DÖRDÜNCÜ BÖLÜM... 1

ÖZENMEDE FARKLILIK.. 1

Arap ve Acem Meselesi 4

Arapçanın Gücü. 15

Arap Kimdir?. 20

Eski Şeriatier ve Biz. 23

Sakıncalı ve Sakıncasız Özentiler. 28

Yabancı Bayramlar ve Şenlikler. 31

Yasak Adaklar. 37

Bayramın Anlamı 38

Bizim Bayramlarımız. 42

İbadet Dili 50

Kafirlere Benzemek İki Türlüdür. 66

Güneşe, Yıldızlara Dua Ve Secde Edenler: 67

Peygamberler Üzerine Yemin Etmek. 70

Sapık Sözlü Dualar. 71

Duada Tevessül 73

Peygamberimizi Adım Adım İzlemek. 82

Peygamberimizin Ayak İzleri 87

Haccda Ziyaret Edilecek Yerler. 87

Özellikle Ziyaret Edilecek Mescidler. 88

Dirar Mescidi 89

Mescid-i Aksa. 92

Kudüs Ziyareti 93

İsrailiyyat Meselesi 94

Daha Önceki Peygamberlerin Hikayeleri 95

İtikaf İbadeti 98

Şefaat Meselesi 100

Şehadet Kelimesinin Özü. 109

İslam Terimi 112

İslam ve Zaman. 113

Tevhid Ehli ve Müşrik ve Bid'atçılar. 114

Tevhid Terimi 117

Tevhid'in Farklı Anlamları 117

Kader Bahane Yapılabilir mi?. 120

Kafirun ve İhlas Surelerinde Tevhid Anlayışı 122

Peygamberlerin Üslubu. 124

Son Sözümüz Dua. 126

 

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

ÖZENMEDE FARKLILIK

 

Bilmelisin ki, kafirlere ve şeytanlara benzemekle eski araplara ve acemlere (genel olarak yabancılara) benzemek arasında gözden kaçırılmaması gereken önemli bir fark var­dır ve bunun kısaca açıklanması gerekir.

Bu da şöyledir: Kafirlik ve şeytanlık niteliğinin özü Al­lah, Rasulullah ve mümin kullar tarafından doğrudan doğ­ruya kınanmışken, araplık ve yabancılık vasfı özü itibari ile Allah, Peygamber ve mümin kullar tarafından kayitsız-şart-sız olarak kınanmış değildir. Tersine mesela bedevi araplar bu bakımdan "bahtsızlar" ve "kötüler" ile "müminler" ve iyi­ler" diye iki kısma ayrılırlar.

Cenab-ı Allah (c.c.) bu kısımların birincisini oluşturan "bahtsızlar" ve "kötüler" hakkında şöyle buyuruyor:

"Bedevi araplar, küfür ve münafıklıkta daha yaman ve Allah'ın, Rasulullah'a indirdiği prensiplerin sınır­larını tanımamaya daha yatkındırlar. Allah her şeyi bi­len, hikmet sahibidir. Bedevi araplar arasında öyleleri var ki, verdiği sadakayı angarya sayarlar ve sizin ba­şınıza belalar gelmesini gözlerler. Gözledikleri o belalar kendi başlarına geleseceler! Allah işiten ve bilendir."

(Tevbe: 9/97-98)

Aynı konudaki diğer bir ayet de şöyledir:

"Bedeviler arasında savaştan geri kalanlar" Bizi mal­larımız ve ailelerimiz alıkoydu.Bizim affedilmemizi di­le" diyecekler. Onlar kaiblerinde olmayanı dilleri ile söylüyorlar. Onlara de ki: "Eğer Alah size zarar vermek istese veya sizin için bir fayda dilese sizin için Allah'ın di­lediğine kim engel olabilir? Hiç şüphesiz Allah, yaptık­larınızdan hakkıyla haberdardır. Her halde siz sandınız ki, Rasulullah ve müminler bir daha ailelerine hiç dön­meyeceklerdir ve bu düşünce size hoş göründü. Kötü zanna kapıldınız ve (bu yüzden) helak olmaya îayık bir topluluk oldunuz."                               (Fetih: 48/11-12)

Buna karşılık Cenab-i Allah (c.c.) bedevi arapların "mü­minler" ve "iyiler" kesimi hakkında da şöyle buyuruyor:

"Bedevi arapların diğer bir kesimi de vardır ki, Al­lah'a ve ahiret gününe inanırlar, verdikleri sadakaları Allah katında yakınlık ve Rasulullah'ın duasını kazan­maya vesile sayarlar. Gerçekten o verdikleri sadakalar kendilerine Allah katında yakınlık sağlayıcı bir vesiledir. Ail.ih onları ilerde rahmetinin kapsamına alacaktır. Hiç şüphesiz, Allah bağışlayıcı ve esirgeyicidir."(Tevbe: 9/99)

Biz biliyoruz ki, taşradan gelip peygemberimize (s.a.v.) bağlılık sunan bedevi sah;ihiler içinde şehirli ve kasabalı sa-habilerden daha faziletli olanlar vardı. İşte Allah'ın kitabı olan Kur'an da bu bedevilerin bir kısmını yererken başka bir kesimini de övmektedir. Tıpkı şehirlilere ve kasabalılara yap­tığı gibi. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) Kur'an'ı Kerim'in bir yerinde şöyle buyuruyor:

"Gerek civarımzdaki bedevi araplar ve gerekse Me-dîne'liler arasında katı münafıklar vardır. Sen onları bil­mezsin, ama biz biliriz. Allah onlara iki kat azab vere­cektir. Sonra da büyük azaba havale edileceklerdir."

(Tevbe: 9/101)

Görüldüğü gibi, Cenab-ı Allah (c.c.) hem bedevi araplar ve hem de kasaba ve şehirliler arasında münafıklar olduğu­nu belirtiyor. Bu ayetin yer aldığı Tevbe suresinin tümü bir yandan, şehirli-bedevi ayırımı yapmaksızın, bütün mü­nafıkları yererken öbür yandan Muhacirlerle Ensar'dan olan öncü müminleri, bu ilk gurubu iyi bir şekilde izleyen­leri ve vermiş oldukları sadakaları Allah'a yakınlık ve Pey-eamberin duasını kazanma vesilesi edinen bedevileri över niteliklidir.

Arapların dışında kalan fars, rum, türk, berberi, habeşi ve diğer milletlerin tümünü içeren acem terimi de böyledir. Ya­ni acemler de tıpkı arapîar gibi mümin-kafir ve iyi-kötü kısımlarına ayrılırlar. Cenab-ı Allah (c.c.) bu konuda şöy­le buyuruyor:

"Ey insanlar, biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarat­tık ve birbirinizi tamyabilesiniz diye sizi milletlere ve ka­bilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz, günahlar dan en çok sakinanızdır. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bi­lir ve her şeyden haberdardır."           (Hucurat: 49/13)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) aynı konuda şöyle buyu­ruyor:

"Allah cahiliye döneminin atalarla övünme ve bö­bürlenme duygusunu sizin içinizden sildi. Sizler ister takva sahibi birer mümin ve isterse asi birer günahkar olunuz, Adem'in torunlarısınız, Adem de topraktan­dır."

Yine Peygamberimiz, Ebu Nadre'nin[1] rivayet ettiğine göre ömrünün son Kurban Bayramında Mina'da deve sırtın­dan yaptığı konuşmanın (Veda Hutbesi) bir yerinde bu ko­nu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"Ey insanlar! Haberiniz olsun ki, Rabinîz tektir. Yi­ne haberiniz olsun ki, atanız birdir. Haberiniz olsun ki, ne arab olanınızın, arap olmayanınıza karşı ve ne de kara derili olanınızın, kızıl derili olanınıza karşı takva dı­şında hiçbir üstünlüğü yoktur. Hey tebliğ ettim mi. Din­leyenler -evet- diye karşılık verdiler. Peygamberimiz -O hal­de burada olanlarınız söylediklerimi burada bulunma­yanlara ulaştırsınlar."[2] diye buyurdu.

Aynı hadis Ebu Nadre aracılığı ile Cabir'den de rivayet edildi. Öteyandan Buhari ile Müslim'in, Amr b. As'a dayan­dırarak bildirdiklerine göre Peygamberimiz (s.a.v.) başka bir hadisinde de bu konuda şunları söylemiştir:

"Falanca oğulları, benim velilerim (yakınlarım, ko­ruyucularım, dostlarım) değildirler. Benim velim sadece Allah ve salih ameili müminlerdir."[3]

Görüldüğü gibi bu son hadiste Peygamber Efendimiz soyca yakınları olan bir kabile kolunun sırf soy ilişkisi yü­zünden velisi olamayacaklarım, O'nun velisinin önce Allah ^e sonra da -hangi kabile ve milletten olursa olsun- salih ameili müminler olduğunu bildiriyor. Gerek Kur'an'da ve gerekse sünnette verdiğimiz bu Örneklerin çok sayıda ben­zerleri vardır. Buna göre gözönünde bulundurulacak sıfat­lar, Allah tarafından övülen ve yerilen, yani mümin-kafir, iyi-kötü ve bilgili-cahil gibi sıfatlardır. Ayrıca Kur'an'da ve sünnette bazı acemleri (yabancıları) Öven ifadeler vardır. Nitekim Cenab-i Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"O'dur ki, ümmüere kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları arıtan, kendilerine Kitab ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderdi. Oy­sa onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler. Ve henüz bu ümmilere katılmamış olan diğer bütün insan­lara da (O Peygamberi göndermiştir. Peygamber, yalnız um-, mi araplara değil, Kıyamete kadar gelecek bütün insanlara gönderildi) O Aziz ve hakimdir."          (Cum'a: 62/2-3)

Bu ayetle ilgili olarak Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre'ye dayanarak Peygemberimizin (s.a.v.) şu hadisini kaydetmiş­lerdir. Ebu Hureyre (r.a.) diyor ki:

"Bir defasında Peygamberimizin yanında oturuyorduk. O sırada Cuma suresinde yer alan ...Ve henüz bu ümmile-re katılmamış olan diğer bütün insanlara da O Peygam­beri gönderdi. O Aziz ve hakimdir- ayeti nazil oldu. Bu­nun üzerine oradakilerden biri Peygamberimize -Ya Rasu-lallah, bu ayet kimleri kasdediyor?- diye sordu. Peygamber O arkadaşımıza dönüp hiçbir şey demeden o aynı soruyu üç defa tekraradı. Sonunda Rasulullah elini yanında bulunan Selman-ı Farisi'nin omuzuna koyarak "Eğer iman Sürey­ya (Ülker) yıldızına asılı olsa, bunlardan bazı kimselev ona yine ulaşırlardı" buyurdu.[4]

Yine Müslim'in, Ebu Hureyre'ye dayanarak bildirdiği­ne göre, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Eğer bu din Süreyya (Ülker) gezegeninde bile olsa, İran asıllı bir kişi onu oradan alıp, benimser."[5]

Diğer bir rivayete göre bu hadis "Eğer ilim, Süreyya (Ül­ker) gezegeninde bile olsa, İran asıllı bazı kimseler onu oradan indirip kendilerine mal ederler."[6] şeklindedir.

Öteyandan Tirmizi'nin yine Ebu Hureyre'ye dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz, Kur'an-ı Kerim'in bir yerindeki "Eğer yüz çevirecek olursanız, Allah sizin yerinize sizin gibi olmayan başka bir kavim geçirir." aye­ti ile ilgili olarak "Bu kavim, fars asıllılardan olacak"[7]

buyurmuştur. Bunlar dışında fars asılların üstünlüğünü be­lirten daha bir çok belgeler vardır. [8]

 

Arap ve Acem Meselesi

 

Bu ilkenin pratik isbati gerek tabiin kuşağından ve gerek­se onların arkasından gelen kuşaktan olan Hasan-ı Basri ve İbn-i Şirin, İbn-i Abbas'm azadlısı İkrime gibi eski İran asıllı seçkin islam büyükleridir. Bu listeye daha sonra yeti­den bir çok iman, ilim ve dindarlık yıldızım da eklemek ge­rekir, öyle ki, bu seçkin yıldızlar alanlarında bir çok arap seçkinini gölgede bırakmışlardı.

; "Acem" (yabancı) teriminin kapsamına giren habeşi, rum ve türk gibi milletlerden olan sayılamayacak kadar çok sayıdaki iman ve dindarlık öncüleri konusunda da du­rum budur. Bu husus İslam alimlerinin çok iyi bildikleri ta­rihi bir gerçektir.

Bu gelişmenin bir tek faktörü vardır ki, o da şudur: İsla­ma göre gerçek üstünlük, Peygamberimize inen iman ye ilim prensiplerine hem görünüşte ve hem de yürekten gösterilen bağlılığın derecesine dayanır. Kimin bu alan­daki derecesi daha yüksekse o daha üstündür. Üstünlük Allah'ın Kitabında (Kur'an'da) ve Peygamberimizin di­li ile övülen İslam, iman, iyilik, takva (kötülüklerden sa­kınma), bilgi, salih amel ve ihsan gibrsıfatlara göre be­lirlenir. Yoksa bir insanın sırf arap veya acem yahud si­yah derili ya da beyaz derili yahud şehirli veya bedevi ol­ması bu konuda belirleyici faktör sayılmaz.

Acemlerin bu saydığımız meziyetlerine ve soy-memle-ket farkının islamdaki önemsizliğine rağmen bedevilere ve acemlere benzememizin yasaklanmış olması bir temel ince­liğe dayanır ki, o da şudur: Cenab-ı Allah (c.c.) şehirliler ile kasabalıları bilgi, dindarlık ve duygu zenginliği bakımından bedevilere göre daha geniş imkanlarla donatmıştır. Buna kar­şılık bedeviler de şehirli ile kasabalılardan beden gücü, ah­lak sağlamlığı ve tok sözlülük bakımlarından daha üstündür­ler. İşte sözünü ettiğimiz temel incelik budur. Gerçi bu ku­ralın işlemediği ve bedevilerin şehirli ve kasabalılara her yönden üstünlük sağladıkları durumlar ve örnekler de var­dır. Fakat özde var olan bu temel İncelik yüzünden Cenab-ı Allah (c.c.) bütün peygamberleri -selam üzerlerine olsun-şehİrli ve kasabalılar arasından seçip göndermiştir, Nitekim o, bir ayette şöyle buyuruyor:

"Sen'den önce gönderdiğimiz peygamberler de ken­dilerine vahiy sunduğumuz şehirlilerdi.'1 (Yusuf: 12/109)

Bunu temel gerekçesi Cenab-t Allah'ın (c.c.) peygamber­lerin, soyluluk da dahil olmak üzere her bakımdan yetkin (kamil) şahsiyetler olmalarını dilemesidir. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) yukarda belirttiğimiz gibi genel anlamda be­deviler hakkında şöyle buyurmuştur:

"Bedevi araplar küfür ve münafıklıkça daha koyu ve Allah'ın, Rasulullah'a indirdiği prensiplerin sınır­larını tanımamaya daha yatkındırlar."     (Tevbe: 9/97)

Cenab-ı Allah (c.c.) bu ayeti aşağıdaki ayetlerin hemen arkasından buyurmuştur:

"Ancak kınama, savaştan geri kalmak için Sen'den izin isteyen bazı zenginler içindir. Bunlar diğer savaştan geri kalanlarla birlikte olmayı arzu ettiler. Allah da on­ların kalblerini mühürledi. Artık onlar bilmezler. Savaş­tan geri dönüp onların yanına geldiğiniz zaman bu kim­seler çeşitli mazeretler ileri sürerler. Onlara de ki: "Hiç özür ileri sürmeyiniz, size inanmıyoruz. Çünkü Allah bi­ze karşı çevirdiğiniz entrikaların bazıları hakkında bi­ze bilgi verdi. Ayrıca ilerde neler yapacağınızı Allah ve Rasulullah görecek. Daha sonra da görünür-görünmez her şeyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız, O za­man O, yapmış olduğunuz her şeyi size ayrıntıları ile bil­direcektir. Siz yanlarına döndüğünüz zaman kendile­rinden vazgeçersiniz diye Allah'a yemin ederler. On­lardan vazgeçiniz. Çünkü onlar murdardır. Ve kazandık­larının cezası olarak varacakları yer cehennemdir. Ken­dilerinden razı olasınız diye size Allah adına yemin eder­ler. Siz onlardan razı olsanız bile Allah fasıklar (günaha batmışlar) güruhundan razı olmaz. Bedevi araplar, küfür ve münafıklıkça daha koyu ve Allah'ın, Rasulullah'a indirdiği prensiplerin sınırlarını tanımamaya, ayırdet-memeye daha yatkındırlar. Hiç şüphesiz, Allah her şeyi bilen, hikmet sahibidir."                    (Tevbe: 9/93-97)

Görüldüğü gibi Cenab-ı Allah (c.c.) Tebük savaşında savaşa katılmamak için Peygamberimizden izin isteyen Medine'li münafıkları anlatıp, onların davranışlarını kına­dıktan sonra "Bedevi araplar, küfür ve münafıklıkça da­ha koyu ve Allah'ın, Rasulullah'a indirdiği prensiplerin sınırlarını tanımamaya, ayırdetmemeye daha yatkın­dırlar." buyurmuştur. Hayrın tümü-özü ve detayı ile -bilgi ve imanın tekelindedir. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c):

"Allah içinizdeki iman edenler ile kendilerine ilim bağışlananların derecelerini kat kat yükseltir." buyu­ruyor.                                              (Mücadele: 58/11)

Aynı anlamı ifade eden diğer bir ayet de şöyledir:

"Kendilerine iman ve ilim verilmiş olanlar dedi ki..."

(Rum: 30/56)

İmanın karşıtı ya açık kafirlik veya gizli münafıklıktır. İlmin karşıtı ise bilgisizlik halidir.

Kısacası, Cenab-ı Allah (c.c.) bedevilerin Medine'li araplardan küfür ve münafıklıkta daha koyu olduklarını ve yine onlara göre Kur'an ve sünnette belirlenen sınırlan ayırdedememeye daha yatkın olduklarını bildiriyor. Ayet­teki sınırlardan maksat namaz, oruç, zekat, hacc, mümin, ka­fir, zinakar, hırsız ve içkici gibi Kur'an'da yer alan terim ve sıfatlarla ilgili sınırlamalardır. Bu terim ve sıfatlan taşıma­ya layık olanları, layık olmayanlardan ayırdedecek olan ve layık olanların hangi hükümlerle karşılaşacağını belirleye­cek olan ölçüler işte bu "sınırlar" dır. Nitekim Ebu Da­vud'un, İbn-i Abbas'a dayanarak bildirdiğine göre Pey­gamberimiz (s.a.v.) bir hadisinde:

"Kırsal yörelerde oturanlar kaba, vurdumduymaz olur. Av düşkünleri gafil olur. Hükümdarlara kapılan­lar fitneye düşerler."[9] buyurdu. Aynı hadisin Ebu Hurey-re tarafından bildirilen şeklinde son cümle "Kim hüküm­dara yakın olursa fitneye düşer." ifade edildikten sonra şu cümle ile bağlanmıştır: "Kişi hükümdara ne kadar yak­laşırsa, mutlaka Allah'dan aynı oranda uzaklaşır."[10]

Bu yüzden eskiler kaba ve vurdumduymaz buldukları kimseye, böyle bir kimsenin akıl ve huy kabalığına işaret et­mek üzere "Sen yontulmamış bir bedevisin, sen duygusuz bir baldınçıplaksm" diye hitap ederlerdi.

Şunu da belirtelim ki, "bedevilik"- aslında arap köylüle­rini ifade eden bir terimdir. Her milletin şehirlisi ve köylüsü vardır. Arapların köylüleri nasıl bedevilerse, anlatıldığı­na göre bizanslıların (rumlarm) köylüleri ermeniler, 1 arşla­rın köylüleri kürtler ve türklerin köylüleri de moğollardır.

Allahualem bu söylediğimiz temel gerçektir. Gerçi faz­lası ve eksiği olabilir; Ayrıca köylerde oturanlar -hangi milletten olurlarsa olsunlar- hüküm bakımından araplann be­devileri gibidirler. "Bedevilik" teriminin kapsamına girip gir­memeleri bu konuda farketmez. Bu temel gerçek, genel olarak şehirlilerin genellikle kırsal yörelerde yaşayanlardan daha üstün olmalarını gerektirir. Yalnız istisna olarak, ba­zı belirli köylüler çoğu şehirlilerden daha üstün olabilirler. Buna göre sahabilerİ ve tabiin kuşağını içeren ilk dönem müslümanları (selef) zamanında bedevileri (köylüleri) şehir­li, genelinde ayırdeden özellikler ya şehirlilere üstünlük sağlayan değerlerde bir eksiklik veya bir mekruhtur. Bu durumda eğer onlara göçmen şehirlilerin adetlerinden de ol­mayan bir davranışta benzeyecek olursak bu benzer davra­nışımız ya mekruhtur veya mekruhluğa yolaçacak bir hare­kettir. İşte araplar ve acemlerle ilgili sözümüz buna dayanır.

Şunu da belirtelim ki, ehl-İ sünnet ve vel-cemaat ve mezhebinin inancına göre genel olarak araplar rumu, sürya-nisi ve farshsı ile genel olarak arap olmayanlardan Kureyş kabilesi, geride kalan bütün araplardan ve Haşimi kolu bü­tün Kureyş kabilesinden daha üstün olduğu gibi Peygambe­rimizin de tüm Haşimioğullarmın en üstün kîşisidir. Buna göre Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gerek fert olarak ve ge­rekse sayıca insanların en üstünüdür. Üstünlük sıralamasın­da ilk sırada araplann, sonra Kureyş kabilesinin ve daha son­ra da bu kabilenin bir kolu olan Haşimoğullarınin yer alma­sı Peygamberimizin bu koldan olmasından dolayı değildir. Gerçi bu da bir üstünlük faktörüdür, ama aslında bu sırala­dıklarımız kendiliklerinden üstündürler. Böylece Peygam­berimizin hem fert ojarak ve hem de soya dayalı üstünlüğü gerçeklik kazanır. Yoksa kısır döngüye (fasit daireye) dü­şeriz.

Bu yüzdendir ki, İmam-ı Ahmed Hanbeli'nin arkadaşı Ebu Muhammed Kirmaııi Ehl-i Sünnet mezhebini tanıtırken şöyle diyor:

"Bu mezheb ilim imamlarının, hadis adamlarının, ta­nınmış ve önder edinilmiş sünnet uzmanlarının mezhebidir. Tanıyabildiğim bütün Irak, Hicaz ve Şam alimleri bu mez­hebe bağlı idiler. Kim her hangi bir konuda bu mezhebe ters düşer veya onu kötüler veya bu mezhebin taraftarlarına dü uzatırsa o kimse cemaatten kopmuş, sünnet çığrından sap­mış ve hak yoldan ayrılmış bir bidatçıdır (uydurmacıdır). Bu mezheb, Ahmed b. Hanbel, İshak b. İbrahim b. Muhalled Ab­dullah b. Zubeyr Humeydi[11]ve Said b. Mansur gibi önle­rinde diz çöküp ders okuduğumuz seçkin alimlerin mezhe­bidir. Bu alimlerin önemli görüşlerinden biri imanın söz, amel ve niyet unsurlarından meydana geldiğidir."

Ebu Muhammed bu uzun açıklamalarının bir yerinde şöyle diyor: "Biz araplann hakkını, üstünlüğünü ve parlak geçmişlerini tanıyor, onları seviyoruz. Çünkü Peygamerimiz -bu konuda- Arapları sevmek iman ve onlardan nefret et­mek münafıklık alametidir- buyurmuştur.[12] Biz bu konuda arapları sevmeyen, onların üstünlüklerini tanımayan ya­bancı milletler ve baldırıçıplak köleler gibi düşünmüyo­ruz. Çünkü onların bu yoldaki görüşleri bidat ve sapmadır. Bu sözleri Ahmed b. Hanbel'in bizzat kendisinin söylediği­ni ileri sürenler de vardır. Bu kaynaklardan biri Ahmed b. Sa'd Istahari tarafından kaleme alman bir risaledir. Eğer bu rivayet doğru ise bu sözler hem İmam-ı Hanbeli ve hem de çok sayıda başka alim taraafından söylenmiş demektir.

Bazı bilginler de genel olarak araplarm acem geneline karşı hiçbir üstünlük taşımadığı görüşündedirler. Acemler İçin kullanılan "halklar" deyiminin sebebi, bu milletlerin ka­bilelerden farklı bir topluluk birimi olan halk kitlelerine egemen olmalarıdır. Bu yüzden "kabileler araplara ve halk­lar da acemlere özgüdür" denmiştir.          *

Bazı bilginler de bir kısım acemlerin araplardan daha üs­tün olduklarını ileri sürmüşlerdir. Böyle bir iddia çoğu za­man bir tür münafıklıktan kaynaklanır. Bu münafıklık ya doğrudan doğruya inançla (itaatla) veya bazı şüpheler tara­fından körüklenen ihtirasların yolaçtığı davranışlarla ilgili­dir. Bu yüzden Peygamberimiz(s.a.v.):

"Arapları sevmek imanın ve onlardan nefret etmek münafıklığın alametidir." buyurmuştur. Şunu da ekleye­lim ki, böyle konularda söylenen her çeşit sözlerin ihtiras­lardan arınmış olması zayıf bir ihtimaldir. Bu tip tartışma­ların her iki tarafında da şeytanın payı vardır ve bu bakım­dan -ne vesile ile olursa olsun- haram kılınmış bir tartışma­dır.

Oysa Cenab-ı Allah (c.c.) müminlere "Hep birlikte Al­lah'ın ipine sarılmayı" emrederek kendilerine ayrılığa ve ça­tışmaya düşmeyi yasakladı. Yine onlara barış ve dirlik ha­linde olmalarım buyurdu. Nitekim aşağıdaki sahih hadise gö­re Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Müminler karşılıklı sevgi, biribirlerini kayırma ve dayanışma bakımından bir tek vücud (canlı organizma) gibidirler. Vücudun her hangi bir organı rahatsızlanın­ca geride kalan organlar ateşlenerek ve uykusuz kalarak hasta organın rahatsızlığını paylaşırlar."[13]

Yine Peygamberimiz başka bir sahih hadise göre bu ko­nuda şöyle buyuruyor:

"Birbirlerinizle ilişkilerinizi kesmeyiniz, biribirinize yüz çevirmeyiniz, biribirinize nefret beslemeyiniz, biri-birinizi kıskanmayınız, Allah'ın emri uyarınca O'nun bi-ribirlerini kardeş bilen kullan olunuz."[14]

Kur'an'da ve sünnette bu hadisin vurguladığı ana fikre çağıran mesajlar sayılamayacak kadar çoktur.

Yukarda sözünü ittiğimiz Önce genel anlamda araplann, arkasından Kureyş kabilesinin ve onun arkasından da bu ka­bilenin bir kolu olarj Haşimoğullarının üstün olduğunu be­lirten delil Tirmizijde yer alan şu hadistir. Sahabilerden Abbas b. Abdülmuttalip[15] (r.a.) diyor ki:

"Bir defasında peygamberimize dedim ki: "Ya Rasulal-lah, Kureyşliler aralarında toplanarak soylarını müzakere et­mişler ve senin çöplükte yetişen bir hurma ağacı olduğun so­nucuna varmışlar" dedim. Bana şu cevabı verdi:

"Cenab-ı Allah varlıkları yaratırken beni onların ha­yırlı kesiminden yaptı. Arkasından kabileleri yaratırken beni en hayırlı kabileye bağladı. Daha sonra aile kolla­rını yaratırken beni kabilemin en hayırlı kolundan türet­ti. Ben hem fert olarak ve hem de aile kolu olarak insan­ların en hayırlısıyım."[16]

Abbas b. Abduİmuttalib "çöplükte yetişen hurma ağacı" benzetmesi ile Peygamberimizin kötü bir insan çevresinde yetişen seçkin bir şahsiyet olduğunu ifade etmek istemiştir. Peygamberimiz de ona verdiği cevapta hem şahıs olarak ve hem de soyca insanların o en hayırlısı olduğunu belirtmiş­tir.

„ Yine Tirmizi'nîn bildirdiğine göre sahabilerden Mutta-lib b. Ebu Vedaa[17]diyor ki:

"Bir gün amcası Abbas, Peygamberimizin (s.a.v.) huzu­runa gelerek kulağına gelen bir dedikoduyu anlattı. Bunun üzerine Rasulullah minbere çıkarak cemaate Ben kimim?-diye sordu. Cemaat:

"Sen Allah'ın Rasulusün" diye karışılık verdikten son­ra o şunları söyledi:

"Ben Abduİmuttalib oğlu Abdullah'ın oğlu Mu ham-med'im. Allah varlıkları yaratırken Beni onların hayır-İı kesiminden yaptı. Arkasından yarattığı varlıkları iki­ye ayıran Allah Ben'i hayırlı kısımda yaptı. Sonra kabi­leleri yaratırken Ben'i en hayırlı kabileye bağladı. Da­ha sonra aile kollarını yaratırken Ben'i kabilemin en hayırlı kolundan fert olarak da en hayırlı olarak yarat­tı."[18]

Bu hadis Ahmed b. Hanbei'in "Müsned" adlı esinde de aynı rivayet zincirine dayandırılarak yer almıştır.

Görüldüğü gibi Peygamberimiz varlıkların her ayırı­mında kendisinin hayırlı tarafta yer aldığını belirtiyor. Yu-kardakİ hadisin "Allah varlıkları yartırken Ben'i onların hayırlı kesiminden yaptı. Arkasından yarattığı varlıkları ikiye ayıran Allah Ben'i hayırlı kısımdan yaptı1' şeklinde­ki ifade iki türlü açıklanbilir:

1- Buradaki "varlıklar" deyimi ile ya insanlar ve cinler kasdedilmiştir veya kasdedilen yeryüzündeki yaratıkların tü­müdür. Ademoğulları, yani insanlar her iki muhtemel anla­mı ile de bu varlıkların hayırlı kesimidir. Eğer bu terim "Yeryüzünün bütün varlıkları" anlamına alınarak melekle­ri de kapsayacak şekilde yorumlanırsa o zaman insanların meleklerden üstün olduğu belirtilmiş olur ki, bunun tutarlı açıklaması vardır. Sonra Allah insanları iki kısma ayırdı. Bu iki kısım araplar ile acemler (arap olmayanlar) dır. Arkasın­dan arapları kabilelere ayırdı ve Kureyş kabilesi bu kabile­lerin en hayırlısı oldu. Sonra Allah kabileleri kollara ayır­dı ki, Kureyş kabilesinin en hayırlı kolu Haşimoğulları ol­du.

2- Hadisteki "varlıklar" terimi ile Peygamberimiz doğ­rudan doğruya Ademoğullarını, yani insanları da kasdetmiş olabilir. Peygamberimiz onların hayırlı kesiminden yani Hz. İbrahim oğullarından, başka bir ifade ile araplardan oldu. Sonra Allah İbrahim oğullarını, İsrailoğulları ve İsha-koğulları diye ikiye ayırdı veya arapları Adnanoğulları ve Kahtanoğullan diye iki kısma ayırdı ve Peygamberimizi İsmailoğullanndan ve   arapların Adnanoğulları kolundan yaptı. Arkasından İsmailoğullarını -veya Adnanoğullarmı-kabilelere ayıran Allah Peygamberimizi Kureyş kabilesine bağladı. Bu açıklamaların hangisi benimsenirse benimsen­sin, bu hadisin, arapların arap olmayanlardan üstün olduğu­nu belirttiği kesindir. Haşimoğullarını, arkasından Kureyş kabilesini ve üçüncü derecede de tüm arapları sevmek ge­rektiğini bildiriyor.

Nitekim Tirmizi'nin bildirdiğine göre Muttalib b. Ebu Re-bia diyor ki:

i "Bir defasında Rasulullah'ın amcası Abbas öfkeli bir şekilde Peygamberimizin yanma geldi. O sırada ben de ora­daydım. Peygamberimizin amcasına "Seni Öfkelendiren ne­dir?" diye sordu. Amcası Abbas bu soruya şu karşılığı ver­di:

"Ya Rasulallah, bu Kureyşlilere ne oluyor ki, biribirle-ri ile karşılaştıkları zaman güler yüzlü oluyorlar, fakat bizim­le karşılaşınca başka türlü oluyorlar." Bunun üzerine Pey­gamberimiz de yüzü kızaracak derecede öfkelenerek şöyle buyurdu:

"Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederek söylü­yorum ki, her hangi bir kimse sizi Allah ve Rasulü için sevmedikçe kalbine imana girmiş olmaz. Ey insanlar, am­camı üzen beni üzmüş demektir. Çünkü insanın amcası babanın dengidir."[19]

Aynı hadisin Abdullah b. Haris'e dayalı ve Ahmed b. Hanbel'in, "Müsned" adlı eserinden yer alan ifadesi şöyle­dir: "Bîr defasında Rasulullah'ın amcası Abbas Peygambe­rimizin yanına gelerek:

"Ya Rasulallah, biz dışarı çıktığımızda Kureyşlilerin kendi aralarında konuştuklarını görüyoruz. Fakat bizi görür görmez susuyorlar" dedi. Bunun üzerine kaşları arasındaki damar şişecek derecede Öfkelenen Rasulullah şöyle dedi: "Vallahi, her hangi bir kimse sizi Allah ve Rasulü için sevmedikçe kalbine iman girmiş olmaz."[20]

Yine bu konu ile ilgili olan ve Ahmed b. Hanbel'in, Tir-- mizi'nin ve Müslim'in Vasıl b. Aska'a dayanarak kaydettik­leri şu hadisi birlikte okuyalım:

"Allah İsmail'in oğullarından Kenane'yi, Kenane so­yundan Kureyş kabilesini, Kureyş kabilesinden Haşi-nıoğullarını ve Haşimoğullarmdan da beni seçti."

Aynı hadisi buna yakın bir ifade ile Tirmizi ile Ahmed b. Hanbel Evzai'ye dayanarak nakletmişlerdir.

Bu hadis, Hz. ismail ile onun soyundan gelenlerin Hz. İb­rahim'in en seçkin evlatları olmasını ve Hz. İshak'ın soyun­dan daha üstün olmasını gerektirir. Bilindiği gibi îshak oğulları -ki bunlar İsrailoğullarıdır- aralarında bir çok pay-gamber çıktığı ve kendilerine hak Kitab (Tevrat) geldiği için acemlerin (arap olmayanların) en üstün kesimini oluştu­rurlar. Arapların bunlara karşı üstü olduğu sabit olunca acemlerin diğer kesimlerinden haydi haydi üstün oldukları meydana çıkar. İşin bu tarafı iyi. Yalnız denebilir ki, İsma­il'in, Hz. İbrahim'in en seçkin oğlu olduğunu ve Kenane oğullarının da İsmail'in soyunun en seçkin kolu olmalarım gerektirir, ama bu ifade İsmail'in soyunun diğerlerinden daha üstün olmasını gerektirmez. Çünkü bu soyun atası seçkin olmakla birlikte soyun bazı kesimleri diğerlerinden daha seçkin olabilir.

Böyle bir itiraza karşılık şu cevap verilebilir: Eğer hadis­teki maksad İsmail'in soyunun üstünlüğünü belirtmek olma­saydı, İsmail'i seçkinliğini belirtmenin bir anlamı olmazdı. Çünkü o takdirde İsmail ile İshak'ın adlarım zikretmek ara­sında bir fark olmamış olurdu. Ayrıca bu hadis, benzer anlamdaki diğer hadislerle bir arada incelendiği zaman hepsi­nin aynı anlamı ifade ettiklerini gösterir.'

Sözün kısası, bilmek gerekir ki, önce Kurcyş kabilesinin ve arkasından da bu kabilenin Haşimoğullan kolunun üstün­lüğü ile ilgili çok sayıda hadis vardır. Hepsini sıralamanın yeri burası değilidir. Yukardaki hadis bunun delillerinden bi­ridir. Çünkü Kııreyş kabilesi ile arapîar arasındaki ilişki araplar ile insanlığın tümü arasındaki ilişki gibidir. İlerde tekrar değineceğimiz gibi şeriatın bu konudaki hükmü bu­dur.

Sebebine gelince Cenab-t Aİlah (c.c.) arapları ve arap di­lini bazı meziyetlere sahip kıldığı gibi Kııreyş kabilesini de aralarından peygamber çıkararak öbür araplardan önde tut­muştur. Sonra da Haşimoğullarmı kendilerine zekat vermeyi yasaklayarak ve savaş ganimetlerinden pay tanıya­rak diğerlerinden ayirmijUır. Cenab-ı Allah (c.c.) hiç şüphe­siz her bir üstünlük derecesini hesapla bağışlar. O "Her şe­yi bilen hikmet sahibidir." Nitekim Kur'an-i Kerim'de "Al­lah meleklerden de insanlardan da elçiler seçer" ve "Al­lah elçilik görevini kime vereceğini bilir/1 buyuruyor.[21]

Şunu da söyleyelim ki, bilginler "O yol sana ve kavmi­ne bir şereftir" ve "Hİç şüphesiz kendi aranızdan bir peygam­ber geldi." ayetlerini açılarken sayıca kabarık çeşitli görüş­ler ileri sürmüşler, bunları ele almanın burası yeri değildir. Bu konu ile ilgili olarak sahabüerden Abdullah b. Ömer şöy­le bir ulay anlatıyor:

"Bir defasında bazı arkadaşlarla birlikte Rasuluilah'ın av­lusunda oturuyorduk. Bir ara önümüzden bir kadın geçti. Ar­kadaşlardan biri '"Rasulullah'ın kızı geçiyor" dedi. Bunun üzerine Ebu Sufyan "Muhammed, Haşimoğuliarı arasında tıpkı pislik içinde yetişen bir reyhan çiçeği gibidir.” diye konuştu. Önümüzden geçen kızı, bu sözlerin varıp Peygambe­rimize anlatınca hemen Öfkeli bir şekilde yanımıza geldi. Kızgınlığı yüzünden belli oluyordu, bize dönerek şunları söyledi:

"Kulağıma ne biçim sözler geliyor? Bilesiniz ki, Allah yedi kat gökleri yarattı ve en üst katını seçerek dilediği kullarını oraya yerleştirdi. Sonra varlıkları yarattı ve ve içlerinden Ademoğullarını (insanları), insanlar arasında da araplan arapların içinden Mudar kolunu, Mudarlar-dan Kurayş kabilesini, Kureyş kabilesi içinden Haşi-moğullarını ve Haşimoğullanndan da beni seçti. Demek ki, ben seçkinlerin seçkinlerinin seçkiniyim. Kim arap­lan severse beni sevdiği için onları sevmiş olur. Buna kar­şılık kim araplardan nefret ederse benden nefret ettiği için onlardan nefret etmiş olur."[22]

Yine Tirmizi'nin Kabus b. E zibya'nın[23] babasına daya­narak bildirdiğine göre bir defasında Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sahabilerden Selman-ı Farisi'ye "Ya Selman, bana nefret besleme, yoksa benim dinimden ayrılmış olursun" dedi. "Selman, Farisi'nin "Ya Rasulallah, senden nasıl nefret edebilirim ki, Allah beni senin sayende hidayete ulaştır­dı?" şeklindeki karşılığı üzerine Rasulullah kendisine "Araplardan nefret edersin ve dolayısıyla bana nefret beslemiş olursun" buyurdu.

Görüldüğü gibi Peygamberimiz araplardan nefret etme­yi dinden ayrılma sebebi ve kendisine nefret besleme teza­hürü sayıyor. Öyle anlaşılıyor ki, Peygamberimizin fars asıllı ve faziletleri herkesçe bilinen Selman-ı Farisi gibi ünlü bir sahabiye bu şekilde hitap ederken aslında diğer fars asılı müslümanları önceden uyarmak, şeytanın bu yol­daki kışkırtmalarına peşinen set çekmek istemiştir. Tıpkı aşa­ğıdaki hadis gibi:

"Ey Muhammed'in kızı Fatıma, ben Allah'ın sana vereceği hiçbir cezayı önleyemem. Ey Allah Rasulü'nün amcası Abbas, Ben Allah'ın sana vereceği hiçbir cezayı önleyemem. Ey Allah Rasulü'nün halası Safiyye, ben Allah'ın sana vereceği hiçbir cezayı Önleyemem. Ama malımdan dilediğinizi isteyiniz."[24] Peygamberimiz bu sözleri ile bu üç yakınının akrabalarını kendisi ile araların­dan bulunan soy ortaklığına güvenerek doğruluğu ve iyi amel işleme görevini ihmal etmemeleri konusunda uyarmak istemiştir.

Tekrar konumuza dönersek açıkça görürüz ki bu hadis­lere göre genel olarak araplardan nefret etmek, onlara düş­man olmak ya doğrudan doğruya küfür veya küfür sebebi­dir. Bu da onların diğer miletlerden üstün olmasını ve onla­rı sevmenin imanın güçlenme sebeplerinden biri olmasını gerektirir. Çünkü araplardan nefret etme ile ilgili yasak, eğer diğer milletlerden nefret etme yasağı gibi olsaydı fau yasak dinden ayrılma ve Peygamberimize karşı dolaylı şekilde nefret besleme sebebi olmaz, sadece bir çeşit haksızlık ve sı­nın aşma sayılırdı. Fakat madem ki, Peygamberimiz bu nefreti diriden ayrı düşme ve Rasulullah'a karşı dolaylı bi­çimde nefret besleme sebebi saymıştır, bu durum araplardan nefret etmenin diğer milletlere karşı nefret beslemekten daha ağır bîr günah olduğunu gösterir ve bu da araplann di­ğer milletlerden üstün olduğuna delildir. Çünkü sevgi ve nef­retin Önem derecesi sevilenin veya nefret edilenin üstünlük derecesine bağlıdır. Yani kim ki, kendisine karşı nefret beslemek daha ağır günah sayılırsa bu durum onun diğerle­rinden üstün olduğunu gösterir. Aynı zamanda bu durum böyle bir kimseyi sevmenin, dinin gereği olduğunun delili­dir. Sebebine gelince bu sevgi nefretin karşıtıdır ve fazilet kazandırıcıdır. Başka bir deyimle özellikleri sebebi ile ken­disine karşı nefret beslenmesi azab sebebi olan kimseyi sevmek sevab gerekçesidir. Aynı zamanda bu durum onun üstünlüğünü gösteren bir delildir. Nitekim bu gerçek Cabir b. Abdullah (r.a.) tarafından rivayet edilen şu hadiste açık­ça belirtiliyor. Peygamber Efendimizi (s.a.v.) buyuruyor ki:

"Ebu Bekir ile Ömer'i sevmek imanın ve onlardan nefret etmek kafirliğin belirtilerindendir. Tıpkı bunun gibi Arapları sevmek imanın ve onlardan nefret etmek kafirliğin belirtilerindendir."[25]

Harb-ı Kirmani, bu hadisi "Arapları sevmek iman, on­lardan nefret etmek ise münafıklık ve küfürdür."[26] şek­linde naklederek bunu delil olarak kullandı. Bu isnadın doğru olup olmadığı tartışılabilir. Belkide hadis bu şekli ile başka bir kanaldan rivayet edilmiştir. Bu rivayeti buraya alı­şımın sebebi, Selman-ı Farisi'nin rivayet etmiş olduğu ve yu­karda ele aldığımız hadisle anlam bakımından uyuşmasıdır. Bilindiği gibi Selman-ı Farisi'ye dayandırılarak rivayet edilen söz konusu hadiste araplardan nefret etmenin bir çe-şİt küfür olduğu belirtilmişti. Bu da onları sevmenin bir iman beliittisi olmasını gerektirir. Görülüyor ki, bu iki hadis arasında aniam birliği vardır. Yine Tirmizi'nin, halife Hz. Osman'a (r.a.) dayanarak naklettiği şu hadis de bu katego­riye girer:

"Kim araplara kem gözle bakar, onları aldatırsa be­nim şefaatimin kapsamına giremez, benim sevgimi elde edemez."[27]

Sayfalarında bu hadise yer vermiş olan Tirmizi onunla il­gili olarak "Bu hadis, sadece Husayn b. Ömer tarafından nak­ledilmiş olan (garib) bir hadistir. Husayn b. Ömer de pek gü­venilir bir hadis nakledicisi değildir." diyor.

Benim görüşüme göre bu hadis de Selman-ı Farisi'den ge­len hadise yakın anlamdadır. Çünkü bir millete kem gözle bakmak ve onları aldatmak, onları sevmekle birarada bulu­namaz. Tersine bu tutum, o milleti hor görme ve ondan nefret etme duyguları ile birlikte bulunur. Buna göre bu hadisin anlamı Selman-ı Farisi'nin hadisinin anlamına uzak değildir.

Fakat bu hadisin ravisi olan Husayn, hadis uzmanları tarafından güvenilir sayılmıyor. Mesela ünlü hadisçi İbn-i Muin, onun hakkında "sözü edilmeye değmez" derken İbn-i Medeni "Kuvveti bir ravi değil" demekte Buharı ve Ebu Zera da "Rivayet ettiği hadisler asılsız" diye görüşlerini belirtmektedirler. Yakub b. Şeybe onun "çok zayıf bir ravi" olduğunu belirirken bu konuda daha ileri giden İbn-i Adıy "Onun rivayet ettiği hadislerin büyük çoğunluğu kopnk halkalıdır (mudal)" demektedir.

Her halde bu yüzden Ahmed b. Hanbel, "Müsned" adlı eserini oğlu "Abdullah'a yazdırırken bu hadisten sözetme-di. Oysa O bu hadisi, tıpkı Tirmizi gibi, Muhammed b. Bişr yolu İle işitmiş ve oğlunun belirttiğine göre kayda da geçir­mişti. Fakat buna rağmen onu oğluna yazdırmadı.

Çünkü İniam-ı Ahmed, "Müsned" adlı eserinde benim­sediği metoda göre mevzu (asılsız) veya mevzu olma ihti­mali güçlü olduğuna İnandığı hadislere yer vermemiştir. Nitekim bu yüzden kendisine gelen bir çok hadisi bu kita­bına almamıştır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.):

"Kim şahsi kanaatine göre asılsız olan bir hadisi ba­na isnad ederek naklederse kendisi de yalancılardan bi­ri olur." buyurmuştur.[28]

Aşağıdaki hadis de bu kategoridendir: "Ancak münafık­lar araplardan nefret edebilirler."[29] Bu hadisin ravilerin-den biri olan Zeyd b. Cubeyre de hadis uzmanları tarafından güvenilir sayılmamıştır. Yine İbn-i Abbas'a dayandırılan şu hadisi de yukardakiler gibi değerlendirmek gerekir:

"Şu üç sebepten dolayı araplan seviniz:

1) Ben arabım

2) Kur'an arapçadır

3) Cennetliklerin cennetteki dili arapça olacaktır."[30]

Ünlü hadis bilgini bu hadis için "Hasendir (güzeldir)" de­yimini kullanıyor. Acaba bu sözlü ile hadisin rivayet zinci­ri bakımından mı "güzel" olduğunu, yoksa genel anlamda metnini mi "güzel" buldu, bilmiyorum. Oysa Ebu Ferec b. Cevzi[31] bu hadisi "mevzu (asılsız) hadisler" arasında sayar­ken Salebi de onun için "Aslı yoktur" diyor. Bu konudaki tar­tışmalı belgelerden biri de Evs b. Zamaç[32] tarafından Sel-man-i Farisi'ye mal edilen şu sözdür: "Ey araplar, peygam­berimiz üstün olduğunuzu belirttiği için biz de sizleri üstün sayıyor ve bu gerekçe ile kadınlarınızla evlenmiyor ve na­mazda size imam olmuyoruz."

i Görüldüğü gibi, Selman-ı Farisi, bu sözleri ile, Peygarne-rimizin (s.a.v.) araplann üstün olduklarını belirttiğini belir­tiyor. Peygamberimiz vermiş olduğu bu haber ya inşai (emir, buyruk) veya ihbari (bilgi verme) niteliği taşır. Eğer bu yoldaki sözü inşai nitelikte kabul edilirse o zaman uyul­ması gereken kesin bir hükümle karşı karşıyayız demektir. Yok eğer bu bilgi haber verme (ihbarı) mahiyeti taşıyorsa Peygamberimizin haberi doğru bir hadistir.

Az önce Selman-ı Farisi (r.a.) tarafından söylendiğini bil­dirdiğimiz sizler bu rivayet kanalından başka Ebu Leyla Kindi[33] tarafından da şu şekilde nakledilmiştir: "Ey arap-Iar, sizler şu iki bakımdan bizden üstün tutuldunuz:

1) Namazda size imam olamayız

2) Kadınlarınızla evlenemeyiz."

Evlenecek eşler arasında denkliği belirlerken arap olma­yı başka milletlerden olmaya karşı bir üstünlük faktörü sa­yan çok sayıda fıkıh bilgini Selman-ı Farisi'nin bu sözleri­ni delil olarak gösterirler. Nitekim bize gelen iki rivayetten birine göre İmam-ı Ahmed, bu sözleri delil göstererek ev­lenecek eşler arasında denkliğin sadece belirli kimseler için bir imtiyaz değil bütün evliliklerde gözetilmesi gereken kayıtsız bir hak olduğunu, hatta bu şartı gözönünde bulun­durmayan evliliklerde çiftlerin biribirinden ayrılabileceği­ni savunmuştur. Yine bu sözlere dayanan İmam-ı Şafii'nin ve İmam-ı Hanbeli'nin arkadaşları, şerefliliğin namazda imam olmanın sebeplerinden biri olduğunu söylemişlerdir.

Bu konu ile ilgili enteresan bir belge de şudur: Rebi b. Fadla[34] diyor ki:

"Bir defasında on iki atlı sefere çıkmıştık. Yol arkadaş­larımın hepsi Peygamberimizin sahabilerindendi ve Sel­man-ı Farisi de aralarında idi. Yolda namaz vakti gelince önce aramızda kim imam olacak? diye konuşuldu, sonunda ka-filedekİlerden biri imam oldu ve bize farzı dört rekat kıldır­dı. Namaz sona erince Selman-i Farisi bîr kaç kere üst üs­te:

"Nedir bu nedir bu?" dedikten sonra namazın niçin yol­culuk (seferilik) şartlan uyarınca iki rekat olarak kıldırılma-dığını, oysa namazı kısa tutmaya çok ihtiyacımız olduğunu belirtti. Bunun üzerine kafiledikiler kendisine:

"Ya Selman, sen bize namaz kıldır, aramızda bu göreve en layık kimse sensin" deyince Seiman-ı Farisi onlara şu ce­vabı verdi:

*" "Hayır, ey İsmailoğulları (araplar) imamlık sizin hakkı­nızdır, bizler sizin vezirleriniz (yardımcılarınız)."

Bu konuda burada dİîe getirdiklerimin dışında daha baş­ka belgeler de vardır. Fakat bunların kimi tartışmalı ve ki­mi de asılsızdır.

Bu konudaki diğer bir delil de şudur. Halîfe Ömer (r.a.) zamanında bağış listesi düzenlerken listeye aldığı kimsele­ri neseplerini gözönünde tutarak sıraladı. Bu prensip uyarın­ca öne Peygamberimizi soyca en yakın olanların adlarını yaz­dı, böylece araplar bittikten sonra arap olmayanları kütüğe aldı. Bu usul gerek geride kalan halifeler, gerek Emeviler ve gerekse Abbasiler devrinde hep böyle devam etti. Fakat dah sonra değiştirildi. [35]

 

Arapçanın Gücü

 

Araplar için söz konusu olan bu üstünlük onların akıl, dil, ahlak ve amel alanlarındaki üstünlüklerinden kaynaklanır. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Üstünlük ya faydalı bilgiye ve­ya salih amele dayanır, bu iki ana faktörden kaynaklanabi­lir. İlmin kaynağı "hafıza" ve "kavrama" gücüdür. Tezahü­rü de söz ve yazı yolu ile ifade edilmektedir. Bu kriterlerin ışığında araplan değerlendirecek olursak onların diğerleri­ne göre daha "kavrayışlı", "hafızaları daha kuvvetli", gerek sözlü ve gerekse yazılı ifade alanında daha "yetenekli" ol­duklarını görürüz. Onların dilleri kavramlar arasındaki in­celikleri en iyi şekilde ifade eden bir dildir. Bu husus ana­liz yapmak isteyince de böyledir, sentez yapmak isteyince de. Arapça az sözle çok anlam ifade edebilir. Eğer bu dili ko­nuşan kimse isterse bir çok anlamı aynı kelimede biraraya getirip senteze kavuşturur. Arkasından da birbirine benze­yen iki kavramın arasını başka bir kelime ile kısa ve öz bir şekilde ayirederek analize kavuşturur. Mesela hayvanlar alemini ele alırsak arapça hayvanlar arasındaki ortak özel­likleri kapsamlı kavramlarla ifade ettikten sonra bu ortak özellikli hayvanlann seslerini, yavruların], barınaklarım, tırnaklarını ve diğer farklı özelliklerini ayrı ayrı kelimeler­le belirtebilmektedir. Arapçanın her alanda görülen bu ge­niş ifade yeteneği, tartışmasız bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.

Salih amele gelince bu da ahlaka dayanır. Ahlakın kay-nığı da iç-güdülerdir. Arapların iç-güdüleri diğerlerine gö­re iyiliğe daha yatkındır. Gerçekten arapiar cömertliğe, uy­sallığa, kahramanlığa, vefakarlığa ve diğer güzel huylara ya­kın mizaçlıdırlar. Fakat islamdan önce bu yetenekler onlar­da iyiliğe dönük potansiyel meziyetlerdi, pratiğe dönüş­mekten alıkonmuşlardı. Yine o zamanlar ne gökten inmiş bir bilgi kaynağına ne bir peygamberden miras kalmış bir top­lum düzenine (şeriata) sahip olmadıkları gibi tıp ve matema­tik gibi akıl ilimleri ile de uğraşmıyorlardı. O dönemde uğ­raştıkları ilim dalları şiir ve hitabet; ezberledikleri şeyler, şe­cereleri ile tarihlerinin önemli günleri ve bir de gündelik ha­yatları için gerekli gördükleri yıldızlar ilmi ile savaş bilgi­leri idi.

Peygamberimiz (s.a.v.) yer yüzünde bir başka benzeri ne görülmüş ve ne de görülecek olan, ilahi kaynaklı eşsiz hida­yet meşalesi ile onlar arasından ortaya çıkınca önce ona karşı şiddetle direndiler. Peygamberimiz onların doğuştan sahip oldukları fıtri sadeliği gölgeleyen küfür karanlığını da­ğıtmak, kendilerini cahiliye geleneklerinden vazgeçirebil-mek için çok büyük sıkıntılar çekti. Ama kendilerine sunu­lan bu aydınlık hidayeti benimseyince kalblerinde biriken tortular yok oldu, bu tortular yerine gönülleri Allah'ın, Hz. Muhammed'e indirdiği nurla aydınlanmaya başladı. Bu bü­yük nuru o iyiliğe yatkın fıtri yapıları ile birleştirince doğuş­tan sahip oldukları kemal ile Allah'ın kendilerine indirdiği kemal varlıklarında biraraya geldi.

Bu gelişmeyi daha iyi kavrayabilmek için aslında verim­li bir toprak parçası düşününüz. Fakat bu toprak parçası uzun süre hiç sürülmemiş veya yaban otları ile dikenliğe dö­nüşerek domuzların ve yırtıcı hayvanların cirit attığı bir alan haline gelmiş. Fakat günün birinde dikenleri ayıklana­rak ve üzerinde cirit atan canavarlar kovularak güzelce sü­rüldükten sonra toprağına verimli tohumlar ekilince en ka­liteli ekini veren bereketli bir taralaya dönüştü. Tıpkı bunun gibi, muhacirler ile ensar arasından çıkan ilk dönemin Ön­cü müslümanları, Peygamberlerden sonra Allah'ın en üstün kulları oldular, üstünlük bakımından onlardan sonra gelen kesimi de, arap olsun, başka milletlerden olsun, Kıyamet gü­nüne kadar bu öncülerin izinden giden müslümanlar meyda­na getirdi.

O dönemde bu kemalden uzak olan diğer tüm insanlar iki kısma ayrılıyordu. Bir kısmı Allah'ın hidayetini kabul etme­miş olan kafirler idi. Yahudi ve hrıstiyanlar gibi. Öbür ke­simini de söz konusu fıtri meziyetlere sahip olmayan arap dışı kavimler meydana getiriyordu. Bu kavimlerin büyük bir çoğunluğu farşlar ve rumlar gibi kafirdirler. Bu yüzden ila­hi şeriat, az önce sözünü ettiğimiz ilk dönemin öncü kuşagına uyma, onları Örnek edinme ve onlar dışında kalan top­lumların yaşama tarzlarına karşı olma ilkesini ortaya koy­du. Karşı çıkılması emredilen yabancı toplumların gele­nekleri, ya Allah'ın ilkelerine aykırı ya hayatın ihtiyaçları karşısında yetersiz veya bu iksinden birine yakın şeylerdi.

İslamiyetin koymuş olduğu yabancılara (acemlere) ben­zeme yasağına arap olmayan eski ve yeni bütün gelenekle­ri ile birlikte arap olmayan müslümahların ilk dönem öncü müslümanlarmkileri ile bağdaşmayan gelenekleri de girer. Tıpkı bunun gibi "Arap cahüiye dönemi" teriminin kapsa­mına islamdan önceki arap halkın gelenekleri yanında ço­ğu arapların yeniden hortlattıkları eski cahiliye adetleri de girer. Bu arada araplar arasındaki kim yabancılara benzer-se onlara katıldığı gibi yabacı kavimler arasında kim arap-lara benzerse onlara katılmış olur. Bundan dolayıdır ki, bil­gi ve iman elde etmiş olan farslılar bu sonucu bu dosdoğru (hanif) dinin gerek arap kaynaklı ve gerekse ilahi nitelikli unsurlarına bağlanmakta kavuştukları gibi araplar arasında bu alanda fire verenler ya bu insanlardan uzaklaştıkları ve­ya sünnet gereği olarak karşı olmaları gereken yabancı ge­leneklere özendikleri için fire vermişlerdir. İkinci ihtimal da­ha geçerlidir.

Şunu da belirtelim ki, Cenab-ı Allah (c.c.) Kitab'mı (Kur'an'ı) arapça olarak indirdiği, Rasulullah bu Kitab'ı ve hikmeti arapça dili ile tebliğ ettiği ve bu dini öncü kuşağı da bu dili konuştuğu için arapçayi öğrenmek bu dini kavrayıp öğrenmenin tek aracı olmuş, bu dilin öğrenimi dinin gerek­leri araşma girmiş, bu dili konuşabilmek bu dinin bağlıları için daha kolayca din bilgisi elde etmenin, dini prensipleri­ne daha eksiksiz bir şekilde uymanın ve muhacirler ile en-sardan oluşan ilk örnek kuşağa her yönü ile daha sıkı şekil­de benzemenin en güvenilir ve kestirme yolu olmuştur.

İnşaallah, bu kitabın ilerdeki sayfalarında alimlerin arapca konuşmanın gereği ve sebepsiz yere başka bir dili kullan­manın mekruhluğu hakkındaki bazı görüşlerine yer verece­ğiz.

Dilin yambaşmda çeşitli ilim dalları ile ahlaki unsurlar yer alır. Allah'ın sevdiği ve hoşlanmadığı kısımları ile adet ve gelenekler insan hayatında çok büyük Önem taşır. Bun­dan dolayı şeriat, ilk müslümanların gerek sözlere ve gerek­se davranışlarla ilgili adetlerinin benimsenmesini ve zaru­ret olmadıkça bu adetlerin dışına çıkılmasının hoş olmadı­kı ilkesini getirmiştir.

 Kısacası, yabancılara benzeme yasağının ana gerekçesi, bu tutumun ya ilk öncü Müslüman kuşağın sahip olduğu fa­ziletlerden yoksun kalmaya veya onlar dışında kalan toplum­ların kusurlarına kapılmaya yolaçabileceğidir.

Bu yüzdendir ki, acem asıllı müminler bu önemli ince­liği kavrayınca, özellikle aralarındaki şuurlu müslümanlar, kendilerini zorlayarak ilk dönem müslümanlarına benzeme­ye çalışmışlar ve bu gayretleri sayesinde Kıyamet gününe kadar gelecek olan bağlıların (tabiinin) en üstün kuşağı olarak kendileri dışında kalan bir çok acem asıllı müslüman cemaate Önder olmuşlardır. Onlar acem kaynaklı müslü-manları, ilk dönem müslümanlarına bağlılıklarına göre de­recelendiriyorlardı. Nitekim Ebu Tahir Selefi'nin bildirdi­ğine göre Esmai,[36] "Fadlül Furs" adlı eserin bir yerinde "İs­fahan şehrinin acemleri, acemlerin Kureyşlileridirler."[37] demiştir.

Yine Selefi'nin bildirdiğine göre ünlü sahabi Said b. Museyyeb (r.a.) "Eğer ben Kureyşli olmasaydım, önce fars asıllı ve arkasından da İsfahan1 Iı olmak isterdim." demiştir.

Başka bir kanala dayanılarak bildirildiğine göre yine Said b. Museyeb bu konuda şöyle diyor:

"Eğer ben Kureyş kabilesinden olmasaydım, İsfahan'lı olmak isterdim. Çünkü Peygamberimiz:

"Eğer bu din Ülker (süreyya) gezegenine asılı olsa, acem asıllı bazı kimseler ona yine ulaşmayı başarırlar­dı" buyurarak genel olarak farslıları ve özellikle İsfahanli-lan şereflendirmiştir.[38]

Bildirildiğine göre sahabilerden Selman-ı Farisi, İbn-i Abbas'ın azadlısı İkrime ve daha bir çok ünlü müslüman İs­fahan asıllı idi. Ayrıca İsfahan şehrinin her alanındaki İsla­ma etkisi, diğer acem şehirlerindekinden daha belirgindi. Ni­tekim Hafız Abdülkadir Rehavi bu gerçeği şu sözlerle anla­tıyor:

"Bağdat'dan sonra hadis alanında İsfahan kadar ilerlemiş başka bir yer hiç görmedim. İsfahanlılar arasında sünnetin inceliklerini bilen ve uygulayan imamlar, hadisleri ve diğer asli islami İlimleri iyi bilen alimler diğer yerlere göre sayı­ca çoktur. Öyle ki, anlatıldığına göre, oranın kadınları Sa­lih b. Ahmed'b. Hanbel, Ebu Bekir b. Ebu Asım ve bunlar­dan sonra gelenler gibi, aynı zamanda hadis uzmanları idi­ler. Benim bildiğim kadarı ile başka hiçbir yerde bunlar gibisi yoktur."

Tıpkı bunun gibi, fars diyarındaki herhangi bir yöre ve­ya bu diyarın halkından olan her hangi bir şahıs, gerçek an­lamda övülürken sadece ilk dönem müslümanlarına benze­diği için övülürdü. Hatta her hangi bir şahsın diğer bir şah­sa, her hangi bir sözün başka bir sözü ve her hangi bir davranışın başka bir davranışa göre üstün olup olmadığı tartı­şıldığında bu tartışmanın gerekçesi tarafların destekledikle­ri şahsı, sözü veya davranışı ilk dönem müsümanlırınm uy­gulamalarına daha yakın bulmaları olurdu. Sözün kısası, bu ümmetin bütün ileri gelenleri şu ilkeyi ortak görüş olarak be­nimsemişlerdir: İlk dönem arap müslümanların hayat tarzı en üstün örnektir ve daha sonra gelen müslümanlar arasın­daki üstünlük farkı, bu ilk örnek nesne benzeme derecesine göre ölçülür. Bizim burada anlatmak istediğimiz işte budur. ; Bu konu ile ilgili sözlerimizi bağlarken şu iki noktayı be­lirtmek gerekir:

1- Üstünlükler konusunu inceleyen veya bu konuda gö­rüş bildiren her müslüman, sorumluluğunun farkında olan bir kimse gibi davranarak iyi olanı bilmeyi ve bunu vargü-civile araştırmayı amaç edinmeli, başkalarına karşı övünme­yi veya her hangi bir kimseyi düşünmemelidir. Nitekim Müslim'in, Iyaz b. Hamar Muşacii'ye[39]dayanarak bildir­diğine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:

"Bana vahyedildi ki, mütevazı olunuz. Öyle ki, hiç kimse başkası karşısında övünmesin ve hiç kimse başka­sına karşı haddini bilmezlik etmesin."[40]

Görüldüğü gibi Cenab-ı Allah (c.c.) Peygamberinin di­li ile övünme veya haddini bilmeme yolu ile başkalırına karşı büyüklük taslamayı yasaklıyor. Büyüklenmek eğer haklı bir gerekçeye dayalı olursa "övünme" ve eğer asılsız bir gerekçeye dayalı olursa "haksızlık ve haddini bilmemek" olur.

'Her hangi bir kimse Haşimoğullan soyundan gelmek, Ku-reyş kabilesinden olmak, arap veya fars asıllı olmak gibi üs­tün sayılmış bir zümredendir diye kendini üstün saymak ve­ya böyle bir duyguya kapılmak hakkına sahip değildir. Bu hatalı bir görüştür. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi, her hangi bir zümrenin üstün oluşu bu zümreden olan herkesin mutlaka üstün olmasını gerektirmez. Çünkü öyle Habeş asıllı müslümanlar olabilir ki, Allah katında tek tek bütün Kureyşlilerden üstündürler. Üstelik böyle bir duyguya ka­pılmak sahibine değer kaybettirerek faziletten uzaklaşma­sına yol açar. Eğer bu kişi başkalarına karşı üstünlük tasla­mış veya haddini bilmez davranmışsa bu yüzden uğrayaca­ğı kayıpların hesabı ayrı bir konudur.

Buna karşılık Kureyşliler ve Haşimoğullan gibi seçkin bir zümreden olmayan kimseler de bilsinler ki, onların Pey­gamberimizi (s.a.v.) onaylayıp emirlerine uymuş olmaları, O'nu sevenleri sevmeleri, Allah'ın üstün saydığı kulları örnek edinmeleri ve Rasulullah'a gelen hak dinin ilkeleri­ni uygulamaları kedilerinin üstün sayılmış zümrelerin tüm fertlerinden daha üstün olmalarını sağlar ki, gerçek üstün­lük budur.

Mesela halife Ömer'e (r.a.) bakalım. Zamanında kendi­lerine bağış payı verilecek olanların listesi tutulacağı sıra­da "Emirülmüminin ilk sıraya kendi adını yazsın" diyenle­re:

"Hayır, Ömer'i Allah'ın kendisini koyduğu yere koyu­nuz" diye cevap vererek Önce Rasulullah'ın yakınlarını ve arkasından O'na yakınlık derecesine göre sırası gelenleri yazdıktan sonra kendi adını Beni Adiy Oğullarına sıra ge­lince yazmıştır. Bilindiği gibi, Beni Adiy oğullan, Kureyş kabilesinin geri planda kalan kollarından biri idi. Fakat Hz. Ömer'in işte bu hakka beğlılık titizliği ve diğer bir çok fa­ziletleri, kendisini diğer Kureyş boyları bir yana, Haşimoğullannın bile tümünün önüne geçirmiştir.

2- Belirteceğimiz ikinci nokta şudur ki, "Arap" ye "Acem" terimleri zaman zaman yanlış anlaşılıyor. Daha önce belirttiğimiz gibi, "Acem" terimi, aslında sözlük anla­mı ile arap olmayan milletlerin tümünü kapsamına alır. Fa­kat zamanla fars asıllı müslümanlar inanç ve bilgi alanların­da diğer "Acem" kavimlerin önüne geçip üstünlük sağlayın­ca bu terim, yeni dönem alimlerinin dilinde sadece fars asıllılar için kullanılmaya başladı. Evs b. Zam'ac el-Kufi el-Hadrami el-Nahide deniliyor. Tabi­inin ileri geleni erindendir. Muhadramlığı da söylenir. el-Acii, Kufe'li ta-iinden güvenilir birisidir, diyor. İbn Hibban onu güvenilirler arasında say­dı. Bkz. Tehzib el-Tehzib, c. I, s. 383, Biy. No: 701. [41]

 

Arap Kimdir?

 

Ötcyandan "Arap" terimi aslında şu üç niteliği biraraya getiren kavmi ifade eder:

1)    Dili arapça olanlar !

2)    Arap soyundan gelenler

3)  Arap yarımadasında yaşayanlar.

Arap yarımadası, Kızıl denizden Basra Körfezine ve Yemen'in en güney ucundan Şam dolaylarına kadar olan coğrafi alanı kapsamına alır. Yemen bu alanın içinde sayı-hrken, Şam yöresi bu alanın dışında tutulur. Araplar Peygam­berimizden (s.a.v.) önceki dönemde ve Peygamberimizin za­manında sınırlarını belirttiğimiz sadece bu topraklarda ya­şıyorlardı. Fakat İslam gelip de müslümanlar yeni yöreler fet­hedince araplar doğunun bir ucundan batının öbür ucuna va­ran ve Şam (Suriye) sahilleri île Ermenistan'a kadar ulaşan büyük alana dağılıp yaşamaya başladılar. Saydığımız bu yeni fethedilmiş yerler farsların, rumlann, berberilerin ve di­ğer kavimlerin yurtları idi. Fetihlerin arkasından meydana gelen kaynaşma sonrasında bu yöreler şu iki kısma ayrılır ol­muşlardır:

a) Bu yörelerin bir kısmında arapça dili egemendir. Öy­le ki, buralarda yaşayan halkın ezici çoğunluğu ya sadece

arapça konuşur veya bir başka dilin yanında arapçayı da kul­lanır. Yalnız konuşulan arapça yer yer şive farklılıkları gösterir. Şam, Irak, Endülüs ve Mısır gibi yöreler bu kısmın örnekleridir. Fars ve Horasan dolaylarının da eskiden böy­le olduğunu sanıyorum.

b) Bu yörelerin diğer bir kısmında arapça dışında bir dil egemendir. Bu kısmın örnekleri Türkistan, Horasan, Er­menistan ve Azerbaycan dolaylarıdır. Bu kısma giren yöre­lerin kendi aralarında baştan beri arapça konuşanlar, sonra­dan arapçayı benimseyenler ve arapçadan başka bir dil kul­lananlar olmak üzere üçe ayrılırlar. Bu yörelerin halkı, tıp­kı dileri gibi, ırkları bakımından da üçe ayrılırlar:

1) Bu yörelerin bir bölüm halkı arap soyundan ve arap ol­ma niteliklerini ya hem dil hem yerlerin bölgesi ya sadece yerleşim bölgesi yahut sadece dil bakımından halen de ko­rumaktadırlar.

2- Bu yöre halklarının başka bir kesimi aslında arap ır­kından, hatta Haşimoğülları soyundandırlır ve araplık nite-Ieklerini ya hem dil hem yerleşim bölgesi veya bu iki unsu­run biri bakımından devam ettirmektedirler.

3) Bu yöre halklarının bir üçüncü kesimi var ki, soyları belirsizdir. Yani arap asıllı mı, yoksa acem asıllı mı olup ol­madıklarını bilmemektedirler. Saydığımız yörelerde yaşa­yan halkların çoğunluğu böyledir. Bunların bir kesimi vak­tiyle hem dil ve hem de yerleşim bölgesi bakımından arap iken diğer bir kısmı da bu unsurların her ikisi bakımından acem idi.

Bu yörelerin halkları arap dili ile ilişkileri bakımından da üçe ayırıhrlar:

1- Bit kısım arapçt'yı orjinal arap şivesi ile konuşur.

2- Bir diğer kısmı arapçayı farklı ve bozuk bir şive ile konu­şur. Bunlar ana dilleri başka olup sonradan arapça öğrenenler­dir. Sonradan arapça öğrenen çoğu iliın adanılan gibi.

3- Bir başka kısmı da çok az arapça konuşabilir.

Fetihler sonrası kaynaşmanın meydana getirdiği bu iki tip yörenin bir kısmında arap niteliği egemenken diğer bir kıs­mında arap dışı (acem) niteliği hakimdir, bir kısmında da her iki nitelik biribirine denk durumdadır.

Bu duruma göre islam dünyasında araplık niteliği hem soy hem dil ve hem de yerleşim bölgesi bakımından farklı kısımlara ayrıldığına göre bazı islami hükümler de bu kısım­lardaki farklılaşmaya, özellikle soy ve dil farklılıklarına göre değişiklik gösterir. Mesela daha önce değindiğimiz flaşimoğullarımn zekat alamayacağı ve buna karşılık Humus (savaş ganimetlerinin beşte biri) gelirlerden pay alma hak­kına sahip oldukları hükmü, bu sülalenin soy özelliğine da­yanır ve buna göre dillerini değiştirip arapçradan başka bir dili edinseler bile bu hüküm değişmez. Bunun yanında yi­ne bir kaç sayfa önce arapça ve arap ahlakı hakkında söyle­diklerimiz bu nitelikleri taşıyanlar için söz konusudur. Bu kimseler fars asıllı bile olsalar farketmez.Buna karşılık bu nitelikleri taşımayanlar için yukarda yapmış olduğumuz değerlendirmeler söz konusu olamaz. Böyle kimseler Haşi-mi asıllı bile olsalar bu böyledir.

Bu açıklamayı yaparken güttüğümüz amaç, bu kitabın ba­şından beri üzerine basa basa vurguladığımız acemlere (ya­bancılara) benzeme yasağında sadece ilk öncü müslüman ku­şağın düşünce ve hayat tarzının Ölçü olduğunu belirtmektir. Buna göre kim bu örnek neslin düşüncesine ve hayat tarzı­na daha yakınsa üstün olan odur. Buna karşılık kim düşün­ce ve hayat tarzı bal ımından bu nesle ters düşüyorsa -her nt kadar arap soyundan gelme olsa ve dili arapça da olsa- O kimse İslama ters ve yabancı düşmüş demektir. İlk dönem mür.lümanlarının görüşü budur. Nitekim Ali'nin torunu Ebu Caier:

"Kim müslüman olarak doğmuş ise o kimse araptır" diyor. Ebu Cafer'e mal edilen bu söz şöyle açıklanabilir: Kim müslüman olarak doğmuş ise o kimse arap yurdunda doğmuş ve arapçayı da öğrenmiş olur. İşte ilk dönem müslümanla-rı (selef) bu konuda böyle düşünüyorlardı.

Öte yandan Selefi'nin Ebu Hureyre'ye (r.a.) dayandıra­rak naklettiği bir hadise göre Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Kim arapça konuşuyorsa o kimse araptır. Yine kim kim iki göbekten beri müslüman olan bir sülaleden ge­liyorsa o kimse de araptır."[42]

Eğer bu hadisin aslı var ise (sahih ise) Peygamberimiz arap olmayı arap niteliği elde etmeyi sadece arapça konuş­maya ve arap soyundan sayılmayı da kişinin iki göbek ön­cesinden beri (baba ile dedesinin) İslam devletinin ege­menliği altında olmasına bağladığı görülüyor.

Nitekim İmam Ebu Hanife, Peygamberimizin bu sözüne dayanarak evlenmek isteyen eşlerden iki göbek öncesi müs­lüman veya azadh olmayan tarafın iki göbekten beri müslü­man olan tarafla denk sayılamayacağını, her iki tarafda hem azadh ve hem de aynı milletten olsa bile bu hükmün de­ğişmeyeceğini ileri sürer. Ebu Yusuf'a göre bu konuda bir göbek öncesi de iki göbek Öncesi gibi işlem görür. İmam-ı Şafii ile İmam-ı Ahmed'e göre evlenecek çiftler arasında­ki denkliği belirlerken bu faktör gözönünde tutulmaz. İmam-ı Ahmed'in böyle düşündüğü belge ile sabittir.[43]

Bu konu ile ilgili olarak Hafız-ı Selefi, Peygamberimi­ze (s.a.v.) dayanan şöyle bir olay anlatıyor:

"Sahabilerden Ebu Seleme b. Abdurrahman'm bildirdi­ğine göre bir gün Kays b. Ratate sahabilerden Suheyb-i Rumi,[44] Selman-ı Farisi ve Bilal-i Habeşi'den meydana gelen gurubun yanına gelerek:

"Şu Evs ve Hazreç kabileleri bu adamı (peygamerimizi kasdederek) desteklemeye koyuldular. Bunlar hakkında ne diyorsunuz?" dedi. O sırada orada bulunan Muaz b. Cebel, bu sözleri üzerine hemen ayağa kalkarak adamın yakasından tuttu ve kendisini Rasulullah'm yanına götürerek söyledik­lerini ona nakletti. Bunun üzerine Peygamberimiz öfkeli bir şekilde ayağa kalktı ve cübbesi yerlerde sürüne sürüne acele bir biçimde Mescide geldi. "Haydi, namaza" çağrısı ya­pıldıktan sonra Rasulullah minbere çıkırak şu sözleri söy­ledi:

"İmdi, ey insanlar! Bilesiniz ki, Rabb'imiz tek, atamız bir ve dinimiz aynıdır. Hiç biriniz araplığı ana ve baba yolu ile değildir. Araplık sadece dile dayanır. Kim arap-ça konuşuyorsa o araptir."

Peygamberimizin bu sözleri üzerine ayağa kalkan Muaz b. Cebel olayın müessibi olan Kays b. Ratade'yi kasdederek "münafık adama ne yapmamızı emredersiniz?" diye sor­du. Peygamberimiz kendisine "bırakın onu, cehenneme kadar yolu var" diye karşılık verdi. Sözü edilen Kays b. Ra-tade, bir süre sonra İslam'dan dönen ve bu yüzden Öldürü­lenlerden biri[45] oldu.

Bu hadis gerçi zayıftır ama anlam bakımından yabana atı­lacak cinsten değildir. Hatta daha önce belirttiğimiz gibi, baş­ka bazı rivayet kanallarından gelen şekli ile sahihdir (doğ­rudur).

Bu konuda şimdiye kadar söylediklerimizi düşünerek okuyan kimse şeriatın neye uymamızı ve nelere karşı çıkma­mızı emrettiğini iyi anlar. Ayrıca okuyucuyarımız bu uyma ve karşı çıkmanın delilleri ile bir kısım gerekçe ve sebeple­rini ve bazı hikmetlerini de inceleme imkanına kavuşmuş­lardır. [46]

 

Eski Şeriatier ve Biz

 

Denebilir ki, sizin bu konuda göstermiş olduğunuz delil­ler, onlaraJers düşen şu ilke ile çelişki halindedir. Söz "ko­nusu ilke şudur: "Bizden öncekilerin şeriatı, şeriatımız ter­sine bir hüküm ortaya koymadıkça, bizim de şeriatımız-dır." Ayrıca Cenab-ı Allah'ın (c.c):

"Onların yoluna uy",

"İbrahim'in şeriatına uy"

"İslam olmuş Peygamberler onunla hüküm verirler­di." gibi çeşitli ayetleri de bu ilkeyi destekler nitelikte­dir.[47] Daha bir çok delilleri olan bu ilkeyi üstelik siz de ka­bul ediyorsunuz. Bu ilke ilk dönem müslümanları ile fı-kıhçılann çoğunluğunun ortak görüşüdür.

Bu arada söz konusu ilke tüm büyük hadis kaynaklarının. ittifakla yer verdikleri ve Said b. Cubeyr tarafından İbn-i Ab-bas'a (r.a.) dayandırılan şu hadise de ters düşer. Bu hadisin ilk ravısi olan İbn-i Abbas diyor ki:

"Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Medine'ye geldiğinde yahudilerin Aşure günü oruç tuttuklarını gördü. Kendileri-ne"Oruç tuttuğunuz bu günün anlamı nedir?" diye sorunca onlardan şu cevabı aldı: "Bu gün Önemli bir gündür. Çünkü Allah bu gün Musa ile kavmini kurtarıp Firavun ile taraftar­larını boğmuştu, biz de ona karşı duyduğumuz saygıyı ifa­de etmek için aynı günde oruç tutuyoruz."

Bu cevap üzerine yahudilere, "Musa'ya saygı göster­mek, sizden çok bize düşer" diyerek o gün hem kendisi oruç tuttu ve hem de müslümanlara oruç tutmalarını emret­ti."[48]

;Öteyandan Ebu Musa (r.a.) da bu konuyu şöyle anlatıyor:

"Yahudiler Aşure gününü bayram sayıyorlardı. Bunu gören Peygamberimiz bizlere "siz de bu gün oruç tutunuz." dedi.[49]"

Bu ifade Müslim'e aittir.. Aynı hadisin Buhari'deki bir ifa­desi "O güne yahudiler saygı gösterip onu bayram kabul edi­yorlar" şeklindedir. Yine Buhari'nin yer verdiği bir başka ri­vayete göre hadis "Hayber halkı (yahudiler) Aşure günü oruç tutup bayram olarak kutluyorlar ve bu gün kadınları bayramlıklar giyip takılar takıyorlardı." şeklindedir.

Bu arada yine büyük hadis kaynaklarının Zuhri'ye daya­narak ortaklaşa kaydettiklerine göre yine ibn-i Abbas (r.a.) şöyle diyor:

"Ehli Kitab (Yahudiler ve Hnstiyanlar) saçlarını alınla­rından aşağı sarkıtır, buna kırşılık müşrikler (putperestler) ikiye ayırıp yanlara tararlardı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hakkında emir bulunmayan konularda Kitab Ehline uyma­yı tercih ettiği için bir süre saçlarını alnından sarkıttı, fakat daha sonra ikiye ayırıp yanlara taramaya başladı."[50]

Yukardaki itiraza şöyle cevap verilebilir: "Bizden önce­ki ümmetlerin şeriatı, şeriatımız tersine bir hüküm ortaya koymadıkça, bizim de şeriatımızdir" ilkesinin geçerli ola­bilmesi için mutlaka şu iki Ön şart bulunmalıdır. Hemen be­lirtelim ki, konumuz olan bu ümmetlere benzeme meselesi­ne bu iki şartın her ikisi de yerine gelmemektedir. Bu ön şart­lar şunlardır:

1- Bir defa uymamızın söz konusu olabilceği hükmün ger­çekten onların şeriatinde yer aldığı güvenilir bir delille is-batlanmış olmalıdır. Bu da ya Allah'ın bu hususu bize Kur'an'da bildirmesi, ya Peygamberimizin bu konuyu bize haber vermiş olması veya bu hususun tevatür (çok kanallı ri­vayet) yolu ile belgelenmesi ile mümkündür. Böyle bir konuda sırf yanudiler ile hnstiyanların söylediklerine ve­ya ellerindeki kitablarda yazılı olanlara dayanmak, yetkili­lerin ittifakı ile, geçerli değildir.

Gerçi Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zaman zaman yahu-dilerden bilgi istemiş ve onlar da Tevrat'ın muhtevası (içe­riği) ile ilgili olarak kendisine bilgi vermişlerdi. Ama onla­rın asılsız uydurmaları (batılı) kendisine yutturmaları söz ko­nusu olmadığı için bu böyle olmuştu. Tersine Cenab-ı Al­lah (c.c.) yahudilerin hangi sözlerini doğru ve hangi sözle­rinin asılsız olduğunu Peygamberimize bildiriyordu. Nitekim bir çok kez onların yalan söylediği hakkında kendisini uyarmıştır.

Bize gelince eğer onlara buş vurursak bize yalan söyle­meyeceklerinden ve böylece fasıktan, hatta kafirden gelen bir habere uyma tehlikesine düşmekten emin olamayız. Bu böyle olduğu içindir ki, Buhari'de yer alan bir hadise göre Peygamber Efendimiz (s.a.v.):

"Yahudiler ile hrıstiyanlar (Ehl-i Kitab) size bir şey söylediklerinden sözlerine inanınız ve ne de kendilerini yalanlayınız."[51] buyurmuştur.

2- İkinci ön şart o konu ile ilgili olarak bizim şeriatımız­da özel bir hüküm, bir açıklama bulunmamalıdır. Eğer o ko­nuda şeriatımızda benimseyici veya karşı çıkıcı bir açıkla­ma varsa şeriatımızdaki bu açıklama bizden öncekilerin o adetine uymamızı yasakladığı ve üstelik o adetin daha ön­cekilerin şeriatından olduğu isbatlanmadiğı takdirde o adet ve uygulamadan uzak durmamız gerekir. Eğer söz konusu adetin eskilerin şeriatından olduğu isbatlanır da Peygamberimizle sahabilerin buna karşı çıktıkları meydana konursa o takdirde bize emredilen şey Peygamberimize ve sahabilere uymak, onları ömek edinmektir. Bilindiği gibi, Peygambe­rimiz bize, davranış ve düşüncelerimizin yahudi ve hrısti-yanlarm düşünce ve davranışlarına uymamasını, onlara ters düşmesini emretmiştir. Onlara ancak geçici veya detayla il­gili bazı hükümlerde uyabiliriz, yoksa kalıcı geleneklerle te­melli davranışlarda onlara uymamız söz konusu olmaz.

Ayrıca uyabileceğimiz geçici veya ayrıntılarla ilgili ko­nularda da Peygamberimizle sahabilerin söz ve uygulama­larında tersine bir belge bulunmamalı veya özü şeriatımız­da bulunmakla birlikte ya özü veya benzeri peygamberlerden birinin şeriatında yer almış olmalıdır. Evladını kurban olarak adayan kimsenin onun yerine koyun kesebilmesi ve Hz. İbrahim'in (a.s.) şeriatında yeri olan sünnet olma gele­neği gibi, Şueandaki konumuz bu meselelerin ayrıntıları değildir.

Aşure günü oruç tutmakla ilgili hadise gelince Peygam­berimizin, o gün oruç tutmanın bir yahudi adeti olduğunu öğ­renmeden önce de bu günde oruç tuttuğunu kesinlikle bili­yoruz. Çünkü Kureyşliler de o gün oruç tutuyorlardı. Nite­kim Buhari ve Müslim'e göre Peygamberimizin eşi Hz. Ai-şe (r.a.) Kureyşlilerin cahiliye döneminde Aşure günü oruç tuttuklarını, Rasululîah'm da böyle yaptığını Medine'ye göç edince de o gün oruç tutmayı müslümanlara emrettiği­ni, fakat Ramazan orucu farz kılınınca:

"Bu gün, isteyen oruç tutsun, isteyen tutmasın."[52] dediğini belirtmektedir. Yine Buhari ile Müslim'in belirtti­ğine göre bu konuda Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle diyor: "Cahiliye dönemi araplan Aşure günü oruç tutarlardı. Pey­gamberimiz ile Müslümanlar da Ramazan orucu farz kılınm-caya kadar o gün oruç tutmaya devam ettiler. Ramazan oru­cu farz kılınınca Rasulullah:

"Aşure günü Allah'ın günlerinden biridir. O gün is­teyen oruç tutsun, isteyen tutmasın."[53] buyurdu.

Peygamberimizin o gün oruç tutması, yahudilere özen-mekten ziyade kaynaklanmadığı içindir ki, yahudilere "Mu­sa'ya saygı göstermek sizden çok bize yakışır" diye cevap vererek o gün kendi tercihi ile oruç tuttuğunu belirtmiş ya­hudilere ve Musa'ya saygı sunmak üzere yaptıkları bir ha­reketi müslümanların da yapmakta olduğunu ve bunu yap­manın önce onlara düşeceğini hatırlatmıştı.

Ayrıca gerek Peygamberimizin yahudilere vermiş oldu­ğu bu cevaba ve gerekse İbn-i Abbas'ın O'nun hakkındaki "Rasulallah, hakkında emir bulunmayan konularda Kitab eh­line (yahudiler ile hrıstiyanlar) uymayı isterdi, tercih eder­di" şeklindeki sözleri bir kaç bakımdan açıklanmaya muh­taçtır. Şöyle ki:

1- Her şeyden önce islamın ilk yıllarına aittir. Daha son­ra Cenab-ı Allah, bu hükmü yürürlükten kaldırarak Kitab eh­line karşı çıkmayı yasalaştırmış ve bunu açıkça emretmiş­tir. Nitekim İbn-i Abbas bu sözlerinin devamında "Onlara ufarak bir süre saçlarını alnından sarkıttı, fakat daha sonra ikiye ayırıp yanlara taramayı başladı" demektedir. Nite­kim o andan itibaren saçları ikiye ayırıp yana taramak müs-lümanların ayırıcı geleneklerinden biri olmuş ve zimmile-re (gayri müslim azınlıklara) saçlarım bu şekilde taramaya­cakları şartı konulmuştu.

İslam tarihinde bunun benzeri olan bir olay Kıble deği­şimi meselesidir. Bilindiği gibi, Cenab-ı Allah (c.c.) önce­leri müslümanlara, tıpkı yahudiler gibi, Beytüimukaddes'e (Kudüs'e) yönelerek namaz.kılmalarım emretmiş, fakat bir süre sonra bu hükmü yürürlükten kaldırarak (neshederek) Kabe'ye yönelme direktifini indirmiş ve arkasından çeşitli ayetlerde anlamlı gerekçeler Peygamberimizi bu konudu uyarmıştır. Bu uyarıcı ayetlerin başlıcaları şunlardır:

"İnsanlardan bazı beyinsizler -Onları yönelegeldik-leri kıbleden döndüren sebeb nedir?- diyecekler."

(Bakara: 2/142)

"Sen kendilerine kitab verilenlere her türlü ayeti (de­lili, mucizeyi) getirsen yine de senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin."

"Eğer sana gelen bilgiden sonra onların keyiflerine uyacak olursan, o takdirde zalimlerden biri olursun."

(Bakara: 2/145)

"Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hrıstiyanlar senden hoşnut olmazlar... Eğer sana gelen bilgiden sonra onların arzularına uyacak olursan, hiç şüphesiz, Allah artık senin ne dostun ve ne de destek­çin olur."                                                (Bakara: 2/120)

"Herkesin yöneldiği bir istikamet vardır."

(Bakara: 2/145)

Bu açıklamalarımızı pekiştiren diğer bir delil de şudur ki, Peygamberimiz önceleri oruç tuttuğu ve hakkında yahudi­ler "Musa'ya saygı göstermek sizden önce bize düşer" de­diği Aşure günü ile ilgili olarak vefatından az önce tutumu­nu değiştirerek sahabilere bu değişikliği emir olarak duyur­muştur. Bu yüzdendir ki, Peygamber Efendimiz hakkında ila­hi emir bulunmayan konularda Kitab ehline uymayı tercih ettiğini ve Rasulullah'rn yahudüere "Musa'ya saygı göster­mek sizden önce bize düşer" dediğini bildirmiş olan ünlü sahabi İbn-i Abbas (r.a.) söz konusu tutum değişikliğin­den sonra Aşure günü oruç tutmayıp da bu bakımdan yahu-dilere ters düşmekte en çok ısrar eden kimse olmuştur. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi, Peygemberimizin sözü­nü ettiğimiz tutum değişikliği ile ilgili emrini hadis olarak kendisi nakletmiştir.

Nitekim Müslim'de yer aldığına göre Hakem b. A'rec[54]diyor ki: "Bir defasında İbn-i Abbas'in yanına vardım, o zemzem kuyusunun yanında paltosunu dürüp başının altına koyarak uzanmıştı. Kendisine:

"Bana aşure günü orucu hakkındaki bildiklerini anlat" de­dim. Bana:

"Muharrem ayı hilalini görünce saymaya başla ve doku-zunucu gün gelince oruç tut" dedi. Kendisine:

"Rasulullah böyle mi yaptı?" diye sormam üzerine de ba­na:

"Evet, öyle yaptı" diye karşılık verdi."[55]

Yine Müslim'in bu konuda İbn Abbas'a (r.a.) dayanarak bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyur­du:

"Eğer gelecek yıl hayatta olursam, (Aşure ile birlikte) Muharrem'in dokuzuncu gününde (Tasua) de oruç tuta­cağım"[56]

Ayrıca Yahya b. Mansur, Amr b. Dinar'a dayanarak Ata'nın, İbn-i Abbas'm "Muharrem'in dokuzuncu ve onun­cu günlerinde (Tasua ve Aşure) oruç tutarak Yuhudilere ters düşünüz" dediğini kulakları ile işittiğini bildirmiştir. Bunlar yanında Said b. Mansur'un "Sünen" adlı eserinde be­lirttiğine göre Davud b. Ali, dedesi İbn-i Abbas, Peygambe­rimizin şöyle buyurduğunu nakletmiş tir:

"Aşure günü oruç tutunuz, fakat bu konuda yahudi-lere ters düşünüz. Bunun için de (Aşure ile birlikte) ya bir gün önce veya bir gün sonra da oruç tutunuz."[57]

Nitekim Esrem'in bildirdiğine göre îmam-ı Ahmed bu ko­nuda "Ben Aşure günü orucu ile ilgili olarak Muharrem'in dokuzuncu ve onuncu günlerinin ikisinde de oruç tutulma­sı gerektiği görüşündeyim. Çünkü İbn-i Abbas'in rivayet et­tiği bir hadisi göre Peygamber Efendimiz bu konuda:

"Muharrem ayının dokunzuncu ve onuncu günlerinin her ikisinde de oruç tutunuz" diyor. Öteyandan Meymu-ni ile İbn-i Haris de bu konuda İmam-i Ahmed'in şu benzer sözlerini nakediyorlar: "Kim aşure günü oruç tutmak isterse Muharrem'in dokuzuncu ve onuncu günleri birlikte tutar. Fakat eğer bu kimse ayın kaçı olduğunu kesinlikle bilemi­yorsa o zaman üç gün oruç tutar.[58] Arkadaşlarımızdan bi­rinin görüşüne göre Muharrem'in dokuzuncu ve onuncu günlerini birlikte tutmak daha iyi olmakla birlikte sırf onu-uncu günü (Aşureyi) tutmak da mekruh değildir."

Bize gelen bu sözlerinden anladığımıza göre îmam-i Ahmed, sadece Aşure günü oruç tutmayı mekruh sayıyor. Çünkü kendisine bu konuda sorulan soruyu, iki gün oruç tu­tulması gerektiği şeklinde caveplandirdi ve bu görüşünü İbn-i Abbas'ın sırf Aşure günü oruç tutmayı mekruh sayma­sına dayandırdı.[59]

Bu durumu genel olarak şöyle açıklayabiliriz.. İslam'ın ilk döneminde yahudi ve hnstiyanlara benzeme niteliği ta­şıyan tüm uygulamalar Hicretin ilk yıllarında görüldü ve da­ha sonra bunlar yürülükten kalktı (neshedildi). Çünkü o günlerde mesela yahudiler ne düşünce tarzı ne kıyafet ne de sembolik nitelikli gelenekler bakımından müslümanlardan pek farklı değillerdi. Fakat daha sonraki yıllarda gerek Ki-tab (Kur'an) gerek sünnet ve gerekse Ömer (r.a.) zamanın­da olgun bir görünüm kazanan icma-i ümmet yolu ile Al­lah'ın kafirlere ters düşmek, zihniyet ve davranışlar bakımın­dan onlardan ayrı olmak ilkesi ortaya çıkıp ağırlık kazanma­ya başladı.

Sebebine gelince yahudi ve hnstiyanlara ters çıkmak, ci-had ve cizyeye bağlamak gibi çıkışlarla İslam'ın gelişip egemenliğini kabul ettirmesi perçinlenmedikçe mümkün olamazdı. Müslümanlar ilk yıllarda zayıf oldukları için yahudi ve hnstiyanlara karşı çıkma ilkesi ortaya konmamıştı. Fakat islamiyet güç kazanıp egemenliği perçinleyince bu il­kenin ortaya konduğunu görüyorz.

1) Bu durumun günümüzdeki benzeri şöyle olabilir. Eğer bir müslüman Dar-ul Harb'de veya Dar-ul Harb niteliğinde olamayan kafir bir ülkede yaşasa, yaşadığı yörenin kafirle­ri ile dış görünüş bakımından ters olmakla yükümlü tutul­maz. Çünkü böyle bir tutum söz konusu müslümana zarar ve­rebilir. Tersine böyle bir müslümanın zaman zaman çevre­sindekilerin dış görünüşlerine katılması müstahab, hatta bazı durumlarda vacip bile olur. Elbetteki eğer böyle dav­ranmakta islam için yasak söz konusu ise bu böyledir. Böy­le bir durumda islam için beklenebilecek yarar yöredeki kafirleri İslama çağrabilmek, onların içyüzlerini öğrenip müslümanlara bildirmek ve bu kafirlerin müslümanlara za­rar vermelerini Önlemek gibi çeşitli amaçlar olabilir.

2) Bu konudaki ikinci izah tarzı da şudur: Farzedelim ki, Peygamberimizin söz konusu tutumu yürürlükten kalkma­mıştır (neshedilmemiştir) O takdirde bilmeliyiz ki, bazı ko­nularda kafirlerle uyuşmak sadece Peygamberimizin başa­rabileceği bir iştir. Çünkü o, Allah'ın kendisine indirmiş ol­duğu özel bilgi sayesinde kafirlerin adet ve gelenekleri ara­sında bulunan hak ve batıl unsurları ayırdetmek imkanına sa­hipti. Bize düşen bu konuda ona uymaktır. Bizim kendi kendimize kafirlerin dinlerinden alıntılar (iktibaslar) ya­parak onların söz ve davranışlarını rehber edinmemiz, yet­kili tüm mü s lüm anların söz birliği caiz değildir ve pey­gamberimizin mesajının ihmal edilmez bir gereğidir. Buna göre eğer biri ortaya çıkar da "bizim zamanımızda yaşayan kitab ehli ile, günümüzün yahudı ve hnstiyanları ile uyum halinde olmamız müstehabdır." derse bu ümmetin dininin sı­nırları dışına çıkmış olur.

3- Üçüncü izah şekline gelince diyelim ki, yukardaki hadis gereğince Peygamberimiz "Hakkında emir bulunma­yan konularda kitab ehline uymaktan hoşlanırdı", fakat bir süre sonra müslümanlan aynı konuda onlara karşı çıkmala­rını emretti. Bize emredilen şey de Peygemberimıze ve onun sahabilerine uymaktır.

Fakat bizim asıl vurgulamak istediğimiz şey, bu ümme­tin öncüleri olan ilk dönem müslümanlarınin uygulamaların­da hiç görülmemiş olan konularda kafirlere benzememizin yasak olduğudur. İlk göneni müslümanlann uygulamaların­da görülen şeylere gelince bunlardan kuşku duyulamaz. İs­terse bu uygulamaları, zamanın kafirleri de yapmış olsun, is­ter yapmamış olsun, farketmez. Çünkü biz Allah'ın bize yap­mayı emrettiği bir işi kafirler de öyle yapıyor diye terkede-cek değiliz. Üstelik şunu da hemen belirtelim ki, onlarla or­tak konularda Allah'ın bize emrettiği şey, mutlaka Allah'ın yürürlükteki hak dinini, yürürlükten kaldırılmış veya değiş­tirilmiş eski şeriatlerden ayırdettirecek şekilde değişik ve farklıdır. [60]

 

Sakıncalı ve Sakıncasız Özentiler

 

Buraya kadar kafirlere ve müşriklere benzemenin ge­nellikle yasak ve onlara karşı çıkmanın meşru olduğunu belirten Kitab (Kur'an), sünnet ve icma-ı sünnet kaynaklı de­lillerle bu konudaki belge ve kriterleri anlattık. Buradaki meşruluk (şeriat gereği olmak) yerine göre bazan vacip ve bazan da müstahabdir. Benzerlik konusu hareketi yapan kimsenin onlara benzeme amacı taşıyıp taşımaması önem­li değildir. Çünkü şimdiye kadar örnek gösterdiğimiz dav­ranışların çoğunda müslümanlar kafirlere ve müşriklere benzemeyi düşünmemişlerdir. Hatta bu davranışlar arasın-dabenzeme niyeti taşınması söz konusu olmayanlar bile vardı. Saçların ak olması ve uzun bıyıklılık gibi. Bu girişten sonra bilmelisin ki, Kitab ehlinin adet ve gelenekleri üç kısma ayrılır:

1- Bu adet ve geleneklerin bir kısmı hem bizim dinimiz­de ve hem de onların dininde meşrudur veya onların dinin­de meşru olduğunu bilmiyoruz ama şu anda bu davranışı yap­maktadırlar.

2- Bu davranışların bir kısmı bir zamanlar bizim dinimiz­ce meşru oldukları halde daha sonra yürürlükten kaldırılmış­lardır, (neshedilmişlerdir).

3- Bu davranışların bir kısmı da hiç bir şekilde meşru (şe­riat kaynaklı) değildir, fakat onlar tarafından ortaya atılmış­tır. Ayrıca bu kısmı oluşturan davranışlar ya sırf ibadetler­le ya srıf adetlerle veya hem ibadet ve hem de adetlerle il­gili olabilirler ki, böylece bu üç kısım dokuz kısma çıkar. Şimdi bu kısımları teker teker ele alalım:

 1- Birinci kısımdaki hareketler hem bizim ve hem de on­ların şeriatında yeri olan veya bizim şeriatımızda yeri olup da onlar tarafından işlenen hareketlerdir. Aşure günü oruç tutmak ve öz olarak namaz ile oruç gibi. Bu kısımdaki dav­ranışlarda onlara karşı çıkmak ancak hareketin şekli bakı­mından olur. Aşure günü orucu konusunda ayın dokuzunu da ekleyerek iki gün oruç tutmamızın sünnet oluşu, Kitab eh­line benzemeydim diye iftarda ve akşam namazında acele edip sahuru geciktirmemizin emredilişi ile yahudilere kar­şı olmak için nalınlarla (ayakkabılarla) namaz kılmamızın emredilişi gibi. Bu kısmın gerek ibadetlerde ve gerekse adetlerde çok sayıda örneği vardır.

Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ölülerin gö­mülme biçimi hakkında "lahid bizim ve sanduka bizim dı-şimizdakilerindir" buyurdu. Ayrıca müslümanlarm me­zarları, kafirlerin mezarlarından ayırdedilebilsin diye müs-lümanların mezarlarını Kabe'ye dönük kazmak da sünnet­tir.

Görülüyor ki, ölüyü gömmek aslında hem onların hem de bizim şeriatımızda yeri olan ortak bir adettir. Fakat şeriat-ler çeşitli ibadet unsurları da içeren bu adetin biçiminde fark­lılık gösteriyorlar. Nalınlarla (ayakkabılarla) namaz kıl­mak da ibadet içerikli bir başka adettir. Namaz kılarken nalınları çıkarmak Musa'ya gelen şeriatte vardı. Aybaşılı ka­dını iyice ayırarak çevresinden izole etmek de böyledir. Bu saydıklarımız hem bizim ve hem de onların şeriatlerinde ye­ri olan, ayrıca özleri bakımından ortak, fakat biçim bakımın­dan farklılık gösteren hareketlerdir.

2- İkinci kısımdaki hareketler, onların şeriatinde yer olup sonradan yürürlükten kaldırılan (neshedilen) hareket­lerdir. Cumartesi günü tatil yapmak ile kişinin bazı ilave na­maz ve oruçları üzerine farz etmesi gibi.

Böyle hareketlerde onlara uymanın yasak olduğu hiçbir gözden kaçmayacak derecede aşikar ve tartışmasızdır. Bu­na göre hiçbir müslüman dindarlık gereği sayarak iç yağı ve tırnaklı hayvan eti yemeyi kendine yasaklayamaz.

Hem ibadet ve hem de adet unsurlu hareketlerde de du­rum böyledir. Bunun örneği de onların şeriatlerinde yer alan bayram törenleridir. Bilindiği gibi şeriat kaynaklı bay­ramlar hem ibadet ve hem de adet unsurları içerirler. Dua,, zikir, sadaka ve tapınma gibi hareketler bu bayramların di­ni unsurları, buna karşılık bol yemekler yemek, güzel elbi­seler giyinmek, her zaman yapılan gerekli görevleri bir sü­re bırakmak ve müseadeli oyunlar gibi şeyler de bayramla­rın adet kaynaklı unsurlarıdırlar. Nitekim Ebu Bekir hazret­leri (r.a.) Peygamberimizin (s.a.v.) evinde şarkı söyleyen iki cariye görünce bu durumu yadırgayarak cariyeleri şarkı söylemekten alıkoymaya girişmiş, fakat Peygamberimiz:

"Bırak onları, ya Ebu Bekir, her kavmin bayaramı var, bu da bizim bayramımızdır" diyerek onun bu karşı çı­kışım engellemiştir. Ayrıca yine Peygamberimizin bayramgünleri Hırab adlı aleti çalarak oynayan Habeşlileri seyret­tiğini biliyoruz.

Demek ki, şeriat kaynaklı bayramlarda bir yandan diğer zamanlarda yapılması istenmemiş olan bazı ibadet unsurla­rı ya vacip veya müstahab olarak yer alırken, öbür yatıdan diğer zamanlarda müsaade edilmeyen ve şu veya bu oranda nefsi okşayan bazı adetler unsurları da ya mubah ya müsta­hab veya vacip olarak yer alırlar. Nitekim her iki bayramı­mızda da oruçsuz olmamız farz kılındığı gibi Ramazan bay­ramından namaz ile sadaka ve Kurban bayrammda da namaz ile kurban kesmek eşleştirilmiştir. Dikkat edilirse her iki bay­ramda namazla eşleştirilen hareketler yemekle ilgilidir (sa­daka ve kurban).

Bu kısmı oluşturan yürürlükten kaldırılmış ibadet ve adetlerde veya her iki unsuru birlikte içeren geleneklerde ya­bancılara uymak, özü meşru olan davranışlarda onlara uy­maktan daha kötü bir şeydir. Bu yüzden ilerde daha detay­lı bir şekilde anlatacağımız üzere bu alandaki yabancılara benzeme girişimi haramdır. Oysa birinci kısımdaki benze­me girişiminin sadece mekruh olduğu söylenebilir.

3- Üçüncü kısmı oluşturan hareketler, kafirlerin hiçbir kaynağa dayanmaksızın kendi kafalarından ortaya attıkla­rı ibadet ve adetler veya her iki unsurun karışımı olan ge­leneklerdir. Bu alanda onlara özenmek, bir önceki katego­riye göre daha da kötü bir tutumdur. Çünkü bu davranışla­rı icad edenler müslümanlar bile olsaydı, onları işlemek yine kötü bir hareket olurdu. Durum böyleyken her hangi bir peygamberin mesajından kaynaklanmayarak sadece kafir­ler tarafından ortaya atılmış olan davranışlara özenmenin ne kadar kötü olacağını varın siz düşünün. Sözün kısası, bu alandaki özentinin kötü bir tutum olduğu apaçıktır. Bu, bu alandaki birinci temel hükümdür. Buradaki bir başka temel nokta da şudur. Bu katigoriye giren taklit konusu ibadet ve adetler veya her iki unsurun karışımı gelenekler bu üm­met arasında sonradan ortaya atılan bidatlardır. Çünkü biz bu kategoride kafirlere özgü gelenek ve dav anı şiarından söz ediyoruz. Yoksa bizim için meşru olan ve örnek edindi­ğimiz ilk müslüman kuşağın işlemiş olduğu hareketlere sö­zümüz yok.

Hemen belirtelim ki, bidatlerin çirkin olduğunu veya tenzihi veya tahrimi şekilde mekruh olduklarını belirten Kitab (Kur'an), sünnet ve İcma-i Ümmet kaynaklı deliller sözümüzün konusu olan özentileri de kapsar. Buna göre bu özentiler hem sonradan ortaya atılmış birer bidat olma ve hem de kafirlere benzeme niteliklerini birlikte taşırlar. Bu iki niteliğin her biri ayrı ayrı birer yasaklama gerekçesidir. Yani kafirlere benzeme ilk müslümanlarda görülmüş olsa bi­le genel anlamda olduğu gibi bidatçılıkta bidat konusu dav­ranış kafirlerden aktarılmış olmasa da yasaktır. O yüzden bu iki nitelik biraraya gelince kötülük ve yasakhğı pekiştiren bağımsız birer gerekçe oluştururlar. [61]

 

Yabancı Bayramlar ve Şenlikler

 

Kafirlere benzeme ile ilgili bu temel hüküm ortaya çık­tığına göre hemen belirtelim ki, bayram törenleri konusun­da kafirlere özenmek iki bakımdan sakıncalıdır.

Genel karekterli birinci sakınca daha önce belirttiğimiz gibi, böyle bir tutumun ne dinimizde ve ne de ilk müslüman-larm geleneklerinde yeri olmayan bir davranışta kafirlere özenme sakıncasıdır. O halde böyle bir özenme girişimi kafirlere benzeme zararını, buna karşılık bu özenmeden uzak durmakla kafirlere karşı çıkmış olma yararını taşır. Hat­ta böyle bir davranış te: adüf sonucu olup doğrudan doğru­ya kafirlere özenmekten kaynaklanmış olmasa bile yine şeriatımızın gereği olan onlara karşı olmaktır. Çünkü daha önce işaret ettiğimiz gibi; sırf kafirlere karşı olmak bizim için yararlıdır. Buna göre şu veya bu şekilde kafirlere özenen kimse, başkaca bir zarara uğramamış olsa bile, kendisini bu yarardan yoksun bırakmış olur. Eğer hem yarardan olmuş ve hem de ayrıca zarara yolaçmiş ise durum nice olur, işin orasmı siz düşünün.

Böyle bir özenti sonradan dine sokulmuş bir bidat oldu­ğu için ölçü edindiğimiz bakış açısına göre mekruh olaca­ğı şüphesizdir. Çünkü kafirlere özenmek en az sakıncalı durumlarda mekruh olduğu gibi bidatler için söz konusu olan etfhafif hüküm de mekruhluktur.

Öteyandan kafirlere bayramları konusunda özenmenin ha­ram olduğunu belirten deliller de çoktur. Mesela bunlardan biri; Peygamberimizin "Kim bir kavme özenirse, benzeme­ye çalışırsa onlardan olur" şeklindeki buyruğu gibi. Bu ha­dis kafirlere benzemenin mutlak anlamda haram olmasını ge­rektirir. Başka bir delil de Peygamberinizin "Müşriklere ters düşünüz, muhalefet ediniz" şeklindeki buyruğudur. Bu deliller sayıca çoktur. Daha önce belirttiğimiz gibi gerek Kur'an'da ve gerekse sünnette "gazaba uğramışların (yahu-dilerin)" ve "sapıkların (hrıstiyanların)" yollarından git­menin haram olduğunu gösteren çok sayıda delil vardır. Hiç şüphesiz kafirlerin bayramları onların "yollarının" baş­ka bir deyimle hayat tarzlarının bir parçasıdır. '

Sözünü ettiğimiz belge, içtihat ve kıyas niteliğindeki çeşitli delilleri gözden geçirenler onların konumuzu kapsam­larına aldıklarını ve bu özentilerin kafirlerin ya dini davra­nışlarından veya bat1! dinlerinin sembolik törenlerinden oı-duklannı dolayısıyla tümü ile haram kılındıklarını açıkça gö­receklerdir. Onlar.n dinlerine özgü olmayan veya inançla­rını sembolize etmeyen davranışları bu hükmün dışında­dır. Mesela namaisda pabuçları çıkarmak gibi. Bunu yapmak caizdir. Tıpkı pabuçlarla namaz kılmanın caiz olması gibi.

Bu delilleri gözden geçirenler, bunun yanında yabancılara öze­nerek yeni bir adet ortaya atmaksızın eski geleneklerimizi sür­dürmemizle aslı itibarı ile yabancı kaynaklı bir adet ortaya çı­kararak onlara benzemek istememiz veya böyle bir amaç taşı­mamız arasında fark olduğunu da göreceklerdir.

Kafirlerin bayram törenlerine özenmenin taşıdığı ikinci tip sakınca doğrudan doğruya bu bayramlarla ilgilidir. Böy­le derken Kitabın (Kur'an'ın), sünnetin ve icma-i ümmetin bizi böyle bir şeyden sakındıran açıklamalarını kasdediyo-rum.

Bu konuda, önce Kur'an'a baş vuralım. Cenab-ı Allah (c.c.) buyuruyor ki:

"Onlar ki, yalan konuşulan yerlerde bulunmazlar ve boş laf edenlerle karşılaştıklarında vekarla geçip gider­ler."                                                       (Furkan: 25/72)

Şimd tabiin kuşağından olan ünlü tefsircilerin bu ayetle ilgili açıklamalarına göz atalım:

Ebu Bekir Hilal'in "Cami[62]adlı eserinde belirttiğine göre Muhammed b. Şirin, ayette geçen "yalan konuşulan yer­ler" den maksat yahudilerin "Şaanın (Kippur)" bayramı­dır, diyor. Aynı kaynağa göre Mücahid, "burada müşrikle­rin bayaramları kasdedİliyor" derken Rabii b Enes[63] de ay­nı görüşü paylaşıyor.[64] Bu arada sahabilerden Herime'nin bu açıklamalara yakın bir yorumuna göre ayette "cahilİye dö­neminin geleneksel bir oyunu"[65]kasdedilmiştir.

Öteyandan Kadı Ebu Yala'ya göre ayet "müşriklerin bayramlarına katılmayı yasaklayan bir çağrı" dır.- Ebu Fe-rece İsfahani zimmilerle ilgili şartlan incelerken, Dah-hak'in ayetteki bu ifadeyi "müşriklerin bayramları" şek­linde açıkladığını belirtiyor. Yine aynı kaynağa göre Amr b. Murre ayetin bu kısmını "Yani onlar müşrikleri şirkleri ko­nusunda desteklemezler, onlarla düşüp kalkmazlar" şek­linde açıklarken Atabe b. Yesar,[66] bu ayeti açıklarken ha­life Ömer'in "Acemlerin tumturaklı konuşma tarzları ile müşriklerin bayram günlerinde onların kiliselerinde bulun­maktan sakınınız"[67] şeklindeki sözlerini hatırlatıyor.

Görüşlerine yer verdiğimiz tabiin kuşağına mensup tef­sir bilginlerinin ayetteki bu ifadeyi "kafirlerin bayramları" şeklinde yorumlamaları, "Burada kasdedilen şirktir veya cahiliye döneminde tapılan bir puttur" veya "Burada mak­sat kına toplantıları" veya "şarkılı toplantılar" dır şeklinde­ki münferit açıklamalarla çelişik değildir. Çünkü klasik tefsir bilginlerinin üslubu böyledir. Onlar bir tür hakkında konuşurken o türün belirli bir bireyini belirtmekle yetinir­ler. Tıpkı arapça bilmeyen ve "ekmek nedir?" diye soran bir kimseye "işte ekmek" diyerek çörek verildiği gibi.

Yalnız bazıları bu ayeti "Yalan yere şahitlik, yani yalan­cılık" şeklinde yorumladılar ki, bu tartışma kaldırır, zorla­malı bir yorumdur. Çünkü ayeti böyle anlamak, her şeyden önce dilbilgisi kuralları açısından, uygun değildir.

Okuduğumuz bu açıklamaların dayanağı ayette geçen "zur (yalan)" kelimesinin "süslenmiş, yıldızlanmış ve böy­lece gerçekte olduğundan başka türlü görünmüş" anlamına gelmesidir. Buna göre yalancı şahitlik yapan kimse içinden bildiği gerçeğe ters düşen bir söz söylemiş olur. Bu yüzden tefsirciler bazan bu kelimeyi "Aslında çirkin olduğu halde ya görünüşteki benzerliğe aldanarak veya nefsin duyguları­na esir olarak bir şeyin güzel görünmesi" şeklinde açık­lanmışlardır. Nitekim şirk (Allah'a ortak koşmak) görünüş benzerliklerine aldanarak; şarkı ve çalgı gibi eğlenceler de nefsin arzularına (şehvete) kapılarak güzel görünen veya gös­terilen şeylerdir.

Müşriklerin bayram törenleri ise hem görünüşteki yanıl­tıcı benzerlik hem şehvet duygusunun okşama ve hem de ba­tıl (eğri) olma niteliklerini yapılarında birlikte barındırırlar. Din açısından bunların ve taşıdıkları geçici nazların hiçbir yararı yoktur, akıbetleri elem ve acıdır. İşte bu yüzden ge­rek bu törenlerin kendileri, gerekse onlara katılmak veya se­yirci olmak bu terimle ifade edilmiştir. Cenab-ı Allah (c.c.) yukardaki ayette bu törenlerin seyircisi olmayı övüyor. Se­yircilik, sadece görerek veya işiterek olay yerinde bulunma­yı ifade eder. Peki, bundan daha ileri giderek seyircilikte ye­tinmeyip bu tip törenlere doğrudan doğruya katılmanın hükmü nice olur, bunu varın siz düşünün.

Ayrıca bu çeşit törenlerin seyircisi olmaktan uzak duran­ları öven bu ayet, bu üslubu ile tek başına bu tip törenlere bil-fil katılmaktan kaçınmayı teşvik edici niteliktedir. Bunun ya­nında bu tip şenliklere seyirci olmamanın mendup olması­nı ve belkide bunların seyircisi olmanın mekruh olduğunu da ifade eder. Çünkü bizzat Cenab-ı Allah, bu şenlikleri "yalancı ve yaldızlı kötülükler" diye adlandırıyor.

Fakat sırf bu ayete göre dayanarak bu tip törenlere seyir­ci olarak katılmanın haram olduğunu söylemek zordur, tartışma götürür. Bunun yerine bu ayeti, böylesine törenlere bil­fiil katılmanın haram oluşunun delili saymak daha uygun­dur. Çünkü dağılma gibi Allah bu törenleri "zur (yalancı ve yaldızlı kötülükler)" diye niteliyor. Cenab-ı Allah (c.c.) aşağıdaki ayetlerde yalan ve yaldızlı sözler söyleyenleri de yeriyor. Her ne kadar gösterişçiler arasında böyle sözler söyleyenler başkalarına zararlı olmuyorlar ise de Cenab-ı Al­lah (c.c.) böyleleri hakkında şöyle buyuruyor:

"Bununla birlikte onlar çirkin ve yalan bir söz söylü­yorlar." (Mücadele: 58/2) 

"O halde murdar putlardan ve yalan sözden kaçını­nız." (Hacc: 20/30)

Gerçi yalan söz söylemeyi, yalana dayalı aldatıcı hare­ketlerden daha ağır bir günah sayan bilginler var ise de ya­lana dayalı aldatıcı hareketler yapanlar da bu ayetlerde be­liren ilahi yerginin kapsamına girer. Çünkü Cenab-ı Al­lah'ın daha önceki ayette yalana dayalı çirkin hareketlere se­yirci olmaktan kaçınanları Övmesi, böyle hareketleri işleme­nin onun katında ayıplanmış ve kınanmış olduğuna delildir. Yoksa eğer böyle hareketleri yapmak aslında caiz olduğu halde onlardan uzak durmak daha iyi olmuş olsa bu hareket­lerin seyircisi olmaktan kaçınma tutumu, bu kadar bir övme gerekçesi olmazdı. Çünkü mubah şeylerin seyircisi olmak faydasız olmakla birlikte böyle hareketleri seyretmek faz­la zararlı ve önemli değildir.

Bazılarına göre de yukardaki ayet vurgulamalı bir övgü niteliği taşıyor. Çünkü ayette sözü geçen kimseler batıl ha­reketleri doğrudan doğruya işlemek şöyle dursun böyle ha­reketleri İşleyen kitlelerin seyircileri bile olmuyorlar. Nite­kim Cenab-ı Allah (c.c.) bu ayetin az öncesinde:

"Rahman'ın has kulları o kimselerdir ki, onlar yeryü­zünde alçak gönüllülükle yürürler ve haddini bilmez cahiller kendilerine laf attıkları zaman -selam derler."

(Furkan: 25/63) buyuruyor.

Bu ayette Cenab-ı Allah (c.c.) övdüğü kimseleri "Rah-man'ın kulları" diye nitelendiriyor. Rahman'in kulu olmak farz olduğuna göre bu sıfatı taşımak da farzdır.

Fakat bu görüş taratışına götürür. Çünkü bu ayetin deva­mında sayılan seçkin sıfatlar arasında farz olmayanların da bulunduğu ileri sürülebileceği gibi bu ayette övülenlerin söz konusu sıfatı gerçek ve yetkin anlamda taşıdıklarının belir­tildiği de söylenebilir. Nitekim aşağıdaki ayetler de bu ni­teliktedir:

"Müminler o kimselerdir ki, Allah'ın adı anıldığı za­man kalbleri ürperir."                                 (Enfal: 8/2)

"Kullar içinde ancak bilginler Allah'dan (gereğince) korkar."                                                    (Fatır: 35/28)

Kısacası, yukardaki ayet kafirlerin düğün törenlerinde bu­lunmayı ister haram, ister mekruh ve isterse kaçınılması müstahab bir hareket saydığı kabul edilsin, bizim amacımı­zın özü gerçekleşmiş olur. Çünkü bizim ana amacımız ka­firlere özenilmemesi gerektiğini vurgulamaktır. Çünkü ba­zı kimseler kolay geçim yolları elde etmek, maddi kazanç sağlamak ve başka dünyalık yararlar edinmek gibi gerekçe­lerle kafirlerle uyum halinde olmanın müstahab olduğunu ile­ri sürüyorlar. Bu açıklamalarla, tam tersine onlara özenmek-ten kaçınmanın müstehab olduğu anlaşılınca maksadımız gerçekleşmiş oluyor.

Şimdi de kafirlerin bayram törenleri ile ilgili sünnet kaynaklı delillere geçelim. Sahabilerden Enes b. Malik (r.a.) diyor ki:

Peygamberimiz Medine'ye geldiği zaman yerli halkın eğ­lenerek kutladığı iki bayram gününün olduğunu gördü. Me-dinelilere "Bu günlerin anlamı nedir?" diye sorunca onlar­dan "Biz cahiliye döneminde bu günlerde eğleniyorduk" ce­vabını aldı. Bunun üzerine Medinelilere şöyle buyurdu:

"Allah sizin iki eğlence gününüzü, onlardan daha ha­yırlı olan şu iki günle değiştirdi: Bu iki gün Kurban ve Ramazan Bayramı günleridir."[68]

Bu hadis Ebu Davud, Ahmed ve Nesai'de yer almıştır. Kolayca anlaşılacağı gibi Peygamberimiz (s.a.v.) Medi-ne'lilerin bu iki cahiliye kaynaklı bayram günlerini onayla­madığı gibi kendilerini geleneklerine uyarak o günlerde eğlenmek üzere serbest de bırakmadı. Tersine onlara "Allah sizin bu iki eğlence gününüzü, bunlardan daha hayırlı iki günle değiştirdi" buyurdu. Bir şeyi değiştirmek değiştirilen şeyi bırakmayı gerektirir. Çünkü değiştirilen şeyle yerine ko­nan şey birarada bulunamaz. Buna göre bu ifade tarzı, an­cak birarada bulunamayacak, biribirieri ile bağdaşmaya­cak nitelikteki şeyler ve durumlar için kullanılabilir. Nite­kim aşağıdaki ayetler de aynı ifade tarzı özelliğini taşırlar: i "Şimdi siz beni bırakıp onu (şeytanı) ve soyunu mu dost ediniyor sunuz? Oysa onlar sizin düşmanın izdir. Za­limler için ne kötü bir değiş-tokuştur bu."

(Kehf: 18/50)

"Bu yüzden onların iki bahçesini buruk yemişle, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan başka iki bahçe ile değiştirdik."                                (Sebe: 34/16)

"Fakat o zalimler bu sözü başka bir sözle değiştirir­ler."                                                          (Bakara: 2/59)

"Öksüzlere mallarını veriniz ve temiz olanı murdar­la (pis olanla) değiştirmeyiniz."                      (Nisa: 4/2)

Sahabilerden Enes b. Malik (r.a.) tarafından rivayet edi­len ve yeni toprağa verilmiş ölü ile ilgili olan şu hadis de üs­lup bakımından bu kategoriye girer. Bu ölüye "cehennem­deki yerine bak, Allah sana orası yerine cennette daha ha­yırlı bir yer ayırdı" denirken bir başka ölüye de "Cennetteki yerine bak, fakat Allah sana orası yerine cehennemde bir yer ayırdı"[69] denir. Bunun gibi halife Hz. Ömer (r.a.) ünlü muallaka şairi Lebid'e[70] Şairliğin ne oldu?" diye sorunca Lebid'in verdiği cevap da aynı ifade özelliğini taşır; "Allah, şiirlerimin yerine bana Bakara ve Ali İmran surelerini ver­di."[71] Bu ifade tarzının özelliklerine sık sık rastlanır.

Peygamberimizin (s.a.v.) yukardaki hadisinde geçen: "Allah sizin bu iki eğlence gününüzü., onlardan daha ha­yırlı olan şu iki günle değiştirdi" şeklindeki ifadesi her iki döneme ait bayram günlerinin birarada kutlanmamasını ge­rektirir. Özellikle "onlardan daha hayırlı" deyimi, şeriatımı­zın belirlediği bayram günlerinin cahiliye döneminin eğlen­ce günlerinin yerine konmalarını gerektirir.

Bu böyle olduğu gibi, Peygamberimiz'in Medinelilere ge­leneksel bayram günlerinin anlamını sorup da onlardan al­dığı:

"Onlar cahiliye döneminde oyun oynayarak kutladığımız iki bayram günüdür" şeklindeki cevap üzerine:

"Allah size onlar yerine başka iki gün verdi" diye buyurması, O'nun Medinelilere bu iki günü kutlamayı ya­saklayıp yerlerine iki İslamİ bayram önerdiğini gösterir. Çünkü eğer hadisle yasaklama amacı olmasaydı, o günleri değiştirmekten bahsetmek yerinde olmazdı. Sebebine gelin­ce buradaki ana amaç, müslümanların düzenli şekilde kut­layacakları ve cahiliye döneminden kalma geleneksel bay­ram günleri yüzünden ihmal edemeyecekleri vacip nitelik­li iki islami bayram günü ortaya koymaktadır.

Hadisi rivayet eden Enes'in:

"Medinelilerin onaylayarak kutladıkları iki günleri var­dı" sözü ile Peygamberimizin:

"Allah sizin bu iki eğlence gününüzü, daha hayırlı iki günle değiştirdi" şeklindeki ifadesi birlikte gözden geçiri­lince Enes'in, Peygamberimizin bu sözlerini eski gelenek­sel iki bayram günü yerine yeni iki bayram günü koyma ey­lemi şeklinde anladığını gösterir.

Hemen belirtelim ki, sözü geçen cahiliye kaynaklı iki bayram günü islam döneminde unutulmuş, ne Peygamberi­miz zamanında ve ne de halifeler döneminde de bu günler­den iz kalmamıştı. Eğer halk bu günlerde eğlenmekten alı-konmamış olsaydı, bu geleneği devam ettirirdi. Çünkü ge­lenekler, değişmeyi sağlayıcı bir motif olmadıkça değişmez­ler. Özellikle kadınlar, çocuklar ve halk çoğunluğu tatil ve oyun bayramı olarak kutladıkları günleri büyük bir heyecan­la gözlerler. Nitekim çoğu krallar ve devlet başkanları ida­re ettikleri halkın geleneksel bayramlarını değiştirmeyi ba­şaramamışlardır. Çünkü halk vicdanında bu bayramlarla ilgili motif kuvvetli ve kalabalıkların bu bayramları kutla­ma arzuları güçlü olagelmiştir.

Eğer Peygamber Efendimiz (s.a.v.) söz konusu cahiliye bayramlarına güçlü bir şekilde karşı çıkmasaydı, bu bayram­lar, sönük bir biçimde de olsa, varlıklarını devam ettiri-ceklerdi. Demek ki, Peygamberimizin bu bayramalarla güç­lü bir şekilde engel olduğu kesindir. Öteyandan Peygambe­rimizin güçlü bir şekilde karşı çıktığı adet ve davranış ha­ramdır. Çünkü haramın bundan başka bir anlamı yoktur. Bu şüphe götürmez, apaçık bir gerçektir. Bu durumda eğer halk tekrar geriye dönüp bu iki bayramda yaptığı hareket­leri şu veya bu şekilde yapmaya koyulsa bu tutum yasağı çiğ­nemek olur. Maksad da budur.

Yahudiler ile hnstiyanların bayramlarına gelince bunlar cahiliye bayramlarından daha sakıncalıdır. Çünkü Peygam­berimiz bu ümmeti yahudiler ile hrıstiyanlara benzeme teh­likesi karşısında uyarmış ve bu tehlikeli sakıncaya düşenle­rin bulunacağını haber vermiştir. Oysa cahiliye dini konu­sunda durum böyle değildir. Yani bu dinin yeniden hortla­ması ancak mümin vicdanların yaygın bir çözülüşe uğraya­cağı son günlerde söz konusu olabilir. Ayrıca yahudİ ve hrıstiyan bayramlarının, cahiliye bayramlarından daha çok sakıncalı olmadıkları farzedilse bile onlar kadar sakıncalı ol­dukları kesindir. Çünkü uygulayıcıları olan bir kötülük, in­sanlar hesabına kuvvetli motiften yoksun, uygulayıcısız bir kötülükten daha tehlikelidir. [72]

 

Yasak Adaklar

 

Bu konuda Ebu Davud'da yer alan bir ikinci hadis daha var. Sabit b. Dahhak[73] diyor ki:

"Peygamberimiz zamanında arkadaşlarımızdan biri Mek­ke yakınlarındaki Buvane denen yerde bir deve kesmeyi adamıştı. Peygamberimize gelerek:

"Ya Rasulallah, ben Buvane'de bir deve kesmeyi adadım, ne dersiniz?" diye sordu. Peygamberimiz yanındakilere:

"Sözü geçen yer, cahiliye döneminde tapılan putlardan birinin saklandığı bir yer mi idi?" diye sordu. Arka­daşlarımız:

"Hayır" dediler. Arkasından:

"Peki orası cahiliye döneminin bayram yerlerinden bi­ri mi idi?" diye sordu. Oradakiler bu soruya da:

"Hayır" diye cevap verince Peygamberimiz o arkadaşı­mıza:

"O halde adağını yerine getir. Çünkü Allah'ın emri­ne aykırı adaklarla yerine getirilmeleri elde olmayan adaklar yerine getirilmezler."[74] buyurmuştur. '* Bu hadisin aslı Buhari ile Müslim'dedir[75] ve yer halka­sı "güvenilir" olan bir rivayet zinciri tarafından nakledil­miştir.

Öte yandan Ebu Davud'da yer aldığına göre bu hadiste sö­zü geçen sahabinin kızı Meymune bu olayı şöyle anlatıyor:

"Babamla birlikte başında Peygamberimizin bulunduğu bir hac kafilesinde yolculuk ediyorduk. Bir ara Peygambe­rimizi gözlerimle gördüm. Halk da aralarında:

"İşte Rasulullah" diye konuşuyorlardı. Ben onu bakışla­rımla izlemeye koyuldum.

Bir ara babam kendisine yaklaştı, elinde öğretmenlerin derste kullandıkları benzer bir sopa vardı. O sırada babam yanma yaklaşıp ayağından tutarak devesini durdurdu. Pey­gamberimiz de durarak babamın söyleyeceklerini dinleme­ye yöneldi. Babam kendisine:

"Ya Rasulallah,vaktiyle eğer bir gün oğlum olursa Aka­be yakınlarındaki Buvane denen yerde bir miktar koyun Galiba elli koyun demişti- kurban etmeyi adamıştım, ne yapayım?" diye sordu. Rasulullah babama:

"Orada şu putlardan biri var mıydı?," diye sordu. Ba­bam:

"Hayır, yoktu" deyince Peygamberimiz:

"O halde Allah için adadığım yerine getir" diye buyur­du.

Bunun üzerine babam koyunları biraraya toplayıp boğaz­lamaya girişti. Bu arada bir koyun elinden kaçtı, babam onun peşinden koşarken:

"Allah'ım, adağımı yerine getirmeme nasib eyle" diye dua ediyordu. Çok geçmeden kaçan koyunu yakalayarak -diğerleri gibi- boğazladı."[76]

Öteyandan yine Ebu Davud'un, Amr b. Şuayb'e ve onun da babası yolu ile dedesine dayanarak bildirdiğine göre "Bir gün kadının biri Peygamberimize gelerek:

"Ya Rasulallah, senin yambaşında davul çalmayı adadım, ne dersin?" diye sordu. Peygamberimiz kadına:

"Adağını yerine getir" dedi. Arkasından kadın, cahili-ye döneminde kurban kesilen bir yeri kasdederek:

"Ben falanca yerde kurban kesmeyi adadım, ne dersin?" diye sordu. Peygamberiniz kadına:

"Put adına mı?" diye sordu. Kadın:

"Hayır" dedi. Peygamberimiz" bu defa:

"Heykel adına mı?" diye sordu. Kadın yine:

"Hayır" diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamberi­miz kadına:

"O halde adağını yerine getir" diye buyurdu."[77]

Yukarıdaki hadisin belirttiğine göre sözü geçen sahabi be­lirli bir yerde bir miktar hayvan kurban etmeyi adadı. Bu adak hayvanların cinsi ya devedir ya koyundur veya iki ay­rı olay söz konusudur. Peygamberimiz, adama:

"O dediğin yer, cahiliye döneminde tapılan putlardan birinin saklandığı yer mi idi?" diye sordu. Adam:

"Hayır" dedi. Arkasından Peygamberimiz adama:

"Orası cahiliye halkının bayram yerlerinden biri mi idi?" diye sordu. Adamdan yine: *"Hayır" cevabını alınca kendisine:

"O halde adağını yerine getir" diye buyurdu. Daha sonra da:

“Allah'ın emrine aykırı adaklar yerine getirilemez" diyerek sözlerini bağladı. Bundan da anlaşılıyor ki, cahili­ye halkının bayram yerlerinde veya putların saklandığı yer­lerde kurban kesmek Allah'ın emrine aykırı bir harekettir.

Bu hadiste dikkat edilmesi gereken noktalardan biri şu­dur ki, eğer cahiliye döneminin bayram yerlerinden kurban kesmek caiz olsaydı, Peygamberimiz soru soran sahabinin adağını yerine getirmesine izin verirdi. Tıpkı davul çalma­sına izin verdiği gibi. Hatta izin vermek bir yana ona ada­ğını yerine getirmesi gerektiğini söylerdi. Çünkü adağı be­lirtilen yerde kurban etmek aslında vaciptir. O halde düşü­nelim ki, cahiliye döneminin bayram adetlerini paylaşmak suretiyle "O dönemin bayramlarına katılmak nasıl düşü­nülebilir? [78]

 

Bayramın Anlamı

 

Şu noktayı da belirtmeksizin geçmemeliyiz. Buradaki açıklamalardan anlaşıldığına göre "Bayram" terimi, "belir­li bir zaman birimi içinde dönüşümlü şekilde tekrarlanan her­kese açık bir toplantı" anlamına gelir. Bu dönüşümlü tekrar­lanma yıldan yıla olabileceği gibi haftadan haftaya veya ay­dan aya da olabilir. Bayram terimi bu temei anlamın dışın­da daha bir kaç farklı anlama gelir. Bu anlamdan biri "Dö­nüşümlü şekilde tekrarlanan gün" demektir. Ramazan bay­ramı ve Cuma günü gibi. Bayram'in bir diğer anlamı bu be­lirli günlerdeki toplantı'dır. Bu terimin başka bir anlamı bay: ram günlerinde yapılan adet ve ibadetlerin toplamıdır. Ay­rıca bazı bayramlar ancak belirli yerlerde kutlanırken diğer bazı bayramlar belirli yerlere bağımlı yerlerdedir. Bu say­dığımız kavramlar da zaman zaman "Bayram" terimi ile ifade edilirler.

Mesela Peygamerimiz (s.a.v.) cuma günü hakkındaki "Bu gün, Allah'ın müslümanlar için bayram kıldığı bir gündür" hadisinde "Bayram" terimi, "zaman"la ilgili bir an­lam taşır. Bunun yanında sahabilerden İbn-i Abbas'ın (r.a.) "Peygamberle birlikte bayramı kutladık" cümlesinde "bay­ram", "toplantı ve bir takım özel hareketler" anlamındadır. Bu arada yine Peygamberimizin "Benim mezarımı bayram edinmeyiniz" hadisinde bu terim "bayram yeri" anlamına gelir. Çoğu zaman da "bayram terimi" hem belirli bir günün ve hem de o gün işlenen belirli hareketlerin adı olur. Pey­gamberimizin, yanında çalgı çalan iki cariyeyi yadırgayan Ebu Bekir'e cevap teşkiîeden "Bırak onları, ya Ebu Bekir! Her kavmin nasıl bir bayramı varsa bu da bizim bayra­mımızdır" hadisinde ttrim bu çifte anlamı içerir.

Yine yukardaki hadise dönecek olursak Peygamberimi­zin kendisine soran sahabiye dönüp "Orası cahiliye araplarımn bayram yerlerinden biri mi idi?" diye sorarken cahili-ye araplarınm bayram olarak kutladıkları geleneksel bir toplantıyı kasdetmiştir. Bundan da belirli bir yerin cahiliye döneminde bayram yeri olarak kullanılmasının -öyle adan­mış bile olsa- orada kurban kesmeye engel olduğu ortaya çı­kar. Aynı yerin cahiliye putlarının korunduğu yer olması ha­linde de durum böyledir. Yoksa Peygamberimizin bü soru­lu cevaplı sözleri tutarsız ve bağlantısız olur.

Kolayca analaşılacağı gibi bu yasaklamanın ana sebebi ya cahiliye dönemi araplarmın tapınma yeri edinerek saygı gösterdikleri bir yere saygı gösterilmiş olması ya özellikle orada kurban kesmekle onların tapınmalarına ortak bulun­muş olması veya onların oradaki bayram töreninin hortlatıl-maşı tehlikesidir. Çünkü bu davranışta ya eylemin yeri ya doğrudan doğruya eylemin kendisi veya eylemin zamanı söz konusu olabilir.

Eğer yasağın gerekçesi söz konusu yerin Özellikle seçil­miş olması ise -ki anlaşıldığı kadarı ile sebep budur- bunun sebebi, burasının cahiliye araplarının bayram yeri olması­dır. Nitekim belirli bir yer s°eçme niyeti var olmakta devam ettiği halde seçilen yerin böyle bir sakınca taşımadığı orta­ya çıkınca orada kurban kesilmesine izin verildiğini görü­yoruz. Demek ki, sakıncalı olan ve kaçılmasıgereken şey, ca­hiliye araplarının kurban kesme olarak geçilmesidir. O hal­de cahiliye araplarının bayram yerinin kurban kesme yeri olarak belirlenmesi sakıncalı olunca doğrudun doğruya on­ların bu bayramlarını benimsemenin hükmü nice olur, bu­nu varın siz düşünün.

Öteyandan Peygamberimiz belirli yerde kurban kesme­yi cahiliye araplarmın putlara taparak Allah'a şirk koştuk­ları yer olduğu için hoş görmediğine göre bu durum Allah'a şirk koşmanın ve putlara tapmanın daha kesin bir yasak ol­masını gerektirir. Eğer bu yasağın gerekçesi orada kurban kesmenin cahiliye araplarmın bayramlarına katılmak oldu­ğu kabul edilirse bu bizim meselemizin ta kendisidir. Çün­kü bu takdire göre orada kurban kesmek, cahiliye arapları-nın bayramlardaki hareketlerine katılmak demek olduğu İçin yasaklanmış olur. Yoksa bunun başka bir sakıncası yoktur.

Birinci ihtimal daha akla yakındır. Çünkü Peygamberi­miz sözünü ettiğimiz sahabiye cahiliye araplarmın bayram­ları sırasında orada kurban kesip kesmediklerini değil, ora­sının eski bayram yeri olup olmadığını sormuştur. Ayrıca Peygamberimizin "Orası cahiliye araplarmın bayram yerle­rinden biri mi idi?" cümlesinin zamanına dikkat edilirse bu sorunun sorulduğu günlerde böyle bir bayramın olmadı­ğı anlaşılır. Bu nokta gayet açıktır. Bunun yanında aynı konudaki bir başka hadiste bu olayın veda haccı sırasında meydana geldiği bildiriliyor ki, o zaman müşriklerin bütün bayramları unutulmuş, geçmişe gömülmüştü.

Şimdi düşünelim. Peygamberimiz, kafirlerin bayramla­rını kutladıkları bir yerde kurban kesmeyi yasaklıyor. Oy­sa o kafirler müslüman olmuşlar ve söz konusu bayramı ter-ketmişlerdir. Soruyu soran sahabi de orayı bayram yeri edinmiyor, sadece orada kurban kesmek istiyor.

Bundan açıkça anlaşılan şudur ki, bu yasak, müşriklerin bayramlardan bazı kalıntıların yaşamaya devam etmesine açık kapı bırakmamak içindir. Başka türlü söylersek orada kurban kesmenin söz konusu yerin niteliğini hortlatmak ve eskiden olduğu gibi bayram yeri edinilmesine kapı açmak tehlikesine yolaçacağından endişe edilmiştir. Oysa anla­şıldığı kadarı ile söz konusu bayram yeri, cahiliye arapiari için sadece bir bayramlaşma ve oyun alanı idi. Bu durum, Medineli müslümanlarin (Ensar'ın) "Bu günler cahiliye dö­neminde oyun oynayıp eğlendiğimiz iki gündü" demele­rinden anlaşılıyor. Anlaşılan cahiliye araplarmın bayramlan tapınma niteliği taşımıyordu. Bu böyle olduğu için Pey­gamberimiz (s.a.v.) söz konusu adak yerinin putların korun­duğu yer mi, yoksa bayram yeri mi olduğunu sorarak bu iki çeşit yerin biribirinden farklı olduğunu işaret etmiştir. Sö­zün kısası, bu olay, cahiliye bayramlarında yapılan hareket­lerin herhangi birini işlemenin, ne şekilde olursa olsun, ke­sinlikle yasak olduğunu belirtmektedir.

Öteyandan islam açısından kitaplı kafirlerin (yahudiler ve hrıstiyanlann) bayramları ile diğer kafirlerin bayramla­rı aynı niteliktedir. Tıpkı bu iki zümrenin kafirliğinin aynı şekilde bayram oluşu gibi. Gerçi bu zümrelerin bazısının küf­rü diğerlerinkinden daha ağır olabilir, ama islam açısından hükümleri değişmez. Yalnız şu var ki, kitaplı kafirler din­lerinde ve dolayısıyla bayram törenleri konusunda, bunla­rı gösteri şekline büründürmemeleri şartı ile, serbest bırakıl­dıkları halde diğer kafirlere böyle bir serbestlik tanınmamış­tır.

Bu fark bir yana bırakılacak olursa, aslında kitaplı kafir­lerin tapınma ve din karakterli bayramları, başka kafirlerin oyun ve eğlence nitelikli bayramlardan daha haramdır. Çün­kü Cenab-ı Allah'ın (c.c.) öfke ve hoşnutsuzluğuna hedef olan bir tapınma, O'nun yasak kıldığı yollardan nefsin ar­zularını tatmin etmekten daha ağır bir haramdır. Bu yüzden Allah'a şirk koşmak, zina işlemekten daha ağır bir suç sa­yılmıştır. Yine bu yüzdendir İcr, kitaplı kafirlere fyahudi ve hristiyanlara) karşı verilen mücadele (cihad) puta ta­panlara karşı verilen mücadeleden daha üstün tutulmuş ve kitaplı kafirlere savaşırken şehid düşenlerin sevabı iki şehid sevabı kadar olmuştur.

Şeriat koyucu (Allah ve Peygamber) putperestlerin bay­ramlarına karşı kesin tavır aldığına ve bunu Arap yarımada­sında bir daha ortaya çıkmalarından şeytanın ümit kestiği ca­hiliye dönemi kafirlerinin gelenek kırıntıları müslümanlara bulaşabilir endişesi ile yaptığına göre diğer kafirlerin gelenek kırıntılarının müslümanlara bulaşma tehlikesi daha çok ve buna bağlı olarak bunlarla ilgili yasak daha kesindir.

Gerek yukardaki ve gerekse benzeri hadislerin bize öğ­rettiği bir başka gerçek de şudur. Demek ki, cahiliye döne­mi araplarmm vaktiyle toplantılar düzenleyerek kutladıkla­rı bir takım bayramları vardı. Fakat Peygamber Efendimi­zin (s.a.v.) ortaya çıkışından sonra Cenab-ı Allah (c.c.) bu bayramları sildi, bütün izleri ile ortadan kaldırıverdi.

Herkesin bildiği bir şeydir ki, eğer Peygamberimiz bu bayramları yasaklamasaydı, onların kutlanmasına karşı çık­masaydı, insanlar kendiliklerinden bu bayramları bırak­mazlardı. Çünkü bu bayramlardaki şenliklerden pek hoşla­nan insan tabiatı bu toplu eğlencelere karşı kuvvetli arzu duy­maya devam ediyordu. Özellikle oyun ve haz unsurları bas­kın batıl gelenekli bayramlara karşı duyulan arzu daha kat­merli idi. Öteyandan bu bayramlar uzun yıllar boyunca pe­riyodik olarak tekrarlana tekrarlana toplumun köklü alışkan­lıkları haline gelmişlerdi ve alışkanlık da insan için "ikin­ci bir tabiat" demekti. Motifleri canlı ve güçlü olduğuna gö­re eğer güçlü ve ısrarla bir karşı koyma ile engellenmemiş olsalardı, bu bayramlar ortadan kalkmaz, insanların hafıza­larından silinmezlerdi.

Bu da kesinlikle gösterir ki, takva sahiplerinin önderi olan Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ümmetin ısrarlı bir şekilde ka­firlerin bayramlarından uzak tutmuş ve her yola başvurarak bu bayramların unutulup silinmesine çalışmıştır.

Öteyandan Peygamberimizin kitablı kafirleri dinlerinde serbest bırakması, ümmetinin onların bayramlarına bulaşma­larına açık kapı bırakıcı bir anlam taşımaz. Tıpkı bunun gibi onlara tanınan bu din hürriyeti, müslümanların onların diğer kötülük ve günahlarına yanaşmaları için de bir baha­ne olarak kullanılamaz.

Tam tersine Peygamberimiz bir çok mubah işlerde ve iba­det biçimlerinde kitablı kafirlere karşı ters düşmeyi üm­metine ısrarla emretmiştir. Peygamberimiz bu kesin tutumu takınırken az sakıncalı konularda belirebilecek bir uyuşma­nın onların diğer çok sakıncalı geleneklerine, uymaya kapı açacığını düşünerek basit konulardaki karşı çıkmanın müs-lümanlarla onların diğer düşünce ve gelenekleri arasında en­gel oluşturmasını istemiştir. Çünkü sen bir müslüman ola­rak cehennemliklerle arandaki uyuşmazlık mesafesini ne ka­dar geniş tutarsan, bu cehennemliklerin zihniyet ve davra­nışlarından o kadar daha uzak kalırsın. .'4 Peygamberimizin bu konudaki duyarlılık ve titizliği sı­nırsız olmuştur. Bütün bu duyarlık ve titizlik Allah'ın gerek O'na ve gerekse müslümanlara dönük bir bağışı (fazile­tedir. Fakat çoğu kimseler ne bu nimetin farkındadırlar ve ne de ona karşı şükür borçlarını yerine getiriyorlar.

Bu konudaki sünnet kaynaklı diğer bir delil Buhari ile Müslim'in, Ayşe'ye (r.a.) dayanarak naklettikleri şu olay­dır. Ayşe diyor ki:

"Bir defasında (babam) Ebu Bekir bize geldi. O sırada ya­nımda bulunan iki Ensar kökenli cariye, Buas savaşı sırasın­da Ensar tarafından söylenmiş olan şarkıları okuyorlardı. As­lında bu cariyeler şarkıcı kadınlar değillerdi. Babam bu du­rumu görünce:

"Hiç Rasulullah'in evinde şeytan şarkısı söylenir mi?" de­di. Buna karşılık Rasulullah:

"Ya Ebu Bekir, her kavmin nasıl bir bayramı varsa bu da bizim bayramımızdır" buyurdu. Diğer bir rivayete göre ise Peygamberimizin sözleri:

"Ya Ebu Bekir, her kavmin bir bayramı olduğu gibi bu gün de bizim bayramımızdır" şeklindedir.

Yine Buhari ile Müslim'in ortaklaşa yer verdikleri bir başka rivayete göre Peygamber Efendimiz, Ebu Bekir'e:

"Bırak onları, Ya Ebu Bekir, bu günler bayram gün­leridir. Bu günler Mina günleridir"[79] şeklinde cevap ver­miştir. [80]

 

Bizim Bayramlarımız

 

Bu hadisten çıkan başlıca sonuçlar şunlardır:

1- Peygamberimizin "Her kavmin nasıl bir bayramı varsa bu da bizim bayaramımızdır" şeklindeki ifadesi her kavmin kendine mahsus bayramı olmasını ve bu bayramın sadece o kavme özgü olmasını gerektirir. Nasıl ki, Cenab-ı Allah'ın (c.c):

"Herkesin yöneldiği bir yönü vardır." (Bakara: 2/148) "Her biriniz için ayrı bir şeriat ve yol belirledik"

(Maide: 5/48)

şeklindeki ayette her ümmetin kendisine mahsus ayrı birer yönünü ve şeriatının olacağını belirtiyorsa bu da böyledir. Buna göre yahudilerin ve hnstiyanların kendilerine mah­sus aynbayramlanöldüğüne göre, nasıl ki onlarla kıbleleri ve şeriatleri konusunda aramızda ortaklık yoksa, kendileri­ne özgü bayramları konusunda da onlarla ortaklaşamayız. Bu böyle olduğu gibi, buna göre, onları da bizim bayramlarımı­zı benimseyeme çağiramayiz.

2-  Yukardaki hadisten çıkabilecek diğer bir sonuç da şudur: Peygamberimizin "Bizim de bayramımız bu gün­dür' şeklindeki sözü olmasını ve başkalarının bayram şen­liklerine katılmamızın söz konusu olmamasını gerektirir. Ni­tekim Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai'nin, sahabilerden Uk-be b. Amir'e (r.a.) dayanarak bildirdiklerine göre Peygam­ber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Arafat günü, Kurban günü ve Mina günleri biz müs-lümanların bayram günleridir. Bu günler yiyip-içme günleridir."[81]

Bu hadis de bizim bayram konusunda başkalarından ay­rı ve kendimize özgü olmamızı, ayrıca da bu beş günün bi­ze mahsus bayram günleri olmasını vurguluyor. Çünkü bu bayram, bu terimin yukarda değindiğimiz "zaman" ve "yer" anlamlarını içeren uzunca süreli bir bayramdır. Bu yüzden "Büyük Bayram" adını almıştır. Bayramlık niteliklerini tam olarak bünyesinde bulundurduğu için burada bayram­lık hükmü sırf ona yüklendi. Belki de bunun sebebi bir kaç günün sürmesidir. Çünkü biz müslümanlarm birkaç gün sü­ren başka bir bayramımız yoktur.

3- Hadisten çıkan bir başka sonuç, Peygamberimizin "Her kavmin bir bayramı olduğu gibi bizim de bayramımız bu gündür" gerekçe ile cariyelerin yanında def çalıp şarkı söylemesini serbest bırakmıştır. Bu tutum, söz konusu ser­bestliğin o günün müslümanlarm bayramı olmasından kay­naklanmasını ve kafirlerin bayramları için geçerli olma­masını gerektirir. Yani müslümanlarm bayramlarında tanı­nan oyun oynama serbestisi, kafirlerin bayramları için söz konusu değildir. Çünkü eğer bizim bayramlarımızdaki oyun­ların benzerlerini kafirlerin bayramlarında da oynamak ser­best olsa Peygamberimiz "Her kavmin bir bayramı olduğu gibi bu gün de bizim bayramımızdır" demezdi. Bu ifade oyun oynama serbestisini her ümmetin kendine özgü bayramı oluşuna ve bizim de bayramımızın "bu gün" olmasına bağ­lıyor. O halde müslüman bayramlarında yapmamıza izin verilen oyun ve eğlenceleri başka bayramlarda da yapmamız caiz değildir. Bu da oyun v e eğlence konusunda başkaları­na benzememizin yasaklandığının delilidir. Zaten bizim de asıl belirtmek istediğimiz budur.

4- Bu hadisin düşündürdüğü bir başka gerçek de şudur. İslamiyetin ilk yıllarında Hz. Ömer zamanına kadar Arap ya­rımadasında önemli sayıda yahudi ve hnstiyan yaşıyordu. Peygamberimiz zamanında Medine'de yahudiler vardı. Ra-sulullah onlarla barış antlaşması imzaladı, fakat bu antlaş­ma zaman zaman onlar tarafından tek taraflı olarak bozul­du. Medine'deki bu yahudi azınlık, sayıca çok olmamakla birlikte, varjlığını daha sonraki yıllarda da devam ettirdi. Hat­ta Peygamberimiz (s.a.v.) vefat ettiğinde zırhı bir yahudide rehin olarak bulunuyordu. Yemen'de de çok sayıda yahudi vardı. Hrıstiyanlar yoğun olarak Necran ve Farslar da Bah­reyn yöresinde yaşıyorlardı.

Kolayca tahmin edileceği üzere bu gayri müslim gurup­ların kutladıkları bazı bayramları vardı. Yine bilinen bir gerçektir kİ, bayramların yiyip-içmek, güzel elbiseler giy­mek, süslenmek eğlenmek ve tatil yapmak gibi geleneksel motifleri, her hangi bir önleyici engel varolmadıkça nefis­ler için çekici şeylerdir. Özellikle çocuklar, kadınlar ve ay­laklar böyle şeylerden çok hoşlanırlar.

Oysa islam tarihini iyi inceleyenler bilirler ki, müslüman-ların Peygamberimiz zamanında bu gayri müslim gurupla­rın bayramlarına ne katıldıkları görülmüş ve ne de bu bay­ram günlerinde yaşam tarzlarında her hangi bir değişiklik yapmışlardı. Tersine o günler, Peygamberimiz ile öbür müs-lümanlar için, senenin diğer günleri gibi normal günlerdi. Bu günlere hiçbir özellik tanımazlardı. Yalnız bazı müslüman-lann gayri müslimlere ters olmayı fiilen isbatlamak için, o günlerde oruç tuttukları görülüyordu.

Eğer bu ilk müslümanların doğrudan doğruya Peygam­berimizden öncekileri dinleri kedilerine bu bayramlara ka­tılmaktan alıkoyucu bir nitelik taşımayasydı, hiç değilse bazılarının bu yabancı bayramalara şu veya bu oranda özenmesi gerekirdi. Çünkü insan tabiatı ile sosyal gelişmeler bi­ze bu konuda insanlardaki arzuların güçlü olduklarını ve di­ni bir engel olmasaydı, bu arzuların kendilerini ifade etmek­ten geri kalmayacaklarını göstermektedir.

Müslümanların halifeler dönemindeki tutumu da böyle ol­muştur. Zaman zaman tek-tük bazı müslümanlann bu bay­ramlara seyirci olarak katıldıklarının görülmesi üzerine Hz. Ömer ve diğer sahabiler bunu yasaklayıp önlemişlerdi.

Dikkat edilirse bu tek-tük sayıdaki müslümanlann yaban­cıların bayramlarında yaptıkları hareketleri yapmaları söz ko­nusu bile değildir. Hatta bir kısım müsülümanlann bu gün­lerde oruç tutarak gayri müslimlerden farklı olduklarını or­taya koymalarını yayginlaşınca çoğu fıkıh bilginleri bu tu­tuma karşı çıkmışlardır. Çünkü bu tutum da belli-belirsiz bi­çimde bu bayram günlerine saygı göstermek anlamına ge­lebilirdi. Bu durum müslümanlann Peygamberlerinden gay­ri müslimlerin bayramlarına katılmama direktifi aldıkları­nı açıkçı göstermez mi? İyice düşünürsek bunun apaçık ol­duğunu görürüz.

5- Bu hadisin hatırlattığı diğer bir nokta da büyük hadis kaynaklarının ittifakla Ebu Hureyre'ye dayandırarak naklet­tikleri şu hadistir. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Biz kıyamet günü öncü olacak olan sonuncularız. Çünkü onlara bizden önce kitab verildiği halde bize on­lardan sonra kitab verildi. Bu gün (cuma günü) Allah'ın onlara da farz kıldığı fakat üzerinde anlaşmazlığa düş­tükleri ve Allah'ın bize doğru olarak benimsemeyi nasip ettiği bir gündür. İnsanlar bu konuda bize bağımlıdır. Yahudiler onun ertesi gününü, hristiyanlar ise bir son­raki günü benimmemişlerdir."[82]

Öteyandan aynı konuda Müslim'in, Ebu Hureyre ile Huzeyfe'ye dayanarak bildirdikleri başa bir hadis te şöyle­dir:

"Allah bizden öncekileri cuma gününden saptırdı. Cumartesi günü yahudilerin, pazar günü ise hnstiyan-iarin olduğu halde Allah cuma gününün bizim olmasını nasip etti. Böylece cuma, cumartesi ve pazar günleri ar-darda sıralandı. Onlar Kıyamet günü de bizden arka siradadadırlar. Biz dünyalıların sonuncuları olduğu­muz halde Kıyamet günü haklarında ilk hüküm verile­cek olanlarız."[83]

Şunu da belirtelim ki, Peygamberimiz bir çok konuş­malarında cuma gününü "bayram" diye adlandırmış ve ta­şıdığı bayram niteliğinden dolayı sırf bu günde oruç tutul­masını yasaklamıştır.

Şimdi bu hadiste görüyoruz ki, peygamberimiz (s.a.v.) cu­ma gününün bize (müslümanlara), Cumartesinin yahudile-re ve pazar gününüde hnstiyanlara ait olduğunu belirtiyor. Bu ifade tarzı kategorik bir bölüştürmeyi dile getirir. Çün­kü diyelim ki, ortada üç takım elbise varken bize "Bu takım senin, bu Zeyd'in ve bu da Amr'ındır" dense bu ifadeden herkesin elbisesinin kendisine ait olduğu ve diğer iki arka­daşın bu payda hiçbir ilgilerinin bulunmadığı anlaşılır.

Şimdi eğer biz kalkarda bayram (ve tatil) günü olarak ya­hudilerin cumartesi gününü veya hrıstiyanların pazar günü­nü benimsersek bu hadise aykırı davranmış oluruz. Hafta­lık bayram gününde hüküm böyle olduğu gibi yıldönümü ni­teliği taşıyan bayramlarda da durum böyledir, arada fark yok­tur. Hatta takvime göre belirlenen bir bayram konusunda gayri müslimlere uymak bu kadar sakıncalı olduğuna göre Rumi, Kıpti, Farisi ve İbrani takvimlerine göre belirlenen büsbütün yabancı kafirlerin bayramlarına özenmek daha da sakncahdir.

Peygamberimizin yukardaki hadiste yer alan "Biz Kıya­met günü öncü olacak olan sonuncularız. Çünkü onlara bizden Önce Kitab verildiği halde bize olardan sonra Kitab verüdi. Bu gün (cuma günü) onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri ve Allah'ın bize doğru olarak be­nimsemeyi nasip ettiği bir gündür" şeklindeki sözleri­nin anlamı -Allahualem- şöyledir:

"Biz yaratılış sırasına göre sonuncuyuz, ama Allah tara­fından hesaba çekilip cenete girme sırasında birinciyiz her-icesten önceyiz." Nitekim Tirmizi'de yer alan şu hadis de bu­na yakın anlamdadır:

"Bu ümmet, diğer bütün ümmetlerden daha önce cennete girecektir ve cennet kapısı da ilk önce Muham-med'e açılacaktır."[84]

: Çünkü bizlere diğer ümetlerden sonra Kitab verilerek on­ların arasında anlaşmazlığa yolaçan haftalık bayram günü ko­nusunda doğru olana iletildik. Bu sayede salih amel konu­sunda onların önüne geçtik. Doğru olana iletilme (hidayet) ve salih amel bakımından diğer ümmetleri geride bıraktığı­mız için bu salih amelin sevabım elde etme bakımından da onların önüne geçtik.

6- Bu hadisten çıkarılabilecek diğer bir sonuç da sahabi-lerden İbn-i Abbas'ın (r.a.) azadlisi Küreyb'in[85]şu sözlerinde ifadesini bulur: "Bir defasında İbn-i Abbas ile bir kaç sahabi arkadaşı beni Rasulullah'ın eşlerinden Ümmü Se-leme'ye göndererek kendisinden Peygamberimizin en çok haftanın hangi günlerinde oruç tuttuğunu sormamı istediler. Ümmü Seleme'ye bu soruma şu karşılığı verdi:

"Rasulullah, haftanın günleri içinde en fazla cumartesi ve pazar günleri oruç tutar ve tercihini de:

"Bu iki gün müşriklerin haftalık bayram günleridir. Bunun için onların tersine hareket etmek istiyorum"di-ye açıklardı. Bu belge, Ahmed b. Hanberin[86] "Müsned" ad­lı eserinde, Nesai'de ve İbn-i Ebu Asım'ın hadis kitabında yer almıştır.

Bu hadis, kafirlerin bayramlarına fiilen karşı çıkmanın, müstahab da olsa, meşru olduğunu gösterir, iîerde Peygam­berimizin cumartesi günü oruç tutmanın yasak olduğunu be­lirten hadisini ve yasağın yine yahudilere karşı çıkma pre-sibine dayandığını ele alacak ve ayrıca tek başına cumarte­si günü oruç tutma konusunda alimlerin görüşleri ile kafir­lerin bayramları konusunda karşı çikmanın-şeriatımızm te­mel prensibi olduğunu hep birlikte onaylayan alimler, bu günlerde oruç tutarak kafirlere ters çıkmanın mı, yoksa hiç bir özel tavır takınmayarak bu bayramları yok farzetmenin mi veya arap kaynaklı bayramlarla acem kaynaklı bayram­lar arasında fark gözetmenin mi daha yerinde olacağı husu­sunda farklı görüşler ileri sürdüler. İnşaallah, bu konuyu iler­de ele alacağız.

Bu bayramlara karşı çıkmanın "İcma-i Ümmet" kaynak­lı bir çok gerekçesi vardır ve başlıcaları şunlardır:

1- Bu gerekçelerin ilki, daha önce sünnet bölümünde vurguladığımız gibi, halen bir çok müslüman şehirde cizye ödeyerek inanç serbestliğini elinde tutan yahudi, hristiyan ve ateşperestler kendi bayramlarını özgürce kutlamakta­dırlar. Öteyandan onların bayramlarında yaptıkları hare­ketlerin bir çokları için çekiciliğini koruduğu da meydanda­dır. Buna rağmen ilk müslümanlar arasında hiç kimsenin bu bayramlara şu veya bu ölçüde katıldığı görülmemiştir. Eğer ümmetin vicdanında bu bayramlara karşı köklü bir nefret ve yasaklık duygusu kökleştirilmeseydi, çoklarının bu törenle­re katıldığı görülürdü. Çünkü sürükleyici sebebi (motifi) olan bir şeyin önünde eğer bir engel yoksa o şey kesinlikle mey­dana gelir. Demek ki, bu bayramlara katılmayı önleyen bir engel vardır. Bu engel de dindir.Bundan anlıyoruz ki, din, yani islam dini bu bayramlara katılmayı önleyen güçlü bir engeldir ki, bizim de söylemek istediğimiz budur.

2- Bu delillerin ikincisi, Ömer (r.a.) zamanında ortaya konan Kıtabli dini azınlıkların İslam diyarında bayram tö­renlerini gösterişli biçimde kutlayamayacaklan hükmü idi. Bilindiği gibi bu hükmün İslama uygun olduğu hem o günün sahabileri ve hem de daha sonra gelen fıkıh alimleri tarafın­dan onaylanmıştı. Müslümanlar kafir ve müşriklerin bayram­larını gösterişli biçimde kutlayamayacaklan konusunda gö­rüş birliğine vardıklarına göre bizzat müslümanların bu bayramlara katılması nasıl söz konusu olabilir? Bu bay-ramlardaki hareketleri müslümanların açıktan işlemeleri, kafirlerin yapmalarından daha ağır bir günah olmaz mı?

Çünkü bizim kafirleri bu bayramları açıkça kutlamaktan alıkoyuşumuzun sebebi, bunların taşıdıkları fesat niteliği­dir. Bu nitelik ya bu törenlerin doğrudan doğruya günah olan bir eylem veya günahın sembolü oluşlarından ileri gelir. Bu iki ihtimalin hangisi gerçek olursa olsun, müslümana hem doğrudan doğruya günah işlemek ve hem de günahı sembo­lize eden davranışları yapmak yasaktır. Eğer bir müslüman bu bayramlara katılmasının kafirleri yüreklendirmekten başka hiç bir sakıncası olmasaydı, sırf bu sakınca bu törenlere katılmanın yasakhğını belirten yeterli bir gerekçe olur­du. Oysa bu işin daha bir çok kötülükleri vardır ki, inşaal-lah başlacalarma ileride değineceğiz.

3- Bu delillerin üçüncüsü Hz. Ömer'in (r.a.) Ebu Şeyh İs-fahani tarafından Ata b. Dinar'a[87] dayandırılarak nakledi­len "Acem dilini konuşmaktan ve müşriklerin bayram gün­lerinde onların mabedlerine gitmekten sakınınız"[88]şeklin­deki uyarışıdır. Hz. Ömer'in bu sözleri, Beyhaki'de yer al­dıklarına ve Süfyan-ı Sevri tarafından Ata b. Dinar'a dayan­dırılarak nakledildiklerine göre daha ağır anlamlı olarak şöyledir: "Sakın acem dilini öğrenmeyiniz ve müşriklerin bayram günlerinde onların mabedlerine gitmeyiniz. Çünkü o gün onların üzerine Allah'ın azabı iner."[89]

Öteyandan yine Süfyan-i Sevri'nin, Ebu Velid'e dayan­dırarak belirttiğine göre bu konuda Abdullah b. Ömer (r.a.) şunları söylüyor:

"Kim acem diyarında ev-bark edinerek yerleşir, onların Nevruz ve Mihrican gibi bayramlarını benimser, onlara özenir ve Ölünceye kadar böyle kalırsa Kıyamet günü onlar­la birlikte haşrolur.[90] Buhari'nin bildirdiğine göre Hz. Ömer'in (r.a.) bu konudaki bir başka görüşü şöyledir:

"Allah'ın düşmanlarının bayram törenlerinden uzak du­runuz." Bu arada bir gün Ali'ye (r.a.) acemlerin Nevruz bayramını hatırlatan bir sembol getirdiler. Ali:

"Bu nedir?" diye sordu. Kendisine:   ,

"Bu nevruz gününün sembolüdür" diye cevap verilince bu sözlere:

"Her gününüzü Nevruz sayınız, (O güne özel bir önem vermeyiniz)" diye karşılık vermiştir. Ali'nin bu sözlerini nakleden Üsame:

"Onun Nevruz kelimesini belirli bir isim olarak değil, be­lirsiz bir isim şeklinde ifade etmesindeki inceliğe dikkat çek­mektir. Beyhaki'ye göre Hz. Ali'nin bu üslubu, her hangi bu­günü şeriatın belirlemediği bir olaya bağlamaktan hoşlan­madığını belirtir.[91]

Görüldüğü gibi, Ömer (r.a.) müslümanlara acem dilim öğ­renip konuşmayı ve onların bayram günlerinde sırf mabed-lerine gitmeyi yasaklıyor. Böyle olunca onların bayramla-rındaki bazı adetlerine özenmek veya onların dinlerinin ge­reği sayarak yaptıkları bir hareketi işlemek nice olur? Aca­ba onların adetlerini taklit etmek, dillerini öğrenip konuş­maktan daha büyük bir günah değil mi? Acaba onların ba­zı bayramlık davranışlarına özenmek, o günlerde sırf onla­rın mabedlerine girmekten daha sakıncalı bir hareket olmaz mı? Onlara bayram günlerinde yaptıkları günahlardan dola­yı Allah'ın gazabı indiğine göre bu hareketlerin tümünde ve­ya bir kısmında onlara katılanlar, acaba aynı akıbete uğra­ma tehlikesi ile karşı karşıya kalmazlar mı?

Yukarda okuduğumuz gibi, Abdullah b. Ömer (r.a.) de açık bir dille "Acem diyarında ev-bark edinerek yerleşen­lerin, onların Nevruz ve Mihrican gibi bayramlarını be­nimseyenlerin ve ölünceye kadar onlara özenmeye çalışan­ların Kıyamet günü onlarla birlikte haşrolacaklarmı" belir­tiyor. Bu sözlerinden anlaşıldığına göre Abdullah b. Ömer belirttiği şekilde acemlere özenenleri, ya bu taklitçiliklerinden dolayı kafir sayıyor veya bu tutumu cenennemlik olma­yı hak eden büyük günahlardan kabul ediyor. Eğer bu söz­ler ilk ihtimale yorulacak olursa o zaman bu alan kısmen acemlere Özenmek "günah" olur. Çünkü bu kısmi davranış belirlenen akıbeti hakketmede etkili olmasaydı, onu bu akı­beti gerektiren davranış bütününün bir parçası saymak yer­siz olurdu. Zira insan mubah davranışlar yüzünden cezaya çarptırılmaz. Bu arada kınanan bütünde yer alan münferit ha­reketler sadece o bütün içinde bulundukları takdirde kötü­dürler diye bir şey yoktur. Tersine kötü olduğu belirtilen bü­tün parçaları da ayrı ayrı kötüdürler.

Doğrusunu Allah bilir ya, Abdullah b. Ömer'in (r.a.) "Acem diyarında ev-bark edinip oralara yerleşmek" ten söz etmesinin sebebi şu olsa gerek. Çünkü onun yaşadığı gün­lerde müslüman olmayan azınlıkların islam diyarında açık­tan açığa bayram şenlikleri düzenlemeleri yasaklandığı için hiçbir müslümanın islam diyarında acem bayramlarına özen­mesi söz konusu değildi, böyle bir şey ancak acemlerin ül­kelerinde oturanlar için mümkündü.

Öteyandan Ali, acemlerin bayramlarındaki davranışları­na katılmak .şöyle dursun, onların bayramlarına takmış ol­dukları ismi bile onaylamaktan kaçınmıştır. İşte Ahmed b. Hanbel de bu konudaki tutumun Ali ile Ömer'in yukardaki sözlerinin anlamına dayandırarak belirlemiş ve bu görüşü­nü arkadaşlarına açıklamıştır.

Hatırlanacağı üzere İmam-ı Ahmed'in arkadaşlarından bi­ri olan Kadı Ebu Ya'la'nın hocasına dayanarak müslüman olmayanların bayram törenlerine katılmamak gerektiğini belirttiğini nakletmiştik. Onun diğer bir arkadaşı olan ve "îbn-i Bağdadi" lakabı ile anılan İmam Ebu Hasan Amidi de "Umdet-ül Hazin ve Kifayet-ül Musafiri" adlı eserinde bu konuda şunları söylüyor:

"Yahudi ve hnstiyanlann bayram törenlerine katılmak caiz değildir. Ahmed-i Henbeli bunun böyle olduğunu belir­tiyor ve bu görüşünü ve onlar ki, eğriliklere şahid ol­mazlar- ayetine dayandırıyor. Ayette geçen -eğrilikler- de­yiminin kafirlerin bayramları ve geleneksel törenleri demek olduğunu soyuyor. Bayram günleri kurdukları pazarlara gelince bu pazarlara katılıp ahş-veriş yapabilir. Ahmed-i Hanbeli bunu da belirtiyor ve şöyle diyor -Müslümanlara ya­sak olan şey, onların bayramlarında kilise ve mabetlerine gir­mektir. Pazarda satılan yiyecek maddelerinden satın alma­nın hiçbir sakıncası yoktur. Her ne kadar bu yiyecek mad-dölerini satın almakla onların bayramını sayıp takdir etme kasdı taşımış olsa bile bu alış-veriş sakıncasızdır."

Yine Ahmed-i Hanbeli'nin öğrencilerinden biri olan Hi­lal "cami" adlı eserinde bu konuda şunları yazıyor; Konu­ğumuz, müslümanlarm müşrik bayramlarına katılmaları­nın, mekruh olaşu hakkındadır. Bu konuda Muhenna diyor ki:

"Bir defasında Ahmed-i Hanbeli'ye Şam'da Tur Yabur Deyr Eyüb gibi yerlerde kutlanan bu bayramlara katılmak hakkında ne düşündüğünü sordum. Müslümanlar bu tören­lere katılarak bu münasebetle kurulan çarşılardan koyun, sı­ğır, un buğday, arpa gibi besin maddeleri alıyorlar, yalnız alış-veriş maksadı ile bu çarşılara çıkıyorlar, yoksa onların mabedlerine girimiyorlar bu konuda ne dersin" dedim. Ba­na:

"Müşriklerin mabedlerine girmez de sadece pazarlara katılırlarsa bunun sakıncası yoktur" dedi."

Görüldüğü gibi, Ahmed-i Hanbeli, müşriklerin mabed­lerine girmemek şartı ile bu bayramlarda kurulacak pazar­lara katılmayı serbest bırakıyor» Demek ki, bu törenlerde müşriklerin mabedlerine girmeyi yasak sayıyor. Nitekim yu-kardaki satırların yazarı olan girmeyi yasak sayıyor. Nite­kim yukardaki satırların yazarı olan Hilal da îmam-ı Ahmed'in bu sözlerinden, onun müslümanlann müşrik bayram­larına katılmalarını menettiği sonucunu çıkarıyor. Ahmed-i Hanbeli, bu görüşünü Ömer'in yukarda söz konusu ettiği­miz" müşriklerin kilise ve mabedlerine girmeyi yasaklayan" sözlerinin aynı anlama geien bir benzerine dayandırıyor. Bi­lindiği gibi Ömer'in o sözleri müslümanları "müşriklerin yaptıkları gibi yapmamaları" hususunda uyarıcı niteliktey­di.

Acemce konuşmak ve yılın aylarına farsça isimler ver-ma meselesine gelince Ebu Muhammed Kirmanı bu konu­da şunları yazıyor: "Konumuz yılın aylarını farsça isimle­riyle söylemek hakkındadır. Bir defasında îmam-ı Ahmed'e:

"Farslılar haftanın günleri ile yılın aylarını bizim mana­larını anlamadığımız isimlerle anıyorlar, bu konuda ne der­sin?" diye sordum. Bana bunu ağır şekilde mekruh saydığı­nı belirtti ve Mücahid'in de Farsça ay isimleri kullanarak "Azermah" ve "Deymah" demeyi mekruh gödüğünü naklet­ti. Kendisine isim farsça olan birini bu isimle çağırmanın ye­rinde olup olmadığını sordum, bunu da mekruh saydığını söyledikten sonra sözlerine şöyle devam etti:

"Bir defasında İshak'a, kitap tarihlerinin "Azermah, Deymah" gibi farsça ay isimleri kullanılarak atılıp atılama­yacağını sordum. Bana eğer bu isimler arasında çirkin an­lamlı olanı yoksa bunun sakıncalı olmadığını söyledi. îbni Mübarek, Cenab-ı Allah (c.c.) kasdedilerek "İzed" adına ye­min edilmesini mekruh saydı ve bunun gerekçesini açıklar­ken "Bu ismin bir puta izafe edilip edilmediğinden emin de­ğilim" dedi. Diğer farsça Allah isimleri ve hatta bu tip es­ki arapça isimler de böyledir. Yani putlarla ilgili olan isim­ler."

Ahmed îbn Hanbeli nin bu tip yabancı kaynaklı isimle­rin kullanılmasını mekruh sayması iki gerekçeye dayanır.

Birincisi, manası bilinmeyen bir isim, islamca haram olan bir anlama gelebilir. O halde miislüman anlamım bil­mediği yabancı kaynaklı bir ismi kullanmamalıdır. Bu yüz­den farsça, ibranice ve süryanice gibi'yabanci dillerle dua et­mek mekruhtur, çünkü söylenecek sözler arasında anlamı ca­iz olmayan sözler bulunabilir. Yukardaki belgede görül­düğü gibi, bu konuda İshak bu gerekçeyi gözönünde tutu­yor. Hemen belirtelim ki, eğer kullanılan yabancı kaynak­lı kelimenin anlamının mekruh olduğu biliniyorsa, bu keli­meyi kullanmanın mekruh olduğu kuşkusuzdur. Fakat keli­meyi kullanan kimse kullandığı kelimenin anlamını bilme­diği takdirde Ahmed-i Hanbeli, bu kelimeyi kullanmayı mekruh sayarken İshak'ın sözleri bunu mekruh görmediği izlenimini bırakıyor.

Gerekçelerin ikincisi ise yabancı kelimeler kullanan kimsenin git gide arapça dışında bir dille konuşma alışkan­lığı edinmesi sakıncasıdır. Çünkü arapça islam dininin ve müslümanların sembolüdür. Ümmetleri diğer ümmetlerden ayıran en önemli Özellik onların dilleridir. Bu yüzdendir ki, çoğu fıkıh alimleri, belki de çoğunluğu namaz kılarken ve zikrederken yapılan duaların arapçadan başka bir dille okun­masını doğru saymamışlardır. [92]

 

İbadet Dili

 

Ayrıca namazdaki zikirler arapçadan başka bir dille söy­lenebilir mi, yoksa söylenemez mi meselesi de alimler ara­sında tartışmalıdır. Namazdaki zikirler bu bakımdan üç sı­nıfa ayrılırlar:

1) Birinci kategoriyi namazda okunan Kur'an ayetleri meydana getirir.

2) İkinci sırada Kur'an ayeterf dışında kalan vacip zikir­ler gelir. Alimlerin görüş birliği ile giriş tekbiri ile çıkış se­lamlan ve vacip sayanlara göre Teşehhüd sırasındaki zikir cümleleri gibi.

3) Üçüncü sırada vacip olamayan dua, teşbih ve zikirler yer alır. Şimdi bu zikir kategorilerini, arapçadan başka bir dille okunup okunamayacakları açısından ele alalım.

1)  Heş şeyden önce Kur'an ayetleri namazda arapçada başka bir dille okunamaz. Fıkıh alimlerinin ezici çoğunlu­ğuna göre namaz kılanın arapça anlayıp anlamaması bu ba­kımdan birdir, farketmez. Bu hüküm şüphe götürmez bir ger­çektir. Hatta bazı alimlere göre Kur'an'ın bir suresi veya bir sure kadar kısmı başka bir dile tercüme edilmez. Fakat Ebu Hanife ve arkadaşlarının iyi arapça bilenlerin Kur'an-ı Ke­rim'i başka bir dile çevirip çeviremeyecekleri konusunda farklı görüşleri vardır.

2) Vacip zikirlere gelince Kur'an-ı Kerim'in arapça bil­meyen ve öğrenmeye de gücü yetmeyenler için tercüme edilmesinin yasak olup almadığı hususunda farklı görüşler vardır. Bu konuda Ahmed-i Hanbeli ile arkadaşları iki de­ğişik görüş malediliyor. Bu görüşlerin onun diğer sözleri ile daha uyumlu olanı, bu tercümenin yapılamayacağı şeklin­de olanıdır ki, bu aynı zamanda Malik'in ve îshak'ın görü­şüdür. İmam-ı Ahmed'e dayandırılan ikinci görüş bu tercü­menin yapılabileceği şeklindedir ki, bu da aynı zamanda Ebu Yusuf, Muhammed ve Şafii tarafından paylaşılan görüş­tür.

3) Namazdaki diğer zikirlere gelince yukardaki tarafla­rın her ikisine göre de bunlar namazda başka bir dile çevri­lerek söylenemezler. Malik, İshak ve Şafii"nin bir kısım ar­kadaşlarına göre böyle bir şey yapan kimsenin namazı bo­zulur. Fakat Şafii'nin kendisine göre bu zikirleri arapçadan başka bir dille söylemek mekruhtur, fakat bu yüzden namaz bozulmaz. Bizim bazı arakadaşlarımız da arapça konuşama­yan bir kimsenin namaz kılarken bu zikirleri başka bir dil­le söyleyebileceğini ileri sürmüşlerdir. Namaz, Kur'an okumak, zikir, Telbiye, hayvan keserken besmele çekme gibi ibadetleri ile evlenme, boşanma ve lian (lanetleşme) gibi söz­leşmelerde arapçadan başka bir dil kullanmanın hükmü fı­kıh kitaplarında ayrıntılı biçimde belirtilmiştir.

Zorunluluk olmadığı halde insan ve ay isimlerini acem­ce söylemek, söylenen isimlerin anlamı bilinmediği takdir­de kuşkusuz sakıncalıdır. Söylenen isimlerin anlamları bi­lindiği takdirde de Ahmed-i Hanbeli'ye göre bu mekruhluk hükmü yine geçerlidir. Çünkü bilindiği gibi, o, "Azermah" ve "Deymah"gibi ay isimlerini kullanmayı, bu isimler haram biiMnana taşımadıkları halde, mekruh saymıştır. Kesin olma­yan bilgilerime göre ona namazda farsça dua etmekle ilgi­li olarak ne düşündüğü sorulduğunda böyle bir şeyi de:

"O kötü bir dildir" diyerek mekruh saymıştır. Onun bu konudaki başlıca dayanağı Ömer'in (r.a.) yukarda açıkladı­ğımız "Acemlerin dillerini konuşmaya ve onların bayram tö­renlerine katılmayı yasaklayan" sözleridir. Maliki'nin gö­rüşü de aynıdır. Çünkü o:

"Acemce dili ile niyet edilerek ihrama girilmez, dua edilmez ve yemin edilmez" dedikten sonra:

"Çünkü Ömer, bozgunculuk olacağı gerekçesi ile acem­lerin dillerini kullanmayı yasaklamıştır" diyerek sözlerini bağlıyor.

Öteyandan Hafrz-ı Selefi'ye göre îmam-ı Şafii bu konu ile ilgili olarak şöyle diyor: "Cenab-ı Allah (c.c.) alış-veriş-yolu ile kendi fazlını arayanlara tüccar adını verdi. Araplar da öteden beri böylelerine tüccar derlerdi. Arkasından Pey­gamberimiz de bu zümreyi Allah'ın kendilerine taktığı ada uyarak arapça dili ile tüccar adı Üe anmıştır (Aynı anlama gelen). Simsar ismi ise acem kaynaklı bir kelimedir. Buna göre arapça bilen ve konuşan bir kimsenin ticraret ile uğra­şan kimselere tüccar demesini ve arapça konuşurken acem­ce isimler kullanmamasını ister, doğru görürüz.

Çünkü Allah arapçayı diğer diller arasından seçerek Kur'an'ı bu dille indirmiş ve bu dili Peygemberinin dili yapmışır. Bu yüzden elinden gelen herkes arapça öğrenme­lidir. Zira bu dil en imrenilecek ve en özenilecek dildir. Fakat böyle derken hiç kimseye acemce konuşmayı yasak­lamak gibi bir görüşü de onaylamıyoruz."

Görüldüğü gibi, İmam-i Şafii, arapça bilen bir kimsenin konuşurken başka bir dilin isimlerini kullanmasını veya kendi diline yabancı kelimeler karıştırmasını mekruh görü­yor. Bu görüşünü belirten sözlerini az önce hep birlikte okuduk. İşte mezhep imamlarının bu konuda sahabİlerin ve bir sonraki kuşaktan (tabiin) kaynaklanan görüşleri bun­lardır. Daha Önce de Ömer ile Ali (r.a.) gibi iki büyük saha-binin konu ile ilgili düşüncelerini de öğrenmiştik. Bu arada Ebu Bekir b. Şeybe'nin şu sözünü okuyoruz:

"Farsça öğrenen kimse aldatıcı ve iki yüzlü olur. Alda­tıcı ve iki yüzlü kimsenin ise mertliği eksilir" Öteyandan îs-mail b. Ulye'nin bildirdiğine göre Sa'd b. Vekkas'ın oğlu Muhammed bir gün farsça konuşan bir gurupla karşılaşın­ca "Hak dinden sonra bu mecusilik (ateşperestlik) de neyin nesi oluyor?" diye memnuniyetsizliğini belirtti.

Ayrıca iki ayrı rivayet kanalından Ömer'e ve oğluna da­yandırılarak bildirildiğine göre Peygamberimiz (s.a.v.) bu yabancı dil konusuncja şöyle diyor:

"Kim arapça konuşabiliyorsa farsça konuşmasın. Çünkü farsça konuşmak münafıklığa yolaçar."[93]

Bu söz Peygambere maledümekle birlikte Ömer'in sözü­ne benziyor. Peygambere isnad edilmesi, açıklığa kavuştu­rulması gereken bir konudur.

Yalnız ilk mü slüm anlardan bazılarının zaman zaman bir kaç kelime tutarında acemce konuştukları olmuştur. Bunun böyle olduğunu Ebu Halde[94] ile Münzir-i Sevri'nin[95] rivayetlerinden Öğreniyoruz. Bunun sebebini anlamak zor de­ğildir. Bunu böyle yapanlar ya acem asıllı olan veya sonra­dan acemce konuşmaya alışan bir kimseye söylediklerini an­latabilmek için bu yola baş vuruyorlardı. Nitekim Peygam­ber Efendimiz (s.a.v.) de babasının göçmenlik döneminde Habeşistan'da doğan küçük yaştaki Ümm-üHalid'e[96] ye­ni bir elbise giydirdiğinde "güzel" kelimesini habeşçe söy­leyerek

"Ya Ümm-ü Halid, bu elbise güzel"[97] diye iltifat etmiş­ti*.

Fakat İslamiyetin sembolü ve Kur'an'rn dili olan arapça-nın dışındaki bir dili konuşmayı yaygın bir alışkanlık hali­ne getirmek, bu alışkanlığı şehirde, evlerde, arkadaşlar ara­sı konuşmalarda, pazar esnafı arasında, devlet adamları se­viyesinde, resmi dairelerde ve ilim çevrelerinde yaygınlaş­tırmak, hiç şüphesiz "Acemlere özenme" kapsamına giren, mekruh bir tutumdur.

Bu böyle olduğu içindir ki, ilk dönem mtislümanları ge­rek halkının ana dili rumca olan Şam ve Mısır'a, gerek yerli dili farca olan Irak ve Horasan'a ve gerekse halkı berbe­rice konuşan Kuzey Afrika'ya (Mağrib'e) yerleştikleri za­man bu yörelerin halkına arapça öğreterek bu dilin oraların müslüman olan ve olmayan kesimlerinde egemen olmasını sağlayabilmişlerdi. Söylediğimiz gibi önceleri Horasan'da da bu başarı elde edilmişken sonraları müslümanlarm arap­ça öğretme işini ihmal etmeleri sonucu tekrar farsça konuş­ma adeti hortlamış ve zamanla yanyınlaşarak çoğu müslü-manın arapçadan uzaklaşmasına yolaçmıştır. Hiç şüphesiz böyle bir sonuca yolaçmak mekruhtur.

Dil konusunda en doğru yol, arapça konuşmayı alışkan­lık haline getirmektir. Böylece çocuklar, daha küçük yaşla­rında evlerde ve okullarda bu dili öğrenme imkanına kavu­şurlar ve sonuç olarak islamın ve müslümanlarm bu kültü­rel sembolü yaygınlaşıp egemenliğini perçinlemiş olur. Bu durumda müslümanlarm Kur'an'ın, sünnetin ve ilk dönem müslümanlannin (selef) sözlerini daha kolay anlamalarını sağlar. Buna karşılık eğer insan önce bir dil Öğrenir de son­ra başkasına geçmek isterse bu iş kendisine çok zor gelir.

Aynca bilinmelidir ki, arapça öğrenmek aklı geliştirir, ah­lakı güzelleştirir ve din duygusunu güçlendirir. Bunlar ya­nında bu ümmetin Öncüleri olan sahabilere ve onlardan sonraki nesle (tabiin) benzemeyi sağlar. Onlara benzemek-de aklı geliştirir, ahlakı güzelleştirir ve din duygusunu güç­lendirir.

Bunlar bir yana, arapça islamiyetin ayrılmaz bir parça­sıdır ve onu öğrenmek farzdır. Çünkü Kur'an'ı ve sünneti Öğ­renip anlamak farzdır ve bunlar da ancak arapça aracılığı ile anlaşabilirler. O halde farzın gerekli aracı olan şey de farz­dır. Fakat bu dili öğrenmek kimi durumlarda teker teker her­kese farz iken (farz-ı ayn) kimi zaman da bazılarının öğren­mesi ile diğerlerinden yükümlülüğü düşüren bir farzdır (Farz-ı kifaye).

İşte Ebu Bekir b. Şeybe'nin, İsa b. Yunus'a dayanarak naklettiği Amr b. Yezid'in şu sözleri bu gerçeği vurguluyor: "Ömer (r.a.) eyalet valilerinden Ebu Musa el-Eşarİ'ye şöy­le bir yazı yazmıştı: İmdi, sünnet Öğreniniz, arapçayi Öğre­niniz, Kur'an'ı arapça olarak okuyunuz, çünkü o arapçadır."

Ömer'in aynı konudaki bir başka yazısı da şöyledir:

"Arapçayı öğreniniz. Çünkü arapça öğrenmek dininizin ayrılmaz bir parçasıdır. Farzları da Öğreniniz. Çünkü farz­ları öğrenmek de dininizin ayrılmaz bir parçasıdır."

Ömer'in bu genelgesinde belirtilen arapça öğrenme ve şe­riatı öğrenme görevleri, müslümanlar için gerekli olan amaçlan biraraya getiriyor. Çünkü din bir takım sözlerle bir takım davranışları öğrenmeyi gerektirir. Öyle olunca arap­ça. öğrenmek, dince gerekli sözlerin öğrenilmesini ve sün­neti Öğrenmek de yapılması gereken davranışların öğrenil­mesini sağlar.

Kafirlerin ve müşriklerin bayramlarından uzak kalmamı­zı gerektiren bazı akli deliller de vardır ki, başhcaları şun­lardır:

1- Birincisi, bayramlar şeriatlerin ayrılmaz birer parça­sı, onlara sembol olan davranış ve tapınmalardır. Cenab-ı Al­lah (c.c.) bunlar hakkında:

"Her biriniz için ayn birer şeriat belirledik" ve "Biz her ümmet için ayrı birer şeriat belirledik, herkes ken­di şeriatine uyar." buyuruyor. Başka bir deyimle bayram­lar, şeriatlerin kıble, oruç ve namaz gibi ana ilkeleri arasın­da yer alırlar. Buna göre kafir ve müşriklerin bayramlarına uymakla onların diğer dini ilkelerine özenmek arasında hiçbir fark yoktur. Buna bağlı olarak bu bayramları tümü ile benimsemek, bütünüyle kafirliği onaylamak, buna karşılık bu bayramların bazı detaylarına özenmek de kafirliğin ba­zı unsurlarını onaylamak demektir. Hatta bayramlar her şe­riatın sırf kendine özgü, en ayırdedici sembolleri oldukla;

için bunlara özenmek, kafir sistemlerin en kendine özgü ge­leneklerine ve en bariz özelliklerine uymak olur. Buna gö­re bu alandaki özentinin insanı kafirliğe ve kafirliği hazır­layacak şartları sürükleyeceği kesindir.

Bu özentinin ilk başlangıcının hükmü en azından isyan yani emirlere karşı gelmektir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.):

"Her kavmin nasıl bir bayramı varsa bu gün de bizim bayramımızdır" derken bayramların bu özel ayırdedici niteliğini vurgulamıştır. Bu özenti, kafirlerin bile zunnar bağ­lama gibi özel adetlerine özenmekten çok daha çirkin bir davranıştır. Çünkü zunnar kuşanmak, dini bir nitelik taşı­mayan ve sadece müslümanlarla kafirleri birbirlerinden ayırdetme amacı güden basit bir özelliktir. Oysa kafirlerin bayramları ile bu bayramlara bağlı gelenekleri hem kendi­si ve hem de bağlıları lanetlenmiş olan batıl bir dinin unsur­larıdır ve böyle olduğu için bu konuda onlara Özenmek, onların Allah'ın gazabına ve cezasına çarpılmalarına yol açan özelliklerini benimsemek demektir

Düşünelim ki, kafirlerin bu bayramlarına özgü tapınma ve adetlerin her biri, bu günün özel bir gün olarak seçilmiş olması sebebi ile gelenekleşmiştir. Yoksa eğer o gün, yılın diğer günleri gibi normal bir gün olsaydı, hiçbir özel tapın­ma ve adetle kullanmazdı. Oysa bu günün özel sayılarak se­çilmesi, en ufak bir şekilde islam dininden kaynaklandığı bir yana, tersine ona karşı çıkmak, oriu inkar etmek esasına dayanmaktadır.

2- Bu konudaki ikinci akli delil şudur: Kafir ve müşrik­lerin bayramlarında yaptıkları hareketlerin tümü Allah'ın emirlerine aykırı davranışlardır (masiyettir). Çünkü bunlar ya sonradan ortaya atılmış uydurma (bidat) şeyler veya yü­rürlükten kaldırılmış davranışlardır. Böyle bir davranış en iyimser anlamı ile bir müslümanın Beytülmukaddes'e (Kudüs'e) doğru namaz kılması gibi olur..Bu hüküm yapılan ta­pınmaların din kaynaklı oldukları durumlar için söz konu­sudur. O zaman bu tapınmanın uzantısı olan yemek, içmek, giyim, oyun ve tatil gibi adetler dini bayrama bağlı detay­lar olurlar. Tıpkı islam dininin bayramlarında görülen ben­zer adetlerde olduğu gibi.

O takdirde böyle bir özenti, özü bakımından, bazı müs-lümanlann uydurma bir bayram günü çıkararak bu günde kır­lara çıkmaları ve Ramazan bayramı ile Kurban bayramların­da meşru olan adet ve ibadetleri yapmaları gibi veya rast-ggle bir bina kurup çevresini tavaf etmeleri ve bu binayı ya­panın anısına yemekli şenlikler düzenlemeleri mesabesin­dedir. Eğer müslüman böyle bir şey yapmayı çirkin görüyor­sa aynı mantıkla kendinin olmayan bir bayram gününü kut­lamayı adet edinmesini de çirkin görmelidir. Tıpkı bazı bi-daîçilerin kimi gündelik adetlerini değiştirerek yemekli zi­yafetler düzenlemeleri veya süslü kılıklara bürünmeleri, fakat bu değişik adetlerinde tapınma amacına yer vermeme­leri gibi. Böyle bir şey en çirkin kötülükler arasında yer alır-1 sa söz konusu "gazaba uğramışlar" ile "sapıkların" bay­ramlarına özenmek bundan da daha çirkin bir kötülüktür.

Gerçi bu "gazaba uğramışlar" ile "sapıklar" uydurma ve yürürlükten kaldırılmış dinlerinde serbest bırakılmış­lardır, bu doğrudur, ama bu serbestlik, bu kimselerin açık gösteriye dönüştürmemeleri şartına bağlıdır. Yoksa müslü­man uyudurulmış veya yürürlükten kaldırılmış bir dini ne açıktan ve ne de gizli biçimde asla onaylayamaz. Kafirlere Özenmek ise tıpkı bidatçilere özenmek gibi, hatta ondan da daha kötü bir şeydir.

3- Bu özentiden kaçınılması gerektiğini belirten üçüncü akli delil de şudur: Bu alanda basit gibi görülen özentilere göz yumulduğu takdirde bu durum kesinlikle git gide daha büyük çaplı taklitlere yolaçar. Zamanla bu özenilen yabancı gelenek, halk arasında yaygınlaşınca aslı unutularak hal­kın kendi bayramı gibi benimsenmeye başlar. Hatta Al­lah'ın emrettiği bayramlara benzetilir, bazan daha da üstün tutularak nerdeyse islamın gölgelenmesine ve kafirliğin yeniden hortlamasına yolaçacak bir nitelik kazanır.

Nitekim müslüman olduklarını söyleyen çok sayıda kim­senin hrıstiyanların oruç bozumu günündeki geleneklerine özenerek aralarında hediye alıp-vermeleri, tatil yapmaları, sadaka dağıtmaları ve çocuklarına yeni elbiseler satın alma­ları bu niteliktedir. Şetanın kışkırtmaları ile benimsenen bu özentiler, bu taklitçilerin, gözünde müslüman bayramı gi­bi olmuş, hatta güvendiğim bazı dostlardan Öğrendiğime gö­re hnstiyanlara yakın yerlerde yaşayan dini bilgisi kıt ve ima­nı zayıf müslümanlar, bu özenti adetleri müslüman bay­ramlarından daha üstün tutulmakta, bu günleri Allah'ın ve Rasulullah'ın bize tanıttığı şenlik günlerinden daha coşku­lu şekilde kutlamaktadır. Benim kendi gözlerimle gerek Şam'da ve gerekse çevresinde gördüğüm yabancı özentile­ri bu iddialar doğrulamaktadır. Oysa bu yöre ilim merkez­lerine oldukça yakın ve halkının imanı oldukça güçlü bir is­lam diyarıdır.

Sözünü ettiğimiz hrıstiyanların oruç bozumu günü, Per­şembe gününe rastlar. Bu perşembenin yıl içinde belirli bir tarihi yoktur, tersine yedi hafta süren bu hrıstiyan orucuna bağlı olarak ileri geri kayar. Bu yedi haftalık oruç, arapla-rm yaz dedikleri, fakat genel olarak ilkbahar diye adlandı­rılan mevsimde tutulur. Orucun başlangıç tarihi güneş yılı takvimine göre belirli değildir, Şubat ayının ikisi ile Azar (Nisan) ayının ikisi arasında oynar. Hrıstiyanlar bu günler için güneş takvimi ile ay hesabına dayalı takvimin birbiri­ne en yakın oldukları bir pazartesi günü oruca başlarlar ve böylece hem güneş ve hem de ay hesabına dayalı takvimle­ri birlikte gözlemeye çalışırlar.

Hemen belirtelim ki, bunların hepsi onların kendileri tarafından uydurulup ortaya atılmış ve peygamberleri tara­fından getirilmiş kendi şeriatlerine de aykırı olan şeylerdir. Çünkü her şeyden önce bütün peygamberler -selam üzerle­rine olsun- bidat vakitlerini ay hesabına göre belirlemişler­dir. Peygamberlerin getirdikleri şeriatleri bozup değişti­renler yahudiler ile hrıstiy ani ardır. Neyse şimdiliksözümü-zün konusu bu değil.

Bu hrıstiyan orucunun son günü perşembeye rastlar. Er­tesi günü olan cuma gününü asılsız inançlarına göre Hz. ;İsa'nın (s.a.) çarmıha gerildiği gün kabul ederek buna "Çar­mıh Günü" adını verirler. Bu cuma ile cumartesini birbiri­ne bağlayan geceyi de Hz. İsa'nın mezarda geçirdiği kabul ederek "Işık Gecesi" diye anarlar. Bu gece büyük bir ateş ya­karak etrafında biraraya gelirler ve gökten üzerlerine nur in­diğini ve bu nurun Kudüs'teki Kamame kilisesine düştüğü­nü hayal ederier.,En son dağılırlarken bu ateşten tutuştur­dukları birer meşaleyi yanlarına alarak memleketlerine gö­türürler ve bunu uğur sayarlar. Aklı başında olan herkes bu inanç ve davranışların asılsız ve uydurma olduklarım kolay­ca anlayıverir.

Ertesi günü olan cumartesi günü yahudi kovalarlar. Pa­zar gününü ise İsa'nın (a.s.) yeniden dirilip kalktığı en bü­yük bayram günleri sayarlar. Bir sonraki pazar gününü de "Yeni Pazar" diye adlandırırlar, o gün herkes yeni elbiseler giyerler ve hep birlikte çeşitli hareketler yaparlar.

Bütün bu saydıklarımız onların bayram günleridir. Tıp­kı biz müslümanlarm Arefe, Kurban Bayramı ve Mina gün­leri gibi. Onlar oruç tutarken yağlı ve hayvan kaynaklı yi­yecek yemezler. Oruçları bitince de bayram ederlerken hay­van kaynaklı yiyeceklere, yani süt, yumurta veya etle oruç açarlar. Çoğunlukla da yumurtayı tercih ederler. Gerek bu bayramlarında ve gerekse diğer bayramlarında tapınma amaçlı çeşitli söz ve davranışlar görülür. Bunlar belli ve ke­sinleşmiş bir nitelik taşımadıkları için alimler tarafından farklı biçimlerde nakledilirler ki, bu nakillerin çoğunluğu doğrudur.

Çünkü bu adamlar dini liderleri olan papaz ve keşişler ta­rafından ortaya konan her şeyin kendileri için bağlayıcı ol­duğuna, tıpkı gökteki Hz. İsa tarafından ortaya konmuş bir ilke gibi uyulması gerektiğine inanırlar. Söz konusu dini li­derler de sık sık bazı esasları yürürlükten kaldırarak yerle­rine başka yasaklar ve yükümlülükler getirirler, daha önce­ki inanç ilkelerine aykırı şekilde farklı inaçlan uzlaşünp or­taya başka bir şey çıkarırlar ve bütün bunları yaparken yap­tıkları bu işin Allah tarafından bir şeriatin başka bir şeriat-le değiştirilmesi gibi bir misyon olduğunu kabul ederler.

Hnstiyanlar ile yahudiler bu bakımdan -ve başka bazı ba­kımlardan- birbirlerinin zıddıdırlar. Çünkü yahudiler Al­lah'ın kendi koyduğu bir şeriatı yürürlükten kaldırabilece­ğini veya yeni bir peygamber göndererek daha önceki şeri-atten farklı bir şeriat yürürlüğe koyabileceğini kabul et­mezler. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) onların bu nitelikleri­ni vurgulamak üzere şöyle buyuruyor:

"İnsanlar arasındaki bazı aptallar -Onları yönele-geldikleri kıbleden başka tarafa çeviren sebep nedir?- di­yeceklerdir."                                      (Bakara: 2/142)

Oysa hrıstiyanlar, dediğimiz gibi, şeriat koyma ve yürür­lükten kaldırma konusunda papazları ile keşişlerini yetkili saymışlardır. Bu yüzden hrıstiyanlarda istikrarlı, düzenli ve uzun ömürlü şeriat görülmez.

Maksadımız onların batıl sistemlerini bütün detayları ile bilmek değildir. Bizim için bu konuda mubah olan ma­ruf olanı, müstahap olanla vacip olanı birbirinden ayırdede-bilecek derecede münker (eğri) olanı bilmek ve böylece ondan kaçınma imkanına kavuşmak yeterlidir. Tıpkı diğer haramları bilmemizin gerekliliği gibi. Çünkü görevimiz münkerden (eğrililklerden) uzak durmaktır. Oysa münkeri ne genel olarak ve ne de ayrıntılı biçimde tanımayan kim­se ondan uzak kalmayı başaramaz. Fakat bu konuda genel bilgi yeterlidir. Ama farzla ilgili durum böyle değildir. Farzları yapmamız gerektiği için ve bir şeyi yapmak ancak detayınca inmekle mümkün olduğu için onları ayrıntılı bi­çimde bilmemiz gerekir.

Onların din amaçlı kimi yanlış ve eğri adetlerini sayma­mın sebebi bazı müslüman gurupların bunların bir kısmına kapıldıklarını ve bir çok müslümanın da bunların Allah ta­rafından lanetlenmiş yahudiliğin ve yahudilerin gelenekle­rinden olduklarının farkında olmadıklarını görmüş olmam­dır.

İşittiğime göre sözünü ettiğim hrıstiyanlar bu oruç bozu­mu bayramlarından önceki perşembe veya cumartesi günü toplu biçimde mezarlıklara giderek kabirlerin başında buhur­dan yakarlar, aynı günlerde evlerinde de buhurdan yakarlar. İnançlarına göre buhurdan yakmak bereket sağlar ve bela­ları önler. Yoksa bu buhurdanları etrafa hoş kokular yayıl­sın diye yakmıyorlar. Hatta bu buhurdan yakmayı kurban kesmek gibi bir tapınma davranışı sayarlar ve küçük boyda el çanları çalarak bunu takdis ederler, bu çan seslerine yük­sek sesle okunan bazı sözler de eşlik eder. Bu arada evlerin kapılarına ve başka yerlerine haçlar asarlar. Daha bir çok saç­ma şeyler de yaparlar ki, hepsini bilmiyorum.

Onların bazı saçmalıklarını anlatmamın sebebi, çok sa­yıda müslümanın aynı şeyleri yaptığını görmüş olmamdır. Oysa bu saçma hurafeler hristiyanlardan gelme adetlerdir. Nitekim söz konusu perşembe günü boyunca sokaklar kü­çük çan sesleri ve büyücülerin takdis avazları ile dolup ta­şar. Oysa bu sırada okunan sözlerin çoğunluğu saçma ve bir kısmı da haram ve küfür karakterlidir.

Bu konuda sıradan halk yığınlarına yapılan telkinlere göre güya takdis edilmiş buhurdan yakmak insanları naza­ra, büyüye, hastalıklara ve yırtıcı hayvanlara karşı korur. Bu saçma düşüncenin ifadesi olarak o günlerde kağıtlara çizi­len yılan ve akrep resimleri evlerin kapılarına asılır. Yapan­ları lanetlenmiş ve bulundukları yere meleklerin girmediği bu resimlerden beklenen şey, ev halkının yırtıcı hayvanla­rın zararlarından korumaktır. Bu adet sabiilerin (yıldızlara tapan bir akımın) büyücülüklerini andırır. Yine işittiğime gö­re çoğu kimseler o günlerde evlerinin kapılarına haç asarlar.

Yine çok sayıda kimse bundan sonra gelen perşembe günü topluca mezarlıklara gidip ölülerin başında buhur­danlar tüttürerek bu günleri kutlarlar. Oysa gerek bu gün ve gerekse bu günü ululaştırıp kutlayanlar Allah katında hor ve değersizdir. Böyle dememizin sebebi şudur. Asılsız yere yü­celtilip ululaştırılân bütün zamanlan, yerleri, taşları, ağaç­ları ve yapıları aşağılamak, küçümsemek vaciptir. Tıpkı insanların taptıkları putları aşağılamak gerektiği gibi. Oy­sa eğer bu putlar insanların tapınmalarına hedef olmasalar­dı, diğer taşlar gibi sayılırlardı.

Yine bu günlerde işlenen hurafeler arasında halktan top­lanan çeşitli bağışları da hatırlatmalıyız. Bu bağışlar koyun, tavuk, süt ve yumurta gibi şeylerdir ve aslında çoğu zorla toplanır. Bu davranışta iki haram biraraya geliyor. Biri bir müslümanın veya adak sahibinin malını haksız yere ye­mek, öbürü de bir hrıstiyan geleneğini hortlatıp yaşatmak. Bu günlerde köylere görevliler salınarak besin maddeleri top­lanır, bunlar değirmenlerde öğütülür, toplanan yunurtalar bo­yanır, büyük harcamalar yapılır, çocuklara bayramlıklar giydirilir ve daha bir çok şeyler yapılır ki,bunların tümü he­nüz ölmemiş, başka bir deyimle doğrudan doğruya ve eğri­ye eğri diyebilen müminlerin tüylerini ürpertir.

Bazı kimseler de bu günlerde Hz. Meryem'den üzerlerine bereket insin diye elbiselerini açık havada bir yere bıra­kıyorlar. Kalbinde en ufak bir iman pırıltısı barındıran han­gi insan, yahudi ve hnstiyanlara karşı çıkılması hususunda bunca uyarılar yapmış olan bir dinin bu kadar çirkin hura­felerden tiksinmeyeceğini bekleyebilir? Bazıları aynı amaç­la bundan da daha kötüsünü yaparak evlerinin duvarlarını ve hayvanlarını çamur ve reçine ile boyarlar. Rabbimiz bizle­ri bidatçilerin şerrinden ve bu tip bozguncuların yıkımından korusun. Hiç şüphesiz tevfik O'ndandır.

Bu açıklamaların tümü ortaya koyuyor ki, kafirlerin bay­ramlarının özel anlamlan vardır ve bu bayramlara özen­mek belirli konularda onlara benzemek demektir.

Bu şenliklerin onların dini bayramlarına mahsus göste­riler olduğu şundan bellidir ki, onlar oruçlarının son hafta­sında bulunan perşembe gününü "Büyük Perşembe" ve ar­kasından gelen cuma gününü de "Büyük Cuma" diye adlan­dırarak bu günleri olağanüstü derecede yüceltirler ve müs-lümanlann ramazanın son on gününde yaptıkları gibi bu gün­lerde diğer günlerden daha çok ibadet yapmaya başlarlar. Ayrıca hafta başı Pazar gününü de "Şaanın" adı altında bayram yaparlar.

Onlardan birinin bana anlattığına göre "Şaamn" bayra­mı oruçlarının ilk pazar gününe rastlar. O gün zeytin yaprak­lan takınarak dışarıya çıkarlar. Böylece Hz. İsa'ya benze­diklerini sanırlar. Çünkü onlara göre İsa arkasında sıpası bu­lunan bir eşeğin sırtında Kudüs'e girerek mesajını tebliğ et­meye başlamış, arkasından kalabalık bir gurubun saldırısı­na uğramıştı. Bu sı :ada yahudiler tarafından tutulmuş elle­ri sopalı bir gurup Hz. İsa'ya sopalan ile vurmaya girişin­ce sopalan yaprak açmış ve bunu gören halk kalabalığı Hz. İsa'ya secde etmişti. İşte "Şaanın" bayramı onlara göre o gü­nün anısını tazeliyor.

Bu "Şaanın" bayramı gerek Hz. Ömer'in şartları arasında ve gerekse fıkıh kitaplarında "hnstiy anların islam diya­rında açıkça yapamayacakları" gösterilerden biri olarak anılır. Onlar gerek bu bayrama ve gerekse meydan gösteri­leri ile kutladıkları diğer dini şenliklerine genel olarak "Ba-us" adını verirler. Onların dilinde "Baus" dini gösterilerin genel adıdır. Tıpkı müslümanların Ramazan ve Kurban bayramları gibi.

Şunu hemen belirtelim ki, onların Hz. İsa ile ilgili olarak naklettikleri ve olabilir cinsten olan mucizeleri ne reddeder ve ne de onaylarız. Reddetmeyiz çünkü olmaları mümkün­dür; onaylamayız, çünkü bu konuda haber kaynağı olan on­lar cahil ve fasık kimselerdir. Fakat bayramlarını kutlama ve onlar tarafından uydurulmuş veya Allah'ın yürürlükten kaldırdığı dinlerini hortlatıp yaşatma konusunda onlarla asla işbirliği yapmayız.

Yine öğrendiğime göre Kur'an-ı Kerim'in şu ayetinde Hz. İsa'ya indiği belirtilen ziyaret sofrası (Maide) onlara göre bu "Büyük Perşembe" diye adlandırdıkları gün gelmiştir. Ce-nab-ı Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor:

"Meryemoğlu İsa "Ya Allah, Ey Rabbimiz, bize önce­kilerin ve sonrakilerimizle birlikte tümümüz için bayram ve senden gelen bir mucize olacak olan bir sofra indire­rek bizi riziklandı, hiç şüphesiz en iyi rızık veren Sen'sin" dedi. Allah da "Ben size bu sofrayı indiririm ama ondan sonra aranızda nankörlük edip kafir olanları hiç bir dünyalıya vermediğim derecede ağır bir azaba çarptırı­rım." buyurdu.                                          (Maide: 5/114)

İşte bu "Büyük Perşembe" onlara göre "ziyafet sofrası (Maide)" bayramıdır. Bunun yanında arkadan gelen ilk pa­zar günü de "Kurtuluş (Fush)" "Aydınlık" ve "Büyük" gi­bi sıfatlarla andıkları önemli bir bayram sayarlar. O gün için boyalı yumurtalar ve başka yemekler hazırlarlar. Hazırladık­ları bu yemekler et, süt ve yumurta gibi hayvani besinlerden olur. Çünkü oruçları süresince bu maddeleri yemezler, sa­dece ekmek ve üzüm gibi taneli bitkilerden yapılmış yemek­lerle oruç tutarlar.

Anlattığımız bu hrıstiyan adetlerini çoğu, hatta burada an­latılmayan daha başka adetlerle birlikte şeytan tarafından kendilerini müslüman sayan çok sayıda kimseye hoş göste­rilmiş, bunlar onların kalblerine girmiş ve sempatilerini kazanmıştır. Bakıyoruz ki, adetleri ya bir kısım şeyler ek­leyerek ya bazı eksiltmeler yaparak yahud sıralarım değiş­tirerek uyguluyorlar. Bu değişiklikleri yapmalarının sebe­bi bazan özendikleri hnstiyan guruplardan öyle görmeleri ba-zdn da Allah'ın hak dininde yapmış oldukları keyfi değişik­likler gibi bu alanda da keyfi değişikliklere girişmeleridir. Fakat o gün hrıstiyanlara mahsus olduğu ve Allah'ın dinin­de hiçbir özellik taşımadığı işin hiçbir cahil müslüman aşu­re günü orucunun özü bize göre meşrudur, fakat onlar da o güri oruç tuttukları için biz oruç tutma biçiminde değişiklik yaparak (Onuncu günle birlikte dokuzuncu günü de oruç tu-turak) onlara benzememeyi sağlıyoruz. Fakat dinimizde as­la yeri olmayan, tersine onların uydurma ve yürürlükten kalkmış dinlerinden olan uydurma ve yürürlükten kalkmış dinlerinden olan adetlerin ne özlerinde ve ne de biçimlerin­de onlara özenemeyiz. Bu kuralı daha Önce belirtmiştik.

Buna göre bizimle hiçbir ilgisi olmayan, buna karışhk Özü. ile onlara mahsus olan bu günlerde değişik bir gelenek or­taya çıkarıp benimsemek meselenin özü olan belirli bir gü­nü ayırıp yüceltme bakımından onlara benzemektir.. Acem­lerin Nevruz ve Mihrican bayramlarında oruç tutmayı mek­ruh sayan alimlere göre bu gerçek açıktır. Özellikle değişik adetlere sahne olan o günler eğer onlar tarafından yüce sa­yılmış günler ise bu işin açık bir özenti oluşu daha da kesin­lik kazanır.

Bu söylediklerimizi daha açık hale getiren gelişme şudur.

Bu gün o hale gelinmiş ki, çok sayıda müslüman hrıstiyan-ca oruç bozumu bayramı olarak kutlanan ve onlar tarafından "Büyük Perşembe" diye.anılmakla birlikte aslında "Basit Perşembe" olan bu perşembe günü gelince büyük şenlikler düzenleyerek boyalı yumurtalar hazırlamak, sütler kaynat­makta, hayvanlarını kırmızı aşılarla boyamakta, Allah'ın ve Rasulullah'ın bize bildirdiği bayramlardan daha mükellef ye­mek sofraları düzenlemekte ve hac mevsimlerindekine ben­zer şekilde hediyeler alıp vermektedirler. Üstelik bunları ya­panların büyük bir çoğunluğu ve şenliğin asîmi ve dayana­ğını artık hatırlanıyor. Ortada sadece her yıl tekrarlanan düzenli bir adet kaldı, tıpkı müslümanların Ramazan ve Kurban bayramları gibi. Bu konudaki şeytanın kışkırtmala­rına mevsimin bahar olması, güneş hesabına dayalı yılın ba­şı olması ve bu günlerde et, süt, yumurta gibi hayvani besin maddelerinin bol olması gibi bahaneler de yardımcı oluyor. Oysa daha Önce belirttiğimiz gibi, bugün bir hrıstiyan bay­ramı olarak güneş yılının belirli bir gününe bağlı değildir, otuz üç günlük bir aralık içinde ileri-geri kayabilmektir. Bütün bunlar Peygamber Efendimiz (s.a.v.): "İlerde sizden öncekilerin geleneklerine uyacaksınız" şeklindeki hadisinin pratikte doğrulanmasıdırlar. Peygam­berimizin sözünü ettiği "gelenekler" kafirlerin bazı bay­ram adetlerine özenmek ve bundan alıkoymaktır.

Sınırlı bir özenme ve benzeme saydığımız bu kötülükle­re vesile ve bahane oluşturduğu gereçesi ile haram olduğu­na göre kafirliğe sürükleyen özenmelerin hükmü nice olur? Mesel haç'a (salib'e) saygı göstermek, vaftiz olmak ve "Yollar farklı olsa bile mabud (tapılan) tektir" gibi saçma sözler söylemek ve böylece ya bozulmuş ve yürürlükten kaldırılmış yahudi ve hrıstiyan şeriatlerini Allah'a ulaştırı-cı saymak veya bunlardan bazı Allah'ın dinine aykırı hüküm­leri hoş görüp onları onaylamak gibi ki, böyle bir tutum, müslüman ümmetinin görüş birliği ile Allah'ı, Rasulul-lah'ı, Kur'an'ı, ve İslam'ı inkar etmek demektir. Bunun te­meli de benzemek, özenmek ve katılmaktır.

Umuyorum ki, bu açıklamalar sayesinde İslam şeriatının tutumunun ne kadar yerinde olduğunu iyice anlamalı ve Allah'm Peygamberimize indirdiği kafirlere benzememek, onlara ters düşmekle ilgili hükümlerin bazı hikmetlerini kavramış oldu.

Bilmek gerekir ki, eğer onlara özenmenin bu çirkin ge­lişmelere yolaçtığını gözlerimizle görmemiş olsak bile in­sanın tabii yapısı hakkındaki bilgimiz ile şeriatten kaynak­lanan temel deliller yirie bu tehlikeli yolu yasaklamamızı ge­rektirirdi. Oysa şimdi bu özenmeden doğan ve bazan is-Iamdan tamamen çıkmaya yolaçan kötülükleri gözlerimiz­le görüyoruz.

Bu konuda mantıklı bir akıl yürütme (rasyonalizasyon) yaparken şöyle bir kıyas dünzenleyebiliriz.

Birinci Mukaddime: Kafirlere özenmek insanı çoğun­lukla ya küfre veya günaha bazan da her ikisine birden sü­rükler, ayrıca insana sağladığı hiç bir yarar da yoktur.

İkinci Mukaddime: İnsanı böyle bir akıbete sürükleyen şey haramdır.

Sonuç: Kafirlere özenmek, benzemeye çalışmak haram­dır.

Bu kıyası oluşturan ikinci mukaddimenin (öncülün) doğ­ruluğu kesindir, şüphe götürmez. Çünkü şeriatın kaynakla­rını derinlemesine bir incelemeden geçirdiğimiz takdirde gö­rürüz ki insanı çoğunlukla küfre sürükleyen şey haramdır. Bunlara bağlı olarak insanı genellikle küfre sürükleyen ve buna karşılık yapılmasında gerektirici bir sebep bulunma-layan şey de haramdır.

Kıyasımızın birinci mukaddimesine gelince pratikteki ge­lişmeler bunu hem gözü görenlere ve hem de körlere açıkça göstermiştir. Zaten "sürükleme" fenomeni tabii tabi bir gelişme olarak şeriat koyucu tarafından gözönünde bulun­durulmuş ve buna yol verecek bahane açık kapıların önüne kesinlikle tıkanmıştır.

4- Bu özentiden kaçınılması gerektiğini belirten dör­düncü akli delil de şudur: Bayram törenleri ve şenlikler in­sanlara din ve dünya ile ilgili yararlar sağlayan fırsatlardır. Mesela bu bayram ve şenlikleri kutlayanların bu fırsatlardan yararlanarak namaz kılmaları, zekat vermeleri, oruç tutma­ları ve hacca gitmeleri gibi. Bu nitelikleri yüzünden her şeriat bunlara yer vermiştir. Nitekim Cenab-ı Allah bu ko­nuda "Her ümmet için usulüne göre ibadet edecekleri bir ibadet yolu (şeriat) belirledik" ve "Biz her ümmet için, Al­lah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar bo­ğazlanırken, üzerlerine O'nun adını ansınlar diye bir ma-bed belirledik..." buyuruyor. (Hacc: 22/34-67)

Aynca Cenab-ı Allah (c.c.) Son Peygamberinin dili ile en eksiksiz biçimde insanların yararını garantileyen amelleri be­lirleyip açıklamaştır. Nitekim "Bu gün sizin dininizi kema­le erdirdim" ayeti bu anlamdaki "eksiksizliğe" işaret edi­yor. Bu yüzdendir ki, bu ayet hak dinin en büyük bayramı olan Kurban bayramı hakkında inmiştir.

Şeriatler kalblenn azığı ve besleyici azığıdırlar. Nitekim sahabilerden İbn-i Mesud (r.a.):

"Her davetçi konuklarına ziyafet sunmak ister, Allah'ın ziyafeti de Kur'an'dır.[98] diyor. Canlı organizmanın bir özelliği de eğer açken belirli bir yemeği yiyip ihtiyacım gi­dermiş ise artık başka bir yemeğe karşı istekli olmaması, hat­ta o başka yemeği yememesi ve eğer yiyecek olursa zorla ve isteksizce yemesidir. Bu durumda sonradan yediği yemek vücud için zararlı veya yararsızdır ve her iki durumda da kendini ayakta tutan besin kaynağı olmaz.

Tıpkı bunun gibi kulda şeriat dışı davranışlarla psikolo­jik ihtiyaçlarının bir kısmını giderince bu yabancı tatminler oranında meşru amellere karşı arzusu ve bu amellerden ya­rarlanma payı azalır. Ama bütün iştah ve gayretini meşru ainellere yönelten kimse böyle değildir. Böyle kimsenin meşru amellere karşı sevgisi artar, onlardan sağlayacağı yararın oranı yüksek olur, bu amellerle dini hayatım eksik-sizliğe ve islamiyetin kemale erdirir.

Bu yüzdendir ki, gönlünüzü huzura erdirmek için sık sık şarkı dinleyen kimsenin Kur'an'ı Kerim dinleme isteği­nin azaldığını, hatta bundan hoşlanmaz olduğunu görüyoruz. Yine bol bol seyahat edip dünyanın çekici manzaralarını ve tarihi kalıntılarını ziyaret eden bir kimsenin kalbinde böy­le olmayan bir kimseninki kadar Kabe'ye ziyaret etme şev­kinin bulunmadığını görürüz. Tapkı bunun gibi gönlünün dü­şünce ve edebiyat besinini eski Yunan ve Acem kaynakla­rından sağlamayı huy edinen kimse islam düşünce ve ede­biyatına karşı kalbinde güçlü bir arzu bulamaz olur. Bunla­ra paralel olarak kralların hayatlarını ve maceralarını oku­maya düşkün olan bir kimsenin peygamberlerin -selam üzerlerine olsun- hayatlarını ve mücadelelerini anlatan ki­taplara karşı fazla ilgi duymadıklarını görürüz. Verdiğmiz bu örneklerin hayattaki benzerleri çoktur.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ahmed-i Han-beli'nin bildirdiğine göre insan psikolojisinin bu özelliğini dile getirdiği bir hadisinde şöyle buyuruyor:

"Her hangi bir toplum bir bidat (İslama yabancı bir kültür unsuru) ortaya çıkarırsa Allah o bidat kadar sünnet payını hayatlarından çekip çıkarır."

Kendi tutum ve eğilimlerini objektif bir şekilde incele-yebilen herkes, ister sofu olsun, ister devlet adamı ve ister­se sıradan halktan biri olsun- bu gerçeğin doğruluğunu ken­di üzerinde görebilir.

İşte bu yüzündendir ki, şeriat dinde bidat çıkaranlara şid­detle karşı çıkmış ve herkesi önemle bundan kaçınmaya çağırmıştır. Çünkü bidatlere bulaşan kimselerin bu ortam­dan elele başbaşa, yani ne karlı ve ne de zararlı olmaksızın sıynlabildikilerini farzetsek bile yine sahibi üzerinde gizli etkileri vardır, hatta şeriatın yararlılığı ile ilgili duyguları kö­reltecekleri için, bu köreltme oranında sahiplerinin kalbin­de ve dini duygularında tahribata (yıkıma) yolaçarlar. Çün­kü hiçbir kalb biri atılan ve öbürü de atılan yerine konan iki şeyin sevgisini birlikte taşıyacak kadar geniş değildir.

Bu böyle olduğu içindir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) cahiliye döneminin iki bayram hakkında "Allah bu iki bayram günü yerine size onlardan daha hayırlı olan başka iki bayram günü verdi." buyurmuştur.

Buna göre insanın kalbini bidat nitelikli davranışlarla bes­lemesi, şeriat kaynaklı amellerden besin sağlamasını,- en azından yeterince besin sağlamasını engeller. Bu durum da topkı bozuk besinler yiye yiye farkına varmadan hastalanan canlı bir organizmada olduğu gibi, farkında olmaksızın in­sanın ruh sağlığını bozar, yıkıma uğratır. Umuyoruz ki, bu kısa açıklama bidatlerin bazı zararlarını açıkça ortaya koy­muştur.

Eğer bu gerçek iyice anlaşıldı ise Cenab-ı Allah (c.c.) bayramlara karşı kalblere koyduğu özlemi, arzuyu ve bu bay­ramda alınıp verilen sadakalara, yapılan şenliklere, tatille­re, birlikte duyulan sevinç ve hazlara karşı uyandırılan ili-giyi anlamakta da güçlük çekmeyiz. Bütün bu saydıklarımız çeşitli psikolojik isteklerimizi tatmin eden şeyler oldukla­rı için bayramlara karşı saygı duymamızı sağlarlar. Yine bu gerekçeye dayanan şeriat bayramlarda Allah'ı yüksek ses­lerle zikretmeyi gelenekleştirmiş, bayram süresince namaz­larda ve hutbelerde diğer namazlarda yer almamış olan yüksek sesli tekbirler getirmemiz istenmiş ve Özellikle "Bü­yük Bayram" diye adlandırılan Kurban bayramında Allah'a saygı sonucu O'nun rahmetini, dileyici ifadelere bol bol yer verilmiştir. Nitekim şu ayet buna işaret ediyor.

"İnsanlara hacci ilan et de gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gel­sinler. Gelsinler ki kendileri için bir takım faydalara şahid olsunlar ve Allah'ın kendilerine rızık olarak ver­diği hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban eder­ken) Allah'ın adını ansınlar. Bu hayvanların etlerinden hem kendiniz yiyiniz ve hem de sıkıntı içinde bulunan fa­kirlere yediriniz."                                 (Hacc: 22/27-28)

Görülüyor ki, bayramlarda yer alan insan psikolojisi için çekici nitelikteki doğal adetler bu bayramlara özgü şe­riat kaynaklı ibadetleri sevmemize yardımcı oluyor. Fakat eğer insan ruhu başka günlerde bu yönden ya kısmen veya tamamen tatmin edilecek olursa o zaman Allah'ın bayram­larına karşı duyacağı ilgi azalacağı için sevgi ve saygısı körelir, dolayısıyla o günlerde işlenecek salih amellerin üzerindeki etkisi zayıflayacağı için büyük bir manevi hüs­rana (zarar ve yıkıma) uğrar.

Yabancı bayramlarla ilgi duymanın yolaçacağı asgari zararı anlayabilmek için şöyle bir iki kişi düşünelim. Düşün­düğümüz bu kişilerden biri bütün arzusunu şeriatımızın bayramlarına yöneltirken öbürü hem şeriatımızın bayram­larına ve hem de yabancı bayramlara karşı ilgi duymuş ol­sun. Besbelli ki, bütün ilgisini sırf şeriatımızın bayramları üzerine yoğunlaştıran kimse ilgisini bizim bayramlarımız ile yabancı bayramlar arasında bölüştüren kimseye göre şeriat bayramlarını daha güçlü şekilde arzu edecektir. Bu ger­çeğin farkında olmamak ya gafletten veya umursamazlıktan ileri gelebilir. Şeiriatlerin bazı inceliklerini bilen herkes bu gerçeği iyi bilir.

İlgi bölüşüldüğü takdirde arzunun zayıflayacağını herkes tecrübeleri ile görebilir. Mesela yabancıların bayramların­da çocuklarına yeni elbiseler giydiren veya onlara diğer is­tedikleri şeyleri olan bir baba düşünelim. Bu çocukların is­lam bayramlarına karşı besledikleri saygı kesinlikle zayıf­layacaktır. Eğer biri çıkar da:

"Gönüller bu bayramların her iki türlüsüne de yer açar" derse kendisine:

"Eğer sadece birini banndırsa duyacağı sevgi daha eksik­siz olur" deriz.

5- Bu tip özentilerden kaçınmamızı gerektiren başka bir akli gerekçe de şudur: Kafirlerin bazı bayramlarına Özenip şenliklerine katılmak insanları batıl inanç ve gelenekleri ko­nusunda yüreklendirir. Özellikle cizye ve haraç baskısı al­tında ezik yaşıyorlarsa bu yüzden cesaret bulma ihtimalle­ri daha da çok artar. Çünkü bu durumda müslümanlann dinlerine Özgü bir gelenekte kendilerine uydu olduklarını gö­rürler. Bu da tabii olarak kalblerini kuvvetlendirir ve moral­lerini yükseltir. Hatta bu psikolojik avantajı fırsat bilerek za­vallı müslümanaları aşağılamaları, hor görmeleri bile müm­kündür. Hiçbir aklı başında kimse bu ihtimali uzak gör­mez. Çünkü onları boşuboşuna onurlu konuma yükselten özenticilik ile yine onları cizye baskısı altına alma tutumu nasıl birbiri ile bağdaşabilir?

6- Bu özentilerden uzak durmamızı geciktiren diğer bir akli delil de şudur: Kafirlerin bayramlarında yapılan hare­ketlerin bir kısmı küfür, bir kısma haram ve bir kısmı da eğer bir an için özenme sakıncasından soyutlanacak olursa mubahtir. Fakat bu kategoriler arasındaki fark belirgin olmak­la birlikte bu fark çoğunlukla ayırdedilmez. Buna göre alimler tarafından haram sayılmayan konulardaki özennte-ler sıradan halkı haram olduğu kesin konularda da Özenme-ye sürükler ki, pratikte rastlanan da budur.

Bu gerekçe ile daha önce sözünü ettiğimiz daha sakınca­lı özenmelere açık kapı bırakmama gerekçesi arasındaki fark şudur. Açık kapı bırakmama gerekçesini konuşurken sa­kınca olarak küçük şeylerle ilgili sınırlı özentilerin büyük çapta özenmelere yol açacağını belirtmiştik. Şimdi burada ise özenme alışkanlığının sıradan halkın dini anlayışını bu-Iandıracağını ve böylece onları iye ile kötüyü birbirinden ayırdedemez duruma düşüreceğini vurguluyoruz. Yani öte­kinde insan tabitının iradeli bir eğilimi berikinde ise insa­nın inançlarının gereğini bilememesi sözkonusudur.

7- Bu özentilerden kaçınmamızı gerektiren bir başka akli gerekçe de daha önce açıkladığımız gibi Özentinin özü ile ilgili bir inceliktir. Bu incelik şudur. Cenab-ı Allah (c.c.) insanları, hatta diğer bütün canlı varlıkları benzerler arasın­da karşılıklı etkileşme ilişkisi olacak nitelikte yarattı. Ara­daki benzerlik ne kadar çok olursa ahlak ve nitelikler arasın­daki karşılık etikileşme ilişkisi de o kadar güçlü olur. Böy­lece iş o raddeye varır ki, benzerlerinin birini diğerinden an­cak yakından bakınca ayırdedebiliriz.

İnsanlar arasındaki ortak özelliklerin sayısı çok olduğu gibi birbirlerini etkileme oranları da çok yüksektir. Bunun yanında insanla diğer hayvanlar arasındaki ortak özellikler orta derecede yani ne çok fazla ve ne de çok az olduğu için birbirlerini etkileme oranları da orta düzeydedir. Buna kar­şılık insanla bitkiler arasındaki ortak özellikler canlılar ara­sındaki en düşük düzeyde olduğu için birbirlerini etkileme oranlan da çok düşüktür.

Bu temel ilkenin pratik bir sonucu olarak işbirliği ve ortak yaşama halindeki insanların birbirlerini etkiledikleri ve birbirlerine huylar aktardıkları görülür. Bu durum bir de­receye kadar belirli bir kişi ile o kişinin ortak yaşadığı bir hayvan türü arasında da görülür yani bu kişi uzun süre yan-yana yaşadığı hayvanın bazı huylarının etkisi altına girer. Bu yüzden devecilerin kendini beğenmiş ve palavracı, uzun sü­re koyunlarla birlikte yaşayanların yumuşak başlı oluverdik-leri gibi deve ve katır güdenlere de bazı katır huylarının bu­laştığı gözlenmiştir. Köpeklerle fazla haşır-neşir olanlarla da durum böyledir.

Bu kuralın kaçınılmaz bir sonucu olarak insanlar ortak ya­şama, uzlaşma ve karşılıklı nefret azlığı ortamlarında yaşı­yorlarsa birbirlerinin ahlaklarını yüksek oranda etkileyebil­mektedirler. Bunun yanında görünür yönler arasındaki or­taklık veya benzerlik görünmeyen iç (batini) nitelikler ara­sında da yavaş yavaş oluşan, kolay farkedilmez bir ortaklık ve benzerliğe yolaçmaktadir. Nitekim müslümanlaria yan-yana yaşayan yahudi ve hrıstiyanlarm diğer dindaşlarına gö­re daha az kafir olduklarını gördüğümüz gibi yahudi ve hrıstiyanlarla çok sıkı-ftkı yaşayan müslümanların da hep kendi dindaşları ile yanyana hayat süren müslümanlardan imanca daha zayıf olduklarını tespit ediyoruz. Öteyandan dış görünüş ve gelenekler arasındaki ortaklık-arada var olabi­lecek olan yer ve zaman uzaklığına rağmen-insanlar arasın­da benzerlik ve uyuşma meydana getirir.

Buna göre birazcık da olsa kafirlerin bayramlarına özen­mek, onların lanetlenmiş ahlaklarının etkisi altına girmeye, yavaş yavaş ilerleyen gizli bir bozulma ile haram sınırları­nı zorlamaya yolaçar.

Sözün kısası olarak diyoruz ki, kafirlerin dış görünüş ve adetlerine benzemek ahlakları ve kınanmış hareketleri ko­nusunda da hatta inanç sistemleri hususunda onlara benze­menin sebebi ve açık kapısıdır. Gerek inanç sisteminde meydana gelecek olan bozulma ve gerekse benzemeden doğacak olan ahlak ve davranış yozlaşması açıkça görülüp net bir şekilde belirlenemez. Üstelik bir defa meydana gel­dikten sonra farkına varılsa bile giderilmesi ya çok zordur veya imkansızdır. Açıklamaya çalıştığımız temel ilkelerin gösterdiği gibi bu kadar önemle bir bozulmaya yolaçan her sebep de şeriat koyucu tarafından mutlaka yasaklanmakta, haram sayılmaktadır.

8- Bu özentilerden uzak durmayı kaçınılmaz kılan bir baş­ka akli sebeb de şudur: Görünüşteki benzerlik insanlar ara-sinda sevgi, sempati ve dostluk doğurur. Ayrıca kalbler arasındaki sevgi de dış görünüşlerde benzeşmeyi sağlar. Görgü ve tecrübelerimiz bunu kesinlikle kanıtlar. Öyle ki, yabancı bir yarda buluşan iki hemşehrinin birbirlerine kar­şı güçlü bir dostluk, sempati ve yakınlık duydukları görülür. Oysa bu hemşehriler kendi şehirlerinde birbirlerini tanı­mayan veya birbirleri ile kavgalı kimseler olabilirler.

Bunun sebebi de bu iki kimsenin aynı şehirden oluşunun şimdi bulundukları gurbet diyarında onları birbirlerine yak­laştıran ortak bir nitelik oluşturmasıdır. Hatta iki yolcu ve­ya gurbetçinin başlarına doladıkları sarıklar, üzerlerindeki elbiseler, saç renkleri veya binek hayvanları arasında ben­zerlik olduğu görülse, bu kadarlık bir ortak özellik bile, onlar arasından, hiçbir ortak yönleri bulunmayan başka kimselerde bulunmayan bir yakınlık meydana getirir. Nite­kim aynı dünyalık mesleğe mensup kimseler arasında, böy­le bir ortak yönleri bulunmayanlara göre daha yakın bir dayanışma olduğunu görürüz. Üstelik bu dayanışma bazan çatışmaya bile yolaçan menfaat ve düşünce bağdaşmazlık­larına rağmen varolabilmektedir. Yine aynı sebepten dola­yı birbirlerinden uzak ülkelerin bile kralları ve devlet baş­kanları arasında yakınlık, yaşama tarzı ortaklığı ve sonuç ola­rak bir çeşit dayanışma olduğunu müşahede ediyoruz. Bunların hepsi insan tabiatının doğal sonuçlarıdır. Bu sonuçla­rın doğmasını ancak kuvvetli bir din duygusu veya özel bir engel önleyebilir.

Dünyalık nitelikler arasındaki benzerlik insanlar arasın­dan sevgi ve sempati doğurduğuna göre bu benzerlik din ala­nında meydana gelirse sonuç nice olur acaba? Hiç şüphesiz bu alandaki benzerlik benzeşen kimseler arasında sampati meydana getirme bakımından daha güçlü ve daha etkili bir faktördür. Oysa yahudi ve hrıstiyanları sevmek, onlara kar­şı sempati duymak imanla bağdaşmaz. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor:

«Ey müminler, sakın yahudüeri ve hnstiyanlan dost edinmeyiniz. Çünkü onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Aranızdan kim onları dost edinirse o onlardandır. Hiç şüphesiz Allah zalimlere hidayet vermez." Kalblerinde hastalık (münafıklık) bulunanların. Başımıza bir fela­ket gelmesinden korkuyoruz.- diyerek onların (yahudi ve hrıstiyanların) arasına koştuklarını görürsün. Ama bel­ki Allah size fetih veya başka bir çıkış yolu bağışlar da o zaman bu kimseler içlerinde gizledikleri duygulardan dolayı pişman olurlar. O zaman müminler -sizinle bera­beriz, diye kuvvetli yemin edenler bunlar mıdır?- derler. Onların bütün çabaları boşa çıkmış ve kaybedenlerden olmuşlardır »                                (Maide: 6/51-52-53)

Öteyandan yine Cenab-ı Allah (c.c.) kitap ehlini umur­samazlıkları yüzünden kınayan bir dizi Kur'an ayetinde

şöyle buyuruyor:

"İsrailoğullarının kafirlerine gerek Davud ve gerek­se Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanet edilmiştir. Bunun se­bebi onların Allah'ın emirlerine karşı gelmeleri ve Al­lah'ın sınırlarını çiğnemeleri idi. Çünkü Onlar işledik­leri kötülüklerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmı­yorlardı. Bu yaptıkları ne fena bir şeydi! Onların çoğunun inkar edenleri dost edindiklerini görürsün. Ger­çekten nefislerinin onlar için hazırladığı akıbet ne kötü­dür ki, bu yüzden Allah onlara gazab etmiştir ve azab-da ebedi kalacaklardır. Eğer onlar Aİlah'a, Peygambe­re ve Peygambere indirilen gerçeklere inanmış olsalar­dı, aralarındaki kafirleri dost edinmezlerdi. Fakat on­lardan çoğu fasık (aşırı günahkar) kimselerdir."

(Maide: 5/78-81)

Görüldüğü gibi bu ayetlerde Allah'a, peygambere ve paygambere gelen gerçeklere iman etmenin kafirleri dost edinmeyi gerektirdiği ve kafirleri dost edinmenin imanın yokluğu anlamına geldiği belirtiliyor. Öteyandan Cenab-ı Al­lah (c.c.) aym gerçeği vurgulamak üzere Kur'an'in başka bir yerinde de şöyle buyuruyor:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan hiç bir insan toplu­luğu göremezsin ki; babaları, evlatları, kardeşleri veya akrabaları bile olsa Allah'a ve Rasulullah'a düşman olanlarla dost olabilsinler. Bunlar öyle kimselerdir ki, Al­lah kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile (kalb nuru veya Kur'an'Ia) desteklemiştir."

(Mücadele: 58/22)

Görülüyor ki, bu ayette Cenab-ı Allah (c.c.) kafiri seveh hiç bir müminin bulunamayacağını ve buna bağlı olarak kafiri seven kimsenin mümin olamayacağını çok açık bir ifa­de ile belirtmektedir. Buna göre kafirleri sevme anlamına ge­lebilecek olan onlara dış görünüş ve geleneklerinde benze­me tutumu haramdır. Bilinmelidir ki, kafirlere benzemek, on­ların davranış ve zihniyetlerine özenmek daha bir çok bakım­dan sakıncalı ve zararlıdır. Biz bu sakınca ve zararların saydığımız kadarı ile yetinelim. Doğruyu bilen Allah'dır. [99]

 

Kafirlere Benzemek İki Türlüdür

 

Bilinmelidir ki, kafirlere benzemek iki türlü olur. Birin­cisi taklit konusu davranışın onların dinlerine özgü bir ha­reket olduğunu bile bile yapmaktır. Eğer durum böyle ise on­ların dinlerine özgü olan bu hareket ya sırf kafirlere benze­mek için yapılabilir -ki buna seyrek rastlanır- ya söz konu­su harekete karşı beslenen arzu yüzünden yapılır veya bu ha­reketin dünya ya da ahiret bakımından fayda sağlayacağı sa­nılarak, yapılabilir. Bu üç ihtimalin hangisi sebep olursa olsun, onlara özenilerek yapılacak hareketin haram olacağı kesindir. Fakat bu kategoriye giren özenmelerin bazıların­da haramlığm sınırı büyük günah olmak hükmüne kadar varırken diğer bazılarında ilgili şeriat delilleri gereğince, küfre ulaşır.

İkinci türlüsü ise taklit hareketi, onlara özgü bir davra­nış olduğunu bilmeden yapmaktır ki, bu da ayrıca ikiye ay­rılır: Birincisi hareket özü itibarı ile kafirlerden alınmadır. Bu takdirde de söz konusu hareket ya kafirin yaptıkları gi­bi yapılır veya yer, zaman ve uygulama biçimi gibi detay­larda değişliklere uğratılarak yapılır ki, yukarda anlattığımız "Perşembe" bayramı veya Hz. İsa'nın doğum şenlikleri ör­neklerinden görüldüğü gibi müslüman halk yığınları arasın­da en çok rastlanan taklit şekli budur. Halk bu alışkanlıkla­rı gelenek haline getirmekte ve bu gelenekler zamanla ba­balardan evlatlara geçmektedir. Bu durumda çoğunluk yap­tığı şeyin kaynağını bilmez. Bu tip özentilerle karşılaşınca taklitçilere ilk önce yaptıkları hareketin mahiyeti ve hükmü anlatılır. Eğer yaptıklarından vazgeçerler ise mesele yok de­ğilse artık birinci kısımda anlatılan bile bile Özenme kapsa­mına girerler.

Bilmeyerek yapılan özenmelerin ikinci türlüsünde söz ko­nusu ortak davranış aslında kafirlerden alınmış değildir, ama bu hareketi onlar da işlemektedirler. Bu ortak hareket­te kafirlere özenme sakıncası yoktur, sadece onlara ters düşme ilkesinden uzaklaşma durumu vardır. Böyle bir dav­ranışın mekruh veya haram sayılabilmesİ için kafirlere ben­zeme faktörünün dışında kalan başka bir seri delil gerekli­dir. Çünü bu durumda bizim mi onlara özendiğimiz, yoksa onların mı bize özendikleri açıkça belli değildir, hiçbir ta­rafın öncülüğü kesin değildir. Fakat eğer böyle bir hareke­ti yapmamanın hiç zararı yoksa tafirlere ters düşmek için bu davranışı yapmamanın iyi olacağı açıktır. Çünkü daha ön-"4 ce belirttiğimiz gibi böylece kafirlere ters düşmenin yaran elde edilmiş olur.

Hemen belirtelim ki, bu tip ortak davranışlarda şeriat ba­zan bizi onlara ters düşmeye ve bazan kılık-kiyafet konusun­da olduğu gibi onları bizden ayrılmaya zorlayabilir. Bazan da ağaran saçları siyaha boyamak ve ayakkabılarla namaz kılmak örneklerinden gördüğümüz gibi onlara ters düşme­mizi müstahap saymakla yerinebilir; kimi zaman da bu ha­reket ortaklığı iftarı ve akşam namazını geciktirme konula­rında olduğu gibi mekruh olur.

Görüldüğü gibi bu tip ortak davranışların hükmü kafir­lerden alınmış hareketlere özenme durumundaki hüküm­den çok farklıdır. Daha önce vurguladığımız gibi kafirler­den aktarılmış hareketlerde aslolan haram olmaktır. [100]

 

Güneşe, Yıldızlara Dua Ve Secde Edenler:

 

Mesela yeryüzünün çeşitli yerlerinde güneşe ve diğer yıl­dızlara secde eden, onlara çeşitli dua ve saygı ifadeleri ile yalvaran, onlara akıllansıra yakışır sandıkları türlü kılıklar giydirip çeşitli yüzükler takan(!) yine akıllan sıra onlara çe­şitli tapınma yer ve zamanları ayırıp bu tapınma törenleri sı­rasında ateşler, tütsüler yakan bir çok insanlara rastlıyoruz.

Bu gerek eski dönemlerin ve gerekse günümüzün bir çok in­sanını saptırmış en önemli müşriklik biçimlerinden biridir. Hatta bu şirk biçimi İslam'a bağlı bazı kimseler arasında bi­le yayılmıştır.

Nitekim ünlü bir yazar (Fahri Razi) bu alanda "Essirrul Mektüm Fissihri vemahatabatinnücum" adı altında bir kitap yazmıştır. Bukitabda Hind, Sabii (yıldıza tapan) ve eski arap kaynaklı müşriklerin görüşleri doğrultusunda açıklamalar ya­pılmış bu arada Hind'li Tamtam, Babil'li Melkuşa, İbn-i Vahşiyye[101], Ebu Maşer, Belhi[102]ve Sabit b. Kara[103]gibi Kur'an'ın deyimi ile "Cibt" ve "Tağuf'a inanarak müşrik-liğe kapılmış,- aynı zamanda sözde müslüman olduğu ileri sü­ren sapıkların nazariyelerine yer verilmiştir. Cenab-ı Allah (c.c.) böyleleri ile ilgili olarak şöyle buyuruyor:

"Kendilerine Kitab'dan belirli bir pay verilmekle birlikte Cibt'e ve Tağut'a inanan ve kafirler için "Bun­lar mü'minlerden daha doğru bir yoldadır" diyenleri görmüyor musun? İşte onlar Allah'ın lanetine uğrayan kimselerdir. Allah kime lanet ederse artık onun için hiç­bir yardımcı bulamazsın"                       (Nisa: 4/51-52)

Bazı ilk nesil (selefi, klasik) tefsircilerin yorumuna gö­re buradaki "Cibt" büyü ve "Tağut" da çeşitli putlar anlamın­dadır. "Tağut"un şeytan demek olduğunu söyleyenler de vardır ki, her iki yorum da doğrudur.

Söz konusu kimseler büyücülük anlamına gelen "Cibt" ile "Tağut"a tapmak anlamındaki müşrikliği biraraya geti­riyorlar. Tıpkı büyücülükle yıldızlara tapmayı birleştirdik­leri gibi." Oysa bu tutum, İslam dininin, hatta diğer pey­gamberlerin öğretmiş oldukları dinlerin açık ilkelerine gö­re kesinlikle müşrikliktir ve yasaktır. Hatta hatta bu tutum peygamberlerin yasaklayıp önlemek görevi ile gönderil­dikleri en büyük şirk biçimlerinden biridir. Mesela İbrahim (a.s.) ile kavmi arasında çatışma konusu olan şirk, bu tür bir şirktir. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: * "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin muhteşem varlıklarını gösterdik ki, kesinlikle inananlardan olsun. Üzerine gece basınca İbrahim bir yıldız gördü; "Benim Rabb'im budur" dedi. Fakat yıldız batınca "Batanları sevmem" dedi. Ayı doğarken görünce "Rabbim budur" dedi. O da batınca "Eğer Rabb'im bana doğru yolu gös-termeseydi, mutlaka sapıklardan olurdum" dedi. Güne­şi doğarken görünce "İşte Rabbim bu, bu hepsinden bü-yük"dedi. Fakat o da batınca "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerin tümünden uzağım. Ben yüzümü kesinlikle gökleri ve yeri yoktan varedene çevirdim, artık ben O'na ortak koşanlardan değilim" de­di. Bunun üzerine kavmi onunla tartışmaya girişti. O on­lara dedi ki; "Allah beni gerçeğe iletmişken O'nun hak­kında mı benimle tartışıyorsunuz? Ben sizin O'na koş­tuğunuz ortaklardan korkmam. Rabb'im ne dilerse o olur. Rabbim'in bilgisi her şeyi kapsar. Hala kendinize gelip öğüt almaz insiniz? Hem siz Allah'ın, ilah olduk­ları hakkında fci£ bir delil indirmemiş olduğu şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden nasıl olur da korka­rını? Şimdi biliyorsanız söyleyin bakalım, Allah'a ina-naniar mı, yoksa O'na ortak koşanlar mı, güven içinde olmaya daha layıktırlar? Hiç şüphesiz inananlar ve imanlarını her hangi bir zulümle gölgelememiş olanlar yok mu? İşte asıl güven içinde olanlar onlardır ve hida­yete ermişler de onlardır. İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e vermiş olduğumuz hüccetlerimizdir. Biz dile­diğimizi derecelerce yükseltiriz.- Hiç şüphesiz Rabbin hikmet sahibi ve her şeyi bilendir"      (En'am: 6/75-83)

İbrahim (a.s.) böyle bir yol izlemesinin sebebi onun kav­minin yıldızlan ilah edinmiş olması, yani dua ve dilekleri­ni bu yidızlara yöneltmeleri idi. Fakat ne onlar ve nede başka her hangi bir aklı başında kimse bu yıldızlardan biri­nin gökleri ve yeri yarattığına inanmıyordu. Onlar sadece tıp­kı bu sözünü ettiğimiz müşrikler gibi, Allah'ı bir yana bıra­kıp bu yıldızlara dua ediyorlardı. Bu yüzden Kur'an-ı Ke­rim, Halil İbrahim'in dili ile şöyle buyuruyor:

"Siz ve eski atalarınız yok mu? Hep benim düşman-larımsınız. Yalnız alemlerin Rabb'i benim dostumdur"

(Şuara: 26/76-77)

Yine Kur'an'da okuduğumuza göre Halil İbrahim şöyle diyor:

"Hani İbrahim babasına ve kavmine "Ben sizin tap­tıklarınızdan uzağım, onlarla hiç bir ilgim yok" demiş­tik "Ben sadece beni yaratan Allah'a kulluk ederim. Be­ni doğru yola iletecek olan O'dur"     (Zuhruf: 43/26-27)

Görüldüğü gibi, İbrahim peygamber zamanında yaşa­yan inşaların gerek yükseklerdeki yıldızlara taparak içine düştükleri şirki ve gerekse bu yıldızları sembolize eden anıtlar ile tılsımlara veya ölmüş peygamberler ile salih amelli şahsiyetler temsil eden anıtlara taparak saplandıkla­rı müşrikliklere kesinlikle karşı çıkmakta, hatta aşağıdaki ayet'ten öğrendiğimize göre bu saplantının maddi görüntü­sü olarak ortaya çıkan putları ve heykelleri kırıp devirmek­tedir.

"Sonunda İbrahim o putları parça parça etti, yalnız en büyüklerini bıraktı, belki ona baş vururlar diye"

(Enbiya: 6/85)

Söylemek istediğimiz şu ki, yıldızlara taparak şirke sap­lanmak nasıl ki çok görülmüş bir sapıklık şekli ise ölülerden medet umarak; yani onlara dua ederek, onlara yalvararak ve­ya onlardan himmet bekleyerek şirke düşmek de sık sık görülen bir müşriklik biçimidir.

Rasulullah (s.a.v.) belirli oranda şirke yolaçabilir endi­şesi ile sırf Allah'a yöneltilmiş duaları da içeren namaz ibadetinin mezar başlarında kılınmasını yasakladığına gö­re ölülerden medet beklemek gibi şirkin ta kendisi olan bir tutuma nasıl göz yumulabilir? İster ölüden doğrudan doğru­ya bir dileği gerçekleştirmesi veya başa gelen bir belayı savması istenmiş olsun veya isterse ölülerden bu dilekleri Al-lah'dan istemeleri istenmiş olsun, farketmez.

Hatta peygamberler ve melekler gibi bazı yaratılmışla­rı araya koyarak Allah'a yemin edilmiş olsa bile bu davra­nış yasaktır. Bu iş araya konmuş yaratılmışların mezarları başında yapılmamış olsa bile. Aslında her hangi bir yaratıl­mış üzerine yemin edilemez. Böyle bir yemin hem yasak ve hem de bütün mezheb imamlarının görüş birliği ile geçersiz­dir. Yalnız acaba bu yasak harama yakın bir yasak mı, yok­sa kaçınmayı özendirici (tenzihi) bir yasak mıdır, meselesi tartışmalıdır ve daha doğru olan görüşe göre harama yakın (Tahrimi) bir yasaktır,[104] [105]

 

Peygamberler Üzerine Yemin Etmek

 

Bu meselede alimler arasında sadece Rasulullah (s.a.v.)

üzerine yapılacak yeminler tartışma konusu olmuştur. Bu meselede İmam-ı Ahmed ile arkadaşlarına mal edilen (ve hem "olur" ve hem de "olmaz" diyen) iki zıt görüş vardır. Bu arada İbn-i Ukeyl, diğer peygamberler üzerine yapılabi­lecek olan yeminleri de bu tartışmanın kapsamına almıştır. Fakat Şafii, Ebu Hanife ve Maliki gibi imamlar çoğunluğu­nun ortak görüşüne göre her hangi bir yaratılmış üzerine ya­pılacak yemin kesinlikle geçersiz olduğu gibi böyle bir ye­mini yapmak yine kesin olarak yasaktır. Doğru olan görüş de budur.[106]

Rasulullah'ı (s.a.v.) araya koyarak Allah (c.c.) üzerine ye­min etmek de aynı temel ilkeye dayanır ve aynı tartışma o konuda da geçerlidir. Mervezi Hanbeli'nin Rasulullah'ı (s.a.v.) araya koyarak Allah'a "Tevessül" edilebilir dediği­ni belirtiyor ki, bu rivayet Rasulullah'ı (s.a.v.) araya koya­rak yapılacak yeminlerin geçerli olduğu şeklindeki ona ma-ledilen görüşe uygundur. Fakat doğrusu, böyle bir yeminin geçerli olmadığı gibi bu "Tevessül"ün de yerinde olmadığı­dır. Rasulullah (s.a.v.) dışında kalan her hangi bir kimseyi araya koyarak yemin ve "Tevessül" edilemeyeceği hususun­da alimler arasında görüş birliği vardır. Başka bir deyimle dilekler sadece Allah'dan istenir ve O'nun isim ve sıfatla­rı anılarak yine O'nun üzerine yemin edilebilir. Rasulul-lah'tan (s.a.v.) bize ulaşan aşağıdaki Örnek dualar gibi:

"Allahumme inni eselüke biennelekelhamdü Eentel-lahulhannanül mennanü Bediussemavatı velardı. Ya-zelcelali velikram: Ya Rabbi, sana hamdederek dilediği­mi senden istiyorum. Sen bağışlayıcı ve bol ihsan sahibi­sin. Gökleri ve yeri yoktan varedensin. Ey celal ve ikram sahibi"[107]

Hadis niteliğindeki bir diğer dua da şöyledir:

"Allahümme inni eselüke bienneke entellahulehid es-samed ellezilemyelid ve lemyuled velamyekünlehu küfü-ven ehed: Ya Rabbi, dileğimi senden istiyorum. Sen ki, tek, başka hiç bir şeye muhtaç olmayan, doğurmamış, do-ğurulmamiş ve hiç bir dengi, benzeri olmayan Al­lah'sın"[108]

Bu tür duaların bir diğeri de şudur:

"Eselüke bikülli ismin huveleke sem m ey t e bihi nefse-ke ev enzeltehu fikitabike ev allemtehu eheden minhal-kıke evisteserte bihi fiilmilgaybi indeke: Ya Rabbi, dile­ğimi senden diliyorum. Kendine taktığın, Kitab'ında indirdiğin, her hangi bir yaratığına öğrettiğin veya hiç kimseye bildirmeyerek yanında saklı tuttuğun bütün isimlerin hürmetine"[109]

Gerek bunlar ve gerekse bunlara benzer nitelikteki dualar, alimlerin söz birliği ile, meşru (şeriata uygun) dualardır.

Bu arada Allah'dan "Eselüke bimeakıdil izzi minarşike: Ya Rabbi, senin Arş'mın yüce katından dilerim ki", diyerek bir şey istenip istenmeyeceği tartışmalıdır. Bazı alimler hakkında belge bulunduğu gerekçesi ile bu ifadenin kulla­nılabileceğini söylerken Ebu Hanife'nin böyle söylemeyi mekruh gördüğü nakledilmiştir. Nitekim Ebulhasan Kudu-ri'nin[110] Şerhi Kerhi adlı eserde bildirdiğine göre Bişr b. Velid[111] şöyle diyor:

"Ebu Yusuf'un şöyle dediğini duydum: Ebu Hanife de­di ki: Allah'a dua eden herkes yalnız O'na sığınarak dua et­melidir. Dua ederken "Bimekıdıl izzı minarşike: Arş'inin yüce katına" veya "Bihakkı halkıke: yaratıklarının hakkı için" gibi ifadeler kullanmak bana göre mekruhtur" Ebu Yusuf diyor ki:

"Bana kalırsa "Bimaekıdıl izzi minarşike" ifadesi as­lında Allah'ın kendisini ifade ettiği için dualarda kullanıl­ması mekruh değildir. Fakat "Falancanın hakkı için", "Pey­gamberlerinin hakkı için", "Kabe ve Beytullah hakkı için" gibi ifadeler kullanarak dua etmek mekruhtur".[112]

 

Sapık Sözlü Dualar

 

Kısacası alimlerin ortak görüşüne göre Allah'ın herhan­gi bir yaratığı adına ondan bir şey dilemek caiz değildir. Çün­kü yaratılanın yaratan üzerinde hiç bir hakkı olmadığı İçin hak sahibi olmayan birini araya koyarak O'ndan birşey di­lemek yerinde değildir. Fakat eğer dua ederken "Bimeakıd-dizzi minarşike" ifadesi kullanılacak olursa bu acaba bu ifade yaratılmıştan birşey istemek midir, yoksa Allah'dan di­lekte bulunmak anlamına mı gelir, meselesi tartışmalıdır. Ni­tekim Ebu Yusuf, bu ifadenin kaynaklarımızda bulunan bir duada yer aldığını ileri sürerek kullanılabileceğini söylemiş­tir. Yine kaynaklarda yer alan ve bu konuda mutlaka hatır­latılması gereken şöyle bir olay vardır: Gözleri görmeyen bir sahabi Rasululiah'a (s.a.v.) baş vurarak ondan gözlerinin açılması için Allah'a dua etmesini rica etti. Rasulullah (s.a.v.) da ona abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra şöyle dua etmesini emretti:

"Allahümme inni eselüke ve eteveccehü ileyke bine-biyyike Muhammed'in Nebiyyirrahmeti. Ya Muham-med, ya Nebiyyellah, inni eteveccehü bike ila Rabbi fi ha­ceti litakdıha ANahummc feşeffihu fiyye: Ya Rabbi, di­leğimi senden diliyor ve rahmet peygamberi olan pey­gamberin Muhammed'i araya koyarak sana yöneliyo-rum. Ey Muhammed, ey Allah'ın peygamberi, seni ara-ya koyarak Rabbime yöneliyor ve ondan bu isteğimi ye­rine getirmesini diliyorum. Bana O'nun katında şefaat­çi ol"[113]

. Gözleri görmeyen adamın bu duasının arkasından Rasu­lullah (s.a.v.) onun için dua etti ve bir süre sonra Allah'ın bu sahabiye gözlerini geri verdiği görüldü.

Bu meseleye birkaç yönden cevap verilebilir:

1- Birincisi, hiç şüphe yok ki Cenab-ı Allah (c.c.) mü'min kullarına kendi üzerinde hak belirlemiştir. Nitekim o on­ay et'te

"Mü'minlere yardım etmek üzerimize borçtur"

(En'am: 6/54) . ve başka bir ayet'te de

"Rabbiniz rahmeti kendi zimmetine yazdı" buyuruyor.

(Rum: 30/47)

Öteyandan Buhari ile Müslim'de bellirtildiğine göre sa-habilerden Muaz b. Cebel bir yolculukta Rasulullah (s.a.v.) ile ortaklaşa bindikleri bir hayvanın arka kısmında yolalır-ken Rasulullah (s.a.v,) kendisine:

"Ya Muaz, Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir bi­liyor musun?" diye sordu. Muaz'ın:

"Allah ve Rasulü bilir" diye karşılık vermesi üzerine

"Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, O'na hiç bir şeyi ortak koşmaksızm kulluk etmektir" buyurdu. Arkasından:

"Peki, ya Mu az, kuların Allah üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Muaz'dan yine:

"Allah ve Rasulü bilir" cevabını alınca da:

"Kulların Allah üzerindeki hakkı (kendi görevlerini yaptıkları takdirde) Allah'ın kendilerine azab çektirme-mesidir" diye buyurdu.[114]

Bu husus Allah'ın açık sözü ve sadık vaadi gereğince ke­sinlik kazanmış bir haktır. İslam alimleri Allah'ın sadık vaadi gereğince belirlenen hakların kesin olduğu hususun­da söz birliğine varmış, fakat "Allah, kendi kendine bir so­rumluluk yükler mi, buna bağlı olarak kendi kendine bir ya­sak koyar mı?" meselesinde tartışmaya düşmüşlerdir. "Böy­le bir şey olabilir" diyen de "olamaz" diyen de vardır.

Böyle bir şeyin olabileceğini savunanlar

"Rabbiniz rahmeti kendi zimmetine yazdı" ayet-i ile

"Ben zulmü kendime yasak kıldım"[115]diye başlayan sa­hih kudsi Hadis-i delil olarak göstermişlerdir. Bu konuda başka bir yazımızda geniş açıklamalar yaptık.

Fakat kullar için geçerli olan "gereklik" ve "yasaklar" gi­bi gereklilik ve yasakların Allah için söz konusu edilmesi, Kaderiye akımı tarafından savunulan bir görüştür.[116] Bu görüş hem sahih delillere ve hem de aklın ilkelerine ters bid'at nitelikli bir görüştür. Buna karşılık Ehl-i Sünnet akı­mına bağlı alimler, Allah'ın her şeyin yaratıcısı, Rabbi ve meliki olduğu, dilediklerinin olduğu ve dilemediklerinin olmadığı ve kulların O'na hiç zorunluk yüklemeyecekleri ilkeleriyle görüş birliği halindedirler. Bundan dolayı Ehl-i Sünnet akımına bağlı olanlar arasında Allah İçin "gerekli­lik" ilkesinin geçerli olduğunu ileri sürenler görüşlerini şöyle savunmuşlardır; "Allah rahmeti kendi zimmetine yaz­dı ve zulmü de kendine yasak kıldı. Fakat bu ilke kulların kendi aralarındaki ilişkilerde olduğu gibi kulun Allah üze­rinde hak sahibi olduğu anlamına gelmez. Bu ilke Allah'ın kullara bütün iyi şeyleri bağışladığı, onların yaratıcısı oldu­ğu kendilerine peygamberler gönderdiği, onlara imanı ve sa-Hh ameli nasib ettiği anlamındadır. Kim kaderiye ve Mute­dile akımlarının bağlıları gibi düşünerek tıpkı bir işçinin iş­veren üzerinde hak iddia ettiği gibi kulların da aynı anlam­da Allah üzerinde hak sahibi olabileceklerini ileri sürerse ca­hilce bir söz söylemiş olur".

Böyle olunca her hangi bir vasıta ile Allah'a yaklaşmak O'nun bağış ve kereminden başka bir şey değildir. Kulları­nın O'nun üzerindeki hakkı O'nun bsrğış ve ihsanı sonucu­dur, yoksa ne karşılıklılık ve nede her hangi bir kimsenin O'na yüklediği bir zorunluluk anlamında değildir. Bu kav­ramlar O'nunla bağdaşamaz. O böyle şeylerden uzak ve münezzehtir. [117]

 

Duada Tevessül

 

Eğer kullar takva gibi, salih amel gibi Allah'ın sonuç alı­cı sebep olarak belirlediği faktörlere dayanarak Allah'tan bir-şey dileyecek olurlarsa Allah dualarını kabul eder. Çünkü bi­lindiği gibi Allah bu sebeplerin sahiplerine çeşitli bağışlar­da bulunacağını, onlara tüm sıkıntılar karşısında bir çıkar yol göstereceğini ve kendilerine hiç ummadıkları yerlerden rı-zık sağlayacağını vaadetmiştir. Salih kullarının başkaları için yapacakları dualarla O'nun katında itibarlı kullarının şefa­atleri bu kategoriye girer. Bu yol, Allah'ın sebep olarak belirlediği faktörlere dayanarak O'ndan dilekte bulunma yoludur.

Buna karşılık, Allah'ın sebep olarak belirlememiş oldu­ğu bir yolla O'ndan dilekte bulunmalarına gelince, bu ya bir yaratılmışı oraya koyarak O'nun üzerine yemin etmekle olur ki, her hangi bir yaratılmışı araya koyarak Allah üze­rine yemin yapılmaz. Veya sonucu gerektirmeyecek biçim­de dilekte bulunmak suretiyle olur ki, bu da anlamsız ve ya­rarsız bir girişim olur...

Kısacası, Peygamberler ile mü'minlerin Allah'ın sadık vaadi, açık sözü ve rahmetinin sonucu olarak Allah üzerin­de bazı hakları vardır. Bu haklar, onlara yardım edip kendi­lerini yüzüstü bırakmaması, onları mutlu edip azaba çarp­tırmaması olduğu gibi bunlar Allah katında itibarlı olduk­ları için Allah onların şefaatlerini ve başkaları tarafından gel­se geri çevirebileceği dualarını kabul etmektedir.

Buna göre eğer bir kimse "senden falanca veya filanca hakkı için şunu şunu istiyorum" diye dua ederse Rabbine dua etmemiş, dileğini O'na yöneltmemiş olur. Bunun yerine Allah'ın zatına ve kendisine vaadettiği bağışa dayanacağı yerde'söz konusu şahsa dayanmış, sevgi ve saygısını ona yö­neltmiş olur.

Bu durum karşısında şunları söyleyebiliriz: Gerek doğ­rudan doğruya Allah'a sığınarak emretmiş olduğu salih amelleri işlemek suretiyle Allah'dan bir şey dilemek ve gerekse peygamberlerin ve salih kişilerin dua ve şefaatleri aracılığı ile dilekte bulunmak tartışmasız biçimde şeriata uy­gun olan yoldur. Hatta bu yol aşağıdaki ayet'lerde baş vu­rulmasını emrettiği "vesile"lerin en önemlisidir:

"Ey mü'minler, Allah'dan korkunuz. O'na yaklaştı­racak yollar arayınız ve O'nun yolunda cihad ediniz ki, kurtuluşa erebilesiniz"                              (Maide: 5/35)

"O yalvarttıkları da, onların Allah'a en yakın olanları da Rabblerine yaklaşmak için vesile ararlar; O'nun rahmetini dilerler ve azabından korkarlar" (İsra: 17/57)

Allah'a "vesile" aramak, O'na ulaştıracak uygun yol aramak, O'na yaklaşabilmek demektir. Bu yaklaştıncı yol, Allah'a ibadet etmek, O'nun emirlerine uymak .şeklinde olabileceği gibi çeşitli yararlar elde etmek veya çeşitli za­rarları baştan savmak amacı ile O'na dilek sunmak ve sığın­mak biçiminde de olabilir. Kur'an'daki "dua" sözcüğü bu an­lamı kapsamına alır. Yani hem "ibadet" ve hem de "istek sunma" anlamını birarada ifade eder. Bu iki anlamdan her biri diğerini de gerektirir.

Fakat gündelik hayatın akışı sırasında her hangi bir sıkın-, ti ile karşılaşan kulun amacı bu durumda isteğinin karşılan­ması ve başına gelen belanın savılması olur. Bu yüzden di-•lekte bulunarak ve yalvararak bu ilk amacına ulaşmaya ça­lışır. Oysa yaptığı şey aynı zamanda ve özü bakımından bir ibadettir. Böyle bir kul başındaki beladan kurtulunca yine dua aracılığı ile»bol nzka, başarıya ve genel anlamı ile mut­luluğa ulaşmak ister. Fakat bu arada yapmış olduğu dualar ve seslendirmiş olduğu yalvarmalar kendisine bu yakın amaçlarından daha Önemli ve daha değerli kazançlar sağlar. Bu kazançlar Allah'a karşı beslediği imanın pekişmesi, Al­lah desteği, Allah sevgisi, Allah'ın adını anmanın ve O'na dua etmenin hazzı gibi nimetlerdir. Demek oluyor ki dua, Al­lah'ın kullarını dünyalık dilekleri aracılığı ile yüce dini amaçlara yönettiği bir ilahı rahmet sebebidir. Dua etmeye ha­zırlanan kul öncelikle Allah'a karşı olan görevlerini yerine getirmeye yönelir; içinde canlanan Allah sevgisini, Allah bağlılığını ve Allah korkusunu O'nun emirlerini uygulaya­rak ifade etmeye çalışır. Gerçi bu tutum rızk bolluğu, başa­rı ve mutluluk gibi dünyalık amaçlan da içerir.

Bu konuda Cenab-i Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Bana dua ediniz ki, ben de duanızı kabul edeyim"

(Mü'min: 40/60)

Nitekim Ebu Davud'un bildirdiğine göre Rasulullah  (s.a.v.):

"Dua, ibadet demektir"[118] buyurduktan sonra söyle­diklerini desteklemek için bu ayet-i okumuştur. Bu ayet, Ra-sulullah'ın (s.a.v.) bu sözünün ışığında şu iki şekilde açık­lanmıştır. Açıklamalardan birine göre "Bana dua ediniz" demek, yani "Bana ibadet ediniz, emirlerimi yerine getiri­niz ki, duanızı kabul edeyim". Başka bir açıklamaya göre "Bana dua ediniz" demek, doğrudan doğruya "Benden is­teyiniz, size istediklerinizi vereyim" demektir.[119] Bu arada Buhari ile Müslim'in bildirdiklerine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Rabbimiz her gecenin son üçte birlik diliminde gök­yüzü semasına inerek şöyle buyurur: Bana dua eden var mı ki, duasını kabul edeyim, "Benden bir şey isteyen var mi ki, dileğini yerine getireyim? Benden günahları­nın affedilmesini isteyen var mı ki, günahlarını af ede­yim?" Bu sesleniş tanyeri ağarıncaya kadar devam e-der"[120]

Görüldüğü gibi Rasulullah (s.a.v.) önce duanını kabul edilmesinden ve arkasından günahlarının affedilmesini di­leyenlerin af edileceklerinden bahsediyor. Biri yarar sağla­mak ve öbürü de zararı savmaktır ki, ikisi duası kabul edi­lecek duacının amaçlarıdır. Dua konusuna açıklık getiren önemli ayet'lerden biri de şudur:

"Kullarım eğer sana benden sorarlarsa de ki; ben onlara yakınım bana dua eden duacının duasını kabul ederim. O halde onlar da benim çağrılarıma uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yola ulaşabilsinler" (Bakara: 2/186)

Bir rivayete göre bu ayet, bazı sahabilerin Rasulullah'a (s.a.v.) baş vurarak:

"Ya Rasulallah! Acaba Rabbimiz bize yakın mı ki, O'na alçak sesle yalvaralım; yoksa uzak im ki, O'na seslenelim" diye sormaları üzerine inmiştir. Görülüyor ki, Cenab-ı Al­lah (c.c.) bu ayet'te kullarına yakın, olup kendisine yapıla­cak duaları kabul edeceğini belirttikten sonra kullarını O'nun çağrılarına uymaya ve kendisine inanmaya davet et­mektedir. Alimlerin açıklamalarına göre duanın kabul edi­lebilmesi bu iki faktöre, yani Allah'ın ilahlığını eksiksiz şe­kilde benimsemeye ve O'nun Rabbimiz olduğuna kesin bir biçimde inanmaya bağlıdır. Buna göre kim Rabbinin emir ve yasaklarına uyarak O'nun çağrısına uyarlık gösterirse dua etmekle ulaşmak istediği amaca ulaşarak duasının kabul edildiğini görür. Nitekim Cenab-ı AJlah (c.c.) şöyle buyu­ruyor:

"Allah iman edip salih amel/er işleyenlerin dualarını kabul eder, hatta kendi kereminden onlara istedikle­rinden fazlasını verir"                                  (Şura: 42/26)

Dahası, Allah, kendis.ine yapılacak duaların kabul edici­si olduğuna kesinlikle inanılarak yapılan duaları, dua eden­ler müşrik ve fasik bile olsalar, kabul etmektedir. Nitekim aşağıdaki ayet'Ier bize bu gerçeği haber vermektedir:

"İnsanın başına bir sıkıntı gelince yatarken, oturur­ken ve ayaktayken bize dua eder. Ama biz onun sıkıntı­sını kaldırınca sanki yakalandığı sıkıntıdan dolayı bize hiç dua etmemiş gibi olur"                      (Yunus: 10/12)

"Denizde size bir sıkıntı (tehlike) gelince Allah dışın­daki bütün yalvardiklannız kayboluverir. Fakat o sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine kendisini tek bilmekten vazgeçerseniz. İnsan gerçekten nankördür!" (İsra: 17/67)

"De ki; acaba Allah'ın her hangi bir azabına uğraşa­nız veya size Kıyamet günü gelse, doğru sözlü iseniz söyleyin bakalım, Allah'dan başkasına mı dua edersiniz? Hayır, sadece O'na yalvarırsınız. O da dilerse giderilme­sini istediğiniz belayı kaldırır ve o zaman O'na ortak koş­tuklarını (putlarınızı) unutuverirsiniz"

(En'am: 6/40-41)

Fakat Allah'ın Hanlığını kabul ettikleri için istekleri ka­bul edilen söz konusu kimseler yaptıkları ibadetleri sırf Al­lah için yapmadıkları veya Allah'a ve Rasulullah'a (s.a.v.) itaatkar olmadıkları takdirde dileklerinin karşılanması saye­sinde sağladıkları kazanç kendileri için sadece bir dünya me-taı olur, buna karşılık ahirette hiç bir nasipleri olmaz. Nite­kim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Kim bu geçici dünyayı tercih ederse orada istedik­lerimize hemen, çabucak dilediğimiz kadar veririz, ama sonra ona cehennemi mekan yaparız. Kınanmış ve rah­metimizden kovulmuş olarak oraya girer. Kim de ahire-ti tercih eder ve inanarak oraya yaraşır biçimnde çalışır­sa öylelerine çılaşmalarının karşılığı verilir. Her ikisine de, ona da buna da, Rabbinin bağışından imdad ederiz. Rabbinin ihsanı isteyen hiç kimseden kesilmiş değildir."

(İsrai 17/18-20)

Bilindiği gibi İbrahim (a.s.) zamanının mü'minlerine rı-zık vermesi için Allah'a dua etmiştir:

"Bu şehrin halkından Allah'a ve ahiret gününe ina­nanları çeşitli ürünlerle besle"              (Bakara: 2/126)

Fakat Cenab-ı Allah (c.c.) bu duasına şöyle karşılık ver­di:

"Kafirlere gelince onları da bir süre geçindirir, fakat sonra cehennem azabına çarptırırım. Orası ne fena bir yerdir!"                                                 (Bakara: 2/126)

Demek ki, gerek yap;lan dualara karşılık olarak ve gerek­se duasız olarak rızka başarıya kavuşturulan herkes Al­lah'ın sevdiği ve hoşlandığı kullardar değildir. Tersine AIlah mü'mini de kafiri de iyiyi de kötüyü de rızıklandırır ve bu meyanda kafirlerin dualarını kabul ederek dünya ile il­gili dileklerini karşılar, ama onların ahirette hiç bir nasibi ol­maz.

Nitekim bu anlamda şöyle bir hikaye anlatılır. Vaktiyle bir hıristiyan ordusu müslümanların bir şehrini kuşatır. Fa­kat günün birinde içme suları biter. Bunun üzerine müslü-manlara kendilerine içme suyu verdikleri takdirde kuşatma­yı kaldırmayı teklif ederler.

Teklifi aralarında görüşüp değerlendiren müslüman yet-ekililer düşmanları susuz bırakıp zayıf düşürdükten sonra üzerlerine aniden baskın düzenlemeyi kararlaştırırlar.

Fakat bunun üzerine çaresiz kalan hıristiyanlar, Allah'a yönelerek dua ederler, ondan yağmur yağdırmasını isterler. Çok geçmeden yağmur yağar ve hıristiyanlar da suya kavuş­muş olur.

Bu olay bir kısım müslümanların inançlarının sarsılma­sına yolaçar. Bunun üzerine şehrin hükümdarı ermiş bir ki­şiyi halkın imanını yeniden güçlendirmekle görevlendirir. Ermiş kişi hemen kurdurduğu bir minbere çıkarak Allah'a şöyle dua eder:

"Ya Rabbi, karşımızdaki düşmanlarımızın riziklarını üstlendiğini biliyoruz. Çünkü sen kitabında (Kur'an'da):

"Yeryüzündeki bütün canlıların rızkı Allah'ın ga­rantisi altındadır"                                        (Hud: 11/6) buyuruyorsun. Düşmanlarımız sıkıntı içindeyken sana dua ettiler. Ayrıca sen sıkıntı içindeyken sana dua edenlerin dualarını kabul edeceğini bildirdin. Bu adamların rızkını sağ­lamayı üstlendiğin vede sıkıntılı durumda sana dua ettikle­ri için yağmur yağdırıp onlara su verdin. Yoksa onları sev­diğin veya dinlerini onayladığın için dileklerini karşılamış değilsin. Şimdi de biz senden mü'min kulların kalplerinde-ki imanı pekiştirecek bir olağanüstü destek diliyoruz".

Bu duanın bitiminden bir süre sonra ortaya çıkan şiddet­li bir kasırga hıristiyan ordusunu kısa sürede helak ediver­di.

Buna benzer bir olay da Allah'ın koyduğu sınırları aşan bir şey dileyen kimsenin duasıdir. Allah'ın sınırlarını aşmak ya yararlı olmayan veya özü bakımından günah olan bir şey dilemekle olur. Böyle bir kimsenin duası şu veya bu oranda gerçekleşince bu sonucu isteğinin yerinde ve amel­lerinin salih olduğuna delil sayar. Tıpkı Allah'ın dünyada mühlet vererek mal ve evlad sağladığı bazı kötülerin bu gelişmeleri iyilikleri için meydana gelmiş gelişmeler sayma­ları gibi. Cenab-ı Allah (c.c.) buyuruyor ki:

"Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve evladlari ile onların iyiliklerine koşuyoruz. Hayır! Fakat onlar farkında değildirler"

(Mü'minun: 23/55-56)

Yine bu gerçeği vurgulayan bir kaç ayet daha okuyalım:

"Kendilerine yapılan uyarıları unutunca üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik; kendilerine verilen nimet­lerle sevince daldıkları sırada da ansızın onları yakala­dık, birden bire hayal kırıklığına uğradılar"

(En'am: 6/44)

"Kafirler sanmasınlar ki, onlara mühlet vermemiz kendileri için hayırlıdır. Biz onlara günahları çoğalsın di­ye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı azab vardır"

(Al-iİmran: 3/178)

Buradaki "Mühlet vermek"den maksat ömrü uzatmak ve bunun gereği olarak "geçim kaynağı" ve "başarı" sağla­maktır.

"Bu sözü yalanyanları bana bırak. Biz onları farkın­da olmayacakları şekilde adım adım azaba yaklaştıraca­ğız. Onlara mühlet veriyorum, ama tuzağım bozulmaz­dır"                                                     (Kalem: 68/44-45)

Bu önemli meseleyi başka bir yazımızda ayrıntılı bir şekilde açaklamaya çalıştık.

"Rabb'inize alçak sesle yalvararak dua ediniz. O aşı­rıları (Ölçüyü aşanları) sevmez"                  (Â'raf: 7/55)

Burada vurgulamak istediğimiz şudur: Allah'a yapılan dua bazen ibadet niteliğinde olur, o takdirde kul bu dua sa­yesinde dünyadaki kazancı yanında ahirette ve sevap elde e-der. Yapılan dualar kimi zaman da dileklerin karşılanması­na dönük birer "istek duası" niteliğinde olurlar. Bu dualar Allah'ın hoşuna gidecek istekler içerdikleri takdirde sevap kazandırıcı da olabilirler. Fakat kimi durumlarda sadece içerdikleri dileklerin karşılanmasını sağlayabilirken kimi du­rumlarda da sahiplerinin dinine zarar verecekleri için ilahi hakların çiğnenmesine ve sınırlamaların aşılmasına yolaç-tıkları oranda ahiret azabı getirirler.

Kısacası Allah'ın bize aramamızı amrettiği "vesile (O'na yaklaştınci uygun yol)" hem O'na ibadet etmekte ve hem de O'ndan bir şey dilemekte söz konusudur. Ayrıca gerek bi­ze emredilen salih ameller ile gerekhayatta olan peygam­ber ve salih şahsiyetleri dua ve şefaatleri ile Allah'ın yakın­lığını (tevessül) aramak, yaratılmışları araya koyarak O'nun üzerine yemin etmek kategorisine girmez.

Bu kategoriye giren olaylardan biri de Kıyamet günü insanların Rasulullah'tan (s.a.v.) kendileri için şefaat etme­sini dilemekleridir. İnsanlar O'nun ahirette kendileri için Al­lah katında şefaatçi olmasını isteyecekler. Tıpkı dünyaday­ken kendisinde yağmur yağması ve başka dilekleri için dua etmesini istemiş oldukları gibi.

Bildiğiniz gibi, bir de Ömer'in (r.â.) şu şekilde dua etti­ği olayı var;

"Ya Rabbi, biz Rasulullah'ın (s.a.v.) sağlığında kuraklık­la karşılaşınca Rasulullah (s.a.v.) aracılığı ile sana baş vu­rur ve yağmura kavuşturulurduk. Şimdi ise sana Rasulullah'ın (s.a.v.) amcası Abbas aracılığı ile baş vuruyoruz (te­vessül ediyoruz)" Bu sözlerin anlamı şudur: "Biz vaktiyle sana Rasulullah'ın (s.a.v.) duası, şefaati ve dilemesi aracı­lığı ile baş vuruyorduk. Şimdi de sana O'nun amcasının duası, şefaati ve dilemesi aracılığı ile baş vuruyoruz".

Bu duanın anlamı "Rasulullah'ın (s.a.v.) veya amcasının aracılığı ile senin üzerine yemin ederek istekte bulunuyoruz" demek değildir. Tıpkı zamanımızın bazı bid'atçılarının öl­müş bir şahsiyetin arkasından veya gıyabında yaptıkları gi­bi. Nitekim böylelerinin bazıları:

"Ya Rabbi, senden falancanın nezdindeki itibarı hakkı için şunu şunu istiyorum" gibi ifadeler taşıyan dualar yap­makta ve bu tutumlarını da "Biz Allah'ın peygamberleri ve velileri aracılığı ile O'na tevessül ediyoruz" diye savunma­ya kalkışıyorlar. Daha da ileri giderek bu tutumlarını destek­ler nitelikte şöyle bir uydurma hadis naklediyorlar;

"Allah'dan birşey dilerken benim O'nun nezdindeki itibarım hakkı için dileyiniz. Çünkü benim Allah ka­tındaki itibarım büyüktür".

Eğer sahabiler tarafından yapılan ve Ömer'in (r.a.) ifa­desi ile dile getirilmiş bir örneğini sunduğunuz "Tevessül" bu olsaydı, onlar Rasulullah'ın (s.a.v.) ölümünden sonra da bunu yapar ve Rasulullah (s.a.v.) aracılığı ile dua etme­nin çok daha ağırlıklı bir önemi olduğunu iyi bildikleri hal­de O'nu bırakıp amcasına baş vurmazlardı.

Bundan anlaşılıyor ki, sahabilerin anlattıkları "Tevessül" ölülere değil, sadece yaşayanlara dönüktür. Bu da yaşa­yanların duaları ve şefaatleri aracılığı ile Allah'a baş vurmak demektir. Yaşayanlardan böyle bir şey istenebilir. Fakat ölüden hiç bir şey istenemez. Ne dua ve nede başka bir şey.

Yukarda anlattığımız gözleri görmeyen sahabi olayı da bu niteliktedir. Bilindiği gibi söz konusu sahabi Allah'ın görme gücünü geri vermesi için Raşulullah'tan (s.a.v.) kendi için dua etmesini rica etmiş, Rasulullah (s.a.v.) da ona Al­lah'ın kendi şefaatçiliğini kabul etme dileğini içeren bir dua öğreterek bunu yapmasını istemişti. Bu da gösteriyor ki, Rasulullah (s.a.v.) adama şefaatçi olmuş ve Allah'dan şefa­atinin kabul edilmesini dilemesini istemiştir. Adamın bu amaçla yapmış olduğu duada geçen:

"Ya Rabbi, rahmet peygamberi olan Peygamberin aracı­lığı ile sana yöneliyor, senden diliyorum" ifadelerinin an­lamı "Peygamberinin duası ve şefaati aracılığı ile" demek­tir. Ömer'in (r.a.):

* "Sana Peygamberimiz aracılığı ile Tevessül ediyorduk" şeklindeki sözleri de bu anlama gelir. Bu iki Hadis'te geçen "Tevessül" ve "Teveccüh" terimleri aynı anlamdadır. Bîr şahıs aracılığı ile Allah'a "Tevessül", "Teveccüh" et­mek veya "Dilekte bulunmak" anlamca oldukça belirsizdir. Bu yüzden sahabilerin ne demek istediğini iyice anlamayan­lar bu konuda yanılgıya düşmektedirler. Burada amaç söz ko­nusu şahsiyetin dua edici ve şefaatçi olması hasebiyle sebep olması amaçlanmaktadır. Buna göre söz konusu şahsiyetin sebep olmasının istenmesi ya dilek sahibinin o şahsa karşı duyduğu saygı ve bağlılığa veya O'nun dua ve şefaatine da­yanır.

Bunun bir örneği, geceyi geçirmek için bir mağaraya sığman ve sabahleyin uyandıklarında mağaranın kapısını tı­kayan bir kaya yüzünden içerde mahsur kaldıklarını gören üç yolcu ile ilgili olaydır. Buharı ile Müslim'in bir Hadis ola­rak naklettikleri olay şöyledir:

Üç yolcu geceyi geçirmek üzere bir mağraya sığınırlar. Sabahleyin uyanınca mağaranın kapısını kocaman bir kaya­nın tıkadığını görürler. Aralarında çare ararken herkesin o güne kadar yapmış olduğu en faziletli ameli Öne sürerek Al­lah'a dua etmesini kararlaştırırlar. Bu karar üzerine içlerin-

den biri şöyle dua eder:

"Ya Rabbi, bildiğin gibi benim bir amca kızım vardı. Onu çok sevmiştim. Öyle ki, hiçbir erkek bir kadını bundan da­ha çok sevemezdi. Bir gün benden yüz dinar para istedi. Pa­rayı yanıma alıp evine gittim. Maksadımı anlayınca bana "Ey Allah'ın kulu, Allah'dan kork ve hakketmediğin biçimde be­karet mührümü bozma" diye yalvardı. Bunun üzerine para­yı verdim ve kendisine hiç ilişmeden evden çıkıp gittim. Ya Rabbi, eğer ben o hareketi sırf senin rızanı kazanmak için yaptı isem bu mağarının kapısının açılmasını sağla".

Adamın bu duası üzerine mağara kapısını tıkayan taş birazcık aralanıverdi ve adamlar gün ışığını iyice görebildi­ler. Arkasından bir başkası da dua etti:

"Ya Rabbi, bildiğin gibi, benim hayli yaşlanmış bir anam ile bir babam vardı. Her akşam önce onlara süt içirir, son­ra çoluk-çocuğumla hayvanlarıma yemek ve yem verirdim. Bir gün ormandan geç dönmüştüm. Eve döndüğümde her günkü gibi sütlerini içirmek istediğimde uyuduklarını gör­düm. Onların sütünü vermeden çocuklarıma yemek ve hay­vanlara yem vermek istemediğim için bardak elimde yanı-başlarında sabahladım. Sabah olup uyanınca da hemen süt­lerini İçirdim.

Ya Rabbi, eğer ben o hareketi sırf senin rızanı kazanayım diye yaptı isem bu mağaranın kapısının açılmasını sağla".

İkinci adamın bu duası üzerine mağara kapısı biraz da­ha aralandı. Fakat açılan delik dışarıya çıkmalarına imkan verecek kadar geniş değildi. Arkasından arkadaşların üçün­cüsü dua etmeye başladı ve şunları söyledi:

"Ya Rabbi, senin de bildiğin gibi, ben vaktiyle bir kaç iş­çi çalıştırmış ve iş bitince ücretlerini vermiştim. Yalnız iş­çilerden biri biraz önce çekip gittiği için ücretini verememiş­tim. Bunun üzerine adamın ücretini ayırarak çalıştırmaya başladım. Para çoğaldıkça çoğaldı ve gün geldi, büyük bir servet haline geldi. Derken günün birinde adam çıkagelerek-Ey Allah'ın kulu, bana olan ücret borcunu ver-dedi. Kendi­sine "Şu gördüğün bütün develer, koyunlar, sığırlar ve kö­leler senin o ücretinden arttı. Bu yüzden hepsi senin" diye cevap verdim. Adam şaşkınlık içinde "Ey Allah'ın kulu, be­nimle alay etme" deyince kendisine "Ne münasebet, alay fa­lan etmiyorum" diye karşılık verdim. Bunun üzerine adam yanımda birikmiş olan bütün servetini alıp gitti.

Ya Rabbi, eğer bu hareketi sırf senin rızanı kazanmak için yaptı İsem şu mağara kapısının açılmasını sağla". â  Bu sonuncu dua üzerine iri kaya kapıdan çekildi ve adamlar dışarı çıktılar.[121]

GörülüğÜ gibi bu üç arkadaş en salih amellerini Öne sü­rerek Allah'a dua ettiler. Çünkü kulun Allah'a "Tevessül", "Teveccüh" ederken, O'ndan bir şey dilerken öne sürebile­ceği en geçerli gerekçe işlemiş olduğu salih amellerdir. Çünkü bizzat Cenab-ı Allah (c.c.) şu ayet'te iman edip sa-iih amel işleyen kullarının istediklerini yerine getireceğim, hatta kendi keremi ile onlara istediklerinden daha fazlasını bağışlayacağını vadetmektedir:

"Allah iman edip salih amel işleyenlerin dualarını kabul eder ve kendi kereminden onlara istediklerinden de fazlasını verir"                                      (Şura: 42/26)

Bu üç arkadaş da Allah'a ibadet ederek, O'nun emrine uy­gun salih ameller yaparak, O'ndan dilekte bulunarak ve O'na yalvararak kendisine dua etmişlerdir.

Buna benzer bir olay da Fudayl bin Iyaz'la[122] ilgili ola­rak anlatılır. Bildirildiğine göre bu zat bir ara idrar sikişıklığı hastalığına yakalanmış ve:

"Ya Rabbi, sana karşı olan sevgim hakkı için bu hasta­lığımı gider"[123] diye dua edince idrar sıkışıklığından kurtu-luvermiştir.

Yine bu kategoriden olan bir başka olay da şudur: Anla­tıldığına göre muhacir (Mekke'li) müslümanlardan olan bir kadın oğlu ölünce "Allah'ım, ben sana ve Peygamberine inandım ve senin yolunda evimden barkımdan ayrılarak göçettim"[124]diyerek Allah'dan oğluna yeniden canlandırma­sını dilemiş ve Allah da bir süre sonra oğlunu diriltivermiş-tir. Örnek verdiğimiz bu duaların üslûpları özellik bakı­mından Kur'an'da bize nakledilen mü'minlerin şu sesleniş­lerine benzemektedir:

"Ey Rabbimiz, biz "Rabbinize iman ediniz" diye ses­lenen bîr davetçinin çağrısını işitir-işitmez hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, hatalarımızı ört ve canımızı iyi kullarınla birlikte al. Ey Rabbimiz, peygamberleri aracılığı ile vadetmiş olduğun mükafat­ları bize ver, Kıyamet günü bizi perişan bırakma, hiç şüp­hesiz sen verdiğin sözden caymazsin"

(Al-iİmran: 3/193-194)

Allah'ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınarak, O'nun hoşnutluğunu kazandıracak ibadet ve kulluk görevlerini yaparak O'ndan dilekte bulunmak, eş bir deyimle O'na "Tevessül" etmek, bu hareketleri O'nun rahmetinin umudu ve azabının korkusu ile yapmakla aynı şeydir. Örnek olarak:

"Senden şunu şunu diliyorum. Çünkü hamd sana özgü­dür. Sen bağışı bol Allah'sın. Göklerin ve yerin yoktan va-redicisisin. Ve çünkü Sen tek, herkesin ihtiyaçlarının karşı­layıcısı, doğurmamış ve doğum İmamı ş, hiç kimsenin ken-' dişine denk olamayacağı Allah'sın" gibi ifadelerle Allah'ın isim ve sıfatlarını anarak O'na dua etmek, bu isim ve sıfat­lan sebep olarak öne sürmek anlamına gelir.   v

Çünkü Cenab-i Allah'ın (c.c.) hamdedilmeye layık ve ih­san sahibi olması, O'nun kullarına hamdetmeyi gerektirecek bağışlarda bulunmasını gerektirir. Allah'ın tek ve Samed olu­şu, herkesin ihtiyaç anında O'na baş vurmasını, O'nun dı­şında kalan her şey varlığını O'na borçlu iken O'nün hiç bir şeye muhtaç olmamasını ve dolayısıyla kendisine el açan­ların dileklerini karşılamasını gerektirir. Bu tür dualar ba-zan O'nun isim ve sıfatları üzerine yemin etme üslubunda da olabilir. *   Ebu Said'e dayalı bir Hadis olarak nakledilen

"Ya Rabbi, senden dilekte bulunanlar ve attığım şu adımlar hakkı için senden şunu şunu istiyorum" şeklin­deki duaya gelince Atıyye Avfi tarafından rivayet edilen bu Hadis hayli zayıftır. Fakat eğer aslı olduğunu farzedersek o da bu kategoriye girer. Çünkü dilekte bulunanların Allah üzerindeki hakkı, onların dileklerini karşılaması ve O'na iba­det edenlerin O'nun üzerindeki hakkı kendilerine sevap vermesidir. Başka bir deyimle dilekte bulunmak ile ibadet etmek, O'nun ihtiyaçları karşılaması ile sevap vermesinin se­bebidir. Demek ki, bu sözlerle dua eden kimse bu sebebe da­yanarak O'na baş vurmuş, O'na "Tevessül" etmiş olur. Eğer bu duayı yapan kimsenin yeminli ifadeler kullandığı farzedilirse bu kimse Allah'ın sıfatları üzerine yemin etmiş sayılır. Çünkü duaları kabul etmek ve ibadetlere sevap ver­mek, O'nun fiilleri ve vaatleri arasındadır. Böylece bu dua Rasulullah'ın (s.a.v.) şu sahih Hadis'inde ifadesini bulan dua gibi olmuş olur:

"Euzu birizake min sahtıke ve biuafatike min ukube-tîke veeuzubike minke la uhsi senaen aleyke ente kema esneyte ala nefsike: Gazabından hoşnutluğuna, azabın­dan affına ve senden sana sığınırım. Ben sana övgü düzemem. Sen kendini övmüş olduğun gibisin"[125]

Gerek Hanbeli'nin ve gerekse başka bazı imamların açıkça belirttikleri gibi yaratıklara sığınılamaz (onlara isti-aze edilmez). Böyle düşünen imamlar bu ilkeyi Allah'ın ke­lamının (sözlerinin) yaratık olmadığının delili saymışlardır. Bunun yanida Buhari'de yer alan bir Hadis'te Rasulullah (s.a.v.):

"Euzu bikelimatillahi tammatı minşerri mahaleke: Al­lah'ın eksiksiz kelimeleri ile mahlukatmm şerrinden sı­ğınırım"[126] buyurduğuna göre sözü geçen imamlar "Mah­luk aracılığı ile Allah'a sığınılamaz" demişlerdir.

Allah'dan başka hiç bir nesnenin sözü edilerek dilekte bu-lunulamayacağını söyleyen alimler, Allah'ın sıfatlan anıla­rak bir şey dilemeye karşı çıkmamışlardır. Bunun bir başka benzeri şudur. Bilindiği gibi yemin sadece Allah üzerine ya­pıldığı takdirde geçerli olur. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) sahih bir Hadis'e göre:

"Kim yemin edecekse Allah üzerine yemin etsin veya sussun"[127] ve Tirmizi'de yer aldığına göre;

"Kim Allah'dan başka bir şey üzerine yemin ederse Allah'a şirk koşmuş olur"[128] buyurmaktadır.

Bununla birlikte "Allah'ın izzeti" ve benzeri ifadelerle yapılan yeminler-ki Rasulullah'ın (s.a.v.) bu tür ifadeli ye­minler yaptığı belgelidir- Allah'dan başkası üzerine yapılan yeminler kapsamına girmez. Çünkü her hangi bir şeyin "başkası" demek, O şeyden ayrı ve onunla bağdaşık olma­yan bir nesne demektir.

Sözün kısası, peygamberler ve saygıdeğer salih kişiler aracılığı ile Allah'a "Tevessül" etmek iki yoldan olur. Ya on­lara bağlılık göstermek ve yollarından getmekle veya onla­rın dua ve şefaatlerini kazanmakla. Buna karşılık böylele-rinin ne yollarım izleyen ve nede şefaatlerini haketmeyen bir kimsenin kuru kuruya onlar aracılığı ile Allah'a "Tevessül" etmesi, kendisine hiç bir yarar sağlamaz. Sözü geçen şahsi­yetlerin Allah katındaki itibarları ne kadar yüksek olursa ol­sun.

Düşünelim ki, gerek ilk müslümanlar ve gerekse mezheb imamları, yaratıklar aracılığı ile Allah Man bir şey dileme­ye yukarda anlattığımız gözle baktıklarına göre yaratıkların ölüleri aracılığı ile dilekte bulunmanın hükmünü varın siz düşünün. İsterse bu ölülerden Allah'dan bir şey dilemeleri ve ister bazı kimselerin yaptıkları gibi doğrudan doğruya di­lekleri yerine getirmeleri istenmiş olsun. Yine ister bu dilek­te bulunma olayı ölünün mezarı başında veya gıyabında meydana gelmiş olsun. Şeriatımızın teblîğcisi olan Rasulul-lah (s.a.v.) bu işi kökünden önlediği ve Peygamberlerin mezarlarım mescid edinenleri lanetleyerek, mezar başla­rında namaz kılmayı yasaklayarak ve dilekleri sadece Allah'a yöneltmeyi vurgulayarak bu sapıklığa vardıracak bütün ka­pıları kapattığı halde bu sapıklığın doğrudan doğruya içine, yani ya şirk haline veya şirke götürücü şartlara düşmeye ne demeli? [129]

 

Peygamberimizi Adım Adım İzlemek

 

Oysa yukarda açıkça gördük ki, ilk müslümanlardan hiç kimse böyle bir şey yapmış değildir. Bu kuralın tek istisna­sı, Abdullah b. Ömer'in Rasululah'm (s.a.v.) yolculukları sı­rasında mola verdiği yerlerde mola vermesi ve O'nun namaz kıldığı yerlerde namaz kılmasıdır. Hatta bir yerde Ras::-

398

iullah (s.a.v.) abdest aldıktan sonra abdest suyunun artığı­nı yakındaki bir ağacın köküne döktü diye Abdullah İbn Ömer de orada abdest aldıktan sonra artakalan suyu aynı ağa­cın köküne dökmüştür.

Dikkat etmeliyiz ki, Abdullah b. Ömer'in bu uygulama­sı, Rasulullah'ın (s.a.v.) davranışlarını bütünüyle yeniden tekrarlama amacını gütmektedir. Yani Abdullah b. Ömer, Rasulullah'ın (s.a.v.) mola verişini, namaz kılışını, hatta ar­tan abdest suyunu döküşünü aynen tekrarlamak istemiştir. Yoksa sadece O'nun dua edip namaz kıldığı yerlerde dua edip namaz kılmayı amaçlamış değildir. Bu uygulama ile il­gili olarak karşımıza şu Üç farklı mesele çıkar:

1- Meselelerin biricisi, Rasulullah'ın (s.a.v.) davranışla­rını amaçlarını bilmeksizin veya bu davranışları ortaya çı­karan sebepler yok olduğu halde aynını tekrarlama mesele­sidir. Bu yaygın bir tartışma konusudur. Abdullah b. Ömer ile onun gibi düşünenler bu tartışmanın bir kutbunu ve onun gibi düşünmeyenler de karşı kutbunu oluştururlar. Fakat sahabilerden bize ulaşan güvenilir belgeler ne muhacirlerin ve ne de ensarın genel anlamda Abdullah b. Ömer gibi dav­ranmadıkları merkezindedir. Ayrıca bizi şu anda asıl ilgilen­diren mesele bu değildir. Şunu da belirtelim ki, eğer bir kim­se normal bir yolculuğu sırasında namaz vakti girince vak­tiyle Rasulullah'ın (s.a.v.) aynı yoldan geçerken konaklamış olduğu bir yerde mola verip namazını kılarsa, adamın bu ha­reketi bu kategoriye girer.

2-  İkinci mesele her hangi bir yolcunun Rasulullah'ın (s.a.v.) namaz kıldığı yerleri özellikli namaz yeri sayarak oralarda farz namazları dışında namaz kılmasıdır. Başka bir deyimle sırf bu yerlerde namaz kılıp dua etmiş olmak için oralarda namaz kılıp dua etmesidir.

Hemen belirtelim ki, ne Abdullah b. Ömer'in ve ne de başka bir sahabinin bu yolda bir uygulaması bize nakledilmiş değildir. Gerçi bazıları "Abdullah b. Ömer'in uygula­ması bu niteliktedir" diyorlar ama, tam tersine elimizde O'nun böyle yapmayı yasakladığım belirten belgeler vardır. Üstelik bütün sahabilerin böyle yapmaktan kaçındıkları ke­sinlikle sabit olduğuna göre tek başına Abdullah b. Ömer öy­le yapmış olsa, O'nun bu muhtemel uygulaması, babasına ve diğer sahabi kitlesine karşı delil olamaz.

3- Bu yerlerin yolcunun yolu üzerinde olmaması, bura­lara gitmek için özel bir yolculuğa çıkması durumudur. Özel bir yolculuğa çıkarak Hıra dağına, Sevr mağarasına ve­ya Musa'nın (a.s.) Allah (c.c.) ile konuşma yeri olan Tur-i Sina dağına giderek namaz kılıp dua etmek gibi Rasulullah (s.a.v.) ile sahabilerin hayat tarzını bilen herkes, onların bu tür yerleri özellikle hiç görmeye gitmediklerini iyi bilir.

Mesela bu tür yerlerin baş Ucalarından olan Hıra dağını ele alalım. Bu dağ Mekke yöresinin en yüksek dağıdır. İs­lam'dan önceki dönemde Kureyşliler buraya sık sık gidip inançlarına göre tapınma hareketleri yaparlardı. Bu dağın Ra-sulullah'm (s.a.v.) hayatında ve İslam'iyetin başlangıcında önemli bir yeri vardır. Buhari ile Müslim'de yer aldığına gö­re bu konuda Aişe (r.a.) şöyle diyor:

"Rüya, Rasulullah'ta vahyin başlangıcı, öncüsü olmuş­tu. O günlerde gördüğü her rüyadan sonra yüzü şafak yeri gi­bi kıpkırmızı kesilerek çıkagelirdi. Bir süre sonra inzivadan hoşlanmaya başladı. Bu dönemde günlerini Hıra dağında iba­detle geçiriyor, gecelerce orada kaldıktan sonra gelip yanı­na azık alarak yine oraya dönüyordu.

îşte bu dönemde bir gün yine Hıra mağarasındayken kendisine ansızın vahiy geldi. Bir melek karşısında belire-rek O'na "Oku" dedi. Rasulullah (s.a.v.) meleğe:

"Ben okumayı bilmem" diye karşılık verdi. Bunun üze­rine melek kendisini kucağına çekip iyice sıktıktan sonra sa­lıverdi ve yine "Oku" dedi. Rasulullah (s.a.v.) iki veya üç kez yine:

"Ben okumayı bilmem" diye karşılık verdikten sonra karşısındaki melek kendisine:

"Yaratan Rabbinin adı ile oku. O insanı bir parça kan pıhtısından yarattı. Oku, senin Rabbin en büyük kerem sahibidir. O insana kalemle yazmayı öğretti. İnsana bil­mediklerini öğretti"

dedi. Bir süre sonra mağaradan çıkıp eve geldiğinde Ra-suiullah (s.a.v.) hala heyecandan titriyordu"[130]

Aişe (r.a.) tarafından bize anlatılan Rasulullah'ın (s.a.v.) bu Hıra mağarasmdaki ibadet dönemi Peygamber oluşundan önceydi. Peygamberlikle görevlendirildikten ve insanlara O'na inanıp bağlanmaları emredildikten sonra insanların en değerli zümresi olan ilk muhacir müslümanlarla birlik­te Mekke'de oturdu. Bu dönemde ne kendisi ve ne de yakın arkadaşlarından biri Hıra dağına bir kere bile gitmedi.

Hayatının bundan sonraki Medine dönemi boyunca dört Umre yolculuğu oldu. Bu yolculuklardan birincisi "Hudey-biye Umresi" diye anılır. Bilindiği gibi bu yolculukta Rasu­lullah'ın (s.a.v.) yolunu kesen müşrikler O'nun Kabe'ye ulaşmasını engellemişlerdi. Bu yolculukların ikincisi "Ka-dıyye Umresi" diye bilinir ve ilkinin ertesi yılında yapılmış­tır. Çok sayıda arkadaşı ile birlikte bu seyahati gerçekleşti­ren Rasulullah (s.a.v.) Mekke'de üç gün kadar kalmıştı. Daha sonra Mekke'yi fethedince Huneyn'e ve Mekke'nin doğusunda bulunan Taif denen yere giderek Huneyn vadi­sinde Hevazın adlı müşrik gruplarla savaştı, sonra Taif müşriklerini kuşatma altına aldı. Bu arada Cirane'de Hu-neyn'de ele geçen savaş ganimetlerini bölüştürdükten son­ra tekrar Mekke'ye gelip Beytullahı ziyaret etti. Dördüncü hacc ziyareti de "Veda Haccı" diye bilinen yolculuğudur. Bu yolculuğa çok azı dışında bütün müslümanlar katılmıştı.

Hemen belirtelim ki, bu yolculukların hiç birinde ne kendisi ve ne de sahabilerden biri, ne Hıra dağını ve ne de Mekke çevresindeki herhangi bir hatıralı yeri ziyarete git­memişti. Bu ziyaretlerde görülen yerler sadece Mescid-İ Haram'ı (Kabe'yi), Safa ile Merve arasını, Mina'yi, Muz-delife'yi ve Arafat'ı içeriyordu. Yine bu yolculuklarda Üre­ne vadisinde Öğle ve ikindi namazını birarada kıldıktan sonra bir süre Arafat dolaylarındaki Nemre'de kurulan ça­dırda kalmıştı. Ayrıca gerek O'nun arkasından gelen raşid halifelerin ve gerekse ilk nesle mensup örnek müslümanla-rıiı hiç birisi özel olarak namaz kılıp dua etmek amacı ile bir kere bile Hıra dağına gitmemişlerdir.

Bu arada Kur'an'da

"Hani iki kişiden biri olarak mağaradayken"

(Tevbe: 9/40)

diye sözü edilen Sevr dağındaki mağara da böyledir. Rasu-lullah'ın (s.a.v).bu mağarayı ne özel şekilde ziyaret etme­yi ve ne de orada namaz kılıp dua etmeyi ümmetine meşru etmemiştir. Ayrıca Rasulullah (s.a.v.) Mekke'de Mescid -i Haram (Kabe) dışında hiç bir mescid yaptırmış değildir. Şim­di orada gördüğümüz diğer mescidlerin tümü Mescid-i Mevlid ve benzerleri gibi-hep sonradan yapılmıştır, Yine Ra­sulullah (s.a.v.) ne doğduğu yeri ve nede Mina'nın arkasın­da bulunan ve Akabe biatinin yapıldığı yeri ziyaret etmeyi ümmetine meşru etmemiştir, Fakat daha sonraları Akabe bi­atinin gerçekleştiği yerde bir mescid yapılmıştır.

Oysa bilmek zor değil ki, eğer bu ziyaretler meşru, müs-tahab ve Allah katında sevap kazandırıcı olsaydı, bunu en iyi bilecek ve oralara en önce koşacak olan insan, hiç kuşkusuz, Peygamberimiz olurdu. Ayrıca bu konuda bildiklerini saha-bilerine de öğretmiş olacağı için onların bunu kendilerinden sonra gelenlerden daha iyi bilmeleri ve bu ziyaretlere herkesten çok önem vermeleri gerekirdi. Onların bu ziyaretle­rin hiçbirine iltifat etmedikleri kesinlikle bilindiğine göre bu ziyaretleri ibadet veya sevab kazandırıcı hareket sayma­dıkları ve dolayısıyla bu ziyaretlerin sonradan İslam'a so­kulmuş bid'atler olduğu anlaşılıyor. Buna göre kim bu ziya­retleri ibadet veya sevap kazandırıcı birer hareket sayarsa on­ların ki dışında başka bir yol tutturmuş ve şeriata Allah'dan izinsiz bir unsur katmış olur.

İşte Rasulullah'm (s.a.v.) makamlarından biri olan Hıra mağarası ile ilgili hüküm budur. Oysa bu Hıra mağarası vahyin ilk inişi ve Rasululiah'a (s.a.v.) ilk Kur'an ayet'le-rinin bildirilişi gibi çok Önemli olaylara sahne olmuştur. Üs­telik burası İslam'dan önce de ibadet yeri olarak kullanılı­yordu. Rasulullah'm (s.a.v.) diğer önemli bir makamı olan ve O'nun tarafından Medine göçü sırasında sığınma yeri oîa-rak kullanılan Sevr mağarası da aynı hükmün kapsamına gi­riyor.

Bu önemli yerlerin hükmü böyle olunca diğer peygam­berlerle ilgili makamları ziyaret yeri edinmek, oralara özel yolculuklar düzenleyerek oralarda namaz kılıp dua etmek bi­ze daha yabancı ve şeriatımıza daha uzaktır. Üstelik sözü edi­len yerler eğer söylendiği gibi birer Peygamber makamı iseler. Eğer böyle olmadıkları belli veya olup olmadıkları şüpheli ise durum nice olur, bunu varın siz düşünün.

Bir de şu mesele var. İlim adamlarının söz birliği ile bildirdiklerine göre Rasulullah (s.a.v.) Beytullahı ziyaret ederken sadece Yemen tarafına düşen iki Kabe rüknünü selamlar, Şam tarafında kalan diğer iki rüknü selamlamaz-dı. Ayrıca Makam-ı İbrahim de dahil, buradaki başka hiç bir yeri de selamlamazdı. Sadece Hacer-i Esved'i öptüğünü biliyoruz.

Yemen tarafına düşen sütunlarla ilgili olarak da farklı ri­vayetler var. Kimi bunları öptüğünü, kimi selamlayıp eli ile sıvazladığını ve kimisi de ne Öptüğünü ve ne de eli ile sıvaz­ladığını bildiriyor. Bu rivayetlerin her üçünün de gerek Hanbeli mezhebine ve gerekse başka mezheplere bağlı ta­rafları vardır. Fakat işin doğrusu O'nun bu sütunları ne öp­tüğü ve nede eli ile sıvazladığıdır. Rasuluîlah (s.a.v.) ne öy­le ve ne de böyle yapmıştır. Bunu sahih Hadis'ler açıkça be­lirtmektedir.

Haydi diyelim ki, Yemen tarafına düşen bu iki sütun konusu tartışmalıdır. Fakat Kabe ziyareti ile ilgili ittifaklı meseleler de vardır. Mesela gerek dört mezhebin imamları sve gerekse diğer başlıca alimler Kabe'nin Şam tarafındaki sütunlarının ve başka hiç bir Kabe parçasının öpülmeyece-ği hususunda ortak görüş sahibidirler. Çünkü Rasululiah'm (s.a.v.) sadece Yemen tarafındaki iki sütunu selamladığı söylendiği gibi sahabilerin uygulaması da bu yoldadır. ; Nitekim İbn-i Abbas, bir defasında kendisi ile birlikte Ka­be'yi tavaf eden Muaviye'nin dört sütunu da selamladığını görünce kendisine Rasululiah'm (s.a.v.) sadece güneydeki iki sütunu selamladığını hatırlatmış ve onun

"Kabe'nin hiç bir sütunu selamlanmamış bırakılma­malı" şeklindeki itirazını da

"Allah'ın Rasulü sizin için en güzel örnektir" ayet-i ile karşılayınca Muaviye, yaptığından vazgeçmiştir.[131] Alimle­rin söz birliği ile belli olan diğer bir husus, Kur'an'da:

"Sîz İbrahim'in makamının bir bölümünü namaz ye­ri edininiz"                                            (Bakara; 2/125) diye sözü geçen İbrahim makamının ne selamlanmasının ve nede öpülmesinin meşru olmadığıdır.

Bu makamın öpülemeyeceği ve elle sivazlanamayacağı hem Sünnet'Ie ve alimlerin görüş birliği ile sabit olduğuna göre diğer peygamber makamlarının öpülüp sıvazlanamayacağı haydi haydi bellidir.

Buna benzer bir başka yer de Rasulullah'm (s.a.v.) Me­dine mescidinde devamlı namaz kıldığı yerdir. İlk dönem müslümanlarından hiç birinin burayı selamladığı veya Öp­tüğü görülmemiştir. Mekke'de ve başka yerlerdeki namaz kıldığı yerlerin durumu da aynıdır.

O'nun mübarek ayakları ile bastığı ve namaz kıldığı ke­sinlikle olan yerlerin okşanması veya öpülmesi meşru olma­dığına göre diğer Peygamberlerin veya sahabilerin namaz kıldıkları veya uyudukları ileri sürülen yerleri sıvazlamanın veya Öpmenin meşru olacağı nasıl iddia edilebilir? Namaz kılmak üzere ayak bastığı yer İçin meşru olmayan bir hare­ket, adım atmak üzere bastığı bir yer için nasıl meşru olabi­lir? [132]

 

Peygamberimizin Ayak İzleri

 

Söylediklerimiz söz konusu yerler hakkındaki bilgilerin kesin olduğu durumlar için geçerlidir. Ya bir de bu yerlerin söylendiği gibi oldukları şüpheli veya öyle olmadıkları bel­li ise? Mesela; bazı yalancılar tarafından üzerlerinde ayak izi yontulduktan sonra cahil halka "Bunlar Rasulullah'm (s.a.v.) ayak izleridir" diye yutturulmaya çalışılan çok sayı­da taşlar gibi. Rasuîullah'ın (s.a.v.) ayak izlerini taşıdığı ke­sinlikle belli yerlerin ve Allah tarafından namaz yeri edin­memiz emredilen ve İbrahim'in (a.s.) ayak bastığı kesinlik­le belli olan İbrahim (a.s.) makamının sıvazlanıp Öpülmesi meşru değilken asılsız olarak, yalan yere Rasululah'ın (s.a.v.) taşıdığı iddia edilen yerlerin sıvazlanması veya öpülmesi nasıl meşru olabilir? Mesela Beytülmukaddesin (Kudüs'ün) avlusundaki koca taşın üzerindeki sözde Rasu-lullah'a (s.a.v.) ait ayak izleri ile bunun benzerleri gibi.

Denebilir ki: "Cenab-ı Allah, İbrahim makamının bir bölümünü namaz yeri edinmemizi emrettiğine göre bu tür di­ğer yerleri de orası ile kıyaslarız". Bu görüşe karşı şunları söylemeliyiz: Kur'an'daki bu hüküm sırf Mekke'de bulunan ibrahim makamına özgüdür İster bu deyimle İbrahim'in Kabe yanındaki ayakta durmuş olduğu yer ve isterse Arefe Muzdelife ve Mina adlı ziyaret yerleri kasdedilsin islam alimlerinin görüş birliği ile belirli ziyaret yerlerine özgün olan ibadetler başka yerlere de yaygın sayılamazlar.Tıpkı Tavaf ibadetinin Beytüllah'a (Kabe'ye) özgü oluşu gibi. Bu tür yerlerin herhangi birine özgü olan ibadetler kıyas yo­lu ile başka yerlere de yaygınlaştınlamazlar. Tabii ki bu tür Eyerlerin her hangi birinde yapılması meşru olmayan bir ibadet başka yerlerde de haydi haydi meşru değildir.

 

Haccda Ziyaret Edilecek Yerler[133]

 

Bu söylediklerimizden çıkan mantıki sonuca göre Ka­be'nin bazı ziyaret noktalarında meşru olmayan Öpme ve se­lamlama gibi saygı gösterileri başka yerlerde de haydi hay­di meşru olmaz. Bunun yanında bu ziyaret noktalarında meşru olan ibadetlerin başka yerlerde de meşru olması ge­rekmez.

Bu tür yerlerin bir diğeri de Arafat dağında yer alan ve "Kubbetü Adem (Adem Kubbesi)" adı ile bilinen binadır. Alimlerin görüş birliği ile burayı Özellikle ziyaret ederek ora­da namaz kılıp dua etmek meşru değildir. Hatta "Cebel-i Rahmet" adı ile bilinen Arafat dağının tepesine çıkmak da meşru değildir. Bu konuda Sünnet'e uygun olan davranış, ya Rasulullah'ın (s.a.A.) vakfe (duruş) yeri olan "sahrat" denen yerde veya Arafann rastgele bir yerinde vakfe yapmaktır. Çünkü Rssulullah (s.a.v.)

''Arafatın her yeri vakfe yeridir" buyuruyor.[134]

Bu yöredeki diğer mescidlerin durumu da aynıdır. Şey­tan taşlama yerlerinin (cemrelerin) yakınındaki mescid, Hayf mescidi yanında bulunan ve Kur'an'daki "Mürselat" suresinin iniş yeri olduğu için "Mürselat Mağarası" diye bi­linen yerdeki mescid ile Arafat dağının tepesinde bulunan "Mescid-i Kebş" gibi. Rasulullah'ın (s.a.v.) buraların hiç­birini özellikle ziyaret edip oralarda namaz kılmayı ve dua etmeyi meşru kılmamıştır.

Bu tür yerlerin bazı taraflarını öpmenin veya elle sıvaz­lamanın hükmü ise besbellidir. Çünkü alimlerin ortak ve ke­sin görüşlerine göre bu tür davranışların Rasulullah'ın (s.a.v.) şeriatında asla yeri yoktur.

Hacda ziyaret edilecek yerler hakkında eser yazmış olan bazı alimlerin kitablarında Mekke ve çevresindeki kimi mescidleri ziyaret etmenin müstahab olacağı belirtilmiştir. Gençliğimde henüz hacca gitmeden önce hacca giderek yaşlı bir tanıdığıma rehber oîsun dîye bu ziyaret yerlerini ki­taplardan derleyip bir dergide toplamıştım. Fakat daha son­ra kesinlikle öğrendim ki, bu ziyaret adetlerinin tümü son­radan ortaya çıkarılmış birer bid'attır, hiç birinin şeriatımız­da yeri yoktur. Muhacir ve Ensar kesimi ile ilk müslüman ne­sil bu yerlerin hiç birini ziyaret etmiş değildi. Bilgi ve ger­çek önderi olan imamlarımız bu ziyaretleri yasaklamışlar­dı. Hacc sırasında özellikle ziyaret ederek namaz kılacağı­mız ve dua edeceğimiz tek mescid, Mescid-i Haram'dir, başka hiç bir mescidi özellikle ziyaret etmemiz meşru kılın­mamıştır. Mekke çevresindeki hiç bir başka mescidi herhan­gi bir bakımdan orası gibi tutmamız uygun değildir. Herhan­gi bir kimse bu mescidlerden birinde kılacağı namazı veya edeceği duayı Mescid-i Haram'da kılıp yapsa kendisi için da­ha hayırlı olur, hatta şeriata uygun bir Sünnet işlemiş olur. Buna karşılık Mescid-i Haram dışındaki herhangi bir Mek­ke mescidini faziletli bir yer olduğu düşüncesi ile özellikle ziyaret etmek şeriatımızda yeri olmayan bir bid'attir. [135]

 

Özellikle Ziyaret Edilecek Mescidler

 

Bu meselenin aslı şu. Özel yolculuk düzenlenerek ziya­ret edilecek mescidler üç tanedir. Bunun böyle olduğu Ebu Hüreyre ile Ebu Said Hudri'nin rivayet ettiği ve Buhari ile Müslim'de yer alan şu Hadis ile belgelenmiştir. Söz konu­su Hadis'te Rasulullah (s.a.v.):

"Şu üçü dışında hiç bir mescidi ziyaret etmek amacı ile q>zel yolculuğa çıkılmaz" buyuruyor. Başka kanallardan da rivayet edilmiş olan bu Hadis, Hadis uzmanlarının görüş birliği ile sağlam bir Hadis olarak kabul edilmiştir.

Bu üç mescidi ziyaret etmek amacı ile yapılacak özel yol­culuklar oralarda namaz kılmak, dua ve zikr etmek, Kur'an okumak ve itikafta bulunmak gibi salih ameller içindir. İlim adamlarının görüş birliği ile bu üçü dışında kalan diğer mescidleri ziyaret etmek için özel yolculuğa çıkmak meşru değildir. Hatta meşhur Küba mescidinde bile ancak oraya ya­kın yerlerden gelmek müstahabtır, uzak yerlerden özel bir yolculukla bu mescide bile gelmek yerinde değildir. Çünkü Buhari ile Müslim'de yer aldığına göre Abdullah b. Ömer bu konuda:

"Rasulullah cumartesi günleri bazan yaya ve bazan da bi­nek hayvanı sırtında Küba mescidine giderdi".[136]diyor. Ra-sulullah'ın (s.a.v.) bu Sünnet'ini aynen uyguladığını öğ­rendiğimiz Abdullah b. Ömer Müslim'in ifadesine göre "Her gidişinde orada iki rekat namaz kılarak"[137] Buhari de bu bilgiyi her hangi bir rivayet zincirine yer vermeksizin kay­dediyor. [138]

 

Dirar Mescidi

 

Bilindiği Cenab-ı Allah (c.c.) Küba mescidi ile ilgili olarak Kur'an'da şöyle buyuruyor:

"Mü'minlere zarar vermek, küfre hizmet etmek ve müslümanlar arasında ayrılık çıkarmak için vaktiyle Allah ve Rasulü'ne karşı savaşmış bir adamı gözetlemek üzere mescid yapanlar. İyilikten başka hiç bir amacımız yok, diye yemin edecekler. Ama Allah onların yalancı ol­duklarına sahicidir. O mescidde asla namaz kılma. Da­ha ilk gününden takva temeli üzerinde kurulan mescid, hiç şüphesiz namaz kılmana daha layık bir yerdir. Ora­da temizlenmeyi seven kimseler vardır. Allah temizlenen­leri sever. Acaba binasını Allah korkusu, Allah rızası te­melleri üzerine kuran kimse mi, yoksa yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurarak onunla birlikte cehenneme yuvarlanan kimse mi daha hayırlıdır? Allah zalimleri hidayete erdirmez. Yaptıkları bina kalplerin­de bir kuşku olup kalacaktır. Ta ki, kalpleri parçalanın-caya dek. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir"                                      (Tevbe: 9/107-110)

Kur'an'da sözü edilen bu "Dırar Mescidi" "Rahib" laka­bı ile anılan fasık Ebu Amir için yapılmıştı. Cahiliye döne­minde hıristiyan olan bu adama müşrikler saygı gösterirler­di. İslam gelince içini saran kıskançlık dürtüsü ile Rasulul-lah'a (s.a.v.) karşı çıkmış ve bir süre sonra kafirler arasına kaçmıştır. İşte o sırada bir grup münafık bu "Dırar Mesci­dini yapmaya girişti. Bu mescidi dönüşünü gözledikleri bu İbn-i Amir için yapmak istiyorlardı. Bu hikaye meşhurdur. Kısacası, bu mescidi yapan kimseler orada Allah'ın ve Ra-sulü'nün emirlerini uygulamak amacı değil, başka bir amaç taşıyorlardı.

Belirtmek istediğimiz şu ki, Türbedarlık, ziyaretgah gibi meşru ibadetler dışında bir amaç uğruna müslümanların mescidlerine benzer binalar yapmak, şu veya bu oranda "Dirar Mescidi" yapmakla aynı anlama gelir. Özellikle bu binalar müslümanlara zarar verdikleri, küfre çanak tuttuk­ları, mü'minler arasında ayrılık çıkardıkları, Allah'a ve Rasulullah'a (s.a.v.) ters düşmüş münafıklar ile bid'atçılara ze­min hazırladıkları oranda "Dırar Mescidi"ne daha çok ben­zer hale gelirler. Tekrar hatılayalım ki, Cenab-ı Allah (c.c.) Rasulullah'a (s.a.v.):

"Daha ilk günden takva temeli üzerine kurulan mes-cid, hiç şüphesiz, namaz kılmana daha layık bir yerdir" buyuruyor.

Bu bakımdan "Mescid-i Nebevi" diye anılan Rasulul-Iah'ın (s.a.v.) Medine'deki asıl mescidi daha Öndedir. Ya­ni "Takva temeli üzerine kurulmuş olma" niteliği daha ba­rizdir. Nitekim Buhari'de yer alan bir Hadis'e göre Rasulul-lah (s.a.v.) kendisine sorulan "Bu iki mescidin hangisi Tak­va temeli üzerine kurulmuş olma bakımından önde gelir?" şeklindeki bir soruya Mescid-i Nebevi'yi kasdederek

"Benim bu Mescidim"[139]diye cevap vermiştir. Gerçi bu iki mescidin her ikisi de takva temeli üzerine kurulmuştur, ama Rasulullah (s.a.v.) bu bakımdan kendi mescidini Küba mescidinden daha önde tutmuştur. Bunun sonucu olarak Cuma gününü kendi mescidinde geçirir ve cumartesi de Küba mescidine giderdi.

Ebu Davud'un, Useyd b. Hudayr[140]Ensari'ye dayanarak bildirdiğine göre Rasulullah (s.a.v.):

"Küba mescidinde namaz kılmak Umre gibidir" bu­yuruyor. Aynı Hadis'e İbn-i Mace de yer verirken Tirmizi bununla ilgili olarak "Bu garib bir Hadis'tir"[141] demektedir. Hanbeli'nin, Nesai'nin ve İbn-i Mace'nin Sehl b. Hanif e da­yanarak bildirdiklerine göre de Rasulullah (s.a.v.):

"Kim evinde temizlenir ve sonra Küba mescidine ge­lerek orada namaz kılarsa bir Umre (nafile hac) sevabı elde eder"[142] buyurmuştur. Hadis alimlerinden biri bu Ha-dis-i açıklarken şöyle diyor: "Rasulullah 'in (s.a.v.) "Kim evinde temizlenir ve sonra Küba mescidine gelirse" şek­lindeki ifadesi bize gösteriyor ki bu mescidi ziyaret .etmek için uzaktan gelmek meşru değildir. Meşru olan, evinde te­mizlik yaptıktan sonra oraya gelecek kadar yakınında otu­ran kişinin, tıpkı semtinin mescidine gider gibi oraya gitme­sidir. Uzaklardan gelinerek ziyaret edilen mescidlerin duru­mu başkadır".

Özel yolculuğa çıkılarak ziyaret edilmeleri meşru olan üç mescide gelince bütün alimler buralara namaz, dua ve zikir gibi maksatlar için gidilmesinin müstehap olduğu konu­sunda görüş birliği içindedirler- Fakat eğer biri böyle bir zi­yaret adaşa, acaba adadığını yerine getirmesi gerekli midir, yoksa değil midir?

Bu mesele ile ilgili alimler tarafından iki farklı görüş İle­ri sürülmüştür:

Görüşlerden birine göre bu tür adakların sadece Mescid-i Haram (Kabe) ile ilgili olanını yerine getirmek zorunludur. Şafii'ye mal edilen iki görüşten biri bu yolda olduğu gibi Ebu Hanife de bu görüştedir. Ebu Hanife bu görüşü savunurken adaklarla ilgili "Herhangi bir adağın yerine getirilmesinin vacib olabilmesi için adak konusu hareketin türünden, seri bir vacib bulunmalıdır" şeklindeki temel ilkesinden hareket ediyor.

İmam-ı Malik ve Ahmed tarafından savunulan öbür gö­rüşe göre ise eğer bu Üç mescide gitmek adanmış işe bura­lara gitmek gereklidir. Yalnız adak sahibi bu mescidlerin da­ha faziletli olanını ziyaret edince daha az faziletli olanı zi­yaret etme zorunluluğu üzerinden düşer. Yani eğer biri Mescid-i Nebevi'yi veya Mescid-i Aksa'yı ziyaret etmeyi adar da bunlar yerine Mescid-i Haram'i (Kabe'yi) ziyaret ederse adaği yerine gelir. Aynı şekilde Mescid-i Haram'ı ve­ya Mescid-i Nebevi'yi ziyarete gidecek olursa adağı yerine gelmiş olur.

Çünkü bilindiği gibi Buhari'de yer alan bir Hadis'e gö­re Rasulullah (s.a.v.):

"Kim Allah'a itaat etmeyi adarsa O'na itaat etsin. Bu­na karşılık kim Allah'a isyan etmeyi adarsa O'na isyan etmesin"[143] buyuruyor. RasuluIIah'm (s.a.v.) bu emri tü­ründen vacib bulunsun, bulumasın her türlü itaati (ibadeti) kapsamına alır. Daha faziletli olan bir ibadeti yapmak ise o konudaki Hadis-i yerine getirmek olur. Bu meseleyi daha de­taylı biçimde açıklamanın şimdi sırası değildir. Sadece şu­nu vurgulamak istiyoruz ki, bu üçü dışında hiç bir mescidi ziyaret etmek için Özel bir yolculuğa çıkmak meşru olmadı­ğı gibi mezheb imamlarının ortak görüşü ile bu yolda yapı­lacak olan bir adağı yerine getirmek zorunlu değildir. Böy­le bir kimseye yemin kefareti düşüp düşmeyeceği hakkında İse alimler arasında her ikisi de meşhur olan iki farklı görüş vardır.

Kısacası Medine'de Küba mescidi dışında bu tür ziyaret edilmesi meşru başka bir mescid yoktur. Medine'deki diğer mescidier bu bakımdan diğer normal mescidler gibidirler.

Rasulullah (s.a.v.) onların hiç birinin ziyaret özelliği oldu­ğunu bildirmemiştir. Bu yüzden Medine alimleri bu mescid-lerin Küba mescidi dışında kalanlarını özel olarak ziyaret et­mezlerdi.

Öteyandan Hanbeli'nin "Müsned" adlı eserinde bildiril­diğine göre sahabilerden Cabir b. Abdullah şöyle diyor:

"Rasulullah (s.a.v.) bir defasında bir konu ile ilgili ola­rak Pazartesi, Salı ve Çarşamba günleri olmak üzere üç gün üstüste Fetih mescidinde dua etmiş ve duası Perşembe günü iki vakit namaz arasında kabul edilince duyduğu se­vinç, yüzünden anlaşılır hale gelmiştir.

O gündfen beri ne zaman çözümü zor, ağır bir problem­le karşılaşsam o saati gözetleyerek dua eder ve duamın ka­bul edildiğini görürüm".[144] Yalnız bu Hadis'in rivayet zin­cirinin halkalarından biri olan Kuseyr b. Zeyd, tartışmalı bir şahsiyettir. Ünlü Hadîs uzmanı İbn-i Main, onu bazan güve­nilir sayarken kimi durumlarda da zayıf kabul etmektedir.

Bu Hadis'e dayanan bazı dostlarımız ve başka bazı kim­seler, Cabir b. Abdullah gibi yaptıklarını söyleyerek sözü ge­çen Fetih mescidini özellikli bir dua yeri sayarlar. Oysa Cabir b. Abdullah, az önceki sözleri ile belirli bir dua yeri­ni değil, belirli bir dua zamanını vurgulamaktadır.

Düşünelim ki, eğer bizzat Rasulullah'ın (s.a.v.) namaz kıldığı ve onun izni üzerine yapılmış olan bu Medine mes-cidleri arasında Küba mescidi dışında kalanlarım özellikle ziyaret etmek meşru değilse başka mescidleri özellikle zi­yaret etmek nasıl meşru olabilir? [145]

 

Mescid-i Aksa

 

Mescid-i Aksa'ya gelince o özel yolculuğa çıkılarak ziyaret edilmeleri meşru olan üç mescidden biridir. Müslüman­ların Kudüs 'ü fethetmeleri üzerine oraya giden Ömer (r.a.) şehri hıri s Uyanlardan teslim aldı. Mescid-i Aksa'ya girince kutsal taş üzerinde büyük bir çöp birikintisi gördü. Bu çöp­leri oraya yahudilere inat olsun diye hiristiyanlar atmıştı. Çünkü yahudiler bu taşı kutsal sayar, ona doğru ibadet ederlerdi. Ömer (r.a.), kutsal taş üzerindeki pisliğin bir kıs­mını elbisesinin ucuna koyarak oradan kaldırdı. Onun arka­sından yanındaki müslümanlar da aynı şeyi yaparak kutsal taşı temizlediler.

Bir rivayete göre Ömer (r.a.) bir grup görevlendirerek bu kutsal taşı temizletti. Arkasından yanında bulunan Kaab-ul Ahbar'a dönerek "Senin görüşüne göre bu mabedin neresin­de müslümanlar İçin namaz yeri yapayım?" diye sordu. Ka-ab-ui Ahbar, "Kutsal taşın arkasında" diye cevap verince Ömer (r.a.)

"Ey yahudi oğlu, yahudilik damarın kabardı galiba" di­ye azarladıktan sonra "Namaz yerini mabedin girişinde ya­pacağım. Mescidlerin giriş kısımları bizimdir"[146] dedi ve ma­bedin ön kısımlarını mescid haline getirdi. Halk çoğnuluk-Ia bu mescid kısmını "Aksa" diye anar. Oysa "Aksa" tüm mabedin adıdır.

Şunu hemen belirtelim ki, ne bu mescide ve nede yeryü­zünün herhangi bir yerindeki mescide "Harem" adı verile­mez. Çünkü sadece Mekke ve Medine'deki mescidler "Ha­rem" sıfatı ile anılabilirler. Yalnız Taifde bulunan Vecc vadisinin bu sıfatla anılıp anılamayacağı alimler arasında tar­tışmalıdır.

Dediğimiz gibi Ömer (r.a,) mabedin kıble tarafında müs­lümanlar için bir namaz yeri yaptırdı. Söylendiğine göre bu namaz yerinin zemininde mabedin ön kısmına çıkan bir merdiven vardı. Böylece müsliimanların mescidi İle mabe­din hiristiyanlara ait kısmı biribirine irtibatlı olmuş oldu.

Hemen söyleyelim ki, o sırada ne Ömer (r.a.) ve nede ya­nında bulunan diğer müslümanlar bu kutsal taşın başında ne namaz kıldılar ne onu elleri ile sıvazladılar ve ne de Öptü­ler. Yalnız söylendiğine göre Ömer (r.a.), mabedin dış kıs­mında bulunan Davud (a.s.) mihrabın yanında namaz kılmış­tır.

Belgelerden öğrendiğimize göre Abdullah b. Ömer de "Beytülmukaddes'e gittiği zaman müslümanlara ayrılmış ye­re giderek namaz kılardı. Bu arada asla kutsal taşa yaklaş­maz, onu ziyaret etmez ve o civardaki diğer kutsal sayılan yerlere de yanaşmazdı". Ömer b. Abdülaziz, Evzai ve Suf-yan-üs Sevri gibi seçkin selefilerin de aynı şekilde davran­dıkları nakledilmiştir. Çünkü bu mabedin Ömer (r.a.) tara-fınfian müslümanlar için mescid haline getirilen bölümü dışında kalan kısımları müslümanlar açısından birbirinden farksız sıradan yerlerdi.

EJaha önce değindiğimiz gibi Mescid-i Haram (Kabe) ile Medine Mescidi, alimlerin görüş birliği ile Mescid-i Aksa'dan daha faziletli mescidlerdir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) bu iki mescidin ikincisi hakkında

"Benim bu mescidimde kılınan bir vakitlik namaz Mescid-i Haram dışında başka bir mescidde kılınacak bin vakitlik namazdan daha hayırlıdır" diye buyurarak üstün­lüğünü vurgularken, bu mescidlerin birincisini bizzat Allah (c.c.) müslümanların kıblesi yapmış, ayrıca ziyaret edilip ta­vaf edilmesini farz kılmıştır. Buna rağmen bu iki mescidde Hacerül Esved dışında Öpülmesi veya elle selamlanması meşru olan başka hiçbir bölüm yoktur. Durum böyleyken Mescid-i Aksa'nın bazı yerlerinin öpülmelerinin ya da se-lamlanmalarının meşru olacağı nasıl ileri sürülebilir? [147]

 

Kudüs Ziyareti

 

îlk zamanlar bu kutsal taşın üstü açıktı. Buna rağmen ne sahabilerden biri, ne başlarındaki komutanlar ve ne de ara­larında bulunan alimler buraya özel bir saygı göstermemiş­lerdir. Bu taşın üstü gerek Ömer'in (r.a.), Osman'ın (r,a.), Ali'nin (r.a.) halifelikleri sırasında ve gerekse Muaviye'nin, oğlunun ve torununun hükümdarlıkları döneminde hep açık kaldı. Fakat Abdülmelik döneminde taşın üzerine kubbe yapıldı. Söylendiğine göre o da şöyle oldu. Bilindiği gibi Ab­dülmelik ile Medine'de oturan Abdullah b. Zübeyr arasın­da çatışma vardı. Bu arada hacca giden müsîümanlar bu fırsattan yararlanarak Abdullah b. Zubeyr ile görüşüyorlar veya haccı bahane ederek onunla buluşmaya gidiyorlardı.

İşte bunu önlemek isteyen Abdülmelik, Beytül Mukad­des'teki kutsal taşın önemini arttırabilmek için üzerine kub­be yaptırmış ve onu yaz-kiş değiştirilen örtülere büründür­müştür. Böyle yapmaktaki amacı halkı Beytül Mukaddes'i ziyaret etmeye özendirerek hacc vesilesi ile Abdullah b. Zübeyr'in yanına gideceklerin sayısını azaltmaktı. Bilindi­ği gibi "İnsanlar hükümdarlarının dinindendirler" diye meş­hur bir söz vardır. İşte bu deyimin pratik bir tezahürü ola­rak müsîümanlar o günden sonra daha önce hiç eşi görülme­miş biçimde bu kutsal taşa ve Beytül Mukaddes'e saygı göstermeye başladılar. Bu arada halkın bu ilgisini daha da arttırmak için bu konudaki yahudi masallarını anlatıp yayan kimseler türedi. Öyle kî, böylelerinden biri bir gün Urve b. Zübeyr'in de bulunduğu bir sohbette Emevi hükümdarların­dan Abdülmelik b. Mervan'ın huzurunda "Cenab-ı Allah, bu kutsal taşa-sen benim en alt Arş'ımsın-diye hitab etti" de­yince Urve b. Zubeyr, adama "Allah Kur'an'da-O'nun Kür-si'si gökleri ve yeri kaplar buyurduğu halde sen kalkmış Falanca taş O'nun Arş'ıdır-diyorsun, bu nasıl olur?" şeklinde susturucu bir cevap vermiştir.

Kısacası bu taşın üzerindeki kubbeyi Rasulullah'ın (s.a.v.) raşid halifelerinin yapmadıkları kesindir. Bunun kadar kesin olan diğer bir şey sahabilerin bu taşa hiçbir şe­kilde saygı göstermedikleri ve onun yanında özellikle namaz kılmadıklarıdır. Hatta Abdullah b. Ömer ta Hicazdan kalkıp Mescid-i Aksa'yı ziyaret etmeye gittiği halde bu gidişleri­nin hiçbirinde söz konusu taşı ziyaret etmemiştir.

Çünkü bu mabed vaktiyle müslümanların kıblesi iken sonradan değiştirilmiş ve sadece yahudilerin kıblesi olma ni­teliğine bürünmüştür. Bu yüzden şeriatımızda orayı özel saydıracak hiç bir gerekçe kalmamıştır. Tıpkı cumartesi gününe özel bir önem vermenin şeriatımızda hiç bir gerek­çesinin olmayışı gibi. Böyle olunca bu taşa özel bir şekilde saygı göstermek yahudilere özenmekten başka bir anlama gelmez. Daha önce alimlerimizin cumartesi ve Aşure gün­leri hakkındaki görüşlerini ayrıntılı bir şekilde anlatmıştık.

Aralarında bizim gibi arkadaşlarımız in da bulunduğu bazı son dönem fıkıhçılara (Muteahhirin) göre Beytül Mu-kaddes'İn kutsal taş bölümünde yapılacak yemin, tıpkı Mes-cid-iHaram'ın Makam-ı İbrahim ile yakınındaki sütun ara­sında ve Rasulullah'ın (s.a.v.) mescidinin minberi yakının­da yapılacak yeminler gibi diğer yerlerdeki yeminlere göre daha ağırlıklı bir önem taşır. Fakat bu görüşün gerek Han-beli ve gerekse diğer mezhep imamları tarafından benimsen­diğini belirten hiç bir belge elimizde yoktur. Bu konuda Sün-net'e uygun hüküm, orada yaptırılan yemini diğer mescid-lerin minberleri yanında yaptırılan yemin kadar ağırlıklı say­maktır. Buna karşılık müslümanlar tarafından saygı göste­rilmesi meşru olmayan yerlerde verdirilen yeminler farklı bir ağırlık taşımazlar.Tıpkı ziyaretgahlarda ve peygamber ma­kamı oldukları ileri sürülen yerlerde verdirilen yeminlerin farklı bir ağırlıkları olmadığı gibi. Kim böyle bir şey yaparsa şeriata ters düşmüş, sapık bir bid'atçıdır. [148]

 

İsrailiyyat Meselesi

 

Bazı kimseler gerek Beytül Mukaddes ve gerekse Şam dolaylarında bulunan diğer bazı ziyaret yerlerinin faziletle­rini anlatan çeşitli eserler yazdılar. Bu eserlerde bazan doğ-rudandoğruya yahudi ve hiristiy ani ardan sağlanan ve kimi zaman da yahudi ve hırisUyanlardan yararlanmış kimseler­den alman bilgilere dayanilmıştır. Oysa müslümanlara din-lerin^ bu tür bilgi kaynaklarına dayandırmak helal kılın­mamıştır.

Bu tür İsrail masallarında (îsrailiyat) rivayetlerine en çok yer verilen şahsiyet Kaabul Ahbar'dır. Özellikle Şam yö­resinin alimleri ondan çok sayıda İsrail masalı nakletmişler-dir. Oysa Muaviye onun hakkında "Yahudi ve hıristiyanlar-la ilgili, Kaab kadar bilgi veren söylediğini de tespit et­tik"[149] diyor. Bunu yanında Buharı'nin yer verdiği bir Ha-dis'e göre Rasulullah (s.a.v.) bu konuda şu ilkeyi getirmiş­tir.

"Yahudi ve Hıristiyanlar size her hangi bir konuda bir şey anlattıkları zaman onları ne onaylayınız ve ne de ya­lanlayınız. Çünkü ya size asılsız bir şey söylerler de onu onaylamış veya doğru bir şey söylerlerde onu yalanlamış olursunuz"[150]

Şimdi şaşılacak bir noktaya değineceğim. Bir bu doğru­dan doğruya Allah tarafından korunup kayırılan şeriatı ve bir de "Eğrilik üzerinde asla bir araya gelemeyeceği" müjdelen­miş olan şu saf ümmeti düşününüz. İşte bu ümmetin ilmi ge­leneğine göre Ata b. Ebu Rebah, Hasan-ı Basri ve Ebu Aliye gibi tabiinden (ikinci kuşaktan) olan seçkin İslam alim­leri ve büyük din alimleri Rasulullah'tan (s.a.v.) bir Hadis naklettiklerinde Hadis alimleri bu Hadis'in rivayet zinciri­nin halkalarını didik didik incelerler. Bu inceleme sonunda kimi Hadis uzmanı elindeki Hadis'in rivayet zincirinin hal­kalarını doğrudan doğruya reddeder, kimi şartlı olarak ka­bul eder ve kimisi de Said b. Museyyeb, İbrahim Nehai ve Muhammed b. Şirin gibi sadece güvenilir rivayet halkaların­dan Hadis nakleden şahsiyetlerle Ebu Aliye ve Hasan-ı Basri gibi arasıra güvenilir olmayan halkalardan da Hadis naklettiği görülen şahsiyetleri biribirinden kesinlikle ayırır. Oysa bu şahsiyetler ile Rasulullah (s.a.v.) arasında bir, iki, bilemediniz üç kişi vardır. Zamanımızda yazılan kitaplarda görülen ve yazarı tarafından Mürsel (rivayet zincirli) olduk­ları bildirilen Hadis'lere gelince Hadis uzmanlarının görüş birliği ile belirttiklerine göre bu Hadis'lerin sahih oldukla­rına hükmedüebümesi için mutlaka sırf sahih Hadis'leri naklettikleri bilinen alimlerden alınmış olmaları gerekir, Buhari gibi. Bilindiği gibi gök kubbe altmda Kur'an'dan son­ra Buharı gibi sağlam ve güvenilir bir başka kitap yoktur. [151]

 

Daha Önceki Peygamberlerin Hikayeleri

 

Rasulullah'ın (s.a.v.) Hadis'leri ile ilgili bunca titizliğe rağmen acaba Kaabul Ahbar ile benzerlerinin eski peygam­berler hakkında vermiş olduğu bilgilere nasıl güvenilebilir ki, Kaabul Ahbar ile hakkında bilgi verilen peygamber ara­sında bin yıl veya ona yakın bir zaman aralığı vardır? Üs­telik bu bilgiler bize pakledilmemiştir. Kaab ve benzerleri­nin bize bilgi verirken -m çok yapabildikleri şey, yahudi ha­hamları tarafından yazılan bazı kitaplara dayanmaktır. Oy­sa bizzat Cenab-i Allah {c.c.) Kur'an'da bu hahamların ger­çekleri değiştirdiklerini, başka kılıklara soktuklarını açıkça belirtiyor. Öyleyken bir müsliimamn sırf bu yoldan nak­ledilen bir bilgiyi onaylaması nasıl helal olabilir? Halbuki bu konuda müslümana düşen görev, böyle bîr bilgiyi ne onaylamak ve -eğer elimizde asılsızlığını belirten kesin bir delil yoksa- ne de yalanlamaktır. Rasulullah (s.a.v.) bize böy­le davranmayı emretmiştir. Bu israil masalları arasında peygamberlere yakıştırılmış yalanlar olduğu gibi ne olduk­larım sadece Allah'ın bildiği yürürlükten kaldırılmış (nes-hedilmiş) unsurlar da vardır.

Bilindiği gibi gerek Rasulullah'ın (s.a.v.) sahabileri olan ilk kuşak ve gerekse bu kuşağa titizlikle bağlı ikinci kuşak (tabiin) müslümanlan, Rasulullah'ın (s.a.v.) ölümünden sonra bir çok yeni ülkeler fethetmiş ve bu arada Şam, Irak ve Mısır gibi değişik eyaletleri yerleşim yeri edinmişlerdir. Onlar bu dini en iyi bilen ve kendilerinden sonra gelen her kuşaktan daha doğruyu uygulayan kimseler olduklarına gö­re hiç kimse onların davranış ve uygulamalarına ters düşme­ye yetkili değildir.

Buna göre onları saygı göstermemiş oldukları ve özellik­le namaz ve dua yerleri olarak kabul etmedikleri bu tür zi­yaret yerleri konusunda onlara ters düşmeye hakkımız yok­tur. Onlardan sonra gelen bazı faziletli ve dindar kimsele­rin bu yoldaki ayları tutumları da bizim için gerekçe olamaz. Çünkü bu örnek kuşakların izlerinden gitmek onlara ters dü­şenlere uymaktan daha öncelikli ve daha yerinde olduğu ger­çeği bir yana, onlara ters düşen tek-tük bazı şahsiyetler ol­duğu kadar mutlaka bu ters düşenlerin tutumlarına karşı çıkan daha çok sryıda, üstelik bilgi ve fazilet yönünden daha ilerde şahsiyetlerin varolduğunu hiç bir zaman unutma­malıyız. Genelleme niteliği taşıyan bu son cümlemizi açık hale getirmenin yeri burası değildir.

Bu arada Müslim'de bildirdiğine göre Rasulullah (s.a.v.) "Miraç gecesi Beytül Mukaddes'e vardığında orada iki rekat namaz kıldı ve bu mukaddes yolculuk sırasında başka bir yerde ne namaz kıldı ve nede başka bir yeri ziyaret etti"[152] Öyleyken Miraç olayı ile ilgili olarak çok farklı rivayetler­le karşılaşıyoruz. Hemen belirtelim ki, bu rivayetlerin kimi­si güvenilir Hadis kaynaklarında yer alan sağlam belgeler, kimisi zayıf nakiller ve kimisi de uydurma söylentilerdir. Bu uydurma söylentilere Örnek olarak güya Cebrail'in Rasulul-lah'a (s.a.v.) "Burası, atan İbrahim'in mezarıdır. Bineğinin sırtından in de burada namaz kıl" veya "Burası İsa'nın do­ğum yeri Beytüllehm'dir, bineğinin sırtından in de burada namaz kıl" dediği şeklindeki yaygın rivayetleri gösterebili­riz. Bu tür söylentilerin bunlardan da daha acayip olan bir başkası da şudur. Güya Miraç yolculuğu sırasında Medine'ye de uğramış ve burada kendisine daha sonra üzerine mescid yaptıracağı yerde namaz kılması söylenmiş. Oysa orası o za­man müşrik mezarlığı idi. Rasulullah (s.a.v.) Medine'ye göçettiği sırada devesinin orada çökmesi üzerine söz konu­su yerde konaklamış ve bilahare üzerine ünlü mescidini yaptırmıştı.

İşte bu ve buna benzer söylentiler, ilim adamlarının söz birliği ile uydurma rivayetlerdir. Az önce adı geçen Beytül-lahm hiristiyan kiliselerinden biridir ve ister İsa'nın (r.a.) doğum yeri olduğu doğru olsun, ister bu rivayet asılsız ol­sun, müslümanlar için burayı ziyaret etmenin hiç bir fazilet­li tarafı yoktur. Hatta İbrahim'in (a.s.) mezarı olduğu söy­lenen yere de ne sahabilerden ve nede tabiinden hiç biri va­rıp namaz kılmış veya dua etmiş, daha doğrusu orayı asla özellikle ziyaret etmiş değildir.

Bilindiği gibi müslümanlar Ömer (r.a.) ile birlikte Şam dolaylarına bir kaç kez gelmiş \ c fetihten sonra da çok sa­yıda sahabi buralara yerleşmişti. Bu sıralarda hiç bir sahabinin bu yerleri ziyaretgah edindiği asla işitilmemiştir. İb-rahim'in (a.s.) mezarı olduğu söylerten yerin üzerine mes-cid yapanlar da müslümanlar değildir. Olay şöyledir:

Haçlılar (hıristiyanlar) hicri dördüncü yüzyılın sonla­rında Mısıra hakim olan rafizilerin Şam dolaylarındaki za­yıf egemenliklerinden yararlanarak Kudüs'ü ve Beytül Mu­kaddes'i ele geçirdiler. Hemen belirtelim ki, bu rafizilerin ne sağlam akıllan, na sarih nakilleri, ne makbul dinleri ve nede başarılı bir dünya düzenleri vardı. İşte bunlar yüzün­den kuvvet bulan hıristiyanlar sahilleri ve başka bazı yöre­leri elde ettiler ve bu hakimiyetleri sırasında İbrahim'in (a.s.) hücresinde delik açarak buraya bir kapı yaptılar. Söz konusu kapı hala hücrede açılan deliğin izlerini taşır. Görü­lüyor ki, burada mabed yapanlar, müslüman atalarımız de­ğil, hıristiyan istilacılardır. [153]

 

Mcscidlerin Faziletleri

 

İslam'ın çok Önemli bir ilkesine göre ibadete özgü yer­ler sadece mescidlerdir. Gerek müşriklerin ve gerekse ya-hudi ve hiristiyanlar ile yahudilerin saygı gösterdikleri ta­pınaklar ve bu arada cahiliye döneminde araplann saygı besledikleri Hıra dağı gibi yerler, İslam'iyetin saygınlıkla­rını zihinlerden silmek, unutturmak ve fonksiyonlarını or­tadan kaldırmak için geldikleri yerlerdir.

Mescidlere gelince bunların tümü eşit düzeyde ibadet yer­leridir. Başka bir deyimle herhangi bir mescidde yapılan iba­det başka bîr mescidde de yapılabilir. Yalnız Mescid-i Ha­ram (Kabe) müstesna. Bu mescid, başka hiç bir mescidin sa­hip olmadığı bir takım özelliklere, hatta imtiyazlara sahip­tir. Mesela tavaf gibi bazı ibadetler sırf bu mescide özgü ol­duğu gibi başka hiç bir mecide yönelerek kılınabilecek na­maz Allah katında kabul edilmez. Rasulullah'm (s.a.v.) Medine'deki mescidi ile Kudüs'de-ki Mescid-i Aksa'ya gelince, buralarda meşru olan ibadet­ler diğer sıradan mescidlerde de meşru olan namaz, dua, zi­kir, Kur'an okumak ve itikaf gibi ibadetlerdir. Diğer sıradan mescidlerde meşru olmayan türden ibadetler bu iki mescid-de de meşru değildir. Mesela; buraların bir yerlerini Öpmfek veya elle selamlamak (istilam) veya bu mescidleri tavaf etmek gibi. Fakat bu iki mescid, geride kalan öbür sıradan mescidlerden daha faziletli oldukları için buralarda kılına­cak namaz diğer mescidlerde kılınan namazlardan kat kat da­ha çok sevap getirir.

Bu iki mescidden biri olan Rasulullah'm (s.a.v.) mesci­dinde kılınacak namazın, Kabe dışındaki bütün mescidler­de kılınan namazlardan "bin kat" daha faziletli olduğu sa­hih Hadis'lerle sabittir. Mesela Buhari ile Müslim'de, Ebu Hüreyre'den (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Benim bu mescidimde kılınacak olan bir vakit namaz Mescid-i Haram (Kabe) dışında diğer mescidlerde kılınan bin vakit namazdan daha hayırlıdır. Çünkü ben nasıl peygamberlerin sonuncusu isem benim mescidim de mescidlerin sonuncusudur"[154]

Öteyandan Müslim'in, îbn-i Abbas'a dayanarak bildir­diğine göre bir defasında kadının biri bir hastalığa yakalan­dı ve "Eğer Allah beni bu hastalıktan kurtarırsa gidip Bey-tül Mukaddes'de namaz kılacağım" dedi. Bir süre sonra iyileşince gerekli hazırlıkları yaparak yola çıkmaya karar verdi. Gitmeden Rasulullah'm (s.a.v.) eşlerinden Meymu-ne'ye uğrayıp durumunu anlattı. Bunun üzerine Meymune (r.a.) kadına şunları söyledi:

"Otur ve hazırladığın yol azığını ye, arkasından da git Ra­sulullah'm (s.a.v.) mescidinde bir namaz kıl. Çünkü ben Rasulullah'tan (s.a.v.) orada kılınacak bir namazın Kabe dışın­daki diğer bütün mescidlerde kılınacak bin namazdan daha üstün olduğunu işitmiştim"[155]

Bu arada Hanbeli'nin "Müsned" adlı eserinde Abdullah b. Zubeyr'e dayandırarak bildirdiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Benim bu mescidimde kılınacak olan bir namaz Mescid-i Haram dışındaki öbür tüm mescidlerde kılına­cak olan bin namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Ha-ram'da kılınacak bir namaz da benim mescidimde kılı­nan yüz namazdan daha faziletlidir"[156]

 

İtikaf İbadeti

 

Dikkat edersek bizim şeriatımız İslam öncesi araplannın Hıra mağarasına kapanmak gibi tapınma davranışlarının yerine bütün mescidlerde itikafa girme ibadetini getirmiş­tir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) ölümüne kadar Ramazan ayının son on gününü hep itikafta geçirmiştir.

Mescidlerde itikafa girmek bütün mezheb imamlarının görüş birliği ile meşru sayılmış bir ibadettir. Çünkü Ce-nab-i Allah (c.c.) Kur'an'da şöyle buyuruyor:

"Mescidilerde itikafa çekilmiş iken sakın eşlerinize ya­naşmayınız"                                           (Bakara: 2/187)

Yani "Mescidlerde itikafa girmişken bu sırada eşleri­nizle birleşmeyiniz. Her ne kadar bu birleşme mescid dışın­da gerçekleşse bile. Bundan dolayı fıkıhçılar diyorlar ki; "İti-kafm temel ilkesi mescide kapanıp Allah'a ibadet etmek ve onu ortadan kaldıracak sakıncada kadınlarla birleşmektir".

Buna karşılık herhangi bir ağacın veya -anıt sayılsın, sayılmasın- bir taşın yada peygamberden birine ait olan ve

olmayan bir mezarın yahud yine peygamberlerden biri ile il­gili olan ve olmayan herhangi bir makamın karşısında ayak­ta durmak veya yanıbaşmda bîr yere kapanmak, müslü-manların dininde yeri olmayan hareketlerdir. Tersine bu tür hareketler, bizzat Cenab-ı Allah'ın (c.c.) Kur'an'ın aşa­ğıdaki ayet'lerinde bize haber verdiğine göre müşriklerin (Allah'a eş koşanların) dini geleneklerindendir:

"Andolsun ki, biz İbrahim'e önceden doğruyu ayirdet-mek yeteneğini vermiştik. Zaten biz onun bu yetenekte olduğunu biliyorduk. Hani O, babasına ve kavmine "Şu karşılarına dikildiğiniz heykeller nedir?" diye sordu. Kendisine "Biz babalarımızı bunlara tapar buduk" de­diler. O da onlara "siz de atalarınız da apaçık bir sapık­lık içine düştünüz" dedi. Ona "sen bize gerçeği mi getir­din, yoksa bizimle alay mı ediyorsun?" diye sordular. O da onlara "Ne münasebet! Sizin asıl Rabbiniz bu taptık­larınızı da yaratan göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Ben si­ze karşı bu gerçeğin şahidlerinden biriyim. Allah'a ye­min ederim ki, siz dönüp gittikten sonra bu putlarınıza bir tuzak kuracağım". Bir süre sonra o putları param­parça etti ve belki ona başvururlar diye en büyüklerini bıraktı"                                             (Enbiya: 21/51-58)

Diğer bir ayet grubunda da şöyle buyuruluyor: "Onlara İbrahim'in başından geçenleri de anlat: Ha­ni o babası ile kavmine "Neye tapıyorsunuz?" diye sor­du da onlar da ona "Putlara tapıyoruz, onlar karşısında dikiliyoruz" dediler, ibrahim onlara "Peki, çağırınca onlar sesinizi duyuyorlar mı? Ya da size her hangi bir fayda veya zararları dokunuyor mu?" diye sordu. Onlar da "Hayır, ama babalarımızın böyle yaptıklarını gördük (Onun için biz de öyle yapıyoruz)" diye cevap verdiler. Bu­nun üzerine İbrahim onlara dedi ki: "Gördünüz mü taptıklarınızı? Gerek sizin gerekse atalarınızın. Hiç şüphesiz onlar benim düşmanlarımdır. Sadece alemlerin Rabb'i müstesna. O ki, beni yaratan ve doğruya ileten­dir. O ki, beni yediren ve içirendir. Ve hastalandığımda bana şifa verendir. O ki, beni öldürüp sonra diriltecek olandır. O ki, hesaplaşma gününde kusurlarımı bağışla­masını umduğumdur. Ey Rabb'im, bana egemenlik ba­ğışla ve beni salihlerden eyle. Beni bol nimetli Cen­netinin varislerden kıi. Babamı da bağışlayıp doğru yola ilet, çünkü o sapıklardandır. İnsanların yeniden diriltilecekleri gün beni utandırma. O gün ki, malın ve evlatların hiç bir faydası olmaz. Sadece Allah'a an bir kalple gelenler fayda görür"               (Şuara: 26/78-79)

Kur'an'ın başka bir yerinde de aynı gerçek şöyle dile ge­tirilmiştir:

"İsrailoğullarını denizden geçirdik. Bir süre sonra kendilerine özgü bir takım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine "Ey Musa, bu adamların na­sıl ilahları varsa bize de bir ilah göster'.' dediler. O Mu­sa onlara "siz gerçekten cahil bir kavimsiniz. O adamlar gördüğünüz tutumları yüzünden helak olmaya mah­kumdurlar. Bütün yaptıkları da batıldır"

(A'raf: 7/135-139)

İşte müşriklerin saygı duruşu ve işte müslümanlarm bir yere kapanma (itikaf) ibadetleri. Müslümanların mecidlere kapanmaları, ortağı olmayan tek Allah'a ibadet etme ama­cına dönükken müşrikler, Allah dışında umut ve korku kay­nağı saydıkları ve Allah'a ortak koşup O'nun katında ara­cı (şefaatçi) olacaklarını düşündükleri' şeyler karşısında saygı duruşu yaparlar.

İyi bilelim ki, müşriklerin hiç biri "Evrenin birden çok ya­ratıcısı vardır" veya "Allah'ın bütün sıfatlarında kendisine denk bir başka ilah vardır" demezler. Hiç bir müşrik böyle bir söz söylememiştir. Tersine onlar da göklerin ve yerin bir tek yaratıcısı olduğunu kabul ederler. Kur'an'ın şu ayet'le-ri bize bu gerçeği açıkça bildirir:

"Eğer onlara-gökleri ve yeri kim yarattı?- diye sora­cak olursan, mutlaka "Allah" diyeceklerdir"

(Zümer: 39/38)

"De ki; "Biliyorsanız, söyleyiniz bakalım, dünya ve üzerindeki varlıklar kime aittir?" Mutlaka "Allah'a a-ittir" diyeceklerdir. De ki; "O halde niye bunu düşünüp değerlendirmiyorsunuz?" Yine onlara "Yedi kat göğün ve Arş'ın Rabb'i kimdir?" diye sor. Sana "Bunlar Al­lah'a aittir" diyeceklerdir. De ki; "Ondan niçin korkmu­yorsunuz?" Yine onlara "biliyorsanız, söyleyiniz baka­lım, her şeyin egemenliği kimin elindedir? Her şeyi ko­ruyup gözettiği hafde koruyucu ve gözeticisi olmayan kimdir?" diyeceklerdir. De ki: "O halde niçin aldanıyor­sunuz?"                                       (Mü'minun: 23/84-89)

"O size kendi hayatınızdan bir örnek gösterdi. Bakı­nız bakalım, eliniz altındakiler arasında verdiğimiz n-zıklarda size ortak olanlar, sizinle eşit düzeyde söz sahi­bi, özünüzden sakınır gibi çekindiğiniz kimseler var mı?"                                                           (Rum: 30/28) [157]

 

Şefaat Meselesi

 

Müşrikler, Allah'a ortak saydıkları ilahlarını sadece Al­lah'a yaklaştırıcı birer aracı olarak kabul ederler. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) bu gerçeği aşağıdaki ayet'lerde şöyle açıklıyor:

"Onun dışında veliler edinerek "Biz bunlara, sırf bi­zi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" diyenlere ge­lince, hiç şüphesiz Allah, onların aralarında ayrılığa düştükleri konuda hüküm verecektir"        (Zümer: 39/3)

"Yoksa Allah dışında bir takım aracılar (şefaatçiler) mi edindiler? De ki; Bu şefaatçılar hiç bir şeye güçleri yetmeyen ve düşünemeyen şeyler olsalar da mı onları aracı edineceksiniz?" De ki; "Şefaat yetkisi tümü ile Al­lah'a aittir. Göklerin ve yerin egemenliği O'nun elinde­dir"                                                    (Zümer: 39/44)

"Allah'ı bırakıp kendilerine ne faydası ve nede zara­rı olmayan şeylere tapıyorlar ve "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" diyorlar. De ki "Allah'a, gök­lerde ve yerde O'nun bilmediği birşeyi mi haber veriyor­sunuz?"                                               (Yunus: 10/18)

"Ben niçin beni yaratana tapmayayım? Hepiniz O'na döndürüleceksiniz. Ondan başka ilahlar edinir miyim hiç? Eğer esirgeyici Allah bana bir zarar vermeyi dile-se, bu ilahların ne şefaatleri bana fayda sağlayabilir ve nede beni kurtarabilirler".

O taktirde ben apaçık bir sapıklık içinde olurum. Ben hepinizin Rabb'i olan Allah'a inandım, gelin beni dinleyiniz"                                       (Yasin: 36/22-25)

"Andolsun ki, sizi ilk yarattığımız gibi, yine tek başı­na olarak bize geldiniz ve dünyada size verip de hayali­ne daldırdığımız şeyleri de arkanızda bıraktınız. Hani bi­zim ortaklarımız olduklarını sandığınız aracılarınızı da yanınızda görmüyoruz. Bakınız işte, onlarla ilişkiniz kesilmiş, ilah sandığınız şeyler sizden uzaklaşıp kaybol­muştur"                                                (En'am: 6/94)

"Allah'dan başka ne bir veliniz ve nede bir şefaatçi­niz yoktur"                                             (Secde: 32/4)

"Rabb'lerinin huzurunda toplanacaklarına inanıp da bu durumdan korkanları uyar ki, O'ııdan başka ne bir velileri ve nede şefaatçileri,yoktur. Bu hususta onla­rı uyar ki, belki çekinirler"                      (En'am: 6/51)

Bu konuda insanlar, görüş bakımından ikisi aşırı kutup­lar ve birisi de orta yol yolcuları olmak üzere üçe ayrılırlar:

1- Müşrikler, sapık hıristiyan ve yahudileri ile bu ümme­tin, bazı bicTatçıları Kur'an'ın karşı çıktığı bir şefaatin var­lığına inanırlar.

2- Haricilerle ile Mutezile akımı yanlıları Rasulullah'ın (s.a.v.) ümmetinin büyük günahkarlarına şefaatçi olacağı­nı reddederler. Hatta bid' atçıların bir kesimi insanın başka­sının şefaatinden ve duasından yarar sağlayabileceğini ka­bul etmezler. Tıpkı ölü adına sadaka vermenin ve oruç tut­manın ona fayda sağlamayacağına inandıkları gibi. Bu gö­rüşün taraftarları aşağıdaki ayet'leri delil gösterirler:

"Ey mü'minler, ne alış+verişin, ne dostluğun ve ne de şefaatin işe yaramayacağı gün gelmeden önce size verdi­ğimiz rıziktan harcayanız"                    (Bakara: 2/254)

"O gün zalimler ne bir dost ve ne de sözü geçer bir şe­faatçi bulamayacaklardır"                   (Mü'min: 40/18)

3- Bu ümmetin öncü ve önderleri ile onların yolundan gi­den "Ehl-i Sünnet" bağlılarına gelince bunlar gerek Rasu­lullah'ın (s.a.v.) ümmetinin bazı büyük günahkarlarına şe­faat edeceğine, gerek bunun dışındaki şefaat yetkisine ve ge­rekse diğer bazı peygamber ve meleklerin şefaat edecekle­rine inanırlar.

Ayrıca onlara göre hiç bir "Ehl-i Tevhid (gerçek anlam­da Allah'a inanan kimse)" ebedi olarak cehennemde kalmaz. Bunun yanında ölünün başkasının duasından, şefaatmdan ve kendi adına verilecek sadakadan yarar sağlayacağına, çün­kü bunların hep Hadis'lerle sabit olduklarına inanırlar. Hat­ta alimler arasında geçerli olan iki zıt görüşten birine göre oruç da böyledir.

Yalnız bu kesimin görüşüne göre şefaatçi kimse başka­sı adına dua edip dilekte bulunabilir, ama yaptığı şefaatin ya­rarlı olabilmesi, Allah'ın iznine bağlıdır. Bu görüşlerini şu deiiller ile savunurlar. Her şeyden önce Cenab-ı Allah (c.c.) aşağıdaki ayet'lerde şöyle buyuruyor:

"O'nun izni olmadan kim O'nıın katında şefaat ede­bilir?"                                                    (Bakara: 2/255)

"Göklerde nice melek var ki, onların şefaatleri hiç bir fayda sağlamaz. Meğer ki, bu şefaat Allah'ın diledikle­rine izin vermesinden ve razı olmasından sonra olsun"

(Neem: 53/26)

Öteyandan Buhari'nin bildirdiğine göre Kıyamet günü, insanlar Adem'den (a.s.) başlayarak sırası ile Nuh (a.s.), îb-rahim (a.s.), Musa (a.s.) ve İsa (a.s.) gibi en seçkin peygam­berlerden şefaat dileğinde bulunup da talebleri reddedil­dikken sonra Önceki ve sonraki tüm günahlarının peşinen af­fedildiği bildirilen Rasulullah'a (s,a.v.) baş vuracaklardır. Hadis'in devamım bizzat Rasulullah'tan (s.a.v.) dinleyelim:

"Bunun üzerine Rabbimin huzuruna giderim. O'nu görür görmez secdeye kapanır ve O'na şu anda dile ge­tiremeyeceğim övgülerle hamdederim. O anda bana şöy­le buyurur; "Ey Muhammed, başını secdeden kaldır ve söyle, ne söylersen dinlenecektir. Dile, ne dilersen veri­lecektir. Şefaatçi ol, şefaatçiliğin kabul edilecektir". Rabb'imin bu sözleri sona erince kendisine "Ya Rabbi, senden ümmetimin bağışlanmasını istiyorum" diyeceğim. Bunun üzerine Allah, ümmetimin oluşturduğu kalaba­lık arasından hudutlarla çizerek belirlediği bir kesim ayı­rır, ben de onları cennete koyarım"[158]

Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"De ki; Allah'dan başka ilah olduklarını sandığınız şeyleri çağırın bakalım. Onlar başınıza gelen belayı ne gi­derebilirler ve ne de başka bir tarafa yöneltebilirler. O yalvardıklan da, onların Allah'a en yakın olanları da Rabb'lerine yanaşabilmek için vesile ararlar, O'nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabb'inin azabı gerçekten korkunçtur"

(İsra: 17/56-57)

Bazı ilk dönem (selef) tefsircileri yukardaki ayet'leri açıklarken şöyle diyorlar: "Vaktiyle bazı kavimlerin dua ederken azizlerden, Mesih'den ve meleklerden medet um­maları üzerine Allah (c.c.) bu ayet'leri indirerek kendilerin­den medet umulan bu şahsiyetlerin de Allah'a yaklaşmak için uğraştıklarını, O'nun rahmetini umarak azabından kork­tuklarını haber vermiştir".

Buhari'de belirtildiğine göre bir gün sahabilerden Ebu Hüreyre (r.a.) Rasulullah'a (s.a.v.):

"Ya Rasulallah! Kıyamet günü senin şefatine mazhar olma bahtiyarlığına ermesi en muhtemel kimse kimdir?" di­ye sordu. Rasulullah (s.a.v.) da Ebu Hüreyre'ye (r.a.) şu kar­şılığı vermiştir:

"Ey Ebu Hüreyre, Hadis'e karşı olan düşkünlüğünü bildiğim için bu konuyu senden önce bana hiç kimsenin sormayacağını tahmin etmiştim* zaten. Kıyamet günü benim şefaatime mazhar olmaya en yakın kişi, sırf Allah rızası için "la ilahe illallah" diyen kimsedir"[159]

Demek ki, kul ne derece ihlash ise o derece şefaate layık olur. Buna karşılık kim bir mahluka gönül bağlar, onu umut ve korku kaynağı diye bellerse şefaatten en uzak kişi olur.

Sebebine gelince bir yaratılmışın başka bir yaratılmışa şe­faat etmesi, şefaatçinin şefaati kabul edecek kimsenin izni­ni almaksızın şefaat isteyene yardım etmesi şeklinde olur. Hatta şefaati kabul edecek kimse şefaatçiye ya muhtaç ol­duğu veya ondan çekindiği için şefaatçinin ricasını kabul e-der. Oysa Allah'ın hiç bir varlığa ihtiyacı yoktur. Varlıkla­rın tümünü istediği gibi ve tek başına olarak çekip çeviren O'dur. Bu yüzden o izin vermedikçe hiç bir şefaatçi ortaya çıkamaz. Şefaatçiye izin veren de yapılacak şefaat dileğini kabul edecek olan da O'dur, Tıpkı önce kulunun kalbine dua etmeyi ilham edip de sonra bu duayı kabul ettiği gibi. Kısa­cası, her şey O'nun elindedir.

Kul, eğer insanlar arasından bir şefaatçi ararsa belki gö­züne kestirdiği şefaatçi kendisine şefaatçi olmak istemez. Şe­faatçi olmayı kabul etse de ya Allah onun şefaatçi olması­na izin vermeyebilir veya şefaatini kabul etmeyebilir.

Bilindiği gibi Allah'ın en üstün kullan sırasıyle Rasulul-lah'la (s.a.v.) İbrahim'dir (a.s.). Oysa Rasulullah (s.a.v.), am­cası Ebu Talib'e:[160]

"Eğer önüme yasak konmaz ise mutlaka senin af edil­meni dileyeceğim" dediği halde bu dileğinden vazgeçiril-di. Yine bazı münafıkların cenaze namazını kılan ve onlar İçin dua eden Rasululîah'a (s.a.v.) bizzat Cenab-i Allah:

"Onlardan ölen bir kimse üzerine katiyyen namaz kılma ve mezarı başında da durma"          (Tevbe: 9/94)

diye uyarmıştır. Yine Allah, kendisine:

"Eğer onlar için yetmiş kere af d il esen bile Allah on­ları affetmez" ayet'ini indirince:

"Eğer yetmiş kereden çok af dilediğim takdirde affe­dileceklerini bilsem öyle yapardım"[161] demesi üzerine bu defa:

"Onlar (münafıklar) için af dilesen de dilemesen de ay­nıdır. Allah onları asla affetmez"                (Tevbe: 9/80) ayet-i inmiştir.

Öteyandan Cenab-ı Allah (c.c.) İbrahim (a.s.) hakkında da şöyle buyurmuştur:

"İbrahim'den korku gidip kendisine müjde gelince Lut kavmi hakkında bizimle mücadele etmeye başladı.

Çünkü İbrahim gerçekten yumuşak huylu, yufka yü­rekli ve yüz tutup yalvaran bir kişidir"   (Hud: 11/74-75)

Yine aynı İbrahim (a.s.):

"Ey Rabbimiz, hesaplaşma günü ana-babamı ve mü'minler affeyle" şeklinde bir vaadde bulunup, da baba­sının affedilmesini dileyince Allah, onun için şöyle buyur­muştur:

"İbrahim ile onunla birlikte onlarda sizin için çok gü­zel bir örnek var. Onlar kavimlerine "Biz gerek sizden ve gerekse Allah dışında taptığınız putlardan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inamncaya kadar aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret vardır" dedi­ler. Yalnız İbrahim babasına "senin için Allah'dan af di­leyeceğim" dedi"                                  (İbrahim: 14/60)

Cenab-ı Allah (c.c.) bu konudaki ilkeyi Kur'an'ın başka bir yerinde şöyle ifade ediyor:

"Akraba bile olsalar, cehennemlik oldukları kesinlik­le belli olduktan sonra Allah'a ortak koşanlar için af di­lemek, ne peygamberin ve ne de mü'minlerin yapacağı bir iş değildir. İbrahim'in babası için af dilemesi, sırf ona verdiği sözden dolayı idi. Fakat babasının bir Allah düş­manı olduğunu kesinlikle görünce ondan uzaklaşıverdi"

(Tevbe: 9/113-114)

Kısacası Allah'ın (c.c.) ortaksız bazı hakları ve pey­gamberlerin rakipsiz bazı hakları gibi mü'minlerin de mü'minler üzerinde bazı haklan vardır. Nitekim Buhari ile Müslim'de belirtildiğine göre sahabilerden Muaz b. Cebel şöyle diyor:

"Bir defasında Rasulullah'la (s.a.v.) birlikte yolculuktay­dık. O devenin Önüne ben de arkasına binmiş gidiyorduk. Bir ara bana:

"Ya Muaz, Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir, bi­liyor musun?" diye sordu. Kendisine:

"Allah ve Rasulü bilir" diye karşılık vermem üzerine:

"Ya Muaz, Allah'ın, kulları üzerindeki hakkı O'na ibadet etmeleri ve kendisine hiç birşeyi ortak etmemele­ridir. Peki, kullar bu görevlerini yaptıkları takdirde Al­lah üzerinde haklan nedir, biliyor musun?" dedi. Kendi­sine:

"Allah ve Rasulü bilir" diye karşılık verince;

"O takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı onları azaba çarptırmamasıdir" dedi.[162]

Demek ki, Allah kendisine hiç bir ortak koşulmaksızm ibadet edilmeye müstahaktır. Tüm peygamberlerin insanla­ra iletilmekle görevlendirildikleri ve ilahi kitapların biricik iniş gerekçesi olan "Tevhid inancı" nın özü ve temel ilkesi budur. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) bu gerçeği aşağıdaki ayet'lerde şöyle açıklıyor:

"Senden Önce göndermiş olduğumuz peygamberimi­ze sor bakalım. Acaba Rahman olan tek Allah'dan baş-ka>tapdacak bir ilah belirledik mi?"         (Zuhruf: 43/43)

"Senden Önce gönderdiğimiz hiç bir peygamber yok ki, kendisine "Benden başka ilah yoktur, bana kulluk edi­niz" diye vahyetmiş olmayalım"            (Enbiya: 21/25)

"Biz her ümmete "Allah'a ibadet ediniz ve Tağut'tan uzak durunuz" diyen birer peygamber gönderdik"

(Nahl: 16/36)

Sırf Allah'dan korkmak, başka hiç kimseden çekinmemek de bu ilkenin kapsamı içindedir. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Kim Allah'a ve Rasulullah'a itaat eder, Allah'dan korkar, O'ndan çekinirse işte kurtuluşa erenler bun­lardır"                                                        (Nur; 24/52)

Görüldüğü gibi, ayet'te "itaat" hem Allah ve hem de Rasulullah (s.a.v.) için söz konusu edilmiştir. Tıpkı şu ayet'te olduğu gibi:

"Peygamber size ne verdi ise onu alınız ve size neyi ya­sakladı ise ondan kaçınınız"                        (Haşr: 59/7)

Demek ki, "Haram" Rasulullah'ın (s.a.v.) haram kıldığı, "Helal" Rasulullah'ın (s.a.v.) helal olduğunu söylediği ve "Din" de Rasulullah'ın (s.a.v.) meşru kıldıklarıdır.

Fakat Cenab-ı Allah "Bize Allah kafidir, dediler" diye bu-, yurarak "yeterli saymayı" sadece kendisine özgü kılmıştır. Yani "Bize Allah ve Rasulü kafidir, dediler" buyurmamış-tır. Aynı ilkeyi seslendiren bir başka ayet de şöyledir:

"Onlar ki, halk kendilerine "düşmanlarınız size kav-şı ordu toplamışlar, onlardan korkunuz" deyince bu söz onların imanlarını arttırdı ve "Allah bize yeter, O ne gü­zel vekildir" dediler"                        (Al-i İmran: 3/173)

Aynı anlamı değişik bir ifade ile vurgulayan bir başka ayet de şudur:

"Ey Peygamber, Allah, sana ve sana bağlı olan mü'minlere yeter"                                   (Enfal: 8/64)

Az yukardaki ayet-i okumaya devam edersek "Yakında bize Allah kereminden verecek, Rasulü de" buyurulduğunu görüyoruz. Dikkat edersek Allah "Kerem"i sırf kendine öz­gü kılarken "verme" eylemini yine Rasulullah (s.a.v.) için de kullanmıştır. Bu demektir ki, Rasulullah'ın (s.a.v.) mu­bah saymadığı hiç bir şey mubah kabul edilemez. Yani her­kes elinden gelen her şeyi almak (yapmak) yetkisinde değil­dir. Ancak şeriatın mubah ilan ettiği şeyleri almak ve yap­mak serbest olabilir. Ayet'in son kısmı "Biz sadece Al­lah'a rağbet ederiz" şeklindedir. Yani "Rağbet etmek" sırf Allah için söz konusudur, başka hiç kimseye yöneltilemez. Tıpkı şu ayet'te buyurulduğu gibi:

"O halde boş zaman bulunca kalk ibadet et ve yalnız Rfibb'ine rağbet et"                              (İnşirah: 94/7-8)

Bilmek gerekir ki, Cenab-ı Allah (c.c.) hiç kimseye her hangi bir varlıktan bir şey İstemeyi kesinlikle emretme-miştir. Bazı durumlarda bunu mubah kıldığı olmuştur, ama hiç bir zaman böyle bir şeyi emretmemiştir. Tersine kul için en yerinde tutum, Allah'dan başka hiç kimseden hiç bir şey istememektir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) İbn-i Ab-bas'a:

"Bir şey isteyeceğin zaman Allah'dan iste ve sığınaca­ğın zaman da Allah'a sığın"[163] buyurmuştur.

Allah, "kendisine güvenilecek" "kendisinden yardım is­tenecek", "Yalvanlacak", "korkulacak", "umut bağlana­cak",^"kulluk edilecek", "kalplerin yöneleceği", "Her kımıl­dama ve güç belirtisinin kaynaklandığı", "Kendisinden yi­ne kendisine baş vurulabilecek" olan yegane mercidir. Kur'an baştan sona kadar bu temel ilkeyi vurgular. Öteyan-dan Rasulullah (s.a.v.) da "itaat edilecek", "sevilecek", "Hoşnut olunacak", "Hükümlerine boyun eğilecek", "Des­teklenecek", "Onurlandırılacak", "İzinden gidilecek", "Ken­disine ve getirdiklerine inanılacak" bir mercidir. Bu hu­susta da bir kaç Örnek ayet okuyalım:

"Kim Peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur"                                                             (Nisa: 4/80)

"Biz hiç bir Peygamberi, Allah'ın izni ile itaat edil­mekten başka bir amaçla göndermiş değiliz"

(Nisa: 4/64)

"Oysa Allah'ı ve Peygamberi hoşnud etmeleri daha yerinde olurdu"                                         (Nahl: 16/36)

"De ki, eğer babalarımızı, oğullarınızı, kardeşlerini­zi, eşlerinizi, hısım-akrabanızı, kazandığınız malları, düşmesinden çekindiğiniz ticaretinizi, hoşunuza giden ev­lerinizi Allah'dan, Rasulullah'tan ve Allah yolunda Cihad etmekten daha çok "seviyorsanız Allah'ın hakkınız­daki hükmü üzerinizde gerçekleşmesini bekleyiniz"

"     (Tevbe: 9/24)

Öteyandan Buharı ile Müslim'in belirttiğine göre Rasu-Iullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Şu üç haslet kimde bulunursa imanın tadını hisseder:

1- Allah'ı ve Rasulullah'ı, bu ikisi dışındaki her şey­den daha çok sevmek,

2- Sırf Allah için bir kimseyi sevmek,

3- Allah kendisini kafirlikten kurtardıktan sonra tek­rar oraya dönmekten, ateşe atılmaktan çekinir gibi çe­kinmek"[164]

Yine bir gün Rasulullah (s.a.v,):

"Varlığımı elinde tutan Allah'a yemin ederek söylü­yorum ki, herhangi biriniz beni evladından, ana-baba-sından ve diğer tüm insanlardan daha çok sevmedikçe mü'min olamaz"[165] buyurunca Ömer (r.a.):

"Ya Rasulallah! Seni kendim dışında kalan her şeyden da­ha çok seviyorum" dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) Ömer'e (r.a.):

"Hayır, ya Ömer, beni kendinden de çok sevmedikçe olmaz" buyurdu. Arkasından Ömer (r.a.):

"Seni kendimden de çok seviyorum" deyince Rasulullah (s.a.v.) kendisine

"İşte şimdi oldu, ya Ömer"[166] diye cevap verdi. Sözle­rimizin burasında aşağıdaki ayet'leri okumanın tam sırası­dır:

"De ki; "Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin" (Al-i İmran: 3/31)

"Biz seni ümmetine canlı örnek, müjdeleyicî ve uya­rıcı olarak gönderdik"

Ta ki, Allah'a ve Peygambere inanasımz, O'nun dini­ni destekleyesiniz, O'na saygı gösteresiniz ve sabah-ak-şam Allah'ı teşbih edip şanını yüceltesiniz"

(Fetih: 48/8-9)

Bu ayet'Ierden açıkça anlaşılıyor ki, "iman etmek" hem Allah ve hem de Peygambere, "Desteklemek" ve "saygı göstermek" Peygambere, "Teşbih etmek" ve "şanı yücelt­mek* ise sırf Allah'a özgüdür.

Allah, Rasulullah'ı (s.a.v.) bu "Tevhid" inancını gerçek kimliğine kavuşturmak, yabancı unsurlardan arındırmak ve gündelik konuşmalarda rastlanan bazı denetimsiz deyimle­re varıncaya kadar müşrikliğin hertürlü tezahürüne karşı çıkmak için görevlendirip gönderdi. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) bir defasında sahabileri

"Sakın "Allah ve Muhammed diledikçe" demeyiniz. Bunun yerine "Önce Allah ve sonra Muhammed diledik­çe" deyiniz"[167] diye uyardı. Yine bir gün adamın birini kendisine:

"Allah ve sen diledikçe" diye hitap eden bir adamı

"Benî Allah'a eş mi koşuyorsun? Öyle diyeceğine "Tek başına Allah diledikçe" de"[168] diye azarlamakta ge-rİ kalmamıştır.

Allah'ın kullar tarafından yapılmalarını meşru kıldığı bütün ibadetler, ön şart olarak "dini tümü ile sadece Allah'a yöneltmiş olma" ilkesini içerirler. Ancak o zaman aşağıda­ki ayet gerçekleşebilir:

"Oysa onlara s;.dece dini yalnız Allah'a yönelterek ve Allah'ı tek bilertk O'na ibadet etmeleri, namaz kılmalan ve zekat vermeleri emredilmişti. İşte dosdoğru din budur"                                                    (Beyyine: 98/5)

Yine namaz sırf Allah için, sadaka sırf Allah için, oruç sırf Allah için ve hac hem sırf Allah için ve hem de sırf Al­lah'ın evi olan Kabe'yi ziyaret ederek yapılacaktır. Başka türlü söylersek hacca gitmekten maksad, Allah tarafından ibadet yeri olarak belirlenen belirli yerlerde sırf Allah'a ibadet etmektir. Bundan dolayı hac tek Allah'a inananların sembolü olarak bilinegelmiştir. Nitekim bazı klasik tefsir bil­ginleri Kur'an'da geçen "Tek Allah inancının bağlıları" deyimini "Beytullah'ı ziyaret edenler" diye açıklamışlardır. Çünkü yahudiler ile hıristiyanlar ne vaktiyle ve nede şim­di Beytullah'ı ziyaret etmezler.

Yine bu klasik dönem tefsircilerinin belirttiklerine göre

"Kim İslam'dan başka bir dinin peşine düşerse bilsin ki, bu dini Allah kabul etmez" (Al-i İmran: 3/85) ayet-i inince yahudiler ile hıristiyanlar:

"Bizim dinimizin adı İslam'dır, bu anlamda biz müslü-maniz" diye konuşmaya başladılar. Arkasından

"Yolculuğuna gücü yeten herkesin Beytullah'ı ziya­ret etmesi (hacca gitmesi) Allah'ın insanlara yüklediği bir görevdir" ayet-i inip de yahudiler ile hıristiyanların:

"Beytullah'ı ziyaret etmesek olmaz mı?" demeleri üze­rine bu ayet'in devamı olarak Allah (c.c):

"Kafir olanlara gelince hiç şüphesiz, Allah tüm var­lıklardan müstağnidir" buyurmuştur. (Al-i İmran: 3/97)

Bilmek gerekir ki, Allah'ın: "Kim İslam'dan başka bir dinin peşine düşerse bilsin ki, bu dini Allah kabul et­mez" ayet'inde dile gelen uyarı, eski-yeni bütün dönemle­rin insanlarına yönelik ortak bir ilkeyi içerir. Bu ilkeye gö­re "İslam Dini", Allah'ın tüm peygamberleri tarafından ge­tirilmiş ve eski-yeni bütün mü'min kullarının benimsemiş oldukları ortak bir dinin adıdır. Nitekim Allah Kur'an'da yeryüzü halkına göndermiş olduğu ilk elçileri arasında yer alan Nuh, İbrahim, Yakub, Musa ve Süleyman gibi peygam­berleri ve onlara inananları "müslümanlar" olarak nitelemek­tedir. Aşağıda bu konudaki ayet'lerin başlıcalarını okuya­caksınız:

"Onlara Nuh'un başından geçenleri anlat: Hani o kavmine dedi ki: "Ey kavmim, eğer binim ortaya çıkı­şım ve size Allah'ın ayet'lerini hatırlatmam size ağır geldi ise, biliniz ki, ben Allah'a güveniyorum; siz de or­taklarınızla birlikte biraraya gelip ne yapacağınızı ka-rarlaştırınız ki, yapacağınız şey başınıza dert açmasın. Sonra da bana hiç bir mühlet tanımaksızın aleyhimde vermiş olduğunuz kararı uygulayınız. Eğer benim çağ­rıma yüz çevirecek olursanız, biliniz ki, ben sizden hiç bir ücret istemiş değilim. Benim mükafatımı sadece Allah verecektir. Bana müslümanlardan olmak emredildi"

(Yunus: 10/71-72)

"Kendini bilmezlerin dışında kim İbrahim'in dinin­den yüz çevirir ? Biz İbrahim'i seçkin kıldık, o hiç şüp­hesiz ahirette de salihler arasındadır. Hani Rabb'i O'na "İslam ol" deyince o da "Alemlerin Rabbine teslim ol­dum" dedi. İbrahim ve Yakub bu inancı oğullarına da tavsiye ederek "Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini seç­ti. Buna göre mutlaka müslüman olarak ölünüz" dediler. Yoksa Yakub ölmek üzereyken yanında mıydınız? Ha­ni O oğullarına "Benden sonra kime tapacaksınız?" di­ye sorunca oğullan kendisine "Gerek senin ve gerekse ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilahları olan tek Allah'a kulluk edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız" de­diler"                                           (Bakara: 2/130-133)

Kur'an bize Yusuf'un (a.s.) şu duasını nakleder:

"Ey Rabb'im, sen bana-egemenlik verdin ve rüya yo­rumlamayı öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı, dünyada da ahirette de benim dostum, dayanağım sen­sin. Beni müslüman olarak öldür ve salihler araşma kat"                                                        (Yusuf: 12/101)

"Hani Musa kavmine dedi ki: "Eğer gerçekten Allah'a inanıp müslüman olduysanız, sadece O'na güveniniz"

(Yunus: 10/84)

Cenab-ı Allah (c.c.) Beni İsrail peygamberleri hakkında da şöyle buyuruyor:

"Biz Tevrat'ı indirdik. O yol gösterici ve nur dolu bir kitaptır. İslam olmuş peygamberler, ona göre yahudiler arasında hüküm verirlerdi. Kendilerini Allah'a adamış­lar ile zahidler de bu Allah'ın kitabından edindikleri bilgelere göre hüküm verirlerdi. Onlar o kitabın canlı ör­nekleri idiler. Buna göre insanlardan değil, benden kor­kunuz ve sakın benim ayet'lerimi basit paralar karşılı­ğında satmayınız. Allah'ın indirdiğine göre hükmetme-yenler, kafirlerin ta kendileridirler"          (Maide: S/44)

Kur'an'da Saba melikesi Belkıs'ın Allah'a şöyle yal-vardığı naklediliyor:

"Ey Rabb'im, ben kendi kendime zulmetmişim, Şim­di Süleyman ile birlikte alemlerin Rabbine teslim oluyo­rum"                                                          (Nemi: 27/44)

Cenab-ı Allah (c.c.) İsa'nın (a.s.) ümmeti adına şöyle bu­yuruyor:

"Hani İsa'nın havarilerine "Bana ve Peygamberleri­me iman ediniz" diye vahyetmiştim de onlar da "İnan­dık müslüman olduğumuza şahid ol" dediler"

(Maide: 5/111)

Yine havarilerle ilgili olan başka bir ayet'te de şöyle buyuru luyor:

"Ey Rabb'imiz, indirdiğin kitaplara inanıyor ve Pey­gamberin izinden gidiyoruz. Bizi de şahidler arasında yaz"                                                           (Maide: 5/83)

Cenab-ı Allah (c.c.) bir başka ayette şöyle buyuruyor:

"Yüzünü Allah'a döndürüp iyi ameller işleyen ve İb­rahim'in doğru yoluna bağlanan kimseden daha güzel dinlisi kim olabilir? Allah, İbrahim'i dost edinmişti"

(Nisa: 4/125)

Aşağıdaki ayet'lerde de şöyle buyuruluyor:

"Dediler ki, "Yahudi ve hıristiyanlardan başka hiç kimse cennete giremeyecektir" Bu onların kuruntusudur. Dedi ki; "Eğer doğru söylüyorsanız, delilinizi gösteriniz" Hayır, öyle değil. Kim iyi ameller işler ve yüzünü Allah'a döndürürse Rabbi katında mükafatını alır. Böyleleri için korku söz konusu değildir, onlar hiç üzülmeyecek­ler de"             (Bakara: 2/111-112)

Buradaki "Yüzü Allah'a döndürmek" kulun kalbini sırf Allah'a yönelterek ibadet etmesi ve "İyi amel işlemek" de Allah'ın emirlerine uygun ve şeriatte yeri olan salih amel­ler yapması anlamında yorumlanmıştır. Gerçekten bu iki il­ke, yani sırf Allah'a ibadet etmek ve ibadetleri bİd'atlere sa­parak değil de şeriata uygun biçimde yapmak, İslam dininin bütün diğer ilkelerini de kapsamlarına alan ana ilkelerdir. Bunun böyle olduğundan emin olmak için sırf şu ayet-i okumak yeterlidir.

"Kim Rabbine kavuşmayı isterse salih ameller işlesin ve Rabbi için yaptığı ibadetlere başka hiç kimseyi ortak etmesin"                                                   (Kehf: 18/110)

Nitekim bize ulaşan bilgilere göre Ömer'in (r.a.) sık sık yaptığı dualardan biri şöyle idi; "Ya Rabbi, işlediğim tüm amelleri salih kıl, onların sırf senin rızan için işlenmiş, ha­lis ameller olmalarını nasip eyle. Onlara hiç kimsenin ortak olmasına meydan verme".

Fudayl b. lyaz: "Allah hanginiz daha güzel amel yapa­caksınız diye sizi deneyden geçirmek için hayatı ve ölü­mü yarattı" ayet'ini açıklarken "Yani en ihlaslı ve doğru ameli" dedi. Bu sözlerini işiten arkadaşları "Ya Ebu Iyaz, en ihlash ve doğru amel derken neyi kasdediyorsunuz?" deyin­ce sözlerini şöyle açıkladı; "Yapılan amel eğer ihlash olur, fakat doğru olmaz ise kabul edilmez. Buna karşılık eğer amel doğru olur, fakat ihlash olmaz ise yine kabul edilmez. Ya­pılacak amelin kabul edilmesi için hem ihlash ve hem de doğru yapılmış olması gerekir. îhlaslı amel, sırf Allah rıza­sı gözetilerek yapılan amel ve doğru amel de Sünnet'e uy­gun olarak yapılan ameldir"[169][170]

 

Şehadet Kelimesinin Özü

 

Bu iki temel ilke İslam'ın özünü oluşturan "şehadet cümleleri"ne gerçeklik kazandırır. Yani Allah'dan başka ilah olmadığını ve Rasulullah'ın (s.a.v.) Allah'ın Rasulü oldu­ğunu ifade eden şehadet cümlelerine.

Çünkü Allah'dan başka ilah olmadığına şehadet etmek, ilahlığı sadece Allah'a isnad etmek anlamına gelir. Buna gö­re bu cümleyi dile getiren bir insan kalbinin ne sevgi, ne kor­ku, ne umut ne yüceltme, ne büyük sayma, ne rağbet ve ne de çekinme yolu ile başka bir şeyi Hah edinmemesi gerekir. Bunun tersine kesinlikle dinin tümü ile Allah'a yöneltme­si icabeder. Tıpkı Cenab-ı Allah'ın (c.c.) şu ayet'te buyur­duğu gibi:

"Fitne (kargaşalık ve bozgunculuk) tamamen ortadan kalkıp da din tümü ile Allah'a ait hale gelinceye kadar kafirlerle savaşınız"                                   (Enfal: 8/39)

Öteyandan Tirmizi'de yer alan bir Hadis'e göre Rasulul-lah (s.a.v.) dinin kemale ermesini şöyle tanımlıyor:

"Kim Allah için sever, Allah adına nefret eder, Allah için verir ve Allah için vermekten kaçınırsa İmanını kemale erdirmiş olur"[171]

Buna karşılık eğer bir kısmı Allah'a ve bir kısmı da baş­kasına ait sayılırsa ortada, "başkasına" ayrılan pay oranın­da şirk (müşriklik) var demektir. Başka türlü söylersek mü 'minlerin sevgileri ya Allah 'a dönüktür veya Allah için­dir. Buna karşılık müşriklerin sevgisi Allah için başkaları arasında bölüştürülmüştür. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:

"Kimi insanlar Allah'a Allah'ın dışında eşler koşar­lar ve bu eş koştukları şeyleri Allah'ı sevdikleri gibi se­verler. Mü'minler ise en çok Allah'ı severler"

(Bakara: 2/165)

Rasulullah'ın (s.a.v.) Allah'ın Rasulü olduğunu dile ge­tiren ikinci şehadet cümlesi Rasulullah'ı (s.a.v.) haber ver­diği her konuda onaylamayı ve verdiği tüm emirleri yerine getirmeyi içerir. Onun var saydığı her şeyi var kabul etmek ve O'nun karşı çıktığı her şeye karşı olmak gerekir. Bunun sonucu olarak Rasulullah (s.a.v.) Allah için hangi isim ve sı­fatlan sabit gördü ise insanlar da sabit saymalı, buna karşı­lık o Allah'a hangi isini ve sıfatları yakışıksız gördü ise "ya­ratıklara benzemek gibi" insanlar da o tür isim ve sıfatları Allah'a yakıştırmaktan kaçınmalıdırlar. Ancak o zaman "tadil (yok sayma)" ve "temsil (benzetme)" tehlikelerinden uzak kalarak "benzetmesiz var sayma" ve "yok saymasız arandırma" özelliklerini senteze kavuşturmuş hayırlı bir inanç sistemine sahip olabilirler.

Buna bağlı olarak insanlar Rasulullah'ın (s.a.v.) emret­tiklerini yapmalı, yasakladıklarını yapmaya son vermeli, O'nun helal dediklerini helal bilip haram saydıklarını haram kabul etmelidirler. Başka bir biçimde söylersek Allah'ın ve Rasulullah'ın (s.a.v.) haram saydıklarından başka haram ve Allah ile Rasulullah'ın (s.a.v.) meşru kıldıklarından baş­ka din olamaz. Unutmayalım ki, Cenab-i Allah (c.c.) Kur'an'ın bir çok yerinde bunun tersini yaptıkları gerekçe­si ile müşrikleri kınamaktadır. Yani müşrikler Allah'ın ha­ram kılmamış olduğu bazı şeyleri haram saymakta ve Al­lah'ın izin vermemiş olduğu biçimde bir din ortaya sür­mektedirler. Örnek olarak şu ayet'leri okumalıyız:

"Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Al­lah'a pay ayırdılar ve zanlarınca "Bu Allah'a ve bu da ortak koştuklarımıza" dediler. Ortak koştuklarına ayır­dıkları paylar Allah'a ulaşmazken Aüah'a ayırdıkları paylar ortak koştuklarına düşüyor. Verdikleri hüküm­ler ne kadar fenadır! Zanlarınca dediler ki; "Bunlar dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim di­lediklerimizden başkası yiyemez. Bunlar da sırtların bi­nilmesi yasak hayvanlardır. Bazı hayvanları da Allah'ın adını anmaksızm boğazlarlar. Bütün bunları Allah'a iftira olarak ortaya attılar. Fakat Allah yakında onlara bu iftiralarının cezasını verecektir"

(En'am: 6/136-138)

Bir de şu ayet-i incelemeliyiz:

"Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği biçimde din ortaya koyan ortak ilahları mı var?"      (Şuara: 26/21)

Öteyandan Cenab-ı Allah (c.c.) Kur'an'da Rasulullah'a (s.a.v.) şöyle seslenmektedir:

"Ey Peygamber, biz seni şahid (örnek), müjdeleyici, uyarıcı, izni uyarınca Allah'a çağırıcı ve aydınlık saçıcı bir kandil olarak gönderdik"                 (Ahzab: 33/45)

Görüldüğü gibi Cenab'ı Allah (c.c.) Rasulullah'ı, kendi izni ile insanları kendisine çağırmakla görevlendirdiğini belirtmektedir.

Buna göre kim Allah'dan başkasına dua eder, ondan bir şey dilerse Allah'a şirk koşmuş olur. Bunun yanında kim Al­lah'a, "O'nun izin vermediği şekilde" dua ederse o kimse bir bid'atçidır. Şirk bir tür bid'at olduğu gibi bid'atçılık da git gide şirke götürür. Hiç bir bid'atçi bulunamaz ki, şu veya bir oranda şirke bulaşmamış olsun. Nitekim Cenab-i Allah (c.c.) yahudiler ile hıristiyanlar hakkında buyuruyor ki:

"Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını, rahipleri­ni ve Meryem oğlu Mesih'i ilah edindiler. Oysa kendile­rine sadece tek Allah'a kulluk etmeleri emredildi. Ken­disinden başka ilah olmayan ve onların koştukları ortak­lardan münezzeh olan Allah'a"                  (Tevbe: 9/31)

Yahudiler ile hıristiyanların müşrikliklerinin sebeple­rinden biri, ayet'te sözü geçen dini önderlerin haramları helal saydıklarında onlara itaat etmeleri, buna karşılık he­lalleri de haram sayarken yine o kimselere boyun eğmele­ridir. Şimdi de şu ayet-i okuyalım:

"Kendilerine Kitap verilmiş olanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Rasulullah'm ha­ram kıldıklarını haram saymayan ve hak dini din edin­meyen kimselerle boyun eğerek kendi elleri ile cizye ve­recekleri zamana kadar savaşınız"             (Tevbe: 9/29)

Görüldüğü gibi Cenab-ı Allah (c.c.) bu kimselerin Allah'a ve ahiret gününe inanmamalarını, Allah'ın ve Rasulullah'm (s.a.v.) haram kıldıklarını haram saymamak ve hak dini din edinmemekle aynı düzeyde değerlendirerek yanyana al­maktadır.

Buna karşılık mü'minler Rasulullah'm (s.a.v.) Allah ve ahiret günü hakkında anlattıklarını onaylayan, Allah'a ve ahiret gününe inanan; emirleri, yasakları, helal kıldıkları ve haram saydıkları konusunda Rasulullah'a (s.a.v.) itaat ed­er, Allah'ın ve Rasulullah'm (s.a.v.) haram kıldıklarını ha­ram sayarak hak dini din edinen kimselerdir. Zaten Allah iyi­liği emredip kötülüklerden alıkoysun, temiz şeyleri helal kılıp pis şeyleri haram ilan etsin diye peygamber göndermiş­tir. Başka türlü söylersek onlara iyi olan her şeyi emredip kö­tü olan her şeyden kaçınmalarını istemiş, temiz olan bütün şeyleri helal kılarak pis olan bütün şeyleri haram ilan etmiş­tir. [172]

 

İslam Terimi

 

"İslam" terimi teslim olmak, boyun eğmek ve sırf Allah'a yönelmek anlamlarını birlikte içerir. Terimin bu anlamı, Kur'an'ın şu ayet'inde ifadesini bulur:

"Allah puta tapanlarla tek Allah'a inananların duru­munu size şu örnekle anlatır: Birbirleri ile çekişen çok sayıda ortakların sahip oldukları biri ile yalnız bir tek ki­şiye bağlı olan bir adam düşününüz"     (Zümer: 39/29)

Demek ki, İslam'ın söz konusu olabilmesi için mutlaka tek Allah'a teslim olmak ve O'nun dışındaki her şeye teslim olmaktan sıyrılmak gerekir. îşte "Lailahe illallah: Allah'dan başka ilah yoktur" cümlesinin asıl anlamı budur.

Buna göre kim Allah ile birlikte bir başka şeye teslim olursa bu kimse müşriktir. Allah ise kendisine ortak koşma­yı asla affetmez. Buna karşılık kim Allah'a teslim olmaz ise büyüklenerek O'na kul olmaktan yüz çevirmiş demektir. Ce-nab-ı Allah (c.c.) böyleleri hakkında şöyle buyuruyor:

"Bana dua ediniz de duanızı kabul edeyim. Büyükle­nerek Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler horlana­rak cehenneme gireceklerdir"               (Mü'min: 40/60)

Elimizde bu ayet'le aynı anlama gelen şöyle bir Hadis vardır. Rasulullah (s.a.v.) bir defasında:

"Kalbinde zerre kadar kibirlilik bulunan bir kimse cennete giremez. Buna karşılık kalbinde zerre kadar iman bulunan kimse de cehenneme girmez" buyurdu. Bu sözleri dinleyen sahabilerden biri Rasulullah'a (s.a.v.):

Ya Rasulallah! Giydiği elbisenin ve ayağındaki ayakkabı­nın güzel olmasını seven birini ele alalım. Bu adamın yap­tığı kibir sayılır mı?" diye sordu. Rasulullah (s.a.v.) bu so­ruya şu cevabı verdi;

"Hayır, sayılmaz. Çünkü Allah güzeldir ve güzelliği sever. Kibirlilik, gerçeği hazmede m e m ek ve insanları küçümsemektir"[173]

Yahudilerin ana özelliği kibirlilik ve hiristiyanlarınki ise müşrikliktir. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) bize yahudi-leri şöyle tanıtıyor:

"Ne zaman ki, bir peygamber size canınızın istemedi­ğidir şey getirdi ise onu kibirlenerek reddetmediniz mi?"                                                         (Bakara: 2/87)

Buna karşılık hıristiyanları da şöyle tanıtıyor:

"Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını, rahibleri-ni ve Meryem oğlu Mesih'i ilah edindiler. Oysa kendile­rine sadece tek Allah'a kulluk etmeleri emredildi. Ken­disinden başka ilah olmayan ve onların koştukları ortak­lardan münezzeh olan Allah'a"                 (Tevbe: 9/31)

Bundan dolayı Cenab-ı Allah (c.c.) hıristiyanları anlatır­ken şöyle buyuruyor:

"De ki: "Ey Kitap ehli, gelin aramızda ortak olan bir ilkede anlaşalım: Sadece Allah'a kulluk edelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakarak bir­birimizi ilah edinmeyelim" Eğer yüz çevirirlerse "şa-hid olunuz, biz müslümanız" deyiniz"   (Al-i İmran: 3/64)

Yine Cenab-ı Allah (c.c.) İslam'ın ne olduğunu anlatıyor ve bu vesile ile yahudi ve hıristiyanlara hitab ederken şöy­le buyuruyor:

"Deyiniz ki; "Biz Allah'a, bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene;

Musa'ya, İsa'ya verilene ve diğer peygamberlere Rabb'leri tarafından verilene inanırız. Peygamberler arasında ayırım yapmayız. Biz Allah'a teslim olan kim­seleriz. Yoksa siz İbrahim, İshak, İsmail, Yakub ve torun­larının yahudi veya hıristiyan olduklarım mı söylüyosu-nuz? De ki; "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" Bildiği bir şehadeti Allah'dan gizleyenden daha zalim kim olabilir? Bilesiniz ki Allah yaptıklarınızdan gafil de­ğildir"                                             (Bakara: 2/136-140)

"İslam" terimi ile ifade edilen hak dinin Özü bir ve şeri­atları (hayatın akışını düzenleyen kurallar sistemi) farklı ol­duğu için Rasulullah (s.a.v.) sahih bir Hadis'inde şöyle bu­yuruyor:

"Biz peygamberlerin dini bir olduğu gibi bizler baba bir kardeşleriz. Meryem oğlu İsa'ya en yakın olan benim. Çünkü onunla aramızda başka bir peygamber yoktur"[174][175]

 

İslam ve Zaman

 

Demek ki, bütün peygamberlerin dini birdir. O da özü ba­kımından tek ve ortaksız Allah'a kulluk etmektir. Bu Allah'a her dönemde o dönemdeki emirleri uyarınca kulluk edilir ve bu kulluk biçimi de o dönemin İslam dinidir.

Yürürlükten kaldırılan ve kalkan (nasih ve mensuh) ku­rallar bakımından şeriatlerin farklılık göstermesi, aynı şe­riatın zaman içinde farklılaşmasına benzer. Mesela Cenab-ı Allah'ın, Rasulullah'a (s.a.v.) göndermiş olduğu İslam dini, özü bakımından tek bir dindir. Böyle olmakla birlikte bu din bir dönem "Hicretten sonra on küsur ay kadar" Bey-tulmukaddese dönerek namaz kılmayı emretmiş, fakat bir sü­re sonra Beytülmukaddes'e doğru namaz kılmayı yasakla-

(575)

yarak Kabe'yi kıble edinme ilkesini getirmiştir. İki zaman dilimi arasındaki bu kıble değişikliğine rağmen din birdir.

Bu ilke uyarınca Cenab-i Allah (c.c.) İsrailoğulları için cumartesi gününü ve bizim için cuma gününü haftalık bay­ram olarak belirlemiştir. İsrailoğulları zamanında cumarte­si günü toplanmak vacipken bizim dönemimizde cuma gü­nü toplanmak vacip olmuş, buna karşılık cumartesi günü top­lanmak haram kılınmıştır.

Musa'nın (a.s.) şeriatı yürürlükteyken kim onun dışına çıkmış ise "müslüman" olma niteliğini yitirmişti. Buna kar­şılık p'aha önceki şeriatler yürürlükten kaldırıldıktan sonra Rasuîullah'ın (s.a.v.) şeriatına girmeyenler de "müslüman" olamamışlardır.

Cenab-ı Allah (c.c.) hiç şüphesiz, hiç bir peygamberine kendisinden başkasına kulluk edilmesini meşru kılmamış, hiçbir şeriatta böyle bir kural yer almamıştır. Nitekim o, Kur'an'da şöyle buyuruyor:

"Allah size Nuh'a ve sana vahyettikleri ile İbrahim'e Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiklerini meşru kıldı. Yani "Bu dine uyun ve onunla ilgili olarak ayrılığa düşmeyin" fakat müşrikleri uymaya çağırdığın bu ilke onlara ağır geldi»                                                  (Şuara: 26/13)

Görüldüğü gibi, Allah peygamberinin tümüne gönderdi­ği dinde ayrılığa düşmeksizin uymalarını emrettiğini belir­tiyor. Aşağıdaki ayet'Ier de bu ilkeyi vurguluyor:

"Ey peygamberler, temiz yiyecekler yiyiniz ve salih ameller işleyiniz. Çünkü ben yaptığınız her şeyi biliyo­rum. Hiç şüphesiz, sizin oluşturduğunuz bu ümmet, tek bir ümmettir ve ben de Rabbinizim. Benden korkunuz"

(Mü 'minun: 23/51-52)

"Sen yüzünü Allah'ı bir bilenlerin dinine çevir. Bu din Allah'ın yaratış sistemidir, bütün insanları bu sisteme yatkın yaratmıştır. Allah'ın yaratış sistemi değiştirilemez. Doğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler"                                                  (Rum: 30/30)

"Yalnız Allah'a yönetiniz ve sırf O'ndan korkunuz. Namazı kılınız ve sakın müşriklerden olmayınız. Ki on­lar dinlerinde ayrılığa düşerek grup grup bölündüler. Her grup kendi görüşü ile mutludur"   (Rum: 30/31-32)

Gerçekten müşrikler grup grup ayrılıp parçalandıkları hal­de Allah'ın birliğinde buluşan ihlaslılar kitlesi birlik için­dedir. Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Rabbin dileseydi, bütün insanları bir ümmet yapar­dı. Fakat sürekli ayrılıklara düşüyorlar. Yalnız Rabbi-nin rahmetine mazhar olanlar hariç. Allah onları bunun için yarattı."                                      (Hud: 11/118-119) [176]

 

Tevhid Ehli ve Müşrik ve Bid'atçılar

 

Demek ki, Allah'ın rahmetine mazhar olanlar (Tevhid inancının bağlıları) birlik ve anlaşma halindeyken müşrik­ler dinlerinde ayrılığa düşerek çeşitli gruplara bölünmüşler­dir.

Bu yüzden nerede müşriklik ve bid'atçıhk ortaya çıkar­sa orada insanlar arasında ayrılıkların alıp yürüdüğü görü­lür. Nitekim İslam öncesi dönemde hemen hemen her arap kabilesinin Allah'a ortak sayarak O'na yaklaşabilmek ve yar­dımını görebilmek için aracılığına baş vurduğu ayrı bir pu­tu (bir Tağut'u) vardı. Beriki Ötekinin ve öteki de berikinin Tağut'una nefret beslerdi. Hatta her Tağut'un bağlılarının uyguladıktan ayrı bir dini kurallar sistemi vardı. Mesela Me-nat putuna tapan Medine halkı Safa ile Merve arasında ta­vaf yapmaktan kaçınırlardı. Bunun üzerine şu ayet geldi:

"Safa ile Merve AHah'ın sembolik yerlerindendir. Kim Kabe'yi hacceder veya Umre yaparsa bu iki yer ara­sında tavaf yapmasında sakınca yoktur. Kim gönüllü olarak hayır işlerse bilsin ki, Allah karşılığını verir ve onu bilir"                                               (Bakara: 2/158)

Şu veya bu oranda müşrikliğe bulaşanların da aynı duru­ma düştüklerini görüyoruz. Mesela bazı mezarları ve pey­gamberlerin ya da seçkin şahsiyetlerin hatıralarını taşıyan yerleri mescid edinen kimseleri düşünelim. Bu tutumu be­nimseyen bir grubun özellikle dua yeri yalvarma ve tevec­cüh yeri olarak seçtiği bir yere, aynı tutumu paylaşan baş­ka bir grubun hiç bir şekilde saygı göstermediğini sık sık gö­rürüz.

Oysa Tevhid inancının tavizsiz bağlıları böyle değildir. Onlar bizzat "Allah'ın yapılmalarına ve içlerinde adının anılmasına izin vermiş olduğu evlerde" yani mescidlerde top-Ianıp.tek Allah'a ibadet ederler ve kesinlikle O'na hiç bir şe­yi ortak koşmazlar. Ayrıca Allah onlara yeryüzünün her tarafuıı teiniz saymış ve mescid edinme yetkisi vermiştir.

Bu arada eğer Tevhid inancının bağlıları arasında herhan­gi bir mesele üzerinde görüş ayrılığı çıkarsa bu mesele mut­laka içtihada (farklı görüş ileri sürmeye) açık bir meseledir ve bu yüzden aralarında ayrılık ve çatışma meydana getir­mez. Tersine onlar iyi bilirler ki, böyle bir meselede görü­şü isabetli olanlar iki sevab kazanırken yanılgıya düşen ta­rafın da gerçeği ortaya koyma çabasına (içtihadına) karşı­lık bir sevabı vardır ve hatası da peşinen-affedilmiştir.

Ayrıntılar sınırını aşmayan bu tür görüş ayrılıkları yanın­da özde hepsinin ilahı, tek ve ortaksız Allah'dır. Hep birlik­te O'na kulluk ederler, O 'na güvenirler, O 'ndan korkarlar, ortak umut kaynakları O'dur, O'ndan yardım isterler. O'na yalvarırlar, O'n?. mıh ederler, darda kaldıkça O'na baş vu­rurlar ve Cenab-; Allah'ın (c.c.) şu ayet'te onların nitelik­lerini belirtirken buyurduğu gibi mescidlerde biraraya gele-ret: namaz kılarken de O'nun kerem ve hoşnutluğunu amaç­larlar:

"Onların rukua vararak ve secdeye kapanarak Al­lah'ın lütfunu ve rızasını aradıklarını görürsün"

(Fetih: 48/29)

Bu kimseler uzaktan gelinerek ziyaret edilebilecekleri peygamberimiz tarafından belirtilen üç mescidi, özellikle haccetmek üzere ziyaret etmeleri emredilen Kabe'yi aynı amaçla ve aynı tutumla ziyaret ederler. Nitekim Cenab-ı Al­lah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Ey mü'minler, sakın Allah'ın sembolik değer verdi­ği şeylere, haram aylara, Kabe kurbanına, boynunda kurbanlık nişanı takılan hayvanlara ve Allah'ın lütfunu ve keremini aramak için Kabe'nin güvenlik alanına gi­renlere saygısızlık etmeyiniz, ilişmeyiniz"   (Maide: 5/2)

Onlar Allah'ın evi olan Kabe'ye yönelirken sadece O'nun lütfunu ve hoşnutluğunu ararlar, başka bir amaçları olmaz, O'nun dışında başka bir umut ve korku kaynakları olmaz.

Buna karşılık şeytan çoğu kimselere yaptıkları yanlış işleri hoş göstermiş ve böylece onlara sırf Allah'a yöneltil­miş bir din anlayışından saptırarak çeşitli şirklere sürükle­miştir. Bunun sonucu olarak böyle kimseler Allah'dan baş­kasının hoşnutluk ve teveccühünü kazanmak için çeşitli yolculuklar ve ziyaretler düzenlemektedirler. Bu ziyaret yerleri ya bir peygamberin, ya bir sahabinin bir sarih şahsi­yetin mezarı olmakta bazan da öyle oldukları sanılmakta ve yapılan dualar ile teveccühler ziyaret edilen mezarların sa­hiplerine yöneltilmektedir.

Bunlar arasında Öyleleri var ki, haccın amacının bu oldu­ğunu sanmakta ve bazı fanilerin mezarlarım ziyaret etmek­ten başka bir şey düşünmemektedir. Kimisi de bu tür ziya­retleri Kabe'yi tavaf etmekten daha yararlı sanmaktadır.

Böylelerinin bazı şeyhleri evlerinden Kabe'yi tavaf etmek niyeti il», yola çıkmakta, fakat Medine'ye varıp Rasulullah'ın (s.a.v.) mezarını ziyaret edince bununla yetinerek, hatta daha faydalı olduğunu sanarak geri dönmektedirler. Bu an­layışa bağlı bazı cahiller ise mezarları ziyaret etmeyi vacip kabul etmektedirler.

Boyleleri çoğunlukla "ölümsüz diri" olan Allah'dan bir şey ister gibi mezarlardaki ölülere el açmakta ve "Ey efen­dim falanca, beni affet, bana merhamet eyle, tevbemi kabul eyle" veya "Benim falancaya olan borcumu ödememi sağ­la, falancaya üstün çıkmama yardım et, ben senin gözetimin ve koruman altındayım" gibi sözlerle onlara dilekler yönelt­mektedirler.

î,Kimi zaman mezardaki ölülere sığırlar, develer, koyun­lar, hatta evlatlarını kurban etmeyi adamaktadırlar. Tıpkı müşriklerin putlarına, tağutlanm kurban adadıkları gibi. Oysa Cenab-ı Allah (c.c.) Kur'an'da şöyle buyuruyor:

"Allah bahire, Şaibe, vesile ve ham diye bir şey belir­lenmiş değildir. Fakat kafirler Allah'a yalan yere iftira ediyorlar ve çoğu da ne yaptıklarını anlamıyor"

(Maide: 5/103)

"Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Al­lah'a pay ayırdılar. Arkasından da akılları sıra "Bu Al­lah'a ve bu da koştuğurrfuz ortaklara aittir" dediler. Ortak koştuklarına ayırdıkları paylar Allah'a ulaşmıyor, ama Allah'a ayırdıkları paylar koştukları ortaklara va­rıyor. Verdikleri, hükümler ne kadar çirkindir!"

(En'am: 6/136)

Bu tür ziyaret yerlerinin kimi bekçileri ve türbedarları "Ben senin dileğini burada yatan şahsiyete söylerim, o da peygamberimize ve peygamberimiz de Allah'a ulaştırır" gi­bi saçmalıklarla cahil halkı kandırmaktadırlar. Bu türbedar-ların kimileri, söyledikleri şahsiyetlere ait olup olmadıkla­rı bile belli olmayan bu mezarlara bezler, örtüler asmakta ve­ya ötesini-berisini altın yada gümüşle süslemektedirler. Oysa bütün müslüman alimlerinin ortak görüşüne göre bu adetler İslam dini ile bağdaşmayan birer müşrik geleneğidir. Bu arada bir çok yerlerin cuma mescidleri hem maddeten ve hem de manen yıkık ve öksüzdür!

Böyleleri arasında o kadar çok sayıda kimse var ki, bun­lar bu tür mezarlara bitişik yerlerde kıldıkları namazların sırf Allah adına yapılmış ve çevresinde mezar bulunmayan mes-cidlerde kılınan namazlardan daha faziletli olduklarını san­dıkları için Rasulullah'ın (s.a.v.) mescid edinmelerini yasak­ladığı bu tür şirk ve bid'at ürünü yerlere akın ederler ve "Al­lah'ın yapılmalarına ve içlerinde adının anılmasına izin ve­rerek" haklarında şöyle buyurduğu mescidlerden kaçarlar:

"Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gü­nüne inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah'dan başka hiç kimseden korkmayanlar onarıp şenlendirir. İş­te onlar hidayete erenlerden olabilirler"    (Tevbe: 9/18)

Bu zihniyette olanların ileri gelen bir şeyhi diyor ki: "Namaz kılarken Kabe sıradan halkın (avamın) kıblesidir. Falanca şeyhin mezarına dönerek namaz kılmak "Bu arada Kabe'ye de arka dönmek" seçkinlerin (Havas'ın) kıblesidir. "Hiç şüphesiz bu tür söz ve davranışlar, bütün İslam alim­lerinin söz birliği ile açık birer küfürdür.

Bu meseleler bizi burada yaptığımızdan daha ayrıntılı bi­çimde incelenmeli bu konularda büyük alimlerin sözlerine yer vermeli ve ilgili deliller otaya konmalıdır. Biz bu mese­lelerle ilgili olarak başka bir kitabımızda şimdi buraya sığ-dırılamayacak kadar geniş bilgi verdik. Burada yapabildik­lerimiz sadece şunlardır: Meselelerin başlıklarını vurgula­dık, delillerin türlerine değindik, dini sırf Allah'a yöneltmek ve ortağı olmayan o tek Allah'a kulluk etmek gibi şeriatın ana amaçlarına parmak bastık. Bu arada açık veya gizli müşrikliğe kapı açan ve yol veren ön tehlikelere karşı şeri­atımızın aldığı önlemlere değindik. Çünkü dinin temel ilke­si, peygamberlerin çağrılarının özü ve tek Allah'a bağlı inancın özü budur. [177]

 

Tevhid Terimi

 

Bu arada şu noktaya da değinelim. Bazı münazara ve ke­lam alimleri, bazı sofular "Tevhid" terimini yanlış anla­mışlar, hatta onun Özünü değiştirerek şahsi görüşlerine gö­re yorumlamışlardır.

Öyleleri var ki, Allah'ı bir bilmenin (tevhidin) O'nun sı­fatlarını, hatta güzel isimlerini (esma-ı hüsna) reddetmek de­nemek olduğunu sanıyorlar. B öyleleri kendilerini "tevhid" ehli diye adlandırırken sıfatlardan arınmış bir zata ve keli­menin tam anlamı ile mutlak bir varlığa inanırlar. Oysa sa­hih delillerle desteklenen sağlıklı düşünce açıkça ortaya koyar ki, böyle bir şey sadece zihinlerde vardır, objektif mev­cudiyeti yoktur. Onlara göre Allah'ın sıfatları olduğunu kabul etmek bizi "terkib (sentez)" dedikleri şeyle karşı kar­şıya getirir ve bu da akılla bağdaşmaz. Başka bir eserimiz­de bu kimselerin iç yüzlerini, cahilliklerinin ulaştığı bo­yutları ve yanılgaya düşmelerine yolaçan bazı belirsiz ve bir­den çok anlamlı terimleri ele alıp inceledik. [178]

 

Tevhid'in Farklı Anlamları

 

Bazı kimseler "Tevhid"in sadece tek ilahın varlığını onaylamak ve Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğuna inan­maktan ibaret olduğnu sanıyorlar. Buna "Tevhid-i Efal (fi­iller bakımından tevhid)" deniyor.

Bazı kelam alimleri de Tevhid'in bu yorumunu anlatmak için uzun açıklamalar yapmışlardır. Bu yorumu yaparken ya birden çok ilahın varlığının farzedilmesi halinde bunun "kudret" ve "kemal" niteliklerinden eksikliğe yolaçacağın-dan, birden çok "failin (yaratıcının)" bir tek "meful (yaratık)" etki çatışmasına düşeceği gerçeğinden hareket etmişler ve­ya başka gerekçelere dayanmışlardır. Söz konusu kelamcı-lar böyle Allah'ın birliği ilkesini oturttuklarını, Allah muk­tedir olmak demek olduğunu sanmışlardır. Bu durumda Allah'dan başka hiç kimsenin yaratma gücünde olmadığı ispat edildiği takdirde onlara göre "lailahe illallah: Allah'dan başka ilah yoktur" ilkesi gerçekleşmiş oluyor.

Oysa bilemediler ki, Tevhid'in bu anlamını îslamdan ön­ceki müşrik araplar bile kabul ediyorlardı. Nitekim bu ger­çeği bize şu ayet'ler haber vermektedir:

"Eğer onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı" diye sora­cak olsan mutlak "Allah yarattı" diyeceklerdir"

(Lokman: 31/25)

"De ki; "Biliyorsanız, söyleyin bakalım: Dünya ve dünyadaki her şey kime aittir?" Onlar "Allah'a aittir" diyeceklerdir"                                  (Mü'minun: 23/84)

"Onların çoğu Allah'a ortak koşmaksızm O'na inan­mazlar"                                                  (Yusuf: 12/106)

Ünlü sahabi îbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) müş­riklerin bu inanç çelişkisini "Eğer onlara 'Gökleri ve yeri ya­ratan kimdir?' diye soracak olursan 'Allah'tır' derler, ama buna rağmen Allah'dan başkasına taparlar" diyerek gayet sa­de bir dille açıklıyor.

"Tevhid"in bu yorumu, hiç kuşkusuz "Tevhid"in gerek­li şartıdır, ama yeterli şartı değildir. Yani sırf bu kadarlık bir "Tevhid" inancı ile günahların en büyüğü olan ve Allah'ın af kapsamı dışında tuttuğu "müşriklik" günahından kurtul­mak mümkün değildir. Müşriklikten tamamen uzak sayıla-bilmek için bu temel inanç yanında kulluğu ve dini sırf Al­lah'a yöneltmek, ondan başka hiç bir şeye kulluk sunmamak ve ayrıca O'nun direktifleri uyarınca kendisine kulluk etmek gerekir. Ancak o zaman din tümü ile Allah'a yöneltilmiş olur.

"İlah" deyince kalbler tarafından "yüceliği" benimsenen, kulluğa müstehak tek merci olarak bilinen, bütün sıfatların­da eksiksiz bir yetkinliğe sahip olduğu kabul edilen "Tek bir Allah'ı düşünmek gerekir. Onun dışında hiç bir nesnenin kul­luğa ve sevilmeye müstehak olamayacağını kesinleştirmek lazımdır. Onun rızasını amaçlamayan her ibadet "batıF'dır, O'ndan başkasına kulluk sunmak, O'ndan başkasını sevmek "fesada (yıkma)" götürür diye inanmalıdır. Nitekim Ce-nab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

''Eğer yerde ve göklerde Allah'tan başka ilahlar olsay­dı, yer de gökler de fesada uğrar, kargaşalığa düşerdi"

(Enbiya: 21/22)

Bazı kelam bilginlerinin sandıklan gibi bu ayet, sadece Allah'ın ortaksız birliğine delil olan "yetki çatışmasi"nı ifade etmez. Çünkü yetki çalışması, herhangi bir yaratığın var olmasını engeller, yoksa varlık alanına intikal etmiş yaratıkların fesada (kargaşalığa ve yıkıma) uğramasını ge­rektirmez. Birinci anlam yapıcı oluşturucu faktörlerden olan ilk sebebler ile ilgili iken ikinci anlam amaçlan oluş­turan hikmetler ile ilgilidir. Cenab-i Allah'ın

"Yanlnz sana kulluk eder, yalnız senden yardım iste­riz"                                                              (Fatiha: 1/4)

şeklindeki buyruğu gibi. Bu ayette asıl amaç olan "gaye" ve bu inançta "yok olmanın (fena fillah telakkisinin)" "son" olduğunu, bu safhaya ulaşan kimseden şeriatın "iyi" diye ilan ettikleri şeyleri iyi sayıp "kötü" olduğunu belirttiği şeyleri kötü sayma yükümlülüğünün düşeceğini sanmışlardır. Bu an­layış, onları emirleri, yasakları, vaadleri ve uyarıları geçer­siz ve fonksiyonsuz saymaya sürüklemiştir. Bu kimseler böyle düşünmekle Allah'ın tüm varlıkları içeren "meşiye-ti (dileği) ile sadece ibadetlere özgü olan "rızası" ve "mu­habbeti" arasında, herşeyi kapsamı altına alan kudreti dola­yısıyla iyi-kötü herkesi içiren geniş kapsamlı sözleri ile sadece peygamberleri ile dostlarının onayladığı dini sözleri ara­sında fark gözetmemiş olmaktadırlar. Daha doğrusu bu iki kategori arasında varolan büyük farkı kavramamış olmak­tadırlar. Başka bir deyimle kul, Allah'ın, iyi-kötü, mümin-kafir bütün kulları içeren yaygın ilahlığı yanında, sırf mü­min kullarına özgü olan ilahlığını da onaylamalı, şehadet ke­limesini dile getirirken bu özel anlamı da kasdetmelidir. O mü'min kullar ki, sırf Allah'a kulluk ederler, O'nun emir­lerine uyarlar ve peygamberlerine uyarlar. Aşağıdaki ayet'le-ri bu anlayışla okuyup yorumlamamız gerekir:

"Yoksa biz inanıp iyi ameller işleyenleri, yer yüzün­de bozgunculuk çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yoksa Al­lah'ın azabından sakınanları yoldan çıkmışlar gibi mi tu­tacağız?"                                                      (Sad: 38/28)

"Yoksa kötülük işleyen kimseler, kendilerini inan-mp iyi ameler işleyenler gibi tutacağımızı mı sanıyorlar? Hayatları ve ölümleri aynı onlar gibi olacak diye mi dü­şünüyorlar. Verdikleri hüküm ne kadar yanlıştır!"

(Casiye: 45/21)

"Biz hiç müslümanları, mücrimlerle bir tutar mı­yız?"                                                        (Kalem: 68/35)

Allah'ın dostları ile düşmanları arasında, emrettiği ve farz kıldığı iman ve salih amel ile hoşlanmadığı, yasakladığı ve nefret ettiği küfür, fasıklık ve isyan arasında fark gözet­meyenler, Allah'ın kudretinin, dileğinin ve yaratıcılığının herşeyi kapsamına aldığını onaylamakla birlikte bu ayırımı yapmayanlar, Allah tarafından inanç tarzları bize şu ayet'te anlatılan müşrikler ile aynı paralele girerler:

"Müşrikler "Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de baba­larımız Allah'dan başkasına tapmaz ve O'nun haram kıl­dıklarından başka hiç bir şeyi haram saymazdık" derler"

(Nahl: 16/35) [179]

 

Kader Bahane Yapılabilir mi?

 

Sözlerimizin burasında şu noktayı vurgulayalım. "Kader" inanılacak bir şeydir, yoksa bahane edilecek, günahlara gerkçe olarak kullanılacak bir kavram değildir: Başka türlü söylersek mümin musibetler karşısında kadere ba şvurur, günah veya kusurlar karşısında Allah’dan af diler.Tıpkı Cenab-ı Allah’ın şu ayet’te buyurduğu gibi:

“(Ey peygamber) sabret, Allah'ın vadi mutlaka gerçekIeşecektir. Günahlarına da istiğfar et ve akşam-sabah Rabbİnİ överek tesbih eyle"

Nitekim, Musa, Adem’i (seIam üzerlerine olsun) cen­netteki yasak ağacın meyvasından yemiş olması dolayısıyle meydana gelen musibetten dolayı kınayınca Adem, Mu­sa ya karşı şu savunmayı yaptı;

"Bu benim yaratılmamdan önce yazılmıştı"[180]

Adem’in, Musa’ya (a.s.) karşı yaptığı bu savunma aşa­ğıdaki ayetlerin anlamlan doğrultusundadır:

Gerek yeryüzünde ve gerekse kendinizde meydana gelen bütün musibetler, tarafımızdan yaratılmadan önce mutlaka bir kitabda belirlenmiştir. Bunu yapmak Allah için kolay bir şeydir» .                   (Hadid: 57/22)

Başa gelen her musibet, ancak Allah'ın izni ile mey­dana gelir. Kim Allah'a inanırsa Allah kalbine hidayet verir.

 (Teğabün: 64/11)

İlk donem (selef) tefsircilerinin açıklamalarına göre Kim Allah'a inanırsa Allah kalbine hidayet verir"

ayet-i, başına bir musibet geldiği zaman bunu Allah'dan bilerek teselli bulan, gönlü huzura kavuşan kimseyi kasdetmektedir.

İşte Adem'in (a.s.) kadere dayanarak yaptığı savunma bu anlamdadır. Yoksa Allah korusun-ne Adem (a.s.) ve ne de O'nun seviyesi altında olan herhangi sıradan bir mü'min ka­deri bahane olarak kullanıp işlediği günahları savunmaya kalkışamaz. Eğer böyle bir şey olabilse başta şeytan olmak üzere onun tarafından ayartılan bütün cinler ve insanlar kendilerini bu bahaneye sığınarak savunurlar. Nuh kavmi, Ad kavmi ve Semud kavmi gibi bütün tanınmış küfür, fasiklık ve isyan temsilcileri bu gerekçeye başvururlardı. O za­man da Rabbimiz hiç bir günahkarı cezalandırmazdı. Bu ba­kış açısı, hem şeriat ve hem de prensipleri açısından saçma­dır.

Bu yüzden hiç bir aklı başında kimse böyle-bir görüş ile­ri süremez. Eğer sürerse hiç kimsenin işlediği suçlardan dolayı kmanamaması ve cezaiandırılamaması gerekir. Oy­sa kaderi böyle yanlış anlamda yorumlayan kimse eğer bir saldırganın saldırısına uğrarsa mutlaka ona karşı hakkını ara­yacaktır. Eğer kader mutlaka bahane sayılacaksa saldırıya uğrayan, başına musibet gelen taraf için bahane ve sığınak sayılmalıdır. Değilse ne saldırgan için ve ne de saldırıya uğ­rayan için bahane kabul edilmemelidir.

Eğer kaderi savunma gerekçesi olarak kullanmak doğru ve yerinde sayılacak olsa ihsanlar birarada yaşayamazlardı. Çünkü o zaman her saldırgan saldırısını bu gerekçeye sığı­narak savunacak ve insanlar da onun bu mazeretini kabul e-derek kendisini cezalandırımayacaklardı. Bu görüşü be­nimseyen hiç bir kişi bir arada yaşayamaz. Çünkü herhan­gi biri kaderin bu yanlış yorumunu bahane ederek karşı ta­rafa karşı, her türlü kötülüğü yapabilir, hatta canına bile kı­yabilir.

Ayrıca Tevhid inancına Allah'ın sıfatlarını yok sayma­yı sokuşturan bid'atçılar ile bu ilkeyi emirlere uyma yüküm­lülüğünden sıyrılma şeklinde yorumlayanlar bu saçma sap­lantılarının kaçınılmaz bir sonucu olarak yaratıcı ile yaratıklar arasında fark olmadığını söylemek, başka bir ifade ile "varlık birliği (Vahdet-i Vücud)" nazariyesini benimsemek zorunda kalırlar, Nitekim Vahdet-i Vücud (varlık birliği), hu­lul (Allah'ın varlıklara sızması)" ve "ittihad (Allah ile var­lıkların birliği)" nazariyelerini savunan sapıklar bu görüşe inanırlar. Bu inkarcılar putlardan, putlara tapanlardan, Fi­ravun'dan, Haman'dan ve bunların peşinden gidenlerden saygıyle sözederler, gökleri ve yeri yaratanın varlığı ile ev­rendeki tüm varlıkların varlığını bir tutarlar ve böylece müşrikliğin, gerçeği saptırmanın ve Allah'a iftira etmenin en koyusuna saplandıkları halde Tevhid inancına bağlı ol­duklarını, gerçeğe erdiklerini ve irfan mertebesine erdiklerini ileri sürerler.

Bunlardan olan bir sözde arif diyor ki: "Tarikata yeni giren mürid, önceleri şeriatın emirlerine bakarak ibadet ile günah;arasında fark gözetir, bunlar arasında ayırım yapar. Bir süre sonra kaderi gözönüne alarak her hareketi günah­sız ibadetler bütünü olarak görür, daha sonra da varlık bütünlüğü (vahdet-i vücud) ilkesi açısından ne ibadet ve nede günah görür".

Bu sözlerin sahibi bir defa benzersiz olan tek "bir" ile ay­nı türden olan şeyler arasından sayıca ayrılan "biri" aynı say­makta» bu iki kavram arasındaki ince farkı anlayamamak­tadır.

Bilindiği gibi bütün varlıklar "varlık" kavramında, bu kavramla anılabilme bakımından ortaktırlar. Varlıklar, "ken­disine dayanan" ve "başkasına dayanan" varlıklar olmak üzere iki kategoriye ayrılırlar. Başka bir deyimle "varlığı zorunlu" varlık olduğu gibi "varlığı mümkün" varlık da vardır. Tıpkı bütün hayvanların "hayvanlık" kavramında ve bütün insanların "insanlık" kavramında ortak koştuk­ları, hep birlikte kesinlikle bilinen bir gerçektir ki, falana hayvanla filanca insan birer birey olarak ele alındıkları takdirde aynı varlıklar değildirler. Aralarında genel karekter-li bir ortak özellik vardır, o kadar. Bu ortak özellik, birleş­tirici bir genel kavram olarak sadece zihinlerde vardır, dış dünyada somut olarak bulunamaz.

Buna göre her varlık kendisini diğer bütün varlıklardan ayıran özel bir gerçekliğe sahiptir. Başka türlü söylersek dış dünyada hiçbir iki varlık arasında tıpatıp aynı olan hiç bir ortak özellik yoktur. Varolan ortak yönler, tıpatıp aynı özel­likler değil, "benzer" özelliklerdir. Yani falanca varlıkta filanca varlığın niteliklerinden birinin benzeri olmaktadır. Oysa bu iki varlığın niteliklerinden birinin "benzeri" vardır. Bu yüzden falanca varlık filanca varlığın benzeri olmaktadır. Oysa bu iki varlığın herbiri gerek özleri ve gerekse nitelik­leri bakımından öbüründen farklı ve ayrı bir varlıktır, sıradan varlıklar arasındaki durum böyleyken nasıl olur da bütün var­lıkların yaratıcısı olan Allah ile diğer sıradan varlıklar arasında "birlik", "kaynaşma" ve "bütünleşme" gibi iliş­kilerin varolduğu ileri sürülebilir?

Bu konuyu başka bir eserimizde daha geniş bir şekilde, konunun ciddiyetine yaraşır bir tafsilatla ele alıp inceledik. Bu nokta çok sayıda insanın ayağının kaydığı ve çok sayı­da hayal gücünün şaşkınlığa sürüklendiği bir noktadır. Al­lah dilediklerini doğru yola (sırat-ı müstakime) iletir.

Bu tür sapıklıklara karşılık Allah'ın yaratıcılığı, sıfatları ve emirleri konusundaki iki ana ilkeyi iyi kavrayanlar Al­lah'ın emrettiği, sevdiği ve hoşlandığı varlıklar ile O'nun kudretinin ürünü olmakta ortak olan diğer varlıklar arasın­da fark gözetirler. Bu kimseler aynı zamanda Allah'ın, var­lıklardan hiçbirininkine benzemeyen kendine özgü sıfat­lara sahip olduğuna, ne yapılarında Allah'dan bir parçanın ve ne de varlıkların olmadığına inanırlar. İşte bu iki temel ilkeyi kesin birer inanç prensibi halinde zihinlerine yerleş­tirenler Cenab-ı Allah'ın (c.c.) peygamberleri aracılığı ile insanlara tebliğ ettirdiği ve kitablanndan açıkladığı "Tev-hid" ilkesini kavramış olurlar. Mesela; Kur'an'ın "Kafi-run" ve "İhlas" surelerinde bu ilke özlü bir biçimde ifade edi­liyor. [181]

 

Kafirun ve İhlas Surelerinde Tevhid Anlayışı

 

Bilindiği gibi "ihlas" suresi Kur'an'm üçte birine denk­tir. Çünkü Kur'an ayet'leri, anlamlan bakımından, biri "Tevhid" ilkesi, ikincisi "kıssalar" ve üçüncüsü "emirler ve yasaklar" olmak üzere üç kısma ayrılırlar. Bu tasnifi kısaca şöyle açıklayabiliriz: Kur'an tümü ile Allah kelamıdır. Öteyandan Kelam, yani söz ya inşai (buyurucu-yaptırımcı)" veya "ihbari (bildirici-haber verici)" nitelikte olur. İnşai nitelikte olan Kur'an cümleleri ya emir, ya yasak veya mübahlık ifade eder. thbari nitelik taşıyan cümleler de ya Al­lah hakkında bilgi vermekte (Tevhid) veya varlıklardan bahsetmektedir (Kasas).

Buna göre bize Allah hakkında bilgi veren "îhlas" sure­si "Tevhid" konusundaki ayet'lerden oluştuğu için Kur'an'm üçte birine denktir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) da bir Hadis'inde

"Kul huvellahu ehad süresi, Kur'an'ın üçte birine denktir" buyurmuştur[182]

Bilindiği gibi bir şeyin "denk"i, onun aynı türden ol­mayan "eşif'i anlamına gelir. Tıpkı Cenab-i Allah'ın (c.c.) ihramlı hacı adaylarının av hayvanı öldürmeleri halinde ne gibi cezalara çarptırılacaklarını belirten ayet'in bir yerinde

"Yahud buna denk gelecek kadar oruç tutar" buyur­ması gibi.                                               (Maide: 5/55)

.Buna göre yukardaki Hadis-i "İhlas" suresini okumanın insana tüm Kur'an-i okumanın üçte biri oranında sevab kazandıracağı, yoksa bu surenin, Kur'an'ın üçte biri ile tı­patıp aynı türden olduğu anlamına gelmediği biçiminde yorumlamak gerekir. Mesela bir yanda bir sarı lira altını olanla öbür yanda bu para ile eşit değerde gümüş, bakır ve başka tür paraları olan iki kimsenin durumu gibi.

Yani "İhlas" suresi, Kur'an'ın geride kalan kısmına duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmaz. İnsanlar bu sureye nasıl muhtaç iseler Kur'an'ın geride kalan kısmına da aynı şekil­de ihtiyaçları vardır. Tıpkı herhangi bir mala sahip olan kimsenin diğer bir çok mallara muhtaç olması gibi. Bunun gibi insanlar da Kur'an'ın içerdiği emir, yasak ve kıssa ayet'lerine muhtaçtırlar.

Öteyandan "İhlas" suresi, "Tevhid" ilkesini, Allah'ın isim ve sıfatları ile delillendirerek hem sözlü hem de pratik (ameli) bir zemine oturtmuştur. Sureyi bu gözle bir daha okuyup anlamını kavramaya çalışalım:

"De ki; "O Allah birdir. Allah Samed'dir (Her şey varoluşunu O'na borçlu iken o hiç birşeye muhtaç değildir). Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hfç birşey O'nun dengi değildir"                                    (İhlas: 112/1-4)

Bu surenin açıklaması hakkında başka bir eseremizde ay­rıntılı bilgi verdiğimiz için burada daha ''azla bir şey söy­lemek istemiyoruz.

Buna karşılık "Kafirun" suresinde "Tevhid" inancı amaca dönük ve yine pratik (ameli) olarak ifade ediliyor. Mesela bu surenin ilk iki ayet'ini okuyalım.

"De ki; "Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tap­mam"                                             (Kafirun: 109/1-2)

Bu ayet'ler Allah'ın her şeyin yaratıcısı ve sahibi olduğununu onaylamakta ortak inanca sahip olanlardan sırf Al­lah'a kulluk edenler ile G'ndan başkasına tapanları kesinlikle birbirinden ayırmaktadır. Başka bir deyimle, sırf Al­lah'a tapan "ihlas" ilkesine bağlı kullar ile Allah'dan baş­kasına tapan, O'na ortak kaşan kullan biribirinden ayır­maktadır. Varlıklar arasında ortak olan niteliklerden hareket ederek, yani sadece varlıkların ortak yönlerini gözöniinde bulundurarak tıpkı müşrik arapların yapmış oldukları gibi müslümanlarla kafirleri eşit gören sapıklar da bu ayırımın karşı tarafında yer alırlar. Bundan dolayı Rasulullah (s.a.v.)

"Bu sure şirkten kesinlikle sıyrılma, onunla ilişkileri tamamen kesme süresidir" buyuruyor.[183]

Bu arada "İhlas" suresinde Allah'ın zatı ile O'nun isim­leri ve sıfatları ispatlanıyor. Bu ispat sayesinde yaratıcı, Tek* ve Samed olan Allah'a inananlar, Allah'ın isim ve sıfatlarını yok saymak yolu ile O'nun Özünü anlamsizhştı-randan kesinlikle ayrılmaktadırlar. Bu sapıklar aslında Al­lah'ın varlığını içlerinden onayladıkları halde açık ifadeleri ile O'nun özünü anlamsızlaştıran, hatta O'nu inkar eden Fi­ravun ve benzerleri gibidirler. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Vicdanları onun doğruluğunun bilincinde olduğu halde sırf kibir ve zalimlikleri yüzünden onu inkar etti­ler"                                                       (Nemi: 27/14)

Yine Cenab-ı Allah (c.c) Musa'nın (a.s.) dilinden şöy­le buyuruyor:

"Musa dedi ki: "Ey Firavun, bunları benim Rab-bimin doğru söylediğimi gösteren deliller olarak insan­lara indirildiğini pekala biliyorsun. Ey Firavun, ben seni mahvolmuş görüyorum"                  (îsra: 17/102) [184]

 

Peygamberlerin Üslubu

 

Allah'ın Peygamberlerinin üslubu "detaylı isbat" ve "genellemeli red" esasına dayanır. Yani peygamberler, Al­lah'ın isim ve sıfatlarını detaylı bir açıklıkla isbat ederek O'nun yaratıklara benzemezliğini genel ifadelerle reddetmiş­lerdir. Fakat gerek felsefecilerden ve gerekse diğer kesim­lerden peygambere ters düşen inkarcılar bu uslübu tarn kul­lanırlar. Daha açık bir şekilde olursak Allah'dan bahseder­ken "şöyle değildir, şöyle değildir, şöyle de değildir" diye ayrıntılı açıklamalar yaptıkları halde sıra sözde Allah'ın varlığını onaylamaya gelince "olumsuzluk şartına bağlı bir mutlak valik" veya "mutlaklık şartına bağlı bir mutlak var­lık" gibi sözler söylerler.

Oysa onlar pek bağlı oldukları eski Yunan mantığının prensiplerine göre pekala bilirler ki, "mutlaklık şartına bağ­lı mutlak" varlık dış dünyada mevcut değildir. Yani mutlak­lık şartına bağlı mutlak" varlık dış dünyada mevcut değil­dir. Yani mutlaklık şartına bağlı hiç bir mutlak insan ya da mutlaklık şartına bağlı her hangi başka bir varlık, dış dün­yada varolabilir. Yani şuna ve şuna ad olan veya şu ve kıs­ma ayrılan genel varlıktan söz etmek istiyoruz. Böyle bir var­lık dış dünyada ancak belirli ve bireysel bir varlık halinde bulunabilir.

Bu tür sözlerinin bir başka örneği de şudur: Onlar derler ki:

"Allah, bütün varlık belirtilerini kendi kendine olumsuz-lama şartına bağlı bir varlıktır". Buna göre o, var olma bakımından diğer varlıklarla ortak, fakat yok olma bakımın­dan hepsinden ayrı olur. Bu saçma görüşe göre her varlık; varoluş belirtileri ile özellik kazanır. Varolmak yokolmak-tan üstündür. O zaman da en basit varlık yokluktan üstün­dür demektir. Bu da bizi olmazlık, imkansızlık çıkmazına götürür. Çünkü iki varlık arasında daha üstün olan, kesinlik­le yok olan değil, tam tersine ancak varolma niteliği taşıyan­dır.

Eski yunandaki Meşşailik akımının en yetkili sözcüleri olduklarını söyleyen şu son dönemin bazı felsefecileri de "vacib-ul Vücud (zaruri varlık, Allah)" hakkında "o dolay­sız akılla kavranan bir şeydir" derler. Oysa bu söz onların bağlı oldukları mantığın kurallarına göre "vacİb-ul vücud'un varlığının imkansızlığı anlamına gelir. Yine bu söz iki çelişik şeyi bağdaştırmak, biraraya getirmek gibi koyu bir cahillik va şaşkınlığı içerir.

Bu saçmalıklara karşılık Allah'ın peygamberlerinin us-lübu, ifade tarzı, Kur'an metodunun aynısıdır. Cenab-ı Al­lah (c.c.) buyuruyor ki:

"Senin kudretli ve ulu Rabbin onların yakıştırdıkları düşük sıfatların tümünden münezzehtir. Selam gön­derilmiş bütün peygamberlere ve hamd da alemlerin Rabbi olan Allah'a olsun"               (Saffat: 37/180-182)

Cenab-ı Allah Kur'an'dabize "hay (diri)" "Kayyum (varolma gücünü kendinden alan)", "alim (bilgili)", "Hakim, (her şeyi yerinde yapan)", "gafur (bağışlayıcı)", "rahim (merhametli)", "semi (işiten)", "basir (gören)", "Alİyy (yüce)" "azim, (ulu)" olduğunu, yarattığım, sonra Arş üz­erine istiva ettiğini", "Musa ile açık açık konuştuğunu", "Dağa yansıyıp onu darmadağın ettiğini", "mü'minlerden hoşnut olup kafirlere gazab ettiğini" haber vermekte, daha bunlara benzer bazı isim ve sıfatları olduğunu bildirmektedir.

Buna karşılık kendisine yakıştırılmaması gereken sıfat­ları belirtirken de şöyle buyuruyor: ,   "O'nun gibi olan hiç bir şey yoktur"     (Şura: 42/11)

"Hiç bir şey O'nun dengi değildir"         (İhlas: 112/4)

"Sakın Allah'a başka şeyleri eş koşmayınız"

(Meryem: 19/65)

Görüldüğü gibi Cenab-ı Allah, bu ayet'lerde varlıkların niteliklerine benzer sıfatlar taşımadığını, ne isim ve sıfatları ile ifade edilen mukaddes zatı bakımından ve nede isimleri ve fiilleri (eylemleri) açısından hiç bir benzeri olmadığını belirtmektedir. Tıpkı şu buyruğunda ifade edildiği gibi:

"O, ö zalimlerin dediklerinden münezzeh ve yücedir. O ulu ve büyüktür. Yedi kat gök ve yeryüzü ve bunlar üzerinde bulunan tüm varlıklar O'nu teşbih ederler. Varolan herşey mutlaka O'na hamdederek teşbih eder. Fakat siz bu varlıkların teşbihlerini anlayamazsınız. O halim ve bağışlayıcıdır"                       (İsra: 17/43-44)

"En güzel isimler Allah'a aittir. O halde O'na o isim­lerle dua ediniz ve O'nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakınız"                               (A'raf: 7/180)

"Ayet'lerimiz hakkında sapıklığa düşenler, bizden gizli kalmazlar"                                 (Fussilet: 41/40)

Dediğimiz gibi, Allah'ı bilerek O'na dua ederler, yine O'nu bir bilerek O'na kulluk ederler. Rabblerine ibadet ederken O'na hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Böylece Al­lah'm haklarında şöyle buyurmuş olduğu müşriklerden kesinlikle ayrılırlar:

"De ki; "Allah dışında ilah olduklarım sandıklarınızı çağırın bakalım. Onlar başınızdaki sıkıntıyı ne giderebilirler ve ne de başka bir yana çevirebilirler. O yalvardıklan da onların Allah'a en yakın olanları da Rabb'lerine yaklaşmak için vesile ararlar, O'nun mer­hametini umarlar, azabından çekinirler. Çünkü Rabb'inin azabı pek korkunçtur"         (İsra: 17/56-57)

"De ki; "Allah'dan başka ilah olduklarını sandığınız şeyleri çağırın bakalım. Onların ne gökler ve ne de yer üzerinde zerre kadar bir egemenlikleri yoktur. Yer ve gökler üzerinde herhangi bir ortaklıkları da söz konusu değildir. Allah'ın onlar arasında hiç bir yardımcısı da yoktur. O'nun huzurunda O'nun verdiği kimselerden başkasının şefaati yarar sağlamaz. Nihayet yüreklerin­den korku giderilince biribirlerine "Rabbimiz ne de­di?" dediler. Arasından "doğruyu söyledi o yüce ve büyüktür" dediler"                               (Sebe: 34/22-23)

Bu söylediklerimiz açıklanması gereken bölüm başlıktan ve çok Önemli konulara işaret eder noktalardır.

Kısacası, mü'min kul gerçek bilgiyi ve gerçek imanı el­de etmeye çalışmalı; Allah'ı hidayete erdirici, destekleyici, hüküm verici ve veli edinmelidir. Gerçekten O, ne güzel bir veli ve ne güzel bir destekleyicidir. Hiç şüphen olmasın ki, Rabbin senin için yeterli bir hidayete erdirici ve yeterli bir destekçidir. [185]

 

Son Sözümüz Dua

 

Eserimizin sonuna yaklaşırken Müslim ve Ebu Davud'un, Aişe'ye (r.a.) dayanarak bildirdiklerine göre Rasulullah (s.a.v.) geceleri kalkıp kıldığı namazlardan sonra yapmış ol­duğu şu duayı tekrarlamak istiyorum:

"Allah'ım, ey Cebrail'in, Mikail'in ve İsrafil'in Rabb'i! Ey göklerin ve yeryüzünün yoktan varedicisi, görünen görünmeyen her şeyin bilicisi! Kullarının anlaş­mazlığa düştükleri konuları çözüme kavuşturan, hükme bağlayan sensin. Üzerinde anlaşmazlığa düşülen meselelerde izniyle doğruyu bulmamı nasib eyle. Hiç şüphesiz sen dilediklerini doğru yola iletirsin"[186]

Kitabımızın son satırları, bu konu ile ilgili olan şu ayet'ler olsun:

"İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah insanlara müj-deleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi. Ayrıca insanların anlaşmazlığa düştükleri konuları hükme bağlamak için bu peygamberlerle birlikte hakkı bildiren kitap in­dirdi. Bu kitap üzerinde anlaşmazlığa düşenler, ken­dilerine apaçık deliller geldikten sonra sırf araların­daki azgınlıklardan dolayı anlaşmazlığa düştüler. Buna karşılık Allah mü'minleri onların üzerinde anlaşmazlığa düşmüş oldukları gerçeğe izni ile iletti. Hiç şüphesiz Al­lah dilediklerini doğru yola iletir"        (Bakara: 2/213)

"İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonradan anlaşmazlığa ve ayrılığa düştüler. Eğer bu durumla ilgili Rabbinin ön­ceden planlanmış bir takdiri olmasaydı, insanlar arasın­da anlaşmazlığa yolaçan meseleler hükme bağlanırdı"

(Yunus: 10/19)

Hamd alemlerin Rabbi olan Allah'a, salat ve selam da peygamberlerin önderi olan Rasulullah (s.a.v.) üzerine ol­sun. Her, zaman hatta her an. Amin! [187]

 

 



[1] cl-Münzir b. Malik b. Kıt'a el-Abdi el-Avfi, el-Basri, Ebu Nadray Nesai İbn Main Abu Zera ve İbn Sa'ad tevsik ediyor (doğruluğu­nu onaylıyorlar). Bkz. Hülasa el-Tchzib, s.287, açıklamasıyla birlikte.

[2] Ahmed hadüi buna yakın bir senetle kaydediyor. el-Mtisned, c.5, s. 413. el-Heysemi bu hadisi Feth El, Rabbani adlı eserinde zikret-tikun sonra şöyle ekliyor: "Ahmed'in naklettiği bu hadisin ravileri gü­venilirdir.'" Bkz. e!-Fe± el-Rabbani. c.12, s. 227.

[3] Buhari, Feth'ul-Bari, c.10, s. 419; Kitap Edep, H.No: 5990. Müs­lim c. 1, s. 197, H. No: 215; Kitap İmanın. Bab: Müminlerin dostian.

[4] Buhari, Feth'ul-Bari, c.8, s. 641, H. No: 4897-4898, Kitap Cuma Suresinin açıklaması, bab: Ve Aherine Minhum ayeti. Müslim, c.4, s. 1972-1973, Kitap Sahabinin fazileti; Bab: İranlıların faziletleri H. No: 2546.

[5] Sahih-i Müslim, c.4, s. 1972, H. No: 2546, Kitap Sahabenin fa­zileti, bab: İranlıların fazileti.

[6] Ahmed, el-Müsned, c.2, s. 296-297-420,422-469 burada "Ri­cal" sözcüğü yerine "nas" sözcüğü var. Hadislerin hepsinin senedleri sağ­lamdır.

[7] Yazarın işaret ettiği hadis Sünen el-Tirmizi, kitap Kur'an'ın açıklaması; Bab: Muhaınmed Suresi H. No: 3260-326İ 'de daha uzun şek­liyle yer almaktadır. Dileyen oraya baş vursun.

[8] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 257-292.

[9] Sünen Ebi Davud, c.3, s. 278, H. No: 2859; Kitap Av; Bab: Ava uyma. (Av yapmaya düşkün olma). Tirmizi Kitap Fitneler, Bab: 69, Ha­dis No: 2256. Tirmizi îbn Abbas'ın aktardığı bu hadis hasen sahihtir ve gariptir diyor. Sevri'nin bu hadisinden başkasını bu konuyla İlgili bilmi­yoruz, diyor, c.4, s. 524; Nesai, c.7, s. 195-196; Kitap: Av ve hayvan kes­me; Ava düşkün olma. Ahmed el-Müsned, c. 1, s. 3570; Süyuti, Cami el-Sağir, c.2, s. 610. H. No: 8753. Süyuti, hadis hasendir diyor.

[10] Sünen-i Ebi Davud, c.3, s. 278, H. No: 2860, Kitap Av.

[11] Abdullah b. cl-Zübeyr b. İsa el-Kuraşi, el-Humeydi e!-Mekki, Ebubckir, güvenilir hadis ezbercilerinden ve hukuk büginlerindendir. İbn Uyeyne'nin en ünlü dostlarmclandır. Hakim Ravi için şöyle der: "Buha­rı, Humeyd kalında onaylanmış hadis için başka ravi aramazdı." onun ku­şak ravilerindenolanel-Humeydi, 219 yılında Öldü. Bkz. Takrib el-Teh-zib,c.l,s.4l5.Biy. No: 305.

[12] Hakim, bu hadisi el-Müsıedrek'inde Enes'ten naklediyor ve şöy-İe diyor: "Her ne kadar Buhari ve Müslim bu hadisi tahrim etmemişler­se de isnadı sahihtir." el-Zehebı'deel-Telhİs adlı yapıtında bu hadisi zik­rettikten hemen sonra şöyle diyor: Hadisin nakilcilerinden el-Heysem, metruk, Makii ise zayıftır. el-Müstcdrck Maa el-Telhis, c.4, s. 87. el-SU-yuîi ise el-Cami el-Sağir adlı eserinde bu hadisi kaydediyor ve şu yazgı­yı veriyor: "Hadis, zayıftır." Bkz. Cami el-Sağir, c.l. s. 567, H. No: 3664; Ayrıca Bkz. el-Mekasıd el-Hasene, s. 23, H. No: 31.

[13] S. el-Buhari, H. No: 6011, Feth'ul-Bari, c.10, s. 438, Kitap Edep; bab: İnsanlara ve hayvanlara acıma; Sahih-i Müslim, H. No: 2563; c.2, s. 1999-2000. Kitap, iyilik, sıla ve edepler.

[14] Sahih el-Buhari, Feth'ul-Bari, c. 10, s. 481, H. No: 6065, Ki­tap Edep, Bab: Kıskançlık ve birbirinden yüz çevirmeyi yasaklayan ha­disler. Sahih-i Müslim, c.4, s. 1985-80, H. No: 2563, Kitap İyilik, sıla ve edepler, Sanı ve kötülükleri araştırmanın haramlığı.

[15] Abdullah b. el-Haris b. Nevfel b. el-Hari b. Abdulmuttalip b. Haşim el-Kuraşi, tabiinin büyük hukukçulanndandır. Allah Rasulü zama­nında doğdu. İbn Sa'd Tabakatında verdiği bilgiye göre Allah Rasulü ağ­zına tükürüğünden koymuş. İbn el-Zübeyr zamanında Basra'ya atandı. Da­ha sonra Amman'a döndü ve orada öldü. 84 Bkz. Tehzib el-Tehzib, c.5, s. W0-ı81, Biy. No:310; İbn Sa'd Tabakat. c.5, s. 24-27.

[16] Tirmizi, Sünen, c.5, s. 584, H. No: 3607, Kitap Yaşam öykü­leri (Menakib) Babı: Peygamberin üstünlükleri.

[17] el-Muttalib b. Ebi Ved'a el-Haris b. Sabira b. Said el-Sehmi Ebu Abdullah, büyük sahabidir. Mekke'nin kurtuluş günü müslüman oldu. Da­ha sonra Medine'ye yerleşti ve orada öldü. Bkz. Takrib el-Tehzib c.2, s. 254, Biy No: 1178. el-İsabe c.3, s. 425, Biy. No: 8028.

[18] Sünen-i Tirmizi, c.5, s. 584, H. No: 3608; Kitap Yaşam öykü­leri, Bab: Peygamberin üstünlüğü.

[19] Sünen el-Tirmizi, c.5, s. 652, H. No: 3758; Kitap: Yaşam öy­küleri, Bab: Aböulmuttalip oğlu Abbas'ın serüveni.

[20] Ahmed, el-Müsned, c.l, s. 207-208 isnadı basendir.Çünkü Yezid b. Ebu Ziyad konusunda tartışılmıştır. Allah-ü Alem.

[21] Hac:.<i7.Enıanı: 124.

[22] Hakim, el-Müstedrek, c.4, s. 7374, Kitap, Sahabeyi tanıma Bab: Oymakların üstünlükleri. Bu hadisin Ravilerden Muhammed b. Zek-van, zayıftır. Fakat hadis, yazarın yukardan aşağı anlattığı hadislerle tak­viye ediliyor.

[23] Kabus b. Ebi Zıbyan el-Cenbi el-Kufi'nin Nesai, Dare-kutni, İbn Hibban, İbn Sa'd ve diğerleri zayıf olduğunu söylüyor. Ahmed tbn Hanbel'den oğlunun naklettiğine göre:

"Rivayetleri bir şey ifade etmemesine karşın insanlar (hadisçiler) on­dan hadis naklinde bulunurlar. Ebu Hatim: "Naklettiği hadisler yazılır, ancak kanıt kabul edilemez" der. İbn Main bir yerde zayıf olduğunu söy­lerken başka bir yerde sika olduğunu söylüyor. İbn Hacer Takribinde:

"Burada leyyin rivayette bulunmuştur. Altıncı kuşak, ravilerden-dir" diyor. Onun için Bkz. Lisan el-Mizan, c.7, s. 337, Biy. No: 4385, Teh-zib el-Tehzib, .7, s. 305-306 Biy. No: 553 Takrib el-Tetmb c.2, s. 115, Biy. No: I Yahya b. Main Kitab-u Tarih, c.2, s. 479.

[24] Sahih-i Müslim, Kitap el-İman, Bab: Allah'ın "yakınlarım (Allah'ın azabıyla) korkut, ayeti. H. No: 205-206. Sözel dizgede, müel­lifinden-biraz farklılık var. el, s. 192-193; Sünen-i Tirmizi, c.4, s. 554-555; H. No: 2310, Kitap: Zühd: Bab: Peygamberin yakınlarını korkutma ile ilintili hadisler. Sözel dizgede bazı farklılıklar vardır.

[25] Süyuti Cami el-Sağır, el, s. 67, H, No: 3668.

[26] Hakim, el-Miistedrek, c.4, s. 82.

[27] Tirmizi, Sünen, c.5, s. 724; H. No: 3928, Kitap Yaşam Öykü­leri Bab: Arapların Üstünlüğünü bildiren hadisler. Hadis, zayıftır.

[28] Sahih-i Müslim, c.l, s. 9. Giriş, Bab: Hadis naklinin güvenilir ravilerden yapılması ve yalancılarınkinin bırakılması, Tirmizi, H. No: 2662. Muğire b. Şu'be'den Tirmizi: "Bu hadis hasen sahihtir, bu bağlam­da diğer bir hadis Ebi Talib'in oğlu Ali ve Scmre'den gelmekledir." der. c.5, s. 36, İbn Mace Giriş bölümü yalan olduğu bilindiği halde Al­lah Rasulü'nden hadis naklinde bulunma H. No: 38-39-40-41.

[29] İmam Ahmed el-Müsned, c.l, s. 81. Ruvilerden Zeyd b. îbn Cü-beyr yazarın da ifade elliği gibi münkir cl-Hadistir.

[30] Hakim bu hadisi iki kanaldan naklediyor. 1- Yahya b. Yezid İbn Cüıeyc'den, 2- Muhammed b. el-Fedi İbn Cüreyc'den. Hakim şöyle idi yor: "Yahya b. Yezid'in hadisi sahihtir. Ancak Muhammed b. el-Fadl'ın hadisinde ona uygun olarak zikrettim." Fakat el-Zehebi şöyle diyor. "Ben şu kanıdayım: Ravilerden Yahya'nın zayıf olduğunu Ahmed ve baş­kaları söylüyor. Bu rivayet Ala b. Amr el-Hanefi 'nîn hiçbir dayanağa da­yandırmadan yaptığı rivayettir. Ebu el-Fadl yalancılıkla suçlanır. Bütün bunlardan Ötürü hadisin mevzu olduğunu samyorm. Bkz. el-Müstedrek ve bi Hamişihi el-Tefhis c.4, s. 87, Süyuti, c. 1, s. 40, H. No: 225. Ne"var insanların bir çoğunluğu da bu hadisi kötülediler, asılsız ve münkir oldu­ğunu söylediler. Bkz. Lisan el~Mizan, c.4, s. 185-186.

[31] el-İmam Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el-Cevzi'nin el-Ku-raşi'nin, soyu Ebubekir el-Sıddık'a dayanır. Hadis, tefsir, tarih ve diğer bilimlerde bilgiliydi, ayrıca ünlü konuşmacıdır da. Bir çok özgün yapıt sahibidir. Ünlülerinden bir kaçı: Zad el-Mesir Fi İlm-i el-Tefsir, el-Mun-tazam Fi tarih ve el-Mevzuat Fi el-Hadis ve Telbis -i İblis Fi el-Va'z 597 yılında öldü. Doğumu 508'dir. Bkz. İbn Hallikan, c.3, s. 140-143, Biy. No: 370, Zerkeli, el-Alam, c.3, s. 316-317.

[32] Evs b. Zam'ac el-Kufi el-Hadrami el-Nahide deniliyor. Tabi­inin ileri geleni erindendir. Muhadramlığı da söylenir. el-Acii, Kufe'li ta-iinden güvenilir birisidir, diyor. İbn Hibban onu güvenilirler arasında say­dı. Bkz. Tehzib el-Tehzib, c. I, s. 383, Biy. No: 701.

[33] Asıl adı Seleme b. Muaviye ya da Muaviye b. Seleme veya baş­ka bir şeydir. Nevaz, Ebi Leyla el-Kindİ olarak ünlüdür. Kufe'lİ olan bu zat için İbn Hacer: "İkinci kuşak, güvenilir ravilerdendir." der. Bkz. Takrib el-Tehzib, c.2, s. 467, Biy. No: 7.

[34] Kaynaklarda inceleyebildiğimiz kadarıyla bu zatın adına rast­layamadım.

[35] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları:262-282.

[36] İmam Abdulmelik b. Karib b. Abdülmelik b. Alib. Asm'a el-Asmai, el-Basri, hadis ve arap dili bilginidir. Diğer İmamlarca güvenilir­dir. 216 yıhnda 88 yaşında öldü. Bkz. Tehzib el-Tehzib c.6, s. 415-417 bil. No: 868. el-Lübab Fi Tehzib el-Ensab, c. 1, s. 80.

[37] Burada adı geçen eseri bulamadım. Öteyandan yukarında ge­çen İbareye, inceleyebildiğim kadarıyla başka kaynaklarda rastlayama­dım.(tahkik eden).

[38] Hadisin tahriri geride geçti. Ebi Nuaym, Ahban-İsfahan, c.l, s. 38-39.

[39] Büyük sahabilerden olan bu zat, Basra'ya yerleşti ve ölümüne kadar orada yaşadı. Bkz. el-Takrib, c.2, s. 90.

[40] Müsîim, c.4, s. 2199, Kitap Cennet nimetleri ve orada olanla­rın nitelikleri, Bab: Cennet ve Cehennemliklerin dünyada iken bilinen ni­metleri, H. No: 2865. özel No: 64 aynı bab. Orada zikredilen hadis da­ha uzundur. Buraya alınan onun küçük bir bölümüdür.

[41] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 282-290.

[42] Kaynağını bulamadım.

[43] Bkz. İbn Hübeyre, el-Efsah, ç.2, s. 121; Ebi Davud, Mesail-i İmam Ahmed, s. 159.

[44] Sababinin büyüklerinden ofan bu zâtın asıl adı, Suhayb b. Si­nan b. Malik, el-Rebi, el-Nemri'dir. Rumi diye isimlendirmesi Rum di­yarından esir edilmesindendir. Künyesi, Ebu Yahya'dır. Mekke'de ilk mü'sliiman olanlardandır. Bu künyeyi ona Allah Rasulü (s.a.v.) vermiş­tir. Müslüman olmasından dolayı Mekke'de işkence gören Mustafazaf-lardandır. Medine'ye hicret edeceği zaman Kureyş Müşrikleri onu engel­lediler. Bunun üzerine bütün malını onlara bıraktı, onlarda yolunu açtı­lar. Allah Rasulü bu nedenle ticaretinde kazançlı çıktın ey Ebu Yahya de­di. Allah'ın şu ayeti onun hakkında indirilmiştir: "İnsanlardan Öylesi de vardır ki Allah rızasını isteyerek nefsini satın alır." (Bakara: 207) Bütün savaşlara Allah Elçisi ile birlikte katıldı. Ömer, kendisine karşı girişilen suikast sonucu yaralandığında Suheyb'i namazları kıldırmak için kendine halef tayin etti. Medine'de H. 39 yılında 73 yaşındayken Öldü. (Allah razı olsun) Bkz. Esed el-Ğabe, c.3, s. 30-33.

[45] Bu hadisi Eşlem b. Sehl el-Rezzaz el-Vasıü Tarih-i Vasıt, ad­lı kitabında kaydediyor: s. 251-252. Hadisin nakilcilerinden Kurra'mn ki­şiliği bilinmiyor. Ebubekir el-Hezeli, Metruktür. Zaten müellif yukarda hadisin zayıflığına işaret ediyor.

[46] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 290-295.

[47] Maide: 44, En'am: 90.

[48] Buharı, Feth'ul-Bari, c.4, s. 244. H. No: 2004; Kit. Oruç, Bab: Aşure günü orucu. Müslim, Sözel dizgede az değişlikle, c.2, s. 796, H. No: 1130, Özel No: 128, Kitap Oruç, Bab: Aşure orucu.

[49] Buharı, age, c.4, s. 244, H. No: 2005, Aynı kitap ve bab.

[50] Buhari, age, c.10, s. 361, H. No: 5917. Kitap, Giyim, Bab: Fır­kalar, Müslim, c.4, s. 1816, H. No: 2336, Kitap Faziletler, Bab: Peygam­berimizin (s.a.v.) saçlarını alnından sarkıtması ve ortadan ayırmasına de­ğin hadisler.

[51] Buhari, age, c.8, s. 170, H. No: 4485, Kitap Tefsir, Bab: Deyin inandık Allah'a ve onun yanından bize indirilene" ayeti hadisin söz­cükleri şöyledir: "Kitaplıları ne doğrulaym ne de yalanlayın..."

[52] Buhari, age, c.4, s. 244, H. No: 2002. Kitap yukarıda geçti.

[53] Müslim, c.2, s. 792-793, Aynı kitap, aym bab.

[54] Hakem Yahya b. Abdullah b. İshak b. el-A'rec, el-Basri, için tbn Hacer: "Güvenilirdir, çoğu kez yanılır" üçüncü kuşak ravilerden olup Müslim ve başkaları ondan hadis alır." diyor. Takrib el-Tehzib, c. 1, s. 191,Biy.No:486.

[55] Müslim, c.2, s. 707, H. No: 1133, Kitap Oruç Bab: Aşure gü­nü için hangi günde oruca başlanmalıdır.

[56] Age, adı geçen kitap ve bab: H. No: 1334.

[57] Sahih îbn Huzeyme, c.3, s. 290-291, Beyhaki, Sünen el-K^-ra, c.4, s. 287, Ahmed el-Müsned, c.l, s. 231.

[58] el-Muğni, el-Şerh el-Kebir, c.3, s. 104.

[59] S. el-Buhari, Feth'ul-Bari c.2, s. 445, H. No: 952, Kitap Bay­ramlar, Bab: Müslümanların bayram sünnetleri. Müslim, c.2, s. 607, H. No: 892, Kitap Bayram namazları, Bab: Bayramlarda oyun oynamanın mubah olması.

[60] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 295-305.

[61] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 305-309.

[62] Hilal'in İmam Ahmed'in görüşlerini, bilgilerini ve çözümledi­ği meselelerini topladığı kitaptır.

[63] Rebi b. Enes, el-Bekri, el-Hanefi, el-Basri, sonra el-Horasani için el-Acli: Doğru sözlüdür, diyor. Nesai, rivayetleri sakmcasıdir, der. İbn Hiban güvenilirlerden olduğu, kanısındadır. Bazısı onu Şiilikle suç­lar. İbn Hacer ise: "Doğru sözlü birisidir." yargısını vermiş. Buhari, Müslim dışında dört hadis imamı da ondan hadis tahric etmiştir. H. 140'da öldü. Tehzib el-Tehzib, c.3, s. 238-239 Biy. No: 461. Tekrib el-Tehzib c.l, s. 243. Biy No: 31.

[64] Bkz. İbn Kesir, c.3, s. 328-329.

[65] Bkz. Tefsir-i Kurtubi, c.13, s. 79-80.

[66] Ata b. Yesar el-Hilal el-Medeni, el-Kadi Peygamberin eşi Meymune'nin azadlısından bu raviyi Ebu Muhammed, îbn Main, Nesai, îbn Sa'd, Ebu Zer'a vebaşkalan teşvik ediyor (güvenilirliğini onaylıyor). Altı kaynak hadis kitabı yazarları ve diğerleri ondan hadis naklinde bu­lundular. Kasas sahibi (kıssa anlatıcısı) ibadete düşkün erdemli bir kişiy­di. İskenderiye'de öldü. 103. İbn Sa'd Tabakat, c.5, s. 173-174, Tehzib el-Tehzib, c.7, s. 217-218.

[67] Abdurrezzak, el-Musannef, c. 1, s. 411, H. No: 1608. Bab: Na­maz, Beyhaki, Sünen el-Kübra, c.9, s. 234, Kenz el-Ummal, c.3, s. 886, H. No: 9034; Kenz el-Ummal, c.l, s. 405, H. No: 1732.

[68] Ebu Davud, Sünen, el, s. 675, H. No: 1134, Kitap Namaz Bab: Bayram namazları.

[69] Bu konuda Buhari-Müslim ve diğer sünen kitaplarında deği­şik sözcükler içeren hadisler rivayet edilmektedir. Bazısı biraz uzun bazısı biraz kıadır. Bkz. Sahih-i Buhari, Feth'ul-Bari, c.3, s. 232. H. No: 374, Kitab: Cenaze, Bab: Kabir işkencesine değin hadisler, Müslim, c.4, s. 2199, H. No: 2866-2870, c.4, s. 2200 Kitab Cennet, Bab: Ölüye Cennet yada cehennemdeki yerinin gösterilmesi.

[70] Ulu sahabilerden olan Lebid b. Rebia b. Malik b. Cafer b. Ki-lab el-Amiri, aynı zamanda çok ünlü bir ozandır. Kavminin elçisi olarak-Peygamber'e geldiği zaman Müslüman oldu. İslama girince şiir yazma­yı bıraktı. H. 41 yılında 140 yaşındayken öldü. Bkz. Esed el-Gabe, c.4, s. 260-261

[71] İbn Hacer, el-İsabe, c.3, s. 326. Lebid'in yaşam öyküsü bölü­münde isnadsız.

[72] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 309-319.

[73] Ulu sahabilerden olan bu zatın adı, Sabit b. el-Dahhak b. Ha­life cl-Ensari el-Eşheli, Rıdvan biatında bulundu. Bis'etin iiçücü yılında doğdu. H. 62 yılında öldü. Hendek savaşında Rasulullah'ın hemen yanın­da takviye güç görevini üstlenmişti. Bkz. el-İsabe, c.l, s. 193-194, Biy. no: 894.

[74] Sünen-i Ebi Davud, Kitap Yemin ve Adaklar, Bab: Adakları ye-rirfe getirme ile emrolunma, H. No: 3313, c.3, s. 607.

[75] Sahih-i Buhari, Feth'ul-Bari, c.l 1, S. 581, H. No: 6198. Kitap Yeminler ve Adaklar Bab: Taata (ibadette) adak adama. Sahih-i Müslim, c. 3, s. 1261-1263, Kitap: Adaklar, b. Allah'a isyanın söz konusu oldu­ğu adaklar yerine getirilemez. H. No: 1641. Buradaki hadis şöyle: "Al-lah'a isyan söz konusu olan adaklar ve kulun sahip olmadığı şeyleri adadığı zaman adağını yerine getirme yoktur. Allahualem müellif yukar­da, bu iki hadise, -Buhari ve Müslim'de geçen iki hadis- işaret ediyor.

[76] Ebu Davud, c.3, s. 607-609, H. No: 3314; Kitab Yemin ve adaklar, Bab: Adakları yerine getirme. İbn Mace bu anlamdaki bir hadi­si kısa olarak tahriç ediyor, c.l, s. 688, H. No: 2131, Kitap Kefaretler, Bab: Adağı yerine getirme, Ahmed, el-Müsned, c.3, s. 419.

[77] S. Ebi Davud, c.3, s. 606, H. No: 3312, Kitap: Yemin ve adak­lar, Bab: Adakları yerine getirme ile emrolunma.

[78] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 319-322.

[79] Buharı, Feth'ul-Bari, c.3, s. 474, H. No: 987, Kitap: Bayram­lar, Bab: Bayram namazını geçire yerinen İki rekat namaz kılar.

[80] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 323-329.

[81] Ebu Davud, Sünen, c.2, s. 804, H. No: 2418, Kitab: Oruç, Bab: Kurban bayramı (teşrik günleri) günlerinde oruç.

[82] Baharı bu hadisi birden çok konuda kaydediyor. Bkz. Feth'ul-Bari, c.l, s. 245, H. No: 238, Kitab Abdest, bab: Durgun suya işeme, H. No: 876-896-3486 ve diğerleri, Müslim, c.2, s. 585-586, H. No: 855, Ki­tap Cuma, Bab: Cuma gününün bu Ümmete verilmesi.

[83] Müslim, c.2, s. 586, H. No: 856, Kitap Cuma, Bab: Cuma gü­nünün bu ümmete verilmesi.

[84] Müslim, el, s. 188, H. No: 197, Kitap İman, Bab: Allah Rasu-lu 'nün: "Cennetle şefaat edecek insanların ilkiyim ben" hadisi. Diğer söz­cükler şöyledir: (Cennet kapısına vardığımda oranın gözcüsü soracak) Sen kimsin? Ben 'Muhammed'im". diyeceğim. O zaman o da şöyle karşılık verecek: Senden başka hiç kimseye bu kapıyı açmamakla emrolundum."

[85] Kureyb b. Ebi Müslim el-Haşimi, el-Medeni, üçüncü kuşak ta-bündendir. Altı ünlü nadis kaynağı yazarlarının hepsinin hadis tahricm-de bulunduğu güvenilir bir ravidir. H. 97'de Öldü. Bkz. Takrib el-Tehzib, c.2,s. 134, Biy. No: 43.

[86] Ahmed, Müsned, c.6, s. 323-324. İbn Asım'ın Sünnet'inde bu hadisi bulamadım. Sanırım başka bir eserindedir. (Tah. eden)

[87] Ata b. Dinar el-Hezeli Ebu el-Zeyat el-Mısri, altıncı kuşak ra-vilerdendir, İbn Hacer onun hakkında: "Doğru sözlüdür, ancak Said b. Cü-beyr'den olan rivayetleri dinleyerek değil, ezberedir." der. Buhari, Ebu Davud ve Tirmizi ondan hadis tahriç ettiler. H. 126'da vefat etti.T;ıkrib el-Tehzib, c.2, s. 21, Biy. No: 188.

[88] Bkz. Kenz el-Ummal, c.3, s. 886, H. No: 9034, Beyhaki, Sünen, el-Kübra, c.9, s. 234, Bab: Zimmilerin arasına katılmanın keraheti.

[89] Beyhaki, Sünen el-Kübra, c.9, s, 234; Abdurrczzak el-Musan-nef.c. I, s. 411. H. No: İ609.

[90] Beyhaki, Sünen cl-Kübra. c.9, s. 234.

[91] Age., c.9, s. 235.

[92] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 329-342.

[93] Hakim, el-Müstedrek, c.4, s. 87, hadisin ravilerinden îmran b. Harun, Metruktür

[94] Halil b. Dinar el-Temimi, el-Sa'di, Ebu Halde, el- Basri, el-Hay-yad, beşinci kuşaktan doğru sözlü, Buhari, el-Nesai, Ebu Davud ve Tir-mizİ 'nin kendisinden hadis tahririnde bulundukları bir ravidir. Takrib c. I, s. 213,Biy. No: 26.

[95] el-Mtinzir b. Ya'Ia, el-Sevri, Ebu Ya'la el-Kufi, altı ünlü hadis kitap yazarının hadis kaydettiği, altıncı kuşaktan güvenilir bir ravidir. Tak­rib, c.2, s. 275, biy. No: 1376.

[96] Büyük hanım sahabilerdendir. Asıl adı Ürhüh'tür. Ne var, Ümm Halit künyesiyle ünlüdür. Buhari yukarda zikredilen bu hadisi ondan tahriç ediyor. Bkz. el-İsabe, c.4, s. 238, Biy. No: 82, Hanımlar bö­lümü.

[97] Bu hadis, Buhari'nin Kitap: Giyim, Bab: Yeni elbise giyen kim­seye dua etme, H. No: 845'de kaydettği uzunca hadisin bir parçasıdır. Bkz. Feth'ul-Bari, c.lOs. 303.

[98] Beyhaki İmanın bölümleri babında, Semre'den tahriç ediyor. Bkz. Kenz el-Ummal, c.l, s. 514, H. No: 2286. Yine Beyhaki, İmanın bö­lümleri babında İbn Mesud'dan kaydediyor. Bkz. geçen kaynak, c.l, s.526, H. No: 2365; Hakim İbn Mesud'dan şu sözcüklerle kaydediyor: "Kuşkusuz Kur'an Allah'ın sunduğu bir ziyafettir. Gücünüz yettiğince ondan yararlanın. "Hakim isnad sahihtir, ancak Buhari Müslim bu hadi­si Salih b. Ömer'den tahriç etmemiş" diyor. Zehebi İse hadisin taşıyıcı­larından olan İbrahim b. Müslim'in zayıf olduğunu söylüyor. Bkz. ei-Müs-tedrek, c.l, s. 5551, Kitap Kur'an'm faziletleri.

[99] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 342-370.

[100] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 371-372.

[101] Asıl adı Ahmed b. Ali b. El-Muhtar b. Abdülkerim b. Cersiya El-Keldani, Sufi büyü ve tüsımcıhk iddiasında bulunan deccalin birisiy­di. İbn Nedim El-Fihrist: 1433; Zİrikli El-Alam: 1/170-171.

[102] Cafer b. Muhammed EI-Belhi ünlü gök bilimcilerindendir. Bu konuda bir hayli eserleri mevcuttur. Hİc. 206 yılında doğan bu ünlü bil­gin 247 yılında öldü. İbn Nedim, a.g.e: 286; Zirikli, a.g.e: 2/127

[103] Sabit b. Kurre b. Mervan Sabit b. Kiraya Hic. 221 yılında doğ­du. Hendese, tıb, gök bilimleri, yıldız ve felsefeyle ilgilendi. Kendisi "Sa­bii (yıdızlara tapan) müşriklerdendi. 288 yılında öldü. İbn Nedim a.g.e: 2/98.

[104] El-Muğni ve El-Şerh ve El-Kebir: 11/162-164-209; Müellif, Mecmu EI-Fetava: 33/62-68-125; 35/243; 1/204; Bidayet El-Müctehid: 2/499-500.

[105] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 372-376.

[106] El-Muğni ve El-Şerh ve El-Kebir: 11/209; Müellif, Mecmu El-Fetava: 35/243.

[107] İbn Mace Dua: 2858; Hakim El-Müstedrek: 1/504;

[108] îbn Mace Dua: 3857.

[109] Ahmed EI-Müsned: 1/391-452; Hakim El-Müstedrek: 1/509-510.

[110] Asıl adı Ahmed b. Muhammed b. Ahmed El-Kuduri olan bu zaı Hanefi mezhebinin büyük fıkıhçilanndandir. 362 yılında dn^K, Güve­nilir ve doğru kişilik sahibiydi. Yaşadığı çağda Hanefi mezhebinin baş­kanıydı ve bir riyaset meselesi onunla son buldu. 428 yılında öldü; El-Fe-vaid El-Behiye: 30-31; El-Lübab: 3/19-20.

[111] Beşr b. Halid El-Kİndi Ebu Yusuf'un dostlarından ve Hanefi mezhebinin kadıiarındandı. Salih, ibadete düşkün, fıkhi bilgisi geniş ve güvenilir bir bilgindi. 238 yılında öldü. El-Fevaid El-Behiye: 54-55; Li­san El-Mİzan: 35.

[112] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 376-379.

[113] Tirmizi Dua: 579; îbn Mace İkame: 1385; Ahmed Müsned: 4/138.

[114] Buhari: 5967; Müslim İman: 30.

[115] Müslim Birr: 2577.

[116] Kadı Abdulcebbar Şerh Usul El-Hamse:

123-314-317-345-645-647; El-Fark Beynel-Firak: 116.

[117] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 379-382.

[118] Ebu Davud Dua: 1479; Tirmizi Dua: 3372; İbnMace Dua: 3828.

[119] Şevkani Feth El-Kadir: 4/498; İbn Cerir Tefsir: 2/93-94; 24/51-52.

[120] Buhari Teheccüd: 1145; Müslim Namaz: 758.

[121] Buhari İcare: 2272; Ahmed Müsned: 1/116; 3/142.

[122] Fudayl b. Iyad b. Mesud b. Bişr El-Temimi Zahid, ibadete düşkün, Buhari Müslim ve diğer Hadis alimlerinin kendisinden Hadis tah-ricinde bulunduğu güvenilir birravi idi. 187 yılında öldü. VefeyatEİ A-yan: 4/47-50; Takrib ElTehzib: 2/113.

[123] Ebu Nuaym Hilye El-Evliya: 8/109

[124] Kadı Iyad El-Şifa: 1/268.

[125] Müslim Namaz: 486.

[126] Müslim Zikir: 2708.

[127] Buhari Yemin ve Adaklar: 6646; Müslim Yeminler: 1646.

[128] Tirmizİ Yemin ve Adaklar: 1535.

[129] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 382-398.

[130] Buharı Vahyin Başlangıcı: 3/3392-4953-4955-4956-4957-6982.

[131] Tirmizi H;uv: 858; Ahmed Miisned: 1/217; AbdürrezzakEl-\lu.s;ınnef: 8924.

[132] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 398-405.

[133] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 405-406.

[134] Muvatta Hac: 166; İbn Mace Menasik: 3012. 406

[135] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 406-408.

[136] Buhari: 1193; Müslim Hacc: 1399.

[137] Müslim Hacc: 1399.

[138] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 408.

[139] Müslim Hacc: 1398.

[140] Üseyd b. Hudayr adı yanlıştır. Yapıtın yazılı nüshaları, Tirmi-zi, İbn Mace Ahmed ve diğerlerinin kaytılan bunu kanıtlamaktadır. Sa-habinin asıl adı, Useyd b. Zahir b. Rafii El-Ensari'dir. Aynı zamanda sa-habi de olan bu zat Ubade b. Bişr Lame'nin kardeşidir. Mervan'ın kral­lığı döneminde öldü. Tehzib El-Tehzib: 1/349-635.

[141] Tirmiz Namaz: 324; Hakim El-Müstedrek: 1/487; İbn Mace: 1431.

[142] Ahmed: 3/487; îbn Mace: 1412; Stinen-i Nesai: 2/37.

[143] Buhari Yemin Adaklar: 6700.

[144] Ahmed: 2/332.

[145] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 409-413.

[146] tbn Kesir El-Bidaye ve Eİ-Nihaye: 7/58.

[147] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 413-415.

[148] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 416-418.

[149] Buharı İ'tisam: 7361.

[150] Ahmed: 4/136; Ebu Davud İlim: 3644.

[151] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 418-419.

[152] Müslim İman: 162.

[153] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 419-422.

[154] Müslim Hacc: 1394; Buhari Mekke ve Medine: : 190.

[155] Müslim Hacc: 1396.

[156] Ahmed:4/5.

İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 422-424.

[157] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 424-427.

[158] Buhari Tevhid: 7410; Müslim İman: 193; Ahmed: 3/144.

[159] Buhari İlim: 99; Ahmed: 2/373.

[160] Buharı Menakıb: 3883; Müslim îman:24.

[161] Buhari Cenazeler: 1366.

[162] Buhari Cihad: 2856; Müslim îman: 30.

[163] Tirmizi Sünen: 2516.

[164] Buhari İman: 16; Müslim İman: 43

[165] Buhari İman: 58; Müslim İman: 69.

[166] Buhari Yemin ve Adıklar: 6632.

[167] İbn Mace Kefaret: 2118; Zevaid; Darimi: 2/295; Ahmed Müsred: 5/7, 239.

[168] Ahmed Müsned: 1/214-224-283-347.

[169] Ebu Nuaym Hilye İbrahim: 8/95.

[170] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 427-443.

[171] Ebu Davud: 4679; Tirmizi Kıyamet: 2523; Ahmed Müsned: 3/438-440.

 

[172] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 443-447.

[173] Müslim İman: 91; Ebu Davud Giyim: 4090; Tirmizi Birr Sıla: 1999.

[174] Buhari Peygamberler: 3441-3443; Müslim Faziletler: 2365.

[175] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 447-449.

[176] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 449-451.

[177] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 451-456.

[178] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 456.

[179] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 456-459.

[180] Buhari Kader: 3409; Müslim Kader: 2652.

[181] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 460-464.

[182] Tirmizi Kur'an'ın Faziletleri: 2899; Ebu Davud Namaz: 1461; İbn Mace Edeb: 378; Buhari Kur'an'm Faziletleri: 5013.

[183] Tirmizi Edeb: 3403; Ebu Davud Edeb: 5055;

Ahmed Müsned: 5/456; Darimi Kur'an'm Faziletleri; 2/458-459.

[184] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 464-466.

[185] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 467-470.

[186] Müslim Yolcuların Namazı: 770.

[187] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid Yayınları: 470-471.