l Dinin Doğuşu
l İslâm Dininin Özellikleri
l İslâm Dininin Kaynakları
l Fıkhî ve İtikadi Mezhebler
l Mükellefin FiilleriI- DİNİN DOĞUŞU
Din, Allahü Teâlâ’nın, insanları iyiliğe yöneltmek ve kötülükten alıkoymak için, Peygamberleri vasıtasıyla bildirdiği emir ve hükümlerdir. Din bu anlamda hem i'tikadî, hem de amelî, konuları kapsamaktadır. İnsanla Yüce Rabbi arasındaki ilişkileri düzenlediği gibi, insanla insan, insanla eşya arasındaki ilişkileri de düzenler. Her insan akıl yoluyla bu kâinatın bir yaratıcısı olduğunu kavrayabilir. İnsana bu yetenek verilmiştir. Onun fıtratı temizdir ve Rabbini bulabilecek cevhere sahiptir. Nitekim İbrahim aleyhisselam çocukluk yaşında, aya, güneşe ve yıldızlara bakarak önce bunların Rab olabileceğini düşünmüş, fakat kaybolup gittiklerini görünce, onların arkasındaki yüce Yaratıcıyı sezerek gerçeğe ulaşmıştır. (bk. el-En'âm, 6/75-78)
İnsan aklı, tabiat olayları üzerinde düşününce bunların kendiliğinden var olamayacağını ve bu tabiat kuvvetleri arasındaki hassas dengenin kendiliğinden kurulamayacağını kabul eder. Böylece akıl, evrenin arkasındaki gizli yaratıcı gücü kavrayabilir. Bu, bir önbilgiyi de gerektirmez. İki sayısının bir’den büyük olduğunu, büyüklük kavramını bilen kişi, önceden bunu hiç konuşmasa bile, mantıkla bilir. Çünkü içi bununla doludur, bunu tasdik ve kabul etmektedir. İşte Allahü Teâlâ’yı bilmek de bunun gibi fıtrattandır.
Kur’an-ı Kerim’de bu mantık olgusuna şöyle işaret edilir: “Eğer kâfirlere, gökleri ve yerleri kim yarattı, diye sorarsan, onlar; Allah yarattı diyeceklerdir.”1 Başka bir ayet-i kerimede; “Allah’ın fıtrat dinine yönel. Allah, insanları o fıtrat üzerine yaratmıştır.” 2 buyurulur. Kureyş müşriklerinden As bin Vail’in, çürümüş bir insan kemiğini Allah’ın Rasûlüne göstererek; “Çürümüş, dağılmış bu kemikleri kim diriltebilir?”, sorusuna cevap olan şu ayet-i kerimede de aynı ikna gücünü görmek mümkündür.: “Habibim de ki: Onları daha önce ilk yaratan diriltecektir. O yaratmayı tam olarak bilendir”3 Zor olan ilk yaratmadır. Bir şeyi ilk defa meydana getirenin, onu ikinci defa meydana getirmeye de gücü yeter. İnsanı dünyaya getiren güç, onu kıyamet günü niçin yeniden diriltemesin?
İnsanın yaratılışında mevcut olan temizlik, çevrenin etkisi ve şeytanın kötülüğü telkin etmesi sonucunda bozulur. İnsan kalbî ilâhî görüntülere açık, temiz bir ayna halinde iken, dünya hırsı, sınır konulmayan şehvet ve günahların üstünlük sağlayıp yerleştiği, kirli, paslı bir kalb aynası ortaya çıkar. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra annesi, babası onu yahudi, hıristiyan veya putperest yapar.”4
Diğer yandan insanın akıl yoluyla Rabbinin varlığını düşünüp, tasdik etmesi yeterli değildir. O’nu hakkı ile tanıyabilmesi gerekir. Bu da kendini tanımasını gerektirir. Bu yüzden; “Nefsini, kendi gerçeğini bilen, Rabbini tanır” denilmiştir. Bu konuda Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur.: “Pek yakında onlara dışlarında ve kendi nefislerinde âyetlerimizi (varlığımızı gösteren belgeleri) göstereceğiz. Ta ki, peygamberlerinin söylediğinin doğru olduğunu anlasınlar.”5
Dinî duygulardan yoksun olan insanın kendisi hakkında bildiği şeyler; bedeninden görebildiği kısımlar ve iç organlarla ilgili dışardan öğrendiği bilgilerden ibarettir. Ruhî hayatıyla ilgili olarak bildiği ise; acıktığı zaman yemek, kızdığı zaman saldırmak, cinsel isteği artınca eşine yaklaşmaktan fazla bir şey değildir. Duyguların bu kadarı diğer hayvanlarda da vardır. Bu yüzden insanın kendi gerçeğini araştırması gerekir. “İnsan nedir, nereden gelmiştir, nereye gidecektir, bu dünyaya niçin gelmiştir. niçin yaratılmıştır, dünya ve dünya ötesi mutluluğa ermenin yolu nedir?” Bütün bu sorulara cevap arayan insanoğlu artık bunların cevabını kendi mantık çizgisi içinde bulamaz. Bunların cevabını “din” verir. Gerçek dinin sahibi ve kaynağı da bizzat Cenâb-ı Hak’tır. Ancak insan, doğrudan Allah Teâlâ ile temas kurma, onunla konuşma yeteneğine sahip olmadığı için, Allah’ın kendisine neleri emredip, neleri yasakladığını bilemez. Cenâb-ı Hak insanlarla kendisi arasında elçilik yapmak üzere, peygamberler göndermiştir. İşte peygamberler aracılığı ile insanlara gönderilen ilâhî emir ve hükümlere “din” adı verilir.
Yeryüzünde ilk insan Hz. Âdem ve Hz. Havva’dır. Allahü Teâlâ Hz. Âdem’i topraktan yaratmış, yaratılışını tamamladıktan sonra, ona ruhundan üflemiştir. Âdem aleyhisselam canlanınca da, Allahü Teâlâ’nın emriyle bütün melekler ona saygı secdesi yapmıştır. Ancak İblis, yaratılış ve yetenek bakımından Âdem’den üstün olduğunu düşünerek gurura kapılmış ve secde etmemiş, bu yüzden de ilâhî rahmetten kovulmuştur.6
Cenâb-ı Hak Âdem (a.s,)’i en mükemmel şekilde yaratmış, sonra ona; meleklere git, selâm ver, nasıl selâm alacaklarını dinle, bu senin ve neslinin selâmlaşma örneği olacaktır, dedi. Bunun üzerine Âdem (a.s.) meleklere; “es-Selâmu aleykum (Allah'ın selâmı size olsun)” dedi. Onlar da; “es-Selâmu aleyke ve rahmetullah (Allah’ın selâmı ve rahmeti sana olsun)” diye karşılık verdiler.7
Allah Teâlâ Âdem’i yarattıktan sonra Hz. Havva’yı da onun eğe veya başka bir görüşe göre kaburga kemiğinden yaratmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de; “Sizi bir tek nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan vareden Allah’tır”8 buyurulur. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Kadınlara iyilikle muamele edin, zira kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Bu kemiğin en eğri kısmı üst tarafıdır. Onu düzeltmeye çalışırsan kırarsın kendi haline bırakırsan devamlı eğri kalır.”9
Cennete yerleştirilen bu ilk iki insana yüce yaratıcı bir ağacın meyvesini yemeyi yasakladı. Kıskançlık içinde bulunan şeytan bir yolunu bularak onlara fısıltı ile yaklaştı ve şöyle dedi: “Rabbiniz size bu ağacı, başka bir şey için değil ancak iki melek olacağınız, yahut ölümden kurtulup ebedî olarak kalıcılardan bulunacağınız için yasak etti.”10 Onlar, şeytanın kendilerine iyilik yapmak istediğini sanarak yasak ağaçtan yediler ve Cenâb-ı Hakk’ın gazabını üzerlerine çektiler. Cenâb-ı Hak onlara dua kelimeleri öğretti. İki insan Yüce Allah’a ilk dualarını şöyle yaptılar:
“Ey Rabbimiz, kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bizi esirgemezsen herhalde en büyük zarara uğrayanlardan olacağız.”11
Hz. Âdem’le Havva’nın duası kabul edildi, fakat artık önce cennet hayatı yerine önce dünyada çileli bir imtihan devresi geçirdikten ve ahiret günü sıkı bir hesap denetiminden geçtikten sonra cennete girebilmek üzere dünyaya indirildiler.12 Böylece yeryüzünde Âdem ile Havva ve onların doğacak nesilleriyle çoğalan beşer hayatı başlamış oldu. Artık ilk yaratmadaki gibi topraktan varetmek yerine; doğum ile çoğalma devam etti. Diğer canlılarda ve bitkilerde ise bölünme, aşılanma ve tozlaşma gibi yollarla üreme devam etti.
Kur’ân-ı Kerim’de, çocuğun anne karnındaki oluşumu şöyle açıklanır: “Yemin olsun ki, Biz insanı, süzülmüş özlü balçıktan yarattık. Sonra onu “nutfe” halinde müstahkem bir karargâh olan rahme yerleştirdik. Sonra “nutfe”yi kan pıhtısı haline getirdik, kan pıhtısını bir parça et yaptık, bir parça eti kemiklere çevirdik, kemiklere de et giydirdik. Sonra da onu bambaşka bir varlık yaptık. Şekil verenlerin en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir.”13
Bütün semavi dinler ve tarihi belgeler insanın Âdem ve Havva’dan türediğini belirtmiştir. İlk insan aynı zamanda Allah’ın yeryüzünde halifesi, peygamberi ve kuludur. 14
İnsan ve kâinata sadece maddî açıdan bakan materyalist felsefenin temsilcilerinden bazı pozitivistler, insanın maymundan dönüşmüş bir canlı olabileceğini öne sürmüşlerdir.
Evrim teorisi adı verilen bu düşünce tarzı ilk olarak İngiliz biyoloji bilgini Charles Darwin (1809-1882) tarafından formüle edildiği için, buna “Darwinizm” de denilmiştir. Darwin; “ayni kökten gelen türler, çevre, beslenme gibi çeşitli etkilere bağlanabilecek değişimler gösterir. Buna yaşamak için mücadele de eklenince sürekli evrim sonucunda türler şekil değiştirerek gelişir. Bunun bir sonucu olarak maymun türünden belli bir dönemde insana dönüşüm olmuştur” kanaatindedir.
Darwin ve onu izleyen pozitivistler eşyaya ve canlılara dinî açıdan değil, sadece maddî deney ve gözlem açısından bakmaktadırlar.
Günümüzde insan ile maymun arasındaki geçiş dönemi canlılarına delil olarak gösterilen üç fosil; “Java Adamı”, İngiltere’de bulunan “Piltdown Adamı” ve “Pekin Adamı”dır. Bundan başka, yalnız bir çene kemiği fosilinden ibaret olan “Heidelberg Adamı” vardır ki, antropoloğların çoğu bunların aslında insana ait olduğunu söylemektedirler. İlk kafatasları, omuriliğin kafatasına girdiği deliğin durumu anlaşılamayacak kadar eksik ve bozuktur. Bu yüzden fosilin temsil ettiği canlının dik mi, yoksa eğri mi durduğunu anlamak mümkün değildir. Ancak evrimci görüşün etkisi altında kalan bazı pozitivistler, bunu iki büklüm, maymun benzeri bir yaratık zannetmişlerdir.15
XIX. yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın başlarında bulunan bu fosillerin 1,8 ilâ 2,6 milyon yıl öncesine ait olduğu tahmin edilmiştir.
Aşağıdaki yeni bulgular bu fosilleri delil olmaktan çıkarmıştır.
1) 1972’de Richart Leakey tarafından Kenya’da Turkana şehri yakınında Rudolf gölü civarında bulunan SKULL 1470 İNSANI fosili evrim teorisini alt üst etmiştir. Bu fosil; bir kafatası ve kafatasına ait olduğu tahmin edilen bacak kemiğinden ibarettir. Yaşı ise 2,8 milyon olarak tahmin edilmiştir. Bu fosil hakkında Richard Leakey şöyle demiştir: “Ya bu kafatasını, ya da ilkel insan hakkındaki teorilemizi atmalıyız. O, insanın ilk modellerinden hiçbirine benzememektedir. Kafatasının büyük bir beyin hacmine sahip olması ilk fosillerin gelişim değişikliklerinin belli bir sıraya göre tanzim edilebilmesi kavramını yıkmıştır.”16
Leakey’in bulduğu fosil, insanın en eski atası olduğu ileri sürülen (1,8-2,6 milyon yaşında) 500 cc. beyin hacmine sahip fosillerden en az 200 bin yıl daha eski ve 300 cc. daha büyük bir beyin hacmine sahiptir. Kafatası görünüm bakımından da günümüz insanı kafataslarından ayırt edilmemektedir.
Arkeolog Dr. Glyn Isaac yaptığı kazılardan 300 basit taş kırma ve parçalama aletleri çıkarmıştır. Bunlar, bir canlının 2,6 milyon yıl önceleri buralarda yüksek zeka seviyesine ve hünerine sahip olarak hayat sürdüğünün dilsiz delilleridir.17
Bu yeni sonuçlar ve Darwin’in evrim teorisinin dayanağı olan “Türlerin Orijini” ve “İnsanın Türeyişi” adlı eserlerine bilim adamlarının verdiği cevaplar18 şu gerçeği ortaya çıkarmıştır.
İnsanlar evrim geçirerek günümüzdeki haline gelmemiş, aksine hayat sahnesinde bugünkü haliyle gözükmüştür. Eski devir insanlarının, bir kaç yüzyılı aşabilen ömürleri sebebiyle daha iri yapılı olmaları tabiidir. Hz. Âdem’in vücut büyüklüğü ile ilgili olarak nakledilen bazı hadisler bunu desteklemektedir.19
İbn Cerîr et-Taberî (ö.310/922), Tarih’inde, Hz. Havva’nın ikiz ve biri erkek, diğeri dişi olmak üzere yirmi batında kırk çocuk doğurduğunu kaydetmiştir.20
Allahü Teâlâ bazı canlı hayvan türlerinin özelliklerini şöyle ifade buyurur: “Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürüyor, kimi iki ayağı üzerinde yürüyor, kimi de dört ayağı üstünde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkiyle kâdirdir.”21 Cenâb-ı Hakk, Hz. Âdem’i anne-babasız, Hz. İsa’yı babasız yaratmakla, insan türünü korumuştur.
Darwinizmin amacı, insanın menşeini başka bir canlıya bağlayıp, onun semavî dinlerle ve yüce yaratıcı ile bağını koparmaktır. Ancak varlıklar aleminde görülen ve akla durgunluk veren düzen bu teoriyi yalanlamaktadır. Herşeyin kör tabiat kuvvetinin ve kör bir rastlantının sonucu olarak oluştuğu ve evrime tâbî olduğu görüşünü akıl kabul etmez. Sonuç olarak bu konuda belki şunlar söylenebilir. Hz. Âdem bu dünyaya bir takım bilgilerle mücehhez olarak indirilmiş, ondan gelen insan nesli de daha sonra yeryüzünde yalnız bırakılmayarak gönderilen peygamberler vasıtasıyla, yeni bilgilerle techiz edilmiştir. Diğer yandan insanoğlu kendi deney ve tecrübeleriyle dünya ve çevresi hakkında araştırmalar yaparak bilgisini sürekli geliştirmiştir. Bunun sonucunda insanın tür değiştirmeksizin toplum olarak tekâmül ettiği ve yeni medeniyetler kurduğu söylenebilir. Aşağıda, insanın yaratılış ve dünyaya geliş sebebi üzerinde duracağız.
Yeri ve gökleri yoktan var eden Allahü Teâlâ canlı veya cansız hiçbir varlığı boş yere yaratmamıştır. Evrende her varlığın bir yeri ve değeri vardır. Câmid (cansız) varlıkların, bitkilerin ve hayvanlar aleminin yaratılışında görülen, akla durgunluk veren hareket, çekme, itme ve denge kanunları, yerde ve gökte bulunan herşeyin insanın hizmetine sunulması, yaratılış hikmetlerini gösteren bazı belirtilerdir.
Bazı câmid varlıklar, bitki ve hayvanlar önce birbirlerine, gelişme, üreme ve varlığını sürdürme için destek, gıda ve yem teşkil ederler. Yararlanılabilir bir hale gelince de insan bedeni için gıda ve rızık olurlar. İnsanın rızkı, ömür boyu yiyip tükettiği, giyip eskittiği şeylerdir. Bu duruma göre, dünya ve çevresindeki maddî varlıklar, insanın hizmetine sunulmuş araç varlıklardır. Amaç insandır.22
Diğer varlıklarda durum böyle olunca, insan varlığının çok daha üstün amaçlar için yaratılmış olması gerekir. Kur’an-ı Kerim’de, insan ve cinlerin, Allah’a kulluk etmeleri için yaratıldığı belirtilir.23 İnsanoğlu yeryüzüne belli bir süre imtihana tabi tutulmak üzere gelmiştir. Bu da, hak bir peygambere ve kendi devrinde geçerli olan semâvî bir dine uymayı gerektirir. Bu, son ümmet için İslâm’dan ibarettir.
Yüce Allah, insanın dilemesi yönünde hayrı da şerri de yaratır. Fakat o, hayırdan razı, şerden ise razı değildir. Bu yaratma ve insana verilen tercih etme gücü imtihanın bir gereğidir. Çünkü iradenin zorlanması halinde sorumluluktan söz edilemez. “Dinde zorlama yoktur. Artık imanla küfür apaçık ortaya çıkmıştır. Bundan sonra kim şeytanı tanımayıp da Allah’a iman ederse o, şüphesiz ki, kopması mümkün olmayan en sağlam bir kulpa yapışmıştır.”24 mealindeki ayet-i kerime bu tercihin insanın serbest iradesiyle yapılması gerektiğine işaret eder.
Bununla birlikte bazı insanlar; insanın yemek, yatmak, cinsel ilişkide bulunmak ve zevk sürmek için yaratılmış olduğunu düşünür. Bütün ömürlerini böyle bir hayat anlayışı içinde geçirmiş olabilir. Kimileri de, başka insanları egemenliği altına almak için yaratıldığını kabul eder. Her iki düşünce tarzı da materyalist bir anlayışın ürünüdür. Çünkü yemek ve içmek, hayatı sürdürmek; cinsel temasta bulunmak ise şehveti gidermek ve üremeyi sağlamak içindir. Bu hayvanlar aleminde de vardır. Bir devenin yemesi, insanın yemesinden daha fazladır. Serçenin çiftleşmesi insanınkinden daha çoktur. Bu durumda insan onlardan nasıl daha üstün olur? Ülkeleri, beldeleri istila etmek öfke ile olur. Bu haslet yırtıcı hayvanlara daha güçlü olarak verilmiştir. Sonuç olarak insanda, hayvanlarda olan özellikler vardır. Buna ek olarak ona, yüce Allah tarafından bir olgunluk derecesi daha verilmiştir. Bu da akıl olup, onunla Allah Teâlâ’yı tanır ve onun yaratıklarını anlar. Böylece, nefis terbiyesi sonucunda, diğer hayvanlarla ortak olan hasletleri eğitir, akıl sayesinde yeryüzünde olanların hepsi onun emrine girer. Ayet-i kerime’de şöyle buyurulur: “Allahü Teâlâ, göklerde ve yerde olanları sizin emrinize verdi.”25
Dünya hayatının bir imtihandan ibaret olduğu ayet-i kerimede şöyle ifade buyurulur: “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını denemek için ölümü de, diriliği de yaratandır.”26
İnsanda din duygusu doğuştandır. Kendi başına düşünecek, tefekkür edecek yaşa gelen insan çevresine bakarak hiçbir şeyin kendi kendine var olmadığını, bir başkası (yaratıcı) vasıtasıyla meydana geldiğini müşahede eder. Akıl zincirleme sebepleri düşünerek, ilk insana, hayvan ve bitki türlerinin ilk başlangıcına, dünya, ay , gezegen ve yıldızların ilk olarak yaratılmasına yönelir. Doğmayan, doğurmayan, başlangıcı ve sonu olmayan, sonsuz keramet sahibi yüce varlığı zorunlu olarak kabul eder. İşte dinler hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan, bu konuda henüz hiçbir şey öğrenmemiş bulunan kimseler, kendi akıl ve mantık gücünü kullanarak Yüce Allah’a ulaşabilir. Zaten İslâm’da, peygamber gönderilmemiş veya hak din ve peygamberle hiçbir ilgisi olmamış bulunan insanların “fetret devresi” mensubu sayılarak, yalnız Allahü Teâlâ’ya imanla yükümlü oldukları kabul edilmiştir.27
Gerçek din, Allah Teâlâ’nın peygamberleri vasıtasıyla insanlara duyurduğu emir, yasak ve hükümlerdir. İnsanlar bu ilâhî kanunun hükümlerine uydukları sürece doğru yolu bulmuş, hidayet üzere bulunmuş olurlar. Bunun sonucunda dünyada da, ahirette de mutluluğa kavuşurlar.
Dinler genel olarak üç kısma ayrılır.
1) Gerçek dinler: Bunlar, Allah Teâlâ tarafından peygamberleri vasıtasıyla insanlara bildirilmiş olan dinlerdir. Bunlara “ilâhî din”, “hak din” veya “semâvî din” adı verilir.
Semâvî dinler, Hz. Âdem (a.s.)’le başlayıp, Hz. Muhammed (s.a.s)’le son bulan tevhid inancını telkin etmiştir. Allah’a, meleklere ve ahiret gününe inanmak bütün semâvî dinlerin ortak özelliğidir. Peygamber, kitap veya sahifeye inancın her ümmet için kendi devrine ve peygamberine göre olması tabiidir. Dinler arasında sadece bazı ibadetler, beşerî münasebetler ve muameleler bakımından farklar olmuştur. Bu da kültür ve medeniyetin gelişmesi, nüfus artışı ve ihtiyaçların çoğalması ile yakından ilgilidir. Hz. İsa’ya kadar olan ilâhî mesajın, sonradan bozulmuş, asılları kaybolunca, Allahü Teâlâ ve Tekaddes hazretleri en son ve en mükemmel din olan İslâm’ı, Hz. Muhammed (s.a.s) vasıtasıyla insanlık âlemine göndermiştir. Bugün yeryüzünde gerçek din, ancak İslâm dinidir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Şüphesiz, Allah katında din, “İslâm”dır. Kitap verilmiş olanlar, sadece aralarındaki ihtiras yüzünden kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düştüler. Kim, Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz Allah hesabı çok çabuk görendir.”28
2) Aslı bozulmuş dinler: Bunlar yukarıda da belirtildiği gibi aslı bakımından birer gerçek din iken, sonradan bozulmuş, dayandıkları kutsal kitapların orijinalı ortadan kalkmış olan dinlerdir. Yahudilik ve hristiyanlık gibi. Bu dinlerin ilâh inancında da tevhîd akidesinden uzaklaşma görülür. Kendi din adamları tarafından büyük ölçüde katmalar ve çıkarmalar yapılmış olan Tevrat, bugün yahudiliğe millî bir karakter kazandırmış, yerin ve göğün sahibi olan Allah’ın (Yahova), yalnız İsrailoğullarının ilâhı olduğu, başka milletlerin, onlara tâbî olmak ve hizmet etmek için yaratıldığı inancı telkin edilmiştir. Tevrat’ın her sayfasında bu gibi telkinlere rastlamak mümkündür.29
Cenâb-ı Hak daha sonra Hz. İsa’ya İncil’i göndermiş, ancak Hıristiyanlığın kutsal kitabı olan İncil’in orijinali de bozulmuş ve akidede Hz. Adem’den beri gelen tevhid inancından uzaklaştırılmıştır. Hz. İsa’yı Allah ve Allah’ın oğlu kabul etme yahut üç ilâhtan birisi (teslis) sayma, onları şirk ve küfre düşüren noktalardandır.30
3) Bâtıl dinler: Bunlar, asılları bakımından tevhid inancı ile ilgisi bulunmayan dinlerdir. Bunların kaynağı vahiy değil, insandır. Bazı toplumların din adıyla uydurup, ortaya attıkları şeylerdir. Bunlarda akla, hikmete ve toplum yararına uygun bazı hükümler bulunsa bile kökende Yüce Allah’a ve O’nun bir peygamberine dayanmadığı için kutsallık yönleri olmaz. Aya, güneşe, yıldızlara, kutsal saydıkları bazı hayvanlara, kendi elleriyle yaptıkları putlara veya bazı tabiat güçlerine tapmak bu niteliktedir. Tarihte görülen Hinduizm, Budizm, Mecûsilik ve Şamanizm bunlar arasında sayılabilir.31
Gerçek bir dini, diğer dinlerden ayıran özellikler çoktur. Bunların başta gelenlerini birkaç maddede toplamak mümkündür.
1. Hak din Allah tarafından gönderilmiş, peygamberi aracılığı ile insanlara duyurulmuştur. Tek Allah inancına dayanır ve O’na ibadet edilmesini ister. Varlıklar âleminin Allah Teâlâ tarafından yaratıldığını haber verir.
2. Bütün peygamberlere ve semâvî kitaplara inanılmasını ister.
3. Melek denen, lâtîf yaratılışlı manevi varlıklara inanmayı telkin eder.
4. İnsanların öldükten sonra, yeniden dirileceğini ve ebedî ahiret hayatını haber verir.
5. Allahü Tealâ’nın olmuş ve olacak herşeyi bildiğine, ezelde takdir edip, (kader) zamanı gelince yarattığına, (kazâ) gerçek tasarruf sahibinin yüce Allah olduğuna inanmayı öngörür.
6. İnsanları birliğe çağırır, aralarında kardeşlik meydana getirir, temelde herkesin eşit olduğunu, üstünlüğün ancak takvâ ile ve ahlâk güzelliğinden ibaret bulunduğunu bildirir. İnsanlar arası ilişkileri insan yaratılışına ve psikolojisine uygun olarak düzenler.
7. Böyle bir dinin hükümleri her yönüyle akla, hikmete ve pozitif bilimlere uygun olur, insanların kurtuluşuna ve mutluluğuna vesile bulunur.
Günümüzde bütün bu özellikleri bünyesinde toplayan din, İslâm'dan başkası değildir.II -