TE'VÎL. 1

§: 286- "Te'vîl'in Manası: 1

§: 287-Te'vilin Şartlan:                    . 1

§: 288- Te'vilin Nevileri: 2

§: 289- Hanefîlerin Te'villerinden Örnekler: 3

§: 290- Birinci Örnek: 3

§: 291- İkinci Örnek: 4

§: 292- Üçüncü Örnek: 4

§: 293- Hanefîlere Göre kapalılık  Bakımından Lâfzın Nevileri: 5

1- HAFÎ 5

§: 294- "Hafî"nin Manası ve Örnekleri: 5

§: 295- Hafinin Hükmü: 7

2- MÜŞKİL. 7

§: 296- "Müşkil"in Tarifi ve Örnekleri: 7

§: 297- Müşkilin Hükmü: 8

3- MÜCMEL. 9

§: 298- "MücmeP'in Tarifi: 9

§: 299- Mücmelin Nevileri: 9

§: 300- Mücmelin Hükmü: 10

4- MÜTEŞÂBİH.. 10

§: 301- "Müteşâbih"in Tarifi: 11

S: 302- Müteşâbihin Hükmü: 11

 

TE'VÎL

 

§: 286- "Te'vîl'in Manası:

 

Usulcülere göre te'vil, lâfzın zahir olan manasında anlaşılmaktan engellenmesi ve bir delile binaen zahir olmayan başka bir mananın kasdedildiğine hükmolunmasıdır. Hâssın hakikat manasından alınıp mecaz yoluyla ona başka mana verilmesi ve âmmin umûm manasından alınıp sadece bir kısım fertlerine kasredümesi gibi. Ki bu ikinci şekle usulcüler "tahsis" adını verirler.

 

§: 287-Te'vilin Şartlan:                    .

 

Te'vilin sahih ve makbul olabilmesi için şu şartlan taşıması gerekir:

1- Lâfız te'vili kabul eden bir lâfız olmalıdır. Meselâ, Hanefîlerin terminoloj isindeki zahir ve nass, diğerlerinin terminoloj isindeki sadece zahir böyledir. Şayet lâfız, müfesser ve muhkem gibi te'vili Kabul etmeyen neviden ise, bunun te'vili sahih olmaz.

2-  Lâfzın te'vil edildiği mana, o lâfzın muhtemel bulunduğu ve mecaz yoluyla bile olsa kendisine delâlet ettiği manalardan olmalıdır. Lâfzın muhtemel bulunmadığı ve hiçbir şekilde kendisine delâlet etmediği bir manada olursa, te'vil makbul değildir.

3- Te'vil, lâfzın zahir manasından alınıp başka manaya çekilmesine elverişli şer'î bir delile dayanmalıdır. Bu delil bir nass, bir icmâ ve bir kıyas olabileceği gibi, islâm hukukunun genel prensiplerinden biri de olabilir. Böyle bir delile dayanmayan te'vil makbul olamaz.

 

§: 288- Te'vilin Nevileri:

 

Usulcülere göre te'vil iki nev'idir:

Birinci nevi: Hatıra kolayca gelen te'vil (karîb,)Bu nev'i te'vilin doğruluğunu isbat için güçlü bir delil gösterilmesi gerekmez. (Yukarıda işaret edilenler arasından) herhangibir delil yeterlidir.Meselâ, Ey iman edenler! Namaza duracağınız zaman yüzlerinizi yıkayın[1] âyetindeki namaza kalkmak zahir, manasından alınıp ona yakın başka bir manada, yani namazın yerine getirilmesine azmetmek manasında anlaşılmıştır. Bu şekilde anlamayı gerektiren delil ise şudur: Hikmet sahibi olan Yüce Sâri'. mükelleflerden namaza başladıktan sonra değil namaza başlamadan önce abdest almalarını ister. Çünkü abdest, namazın sıhhat şartıdır. Şartın ise meşruttan sonra değil önce gerçekleşmesi gerekir. Görüldüğü gibi bu, sırf âyetin okunması veya dinlenmesi ile hatıra geliverecek yakın bir te'vildir.

İkinci nevi: Hatıra kolayca gelmeyen te'vil (ba'îd.)Bu nev'i te'vilin doğruluğunu isbat için, uzaklığı telâfi eden ve te'vil ile ulaşılan manayı zahir manadan üstün kılan bir delilin gösterilmesi gerekir.Örnek: Fîrûz ed-Deylemî müslüman olduğunda, biri diğerinin kızkardeşi olan iki kadınla evliydi. Hz. Peygamber (s.a.v)Onlardan dilediğini tut, diğerinden aynı[2] buyurdu. Hadis, bu adamın o iki kadından dilediğini nikâhı altında tutma hakkına sahip bulunduğuna ve diğerinden ayrılması gerektiğine zahir bir şekilde delâlet etmektedir.Hanefî bilginler ise bu hadisi te'vil etmişler ve şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber'in "Onlardan dilediğini tut" sözünden maksat, "eğer ikisi ile evlilik bir akit yapılarak gerçekleşmiş ise, onlardan biri ile yeniden evlen; şayet iki ayrı akit yapılmış ise, hangisinin nikâhı önce ise onu nikâhın altında tut'1 demektir. Hanefîler bu te'vili yaparken kıyas deliline dayanmışlardır. Yani İslâm'a yeni giren kişinin durumunu, müslüman iken böyle bir duruma konu olan kişiye kıyas etmişlerdir. Şöyle ki: Müslüman bir kimse, bir akit altında iki kızkardeş ile evlense, akıt heriki kadın bakımından fasit olur ve erkeğin onların İkisinden de ayrılması gerekir. Sonra, isterse onlardan herhangibiriyle yeniden evlenebilir. Buna karşılık, iki kızkardes ile ayrı ayrı nikâh akdederek evlenmesi halinde sadece birincisi ile evliliği geçerli olur. İkincisi İle evliliği geçersizdir ve ondan ayrılması gerekir.Bu te'vil, son derece uzak bir te'vildir. Zira Rasülûllah bu sözü, Fîrûz ed-Deylemi'ye hitaben söylemiştir. Fîrûz ise yeni müslüman olmuş bir kimsedir ve o sırada şer'î hükümlerden haberdar değildir. Şayet Hz. Peygamber'in sözünden maksat bu hüküm olsaydı, Rasûlüllah mutlaka ona bu hükmü açıklardı. Çünkü bu, ancak "beyân" (açıklama) yoluyla bilinebilecek bir hükümdür.Diğer taraftan, Hz. Peygamber'in "onlardan dilediğim tut" sözü, hangisinin önce veya sonra olduğuna bakılmaksızın bir seçim hakkını açık bir şekilde tanımaktadır. Onlarla evlilik ister bir tek akitle ister ayrı ayrı akitlerle gerçekleşmiş olsun, muhatabın ikisinden dilediğini nikâhı altında tutabileceğini göstermektedir.O halde Haneftlerin bu te'vilde belirtilen kıyasa dayanmaları isabetli değildir. Çünkü te'vil baîd olduğu zaman, onun doğruluğunu isbat için sıradan bir delil yeterli olmayıp, güçlü bir delil gösterilmesi gerekir. Oysa bu kıyas, -açıkladığımız üzere- böyle güçlü bir delil değildir.

 

§: 289- Hanefîlerin Te'villerinden Örnekler:

 

Şâfıî bilginler, usûl kitaplarında Hanefîlere ait birçok te'vili zikredip bunları uzak te'viller nevindinden saymışlardır. Bundan maksatları, Hanefi fakîhlerin bu te'vülere dayanarak nasslardan çıkarmış oldukları hükümlerin isabetsizliğini göstermektir.Biz burada, nasslardan hüküm çıkarma keyfiyetine dikkat çekmek üzere, sözkonusu te'villerin başlıca örneklerini, Hanefîlerin ve muhaliflerinin bunlara dair görüşlerin; zikredeceğiz. Sonra hangisini isabetli bulduğumuzu belirteceğiz.

 

§: 290- Birinci Örnek:

 

Hz. Peygamber, Her kırk koyundan bir koyun (zekât verilmesi gerekir}[3] buyurmuştur.

Hanefî bilginler, bu nassda zekât olarak verilmesi gerektiği belirtilen "koyun" lâfzını te'vii etmişler ve şöyle demişlerdir: Burada maksat, koyunun aynî olarak verilmesi   değil,   aynî  olarak   veya   kıymetinin  verilmesidir.   Çünkü   zekâtın   farz kılmmasmdakİ gaye, fakirin İhtiyacının giderilmesidir. Fakirin ihtiyacı ise, koyunun aynı verilmek suretiyle giderilebileceği gibi, kıymetinin verilmesiyle de giderilebilir,O yüzden Hanefî fıkhında şu hüküm kabul edilmiştir: Kırk tane koyunu olan ve bunların zekâtını vermekle mükellef bulunan kimse, bunlardan bîr koyunun kıymetini vererek zekât vecibesini ifa edebilir. Bu koyunlardan birini aynî olarak vermesi gerekmez.Şâfiîler şöyle demişlerdir: Bu, uzak bir te'vildir. Çünkü nassın zahirinden anlaşılan mana, aynî olarak koyun verilmesi gerektiğidir. Çünkü Sâri' bunu özel olarak zikretmiştir. Ve hikmet sahibi olan Sâri zekâtı farz kılarken bu belirlemeyi özellikle kasdetmiş olabilir, ki böylece fakirin malın cinsinde de zenginle müşterekliği sağlanmış olur.Onun için Şâfıî mezhebinde hüküm, koyunun aynî olarak verilmesi gerektiği yönündedir. Koyun yerine onun kıymetinin verilmesi geçerli değildir. Mâlikîler ve Hanbelîler de bu konuda Şâfıî mezhebinin görüşünü paylaşırlar.Bu meselede tercihe şayan olan görüş, Hanefî bilginlerin görüşüdür. Zira başka bir nass ve İslâm hukukunun ruhu -ki buna hikmet-i teşri denmektedir- bu görüşü desteklemektedir.Sözünü etmek istediğimiz nass Muâz (r.a)'ın bir uygulamasıdır. Şöyle ki;'Muâz, Yemen ahalisine "Darı veya arpa yerine, bana hamîs (beş zira uzunluğunda elbise) veya müstamel elbise getirin. Bu sizin için daha kolay, Medine'deki Rasülûllah'ın ashabı için daha faydalıdır' demiştir. Böylece Muâz zekât toplarken zekâtı çıkarılan malın aynı (darı ve arpa) yerine elbise almıştır. Çünkü Yemen havalisinde elbise bol miktarda bulunuyordu ve Yemenliler için bunun verilmesi daha kolaydı. Öte yandan elbise alınması, Medine'de bulunan ashabın ihtiyacım karşılamaya daha elverişli idi. Çünkü orada elbise az bulunuyordu ve onların buna ihtiyacı vardı.Hikmet-i teşri açısından bakıldığında da, zekâtın farz kilınmasmdaki gayenin fakirlerin ihtiyaçlarının karşılanması olduğu görülür. Fakirler yiyecek, İçecek, giyecek ve mesken gibi değişik şeylere muhtaçtır. O halde zekât olarak malın kıymetinin verilmesi, bütün bu ihtiyaçların karşılanması bakımından diğer yollardan daha elverişli bir yoldur.

 

§: 291- İkinci Örnek:

 

Zıhâr keffâreti ile ilgili âyetteki  Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri doyursun[4]ifadesi.Hanefî bilginler: Bu ifadeden maksat, altmış fakirin yiyeceğini yedirmek yani bu miktar yiyeceği vermektir, derler. O yüzden, bu keffâreti Ödemesi gereken kişinin, altmış fakiri bir günde doyurabileceği gibi, bir fakiri altmış gün doyurmasının da caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Bu husustaki delilleri şudur: Âyetteki hükmün gayesi belirtilen miktarda fakirin doyurulması ve (yeme) ihtiyaçlarinın karşılanmasıdır. Bir fakirin altmış gün ihtiyacının karşılanması da, bir günde altmış fakirin ihtiyacının karşılanması gibidir.Şâfiîler İse şöyle derler: Bu, uzak bir te'vildir. Çünkü bu te'vii ile, âyette zikri geçmeyen bir lâfzın yani  (yiyecek) kelimesinin varlığı kabul edilmekte, buna karşılık âyette zikri geçen bir lâfız yanî fakirlerin sayısını belirten (altmış) keli­mesi ilga edilmiş olmaktadır. Halbuki, hikmet sahibi olan Şâri'in maksadının, özellikle bu sayıda fakirin doyurulması olması muhtemeldir. Zira toplulukta fazilet ve bereket vardır ve kendisine keffaret gereken kişi için hep birlikte dua etmeleri imkânı doğmuş olur.Bu meselede Şâfıîlerin görüşü tercihe lâyıktır. Diğer imamlar da aynı görüştedir. Öte yayndan Hanefî bilginlerden Kemal b. Hümâm da bu görüşe katılmıştır.

 

§: 292- Üçüncü Örnek:

 

Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: Ceninin tezkiyesi, annesinin tezkiyesidir.[5]

İmam Ebû Hanîfe bu hadisi te'vil etmiş ve onu bir teşbih (benzetme) şeklinde anlamıştır. Ebû Hanîfe şöyle demiştir: Bu hadisten maksat, cenîn canlı olarak çıktığı takdirde, onun tezkiyesinin annesinin tezkiyesi gibi yapılacağını bildirmektir. Şu halde Ebû Hanîfe tarafından hadis dişi hayvanın boğazlanmasından sonra canlı olarak ana karnından çıkan cenînin hükmünü açıklamaya hamledilmiş olmaktadır. Bundan ötürü, ona göre hüküm şöyledir: Ananın boğazlanmasından sonra karnından cenînin canlı olarak çıkması halinde, anasının tezkiyesinde olduğu gibi müstakil olarak tezkiye edilmedikçe etinin yenmesi helâl olmaz. Ölü olarak çıkması halinde ise yenmesi asla helâl değildir. Anası için yapılan tezkiye onun için de tezkiye sayılmaz.Şâfiîler ise şöyle derler: Bu, uzak bir te'vildir. Şu sebeplerden ötürü bu te'vile göre amel edilmez:

a) Bu te'vilde "gibi" anlamına gelen » veya ii türünden bir teşbih (benzetme) ke­limesinin  variığı  takdir edilmektedir. Oysa böyle bir takdir kural  dışıdır.  Delil bulunmadıkça kural dışı bir yol tutulması geçerli değildir. Bu meselede ise, kuralın dışına çıkılması için özel bir delil bulunmamaktadır.

b) Bu hadisin bazı rivayetlerinden anlaşıldığına göre, hadisin vürûd sebebi Hanefîlerin çıkardığı manaya engel teşkil etmektedir. Şöyle ki: Bir topluluk Hz. Peygamber (s.a.v)'e gelip: "Ya Rasülallah! Biz bazen deve, sığır ve koyun kestiğimizde karnında cenîn buluyoruz. Onu atmalı mıyız, yoksa yiyebilir miyiz?" diye sordular. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:İsterseniz onu yiyebilirsiniz. Çünkü onun tezkiyesi annesinin tezkiyesidir. " Bu ifadenin zahir anlamı, sorunun ölü cenîn hakkında olduğunu göstermektedir. Çünkü yenmesinin helâl olup olmadığı hususunda tereddüt edilme ihtimali bulunan odur. Boğazlanması mümkün olan canlı cenîne gelince, bunun tezkiye edilmeksizin yenmesinin heîâi olmayacağı zaten bilinen bir şeydir. O halde sorunun, canlı çıkan cenîn hakkında olması muhtemel değildir.

c) Hadis Cenînin tezkiyesi, annesinin tezkiyesiyiedir" şeklinde rivayet edilmiştir. Bu lâfızla hadis, te'vil kabul etmeyen "müfesser" nev'ine girmiş (maktadır. Binaenaleyh bunun amelde esas alınması ve birinci rivayetin ona hamtediimesi serekir. Böylece ikisinden de maksat bir anlamda birleşmiş olur. O anlam şudur: Ceninin anasının tezkiyesi cenîn için de tezkiyedir. Ölü dahi çıkmış olsa, anasına tâbi olarak yenmesi helâldir.Bu meselede Şâfıîlerin görüşünün üstün olduğu açıktır. Nitekim İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel'in yanisıra Hanefîlerden İmameyn (Ebû Yusuf ve Muhammed) de bu görüştedir.

 

§: 293- Hanefîlere Göre kapalılık  Bakımından Lâfzın Nevileri:

 

1- HAFÎ

 

a)  Manası,         

b)  Örnekleri,

c)  Hükmü.

 

§: 294- "Hafî"nin Manası ve Örnekleri:

 

"Hafî"  kapsamında bir çok fert bulunup da, kendi bünyesi dışındaki bir bir engelden ötürü bu fertlerden bir kısmına delâleti açık olmayan ve bunların onun kapsamına dahil olduğunun kavranabilmesi inceleme ve içtihada ihtiyaç gösteren lâfızdır.Meselâ,Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının... ellerini kesin[6]âyetindeki  (hırsız) lâfzının,  (hırsızlık) dışın­daki bir isimle anılmayan ve "çalan" herkese delâleti zahirdir. Fakat j\J<d\ (yankesici) ve (kefen soyucu) gibi  (hırsızlık) dışında bir isimle anılan ve "çalma" fıüini işleyen kişilere delâleti hafî (kapalı)dır. Çünkü bunlardan lıerbiri  (hırsız) ismi dışın­da özel birer isimle anılmaktadır. Bu durumda şöyle bir tereddüt ortaya çıkmaktadır: Bunların özel birer isimle anılması, lâfzının gösterdiği manadan daha eksik birer fiili işlemelerinden dolayı mıdır -ki böylece lâfzının fertlerinden sayılmayacak ve bunlara onun hükmü uygulanamayacaktır-, yoksa o manayı da aşan birer fiili işlemelerinden dolayı mıdır -ki bu takdirde  lâfzı kapsamında sayılacak ve bunlara onun hükmü uygun düşecektir- İşte bu yüzden nassın kapsamının ne olduğu hususunda bir t«si- (kapalılık) ortaya çıkmış, bu hususun anlaşılması inceleme ve içtihada ihtiyaç gös­termiştir.

Müctehidler  (yankesicinin) durumunu incelemeciler ve şu sonuca varmışlar­dır: Onun böyle özel bir isimle anılması yaptığı fiilin (hırsızlık) lâfzının delâlet ettiği manayı da aşmasından ötürüdür. Zira o, uyanık olmalarına rağmen dalgınlıklarından faydalanarak insanların ceplerinden parayi çalmak için özel bir gayret ve beceri göstermektedir. Şu halde onun hırsızlığı daha tehlikelidir ve suçu daha büyüktür. O yüzden yankesicinin tijU* (hırsız) sayılmasında ve hırsız hakkında uygulanacak elkesme cezasının ona da uygun düştüğünde ittifak etmişlerdir.[7]

Müctehidler 'in (kefen soyucunun) durumunu da incelemişler, fakat ıİjLJi lâfzının bunu kapsayıp kapsamadığı hussunda ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanîfe ve Muhammed b. Hasen şu kanaate varmışlardır: Kabirleri kazıp ölülerin kefenlerini alan kimsenin J^Uül şeklinde özel bir isimle anılması, bu fiilde Â3j~JI (hırsızlık) manasının tam olarak gerçekleşmemesinden dolayıdır. Çünkü "hırsızlık" suçunun oluşmuş sayılabümesi için "hırz" yani malın muhafaza altına alındığını gösteren mekânda bulunması, alınan şeyin "mal" vasfını taşıması ve malın başkasının mülkiyetinde olması şarttır. Oysa bu şartların üçü de kefen konusunda gerçekleşmiş olmamaktadır: "Hırz"ın gerçekleşmediği açıktır, zira kabrin malların korunmasına mahsus bir mekân olmadığı malumdur. "Mal" vasfı da gerçekleşmemiştir. Çünkü "mal", gönlün meylettiği ve arzuladığı şeydir. Kefen ise insanların hoşlanmadığı bir şeydir. Başkasının mülkiyetinde bulunma şartına gelince, bu da gerçekleşmemiştir. Zira kefen Ölünün mülkiyetinde değildir, bu izaha muhtaç olmayan açık bir husustur. Mirasçıların mülkiyetinde de değildir, çünkü onlar ancak Ölünün ihtiyaçlarından fazlasına malik olabilirler; kefen ise ölünün ihtiyaçlarındandır. Madem  manası tam olarak mevcut değildir, o halde  lâfzının fertlerinden biri sayılamaz. Başka bir deyişle lâfzı kefensoyan kişileri kapsamaz ve dolayısıyla bu kişilere "hırsız"a uygulanan elkesme cezası uygulanamaz. Şu kadar var ki hakim, böyle kimselere bu haysiyet kırıcı fiili işlemekten caydırıcı uygun bir ceza verir.Ebû Yusuf ve Eimme-i Selâse (Mâlik, Şâfıî ve Ahmed b. Hanbel)nin bu konudaki kanaati ise şöyledir: Kefenleri çalanların özel olarak  adıyla anılmaları,  manasının bu fiilde tamamen gerçekleşmemesinden ve onu kapsamına almamasından ötürü olmayıp, aynı cinse dahil bir nevinin muayyen bir isimle özel olarak belirtilmesinden ibarettir. Böylece "hırsızlıksın hangi yolla yapıldığına işaret edilmiş olmaktadır, ki bu kabri kazıp kefeni alma yoludur. Şu halde ölülerin kefenlerini soyup alma hırsızlık fiilinden ayrı bir fiil olmayıp onun bir türüdür. Hırsızlık suçunun oluşması için aranan şartlara gelince: Kabir, kefene nisbetle "hırz" sayılır. Çünkü hırz, her şeyde o şeyin durumuna göre takdir edilir. Alınan şeyin gönülden arzulanan bir şey olmaması, onun mütekavvim ve hukuken korunmaya lâyık olmasına dolayısıyla "mal" diye isimlendir ilmesine engel değildir. Başkasının mülkü olma şartı da gerçekleşmiştir. Kefen, Ölünün mülkü hükmündedir. Zira onun kullar bakımından -ki bunlar ölünün yakınları ve dostlandır-bir takım hakları vardır. B.ütün bunların yanışım, bu fiil (kefen soyuculuk), onu yapan kişinin, içinde kötülüklerin yerleşip kök attığını göstermektedir. Zira ders ve ibret alınacak bîr yerde suç işleyebilmededir. O halde bu şenî fiilden elçekmesini sağlamak için, ona da hadd (hırsızlık cezası) uygulanması gerekir.

 

§: 295- Hafinin Hükmü:

 

Hafinin hükmü şudur: Delâletinin kapalı kaldığı hususlarda, kendisiyle ancak iyice inceledikten ve derinlemesine düşündükten sonra amel edilebilir. Şayet müctehid, lâfzın manasının, kendilerine delâletinde kapalılık bulunan fertlerde de tam olarak gerçekleştiği kanaatine varırsa, bu lâfzın o fertleri kapsadığına ve hükmün onlara da uygulanacağına karar verir. Bu kanaate varmazsa, aksi yönde hükmeder. Bu inceleme esnasında müctehidin yapması gereken şey, okonudaki nasslara başvurmak ve hükmün konmasındaki gayeyi gözönünde bulundurmaktır.

2- MÜŞKİL

 

a)  Tarifi,

b)  Örnekleri,

c)  Hükmü.

 

§: 296- "Müşkil"in Tarifi ve Örnekleri:

 

"Müşkil", kendisi ile kasdedilen mananın ancak onu kuşatan karîne ve emareler üzerinde incelemede bulunma ve derinlemesine düşünme yoluyla anlaşüabilidiği lâfızdır. "MüşkiF'lik vasfı ("işkâl") "müşterek" lâfızlarda bulunur. Bunlar, herbiri ayrı ayrı vaz' ile olmak üzere birden fazla mana için vaz'olunmuş veya tek mana için vaz'olunmakla beraber mecaz yoluyla başka manada da kullanılan ve bu mecazî anlamının, hakîki manasıymış gibi yaygın hale gelecek ölçüde çok kullanılması neticesinde birden fazla manaya delâlet eder hale gelmiş lâfızlardır.Örnek: Kadınlarınız sizin için bir tarladır.O halde tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varım[8]âyeîindeki lâfzı.Bu lâfız  (nasıl) manasında kullanıldığı gibi,(nereden) manasında da kullanılır.Şu âyetle manasında kullanılmıştır: "(Allah buyurdu:) Ey Zekeriyya! Biz sana bir oğul müjdesi veriyoruz ki adı Yahya'dır. Daha önce kimseyi ona adaş yapmadık. Zekeriyyâ şöyle dedi: Rabbim! Benim nasıl oğlum olabilir? Karım kısırdır, ben ise ihtiyarlığın son sınırına   varmış bulunuyorum. [9]Burada cümlesi, "benim nasıl çocuğum olabilir!" anlamındadır. Sorudanjmaksat, bu ilginç durum karşısındaki hayret ve sevinci ifade etmektir.Şu âyette ise manasında kullanılmıştır: Ve Zekeriyyâ 'yi onun (Meryem 'in) bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyyâ onun yanma, mabede her girişinde yanında bir rızık bulur ve: Ey meryem! Bu sana nereden (geliyor?) derdi. O da: Bu, Allah tarafmdandır.derdi. [10]Böylece, örnek olarak zikrettiğimiz âyette, lâfzı müşkil bir lâfız olarak çık-maktadır. Bundan maksat "nereden" manası mıdır, yoksa "nasıl" manası mıdır? Birinci manada kabul edilmesi halinde, âyel, kocanın karısıyla dilediği yerden birleşmesinin caiz olduğuna delâlet etmiş olur. İkinci manada kabul edildiğinde ise, koca dilediği yerden değil, sadece "hars" mahallinden birleşebilecektir. Böylece âyetten maksat "dilediğiniz şekilde" diye anlaşılacak ve âyet, imkânsızlık hali dışındaki bütün durumlara delâlet etmiş olacaktır.

Şayet "tarlanız" kelimesi iyi incelenirse, görülür ki buradaki  lâfzı "nasıl" manasında kullanılmıştır. Çünkü "hars" evlât ve nesil sahibi olma yeridir, diğer yer ise bunun mahalli değildir.Başka bir örnek:"Boşanmış kadınlar, kendi başlarına (evlenmeden) üç kur' süresi [11]âyetindeki  (kur1) kelimesi. Bu kelime, hem âdet süresi hem iki âdet arasındaki temizlik süresi manasına gelen "müşterek" bir lâfızdır. İşte bu âyette bu lâfızdan maksadın ne olduğu hususunda işkâl ortaya çıkmıştır. İşkâlin giderilmesinin ve kasdedilen mananın belirlenmesinin yolu ise, haricî karineler üzerinde incelemede bulunmak ve ictihad etmektir.Bazı fakîhler bu karineler üzerinde yaptıkları incelemeler sonunda, bundan maksadın temizlik süresi olduğu, diğer bazıları ise âdet süresi olduğu sonucuna varmışlardır. "Müşterek" lâfız ile ilgili açıklamalarımız sırasında her iki gurubun bakış açılarını göstermiştik.

 

§: 297- Müşkilin Hükmü:

 

Müşkilin hükmü şudur: Lâfzın muhtemel bulunduğu manaların ele alınıp, -yukarıdaki örneklerde açıkladığımız üzere- lâfzı çevreleyen karineler vasıtasıyla bu manalardan hangisinin kasdedilmiş olduğunu tesbit için ictihad edilir.

3- MÜCMEL

 

a)  Tarifi,

b)  Nevileri,

c)  Hükmü.

 

§: 298- "MücmeP'in Tarifi:

 

"Mücmel" sözün sahibi tarafından bir açıklama yapılmadan kendisi ile kasdedilen mananın anlaşılmadığı lâfızdır.

 

§: 299- Mücmelin Nevileri:

 

İcmal "e ( mücmelliğe) yol açan sebepler itibariyle mücmel üç nevidir:

Birinci nevi: Birbirine eşit birden fazla manaya gelip bunlardan hangisinin kasdedildiğini belirleyen karine bulunmaması sebebiyle mücmel. Manalarından birini tercih imkânı bulunmayan "müşterek" lâfız böyledir. Meselâ, hem azad ettiği köleleri hem kendisini âzad etmiş efendileri olan bir kimse, malının üçtebirini "mevlâ' 'lan lehine vasiyet etse sonra bunlardan hangi gurubu kasdettiğini açıklamadan vefat etse, bu vasiyetteki Jly (mevlâlar) lâfzı mücmel olarak kalmış olur. Çünkü bundan maksat, bu iki guruptan biridir; fakat hangisi olduğu ancak mûsînin (vasiyetçinin) yapacağı açıklama ile bilinebilir. Bu, Hanefîlerin görüşüne göre verilmiş bir örnektir. "Müşterek"in hükmünden sözederken belirttiğimiz üzere, onlar, müşterek lâfzın aynı sözde bütün manaları kasdediferek kullanılmasını kabul etmezler ve manalarından birini tercih imkânsizlaştığı takdirde lâfzı "mücmel" sayarlar.

İkinci nevi: Bilinen sözlük manasından Şâri'in kasdettiği özel bir manaya nakledilmiş olması sebebiyle mücmel.  (namaz),  (zekat) ve  (hac) lâfızları gibi. Zira Araplar daha önce bu lâfızları başka manalarda kullanıyorlardı. İslâm gelince, bunlarla. Sâri' tarafından açıklanmadıkça anlaşılamayacak özel dinî manalar kasdedîldi. Nassda böyle bir lâfız yer aldığında, bu, Sâri' tarafından açıklanıncaya kadar mücmeldir; Sâri' onu açıklamamış ise manasının bilinmesi mümkün değildir.O yüzden, gerek kavlî gerek fiili Sünnet, lâfzı ile ne kasdedildiğini "tefsir" etmiş, rükünlerini, şartlarını ve nasıl yerine getirileceğini açıklamıştır. Nasslarda yer alan âlf ve gibi diğer lâfızlar da bu şekilde Sünnet tarafından tefsir edilmiştir.

Üçüncü nevi: Lâfzın, kullanıldığı manadaki "garabet" (pek alışılmış olmama) sebebiyle mücmel. Meselâ, Doğrusu insan pek hırslı (ve tez canlı) yaratılmıştır[12]âyetindeki  lâfzı böyledir. Çünkü bununla "çok hırslı ve sabrı kıt"' anlamı kasdedilmiştir. Oysa bu manada kullanımı "ğarîb"dir; anlaşılması ancak Şârİ'den bir açıklama yapılmasıyla mümkündür. Onun için Yüce Allah, buradaki manayı aralayan ve neyin kasdedildiğini gösteren bîr nitelendirme yapmış, şöyle buyurmuştur:Kendisine fenalık dokunda mu sızlanır. Ken­disine hayır dokunduğunda ise vermez (cimrileşir).

 

§: 300- Mücmelin Hükmü:

 

Mücmelin hükmü, kendisi ile neyin kasdedildiğine dair açıklama gelmedikçe onunla amel etmenin caiz olmayışıdır. Şâri'den, "beyân"ın  açıklamanın) gelmiş olması halinde ise, iki ihtamal vardır:

1- Beyân'ın (hiç boşluk bırakmayacak şekilde) tam olması. Bu durumda Mücmel, "müfessere"e dönüşür. Namaz, zekât, hac vb. lâfızlarla ilgili beyanda olduğu gibi.

2- Beyânın (hiç boşluk bırakmayacak şekilde) tam olmaması. Bu durumda Mücmel, "müşkif'e dönüşür. Böyle bir durumda, Şâri'den yeni bir beyânın gelmesine ihtiyaç olmaksızın, müctehidin ictihad ederek buradaki "işkâl"i giderme yetkisi vardır. Meselâ,Oysa Allah alış-verişi helal, ribâyı haram kılmıştır[13] âye­tinde geçen  (ribâ) lâfzı böyledir. Esasen bu, mücmel bir lâfızdır. Çünkü sözlük anlamı, mutlak tarzda "fazlalık" demektir. Sâri1 ise âyette bu anlamı değil, özel manada bir "fazlalık" kasdetmiştir. Şu halde onun tarafından beyân edilmedikçe bunun bilinmesi mümkün değildir. Bu beyân, Hz. Peygamber (s.a.v)'in şu hadisinde yer almıştır: 'Altını altın ile, günüsü gümüş ile, buğdayı buğday ile, arpayı arpa ile, hurmayı hurma ile, tuzu tuz ile eşit miktarlarda ve peşin olarak (değişin). Kim artırır veya arttırılmasını isterse ribâ muamelesi yapmış olur. Bu sınıflar değiştiğinde ise, peşin olmak kaydıyla istediğiniz şekilde satabilirsiniz.[14] Fakat bu hadisteki beyân, (hiç boşluk bırakmaycak Ölçüde) tam değildir. Çünkü ribâ, sadece bu sınıflara muhsus olmayıp bunlara benzeyen başka şeylerde de cereyan edebilir. O halde "ribâ" lâfzı başta mücmel iken, bu beyândan sonra müşkil haline gelmiş olmaktadır. Zira, bu beyândan sonra kalan "hafâ" (kapalılık), inceleme ve ictihad yoluyla giderilebilecek türden olup, bu yoidan maksadın ne olduğu anlaşılabilir. Şöyle ki: Şâri'in, bu altı sınıfta ribâyı niçin yasakladığı araştırılır. Hükmün illetinin, cins ve miktar birliği ("keyl" ve "vezn")mi, "iktiyât" ( ,gıda maddesi olma)mi, "iddihâr" (saklanabilir olma) mı, yoksa başka bir özellik mi olduğu belirlenir. Böylece, bu sınıflara kıyas etmek suretiyle kendisinde ribâ cereyan eden bütün şeyler tesbit edilmiş olur. Müctehid imamlar bu konuyu incelemişler ve fıkıh kitaplarında açıklandığı üzere farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

 

4- MÜTEŞÂBİH

 

a)  Tarifi,

b)  Hükmü.

 

§: 301- "Müteşâbih"in Tarifi:

 

"Müteşâbih", kendisi ile kasdedilen mananın, dünyada hiç kimse tara­fından bilinemeyeceği veya ancak ilimde üstün mertebeye sahip kişilerce bilinebileceği ölçüde kapalı olan lâfızdır.Nasslar üzerinde tümevarım metoduyla yapılan incelemeler sonunda, şer'î-amelî hükümleri beyân etmek üzere gelen âyet ve hadislerde bu manada müteşâbihin bulunmadığı neticesine varılmıştır.Şu halde, müteşâbih, ancak ahkâm âyetleri ve hadisleri dışındaki nasslarda bulunur. Başlıca Örnekleri:

-  Bazı Kur'ân sûrelerinin başında bulunan  gibi hurûfmukatta'a.

- Bazı nasslarda Allah Teâlâ'ya nisbetle zikredilen fakat Yüce Zâtının yaratılmışlara benzemekten ve hâdislikten (sonradan meydana gelme özelliğinden) münezzeh olması sebebiyle zahir manalarında anlaşılması imkânsız bulunan "el", "göz" ve "yüz" gibi sıfatlar. Şu âyetlerde olduğu gibi:Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir[15]

"Bizim gözlerimizin önünde gemiyi yap[16]"Yalnız celâl ve ikram sahibi olan Rabb'inm yüzü (zâtı) baki kalacak.

- Yüce Zâtının cisimden ve cihetten münezzeh olması sebebiyle zâhîr manalarıyla kendisine nisbeti imkânsız olmakla beraber, Cenâb-i Allah'tan sâdır olduğu nassla sabit fiiller. Meselâ, "Rabb'in ( emri) geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman[17] âyetindeki "gelme" fiili ve şu hadisteki "inme" fiili gibi:"İzzet ve celâl sahibi Rabb'imiz her gece gecenin son üçtebiri kaldığında dünya semâsına iner ve şöyle der: Bana dua eden yok mu, onun duasını kabul edeyim? Benden isteyen yok mu, ona vereyim? İstiğfarda bulunan yok mu, ona mağfiret edey/m?[18]

 

S: 302- Müteşâbihin Hükmü:

 

Usülcüler, bilginler arasında müteşâbihin manasına vâkıf olunup olunamayacağı hususunda cereyan eden ihtilâfı nakletmişler ve bu konudaki görüş ayrılığının nereden kaynaklandığını açıklamışlardır. Fakat biz bu konuda söz etmenin usûl bilginlerinin değil, tevhid veya kelâm bilginlerinin işi olduğu kanaatindeyiz.

 



[1] el-Mâide 5/6.

[2] Hadisin'rivayetleri için bkz. Zeylâ'î, Nasbu'r-Râye, III, 169.

[3] bkz. dipnot 384.

[4] el-Mücâdele 58/4.

[5] Ebû Davud, Edâhî.  18; Darimî, Edâhî, 17. "Tezkiye"  hayvanın, dinî usullere, uygun olarak boğazlanması demektir, (mütercim)

[6] el-Maide 5/38.

[7] Usûlcİiler, yankesici hakkında el kesme cezasının nassın ibaresi ile mi yoksa delâleti ile mi sabit olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre, hırsızlık hükmünün illeti bunda evleviyetle mevcut olduğundan, nassm delâieti ile sabittir. Doğrusu, bu hükmün yankesici hakkında nassın ibaresi İle sabİi kabui edilmesidir. Zira "sarık" (hırsız), dil bakımından "tarrâr"ı (yankesiciyi) kapsar; esasen tarrâr, usta bir hırsız demektir.

[8] el-Bakara 2/223

[9] Meryem 19/7-8.

[10] Al-ü Imran3/37.

[11] el-Bakara 2/228.

[12] el-Meâric 70/19.

[13] el-Bakara 2/275.

[14] bkz. dipnot 223.

[15] el-Feth 48/10.

[16] Hud -11/37.

[17] el-Fecr 89/22.

[18] Buhâri, Teheccüd, 15; Tirmizî, Deavât, 79.