Sakıncalı ve Sakıncasız Özentiler
Yabancı Bayramlar ve Şenlikler
Kafirlere Benzemek İki Türlüdür
Güneşe, Yıldızlara Dua Ve Secde Edenler:
Peygamberler Üzerine Yemin Etmek
Peygamberimizi Adım Adım İzlemek
Haccda Ziyaret Edilecek Yerler
Özellikle Ziyaret Edilecek Mescidler
Daha Önceki Peygamberlerin Hikayeleri
Tevhid Ehli ve Müşrik ve Bid'atçılar
Kafirun ve İhlas Surelerinde Tevhid Anlayışı
Bilmelisin ki, kafirlere ve
şeytanlara benzemekle eski araplara ve acemlere (genel olarak yabancılara)
benzemek arasında gözden kaçırılmaması gereken önemli bir fark vardır ve bunun
kısaca açıklanması gerekir.
Bu da şöyledir:
Kafirlik ve şeytanlık niteliğinin özü Allah, Rasulullah ve mümin kullar
tarafından doğrudan doğruya kınanmışken, araplık ve yabancılık vasfı özü
itibari ile Allah, Peygamber ve mümin kullar tarafından kayitsız-şart-sız
olarak kınanmış değildir. Tersine mesela bedevi araplar bu bakımdan
"bahtsızlar" ve "kötüler" ile "müminler" ve iyiler"
diye iki kısma ayrılırlar.
Cenab-ı Allah (c.c.)
bu kısımların birincisini oluşturan "bahtsızlar" ve
"kötüler" hakkında şöyle buyuruyor:
"Bedevi araplar,
küfür ve münafıklıkta daha yaman ve Allah'ın, Rasulullah'a indirdiği
prensiplerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar. Allah her şeyi bilen,
hikmet sahibidir. Bedevi araplar arasında öyleleri var ki, verdiği sadakayı
angarya sayarlar ve sizin başınıza belalar gelmesini gözlerler. Gözledikleri o
belalar kendi başlarına geleseceler! Allah işiten ve bilendir."
(Tevbe: 9/97-98)
Aynı konudaki diğer
bir ayet de şöyledir:
"Bedeviler arasında
savaştan geri kalanlar" Bizi mallarımız ve ailelerimiz alıkoydu.Bizim
affedilmemizi dile" diyecekler. Onlar kaiblerinde olmayanı dilleri ile
söylüyorlar. Onlara de ki: "Eğer Alah size zarar vermek istese veya sizin
için bir fayda dilese sizin için Allah'ın dilediğine kim engel olabilir? Hiç
şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. Her halde siz sandınız ki,
Rasulullah ve müminler bir daha ailelerine hiç dönmeyeceklerdir ve bu düşünce
size hoş göründü. Kötü zanna kapıldınız ve (bu yüzden) helak olmaya îayık bir
topluluk oldunuz." (Fetih:
48/11-12)
Buna karşılık Cenab-i
Allah (c.c.) bedevi arapların "müminler" ve "iyiler"
kesimi hakkında da şöyle buyuruyor:
"Bedevi arapların
diğer bir kesimi de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, verdikleri
sadakaları Allah katında yakınlık ve Rasulullah'ın duasını kazanmaya vesile
sayarlar. Gerçekten o verdikleri sadakalar kendilerine Allah katında yakınlık
sağlayıcı bir vesiledir. Ail.ih onları ilerde rahmetinin kapsamına alacaktır.
Hiç şüphesiz, Allah bağışlayıcı ve esirgeyicidir."(Tevbe: 9/99)
Biz biliyoruz ki,
taşradan gelip peygemberimize (s.a.v.) bağlılık sunan bedevi sah;ihiler içinde
şehirli ve kasabalı sa-habilerden daha faziletli olanlar vardı. İşte Allah'ın
kitabı olan Kur'an da bu bedevilerin bir kısmını yererken başka bir kesimini de
övmektedir. Tıpkı şehirlilere ve kasabalılara yaptığı gibi. Nitekim Cenab-ı
Allah (c.c.) Kur'an'ı Kerim'in bir yerinde şöyle buyuruyor:
"Gerek
civarımzdaki bedevi araplar ve gerekse Me-dîne'liler arasında katı münafıklar
vardır. Sen onları bilmezsin, ama biz biliriz. Allah onlara iki kat azab verecektir.
Sonra da büyük azaba havale edileceklerdir."
(Tevbe: 9/101)
Görüldüğü gibi,
Cenab-ı Allah (c.c.) hem bedevi araplar ve hem de kasaba ve şehirliler arasında
münafıklar olduğunu belirtiyor. Bu ayetin yer aldığı Tevbe suresinin tümü bir
yandan, şehirli-bedevi ayırımı yapmaksızın, bütün münafıkları yererken öbür
yandan Muhacirlerle Ensar'dan olan öncü müminleri, bu ilk gurubu iyi bir
şekilde izleyenleri ve vermiş oldukları sadakaları Allah'a yakınlık ve
Pey-eamberin duasını kazanma vesilesi edinen bedevileri över niteliklidir.
Arapların dışında
kalan fars, rum, türk, berberi, habeşi ve diğer milletlerin tümünü içeren acem
terimi de böyledir. Yani acemler de tıpkı arapîar gibi mümin-kafir ve iyi-kötü
kısımlarına ayrılırlar. Cenab-ı Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor:
"Ey insanlar, biz
sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve birbirinizi tamyabilesiniz diye
sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz, günahlar
dan en çok sakinanızdır. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir ve her şeyden
haberdardır." (Hucurat:
49/13)
Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) aynı konuda şöyle buyuruyor:
"Allah cahiliye
döneminin atalarla övünme ve böbürlenme duygusunu sizin içinizden sildi.
Sizler ister takva sahibi birer mümin ve isterse asi birer günahkar olunuz,
Adem'in torunlarısınız, Adem de topraktandır."
Yine Peygamberimiz,
Ebu Nadre'nin[1] rivayet ettiğine göre
ömrünün son Kurban Bayramında Mina'da deve sırtından yaptığı konuşmanın (Veda
Hutbesi) bir yerinde bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Ey insanlar!
Haberiniz olsun ki, Rabinîz tektir. Yine haberiniz olsun ki, atanız birdir.
Haberiniz olsun ki, ne arab olanınızın, arap olmayanınıza karşı ve ne de kara
derili olanınızın, kızıl derili olanınıza karşı takva dışında hiçbir üstünlüğü
yoktur. Hey tebliğ ettim mi. Dinleyenler -evet- diye karşılık verdiler.
Peygamberimiz -O halde burada olanlarınız söylediklerimi burada bulunmayanlara
ulaştırsınlar."[2] diye
buyurdu.
Aynı hadis Ebu Nadre
aracılığı ile Cabir'den de rivayet edildi. Öteyandan Buhari ile Müslim'in, Amr
b. As'a dayandırarak bildirdiklerine göre Peygamberimiz (s.a.v.) başka bir
hadisinde de bu konuda şunları söylemiştir:
"Falanca
oğulları, benim velilerim (yakınlarım, koruyucularım, dostlarım) değildirler.
Benim velim sadece Allah ve salih ameili müminlerdir."[3]
Görüldüğü gibi bu son
hadiste Peygamber Efendimiz soyca yakınları olan bir kabile kolunun sırf soy
ilişkisi yüzünden velisi olamayacaklarım, O'nun velisinin önce Allah ^e sonra
da -hangi kabile ve milletten olursa olsun- salih ameili müminler olduğunu
bildiriyor. Gerek Kur'an'da ve gerekse sünnette verdiğimiz bu Örneklerin çok sayıda
benzerleri vardır. Buna göre gözönünde bulundurulacak sıfatlar, Allah
tarafından övülen ve yerilen, yani mümin-kafir, iyi-kötü ve bilgili-cahil gibi
sıfatlardır. Ayrıca Kur'an'da ve sünnette bazı acemleri (yabancıları) Öven
ifadeler vardır. Nitekim Cenab-i Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"O'dur ki,
ümmüere kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları arıtan,
kendilerine Kitab ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderdi. Oysa onlar daha
önce apaçık bir sapıklık içinde idiler. Ve henüz bu ümmilere katılmamış olan
diğer bütün insanlara da (O Peygamberi göndermiştir. Peygamber, yalnız um-, mi
araplara değil, Kıyamete kadar gelecek bütün insanlara gönderildi) O Aziz ve
hakimdir." (Cum'a: 62/2-3)
Bu ayetle ilgili
olarak Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre'ye dayanarak Peygemberimizin (s.a.v.) şu
hadisini kaydetmişlerdir. Ebu Hureyre (r.a.) diyor ki:
"Bir defasında
Peygamberimizin yanında oturuyorduk. O sırada Cuma suresinde yer alan ...Ve
henüz bu ümmile-re katılmamış olan diğer bütün insanlara da O Peygamberi
gönderdi. O Aziz ve hakimdir- ayeti nazil oldu. Bunun üzerine oradakilerden
biri Peygamberimize -Ya Rasu-lallah, bu ayet kimleri kasdediyor?- diye sordu.
Peygamber O arkadaşımıza dönüp hiçbir şey demeden o aynı soruyu üç defa tekraradı.
Sonunda Rasulullah elini yanında bulunan Selman-ı Farisi'nin omuzuna koyarak
"Eğer iman Süreyya (Ülker) yıldızına asılı olsa, bunlardan bazı kimselev
ona yine ulaşırlardı" buyurdu.[4]
Yine Müslim'in, Ebu
Hureyre'ye dayanarak bildirdiğine göre, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle
buyuruyor:
"Eğer bu din
Süreyya (Ülker) gezegeninde bile olsa, İran asıllı bir kişi onu oradan alıp,
benimser."[5]
Diğer bir rivayete
göre bu hadis "Eğer ilim, Süreyya (Ülker) gezegeninde bile olsa, İran
asıllı bazı kimseler onu oradan indirip kendilerine mal ederler."[6]
şeklindedir.
Öteyandan Tirmizi'nin
yine Ebu Hureyre'ye dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz, Kur'an-ı
Kerim'in bir yerindeki "Eğer yüz çevirecek olursanız, Allah sizin yerinize
sizin gibi olmayan başka bir kavim geçirir." ayeti ile ilgili olarak
"Bu kavim, fars asıllılardan olacak"[7]
buyurmuştur. Bunlar
dışında fars asılların üstünlüğünü belirten daha bir çok belgeler vardır. [8]
Bu ilkenin pratik
isbati gerek tabiin kuşağından ve gerekse onların arkasından gelen kuşaktan
olan Hasan-ı Basri ve İbn-i Şirin, İbn-i Abbas'm azadlısı İkrime gibi eski İran
asıllı seçkin islam büyükleridir. Bu listeye daha sonra yetiden bir çok iman,
ilim ve dindarlık yıldızım da eklemek gerekir, öyle ki, bu seçkin yıldızlar
alanlarında bir çok arap seçkinini gölgede bırakmışlardı.
; "Acem"
(yabancı) teriminin kapsamına giren habeşi, rum ve türk gibi milletlerden olan
sayılamayacak kadar çok sayıdaki iman ve dindarlık öncüleri konusunda da durum
budur. Bu husus İslam alimlerinin çok iyi bildikleri tarihi bir gerçektir.
Bu gelişmenin bir tek
faktörü vardır ki, o da şudur: İslama göre gerçek üstünlük, Peygamberimize
inen iman ye ilim prensiplerine hem görünüşte ve hem de yürekten gösterilen
bağlılığın derecesine dayanır. Kimin bu alandaki derecesi daha yüksekse o daha
üstündür. Üstünlük Allah'ın Kitabında (Kur'an'da) ve Peygamberimizin dili ile
övülen İslam, iman, iyilik, takva (kötülüklerden sakınma), bilgi, salih amel
ve ihsan gibrsıfatlara göre belirlenir. Yoksa bir insanın sırf arap veya acem
yahud siyah derili ya da beyaz derili yahud şehirli veya bedevi olması bu
konuda belirleyici faktör sayılmaz.
Acemlerin bu
saydığımız meziyetlerine ve soy-memle-ket farkının islamdaki önemsizliğine
rağmen bedevilere ve acemlere benzememizin yasaklanmış olması bir temel inceliğe
dayanır ki, o da şudur: Cenab-ı Allah (c.c.) şehirliler ile kasabalıları bilgi,
dindarlık ve duygu zenginliği bakımından bedevilere göre daha geniş imkanlarla
donatmıştır. Buna karşılık bedeviler de şehirli ile kasabalılardan beden gücü,
ahlak sağlamlığı ve tok sözlülük bakımlarından daha üstündürler. İşte sözünü
ettiğimiz temel incelik budur. Gerçi bu kuralın işlemediği ve bedevilerin
şehirli ve kasabalılara her yönden üstünlük sağladıkları durumlar ve örnekler
de vardır. Fakat özde var olan bu temel İncelik yüzünden Cenab-ı Allah (c.c.)
bütün peygamberleri -selam üzerlerine olsun-şehİrli ve kasabalılar arasından
seçip göndermiştir, Nitekim o, bir ayette şöyle buyuruyor:
"Sen'den önce
gönderdiğimiz peygamberler de kendilerine vahiy sunduğumuz şehirlilerdi.'1
(Yusuf: 12/109)
Bunu temel gerekçesi
Cenab-t Allah'ın (c.c.) peygamberlerin, soyluluk da dahil olmak üzere her
bakımdan yetkin (kamil) şahsiyetler olmalarını dilemesidir. Nitekim Cenab-ı
Allah (c.c.) yukarda belirttiğimiz gibi genel anlamda bedeviler hakkında şöyle
buyurmuştur:
"Bedevi araplar
küfür ve münafıklıkça daha koyu ve Allah'ın, Rasulullah'a indirdiği
prensiplerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar." (Tevbe: 9/97)
Cenab-ı Allah (c.c.)
bu ayeti aşağıdaki ayetlerin hemen arkasından buyurmuştur:
"Ancak kınama,
savaştan geri kalmak için Sen'den izin isteyen bazı zenginler içindir. Bunlar
diğer savaştan geri kalanlarla birlikte olmayı arzu ettiler. Allah da onların
kalblerini mühürledi. Artık onlar bilmezler. Savaştan geri dönüp onların
yanına geldiğiniz zaman bu kimseler çeşitli mazeretler ileri sürerler. Onlara
de ki: "Hiç özür ileri sürmeyiniz, size inanmıyoruz. Çünkü Allah bize
karşı çevirdiğiniz entrikaların bazıları hakkında bize bilgi verdi. Ayrıca
ilerde neler yapacağınızı Allah ve Rasulullah görecek. Daha sonra da
görünür-görünmez her şeyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız, O zaman O,
yapmış olduğunuz her şeyi size ayrıntıları ile bildirecektir. Siz yanlarına
döndüğünüz zaman kendilerinden vazgeçersiniz diye Allah'a yemin ederler. Onlardan
vazgeçiniz. Çünkü onlar murdardır. Ve kazandıklarının cezası olarak
varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden razı olasınız diye size Allah adına
yemin ederler. Siz onlardan razı olsanız bile Allah fasıklar (günaha
batmışlar) güruhundan razı olmaz. Bedevi araplar, küfür ve münafıklıkça daha
koyu ve Allah'ın, Rasulullah'a indirdiği prensiplerin sınırlarını tanımamaya,
ayırdet-memeye daha yatkındırlar. Hiç şüphesiz, Allah her şeyi bilen, hikmet
sahibidir."
(Tevbe: 9/93-97)
Görüldüğü gibi Cenab-ı
Allah (c.c.) Tebük savaşında savaşa katılmamak için Peygamberimizden izin
isteyen Medine'li münafıkları anlatıp, onların davranışlarını kınadıktan sonra
"Bedevi araplar, küfür ve münafıklıkça daha koyu ve Allah'ın,
Rasulullah'a indirdiği prensiplerin sınırlarını tanımamaya, ayırdetmemeye daha
yatkındırlar." buyurmuştur. Hayrın tümü-özü ve detayı ile -bilgi ve
imanın tekelindedir. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c):
"Allah içinizdeki
iman edenler ile kendilerine ilim bağışlananların derecelerini kat kat
yükseltir." buyuruyor.
(Mücadele: 58/11)
Aynı anlamı ifade eden
diğer bir ayet de şöyledir:
"Kendilerine iman
ve ilim verilmiş olanlar dedi ki..."
(Rum: 30/56)
İmanın karşıtı ya açık
kafirlik veya gizli münafıklıktır. İlmin karşıtı ise bilgisizlik halidir.
Kısacası, Cenab-ı
Allah (c.c.) bedevilerin Medine'li araplardan küfür ve münafıklıkta daha koyu
olduklarını ve yine onlara göre Kur'an ve sünnette belirlenen sınırlan
ayırdedememeye daha yatkın olduklarını bildiriyor. Ayetteki sınırlardan maksat
namaz, oruç, zekat, hacc, mümin, kafir, zinakar, hırsız ve içkici gibi
Kur'an'da yer alan terim ve sıfatlarla ilgili sınırlamalardır. Bu terim ve
sıfatlan taşımaya layık olanları, layık olmayanlardan ayırdedecek olan ve
layık olanların hangi hükümlerle karşılaşacağını belirleyecek olan ölçüler
işte bu "sınırlar" dır. Nitekim Ebu Davud'un, İbn-i Abbas'a
dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadisinde:
"Kırsal yörelerde
oturanlar kaba, vurdumduymaz olur. Av düşkünleri gafil olur. Hükümdarlara
kapılanlar fitneye düşerler."[9]
buyurdu. Aynı hadisin Ebu Hurey-re tarafından bildirilen şeklinde son cümle
"Kim hükümdara yakın olursa fitneye düşer." ifade edildikten sonra
şu cümle ile bağlanmıştır: "Kişi hükümdara ne kadar yaklaşırsa, mutlaka
Allah'dan aynı oranda uzaklaşır."[10]
Bu yüzden eskiler kaba
ve vurdumduymaz buldukları kimseye, böyle bir kimsenin akıl ve huy kabalığına
işaret etmek üzere "Sen yontulmamış bir bedevisin, sen duygusuz bir
baldınçıplaksm" diye hitap ederlerdi.
Şunu da belirtelim ki,
"bedevilik"- aslında arap köylülerini ifade eden bir terimdir. Her
milletin şehirlisi ve köylüsü vardır. Arapların köylüleri nasıl bedevilerse,
anlatıldığına göre bizanslıların (rumlarm) köylüleri ermeniler, 1 arşların
köylüleri kürtler ve türklerin köylüleri de moğollardır.
Allahualem bu
söylediğimiz temel gerçektir. Gerçi fazlası ve eksiği olabilir; Ayrıca
köylerde oturanlar -hangi milletten olurlarsa olsunlar- hüküm bakımından
araplann bedevileri gibidirler. "Bedevilik" teriminin kapsamına
girip girmemeleri bu konuda farketmez. Bu temel gerçek, genel olarak
şehirlilerin genellikle kırsal yörelerde yaşayanlardan daha üstün olmalarını
gerektirir. Yalnız istisna olarak, bazı belirli köylüler çoğu şehirlilerden
daha üstün olabilirler. Buna göre sahabilerİ ve tabiin kuşağını içeren ilk
dönem müslümanları (selef) zamanında bedevileri (köylüleri) şehirli, genelinde
ayırdeden özellikler ya şehirlilere üstünlük sağlayan değerlerde bir eksiklik
veya bir mekruhtur. Bu durumda eğer onlara göçmen şehirlilerin adetlerinden de
olmayan bir davranışta benzeyecek olursak bu benzer davranışımız ya mekruhtur
veya mekruhluğa yolaçacak bir harekettir. İşte araplar ve acemlerle ilgili
sözümüz buna dayanır.
Şunu da belirtelim ki,
ehl-İ sünnet ve vel-cemaat ve mezhebinin inancına göre genel olarak araplar
rumu, sürya-nisi ve farshsı ile genel olarak arap olmayanlardan Kureyş kabilesi,
geride kalan bütün araplardan ve Haşimi kolu bütün Kureyş kabilesinden daha
üstün olduğu gibi Peygamberimizin de tüm Haşimioğullarmın en üstün kîşisidir.
Buna göre Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gerek fert olarak ve gerekse sayıca
insanların en üstünüdür. Üstünlük sıralamasında ilk sırada araplann, sonra
Kureyş kabilesinin ve daha sonra da bu kabilenin bir kolu olan
Haşimoğullarınin yer alması Peygamberimizin bu koldan olmasından dolayı
değildir. Gerçi bu da bir üstünlük faktörüdür, ama aslında bu sıraladıklarımız
kendiliklerinden üstündürler. Böylece Peygamberimizin hem fert ojarak ve hem
de soya dayalı üstünlüğü gerçeklik kazanır. Yoksa kısır döngüye (fasit daireye)
düşeriz.
Bu yüzdendir ki,
İmam-ı Ahmed Hanbeli'nin arkadaşı Ebu Muhammed Kirmaııi Ehl-i Sünnet mezhebini
tanıtırken şöyle diyor:
"Bu mezheb ilim
imamlarının, hadis adamlarının, tanınmış ve önder edinilmiş sünnet
uzmanlarının mezhebidir. Tanıyabildiğim bütün Irak, Hicaz ve Şam alimleri bu
mezhebe bağlı idiler. Kim her hangi bir konuda bu mezhebe ters düşer veya onu
kötüler veya bu mezhebin taraftarlarına dü uzatırsa o kimse cemaatten kopmuş,
sünnet çığrından sapmış ve hak yoldan ayrılmış bir bidatçıdır (uydurmacıdır).
Bu mezheb, Ahmed b. Hanbel, İshak b. İbrahim b. Muhalled Abdullah b. Zubeyr
Humeydi[11]ve
Said b. Mansur gibi önlerinde diz çöküp ders okuduğumuz seçkin alimlerin mezhebidir.
Bu alimlerin önemli görüşlerinden biri imanın söz, amel ve niyet unsurlarından
meydana geldiğidir."
Ebu Muhammed bu uzun
açıklamalarının bir yerinde şöyle diyor: "Biz araplann hakkını,
üstünlüğünü ve parlak geçmişlerini tanıyor, onları seviyoruz. Çünkü
Peygamerimiz -bu konuda- Arapları sevmek iman ve onlardan nefret etmek
münafıklık alametidir- buyurmuştur.[12] Biz
bu konuda arapları sevmeyen, onların üstünlüklerini tanımayan yabancı
milletler ve baldırıçıplak köleler gibi düşünmüyoruz. Çünkü onların bu yoldaki
görüşleri bidat ve sapmadır. Bu sözleri Ahmed b. Hanbel'in bizzat kendisinin
söylediğini ileri sürenler de vardır. Bu kaynaklardan biri Ahmed b. Sa'd
Istahari tarafından kaleme alman bir risaledir. Eğer bu rivayet doğru ise bu
sözler hem İmam-ı Hanbeli ve hem de çok sayıda başka alim taraafından söylenmiş
demektir.
Bazı bilginler de
genel olarak araplarm acem geneline karşı hiçbir üstünlük taşımadığı
görüşündedirler. Acemler İçin kullanılan "halklar" deyiminin sebebi,
bu milletlerin kabilelerden farklı bir topluluk birimi olan halk kitlelerine
egemen olmalarıdır. Bu yüzden "kabileler araplara ve halklar da acemlere
özgüdür" denmiştir. *
Bazı bilginler de bir
kısım acemlerin araplardan daha üstün olduklarını ileri sürmüşlerdir. Böyle
bir iddia çoğu zaman bir tür münafıklıktan kaynaklanır. Bu münafıklık ya
doğrudan doğruya inançla (itaatla) veya bazı şüpheler tarafından körüklenen
ihtirasların yolaçtığı davranışlarla ilgilidir. Bu yüzden
Peygamberimiz(s.a.v.):
"Arapları sevmek
imanın ve onlardan nefret etmek münafıklığın alametidir." buyurmuştur.
Şunu da ekleyelim ki, böyle konularda söylenen her çeşit sözlerin ihtiraslardan
arınmış olması zayıf bir ihtimaldir. Bu tip tartışmaların her iki tarafında da
şeytanın payı vardır ve bu bakımdan -ne vesile ile olursa olsun- haram
kılınmış bir tartışmadır.
Oysa Cenab-ı Allah
(c.c.) müminlere "Hep birlikte Allah'ın ipine sarılmayı" emrederek
kendilerine ayrılığa ve çatışmaya düşmeyi yasakladı. Yine onlara barış ve
dirlik halinde olmalarım buyurdu. Nitekim aşağıdaki sahih hadise göre
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Müminler
karşılıklı sevgi, biribirlerini kayırma ve dayanışma bakımından bir tek vücud
(canlı organizma) gibidirler. Vücudun her hangi bir organı rahatsızlanınca
geride kalan organlar ateşlenerek ve uykusuz kalarak hasta organın
rahatsızlığını paylaşırlar."[13]
Yine Peygamberimiz
başka bir sahih hadise göre bu konuda şöyle buyuruyor:
"Birbirlerinizle
ilişkilerinizi kesmeyiniz, biribirinize yüz çevirmeyiniz, biribirinize nefret
beslemeyiniz, biri-birinizi kıskanmayınız, Allah'ın emri uyarınca O'nun
bi-ribirlerini kardeş bilen kullan olunuz."[14]
Kur'an'da ve sünnette
bu hadisin vurguladığı ana fikre çağıran mesajlar sayılamayacak kadar çoktur.
Yukarda sözünü
ittiğimiz Önce genel anlamda araplann, arkasından Kureyş kabilesinin ve onun
arkasından da bu kabilenin bir kolu olarj Haşimoğullarının üstün olduğunu belirten
delil Tirmizijde yer alan şu hadistir. Sahabilerden Abbas b. Abdülmuttalip[15]
(r.a.) diyor ki:
"Bir defasında
peygamberimize dedim ki: "Ya Rasulal-lah, Kureyşliler aralarında
toplanarak soylarını müzakere etmişler ve senin çöplükte yetişen bir hurma
ağacı olduğun sonucuna varmışlar" dedim. Bana şu cevabı verdi:
"Cenab-ı Allah
varlıkları yaratırken beni onların hayırlı kesiminden yaptı. Arkasından
kabileleri yaratırken beni en hayırlı kabileye bağladı. Daha sonra aile kollarını
yaratırken beni kabilemin en hayırlı kolundan türetti. Ben hem fert olarak ve
hem de aile kolu olarak insanların en hayırlısıyım."[16]
Abbas b. Abduİmuttalib
"çöplükte yetişen hurma ağacı" benzetmesi ile Peygamberimizin kötü
bir insan çevresinde yetişen seçkin bir şahsiyet olduğunu ifade etmek
istemiştir. Peygamberimiz de ona verdiği cevapta hem şahıs olarak ve hem de
soyca insanların o en hayırlısı olduğunu belirtmiştir.
„ Yine Tirmizi'nîn
bildirdiğine göre sahabilerden Mutta-lib b. Ebu Vedaa[17]diyor
ki:
"Bir gün amcası
Abbas, Peygamberimizin (s.a.v.) huzuruna gelerek kulağına gelen bir dedikoduyu
anlattı. Bunun üzerine Rasulullah minbere çıkarak cemaate Ben kimim?-diye
sordu. Cemaat:
"Sen Allah'ın
Rasulusün" diye karışılık verdikten sonra o şunları söyledi:
"Ben
Abduİmuttalib oğlu Abdullah'ın oğlu Mu ham-med'im. Allah varlıkları yaratırken
Beni onların hayır-İı kesiminden yaptı. Arkasından yarattığı varlıkları ikiye
ayıran Allah Ben'i hayırlı kısımda yaptı. Sonra kabileleri yaratırken Ben'i en
hayırlı kabileye bağladı. Daha sonra aile kollarını yaratırken Ben'i kabilemin
en hayırlı kolundan fert olarak da en hayırlı olarak yarattı."[18]
Bu hadis Ahmed b.
Hanbei'in "Müsned" adlı esinde de aynı rivayet zincirine
dayandırılarak yer almıştır.
Görüldüğü gibi
Peygamberimiz varlıkların her ayırımında kendisinin hayırlı tarafta yer
aldığını belirtiyor. Yu-kardakİ hadisin "Allah varlıkları yartırken Ben'i
onların hayırlı kesiminden yaptı. Arkasından yarattığı varlıkları ikiye ayıran
Allah Ben'i hayırlı kısımdan yaptı1' şeklindeki ifade iki türlü açıklanbilir:
1- Buradaki
"varlıklar" deyimi ile ya insanlar ve cinler kasdedilmiştir veya
kasdedilen yeryüzündeki yaratıkların tümüdür. Ademoğulları, yani insanlar her
iki muhtemel anlamı ile de bu varlıkların hayırlı kesimidir. Eğer bu terim
"Yeryüzünün bütün varlıkları" anlamına alınarak melekleri de
kapsayacak şekilde yorumlanırsa o zaman insanların meleklerden üstün olduğu
belirtilmiş olur ki, bunun tutarlı açıklaması vardır. Sonra Allah insanları iki
kısma ayırdı. Bu iki kısım araplar ile acemler (arap olmayanlar) dır. Arkasından
arapları kabilelere ayırdı ve Kureyş kabilesi bu kabilelerin en hayırlısı
oldu. Sonra Allah kabileleri kollara ayırdı ki, Kureyş kabilesinin en hayırlı
kolu Haşimoğulları oldu.
2- Hadisteki
"varlıklar" terimi ile Peygamberimiz doğrudan doğruya
Ademoğullarını, yani insanları da kasdetmiş olabilir. Peygamberimiz onların
hayırlı kesiminden yani Hz. İbrahim oğullarından, başka bir ifade ile
araplardan oldu. Sonra Allah İbrahim oğullarını, İsrailoğulları ve
İsha-koğulları diye ikiye ayırdı veya arapları Adnanoğulları ve Kahtanoğullan
diye iki kısma ayırdı ve Peygamberimizi İsmailoğullanndan ve arapların Adnanoğulları kolundan yaptı.
Arkasından İsmailoğullarını -veya Adnanoğullarmı-kabilelere ayıran Allah
Peygamberimizi Kureyş kabilesine bağladı. Bu açıklamaların hangisi benimsenirse
benimsensin, bu hadisin, arapların arap olmayanlardan üstün olduğunu
belirttiği kesindir. Haşimoğullarını, arkasından Kureyş kabilesini ve üçüncü
derecede de tüm arapları sevmek gerektiğini bildiriyor.
Nitekim Tirmizi'nin
bildirdiğine göre Muttalib b. Ebu Re-bia diyor ki:
i "Bir defasında
Rasulullah'ın amcası Abbas öfkeli bir şekilde Peygamberimizin yanma geldi. O
sırada ben de oradaydım. Peygamberimizin amcasına "Seni Öfkelendiren nedir?"
diye sordu. Amcası Abbas bu soruya şu karşılığı verdi:
"Ya Rasulallah,
bu Kureyşlilere ne oluyor ki, biribirle-ri ile karşılaştıkları zaman güler
yüzlü oluyorlar, fakat bizimle karşılaşınca başka türlü oluyorlar." Bunun
üzerine Peygamberimiz de yüzü kızaracak derecede öfkelenerek şöyle buyurdu:
"Nefsimi elinde
tutan Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, her hangi bir kimse sizi Allah ve
Rasulü için sevmedikçe kalbine imana girmiş olmaz. Ey insanlar, amcamı üzen
beni üzmüş demektir. Çünkü insanın amcası babanın dengidir."[19]
Aynı hadisin Abdullah
b. Haris'e dayalı ve Ahmed b. Hanbel'in, "Müsned" adlı eserinden yer
alan ifadesi şöyledir: "Bîr defasında Rasulullah'ın amcası Abbas Peygamberimizin
yanına gelerek:
"Ya Rasulallah,
biz dışarı çıktığımızda Kureyşlilerin kendi aralarında konuştuklarını
görüyoruz. Fakat bizi görür görmez susuyorlar" dedi. Bunun üzerine kaşları
arasındaki damar şişecek derecede Öfkelenen Rasulullah şöyle dedi:
"Vallahi, her hangi bir kimse sizi Allah ve Rasulü için sevmedikçe kalbine
iman girmiş olmaz."[20]
Yine bu konu ile
ilgili olan ve Ahmed b. Hanbel'in, Tir-- mizi'nin ve Müslim'in Vasıl b. Aska'a
dayanarak kaydettikleri şu hadisi birlikte okuyalım:
"Allah İsmail'in
oğullarından Kenane'yi, Kenane soyundan Kureyş kabilesini, Kureyş kabilesinden
Haşi-nıoğullarını ve Haşimoğullarmdan da beni seçti."
Aynı hadisi buna yakın
bir ifade ile Tirmizi ile Ahmed b. Hanbel Evzai'ye dayanarak nakletmişlerdir.
Bu hadis, Hz. ismail
ile onun soyundan gelenlerin Hz. İbrahim'in en seçkin evlatları olmasını ve
Hz. İshak'ın soyundan daha üstün olmasını gerektirir. Bilindiği gibi îshak
oğulları -ki bunlar İsrailoğullarıdır- aralarında bir çok pay-gamber çıktığı ve
kendilerine hak Kitab (Tevrat) geldiği için acemlerin (arap olmayanların) en
üstün kesimini oluştururlar. Arapların bunlara karşı üstü olduğu sabit olunca
acemlerin diğer kesimlerinden haydi haydi üstün oldukları meydana çıkar. İşin
bu tarafı iyi. Yalnız denebilir ki, İsmail'in, Hz. İbrahim'in en seçkin oğlu
olduğunu ve Kenane oğullarının da İsmail'in soyunun en seçkin kolu olmalarım
gerektirir, ama bu ifade İsmail'in soyunun diğerlerinden daha üstün olmasını
gerektirmez. Çünkü bu soyun atası seçkin olmakla birlikte soyun bazı kesimleri
diğerlerinden daha seçkin olabilir.
Böyle bir itiraza
karşılık şu cevap verilebilir: Eğer hadisteki maksad İsmail'in soyunun
üstünlüğünü belirtmek olmasaydı, İsmail'i seçkinliğini belirtmenin bir anlamı
olmazdı. Çünkü o takdirde İsmail ile İshak'ın adlarım zikretmek arasında bir
fark olmamış olurdu. Ayrıca bu hadis, benzer anlamdaki diğer hadislerle bir
arada incelendiği zaman hepsinin aynı anlamı ifade ettiklerini gösterir.'
Sözün kısası, bilmek
gerekir ki, önce Kurcyş kabilesinin ve arkasından da bu kabilenin Haşimoğullan
kolunun üstünlüğü ile ilgili çok sayıda hadis vardır. Hepsini sıralamanın yeri
burası değilidir. Yukardaki hadis bunun delillerinden biridir. Çünkü Kııreyş
kabilesi ile arapîar arasındaki ilişki araplar ile insanlığın tümü arasındaki
ilişki gibidir. İlerde tekrar değineceğimiz gibi şeriatın bu konudaki hükmü budur.
Sebebine gelince
Cenab-t Aİlah (c.c.) arapları ve arap dilini bazı meziyetlere sahip kıldığı
gibi Kııreyş kabilesini de aralarından peygamber çıkararak öbür araplardan önde
tutmuştur. Sonra da Haşimoğullarmı kendilerine zekat vermeyi yasaklayarak ve
savaş ganimetlerinden pay tanıyarak diğerlerinden ayirmijUır. Cenab-ı Allah
(c.c.) hiç şüphesiz her bir üstünlük derecesini hesapla bağışlar. O "Her
şeyi bilen hikmet sahibidir." Nitekim Kur'an-i Kerim'de "Allah
meleklerden de insanlardan da elçiler seçer" ve "Allah elçilik
görevini kime vereceğini bilir/1 buyuruyor.[21]
Şunu da söyleyelim ki,
bilginler "O yol sana ve kavmine bir şereftir" ve "Hİç şüphesiz
kendi aranızdan bir peygamber geldi." ayetlerini açılarken sayıca kabarık
çeşitli görüşler ileri sürmüşler, bunları ele almanın burası yeri değildir. Bu
konu ile ilgili olarak sahabüerden Abdullah b. Ömer şöyle bir ulay anlatıyor:
"Bir defasında
bazı arkadaşlarla birlikte Rasuluilah'ın avlusunda oturuyorduk. Bir ara
önümüzden bir kadın geçti. Arkadaşlardan biri '"Rasulullah'ın kızı
geçiyor" dedi. Bunun üzerine Ebu Sufyan "Muhammed, Haşimoğuliarı
arasında tıpkı pislik içinde yetişen bir reyhan çiçeği gibidir.” diye konuştu.
Önümüzden geçen kızı, bu sözlerin varıp Peygamberimize anlatınca hemen Öfkeli
bir şekilde yanımıza geldi. Kızgınlığı yüzünden belli oluyordu, bize dönerek
şunları söyledi:
"Kulağıma ne
biçim sözler geliyor? Bilesiniz ki, Allah yedi kat gökleri yarattı ve en üst
katını seçerek dilediği kullarını oraya yerleştirdi. Sonra varlıkları yarattı
ve ve içlerinden Ademoğullarını (insanları), insanlar arasında da araplan
arapların içinden Mudar kolunu, Mudarlar-dan Kurayş kabilesini, Kureyş kabilesi
içinden Haşi-moğullarını ve Haşimoğullanndan da beni seçti. Demek ki, ben
seçkinlerin seçkinlerinin seçkiniyim. Kim araplan severse beni sevdiği için
onları sevmiş olur. Buna karşılık kim araplardan nefret ederse benden nefret
ettiği için onlardan nefret etmiş olur."[22]
Yine Tirmizi'nin Kabus
b. E zibya'nın[23] babasına dayanarak
bildirdiğine göre bir defasında Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sahabilerden
Selman-ı Farisi'ye "Ya Selman, bana nefret besleme, yoksa benim dinimden
ayrılmış olursun" dedi. "Selman, Farisi'nin "Ya Rasulallah,
senden nasıl nefret edebilirim ki, Allah beni senin sayende hidayete ulaştırdı?"
şeklindeki karşılığı üzerine Rasulullah kendisine "Araplardan nefret
edersin ve dolayısıyla bana nefret beslemiş olursun" buyurdu.
Görüldüğü gibi
Peygamberimiz araplardan nefret etmeyi dinden ayrılma sebebi ve kendisine nefret
besleme tezahürü sayıyor. Öyle anlaşılıyor ki, Peygamberimizin fars asıllı ve
faziletleri herkesçe bilinen Selman-ı Farisi gibi ünlü bir sahabiye bu şekilde
hitap ederken aslında diğer fars asılı müslümanları önceden uyarmak, şeytanın
bu yoldaki kışkırtmalarına peşinen set çekmek istemiştir. Tıpkı aşağıdaki
hadis gibi:
"Ey Muhammed'in
kızı Fatıma, ben Allah'ın sana vereceği hiçbir cezayı önleyemem. Ey Allah
Rasulü'nün amcası Abbas, Ben Allah'ın sana vereceği hiçbir cezayı önleyemem. Ey
Allah Rasulü'nün halası Safiyye, ben Allah'ın sana vereceği hiçbir cezayı
Önleyemem. Ama malımdan dilediğinizi isteyiniz."[24]
Peygamberimiz bu sözleri ile bu üç yakınının akrabalarını kendisi ile aralarından
bulunan soy ortaklığına güvenerek doğruluğu ve iyi amel işleme görevini ihmal
etmemeleri konusunda uyarmak istemiştir.
Tekrar konumuza
dönersek açıkça görürüz ki bu hadislere göre genel olarak araplardan nefret
etmek, onlara düşman olmak ya doğrudan doğruya küfür veya küfür sebebidir. Bu
da onların diğer miletlerden üstün olmasını ve onları sevmenin imanın güçlenme
sebeplerinden biri olmasını gerektirir. Çünkü araplardan nefret etme ile ilgili
yasak, eğer diğer milletlerden nefret etme yasağı gibi olsaydı fau yasak dinden
ayrılma ve Peygamberimize karşı dolaylı şekilde nefret besleme sebebi olmaz,
sadece bir çeşit haksızlık ve sının aşma sayılırdı. Fakat madem ki,
Peygamberimiz bu nefreti diriden ayrı düşme ve Rasulullah'a karşı dolaylı biçimde
nefret besleme sebebi saymıştır, bu durum araplardan nefret etmenin diğer
milletlere karşı nefret beslemekten daha ağır bîr günah olduğunu gösterir ve bu
da araplann diğer milletlerden üstün olduğuna delildir. Çünkü sevgi ve nefretin
Önem derecesi sevilenin veya nefret edilenin üstünlük derecesine bağlıdır. Yani
kim ki, kendisine karşı nefret beslemek daha ağır günah sayılırsa bu durum onun
diğerlerinden üstün olduğunu gösterir. Aynı zamanda bu durum böyle bir kimseyi
sevmenin, dinin gereği olduğunun delilidir. Sebebine gelince bu sevgi nefretin
karşıtıdır ve fazilet kazandırıcıdır. Başka bir deyimle özellikleri sebebi ile
kendisine karşı nefret beslenmesi azab sebebi olan kimseyi sevmek sevab
gerekçesidir. Aynı zamanda bu durum onun üstünlüğünü gösteren bir delildir.
Nitekim bu gerçek Cabir b. Abdullah (r.a.) tarafından rivayet edilen şu hadiste
açıkça belirtiliyor. Peygamber Efendimizi (s.a.v.) buyuruyor ki:
"Ebu Bekir ile
Ömer'i sevmek imanın ve onlardan nefret etmek kafirliğin belirtilerindendir.
Tıpkı bunun gibi Arapları sevmek imanın ve onlardan nefret etmek kafirliğin
belirtilerindendir."[25]
Harb-ı Kirmani, bu
hadisi "Arapları sevmek iman, onlardan nefret etmek ise münafıklık ve
küfürdür."[26] şeklinde naklederek bunu
delil olarak kullandı. Bu isnadın doğru olup olmadığı tartışılabilir. Belkide
hadis bu şekli ile başka bir kanaldan rivayet edilmiştir. Bu rivayeti buraya
alışımın sebebi, Selman-ı Farisi'nin rivayet etmiş olduğu ve yukarda ele
aldığımız hadisle anlam bakımından uyuşmasıdır. Bilindiği gibi Selman-ı
Farisi'ye dayandırılarak rivayet edilen söz konusu hadiste araplardan nefret
etmenin bir çe-şİt küfür olduğu belirtilmişti. Bu da onları sevmenin bir iman
beliittisi olmasını gerektirir. Görülüyor ki, bu iki hadis arasında aniam
birliği vardır. Yine Tirmizi'nin, halife Hz. Osman'a (r.a.) dayanarak naklettiği
şu hadis de bu kategoriye girer:
"Kim araplara kem
gözle bakar, onları aldatırsa benim şefaatimin kapsamına giremez, benim
sevgimi elde edemez."[27]
Sayfalarında bu hadise
yer vermiş olan Tirmizi onunla ilgili olarak "Bu hadis, sadece Husayn b.
Ömer tarafından nakledilmiş olan (garib) bir hadistir. Husayn b. Ömer de pek
güvenilir bir hadis nakledicisi değildir." diyor.
Benim görüşüme göre bu
hadis de Selman-ı Farisi'den gelen hadise yakın anlamdadır. Çünkü bir millete
kem gözle bakmak ve onları aldatmak, onları sevmekle birarada bulunamaz.
Tersine bu tutum, o milleti hor görme ve ondan nefret etme duyguları ile
birlikte bulunur. Buna göre bu hadisin anlamı Selman-ı Farisi'nin hadisinin
anlamına uzak değildir.
Fakat bu hadisin
ravisi olan Husayn, hadis uzmanları tarafından güvenilir sayılmıyor. Mesela
ünlü hadisçi İbn-i Muin, onun hakkında "sözü edilmeye değmez" derken
İbn-i Medeni "Kuvveti bir ravi değil" demekte Buharı ve Ebu Zera da
"Rivayet ettiği hadisler asılsız" diye görüşlerini belirtmektedirler.
Yakub b. Şeybe onun "çok zayıf bir ravi" olduğunu belirirken bu
konuda daha ileri giden İbn-i Adıy "Onun rivayet ettiği hadislerin büyük
çoğunluğu kopnk halkalıdır (mudal)" demektedir.
Her halde bu yüzden
Ahmed b. Hanbel, "Müsned" adlı eserini oğlu "Abdullah'a
yazdırırken bu hadisten sözetme-di. Oysa O bu hadisi, tıpkı Tirmizi gibi,
Muhammed b. Bişr yolu İle işitmiş ve oğlunun belirttiğine göre kayda da geçirmişti.
Fakat buna rağmen onu oğluna yazdırmadı.
Çünkü İniam-ı Ahmed,
"Müsned" adlı eserinde benimsediği metoda göre mevzu (asılsız) veya
mevzu olma ihtimali güçlü olduğuna İnandığı hadislere yer vermemiştir. Nitekim
bu yüzden kendisine gelen bir çok hadisi bu kitabına almamıştır. Çünkü
Peygamberimiz (s.a.v.):
"Kim şahsi
kanaatine göre asılsız olan bir hadisi bana isnad ederek naklederse kendisi de
yalancılardan biri olur." buyurmuştur.[28]
Aşağıdaki hadis de bu
kategoridendir: "Ancak münafıklar araplardan nefret edebilirler."[29] Bu
hadisin ravilerin-den biri olan Zeyd b. Cubeyre de hadis uzmanları tarafından
güvenilir sayılmamıştır. Yine İbn-i Abbas'a dayandırılan şu hadisi de
yukardakiler gibi değerlendirmek gerekir:
"Şu üç sebepten
dolayı araplan seviniz:
1) Ben
arabım
2) Kur'an
arapçadır
3)
Cennetliklerin cennetteki dili arapça olacaktır."[30]
Ünlü hadis bilgini bu
hadis için "Hasendir (güzeldir)" deyimini kullanıyor. Acaba bu sözlü
ile hadisin rivayet zinciri bakımından mı "güzel" olduğunu, yoksa
genel anlamda metnini mi "güzel" buldu, bilmiyorum. Oysa Ebu Ferec b.
Cevzi[31] bu
hadisi "mevzu (asılsız) hadisler" arasında sayarken Salebi de onun
için "Aslı yoktur" diyor. Bu konudaki tartışmalı belgelerden biri de
Evs b. Zamaç[32] tarafından Sel-man-i
Farisi'ye mal edilen şu sözdür: "Ey araplar, peygamberimiz üstün
olduğunuzu belirttiği için biz de sizleri üstün sayıyor ve bu gerekçe ile
kadınlarınızla evlenmiyor ve namazda size imam olmuyoruz."
i Görüldüğü gibi,
Selman-ı Farisi, bu sözleri ile, Peygarne-rimizin (s.a.v.) araplann üstün
olduklarını belirttiğini belirtiyor. Peygamberimiz vermiş olduğu bu haber ya
inşai (emir, buyruk) veya ihbari (bilgi verme) niteliği taşır. Eğer bu yoldaki
sözü inşai nitelikte kabul edilirse o zaman uyulması gereken kesin bir hükümle
karşı karşıyayız demektir. Yok eğer bu bilgi haber verme (ihbarı) mahiyeti
taşıyorsa Peygamberimizin haberi doğru bir hadistir.
Az önce Selman-ı
Farisi (r.a.) tarafından söylendiğini bildirdiğimiz sizler bu rivayet
kanalından başka Ebu Leyla Kindi[33]
tarafından da şu şekilde nakledilmiştir: "Ey arap-Iar, sizler şu iki
bakımdan bizden üstün tutuldunuz:
1) Namazda
size imam olamayız
2)
Kadınlarınızla evlenemeyiz."
Evlenecek eşler
arasında denkliği belirlerken arap olmayı başka milletlerden olmaya karşı bir
üstünlük faktörü sayan çok sayıda fıkıh bilgini Selman-ı Farisi'nin bu sözlerini
delil olarak gösterirler. Nitekim bize gelen iki rivayetten birine göre İmam-ı
Ahmed, bu sözleri delil göstererek evlenecek eşler arasında denkliğin sadece
belirli kimseler için bir imtiyaz değil bütün evliliklerde gözetilmesi gereken
kayıtsız bir hak olduğunu, hatta bu şartı gözönünde bulundurmayan evliliklerde
çiftlerin biribirinden ayrılabileceğini savunmuştur. Yine bu sözlere dayanan
İmam-ı Şafii'nin ve İmam-ı Hanbeli'nin arkadaşları, şerefliliğin namazda imam
olmanın sebeplerinden biri olduğunu söylemişlerdir.
Bu konu ile ilgili
enteresan bir belge de şudur: Rebi b. Fadla[34]
diyor ki:
"Bir defasında on
iki atlı sefere çıkmıştık. Yol arkadaşlarımın hepsi Peygamberimizin
sahabilerindendi ve Selman-ı Farisi de aralarında idi. Yolda namaz vakti
gelince önce aramızda kim imam olacak? diye konuşuldu, sonunda
ka-filedekİlerden biri imam oldu ve bize farzı dört rekat kıldırdı. Namaz sona
erince Selman-i Farisi bîr kaç kere üst üste:
"Nedir bu nedir
bu?" dedikten sonra namazın niçin yolculuk (seferilik) şartlan uyarınca
iki rekat olarak kıldırılma-dığını, oysa namazı kısa tutmaya çok ihtiyacımız
olduğunu belirtti. Bunun üzerine kafiledikiler kendisine:
"Ya Selman, sen
bize namaz kıldır, aramızda bu göreve en layık kimse sensin" deyince
Seiman-ı Farisi onlara şu cevabı verdi:
*" "Hayır,
ey İsmailoğulları (araplar) imamlık sizin hakkınızdır, bizler sizin
vezirleriniz (yardımcılarınız)."
Bu konuda burada dİîe
getirdiklerimin dışında daha başka belgeler de vardır. Fakat bunların kimi
tartışmalı ve kimi de asılsızdır.
Bu konudaki diğer bir delil
de şudur. Halîfe Ömer (r.a.) zamanında bağış listesi düzenlerken listeye aldığı
kimseleri neseplerini gözönünde tutarak sıraladı. Bu prensip uyarınca öne
Peygamberimizi soyca en yakın olanların adlarını yazdı, böylece araplar bittikten
sonra arap olmayanları kütüğe aldı. Bu usul gerek geride kalan halifeler, gerek
Emeviler ve gerekse Abbasiler devrinde hep böyle devam etti. Fakat dah sonra
değiştirildi. [35]
Araplar için söz
konusu olan bu üstünlük onların akıl, dil, ahlak ve amel alanlarındaki
üstünlüklerinden kaynaklanır. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Üstünlük ya faydalı
bilgiye veya salih amele dayanır, bu iki ana faktörden kaynaklanabilir. İlmin
kaynağı "hafıza" ve "kavrama" gücüdür. Tezahürü de söz ve
yazı yolu ile ifade edilmektedir. Bu kriterlerin ışığında araplan
değerlendirecek olursak onların diğerlerine göre daha "kavrayışlı",
"hafızaları daha kuvvetli", gerek sözlü ve gerekse yazılı ifade
alanında daha "yetenekli" olduklarını görürüz. Onların dilleri kavramlar
arasındaki incelikleri en iyi şekilde ifade eden bir dildir. Bu husus analiz
yapmak isteyince de böyledir, sentez yapmak isteyince de. Arapça az sözle çok
anlam ifade edebilir. Eğer bu dili konuşan kimse isterse bir çok anlamı aynı
kelimede biraraya getirip senteze kavuşturur. Arkasından da birbirine benzeyen
iki kavramın arasını başka bir kelime ile kısa ve öz bir şekilde ayirederek
analize kavuşturur. Mesela hayvanlar alemini ele alırsak arapça hayvanlar
arasındaki ortak özellikleri kapsamlı kavramlarla ifade ettikten sonra bu
ortak özellikli hayvanlann seslerini, yavruların], barınaklarım, tırnaklarını
ve diğer farklı özelliklerini ayrı ayrı kelimelerle belirtebilmektedir.
Arapçanın her alanda görülen bu geniş ifade yeteneği, tartışmasız bir gerçek
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Salih amele gelince bu
da ahlaka dayanır. Ahlakın kay-nığı da iç-güdülerdir. Arapların iç-güdüleri
diğerlerine göre iyiliğe daha yatkındır. Gerçekten arapiar cömertliğe, uysallığa,
kahramanlığa, vefakarlığa ve diğer güzel huylara yakın mizaçlıdırlar. Fakat
islamdan önce bu yetenekler onlarda iyiliğe dönük potansiyel meziyetlerdi,
pratiğe dönüşmekten alıkonmuşlardı. Yine o zamanlar ne gökten inmiş bir bilgi
kaynağına ne bir peygamberden miras kalmış bir toplum düzenine (şeriata) sahip
olmadıkları gibi tıp ve matematik gibi akıl ilimleri ile de uğraşmıyorlardı. O
dönemde uğraştıkları ilim dalları şiir ve hitabet; ezberledikleri şeyler, şecereleri
ile tarihlerinin önemli günleri ve bir de gündelik hayatları için gerekli
gördükleri yıldızlar ilmi ile savaş bilgileri idi.
Peygamberimiz (s.a.v.)
yer yüzünde bir başka benzeri ne görülmüş ve ne de görülecek olan, ilahi
kaynaklı eşsiz hidayet meşalesi ile onlar arasından ortaya çıkınca önce ona
karşı şiddetle direndiler. Peygamberimiz onların doğuştan sahip oldukları fıtri
sadeliği gölgeleyen küfür karanlığını dağıtmak, kendilerini cahiliye
geleneklerinden vazgeçirebil-mek için çok büyük sıkıntılar çekti. Ama
kendilerine sunulan bu aydınlık hidayeti benimseyince kalblerinde biriken
tortular yok oldu, bu tortular yerine gönülleri Allah'ın, Hz. Muhammed'e
indirdiği nurla aydınlanmaya başladı. Bu büyük nuru o iyiliğe yatkın fıtri
yapıları ile birleştirince doğuştan sahip oldukları kemal ile Allah'ın
kendilerine indirdiği kemal varlıklarında biraraya geldi.
Bu gelişmeyi daha iyi
kavrayabilmek için aslında verimli bir toprak parçası düşününüz. Fakat bu
toprak parçası uzun süre hiç sürülmemiş veya yaban otları ile dikenliğe dönüşerek
domuzların ve yırtıcı hayvanların cirit attığı bir alan haline gelmiş. Fakat
günün birinde dikenleri ayıklanarak ve üzerinde cirit atan canavarlar
kovularak güzelce sürüldükten sonra toprağına verimli tohumlar ekilince en kaliteli
ekini veren bereketli bir taralaya dönüştü. Tıpkı bunun gibi, muhacirler ile
ensar arasından çıkan ilk dönemin Öncü müslümanları, Peygamberlerden sonra
Allah'ın en üstün kulları oldular, üstünlük bakımından onlardan sonra gelen
kesimi de, arap olsun, başka milletlerden olsun, Kıyamet gününe kadar bu
öncülerin izinden giden müslümanlar meydana getirdi.
O dönemde bu kemalden
uzak olan diğer tüm insanlar iki kısma ayrılıyordu. Bir kısmı Allah'ın
hidayetini kabul etmemiş olan kafirler idi. Yahudi ve hrıstiyanlar gibi. Öbür
kesimini de söz konusu fıtri meziyetlere sahip olmayan arap dışı kavimler
meydana getiriyordu. Bu kavimlerin büyük bir çoğunluğu farşlar ve rumlar gibi
kafirdirler. Bu yüzden ilahi şeriat, az önce sözünü ettiğimiz ilk dönemin öncü
kuşagına uyma, onları Örnek edinme ve onlar dışında kalan toplumların yaşama
tarzlarına karşı olma ilkesini ortaya koydu. Karşı çıkılması emredilen yabancı
toplumların gelenekleri, ya Allah'ın ilkelerine aykırı ya hayatın ihtiyaçları
karşısında yetersiz veya bu iksinden birine yakın şeylerdi.
İslamiyetin koymuş
olduğu yabancılara (acemlere) benzeme yasağına arap olmayan eski ve yeni bütün
gelenekleri ile birlikte arap olmayan müslümahların ilk dönem öncü
müslümanlarmkileri ile bağdaşmayan gelenekleri de girer. Tıpkı bunun gibi
"Arap cahüiye dönemi" teriminin kapsamına islamdan önceki arap
halkın gelenekleri yanında çoğu arapların yeniden hortlattıkları eski cahiliye
adetleri de girer. Bu arada araplar arasındaki kim yabancılara benzer-se onlara
katıldığı gibi yabacı kavimler arasında kim arap-lara benzerse onlara katılmış
olur. Bundan dolayıdır ki, bilgi ve iman elde etmiş olan farslılar bu sonucu
bu dosdoğru (hanif) dinin gerek arap kaynaklı ve gerekse ilahi nitelikli
unsurlarına bağlanmakta kavuştukları gibi araplar arasında bu alanda fire
verenler ya bu insanlardan uzaklaştıkları veya sünnet gereği olarak karşı
olmaları gereken yabancı geleneklere özendikleri için fire vermişlerdir.
İkinci ihtimal daha geçerlidir.
Şunu da belirtelim ki,
Cenab-ı Allah (c.c.) Kitab'mı (Kur'an'ı) arapça olarak indirdiği, Rasulullah bu
Kitab'ı ve hikmeti arapça dili ile tebliğ ettiği ve bu dini öncü kuşağı da bu
dili konuştuğu için arapçayi öğrenmek bu dini kavrayıp öğrenmenin tek aracı
olmuş, bu dilin öğrenimi dinin gerekleri araşma girmiş, bu dili konuşabilmek
bu dinin bağlıları için daha kolayca din bilgisi elde etmenin, dini prensiplerine
daha eksiksiz bir şekilde uymanın ve muhacirler ile en-sardan oluşan ilk örnek
kuşağa her yönü ile daha sıkı şekilde benzemenin en güvenilir ve kestirme yolu
olmuştur.
İnşaallah, bu kitabın ilerdeki
sayfalarında alimlerin arapca konuşmanın gereği ve sebepsiz yere başka bir dili
kullanmanın mekruhluğu hakkındaki bazı görüşlerine yer vereceğiz.
Dilin yambaşmda
çeşitli ilim dalları ile ahlaki unsurlar yer alır. Allah'ın sevdiği ve
hoşlanmadığı kısımları ile adet ve gelenekler insan hayatında çok büyük Önem
taşır. Bundan dolayı şeriat, ilk müslümanların gerek sözlere ve gerekse
davranışlarla ilgili adetlerinin benimsenmesini ve zaruret olmadıkça bu
adetlerin dışına çıkılmasının hoş olmadıkı ilkesini getirmiştir.
Kısacası, yabancılara benzeme yasağının ana
gerekçesi, bu tutumun ya ilk öncü Müslüman kuşağın sahip olduğu faziletlerden
yoksun kalmaya veya onlar dışında kalan toplumların kusurlarına kapılmaya
yolaçabileceğidir.
Bu yüzdendir ki, acem
asıllı müminler bu önemli inceliği kavrayınca, özellikle aralarındaki şuurlu
müslümanlar, kendilerini zorlayarak ilk dönem müslümanlarına benzemeye
çalışmışlar ve bu gayretleri sayesinde Kıyamet gününe kadar gelecek olan
bağlıların (tabiinin) en üstün kuşağı olarak kendileri dışında kalan bir çok
acem asıllı müslüman cemaate Önder olmuşlardır. Onlar acem kaynaklı
müslü-manları, ilk dönem müslümanlarına bağlılıklarına göre derecelendiriyorlardı.
Nitekim Ebu Tahir Selefi'nin bildirdiğine göre Esmai,[36]
"Fadlül Furs" adlı eserin bir yerinde "İsfahan şehrinin
acemleri, acemlerin Kureyşlileridirler."[37]
demiştir.
Yine Selefi'nin
bildirdiğine göre ünlü sahabi Said b. Museyyeb (r.a.) "Eğer ben Kureyşli
olmasaydım, önce fars asıllı ve arkasından da İsfahan1 Iı olmak isterdim."
demiştir.
Başka bir kanala
dayanılarak bildirildiğine göre yine Said b. Museyeb bu konuda şöyle diyor:
"Eğer ben Kureyş
kabilesinden olmasaydım, İsfahan'lı olmak isterdim. Çünkü Peygamberimiz:
"Eğer bu din
Ülker (süreyya) gezegenine asılı olsa, acem asıllı bazı kimseler ona yine
ulaşmayı başarırlardı" buyurarak genel olarak farslıları ve özellikle
İsfahanli-lan şereflendirmiştir.[38]
Bildirildiğine göre
sahabilerden Selman-ı Farisi, İbn-i Abbas'ın azadlısı İkrime ve daha bir çok
ünlü müslüman İsfahan asıllı idi. Ayrıca İsfahan şehrinin her alanındaki İslama
etkisi, diğer acem şehirlerindekinden daha belirgindi. Nitekim Hafız
Abdülkadir Rehavi bu gerçeği şu sözlerle anlatıyor:
"Bağdat'dan sonra
hadis alanında İsfahan kadar ilerlemiş başka bir yer hiç görmedim. İsfahanlılar
arasında sünnetin inceliklerini bilen ve uygulayan imamlar, hadisleri ve diğer
asli islami İlimleri iyi bilen alimler diğer yerlere göre sayıca çoktur. Öyle
ki, anlatıldığına göre, oranın kadınları Salih b. Ahmed'b. Hanbel, Ebu Bekir
b. Ebu Asım ve bunlardan sonra gelenler gibi, aynı zamanda hadis uzmanları idiler.
Benim bildiğim kadarı ile başka hiçbir yerde bunlar gibisi yoktur."
Tıpkı bunun gibi, fars
diyarındaki herhangi bir yöre veya bu diyarın halkından olan her hangi bir
şahıs, gerçek anlamda övülürken sadece ilk dönem müslümanlarına benzediği
için övülürdü. Hatta her hangi bir şahsın diğer bir şahsa, her hangi bir sözün
başka bir sözü ve her hangi bir davranışın başka bir davranışa göre üstün olup
olmadığı tartışıldığında bu tartışmanın gerekçesi tarafların destekledikleri
şahsı, sözü veya davranışı ilk dönem müsümanlırınm uygulamalarına daha yakın
bulmaları olurdu. Sözün kısası, bu ümmetin bütün ileri gelenleri şu ilkeyi
ortak görüş olarak benimsemişlerdir: İlk dönem arap müslümanların hayat tarzı
en üstün örnektir ve daha sonra gelen müslümanlar arasındaki üstünlük farkı,
bu ilk örnek nesne benzeme derecesine göre ölçülür. Bizim burada anlatmak
istediğimiz işte budur. ; Bu konu ile ilgili sözlerimizi bağlarken şu iki
noktayı belirtmek gerekir:
1-
Üstünlükler konusunu inceleyen veya bu konuda görüş bildiren her müslüman,
sorumluluğunun farkında olan bir kimse gibi davranarak iyi olanı bilmeyi ve
bunu vargü-civile araştırmayı amaç edinmeli, başkalarına karşı övünmeyi veya
her hangi bir kimseyi düşünmemelidir. Nitekim Müslim'in, Iyaz b. Hamar
Muşacii'ye[39]dayanarak bildirdiğine
göre Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
"Bana vahyedildi
ki, mütevazı olunuz. Öyle ki, hiç kimse başkası karşısında övünmesin ve hiç
kimse başkasına karşı haddini bilmezlik etmesin."[40]
Görüldüğü gibi Cenab-ı
Allah (c.c.) Peygamberinin dili ile övünme veya haddini bilmeme yolu ile
başkalırına karşı büyüklük taslamayı yasaklıyor. Büyüklenmek eğer haklı bir
gerekçeye dayalı olursa "övünme" ve eğer asılsız bir gerekçeye dayalı
olursa "haksızlık ve haddini bilmemek" olur.
'Her hangi bir kimse
Haşimoğullan soyundan gelmek, Ku-reyş kabilesinden olmak, arap veya fars asıllı
olmak gibi üstün sayılmış bir zümredendir diye kendini üstün saymak veya
böyle bir duyguya kapılmak hakkına sahip değildir. Bu hatalı bir görüştür.
Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi, her hangi bir zümrenin üstün oluşu bu
zümreden olan herkesin mutlaka üstün olmasını gerektirmez. Çünkü öyle Habeş
asıllı müslümanlar olabilir ki, Allah katında tek tek bütün Kureyşlilerden
üstündürler. Üstelik böyle bir duyguya kapılmak sahibine değer kaybettirerek
faziletten uzaklaşmasına yol açar. Eğer bu kişi başkalarına karşı üstünlük
taslamış veya haddini bilmez davranmışsa bu yüzden uğrayacağı kayıpların
hesabı ayrı bir konudur.
Buna karşılık
Kureyşliler ve Haşimoğullan gibi seçkin bir zümreden olmayan kimseler de
bilsinler ki, onların Peygamberimizi (s.a.v.) onaylayıp emirlerine uymuş
olmaları, O'nu sevenleri sevmeleri, Allah'ın üstün saydığı kulları örnek
edinmeleri ve Rasulullah'a gelen hak dinin ilkelerini uygulamaları kedilerinin
üstün sayılmış zümrelerin tüm fertlerinden daha üstün olmalarını sağlar ki,
gerçek üstünlük budur.
Mesela halife Ömer'e
(r.a.) bakalım. Zamanında kendilerine bağış payı verilecek olanların listesi
tutulacağı sırada "Emirülmüminin ilk sıraya kendi adını yazsın"
diyenlere:
"Hayır, Ömer'i
Allah'ın kendisini koyduğu yere koyunuz" diye cevap vererek Önce
Rasulullah'ın yakınlarını ve arkasından O'na yakınlık derecesine göre sırası
gelenleri yazdıktan sonra kendi adını Beni Adiy Oğullarına sıra gelince
yazmıştır. Bilindiği gibi, Beni Adiy oğullan, Kureyş kabilesinin geri planda
kalan kollarından biri idi. Fakat Hz. Ömer'in işte bu hakka beğlılık titizliği
ve diğer bir çok faziletleri, kendisini diğer Kureyş boyları bir yana,
Haşimoğullannın bile tümünün önüne geçirmiştir.
2-
Belirteceğimiz ikinci nokta şudur ki, "Arap" ye "Acem"
terimleri zaman zaman yanlış anlaşılıyor. Daha önce belirttiğimiz gibi, "Acem"
terimi, aslında sözlük anlamı ile arap olmayan milletlerin tümünü kapsamına
alır. Fakat zamanla fars asıllı müslümanlar inanç ve bilgi alanlarında diğer
"Acem" kavimlerin önüne geçip üstünlük sağlayınca bu terim, yeni
dönem alimlerinin dilinde sadece fars asıllılar için kullanılmaya başladı. Evs
b. Zam'ac el-Kufi el-Hadrami el-Nahide deniliyor. Tabiinin ileri geleni
erindendir. Muhadramlığı da söylenir. el-Acii, Kufe'li ta-iinden güvenilir
birisidir, diyor. İbn Hibban onu güvenilirler arasında saydı. Bkz. Tehzib
el-Tehzib, c. I, s. 383, Biy. No: 701. [41]
Ötcyandan
"Arap" terimi aslında şu üç niteliği biraraya getiren kavmi ifade
eder:
1)
Dili arapça
olanlar !
2)
Arap soyundan
gelenler
3) Arap yarımadasında yaşayanlar.
Arap yarımadası, Kızıl
denizden Basra Körfezine ve Yemen'in en güney ucundan Şam dolaylarına kadar
olan coğrafi alanı kapsamına alır. Yemen bu alanın içinde sayı-hrken, Şam
yöresi bu alanın dışında tutulur. Araplar Peygamberimizden (s.a.v.) önceki
dönemde ve Peygamberimizin zamanında sınırlarını belirttiğimiz sadece bu
topraklarda yaşıyorlardı. Fakat İslam gelip de müslümanlar yeni yöreler fethedince
araplar doğunun bir ucundan batının öbür ucuna varan ve Şam (Suriye) sahilleri
île Ermenistan'a kadar ulaşan büyük alana dağılıp yaşamaya başladılar.
Saydığımız bu yeni fethedilmiş yerler farsların, rumlann, berberilerin ve diğer
kavimlerin yurtları idi. Fetihlerin arkasından meydana gelen kaynaşma
sonrasında bu yöreler şu iki kısma ayrılır olmuşlardır:
a) Bu
yörelerin bir kısmında arapça dili egemendir. Öyle ki, buralarda yaşayan
halkın ezici çoğunluğu ya sadece
arapça konuşur veya
bir başka dilin yanında arapçayı da kullanır. Yalnız konuşulan arapça yer yer
şive farklılıkları gösterir. Şam, Irak, Endülüs ve Mısır gibi yöreler bu kısmın
örnekleridir. Fars ve Horasan dolaylarının da eskiden böyle olduğunu
sanıyorum.
b) Bu
yörelerin diğer bir kısmında arapça dışında bir dil egemendir. Bu kısmın
örnekleri Türkistan, Horasan, Ermenistan ve Azerbaycan dolaylarıdır. Bu kısma
giren yörelerin kendi aralarında baştan beri arapça konuşanlar, sonradan
arapçayı benimseyenler ve arapçadan başka bir dil kullananlar olmak üzere üçe
ayrılırlar. Bu yörelerin halkı, tıpkı dileri gibi, ırkları bakımından da üçe
ayrılırlar:
1) Bu
yörelerin bir bölüm halkı arap soyundan ve arap olma niteliklerini ya hem dil
hem yerlerin bölgesi ya sadece yerleşim bölgesi yahut sadece dil bakımından
halen de korumaktadırlar.
2- Bu yöre
halklarının başka bir kesimi aslında arap ırkından, hatta Haşimoğülları
soyundandırlır ve araplık nite-Ieklerini ya hem dil hem yerleşim bölgesi veya
bu iki unsurun biri bakımından devam ettirmektedirler.
3) Bu yöre
halklarının bir üçüncü kesimi var ki, soyları belirsizdir. Yani arap asıllı mı,
yoksa acem asıllı mı olup olmadıklarını bilmemektedirler. Saydığımız yörelerde
yaşayan halkların çoğunluğu böyledir. Bunların bir kesimi vaktiyle hem dil ve
hem de yerleşim bölgesi bakımından arap iken diğer bir kısmı da bu unsurların
her ikisi bakımından acem idi.
Bu yörelerin halkları
arap dili ile ilişkileri bakımından da üçe ayırıhrlar:
1- Bit kısım
arapçt'yı orjinal arap şivesi ile konuşur.
2- Bir diğer
kısmı arapçayı farklı ve bozuk bir şive ile konuşur. Bunlar ana dilleri başka
olup sonradan arapça öğrenenlerdir. Sonradan arapça öğrenen çoğu iliın
adanılan gibi.
3- Bir başka
kısmı da çok az arapça konuşabilir.
Fetihler sonrası
kaynaşmanın meydana getirdiği bu iki tip yörenin bir kısmında arap niteliği
egemenken diğer bir kısmında arap dışı (acem) niteliği hakimdir, bir kısmında
da her iki nitelik biribirine denk durumdadır.
Bu duruma göre islam
dünyasında araplık niteliği hem soy hem dil ve hem de yerleşim bölgesi
bakımından farklı kısımlara ayrıldığına göre bazı islami hükümler de bu kısımlardaki
farklılaşmaya, özellikle soy ve dil farklılıklarına göre değişiklik gösterir.
Mesela daha önce değindiğimiz flaşimoğullarımn zekat alamayacağı ve buna
karşılık Humus (savaş ganimetlerinin beşte biri) gelirlerden pay alma hakkına
sahip oldukları hükmü, bu sülalenin soy özelliğine dayanır ve buna göre
dillerini değiştirip arapçradan başka bir dili edinseler bile bu hüküm
değişmez. Bunun yanında yine bir kaç sayfa önce arapça ve arap ahlakı hakkında
söylediklerimiz bu nitelikleri taşıyanlar için söz konusudur. Bu kimseler fars
asıllı bile olsalar farketmez.Buna karşılık bu nitelikleri taşımayanlar için
yukarda yapmış olduğumuz değerlendirmeler söz konusu olamaz. Böyle kimseler
Haşi-mi asıllı bile olsalar bu böyledir.
Bu açıklamayı yaparken
güttüğümüz amaç, bu kitabın başından beri üzerine basa basa vurguladığımız
acemlere (yabancılara) benzeme yasağında sadece ilk öncü müslüman kuşağın
düşünce ve hayat tarzının Ölçü olduğunu belirtmektir. Buna göre kim bu örnek
neslin düşüncesine ve hayat tarzına daha yakınsa üstün olan odur. Buna
karşılık kim düşünce ve hayat tarzı bal ımından bu nesle ters düşüyorsa -her
nt kadar arap soyundan gelme olsa ve dili arapça da olsa- O kimse İslama ters
ve yabancı düşmüş demektir. İlk dönem mür.lümanlarının görüşü budur. Nitekim
Ali'nin torunu Ebu Caier:
"Kim müslüman
olarak doğmuş ise o kimse araptır" diyor. Ebu Cafer'e mal edilen bu söz
şöyle açıklanabilir: Kim müslüman olarak doğmuş ise o kimse arap yurdunda
doğmuş ve arapçayı da öğrenmiş olur. İşte ilk dönem müslümanla-rı (selef) bu
konuda böyle düşünüyorlardı.
Öte yandan Selefi'nin
Ebu Hureyre'ye (r.a.) dayandırarak naklettiği bir hadise göre Peygamberimiz
(s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Kim arapça
konuşuyorsa o kimse araptır. Yine kim kim iki göbekten beri müslüman olan bir
sülaleden geliyorsa o kimse de araptır."[42]
Eğer bu hadisin aslı
var ise (sahih ise) Peygamberimiz arap olmayı arap niteliği elde etmeyi sadece
arapça konuşmaya ve arap soyundan sayılmayı da kişinin iki göbek öncesinden
beri (baba ile dedesinin) İslam devletinin egemenliği altında olmasına
bağladığı görülüyor.
Nitekim İmam Ebu
Hanife, Peygamberimizin bu sözüne dayanarak evlenmek isteyen eşlerden iki göbek
öncesi müslüman veya azadh olmayan tarafın iki göbekten beri müslüman olan
tarafla denk sayılamayacağını, her iki tarafda hem azadh ve hem de aynı
milletten olsa bile bu hükmün değişmeyeceğini ileri sürer. Ebu Yusuf'a göre bu
konuda bir göbek öncesi de iki göbek Öncesi gibi işlem görür. İmam-ı Şafii ile
İmam-ı Ahmed'e göre evlenecek çiftler arasındaki denkliği belirlerken bu faktör
gözönünde tutulmaz. İmam-ı Ahmed'in böyle düşündüğü belge ile sabittir.[43]
Bu konu ile ilgili
olarak Hafız-ı Selefi, Peygamberimize (s.a.v.) dayanan şöyle bir olay
anlatıyor:
"Sahabilerden Ebu
Seleme b. Abdurrahman'm bildirdiğine göre bir gün Kays b. Ratate sahabilerden
Suheyb-i Rumi,[44] Selman-ı Farisi ve
Bilal-i Habeşi'den meydana gelen gurubun yanına gelerek:
"Şu Evs ve Hazreç
kabileleri bu adamı (peygamerimizi kasdederek) desteklemeye koyuldular. Bunlar
hakkında ne diyorsunuz?" dedi. O sırada orada bulunan Muaz b. Cebel, bu
sözleri üzerine hemen ayağa kalkarak adamın yakasından tuttu ve kendisini
Rasulullah'm yanına götürerek söylediklerini ona nakletti. Bunun üzerine
Peygamberimiz öfkeli bir şekilde ayağa kalktı ve cübbesi yerlerde sürüne sürüne
acele bir biçimde Mescide geldi. "Haydi, namaza" çağrısı yapıldıktan
sonra Rasulullah minbere çıkırak şu sözleri söyledi:
"İmdi, ey
insanlar! Bilesiniz ki, Rabb'imiz tek, atamız bir ve dinimiz aynıdır. Hiç
biriniz araplığı ana ve baba yolu ile değildir. Araplık sadece dile dayanır.
Kim arap-ça konuşuyorsa o araptir."
Peygamberimizin bu
sözleri üzerine ayağa kalkan Muaz b. Cebel olayın müessibi olan Kays b.
Ratade'yi kasdederek "münafık adama ne yapmamızı emredersiniz?" diye
sordu. Peygamberimiz kendisine "bırakın onu, cehenneme kadar yolu
var" diye karşılık verdi. Sözü edilen Kays b. Ra-tade, bir süre sonra
İslam'dan dönen ve bu yüzden Öldürülenlerden biri[45]
oldu.
Bu hadis gerçi
zayıftır ama anlam bakımından yabana atılacak cinsten değildir. Hatta daha önce
belirttiğimiz gibi, başka bazı rivayet kanallarından gelen şekli ile sahihdir
(doğrudur).
Bu konuda şimdiye
kadar söylediklerimizi düşünerek okuyan kimse şeriatın neye uymamızı ve nelere
karşı çıkmamızı emrettiğini iyi anlar. Ayrıca okuyucuyarımız bu uyma ve karşı
çıkmanın delilleri ile bir kısım gerekçe ve sebeplerini ve bazı hikmetlerini
de inceleme imkanına kavuşmuşlardır. [46]
Denebilir ki, sizin bu
konuda göstermiş olduğunuz deliller, onlaraJers düşen şu ilke ile çelişki halindedir.
Söz "konusu ilke şudur: "Bizden öncekilerin şeriatı, şeriatımız tersine
bir hüküm ortaya koymadıkça, bizim de şeriatımız-dır." Ayrıca Cenab-ı
Allah'ın (c.c):
"Onların yoluna
uy",
"İbrahim'in
şeriatına uy"
"İslam olmuş
Peygamberler onunla hüküm verirlerdi." gibi çeşitli ayetleri de bu ilkeyi
destekler niteliktedir.[47] Daha
bir çok delilleri olan bu ilkeyi üstelik siz de kabul ediyorsunuz. Bu ilke ilk
dönem müslümanları ile fı-kıhçılann çoğunluğunun ortak görüşüdür.
Bu arada söz konusu
ilke tüm büyük hadis kaynaklarının. ittifakla yer verdikleri ve Said b. Cubeyr
tarafından İbn-i Ab-bas'a (r.a.) dayandırılan şu hadise de ters düşer. Bu
hadisin ilk ravısi olan İbn-i Abbas diyor ki:
"Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) Medine'ye geldiğinde yahudilerin Aşure günü oruç
tuttuklarını gördü. Kendileri-ne"Oruç tuttuğunuz bu günün anlamı
nedir?" diye sorunca onlardan şu cevabı aldı: "Bu gün Önemli bir
gündür. Çünkü Allah bu gün Musa ile kavmini kurtarıp Firavun ile taraftarlarını
boğmuştu, biz de ona karşı duyduğumuz saygıyı ifade etmek için aynı günde oruç
tutuyoruz."
Bu cevap üzerine
yahudilere, "Musa'ya saygı göstermek, sizden çok bize düşer" diyerek
o gün hem kendisi oruç tuttu ve hem de müslümanlara oruç tutmalarını emretti."[48]
;Öteyandan Ebu Musa
(r.a.) da bu konuyu şöyle anlatıyor:
"Yahudiler Aşure
gününü bayram sayıyorlardı. Bunu gören Peygamberimiz bizlere "siz de bu
gün oruç tutunuz." dedi.[49]"
Bu ifade Müslim'e
aittir.. Aynı hadisin Buhari'deki bir ifadesi "O güne yahudiler saygı
gösterip onu bayram kabul ediyorlar" şeklindedir. Yine Buhari'nin yer
verdiği bir başka rivayete göre hadis "Hayber halkı (yahudiler) Aşure
günü oruç tutup bayram olarak kutluyorlar ve bu gün kadınları bayramlıklar
giyip takılar takıyorlardı." şeklindedir.
Bu arada yine büyük
hadis kaynaklarının Zuhri'ye dayanarak ortaklaşa kaydettiklerine göre yine
ibn-i Abbas (r.a.) şöyle diyor:
"Ehli Kitab
(Yahudiler ve Hnstiyanlar) saçlarını alınlarından aşağı sarkıtır, buna
kırşılık müşrikler (putperestler) ikiye ayırıp yanlara tararlardı. Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) hakkında emir bulunmayan konularda Kitab Ehline uymayı
tercih ettiği için bir süre saçlarını alnından sarkıttı, fakat daha sonra ikiye
ayırıp yanlara taramaya başladı."[50]
Yukardaki itiraza
şöyle cevap verilebilir: "Bizden önceki ümmetlerin şeriatı, şeriatımız
tersine bir hüküm ortaya koymadıkça, bizim de şeriatımızdir" ilkesinin
geçerli olabilmesi için mutlaka şu iki Ön şart bulunmalıdır. Hemen belirtelim
ki, konumuz olan bu ümmetlere benzeme meselesine bu iki şartın her ikisi de
yerine gelmemektedir. Bu ön şartlar şunlardır:
1- Bir defa
uymamızın söz konusu olabilceği hükmün gerçekten onların şeriatinde yer aldığı
güvenilir bir delille is-batlanmış olmalıdır. Bu da ya Allah'ın bu hususu bize
Kur'an'da bildirmesi, ya Peygamberimizin bu konuyu bize haber vermiş olması
veya bu hususun tevatür (çok kanallı rivayet) yolu ile belgelenmesi ile
mümkündür. Böyle bir konuda sırf yanudiler ile hnstiyanların söylediklerine veya
ellerindeki kitablarda yazılı olanlara dayanmak, yetkililerin ittifakı ile,
geçerli değildir.
Gerçi Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) zaman zaman yahu-dilerden bilgi istemiş ve onlar da
Tevrat'ın muhtevası (içeriği) ile ilgili olarak kendisine bilgi vermişlerdi.
Ama onların asılsız uydurmaları (batılı) kendisine yutturmaları söz konusu
olmadığı için bu böyle olmuştu. Tersine Cenab-ı Allah (c.c.) yahudilerin hangi
sözlerini doğru ve hangi sözlerinin asılsız olduğunu Peygamberimize
bildiriyordu. Nitekim bir çok kez onların yalan söylediği hakkında kendisini uyarmıştır.
Bize gelince eğer
onlara buş vurursak bize yalan söylemeyeceklerinden ve böylece fasıktan, hatta
kafirden gelen bir habere uyma tehlikesine düşmekten emin olamayız. Bu böyle
olduğu içindir ki, Buhari'de yer alan bir hadise göre Peygamber Efendimiz
(s.a.v.):
"Yahudiler ile
hrıstiyanlar (Ehl-i Kitab) size bir şey söylediklerinden sözlerine inanınız ve
ne de kendilerini yalanlayınız."[51]
buyurmuştur.
2- İkinci ön
şart o konu ile ilgili olarak bizim şeriatımızda özel bir hüküm, bir açıklama
bulunmamalıdır. Eğer o konuda şeriatımızda benimseyici veya karşı çıkıcı bir
açıklama varsa şeriatımızdaki bu açıklama bizden öncekilerin o adetine
uymamızı yasakladığı ve üstelik o adetin daha öncekilerin şeriatından olduğu
isbatlanmadiğı takdirde o adet ve uygulamadan uzak durmamız gerekir. Eğer söz
konusu adetin eskilerin şeriatından olduğu isbatlanır da Peygamberimizle
sahabilerin buna karşı çıktıkları meydana konursa o takdirde bize emredilen şey
Peygamberimize ve sahabilere uymak, onları ömek edinmektir. Bilindiği gibi,
Peygamberimiz bize, davranış ve düşüncelerimizin yahudi ve hrısti-yanlarm
düşünce ve davranışlarına uymamasını, onlara ters düşmesini emretmiştir. Onlara
ancak geçici veya detayla ilgili bazı hükümlerde uyabiliriz, yoksa kalıcı
geleneklerle temelli davranışlarda onlara uymamız söz konusu olmaz.
Ayrıca uyabileceğimiz
geçici veya ayrıntılarla ilgili konularda da Peygamberimizle sahabilerin söz
ve uygulamalarında tersine bir belge bulunmamalı veya özü şeriatımızda
bulunmakla birlikte ya özü veya benzeri peygamberlerden birinin şeriatında yer
almış olmalıdır. Evladını kurban olarak adayan kimsenin onun yerine koyun
kesebilmesi ve Hz. İbrahim'in (a.s.) şeriatında yeri olan sünnet olma geleneği
gibi, Şueandaki konumuz bu meselelerin ayrıntıları değildir.
Aşure günü oruç
tutmakla ilgili hadise gelince Peygamberimizin, o gün oruç tutmanın bir yahudi
adeti olduğunu öğrenmeden önce de bu günde oruç tuttuğunu kesinlikle biliyoruz.
Çünkü Kureyşliler de o gün oruç tutuyorlardı. Nitekim Buhari ve Müslim'e göre
Peygamberimizin eşi Hz. Ai-şe (r.a.) Kureyşlilerin cahiliye döneminde Aşure
günü oruç tuttuklarını, Rasululîah'm da böyle yaptığını Medine'ye göç edince de
o gün oruç tutmayı müslümanlara emrettiğini, fakat Ramazan orucu farz
kılınınca:
"Bu gün, isteyen
oruç tutsun, isteyen tutmasın."[52]
dediğini belirtmektedir. Yine Buhari ile Müslim'in belirttiğine göre bu konuda
Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle diyor: "Cahiliye dönemi araplan Aşure günü
oruç tutarlardı. Peygamberimiz ile Müslümanlar da Ramazan orucu farz
kılınm-caya kadar o gün oruç tutmaya devam ettiler. Ramazan orucu farz
kılınınca Rasulullah:
"Aşure günü
Allah'ın günlerinden biridir. O gün isteyen oruç tutsun, isteyen
tutmasın."[53] buyurdu.
Peygamberimizin o gün
oruç tutması, yahudilere özen-mekten ziyade kaynaklanmadığı içindir ki,
yahudilere "Musa'ya saygı göstermek sizden çok bize yakışır" diye
cevap vererek o gün kendi tercihi ile oruç tuttuğunu belirtmiş yahudilere ve
Musa'ya saygı sunmak üzere yaptıkları bir hareketi müslümanların da yapmakta
olduğunu ve bunu yapmanın önce onlara düşeceğini hatırlatmıştı.
Ayrıca gerek
Peygamberimizin yahudilere vermiş olduğu bu cevaba ve gerekse İbn-i Abbas'ın
O'nun hakkındaki "Rasulallah, hakkında emir bulunmayan konularda Kitab ehline
(yahudiler ile hrıstiyanlar) uymayı isterdi, tercih ederdi" şeklindeki
sözleri bir kaç bakımdan açıklanmaya muhtaçtır. Şöyle ki:
1- Her
şeyden önce islamın ilk yıllarına aittir. Daha sonra Cenab-ı Allah, bu hükmü
yürürlükten kaldırarak Kitab ehline karşı çıkmayı yasalaştırmış ve bunu açıkça
emretmiştir. Nitekim İbn-i Abbas bu sözlerinin devamında "Onlara ufarak
bir süre saçlarını alnından sarkıttı, fakat daha sonra ikiye ayırıp yanlara
taramayı başladı" demektedir. Nitekim o andan itibaren saçları ikiye
ayırıp yana taramak müs-lümanların ayırıcı geleneklerinden biri olmuş ve
zimmile-re (gayri müslim azınlıklara) saçlarım bu şekilde taramayacakları
şartı konulmuştu.
İslam tarihinde bunun
benzeri olan bir olay Kıble değişimi meselesidir. Bilindiği gibi, Cenab-ı Allah
(c.c.) önceleri müslümanlara, tıpkı yahudiler gibi, Beytüimukaddes'e (Kudüs'e)
yönelerek namaz.kılmalarım emretmiş, fakat bir süre sonra bu hükmü yürürlükten
kaldırarak (neshederek) Kabe'ye yönelme direktifini indirmiş ve arkasından
çeşitli ayetlerde anlamlı gerekçeler Peygamberimizi bu konudu uyarmıştır. Bu
uyarıcı ayetlerin başlıcaları şunlardır:
"İnsanlardan bazı
beyinsizler -Onları yönelegeldik-leri kıbleden döndüren sebeb nedir?-
diyecekler."
(Bakara: 2/142)
"Sen kendilerine
kitab verilenlere her türlü ayeti (delili, mucizeyi) getirsen yine de senin
kıblene uymazlar. Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin."
"Eğer sana gelen
bilgiden sonra onların keyiflerine uyacak olursan, o takdirde zalimlerden biri
olursun."
(Bakara: 2/145)
"Sen onların dinlerine
uymadıkça ne yahudiler ve ne de hrıstiyanlar senden hoşnut olmazlar... Eğer
sana gelen bilgiden sonra onların arzularına uyacak olursan, hiç şüphesiz,
Allah artık senin ne dostun ve ne de destekçin olur." (Bakara: 2/120)
"Herkesin
yöneldiği bir istikamet vardır."
(Bakara: 2/145)
Bu açıklamalarımızı
pekiştiren diğer bir delil de şudur ki, Peygamberimiz önceleri oruç tuttuğu ve
hakkında yahudiler "Musa'ya saygı göstermek sizden önce bize düşer"
dediği Aşure günü ile ilgili olarak vefatından az önce tutumunu değiştirerek
sahabilere bu değişikliği emir olarak duyurmuştur. Bu yüzdendir ki, Peygamber
Efendimiz hakkında ilahi emir bulunmayan konularda Kitab ehline uymayı tercih
ettiğini ve Rasulullah'rn yahudüere "Musa'ya saygı göstermek sizden önce
bize düşer" dediğini bildirmiş olan ünlü sahabi İbn-i Abbas (r.a.) söz
konusu tutum değişikliğinden sonra Aşure günü oruç tutmayıp da bu bakımdan
yahu-dilere ters düşmekte en çok ısrar eden kimse olmuştur. Çünkü daha önce
belirttiğimiz gibi, Peygemberimizin sözünü ettiğimiz tutum değişikliği ile
ilgili emrini hadis olarak kendisi nakletmiştir.
Nitekim Müslim'de yer
aldığına göre Hakem b. A'rec[54]diyor
ki: "Bir defasında İbn-i Abbas'in yanına vardım, o zemzem kuyusunun
yanında paltosunu dürüp başının altına koyarak uzanmıştı. Kendisine:
"Bana aşure günü
orucu hakkındaki bildiklerini anlat" dedim. Bana:
"Muharrem ayı
hilalini görünce saymaya başla ve doku-zunucu gün gelince oruç tut" dedi.
Kendisine:
"Rasulullah böyle
mi yaptı?" diye sormam üzerine de bana:
"Evet, öyle
yaptı" diye karşılık verdi."[55]
Yine Müslim'in bu
konuda İbn Abbas'a (r.a.) dayanarak bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Eğer gelecek yıl
hayatta olursam, (Aşure ile birlikte) Muharrem'in dokuzuncu gününde (Tasua) de
oruç tutacağım"[56]
Ayrıca Yahya b.
Mansur, Amr b. Dinar'a dayanarak Ata'nın, İbn-i Abbas'm "Muharrem'in
dokuzuncu ve onuncu günlerinde (Tasua ve Aşure) oruç tutarak Yuhudilere ters
düşünüz" dediğini kulakları ile işittiğini bildirmiştir. Bunlar yanında
Said b. Mansur'un "Sünen" adlı eserinde belirttiğine göre Davud b.
Ali, dedesi İbn-i Abbas, Peygamberimizin şöyle buyurduğunu nakletmiş tir:
"Aşure günü oruç
tutunuz, fakat bu konuda yahudi-lere ters düşünüz. Bunun için de (Aşure ile
birlikte) ya bir gün önce veya bir gün sonra da oruç tutunuz."[57]
Nitekim Esrem'in
bildirdiğine göre îmam-ı Ahmed bu konuda "Ben Aşure günü orucu ile ilgili
olarak Muharrem'in dokuzuncu ve onuncu günlerinin ikisinde de oruç tutulması
gerektiği görüşündeyim. Çünkü İbn-i Abbas'in rivayet ettiği bir hadisi göre
Peygamber Efendimiz bu konuda:
"Muharrem ayının
dokunzuncu ve onuncu günlerinin her ikisinde de oruç tutunuz" diyor.
Öteyandan Meymu-ni ile İbn-i Haris de bu konuda İmam-i Ahmed'in şu benzer
sözlerini nakediyorlar: "Kim aşure günü oruç tutmak isterse Muharrem'in
dokuzuncu ve onuncu günleri birlikte tutar. Fakat eğer bu kimse ayın kaçı
olduğunu kesinlikle bilemiyorsa o zaman üç gün oruç tutar.[58]
Arkadaşlarımızdan birinin görüşüne göre Muharrem'in dokuzuncu ve onuncu
günlerini birlikte tutmak daha iyi olmakla birlikte sırf onu-uncu günü
(Aşureyi) tutmak da mekruh değildir."
Bize gelen bu
sözlerinden anladığımıza göre îmam-i Ahmed, sadece Aşure günü oruç tutmayı
mekruh sayıyor. Çünkü kendisine bu konuda sorulan soruyu, iki gün oruç tutulması
gerektiği şeklinde caveplandirdi ve bu görüşünü İbn-i Abbas'ın sırf Aşure günü
oruç tutmayı mekruh saymasına dayandırdı.[59]
Bu durumu genel olarak
şöyle açıklayabiliriz.. İslam'ın ilk döneminde yahudi ve hnstiyanlara benzeme
niteliği taşıyan tüm uygulamalar Hicretin ilk yıllarında görüldü ve daha
sonra bunlar yürülükten kalktı (neshedildi). Çünkü o günlerde mesela yahudiler
ne düşünce tarzı ne kıyafet ne de sembolik nitelikli gelenekler bakımından
müslümanlardan pek farklı değillerdi. Fakat daha sonraki yıllarda gerek Ki-tab
(Kur'an) gerek sünnet ve gerekse Ömer (r.a.) zamanında olgun bir görünüm
kazanan icma-i ümmet yolu ile Allah'ın kafirlere ters düşmek, zihniyet ve
davranışlar bakımından onlardan ayrı olmak ilkesi ortaya çıkıp ağırlık kazanmaya
başladı.
Sebebine gelince
yahudi ve hnstiyanlara ters çıkmak, ci-had ve cizyeye bağlamak gibi çıkışlarla
İslam'ın gelişip egemenliğini kabul ettirmesi perçinlenmedikçe mümkün olamazdı.
Müslümanlar ilk yıllarda zayıf oldukları için yahudi ve hnstiyanlara karşı
çıkma ilkesi ortaya konmamıştı. Fakat islamiyet güç kazanıp egemenliği
perçinleyince bu ilkenin ortaya konduğunu görüyorz.
1) Bu
durumun günümüzdeki benzeri şöyle olabilir. Eğer bir müslüman Dar-ul Harb'de
veya Dar-ul Harb niteliğinde olamayan kafir bir ülkede yaşasa, yaşadığı yörenin
kafirleri ile dış görünüş bakımından ters olmakla yükümlü tutulmaz. Çünkü
böyle bir tutum söz konusu müslümana zarar verebilir. Tersine böyle bir
müslümanın zaman zaman çevresindekilerin dış görünüşlerine katılması müstahab,
hatta bazı durumlarda vacip bile olur. Elbetteki eğer böyle davranmakta islam
için yasak söz konusu ise bu böyledir. Böyle bir durumda islam için
beklenebilecek yarar yöredeki kafirleri İslama çağrabilmek, onların içyüzlerini
öğrenip müslümanlara bildirmek ve bu kafirlerin müslümanlara zarar vermelerini
Önlemek gibi çeşitli amaçlar olabilir.
2) Bu
konudaki ikinci izah tarzı da şudur: Farzedelim ki, Peygamberimizin söz konusu
tutumu yürürlükten kalkmamıştır (neshedilmemiştir) O takdirde bilmeliyiz ki,
bazı konularda kafirlerle uyuşmak sadece Peygamberimizin başarabileceği bir
iştir. Çünkü o, Allah'ın kendisine indirmiş olduğu özel bilgi sayesinde
kafirlerin adet ve gelenekleri arasında bulunan hak ve batıl unsurları
ayırdetmek imkanına sahipti. Bize düşen bu konuda ona uymaktır. Bizim kendi
kendimize kafirlerin dinlerinden alıntılar (iktibaslar) yaparak onların söz ve
davranışlarını rehber edinmemiz, yetkili tüm mü s lüm anların söz birliği caiz
değildir ve peygamberimizin mesajının ihmal edilmez bir gereğidir. Buna göre
eğer biri ortaya çıkar da "bizim zamanımızda yaşayan kitab ehli ile,
günümüzün yahudı ve hnstiyanları ile uyum halinde olmamız müstehabdır."
derse bu ümmetin dininin sınırları dışına çıkmış olur.
3- Üçüncü
izah şekline gelince diyelim ki, yukardaki hadis gereğince Peygamberimiz
"Hakkında emir bulunmayan konularda kitab ehline uymaktan
hoşlanırdı", fakat bir süre sonra müslümanlan aynı konuda onlara karşı
çıkmalarını emretti. Bize emredilen şey de Peygemberimıze ve onun sahabilerine
uymaktır.
Fakat bizim asıl
vurgulamak istediğimiz şey, bu ümmetin öncüleri olan ilk dönem müslümanlarınin
uygulamalarında hiç görülmemiş olan konularda kafirlere benzememizin yasak
olduğudur. İlk göneni müslümanlann uygulamalarında görülen şeylere gelince
bunlardan kuşku duyulamaz. İsterse bu uygulamaları, zamanın kafirleri de
yapmış olsun, ister yapmamış olsun, farketmez. Çünkü biz Allah'ın bize yapmayı
emrettiği bir işi kafirler de öyle yapıyor diye terkede-cek değiliz. Üstelik
şunu da hemen belirtelim ki, onlarla ortak konularda Allah'ın bize emrettiği
şey, mutlaka Allah'ın yürürlükteki hak dinini, yürürlükten kaldırılmış veya
değiştirilmiş eski şeriatlerden ayırdettirecek şekilde değişik ve farklıdır. [60]
Buraya kadar kafirlere
ve müşriklere benzemenin genellikle yasak ve onlara karşı çıkmanın meşru
olduğunu belirten Kitab (Kur'an), sünnet ve icma-ı sünnet kaynaklı delillerle
bu konudaki belge ve kriterleri anlattık. Buradaki meşruluk (şeriat gereği
olmak) yerine göre bazan vacip ve bazan da müstahabdir. Benzerlik konusu
hareketi yapan kimsenin onlara benzeme amacı taşıyıp taşımaması önemli
değildir. Çünkü şimdiye kadar örnek gösterdiğimiz davranışların çoğunda
müslümanlar kafirlere ve müşriklere benzemeyi düşünmemişlerdir. Hatta bu
davranışlar arasın-dabenzeme niyeti taşınması söz konusu olmayanlar bile vardı.
Saçların ak olması ve uzun bıyıklılık gibi. Bu girişten sonra bilmelisin ki,
Kitab ehlinin adet ve gelenekleri üç kısma ayrılır:
1- Bu adet
ve geleneklerin bir kısmı hem bizim dinimizde ve hem de onların dininde
meşrudur veya onların dininde meşru olduğunu bilmiyoruz ama şu anda bu
davranışı yapmaktadırlar.
2- Bu
davranışların bir kısmı bir zamanlar bizim dinimizce meşru oldukları halde
daha sonra yürürlükten kaldırılmışlardır, (neshedilmişlerdir).
3- Bu
davranışların bir kısmı da hiç bir şekilde meşru (şeriat kaynaklı) değildir,
fakat onlar tarafından ortaya atılmıştır. Ayrıca bu kısmı oluşturan
davranışlar ya sırf ibadetlerle ya srıf adetlerle veya hem ibadet ve hem de
adetlerle ilgili olabilirler ki, böylece bu üç kısım dokuz kısma çıkar. Şimdi
bu kısımları teker teker ele alalım:
1- Birinci kısımdaki hareketler hem bizim ve hem de onların
şeriatında yeri olan veya bizim şeriatımızda yeri olup da onlar tarafından
işlenen hareketlerdir. Aşure günü oruç tutmak ve öz olarak namaz ile oruç gibi.
Bu kısımdaki davranışlarda onlara karşı çıkmak ancak hareketin şekli bakımından
olur. Aşure günü orucu konusunda ayın dokuzunu da ekleyerek iki gün oruç
tutmamızın sünnet oluşu, Kitab ehline benzemeydim diye iftarda ve akşam
namazında acele edip sahuru geciktirmemizin emredilişi ile yahudilere karşı
olmak için nalınlarla (ayakkabılarla) namaz kılmamızın emredilişi gibi. Bu
kısmın gerek ibadetlerde ve gerekse adetlerde çok sayıda örneği vardır.
Bilindiği gibi
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ölülerin gömülme biçimi hakkında "lahid
bizim ve sanduka bizim dı-şimizdakilerindir" buyurdu. Ayrıca müslümanlarm
mezarları, kafirlerin mezarlarından ayırdedilebilsin diye müs-lümanların
mezarlarını Kabe'ye dönük kazmak da sünnettir.
Görülüyor ki, ölüyü gömmek
aslında hem onların hem de bizim şeriatımızda yeri olan ortak bir adettir.
Fakat şeriat-ler çeşitli ibadet unsurları da içeren bu adetin biçiminde farklılık
gösteriyorlar. Nalınlarla (ayakkabılarla) namaz kılmak da ibadet içerikli bir
başka adettir. Namaz kılarken nalınları çıkarmak Musa'ya gelen şeriatte vardı.
Aybaşılı kadını iyice ayırarak çevresinden izole etmek de böyledir. Bu
saydıklarımız hem bizim ve hem de onların şeriatlerinde yeri olan, ayrıca
özleri bakımından ortak, fakat biçim bakımından farklılık gösteren
hareketlerdir.
2- İkinci
kısımdaki hareketler, onların şeriatinde yer olup sonradan yürürlükten
kaldırılan (neshedilen) hareketlerdir. Cumartesi günü tatil yapmak ile kişinin
bazı ilave namaz ve oruçları üzerine farz etmesi gibi.
Böyle hareketlerde
onlara uymanın yasak olduğu hiçbir gözden kaçmayacak derecede aşikar ve
tartışmasızdır. Buna göre hiçbir müslüman dindarlık gereği sayarak iç yağı ve
tırnaklı hayvan eti yemeyi kendine yasaklayamaz.
Hem ibadet ve hem de
adet unsurlu hareketlerde de durum böyledir. Bunun örneği de onların
şeriatlerinde yer alan bayram törenleridir. Bilindiği gibi şeriat kaynaklı bayramlar
hem ibadet ve hem de adet unsurları içerirler. Dua,, zikir, sadaka ve tapınma
gibi hareketler bu bayramların dini unsurları, buna karşılık bol yemekler
yemek, güzel elbiseler giyinmek, her zaman yapılan gerekli görevleri bir süre
bırakmak ve müseadeli oyunlar gibi şeyler de bayramların adet kaynaklı
unsurlarıdırlar. Nitekim Ebu Bekir hazretleri (r.a.) Peygamberimizin (s.a.v.)
evinde şarkı söyleyen iki cariye görünce bu durumu yadırgayarak cariyeleri
şarkı söylemekten alıkoymaya girişmiş, fakat Peygamberimiz:
"Bırak onları, ya Ebu
Bekir, her kavmin bayaramı var, bu da bizim bayramımızdır" diyerek onun bu
karşı çıkışım engellemiştir. Ayrıca yine Peygamberimizin bayramgünleri Hırab
adlı aleti çalarak oynayan Habeşlileri seyrettiğini biliyoruz.
Demek ki, şeriat
kaynaklı bayramlarda bir yandan diğer zamanlarda yapılması istenmemiş olan bazı
ibadet unsurları ya vacip veya müstahab olarak yer alırken, öbür yatıdan diğer
zamanlarda müsaade edilmeyen ve şu veya bu oranda nefsi okşayan bazı adetler
unsurları da ya mubah ya müstahab veya vacip olarak yer alırlar. Nitekim her
iki bayramımızda da oruçsuz olmamız farz kılındığı gibi Ramazan bayramından
namaz ile sadaka ve Kurban bayrammda da namaz ile kurban kesmek eşleştirilmiştir.
Dikkat edilirse her iki bayramda namazla eşleştirilen hareketler yemekle
ilgilidir (sadaka ve kurban).
Bu kısmı oluşturan
yürürlükten kaldırılmış ibadet ve adetlerde veya her iki unsuru birlikte içeren
geleneklerde yabancılara uymak, özü meşru olan davranışlarda onlara uymaktan
daha kötü bir şeydir. Bu yüzden ilerde daha detaylı bir şekilde anlatacağımız
üzere bu alandaki yabancılara benzeme girişimi haramdır. Oysa birinci kısımdaki
benzeme girişiminin sadece mekruh olduğu söylenebilir.
3- Üçüncü
kısmı oluşturan hareketler, kafirlerin hiçbir kaynağa dayanmaksızın kendi
kafalarından ortaya attıkları ibadet ve adetler veya her iki unsurun karışımı
olan geleneklerdir. Bu alanda onlara özenmek, bir önceki kategoriye göre daha
da kötü bir tutumdur. Çünkü bu davranışları icad edenler müslümanlar bile
olsaydı, onları işlemek yine kötü bir hareket olurdu. Durum böyleyken her hangi
bir peygamberin mesajından kaynaklanmayarak sadece kafirler tarafından ortaya
atılmış olan davranışlara özenmenin ne kadar kötü olacağını varın siz düşünün.
Sözün kısası, bu alandaki özentinin kötü bir tutum olduğu apaçıktır. Bu, bu
alandaki birinci temel hükümdür. Buradaki bir başka temel nokta da şudur. Bu
katigoriye giren taklit konusu ibadet ve adetler veya her iki unsurun karışımı
gelenekler bu ümmet arasında sonradan ortaya atılan bidatlardır. Çünkü biz bu
kategoride kafirlere özgü gelenek ve dav anı şiarından söz ediyoruz. Yoksa
bizim için meşru olan ve örnek edindiğimiz ilk müslüman kuşağın işlemiş olduğu
hareketlere sözümüz yok.
Hemen belirtelim ki,
bidatlerin çirkin olduğunu veya tenzihi veya tahrimi şekilde mekruh olduklarını
belirten Kitab (Kur'an), sünnet ve İcma-i Ümmet kaynaklı deliller sözümüzün
konusu olan özentileri de kapsar. Buna göre bu özentiler hem sonradan ortaya
atılmış birer bidat olma ve hem de kafirlere benzeme niteliklerini birlikte
taşırlar. Bu iki niteliğin her biri ayrı ayrı birer yasaklama gerekçesidir.
Yani kafirlere benzeme ilk müslümanlarda görülmüş olsa bile genel anlamda
olduğu gibi bidatçılıkta bidat konusu davranış kafirlerden aktarılmış olmasa
da yasaktır. O yüzden bu iki nitelik biraraya gelince kötülük ve yasakhğı
pekiştiren bağımsız birer gerekçe oluştururlar. [61]
Kafirlere benzeme ile
ilgili bu temel hüküm ortaya çıktığına göre hemen belirtelim ki, bayram
törenleri konusunda kafirlere özenmek iki bakımdan sakıncalıdır.
Genel karekterli
birinci sakınca daha önce belirttiğimiz gibi, böyle bir tutumun ne dinimizde ve
ne de ilk müslüman-larm geleneklerinde yeri olmayan bir davranışta kafirlere
özenme sakıncasıdır. O halde böyle bir özenme girişimi kafirlere benzeme
zararını, buna karşılık bu özenmeden uzak durmakla kafirlere karşı çıkmış olma
yararını taşır. Hatta böyle bir davranış te: adüf sonucu olup doğrudan doğruya
kafirlere özenmekten kaynaklanmış olmasa bile yine şeriatımızın gereği olan
onlara karşı olmaktır. Çünkü daha önce işaret ettiğimiz gibi; sırf kafirlere
karşı olmak bizim için yararlıdır. Buna göre şu veya bu şekilde kafirlere özenen
kimse, başkaca bir zarara uğramamış olsa bile, kendisini bu yarardan yoksun
bırakmış olur. Eğer hem yarardan olmuş ve hem de ayrıca zarara yolaçmiş ise
durum nice olur, işin orasmı siz düşünün.
Böyle bir özenti
sonradan dine sokulmuş bir bidat olduğu için ölçü edindiğimiz bakış açısına
göre mekruh olacağı şüphesizdir. Çünkü kafirlere özenmek en az sakıncalı
durumlarda mekruh olduğu gibi bidatler için söz konusu olan etfhafif hüküm de
mekruhluktur.
Öteyandan kafirlere
bayramları konusunda özenmenin haram olduğunu belirten deliller de çoktur.
Mesela bunlardan biri; Peygamberimizin "Kim bir kavme özenirse, benzemeye
çalışırsa onlardan olur" şeklindeki buyruğu gibi. Bu hadis kafirlere
benzemenin mutlak anlamda haram olmasını gerektirir. Başka bir delil de
Peygamberinizin "Müşriklere ters düşünüz, muhalefet ediniz"
şeklindeki buyruğudur. Bu deliller sayıca çoktur. Daha önce belirttiğimiz gibi
gerek Kur'an'da ve gerekse sünnette "gazaba uğramışların
(yahu-dilerin)" ve "sapıkların (hrıstiyanların)" yollarından gitmenin
haram olduğunu gösteren çok sayıda delil vardır. Hiç şüphesiz kafirlerin
bayramları onların "yollarının" başka bir deyimle hayat tarzlarının
bir parçasıdır. '
Sözünü ettiğimiz
belge, içtihat ve kıyas niteliğindeki çeşitli delilleri gözden geçirenler
onların konumuzu kapsamlarına aldıklarını ve bu özentilerin kafirlerin ya dini
davranışlarından veya bat1! dinlerinin sembolik törenlerinden oı-duklannı
dolayısıyla tümü ile haram kılındıklarını açıkça göreceklerdir. Onlar.n
dinlerine özgü olmayan veya inançlarını sembolize etmeyen davranışları bu
hükmün dışındadır. Mesela namaisda pabuçları çıkarmak gibi. Bunu yapmak
caizdir. Tıpkı pabuçlarla namaz kılmanın caiz olması gibi.
Bu delilleri gözden
geçirenler, bunun yanında yabancılara özenerek yeni bir adet ortaya atmaksızın
eski geleneklerimizi sürdürmemizle aslı itibarı ile yabancı kaynaklı bir adet
ortaya çıkararak onlara benzemek istememiz veya böyle bir amaç taşımamız
arasında fark olduğunu da göreceklerdir.
Kafirlerin bayram
törenlerine özenmenin taşıdığı ikinci tip sakınca doğrudan doğruya bu
bayramlarla ilgilidir. Böyle derken Kitabın (Kur'an'ın), sünnetin ve icma-i
ümmetin bizi böyle bir şeyden sakındıran açıklamalarını kasdediyo-rum.
Bu konuda, önce
Kur'an'a baş vuralım. Cenab-ı Allah (c.c.) buyuruyor ki:
"Onlar ki, yalan
konuşulan yerlerde bulunmazlar ve boş laf edenlerle karşılaştıklarında vekarla
geçip giderler."
(Furkan: 25/72)
Şimd tabiin kuşağından
olan ünlü tefsircilerin bu ayetle ilgili açıklamalarına göz atalım:
Ebu Bekir Hilal'in
"Cami[62]adlı eserinde belirttiğine
göre Muhammed b. Şirin, ayette geçen "yalan konuşulan yerler" den
maksat yahudilerin "Şaanın (Kippur)" bayramıdır, diyor. Aynı kaynağa
göre Mücahid, "burada müşriklerin bayaramları kasdedİliyor" derken
Rabii b Enes[63] de aynı görüşü
paylaşıyor.[64] Bu arada sahabilerden
Herime'nin bu açıklamalara yakın bir yorumuna göre ayette "cahilİye döneminin
geleneksel bir oyunu"[65]kasdedilmiştir.
Öteyandan Kadı Ebu
Yala'ya göre ayet "müşriklerin bayramlarına katılmayı yasaklayan bir
çağrı" dır.- Ebu Fe-rece İsfahani zimmilerle ilgili şartlan incelerken,
Dah-hak'in ayetteki bu ifadeyi "müşriklerin bayramları" şeklinde
açıkladığını belirtiyor. Yine aynı kaynağa göre Amr b. Murre ayetin bu kısmını
"Yani onlar müşrikleri şirkleri konusunda desteklemezler, onlarla düşüp
kalkmazlar" şeklinde açıklarken Atabe b. Yesar,[66] bu
ayeti açıklarken halife Ömer'in "Acemlerin tumturaklı konuşma tarzları
ile müşriklerin bayram günlerinde onların kiliselerinde bulunmaktan
sakınınız"[67] şeklindeki sözlerini
hatırlatıyor.
Görüşlerine yer
verdiğimiz tabiin kuşağına mensup tefsir bilginlerinin ayetteki bu ifadeyi
"kafirlerin bayramları" şeklinde yorumlamaları, "Burada
kasdedilen şirktir veya cahiliye döneminde tapılan bir puttur" veya
"Burada maksat kına toplantıları" veya "şarkılı
toplantılar" dır şeklindeki münferit açıklamalarla çelişik değildir.
Çünkü klasik tefsir bilginlerinin üslubu böyledir. Onlar bir tür hakkında
konuşurken o türün belirli bir bireyini belirtmekle yetinirler. Tıpkı arapça
bilmeyen ve "ekmek nedir?" diye soran bir kimseye "işte
ekmek" diyerek çörek verildiği gibi.
Yalnız bazıları bu
ayeti "Yalan yere şahitlik, yani yalancılık" şeklinde yorumladılar
ki, bu tartışma kaldırır, zorlamalı bir yorumdur. Çünkü ayeti böyle anlamak,
her şeyden önce dilbilgisi kuralları açısından, uygun değildir.
Okuduğumuz bu
açıklamaların dayanağı ayette geçen "zur (yalan)" kelimesinin
"süslenmiş, yıldızlanmış ve böylece gerçekte olduğundan başka türlü
görünmüş" anlamına gelmesidir. Buna göre yalancı şahitlik yapan kimse
içinden bildiği gerçeğe ters düşen bir söz söylemiş olur. Bu yüzden tefsirciler
bazan bu kelimeyi "Aslında çirkin olduğu halde ya görünüşteki benzerliğe
aldanarak veya nefsin duygularına esir olarak bir şeyin güzel görünmesi"
şeklinde açıklanmışlardır. Nitekim şirk (Allah'a ortak koşmak) görünüş
benzerliklerine aldanarak; şarkı ve çalgı gibi eğlenceler de nefsin arzularına
(şehvete) kapılarak güzel görünen veya gösterilen şeylerdir.
Müşriklerin bayram
törenleri ise hem görünüşteki yanıltıcı benzerlik hem şehvet duygusunun okşama
ve hem de batıl (eğri) olma niteliklerini yapılarında birlikte barındırırlar.
Din açısından bunların ve taşıdıkları geçici nazların hiçbir yararı yoktur,
akıbetleri elem ve acıdır. İşte bu yüzden gerek bu törenlerin kendileri,
gerekse onlara katılmak veya seyirci olmak bu terimle ifade edilmiştir.
Cenab-ı Allah (c.c.) yukardaki ayette bu törenlerin seyircisi olmayı övüyor. Seyircilik,
sadece görerek veya işiterek olay yerinde bulunmayı ifade eder. Peki, bundan
daha ileri giderek seyircilikte yetinmeyip bu tip törenlere doğrudan doğruya
katılmanın hükmü nice olur, bunu varın siz düşünün.
Ayrıca bu çeşit
törenlerin seyircisi olmaktan uzak duranları öven bu ayet, bu üslubu ile tek
başına bu tip törenlere bil-fil katılmaktan kaçınmayı teşvik edici
niteliktedir. Bunun yanında bu tip şenliklere seyirci olmamanın mendup olmasını
ve belkide bunların seyircisi olmanın mekruh olduğunu da ifade eder. Çünkü bizzat
Cenab-ı Allah, bu şenlikleri "yalancı ve yaldızlı kötülükler" diye
adlandırıyor.
Fakat sırf bu ayete
göre dayanarak bu tip törenlere seyirci olarak katılmanın haram olduğunu
söylemek zordur, tartışma götürür. Bunun yerine bu ayeti, böylesine törenlere
bilfiil katılmanın haram oluşunun delili saymak daha uygundur. Çünkü dağılma
gibi Allah bu törenleri "zur (yalancı ve yaldızlı kötülükler)" diye
niteliyor. Cenab-ı Allah (c.c.) aşağıdaki ayetlerde yalan ve yaldızlı sözler
söyleyenleri de yeriyor. Her ne kadar gösterişçiler arasında böyle sözler
söyleyenler başkalarına zararlı olmuyorlar ise de Cenab-ı Allah (c.c.)
böyleleri hakkında şöyle buyuruyor:
"Bununla birlikte
onlar çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar." (Mücadele: 58/2)
"O halde murdar
putlardan ve yalan sözden kaçınınız." (Hacc: 20/30)
Gerçi yalan söz
söylemeyi, yalana dayalı aldatıcı hareketlerden daha ağır bir günah sayan
bilginler var ise de yalana dayalı aldatıcı hareketler yapanlar da bu
ayetlerde beliren ilahi yerginin kapsamına girer. Çünkü Cenab-ı Allah'ın daha
önceki ayette yalana dayalı çirkin hareketlere seyirci olmaktan kaçınanları
Övmesi, böyle hareketleri işlemenin onun katında ayıplanmış ve kınanmış
olduğuna delildir. Yoksa eğer böyle hareketleri yapmak aslında caiz olduğu
halde onlardan uzak durmak daha iyi olmuş olsa bu hareketlerin seyircisi
olmaktan kaçınma tutumu, bu kadar bir övme gerekçesi olmazdı. Çünkü mubah
şeylerin seyircisi olmak faydasız olmakla birlikte böyle hareketleri seyretmek fazla
zararlı ve önemli değildir.
Bazılarına göre de
yukardaki ayet vurgulamalı bir övgü niteliği taşıyor. Çünkü ayette sözü geçen
kimseler batıl hareketleri doğrudan doğruya işlemek şöyle dursun böyle hareketleri
İşleyen kitlelerin seyircileri bile olmuyorlar. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.)
bu ayetin az öncesinde:
"Rahman'ın has
kulları o kimselerdir ki, onlar yeryüzünde alçak gönüllülükle yürürler ve
haddini bilmez cahiller kendilerine laf attıkları zaman -selam derler."
(Furkan: 25/63) buyuruyor.
Bu ayette Cenab-ı
Allah (c.c.) övdüğü kimseleri "Rah-man'ın kulları" diye
nitelendiriyor. Rahman'in kulu olmak farz olduğuna göre bu sıfatı taşımak da
farzdır.
Fakat bu görüş
taratışına götürür. Çünkü bu ayetin devamında sayılan seçkin sıfatlar arasında
farz olmayanların da bulunduğu ileri sürülebileceği gibi bu ayette övülenlerin
söz konusu sıfatı gerçek ve yetkin anlamda taşıdıklarının belirtildiği de
söylenebilir. Nitekim aşağıdaki ayetler de bu niteliktedir:
"Müminler o
kimselerdir ki, Allah'ın adı anıldığı zaman kalbleri ürperir." (Enfal: 8/2)
"Kullar içinde
ancak bilginler Allah'dan (gereğince) korkar."
(Fatır: 35/28)
Kısacası, yukardaki
ayet kafirlerin düğün törenlerinde bulunmayı ister haram, ister mekruh ve
isterse kaçınılması müstahab bir hareket saydığı kabul edilsin, bizim amacımızın
özü gerçekleşmiş olur. Çünkü bizim ana amacımız kafirlere özenilmemesi
gerektiğini vurgulamaktır. Çünkü bazı kimseler kolay geçim yolları elde etmek,
maddi kazanç sağlamak ve başka dünyalık yararlar edinmek gibi gerekçelerle
kafirlerle uyum halinde olmanın müstahab olduğunu ileri sürüyorlar. Bu
açıklamalarla, tam tersine onlara özenmek-ten kaçınmanın müstehab olduğu
anlaşılınca maksadımız gerçekleşmiş oluyor.
Şimdi de kafirlerin
bayram törenleri ile ilgili sünnet kaynaklı delillere geçelim. Sahabilerden
Enes b. Malik (r.a.) diyor ki:
Peygamberimiz
Medine'ye geldiği zaman yerli halkın eğlenerek kutladığı iki bayram gününün
olduğunu gördü. Me-dinelilere "Bu günlerin anlamı nedir?" diye
sorunca onlardan "Biz cahiliye döneminde bu günlerde eğleniyorduk"
cevabını aldı. Bunun üzerine Medinelilere şöyle buyurdu:
"Allah sizin iki
eğlence gününüzü, onlardan daha hayırlı olan şu iki günle değiştirdi: Bu iki
gün Kurban ve Ramazan Bayramı günleridir."[68]
Bu hadis Ebu Davud,
Ahmed ve Nesai'de yer almıştır. Kolayca anlaşılacağı gibi Peygamberimiz
(s.a.v.) Medi-ne'lilerin bu iki cahiliye kaynaklı bayram günlerini onaylamadığı
gibi kendilerini geleneklerine uyarak o günlerde eğlenmek üzere serbest de
bırakmadı. Tersine onlara "Allah sizin bu iki eğlence gününüzü, bunlardan
daha hayırlı iki günle değiştirdi" buyurdu. Bir şeyi değiştirmek
değiştirilen şeyi bırakmayı gerektirir. Çünkü değiştirilen şeyle yerine konan
şey birarada bulunamaz. Buna göre bu ifade tarzı, ancak birarada
bulunamayacak, biribirieri ile bağdaşmayacak nitelikteki şeyler ve durumlar
için kullanılabilir. Nitekim aşağıdaki ayetler de aynı ifade tarzı özelliğini
taşırlar: i "Şimdi siz beni bırakıp onu (şeytanı) ve soyunu mu dost
ediniyor sunuz? Oysa onlar sizin düşmanın izdir. Zalimler için ne kötü bir
değiş-tokuştur bu."
(Kehf: 18/50)
"Bu yüzden
onların iki bahçesini buruk yemişle, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı
bulunan başka iki bahçe ile değiştirdik." (Sebe: 34/16)
"Fakat o zalimler
bu sözü başka bir sözle değiştirirler."
(Bakara: 2/59)
"Öksüzlere
mallarını veriniz ve temiz olanı murdarla (pis olanla)
değiştirmeyiniz."
(Nisa: 4/2)
Sahabilerden Enes b.
Malik (r.a.) tarafından rivayet edilen ve yeni toprağa verilmiş ölü ile ilgili
olan şu hadis de üslup bakımından bu kategoriye girer. Bu ölüye "cehennemdeki
yerine bak, Allah sana orası yerine cennette daha hayırlı bir yer ayırdı"
denirken bir başka ölüye de "Cennetteki yerine bak, fakat Allah sana orası
yerine cehennemde bir yer ayırdı"[69]
denir. Bunun gibi halife Hz. Ömer (r.a.) ünlü muallaka şairi Lebid'e[70] Şairliğin
ne oldu?" diye sorunca Lebid'in verdiği cevap da aynı ifade özelliğini
taşır; "Allah, şiirlerimin yerine bana Bakara ve Ali İmran surelerini verdi."[71] Bu
ifade tarzının özelliklerine sık sık rastlanır.
Peygamberimizin
(s.a.v.) yukardaki hadisinde geçen: "Allah sizin bu iki eğlence gününüzü.,
onlardan daha hayırlı olan şu iki günle değiştirdi" şeklindeki ifadesi
her iki döneme ait bayram günlerinin birarada kutlanmamasını gerektirir.
Özellikle "onlardan daha hayırlı" deyimi, şeriatımızın belirlediği
bayram günlerinin cahiliye döneminin eğlence günlerinin yerine konmalarını
gerektirir.
Bu böyle olduğu gibi,
Peygamberimiz'in Medinelilere geleneksel bayram günlerinin anlamını sorup da
onlardan aldığı:
"Onlar cahiliye
döneminde oyun oynayarak kutladığımız iki bayram günüdür" şeklindeki cevap
üzerine:
"Allah size onlar
yerine başka iki gün verdi" diye buyurması, O'nun Medinelilere bu iki günü
kutlamayı yasaklayıp yerlerine iki İslamİ bayram önerdiğini gösterir. Çünkü
eğer hadisle yasaklama amacı olmasaydı, o günleri değiştirmekten bahsetmek
yerinde olmazdı. Sebebine gelince buradaki ana amaç, müslümanların düzenli
şekilde kutlayacakları ve cahiliye döneminden kalma geleneksel bayram günleri
yüzünden ihmal edemeyecekleri vacip nitelikli iki islami bayram günü ortaya
koymaktadır.
Hadisi rivayet eden
Enes'in:
"Medinelilerin
onaylayarak kutladıkları iki günleri vardı" sözü ile Peygamberimizin:
"Allah sizin bu
iki eğlence gününüzü, daha hayırlı iki günle değiştirdi" şeklindeki
ifadesi birlikte gözden geçirilince Enes'in, Peygamberimizin bu sözlerini eski
geleneksel iki bayram günü yerine yeni iki bayram günü koyma eylemi şeklinde
anladığını gösterir.
Hemen belirtelim ki,
sözü geçen cahiliye kaynaklı iki bayram günü islam döneminde unutulmuş, ne Peygamberimiz
zamanında ve ne de halifeler döneminde de bu günlerden iz kalmamıştı. Eğer
halk bu günlerde eğlenmekten alı-konmamış olsaydı, bu geleneği devam ettirirdi.
Çünkü gelenekler, değişmeyi sağlayıcı bir motif olmadıkça değişmezler.
Özellikle kadınlar, çocuklar ve halk çoğunluğu tatil ve oyun bayramı olarak
kutladıkları günleri büyük bir heyecanla gözlerler. Nitekim çoğu krallar ve
devlet başkanları idare ettikleri halkın geleneksel bayramlarını değiştirmeyi
başaramamışlardır. Çünkü halk vicdanında bu bayramlarla ilgili motif kuvvetli
ve kalabalıkların bu bayramları kutlama arzuları güçlü olagelmiştir.
Eğer Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) söz konusu cahiliye bayramlarına güçlü bir şekilde karşı
çıkmasaydı, bu bayramlar, sönük bir biçimde de olsa, varlıklarını devam
ettiri-ceklerdi. Demek ki, Peygamberimizin bu bayramalarla güçlü bir şekilde
engel olduğu kesindir. Öteyandan Peygamberimizin güçlü bir şekilde karşı
çıktığı adet ve davranış haramdır. Çünkü haramın bundan başka bir anlamı
yoktur. Bu şüphe götürmez, apaçık bir gerçektir. Bu durumda eğer halk tekrar
geriye dönüp bu iki bayramda yaptığı hareketleri şu veya bu şekilde yapmaya
koyulsa bu tutum yasağı çiğnemek olur. Maksad da budur.
Yahudiler ile
hnstiyanların bayramlarına gelince bunlar cahiliye bayramlarından daha
sakıncalıdır. Çünkü Peygamberimiz bu ümmeti yahudiler ile hrıstiyanlara
benzeme tehlikesi karşısında uyarmış ve bu tehlikeli sakıncaya düşenlerin
bulunacağını haber vermiştir. Oysa cahiliye dini konusunda durum böyle değildir.
Yani bu dinin yeniden hortlaması ancak mümin vicdanların yaygın bir çözülüşe
uğrayacağı son günlerde söz konusu olabilir. Ayrıca yahudİ ve hrıstiyan
bayramlarının, cahiliye bayramlarından daha çok sakıncalı olmadıkları
farzedilse bile onlar kadar sakıncalı oldukları kesindir. Çünkü uygulayıcıları
olan bir kötülük, insanlar hesabına kuvvetli motiften yoksun, uygulayıcısız
bir kötülükten daha tehlikelidir. [72]
Bu konuda Ebu Davud'da
yer alan bir ikinci hadis daha var. Sabit b. Dahhak[73] diyor
ki:
"Peygamberimiz
zamanında arkadaşlarımızdan biri Mekke yakınlarındaki Buvane denen yerde bir
deve kesmeyi adamıştı. Peygamberimize gelerek:
"Ya Rasulallah,
ben Buvane'de bir deve kesmeyi adadım, ne dersiniz?" diye sordu.
Peygamberimiz yanındakilere:
"Sözü geçen yer,
cahiliye döneminde tapılan putlardan birinin saklandığı bir yer mi idi?"
diye sordu. Arkadaşlarımız:
"Hayır"
dediler. Arkasından:
"Peki orası
cahiliye döneminin bayram yerlerinden biri mi idi?" diye sordu.
Oradakiler bu soruya da:
"Hayır" diye
cevap verince Peygamberimiz o arkadaşımıza:
"O halde adağını
yerine getir. Çünkü Allah'ın emrine aykırı adaklarla yerine getirilmeleri elde
olmayan adaklar yerine getirilmezler."[74]
buyurmuştur. '* Bu hadisin aslı Buhari ile Müslim'dedir[75] ve
yer halkası "güvenilir" olan bir rivayet zinciri tarafından nakledilmiştir.
Öte yandan Ebu
Davud'da yer aldığına göre bu hadiste sözü geçen sahabinin kızı Meymune bu
olayı şöyle anlatıyor:
"Babamla birlikte
başında Peygamberimizin bulunduğu bir hac kafilesinde yolculuk ediyorduk. Bir
ara Peygamberimizi gözlerimle gördüm. Halk da aralarında:
"İşte
Rasulullah" diye konuşuyorlardı. Ben onu bakışlarımla izlemeye koyuldum.
Bir ara babam
kendisine yaklaştı, elinde öğretmenlerin derste kullandıkları benzer bir sopa
vardı. O sırada babam yanma yaklaşıp ayağından tutarak devesini durdurdu. Peygamberimiz
de durarak babamın söyleyeceklerini dinlemeye yöneldi. Babam kendisine:
"Ya
Rasulallah,vaktiyle eğer bir gün oğlum olursa Akabe yakınlarındaki Buvane
denen yerde bir miktar koyun Galiba elli koyun demişti- kurban etmeyi
adamıştım, ne yapayım?" diye sordu. Rasulullah babama:
"Orada şu
putlardan biri var mıydı?," diye sordu. Babam:
"Hayır,
yoktu" deyince Peygamberimiz:
"O halde Allah
için adadığım yerine getir" diye buyurdu.
Bunun üzerine babam
koyunları biraraya toplayıp boğazlamaya girişti. Bu arada bir koyun elinden
kaçtı, babam onun peşinden koşarken:
"Allah'ım,
adağımı yerine getirmeme nasib eyle" diye dua ediyordu. Çok geçmeden kaçan
koyunu yakalayarak -diğerleri gibi- boğazladı."[76]
Öteyandan yine Ebu
Davud'un, Amr b. Şuayb'e ve onun da babası yolu ile dedesine dayanarak
bildirdiğine göre "Bir gün kadının biri Peygamberimize gelerek:
"Ya Rasulallah,
senin yambaşında davul çalmayı adadım, ne dersin?" diye sordu. Peygamberimiz
kadına:
"Adağını yerine
getir" dedi. Arkasından kadın, cahili-ye döneminde kurban kesilen bir yeri
kasdederek:
"Ben falanca
yerde kurban kesmeyi adadım, ne dersin?" diye sordu. Peygamberiniz kadına:
"Put adına
mı?" diye sordu. Kadın:
"Hayır" dedi.
Peygamberimiz" bu defa:
"Heykel adına
mı?" diye sordu. Kadın yine:
"Hayır" diye
cevap verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz kadına:
"O halde adağını
yerine getir" diye buyurdu."[77]
Yukarıdaki hadisin
belirttiğine göre sözü geçen sahabi belirli bir yerde bir miktar hayvan kurban
etmeyi adadı. Bu adak hayvanların cinsi ya devedir ya koyundur veya iki ayrı
olay söz konusudur. Peygamberimiz, adama:
"O dediğin yer,
cahiliye döneminde tapılan putlardan birinin saklandığı yer mi idi?" diye
sordu. Adam:
"Hayır" dedi.
Arkasından Peygamberimiz adama:
"Orası cahiliye
halkının bayram yerlerinden biri mi idi?" diye sordu. Adamdan yine:
*"Hayır" cevabını alınca kendisine:
"O halde adağını
yerine getir" diye buyurdu. Daha sonra da:
“Allah'ın emrine
aykırı adaklar yerine getirilemez" diyerek sözlerini bağladı. Bundan da
anlaşılıyor ki, cahiliye halkının bayram yerlerinde veya putların saklandığı
yerlerde kurban kesmek Allah'ın emrine aykırı bir harekettir.
Bu hadiste dikkat
edilmesi gereken noktalardan biri şudur ki, eğer cahiliye döneminin bayram
yerlerinden kurban kesmek caiz olsaydı, Peygamberimiz soru soran sahabinin
adağını yerine getirmesine izin verirdi. Tıpkı davul çalmasına izin verdiği
gibi. Hatta izin vermek bir yana ona adağını yerine getirmesi gerektiğini
söylerdi. Çünkü adağı belirtilen yerde kurban etmek aslında vaciptir. O halde
düşünelim ki, cahiliye döneminin bayram adetlerini paylaşmak suretiyle "O
dönemin bayramlarına katılmak nasıl düşünülebilir? [78]
Şu noktayı da
belirtmeksizin geçmemeliyiz. Buradaki açıklamalardan anlaşıldığına göre
"Bayram" terimi, "belirli bir zaman birimi içinde dönüşümlü
şekilde tekrarlanan herkese açık bir toplantı" anlamına gelir. Bu
dönüşümlü tekrarlanma yıldan yıla olabileceği gibi haftadan haftaya veya aydan
aya da olabilir. Bayram terimi bu temei anlamın dışında daha bir kaç farklı
anlama gelir. Bu anlamdan biri "Dönüşümlü şekilde tekrarlanan gün"
demektir. Ramazan bayramı ve Cuma günü gibi. Bayram'in bir diğer anlamı bu belirli
günlerdeki toplantı'dır. Bu terimin başka bir anlamı bay: ram günlerinde
yapılan adet ve ibadetlerin toplamıdır. Ayrıca bazı bayramlar ancak belirli
yerlerde kutlanırken diğer bazı bayramlar belirli yerlere bağımlı yerlerdedir.
Bu saydığımız kavramlar da zaman zaman "Bayram" terimi ile ifade
edilirler.
Mesela Peygamerimiz
(s.a.v.) cuma günü hakkındaki "Bu gün, Allah'ın müslümanlar için bayram
kıldığı bir gündür" hadisinde "Bayram" terimi,
"zaman"la ilgili bir anlam taşır. Bunun yanında sahabilerden İbn-i
Abbas'ın (r.a.) "Peygamberle birlikte bayramı kutladık" cümlesinde
"bayram", "toplantı ve bir takım özel hareketler"
anlamındadır. Bu arada yine Peygamberimizin "Benim mezarımı bayram
edinmeyiniz" hadisinde bu terim "bayram yeri" anlamına gelir.
Çoğu zaman da "bayram terimi" hem belirli bir günün ve hem de o gün
işlenen belirli hareketlerin adı olur. Peygamberimizin, yanında çalgı çalan
iki cariyeyi yadırgayan Ebu Bekir'e cevap teşkiîeden "Bırak onları, ya Ebu
Bekir! Her kavmin nasıl bir bayramı varsa bu da bizim bayramımızdır"
hadisinde ttrim bu çifte anlamı içerir.
Yine yukardaki hadise
dönecek olursak Peygamberimizin kendisine soran sahabiye dönüp "Orası
cahiliye araplarımn bayram yerlerinden biri mi idi?" diye sorarken
cahili-ye araplarınm bayram olarak kutladıkları geleneksel bir toplantıyı
kasdetmiştir. Bundan da belirli bir yerin cahiliye döneminde bayram yeri olarak
kullanılmasının -öyle adanmış bile olsa- orada kurban kesmeye engel olduğu
ortaya çıkar. Aynı yerin cahiliye putlarının korunduğu yer olması halinde de
durum böyledir. Yoksa Peygamberimizin bü sorulu cevaplı sözleri tutarsız ve
bağlantısız olur.
Kolayca analaşılacağı
gibi bu yasaklamanın ana sebebi ya cahiliye dönemi araplarmın tapınma yeri
edinerek saygı gösterdikleri bir yere saygı gösterilmiş olması ya özellikle
orada kurban kesmekle onların tapınmalarına ortak bulunmuş olması veya onların
oradaki bayram töreninin hortlatıl-maşı tehlikesidir. Çünkü bu davranışta ya
eylemin yeri ya doğrudan doğruya eylemin kendisi veya eylemin zamanı söz konusu
olabilir.
Eğer yasağın gerekçesi
söz konusu yerin Özellikle seçilmiş olması ise -ki anlaşıldığı kadarı ile
sebep budur- bunun sebebi, burasının cahiliye araplarının bayram yeri olmasıdır.
Nitekim belirli bir yer s°eçme niyeti var olmakta devam ettiği halde seçilen
yerin böyle bir sakınca taşımadığı ortaya çıkınca orada kurban kesilmesine
izin verildiğini görüyoruz. Demek ki, sakıncalı olan ve kaçılmasıgereken şey,
cahiliye araplarının kurban kesme olarak geçilmesidir. O halde cahiliye
araplarının bayram yerinin kurban kesme yeri olarak belirlenmesi sakıncalı
olunca doğrudun doğruya onların bu bayramlarını benimsemenin hükmü nice olur,
bunu varın siz düşünün.
Öteyandan
Peygamberimiz belirli yerde kurban kesmeyi cahiliye araplarmın putlara taparak
Allah'a şirk koştukları yer olduğu için hoş görmediğine göre bu durum Allah'a
şirk koşmanın ve putlara tapmanın daha kesin bir yasak olmasını gerektirir.
Eğer bu yasağın gerekçesi orada kurban kesmenin cahiliye araplarmın
bayramlarına katılmak olduğu kabul edilirse bu bizim meselemizin ta
kendisidir. Çünkü bu takdire göre orada kurban kesmek, cahiliye arapları-nın
bayramlardaki hareketlerine katılmak demek olduğu İçin yasaklanmış olur. Yoksa
bunun başka bir sakıncası yoktur.
Birinci ihtimal daha
akla yakındır. Çünkü Peygamberimiz sözünü ettiğimiz sahabiye cahiliye
araplarmın bayramları sırasında orada kurban kesip kesmediklerini değil, orasının
eski bayram yeri olup olmadığını sormuştur. Ayrıca Peygamberimizin "Orası
cahiliye araplarmın bayram yerlerinden biri mi idi?" cümlesinin zamanına
dikkat edilirse bu sorunun sorulduğu günlerde böyle bir bayramın olmadığı
anlaşılır. Bu nokta gayet açıktır. Bunun yanında aynı konudaki bir başka
hadiste bu olayın veda haccı sırasında meydana geldiği bildiriliyor ki, o zaman
müşriklerin bütün bayramları unutulmuş, geçmişe gömülmüştü.
Şimdi düşünelim.
Peygamberimiz, kafirlerin bayramlarını kutladıkları bir yerde kurban kesmeyi
yasaklıyor. Oysa o kafirler müslüman olmuşlar ve söz konusu bayramı
ter-ketmişlerdir. Soruyu soran sahabi de orayı bayram yeri edinmiyor, sadece
orada kurban kesmek istiyor.
Bundan açıkça
anlaşılan şudur ki, bu yasak, müşriklerin bayramlardan bazı kalıntıların
yaşamaya devam etmesine açık kapı bırakmamak içindir. Başka türlü söylersek
orada kurban kesmenin söz konusu yerin niteliğini hortlatmak ve eskiden olduğu
gibi bayram yeri edinilmesine kapı açmak tehlikesine yolaçacağından endişe
edilmiştir. Oysa anlaşıldığı kadarı ile söz konusu bayram yeri, cahiliye
arapiari için sadece bir bayramlaşma ve oyun alanı idi. Bu durum, Medineli
müslümanlarin (Ensar'ın) "Bu günler cahiliye döneminde oyun oynayıp
eğlendiğimiz iki gündü" demelerinden anlaşılıyor. Anlaşılan cahiliye
araplarmın bayramlan tapınma niteliği taşımıyordu. Bu böyle olduğu için Peygamberimiz
(s.a.v.) söz konusu adak yerinin putların korunduğu yer mi, yoksa bayram yeri
mi olduğunu sorarak bu iki çeşit yerin biribirinden farklı olduğunu işaret
etmiştir. Sözün kısası, bu olay, cahiliye bayramlarında yapılan hareketlerin
herhangi birini işlemenin, ne şekilde olursa olsun, kesinlikle yasak olduğunu
belirtmektedir.
Öteyandan islam
açısından kitaplı kafirlerin (yahudiler ve hrıstiyanlann) bayramları ile diğer
kafirlerin bayramları aynı niteliktedir. Tıpkı bu iki zümrenin kafirliğinin
aynı şekilde bayram oluşu gibi. Gerçi bu zümrelerin bazısının küfrü
diğerlerinkinden daha ağır olabilir, ama islam açısından hükümleri değişmez.
Yalnız şu var ki, kitaplı kafirler dinlerinde ve dolayısıyla bayram törenleri
konusunda, bunları gösteri şekline büründürmemeleri şartı ile, serbest bırakıldıkları
halde diğer kafirlere böyle bir serbestlik tanınmamıştır.
Bu fark bir yana
bırakılacak olursa, aslında kitaplı kafirlerin tapınma ve din karakterli
bayramları, başka kafirlerin oyun ve eğlence nitelikli bayramlardan daha
haramdır. Çünkü Cenab-ı Allah'ın (c.c.) öfke ve hoşnutsuzluğuna hedef olan bir
tapınma, O'nun yasak kıldığı yollardan nefsin arzularını tatmin etmekten daha
ağır bir haramdır. Bu yüzden Allah'a şirk koşmak, zina işlemekten daha ağır bir
suç sayılmıştır. Yine bu yüzdendir İcr, kitaplı kafirlere fyahudi ve
hristiyanlara) karşı verilen mücadele (cihad) puta tapanlara karşı verilen
mücadeleden daha üstün tutulmuş ve kitaplı kafirlere savaşırken şehid
düşenlerin sevabı iki şehid sevabı kadar olmuştur.
Şeriat koyucu (Allah
ve Peygamber) putperestlerin bayramlarına karşı kesin tavır aldığına ve bunu
Arap yarımadasında bir daha ortaya çıkmalarından şeytanın ümit kestiği cahiliye
dönemi kafirlerinin gelenek kırıntıları müslümanlara bulaşabilir endişesi ile
yaptığına göre diğer kafirlerin gelenek kırıntılarının müslümanlara bulaşma
tehlikesi daha çok ve buna bağlı olarak bunlarla ilgili yasak daha kesindir.
Gerek yukardaki ve
gerekse benzeri hadislerin bize öğrettiği bir başka gerçek de şudur. Demek ki,
cahiliye dönemi araplarmm vaktiyle toplantılar düzenleyerek kutladıkları bir
takım bayramları vardı. Fakat Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ortaya çıkışından
sonra Cenab-ı Allah (c.c.) bu bayramları sildi, bütün izleri ile ortadan
kaldırıverdi.
Herkesin bildiği bir
şeydir ki, eğer Peygamberimiz bu bayramları yasaklamasaydı, onların
kutlanmasına karşı çıkmasaydı, insanlar kendiliklerinden bu bayramları bırakmazlardı.
Çünkü bu bayramlardaki şenliklerden pek hoşlanan insan tabiatı bu toplu eğlencelere
karşı kuvvetli arzu duymaya devam ediyordu. Özellikle oyun ve haz unsurları
baskın batıl gelenekli bayramlara karşı duyulan arzu daha katmerli idi.
Öteyandan bu bayramlar uzun yıllar boyunca periyodik olarak tekrarlana
tekrarlana toplumun köklü alışkanlıkları haline gelmişlerdi ve alışkanlık da
insan için "ikinci bir tabiat" demekti. Motifleri canlı ve güçlü
olduğuna göre eğer güçlü ve ısrarla bir karşı koyma ile engellenmemiş
olsalardı, bu bayramlar ortadan kalkmaz, insanların hafızalarından
silinmezlerdi.
Bu da kesinlikle
gösterir ki, takva sahiplerinin önderi olan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
ümmetin ısrarlı bir şekilde kafirlerin bayramlarından uzak tutmuş ve her yola
başvurarak bu bayramların unutulup silinmesine çalışmıştır.
Öteyandan Peygamberimizin
kitablı kafirleri dinlerinde serbest bırakması, ümmetinin onların bayramlarına
bulaşmalarına açık kapı bırakıcı bir anlam taşımaz. Tıpkı bunun gibi onlara
tanınan bu din hürriyeti, müslümanların onların diğer kötülük ve günahlarına
yanaşmaları için de bir bahane olarak kullanılamaz.
Tam tersine
Peygamberimiz bir çok mubah işlerde ve ibadet biçimlerinde kitablı kafirlere
karşı ters düşmeyi ümmetine ısrarla emretmiştir. Peygamberimiz bu kesin tutumu
takınırken az sakıncalı konularda belirebilecek bir uyuşmanın onların diğer
çok sakıncalı geleneklerine, uymaya kapı açacığını düşünerek basit konulardaki
karşı çıkmanın müs-lümanlarla onların diğer düşünce ve gelenekleri arasında engel
oluşturmasını istemiştir. Çünkü sen bir müslüman olarak cehennemliklerle
arandaki uyuşmazlık mesafesini ne kadar geniş tutarsan, bu cehennemliklerin
zihniyet ve davranışlarından o kadar daha uzak kalırsın. .'4 Peygamberimizin
bu konudaki duyarlılık ve titizliği sınırsız olmuştur. Bütün bu duyarlık ve
titizlik Allah'ın gerek O'na ve gerekse müslümanlara dönük bir bağışı (faziletedir.
Fakat çoğu kimseler ne bu nimetin farkındadırlar ve ne de ona karşı şükür
borçlarını yerine getiriyorlar.
Bu konudaki sünnet
kaynaklı diğer bir delil Buhari ile Müslim'in, Ayşe'ye (r.a.) dayanarak
naklettikleri şu olaydır. Ayşe diyor ki:
"Bir defasında
(babam) Ebu Bekir bize geldi. O sırada yanımda bulunan iki Ensar kökenli
cariye, Buas savaşı sırasında Ensar tarafından söylenmiş olan şarkıları
okuyorlardı. Aslında bu cariyeler şarkıcı kadınlar değillerdi. Babam bu durumu
görünce:
"Hiç
Rasulullah'in evinde şeytan şarkısı söylenir mi?" dedi. Buna karşılık
Rasulullah:
"Ya Ebu Bekir,
her kavmin nasıl bir bayramı varsa bu da bizim bayramımızdır" buyurdu.
Diğer bir rivayete göre ise Peygamberimizin sözleri:
"Ya Ebu Bekir,
her kavmin bir bayramı olduğu gibi bu gün de bizim bayramımızdır"
şeklindedir.
Yine Buhari ile
Müslim'in ortaklaşa yer verdikleri bir başka rivayete göre Peygamber Efendimiz,
Ebu Bekir'e:
"Bırak onları, Ya
Ebu Bekir, bu günler bayram günleridir. Bu günler Mina günleridir"[79]
şeklinde cevap vermiştir. [80]
Bu hadisten çıkan
başlıca sonuçlar şunlardır:
1-
Peygamberimizin "Her kavmin nasıl bir bayramı varsa bu da bizim
bayaramımızdır" şeklindeki ifadesi her kavmin kendine mahsus bayramı
olmasını ve bu bayramın sadece o kavme özgü olmasını gerektirir. Nasıl ki,
Cenab-ı Allah'ın (c.c):
"Herkesin
yöneldiği bir yönü vardır." (Bakara: 2/148) "Her biriniz için ayrı
bir şeriat ve yol belirledik"
(Maide: 5/48)
şeklindeki ayette her
ümmetin kendisine mahsus ayrı birer yönünü ve şeriatının olacağını belirtiyorsa
bu da böyledir. Buna göre yahudilerin ve hnstiyanların kendilerine mahsus
aynbayramlanöldüğüne göre, nasıl ki onlarla kıbleleri ve şeriatleri konusunda
aramızda ortaklık yoksa, kendilerine özgü bayramları konusunda da onlarla
ortaklaşamayız. Bu böyle olduğu gibi, buna göre, onları da bizim bayramlarımızı
benimseyeme çağiramayiz.
2- Yukardaki hadisten çıkabilecek diğer bir
sonuç da şudur: Peygamberimizin "Bizim de bayramımız bu gündür'
şeklindeki sözü olmasını ve başkalarının bayram şenliklerine katılmamızın söz
konusu olmamasını gerektirir. Nitekim Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai'nin,
sahabilerden Uk-be b. Amir'e (r.a.) dayanarak bildirdiklerine göre Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Arafat günü, Kurban
günü ve Mina günleri biz müs-lümanların bayram günleridir. Bu günler yiyip-içme
günleridir."[81]
Bu hadis de bizim
bayram konusunda başkalarından ayrı ve kendimize özgü olmamızı, ayrıca da bu
beş günün bize mahsus bayram günleri olmasını vurguluyor. Çünkü bu bayram, bu
terimin yukarda değindiğimiz "zaman" ve "yer" anlamlarını
içeren uzunca süreli bir bayramdır. Bu yüzden "Büyük Bayram" adını
almıştır. Bayramlık niteliklerini tam olarak bünyesinde bulundurduğu için
burada bayramlık hükmü sırf ona yüklendi. Belki de bunun sebebi bir kaç günün
sürmesidir. Çünkü biz müslümanlarm birkaç gün süren başka bir bayramımız
yoktur.
3- Hadisten
çıkan bir başka sonuç, Peygamberimizin "Her kavmin bir bayramı olduğu gibi
bizim de bayramımız bu gündür" gerekçe ile cariyelerin yanında def çalıp
şarkı söylemesini serbest bırakmıştır. Bu tutum, söz konusu serbestliğin o
günün müslümanlarm bayramı olmasından kaynaklanmasını ve kafirlerin bayramları
için geçerli olmamasını gerektirir. Yani müslümanlarm bayramlarında tanınan
oyun oynama serbestisi, kafirlerin bayramları için söz konusu değildir. Çünkü
eğer bizim bayramlarımızdaki oyunların benzerlerini kafirlerin bayramlarında
da oynamak serbest olsa Peygamberimiz "Her kavmin bir bayramı olduğu gibi
bu gün de bizim bayramımızdır" demezdi. Bu ifade oyun oynama serbestisini
her ümmetin kendine özgü bayramı oluşuna ve bizim de bayramımızın "bu
gün" olmasına bağlıyor. O halde müslüman bayramlarında yapmamıza izin verilen
oyun ve eğlenceleri başka bayramlarda da yapmamız caiz değildir. Bu da oyun v e
eğlence konusunda başkalarına benzememizin yasaklandığının delilidir. Zaten
bizim de asıl belirtmek istediğimiz budur.
4- Bu
hadisin düşündürdüğü bir başka gerçek de şudur. İslamiyetin ilk yıllarında Hz.
Ömer zamanına kadar Arap yarımadasında önemli sayıda yahudi ve hnstiyan
yaşıyordu. Peygamberimiz zamanında Medine'de yahudiler vardı. Ra-sulullah
onlarla barış antlaşması imzaladı, fakat bu antlaşma zaman zaman onlar tarafından
tek taraflı olarak bozuldu. Medine'deki bu yahudi azınlık, sayıca çok
olmamakla birlikte, varjlığını daha sonraki yıllarda da devam ettirdi. Hatta
Peygamberimiz (s.a.v.) vefat ettiğinde zırhı bir yahudide rehin olarak
bulunuyordu. Yemen'de de çok sayıda yahudi vardı. Hrıstiyanlar yoğun olarak
Necran ve Farslar da Bahreyn yöresinde yaşıyorlardı.
Kolayca tahmin
edileceği üzere bu gayri müslim gurupların kutladıkları bazı bayramları vardı.
Yine bilinen bir gerçektir kİ, bayramların yiyip-içmek, güzel elbiseler giymek,
süslenmek eğlenmek ve tatil yapmak gibi geleneksel motifleri, her hangi bir
önleyici engel varolmadıkça nefisler için çekici şeylerdir. Özellikle
çocuklar, kadınlar ve aylaklar böyle şeylerden çok hoşlanırlar.
Oysa islam tarihini
iyi inceleyenler bilirler ki, müslüman-ların Peygamberimiz zamanında bu gayri
müslim gurupların bayramlarına ne katıldıkları görülmüş ve ne de bu bayram
günlerinde yaşam tarzlarında her hangi bir değişiklik yapmışlardı. Tersine o
günler, Peygamberimiz ile öbür müs-lümanlar için, senenin diğer günleri gibi
normal günlerdi. Bu günlere hiçbir özellik tanımazlardı. Yalnız bazı
müslüman-lann gayri müslimlere ters olmayı fiilen isbatlamak için, o günlerde
oruç tuttukları görülüyordu.
Eğer bu ilk müslümanların doğrudan
doğruya Peygamberimizden öncekileri dinleri kedilerine bu bayramlara katılmaktan
alıkoyucu bir nitelik taşımayasydı, hiç değilse bazılarının bu yabancı
bayramalara şu veya bu oranda özenmesi gerekirdi. Çünkü insan tabiatı ile
sosyal gelişmeler bize bu konuda insanlardaki arzuların güçlü olduklarını ve
dini bir engel olmasaydı, bu arzuların kendilerini ifade etmekten geri
kalmayacaklarını göstermektedir.
Müslümanların
halifeler dönemindeki tutumu da böyle olmuştur. Zaman zaman tek-tük bazı müslümanlann
bu bayramlara seyirci olarak katıldıklarının görülmesi üzerine Hz. Ömer ve
diğer sahabiler bunu yasaklayıp önlemişlerdi.
Dikkat edilirse bu
tek-tük sayıdaki müslümanlann yabancıların bayramlarında yaptıkları
hareketleri yapmaları söz konusu bile değildir. Hatta bir kısım müsülümanlann
bu günlerde oruç tutarak gayri müslimlerden farklı olduklarını ortaya
koymalarını yayginlaşınca çoğu fıkıh bilginleri bu tutuma karşı çıkmışlardır.
Çünkü bu tutum da belli-belirsiz biçimde bu bayram günlerine saygı göstermek
anlamına gelebilirdi. Bu durum müslümanlann Peygamberlerinden gayri
müslimlerin bayramlarına katılmama direktifi aldıklarını açıkçı göstermez mi?
İyice düşünürsek bunun apaçık olduğunu görürüz.
5- Bu
hadisin hatırlattığı diğer bir nokta da büyük hadis kaynaklarının ittifakla Ebu
Hureyre'ye dayandırarak naklettikleri şu hadistir. Peygamberimiz (s.a.v.)
şöyle buyuruyor:
"Biz kıyamet günü
öncü olacak olan sonuncularız. Çünkü onlara bizden önce kitab verildiği halde
bize onlardan sonra kitab verildi. Bu gün (cuma günü) Allah'ın onlara da farz
kıldığı fakat üzerinde anlaşmazlığa düştükleri ve Allah'ın bize doğru olarak
benimsemeyi nasip ettiği bir gündür. İnsanlar bu konuda bize bağımlıdır.
Yahudiler onun ertesi gününü, hristiyanlar ise bir sonraki günü
benimmemişlerdir."[82]
Öteyandan aynı konuda
Müslim'in, Ebu Hureyre ile Huzeyfe'ye dayanarak bildirdikleri başa bir hadis te
şöyledir:
"Allah bizden
öncekileri cuma gününden saptırdı. Cumartesi günü yahudilerin, pazar günü ise
hnstiyan-iarin olduğu halde Allah cuma gününün bizim olmasını nasip etti.
Böylece cuma, cumartesi ve pazar günleri ar-darda sıralandı. Onlar Kıyamet günü
de bizden arka siradadadırlar. Biz dünyalıların sonuncuları olduğumuz halde
Kıyamet günü haklarında ilk hüküm verilecek olanlarız."[83]
Şunu da belirtelim ki,
Peygamberimiz bir çok konuşmalarında cuma gününü "bayram" diye
adlandırmış ve taşıdığı bayram niteliğinden dolayı sırf bu günde oruç tutulmasını
yasaklamıştır.
Şimdi bu hadiste
görüyoruz ki, peygamberimiz (s.a.v.) cuma gününün bize (müslümanlara),
Cumartesinin yahudile-re ve pazar gününüde hnstiyanlara ait olduğunu
belirtiyor. Bu ifade tarzı kategorik bir bölüştürmeyi dile getirir. Çünkü
diyelim ki, ortada üç takım elbise varken bize "Bu takım senin, bu Zeyd'in
ve bu da Amr'ındır" dense bu ifadeden herkesin elbisesinin kendisine ait
olduğu ve diğer iki arkadaşın bu payda hiçbir ilgilerinin bulunmadığı
anlaşılır.
Şimdi eğer biz
kalkarda bayram (ve tatil) günü olarak yahudilerin cumartesi gününü veya
hrıstiyanların pazar gününü benimsersek bu hadise aykırı davranmış oluruz.
Haftalık bayram gününde hüküm böyle olduğu gibi yıldönümü niteliği taşıyan
bayramlarda da durum böyledir, arada fark yoktur. Hatta takvime göre
belirlenen bir bayram konusunda gayri müslimlere uymak bu kadar sakıncalı
olduğuna göre Rumi, Kıpti, Farisi ve İbrani takvimlerine göre belirlenen büsbütün
yabancı kafirlerin bayramlarına özenmek daha da sakncahdir.
Peygamberimizin
yukardaki hadiste yer alan "Biz Kıyamet günü öncü olacak olan sonuncularız.
Çünkü onlara bizden Önce Kitab verildiği halde bize olardan sonra Kitab verüdi.
Bu gün (cuma günü) onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri ve Allah'ın bize
doğru olarak benimsemeyi nasip ettiği bir gündür" şeklindeki sözlerinin
anlamı -Allahualem- şöyledir:
"Biz yaratılış
sırasına göre sonuncuyuz, ama Allah tarafından hesaba çekilip cenete girme
sırasında birinciyiz her-icesten önceyiz." Nitekim Tirmizi'de yer alan şu
hadis de buna yakın anlamdadır:
"Bu ümmet, diğer
bütün ümmetlerden daha önce cennete girecektir ve cennet kapısı da ilk önce
Muham-med'e açılacaktır."[84]
: Çünkü bizlere diğer
ümetlerden sonra Kitab verilerek onların arasında anlaşmazlığa yolaçan
haftalık bayram günü konusunda doğru olana iletildik. Bu sayede salih amel
konusunda onların önüne geçtik. Doğru olana iletilme (hidayet) ve salih amel
bakımından diğer ümmetleri geride bıraktığımız için bu salih amelin sevabım
elde etme bakımından da onların önüne geçtik.
6- Bu
hadisten çıkarılabilecek diğer bir sonuç da sahabi-lerden İbn-i Abbas'ın (r.a.)
azadlisi Küreyb'in[85]şu
sözlerinde ifadesini bulur: "Bir defasında İbn-i Abbas ile bir kaç sahabi
arkadaşı beni Rasulullah'ın eşlerinden Ümmü Se-leme'ye göndererek kendisinden
Peygamberimizin en çok haftanın hangi günlerinde oruç tuttuğunu sormamı
istediler. Ümmü Seleme'ye bu soruma şu karşılığı verdi:
"Rasulullah,
haftanın günleri içinde en fazla cumartesi ve pazar günleri oruç tutar ve
tercihini de:
"Bu iki gün
müşriklerin haftalık bayram günleridir. Bunun için onların tersine hareket etmek
istiyorum"di-ye açıklardı. Bu belge, Ahmed b. Hanberin[86]
"Müsned" adlı eserinde, Nesai'de ve İbn-i Ebu Asım'ın hadis
kitabında yer almıştır.
Bu hadis, kafirlerin
bayramlarına fiilen karşı çıkmanın, müstahab da olsa, meşru olduğunu gösterir,
iîerde Peygamberimizin cumartesi günü oruç tutmanın yasak olduğunu belirten
hadisini ve yasağın yine yahudilere karşı çıkma pre-sibine dayandığını ele
alacak ve ayrıca tek başına cumartesi günü oruç tutma konusunda alimlerin
görüşleri ile kafirlerin bayramları konusunda karşı çikmanın-şeriatımızm temel
prensibi olduğunu hep birlikte onaylayan alimler, bu günlerde oruç tutarak
kafirlere ters çıkmanın mı, yoksa hiç bir özel tavır takınmayarak bu bayramları
yok farzetmenin mi veya arap kaynaklı bayramlarla acem kaynaklı bayramlar
arasında fark gözetmenin mi daha yerinde olacağı hususunda farklı görüşler
ileri sürdüler. İnşaallah, bu konuyu ilerde ele alacağız.
Bu bayramlara karşı
çıkmanın "İcma-i Ümmet" kaynaklı bir çok gerekçesi vardır ve
başlıcaları şunlardır:
1- Bu
gerekçelerin ilki, daha önce sünnet bölümünde vurguladığımız gibi, halen bir
çok müslüman şehirde cizye ödeyerek inanç serbestliğini elinde tutan yahudi,
hristiyan ve ateşperestler kendi bayramlarını özgürce kutlamaktadırlar.
Öteyandan onların bayramlarında yaptıkları hareketlerin bir çokları için
çekiciliğini koruduğu da meydandadır. Buna rağmen ilk müslümanlar arasında hiç
kimsenin bu bayramlara şu veya bu ölçüde katıldığı görülmemiştir. Eğer ümmetin
vicdanında bu bayramlara karşı köklü bir nefret ve yasaklık duygusu
kökleştirilmeseydi, çoklarının bu törenlere katıldığı görülürdü. Çünkü
sürükleyici sebebi (motifi) olan bir şeyin önünde eğer bir engel yoksa o şey
kesinlikle meydana gelir. Demek ki, bu bayramlara katılmayı önleyen bir engel
vardır. Bu engel de dindir.Bundan anlıyoruz ki, din, yani islam dini bu
bayramlara katılmayı önleyen güçlü bir engeldir ki, bizim de söylemek
istediğimiz budur.
2- Bu
delillerin ikincisi, Ömer (r.a.) zamanında ortaya konan Kıtabli dini
azınlıkların İslam diyarında bayram törenlerini gösterişli biçimde
kutlayamayacaklan hükmü idi. Bilindiği gibi bu hükmün İslama uygun olduğu hem o
günün sahabileri ve hem de daha sonra gelen fıkıh alimleri tarafından
onaylanmıştı. Müslümanlar kafir ve müşriklerin bayramlarını gösterişli biçimde
kutlayamayacaklan konusunda görüş birliğine vardıklarına göre bizzat
müslümanların bu bayramlara katılması nasıl söz konusu olabilir? Bu
bay-ramlardaki hareketleri müslümanların açıktan işlemeleri, kafirlerin
yapmalarından daha ağır bir günah olmaz mı?
Çünkü bizim kafirleri bu
bayramları açıkça kutlamaktan alıkoyuşumuzun sebebi, bunların taşıdıkları fesat
niteliğidir. Bu nitelik ya bu törenlerin doğrudan doğruya günah olan bir eylem
veya günahın sembolü oluşlarından ileri gelir. Bu iki ihtimalin hangisi gerçek
olursa olsun, müslümana hem doğrudan doğruya günah işlemek ve hem de günahı
sembolize eden davranışları yapmak yasaktır. Eğer bir müslüman bu bayramlara
katılmasının kafirleri yüreklendirmekten başka hiç bir sakıncası olmasaydı,
sırf bu sakınca bu törenlere katılmanın yasakhğını belirten yeterli bir gerekçe
olurdu. Oysa bu işin daha bir çok kötülükleri vardır ki, inşaal-lah
başlacalarma ileride değineceğiz.
3- Bu
delillerin üçüncüsü Hz. Ömer'in (r.a.) Ebu Şeyh İs-fahani tarafından Ata b.
Dinar'a[87]
dayandırılarak nakledilen "Acem dilini konuşmaktan ve müşriklerin bayram
günlerinde onların mabedlerine gitmekten sakınınız"[88]şeklindeki
uyarışıdır. Hz. Ömer'in bu sözleri, Beyhaki'de yer aldıklarına ve Süfyan-ı
Sevri tarafından Ata b. Dinar'a dayandırılarak nakledildiklerine göre daha
ağır anlamlı olarak şöyledir: "Sakın acem dilini öğrenmeyiniz ve
müşriklerin bayram günlerinde onların mabedlerine gitmeyiniz. Çünkü o gün
onların üzerine Allah'ın azabı iner."[89]
Öteyandan yine
Süfyan-i Sevri'nin, Ebu Velid'e dayandırarak belirttiğine göre bu konuda
Abdullah b. Ömer (r.a.) şunları söylüyor:
"Kim acem
diyarında ev-bark edinerek yerleşir, onların Nevruz ve Mihrican gibi
bayramlarını benimser, onlara özenir ve Ölünceye kadar böyle kalırsa Kıyamet
günü onlarla birlikte haşrolur.[90]
Buhari'nin bildirdiğine göre Hz. Ömer'in (r.a.) bu konudaki bir başka görüşü
şöyledir:
"Allah'ın
düşmanlarının bayram törenlerinden uzak durunuz." Bu arada bir gün Ali'ye
(r.a.) acemlerin Nevruz bayramını hatırlatan bir sembol getirdiler. Ali:
"Bu nedir?"
diye sordu. Kendisine: ,
"Bu nevruz
gününün sembolüdür" diye cevap verilince bu sözlere:
"Her gününüzü
Nevruz sayınız, (O güne özel bir önem vermeyiniz)" diye karşılık
vermiştir. Ali'nin bu sözlerini nakleden Üsame:
"Onun Nevruz
kelimesini belirli bir isim olarak değil, belirsiz bir isim şeklinde ifade
etmesindeki inceliğe dikkat çekmektir. Beyhaki'ye göre Hz. Ali'nin bu üslubu,
her hangi bugünü şeriatın belirlemediği bir olaya bağlamaktan hoşlanmadığını
belirtir.[91]
Görüldüğü gibi, Ömer
(r.a.) müslümanlara acem dilim öğrenip konuşmayı ve onların bayram günlerinde
sırf mabed-lerine gitmeyi yasaklıyor. Böyle olunca onların bayramla-rındaki
bazı adetlerine özenmek veya onların dinlerinin gereği sayarak yaptıkları bir hareketi
işlemek nice olur? Acaba onların adetlerini taklit etmek, dillerini öğrenip
konuşmaktan daha büyük bir günah değil mi? Acaba onların bazı bayramlık
davranışlarına özenmek, o günlerde sırf onların mabedlerine girmekten daha
sakıncalı bir hareket olmaz mı? Onlara bayram günlerinde yaptıkları günahlardan
dolayı Allah'ın gazabı indiğine göre bu hareketlerin tümünde veya bir
kısmında onlara katılanlar, acaba aynı akıbete uğrama tehlikesi ile karşı
karşıya kalmazlar mı?
Yukarda okuduğumuz
gibi, Abdullah b. Ömer (r.a.) de açık bir dille "Acem diyarında ev-bark
edinerek yerleşenlerin, onların Nevruz ve Mihrican gibi bayramlarını benimseyenlerin
ve ölünceye kadar onlara özenmeye çalışanların Kıyamet günü onlarla birlikte
haşrolacaklarmı" belirtiyor. Bu sözlerinden anlaşıldığına göre Abdullah
b. Ömer belirttiği şekilde acemlere özenenleri, ya bu taklitçiliklerinden
dolayı kafir sayıyor veya bu tutumu cenennemlik olmayı hak eden büyük
günahlardan kabul ediyor. Eğer bu sözler ilk ihtimale yorulacak olursa o zaman
bu alan kısmen acemlere Özenmek "günah" olur. Çünkü bu kısmi davranış
belirlenen akıbeti hakketmede etkili olmasaydı, onu bu akıbeti gerektiren
davranış bütününün bir parçası saymak yersiz olurdu. Zira insan mubah
davranışlar yüzünden cezaya çarptırılmaz. Bu arada kınanan bütünde yer alan
münferit hareketler sadece o bütün içinde bulundukları takdirde kötüdürler
diye bir şey yoktur. Tersine kötü olduğu belirtilen bütün parçaları da ayrı
ayrı kötüdürler.
Doğrusunu Allah bilir
ya, Abdullah b. Ömer'in (r.a.) "Acem diyarında ev-bark edinip oralara
yerleşmek" ten söz etmesinin sebebi şu olsa gerek. Çünkü onun yaşadığı günlerde
müslüman olmayan azınlıkların islam diyarında açıktan açığa bayram şenlikleri
düzenlemeleri yasaklandığı için hiçbir müslümanın islam diyarında acem
bayramlarına özenmesi söz konusu değildi, böyle bir şey ancak acemlerin ülkelerinde
oturanlar için mümkündü.
Öteyandan Ali,
acemlerin bayramlarındaki davranışlarına katılmak .şöyle dursun, onların
bayramlarına takmış oldukları ismi bile onaylamaktan kaçınmıştır. İşte Ahmed
b. Hanbel de bu konudaki tutumun Ali ile Ömer'in yukardaki sözlerinin anlamına
dayandırarak belirlemiş ve bu görüşünü arkadaşlarına açıklamıştır.
Hatırlanacağı üzere
İmam-ı Ahmed'in arkadaşlarından biri olan Kadı Ebu Ya'la'nın hocasına
dayanarak müslüman olmayanların bayram törenlerine katılmamak gerektiğini
belirttiğini nakletmiştik. Onun diğer bir arkadaşı olan ve "îbn-i
Bağdadi" lakabı ile anılan İmam Ebu Hasan Amidi de "Umdet-ül Hazin ve
Kifayet-ül Musafiri" adlı eserinde bu konuda şunları söylüyor:
"Yahudi ve
hnstiyanlann bayram törenlerine katılmak caiz değildir. Ahmed-i Henbeli bunun
böyle olduğunu belirtiyor ve bu görüşünü ve onlar ki, eğriliklere şahid olmazlar-
ayetine dayandırıyor. Ayette geçen -eğrilikler- deyiminin kafirlerin
bayramları ve geleneksel törenleri demek olduğunu soyuyor. Bayram günleri
kurdukları pazarlara gelince bu pazarlara katılıp ahş-veriş yapabilir. Ahmed-i
Hanbeli bunu da belirtiyor ve şöyle diyor -Müslümanlara yasak olan şey,
onların bayramlarında kilise ve mabetlerine girmektir. Pazarda satılan yiyecek
maddelerinden satın almanın hiçbir sakıncası yoktur. Her ne kadar bu yiyecek
mad-dölerini satın almakla onların bayramını sayıp takdir etme kasdı taşımış
olsa bile bu alış-veriş sakıncasızdır."
Yine Ahmed-i
Hanbeli'nin öğrencilerinden biri olan Hilal "cami" adlı eserinde bu
konuda şunları yazıyor; Konuğumuz, müslümanlarm müşrik bayramlarına
katılmalarının, mekruh olaşu hakkındadır. Bu konuda Muhenna diyor ki:
"Bir defasında
Ahmed-i Hanbeli'ye Şam'da Tur Yabur Deyr Eyüb gibi yerlerde kutlanan bu
bayramlara katılmak hakkında ne düşündüğünü sordum. Müslümanlar bu törenlere
katılarak bu münasebetle kurulan çarşılardan koyun, sığır, un buğday, arpa
gibi besin maddeleri alıyorlar, yalnız alış-veriş maksadı ile bu çarşılara
çıkıyorlar, yoksa onların mabedlerine girimiyorlar bu konuda ne dersin"
dedim. Bana:
"Müşriklerin
mabedlerine girmez de sadece pazarlara katılırlarsa bunun sakıncası
yoktur" dedi."
Görüldüğü gibi, Ahmed-i
Hanbeli, müşriklerin mabedlerine girmemek şartı ile bu bayramlarda kurulacak
pazarlara katılmayı serbest bırakıyor» Demek ki, bu törenlerde müşriklerin
mabedlerine girmeyi yasak sayıyor. Nitekim yu-kardaki satırların yazarı olan
girmeyi yasak sayıyor. Nitekim yukardaki satırların yazarı olan Hilal da
îmam-ı Ahmed'in bu sözlerinden, onun müslümanlann müşrik bayramlarına
katılmalarını menettiği sonucunu çıkarıyor. Ahmed-i Hanbeli, bu görüşünü
Ömer'in yukarda söz konusu ettiğimiz" müşriklerin kilise ve mabedlerine
girmeyi yasaklayan" sözlerinin aynı anlama geien bir benzerine
dayandırıyor. Bilindiği gibi Ömer'in o sözleri müslümanları "müşriklerin
yaptıkları gibi yapmamaları" hususunda uyarıcı nitelikteydi.
Acemce konuşmak ve
yılın aylarına farsça isimler ver-ma meselesine gelince Ebu Muhammed Kirmanı bu
konuda şunları yazıyor: "Konumuz yılın aylarını farsça isimleriyle
söylemek hakkındadır. Bir defasında îmam-ı Ahmed'e:
"Farslılar
haftanın günleri ile yılın aylarını bizim manalarını anlamadığımız isimlerle
anıyorlar, bu konuda ne dersin?" diye sordum. Bana bunu ağır şekilde
mekruh saydığını belirtti ve Mücahid'in de Farsça ay isimleri kullanarak
"Azermah" ve "Deymah" demeyi mekruh gödüğünü nakletti.
Kendisine isim farsça olan birini bu isimle çağırmanın yerinde olup olmadığını
sordum, bunu da mekruh saydığını söyledikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
"Bir defasında
İshak'a, kitap tarihlerinin "Azermah, Deymah" gibi farsça ay isimleri
kullanılarak atılıp atılamayacağını sordum. Bana eğer bu isimler arasında
çirkin anlamlı olanı yoksa bunun sakıncalı olmadığını söyledi. îbni Mübarek,
Cenab-ı Allah (c.c.) kasdedilerek "İzed" adına yemin edilmesini
mekruh saydı ve bunun gerekçesini açıklarken "Bu ismin bir puta izafe
edilip edilmediğinden emin değilim" dedi. Diğer farsça Allah isimleri ve
hatta bu tip eski arapça isimler de böyledir. Yani putlarla ilgili olan isimler."
Ahmed îbn Hanbeli nin
bu tip yabancı kaynaklı isimlerin kullanılmasını mekruh sayması iki gerekçeye
dayanır.
Birincisi, manası
bilinmeyen bir isim, islamca haram olan bir anlama gelebilir. O halde miislüman
anlamım bilmediği yabancı kaynaklı bir ismi kullanmamalıdır. Bu yüzden
farsça, ibranice ve süryanice gibi'yabanci dillerle dua etmek mekruhtur, çünkü
söylenecek sözler arasında anlamı caiz olmayan sözler bulunabilir. Yukardaki
belgede görüldüğü gibi, bu konuda İshak bu gerekçeyi gözönünde tutuyor. Hemen
belirtelim ki, eğer kullanılan yabancı kaynaklı kelimenin anlamının mekruh
olduğu biliniyorsa, bu kelimeyi kullanmanın mekruh olduğu kuşkusuzdur. Fakat
kelimeyi kullanan kimse kullandığı kelimenin anlamını bilmediği takdirde
Ahmed-i Hanbeli, bu kelimeyi kullanmayı mekruh sayarken İshak'ın sözleri bunu
mekruh görmediği izlenimini bırakıyor.
Gerekçelerin ikincisi
ise yabancı kelimeler kullanan kimsenin git gide arapça dışında bir dille
konuşma alışkanlığı edinmesi sakıncasıdır. Çünkü arapça islam dininin ve
müslümanların sembolüdür. Ümmetleri diğer ümmetlerden ayıran en önemli Özellik
onların dilleridir. Bu yüzdendir ki, çoğu fıkıh alimleri, belki de çoğunluğu
namaz kılarken ve zikrederken yapılan duaların arapçadan başka bir dille okunmasını
doğru saymamışlardır. [92]
Ayrıca namazdaki
zikirler arapçadan başka bir dille söylenebilir mi, yoksa söylenemez mi
meselesi de alimler arasında tartışmalıdır. Namazdaki zikirler bu bakımdan üç
sınıfa ayrılırlar:
1) Birinci
kategoriyi namazda okunan Kur'an ayetleri meydana getirir.
2) İkinci
sırada Kur'an ayeterf dışında kalan vacip zikirler gelir. Alimlerin görüş
birliği ile giriş tekbiri ile çıkış selamlan ve vacip sayanlara göre Teşehhüd
sırasındaki zikir cümleleri gibi.
3) Üçüncü
sırada vacip olamayan dua, teşbih ve zikirler yer alır. Şimdi bu zikir
kategorilerini, arapçadan başka bir dille okunup okunamayacakları açısından ele
alalım.
1) Heş şeyden önce Kur'an ayetleri namazda
arapçada başka bir dille okunamaz. Fıkıh alimlerinin ezici çoğunluğuna göre
namaz kılanın arapça anlayıp anlamaması bu bakımdan birdir, farketmez. Bu
hüküm şüphe götürmez bir gerçektir. Hatta bazı alimlere göre Kur'an'ın bir
suresi veya bir sure kadar kısmı başka bir dile tercüme edilmez. Fakat Ebu
Hanife ve arkadaşlarının iyi arapça bilenlerin Kur'an-ı Kerim'i başka bir dile
çevirip çeviremeyecekleri konusunda farklı görüşleri vardır.
2) Vacip
zikirlere gelince Kur'an-ı Kerim'in arapça bilmeyen ve öğrenmeye de gücü
yetmeyenler için tercüme edilmesinin yasak olup almadığı hususunda farklı
görüşler vardır. Bu konuda Ahmed-i Hanbeli ile arkadaşları iki değişik görüş
malediliyor. Bu görüşlerin onun diğer sözleri ile daha uyumlu olanı, bu
tercümenin yapılamayacağı şeklinde olanıdır ki, bu aynı zamanda Malik'in ve
îshak'ın görüşüdür. İmam-ı Ahmed'e dayandırılan ikinci görüş bu tercümenin
yapılabileceği şeklindedir ki, bu da aynı zamanda Ebu Yusuf, Muhammed ve Şafii
tarafından paylaşılan görüştür.
3) Namazdaki
diğer zikirlere gelince yukardaki tarafların her ikisine göre de bunlar
namazda başka bir dile çevrilerek söylenemezler. Malik, İshak ve
Şafii"nin bir kısım arkadaşlarına göre böyle bir şey yapan kimsenin
namazı bozulur. Fakat Şafii'nin kendisine göre bu zikirleri arapçadan başka
bir dille söylemek mekruhtur, fakat bu yüzden namaz bozulmaz. Bizim bazı
arakadaşlarımız da arapça konuşamayan bir kimsenin namaz kılarken bu zikirleri
başka bir dille söyleyebileceğini ileri sürmüşlerdir. Namaz, Kur'an okumak,
zikir, Telbiye, hayvan keserken besmele çekme gibi ibadetleri ile evlenme,
boşanma ve lian (lanetleşme) gibi sözleşmelerde arapçadan başka bir dil
kullanmanın hükmü fıkıh kitaplarında ayrıntılı biçimde belirtilmiştir.
Zorunluluk olmadığı
halde insan ve ay isimlerini acemce söylemek, söylenen isimlerin anlamı
bilinmediği takdirde kuşkusuz sakıncalıdır. Söylenen isimlerin anlamları bilindiği
takdirde de Ahmed-i Hanbeli'ye göre bu mekruhluk hükmü yine geçerlidir. Çünkü
bilindiği gibi, o, "Azermah" ve "Deymah"gibi ay isimlerini
kullanmayı, bu isimler haram biiMnana taşımadıkları halde, mekruh saymıştır.
Kesin olmayan bilgilerime göre ona namazda farsça dua etmekle ilgili olarak
ne düşündüğü sorulduğunda böyle bir şeyi de:
"O kötü bir
dildir" diyerek mekruh saymıştır. Onun bu konudaki başlıca dayanağı
Ömer'in (r.a.) yukarda açıkladığımız "Acemlerin dillerini konuşmaya ve
onların bayram törenlerine katılmayı yasaklayan" sözleridir. Maliki'nin
görüşü de aynıdır. Çünkü o:
"Acemce dili ile
niyet edilerek ihrama girilmez, dua edilmez ve yemin edilmez" dedikten
sonra:
"Çünkü Ömer,
bozgunculuk olacağı gerekçesi ile acemlerin dillerini kullanmayı
yasaklamıştır" diyerek sözlerini bağlıyor.
Öteyandan Hafrz-ı
Selefi'ye göre îmam-ı Şafii bu konu ile ilgili olarak şöyle diyor:
"Cenab-ı Allah (c.c.) alış-veriş-yolu ile kendi fazlını arayanlara tüccar
adını verdi. Araplar da öteden beri böylelerine tüccar derlerdi. Arkasından Peygamberimiz
de bu zümreyi Allah'ın kendilerine taktığı ada uyarak arapça dili ile tüccar
adı Üe anmıştır (Aynı anlama gelen). Simsar ismi ise acem kaynaklı bir
kelimedir. Buna göre arapça bilen ve konuşan bir kimsenin ticraret ile uğraşan
kimselere tüccar demesini ve arapça konuşurken acemce isimler kullanmamasını
ister, doğru görürüz.
Çünkü Allah arapçayı
diğer diller arasından seçerek Kur'an'ı bu dille indirmiş ve bu dili
Peygemberinin dili yapmışır. Bu yüzden elinden gelen herkes arapça öğrenmelidir.
Zira bu dil en imrenilecek ve en özenilecek dildir. Fakat böyle derken hiç
kimseye acemce konuşmayı yasaklamak gibi bir görüşü de onaylamıyoruz."
Görüldüğü gibi, İmam-i
Şafii, arapça bilen bir kimsenin konuşurken başka bir dilin isimlerini
kullanmasını veya kendi diline yabancı kelimeler karıştırmasını mekruh görüyor.
Bu görüşünü belirten sözlerini az önce hep birlikte okuduk. İşte mezhep
imamlarının bu konuda sahabİlerin ve bir sonraki kuşaktan (tabiin) kaynaklanan
görüşleri bunlardır. Daha Önce de Ömer ile Ali (r.a.) gibi iki büyük
saha-binin konu ile ilgili düşüncelerini de öğrenmiştik. Bu arada Ebu Bekir b.
Şeybe'nin şu sözünü okuyoruz:
"Farsça öğrenen
kimse aldatıcı ve iki yüzlü olur. Aldatıcı ve iki yüzlü kimsenin ise mertliği
eksilir" Öteyandan îs-mail b. Ulye'nin bildirdiğine göre Sa'd b. Vekkas'ın
oğlu Muhammed bir gün farsça konuşan bir gurupla karşılaşınca "Hak dinden
sonra bu mecusilik (ateşperestlik) de neyin nesi oluyor?" diye
memnuniyetsizliğini belirtti.
Ayrıca iki ayrı
rivayet kanalından Ömer'e ve oğluna dayandırılarak bildirildiğine göre
Peygamberimiz (s.a.v.) bu yabancı dil konusuncja şöyle diyor:
"Kim arapça
konuşabiliyorsa farsça konuşmasın. Çünkü farsça konuşmak münafıklığa
yolaçar."[93]
Bu söz Peygambere
maledümekle birlikte Ömer'in sözüne benziyor. Peygambere isnad edilmesi,
açıklığa kavuşturulması gereken bir konudur.
Yalnız ilk mü slüm
anlardan bazılarının zaman zaman bir kaç kelime tutarında acemce konuştukları
olmuştur. Bunun böyle olduğunu Ebu Halde[94] ile
Münzir-i Sevri'nin[95]
rivayetlerinden Öğreniyoruz. Bunun sebebini anlamak zor değildir. Bunu böyle
yapanlar ya acem asıllı olan veya sonradan acemce konuşmaya alışan bir kimseye
söylediklerini anlatabilmek için bu yola baş vuruyorlardı. Nitekim Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) de babasının göçmenlik döneminde Habeşistan'da doğan küçük
yaştaki Ümm-üHalid'e[96] yeni
bir elbise giydirdiğinde "güzel" kelimesini habeşçe söyleyerek
"Ya Ümm-ü Halid,
bu elbise güzel"[97] diye
iltifat etmişti*.
Fakat İslamiyetin
sembolü ve Kur'an'rn dili olan arapça-nın dışındaki bir dili konuşmayı yaygın
bir alışkanlık haline getirmek, bu alışkanlığı şehirde, evlerde, arkadaşlar
arası konuşmalarda, pazar esnafı arasında, devlet adamları seviyesinde, resmi
dairelerde ve ilim çevrelerinde yaygınlaştırmak, hiç şüphesiz "Acemlere
özenme" kapsamına giren, mekruh bir tutumdur.
Bu böyle olduğu
içindir ki, ilk dönem mtislümanları gerek halkının ana dili rumca olan Şam ve
Mısır'a, gerek yerli dili farca olan Irak ve Horasan'a ve gerekse halkı berberice
konuşan Kuzey Afrika'ya (Mağrib'e) yerleştikleri zaman bu yörelerin halkına
arapça öğreterek bu dilin oraların müslüman olan ve olmayan kesimlerinde egemen
olmasını sağlayabilmişlerdi. Söylediğimiz gibi önceleri Horasan'da da bu başarı
elde edilmişken sonraları müslümanlarm arapça öğretme işini ihmal etmeleri
sonucu tekrar farsça konuşma adeti hortlamış ve zamanla yanyınlaşarak çoğu
müslü-manın arapçadan uzaklaşmasına yolaçmıştır. Hiç şüphesiz böyle bir sonuca
yolaçmak mekruhtur.
Dil konusunda en doğru
yol, arapça konuşmayı alışkanlık haline getirmektir. Böylece çocuklar, daha
küçük yaşlarında evlerde ve okullarda bu dili öğrenme imkanına kavuşurlar ve
sonuç olarak islamın ve müslümanlarm bu kültürel sembolü yaygınlaşıp
egemenliğini perçinlemiş olur. Bu durumda müslümanlarm Kur'an'ın, sünnetin ve
ilk dönem müslümanlannin (selef) sözlerini daha kolay anlamalarını sağlar. Buna
karşılık eğer insan önce bir dil Öğrenir de sonra başkasına geçmek isterse bu
iş kendisine çok zor gelir.
Aynca bilinmelidir ki,
arapça öğrenmek aklı geliştirir, ahlakı güzelleştirir ve din duygusunu
güçlendirir. Bunlar yanında bu ümmetin Öncüleri olan sahabilere ve onlardan
sonraki nesle (tabiin) benzemeyi sağlar. Onlara benzemek-de aklı geliştirir,
ahlakı güzelleştirir ve din duygusunu güçlendirir.
Bunlar bir yana,
arapça islamiyetin ayrılmaz bir parçasıdır ve onu öğrenmek farzdır. Çünkü
Kur'an'ı ve sünneti Öğrenip anlamak farzdır ve bunlar da ancak arapça
aracılığı ile anlaşabilirler. O halde farzın gerekli aracı olan şey de farzdır.
Fakat bu dili öğrenmek kimi durumlarda teker teker herkese farz iken (farz-ı
ayn) kimi zaman da bazılarının öğrenmesi ile diğerlerinden yükümlülüğü düşüren
bir farzdır (Farz-ı kifaye).
İşte Ebu Bekir b.
Şeybe'nin, İsa b. Yunus'a dayanarak naklettiği Amr b. Yezid'in şu sözleri bu
gerçeği vurguluyor: "Ömer (r.a.) eyalet valilerinden Ebu Musa el-Eşarİ'ye
şöyle bir yazı yazmıştı: İmdi, sünnet Öğreniniz, arapçayi Öğreniniz, Kur'an'ı
arapça olarak okuyunuz, çünkü o arapçadır."
Ömer'in aynı konudaki
bir başka yazısı da şöyledir:
"Arapçayı
öğreniniz. Çünkü arapça öğrenmek dininizin ayrılmaz bir parçasıdır. Farzları da
Öğreniniz. Çünkü farzları öğrenmek de dininizin ayrılmaz bir parçasıdır."
Ömer'in bu
genelgesinde belirtilen arapça öğrenme ve şeriatı öğrenme görevleri, müslümanlar
için gerekli olan amaçlan biraraya getiriyor. Çünkü din bir takım sözlerle bir
takım davranışları öğrenmeyi gerektirir. Öyle olunca arapça. öğrenmek, dince
gerekli sözlerin öğrenilmesini ve sünneti Öğrenmek de yapılması gereken
davranışların öğrenilmesini sağlar.
Kafirlerin ve
müşriklerin bayramlarından uzak kalmamızı gerektiren bazı akli deliller de
vardır ki, başhcaları şunlardır:
1-
Birincisi, bayramlar şeriatlerin ayrılmaz birer parçası, onlara sembol olan
davranış ve tapınmalardır. Cenab-ı Allah (c.c.) bunlar hakkında:
"Her biriniz için
ayn birer şeriat belirledik" ve "Biz her ümmet için ayrı birer şeriat
belirledik, herkes kendi şeriatine uyar." buyuruyor. Başka bir deyimle
bayramlar, şeriatlerin kıble, oruç ve namaz gibi ana ilkeleri arasında yer
alırlar. Buna göre kafir ve müşriklerin bayramlarına uymakla onların diğer dini
ilkelerine özenmek arasında hiçbir fark yoktur. Buna bağlı olarak bu bayramları
tümü ile benimsemek, bütünüyle kafirliği onaylamak, buna karşılık bu
bayramların bazı detaylarına özenmek de kafirliğin bazı unsurlarını onaylamak
demektir. Hatta bayramlar her şeriatın sırf kendine özgü, en ayırdedici
sembolleri oldukla;
için bunlara özenmek, kafir
sistemlerin en kendine özgü geleneklerine ve en bariz özelliklerine uymak
olur. Buna göre bu alandaki özentinin insanı kafirliğe ve kafirliği hazırlayacak
şartları sürükleyeceği kesindir.
Bu özentinin ilk
başlangıcının hükmü en azından isyan yani emirlere karşı gelmektir. Nitekim
Peygamberimiz (s.a.v.):
"Her kavmin nasıl
bir bayramı varsa bu gün de bizim bayramımızdır" derken bayramların bu
özel ayırdedici niteliğini vurgulamıştır. Bu özenti, kafirlerin bile zunnar bağlama
gibi özel adetlerine özenmekten çok daha çirkin bir davranıştır. Çünkü zunnar
kuşanmak, dini bir nitelik taşımayan ve sadece müslümanlarla kafirleri
birbirlerinden ayırdetme amacı güden basit bir özelliktir. Oysa kafirlerin
bayramları ile bu bayramlara bağlı gelenekleri hem kendisi ve hem de bağlıları
lanetlenmiş olan batıl bir dinin unsurlarıdır ve böyle olduğu için bu konuda
onlara Özenmek, onların Allah'ın gazabına ve cezasına çarpılmalarına yol açan
özelliklerini benimsemek demektir
Düşünelim ki,
kafirlerin bu bayramlarına özgü tapınma ve adetlerin her biri, bu günün özel
bir gün olarak seçilmiş olması sebebi ile gelenekleşmiştir. Yoksa eğer o gün,
yılın diğer günleri gibi normal bir gün olsaydı, hiçbir özel tapınma ve adetle
kullanmazdı. Oysa bu günün özel sayılarak seçilmesi, en ufak bir şekilde islam
dininden kaynaklandığı bir yana, tersine ona karşı çıkmak, oriu inkar etmek
esasına dayanmaktadır.
2- Bu
konudaki ikinci akli delil şudur: Kafir ve müşriklerin bayramlarında
yaptıkları hareketlerin tümü Allah'ın emirlerine aykırı davranışlardır
(masiyettir). Çünkü bunlar ya sonradan ortaya atılmış uydurma (bidat) şeyler
veya yürürlükten kaldırılmış davranışlardır. Böyle bir davranış en iyimser
anlamı ile bir müslümanın Beytülmukaddes'e (Kudüs'e) doğru namaz kılması gibi
olur..Bu hüküm yapılan tapınmaların din kaynaklı oldukları durumlar için söz
konusudur. O zaman bu tapınmanın uzantısı olan yemek, içmek, giyim, oyun ve
tatil gibi adetler dini bayrama bağlı detaylar olurlar. Tıpkı islam dininin
bayramlarında görülen benzer adetlerde olduğu gibi.
O takdirde böyle bir
özenti, özü bakımından, bazı müs-lümanlann uydurma bir bayram günü çıkararak bu
günde kırlara çıkmaları ve Ramazan bayramı ile Kurban bayramlarında meşru
olan adet ve ibadetleri yapmaları gibi veya rast-ggle bir bina kurup çevresini
tavaf etmeleri ve bu binayı yapanın anısına yemekli şenlikler düzenlemeleri
mesabesindedir. Eğer müslüman böyle bir şey yapmayı çirkin görüyorsa aynı
mantıkla kendinin olmayan bir bayram gününü kutlamayı adet edinmesini de
çirkin görmelidir. Tıpkı bazı bi-daîçilerin kimi gündelik adetlerini değiştirerek
yemekli ziyafetler düzenlemeleri veya süslü kılıklara bürünmeleri, fakat bu
değişik adetlerinde tapınma amacına yer vermemeleri gibi. Böyle bir şey en
çirkin kötülükler arasında yer alır-1 sa söz konusu "gazaba
uğramışlar" ile "sapıkların" bayramlarına özenmek bundan da
daha çirkin bir kötülüktür.
Gerçi bu "gazaba
uğramışlar" ile "sapıklar" uydurma ve yürürlükten kaldırılmış
dinlerinde serbest bırakılmışlardır, bu doğrudur, ama bu serbestlik, bu
kimselerin açık gösteriye dönüştürmemeleri şartına bağlıdır. Yoksa müslüman
uyudurulmış veya yürürlükten kaldırılmış bir dini ne açıktan ve ne de gizli
biçimde asla onaylayamaz. Kafirlere Özenmek ise tıpkı bidatçilere özenmek gibi,
hatta ondan da daha kötü bir şeydir.
3- Bu
özentiden kaçınılması gerektiğini belirten üçüncü akli delil de şudur: Bu
alanda basit gibi görülen özentilere göz yumulduğu takdirde bu durum kesinlikle
git gide daha büyük çaplı taklitlere yolaçar. Zamanla bu özenilen yabancı
gelenek, halk arasında yaygınlaşınca aslı unutularak halkın kendi bayramı gibi
benimsenmeye başlar. Hatta Allah'ın emrettiği bayramlara benzetilir, bazan
daha da üstün tutularak nerdeyse islamın gölgelenmesine ve kafirliğin yeniden
hortlamasına yolaçacak bir nitelik kazanır.
Nitekim müslüman
olduklarını söyleyen çok sayıda kimsenin hrıstiyanların oruç bozumu günündeki
geleneklerine özenerek aralarında hediye alıp-vermeleri, tatil yapmaları,
sadaka dağıtmaları ve çocuklarına yeni elbiseler satın almaları bu
niteliktedir. Şetanın kışkırtmaları ile benimsenen bu özentiler, bu
taklitçilerin, gözünde müslüman bayramı gibi olmuş, hatta güvendiğim bazı
dostlardan Öğrendiğime göre hnstiyanlara yakın yerlerde yaşayan dini bilgisi
kıt ve imanı zayıf müslümanlar, bu özenti adetleri müslüman bayramlarından
daha üstün tutulmakta, bu günleri Allah'ın ve Rasulullah'ın bize tanıttığı
şenlik günlerinden daha coşkulu şekilde kutlamaktadır. Benim kendi gözlerimle
gerek Şam'da ve gerekse çevresinde gördüğüm yabancı özentileri bu iddialar
doğrulamaktadır. Oysa bu yöre ilim merkezlerine oldukça yakın ve halkının
imanı oldukça güçlü bir islam diyarıdır.
Sözünü ettiğimiz
hrıstiyanların oruç bozumu günü, Perşembe gününe rastlar. Bu perşembenin yıl
içinde belirli bir tarihi yoktur, tersine yedi hafta süren bu hrıstiyan orucuna
bağlı olarak ileri geri kayar. Bu yedi haftalık oruç, arapla-rm yaz dedikleri,
fakat genel olarak ilkbahar diye adlandırılan mevsimde tutulur. Orucun
başlangıç tarihi güneş yılı takvimine göre belirli değildir, Şubat ayının ikisi
ile Azar (Nisan) ayının ikisi arasında oynar. Hrıstiyanlar bu günler için güneş
takvimi ile ay hesabına dayalı takvimin birbirine en yakın oldukları bir
pazartesi günü oruca başlarlar ve böylece hem güneş ve hem de ay hesabına
dayalı takvimleri birlikte gözlemeye çalışırlar.
Hemen belirtelim ki,
bunların hepsi onların kendileri tarafından uydurulup ortaya atılmış ve
peygamberleri tarafından getirilmiş kendi şeriatlerine de aykırı olan
şeylerdir. Çünkü her şeyden önce bütün peygamberler -selam üzerlerine olsun-
bidat vakitlerini ay hesabına göre belirlemişlerdir. Peygamberlerin
getirdikleri şeriatleri bozup değiştirenler yahudiler ile hrıstiy ani ardır.
Neyse şimdiliksözümü-zün konusu bu değil.
Bu hrıstiyan orucunun
son günü perşembeye rastlar. Ertesi günü olan cuma gününü asılsız inançlarına
göre Hz. ;İsa'nın (s.a.) çarmıha gerildiği gün kabul ederek buna "Çarmıh
Günü" adını verirler. Bu cuma ile cumartesini birbirine bağlayan geceyi
de Hz. İsa'nın mezarda geçirdiği kabul ederek "Işık Gecesi" diye
anarlar. Bu gece büyük bir ateş yakarak etrafında biraraya gelirler ve gökten
üzerlerine nur indiğini ve bu nurun Kudüs'teki Kamame kilisesine düştüğünü
hayal ederier.,En son dağılırlarken bu ateşten tutuşturdukları birer meşaleyi
yanlarına alarak memleketlerine götürürler ve bunu uğur sayarlar. Aklı başında
olan herkes bu inanç ve davranışların asılsız ve uydurma olduklarım kolayca
anlayıverir.
Ertesi günü olan
cumartesi günü yahudi kovalarlar. Pazar gününü ise İsa'nın (a.s.) yeniden
dirilip kalktığı en büyük bayram günleri sayarlar. Bir sonraki pazar gününü de
"Yeni Pazar" diye adlandırırlar, o gün herkes yeni elbiseler giyerler
ve hep birlikte çeşitli hareketler yaparlar.
Bütün bu saydıklarımız
onların bayram günleridir. Tıpkı biz müslümanlarm Arefe, Kurban Bayramı ve
Mina günleri gibi. Onlar oruç tutarken yağlı ve hayvan kaynaklı yiyecek
yemezler. Oruçları bitince de bayram ederlerken hayvan kaynaklı yiyeceklere,
yani süt, yumurta veya etle oruç açarlar. Çoğunlukla da yumurtayı tercih
ederler. Gerek bu bayramlarında ve gerekse diğer bayramlarında tapınma amaçlı
çeşitli söz ve davranışlar görülür. Bunlar belli ve kesinleşmiş bir nitelik
taşımadıkları için alimler tarafından farklı biçimlerde nakledilirler ki, bu
nakillerin çoğunluğu doğrudur.
Çünkü bu adamlar dini
liderleri olan papaz ve keşişler tarafından ortaya konan her şeyin kendileri
için bağlayıcı olduğuna, tıpkı gökteki Hz. İsa tarafından ortaya konmuş bir
ilke gibi uyulması gerektiğine inanırlar. Söz konusu dini liderler de sık sık
bazı esasları yürürlükten kaldırarak yerlerine başka yasaklar ve yükümlülükler
getirirler, daha önceki inanç ilkelerine aykırı şekilde farklı inaçlan
uzlaşünp ortaya başka bir şey çıkarırlar ve bütün bunları yaparken yaptıkları
bu işin Allah tarafından bir şeriatin başka bir şeriat-le değiştirilmesi gibi
bir misyon olduğunu kabul ederler.
Hnstiyanlar ile
yahudiler bu bakımdan -ve başka bazı bakımlardan- birbirlerinin zıddıdırlar.
Çünkü yahudiler Allah'ın kendi koyduğu bir şeriatı yürürlükten kaldırabileceğini
veya yeni bir peygamber göndererek daha önceki şeri-atten farklı bir şeriat
yürürlüğe koyabileceğini kabul etmezler. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) onların
bu niteliklerini vurgulamak üzere şöyle buyuruyor:
"İnsanlar
arasındaki bazı aptallar -Onları yönele-geldikleri kıbleden başka tarafa
çeviren sebep nedir?- diyeceklerdir." (Bakara:
2/142)
Oysa hrıstiyanlar,
dediğimiz gibi, şeriat koyma ve yürürlükten kaldırma konusunda papazları ile
keşişlerini yetkili saymışlardır. Bu yüzden hrıstiyanlarda istikrarlı, düzenli
ve uzun ömürlü şeriat görülmez.
Maksadımız onların
batıl sistemlerini bütün detayları ile bilmek değildir. Bizim için bu konuda
mubah olan maruf olanı, müstahap olanla vacip olanı birbirinden
ayırdede-bilecek derecede münker (eğri) olanı bilmek ve böylece ondan kaçınma
imkanına kavuşmak yeterlidir. Tıpkı diğer haramları bilmemizin gerekliliği
gibi. Çünkü görevimiz münkerden (eğrililklerden) uzak durmaktır. Oysa münkeri
ne genel olarak ve ne de ayrıntılı biçimde tanımayan kimse ondan uzak kalmayı
başaramaz. Fakat bu konuda genel bilgi yeterlidir. Ama farzla ilgili durum
böyle değildir. Farzları yapmamız gerektiği için ve bir şeyi yapmak ancak
detayınca inmekle mümkün olduğu için onları ayrıntılı biçimde bilmemiz
gerekir.
Onların din amaçlı
kimi yanlış ve eğri adetlerini saymamın sebebi bazı müslüman gurupların
bunların bir kısmına kapıldıklarını ve bir çok müslümanın da bunların Allah tarafından
lanetlenmiş yahudiliğin ve yahudilerin geleneklerinden olduklarının farkında
olmadıklarını görmüş olmamdır.
İşittiğime göre sözünü
ettiğim hrıstiyanlar bu oruç bozumu bayramlarından önceki perşembe veya
cumartesi günü toplu biçimde mezarlıklara giderek kabirlerin başında buhurdan
yakarlar, aynı günlerde evlerinde de buhurdan yakarlar. İnançlarına göre
buhurdan yakmak bereket sağlar ve belaları önler. Yoksa bu buhurdanları etrafa
hoş kokular yayılsın diye yakmıyorlar. Hatta bu buhurdan yakmayı kurban kesmek
gibi bir tapınma davranışı sayarlar ve küçük boyda el çanları çalarak bunu
takdis ederler, bu çan seslerine yüksek sesle okunan bazı sözler de eşlik
eder. Bu arada evlerin kapılarına ve başka yerlerine haçlar asarlar. Daha bir
çok saçma şeyler de yaparlar ki, hepsini bilmiyorum.
Onların bazı
saçmalıklarını anlatmamın sebebi, çok sayıda müslümanın aynı şeyleri yaptığını
görmüş olmamdır. Oysa bu saçma hurafeler hristiyanlardan gelme adetlerdir.
Nitekim söz konusu perşembe günü boyunca sokaklar küçük çan sesleri ve
büyücülerin takdis avazları ile dolup taşar. Oysa bu sırada okunan sözlerin
çoğunluğu saçma ve bir kısmı da haram ve küfür karakterlidir.
Bu konuda sıradan halk
yığınlarına yapılan telkinlere göre güya takdis edilmiş buhurdan yakmak
insanları nazara, büyüye, hastalıklara ve yırtıcı hayvanlara karşı korur. Bu
saçma düşüncenin ifadesi olarak o günlerde kağıtlara çizilen yılan ve akrep
resimleri evlerin kapılarına asılır. Yapanları lanetlenmiş ve bulundukları
yere meleklerin girmediği bu resimlerden beklenen şey, ev halkının yırtıcı
hayvanların zararlarından korumaktır. Bu adet sabiilerin (yıldızlara tapan bir
akımın) büyücülüklerini andırır. Yine işittiğime göre çoğu kimseler o günlerde
evlerinin kapılarına haç asarlar.
Yine çok sayıda kimse
bundan sonra gelen perşembe günü topluca mezarlıklara gidip ölülerin başında
buhurdanlar tüttürerek bu günleri kutlarlar. Oysa gerek bu gün ve gerekse bu
günü ululaştırıp kutlayanlar Allah katında hor ve değersizdir. Böyle dememizin
sebebi şudur. Asılsız yere yüceltilip ululaştırılân bütün zamanlan, yerleri,
taşları, ağaçları ve yapıları aşağılamak, küçümsemek vaciptir. Tıpkı
insanların taptıkları putları aşağılamak gerektiği gibi. Oysa eğer bu putlar
insanların tapınmalarına hedef olmasalardı, diğer taşlar gibi sayılırlardı.
Yine bu günlerde
işlenen hurafeler arasında halktan toplanan çeşitli bağışları da
hatırlatmalıyız. Bu bağışlar koyun, tavuk, süt ve yumurta gibi şeylerdir ve
aslında çoğu zorla toplanır. Bu davranışta iki haram biraraya geliyor. Biri bir
müslümanın veya adak sahibinin malını haksız yere yemek, öbürü de bir hrıstiyan
geleneğini hortlatıp yaşatmak. Bu günlerde köylere görevliler salınarak besin
maddeleri toplanır, bunlar değirmenlerde öğütülür, toplanan yunurtalar boyanır,
büyük harcamalar yapılır, çocuklara bayramlıklar giydirilir ve daha bir çok
şeyler yapılır ki,bunların tümü henüz ölmemiş, başka bir deyimle doğrudan
doğruya ve eğriye eğri diyebilen müminlerin tüylerini ürpertir.
Bazı kimseler de bu
günlerde Hz. Meryem'den üzerlerine bereket insin diye elbiselerini açık havada
bir yere bırakıyorlar. Kalbinde en ufak bir iman pırıltısı barındıran hangi
insan, yahudi ve hnstiyanlara karşı çıkılması hususunda bunca uyarılar yapmış
olan bir dinin bu kadar çirkin hurafelerden tiksinmeyeceğini bekleyebilir?
Bazıları aynı amaçla bundan da daha kötüsünü yaparak evlerinin duvarlarını ve
hayvanlarını çamur ve reçine ile boyarlar. Rabbimiz bizleri bidatçilerin
şerrinden ve bu tip bozguncuların yıkımından korusun. Hiç şüphesiz tevfik
O'ndandır.
Bu açıklamaların tümü
ortaya koyuyor ki, kafirlerin bayramlarının özel anlamlan vardır ve bu
bayramlara özenmek belirli konularda onlara benzemek demektir.
Bu şenliklerin onların
dini bayramlarına mahsus gösteriler olduğu şundan bellidir ki, onlar
oruçlarının son haftasında bulunan perşembe gününü "Büyük Perşembe"
ve arkasından gelen cuma gününü de "Büyük Cuma" diye adlandırarak
bu günleri olağanüstü derecede yüceltirler ve müs-lümanlann ramazanın son on
gününde yaptıkları gibi bu günlerde diğer günlerden daha çok ibadet yapmaya
başlarlar. Ayrıca hafta başı Pazar gününü de "Şaanın" adı altında
bayram yaparlar.
Onlardan birinin bana
anlattığına göre "Şaamn" bayramı oruçlarının ilk pazar gününe
rastlar. O gün zeytin yapraklan takınarak dışarıya çıkarlar. Böylece Hz.
İsa'ya benzediklerini sanırlar. Çünkü onlara göre İsa arkasında sıpası bulunan
bir eşeğin sırtında Kudüs'e girerek mesajını tebliğ etmeye başlamış,
arkasından kalabalık bir gurubun saldırısına uğramıştı. Bu sı :ada yahudiler
tarafından tutulmuş elleri sopalı bir gurup Hz. İsa'ya sopalan ile vurmaya
girişince sopalan yaprak açmış ve bunu gören halk kalabalığı Hz. İsa'ya secde
etmişti. İşte "Şaanın" bayramı onlara göre o günün anısını
tazeliyor.
Bu "Şaanın"
bayramı gerek Hz. Ömer'in şartları arasında ve gerekse fıkıh kitaplarında
"hnstiy anların islam diyarında açıkça yapamayacakları"
gösterilerden biri olarak anılır. Onlar gerek bu bayrama ve gerekse meydan
gösterileri ile kutladıkları diğer dini şenliklerine genel olarak
"Ba-us" adını verirler. Onların dilinde "Baus" dini
gösterilerin genel adıdır. Tıpkı müslümanların Ramazan ve Kurban bayramları
gibi.
Şunu hemen belirtelim
ki, onların Hz. İsa ile ilgili olarak naklettikleri ve olabilir cinsten olan
mucizeleri ne reddeder ve ne de onaylarız. Reddetmeyiz çünkü olmaları mümkündür;
onaylamayız, çünkü bu konuda haber kaynağı olan onlar cahil ve fasık
kimselerdir. Fakat bayramlarını kutlama ve onlar tarafından uydurulmuş veya
Allah'ın yürürlükten kaldırdığı dinlerini hortlatıp yaşatma konusunda onlarla
asla işbirliği yapmayız.
Yine öğrendiğime göre
Kur'an-ı Kerim'in şu ayetinde Hz. İsa'ya indiği belirtilen ziyaret sofrası
(Maide) onlara göre bu "Büyük Perşembe" diye adlandırdıkları gün
gelmiştir. Ce-nab-ı Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor:
"Meryemoğlu İsa
"Ya Allah, Ey Rabbimiz, bize öncekilerin ve sonrakilerimizle birlikte
tümümüz için bayram ve senden gelen bir mucize olacak olan bir sofra indirerek
bizi riziklandı, hiç şüphesiz en iyi rızık veren Sen'sin" dedi. Allah da
"Ben size bu sofrayı indiririm ama ondan sonra aranızda nankörlük edip
kafir olanları hiç bir dünyalıya vermediğim derecede ağır bir azaba çarptırırım."
buyurdu.
(Maide: 5/114)
İşte bu "Büyük
Perşembe" onlara göre "ziyafet sofrası (Maide)" bayramıdır.
Bunun yanında arkadan gelen ilk pazar günü de "Kurtuluş (Fush)"
"Aydınlık" ve "Büyük" gibi sıfatlarla andıkları önemli bir
bayram sayarlar. O gün için boyalı yumurtalar ve başka yemekler hazırlarlar.
Hazırladıkları bu yemekler et, süt ve yumurta gibi hayvani besinlerden olur.
Çünkü oruçları süresince bu maddeleri yemezler, sadece ekmek ve üzüm gibi
taneli bitkilerden yapılmış yemeklerle oruç tutarlar.
Anlattığımız bu
hrıstiyan adetlerini çoğu, hatta burada anlatılmayan daha başka adetlerle
birlikte şeytan tarafından kendilerini müslüman sayan çok sayıda kimseye hoş
gösterilmiş, bunlar onların kalblerine girmiş ve sempatilerini kazanmıştır.
Bakıyoruz ki, adetleri ya bir kısım şeyler ekleyerek ya bazı eksiltmeler
yaparak yahud sıralarım değiştirerek uyguluyorlar. Bu değişiklikleri
yapmalarının sebebi bazan özendikleri hnstiyan guruplardan öyle görmeleri
ba-zdn da Allah'ın hak dininde yapmış oldukları keyfi değişiklikler gibi bu
alanda da keyfi değişikliklere girişmeleridir. Fakat o gün hrıstiyanlara mahsus
olduğu ve Allah'ın dininde hiçbir özellik taşımadığı işin hiçbir cahil
müslüman aşure günü orucunun özü bize göre meşrudur, fakat onlar da o güri
oruç tuttukları için biz oruç tutma biçiminde değişiklik yaparak (Onuncu günle
birlikte dokuzuncu günü de oruç tu-turak) onlara benzememeyi sağlıyoruz. Fakat
dinimizde asla yeri olmayan, tersine onların uydurma ve yürürlükten kalkmış
dinlerinden olan uydurma ve yürürlükten kalkmış dinlerinden olan adetlerin ne
özlerinde ve ne de biçimlerinde onlara özenemeyiz. Bu kuralı daha Önce
belirtmiştik.
Buna göre bizimle
hiçbir ilgisi olmayan, buna karışhk Özü. ile onlara mahsus olan bu günlerde
değişik bir gelenek ortaya çıkarıp benimsemek meselenin özü olan belirli bir
günü ayırıp yüceltme bakımından onlara benzemektir.. Acemlerin Nevruz ve
Mihrican bayramlarında oruç tutmayı mekruh sayan alimlere göre bu gerçek
açıktır. Özellikle değişik adetlere sahne olan o günler eğer onlar tarafından
yüce sayılmış günler ise bu işin açık bir özenti oluşu daha da kesinlik
kazanır.
Bu söylediklerimizi
daha açık hale getiren gelişme şudur.
Bu gün o hale gelinmiş
ki, çok sayıda müslüman hrıstiyan-ca oruç bozumu bayramı olarak kutlanan ve
onlar tarafından "Büyük Perşembe" diye.anılmakla birlikte aslında
"Basit Perşembe" olan bu perşembe günü gelince büyük şenlikler düzenleyerek
boyalı yumurtalar hazırlamak, sütler kaynatmakta, hayvanlarını kırmızı
aşılarla boyamakta, Allah'ın ve Rasulullah'ın bize bildirdiği bayramlardan daha
mükellef yemek sofraları düzenlemekte ve hac mevsimlerindekine benzer şekilde
hediyeler alıp vermektedirler. Üstelik bunları yapanların büyük bir çoğunluğu
ve şenliğin asîmi ve dayanağını artık hatırlanıyor. Ortada sadece her yıl
tekrarlanan düzenli bir adet kaldı, tıpkı müslümanların Ramazan ve Kurban
bayramları gibi. Bu konudaki şeytanın kışkırtmalarına mevsimin bahar olması,
güneş hesabına dayalı yılın başı olması ve bu günlerde et, süt, yumurta gibi
hayvani besin maddelerinin bol olması gibi bahaneler de yardımcı oluyor. Oysa
daha Önce belirttiğimiz gibi, bugün bir hrıstiyan bayramı olarak güneş yılının
belirli bir gününe bağlı değildir, otuz üç günlük bir aralık içinde ileri-geri
kayabilmektir. Bütün bunlar Peygamber Efendimiz (s.a.v.): "İlerde sizden
öncekilerin geleneklerine uyacaksınız" şeklindeki hadisinin pratikte
doğrulanmasıdırlar. Peygamberimizin sözünü ettiği "gelenekler"
kafirlerin bazı bayram adetlerine özenmek ve bundan alıkoymaktır.
Sınırlı bir özenme ve
benzeme saydığımız bu kötülüklere vesile ve bahane oluşturduğu gereçesi ile
haram olduğuna göre kafirliğe sürükleyen özenmelerin hükmü nice olur? Mesel
haç'a (salib'e) saygı göstermek, vaftiz olmak ve "Yollar farklı olsa bile
mabud (tapılan) tektir" gibi saçma sözler söylemek ve böylece ya bozulmuş
ve yürürlükten kaldırılmış yahudi ve hrıstiyan şeriatlerini Allah'a ulaştırı-cı
saymak veya bunlardan bazı Allah'ın dinine aykırı hükümleri hoş görüp onları
onaylamak gibi ki, böyle bir tutum, müslüman ümmetinin görüş birliği ile
Allah'ı, Rasulul-lah'ı, Kur'an'ı, ve İslam'ı inkar etmek demektir. Bunun temeli
de benzemek, özenmek ve katılmaktır.
Umuyorum ki, bu
açıklamalar sayesinde İslam şeriatının tutumunun ne kadar yerinde olduğunu
iyice anlamalı ve Allah'm Peygamberimize indirdiği kafirlere benzememek, onlara
ters düşmekle ilgili hükümlerin bazı hikmetlerini kavramış oldu.
Bilmek gerekir ki,
eğer onlara özenmenin bu çirkin gelişmelere yolaçtığını gözlerimizle görmemiş
olsak bile insanın tabii yapısı hakkındaki bilgimiz ile şeriatten kaynaklanan
temel deliller yirie bu tehlikeli yolu yasaklamamızı gerektirirdi. Oysa şimdi
bu özenmeden doğan ve bazan is-Iamdan tamamen çıkmaya yolaçan kötülükleri
gözlerimizle görüyoruz.
Bu konuda mantıklı bir
akıl yürütme (rasyonalizasyon) yaparken şöyle bir kıyas dünzenleyebiliriz.
Birinci Mukaddime:
Kafirlere özenmek insanı çoğunlukla ya küfre veya günaha bazan da her ikisine
birden sürükler, ayrıca insana sağladığı hiç bir yarar da yoktur.
İkinci Mukaddime:
İnsanı böyle bir akıbete sürükleyen şey haramdır.
Sonuç: Kafirlere
özenmek, benzemeye çalışmak haramdır.
Bu kıyası oluşturan
ikinci mukaddimenin (öncülün) doğruluğu kesindir, şüphe götürmez. Çünkü
şeriatın kaynaklarını derinlemesine bir incelemeden geçirdiğimiz takdirde görürüz
ki insanı çoğunlukla küfre sürükleyen şey haramdır. Bunlara bağlı olarak insanı
genellikle küfre sürükleyen ve buna karşılık yapılmasında gerektirici bir sebep
bulunma-layan şey de haramdır.
Kıyasımızın birinci
mukaddimesine gelince pratikteki gelişmeler bunu hem gözü görenlere ve hem de
körlere açıkça göstermiştir. Zaten "sürükleme" fenomeni tabii tabi
bir gelişme olarak şeriat koyucu tarafından gözönünde bulundurulmuş ve buna
yol verecek bahane açık kapıların önüne kesinlikle tıkanmıştır.
4- Bu
özentiden kaçınılması gerektiğini belirten dördüncü akli delil de şudur:
Bayram törenleri ve şenlikler insanlara din ve dünya ile ilgili yararlar
sağlayan fırsatlardır. Mesela bu bayram ve şenlikleri kutlayanların bu
fırsatlardan yararlanarak namaz kılmaları, zekat vermeleri, oruç tutmaları ve
hacca gitmeleri gibi. Bu nitelikleri yüzünden her şeriat bunlara yer vermiştir.
Nitekim Cenab-ı Allah bu konuda "Her ümmet için usulüne göre ibadet
edecekleri bir ibadet yolu (şeriat) belirledik" ve "Biz her ümmet
için, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar boğazlanırken,
üzerlerine O'nun adını ansınlar diye bir ma-bed belirledik..." buyuruyor.
(Hacc: 22/34-67)
Aynca Cenab-ı Allah
(c.c.) Son Peygamberinin dili ile en eksiksiz biçimde insanların yararını
garantileyen amelleri belirleyip açıklamaştır. Nitekim "Bu gün sizin
dininizi kemale erdirdim" ayeti bu anlamdaki "eksiksizliğe"
işaret ediyor. Bu yüzdendir ki, bu ayet hak dinin en büyük bayramı olan Kurban
bayramı hakkında inmiştir.
Şeriatler kalblenn
azığı ve besleyici azığıdırlar. Nitekim sahabilerden İbn-i Mesud (r.a.):
"Her davetçi
konuklarına ziyafet sunmak ister, Allah'ın ziyafeti de Kur'an'dır.[98]
diyor. Canlı organizmanın bir özelliği de eğer açken belirli bir yemeği yiyip
ihtiyacım gidermiş ise artık başka bir yemeğe karşı istekli olmaması, hatta o
başka yemeği yememesi ve eğer yiyecek olursa zorla ve isteksizce yemesidir. Bu
durumda sonradan yediği yemek vücud için zararlı veya yararsızdır ve her iki
durumda da kendini ayakta tutan besin kaynağı olmaz.
Tıpkı bunun gibi kulda
şeriat dışı davranışlarla psikolojik ihtiyaçlarının bir kısmını giderince bu
yabancı tatminler oranında meşru amellere karşı arzusu ve bu amellerden yararlanma
payı azalır. Ama bütün iştah ve gayretini meşru ainellere yönelten kimse böyle
değildir. Böyle kimsenin meşru amellere karşı sevgisi artar, onlardan
sağlayacağı yararın oranı yüksek olur, bu amellerle dini hayatım eksik-sizliğe
ve islamiyetin kemale erdirir.
Bu yüzdendir ki,
gönlünüzü huzura erdirmek için sık sık şarkı dinleyen kimsenin Kur'an'ı Kerim
dinleme isteğinin azaldığını, hatta bundan hoşlanmaz olduğunu görüyoruz. Yine
bol bol seyahat edip dünyanın çekici manzaralarını ve tarihi kalıntılarını
ziyaret eden bir kimsenin kalbinde böyle olmayan bir kimseninki kadar Kabe'ye
ziyaret etme şevkinin bulunmadığını görürüz. Tapkı bunun gibi gönlünün düşünce
ve edebiyat besinini eski Yunan ve Acem kaynaklarından sağlamayı huy edinen
kimse islam düşünce ve edebiyatına karşı kalbinde güçlü bir arzu bulamaz olur.
Bunlara paralel olarak kralların hayatlarını ve maceralarını okumaya düşkün
olan bir kimsenin peygamberlerin -selam üzerlerine olsun- hayatlarını ve
mücadelelerini anlatan kitaplara karşı fazla ilgi duymadıklarını görürüz.
Verdiğmiz bu örneklerin hayattaki benzerleri çoktur.
Nitekim Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) Ahmed-i Han-beli'nin bildirdiğine göre insan psikolojisinin
bu özelliğini dile getirdiği bir hadisinde şöyle buyuruyor:
"Her hangi bir
toplum bir bidat (İslama yabancı bir kültür unsuru) ortaya çıkarırsa Allah o
bidat kadar sünnet payını hayatlarından çekip çıkarır."
Kendi tutum ve
eğilimlerini objektif bir şekilde incele-yebilen herkes, ister sofu olsun,
ister devlet adamı ve isterse sıradan halktan biri olsun- bu gerçeğin
doğruluğunu kendi üzerinde görebilir.
İşte bu yüzündendir
ki, şeriat dinde bidat çıkaranlara şiddetle karşı çıkmış ve herkesi önemle bundan
kaçınmaya çağırmıştır. Çünkü bidatlere bulaşan kimselerin bu ortamdan elele
başbaşa, yani ne karlı ve ne de zararlı olmaksızın sıynlabildikilerini
farzetsek bile yine sahibi üzerinde gizli etkileri vardır, hatta şeriatın
yararlılığı ile ilgili duyguları köreltecekleri için, bu köreltme oranında
sahiplerinin kalbinde ve dini duygularında tahribata (yıkıma) yolaçarlar. Çünkü
hiçbir kalb biri atılan ve öbürü de atılan yerine konan iki şeyin sevgisini
birlikte taşıyacak kadar geniş değildir.
Bu böyle olduğu
içindir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) cahiliye döneminin iki bayram hakkında
"Allah bu iki bayram günü yerine size onlardan daha hayırlı olan başka iki
bayram günü verdi." buyurmuştur.
Buna göre insanın
kalbini bidat nitelikli davranışlarla beslemesi, şeriat kaynaklı amellerden
besin sağlamasını,- en azından yeterince besin sağlamasını engeller. Bu durum
da topkı bozuk besinler yiye yiye farkına varmadan hastalanan canlı bir
organizmada olduğu gibi, farkında olmaksızın insanın ruh sağlığını bozar,
yıkıma uğratır. Umuyoruz ki, bu kısa açıklama bidatlerin bazı zararlarını
açıkça ortaya koymuştur.
Eğer bu gerçek iyice
anlaşıldı ise Cenab-ı Allah (c.c.) bayramlara karşı kalblere koyduğu özlemi,
arzuyu ve bu bayramda alınıp verilen sadakalara, yapılan şenliklere, tatillere,
birlikte duyulan sevinç ve hazlara karşı uyandırılan ili-giyi anlamakta da
güçlük çekmeyiz. Bütün bu saydıklarımız çeşitli psikolojik isteklerimizi tatmin
eden şeyler oldukları için bayramlara karşı saygı duymamızı sağlarlar. Yine bu
gerekçeye dayanan şeriat bayramlarda Allah'ı yüksek seslerle zikretmeyi
gelenekleştirmiş, bayram süresince namazlarda ve hutbelerde diğer namazlarda
yer almamış olan yüksek sesli tekbirler getirmemiz istenmiş ve Özellikle
"Büyük Bayram" diye adlandırılan Kurban bayramında Allah'a saygı
sonucu O'nun rahmetini, dileyici ifadelere bol bol yer verilmiştir. Nitekim şu
ayet buna işaret ediyor.
"İnsanlara hacci
ilan et de gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen yorgun develer
üzerinde sana gelsinler. Gelsinler ki kendileri için bir takım faydalara şahid
olsunlar ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine belli
günlerde (onları kurban ederken) Allah'ın adını ansınlar. Bu hayvanların
etlerinden hem kendiniz yiyiniz ve hem de sıkıntı içinde bulunan fakirlere
yediriniz."
(Hacc: 22/27-28)
Görülüyor ki,
bayramlarda yer alan insan psikolojisi için çekici nitelikteki doğal adetler bu
bayramlara özgü şeriat kaynaklı ibadetleri sevmemize yardımcı oluyor. Fakat
eğer insan ruhu başka günlerde bu yönden ya kısmen veya tamamen tatmin edilecek
olursa o zaman Allah'ın bayramlarına karşı duyacağı ilgi azalacağı için sevgi
ve saygısı körelir, dolayısıyla o günlerde işlenecek salih amellerin üzerindeki
etkisi zayıflayacağı için büyük bir manevi hüsrana (zarar ve yıkıma) uğrar.
Yabancı bayramlarla
ilgi duymanın yolaçacağı asgari zararı anlayabilmek için şöyle bir iki kişi
düşünelim. Düşündüğümüz bu kişilerden biri bütün arzusunu şeriatımızın
bayramlarına yöneltirken öbürü hem şeriatımızın bayramlarına ve hem de yabancı
bayramlara karşı ilgi duymuş olsun. Besbelli ki, bütün ilgisini sırf
şeriatımızın bayramları üzerine yoğunlaştıran kimse ilgisini bizim
bayramlarımız ile yabancı bayramlar arasında bölüştüren kimseye göre şeriat
bayramlarını daha güçlü şekilde arzu edecektir. Bu gerçeğin farkında olmamak
ya gafletten veya umursamazlıktan ileri gelebilir. Şeiriatlerin bazı
inceliklerini bilen herkes bu gerçeği iyi bilir.
İlgi bölüşüldüğü
takdirde arzunun zayıflayacağını herkes tecrübeleri ile görebilir. Mesela
yabancıların bayramlarında çocuklarına yeni elbiseler giydiren veya onlara
diğer istedikleri şeyleri olan bir baba düşünelim. Bu çocukların islam
bayramlarına karşı besledikleri saygı kesinlikle zayıflayacaktır. Eğer biri
çıkar da:
"Gönüller bu
bayramların her iki türlüsüne de yer açar" derse kendisine:
"Eğer sadece
birini banndırsa duyacağı sevgi daha eksiksiz olur" deriz.
5- Bu tip
özentilerden kaçınmamızı gerektiren başka bir akli gerekçe de şudur: Kafirlerin
bazı bayramlarına Özenip şenliklerine katılmak insanları batıl inanç ve
gelenekleri konusunda yüreklendirir. Özellikle cizye ve haraç baskısı altında
ezik yaşıyorlarsa bu yüzden cesaret bulma ihtimalleri daha da çok artar. Çünkü
bu durumda müslümanlann dinlerine Özgü bir gelenekte kendilerine uydu
olduklarını görürler. Bu da tabii olarak kalblerini kuvvetlendirir ve morallerini
yükseltir. Hatta bu psikolojik avantajı fırsat bilerek zavallı müslümanaları
aşağılamaları, hor görmeleri bile mümkündür. Hiçbir aklı başında kimse bu
ihtimali uzak görmez. Çünkü onları boşuboşuna onurlu konuma yükselten
özenticilik ile yine onları cizye baskısı altına alma tutumu nasıl birbiri ile
bağdaşabilir?
6- Bu
özentilerden uzak durmamızı geciktiren diğer bir akli delil de şudur:
Kafirlerin bayramlarında yapılan hareketlerin bir kısmı küfür, bir kısma haram
ve bir kısmı da eğer bir an için özenme sakıncasından soyutlanacak olursa
mubahtir. Fakat bu kategoriler arasındaki fark belirgin olmakla birlikte bu
fark çoğunlukla ayırdedilmez. Buna göre alimler tarafından haram sayılmayan
konulardaki özennte-ler sıradan halkı haram olduğu kesin konularda da Özenme-ye
sürükler ki, pratikte rastlanan da budur.
Bu gerekçe ile daha
önce sözünü ettiğimiz daha sakıncalı özenmelere açık kapı bırakmama gerekçesi
arasındaki fark şudur. Açık kapı bırakmama gerekçesini konuşurken sakınca
olarak küçük şeylerle ilgili sınırlı özentilerin büyük çapta özenmelere yol
açacağını belirtmiştik. Şimdi burada ise özenme alışkanlığının sıradan halkın
dini anlayışını bu-Iandıracağını ve böylece onları iye ile kötüyü birbirinden
ayırdedemez duruma düşüreceğini vurguluyoruz. Yani ötekinde insan tabitının
iradeli bir eğilimi berikinde ise insanın inançlarının gereğini bilememesi
sözkonusudur.
7- Bu
özentilerden kaçınmamızı gerektiren bir başka akli gerekçe de daha önce
açıkladığımız gibi Özentinin özü ile ilgili bir inceliktir. Bu incelik şudur.
Cenab-ı Allah (c.c.) insanları, hatta diğer bütün canlı varlıkları benzerler
arasında karşılıklı etkileşme ilişkisi olacak nitelikte yarattı. Aradaki
benzerlik ne kadar çok olursa ahlak ve nitelikler arasındaki karşılık
etikileşme ilişkisi de o kadar güçlü olur. Böylece iş o raddeye varır ki,
benzerlerinin birini diğerinden ancak yakından bakınca ayırdedebiliriz.
İnsanlar arasındaki
ortak özelliklerin sayısı çok olduğu gibi birbirlerini etkileme oranları da çok
yüksektir. Bunun yanında insanla diğer hayvanlar arasındaki ortak özellikler
orta derecede yani ne çok fazla ve ne de çok az olduğu için birbirlerini
etkileme oranları da orta düzeydedir. Buna karşılık insanla bitkiler
arasındaki ortak özellikler canlılar arasındaki en düşük düzeyde olduğu için
birbirlerini etkileme oranlan da çok düşüktür.
Bu temel ilkenin
pratik bir sonucu olarak işbirliği ve ortak yaşama halindeki insanların
birbirlerini etkiledikleri ve birbirlerine huylar aktardıkları görülür. Bu
durum bir dereceye kadar belirli bir kişi ile o kişinin ortak yaşadığı bir
hayvan türü arasında da görülür yani bu kişi uzun süre yan-yana yaşadığı
hayvanın bazı huylarının etkisi altına girer. Bu yüzden devecilerin kendini
beğenmiş ve palavracı, uzun süre koyunlarla birlikte yaşayanların yumuşak
başlı oluverdik-leri gibi deve ve katır güdenlere de bazı katır huylarının bulaştığı
gözlenmiştir. Köpeklerle fazla haşır-neşir olanlarla da durum böyledir.
Bu kuralın kaçınılmaz
bir sonucu olarak insanlar ortak yaşama, uzlaşma ve karşılıklı nefret azlığı
ortamlarında yaşıyorlarsa birbirlerinin ahlaklarını yüksek oranda etkileyebilmektedirler.
Bunun yanında görünür yönler arasındaki ortaklık veya benzerlik görünmeyen iç
(batini) nitelikler arasında da yavaş yavaş oluşan, kolay farkedilmez bir
ortaklık ve benzerliğe yolaçmaktadir. Nitekim müslümanlaria yan-yana yaşayan
yahudi ve hrıstiyanlarm diğer dindaşlarına göre daha az kafir olduklarını
gördüğümüz gibi yahudi ve hrıstiyanlarla çok sıkı-ftkı yaşayan müslümanların da
hep kendi dindaşları ile yanyana hayat süren müslümanlardan imanca daha zayıf
olduklarını tespit ediyoruz. Öteyandan dış görünüş ve gelenekler arasındaki
ortaklık-arada var olabilecek olan yer ve zaman uzaklığına rağmen-insanlar
arasında benzerlik ve uyuşma meydana getirir.
Buna göre birazcık da
olsa kafirlerin bayramlarına özenmek, onların lanetlenmiş ahlaklarının etkisi
altına girmeye, yavaş yavaş ilerleyen gizli bir bozulma ile haram sınırlarını
zorlamaya yolaçar.
Sözün kısası olarak
diyoruz ki, kafirlerin dış görünüş ve adetlerine benzemek ahlakları ve kınanmış
hareketleri konusunda da hatta inanç sistemleri hususunda onlara benzemenin
sebebi ve açık kapısıdır. Gerek inanç sisteminde meydana gelecek olan bozulma
ve gerekse benzemeden doğacak olan ahlak ve davranış yozlaşması açıkça görülüp
net bir şekilde belirlenemez. Üstelik bir defa meydana geldikten sonra farkına
varılsa bile giderilmesi ya çok zordur veya imkansızdır. Açıklamaya
çalıştığımız temel ilkelerin gösterdiği gibi bu kadar önemle bir bozulmaya
yolaçan her sebep de şeriat koyucu tarafından mutlaka yasaklanmakta, haram
sayılmaktadır.
8- Bu
özentilerden uzak durmayı kaçınılmaz kılan bir başka akli sebeb de şudur:
Görünüşteki benzerlik insanlar ara-sinda sevgi, sempati ve dostluk doğurur.
Ayrıca kalbler arasındaki sevgi de dış görünüşlerde benzeşmeyi sağlar. Görgü ve
tecrübelerimiz bunu kesinlikle kanıtlar. Öyle ki, yabancı bir yarda buluşan iki
hemşehrinin birbirlerine karşı güçlü bir dostluk, sempati ve yakınlık
duydukları görülür. Oysa bu hemşehriler kendi şehirlerinde birbirlerini tanımayan
veya birbirleri ile kavgalı kimseler olabilirler.
Bunun sebebi de bu iki kimsenin
aynı şehirden oluşunun şimdi bulundukları gurbet diyarında onları birbirlerine
yaklaştıran ortak bir nitelik oluşturmasıdır. Hatta iki yolcu veya
gurbetçinin başlarına doladıkları sarıklar, üzerlerindeki elbiseler, saç
renkleri veya binek hayvanları arasında benzerlik olduğu görülse, bu kadarlık
bir ortak özellik bile, onlar arasından, hiçbir ortak yönleri bulunmayan başka
kimselerde bulunmayan bir yakınlık meydana getirir. Nitekim aynı dünyalık
mesleğe mensup kimseler arasında, böyle bir ortak yönleri bulunmayanlara göre
daha yakın bir dayanışma olduğunu görürüz. Üstelik bu dayanışma bazan çatışmaya
bile yolaçan menfaat ve düşünce bağdaşmazlıklarına rağmen varolabilmektedir.
Yine aynı sebepten dolayı birbirlerinden uzak ülkelerin bile kralları ve
devlet başkanları arasında yakınlık, yaşama tarzı ortaklığı ve sonuç olarak
bir çeşit dayanışma olduğunu müşahede ediyoruz. Bunların hepsi insan tabiatının
doğal sonuçlarıdır. Bu sonuçların doğmasını ancak kuvvetli bir din duygusu
veya özel bir engel önleyebilir.
Dünyalık nitelikler
arasındaki benzerlik insanlar arasından sevgi ve sempati doğurduğuna göre bu
benzerlik din alanında meydana gelirse sonuç nice olur acaba? Hiç şüphesiz bu
alandaki benzerlik benzeşen kimseler arasında sampati meydana getirme
bakımından daha güçlü ve daha etkili bir faktördür. Oysa yahudi ve
hrıstiyanları sevmek, onlara karşı sempati duymak imanla bağdaşmaz. Nitekim
Cenab-ı Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor:
«Ey müminler, sakın
yahudüeri ve hnstiyanlan dost edinmeyiniz. Çünkü onlar birbirlerinin
dostlarıdırlar. Aranızdan kim onları dost edinirse o onlardandır. Hiç şüphesiz
Allah zalimlere hidayet vermez." Kalblerinde hastalık (münafıklık)
bulunanların. Başımıza bir felaket gelmesinden korkuyoruz.- diyerek onların (yahudi
ve hrıstiyanların) arasına koştuklarını görürsün. Ama belki Allah size fetih
veya başka bir çıkış yolu bağışlar da o zaman bu kimseler içlerinde
gizledikleri duygulardan dolayı pişman olurlar. O zaman müminler -sizinle beraberiz,
diye kuvvetli yemin edenler bunlar mıdır?- derler. Onların bütün çabaları boşa
çıkmış ve kaybedenlerden olmuşlardır » (Maide:
6/51-52-53)
Öteyandan yine Cenab-ı
Allah (c.c.) kitap ehlini umursamazlıkları yüzünden kınayan bir dizi Kur'an
ayetinde
şöyle buyuruyor:
"İsrailoğullarının
kafirlerine gerek Davud ve gerekse Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanet
edilmiştir. Bunun sebebi onların Allah'ın emirlerine karşı gelmeleri ve Allah'ın
sınırlarını çiğnemeleri idi. Çünkü Onlar işledikleri kötülüklerden
birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Bu yaptıkları ne fena bir şeydi!
Onların çoğunun inkar edenleri dost edindiklerini görürsün. Gerçekten
nefislerinin onlar için hazırladığı akıbet ne kötüdür ki, bu yüzden Allah
onlara gazab etmiştir ve azab-da ebedi kalacaklardır. Eğer onlar Aİlah'a,
Peygambere ve Peygambere indirilen gerçeklere inanmış olsalardı, aralarındaki
kafirleri dost edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fasık (aşırı günahkar)
kimselerdir."
(Maide: 5/78-81)
Görüldüğü gibi bu
ayetlerde Allah'a, peygambere ve paygambere gelen gerçeklere iman etmenin
kafirleri dost edinmeyi gerektirdiği ve kafirleri dost edinmenin imanın yokluğu
anlamına geldiği belirtiliyor. Öteyandan Cenab-ı Allah (c.c.) aym gerçeği
vurgulamak üzere Kur'an'in başka bir yerinde de şöyle buyuruyor:
"Allah'a ve
ahiret gününe inanan hiç bir insan topluluğu göremezsin ki; babaları,
evlatları, kardeşleri veya akrabaları bile olsa Allah'a ve Rasulullah'a düşman
olanlarla dost olabilsinler. Bunlar öyle kimselerdir ki, Allah kalblerine iman
yazmış ve onları kendinden bir ruh ile (kalb nuru veya Kur'an'Ia)
desteklemiştir."
(Mücadele: 58/22)
Görülüyor ki, bu
ayette Cenab-ı Allah (c.c.) kafiri seveh hiç bir müminin bulunamayacağını ve
buna bağlı olarak kafiri seven kimsenin mümin olamayacağını çok açık bir ifade
ile belirtmektedir. Buna göre kafirleri sevme anlamına gelebilecek olan onlara
dış görünüş ve geleneklerinde benzeme tutumu haramdır. Bilinmelidir ki,
kafirlere benzemek, onların davranış ve zihniyetlerine özenmek daha bir çok
bakımdan sakıncalı ve zararlıdır. Biz bu sakınca ve zararların saydığımız
kadarı ile yetinelim. Doğruyu bilen Allah'dır.
[99]
Bilinmelidir ki,
kafirlere benzemek iki türlü olur. Birincisi taklit konusu davranışın onların
dinlerine özgü bir hareket olduğunu bile bile yapmaktır. Eğer durum böyle ise
onların dinlerine özgü olan bu hareket ya sırf kafirlere benzemek için
yapılabilir -ki buna seyrek rastlanır- ya söz konusu harekete karşı beslenen
arzu yüzünden yapılır veya bu hareketin dünya ya da ahiret bakımından fayda
sağlayacağı sanılarak, yapılabilir. Bu üç ihtimalin hangisi sebep olursa
olsun, onlara özenilerek yapılacak hareketin haram olacağı kesindir. Fakat bu
kategoriye giren özenmelerin bazılarında haramlığm sınırı büyük günah olmak
hükmüne kadar varırken diğer bazılarında ilgili şeriat delilleri gereğince,
küfre ulaşır.
İkinci türlüsü ise
taklit hareketi, onlara özgü bir davranış olduğunu bilmeden yapmaktır ki, bu
da ayrıca ikiye ayrılır: Birincisi hareket özü itibarı ile kafirlerden
alınmadır. Bu takdirde de söz konusu hareket ya kafirin yaptıkları gibi
yapılır veya yer, zaman ve uygulama biçimi gibi detaylarda değişliklere
uğratılarak yapılır ki, yukarda anlattığımız "Perşembe" bayramı veya
Hz. İsa'nın doğum şenlikleri örneklerinden görüldüğü gibi müslüman halk
yığınları arasında en çok rastlanan taklit şekli budur. Halk bu alışkanlıkları
gelenek haline getirmekte ve bu gelenekler zamanla babalardan evlatlara
geçmektedir. Bu durumda çoğunluk yaptığı şeyin kaynağını bilmez. Bu tip
özentilerle karşılaşınca taklitçilere ilk önce yaptıkları hareketin mahiyeti ve
hükmü anlatılır. Eğer yaptıklarından vazgeçerler ise mesele yok değilse artık
birinci kısımda anlatılan bile bile Özenme kapsamına girerler.
Bilmeyerek yapılan
özenmelerin ikinci türlüsünde söz konusu ortak davranış aslında kafirlerden
alınmış değildir, ama bu hareketi onlar da işlemektedirler. Bu ortak harekette
kafirlere özenme sakıncası yoktur, sadece onlara ters düşme ilkesinden uzaklaşma
durumu vardır. Böyle bir davranışın mekruh veya haram sayılabilmesİ için
kafirlere benzeme faktörünün dışında kalan başka bir seri delil gereklidir.
Çünü bu durumda bizim mi onlara özendiğimiz, yoksa onların mı bize özendikleri
açıkça belli değildir, hiçbir tarafın öncülüğü kesin değildir. Fakat eğer
böyle bir hareketi yapmamanın hiç zararı yoksa tafirlere ters düşmek için bu
davranışı yapmamanın iyi olacağı açıktır. Çünkü daha ön-"4 ce
belirttiğimiz gibi böylece kafirlere ters düşmenin yaran elde edilmiş olur.
Hemen belirtelim ki,
bu tip ortak davranışlarda şeriat bazan bizi onlara ters düşmeye ve bazan
kılık-kiyafet konusunda olduğu gibi onları bizden ayrılmaya zorlayabilir.
Bazan da ağaran saçları siyaha boyamak ve ayakkabılarla namaz kılmak örneklerinden
gördüğümüz gibi onlara ters düşmemizi müstahap saymakla yerinebilir; kimi
zaman da bu hareket ortaklığı iftarı ve akşam namazını geciktirme konularında
olduğu gibi mekruh olur.
Görüldüğü gibi bu tip
ortak davranışların hükmü kafirlerden alınmış hareketlere özenme durumundaki
hükümden çok farklıdır. Daha önce vurguladığımız gibi kafirlerden aktarılmış
hareketlerde aslolan haram olmaktır. [100]
Mesela yeryüzünün
çeşitli yerlerinde güneşe ve diğer yıldızlara secde eden, onlara çeşitli dua
ve saygı ifadeleri ile yalvaran, onlara akıllansıra yakışır sandıkları türlü
kılıklar giydirip çeşitli yüzükler takan(!) yine akıllan sıra onlara çeşitli
tapınma yer ve zamanları ayırıp bu tapınma törenleri sırasında ateşler,
tütsüler yakan bir çok insanlara rastlıyoruz.
Bu gerek eski
dönemlerin ve gerekse günümüzün bir çok insanını saptırmış en önemli müşriklik
biçimlerinden biridir. Hatta bu şirk biçimi İslam'a bağlı bazı kimseler
arasında bile yayılmıştır.
Nitekim ünlü bir yazar
(Fahri Razi) bu alanda "Essirrul Mektüm Fissihri vemahatabatinnücum"
adı altında bir kitap yazmıştır. Bukitabda Hind, Sabii (yıldıza tapan) ve eski
arap kaynaklı müşriklerin görüşleri doğrultusunda açıklamalar yapılmış bu
arada Hind'li Tamtam, Babil'li Melkuşa, İbn-i Vahşiyye[101],
Ebu Maşer, Belhi[102]ve
Sabit b. Kara[103]gibi Kur'an'ın deyimi ile
"Cibt" ve "Tağuf'a inanarak müşrik-liğe kapılmış,- aynı zamanda
sözde müslüman olduğu ileri süren sapıkların nazariyelerine yer verilmiştir.
Cenab-ı Allah (c.c.) böyleleri ile ilgili olarak şöyle buyuruyor:
"Kendilerine
Kitab'dan belirli bir pay verilmekle birlikte Cibt'e ve Tağut'a inanan ve
kafirler için "Bunlar mü'minlerden daha doğru bir yoldadır"
diyenleri görmüyor musun? İşte onlar Allah'ın lanetine uğrayan kimselerdir.
Allah kime lanet ederse artık onun için hiçbir yardımcı bulamazsın" (Nisa: 4/51-52)
Bazı ilk nesil
(selefi, klasik) tefsircilerin yorumuna göre buradaki "Cibt" büyü ve
"Tağut" da çeşitli putlar anlamındadır. "Tağut"un şeytan
demek olduğunu söyleyenler de vardır ki, her iki yorum da doğrudur.
Söz konusu kimseler
büyücülük anlamına gelen "Cibt" ile "Tağut"a tapmak
anlamındaki müşrikliği biraraya getiriyorlar. Tıpkı büyücülükle yıldızlara
tapmayı birleştirdikleri gibi." Oysa bu tutum, İslam dininin, hatta diğer
peygamberlerin öğretmiş oldukları dinlerin açık ilkelerine göre kesinlikle
müşrikliktir ve yasaktır. Hatta hatta bu tutum peygamberlerin yasaklayıp
önlemek görevi ile gönderildikleri en büyük şirk biçimlerinden biridir. Mesela
İbrahim (a.s.) ile kavmi arasında çatışma konusu olan şirk, bu tür bir şirktir.
Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: * "Böylece biz İbrahim'e
göklerin ve yerin muhteşem varlıklarını gösterdik ki, kesinlikle inananlardan
olsun. Üzerine gece basınca İbrahim bir yıldız gördü; "Benim Rabb'im
budur" dedi. Fakat yıldız batınca "Batanları sevmem" dedi. Ayı
doğarken görünce "Rabbim budur" dedi. O da batınca "Eğer Rabb'im
bana doğru yolu gös-termeseydi, mutlaka sapıklardan olurdum" dedi. Güneşi
doğarken görünce "İşte Rabbim bu, bu hepsinden bü-yük"dedi. Fakat o
da batınca "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerin
tümünden uzağım. Ben yüzümü kesinlikle gökleri ve yeri yoktan varedene
çevirdim, artık ben O'na ortak koşanlardan değilim" dedi. Bunun üzerine
kavmi onunla tartışmaya girişti. O onlara dedi ki; "Allah beni gerçeğe
iletmişken O'nun hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Ben sizin O'na koştuğunuz
ortaklardan korkmam. Rabb'im ne dilerse o olur. Rabbim'in bilgisi her şeyi
kapsar. Hala kendinize gelip öğüt almaz insiniz? Hem siz Allah'ın, ilah oldukları
hakkında fci£ bir delil indirmemiş olduğu şeyleri O'na ortak koşmaktan
korkmuyorsunuz da ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden nasıl olur da korkarını?
Şimdi biliyorsanız söyleyin bakalım, Allah'a ina-naniar mı, yoksa O'na ortak
koşanlar mı, güven içinde olmaya daha layıktırlar? Hiç şüphesiz inananlar ve
imanlarını her hangi bir zulümle gölgelememiş olanlar yok mu? İşte asıl güven
içinde olanlar onlardır ve hidayete ermişler de onlardır. İşte bunlar, kavmine
karşı İbrahim'e vermiş olduğumuz hüccetlerimizdir. Biz dilediğimizi
derecelerce yükseltiriz.- Hiç şüphesiz Rabbin hikmet sahibi ve her şeyi
bilendir" (En'am: 6/75-83)
İbrahim (a.s.) böyle
bir yol izlemesinin sebebi onun kavminin yıldızlan ilah edinmiş olması, yani
dua ve dileklerini bu yidızlara yöneltmeleri idi. Fakat ne onlar ve nede başka
her hangi bir aklı başında kimse bu yıldızlardan birinin gökleri ve yeri
yarattığına inanmıyordu. Onlar sadece tıpkı bu sözünü ettiğimiz müşrikler
gibi, Allah'ı bir yana bırakıp bu yıldızlara dua ediyorlardı. Bu yüzden
Kur'an-ı Kerim, Halil İbrahim'in dili ile şöyle buyuruyor:
"Siz ve eski
atalarınız yok mu? Hep benim düşman-larımsınız. Yalnız alemlerin Rabb'i benim
dostumdur"
(Şuara: 26/76-77)
Yine Kur'an'da
okuduğumuza göre Halil İbrahim şöyle diyor:
"Hani İbrahim
babasına ve kavmine "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım, onlarla hiç bir
ilgim yok" demiştik "Ben sadece beni yaratan Allah'a kulluk ederim.
Beni doğru yola iletecek olan O'dur"
(Zuhruf: 43/26-27)
Görüldüğü gibi,
İbrahim peygamber zamanında yaşayan inşaların gerek yükseklerdeki yıldızlara
taparak içine düştükleri şirki ve gerekse bu yıldızları sembolize eden anıtlar
ile tılsımlara veya ölmüş peygamberler ile salih amelli şahsiyetler temsil eden
anıtlara taparak saplandıkları müşrikliklere kesinlikle karşı çıkmakta, hatta
aşağıdaki ayet'ten öğrendiğimize göre bu saplantının maddi görüntüsü olarak
ortaya çıkan putları ve heykelleri kırıp devirmektedir.
"Sonunda İbrahim
o putları parça parça etti, yalnız en büyüklerini bıraktı, belki ona baş
vururlar diye"
(Enbiya: 6/85)
Söylemek istediğimiz
şu ki, yıldızlara taparak şirke saplanmak nasıl ki çok görülmüş bir sapıklık
şekli ise ölülerden medet umarak; yani onlara dua ederek, onlara yalvararak veya
onlardan himmet bekleyerek şirke düşmek de sık sık görülen bir müşriklik
biçimidir.
Rasulullah (s.a.v.)
belirli oranda şirke yolaçabilir endişesi ile sırf Allah'a yöneltilmiş duaları
da içeren namaz ibadetinin mezar başlarında kılınmasını yasakladığına göre
ölülerden medet beklemek gibi şirkin ta kendisi olan bir tutuma nasıl göz
yumulabilir? İster ölüden doğrudan doğruya bir dileği gerçekleştirmesi veya
başa gelen bir belayı savması istenmiş olsun veya isterse ölülerden bu
dilekleri Al-lah'dan istemeleri istenmiş olsun, farketmez.
Hatta peygamberler ve
melekler gibi bazı yaratılmışları araya koyarak Allah'a yemin edilmiş olsa
bile bu davranış yasaktır. Bu iş araya konmuş yaratılmışların mezarları başında
yapılmamış olsa bile. Aslında her hangi bir yaratılmış üzerine yemin edilemez.
Böyle bir yemin hem yasak ve hem de bütün mezheb imamlarının görüş birliği ile
geçersizdir. Yalnız acaba bu yasak harama yakın bir yasak mı, yoksa kaçınmayı
özendirici (tenzihi) bir yasak mıdır, meselesi tartışmalıdır ve daha doğru olan
görüşe göre harama yakın (Tahrimi) bir yasaktır,[104] [105]
Bu meselede alimler
arasında sadece Rasulullah (s.a.v.)
üzerine yapılacak
yeminler tartışma konusu olmuştur. Bu meselede İmam-ı Ahmed ile arkadaşlarına
mal edilen (ve hem "olur" ve hem de "olmaz" diyen) iki zıt
görüş vardır. Bu arada İbn-i Ukeyl, diğer peygamberler üzerine yapılabilecek
olan yeminleri de bu tartışmanın kapsamına almıştır. Fakat Şafii, Ebu Hanife ve
Maliki gibi imamlar çoğunluğunun ortak görüşüne göre her hangi bir yaratılmış
üzerine yapılacak yemin kesinlikle geçersiz olduğu gibi böyle bir yemini
yapmak yine kesin olarak yasaktır. Doğru olan görüş de budur.[106]
Rasulullah'ı (s.a.v.)
araya koyarak Allah (c.c.) üzerine yemin etmek de aynı temel ilkeye dayanır ve
aynı tartışma o konuda da geçerlidir. Mervezi Hanbeli'nin Rasulullah'ı (s.a.v.)
araya koyarak Allah'a "Tevessül" edilebilir dediğini belirtiyor ki,
bu rivayet Rasulullah'ı (s.a.v.) araya koyarak yapılacak yeminlerin geçerli
olduğu şeklindeki ona ma-ledilen görüşe uygundur. Fakat doğrusu, böyle bir
yeminin geçerli olmadığı gibi bu "Tevessül"ün de yerinde olmadığıdır.
Rasulullah (s.a.v.) dışında kalan her hangi bir kimseyi araya koyarak yemin ve
"Tevessül" edilemeyeceği hususunda alimler arasında görüş birliği
vardır. Başka bir deyimle dilekler sadece Allah'dan istenir ve O'nun isim ve
sıfatları anılarak yine O'nun üzerine yemin edilebilir. Rasulul-lah'tan
(s.a.v.) bize ulaşan aşağıdaki Örnek dualar gibi:
"Allahumme inni
eselüke biennelekelhamdü Eentel-lahulhannanül mennanü Bediussemavatı velardı.
Ya-zelcelali velikram: Ya Rabbi, sana hamdederek dilediğimi senden istiyorum.
Sen bağışlayıcı ve bol ihsan sahibisin. Gökleri ve yeri yoktan varedensin. Ey
celal ve ikram sahibi"[107]
Hadis niteliğindeki
bir diğer dua da şöyledir:
"Allahümme inni
eselüke bienneke entellahulehid es-samed ellezilemyelid ve lemyuled
velamyekünlehu küfü-ven ehed: Ya Rabbi, dileğimi senden istiyorum. Sen ki, tek,
başka hiç bir şeye muhtaç olmayan, doğurmamış, do-ğurulmamiş ve hiç bir dengi,
benzeri olmayan Allah'sın"[108]
Bu tür duaların bir
diğeri de şudur:
"Eselüke bikülli
ismin huveleke sem m ey t e bihi nefse-ke ev enzeltehu fikitabike ev allemtehu
eheden minhal-kıke evisteserte bihi fiilmilgaybi indeke: Ya Rabbi, dileğimi
senden diliyorum. Kendine taktığın, Kitab'ında indirdiğin, her hangi bir
yaratığına öğrettiğin veya hiç kimseye bildirmeyerek yanında saklı tuttuğun
bütün isimlerin hürmetine"[109]
Gerek bunlar ve gerekse
bunlara benzer nitelikteki dualar, alimlerin söz birliği ile, meşru (şeriata
uygun) dualardır.
Bu arada Allah'dan
"Eselüke bimeakıdil izzi minarşike: Ya Rabbi, senin Arş'mın yüce katından
dilerim ki", diyerek bir şey istenip istenmeyeceği tartışmalıdır. Bazı
alimler hakkında belge bulunduğu gerekçesi ile bu ifadenin kullanılabileceğini
söylerken Ebu Hanife'nin böyle söylemeyi mekruh gördüğü nakledilmiştir. Nitekim
Ebulhasan Kudu-ri'nin[110] Şerhi
Kerhi adlı eserde bildirdiğine göre Bişr b. Velid[111]
şöyle diyor:
"Ebu Yusuf'un
şöyle dediğini duydum: Ebu Hanife dedi ki: Allah'a dua eden herkes yalnız O'na
sığınarak dua etmelidir. Dua ederken "Bimekıdıl izzı minarşike: Arş'inin
yüce katına" veya "Bihakkı halkıke: yaratıklarının hakkı için"
gibi ifadeler kullanmak bana göre mekruhtur" Ebu Yusuf diyor ki:
"Bana kalırsa
"Bimaekıdıl izzi minarşike" ifadesi aslında Allah'ın kendisini ifade
ettiği için dualarda kullanılması mekruh değildir. Fakat "Falancanın
hakkı için", "Peygamberlerinin hakkı için", "Kabe ve Beytullah
hakkı için" gibi ifadeler kullanarak dua etmek mekruhtur".[112]
Kısacası alimlerin
ortak görüşüne göre Allah'ın herhangi bir yaratığı adına ondan bir şey dilemek
caiz değildir. Çünkü yaratılanın yaratan üzerinde hiç bir hakkı olmadığı İçin
hak sahibi olmayan birini araya koyarak O'ndan birşey dilemek yerinde
değildir. Fakat eğer dua ederken "Bimeakıd-dizzi minarşike" ifadesi
kullanılacak olursa bu acaba bu ifade yaratılmıştan birşey istemek midir, yoksa
Allah'dan dilekte bulunmak anlamına mı gelir, meselesi tartışmalıdır. Nitekim
Ebu Yusuf, bu ifadenin kaynaklarımızda bulunan bir duada yer aldığını ileri
sürerek kullanılabileceğini söylemiştir. Yine kaynaklarda yer alan ve bu
konuda mutlaka hatırlatılması gereken şöyle bir olay vardır: Gözleri görmeyen
bir sahabi Rasululiah'a (s.a.v.) baş vurarak ondan gözlerinin açılması için
Allah'a dua etmesini rica etti. Rasulullah (s.a.v.) da ona abdest alıp iki
rekat namaz kıldıktan sonra şöyle dua etmesini emretti:
"Allahümme inni
eselüke ve eteveccehü ileyke bine-biyyike Muhammed'in Nebiyyirrahmeti. Ya
Muham-med, ya Nebiyyellah, inni eteveccehü bike ila Rabbi fi haceti litakdıha
ANahummc feşeffihu fiyye: Ya Rabbi, dileğimi senden diliyor ve rahmet
peygamberi olan peygamberin Muhammed'i araya koyarak sana yöneliyo-rum. Ey
Muhammed, ey Allah'ın peygamberi, seni ara-ya koyarak Rabbime yöneliyor ve
ondan bu isteğimi yerine getirmesini diliyorum. Bana O'nun katında şefaatçi
ol"[113]
. Gözleri görmeyen
adamın bu duasının arkasından Rasulullah (s.a.v.) onun için dua etti ve bir
süre sonra Allah'ın bu sahabiye gözlerini geri verdiği görüldü.
Bu meseleye birkaç
yönden cevap verilebilir:
1-
Birincisi, hiç şüphe yok ki Cenab-ı Allah (c.c.) mü'min kullarına kendi
üzerinde hak belirlemiştir. Nitekim o onay et'te
"Mü'minlere
yardım etmek üzerimize borçtur"
(En'am: 6/54) . ve
başka bir ayet'te de
"Rabbiniz rahmeti
kendi zimmetine yazdı" buyuruyor.
(Rum: 30/47)
Öteyandan Buhari ile
Müslim'de bellirtildiğine göre sa-habilerden Muaz b. Cebel bir yolculukta
Rasulullah (s.a.v.) ile ortaklaşa bindikleri bir hayvanın arka kısmında
yolalır-ken Rasulullah (s.a.v,) kendisine:
"Ya Muaz,
Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir biliyor musun?" diye sordu.
Muaz'ın:
"Allah ve Rasulü
bilir" diye karşılık vermesi üzerine
"Allah'ın kulları
üzerindeki hakkı, O'na hiç bir şeyi ortak koşmaksızm kulluk etmektir"
buyurdu. Arkasından:
"Peki, ya Mu az,
kuların Allah üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?" diye sordu.
Muaz'dan yine:
"Allah ve Rasulü
bilir" cevabını alınca da:
"Kulların Allah
üzerindeki hakkı (kendi görevlerini yaptıkları takdirde) Allah'ın kendilerine
azab çektirme-mesidir" diye buyurdu.[114]
Bu husus Allah'ın açık
sözü ve sadık vaadi gereğince kesinlik kazanmış bir haktır. İslam alimleri
Allah'ın sadık vaadi gereğince belirlenen hakların kesin olduğu hususunda söz
birliğine varmış, fakat "Allah, kendi kendine bir sorumluluk yükler mi,
buna bağlı olarak kendi kendine bir yasak koyar mı?" meselesinde
tartışmaya düşmüşlerdir. "Böyle bir şey olabilir" diyen de
"olamaz" diyen de vardır.
Böyle bir şeyin
olabileceğini savunanlar
"Rabbiniz rahmeti
kendi zimmetine yazdı" ayet-i ile
"Ben zulmü
kendime yasak kıldım"[115]diye
başlayan sahih kudsi Hadis-i delil olarak göstermişlerdir. Bu konuda başka bir
yazımızda geniş açıklamalar yaptık.
Fakat kullar için
geçerli olan "gereklik" ve "yasaklar" gibi gereklilik ve
yasakların Allah için söz konusu edilmesi, Kaderiye akımı tarafından savunulan
bir görüştür.[116] Bu görüş hem sahih
delillere ve hem de aklın ilkelerine ters bid'at nitelikli bir görüştür. Buna
karşılık Ehl-i Sünnet akımına bağlı alimler, Allah'ın her şeyin yaratıcısı,
Rabbi ve meliki olduğu, dilediklerinin olduğu ve dilemediklerinin olmadığı ve
kulların O'na hiç zorunluk yüklemeyecekleri ilkeleriyle görüş birliği
halindedirler. Bundan dolayı Ehl-i Sünnet akımına bağlı olanlar arasında Allah
İçin "gereklilik" ilkesinin geçerli olduğunu ileri sürenler
görüşlerini şöyle savunmuşlardır; "Allah rahmeti kendi zimmetine yazdı ve
zulmü de kendine yasak kıldı. Fakat bu ilke kulların kendi aralarındaki
ilişkilerde olduğu gibi kulun Allah üzerinde hak sahibi olduğu anlamına
gelmez. Bu ilke Allah'ın kullara bütün iyi şeyleri bağışladığı, onların
yaratıcısı olduğu kendilerine peygamberler gönderdiği, onlara imanı ve sa-Hh ameli
nasib ettiği anlamındadır. Kim kaderiye ve Mutedile akımlarının bağlıları gibi
düşünerek tıpkı bir işçinin işveren üzerinde hak iddia ettiği gibi kulların da
aynı anlamda Allah üzerinde hak sahibi olabileceklerini ileri sürerse cahilce
bir söz söylemiş olur".
Böyle olunca her hangi
bir vasıta ile Allah'a yaklaşmak O'nun bağış ve kereminden başka bir şey
değildir. Kullarının O'nun üzerindeki hakkı O'nun bsrğış ve ihsanı sonucudur,
yoksa ne karşılıklılık ve nede her hangi bir kimsenin O'na yüklediği bir
zorunluluk anlamında değildir. Bu kavramlar O'nunla bağdaşamaz. O böyle
şeylerden uzak ve münezzehtir. [117]
Eğer kullar takva
gibi, salih amel gibi Allah'ın sonuç alıcı sebep olarak belirlediği faktörlere
dayanarak Allah'tan bir-şey dileyecek olurlarsa Allah dualarını kabul eder.
Çünkü bilindiği gibi Allah bu sebeplerin sahiplerine çeşitli bağışlarda
bulunacağını, onlara tüm sıkıntılar karşısında bir çıkar yol göstereceğini ve
kendilerine hiç ummadıkları yerlerden rı-zık sağlayacağını vaadetmiştir. Salih
kullarının başkaları için yapacakları dualarla O'nun katında itibarlı
kullarının şefaatleri bu kategoriye girer. Bu yol, Allah'ın sebep olarak belirlediği
faktörlere dayanarak O'ndan dilekte bulunma yoludur.
Buna karşılık,
Allah'ın sebep olarak belirlememiş olduğu bir yolla O'ndan dilekte
bulunmalarına gelince, bu ya bir yaratılmışı oraya koyarak O'nun üzerine yemin
etmekle olur ki, her hangi bir yaratılmışı araya koyarak Allah üzerine yemin
yapılmaz. Veya sonucu gerektirmeyecek biçimde dilekte bulunmak suretiyle olur
ki, bu da anlamsız ve yararsız bir girişim olur...
Kısacası, Peygamberler
ile mü'minlerin Allah'ın sadık vaadi, açık sözü ve rahmetinin sonucu olarak
Allah üzerinde bazı hakları vardır. Bu haklar, onlara yardım edip kendilerini
yüzüstü bırakmaması, onları mutlu edip azaba çarptırmaması olduğu gibi bunlar
Allah katında itibarlı oldukları için Allah onların şefaatlerini ve başkaları
tarafından gelse geri çevirebileceği dualarını kabul etmektedir.
Buna göre eğer bir
kimse "senden falanca veya filanca hakkı için şunu şunu istiyorum"
diye dua ederse Rabbine dua etmemiş, dileğini O'na yöneltmemiş olur. Bunun
yerine Allah'ın zatına ve kendisine vaadettiği bağışa dayanacağı yerde'söz
konusu şahsa dayanmış, sevgi ve saygısını ona yöneltmiş olur.
Bu durum karşısında
şunları söyleyebiliriz: Gerek doğrudan doğruya Allah'a sığınarak emretmiş
olduğu salih amelleri işlemek suretiyle Allah'dan bir şey dilemek ve gerekse
peygamberlerin ve salih kişilerin dua ve şefaatleri aracılığı ile dilekte
bulunmak tartışmasız biçimde şeriata uygun olan yoldur. Hatta bu yol aşağıdaki
ayet'lerde baş vurulmasını emrettiği "vesile"lerin en önemlisidir:
"Ey mü'minler,
Allah'dan korkunuz. O'na yaklaştıracak yollar arayınız ve O'nun yolunda cihad
ediniz ki, kurtuluşa erebilesiniz" (Maide: 5/35)
"O yalvarttıkları
da, onların Allah'a en yakın olanları da Rabblerine yaklaşmak için vesile
ararlar; O'nun rahmetini dilerler ve azabından korkarlar" (İsra: 17/57)
Allah'a "vesile"
aramak, O'na ulaştıracak uygun yol aramak, O'na yaklaşabilmek demektir. Bu
yaklaştıncı yol, Allah'a ibadet etmek, O'nun emirlerine uymak .şeklinde
olabileceği gibi çeşitli yararlar elde etmek veya çeşitli zararları baştan
savmak amacı ile O'na dilek sunmak ve sığınmak biçiminde de olabilir.
Kur'an'daki "dua" sözcüğü bu anlamı kapsamına alır. Yani hem
"ibadet" ve hem de "istek sunma" anlamını birarada ifade
eder. Bu iki anlamdan her biri diğerini de gerektirir.
Fakat gündelik hayatın
akışı sırasında her hangi bir sıkın-, ti ile karşılaşan kulun amacı bu durumda
isteğinin karşılanması ve başına gelen belanın savılması olur. Bu yüzden
di-•lekte bulunarak ve yalvararak bu ilk amacına ulaşmaya çalışır. Oysa
yaptığı şey aynı zamanda ve özü bakımından bir ibadettir. Böyle bir kul
başındaki beladan kurtulunca yine dua aracılığı ile»bol nzka, başarıya ve genel
anlamı ile mutluluğa ulaşmak ister. Fakat bu arada yapmış olduğu dualar ve
seslendirmiş olduğu yalvarmalar kendisine bu yakın amaçlarından daha Önemli ve
daha değerli kazançlar sağlar. Bu kazançlar Allah'a karşı beslediği imanın
pekişmesi, Allah desteği, Allah sevgisi, Allah'ın adını anmanın ve O'na dua
etmenin hazzı gibi nimetlerdir. Demek oluyor ki dua, Allah'ın kullarını
dünyalık dilekleri aracılığı ile yüce dini amaçlara yönettiği bir ilahı rahmet
sebebidir. Dua etmeye hazırlanan kul öncelikle Allah'a karşı olan görevlerini
yerine getirmeye yönelir; içinde canlanan Allah sevgisini, Allah bağlılığını ve
Allah korkusunu O'nun emirlerini uygulayarak ifade etmeye çalışır. Gerçi bu
tutum rızk bolluğu, başarı ve mutluluk gibi dünyalık amaçlan da içerir.
Bu konuda Cenab-i
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Bana dua ediniz
ki, ben de duanızı kabul edeyim"
(Mü'min: 40/60)
Nitekim Ebu Davud'un
bildirdiğine göre Rasulullah (s.a.v.):
"Dua, ibadet
demektir"[118]
buyurduktan sonra söylediklerini desteklemek için bu ayet-i okumuştur. Bu
ayet, Ra-sulullah'ın (s.a.v.) bu sözünün ışığında şu iki şekilde açıklanmıştır.
Açıklamalardan birine göre "Bana dua ediniz" demek, yani "Bana
ibadet ediniz, emirlerimi yerine getiriniz ki, duanızı kabul edeyim".
Başka bir açıklamaya göre "Bana dua ediniz" demek, doğrudan doğruya
"Benden isteyiniz, size istediklerinizi vereyim" demektir.[119] Bu
arada Buhari ile Müslim'in bildirdiklerine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyuruyor:
"Rabbimiz her
gecenin son üçte birlik diliminde gökyüzü semasına inerek şöyle buyurur: Bana
dua eden var mı ki, duasını kabul edeyim, "Benden bir şey isteyen var mi
ki, dileğini yerine getireyim? Benden günahlarının affedilmesini isteyen var
mı ki, günahlarını af edeyim?" Bu sesleniş tanyeri ağarıncaya kadar devam
e-der"[120]
Görüldüğü gibi
Rasulullah (s.a.v.) önce duanını kabul edilmesinden ve arkasından günahlarının
affedilmesini dileyenlerin af edileceklerinden bahsediyor. Biri yarar sağlamak
ve öbürü de zararı savmaktır ki, ikisi duası kabul edilecek duacının
amaçlarıdır. Dua konusuna açıklık getiren önemli ayet'lerden biri de şudur:
"Kullarım eğer
sana benden sorarlarsa de ki; ben onlara yakınım bana dua eden duacının duasını
kabul ederim. O halde onlar da benim çağrılarıma uysunlar ve bana inansınlar ki
doğru yola ulaşabilsinler" (Bakara: 2/186)
Bir rivayete göre bu
ayet, bazı sahabilerin Rasulullah'a (s.a.v.) baş vurarak:
"Ya Rasulallah!
Acaba Rabbimiz bize yakın mı ki, O'na alçak sesle yalvaralım; yoksa uzak im ki,
O'na seslenelim" diye sormaları üzerine inmiştir. Görülüyor ki, Cenab-ı Allah
(c.c.) bu ayet'te kullarına yakın, olup kendisine yapılacak duaları kabul
edeceğini belirttikten sonra kullarını O'nun çağrılarına uymaya ve kendisine
inanmaya davet etmektedir. Alimlerin açıklamalarına göre duanın kabul edilebilmesi
bu iki faktöre, yani Allah'ın ilahlığını eksiksiz şekilde benimsemeye ve O'nun
Rabbimiz olduğuna kesin bir biçimde inanmaya bağlıdır. Buna göre kim Rabbinin
emir ve yasaklarına uyarak O'nun çağrısına uyarlık gösterirse dua etmekle
ulaşmak istediği amaca ulaşarak duasının kabul edildiğini görür. Nitekim
Cenab-ı AJlah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah iman edip
salih amel/er işleyenlerin dualarını kabul eder, hatta kendi kereminden onlara
istediklerinden fazlasını verir" (Şura: 42/26)
Dahası, Allah,
kendis.ine yapılacak duaların kabul edicisi olduğuna kesinlikle inanılarak
yapılan duaları, dua edenler müşrik ve fasik bile olsalar, kabul etmektedir.
Nitekim aşağıdaki ayet'Ier bize bu gerçeği haber vermektedir:
"İnsanın başına
bir sıkıntı gelince yatarken, otururken ve ayaktayken bize dua eder. Ama biz
onun sıkıntısını kaldırınca sanki yakalandığı sıkıntıdan dolayı bize hiç dua
etmemiş gibi olur"
(Yunus: 10/12)
"Denizde size bir
sıkıntı (tehlike) gelince Allah dışındaki bütün yalvardiklannız kayboluverir.
Fakat o sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine kendisini tek bilmekten
vazgeçerseniz. İnsan gerçekten nankördür!" (İsra: 17/67)
"De ki; acaba
Allah'ın her hangi bir azabına uğraşanız veya size Kıyamet günü gelse, doğru
sözlü iseniz söyleyin bakalım, Allah'dan başkasına mı dua edersiniz? Hayır,
sadece O'na yalvarırsınız. O da dilerse giderilmesini istediğiniz belayı
kaldırır ve o zaman O'na ortak koştuklarını (putlarınızı)
unutuverirsiniz"
(En'am: 6/40-41)
Fakat Allah'ın
Hanlığını kabul ettikleri için istekleri kabul edilen söz konusu kimseler
yaptıkları ibadetleri sırf Allah için yapmadıkları veya Allah'a ve
Rasulullah'a (s.a.v.) itaatkar olmadıkları takdirde dileklerinin karşılanması
sayesinde sağladıkları kazanç kendileri için sadece bir dünya me-taı olur,
buna karşılık ahirette hiç bir nasipleri olmaz. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.)
şöyle buyuruyor:
"Kim bu geçici
dünyayı tercih ederse orada istediklerimize hemen, çabucak dilediğimiz kadar
veririz, ama sonra ona cehennemi mekan yaparız. Kınanmış ve rahmetimizden
kovulmuş olarak oraya girer. Kim de ahire-ti tercih eder ve inanarak oraya
yaraşır biçimnde çalışırsa öylelerine çılaşmalarının karşılığı verilir. Her
ikisine de, ona da buna da, Rabbinin bağışından imdad ederiz. Rabbinin ihsanı
isteyen hiç kimseden kesilmiş değildir."
(İsrai 17/18-20)
Bilindiği gibi İbrahim
(a.s.) zamanının mü'minlerine rı-zık vermesi için Allah'a dua etmiştir:
"Bu şehrin
halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle
besle" (Bakara: 2/126)
Fakat Cenab-ı Allah
(c.c.) bu duasına şöyle karşılık verdi:
"Kafirlere
gelince onları da bir süre geçindirir, fakat sonra cehennem azabına
çarptırırım. Orası ne fena bir yerdir!"
(Bakara: 2/126)
Demek ki, gerek
yap;lan dualara karşılık olarak ve gerekse duasız olarak rızka başarıya
kavuşturulan herkes Allah'ın sevdiği ve hoşlandığı kullardar değildir. Tersine
AIlah mü'mini de kafiri de iyiyi de kötüyü de rızıklandırır ve bu meyanda
kafirlerin dualarını kabul ederek dünya ile ilgili dileklerini karşılar, ama
onların ahirette hiç bir nasibi olmaz.
Nitekim bu anlamda
şöyle bir hikaye anlatılır. Vaktiyle bir hıristiyan ordusu müslümanların bir
şehrini kuşatır. Fakat günün birinde içme suları biter. Bunun üzerine
müslü-manlara kendilerine içme suyu verdikleri takdirde kuşatmayı kaldırmayı
teklif ederler.
Teklifi aralarında
görüşüp değerlendiren müslüman yet-ekililer düşmanları susuz bırakıp zayıf
düşürdükten sonra üzerlerine aniden baskın düzenlemeyi kararlaştırırlar.
Fakat bunun üzerine
çaresiz kalan hıristiyanlar, Allah'a yönelerek dua ederler, ondan yağmur
yağdırmasını isterler. Çok geçmeden yağmur yağar ve hıristiyanlar da suya kavuşmuş
olur.
Bu olay bir kısım
müslümanların inançlarının sarsılmasına yolaçar. Bunun üzerine şehrin
hükümdarı ermiş bir kişiyi halkın imanını yeniden güçlendirmekle
görevlendirir. Ermiş kişi hemen kurdurduğu bir minbere çıkarak Allah'a şöyle
dua eder:
"Ya Rabbi,
karşımızdaki düşmanlarımızın riziklarını üstlendiğini biliyoruz. Çünkü sen
kitabında (Kur'an'da):
"Yeryüzündeki
bütün canlıların rızkı Allah'ın garantisi altındadır" (Hud:
11/6) buyuruyorsun. Düşmanlarımız sıkıntı içindeyken sana dua ettiler. Ayrıca
sen sıkıntı içindeyken sana dua edenlerin dualarını kabul edeceğini bildirdin.
Bu adamların rızkını sağlamayı üstlendiğin vede sıkıntılı durumda sana dua
ettikleri için yağmur yağdırıp onlara su verdin. Yoksa onları sevdiğin veya
dinlerini onayladığın için dileklerini karşılamış değilsin. Şimdi de biz senden
mü'min kulların kalplerinde-ki imanı pekiştirecek bir olağanüstü destek
diliyoruz".
Bu duanın bitiminden
bir süre sonra ortaya çıkan şiddetli bir kasırga hıristiyan ordusunu kısa
sürede helak ediverdi.
Buna benzer bir olay
da Allah'ın koyduğu sınırları aşan bir şey dileyen kimsenin duasıdir. Allah'ın
sınırlarını aşmak ya yararlı olmayan veya özü bakımından günah olan bir şey
dilemekle olur. Böyle bir kimsenin duası şu veya bu oranda gerçekleşince bu
sonucu isteğinin yerinde ve amellerinin salih olduğuna delil sayar. Tıpkı
Allah'ın dünyada mühlet vererek mal ve evlad sağladığı bazı kötülerin bu
gelişmeleri iyilikleri için meydana gelmiş gelişmeler saymaları gibi. Cenab-ı
Allah (c.c.) buyuruyor ki:
"Onlar sanıyorlar
mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve evladlari ile onların iyiliklerine
koşuyoruz. Hayır! Fakat onlar farkında değildirler"
(Mü'minun: 23/55-56)
Yine bu gerçeği
vurgulayan bir kaç ayet daha okuyalım:
"Kendilerine
yapılan uyarıları unutunca üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik;
kendilerine verilen nimetlerle sevince daldıkları sırada da ansızın onları yakaladık,
birden bire hayal kırıklığına uğradılar"
(En'am: 6/44)
"Kafirler
sanmasınlar ki, onlara mühlet vermemiz kendileri için hayırlıdır. Biz onlara
günahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı azab
vardır"
(Al-iİmran: 3/178)
Buradaki "Mühlet
vermek"den maksat ömrü uzatmak ve bunun gereği olarak "geçim
kaynağı" ve "başarı" sağlamaktır.
"Bu sözü
yalanyanları bana bırak. Biz onları farkında olmayacakları şekilde adım adım
azaba yaklaştıracağız. Onlara mühlet veriyorum, ama tuzağım bozulmazdır"
(Kalem: 68/44-45)
Bu önemli meseleyi
başka bir yazımızda ayrıntılı bir şekilde açaklamaya çalıştık.
"Rabb'inize alçak
sesle yalvararak dua ediniz. O aşırıları (Ölçüyü aşanları) sevmez" (Â'raf: 7/55)
Burada vurgulamak
istediğimiz şudur: Allah'a yapılan dua bazen ibadet niteliğinde olur, o
takdirde kul bu dua sayesinde dünyadaki kazancı yanında ahirette ve sevap elde
e-der. Yapılan dualar kimi zaman da dileklerin karşılanmasına dönük birer
"istek duası" niteliğinde olurlar. Bu dualar Allah'ın hoşuna gidecek
istekler içerdikleri takdirde sevap kazandırıcı da olabilirler. Fakat kimi
durumlarda sadece içerdikleri dileklerin karşılanmasını sağlayabilirken kimi durumlarda
da sahiplerinin dinine zarar verecekleri için ilahi hakların çiğnenmesine ve
sınırlamaların aşılmasına yolaç-tıkları oranda ahiret azabı getirirler.
Kısacası Allah'ın bize
aramamızı amrettiği "vesile (O'na yaklaştınci uygun yol)" hem O'na
ibadet etmekte ve hem de O'ndan bir şey dilemekte söz konusudur. Ayrıca gerek
bize emredilen salih ameller ile gerekhayatta olan peygamber ve salih
şahsiyetleri dua ve şefaatleri ile Allah'ın yakınlığını (tevessül) aramak,
yaratılmışları araya koyarak O'nun üzerine yemin etmek kategorisine girmez.
Bu kategoriye giren
olaylardan biri de Kıyamet günü insanların Rasulullah'tan (s.a.v.) kendileri
için şefaat etmesini dilemekleridir. İnsanlar O'nun ahirette kendileri için Allah
katında şefaatçi olmasını isteyecekler. Tıpkı dünyadayken kendisinde yağmur
yağması ve başka dilekleri için dua etmesini istemiş oldukları gibi.
Bildiğiniz gibi, bir
de Ömer'in (r.â.) şu şekilde dua ettiği olayı var;
"Ya Rabbi, biz
Rasulullah'ın (s.a.v.) sağlığında kuraklıkla karşılaşınca Rasulullah (s.a.v.) aracılığı
ile sana baş vurur ve yağmura kavuşturulurduk. Şimdi ise sana Rasulullah'ın
(s.a.v.) amcası Abbas aracılığı ile baş vuruyoruz (tevessül ediyoruz)" Bu
sözlerin anlamı şudur: "Biz vaktiyle sana Rasulullah'ın (s.a.v.) duası,
şefaati ve dilemesi aracılığı ile baş vuruyorduk. Şimdi de sana O'nun
amcasının duası, şefaati ve dilemesi aracılığı ile baş vuruyoruz".
Bu duanın anlamı
"Rasulullah'ın (s.a.v.) veya amcasının aracılığı ile senin üzerine yemin
ederek istekte bulunuyoruz" demek değildir. Tıpkı zamanımızın bazı
bid'atçılarının ölmüş bir şahsiyetin arkasından veya gıyabında yaptıkları gibi.
Nitekim böylelerinin bazıları:
"Ya Rabbi, senden
falancanın nezdindeki itibarı hakkı için şunu şunu istiyorum" gibi
ifadeler taşıyan dualar yapmakta ve bu tutumlarını da "Biz Allah'ın
peygamberleri ve velileri aracılığı ile O'na tevessül ediyoruz" diye
savunmaya kalkışıyorlar. Daha da ileri giderek bu tutumlarını destekler
nitelikte şöyle bir uydurma hadis naklediyorlar;
"Allah'dan birşey
dilerken benim O'nun nezdindeki itibarım hakkı için dileyiniz. Çünkü benim
Allah katındaki itibarım büyüktür".
Eğer sahabiler
tarafından yapılan ve Ömer'in (r.a.) ifadesi ile dile getirilmiş bir örneğini
sunduğunuz "Tevessül" bu olsaydı, onlar Rasulullah'ın (s.a.v.) ölümünden
sonra da bunu yapar ve Rasulullah (s.a.v.) aracılığı ile dua etmenin çok daha
ağırlıklı bir önemi olduğunu iyi bildikleri halde O'nu bırakıp amcasına baş
vurmazlardı.
Bundan anlaşılıyor ki,
sahabilerin anlattıkları "Tevessül" ölülere değil, sadece yaşayanlara
dönüktür. Bu da yaşayanların duaları ve şefaatleri aracılığı ile Allah'a baş
vurmak demektir. Yaşayanlardan böyle bir şey istenebilir. Fakat ölüden hiç bir
şey istenemez. Ne dua ve nede başka bir şey.
Yukarda anlattığımız
gözleri görmeyen sahabi olayı da bu niteliktedir. Bilindiği gibi söz konusu
sahabi Allah'ın görme gücünü geri vermesi için Raşulullah'tan (s.a.v.) kendi
için dua etmesini rica etmiş, Rasulullah (s.a.v.) da ona Allah'ın kendi
şefaatçiliğini kabul etme dileğini içeren bir dua öğreterek bunu yapmasını
istemişti. Bu da gösteriyor ki, Rasulullah (s.a.v.) adama şefaatçi olmuş ve
Allah'dan şefaatinin kabul edilmesini dilemesini istemiştir. Adamın bu amaçla
yapmış olduğu duada geçen:
"Ya Rabbi, rahmet
peygamberi olan Peygamberin aracılığı ile sana yöneliyor, senden
diliyorum" ifadelerinin anlamı "Peygamberinin duası ve şefaati
aracılığı ile" demektir. Ömer'in (r.a.):
* "Sana
Peygamberimiz aracılığı ile Tevessül ediyorduk" şeklindeki sözleri de bu
anlama gelir. Bu iki Hadis'te geçen "Tevessül" ve
"Teveccüh" terimleri aynı anlamdadır. Bîr şahıs aracılığı ile Allah'a
"Tevessül", "Teveccüh" etmek veya "Dilekte
bulunmak" anlamca oldukça belirsizdir. Bu yüzden sahabilerin ne demek
istediğini iyice anlamayanlar bu konuda yanılgıya düşmektedirler. Burada amaç
söz konusu şahsiyetin dua edici ve şefaatçi olması hasebiyle sebep olması
amaçlanmaktadır. Buna göre söz konusu şahsiyetin sebep olmasının istenmesi ya
dilek sahibinin o şahsa karşı duyduğu saygı ve bağlılığa veya O'nun dua ve
şefaatine dayanır.
Bunun bir örneği,
geceyi geçirmek için bir mağaraya sığman ve sabahleyin uyandıklarında mağaranın
kapısını tıkayan bir kaya yüzünden içerde mahsur kaldıklarını gören üç yolcu
ile ilgili olaydır. Buharı ile Müslim'in bir Hadis olarak naklettikleri olay
şöyledir:
Üç yolcu geceyi
geçirmek üzere bir mağraya sığınırlar. Sabahleyin uyanınca mağaranın kapısını
kocaman bir kayanın tıkadığını görürler. Aralarında çare ararken herkesin o
güne kadar yapmış olduğu en faziletli ameli Öne sürerek Allah'a dua etmesini
kararlaştırırlar. Bu karar üzerine içlerin-
den biri şöyle dua
eder:
"Ya Rabbi,
bildiğin gibi benim bir amca kızım vardı. Onu çok sevmiştim. Öyle ki, hiçbir
erkek bir kadını bundan daha çok sevemezdi. Bir gün benden yüz dinar para
istedi. Parayı yanıma alıp evine gittim. Maksadımı anlayınca bana "Ey
Allah'ın kulu, Allah'dan kork ve hakketmediğin biçimde bekaret mührümü
bozma" diye yalvardı. Bunun üzerine parayı verdim ve kendisine hiç
ilişmeden evden çıkıp gittim. Ya Rabbi, eğer ben o hareketi sırf senin rızanı
kazanmak için yaptı isem bu mağarının kapısının açılmasını sağla".
Adamın bu duası
üzerine mağara kapısını tıkayan taş birazcık aralanıverdi ve adamlar gün
ışığını iyice görebildiler. Arkasından bir başkası da dua etti:
"Ya Rabbi, bildiğin
gibi, benim hayli yaşlanmış bir anam ile bir babam vardı. Her akşam önce onlara
süt içirir, sonra çoluk-çocuğumla hayvanlarıma yemek ve yem verirdim. Bir gün
ormandan geç dönmüştüm. Eve döndüğümde her günkü gibi sütlerini içirmek
istediğimde uyuduklarını gördüm. Onların sütünü vermeden çocuklarıma yemek ve
hayvanlara yem vermek istemediğim için bardak elimde yanı-başlarında
sabahladım. Sabah olup uyanınca da hemen sütlerini İçirdim.
Ya Rabbi, eğer ben o
hareketi sırf senin rızanı kazanayım diye yaptı isem bu mağaranın kapısının
açılmasını sağla".
İkinci adamın bu duası
üzerine mağara kapısı biraz daha aralandı. Fakat açılan delik dışarıya
çıkmalarına imkan verecek kadar geniş değildi. Arkasından arkadaşların üçüncüsü
dua etmeye başladı ve şunları söyledi:
"Ya Rabbi, senin
de bildiğin gibi, ben vaktiyle bir kaç işçi çalıştırmış ve iş bitince
ücretlerini vermiştim. Yalnız işçilerden biri biraz önce çekip gittiği için
ücretini verememiştim. Bunun üzerine adamın ücretini ayırarak çalıştırmaya başladım.
Para çoğaldıkça çoğaldı ve gün geldi, büyük bir servet haline geldi. Derken
günün birinde adam çıkagelerek-Ey Allah'ın kulu, bana olan ücret borcunu
ver-dedi. Kendisine "Şu gördüğün bütün develer, koyunlar, sığırlar ve köleler
senin o ücretinden arttı. Bu yüzden hepsi senin" diye cevap verdim. Adam
şaşkınlık içinde "Ey Allah'ın kulu, benimle alay etme" deyince
kendisine "Ne münasebet, alay falan etmiyorum" diye karşılık verdim.
Bunun üzerine adam yanımda birikmiş olan bütün servetini alıp gitti.
Ya Rabbi, eğer bu
hareketi sırf senin rızanı kazanmak için yaptı İsem şu mağara kapısının
açılmasını sağla". â Bu sonuncu dua
üzerine iri kaya kapıdan çekildi ve adamlar dışarı çıktılar.[121]
GörülüğÜ gibi bu üç
arkadaş en salih amellerini Öne sürerek Allah'a dua ettiler. Çünkü kulun
Allah'a "Tevessül", "Teveccüh" ederken, O'ndan bir şey
dilerken öne sürebileceği en geçerli gerekçe işlemiş olduğu salih amellerdir.
Çünkü bizzat Cenab-ı Allah (c.c.) şu ayet'te iman edip sa-iih amel işleyen
kullarının istediklerini yerine getireceğim, hatta kendi keremi ile onlara
istediklerinden daha fazlasını bağışlayacağını vadetmektedir:
"Allah iman edip
salih amel işleyenlerin dualarını kabul eder ve kendi kereminden onlara
istediklerinden de fazlasını verir" (Şura: 42/26)
Bu üç arkadaş da
Allah'a ibadet ederek, O'nun emrine uygun salih ameller yaparak, O'ndan
dilekte bulunarak ve O'na yalvararak kendisine dua etmişlerdir.
Buna benzer bir olay
da Fudayl bin Iyaz'la[122]
ilgili olarak anlatılır. Bildirildiğine göre bu zat bir ara idrar sikişıklığı
hastalığına yakalanmış ve:
"Ya Rabbi, sana
karşı olan sevgim hakkı için bu hastalığımı gider"[123]
diye dua edince idrar sıkışıklığından kurtu-luvermiştir.
Yine bu kategoriden
olan bir başka olay da şudur: Anlatıldığına göre muhacir (Mekke'li)
müslümanlardan olan bir kadın oğlu ölünce "Allah'ım, ben sana ve
Peygamberine inandım ve senin yolunda evimden barkımdan ayrılarak
göçettim"[124]diyerek
Allah'dan oğluna yeniden canlandırmasını dilemiş ve Allah da bir süre sonra
oğlunu diriltivermiş-tir. Örnek verdiğimiz bu duaların üslûpları özellik bakımından
Kur'an'da bize nakledilen mü'minlerin şu seslenişlerine benzemektedir:
"Ey Rabbimiz, biz
"Rabbinize iman ediniz" diye seslenen bîr davetçinin çağrısını işitir-işitmez
hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, hatalarımızı ört ve
canımızı iyi kullarınla birlikte al. Ey Rabbimiz, peygamberleri aracılığı ile
vadetmiş olduğun mükafatları bize ver, Kıyamet günü bizi perişan bırakma, hiç
şüphesiz sen verdiğin sözden caymazsin"
(Al-iİmran: 3/193-194)
Allah'ın emirlerine
uyup yasaklarından kaçınarak, O'nun hoşnutluğunu kazandıracak ibadet ve kulluk
görevlerini yaparak O'ndan dilekte bulunmak, eş bir deyimle O'na
"Tevessül" etmek, bu hareketleri O'nun rahmetinin umudu ve azabının
korkusu ile yapmakla aynı şeydir. Örnek olarak:
"Senden şunu şunu
diliyorum. Çünkü hamd sana özgüdür. Sen bağışı bol Allah'sın. Göklerin ve
yerin yoktan va-redicisisin. Ve çünkü Sen tek, herkesin ihtiyaçlarının karşılayıcısı,
doğurmamış ve doğum İmamı ş, hiç kimsenin ken-' dişine denk olamayacağı
Allah'sın" gibi ifadelerle Allah'ın isim ve sıfatlarını anarak O'na dua
etmek, bu isim ve sıfatlan sebep olarak öne sürmek anlamına gelir. v
Çünkü Cenab-i Allah'ın
(c.c.) hamdedilmeye layık ve ihsan sahibi olması, O'nun kullarına hamdetmeyi
gerektirecek bağışlarda bulunmasını gerektirir. Allah'ın tek ve Samed oluşu,
herkesin ihtiyaç anında O'na baş vurmasını, O'nun dışında kalan her şey
varlığını O'na borçlu iken O'nün hiç bir şeye muhtaç olmamasını ve dolayısıyla
kendisine el açanların dileklerini karşılamasını gerektirir. Bu tür dualar
ba-zan O'nun isim ve sıfatları üzerine yemin etme üslubunda da olabilir. * Ebu Said'e dayalı bir Hadis olarak
nakledilen
"Ya Rabbi, senden
dilekte bulunanlar ve attığım şu adımlar hakkı için senden şunu şunu
istiyorum" şeklindeki duaya gelince Atıyye Avfi tarafından rivayet edilen
bu Hadis hayli zayıftır. Fakat eğer aslı olduğunu farzedersek o da bu
kategoriye girer. Çünkü dilekte bulunanların Allah üzerindeki hakkı, onların
dileklerini karşılaması ve O'na ibadet edenlerin O'nun üzerindeki hakkı
kendilerine sevap vermesidir. Başka bir deyimle dilekte bulunmak ile ibadet
etmek, O'nun ihtiyaçları karşılaması ile sevap vermesinin sebebidir. Demek ki,
bu sözlerle dua eden kimse bu sebebe dayanarak O'na baş vurmuş, O'na
"Tevessül" etmiş olur. Eğer bu duayı yapan kimsenin yeminli ifadeler
kullandığı farzedilirse bu kimse Allah'ın sıfatları üzerine yemin etmiş
sayılır. Çünkü duaları kabul etmek ve ibadetlere sevap vermek, O'nun fiilleri
ve vaatleri arasındadır. Böylece bu dua Rasulullah'ın (s.a.v.) şu sahih
Hadis'inde ifadesini bulan dua gibi olmuş olur:
"Euzu birizake
min sahtıke ve biuafatike min ukube-tîke veeuzubike minke la uhsi senaen aleyke
ente kema esneyte ala nefsike: Gazabından hoşnutluğuna, azabından affına ve
senden sana sığınırım. Ben sana övgü düzemem. Sen kendini övmüş olduğun
gibisin"[125]
Gerek Hanbeli'nin ve
gerekse başka bazı imamların açıkça belirttikleri gibi yaratıklara sığınılamaz
(onlara isti-aze edilmez). Böyle düşünen imamlar bu ilkeyi Allah'ın kelamının
(sözlerinin) yaratık olmadığının delili saymışlardır. Bunun yanida Buhari'de
yer alan bir Hadis'te Rasulullah (s.a.v.):
"Euzu
bikelimatillahi tammatı minşerri mahaleke: Allah'ın eksiksiz kelimeleri ile
mahlukatmm şerrinden sığınırım"[126]
buyurduğuna göre sözü geçen imamlar "Mahluk aracılığı ile Allah'a
sığınılamaz" demişlerdir.
Allah'dan başka hiç
bir nesnenin sözü edilerek dilekte bu-lunulamayacağını söyleyen alimler,
Allah'ın sıfatlan anılarak bir şey dilemeye karşı çıkmamışlardır. Bunun bir
başka benzeri şudur. Bilindiği gibi yemin sadece Allah üzerine yapıldığı
takdirde geçerli olur. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) sahih bir Hadis'e göre:
"Kim yemin
edecekse Allah üzerine yemin etsin veya sussun"[127] ve
Tirmizi'de yer aldığına göre;
"Kim Allah'dan
başka bir şey üzerine yemin ederse Allah'a şirk koşmuş olur"[128]
buyurmaktadır.
Bununla birlikte
"Allah'ın izzeti" ve benzeri ifadelerle yapılan yeminler-ki
Rasulullah'ın (s.a.v.) bu tür ifadeli yeminler yaptığı belgelidir- Allah'dan
başkası üzerine yapılan yeminler kapsamına girmez. Çünkü her hangi bir şeyin
"başkası" demek, O şeyden ayrı ve onunla bağdaşık olmayan bir nesne
demektir.
Sözün kısası,
peygamberler ve saygıdeğer salih kişiler aracılığı ile Allah'a
"Tevessül" etmek iki yoldan olur. Ya onlara bağlılık göstermek ve
yollarından getmekle veya onların dua ve şefaatlerini kazanmakla. Buna
karşılık böylele-rinin ne yollarım izleyen ve nede şefaatlerini haketmeyen bir
kimsenin kuru kuruya onlar aracılığı ile Allah'a "Tevessül" etmesi,
kendisine hiç bir yarar sağlamaz. Sözü geçen şahsiyetlerin Allah katındaki
itibarları ne kadar yüksek olursa olsun.
Düşünelim ki, gerek
ilk müslümanlar ve gerekse mezheb imamları, yaratıklar aracılığı ile Allah Man
bir şey dilemeye yukarda anlattığımız gözle baktıklarına göre yaratıkların
ölüleri aracılığı ile dilekte bulunmanın hükmünü varın siz düşünün. İsterse bu
ölülerden Allah'dan bir şey dilemeleri ve ister bazı kimselerin yaptıkları gibi
doğrudan doğruya dilekleri yerine getirmeleri istenmiş olsun. Yine ister bu
dilekte bulunma olayı ölünün mezarı başında veya gıyabında meydana gelmiş
olsun. Şeriatımızın teblîğcisi olan Rasulul-lah (s.a.v.) bu işi kökünden
önlediği ve Peygamberlerin mezarlarım mescid edinenleri lanetleyerek, mezar
başlarında namaz kılmayı yasaklayarak ve dilekleri sadece Allah'a yöneltmeyi
vurgulayarak bu sapıklığa vardıracak bütün kapıları kapattığı halde bu
sapıklığın doğrudan doğruya içine, yani ya şirk haline veya şirke götürücü
şartlara düşmeye ne demeli? [129]
Oysa yukarda açıkça
gördük ki, ilk müslümanlardan hiç kimse böyle bir şey yapmış değildir. Bu
kuralın tek istisnası, Abdullah b. Ömer'in Rasululah'm (s.a.v.) yolculukları
sırasında mola verdiği yerlerde mola vermesi ve O'nun namaz kıldığı yerlerde
namaz kılmasıdır. Hatta bir yerde Ras::-
398
iullah (s.a.v.) abdest
aldıktan sonra abdest suyunun artığını yakındaki bir ağacın köküne döktü diye
Abdullah İbn Ömer de orada abdest aldıktan sonra artakalan suyu aynı ağacın
köküne dökmüştür.
Dikkat etmeliyiz ki,
Abdullah b. Ömer'in bu uygulaması, Rasulullah'ın (s.a.v.) davranışlarını
bütünüyle yeniden tekrarlama amacını gütmektedir. Yani Abdullah b. Ömer,
Rasulullah'ın (s.a.v.) mola verişini, namaz kılışını, hatta artan abdest
suyunu döküşünü aynen tekrarlamak istemiştir. Yoksa sadece O'nun dua edip namaz
kıldığı yerlerde dua edip namaz kılmayı amaçlamış değildir. Bu uygulama ile ilgili
olarak karşımıza şu Üç farklı mesele çıkar:
1-
Meselelerin biricisi, Rasulullah'ın (s.a.v.) davranışlarını amaçlarını
bilmeksizin veya bu davranışları ortaya çıkaran sebepler yok olduğu halde
aynını tekrarlama meselesidir. Bu yaygın bir tartışma konusudur. Abdullah b.
Ömer ile onun gibi düşünenler bu tartışmanın bir kutbunu ve onun gibi
düşünmeyenler de karşı kutbunu oluştururlar. Fakat sahabilerden bize ulaşan
güvenilir belgeler ne muhacirlerin ve ne de ensarın genel anlamda Abdullah b.
Ömer gibi davranmadıkları merkezindedir. Ayrıca bizi şu anda asıl ilgilendiren
mesele bu değildir. Şunu da belirtelim ki, eğer bir kimse normal bir yolculuğu
sırasında namaz vakti girince vaktiyle Rasulullah'ın (s.a.v.) aynı yoldan
geçerken konaklamış olduğu bir yerde mola verip namazını kılarsa, adamın bu hareketi
bu kategoriye girer.
2- İkinci mesele her hangi bir yolcunun
Rasulullah'ın (s.a.v.) namaz kıldığı yerleri özellikli namaz yeri sayarak
oralarda farz namazları dışında namaz kılmasıdır. Başka bir deyimle sırf bu
yerlerde namaz kılıp dua etmiş olmak için oralarda namaz kılıp dua etmesidir.
Hemen belirtelim ki, ne
Abdullah b. Ömer'in ve ne de başka bir sahabinin bu yolda bir uygulaması bize
nakledilmiş değildir. Gerçi bazıları "Abdullah b. Ömer'in uygulaması bu
niteliktedir" diyorlar ama, tam tersine elimizde O'nun böyle yapmayı
yasakladığım belirten belgeler vardır. Üstelik bütün sahabilerin böyle
yapmaktan kaçındıkları kesinlikle sabit olduğuna göre tek başına Abdullah b.
Ömer öyle yapmış olsa, O'nun bu muhtemel uygulaması, babasına ve diğer sahabi
kitlesine karşı delil olamaz.
3- Bu
yerlerin yolcunun yolu üzerinde olmaması, buralara gitmek için özel bir
yolculuğa çıkması durumudur. Özel bir yolculuğa çıkarak Hıra dağına, Sevr
mağarasına veya Musa'nın (a.s.) Allah (c.c.) ile konuşma yeri olan Tur-i Sina
dağına giderek namaz kılıp dua etmek gibi Rasulullah (s.a.v.) ile sahabilerin
hayat tarzını bilen herkes, onların bu tür yerleri özellikle hiç görmeye
gitmediklerini iyi bilir.
Mesela bu tür yerlerin
baş Ucalarından olan Hıra dağını ele alalım. Bu dağ Mekke yöresinin en yüksek
dağıdır. İslam'dan önceki dönemde Kureyşliler buraya sık sık gidip inançlarına
göre tapınma hareketleri yaparlardı. Bu dağın Ra-sulullah'm (s.a.v.) hayatında
ve İslam'iyetin başlangıcında önemli bir yeri vardır. Buhari ile Müslim'de yer
aldığına göre bu konuda Aişe (r.a.) şöyle diyor:
"Rüya,
Rasulullah'ta vahyin başlangıcı, öncüsü olmuştu. O günlerde gördüğü her
rüyadan sonra yüzü şafak yeri gibi kıpkırmızı kesilerek çıkagelirdi. Bir süre
sonra inzivadan hoşlanmaya başladı. Bu dönemde günlerini Hıra dağında ibadetle
geçiriyor, gecelerce orada kaldıktan sonra gelip yanına azık alarak yine oraya
dönüyordu.
îşte bu dönemde bir
gün yine Hıra mağarasındayken kendisine ansızın vahiy geldi. Bir melek
karşısında belire-rek O'na "Oku" dedi. Rasulullah (s.a.v.) meleğe:
"Ben okumayı
bilmem" diye karşılık verdi. Bunun üzerine melek kendisini kucağına çekip
iyice sıktıktan sonra salıverdi ve yine "Oku" dedi. Rasulullah
(s.a.v.) iki veya üç kez yine:
"Ben okumayı
bilmem" diye karşılık verdikten sonra karşısındaki melek kendisine:
"Yaratan Rabbinin
adı ile oku. O insanı bir parça kan pıhtısından yarattı. Oku, senin Rabbin en
büyük kerem sahibidir. O insana kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediklerini
öğretti"
dedi. Bir süre sonra
mağaradan çıkıp eve geldiğinde Ra-suiullah (s.a.v.) hala heyecandan
titriyordu"[130]
Aişe (r.a.) tarafından
bize anlatılan Rasulullah'ın (s.a.v.) bu Hıra mağarasmdaki ibadet dönemi
Peygamber oluşundan önceydi. Peygamberlikle görevlendirildikten ve insanlara
O'na inanıp bağlanmaları emredildikten sonra insanların en değerli zümresi olan
ilk muhacir müslümanlarla birlikte Mekke'de oturdu. Bu dönemde ne kendisi ve
ne de yakın arkadaşlarından biri Hıra dağına bir kere bile gitmedi.
Hayatının bundan
sonraki Medine dönemi boyunca dört Umre yolculuğu oldu. Bu yolculuklardan
birincisi "Hudey-biye Umresi" diye anılır. Bilindiği gibi bu
yolculukta Rasulullah'ın (s.a.v.) yolunu kesen müşrikler O'nun Kabe'ye
ulaşmasını engellemişlerdi. Bu yolculukların ikincisi "Ka-dıyye
Umresi" diye bilinir ve ilkinin ertesi yılında yapılmıştır. Çok sayıda
arkadaşı ile birlikte bu seyahati gerçekleştiren Rasulullah (s.a.v.) Mekke'de
üç gün kadar kalmıştı. Daha sonra Mekke'yi fethedince Huneyn'e ve Mekke'nin
doğusunda bulunan Taif denen yere giderek Huneyn vadisinde Hevazın adlı müşrik
gruplarla savaştı, sonra Taif müşriklerini kuşatma altına aldı. Bu arada
Cirane'de Hu-neyn'de ele geçen savaş ganimetlerini bölüştürdükten sonra tekrar
Mekke'ye gelip Beytullahı ziyaret etti. Dördüncü hacc ziyareti de "Veda
Haccı" diye bilinen yolculuğudur. Bu yolculuğa çok azı dışında bütün
müslümanlar katılmıştı.
Hemen belirtelim ki,
bu yolculukların hiç birinde ne kendisi ve ne de sahabilerden biri, ne Hıra
dağını ve ne de Mekke çevresindeki herhangi bir hatıralı yeri ziyarete gitmemişti.
Bu ziyaretlerde görülen yerler sadece Mescid-İ Haram'ı (Kabe'yi), Safa ile
Merve arasını, Mina'yi, Muz-delife'yi ve Arafat'ı içeriyordu. Yine bu
yolculuklarda Ürene vadisinde Öğle ve ikindi namazını birarada kıldıktan sonra
bir süre Arafat dolaylarındaki Nemre'de kurulan çadırda kalmıştı. Ayrıca gerek
O'nun arkasından gelen raşid halifelerin ve gerekse ilk nesle mensup örnek
müslümanla-rıiı hiç birisi özel olarak namaz kılıp dua etmek amacı ile bir kere
bile Hıra dağına gitmemişlerdir.
Bu arada Kur'an'da
"Hani iki kişiden
biri olarak mağaradayken"
(Tevbe: 9/40)
diye sözü edilen Sevr
dağındaki mağara da böyledir. Rasu-lullah'ın (s.a.v).bu mağarayı ne özel
şekilde ziyaret etmeyi ve ne de orada namaz kılıp dua etmeyi ümmetine meşru
etmemiştir. Ayrıca Rasulullah (s.a.v.) Mekke'de Mescid -i Haram (Kabe) dışında
hiç bir mescid yaptırmış değildir. Şimdi orada gördüğümüz diğer mescidlerin
tümü Mescid-i Mevlid ve benzerleri gibi-hep sonradan yapılmıştır, Yine Rasulullah
(s.a.v.) ne doğduğu yeri ve nede Mina'nın arkasında bulunan ve Akabe biatinin
yapıldığı yeri ziyaret etmeyi ümmetine meşru etmemiştir, Fakat daha sonraları
Akabe biatinin gerçekleştiği yerde bir mescid yapılmıştır.
Oysa bilmek zor değil
ki, eğer bu ziyaretler meşru, müs-tahab ve Allah katında sevap kazandırıcı
olsaydı, bunu en iyi bilecek ve oralara en önce koşacak olan insan, hiç
kuşkusuz, Peygamberimiz olurdu. Ayrıca bu konuda bildiklerini saha-bilerine de
öğretmiş olacağı için onların bunu kendilerinden sonra gelenlerden daha iyi
bilmeleri ve bu ziyaretlere herkesten çok önem vermeleri gerekirdi. Onların bu
ziyaretlerin hiçbirine iltifat etmedikleri kesinlikle bilindiğine göre bu
ziyaretleri ibadet veya sevab kazandırıcı hareket saymadıkları ve dolayısıyla
bu ziyaretlerin sonradan İslam'a sokulmuş bid'atler olduğu anlaşılıyor. Buna
göre kim bu ziyaretleri ibadet veya sevap kazandırıcı birer hareket sayarsa onların
ki dışında başka bir yol tutturmuş ve şeriata Allah'dan izinsiz bir unsur
katmış olur.
İşte Rasulullah'm
(s.a.v.) makamlarından biri olan Hıra mağarası ile ilgili hüküm budur. Oysa bu
Hıra mağarası vahyin ilk inişi ve Rasululiah'a (s.a.v.) ilk Kur'an
ayet'le-rinin bildirilişi gibi çok Önemli olaylara sahne olmuştur. Üstelik
burası İslam'dan önce de ibadet yeri olarak kullanılıyordu. Rasulullah'm
(s.a.v.) diğer önemli bir makamı olan ve O'nun tarafından Medine göçü sırasında
sığınma yeri oîa-rak kullanılan Sevr mağarası da aynı hükmün kapsamına giriyor.
Bu önemli yerlerin
hükmü böyle olunca diğer peygamberlerle ilgili makamları ziyaret yeri edinmek,
oralara özel yolculuklar düzenleyerek oralarda namaz kılıp dua etmek bize daha
yabancı ve şeriatımıza daha uzaktır. Üstelik sözü edilen yerler eğer
söylendiği gibi birer Peygamber makamı iseler. Eğer böyle olmadıkları belli
veya olup olmadıkları şüpheli ise durum nice olur, bunu varın siz düşünün.
Bir de şu mesele var.
İlim adamlarının söz birliği ile bildirdiklerine göre Rasulullah (s.a.v.)
Beytullahı ziyaret ederken sadece Yemen tarafına düşen iki Kabe rüknünü selamlar,
Şam tarafında kalan diğer iki rüknü selamlamaz-dı. Ayrıca Makam-ı İbrahim de
dahil, buradaki başka hiç bir yeri de selamlamazdı. Sadece Hacer-i Esved'i
öptüğünü biliyoruz.
Yemen tarafına düşen
sütunlarla ilgili olarak da farklı rivayetler var. Kimi bunları öptüğünü, kimi
selamlayıp eli ile sıvazladığını ve kimisi de ne Öptüğünü ve ne de eli ile
sıvazladığını bildiriyor. Bu rivayetlerin her üçünün de gerek Hanbeli
mezhebine ve gerekse başka mezheplere bağlı tarafları vardır. Fakat işin
doğrusu O'nun bu sütunları ne öptüğü ve nede eli ile sıvazladığıdır.
Rasuluîlah (s.a.v.) ne öyle ve ne de böyle yapmıştır. Bunu sahih Hadis'ler
açıkça belirtmektedir.
Haydi diyelim ki,
Yemen tarafına düşen bu iki sütun konusu tartışmalıdır. Fakat Kabe ziyareti ile
ilgili ittifaklı meseleler de vardır. Mesela gerek dört mezhebin imamları sve
gerekse diğer başlıca alimler Kabe'nin Şam tarafındaki sütunlarının ve başka
hiç bir Kabe parçasının öpülmeyece-ği hususunda ortak görüş sahibidirler. Çünkü
Rasululiah'm (s.a.v.) sadece Yemen tarafındaki iki sütunu selamladığı
söylendiği gibi sahabilerin uygulaması da bu yoldadır. ; Nitekim İbn-i Abbas,
bir defasında kendisi ile birlikte Kabe'yi tavaf eden Muaviye'nin dört sütunu
da selamladığını görünce kendisine Rasululiah'm (s.a.v.) sadece güneydeki iki
sütunu selamladığını hatırlatmış ve onun
"Kabe'nin hiç bir
sütunu selamlanmamış bırakılmamalı" şeklindeki itirazını da
"Allah'ın Rasulü
sizin için en güzel örnektir" ayet-i ile karşılayınca Muaviye, yaptığından
vazgeçmiştir.[131] Alimlerin söz birliği
ile belli olan diğer bir husus, Kur'an'da:
"Sîz İbrahim'in
makamının bir bölümünü namaz yeri edininiz"
(Bakara; 2/125) diye sözü geçen İbrahim makamının ne selamlanmasının ve
nede öpülmesinin meşru olmadığıdır.
Bu makamın
öpülemeyeceği ve elle sivazlanamayacağı hem Sünnet'Ie ve alimlerin görüş
birliği ile sabit olduğuna göre diğer peygamber makamlarının öpülüp
sıvazlanamayacağı haydi haydi bellidir.
Buna benzer bir başka
yer de Rasulullah'm (s.a.v.) Medine mescidinde devamlı namaz kıldığı yerdir.
İlk dönem müslümanlarından hiç birinin burayı selamladığı veya Öptüğü
görülmemiştir. Mekke'de ve başka yerlerdeki namaz kıldığı yerlerin durumu da
aynıdır.
O'nun mübarek ayakları
ile bastığı ve namaz kıldığı kesinlikle olan yerlerin okşanması veya öpülmesi
meşru olmadığına göre diğer Peygamberlerin veya sahabilerin namaz kıldıkları
veya uyudukları ileri sürülen yerleri sıvazlamanın veya Öpmenin meşru olacağı
nasıl iddia edilebilir? Namaz kılmak üzere ayak bastığı yer İçin meşru olmayan
bir hareket, adım atmak üzere bastığı bir yer için nasıl meşru olabilir? [132]
Söylediklerimiz söz
konusu yerler hakkındaki bilgilerin kesin olduğu durumlar için geçerlidir. Ya
bir de bu yerlerin söylendiği gibi oldukları şüpheli veya öyle olmadıkları belli
ise? Mesela; bazı yalancılar tarafından üzerlerinde ayak izi yontulduktan sonra
cahil halka "Bunlar Rasulullah'm (s.a.v.) ayak izleridir" diye
yutturulmaya çalışılan çok sayıda taşlar gibi. Rasuîullah'ın (s.a.v.) ayak
izlerini taşıdığı kesinlikle belli yerlerin ve Allah tarafından namaz yeri
edinmemiz emredilen ve İbrahim'in (a.s.) ayak bastığı kesinlikle belli olan
İbrahim (a.s.) makamının sıvazlanıp Öpülmesi meşru değilken asılsız olarak,
yalan yere Rasululah'ın (s.a.v.) taşıdığı iddia edilen yerlerin sıvazlanması
veya öpülmesi nasıl meşru olabilir? Mesela Beytülmukaddesin (Kudüs'ün)
avlusundaki koca taşın üzerindeki sözde Rasu-lullah'a (s.a.v.) ait ayak izleri
ile bunun benzerleri gibi.
Denebilir ki:
"Cenab-ı Allah, İbrahim makamının bir bölümünü namaz yeri edinmemizi
emrettiğine göre bu tür diğer yerleri de orası ile kıyaslarız". Bu görüşe
karşı şunları söylemeliyiz: Kur'an'daki bu hüküm sırf Mekke'de bulunan ibrahim
makamına özgüdür İster bu deyimle İbrahim'in Kabe yanındaki ayakta durmuş
olduğu yer ve isterse Arefe Muzdelife ve Mina adlı ziyaret yerleri kasdedilsin
islam alimlerinin görüş birliği ile belirli ziyaret yerlerine özgün olan
ibadetler başka yerlere de yaygın sayılamazlar.Tıpkı Tavaf ibadetinin
Beytüllah'a (Kabe'ye) özgü oluşu gibi. Bu tür yerlerin herhangi birine özgü
olan ibadetler kıyas yolu ile başka yerlere de yaygınlaştınlamazlar. Tabii ki
bu tür Eyerlerin her hangi birinde yapılması meşru olmayan bir ibadet başka yerlerde
de haydi haydi meşru değildir.
Bu söylediklerimizden
çıkan mantıki sonuca göre Kabe'nin bazı ziyaret noktalarında meşru olmayan
Öpme ve selamlama gibi saygı gösterileri başka yerlerde de haydi haydi meşru
olmaz. Bunun yanında bu ziyaret noktalarında meşru olan ibadetlerin başka
yerlerde de meşru olması gerekmez.
Bu tür yerlerin bir
diğeri de Arafat dağında yer alan ve "Kubbetü Adem (Adem Kubbesi)"
adı ile bilinen binadır. Alimlerin görüş birliği ile burayı Özellikle ziyaret
ederek orada namaz kılıp dua etmek meşru değildir. Hatta "Cebel-i
Rahmet" adı ile bilinen Arafat dağının tepesine çıkmak da meşru değildir.
Bu konuda Sünnet'e uygun olan davranış, ya Rasulullah'ın (s.a.A.) vakfe (duruş)
yeri olan "sahrat" denen yerde veya Arafann rastgele bir yerinde
vakfe yapmaktır. Çünkü Rssulullah (s.a.v.)
''Arafatın her yeri
vakfe yeridir" buyuruyor.[134]
Bu yöredeki diğer
mescidlerin durumu da aynıdır. Şeytan taşlama yerlerinin (cemrelerin)
yakınındaki mescid, Hayf mescidi yanında bulunan ve Kur'an'daki
"Mürselat" suresinin iniş yeri olduğu için "Mürselat
Mağarası" diye bilinen yerdeki mescid ile Arafat dağının tepesinde
bulunan "Mescid-i Kebş" gibi. Rasulullah'ın (s.a.v.) buraların hiçbirini
özellikle ziyaret edip oralarda namaz kılmayı ve dua etmeyi meşru kılmamıştır.
Bu tür yerlerin bazı
taraflarını öpmenin veya elle sıvazlamanın hükmü ise besbellidir. Çünkü
alimlerin ortak ve kesin görüşlerine göre bu tür davranışların Rasulullah'ın
(s.a.v.) şeriatında asla yeri yoktur.
Hacda ziyaret edilecek
yerler hakkında eser yazmış olan bazı alimlerin kitablarında Mekke ve
çevresindeki kimi mescidleri ziyaret etmenin müstahab olacağı belirtilmiştir.
Gençliğimde henüz hacca gitmeden önce hacca giderek yaşlı bir tanıdığıma rehber
oîsun dîye bu ziyaret yerlerini kitaplardan derleyip bir dergide toplamıştım.
Fakat daha sonra kesinlikle öğrendim ki, bu ziyaret adetlerinin tümü sonradan
ortaya çıkarılmış birer bid'attır, hiç birinin şeriatımızda yeri yoktur.
Muhacir ve Ensar kesimi ile ilk müslüman nesil bu yerlerin hiç birini ziyaret
etmiş değildi. Bilgi ve gerçek önderi olan imamlarımız bu ziyaretleri
yasaklamışlardı. Hacc sırasında özellikle ziyaret ederek namaz kılacağımız ve
dua edeceğimiz tek mescid, Mescid-i Haram'dir, başka hiç bir mescidi özellikle
ziyaret etmemiz meşru kılınmamıştır. Mekke çevresindeki hiç bir başka mescidi
herhangi bir bakımdan orası gibi tutmamız uygun değildir. Herhangi bir kimse
bu mescidlerden birinde kılacağı namazı veya edeceği duayı Mescid-i Haram'da
kılıp yapsa kendisi için daha hayırlı olur, hatta şeriata uygun bir Sünnet
işlemiş olur. Buna karşılık Mescid-i Haram dışındaki herhangi bir Mekke
mescidini faziletli bir yer olduğu düşüncesi ile özellikle ziyaret etmek
şeriatımızda yeri olmayan bir bid'attir. [135]
Bu meselenin aslı şu.
Özel yolculuk düzenlenerek ziyaret edilecek mescidler üç tanedir. Bunun böyle
olduğu Ebu Hüreyre ile Ebu Said Hudri'nin rivayet ettiği ve Buhari ile
Müslim'de yer alan şu Hadis ile belgelenmiştir. Söz konusu Hadis'te Rasulullah
(s.a.v.):
"Şu üçü dışında
hiç bir mescidi ziyaret etmek amacı ile q>zel yolculuğa çıkılmaz"
buyuruyor. Başka kanallardan da rivayet edilmiş olan bu Hadis, Hadis
uzmanlarının görüş birliği ile sağlam bir Hadis olarak kabul edilmiştir.
Bu üç mescidi ziyaret
etmek amacı ile yapılacak özel yolculuklar oralarda namaz kılmak, dua ve zikr
etmek, Kur'an okumak ve itikafta bulunmak gibi salih ameller içindir. İlim
adamlarının görüş birliği ile bu üçü dışında kalan diğer mescidleri ziyaret
etmek için özel yolculuğa çıkmak meşru değildir. Hatta meşhur Küba mescidinde
bile ancak oraya yakın yerlerden gelmek müstahabtır, uzak yerlerden özel bir
yolculukla bu mescide bile gelmek yerinde değildir. Çünkü Buhari ile Müslim'de
yer aldığına göre Abdullah b. Ömer bu konuda:
"Rasulullah
cumartesi günleri bazan yaya ve bazan da binek hayvanı sırtında Küba mescidine
giderdi".[136]diyor.
Ra-sulullah'ın (s.a.v.) bu Sünnet'ini aynen uyguladığını öğrendiğimiz Abdullah
b. Ömer Müslim'in ifadesine göre "Her gidişinde orada iki rekat namaz
kılarak"[137] Buhari de bu bilgiyi her
hangi bir rivayet zincirine yer vermeksizin kaydediyor. [138]
Bilindiği Cenab-ı Allah
(c.c.) Küba mescidi ile ilgili olarak Kur'an'da şöyle buyuruyor:
"Mü'minlere zarar
vermek, küfre hizmet etmek ve müslümanlar arasında ayrılık çıkarmak için
vaktiyle Allah ve Rasulü'ne karşı savaşmış bir adamı gözetlemek üzere mescid
yapanlar. İyilikten başka hiç bir amacımız yok, diye yemin edecekler. Ama Allah
onların yalancı olduklarına sahicidir. O mescidde asla namaz kılma. Daha ilk
gününden takva temeli üzerinde kurulan mescid, hiç şüphesiz namaz kılmana daha
layık bir yerdir. Orada temizlenmeyi seven kimseler vardır. Allah temizlenenleri
sever. Acaba binasını Allah korkusu, Allah rızası temelleri üzerine kuran
kimse mi, yoksa yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurarak onunla
birlikte cehenneme yuvarlanan kimse mi daha hayırlıdır? Allah zalimleri
hidayete erdirmez. Yaptıkları bina kalplerinde bir kuşku olup kalacaktır. Ta
ki, kalpleri parçalanın-caya dek. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir ve hikmet
sahibidir" (Tevbe:
9/107-110)
Kur'an'da sözü edilen
bu "Dırar Mescidi" "Rahib" lakabı ile anılan fasık Ebu
Amir için yapılmıştı. Cahiliye döneminde hıristiyan olan bu adama müşrikler
saygı gösterirlerdi. İslam gelince içini saran kıskançlık dürtüsü ile
Rasulul-lah'a (s.a.v.) karşı çıkmış ve bir süre sonra kafirler arasına
kaçmıştır. İşte o sırada bir grup münafık bu "Dırar Mescidini yapmaya
girişti. Bu mescidi dönüşünü gözledikleri bu İbn-i Amir için yapmak
istiyorlardı. Bu hikaye meşhurdur. Kısacası, bu mescidi yapan kimseler orada
Allah'ın ve Ra-sulü'nün emirlerini uygulamak amacı değil, başka bir amaç
taşıyorlardı.
Belirtmek istediğimiz
şu ki, Türbedarlık, ziyaretgah gibi meşru ibadetler dışında bir amaç uğruna
müslümanların mescidlerine benzer binalar yapmak, şu veya bu oranda "Dirar
Mescidi" yapmakla aynı anlama gelir. Özellikle bu binalar müslümanlara
zarar verdikleri, küfre çanak tuttukları, mü'minler arasında ayrılık
çıkardıkları, Allah'a ve Rasulullah'a (s.a.v.) ters düşmüş münafıklar ile
bid'atçılara zemin hazırladıkları oranda "Dırar Mescidi"ne daha çok
benzer hale gelirler. Tekrar hatılayalım ki, Cenab-ı Allah (c.c.) Rasulullah'a
(s.a.v.):
"Daha ilk günden
takva temeli üzerine kurulan mes-cid, hiç şüphesiz, namaz kılmana daha layık
bir yerdir" buyuruyor.
Bu bakımdan
"Mescid-i Nebevi" diye anılan Rasulul-Iah'ın (s.a.v.) Medine'deki
asıl mescidi daha Öndedir. Yani "Takva temeli üzerine kurulmuş olma"
niteliği daha barizdir. Nitekim Buhari'de yer alan bir Hadis'e göre
Rasulul-lah (s.a.v.) kendisine sorulan "Bu iki mescidin hangisi Takva
temeli üzerine kurulmuş olma bakımından önde gelir?" şeklindeki bir soruya
Mescid-i Nebevi'yi kasdederek
"Benim bu
Mescidim"[139]diye
cevap vermiştir. Gerçi bu iki mescidin her ikisi de takva temeli üzerine
kurulmuştur, ama Rasulullah (s.a.v.) bu bakımdan kendi mescidini Küba
mescidinden daha önde tutmuştur. Bunun sonucu olarak Cuma gününü kendi
mescidinde geçirir ve cumartesi de Küba mescidine giderdi.
Ebu Davud'un, Useyd b.
Hudayr[140]Ensari'ye dayanarak
bildirdiğine göre Rasulullah (s.a.v.):
"Küba mescidinde
namaz kılmak Umre gibidir" buyuruyor. Aynı Hadis'e İbn-i Mace de yer
verirken Tirmizi bununla ilgili olarak "Bu garib bir Hadis'tir"[141]
demektedir. Hanbeli'nin, Nesai'nin ve İbn-i Mace'nin Sehl b. Hanif e dayanarak
bildirdiklerine göre de Rasulullah (s.a.v.):
"Kim evinde
temizlenir ve sonra Küba mescidine gelerek orada namaz kılarsa bir Umre
(nafile hac) sevabı elde eder"[142]
buyurmuştur. Hadis alimlerinden biri bu Ha-dis-i açıklarken şöyle diyor:
"Rasulullah 'in (s.a.v.) "Kim evinde temizlenir ve sonra Küba
mescidine gelirse" şeklindeki ifadesi bize gösteriyor ki bu mescidi
ziyaret .etmek için uzaktan gelmek meşru değildir. Meşru olan, evinde temizlik
yaptıktan sonra oraya gelecek kadar yakınında oturan kişinin, tıpkı semtinin
mescidine gider gibi oraya gitmesidir. Uzaklardan gelinerek ziyaret edilen
mescidlerin durumu başkadır".
Özel yolculuğa
çıkılarak ziyaret edilmeleri meşru olan üç mescide gelince bütün alimler
buralara namaz, dua ve zikir gibi maksatlar için gidilmesinin müstehap olduğu
konusunda görüş birliği içindedirler- Fakat eğer biri böyle bir ziyaret
adaşa, acaba adadığını yerine getirmesi gerekli midir, yoksa değil midir?
Bu mesele ile ilgili
alimler tarafından iki farklı görüş İleri sürülmüştür:
Görüşlerden birine
göre bu tür adakların sadece Mescid-i Haram (Kabe) ile ilgili olanını yerine
getirmek zorunludur. Şafii'ye mal edilen iki görüşten biri bu yolda olduğu gibi
Ebu Hanife de bu görüştedir. Ebu Hanife bu görüşü savunurken adaklarla ilgili
"Herhangi bir adağın yerine getirilmesinin vacib olabilmesi için adak
konusu hareketin türünden, seri bir vacib bulunmalıdır" şeklindeki temel
ilkesinden hareket ediyor.
İmam-ı Malik ve Ahmed
tarafından savunulan öbür görüşe göre ise eğer bu Üç mescide gitmek adanmış
işe buralara gitmek gereklidir. Yalnız adak sahibi bu mescidlerin daha
faziletli olanını ziyaret edince daha az faziletli olanı ziyaret etme
zorunluluğu üzerinden düşer. Yani eğer biri Mescid-i Nebevi'yi veya Mescid-i
Aksa'yı ziyaret etmeyi adar da bunlar yerine Mescid-i Haram'i (Kabe'yi) ziyaret
ederse adaği yerine gelir. Aynı şekilde Mescid-i Haram'ı veya Mescid-i
Nebevi'yi ziyarete gidecek olursa adağı yerine gelmiş olur.
Çünkü bilindiği gibi
Buhari'de yer alan bir Hadis'e göre Rasulullah (s.a.v.):
"Kim Allah'a
itaat etmeyi adarsa O'na itaat etsin. Buna karşılık kim Allah'a isyan etmeyi
adarsa O'na isyan etmesin"[143]
buyuruyor. RasuluIIah'm (s.a.v.) bu emri türünden vacib bulunsun, bulumasın
her türlü itaati (ibadeti) kapsamına alır. Daha faziletli olan bir ibadeti
yapmak ise o konudaki Hadis-i yerine getirmek olur. Bu meseleyi daha detaylı
biçimde açıklamanın şimdi sırası değildir. Sadece şunu vurgulamak istiyoruz
ki, bu üçü dışında hiç bir mescidi ziyaret etmek için Özel bir yolculuğa çıkmak
meşru olmadığı gibi mezheb imamlarının ortak görüşü ile bu yolda yapılacak
olan bir adağı yerine getirmek zorunlu değildir. Böyle bir kimseye yemin
kefareti düşüp düşmeyeceği hakkında İse alimler arasında her ikisi de meşhur
olan iki farklı görüş vardır.
Kısacası Medine'de
Küba mescidi dışında bu tür ziyaret edilmesi meşru başka bir mescid yoktur.
Medine'deki diğer mescidier bu bakımdan diğer normal mescidler gibidirler.
Rasulullah (s.a.v.)
onların hiç birinin ziyaret özelliği olduğunu bildirmemiştir. Bu yüzden Medine
alimleri bu mescid-lerin Küba mescidi dışında kalanlarını özel olarak ziyaret
etmezlerdi.
Öteyandan Hanbeli'nin
"Müsned" adlı eserinde bildirildiğine göre sahabilerden Cabir b.
Abdullah şöyle diyor:
"Rasulullah
(s.a.v.) bir defasında bir konu ile ilgili olarak Pazartesi, Salı ve Çarşamba
günleri olmak üzere üç gün üstüste Fetih mescidinde dua etmiş ve duası Perşembe
günü iki vakit namaz arasında kabul edilince duyduğu sevinç, yüzünden
anlaşılır hale gelmiştir.
O gündfen beri ne
zaman çözümü zor, ağır bir problemle karşılaşsam o saati gözetleyerek dua eder
ve duamın kabul edildiğini görürüm".[144]
Yalnız bu Hadis'in rivayet zincirinin halkalarından biri olan Kuseyr b. Zeyd,
tartışmalı bir şahsiyettir. Ünlü Hadîs uzmanı İbn-i Main, onu bazan güvenilir
sayarken kimi durumlarda da zayıf kabul etmektedir.
Bu Hadis'e dayanan
bazı dostlarımız ve başka bazı kimseler, Cabir b. Abdullah gibi yaptıklarını
söyleyerek sözü geçen Fetih mescidini özellikli bir dua yeri sayarlar. Oysa
Cabir b. Abdullah, az önceki sözleri ile belirli bir dua yerini değil, belirli
bir dua zamanını vurgulamaktadır.
Düşünelim ki, eğer
bizzat Rasulullah'ın (s.a.v.) namaz kıldığı ve onun izni üzerine yapılmış olan
bu Medine mes-cidleri arasında Küba mescidi dışında kalanlarım özellikle
ziyaret etmek meşru değilse başka mescidleri özellikle ziyaret etmek nasıl
meşru olabilir? [145]
Mescid-i Aksa'ya
gelince o özel yolculuğa çıkılarak ziyaret edilmeleri meşru olan üç mescidden
biridir. Müslümanların Kudüs 'ü fethetmeleri üzerine oraya giden Ömer (r.a.)
şehri hıri s Uyanlardan teslim aldı. Mescid-i Aksa'ya girince kutsal taş
üzerinde büyük bir çöp birikintisi gördü. Bu çöpleri oraya yahudilere inat
olsun diye hiristiyanlar atmıştı. Çünkü yahudiler bu taşı kutsal sayar, ona
doğru ibadet ederlerdi. Ömer (r.a.), kutsal taş üzerindeki pisliğin bir kısmını
elbisesinin ucuna koyarak oradan kaldırdı. Onun arkasından yanındaki
müslümanlar da aynı şeyi yaparak kutsal taşı temizlediler.
Bir rivayete göre Ömer
(r.a.) bir grup görevlendirerek bu kutsal taşı temizletti. Arkasından yanında
bulunan Kaab-ul Ahbar'a dönerek "Senin görüşüne göre bu mabedin neresinde
müslümanlar İçin namaz yeri yapayım?" diye sordu. Ka-ab-ui Ahbar,
"Kutsal taşın arkasında" diye cevap verince Ömer (r.a.)
"Ey yahudi oğlu,
yahudilik damarın kabardı galiba" diye azarladıktan sonra "Namaz
yerini mabedin girişinde yapacağım. Mescidlerin giriş kısımları bizimdir"[146]
dedi ve mabedin ön kısımlarını mescid haline getirdi. Halk çoğnuluk-Ia bu
mescid kısmını "Aksa" diye anar. Oysa "Aksa" tüm mabedin
adıdır.
Şunu hemen belirtelim
ki, ne bu mescide ve nede yeryüzünün herhangi bir yerindeki mescide
"Harem" adı verilemez. Çünkü sadece Mekke ve Medine'deki mescidler
"Harem" sıfatı ile anılabilirler. Yalnız Taifde bulunan Vecc
vadisinin bu sıfatla anılıp anılamayacağı alimler arasında tartışmalıdır.
Dediğimiz gibi Ömer
(r.a,) mabedin kıble tarafında müslümanlar için bir namaz yeri yaptırdı.
Söylendiğine göre bu namaz yerinin zemininde mabedin ön kısmına çıkan bir merdiven
vardı. Böylece müsliimanların mescidi İle mabedin hiristiyanlara ait kısmı
biribirine irtibatlı olmuş oldu.
Hemen söyleyelim ki, o
sırada ne Ömer (r.a.) ve nede yanında bulunan diğer müslümanlar bu kutsal
taşın başında ne namaz kıldılar ne onu elleri ile sıvazladılar ve ne de Öptüler.
Yalnız söylendiğine göre Ömer (r.a.), mabedin dış kısmında bulunan Davud
(a.s.) mihrabın yanında namaz kılmıştır.
Belgelerden
öğrendiğimize göre Abdullah b. Ömer de "Beytülmukaddes'e gittiği zaman
müslümanlara ayrılmış yere giderek namaz kılardı. Bu arada asla kutsal taşa
yaklaşmaz, onu ziyaret etmez ve o civardaki diğer kutsal sayılan yerlere de
yanaşmazdı". Ömer b. Abdülaziz, Evzai ve Suf-yan-üs Sevri gibi seçkin
selefilerin de aynı şekilde davrandıkları nakledilmiştir. Çünkü bu mabedin
Ömer (r.a.) tara-fınfian müslümanlar için mescid haline getirilen bölümü
dışında kalan kısımları müslümanlar açısından birbirinden farksız sıradan
yerlerdi.
EJaha önce
değindiğimiz gibi Mescid-i Haram (Kabe) ile Medine Mescidi, alimlerin görüş
birliği ile Mescid-i Aksa'dan daha faziletli mescidlerdir. Çünkü Rasulullah
(s.a.v.) bu iki mescidin ikincisi hakkında
"Benim bu
mescidimde kılınan bir vakitlik namaz Mescid-i Haram dışında başka bir mescidde
kılınacak bin vakitlik namazdan daha hayırlıdır" diye buyurarak üstünlüğünü
vurgularken, bu mescidlerin birincisini bizzat Allah (c.c.) müslümanların kıblesi
yapmış, ayrıca ziyaret edilip tavaf edilmesini farz kılmıştır. Buna rağmen bu
iki mescidde Hacerül Esved dışında Öpülmesi veya elle selamlanması meşru olan
başka hiçbir bölüm yoktur. Durum böyleyken Mescid-i Aksa'nın bazı yerlerinin
öpülmelerinin ya da se-lamlanmalarının meşru olacağı nasıl ileri sürülebilir? [147]
îlk zamanlar bu kutsal
taşın üstü açıktı. Buna rağmen ne sahabilerden biri, ne başlarındaki komutanlar
ve ne de aralarında bulunan alimler buraya özel bir saygı göstermemişlerdir.
Bu taşın üstü gerek Ömer'in (r.a.), Osman'ın (r,a.), Ali'nin (r.a.)
halifelikleri sırasında ve gerekse Muaviye'nin, oğlunun ve torununun
hükümdarlıkları döneminde hep açık kaldı. Fakat Abdülmelik döneminde taşın
üzerine kubbe yapıldı. Söylendiğine göre o da şöyle oldu. Bilindiği gibi Abdülmelik
ile Medine'de oturan Abdullah b. Zübeyr arasında çatışma vardı. Bu arada hacca
giden müsîümanlar bu fırsattan yararlanarak Abdullah b. Zubeyr ile görüşüyorlar
veya haccı bahane ederek onunla buluşmaya gidiyorlardı.
İşte bunu önlemek
isteyen Abdülmelik, Beytül Mukaddes'teki kutsal taşın önemini arttırabilmek
için üzerine kubbe yaptırmış ve onu yaz-kiş değiştirilen örtülere büründürmüştür.
Böyle yapmaktaki amacı halkı Beytül Mukaddes'i ziyaret etmeye özendirerek hacc
vesilesi ile Abdullah b. Zübeyr'in yanına gideceklerin sayısını azaltmaktı.
Bilindiği gibi "İnsanlar hükümdarlarının dinindendirler" diye meşhur
bir söz vardır. İşte bu deyimin pratik bir tezahürü olarak müsîümanlar o
günden sonra daha önce hiç eşi görülmemiş biçimde bu kutsal taşa ve Beytül
Mukaddes'e saygı göstermeye başladılar. Bu arada halkın bu ilgisini daha da
arttırmak için bu konudaki yahudi masallarını anlatıp yayan kimseler türedi.
Öyle kî, böylelerinden biri bir gün Urve b. Zübeyr'in de bulunduğu bir sohbette
Emevi hükümdarlarından Abdülmelik b. Mervan'ın huzurunda "Cenab-ı Allah,
bu kutsal taşa-sen benim en alt Arş'ımsın-diye hitab etti" deyince Urve
b. Zubeyr, adama "Allah Kur'an'da-O'nun Kür-si'si gökleri ve yeri kaplar
buyurduğu halde sen kalkmış Falanca taş O'nun Arş'ıdır-diyorsun, bu nasıl
olur?" şeklinde susturucu bir cevap vermiştir.
Kısacası bu taşın
üzerindeki kubbeyi Rasulullah'ın (s.a.v.) raşid halifelerinin yapmadıkları
kesindir. Bunun kadar kesin olan diğer bir şey sahabilerin bu taşa hiçbir şekilde
saygı göstermedikleri ve onun yanında özellikle namaz kılmadıklarıdır. Hatta
Abdullah b. Ömer ta Hicazdan kalkıp Mescid-i Aksa'yı ziyaret etmeye gittiği
halde bu gidişlerinin hiçbirinde söz konusu taşı ziyaret etmemiştir.
Çünkü bu mabed
vaktiyle müslümanların kıblesi iken sonradan değiştirilmiş ve sadece
yahudilerin kıblesi olma niteliğine bürünmüştür. Bu yüzden şeriatımızda orayı
özel saydıracak hiç bir gerekçe kalmamıştır. Tıpkı cumartesi gününe özel bir
önem vermenin şeriatımızda hiç bir gerekçesinin olmayışı gibi. Böyle olunca bu
taşa özel bir şekilde saygı göstermek yahudilere özenmekten başka bir anlama
gelmez. Daha önce alimlerimizin cumartesi ve Aşure günleri hakkındaki
görüşlerini ayrıntılı bir şekilde anlatmıştık.
Aralarında bizim gibi
arkadaşlarımız in da bulunduğu bazı son dönem fıkıhçılara (Muteahhirin) göre
Beytül Mu-kaddes'İn kutsal taş bölümünde yapılacak yemin, tıpkı
Mes-cid-iHaram'ın Makam-ı İbrahim ile yakınındaki sütun arasında ve
Rasulullah'ın (s.a.v.) mescidinin minberi yakınında yapılacak yeminler gibi
diğer yerlerdeki yeminlere göre daha ağırlıklı bir önem taşır. Fakat bu görüşün
gerek Han-beli ve gerekse diğer mezhep imamları tarafından benimsendiğini
belirten hiç bir belge elimizde yoktur. Bu konuda Sün-net'e uygun hüküm, orada
yaptırılan yemini diğer mescid-lerin minberleri yanında yaptırılan yemin kadar
ağırlıklı saymaktır. Buna karşılık müslümanlar tarafından saygı gösterilmesi
meşru olmayan yerlerde verdirilen yeminler farklı bir ağırlık taşımazlar.Tıpkı
ziyaretgahlarda ve peygamber makamı oldukları ileri sürülen yerlerde
verdirilen yeminlerin farklı bir ağırlıkları olmadığı gibi. Kim böyle bir şey
yaparsa şeriata ters düşmüş, sapık bir bid'atçıdır. [148]
Bazı kimseler gerek
Beytül Mukaddes ve gerekse Şam dolaylarında bulunan diğer bazı ziyaret
yerlerinin faziletlerini anlatan çeşitli eserler yazdılar. Bu eserlerde bazan
doğ-rudandoğruya yahudi ve hiristiy ani ardan sağlanan ve kimi zaman da yahudi
ve hırisUyanlardan yararlanmış kimselerden alman bilgilere dayanilmıştır. Oysa
müslümanlara din-lerin^ bu tür bilgi kaynaklarına dayandırmak helal kılınmamıştır.
Bu tür İsrail
masallarında (îsrailiyat) rivayetlerine en çok yer verilen şahsiyet Kaabul
Ahbar'dır. Özellikle Şam yöresinin alimleri ondan çok sayıda İsrail masalı
nakletmişler-dir. Oysa Muaviye onun hakkında "Yahudi ve hıristiyanlar-la
ilgili, Kaab kadar bilgi veren söylediğini de tespit ettik"[149]
diyor. Bunu yanında Buharı'nin yer verdiği bir Ha-dis'e göre Rasulullah
(s.a.v.) bu konuda şu ilkeyi getirmiştir.
"Yahudi ve
Hıristiyanlar size her hangi bir konuda bir şey anlattıkları zaman onları ne
onaylayınız ve ne de yalanlayınız. Çünkü ya size asılsız bir şey söylerler de
onu onaylamış veya doğru bir şey söylerlerde onu yalanlamış olursunuz"[150]
Şimdi şaşılacak bir
noktaya değineceğim. Bir bu doğrudan doğruya Allah tarafından korunup
kayırılan şeriatı ve bir de "Eğrilik üzerinde asla bir araya
gelemeyeceği" müjdelenmiş olan şu saf ümmeti düşününüz. İşte bu ümmetin
ilmi geleneğine göre Ata b. Ebu Rebah, Hasan-ı Basri ve Ebu Aliye gibi
tabiinden (ikinci kuşaktan) olan seçkin İslam alimleri ve büyük din alimleri
Rasulullah'tan (s.a.v.) bir Hadis naklettiklerinde Hadis alimleri bu Hadis'in
rivayet zincirinin halkalarını didik didik incelerler. Bu inceleme sonunda
kimi Hadis uzmanı elindeki Hadis'in rivayet zincirinin halkalarını doğrudan
doğruya reddeder, kimi şartlı olarak kabul eder ve kimisi de Said b. Museyyeb,
İbrahim Nehai ve Muhammed b. Şirin gibi sadece güvenilir rivayet halkalarından
Hadis nakleden şahsiyetlerle Ebu Aliye ve Hasan-ı Basri gibi arasıra güvenilir
olmayan halkalardan da Hadis naklettiği görülen şahsiyetleri biribirinden
kesinlikle ayırır. Oysa bu şahsiyetler ile Rasulullah (s.a.v.) arasında bir, iki,
bilemediniz üç kişi vardır. Zamanımızda yazılan kitaplarda görülen ve yazarı
tarafından Mürsel (rivayet zincirli) oldukları bildirilen Hadis'lere gelince
Hadis uzmanlarının görüş birliği ile belirttiklerine göre bu Hadis'lerin sahih
olduklarına hükmedüebümesi için mutlaka sırf sahih Hadis'leri naklettikleri
bilinen alimlerden alınmış olmaları gerekir, Buhari gibi. Bilindiği gibi gök
kubbe altmda Kur'an'dan sonra Buharı gibi sağlam ve güvenilir bir başka kitap
yoktur. [151]
Rasulullah'ın (s.a.v.)
Hadis'leri ile ilgili bunca titizliğe rağmen acaba Kaabul Ahbar ile
benzerlerinin eski peygamberler hakkında vermiş olduğu bilgilere nasıl
güvenilebilir ki, Kaabul Ahbar ile hakkında bilgi verilen peygamber arasında
bin yıl veya ona yakın bir zaman aralığı vardır? Üstelik bu bilgiler bize
pakledilmemiştir. Kaab ve benzerlerinin bize bilgi verirken -m çok
yapabildikleri şey, yahudi hahamları tarafından yazılan bazı kitaplara
dayanmaktır. Oysa bizzat Cenab-i Allah {c.c.) Kur'an'da bu hahamların gerçekleri
değiştirdiklerini, başka kılıklara soktuklarını açıkça belirtiyor. Öyleyken bir
müsliimamn sırf bu yoldan nakledilen bir bilgiyi onaylaması nasıl helal
olabilir? Halbuki bu konuda müslümana düşen görev, böyle bîr bilgiyi ne
onaylamak ve -eğer elimizde asılsızlığını belirten kesin bir delil yoksa- ne de
yalanlamaktır. Rasulullah (s.a.v.) bize böyle davranmayı emretmiştir. Bu
israil masalları arasında peygamberlere yakıştırılmış yalanlar olduğu gibi ne
olduklarım sadece Allah'ın bildiği yürürlükten kaldırılmış (nes-hedilmiş)
unsurlar da vardır.
Bilindiği gibi gerek
Rasulullah'ın (s.a.v.) sahabileri olan ilk kuşak ve gerekse bu kuşağa
titizlikle bağlı ikinci kuşak (tabiin) müslümanlan, Rasulullah'ın (s.a.v.)
ölümünden sonra bir çok yeni ülkeler fethetmiş ve bu arada Şam, Irak ve Mısır
gibi değişik eyaletleri yerleşim yeri edinmişlerdir. Onlar bu dini en iyi bilen
ve kendilerinden sonra gelen her kuşaktan daha doğruyu uygulayan kimseler
olduklarına göre hiç kimse onların davranış ve uygulamalarına ters düşmeye
yetkili değildir.
Buna göre onları saygı
göstermemiş oldukları ve özellikle namaz ve dua yerleri olarak kabul
etmedikleri bu tür ziyaret yerleri konusunda onlara ters düşmeye hakkımız yoktur.
Onlardan sonra gelen bazı faziletli ve dindar kimselerin bu yoldaki ayları
tutumları da bizim için gerekçe olamaz. Çünkü bu örnek kuşakların izlerinden
gitmek onlara ters düşenlere uymaktan daha öncelikli ve daha yerinde olduğu
gerçeği bir yana, onlara ters düşen tek-tük bazı şahsiyetler olduğu kadar
mutlaka bu ters düşenlerin tutumlarına karşı çıkan daha çok sryıda, üstelik
bilgi ve fazilet yönünden daha ilerde şahsiyetlerin varolduğunu hiç bir zaman
unutmamalıyız. Genelleme niteliği taşıyan bu son cümlemizi açık hale getirmenin
yeri burası değildir.
Bu arada Müslim'de
bildirdiğine göre Rasulullah (s.a.v.) "Miraç gecesi Beytül Mukaddes'e
vardığında orada iki rekat namaz kıldı ve bu mukaddes yolculuk sırasında başka
bir yerde ne namaz kıldı ve nede başka bir yeri ziyaret etti"[152]
Öyleyken Miraç olayı ile ilgili olarak çok farklı rivayetlerle karşılaşıyoruz.
Hemen belirtelim ki, bu rivayetlerin kimisi güvenilir Hadis kaynaklarında yer
alan sağlam belgeler, kimisi zayıf nakiller ve kimisi de uydurma
söylentilerdir. Bu uydurma söylentilere Örnek olarak güya Cebrail'in
Rasulul-lah'a (s.a.v.) "Burası, atan İbrahim'in mezarıdır. Bineğinin
sırtından in de burada namaz kıl" veya "Burası İsa'nın doğum yeri
Beytüllehm'dir, bineğinin sırtından in de burada namaz kıl" dediği
şeklindeki yaygın rivayetleri gösterebiliriz. Bu tür söylentilerin bunlardan
da daha acayip olan bir başkası da şudur. Güya Miraç yolculuğu sırasında
Medine'ye de uğramış ve burada kendisine daha sonra üzerine mescid yaptıracağı
yerde namaz kılması söylenmiş. Oysa orası o zaman müşrik mezarlığı idi.
Rasulullah (s.a.v.) Medine'ye göçettiği sırada devesinin orada çökmesi üzerine
söz konusu yerde konaklamış ve bilahare üzerine ünlü mescidini yaptırmıştı.
İşte bu ve buna benzer
söylentiler, ilim adamlarının söz birliği ile uydurma rivayetlerdir. Az önce
adı geçen Beytül-lahm hiristiyan kiliselerinden biridir ve ister İsa'nın (r.a.)
doğum yeri olduğu doğru olsun, ister bu rivayet asılsız olsun, müslümanlar
için burayı ziyaret etmenin hiç bir faziletli tarafı yoktur. Hatta İbrahim'in
(a.s.) mezarı olduğu söylenen yere de ne sahabilerden ve nede tabiinden hiç
biri varıp namaz kılmış veya dua etmiş, daha doğrusu orayı asla özellikle
ziyaret etmiş değildir.
Bilindiği gibi
müslümanlar Ömer (r.a.) ile birlikte Şam dolaylarına bir kaç kez gelmiş \ c
fetihten sonra da çok sayıda sahabi buralara yerleşmişti. Bu sıralarda hiç bir
sahabinin bu yerleri ziyaretgah edindiği asla işitilmemiştir. İb-rahim'in
(a.s.) mezarı olduğu söylerten yerin üzerine mes-cid yapanlar da müslümanlar değildir.
Olay şöyledir:
Haçlılar (hıristiyanlar)
hicri dördüncü yüzyılın sonlarında Mısıra hakim olan rafizilerin Şam
dolaylarındaki zayıf egemenliklerinden yararlanarak Kudüs'ü ve Beytül Mukaddes'i
ele geçirdiler. Hemen belirtelim ki, bu rafizilerin ne sağlam akıllan, na sarih
nakilleri, ne makbul dinleri ve nede başarılı bir dünya düzenleri vardı. İşte
bunlar yüzünden kuvvet bulan hıristiyanlar sahilleri ve başka bazı yöreleri
elde ettiler ve bu hakimiyetleri sırasında İbrahim'in (a.s.) hücresinde delik
açarak buraya bir kapı yaptılar. Söz konusu kapı hala hücrede açılan deliğin
izlerini taşır. Görülüyor ki, burada mabed yapanlar, müslüman atalarımız değil,
hıristiyan istilacılardır. [153]
Mcscidlerin Faziletleri
İslam'ın çok Önemli
bir ilkesine göre ibadete özgü yerler sadece mescidlerdir. Gerek müşriklerin
ve gerekse ya-hudi ve hiristiyanlar ile yahudilerin saygı gösterdikleri tapınaklar
ve bu arada cahiliye döneminde araplann saygı besledikleri Hıra dağı gibi
yerler, İslam'iyetin saygınlıklarını zihinlerden silmek, unutturmak ve
fonksiyonlarını ortadan kaldırmak için geldikleri yerlerdir.
Mescidlere gelince
bunların tümü eşit düzeyde ibadet yerleridir. Başka bir deyimle herhangi bir
mescidde yapılan ibadet başka bîr mescidde de yapılabilir. Yalnız Mescid-i Haram
(Kabe) müstesna. Bu mescid, başka hiç bir mescidin sahip olmadığı bir takım
özelliklere, hatta imtiyazlara sahiptir. Mesela tavaf gibi bazı ibadetler sırf
bu mescide özgü olduğu gibi başka hiç bir mecide yönelerek kılınabilecek namaz
Allah katında kabul edilmez. Rasulullah'm (s.a.v.) Medine'deki mescidi ile
Kudüs'de-ki Mescid-i Aksa'ya gelince, buralarda meşru olan ibadetler diğer
sıradan mescidlerde de meşru olan namaz, dua, zikir, Kur'an okumak ve itikaf
gibi ibadetlerdir. Diğer sıradan mescidlerde meşru olmayan türden ibadetler bu
iki mescid-de de meşru değildir. Mesela; buraların bir yerlerini Öpmfek veya
elle selamlamak (istilam) veya bu mescidleri tavaf etmek gibi. Fakat bu iki
mescid, geride kalan öbür sıradan mescidlerden daha faziletli oldukları için
buralarda kılınacak namaz diğer mescidlerde kılınan namazlardan kat kat daha
çok sevap getirir.
Bu iki mescidden biri
olan Rasulullah'm (s.a.v.) mescidinde kılınacak namazın, Kabe dışındaki bütün
mescidlerde kılınan namazlardan "bin kat" daha faziletli olduğu sahih
Hadis'lerle sabittir. Mesela Buhari ile Müslim'de, Ebu Hüreyre'den (r.a.)
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Benim bu
mescidimde kılınacak olan bir vakit namaz Mescid-i Haram (Kabe) dışında diğer
mescidlerde kılınan bin vakit namazdan daha hayırlıdır. Çünkü ben nasıl
peygamberlerin sonuncusu isem benim mescidim de mescidlerin sonuncusudur"[154]
Öteyandan Müslim'in,
îbn-i Abbas'a dayanarak bildirdiğine göre bir defasında kadının biri bir
hastalığa yakalandı ve "Eğer Allah beni bu hastalıktan kurtarırsa gidip
Bey-tül Mukaddes'de namaz kılacağım" dedi. Bir süre sonra iyileşince
gerekli hazırlıkları yaparak yola çıkmaya karar verdi. Gitmeden Rasulullah'm
(s.a.v.) eşlerinden Meymu-ne'ye uğrayıp durumunu anlattı. Bunun üzerine Meymune
(r.a.) kadına şunları söyledi:
"Otur ve
hazırladığın yol azığını ye, arkasından da git Rasulullah'm (s.a.v.)
mescidinde bir namaz kıl. Çünkü ben Rasulullah'tan (s.a.v.) orada kılınacak bir
namazın Kabe dışındaki diğer bütün mescidlerde kılınacak bin namazdan daha
üstün olduğunu işitmiştim"[155]
Bu arada Hanbeli'nin
"Müsned" adlı eserinde Abdullah b. Zubeyr'e dayandırarak bildirdiğine
göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Benim bu
mescidimde kılınacak olan bir namaz Mescid-i Haram dışındaki öbür tüm
mescidlerde kılınacak olan bin namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Ha-ram'da
kılınacak bir namaz da benim mescidimde kılınan yüz namazdan daha
faziletlidir"[156]
Dikkat edersek bizim
şeriatımız İslam öncesi araplannın Hıra mağarasına kapanmak gibi tapınma
davranışlarının yerine bütün mescidlerde itikafa girme ibadetini getirmiştir.
Nitekim Rasulullah (s.a.v.) ölümüne kadar Ramazan ayının son on gününü hep
itikafta geçirmiştir.
Mescidlerde itikafa
girmek bütün mezheb imamlarının görüş birliği ile meşru sayılmış bir ibadettir.
Çünkü Ce-nab-i Allah (c.c.) Kur'an'da şöyle buyuruyor:
"Mescidilerde
itikafa çekilmiş iken sakın eşlerinize yanaşmayınız"
(Bakara: 2/187)
Yani "Mescidlerde
itikafa girmişken bu sırada eşlerinizle birleşmeyiniz. Her ne kadar bu
birleşme mescid dışında gerçekleşse bile. Bundan dolayı fıkıhçılar diyorlar
ki; "İti-kafm temel ilkesi mescide kapanıp Allah'a ibadet etmek ve onu
ortadan kaldıracak sakıncada kadınlarla birleşmektir".
Buna karşılık herhangi
bir ağacın veya -anıt sayılsın, sayılmasın- bir taşın yada peygamberden birine
ait olan ve
olmayan bir mezarın
yahud yine peygamberlerden biri ile ilgili olan ve olmayan herhangi bir
makamın karşısında ayakta durmak veya yanıbaşmda bîr yere kapanmak,
müslü-manların dininde yeri olmayan hareketlerdir. Tersine bu tür hareketler,
bizzat Cenab-ı Allah'ın (c.c.) Kur'an'ın aşağıdaki ayet'lerinde bize haber
verdiğine göre müşriklerin (Allah'a eş koşanların) dini geleneklerindendir:
"Andolsun ki, biz
İbrahim'e önceden doğruyu ayirdet-mek yeteneğini vermiştik. Zaten biz onun bu
yetenekte olduğunu biliyorduk. Hani O, babasına ve kavmine "Şu karşılarına
dikildiğiniz heykeller nedir?" diye sordu. Kendisine "Biz babalarımızı
bunlara tapar buduk" dediler. O da onlara "siz de atalarınız da
apaçık bir sapıklık içine düştünüz" dedi. Ona "sen bize gerçeği mi
getirdin, yoksa bizimle alay mı ediyorsun?" diye sordular. O da onlara
"Ne münasebet! Sizin asıl Rabbiniz bu taptıklarınızı da yaratan göklerin
ve yerin yaratıcısıdır. Ben size karşı bu gerçeğin şahidlerinden biriyim.
Allah'a yemin ederim ki, siz dönüp gittikten sonra bu putlarınıza bir tuzak
kuracağım". Bir süre sonra o putları paramparça etti ve belki ona
başvururlar diye en büyüklerini bıraktı"
(Enbiya: 21/51-58)
Diğer bir ayet
grubunda da şöyle buyuruluyor: "Onlara İbrahim'in başından geçenleri de
anlat: Hani o babası ile kavmine "Neye tapıyorsunuz?" diye sordu da
onlar da ona "Putlara tapıyoruz, onlar karşısında dikiliyoruz"
dediler, ibrahim onlara "Peki, çağırınca onlar sesinizi duyuyorlar mı? Ya
da size her hangi bir fayda veya zararları dokunuyor mu?" diye sordu.
Onlar da "Hayır, ama babalarımızın böyle yaptıklarını gördük (Onun için
biz de öyle yapıyoruz)" diye cevap verdiler. Bunun üzerine İbrahim onlara
dedi ki: "Gördünüz mü taptıklarınızı? Gerek sizin gerekse atalarınızın.
Hiç şüphesiz onlar benim düşmanlarımdır. Sadece alemlerin Rabb'i müstesna. O
ki, beni yaratan ve doğruya iletendir. O ki, beni yediren ve içirendir. Ve
hastalandığımda bana şifa verendir. O ki, beni öldürüp sonra diriltecek
olandır. O ki, hesaplaşma gününde kusurlarımı bağışlamasını umduğumdur. Ey
Rabb'im, bana egemenlik bağışla ve beni salihlerden eyle. Beni bol nimetli Cennetinin
varislerden kıi. Babamı da bağışlayıp doğru yola ilet, çünkü o sapıklardandır.
İnsanların yeniden diriltilecekleri gün beni utandırma. O gün ki, malın ve
evlatların hiç bir faydası olmaz. Sadece Allah'a an bir kalple gelenler fayda
görür" (Şuara:
26/78-79)
Kur'an'ın başka bir
yerinde de aynı gerçek şöyle dile getirilmiştir:
"İsrailoğullarını
denizden geçirdik. Bir süre sonra kendilerine özgü bir takım putlara tapan bir
kavme rastladılar. Bunun üzerine "Ey Musa, bu adamların nasıl ilahları
varsa bize de bir ilah göster'.' dediler. O Musa onlara "siz gerçekten
cahil bir kavimsiniz. O adamlar gördüğünüz tutumları yüzünden helak olmaya mahkumdurlar.
Bütün yaptıkları da batıldır"
(A'raf: 7/135-139)
İşte müşriklerin saygı
duruşu ve işte müslümanlarm bir yere kapanma (itikaf) ibadetleri. Müslümanların
mecidlere kapanmaları, ortağı olmayan tek Allah'a ibadet etme amacına dönükken
müşrikler, Allah dışında umut ve korku kaynağı saydıkları ve Allah'a ortak
koşup O'nun katında aracı (şefaatçi) olacaklarını düşündükleri' şeyler
karşısında saygı duruşu yaparlar.
İyi bilelim ki,
müşriklerin hiç biri "Evrenin birden çok yaratıcısı vardır" veya
"Allah'ın bütün sıfatlarında kendisine denk bir başka ilah vardır"
demezler. Hiç bir müşrik böyle bir söz söylememiştir. Tersine onlar da göklerin
ve yerin bir tek yaratıcısı olduğunu kabul ederler. Kur'an'ın şu ayet'le-ri
bize bu gerçeği açıkça bildirir:
"Eğer
onlara-gökleri ve yeri kim yarattı?- diye soracak olursan, mutlaka
"Allah" diyeceklerdir"
(Zümer: 39/38)
"De ki;
"Biliyorsanız, söyleyiniz bakalım, dünya ve üzerindeki varlıklar kime
aittir?" Mutlaka "Allah'a a-ittir" diyeceklerdir. De ki; "O
halde niye bunu düşünüp değerlendirmiyorsunuz?" Yine onlara "Yedi kat
göğün ve Arş'ın Rabb'i kimdir?" diye sor. Sana "Bunlar Allah'a
aittir" diyeceklerdir. De ki; "Ondan niçin korkmuyorsunuz?"
Yine onlara "biliyorsanız, söyleyiniz bakalım, her şeyin egemenliği kimin
elindedir? Her şeyi koruyup gözettiği hafde koruyucu ve gözeticisi olmayan kimdir?"
diyeceklerdir. De ki: "O halde niçin aldanıyorsunuz?"
(Mü'minun: 23/84-89)
"O size kendi
hayatınızdan bir örnek gösterdi. Bakınız bakalım, eliniz altındakiler arasında
verdiğimiz n-zıklarda size ortak olanlar, sizinle eşit düzeyde söz sahibi,
özünüzden sakınır gibi çekindiğiniz kimseler var mı?"
(Rum: 30/28) [157]
Müşrikler, Allah'a
ortak saydıkları ilahlarını sadece Allah'a yaklaştırıcı birer aracı olarak
kabul ederler. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) bu gerçeği aşağıdaki ayet'lerde
şöyle açıklıyor:
"Onun dışında
veliler edinerek "Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye
tapıyoruz" diyenlere gelince, hiç şüphesiz Allah, onların aralarında
ayrılığa düştükleri konuda hüküm verecektir" (Zümer: 39/3)
"Yoksa Allah
dışında bir takım aracılar (şefaatçiler) mi edindiler? De ki; Bu şefaatçılar
hiç bir şeye güçleri yetmeyen ve düşünemeyen şeyler olsalar da mı onları aracı
edineceksiniz?" De ki; "Şefaat yetkisi tümü ile Allah'a aittir.
Göklerin ve yerin egemenliği O'nun elindedir"
(Zümer: 39/44)
"Allah'ı bırakıp
kendilerine ne faydası ve nede zararı olmayan şeylere tapıyorlar ve "Bunlar
Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" diyorlar. De ki "Allah'a, göklerde
ve yerde O'nun bilmediği birşeyi mi haber veriyorsunuz?"
(Yunus: 10/18)
"Ben niçin beni
yaratana tapmayayım? Hepiniz O'na döndürüleceksiniz. Ondan başka ilahlar edinir
miyim hiç? Eğer esirgeyici Allah bana bir zarar vermeyi dile-se, bu ilahların
ne şefaatleri bana fayda sağlayabilir ve nede beni kurtarabilirler".
O taktirde ben apaçık
bir sapıklık içinde olurum. Ben hepinizin Rabb'i olan Allah'a inandım, gelin
beni dinleyiniz" (Yasin:
36/22-25)
"Andolsun ki,
sizi ilk yarattığımız gibi, yine tek başına olarak bize geldiniz ve dünyada
size verip de hayaline daldırdığımız şeyleri de arkanızda bıraktınız. Hani bizim
ortaklarımız olduklarını sandığınız aracılarınızı da yanınızda görmüyoruz.
Bakınız işte, onlarla ilişkiniz kesilmiş, ilah sandığınız şeyler sizden
uzaklaşıp kaybolmuştur"
(En'am: 6/94)
"Allah'dan başka
ne bir veliniz ve nede bir şefaatçiniz yoktur"
(Secde: 32/4)
"Rabb'lerinin
huzurunda toplanacaklarına inanıp da bu durumdan korkanları uyar ki, O'ııdan
başka ne bir velileri ve nede şefaatçileri,yoktur. Bu hususta onları uyar ki,
belki çekinirler"
(En'am: 6/51)
Bu konuda insanlar,
görüş bakımından ikisi aşırı kutuplar ve birisi de orta yol yolcuları olmak
üzere üçe ayrılırlar:
1-
Müşrikler, sapık hıristiyan ve yahudileri ile bu ümmetin, bazı bicTatçıları
Kur'an'ın karşı çıktığı bir şefaatin varlığına inanırlar.
2-
Haricilerle ile Mutezile akımı yanlıları Rasulullah'ın (s.a.v.) ümmetinin büyük
günahkarlarına şefaatçi olacağını reddederler. Hatta bid' atçıların bir kesimi
insanın başkasının şefaatinden ve duasından yarar sağlayabileceğini kabul
etmezler. Tıpkı ölü adına sadaka vermenin ve oruç tutmanın ona fayda
sağlamayacağına inandıkları gibi. Bu görüşün taraftarları aşağıdaki ayet'leri
delil gösterirler:
"Ey mü'minler, ne
alış+verişin, ne dostluğun ve ne de şefaatin işe yaramayacağı gün gelmeden önce
size verdiğimiz rıziktan harcayanız" (Bakara: 2/254)
"O gün zalimler
ne bir dost ve ne de sözü geçer bir şefaatçi bulamayacaklardır" (Mü'min: 40/18)
3- Bu
ümmetin öncü ve önderleri ile onların yolundan giden "Ehl-i Sünnet"
bağlılarına gelince bunlar gerek Rasulullah'ın (s.a.v.) ümmetinin bazı büyük
günahkarlarına şefaat edeceğine, gerek bunun dışındaki şefaat yetkisine ve gerekse
diğer bazı peygamber ve meleklerin şefaat edeceklerine inanırlar.
Ayrıca onlara göre hiç
bir "Ehl-i Tevhid (gerçek anlamda Allah'a inanan kimse)" ebedi
olarak cehennemde kalmaz. Bunun yanında ölünün başkasının duasından, şefaatmdan
ve kendi adına verilecek sadakadan yarar sağlayacağına, çünkü bunların hep
Hadis'lerle sabit olduklarına inanırlar. Hatta alimler arasında geçerli olan
iki zıt görüşten birine göre oruç da böyledir.
Yalnız bu kesimin
görüşüne göre şefaatçi kimse başkası adına dua edip dilekte bulunabilir, ama
yaptığı şefaatin yararlı olabilmesi, Allah'ın iznine bağlıdır. Bu görüşlerini
şu deiiller ile savunurlar. Her şeyden önce Cenab-ı Allah (c.c.) aşağıdaki
ayet'lerde şöyle buyuruyor:
"O'nun izni olmadan
kim O'nıın katında şefaat edebilir?"
(Bakara: 2/255)
"Göklerde nice
melek var ki, onların şefaatleri hiç bir fayda sağlamaz. Meğer ki, bu şefaat
Allah'ın dilediklerine izin vermesinden ve razı olmasından sonra olsun"
(Neem: 53/26)
Öteyandan Buhari'nin
bildirdiğine göre Kıyamet günü, insanlar Adem'den (a.s.) başlayarak sırası ile
Nuh (a.s.), îb-rahim (a.s.), Musa (a.s.) ve İsa (a.s.) gibi en seçkin peygamberlerden
şefaat dileğinde bulunup da talebleri reddedildikken sonra Önceki ve sonraki
tüm günahlarının peşinen affedildiği bildirilen Rasulullah'a (s,a.v.) baş
vuracaklardır. Hadis'in devamım bizzat Rasulullah'tan (s.a.v.) dinleyelim:
"Bunun üzerine
Rabbimin huzuruna giderim. O'nu görür görmez secdeye kapanır ve O'na şu anda
dile getiremeyeceğim övgülerle hamdederim. O anda bana şöyle buyurur;
"Ey Muhammed, başını secdeden kaldır ve söyle, ne söylersen dinlenecektir.
Dile, ne dilersen verilecektir. Şefaatçi ol, şefaatçiliğin kabul
edilecektir". Rabb'imin bu sözleri sona erince kendisine "Ya Rabbi,
senden ümmetimin bağışlanmasını istiyorum" diyeceğim. Bunun üzerine Allah,
ümmetimin oluşturduğu kalabalık arasından hudutlarla çizerek belirlediği bir
kesim ayırır, ben de onları cennete koyarım"[158]
Nitekim Cenab-ı Allah
(c.c.) şöyle buyuruyor:
"De ki; Allah'dan
başka ilah olduklarını sandığınız şeyleri çağırın bakalım. Onlar başınıza gelen
belayı ne giderebilirler ve ne de başka bir tarafa yöneltebilirler. O
yalvardıklan da, onların Allah'a en yakın olanları da Rabb'lerine yanaşabilmek
için vesile ararlar, O'nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabb'inin
azabı gerçekten korkunçtur"
(İsra: 17/56-57)
Bazı ilk dönem (selef)
tefsircileri yukardaki ayet'leri açıklarken şöyle diyorlar: "Vaktiyle bazı
kavimlerin dua ederken azizlerden, Mesih'den ve meleklerden medet ummaları
üzerine Allah (c.c.) bu ayet'leri indirerek kendilerinden medet umulan bu
şahsiyetlerin de Allah'a yaklaşmak için uğraştıklarını, O'nun rahmetini umarak
azabından korktuklarını haber vermiştir".
Buhari'de belirtildiğine
göre bir gün sahabilerden Ebu Hüreyre (r.a.) Rasulullah'a (s.a.v.):
"Ya Rasulallah!
Kıyamet günü senin şefatine mazhar olma bahtiyarlığına ermesi en muhtemel kimse
kimdir?" diye sordu. Rasulullah (s.a.v.) da Ebu Hüreyre'ye (r.a.) şu karşılığı
vermiştir:
"Ey Ebu Hüreyre,
Hadis'e karşı olan düşkünlüğünü bildiğim için bu konuyu senden önce bana hiç
kimsenin sormayacağını tahmin etmiştim* zaten. Kıyamet günü benim şefaatime
mazhar olmaya en yakın kişi, sırf Allah rızası için "la ilahe illallah"
diyen kimsedir"[159]
Demek ki, kul ne
derece ihlash ise o derece şefaate layık olur. Buna karşılık kim bir mahluka
gönül bağlar, onu umut ve korku kaynağı diye bellerse şefaatten en uzak kişi
olur.
Sebebine gelince bir
yaratılmışın başka bir yaratılmışa şefaat etmesi, şefaatçinin şefaati kabul
edecek kimsenin iznini almaksızın şefaat isteyene yardım etmesi şeklinde olur.
Hatta şefaati kabul edecek kimse şefaatçiye ya muhtaç olduğu veya ondan
çekindiği için şefaatçinin ricasını kabul e-der. Oysa Allah'ın hiç bir varlığa
ihtiyacı yoktur. Varlıkların tümünü istediği gibi ve tek başına olarak çekip
çeviren O'dur. Bu yüzden o izin vermedikçe hiç bir şefaatçi ortaya çıkamaz.
Şefaatçiye izin veren de yapılacak şefaat dileğini kabul edecek olan da O'dur,
Tıpkı önce kulunun kalbine dua etmeyi ilham edip de sonra bu duayı kabul ettiği
gibi. Kısacası, her şey O'nun elindedir.
Kul, eğer insanlar
arasından bir şefaatçi ararsa belki gözüne kestirdiği şefaatçi kendisine
şefaatçi olmak istemez. Şefaatçi olmayı kabul etse de ya Allah onun şefaatçi
olmasına izin vermeyebilir veya şefaatini kabul etmeyebilir.
Bilindiği gibi
Allah'ın en üstün kullan sırasıyle Rasulul-lah'la (s.a.v.) İbrahim'dir (a.s.).
Oysa Rasulullah (s.a.v.), amcası Ebu Talib'e:[160]
"Eğer önüme yasak
konmaz ise mutlaka senin af edilmeni dileyeceğim" dediği halde bu
dileğinden vazgeçiril-di. Yine bazı münafıkların cenaze namazını kılan ve onlar
İçin dua eden Rasululîah'a (s.a.v.) bizzat Cenab-i Allah:
"Onlardan ölen
bir kimse üzerine katiyyen namaz kılma ve mezarı başında da durma" (Tevbe: 9/94)
diye uyarmıştır. Yine
Allah, kendisine:
"Eğer onlar için
yetmiş kere af d il esen bile Allah onları affetmez" ayet'ini indirince:
"Eğer yetmiş
kereden çok af dilediğim takdirde affedileceklerini bilsem öyle yapardım"[161]
demesi üzerine bu defa:
"Onlar
(münafıklar) için af dilesen de dilemesen de aynıdır. Allah onları asla
affetmez" (Tevbe:
9/80) ayet-i inmiştir.
Öteyandan Cenab-ı
Allah (c.c.) İbrahim (a.s.) hakkında da şöyle buyurmuştur:
"İbrahim'den korku
gidip kendisine müjde gelince Lut kavmi hakkında bizimle mücadele etmeye
başladı.
Çünkü İbrahim
gerçekten yumuşak huylu, yufka yürekli ve yüz tutup yalvaran bir
kişidir" (Hud: 11/74-75)
Yine aynı İbrahim
(a.s.):
"Ey Rabbimiz,
hesaplaşma günü ana-babamı ve mü'minler affeyle" şeklinde bir vaadde
bulunup, da babasının affedilmesini dileyince Allah, onun için şöyle buyurmuştur:
"İbrahim ile
onunla birlikte onlarda sizin için çok güzel bir örnek var. Onlar kavimlerine
"Biz gerek sizden ve gerekse Allah dışında taptığınız putlardan uzağız.
Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inamncaya kadar aramızda sürekli bir
düşmanlık ve nefret vardır" dediler. Yalnız İbrahim babasına "senin
için Allah'dan af dileyeceğim" dedi" (İbrahim:
14/60)
Cenab-ı Allah (c.c.)
bu konudaki ilkeyi Kur'an'ın başka bir yerinde şöyle ifade ediyor:
"Akraba bile
olsalar, cehennemlik oldukları kesinlikle belli olduktan sonra Allah'a ortak
koşanlar için af dilemek, ne peygamberin ve ne de mü'minlerin yapacağı bir iş
değildir. İbrahim'in babası için af dilemesi, sırf ona verdiği sözden dolayı
idi. Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle görünce ondan
uzaklaşıverdi"
(Tevbe: 9/113-114)
Kısacası Allah'ın
(c.c.) ortaksız bazı hakları ve peygamberlerin rakipsiz bazı hakları gibi
mü'minlerin de mü'minler üzerinde bazı haklan vardır. Nitekim Buhari ile
Müslim'de belirtildiğine göre sahabilerden Muaz b. Cebel şöyle diyor:
"Bir defasında
Rasulullah'la (s.a.v.) birlikte yolculuktaydık. O devenin Önüne ben de
arkasına binmiş gidiyorduk. Bir ara bana:
"Ya Muaz,
Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir, biliyor musun?" diye sordu.
Kendisine:
"Allah ve Rasulü
bilir" diye karşılık vermem üzerine:
"Ya Muaz,
Allah'ın, kulları üzerindeki hakkı O'na ibadet etmeleri ve kendisine hiç
birşeyi ortak etmemeleridir. Peki, kullar bu görevlerini yaptıkları takdirde
Allah üzerinde haklan nedir, biliyor musun?" dedi. Kendisine:
"Allah ve Rasulü
bilir" diye karşılık verince;
"O takdirde
kulların Allah üzerindeki hakkı onları azaba çarptırmamasıdir" dedi.[162]
Demek ki, Allah
kendisine hiç bir ortak koşulmaksızm ibadet edilmeye müstahaktır. Tüm
peygamberlerin insanlara iletilmekle görevlendirildikleri ve ilahi kitapların
biricik iniş gerekçesi olan "Tevhid inancı" nın özü ve temel ilkesi
budur. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) bu gerçeği aşağıdaki ayet'lerde şöyle
açıklıyor:
"Senden Önce
göndermiş olduğumuz peygamberimize sor bakalım. Acaba Rahman olan tek
Allah'dan baş-ka>tapdacak bir ilah belirledik mi?" (Zuhruf: 43/43)
"Senden Önce
gönderdiğimiz hiç bir peygamber yok ki, kendisine "Benden başka ilah
yoktur, bana kulluk ediniz" diye vahyetmiş olmayalım" (Enbiya: 21/25)
"Biz her ümmete
"Allah'a ibadet ediniz ve Tağut'tan uzak durunuz" diyen birer peygamber
gönderdik"
(Nahl: 16/36)
Sırf Allah'dan
korkmak, başka hiç kimseden çekinmemek de bu ilkenin kapsamı içindedir. Nitekim
Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Kim Allah'a ve
Rasulullah'a itaat eder, Allah'dan korkar, O'ndan çekinirse işte kurtuluşa erenler
bunlardır"
(Nur; 24/52)
Görüldüğü gibi,
ayet'te "itaat" hem Allah ve hem de Rasulullah (s.a.v.) için söz
konusu edilmiştir. Tıpkı şu ayet'te olduğu gibi:
"Peygamber size
ne verdi ise onu alınız ve size neyi yasakladı ise ondan kaçınınız" (Haşr: 59/7)
Demek ki,
"Haram" Rasulullah'ın (s.a.v.) haram kıldığı, "Helal"
Rasulullah'ın (s.a.v.) helal olduğunu söylediği ve "Din" de
Rasulullah'ın (s.a.v.) meşru kıldıklarıdır.
Fakat Cenab-ı Allah
"Bize Allah kafidir, dediler" diye bu-, yurarak "yeterli
saymayı" sadece kendisine özgü kılmıştır. Yani "Bize Allah ve Rasulü
kafidir, dediler" buyurmamış-tır. Aynı ilkeyi seslendiren bir başka ayet
de şöyledir:
"Onlar ki, halk
kendilerine "düşmanlarınız size kav-şı ordu toplamışlar, onlardan
korkunuz" deyince bu söz onların imanlarını arttırdı ve "Allah bize
yeter, O ne güzel vekildir" dediler" (Al-i İmran: 3/173)
Aynı anlamı değişik
bir ifade ile vurgulayan bir başka ayet de şudur:
"Ey Peygamber,
Allah, sana ve sana bağlı olan mü'minlere yeter" (Enfal:
8/64)
Az yukardaki ayet-i
okumaya devam edersek "Yakında bize Allah kereminden verecek, Rasulü
de" buyurulduğunu görüyoruz. Dikkat edersek Allah "Kerem"i sırf
kendine özgü kılarken "verme" eylemini yine Rasulullah (s.a.v.) için
de kullanmıştır. Bu demektir ki, Rasulullah'ın (s.a.v.) mubah saymadığı hiç
bir şey mubah kabul edilemez. Yani herkes elinden gelen her şeyi almak
(yapmak) yetkisinde değildir. Ancak şeriatın mubah ilan ettiği şeyleri almak
ve yapmak serbest olabilir. Ayet'in son kısmı "Biz sadece Allah'a rağbet
ederiz" şeklindedir. Yani "Rağbet etmek" sırf Allah için söz
konusudur, başka hiç kimseye yöneltilemez. Tıpkı şu ayet'te buyurulduğu gibi:
"O halde boş
zaman bulunca kalk ibadet et ve yalnız Rfibb'ine rağbet et" (İnşirah: 94/7-8)
Bilmek gerekir ki,
Cenab-ı Allah (c.c.) hiç kimseye her hangi bir varlıktan bir şey İstemeyi
kesinlikle emretme-miştir. Bazı durumlarda bunu mubah kıldığı olmuştur, ama hiç
bir zaman böyle bir şeyi emretmemiştir. Tersine kul için en yerinde tutum,
Allah'dan başka hiç kimseden hiç bir şey istememektir. Nitekim Rasulullah
(s.a.v.) İbn-i Ab-bas'a:
"Bir şey
isteyeceğin zaman Allah'dan iste ve sığınacağın zaman da Allah'a sığın"[163]
buyurmuştur.
Allah, "kendisine
güvenilecek" "kendisinden yardım istenecek",
"Yalvanlacak", "korkulacak", "umut bağlanacak",^"kulluk
edilecek", "kalplerin yöneleceği", "Her kımıldama ve güç
belirtisinin kaynaklandığı", "Kendisinden yine kendisine baş
vurulabilecek" olan yegane mercidir. Kur'an baştan sona kadar bu temel
ilkeyi vurgular. Öteyan-dan Rasulullah (s.a.v.) da "itaat edilecek",
"sevilecek", "Hoşnut olunacak", "Hükümlerine boyun
eğilecek", "Desteklenecek", "Onurlandırılacak",
"İzinden gidilecek", "Kendisine ve getirdiklerine
inanılacak" bir mercidir. Bu hususta da bir kaç Örnek ayet okuyalım:
"Kim Peygambere
itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur" (Nisa: 4/80)
"Biz hiç bir
Peygamberi, Allah'ın izni ile itaat edilmekten başka bir amaçla göndermiş
değiliz"
(Nisa: 4/64)
"Oysa Allah'ı ve
Peygamberi hoşnud etmeleri daha yerinde olurdu" (Nahl:
16/36)
"De ki, eğer
babalarımızı, oğullarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, hısım-akrabanızı,
kazandığınız malları, düşmesinden çekindiğiniz ticaretinizi, hoşunuza giden evlerinizi
Allah'dan, Rasulullah'tan ve Allah yolunda Cihad etmekten daha çok "seviyorsanız
Allah'ın hakkınızdaki hükmü üzerinizde gerçekleşmesini bekleyiniz"
" (Tevbe: 9/24)
Öteyandan Buharı ile
Müslim'in belirttiğine göre Rasu-Iullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Şu üç haslet
kimde bulunursa imanın tadını hisseder:
1- Allah'ı
ve Rasulullah'ı, bu ikisi dışındaki her şeyden daha çok sevmek,
2- Sırf
Allah için bir kimseyi sevmek,
3- Allah
kendisini kafirlikten kurtardıktan sonra tekrar oraya dönmekten, ateşe
atılmaktan çekinir gibi çekinmek"[164]
Yine bir gün
Rasulullah (s.a.v,):
"Varlığımı elinde
tutan Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, herhangi biriniz beni evladından,
ana-baba-sından ve diğer tüm insanlardan daha çok sevmedikçe mü'min
olamaz"[165] buyurunca Ömer (r.a.):
"Ya Rasulallah!
Seni kendim dışında kalan her şeyden daha çok seviyorum" dedi. Bunun
üzerine Rasulullah (s.a.v.) Ömer'e (r.a.):
"Hayır, ya Ömer,
beni kendinden de çok sevmedikçe olmaz" buyurdu. Arkasından Ömer (r.a.):
"Seni kendimden
de çok seviyorum" deyince Rasulullah (s.a.v.) kendisine
"İşte şimdi oldu,
ya Ömer"[166] diye cevap verdi. Sözlerimizin
burasında aşağıdaki ayet'leri okumanın tam sırasıdır:
"De ki;
"Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı affetsin" (Al-i İmran: 3/31)
"Biz seni
ümmetine canlı örnek, müjdeleyicî ve uyarıcı olarak gönderdik"
Ta ki, Allah'a ve
Peygambere inanasımz, O'nun dinini destekleyesiniz, O'na saygı gösteresiniz ve
sabah-ak-şam Allah'ı teşbih edip şanını yüceltesiniz"
(Fetih: 48/8-9)
Bu ayet'Ierden açıkça
anlaşılıyor ki, "iman etmek" hem Allah ve hem de Peygambere,
"Desteklemek" ve "saygı göstermek" Peygambere, "Teşbih
etmek" ve "şanı yüceltmek* ise sırf Allah'a özgüdür.
Allah, Rasulullah'ı
(s.a.v.) bu "Tevhid" inancını gerçek kimliğine kavuşturmak, yabancı
unsurlardan arındırmak ve gündelik konuşmalarda rastlanan bazı denetimsiz
deyimlere varıncaya kadar müşrikliğin hertürlü tezahürüne karşı çıkmak için
görevlendirip gönderdi. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) bir defasında sahabileri
"Sakın
"Allah ve Muhammed diledikçe" demeyiniz. Bunun yerine "Önce
Allah ve sonra Muhammed diledikçe" deyiniz"[167]
diye uyardı. Yine bir gün adamın birini kendisine:
"Allah ve sen
diledikçe" diye hitap eden bir adamı
"Benî Allah'a eş
mi koşuyorsun? Öyle diyeceğine "Tek başına Allah diledikçe" de"[168]
diye azarlamakta ge-rİ kalmamıştır.
Allah'ın kullar
tarafından yapılmalarını meşru kıldığı bütün ibadetler, ön şart olarak
"dini tümü ile sadece Allah'a yöneltmiş olma" ilkesini içerirler.
Ancak o zaman aşağıdaki ayet gerçekleşebilir:
"Oysa onlara
s;.dece dini yalnız Allah'a yönelterek ve Allah'ı tek bilertk O'na ibadet
etmeleri, namaz kılmalan ve zekat vermeleri emredilmişti. İşte dosdoğru din
budur"
(Beyyine: 98/5)
Yine namaz sırf Allah
için, sadaka sırf Allah için, oruç sırf Allah için ve hac hem sırf Allah için
ve hem de sırf Allah'ın evi olan Kabe'yi ziyaret ederek yapılacaktır. Başka
türlü söylersek hacca gitmekten maksad, Allah tarafından ibadet yeri olarak
belirlenen belirli yerlerde sırf Allah'a ibadet etmektir. Bundan dolayı hac tek
Allah'a inananların sembolü olarak bilinegelmiştir. Nitekim bazı klasik tefsir
bilginleri Kur'an'da geçen "Tek Allah inancının bağlıları" deyimini
"Beytullah'ı ziyaret edenler" diye açıklamışlardır. Çünkü yahudiler
ile hıristiyanlar ne vaktiyle ve nede şimdi Beytullah'ı ziyaret etmezler.
Yine bu klasik dönem
tefsircilerinin belirttiklerine göre
"Kim İslam'dan
başka bir dinin peşine düşerse bilsin ki, bu dini Allah kabul etmez" (Al-i
İmran: 3/85) ayet-i inince yahudiler ile hıristiyanlar:
"Bizim dinimizin
adı İslam'dır, bu anlamda biz müslü-maniz" diye konuşmaya başladılar.
Arkasından
"Yolculuğuna gücü
yeten herkesin Beytullah'ı ziyaret etmesi (hacca gitmesi) Allah'ın insanlara
yüklediği bir görevdir" ayet-i inip de yahudiler ile hıristiyanların:
"Beytullah'ı
ziyaret etmesek olmaz mı?" demeleri üzerine bu ayet'in devamı olarak
Allah (c.c):
"Kafir olanlara
gelince hiç şüphesiz, Allah tüm varlıklardan müstağnidir" buyurmuştur.
(Al-i İmran: 3/97)
Bilmek gerekir ki,
Allah'ın: "Kim İslam'dan başka bir dinin peşine düşerse bilsin ki, bu dini
Allah kabul etmez" ayet'inde dile gelen uyarı, eski-yeni bütün dönemlerin
insanlarına yönelik ortak bir ilkeyi içerir. Bu ilkeye göre "İslam
Dini", Allah'ın tüm peygamberleri tarafından getirilmiş ve eski-yeni
bütün mü'min kullarının benimsemiş oldukları ortak bir dinin adıdır. Nitekim
Allah Kur'an'da yeryüzü halkına göndermiş olduğu ilk elçileri arasında yer alan
Nuh, İbrahim, Yakub, Musa ve Süleyman gibi peygamberleri ve onlara inananları
"müslümanlar" olarak nitelemektedir. Aşağıda bu konudaki ayet'lerin
başlıcalarını okuyacaksınız:
"Onlara Nuh'un
başından geçenleri anlat: Hani o kavmine dedi ki: "Ey kavmim, eğer binim
ortaya çıkışım ve size Allah'ın ayet'lerini hatırlatmam size ağır geldi ise,
biliniz ki, ben Allah'a güveniyorum; siz de ortaklarınızla birlikte biraraya
gelip ne yapacağınızı ka-rarlaştırınız ki, yapacağınız şey başınıza dert
açmasın. Sonra da bana hiç bir mühlet tanımaksızın aleyhimde vermiş olduğunuz
kararı uygulayınız. Eğer benim çağrıma yüz çevirecek olursanız, biliniz ki,
ben sizden hiç bir ücret istemiş değilim. Benim mükafatımı sadece Allah
verecektir. Bana müslümanlardan olmak emredildi"
(Yunus: 10/71-72)
"Kendini
bilmezlerin dışında kim İbrahim'in dininden yüz çevirir ? Biz İbrahim'i seçkin
kıldık, o hiç şüphesiz ahirette de salihler arasındadır. Hani Rabb'i O'na
"İslam ol" deyince o da "Alemlerin Rabbine teslim oldum"
dedi. İbrahim ve Yakub bu inancı oğullarına da tavsiye ederek "Ey
oğullarım, Allah sizin için bu dini seçti. Buna göre mutlaka müslüman olarak
ölünüz" dediler. Yoksa Yakub ölmek üzereyken yanında mıydınız? Hani O
oğullarına "Benden sonra kime tapacaksınız?" diye sorunca oğullan
kendisine "Gerek senin ve gerekse ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın
ilahları olan tek Allah'a kulluk edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız" dediler"
(Bakara: 2/130-133)
Kur'an bize Yusuf'un
(a.s.) şu duasını nakleder:
"Ey Rabb'im, sen
bana-egemenlik verdin ve rüya yorumlamayı öğrettin. Ey göklerin ve yerin
yaratıcısı, dünyada da ahirette de benim dostum, dayanağım sensin. Beni
müslüman olarak öldür ve salihler araşma kat"
(Yusuf: 12/101)
"Hani Musa
kavmine dedi ki: "Eğer gerçekten Allah'a inanıp müslüman olduysanız,
sadece O'na güveniniz"
(Yunus: 10/84)
Cenab-ı Allah (c.c.)
Beni İsrail peygamberleri hakkında da şöyle buyuruyor:
"Biz Tevrat'ı
indirdik. O yol gösterici ve nur dolu bir kitaptır. İslam olmuş peygamberler,
ona göre yahudiler arasında hüküm verirlerdi. Kendilerini Allah'a adamışlar
ile zahidler de bu Allah'ın kitabından edindikleri bilgelere göre hüküm
verirlerdi. Onlar o kitabın canlı örnekleri idiler. Buna göre insanlardan
değil, benden korkunuz ve sakın benim ayet'lerimi basit paralar karşılığında
satmayınız. Allah'ın indirdiğine göre hükmetme-yenler, kafirlerin ta
kendileridirler" (Maide:
S/44)
Kur'an'da Saba
melikesi Belkıs'ın Allah'a şöyle yal-vardığı naklediliyor:
"Ey Rabb'im, ben
kendi kendime zulmetmişim, Şimdi Süleyman ile birlikte alemlerin Rabbine
teslim oluyorum"
(Nemi: 27/44)
Cenab-ı Allah (c.c.)
İsa'nın (a.s.) ümmeti adına şöyle buyuruyor:
"Hani İsa'nın
havarilerine "Bana ve Peygamberlerime iman ediniz" diye vahyetmiştim
de onlar da "İnandık müslüman olduğumuza şahid ol" dediler"
(Maide: 5/111)
Yine havarilerle
ilgili olan başka bir ayet'te de şöyle buyuru luyor:
"Ey Rabb'imiz,
indirdiğin kitaplara inanıyor ve Peygamberin izinden gidiyoruz. Bizi de şahidler
arasında yaz"
(Maide: 5/83)
Cenab-ı Allah (c.c.)
bir başka ayette şöyle buyuruyor:
"Yüzünü Allah'a
döndürüp iyi ameller işleyen ve İbrahim'in doğru yoluna bağlanan kimseden daha
güzel dinlisi kim olabilir? Allah, İbrahim'i dost edinmişti"
(Nisa: 4/125)
Aşağıdaki ayet'lerde
de şöyle buyuruluyor:
"Dediler ki,
"Yahudi ve hıristiyanlardan başka hiç kimse cennete giremeyecektir"
Bu onların kuruntusudur. Dedi ki; "Eğer doğru söylüyorsanız, delilinizi gösteriniz"
Hayır, öyle değil. Kim iyi ameller işler ve yüzünü Allah'a döndürürse Rabbi
katında mükafatını alır. Böyleleri için korku söz konusu değildir, onlar hiç
üzülmeyecekler de"
(Bakara: 2/111-112)
Buradaki "Yüzü
Allah'a döndürmek" kulun kalbini sırf Allah'a yönelterek ibadet etmesi ve
"İyi amel işlemek" de Allah'ın emirlerine uygun ve şeriatte yeri olan
salih ameller yapması anlamında yorumlanmıştır. Gerçekten bu iki ilke, yani
sırf Allah'a ibadet etmek ve ibadetleri bİd'atlere saparak değil de şeriata
uygun biçimde yapmak, İslam dininin bütün diğer ilkelerini de kapsamlarına alan
ana ilkelerdir. Bunun böyle olduğundan emin olmak için sırf şu ayet-i okumak
yeterlidir.
"Kim Rabbine
kavuşmayı isterse salih ameller işlesin ve Rabbi için yaptığı ibadetlere başka
hiç kimseyi ortak etmesin"
(Kehf: 18/110)
Nitekim bize ulaşan
bilgilere göre Ömer'in (r.a.) sık sık yaptığı dualardan biri şöyle idi;
"Ya Rabbi, işlediğim tüm amelleri salih kıl, onların sırf senin rızan için
işlenmiş, halis ameller olmalarını nasip eyle. Onlara hiç kimsenin ortak
olmasına meydan verme".
Fudayl b. lyaz:
"Allah hanginiz daha güzel amel yapacaksınız diye sizi deneyden geçirmek
için hayatı ve ölümü yarattı" ayet'ini açıklarken "Yani en ihlaslı
ve doğru ameli" dedi. Bu sözlerini işiten arkadaşları "Ya Ebu Iyaz,
en ihlash ve doğru amel derken neyi kasdediyorsunuz?" deyince sözlerini
şöyle açıkladı; "Yapılan amel eğer ihlash olur, fakat doğru olmaz ise
kabul edilmez. Buna karşılık eğer amel doğru olur, fakat ihlash olmaz ise yine
kabul edilmez. Yapılacak amelin kabul edilmesi için hem ihlash ve hem de doğru
yapılmış olması gerekir. îhlaslı amel, sırf Allah rızası gözetilerek yapılan
amel ve doğru amel de Sünnet'e uygun olarak yapılan ameldir"[169][170]
Bu iki temel ilke
İslam'ın özünü oluşturan "şehadet cümleleri"ne gerçeklik kazandırır.
Yani Allah'dan başka ilah olmadığını ve Rasulullah'ın (s.a.v.) Allah'ın Rasulü
olduğunu ifade eden şehadet cümlelerine.
Çünkü Allah'dan başka
ilah olmadığına şehadet etmek, ilahlığı sadece Allah'a isnad etmek anlamına
gelir. Buna göre bu cümleyi dile getiren bir insan kalbinin ne sevgi, ne korku,
ne umut ne yüceltme, ne büyük sayma, ne rağbet ve ne de çekinme yolu ile başka
bir şeyi Hah edinmemesi gerekir. Bunun tersine kesinlikle dinin tümü ile
Allah'a yöneltmesi icabeder. Tıpkı Cenab-ı Allah'ın (c.c.) şu ayet'te buyurduğu
gibi:
"Fitne
(kargaşalık ve bozgunculuk) tamamen ortadan kalkıp da din tümü ile Allah'a ait
hale gelinceye kadar kafirlerle savaşınız" (Enfal:
8/39)
Öteyandan Tirmizi'de
yer alan bir Hadis'e göre Rasulul-lah (s.a.v.) dinin kemale ermesini şöyle
tanımlıyor:
"Kim Allah için
sever, Allah adına nefret eder, Allah için verir ve Allah için vermekten
kaçınırsa İmanını kemale erdirmiş olur"[171]
Buna karşılık eğer bir
kısmı Allah'a ve bir kısmı da başkasına ait sayılırsa ortada,
"başkasına" ayrılan pay oranında şirk (müşriklik) var demektir.
Başka türlü söylersek mü 'minlerin sevgileri ya Allah 'a dönüktür veya Allah
içindir. Buna karşılık müşriklerin sevgisi Allah için başkaları arasında
bölüştürülmüştür. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Kimi insanlar
Allah'a Allah'ın dışında eşler koşarlar ve bu eş koştukları şeyleri Allah'ı
sevdikleri gibi severler. Mü'minler ise en çok Allah'ı severler"
(Bakara: 2/165)
Rasulullah'ın (s.a.v.)
Allah'ın Rasulü olduğunu dile getiren ikinci şehadet cümlesi Rasulullah'ı
(s.a.v.) haber verdiği her konuda onaylamayı ve verdiği tüm emirleri yerine
getirmeyi içerir. Onun var saydığı her şeyi var kabul etmek ve O'nun karşı
çıktığı her şeye karşı olmak gerekir. Bunun sonucu olarak Rasulullah (s.a.v.)
Allah için hangi isim ve sıfatlan sabit gördü ise insanlar da sabit saymalı,
buna karşılık o Allah'a hangi isini ve sıfatları yakışıksız gördü ise "yaratıklara
benzemek gibi" insanlar da o tür isim ve sıfatları Allah'a yakıştırmaktan
kaçınmalıdırlar. Ancak o zaman "tadil (yok sayma)" ve "temsil
(benzetme)" tehlikelerinden uzak kalarak "benzetmesiz var sayma"
ve "yok saymasız arandırma" özelliklerini senteze kavuşturmuş hayırlı
bir inanç sistemine sahip olabilirler.
Buna bağlı olarak
insanlar Rasulullah'ın (s.a.v.) emrettiklerini yapmalı, yasakladıklarını
yapmaya son vermeli, O'nun helal dediklerini helal bilip haram saydıklarını
haram kabul etmelidirler. Başka bir biçimde söylersek Allah'ın ve Rasulullah'ın
(s.a.v.) haram saydıklarından başka haram ve Allah ile Rasulullah'ın (s.a.v.)
meşru kıldıklarından başka din olamaz. Unutmayalım ki, Cenab-i Allah (c.c.)
Kur'an'ın bir çok yerinde bunun tersini yaptıkları gerekçesi ile müşrikleri
kınamaktadır. Yani müşrikler Allah'ın haram kılmamış olduğu bazı şeyleri haram
saymakta ve Allah'ın izin vermemiş olduğu biçimde bir din ortaya sürmektedirler.
Örnek olarak şu ayet'leri okumalıyız:
"Allah'ın
yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah'a pay ayırdılar ve zanlarınca
"Bu Allah'a ve bu da ortak koştuklarımıza" dediler. Ortak
koştuklarına ayırdıkları paylar Allah'a ulaşmazken Aüah'a ayırdıkları paylar
ortak koştuklarına düşüyor. Verdikleri hükümler ne kadar fenadır! Zanlarınca
dediler ki; "Bunlar dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediklerimizden
başkası yiyemez. Bunlar da sırtların binilmesi yasak hayvanlardır. Bazı
hayvanları da Allah'ın adını anmaksızm boğazlarlar. Bütün bunları Allah'a
iftira olarak ortaya attılar. Fakat Allah yakında onlara bu iftiralarının
cezasını verecektir"
(En'am: 6/136-138)
Bir de şu ayet-i
incelemeliyiz:
"Yoksa onların,
Allah'ın izin vermediği biçimde din ortaya koyan ortak ilahları mı
var?" (Şuara: 26/21)
Öteyandan Cenab-ı
Allah (c.c.) Kur'an'da Rasulullah'a (s.a.v.) şöyle seslenmektedir:
"Ey Peygamber,
biz seni şahid (örnek), müjdeleyici, uyarıcı, izni uyarınca Allah'a çağırıcı ve
aydınlık saçıcı bir kandil olarak gönderdik" (Ahzab: 33/45)
Görüldüğü gibi Cenab'ı
Allah (c.c.) Rasulullah'ı, kendi izni ile insanları kendisine çağırmakla
görevlendirdiğini belirtmektedir.
Buna göre kim
Allah'dan başkasına dua eder, ondan bir şey dilerse Allah'a şirk koşmuş olur.
Bunun yanında kim Allah'a, "O'nun izin vermediği şekilde" dua ederse
o kimse bir bid'atçidır. Şirk bir tür bid'at olduğu gibi bid'atçılık da git
gide şirke götürür. Hiç bir bid'atçi bulunamaz ki, şu veya bir oranda şirke
bulaşmamış olsun. Nitekim Cenab-i Allah (c.c.) yahudiler ile hıristiyanlar
hakkında buyuruyor ki:
"Allah'ı bir yana
bırakarak hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i ilah edindiler. Oysa
kendilerine sadece tek Allah'a kulluk etmeleri emredildi. Kendisinden başka
ilah olmayan ve onların koştukları ortaklardan münezzeh olan
Allah'a" (Tevbe:
9/31)
Yahudiler ile
hıristiyanların müşrikliklerinin sebeplerinden biri, ayet'te sözü geçen dini
önderlerin haramları helal saydıklarında onlara itaat etmeleri, buna karşılık
helalleri de haram sayarken yine o kimselere boyun eğmeleridir. Şimdi de şu
ayet-i okuyalım:
"Kendilerine
Kitap verilmiş olanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve
Rasulullah'm haram kıldıklarını haram saymayan ve hak dini din edinmeyen
kimselerle boyun eğerek kendi elleri ile cizye verecekleri zamana kadar
savaşınız" (Tevbe: 9/29)
Görüldüğü gibi Cenab-ı
Allah (c.c.) bu kimselerin Allah'a ve ahiret gününe inanmamalarını, Allah'ın ve
Rasulullah'm (s.a.v.) haram kıldıklarını haram saymamak ve hak dini din
edinmemekle aynı düzeyde değerlendirerek yanyana almaktadır.
Buna karşılık
mü'minler Rasulullah'm (s.a.v.) Allah ve ahiret günü hakkında anlattıklarını
onaylayan, Allah'a ve ahiret gününe inanan; emirleri, yasakları, helal
kıldıkları ve haram saydıkları konusunda Rasulullah'a (s.a.v.) itaat eder,
Allah'ın ve Rasulullah'm (s.a.v.) haram kıldıklarını haram sayarak hak dini
din edinen kimselerdir. Zaten Allah iyiliği emredip kötülüklerden alıkoysun, temiz
şeyleri helal kılıp pis şeyleri haram ilan etsin diye peygamber göndermiştir.
Başka türlü söylersek onlara iyi olan her şeyi emredip kötü olan her şeyden
kaçınmalarını istemiş, temiz olan bütün şeyleri helal kılarak pis olan bütün
şeyleri haram ilan etmiştir. [172]
"İslam"
terimi teslim olmak, boyun eğmek ve sırf Allah'a yönelmek anlamlarını birlikte
içerir. Terimin bu anlamı, Kur'an'ın şu ayet'inde ifadesini bulur:
"Allah puta
tapanlarla tek Allah'a inananların durumunu size şu örnekle anlatır:
Birbirleri ile çekişen çok sayıda ortakların sahip oldukları biri ile yalnız
bir tek kişiye bağlı olan bir adam düşününüz" (Zümer: 39/29)
Demek ki, İslam'ın söz
konusu olabilmesi için mutlaka tek Allah'a teslim olmak ve O'nun dışındaki her
şeye teslim olmaktan sıyrılmak gerekir. îşte "Lailahe illallah: Allah'dan
başka ilah yoktur" cümlesinin asıl anlamı budur.
Buna göre kim Allah
ile birlikte bir başka şeye teslim olursa bu kimse müşriktir. Allah ise
kendisine ortak koşmayı asla affetmez. Buna karşılık kim Allah'a teslim olmaz
ise büyüklenerek O'na kul olmaktan yüz çevirmiş demektir. Ce-nab-ı Allah (c.c.)
böyleleri hakkında şöyle buyuruyor:
"Bana dua ediniz
de duanızı kabul edeyim. Büyüklenerek Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler
horlanarak cehenneme gireceklerdir" (Mü'min: 40/60)
Elimizde bu ayet'le
aynı anlama gelen şöyle bir Hadis vardır. Rasulullah (s.a.v.) bir defasında:
"Kalbinde zerre
kadar kibirlilik bulunan bir kimse cennete giremez. Buna karşılık kalbinde
zerre kadar iman bulunan kimse de cehenneme girmez" buyurdu. Bu sözleri
dinleyen sahabilerden biri Rasulullah'a (s.a.v.):
Ya Rasulallah! Giydiği
elbisenin ve ayağındaki ayakkabının güzel olmasını seven birini ele alalım. Bu
adamın yaptığı kibir sayılır mı?" diye sordu. Rasulullah (s.a.v.) bu soruya
şu cevabı verdi;
"Hayır, sayılmaz.
Çünkü Allah güzeldir ve güzelliği sever. Kibirlilik, gerçeği hazmede m e m ek
ve insanları küçümsemektir"[173]
Yahudilerin ana
özelliği kibirlilik ve hiristiyanlarınki ise müşrikliktir. Nitekim Cenab-ı
Allah (c.c.) bize yahudi-leri şöyle tanıtıyor:
"Ne zaman ki, bir
peygamber size canınızın istemediğidir şey getirdi ise onu kibirlenerek
reddetmediniz mi?"
(Bakara: 2/87)
Buna karşılık hıristiyanları
da şöyle tanıtıyor:
"Allah'ı bir yana
bırakarak hahamlarını, rahibleri-ni ve Meryem oğlu Mesih'i ilah edindiler. Oysa
kendilerine sadece tek Allah'a kulluk etmeleri emredildi. Kendisinden başka
ilah olmayan ve onların koştukları ortaklardan münezzeh olan
Allah'a" (Tevbe:
9/31)
Bundan dolayı Cenab-ı
Allah (c.c.) hıristiyanları anlatırken şöyle buyuruyor:
"De ki: "Ey
Kitap ehli, gelin aramızda ortak olan bir ilkede anlaşalım: Sadece Allah'a
kulluk edelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakarak birbirimizi
ilah edinmeyelim" Eğer yüz çevirirlerse "şa-hid olunuz, biz
müslümanız" deyiniz" (Al-i
İmran: 3/64)
Yine Cenab-ı Allah
(c.c.) İslam'ın ne olduğunu anlatıyor ve bu vesile ile yahudi ve hıristiyanlara
hitab ederken şöyle buyuruyor:
"Deyiniz ki;
"Biz Allah'a, bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve
torunlarına indirilene;
Musa'ya, İsa'ya
verilene ve diğer peygamberlere Rabb'leri tarafından verilene inanırız.
Peygamberler arasında ayırım yapmayız. Biz Allah'a teslim olan kimseleriz.
Yoksa siz İbrahim, İshak, İsmail, Yakub ve torunlarının yahudi veya hıristiyan
olduklarım mı söylüyosu-nuz? De ki; "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa
Allah mı?" Bildiği bir şehadeti Allah'dan gizleyenden daha zalim kim
olabilir? Bilesiniz ki Allah yaptıklarınızdan gafil değildir"
(Bakara: 2/136-140)
"İslam"
terimi ile ifade edilen hak dinin Özü bir ve şeriatları (hayatın akışını
düzenleyen kurallar sistemi) farklı olduğu için Rasulullah (s.a.v.) sahih bir
Hadis'inde şöyle buyuruyor:
"Biz
peygamberlerin dini bir olduğu gibi bizler baba bir kardeşleriz. Meryem oğlu
İsa'ya en yakın olan benim. Çünkü onunla aramızda başka bir peygamber
yoktur"[174][175]
Demek ki, bütün
peygamberlerin dini birdir. O da özü bakımından tek ve ortaksız Allah'a kulluk
etmektir. Bu Allah'a her dönemde o dönemdeki emirleri uyarınca kulluk edilir ve
bu kulluk biçimi de o dönemin İslam dinidir.
Yürürlükten kaldırılan
ve kalkan (nasih ve mensuh) kurallar bakımından şeriatlerin farklılık
göstermesi, aynı şeriatın zaman içinde farklılaşmasına benzer. Mesela Cenab-ı
Allah'ın, Rasulullah'a (s.a.v.) göndermiş olduğu İslam dini, özü bakımından tek
bir dindir. Böyle olmakla birlikte bu din bir dönem "Hicretten sonra on
küsur ay kadar" Bey-tulmukaddese dönerek namaz kılmayı emretmiş, fakat bir
süre sonra Beytülmukaddes'e doğru namaz kılmayı yasakla-
(575)
yarak Kabe'yi kıble
edinme ilkesini getirmiştir. İki zaman dilimi arasındaki bu kıble değişikliğine
rağmen din birdir.
Bu ilke uyarınca
Cenab-i Allah (c.c.) İsrailoğulları için cumartesi gününü ve bizim için cuma
gününü haftalık bayram olarak belirlemiştir. İsrailoğulları zamanında cumartesi
günü toplanmak vacipken bizim dönemimizde cuma günü toplanmak vacip olmuş,
buna karşılık cumartesi günü toplanmak haram kılınmıştır.
Musa'nın (a.s.)
şeriatı yürürlükteyken kim onun dışına çıkmış ise "müslüman" olma
niteliğini yitirmişti. Buna karşılık p'aha önceki şeriatler yürürlükten
kaldırıldıktan sonra Rasuîullah'ın (s.a.v.) şeriatına girmeyenler de
"müslüman" olamamışlardır.
Cenab-ı Allah (c.c.)
hiç şüphesiz, hiç bir peygamberine kendisinden başkasına kulluk edilmesini
meşru kılmamış, hiçbir şeriatta böyle bir kural yer almamıştır. Nitekim o,
Kur'an'da şöyle buyuruyor:
"Allah size Nuh'a
ve sana vahyettikleri ile İbrahim'e Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiklerini meşru
kıldı. Yani "Bu dine uyun ve onunla ilgili olarak ayrılığa düşmeyin"
fakat müşrikleri uymaya çağırdığın bu ilke onlara ağır geldi» (Şuara:
26/13)
Görüldüğü gibi, Allah
peygamberinin tümüne gönderdiği dinde ayrılığa düşmeksizin uymalarını
emrettiğini belirtiyor. Aşağıdaki ayet'Ier de bu ilkeyi vurguluyor:
"Ey peygamberler,
temiz yiyecekler yiyiniz ve salih ameller işleyiniz. Çünkü ben yaptığınız her
şeyi biliyorum. Hiç şüphesiz, sizin oluşturduğunuz bu ümmet, tek bir ümmettir
ve ben de Rabbinizim. Benden korkunuz"
(Mü 'minun: 23/51-52)
"Sen yüzünü
Allah'ı bir bilenlerin dinine çevir. Bu din Allah'ın yaratış sistemidir, bütün
insanları bu sisteme yatkın yaratmıştır. Allah'ın yaratış sistemi
değiştirilemez. Doğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bunu
bilmezler"
(Rum: 30/30)
"Yalnız Allah'a yönetiniz
ve sırf O'ndan korkunuz. Namazı kılınız ve sakın müşriklerden olmayınız. Ki onlar
dinlerinde ayrılığa düşerek grup grup bölündüler. Her grup kendi görüşü ile
mutludur" (Rum: 30/31-32)
Gerçekten müşrikler
grup grup ayrılıp parçalandıkları halde Allah'ın birliğinde buluşan ihlaslılar
kitlesi birlik içindedir. Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Rabbin
dileseydi, bütün insanları bir ümmet yapardı. Fakat sürekli ayrılıklara
düşüyorlar. Yalnız Rabbi-nin rahmetine mazhar olanlar hariç. Allah onları bunun
için yarattı." (Hud:
11/118-119) [176]
Demek ki, Allah'ın
rahmetine mazhar olanlar (Tevhid inancının bağlıları) birlik ve anlaşma
halindeyken müşrikler dinlerinde ayrılığa düşerek çeşitli gruplara bölünmüşlerdir.
Bu yüzden nerede
müşriklik ve bid'atçıhk ortaya çıkarsa orada insanlar arasında ayrılıkların
alıp yürüdüğü görülür. Nitekim İslam öncesi dönemde hemen hemen her arap
kabilesinin Allah'a ortak sayarak O'na yaklaşabilmek ve yardımını görebilmek
için aracılığına baş vurduğu ayrı bir putu (bir Tağut'u) vardı. Beriki
Ötekinin ve öteki de berikinin Tağut'una nefret beslerdi. Hatta her Tağut'un
bağlılarının uyguladıktan ayrı bir dini kurallar sistemi vardı. Mesela Me-nat
putuna tapan Medine halkı Safa ile Merve arasında tavaf yapmaktan
kaçınırlardı. Bunun üzerine şu ayet geldi:
"Safa ile Merve
AHah'ın sembolik yerlerindendir. Kim Kabe'yi hacceder veya Umre yaparsa bu iki
yer arasında tavaf yapmasında sakınca yoktur. Kim gönüllü olarak hayır işlerse
bilsin ki, Allah karşılığını verir ve onu bilir"
(Bakara: 2/158)
Şu veya bu oranda
müşrikliğe bulaşanların da aynı duruma düştüklerini görüyoruz. Mesela bazı
mezarları ve peygamberlerin ya da seçkin şahsiyetlerin hatıralarını taşıyan
yerleri mescid edinen kimseleri düşünelim. Bu tutumu benimseyen bir grubun
özellikle dua yeri yalvarma ve teveccüh yeri olarak seçtiği bir yere, aynı
tutumu paylaşan başka bir grubun hiç bir şekilde saygı göstermediğini sık sık
görürüz.
Oysa Tevhid inancının
tavizsiz bağlıları böyle değildir. Onlar bizzat "Allah'ın yapılmalarına ve
içlerinde adının anılmasına izin vermiş olduğu evlerde" yani mescidlerde
top-Ianıp.tek Allah'a ibadet ederler ve kesinlikle O'na hiç bir şeyi ortak
koşmazlar. Ayrıca Allah onlara yeryüzünün her tarafuıı teiniz saymış ve mescid
edinme yetkisi vermiştir.
Bu arada eğer Tevhid
inancının bağlıları arasında herhangi bir mesele üzerinde görüş ayrılığı
çıkarsa bu mesele mutlaka içtihada (farklı görüş ileri sürmeye) açık bir
meseledir ve bu yüzden aralarında ayrılık ve çatışma meydana getirmez. Tersine
onlar iyi bilirler ki, böyle bir meselede görüşü isabetli olanlar iki sevab
kazanırken yanılgıya düşen tarafın da gerçeği ortaya koyma çabasına
(içtihadına) karşılık bir sevabı vardır ve hatası da peşinen-affedilmiştir.
Ayrıntılar sınırını
aşmayan bu tür görüş ayrılıkları yanında özde hepsinin ilahı, tek ve ortaksız
Allah'dır. Hep birlikte O'na kulluk ederler, O 'na güvenirler, O 'ndan
korkarlar, ortak umut kaynakları O'dur, O'ndan yardım isterler. O'na
yalvarırlar, O'n?. mıh ederler, darda kaldıkça O'na baş vururlar ve Cenab-;
Allah'ın (c.c.) şu ayet'te onların niteliklerini belirtirken buyurduğu gibi
mescidlerde biraraya gele-ret: namaz kılarken de O'nun kerem ve hoşnutluğunu
amaçlarlar:
"Onların rukua
vararak ve secdeye kapanarak Allah'ın lütfunu ve rızasını aradıklarını
görürsün"
(Fetih: 48/29)
Bu kimseler uzaktan
gelinerek ziyaret edilebilecekleri peygamberimiz tarafından belirtilen üç
mescidi, özellikle haccetmek üzere ziyaret etmeleri emredilen Kabe'yi aynı
amaçla ve aynı tutumla ziyaret ederler. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle
buyuruyor:
"Ey mü'minler,
sakın Allah'ın sembolik değer verdiği şeylere, haram aylara, Kabe kurbanına,
boynunda kurbanlık nişanı takılan hayvanlara ve Allah'ın lütfunu ve keremini
aramak için Kabe'nin güvenlik alanına girenlere saygısızlık etmeyiniz,
ilişmeyiniz" (Maide: 5/2)
Onlar Allah'ın evi
olan Kabe'ye yönelirken sadece O'nun lütfunu ve hoşnutluğunu ararlar, başka bir
amaçları olmaz, O'nun dışında başka bir umut ve korku kaynakları olmaz.
Buna karşılık şeytan
çoğu kimselere yaptıkları yanlış işleri hoş göstermiş ve böylece onlara sırf
Allah'a yöneltilmiş bir din anlayışından saptırarak çeşitli şirklere sürüklemiştir.
Bunun sonucu olarak böyle kimseler Allah'dan başkasının hoşnutluk ve
teveccühünü kazanmak için çeşitli yolculuklar ve ziyaretler düzenlemektedirler.
Bu ziyaret yerleri ya bir peygamberin, ya bir sahabinin bir sarih şahsiyetin
mezarı olmakta bazan da öyle oldukları sanılmakta ve yapılan dualar ile
teveccühler ziyaret edilen mezarların sahiplerine yöneltilmektedir.
Bunlar arasında
Öyleleri var ki, haccın amacının bu olduğunu sanmakta ve bazı fanilerin
mezarlarım ziyaret etmekten başka bir şey düşünmemektedir. Kimisi de bu tür
ziyaretleri Kabe'yi tavaf etmekten daha yararlı sanmaktadır.
Böylelerinin bazı
şeyhleri evlerinden Kabe'yi tavaf etmek niyeti il», yola çıkmakta, fakat
Medine'ye varıp Rasulullah'ın (s.a.v.) mezarını ziyaret edince bununla
yetinerek, hatta daha faydalı olduğunu sanarak geri dönmektedirler. Bu anlayışa
bağlı bazı cahiller ise mezarları ziyaret etmeyi vacip kabul etmektedirler.
Boyleleri çoğunlukla
"ölümsüz diri" olan Allah'dan bir şey ister gibi mezarlardaki ölülere
el açmakta ve "Ey efendim falanca, beni affet, bana merhamet eyle,
tevbemi kabul eyle" veya "Benim falancaya olan borcumu ödememi sağla,
falancaya üstün çıkmama yardım et, ben senin gözetimin ve koruman
altındayım" gibi sözlerle onlara dilekler yöneltmektedirler.
î,Kimi zaman mezardaki
ölülere sığırlar, develer, koyunlar, hatta evlatlarını kurban etmeyi
adamaktadırlar. Tıpkı müşriklerin putlarına, tağutlanm kurban adadıkları gibi.
Oysa Cenab-ı Allah (c.c.) Kur'an'da şöyle buyuruyor:
"Allah bahire,
Şaibe, vesile ve ham diye bir şey belirlenmiş değildir. Fakat kafirler Allah'a
yalan yere iftira ediyorlar ve çoğu da ne yaptıklarını anlamıyor"
(Maide: 5/103)
"Allah'ın
yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah'a pay ayırdılar. Arkasından da
akılları sıra "Bu Allah'a ve bu da koştuğurrfuz ortaklara aittir"
dediler. Ortak koştuklarına ayırdıkları paylar Allah'a ulaşmıyor, ama Allah'a
ayırdıkları paylar koştukları ortaklara varıyor. Verdikleri, hükümler ne kadar
çirkindir!"
(En'am: 6/136)
Bu tür ziyaret
yerlerinin kimi bekçileri ve türbedarları "Ben senin dileğini burada yatan
şahsiyete söylerim, o da peygamberimize ve peygamberimiz de Allah'a
ulaştırır" gibi saçmalıklarla cahil halkı kandırmaktadırlar. Bu
türbedar-ların kimileri, söyledikleri şahsiyetlere ait olup olmadıkları bile
belli olmayan bu mezarlara bezler, örtüler asmakta veya ötesini-berisini altın
yada gümüşle süslemektedirler. Oysa bütün müslüman alimlerinin ortak görüşüne
göre bu adetler İslam dini ile bağdaşmayan birer müşrik geleneğidir. Bu arada
bir çok yerlerin cuma mescidleri hem maddeten ve hem de manen yıkık ve
öksüzdür!
Böyleleri arasında o
kadar çok sayıda kimse var ki, bunlar bu tür mezarlara bitişik yerlerde
kıldıkları namazların sırf Allah adına yapılmış ve çevresinde mezar bulunmayan
mes-cidlerde kılınan namazlardan daha faziletli olduklarını sandıkları için
Rasulullah'ın (s.a.v.) mescid edinmelerini yasakladığı bu tür şirk ve bid'at
ürünü yerlere akın ederler ve "Allah'ın yapılmalarına ve içlerinde adının
anılmasına izin vererek" haklarında şöyle buyurduğu mescidlerden
kaçarlar:
"Allah'ın
mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren
ve Allah'dan başka hiç kimseden korkmayanlar onarıp şenlendirir. İşte onlar
hidayete erenlerden olabilirler"
(Tevbe: 9/18)
Bu zihniyette
olanların ileri gelen bir şeyhi diyor ki: "Namaz kılarken Kabe sıradan
halkın (avamın) kıblesidir. Falanca şeyhin mezarına dönerek namaz kılmak
"Bu arada Kabe'ye de arka dönmek" seçkinlerin (Havas'ın) kıblesidir.
"Hiç şüphesiz bu tür söz ve davranışlar, bütün İslam alimlerinin söz
birliği ile açık birer küfürdür.
Bu meseleler bizi
burada yaptığımızdan daha ayrıntılı biçimde incelenmeli bu konularda büyük
alimlerin sözlerine yer vermeli ve ilgili deliller otaya konmalıdır. Biz bu
meselelerle ilgili olarak başka bir kitabımızda şimdi buraya sığ-dırılamayacak
kadar geniş bilgi verdik. Burada yapabildiklerimiz sadece şunlardır:
Meselelerin başlıklarını vurguladık, delillerin türlerine değindik, dini sırf
Allah'a yöneltmek ve ortağı olmayan o tek Allah'a kulluk etmek gibi şeriatın
ana amaçlarına parmak bastık. Bu arada açık veya gizli müşrikliğe kapı açan ve
yol veren ön tehlikelere karşı şeriatımızın aldığı önlemlere değindik. Çünkü
dinin temel ilkesi, peygamberlerin çağrılarının özü ve tek Allah'a bağlı inancın
özü budur. [177]
Bu arada şu noktaya da
değinelim. Bazı münazara ve kelam alimleri, bazı sofular "Tevhid"
terimini yanlış anlamışlar, hatta onun Özünü değiştirerek şahsi görüşlerine göre
yorumlamışlardır.
Öyleleri var ki,
Allah'ı bir bilmenin (tevhidin) O'nun sıfatlarını, hatta güzel isimlerini
(esma-ı hüsna) reddetmek denemek olduğunu sanıyorlar. B öyleleri kendilerini
"tevhid" ehli diye adlandırırken sıfatlardan arınmış bir zata ve kelimenin
tam anlamı ile mutlak bir varlığa inanırlar. Oysa sahih delillerle desteklenen
sağlıklı düşünce açıkça ortaya koyar ki, böyle bir şey sadece zihinlerde
vardır, objektif mevcudiyeti yoktur. Onlara göre Allah'ın sıfatları olduğunu
kabul etmek bizi "terkib (sentez)" dedikleri şeyle karşı karşıya
getirir ve bu da akılla bağdaşmaz. Başka bir eserimizde bu kimselerin iç
yüzlerini, cahilliklerinin ulaştığı boyutları ve yanılgaya düşmelerine yolaçan
bazı belirsiz ve birden çok anlamlı terimleri ele alıp inceledik. [178]
Bazı kimseler
"Tevhid"in sadece tek ilahın varlığını onaylamak ve Allah'ın her
şeyin yaratıcısı olduğuna inanmaktan ibaret olduğnu sanıyorlar. Buna
"Tevhid-i Efal (fiiller bakımından tevhid)" deniyor.
Bazı kelam alimleri de
Tevhid'in bu yorumunu anlatmak için uzun açıklamalar yapmışlardır. Bu yorumu
yaparken ya birden çok ilahın varlığının farzedilmesi halinde bunun
"kudret" ve "kemal" niteliklerinden eksikliğe
yolaçacağın-dan, birden çok "failin (yaratıcının)" bir tek
"meful (yaratık)" etki çatışmasına düşeceği gerçeğinden hareket
etmişler veya başka gerekçelere dayanmışlardır. Söz konusu kelamcı-lar böyle
Allah'ın birliği ilkesini oturttuklarını, Allah muktedir olmak demek olduğunu
sanmışlardır. Bu durumda Allah'dan başka hiç kimsenin yaratma gücünde olmadığı
ispat edildiği takdirde onlara göre "lailahe illallah: Allah'dan başka
ilah yoktur" ilkesi gerçekleşmiş oluyor.
Oysa bilemediler ki,
Tevhid'in bu anlamını îslamdan önceki müşrik araplar bile kabul ediyorlardı.
Nitekim bu gerçeği bize şu ayet'ler haber vermektedir:
"Eğer onlara
"Gökleri ve yeri kim yarattı" diye soracak olsan mutlak "Allah
yarattı" diyeceklerdir"
(Lokman: 31/25)
"De ki;
"Biliyorsanız, söyleyin bakalım: Dünya ve dünyadaki her şey kime
aittir?" Onlar "Allah'a aittir" diyeceklerdir" (Mü'minun:
23/84)
"Onların çoğu
Allah'a ortak koşmaksızm O'na inanmazlar"
(Yusuf: 12/106)
Ünlü sahabi îbn-i
Abbas (Allah ondan razı olsun) müşriklerin bu inanç çelişkisini "Eğer
onlara 'Gökleri ve yeri yaratan kimdir?' diye soracak olursan 'Allah'tır'
derler, ama buna rağmen Allah'dan başkasına taparlar" diyerek gayet sade
bir dille açıklıyor.
"Tevhid"in
bu yorumu, hiç kuşkusuz "Tevhid"in gerekli şartıdır, ama yeterli
şartı değildir. Yani sırf bu kadarlık bir "Tevhid" inancı ile
günahların en büyüğü olan ve Allah'ın af kapsamı dışında tuttuğu
"müşriklik" günahından kurtulmak mümkün değildir. Müşriklikten
tamamen uzak sayıla-bilmek için bu temel inanç yanında kulluğu ve dini sırf Allah'a
yöneltmek, ondan başka hiç bir şeye kulluk sunmamak ve ayrıca O'nun
direktifleri uyarınca kendisine kulluk etmek gerekir. Ancak o zaman din tümü
ile Allah'a yöneltilmiş olur.
"İlah"
deyince kalbler tarafından "yüceliği" benimsenen, kulluğa müstehak
tek merci olarak bilinen, bütün sıfatlarında eksiksiz bir yetkinliğe sahip
olduğu kabul edilen "Tek bir Allah'ı düşünmek gerekir. Onun dışında hiç
bir nesnenin kulluğa ve sevilmeye müstehak olamayacağını kesinleştirmek
lazımdır. Onun rızasını amaçlamayan her ibadet "batıF'dır, O'ndan
başkasına kulluk sunmak, O'ndan başkasını sevmek "fesada (yıkma)"
götürür diye inanmalıdır. Nitekim Ce-nab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
''Eğer yerde ve
göklerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, yer de gökler de fesada uğrar,
kargaşalığa düşerdi"
(Enbiya: 21/22)
Bazı kelam
bilginlerinin sandıklan gibi bu ayet, sadece Allah'ın ortaksız birliğine delil
olan "yetki çatışmasi"nı ifade etmez. Çünkü yetki çalışması, herhangi
bir yaratığın var olmasını engeller, yoksa varlık alanına intikal etmiş
yaratıkların fesada (kargaşalığa ve yıkıma) uğramasını gerektirmez. Birinci
anlam yapıcı oluşturucu faktörlerden olan ilk sebebler ile ilgili iken ikinci
anlam amaçlan oluşturan hikmetler ile ilgilidir. Cenab-i Allah'ın
"Yanlnz sana
kulluk eder, yalnız senden yardım isteriz"
(Fatiha: 1/4)
şeklindeki buyruğu
gibi. Bu ayette asıl amaç olan "gaye" ve bu inançta "yok olmanın
(fena fillah telakkisinin)" "son" olduğunu, bu safhaya ulaşan
kimseden şeriatın "iyi" diye ilan ettikleri şeyleri iyi sayıp
"kötü" olduğunu belirttiği şeyleri kötü sayma yükümlülüğünün
düşeceğini sanmışlardır. Bu anlayış, onları emirleri, yasakları, vaadleri ve
uyarıları geçersiz ve fonksiyonsuz saymaya sürüklemiştir. Bu kimseler böyle
düşünmekle Allah'ın tüm varlıkları içeren "meşiye-ti (dileği) ile sadece
ibadetlere özgü olan "rızası" ve "muhabbeti" arasında,
herşeyi kapsamı altına alan kudreti dolayısıyla iyi-kötü herkesi içiren geniş
kapsamlı sözleri ile sadece peygamberleri ile dostlarının onayladığı dini
sözleri arasında fark gözetmemiş olmaktadırlar. Daha doğrusu bu iki kategori
arasında varolan büyük farkı kavramamış olmaktadırlar. Başka bir deyimle kul,
Allah'ın, iyi-kötü, mümin-kafir bütün kulları içeren yaygın ilahlığı yanında,
sırf mümin kullarına özgü olan ilahlığını da onaylamalı, şehadet kelimesini
dile getirirken bu özel anlamı da kasdetmelidir. O mü'min kullar ki, sırf
Allah'a kulluk ederler, O'nun emirlerine uyarlar ve peygamberlerine uyarlar.
Aşağıdaki ayet'le-ri bu anlayışla okuyup yorumlamamız gerekir:
"Yoksa biz inanıp
iyi ameller işleyenleri, yer yüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi mi tutacağız?
Yoksa Allah'ın azabından sakınanları yoldan çıkmışlar gibi mi tutacağız?"
(Sad: 38/28)
"Yoksa kötülük
işleyen kimseler, kendilerini inan-mp iyi ameler işleyenler gibi tutacağımızı
mı sanıyorlar? Hayatları ve ölümleri aynı onlar gibi olacak diye mi düşünüyorlar.
Verdikleri hüküm ne kadar yanlıştır!"
(Casiye: 45/21)
"Biz hiç
müslümanları, mücrimlerle bir tutar mıyız?"
(Kalem: 68/35)
Allah'ın dostları ile
düşmanları arasında, emrettiği ve farz kıldığı iman ve salih amel ile
hoşlanmadığı, yasakladığı ve nefret ettiği küfür, fasıklık ve isyan arasında
fark gözetmeyenler, Allah'ın kudretinin, dileğinin ve yaratıcılığının herşeyi
kapsamına aldığını onaylamakla birlikte bu ayırımı yapmayanlar, Allah
tarafından inanç tarzları bize şu ayet'te anlatılan müşrikler ile aynı paralele
girerler:
"Müşrikler
"Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de babalarımız Allah'dan başkasına
tapmaz ve O'nun haram kıldıklarından başka hiç bir şeyi haram saymazdık"
derler"
(Nahl: 16/35) [179]
Sözlerimizin burasında
şu noktayı vurgulayalım. "Kader" inanılacak bir şeydir, yoksa bahane
edilecek, günahlara gerkçe olarak kullanılacak bir kavram değildir: Başka türlü
söylersek mümin musibetler karşısında kadere ba şvurur, günah veya kusurlar
karşısında Allah’dan af diler.Tıpkı Cenab-ı Allah’ın şu ayet’te buyurduğu gibi:
“(Ey peygamber)
sabret, Allah'ın vadi mutlaka gerçekIeşecektir. Günahlarına da istiğfar et ve
akşam-sabah Rabbİnİ överek tesbih eyle"
Nitekim, Musa, Adem’i
(seIam üzerlerine olsun) cennetteki yasak ağacın meyvasından yemiş olması
dolayısıyle meydana gelen musibetten dolayı kınayınca Adem, Musa ya karşı şu
savunmayı yaptı;
"Bu benim
yaratılmamdan önce yazılmıştı"[180]
Adem’in, Musa’ya
(a.s.) karşı yaptığı bu savunma aşağıdaki ayetlerin anlamlan doğrultusundadır:
Gerek yeryüzünde ve
gerekse kendinizde meydana gelen bütün musibetler, tarafımızdan yaratılmadan
önce mutlaka bir kitabda belirlenmiştir. Bunu yapmak Allah için kolay bir şeydir»
. (Hadid: 57/22)
Başa gelen her
musibet, ancak Allah'ın izni ile meydana gelir. Kim Allah'a inanırsa Allah
kalbine hidayet verir.
(Teğabün: 64/11)
İlk donem (selef)
tefsircilerinin açıklamalarına göre Kim Allah'a inanırsa Allah kalbine hidayet
verir"
ayet-i, başına bir
musibet geldiği zaman bunu Allah'dan bilerek teselli bulan, gönlü huzura
kavuşan kimseyi kasdetmektedir.
İşte Adem'in (a.s.)
kadere dayanarak yaptığı savunma bu anlamdadır. Yoksa Allah korusun-ne Adem
(a.s.) ve ne de O'nun seviyesi altında olan herhangi sıradan bir mü'min kaderi
bahane olarak kullanıp işlediği günahları savunmaya kalkışamaz. Eğer böyle bir
şey olabilse başta şeytan olmak üzere onun tarafından ayartılan bütün cinler ve
insanlar kendilerini bu bahaneye sığınarak savunurlar. Nuh kavmi, Ad kavmi ve
Semud kavmi gibi bütün tanınmış küfür, fasiklık ve isyan temsilcileri bu
gerekçeye başvururlardı. O zaman da Rabbimiz hiç bir günahkarı
cezalandırmazdı. Bu bakış açısı, hem şeriat ve hem de prensipleri açısından
saçmadır.
Bu yüzden hiç bir aklı
başında kimse böyle-bir görüş ileri süremez. Eğer sürerse hiç kimsenin
işlediği suçlardan dolayı kmanamaması ve cezaiandırılamaması gerekir. Oysa
kaderi böyle yanlış anlamda yorumlayan kimse eğer bir saldırganın saldırısına
uğrarsa mutlaka ona karşı hakkını arayacaktır. Eğer kader mutlaka bahane
sayılacaksa saldırıya uğrayan, başına musibet gelen taraf için bahane ve
sığınak sayılmalıdır. Değilse ne saldırgan için ve ne de saldırıya uğrayan
için bahane kabul edilmemelidir.
Eğer kaderi savunma
gerekçesi olarak kullanmak doğru ve yerinde sayılacak olsa ihsanlar birarada
yaşayamazlardı. Çünkü o zaman her saldırgan saldırısını bu gerekçeye sığınarak
savunacak ve insanlar da onun bu mazeretini kabul e-derek kendisini cezalandırımayacaklardı.
Bu görüşü benimseyen hiç bir kişi bir arada yaşayamaz. Çünkü herhangi biri
kaderin bu yanlış yorumunu bahane ederek karşı tarafa karşı, her türlü
kötülüğü yapabilir, hatta canına bile kıyabilir.
Ayrıca Tevhid inancına
Allah'ın sıfatlarını yok saymayı sokuşturan bid'atçılar ile bu ilkeyi emirlere
uyma yükümlülüğünden sıyrılma şeklinde yorumlayanlar bu saçma saplantılarının
kaçınılmaz bir sonucu olarak yaratıcı ile yaratıklar arasında fark olmadığını
söylemek, başka bir ifade ile "varlık birliği (Vahdet-i Vücud)"
nazariyesini benimsemek zorunda kalırlar, Nitekim Vahdet-i Vücud (varlık
birliği), hulul (Allah'ın varlıklara sızması)" ve "ittihad (Allah
ile varlıkların birliği)" nazariyelerini savunan sapıklar bu görüşe
inanırlar. Bu inkarcılar putlardan, putlara tapanlardan, Firavun'dan,
Haman'dan ve bunların peşinden gidenlerden saygıyle sözederler, gökleri ve yeri
yaratanın varlığı ile evrendeki tüm varlıkların varlığını bir tutarlar ve
böylece müşrikliğin, gerçeği saptırmanın ve Allah'a iftira etmenin en koyusuna
saplandıkları halde Tevhid inancına bağlı olduklarını, gerçeğe erdiklerini ve
irfan mertebesine erdiklerini ileri sürerler.
Bunlardan olan bir
sözde arif diyor ki: "Tarikata yeni giren mürid, önceleri şeriatın
emirlerine bakarak ibadet ile günah;arasında fark gözetir, bunlar arasında
ayırım yapar. Bir süre sonra kaderi gözönüne alarak her hareketi günahsız
ibadetler bütünü olarak görür, daha sonra da varlık bütünlüğü (vahdet-i vücud)
ilkesi açısından ne ibadet ve nede günah görür".
Bu sözlerin sahibi bir
defa benzersiz olan tek "bir" ile aynı türden olan şeyler arasından
sayıca ayrılan "biri" aynı saymakta» bu iki kavram arasındaki ince
farkı anlayamamaktadır.
Bilindiği gibi bütün
varlıklar "varlık" kavramında, bu kavramla anılabilme bakımından
ortaktırlar. Varlıklar, "kendisine dayanan" ve "başkasına
dayanan" varlıklar olmak üzere iki kategoriye ayrılırlar. Başka bir
deyimle "varlığı zorunlu" varlık olduğu gibi "varlığı
mümkün" varlık da vardır. Tıpkı bütün hayvanların "hayvanlık"
kavramında ve bütün insanların "insanlık" kavramında ortak koştukları,
hep birlikte kesinlikle bilinen bir gerçektir ki, falana hayvanla filanca insan
birer birey olarak ele alındıkları takdirde aynı varlıklar değildirler.
Aralarında genel karekter-li bir ortak özellik vardır, o kadar. Bu ortak
özellik, birleştirici bir genel kavram olarak sadece zihinlerde vardır, dış
dünyada somut olarak bulunamaz.
Buna göre her varlık
kendisini diğer bütün varlıklardan ayıran özel bir gerçekliğe sahiptir. Başka
türlü söylersek dış dünyada hiçbir iki varlık arasında tıpatıp aynı olan hiç
bir ortak özellik yoktur. Varolan ortak yönler, tıpatıp aynı özellikler değil,
"benzer" özelliklerdir. Yani falanca varlıkta filanca varlığın
niteliklerinden birinin benzeri olmaktadır. Oysa bu iki varlığın
niteliklerinden birinin "benzeri" vardır. Bu yüzden falanca varlık
filanca varlığın benzeri olmaktadır. Oysa bu iki varlığın herbiri gerek özleri
ve gerekse nitelikleri bakımından öbüründen farklı ve ayrı bir varlıktır,
sıradan varlıklar arasındaki durum böyleyken nasıl olur da bütün varlıkların
yaratıcısı olan Allah ile diğer sıradan varlıklar arasında "birlik",
"kaynaşma" ve "bütünleşme" gibi ilişkilerin varolduğu
ileri sürülebilir?
Bu konuyu başka bir
eserimizde daha geniş bir şekilde, konunun ciddiyetine yaraşır bir tafsilatla
ele alıp inceledik. Bu nokta çok sayıda insanın ayağının kaydığı ve çok sayıda
hayal gücünün şaşkınlığa sürüklendiği bir noktadır. Allah dilediklerini doğru
yola (sırat-ı müstakime) iletir.
Bu tür sapıklıklara
karşılık Allah'ın yaratıcılığı, sıfatları ve emirleri konusundaki iki ana
ilkeyi iyi kavrayanlar Allah'ın emrettiği, sevdiği ve hoşlandığı varlıklar ile
O'nun kudretinin ürünü olmakta ortak olan diğer varlıklar arasında fark
gözetirler. Bu kimseler aynı zamanda Allah'ın, varlıklardan hiçbirininkine
benzemeyen kendine özgü sıfatlara sahip olduğuna, ne yapılarında Allah'dan bir
parçanın ve ne de varlıkların olmadığına inanırlar. İşte bu iki temel ilkeyi
kesin birer inanç prensibi halinde zihinlerine yerleştirenler Cenab-ı Allah'ın
(c.c.) peygamberleri aracılığı ile insanlara tebliğ ettirdiği ve kitablanndan
açıkladığı "Tev-hid" ilkesini kavramış olurlar. Mesela; Kur'an'ın
"Kafi-run" ve "İhlas" surelerinde bu ilke özlü bir biçimde
ifade ediliyor. [181]
Bilindiği gibi
"ihlas" suresi Kur'an'm üçte birine denktir. Çünkü Kur'an ayet'leri,
anlamlan bakımından, biri "Tevhid" ilkesi, ikincisi
"kıssalar" ve üçüncüsü "emirler ve yasaklar" olmak üzere üç
kısma ayrılırlar. Bu tasnifi kısaca şöyle açıklayabiliriz: Kur'an tümü ile
Allah kelamıdır. Öteyandan Kelam, yani söz ya inşai (buyurucu-yaptırımcı)"
veya "ihbari (bildirici-haber verici)" nitelikte olur. İnşai
nitelikte olan Kur'an cümleleri ya emir, ya yasak veya mübahlık ifade eder.
thbari nitelik taşıyan cümleler de ya Allah hakkında bilgi vermekte (Tevhid)
veya varlıklardan bahsetmektedir (Kasas).
Buna göre bize Allah
hakkında bilgi veren "îhlas" suresi "Tevhid" konusundaki
ayet'lerden oluştuğu için Kur'an'm üçte birine denktir. Nitekim Rasulullah
(s.a.v.) da bir Hadis'inde
"Kul huvellahu
ehad süresi, Kur'an'ın üçte birine denktir" buyurmuştur[182]
Bilindiği gibi bir
şeyin "denk"i, onun aynı türden olmayan "eşif'i anlamına gelir.
Tıpkı Cenab-i Allah'ın (c.c.) ihramlı hacı adaylarının av hayvanı öldürmeleri
halinde ne gibi cezalara çarptırılacaklarını belirten ayet'in bir yerinde
"Yahud buna denk
gelecek kadar oruç tutar" buyurması gibi.
(Maide: 5/55)
.Buna göre yukardaki
Hadis-i "İhlas" suresini okumanın insana tüm Kur'an-i okumanın üçte
biri oranında sevab kazandıracağı, yoksa bu surenin, Kur'an'ın üçte biri ile tıpatıp
aynı türden olduğu anlamına gelmediği biçiminde yorumlamak gerekir. Mesela bir
yanda bir sarı lira altını olanla öbür yanda bu para ile eşit değerde gümüş,
bakır ve başka tür paraları olan iki kimsenin durumu gibi.
Yani "İhlas"
suresi, Kur'an'ın geride kalan kısmına duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmaz.
İnsanlar bu sureye nasıl muhtaç iseler Kur'an'ın geride kalan kısmına da aynı
şekilde ihtiyaçları vardır. Tıpkı herhangi bir mala sahip olan kimsenin diğer
bir çok mallara muhtaç olması gibi. Bunun gibi insanlar da Kur'an'ın içerdiği
emir, yasak ve kıssa ayet'lerine muhtaçtırlar.
Öteyandan "İhlas"
suresi, "Tevhid" ilkesini, Allah'ın isim ve sıfatları ile
delillendirerek hem sözlü hem de pratik (ameli) bir zemine oturtmuştur. Sureyi
bu gözle bir daha okuyup anlamını kavramaya çalışalım:
"De ki; "O
Allah birdir. Allah Samed'dir (Her şey varoluşunu O'na borçlu iken o hiç
birşeye muhtaç değildir). Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hfç birşey O'nun
dengi değildir" (İhlas:
112/1-4)
Bu surenin açıklaması
hakkında başka bir eseremizde ayrıntılı bilgi verdiğimiz için burada daha
''azla bir şey söylemek istemiyoruz.
Buna karşılık
"Kafirun" suresinde "Tevhid" inancı amaca dönük ve yine
pratik (ameli) olarak ifade ediliyor. Mesela bu surenin ilk iki ayet'ini
okuyalım.
"De ki; "Ey
kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam"
(Kafirun: 109/1-2)
Bu ayet'ler Allah'ın
her şeyin yaratıcısı ve sahibi olduğununu onaylamakta ortak inanca sahip
olanlardan sırf Allah'a kulluk edenler ile G'ndan başkasına tapanları
kesinlikle birbirinden ayırmaktadır. Başka bir deyimle, sırf Allah'a tapan
"ihlas" ilkesine bağlı kullar ile Allah'dan başkasına tapan, O'na
ortak kaşan kullan biribirinden ayırmaktadır. Varlıklar arasında ortak olan
niteliklerden hareket ederek, yani sadece varlıkların ortak yönlerini
gözöniinde bulundurarak tıpkı müşrik arapların yapmış oldukları gibi
müslümanlarla kafirleri eşit gören sapıklar da bu ayırımın karşı tarafında yer
alırlar. Bundan dolayı Rasulullah (s.a.v.)
"Bu sure şirkten
kesinlikle sıyrılma, onunla ilişkileri tamamen kesme süresidir" buyuruyor.[183]
Bu arada
"İhlas" suresinde Allah'ın zatı ile O'nun isimleri ve sıfatları
ispatlanıyor. Bu ispat sayesinde yaratıcı, Tek* ve Samed olan Allah'a
inananlar, Allah'ın isim ve sıfatlarını yok saymak yolu ile O'nun Özünü anlamsizhştı-randan
kesinlikle ayrılmaktadırlar. Bu sapıklar aslında Allah'ın varlığını içlerinden
onayladıkları halde açık ifadeleri ile O'nun özünü anlamsızlaştıran, hatta O'nu
inkar eden Firavun ve benzerleri gibidirler. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.)
şöyle buyuruyor:
"Vicdanları onun
doğruluğunun bilincinde olduğu halde sırf kibir ve zalimlikleri yüzünden onu
inkar ettiler"
(Nemi: 27/14)
Yine Cenab-ı Allah
(c.c) Musa'nın (a.s.) dilinden şöyle buyuruyor:
"Musa dedi ki:
"Ey Firavun, bunları benim Rab-bimin doğru söylediğimi gösteren deliller
olarak insanlara indirildiğini pekala biliyorsun. Ey Firavun, ben seni
mahvolmuş görüyorum"
(îsra: 17/102) [184]
Allah'ın Peygamberlerinin
üslubu "detaylı isbat" ve "genellemeli red" esasına
dayanır. Yani peygamberler, Allah'ın isim ve sıfatlarını detaylı bir açıklıkla
isbat ederek O'nun yaratıklara benzemezliğini genel ifadelerle reddetmişlerdir.
Fakat gerek felsefecilerden ve gerekse diğer kesimlerden peygambere ters düşen
inkarcılar bu uslübu tarn kullanırlar. Daha açık bir şekilde olursak Allah'dan
bahsederken "şöyle değildir, şöyle değildir, şöyle de değildir" diye
ayrıntılı açıklamalar yaptıkları halde sıra sözde Allah'ın varlığını onaylamaya
gelince "olumsuzluk şartına bağlı bir mutlak valik" veya
"mutlaklık şartına bağlı bir mutlak varlık" gibi sözler söylerler.
Oysa onlar pek bağlı
oldukları eski Yunan mantığının prensiplerine göre pekala bilirler ki,
"mutlaklık şartına bağlı mutlak" varlık dış dünyada mevcut değildir.
Yani mutlaklık şartına bağlı mutlak" varlık dış dünyada mevcut değildir.
Yani mutlaklık şartına bağlı hiç bir mutlak insan ya da mutlaklık şartına bağlı
her hangi başka bir varlık, dış dünyada varolabilir. Yani şuna ve şuna ad olan
veya şu ve kısma ayrılan genel varlıktan söz etmek istiyoruz. Böyle bir varlık
dış dünyada ancak belirli ve bireysel bir varlık halinde bulunabilir.
Bu tür sözlerinin bir
başka örneği de şudur: Onlar derler ki:
"Allah, bütün
varlık belirtilerini kendi kendine olumsuz-lama şartına bağlı bir
varlıktır". Buna göre o, var olma bakımından diğer varlıklarla ortak,
fakat yok olma bakımından hepsinden ayrı olur. Bu saçma görüşe göre her
varlık; varoluş belirtileri ile özellik kazanır. Varolmak yokolmak-tan
üstündür. O zaman da en basit varlık yokluktan üstündür demektir. Bu da bizi
olmazlık, imkansızlık çıkmazına götürür. Çünkü iki varlık arasında daha üstün
olan, kesinlikle yok olan değil, tam tersine ancak varolma niteliği taşıyandır.
Eski yunandaki
Meşşailik akımının en yetkili sözcüleri olduklarını söyleyen şu son dönemin
bazı felsefecileri de "vacib-ul Vücud (zaruri varlık, Allah)"
hakkında "o dolaysız akılla kavranan bir şeydir" derler. Oysa bu söz
onların bağlı oldukları mantığın kurallarına göre "vacİb-ul vücud'un
varlığının imkansızlığı anlamına gelir. Yine bu söz iki çelişik şeyi
bağdaştırmak, biraraya getirmek gibi koyu bir cahillik va şaşkınlığı içerir.
Bu saçmalıklara
karşılık Allah'ın peygamberlerinin us-lübu, ifade tarzı, Kur'an metodunun
aynısıdır. Cenab-ı Allah (c.c.) buyuruyor ki:
"Senin kudretli
ve ulu Rabbin onların yakıştırdıkları düşük sıfatların tümünden münezzehtir.
Selam gönderilmiş bütün peygamberlere ve hamd da alemlerin Rabbi olan Allah'a
olsun" (Saffat: 37/180-182)
Cenab-ı Allah
Kur'an'dabize "hay (diri)" "Kayyum (varolma gücünü kendinden
alan)", "alim (bilgili)", "Hakim, (her şeyi yerinde
yapan)", "gafur (bağışlayıcı)", "rahim (merhametli)",
"semi (işiten)", "basir (gören)", "Alİyy (yüce)"
"azim, (ulu)" olduğunu, yarattığım, sonra Arş üzerine istiva
ettiğini", "Musa ile açık açık konuştuğunu", "Dağa yansıyıp
onu darmadağın ettiğini", "mü'minlerden hoşnut olup kafirlere gazab
ettiğini" haber vermekte, daha bunlara benzer bazı isim ve sıfatları
olduğunu bildirmektedir.
Buna karşılık
kendisine yakıştırılmaması gereken sıfatları belirtirken de şöyle buyuruyor:
, "O'nun gibi olan hiç bir şey
yoktur" (Şura: 42/11)
"Hiç bir şey
O'nun dengi değildir"
(İhlas: 112/4)
"Sakın Allah'a başka
şeyleri eş koşmayınız"
(Meryem: 19/65)
Görüldüğü gibi Cenab-ı
Allah, bu ayet'lerde varlıkların niteliklerine benzer sıfatlar taşımadığını, ne
isim ve sıfatları ile ifade edilen mukaddes zatı bakımından ve nede isimleri ve
fiilleri (eylemleri) açısından hiç bir benzeri olmadığını belirtmektedir. Tıpkı
şu buyruğunda ifade edildiği gibi:
"O, ö zalimlerin
dediklerinden münezzeh ve yücedir. O ulu ve büyüktür. Yedi kat gök ve yeryüzü
ve bunlar üzerinde bulunan tüm varlıklar O'nu teşbih ederler. Varolan herşey
mutlaka O'na hamdederek teşbih eder. Fakat siz bu varlıkların teşbihlerini
anlayamazsınız. O halim ve bağışlayıcıdır" (İsra: 17/43-44)
"En güzel isimler
Allah'a aittir. O halde O'na o isimlerle dua ediniz ve O'nun isimleri hakkında
eğriliğe sapanları bırakınız" (A'raf: 7/180)
"Ayet'lerimiz
hakkında sapıklığa düşenler, bizden gizli kalmazlar" (Fussilet:
41/40)
Dediğimiz gibi,
Allah'ı bilerek O'na dua ederler, yine O'nu bir bilerek O'na kulluk ederler.
Rabblerine ibadet ederken O'na hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Böylece Allah'm
haklarında şöyle buyurmuş olduğu müşriklerden kesinlikle ayrılırlar:
"De ki;
"Allah dışında ilah olduklarım sandıklarınızı çağırın bakalım. Onlar başınızdaki
sıkıntıyı ne giderebilirler ve ne de başka bir yana çevirebilirler. O
yalvardıklan da onların Allah'a en yakın olanları da Rabb'lerine yaklaşmak için
vesile ararlar, O'nun merhametini umarlar, azabından çekinirler. Çünkü
Rabb'inin azabı pek korkunçtur"
(İsra: 17/56-57)
"De ki;
"Allah'dan başka ilah olduklarını sandığınız şeyleri çağırın bakalım.
Onların ne gökler ve ne de yer üzerinde zerre kadar bir egemenlikleri yoktur.
Yer ve gökler üzerinde herhangi bir ortaklıkları da söz konusu değildir.
Allah'ın onlar arasında hiç bir yardımcısı da yoktur. O'nun huzurunda O'nun
verdiği kimselerden başkasının şefaati yarar sağlamaz. Nihayet yüreklerinden
korku giderilince biribirlerine "Rabbimiz ne dedi?" dediler.
Arasından "doğruyu söyledi o yüce ve büyüktür" dediler" (Sebe: 34/22-23)
Bu söylediklerimiz
açıklanması gereken bölüm başlıktan ve çok Önemli konulara işaret eder
noktalardır.
Kısacası, mü'min kul
gerçek bilgiyi ve gerçek imanı elde etmeye çalışmalı; Allah'ı hidayete
erdirici, destekleyici, hüküm verici ve veli edinmelidir. Gerçekten O, ne güzel
bir veli ve ne güzel bir destekleyicidir. Hiç şüphen olmasın ki, Rabbin senin
için yeterli bir hidayete erdirici ve yeterli bir destekçidir. [185]
Eserimizin sonuna
yaklaşırken Müslim ve Ebu Davud'un, Aişe'ye (r.a.) dayanarak bildirdiklerine
göre Rasulullah (s.a.v.) geceleri kalkıp kıldığı namazlardan sonra yapmış olduğu
şu duayı tekrarlamak istiyorum:
"Allah'ım, ey
Cebrail'in, Mikail'in ve İsrafil'in Rabb'i! Ey göklerin ve yeryüzünün yoktan
varedicisi, görünen görünmeyen her şeyin bilicisi! Kullarının anlaşmazlığa
düştükleri konuları çözüme kavuşturan, hükme bağlayan sensin. Üzerinde
anlaşmazlığa düşülen meselelerde izniyle doğruyu bulmamı nasib eyle. Hiç
şüphesiz sen dilediklerini doğru yola iletirsin"[186]
Kitabımızın son
satırları, bu konu ile ilgili olan şu ayet'ler olsun:
"İnsanlar tek bir
ümmet idi. Allah insanlara müj-deleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi.
Ayrıca insanların anlaşmazlığa düştükleri konuları hükme bağlamak için bu
peygamberlerle birlikte hakkı bildiren kitap indirdi. Bu kitap üzerinde
anlaşmazlığa düşenler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra sırf
aralarındaki azgınlıklardan dolayı anlaşmazlığa düştüler. Buna karşılık Allah
mü'minleri onların üzerinde anlaşmazlığa düşmüş oldukları gerçeğe izni ile
iletti. Hiç şüphesiz Allah dilediklerini doğru yola iletir" (Bakara: 2/213)
"İnsanlar tek bir
ümmet idi. Sonradan anlaşmazlığa ve ayrılığa düştüler. Eğer bu durumla ilgili Rabbinin
önceden planlanmış bir takdiri olmasaydı, insanlar arasında anlaşmazlığa
yolaçan meseleler hükme bağlanırdı"
(Yunus: 10/19)
Hamd alemlerin Rabbi
olan Allah'a, salat ve selam da peygamberlerin önderi olan Rasulullah (s.a.v.)
üzerine olsun. Her, zaman hatta her an. Amin!
[187]
[1] cl-Münzir b. Malik b. Kıt'a el-Abdi el-Avfi, el-Basri,
Ebu Nadray Nesai İbn Main Abu Zera ve İbn Sa'ad tevsik ediyor (doğruluğunu
onaylıyorlar). Bkz. Hülasa el-Tchzib, s.287, açıklamasıyla birlikte.
[2] Ahmed hadüi buna yakın bir senetle kaydediyor.
el-Mtisned, c.5, s. 413. el-Heysemi bu hadisi Feth El, Rabbani adlı eserinde
zikret-tikun sonra şöyle ekliyor: "Ahmed'in naklettiği bu hadisin ravileri
güvenilirdir.'" Bkz. e!-Fe± el-Rabbani. c.12, s. 227.
[3] Buhari, Feth'ul-Bari, c.10, s. 419; Kitap Edep, H.No:
5990. Müslim c. 1, s. 197, H. No: 215; Kitap İmanın. Bab: Müminlerin dostian.
[4] Buhari, Feth'ul-Bari, c.8, s. 641, H. No: 4897-4898,
Kitap Cuma Suresinin açıklaması, bab: Ve Aherine Minhum ayeti. Müslim, c.4, s.
1972-1973, Kitap Sahabinin fazileti; Bab: İranlıların faziletleri H. No: 2546.
[5] Sahih-i Müslim, c.4, s. 1972, H. No: 2546, Kitap
Sahabenin fazileti, bab: İranlıların fazileti.
[6] Ahmed, el-Müsned, c.2, s. 296-297-420,422-469 burada
"Rical" sözcüğü yerine "nas" sözcüğü var. Hadislerin
hepsinin senedleri sağlamdır.
[7] Yazarın işaret ettiği hadis Sünen el-Tirmizi, kitap
Kur'an'ın açıklaması; Bab: Muhaınmed Suresi H. No: 3260-326İ 'de daha uzun şekliyle
yer almaktadır. Dileyen oraya baş vursun.
[8] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 257-292.
[9] Sünen Ebi Davud, c.3, s. 278, H. No: 2859; Kitap Av;
Bab: Ava uyma. (Av yapmaya düşkün olma). Tirmizi Kitap Fitneler, Bab: 69, Hadis
No: 2256. Tirmizi îbn Abbas'ın aktardığı bu hadis hasen sahihtir ve gariptir
diyor. Sevri'nin bu hadisinden başkasını bu konuyla İlgili bilmiyoruz, diyor,
c.4, s. 524; Nesai, c.7, s. 195-196; Kitap: Av ve hayvan kesme; Ava düşkün
olma. Ahmed el-Müsned, c. 1, s. 3570; Süyuti, Cami el-Sağir, c.2, s. 610. H.
No: 8753. Süyuti, hadis hasendir diyor.
[10] Sünen-i Ebi Davud, c.3, s. 278, H. No: 2860, Kitap Av.
[11] Abdullah b. cl-Zübeyr b. İsa el-Kuraşi, el-Humeydi
e!-Mekki, Ebubckir, güvenilir hadis ezbercilerinden ve hukuk büginlerindendir.
İbn Uyeyne'nin en ünlü dostlarmclandır. Hakim Ravi için şöyle der: "Buharı,
Humeyd kalında onaylanmış hadis için başka ravi aramazdı." onun kuşak
ravilerindenolanel-Humeydi, 219 yılında Öldü. Bkz. Takrib
el-Teh-zib,c.l,s.4l5.Biy. No: 305.
[12] Hakim, bu hadisi el-Müsıedrek'inde Enes'ten naklediyor
ve şöy-İe diyor: "Her ne kadar Buhari ve Müslim bu hadisi tahrim
etmemişlerse de isnadı sahihtir." el-Zehebı'deel-Telhİs adlı yapıtında bu
hadisi zikrettikten hemen sonra şöyle diyor: Hadisin nakilcilerinden
el-Heysem, metruk, Makii ise zayıftır. el-Müstcdrck Maa el-Telhis, c.4, s. 87.
el-SU-yuîi ise el-Cami el-Sağir adlı eserinde bu hadisi kaydediyor ve şu yazgıyı
veriyor: "Hadis, zayıftır." Bkz. Cami el-Sağir, c.l. s. 567, H. No:
3664; Ayrıca Bkz. el-Mekasıd el-Hasene, s. 23, H. No: 31.
[13] S. el-Buhari, H. No: 6011, Feth'ul-Bari, c.10, s. 438,
Kitap Edep; bab: İnsanlara ve hayvanlara acıma; Sahih-i Müslim, H. No: 2563;
c.2, s. 1999-2000. Kitap, iyilik, sıla ve edepler.
[14] Sahih el-Buhari, Feth'ul-Bari, c. 10, s. 481, H. No:
6065, Kitap Edep, Bab: Kıskançlık ve birbirinden yüz çevirmeyi yasaklayan hadisler.
Sahih-i Müslim, c.4, s. 1985-80, H. No: 2563, Kitap İyilik, sıla ve edepler,
Sanı ve kötülükleri araştırmanın haramlığı.
[15] Abdullah b. el-Haris b. Nevfel b. el-Hari b.
Abdulmuttalip b. Haşim el-Kuraşi, tabiinin büyük hukukçulanndandır. Allah
Rasulü zamanında doğdu. İbn Sa'd Tabakatında verdiği bilgiye göre Allah Rasulü
ağzına tükürüğünden koymuş. İbn el-Zübeyr zamanında Basra'ya atandı. Daha
sonra Amman'a döndü ve orada öldü. 84 Bkz. Tehzib el-Tehzib, c.5, s. W0-ı81,
Biy. No:310; İbn Sa'd Tabakat. c.5, s. 24-27.
[16] Tirmizi, Sünen, c.5, s. 584, H. No: 3607, Kitap Yaşam
öyküleri (Menakib) Babı: Peygamberin üstünlükleri.
[17] el-Muttalib b. Ebi Ved'a el-Haris b. Sabira b. Said
el-Sehmi Ebu Abdullah, büyük sahabidir. Mekke'nin kurtuluş günü müslüman oldu.
Daha sonra Medine'ye yerleşti ve orada öldü. Bkz. Takrib el-Tehzib c.2, s.
254, Biy No: 1178. el-İsabe c.3, s. 425, Biy. No: 8028.
[18] Sünen-i Tirmizi, c.5, s. 584, H. No: 3608; Kitap Yaşam
öyküleri, Bab: Peygamberin üstünlüğü.
[19] Sünen el-Tirmizi, c.5, s. 652, H. No: 3758; Kitap:
Yaşam öyküleri, Bab: Aböulmuttalip oğlu Abbas'ın serüveni.
[20]
Ahmed, el-Müsned, c.l, s. 207-208 isnadı basendir.Çünkü Yezid b. Ebu Ziyad
konusunda tartışılmıştır. Allah-ü Alem.
[21] Hac:.<i7.Enıanı: 124.
[22] Hakim, el-Müstedrek, c.4, s. 7374, Kitap, Sahabeyi
tanıma Bab: Oymakların üstünlükleri. Bu hadisin Ravilerden Muhammed b. Zek-van,
zayıftır. Fakat hadis, yazarın yukardan aşağı anlattığı hadislerle takviye
ediliyor.
[23] Kabus b. Ebi Zıbyan el-Cenbi el-Kufi'nin Nesai,
Dare-kutni, İbn Hibban, İbn Sa'd ve diğerleri zayıf olduğunu söylüyor. Ahmed tbn
Hanbel'den oğlunun naklettiğine göre:
"Rivayetleri bir
şey ifade etmemesine karşın insanlar (hadisçiler) ondan hadis naklinde
bulunurlar. Ebu Hatim: "Naklettiği hadisler yazılır, ancak kanıt kabul
edilemez" der. İbn Main bir yerde zayıf olduğunu söylerken başka bir
yerde sika olduğunu söylüyor. İbn Hacer Takribinde:
"Burada leyyin rivayette bulunmuştur. Altıncı kuşak,
ravilerden-dir" diyor. Onun için Bkz. Lisan el-Mizan, c.7, s. 337, Biy.
No: 4385, Teh-zib el-Tehzib, .7, s. 305-306 Biy. No: 553 Takrib el-Tetmb c.2,
s. 115, Biy. No: I Yahya b. Main Kitab-u Tarih, c.2, s. 479.
[24] Sahih-i Müslim, Kitap el-İman, Bab: Allah'ın
"yakınlarım (Allah'ın azabıyla) korkut, ayeti. H. No: 205-206. Sözel
dizgede, müellifinden-biraz farklılık var. el, s. 192-193; Sünen-i Tirmizi,
c.4, s. 554-555; H. No: 2310, Kitap: Zühd: Bab: Peygamberin yakınlarını
korkutma ile ilintili hadisler. Sözel dizgede bazı farklılıklar vardır.
[25] Süyuti Cami el-Sağır, el, s. 67, H, No: 3668.
[26] Hakim, el-Miistedrek, c.4, s. 82.
[27] Tirmizi, Sünen, c.5, s. 724; H. No: 3928, Kitap Yaşam
Öyküleri Bab: Arapların Üstünlüğünü bildiren hadisler. Hadis, zayıftır.
[28] Sahih-i Müslim, c.l, s. 9. Giriş, Bab: Hadis naklinin
güvenilir ravilerden yapılması ve yalancılarınkinin bırakılması, Tirmizi, H.
No: 2662. Muğire b. Şu'be'den Tirmizi: "Bu hadis hasen sahihtir, bu bağlamda
diğer bir hadis Ebi Talib'in oğlu Ali ve Scmre'den gelmekledir." der. c.5,
s. 36, İbn Mace Giriş bölümü yalan olduğu bilindiği halde Allah Rasulü'nden
hadis naklinde bulunma H. No: 38-39-40-41.
[29] İmam Ahmed el-Müsned, c.l, s. 81. Ruvilerden Zeyd b.
îbn Cü-beyr yazarın da ifade elliği gibi münkir cl-Hadistir.
[30] Hakim bu hadisi iki kanaldan naklediyor. 1- Yahya b.
Yezid İbn Cüıeyc'den, 2- Muhammed b. el-Fedi İbn Cüreyc'den. Hakim şöyle idi yor:
"Yahya b. Yezid'in hadisi sahihtir. Ancak Muhammed b. el-Fadl'ın hadisinde
ona uygun olarak zikrettim." Fakat el-Zehebi şöyle diyor. "Ben şu
kanıdayım: Ravilerden Yahya'nın zayıf olduğunu Ahmed ve başkaları söylüyor. Bu
rivayet Ala b. Amr el-Hanefi 'nîn hiçbir dayanağa dayandırmadan yaptığı
rivayettir. Ebu el-Fadl yalancılıkla suçlanır. Bütün bunlardan Ötürü hadisin
mevzu olduğunu samyorm. Bkz. el-Müstedrek ve bi Hamişihi el-Tefhis c.4, s. 87,
Süyuti, c. 1, s. 40, H. No: 225. Ne"var insanların bir çoğunluğu da bu
hadisi kötülediler, asılsız ve münkir olduğunu söylediler. Bkz. Lisan
el~Mizan, c.4, s. 185-186.
[31] el-İmam Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el-Cevzi'nin
el-Ku-raşi'nin, soyu Ebubekir el-Sıddık'a dayanır. Hadis, tefsir, tarih ve
diğer bilimlerde bilgiliydi, ayrıca ünlü konuşmacıdır da. Bir çok özgün yapıt
sahibidir. Ünlülerinden bir kaçı: Zad el-Mesir Fi İlm-i el-Tefsir, el-Mun-tazam
Fi tarih ve el-Mevzuat Fi el-Hadis ve Telbis -i İblis Fi el-Va'z 597 yılında
öldü. Doğumu 508'dir. Bkz. İbn Hallikan, c.3, s. 140-143, Biy. No: 370,
Zerkeli, el-Alam, c.3, s. 316-317.
[32] Evs b. Zam'ac el-Kufi el-Hadrami el-Nahide deniliyor.
Tabiinin ileri geleni erindendir. Muhadramlığı da söylenir. el-Acii, Kufe'li
ta-iinden güvenilir birisidir, diyor. İbn Hibban onu güvenilirler arasında saydı.
Bkz. Tehzib el-Tehzib, c. I, s. 383, Biy. No: 701.
[33] Asıl adı Seleme b. Muaviye ya da Muaviye b. Seleme
veya başka bir şeydir. Nevaz, Ebi Leyla el-Kindİ olarak ünlüdür. Kufe'lİ olan
bu zat için İbn Hacer: "İkinci kuşak, güvenilir ravilerdendir." der.
Bkz. Takrib el-Tehzib, c.2, s. 467, Biy. No: 7.
[34] Kaynaklarda inceleyebildiğimiz kadarıyla bu zatın
adına rastlayamadım.
[35] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid
Yayınları:262-282.
[36] İmam Abdulmelik b. Karib b. Abdülmelik b. Alib. Asm'a
el-Asmai, el-Basri, hadis ve arap dili bilginidir. Diğer İmamlarca güvenilirdir.
216 yıhnda 88 yaşında öldü. Bkz. Tehzib el-Tehzib c.6, s. 415-417 bil. No: 868.
el-Lübab Fi Tehzib el-Ensab, c. 1, s. 80.
[37] Burada adı geçen eseri bulamadım. Öteyandan yukarında
geçen İbareye, inceleyebildiğim kadarıyla başka kaynaklarda rastlayamadım.(tahkik
eden).
[38] Hadisin tahriri geride geçti. Ebi Nuaym,
Ahban-İsfahan, c.l, s. 38-39.
[39] Büyük sahabilerden olan bu zat, Basra'ya yerleşti ve
ölümüne kadar orada yaşadı. Bkz. el-Takrib, c.2, s. 90.
[40] Müsîim, c.4, s. 2199, Kitap Cennet nimetleri ve orada
olanların nitelikleri, Bab: Cennet ve Cehennemliklerin dünyada iken bilinen nimetleri,
H. No: 2865. özel No: 64 aynı bab. Orada zikredilen hadis daha uzundur. Buraya
alınan onun küçük bir bölümüdür.
[41] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 282-290.
[42] Kaynağını bulamadım.
[43] Bkz. İbn Hübeyre, el-Efsah, ç.2, s. 121; Ebi Davud,
Mesail-i İmam Ahmed, s. 159.
[44] Sababinin büyüklerinden ofan
bu zâtın asıl adı, Suhayb b. Sinan b. Malik, el-Rebi, el-Nemri'dir. Rumi diye
isimlendirmesi Rum diyarından esir edilmesindendir. Künyesi, Ebu Yahya'dır.
Mekke'de ilk mü'sliiman olanlardandır. Bu künyeyi ona Allah Rasulü (s.a.v.)
vermiştir. Müslüman olmasından dolayı Mekke'de işkence gören
Mustafazaf-lardandır. Medine'ye hicret edeceği zaman Kureyş Müşrikleri onu
engellediler. Bunun üzerine bütün malını onlara bıraktı, onlarda yolunu açtılar.
Allah Rasulü bu nedenle ticaretinde kazançlı çıktın ey Ebu Yahya dedi.
Allah'ın şu ayeti onun hakkında indirilmiştir: "İnsanlardan Öylesi de
vardır ki Allah rızasını isteyerek nefsini satın alır." (Bakara: 207)
Bütün savaşlara Allah Elçisi ile birlikte katıldı. Ömer, kendisine karşı
girişilen suikast sonucu yaralandığında Suheyb'i namazları kıldırmak için
kendine halef tayin etti. Medine'de H. 39 yılında 73 yaşındayken Öldü. (Allah
razı olsun) Bkz. Esed el-Ğabe, c.3, s. 30-33.
[45] Bu hadisi Eşlem b. Sehl
el-Rezzaz el-Vasıü Tarih-i Vasıt, adlı kitabında kaydediyor: s. 251-252.
Hadisin nakilcilerinden Kurra'mn kişiliği bilinmiyor. Ebubekir el-Hezeli,
Metruktür. Zaten müellif yukarda hadisin zayıflığına işaret ediyor.
[46] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 290-295.
[47] Maide: 44, En'am: 90.
[48] Buharı, Feth'ul-Bari, c.4,
s. 244. H. No: 2004; Kit. Oruç, Bab: Aşure günü orucu. Müslim, Sözel dizgede az
değişlikle, c.2, s. 796, H. No: 1130, Özel No: 128, Kitap Oruç, Bab: Aşure
orucu.
[49] Buharı, age, c.4, s. 244, H.
No: 2005, Aynı kitap ve bab.
[50] Buhari, age, c.10, s. 361,
H. No: 5917. Kitap, Giyim, Bab: Fırkalar, Müslim, c.4, s. 1816, H. No: 2336,
Kitap Faziletler, Bab: Peygamberimizin (s.a.v.) saçlarını alnından sarkıtması
ve ortadan ayırmasına değin hadisler.
[51] Buhari, age, c.8, s. 170, H.
No: 4485, Kitap Tefsir, Bab: Deyin inandık Allah'a ve onun yanından bize
indirilene" ayeti hadisin sözcükleri şöyledir: "Kitaplıları ne
doğrulaym ne de yalanlayın..."
[52] Buhari, age, c.4, s. 244, H.
No: 2002. Kitap yukarıda geçti.
[53] Müslim, c.2, s. 792-793,
Aynı kitap, aym bab.
[54] Hakem Yahya b. Abdullah b.
İshak b. el-A'rec, el-Basri, için tbn Hacer: "Güvenilirdir, çoğu kez
yanılır" üçüncü kuşak ravilerden olup Müslim ve başkaları ondan hadis
alır." diyor. Takrib el-Tehzib, c. 1, s. 191,Biy.No:486.
[55] Müslim, c.2, s. 707, H. No:
1133, Kitap Oruç Bab: Aşure günü için hangi günde oruca başlanmalıdır.
[56] Age, adı geçen kitap ve bab:
H. No: 1334.
[57] Sahih îbn Huzeyme, c.3, s.
290-291, Beyhaki, Sünen el-K^-ra, c.4, s. 287, Ahmed el-Müsned, c.l, s. 231.
[58] el-Muğni, el-Şerh el-Kebir,
c.3, s. 104.
[59] S. el-Buhari, Feth'ul-Bari
c.2, s. 445, H. No: 952, Kitap Bayramlar, Bab: Müslümanların bayram
sünnetleri. Müslim, c.2, s. 607, H. No: 892, Kitap Bayram namazları, Bab:
Bayramlarda oyun oynamanın mubah olması.
[60] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 295-305.
[61] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 305-309.
[62] Hilal'in İmam Ahmed'in
görüşlerini, bilgilerini ve çözümlediği meselelerini topladığı kitaptır.
[63] Rebi b. Enes, el-Bekri,
el-Hanefi, el-Basri, sonra el-Horasani için el-Acli: Doğru sözlüdür, diyor.
Nesai, rivayetleri sakmcasıdir, der. İbn Hiban güvenilirlerden olduğu,
kanısındadır. Bazısı onu Şiilikle suçlar. İbn Hacer ise: "Doğru sözlü
birisidir." yargısını vermiş. Buhari, Müslim dışında dört hadis imamı da
ondan hadis tahric etmiştir. H. 140'da öldü. Tehzib el-Tehzib, c.3, s. 238-239
Biy. No: 461. Tekrib el-Tehzib c.l, s. 243. Biy No: 31.
[64] Bkz. İbn Kesir, c.3, s.
328-329.
[65] Bkz. Tefsir-i Kurtubi, c.13,
s. 79-80.
[66] Ata b. Yesar el-Hilal
el-Medeni, el-Kadi Peygamberin eşi Meymune'nin azadlısından bu raviyi Ebu
Muhammed, îbn Main, Nesai, îbn Sa'd, Ebu Zer'a vebaşkalan teşvik ediyor
(güvenilirliğini onaylıyor). Altı kaynak hadis kitabı yazarları ve diğerleri
ondan hadis naklinde bulundular. Kasas sahibi (kıssa anlatıcısı) ibadete düşkün
erdemli bir kişiydi. İskenderiye'de öldü. 103. İbn Sa'd Tabakat, c.5, s.
173-174, Tehzib el-Tehzib, c.7, s. 217-218.
[67] Abdurrezzak, el-Musannef, c.
1, s. 411, H. No: 1608. Bab: Namaz, Beyhaki, Sünen el-Kübra, c.9, s. 234, Kenz
el-Ummal, c.3, s. 886, H. No: 9034; Kenz el-Ummal, c.l, s. 405, H. No: 1732.
[68] Ebu Davud, Sünen, el, s.
675, H. No: 1134, Kitap Namaz Bab: Bayram namazları.
[69] Bu konuda Buhari-Müslim ve
diğer sünen kitaplarında değişik sözcükler içeren hadisler rivayet
edilmektedir. Bazısı biraz uzun bazısı biraz kıadır. Bkz. Sahih-i Buhari,
Feth'ul-Bari, c.3, s. 232. H. No: 374, Kitab: Cenaze, Bab: Kabir işkencesine
değin hadisler, Müslim, c.4, s. 2199, H. No: 2866-2870, c.4, s. 2200 Kitab
Cennet, Bab: Ölüye Cennet yada cehennemdeki yerinin gösterilmesi.
[70] Ulu sahabilerden olan Lebid
b. Rebia b. Malik b. Cafer b. Ki-lab el-Amiri, aynı zamanda çok ünlü bir
ozandır. Kavminin elçisi olarak-Peygamber'e geldiği zaman Müslüman oldu. İslama
girince şiir yazmayı bıraktı. H. 41 yılında 140 yaşındayken öldü. Bkz. Esed
el-Gabe, c.4, s. 260-261
[71] İbn Hacer, el-İsabe, c.3, s.
326. Lebid'in yaşam öyküsü bölümünde isnadsız.
[72] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 309-319.
[73] Ulu sahabilerden olan bu
zatın adı, Sabit b. el-Dahhak b. Halife cl-Ensari el-Eşheli, Rıdvan biatında
bulundu. Bis'etin iiçücü yılında doğdu. H. 62 yılında öldü. Hendek savaşında
Rasulullah'ın hemen yanında takviye güç görevini üstlenmişti. Bkz. el-İsabe,
c.l, s. 193-194, Biy. no: 894.
[74] Sünen-i Ebi Davud, Kitap
Yemin ve Adaklar, Bab: Adakları ye-rirfe getirme ile emrolunma, H. No: 3313,
c.3, s. 607.
[75] Sahih-i Buhari,
Feth'ul-Bari, c.l 1, S. 581, H. No: 6198. Kitap Yeminler ve Adaklar Bab: Taata
(ibadette) adak adama. Sahih-i Müslim, c. 3, s. 1261-1263, Kitap: Adaklar, b.
Allah'a isyanın söz konusu olduğu adaklar yerine getirilemez. H. No: 1641.
Buradaki hadis şöyle: "Al-lah'a isyan söz konusu olan adaklar ve kulun
sahip olmadığı şeyleri adadığı zaman adağını yerine getirme yoktur. Allahualem
müellif yukarda, bu iki hadise, -Buhari ve Müslim'de geçen iki hadis- işaret
ediyor.
[76] Ebu Davud, c.3, s. 607-609,
H. No: 3314; Kitab Yemin ve adaklar, Bab: Adakları yerine getirme. İbn Mace bu
anlamdaki bir hadisi kısa olarak tahriç ediyor, c.l, s. 688, H. No: 2131,
Kitap Kefaretler, Bab: Adağı yerine getirme, Ahmed, el-Müsned, c.3, s. 419.
[77] S. Ebi Davud, c.3, s. 606,
H. No: 3312, Kitap: Yemin ve adaklar, Bab: Adakları yerine getirme ile
emrolunma.
[78] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 319-322.
[79] Buharı, Feth'ul-Bari, c.3,
s. 474, H. No: 987, Kitap: Bayramlar, Bab: Bayram namazını geçire yerinen İki
rekat namaz kılar.
[80] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 323-329.
[81] Ebu Davud, Sünen, c.2, s.
804, H. No: 2418, Kitab: Oruç, Bab: Kurban bayramı (teşrik günleri) günlerinde
oruç.
[82] Baharı bu hadisi birden çok
konuda kaydediyor. Bkz. Feth'ul-Bari, c.l, s. 245, H. No: 238, Kitab Abdest,
bab: Durgun suya işeme, H. No: 876-896-3486 ve diğerleri, Müslim, c.2, s.
585-586, H. No: 855, Kitap Cuma, Bab: Cuma gününün bu Ümmete verilmesi.
[83] Müslim, c.2, s. 586, H. No:
856, Kitap Cuma, Bab: Cuma gününün bu ümmete verilmesi.
[84] Müslim, el, s. 188, H. No:
197, Kitap İman, Bab: Allah Rasu-lu 'nün: "Cennetle şefaat edecek
insanların ilkiyim ben" hadisi. Diğer sözcükler şöyledir: (Cennet
kapısına vardığımda oranın gözcüsü soracak) Sen kimsin? Ben 'Muhammed'im".
diyeceğim. O zaman o da şöyle karşılık verecek: Senden başka hiç kimseye bu
kapıyı açmamakla emrolundum."
[85] Kureyb b. Ebi Müslim
el-Haşimi, el-Medeni, üçüncü kuşak ta-bündendir. Altı ünlü nadis kaynağı
yazarlarının hepsinin hadis tahricm-de bulunduğu güvenilir bir ravidir. H.
97'de Öldü. Bkz. Takrib el-Tehzib, c.2,s. 134, Biy. No: 43.
[86] Ahmed, Müsned, c.6, s.
323-324. İbn Asım'ın Sünnet'inde bu hadisi bulamadım. Sanırım başka bir
eserindedir. (Tah. eden)
[87] Ata b. Dinar el-Hezeli Ebu
el-Zeyat el-Mısri, altıncı kuşak ra-vilerdendir, İbn Hacer onun hakkında:
"Doğru sözlüdür, ancak Said b. Cü-beyr'den olan rivayetleri dinleyerek
değil, ezberedir." der. Buhari, Ebu Davud ve Tirmizi ondan hadis tahriç
ettiler. H. 126'da vefat etti.T;ıkrib el-Tehzib, c.2, s. 21, Biy. No: 188.
[88] Bkz. Kenz el-Ummal, c.3, s.
886, H. No: 9034, Beyhaki, Sünen, el-Kübra, c.9, s. 234, Bab: Zimmilerin
arasına katılmanın keraheti.
[89] Beyhaki, Sünen el-Kübra,
c.9, s, 234; Abdurrczzak el-Musan-nef.c. I, s. 411. H. No: İ609.
[90] Beyhaki, Sünen cl-Kübra.
c.9, s. 234.
[91] Age., c.9, s. 235.
[92] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 329-342.
[93] Hakim, el-Müstedrek, c.4, s.
87, hadisin ravilerinden îmran b. Harun, Metruktür
[94] Halil b. Dinar el-Temimi,
el-Sa'di, Ebu Halde, el- Basri, el-Hay-yad, beşinci kuşaktan doğru sözlü,
Buhari, el-Nesai, Ebu Davud ve Tir-mizİ 'nin kendisinden hadis tahririnde
bulundukları bir ravidir. Takrib c. I, s. 213,Biy. No: 26.
[95] el-Mtinzir b. Ya'Ia,
el-Sevri, Ebu Ya'la el-Kufi, altı ünlü hadis kitap yazarının hadis kaydettiği,
altıncı kuşaktan güvenilir bir ravidir. Takrib, c.2, s. 275, biy. No: 1376.
[96] Büyük hanım sahabilerdendir.
Asıl adı Ürhüh'tür. Ne var, Ümm Halit künyesiyle ünlüdür. Buhari yukarda
zikredilen bu hadisi ondan tahriç ediyor. Bkz. el-İsabe, c.4, s. 238, Biy. No:
82, Hanımlar bölümü.
[97] Bu hadis, Buhari'nin Kitap:
Giyim, Bab: Yeni elbise giyen kimseye dua etme, H. No: 845'de kaydettği uzunca
hadisin bir parçasıdır. Bkz. Feth'ul-Bari, c.lOs. 303.
[98] Beyhaki İmanın bölümleri
babında, Semre'den tahriç ediyor. Bkz. Kenz el-Ummal, c.l, s. 514, H. No: 2286.
Yine Beyhaki, İmanın bölümleri babında İbn Mesud'dan kaydediyor. Bkz. geçen
kaynak, c.l, s.526, H. No: 2365; Hakim İbn Mesud'dan şu sözcüklerle kaydediyor:
"Kuşkusuz Kur'an Allah'ın sunduğu bir ziyafettir. Gücünüz yettiğince ondan
yararlanın. "Hakim isnad sahihtir, ancak Buhari Müslim bu hadisi Salih b.
Ömer'den tahriç etmemiş" diyor. Zehebi İse hadisin taşıyıcılarından olan
İbrahim b. Müslim'in zayıf olduğunu söylüyor. Bkz. ei-Müs-tedrek, c.l, s. 5551,
Kitap Kur'an'm faziletleri.
[99] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 342-370.
[100] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 371-372.
[101] Asıl adı Ahmed b. Ali b.
El-Muhtar b. Abdülkerim b. Cersiya El-Keldani, Sufi büyü ve tüsımcıhk
iddiasında bulunan deccalin birisiydi. İbn Nedim El-Fihrist: 1433; Zİrikli
El-Alam: 1/170-171.
[102] Cafer b. Muhammed EI-Belhi
ünlü gök bilimcilerindendir. Bu konuda bir hayli eserleri mevcuttur. Hİc. 206
yılında doğan bu ünlü bilgin 247 yılında öldü. İbn Nedim, a.g.e: 286; Zirikli,
a.g.e: 2/127
[103] Sabit b. Kurre b. Mervan
Sabit b. Kiraya Hic. 221 yılında doğdu. Hendese, tıb, gök bilimleri, yıldız ve
felsefeyle ilgilendi. Kendisi "Sabii (yıdızlara tapan) müşriklerdendi.
288 yılında öldü. İbn Nedim a.g.e: 2/98.
[104] El-Muğni ve El-Şerh ve
El-Kebir: 11/162-164-209; Müellif, Mecmu EI-Fetava: 33/62-68-125; 35/243;
1/204; Bidayet El-Müctehid: 2/499-500.
[105] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim,
Tevhid Yayınları: 372-376.
[106] El-Muğni ve El-Şerh ve
El-Kebir: 11/209; Müellif, Mecmu El-Fetava: 35/243.
[107] İbn Mace Dua: 2858; Hakim
El-Müstedrek: 1/504;
[108] îbn Mace Dua: 3857.
[109] Ahmed EI-Müsned: 1/391-452;
Hakim El-Müstedrek: 1/509-510.
[110] Asıl adı Ahmed b. Muhammed
b. Ahmed El-Kuduri olan bu zaı Hanefi mezhebinin büyük fıkıhçilanndandir. 362
yılında dn^K, Güvenilir ve doğru kişilik sahibiydi. Yaşadığı çağda Hanefi
mezhebinin başkanıydı ve bir riyaset meselesi onunla son buldu. 428 yılında
öldü; El-Fe-vaid El-Behiye: 30-31; El-Lübab: 3/19-20.
[111] Beşr b. Halid El-Kİndi Ebu
Yusuf'un dostlarından ve Hanefi mezhebinin kadıiarındandı. Salih, ibadete
düşkün, fıkhi bilgisi geniş ve güvenilir bir bilgindi. 238 yılında öldü.
El-Fevaid El-Behiye: 54-55; Lisan El-Mİzan: 35.
[112] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 376-379.
[113] Tirmizi Dua: 579; îbn Mace
İkame: 1385; Ahmed Müsned: 4/138.
[114] Buhari: 5967; Müslim İman:
30.
[115] Müslim Birr: 2577.
[116] Kadı Abdulcebbar Şerh Usul
El-Hamse:
123-314-317-345-645-647;
El-Fark Beynel-Firak: 116.
[117] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 379-382.
[118] Ebu Davud Dua: 1479; Tirmizi
Dua: 3372; İbnMace Dua: 3828.
[119] Şevkani Feth El-Kadir:
4/498; İbn Cerir Tefsir: 2/93-94; 24/51-52.
[120] Buhari Teheccüd: 1145;
Müslim Namaz: 758.
[121] Buhari İcare: 2272; Ahmed
Müsned: 1/116; 3/142.
[122] Fudayl b. Iyad b. Mesud b.
Bişr El-Temimi Zahid, ibadete düşkün, Buhari Müslim ve diğer Hadis alimlerinin
kendisinden Hadis tah-ricinde bulunduğu güvenilir birravi idi. 187 yılında
öldü. VefeyatEİ A-yan: 4/47-50; Takrib ElTehzib: 2/113.
[123] Ebu Nuaym Hilye El-Evliya:
8/109
[124] Kadı Iyad El-Şifa: 1/268.
[125] Müslim Namaz: 486.
[126] Müslim Zikir: 2708.
[127] Buhari Yemin ve Adaklar:
6646; Müslim Yeminler: 1646.
[128] Tirmizİ Yemin ve Adaklar:
1535.
[129] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 382-398.
[130] Buharı Vahyin Başlangıcı:
3/3392-4953-4955-4956-4957-6982.
[131] Tirmizi H;uv: 858; Ahmed
Miisned: 1/217; AbdürrezzakEl-\lu.s;ınnef: 8924.
[132] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 398-405.
[133] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 405-406.
[134] Muvatta Hac: 166; İbn Mace
Menasik: 3012. 406
[135] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 406-408.
[136] Buhari: 1193; Müslim Hacc:
1399.
[137] Müslim Hacc: 1399.
[138] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 408.
[139] Müslim Hacc: 1398.
[140] Üseyd b. Hudayr adı
yanlıştır. Yapıtın yazılı nüshaları, Tirmi-zi, İbn Mace Ahmed ve diğerlerinin
kaytılan bunu kanıtlamaktadır. Sa-habinin asıl adı, Useyd b. Zahir b. Rafii
El-Ensari'dir. Aynı zamanda sa-habi de olan bu zat Ubade b. Bişr Lame'nin
kardeşidir. Mervan'ın krallığı döneminde öldü. Tehzib El-Tehzib: 1/349-635.
[141] Tirmiz Namaz: 324; Hakim
El-Müstedrek: 1/487; İbn Mace: 1431.
[142] Ahmed: 3/487; îbn Mace:
1412; Stinen-i Nesai: 2/37.
[143] Buhari Yemin Adaklar: 6700.
[144] Ahmed: 2/332.
[145] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 409-413.
[146] tbn Kesir El-Bidaye ve
Eİ-Nihaye: 7/58.
[147] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 413-415.
[148] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 416-418.
[149] Buharı İ'tisam: 7361.
[150] Ahmed: 4/136; Ebu Davud
İlim: 3644.
[151] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 418-419.
[152] Müslim İman: 162.
[153] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 419-422.
[154] Müslim Hacc: 1394; Buhari
Mekke ve Medine: : 190.
[155] Müslim Hacc: 1396.
[156] Ahmed:4/5.
İbn-i
Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 422-424.
[157] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 424-427.
[158] Buhari Tevhid: 7410; Müslim
İman: 193; Ahmed: 3/144.
[159] Buhari İlim: 99; Ahmed:
2/373.
[160] Buharı Menakıb: 3883; Müslim
îman:24.
[161] Buhari Cenazeler: 1366.
[162] Buhari Cihad: 2856; Müslim
îman: 30.
[163] Tirmizi Sünen: 2516.
[164] Buhari İman: 16; Müslim
İman: 43
[165] Buhari İman: 58; Müslim
İman: 69.
[166] Buhari Yemin ve Adıklar:
6632.
[167] İbn Mace Kefaret: 2118;
Zevaid; Darimi: 2/295; Ahmed Müsred: 5/7, 239.
[168] Ahmed Müsned:
1/214-224-283-347.
[169] Ebu Nuaym Hilye İbrahim:
8/95.
[170] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 427-443.
[171] Ebu Davud: 4679; Tirmizi
Kıyamet: 2523; Ahmed Müsned: 3/438-440.
[172] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 443-447.
[173] Müslim İman: 91; Ebu Davud
Giyim: 4090; Tirmizi Birr Sıla: 1999.
[174] Buhari Peygamberler:
3441-3443; Müslim Faziletler: 2365.
[175] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 447-449.
[176] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 449-451.
[177] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 451-456.
[178] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 456.
[179] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 456-459.
[180] Buhari Kader: 3409; Müslim
Kader: 2652.
[181] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 460-464.
[182] Tirmizi Kur'an'ın
Faziletleri: 2899; Ebu Davud Namaz: 1461; İbn Mace Edeb: 378; Buhari Kur'an'm
Faziletleri: 5013.
[183] Tirmizi Edeb: 3403; Ebu
Davud Edeb: 5055;
Ahmed
Müsned: 5/456; Darimi Kur'an'm Faziletleri; 2/458-459.
[184] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 464-466.
[185] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 467-470.
[186] Müslim Yolcuların Namazı:
770.
[187] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı
Mustakim, Tevhid Yayınları: 470-471.