TEMEL BİLGİLER.. 1

A - Dinin Tarifi 1

B - İnsanın Menşei: 3

C - İlk İnsan. 4

D - İnsanın Yaratılış Sebebi: 6

E - Hak Din, Bâtıl Din: 7

F - Hak Dinin Özellikleri: 8

 

TE­MEL BİL­Gİ­LER

   l           Di­nin Do­ğu­şu

l              İslâm Di­ni­nin Özel­lik­le­ri

l              İslâm Di­ni­nin Kay­nak­la­rı

l              Fıkhî ve İti­ka­di Mez­heb­ler

l              Mü­kel­le­fin Fi­il­le­riI- Dİ­NİN DO­ĞU­ŞU

 

A - Di­nin Ta­ri­fi

Din, Al­la­hü Teâlâ’nın, in­san­la­rı iyi­li­ğe yö­nelt­mek ve kö­tü­lük­ten alı­koy­mak için, Pey­gam­ber­le­ri va­sı­ta­sıy­la bil­dir­di­ği emir ve hü­küm­ler­dir. Din bu an­lam­da hem i'tikadî, hem de amelî, ko­nu­la­rı kap­sa­mak­ta­dır. İn­san­la Yü­ce Rab­bi ara­sın­da­ki iliş­ki­le­ri dü­zen­le­di­ği gi­bi, in­san­la in­san, in­san­la eş­ya ara­sın­da­ki iliş­ki­le­ri de dü­zen­ler. Her in­san akıl yo­luy­la bu kâinatın bir ya­ra­tı­cı­sı ol­du­ğu­nu kav­ra­ya­bi­lir. İn­sa­na bu ye­te­nek ve­ril­miş­tir. Onun fıt­ra­tı te­miz­dir ve Rab­bi­ni bu­la­bi­le­cek cev­he­re sa­hip­tir. Ni­te­kim İb­ra­him aley­his­se­lam ço­cuk­luk ya­şın­da, aya, gü­ne­şe ve yıl­dız­la­ra ba­ka­rak ön­ce bun­la­rın Rab ola­bi­le­ce­ği­ni dü­şün­müş, fa­kat kay­bo­lup git­tik­le­ri­ni gö­rün­ce, on­la­rın ar­ka­sın­da­ki yü­ce Ya­ra­tı­cı­yı se­ze­rek ger­çe­ğe ulaş­mış­tır. (bk. el-En'âm, 6/75-78)

İn­san ak­lı, ta­bi­at olay­la­rı üze­rin­de dü­şü­nün­ce bun­la­rın ken­di­li­ğin­den var ola­ma­ya­ca­ğı­nı ve bu ta­bi­at kuv­vet­le­ri ara­sın­da­ki has­sas den­ge­nin ken­di­li­ğin­den ku­ru­la­ma­ya­ca­ğı­nı ka­bul eder. Böy­le­ce akıl, ev­re­nin ar­ka­sın­da­ki giz­li ya­ra­tı­cı gü­cü kav­ra­ya­bi­lir. Bu, bir ön­bil­gi­yi de ge­rek­tir­mez. İki sa­yı­sı­nın bir’den bü­yük ol­du­ğu­nu, bü­yük­lük kav­ra­mı­nı bi­len ki­şi, ön­ce­den bu­nu hiç ko­nuş­ma­sa bi­le, man­tık­la bi­lir. Çün­kü içi bu­nun­la do­lu­dur, bu­nu tas­dik ve ka­bul et­mek­te­dir. İş­te Al­la­hü Teâlâ’yı bil­mek de bu­nun gi­bi fıt­rat­tan­dır.

Kur’an-ı Ke­rim’de bu man­tık ol­gu­su­na şöy­le işa­ret edi­lir: “Eğer kâfirlere, gök­le­ri ve yer­le­ri kim ya­rat­tı, di­ye so­rar­san, on­lar; Al­lah ya­rat­tı di­ye­cek­ler­dir.”1 Baş­ka bir ayet-i ke­ri­me­de; “Al­lah’ın fıt­rat di­ni­ne yö­nel. Al­lah, in­san­la­rı o fıt­rat üze­ri­ne ya­rat­mış­tır.” 2 bu­yu­ru­lur. Ku­reyş müş­rik­le­rin­den As bin Va­il’in, çü­rü­müş bir in­san ke­mi­ği­ni Al­lah’ın Rasûlüne gös­te­re­rek; “Çü­rü­müş, da­ğıl­mış bu ke­mik­le­ri kim di­ril­te­bi­lir?”, so­ru­su­na ce­vap olan şu ayet-i ke­ri­me­de de ay­nı ik­na gü­cü­nü gör­mek müm­kün­dür.: “Ha­bi­bim de ki: On­la­rı da­ha ön­ce ilk ya­ra­tan di­ril­te­cek­tir. O ya­rat­ma­yı tam ola­rak bi­len­dir”3 Zor olan ilk ya­rat­ma­dır. Bir şe­yi ilk de­fa mey­da­na ge­ti­re­nin, onu ikin­ci de­fa mey­da­na ge­tir­me­ye de gü­cü ye­ter. İn­sa­nı dün­ya­ya ge­ti­ren güç, onu kı­ya­met gü­nü ni­çin ye­ni­den di­ril­te­me­sin?

İn­sa­nın ya­ra­tı­lı­şın­da mev­cut olan te­miz­lik, çev­re­nin et­ki­si ve şey­ta­nın kö­tü­lü­ğü tel­kin et­me­si so­nu­cun­da bo­zu­lur. İn­san kalbî ilâhî gö­rün­tü­le­re açık, te­miz bir ay­na ha­lin­de iken, dün­ya hır­sı, sı­nır ko­nul­ma­yan şeh­vet ve gü­nah­la­rın üs­tün­lük sağ­la­yıp yer­leş­ti­ği, kir­li, pas­lı bir kalb ay­na­sı or­ta­ya çı­kar. Ha­dis-i şe­rif­te şöy­le bu­yu­rul­muş­tur: “Her ço­cuk fıt­rat üze­re do­ğar. Son­ra an­ne­si, ba­ba­sı onu ya­hu­di, hı­ris­ti­yan ve­ya put­pe­rest ya­par.”4

Di­ğer yan­dan in­sa­nın akıl yo­luy­la Rab­bi­nin var­lı­ğı­nı dü­şü­nüp, tas­dik et­me­si ye­ter­li de­ğil­dir. O’nu hak­kı ile ta­nı­ya­bil­me­si ge­re­kir. Bu da ken­di­ni ta­nı­ma­sı­nı ge­rek­ti­rir. Bu yüz­den; “Nef­si­ni, ken­di ger­çe­ği­ni bi­len, Rab­bi­ni ta­nır” de­nil­miş­tir. Bu ko­nu­da Cenâb-ı Hak şöy­le bu­yur­muş­tur.: “Pek ya­kın­da on­la­ra dış­la­rın­da ve ken­di ne­fis­le­rin­de âyetlerimizi (var­lı­ğı­mı­zı gös­te­ren bel­ge­le­ri) gös­te­re­ce­ğiz. Ta ki, pey­gam­ber­le­ri­nin söy­le­di­ği­nin doğ­ru ol­du­ğu­nu an­la­sın­lar.”5

   Dinî duy­gu­lar­dan yok­sun olan in­sa­nın ken­di­si hak­kın­da bil­di­ği şey­ler; be­de­nin­den gö­re­bil­di­ği kı­sım­lar ve iç or­gan­lar­la il­gi­li dı­şar­dan öğ­ren­di­ği bil­gi­ler­den iba­ret­tir. Ruhî ha­ya­tıy­la il­gi­li ola­rak bil­di­ği ise; acık­tı­ğı za­man ye­mek, kız­dı­ğı za­man sal­dır­mak, cin­sel is­te­ği ar­tın­ca eşi­ne yak­laş­mak­tan faz­la bir şey de­ğil­dir. Duy­gu­la­rın bu ka­da­rı di­ğer hay­van­lar­da da var­dır. Bu yüz­den in­sa­nın ken­di ger­çe­ği­ni araş­tır­ma­sı ge­re­kir. “İn­san ne­dir, ne­re­den gel­miş­tir, ne­re­ye gi­de­cek­tir, bu dün­ya­ya ni­çin gel­miş­tir.  ni­çin ya­ra­tıl­mış­tır, dün­ya ve dün­ya öte­si mut­lu­lu­ğa er­me­nin yo­lu ne­dir?” Bü­tün bu so­ru­la­ra ce­vap ara­yan in­sa­noğ­lu ar­tık bun­la­rın ce­va­bı­nı ken­di man­tık çiz­gi­si için­de bu­la­maz. Bun­la­rın ce­va­bı­nı “din” ve­rir. Ger­çek di­nin sa­hi­bi ve kay­na­ğı da biz­zat Cenâb-ı Hak’tır. An­cak in­san, doğ­ru­dan Al­lah Teâlâ ile te­mas kur­ma, onun­la konuş­ma ye­te­ne­ği­ne sa­hip ol­ma­dı­ğı için, Al­lah’ın ken­di­si­ne ne­le­ri em­re­dip, ne­le­ri ya­sak­la­dı­ğı­nı bi­le­mez. Cenâb-ı Hak in­san­lar­la ken­di­si ara­sın­da el­çi­lik yap­mak üze­re, pey­gam­ber­ler gön­der­miş­tir. İş­te pey­gam­ber­ler ara­cı­lı­ğı ile in­san­la­ra gön­de­ri­len ilâhî emir ve hü­küm­le­re “din” adı ve­ri­lir.

 

  B - İn­sa­nın Men­şei:

Yer­yü­zün­de ilk in­san Hz. Âdem ve Hz. Hav­va’dır. Al­la­hü Teâlâ Hz. Âdem’i top­rak­tan ya­rat­mış, ya­ra­tı­lı­şı­nı ta­mam­la­dık­tan son­ra, ona ru­hun­dan üf­le­miş­tir. Âdem aley­his­se­lam can­la­nın­ca da, Al­la­hü Teâlâ’nın em­riy­le bü­tün me­lek­ler ona say­gı sec­de­si yap­mış­tır. An­cak İb­lis, ya­ra­tı­lış ve ye­te­nek ba­kı­mın­dan Âdem’den üs­tün ol­du­ğu­nu dü­şü­ne­rek gu­ru­ra ka­pıl­mış ve sec­de et­me­miş, bu yüz­den de ilâhî rah­met­ten ko­vul­muş­tur.6

Cenâb-ı Hak Âdem (a.s,)’i en mü­kem­mel şe­kil­de ya­rat­mış, son­ra ona; me­lek­le­re git, selâm ver, na­sıl selâm ala­cak­la­rı­nı din­le, bu se­nin ve nes­li­nin selâmlaşma ör­ne­ği ola­cak­tır, de­di. Bu­nun üze­ri­ne Âdem (a.s.) me­lek­le­re; “es-Selâmu aley­kum (Al­lah'ın selâmı si­ze ol­sun)” de­di. On­lar da; “es-Selâmu aley­ke ve rah­me­tul­lah (Al­lah’ın selâmı ve rah­me­ti sa­na ol­sun)” di­ye kar­şı­lık ver­di­ler.7

Al­lah Teâlâ Âdem’i ya­rat­tık­tan son­ra Hz. Hav­va’yı da onun eğe ve­ya baş­ka bir gö­rü­şe gö­re ka­bur­ga ke­mi­ğin­den ya­rat­mış­tır. Kur’ân-ı Ke­rim’de; “Si­zi bir tek ne­fis­ten ya­ra­tan ve gön­lü­nün hu­zu­ra ka­vu­şa­ca­ğı eşi­ni de on­dan va­re­den Al­lah’tır”8 bu­yu­ru­lur. Hz. Pey­gam­ber (s.a.s) şöy­le bu­yur­muş­tur: “Ka­dın­la­ra iyi­lik­le mu­a­me­le edin, zi­ra ka­dın ka­bur­ga ke­mi­ğin­den ya­ra­tıl­mış­tır. Bu ke­mi­ğin en eğ­ri kıs­mı üst ta­ra­fı­dır. Onu dü­zelt­me­ye ça­lı­şır­san kı­rar­sın ken­di ha­li­ne bı­ra­kır­san de­vam­lı eğ­ri ka­lır.”9

Cen­ne­te yer­leş­ti­ri­len bu ilk iki in­sa­na yü­ce ya­ra­tı­cı bir ağa­cın mey­ve­si­ni ye­me­yi ya­sak­la­dı. Kıs­kanç­lık için­de bu­lu­nan şey­tan bir yo­lu­nu bu­la­rak on­la­ra fı­sıl­tı ile yak­laş­tı ve şöy­le de­di: “Rab­bi­niz si­ze bu ağa­cı, baş­ka bir şey için de­ğil an­cak iki me­lek ola­ca­ğı­nız, ya­hut ölüm­den kur­tu­lup ebedî ola­rak ka­lı­cı­lar­dan bu­lu­na­ca­ğı­nız için ya­sak et­ti.”10 On­lar, şey­ta­nın ken­di­le­ri­ne iyi­lik yap­mak is­te­di­ği­ni sa­na­rak ya­sak ağaç­tan ye­di­ler ve CenâbHakk’ın ga­zabı­nı üzer­le­ri­ne çek­ti­ler. Cenâb-ı Hak on­la­ra dua ke­li­me­le­ri öğ­ret­ti. İki in­san Yü­ce Al­lah’a ilk du­a­la­rı­nı şöy­le yap­tı­lar:

 

 

“Ey Rab­bi­miz, ken­di­mi­ze ya­zık et­tik. Eğer bi­zi ba­ğış­la­maz ve bi­zi esir­ge­mez­sen her­hal­de en bü­yük za­ra­ra uğ­ra­yan­lar­dan ola­ca­ğız.”11

Hz. Âdem’le Hav­va’nın du­a­sı ka­bul edil­di, fa­kat ar­tık ön­ce cen­net ha­ya­tı ye­ri­ne ön­ce dün­ya­da çi­le­li bir im­ti­han dev­re­si ge­çir­dik­ten ve ahi­ret gü­nü sı­kı bir he­sap de­ne­ti­min­den geç­tik­ten son­ra cen­ne­te gi­re­bil­mek üze­re dün­ya­ya in­di­ril­di­ler.12 Böy­le­ce yer­yü­zün­de Âdem ile Hav­va ve on­la­rın do­ğa­cak ne­sil­le­riy­le ço­ğa­lan be­şer ha­ya­tı baş­la­mış ol­du. Ar­tık ilk ya­rat­ma­da­ki gi­bi top­rak­tan va­ret­mek ye­ri­ne; do­ğum ile ço­ğal­ma de­vam et­ti. Di­ğer can­lı­lar­da ve bit­ki­ler­de ise bö­lün­me, aşı­lan­ma ve toz­laş­ma gi­bi yol­lar­la üre­me de­vam et­ti.

Kur’ân-ı Ke­rim’de, ço­cu­ğun an­ne kar­nın­da­ki olu­şu­mu şöy­le açık­la­nır: “Ye­min ol­sun ki, Biz in­sa­nı, sü­zül­müş öz­lü bal­çık­tan ya­rat­tık. Son­ra onu “nut­fe” ha­lin­de müs­tah­kem bir karargâh olan rah­me yer­leş­tir­dik. Son­ra “nut­fe”yi kan pıh­tı­sı ha­li­ne ge­tir­dik, kan pıh­tı­sı­nı bir par­ça et yap­tık, bir par­ça eti ke­mik­le­re çe­vir­dik, ke­mik­le­re de et giy­dir­dik. Son­ra da onu bam­baş­ka bir var­lık yap­tık. Şe­kil ve­ren­le­rin en gü­ze­li olan Al­lah’ın şânı ne yü­ce­dir.”13

 

C - İlk İn­san

Bü­tün se­ma­vi din­ler ve ta­ri­hi bel­ge­ler in­sa­nın Âdem ve Hav­va’dan tü­re­di­ği­ni be­lirt­miş­tir. İlk in­san ay­nı za­man­da Al­lah’ın yer­yü­zün­de ha­li­fe­si, pey­gam­be­ri ve ku­lu­dur. 14

İn­san ve kâinata sa­de­ce maddî açı­dan ba­kan ma­ter­ya­list fel­se­fe­nin tem­sil­ci­le­rin­den ba­zı po­zi­ti­vist­ler, in­sa­nın may­mun­dan dö­nüş­müş bir can­lı ola­bi­le­ce­ği­ni öne sür­müş­ler­dir.

Ev­rim te­o­ri­si adı ve­ri­len bu dü­şün­ce tar­zı ilk ola­rak İn­gi­liz bi­yo­lo­ji bil­gi­ni Char­les Dar­win (1809-1882) ta­ra­fın­dan for­mü­le edil­di­ği için, bu­na “Dar­wi­nizm” de de­nil­miş­tir. Dar­win; “ay­ni kök­ten ge­len tür­ler, çev­re, bes­len­me gi­bi çe­şit­li et­ki­le­re bağ­la­na­bi­le­cek de­ği­şim­ler gös­te­rir. Bu­na ya­şa­mak için mü­ca­de­le de ek­le­nin­ce sü­rek­li ev­rim so­nu­cun­da tür­ler şe­kil de­ğiş­ti­re­rek ge­li­şir. Bu­nun bir so­nu­cu ola­rak may­mun tü­rün­den bel­li bir dö­nem­de in­sa­na dö­nü­şüm ol­muş­tur” ka­na­a­tin­de­dir.

Dar­win ve onu iz­le­yen po­zi­ti­vist­ler eş­ya­ya ve can­lı­la­ra dinî açı­dan de­ğil, sa­de­ce maddî de­ney ve göz­lem açı­sın­dan bak­mak­ta­dır­lar.

Gü­nü­müz­de in­san ile may­mun ara­sın­da­ki ge­çiş dö­ne­mi can­lı­la­rı­na de­lil ola­rak gös­te­ri­len üç fo­sil; “Ja­va Ada­mı”, İn­gil­te­re’de bu­lu­nan “Pilt­down Ada­mı” ve “Pe­kin Ada­mı”dır. Bun­dan baş­ka, yal­nız bir çe­ne ke­mi­ği fo­si­lin­den iba­ret olan “He­i­del­berg Ada­mı” var­dır ki, ant­ro­po­loğ­la­rın ço­ğu bun­la­rın as­lın­da in­sa­na ait ol­du­ğu­nu söy­le­mek­te­dir­ler. İlk ka­fa­tas­la­rı, omu­ri­li­ğin ka­fa­ta­sı­na gir­di­ği de­li­ğin du­ru­mu an­la­şı­la­ma­ya­cak ka­dar ek­sik ve bo­zuk­tur. Bu yüz­den fo­si­lin tem­sil et­ti­ği can­lı­nın dik mi, yok­sa eğ­ri mi dur­du­ğu­nu an­la­mak müm­kün de­ğil­dir. An­cak ev­rim­ci gö­rü­şün et­ki­si al­tın­da ka­lan ba­zı po­zi­ti­vist­ler, bu­nu iki bük­lüm, may­mun ben­ze­ri bir ya­ra­tık zan­net­miş­ler­dir.15

XIX. yüz­yı­lın so­nu ve XX. yüz­yı­lın baş­la­rın­da bu­lu­nan bu fo­sil­le­rin 1,8 ilâ 2,6 mil­yon yıl ön­ce­si­ne ait ol­du­ğu tah­min edil­miş­tir.

Aşa­ğı­da­ki ye­ni bul­gu­lar bu fo­sil­le­ri de­lil ol­mak­tan çı­kar­mış­tır.

1) 1972’de Ric­hart Le­a­key ta­ra­fın­dan Ken­ya’da Tur­ka­na şeh­ri ya­kı­nın­da Ru­dolf gö­lü ci­va­rın­da bu­lu­nan SKULL 1470 İN­SA­NI fo­si­li ev­rim te­o­ri­si­ni alt üst et­miş­tir. Bu fo­sil; bir ka­fa­ta­sı ve ka­fa­ta­sı­na ait ol­du­ğu tah­min edi­len ba­cak ke­mi­ğin­den iba­ret­tir. Ya­şı ise 2,8 mil­yon ola­rak tah­min edil­miş­tir. Bu fo­sil hak­kın­da Ric­hard Le­a­key şöy­le de­miş­tir: “Ya bu ka­fa­ta­sı­nı, ya da il­kel in­san hak­kın­da­ki te­o­ri­le­mi­zi at­ma­lı­yız. O, in­sa­nın ilk mo­del­le­rin­den hiç­bi­ri­ne ben­ze­me­mek­te­dir. Ka­fa­ta­sı­nın bü­yük bir be­yin hac­mi­ne sa­hip ol­ma­sı ilk fo­sil­le­rin ge­li­şim de­ği­şik­lik­le­ri­nin bel­li bir sı­ra­ya gö­re tan­zim edi­le­bil­me­si kav­ra­mı­nı yık­mış­tır.”16

Le­a­key’in bul­du­ğu fo­sil, in­sa­nın en es­ki ata­sı ol­du­ğu ile­ri sü­rü­len (1,8-2,6 mil­yon ya­şın­da) 500 cc. be­yin hac­mi­ne sa­hip fo­sil­ler­den en az 200 bin yıl da­ha es­ki ve 300 cc. da­ha bü­yük bir be­yin hac­mi­ne sa­hip­tir. Ka­fa­ta­sı gö­rü­nüm ba­kı­mın­dan da gü­nü­müz in­sa­nı ka­fa­tas­la­rın­dan ayırt edil­me­mek­te­dir.

Ar­ke­o­log Dr. Glyn Isa­ac yap­tı­ğı ka­zı­lar­dan 300 ba­sit taş kır­ma ve par­ça­la­ma alet­le­ri çı­kar­mış­tır. Bun­lar, bir can­lı­nın 2,6 mil­yon yıl ön­ce­le­ri bu­ra­lar­da yük­sek ze­ka se­vi­ye­si­ne ve hü­ne­ri­ne sa­hip ola­rak ha­yat sür­dü­ğü­nün dil­siz de­lil­le­ri­dir.17

Bu ye­ni so­nuç­lar ve Dar­win’in ev­rim te­o­ri­si­nin da­ya­na­ğı olan “Tür­le­rin Ori­ji­ni” ve “İn­sa­nın Tü­re­yi­şi” ad­lı eser­le­ri­ne bi­lim adam­la­rı­nın ver­di­ği cevaplar18 şu ger­çe­ği or­ta­ya çı­kar­mış­tır.

İn­san­lar ev­rim ge­çi­re­rek gü­nü­müz­de­ki ha­li­ne gel­me­miş, ak­si­ne ha­yat sah­ne­sin­de bu­gün­kü ha­liy­le gö­zük­müş­tür. Es­ki de­vir in­san­la­rı­nın, bir kaç yüz­yı­lı aşa­bi­len ömür­le­ri se­be­biy­le da­ha iri ya­pı­lı ol­ma­la­rı ta­bi­i­dir. Hz. Âdem’in vü­cut bü­yük­lü­ğü ile il­gi­li ola­rak nak­le­di­len ba­zı ha­dis­ler bu­nu des­tek­le­mek­te­dir.19

İbn Cerîr et-Taberî (ö.310/922), Ta­rih’in­de, Hz. Hav­va’nın ikiz ve bi­ri er­kek, di­ğe­ri di­şi ol­mak üze­re yir­mi ba­tın­da kırk ço­cuk do­ğur­du­ğu­nu kay­det­miş­tir.20

Al­la­hü Teâlâ ba­zı can­lı hay­van tür­le­ri­nin özel­lik­le­ri­ni şöy­le ifa­de bu­yu­rur: “Al­lah her can­lı­yı su­dan ya­rat­tı. İş­te bun­lar­dan ki­mi kar­nı üze­rin­de yü­rü­yor, ki­mi iki aya­ğı üze­rin­de yü­rü­yor, ki­mi de dört aya­ğı üs­tün­de yü­rü­yor. Al­lah ne di­ler­se ya­ra­tır. Çün­kü Al­lah her şe­ye hak­kiy­le kâdirdir.”21 CenâbHakk, Hz. Âdem’i an­ne-ba­ba­sız, Hz. İsa’yı ba­ba­sız ya­rat­mak­la, in­san tü­rü­nü ko­ru­muş­tur.

Dar­wi­niz­min ama­cı, in­sa­nın men­şe­i­ni baş­ka bir can­lı­ya bağ­la­yıp, onun semavî din­ler­le ve yü­ce ya­ra­tı­cı ile ba­ğı­nı ko­par­mak­tır. An­cak var­lık­lar ale­min­de gö­rü­len ve ak­la dur­gun­luk ve­ren dü­zen bu te­o­ri­yi ya­lan­la­mak­ta­dır. Her­şe­yin kör ta­bi­at kuv­ve­ti­nin ve kör bir rast­lan­tı­nın so­nu­cu ola­rak oluş­tu­ğu ve ev­ri­me tâbî ol­du­ğu gö­rü­şü­nü akıl ka­bul et­mez. So­nuç ola­rak bu ko­nu­da bel­ki şun­lar söy­le­ne­bi­lir. Hz. Âdem bu dün­ya­ya bir ta­kım bil­gi­ler­le mü­ceh­hez ola­rak in­di­ril­miş, on­dan ge­len in­san nes­li de da­ha son­ra yer­yü­zün­de yal­nız bı­ra­kıl­ma­ya­rak gön­de­ri­len pey­gam­ber­ler va­sı­ta­sıy­la, ye­ni bil­gi­ler­le tec­hiz edil­miş­tir. Di­ğer yan­dan in­sa­noğ­lu ken­di de­ney ve tec­rü­be­le­riy­le dün­ya ve çev­re­si hak­kın­da araş­tır­ma­lar ya­pa­rak bil­gi­si­ni sü­rek­li ge­liş­tir­miş­tir. Bu­nun so­nu­cun­da in­sa­nın tür de­ğiş­tir­mek­si­zin top­lum ola­rak tekâmül et­ti­ği ve ye­ni me­de­ni­yet­ler kur­du­ğu söy­le­ne­bi­lir. Aşa­ğı­da, in­sa­nın ya­ra­tı­lış ve dün­ya­ya geliş se­be­bi üze­rin­de du­ra­ca­ğız.

 

  D - İn­sa­nın Ya­ra­tı­lış Se­be­bi:

Ye­ri ve gök­le­ri yok­tan var eden Al­la­hü Teâlâ can­lı ve­ya can­sız hiç­bir var­lı­ğı boş ye­re ya­rat­ma­mış­tır. Ev­ren­de her var­lı­ğın bir ye­ri ve de­ğe­ri var­dır. Câmid (can­sız) var­lık­la­rın, bit­ki­le­rin ve hay­van­lar ale­mi­nin ya­ra­tı­lı­şın­da gö­rü­len, ak­la dur­gun­luk ve­ren ha­re­ket, çek­me, it­me ve den­ge ka­nun­la­rı, yer­de ve gök­te bu­lu­nan her­şe­yin in­sa­nın hiz­me­ti­ne su­nul­ma­sı, ya­ra­tı­lış hik­met­le­ri­ni gös­te­ren ba­zı be­lir­ti­ler­dir.

Ba­zı câmid var­lık­lar, bit­ki ve hay­van­lar ön­ce bir­bir­le­ri­ne, ge­liş­me, üre­me ve var­lı­ğı­nı sür­dür­me için des­tek, gı­da ve yem teş­kil eder­ler. Ya­rar­la­nı­la­bi­lir bir ha­le ge­lin­ce de in­san be­de­ni için gı­da ve rı­zık olur­lar. İn­sa­nın rız­kı, ömür bo­yu yi­yip tü­ket­ti­ği, gi­yip es­kit­ti­ği şey­ler­dir. Bu du­ru­ma gö­re, dün­ya ve çev­re­sin­de­ki maddî var­lık­lar, in­sa­nın hiz­me­ti­ne su­nul­muş araç var­lık­lar­dır. Amaç in­san­dır.22

Di­ğer var­lık­lar­da du­rum böy­le olun­ca, in­san var­lı­ğı­nın çok da­ha üs­tün amaç­lar için ya­ra­tıl­mış ol­ma­sı ge­re­kir. Kur’an-ı Ke­rim’de, in­san ve cin­le­rin, Al­lah’a kul­luk et­me­le­ri için ya­ra­tıl­dı­ğı be­lir­ti­lir.23 İn­sa­noğ­lu yer­yü­zü­ne bel­li bir sü­re im­ti­ha­na ta­bi tu­tul­mak üze­re gel­miş­tir. Bu da, hak bir pey­gam­be­re ve ken­di dev­rin­de ge­çer­li olan semâvî bir di­ne uy­ma­yı ge­rek­ti­rir. Bu, son üm­met için İslâm’dan iba­ret­tir.

Yü­ce Al­lah, in­sa­nın di­le­me­si yö­nün­de hay­rı da şer­ri de ya­ra­tır. Fa­kat o, ha­yır­dan ra­zı, şer­den ise ra­zı de­ğil­dir. Bu ya­rat­ma ve in­sa­na ve­ri­len ter­cih et­me gü­cü im­ti­ha­nın bir ge­re­ği­dir. Çün­kü ira­de­nin zor­lan­ma­sı ha­lin­de so­rum­lu­luk­tan söz edi­le­mez. “Din­de zor­la­ma yok­tur. Ar­tık iman­la kü­für apa­çık or­ta­ya çık­mış­tır. Bun­dan son­ra kim şey­ta­nı ta­nı­ma­yıp da Al­lah’a iman eder­se o, şüp­he­siz ki, kop­ma­sı müm­kün ol­ma­yan en sağ­lam bir kul­pa ya­pış­mış­tır.”24 me­a­lin­de­ki ayet-i ke­ri­me bu ter­ci­hin in­sa­nın ser­best ira­de­siy­le ya­pıl­ma­sı ge­rek­ti­ği­ne işa­ret eder.

Bu­nun­la bir­lik­te ba­zı in­san­lar; in­sa­nın ye­mek, yat­mak, cin­sel iliş­ki­de bu­lun­mak ve zevk sür­mek için ya­ra­tıl­mış ol­du­ğu­nu dü­şü­nür. Bü­tün ömür­le­ri­ni böy­le bir ha­yat an­la­yı­şı için­de ge­çir­miş ola­bi­lir. Ki­mi­le­ri de, baş­ka in­san­la­rı ege­men­li­ği al­tı­na al­mak için ya­ra­tıl­dı­ğı­nı ka­bul eder. Her iki dü­şün­ce tar­zı da ma­ter­ya­list bir an­la­yı­şın ürü­nü­dür. Çün­kü ye­mek ve iç­mek, ha­ya­tı sür­dür­mek; cin­sel te­mas­ta bu­lun­mak ise şeh­ve­ti gi­der­mek ve üre­me­yi sağ­la­mak için­dir. Bu hay­van­lar ale­min­de de var­dır. Bir de­ve­nin ye­me­si, in­sa­nın ye­me­sin­den da­ha faz­la­dır. Ser­çe­nin çift­leş­me­si in­sa­nın­kin­den da­ha çok­tur. Bu du­rum­da in­san on­lar­dan na­sıl da­ha üs­tün olur? Ül­ke­le­ri, bel­de­le­ri is­ti­la et­mek öf­ke ile olur. Bu has­let yır­tı­cı hay­van­la­ra da­ha güç­lü ola­rak ve­ril­miş­tir. So­nuç ola­rak in­san­da, hay­van­lar­da olan özel­lik­ler var­dır. Bu­na ek ola­rak ona, yü­ce Al­lah ta­ra­fın­dan bir ol­gun­luk de­re­ce­si da­ha ve­ril­miş­tir. Bu da akıl olup, onun­la Al­lah Teâlâ’yı ta­nır ve onun ya­ra­tık­la­rı­nı an­lar. Böy­le­ce, ne­fis ter­bi­ye­si so­nu­cun­da, di­ğer hay­van­lar­la or­tak olan has­let­le­ri eği­tir, akıl sa­ye­sin­de yer­yü­zün­de olan­la­rın hep­si onun em­ri­ne gi­rer. Ayet-i ke­ri­me’de şöy­le bu­yu­ru­lur: “Al­la­hü Teâlâ, gök­ler­de ve yer­de olan­la­rı si­zin em­ri­ni­ze ver­di.”25

Dün­ya ha­ya­tı­nın bir im­ti­han­dan iba­ret ol­du­ğu ayet-i ke­ri­me­de şöy­le ifa­de bu­yu­ru­lur: “O, han­gi­ni­zin da­ha gü­zel amel ya­pa­ca­ğı­nı de­ne­mek için ölü­mü de, di­ri­li­ği de ya­ra­tan­dır.”26

 

  E - Hak Din, Bâtıl Din:

İn­san­da din duy­gu­su do­ğuş­tan­dır. Ken­di ba­şı­na dü­şü­ne­cek, te­fek­kür ede­cek ya­şa ge­len in­san çev­re­si­ne ba­ka­rak hiç­bir şe­yin ken­di ken­di­ne var ol­ma­dı­ğı­nı, bir baş­ka­sı (ya­ra­tı­cı) va­sı­ta­sıy­la mey­da­na gel­di­ği­ni mü­şa­he­de eder. Akıl zin­cir­le­me se­bep­le­ri dü­şü­ne­rek, ilk in­sa­na, hay­van ve bit­ki tür­le­ri­nin ilk baş­lan­gı­cı­na, dün­ya, ay , ge­ze­gen ve yıl­dız­la­rın ilk ola­rak ya­ra­tıl­ma­sı­na yö­ne­lir. Doğ­ma­yan, do­ğur­ma­yan, baş­lan­gı­cı ve so­nu ol­ma­yan,  son­suz ke­ra­met sa­hi­bi yü­ce var­lı­ğı zo­run­lu ola­rak ka­bul eder. İş­te din­ler hak­kın­da hiç­bir bil­gi­ye sa­hip ol­ma­yan, bu ko­nu­da he­nüz hiç­bir şey öğ­ren­me­miş bu­lu­nan kim­se­ler, ken­di akıl ve man­tık gü­cü­nü kul­la­na­rak Yü­ce Al­lah’a ula­şa­bi­lir. Za­ten İslâm’da, pey­gam­ber gön­de­ril­me­miş ve­ya hak din ve pey­gam­ber­le hiç­bir il­gi­si ol­ma­mış bu­lu­nan in­san­la­rın “fet­ret dev­re­si” men­su­bu sa­yı­la­rak, yal­nız Al­la­hü Teâlâ’ya iman­la yü­küm­lü ol­duk­la­rı ka­bul edil­miş­tir.27

Ger­çek din, Al­lah Teâlâ’nın pey­gam­ber­le­ri va­sı­ta­sıy­la in­san­la­ra du­yur­du­ğu emir, ya­sak ve hü­küm­ler­dir. İn­san­lar bu ilâhî ka­nu­nun hü­küm­le­ri­ne uy­duk­la­rı sü­re­ce doğ­ru yo­lu bul­muş, hi­da­yet üze­re bu­lun­muş olur­lar. Bu­nun so­nu­cun­da dün­ya­da da, ahi­ret­te de mut­lu­lu­ğa ka­vu­şur­lar.

Din­ler ge­nel ola­rak üç kıs­ma ay­rı­lır.

1) Ger­çek din­ler: Bun­lar, Al­lah Teâlâ ta­ra­fın­dan pey­gam­ber­le­ri va­sı­ta­sıy­la in­san­la­ra bil­di­ril­miş olan din­ler­dir. Bun­la­ra “ilâhî din”, “hak din” ve­ya “semâvî din” adı ve­ri­lir.

Semâvî din­ler, Hz. Âdem (a.s.)’le baş­la­yıp, Hz. Mu­ham­med (s.a.s)’le son bu­lan tev­hid inan­cı­nı tel­kin et­miş­tir. Al­lah’a, me­lek­le­re ve ahi­ret gü­nü­ne inan­mak bü­tün semâvî din­le­rin or­tak özel­li­ği­dir. Pey­gam­ber, ki­tap ve­ya sa­hi­fe­ye inan­cın her üm­met için ken­di dev­ri­ne ve pey­gam­be­ri­ne gö­re ol­ma­sı ta­bi­i­dir. Din­ler ara­sın­da sa­de­ce ba­zı iba­det­ler, beşerî mü­na­se­bet­ler ve mu­a­me­le­ler ba­kı­mın­dan fark­lar ol­muş­tur. Bu da kül­tür ve me­de­ni­ye­tin ge­liş­me­si, nü­fus ar­tı­şı ve ih­ti­yaç­la­rın ço­ğal­ma­sı ile ya­kın­dan il­gi­li­dir. Hz. İsa’ya ka­dar olan ilâhî me­sa­jın, son­ra­dan bo­zul­muş, asıl­la­rı kay­bo­lun­ca, Al­la­hü Teâlâ ve Te­kad­des haz­ret­le­ri en son ve en mü­kem­mel din olan İslâm’ı, Hz. Mu­ham­med (s.a.s) va­sı­ta­sıy­la in­san­lık âle­mi­ne gön­der­miş­tir. Bu­gün yer­yü­zün­de ger­çek din, an­cak İslâm di­ni­dir. Kur’an-ı Ke­rim’de şöy­le bu­yu­ru­lur: “Şüp­he­siz, Al­lah ka­tın­da din, “İslâm”dır. Ki­tap ve­ril­miş olan­lar, sa­de­ce ara­la­rın­da­ki ih­ti­ras yü­zün­den ken­di­le­ri­ne ilim gel­dik­ten son­ra ay­rı­lı­ğa düş­tü­ler. Kim, Al­lah’ın âyetlerini inkâr eder­se, şüp­he­siz Al­lah he­sa­bı çok ça­buk gö­ren­dir.”28

2) As­lı bo­zul­muş din­ler: Bun­lar yu­ka­rı­da da be­lir­til­di­ği gi­bi as­lı ba­kı­mın­dan bi­rer ger­çek din iken, son­ra­dan bo­zul­muş, da­yan­dık­la­rı kut­sal ki­tap­la­rın ori­ji­na­lı or­ta­dan kalk­mış olan din­ler­dir. Ya­hu­di­lik ve hris­ti­yan­lık gi­bi. Bu din­le­rin ilâh inan­cın­da da tevhîd aki­de­sin­den uzak­laş­ma gö­rü­lür. Ken­di din adam­la­rı ta­ra­fın­dan bü­yük öl­çü­de kat­ma­lar ve çı­kar­ma­lar ya­pıl­mış olan Tev­rat, bu­gün ya­hu­di­li­ğe millî bir ka­rak­ter ka­zan­dır­mış, ye­rin ve gö­ğün sa­hi­bi olan Al­lah’ın (Ya­ho­va), yal­nız İs­ra­i­lo­ğul­la­rı­nın ilâhı ol­du­ğu, baş­ka mil­let­le­rin, on­la­ra tâbî ol­mak ve hiz­met et­mek için ya­ra­tıl­dı­ğı inan­cı tel­kin edil­miş­tir. Tev­rat’ın her say­fa­sın­da bu gi­bi tel­kin­le­re rast­la­mak müm­kün­dür.29

Cenâb-ı Hak da­ha son­ra Hz. İsa’ya İn­cil’i gön­der­miş, an­cak Hı­ris­ti­yan­lı­ğın kut­sal ki­ta­bı olan İn­cil’in ori­ji­na­li de bo­zul­muş ve aki­de­de Hz. Adem’den be­ri ge­len tev­hid inan­cın­dan uzak­laş­tı­rıl­mış­tır. Hz. İsa’yı Al­lah ve Al­lah’ın oğ­lu ka­bul et­me ya­hut üç ilâhtan bi­ri­si (tes­lis) say­ma, on­la­rı şirk ve küf­re dü­şü­ren nok­ta­lar­dan­dır.30

3) Bâtıl din­ler: Bun­lar, asıl­la­rı ba­kı­mın­dan tev­hid inan­cı ile il­gi­si bulun­ma­yan din­ler­dir. Bun­la­rın kay­na­ğı va­hiy de­ğil, in­san­dır. Ba­zı top­lum­la­rın din adıy­la uy­du­rup, or­ta­ya at­tık­la­rı şey­ler­dir. Bun­lar­da ak­la, hik­me­te ve top­lum ya­ra­rı­na uy­gun ba­zı hü­küm­ler bu­lun­sa bi­le kö­ken­de Yü­ce Al­lah’a ve O’nun bir pey­gam­be­ri­ne da­yan­ma­dı­ğı için kut­sal­lık yön­le­ri ol­maz. Aya, gü­ne­şe, yıl­dız­la­ra, kut­sal say­dık­la­rı ba­zı hay­van­la­ra, ken­di el­le­riy­le yap­tık­la­rı put­la­ra ve­ya ba­zı ta­bi­at güç­le­ri­ne tap­mak bu ni­te­lik­te­dir. Ta­rih­te gö­rü­len Hin­du­izm, Bu­dizm, Mecûsilik ve Şa­ma­nizm bun­lar ara­sın­da sa­yı­la­bi­lir.31

 

  F - Hak Di­nin Özel­lik­le­ri:

Ger­çek bir di­ni, di­ğer din­ler­den ayı­ran özel­lik­ler çok­tur. Bun­la­rın baş­ta ge­len­le­ri­ni bir­kaç mad­de­de top­la­mak müm­kün­dür.

1. Hak din Al­lah ta­ra­fın­dan gön­de­ril­miş, pey­gam­be­ri ara­cı­lı­ğı ile in­san­la­ra du­yu­rul­muş­tur. Tek Al­lah inan­cı­na da­ya­nır ve O’na iba­det edil­me­si­ni is­ter. Var­lık­lar âle­mi­nin Al­lah Teâlâ ta­ra­fın­dan ya­ra­tıl­dı­ğı­nı ha­ber ve­rir.

2. Bü­tün pey­gam­ber­le­re ve semâvî ki­tap­la­ra ina­nıl­ma­sı­nı is­ter.

3. Me­lek de­nen, lâtîf ya­ra­tı­lış­lı ma­ne­vi var­lık­la­ra inan­ma­yı tel­kin eder.

4. İn­san­la­rın öl­dük­ten son­ra, ye­ni­den di­ri­le­ce­ği­ni ve ebedî ahi­ret ha­ya­tı­nı ha­ber ve­rir.

5. Al­la­hü Tealâ’nın ol­muş ve ola­cak her­şe­yi bil­di­ği­ne, ezel­de tak­dir edip, (ka­der) za­ma­nı ge­lin­ce ya­rat­tı­ğı­na,  (kazâ) ger­çek ta­sar­ruf sa­hi­bi­nin yü­ce Al­lah ol­du­ğu­na inan­ma­yı ön­gö­rür.

6. İn­san­la­rı bir­li­ğe ça­ğı­rır, ara­la­rın­da kar­deş­lik mey­da­na ge­ti­rir, te­mel­de her­ke­sin eşit ol­du­ğu­nu, üs­tün­lü­ğün an­cak takvâ ile ve ahlâk gü­zel­li­ğin­den iba­ret bu­lun­du­ğu­nu bil­di­rir. İn­san­lar ara­sı iliş­ki­le­ri in­san ya­ra­tı­lı­şı­na ve psi­ko­lo­ji­si­ne uy­gun ola­rak dü­zen­ler.

7. Böy­le bir di­nin hü­küm­le­ri her yö­nüy­le ak­la, hik­me­te ve po­zi­tif bi­lim­le­re uy­gun olur, in­san­la­rın kur­tu­lu­şu­na ve mut­lu­lu­ğu­na ve­si­le bu­lu­nur.

Gü­nü­müz­de bü­tün bu özel­lik­le­ri bün­ye­sin­de top­la­yan din, İslâm'dan baş­ka­sı de­ğil­dir.II -