren fiili işlemesi halinde günahkâr olacağı hususunda görüş birliği içinde oldukları gibi, bu fiilin dünyevî cezayı gerektireceği noktasında da ittifak etmişlerdir. Fakat bu cezanın ne olacağı ve mükrehe mi yoksa mükrihe mi verileceği hususunda farklı görüşler ortaya konmuştur.

Mâlik, Ahmed b. Hanbel, -tercih edilen görüşüne göre- Şafiî ve Hanefi'lerden Züfer, bu fiile uygulanması gereken cezanın kısas olduğu kanaatindedir. Yine bu hukukçulara göre cezanın fiili işleyene (mükrehe) verilmesi gerekir. Çünkü kasden ve haksız yere maktulü öldüren bizzat mükrehtir; o halde kısastan muaf tutulamaz.Ebû Hanîfe ve Muhammed b. El-Hasen'e göre ise, kısasın mükrihe (zorlayana) uygulanması gerekir; mükrehe (faile) kısas değil, yetkili merciin caydırıcılık için yeterli göreceği bir ta'zir cezası uygulanmalıdır.Bu iki hukukçunun gerekçesi şudur: Fail, fiili işlemeye mükrih tarafından zorlanmakta ve işlemediği takdirde canından olma tehdidi altında tutulmaktadır. Şu halde fail, mükrihe nisbetle caninin cinayetini işlerken kullandığı âlet mesabesindedir. Suçun cezalandırılmasında ceza kullanılan âlete değil o âleti kullanana verilir.Faile ta'zir cezasının verilmesi İse, onun haram olan davranışından yani masum olan bir canı kendi canım kurtarma aracı olarak kullanmasından ötürüdür.Ebû Yusuf a gelince, o, sadece mükrihin (zorlayanın) diyet ödemesi gerektiği ve gerek mükrih gerekse mükrehe kısas uygulanamayacağı görüşündedir. Zira kısas ancak suçun bütün unsurlarıyla mevcut olması halinde uygulanabilir; oysa mükrih ve mükrehin ayrı ayrı ele alınması halinde hiçbiri hakkında suçun tam olarak oluştuğunu söylemek mümkün değildir.Bilginler zina fiilini de bu nevi içinde mütalâa etmişler ve şuna hükmetmişlerdir: maya ihtiyar halinde cevaz verilemeyeceği gibi ikrah halinde de cevaz verilemez. Çünkü hiçbir şekilde zinanın haramitğı ortadan kalkmaz. İkrah altında zina fiilini işleyen kişinin günahkâr olacağı hususunda fakihler arasında ihtilâf yoktur. Ancak fakihlerin tercih edilen görüşlerine göre bu fiile had cezası uygulanmaz. Çünkü ikrah bir şüphe sayılır. Hadler Ise şüphe ile ortadan kalkar. Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştyur: "Şüphe Rumlarında hadleri kaldırınız.[15]

 



[1] Bazı lâfız farklılıkları ile, bkz. Tirmizî, Hudûd, 1; Dârimî, Hudûd, 1.

[2]  en-Nisâ' 4/43:

[3] el-Mâide 5/90.

[4] Türk Medenî KanunıTnda (madde 8) "capacitedc jouissancedes droitscivils" karşılığı olarak "medenî haklardan istifade ehliyeti" denmekte ise de. genellikle benimsenen ve yaygın olan kullanım "hak ehliyeti" şeklindedir, (mütercim)

[5]   Dr. İsmail Ganim, en-Nazariyye el-Âmme, s. 151.

[6] Fakihlerin çoğunluğuna göre, ceninin velisi ve vasisi olmaz. Fakat mallarını korumak üzere cenin için "emin" tayin edilebilir. Emin, vasi hükümlerine tabi değildir; ceninin malları üzerinde hiçbir şekilde tasarrufta bulunamaz. Günümüzdeki bazı kanunî düzenlemelerde ise. bir kısım fakihlerin görüşüne uyularak, cenin için vasi tayin edilmesi öngörülmüştür, ki bu vasi, bilinen vesayet hükümlerine tabidir.

[7]  Temyiz kudreti bu yaştan önce veya sonra oluşabilir; fakat bilginler hukuki istikran sağlayabilmek için bu yaşı temyiz çağının başlangıcı olarak kabul etmişlerdir.

[8] Yeni Medenî Kanun'un 14. maddesinde şu hüküm yer almıştır: "Akı! hastası ve mâ'tuhun, kısıtlama kararının tescilinden sonra yaptığı hukukî işlemler batıldır."

[9] bkz. İbn Kayyım, riâmu'l-Tnuvakk-'m, III, 231-322.

[10]  Hanefi usûl bilginlerinin tutumu budur. Halbuki doğrusu, rızanın sözleşmenin rükünlerinden veya in'ikad şartlarından sayilmasıdır. ki bunun bulunmaması halinde sözleşme fasit değil batıl olur. Çünkü rıza -tıpkı ihtiyar gibi ve bu açıdan aralarında fark olmaksızın- sözleşmelerde ve diğer hukuki muamelelerde esaslı bir durumdur. O yüzdendir ki, Hanefi bilginlerin de, bey'i (satım sözleşmesini) "karşılıklı rıza İle mal nıübadelesidir" şeklinde tarif ettiklerini ve rızayı bu sözleşmenin mahiyetinden bir parça saydıklarım görüyoruz.

Usuİcülerin yukarıda belirtilen tutumu benimsemelerindeki sebep, Hanefi mezhebi imamlarından mükrehin sözleşmeve diğer hukuki işlemleri hakkında nakledilmiş bazı hükümleri gözönüne almış olmalarıdır. Gerçekten, sözkonusu imamlar, nikâh, talâk ve ıtk (köle azadı) (Tısında kalan bu hukuki işlemlerin butlanına değil fesadına hükmetmişlerdir, nikâh, talâk ve ıikm İse, mülci ikrah altında bile olsa geçerli olduğuna kanidİrler.Giriş bölümünde açıkladığımız üzere, sözü geçen usulcüler, delillerin desteklediği ve objektif bakışla belirlenmiş metod ve kuralları değil, mezhep imamlarının hüküm çıkarmada ve fer'î meseleleri çözüme bağlamada takip ettikleri metod ve kuralları zikrettikleri için mazur sayılabilirler, şüphesiz, ikrah konusunda Hanefî mezhebi imamlarından nakledilmiş bulunan fer'î fıkıh hükümlerine uygun düşen kural, rızanın sıhhat şartlarından sayılması ve rızanın bulunmaması halinde sözleşmenin batıl değil fâsid kabul edilmesidir.

[11]  Bu hususta denilebilir ki: Mükreh ile hâzil (lâtife beyanında bulunan) arasında açık bir fark vardır. Bu farklılığa rağmen mükrehin hâzile kıyas edilmesi doğru olmaz. Bu düşünceyi biraz açıklayalım: Hâzil, kendi isteği ile ve geçerli bir ihtiyar hali içinde söz söyleyen fakat sözüne sonuç bağlanması değil istihza ve eğlenme maksadı taşıyan kimsedir. Özellikle helâllik-haramlık yönü itibariyle Allah hakkı ihtiva eden işlemlerde hâzilin şaka ve eğlenme niyetini dikkate almayıp, sözünü geçerli saymak suretiyle ona ağır bir hüküm uygulamak onun fiiline uygun düşer. Çünkü kula. Yaratıcısına karşı şaka İfadesi kullanmak yaraşmaz. Mükrehe gelince, onun. sözü söylemede ne arzusu vardır, ne de geçerli bir ihtiyar hali İçinde Kanûnu'l-Mehâkim es-Ser'iyye, lalâk konusunda bu görüşü benimsemiş ve birinci maddesinde mükrehin \c sarhoşun talâkının yecersiz olduğunu belirtmiştir.

[12] el-Bakara 2/173.

[13] el Bakara 2/195.

[14] en-Nahl 16/106.

[15] Yakın anlamda hk?   İhn Mâce, Hudûd. 5.