§: 333- Mutlak İçtihadın Şartları:
§: 334- Mukayyed İçtihadın Şartları:
§: 335- İctihad Belirli Bir Zamanla Sınırlandırılamaz:
§: 336- İctihad Kapısının Kapalı Olduğu İddiası ve Bu İddianın Sebebi:
§: 337- Günümüzde İçtihadın Mümkün Olup Olmadığı:
§: 338- İçtihadın Caiz Olduğu ve Caiz Olmadığı Konular:
§: 340- İcitihadın Değişmesi ve Bunun Ortaya Çıkaracağı Sonuç:
§: 343- Belirli Bir Mezhebe Bağlanmanın Zorunlu Olmayışı:
Â-
İçtihadın,
a) Tarifi,
b) Şartlan,
c) Konusu,
d) Hükmü
B- Taklidin
a) Tarifi,
b) Hükmü.
Sözlükte "ictihâd" zor ve meşakkatli bir işi gerçekleştirme
uğrunda olanca gayreti göstermek ve imkânları seferber etmek demektir.Usûl terimi olarak ictihad, fakîhin, şer'î-amelî hükümleri tafsili delillerinden
çıkarabilmek için olanca gücünü ortaya koymasıdır."Müctehid"
de, şer'î delillerdinden amelî hükümleri çıkarabiİme melekesine sahip olan kişidir. Usûlcüier böyle kimseyi "fakîh"
ve "müftî" diye de anarlar. Şer'î hükümleri
bilmekle beraber onları şer'î kaynaklardan bizzat çıkarabilme gücüne sahip
olmayan kimseye ise, furû-ı fıkhın çoğunu ezbere
bilse dahi, usûlcülere göre fakîh veya müftî denemez.[1]
İctihad iki nevidir:
1- Mutlak ictihad: Bu, her olay için hüküm istinbat
edebilme ve bütün meselelerde fetva verebilme kudretidir. Bu güce sahip olan
kişiye *'mutlak müctehid" denir.
2- Mukayyeti
ictihad: Bütün meselelerde olmayıp bir kısım
meselelerde hüküm istinbat edebilme kudretidir.
Meselâ, ibâdetler alanında bu güce sahip olmamakla beraber, sözleşmeler
konusunda hüküm istinbat edebilme gibi.Bu güce sahip
olan kişiye "mukayyed müctehid"
adı verilir.Her "iki nevi için birtakım şartlar vardır. Bunları aşağıda
açıklayacağız.
Bir bilginin mutlak ictihad mertebesine erişebilmesi için şu şartların
gerçekleşmiş olması gerekir.
Birinci şart:
Kur'ân-ı Kerîm'i bilmek. Çünkü teşrîde temel kaynak
odur. Kur'ân'ı bilmekten maksat, onun anlamlarını hem
dil açısından hem teşrî'i açıdan kuşatmaktır.Dil açısından kuşatma, onun müfredatmı-mürekkebâtını (basit
ve birleşik yapılarım) ve ifade hususiyetlerini bilmekle olur. Bu da, ya Arap muhitinde yetişip Arap dilinin inceliklerini
kavramak suretiyle, yani tabiî yolla, ya da büyük bir
emek sarfedip sarf, nahiv, edebiyat ve belagat gibi
Arap dili ile ilgili bilgileri nazarî ve tatbikî olarak öğrenmek suretiyle
gerçekleşir.Teşrî'î açıdan kuşatma ise, hükümlerin konuş gerekçelerini ve bu
kitabın üçüncü bölümünde açıklanan ibare, işaret, iktizâ, mantûk,
mefhûm gibi lâfızların manalara ve hükümlere delâlet şekilleri ile lâfzın, âmm, hâss, müşterek-, mücmel, müfesser, müşkil, muhkem, hafi,
zahir gibi kısımlarını istinbat işleminde bunları
kullanabilecek ölçüde herbirinin hükmünü bilmekle
olur.Mutlak ictihad mertebesine erişebilmek için Kur'ân'ın bütün âyetlerini bilmek şart olmayıp, şer'î-amelî
hükümler hakkındaki âyetleri bilmek yeterlidir. Bazı bilginler bunların beşyüz âyetten İbaret olduğunu söylemiştir. Fakat bu
sınırlama herkes tarafından kabul edilmemiştir. Bu görüşe şu şekilde itirazda
bulunulmuştur: Ahkâm âyetlerinin miktarı, bu sayı ile sınırlandırılamaz. Bu
miktar, şahsî kabiliyet, zihin yapısı ve Allah'ın istinbat
ufuklarını açması açısından kişiden kişiye değişiklik gösterir. Şer'î İlimlere
derin vukufu olan kimse, bu ilimlerin değişik kaynaklardan alınan prensip ve
hükümleri bulunduğunu bilir. İyice düşünüp doğru anlayabilme melekesine sahip
olan kimse, sırf hikâye ve mesel niteliği taşıyan âyetlerden de hükümler
çıkarabilir.Bazı bilginler ahkâm âyetlerinin yorumu ve onların ayrı kitaplarda
toplanması işine özel bir itina göstermişlerdir. Bildiğimiz kadarıyla, bu işi
ilk yapan bilgin Mukatil b.Süleyman, sonra Kurtuba kadısı Saîd b. Münzir (v. 255 H.), Ebubekr Ahmed b. Ali el-Cessâs (v. 370
H.), Ebubekr b. el-Arabî (v. 543 H.) ve îbnü'1-öars diye meşhur Abdülmün'im b.
Muhammed (v. 599 H.)"dir.Bunlardan sonra Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî (v. 671 H.)
isimli Maliki bilgin "el-Câmi'!i-ahkâmi'l-Kur'ân" isimli kitabını telif etmiştir ki, bu mevzuda
yazılan en büyükeserlerdendİr. Hernekadar
müellifi, sırf ahkâm âyetleri ile yetinmeyip bütün Kur'ân'ı
eserin kapsamına almış ise de, ahkâm ayetleri ile özel bir şekilde ilgilenmiş, herbİr ahkâm âyetinden çıkarılan hükümleri ve fakİhlerin o konudaki görüşlerini ve meseleye bakışlarını
açıklamıştır.
İkinci şart:
Hz. Peygamber'in Sünnetini bilmek. Burada da maksat, Kur'ân,'ın bilinmesinden ne kasdedildiği belirtilirken açıklandığı üzere, onun
anlamlarını hem dil açısından hen teşrî'i açıdan
kuşatmaktır. Bunun yanısıra, mutlak müetehidin, Sünnetin bize hangi yoldan ulaştığını, mütevatir mİ, meşhur mu yoksa âhad
rivayetle mi geldiğini, bunların herbirinin hükmünü,
sahih hadisleri sahih olmayandan, makbul olanlarını merdud
olanlarından ayırdedebilmek üzere râvîlerin
cerh ve ta'dil durumlarını da bilmesi gerekir.Sonraki
devirler açısından bu hususları bilme yolu, Buhârî ve
Müslim gibi hadis ilminde güvenilen, bu İlmin konularını derinlemesine
incelemiş ve bu uğurda gösterdikleri gayretin üstünlüğü bütün müslümanlar tarafından kabul edilmiş bilginlerin ta'dillerine dayanmaktır. Zira şu an için ravilerin durumlarının incelenmesi -aradan uzun sürenin
geçmiş olmasından ötürü- hemen hemen imkânsız
gibidir.Kur'ân ile ilgili şartta olduğu gibi, mutlak müetehidin Sünnetin tamamını bilmesi gerekmez. Ahkâm ile
alakalı olanlarını bilmesi yeterlidir. Bilginler, bu konuda ihtiyaç duyulacak
hadis miktarında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları üçbin hadis demiştir. Ahmed b. Hanbel'den, Hz. Peygamber
(s.a.v)'den gelen bilgilerin temelini teşkil eden hadislerin binikiyüz civarında olduğu nakledilmiştir. İbn Kayyım, üzerine hükümlerin bina edileceği temel
hadislerin sayısının beşyüz olduğunu ve bunların
detaylarının takriben dörtbin hadise yayılmış
olduğunu söyler.Gerçekten bir bilginin, ictihad
derecesine ulaşabilmesi İçin, hadis mütehassıslannca te'lif edilen temel Sünnet mecmualarının ihtiva eniği ahkâm
hadislerini bilmesi gerekir. Bunların başında Kütüb-i
Sitte, yani Buharî ve
Müslim'in "Sahih"leri, Ebû Dâvûd. Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce'nin
"SÜnen"leri gelir; musanniflarınca
sahih hadis derlemeleri olarak kabul edilen İbn Mâce ve İbn Huzeyme'nin
"Sahih" lerini ve benzeri kitapları da
bunlara eklemek gerekir. Bu bilgi sayesindedir ki, müctehid,
nassın bulunduğu konuda kıyasa vb. re'y yollarına başvurma tehlikesinden korunmuş olur.Eski ve
yeni birçok bilgin, ahkâm hadislerini derleme ve onları fıkıh bablarına göre sıralama İşi ile özel olarak
ilgilenmişlerdir. Onlar bu çalışmalarında ahkam hadislerinden herbirinin râvileri hakkında
bilgi vermek, hangisi ile amel edilip edilemeyeceğini belirtmek ve o hadisten
çıkarılan hükümleri açıklamak suretiyle, daha sonrakileri hadislerin senetlerini
ayrı ayrı inceleme külfetinden kurtarmışlardır. Bu
sayede, taharet, namaz, oruç, evlenme, ahm-satım gibi
ahkâm konularından herhangibirinde varid olan hadislere başvurma işi kolaylaşmıştır.Bu konuda
eski müelliflerin -Kütüb-i Sitte'den
başka- kaleme aldıkları kitapların en İyileri arasında İbn
Ebî Şeybe'nin "Musannaf'mı, Tahâvî'nin "Maâni'l-âsâr"ını ve Muhammed b. Ali Şevkânî tarafından "Neylü'l-evtâr" adıyla şerhedilmiş bulunan
İbn Teymİye adıyla maruf[2] Mecidüddin Abdüsselâm b. Abdillah'ın "Müntekâ'l-ahbâr"ını zikretmek gerekir.Pek çok eserin sahibi olan
büyük Hintli muhaddis Muhammed Eşref Ali et- Tehânevî'-nin "Kitâbu İ'lâi's-sünen" ve
"Câmi'ul-âsâr" isimli eserleri, yeni
müelliflerin bu konuda yazdıklarının en mükemmellerindendir.
Üçüncü şart:
Kitâb ve Sünnet'in nâsih ve
mensûhunu bilmek. Aksi takdirde nâsih
bir nass bulunduğu halde onun neshettİği
mensuh nass ile amel etmiş
olur. Müctehidin bütün nâsih
ve mensûh nassları ezbere
bilmesi şart değildir. Fetva verdiği olayda dayandığı âyet veya hadîsin mensûh olmadığını bilmesi yeterlidir.
Bunu bilebilmek için,
bu dalda bilginlerin yazmış olduğu kitaplara başvurmak gerekir. İbn'ül-Cevzî, el-Hâzimî ve İbn Hazm
ez-Zâhirî'nin eserleri burada anılabilir.
Dördüncü şart:
Arap diline tam bir şekilde vakıf olmak. Bu, arapça
bir sözü anlama hususunda, Cahiliye devrinde veya
İslâm'ın ilk yıllarında yetişmiş Arapların yahut Halîl, Sîbeveyh,
Kısâî, Ferrâ' vb. mütekaddimînden olan bilginlerin seviyesine gelmek
anlamındadır.Tabiî ki burada, onların ezberlediklerim ezberlemiş,
derlediklerini (Arap dili malzemesini) derlemiş olmak kasdedilmemektedir.
Maksat, arapça bir sözü onların anladığı gibi doğru
anlayabilmektir.Bu da, ya İmam Mâlik ve İmam Şafiî
gibi Arap dilinin parlak simalarının bulunduğu bir muhitte doğup yetişmek ve bu
dilin inceliklerini kavramada âdeta onlar gibi olmak suretiyle yani tabiî
yolla, veya nahiv, sarf, edebiyat ve belagat gibi Arap dili ile ilgili
bilgileri nazarî ve tatbikî olarak öğrenmek ve bunları kendisinin ayrılmaz
vasıflan haline gelecek ölçüde hazmetmek suretiyle gerçekleşir. Nitekim, Arap
muhitinde doğup yetişmiş olmayan İmam Ebu Hanîfe ve benzeri müctehidler, bu
yolla, Arap muhitinin tabiî şartları içinde yetişenler gibi olmuşlardır.Bu
şartın ileri sürülmesinin sebebi, gerek Kitap gerekse Sünnetin arapça oluşudur. Bu nasslann
kendi dilinde geldiği Arabın anladığı şekilde anlama
gücüne erişmedikçe, nasslardan şer'î hükümleri
çıkarabilmek mümkün değildir.
Beşinci şart:
Fıkıh usulünü bilmek. Çünkü fıkıh usulü, içtihadın temelidir. O olmadan, müctehidin esas gayesi olan tafsîlî delillerinden şer'î
hükümleri çıkarma işini başarması imkânsızdır. Zira tafsîlî deliller bu
hükümlere delâlet ederken, emir, nehiy, âmm, hâss gibi değişik şekiller
içinde bulunur. Hüküm istinbatında bu şekillerin ve herbirinin hükmünün bilinmesi zaruridir. Bu şekilleri ve
hükümlerini açıklamayı üstlenen ilim ise fıkıh usulüdür. O yüzden, Fahreddin er-Râzî'nİn
"el-Mahsûl" isimli eserinde vurguladığı üzere, bu ilim müctehid İçin gerekli ilimlerin en Önemlilerindendir.İctihad edecek kişinin, diğer müctehidlerce
konmuş ve usul kitaplarında tedvin edilmiş kuralları bilmesi yeterli değildir.
Usul ilmi tedvin edilmeden önceki müctehid imamların
kavradıkları şekilde, bu kuralları bizzat kavramış olmalıdır. Bu noktaya ulaşabilmek
için ise, şer'î kaynaklara çok iyi nüfuz etmesi, Arap diline tam bir vukuf kesbetmesi, arapçada lâfızların
ve manaların kullanılış şekillerini dil bilginleri arasında da üstün bir mevkiye çıkaracak ölçüde bilmesi gerekir.Bu İlmin
tedvininden önce, onun meselelerim kavrama ve kurallarına ulaşma zor bir iş
idi. Çünkü h^rbir konuda ayrı ayrı
ve derinlemesine inceleme yapmak ve bu uğurda pek büyük gayret sarfetmek gerekiyordu. Tedvinden sonra ise, bu iş
kolaylaşmıştır.Fakat herhalükârda, ictihad etmek isteyen kimse bu üstün mertebeye ancak, fıkıh
usulüne müstakil bir araştırıcı gözüyle baktığı, usul meselelerini sadece kendi
ikna olduğu ve delilleriyle isbatına muktedir
bulunduğu kurallara dayanarak hüküm çıkaracak şekilde başkasına bağımlı
olmaksızın ele alabildiği takdirde ulaşabilir. Hüküm çıkarırken, başkalarının
belirlediği-kurallara onları taklid suretiyle dayanan
kimse ise, müstakil müctehid sayılmaz. Böyle kimse,
usulünü taklid ettiği imamın doktrini çerçevesinde müctehid kabul edilir, ki bilginler arasında -aşağıda
açıklanacağı üzere- böyle kimselere "mezhepte müctehid"
adı verilir.
Altıncı şart:
İslâm hukukunun ana gayelerini bilmek, hikmet ye hedeflerini kavramış olmak.
Bu, şer'î hükümlerin hangi olaylar hakkında geldiğini, bunların bir çoğunda Şâri'in işaret ettiği illet ve hikmetleri inceleyip, tüme
varım metodu ile sonuçlar çıkarmak suretiyle olur.
Aynı zamanda müctehidin, hakkında nass
bulunmayan olayları iyi teşhis edip kıyas, istİhsan
ve ıstıslah gibi yollarla onlara en uygun çözümleri
bulabilmesi için, insanların ihtiyaçlarını, içinde bulundukları durumları,
dikkate alınmaya ve korunmaya lâyık örf ve âdetlerini de bilmesi gerekir.
Mukayyed ictihadda, bütün hükümlerle
değil sadece ictihad edilen hükümle İlgili hususları
bilmek şarttır. Diyelim ki bir fakih, sadece büyü'
veya icare yahut rehin meselelerinde ictihad ediyorsa, o konudaki âyet ve hadisleri, icmâ ve ihtilâfları, nâsih ve mensûhu ve ictihad için gerekli
diğer hususları bilmesi yeterlidir. Böyle bir kimsenin, namaz, oruç, hac gibi
hükümlerde ictihad için gerekli bilgilere de sahip
olması şart değildir.
İctihad ehliyetinin tahakkuku için biraraya
gelmesi gerekli şartlan yukarıda saydık. Bir kimsede bu şartlar
gerçekleşince,bulunduğu zaman dikkate alınmaksızın o kimse mütcehid
olarak kabul edilir. Çünkü ictihad belirli bir
zamanla sınırlı değildir! Bu şartlan şu zamana kadar taşıyanlar müctehiddir, daha sonrakiler müctehid
sayılmaz diye bir kayıt yoktur. İçtihadın varlığını veya yokluğunu belirleyen
kriter, bulunması gerekli şartların gerçekleşmiş olup olmadığıdır. İlimler,
ilâhî bir lütuf ve bağış olduğuna göre, Yüce Allah'ın birçok eski bilginin
anlamakta güçlük çektiği şeyleri sonrakiler için kolay hale getirmesi imkânsız
değildir. Şu sözlerin sahibi Nâsıruddîn İbnü'l-Münîr'e Allah'tan rahmet dileriz: "Allah'ın lûtfu çok geniştir. İçtihadın belirli asırlara mahsus
olduğunu iddia eden, genişi daraltmış ve yalan söylemiş olur. Geceler nice
beklenmedik şeylere gebedir."
Sonraki asırlarda bazı
bilginler, hicri üçüncü asınn sona ermesi ile ictihad kapısının kapandığına hükmetmişlerdir. Bunun
sebebi, kendi zamanlarında hüküm verme ve ictihad
etme konusunda büyük bir anarşi müşahede etmiş olmalarıdır. O kadar ki, bu yüce
rütbeye asla ehil olmayanlar kendilerinin müctehid
olduğunu iddia eder olmuşlar, istînbat kurallarının
çoğu şöyle dursun azını bile bilmeyenler fetva vermeye kalkışmışlardır. İşte bu
yüzden o bilginler, Allah'ın Yüce Dini üzerinden menfaat elde etme heveslisi bu
tür parazit kimselerin yolunu kapatmak üzere yukarıda işaret ettiğimiz sözü
söylemişlerdir.Bu, ictihad ehliyetine sahip, ictihad etmesi gereken ve bu imkânı elde etmiş kişiler için
ictihad kapısının kapalı olduğu anlamına gelmez.
Buradaki sözümüz
sadece günümüz şartlarında içtihadın mümkün olup olmadığı ile ilgilidir. Müctehidde bulunması gerekli şartlan dikkatle inceleyen
kimse görür ki, günümüzde bunların gerçekleşmesi kolay değildir. Zira insanlar istinbat ve ictihad melekesinin
oluşmasını sağlayan dinî ilimleri Öğrenmekten el çekip başka ilimlerle meşgul
olmaya yönelmişlerdir. Şer'î ilimlerle meşgul olanlar ise ancak bir kısmı ile
ilgilenmektedir. Keşke bunlara, öğrenmek üzere emek verilmiş olsaydı. Halbuki
bu ilimlerle meşgul olanlar dünyevî kazanç vasıtası olması için ilgileniyorlar.
İnsanlar arasında, ilim uğruna ilim tahsiline emek veren veya hakikati belirlemek
yahut başkalarına doğruyu gösterme üzere bir meseleyi inceleyen çok azdır.Fakat
bu, içtihadın kesildiği ve zammın sona erdiği anlamına gelmez. İctihad bakidir ve vasıtaları hazır olduğunda ictihad yapılabilir. Hatta bazı bilginler şöyle demişlerdir:
Herhangibir zamanda insanların, yeni olayların
hükmünü Öğrenmek üzere kendisine başvuracağı bir müetehidin
bulunmaması şer'ân doğru değildir.Bu söylediklerimiz
mutlak ictihad yani Ebû Hanîfe, Şâfıî ve benzerlerinin yaptığıgibi kendine has ictihad
ve istinbat metodları ile
şer'î kaynaklardan doğrudan doğruya hüküm çıkarbilme
melekesi hakkındadır. Bunun dışında kalan ictihad
nevileri ise, mezhepte ictihad çerçevesinde sayılır.
"Mezhepte ictihad", hakkında mezhep
İmamının bir sözü nakledilmemiş olayların hükümlerini, "tahric" yoluyla imamının sözlerine veya ondan
nakledilmiş kurallara dayanarak tesbit edebilmek
demektir."Fetvada ictihad", mezhep imamının
görüşünü başka bir görüşe tercih etme veya imamın Öğrencilerinin yahut başka
imamların görüşleri arasında tercihte bulunma ehliyetidir. Bu nevi ictihad her asırda ve her mezhepte var olmuştur. Nitekim
fıkıh ve teşri tarihi konusunda yazılmış kitapların ilgili yerlerinde bu husus
geniş olarak açıklanmıştır.Bu iki nevi ictihad
yoluyla, meşhur dört mezhep imamından nakledilen pek çok fıkhı hükmün
esaslarının belirlenmesi, onlardan görüş nakledilmeyen hususlarda bu hükümlere
kıyasta bulunmak üzere bunların illetlerinin tesbiti
ve kendisine dayanılabilecek görüşlerin bilinmesi mümkün olmuştur. Böylece o
imamların mezhepleri son derece sağlam esaslara bağlanmış ve dikkatli bîr
biçimde işlenmiştir.Yine bu iki nevi ictihad yoluyla,
hüküm konusunda insanların değişik asırlarda duydukları ihtiyaçları karşılamak
mümkündür. Çünkü bu fıkıh mezheplerinin imamları insanların muhtaç bulunduğu
bütün konulan ve meseleleri ele almışlar ve hükümlerini açıklamışlardır. Hatta
bazıları kendi zamanında vukubulmamış meseleleri
farazi olarak düşünmüş ve bunları hükme bağlamıştır. Böylece sonraki bir
zamanda o olay ortaya çıkınca, o olayın hükmünü araştıranlar, meselenin
çözümünü İçtihada ve yeniden düşünmeye ihtiyaç duyurmayacak şekilde hazır ve
açık olarak Önlerinde bulmuşlardır.
Bütün şer'î hükümler
içtihada konu olamaz. Bazılarında ictihad caizdir,
bazılarında ise caiz değildir.Birinci gurupta, namaz, oruç, hac ve zekâtın farziyeti ve zina, hırsızlık, adam öldürme ve şarap içmenin
haramlığı gibi dinin temel hükümleri bulunur. Bunlarda içtihada yer yoktur,
ihtilâfa itibar edilmez.Hakkında hem sübut hem delâlet yönünden kat'î nass bulunan hükümler de bu
guruba girer. Meselâ, Zina eden kadın ve zina eden erkeğin herbirine
yüz değnek vurun [3] âyeti ile sabit olan zina
suçunun cezası hem sübutu hem delâleti kat'î nass ile bildirilmiştir. Artık buradaki "celd" (sopa) cezası ve bunun sayısı hakkında içtihada
yer yoktur.'Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin' [4]âyeti
ile sabit olan hırsızlık suçunun cezası ve miras âyetinde belirtildiği üzere
mirasta erkeğe İki kadına bir hisse verilmesi hükmü de böyledir. Aynı şekilde,
diğer miktarı belirlenmiş cezalar ve keffaretler
hakkında ictihad edilemez, İhtilâf düşünülemez.Bu
guruba giren hükümler arasında, müctehidlerin
herhangi bir asırda üzerinde icmâ ettikleri hükümleri
de hatırlamak gerekir. Ancak icmânın senedi maslahat
ise, maslahatın değişmesi ile yeni İctihad
yapılabilir. Senedin maslahat olmaması halinde ise, ictihad
edilemez ve buna aykırı yeni bir görüş getirilemez. Meselâ müslüman
kadının gayr-i müslimle evlenmesinin batıl olduğu,
kız veya erkek kardeşlerin torunlarıyla evlenmenin haram olduğu ve benzeri
hususlardaki icmâlar böyledir.
İkinci gurup
hükümler, yani ictihad edilebilecek hükümler ise
şunlardır hükümler. Bunlar, delili âhâd yolla rivayet
edilmiş ve hükme delâleti zanni hadîs olan
hükümlerdir. Bu nevi sadece Sünnetle ilgilidir; Kur'ân'da
bu nevi hükümler bulunmaz. Zira bilindiği üzere Kur'ân'ın
tamamı sübut açısından kat'îdir.Bu nevide ictihad iki yönden sözkonusu
olur: a) Sened, b) Delâlet. Sened
yönünden ictihad, râvilerin
adalet, zabt ve benzeri durumlarının araşıtırılması ve hadisin rivayet zincirinin kesintisiz
olup olmadığının incelenmesi demektir. Müctehîd,
incelemeleri sonunda hadisin sabit ve sahih olduğu kanaatine varırsa onunla
amel eder, aksi halde onunla amel etmez. Şüphesiz bu işin sonucu, müctehidlerin bakış açılarına ve şahsî takdirlerine göre
farklılıklar gösterir. Bazen bir müctehid râvilerin durumlarını inceler, hadisin sahih olduğuna
kanaat getirir ve ona göre hüküm verir. Bir başka müctehid
aynı hadisi inceldikten sonra râvilerden bir veya
birkaçında tesbit ettiği bir kusurdan ötürü o hadisin
sıhhatine kani olamaz ve onunla amel etmez. Böylece, bu farklı kanaatten dolayı
aynı meselede değişik hükümlere varılmış olur.Delâlet yönünden ictihad, nass ile kasdedilen manayı ve nassın bu
manaya delâletinin kuvvetini tesbit etmek üzere
yapılan incelemedir. Bilindiği gibi nass, bazen ânım,
bazen mutlak olabilir. Manaya ibare, işaret veya başka yollarla delâlet edebiür. Bazen emir, bazen nehiy
sıygasında bulunabilir. Bütün bu nevilerde hükmün bilinebilmesi için içtihada
ve araştırmaya ihtiyaç vardır. Ammın umûmu üzerine mi
bırakıldığı,yoksa bazı fertlerine mi hasredildiğinin, mutlakın
ıtlak halinde mi yoksa mukayyed mi olduğunun, emir
ile vücub mu yoksa vücup
manasından çıkarılarak meselâ nedb veya ibaha iru kasdedildiğinin,
aynı şekilde nehiy ile hürmet mi yoksa bu manadan
alınıp kerahet mi kasdedildiğinin... bilinmesi
gerekir. Bu da bilginlerin Önemli görüş farklılıklarına yol açacak bir husustur.
Nitekim fıkhî hükümlerde müctehidler
arasındaki meydana gelen ihtilâfların sebeplerinden birini teşkil etmiştir.
2- Hakkında
sübut bakımından zannî, delâlet bakımından kat'î nass bulunan hükümler. Bu neviye de Kur'ân'da raslanmaz; sadece âhâd Sünnette sözkonusu olur. Bu nevideki ictihad
faaliyeti, özellikle -birinci nevide belirtildiği şekilde- sened
üzerinde cereyan eder.
3- Hakkında
sübut bakımından kat'î, delâlet bakımından zannî nass bulunan hükümler. Bu
nevi ile, lâfzı birden fazla manaya ihtimal veren Kur'ân
ve mütevatir Sünnet nasslarmda
karşılaşılır. Buradaki ictihad faaliyeti sadece
-birinci nevide açıklandığı şekilde- delâlet yönündendir.
4- Hakkında nass veya icmâ bulunmayan ve
dinin kaçınılmaz (temel) hükümleri çerçevesinde sayılmayan hükümler. Bu nevide ictihad faaliyeti, kıyas, mesalih-i
mürsele, örf ve istıshab
gibi fakihlerin hüküm verirken başvurdukları
yollardan biriyle, o meselenin hükmünü belirleme şeklinde cereyan eder.Bu da müctehidlerin farklı bakışlara sahip olabilecekleri bir
alandır. Hatta önceliklerden daha fazla ihtilâfa elverişlidir. O yüzden, fıkhî hükümlerde müctehidler
arasındaki görüş ayrılıklarının başlıca sebeplerinden birini oluşturmuştur.
Zira hüküm istinbat edilirken bu delillere dayamlabileceği hususu bütün fakihlerin
ortak görüşü değildir. Bazıları bunların hüccet olduğunu kabul etmemiş,
bazıları ise bir kısmını hüccet saydığı halde bir kısmım reddetmiştir. Meselâ
Zahiriler istıshabın hüccet olduğunu kabul ettikleri
halde, kıyas, istihsan ve ıstıslahı
reddetmişler, bunlardan birine dayanarak hüküm vermeyi caiz görmemişlerdir. Öte
yandan, bunları hüccet sayan fakihler arasında da,
hüküm istinbatında bu delillere dar veya geniş bir
saha tanıma açısından farklılıklar bulunmaktadır.
Daha önce geçen
şartlan kendisinde toplamak suretiyle ictihad
derecesine ulaşan kimsenin, içtihadın caiz olduğu konular çerçevesinde bir
mesele ile karşılaştığında, Kitâb ve Sünnet gibi
şer'î delilleri incelemesi gerekir. Sözkonusu mesele
hakkında ictihad edip bir hükme vardıktan sonra,
artık bu ictihadî kanaatine göre amel etmesi gerekir.
O meselede kendisine muhalif görüşe sahip bir müctehidi
taklid edemez.Zira, müctehidin
ictihad ederek ulaştığı sonuç, kendisinin zann-i galibine göre Allah'ın o meseledeki hükmüdür. O halde
müctehidin Allah'ın hükmü olduğuna kanaat getirdiği
bu sonuca uyması zaruridir, başkasının farklı görüşünden ötürü onu terkedemez. Bu husus, bütün bilginlerin ortak fikridir.
Çünkü başkasının görüşü de zanna dayanmaktadır. Bir kimsenin kendi zannını birakjp başkasının zannına göre davranması caiz değildir.Müctehid, vardığı hüküm ister doğru ister yanlış olsun
içtihadından ötürü Allah katında sevabı hakeder. Şu
var ki, doğruyu bulabilmesi halinde iki sevap birden kazanır: Biri ictihad ve araştırmasından, diğeri hakikati bulabilmesinden
dolayı. Yanlış sonuca varmış olsa bile, doğruyu bulma maksadı ile gösterdiği
gayretten ötürü yine bir sevap kazanır. Hz. Peygambecr (s.a.v)'in şu hadisi bunu göstermektedir: Hakim
(müctehid) ictihad edip de
doğru sonuca varırsa iki sevap, hata ederse bir- sevap kazanır.[5]Müctehİd açısından içtihadın hükmü budur. Başkası açısından
İse, müctehidİn vardığı sonuç bağlayıcı bir hüccet
değildir, hiç kimsenin ona uyması ve görüşü ile amel etmesi vacip değildir.
Çünkü müctehidin vardığı sonuç, zann-ı
galibe dayanmaktadır, yani hatalı olma ihtimali vardır. Hata ihtimaline açık
olan şey ile amel etmek vacip değildir. Binaenaleyh bu hüküm, hangi asırda
olursa olsun ictihad ehliyetini haiz herkesin, hatta
daha önce o hükmü vermiş olan müctehidin içtihadına
açıktır.
Müctehid karşılaştığı bir olayı inceleyip o konuda bir hükme
ulaştıktan sonra aynı meseleyi tekrar tetkik ettiğinde içtihadı değişir ve
öncekinin aksine bir sonuca ulaşırsa, artık birinci içtihadına göre amel
edemez, ikinci içtihada göre uygulama yapması gerekir. Çünkü kendi kanaatine
göre birinci içtihadı hatalı ikincisi doğrudur. Daha Önce belirttiğimiz üzere, müctehidin doğru olduğuna kanaat getirdiği hükme uyması
vaciptir.Buna göre, bir müctehid, reşid
kadının nikahının sahih olması için velinin şart olmadığı kanaatini taşırken,
velisinin izni olmadan bir kadınla evîense, daha
sonra bu içtihadı değişip evliliğin sıhhatinde velinin şart olduğu kanaatine
varsa, o kadından ayrılması ve o evliliği sürdürmemesi gerekir. Çünkü kendi
inancına göre doğru olmayan bir hükümle amel etmesi caiz değildir.Bu, müctehidin kendini ilgilendiren bir meselede kendisi için ictihadda bulunması durumunda böyledir. Şayet başkası için ictihad etmişse, yani fetva istenmesi üzerine veya hakim
sıfatıyla ictihadda bulunmuşsa ve sonra içtihadı
değişmiş ise, fetva ve kaza (yargı) durumlarını ayrı ayrı
ele almak gerekir:Fetva durumunda, yani bir kimsenin müctehidden
fetva istemesi üzerine ictihad edip fetva vermesi
halinde, eğer müstefti (fetvayı isteyen) bu içtihada
göre amel ettikten sonra müctehidin içtihadı değişmiş
ve öncekine aykırı yeni bir içtihadı sonuca varmış ise, müsteftînin
fiilen gerçekleşen ameline bir noksanlık gelmez ve batıl olmaz. Fakat müftînin görüşünden dönmesinden sonra müsteftî
bundan haberdar olmuş ise ve aynı durum tekrar başına gelirse, o zaman ikinci
görüşe göre amel etmesi gerekir. Müsteftî-bu yeni
görüşten haberdar olmamışsa, aynı mesele ile ne kadar karşılaşırsa karşılaşsın,
hüküm önceki görüşe göre devam eder. Burada bir başka soru hatıra gelir: Müftînin, görüşünün değiştiğini ve yeni görüşünü müsteftîye bildirmesi gerekir mi, gerekmez mi? Bu hususta
bilginlerin görüşleri farklıdır. Bazıları bunu gerekli görür, bazıları gerekli
görmez, ki tercihe şayan olan görüş budur. Zira başka devirlerde bir çok
meselede müctehidlerin görüşleri değiştiği halde,
onların müstefitleri araştırıp onlara bunu haber verme ihtiyacı duyduklarını
bilmiyoruz. Zaten böyle bildirme mükellefiyetinin öngörülmesi müctehidleri sıkıntı ve meşakkate katar. Oysa İslâm dininde
sıkıntı ve meşakkat yoktur.Kaza durumunda, yani müctehidin
hakimlik görevini yürütürken bir meselede İçtihadına göre karar vermesi halinde
ise, daha sonra aynı meselede farklı içtihadı sonuca varırsa, müctehidin yeni olaylarda bu ikinci görüşü uygulaması
gerekir. Ancak kendisi veya bir başkası onun birinci görüşe göre verdiği hükmü
-kesin bir delile aykırılık bulunmadıkça- nakzedemez (bozamaz). Zira bir
içtihadı hükmün başka bir içtihadı hükümle bozulabilmesi, hüküm anarşisine,
istikrarsızlığa ve verilen hükümlere güvensizlik duyulmasına yol açar. Bunun
kötü bir durum olduğu ise açıktır.Rivayete göre Hz. Ömer,
nıesele-i haceriyyede[6] öz
kardeşlerin mirastan pay alamayacaklarına hükmetmiş, daha sonra önüne benzeri
bir olay getirildiğinde ise "üçtebîr^lik miras payının, öz kardeşler ile anabir
kardeşler arasında taksim edileceğine karar vermiştir. Kendisine: Sen falanca
zaman böyle hükmetmemiştin, dendiğinde şu cevabı vermiştir: O günki kararımız öyle idi, bu gün ise böyle hükmediyoruz.
Hz. Ömer'in, hakimliğe tayin ettiği Ebû
Musa el-Eş'ârî'ye yolladığı mektuptaki şu ifadesini
bu anlamda yorumlamak gerekir: "Daha önce verdiğin bir hüküm, mesele
üzerinde tekrar düşünüp doğru çözüme ulaştıktan sonra hakikate rücu etmeni engellemesin. Çünkü hakikat asıldır, onu hiçbir
şey iptal edemez.Hakikate rücu etmek, bâtılı sürdürüp
gitmekten hayırlıdır.'"
Usûl terimi olarak
"taklîd'" delilini bilmeksizin, sözü hüccet olmayan kişiden,
başkasının görüşünü almaktır.
Ebû Hanîfe'nin görüşüne binaen abdestde başının dörtte birini mesheden veya vitir
namazında "kunut" duasını okuyan kimsenin
veyahut velisinin izni olmadan kendi başına nikâh akdine taraf olan buluğ çağma
gelmiş kızın durumu gibi.
Daha önce
belirttiğimiz gibi, ictihad derecesine ulaşan bir
kimsenin, bir mesele ile karşılaştığında, o konuda İctihad
etmesi ve içtihadının sonunda ulaştığı hükme uyması vaciptir. O hususta kendi
ulaştığı hükmü bırakıp başkasını taklid etmesi caiz
değildir. İctihad mertebesine ulaşmamış kişiye
gelince, -ister avamdan biri, ister ictihad
derecesine ulaşmada önemli olan bazı bilginleri elde etmek suretiyle avam
mertebesini aşmış biri olsun- bu kişinin amelî hükümlerde başkasını taklid etmesinin caiz olup olmadığı hususunda üç farklı
görüş ileri sürülmüştür:
1- Taklîd hiçbir şekilde caiz değildir. Her mükellefin,
karşılaştığı dinî meselelerdekendi başına ictihad etmesi ve vardığı içtihadı sonuca göre uygulama
yapması gerekir. Bu son derece tuhaf bir görüştür. Zira aşağıda açıklayacağımız
üzere, bu, delillere aykırıdır. İbn Hazm'in bu görüş üzerinde icmâ bulunduğu
yönündeki iddiası[7] oldukça şaşırtıcıdır.
2- Taklid vaciptir. İctihad
ehliyetleri ve taklid edilmelerinin caiz olduğu
ittifakla kabul edilen müctehid imamlar devrinden
sonra ictîhadda bulunmak geçersizdir. Bu da tuhaf bir
görüştür. Çünkü daha Önce belirttiğimiz gibi, ictihad,
belirli kişilere has ve belirli zamanla sınırlı bir iş değildir.
3- Mutlak müctehid olmayan kimsenin, dinen müctehid
imamlardan birini taklid etmesi ve karşılaştığı
meselelerin hükümlerini bilginlerden sorması gerekir. Şayet ahm-satım
gibi bir kısım fıkıh meselelerinde müctehid ise,
kendi içtihadı ile hükmünü bilemeyeceği konularda taklid
etmesi icap eder. Bizim seçtiğimiz ve tercihe şâyân bulduğumuz görüş budur.Şu
delillerin bu görüşün üstün olduğunu gösterir:
a) Eğer
bilmiyorsanız, bilenlerden soru-nuz[8]
âyeti. Yüce Allah burada, bilmeyen kişiye bilene sormayı emretmiştir. Bu âyet, insanlar
içinde hem bilenlerin hem bilmeyenlerin bulunduğuna, bilmeyenlerin karşılaştıkları
ve bilmedikleri meselelerin hükümlerini bilenlerden sormaları gerektiğine kesin
bir şekilde delâlet eder. Bu da, bilmeyenin, sorduğu hususta bileni taklid etmesinin vacip olduğunu gösterir. Aksi takdirde
sormayı vacip kılmanın bir faydası olmazdı. O halde, taklidi yasak ve herkesin ictihad etmesini vacip sayan görüş, bu nassm
muhtevasına ters düşmektedir.
b) Sahabe ve
Tâbiûn zamanında, müctehid
olmayanlar bir olay ile karşılaştıklarında Sahabe veya Tâbiûn
müctehidlerine başvururlar, bu olay hakkında Allah'ın
hükmünün ne olduğunu sorarlar, o müctehidler de bu
tutumu hiç yadırgamaksızm onların sorularını
cevaplandırırlar, sorulan olaylar
hakkında Allah'ın hükümlerini
açıklarlardı. O müctehidlerin bu kişilere
hükmü bilmek için bizzat ictihad etmelerini
emrettiklerine dair hiçbir şey nakledilmiş değildir. O halde, ictihad etmeye gücü yetmeyen kişinin ictihadla
mükellef olmadığı, o kişi için hükmü bilme yolunun içtihada ehil olana sormak
olduğu hususunda Sahabe ve Tâbiûn icmâ
etmiş demektir. Buna göre bütün insanları ictihadla
mükellef tutmak icmâya aykırıdır.
c) İctihad, her insanm güç yetirebileceği bir iş değildir. Zira bu iş,
sahibine şer'î delilleri anlayabilme ve onlardan hüküm çıkarabilme imkânı veren
özel bir muhakeme gücü gerektirir. Bu melekeyi ise Allah bütün kullarına
vermemiş, sadece bazı kullarına nasip etmiştir. Gücü yetmeyen kimse bu işle
mükellef tutulsaydı, imkân dışında olan bir konuda teklif yapılmış olurdu. Oysa
İslâm dininde güç yetirilemeyecek bir teklifte bulunmak (mükellefiyet yüklemek)
caiz değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:Allah kimseye gücünün
üstünde mükellefiyet yükîemez.[9]
d) İctihad derecesine ulaşabilmek için, şer'î ve lüğavî (dil ile ilgili) ilimleri elde etmek üzere çok uzun
bir zaman ayırmak gerekir. Bütün insanlar bu İşle
uğraşsalar, bu, kendi zaruri ihtiyaçlarını karşılamaktan el etek çekmelerine ve
yaşamak için gerekli çalışmaları yapamamalarına yol açar. Böyle bir durum ise,
toplum düzeninin ve medeniyetinin üzerine bina kılındığı, ziraat, ticaret ve
sanayi gibi diğer faaliyetleri yok eder.
İctihad edemeyen kişi için taklid
ve bilmeye ihtiyaç duyduğu hükümleri ilim ehline sormak vacip olmakla beraber,
karşılaştığı bütün meselelerde belirli bir imamı taklîd
etmesi vacip değildir. Dilediği müctehidi taklîd edebilir. Bir meselede bir müctehİdi,
başka bir meselede başka bir müctehidi taklîd etmesi caizdir. Meselâ İmam Ebû
Hanîfe'nin mezhebi gibi belirli bir mezhebe bağlanmış
olsa bile sonuna kadar o mezhepte kalması vacip değildir; bilginlerin tercihe
şâyân görüşüne göre, o mezhepten başka bir mezhebe geçebilir.
Zira Yüce Allah kimseyi bizatihi bir imama veya belirli bir mezhebe uymakla
mükellef kılmamış, şu veya bu bilgin İle sımrlamaksızın
bilenlere uymayı emretmiştir. Nitekim yukarıda geçen âyeti bunu
göstermektedir.Diğer taraftan, Sahabe devrinde ve onlardan sonraki devirlerde mukallidler belirli bir bilgin veya mezheple sınırlı
olmaksızın rastladıkları bilginlere soragelmişlerdir.
Bu durum, Öylesine yayılmış ve tekerrür etmiştir ki, -hiçbir devirde
bilginlerin itirazı ile de karşılaşmadığından-müctehid
olmayan kişi için belirli bir imamı takiid etmenin ve
karşılaştığı bütün meselelerde hep aynı mezhebe uymanın vacip olmadığı
hususunda âdeta icmâ oluşmuştur.Şuna da dikkat etmek
gerekir ki, müctehidlerin amelî hükümlerdeki görüş
ayrılıkları, Yüce Allah'ın kullarına rahmetinin eseridir; bu, onlara sağladığı
bir genişliktir. Müctehid olmayan kişinin belirli bir
imam veya mezhebin görüşü ile amel etmeye mecbur kılınması, cezalandırma ve
sıkıntıya itme anlamı taşır.Bu yüzdendir ki. İmam Mâlik b. Enes,
"Muvatta"' isimli eserini beğenen Abbasî
Halifesi'nin (Ebû Cafer veya Reşîd),
bu eseri şehirlere dağıtma, kılıç zoru ile bile olsa herkesi onu uygulamaya ve
ona aykırı fetvaları terketmeye zorlama teklifini
kabul etmemiş, şöyle diyerek onu bu işten alıkoymuştur: Ey Mü'minlerin
Emîri! Bunu yapma. Zira Sahabe değişik yerlere dağılmışlardır. Onlar benim
delîl olarak dayandığım Hicaz hadislerinden başka hadisler rivayet etmişler,
insanlar da bunları uygulamaya koymuşlardır. Onları kendi bilginleri vasıtısayia ulaşan hadislere göre yaptıkları uygulama ile başbaşa bırak. Şüphesiz Allah bu ümmetin furû hükümlerdeki ihtilâfını rahmet saymıştır.Buna göre,
İslâm hukukunu esas alarak kanun yapacak olan yasama organlarının belirli bir
mezhep ile bağımlı kalmaması caizdir. Aksine, bütünü itibariyle İslâm hukukunu
temsil eden fıkıh mezheplerinin görüşleri arasında zamanın ve çevrenin
şartlarına uygun olan hükmü seçmesi gerekir. İslâm dininin engin tolerans
anlayışına ve kolaylık prensibine uygun düşen tutumun bu olduğu şüphe götürmez.
Zira din kolaylık demektir, zorluk demek değildir. Yüce Allah: Allah sizin için
kolaylık ister, zorluk istemez [10]buyurmuştur.
İnsanları zorluğa itmenin; bütün işlerinde hayrı gerçekleştirecek, zaman ve
çevre şartlarına uygun düşecek çözümleri bulma hususunda sıkıntıya yol açma
ihtimalini bile bile, kaza ve fetvada onları belirli
bir mezheple bağımlı tutmanın dinde hiçbir esası yoktur. Allah ve Rasülü, belirli bir mezhebe uymayı veya bizatihi bir müctehidi taklîd etmeyi değil,
şahıs veya mezheple sınırlamaksızın ilim ehline başvurmayı ve onlara sormayı
emretmiştir. Çünkü bütün fıkıh mezhepleri tek bir kökten neşet etmiştir,
hepsinin kaynağı birdir. O da Kitap ve Sünnet, yani ilahî vahiydir. Hiçbirisi
diğerinin sahip olmadığı muteberiyet ve değere sahip
değildir. Muteber olma hususunda hepsi eşittir. Kişinin kendisi için en kolay
ve uygun olanı almasında sakınca yoktur.Şu halde, yasama organının, güvenilir
içtihadı görüşler arasından, insanların hayrına olan sonucu gerçekleştirecek,
ihtiyaçlarını karşılayacak, onları sıkıntı ve zorluğa katmayacak olanlarını seçmesi
gerekir. Zira dinler, ancak, insanların hayrına olan sonuçlan gerçekleştirmek,
onlardan zorluk ve sıkıntıyı gidermek üzere gelmiştir.Bu geniş kapsamlı ilime
dair kaleme aldığımız kitap burada sona ermiş olmaktadır.Beni bu işe muvaffak
kıldığı için ve hertürlü nimetlerinden Ötürü Allah'a
şükrediyor, Yüce Rasülûnü, ailesini, ashabım ve
-Kıyamete kadar- onun yolunu izleyenleri salât ve
selâm ile anıyorum.
[1] Bu ıstılah, sonraki fakilurin
yaklaşımına uymaz. Zira onlar, fakîh ve müftî kelimelerini müctehid
hakkında kullandıkları gibi, herhangibir mezhebin
fıkhı meselelerini, bunların hâss, âmm, mutlak, nıukayyed, vazıh ve mükil gibi yönlerini bilen herkes için kullanmışlardır.
[2] Bu, meşhur İbn Teymiyye'nin dedesidir. H. 621 yılında vefat etmiştir. İbn Teymiyye İse H. 728'de vefat
etmiştir ve adı Ahmed b. Abdühalîm
b. Abdisselâm'dır.
[3] en-Nûr 24/2.
[4] el-Mâide 5/38.
[5] Bazı lâfız farklılıkları ile, bkz.
Buharı, İ'tisâm, 2i; Ebu Davud, Akdıye, 2.
[6] "Mes'ele-i haeeriyye" ile kaydedilen şudur: Bir kadın ölmüş ve
geride, kocası, annesi, anabir ıkı
erkek kardeşi ve özkardeşleri kalmıştır. "Hacer" taş demektir. Bu meseleye bu adın verilmesi
ise. Hz. Ömer'in kardeşlerinin miras alamayadaklarına hükmetmesi üzerine o olaydaki özkardeşlerden birinin söylediği şu sözden kaynaklanmıştır:
Diyelim ki, babamız denize atılmış bir las idi (yani
babayı dikkate almıyorsun). Peki ya anamız da bir
değil mi?!
[7] İbn Hazm,
el-İhkâm Fî Usûli'I-Âhkâm,
VI, 59 vd.
[8] el-Enbiyâ' 21/7.
[9] el-Bakara 2/286.
[10] el-Bakara 2/185.