ÜÇÜNCÜ BÖLÜM... 1

BOZULMANIN BAŞLANGICI 1

Gayretkeşlik Doğru mu?. 13

İmtiyaz Tanımamak. 17

Kitab'ı Nefse Göre Değiştirmek. 17

Veda Hutbesinin Önemi 21

Hayvan Keserken Özentiden Kaçınmak. 23

Ezanın Ortaya Çıkışı 26

Tören Yasağı 29

İcma-i Ümmet'in Tutumu. 31

Ayırımın Hikmeti 32

Hükümdara Dahi Ayağa Kalkmak Hoş Görülen Adetlerden Değildir. 45

Şeytana Muhalefet 51

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

 BOZULMANIN BAŞLANGICI

 

Bu ümmetin içinden bazıları, hatta alim ve dindar olarak bilinen bazı kimseler, yahudilerin niteliklerinden bazı pay­lar almışlardır. Basiret sahibi olanlar bu gerçeği görebilir­ler. Allah'ın Rasulullah'ın hoşlanmadığı bütün niteliklere bu­laşmaktan yine Allah'a sığnınz. Bu böyle olduğu için ilk dö­nem müslümanları sürekli çevrelerindekileri bu tehlike ko­nusunda uy arıyorlardı. Nitekim Buhari'nin, Ebu Esved'e[1] dayanarak belirttiğine göre Ebu Musa, ÎSasra'İı Kur'an oku­yucularına elçi olarak gönderilmişti. Basra'ya varınca üçyüz Kur'an okuyucusu gelip Kur'an okudu. Ebu Musa bir ara on­lara şunları söyledi:

"Sizler Basra'nın seçkinleri ve Kur'an okuyucularısı­nız. Kur'an'i sık sık okuyunuz, uzun süre ara verip, kalble-rinizin katılaşmasına meydan vermeyiniz. Tıpkı sizden ön­cekilerin kalblerinin karardığı gibi. Bizler vaktiyle uzunluk ve şiddet bakımından Beraet suresine benzettiğimiz bir su­re okuduk, fakat şimdi onu. unuttum. Yalnız onun şu kada­rı aklımda kaldı. -İnsanoğlunun iki vadi dolusu altım olsa üçüncüsünü ister, onun karnım ancak toprak doldurur. Ay­rıca aramızda Sebaha surelerinden birine benzettiğimiz baş­ka bir sure de okuyorduk. Onu da unuttum, fakat şu kadarı aklımda kaldı:

"Ey müminler, yapmadığınız şeyi niye söyler siniz? Bu sözünüz belge olarak boynunuza yazılır da sonra Kıya­met günü ondan sorguya çekilirsiniz."[2]

Görüldüğü gibi sahabilerden Ebu Musa, Basra'lı Kur'an okuyucularım uzun süre Kur'an okumaya ara verip, kalble-rinin katılışması tehlikesi karşısında uyarmaktadır.

Bilindiği gibi "Allah'a verilen sözü bozma, tutmama" kavramı, Allah'ın emir ve yasaklarım çiğneme, Allah'ın kitabındaki kelimelerin yerlerini değiştirme, bu kitabın söz­lerini başkalaştırıp yanlış şekilde yorumlama eylemlerini tü­mü ile içerir. İşte bu konuda ünlü tefsir bilgini Hafız İbn-i Kesir'in, sahabilerden İbn-i Mesud'a dayanarak Hadid su­resinin tefsiri sırasında naklettiği şu belgeyi sunuyorum. İb-ni Kesir diyor ki:

A'meş'in anlattığına göre Ebu Amile Ferazi[3] dedi ki;

"Abdullah îbn-i Mesud: bir defasında bize öyle bir ko­nuşma yaptı ki, Kur'an ve Peygamberimizin sözlerinden başka bu kadar önemli bir konuşma o güne kadar hiç dinle­memiştim, îbn-i Mesud şöyle dedi:

"İsrailoğulları, uzunca bir süre Allah'ın kitabından uzaklaşınca kalbleri katılaştı, arkasından kendi kendi­lerine gönüllerinin arzu ettiği ve nefislerinin hoşuna gi­den bir kitab uydurdular. Çünkü, Allah'ın indirdiği gerçekler bir çok arzularına engel oluyordu. Bu yüz­den Allah'ın kitabını bilmezlikten gelerek onu arkaları­na attılar.

Bu işin öncüleri aralarında Önce şöyle dediler: "Bu ye­ni kitabı israiloğultarına sununuz, eğer çağrılarınıza uyarlarsa onları serbest bırakınız, yok eğer size karşı çı­karlarsa onları öldürünüz." Fakat daha sonra arala­rında şöyle söz bağladılar: "Hayır, öyle olmaz. Böyle yapacağımıza falanca tanınmış alime haber salarak bu yeni kitabı ona sununuz. Eğer o alim bu kitabı benimser­se, artık hiç kimse size karşı çıkmaz. Fakat eğer o adam size karşı çıkarsa kendisini hemen öldürünüz ki, ondan sonra artık hiç kimse size karşı gelmez."

Bu konuşma üzerine sözünü ettikleri bilgine bir heyetle yeni kitablannı gönderdiler. Olup bitenleri önceden eline bir kağıt alarak Allah'ın gerçek kitabını üzerine yazdı ve astı ve elbiselerinin altına sakladı.

Bir süre sonra yola çıkmış olan heyet yanına gelerek uydurulan kitabı sundu ve kendisine:

"Bu kitaba inanıyor musun?" diye sordular. Adam da on­ları eli ile göğsüne işaret ederek ve içinden boynuzun içine sakladığı gerçek kitabı kasdederek:

"Bu kitaba tabii ki, inanıyorum, ona niye inanmaya­yım?" diye cevap verdi. Bunun üzerine heyet kendisine ilişmedi, onu serbest bıraktılar.

Bu bilginin kendisine çok bağlı bir kaç adamı vardı. Bilgin ölünce bunlar mezarını açarak boynunda asılı duran hayvan boynuzunu gördüler. Arkasından da boynuzu açın­ca içinde saklanan gerçek kitabı buldu'ar. Bu durumu görünce "Demek ki O, -Bu kitaba tabii ki inanıyorum, ona niye inanmayayım? derken uydurmacıların getirdikleri kitabı değil, bu kitabı kasdetmişti." dediler.

Bu kitab uydurma olayı yüzünden israiloğulları araların­da anlaşmazlığa düşerek yetmiş küsur guruba ayrıldılar. Bu gurupların en iyisi, işte bu boynuzda saklanan gerçek ila­hi kitab yüzünden "Zülkam (boynuzlular)" adını alan gurup­tur.

"İçinizden, bizden sonra yaşayacak olanlarınız bir takım eğri işler ve kötülükler göreceklerdir. Bu kötülük­leri görecek olup da onları elleri ile bilfiil değiştirmeye gücü yetmeyecek olanların kalblerinde bu kötülüklere karşı nefret duyduklarını Allah'ın bilmesi onlar için ye­terli bir tepkidir."[4]

Cenab-ı Allah (c.c) yukardaki ayetlerin ilkinde söz ko­nusu "Iralbleri katılaşanlar" a benzernemizi yasakladıktan sonra kendi kafalarından ruhbaniyet (dünyadan el-etek çe­kip ibadete kapanma) icad edip, sonra da buna gerçek anla­mı ile uymayanların durumunu açıklıyor, arkasından da buyruğunu şu ayetlerle noktalıyor:

"Ey müminler, Allah'dan korkunuz, Rasulullah'a itaat ediniz ki, o size rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığı altında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve sizi affet­sin. Allah af ve merhamet edicidir."

Ehl-i Kitab bilsinler ki, kendi kendilerine Allah'ın lüt­fü uda n bir şey elde etmeye güçleri yetmez. Hiç şüphesiz lütuf ve kerem Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir."             (Hadid: 57/28-29)

Ayette emredilen "Rasulullah'a itaat" O'na inanıp söy­lediklerini yapmak ve getirdiği şeriate uymaktır. Bu gö­rev, "ruhbanlık" tan kaçınmayı da içerir. Çünkü o böyle bir prensip getirmedi, tersine bunu yasakladı. Ayrıca bu ayetlerde Peygamberimize uyan kitab ehlinin cevabının iki kat olacağı da bildiriliyor. Bu konuda İbn-i Ömer ve başka sahabiler kanalı ile gelen ve ehl-i kitab ile bizim durumumu­zu karşılaştırmalı olarak açıklayan hadisler vardır.

Şimdi ruhbanlık konusu ile ilgili bir hadisi gözden geçi­relim. Ebu Davud'un, Said b. Abdurrahman'a[5] dayanarak bildirdiğine göre bir gün Sehl b. Ebu Ümame[6]babası ile birlikte Medine'de sahabilerden Enes b. Malik'i ziyarete git­tiler. Enes b. Malik bir ara onlara Peygamberimizin şöyle bu­yurmuş oduğunu nakletti:

"Kendi kendinize görevlerinizi ağırlaşürmayınız, yoksa Allah da size ağır görevler yükler. Çünkü sizden Önceki bazı kavimler kendilerine ağır görevler yükledik­leri için Allah da onlara ağır görevler yükledi. Şimdi ma­nastırlarda ve kilise köşelerinde gördüğünüz kimseler iş­te o kavimlerin kalıntılarıdır. Onlar daha önce Allah'ın üzerlerine yazmamış olduğu ruhbanlığı kendiliklerinden uydurmuşlardır."[7]

Yine aynı hadisin farklı bir rivayet şekline göre bir da-fasmda Sehl b. Ümame babası ile birlikte Medine'de Enes b. Malik'i ziyarete gittiler. O sırada Ömer b. Abdülaziz,[8] Medine emiri idi. Bir ara Enes b. Malik namaza katıldı. Kıldığı namaz bir yolcu namazı ve buna yakın derecede kısa ve çabuktu. Selam verince kendisine:

"Allah iyiliğini versin, şu kıldığın namaz, farz namazı mı, yoksa nafili mi?" diye sordular, O da bu soruya:

"Kıldığım namaz, farz namazı idi ve Peygamberimizin kıldığı gibi bir namazdı" diye karşılık verdikten sonra söz­lerine Peygamberimizin şu hadisi ile devam etti:

"Kendi kendinize görevlerinizi ağırşlaştırmaymiz, yoksa Allah da size ağır görevler yükler. Çünkü sizden önceki bazı kavimler kendilerine ağır yükler yükledik­leri için Allah da onlara ağır görevler yükledi. Şimdi ma­nastırlarda ve kilise köşelerinde gördüğünüz kimseler iş­te o kavimlerin kalıntılarıdır. Onlar daha önce Allah'ın üzerlerine yazmamış olduğu ruhbanlığı kendiliklerinden uydurmuşlardır."

"Ertesi günü sabahleyin Ömer b. Abdülaziz, Enes b. Malik'e:

"Birlikte ata binip bir gezintiye çıkalım ve göreceğimiz manzaralardan ibret alalım mı?" diye sordu. Enes b. Malik'in evet demesi üzerine geziye çıktılar. Birara ıssız bir harabe yığını ile karşılaştıklarında Ömer Abdulaziz Enes b. Malik'e:

"Burası neresi biliyor musunuz?" diye sordu. Enes de kendisine şu cevabı verdi:

"Evet, Peygamberimizin bana burası ve buranın halkı hakkında verdiği bilgiye göre bu yörenin eski yerlileri zu­lüm ve kıskançlıkları yüzünden Allah tarafından helak edil­diler. Kıskançlık iyi amellerin nurunu söndürür zulüm de bu kıskançlığı ya onaylar veya reddeder. Öte yandan hem göz hem el hem ayak vücudun tümü ve hem de dil zina işler. Cin­siyet organı bu zina arzularını ya onaylar veya reddeder."

Bu hadisin rivayet zincirinde adı geçen Sehl b. Ebu Ümame, hadis bilgini Yahya b. Main ve başkaları tarafından "güvenilir" olarak kabul edilmiş, Müslim'le birlikte diğer kaynaklarda rivayet etiği hadislere yer verilmiş olan bir kimsedir. Yine bu rivayet zincirinin bir başka halkası olan İbn-i Ebu Amma'ya gelince Beytülmukaddes'li olan bu zat hakkında ayrıntılı bilgim yoktur. Fakat bu hadise kitabında yer veren Ebu Davud'un bu zat hakkında hiçbir şey söyle­memesi onu iyi gördüğü anlamına gelir. Bu hadiste Peygam­berimizin namaz kılma şeklinde "kısa ve çabuk" olarak ni­telendirilmiş olması meselesine gelince, Buharı ile Müs­lim'de yer aldığına göre yine Enes b. Malik bu konuda:

"Peygamberimiz kısa ve eksiksiz şekilde namaz kılar­dı"[9] demiştir. Yine bu sahabinin Buharı ile Müslim'de bu konudaki şu sözlerine yer verilmiştir:

"Ömrümde hiçbir imamın arkasında Rasulullah'ın ar­kasındaki kadar kısa ve eksiksiz bir namaz kılmış değilim." Buhari'nin yer verdiği rivayette fazla olarak şu sözler de var­dır:

"Peygamberimiz namaz kıldırırken ağlayan bir çocuk sesi duyunca çocuğun anasının kafası karışmasın diye nama­zı çabuklaştırırdı."[10]

Enes b. Malik'in söylediği Peygamberimizin namazı kı­sa ve çabuk kılması olayı, bazı emirlerle diğer bir kısım imamların yaptıkları Kıyam'a oranladır. Bu kimseleri bazı­ları Kıyam halini Rasulullah'ın çoğu vakitlerde yaptığından daha fazla uzatırken rüküu, secdeyi ve rükünler arası fası­layı Peygamberimizin çabuklukla yaptığından daha kısa tutarlardı. Hatta denebilir ki, namaz kıldıran imamların ço­ğunluğu veya bir çoğu namazları böyle kılar oldular. Bu ara­da bu imamlar arasında dört rekatli farzların son iki rekatın­da zamm-ı sure okuyanlara da rastlanmış. Bu çeşitli uygu­lamalar fıkıh alimleri arasında zaman zaman farklı mezhep­lere dönüşmüştür.

Öteyandan Hariciler de dini konularda detaylara ve zor­luklara dalarak vaktiyle Peygamberimizin böylelerini tanım­larken söylediği şu sözlerin canlı örneği haline geldiler:

"İçinizden biri onların namazına göre kendi namazı­nı ve onların orucuna göre kendi orucunu küçümser hale gelecektir."[11]

Bu yüzden Ali, Basra'da ilk defa namaz kıldırınca saha-bilerden İmran b. Husayn[12]"Bu namaz bana Peygamberi­mizin namazlarını hatırlattı" demiştir. Peygamberimizin namazı dengeli idi. O kıyam (ayakta durma) ve Kuud (otur­ma) safhalarını kısa tutarken rüku ve secdeleri uzun tutar­dı. İmran b. Husayn'in, Ali'nin namazı ile ilgili olarak söy­lediği yukardaki söz, bu konuda Enes b. Malik'in söyledik­lerini açıklayıcı ve destekleyici niteliktedir.

Nesai'nin, Attaf b. Halid'e[13]dayanarak bildirdiğine gö­re Zeyd b. Eşlem[14] şöyle dedi:

"Bir gün Enes b. Malik'i ziyarete gittik. Bize: "Namaz kılacak mısınız?" diye sordu. Kendisine: "Evet kılacağız" diye cevap vermemiz üzerine hizmetçi­sine dönerek:

"Ya cariye, çabuk abdest suyumu getir. Çünkü sizin bu imamınızın (Ömer b. Abdülaziz'i kasdediyor) namazı kadar Peygamberimizin namazına benzer şekilde namaz kıldıran imama hiç rastlamadım" dedi. Ömer b. Abdülaziz namaz kı­larken rüku ve secdeleri uzun tutar, bunun yanında kıyam ve kuud safhalarını kısa tutardı.[15]

Bu hadis sahih bir hadistir. Çünkü bu hadisin rivayet halkalarından bîrini meydan getiren Attaf b. Halid Mahzu-mi hakkında hadis bilgini Yahya b. Main bir kaç kere "O gü­venilir bir ravidir" dedi. Ahmed b. Hanbel de onunla ilgili olarak "O Mekke'li, güvenilir bir şahsiyettir, rivayetleri sahihtir kendisinden yüz kadar hadis rivayet edildi" derken Îbn-Adiy de ondan söz ederken "O yüze yakın hadis rivayet ediyor. Kendisinden hadis nakleden kimsenin güvenilir ol­duğu durumlarda hiç bir hadisini tereddütle karşılama­dım."[16] diye konuşmuştur.

Ebü Davud ile Nesai'nin, Said b. Cübeyr'e[17] dayanarak bildirdiklerine göre Enes b. Malik aynı konuda şunları söy­lemiştir:

"Şimdiye kadar bu delikanlının (Ömer b. Abdülaziz'i kas-dediyor) arkasında kıldığım namaz kadar Peygamberimizin namazına benzeyen bir namaz hiç kılmış değilim." Said b. Cübeyr, bu konudaki sözlerini:

"O (yani Ömer b. Abdülaziz) rükua varınca on kere sub-hanrabbiyelazim" ve secdedeyken de on kere subhanerab-biyelala diyebiliyorduk" diye bağladı."[18]

Yine bu konuda Müslim'in, Sabit'e dayanarak bildirdi­ğine göre Malik b. Enes şöyle demiştir:

"Hiç kimsenin arkasında Peygamberimizin arkasında olduğu kadar veciz ve eksiksiz bir namaz kılmış değilim. Peygamberimizin namazı ölçülü ve dengeli idi. Ebu Be­kir'in namazı da ölçülü ve dengeli idi. Ömer zamanı gelin­ce o sabah namazını uzatmaya başladı. Peygamberimiz -se-miallahu limenhamideh derken bize -galiba şaşırdı- dedir­tecek kadar ayakta durur ve arkasından secdeye vardıktan sonra iki secde arasında yine -galiba şaşırdı- dememize yo-laçacak kadar otururdu,"[19]

Yine aynı konuda Ebu Davud'un, Sabit ve Humeyd'e da­yanarak bildirdiğine göre Enes b. Malik şöyle dedi:

"Hiç kimsenin arkasında Peygamberimizin arkasında olduğu kadar veciz ve eksiksiz bir namaz kılmış değilim. Peygamberimiz-semiallahu limen hamiden derken- -galiba şaşırdı- dememize yolaçacak kadar bir süre ayakta durur, ar­kasından tekbir alıp secdeye varırdı. İki secde arasında da -galiba şaşırdı- dememize yolaçacak kadar otururdu."[20]

Görüldüğü gibi Enes b. Malik bu sağlam kaynaklı sözle­rinde Peygamber Efendimizin namazının hem veciz ve hem de tamam (eksiksiz) olduğunu belirtiyor. Açıkladığına gö­re onun Peygamberimizin namazının tam (eksiksiz) olduğu­nu söylerken kasdettiği şey iki rükün arasında verilen fası­laların uzatılmasıdır. Bir önceki rivayette de "Peygamberi­mizin namazı kadar veciz ve tam (eksiksiz) hiçbir namaz gör­mediğini" söylemişti. Allah-u Alem onun bu sözlerindeki ve-cizlik (kısalık) kıyam safhası ile ve tamamlık (eksiksizlik) rüku ve sticud safhaları ile ilgilidir. Çünkü kıyam safhası an­cak tam (eksiksiz) olarak yapılabilir, başka türlüsü mümkün değildir. Bu yüzden tamamlılıkla (eksiksiz olmakla) nitelen­dirilmesi anlamsız olur. Fakat rüku, secde ve rükunlar ara­sında fasılalarda durum böyle değildir. Ayrıca kıyam safha­sı kısa, buna karşılık rüku ve secdeler uzun tutulunca namaz dengeli ve ölçülü olacağı için tam (eksiksiz) olur ve o zaman da Enes b. Malik'in "Onun gibi kısa ve eksiksizini hiç gör­medim" şeklindeki sözü anlam ve gerçeklik kazanmış olur.

Enes b. Malik'in bu konu ile ilgili olarak rivayet ettiği ha­dislerin tümü Peygamber Efendimizin rükuu, secdeyi ve iki rükün arasında verilen fasılayı daha sonraki imamların çoğunluğundan daha uzun tuttuğunu gösteriyor. Bu konuda­ki diğer sağlam rivayetler de aynı şeyi pekiştiriyor.

Buhari ile Müslim'de belirttiğine göre Sabit şöyle diyor: "Enes b. Malik'in -Peygamberimizin bize kıldırdığı nama­zın aynısını size tarif etmek için elimden geleni yapacağım-dediğini işitmiştim. Onun namaz kılarken yaptığım sizin yap­tığınızı görmüyorum. O rükudan kalkınca dimdik ayakta du­rurdu. Öyle ki, görenler -Bu adam ne yapacağım unuttu- der­lerdi. Secdeden başını kaldırdığı zaman da bize -Bu adam ne yapacağını unuttu- dedirtecek kadar otururdu."[21]

Buhari'nin yine Sabit'e dayanarak belirttiğine göre "Enes b. Malik, çevresindekilere Peygamberimizin nasıl namaz kıl­dığım tarif ederdi. Namaz kılarken de rükudan başını kaldı­rınca bize -Bu adam ne yacağını unuttu- dedirtecek kadar ayakta dururdu."[22]

Bu rivayetlerden açıkça anlaşılıyor ki, Peygamberimiz kı-raat'ı (zamm-ı sure okumayı) kısa tutarak namazı kısaltır-dı.[23] Gerçi bu tutum, kıraat safhası ile uyuşacak uzunluk­ta rükuu ve secdeyi de gerektirirdi. Bu yüzden Enes b. Ma­lik "Onun namazı dengeli ve ölçülü idi" diyor, yani rükün­leri arasında uzunluk ve kısalık bakımından Ölçü ve uyum vardı.

Enes gerçekten doğru söylüyor. Çünkü Peygamberimiz sabah namazının iki rekatlık farzında zamm-ı sure olarak alt­mış ile yüz sayısı arasında değişen miktarda ayet okurdu.[24] Daha da açıklarsak bu iki rekatta genellikle "Elif lam ten­zil", "Hel Eta", "Saffat" ve "Kaf' gibi sureleri, bazan bun­lardan biraz daha uzunlarını ve kimi zaman da daha kısala­rını okurdu.[25] Ömer ise "Yunus, "Hud" ve "Yusuf surele­rini okurdu. Herhalde kendisi arkasında namaz kılanların böylesini tercih ettiklerini biliyordu.

Bildirildiğine göre sahabilerden Muaz b. Cebel, bir de­fasında yatsı namazını Peygamberimizin arkasında kıldık­tan sonra Küba mescidine giderek orada Amr b. Avf oğul­larına imam olup namaz kıldırdı. Kıldırdığı bu namazda zamm-ı sure olarak "Bakara" suresini okudu. Bunu haber alan Peygamberimiz yaptığına kızarak kendisine şu sözle­ri söyledi:

"Ya Muaz, sen kargaşalık (fitne) mi çıkarmak istiyor­sun? Halka imam olduğun zaman namazını kısa tut. Çünkü arkanda yaşlılar, güçsüzler ve sıkışık durumu olanlar bulunabilir. "Sebbih isme Rabbikelala", "Veş-şemsi ve duhaha" ve benzeri sureleri okuyumaz miy­din?"[26]

Peygamberimizin burada Muaz'a ve dolasıyla diğer na­maz kıldıran imamlara emrettiği kısalık, kendisinin uygula­dığı kısalık idi. Zira O, Enes'in dediği gibi "En kısa ve ek­siksiz şekilde namaz kılan kimse idi" ve ümmetine de:

"Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız siz de öyle kılınız"[27] buyurmuştu.

Şunu da belirtmemiz gerekir ki, cemaatın namazın uza­tılmasını istedikleri durumlarda bundan daha uzun şekilde namaz kıldırmak yerinde bir harekettir. Nitekim Peygambe­rimizin akşam namazında "Tur" suresini okuduğu zamanlar olmuştur.[28] Buna karşılık bundan da kısa şekilde namaz kıl­dırmayı gerektirecek durumlarda imamın öyle yapması ge­rekir. Tıpkı Peygamberimizin çocukların ağladığı ve benze­ri durumlarda yaptığı gibi.

Açıkça anlaşılıyor ki, Enes'in naklettiği hadisler namaz­da rüku ve secdeleri çok kısa tutanlarla kıyam safhasını çok uzatanların tutumuna karşı olmayı içeriyor. Enes'in anlattığı ve diğer sahabilerin belirttiği nokta budur.

Nitekim Müslim ile Ebu Davud'un, Abdurrahman b. Ebu Leyla'ya[29] dayanarak bildirdiklerine göre sahabilerden Bera b. Azib[30] bu konuda şunları söylüyor:

"Peygamberimizin (s.a.v.) nasıl namaz kıldığını uzun zaman gözetledim. Onun kıyamı'mn, rükuunun, rükudan sonra ayakta duruşunun, secdesinin, iki secde arasındaki otu­ruşunun ve selamla namazdan ayrılma arasındaki oturuşu­nun birbiri ile uyumlu ve dengeli olduğunu gördüm."[31]

Müslim'in, Şu'be'ye[32] dayanarak bildirdiğine göre Ha­kem[33] şöyle bir olay anlatıyor:

"Bir ara Zemin b. Esas[34]adında biri Küfe valisi oldu ve Ebu Ubeyde b. Abdullah'a halka namaz kıldırmasını emret­ti. Ebu Ubeyde b. Abdullah[35] da kıldırdığı namaz sırasın­da rükudan kalktığı zaman şu duayı okumama yetecek ka­dar bir süre ayakta durdu:

"Allahım, Rabbi'miz; gökler, yeryüzü ve dilediğin başka bir şey doluşunca hamd Sana mahsustur. Sen her türlü övgüye ve yücelmeye ehilsin. Sen'in verdiğine kim­se engel olamaz ve Sen'in engel olduğunu hiç kimse ve­remez. Sen'in karşında hiçbir varlıklıya varlığı fayda sağlamaz."

(Hakem sözlerine devam ediyor:) "Bu durumu Abdurrah-man b. Ebu Leyla'ya anlattım. Bana şöyle cevap verdi: Be-rae b. Azib'in bana şöyle dediğini hatırlıyorum: "Peygam­berimizin rükuu, rükudan başını kaldırınca ayakta duruşu, secdesi ve iki secde arasındaki ayakta duruşu dengeli ve bir­birleri ile uyumlu idi." Bu olayı nakledenlerden biri olan Şu­be de, "Bu durumu Amr b. Murre'ye[36] anlattığımda bana -Abdurrahman b. Ebu Leyla'yı namaz kılarken gördüm, onun namazı öyle değildi? dedi.[37]

Öteyandan Buhari'nin bu hadise yer veren rivayetinde:

"Kıyam ve teşehhüd dışında kalan rükünler dengeli ve birbirleri ile uyumlu idi."[38] ifadesi vardır. Çünkü zamm-ı su­re okumak için olan kıyam ve teşehhüd için olan oturma rü­künleri tabii ki, diğer rükünlerden daha uzun olur. Fakat Pey-gemberimiz kıyam'ı kısa tutarak diğer rükünleri eksiksiz yaptığı için bütün rükünler dengeli ve birbirleri ile uyumlu oluyordu.

Bu iki rivayetten her biri öbürünü destekler ve doğrular niteliktedir. Çünkü Berae b. Azib, bazı rükünlerin birbirine yakın uzunlukta olduğunu ve bazılarının bu kuralın dışın­da tutulduğunu belirtirken, birinci kategoriye giren rükünleri belirtmiyor, fakat ikinci kategoriye giren rükünleri be­lirtiyor. Burada kıyam rüknünü uzatıp rükû ve secde rükün­lerini gayet kısa tutan ve böylece arada büyük bir uzunluk farkının meydana gelmesine yolaçan bazı zamane emirleri­nin bu dengesizliğe oranla daha birbirine yakın uzunlukta olan rükünlerden sözedilebilirdi.   

Demek istediğimizin örneği şudur: Rasulullah bir defa­sında güneş tutulması üzerine iki rekat namaz kıldı. Bu na­mazın ilk rekatında Bakara suresi uzunluğunda bir zamm-ı sure okuyarak öyle rükua vardı. Rükuu da kıyamı kadar ve secdesi de rükuu kadar oldu.[39] Bu yüzden diyoruz ki, gü­neş tutulması namazının rükuu ile secdesinin toplam uzun­luğu kıyarn'mın yarıdan fazlasına yakın uzunlukta olur. Gerek bazı dostlarımız ve gerekse başkaları "Bir namazda zamm-ı sure olarak Bakara suresi okunduğu zaman bu na­mazın rüku ve secdesinde de yüzer ayet okuyacak kadar bir süre teşbih söylenir" diyorlarsa da bu görüş sünnete aykırı zayıf bir görüştür."[40]

Bu arada Müslim'in, Ebu Said Hudri'ye dayanarak bil­dirdiğine göre:

"Peygamberimiz namazda başını rükudân kaldırdığı za­man Berae ile Enes'in söylediklerini doğrulayacak kadar zik­rederdi. Ayrıca Rasulullah'ın nafile namazları da böyle uzun olurdu. O, geceleri yalnız başına nafile kılarken nama­zını istediği kadar uzatırdı. Bu namazların bir rekatında zamm-ı sure olarak Bakara, Al-i îmran ve Nisa surelerini okurdu. Yine bu namazlarda Kıyam haline yakın uzunlukta rükuda kalır, rükuu kadar uzunlukta, ayakta durur, ayak­ta durduğu kadar secdede kalır ve ve iki secde arasındaki otu­ruşu da secdesi kadar olurdu."[41]

Şunu da belirtelim ki, Peygamberimiz tarafından emre­dilen ve Enes ile diğer sahabiler tarafından kısa olduğu be­lirtilen bu kıyam rüknü Rasulullah'rn uygulaması ve emri ile açıklığa kavuşturulup sahabilere tebliğ edilmiştir. Peygam­berimiz mescidin minberinden namaz kıldırırken:

"Bunu beni Örnek alasınız ve benim namazımın na­sıl olduğunu öğrenesiniz diye yaptım."[42] buyurdu ve Ma­lik b. Huveris ile arkadaşına:

"Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız siz de öyle kılınız." demişti.

Peygamberimizin namaz konusundaki bu titizliğinin ve emrini uygulamalı örnekle açıklamak gereğini duymasının sebebi şudur. Çoğunlukla her iş kendisinden daha uzun bir işe göre kısa ve kendisinden daha kısa bir işe göre uzun ola­rak nitelenir. Bunun sözlüklerce belirlenmiş bir sınırı yok­tur. Öteyandan namazdaki hareketler yün eğirmek, avcı­lık, çiftçilik ve dokumacılık gibi geleneklerden değildir ki, bunun rükünlerini Örfe baş vurarak sınırlayalım. Tersine o, ibadetlerden biridir. İbadetler nasıl temelde şeriat koyu­cuya dayanıyorlarsa, nitelik ve miktarları da yine şeriat ko­yucuya başvurularak belirlenebilir.

Şu da var ki, eğer namazın herhangi bir rüknü veya bu rüknün kısalığı konusunda toplumun örfüne başvurmak ca­iz olsa, uzunluk ile kısalığın belirli kriterleri olmadığı için çoğu kere kıîmaklı emrolunduğumuz farz namazlarımızda çelişkiye bile varabilen farklılıklar meydana gelirdi. Namaz terimlerinin anlamları ve namazdaki hareketlerin şekli ko­nusunda her asrın, her şehrin, her kabilenin, her yörenin, hat­ta her mescid çevresinin diğerlerine benzemeyen farklı tu­tum ve uygulamaları artaya çıkardı. Bu durum da gerek Allah'ın ve gerekse "Benim nasıl namaz kıldığımı görü­yorsanız siz de öyle namaz kılınız." diyen Peygamberimi­zin emirlerine aykırı olurdu. Çünkü direktif olarak bu söz­leri söyleyen Peygamberimiz mesela "Bulunduğunuz çev­renin anlayışı uyarınca veya alışık olduğunuz ölçülere gö­re kısa kılınız" dememiştir. Hiçbir alimin de böyle dediği­ni işitmedim. Çünkü böyle bir şey ya fazlaya veya eksiğe dü­şerek sünnetlerin ölmesine ve şeriatın değişmesine yolaçar. Diğer sahabilerin rivayetleri de aynı gerçeği vurgulamakta­dır.

Nitekim Müslim'in, Züheyr'e[43]dayanarak bildirdiğine göre Semmak b. Harb,[44] sahabilerden Cabir b. Semure'ye[45] Peygamberimizin nasıl namaz kıldığını sordu ve ondan şu cevabı aldı; "Peygamberimiz namazı kısa tutardı, o şu adam­lar (o günü imamlarını kasdediyor) gibi kılmazdı,[46] Rasu-lullah sabah namazının farzında zamm-ı sure olarak kaf suresi ile benzeri uzunlukta sureleri okurdu."

Yine Müslim'in, Semmak yolu ile rivayet ettiğine göre Cabir b. Abdullah;

"Peygamberimiz Zamm-ı sure olarak öğle namazında "Velleyli iza yağşa, ikindi namazında buna yakın uzunluk­ta bir sure ve sabah namazında da bundan daha uzun bir su­re okurdu"[47] demiştir.

Bu sözler yine Müslim'in, Semmak'e dayanarak naklet­tiği Cabir b. Semure'nin şu sözlerine açıklık kazandırır ni­teliktedir; "Peygamberimiz sabah namazının farzında Zamm-ı sure olarak "Kaf suresini okurdu. Daha sonraki namazla­rı kısa olurdu."

Cabir -Allah-u Alem- "Daha sonraki" derken herhalde sa­bah namazından sonraki vakitleri kasdetmişti. Yani "Pey­gamberimiz, sabah namazından sonraki namazları sabah namazından daha kısa tutardı" demek istemiştir. Çünkü hem Peygamber Efendimizin namazları kısa tuttuğunu ve hem de sabah namazına Zamm-ı sure olarak "Kaf suresi­ni okuduğunu birlikte söylemiştir.

Bu arada Buhari'de yer aldığına göre Ümm-ü Seleme[48]

"Peygamberimizin veda haccı sırasındaki bir sabah na­mazında Zamm-ı sure olarak "Tur" suresini okuduğunu işittim. O sırada cemaatın çevresinde dolanarak O'nun Kur'an okuyuşunu dinledim."[49] demiştir.

Bilindiği gibi Peygamberimiz (s.a.v.) Veda Hacc'ından sonra çok az bir evre yaşamıştı. "Tur" suresi de "Kaf' su­resine yakın uzunluktadır.

Yine Buhari'de yer aldığına göre îbn-i Abbas "Bir gün anam Ümm-ü Fad[50] "Velmurselati" suresini okuduğumu işi­tince Yavrum, bu sureyi okuyunca bana Rasulullah'ı hatır­lattın, çünkü bu sure Peygamberimizin ağzından en son işittiğim ve bir akşam namazında Zamm-ı sure olarak oku­duğu sure idi."[51] demiştir.

Gerek yukardaki hadislerden ve gerekse bunların diğer benzerlerinden anlaşılıyor ki, Peygamberimiz ömrünün son döneminde sabah namazında Zamm-ı sure olarak orta uzan-luktaki surelerden birini okuyordu. Bunun belgeleri çoktur. Bu konuda sözleri bize kadar ulaşan diğer sahabiler görüş birliği halinde Rasulullah'ın sabah namazında öteden beri böyle Zamm-ı sure okuduğunu bildirdikleri ve hiç bir saha-bi O'nun ömrünün sonlarına doğru eskisinden daha kısa şekilde namaz kıldığını.söylemediği için sabah namazında Zamm-ı sure olarak orta uzunlukta bir sure okumanın sün­net olduğu konusunda bütün fıkıh alimleri görüş birliğine varmışlardır.

Sahabilerden Cabir b. Semure "O'nun namazı şu adam-larınki (günün imamlarının namazı) gibi değildi" derken na­mazı bu anlattığımızdan daha uzun ve daha kısa kıldıran imamları kastediyordu. Yani Rasulullah namazı kısa tutar­dı, ama bununla birlikte ve bugünün imamlarının rukuu, sec­deyi ve rükünler arasındaki fasılayı kırptıkları gibi namazm hiçbir rüknünü kırpmazdı" demek istiyor. Sahabelerden Enes ile Berae'nin sözlerinin vurguladığı gibi Cabir'in bu sözü, o günün emirlerinin (devlet adamlarının) imamlıkla­rı sırasında gerek kıraati (zamm-ı sure okumayı) ve gerek­se diğer rükünleri Peygamberimizin yaptığından daha kısa tuttukları anlamına da gelmeyebilir.

Nitekim Müslim'in bildirdiğine göre Ebu Kuz'a[52] diyor ki:

"Bir defasında sahabilerden Ebu Said Hudri'yi görmeye gitmiştim. Yanma vardığımda başı kalabalaktı. Ziyaretçiler dağılınca kendisine "Ben sana şu gidenlerin sordukları me­seleleri sormayacağım. Benim senden sormak istediğim şey Peygamberimizin nasıl namaz kıldığıdır" dedim.

Önce bana "Bunu bilmenin sana bir hayrı olmaz" deme­sine rağmen aynı soruyu tekrar sorunca şunları söyledi; "O zamanlar Peygamberimiz öğle farzına durunca içimizden bi­ri helaya gidip ihtiyacını giderdikten sonra evine varıp ab-dest alarak Mescide döndüğü takdirde namazı ilk rekatta ye­tişebiliyordu."[53]

Ebu Said'in bu sözlerinden, onun daha sonraki dönem­lerde Peygamberimizin zamanından daha kısa şekilde namaz kılındığı görüşünde olduğunu anlıyoruz. Buhari ile Müs­lim'in bildirdiğine göre de sahabilerden Ebu Berze[54] bu ko­nu ile ilgili olarak "peygamberimizin arkasında sabah nama­zı kılıp da Mescid'den çıkan herkes yanında kimin namaz kıldığını iyice hatırlardı (Namaz o kadar uzun sürerdi.) Peygamberimiz sabah farzının iki rekatında veya bir reka­tında altmış ile yüz arasında değişen sayıda ayet okurdu."[55] demiştir. Ahmed b. Hanbel ile Nesai'nin bildirdiğine göre Abdullah b. Ömer "Rasuluîlah'ın bize namazları kısa tutma­mızı emrettiği olduğu gibi bize "Saffat" suresini Zamm-ı su­re olarak okuyarak namaz kıldırdığı da olmuştur."[56]

Bu arada Nesai ile İbn-i Mace'nin, Süleyman b. Yesar'a [57]dayanarak bildirdiğine göre bir defasında sahabiler-den Ebu Hureyre "Arkalarında namaz kıldığım imamlar arasında falanca kadar namazı Peygamberimizin namazına benzeyenini hiç görmedim" dedi. Bu konuşmayı nakleden Süleymen b. Yesar diyor ki: "Ebu Hureyre'nin sözünü etti­ği kimse öğle farzının ilk iki rekatını uzatır, son iki rekatı­nı kısa tutardı, ikindi namazını kısa tutardı, akşamın farzın­da Zamm-ı sure olarak kısa surelerden birini, yatsı farzın­da orta uzunluktaki surelerden birinini ve sabah farzında da uzun surelerden birini okurdu."[58]

Müslim'in, Ammar b. Yesar'a[59] dayanarak naklettiğine göre Peygamberimizin buyurduğu şu sözler de yukardaki ri­vayetleri destekler niteliktedir:

"İnsanın namazı uzun tutup hutbeyi kısa kesmesi din bilgisinin derin olduğunu gösterir. Buna göre namazı uzatınız ve hutbeyi kısa kesiniz. Kuşkusuz güzel konuş­mada büyüleme gücü vardır."[60]

Burada Peygamberimiz namazı uzun tutmayı kişinin din bilgisinin belirtisi sayarak onu uzatmayı emrettiği görülü­yor. Bu emir ya genel olarak bütün namazlarla ilgilidir ve­ya Peygamberimizin bu sözleri ile sadece cuma namazım kasdetmiştir. Eğer bu emir genel karakterli ise söylenecek bir şey yok. Fakat eğer bu emirle sadece cuma namazı kas-dedİlmiş ise, bu namazdaki cemaatın diğer namazlardakin-den daha kalabalık olduğu ve bu kalabalık arasına güçsüz­lerin, yaşlıların ve sıkışmışların bulunabileceğini, üstelik bu namazın iki hutbenin arkasından ve günün en sıcak saatle­rinde kılındığı gözönüride tutulunca sabah ve benzeri serin saatlerde ve nisbeten az sayıda cemaatle kılınan namazların haydi haydi uzun tutulacağı sonucu çıkar.

Bu açıklamayı yapmamızın sebebi şudur. Az yukarda sa-habilerden Enes'in, Peygamberimizin namazını takdir etti­ğini belirtmiştik. Düşündük ki bu iki hadisi işiten kimse bun­ların arasında çelişki olduğunu sanabilir veya bazı kimseler bu hadislerdin birini görmezlikten gelip öbürüne sarılabilir ve sarıldığı hadisin manasını anlayabilir.

Sözlerimizin burasında bir kaç sayfa önce yer verdiğimiz sahabilerden Enes'in rivayet ettiği şu hadisi tekrar ele ala­lım:

"Kendi kendinize görevlerinizi ağırlattırmayınız, yoksa Allah da size ağır görevler yükler. Çünü sizden ön­ceki bazı kavimler kendilerine ağır görevler yükledikle­ri için Allah da onlara ağır görevler yükledi. Şimdi ma­nastırlarda ve kilise köşelerinde gördüğünüz kimseler iş­te o kavimlerin kalıntılarıdır. Onlar daha önce Allah'ın üzerlerine yazmamış olduğu ruhbanlığı kendileri uy­durdular."

Görüldüğü gibi bu hadiste Peygamberimiz, şeriata ekle­meler yaparak dini zorlaştırmayı yasaklıyor. Bu ağırlaştır­ma, bazan vacip veya müstehap olmayan ibadetleri vacip veya müstehap sayarak ve kimi zaman da haram veya mekruh olmayan şeyleri haram veya mekruh sayarak olur. Peygam­berimiz bu yasaklamanın gerekçesini belirtirken vaktiyle kendilerine ağır görevler yüklemenin hristiyanlara daha sonra Allah'ın da ağır görevler yüklediğini ve sonunda işin bu gün gelenekleştirdikleri ve kendi uydurmaları olan ruh­banlığa kadar vardığını anlatıyor. [61]

 

Gayretkeşlik Doğru mu?

 

Bu hadis şu noktada uyarıcıdır: Eğer kul önce kendi kendine ağır yükümlülük yüklerse onun bu tutumu, daha son­ra Allah'ın onun üzerine ağır yükümlülük yüklemesine yo-laçar. Bu da ya Cenab-ı Allah'ın şeriata yeni bir kural ekle­mesi veya o yükümlülüğü takdir etmesi yolu ile olur.

Cenab-ı Allah'ın şeriata yeni bir kural eklemesine şun­lar örnek gösterilebilir. Bilindiği gibi sahabiler cemaatle te­ravih namazı kılmak üzere Mescid'de toplanınca Rasulul-lah bu namazın farz olmasından çekinerek onlara böyle yapmamalarını söylemiştir.[62] Yine Peygamberimiz henüz haram kılınmamış konular hakkında sahabilerin kendisine soru sormasını aynı endişe ile hoş karşılamamış tır. Ayrıca her hangi bir ibadeti yapmayı adayanın onu yapmak zo­runda tutulması bu kategoriye girer. Çeşitli sebepler yü­zünden farz hale gelen keffaretler de böyledir. Peygambe­rimizin hayatı boyunca ümmetine yeni farzların ve ek haram­ların yüklenmesi ihtimalinden sürekli biçimde kaçınması bu gerekçeden kaynaklanmıştır.

Cenab-ı Allah'ın (c.c.) takdir yolu ile ek yükümlülükler bindirmesine gelince, bazı farz veya haramlar konusunda aşırı şekilde titizlik gösterenlerin o konularda zorlaştırıcı se­beplerin etkilerine maruz bırakıldıklarının sık sık görmüş ya da duymuşuzdur. Mesela aşın temizlik titizleri ve vesvese­leri gibi. Bunlar bu konudaki şeriat emirlerine eklemeler ya­pınca, ağır ve sıkıntılı sebeplerin etkilerine maruz bırakılır­lar.

Hadisin bu son anlamı, daha önce üzerinde durduğu­muz şu ayetin anlamı ile bağdaşma halindedir:

"O Peygamber ki uhdelerindeki ağır yükleri ve zin­cirleri üzerlerinden kaldırır."                  (A'raf: 7/157)

Görüldüğü gibi bu ayet, müminlerin ağır yükleri ve zin­cirleri gönüllü olarak yüklenmeye kalkışmalarını hoş karşı­lamamaktadır.

Bu ayettedeki "ağır yükler (asar)" ağır farzları ve "zin­cirler (ağlal)" da ağır haramları ifade eder. Çünkü "Asar" ke­limesinin tekili olan "Isr" kelimesi sözlük anlamı ile "ağır­lık, şiddet" ve "ağlal" kelimesinin tekili olan "ğıll" kelime­si de "hareket etmeyi engelleyen bağ" demektir. Cenab-ı Al­lah'ın (c.c.) şu buyruğu da aynı anlamı pekiştirerek dile getirmektedir:

"Ey müminler, sakın Allah'ın size helal kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyiniz. Sınırı da aş­mayınız, çünkü Allah sınırı aşanları sevmez."

(Maıde: 5/87)

Bu ayetin iniş sebebi analatacağımız şu meşhur olayla­dır: Buharı ile Müslim'in bildirdiklerine göre sahabilerden Enes b. Malik (r.a.) diyor ki:

Bir gün sahabilerden üç kişi Peygemberimizin eşlerinden birinin evine gelerek O'nun ne gibi ibadetler yaptığını sor­dular. Kendilerine gereken bilgi verilince Rasulullah'm iş­lediği ibadetleri azımsarcasına "Biz hiç Rasulullah ile bir olabilir miyiz? O'nun geçmiş-gelecek tüm günahları affedildi" dediler.

Arkasından içlerinden biri "Ben bütün yıl boyunca saba­ha kadar namaz kılacağım" dedi. Öbürü de "Ben bütün yıl boyunca ara vermeden oruç tutacağım" diye konuştu. Üçün­cüsü de "Ben de kadınlara hiç yanaşmayacak, ömrüm boyun­ca evlenmeyeceğim" diye söyledi.

Bu arada çıkagelen Peygamberimiz onlara şöyle dedi:

"Şöyle şöyle diyenler siz misiniz? Bana gelince, valla-hi, Âllah'dan en korkanınız, en takvahnız Ben'im. Bu­nunla birlikte hem oruç tutarım, hem bozarım hem na­maz kılar hem uyurum ve evlenirim de. Kim Ben'im sünnetimden yüz çevirirse Ben'den değildir"[63] Bu ifade Buhari'nindir. Hadisin yine Enes'e dayalı ve Müslim'de yer alan ifadesi de şöyledir: "Bir gün sahabüer-den bir kaç kişi, Peygaberimizin eşlerine O'nun gizli olarak ne gibi ameller işlediğini sordular. Bu arada içlerinden bi­ri "Ben hiç evlenmeyeceğim" öbürü "Ben hiç et yemeyece­ğim" ve üçüncüsü de "Ben hiç yatakta uyumayacağım" de­di. Bu arada eve gelen Peygaberimiz Allah'a hamd-ü sena ettikten sonra şunları söyledi:

"Şu şu sözleri söyleyenlere ne oluyor? Oysa Ben hem namaz kılar, hem uyurum. Hem oruç tutar, hem bozarım ve evlenirim de" Kim Ben'im sünnetimden yüz çevirir­se Ben'den değildir."[64]

Bu anlama gelen, yani gerek ibadetlerde ve gerekse nef­sin arzularını gemleme konusunda orta yolu tutmanın sün­net olduğunu bu tutumun hrıstiyanlıktaki ruhbanlığın gere­ği sayılan evlenmeme ve benzeri gibi psikolojik arzuları bütünü ile oruç gibi ibadetlere aşın şekilde dalmaktan daha iyi olduğunu dile getiren hadislerin sayısı çoktur. Yalnız kimi bazı sofular (abidler) eksik bilgilere dayalı yorumlarla bu il­keye ters düşmüşlerdir.

Bu hadisin bir benzeri Ebu Davud'un, Ebu Ümame'ye da­yandırarak naklettiği şu hadistir. Buna göre bir gün adamın biri Peygamberimize gelerek;

"Ya Rasulallah, bana seyahat için izin verir misin?" di­ye sordu. Peygamberimiz bu adama:

"Ben'im ümmetimin seyahati, Allah yolunda cihad et­mektir."[65] diye cevap verdi. Görülüyor ki, Rasulullah üm­meti için seyahatin, yani evi-barkı terkedip diyar diyar gez­menin cihad olduğunu belirtiyor. Başka bir hadiste de bu an­lamda "Oruç tutmak, seyahata çıkmak demektir. Oruçlular, seyahat halinde demektirler"[66] şeklinde Duyuruluyor. Bu açıklamalar Kur'an'da geçen "Seyahat eden erkekler" ve "Seyahat eden kadınlar" ifadelerini de yorumlar nitelik­tedir.[67]

Belirli bir maksat taşımaksızın evi-barkı terkederek di­yar diyar dolaşmak anlamındaki seyahata gelince, böyle bir gezi bu ümmetin amellerinden değildir. Bu yüzden imam Ahmed Hanbeli bu konuda şöyle diyor: "Seyahatin islamda hiçbir yeri yoktur, bu Peygamberin ve salih kulların özellikle yaptıkları bir şey de değildir.[68] Buna rağmen bir gurup arkadaşımız ya kendilerince bazı yorumlara girişerek, veya yaptıkları şeyin yasaklandığını bilmeksizin seyâhata çıkmışlardır. Oysa bu davranış Peygamberimizin hakkında -İslam'da ruhbanlık yoktur- buyurduğu uydurulmuş ruh­banlığın bir uygulamasıdır."

Buradaki maksadımız, hak dinin yahudiler gibi Allah'* anmayı umursamayarak kalb katılığına kapılmamak için bunun tersine her zaman diri tutmak için getirdiği prensip­leri ye bu arada sonradan uydurulmuş ruhbanlık konusun­da hrîstiyanlara ters düşmenin gerektiğini açıklamaktadır. Gerçi bazı alim ve dindarlarımız ya beriki tarafın veya öte­ki tarafın hastalığından pay almışlar, ya bu tarafa veya o ta­rafa belirli oranda benzemişlerdir.

Aynı gerçeği vurgulayan Ahmed, Nesai ve İbn-i Mace ta­rafından nakledilen diğer bir hadis de şudur. Abdullah b. Ab-bas diyor ki:

Akabe'ye varışımızın sabahında Rasulullah devesinin üzerindeyken bana "Ben'im için bir çakıl taşı topla" dedi. Yedi orta boylu çakıl taşı toplayıp kendisine verdim. Ver­diğim çakılları avucu içinde silkelerken "işte bu büyüklük­te çakıl taşı atınız" dedikten sonra sözlerini şöyle bağladı: "Sakın dinde aşırılığa düşmeyiniz, çünkü sizden önceki­leri dinde aşırılığa düşmek helak etmiştir."[69]

Peygamberimizin buradaki "Salan dinde aşırılığa düşme­yiniz" şeklindeki uyarısı geneldir, yani hem inançlarındaki ve hem de davranış ve tutumlardaki (amellerdeki) aşırılıkIarı içerir. Öteyandan "aşırılığa düşmek" demek, bir şeyi ya hakettiğinden daha fazla överek veya layık olduğundan da-' ha fazla kötüleyerek ya da başka bir yolla "ölçüyü, sınırı aş­mak" demektir.

Hristiyanlar, gerek inanç sistemi gerekse davranış ve tutumlar bakımından diğer kesimlerden daha çok aşırılığa düştükleri için Cenab-ı Allah (c.c.) onları, Kur'an'in şu ayetine göre bu konuda Özellikle uyarmaktadır:

"Ey kitab ehli, sakın dininizde aşırılığa düşmeyiniz."

(Nisa: 4/171)

Peygamberimizin yukardaki genel uyarısının sebebi şey­tan taşlanırken kullanılacak çakıl taşları konusudur. Bu ko­nuda genel uyarının kapsamı içindedir. Bu konuda aşırılığa düşmek iri çakıl taşlan atmak ve buna benzer hareketlerdir. Bu yüzden Rasulullah, mümkün olduğu kadar küçük çakıl taşlarının atılmasını tavsiye ettikten sonra buna gerekçe olarak da "Bizden önceki toplumları dinde aşırılığa düşmüş olmalarının helak ettiğini" belirtmiştir. Tıpkı hristiyanlar-da gördüğümüz gibi, bu mantık ve bu ifade tarzının gereği ve sonucu şudur: "Onların" yolundan kesinlikle uzak kal­mak, helak olmalarının sabeplerine yakalanmamanın en kestirme yoludur. Bunun yanında "onların" bazı adet ve geleneklerini benimseyen kimse onlar gibi helak olma teh­likesi ile karşı karşıyadır. [70]

 

İmtiyaz Tanımamak

 

Bu yüzdendir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bizden öncekiler gibi olmayarak onların yaptıkları gibi suçluları ce­zalandırırken (hadleri uygulayarak) eşraf ile sıradan halk ara­sında ayrım yapmamızı, kim olursa olsun herkese aynı ce­zayı vermemizi emrediyor, Oysa çoğu aklievvel kimseler si­yaset uzmanları ileri gelenleri ceza dışı bırakmanın siyasi yönden daha yerinde olduğunu sanırlar.

Nitekim Buhari ve Müslim'in, Hz. Aişe'ye dayanarak bil­dirdiğine göre Peygamberimiz, Mahzumiye kabilesi eşra­fından hırsızlık yapan bir kadının cezasının bağışlanması ko­nusunda rica etmeye gelen Üsame'ye[71] şöyle buyurdu:

"Ya Üsame, Allah'ın emrettiği bir cezayı uygulama-yayım diye mi aracılık ediyorsun? İsrailoğulları şu yüz­den helak oldu. Onlar aralarındaki eşraftan biri hırsız­lık edince çalanı serbest bırakırlar, fakat halktan biri ça­lınca hemen kendisini cezalandırıyorlardı. Nefsimi elin­de tutan Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, eğer hırsızlık yapan Muhammed'in kızı (benim öz kızım) Fa-tıma bile olsa tereddüt etmeden elini keserdim."[72]

Sözü edilen Mahzum oğullan Kureyş kabilesinin en önde ge­len boylarından biri idi. Bu yüzden onlardan olan bir kadının eli­nin kesilmesi ağırlarına gitmişti. İşte bunun üzerine Peygambe­rimiz, İsrailoğullannın ileri gelenlerinden olan suçluları ceza dı­şı tutmayı gelenekleştirdikleri için helak olduklarım bildirdik­ten sonra kadınların en şereflisi olan kendi kızı Falıma bile hırsızlık yapacak olsa hiç teredüt etmeden elini keseceğini açıklamıştır. Rasulullah böylece adaleti gözetme yükümlülüğü­nün ve eşitliği ilkesinin, değil başka birini, Peygamberimizin kı­zım bile kanun üstü saymaya tahammülü olmadığını kesin dil­le belirtmiştir oluyordu. [73]

 

Kitab'ı Nefse Göre Değiştirmek

 

Şimdi di Buharı ile Müslim'de yer alan şu hadisi gözden geçirelim. Sahabilerden Berae b. Azib (r.a.) diyor ki:

"Bir gün Peygamberimiz yüzü karartılmış ve sopa ile dö-ğülmüş bir yahudiye rastladı. Bunun üzerine o civardaki ya-hudileri yanına çağırarak:

"Sizin kitabınızdaki zina haddi (cezası) böyle mi­dir?" diye sordu. Yahudiler kendisine:

"Evet, öyledir" diye cevap verince onların bir bilgini çağırarak kendisine:

"Seni Musa'ya, Tevrat'ı indiren Allah'a salarak so­ruyorum. Söyle bakalım, kitabınızdaki zina haddi böy­le midir?" diye sordu. Yahudi bilgini Peygamberimize şu cevabı verdi:

"Hayır, böyle değildir. Eğer beni Allah'a salmasaydın, bu işin iç yüzünü sana anlatmazdım. Bizim kitabımızda da zi-na'nın haddi (cezası) recm'dir (taşlamaktır). Fakat zina eş­rafımız arasında çoğaldı. Biz ise eşrafdan zina etmiş birini yakaladığımızda salıveriyor ve halktan zina işleyen birini ya­kalayınca kendisine hadd uyguluyorduk. Baktık ki, olacak gibi değil. Bunun üzerine biraraya gelerek "O halde hem eş­raftan olanlara ve hem de sıradan halka uygulayabileceği­miz ortak bir ceza kararlaştıralım" diye konuştuk ve böyle­ce yüzü karartma ile sopalamayı, recm'in yerine koyduk."

Adamdan bu sözleri işiten Peygamberimiz:

"Allah'ım, Sen'in, öldürülen (yürürlükten kaldırılan) emrini ilk diriltecek (uygulayacak) olan Ben'im" diyerek önündeki yahudinin recm cezasına çarptırılmasını emretti. Hemen bunun arkasından da Cenab-ı Allah (c.c.) şu ayeti in­dirdi:

"Ey Peygamber, ağızları ile -inandık- deyip de kalp­leri ile inanmamış olanlardan ve Yahudilerden küfürde

yarışanlar Sen'i üzmesin. Onlar yalana kulak kesilirler. Kelimelerin konduğu yeri değiştirirler. -Eğer size böy­le hükmolunursa kabul ediniz, eğer böyle hükmolun-mazsaniz çekininiz- derler."                     (Maide: 5/41)

Ayetin bu son cümlesinde şuna işaret ediliyor. Yahudi­ler birbirlerine diyorlar ki:

"Zina olayı olunca önce Muhammed'e başvurunuz. Eğer size yüz karartıp sopalama cezası konusunda fetva verirse dediklerini yapınız, yok eğer size recm cezası vermeyi tek­lif ederse, fetvasma uymaktan kaçınınız." Bunun üzerine Ce-nab7ı Allah (c.c.) arka arkaya şu ayetleri indirdi:

"Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler kafirdirler."

"Allah'ın indirdiği emirlere göre hüküm vermeyen­ler zalimdirler."

"Allah'ın indirdiği emirlere göre hüküm vermeyen­ler fasıktırlar."[74] (Maide: 5/44-45-47)

Öteyandan Müslim'de yer aldığıne göre sahabilerden Cündeb b. Abdullah Beceli[75] diyor ki:

"Peygamberimizin ölümünden beş gün kadar önce ken­disinden şu sözleri işitmiştim:

"İçinizden birinin dostum olmasından Allah'a sığını­rım. Çünkü Allah tıpkı İbrahim'i dost edindiği gibi Ben'i de dost edinmişir. Fakat eğer bir dost edinecek ol­saydım, mutlaka Ebu Bekir'i dost edinirdim. Haberiniz olsaydı, sizden öncekiler Peygamberlerinin ve salih ki­şilerin mezarlarını mescid edinirlerdi. Sakın siz de ma-zarları mescid edinmeyiniz. Bunu yapmayı size kesinlik­le yasaklıyorum. "[76]

Görülüyor ki, bu hadiste Peygamberimiz daha önceki bazı ümmetlerin Peygamberlerinin ve aralarında iyi bildik­leri kimselerin mezarlarını mescid edindiklerini bildirdik­ten hemen sonra bizleri mezarları mescid edinmemeye ça­ğırıyor. Bu ifade tarzı gösteriyor ki, bizden önceki ümmet­lerin bir şeyi adet edinmeleri ya doğrudan doğruya sebebi ve­ya yasak gerekçesidir. Bu da onlar tarfından işlenen bir işin, sırf onlar tarafından adet edinildiği için bize doğrudan doğruya yasaklandığını veya yasak olmasına gerekçe oluş­turmasını gerektiriyor ki, her iki durumda da "daha önceki ümmetlere" ters düşmenin genellikle şeriat koyucunun mak­sadı olduğu anlaşılıyor.

Üstelik Peygamberlerimizin sözleri arasında yahudİIere ve hristiyanlara lanet ettikten sonra onların bu adetini bize yasaklayan ifadeleri pek çoktur. Nitekim Buhari ile Müs­lim'in Ebu Hureyre'ye dayanarak bildirdiklerine göre Pey­gamberimiz şöyle buyuruyor: "Allah yahudilerle hristiyan-ların canlarını alsın! Onlar Peygamberlerinin mezar­larını mescid edindiler."[77]

Müslim'e göre hadisin sözleri şöyledir: "Allah yahudi-ler ile hristiyanlara lanet etsin! Onlar Peygamberlerinin mezarlarını mescid edindiler."

Yine Buhari ile Müslim'in bildirdiğine göre Aişe şöyle bir olay anlatıyor; "Bir defasında Ümmü Seleme ile Ümmü Habibe[78] Peygamberimize Habeşistan'dayken görmüş ol­dukları Marya adlı bir kiliseden bahsettiler, bu kilisenin güzelliğini ve duvarlarındaki resimleri anlattılar. Bunun üzerine Peygamberimiz onlara şöyle karşılık verdi:

"Onlar öyle bir kavimdirler ki, aralarındaki iyi kim­seler öldüğü zaman mezarı üzerine mesçid yapar ve mescidin içine de o söylediğiniz tasvirleri çizerler. Onlar Allah katında en kötü yaratıklardır."[79]

Dört büyük hadis kaynağının, Buhari, Müslim, Tirmizi ve Nesai'nin, İbn-i Abbas'a dayanarak bildirdiğine göre "Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mezarlık ziyaret eden kadın­lara, buraları mescit edinenlere ve buralara kandil dikenle­re lanet etmiştir."[80]

Peygamberimizin gerek bu uyarısı ve gerekse salih kişi­lerin mezarları üzerinde mescid yaparak kitab ehline benze­meyi lanetlemesi bu konuda onlara benzemekten açıkça yasaklama ve onların diğer adetlerinden uzak durma husu­sunda da delil niteliği taşır. Çünkü onların diğer adetlerinin de aynı türden olmadığından hiç kimse emin olamaz.

Şunu da belirtelim ki, bu ümmetin çoğu gurubunun me­zarlar üzerinde mescid yapma veya üzerinde bina yapmak­sızın mezarlıkları mescid edinme hastalıklarına kapıldıkla­rını hepisini biliyoruz. Oysa, bunların her ikisi de çok sayı­da hadisin belirttiğine göre haramdır ve işleyicileri lanetle-miştir. Bu konudaki diğer hadisleri zikretmenin şimdi ye­ri ve sırası değildir. Çünkü maksadımız genel kuraldır.

Gerçi bu davranışların haram olduğunu gerek Malik'in gerek Şafii'nin ve gerekse Hanbel'in çoğu arkadaşları belirt­miştir. Zaten bu böyle olduğu için gerek sahabilerden ve ge­rekse Tabiin kuşağından olan ilk dönem müslümanları (se­lef) insanı böyle davranışlara sürükleyen adetlerden titizlik­le alıkoy arlardı. Bu alanda şimdi burada ele alıp inceleye­meyeceğimiz kadar çok sayıda belge vardır. Bu belgelerden birine göre Ali'nin torunu Ali b. Hasan[81]"Bir defasında bi­ri ile karşılaştı. Adam Peygamberimizin mezarının yanında bulunan bir boşluğa giriyor ve orada dua ediyordu. Ali b. Hasan adamı böyle yapmamaya çağırarak şunları söyledi; "Şimdi size benim babamdan ve babamın da dedemden ve dedemin de Rasulullah'dan işitmiş olduğu bir hadisi nakle­deyim ister misiniz? Söyleyeceğim şudur:

"Benim mezarımı bayram yeri ve evlerinizi mezarlık edinmeyiniz. Siz nerede olursanız olunuz, salat-ü selamı­nız bana ulaşır."[82]

Aynı konu ile ilgili olarak Süheyl b. Ebu Süheyl[83] de şöy­le diyor:

"Bir defasında Peygamberimizin mezarı başında Ali'nin torunu Ali b. Hasan gördü. O sırada Fatıma'nın evinde ak­şam yemeği yiyordu. Bana:

"Buyur, yemek yiyelim" diye seslendi. Kendisine:

"İsteğim yok" diye karşılık verdim. Bu defa da bana:

"Bu mezarın başında durmuş, ne yapıyorsun?" diye sor­du.

"Peygamberimize salat-ü selam getirdim" diye cevap verdim. Bu cevabım üzerine bana:

"Mescide girince salat-ü selam getir" dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti: Çünkü Rasulullah (s.a.v.) şöy­le buyurdu:

"Benim mezarımı bayram yeri ve evlerinizi mezarlık edinmeyiniz. Yahudilere Allah lanet etsin! Çünkü onlar Peygamberlerinin mezarlarını mescid edindiler. Bana sa­lat-ü selam getiriniz. Biliniz ki, nerede olursanız olun, selat-ü selamınız bana ulaşır."

Bu bakımdan seninle Endülüs'de (İspanya'da) bulunan, kimse arasında fark yoktur.[84]

Nitekim gerek Ahmed b. Hanbel ve gerekse Malik'in ve başka imamların bazı yakın arkadaşlarının belirttiğine gö­re müslüman belirli cümleleri söyleyerek Peygamberimize salat ve selam getirdikten sonra, eğer O'na dua etmek ister­se, yüzünü kıbleye çevirmeli ve Rasulullah'ın mezarını sa­ğma almalıdır. [85]

 

Veda Hutbesinin Önemi

 

Müslim'in, Hüseyin'e dayanarak rivayet ettiğine göre sa-habilerden Cabir şöyle diyor:

"Arefe günü zeval vakti girince (öğleyin) Peygamberimiz devesinin getirilmesini emretti. Devesi getirilince sırtına bi­nip, vadinin ortasına geldi ve orada halka hitaben şunları söy­ledi:

"Şu ayda ve şu beldedeki şu gününüz nasıl size haram-sa kanlarınız ve mallarınız da birbirinize öylece haram­dır."

Haberiniz olsun ki, cahiliye döneminin bütün adetleri ve uygulamaları ayaklarımın altındadır. Cahiliye dö­neminin kan davaları geçersizdir. İlk geçersiz saydığımız kan davası, Sa'd oğularının süt evladı olup, Huzeyl tara­fından öldürülen İbn-i Rebie b. Haris'in kan davasıdır. İlk kaldırdığım faiz de -amcam- Abbas b. Abdülmutta-lib'in faiz alacağıdır. Bunun tümü kaldırılmıştır.

"Kadınlar konusunda AUah'dan korkunuz. Çünkü siz onları Allah'ın emaneti olarak aldınız ve Allah'ın izni ile ırzları size helal oldu. Kadınların size karşı en önemli gö­revleri evlerinize istemediğiniz kişileri almamalarıdır. Eğer bunu yaparlarsa onları sakat bırakmayacak şe­kilde dövünüz. Buna karşılık siz de onları normal ölçü­de yedirip ve giydirmekle yükümlüsünüz."

"Size öyle bir şey bıraktım ki, eğer ona sımsıkı sarı-Iırsanız artık hiç sapıtmazsınız. Bu Allah'ın kitabıdır. Hep siz bana soru soruyorsunuz. Acaba sizler benim için ne diyor sunuz?"

Peygamberimizin bu sorusuna karşılık bu konuşmayı dinleyen kalabalık hep bir ağızdan:

"Hepimiz şahadet ederiz ki, sen gerçekleri tebliğ ettin, gö­revini yerine getirdin Ve insanlara nasihat ettin" diye cevap verdi. Arkasından işaret parmağını önce havaya kaldırarak ve arkasından kalabalığa doğrultarak üç kere üst üste:

"Şahid ol, Allah'ım" dedi.

Arkasından ezan okunup kamet getirilerek öğle namazı­nı kıldı, daha sonra ara verilmeksizin kamet getirilerek ikindi namazını kıldı. Arkasından da devesine binerek vak­fe yerine geldi..."[86]

Peygamber Efendimiz bu konuşmasında geçen "Cahili­ye döneminin bütün adet ve uygulamaları ayaklarımın altındadır" ifadesi bu dönemin bütün geleneklerini ve dini törenlerini kapsamına alır. Mesela o dönemin din anlayı­şının sonucu olan:

"Ey falanca, ey filanca" başlıklı yakarışlarla o günün bayram törenleri ile diğer gelenekleri gibi.

Peygamberimiz, bu genel yasaklamadan sonra sözü ca-hiliye anlayışına göre mubah sayılan bazı kanların ve mal­ların yasaklanmasına getirdi. Borçluların zimmetinde biri­ken faiz alacakları ile öldüreni ve öldürüleni henüz müslü-man olmadan önce işlenmiş cinayetlerin kan davaları gibi. Peygamberimizin bu konuşmasında belirli bir kaç hususu ya­sak ilan etmesinin iki sebebi olabilir. Rasulallah ya hacc mevsiminden sonra girişeceği uygulama hakkında bir ön uyarı yapmak istemiş veya halkın geleneklerinden kaynak­lanan bir uygulama olarak değil, sağlam gerekçeli haklar ola­rak sandığı bazı belirli hususları ortadan kaldırmayı amaç­lamıştır.

Görüldüğü gibi Peygamberimizin bu ifadeieri, cahiliye döneminde geçerli olup da, İslam tarafından da onaylanmış olan gelenekleri kapsamıyor. Hacc ziyareti, yüz develik ci­nayet diyeti ve yeminli kan davacıları (kasame) sistemi gi­bi. Çünkü "cahiliye adeti" denince bundan anlaşılan şey, o dönemin islam tarafından onaylanmayan gelenek ve uygu­lamalarıdır. Buna o dönemin İslam tarafından açıkça yasak­lanmamış olan gelenek ve uygulumalan da dahildir.

Bu arada Ebu Davud, Nesai ve İbn-i Mace'de yer aldığı­na göre Ebu Husayn Mısrı şöyle diyor:

" "Bir gün Beytülmukaddes mescidinde namaz kılmak üzere Afır kabilesinden Ebu Amir[87] künyeli bir arkada­şımla birlikte yola çıkmıştım. O gün Ezd kabilesinden bir sa

habi olan Ebu Reyhane[88] namazdan önce Mescid'de bir konuşma yapmıştı. Yolda arkadaşım beni geçmişti, ben ar­kasından yetişerek yanına oturdum. Bir ara bana:   ,

"Ebu Reyhane'nin konuşmasına yetiştin mi?" diye sor­du. Kendisine:

"Hayır" diye karşılık vermem üzerine bana şöyle dedi: "Ebu Reyhane'nin şöyle dediğini işittim: Peygamberimiz şu on şeyi yasaklamıştır:

1- Dişleri kazıyıp seyreltmek

2- Vücuda dövme yaptırmak

3- Ağaran kılları yolmak

4- İç çamaşırsız iki erkek vücudunun birbirine değmesi

5- İç çamışırsız iki kadın vücudunun birbirine değmesi

6- Erkeğin, acemlerin yaptığı gibi, alt kenarına ipek per­vaz diktirmesi

7-  Erkeğin, acemlerin yaptığı gibi, omuz başına ipek yama diktirmesi

8- Yağmacılık

9- Kaplan derisi ile kaplı eğere binmek

10- Devlet adamları dışında kalan kimselerin mühürlü yü­zük takmaları"[89]

Bu hadis bir çok fıkıh aliminin önüne problem çıkarmış­tır. Şundan dolayı ki, erkeklerin elbiselerinde az miktarda ipekli kumaş bulunmasının caiz olduğunu belirten çok sa­yıda delil varken, bu hadis erkeklerin elbiselerinde ipekli kumaşın büsbütün yasaklar bir nitelik taşıyor. Oysa burada Pey­gamberimizin yasakladığı şey erkeklerin acemlere özenerek ebiselerinin alt kenarına ipek kumaştan pervazlar ve omuz başlarına ipekli yamalar diktirmeleridir. Buna göre yasak­lanan şey, elbiselere dikilen ipekli kumaş parçalarının ken­dileri değil, acemler arasında moda olan bir kıyafet şeklidir. Eğer durum böyle olmayıp da, buradaki yasaklamanın ge­rekçesi ipekli kumaş olsaydı, yasaklama erkek elbisesinin sırf söz konusu iki yeri ile sınırlanmaz, elbisenin her tara­fım içerirdi. Böyle olduğu içindir ki, Peygamberimiz söz­leri arasında "acemler gibi" demiştir. Bilindiği gibi sıfatın asıl görevi önüne geldiği ismi belirlemek değil, onu nitele­mektir. [90]

 

Hayvan Keserken Özentiden Kaçınmak

 

Ebu Davud'un, İmran b. Huseyn'e dayanarak naklettiği şu hadisi de yukardaki hadisin ışığında yorumlamak müm­kündür. Peygamberimiz söz konusu hadisinde "Ben kızıl renkli eğere binmem, üzerine serçe figürü işlenmiş elbise ve ipek pervazlı gömlek giymem"[91] buyurmuştur. Tıpkı bunun gibi Buharı ile Müslim'de belirttiğine göre Rafi b. Hu-deyc[92]diyor ki:

"Bir defa Peygamberimize:

"Ya Rasulallah, yarın düşman karşısına çıkıyoruz. Eğer savaşta hayvan boğazlayacağımız sırada bıçak bulamazsak kamış kullanabilir miyiz?" diye sordu. Bana şöyle cevap ver­di:

"Kan akıtılan ve üzerinde Allah'ın adı anılan hayva­nın etini ye. Yalnız bu hayvanın kanı dişle ve tırnakla akı­tılmış olmamalıdır. Şimdi size bunun sebebini söyleyece­ğim. Çünkü diş aslında kemiktir ve tırnak da Habeşlile-rin hayvan boğazlama aletidir."[93]

Görüldüğü gibi bu hadiste Peygamberimiz, tırnakla hay­van boğazlamayı bunun Habeşliler tarafından boğazlama ale­ti yerine kullanıldığı gerekçesi ile yasaklıyor. Ayrıca diş ile hayvan boğazlamanın yasaklanmasını da onun bir çeşit ke­mik oluşuna bağlıyor.

Fıkıhçılar bu konuda farkh görüşler ileri sürüyorlar. Bir gurup müctehide göre, buradaki yasağın gerekçesi, dişle ve tırnakla boğazlamanın boğmaya benzemesi veya bu ih­timali akla getirmesidir. Oysa bilindiği gibi boğularak öldü­rülen hayvanın etini yemek yasaktır. Nitekim müçtehidler bu ilkeye dayanarak yerlerinden çıkarılıp bilenmiş diş ve tır­naklarla hayvan boğazlanmanın caiz olduğunu ileri sürerler. Çünkü bağımsız ve bilenmiş aletlerle hayvan boğazlamanın boğmakla hiç bir ilgisi yoktur.

Oysa fıkihçılann çoğunluğu diş ve tırnak kullanarak hayvan boğazlamayı kayıtsiz-şartsız olarak yasak saymış­lardır. Çünkü Peygamberimiz diş ile tırnağı kan akıtma araçlarından ayırmakta, akademik deyimi ile istisna etmek­tedir. Demek ki, diş ile tırnak, hayvan boğazlarken kullanılamayacak kesici araçlardır. Eğer Peygamberimizin yasak­laması bu araçlarla yapılan boğazlamanın boğma niteliğin­de oluşuna dayansa idi, o zaman buradaki istisna anlamsız olurdu. Böyle bir ihtimalin varolabileceği meselesine gelin­ce muhtemel olanın gerçekmiş gibi kabul edilebilmesi için gerekçenin gizli veya belirsiz olması gerekir. Gerekçenin açık ve belirli olduğu durumlarda muhtemel olan şey ger-keç yerine konamaz. Ayrıca bu yasağı ilk gurubun düşündü­ğü gerekçeye bağlamak, Peygamberimizin hadisinde belir­tilen gerekçelendirmeye ters düşer.

Fakat fıkıhçılar bu kesimi "Acaba hadisteki genel ifade­ye bağlı kalarak başka bir kesici kemik parçası ile de hay­van boğazlamak yasak mıdır, değil midir?" meselesi karşı­sında ikiye ayrılmışlardır.

Bu görüşlerin her üçüne göre de Peygamberimizin "şim­di size bu yasağın sebebini söyleyeceğim" dedikten son­ra "çünkü tırnak Habeşlilerin hayvan boğazlama aracı­dır" ifadesini kullanması, tırnaktaki bu niteliğin, yani onun Habeşlilerin hayvan boğazlama aracı oluşunun bu yasakla­mada etkili olduğunu belirtir. Bu etki isterse doğrudan doğ­ruya yasaklamanın sebebi olarak, isterse sebebe götürücü bir ipucu olarak, isterse sebebin niteliklerinden biri olarak ve­ya isterse sebebin niteliklerinden birine götüren bir ipucu ola­rak kendisini göstermiş olsun farketmez. Çünkü Habeşliler uzun tırnaklıdırlar ve diğer milletlerden farklı olan bu adet­leri yüzünden hayvanlarını tırnakları ile boğazladıkları gö­rülmüştür. Buna göre tırnakla hayvan boğazlamak, kendile­rine özgü bu geleneklerinden Habeşlilere benzemek ola­cağı için Rasulullah tarafından yasaklanmıştır. Kemiğe ge­lince onun boğazlanma aleti olarak kullanılmasının yasak­lanması, tıpkı taharetlenme maddesi olarak kullanılmasının yasaklığı gibi, potansiyel pisîeyici niteliğinden ileri gele­bilir. Çünkü bilindiği gibi, kan pis (necis) bir maddedir.

Buradaki maksadımız hayvan boğazlama konusunun de­taylarını anlatmak değildir, O konuda şimdi burası yeri ol­madığı için söylemediğimiz, fakat söylenmesi gereken ba­zı sözler vardır.

Şimdi de aynı gerçeği geçmişin olayları arasında irdele­yelim. Buharı ile Müslim'in, Ebu Hureyre'ye dayanarak bildirdiklerine göre peygamberimiz bir hadisinde:

"Amr b. Amir Huzai'yi cehennnemde barsaklarını yerde sürüklerken görüm. Çünkü o Şaibe adı altında putlara deve adanması geleneğini ilk ortaya atan kim­se oldu."[94] buyurmuştur. Aynı hadisin yine Ebu Hureyre ta­rafından rivayet edilerek Müslim'de yeralan şekli de şöyle­dir: "Kaab oğullarının kardeşi Amr b. Luhay b. Kamaa b. Handefi cehennemde barsaklarını yerde sürüklerken gördüm."[95]

Bu hadisler yaygın şekilde bilinen geçmiş bir olaya işa­ret ediyor. Bu hadislere adı geçen Amr b. Luhay eski bir arap ileri gelenidir. Beytullah'ın çevresinde ilk anıt (heykel) di­ken odur. Söylendiğine göre diktiği bu anıtları Şam tarafla­rındaki Belka vadisinden getirmiş ve bu vadinin halkına özenerek Beytullah'm çevresine dikmişti. Bu arada Şaibe, Vesile ve Hami adlan ile anılan adak develer çığrım ilk açan kimse odur. İşte Peygamberimiz yukardaki hadislerde bu adamı "Cehennemde bağırsaklarım yerde sürüklerken gör­düğünü" bildirmektedir.

Bilindiği gibi araplar bu adamdan önce ataları İbra­him'in (a,s.) inanç ve geleneğine bağlı idiler. Bu inanç ve gelenek Allah'ı tek bilme ilkesine dayalı, dengeli (hanif) bir din idi. Fakat zamanının Mekke hükümdarı olan bu Amr b. Luhay tarafından bu köklü gelenekten ayrılmaya yöneltildi­ler.

Çünkü sözü geçen Amr'ın bağlı olduğu Huzaa kabilesi, Beytullah'm Kureyş kabilesinden önceki koruyucuları idi. Diğer yörelerde yaşayan araplar da her konuda Mekke'lüe-re özenir, onları Örnek edinirlerdi. Çünkü her taraftan ziya­retine gelinen Beytullah, Mekke'de idi. Bu yüzden Mekke'li-ler, İbrahim (a.s.) zamanından beri araplar arasında sayılır ve üstün tutulurlardı.

İşte araplar arasındaki yeri böylesine saygın olan Mek­ke'nin o günkü hükümdarı günlerden bir gün Şam tarafla­rına gider ve oralarda gördüğü bazı adet ve gelenekleri be­ğenerek memleketine benimsetmeye yönelir. Aklısıra bazı deve ye çeşitlerini oradaki inanç ve adetlere özenerek Bu hayra, Şaibe, Vesile ve Hami adlan altında putlara ada­mak. Allah'a saygı ifade eden dindarca bir davranıştı.

Oysa onun açtığı bu çığır, o güne kadar Hz. İbrahim'in dengeli dinine bağlı yaşayan araplar arasında müşriklik ge­leneğine doğru atılmış ilk adım ve Allah'ın helal kılmış olduğu nesneleri haram saymaya yönelik ilk sapma hareke­ti idi. O bu işi yaparken başkalarına özenmiş, başkalarını ör­nek edinmiş ve başkalarına benzemenin tutkusuna kapılmış­tı. O günden sonra işler günden güne daha da kötüye gitmiş ve zamanla yeryüzünün bu en saygıdeğer toprakları üzerin­de müşriklik geleneği kesin bir egemenlik kurmuş, köklü tev-hid inancının etkinliği silinmeye yüz tutmuştur.

Bu sapık eğilim peygamberimizin gönderilişine kadar sür­dü. Peygamberimiz ortaya çıkınca, İbrahim'in unutulan inanç ve gelenek sistemini yemden canlandırdı, Allah'ın bir­liği ilkesini yeniden yürürlüğe koydu ve söz konusu sapma döneminden beri araplarm haram sayar oldukları nesnelerin yeniden helal olduklarını ilan etti. Şimdi Kur-ı Kerim'in bu konuyu ele alan ayetlerini okuyalım:

"Müşrikler ekinlerin hasılatından ve evcil hayvanlar­dan Allah'a pay ayırırlar. Akıllansıra "Bu Allah için ve bu da O'na ortak koştuğumuz, İlahlarımız içindir" der­ler. İlahları için ayırdıkları paylar Allah'a ulaşmaz­ken, Allah'a ait olan paylar ilahlara gider. Ne kötü hü­küm veriyorlar! Ayrıca bu ilahlar çoğu müşriklere evlad-larını öldürmeyi güzel bir işmiş gibi gösterdiler ki, böy­lece hem onları mahvetsinler ve hem de dinlerini yozlaş-tırsınlar. Eğer bunu onlardan Allah isteseydi yapmazlar­dı. Onları iftiraları ile başbaşa bırak. Onlar akıllansı­ra "Bunlar dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir, bunla­rı bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da sırtlarına binilmesi yasak hayvanlardır" derler. Bir kı­sım hayvanları da Allah'ın adını anmaksızın boğazlar­lar. Bütün bunları Allah'a iftira olarak ortaya atarlar. Allah yakında onları bu iftiraları yüzünden cezalandıra­caktır. Derler ki, "Bu hayvanlardan olan yavrular, er­keklerimize helal ve kadınlarımıza haramdır. Eğer yav­rular ölü doğarsa erkek ve kadınlar bunu yemekte ortak­tırlar" Allah onlara bu yakıştırmalarının cezasını vere­cektir. O hikmet ve bilgi sahibidir. Bilgisizlik yüzün­den benimsizce çocuklarını öldürenler ve Allah'ın ver­diği rızkı, O'na iftira ederek haram sayanlar, hiç şüphe­siz hüsrana uğradılar, onlar gerçekten sapıttılar, yola ge­lecek gibi de değildirler!"               (En'am: 6/136-140)

Bu ayetlerin hitap ettiği kimseler, şöyle sorumluluktan sıyrılmaya kalkışıyorlar:

"Müşrikler derler ki, "Eğer Allah öyle dikseydi, ne biz ve ne de atalarımız müşrik olmaz ve hiç bir helal şeyi ha­ram saymazdık" Onlardan önceki gerçekleri yalanla­yanlar da öyle dediler ve sonunda azabı tattılar. Onlara de ki: "Karşımıza çıkaracağınız bir bilginiz var mı? Sa­dece zannlara uyuyor ve sadece saçmalıyorsunuz."

(En'am: 6/148)

Bilindiği gibi burada sözü edilen "yasak sayma" tutumu­nun başlangıcı dindarlık gayretkeşliği ile mubah olan şey­lerden uzak durmaktır. Söz konusu dindarlık da, her ne ka­dar sahibi farkında değilse de, kafirlere özenmekten, onla­ra benzemeye çalışmaktan kaynaklanmıştır;

Artık açıkça görüyorsun ki, Allah'ın din ve şeriaitlerinin yozlaşıp ortadan kalkmasının ve küfür ile isyanın üstünlük kurmasının en başta gelen sebebi kafirlere benzemektir. Buna karşılık bütün iyi gelişmelerin ana şartı da peygamber­lerinin sünnet ve şeriatlerine bağlılıktır. İşte dinde yeni bir şey ortaya çıkarmak (bidat) bu yüzden önemlidir. İsterse bu yeni şeyin kafirlere benzemeye sürükleyen yönü olmasın. Bir de bu iki sakıncalı nitelik (yeni bir şey ortaya çıkarma ile ka­firlere benzeme nitelikleri) biraraya gelince acaba durum na­sıl olur? Bu yüzdendir ki Peygamber Efendimiz (s.a.v.):

"Her toplum, benimsediği bidat oranında sünnetten fire verir." buyurmuştur.[96]

 

Ezanın Ortaya Çıkışı

 

Şimdi de şu olayı inceleyelim. Ebu Davud'un Ebu Umeyr b. Enes'e[97] dayanarak bildirdiğine göre bu zatın sahabiler-den olan amcası şöyle diyor:

Bir gün peygamberimiz müslümanları namaz kılmak için nasıl çağırmak gerektiğini düşünüyor, bunun uygun bir yolunu araştırıyordu. Sahabilerden biri Rasulullah'a "Namaz vakti gelince mescidin damına bir sancak dik, müs-lümanlar bunu görünce birbirlerine haber versinler" teklifin­de bulundu. Bu teklif Peygamberimizin hoşuna gitmedi. Bazı sahabiler de yahudiler gibi boru çalınmasını önerdiler." -Bu yahudi adetidir- diyerek bu öneriyi de reddettim. Kimi­leri de çan çalmayı teklif ettiler. Onu da -Hristiyanların adetidir- diyerek beğenmedi. O gün hiç bir karara yarılama­dan herkes evine dağıldı.

Peygamberimizin zihnini yoran bu konuya en çok aklı ta­kılanlardan biri de Abdullah b. Zeyd b. Abdurajpbih idi.[98]

Bir kaç gün sonra aynı ezanın daha önce Ömer'e rüyada öğretlidiği, fakat onun bunu yirmi gün açıklamadığı anlaşıl­dı. Ömer'e niçin böyle yaptığı sorulduğunda da -Abdullah b. Zeyd benden önce davranınca utandım, çekindim- dedi.

Peygamberimiz bunun üzerine Bilal-i Habeşi'ye seslene­rek -Ya Bilal, ayağa kalk ve bak bakalım Abdullah b. Zeyd sana ne emrediyor. Onun dediklerim aynen yap- buyurdu. Bi­lal de ayağa kalkarak ilk ezanı okudu."[99]

Bu hadisin rivayet zincirinin halkalarından biri olan Ebu Bişr, kendisinden bir Önceki halka olan Ebu Umeyr'e daya­narak diyor ki: "Ensar'm (Medine'li müslümanların) kana­atlerine göre eğer rüyasında kendisine ezan Öğretilmiş olan Abdullah b. Zeyd o gün hasta olmasaydı, Rasulullah onu mü­ezzin yapacaktı."

Aynı konuyu Amir Sabi[100] de şöyle anlatıyor:

Bir gün Peygamberimiz namaz vaktini duyurma konusu­nu çok düşündü, bu konuyu bir çözüme kavuşturmak istiyor­du. Namaz vaktini duyurma konusunda üzerinde düşündü­ğü çözümlerden biri bazı sahabilerden gelen çan çalma tek­lifi idi. Fakat Peygamberimiz biraz düşündükten sonra "Bu hristayan adetidir" diyerek bu teklifi reddetti. Arkasından bir ara sokaklardaki halka namaz vaktinin geldiğini duyuracak haberciler gönderilmesini düşündü. Fakat arakasından "Na­maz vaktini duyurmak için salınacak habercileri namaz­dan alıkoymak istemiyorum" diyerek bundan da vazgeçti. Sözlerine devam eden Sabi b. Amir yukarda anlatılan Ab-dulah b. Zeyd'in gördüğü rüyayı açıklayarak konuyu bağ­ladı.

Sahabilerden Enes'in, Buhari ve Müslim'de yeralan aşa­ğıdaki sözleri de bu konuya açıklık getiriyor: "Müslüman­lar çoğalınca bir gün aralarında namaz vaktinin girdiğini bi­linen bir usulle duyurma konusunu görüştüler. Bunun için bazıları ateş yakmayı ve bazıları da çan çalmayı teklif etti. Fakat sonunda Peygamberimiz Bilal'e ezan okumayı ve söylenecek cümleleri ezan okurken ikişer kere, kamet geti­rirken birer kere söylemeyi emretti."[101]

Yine Buhari ile Müslim'de yer aldığına göre sahabiler­den İbn-i Ömer de bu konuyu şöyle anlatıyor:

"Müslümanlar Medine'ye gelişlerinin ilk yıllarında Mes-cidde toplanıp namaz vaktini beklerlerdi. O zamanlar bunun için hiç bir duyuru yapılmıyordu. Sonraları bir gün araların­da bu konuyu görüştüler. Bazı sahabiler:

"Hristiyanlar gibi çan çalalım" dediler. Bazıları: "Yahudiler gibi boru çalalım" dediler. Bu arada Ömer de: "Göndereceğimiz bir haberci namaz vaktini duyursa ol­maz mı?" diye konuştu. Sonunda Peygamberimiz Bilal'e dö­nerek:

"Kalk da halkı namaza çağır" diye emretti." Bu hadislerde anlatılan ezan olayı ile ilgili çeşitli detay­ları, Abdullah b. Zeyd ile Ömer'in bununla ilgili rüyaları-ni, yine Ömer'in bu konudaki önerisini, ayrıca "Peygambe­rimiz ezanı Miraç gecesi işittiği'ni belirten rivayeti ve bu ko­nudaki daha bir çok meseleyi incelemenin şimdi ne yeri ve ne de sırasıdır. Hatta şu anda bu olayla ilgili bazı çelişkile­re de parmak basmak da istemiyoruz. Buradaki maksadımız Peygamberimizin namaz vakitlerini duyurmak için yahudi-ler gibi ağızla üflenen boru ve hristiyanlar gibi elle çalman çanın kullanılmasını hoşgörmezken buna sebap olarak bo­ru üflemenin yahudi ve çan çalmanın hristiyan adeti oldu­ğunu vurguladığını belirtmektir. Çünkü bir hükmü açıkla­dıktan sonra, onun arkasından anılan sıfat o hükmün sebe­bi olur. Bu da Peygamberimizin yahudi ve hristiyanlann tüm gelenek ve özelliklerini yasaklamasını gerektirir.

Şunu da belirtelim ki, yahudilerce kullanılan boru üfle­me adetinin aslında Hz. Musa'ya dayandığı ileri sürüldüğü halde, O'nun zamanında boru çalınma adetinin varolduğu­nun ileri sürülmüş olmasına rağmen, Peygamberimiz bunu taklit etmeyi hoş karşılamamıştır. Hristiyanlar arasında kul­lanılan çan çalma adetine gelince bu tamamen onlar tarafın­dan ortaya atılmış bir bidattir. Çünkü hrıstiyanlığın gelenek sistemi, büyük bir çoğunlukla papazlar ve keşişler tarafın­dan uydurulmuş ve düzülmüştür.

Ayrıca bu tutum, bu tip araçlarla elde edilen seslerin namazın dışında kalan durumlarda da hoş görülmemesini ge­rektirir. Çünkü bunlar yahudi ve hristiyan adetleridir. Bilin­diği gibi hrıstiyanlar ibadet vakitleri dışında kalan çeşitli za­manlarda çan çalarlar.

Dengeli (hanif) dinin sembolü ise Cenab-ı Allah'ın (c.c.) adını anmayı içeren ezandır. O ezan ki, onun sayesinde göklerm kapıları açılır, şeytanlar koğulur ve Allah'ın rah­meti yeryüzüne iner.

Oysa bu ümmetin bir çok hükümdarının veya devlet adamının sözünü ettiğimiz bu yahudi ve hristiyan sembolü olan adetlere kapıldıkları görülüyor. Öyle ki, bazı hüküm­darlar için buhurdanlar yakıldığını, küçük boyda çanlar ça­lındığını kendi gözlerimle gördüm. Hatta namaz vakitleri­ni duyurmak için davul-zurna çaldıran hükümdarlara bile rastlanmıştır ki, bilindiği gibi bu Peygamberimizin kesinlik­le istemediği "hoşuma gitmiyor" dediği bir davranıştır. Yi­ne öyle hükümdarlar görüldü ki, akıllarısıra ünlü Zülkar-neyn'e özenerek her sabah ve her akşam boru çaldırmışlar ve nüfuzları altındaki emirlere de aynı adeti benimsetmiş-lerdir.

Gördüğümüz gibi bu yahudi, hristiyan, bizans ve acem taklitçiliği doğu aleminin hükümdarları üzerinde egemen olup onları müslüman geleneklerine ters düşerek Allah'ın ve Rasulullah'ın hoşlanmadığı tutumlara sürükleyince, Ce­nab-ı Allah (c.c.) onların başına moğol kafirlerini musallat etti, bunlar da insanlara ve beldelere karşı hiç bir İslam devletinde görülmemiş melanetler işlemiş ve sapıklıklar uygulamışlardır. Böylece Peygamber Efendimiz daha önce incelediğimiz "sizden öncekilerin geleneklerine kılı kılına uyacaksınız" sözü prati's gerçeklik kazanmıştır. [102]

 

Tören Yasağı

 

Bu yoldaki yozlaşma örneklerini gözden geçirmeye de­vam edersek görürüz ki, Müslümanlar, gerek Peygamberle­ri döneminde ve gerekse O'nun zamanım izleyen dönemde savaşta vakardan ve Allah'ın adını anmaktan başka hiçbir tepki göstermezlerdi. Nitekim Tabiin kuşağının ileri ge­lenlerinden biri olan Kays b. Ubdabe[103] bu konu ile ilgili ola­rak "sahabiler zikrederken, savaşırken v« cenaze töreni sı­rasında yavaş sesle konuşmayı özellikle tercih ederlerdi."[104] diyor. Diğer tarihi belgeler de ilk dönem müslümanlarının bu üç durumda, tıpkı namaz sırasında oldukları gibi, kalb-leri Allah zikri, Allah saygısı ve Allah sevgisi ile dolu bu­lunarak vakar ve sünnet içinde olmayı gelenekleştirmişti. Bu­na karşılık bu üç durumda yüksek sesler çıkarmak yahudi-lerin, hnstiyanlann ve diğer yabancıların adetleri arasında idi. Fakat bir süre sonra sonra öyle bir dönem geldi ki, üm­metten olan bir çokları sözünü ettiğimiz yabancıların adet­lerine kapıldılar. Bu konuyu daha detaylı bir şekilde ince­lemek mümkündür, ama şimdi sırası değildir.

Bu meyanda şunu da belirtelim ki, Amr b. Meymun Ez-di[105]'nin bildirdiğine göre Halife Ömer şöyle diyor: "Cahi

üye döneminde araplar mukaddes ziyaret sırasında güneş doğmadıkça Müzdelife'den ayrılmazlardı. Peygamberimiz bu noktada onların yaptıklarından başka türlüsünü yaparak güneş doğmadan önce Müsdelife'den ayrılmayı benimsedi. Böylece bizim adetimiz müşriklerin adetinden farklı ol­du"[106]

Tıpkı bunun gibi cahiliye dönemi arapları güneş batma­dan önce Arafat'dan ayrılırlardı. Peygamberimiz onlardan farklı olabilmek için güneş battıktan sonra Arafat'tan ayrıl­mayı benimsedi. Bundan dolayı güneşin batımından sonra­ya kadar Arafat'da vakfe yapmak fıkıh alimlerinin görüş bir­liği ile vacip sayıldığı gibi bazıları bunu haccın rükünlerin­den biri kabul ettiler. Ayrıca Hz. Ömer'in sözlerinden açık­ça anlaşıldığı üzere bu ziyaret adetlerinde farklı davran­manın amacı müşriklere ters düşmek, onlardan başka türlü hareket etmektir. Yine bu kategoriden olmak üzere büyük hadis kaynaklarının sahabilerden Huzeyfet-ül Yemani'ye da­yanarak naklettikleri şu hadisi hatırlatalım. Peygamberi­miz buyuruyor ki;

"Gümüş ve altın kaplarda su içmeyiniz ve yemek ye­meyiniz. Bunlar dünyada onlar (müslüman olmayanlar) ve ahirette de sizler içindir."[107]

Öteyandan Müslim'in Cübeyrb. Nufeyr'e[108] dayandıra­rak bildirdiğine göre Abdullah b. Ömer diyor ki: "Bir defa­sında Peygamberimiz üzerimde serçe figürü işlemeli bir takım elbise görünce -Bu giydiğin kafirlerin kiyafetlerinden-dir, onu giyme- buyurdu."[109]

Görüldüğü gibi, Peygamberimiz söz konusu elbiseyi giymenin yasak edilişini o elbisenin "kafir kıyafeti" oluşu gerekçesine bağlıyor. Bu yüzden islam alimleri erkeklerin ipekli kumaş giyinmesini, altın ve gümüş kaplar kullan­mayı "kafirlere benzemek" onlara özenmek saymışlardır.

Bu arada Buhari ve Müslim'de yer aldığına göre Ebu Os­man Hindi[110] diyor ki:

Bizler Utbe b. Ferkad'ın komutası altında Azerbaycan'da iken, halife Ömer bize şöyle bir mektup yazdı:

"Ey Utbe, elde ettiğiniz basanlar sırf senin gayretinin so­nucu değildir. Buna göre seferler esnasında sen ne yiyorsan müslümanlann karınlarını da onunla doyur. Lüks'den, müş­riklerin modalarına özenmekten ve ipekli elbise giyinmek­ten sakın. Çünkü Peygamberimiz ipekli elbiseyi giyinmeyi yasaklamıştı.[111]

Ebu Bekir Hilal'in, Muhammed b. Sirin'e dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Huzeyfe b. Yeman "Bir de­fasında girmek üzere olduğu bir evde altın ve kurşun maş-rabalar olduğunu farkedince hemen geri döndü ve çıkarken de "Kim bir kavme özenirse onlardan olur" dedi."

Aynı olayın başka bir anlatımı: "...İçerde acem modala­rından bir şey görünce "Kim bir kavme özenirse onlardan­dır" diyerek geri çıktı," şeklindedir.

Buna benzer bir olay anlatan Ali b. Ebu Salih Sevak[112] da şöyle diyor:

"Bir defasında bir düğünde idik. Bir ara Ahmed b. Han-bel geldi. Fakat içeri girip de gözü altın işlemeli bir koltu­ğa takılınca geri çıktı. Hemen peşinden koşan ev sahibi ya­nına varınca da eli ile yüzünü kapatarak -Mecusi (ateşperest) modası, mecusi modası!- dedi."[113]

Ahmed b. Hanbel ile ilgili bir Salih'in rivayetinde şun­ları okuyoruz: "Çağrıldığı yemekte eğer içki verilir veya sof­rada bir mecusi adeti olan altın ve gümüş kab konursa, ya-hud da duvarlar halı ile kaplı olursa yemek yemeden çıkar giderdi."

Bu konuda gerek Kur'an'da ve gerekse Peygamberimi­zin söz ve yaşayışında bulunan d olaylı-d olaysız bütün de­lillerin hepsini incelemeye kalkışırsak daha çok söz söyle­memiz gerekirdi. [114]

 

İcma-i Ümmet'in Tutumu

 

Bu alandaki örneğimiz, başta halife Hz. Ömer (r.a.) ol­mak üzere O'nun arkasından gelen imamların ve fıkıh alim­lerinin ezici çoğunluğunun tutumudur. Bunların tümü gerek hnstiyanların ve gerekse diğer dinlere bağlı zimmilerin di­ni azınlıkların şu şartlara uymalarını titizlikle aramışlar­dır:

1- Müslümanlara karşı saygılı davranmak

2- Sohbet oturumlarında müslümanlara yer göstermek

3- Zimmilerin külah, sarık, nalınlar ve saç traşı bakım­larından müslümanları taklit etmeyecekleri

4- Zimmiler aralarında konuşurken, müslümanlara mah­sus sözleri kullanmayacaklardı.

5- Müslümanlara özgü künyeleri kullanmayacaklardı.

6- Atlarını müslümanlar gibi eğerlemeyeceklerdi.

7- Kılıç kuşanmayacaklardı.

8- Silah edinemeyecek ve taşımayacaklardı.

9- Yüzük kaşlarına arapça mühürler kazdıramayacak-lardı.

10- Alkollü içki alıp s atamayacaklardı.

11- Tepelerini traş edeceklerdi.

12- Kendilerine özgü modalarına her yerde bağlı kalacak­lardı.

13- Bellerine zünnarbağlayacaklardı.

14- Kiliseleri üzerine haç dikmeyecekler di.

15- Müslümanların sokak ve çarşılarında haç veya ken­di dinlerine mahsus her hangi bir kitap teşhir edemeyecek­lerdi.

16- Kiliselerinde yüksek sesle çan çalmayacaklardı.

17- Cenaze törenlerinde bağırıp çağırmayacaklardı.

18- Müslümanların oturdukları yollardan geçerken ışık, mum veya fener yakmayacaklardı.[115]

Bu şartlar güvenilir bir isnad zinciri ile Harb'e dayanmak­tadır. Hilal yolu ile gelen aynı konudaki başka bir rivayete göre ise bu şartlar şöyle sıralanıyor:

1- Zimmiler kiliselerinde yüksek sesle çan çalmayacak­lardı.

2- Kiliseleri üzerine haç takmaycaklardı.

3- Müslümanların yakınlarında yüksek sesle ibadet ede­meyecekler, yüksek sesle okumayacaklardı.

4- Müslümanların bayram günlari yaptıkları gibi kilise­lerinden toplu olarak dağilamayOcaklardı.

5- Cenaze törenlerinde bağırıp çağırmayacaklardı.

6- Müslümanların oturdukları sokaklarda ışık, mum ve fe­ner yakmayacaklardı.

7- Cenazeleri müslüman cenazelerinin önünden taşınma-yacaktı.

8- Alkollü içki alıp s atam ayacaklardı.

9- Her yerde kendilerine özgü modalarına bağlı kalacak­lardı.

10- Külah, sarık, nalınlar gibi kılıklar ile baş traşı ve bi­nek hayvanı bakımından müslümanlan taklit etmeyecekler­di.

11- Müslümanlara özgü sözleri kullananamayacaklardı.

12- Müslümanların künyelerini kullanamayacaklardı.

13- Başlarının tepelerini traş edeceklerdi.

14- Perçemlerim ikiye ayırarak taramayacaklardı.

15- Bellerine Zünnar takacaklardı.[116] [117]

 

Ayırımın Hikmeti

 

Bu şartlar fıkıh ve ilim kitaplarının en bilinen konulan arasında oldukları gibi ikinci kuşak imamları sıfatını taşıyan alimler arasında en çok görüş birliği sağlanan meseleler arasındadırlar. Eğer fıkıh alimleri arasında bu derece tartış­masız bir nitelik kazanmamış olsalardı, onları madde mad­de incelerdik. Fakat buna gerek görmediğimiz için bu şart­ları bir kaç gurup halinde değerlendirmekle yetineceğiz:

Birinci gurup şart kümesinin amacı müslümanların dü­şünce tarzı giyim, isim, binek hayvanı, konuşma biçimi ve diğer yaşama tarzı alanlarında farklı ve kendilerine özgü ol­malarını amaçlar. Bu guruptaki şartlar müslümanla kafirin birbirinden ayırdedilmesi, görünüş bakımından da birinin di­ğerine benzer olmaması için konmuştur. Böyle olduğu için­dir ki, halife Ömer (r.a.) müslümanların kafirlerden özde ay­rı olması ile yetinmeyerek topyekün yaşama tarzının her ke­simine yansıyan ve detayları çeşitli belgelerle açıklığa ka­vuşan yaygın bir ayırımı amaç edinmiştir. Buna göre tüm müslümanlar kafirlerden görünüşte de ayrı olmaları ve on­lara asla benzemeye kalkışmamaları gerektiği konusunda gö­rüş birliği halinde olmalıdırlar.

Zaten dosdoğru yolun Örnek izleyeceleri olan ilk iki ha­life -Ebu Bekir ve Ömer- ile ilgili diğer İslam büyükleri bu amacın gerçekleşmesi için ellerinden gelen titizliği göster­mişlerdi. Onların bu ayırımla neyi amaçladıkları Hafız Ebu Şeybe Isfahani'nin,[118] Halid b. Arfada'ya[119] dayanarak bildirdiği şu belgede açıkça görülür. Bu belgeye göre Halife Hz. Ömer bütün eyalet valilerine gönderdiği resmi yazıda şöy­le diyor: "Hnstiyan azınlıklar -nıüslümanlar gibi- perçem­lerini kısa kesmeyecekler ve müslümanlar gibi giyinmeye­cekler" di ki", "Belli olup kolayca tanınabilsinler" di.[120]

Öteyandan ünlü kadı Ebu Ya'la da zamanında meydana gelen bir "olayla ilgili olarak verdiği fetvada şunları söylü­yor:

"Zimmiler, müsIlımanlardan farklı şekilde giyinmeye mecburdurlar. Eğer bu şarta uymazlarsa, hiçbir müslümanın onların elbiselerini boyaması caiz değildir. Çünkü onlar herkesjn elbisesini boyamak zorunda değildirler."

Yine aynı yazar güvenilir bir rivayet zincirine dayanarak Ömer'in bu konudaki şu resmi yazısına yer veriyor:

"Zimmilerle -dini azınlıklarla- Mektuplaşmayım/ ki, aranızda sempati doğmasın. Onlara künye de takmayı­nız. Onları aşağılayınız, fakat kendilerine haksızlık (zu­lüm) etmeyiniz. Onların kadınlarına bellerine kuşak bağlamalarını, perçemlerini uzatmalarını ve elbiseleri­ni ayak topuklarının yukarısında tutmalarını emrediniz ki, modaları ile müslüman kadınlardan kolayca ayır-dedebilsinler. Eğer bu emirlerinize uymayacak olurlar­sa o zaman ya gönüllü biçimde veya zorlayarak İslam'a girmelerini sağlayınız."

Yine aynı yazarın Muhammed b. Kays[121] ve Said b. Ab-durrahman b. Hibban'a dayanarak belirttiğine göre:

"Bir defasında Beni Tağlib kabilesinden bir heyet eme-vi halifelerinden Ömer b. Abdülaziz'in huzuruna girmişti. Heyet üyeleri araplar gibi sarık sarmışlardı. Görüşme sıra­sında hükümdara:

"Ya Emirul-müminin, bizi araplara kat, bizi onlardan say" dediler. Hükümdar kendilerine:

"Siz zaten orta kesim araplarmdan değil misiniz?" diye sorup da onlardan:

"Biz hrıstiyanız" cevabını alınca adamlarına:

"O halde bana bir makas getirin" dedi. Makas gelince ön­ce ney et üyelerinin müslümanlar gibi uzatılmış perçemleri­ni kesti, arkasından sarıklarını başlarından çıkardı ve her bi­rinin abasının yeninden birer karışlık bir parça kesti. Daha sonra da kendilerine:

"Bundan böyle eğerli bineklere binmeyiniz, sırtları pa-lanlı hayvanlara bininiz ve her iki ayağmıza bir örnek pabuç giyiniz" dedi."[122]

Mücahid b. Esved'in bildirdiğine göre yine Ömer b. Ab-dülaziz resmi yazılarının birinde "Kiliselerin dış kısımların­da çan çalınmam asını"362 emretmiştir,

Bu konuda göstereceğimiz son belge ve tarih yazarı Mu-ammer'in bildirdiğine göre Ömer b. Abdülaziz tarafından eyaletlerden birinin valisine yazılmış olan bir yazıdır. Hü­kümdar bu yazısında şöyle diyor:

"Bölgendeki aykırı davranışlara engel ol. Hiçbir hrısti-yan, aba, ipekli giymesin ve basma sarık bağlamasın. Bu söy­lediklerimin üzerine önemle dur ve bunları yazı ile herke­se bildir ki, hiç kimse kendisini ilgilendiren yasaklardan ha­bersiz kalmasın."

Bana anlatıldığına göre sorumluluk bölgende yaşayan çok sayıda hnstiyan yeniden sarık sarmaya başlamış, bellerine kuşak bağlamaz olmuş ve perçemlerim de kısaltmayarak fa­van ve uzun saç bırakmaya koyulmuş. Yeminle söylüyorum ki, eğer gerçekten bunlar sorumluluk bölgende yapılıyorsa, bu durum senin zayıflığını ve yetersizliğini gösterir. Buna göre sana yasak olduğunu bildirip üzerinde durduğum hu­suslara bağlı kalıp onları yürütüp yürütmediğini gözden geçir, bunları ihmal etme ve hiç birinde eskiye dönüşe mey­dan verme."[123]

Ben derim ki, burada tartışmalı bir nokta var ki, o da şudur: Acaba dini azınlıklar mı adetlerini değiştirmek zorundadırlar, yoksa onlar adetlerini değiştirmeye yanaşmayınca biz mi adet­lerimizi değiştirip onlardan farklı hale gelmeliyiz? Fakat onlar aramızda ayrılık olması gerektiği ilkesi hakkında görüş farklı­lığı olduğu hiç kimseden işitmiş değilim.

Ayrıca bu konuda kitab ehlinin yerine getirmek zorunda tutulacağı başka şartlar da vardır ki, burada onlara değinme­dim. Çünkü maksad arada fark ve ayırım olması gerektiği­ni belirtmektir. Ayrıca şunu da söyleyeyim ki, Abbasi hali­felerinden Mütevekkil'in hükümdarlığı döneminde zimmi-lere karşı tutumu böyle olmuştur. Bu konuda imam Ahmed b. Hanbel ile başka alimler kendisini danışmanlık yapmış­lar, onu yönlendirmişlerdir. Ahmed b. Hanbel'in bu yolda­ki sorularına vermiş olduğu cevaplar meşhurdur.

1- Zimmilere koşulan şartların diğer bir kesimi onların dinlerinin kötü yönlerini saklı tutma, açığa çıkarmalarını ön­leme endişesine dayanır. Açıkça alkollü içki alıp satmala­rını, kilise dışında çan çalmalarını mum ve ateş yakmaları­nı, bayram törenlerini kutlamalarını ve buna benzer dini geleneklerini engellemek gibi.

2- Bu şaitalann başka bir gurubu dini törenlerinin saklı kalması amacına dayanır. Kitaplarını yüksek sesle okuyup duyurmalarının yasaklığı gibi.

Bilindiği gibi gerek halife Ömer ile çevresindeki ilk müslümanlar gerek ondan sonra gelen müslüman ilim adam­ları ve gerekse Allah'ın başarı lütfettiği diğer bazı hüküm­darlar islam diyarında zirnmilere din kaynaklı özel gelenek­lerini açığa vurmanın yasaklanması ilkesinde görüş birliği halindedirler. Bu görüş birliği İslam diyarında müşriklerin özelliklerinin açığa çıkmaması gibi gösterilen titizliğin ifa­desidir. Durum böyleyken, eğer bu müşriklere özgü adetler müslümanlar tarafından benimsenir ve açıkça taklit edilir­se, hüküm nice olur, onu varın sizler düşünün.

3-  Zimmilerce yerine getirilmesi gereken bu şartların başka bir kesimi onların onurunu kırma, onları Allah'ın kendilerini layık gördüğü horluğa çarptırma amacım güder.

Bilindiği gibi zimmilerin bayramlarını kutlamak ve buna benzer yollarla onların özel geleneklerini onaylamak bir anlam­da onlan onurlandırmak demektir. Onlar buna sevinirler, haz du­yarlar. Buna karşılık onlarm batıl din geleneklerinin ihmal edilmesini sağlamak kendileri için üzüntü kaynağı olur.

Bu konudaki görüş birliğinin diğer bir gerekçesi de şu­dur. Bu ilke çok sayıda sahabi ve tabiin tarafından çeşitli ke­reler ve değişik yollarla ilgili olarak emredildiği ve açıkça ilan edildiği halde hiçbir yetkili müslaman buna karşı çık­mamış, bunu yadırgamamıştır.

Nitekim Buhari'nin bildirdiğine göre Kays b. Ebu Hazım[124]

(364)

224

şöyle bir olay anlatıyor: "Bir defasında Ebu Bekir Ahmes ka­bilesinden Zeynep adında bir kadını ziyarete gitti. Yanına va-nnca kadının konuşmadığını gördü. Sebebini sordu, kendisine kadının hiç konuşmaksızın hacc yapmakta olduğunu söylediler.

Bunun üzerine kadına -konuş, bu yaptığın helal değildir ve cahiliye dönemi adetlerinden biridir- dedi. Bu uyarı üze­rine suskunluk yasağını bozup konuşmaya başlayan kadın­la Ebu Bekir arasında şu konuşma geçti:

Kadın: "Kimsin sen?" dedi. Ebu Bekir:

"Muhacirlerden (Mekke'li müslümanlardan) biri." Kadın:

"Muhacirlerin hangilerinden?" Ebu Bekir:

"Kureyş kabilesinden" dedi. Kadın:

"Kureyş kimlerinden?" dedi. Ebu Bekir:

"Ne çok soru soruyorsun! Ben Ebu Bekir'im." Kadın:

"Allah'ın cahiliyeden sonra ortaya koyduğu bu yeni di­ne bağlılığımızın devamı neye dayanır?" Ebu Bekir:

"Bu yeni dine bağlılığınızın "devamı imamlarınızın doğ­ru yoldan ayrılmalarına dayanır." Kadın:

"İmamlar ne demek?" dedi. Ebu Bekir:

"Sizin kabilenizde emirler veren ve halkın kendilerine ita­at ettiği bir takım liderler ve ileri gelenler yok mu?" Kadın:

"Evet var." Ebu Bekir:

"İşte halk tarafından başta tutulan bu kimselere "imam" denir."36S

Görüldüğü gibi, burada hiç konuşmadan durmanın helal olmadığını ve bir cahiye adeti olduğunu bildiriyor. Böyle derken maksadı söz konusu hareketi kırmak ve horlamaktır. Çünkü her hangi bir hüküm cümlesinin arkasından o hükmün niteliği ifade edilirse bu niteliğin söz konusu hükmün sebe­bi olduğu anlaşılır. Bu kurala göre hacc ziyareti boyunca hiç konuşmamanın cahiliye adetlerinden biri olması niteliği,

(365) Buharı, Kitab: Ensar'ın Hayat Hikayesi, bat»,'Cahili?» günle­ri, H. No: 3824, c.147-148; Feth'ul^Bari.

225

bu davranışın yasaklanmasına gerekçe olmaktadır.

Ebu Bekir hazretlerinin buradaki "O bir cahiliye adeti­dir." sözünün anlamı, "O cahiliye insanına Özgü ve islam ta­rafından onaylanmamış bir davranıştı" şeklindedir. Bu tanı­mın kapsamına cahiliye insanı tarafından uyulan ve islam tarafından onaylanmayan bütün tapınma adetleri girer. İster­se bu adetler "el çırpma" ve "ıslık çalma" gibi Allah tarafın­dan açıkça belirtilen davranışlar olmasın. Bu iki tapınma amaçlı adet hakkında Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Onların Mescid-i Haram'daki ibadetleri el çırp­maktan ve ıslık çalmaktan başka bir şey değildi."

(Enfal: 8/35)

Söz konusu hareketleri Allah'a yaklaştırıcı birer ibadet diye benimsemek, İslam'ın onaylanmamış, meşru görme­miş olduğu bir cahiliye adetine özenmektir.

Bu arada cahilîye döneminin hacc ziyareti ile ilgili diğer adetlerinin başlıcaları şunlardır: İhramh kimsenin hep gü­neşte kalması, hiçbir gölgenin altına sığınmaması; normal kıyafetle Kabe'nin çevresinde dönülmemesi (tavaf yapıla­maması), Harem-i Şerif dışında yapılan işlerden uzak durul­ması ve benzerleri gibi. Cahiliye döneminde bunlar ibadet sayılırdı. İslam geldikten sonra bu adetlerin büyük bir çoğun­luğunun yasaklanmasına rağmen Safa ile Merve tepeleri arasında yürümek (say) ve bunun gibi bir kaç harekete hac-cı tamamlayan hareketler olarak onaylanmışlardır. Yani bu hareketler cahiliye döneminde de işlenmiş olmalarına rağ­men, İslam döneminde Allah'a sunulan ibadetler kapsamı­na alınmış lardir.

Öteyandan yukarlarda gözden geçirdiğimiz ve Buha-ri'de yer alan halife Ömer'in eski İran dolaylarında oturan müslümanlara "Sakın müşriklerin modalarına kendinizi kaptirmayasınız" diye seslenen uyrarıcı mektubunu bir da­ha hatırlayalım. Bu uyarı, müslümanlara müşriklerin her türlü modasını yasaklayan bir genelge niteliğindedir.

İmam-ı Ahmed'in, Ebu Osman Nehdi'ye dayanarak "Müsned" adlı eserinde bildirdiğine göre halife Ömer bir ko­nuşmasında şöyle diyor:

"İç gömlek, aba, nalın, mest ve şalvar giyiniz. Kervan­ları karışılayiniz, yolculukta neşeli olunuz. Maadi (tanınmış eski bir arap büyüğü) geleneklerine bağlı kalınız, hedefle­re ok atınız. Lüksten, acem modalarından uzak durunuz. Sa­kın ipekli elbise giymeyiniz. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) bu­nu yasakladı ve bize -sadece şu kadarcığı (bu sırada elinin iki parmağını gösteriyordu) dışında ipekli elbise giymeyi­niz- buyurmuştu."[125]

Yine İmam-ı Ahmed'in Asım-ı Ahvel'e dayanarak bildir­diğine göre Ebu Osman diyor ki:

"Bizler Azerbaycan'da iken halife Ömer'in şöyle bir yazısı geldi"

"Ey Utbe b. Ferkad, sakın lükse ve müşrik modalarına ka­pılmayınız. Yine sakın ipekli elbise giymeyiniz. Çünkü Ra­sulullah (s.a.v.) bize ipekli giymeyi yasakladı ve iki parma­ğını bitiştirip göstererek -sadece şu kadarcığı hariç- buyur­du."[126] Burada halife Ömer'in (r.a.) Maad b. Adnan'dan gelen arap geleneklerine bağlı kalınarak acemlerin ve müşriklerin geleneklerinden uzak durulmasını emrettiği görülüyor. Yal­nız bu ifadenin genel karekterli olduğu her halde dikkatler­den kaçmamıştır. Yine halife Ömer iîe ilgili ve Kudüs'ün müslümanlarca alınışından sonra meydana gelmiş olan şu olay konumuz bakımından çok anlamlıdır. İmam-ı Ah-med'in, Ebu Sinan'a dayanarak "Müsned" adlı eserinde anlattığına göre Ubeyd b. Adem[127] şöyle diyor:

"(Kudüs'ün fethinden sonra) bir ara Hattaboğlu Ömer'in Kaab b. Ahbar'a:

"Nerede namaz kılmamı uygun görürsün?" diye sordu­ğunu işittim. Kaab, Ömer'e:

"Eğer benim dediğime uyacaksan, Büyük Taş'm arkasın­da kılarsın, o zaman Kudüs'ün tümü Önünde olur" diye ce­vap verdi. Ömer bu cevaba karşılık şöyle dedi: -Yahudile­re özeniyorsun, hayır, öyle yapmayacağım, tersine ben Pey­gamberimizin namaz kıldığı yerde kılacağım- Bu sözlerin ar­kasından öne çıkıp kıbleye döndü ve oracıkta namaz kıldı. Arkasından abasını çıkararak bununla mabedin zeminini süpürdü, kendisini gören halk da Öyle yaptı."[128]

Burada şunu eklemem gerekir. Peygamberimiz (s.a.v.) Miraç gecesi Beytülmukaddes mescidinde namaz kılmıştı. Bunu bize Müslim, Enes b. Malik'e dayanarak bildiriyor. Enes'in belirttiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Bana Burak getirildi. Burak, merkeple katır arası iri­liğinde beyaz bir binek hayvanıdır. İki adamın arası gö­zünün görebildiği kadardır. Ona binip Beytülmukaddes'e (Kudüs'e) geldim. Orada bineğimi daha önce pey­gamberlerin bağladığı halkaya bağladıktan sonra Mes-cid'e girip iki rekat namaz kıldım, sonra da dışarı çık­tım. Bu sırada Cebrail, önüme biri içki ve öbürü süt do­lu iki çanak getirdi. Ben süt dolu çanağı içtim. Bu terci­him üzerine Cebrail bana -fıtratı seçmiş oldun- dedi. Daha sonra göğe yüceltüdik."[129] hadis devam ediyor.

Öteyandan yine sahabilerden Huzeyfe b. Yeman, böyle bir şey işitmediğini belirterek Peygamberimizin, Beytül-mukaddes mescidinde namaz kalmadığını ileri sürüyor. Ona göre eğer Rasulullah orada namaz kılmış olsaydı, üm­metine de orada namaz kılmak farz olurdu.

Görüldüğü gibi halife Ömer burada Kaab b. Ahbar'ı[130] ya-hudilere özenmekle, yani Büyük Taş'a dönerek onlara ben­zemekle kınıyor. Gerçi müslüman bu taşa doğru namaz kıl­mayı aklından geçirmez ama, yine de Ömer onun arkasın­da namaz kılmakta buranın değişmez kıble olduğuna inanan­lara benzeme tehlikesi görüyor.

Söz buraya gelmişken şunu belirtelim ki, halife Ömer (r.a.) diğer konulardaki örnek tutumuna uygun, sağlam ve ka­rarlı bir siyaset izlemiştir. Zaten O, Peygamberimizin (s.a.v.) deyimi ile "Hiç bir dahinin göstermediği üstün gayreti ile İs­lam kovasını eli ile ağzına kadar doldurup tüm müslüman-ları doyasıya suyla kandıran benzersiz bir kahramandır."[131]

Gerçekten Cenab-ı Allah (c.c.) onun güçlü ellerinde is-lamı yüceltmiş ve küfür ile kafirleri al çal tm ıştır. O bu dos­doğru ve dengeli (hanif) dinin ilkelerini oturtmuş ve İslamın gelişmesini sınırlayacak her türlü engeli ortadan kaldırmış­tır. Bütün bu gayretleri boyunca her zaman Allah'a ve Ra-sulallah'a itaatkar, Allah'ın kitabının çizdiği sınırlarla titiz­likle saygılı, Rasuluîlah'ın sünneti ile aziz dostu Ebu Be­kir'in uygulamalarına bağlı; Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd, Abdurrahman b. Avf, Ubeyy b. Kaab, Muaz b. Cebel, Abdullah b. Mesud ve Zeyd b. Sabit[132]gibi bilgi ileri görüş­lülük ve İslama kesin bağlılıkları ile tanınmış büyük saha-bilerin uyarılarına riayetkar bir tutum takınmıştır.

Nitekim yukarda gözden geçirdiğimiz ve zimmilerce uyulması gereken şartların temel ilkeleri onun tarafından be­lirlendiği gibi, kafirleri devlet görevlerinde kullanmayı ya­saklayan, hatta bizzat Allah'ın aşağılığa uğrattığı bu kimse­lerin tekrar pohpohlanarak yeniden itibar kazanmalarını engelleyen de odur. Bu arada O, bazı rivayetlere göre acem kaynaklılar başta olmak üzere zamanının kafirliği telkin eden zararlı kitaplarını yaktırmış, bidatçılara göz açtırma­yarak islam geleneğinin titiz bir kollayıcısı olmuştur. Bu an­layışla acemlerin ağdalı konuşma üslubundan bile uzak du­rulmasını sağlayarak, kafirlere ve islam dışı çevrelere ben­zeme ve özenme tehlikesi karşısında ne derece duyarlı ol­duğunu isbatlamıştır.

Şunu da belirtelim ki, Ömer tarafından yerleştirilen bü­tün sünnetler, hükümler ve yasalar Osman tarafından da oldukları gibi benimsenerek uygulamaya konmuştu. Bu da Osman'ın bu konularda Hz. Ömer'le aynı görüşü paylaştı­ğını gösterir.

Said'in "Sünen" adlı eserinde Abdurrahman b. Said'e da­yanarak bildirdiğine göre Vehb-'in babası şöyle dedi:

"Ah", bir defasında dışarı çıkıp da elbiselerini omuz başların­dan sarkıtmış (sedel) bir gurup görünce -Ne oluyor bu adamla­ra? Dersanelerinden dağılmış yahudileri andırıyorlar- dedi." Ay­nı sözleri İbn-i Mübarek ile Hafs b. Gayyas da Halid'e dayan­dırarak nakletmiştir. Yalnız bu ikinci rivayete göre "Ali, namaz kılarken elbiselerinin uzantısını omuz başlarının üzerinden sarkıtan (sedel) bir gurup görünce -Bu adamlar dersanelerinden dağılmış yahudileri andırıyorlar"[133] demiştir. Buna paralel ola­rak İbn-i Ömer ile Ebu Hureyre'den bize ulaşan rivayetlere göre, bu iki tanınmış sahabi de bu giyimle namaz kılmayı hoş karşılanmamışlardır.[134]

Nitekim Ebu Davud, Süleyman-ül Ahvel'e dayanarak belirttiğine göre Ebu Hureyre "Peygamber Efendimiz namaz kılarken elbisenin ucunu omuz başından aşağı sarkıtmayı ve ağzı Örtmeyi menetmiştir."[135] dedi. Bazı hadisçiler bu hük­mü Mürsel (hadisin ilk ravisi atlanmış olarak nakledilmesi) olarak Ata'ya dayandırırlar. Fakat bu konuda Heşim, Amir-ul Ahvel'in[136] şöyle dediğini bildiriyor:

"Ata'ya elbisenin ucunu omuz başından sarkıtarak namaz kılma meselesini sordum bunu hoş görmediğini söyledi, kendisine:

-Peygambere dayanarak mı böyle diyorsun?" diye sor­dum. Bana:

"Evet Peygamberimizin sözlerine dayanarak böyle diyo­rum"[137] diye cevap verdi. Burada şu noktayı hatırlatmak

gerekir ki, Tabiin, eğer kuşağından olan bir müslüman'ın ri­vayet ettiği bir hadise dayanarak bir fetva verirse, bu durum, onun hadisi güvenilir bulunduğunu gösterir.

Bununla birlikte başka kanallardan gelen bazı rivayetler burada adı geçen Ata'nın namazda elbisenin ucunu omuz ba­şından sarkıtmayı sakıncalı görmediğini, hatta kendisinin böyle bir kılıkla namaz kılmış olduğunu bildiriyor.[138] Bel­ki bu olay yukardaki hadis kendisine ulaşmadan önce olmuş ve söz konusu hadisten haberdar olunca bu söz ve davranı­şından dönmüştür. Bir başka ihtimal de hadisi unutmuş ol­masıdır.

Bu konu ile ilgili meşhur bir tartışma var ki, o da şudur. Acaba her hangi bir hadisi rivayet eden şahsiyetlerden biri­nin hadise ters düşecek şekilde hareket etmesi, bu kimsenin rivayetini zedeler, değerden düşürür mü? Başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere çoğu alimlerin meşhur görüşlerine gö­re hadisi rivayet edenin böyle bir hareketi, onun rivayeti­ni zedelemez. Çünkü, adamın hadise ters düşen davranışı­nın hadisi zayıf kabul etmesi dışında bir başka gerekçesi ola­bilir. Nitekim Abdurrezzak'ın belirttiğine göre, sahabiler-den îbn-i Mesud'un oğlu Ebu Ubeyde[139]babasmm elbise uç­larını omuz başından sarkıtarak namaz kılmayı hoş görmediğini bildirmiştir."[140]

Fıkıh alimlerinin çoğunluğu da bu kılıkla namaz kılma­yı mekruh sayıyorlar. Ebu Hanife,[141] Şafii[142] ve güvenilir ri­vayete göre Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler. Fakat Ah-med b. Hanbel'in bu konudaki çeşitli rivayetleri bağdaştır­mak ve bu mekruhluğım normal dışı kılıklarla namaz kılmak­tan kaynaklandığını vurgulamak amacı ile dıştaki elbiseyi değil, iç elbiseyi anlatılan şekilde sarkıtmayı mekruh say­dığı da rivayet edilmiştir.

Bu arada şunu da belirtelim ki, anlattığımız şekilde elbi­se uçİarını sarkıtmanın namazı bozacak bir haram olup ol­madığı da tartışılmıştır. İbn-i Musa bu konu ile ilgili olarak "Eğer bir kimse bu kılıkla namaz kılarsa, namazını yeniden kılmak zorunda olup olmadığı hususunda iki çelişik görüş varsa da bu görüşlerin daha doğru olanı namazı iade etme­sinin gerekmediği şeklindeki görüştür" diyor, Ebu Bekir Abdulaziz[143]de bu kılıkla namaz kılan kimsenin eğer avret yerleri açılmamış ise, namazını iade etmesinin gerekmeye­ceğini savunuyor. Ayrıca bu kılıkla namaz kılmanın mekruh olmadığım ileri süren fıkıh bilginleri de vardır. İmam-ı Ma­lik'in[144]görüşü de bu yoldadır.

Söz konusu giyim şeklini ifade eden "Sedel" deyimi, "elbiese uçlarının bir tek omuz başının üzerinden sarkıtılma-sı" demektir. Ahmed b. Hanbel bu deyimi böyle açıklıyor ve bu giyim tarzının mekruh oluşunu onun yahudi adeti olma­sına bağlıyor. Nitekim o diyor ki: "Ebu Abdullah'ın be­lirttiğine göre Sedel elbisenin uçlarından birinin öbür uçla üst üste bindirmeden sarkıtılmasdır. Bu kılık, bir yahudi ade­tidir ve bu yüzden bu şekilde namaz kılmak mekruhtur."

Bu konuda Salih b. Ahmed şunları söylüyor: "Babama -namazda sedel nasıl olur?" diye sordum. Bana:

"Giyilen elbisenin iki ucu biribiri üzerine getirilmez ise, bu sedel olur" diye cevap verdi. Alimlerin çoğunluğu sede-Ii bu şekilde tanımlıyor.

Bu arada Ebul Hasan Amidi[145] ile İbn-i Akü'ın[146] "Sedel elbisenin ayakları tamamen kapatıp yerlerde sürünecek şe­kilde uzatılmasıdır" diyerek bu deyimi, yasak bir davranış olan elbise uçlarını yerde sürünecek şekilde uzatma anlamın­da anlamaları fikah alimlerinin çoğunluğunun tarifine ters düşen bir yanıigıdır. Gerçi elbiseyi ayakların altına kadar uzatıp, yerlerde sürüklemek alimlerin görüş birliği ile yasak bir harekettir. Bununla ilgili hadisler şimdiki konumuzla il­gili olanlardan çok daha fazla sayıdadır. Buna göre bu ke­sinlikle haram bir harekettir, fakat sedel deyiminin ifade et­tiği giyim tarzı bu değildir.

Bizim buradaki amacımız bu konunun detaylarını araş­tırmak değildir. Bizim maksadımız Hz. Ali'nin -Allah yü-zi|nü ağartsın- elsisesinin ucunu bu şekilde sarkıtanlan ya-hudilere benzetmesini ve bu kılığın hoş olmayışını bu sebe­be bağlamasını vurgulamaktadır. Bundan kolayca anlaşılı­yor ki, yahudilere benzemek ilk dönem müslümanlarına göre kesin ve tartışmasız bir sevimsizlik (mekruhluk) ge­rekçesi idi. îlerdeki safalarda Ali'nin -Allah yüzünü ağart­sın- yahudilerin uslübu ile konuşmayı hoş görmeyen ve bu­rudaki görüşünü destekleyen sözlerini de nakledeceğiz.

Şimdi yukardaki hadiste namazda ağzı örtmeyi yasakla­yan hükme yeniden değinelim. Bazı alimler bu yasağın ge­rekçesi olarak bu hareketin ateşperestlerin ateşe tapınırken böyle yapmış olamalarını ileri sürüyorlar. Buna göre namaz­da elbisenin ucunu sarkıtmakla, ağzı örtmenin birarada anılmasının hikmeti meydana çıkıyor ki, bu ortak hikmet her iki hareketin kafirlere benzemeye yolaçmasıdır. Ayrıca her iki hareketin hoş karşılanmayışınm başka sebepleri de var­dır. Bilindiği gibi belirli bir hükmün birden çok gerekçesi olabilir.

Bu saydığımız örnekler raşid halifelerden alınmıştır. Halifelerin dışında kalan diğer sahabilerden söz ve davra­nışlarında da bu konuda bir çok deliller vardır. Mesela sa­habilerden Huzeyfe b. Yeman'ın yukarda değindiğimiz söz­lerini bir daha hatırlayalım. Hani bu ünlü sahabi bir düğün töreni vesilesi ile çağrıldığı bir evde acem adetinin yaşadı­ğını görünce "Kim bir kavme özenir, benzemeye çalışır­sa, onlardan olur." diyerek geri çıkmıştı.

Yine Ebu Muhammed'in,[147] İkrimiye'ye[148] dayanarak bildirdiğine göre adamın biri sahabilerden İbn-i Abbas, kendisine:

"Hukna yaptırabilir miyim (yani büyük abdest yolundan ilaç alabilir miyim?)" diye soran birine:

"Evet yaptırabilirsin. Fakat müşriklerin adetine uyarak avret yerlerini açmadan yapabilirsin." diye cevap verdi, tbn-i Abbas'in "Müşriklerin adetine uyarak" sözü sırf bu olayla ilgili bir sınırlama değil, genel karekterli bir ifadedir.

Bu arada Ebu Davud'un, Yezid b. Harun'a dayanarak bil­dirdiğine göre Haccac b. Hassan[149] şöyle diyor:

"Bir defasmda ağabeyim Muğire ile birlikte sahabilerden Enes b. Malik'i ziyaret etmeye gitmiştik. Ben o sırada kü­çük yaşta idim. Ağabeyimin anlattığına göre saçlarım ikiye ayrılıp örgü halinde uzatılmıştı. Enes b. Malik başımı okşa-yıp, beni sevdikten sonra: "Bu örgüleri ya kesin veya kısal­tın. Çünkü bu yahudi adetidir" dedi."[150]

Görüldüğü gibi Enes b. Malik erkeklerin örgülü saç uzatmasını, yahudi adeti olduğu gerekmesi ile yasaklıyor. Herhangi bir yasağı belirli bir gerekçeye dayandırmak o gerekçenin boş bir şey olmadığını ve olmamasının istendi­ğini gösterir. Bundan anlaşılır ki, yahudi adeti saç biçimi gi­bi basit bir konu ile ilgili olsa bile, varlığı istenmeyen bir şey­dir. Biz de zaten bu ilkeyi vurgulamak istiyoruz.

Aynı şekilde İbni Ebu Asım'ın[151] bildirdiğine göre Mu-aviye şöyle diyor:

"Mezarları toprak seviyesinde bırakmak sünnet gereği­dir. Yahudiler ile hristiyanlar mezarlarını toprak düzeyinin üzerine çıkarırlar. Sakın onlara benzemeyiniz"[152]Muaviye bu sözleri söylerken şuna dayanıyor: Müslim'in bildirdiği­ne göre sahabilerden

Fudale b. Ubeydi[153] birgün bir mezarın toprak seviyesin­de tutulmasını istedikten sonra bu isteğinin gerekçesini be­lirtmek üzere: "Vaktiyle Peygamberimizin, mezarını toprak seviyesinde tutulmasını emrettiğini işittim" dedi.[154]

Öteyandan Müslim'in Ebu Heyyac Esedi'ye dayanarak bildirdiğine göre Ali Allah onun yüzünü ağartsın- şöyle di­yor: "Peygamber Efendimiz bana rastladığım zaman toprak seviyesinden yüksek her mezarı yıkmamı ve gördüğüm her anıtı ortadan kaldırmamı emretti."[155]

Bu konu ile ilgili olarak -inşaallah- ilerdeki sayfalarda Amr b. As'ın oğlu Abdullah'ın şu sözlerini nakledeceğiz:

"Kim müşriklerin beldelerinde ev yapıp oturur ve ölün­ceye kadar onların Nevruz ve Mihrican törenlerini kutlarsa, Kıyamet günü Mahşerde onlarla birlikte olur?"[156]

Bu arada Buhari'nin Mesruk'a dayandırarak bildirdiği­ne göre Aişe (r.a.) elleri bele koyarak namaz kılmanın mek­ruh olduğunu bildirmiş ve bunun gerekçesini belirtmek üzere "Yahudilere benzemeyiniz"[157] demiştir.

Yine Said'in bildirdiğine göre Abdurrahman b. Zueyb[158] diyor ki:

"Bir gün İbn-i Ömer'le birlikte Cuhfe'de bir mescide girmiş­tik, îçerde de Ömer'in gözüne geometrik şekilli bazı sütun baş­lıkları ilişti. Bunları görünce hemen dışarı çıktı ve bir yere na­maz kıldıktan sonra, Mescid'in sorumlusu ile görüşerek kendi­sine şunları söyledi: Sorumlusu olduğun mescidde şu şekilleri gördüm ve onları cahiliye döneminin dikili taşlarına benzettim. Hemen söyle de onları kınversinler:[159]

Aynı şekilde yine Said'in bildirdiğine göre sahabilerden İbn-i Mesud (r.a.):

"Pencereleri ve duvar başlıkları kemerli mescidlerde na­maz kılmaktan hoşlanmaz ve "Bu usul kiliselerden alın­mıştır. Ehl-i Kitaba özenmeyiniz."[160] derdi. Nitekim Ubeyd b. Ebu Cad'a[161]göre Peygamberimizin sahabileri: "Mescid-lerin pencere ve duvar başlıklarının kubbeli yapılması Kı­yamet alametlerindendİr." demişlerdir.

Sahabilerden bize gelen bu tip rivayetler çoktur. Burada naklettiğimiz olayların ve belgelerin bir kısmı hemen hemen: herkes tarafından bilinen şeylerdir. Sözün kısası, kafirlere ve genel olarak yabancılara özenmenin doğru olmadığı ko­nusunda sahabilere dayandırdığımız açıklamaların yanlış ol­duğunu söyleyen hiçbir ilim adamına rastlamış değilim. Yalnız bu açıklamalarda sözü geçen bazı meseleler üze­rinde değişik yorumlar ve farklı görüşler vardır ki, bunların detayına inmenin yeri burası değildir. Üstelik belirli bazı me­seleler hakkında görüş ve yorumları farklı olan bu kimseler müslümanların Kitaba ve sünnete sıkı şekilde bağlı olmala­rı gerektiği ilkesinde aynı görüşü paylaşıyorlar. Bundan anlaşılıyor ki, bu kimseler de kafirlere ve yabancılara ben­zemenin doğru olmadığını savunan çoğunlukla temelde fi­kir birliği halindedirler.

İcma-ı ümmetin bu konudaki görüş birliğini gösteren üçüncü bir delil de gerek ilk dönem alimlerinin çoğunluğu­nun ve gerekse mezheb imamları ile arkadaşlarının bazı yasaklara gerekçe olarak kafirlere veya genel olarak ya­bancılara ters düşme gereğini belirtmeleridir. Bu alandaki örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Fıkıh ilmi ile az ve­ya çok ilgilenen herkes bu örneklerin mutlaka bir kaçma rast­lamıştır. Bu da iyice düşünüp değerlendirilince bizi, mezhep imamlarının kafirlere ve yabancı lara benzemeyi yasaklayıp, onlara ters düşmeyi hep birlikte emrettikleri hususunda ke­sin bilgiye götürür. Daha önceki sayfalarda çeşitli alimlerin sözlerinden derlemiş olduğum örneklere ilave olarak şimdi burada günümüzde geçerli olan maezheblerin imamlarından bazı örnekler hatırlatmak istiyorum.

Bu örneklerden biri şudur: Bilindiği gibi Hanefi mezhe­binin temel yaklaşımına göre namazları biraz geciktirerek kılmak vakit girer girmez hemen kılmaktan daha makbuldür. Yalnız bu hükmün bazı istisnaları vardır. Bulutlu günlerin namazları ile kış mavsiminin öğle namazları gibi. Bunun ter­sini düşünen .başka bazı alimlere göre de temel prensip na­mazları vakitleri girer-girmez kılmaktır. Fakat bulutsaz kış günleri dışındaki günlerin sabah, ikindi, yatsı ve öğle namaz­ları bu hükümden müstesnadır. Ama normal olarak nama­zı geciktirecek kılmayı tercih eden Hanefi alimleri "Ak­şam namazını vakti geciktirerek kılmayı tercih eden müsta-hab'dır." derler. Çünkü bu mezhebin alimlerine göre yahu-dilere benzemeye yolaçtığından dolayı akşam namazını ge­ciktirerek kılmak mekruhtur. Bu konuda diğer mezheplerin imamları da aynı görüştedirler. Ve daha önce değindiğimiz gibi hepsi aynı gerekçeyi ileri sürmektedirler.

Yine Hanefi mezhebine göre Kitab ehline benzemeye yo-laçtığı gerekçesi ile kemer önünde secde etmek mekruhtur. İmam-ı Ahmed ile arkadaşlarının yaygın görüşü de bu yoldadir. Ayrıca başta İbn-i Mesud olmak üzere bazı sahabiler de bu noktayı vurgulamışlardır.[162]

Buna karşılık Hanefi alimleri "Duvarda asılı mushafa ve­ya kılıca karşı secde etmenin sakıncası yoktur, çünkü bun­lara tapınıldığı görülmemiştir." diyorlar.Bu sözlerden, bu iki şey dışındaki nesnelere karşı secde etmenin mekruh sa­yıldığı anlaşılıyor. Bu arada resimli bir yaygı üzerinde na­maz kılmanın da sakıncası yoktur. Çünkü bu durumda resim hor görülmekte, aşağılanmaktadır. Fakat doğrudan doğruya resim üzerine secde dilmez. Çünkü hareket resme tapmayı andırır. Tıpkı bunun gibi resimli elbise ile namaz kılmak da, üzerinde put taşıyanlara benzemeye yolaçtiğı için mekruh­tur. Fakat eğer bu resimler cansız varlıklara ait olursa, böy-ie varlıklara tapılmadığı için, böyle bir elbise ile namaz kılmak mekruh olmaz.

Yine Hanefi mezhebine göre şüpheli günde (yani Rama­zanın ilk günü olup olmadığı belli olmayan günde) Rama­zan niyeti ile oruç tutmak mekruhtur. Çünkü böyle yapan kimse Allah tarafından emredilmiş olan oruç süresine ken­di kafalarında ilave yapmış olan Kitab ehline (hristiyanla-ra) benzemiş olur.

Yine bu mezhebe göre hacc sırasından Arafat'tayken güneş batınca Önde imam ve arkada cemaat olmak üzere bü­tün hacı adayları Arafat'tan yola çıkarak Müzdelife'ye va­rırlar. Çünkü bu davranışları ile bu konuda cahüiye dönemi müşriklerine ters dümüş olurlar.

Yine bu mezhebe göre altın ve gümüş kablarda yemek ye­mek, içecek bir şey, yağlanma veya koku sürünmek kadin-erkek hiç kimse için caiz değildir. Çünkü bu konudaki ya­saklayıcı delillerin varlığı yanında bu hareket, müşriklerin adetlerine özenmek ve lüks düşkünleri ile müşriklere benzemek anlamına gelir.[163] Yine bu mezhebin baş imamı olan Ebu Hanife ipekli elbise giyinmeyi, yere ipekli yaygı yay­mayı, böyle bir yaygıyı duvara asmayı ve ipekli yorgan ör­tünmeyi yasaklamıştır. Onun öğrencileri olan Ebu Yusuf[164]ile Muhammed[165] bu yasağın gerekçesini açıklarken "Çün­kü bu acem hükümdarlarının ve zalim kralların adetleridir ve böylelerine benzemek haramdır. Nitekim halife Ömer:

"Sakın acem modalarına kapılmayınız" diyor.[166] demiş­lerdir. "Cami-us sağır" adlı eserde bildirdiğine göre adı ge­çen İmam-ı Muhammed "sadece gümüş yüzük taşınabilir"[167] demiştir. Bundan anlaşılıyor ki, Hanefi mezhabine göre taş, demir veya bakır yüzük kullanmak haramdır. Çünkü bu mezhebin imamlarının delil gösterdiği bir hadise göre Pey­gamber Efendimiz (s.a.v.) bir defasında parmağında bakır yüzük taşıyan birini görünce:

"Bana ne oluyor ki, senden pûl kokusu alıyorum" ve başka bir defasında parmağında demir yüzük bulunan biri­ne rastlayınca da:

"Bana ne oluyor ki, senin üzerinde bir cehennem süsü gö­rüyorum."[168] buyurdu. Hanefi mezhebinin ileri gelenlerinin söz­lerinde verdiğimiz bu örneklerin benzerleri çoktur.

Maliki mezhebinin bu konudaki duyarlığına gelince bu­nu örnekleri Hanefi mezhebindekiriden daha çoktur. Öyle ki, İbn-i Kasım'ın[169] "Mudevvene" adlı eserde belirttiğine göre bizzat İmam-ı Malik "Farsça ile niyet ederek ihrama gi­rilmeyeceğini, bu dille dua ve yemin edilemeyeceğini"[170]söylüyor ve bu hükmün gerekçesini açıklarken halife Ömer'in (r.a.) acemler gibi konuşmayı yasaklayarak bunu "bozgunculuk" olarak nitelendirdiğini belirtiyor. Yine Ma-liki'ye göre tek bir dikili taşın bulunuğu bir yol kenarında namaz kılmak mekruhtur. Fakat yol kenarındaki işaret taş­ları birden çok olursa yanında namaz kılmak sakıncalı ol­maz.[171]

 

Hükümdara Dahi Ayağa Kalkmak Hoş Görülen Adet­lerden Değildir.

 

Yine bu imama göre yahudi ve hnstîyanlann cumartesi ve pazar günleri tatil yapmalarını özenerek Cuma günü ça­lışmak (tatil yapmak) mekruhtur.[172] "Müslüman yaşlılara hürmetkar davranmak Allah'a hürmet etmenin bir parçası­dır."[173] şeklindeki bir sözün değerlendirilişi sırasında mec­liste bulunanlardan birinin:

"Fazilet ve bilgice üstün bilinen birine kalkıp yer vermek hakkındaki görüşün nedir?" biçimindeki bir sorusuna İma­mı Malik:

"Bunu hoş görmem, fakat böyle birine sıkışarak yer aç­manın sakıncası yoktur." diye karşılık vermiştir. Yine ona göre kocası içeri girince kadının ayağa kalkması ve eşi otu-nıncaya kadar dikilmesi zalim hükümdarların çevresinde ge-lenekleşen kötü bir adettir. Nitekim zamanımızda halkın yanlarına gelmesi beklenen hükümdarı gözetledikleri ve uzaktan görülünce ayağa kalktıkları görülüyor. Bu hareket İslam geleneklerinden olmadığı gibi kendilerine benzeme­memiz gerektiği yahudilerin, hrıstiyanların ve genel olarak yabancıların adetlerindendir.

Şafii mezhebinin ileri gelenleri de elimizdeki kaynakla­rın gösterdiğine göre, diğer mezeplerin yetikilileri gibi bu ilkeye büyük bir önem vermişlerdir. Örnek verecek olursak onlardan güneşin doğuşu ve batışı gibi namaz kılmanın ya­saklandığı vakitlerde namaz kılmanın yasaklığını gerekçe-lendirirlerken bu saatlerde ateşperestlerin güneşe taptıkla­rını belirtmişler ve delil olarak bu an kafirlerin güneşe sec­de ettikleri andır" şeklindeki hadisi göstermişlerdir. Yine bu ilkeyi gözeterek Ramazan geceleri sahuru mümkün olduğu kadar geciktirmek gerektiğini savunan Maliki'ler:

""Çünkü bizim orucumuzla yahudi hrıstiyanların orucu arasındaki fark budur" demişlerdir. Yine bu düşünceden hareket edersek, kılık ve kıyafette erkeklerin kadınlara ve ka­dınların erkeklere benzememesi gerektiğini belirtmişler­dir. Öteyandan bu mezhebin Arafat'taki vakfe konusunda be­nimsediğini görüş de bu ilkeden kaynaklanır. Bilindiği gi­bi müşrikler islam öncesi dönemde güneş batmadan önce vakfeye dururlar ve ertesi sabah güneş doğduktan sonra Arafat'dan topluca ayrılırlardı. İslamiyet bu konuda onlara ters düşmek amacı ile güneş batmadan önce Arafat'a çıkıp, ertesi sabah güneşin doğuşunun az öncesine kadar vakfe yap­mayı emretti. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.):

"Müşriklere ters düşünüz, onlara uymayınız" ve "Bi­zim geleneklerimiz müşriklerin geleneklerine ters düşer." buyurdu.

Yine bu mezhebe göre zimmilere (gayri müslimlere) koşulacak şartlardan biri onları kılık-kıyafet bakımından müslümanlara benz emekten alıkoymaktır. Böylece müslıi-manların da onlaıiü kıhk-kıyafetlerini taklit etmeleri önle­nerek müslamanlarla kafirler arasında görünüş farklılığı aracında görünü-, farklılığı sağlanması amaçlanmıştır.

lîu mezhebin bazı ileri gelenleri bu konuda daha titiz dav-rana*ak bidatçılara özgü davranışlarda onlara benzemeyi bile yasak saydılar. İsterse söz konusu davranış aslı itibarı ile sünnet olsun. Bu tutumun örneği mezarların üzerini tüm­sek yapmamaya çağırmalarıdır. Şafii mezhebinin bu konu­daki görüşü mezarların üzerini dümdüz yapmanın daha iyi olduğu şeklindedir. Hanefi ve Hanbeli mezheblerine göre mezarların üstünü hafifçe tümsek yapmak daha iyidir. Fa­kat sözünü ettiğimiz Şafii yetkililerine göre yaşadığımız günlerde mezarların üzerine biraz toprak yığarak onları tümsekleşirmek gerekir. Çünkü zamanımızın Rafızi'leri mezarları düz tutmayı kendilerine özgü bir adet haline ge­tirdikleri için, mezarları dümdüz yapmak kendilerine özgü bir davranışta onlara benzemek olur.[174]

Diğer bazı Şafii'lerin gelenleri ise "Biz mezarlarımızı düzleriz. Biz düzlemeyi adet haline getirince, bu hareket on­lara özgü bir özellik olmaktan çıkar" görüşünü savunmuş­lardır. Her iki gurup da bidatçüara özgü adetlerde onlara ben­zememek gerektiği konusunda aynı görüşü taşıyorlar. Fakat mezarların üzerlerini düz yapanın bidatçılara benzemeye yo-laçıp açmayacağı hususunda farklı düşünüyorlar. Düşüne­lim ki, bu duyarlılık bidatçılara benzeme konusundadır. Acaba bu yetkililerin kafirlere benzeme konusunda ve dü­şünmeleri beklenir, onu varın siz düşünün.

Bu ilke ile ilgili İmam-ı Ahmed (Hanbeli) ile arkadaşla­rının gösterdikleri duyarlığa gelince bunun. Örnekleri sayı­lamayacak kadar çokur. Daha önceki sayfalarda İmam-ı Ahmed'in: "Kim bir kavme özenirse, benzemeye çalı­şırsa onlardardır", "Bıyıklarınızı kısaltıp sakallarınızı uzatınız, sakın müşriklere benzemeyiniz" ve "Onlar (al­tın ve gümüş kablar) dünyada onların, ahirette sizindir." hadislerini açıklarken bu konudaki hassasiyetinin bazı örnek­lerine hep birlikte şahit olmuştuk. İmam bu konudaki bir konuşmasında şunları söylemiştir: "İnsanın yaşlılık görüntü­sünü değiştirmesi ve kafirlere benzememesi ne kadar hoşu­na gider"[175] Öteyandan bir dostuna "saçlarını boyatıp yahu-dilere benzemez olmanı isterim"[176] dediği ve "Ateşperest­lerin adetlerindendir" diyerek enseyi traş etmeyi mekruh say­dığı bildirilmiştir. Yine bu imamın aylarını ve insanların fars-ça isimler ile anılmalarının mekruh olduğunu söylediği ve-böyle yapanlarla karşılaşınca elleri ile yüzünü kapatarak "Bu yaptığınız ateşperest adetlerindendir." dediği kaynaklarda yor almıştır. Bu tip örnekler sayılamayaöak kadar çoktur.

Nitekim Harb-ı Kirmani diyor ki: "Bir gün İmam-ı Ah-me'd'e Bele ip (kuşak) bağlayarak namaz kılmak hakkında görüşünü sordum. Bana eğer aba üzerine kuşak bağlanırsa bunun sakıncası olmadığını, fakat gömlek üzerine kuşak bağlamanın mekruh olacağını, çünkü bunun bir yahudi ade­ti adeti olduğunu söyledi. Daha sonra kendisine yolculuğa çıkarken kuşak bağlamanın doğru olup olmadığını sordum. Buna biraz isteksiz bir dille de olsa izin verdi."[177]

Bu sözlere şunları eklemek istiyorum. İmam-ı Ahmed'in yakın arkadaşları da yahudi ve hnstiyanlara benzer şekilde bele kuşak bağlayarak namaz kılmanın mekruh olduğunu söylediler. Fakat başka bir biçimde kuşak bağlamayı sakın­casız saymışlardır. Hatta bir hadiste geniş yenli gömlek gi­yenin kendi avret yerlerini görmesin diye beline kuşak bağ­layarak namaz kılması emredilmiştir.

Bu arada aralarında kadı Ebu Yala, İbn-i Ukeyl ve Ab-dulkadir Cili'nin[178] de bulunduğu İmam-ı Ahmed'in bir kısim arkadaşları müslümah kıyafetinin çeşit ve parçalan ile hangi kılıkların mekruh olduğunu konuşurlarken, arap ge­leneğine uymayan ve acem adetlerinin taklidi olan her giyim tarzının mekruh olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim bu gu­ruptan olduğunu belirttiğimiz Abdulkadir Cili'nin bu konu-dudaki sözleri aynen şöyledir: "Arap modasına uymayıp, acem modasına benzeyen her kılık mekruhtur." Yine İmam'ın arkadaşlarından biri olan ve daha çok îbn-i Bağda­di lakabı ile tanınan Ebu Hasan Amidi başka bir konu ile il­gili olarak aynı duyarlığı şöyle ifade ediyor: "İçinde yemek bulunmayan boş bir yemek kabında elleri yıkamak mekruh değildir. Çünkü İmam-ı Ahmed'in naklettiğine göre bizzat Peygamberimizin böyle yaptığı görülmüştür. Zamanımızda alimler bunu yaptıkları için biz de yapıyoruz. Bu hareketi hoş karşılamayan, garip gören halktır. Yemekten sonra elleri yı­kamak sünnettir. İçinde eller yıkansın diye bir kab konun­ca cemaatteki herkes ellerini yıkamadıkça kaldırılmamalı-dır. Çünkü böyle bir kabı herkes ellerini yıkamadan kaldır­mak acem adetlerindendir."

Yine Abdulkadir Cili'nin de aralarında bulunduğu bu gurubun enseyi traş etmenin mekruh olduğunu açıklarken bu­nun acemlere benzemeye yolaçacağını gerekçe göstermiş ve bu hükmün hemen arkasından Peygamberimizin "Kim bir kavme benzemeye çalışır, özenirse onlardan olur" buy­ruğunu hatırlatmıştır.

Bu arada Şafii ve Hanbeli mezheblerine bağlı bir gurup fıkıh bilgini bazı şeyleri bidatçılara benzemeye yol açar gerekçesi ile mekruh sayarlar. Mesela yine Abdulkadir Ci-lî'nin de aralarında bulunduğu bu guruba göre yüzüğünü sol elin parmaklarına yüzük takmak adeti bidatçılara özgü bir sembol halini almıştır. Yine bu endişeden hareket ederek İmam-ı Şafii'nin bazı arkadaşları, aslında mezarların üstü­nün yerle aynı düzeyde tutulmasının sünnet olduğunu kabul etmelerine rağmen mezarları tümsekleştirmeyi müstahab saymaya yöneldiler ve bu tutum değişikliğinin gerekçesini açıklarken "Çünkü mezarların üzerlerini yer düzeyinde bı­rakmak bidatçilann ayırıcı ve tanıtıcı adeti haline gelmiştir." dediler.

Buradaki maksadımız belirli meseleleri tek tek ele alıp bunlarla ilgili lehte ve aleyhteki görüşleri tartışmak değil­dir. Bizim asıl amacımız belli-başli islam bilginlerinin müs-lüman olmayanlara benzemeyi hoş görmeme konusunda aynı görüşte olduklarını belirtmektedir.

Yalnız sözü geçen bilginler, belirttiğimiz bu genel ilke beraberliği yanında, bazı detaylarda farklı görüşler ileri sürümüşlerdir. Bunun sebebi bazan o ayrıntı ile ilgili delil­lerin çelişik olması ve bazan da bazı bilginlerin söz konu­su ayrıtıyı genel ilkenin kapsamında görmemeleridir. Esrem tarafından yapılan şu açıklamalar bu sözlerimize örnek ola­bilir. Bu zat diyor ki: "Bir defasında İmam-ı Ahmed'e savaş­ta ipekli elbise giyilip giyilmeyeceği sorulunca, bu soruya: "Umarım ki, bunun sakıncası yoktur" diye cevap verdi. Yi­ne savaşta bele Mıntaka (bir çeşit palaska) bağlanıp bağla-namayacağı ile ilgili bir soruya da "Bazı büyüklerimiz acem modası olduğu gerekçesi ile bunu mekruh gördüler ve öy­le şeyler yerine bellerini sarıkları ile bağlamayı tercih etmiş­lerdir" şeklinde karşılık vermiştir. Burada İmam'ın tereddüt­lü konuşması, meseleyi kesin bir hükme bağlamaması mın­tıka adını taşıyan bel kuşağının başkalarına benzeme sakın­cası yanında yarar da taşımasıdır. Nitekim ilk müslümanlardan bir zatın birinin bu kuşağı bağladığı nakledilmiştir. İş­te bu yüzden İmam-ı Ahmed bu konudaki soruya cevap ve­rirken, başkalarının görüşünü naklederek susmayı tercih etmiştir.

Böyle durumlarla ilgili olarak, yani İmam'a bir soru so­rulup da karşılık olarak sadece başkalarının görüşünü nak­letmekle yetindiği ve buna ne onaylama ve ne de karşı çık­ma anlamına gelecek hiçbir şahsı söz eklemediği meseleler­de acaba naklettiği görüşü onayladığı kabul edilebilir mi, yoksa edilemez mi, bu konuda İmam'ın yakın arkadaşları ta­rafından iki zıt görüş ileri sürülmüştür. Bu görüşlerden bi-rincisisine göre "evet" îmam'ın bu şekildeki alıntısı şahsi gö­rüşü yerine geçer. Çünkü eğer bu naklettiği görüşü onayla-masaydı, soru sorana başka şekilde cevap vererdi. Çünkü so­ru soran kimse ondan başkalarının görüşlerini nakletmesi­ni değil, kendi görüşünü belirtmesini istemiştir. Öbür görü­şe göre, İmam'ın bir görüşü sadece nakletmesi onu benim­sediği anlamına gelmez. Çünkü o, bu görüşü sadece anlat­mıştır ve bu anlatmak tek başına o görüşü onayladığını gös­termez. Mıntıka adı verilen bu bel kuşağı hakkında söylene­bilecek daha bir kaç söz ve yer verilecek daha bir kaç alın­tı var ama, şimdi bunun yeri ve sırası değildir.[179]

İmam-ı Hanbeli, eski İran yapısı oklar hakkında da böy­le tereddütlü konuşmuştur. Nitekim Esrem kendisine bu okları kullanmanın doğru olup olmadığını sorunca:

"İlk müslümanlar arap yapısı oklar kullanırlardı" diye ce­vap verdi. Buna benzer bir konuda da Ebu Bekir onun şu söz­lerini naklediyor: "İmam-ı Ahmed'e zırhda yarık olup olma­yacağını sordum. Bana:

"Halid b. Mada'nın ön tarafından bir dirsek boyu yarığı olan bir zırh giydiğini görmüştüm" diye cevap verdi. Ken­disine:

"Peki arkasında yarık olabilir mi?" diye sordum. Bana şöyle karşılık verdi:

"Bilmiyorum. Önden yarık olabileceğini duydum. Fakat arka tarafında yarık olabilceğine dair hiçbir şey duyma­dım. Fakat arkadan yarığı olan zırhla binek hayvanına da­ha kolay binileceği için bunda yarar var. Bazıları buna:

"Kafirlerle savaşmak için gücünüz yettiği kadar si-lan, at ve kuvvet hazırlayınız."                 (Enfal: 8/60)

ayetini delil gösterdiler. Sözlerinin burasında kendisine de­dim ki:

"Bazı alimler bu ayeti İran yapısı okların kullanılaoice-ğinin de delili saydılar. Horasanlılar arap yapısı okların da işe yaramadığını söylüyorlar." Bu sözlerime:

"Nasıl olur? Dünya arap okları kullanılarak fethedildi" diye karışhk verdi. Kendisine:

"Sınır boylarında bu okları gördüm. Eski İran yapısı ok­larda asla mukayese edilemezler" deyince, bana:

"Ben de Şam'da omuzunda arap yapısı ok taşıyan bir as­ker gördüm" diye cevap verdi."[180]

Yine Esrem'in, Ebu Haccac Sıkeki'ye dayanarak bil­dirdiğine göre bu konuda Hz. Ali (r.a.) şöyle diyor:

"Bir defasında Rasulullah (s.a.v.) arap yapısı okuna da­yanmış durumdayken gözleri eski İran yapısı ok taşıyan birine ilişince adama şöyle dedi:

"At onu elinden. O lanetlidir. Siz sadece arap yapısı oklar kullanmalısınız. Allah bu dini bu ok ve yaylar aracılığı ile destekler ve bunlar aracılığı ile yeryüzüne egemen olursunuz."[181]

Dostlarımızın gerek eski İran yapısı bklar ve gerekse buna benzer savaş araçları hakkında uzun sözleri vardır ki, bunları incelemenin yeri burası değildir. Benim bu örnek­leri hatırlatırken altını çizerek belirtmek istediğim gerçek şu­dur. Sizin de gördüğünüz gibi yetkili müslüman bilginler, İs­lam kaynaklı olmayan, daha doğrusu yabancılara ait olan herhangi bir şey söz konusu olunca, bu şeyin yararlı oldu­ğu her ne kadar açık ve belli olsa bile, yine de onun benim­senip benimsenmeyeceği konusunda ya tereddütlü konu­şuyorlar veya farklı görüşler savunuyorlar. Bu tereddüt ve görüş ayrılığının sebebi iki çelişik gerekçe arasında kal­malıdır. Bu gerekçelerin biri İslam adet ve geleneklerine bağ­lı kalmak gereği ve öbürü de hiç bir zararı olmayan ve fay­dalı olduğu meydanda olan, üstelik dinimizin ibadetleri ile uzaktan yakından ilgisi olmayıp, sadece dünyayı ilgilendi­ren belli bir araçtan avantaj arzusudur.

Dikkatimizi çekmesi gereken bir diğer İncelik Ahmed b. Hanbel'in bu hususlarda kullanım serbestisi bildirirken Hz. Ömer'in sözüne veya Halid b. Ma'dan'in[182]uygulamasına dayanmasıdır. Böylelikle O, söz konusu hareketin ilk dönem müslümanları (selef) tarafından benimsenip onaylandığını 've bunun sonucu olarak yahudi, hrıstiyan veya acem maîı ol­mayıp müslümanlarm adetlerinden olduğunu isbat etmeye çalışıyor. İşte bu konularla ilgili her hangi bir şey böyle ısballanabilir. Yoksa mesela sadece ilk donem müslümanla-rından bîri dlan Halid b. Madan'ın bir şeyi yapmış olması, o şeyin müslüman adeti olduğunu isbat etmeye yetmez.

Gerek sahabilerden ve gerekse tabiinden olan diğer imamların ve diğer fıkıh bilginlerinin bu ilke ile ilgili söz­leri pek çotur. Bu konuda sözlerine yer verdiklerimizin ge­ride kalanların neler düşündüklerini belirtir niteliktedir. Şimdiye kadar naklettiğimiz deliller açıkça gösterir ki, ya-hudilere, hrıstiyanlara ve genel olarak yabancılara benzeme­nin hoş karşılanamayacağı ilkesi üzerinde bu ümmetin ile­ri, gelenleri arasında fikir birliği (icma-i ümmet) vardır. Yalnız bu ileri gelenler arasında bazı ayrıntılarda görüş farklılıkları olduğu görülür. Bunun sebebi ya söz konusu be­lirli davranışın yabancı kaynaklı olmadığı kanaati veya bu davranışın benimsenmesini haklı gösterecek daha baskın bir gerekçenin varlığıdır. Aynı şekilde bütün bu yetkililer ve ile­ri gelenler arasında müslümanların Kur'an'a ve sünnete sı­kı sıkıya bağlı olmaları gerektiği ilkesi üzerinde de görüş bir­liği vardır. Yalnız bu yetkililerin bazıları ara sıra bir takım inandırıcı yorumlara dayanarak belirli meselelerde diğerle­rinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. [183]

 

Şeytana Muhalefet

 

Kafirlere karşı olmanın bir benzeri de şeytanlara karşı ol­mak, onlara uymamaktır. Nitekim Müslim'in îbn-i Ömer'e dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz bu konu ile il­gili olarak şöyle buyuruyor:

"Hiç biriniz sol elle ne yemek yesin ve ne de su içsin. Çünkü şeytan sol elle yer ve içer."[184]

Başka bir rivayete göre aynı hadisin sözleri şöyledir:

"İçinizden biri yemek yerken sağ elle yesin. Su içer­ken de sağ elle içsin. Çünkü şeytan sol eli ile yer ve içer."

Aynı hadisin Cabir b. Abdullah'a dayalı rivayeti de şöy­ledir:

"Sol elle yemek yemeyiniz. Çünkü şeytan sol elle yer."

Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sol elle ye­mek yeme yasağının gerekçesini şeytanın bu şekilde yemek yemesine bağlıyor. Bundan da şeytana karşı çıkma, ona uy­mama ilkesinin amaç edinilen, emredilen bir prensip oldu­ğu anlaşılır. Bu hadisin benzerleri çoktur.

Buna benezer bir ilke de dince kemale ermemiş olan araplara karşı çıkma emridir. Bilindiği gibi dinde kemale er­mek, eksiksizlik derecesine ulaşmak Hicret olayı ile gerçek­leşti. Buna göre iman ettiği halde hicret etmemiş olan arap-lar dince eksik kalmışlardı. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) böy­leler i hakkında şöyle buyuruyor:

"Bedevi araplar kafirlikve münafıklıkta daha yaman ve Allah'ın, Rasulullah'a indirdiği prensiplerin sınır­larını tanımamaya daha yatkındırlar. Allah her şeyi bi­len hikmet sahibidir."                                (Teybe: 9/97)

Bu ilkenin başka bir benzeri Müslim'in İbn-i Ömer'e da­yandırarak bildirdiği şu hadisin mesajıdır. Peygamberimiz buyuruyor ki:

"Sakın bedevi araplar namaz vakitlerinin isimleri ko­nusunda sizi etkileri altına almasınlar. Bu namaz vaktinin adı-Aşa (yatsı)-dır. Bedeviler bu vakitte develerini sağarlar.

Başka bir rivayete göre bu hadisin sözleri şöyledir:

"Sakın bedevi araplar namaz vakitlerinin isimleri konusunda sizi etkileri altına almasınlar. Bu namaz vak­tinin Allah'ın kitabındaki adı -Aşa (yatsı)- dır. Bu vakit bedeviler için deve sağma zamanıdır."[185]

Öteyandan aynı hadis Abdullah b. Muğfil'in[186]Buhari 'de yaralan rivayetine göre şöyledir:

"Sakın bedevi araplar sizi etkileri altına alıp -mağrib (akşam)- namazınızın adını değiştirmesinler. Onlar bu vakte -aşa- adını verirler."[187]

Görüldüğü gibi Peygamberimiz (s.a.v.) "Mağrib" ve "Aşa" olan akşam ve yatsı namazlarının vakit isimlerini bedevi araplara uyularak "Aşa" ve "Atame" şeklinde değiş­tirilmesini hoş görmüyor. Bazı alimlere göre bu hoş görme­me, söz konusu isimlerin kayıtsız-şartsız şekilde hoş ol­amamasını anlamını taşır. Diğer bazı alimlere göre ise o hoş olmayan tutum, asıl isimlerin unutulmasına yolaçacak ka­dar sık sık kullanmaktır ki, bize göre de geçerli olan görüş budur. Bu görüşlerin hangisi doğru olursa olsun, Peygmbe-rimiz tıpkı acemlere uymayı yasakladığı gibi bu namaz isimleri konusunda bedevi araplara da uymayı yasaklamak­tadır. [188]

 



[1] Ebu Esved el-Dü'li Ya da Deyli adındaki bu kişinin adı, Zalim b. Amr b. Süfyan b. Abdi b, el-Deyl el-Basri el-Kadi'dir, Ali b. Ebi Ta-Hb (r.a.)'m emriyle Arap dilinin gramer kurallarını (Nahiv İlmi) o koy­du. Rasululah'm zamanında müslüman olduğu söylenir. Cemel olayın­da Ali'nin yanında savaştı. Onu din, akıl, dil, anlama ve anlatma yetene­ğine sahip, zeki ve ileri görüşlü biri olarak nitelerler. Tabii'nin güveni­lir ravilerindendir. H. 69 yılında 85 yaşında iken öldü. Tehzİb el-Tehzib, c.2, s, 10-11 biy. 52.

[2] Hadisi bu uzunlukta Buhari'de bulamadım. Fakat Müslim, Ki-tab el-Zekat, Kişi oğlunun iki vadi dolusu altını olsa bir üçüncüsünü is­ter "Hadisi Babı, H. No: 1050, c.2, s.726'da yukarda geçen sözcüklerle kaydediyor. Ancak Buharı, bu hadisin bir bölümünü Abdullah b. Zübeyr, İbn Abbas ve Enes'den naklediyor. Enes'den rivayet ettiği hadisin söz­leri şöyle" "Kişi oğlunun iki vadi dolusu malı olsa bir üçüncüyü arar (is­ter). Kişi oğlunun karnını topraktan başka bir şey doyuramaz (doldura-maz) Allah, tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. Bkz. S. el-Buhari, Ki-tab el-Rekaik, Mal Fitnesinden Sakınma Babı, H. No: 6436-6437-6438-6439-6440, Feth'ul-Bari, c.l 1, s. 263.

[3] Asıl adı, Rebia b. Amile el-Ferazi, el-Kufi'dir. Tehzib el-Teh-zib'de, İbn Hibban, İbn Main, İbn Sa'd ve el-Acli hakkında güvenilirdir diyorlar. Tehzib el-Tehzib, c.3, s. 449-250 biy. 476.

[4] Bu olayı Taberi, ünlü Taberi tefsirinin Hadid suresinde geçen 16. ayetin açıklamasında anlatıyor. Hadid, Cüz. 27,132; İbn Kesir de sö­zel di::gede bazı değişiklikle İbn Mesud senediyle Ebi Hatem'den nak­lediyor. Bkz. Tefsir-i Kesir, c.6, s. 559-560.

[5] Said b. Abdurrahman, b. Ebi el-Ayma el-Kenani, e'-Mısri adındaki bu ravi, İbn Hacer'in takribinde söylediğine göre "Yedinci Ku­şaktan, kabul edilir bir ravidir". Bkz. Takrib el-Tehzib, c.l, s. 300, biy. 213.

[6] Asıl adı, Sehl b. Ebi Ümame, Esat b. Sehl b.Hanif el-Ensari el-Evsi'dir. İbn Hacer, İbn Main, Acli ve İbn Hibban güvenilir olduğunu nak­lediyor. İskenderiye'de öldü. Bkz. Takrib el-Tehzib, c.4, s. 246-247, biy. 422.

[7] Sünen Ebi Davud, Kitab el-Edep-Hased, Babı, H. No: 4964, c.5, s. 209-210.

[8] Müminlerin emiri ve adaletli bir halife olan Ömer b. Abdüla­ziz b. Mervan b. el-Hakim, el-Emevi el-Kuraşi Beşinci Raşid Halife di­ye anılır. Düzgün kişiliği ve adaletiyle ünlü bu hükümdar H. 61 Medine-ne'de doğdu. Velid b. Abdulmelik zamanında Medine imreti valiliği yaptı. Daha sonra Şam'da Süleyman b. Abdulmelik'in veziri oldu. Bu hü­kümdarın ölümü üzerine H. 99 yılında hilafete geçti. Zulmü kaldırdı, in­sanların başına en hayırlılarını amir etti. Halifelik süresi kısa olmasına rağmen döneminde adaleti, refahı ve güvenliği'yaygınlaştırdı. H. 191'de vefat etti. Bkz. el-Bidaye ve'n-Nihaye, c.9, s. 192-396; Zerkeli, el-Alam, c.5, s. 50.

[9] Sahih-i Buharı, Kitab el-Ezan, Namazı Kısaltma, Babı, H. No: 706, Feth'ul-Bari, c.2, s. 201; Müslim, Kitab ei-Salat, Namazı Tamam­lama İçin İmamın Namazı Çabuklaştırması, Babı, H, No: 469, c.l,s. 342.

[10] Bkz. Sahih-i Buhari, Kitab el-Ezan, Çocuk Ağladığında Nama­zı Çabuklaştırma, Babı, H. No: 708, FethEl-Bari, c.l, s. 201-202; Sahih-i Müslim, Kitab el-Saİat, Namazı tamamlarken imamın namazı hızlandır­ması, Babı, H. No: 469, c., s.342. MUslimin hadisinde şu sözcükler ge-Çiyor:: "Rasulullah (s.a.v.) Namaz kıldırırken, kendisiyle birlikte na­maz kılan bir annenin çocuğunun ağlamasını duydu. (Annenin kafası ka­rışmasın diye) namazı erken bitirmek için hafif bir sure (ya da kısa bir su­re okudu.)"

[11] Buhari-Müslim ve diğer hadis kitaplarında geçen hadisten bir bölümüdür. Bkz. Sahih-İ Buhari, Kitab el'Menakib, Peygamberlik İzle­ri (alametleri) Babı, H. No: 3610, Feth'ul-Bari, c. 6, s. 617;Sahih-i Müs­lim, Kitab el-Zekat, Hariciler ve Niteliklerinin Anlatıldığı Bab, H. No: 148, c.2, s. 744.

[12] Sahabi'nin ulularmdandır. Adı, İmran b. Husayn b. Ubeyd b. Half el-Huzai el-Ka'bi'dir. Künyesi, Ebu Nüceyd'dir. Hayber'in fethe-dildiği yıl müslüman oldu ve bir kaç savaşta Rasulullah'la birlikte oldu. Ömer b. Hattab, halkına dini bilgiler öğretmesi için onu Basra'ya gönder­di. Abdullah b. Amir döneminde Basra kadılığına getirildi. Daha sonra bu görevinden istifa ederek aynldı. Duası kabul olan biriydi. Müslüman­lar arasından kopan fitnelere katılmadı. H. 52'de öldü. Bkz. Esed el-Ga-be,c.5, s. 137-138.

[13] Adı, Attaf b. Halit, b. Abdullah b. el-As el-Mahzumi el-Mede-ni, Künyesi, Ebu Safvan'dır. Takrib el-Tehzib'de, Yedince kuşaktan, doğ­ru sözlü bir ravi olduğu söyleniyor. îmamı Malik'den Önce öldü. Takrib el-Tehzib, c.2, s. 24, biy. 212.

[14] Zeyd b. Eşlem el-Advi adındaki bu ravinin babası Ömer b. Hat-tab'ın yakın dostuydu. İbn Hacer, "Üçüncü kuşaktan ve Mürsel rivayet­lerde bulunan, güvenilir bir alimdir." diyor onun için. 136'da vefat etti. Takrib el-Tehzib, el, s. 272, biy. 157.

[15] Sünen el-Nesai, Kitab el-îftitah, Namazda Ayakta Durmayı ve Kur'an Okumayı Kısaltma Babı, c,2, s. 166.

[16] Takrib el-Tehzib, c.7, s. 221-223, biy. 409, İmam-ı Ahmed, Me-dine'li'dir diyor.

[17] Adı Said b. Cübeyr b. Hişam el-Esedi el-Kufi; Künyesi, Ebu Ab­dullah'tır. Ebu Muhammed olduğu da söylenir. Selefin üçüncü kuşak­tan, fıkıhçı, alim salih (düzgün kişilik sahibi) güvenilir, ibadete düş­kün, erdemli ver'a ehli (dince şüpheli olanlardan kaçınan) imamlarından biridir. İbn Eş'as'la birlikte Haccac'a (Zalim Haccac) ve Beni Ümeyye kabilesine karşı koydular. Haccac krallığı elde edince onu öldürdü. (H. 95)

[18] S. Ebi Davud, Kitab el-Salat, Namazda rüku ve secdede kalma süresi, babı, H. No: 888, c.l, s. 551; Sünen ei-Nesai, Kitab el-İftitah, Sec­dede denilecek teşbih (Sübhane Rabbiyel Ala) sayısı babı, c.2, s. 224-225; Müsned-i Ahmed, c.3, s. 162-163. Hadisin isnadı konusunda müellifin yu­karda verdiği bilgiler yeterlidir.

[19] Sahih-i Müslim, Kitab el-Salat, Namaz Tadil-i Erkan Ve Hep­sinde Hafif-ne uzun ne kısa-Hareket Etme Babı, H. No: 473, c.l, s. 344.

[20] B. Ebu Davud, Kitab el-Salat, Riiku'den önce (semiallah-ü li­men hamiden derken) ayakta durmayı uzatma babı, H, No: 853, c.l, s. 532, Ravileri güvenilirdir.

[21] Sahih el-Buhari, Kitab el-Ezan, İki Secde Arasında Eğlenme, Babı, H. No: 821, Feth'ul-Bari, c.2, s. 301; Müslim, Kitab el-Salat. na­mazda tadil-i erkan ve hepsinde Ölçülü davranma, babı, H. No: 472, c.l, s. 344.Yukarda geçen sözcükler Müslim'de yer almaktadır. Buhari'nin ha­disinde bazı sözcük değişiklikleri vardır.

[22] S. el-Buhari, Kilab el-Ezan, Rüku'den başı kaldırınca (vücudu) dik tutma babı, H. No: 800, Feth'ul-Bari, c.2, s. 287.

[23] S. Müslim Kitab el-Salat, Namazda imamm kısa sure okuma­sı, babı, H. No: 470, c. 1, s. 342.

[24] S. el-Buhari, Kitab el-Ezan, Sabah Namazında Kur'an okuma Babı, H. No: 771, Feth'ul-Bari, c.2, s. 251; Sahih-i Müslim, H. No: 247/c.l,s.447.

[25] Sahih-i Müslim, Kitab el-Salat Hadisler No: 457-458, c.l, s. 336-337, c.2, s. 599, H. No: 879.

[26] Bu anlamıyla hadis Buhari-Müslim ve diğer kaynak hadis ki­taplarında gelmektedir. Bkz. Buhari, Kitab Ezan, İmamın namazda uzun sure okumasından yakınma babı, Feth'ul-Bari, c.2, s. 200. H. No: 705, Sa-hih-i Müslim, Kitab, Yatsı namazında kıraat (okuma) Babı, H. No: 465, el, s. 339.

[27] Buhari, Hadisi birden çok konuda tahriç etmektedir. Bkz. Ki­tab Ezan, Yolcular cemaatle Namaz Kıldıklarında Ezan Okumaları Ba­bı, H. No: 631, Feth'ul-Bari, Burada "sallü"yerine "Ve sallü" geçiyor. Müsned-i Ahmed, c.5, s. 53.

[28] Bkz. Feth'ul-Bari, c.2, s. 247; Cami el-Usul, c.5, s. 344.

[29] Abdurrahman b. Ebi Leyla, el-Ensari el-Medeni, adındaki ra-vi İkinci kuşak tabiilerden ve güvenilir hadis hafizlarmdandır. H. 86'da öldü. Takrib el-Tehzib, c.l, s. 496, biy. 1094.

[30] Bera b. Azib b. el-Haris ., Adiy el-Evsi el-Ensari, genç ve saygın sahabilerdendir. On dört savaşta Rasulullah'la birlikte oldu. Ce-mel, Sıffin ve Haricilerle olan savaşta Ali'nin yanında savaştı. Bu olay­lardan Önce Rey'in fethine de katılan sahabi, Tüster savaşında, Ebi Mu­sa (el-Eşari) ile birlikte oldu. Bkz. el-İsabe, c.l, s. 147.

[31] S. el-Buhari, Kitab el-Salat, Namazda tadili erken, babı, H. No: 471, c.l, s. 343.

[32] Adı Şu'be b. el-Haccac b. el-Verd el-Atıki, el-Vasti, Sonra el-Basri Künyesi Ebu Bistam'dır. Güvenilir hadis imamlanndandır. Takrib de İbn Hacer: "Süfyan Sevri onun için Hadis konusunda Müminlere emiri, Iraklı Hadis anlatıcılarını ilk sorgulayan, Sünnete aykırık bul­duklarını kovan, ibadete düşkün (abid) bir zattı dediğini "kaydediyor. 160'da vefat etti. Takrib el-Tehzib, c.î, s. 351.

[33] Hakem b. Uteybe b. Kindi Künyesi Ebu Muhammed îbn Hacer'e göre; "Güvenilir bir hadis ve fıkıh alimidir." Yalnız Beşinci tabaka rivayet­lerinde müdelles'dir. 1134'de vefat etti. Takrib el-Tehzib, c.l, s. 192, biy. 394.

[34] Asıl adı, Muhammed b. Abdurrahman b. el-Eş'as, b. Kays el-Kindi. Haccac'a karşı başkaldırdı. Bundan dolayı başına bir çok olaylar geldi. Sicistan, Kirman, İran ve Basra'yı işgal etti.

[35] Ebu Ubeyde b. Abdullah b. Mes'ud adındaki ravi, üçüncü ku­şak Tabii'lerin büyüklerindendir. Kufe'lidir. Güvenilir bir ravidir. H. 80'de öldü. Takrib el-Tehzib, c.2, s. 448. biy. 86.

[36] Adı, Abdurrahman b. Mürre b. Abdullah b. Tank el-Cemeli el-Muradi el-Kufi el-Ama, Künyesi, Ebu Abdullah'dır. İbn Hacer el-Tak-rib'de onun hakkında "Güvenilir, ibadete düşkün, müdelles rivayeti ol­mayan biriydi." diyor. 118'de vefat etti. Takrib el-Tehzib, c.2, s. 78, biy. 677.

[37] Müslim, Kitab el-Salat, Namazda Tadili Erken Babı, H. No: 471, c.l, s. 343-344.

[38] Buhari, Kitab el-Ezan, İki Secde Arasında Eğlenme Babı, H. No: 820, Feth'ul-Bari, c.2, s. 300-301.

[39] Daha uzun şekliyle hadis Müslim'de kaydedilmektedir. Kİtab el-Küsuf, Cennet ve Cehennemden Korkmadan Dolayı Namaz Kılma Ko­nusunda Peygamberimizin Hadisi, Babı, H. No; 904, c.l, s. 623.

[40] Muğni, Şerh-i Kebir'le birlikte, c.2, s. 275.

[41] Sahih-i Müslim , Kitab Salat el-Müsafirin ve kasriha Gece Namazlarında Kıraati (Kur'an okumayı uzatma babı, H. No: 772, c. 1, s. 536-537.

[42] Buhari ve miislim'in tahriç ettikleri hadisten bir bölümdür. Bkz. Sahih-i Buhari, Kitab Cum'a, Minberde hutbe okuma babı, H. No: 917, Feth Eİ Bari, c.2, s. 397; Müslim, Kitab el-Mescid, Namazda bir ya da iki adım atılabilirliği babı, H. No: 544, c.l, s. 386-487. Müsned-i Ah-med, c.5, s. 339. Sehl b. Sa'id'e dayanarak.

[43] Züheyr b. Muaviye b. Hadic b. el-Rahil b. Züheyr el-Ca'fa, Ebu Hayseme eî-Kufi, çok hadis rivayet eden, güvenilir hadis nafizi arından -dır. Kütüb-i Sitte (Altı kaynak hadis kitabı) yazan ve diğerleri ondan ha­dis rivayet ettiler. H. 100'de doğdu, 172'de öldü. Bkz. Takzib el-Tehzib, c.3,s. 351-353. biy. 648.

[44] Semmak b. Harb b. Evs b. Halit el-Zehli, el-Bekri el-Kufi, Ebu Muğire, Dördüncü tabakadan, güvenilir bir ravidir. H. 123 'de öldü. Tak-rib el-Tehzib, c.l, s. 352, biy. 519.

[45] Adı, Cabir b. Semure b. Cünade b. Huceyr el-Amiri el-Si-vai'dir. Büyük sahabi olan Cabir b. Zühre ile antlaşma yapan delegeler arasındadır. Babası da sahabidir. 74'de öldü. (Allah ondan razı olsun) Bkz. el-İsabe.c.l.s. 212, biy. 1018.

[46] Müslim, Kitab Salat, Sabah Namazında Kıraat, Babı, H. No: 458, c. l.s.337.

[47] Sahih-i Müslim Kitab el-Salat, Sabah Namazında Kıraat Babı, H. No: 459, c.l,s.337.

[48] Büyük kadın sahabi ve müminlerin annelerinden olan Ümmü Seleme, Hind Binti, Ümeyye b. Muğire b. Abdullah b. Amr, el-Mahzu-miye el-Kuraşİ'ye kocasının hicretin dördüncü yılında ölümü üzerine Ra-suhıllah'la evlendi. Mekke'de ilk müslüman olanlardan ve Habeşistan'a hicret edenlerdendir. Din konusunda başına gelen belalara sabretti. Çi­lekeş, ileri görüşlü ve güzeldi. H. 62'de öldü. Bkz. el-İsabe, c.4, s. 458, biy. 308.

[49] Sahih-i Buhari, Kitab Hacc, Kadınların Erkeklerle Birlikte Tavaf Edebilecekleri Babı, H. No: 1619, c.3, s. 480, Feth'ul-Bari, H. No: 1626, c.3, s. 486. Bu hadiste ifade edilen namaz, sabah namazıdır. Ne-sai Kitab Menasik el-Hacc, Kadınların erkeklerle birlikte tavaf etmele­ri babı, c.6, s. 223-224.

[50] İbn Abbas'ın Annesi Abbas b. Abdulmuttalib'in eşi ve Hanım sahabiye'lerin büyüklerinden olan bu hanımın asıl adı, Lubabe b. el-Ha-ris bin Hazen bin Büceyr b. el-Harem, el-Hilalîye'dir. Ümmü Fadl, kün-yesidir. Hicretten Önce nuislüman oldu. Osman'ın hilafeti sırasında öl­dü. (Allah razı olsun) Bkz. el-İsabe, c.4, s. 398, biy. 942.

[51] Sahih-i Müslim, Kitab el-Salat, Sabah Namazında Koşulan Zamm-ı Sure babı, H. No: 462, c.l, s. 338; Buhari, Kitab Ezan, Akşam Namazında Koşulacak Zamm-ı Sure, Babı, K. No: 763, Feth'ul-Bari, c.2, s. 246.

[52] Bütün nüshalarda Ebu Kuz'a olarak geçen bu zatın asıl adı, Kuz'adir. Soy ismi ise Kuz'a b. Yahya Ebu el-Gadiye'dir. Basralı ve üçün­cü kuşaktan diğer gü\ enilir hadis imamları arasındadır. Altı hadis kita­bı v; diğerleri ondan hadis tahriç etmişlerdir. Bkz. Takrib el-Tezhib, c.8, s. 377, biy. 667. Ravinin adı Müslim'de de Kuz'a olarak geçmektedir, c. 1, s. 33'J, Takrib el-Tehzib, c.2, s. 126. biy, 111.

[53] S. Müslim Kitab el-Salat, Öğle ve İkindi Namazlarında Oku­nacak Kur'an (Zamm-ı sure), H. No: 454, c.l, s. 335.

[54] Künyesi, Ebu Berze; Adı, Nadla b. Ubeyd-Nadla b. Abdullah olduğu da söyleniyor- el-Eşlemi'dir, Sahabi'nin ulularından olan E. Ber­ze, önce Basra'da sonra Moro'da daha sonra tekrar Basra'da yaşadı. Ve orada öldü. (H. 60) Esed el-Ğabe, c.5, s. 146-147.

[55] Sahih-i Buhari, Kitab Ezan, Sabah Namazında Kıraat, babı, H. No: 771. Feth'ul-Bari, c.2, s.251.

[56] Müsned-i Ahmed, c.l, s. 26; Sünen el-Nesai, Kitab el-İmame, İmamın Uzun Zamm-ı Sure Okuyabilme Serbestisi, Babı, c.2, s. 95. Ha­disin isnadı, sahihdir.

[57] Süleyman b. Yesar el-Hilalİ, el-Medeni, Meymune ya da Üm-mü Seleme'nin azadhsı, Üçüncü kuşak Tabii'Ierin yedi büyük hukukçu­larından biridir. "Güvenilir ve erdemlidir." H. 100. yılın başlarında öl­dü. Takrib el-Tehzib, c.l, s. 231, biy. 505.

[58] Bkz. Sünen el-Nesai, Kitab el-tftitah, Namazda Kıyam (ayak­ta durma) ve Kıraati (Kur'an okumayı) Kısaltma Babı, c.2, s. 167; İbn Ma-ce, Kitab tkame el-Saiat, öğle İkindi namazlarında okunacak Zamm-ı su­re Babı, H. No: 827, c.l, s. 270.

[59] Büyük Sahabi olan Ammar b. Yesar b. Amir b. Malik el-Ansa, İslam öncesi Beni Mahzum Kabilesiyle antlaşma yapanlardandır. Al­lah'a İnandıklarından dolayı kendisi, babası ve annesi işkence görmüş­lerdi. Onlar için Rasulullah: "Ey Yesar şereflileri! Direnin (Ya sabır)! Çün­kü varacağınız yer cennettir." buyuruyor. Medine'ye hicret etti ve Rasu-lullah'la birlikte bütün savaşlara katıldı. Sınnin'de şehid oldu. (H. 37), el-îsabe, c.2, s. 513, biy. 5704.

[60] Sahih-i Müslim, Kitab Cum'a, Namazı ve Hutbeyi, Kısa Tut­ma Babı, H. No: 869, c.2, s.584.

[61] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 161-186.

[62] Sahabi teravih namazım kılmak için Rasulullah'ın arkasında top­landı ve kıldılar. Sabah namazını kıldıklarında Rasuhıllah onlara: İmdi, Teravihi evlerinizde acele kılmayın. Fakat korkarım size farz kılınır da ondan aciz olursunuz." dedi.

Sahih-i Buhari, Kitab Salat el-Teravih, Ramazana Saygı Duyma ba­bı, H. No: 2012. Feth'ul-Bari, c.4, s. 250-251.

[63] Sahih-i Buhari, kitab Nikah, Nikaha Teşvik, Babı, H. No: 5063, Feth'ul-Bari, c.9, s. 104.

[64] Sahih-i Müslim, Kitab Nikah -Kendisini Evlenmeye Hazır ge­ren kimsenin Evlenmesi Babı, H. No: 1401, c.2, s. 1020.

[65] Sünen Ebi Davud, Kitab Cihad, Yolculuğun sakıncı 2488, c.3, s. 12; Hakim el-Müstedrek, c.2, s. 73. Hakim Buhari, Müslim tahriç et­memelerine rağmen hadisin isnadı sağlamdır" diyor.

[66] İbn Cerir Umeyr b. Ubeyd'e dayanarak tahriç ettiği hadiste Ra-sulullah'dan'Kur'an'da geçen seyyahlar hakkında soruluyor. O da "Oruç­lulardır" cevabım veriyor. Bunun gibi yine İbn Cerir, Ebu Hureyre'den naklettiği bir hadiste, Ebu Hureyre: Rasulullah bana: "Seyahat edenler­den amaç oruç tutanlardır" buyurdu. Haberi bu bağlamda Sahabe'nin, Se­lefin İbn Abbaş İbn Mes'ud, Said b. Cübeyr, Mücahid, Dehhak, Hasan ve diğerlerinin bu konuyla ilgili görüşlerini de kaydediyor. Bkz. Tefsir-i tbn Cerir el-Taberi, c.l 1, s. 28-29. el-Tevbe, 112. ayetin açıklaması.

[67] Tevbe: 112; Tahrim: 5.

[68] Nisaburİ Meseell el-İmam Ahmed, c. 2, s. 176.

[69] Müsned-i Ahmed, c.l, s. 215 ve 347; Sünen İbn Mace, Kitab el-Menasik, (Şeytanı taşlamada) atılacak Taşların Büyüklükleri, Babı, H. No: 3029, c.2, s. 1008; Sünen el-Nesai, Kitab el-Menasik, (Şeytanı Taş­lamada Kullanılacak) Taşlan Toplama Babı, c.5, s. 268.

[70] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 186-191.

[71] Üsame b. Zeyd b. Haris el-Kelbi Peygamberimizin çok sevdi­ği birisiydi. İslam geldikten sonra doğdu. Rasulullah onu büyük bîr or­dunun komutanı yaptı. Rasulullah'ın Ölümünden sonra Ebubekir onu koruması altına aldı. Üsame, Hz. Osman'ın Öldürülmesinden sonra müs-

' liimanlar arasında kopan fitne hareketlerine karışmadı. Muaviye'nin hi­lafeti sırasında Öldü. (54). el-İsabe, c.l, s. 31, Biy. No: 89.

[72] Buhari hadisi Kitab el-Enbiya ve Kitab el-Hudud'da tahriç ediyor. Bkz. Kitabı el-Hudud, H. No: 54; H. No: 3475, Feth'ul-Bari, c.6, s. 513; Müslim, Kitab el-Hudud, Hırsızlık Eden Kansoyhı Olan ve Olma­yan Kimsenin (Elinin) Kesilmesi Babı, H. No: 1688, c.3, s. 1315.

[73] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 191-192.

[74] Sahih-i Müslim, Kitab el-Hudud, Zina eden Zimmi Yahudinin Recm Edilmesi, Babı, H. No: 1700, c.3, s. 1327 Hadisin Buhari'de de an­latıcıları vardır. Bkz. H. No: 6819-6841. Feth'ul-Bari

[75] Cundeb bin Abdullah b. Süfyan el-Beceli, sahabidir, ancak eski değil, Küfe ve Basra'da yaşadı. Esed el-öabe, c.l, s. 304-305.

[76] Sahİh-i Müslim, Kitab el-Mesacid Ve Mevadı issalat, Kabirle­ri Mescit edinmenin yasak olması, babı, H. No: 532, c. 1, s. 377-379.

[77] S. el-Buhari ei-Salat, bab, 55, H. No: 437, Feth'ul-Bari, c.I, s. 532. Sahih-i Müslim, Kİtab el-Mesacid ve Mevadiussalat, Kabirleri mescit edinmenin yasak olması Babı, H. No: 530, c.I, s. 376.

[78] Müminlerin anneltrinden olan Ümmü Habibe'nin adı, Remle bintî Ebİ Süfyan b. Harb'dır. İlk müslümanlardan ve Habeşistan'a göç edenlerdendir. Kocası Ubeydullah b. Cah Hristiyan olunca ondan ayrı­lıp Rasulullah'Ia birlikte evler.di. Medine'de öldü. el-İsabe, c.4, s. 305-307. biy. 432.

[79] S. el-Buhari, Kitab el-Salat. Cahiliye Döneminden Kalan Müş­riklerin Mezarlarının Kaldırılıp Yerini   mescit Yapma, Babı, H. No:

426, Feth'ul-Bari, el, s. 523, ayrıca 434-1341 ve 3878 Numaralı hadis­lere bkz; Sahih-i Müslim, Kİtab el-Mesacit, Kabirleri Mescit Edinmenin Sakıncası, Babı, H. No; 529, c.l, s. 375.

[80] Ebu Davuo, rCitab el-Cenaiz Kadınların mezarlıkları ziyaretle­ri babı, H. No: 3236, c.3, s. 558; Tirmizi, Ebvabussalat, Kabirleri mes­cit edinmenin mekruhluğu, babı, H. No: 320, c.2, s. 136; İbn Mace, Ki­tab :1-Cenaiz, Kadmiann Mezarları Ziyaretlerinin Sakıncası Babı, H. No: 1574-1575-1576; Nesai, el-Cenaiz (cenazeler), Kabirlere Kandil Asma­nın Sakıncası Babı, c.4, s. 94-95.

[81] Diğer basılı nüshalarda b. Hasan geçmektedir. En doğrusu, Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebi Talip Zeynelabidİn'dir. îbn Hacer onun için: "Güvenilirliği kanıtlanmış, ibadete düşkün, fıkıhçı ve erdemliliğiy-Ie ünlüdür" dedi. İbn Uyeyne, Zühre'den naklen: Üçüncü kuşak Ku-reyş Mil erden, ondan daha erdemlisini görmedim diyor. H. 93 'de öldü. Kü-tüb-i Sitte Sahipleri ondan hadis rivayet ettiler. Takrib el-Tehzib, c.2, s. 35.biy.321.

[82] İbn Hacer Lisan el-Mizan adlı eserinde Cefer b. İbrahim'in ha­yat hikayesini yazdığı bölümde hadisin sahih olduğunu söylüyor ve onu bir çok yoldan tahriç ediyor. Birinci yol: Yukarda müellifin de işaret et­tiği gibi Ebi Ya'la'dan İkinci yol: İsmail b. Ekadi'nin Fadlü Es-Salat Ala el-Nebeviyyi adlı kitabından. Üçüncü yol: İbn Ebi Asım'ın Fadlü el-Sa-lat Ala el-Nebeviyyi adlı eserinden. Diğerlerini de hadisin sonunda zik­retti. Bkz. Lisan el-Mizan, c.2, s. 106-107, Ca'fer b. İbrahim'in biyog­rafisi No: 432.

îlerde müellifin de işaret edeceği gibi hadisin daha başka ciddi ravi-leri var. Suyuti hadisi şu şekilde anlatıyor; "Evlerinizi mezarlığa çevir­meyin. Bir kısım namazlarınızı da orada kılın. Benim evimi de bayram yeri yapmayın. Bana salat ve selam edin. Zira, nerede olursanız olun du­anız bana ulaştırılır" Süyuti: "Hadis sahihdir diyor. el-Cami el-Sağir, c.2, s. 97.

İsmail b. İshak el-Kadi de hadisi, Fadlü el-Salat Ala el-Nebiyyî ad Iı eserinde yine Ali b. Hüseyin'den başka bir isnad'la müellifin anlattı­ğı hadisin sözcüklerine yakın sözcüklerle rivayet ediyor. H. No: 20, s. 10-11. Hadis bütün bu rivayet yollan ve ravilerle inşallah sahihlik derece­sine ulaşır.

[83] Bu ravi hakkında doyurucu bilgi bulamadım. Ancak Buhari Ta­rih el-Kebir'inde: "Süheyl Hasan b.Hasan'dan o da Muhammed b. Ac-lan'dan rivayet etti. Ravi zinciri kesik olduğuna dair bilgi veriyor. îbn Ha­tim el-Razi, Cerh ve el-Ta'dil adlı eserinde bu raviye işaret ediyor fakat sükut ediyor (hakkında her hangi bir bilgi vermiyor). Bkz. Buhari, el-Ta-hir El Kebir, c.4, s. 105, Biy. 2122. el-Cerh el-Ta'dil, cA, s. 249. Biy. 1071.

[84] Hadis bu isnadla el-İmam İsmail b. İshak el-Kadi, "Fadlii el-Salat Ala el-Nebiyyi" adlı eserinde 30 numaralı hadisle kaydediyor. Ancak onun rivayetine "Ve Ma Entüm ve men Bi el-Endülis İlla Sevun" ibaresi yok. Diğer bir İsnadla H. No: 20'de bazı sözcük değişiklikleriy­le tahriç ediyor. Hadisin sön bölümü Rasuîullah'a ait değil Ali b. Hüse­yin'in sözüdür. En doğrusunu Allah bilir.

el-Bezzar Ali b. Ebi Talib'e dayanarak Rasulullah'ın şöyle buyurdu­ğunu naklediyor: "Benim mezarımı bayram yeri ve evlerinizi me­zarlık haline getirmeyiniz. Bana salat ve selam edin. Çünkü sizin sa­lat ve selamınız Bana ulaştırılır." Bezzar, bu hadis inkar edilmiş değil­dir. Yani sahİhlik payı vardır diyor. Bkz. Keşf el-Eşar, an Zavid el-Bezzar, c.İ, s. 339, H. No: 707. Ayrıca Müellifin (Ibn Teymiyye), el-Te-vassül Ve el-Vesile, s. 73.

[85] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 193-199.

[86] Sahih-i Müslim, Kitab Hacc, Peygamber'in Veda Haccı, Babı, H. No: 1218, el, s. 886 ve daha sonrası.

[87] Abdullah b. Cabir el-Muharifi el-Haceri el-Misri adındaki bu kişi Ebu Davud ve Nesai'nin kendisinden hadis aldığı, üçüncü kuşak ra-vilerin kabul görenlerindendir. Bkz. Takirib b. el-Tehzib, c.2, s. 444, biy. 15.

[88] Adı, Şem'un b. Yezid b. Hunafe el-Ezdi'dir. Rasulullah'la bir­likte sohbet etmiş ve ondan hadis nakletmiş büyük sahabilerdendir. Bey­ti Mukaddes'de yaşadı. Şam'ın fethine katılmış daha sonra Mısır'a dön­müştür. Ebu Reyhane kiinyesiyle tanınmıştır. Bkz. Esed el-Ğabe, c.3, s. 3.

[89] Sünen-i Ebu Davud, Kitab el-Libas, İpekli giymenin Mekruh Ol­ması Babı, H. No: 4049, c.4, s. 320-326; S. Nesai, Kitab el-Zine,, Tüy­leri yolma Babı, c.8, s. 134-144; Müsned-i Ahmed, c.4, s. 134.

[90] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 199-203.

[91] Sünen-i Ebu Davud, Kitab el-Libas, Erkeklerin İpekli Elbise Giymelerinin Mekruh Olması Babı, H No: 4048, c.4, s. 324; Tirmizi, Ki­tab el-Edeb, H. No: 2788, Kadın ve Erkeklerin Süslenmesi Babı, c.5, ş. 107. Tirmizi: "Bu yönüyle hadis, "hasen" ve "Garip"tir dedi. Beyhaki, Sü­nen el-Kübra, c.3, s. 246.

[92] Büyük Sahabi'dir. Asıl adı, Rafi b. Hudeyc b. Rafi b. Adiy b. Yezid el-Ensari el-Evsi'dir. Yaşının küçük olmasına rağmen, Rasulul-lah'dan Uhud savaşına katılmasının kabulünü istedi. Rasulullah isteği­ni kabul etti ve çıkmasına izin verdi. Böylelikle Uhud ve diğer savaşla­ra katıldı. Medine'de kendi toplumunu (kabilesinin) lideriydi. Uhud sa­vaşından kalma bir. yara nedeniyle Medine'de Öldü. Bu yarayı aldıktan sonra bir hayli yaşamıştır. Öldüğünde 86 yaşındaydı. el-İsabe, c.l, s. 495-496, biy. 2526.

[93] Bkz. Sahih-i Buharı, Kitab el-Şirke, Koyunu pay etme Babı, H. No: 2488, Feth El, Bari, c.5, s. 131. Ayrıca (2507-3075 numaralara ba­kın. Sahih-i Müslim, Kitab el-Edha, Hayvanı kanını akıtacak bir kesici­ye kesmenin caiz olması Babı, H. No: 1968, c.3, s. 1558.

204

[94] Sahih-i Buhari, Kitab el-Menakib, Huza'a'nın kıssası Babı, H. No: 3521, Feth'ul-Bari, c.6, s. 547, Sahih-i Müslim, Kıtab Cennç, Zalim­lerin (Diktatörler) Cehenneme, Zayıfların Cennete Girecekleri Babı, H. No: 2856, c.4, s. 2192; Ayrıca bkz. Hamiş-i S. el-Müslim, c.4, s. 2191.

[95] Sahih-i Müslim, Geçen Kitap ve Bab, H. No: 2856, c.4, s. 2191-2192.

[96] Hadisi Ahmed Müsned'inde Gudayp b. el-Hars'den naklediyor. Sonunda şöyle diyor... Peygamber şöyle buyurdu: "Bir toplum bid'at icad ettiği oranda sünnetten uzaklaşır..." H. el-Müsned, c. 4, s. 105; Siiyutİ el-Cami, el-Sağir de hadisi naklediyor ve ekliyor." Hadis hasendir. " el-Ca-mi el-Sağir. c.2, s. 480, H. No: 7790.

İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 203-209.

[97] Ebu Umeyr b. Enes b. Malik el-Ensari, Enes'in en büyük oğ­ludur. İsmi Abdullah olduğu da söyleniyor. İbn Hacer, Takrib'de "güve­nilirdir" diyor. Bkz. age., c.2, s. 456, biy. 192.

[98] Büyük sahabidir. Adı, Abdullah b. Zeyd b. Sa'lebe b. Abdi Rab-bihi el-Ensari el-Hazreci el-Haris'dir. Akabe biatinde, Bedir ve diğer sa­vaşlarında Rasulullah'la birlikte oldu. H. 32'de vefat etti. el-İsabe, c.2, s. 312. Biy. 4686; Esed el-Ğabe, c.3, s. 165-167.

[99] Sünen Ebi Davud, Kitab el-Salat, Ezanın başlaması (icadı) Babı, H. No: 498. c.l, s. 335-337.

[100] Amir b. Şa'bi ünlü imamlardandır. îbn Hacer: "Üçüncü kuşak­tan, güvenilirliğiyle ünlü, fıkıhçı ve erdemli bir zattır" der. Mekhul: "Ondan daha iyi bir fıkıhçı görmedim" diyor. H. 103'de 80 yaşında öl­dü. Takrib el-Tehzib, c.l, s. 387. biy. 46.

[101] Sahihi-i Buhari, Kitab Ezan, Ezanın Başlaması Babı, H. No: 603, Feth'ul-Bari, c.2, s. 77; Sahih-i Müslim Kitab el-Salat Ezanı Çift ikame­tin tek yapılması emri, Babı, H. No: 378, c.l, s. 286.

[102] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları:209-213.

[103] Kays b. Ubbad el-Dab'i, el-Basri-Ebu Abdullah, için İbn Ha-cer: "İkinci kuşak muhadaram olan bu zat güvenilirdir, Onu Sahabi'den saymaksa bir yanılgı (vehim)'dir." der. Buhari, Müslim ve diğerleri on­dan hadis rivayet ettiler. Bkz. Takrib el-Tehzib, c.2, s. 129, biy. 152.

[104] Beyhaki, Sünen el-Kübra, Kitab el-Cenaiz, Cenaze Töreni Sı­rasında Sesi Yükseltme Babı, c.4, s. 74; İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, Ki­tab el-Cenaiz, Sesi Yükseltme Babı, c.4, s. 274; Musannef-i Abdürrez-zak, c. 4, s. 453.

[105] Adı, Amr b. Meymun el-Ezdi, Künyesi Ebu Abdullah'dır. Ebu Yahya: "Güvenilirliği ve ibadete düşkünlüğü ile ünlü olan bu raviden Al­tı Kitap sahibi ve diğerleri hadis rivayet etti." dedi. H. 74'de vefat etti. Takıib el-Tehzib, c. 2, s. 80, biy. 689.

[106] Buhari, Kilab Hacc, H. No: 1684 Feth'ul-Bari, c.3, s. 541. Sözcük dizimizde bazı değişikliklere Tirmizi, Kitab Hacc, Güneş batma­dan önce (Müzdelife'den) ayrılma babı, H. No: 396, c.3, s. 242; Müsne-di Ahmed, c.l,s. 39-42-50-54, Ömer b. Hattab'a dayanarak. Hadisin söz­leri, müeellifin yukarda anlattığına yakındır.

[107] Buhari, Kitab el-Eşribe, Altın kabdarı Su İçme Babı, Gümüş Kabdan Su İçme Babı H. No: 5632-5633 c.10, s. 94-96; Müslim Kitab el-Libas ve el-Zine, Altın ve Gümüş Kab Kullanmanın Haram Olması Ba­bı, H. No: 2067, bir çok yoldan ve değişik sözcüklerle, ayrıca c.3, s. 1637-1638.

[108] Cübeyr b. Nüfeyr b. Malik b. Amir el-Hadrami El-Husumi İkinci kuşak Muhadram'Iardandır. Babası Sahabi'dir. Müslim ve diğer dört Sünen Sahibi ondan hadis rivayet etti. Buhari, Edeb, el-Müfred'de ondan hadis naklediyor. Önemli gövenilir biridir. Hicri 80'de vefat etti. Takrib ei-Tehzib, c.l, s. 126, biy. 44.

[109] Sahih-i Müslim, Kitab el-Libas Ve el-Zine Erkeğin Serçe Fir gürü İşlemeli Elbise Giymenin Yasaklanması, Babı, H. No: 2077, c.4, s. 1647.

[110] Yazma nüshada el-Mühendi, basma nüshada ise el-Hindi ola­rak geçiyor. Asıl adı: Abdurrahtnan b. Melle b. Amr b. Adiy el-Nehdi Ebu Osman'dır. Sağlam ve doğru sözlü bir ravidir. Peygamber'i görüp ondan bizzat hadis naklinde bulunmadı. Ebu Hatim, Nesai ve İbn el-Medeni gü­venirliğini onaylıyor. Salih kullardandı. Yüz otuz yaşından büyük bir yaş­ta vefat etti. (H. 100) Bkz. Hülasa Tehzib el-Kemal, s. 235.

[111] Yukarıda geçen metin, Müslim'in kaydettiği hadisten alın­mıştır. Müslim, Kitab: Giyim ve süslenme; babı, Altın kab kullanmanın haram olması, H. No: 2069, c.3, s. İ642; Buhari (kısa olarak tahriç edi­yor) Kitab Giyim; Bab: Erkeklerin ipekli giymesi H. No: 5830 Feth'ul-Bari,c.lO,s. 284.

[112] Ebi Ya'la'nın Tabakat el-Hanabile'sinde zikrettiğine göre Ali b. Ebi Sulih el-Sevak, birinci kuşak tabilerdendir. c.l, s. 232, Biy. No: 328.

[113] Age,c.l,s. 234.

[114] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları:214-217.

[115] Sözel dizgedeki bazı değişiklerle çoğunu Beyhaki zikrediyor: Sünen el-Kübra; Kitab el-Cizye; bab: İslam devleti başkanının cizye üzerine antlaşma yapması, c.9, s. 202. Ayrıca bkz. İbn Kayyım Ahkam el-Cizye, c.2, s. 661-662.

[116] Beyhaki, Sünen el-Kübra, c.9, s. 202; Ayrıca bkz. İbn Kayyim Ahkam Ehli Zimme, c.2, s. 659-660.

[117] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 218-219.

[118] Asıl adı, Ebu Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. Cafer b. Ahmed b. Faris el-Hafiz el-Kelarel-lsfahani H. 298'de doğdu. Güve­nilir hadis hafızlarından bu bilgin 346 H'de vefat etti. Bkz. el-Lübab Fi Tehzib el-Ensab, c.l, s. 69. Ayrıca Lisan el-Mizan, c.7, s. 64. Biy. No: 607.

[119] Asıl adı Halit b. Arfata b. Sinan el-Azrİ, büyük sahabi'dendir. Sa'd b. Ebi Vakkas Onu Kufe'ye halife tayin etti. Abdullah b. el-Havsa Muaviye'ye başkaldırdığı zaman Muaviye bu sahabiyi ona karşı gönder­di. Halit tarafından öldürüdü. (H. 60) Bkz. Esed el-Ğabe, c.2, s. 87-88.

[120] Bkz. İbn Kayyım (el-Cevzi) Ahkam Ehli el-Zimme, s. 743.

[121] Burada adı geçen Muhammed b. Kays'ın kim olduğunu bilemi­yorum. Ancak Ömer b. Abdülaziz'in veya Medine kadılarından olması olasıdır. Bkz. Buhari, Tarih el-Kebir, c.l, s. 212-213. Biy. No: 666.

[122] Bkz. İbn Kayyim, Ahkam Ehl-i Zimme, c.2, s. 742. (362)Age.,c.2,s.716.

[123] Age.,c.2, s. 731-742.

[124] Kayşa b. Ebu el-Beceli, Ebu Abdullah el-Kufi, Tabii'nin ünlü güvenilir bilginlerindendir. Allah Rasulünü gördüğü de söylenir. Doğru­su şudur. Bu zat, Peygamber"e bi'at etmek için gitmiş. Fakat onu vefat etmiş bulunca halifesi Ebu Bekir'e biat etmiştir. Altı ünlü hadisci de on­dan hadis tahricinde bulunmuş. Hudud'da vefat etti, H. 90. Yaşı bu sıra­da yüzü geçkindi. Bkz. Takrib el-Tehzib, c.2, s. 127 Biy. No: 132 Ayrı­ca Tehzib el-Tehzib c.8, s. 386-3,89; Biy. No: 689.

[125] Ahmed, el-Miisned, c.l, s. 43; IbnHacer bu hadise yakın baş­ka bir hadisi AH b. el-Ca'ad, Şube yoluyla, İsmail'den aktarıyor. Bkz. Feth'ul-Bari, c.10, s. 286, Abdürrezzak'da"el-Musannef inde Muammer, Katade ve Ömer aracılığı ile daha uzun olarak aktarıyor. Ancak İpek söz­cüğünü zikretmiyor. Bkz. el-Musannef, c.l l,s. 85-86. H. No: 19994.

[126] Ahmed el-Müsned, c. 1, s. 16. Yukarıda geçtiği gibi Buharı ve Müslim'de bu hadisin tanıkları vardır.

[127] Asıl adı, Ubeyd b. Adem'dir. el-Razi, el-Cerh ve el-Ta'dil adlı eserinde zikrettiğine göre bu ravi Ömer b. Hattab'dan hadis dinle­miştir. Rivayetlerinde söz etmemesine rağmen Ebu Hureyre'den de ha­dis naklinde bulunmuyor. İbn Hacer, îbn Hibban bu ravîyi güvenilir saydığım söylüyor. Bk?. el-Cerh ve el-Ta'dil, c.5, s. 401, Biy. No: 1857; Ta'cil el-Menfaa, s. T 6, Biy. No: 700.

[128] Ahrned e!-Müsned, c.l, s. 38. Ömer b. Hattab isnadiyla. Aynı hadis İbn Kesir'de zikrediyor: Bkz. el-Bidaye ve'n-Nihaye, c.7, s. 58. İbn Kesir şöyle der: Bu hadisin isnadı Ziyaeddin el-Makdisi'nin el-Müstah-reç .tdh eserinde tercih ettiği sağlam İsnaddır. Ayrıca bkz. İbn Kayyim, el-Mcnar el-Münif, s. 88-89 haşiyesi ile birlikte.

[129] Sahih-i Müslim, H. No: 162, c.l, s. 145; Kitab el-İman Babı, Al­lah Rasulünün (Miraç gecesindeki) gece yürüyüşü.

[130] Ka'b b. Mat'i el-Humeyri, Ebu İshak, Ka'b el-Ahbar olarak ta­nınan bu zat, Muhadramlardandır. Aslen Yemen'li olup daha sonra Şam'a yerleşmiştir. Ebubekir'in hilafeti sırasında müslüman olmuş. Ömer'in zamanında olduğu da söylenmektedir. Müslüman olmazdan Yahudiydi. Güvenilirdir. Müslim, Ebu Davud, Nesai- Tirmizi, İbn Ma-ce kendisinden hadis tahriç eylemiş. Osman'ın hilafeti sırasında yaşı yüzü geçkin öldü. Bkz. Takrib el-Tehzib, c.2, s. 135, Biy. No:135; Tak-rib el-Tehzib c.8, s. 438-440, Biy. No: 793.

[131] Peygamberimizin, Hz. Ömer ile ilgili bu övücü İfadelerini içe­ren ve Buhari'nin bildirdiğine göre Abdullah b. Ömer tarafından rivayet edilmiş olan hadisin tamamı şöyledir:

"Bir gece şöyle bir rüya gördüm: Bir sabah vakti çok erken sa­atlerde Kul ey b kuyusundan su çekiyordum. Az sonra Ebubekir gel­di ve bir iki kova kadar su çıkardı. Çektiği kovalar ağza kadar dolu değildi, üstelik küçük boylu idî. Fakat daha sonra gelen Ömer iri bir kovayı kuyuya daldırıp dudaklarına kadar dolu vaziyette çıkardı ve herkesi kana kana suya doyurdu. Hiçbir babayiğit bu işte onun ka­dar başarılı olamamıştı." Bkz..Sahih eî-Buhari, Feth'ul-Bari, c.7, s. 41 H. No: 3682, Kitab Sahabilerin Faziletleri; bab: Ömer b. Hattab'ın yaşam öyküsü, Sahih-i Müslim, c.3, s. 1862; H. No: 2393; Kitap: Sahabinin Fa­ziletleri, Bab: Ömer'in fazileti.

[132] Sahabi'nİn ulularındandır. Asıl adı, Talha b. Ubeydullah b. Amr b. Ka'b el-Kuraşi el-Temimi'dir. Künyesi, Ebu Muhammed olan bu bü­yük zat cennetle muştulanan on bahtiyardan birisidir. İlk İslam'a giren­lerin sekizinci ve Ebubekir'in sayesinde İslama girenlerden,Ömer'in be-İtFİediği altı kişiden kurulu Şura üyelerinden biridir. Ayrıca Uhud günü Rasulullah ile birlikte yerinden ayrılmayan ve O'na gelen oklardan ko­ruyan, bu sırada eli çolak olan bir sahabidir. Cemel olayında atılan bir okun kendisine isabeti sonucu öldü. (H. 36) Bu sırada 64 yaşında idi. Bkz. el-İsabe, c.4, s. 229-230; Biy. 4266.

[133] Abdiirrezzek, el-Musannef, c.l, s. 364, H. no: 1423. Beyhaki, Sünen, c.l, s. 243, Ebi Şeybe, Musannef, c.2, s. 259.

[134] İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, Kitab: Namazda Sedl'in mekruh olması,-c.2, s. 259.

[135] Ebu Davud, Kitap, Namaz, Bab: Namazda ucu omuzlardan aşağı sarkan elbiseyi giymenin keraheti. H. No: 643, c.l, s. 423; Tirmi-zi, Kitab Namaz, Bab: Namazda sedlin çirkinliği H. No: 378, c.2, s. 217; Ahmed el-Müsned, c.2, s. 295-341. Tirmizi ve Ahmed, ağzı kapa­mayı zikretmediler. Hakim el-Müstedrek'in Süleyman el-Ehvel, Ata aracılığı ile Ebu Hureyre'den kaydettiği bu hadis konusunda şöyle diyor: "Bu hadis Buhari ve Müslim'in rivayet koşullarını içerdiği için sahihtir. Yalnız onlar, kişinin namazda ağzını kapamasını kaydetmiyor. "el-Müs-tedrek, c.î,s. 253.

[136] Amir b. Abdulvahid el-Ahvel, el-Basri için İbn Hacer: "Doğ­ru sözlüdür. Ancak, hata eder, altıncı kuşak ravilerdendir." der. Ahmed, Hadiste kuvvetli değildir, İbn Main rivayetleri sakıncasızdır, Ebu Hatim, güvenilirdir, naklettiği haberi almada her hangi bir sakınca yoktur," der. Bkz. Takrib el-Tehzib, c.l, s. 389, Biy. No: 59 el-Cerh veel-Ta'dil c. 6, s. 326-327; biy. 1817.

[137] Beyhaki, Sünen el-Kübra, c.2, s. 242 Beyhaki bu haberi Süley­man el-Ahvel ve Ata aracılığı ile Ebu Hureyre'den kaydediyor. Söz­cükleri Ebu Davud ve el-Hakim'in rivayetlerinde geçtiği gibidir. Haşim'in rivayetinde olduğu gibi ravi zinciri munkatıdır. Beyhaki diyor ki: "Bu ha­disin isnadı burada munkat'ı ise de kendisinden bir önceki rivayete bitiş­mesiyle kuvvet kazanır. Ayrıca bkz. Abdurrezzak, el-Musanef, c.l, s. 365, H. No: 365.

[138] Haberi Ebu Davud îbn Cureyh'den kaydadiyor ve şöyle diyor: "Ata'yi çokluk omuzlarından sarkan elbiseyle görürdüm." S. Ebi Davud, c.l, s. 424, H. No: 644. Beyhaki şöyle anlatıyor: Bize anlatıldığına gö­re Ata b. Rebah konuyla İlgili hadisi unutmuş ya da bu eylemi büyüklen-mek için yapmıyormuş gibi, elbiseyi omuzlarından sarkıtarak namaz kılardı. Sünen el-Kübra, c.2, s. 242. Abdurrezzak da şöyle zikrediyor: "Ata'yı namaz smsında, elbiseyi omuzundan sarkıtırak namaz kılarken gördüm. Bkz. el-Musannef, c.l, s. 362. H. No: 1408.

[139] Îbn Mesud: Bu zat Ubeyde îbn Abdullah b. Mesud'dur. Bası­lı nüshalarda İbn Mesud eklemesi yapılmış. Künyesiyle ünlüdür. Kufe-li üçüncü kuşak ravilerdendir. H. 80'de vefat etti. Bkz. Takrib, c.2, s. 448, biy. 86.

[140] Abdurrezzak, el-Musennef, c.l, s. 364, H. No: 1417; Beyhaki, Sünen el-Kiibra, c.2, s. 243; Beyhaki şu açıklamada bulunur: "Bu habe­rin naklinde Beşr b. Rafi, tek kaldığı için, kuvvetli değildir."

[141] Numan b. Sabit el-Temimi el-Kufi adındaki bu bilgin, hukuk­ta üstün, dört önemli mezhep sahiplerinin birincisidir. Güvenilir, bilgin, zühd ve vera ehlidir. Abbasi krallarından Mansur kadılık makamına ge­tirmek istemiş kendisini fakat vera'ından dolayı evet dememiş. Bu büyük zat 150 yılında vefat etti. Bkz. ei-Bidaye, c.10, s. 107-108. Zerkeli el-Alam, c.8, s. 36.

[142] Muhammed b. İdris b. Abbas b. Osman b. Safi (Şafii) adına ku­rulan, Şafii mezhebinin lideridir, Dört büyük imamdan biridir. 204 yılın­da 54 yaşında Öldü.

[143] Abdulaziz b. Cafer b. Ahmed b. Yezdan b. Maruf, Hanbeli mez­hebinin büyük bilginlerindendir. İslam hukukuyla ilgili bir çok özgün görüşleri ve tercihleri vardır. el-Şafi, el-Mukni, Tefsir el-Kur'an, Zad el-Müsafir, el-Tenbih ve başka eserleri var. Hukukçuluğuyla yanında ver'a ve zühd sahibiydi de. 363'de 78 yaşında öldü. Bkz. Tabakat el-Hanabi-le,c.2,s. 119-327; Biy. 611.

[144] Bkz. îtm Kasım, el-Müdevvene el-Kübra, c.l, s. 108.

[145] Ali b. Muhammed b. Abdurrahman el-Bağdadi, el-Amidi, ün­lü huhukçu, Kadı Ebİ Ya'la'nm dostlanndandır. Aynca çağının ünlü Han-beli hukuk alimlerindendir. Özgün yapıtları: Umde el-Hadır ve Kifaye el-Müsafir. 467'de vefat etti. Bkz. Zeyd Tabakat ei-Hanabile, c, 1, s.8-9.

[146] Ebu el-Vefa Akil b. Muhammed b. Akil b. Ahmed, Hanbeli Hu­kuk bilginlerindendir. 431 yılında doğdu. Hukuk ve hukuk metodoloji­si konusunda dengi yoktu. Bu konularla ilgli bir çok Özgü yapıtı vardır. En ünlüleri: Kitab el-Fünun Fi Şetta el-Uium. Bu eseri İkiyüz cildi aşkın­dır, el-Fusul, el-Müfredat, Umde el-Edille, el-İrşad ve Nefy el-Teşbih vb. İmam Ahmed; ve görüşlerini savunanlardandır. Bazıları onu, bidatçı görüşler ileri sürmekle suçlar. Döndüğü ve levbekar olduğu da söylenir. 513 yılında vefat etti. Bkz. el-Zeyl Ala Tabakat el-Hanabile, c. 1, s. 142-163, Biy. 66.

[147] el-Hasan b. Muhammed b. el-Hasen b. Ali, Ebu Muhammed el-Hallal, Bağdat'h bilgili ve erdemli birisidir. H. 352'de doğdu. Bir hay­li eserleri vardır. Bir kaçı, Ahbar el-Sakale, el-Mecalis el-Aşr. Bkz. Zer-keli el-Alam, c.2, s. 212.

[148] İkrime el-Berberi, Ebu Abdullah el-Medeni İbn Abbas'm azat-lısıdır. Aslı berber'dendir. Tabii'nin büyük bilginlerindendir. Özellikle Tefsir bilimi konusunda hayli derindir. Aynı zamanda İbn Abbas'ın ün­lü öğrencilerindendir. Harici ve Saferiye bid'atlerine uymakla suçlanır. Diğer hadis bilginleri güvenilirliğini onaylıyorlar. Örneğin İbn Hacer der ki: "Tefsir biliminde bilginliği kanıtlanmış, güvenilir birisidir. İbn Ömer'den yalan haber naklettiği saptanmış, değildir. Ayrıca bid'atçıh-ğı da kanıtlanmıştır. "Üçüncü kuşak, ravilerden olan bu zat, H. 107'de ve­fat etti. Bkz. Takrib el-Tehzib, c.2, s. 36, Biy. No: 277; Tenzih el-Teh-zib,c.7, s. 263-273; Biy. 475.

[149] Haccac b. Hasan el-Kaysı el-Basri'yi Ahmed, İbn Main ve İbn Hibban güvenilir ravilerden sayıyor. Nesai ise, besince kuşak, ravi­lerden olan bu zatın rivayetlerinde her hangi bir sakınca yoktur diyor. Bkz. Takrib el-Tehzib^c.l, s. 152; Biy. 150.

[150] Sünen Ebi Davud, Kitab.el-Tereccül, Bab: Ruhsata değin ha­disler H. No: 4197, c.4, s. 412

[151] Ahmed b.Amr b. Ebi Asım el-Dahhak b. Muhalled el-Şeyha-ni, el-Basri, güvenilir hadis ezbercilerinden olup, Salih b. Ahmed'den son­ra İsfahan kadılarının reisidir. Bir çok ünlü eseri vardır. Bir kaçı: (el-Siin-ne (basılıdır) el-Ahad, el-Evail vb. 287 yılında vefat   etti. Künyesi: Ebubekir'dir. Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye ve el-Nihaye, c.ll, s. 84, Zer-keli, eI-Alam,c.l,s. 189.

[152] Raviler, güvenilirdir.

[153] Büyük sahabilerden olan Fudali b. Ubeyd b. Nafiz b. Kays b. Suheyb el-Ensari el-Evsi, ilk müslümanlardan olmasına rağmen Be-dir'de bulunmadı. Daha sonra Uhud, Şam'ın ve Mısır'ın kurtarılması gi­bi diğer hareketlerde bulundu. Savaşlarda komutanlık yaptı. Muaviye onu Ebi el-Derda'dan sonra Dimaşk Valiliği'ne atadı. 53'de vefat etti. Bfcz. el-İsabe, c.3, s. 206, Biy. No: 6992.

[154] Müslim, H. No: 968, c.2, s. 666; Kitap Cenazler, Bab: Kabir­leri toprak düzeyinde tutmayı emreden hadisler

[155] Sahih-i Müslim, c.2, s. 666,   H. No: 969, Kitab Cenazeler; Bab: Kabirleri yer düzeyinde tutmayı emreden hadisler.

[156] Beyhaki, Sünen el-Kübra, c.9, s. 234.

[157] Abdurrezzak, el-Musannef, c.2, s. 273-274; H. No: 3338; Ki­tap Namaz, Bab: Adamın namaz sırasında ellerini beline koyması.

[158] İsmail b. Abdurrahman b. Züeyb el-Esedİ adındaki bu raviyi Ebu Zer'a, İbn Sa'd Dare Kutni ve İbn Hibban güvenilirler arasında sayıyor­lar. Bkz. Tehzib el-Tehzib, c.l, s. 312-313, Biy. No: 570.

[159] İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, c. 1, s. 59. Burada geçen anlam, bir nass niteliğinde olduğunu ifade etmez.

[160] Bkz. İbnEbiŞeybe, el-Musannef, c.l, s. 59. Aynı haberi el-Bez-zad, Hasen bir isnadla el-Bezzar'dan aktarıyor: Bezzar, Keşf el-Eş'ar, c.l, s. 210, H. No: 416.

[161] Ubeyd b. Ca'd el-Gatafani, İbn Hacer'in'Zikrettiğine göre üçüncü kuşak ravilerden, doğru sözlü birisidir. İbn Hibban da güvenilir­liğini onaylıyor. Takrib el-Tehzib, c.l, s.542, Biy. No: 1539; Hülasa el-Tehzib s. 264.

[162] Bkz. Muğire, el-Şerh el-Kebir, c.2, s. 47.

[163] Age,c,10, s. 344.

[164] el-Kadı Ebu Yusuf'un asıl adı, Yakup b. İbrahim b. Habib el-Ensari'dir. Ebi Hanife'nin öğrencüerindendir. 113 yılında doğan bu ali­mi, Reşid kadı tayin etti. 182'de Öldü. Bkz. Vefeyat el-Ayan, c.6, s. 378-388. Biy. No: 824.

[165] Muhammed b. el-Hasan Vakid el-Şeybani, Ebu Abdullah, Ebu Hanife'nin öğrencilerindendir. Erdemli bir hukuk, bilginidir. Çeşitli öz­gün eserleri vardır. 132 yılında doğdu 189'da Öldü. Bkz. Age, c.4, s. 184-185, Biy. No: 567. Fevaid el-Behiye Fi Teracim el-Hanefiye, s. 163.

[166] Bkz. el-Rüşdani el-Hidaye Şerh Bidaye el-Mübtedi, c.4, s. 81.

[167] Age, s. 82.

[168] Bu hadis Abdullah b. Büreyre'den gelmektedir. Ravini baba­sı naklediyor: "Adamın biri parmağında pirinçten bir yüzükle Allah Ra-suîu'ne geldi. Bunun üzerine Allah Rasulu ona:

"Bana ne oluyor, senden put kokusu alıyorum." adam o yüzüğü atı­yor. Sonra bir zaman gene aynı adam elinde (parmağında) demir yüzük­le geliyor. Bu kez Allah Rasulü:

"Bana ne oluyor, sende cehennem süsü görüyorum." diyor. Adam onu da atıyor. Ve Allah Rasulü'ne şöyle diyor:

"Ey Allah'ın elçisi kullandığım yüzük neden yapılmış olsun (veya ne­den yapılmış yüzük kulandığım yüzük kullanayım)" dedi. Allah Rusulü:

"Bir miskalı (468. gr. Mısır ölçülerine göre) geçmiyen demirden ya­pılma bir yüzük kullan" cevabım verdi. Ebu Davud, c. 4, s. 428-429; H. No: 4223, Kitap Yüzük; Babı, Demirden yüzük kullanmaya değin (ait) hadisler. Tirmizi, c.4, s. 248, H. No: 1785; Kitap Giyim, Bab: Demir yü­zük kulanma, Tirmizi: Abdullah b. Amr'dan alınan bu hadis, gariptir di­yor. Nesai, c.8, s. 1467, Kitap Süs, Bab, Gümüşten yapılan yüzüğün ağırlık ölçüsü. İbn Hibban hadisi tashih ediyor. H. No: 1467. îmam el-Be-gavi'den Şerh el-Sünne, adlı eserinde bu hadisi kaydediyor, c.9, s. 121-122. Ve hadisin isnadı gariptir, diyor.

[169] Abdurrahman b. el-Kasim b. Halid b. Cünade el-Itki, el-Mısri, Ebu Abdulah, hukuk bölümünde öncü olgun kişilik sahibi birisidir. İmam Ma-lik'in ünlü öğrencileri arasındadır. el-Müdevvene adlı yapıtında İmam Ma­lik'in görüşlerine yer vermiştir. İbn Hacer, el-Takrib'inde 10'uncu kuşak ravilerin güvenilirlerindendir. 'der. 291 yılında vefat etti. Bkz. Takrib el-Teh-zib, el, s. 495, Biy. No: 1079; Zerkeli, el-Alam, c.3, s. 23.

[170] Bkz. el-Müdevvene, îbn Kasım, c.l, s. 62-62.

[171] Age, c.l, s. 63 ve c.l, s. 109.

İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 220-244.

[172] A.g.e, c.l, s. 154. îmam Malik şöyle diyor:

"Allah Rasulü'nün yoldaşlarından bana ulaşan bilgiye göre onları Ya­hudi ve Hnstiyanîann pazar ve cumartesi günleri tatil yaptıkları gibi cu­ma günü işleri bırakıp tatil yapmayı çirkin görüyorlardı."

[173] Hadisi Ebu Davud Sünen'inde Ebu Musa el-Eş'ari'den kayde­diyor. Allah Rasulu buyurdu: "Müslüman yaşlılara saygılı davran­mak Allah'a saygılı davranmak." gibidir. "Kitab Edeb, Bab: İnsanla­ra konumlarına göre davrannak gibidir. H. No: 4843; c.5, s. 174. Ravi-lerden Ebu Kenane meçhuldür. Muaviye b. Kurre olduğu söyleniyorsa da bu sav, kanıtlanmış değildir. Bkz. Takrib el-Tehzib, c.2, s. 466, Biy. No: 21. Geri kalan raviler güvenilirdir.

[174] Bkz. el-Muğni el-Şerh ve el-Kebir, c.2, s. 385.

[175] Nisaburi, c.2, s. 148.

[176] Nisaburi, Mesail-i İmam Ahmed, c.2, s. 148.

[177] Age, c,l. s. 59; Muğni el-Şerh ve el-Kebir, c.l, s. 624.

[178] Abdulkadir b. Ebi Salih b. Abdullah el-Ceyli sonra Bağdadi, bil­gin, huhukçu, düzgün kişilikli birisiydi. 490 yılında doğdu, 561 yılında öldü.

Keramet sahibi bir fakihti. Fakat tasavvufçular, onun kişiliği ve ke­rametlerinin anlatımında sınırı aştılar. Bazı batıl öyküleri ona mal etti­ler. Öyle ki, bunlardan bir kısmı Şeriata ve İslam inancına ters düşen ni­teliktedir. Bütün bunlar tasavvufçuların yücelttikleri birisine iftira etme­yi ve onun adına yalan uydurmayı töre haline getirdikleri şeyler kabilin-dendir. Bkz. el-Zayl Ala Tabakat el-Hanabile c. 1, s. 290-301.

[179] Konuya ilişkin bilgiyi İbn Kayyim el-Ceyzi, üstad İbn Teymi-ye'den şöyle naklediyor: Allah Rasulu'nün beline Mıntıka bağladığına da­ir bize her hangi bir bilgi ulaşmadı." Bkz. Zad el-Mead, c.l, s. 131.

[180] İbn Kuddame el-Muğni'de diyor ki: Ahmed'İn bu sözünden av-laşılan İran yayı ile ok atmak caizdir. Bu okla müsabakaya girmenin ce­vazına da kanıttır. Bkz. el-Muğni ve el-Şerh el-Kebir, c.I I, s. 157.

[181] Sünen İbn Mace, c.2, s. 939, Kitap Cihad Bab: Selam H. No: 2810. İbn Mace'ye göre ravilerden Abdullah b. Beşr zayıf; Eş'as b. Sa-id, metruk'tur. Bkz. Tehzib eUTehzib, c.5, s. 129-160.

[182] Halid b. Ma'dan el-Kelai el-Humusi, Ebu Abdullah fazileti, iba­dete düşkünlüğü ve güvenilirliği ile tanınır. Üçüncü kuşak ravilerdendir. Altı kaynak hadis kitabını yazarlan ve başkaları ondan hadis naklinde bu­lunmuşlar. İbn Hacer "güvenilir ve ibadete düşkün, çokluk mürsel riva­yetlerde bulunan birisidir" der. 103 yılında vefat etti. Bkz. Takrib el-Teh-zib,c.l,s.218.biy. 80.

[183] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 245-254.

[184] Sahih-i Müslim, c.3, s. 1598-1599; Kitap Yeme ve İçme bab: Ye­mek yeme ve içmenin kuralları ve hükümleri.

[185] Sahih-i Müslim, c.l, s. 445; H. No: 644, Kitab: Mescitler Bab: Yatsı namazının vakti ve ertelenmesi.

[186] Abdullah b. Muğfil b. Abdi Ğanem b. Afif el-Müzenni Ebu Sa-id, saygın sahabilerdendir. Ünlü ağaç altı antlaşmasında hazır bulunmuş­tu. Tebük savaşı, sırasında ağlayanlardan Ömer'in Basra halkına İslami öğretmek için gönderdiği on kişiden biridir. Daha sonra Basra'da yaşa­dı ve orada öldü. (H. 61) Allah razı olsun. Bkz. el-İsabe, c.2, s. 372; Biy. No: 4972.

[187] Sahih-i Buhari, Feth'ul-Bari, c. 1, s. 43, H. No: 563, Kitap Na­mazın Vakitleri; Bab, Akşama (Aşa) demenin keraheti.

[188] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları:254-256.