§: 289- Hanefîlerin Te'villerinden Örnekler:
§: 293- Hanefîlere Göre kapalılık Bakımından Lâfzın Nevileri:
§: 294- "Hafî"nin Manası ve Örnekleri:
§: 296- "Müşkil"in Tarifi ve Örnekleri:
Usulcülere göre te'vil, lâfzın zahir olan manasında anlaşılmaktan
engellenmesi ve bir delile binaen zahir olmayan başka bir mananın kasdedildiğine hükmolunmasıdır.
Hâssın hakikat manasından alınıp mecaz yoluyla ona başka mana verilmesi ve âmmin umûm manasından alınıp sadece bir kısım fertlerine kasredümesi gibi. Ki bu ikinci şekle usulcüler
"tahsis" adını verirler.
Te'vilin sahih ve makbul olabilmesi için şu şartlan taşıması
gerekir:
1- Lâfız te'vili kabul eden bir lâfız olmalıdır. Meselâ, Hanefîlerin
terminoloj isindeki zahir ve nass,
diğerlerinin terminoloj isindeki sadece zahir
böyledir. Şayet lâfız, müfesser ve muhkem gibi te'vili Kabul etmeyen neviden ise, bunun te'vili sahih olmaz.
2- Lâfzın te'vil
edildiği mana, o lâfzın muhtemel bulunduğu ve mecaz yoluyla bile olsa kendisine
delâlet ettiği manalardan olmalıdır. Lâfzın muhtemel bulunmadığı ve hiçbir
şekilde kendisine delâlet etmediği bir manada olursa, te'vil
makbul değildir.
3- Te'vil, lâfzın zahir manasından alınıp başka manaya
çekilmesine elverişli şer'î bir delile dayanmalıdır. Bu delil bir nass, bir icmâ ve bir kıyas
olabileceği gibi, islâm hukukunun genel
prensiplerinden biri de olabilir. Böyle bir delile dayanmayan te'vil makbul olamaz.
Usulcülere göre te'vil iki nev'idir:
Birinci nevi:
Hatıra kolayca gelen te'vil (karîb,)Bu
nev'i te'vilin doğruluğunu isbat için güçlü bir delil gösterilmesi gerekmez. (Yukarıda
işaret edilenler arasından) herhangibir delil
yeterlidir.Meselâ, Ey iman edenler! Namaza duracağınız zaman yüzlerinizi
yıkayın[1]
âyetindeki namaza kalkmak zahir, manasından alınıp ona yakın başka bir manada,
yani namazın yerine getirilmesine azmetmek manasında anlaşılmıştır. Bu şekilde
anlamayı gerektiren delil ise şudur: Hikmet sahibi olan Yüce Sâri'.
mükelleflerden namaza başladıktan sonra değil namaza başlamadan önce abdest almalarını ister. Çünkü abdest,
namazın sıhhat şartıdır. Şartın ise meşruttan sonra değil önce gerçekleşmesi
gerekir. Görüldüğü gibi bu, sırf âyetin okunması veya dinlenmesi ile hatıra
geliverecek yakın bir te'vildir.
İkinci nevi:
Hatıra kolayca gelmeyen te'vil (ba'îd.)Bu
nev'i te'vilin doğruluğunu isbat için, uzaklığı telâfi eden ve te'vil
ile ulaşılan manayı zahir manadan üstün kılan bir delilin gösterilmesi
gerekir.Örnek: Fîrûz ed-Deylemî müslüman olduğunda, biri
diğerinin kızkardeşi olan iki kadınla evliydi. Hz. Peygamber (s.a.v)Onlardan dilediğini tut, diğerinden
aynı[2]
buyurdu. Hadis, bu adamın o iki kadından dilediğini nikâhı altında tutma
hakkına sahip bulunduğuna ve diğerinden ayrılması gerektiğine zahir bir şekilde
delâlet etmektedir.Hanefî bilginler ise bu hadisi te'vil
etmişler ve şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber'in
"Onlardan dilediğini tut" sözünden maksat, "eğer ikisi ile
evlilik bir akit yapılarak gerçekleşmiş ise, onlardan biri ile yeniden evlen;
şayet iki ayrı akit yapılmış ise, hangisinin nikâhı önce ise onu nikâhın
altında tut'1 demektir. Hanefîler bu te'vili yaparken
kıyas deliline dayanmışlardır. Yani İslâm'a yeni giren kişinin durumunu, müslüman iken böyle bir duruma konu olan kişiye kıyas
etmişlerdir. Şöyle ki: Müslüman bir kimse, bir akit altında iki kızkardeş ile evlense, akıt heriki
kadın bakımından fasit olur ve erkeğin onların İkisinden de ayrılması gerekir.
Sonra, isterse onlardan herhangibiriyle yeniden
evlenebilir. Buna karşılık, iki kızkardes ile ayrı ayrı nikâh akdederek evlenmesi halinde sadece birincisi ile
evliliği geçerli olur. İkincisi İle evliliği geçersizdir ve ondan ayrılması
gerekir.Bu te'vil, son derece uzak bir te'vildir. Zira Rasülûllah bu
sözü, Fîrûz ed-Deylemi'ye hitaben söylemiştir. Fîrûz
ise yeni müslüman olmuş bir kimsedir ve o sırada
şer'î hükümlerden haberdar değildir. Şayet Hz.
Peygamber'in sözünden maksat bu hüküm olsaydı, Rasûlüllah
mutlaka ona bu hükmü açıklardı. Çünkü bu, ancak "beyân" (açıklama)
yoluyla bilinebilecek bir hükümdür.Diğer taraftan, Hz.
Peygamber'in "onlardan dilediğim tut" sözü, hangisinin önce veya
sonra olduğuna bakılmaksızın bir seçim hakkını açık bir şekilde tanımaktadır.
Onlarla evlilik ister bir tek akitle ister ayrı ayrı
akitlerle gerçekleşmiş olsun, muhatabın ikisinden dilediğini nikâhı altında
tutabileceğini göstermektedir.O halde Haneftlerin bu te'vilde belirtilen kıyasa dayanmaları
Şâfıî bilginler, usûl kitaplarında Hanefîlere ait birçok te'vili zikredip bunları uzak te'viller
nevindinden saymışlardır. Bundan maksatları, Hanefi fakîhlerin bu te'vülere dayanarak
nasslardan çıkarmış oldukları hükümlerin
Hz. Peygamber, Her kırk koyundan bir koyun (zekât
verilmesi gerekir}[3] buyurmuştur.
Hanefî bilginler, bu nassda zekât olarak verilmesi gerektiği belirtilen
"koyun" lâfzını te'vii etmişler ve şöyle
demişlerdir: Burada maksat, koyunun aynî olarak verilmesi değil,
aynî olarak veya
kıymetinin verilmesidir. Çünkü
zekâtın farz kılmmasmdakİ
gaye, fakirin İhtiyacının giderilmesidir. Fakirin ihtiyacı ise, koyunun aynı
verilmek suretiyle giderilebileceği gibi, kıymetinin verilmesiyle de
giderilebilir,O yüzden Hanefî fıkhında şu hüküm kabul edilmiştir: Kırk tane
koyunu olan ve bunların zekâtını vermekle mükellef bulunan kimse, bunlardan bîr
koyunun kıymetini vererek zekât vecibesini ifa edebilir. Bu koyunlardan birini
aynî olarak vermesi gerekmez.Şâfiîler şöyle demişlerdir: Bu, uzak bir te'vildir. Çünkü nassın
zahirinden anlaşılan mana, aynî olarak koyun verilmesi gerektiğidir. Çünkü
Sâri' bunu özel olarak zikretmiştir. Ve hikmet sahibi olan Sâri zekâtı farz
kılarken bu belirlemeyi özellikle kasdetmiş olabilir,
ki böylece fakirin malın cinsinde de zenginle müşterekliği sağlanmış olur.Onun
için Şâfıî mezhebinde hüküm, koyunun aynî olarak
verilmesi gerektiği yönündedir. Koyun yerine onun kıymetinin verilmesi geçerli
değildir. Mâlikîler ve Hanbelîler de bu konuda Şâfıî mezhebinin görüşünü paylaşırlar.Bu meselede tercihe
şayan olan görüş, Hanefî bilginlerin görüşüdür. Zira başka bir nass ve İslâm hukukunun ruhu -ki buna hikmet-i teşri
denmektedir- bu görüşü desteklemektedir.Sözünü etmek istediğimiz nass Muâz (r.a)'ın bir uygulamasıdır. Şöyle ki;'Muâz,
Yemen ahalisine "Darı veya arpa yerine, bana hamîs
(beş zira uzunluğunda elbise) veya müstamel elbise getirin. Bu sizin için daha
kolay, Medine'deki Rasülûllah'ın ashabı için daha
faydalıdır' demiştir. Böylece Muâz zekât toplarken
zekâtı çıkarılan malın aynı (darı ve arpa) yerine elbise almıştır. Çünkü Yemen
havalisinde elbise bol miktarda bulunuyordu ve Yemenliler için bunun verilmesi
daha kolaydı. Öte yandan elbise alınması, Medine'de bulunan ashabın ihtiyacım
karşılamaya daha elverişli idi. Çünkü orada elbise az bulunuyordu ve onların
buna ihtiyacı vardı.Hikmet-i teşri açısından bakıldığında da, zekâtın farz kilınmasmdaki gayenin fakirlerin ihtiyaçlarının
karşılanması olduğu görülür. Fakirler yiyecek, İçecek, giyecek ve mesken gibi
değişik şeylere muhtaçtır. O halde zekât olarak malın kıymetinin verilmesi,
bütün bu ihtiyaçların karşılanması bakımından diğer yollardan daha elverişli
bir yoldur.
Zıhâr keffâreti ile ilgili
âyetteki Buna da gücü yetmeyen altmış
fakiri doyursun[4]ifadesi.Hanefî bilginler:
Bu ifadeden maksat, altmış fakirin yiyeceğini yedirmek yani bu miktar yiyeceği
vermektir, derler. O yüzden, bu keffâreti Ödemesi gereken
kişinin, altmış fakiri bir günde doyurabileceği gibi, bir fakiri altmış gün
doyurmasının da caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Bu husustaki delilleri şudur:
Âyetteki hükmün gayesi belirtilen miktarda fakirin doyurulması ve (yeme) ihtiyaçlarinın karşılanmasıdır. Bir fakirin altmış gün
ihtiyacının karşılanması da, bir günde altmış fakirin ihtiyacının karşılanması
gibidir.Şâfiîler İse şöyle derler: Bu, uzak bir te'vildir.
Çünkü bu te'vii ile, âyette zikri geçmeyen
bir lâfzın yani (yiyecek) kelimesinin
varlığı kabul edilmekte, buna karşılık âyette zikri geçen bir lâfız yanî fakirlerin
sayısını belirten (altmış) kelimesi ilga edilmiş olmaktadır. Halbuki, hikmet
sahibi olan Şâri'in maksadının, özellikle bu sayıda
fakirin doyurulması olması muhtemeldir. Zira toplulukta fazilet ve bereket
vardır ve kendisine keffaret gereken kişi için hep
birlikte dua etmeleri imkânı doğmuş olur.Bu meselede Şâfıîlerin
görüşü tercihe lâyıktır. Diğer imamlar da aynı görüştedir. Öte yayndan Hanefî bilginlerden Kemal b. Hümâm
da bu görüşe katılmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: Ceninin
tezkiyesi, annesinin tezkiyesidir.[5]
İmam Ebû Hanîfe bu hadisi te'vil etmiş ve onu bir teşbih (benzetme) şeklinde
anlamıştır. Ebû Hanîfe
şöyle demiştir: Bu hadisten maksat, cenîn canlı olarak çıktığı takdirde, onun
tezkiyesinin annesinin tezkiyesi gibi yapılacağını bildirmektir. Şu halde Ebû Hanîfe tarafından hadis dişi
hayvanın boğazlanmasından sonra canlı olarak ana karnından çıkan cenînin
hükmünü açıklamaya hamledilmiş olmaktadır. Bundan ötürü, ona göre hüküm
şöyledir: Ananın boğazlanmasından sonra karnından cenînin canlı olarak çıkması
halinde, anasının tezkiyesinde olduğu gibi müstakil olarak tezkiye edilmedikçe
etinin yenmesi helâl olmaz. Ölü olarak çıkması halinde ise yenmesi asla helâl
değildir. Anası için yapılan tezkiye onun için de tezkiye sayılmaz.Şâfiîler ise
şöyle derler: Bu, uzak bir te'vildir. Şu sebeplerden
ötürü bu te'vile göre amel edilmez:
a) Bu te'vilde "gibi" anlamına gelen Jâ» veya ii türünden bir teşbih
(benzetme) kelimesinin variığı takdir
edilmektedir. Oysa böyle bir takdir kural
dışıdır. Delil bulunmadıkça kural
dışı bir yol tutulması geçerli değildir. Bu meselede ise, kuralın dışına
çıkılması için özel bir delil bulunmamaktadır.
b) Bu hadisin
bazı rivayetlerinden anlaşıldığına göre, hadisin vürûd
sebebi Hanefîlerin çıkardığı manaya engel teşkil etmektedir. Şöyle ki: Bir
topluluk Hz. Peygamber (s.a.v)'e gelip: "Ya Rasülallah! Biz bazen deve,
sığır ve koyun kestiğimizde karnında cenîn buluyoruz. Onu atmalı mıyız, yoksa
yiyebilir miyiz?" diye sordular. Hz. Peygamber
şöyle buyurdu:İsterseniz onu yiyebilirsiniz. Çünkü onun tezkiyesi annesinin
tezkiyesidir. " Bu ifadenin zahir anlamı, sorunun ölü cenîn hakkında
olduğunu göstermektedir. Çünkü yenmesinin helâl olup olmadığı hususunda
tereddüt edilme ihtimali bulunan odur. Boğazlanması mümkün olan canlı cenîne
gelince, bunun tezkiye edilmeksizin yenmesinin heîâi
olmayacağı zaten bilinen bir şeydir. O halde sorunun, canlı çıkan cenîn
hakkında olması muhtemel değildir.
c) Hadis Cenînin
tezkiyesi, annesinin tezkiyesiyiedir" şeklinde rivayet
edilmiştir. Bu lâfızla hadis, te'vil kabul etmeyen
"müfesser" nev'ine
girmiş (maktadır. Binaenaleyh bunun amelde esas alınması ve birinci rivayetin
ona hamtediimesi serekir.
Böylece ikisinden de maksat bir anlamda birleşmiş olur. O anlam şudur: Ceninin
anasının tezkiyesi cenîn için de tezkiyedir. Ölü dahi çıkmış olsa, anasına tâbi
olarak yenmesi helâldir.Bu meselede Şâfıîlerin
görüşünün üstün olduğu açıktır. Nitekim İmam Mâlik ve İmam Ahmed
b. Hanbel'in yanisıra
Hanefîlerden İmameyn (Ebû
Yusuf ve Muhammed) de bu görüştedir.
a) Manası,
b) Örnekleri,
c) Hükmü.
"Hafî" kapsamında bir çok fert bulunup da, kendi
bünyesi dışındaki bir bir engelden ötürü bu
fertlerden bir kısmına delâleti açık olmayan ve bunların onun kapsamına dahil
olduğunun kavranabilmesi inceleme ve içtihada ihtiyaç gösteren lâfızdır.Meselâ,Hırsızlık
yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının... ellerini kesin[6]âyetindeki (hırsız) lâfzının, (hırsızlık) dışındaki bir isimle anılmayan ve
"çalan" herkese delâleti zahirdir. Fakat j\J<d\ (yankesici) ve
(kefen soyucu) gibi (hırsızlık) dışında
bir isimle anılan ve "çalma" fıüini işleyen
kişilere delâleti hafî (kapalı)dır. Çünkü bunlardan lıerbiri
(hırsız) ismi dışında özel birer isimle
anılmaktadır. Bu durumda şöyle bir tereddüt ortaya çıkmaktadır: Bunların özel
birer isimle anılması, lâfzının gösterdiği manadan daha eksik birer fiili
işlemelerinden dolayı mıdır -ki böylece lâfzının fertlerinden sayılmayacak ve
bunlara onun hükmü uygulanamayacaktır-, yoksa o manayı da aşan birer fiili
işlemelerinden dolayı mıdır -ki bu takdirde lâfzı kapsamında sayılacak ve bunlara onun
hükmü uygun düşecektir- İşte bu yüzden nassın
kapsamının ne olduğu hususunda bir t«si- (kapalılık) ortaya çıkmış, bu hususun
anlaşılması inceleme ve içtihada ihtiyaç göstermiştir.
Müctehidler (yankesicinin)
durumunu incelemeciler ve şu sonuca varmışlardır: Onun böyle özel bir isimle
anılması yaptığı fiilin (hırsızlık) lâfzının delâlet ettiği manayı da
aşmasından ötürüdür. Zira o, uyanık olmalarına rağmen dalgınlıklarından
faydalanarak insanların ceplerinden parayi çalmak
için özel bir gayret ve beceri göstermektedir. Şu halde onun hırsızlığı daha
tehlikelidir ve suçu daha büyüktür. O yüzden yankesicinin tijU*
(hırsız) sayılmasında ve hırsız hakkında uygulanacak elkesme
cezasının ona da uygun düştüğünde ittifak etmişlerdir.[7]
Müctehidler 'in (kefen soyucunun) durumunu da incelemişler, fakat
ıİjLJi lâfzının bunu kapsayıp kapsamadığı hussunda ihtilâf etmişlerdir. Ebû
Hanîfe ve Muhammed b. Hasen
şu kanaate varmışlardır: Kabirleri kazıp ölülerin kefenlerini alan kimsenin J^Uül şeklinde özel bir isimle anılması, bu fiilde Â3j~JI
(hırsızlık) manasının tam olarak gerçekleşmemesinden dolayıdır. Çünkü
"hırsızlık" suçunun oluşmuş sayılabümesi
için "hırz" yani malın muhafaza altına
alındığını gösteren mekânda bulunması, alınan şeyin "mal" vasfını
taşıması ve malın başkasının mülkiyetinde olması şarttır. Oysa bu şartların üçü
de kefen konusunda gerçekleşmiş olmamaktadır: "Hırz"ın
gerçekleşmediği açıktır, zira kabrin malların korunmasına mahsus bir mekân
olmadığı malumdur. "Mal" vasfı da gerçekleşmemiştir. Çünkü
"mal", gönlün meylettiği ve arzuladığı şeydir. Kefen ise insanların
hoşlanmadığı bir şeydir. Başkasının mülkiyetinde bulunma şartına gelince, bu da
gerçekleşmemiştir. Zira kefen Ölünün mülkiyetinde değildir, bu izaha muhtaç
olmayan açık bir husustur. Mirasçıların mülkiyetinde de değildir, çünkü onlar
ancak Ölünün ihtiyaçlarından fazlasına malik olabilirler; kefen ise ölünün
ihtiyaçlarındandır. Madem manası tam
olarak mevcut değildir, o halde lâfzının
fertlerinden biri sayılamaz. Başka bir deyişle lâfzı kefensoyan
kişileri kapsamaz ve dolayısıyla bu kişilere "hırsız"a uygulanan elkesme cezası uygulanamaz. Şu kadar var ki hakim, böyle
kimselere bu haysiyet kırıcı fiili işlemekten caydırıcı uygun bir ceza verir.Ebû Yusuf ve Eimme-i Selâse (Mâlik, Şâfıî ve Ahmed b. Hanbel)nin bu konudaki kanaati ise şöyledir: Kefenleri çalanların
özel olarak adıyla anılmaları, manasının bu fiilde tamamen
gerçekleşmemesinden ve onu kapsamına almamasından ötürü olmayıp, aynı cinse
dahil bir nevinin muayyen bir isimle özel olarak belirtilmesinden ibarettir.
Böylece "hırsızlıksın hangi yolla yapıldığına işaret edilmiş olmaktadır,
ki bu kabri kazıp kefeni alma yoludur. Şu halde ölülerin kefenlerini soyup alma
hırsızlık fiilinden ayrı bir fiil olmayıp onun bir türüdür. Hırsızlık suçunun
oluşması için aranan şartlara gelince: Kabir, kefene nisbetle
"hırz" sayılır. Çünkü hırz,
her şeyde o şeyin durumuna göre takdir edilir. Alınan şeyin gönülden arzulanan
bir şey olmaması, onun mütekavvim ve hukuken
korunmaya lâyık olmasına dolayısıyla "mal" diye isimlendir ilmesine
engel değildir. Başkasının mülkü olma şartı da gerçekleşmiştir. Kefen, Ölünün
mülkü hükmündedir. Zira onun kullar bakımından -ki bunlar ölünün yakınları ve dostlandır-bir takım hakları vardır. B.ütün bunların
yanışım, bu fiil (kefen soyuculuk), onu yapan kişinin, içinde kötülüklerin
yerleşip kök attığını göstermektedir. Zira ders ve ibret alınacak bîr yerde suç
işleyebilmededir. O halde bu şenî fiilden elçekmesini
sağlamak için, ona da hadd (hırsızlık cezası)
uygulanması gerekir.
Hafinin hükmü şudur:
Delâletinin kapalı kaldığı hususlarda, kendisiyle ancak iyice inceledikten ve
derinlemesine düşündükten sonra amel edilebilir. Şayet müctehid,
lâfzın manasının, kendilerine delâletinde kapalılık bulunan fertlerde de tam
olarak gerçekleştiği kanaatine varırsa, bu lâfzın o fertleri kapsadığına ve
hükmün onlara da uygulanacağına karar verir. Bu kanaate varmazsa, aksi yönde
hükmeder. Bu inceleme esnasında müctehidin yapması
gereken şey, okonudaki nasslara
başvurmak ve hükmün konmasındaki gayeyi gözönünde
bulundurmaktır.
a) Tarifi,
b) Örnekleri,
c) Hükmü.
"Müşkil", kendisi ile kasdedilen
mananın ancak onu kuşatan karîne ve emareler üzerinde incelemede bulunma ve
derinlemesine düşünme yoluyla anlaşüabilidiği
lâfızdır. "MüşkiF'lik vasfı ("işkâl")
"müşterek" lâfızlarda bulunur. Bunlar, herbiri
ayrı ayrı vaz' ile olmak
üzere birden fazla mana için vaz'olunmuş veya tek
mana için vaz'olunmakla beraber mecaz yoluyla başka
manada da kullanılan ve bu mecazî anlamının, hakîki manasıymış gibi yaygın hale
gelecek ölçüde çok kullanılması neticesinde birden fazla manaya delâlet eder
hale gelmiş lâfızlardır.Örnek: Kadınlarınız sizin için bir tarladır.O halde
tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varım[8]âyeîindeki lâfzı.Bu lâfız (nasıl) manasında kullanıldığı gibi,(nereden)
manasında da kullanılır.Şu âyetle manasında kullanılmıştır: "(Allah
buyurdu:) Ey Zekeriyya! Biz sana bir oğul müjdesi
veriyoruz ki adı Yahya'dır. Daha önce kimseyi ona adaş yapmadık. Zekeriyyâ şöyle dedi: Rabbim! Benim nasıl oğlum olabilir?
Karım kısırdır, ben ise ihtiyarlığın son sınırına varmış bulunuyorum. [9]Burada
cümlesi, "benim nasıl çocuğum olabilir!" anlamındadır. Sorudanjmaksat, bu ilginç durum karşısındaki hayret ve
sevinci ifade etmektir.Şu âyette ise manasında kullanılmıştır: Ve Zekeriyyâ 'yi onun (Meryem 'in) bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyyâ onun yanma, mabede her girişinde yanında bir rızık bulur ve: Ey meryem! Bu
sana nereden (geliyor?) derdi. O da: Bu, Allah tarafmdandır.derdi.
[10]Böylece,
örnek olarak zikrettiğimiz âyette, lâfzı müşkil bir
lâfız olarak çık-maktadır. Bundan maksat "nereden" manası mıdır,
yoksa "nasıl" manası mıdır? Birinci manada kabul edilmesi halinde, âyel, kocanın karısıyla dilediği yerden birleşmesinin caiz
olduğuna delâlet etmiş olur. İkinci manada kabul edildiğinde ise, koca dilediği
yerden değil, sadece "hars" mahallinden birleşebilecektir. Böylece
âyetten maksat "dilediğiniz şekilde" diye anlaşılacak ve âyet,
imkânsızlık hali dışındaki bütün durumlara delâlet etmiş olacaktır.
Şayet "tarlanız"
kelimesi iyi incelenirse, görülür ki buradaki lâfzı "nasıl" manasında
kullanılmıştır. Çünkü "hars" evlât ve nesil sahibi olma yeridir, diğer
yer ise bunun mahalli değildir.Başka bir örnek:"Boşanmış kadınlar, kendi
başlarına (evlenmeden) üç kur' süresi [11]âyetindeki
(kur1) kelimesi. Bu kelime, hem âdet
süresi hem iki âdet arasındaki temizlik süresi manasına gelen
"müşterek" bir lâfızdır. İşte bu âyette bu lâfızdan maksadın ne
olduğu hususunda işkâl ortaya çıkmıştır. İşkâlin
giderilmesinin ve kasdedilen mananın belirlenmesinin
yolu ise, haricî karineler üzerinde incelemede bulunmak ve ictihad
etmektir.Bazı fakîhler bu karineler üzerinde
yaptıkları incelemeler sonunda, bundan maksadın temizlik süresi olduğu, diğer
bazıları ise âdet süresi olduğu sonucuna varmışlardır. "Müşterek"
lâfız ile ilgili açıklamalarımız sırasında her iki gurubun bakış açılarını
göstermiştik.
Müşkilin hükmü şudur: Lâfzın muhtemel bulunduğu manaların ele
alınıp, -yukarıdaki örneklerde açıkladığımız üzere- lâfzı çevreleyen karineler
vasıtasıyla bu manalardan hangisinin kasdedilmiş
olduğunu tesbit için ictihad
edilir.
a) Tarifi,
b) Nevileri,
c) Hükmü.
"Mücmel"
sözün sahibi tarafından bir açıklama yapılmadan kendisi ile kasdedilen
mananın anlaşılmadığı lâfızdır.
İcmal "e (
mücmelliğe) yol açan sebepler itibariyle mücmel üç nevidir:
Birinci nevi:
Birbirine eşit birden fazla manaya gelip bunlardan hangisinin kasdedildiğini belirleyen karine bulunmaması sebebiyle
mücmel. Manalarından birini tercih imkânı bulunmayan "müşterek" lâfız
böyledir. Meselâ, hem azad ettiği köleleri hem
kendisini âzad etmiş efendileri olan bir kimse,
malının üçtebirini "mevlâ'
'lan lehine vasiyet etse sonra bunlardan hangi gurubu
kasdettiğini açıklamadan vefat etse, bu vasiyetteki Jly (mevlâlar) lâfzı mücmel
olarak kalmış olur. Çünkü bundan maksat, bu iki guruptan biridir; fakat hangisi
olduğu ancak mûsînin (vasiyetçinin) yapacağı açıklama
ile bilinebilir. Bu, Hanefîlerin görüşüne göre verilmiş bir örnektir.
"Müşterek"in hükmünden sözederken
belirttiğimiz üzere, onlar, müşterek lâfzın aynı sözde bütün manaları kasdediferek kullanılmasını kabul etmezler ve manalarından
birini tercih imkânsizlaştığı takdirde lâfzı
"mücmel" sayarlar.
İkinci nevi:
Bilinen sözlük manasından Şâri'in kasdettiği
özel bir manaya nakledilmiş olması sebebiyle mücmel. (namaz),
(zekat) ve (hac) lâfızları gibi.
Zira Araplar daha önce bu lâfızları başka manalarda kullanıyorlardı. İslâm
gelince, bunlarla. Sâri' tarafından açıklanmadıkça anlaşılamayacak özel dinî
manalar kasdedîldi. Nassda
böyle bir lâfız yer aldığında, bu, Sâri' tarafından açıklanıncaya kadar mücmeldir;
Sâri' onu açıklamamış ise manasının bilinmesi mümkün değildir.O yüzden, gerek kavlî
gerek fiili Sünnet, lâfzı ile ne kasdedildiğini
"tefsir" etmiş, rükünlerini, şartlarını ve nasıl yerine
getirileceğini açıklamıştır. Nasslarda yer alan âlf ve gibi diğer lâfızlar da bu şekilde Sünnet tarafından
tefsir edilmiştir.
Üçüncü nevi:
Lâfzın, kullanıldığı manadaki "garabet" (pek alışılmış olmama)
sebebiyle mücmel. Meselâ, Doğrusu insan pek hırslı (ve tez canlı) yaratılmıştır[12]âyetindeki
lâfzı böyledir. Çünkü bununla "çok
hırslı ve sabrı kıt"' anlamı kasdedilmiştir.
Oysa bu manada kullanımı "ğarîb"dir;
anlaşılması ancak Şârİ'den bir açıklama yapılmasıyla
mümkündür. Onun için Yüce Allah, buradaki manayı aralayan ve neyin kasdedildiğini gösteren bîr nitelendirme yapmış, şöyle
buyurmuştur:Kendisine fenalık dokunda mu sızlanır. Kendisine hayır
dokunduğunda ise vermez (cimrileşir).
Mücmelin hükmü,
kendisi ile neyin kasdedildiğine dair açıklama
gelmedikçe onunla amel etmenin caiz olmayışıdır. Şâri'den,
"beyân"ın açıklamanın) gelmiş
olması halinde ise, iki ihtamal vardır:
1- Beyân'ın
(hiç boşluk bırakmayacak şekilde) tam olması. Bu durumda Mücmel, "müfessere"e dönüşür. Namaz, zekât, hac vb. lâfızlarla
ilgili beyanda olduğu gibi.
2- Beyânın
(hiç boşluk bırakmayacak şekilde) tam olmaması. Bu durumda Mücmel, "müşkif'e dönüşür. Böyle bir durumda, Şâri'den
yeni bir beyânın gelmesine ihtiyaç olmaksızın, müctehidin
ictihad ederek buradaki "işkâl"i
giderme yetkisi vardır. Meselâ,Oysa Allah alış-verişi helal, ribâyı haram kılmıştır[13] âyetinde
geçen (ribâ)
lâfzı böyledir. Esasen bu, mücmel bir lâfızdır. Çünkü sözlük anlamı, mutlak
tarzda "fazlalık" demektir. Sâri1 ise âyette bu anlamı değil, özel
manada bir "fazlalık" kasdetmiştir. Şu
halde onun tarafından beyân edilmedikçe bunun bilinmesi mümkün değildir. Bu
beyân, Hz. Peygamber (s.a.v)'in şu hadisinde yer
almıştır: 'Altını altın ile, günüsü gümüş ile, buğdayı buğday ile, arpayı arpa
ile, hurmayı hurma ile, tuzu tuz ile eşit miktarlarda ve peşin olarak (değişin).
Kim artırır veya arttırılmasını isterse ribâ
muamelesi yapmış olur. Bu sınıflar değiştiğinde ise, peşin olmak kaydıyla
istediğiniz şekilde satabilirsiniz.[14]
Fakat bu hadisteki beyân, (hiç boşluk bırakmaycak
Ölçüde) tam değildir. Çünkü ribâ, sadece bu sınıflara
muhsus olmayıp bunlara benzeyen başka şeylerde de
cereyan edebilir. O halde "ribâ" lâfzı
başta mücmel iken, bu beyândan sonra müşkil haline
gelmiş olmaktadır. Zira, bu beyândan sonra kalan "hafâ"
(kapalılık), inceleme ve ictihad yoluyla giderilebilecek
türden olup, bu yoidan maksadın ne olduğu
anlaşılabilir. Şöyle ki: Şâri'in, bu altı sınıfta ribâyı niçin yasakladığı araştırılır. Hükmün illetinin,
cins ve miktar birliği ("keyl" ve "vezn")mi, "iktiyât"
( ,gıda maddesi olma)mi, "iddihâr"
(saklanabilir olma) mı, yoksa başka bir özellik mi olduğu belirlenir. Böylece,
bu sınıflara kıyas etmek suretiyle kendisinde ribâ
cereyan eden bütün şeyler tesbit edilmiş olur. Müctehid imamlar bu konuyu incelemişler ve fıkıh
kitaplarında açıklandığı üzere farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
a) Tarifi,
b) Hükmü.
"Müteşâbih", kendisi ile kasdedilen
mananın, dünyada hiç kimse tarafından bilinemeyeceği veya ancak ilimde üstün
mertebeye sahip kişilerce bilinebileceği ölçüde kapalı olan lâfızdır.Nasslar üzerinde tümevarım metoduyla yapılan incelemeler
sonunda, şer'î-amelî hükümleri beyân etmek üzere gelen âyet ve hadislerde bu
manada müteşâbihin bulunmadığı neticesine
varılmıştır.Şu halde, müteşâbih, ancak ahkâm âyetleri
ve hadisleri dışındaki nasslarda bulunur. Başlıca
Örnekleri:
- Bazı Kur'ân
sûrelerinin başında bulunan gibi hurûf-ı mukatta'a.
- Bazı nasslarda Allah Teâlâ'ya nisbetle zikredilen fakat Yüce Zâtının yaratılmışlara
benzemekten ve hâdislikten (sonradan meydana gelme özelliğinden) münezzeh
olması sebebiyle zahir manalarında anlaşılması imkânsız bulunan "el",
"göz" ve "yüz" gibi sıfatlar. Şu âyetlerde olduğu
gibi:Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir[15]
"Bizim
gözlerimizin önünde gemiyi yap[16]"Yalnız
celâl ve ikram sahibi olan Rabb'inm yüzü (zâtı) baki
kalacak.
- Yüce Zâtının
cisimden ve cihetten münezzeh olması sebebiyle zâhîr manalarıyla kendisine nisbeti imkânsız olmakla beraber, Cenâb-i
Allah'tan sâdır olduğu nassla sabit fiiller. Meselâ,
"Rabb'in ( emri) geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman[17]
âyetindeki "gelme" fiili ve şu hadisteki "inme" fiili
gibi:"İzzet ve celâl sahibi Rabb'imiz her gece
gecenin son üçtebiri kaldığında dünya semâsına iner
ve şöyle der: Bana dua eden yok mu, onun duasını kabul edeyim? Benden isteyen
yok mu, ona vereyim? İstiğfarda bulunan yok mu, ona mağfiret edey/m?[18]
Usülcüler, bilginler arasında müteşâbihin
manasına vâkıf olunup olunamayacağı hususunda cereyan eden ihtilâfı
nakletmişler ve bu konudaki görüş ayrılığının nereden kaynaklandığını
açıklamışlardır. Fakat biz bu konuda söz etmenin usûl bilginlerinin değil, tevhid veya kelâm bilginlerinin işi olduğu kanaatindeyiz.
[1] el-Mâide 5/6.
[2] Hadisin'rivayetleri için bkz. Zeylâ'î, Nasbu'r-Râye, III, 169.
[3] bkz. dipnot 384.
[4] el-Mücâdele 58/4.
[5] Ebû Davud,
Edâhî. 18; Darimî, Edâhî, 17.
"Tezkiye" hayvanın, dinî
usullere, uygun olarak boğazlanması demektir, (mütercim)
[6] el-Maide 5/38.
[7] Usûlcİiler, yankesici
hakkında el kesme cezasının nassın ibaresi ile mi
yoksa delâleti ile mi sabit olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına
göre, hırsızlık hükmünün illeti bunda evleviyetle
mevcut olduğundan, nassm delâieti
ile sabittir. Doğrusu, bu hükmün yankesici hakkında nassın
ibaresi İle sabİi kabui
edilmesidir. Zira "sarık" (hırsız), dil bakımından "tarrâr"ı (yankesiciyi) kapsar; esasen tarrâr, usta bir hırsız demektir.
[8] el-Bakara 2/223
[9] Meryem 19/7-8.
[10] Al-ü Imran3/37.
[11] el-Bakara 2/228.
[12] el-Meâric 70/19.
[13] el-Bakara 2/275.
[14] bkz. dipnot 223.
[15] el-Feth 48/10.
[16] Hud -11/37.
[17] el-Fecr 89/22.
[18] Buhâri, Teheccüd,
15; Tirmizî, Deavât, 79.